Print Friendly and PDF

ABDURRAHMAN ŞEREF EFENDİ TARİH MUSAHABELERİ

Bunlarada Bakarsınız

 


Sadeleştiren: Enver KORAY

ABDURRAHMAN ŞEREF EFENDİ VE TARİH MUSAHABELERİ

Sadeleştirerek sunduğumuz “Tarih Musahabeleri”, adından da anlaşıldığı gibi bir sohbet mahiyetinde ve makale şeklinde yazılmış olmasına rağmen görgü ve görgüye müstenit nakillerden meydana gelmesi dolayısıyla yakın devir tarihimizin birçok karanlık noktalarını aydınlığa kavuşturması açısından bu konular üzerinde çalışan müdekkik-ler için bir kaynak kitap hüviyetini taşımakta ve değer kazanmaktadır. Bu değer kitabın yazarının Türk tarih yazarları arasında çok mümtaz bir mevkie sahip olmasından ileri gelmektedir. Kitabın önsözünde kendisinin de belirttiği gibi bizde pek eski bir geçmişe sahip olmasına rağmen tarih yazıcılığı modern tarih anlayışından hayli uzak kalmıştır. Türk tarih yazarlarının çoğunluğu mümkündür ki resmi bir görev olan vakanüvislikten geldikleri için tarih olaylarını kronoloiik bir açıdan ele almaktan pek azı müstesna vazgeçememişlerdir. Naima, Peçuylu İbrahim ve Cevdet Paşa’nın eserleri istisna edilirse hemen hiçbirisinde tarihi kritik dediğimiz olayların sebep ve neticeleri hakkında şahsi görüşlerine yer vermemiştir. Bu itibarla Türk tarih yazıcılığı Cumhuriyet dönemine kadar bu hüviyetini muhafaza etmiştir.

Abdurrahman Şeref Efendi bu geleneği bozarak tenkidi tarih yazma usulünü memleketimizde başarı ile deneyenlerin başta geleni olmuştur. Mizancı Murad Bey’in bu sahadaki denemeleri, zamanında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından yakın bir ilgi görmüş ise de bunların tarih felsefesi açısından büyük bir değer taşımadığı bilinmektedir.

Abdülhamit II. devrinin (1876 -1908) ağır baskısı yazarları tarih konularını tenkidi mahiyette ele almaktan alıkoymuştur. Bu baskının ortadan kalktığı İkinci Meşrutiyet devrindeki (1908 - 1918) tarih yazarları ise daha çok yabancılar tarafından yazılmış eserleri aynen tercüme etmiş olduklarından kendi tarihimize ait olaylar bile yabancı yazarların hakkımızda verilmiş peşin hükümler dolayısıyla tarihi gerçeklere uymayan yanlış görüşleri aynen iktibas etmişlerdir. Bu itibarla batıdan tercüme edilen bu eserler milli tarihimiz için faydalı değil bilakis zararlı olmuştur.

Abdurrahman Şeref Efendi böyle bir ortam içinde ve o devrin baskısına rağmen “Tarih-i Devlet-i Aliye” adlı iki ciltlik eserini (İstanbul 1309 Karabet Matbaası) yayınlamaktan çekinmemiştir. Yüksek okullarda ders kitabı olarak hazırlanmış olan bu kitap memleketimizde modern tarih anlayışına göre yazılan ilk ciddi eserdir. Kitapta olaylar yerli kaynakların mukayeseli bir şekilde incelenmesi ve batıdaki ilmi tarih metotlarına uygun olarak yani sebep ve neticeler tahlil ve tenkit edilerek anlatılmıştır. Bu kitabın önsözü dikkatle okunduğu takdirde yazarın diğer Osmanlı tarih yazarları arasındaki önemi ve değeri kolaylıkla anlaşılır. Bu bakımdan yazar bizde modern tarih yazarlarlığınm öncüsü olmuştur.

Yazarın çoğu kendisinin görgü ve müşahedesine dayanarak meydana getirmiş olduğu “Tarih Musahabeleri” adını taşıyan kitabı kendisinden sonrakilere kaynak olabilecek değerde en önemli eserlerinden birisidir. Yakın tarihimizin birçok önemli olaylarının ve kişilerin anlatıldığı bu eserde bahis konusu edilen olayların bir kısmını yazar bizzat görmüş ve yaşamış olduğu gibi biyografisinden söz edilen devlet adamlarının ve diğer meşhur şahsiyetlerin çoğunu da yakından görmüş ve tanımış veyahut menakibini tanıyanlardan dinlemiş olduğundan birinci derecede kaynak sayılabilecek eserlerdendir.

Tarih Musahabeleri adından anlaşılacağı gibi yakın devrin büyük devlet adamlarıyla onlar zamanında vukua gelen önemli olayları bir gazete makalesi halinde geniş bir okuyucu kitlesini ilgilendirici sohbet şeklinde yazılmış bir eserdir. Yazarın kendisine has akıcı bir üslupla anlattığı kişiler ve olaylar yakın tarihimizin bilinmeyen birçok taraflarına ışık tutması bakımından meraklı olduğu kadar önemli konuları ihtiva etmektedir. Bu önem anlattığı olayların çoğunu yakından görmüş olması ve biyografilerini verdiği şahsiyetlerle de yakın ilişkileri olmasından ileri gelmektedir.

Uzun ömrünün büyük bir kısmını tarih öğretmenliği ve okul idareciliği ile geçirmiş olmasından dolayı hoca unvanı ile anılan Abdurrahman Şeref Efendi aslen Safranbolulu-dur. 1269 - 1853 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası Tophane-i Âmire muhasebe mü-meyizlerinden Haşan Efendi’dir.

öğretimini Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)’de yapmıştır. Meslek hayatına, devlet memuru yetiştiren “Mahrec-i Aklam” adlı okulda öğretmen olarak başlamıştır. .1877’de Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu) tarih ve coğrafya öğretmenliğine ve bir süre sonra da müdürlüğüne tâyin edilerek 16 sene bu görevde kalmıştır. 1894’te Mülkiye Mektebindeki öğretmenliği üzerinde kalmak üzere Galatasaray Lisesi müdürlüğüne tayin edilmiş ve 14 sene bu görevi sürdürmüştür. 1909’da Sultan Mehmet Reşat Han’ın padişahlığı sırasında Vakanüvis Lutfi Efendi’den beri tayin yapılmamış olan vakanüvislik görevine atanmış ve imparatorluğun sonuna kadar bu görevi muhafaza etmiştir.

Esas mesleği öğretmenlik olmasına rağmen Abdurrahman Şeref Efendi Meşrutiyet idaresinin tekrar tesisi üzerine kurulan yeni hükümette evvela Defter-i Hâkani (Tapu ve Kadastro) nâzın olmuş, bir müddet sonra âyan meclisi (Senatt)) üyeliğine atanmıştır. Ayni sene içinde maarif nâzın, sonra evkaf nâzın, meclis-i has-ı vükelaya memur (Devlet Bak'a-nı) ve bir arahk devlet şurası başkanı (kabineye dahil olarak), 1920 yılında tekrar maarif nâzın olmuştur. Ayan meclisi üyesi bulunduğu 1922 yılında Osmanh hükümetinin lağvı üzerine bir müddet boşta kalmış ise de 1923 yılında yapılan seçimlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’netstanbul’dan milletvekili seçilmiştir. 1925 yılında hastalanarak İstanbul’da tedaviye geldiği Gureba Hastanesi’nde 18 Şubat 1925 tarihinde 72 yaşında vefat ederek Edir-nekapı dışındaki Tokmaktepe’de aile mezarlığına gömülmüştür.

Abdurrahman Şeref Efendi Osmanh Devleti’nin son devirlerine kadar çeşitli hükümetlerde bakanlık yapmış olmasına rağmen dürüstlüğü ve vatan severliği dolayısıyla Atatürk’ün takdirini kazanmış olduğundan 1919 yılında Sivas’ta toplanan milli kongreye katılması için kendilerine özel surette mektup yazılarak dâvet edilenlerin başında bulunuyordu. Her ne kadar bu kongreye yaşlılığı sebebiyle uzun ve yorucu yolculuğa dayanamadı-ğından katılamamış ise de 1923 yılında yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci dönemine Atatürk’ün tespiti ile Halk Partisi tarafından aday gösterilerek İstanbul milletvekili seçilmiştir.

1923 yılında Cumhuriyetin ilanından önceki günlerde mecliste ortaya çıkan hükümet buhranı sırasında Atatürk tarafından hükümet şeklinin tâyin ve tespiti için Çankaya Köşküne çağrılan üç beş yakım arasında Abdurrahman Şeref Efendi’nin de bulunduğunu ve bu toplantıda hocanın “Paşam hükümetimizin şekli bellidir. Bunun için düşünmeye mahal yoktur; bunun adı Cumhuriyettir”dediğini toplantıda bulunan eski cumhurbaşkanlarından Sayın Celal Bayar’dan dinlemiştim.

Abdurrahman Şeref Efendi’nin yukarıda belirtilen eserlerinden başka‘‘Fezleke-i Tarih-i Düvel-i Islâmiye”, “Coğrafya-i Umrani”, “İstatistik”, “İlm-i Ahlak”, “Zübdet el-Kısas”, “Tarih-i Asr-ı Hâzır”, “Sultan Abdülhamid-i Saniye Dair” adlı bir risalesi bulunmaktadır.

Bunların dışında kurucusu ve ömrünün sonuna kadar başkanlığını yaptığı Tarih-i Osmani Encümeni tarafındançıkarılan ayni addaki mecmuada çeşitli konulara ait çok değerli makaleleri vardır.

Moda 1984

Enver KORAY

TARİH SOHBETLERİ

Sabah Gazetesi yazı kurulu tarafından gazeteye tarihi makaleler yazmaklığım hususunda yapılan başvuru üzerine 1917 senesi sonlarında “Musahabe-i Tarihiyye” adıyla birkaç makale yazmaya başladım. Evvelce programını çizmediğimden makaleler gelişigüzel yazılmış ve bazı dostların isteği ve teşviki üzerine de sayıları çoğalmıştı.

Yazılan şeyler araştırma ürünü değildir; adından da anlaşıldığı gibi sadece sohbet niteliğindedir; bildiklerimi ve işittiklerimi anlatmaktan ibarettir. Başlıca kaynağım Sicil-i Osmani olduğundan bu eserde görülen bazı unutkanlıklar ve yanlışlara rağmen çoğunlukla tarihleri ondan aldım.

Daha fazla etraflı bilgiler vermeyi ve son devir önemli olaylarını anlatmayı ve incelemeyi o vakit salık verenler olmuştu; fakat sohbet sınırından çıkmayı uygun görmemiştim. Zaman ve gazetenin durumu da buna müsait değildi.

Anlattığım şahısların kişiliklerini iyice belirtmek ve tanımlamak için bazı olaylardaki tutum ve davranışlarım yazdım; biyografinin bizde eksik olan tarafı budur. Onun için tarihi şahsiyetlerimizin hal ve şanı eski kitaplardan layıkı kadar anlaşılamaz. Memurluk hayatlarını kısa geçtim; bulundukları memurlukları öğrenmek isteyenler Sicil-i Osmani’ye başvurabilirler.

Makalelerin böyle dağınık kalmamasına ve bir kitapçık şeklinde toplanıp yayınlanması hakkında özellikle İstanbul dışından mektuplar aldım; gösterilen istekten bu kitapçık ortaya çıktı. Sonraları Vakit Gaztesi’ne yazdığım makalelerin birkaçını da ekledim.

Bu perişan sözlerden: Duru olanı al, bulanık olanı bırak.

18 Rebiyyülâhar 1342 ve 27 Kasım 1923.

Abdurrahman Şeref

Uyarı:

Bugün kullandığımız mali takvimin seneleri ne bir esasa dayalı ve ne de bir başlangıcı vardır. Bizden başka hiçbir devlette de kullanılmaz, bu sebeple bütün kayıtlarımızda kullanılmakta olan Kameri Hicri takvimi kullanmakla beraber gereken yerlerde milad senelerini de ilâve ettim.

I

MEHMET EMİN RAUF PAŞA

Rauf Paşa ağırbaşlı, bilgili, çok tecrübeli fakat cesaretsiz, onurlu ve gayet tutucu bir kimse idi. İstanbul’da doğmuştu. Babası Çavuşbaşı Said Efendı’dir. İlk sadrazamlığı 1230 H. (1814 M.) ve son sadramazlı-ğı 1268 H. (1851 M.) tarihlerine raslar. iyi bir eğitim görmüş, büro işlerinde tecrübe kazanmış olduğu gibi gerek ilk ve gerek son sadrazamlığı arasındaki 38 senedeye gerek diğer memurluklarında ve açıkta kaldığı günlerde günlük olayları ve değişiklikleri inceleme terazisinde tartmakla vakit geçirmişti. Gençliğinde hayatını kurtaran kallaviye(1) ihtiyarlığında güvenilemeyeceğine kesinlikle inandığından yenilik teşebbüslerine asla yanaşmamış ve Osmanlı Devleti’nin zamanın gereklerine göre idare usulünün yenileştirilmesi hakkında yanında konuşuldukça ve bir teklif ileri sürüldükçe “güzel amma kallavi bizi artık kurtaramaz” karşılığını vererek muhafazakârlığı aşırı ve miskinlik derecesine vardırmıştı. Aşağıdaki fıkra tutum ve düşünçesini pek iyi gösterir: Bebek’te yah komşusu olan Mısırlı Yusuf Kâmil Paşa’ya(l) her bayramın ikinci günü ziyaretini iade etmek ve her defasında ayni saatte gidip aynı yere oturmak ve aynı süre kalmak âdeti imiş. Reşit Paşa galiba beşinci sadrazamlığında azil ve Mühr-ü Hümayun kendisinden geri alınmış iken İngiltere elçisi Lord Stradford de Redclif (eski Can-nig) padişaha başvurarak Reşit Paşa’yı yerinde bıraktırmıştır. İngiltere elçisinin böyle içişlerimize karışması devlet büyüklerine ağır gelerek dedikoduya sebep olduğu bir sırada Yusuf Kâmil Paşa Rauf Paşa’ nm yalısına gider durumu öğrenmek için Cannig’in bu saygısızlığından şikâyet ederek düşüncesini sorar. Rauf Paşa yerinden kalkıp perdeleri indirdikten ve son derece dikkatle kapının arkasında bir dinleyen olup olmadığını iyice yokladıktan sonra “paşa hazretleri bunlar o kadar önemli şeylerdir ki sözü edilmesi bile doğru değildir” cevabını vermiştir. Yusuf Kâmil Paşa bu ihtiyar ve güngörmüş adamdan doyurucu ve kesin bir cevap ve hüküm beklerken bu cevabı alınca şaşmış. Sonraları bunu anlatır dururmuş.

Mısır meselesinin(2) bunalımlı devresinde, yani Ağa Hüseyin Pa-şa(3) Halep’te bozularak ve Sadrazam Reşit Mehmet Paşa(4) Konya Savaşında esir düşerek Mısır askeri Kütahya yolunu tuttuğu sırada ikinci defa sadramazlığa getirilmiştir. (Ramazan 1248 - 1832) Sultan Mahmut II. Han’ın ölümüne kadar devam eden altı buçuk senelik sadrazamlığı sırasında Avusturya elçilerinin ve politika alanında yükselmeye başlayan Mustafa Reşit Paşa’nm etkisi ile Avrupa’nın yeni teşkilatı memleketimize sokulmaya başladığından mesela defterdarlık maliye bakanlığına ve reisülkitabhk dışişleri bakanlığına ve sadrazamlık bile başbakanlığa çevrildiği sırada Rauf Paşa tedbirli tutumunu değiştirmeyerek bu yeni şeyleri alkışlamadan kabul etmiş ve dünyanın binbir türlü halini düşünerek ileride kendisine söz getirebilecek hareketlerden daima çekinmişti. Sultan Mahmut II. Han’ın cenazesinin gömüldüğü yağmurlu günde bakanlar Köprülü Mehmet Paşa Kütüphanesi’ne(5) sığındığı sırada Koca Hüsrev Paşa garip bir biçimde mühr-ü hümayunu aldıktan iki gün sonra Rauf Paşa Meclis-i vâla reisi tayin olunmuştu. (Re-biyyülâhar 1255 - 1839).

Abdülmecit Han’m(6) tahta çıkışından sonra Rusya Devleti Hünkâr İskelesi Andlaşması(7) dolayısıyla kendisine gizli olarak vâdedil-miş olan bazı menfaatleri istemeye kalkınca gayet zeki ve ince düşünceli olan yeni padişah buna üzüldüğünden bir gün Hırka-i Saadet Dai-resi’nde vekilleri toplayarak “babamın zamanında söz verildiği halde geçiştirilmiş olan şeyler tahta çıkışımdan sonra Rusya Devleti tarafından ortaya kondu. Bu hareketi halk nazarında saltanatımın başlangıcını karartıcı ve değerini düşürücü hallerden olduğu açıktır. Çaresini bulup önlemek, gün görmüş kişiler olarak sîzlere düşerken doğrudan doğruya bana bildirmişsiniz. Ben ne yapayım, teessüf ederim ki içinizde beni kayıracak kimse yokmuş, gerçekten kimsesiz olduğumu anladım. Hazret-i Peygamber’e sığınmaktan başka kurtuluş yolum kalmadı” diye ağlayarak Hırka-i Saadet Dairesi’ne kapandı. Bakanlar birdenbire şaşırmışlar, fakat padişahın bu ciddi üzüntüsü onları kendilerine getirmiş ise de Sadrazam Hüsrev Paşa ağzını açamamıştı. Rauf Paşa derhal söze başlayarak padişahın üzüntüsünü gidermek için “efendim dünyada çaresiz birşey yoktur, şimdi gereğini düşünürüz, ancak, yüksek varlığınız karşılıklı fikir söylememizi önlediğinden izin verin içeriki odaya gidelim, aramızda görüşelim, kararımızı sunarız” diye bakanların diğer bir odada toplanmasına izin aldı. Görüşmeler sırasında uygun hediyelerle Rusya İmparatoruna olağanüstü bir elçi gönderilmesi kararlaştırılarak gereğine başvuruldu. Hatta vaktiyle Petersburg büyükelçiliğinde bulunmuş olan Damad Halil Paşa’nın(8) bu olağanüstü elçiliğe atanması bazı bakanlar tarafından teklif olunmuş ise de Halil Paşa’-mn o sırada serasker bulunması dikkat nazarına alınarak Petersburg’a gitmesinden vazgeçildiğini duymuştum.

Zaten akıllılığı ve ağırbaşlılığı ile tanınmış olan Rauf Paşa’nın bundan sonra Abdülmecit Han’ın yanında itibarı bir kat daha arttı. Padişah ne zaman sıkılsa paşayı sadrazamlığa getirirdi. Gerçi son sadramaz-lığı kısa sürdü ve Mustafa Reşit Paşa’nın cerbezeliği karşısında sönük kalmış ve sadrazamlığı sırasında “Bâb-ı Âli”ye “Bâb-ı Hâli”(9) denilerek büsbütün çürütülmesine gayret olunmuş ise de doğruluğu, dürüstlüğü ve ağırbaşlılığı hakkında hiçbir söz söylenmemiştir. Bütün malı Bebek’teki yalısından ibaret idi(2).

1269 -1852 senesi sonlarında Prens Mençikof'un(lO) elçiliği üzerine Rusya ile meydana gelen anlaşmazlık tehlikeli bir hale geldiğinden Bâb-ı Âli’de toplanan büyük mecliste Rus tekliflerinin kabul veya reddi görüşüldüğü sırada orada bulunanlardan bazıları söze kanşarak nalına mıhına vuranlar da olmuş, fakat Rauf Paşa hiç ağzını açmamıştı. Ö vakit Mecalis-i Âliye’ye memur olduğundan bakanlar kurulunda da olumlu veya olumsuz bir fikir ileri sürmemişti. Adıgeçen büyük mecliste Darendeli İzzet Paşa(ll) söz alarak “Rauf Paşa Hazretleri cümlemizden eskidir ve devlet işlerindeki bilgisi hepimizden fazladır, böyle önemli bir işde fikrini almadıkça bir karar vermeyelim” diyerek Rauf Paşa’yı fikrini söylemesi hususunda sıkıştırmış ise de yine sıkı ağzm-dan bir söz kapmayı başaramamıştı. İzzet Mehmet Paşa haklı idi. Rauf Paşa ise ileri süreceği fikirden sorumluluk gelebilir korku ve kararsızlığına boğulmuştu.

Eskilerden meşhur Koca Ragıp Paşa(12) “mevcut düzeni bozarsak yeniden düzenleyenleyiz” sözünü ve Koca Rauf Paşa kallavi hikâyesini ileri sürerek muhafazakârlıktan ayrılmamaları her ikisinin de birer raslantı ile ölümden kendilerini kurtarmalarının tabii sonucu idi. İkisi de fedakâr ve devlet işlerinde canını veren kişiler değildi. Aralarındaki fark evvelkinin daha geniş düşünceli, hoşgörülü ve yerini tamamen doldurmuş ve İkincisinin dünyadan zevk alamayacak kadar yılmış olmasıdır. Ölümlerini tam bir yüzyıl ayırır (1176 - 1762 , 1276 - 1859).

AÇIKLAMALAR >

·        1 — Yusuf Kâmil Paşa Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıldaki büyük devlet adamlarındandır. 1862yılında sadrazam olmuştur. Arapkir’de 1808yılında doğmuştur. Mısır valisi meşhur Mehmet Ali Paşa ’nın kızı Zeynep Hanım 'la evlendiğinden kendisine Mısırlı denmiştir. Karısı Zeynep Hanım Üsküdar’daki Zeynep Kâmil Hastanesi’niyaptıran hanımdır. Bayezit’te şimdiki Üniversite Edebiyat ve Fen Fakültelerinin bulunduğu yerdeki meşhur konağı da uzun yıllar üniversite olarak kullanılmıştır. 1941 yılında bu güzel ve büyük konak birçok tarihi binalarımız gibi yanarak kül olmuştur.

·        2 — Mısır meselesi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı isyanından doğmuştur. Mehmet Ali Mısır’a vali olduktan sonra Mora İsyanında görevlendirilmiş ve buna karşılık Girit ve Suriye valiliklerinin de kendisine verileceği vâdedilmişti. Bu söz yerine getirilmediği için imparatorluğa karşı isyan ederek üzerine gönderilen devlet kuvvetlerini yenerek Kütahya önlerine kadar gelmesi Osmanlı Devleti kadar Avrupa devletlerini de kuşkulandırdı-' ğından duruma onlarda karışarak Mehmet Ali’ye karşı müşterek hareket edilmek suretiyle olay bastırılmıştır.

·        3 — A «a Hüseyin Paşa gözü pek ve ileri fikirli Osmanlı vezirlerindendir. Mahmut II. devrinde Boğaz Muhafızı iken 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan "Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adlı yeni ordunun başına getirilmiştir. 1827Osmanlı - Rus Savaşı’nda Tuna orduları kumandanı olmuştur. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine Halep yakınlarında yenilmiştir.

·        4 — Reşit Mehmet Paşa Mora İsyanında gösterdiği başarı üzerine sadrazam olan Osmanlı vezirlerindendir. Mehmet Ali kuvvetlerine karşı Konya yakınlarında çok kötü hava şartları dolayısıyla yenilmiş ve Mısırlılar Kütahya önlerine gelmişlerdir.

·        5 — Köprülü Kütüphanesi bugün Çemberlitaş yakınında bulunan ve yine kütüphane olarak kullanılan binadır.

·        6 — Abdülmecit 1839 ■ 1861 yıllan arasında padişahlık yapmış ve Tanzimat fer

manını ilân eden ilerici bir Osmanlı padişahıdır.

7— Hünkâr İskelesi Andlaşması, Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordularını yenerek Kütahya önlerine geldiği sırada Padişah Mahmut II. ile Rusya arasında 1833 yılında yapılan savunma anlaşmasıdır. Anlaşma gereğince 15 bin kadar Rus askeri Beykoz yakınındaki Hünkâr İskelesi mevkiine çıkarılmıştı.

·        8 — Halil Paşa Osmanlı vezirlerindendir. Padişah Mahmut II. un ktzkardeşi Âdile Sultan ile evli olduğundan Damat adı verilmiştir.

·        9 — Bâb-ı Âli kelime anlamt ile büyük kapı demek ise de siyasi literatürde Osmanlı İmparatorluğu hükümeti anlamında kullanıla gelmiş bir deyimdir. Bâb-ı Âli, bugün bulunduğu bölgeye de ad olan İstanbul Valiliğinin bulunduğu binadır. Bu döneme kadar devletin bütün işleri Bâb-ı Âli’de görüldüğü halde bu tarihlerde Bâb-ı Âli eski nufuzunu kaybettiğinden buraya boş kapı anlamına “Bâb-ı Hâli” adı verilmiştir.

·        10— Prens Mençikof Rusya’da büyük unvanlara sahip, (arın önemli yardımcılarından birisi olup Kutsal Yerler Problemi ortaya çıktığı sırada olağanüstü elçi olarak Rusya tarafından İstanbul’a gönderilmiştir. Cakalı tavırlarıyla OsmanlI devlet adamları üzerinde korku yaratmak ve çarın tekliflerini zorla OsmanlI hükümetine kabul ettirmek istemiş ise de İngiliz ve Fransız hükümetlerinin tavsiyeleri ile bu teklifler reddedilmiş ve Mençikof hiçbir şey elde edemeden memleketine dönmek zorunda kalmıştır.

·        11— Darendeli İzzet Paşa Mahmut II. devrinin sadramazlanndan birisidir. Sert yönetimi ile şöhret yapmıştır. Bu görevde iki seneye yakın kaldı.

12 — Koca Ragıp Paşa (1699 -1763), XVIII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu büyük devlet adamlarından olup ayni zamanda büyük bir şair ve bilgindir. Çeşitli devlet hizmetlerinde gösterdiği başarılar sonunda 1756yılında sadrazam olmuş ve 1763'te ölümüne kadar bu görevi aralıksız sürdürebilen az raslanır kişilerden birisidir. Zamanında Osmanlı Devleti içte güven ve dışta itibar kazanmıştır. Devletin kalkınması için uzun bir süre ıslahata ihtiyacı olduğunu kavramış, bunun için de gelişi güzel maceralara atılmamış, herşeyi enine boyuna düşünerek hareket etmiştir. Ayni zamanda iyi bir şair olan paşanın şiirleri klasik Türk edebiyatının güzel örnekleri arasındadır.

II KOCA HÜSREV PAŞA

Hüsrev Paşa, Abaza kölelerinden olup Enderun’dan yetişerek yükselmiştir. Selim III. devrinde Mısır’ı ele geçirmiş olan (Fransız generali) Bonapart ordusunu buradan kovmaya ve çıkarmaya deniz kuvvetleriyle görevlendirilen Kapudan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa(3) kethüdası Mehmet Hüsrev Bey’i evvela mirmiranlıkla İskenderiye muhafızı ve Fransız askerinin Mısır’ı boşaltmasından sonra vezirlik rütbesiyle Mısır valisi tayin ettirmişti (1216 -1801). Bu suretle vezir olan Hüsrev Paşa sonra çeşitli valiliklerde bulunmuş, Mora İhtilali sırasında dört seneden fazla kapudan-ı deryalıkta bulunmuştu. Vak’a-i Hayriyede (1241 - 1826) Ağa Hüseyin Paşa ve Darendeli İzzet Mehmet Paşa, idarelerindeki kuvvetlerle Karadeniz Boğazı’nın iki kıyısını koruma göreviyle İstanbul yakınlarına getirildiği vakit Hüsrev Paşa Akdeniz Boğa-zı’nda(Çanakkale Boğazı) donanmanın başında bulunduğundan bu olayda hizmet edememişti. Sonra İstanbul’a geldiğinde Sultan Mahmut Han’ın yeniçeriliğin kökünü kazımak için eski devri andırır hiçbir hâtıra ve eser bırakmamak azminde olduğunu gördüğünden Tunus’tan sağladığı bir miktar fesi kalyoncu erlerine geydirip selamlık resmine çıkarmış olduğundan, yenilikçi padişahın hoşuna gitmiş ve eski başlıkların yerine fes kullanılması uygun görülmüş ve padişah buyruğu çıkarılarak eski kıyafetimizin değişmesine ve yenileştirilmesine bu suretle başlanmıştı(l).

Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa’dan sonra Hûsrev Paşa atanmış (1242 -1832) ve on sene kadar bu görevde kalarak askeri teşkilât ve düzeni konusunda birçok başarılı hizmetler yapmıştır. Abdülmecid’in tahta çıkması üzerine başvekil Mehmet Emin Rauf Paşa’dan mühr-ü hümayunu zorbalıkla almış ve sadrazamlığı tekrar kurarak bu makamın kendisine verilmesini sağlamışta. (Sadrazamlık unvanı Mahmut II.zamanındal832’de Başbakanlığa çevrilmişti). Bu saygısızca harekete nasıl cesaret etmişti? Duyduklarımıza göre Sultan Mahmut Han’ın padişahlığının son zamanlarında bünye zayıflığı ve şifasız hastalığından(2) dolayı padişahlıktan indirilerek büyük şehzade Abdümmecit Efendi’yi padişah yapmak isteyen bir grup ortaya çıkmış, Hüsrev Paşa bu grubun önde gelenlerinden imiş. Bunlara karşı Enderun’da diğer bir grup da Ahdülmecit Efendi’nin öldürülerek pek yaşlı olmayan padişahın kurtarılmasına gayret ederlermiş. Mabeyn Müşiri Ahmet Fevzi Paşa(3) işte bu ikinci grubun elebaşısı imiş. Bir de Sultan Mahmut Hüsrev Paşa’nın gönlünü almak için şehzade ve sultanlarını yanma gönderip paşa da çocukları çeşitli hoş sözlerle eğlendirir ve kendisini sevdirilmiş. Bir defa padişah huzurunda şehzadelere Tasladığında “inşallah padişah sayesinde efendimin oğullarım ak bıyıklı görürüm” dileği ile nükte yaptığı bilinmektedir. Tabii cesaretine bu yakınlıklar da eklenince Hüsrev Paşa yeni padişah yanında da gözde olduğuna tam bir güven içinde idi.Bununla beraber sadrazamlığı ancak bir sene sürmüş, azlinden sonra talih mumu yavaş yavaş sönmeye başlamış ve 1271 - 1854’te emekli iken ölmüştür.

Hüsrev Paşa kısa boylu ve tıknaz, mavi gözlü ve kırmızı yüzlü, sakalını kısa kestirir, başına büyük bir kırmızı fes ve sırtına lacivert bol bir harmani giyer, garip görünüşlü bir adamdı. Hırslı, tuttuğunu koparır, kurnaz ve zorba, karşısındakine aldatmaya eğilimli idi. Eski idare usulüne alışmış olduğundan yeniliklere taraftar değildi. Tanzimat-ı Hayriye, sadrazamlığı sırasında (1255 - 1839) ilan edilmiş ise de kendisinin bunda bir tesiri olmayıp sade Mustafa Reşit Paşa’nın çabası eseri olduğunu söylemeye lüzum yol cur. Hatta padişahın tahta çıkmasından sonra Avrupa’dan İstanbul’a dönmüş olan Dışişleri Bakam Mustafa Reşit Paşa’nın gizlice padişah sarayına çağrıldığını ve genç padişahın huzuruna çıkarak uzun süre görüştüğünü duyunca gizli bir rapor sunarak Mustafa Reşit Paşa’nın yok edilmesine izin istediği gerçektir. Bu tezkerenin müsveddesinin sonradan Reşit Paşa’nın eline geçtiğini rahmetli Necip Molla söylerdi.

Hüsrev Paşa, Mısır valiliğinde bulunduğu sırada Mehmet Ali (Paşa) ile arası açılmış olduğundan padişahın yanında Mısır meselesini kurcalayanların ve Mehmet Ali Paşa’ya düşmanlık gösterenlerin başı idi. Hatta sadrazamlığa gelmesi, Nizip Savaşı ile(4) tekrar alevlenen Mısır meselesini ağırlaştırmış olduğundan çözümlenmesine ve düzeltilmesine Reşit Paşa’nın gayreti ve dost devletlerin yardımı lâzım geldi.

Abdülmecit Han’ın tahta çıktığını haber vermek, padişahın iltifatlarını ve yapılacak törenleri bildirmek görevi ile Mısır’a gönderilen Köse Âkif Efendi İskenderiye’de Mehmet Ali Paşa’nın konağında kendisi ile tatlı tatlı sohbet etmekte iken Kapudan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa (Firari = Kaçak) nın padişah donanması ile İskenderiye limanına girdiği haber verildiği zaman, Hüsrev Paşa’nın dönek karakterini iyi bilen Mehmet Ali Paşa birdenbire telaşlanarak Âkif Efendi’ye “bir taraftan padişah buyruğu gereğince af ve bağışlamadan söz ediyor, geçmiş olayların” olan oldu, geçen geçti “sayıldığını bildiriyorsunuz, diğer taraftan İskenderiye’yi basmak için donanma gönderiyorsunuz. Bu perhiz ne bu lahana turşusu ne” diyerek hiddetlenmiş savunma tedbirleri almaya başlamış ise de donanmanın ne için geldiğini öğrenince rahatlamıştı. Çünkü kaçak Ahmet Paşa yukarıda anlatılan grup macerasından dolayı Husrev Paşa’dan çok korktuğundan subayları kandırarak gemileri kuzu gibi götürüp Mısır valisine teslim etmişti.

En garibi Mehmet Ali Paşa tarafından o sırada Hüsrey Paşa’ya yazılan iki mektuptur. Mektuplar Lutfi Tarihinde yazılıdır. Özet anlamı “Hüsrev Paşa hayırlı bir iş yapmak, memleketin ve halkın güvenliğini korumak isterse sadrazamlıktan çekilmesi gerektiğini ve kendisi vilâyetin işlerini oğlu İbrahim Paşa’ya bırakarak bir köşeye çekilmek arzusunda bulunduğunu, aziz Mekke şehrinde kışlık bir konak ve Taif yolu üzerindeki dağın tepesinde yazlık bir köşk yaptırarak orada oturup ömrünün sonuna kadar vaktini ibadetle geçirip âhiret için gerekli öğrenimi yapmak niyetinde olduğunu, eğer Hüsrev Paşa da uygun bulursa konağı ve köşkü çift yaptıracağım, bu yaşlarından sonra dünyanın gürültüsünden beraber çekilip âhiret işlerine kendilerini vermelerinin İslâm milletine taze hayat sağlayarak huzur ve barış getireceğini, halk nazarında düşmanlığın sebebi sayılan her ikisi de işin sonunu düşünerek dünyanın gösterişinden eteklerini çekerlerse âlemin övgüsünü kazanacaklarını, küçük ve büyüklerin dilinde kıyamete kadar hayır ile anılacaklarını, eğer geçim sıkıntısı bahane edilirse Hüsrev Paşa dairesinin bütün masraflarını üzerine alacağını” bildirmesinden ibarettir.

Sadrazamlıktan azledildikten sonra Hüsrev Paşa’nın rahat durmadığı ve karakterinde bulunan hırs ve kin sebebiyle yalısında Kırcalı takımından asker ve top edinerek fesat çıkarmak teşebbüsünde bulunduğu muhalifleri tarafından etrafa yayıldığından bir gece sahilhanesi nizamiye askeriyle kuşatıldıktan sonra getirilen vapura bindirilerek Tekirdağ’ına sürgün edilmişti. Bu söylentinin doğruluk derecesi kesin olarak bilinmemekle beraber paşanın denenmiş olan hal ve hareketleri bu gibi şüphelere yer verirdi. Düşmanlanİstanbul’dankovulmasına ve uzaklaştırılmasına güzel bir bahane bulmuşlardı.

Mustafa Reşit Paşa sadrazam olunca Hüsrev Paşa’yı emekliye ayırarak unutulmaya bıraktı. 55 sene vezirlik rütbesini taşımış, zamanın şeyh el-vüzerası (Vezirlerin en eskisi) idi. Çocuğu olmadığından birçok köle satın alarak okutmuş, evlat gibi eğiterek devletin çeşitli hizmetlerine yaymıştı. Kölelerinden sekiz mareşal bir hayli asker ve sivil devlet adamı devlet görevlerinde üstün başarı göstermişlerdir. Eski sadrazamlardan Reşit Mehmet Paşa bunlardandır.

Paşa zenginlerden idi. Emekliliğinde altmış bin kuruş(5) maaş alırdı. Defter-i Hakani nezaretinde iken ölen Mümtaz Efendizade Ali Rıza Paşa sünnet olacağı zaman babasının tavsiyesiyle Koca Hüsrev Paşa’-ya el öpmeye gitmiş. Paşa birçok övgüden sonra cebinden anahtar çıkarıp bir dolap açmış ve dolabı karıştırdıktan sonra “oğlum size vermeye layık birşeyim kalmamışki” diyerek bir gümüş devat ile kıymetli taşlarla işlenmiş fincan zarfı hediye etmiş. Ali Rıza Paşa merhum sonra bunları satarak bedeli ile hacca gittiğini anlatırdı.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Küçük Hüseyin Paşa Selim III. devrinde Nizam-ı Cedit ıslahatının yürütülmesinde ve yerleştirilmesinde büyük yararları görülmüş ve padişahın ölümüne kadar çeşitli'önemli devlet işlerinde bulunmuştur. Padişahın çocukluk arkadaşı idi.

·        2 — Sultan ikinci Mahmut verem hastalığından ölmüştür. O zamanlar verem hastalığının tedavisi mümkün olmadığından şifasız hastalık yani çaresi olmayan hastalık olarak tanımlanmakta idi.

·        3 — Firari (Kacak) Ahmet Pasa idenilen bu adam Hüsrev Pasa’nın sadrazam olması üzerine korkudan o sırada başında bulunduğu Osmanlı donanması ile Mısır’a kaçmış ve donanmayı Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ya teslim etmiştir. Bundan dolayı kendisine kaçak anlamında ‘‘Firari’’ denmişti.

·        4 — Nizip Savaşı 1839yılında Mahmut II. Han’ın ölümünden biraz evvel Gaziantepili yakınında Mısır ordusu ile yapılan savaştır. Bu savaşta Osmanlı ordusunda sonraları Alman orduları başkumandanı olan meşhur PrusyalI general Von Moltke de görevli olarak bulunmuştur. Osmanlı ordusu başkumandanı Hafız MeKmet Paşa ’nın söz dinlemeyişi yüzünden ordu yenilmiş, fakat A vrupa devletleri işe karışarak Mehmet Ali Paşa’yı Mısır’a geri çekilmeye mecbur etmişlerdir.

·        5 — 60 bin kuruş 1983 yılı para değerine göre 15 milyon Türk Lirası etmektedir.

III

ÂKİF PAŞA

Akif Paşa Yozgatlı olup Bab-ı Âli kalemlerinde yetişerek yükselmiştir. Reis el-Küttab iken müşirlik rütbesi ile ilk defa dışişleri bakanı olan odur. (1251 = 1835) Müşirlik rütbesine kavuşanlara o devirde paşa unvanı verilmezdi. Sonradan paşalık unvanı verilmesi ayni rütbe içinde bir çeşit terfi idi.

Kendisi ile beraber Mehmet Said Pertev Efendi de kethudalık-tan mülkiye nazırı (içişleri bakanı) olmuştu. Bab-ı Âli’nin iki güçlü kişisi derecesine yükselen bu iki kişi arasında kökleşmiş olan sürekli çe-kememezlik ve gizli düşmanlık ikisinin de hayatını zehirlemiş ve Pertev Paşa’nın kötü sonuna ve Akif Paşa’nın perişan ve dile düşerek ömrünün sonuna kadar sürünmesine sebep olmuştur.

Pertev Paşa, temiz kalpli, derviş tabiatlı, kapısı açık, bilgili ve hediyesi bol, temiz ahlakından ve sufiliğinden dolayı halk arasında şöhreti yaygındı. Âkif Paşa ise kıskanç ve kinci idi. Daha Âmedi kalemi hulefasmdan iken araları açılmış, Âkif Efendi Pertev Efendi’yi çekemez, yazdığı ve yaptığı şeylere itirazını esirgemez imiş. İleri gelenler sırasına geçtiklerinde kâtiplerden birisi birgün Âkif Efendi’ye “efendim, Pevtev Efendi ile yüksek şahsınız malihulya kelimesinin imlasında birle.şemiyorsunuz. Biriniz vavlı ve diğeriniz vavsız yazıyor, hangisi doğrudur?” diye sormuş ve “efendi, birimizin malihulyası vavlı ve di-ğerimizinki vavsızdır” cevabını almış(l).

Son zamanlarda Pertev Paşa hakkında padişahın sevgisi artmıştı. Damadı Vassaf Bey mabeyn başkâtibi olmuş ve bir dediği iki olmazdı. Sultan Mahmut II. Han iki oğlunu kucağına oturtmak suretiyle Pertev Paşa’ya iltifat etmişti. Bu durum Âkif Paşa’nın kıskançlık ateşine ve kinine kezzap akıttığından içi kan ağlardı. Gerçi Pertev Paşa işi oluruna bırakır, geniş yürekli olduğundan rakibinin tutum ve davranışına o kadar aldırmaz ise de insan olması dolayısıyla Churchil meselesinde Âkif Paşa’nın azline ye gözden düşmesine yârdım etmişti.

Churchil meselesini Âkif Paşa Tabsırasmda (2) kendi çıkarı ve görüşüne göre anlatmıştır. Churchil, İngiliz Uyruklu olup “Ruznamçe-i 16

Ceride-i havadis”(3) adlı gazeteyi kurmuştu. Kadıköyü’nde avlanırken kuzusünu otlatan bir Müslüman çocuğunu saçma ile kaza sonucu yaralamasından dolayı.yakalanmış, dövülmüş ve hakaret edilmişti. İngiltere büyükelçisi Ponsonby işi büyüterek elçiliği terketmeye kadar götürmüş ve Londra büyükelçimiz Nuri Efendi İngiltere Hükümeti’ne anlaşmazlığın içyüzünü açıklayarak iki devletin ilişkilerine dokunur işlerden olmadığını söylemiş ise de Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’dan istediği uygun cevabı alamadığından özür dileme anlamında Âkif Paşa 'nın dışişleri bakanlığından alınması yoluna gidilmişti (1252 = 1836).

Kaderin hükmü değişmez olduğundan ertesi sene Pertev Paşa azil ve kendisi Edirne’ye ve damadı Vassaf Bey Varna’ya sürülerek orada boyunları vuruldu. Vezirlerden muhakemesiz son öldürülen Pertev Pa-şa’dır(4). Mülkiye nezaretinin dahiliye nezaretine (içişleri bakanlığına) çevrilerek yerine atanan Âkif Paşa, Pertev Paşa’nın görevden alınmasını ve sürgüne gönderilmesini kendi kalemi ile Takvim-i Vekayide(5) açıklamış ise de bu düşünmeye değer. Rakibi yok etmek gönlü rahat-landırmaktır, lâkin bu olay Âkif Paşa’ya uğursuzluk getirdi. Pertev Paşa gibi bir fazilet âbidesini yıkmasını halkoyu affetmedi. Altı ay geçince içişleri bakanlığından düşerek (Muharrem 1254 = 1838) bir müddet sonra Kocaeli müşiri tayin edildi (1255 = 1839). Halkın şikâyetleri üzerine oradan da azledilerek (Safer 1256-1840) vezirliği üzerinden alınarak Edirne’ye sürüldü; yargılanması için İstanbul’dan özel memurlar gönderildi.

Âkif Paşa Edirne’de pek bunalımlı günler geçirmiştir. Devlet gözünden düşmüş ve hayatından ümitsizdi. Pertev Paşa’ya yaptığının kendi başına da gelmesi korkusu vicdanına daima azap verirdi. Gerçi Tanzimat-ı Hayriye ilan edilmiş, muhakemesiz hiç kimsenin cezalandırılmaması devletçe kararlaştırılmış ise de Sultan Mahmut’un saltanatının son senelerinde karşı geldiği Tanzimata güvenemiyordu(6). Eski tecrübeleri, bir padişah fermanı ile bildirilen hükümlere tamamıyla bel bağlamak güvenini kalbinden yok etmişti. Pertev Paşa’nın kabrine komşusu îranh bir tömbekici aşağıdaki dörtlüğü koymuştu :

Cenab-ı Perteve sundun İlâhi Cam-ı lebrizi

Ktlup bezm-ı şehadette nedim Şems-i Tebrizi

O nahl-ı bağ-ı ihlâsı sebeb-i hedm’e kini olduysa

Huda salsun amn da sadrına şimşir-ı sertizi

Acaba Âkif Paşa’mn yolu Pertev Paşa kabrinin bulunduğu semte hiç düştü mü? Ve kaza ile bu dörtlüğü okudu mu? Herhalde ümitsiz ve inleyerek kaderin getireceği olaylara azap ve ıstırap içinde bakmakta idi. Bir gece yalnız ve gizlice Sarayiçi’ne(7) gidip su kenarına oturmuş ve bir portakal kabuğunu kadeh yaparak gam giderdiğini söylerler.

Şebmidir bu ya sevad-ı ah-ı pinhanım mıdır Şem ’i meclis şule-i dağ-ı füruzamm mıdır Bilmez oldum sakiya derd-i firak-ı yâr ile Mey midir bu ya sirişk-i çeşm-i girayanım mıdır ilk beyti ile başlayan meşhur gazeli o gecenin hâtırasının ürünüdür derler. Gerçi korktuğu “El-Ceza min cins el-amel = Ceza amelin cinsindendir” hükmüne uğramadı. Sürgün yeri Bursa’ya çevrildi. Fakat gözden ve itibardan büsbütün düştü. 1263 = 1846’da hac görevini yerine getirip dönüşte İskenderiye’de ölmüştür.

Âkif Paşa, bilgin, erdemli, güzel yazı yazar, şair, devlet işlerini iyi bilirdi. Devlet adamlığı bakımından Pertev Paşa’dan üstündü. Ağır başlılığı kendini beğenmişlik derecesine vardırırdı. Mustafa Reşit Paşa dışişleri bakanlığı müsteşarı olduğu gün üniformasıyla padişah sarayından dönüşte teşekkür etmek için Âkif Paşa’mn konağına uğradığında haremde bulunan paşa müsteşar beyi fazlaca bekletmiş. Bundan doğan kızgınlığına velinimet saydığı Pertev Paşa’mn başına gelenlerden duyduğu düşmanlık da eklenerek padişah yanında itibarı artınca Âkif Paşa’mn uzaklaştırılmasına ve düşmesine yardım etmiştir.

Âkif Paşa resmi dili sadeleştirmeye önayak olan kişidir. Bu sadelik yavaş yavaş bütün yazışma şekillerini de etkileyerek yazı üslubumuz bugünkü hale dönüşmüştür. Namık Kemal “iyi yazı yazmayı Âkif Paşa’dan öğrendim” dermiş. Âli Paşa da Türkçeyi Karaçelebi-zade’den(8) öğrendiğini söylermiş.

AÇIKLAMALAR:

·        1 — Malihulya, kuruntu, vesvese, melankoli anlamında Farsça bir kelimedir. Eski Türk alfabesine göre LLL-İL şeklinde yazıldığı gibi vav denilen ( P ) ve harfi ile de şeklinde yazılırdı. Her ikisi de doğru kabul edilirdi.

·        2 — Tabsıra, insanın gözünü açacak durumlar manasında bir kelime olup Âkif Paşa tarafından yazılan ve devrinin bazı olaylarını anlatan kitabın adıdır.

·        3 — Burada tnr baskı hatası olması mümkündür. Bu gazetenin adı Ruzname-i ceridei havadistir. Türkiye’de Türkçe olarak özel bir şahıs tarafından yayınlanan ilk günlük gazete Churchil adındaki bir İngilizin çıkardığı bu gazetedir.

·        4 — 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayununun ilanına kadar vezirlerin bile can ve mal güvenliği yoktu. Padişahın emriyle bir vezir-i âzamin bile boynu vurdurulur ve mallarına el konabilirdi. Tanzimat Fermanı ile bu usûl kaldırılmıştır. Pertev Paşa bu fermanın ilanından evvel sorgusuz öldürülen son vezir olmuştur.

·        5 — Takvim-i Vekayi 1832yılında yayınlanan ilk gazetedir. Bugünkü Resmi Ga

zete’nin başlangıcı sayılabilir. Devlet tarafından yayınlanan bu gazeteden sonra Churchil âdındaki bir İngilizin çıkardığı Ruzname-i Ceride-i Havadis adlı özel gazete yayınlanmıştır.

·        6 — Tanzimat fermanı bir padişahın vatandaşlarına bağışladığı bazı haklan kapsamaktadır. Geri alınamayacağına dair bir garantisi yoktur. Bu sebeple Akif Paşa buna güvenememektedir.

·        7 — Sarayiçi, bugün Edirne şehrinin bir gezinti yeridir. Osmanlılann ilk devirlerinde padişah sarayı burada bulunduğundan Sarayiçi adı verilmiştir. Bugün Kırkpınar güreşleri burada yapılmaktadır.

·        8 — Karaçelebizade Abdülaziz Efendi XVII. yüzyıl meşhur bilginlerindendir. XIX.yüzyılda yaşamış olan Âli Paşa onun kitaplarından faydalanarak Türkçesini geliştirmiştir.

IV ÇENGELOĞLU TAHİR PAŞA

Çengeloğlu Tahir Paşa Karadenizli olup gemicilikle Garp Ocaklarına düşmüştü. İstanbul’a dönüşünde Tersaneye girerek pek çabuk yükseldi. Navarin Savaşı’nda(l) (1243 = 1827) filo kumandanı idi. Gemilerin limandan çıkıp denize açılmalarını, Mora’da kara ve deniz kuvvetleri genel kumandanı olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nm oğlu. İbrahim Paşa’ya tavsiye etmiş ise de derdini anlatamamış; İbrahim Paşa işi İstanbul’a sorarak ve gemilerin kumandasını eniştesi Muharrem Bey’e bırakarak kendisi Mora içlerine gitmişti. Bu sırada Navarin faciası meydana gelmiş, Çengeloğlu bir iki hafif gemi ile yakayı kurtarıp İstanbul’a gelmeyi başarmıştı. Sorgusunda, gemilerimiz limandan çık-salardı kurtulacaklarını, İbrahim Paşa ve Muharrem Bey’in limanda kalmakta direnmelerinin denizcilik bilgisinden yoksun olmalanndan çok kötü niyetlerinden ileri geldiğini söylemişti. Koca Hüsrev Paşa da bu fikri besler ve Navarin olayı danışıklı döğüştür dermiş. Hüsrev Paşa’-nm sözü Mısırlıya olan kin ve garezine bağlanırdı(2). Tahir Paşa’nm sözünün ise Sultan Mahmut Han’dan korkusundan ileri geldiğini söyleyenler vardır. Çünkü deniz kuvvetlerinin kaybından doğan acı ile üzülen padişah birdenbire Çengeloğlu’na kızmıştı.

Tahir Paşa 1248 = 1832’de vezirlik rütbesi ile kapudan-ı deryalığa atandı, beş sene sonra Tophane müşiri ve 1257 = 1841’de ikinci defa kapudan-ı derya oldu. 1263-1846’da Bosna valiliğinde öldüğünderv cenazesi İstanbul’a getirilerek Eyüp’te gömülmüştür.

Tahir Paşa geçen yüzyılda yetişen denizcilerimizin en yükseğidir. Herşeye dayanıklı, çok sert, kan dökücü, hareketli, şakaya gelmez ve Türk donanmasını Avrupa donanmaları derecesine ulaştırmak ülküsünün gerçekleşmesi için hiçbir fedakârlıktan hiçbir gayretten ka-çmmazdı. Önemli işlerde esaslı önlemlere başvurarak gereğini çekinmeden yerine getirirdi. Yiğitlik ve kahramanlığı ile devlette ün kazanmış ve ortalığı yıldırmıştı. Eğitim konusunda deniz erlerine göz açtırmadığından dayağını yemeyen yoktu. Meselâ bir kalyonun falan direğinin falan yelkeni seferde parçalansa onu çıkarıp ambardan yenisini getirip yerine koymak İngiliz donanmasında onbeş dakikada yapılırsa bizde de ayni zamanda yapılması için erlerin ve subayların canını çıkarırdı. îdaresindekilere daima eşit göçte İngiliz donanması ile savaşabilecek kadar güçlü olmayı telkin ederdi. Üstün gayreti ve acımasız cezalandırmaları sayesinde denizcilerimizi muma çevirmiş ve kumandanlara teşebbüs fikrini aşılamıştı. Güttüğü amacın yüksekliği o devirde denizciliğimize özel bir önem verilmesini sağlamıştı;

Aşağıdaki fıkralar hal ve şanını anlatmaya yeterlidir:

Mora İhtilâli sırasında bir aralık topcubaşı oldu, başkentin güvenliği kendisine verildi. O günlerde İstanbul halkı, Rumların şehir içinde bir olay çıkaracakları söylentilerinden kuşkulanarak geceleri delikanlılar sokak başlarına seccade ve kilimler sererek mahalleleri beklemekte ve her gün ortaya çeşit çeşit yalanlar atılarak filan mahallede şöyle olmuş falan mahallede böyle gitmiş havadislerinin yayılması halkın zihnîni karıştırmakta ve huzursuzluğunu artırmakta idi. Henüz gündelik gazete olmadığı o zamanlarda hükümet, emirlerini mahalle imamlarına yazar, gece bekçileri de akşamları sopalarını vurarak “komşular, komşular, bu gece camie buyurun uyarma var” diye bağırarak halkın camie çağırılması ve imam efendi tarafından bildirinin okunması usulü vardı. Çengeloğlu topçubaşı olunca mahallelere böyle bir bildiri göndererek şehrin güvenliğinin kendisi tarafından sağlanacağını, halkın evlerine çekilerek dinlenmelerini, fakat yatsı namazından sonra fenerli fenersiz(3) hiç kimsenin sokakta gezmemesini kesin bir dil ile bildirmişti. Halk “biz kendimiz bu kadar dikkat ettiğimiz halde yine her akşam bin türlü fenalık oluyor, bu deli herif nasıl başa çıkacak, maksadı bizi kıtır kıtır kestirmek mi?” diye mırıldanarak evlerine döndü. Şehrin her tarafında görevlendirilen devriyeler o gece rasladıkları kimseleri tutuklayarak karakol gemisine götürdüler. Ertesi gün Çengeloğlu gemiye gidip tutuklananlan birer birer sorguya çekti. Zorunlu ihtiyacından dolayı sokağa çıkmış olanları şiddetli bir dil ile uyararak (karısının doğum ağrısı tuttuğunda ebe aramaya gittiğini söyleyen bir adama “hanıma söyle bir daha gece vakti ağrısı tutmasın” dediği söylenir) ve sarhoş takımını da bir temiz’ ıslatarak evlerine gönderir, kötü kişileri ve serseri takımından birkaçını da denize attırır. Kurtulanlar mahallelerine döndüklerinde Çengeloğlu’nun bu şiddetli tutumundan ve yüzlerce adamı gümbür gümbür denize attığından bahsedip bu abartmalar halkın hayalini kuruntulara boğdu. Bununla beraber herkese de güven gelmeye başladı. Üç dört gün sonra bir bildiri daha geldi. Topçubaşı diyordu ki herkes kapısını açık bırakıp yatsın, bir tenceresi kayıp olana karşılık bir kazan vereceğim. Çocukluğumuzda ihtiyarlar bunu anlatırken ağızları sulanır ve rahmetliye bol bol rahmet okurlardı..

Eskiden Akdeniz adalarının idaresi Kaptan Paşalara bırakılmıştı. Tahir Paşa konsolosların birinden hoşlanmamıştı. Bir gün konsolosa “sağlığınız bozuk gibi görünüyor, hava değişimine gitseniz faydasız olmaz” dedi. Konsolos cevabında aksine sağlığının pekiyi olduğunu ve adaların havasının vücuduna yaradığını bildirmesi ve paşanın sık sık yaptığı bu tavsiyesine karşı ayni şekilde ısrar etmesi üzerine “güzel amma konsolos bey beni beşyüz beş kuruştan çıkaracaksınız. Beşyüz kuruşa bir köle alacağım, sizi vurup öldürecek, sonra beş on kuruşa bir ip alıp köleyi asacağım” diye göz dağı verir. Konsolosun daha fazla ısrar etmediğini söylemeye lüzum yok.

Tanzimattan sonra Osmanlı Hükümeti tarafından hapishanelerin ıslah edilmesi arzu edildiğinden bu konuda illere de genel olarak emirler yazılmıştı. Tahir Paşa o sırada Bosna valisi bulunuyordu. Ona göre hapishanelerin ıslahı öyle özenilecek şeylerden değildi. Lâkin bildiriler arka arkaya gelmeden başka Bosna ilinde yapılan ıslahat hakkında Avusturya konsolosu ile müşterek bir rapor göndermesi Bâb-ı Âli’den bildirildi. Raporu hazırlayıp konsolosa imza etmesini teklif etti. Kon-solos işleri yerinde gördükten sonra imza etmenin daha uygun olacağı-'1 < nı söyleyince vali paşa “canım görmeye ne lüzum var, zaten biliyorsunuz, özellikle bugünlerde tutuktalar arasında kaynaşma var, şimdi hapishaneden boşanmaları ve hükümet konağını basarak bana atacakları kurşunların size rastlaması mümkündür, vakit kaybetmeyerek raporu imza ediverelim” der. Şaşıran ve hayret eden konsolosun imza etmede acele edeceği tabii idi.

Tahir Paşa’mn yabancı dilleri bildiğini ve İstanbul’a gelmeden evvel tüccar kaptanlığı ile Mısır gemilerine girip Akdeniz’de uzun müddet dolaştığım anlatırlar. Korsanlık hayatındaki serüvenlerine ait bilgim’yoktur. Kabadayıların vahşice ve delice fakat kahramanca yaptıkları savaşlara geniş ölçüde katılmış olduğu atak tabiatından anlaşılır. Ateş Mehmet Paşa’mn önünde birgün, Cezayirlilerin bir Fransız savaş gemisini aniden basarak ambar kapaklarını derhal kapamak suretiyle içindeki tayfa ve subayları tutukladıklarını ve gemiyi Cezayir limanına götürdüklerini anlatmışlar; paşa düşünmeye başlamış, hazır olanlar on-beş yirmi korsanın bir küçük kadırga ile koca bir savaş gemisini ele geçirmelerine şaşmakta iken paşa “ben orayı düşünmüyorum, on beş yirmi kişinin bir savaş gemisini Cezayir limanına götürmelerine şaşıyorum” demiş.

Çengeloğlu’nun öğrencilerinden namlı deniz kumandanlarımızdan Abaza Ahmet Bey - kırk sene olaysız denizlerde gezmiştir - Trablus olayında^) gambot süvarisi olarak Tahir Paşa’nın emrinde imiş. Bir yararlığına karşı mükafatlandırılmak gerektiğinden kaptan paşanın huzuruna getirilmiş. îçeri girdiğinde paşa derhal ayağa kalkarak: Aferin Kel; (Abaza Ahmet Bey’in başı keldi) arkadaşları arasında “Kel Abaza” denmekle meşhurdu) Varol; anandan emdiğin süt helâl olsun; Allah seni devlete bağışlasın” diyerek kucaklamış ve alnından öpmüş, hil'at olarak bir gocuk giydirerek bol keseden üçyüz kuruş hediye vermiş. Abaza Ahmet Bey sonraları bu olayı anlatarak “biz büyüklerimizden böyle iltifat görmeye alıştık” diye böbürlenirmiş.

Rahmetli paşanın mezar taşındaki yazının hatırımda kalan ilk mısraı “Kahramanı Vüzera Hazret-i TahirPaşa” sahibine ne kadar uygun düşmüştür.

AÇIKLAMALAR

1 — Navarin Savaşı, Yunan isyanı sırasında isyanı bastırmak için Mora ’ya gelen Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki Türk-Mısır ortak donanmasının Avrupa devletleri müşterek donanması tarafından 1827yılında Navarin limanında yakılması olayıdır.

2— NapoleoneBonaparte’ın Mısır’ı işgali sırasında oraya gönderilen kuvvetler arasında bulunan Kava lalı Mehmet Ali, o sırada Mısır valisi bulunan Hüsrev Paşa ile geçinememiş, bunun üzerine Hüsrev Paşa valilikten geri alınmıştı. Bu olay Hüsrev Paşa’nın Mehmet Ali’ye düşman olmasına sebep olmuştur.

·        3 — İstanbul ’da sokakların havagazı veya elektrikle aydınlatılmasından önce geceleri sokağa ancak fenerle çıkılırdı. Fenersiz çıkanlar kötü kişiler olduğundan aileler sokağa fenersiz çıkmazlardı.

·        4 — XVI. yüzyıldan beri Osmanlı egemenliğinde bulunan Trablusgarp’ın yönetimi uzun zamandan beri (1711-1835) Karamanlı ailesinin elinde bulunmakta idi. Yan bağımsız şekilde bölgeyi yöneten Karamanlılardan Yusuf Bey’in yeğeni tarafından çıkanlan ve Fransız ve İtalyanlanh araya girmeleri ile büyüyen isyan üzerine (1832) Osmanlı Devleti, Kapudan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa'yı 1835’te olayı bastırmaya gönderdi. Paşa isyanı bastırdığı gibi bütün bölgeyi hakimiyet altına aldı.

V HÂLET EFENDİ

Sultan Mahmut II. Han’ın padişahlığının ilk devresinde padişahın özel danışmanı ve işlerin yürütülmesinde fikir ve sözü geçerli tâyin işlerinde büyük rolü olduğu bilinen Mehmet Sait Hâlet Efendi, kadılardan Kırımlı Hüseyin Efendi’nin oğludur. Hüseyin Efendi, Şeyhülislâm Ebu İshakzade Şerif Efendi konağının eski ve işbilir hizmetlilerinden olup bir müddet medreseye devam ettiğinden efendisinin arkası ile ve o zamanın kötü bir âdeti gereğince Rüus ihsan edilerek bilim kariyerine girmiş takımdandı. Oğluna Hâlet takma adı yine o zamanın âdetine göre çalıştığı dairede verilmiştir.

Mehmet Sait Efendi, adıgeçen Şerif Efendi’nin oğlu Ataullah Efendi ile yaşça akran olduğundan 1175-1761 yıllarına doğru doğduğu tahmin olunuyor. İkisi birlikte öğretim ve eğitim görmüş, bilgi kazanarak yükselmişlerdir. Amma ahlak bakımından ikisi de yaya kalmıştır.

Çevresinin gerekleri Said Efendi’yi bilim kariyerine götürüyordu. Lâkin kendisi idare ve büro işlerini tercih etti. Memurluğa girdiğinde Şerif Efendi’nin korumasından ziyade kişisel yetenekleri ve zekâsı, bilgisi ve düzgün yazısı ile sivrilerek reisülküttap meşhur Raşit Efendi’ye mühürdar yamağı tayin edilmiştir. Taşkın karakterine gençlik ateşi de eklenerek bir yerde sessiz ve devamlı olarak kalmaya da-yanamadığından çeşitli işlere başvurmuş ve bir süre Ebubekir Sami Paşa gibi eğitim sever ve Ohrili Ahmet Paşa gibi kahraman kişilerin kethu-dalık hizmetinde ve bir müddet Fenerlilerden Derya (Tersane) tercümanı Kalimaki Bey’in yazı işlerinde ve oğluna Türkçe öğretmenliğinde günlerini geçirmiştir. İşte sonraları Mora İhtilâlinde Rumları kayırması Fenerlilere bu kadarcık yakınlığı yüzündendir.

Sultan Selim III. in tahta çıkması ile Rusya seferinin sonunda(l) Hâlet Efendi otuz yaşlarına geldiği ye Bâb-ı Âli kalemlerinden ilgisini kesmemesine rağmen gelecekteki mesleğini henüz tayin edememişti. Hayatın her zevkinden yararlanmak hevesine uyarak bir taraftan Galip Dede’nin(2) kültürlü toplantılarına katılarak Mevlevilik yolunun manevi ışıklarından gönlü açılır ve şeyhin edebi erdemliğinden hakkıyla yararlanır ve diğer taraftan keyfine düşkün büyüklerin içki ve saz toplantılarına sokularak o yoldaki eyilimlerini doyurur ve onlara kendini sevdirirdi. İşte Köse Kâhya Mustafa Reşit Efendi’nin(3) koruması ile haceganlık rütbesine kavuşur ve çok geçmeden başmuhasebeci payesiyle ve ortaelçi unvanı ile Paris’e gönderilmiştir 1217-1802.

Hâlet Efendi’nin elçiliği Bonapart’m birinci konsüllüğü zamanına rastlar. Bonapart Mısır’daki başarısızlığını içine sindiremediğinden ve Osmanlı Devleti’ne karşı olan kin ve nefretini çabuk yenemediğinden Hâlet Efendi’ye yüz vermedi. Hatta imparatorluğu ilan edildiği vakit Hâlet Efendi’nin yerine “nişancı” payesiyle ve büyük elçi unvanı ile atanan Muhip Efendi’ye gururlu ve pek küçük görücü muamelede bulundu. Bu sebeple Hâlet Efendi’nin Paris’te üç seneden fazla süren elçiliği politika bakımından sönük kaldı, lâkin kendi politik bilgisini ve gücünü artırdı.

Hâlet Efendi 1221-1806’da İstanbul’a dönerek eski dostlarına kavuştu ve Beylikçi oldu. Devletlerarası meseleleri tartışmaya ve muhakemeye, politika konuşulan yerlerde bunlardan bahsetmeye ve konuşmaya yetkili devlet adamları arasına katılmıştı. Kendisini yetiştirenin oğlu ve ders arkadaşı Topal Ataullah Efendi ferve-i beyza giymişti. Bundan dolayı şımarmadı, zamanın gidişini pekiyi kestirdiği için atıp tutmak, şan ve şeref kazanmak emeli ile başkalarının gözüne batmak gibi uygunsuz yola gitmeyerek sakıngan tutumu ile Selim Olaymda(4) öldürülen devlet adamlarından Vasfi Efendi’nin yerine Rikâb-ı Hümayun Reisülküttabı atandı(4).

Mustafa IV. nın karışıklık devrinde yakasını kurtaramayarak bir sene kadar sürgün cezasına uğradı. Çünkü Kaymakam Köse Musa Pa-şa(5) kendisine bir türlü güvenememişti. İkinci defa padişah değişmesinde (Mustafa IV. yerine Mahmut II. nin geçmesi) affedilerek serbest bırakıldı ve yükselmesini sağlayan yeni bir koruyucuya sığındı ki oda İbrahim Refet Efendi’dir. Bu İbrahim Efendi görünüşte padişah mas-rafçısı ve şehremini (belediye başkanı) ise de bağlılığı ve uyanıklığı herkesçe doğrulanmış olduğundan Sultan Mahmut II. nin gizli danışmanı idi. Bâb-ı Âli tarafından yapılan teklifler gizlice kendisinden sorulur, fikri ve görüşü alınırdı. Bu durumunu gizlemek için saraya gitmediğinden Hâlet Efendi bir iki sene arada, gizli haberleşmeye aracı olmuş ve adı geçenin ölümünden sonra da bu görevi kendisi idare etmiştir. Ber-berbaşı Ali Ağa ile son heberleşmelerinden birkaçını Cevdet Tarihi yazmaktadır. Ali Ağa’nın anlayabileceği kaba ve açık üslubu ile meramını anlatması bilgisizliğine değil zekâsına delil saymak lazımdır.

Hâlet Efendi 1225-1810'da İbrahim Efendi’nin tavsiyesi üzerine özel bir görevle ve tam yetki ile Bağdat’a gönderildi. Cevdet Tarihinde açıklandığı üzere Mısır gibi Bağdat’ta da bir süreden beri Kölemen Oca-ğı(6) türemiş, Abaza Küçük Süleyman Paşa vali olmuştu!5). Süleyman Paşa okur yazar ve memleket idaresinden anlar, halka kendini sevdirmiş, büyük emeller sahibi ve gösterişe düşkün bir gençti. Bütün Irak bölgesine ve Güney Kürdistan’a kadar hakim olmak sevdasına düştüğünden Baban ailesi(7) ile arası açılarak Musul taraflarına asker göndermeye ve bazı Arap aşiretleriyle dövüşmek zorunda kalmıştı. Fakat bu atıhmlarını gerçekleştiremedi; saçtığı savaş ateşi ve bölücülüğü ile o bölgenin harap olmasından ve halkının acı duymasından başka bir sonuç elde edemedi. HâletEfendi’ye verilen görev Süleyman Paşa’yı yola getirmek ve kendisinden önceki valiler zamanında ödenmediğinden kendisinin ödemeyi kabul ettiği devlet alacaklarını toplamaktı.

Hâlet Efendi Bağdat’a vardığında devletin emirlerini bildirerek Süleyman Paşa’yı nasihat ile yola getirmek istemiş ise de Selim III. ve Alemdar Paşa olayları ve Rusya seferi(8) dolayısıyla devlet merkezindeki güçsüzlük ve karışıklık genç paşaya fırsat gibi görünerek boş cevaplarla bugün yarın diyerek Hâlet Efendi’yi savmak yolunu tuttu. Hâlet Efendi çaresiz kalarak Musul taraflarına gidip elindeki yetki fermanı ile Babanların büyüğü Abdurrahman Paşa’yı ve bazı aşiret beylerini yanma alarak Bağdat üzerine yürüdü. Birtakım maceralardan sonra Süleyman Paşa öldürülmüş ve devlete olan borçlarının bir kısmı Hâlet Efendi tarafından alınarak İstanbul’a dönmüştür. Gerçi eyaletin işlerini devletin istediği şekilde düzeltemedi. Fakat karışıklığı büyümeden bastırdı. Böyle zor bir işin hakkından gelmesi zekasına ve anlayışına yeni bir tanık sayılarak çok beğenilmesine ve hakkında padişahın sevgisinin daha fazla artması ile saygı gördü.

İstanbul’a dönüşünde evvela Rikâb-ı Hümayun Kethüdası ve sonra da Nişancı tayin edilerek kısa süren azlinden sonra ömrünün sonuna kadar bu yüksek görevde kaldı. Padişah yanında kazandığı büyük itibar ve güç ile tek söz sahibi idi. Halk arasında devlet kâhyası(9) diye anılır ve işi olanlar kapısını aşındırır ve çoğu boş dönmezdi. Düşkünleri doyurur, işlerini görür ve gördürürdü. Pek çok duacısı ve yardımını gören olduğundan bu yüzden kazandığı iyi nam şöhretinin artmasına yardım ederdi. On üç sene devam eden mutluluk devri ki hayatının en parlak fakat devlet ve memleketçe en zararlı kısmıdır, o devirdeki tutumu ve yaptığı şeyleri gelecek makalede inceleyeceğiz.

Geçen makalemizde kısa biyografisini yazdığımız Mehmet Said Halet Efendi, İbrahim Refet Efendi'nin tavsiyesiyle Sultan Mahmut II. ye yaklaştıktan ve Bağdat işini iyi bir şekilde bitirdikten sonra Rikâb-ı Hümayun Kethudalığıf6) ve sonra nişancılıkla on üç sene mutlu olmuş, bilgisi, herşeyi iyi düşünmesi ve inandırma gücü sayesinde padişahı iyice kendine bağlamış ve güvenini kazanmış olduğundan padişah sarayında tek güç durumuna gelerek Osmanlı Hükümeti’nin büyük küçük bütün işlerine karışarak kinci karakterini bütün parlaklığı ile göstermiştir. Parlak fakat zarar verici olan bü güçlü devrinin devlete neye mal olduğunu inceleyerek bazı meşhur işlerini hatırlatacağız.

Hâlet Efendi herşeyden önce saltanat makamını hükmü altına alma yolunu tuttu. Bunun için sağlam bir dayanak lazımdı. Yeniçeri Ocağını dayanak edindi. Elebaşılarına bol bol hediyeler dağıtarak ve bir kısmına belli bahşişler, belli bayram parası ve toprak gelirleri bağlayarak pek çoğunu elde etti. Bunlar aracılığı ile istediği zaman ocakta isyan çıkartabilirdi. İhtiyacı olan bol parayı sağlamak için valilerden ve taşra ileri gelenlerinden ve diğer görevlilerden hediye namıyla rüşvet almayı alışkanlık hâline getirmişti. Özellikle Memleketeyn (Eflak-Boğdan) beylerini haraca kesmişti.

Sultan Selim III. nün açmış olduğu yenilik yolundan ve başlamış olduğu askeri ıslahâttan resmi toplantılarda sık sık bahis konusu edilmesinden Hâlet Efendi hiç hoşlanmazdı. Rahmetli hakanın (Selim III.) yarım kalan askeri ıslâhat teşebbüslerinin yeniden ele alınmasından bahseden sadık devlet adamları Hâlet Efendi’nin baş düşmanları idi. Çünkü Yeniçeri Ocağı eğitim, disiplin ve düzen altına alınınca Hâlet Efendi dayanağını elden kaçıracaktı. İşte bu çıkarcı fikri dolayısıyla askeri ıslâhata daima engel olmuş ve buna taraftar olan milli onur sahibi devlet adamlarını bir yolunu bulup uzakhştırmış ve yoketmiştir. Sultan Mahmut II. Han ordunun yeniden düzenlenmesi fikrine aşın derecede eğilimi olduğundan bunun nasıl yapılacağını devlet adamlanyla görüşmek istedikçe Hâlet Efendi güya doğruyu söylüyormuş gibi iki yüzlülükle “aman efendim, ya Ocaklı duyar başımıza bir bela açarsa Allah korusun ne yaparız” sözleriyle padişahın kuruntu ve korkusunu kurcalar, hayırlı emellerinin önüne geçerdi. Kötülüğünün derecesi anlaşılsın ki padişah önünde böyle konuşan bu yadigâr bir gün Sadrazam Hacı Salih Paşa’ya “efendim her zaman Yeniçeri Ocağını kaldırmaktan bahseder durursunuz; Ocak kalkarsa Arslammı ne ile tutabiliriz” demişti.

Defterdarlıktan sadrazam olan Mehmet Emin Paşa (1230-1814) genç, gayretli ve askeri ıslâhata pek hevesli olduğundan azil edilerek Balıkhaneye(lO) gönderilmiş ve katli için Hâlet Efendi padişah yanında çok çabalamış ise de padişahın “başına kallavi pek yakışıyor ben o güzel başa kıyamam” cevabına karşı gelemeyerek sürgün ve uzaklaştırılması ile yetinilmişti.

Mora karışıklıklarının belirtileri gereği gibi ortaya çıktığı zaman Hâlet Efendi vaktiyle Fenerlilerden gördüğü iyilik sebebiyle Rumlara toz kondurmak istemediğinden “ihtilâl dedikoduları Yanya Valisi Te-pedelenli Ali Paşa’nın bozgunculuğu eseridir, o adam o bölgede kaldıkça Müslim ve gayrimüslimlere rahat yüzü görmek mümkün olmayacaktır. (Çünkü Ali Paşa ile arası pek fena açılmıştı) Yunanistan bölgesini yatıştırmak Tepedelenli’nin başını ezmeye bağlıdır” sözlerini dilinden düşürmeyerek Yunan isyancılarının tek hakkından gelecek o ihtiyar yiğitin başını yedi (1237-1821). Halbuki paşanın öldürülmesiyle Yunan eşkıyalığı tavsamayıp aksine daha ziyade genişleyerek etraftaki vilâyetlere ve bütün adalara bulaştı. Bir taraftan dert büyüyor ve diğer taraftan Hâlet Efendi ikiyüzlü yaltaklanmalar ve hakkı savunan boş laflarla kendini temize çıkarmaya çalışıyor idi.

Nihayet derde deva olur düşüncesiyle sert ve şiddetli hareketleriyle ün kazanmış Benderli Ali Paşa sadrazam oldu. 1237-1821. Bu adam taşra görevlerinde yetişmiş, kendi kökeninde büyümüş, ince işlere aklı ermez, iyilik etmek ister takımından olup İstanbul’a gelir gelmez kendisine Hâlet Efendi’nin ne olduğunu etrafıyla anlattılar ve devletin durumunun ıslahı İçin o iki yüzlünün yok edilmesi gereğine inandırdılar. Bir gün toplantıda Rumların haddinin bildirilmesi görüşülürken sadrazam, “kabahatlilerin yanında birtakım günahsız yurttaşları hırpalamak Allah’ın isteğine aykırıdır. Bu kötülüğe sebep olanları ben araştırdım, asıl onların kafasını ezmek lazımdır” diyerek dik dik Halet Efendi’nin yüzüne bakması üzerine efendinin aklı başından gidip bir kolayını bularak toplantıdan çıktı ve arka kapıdan sıvıştı. Merdivenlerden yavaş yavaş inerken kavasbaşı geliyor mu diye dönüp arkasına bakarmış. Avı kaçırdığını sadramaza işaret etmişler, o da derhal Bâb-ı Âli’den çıkmış. Aynı günde ziyaret maksadıyla Eyüp’te Hazret-i Halid’in türbesine gitmiş olan padişahla buluşmuş ve Halet Efendi’nin idamına izin istemiş Sultan Mahmut Han “iyi düşünelim, bu akşam ben de düşüneyim, siz de düşününüz de yarın gereğini yapalım” cevabıyla sadrazamı savmış. O gece Hâlet Efendi ile buluşması sonucu olarak ertesi günü Benderli Ali Paşa’nm azil ve sürülmesine ve az sonra öldürülmesine ferman çıkarılır. Zavallının sadrazamlığı yedi gün sürmüştü. Balıkhaneye indirildiği zaman “evvela yapmalı sonra izin istemeli imiş” dediği söylenir.

Hâlet Efendi’nin artık ipliği pazara çıkmıştı. Bir müddet seyahat ettirilmesini Sadrazam Hacı Salih Paşa azil edildiği gün padişaha duyurmuş idi. Yeni sadrazam Bontancıbaşı meşhur Deli Abdullah Paşa evvela Konya’ya sürülmesine ve sonra da öldürülmesine padişah buyruğu aldı 1238-1822. Hâlet Efendi ayak sürüyerek sürgün yerine gidiyordu. Ölüm fermanını taşıyan padişah haberci ağası Arif Ağa kıyafet değiştirerek menzil ile Konya’ya giderken yolda Hâlet Efendi’ye rastlayıp durmadan yoluna devam etti. Bir önsezi Hâlet Efendi’yi hüzünlendirdi ve yanındakilere “ben bu adamın gidişini beğenmiyorum” dedi. Konya’ya vardığında öldürülerek kesik başı İstanbul’a götürülüp bilinen ibret taşma(ll) konuldu ve Kule Kapı Mevlevihanesine(12) gömüldü. Sefi-net el-rüsa(13) sonradan bazı dedikodular çıktığından oradan çıkarılarak Yahya Efendi Dergâhma(14) götürüldüğünü yazıyor. Bununla beraber mevlevihanede dolaşan söylenti bunun tersidir. Çerçi tekkedeki mezar taşından başka Yahya Efendi dergahı mezarlığında da bir mezar taşı vardır. Gerek Hâlet Efendi’nin ve gerek Tepedelenli ve Ben-derli’nin yaftalarının o zaman yaşayanlar kopyasını almışlardı. Fakat ben onlardan kopya edemedim.

Konya’ya sürüldüğünde “Çelebi Efendi koruyacakmış, geri vermeyecekmiş” gibi sözler İstanbul’da yayıldığından kapı ağalan ve kavaslar bu konuda ağanm(7) düşüncesini sormuşlar, o da “bana kalırsa dedem sen düdüğünü çal, böyle işlere karışma derim” cevabını vermiş.

Halet Efendi’nin bu sonundan dolayı Sultan Mahmut II. Han’ın pişman olduğunu söyleyenler vardır. Bir gün yeri cennet olan padişah Galata Mevlevihanesine gidip mezar taşı gözüne ilişince Kudretullah Dede’ye “şehim, şu bizim Hâlet’e ne dersin” buyurması üzerine Dede merhumun “efendim o da bir Hâlet idi geçti” zarif cevabını verdiği meşhurdur. Kudretullah Efendi Hâlet Efendi’nin gücü ile Post-Nişin olmuştu.

Hâlet Efendi tabiatı bakımından merhametsizdi. Bir gün bir delikanlının asılmasına karar verildiğinde bazı aracıları ortaya çıkarak affını istemişler, Hâlet Efendi’nin “birine gençtir, yazıktır; ötekine ihtiyardır yazıktır diyorsunuz. Her vakit orta yaşlıyı nerede bulalım” dediğini anlatırlar.

Hâlet Efendi son derece kin güderdi. Çıkarma dokunanları, düşüncesine karşı gelenleri, yerine geçebilecekleri bir türlü affedemez ve onları uzaklaştırmadıkça ve yok etmedikçe gönlü rahat edemezdi. Padişah yanında yalnız bir rakibinin hakkından gelememişti ki o da meşhur Canib Efendi’dirf8). Rakibinden kurtulmak için türlü türlü yollar bulur ve bazen fırsatlar kendiliğinden çıkardı. Yetenekli devlet adamlarından Sadrazamlık kethüdası Ahmet Erib Efendi’nin vezirlikle Mo-ra’ya atanması buna güzel bir örnektir. (Cevdet Tarihine bakınız).

Bir gün bahçede gezerken bahçıvan bir incir fidanını söküp atmış; dostlarından biri bahçıvana “bu fidanı atma, birinin ocağına dikmek için efendi hazretlerine lazım olur” dediğini anlatırlar.

Bunanla beraber devrinin en parlak sohbet toplantıları Hâlet Efen-di’nin evi idi. Birçok bilim adamları, irfan sahipleri, hoşsohbet kişiler ve şairler her akşam konağında toplanarak bilim ve edebiyat konuları üzerinde tatlı tatlı konuşarak vakit geçirirlerdi. Bazı kerre müzik üstatları da bu toplantıların güzelliğini artırırlardı. Sevmediklerine gösterdiği düşmanlık ne kadar şiddetli ise sevdiklerini o derecede nimet ve iltifatlara boğardı.

Sohbet toplantılarına devam edenler arasında gösterişli yapılı, iyi giyimli, bilgin kıyafetinde birisi varmış; her hafta gelir ve bilgisizliği dolayısıyla hiç söze karışmadan oturur oturur gider ve ev sahibi tarafından saygı görürmüş. Hâlet Efendi’den sebebini sormuşlar” beyin, kulak, ağız lezzet aldığı gibi göz de hakkını istiyor; bu adamın boyu, bosu ve kıyafeti de gözün hakkını veriyor” cevabını vermiş.

Hâlet Efendi’hin çekemediği zamanın devlet adamları arasında kethudalık mevkiine kadar yükselmiş Morali Osman Efendi vardı. Osman Efendi onurlu, derviş tabiatlı, temiz yürekli bir adamdı. Hâlet Efendi bu adamı azlettirmek, rütbesini almak, kötü işlere atamak gibi çeşitli hakaretlerde bulunduğu halde bayramlaşmak için evine geldikçe merdiven başından karşılayacak kadar saygı gösterilmiş; bunun da sebebini sormuşlar “evet ben bu adamı sevmem, rütbesini, görevini, malını aldım, canını almak bile elimden gelir, fakat üzerinde bir Osman Efendilik var ki onu alamıyorum” dermiş.

İşte gücünün her yönü ile zamanın eşsiz insanı olan Hâlet Efen-di’nin ölümünde aşağıdaki beyt halkın ağzında dolaşırdı:

Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur

AÇIKLAMALAR

1— 1787-1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı. Bu savaş sonunda Avusturya ile 1791’de Ziştovi ve 1792’de Yaş Andlaşmaları yapılmıştır.

·        2 — Galip Dede, klasik Türk divan edebiyatının büyük şairlerinden Hüsnü Aşk adlı meşhur eserin sahibi mevlevi dedelerinden Şeyh Galip’tir. 1757yılında İstanbul’da doğmuş ve 1790 yılında İstanbul’da ölmüştür. Asıl adı Mehmet olup Galip takma (mahlası) adıdır.

·        3 — Köse Kâhya Mustafa Reşit Efendi III. Selim zamanında çeşitli devlet hizmetlerinde bulunmuş, Nizam-ı Cedit'ıslahatı için kurulan meclise katılmış, bu konuda padişaha önemli bir rapor sunmuştur. Kabakçı Mustafa isyanında öldürülmüştür.

·        4 — Selim olayı, 1807yılında Padişah III. Selim’in tahttan indirilmesi ve sonrada öldürülmesi ile son bulan Kabakçı Mustafa isyanıdır.

·        5 — Köse Musa Paşa, Sadrazam Ağa İbrahim Paşa ’nın Tuna boylarında Ruslar

la savaştığı sırada sadaret kaymakamı bulunuyordu. Şeyhülislâm Topal Ata-ullah Efendi ile gizlice işbirliği ederek çevirdiği entrikalarla Kabakçı Mustafa yönetimindeki isyancıları elaltından koruyarak Selim III. in evvela tahttan indirilmesine sonra da öldürülmesine sebep olmuştu. Tabii sonradan hepsi yaptıklarının cezasını hayatlarıyla ödemişlerdir.

·        6 — Kölemen Ocağı, Mısır’da XII. Yüzyılda (1174 M.) kurulan Eyyubi Devleti zamanında daha çok Çerkeş kölelerden meydana getirilen asker ocağının adıdır. Bunlar sonradan Eyyubi Devleti’niyıkarak (1250 M.) Memlük-Kölemen Devleti’ni kurmuşlar ve XVI. yüzyıla kadar Mısır’da hâkim olmuşlardır. OsmanlI Padişahı Yavuz Selim tarafından bu devlet ortadan kaldırılmış ise de (1517) ocak devam etmiştir. Mısır valisi olan Mehmet Ali Paşa 1811’de bu ocağı tamamen ortadan kaldırmıştır.

·        7 — Baban ailesi Kuzey Irak’ta (Kerkük bölgesi) yaşayan eski ve büyük bir Türk

ailesi olup bölgedeki halk üzerinde büyük bir etkisi vardı. Zamanımız yazarlarından ve politika adamlarından Cihad Baban ve Prof. Şükrü Baban bu ailedendir.

·        8 — Bu savaş 1806-1812yıllan arasındaki Osmanlı-Rus Savaşı olup 1812’de Bükreş Barışı ile son bulmuştur.

·        9 — Devlet Kâhyası, kâhya genellikle büyük memur veya iş sahiplerinin özel işlerini yapmakla görevli şahıslar için kullanılan bir deyim ise de burada vatandaş-lann devlet kapısındaki işlerinin kolaylıkla ve süratle çıkarılmasına yardım ettiği için Halet Efendi hakkında kullanılmış özel bir halk deyimidir. Gerçekten ne böyle bir makam ve ne de bir görev mevcuttur.

10— Balıkhane, Topkapı Sarayı ’mn Marmara Denizi kıyısındaki bir kapısının adıdır. Padişah tarafından sürgün edilen sadrazam veya vezirler burada gemiye bindirilir ve sürgün yerine gönderilirdi. Eğer öldürülmesi emredilmiş ise burada bostancı denilen saray görevlileri tarafından boğularak öldürülürdü.

·        11 — İbret Taşı, Topkapı Sarayı’nın Orta Kapı denilen ikinci kapısının önünde bulunan dikili taşın adıdır. İdam edilenlerin kesik başlan buraya konarak ibret olmak üzere teşhir edilirdi. Tanzimattan sonra bu usûl kaldırılmıştır.

·        12 — Kulekapı Mevlevihanesi, Tünel başında Yüksek Kaldırıma inen yolun sol ta

rafında, bahçe içindeki bina olup bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılmaktadır. Buraya Galata Mevlevihanesi de denirdi. Meşhur divan şairi Şeyh

' Galip’in mezarı da buradadır.

·        13 — Sefinet el-Rüesa, Giritli Resmi Ahmet Efendi tarafından yazılan ve kendi zamanına kadar gelip geçmiş Reis el-küttabların biyografisini anlatan bir kita-bınadıdır. Ayni yazarın Hulasat el-itibar adlı 1182-1768 Osmanlı-Rus savaşına ait bir kitabı ile elçilikle gittiği Viyana ’ya ait bir sefaretnanıesi de vardır. Üsküdar'da Karaca Alımet mezarlığında gömülüdür.

·        14 — Yahya Efendi Dergahı. İstanbul’da Beşiktaş'tan Ortaköy’e giden sahil yolu üzerindeki korunun kenarında ağaçlıklar arasındaki tekkedir. Zengin ve kıymetli kütüphanesi Süleymaniye Kitaplığına taşınmıştır. Sultan Süleyman Ka-nuni’nin süt kardeşi olan Trabzonlu Şeyh Yahya Efendi tarafından yaptırılmıştır.

VI

İZZET MOLLA’NIN KEŞANNAMESİ

Halet Efendi’nin acıklı sonundan dostları ve kendisinden iyilik görenler üzüldüler. Yanında geçirdikleri güzel anlan ve gördükleri iyilikleri unutamadılar. Gerçekten bu konuda yerini boş bırakıp giden Halet Efendi onlann gözünde eşsiz ve benzeri olmayan iyiliksever birisi olduktan başka kusurlan birer İlâhi sebebe dayalı üstünlük ve erdemlik kabul ediliyordu. Mesela askerlik reformlarmı önlemesini “pir duası alan ocağı kaldınp da yerine ne koyacaksınız. Geçen devirde denenen Nizam-ı Ce-

·        •        dit az mı dile geldi; bunca yüzyıllık bir kuruluş şöylece yıkılır mı; sonra da arslan nasıl zaptolunur” Yunan olayındaki ağır hareketini “bir dert ortaya çıkınca idari ve siyasi tedbirlerle önünü almak silah kullanmaktan yeğdir, şimdi sürekli olarak Mora’ya asker gönderiliyor, bu kadar askerin ölümünden başka dünya kadar para gidiyor, sonucun ne olacağı belli değil, rahmetli efendinin hatasız barışçı fikri elbette daha iyi ve devlet çıkarlarına uygundu” gibi değişik sözlere boğarak kusurlarını ört bas etmeye yelteniyorlardı.

Kî             O sırada Galat kadısı bulunan Keçecizade İzzet Molla (eski sadrazam Fuad Paşa’mn babası) (1) Halet Efendi’nin dostlarından ve iyiliğini görmüşlerdendi. Hareketli, canlı, atak, dilini tutmayan ve gerçek karşısında susmaya karakteri müsait olmayan, nükteci ve espirili, ünlü bir şair olup Hâlet Efendi’yi bilir bilmez kötülemeyi iş edinenlere karşı: “Hâlet’in canını Hak malını aldı miri. Kaldı ehl-i hasede...” beytini söylemişti. Halbuki öldürülen Hâlet Efendi’nin bütün akraba ve yakınları hiddetle birer tarafa sürülüyordu. İzzet Molla da dilinin belasına uğrayıp Keşan’a sürüldü. 1238-1822 Keşan o sırada sürgün yeri idi. Hattâ İzzet Molla giderken Başhekim Behçet Efendi ile kardeşi Ab-dülhak Molla (2) af olunup salıverilerek İstanbul’a dönüyorlardı. Gidenle gelenler arasındaki fark şu idi ki onlar Hâlet Efendi’nin hayatında ve İzzet Molla ölümünde kötülüğüne uğrayanlardandır. Gelibolu yakınlarında olan Keşan’ın ağır havasından ve yazın kuraklığından ve cehennem gibi sıcağından ve kışın şiddetli soğuğundan İzzet Molla şikâyet etmektedir.

İzzet Molla Keşan’a sürgün edilişini ve yoldaki serüvenleri, çektiği sıkıntıları, gidiş ve gelişte uğradığı ve gördüğü yerlerin durumunu, sürgünde geçirdiği hayatı ve o günlerde ayrılık ateşi ve unutulmaz acılarla dağlanmış olan kalbinden kopan üzüntüleri ve bir sene sonra nasıl affedildiğini uzun bir destan biçiminde manzum şekilde yazarak “Mihnet-i Keşan=Keşan Eziyetleri”admı vermiştir. Mihnet-i Keşan birçok edebi nükteleri olan bir eserdir. Heves edecekleri okumaya teşvik için güzel parçalarını aşağıda sıraladım ve bazı beytlerini söylüyorum:

Galata kazasında hâkim idim Ne sahib-i adalet ne zalim idim Yedim Hâlet’in nan-ı ihsanını Çalıştım halâs etmeye canını Sebeb-i intisabım oldu Hâlete Düşürdü felek böyle bir minnete Mecaliste nefyim havadis idi Benim kıl-i kalim mebahis idi(9) Fakat bana azvettiler töhmeti Keşan ber keşan çektiler İzzeti

İzzet Molla’ya hamamda yıkanırken sürgün edildiğini bildirmişler (15 Şemadiyüluhra 1238-1822). Karisi ile oğullarını İstanbul’da bırakarak Topkapı’dan yola koyuldu. Özlem ve gurbet acılan yüreğine işlemeye başladı. Keşan’a varıncaya kadar yolculuk hikâyesinin en güzelleri şunlardır:

Evvela Topkapı ile Küçükçekmece arasında arabada asılı olan aynada kendi yüzünü görerek onunla konuşması ki mir’at-ı gazeli ile beraber otuz beyitten fazladır.

Uzun boylu kûseç cesim ül vücut(10) Cihanda adili adim ül vücut Edib ve natuk ve vezaif şinas Lebib ve haluk ve letaif şinas (beyitleriyle açıkladığı resmi) Beni eyledi kendine yar-ı gar

O da bivefa çıktı encam-ı kâr Nigahımdan âyine oldu cüda Benimle yine baki kaldı Hûda Benim gördüğüm şekil-i vahdet imiş Meğer ol bu divane İzzet imiş

Sonra Çekmeceler arasındaki kuruntusu kırk beyit kadardır. Kuruntu bu ya, gâh tuğlu vezir oluyor, ağaçlar gûya kendine selam duruyor, gâh şeyhülislam oluyor, önce kendisinin serbest bırakılmasını bildirip padişaha dua aldırıyor ve birçok arpalıklar ve ruuslar dağıtarak el etek öptürüyor, sonra Karun hâzineleri harcayarak kendisine büyük bir saray yaptırıyor mimarı hayali Sinimmar(11), semti deliler boşluğu, taşları elmastan, boyası yakuttan, boyacı fırçası güzellerin saçından avizeleri Pervine benzer, billur kandil parlak aydır. Sonra dairesinin gedikli ağaları sıralanıyor :

Olup malihulya emektarımız Bütünce verildi ana varımız Saraya anı kethüda eyledim O harceyledi ben safa eyledim Safayı edip kapıcı haneye Dedik koyma ektan Kâşaneye Ayağım civan ovardı müdam Gamı dest-i şadı kovardı müdam Meğer oynamış aklım âsa temel Dimağım gibi varmış anda halel Yıkıldı konakla cihan başıma Değil hoş bu, inan geldi başıma Heder oldu emval ve eşya bütün Buna benzemez mi bu dünya bütün Uşağın birisi deyince uyan Telef olan emvali sordum heman Dedim kande kaldı Küçükçekmece Dediler göründü Büyükçekmece.

Üçüncüsü habercisi olan çavuşun bitip tükenmeyen tatsız avutmalarından eza duyması. Dördüncüsü Türkmenli köyünde yatıp kalktığı pis hanın durumu ve hancının hareketleri.

Keşan’a varıp yerleştikten sonra ilk şikâyeti ramazan bekçisin-dendir. Bekçi çirkin sesli, kötü dilli, kötü yüzlü, kötü halli, kafası kel bir adam olup kendini müzik üstadlanndan sayar ve çirkin bağırmasına davulun sesini uydurarak sokak sokak dolaşır ve her kapının önünde türküsünü bitirmedikçe ayrılmazmış. İzzet Molla üç gece adamın kahrına dayanıp dördüncü günü “musikiden anlamayız başka yerde çalıp söylese daha iyi olur” ricasîyla adama bahşiş göndermiş. Bekçi bu davranışı sanatına tecavüz ve hakaret sayarak bahşişi kabul etmedik-den başka bir daha mollanın semtine uğramamış.

Mukadder imiş dinledik üç gece

O üç geceden görmedim güç gece

Haram etti zalim bana uykuyu Gözüm Yusf-ı haba oldu kuyu Bir ay çıkmadı nağmesi güşdan Beri etti kâfir beni hüşdan

O sırada İstanbul’da Tophane büyük yangınında şair Vâsıf’ın(3) evi yanmış. Bu münasebetle İzzet Molla bahtın sanatçılara uygun gördüğü bu haksızlık ve eziyetten acı acı yakınır.

Kurban Bayramı dolayısıyla dostalanndan gelen mektuplarda inşallah beş on gün içinde bağışlanacağı ve salıverileceği avutmasını yazmışlar. Molla bekleye bekleye :

Beş on gün beş on gün getirdim cünun Stambulda var tükenmez beş on Beş on gün değil oldu beş ay temam On aydan masun ede Rabb-ı enam Nedir aya lügatte beş on Beni eyledi böyle zar ü zebun Mürur etti gerçi zaman-ı meddi Şu beş on günün mevsimi gelmedi

İzzet Molla’nm Keşan’da neşeli günleri şair Talat ile olan sohbetleri ve yakınlıkları olmuştur. Bu Talat Herat’ta doğmuş, aslı Özbek olup îran Edebiyatını iyi bilen, hoş sohbet, konuşkan birisi imiş. Onunla geçirdiği anlan ballandıra ballandıra anlatır.

Keşan Mihnetleri destanının en dokunaklı parçası bir Rum kızının bir Müslüman delikanlısına ilgi ve sevdasını anlatan aşknamedir ki eski şark edebiyatının hamse hikâyeleri kadar acıklıdır. İzzet Mol-la’nın kendi dertleri ve acıları yetmiyormış gibi zalim tâli başına bir dert daha sardı.

Aceb bir helakim beladan bela

Htrasan idi ol kazadan kaza

Komşusu olan bir Rum kızı başka bir köyden bir Müslüman delikanlısına âşık olmuş. Meğer delikanlının köyünde sözlü bir yavuklusu varmış. Sevdalı kızın sevda ateşi ile yanan yüreğinden kopan ahlar ve inlemeler erkek ve kadın Keşan halkını merhamete getirdiği gibi Mollayı da çok üzmüş.

Şebim şeb değildi sabahım sabah Ererken dil-i zara gamdan felah

Bana etti Hab ü huzuru haram O ağlar ben ağlar idim subh ü şam

Tahammül olunmazdı feryadına

Bulunmaz idi çare imdadına

Nasihat iderdim gehi ben ana Teselli verirdi gehi ol bana

Gehi bana eyler idi arz-ı hal Gelip yanıma hasta ve bimecal

Koyup taşa başın olur mâlezen Terahhüm ederdi gören merd ü zen

Bu bir gûş olunmuş hikâyet değil Filah fıstikizden rivayet değil

İzzet Molla Keşan’da edebiyatla uğraşmasına ara vermemişti. Hu-lûsnameler, kasideler, tarihleri12) yazarak İstanbul’a gönderirdi. Meşhur Galip Paşa(4) sadrazam olunca, her ne kadar Hâlet Efendi’nin zulmüne uğramışlardan ise de koruyucu ve kadir bilir büyüklerden olduğundan, Keşan sürgününden dilekçe şeklinde yazılarak sunulan Kasıde-i Şitaiyye üzerine suçunun affedilmesi için aracılık ederek padişah emri çıkartmış ve Molla merhum 1239-1823 cümadiluhrasmm sonunda İstanbul’a dönmüştür.

Yeri gelmişken ekleyelim ki İzzet Molla, Keşan dersinden uyanmadı; 1244-1828 seferi başında yine boşbağazhğı (bu defaki itirazı gerçeği yansıtıyorduX5) yüzünden Sivas’a sürüldü ve orada ölümü (rivayete göre kaza sonucu) (6) oldu. 1245-1829.

AÇIKLAMALAR

·        1 — İzzet Molla, Tanzimat devrinin meşhur sadrazamlarından Keçecizade Meh

met Fuad Paşa ’nın babasıdır. Babası kazasker Konyalı Keçecizade Salih Efen-di'dir. 1785’te İstanbul’da doğan İzzet Molla medrese eğitimi görmüştür. Klasik divan şairlerinin sonunculanndandı. Çeşitli ilmiye sınıfı görevlerinde bulunmuştur. Hâlet Efendi’nin yakın dostlanndandı. Dilini tutmasını bilmediğinden bir iki defa sürgün edilmiştir. Son olarak sürüldüğü Sivas’ta 1829 tarihinde ölmüştür.

·        2 — Abdülhak Molla meşhur şair Abdülhak Hâmit’in babasıdır.

·        3 — Vâsıf, Osmanlı sarayı enderunundan yetiştiği için Enderüm (Enderunlu) adı

verilen divan şairlerinden birisidir. Şiirlerinin toplandığı divan basılmıştır. 1824’te İstanbul’da ölmüştür.

·        4 — Galip Paşa, Kocaeli ve Hudavendigar (Bursa) valiliklerinde bulunmuş başarı

lı Osmanlı vezirlerindendir. 1822’de sadrazam olmuş ve dokuz ay kadar kaldığı bu görevi yürütemeyeceğini anlayınca yerine Selim Mehmet Paşa’yı tavsiye ederek görevden çekilmiş ve Gelibolu’ya gönderilmiştir.

·        5 — Navarin ’de Türk-Mısır donanmasının yakılması üzerine Osmanlı hükümetinin olaya katılan devletlere gönderdiği notaya Rusya ’nın verdiği sert cevap padişahın başkanlığındaki toplantıda görüşülürken İzzet Molla söz alarak devletin bu sırada bir savaşa hazır olmadığım, Yunanlılara bazı haklar tanınmak suretiyle meselenin geçiştirilmesinin daha uygun olacağını söylemişti. Padişah Mahmut II. ise Rusya’ya savaş açılmasını istiyordu. Mollâ'mn bu sözleri padişahın hoşuna gitmedi. Daha evvel Molla ile aynı fikirde olan devlet adamlarının padişahın bu hiddetinden ürkerek onun tarafım tutmaları üzerine izzet Molla Sivas’a sürgün edilmişti.

·        6 — İzzet Mollâ’mn Sivas’ta bir kaza sonucu öldüğü bilinmekle beraber bunun ger

çekten bir kaza olup olmadığı kesinlikle tespit edilmiş değildir. Bazı kaynaklarda öldürüldüğü ileri sürülmektedir.

VII

Tanzimat-ı Hayriye : İncelenmesi

Eski idare usulünü yeni idare usule çevirmeye Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenleme” denmiştir.

“Tanzimat-ı Hayriyeyi” incelerken eski usulün önemli noktaları tanımlanacaktır.

Tanzimat-ı Hayriyye Hatt-ı Hümayun şeklinde ilan edilmiştir. Sultan II. Mahmut’un saltanatının son senesinde ilanı öngörülmüş iken Akif Paşa’nm diretmesi ile gecikerek Abdülmecit’in tahta çıkışından dört ay sonra ve 26 Şaban 1255-3 Kasım 1839’da ilan edilmiştir. Yazan ve okuyan Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa’dır. Okunması için Gülhane meydanında(l) yaklaşık olarak saptanan yerde bir kürsü ve davetlilere mahsus çadırlar kurulmuş; padişah hazretleri yakındaki köşke gelmişti. Yabancı elçiler ve yerli kuruluşlar (hattâ lonca odalarıyla esnaf kethüdaları) davet edilmişti. Bakanlar, ulema yüksek memurlar hazır olduğu halde toplanan binlerce halkın kürsüye yaklaşmak, için ara sıra kımıldanışından ve dalgalanmasından o geniş meydan çalkalanan bir deniz halini almıştı. Hazır olanlar arasında bulunan Vak’anüvis Lütfi Efendi “Reşit Paşa yüksek sesle ve herkesçe beğenilen düzgün ve açık bir şekilde okudu” diyor. Sonra kurbanlar kesilip toplar atılmış ve şenlikler yapılmıştır.

îlanı gününün her yıl dönümünde kandiller yakılarak şenlik yapılması ve okuduğu yere bir mermer sütun dikilerek üzerine hatt-ı hümayunun . azılması öngörülmüş fakat saray içinde halkın görmesi ve ziyaret etmesi kolay olamayacağından anıtın Sultan Beyazit Meydanında dikilmesi için sonradan karar değiştirilmiş ise de günün gerekleri dolayısıyla gerek şenlik yapılmasından ve gerek anıt dikilmesinden vazgeçilmiştir.

Tanzimat-ı Hayriye Hatt-ı Hümayununu inceleyelim :

Giriş kısmında zamanın padişahı “yüzelli senedir birbirini kovalayan dertler ve çeşitli nedenlerden dolayı ne yüksek şeriat hükümlerine ve ne de ulu kanunlara uyulması ve bunların örnek alınmaması sebebiyle Osmanlı Devleti’nin eski güç ve bayındırlığının güçsüzlüğe ve fakirliğe dönüştüğünü” açıkladıktan sonra şeriat kanunları ve disiplini ile idare olunmayan devletlerin ve memleketlerin devamlı olamayacağını kesin bir dille onaylıyordu.

Bu gerçekler padişahın ağzından söylenmesi dolayısıyla özel bir önem taşıyordu; zira Sadrazam Koca Hüsrev Paşa ve onun gibi istibdat yanlısı olanların yazılı kanunlara uyması kolay şeylerden değilse de aleyhinde açıktan açığa ağızlarını açmalarına imkân bırakmıyordu.

Osmanlı Devleti’nin iyi idare edilmesini sağlamak için yeniden pekiştirilmesi ve düzenlenmesi gereken esaslar “can güvenliği, mal, ırz ve namusun korunması ve vergi adaleti, gereken askerin toplanma şekli ve hizmet süresi hükümleri” olduğu bildirildikten sonra Hatt-ı Hümayunda bu hususlar birer birer açıklanmakta ve daha evvelkilerin yetersizliğinden doğan sakıncalar ve sonrakilerin düzenlenmesinden meydana gelecek iyilikler açıklanıyor ve sayılıyordu. Biz de birer birer tanımlayarak tartışalım:

·        1 — Can güvenliği: Can güvenliği insan haklarının en yükseğidir. Hiç kimse kanunda belirtilmiş olan suç ve cinayeti işlemedikçe ve kendisine yüklenen suçu ve cinayeti işlediği mahkeme karan ile sabit ve mahkemece karara bağlanmadıkça idam olunmaz. Şeriat hükümleri de bunu doğrulamaktadır. Ama bizde bu esas hak uygulanmıyordu. Hayat iktidarda olan kişilerin dudaklarının arasında idi. Bir emirleri onu yok etmeye yeterdi. Bu kötülük en yüksek mevkiden başlayarak derece derece aşağıya doğru inerdi. Nice sadrazamlar iftiraya uğrayarak veya hakkı savunmak ve devlet çıkarlarını korumak amacıyla padişah emirlerine karşı gelerek, sorgusuz cevapsız gadre uğrayarak öldürülmüşlerdir. Mesela Kemankeş Kara Mustafa Paşa namındaki mert, çalışkan ve gay-retli adam birğuîTHivaiiThümayundan özel şekilde padişah huzuruna çağrılarak Sultan İbrahim “Kethüda kadına odun gönderilmesini em- ( retmiştim. Hâlâ gitmemiş” diye azarlaması üzerine onurlu Paşa “efendim yüksek saltanatınızın büyük işleri hakkında yüce emirlerinizi almaya geldim; kethüda kadının odunu ne çeşit şeydir ki sadrazamın divandan çağrılmasını gerektirsin” cevabını verdiğinden padişahın hiddetine uğrayarak sonradan öldürülmüştü.

Hekimoğlu Ali Paşa gibi bilim ve erdemlikte eşi olmayan, idarede, memleket ve savaş işlerinde benzeri bulunmayan büyük bir vezir, devlet işlerine ait bir maddeden dolayı Sultan III. Osman’ın canını sıkıp da “ben seni azleder ve hamalbaşı Ali Ağayı kendime vezir yaparım” demesi üzerine kendini tutamayarak “efendim ona Hamalbaşı Ali Paşa derler, Hekimoğlu Ali Paşa demezler” karşılığını verince kızkulesine hapsedilmiş ve Valide Sultan’ın (padişahın annesinin) ısrarlı aracılığı üzerine öldürülmek tehlikesinden kurtulmuştu. Fuat Paşa (Sadrazam Keçecizade) bir gün Abdulaziz Han önünde gösterdiği cesaret dolayısıyla padişahın yüzündeki değişikliği görünce “efendim, bizden evvelki vezirler orta kapıda celladın beklediğini bildikleri halde yine büyük padişahlara doğruyu söylemekten çekinmezlerdi; Allah’a şükür yüksek adaletiniz sayesinde bizim öyle korkumuz yoktur, gerçeği söylemekte duraklamak bize günahtır” dediği söylenir.

Kişi dokunulmazlığı hakkındaki şeriat ve k^nun hükümleri iktidarda olanların keyfi işlemleri yanında yer alamamıştı. Bir paşanın günde şu kadar (kelle) tayını olduğuna inanan akılsızlar vardı. Vali paşanın bir sabah en güvendiği adamını öldürttüğünü haber alan kadı derhal yanma varıp sebebini sorduğunda “bu gece rüyamda beni korkuttu, artık güvenim kalmadı” cevabını alınca, razı edecek davranıştan ayrılmamak ve her emrini yerine getirmek elimdedir, fakat rüyasına girmemek elimde değildir diye Kadı Efendi hemen pılı pırtıyı toplayarak oradan sıvıştığı; sadrazam birgün tebdil gezerken berber dükkânından atılan kirli su kaza ile üzerine sıçradığında berberin öldürülmesini emreder, kendi berber başısı olduğu söylenince “öyle ise başka bir berber bulun ve emri yerine getirin, zira sadrazamın emrini yerine getirmek lazımdır” dediği gerçi halkın hayalinde uydurduğu fıkralardan ise de halk hikâyelerine girmesi, olması mümkün hallerden olduğunu gösteriyor. Taşralarda türeyen zorba ve eşkıyanın bir kısmı can korkusuyla eşkiyalık yoluna saptıkları tarihçe bellidir. Can güvenliği olmayan bir toplum uygar toplum sayılmaz. îşte Tanzimatm ilk gözettiği bu önemli konu olmuştur.

·        2 — Mal, ırz namusun korunması: Irzın korunması meselesinin Tanzimat-ı Hayriye’de belirtilmesinin sebebi anlaşılamıyor. Çünkü ırza saldırmak geleneklerimize ve millî terbiyemize tâmamen aykırıdır. “Irz padişahındır” sözü, korunmasının padişaha emanet edilmiş bir millî hak, bir manevi hazine olduğuna ve kimsenin ona dokunamayacağı anlamına gelmektedir. Bu durum millî geleneklerimizle doğrulanmıştır.

Namusun korunması maddesine gelince, burada namus, şahsi onur manasına alınması uygun düşüyor. Bir memurun yargılanmadan rütbesinin kaldırılması ve sürgün edilmesi onur kırıcı hallerdendir. Ama bu gibilerin sonradan affedilerek görev ve rütbesinin geri verilmesi ve yeniden çalıştırılması çok kez olmuş ise de bir kerre kınlan onurun tamamı ile geri dönmesi mümkün olur mu? Yine büyük küçük halktan biri, hükümet yöneticilerinin haksızlığına ve sataşmasına uğrasa, haksız olarak tutuklansa ve suçlandınlırsa, temize çıkması kesin olsa bile gerek şahsı ve gerek ailesinin yapılan bu uygunsuz işlemden üzülmemesi ve sürülen lekenin tamamen temizlenmesi mümkün değildir.

Bir mala sahip olma hakkı ve malın korunması konusu açıkça ayak altına alınarak saldırıya uğramakta idi. Müsadere usulü uygulanmakta idi Selim Mehmet Paşa (2) sadrazamlıktan azledildiği zaman bütün malları ve eşyası, yerine geçen Darendeli İzzet Mehmet Paşa’ya (3) verilmiş, Pertev ve Akif Paşaların görevden alınma ve sürgünlerinde mallarına devlet tarafından el konulmuştu. Gerçi eskiden beri bir vezirin gözden düşmesi suretiyle azli veya haddinin bildirilmesi gerektiğinde veya ölümünde çadır ve silah gibi savaş araçları alınarak bir başkasına verilmesi devlet çıkarma uygun sayılır, para ve diğer mallarından gereğinden fazlası alınıp, ailesinin günlük geçimini sağlayacak kadarı bırakılarak çoluk çocuğun sürünmesine yer verilmezse de bu işlemin adalet ve hukuk esaslarına aykırı olduğu meydandadır.

Büyüklerden birinin ölümünde bıraktığı şeylerin devlet tarafından sayımı yapılarak mirasçılara bırakılacaklar ayrıldıktan sonra gerisini almak usuldendi. Bu şekilde devlet tarafından mala elkoyma usulünden başka özel yollarla elkoyma âdeti de vardı. Valiler mal ve mülküne elkoymak için memleketin ileri gelenlerini ve zenginlerini öldürttükleri olağandı. Meselâ Tepedelenli Ali Paşa’nın (4) sahibi olduğu yüzlerce çiftlik babadan kalma veya satın alınmış mülk olmayıp çoğunlukla zorla alınmış mallardandı. Hattâ paşanın çiftliğinde misafir olduğu ve yemeğini yediği, hürmet gördüğü bir beyi ertesi günü öldürterek mallarına konduğu emsaline az rastlanır bir olay değildi.

Mal güvenliğinin gereği derecede kanun garantisi altına alınması zorunlu idi. Gerçi ne şeriat hükümleri ve ne de yürürlükteki kanunlarımız mala elkoymaya asla uygun değildi. Fakat yerine getirme gücü zayıflamış olduğundan kötüye kullanmanın önüne geçilemiyordu. Tanzimat-ı Hayriye bunu da önlemiştir.

·        3 — Vergi adaleti: Vergilerin zenginlikle uygun, miktarı ve orantısı belirli olması ve herkesin senesi içinde vereceği vergilerin miktarı m önceden bilerek ona göre hazırlıkta bulunması ve kendisinden fazla bir şey istendiği vakit vermemesi ekonominin ilk kurallanndandır. Bu kuralların uygulanmasında o devirde türlü türlü aksaklıklar vardı. Verginin en önemlisi olan Aşar hakkında kontrolsüz iltizam usulü yürürlükte idi. Mültezim ancak bir senenin gelirine sahip olduğundan ileriyi düşünmeyerek ekicileri soyar soğana çevirir, geleceğin gelir kaynaklarını kurutmaktan çekinmezdi. Evvela halktan bir yerine iki ahp şikâyet edilirse, hükümet adamları “kulluk bahşişi” ile bağlanmış olduğundan, çok kerre hak kazanmak mümkün olmaz ve şikâyetçilere “şikâyetlerini Allah’a yap” diye inlemekten başka çare kalmazdı.İkincisi verginin toplanması için ekicinin çiftine çubuğuna varıncaya kadar eşyası ve ekim araçları sattırıldığmdan araçtan yoksun kalan köylü ertesi sene ekip biçemez ve bu sebeple memleket geliri düşer idi. Mültezimle-' rin saldırısından kurtulmak için bağ ve bahçelerde verimli ağaçların kesildiği ve kırıldığı seyrek değildi. Bu hal hem çiftçinin güçsüzlüğüne ve zulüm görmesine hem de memleket bayındırlığının gerilemesine sebep olurdu. Mültezimin hareketleri ve davranışları hükümet tarafından kontrol edilmedikçe, dikkatli ve adeletli koruyuculuğu altına alınmadıkça yolsuzlukların önünü almak imkânsızdı.

Aşarın toplanmasındaki bu kusurlar diğer vergilerde de görülür-dü. Gerçi vergilerin çeşitleri ve miktarı yerel gereklere göre vilâyet vi-C,; lâyet hattâ ilçe ve ilçe deftere yazılarak vaktiyle kanun kitaplarına ve İS*r tapu kayıtlarına geçirilmiş ise de zamanla uygulanmasına ve yönetimi-1 > ne bakılmadığından halk ne vereceğini bilmez ve çoğunlukla tekrar ödemeye mecbur kalırdı. Muhassıllarm mültezimlerden daha insaflı olmadıkları bilinen gerçeklerdendi.

Hatt-ı Hümayun’da “önceleri gelir sanılmış olan yed-i vâhid derdinden Allah’a şükür memleketimiz halkı evvelce kurtulduğu’ ’ bindiriliyordu. Tekel demek olan yed-i vâhid usulü gerçi hâzineye bir miktar kazanç sağlarsa da vurgunculuğa resmi şekilde meydan verdiğinden halk üzerinde gerçekden bir belâ idi.

Sözün kısası vergilerin gerekli adalet şartları içinde belirlenmesi ve toplanması maliye işlerinin düzenlenmesine esas olacağından “bundan sonra memleket halkından her şahsın malına ve gücüne göre uygun vergi tespit edilerek kimseden fazla alınmaması” ve toplama emrinin iyi bir usule bağlanması ve özellikle mahalinde toplanan vergilerin doğru yoldan sapıtmayarak doğruca devlet hâzinesine girmesinin ciddi yeni kanunlarla sağlanması lüzumlu idi. Devlet mali durumunu yani gelir ve giderini etraflıca bilmesi gerektiğinden bütçe düzenlenmesi lüzumu da Hatt-ı Hümayun’da dolaylı olarak belirtiliyordu. Her sene gelir ve gideri gösteren bir bütçe defteri düzenlenmesi devletçe eskiden beri gelenek olduğundan o devirlerde kısmen Sayıştay görevini yapmakta olan beş muhasebe bürosu harcamaların bütçeye göre yapılmasına bakmakla yükümlü idi. Başmuhasebeci veya birinci muhasebeci denilen bu büronun başkanları, eskiden defterdarlıklarda çalışmış ve maliye işlerinden anlayan önemli kişilerden seçilerek bütçe dışında harcama yapılmasına karşı koyarlar ve kendileri gevşek olsalar bile, göğüslerindeki atlas keselerde büronun evrakını götürdüklerinden dolayı “kesedar” denilen büro müdürleri kanun hükmünü korumak için vazife gereği karşı koyarlardı. “Bakalım kesedar efendiye danışalım” deyimi kesedarların, büronun haklarını ve görevlerini savunmakla görevli olduklarını ve görevlerine gereği kadar bağlı olup usulsüz işlere karşı durduklarını ispatlar. Başmuhasebe bürosunun düzgün ve inci gibi dizilmiş hesap tomarları eski belgeler arasında görülmektedir. Sadrazam Tarhuncu Ahmet Paşa’mn (5) bir bütçe meselesinden dolayı öldürüldüğü (1063 — 1652) bilinmektedir.

Bütçenin yine eskisi gibi her sene düzenlenmesine devam edilirse de gelir ve giderler doğru olarak tahmin olunamadığı gibi gideri gelire uydurmak kuralına uyulamadığından giderler aşıp taşar ve bütçe tasarıları diğer kanunlar gibi kâğıt üzerinde yazı gibi kalırdı. Bir bakan tarafından devletçe en faydalı bir iş yapılmaya teşebbüs olunsa gerekli gider için “bugün para yoktur, hâzinenin gücünü beklemek lazım” karşılığı defterdarlıkta ve sonra maliye bakanlığında usûl haline getirilmişti.

·        4 — Askere alınma şekli ve hizmet süresi: Yeniçeriler kalktıktan sonra yeni ordunun kurulması esaslı bir kurala bağlanamadı. Asker toplama memurları her tarafa dağılıp dinç ve güçlü kişileri (Sultan II. Mahmut’un özel emri gereğince bıyıklarını ellerine alanlardan) yakalayıp zorla askerlik mesleğine sokarlardı. Bir kere askere girince bir daha kurtulmak ümidi yoktu. Gerçi yeteneklileri subaylığa yükselerek mareşallik rütbesine kadar önleri açık ise de bu usûl halkı korkutmuştu. Görevliler geldiği zaman gençler köylerinden kaçışır ve hizmete yaramamak için kendilerini sakatlayanlar olurdu. Bu sebeple bazı yerden çok asker alınır bazı yerlerden hemen hiç alınamazdı. Bu usûl “hem düzensizliği ve hem de tarım ve ticaretin faydalarının bozulmasına sebep olduğu gibi askerliğe gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar çalıştınl-maları da bezginlik getirmekte ve dölleşmeyi kestiğinden” asker toplama usulü ve askerlik süresi bakımından bu sakıncaları giderecek kolaylaştırıcı esaslar konması zorunlu idi.

Yurt savunması bütün millet fertlerinin borcu ise de barış zamanında askerlik hizmetinin belirli bir süreye ve nöbet usulüne bağlanması, ancak sefer zamanında savaşın zahmetlerine dayanıklı ve silah kullanmaya yetenekli olanların kutsal yurt görevinin yerine getirilmesine koşması işe ve akla en uygunu olduğundan ilk defa Prusya’da başlayıp sonra diğer devletlerce de kabul olunan usule göre asker sınıflarını ikiye ayırmak gerekiyordu. Birinci sınıf muvazzaf askerdir ki her erkek askerlik çağma geldiğinde silah altına alınarak belirli bir süre için askerlik eğitimi görür ve askerlik disiplinine alışır. İkinci sınıf redif askerlerdir ki belirli yasal hizmet süresini tamamladıktan sonra köyüne ve evine dönerek işi ve gücü ile uğraşır ve savaş çıktığında silah altına çağrılır. Eskiden bizim Kapıkulu ve Timarh teşkilâtı da bu usule göre düzenlenmişti.

Nizamiye teşkilâtı için nöbetleşme kuralı, kur’a usulünün uygulanması ile meydana gelmiş ve nöbetleşme hemen onu izlemiştir. Dışarılarda (İstanbul dışındaki yerlerde) uygun merkezlerde ordular kurulması ve redif askerlerin düzene konması hususları mümkün olmuştur. İşte Tanzimat-ı Hayriye’nin öngördüğü bu önemli hususlardı.

Tanzimat-ı Hayriye’nin bir paragrafında “bütün memurların bugünkü gibi yeteri kadar maaşları olacak, eğer henüz olmayanları varsa onlar da düzelteceğinden, şeriatça yasaklanan ve memleketin perişanlığının baş sebebi olan çirkin rüşvet maddesinin bundan sonra meydana gelmemesi için de sağlam bir kanunla önlenmesine bakılsın” deniliyor. Rüşvet veren ve rüşvet alanın her ikisi de lanetlenmiş ise de önleyecek şeriat ve kanun hükümleri bulunmadığından bazı zamanlarda pek çok kötüye kullanılmış ve hattâ Sultan İbrahim zamanında bir hizmet karşılığı verilen para ile hakkın ispatlanması için mahkemelerde davalar açılmıştı.

Diğer bir paragrafında da yeni idari (mülkiye) kanunların “Meclis-i Ahkâm-ı adliye” de hazırlanması ve bunun için üyelerin gereği kadar fazlalaştınlması ve hepsinin toplantı sırasında düşünce ve oylarını hiç çekinmeden söylemeleri ve bildirmeleri, askerlik kanunlarının da “Dar-ı Şura-i Ser Askeri” de konuşulup kararlaştırılması bildirilmekte idi.

Diğer bir paragrafı da hiçbir kimsenin yürürlükteki kanunlar gereğince ve açıkça usulüne göre incelenerek duruşması yapılıp hüküm kesinleşmedikçe hapis ve cezalandırılmaması hakkındadır. Yazılışı biraz karışık olan bu paragrafla kişi güvenliği sağlanıyordu. “Ve herkes mallarına ve mülklerine tam bir serbestlikle sahip” olması belgelendiriliyordu.

Bir başka paragrafında bu bildirilen konularda ayrıcasız “bütün imparatorluk halklarına padişahlığımız tarafından tam bir güvence verilmiş” olduğu bildiriliyor ki bu da kanun nazarında yurttaşlar arasında hak eşitliğini kapsamaktadır.

Yukarıda bildirilen kişi güvenliği ile bu hak eşitliği konuları Tanzimatçın ruhu iki önemli temel direği idi “ve açıklanan bu hususlar eski usulü tamamıyla değiştirmek ve yenileştirmek demek olacağından” artık eski usule son verildiği, memleket ve milletin bundan sonra kanun egemenliği altında yaşayacağı anlaşılıyordu.

Sultan Abdülmecit vicdanından doğan fikirle bütün bakanları ve ulemayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde toplayarak yeni hükümlerin aksine hareket edilmeyeceğine dair hep beraber yemin edilmiş “bundan sonra vezirlerden ve ulemadan her kim olursa olsun yeni kanunlara aykırı hareket edenlerin suçlan sabit olduğundan hiç rütbeye, hatıra ve gönüle bakılmayarak hadlerinin bildirileceği” emrediliyor. “Bu kanuri-lann aksine hareket edenler ulu Tann’mn lânetine uğrasınlar ve sonsuzluğa kadar mutluluk görmesinler. Âmin” bedduasıyla Hatt-ı Hümayun son buluyor.

Yalnız bir paragraf dikkat çekicidir. O da Tanzimat’ın Osmanh Ülkesinde ilanı ile birlikte “büyük dost devletler de bu usulün Allah’ın yardımıyla sonsuzluğa kadar devamına şahit olmak üzere İstanbul’umuzda oturan bütün elçilere de bildirilsin” fıkrasıdır. Hatt-ı Hümayun’-un okunması sırasında yabancı elçilerin çağrılması ve sonra kendilerine bildirilmesi, devletin yalnız iç işlerine ait hususlarda onlara bir karışma kapısı açmak olacağından bu yolun seçilmesine sebep ne idi? Reşit Paşa bu inceliği gayet iyi bilmekte ise de yeni kuralların o zamanın anlayış açısına sığmayacağını bildiğinden yürütülmesine ve yerleştirilmesine içeride zorluk çıkarılması ve engellenmesi ihtimalini önlemek için yabancı devletlerin şahitliğine yani bir çeşit garantisine başvurmuştur(6). ,

AÇIKLAMALAR

·        1 — Gülhane Meydanı, İstanbul’da Topkapı Sarayı yanındaki Saray Burnu da de

nilen parkın bulunduğu alandır. Burası o zamanlar geniş bir bahçeden ibaretti. Halka açık bir park haline getirilmesi Cumhuriyet devrindedir.

·        2 — Selim Mehmet Paşa, İkinci Mahmud’un tanınmış vezirlerindendir. 1824 yı

lında Galip Mehmet Paşa ’nın yerine ve onun tavsiyesi ile Vezir-i Âzam olmuş, bu görevde dört sene kalmıştır. Yeniçeri Ocağının kaldırılması olayında büyük gayreti ve hizmeti geçmiştir.

·        3 — İzzet Mehmet Paşa yukarıda adı geçenin yerine geçmiş ise de bu makamdaancak üç ay kalabilmiştir.

·        4 — Tepedelenli Ali Paşa, Mora isyanından evvel Yanya valisi idi. Zalimliği ve acımasızlığı dillere destan olmuş ve bu tutumu ile büyük servet toplamıştı. Bu

korkutucu tutumuyla etrafa korku saldığından Yunanlılar isyana cesaret edemiyorlardı. Halet Efendi ile arasının açılmasından sonra devlete isyan etmiş gibi gösterilerek üzerine kuvvet gönderildi; uzun mücadelelerden sonra sığındığı bir kalede yakalanarak öldürüldü.

·        5 — Tarhuncu Ahmet Paşa, yanlış olarak Osmanlı Devletin ‘de ilk bütçeyi yapan

adam diye tanıtılan XVII. yüzyıl devlet adamlanndandır. Padişah İbrahim I. zamanında devletin içinde bulunduğu mali bunalımı gidermek maksadıyla devletin gelir ve giderini düzenlemek için çıkarcıların hâzineden aldıkları ka-nunsuz ve yolsuz paralan kesmesi dolayısıyla padişaha hakkında çeşitli yalan-lar söyleyerek öldürtülmüştür(1652).

  6 — Bu hüküm açık olmadığından manası bakımından pek çok tartışmalara sebep olmuştur. Bir kısım yazarlar Tanzimatın, Avrupa devletlerinin baskısı altında yapılmış bir ıslahat hareketi olduğunu ileri sürerken görüşlerini bu paragrafa dayandırmışlardır. Paragrafın dış baskıdan çok iç muhalefet dolayısıyla sonradan geri dönülmemesi için konulmuş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.

VIII

Tanzimat-ı Hayriye “Eleştirmesi”

Tanzimat-ı Hayriye’nin gerekçesi, yazılış şekli ve yasal değeri bakımından bazı düşünceler ileri süreceğiz.

Gerekçesi-Osmanh Devleti mülki idare usulü, öğretim ve askeri teşkilât bakımından vaktiyle zamanın en ileri devleti iken sonradan bilinen sebeplerden dolayı devlet düzeni ve gücü bozulduğundan, uygarlığın yeni ilerlemelerini takip edemediğinden Koca Ragıp Paşa’nın (1) benzetmesi ile dişi ve tırnağı dökülmüş ihtiyar arslan gibi görünüşte büyüklüğünü korumakta, fakat günden güne ihtiyarlık gevşekliğine uğramakta idi. 1182-1768 Seferi(2) ile başlayantRus saldırıları, altmış sene içinde üç kez tekrarlanmış olduğundan devletin gücünü tüketmiş ve Küçük Kaynarca Andlaşması(3) ve daha sonra Hünkâr İskelesi Anlaşması ile (4) iç işlerine karışmasına yol açmıştı. Diğer taraftan içteki problemler dış savaşlara eklendiğinden Mora ayaklanması ve sonra Mısır meselesi(5) Osmanh Devleti’nin maddi güçsüzlüğünü büsbütün ortaya çıkarmış “Hasta adam”(6) deyiminin yayılmasına sebep olmuştu.

Mustafa Reşit Paşa Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu sırada büyük devletlerin hakkımızdaki düşünce ve görüşlerini tam olarak öğrenmiş ve Osmanh Devleti’nin eskimiş usullerini bırakarak yeni uygarlık yoluna girmedikçe ülkelerinin idaresinde esas hukuk kurallarına uymadıkça şanını ve gücünü koruyamayacağına ve devamını sağlayamayacağına kesin kanaat getirmiş olduğundan bu kaatlerini devlete duyurmaktan geri durmazdı. Bu hususta Avusturya Başvekili Prens Metemih(7) ile İngiltere’nin Tori kabinesi de fırsat düştükçe dostane uyarılarda bulunurlardı. Bundan dolayı Sultan Mahmut Il’un saltanatının son yıllarında bazı denemeler yapılmış ise de esasa ait kesin girişimlere yanaşılamamış idi.

Mısır meselesi büyük devletlerin eğilimlerini gösterecek devreler geçirmişti. Fransa’da Tiere kabinesi(8) açıktan açığa Mısırlıya taraftar olduğundan basında çıkan yazılar ve parlamentoda geçen münakaşalar Osmanh Devleti’nin şeref ve onuruna dokunduğundan, İngiliz halk oyunun esaslı reform yapılmasını Osmanh Devleti’nin devamı için en büyük şart sayması Reşit Paşa’nm kanatlerini doğrulamıştı. Reşit Paşa, Abdülmecid’in padişah olmasından sonra İstanbul’a geldiğinde Sadrazam Koca Hüsrev Paşa’nın haberi olmadan bir iki defa yeni padişahla görüşmüş ve bu gerçekleri ve incelikleri ve ilerideki tehlikeleri etrafıyla açıklamış, henüz on yedi yaşında bulunan zeki padişah bunları tamamıyla anlamıştı. Bu anlatış ve anlayış sonucu olarak Tanzimat-ı Hayriye’nin ilanına karar verilmişti. Amaç, “Devlet-i Ebed Müddet” in illeti ile yakalandığı hastalığın hemen tedavisine başlamak ve ihtiyar bünyesini ölüm tehlikesine düşmekten kurtarmaktı. Yazılış şekli: Tanzimat-ı Hayriye Hatt-ı Hümayun “Padişah Buyruğu” şeklinde ilan olunduğundan kanun metinleri gibi yazılamazdı; mahiyeti itibariyle idari emirler çeşidinden sayılırdı. Yönetime ve hukuka ait önemli esasları tespit ile yetinerek bu esaslardan çıkarılacak kanun ve nizamların düzenlemesini Meclis-i vâla ve Dar-ı Şura’ya bırakıyordu.

Yazılış tarzı akıcı ve açık olmakla beraber gerek kıyaslama gerek çizdiği programın tertibi bakımından bilimsel ve mantıklı olmaktan ziyade idari ve gelişi güzel olmuştur. Gerçi yazar eski kötülükleri şiddette yermekte ve lanetlemekte ve yeni reformları içtenlikle ve açıkça anlatma ve sıralama hususunda büyük bir yetenek göstermiş ve Avrupa prensiplerini tamamıyla kavramış bir zekânın geniş, dayanıklı ve kesin isteklerinin emri altında yürümüş ve titremiştir. Her satırında hat-; tâ her kelimesinde içtenlik ve gerçeklik kokuları saçmakta ve sahibi-i*!' nin kuvvetli ve kesin kanaatini göstermektedir. Bundan dolayı devleti-•»! mizin tarihi Reşit Paşa’ya daima borçlu kalacaktır. Fakat bir taraftan sadrazamın ve hükümet büyüklerinin reforma taraftar olmaması ve diğer taraftan Nizip olayı(9) ile yeniden canlanan Mısır meselesinin Avrupa topluluklarında meydana getireceği olumsuz etkilerin hızla giderilmesi kaygıları Reşit Paşa’yı acele harekete zorladığı gibi padişahı inandırınca tavını kaçırmamak için Tanzimatm bir engele uğramadan yazılmasını ve ilanını ve halkın kolaylıkla kavraması için sade deyimler ve basit teoriler kullanmayı uygun bulmuştur.

Hatt-ı Hümayun’da hukukî dokunulmazlık ve vatandaş eşitliği prensiplerine mali ve askeri işlerin karıştırılması ve yazılışında düzensizlik görülmesi ileri sürdüğümüz düşüncelerden ileri gelmektedir. Sonradan Tanzimat’ın hükümlerini açıklayan Dışişleri Müsteşarı Sadık Ri-fat Bey(Paşa)(10) tarafından yazılıp İstanbul dışındaki yüksek memurlara genelge halinde gönderilen padişah buyruğunda aynı kokular duyulmakta ise de aslı ile farkları kolaylıkla seçilmektedir.

Yasal Değeri : Tanzimat-ı Hayriye, zamanına göre yüksek bir yasal değer taşımakta idi. Zulme ve keyfi idareye alışmış olan devlet büyüklerini kanuna bağlı olmaya ve vatandaş haklarını çiğnememeye davet ediyordu. Can ve mal güvenliği, ayrılık gözetmeden vatandaşın kanun önünde eşitliği ve hiç kimsenin ilgili mahkemede açık yargılanıp kabahati görülmeden ve mahkemeden karar çıkmadan bahsedilmemesi ve cezalandırılmaması, aksini yapanların her kim olursa olsun büyük küçük rütbeye, hatır ve gönüle bakılmasızın cezalandırılmaları, vergilerin ve askerlik hizmet süresinin belirlenmesi ve sınırlandırılması gibi bir hükümetin vatandaşlara borçlu bulunduğu koruyucu görevi olduğu kadar egemenliğinin devamını sağlayan asıl ve esaslardır. Hatt-ı Hü-mayun’un bildirdiği ve açıkladığı bu esaslar gözönünde bulundurularak çıkarılacak yeni kanunların düzenlemesi ve yazılı hale gelmesi ilgili meclislerde yapılmış ve bunların hepsinde Reşit Paşa’nın öngördüğü ilerleme esprisi ve vatandaş sevgisi göründüğü gibi memleketin durumu ve halkın karakter ve anlayışı gözetilmiştir. Gerçi şeriat düzeninde ve eski yasalarımızda da bu hükümler vardı, fakat destekleyici güçten yoksun kaldığından hükümden düşmüş Kur’an âyetleri gibi ancak sayfa satırlarını süslemekte idi. Yeniden yapılan kanunlar da eskiler gibi olursa bu kadar gürültü ile çekilen zahmetler boşa gidecekti. Bütün mesele destekleyici gücü kurmak, yürütülmesine ve uygulanmasına bütün milletin en büyüğünden en küçüğüne kadar hepsinin candan bir istekle sarılması idi.

Gelecek makalemizde Tanzimat-ı Hayriye’nin uygulanması ve hükümlerini yerine getirmekte görülen zorluklardan bahsedeceğiz. Yalnız vatandaş eşitliği hakkında bir iki söz ekleyelim:

Bilindiği üzere reaya adını verdiğimiz Müslüman olmayan vatandaşlar hâkim milletten sayılmayıp onun çalışan bir sermayesigibiidi. Mal, can ve ırz-lan tamamen şeriatın güvenliği altında olduğu gibi tarım, sanat, endüstri ve ticaret alanlarında geniş müsadeler elde etmişlerdi. Hattâ hâkim millet, memleket idaresi ve askerlik hizmetinden sorumlu olduğundan bu ekonomik işlerle hiçbir şekilde uğraşmamış, bunlan reayaya bırakmıştı. Demircilik ve marangozluk gibi esnaflık denilen lüzumlu endüstri onlarda idi. Memleketin emekçileri ve üreticileri ve çalışarak para kazananları en fazla kendileri idi. Savaşa katılmak ve çalışmalarını önleyen başka engele rastlamadıklarından nüfusça kayba uğramazlar, reaya köyleri Müslüman köylerden daha zengin görünürdü. Bu kıymetli toplumun memlekete lazım olduğu ve korunması gerektiği eski ferman, buyruldu ve kanunlarda daima açıklanmış ve tavsiye olunagelmiştir.

Hazret-i Ömer Kudüs’ü ele geçirdiği vakit Hıristiyan halka karşı yükümlendiği mal ve can korunması, mezhep ve ibadet serbestliğine karşılık bazı şartlar koymuştu. Bu şartlar sonradan bütün İslâm Devletlerinde uygulanagelmiştir. Müslüman olmayanların İslâm ahaliden renk ve şekilce farklı elbiseler giymeleri ve şehir içinde ata binmemesi, silâh taşımaması gibi yasaklar bizde de geçerli idi. İşte bu ayırımlar yerel ve sosyal konularla ilgili şeyler olup esas haklara asla dokunmazdı. Çünkü hakim, aynı kanunla Müslüman ve Müslüman olmayan hakkında hüküm vermekte görevli idi. Avrupa feodalitesinde olduğu gibi ayrı halk sınıflarına göre ayrı ayrı hükümler yoktu. Reaya topluluğu bu durumlara zaten tamamen alışmışlardı.

Tanzimat-ı Hayriye’nin vatandaş eşitliğini ilan etmekten masadı bu küçük farkları bile gidermek ve bu konuda her çeşit sakıncayı önlemekti. Sonradan ilan olunan ıslahat fermanları ve Kanun-ı Esasi(Ana-yasa) kesin siyasi eşitliği kurmak ve en sonra askerlik görevini herkes için kabul etmekle, Sultan Mahmut II. un “ben vatandaşlarımdan Müslüman’ı camide, Hıristiyanı kilisede ve Museviyi Sinagog’ta ayırırım, aralarında başkaca bir fark yoktur” sözü geniş bir uygulama alanına kondu. Bütün devlet rütbeleri ve memurlukları kendilerine açıldı. Müs-lümanlar hakkında şahitlikleri geçerli değilken(ll) Müslümanlar hakkında hüküm vermek üzere mahkeme üyeliği bile verildi. Müslüman vatandaşlarının elde ettikleri nimetlere ve izinlere kavuştuktan başka fazla olarak onlar daha evvel okullar açıp, ticaret ve sarraflık işlerinden daha fazla para kazanarak kültür ve ekonomik bakımdan ilerlemeleri sonucu olarak kendilerinde hırslı siyaset emelleri uyandırdı. Kahredici bir güçle mahkûm iken iş ve zenginlik dolayısıyla yükselmelerinden hasıl olan neş’e ve emeller hükümetin gözüne batmaya başladı. Bu emellerin vakit ve zamanında hükümet tarafından iyi idare edilmesi, gidişatına devlet ve memleket çıkarlarına ve mutluluğuna yarayacak bir yön verilmesi gereğini onaylayacak ve eşitlik kuralının bir hükümet gereği olduğunu kabul etmekle beraber Müslüman olmayan vatandaşların bugünkü durumu ile eski halini kıyaslayarak elde edilecek sonucun değerlendirilmesini sayın okuyuculara bırakırız.

AÇIKLAMALAR

1 — Koca Ragıp Paşa, X VIII yüzyılda yaşamış (1699-1763) ve 1756-1763yıllan arasında sadrazamlık yapmış büyük devlet adamlanndandır. Yüksek idare bilgisi kadar edebiyat alanında da ün yapmıştır. Osmanlı Devleti’ni dişleri ve tırnaklan dökülmüş ihtiyar bir arslana benzetir ve fazla hareket ettiği takdirde halsizliğinin ve işe yaramazlığının herkes tarafından görülüp anlaşılacağını ileri sürerek herşeyi barış yolu ile çözmeyi önerirdi.

3— 1182 seferi 1768-1774 yıllan arasında Rusya ile yapılan savaştır. Küçük Kaynarca Barışı ile sona eren ve memleketimiz için büyük zararları olan bu savaş sonunda 1774yılında yapılan banş ile Osmanlı Devleti himayesindeki bir Türk-İslâm ülkesi olan Kırım ’ı kaybettiği gibi Ruslann, imparatorluğun iç işlerine karışma sebebi olan “Ortodosk tebanın haklannın koruyucusu” niteliğini kazanmasını sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ’nun yıkılışına kadar bütün Avrupa devletlerini pek yakından ilgilendiren meşhur ‘‘Şark Meselesi” Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki bu üstün durumundan başlamıştır denilebilir.

4 — Hünkâr İskelesi Anlaşması, 1833yılında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetlerinin Osmanlı ordularını mağlup ederek Kütahya önlerine kadar geldiği sırada, padişah Mahmut Hm tahtını kurtarmak için Ruslarla İstanbul’da 8 Temmuz 1833’te yaptığı karşılıklı yardım anlaşmasıdır. Boğazlan Ruslara açma hükümlerini de taşıyan bu anlaşma, olaya Avrupa devletlerinin de karışması ile 1841 ’de Londra’da yapılan "Boğazlar mukavelesi” ile yürürlükten kalkmıştır.

·        5— Mısır Meselesi, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Mısır Valisi olan Mehmet Ali Paşa ile arasındaki anlaşmazlıktan çıkan bir iç mesele iken imparatorluk kuvvetlerinin Mehmet Ali Ordularına birkaç yerde mağlup olarak Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar gelmesi üzerine İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin de işe karışmasıyla devletler arası bir olay haline gelen bir siyaset olayıdır Mahmut II. un tahtını kurtarmak için Ruslarla 1833’te Hünkâr İskelesi Anlaşmasını yaparak onlara boğazlarda bazı haklar tanıması ve Mehmet Ali’nin Osmanlı Devleti yerine geçmek teşebbüsü Avrupa devletlerinin müdahale etmelerine sebep olmuş ve Mehmet Ali özellikle İngiltere'nin baskısı karşısında ileri sürülen şartlan kabul etmek mecburiyetinde kaldığından 1840’da Londra Anlaşması ile babadan evlada geçmek suretiyle Mısır Valiliği kendisine bırakılmıştı.

·        6— Osmanlı İmparatorluğunun XVII. yüzyıl sonundan beri kendini toparlaya-mayarak hergün biraz daha zayıflaması sonunda Avrupa, Asya ve Afrika ’da-ki geniş topraklannın paylaşılması Avrupa devletleri için bir problem olmuş ve "Şark Meselesi” denilen siyasi bir olay haline gelmiştir. XIX. yüzyıl orta-

* lannda Rusya bu imparatorluğun kendi aralarında paylaşılması için İngiltere’ye gizli bir teklifte bulunmuştur. Bu teklifte ilk defa Osmanlı İmparatorluğu ’ndan "Hasta Adam " diye bahsedilmiştir. Bundan sonra imparatorluk hak- ı kında bu deyim kullanılağelmiştir.

7 — Prince Metemich, XIX. yüzyıl başlarında Avusturya İmparatorluğu ’nun ünlü başbakanıdır. Avrupa’nın bu dönemdeki siyaset olaylarında önemli bir rol oynayan bu devlet adamı bilhassa krallık idarelerinin devamını sağlama konusunda gösterdiği çabalarla şöhret kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ’nun parçalanmaması yolundaki gayretleri de bu fikrinin sonucudur. Tanzimat hakkında İstanbul’daki elçisine gönderdiği uzun mektupta bu tavsiyeleri açıklanmıştır. Bu mektup Hıfzt Timur tarafından Tanzimat I. adlı kitapta yayınlanmıştır.

8— Thierş (Adolphe), XIX.yüzyılda yaşamış (1797-1877) ve cumhurbaşkanlığına kadar yükselmiş Fransız devlet adamı ve tarihçisidir. Mısır Meselesinin gergin zamanında Fransa ’da başvekildir. Fransa, Mısır’da Mehmet Ali’nin hakim olmasını çıkarlarına uygun bulduğundan onun tarafını tutmuştur.

·        9 — Nizip olayı, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetleri ile Hafız Mehmet Paşa kumandasındaki Osmanlı ordularının Gaziantep ili yakınlarında Nizip Kasabası civarında 1839yılında yaptıkları savaştır. Bu savaşta Osmanlı ordusu mağlup olmuştur.

·        10 — Sadık Rifat Paşa, Tanzimat devrinin önemli devlet adamlanndandtr. Biyog

rafisi için XV sayılı makaleye bak.

·        11 — Tanzimatın ilanından evvelki dönemde şeriat hükümleri gereğince mahkemelerde Müslüman olmayan vatandaşların şahitliği kabul edilmezdi.

IX

Tanzimat-ı Hayriye : Uygulanması

Tanzimat-ı Hayriye, devletin durumunun düzeltilmesine, halkının zenginliğini ve saltanatın güçlü geleceğini sağlayacak etkili çareleri kapsamakta ise de halkta bilgisizlik ve yüksek tabakalarda bilmemezlikten gelme, herkesteki düşüncesizlik ve ilgisizlik sonucu olarak “Hasta Adam”m tehlikeli yokuşta tutunmayı başaramayarak, Allah korusun, gerileme ve çözülme derecesine düşeceği belli idi. Mutluluk yıldızına böyle yeni bir şavk ve kurtuluş veren yeni usulün büyük değeri bilinerek buna yaşama ışığı gözü ile bakılmak gerekli ve lazım idi. Ancak, bir şeyin kıymeti onu tanıyanlarca takdir olunduğundan acaba halkımızın o zamanki anlama gücü ve bilgi düzeyi onu eleştirmeye ve bozuk olmadığını, saf altın olduğunu anlamaya yeterli mi idi? Yoksa, yapıcısı alafrangalıkla ayıplanmaya başlayan Reşit Paşa olduğundan akıllı geçinenler alışılmış deyimi ile ona da “Frenk düzeni (hilesi)” deyip geçiverecek mi idi? Ve yahut lüzumsuzluğuna inanarak, karşı çıkanların yani eski usul taraftarlarıyla bazı çıkarcıların öğrettiklerinin eklenmesiyle büsbütün güçlenerek onu da sonradan çıkma sayarak bir tarafa atıverecek mi idi?

Ortaya konacak kanunların bir milletin huyuna, âdetlerine ve geleneklerine, kavrayış ve anlayışına uygun olması hukuk biliminin ilk kurallarından ve bu uygunluk maddesi kanım koyucu için herşeyden evvel düşünülecek şeylerdendir. îşte bu makalemizde Tanzimat-ı Hayriye’nin içte ve dışta nasıl kabul edildiğini, uygulanması ve hükümlerinin yerine getirilmesi hususunda devletçe nasıl zorluklar çekildiğini inceleyeceğiz.

Hatt-ı Hümayun’un yazılışındaki açıklık ve sadelik, prensiplerindeki gerçek ışığı basit görüşlüleri bile çekmişti. Herkes canına ve kesesindeki paraya ve evindeki çoluk çocuğuna tamamen sahip olacak ve bir zalim el onlara uzanamayacak, dayanabileceği kadar vereceği vergilerini ve askerlik görevinin ne kadar olacağını ve süresini bilerek ödeyecek ve yapacak, rüşvet yüzünden hakkı kaybolmayacak, hakim önünde büyük ve küçük eşit tutularak parlak şeriatın emri hakkıyla yerine getirilecek, bir kabahat yaptığında açık duruşma sonunda cezası şeriat hükmüne göre verilecek. Bu güzel şeylere alışmamanın ihtimali yoktu. Halk, belli olmayan işleri kavramada tereddüde düşer, fakat maddi gerçeklerde kestirici bir isabet gösterir.

Bundan dolayı halk Tanzimat-ı Hayriye’yi neşe, sevinç ve şenliklerle karşıladı, geleceğinin güvenliğini o kurtarıcı belgeye bağladı. Bunda da yerden göğe kadar hakkı vardı. Özellikle Müslüman olmayan vatandaşların neşe ve sevinci daha fazla idi. İlanının her yıl dönümünde şenlikler yapılması ve okunduğu yere bir anıt dikilmesi doğrusu pek yerinde olurdu.

Tanzimat-ı Hayriye dışarıda da iyi etkiler oluşturdu. Yabancılara göre Bâb-ı Âli’nin başı sıkılıpca tatlı tatlı söz vererek yükümlenmek ve biraz nefes alınca yan çizmek ve özellikle iç ıslahat işlerinde kımıl-damayıp yerinde saymak âdeti olduğundan Reşit Paşa’nm ve onun etkisi ile dışişleri bakanlığına ve müsteşarlığına tayin edilen ve elçilikle Avrupa’ya giden arkadaşlarının takındığı tutum ve davranışa göre Tan-zimatın ciddiliğine ve Osmanh Devleti’nin bu yeni tutumunda duracağına ve ilerleyeceğine güven duyulmaya başlandı. Londra, Paris ve Viyana basını Tanzimattan ve getireceği fayda ve iyilikten bahseden makaleler yazıyorlardı. Dost devletler “Hâsta Adam”m tedavisi işinin ehli bir ele verildiğine, dış hücumlara ve iç sarsıntılara dayanabileceğine ve yakında eski gücünü kazanabileceğine inanıyor ve halk oyu da hükümetlerinin bu düşüncesine katılıyordu.

O zamana kadar yabancı ülkelerde Osmanh Devleti’ni temsil eden mukim elçiler(l) yoktu. Pertev ve Akif Paşaların gayreti ile başkentlerde mukim elçilikler kurulmasına başlanmış olduğundan kalbur üstü devlet adamlarından seçilen elçilerimiz bulundukları ülkenin devlet adamlarıyla sık sık görüşüp Osmanh Devleti’nin amaçlarını ve niyetlerini açıklayarak politikalarının yararımıza gelişmesi hususunda faydalı sonuçlar elde olunuyordu. '

Bu sebeple içte ve dışta büyük itibar kazanan Tanzimatın hemen uygulanması ile birbirini kovalayan iyi sonuçlarının alınmasına gayret edilmesi pek kolay görünüyordu. Fakat uygulama böyle olmadı; hükümet adamları zorluk çıkarmaktan geri durmadî; eski usulde yetişmiş ve istibdata alışmış olan devlet adamları eskisi gibi atıp tutmaktan, yasaklara ve kanun hükümlerine içtenlikle uymaya razı olamadı. Zulme-dici pençelerine geçirilen eldivenleri çıkarıp atmak fırsatlarını kaçırmadı. Tanzimat-ı Hayriye kâğıt üzerine yazılsın, ilanlar ve fermanlarla bildirilsin, iç ve dış onunla oyalansın, fakat kendileri yine bildiklerini yapsınlar. îşte pek çoklarının Tanzimata verdiği anlam bu idi. Reşit Paşa’nm ve sonradan başına topladığı henüz orta rütbe de birkaç anlayışlı devlet adamının şahsi gayretleri, azılı eski büyüklerin üstün etkileri yanında çırpınmaktan geri durmaz ve Reşit Paşa’nm gayreti ve kurnazlığı onları inandırmaya ve baş eğmeye çalışmaktan geri kalmazsa da berikilerin uyması ve arkasından gitmesi geçici ve zoraki idi.

Reşit Paşa’nm sadrazam olduğu 1262-1846 yılma kadar adı geçen yüksek makam (sadrazamlık) sırasıyla Koca Hüsrev Paşa ve Koca Rauf Paşa ve Darendeli İzzet Mehmet Paşa ve tekrar Rauf Paşa tarafından işgal edilmişti. Adı geçenlerin karakterleri ve tutumları önceki makalelerimizde anlatılmış (1 ve 2 numaralı makaleler) olduğundan değerli okuyucularımızca bilinmektedir. Hüsrev ve İzzet Paşalara Tanzimat-ı Hayriyeyi bırakmak kediye peynir tulumu emanet etmeye benzer. Hüsrev Paşa’nm elinden gelse Reşit Paşa’yı bir içim suda boğmak ve Tanzimat-ı Hayriyeye bir Fatiha okumak muhakkaktır(2). Rauf Paşa doğru sözlü, bilgili ve dürüst ahlâklı olmakla beraber sözünü yürütmek değil fikrini söylemekten bile çekinen ve daha doğrusu güçsüzlüğe ve şüpheye boğulmuştur. Diğer bakanlarda çoğunlukla bunların birer örneğidir. Ağa Hüseyin Paşa ve Çengeloğlu Tahir Paşa gibi devletçe iyi hizmetleri görülmüş olan eski vezirlere Tanzimat’ın faydalarını ve değerini hakkıyla anlatmak kolay olur mu? Ya valilerimiz? En gözde ve şöhretlilerinden olan Esat Muhlis Paşa’nm bazen sıkılarak odasında kılmanı çekip “ah Tanzimat ah Tanzimat” diye mindere vurmakla hırsını ve kızgınlığını giderdiği anlatılır.

Tanzimat-ı Hayriye padişah tarafından çok tutulurdu. Hüsrev Pa-şa’nın azledilerek Rauf Paşa’nm sadrazamlığına dair olan Hatt-ı Hü-mayun’da “ve özellikle yüce katımızda herşeyin üstünde tuttuğumuz hayırlı Tanzimat devamlı çalışma ve gayrete muhtaç olduğuna” paragrafı dikkat çekici idi. Ancak “Hüsrev Paşa yaşlılığı dolayısıyla devletimizin işlerine gereği kadar bakamadığı” sebebiyle görevden alındığı halde devlet idaresinin dizginleri kendisinden yaşça az farklı ve daha ürkek birisine bırakılıyordu. (1256 -1840) Reşit Paşa’nm sadrazamlığa atandığına dair olan Hatt-ı Hümayunda da Rauf Paşa’nm şahsında, temizlik ve dürüstlüğünden memnunlukla bahsedildikten sonra” Devlet-i Aliyemizin (yüksek devletimizin) iyi idaresi ve tam bir bayındırlığa kavuşması, Müslüman ve her sınıftan diğer vatandaşlarımıza daima hak tanırlık gösterilmesi gibi önemli maddelerinin gerektirdiği tedbirlerin yerine getirilmesine ve diğer yönetim konulan hakkında şimdiye kadar bütün dünyaya yayarak ilan ettiğimiz ve bundan sonra da mümkün olan her gayretin gösterileceğini, devamlı teşviklerimizle kendisine ve diğer bakanlarımıza yapılması için uyarmaktan ve hatırlatmaktan geri kalmadığımız tedbirler ve özentilerimizin dileğimize uygun şekilde ve tamamen yerine getirilmesi için lazım gelen gayret ve devamlı çalışma gereği kadar gösterilememiş” olduğu, yani ihtiyar vezirin bu önemli emri yerine getirmekte yetersiz kaldığı açıklanıyordu.

Bir müddet devlet büyüklerinin ağızlarında çoklukla dolaşan ve fakat yarım ağızla söylenen sözler gibi olan Tanziman-ı Hayriye ancak Reşit Paşa’nm sadrazamlığı ile tam önemini kazandı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nm yüce padişahın ayağının toprağına yüz sürmek için o sene İstanbul’a gelmesi, yeni konmuş usullerin ciddiliğine güvenmesinden ileri gelmişti. Reşit Paşa paçaları sıvayıp her ne olursa olsun uygulamasına başladı. Büyük küçük herkesin kanuna uyma zorunda olduğunu göstermek için sadrazam bulunduğu bir sırada Boğaziçi’nde arsa sınırından doğan anlaşmazlığı çözümlemek üzere Giritli Mustafa Paşa ile "Meclis-i Vâla”da karşı karşıya geldi(3). Birçok bakan ve vezirleri yersiz hareketlerinden dolayı mahkemeye verdirdi. Koca Hüs-rev Paşa’nm sabit olan borcunu ödetmek için Tekirdağı’ndaki çiftliğini haciz ettirdi. Bugün gayet tabii görülen bu durum o zamanın anlayışına göre olağanüstü olaylardan idi. Bundan otuzüç sene evvel eski vezirlerden Mirahur Mustafa Paşa ile Kadıköyü’nde bir yaz komşuluk ettik. Kendisinin esnafa dağınık bir miktar borcu varmış. Alacaklıların başvurması üzerine çiftliği haciz olunmuş. Bakkalın, kasabın hatırı için bir büyük vezirin mülklerine elkonmasını bir türlü akima sığdırmadığından her sefer buluştuğumuzda bu onur kırıcı işlemden uzun uzadıya yakınmaya başlar ve adliye dairesindeki icra memuruna atıp tutardı. Dostlarımdan olan icra memuru da paşanın laf anlamazlığından yakınırdı.

Tanzimat-ı Hayriye bütün kanunlar gibi kötülükleri önleyip yasakladığından görevi olumsuzdu. Halbuki uygarlığı ve ilerlemeyi emreden ve sağlayan olumlu tedbirlere de memleket ve devlet açıkça muhtaçtı. Reşit Paşa sahip olduğu kararlılık ve çalışma ile lüzumlu tedbirlere de başvurdu. Bu konuda karşıtları olan “eski fikirliler”in çıkardıkları güçlüklerle karşılaştı. Örgütlenmesine başlanmış olan rüşdiye okullarında okunan coğrafya dersleri için gerekli haritalar hazırlanmıştı. Damat Said Paşa okul çocuklarına böyle resimlerin gösterilmesi şeriat bakımından doğru değildir diye harita kullanılmasını dinsizlik sayarak şiddetle karşı gelmiş ve padişah üzerinde etkili girişimlerde bulunmaya kalkışmıştı. Bu olay Reşit Paşa’nın hedef olduğu bilgisizlik okunu ve küfürleri anlatmaya yeter.

Şurasını da ilave edelim ki İslâm ahali fanatik etki ile vatandaş eşitliğinden birden bire hoşlanmamıştı. Bu gocunma yönetim ve uygarlık alanındaki ilerlemeleri durduracak derecede olmamakla beraber halklar arasındaki alışıklık gibi (İkinci Meşrutiyetten sonra kullanılan deyimle “İttihad-ı anasır”=hakların birleşmesi) önemli bir hususun doğmasının gecikmesine sebep olagelmişti. Bu konuda iki fıkra anlatmakla yetineceğim:

Galata’da Voyvoda karakolunda(4) eski bir tabur ağası varmış. Hıristiyan halk ara sıra bir Müslümanı yakalayıp karakola getirir ve “bana gavur” dedi diye cezalandırılmasına isterlermiş. Tabur ağası “ey oğul anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gavura gavur denmeyecek, söyleye söyleye dilimizde tüy bitti” diye suçluyu azarlarmış(5).

Bundan kırkbeş sene evvel komşularımızdan Hacı Süleyman Efendi adında bir ticaret gemisi kaptanı vardı. Yaşı yetmişi geçkin okur yazar bir adamdı. Tepedelenli Ali Paşa ve Halet Efendi’nin kesik başlarını seyrettiğini ve altlarında yazılan yazıların kopyalarını aldığını söylerdi. Ve şaka olarak bize” Sizin Tanzimatınız yüzünden vaktiyle ben bir okka nohuttan oldum” derdi. Hacı Süleyman Kaptan bir okka nohut alarak evine gelirken Galata’da sandıkçılar içinde bir kalabalığa rastlayarak aralarına girmiş, bir Hıristiyan bir Müslüman’a “senin bana gavur demeye hakkın yoktur” diye çıkışıyor ve toplanan halk iki kısma ayrılıp bir kismi “evet doğrudur, hakkı yoktur” ve diğer kısmı da “derse ne olurmuş” diyerek kavgayı körükfcüyormuş. Kaptan nohut mendilinin düğüm tarafını bükmeye başlamış ve sabn tükenip mendili Hıristiyanın kafasına vurmuş, mendil patlayıp nohutlaryere dökülmüş.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Mukim elçiliği, büyük Avrupa devlet merkezlerinde Osmanlı Devleti’ni temsil eden elçiler için kullanılan bir deyimdir. Bir Avrupa devleti olmasına ve İstanbul’da Avrupa devletlerinin birer elçisi bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti XIX. yüzyıl başına kadar yabana ülkelerde daimi elçi bulundurmazdı. Bir yabana devletle bir politik mesele görüşüleceği zaman oraya özel bir elçi gönderilir ve işin bitiminde elçi geri dönerdi. Bu biraz da imparatorluğun kendi işlerini kendi karar ve isteklerine göre çözebilmesi gücünden ileri geliyordu. Halbuki bütün XVIII. yüzyıl boyunca uğranılan yenilgiler, imparatorluk yüksek yöneticilerine Avrupa devletleriyle daha sıkı ilişkiler kurma ve Avrupa siyasi dengesinden yararlanma zorunluğunu duyurmuştu. Bu sebeple ilk defa XIX. yüzyıl başında Selim III. zamanında Paris, Londra, Viyana gibi büyük merkezlerde daimi elçi bulundurulması için buralara elçiler atandı, işte bu elçilere “Mukim elçisi" veya “ikâmet elçisi” adı verilmiştir.

·        2 — Sultan Abdülmecid’in takta çıktığı gün sadrazam olan HüsrevPaşa, o zaman dışişleri bakanı Reşit Paşa’yı katlettirmek için yeni padişahı çok zorlamış ise de başaramamıştır.

·        3 — Reşit Paşa 'dan önce sadrazam bulunan Mustafa Naili Paşa ’mn Emirgan ’daki yalısının yanında bulunan Reşit Paşa yalısının duvarla çevrili olan bir kısım arsasını, bu duvarı yıktırarak kendi bahçesine eklemesi üzerine Reşit Paşa bu tecavüzü devrin en yüksek mahkemesi olan “Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye "ye götürdü. Yüksek mahkeme olayı enine boyuna inceleyerek sadrazam Reşit Paşa ’nın haklı ve eski sadrazam Mustafa Naili Paşa ’nın haksız olduğuna karar vermişti.

·        4 — Voyvoda Karakolu, bugün Karaköy ’de Bankalar Caddesi ile Perşembe Pazarı arasındaki ara yollardan birinin içinde idi. Yakın zamanlara kadar polis karakolu olarak kullanılıyordu.

5— Bu olay bana bir dolmuş arabasında geçen şu konuşmayı hatırlattı. Şoförün yanında oturan bir İstanbul Ermenisi, şoförün, bir Rum vatandaştan bahsettiği sırada “bırak şu pis gavuru” demesi üzerine şoför “ya Sen nesin ” demesine “ben gayri Müslim'im” cevabını vermişti.

X

MUSTAFA REŞİT PAŞA

Reşit paşa 16 Şevval 1214 (13 Mart 1800) tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Babası Sultan Beyazit ruznamçecisi idi. Gençliğinde eniştesi Ispartalı Seyid Ali Paşa(l) ile illerde görevle dolaşarak paşanın sadrazamlıktan azledilmesinden sonra Mora seraskerliğine tayin edildiği zaman onun mühürdarı (1237-1821) oldu. Ezdin karargâhında paşanın yanında olduğundan oradaki perişanlığı yakından görmüştü. Paşanın gözden düşmesi sırasında İstanbul’a dönerek sadrazamlık yazı işleri bürosuna girdi ve sonra da Âmedi Odasına geçti. Az rastlanır zeki insanlardan olduğundan âmirlerinin pek çabuk sevgi ve takdirini kazanarak özellikle Mehmet Sait Pertev Efendi’nin(2) özel himayesini kazandı. Kırk dört (1244-1828) seferi(3) açıldığında sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Selim Mehmet Paşa’nın maiyetine verilen kâtipler heyetine Âmedi yardımcılığı göreviyle katıldı. Ordudan gelen evrakın yazılışını Sultan Mahmut II. beğendiğinden kimin yazdığını birkaç kerre sormuş 'l ve Pertev Efendi Mustafa Reşit Bey’i anlatarak tavsiye etmiş. Adı padişahın yüksek hatırlarında kalarak savaşın sona ermesi üzerine İstanbul’a döndüğünde padişah tarafından özel surette saraya çağrılarak | gönlü alınmış ve hatırı hoş edilerek Fransızcayı layıkıyla öğrenmesi tav- $ siye buyurulmuş. Bu sayede Reşit Bey çabucak ilerlemiş ve yükselerek devlet işlerinde bilgisini artırmak ve tecrübe kazanmak için önemli işlerde kullanılmaya başlanmıştır.

1830-1246’da Pertev Efendi ve 1248-1832’de Damat Halil Paşa yanında Mısır’a gitmiştir. 1247-183l’de Âmedci ve 1250-1834 başlarında Paris büyükelçisi ve sonra Londra büyükelçisi ve dışişleri bakanlığı müsteşarı olup 1252-1856’da vezirlik rütbesiyle dışişleri bakanlığına getirilmiştir. Sultan Mahmut II. un ölümünde dışişleri bakanlığı görevi üzerinde olarak Londra büyükelçisi idi. Derhal İstanbul’a dönerek Tanzimat-ı Hayriyeyi ilân ettirmiştir.

1262-1845 yılma kadar iki defa Paris büyükelçisi ve kısa bir zaman Edirne valisi ve ikinci defa dışişleri bakanı olduktan sonra ayni yıl şevvalinde (7 Şevval 1262-28 Eylül 1846) sadrazam olmuştur.

Ölümüne kadar (21 Cumadilula 1274-7 Ocak 1858) on sene içinde beş defa daha sadrazam olmuş ve arada Meclis-i Vâla ve Meslis-i Tanzimat başkanlıkları ve dışişleri bakanlığı gibi makamlarda bulunmuştur. Türbesi Sultan Beyazit’te Okçular başındadır.

Reşit Paşa geçen yüzyılda yetişen onurlu ve politikayı iyi bilen Osmanlı Devlet adamlarının en yükseğidir. Elini sürdüğü her işte üstün zekâsı ve üstün gayreti görülür. Dış politikayı iyi bilir, memleket ve devlet idaresinin düzeltilmesi için izlenecek düzen ve ilerleme yollarını hakkıyla kavramış olduğundan yüksekten atılmış parlak bir bakışla ıslâhat esaslarını görmüş ve büyük bir vatanseverlik cesareti ile bunları uygulamaya koymuştur. Kanıtlama yeteneği ve medeni cesareti şaşılacak derecededir. Bu memleket kendisine hakkıyla minnettardır.

Mısır meselesinin düzeltilmesinde ve 1270-1853 Rus Savaşı(4) dolayısıyla Fransa ve İngiltere’yi bizimle beraber olmada gösterdiği uyanıklık ve gayrete tarihimiz parlak renkli sayfalar ayırmıştır. Büyük ölçüde zihin açıklığına sahip olması dolayısıyla bir mesele hakkında çe-§ şitli görüşler ve tedbirler bulup söyler ve hangisini kabul edeceğinde toplantıda bulunanları bazen şaşkına çevirirdi. Her çeşit devlet adamlarından sabahları konağına giden ziyaretçilerden ayrı ayrı gönlünü hoş etmenin yolunu bilir ve hepsi gönül okşayıcıhğına, kibarlık ve kavrayışı şma hayran kalarak yanından ayrılırlardı. Edalı yürüyüşünde (fesinin) Ü püskülü sallanırmış.

Sultan Abdülmecit ile bazen saray bahçesinde gezdiklerinde sadık bir kul ve bir anlamda saltanat atabeyi tavrını takınıp padişah ile lalasını birinin padişahlara layık diğerinin saygılı karşılıklı davranışlarını gören saray adamları ballandıra ballandıra anlatırlardı. Eski sadrazamlardan biri muhalif bir davranışından dolayı padişah tarafından “sen kim oluyorsun” diye azarlandığında “efendim ben Osmanoğullan padişahının büyük veziriyim” cevabım verdiği milli hikâyelerimizdendir. İşte Reşit Paşa bu yeri tamamen doldurmuştu. Gülhane Hatt-ı Hüma-yun’nu okuyacağı gün birkaç günden beri zihni meşguliyetinden dolayı yanma sokulmamış olan kethüdası birşey sormaya mecbur kaldığında “akşama sağ dönersem o vakit söylersin” dediği rivayet edilir. Yerli yersiz böyle kuruntu içinde bulunduğu halde Hatt-ı Hümayun’u kendisinin okuması fedakârlık denmeye layıktır. Böyle fedâkârlıkları birkaç kere göstermiştir.

Tanzimat-ı Hayriyenin cadaloz müstebitlere karşı hükümlerinin yerine getirilmesi için nasıl didindiği ve ne kadar yorulduğu geçen makalelerimizden anlaşılabilir. Tanzimatın en büyüğü yalnız kendisi idi. Bir taraftan da Âli ve Fuad Paşaları ve benzerlerini yetiştiriyordu. Padişah sözle olduğu kadar resmî olarak da Tanzimata taraftar görünüyordu. Reşit Paşa zalimleri birer birer emekli yaparak unutturdu; güç ve etki kapılarını kapadı ve bunu başarmak için kendisi yeni usule ta-mamıyle uydu. Girifti Mustafa (Naili) Paşa ile Meclis-i Vâlada muhakeme olması devletçe yeni birşey olduğu kadar büyük küçük herkesin kanun hükümüne uyması gereğini gösteriyordu.

Şu son zamanlarda bazı yerlerde “Tanzimatçılar”a karşı gelme ve saldırma kapılan açılmış, düşüncesizlik ve miskinlik lekeleriyle haklarında eleştiriler yapılmıştır. Çoğunlukla “Meşrutiyetçiler” den olan itirazcılar insaf etsin. O zamanı düşünsün. Kendileri bir ölçüde daha kalabalık olduklan ve şartlar daha uygun bulunduğu halde başarı derecelerini insaf ve tarafsızca ölçsün. Buhtınasar(5) dan beri monarşik idareye alışmış olan Doğu ülkelerinden, Batı ülkelerinden gelmiş olan hürriyet ve meşrutiyet ağacını tutturmaya ve ona meyve verdirmeye Mithat Paşa ne derecede başarılı olabilmiştir? Meşrutuyetçileri Mithat Paşa temsil ettiği gibi Tanzimatçıları da Reşit Paşa temsil eder; aralarındaki fark Reşit Paşa’nın yalnız olması ve sebze pazarında elmas satıcı durumunda bulunması, Mithat Paşa’nın ise halk oyunu aydınlatan basın ve Avrupa’da gezmiş ve görmüş bir hayli gayretli kişiler tarafından yardım görmesidir(6).

Bundan başka acele bir tedbir olmak üzere Reşit Paşa’nın koyduğu Tanzimat-ı Hayriye memlekette giderek gelişmiş, verimli sonuçlarından devamlı olarak faydalanılmış, Mithat Paşa’nın kurmak istediği iki sene sonra yıkılıp yalnız yıllıkların başında izi kalarak ortadan kalkmıştır^). İleride Mithat Paşa’dan ve Kanun-ı Esasiden (Anayasadan) bahsedeceğimiz makalede bu meseleyi biraz daha inceler ve derinleştiririz.

Reşit Paşa’nın çözümünü başardığı büyük meselelerden biri Mısır meselesidir. Bilindiği gibi İbrahim Paşa(8) Mısır ordusu ile evvela Halep yakınlarında Ağa Hüseyin Paşa ordusunu ve sonra Konya’da Mehmet Reşit Paşa 0rdusunu(9) bozduktan sonra Kütahya’ya kadar gelmiş ve İstanbul’a doğru ilerlenmesine bir engel kalmamıştı. (1248-1833) Sultan Mahmut II. çaresiz Rusya’ya baş vurup(lO) Hünkâr İskelesi adındaki savunma andlaşmasını yapmış ve derhal Rusya’dan bir askeri birlik yardıma yetişip Beykoz çayırlarında askeri ordugâh kurmuştu. Rusyalınm İstanbul’a bu kadar yaklaşması Batılı devletlerin hoşuna gitmedi. Kendileri de işe karışarak Mehmet Ali Paşa üzerinde yaptıkları baskı ile Mısır’dan başka Sayda, Şam ve Halep illerinin kendisine, Cidde iline ek olarak Girit ile Adana ili muhassılığı-nın oğlu İbrahim Paşa’ya verilmesi şartıyla bu iç savaşa son verdiler. Bu yeni çözüm şeklini düzenlemek için Bâb-ı Âli tarafından görevli olarak Mısır’a gönderilen Damat Halil Paşa’nın yanma Divan-ı Hümayun Âmedcisi Mustafa Reşit Bey verilmişti. Reşit Bey Mısır’dan dönüşte Kütahya’ya giderek İbrahim Paşa’nın askerini geri çekmesi konusunu görüşmüş ve bildiride bulunmuştu.

Fakat bu çözüm şekli iki tarafı da memnun etmedi. Padişah bir kulunun saygısızca bir ayaklanma sonucu olarak beş altı vilâyete sahip olmasına içtenlikle bir türlü razı olamamış ve Mehmet Ali Paşa da emel kuşunu kaçırmış olmak üzüntüsünü saklayamamıştı. Bununla beraber tarafların içlerine sindiremediği bu anormal durum yedi sene kadar devam etti ve önceden anlaşıldığı gibi Nizip Savaşı ile sonuçlandı. 1255-1839.

İbrahim Paşa Nizip’te Hafız (Mehmet) Paşa kumandasındaki ordumuzu bozmuştu. Bozgun haberini getiren tatar yolda iken Sultan Mahmut II. Han ölmüş ve yen cennet olan padişah bu acıyı duymadan ® ebedi âleme göçmüştü. Fakat Mısır meselesi yeniden canlanmıştı.

  Abdülmecid’in tahta çıktığında Koca Hüsrev Paşa’nın sadrazam

olması ve Kapdan-ı Derya Kaçak Ahmet Paşa’nın Osmanh donanmasını İskenderiye’ye götürüp Mısırlılara teslim etmesi bu meseleyi gergin bir hale getirmişti. Evvelki şartları istemeyerek kabul etmiş olan Mehmet Ali Paşa’nın bu defaki istekleri ne olacaktı ve isteklerinin hafifletilmesi ve hırsının yatıştınlması ne gibi tedbirlerle başarılacaktı? Reşit Paşa Londra elçiliğinde bulunduğu sırada İngiltere Hükümeti yanında kazandığı önem ve değeri Tanzimat-ı Hayriyeyi ilân etmekle artırarak güven derecesine çıkardığından politika âleminde gösterdiği çaba ile Mısır meselesini bir Avrupa olayı şekline koydu ve meselenin çözümlenmesi ve sonuçlandırılması için Londra’da devletlerarası bir konferans toplandı.

Fransa'nın karşı koymasına rağmen konferans Mısır meselesini kesin bir karara bağladı. Bu devletlerarası karar gereğince padişah tarafından Mehmet Ali Paşa’ya Mısır valiliği veraset yolu ile (babadan oğla geçmek suretiyle) ve Akkâ eyaleti muhafızlığı hayatı boyunca verilecek ve bu kararın kendisine bildirilmesinden itibaren on gün içinde kabul etmediği takdirde Akkâ eyaletini kaybedecek, direnmede on gün daha ısrar ederse anlaşmayı imza eden devletler Osmanh Devleti’nin çıkarlarına ve durumun gereklerine göre hareket etmekte serbest kalacaktı. Bu kararı bildirmekle görevli olan Dışişleri Müsteşarı Sadık Ri-fat Bey’in Mısır’da yazdığı hâtıralarından da anlaşıldığına göre Mehmet Ali Paşa pişmiş aşa soğuk su katmak için dil değiştirip yabancı devletlerin işe karışmasını yersiz gördüğünü ve efendi ile kul arasına girmeye düşmanların hakkı bulunmadığını ve efendisi tarafından kendisine herhangi bir hizmet emredilirse uyacağını Rifat Bey’e özel şekilde söyleyerek işi doğrudan doğruya saltanat makamı ile görüşmeye bırakmak istedi, devletlerin kararını olduğu gibi kabulden çekindi. Bunun üzerine savaş yoluyla haddinin bildirilmesine gidilerek karadan ve denizden gönderilen kuvvetlere yenilerek babadan oğula geçmek üzere yalnız Mısır Valiliği ile yetinmek zorunda kaldı. 1256-1840.

Dertlerin sonu sayılan Mısır meselesi bittikten sonra Osmanh Devleti’nin rahatlıkla ilerleme ve reform yolunda ağır adımlarla fakat güvenlik içinde ilerleyeceği umut edilmekte ve Tanzimat-ı Hayriye beklenilen ışıklarını göstereceği sırada bir Kudsal Yerler problemi çıktı (11). Bu mesele Katolik ve Ortodoks rahipleri dolayısıyla Fransa ve Rusya devletleri arasında mezhep üstünlüğü çekişmesinden ibsret ise de anlaşmazlığın çıktığı yer Filistin bölgesi olduğundan doğrudan doğruya Osmanh Devletini ilgilendiriyordu. Mesele uzadı, hükümet adamlarımızın başına hakkından gelinmez zorluklar çıkardı. Nihayet Rusya imparatoru tarafından olağanüstü elçi olarak Prens Mençikof İstanbul’a geldi.

Mençikof’un görevi başlangıçta yalnız kutsal yerler meselesinin çözümü zannedilmişti. Halbuki daha ağır ve gayet önemli ikinci bir mesele daha ortaya çıktı; Ruslar, Ortodoks Osmanh vatandaşları üzerinde bir çeşit koruma hakkı istiyordu!12) bu yeni teklifler padişah sarayında ve Bâb-ı Ali’de yapılan çeşitli toplantılarda enine boyuna görüşülüp incelendi. Söylentiye göre sarayda padişah önünde ileri gelen bakanlardan kurulu özel bir toplantıda Sultan Abdülmecit ortaya çıkan meseleyi kendisi açıklayıp esasını anlatırken Sadrazam Damat Mehmet Ali Paşa(13) ikide bir “efendim Moskof’a kılıç” diye söze atılır ve padişah tarafından “sen sus” diye azarlanarak Mehmet Emin Rauf Paşa’ya fikrini sorarmış. Rauf Paşa ise âdeti olduğu gibi hiç konuşmaz dinlermiş. Aristo’nun “Allah insana bir ağız iki kulak vermiştir, bir söyleyip iki dinlemek için” sözü yılların eskittiği vezirde en yüksek uygulamasını bulmuştu. Hemeyse, bu özel toplantıda ince düşünceli padişah olayın lehinde ve aleyhinde fikir ve kanaatini belli etmemiş ve fakat Rus tekliflerinin kabul edilmemesi eğilimi ile toplantı dağılmıştı.

Mençikof birkaç gün içinde Bâb-ıÂli’ye ültimatom vererek pasaportlarını istedi(14). Padişah bundan fek fazla sıkıldı. Rusya ile savaş kaçınılmaz görünüyordu. Padişah sıkıntılı zamanlarında hırçınlık gösterirmiş, cuma günü sabahleyin yanındakileri kasıp kavurmaya başlamış ve selâmlığa giderken mühr-ü hümayuunun Mehmet Ali Paşa’dan geri alınmasını, Reşit ve Fethi paşaların saraya çağırılmasım emretmiş. Mehmet Ali Paşa’dan mührü-ü hümayunu Defterdar Burnundaki (15) mescidde namaz kılınırken almışlar, hatta paşa biraz mırıldanmış; Sultan Abdülmecit namazdan dönüşte Fethi Paşa(16) ile kısa ve Reşit Paşa ile de uzunca bir görüşmeden sonra sadrazamlığın Giritli Mustafa Paşa’ya verilmesi Rifat Paşa’nın dışişleri bakanlığından azledilerek yerine Reşit Paşa’nın getirilmesi kararlaştırılmış. Padişahın bu değişiklikte iki amacı vardı. Biri Rus tekliflerinin yeni hükümet tarafından bir kere daha etraflıca incelenmesi ve diğeri Fransa ve İngiltere politikalarının okşanması idi. Reşit Paşa İngiliz politikası taraftarlığı ile şöhret yapmış olduğu gibi Mustafa Paşa da Girit valiliğinde bulunduğu sırada Fransızların gözüne girmişti.

Yeni kabine, Bâb-ı Âli’de bütün divan görevlilerinden, azledilmiş eski vezirlerden ve müşirlerden, ileri gelen din adamlarından ve diğer devlet adamlarından oluşan olağanüstü bir genel meclis topladı. Mecliste hazır bulunan şahıslardan işittiğime göre başkanlık görevini Reşit Paşa yapmıştır. Meclisin toplanma amacı Rus tekliflerinin kabul veya reddi hakkında kesin bir karar vermek olduğunu Reşit Paşa söyledikten sonra kabul edilir ise devletçe doğabilecek idari tehlikeleri ve siyasi zararları saymak ve kabul edilmemesi halinde Rusya ile savaşı göze almak gerekeceğini söylemiştir. Ve verilecek kararın bilgi üzerine dayalı olması için Rus savaşma karşı askeri, mali ve siyasi gücümüzün bilinmesi gerektiğinden ilgili bakanları birer birer açıklama yapmaya çağırmıştır. Eski Serasker Mütercim Rüştü Paşa(17) ordunun sefer halindeki asker sayısından ve bunun ne kadar zamanda toplanabileceğinden, Tophane Müşiri Fethi Paşa silah ve cephane mevcudundan ve Kaptan Paşa donanma işlerinden ve Maliye Bakanı Muhtar Bey hâzinenin o günkü durumundan bahsederek yeterli bilgileri vermişler, sonra eski Dışişleri Bakanı Rifat Paşa bu meselede büyük devletlerin görüşlerini ve Osmanlı Devleti’nin siyasi durumunu açıklanmıştır. Reşit Paşa tekrar söze başlayarak “şu verilen bilgileri işittik, şimdi de şerefli şeriatın konuşmasını dinleyelim” diyerek Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey’e döndüğünde o da toplantıda bulunan ve rütbesinin küçüklüğü dolayısıyla arkalarda oturan Fetva Emini Refik Efendi’ye işaret ettiğinden Refik Efendi yerinden kalkarak “efendim ortaya doğru buyurun, hepimiz işitelim” diyerek Reşit Paşa’nm çağırması üzerine binişiyle salma salına ileri gelerek “savaş için güçlü olmak şarttır, gücünüz varsa savaşın” diyerek salına salma yerine dönmüş.

Bundan sonra görüşmelere başlanıp birinci makalede yazdığımız şekilde Mehmet Emin Rauf Paşa’dan olumlu olumsuz bir tek kelimelik söz alınamamış idi. Paşası gibi kısa akıllı olan evvelki sadrazamm(18) kethüdası olan Refik Bey- sonraları karantina meclisi üyeliğinde bıılunmuştur-konuşanlar arasına karışarak “efendim gerçeği gizlemek doğru değildir; Bu kadar güç ve kuvvet hasıl olunca kararsızlığa yer var mıdır, hemen savaş ilanı ile padişah sayesinde Petersburg’a kadar gitmelidir” demesi üzerine Âli Paşa sabredemeyip “beyefendi, Rusya elçiliğinden pasaport almayınca Petersburg’a gidilemez” karşılığını verdiğini anlatanlar hikâye ederlerdi.

Bâb-ı Âli inandırıcı deliller ve susturucu cevaplarla Rus isteklerini reddetti ve devletin haklarını ve bağımsızlığını kayırmak yolunda gösterdiği ağırbaşlı tutumu ile dost devletlerin güvenini kazandı. Men-çikof İstanbul’dan defolup gitti. Şaşılacak şeylerdendirki bu adamın adı halkın hafızasında kazınmış kalmıştır. Bir yolcunun çabuk dönmesi için ayrıldığı evin sokak kapısından bir kova soğuk su dökmek kadınlarımızın eski âdetlerindendir. Mençikof’un gittiği gün “ayağı dağlansın bir daha gelmez olsun”diye birçok evlerden sıcak su dökmüşlerdi.

1269-1853 senesi sonlarında savaş ilan edilmiştir. Tuna boyunda başlayan çarpışmalarda askerlerimizin cesur hareketleri İngiltere ve Fransa’da hoş yankılar meydana getirmiş ve Sinop’ta gemilerimizin yanması (Safer 1270-1853) savaşa katılmalarını gerektirmiştir. Reşit Paşa İngiliz elçisi ile ittifak anlaşmasını yapmak ve imzalamak için çok uğraşmıştır derler. Osmanlı kuvvetleriyle beraber İngiliz, Fransız ve sonra Piyemont-Sardunya(19) askerlerinin Sivastopol’u(20) ele geçirmesi üzerine barış kararlaştırılarak görüşmelerin Paris’te yapılması uygun bulunmuştu. İki sene devam eden savaş sırasında devletin siyasi işleri Reşit ve Âli paşaların usta ellerinde yürütülmüş, azil olundukları sıralarda bile yine onlardan ilham alınmıştı. Zaferi taçlandıracak barış andlaş-masma hangisi imza koyma şerefine kavuşacaktı? Âli Paşa tercih edilerek delege tayin edildi. Fakat yanına ikinci delege olarak Reşit Paşa’nın oğlu ve Paris elçisi Cemil Bey verildi.

Paris Andlaşması (Safer 1272-30 Mart 1856) Osmanlı Devleti’ne bir ümit ve yeni bir devir açıyordu. Geleceğini yeni duruma göre düzeltmek devlet adamlarına düşen gayret borcu idi.

Sivastopol’den dönen müttefik devletlerin askerleri bir müddet İstanbul’da durup beklemişti. Reşit Paşa’ya karşı olanlar bunu dedikodu sermayesi yaparak “bir adama gel demek kolaydır amma git demek zordur, Didonlar İstanbul’un havasından hoşlandılar, bakalım nasıl gidecekler” diye söylentiler çıkarıp halk arasında yaydıkları gibi padişahın kulağına da ulaştırdılar. Reşit Paşa birgün saraya çağrılıp padişahın yanından ter içinde çıktıktan sonra doğru Fransa ve İngiltere elçiliklerine gidip elçilerle görüşmüş, İngiliz ve Fransız askerleri ağır eşyalarını haraç mezad İstanbul’da çabucak satarak acele İstanbul’dan ayrılmışlardı. Reşit Paşa o sıralarda azledilmişti. Fakat yine elçilikleri inandırmayı başarmıştı.

Reşit Paşa kıskançtı. Yetiştirmiş olduğu Âli Paşa’nın sivrilerek kendisine rakip olmasını bir türlü içine sindiremedi. Paris Andlaşması-na karşı çıkan yazıları bundan dolayıdır.

Reşit Paşa mevki düşükünü idi. Büyük adamlarda mevki düşkünlüğü hoş görülebilir. însalık gereği insanın kendini beğenmişliğe kapıl-maması mümkün olamıyor. Reşit Paşa’da ise üstünlük iddiası fazla idi. Sofu taslaklarından ve sofuluk yüzünden devlet adamları sırasına giren iki yüzlülerden ve eski devir düşkünlerinden kendisine karşı bir hükümet grubu bulunduğuna göre o biçim cahillerin üste çıkmalarına meydan vermemek ve fırsat düştükçe başlannı ezmek devlet çıkarlarına uygundu. Ama bazı kerre iş bu sınır içinde kalmazdı.

Eski doktorlarımızdan Serviçen Efendi bana anlatmıştı ki vazifeden uzaklaştırıldığı günlerde birgün Reşit Paşa’nın ziyaretine gitmiş ve iyi niyetle işten, yorgunluğundan, dinlenmeye ve hava değiştirmeye ihtiyacından bahsederek Edime ve Bursa gibi havası güzel ve ya-km vilayetlerden birini elde ederek bir müddet sağlığı ile ilgilenmesini tavsiye etmiş. Reşit Paşa acı acı çubuğunu üfledikten sonra “Serope, Serope, sen bunu kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa sana öğrettiler mi?” diye hiddetle sormuş. Serviçen Efendi’nin derhal aklı başına gelerek “bana kimse öğretmedi, özellikle aziz sağlığınızı düşünmem sonucu olarak arzettim” diye yeminler yalvarmalarla paşanın ayaklarına kapanmış ve “Serope aklını başına al, paşa efendilerimiz İstanbul’da rahat etsinler diye ben dağda bayırda sürtemem” uyarıcı cevabı ile yakayı kurtarmış.'Serviçen Efendi ilâve etmişti “yine tamamen içim rahat etmedi, veda ettikten sonra merdivenlerden inerken kavas başı geliyor mu diye usulca arkama bakıyordum”

Günün birinde İngiltere büyükelçisi İslâm hilâfet makamınca yapılması güç bir istekte bulunmuş ve isteğini ısrarla sürdürmüş. Bâb-ı Âli ve padişah hayli sıkılmış. Reşit Paşa sadrazamlığa getirilerek elçi de isteğini bir daha ağza almamış. Olayı anlatan şahıs bu istekte Reşit Paşa’nm parmağı olduğunu ve padişahın da bunu sezdiğini şüphesiz sayardı.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Seyid Ali Paşa Sultan Mahmut II. devrinde 1819yılında bir sene kadar sadrazam olmuş ise de önemli bir iş başaramamıştır.

·        2 — Pertev Efendi (Paşa) XIX. yüzyıl Tanzimat öncesi meşhur şair te devlet adamlanndandır. Sultan Mahmut II. zamanında ilk defa içişleri bakam olmuştur. Pek çok yetenekli gencin yetişmesine önayak olmuş, ayni zamanda yaşamış olan Akif Paşa ’nın gadrine uğrayarak idam edilmiştir. Sorgusuz yargısız idam edilen son devlet adamıdır.

·        3— 1244-1828 Osmanlı-Rus seferi, Yunan isyanı sırasında Navarin’ deki Türk donanmasının Avrupa devletleri müşterek donanması tarafından batırılması olayı üzerine Ruslarla yapılan savaştır. Rus ordularının Edime önlerine kadar gelmeleri üzerine 1829 yılında Ruslarla Edime Barışı yapılmış ve Yunanistan bağımsızlığı kabul edilmiştir.

·        4— 1270-1853 savaşı İngiliz ve Fransızlarla müttefik olarak Rusya’ ya karşı girişilen Kırım seferidir. 1856 Paris Andlaşması ile sona ermişti.

·        5 — Suhtınasar (Nabohodarasar), Mezopotamya ’da M. Ö. Vl.yüzyılda yaşamış olan Bâbil Devleti hükümdarıdır. Filistin'deki Yahuda Devleti’niyıkarak Yahu-dileri esir eden ve Bâbil’e götürerek meşhur asma bahçeleri yaptıran kraldır.

·        6 — Yazar bu kıyaslamada haklıdır. Çünkü Reşit Paşa Tanzimat reformlarını

uygulamak için bütün eski düşlüncelilerle tek başına mücadele etmiş ve bunu başarıya da ulaştırmıştır. Mithat Paşa ise mücadelesinde Reşit Paşa ’nm açtığı batılılaşma hareketinin yetiştirdiği ve batıda eğitim görmüş pek çok taraftar bulabilmiş ve hele bunlar arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni OsmanlIlar adı verilen ve hepsi yazar olan kuvvetli bir gruptan destek görmüş olmasına rağmen eserini kendi bile görmemiş ve bir senelik bir uygulamadan sonra da rafa kaldırılmıştır. Bu bakımdan Reşit Paşa elbette daha başarılı ve ıslahatını daha olumlu bir şekilde uygulayabilmiş bir reformatördür.

·        7 — İlk Türk parlamentosunun faaliyette bulunduğu Birinci Meşrutiyet adı verilen dönem 20 Mart 1877’den 14 Şubat 1878yılına kadar devam etmiştir. Buna göre çalışma süresi iki sene değil bir seneyi bile bulmaz. Ancak parlamento 30 sene kapalı kalmasına rağmen anayasa yürürlükten kaldırılmamış ve her sene ilanı günü devlet yıllıklarında yayınlanmıştır. 1908’de ordunun önayak olduğu direnme üzerine yeni seçimler yapılarak tekrar toplanmıştır ki tarihimizde bu olaya İkinci Meşrutiyet adı verilmiştir.

·        8 — İbrahim Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ’nın oğlu olup üzerine gönderilen Osmanlı ordularını birkaç defa yenmeyi başardı.

·        9 — Konya yakınlarında yapılan bu savaşta kumandan Mehmet Reşit Paşa değil sadrazam Reşit Mehmet Paşa’dır. İsimde bir yer değiştirme olmuş.

10— Burada bir dil sürçmesi olsa gerek. Zira Konya bozgunundan sonra Avrupa devletlerinin işe karışması ile 5 Mayıs 1833’te Mehmet Ali ile anlaşan ve ona birçok kıymetli eyaletlerini kaptırmış olan Padişah Mahmut II. Rusya tarafından yapılan yardım teklifini denize düşen yılana sarılır örneği olarak kabul etmiştir. Kendisi Rusya 'dan yardım istememiştir.

·        11 — Kutsal yerler problemi, Kanuni Şuttan Süleyman zamanından beri Katolik mezhebindeki Hıristiyanlara bırakılmış olan Kudüs ve yöresindeki kudsal sayılan kilise ve diğer tapmakların bakım ve yönetimi işinde Ortodoks Hıristi-yanlan temsilen Rusların da hak istemeleridir.

·        12 — Mençikof bu ikinci isteğini 1774 yılında Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Barışının 7. maddesindeki bir ifadeye dayanarak ileri sürmüştür.

·        13 — Damat Mehmet Ali Paşa padişah Abdülmecid’in kız kardeşi olan ve bu günkü Kandilli Kız Lisesi’nin bulunduğu binanın sahibi olan Adile Suttan'm kocası olduğundan padişah damadı sayılırdı.

14— Bir yabancı ülkede diğer bir ülkeyi temsilen bulunan bir elçinin pasaport istemesi o memleketin kendi ülkesi ile arasındaki siyasi ilişkilerin kesilmesi, dolayısıyla da savaş ilânı anlamını taşıdığından Mençikof ün bu isteği de bu anlamdadır.

·        15 — Defterdar Burnu, Boğaziçi’nde Ortaköy’den Bebek’e giden sahil yolu üzerinde

bugün de aynı adı taşıyan semtin adıdır. Bu ad, orada bir cami ve yalı yaptırmış olan Defterdar İbrahim Paşa ’nın adından dolayı verilmiştir

·        16 — Fethi Paşa, XIX. yüzyıl Osmanlı devlet adamlarındandır. Paris ve Viyana

elçiliklerinde bulunmuş ileri görüşlü Tanzimat dönemi vezirlerindendir. Ab-dülmecid’in kız kardeşi Atiye Sultan ile evli olduğundan padişah damadı idi. Memleketimizde ilk müzeyi kuran adamdır.

17— Mütercim Rüştü Paşa, Tanzimat devri devlet adamlarındandır. Âli ve Fuad paşalardan sonra beş defa sadrazam olmuştur.

·        18 — Bundan evvelki Sadrazam Damat Mehmet Ali Paşa idi.

·        19 — Piyemont-Sardunyaitalyanbirliğinin kurulmasında önayak olan İtalya’daki küçük devletlerden birisi idi.

·        20 — Sivastopol; Rusya ’nın Kırım yarımadasındaki büyük askeri üslerinden birisiidi. Müttefikler buraya asker çıkararak şehri ele geçirdiler.

XI

MEHMET EMİN ÂLİ PAŞA

Âli Paşa, Mısır Çarşılı Ali Rıza Efendi’nin dölünden 23 Rebiyü-levvel 1230-Şubat 1815(1) tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Ali Rıza Efendi’nin dükkânı kapıya bitişik olduğundan aynı zamanda çarşının kapıcısı idi. Yerme amacı ile paşa hakkında söylenilen:

Kapıcızade ile Köprülü ‘nün farkı budur

,<                        Birisi aldı Girid’i birisi verdi bugün(2)

beytindeki kapıcı oğlu niteliği bundan dolaylıdır.

Âli Paşa’nm eğitimi muntazam değildi, parça parça idi. Hattâ biraz Fransızcayı dağınık surette şundan bundan ve özellikle bir Rum doktordan öğrenmişti. Doğuştan parlak zekâsı ve memurluğa girdikten sonra geceyi gündüze katarak çalışması bu eksikliği gereği kadar gidermiş ve yüksek niteliklerini imrenilecek dereceye çıkarmıştı. Babasının, devrin vezirlerinden birine bağlanması sayesinde Mehmet Emin Efendi onbeş yaşında iken Divan-ı Hümayun kalemine çırak olmuştu. İ Yedi sene kadar buraya ve sonra mühimme ve tercüme kalemlerine *; devamdan sonra bir arlalık Viyana büyükelçiliği ikinci kâtipliğine atanmış ve yedi sekiz ay geçtikten sonra üçüncü rütbe ile Divan-ı Hümayun tercümanı atanmıştı 1253-1837. Âli takma adı o devrin âdeti ve örneğine uygun olarak bu görevde iken verilmiş idi(3). Ertesi sene,müsteşar vekilliği ile Londra elçiliğine atanmış olan Reşit Paşa acele İstanbul’a gelince, öyle bunalımlı bir zamanda elçilik maslahatgüzarlığını yirmibeş yaşında bulunan Âli Efendi’ye bırakmıştı. Reşit Paşa’nın Âli Paşa hakkmdaki güvenine en güzel örnek budur. Hatta o sene evvela vekil olarak (1255-1839) ve ertesi sene asîl olarak dışişleri müsteşarlığına getirmiştir. Ondan sonra Reşit Paşa Âli Efendi’nin elinden tutup sırasıyla Londra büyükelçiliği (Zilkade 1257-1841) Meclis-i Vâlâ üyeliği (1261-1845) ve dışişleri müsteşarlığı gibi yüksek görevlerde kullanarak kendisi sadrazam olunca (Şevval 1262-1846) Âli Efendi’ye Bâlâ rütbesi ile dışişleri bakanlığını verdi. 1264 muharreminde (1848) vezirlik rütbesine kavuşan Âli Paşa Meclis-i Vâlâ Başkanlığında ve ikinci defa dışişleri bakanlığında bulunarak 1268-1852 (9 şevval) de efendisinin azledilmesi üzerine yüksek sadrazamlık makamını kazanmıştı. Meşhurdur ki kendisine sadrazamlık teklif olunduğunda yaşının küçüklüğünden ve bilgisinin yetersizliğinden bahsederek kabul etmemek için bahane aramış ise de padişah “inşallah o makamda sakah ağarır” vaadi ve ısrarı üzerine kabul etmiş fakat iki ay geçince azil olunmuştur. Ve yine meşhurdur ki sadrazam olduğu gün evine gitmeden Reşit Paşa’nın yalısına uğrayıp eteğini öpmek suretiyle teşekkürlerini sunmuş ve iyilik-bilirliğini göstermiştir. Ölümü 21 Cumadiulula 1288 7 Eylül 1871’dir. Beş kere sadrazam, iki kere vekil ve sekiz kere asil olarak dışişleri bakanı, iki kere Tanzimat meclisi başkam ve beşer ay kadar İzmir ve Bursa valisi olmuştu.

Âli Paşa ufak tefek, zayıf yapılı, konuşma ve tabiatça beceriklilikten yoksun ve ses tonu hafifti. Devletçe taşıdığı büyük itibarı, ağırbaşlılığı ve herkes hakkında resmiyetten hiç ayrılmayan saygılı davranışı ile kazanmıştı. Daima ceketi ilikli oturur ve yanma kâtiplerden birisi bile girse ayağa kalkar gibi davranışlar gösterirdi. Karşısında* eller kavuşmuş saygılı bir halde durmak zorunlu idi; hafiflik ve kabalık sevmediği şeylerdi; gelişigüzel konuşmak veya kayıtsız davranmak tehlikeli idi.Çünkü darhal terbiyeli ve nazik fakat acı sözler ve tavırlarla çarpardı. Ziya Paşa’nm “Zehr-i hand-ı istihza” deyim ve “Şîrin dahi kasdet-mesi cana gülerektir” mısraında anlatmak istediği gülüşler dudaklarında daima dolaşır ve en büyük ayıplama silahı ve azarı olurdu. Tophane müşiri Halil Paşa bakanlar kurulunda çantasını yanına alarak dairesine ait kâğıtların incelenmesi ile uğraşır ve toplantıda görüşülen konuları dinlemezmiş. Birğün toplantıda önemli bir mesele görüşülmüş. Âli Paşa efendim görüşmeler dağıldı, Müşir Paşa hazretlerinden rica etsek de konuşmaları toparlayıp özetleseler” diye kendisine seslenilince zavallı şaşalamış ve utancından kıpkırmızı olmuş ve bir daha evrak çantasını beraber almamış.

Makamın otoritesini korumak hususuna eski büyük vezirler arasında Âli Paşa kadar dikkat eden yoktur. Bâb-ı Âli’nin, her işin başvurulacağı yer olma geleneğini desteklemiştir. Bakanlardan hiçbiri sadrazama bilgi vermeden saraya çağrılsa bile gidemezdi. Maliye Bakanı Şirvanizade Rüştü Paşa(4) bir gün saraydan çağrılması üzerine kendiliğinden saraya gittiğinden Âli Paşa meseleyi büyülterek istifa etmek derecesine vardırmıştı. Rütbe ve görev verilmesi hakkında padişah tarafından çıkarılan buyrukları resmî işleme uygun olarak yerine getirirdi. Buna benzer buyruklar zaten pek seyrekleşmişti. Mustafa Efendi (Tarihçi Mustafa Nuri Paşa)(5) Mabeyn başkâtibi iken kayınbiraderi Sait Efendi ’nin(eski İçişleri Bakanı) rütbesinin yükseltilmesine buyruk çıkartmış. Âli Paşa “Sait Efendi’yi Bâb-ı Âli acaba Mustafa Efendi hazretleri kadar değerlendiremez mi idi” diye alışılagelindiği üzere kırgınlık gösterince Sait Efendi kendisinin asla bilgisi olmadığını inandırıcı bir şekilde anlatarak Âli Paşa’nın hiddet ve kininden kurtulmuş idi. Padişah buyruklarını aldığı vakit Âli Paşa pek uysal görünür, fakat ellerini uğuşturarak bazı sakıncalar ve görüşler ileri sürerse o buyruk geri alınıyordu.

Raftan sünger düşse bir yeri incinecek kadar zayıf ve nazik olan bu küçük adam resmi makamda aslan heybeti takınıyordu. Usule, resmiyete ve protokole bağlılığı fazla idi. Sadrazamların saraya gidişlerinde Serkürena tarafından taş merdivende karşılanması âdet olduğundan bir defa Serkürena padişahın yanında bulunduğundan dolayı karşılama merasimini yerine getirememiş, Âli Paşa içeri girmeyerek bahçede gezinmeye başlamış, Serkurenanm pencereden gözüne iliştiğinden oraya dik dik bakmasının sebebini soran Sultan Abdülaziz’e, sadrazamın geldiğini, bahçede dolaştığını söylemesi üzerine izin verildiğinden derhal Âli Paşa’yı karşılamış ve padişahın yanında bulunduğundan dolayı hiz-* mette kusur ettiğini bildirerek özür dilemiş; paşa ' ‘ben de çiçekleri sey-**' rediyordum, çiçekler ne güzel açmış” gibi tatlı sözlerle içeri girmiş(6). "!ır-

Sultan Abdülaziz Han tatil günleri dışında (adi günlerde) giyinmez ve kürkle otururmuş. Mabeyn görevlilerinin anlattıklarına göre Âli Paşa’yı birgün o kıyafetle kabul etmek isteyince paşanın odaya girmekle çıkması bir olmuş. Yol gösteren mabeyinciye “efendimiz dinleniyor-larmış, niçin rahatsız ettik” diye başına kakarak doğru bakanlar odasına dönmüş ve padişahın nereye gittiğini sorması üzerine durumu anlatmışlar, gülümseyerek elbisesini isteyerek giyindikten sonra sadrazamı kabul etmiş.

Kutlama günlerinde sadrazamların, padişahların annesine -Valide Sultan- de gitmesi âdetmiş: Pertevniyal Sultan(7) Âli Paşa geldiği zaman telaş ederek ve özenerek başörtüsü ve carını çabuk getirmelerini cariyelerden isteyerek paşayı bekletmemek için çarçabuk mabeyn kapısına gelir ve kendisi konuşmayarak âdet olduğu gibi Hazinedar Usta aracılığı ile tatlı sözler söylediğini ve başarılarına dua ettiğini, diğer sadrazamlara o kadar özenmediğini eski Darüssaade Ağası Abdülgani Ağa anlatırdı.

Âli Paşa padişah yanında alçak gönüllülüğü pek ileri götürür ve kanter içinde kalır, yürürken ayakları titrermiş; bu hal yalancıktan olmayıp doğuştan ve ciddi idi.

Gençliğindeki öğrenim eksiklerini sonradan okuyarak gayretli çalışmasıyla tamamlamış, Allah vergisi yeteneği öğrendiklerine başka bir parlaklık vermişti. Kendi el yazısı ile yazılmış müsveddeleri bugün kıymet bilir ellerde görülmektedir. Fransızca yazdığı yazılarda bazı gramer yanlışları olmakla beraber anlamlı deyimleri bulup fikrini savunmadaki gücünü, dışişleri bürolarında çalışan ve Fransızcayı pek iyi bilen kişilerden işitmişizdir. Osmanlı Devleti tarafından delege olarak atandığı Paris Barış Kongresinde meslekdaşlarınm takdirlerini kazanmış, Avusturya delegelerinden Baron Hübner anılarında kongrede Âli Paşa büyüklüğünde diplomat yoktu diye yazmış olduğunu, hatıratı okuyan birisinden işitmiştim. Bununla beraber atılgan olmayışı delegasyonumuzu sönük göstermiştir.

Sırası gelmişken şunu da ekleyeyim ki Paris Kongresinde Âli Paşa yerini getirerek kapitülasyonların kaldırılması meselesini bahis konusu etmiştir. Kongre tutanaklarından anlaşıldığına göre olay şöyle olmuştur: Osmanlı Devleti’nin o günkü durumuna göre anlaşmaya katılan devletlerin Türkiye ile ticaret ve kabotai ilişkilerini düzenlemesi hususunda birîeşilmesi gereğine dair Lord Clarendon(8) tarafından yapılan teklifi Compte Walewski(9)de uygun bulmuş ve Compte Cavour(lO) hiçbir devletin ticaret usulünün Türkiye kadar serbest ve açık olmadığını, bugünkü işlemlerde görülen düzensizliğin ve yabancı tüccarların karşılaştığı zorlukların sebebi ayrıcalık durumundan meydana gelen kararlar olduğunu bildirmiştir(ll). Baron Manteuffel(12) evvelce Prusya hükümetinin Bâb-ı Âli ile bîr ticaret anlaşması yaparken Türkiye ile büyük devletler arasında yapılmış ticaret anlaşmalarının çokluğunu ve karışıklığını kendi gözüyle gördüğünü ve bu meseleye dokunmanın OsmanlI Devleti’nin ilk senelerinden devreden kazanılmış hakları kurcalayacağını söylemesi üzerine Âli Paşa ticaret ilişkilerini zorlaştıran güçlükleri ve Osmanlı Devletinin yapacağı işleri önleyen engelleri eskimiş anlaşmalara dayandırıldığım açıklarken AvrupalIların eski anlaşmalarla kazandıkları imtiyazlann(ayrıcalıklarm)kendi güvenliklerine ve işlerinin geliştirilmesine dokunduğunu ve zarar verdiğini; çünkü Osmanlı

hükümetinin karışma yetkisinin sınırlı olduğundan her elçiliğin kendi uyruğunda olanlar hakkında kullandığı kaza hakkının hükümet içinde birçok hükümetler meydana getirdiğini ve her türlü reform için büyük engeller teşkil ettiğini söylemiştir.                                 '

Bunun üzerine delegeler arasında karşılıklı görüşler ileri sürülmüş ve sonunda Osmanlı Devleti’nin diğer devletlerle ticaret ilişkilerini ve Osmanlı ülkelerinde oturan yabancıların oturma şartlarını belirten kararların yeniden incelenmesi gereğine ve tarafların hukuki çıkarlarını koruyacak bir amaca varmak için barış andlaşmasınıiı imzalanmasından sonra İstanbul’da Bâb-ı Âli ile andlaşmaya katılan diğer devletler temsilcileri arasında görüşme açılmasına dair tutanağa bir dilek yazılmasına bütün delegeler oybirliği ile karar vermişlerdir.

Paris Kongresi delegeliğinden başka Âli Paşa’nm önemli bir siyasi görevi daha vardır ki ö da Girit’tir (1284-1867). Girit İhtilâli, Avrupa’da Helenizm yani Yunan dostluğu duygularını uyandırmış, adanın Yunanistan’a katılması yolunda eğilimler belirmeye başlamıştı. Arazinin sarplığı dolayısıyla devletin askeri kuvvetleri ihtilâli bastırmakta hızlı hareket edemediğinden meselenin uzaması ve sonradan hükümetin başına siyasi bir dert açması mümkündü. Âli Paşa beşinci defaki sadrazamlığında Girit’e kendisi gitti; yabancıların karışmasını önlemek için mahalli idareye bazı haklar tanıyan özel bir kararname hazırladı; Girit meselesini geçici de olsa önledi. Bu çözüm şeklinde mecburen gösterdiği kolaylıklar dolayısıyla muhaliflerinin yermesine ve taşlamasına uğramış, Zafemame(13) bundan doğmuştur.

Aşağıdaki makalelerde anlatılacağı gibi İstanbul’da “Yeni Osmanhlar” adıyla bir siyasi demek kurulmuş olup(14) bunun amacı Âli Paşa’yı yerinden atmak ve hürriyet idaresi kurmaya yönelik olduğundan yazılan ile elebaşıları olan Ziya Bey (Paşa) Zafername’yi yazmıştı. Âli Paşa buna pek üzülmüştür derler. Kasidenin tahmisini yaptığı ileri sürülen Hayri Efendi, güya şerheden Zaptiye Nazırı (Güvenlik işleri bakanı) Hüsnü Paşa’ya başvurarak asla bilgisi olmadığını söyleyerek yana yakıla kendisini temize çıkarmaya çalışmış, Hüsnü Paşa cevap olarak “efendi merak etmeyiniz, siz ben yazdım deseniz de kimse inanmaz” diyerek zavallı adama güven vermiş(15).

Âli Paşa dış politikada Fransa politikasına eğilimli idi(16). Reşit Paşa’nın kafadarı olan İngiltere elçisini İstanbul’dan uzaklaştırmıştı(17). Kavrayışına ve anlayışına Napoleone 111.(18) fazla güven beslerdi. Hattâ tamamen batı işlerine ait bir devletlerarası meselede bakanlarına bir kerre de Âli Paşa’nın fikrini sormalarım hatırlattığı söylenir. Diplomatlıkta hocası Reşit Paşa’ya üstün olduğu herkesçe kabul edilmiştir. Bâb-ı Âli’nin yabancılar gözünde siyasi değerini yükseltmeye çok hizmeti olmuştur. Yazı takımını mirasçılarından Prusya Kralı (Almanya împaro-toru) Koca Wilhelm aldırmıştı.

İç politikada tutumu daha ziyade tutucu idi. Devleti fazla hırpalamayarak ve pek tartaklamayarak ilerlemeye taraftardı. Reşit ve Fuad paşalar kadar kararlarında kesin kes değildi. Bununla beraber ılımlı tutumundan memleket ve devlet faydalanmıştı. Islahat fermanları ile vatandaş haklarını kayırdığı gibi iller idaresine ait olan yeni kanunlarla idare meclislerine bir takım yerel haklar kazandırmış ve hak ve yetkilerini genişletmişti. Devlet Şurasına İstanbul dışındaki illerde ileri gelenlerden üye getirmesi Avrupa’da uygulanan parlamenter reiime başlangıç gibi sayılmış ise de sırf taklitten ibaret kalıp esaslı bir işe ya-ramamıştı(19). Ali Paşa meşrutiyet taraftan değildi. Padişah üzerindeki büyük etkisi ile eğer istese idi Sultan Abdülaziz Hân’ı inandırarak ılımlı bir meşrutiyet idaresi kurmayı başarabileceğini sananlar vardır. Amma böyle bir isteğe hiçbir zaman yanaşmamıştı(20).

Âli Paşa huyu gereği şiddetli direnişlere karşı koymada güçsüz kalır, bununla beraber rakibi yok etme hususunda elinden geleni esirgemezdi. Gücendiği kimseleri zehirli gülümsemeleriyle nasıl ezdiğini daire müdürleri pfek iyi bilirlerdi. Reşit Paşa’nın düşmanlığından pek yıldığı için ölümünden sonra biraz nefes almış, konuşma gücüne karşı gelemediği Fuad Paşa’nın ölümünden sonra (1285-1868) başta artık konuşan tek kimse olarak kalmıştı. Azledilmesi ve değiştirilmesi padişah tarafından uygun görülmediği gibi yenilerden hiçbir vezir postuna oturmayı göze aldıramazdı. Yaşasa idi ne Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi ve ne ondan sonra meydana gelen Rus savaşı olmayacağına kendisini bilen ve tanıyanlar inanırlardı.

Sultan Abdülaziz Mısır ve Avrupa seyahatlerinden(21) sonra bayındırlık işlerine önem vermiş ve Rumeli demiryolunun(22) Topkapı Sarayı bahçesi içinden geçmesine itiraz etmeden razı olmuştu. Fakat yapıma başlandıktan sonra demiryolunun saray içinden geçmesi hoşuna gitmedi. Âli Paşa muhaliflerinden Mecalis-i Âliye’ye memur olan Mütercim Rüştü Paşa birgün bakanlar kurulunda bu konuyu diline dolayıp bir yabancı şirketin padişah sarayına girmesinden dolayı pek ağır şikâyet ve itirazlarda bulundu. Âli Paşa itirazcıyı susturmayı başaramadı ve padişah emirlerini saklama âdeti dışına çıkarak “ne yapalım efendim, mülkün sahibi (padişah) arzu ederek izin verdi ve hattâ demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin razıyım” buyurdu sözlerini ağızdan kaçırdı. Bu açıklama üzerine itiraz eden ağızlar kapandı ise de zaten hasta olan Âli Paşa yakınlarına “bu adam beni bugün zehirledi” diyerek üzüntülerini açığa vurmuş(13) ve ondan sonra bir daha toplantıya gelemeyerek ahiret yolunu tutmuştur.

Hasta iken hatır sormaya giden bir doktor kahvaltı tepsisindeki fasulye piyazına paşanın fazla düşkünlüğünü görerek uyarıda bulunmuş ve rahmetli kendisine “şimdi artık lezzetli ömrü aziz ömre tercih eder oldum” cevabını vermiş.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Âli Paşa’nm doğum yılının hicri 1230 olduğunda yazarlar birleşmekle beraber bunu milâdi sene olarak bazısı 1814 (İbnülemin M. K. İnal: OsmanlIlar devrinde son sadrazamlar) bazıları da 1815 olarak göstermektelerdir (İslâm Ansiklopedisi. T. tr. C. I, S. 355).

·        2 — Bilindiği gibi Girit Adası 1669 yılında vezir-i Âzam Köprülü Fazıl AhmetPaşa tarafından zaptedilmiştir. 1867yılında Girit’te çıkan karışıklıkları bastırmak için Âli Paşa adaya gitmişti. İsyancıların bazı dilekleri kabul edilerek karışıklıklar kısmen önlenmişti. Paşanın muhalifleri bu hareketi Girit’in Yunanlılara bırakıldığı şeklinde gösterdiklerinden muhalif yazarlardan birisi de bu beyti söylemiştir.

·        3 — Mahlas, lügat anlamı ile bir kimsenin asıl adından başka sonradan takılanad demektir. Eskiden şairler ve devlet memurları asıl adlan yerine mahlasla-nn: kullanırlardı. Mesela Mithat Paşa’nm asıl adı Ahmet Şefik olduğu gibi Âli Paşa ’nın asıl adı Mehmet Emin olduğu halde Âli mahlası ile anılmıştır. Bu ad kendisine ufak tefek yapılı oluşunu drtmek için verildiği yolundaki iddia gerçek dışıdır.

4— Şirvanizade Rüştü Paşa 1828'de Amasya’da doğmuş ise de babası Kafkasya da Şirvan kasabasında doğmuş bilginlerden olduğundan kendisi bu lakapla anılmış Osmanlı vezirlerindendir. 1873yılında kısa bir süre sadrazamlık yapmıştır.

·        5 — Mustafa Nuri Paşa, Netayiç el-Vukuat adlı üç ciltlik Osmanlı tarihi yazarıdır. Mabeyn başkâtibliği gibi çeşitli yüksek devlet görevlerinde bulunmuştur.

·        6 — Sultan Abdülaziz’den sonra padişah olan II. Abdülhamit zamanında hükü

met başkanı olan sadrazamların saraya gelişlerinde karşılanması şöyle dursun saatlerce kabul edilmek için bekletildikleri ve hattâ hapis olundukları düşünülürse Âli Paşa ’nın hükümet başkanlığı görevinin onurunu nasıl titizlikle koruduğunu bu olay açıkça göstermektedir. Kusur ve kabahat padişahta mı vezirlerinde mi?

·        7 — Pertevniyal Sultan, padişah Sultan Abdülaziz 'in annesi olup hayır işleri yap

makla şöhret bulmuştur. İstanbul’daki Aksaray'daki Valide Camii gibi ünlü eserlerden başka okul ve diğer hayır kurumlan da vardır.

·        8 — Lord Clarendon, bu sırada İngiltere dışişleri bakanlığına özellikle seçilmiş birİngiliz devlet adamıdır.

·        9 — Compt(Kont)Waleıeski. bu kongre sırasında Fransa dışişleri bakanı olup Bü

yük Napoleone’tn (Napolyon Bonapart) PolonyalI Comptes (kontes) IValeıcska ile evlilik dışı oğludur.

10— Compt Cavoıır (Kont Kavur), Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakına sonradan katılan Sardunya Devleti başbakanı olup İtalya Krallığının kurulmasında büyük çaba göstermiş İtalyan devlet adamı ve başbakanıdır.

·        11 — Kapitülasyon denilen Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletlerine tanıdığı ayrı

calıkların (imtiyazların) her devlete birbirinden farklı şekilde verilmiş olmasından doğan farklı uygulamalar açıklanmak istenmiştir.

·        12 — Baron Edıvin Von Manteuffel Prusya Devleti mareşali ve derlet adamı olup

konferansa Prusya delegesi olarak sonradan katılmıştır.

·        13 — Zafernâme meşhur şair re devlet adamı Ziya Paşa ’nın sadrazam Âli Paşa yı hicvetmek için yazdığı şiir kitabının adıdır. Gerçekten kitapta paşa hakkında çok ağır re çirkin suçlamalar vardır. Bunların pek çoğu da gerçeklerden uzak ve tamamen şahsi kinlerin ürünü iddialardır. Ziya Paşa re sonradan Yeni OsmanlIlar adıyla meydana gelen bir topluluğa mensup Namık Kemal, Ali Suavi ve benzeri yazarları Âli Paşa ’nın devlet otoritesini korumak için gösterdiği sert tutumdan gocunarak ona karşı âdeta müşterek bir mücadele açmışlardır. Bu amaçla haşlayan kampanya Türkiye’de parlamenter reiimin kurulmasında büyük bir rol oynamıştır. Bu konu ilerideki makalelerde daha geniş şekilde ele alınmıştır.

·        14 — Yeni Osmanlılar denilen teşekkül son tetkiklere göre İstanbul’da kurulmuş değildir. Ancak yakın zamanlara kadar böyle kabul edilmesinin sebebi Yeni OsmanlIlar hakkında tek kaynak olan Ebüzziya Tevfik’in Yeni Tasvir-i Efkâr adlı gazetede yayınladığı "Yeni OsmanlIların Sebep zuhuru" adını taşıyan yazı serisinde böyle yazmış olmasından dolayıdır. Son tetkiklere göre Yeni OsmanlIlar İstanbul’da değil, Mısırlı Prens Mustafa FazılPaşa’nın himayesin-~ de Fransa’da, NamıkKemal, Ziya Paşa ve arkadaşlarının 1867yılında Paris’te kurdukları bir teşekküldür. Bu teşekküle sonradan, İstanbul’da Âli Paşa aleyhinde faaliyette bulunan ve Meslek adını taşıyan gizli bir derneğin İstanbul'dan kaçan üyeleri de katılmışlardır. Konu tarafımızdan hazırlanmakta olan "Türkiye Parlamento Tarihi’’ adlı kitapta etrafıyla anlatılmaktadır. Ayrıca Bak.I. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil: Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı üzerinde araştırma I. Yeni Osmanlılar. II. Belleten.

·        15 — Zafemâme aslında bir kaside ile etrafta o zaman büyük yankılar uyandıran

şerhi ve tahmisi olmak üzere üç bölümdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi çok acımasız bir taşlama olan Zafemâme ’yi Ziya Paşa o zamanki İzmit Mutasarrıfı Fazıl Paşa ağzından yazdırdığı gibi tahmisini de Âli Paşa ’nın yakın adamlarından olan karantina kâtibi gibi küçük bir görevli olan Hayri Efendi tarafından ve şerhini de Âli Paşa 'ya bağlılığ ile tanınan Zaptiye Müşiri (emniyet genel müdürü) Hüsnü Paşa tarafından yapılmış gibi göstermiştir. Gerçekte bu her iki adam da iki satırlık mektup yazmaktan âciz kişilerdir. Ziya Paşa bu sahte isimlerle kendi adını saklamak istemiştir.

·        16 — Osmanlı devlet adamları Tanzimat ve onu izleyen dönemde Osmanlı Devleti’nin dış politikasını büyük Avrupa devletlerinden birisine dayanarak yürütmeye çalışmışlardır. Mesela Reşit Paşa İngiltere’yi, Âli Paşa Fransa ’yı, Mahmut Nedim Paşa da Rusya’yı tutmaya çalışmıştır.

·        17— Bu sırada İngiltere ’nin İstanbul elçisi olan Cannig, buradaki politik başarılarından dolayı hükümeti tarafından lordluk pâyesi verilerek Lord Stratford Rede-lif adını almıştır. Kutsal yerler probleminin ortaya çıkışı sırasında kendi devleti ile beraber Fransa’yı, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’ya karşı ittifak yapmaya zorlayan bu adamın çabalarıdır. Fakat bundan dolayı da Osmanlı Dev-leti’nin içişlerine o derece karışmaya başlamıştı kiÂUPaşa İnğltere hükümeti üzerinde baskı yaparak bu adamı İstanbul’dan gen aldırmıştır.

·        18— Napoleone III. (1808-1873) bu sırada Fransa imparatorudur. Napoleone Bo-napart’ın kardeşi Louis Bonaparte’ın oğludur. 1815’te Fransa’dan kaçarak İsviçre ’de oturmuş, 1848’de Fransa ’ya dönerek ihtilâlde komünist tehlikesini önlediği için cumhurbaşkanı seçilmiş, 1852’de bir darbe ile cumhuriyet reiimini kaldırarak evvela konsül, 1853’te imparatorluğunu ilân etmiştir. Kendini beğenmiş, politikası oynak ve kararsız,sözünü çabuk değiştirir idi. 1870’de Almanya ile yaptığı savaşta Sedan’da Alınanlara esir düşmüş, 1873’de ölmüştür.

·        19 — 1868yılında kurulmuş olan devlet Şurası (Danıştay) nın Türkiye'de ilk par

lamenter kuruluş olarak kabul edilmesi, üyeleri arasında İstanbul dışındaki illerden seçilerek gelen delegelerin bulunmasından ve kanun yapma hakkına sahip oluşundan gelmekte idi. Fakat gelen delegelerin burada danışma görevinden başka bir fonksiyonları olmadığı gibi kurumun kanun yapma yetkisi de sadece kanun metnini hazırlamaktan ibaretti.

·        20 — Tanzimat reformatörlerinin başında gelen Reşit Paşa, Fuad ve Âli paşalarınparlamenter bir idare taraftan olup olmadıktan hakkında birbirine uymayan çeşitli görüşler ileri sürülmüş ise de bunların hiçbirisi ciddi bir inceleme ürünü olmadığından gerçek saymak mümkün değildir. Konu tarihimiz bakımından ciddi bir araştırmayı gerektirecek kadar önemlidir. Yazarın bu hükmü de bu çeşit kişisel bir görüşten ileri gitmemektedir.

e 21 — Sultan. Abdülaziz Osmanlı imparatorları arasında ilk defa memleket dışına çıkan hükümdardır. 1867’de evvela Fransa ’ya oradan İngiltere 'ye ve dönüşte de Avusturya'ya bu memleketlerin hükümdarlarının daveti üzerine gitmiştir.

Daha Önce 1866’da da Mısır’a gitmişti. Bütün bu seyahatlerde yanında dışişleri bakanı Fuad Paşa bulunmuştur.

22 — İstanbul-Avrupa demiryolu, Rumeli demiryolu adını taşırdı. Bu yol padişah Abdülaziz zamanında yapılmıştır. Sultan Abdülaziz demiryolunun Topkapı Sarayı bahçesi içinden geçmesini arzu etmemekle beraber engel de olmamıştır.         İtiraz edenler daha çok eski kafalı tutucular olmuştu.

XII

FUAD PAŞA

Mehmed Fuad Paşa bilim adamlarından meşhur şair Keçecizade İzzet Molla’nm büyük oğludur(l). Âli Paşa’nm doğduğu 1230-1814 yılında İstanbul’da doğmuştur. Cami derslerine ve Tıbhane adıyla açılan Tıbbiye okuluna (Tıb Fakültesi) devam ederek öğrenim yapmıştır. Tıp okulumuzun ilk öğrencilerindendir. O zamanın doktorluk dili Latince olduğundan ve öğretmenleri Meternich’in yardımıyla Viyana Üniversitesinin gözde öğretmenlerinden (Bernar, Rigler, Watbichler) getirildiğinden dolayı eski doktorlarımız gibi Fuad Efendi de latin dilinin fen kısmını öğrenmişti(2). Tophane doktorluğuna atanan ve bu görevle Çen-geloğlu Tahir Paşa maiyetinde Trablus Seferine giden Fuad Efendi doktorluğu ve askerliği bırakıp politikayı tercih etmişti. Tercüme kalemine girişi 1253-1837’dedir. Reşit Paşa Âli Efendi gibi Fuad Efendi’yi de takdir ederek 1254-1838’de birinci tercüman ve Londra elçiliği başkâtibi, 1260-1844’te Madrid geçici elçisi ve ertesi sene Divan-ı Hümayun tercümanı 1263-1847’de Âmedci tayin ettirmiştir.

Macar İhtilâlinin(3) genişleyerek Memleketeyn(4)’e sıçramasından korkulduğundan ve Bâb-ı Âli ihtilalcilerden Osmanlı ülkelerine sığınacaklara kapılan açtığından Fuad Efendi komiserlikle Bükreş’e gönderilmiş(1265-1849) Rusya’nın işe karışması ile ihtilâl bastınldık-tan sonra bazı hususların görüşülmesi ve düzeltilmesi için Osmanlı hükümeti tarafından oradan Petersburg’a(5) gönderilmiştir. Bâb-ı Âli’nin, Avusturya harp divanlan tarafından idama mahkûm edilen ve hiçbir kurtuluş yollan kalmayan Macar ihtilalcileri hakkında gösterdiği koruyucu tutum ile Reşit Paşa Avrupa nazarında bir kat daha prestii kazandığı gibi Fuad Efendi de görevlendirildiği işte sağlam bir tutum ve etraflı bir anlayışla başarı göstermişti.

Petersburg’ta iken Bâlâ rütbesi ile sadrazamlık müsteşarı olan Fuad Efendi, Âli Paşa sadrazam olunca (Şevval 1268-1852) dışişleri bakanı olmuş, Mençikof’un olağanüstü elçilikle İstanbul’a gelmesi dolayısıyla bakanlıktan aynlmış (1269-1853) ve elçi ile yüz yüze gelmemiştir. Rus savaşından faydalanmak maksadıyla kımıldanmaya başlayan

Yunanlıların durumunu incelemek üzere 1270-1854’te Yanya’ya gitmiş ve Yunan çetelerinin bastırılmasında çoğu kez orduya kendisi kumanda ederek idari işlerdeki akıllı tedbirlerine ek olarak askerlik alanında da üstünlük göstermiştir. Bir onbaşı, askerler namına kendisine bir ferahi takdim etmiş ve paşa da bunu fesine takarak bir tarihi hâtıra olarak saklamıştır. Dönüşünden sonra Tanzimat meclisi başkanlığı üzerinde olarak vezirlik rütbesiyle ikinci defa dışişleri bakanı ohnuştur(1271-1855)(6).

Üçüncü defa dışişleri bakanlığında iken Şam Olayı(7) meydana gelmiş, Fuad Paşa resmen askeri komutanlık görevini de alarak tam yetki ile olağanüstü delege tayin edildiği Şam’a gönderilmiştir. Mahalle çocuklarının kavgası ile başlayan olayın ne yazık ki genişleyerek çıban haline gelmesi Müslüman ve Müslüman olmayan halk arasında kanlı çatışmalara dönüşmesi üzerine Napoleone III. nm atak politikası Fransa’yı olaya karışmaya şevketmiş otuz bin kişilik bir ordu hazırlanmasına başlanmış ise de Fuad Paşa’nın çabuk hareket etmesi ve buna Paris Büyükelçisi Ahmet Vefik Paşa’nın gayretinin eklenmesi ile Fransa’nın olaya karışma eylemi tavsamış ve mesfele giderilmiştir. Fuad Pa-şa’nm yaptığı işlerden birisi Arabistan Ordusu Müşiri (Mareşali) ve Şam Valisi Nazır Ahmet Paşa’yı azil ve İstanbul’a iade ile muhakemesinden sonra Şam’da kurşuna dizdirmesidir(1277-1860)(8). Bu Ahmet Paşa Harp Okulunun yetiştirdiği ilk kurmay subaylardan olup dürüstlüğü ve temizliği ile tanınmış, namazında, abdesinde Allah’tan korkan birisi idi. Geçen Rus savaşmda(1853 Osmanh-Rus Savaşı) Tuna boyu hareketlerinde yararlık göstermiştir. Bir süre Harb Okulu nazırlığında (müdürlüğü) bulunduğundan nazır lakabı buradan kalmıştı. Şam olayında karışıklığı süratle bastıramamak suçundan yargılanmış, idam hükmü kendisine bildirildiğinde “eğer devletin derdi benimle giderilecek ise kanım helâl olsun” demişti. Şam’da Muhiddin-i Arabî(9) türbesine gömülmüştür. Şam halkı bu kurbanı manevi değerler(evliya) rütbesine çıkarmıştır.

Fuad Paşa Şam’da bulunduğu sırada Meclis-i Vâlâ ve Tanzimat Meclisi Başkanlığı(lO) ve dördüncü defa Dışişleri Bakanlığı ile değerlendirildikten sonra Serkurena aracılığı ile Mühr-ü Hümayun kendisi

ne gönderildi. (1 Cumadiyülûla 1278-1861). Ertesi sene recebinde (23


Aralık 1862) ileri gelen bakanlarla sözbirliği ederek meşhur istifa mek


tubunu sunmuş ise de(ll) bakanlar sözlerinde durmadıklarından Fuad Paşa sadrazamlıktan düşmüş, ertesi hafta Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Ad-

liye Başkanlığı’na (22 Recep 1279-1863) ve bir ay sonra seraskerlik makamına ve padişahın Mısır gezisinde Yaver-i Ekremlik unvanına ve döndükten sonra da ek olarak ikinci defa sadaramlık görevine kavuşmuştur (15 Zilhicce 1279-1867) iki sene sonra azledilerek (21 Muharrem 1283-1866)(12) beşinci defa Dışişleri Bakanı olarak Avrupa gezisinde padişahın yanında bulunmuştur (1284-1867). İkinci sadrazamlığından uzaklaştırılmasına Padişah Abdülaziz’in Mısırlı Prenses Tevhide Hanımla evlenme arzusuna kesin karşı koyması sebep olmuştur. Kalp hastalığından rahatsız olduğundan geziden dönüşte hastalığı arttığından hava tebdili için Yakacığa ve sonra doktorların tavsiyesi üzerine İtalya yolu ile Güney Fransa’da bulunan Nice şehrine götürülerek “devlet işlerinin bilgili doktoru ve millet gönlünün şifası iken kalp (hastalığına) çare bulunamayarak” orada sonsuzluk evine göçmüştür (1285-1868). Fransa’da parlak bir anma merasimi yapılarak cesedi bir devlet vapu-runa(13) bindirilerek İstanbul’a getirilmiştir. Ölüsünü yıkayan ve cenazesini İstanbul’a getiren Paris büyükelçiliği imamı meşhur Tahsin Hocadır. İstanbul’da büyük merasimle Fazlı Paşa’da Üçler Camii mezarlığına gömülmüştür(14).

Ölümüne Sami PaŞa “Gafur” kelimesinden bir düşürerek(15) meşhur tarihi söylediği gibi Yusuf Kâmil Paşa’da “Sadr-ı Firdevs mekam oldu Fuad Paşa’ya” tarihini söylemiştir.

Fuad Paşa esprili konuşması ve hazır cevaplığı ile şöhret kazanır" mış olup “bir ayağı üzerinde bin lafın belini bükerdi”. Neşeli konuş-ması, ataklığı ve becerikliliği Reşit Paşa’dan üstündü. Aşağıda birkaç tanesini söyleyeceğimiz nükteler ve gelişi güzel konuşmaları halk arasındaki atasözleri gibi İstanbul ileri gelenlerinin ağızlarında dolaşırdı. Parlak bir zekâsı olduğundan devlet işlerinde sıkılmaz ve amaca ulaşmak için çapraşık yollara sapmayarak saldır saldır cadde de yürürdü. Memleket ve millet yararına uygun gördüğü önlemleri ve eylemleri uygulamaya koymak için arkadaşı Âli Paşa gibi yer ve zamanın uygun olup olmadığını uzun uzadı düşünmeyi ve ezilip büzülerek ince eleyip sık dokumayı Sonuçsuz ve çıkmaz yola sapma sayardı. Böyle yapacağı şeyleri derhal uygulamaya koymasından dolayıdır ki bazı önemli ve büyüde işlerde başarı kazanmış, fakat birkaçı yarım kalmıştır. Birgün Sultan Abdülaziz kendisi ile Âli ve Mütercim Rüştü Paşa arasında ne fark olduğunu sormuş, Fuad Paşa “bir ırmak kenarına indiğimizde karşıya-kaya geçmek için bir köprü kurulduğunu görsem ben hemen köprüye saldırırım, Âli Paşa köprünün sağlam olup olmadığını incelemeye başlar ve geçit arar, Rüştü Paşa bir alay asker geçmedikten sonra köprüye ayak basmaz” cevabını vermiş. Bu kıyaslama üçünün karekterini hakkıyla açıklamaktadır.

Âli Paşa Girit’te iken kendisi Rikâb-ı Hümayunda sadaret kaymakamı idi. Fransa elçisinin Girit hakkında Bâb-ı Âliye resmî şekilde başvurduğu vakit kesin bir dille verdiği bilinen red cevabı her yiğitin kârı değildir.

Hareketlerinde, alışkanlıklarında ve davranışlarında keyfine göre serbest hareket etmeye alışmış olan Sultan Abdülaziz Avrupa gezisinde filan saatte giyinmek, filan saatte, filan davete uymak gibi dakikasında yapılması gerekli olan resmi merasimlerden sıkılmıştı. Özellikle Osmah soyundan gelen padişahların Avrupa’ya ilk gezisi olması dolayısıyla Paris ve Londra’da pek parlak hazırlıklar yapılmış olması merasim cenderesini daha da sıkıcı bir hale koymuştu. Padişah hazretleri bazen karşı koymak ister, inandırmak ve razı etmek için Fuad Paşa da fazla yorulurmuş. Bu manevi yorgunlukların hastalığımı! artmasını etkilediği söylenir. Deniz komutanlarımızdan rahmetli Rasim Paşa’dan işittiğime göre İngiltere’ye geçmek için Calais(Kale)’ye geldiklerinde padişah hazretleri deniz tutmasına dayanamadığmdan Manş Denizi’-nin dalgalı olduğunu bahane ederek İngiltere’ye gitmekten vaz geçilmesini ve geri dönülmesini Fuad Paşa’ya söylemiş. Fuad Paşa Rasim Paşa’yı çağırtarak padişahı razı etmesini rica etmiş. Rasim Paşa Manş Denizi’nde birçok kereler gidip geldiğini (okuldan mezun olduktan sonra yedi sene İngiliz Deniz Kuvvetlerinde çalışmıştı) ve fırtına denilen şeyin karşı yakaya yakın biraz çırpıntıdan ibaret olduğunu ve Prens Dö Gal’in(16) donanma ile karşılamaya geldiğini, İngiltere’de milyonlarca halkın padişahın gelmesini ve onun yüce yüzünü görmeyi büyük bir arzu ile beklediklerini, sözünü tutmamanın ileride politika bakımından büyük olumsuz etkiler yapacağını anlatarak razı etmeyi başarmıştı. Gerçi makamı cennet olan padişah denizden hayli rahatsız olmuş ise de Londra’da yapılan olağanüstü parlak karşılama törenlerinden memnun kaldığından sonra Rasim Paşa’ya “paşa iyi ettikte Londra’ya geldik, gelmemezlik olmayacakmış” demiş.

Bu Avrupa gezisine az insanla çıkılmamış, bir gemi dolusu maiyet ile gidilmişti. Kebabcıbaşı, Hamurcubaşı, Pilavcıbaşı, mutfak kâtibi ve benzeri kişiler grupta bulunmakta idi. Toulon’a varıldığı zaman

ağalar rıhtıma çıkarlar; padişahı rıhtımda karşılayacak olan kurulda To-ulon deniz komutanının karısı da bulunuyormuş. Bizim periyor saatli ve gümüş köstekli aşçılar dekolte madamın etrafını çevirerek bıyık burmaya başlamışlar, kadının sıkılmaya başladığını gören Fuad Paşa hemen rıhtıma atlayarak ağalan uzaklaştırdıktan sonra takdim ve görüşme sırasında madama “geçen sene kolera baskınına uğradınız (bir sene evvel güney Fransa’da kolera çıkmıştı) bu sene de Türklerin hüc-muna uğruyorsunuz” demesi üzerine kadın “Ekselans bu onun yerini doldurur” karşılığını vermiş.

Yabancı bir lokalde büyük devletlerin gücünden ve büyüklüğünden bahsedilirken Fuad Paşa “en kuvvetli devlet Osmanlı Devleti’dir. Siz dışardan ve biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz yine yıkamıyoruz” demişti.

Hocapaşa büyük yangınından sonra (17) sokakların düzeltilmesine ve caddelerin genişletilmesine ön ayak olduğundan yola rastlayan türbe ve medreselerin yıkılması lazım gelmiş, halk her zamanki gibi söylenmeye ve paşaya lânet okumaya başlamış; Divanyolu’nda türbeleri yıkılan “Köprülü Mehmet Paşa ile Finiz Ağa’mn ululuğundan korkmalıdır” diye uyarmalarda bulunan birine Fuad Paşa “Köprülünün gönlünce hareket ettiğimden dolayı onun ruhunun şad olacağından eminim, Firuz Ağa’ya gelince, onun gibilerini benden evvel gelen sadrazamlardan katledenler olduğundan ondan da çekimem’ ’ cevabını ver-diği gibi yeni açılan caddelerin kaldırımlarını öven bir başkasına da Sı “evet, o kaldırımlar bize atılan taşlarla yapılıyor” demiştir.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Keçecizade İzzet Molla’ntn biyografisi VI. sayılı makalede açıklanmıştır.

·        2 — Türkiye’de ilk yüksek tıp okulu 1826 yılında Mahmut II. zamanında ordu

nun doktor ihtiyacını karşılamak için kurulmuş olduğundan mezunlan askeri doktor olarak orduda çalışmışlardır. Bu ilk tıp okulunda ilk yıllarda öğretim tamamen Fransızca idi. Tıp deyimlerinin çoğu Latince olduğundan mecburi dersler arasında Latince de vardı. Paşa her iki dili de bu okulda öğrenmiştir. Bu okula öğrenci yetiştiren o sırada başka okul olmadığından gerekli genel kültür dersleri de programa alınmıştı. Bu yüzden öğretim süresi 10-15 sene idi.

3— Macar ihtilali, 1848yılında Fransa’da başlayıp sonradan diğer Avrupa ülkelerine de sıçrayan özgürlük mücadelesinin Avusturya idaresinden kurtulmak için Macaristan ’da çıkan ihtilaldir. AvusturyalIlar isyanı kendi güçleriyle bas tıramayınca Ruşiardan yardım istemişlerdi. Bu ihtilalin Osmanlı idaresindeki Romanya'ya sıçramaması için gerekli tedbirleri almak üzere Fuad Paşa hükümet tarafından Bükreş’e gönderilmişti.

·        4 — Memleketeyn, bugünkü Romanya yi teşkil eden Eflak ve Boğdan ’a OsmanlIlar tarafından verilen isimdir. 5 — Petersburg (Sen Petersburg) bugünkü Leningrad şehri olup o sırada Rus çarlı ğının başkenti idi.

·        6 — Fuad Paşa bu sırada Tanzimat meclisi başkanı değil üyesidir. Dışişleri bakan lığına getirilmesi ve kendisine vezirlik rütbesi verilmesi Âli Paşa ’nın ikinci defa sadrazamlığı sırasında yani 16 Şaban 1271-1855 tarihindedir ki ayni zamanda Tanzimat meclisi Başkanlığı görevi de verilmişti.

·        7 — Cebel-i Lübnan denilen bugünkü Lübnan da 1860yılında Müslüman Dürzi-

lerle Hıristiyan Martiniler arasında devam eden anlaşmazlığın artması ve tam paşanın Beyrut'a vardığı sırada Şam’da da sokakta oynayan çocuklar arasında meydana gelen basit bir olayın Hıristiyan ve Müslümanlar arasında silâhlı çatışmaya dönüşmesinden pek çok insan ölmüştü. Öteden beri Suriye re Lübnan üzerinde gözü olan Fransa, Hıristiyanların öldürülmesini bahane ederek buraya asker ve donanma göndermeye kalkıştı. Fuad Paşa 1276-1860yılında dışişleri bakanlığı göreviyle olağanüstü delege olarak Suriye ’rr gönderildi. Paşa burada şiddetli tedbirlerle isyanı Fransa'nın işe karışmasına fırsat vermeden bastırdı. Bu arada Şam valisi ve Arabistan Ordusu Kumandanı Ahmet Paşa ile birkaç subayı da idam ettirdi.

·        8 — Kitapta Ahmet Paşa ’nın İstanbul ’a gönderilerek muhakeme edildikten sonra

Şam ’da kurşuna dizdirdiği yazılmakta ise de Ahmet Paşa İstanbul'a gönderilmemiş orada bir albay ve bir yarbayla beraber kuşuna dizdirilmiştir.

·        9 — Mııhiddin-i Arabi büyük İslâm filazoflarındandır. XIII. yüzyılda Şam 'da öl

müş iy orada gömülmüş ve adına bir türbe yapılmıştır. Kendisine büyük şeyh anlamımla Şeyh el-Ekber denmiştir.

·        10 — Fuad Paşa henüz Şam'da iken padişah Abdülmecit ölmüş re yerine kardeşi Abdülazizgeçmişti. Bu sırada Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-t Adliye"ile "Meclisi Âli-i Tanzimat" birleştirilmiş re başkanlığına da Fuad Paşa getirilmiştir. (6 Muharrem 1278 1861). Yazar her iki meclisi birden işaret etmiş olmalıdır. Ve "dördüncü defa Dışişleri Bakanlığı ile değerlendirildikten sonra., "ifadesi de sanki bu görevler üzerinde iken dördüncü defa Dışişleri Bakam olmuş gibi bir anlam taşıyan bir cümle kurmuştur ki bunun bir dil sürçmesi veya eskilerin deyimi ile bir "Zaaf-ı telif" yani ifade düşüklüğü olması mümkündür. Çünkü Fuad Paşa ayni senenin ve ayni ayın sonunda Dışişleri Bakanlığına getirilmiştir.

·        11 — Fuad Paşa bir sene sonra sarayın (padişahın) hükümet işlerine fazla karışma

sına dayanamayarak Âli, Yusuf Kâmil, Mütercim Rüştü Paşalarla aldıkları müşterek karar gereğince istifa etmişlerse de Rüştü Paşa bu karara uymamıştı. Bunun üzerine Yusuf Kâmil Paşa sadrazamlığa ve Ali Paşa Dışişleri Bakanlığı’na getirilmişlerdir.

·        12 — Sadrazamlıktan alınmasına Sultan Abdülaziz ’in Mısır Hidivi İsmail Paşa ’-

nın kızı Tevhide Hanımla evlenmek istemesine, bu evliliğin devletin başına yeni birtakım zorluklar doğacağım düşünen Fuad Paşa’nın engel olması sebep olmuştur.

·        13 — Fuad Paşa’nın cenazesi Fransa hükümetinin Ronar adlı devlet gemisi ile İs

tanbul’a getirilmiş ve kalabalık bir cemaatle İstanbul’da Fazlı Paşa civarındaki özel türbesine gömülmüştür. Türbe bugün Fuad Paşa türbesi adıyla anılır.

·        14 — Yukarıda belirttiğimiz gibi Üçler Camii avlusundaki mezarlığa değil bugün

de Fuad Paşa Türbesi diye anılan kendi türbesine, gömülmüştür.

·        15 — Bu Sami Paşa yakın devir politika adamı ve yazar Hamdullah Suphi Tannö-

ver’in büyük babası Abdurrahman Sami Paşa’dır. Manzumenin son beyiti

Tarihtir îsm-i gafur_

Lâbüd eder Sırr-i zuhur Affolunur her bir kusur Allah pes baki heves “1285-1868’’

·        16 — Prens Dö Gal, İngiltere veliahdinin unvanıdır. İngiltere'de krallık geleneklerine göre veliahd olan hükümdarın büyük oğlu Gal prensi unvanını taşımaktadır.

·        17 — Mahmut II. zamanında 1827yılında İstanbul’da Sirkeci meydanı ile Ebussu-

ud Caddesi arasındaki Hocapaşa denilen yerde çıkan büyük yangın. Bu yangında bugünkü valilik binasının bulunduğu eski Bâb-ı Âli binası dayanmıştı.

XIII

TANZİMATIN ÜÇ BÜYÜKLERİNİN MUKAYESESİ

Bu makalede Tanzimat’ın üç büyükleri sayılan Reşit, Âli ve Fu-ad paşaların resmi ve özel hayatlarına ait mukayeseli biraz bilgi vereceğiz.

Hoca ve yol gösterici Reşit Paşa olmak üzere öğrencileri Âli ve Fuad paşalar meslek ve esas bakımından “Üçler” demeye lâyık ve birbirine bağlı bir siyasi bütün meydana getirmişlerdir. Islahat ve yenilik kelimeleri söylendiği zaman evvela Sultan Selim III. ve sonra da mutlaka adı geçenler hatıra gelir ve güzel anılarıyla gönüller ferahlar. Rahmetli Padişahım (Selim III.) baha biçilmez çalışmaları sonuçsuz kalmaya mahkûm ve bir anda yok olduğu, bunun da kesin karar yetersizliğinden ileri geldiği malumdur. Sultan Selim III. ve yanındakiler, yeni nizamları çekiştirmeyi ve ayıplamayı iş güç edinen belli kişilerin dillerini kesmek suretiyle susturmayı başarsalardı Osmanlı Devleti’nin ilerleme yolunda yüzyıl kazanacağı şüphesizdi. Ne fayda ki yumuşak huyları, memleket ve milletin hayırlı ve faydalı gelişmelerini önleyen tedavisi çok güç bir derde sokmuştu. Üçler bu geçmiş dersten örnek almışlar, giriştikleri büyük işi başarmaya, yarım bırakmamaya, sağlam esaslara bağlamaya gayret etmişler, karşı olanların müstebit çirkin seslerini boğmak için boğazlarım sıkmaktan çekinmemişler, devlet ve millete nefes aldırmışlar, tutumları birbirine uygun olmadığı halde ayni ilerleme fikrini takibe devam etmişler ve ayni amaca ulaşmak için müşterek bir yol izlemişlerdir.

Bu girişimleri gerçekleştirme alanına koymak ve uygulamak kolay değildi. Birçok didinmeye, uğraşmaya,boğuşmaya bağlı idi. İşte bu kararlı mücadele yorgunluğundandır ki Reşit Paşa Altmış (1214-1274 = 1799-1857), Âli Paşa elli sekiz (1230-1288 = 1814-1871), Fuad Paşa elli beş (1230-1285 = 1814-1868) sene ancak yaşayabilmiş-lerdir. Reşit Paşa’ya yetişemedim. Âli Paşa zaten zayıf olup veremden öldü. Fuad Paşa’yı görenler altmışı geçkin bir ihtiyar farzederlerdi.

Bu yorgunlukların kökü rakiplerinden ve düşmanlarından ziyade uymak zorunda oldukları yüksek makam (padişah) idi. Padişah sarayını iç ve dış ayartmalardan uzak tutmak gerçekten zordu. Sultan Ab-dülmecit uysal görünmekle beraber Reşit Paşa’nın bitip tükenmeyen sözlerinden ve bilgiç önerilerinden ve dediğini yaptırmak için âdeta zorlamasında bıkkınlık getirmeye başlamıştı. Eski Serkurena Hacı Ali Pa-şa’nın bana anlattığına göre saraya yeni girdiği gençlik günlerinde Hırka-i saadette toplantı yapıldığı birgün kutsal dairenin arka tarafına doğru yürüyen padişahın ağlayarak “bu adamın elinden beni kurtar” diyerek Hazret-i Peygamber’e dua edip başını duvara vurduğunu görmüş; derhal oradan çekilip olayı bir büyüğüne anlatmış. Bir daha böyle her yere sokulmamasını kendisine sıkıca tembih etmişler. Hacı Ali Paşa bunu anlattıktan sonra “sonradan anladığıma göre padişahın kurtulmak için dua ettiği Reşit Paşa imiş. Çünkü padişahlar sürekli akıl hocalığını çekemezler ve kendilerinden üstün düşünen bakanlarını hazmedemezler” sözlerini de eklemişti.

Zaman geçtikçe padişahın devlet işlerindeki bilgisi ve tecrübesi artarak Reşit Paşa’nın söylediklerine işaret koymak ve sonradan bunlarla çelişen bir teklifte bulunursa yüzüne çarpmak usulüne başvurmuş, Reşit Paşa’nın yaşının ilerlemesi dolayısıyla gençlik cevheri azaldığından eski zekâsı ve zihni parlaklığı kalmadığından padişahın itirazlarına cevap bulmakta zorluk çektiği görülmüş, Serasker Rıza Paşa’dan duyduğuna göre bir bakanlar kurulu toplantısı günü padişah Topkapı-yı Sarayı’na gelmiş; Reşit Paşa’nın padişahın yanma gitmesi gerekmiş, bakanları dağılmamalarını rica ederek “efendimizin sorularına cevap vermeye artık gücüm yetmiyor, meclis devam ediyor diyerek yüksek iznini alır ve gelirim, toplantıya devam ederiz” sözlerini söylemiş.

Âli Paşa da ayni zorluğu çekmişti, ancak kendisi doğuştan alçak gönüllü fakat fazla konuşkan olmamakla beraber Sultan Abdülaziz Han küçük devlet işleriyle o kadar uğraşmadığından sadrazamın gayet saygılı davranışlarla bin dereden su getirerek ve ellerini uğuşturarak ileri sürdüğü karşı sözlerine katlanır, fakat fazla hiddetli olduğundan Âli Paşa ipi koparmamak için tedbirli hareket etmeye mecbur kalırdı. Büyük kardeşinin kılı kırk yaran ince nezaketiyle Abdülaziz’in gösterişli hiddeti tezad teşkil ederdi. İşte Âli Paşa için bir taraftan bu inceliğe gayet dikkat etmek ve diğer taraftan Bâb-ı Ali’nin bağımsızlığını korumaya özen göstermek gerekiyordu. Bununla beraber Âli Paşa’nın ölümünü padişahın üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi düşünceler olmuştu.

Fuad Paşa açık davranışları, bol ve tatlı sözleriyle padişahın hoşuna giderdi. Fakat birinci sadrazamlığında ileri gelen bakanlarla sadrazamlığı kabul etmemek üzere anlaşarak bilinen istifasını vermesinden çök ikinci sadrazamlığında Mısır Valisi îsmail Paşa’nm kızı Tevhide Hanım’la padişahın evlenmesine kesin olarak razı olmaması kırgınlığına sebep olmuştu.

Üçlerin karşılaştıkları iç sıkıntılardan birisi de mali zorluklardı. Borçlanma kapıları henüz açılmamış olduğu o sıralarda bütçeyi dengede tutmak için tutumlu bir yönetim zorunlu iken masraflar ve israflar aşıp taşmakta, saray hâzinesinin giderleri her sene geniş ölçüde açık vermekte idi. Para bulunması ise hem gerekli hem de zordu. Çıkarılan hazine tahvilleri maliye için zararlı olduğu gibi kâğıt para da dikiş tutturamadı. Böyle âni ve geçici tedbirler geçici olarak ihtiyacı gidermekte ise de devlet hâzinesinin menfaatine ve itibarına dokunucu şeylerdi.

Sultan Abdülmecid Han’ın birgün Bâb-ı Ali’ye gelerek israfların önlenmesi hususunda bakanlar kurulunda padişah fermanı okutturması ve açıktan maaş alan damad paşaları azil ve bir aralık Damad Mehmet Ali Paşa’yı sürgün ettirmesi (1) bir gösteriden ibaret kalmıştı.

Sultan Abdülmecit Han’ın Reşit Paşa’yı azil ve yerine Âli Paşa’yı tayin etmesi (1268-1851) aralarını açmak maksadından ileri gelmekte idi. Gerçi Reşit Paşa’nm düşmesinin sebebi olan mali meselelerde Âli Paşa da ısrar ederek iki ay sonra azledilmiş ve hocasımn yolundan ayrılmadığını göstermiş ise de Reşit Paşa bundan sonra öğrencisini kınamaktan kendisini alamamıştır. Âli Paşa ise sabırlı bir hareket hattı güderek efendisini gücendirmemeye elinden geldiği kadar çalışmıştır. Âli Paşa İzmir valisi iken (1269-1852) Amerika ile Avusturya arasında bir Macar sığıntısı meselesinden dolayı şiddetli bir anlaşmazlık meydana gelmişti.

Marten Kosta adındaki bu Macar sığıntısı Amerika uyruğuna girip İzmir’de gezerken Avusturya konsolosunun emriyle tutuklanmış ve limanda bulunan Avusturya harf gemisine götürülerek hapsedilmişti. Bu olayı Amerika hükümetinin şiddetli bir protestosuna sebep olduğu gibi İzmir Limanında bir de Amerikan gemisi bulunduğundan iki harp gemisinin birbirlerine top atmak derecesinde düşmanlık göstermesine ve şehir halkının telaş ve heyecanına sebep olmuştu. Bâb-ı Âli ise hakkı yerine getirmeye ve diplomasi yolu ile ara bulmaya ve mahalli hükümeti korumaya çalışacağı yerde Âli Paşa’yı çürütmek ve bir vilâyet idaresinde bile güçsüzlüğünü meydana çıkarmak için pek gevşek davrandı. Âli Paşa bu yaranın etkisi ile istifaya mecbur oldu.

Âli Paşa dördüncü defa Dışişleri Bakanlığına atandığı zaman (1273-1856) bakanlığa gelip memurların tebriklerini kabul etmemiş, biraz oturdukdan sonra istifasını sunarak evine çekilmişti. Yakınlarına “Reşit Paşa beni İngiltere elçisi ile tutuşturarak zor duruma sokmayı düşünmektedir” demişti Reşit Paşa’nm ölümünden sonra ilk işi o elçiyi İstanbul’dan kaldırtmak olmuştur. Bu hususta İngiltere hükümetine gönderdiği bildiride “İngiltere Devleti Osmanlı Hükümetini Rus Saldırılarından kurtarmak için Sivastapol seferini yaptığı halde Lor d Strat-ford Redclif’in (eski Canning) saldırısı ile karşı karşıya bırakmıştır” cümlesi yazılı imiş.

Fuad Paşa Reşit Paşa’nm gözünde rakip olacak duruma henüz ulaşmamış idi. Sonradan Âli Paşa ile olan ilişkileri hiçbir zaman çeke-memezlik derecesine varmamış anlaşma halinde devam etmiştir.

Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere siyasi amaç ki devletimizin yükselmesidir, konusunda bir ağız ve bir görüşte olan üçlerin ayrı karakterlerinden dolayı izledikleri yol ve usuller pek benzerlik göstermezdi. Ayni paralelde ve uygun olanları olduğu gibi birbirinden farklı ve birbirine uymayanları da vardı. Reşit Paşa ulaşmak istediği amacı kesin bir bilgin bakışı ile kestirerek elde edilmesi için gerekli tedbirlere güven ve cesaretle girişir ve önüne çıkan engelleri kuvvetli vuruşlarla yıkıp devirirdi. Hattâ başarıyı doğru yolda göremezse çarpık yollara sapmaktan bile çekinmezdi. Devlet adamı olma bakımından diğer ikisine de üstün idi.

Âli Paşa’nm uzak görüşlülüğü hocası kadar keskin olduğu halde ağır hareket eder, fazla ihtiyatlı, cesaretli ve yıkıcılık gücü az, doğru yoldan ayrılmaya karakteri müsaid değildi. Mutedil ve muhafazakâr eğilimli idi. Devletin temelini sarsacak ve alışılmış usulleri geniş ölçüde değiştirecek işler yapmaktan çekinirdi. Bu akıllı ve ılımlı tutumundan dolayı devlete sağladığı faydalar inkâr edilemezse de içişlerdeki hizmetleri Reşit Paşa derecesine varamamış, fakat diplomatlıkta ondan daha ileri olduğuna ve Bâb-ı Âli’nin dış politikasını en yüksek noktasına çıkardığına, bilenler ağız birliği etmişlerdir.

Fuad Paşa, Reşit Paşa gibi bilgiç düşüncelere ve Âli Paşa gibi yavaş harekete ve ağır yürüyüşe iltifat etmez, hedefe süratle giderdi. Fakat yolunu iyice incelettirmediği ve pürüzlerini ayıklamadığı için sendelediği de olurdu. Bereket versin babasından miras olan açık kalpliliği ilerisini gerisini pek düşünmeyen karakteri kendisini üzüntüye ve ümitsizliğe düşürmez ve bildiğinden şaştırmazdı. En son söyleyeceği sözü en evvel söylerdi. Bu huyundan dolayıdır ki rakiplerini uzaklaştırma konusunda iki öncekiler kadar şiddet taraftarı olmamıştır.

Şurasını da ilave edelim ki memleketin imarı bakımından üçü de gevşek davranmıştır. Fuad Paşa’nm İstanbul’da yangın yerlerinde caddeleri genişletmek gibi önemsiz bir belediye hizmetinden başka büyük hizmetleri görülmemiştir.

Reşit Paşa’nm zevkinin inceliğine örnek olarak rahmetli Sahip ' Molla’dan naklederler ki Molla, geçliğinde rütbesinin yükseltilmesi do-İ   layısıyla babasının tavsiyesi üzerine Reşit Paşa’ya teşekküre gitmiş. YaI lıya yeni hasır döşenmiş. Sadrazamın odasına girdiğinde oda sarıya bo-! yanmış, döşemeler ve perdeler hep sarı renkte kumaştan yapılmış; pa şa kanarya sarısı şellaki entari ve üstüne san şam hırkası giymiş, tertikleri san ve parmağında san yakut yüzük varmış. Bunu anlatırken rahmetli paşanın hangi odada oturduğunu da eliyle göstermiş. Orada

i bulunanlardan birisi “efendim böyle ince tabiatlı devlet adamımız el-’ bette şimdi yine vardır” demesi üzerine Sahip Bey “ey artık örtki ölem” cevabını vermiş.

Soylulukta Âli Paşa her ikisinin de altında idi. Bir aktar oğlu iken kapısını onlardan fazla açmış ve onların üstünde cömerdlik göstermiş ve daha fazla para harcamıştır. Mısır Hidivi(İsmail Paşa) tarafından iki defa borçları ödenmiş olmasına rağmen ölümünde bıraktığı şeyler borcuna yetmemişti. Gerçi Reşit Paşa da sonraları Baltalimanındaki yalısını 50 bin kese kadar bir paraya karşılık devlete satmaya mecbur olmuştu. Amma gerek kendisi ve gerek Fuad Paşa mirasçılarına yeteri kadar servet bırakmışlardı.

Rahmetli Müşir (Mareşal) Fazlı Paşa’dan işitmiştim ki kendisi padişah yaveri iken ferman götürmek göreviyle Bağdat’a gidip oradan Istabl-ı Âmire için beş on baş cins kısrak ve tay getirmiş. Bir tanesini de Âli Paşa’ya takdim etmiş. Bir kaç gün sonra kethüda efendiden bir davet kâğıdı aldığından sadrazamın konağına gitmiş. Âli Paşa’nm huzuruna çıktığında hediyesinden dolayı pek fazla teşekkürlere ve “beni unutmadığınıza ne kadar memnun oldum, vefakârlık ve kapı yoldaşlığı böyle olur” gibi gönül alıcı iltifatlara boğulmuş. Kendisi bu kadar iltifatla bir tay değer diye düşünürken kapının arkasında kethüda efendi “size layık değil ama” diyerek eline, içinde 350 altın bulunan bir kese sıkıştırmış.

Haşan Paşa’dan da duyduğuma göre padişah yaverlerinden ve henüz teğmen iken bir şenlik akşamı sadrazama hemen ulaştırılmak üzere eline mabeyn başkâtibi bir yazılı kâğıt vermiş. Akşama yakın ve hava yağmurlu imiş. Âli Paşa da hava tebdili için Bostancının üstünde bulunan bugün(2) Müşir Edhem Paşa mirasçılarının elinde bulunan köşkte oturuyormuş. Haşan Bey kayıkla Üsküdar’a geçmiş,süvari karakolundan bir hayvanla yanma iki nefer alarak köşke gitmiş; vardığında yazıyı sunduktan sonra bir müddet dinlenmesi için kendisine bir oda gösterilmiş ve önüne mükemmel hazırlanmış bir kahvaltı tepsisi ile bir bohça çamaşır getirilmiş. Çamaşırını değiştirip yemeği bitirinci-ye kadar ıslak çamaşır ve elbisesi kurutulmuş ve ütülenmiş olarak geri verilmiş. Tekrar giyinerek yazının cevabı olup olmadığını sormak için Âli Paşa’nm yanma girdiğinde “beyfendi ıslandınız ve yorulduğunuz, vakit de gecikti, fakat padişaha hizmet ayni zamanda nimettir” gibi gönül alıcı sözlerden sonra kapının önünde atlı askerlerini bulamamış ise de çift atlı bir faytonu hazır bulmuş. Çamaşır bohçası faytonun içinde imiş ve çıkarken kethüda efendi yüz altınlık bir keseyi eline sıkıştırmış.

Borçlu bir adam için cömertliğin ve ikramın bu derecesinin hoş olup olmadıklarını araştırmayacağım. Maksadım bu adamların yaşama tarzları hakkında bir fikir vermektir.

Fuad Paşa için yapılan konak sağlığında geri alındığı gibi (şimdiki) maliye nezareti(3) Âli Paşa için yapılan konak da ölümünden sonra bir gece mirasçılarından acele geri alınmıştı.

Üçlerin alafrangalıkla en fazla dile düşeni Fuad Paşa idi. Lâkin rahmetli aldırmazdı. Âli Paşa halka dönük davranışlara yer vermediğinden sadrazamlıkları halk tarafından iyi karşılanmazdı.

Reşit Paşa’nın beş oğlu olmuştu. Bunlardan Galip Paşa padişahla akrabalığa kavuşmuş ise de bir gece Boğaziçi’nde bindiği kayığa bir şilep çarpmasıyla boğularak ölmüştü. Diğer oğlu Cemil Paşa üç defa Paris Büyükelçisi olmuş, Mithat Paşa’nm sadrazamlığı sırasında Dışişleri Bakanı olarak İstanbul’a çağrılmış ve Rusya imparatorunun Ben-der’e gelişi dolayısıyla protokol gereği karşılama göreviyle deniz yolu ile gittiği bu yerden trenle dönerken vagonda birkaç saat içinde ölmüştür. Zeki, iyi huylu, kibar davranışlı ve henüz kırkbeş yaşında idi.

Âli Paşa’mn da üç oğlu kalmıştı. En büyükleri olan Ali Fuad Bey babasının burnundan düşmüş, eğitim,öğretim ve zekâ bakımından babasından üstün idi diyenler varda-. Gayet zayıf bünyeli olduğundan genç yaşında vergi emini iken ölmüştür. Mabeyn başkâtibliğinde ve Eğitim Bakanlığında da bir süre görev yapmıştı.

Fuad Paşa’mn oğulları Nazım ve Kâzım beyler anneleri gibi fazla şişman olduklarından genç yaşlarında babalarının sağlığında kalpten ölmüşlerdir.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Damad Mehmet Ali Paşa, padişah Sultan Abdülmecid'in kız kardeşi Âdile Sultan’m kocasıdır. Kapudan-ı derya ve sadrazam olmuştur. Kırım Savaşı sırasında birtakım kanunsuz harcamaları görüldüğünden bir müddet Kastamonu’ya sürgün edilmiştir.

·        2 — Yazarın yaşadığı ve bu yazılan yazdığı sıralarda.

3— Bugün Beyazid’de Üniversite merkez binası yanında Eczacılık Fakültesinin bulunduğu binadır. Cumhuriyet devrinde evvela İstanbul Erkek Lisesi ve sonra da Tıp Fakültesi askeri öğrencileri için pansiyon olarak kullanılmıştır.

XV

SADIK RIFAT PAŞA

Geçen yüzyılın ortalarında yetişerek akranları arasında sivrilen Mustafa Reşit Paşa, İbrahim Sarım Paşa, Mehmet Şekip Paşa, Âli Paşa, Fuad Paşa gibi devlet adamlarından birisi de Sadık Rifat Paşa’dır. Bunların hocaları Pertev ve Âkif paşalardır. Kronik hale gelen birbirini çekememezlikleri her ikisinin de bahtsızlığına ve felaketine sebep olan bu paşalardan evvelkisi (Pertev Paşa) saf ve temiz yürekli, adam yetiştirmeye fazla düşkün olduğundan bürolardaki genç memurların seçkinlerini özel surette korur ve onlara evlat muamelesi göstererek yükselmelerine ve güçlenmelerine, siyasi eğitimlerinin gelişmesine gerçekten çalışırdı. Âkif Paşa ise şahsi çıkarını düşünür, katı yürekli ve kıskanç tabiatlı olduğundan yanında çalışanlara karşı o derece teşvik ve samimilik göstermez, resmî büro işlerinde usulü dairesinde ancak bir yol göstericilikle yetinirdi. Bununla beraber siyasi görüşü, tutumu itibariyle ve devlet adamı olmak bakımından Âkif Paşa haset ettiğinden üstündür.

Bu yüzyılda Rifat Paşa takma adıyla (mahlası ile) iki kişi vardı. Birisi biyografisini yazdığımız Sadık Rifat Paşa ve diğeri Halil Rifat Paşa’dır. Halil Rifat Paşa meşhur Hüsrev Paşa kölelerinden olup efendisinin hazinedarlığından yükselerek vezirlik ve müşirlik (mareşal) rütbelerini kazanmış, padişah akrabalığı şerefini elde etmiş ve efendisinin üzerine 1252-1837’ de serasker olmuştu. Rifat paşaları birbirinden ayırmak için evvelkisi yalnız Rifat Paşa ve İkincisi Halil Paşa adıyla anılmıştır.

İran büyükelçiliğinin karşısında şimdi bayındırlık bakanlığınm(l) bulunduğu bina ecdadından Rifat Paşa’ya kalmıştır. Eski konak, Ho-capaşa büyük yangınında yanmış olduğundan şimdiki binayı oğlu Rauf Bey yaptırmış ve mirasçılar tarafından sonradan devlete satılmıştır. Boğaziçi’nde Çubuklu denilen yerde Rifat Paşa’nın sahilhanesi bulunduğundan burası yakın zamanlara kadar Rifat Paşa Mahallesi diye anılırdı.

Mehmet Sadık Rifat Bey 1222-1807 şaban (ayı) sonlarında İstanbul’da dünyaya gelmiştir.Bundan dolayı Mustafa Reşit Paşa’dan sekiz yaş küçük ve Âli ve Fuad paşalardan sekiz yaş büyüktür. Babası devlet adamlarından Masarifat Nazırı Hacı Ali Bey’dir. Bir sene Enderun-ı Hümayuna devamdan sonra sadrazamlık mektubi kalemine başlatılarak kavrayışı ve anlayışı, gayret ve çalışkanlığı ile pek çabuk üstlerinin takdirini kazanmıştır. Mora İhtilâli (Yunan İsyanı) ve ondan sonraki Rusya seferi ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa olayı gibi birbirini kovalayan hadiseler Osmanlı Devleti’nin yalnız içişleri halinde kalmamış, politika alanına da sıçrayarak yabancıların işe karışmasına sebep olduğundan Bâb-ı Ali’yi pek fazla uğraştırır ve bu meselelerin gerek içte çözüm yollarını aramak ve gerek dış duruma uygun bir şekil vermek için genel ve özel meclis ve kongrelerin ardı arası eksilmezdi. Bu görüşmelerde Rifat Bey kâtiplik hizmetinde kullanıldığı gibi elçilerle yapılan konuşmalarda görüşülenleri yazmakla da görevlendirildiğinden Divan-ı Hümayun âmedcisi Mustafa Reşit Bey’in (Paşa) ek görev olarak Paris büyükelçiliğine tayini üzerine bu göreve de Rifat Bey vekâlet etmiştir. (1250-1834) Mülkiye Nazırı Pertev Paşa, bazı önemli işlerin şifahen bildirilmesi ve müsade alınması için Rifat Bey’i aracı olarak kullandığından adı geçen daha 30 yaşlarında iken devlet sırlarını öğrendiği gibi Bâb-ı Âli ve saray tarafından değeri ve önemi iyice artmıştı. Reşit Bey’in (Paşa) Paris elçiliği üzerinde kalarak Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığına atanması üzerine Rifat Bey asil olarak âmedci atandı. Pertev Paşa’-nın sürgün edilmesi ve Edirne’de öldürülmesi dolayısıyla Âkif Paşa’-nın nüfuzunun artması ile Pertev Paşa taraftarları hakkındaki kini de arttığından Rifat Bey âmedcilikten azledilerek Viyana elçiliğine tayin edilmek suretiyle Bâb-ı Âli’den çıkarılmış ve devlet merkezinden uzaklaştırılmıştı.

Elçilik görevi Rifat Bey için kahır yüzünden büyük bir lutuf oldu. Çünkü Avusturya başvekili meşhur Prens Meternih ile sık sık buluşması, dostluk etmesi ve hattâ en yakınları arasına girmesi ve Avrupa’nın siyasi durumunu iyice görebilmesi zihni gelişmesini sağlamış ve dünya politikası, devletlerin ve milletlerin hayati meseleleri hakkında İstanbul’da edindiği teorik bilgileri, yeni ve etkili görüşlerle daha da kuvvetlendirmişti. Prens Meternih Osmanh Devleti’ne öteden beri içişlerini düzeltmesini ve memleket güvenliğini ve halkın haklarını rahat ve zenginliğini sağlamasını tavsiye etmekten geri kalmaz, içişlerini dü-zeltemeyen bir devletin çeşitli dertlerden kurtulamayacağını, şan ve şerefinim gerçek ve devamlı olamayacağını, dışarıda da itibar ve onuru kalmayacağından politikasının parlayamayacağım defalarca söylemiş

ve yazmış olduğundan, Osmanlı Devleti’nin yaptığı Tanzimat ve ıslahatı yerinde bulduğu gibi uygulaması hakkında da kafasında birtakım tasavvurları vardı. Paşanın iki sene süren elçiliği sırasında Avusturya İmparatoru Ferdinand’m İtalya krallık tacını giyme merasimine diğer elçilerle beraber davet edilerek Viyana’dan Milano’ya gitmiş ve bu münasebetle uğradığı ve gördüğü yerlere dair hatıra çeşidinden bir saya-hatname yazmıştır(2).

Abdülmecid’in tahta çıkmasından sonra Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa Rifat Bey’i (Paşa) müsteşarlığa getirmiş ise de Mısır meselesi yeniden alevlenerek Nizip olayı üzerine en gergin bir devreye girdiğinden, Rifat Paşa bu işin içyüzü hakkında tam ve doğru bilgiye sahip olduğundan dolayı, olayın bir sonuca bağlanmasına kadar bir müddet daha Viyana’da kalması uygun bulundu ve 1255-1839 ramazan ayı sonlarında İstanbul’a döndüğünden Tanzimat Fermanının okunuşunda hazır bulunamamıştır.

Londra Konferansı kararları gereğince Mehmet Ali Paşa’ya Ak-kâ muhafızlığı hayatta kaldığı sürece ve Mısır valiliği ölümünden sonra evladlanna kalmak üzere verilmiş olduğundan bu kararı Mehmet Ali Paşa’ya bildirmek görevi ile Rifat Paşa Mısır’a gönderilmiştir. (1256-1840 Cemadi el-uhra).Bu önemli görevini iyi yaptığından Mısır’da iken Sadrazamlık müsteşarlığına yükselmiş ve buradaki yazılı ve sözlü olarak yaptığı görüşmeleri hakkında muntazam bir günlük tutmuştur.

Rifat bey hayırlı Tanzimatm ciddi taraftarlarından ve hükümlerinin uygulanması hususunda pek çok çalışanlardandır. 1257-1841 Sa-fer ayı başlarında vezirlik rütbesiyle dışişleri bakanı olarak bakanlar arasına katılmıştır. Bundan sonra kaderi gereği bulunduğu görevler şunlardır:

Dokuz ay sonra dışişleri bakanlığından ayrılınca bir aralık Rumeli Eyaletinin teftişi ile görevlendirilmiş fakat hareketi geri bırakılarak 1258-1842 şaban ayında Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye üyeliğine ve aynı yılın ramazan ayında üyeliği devam etmek üzere ikinci defa Viyana Büyükelçiliği’ne atanmıştır. 1259-1843 Rebiyülevvelinde ikinci defa dışişleri bakanı ve yirmibir ay sonra buradan ayrılmış ise de bir hafta sonra ikinci defa Meclis-i Vâlâya üye olmuş ve 1261-1845 Şaban ayında ayni meclise başkan ve 1264-1847 Rebiyülevvelinde Maliye Bakanı ve aynı yıl Ramazan ayında ikinci defa Meclis-i Vâlâ başkanı olmuş ve dokuz ay sonra buradan ayrılmıştır. Bu defaki boşta kalma süresi sekiz ay kadar uzayarak 1266-1849 Rebiyülevvelinde bakanlar kuruluna atanmış ve ayni yılın Cumadiyüluhrasında üçüncü defa Meclis-i Vâ-lâya başkan olmuş ise de 1268-1851 Rebiyülahannda azledilerek bir sene kadar açıkta kaldıktan sonra 1-269-1852 Cumadiyülulasında dördüncü defa dışişleri bakanı ve aynı yıl Şaban ayında Meclis-i Vâlâ başkanı olmuştur. Buradan ayrılmasında (1270-1853 Cumadiyüluhra) yedi ay kadar yine boşta kalarak 1271-1854 Muharrem ayında Ali Paşa başkanlığındaki yeni kurulan Yüksek Tanzimat "Meclis-i Ali-i Tanzimat” meclisine üye olmuş, bir aralık bu meclis başkanlığına vekâlet etmiştir. Tutulduğu şeker hastalığının tedavisine dikkat edilmiş ise de kalbi zayıfladığından 1273-1856 Cumadiyüluhrasında ebedi âleme göçmüştür. Ölümünde 51 yaşında idi. Bu sebeple aynı zamanda yaşayanlar arasında en genç ölenidir. “Bezm-i me’vada da rif’at bula Rifat Paşa= İlâhi meclisde de yükselsin Rifat Paşa” mısraı ölüm tarihidir. Eyüp’te Bostan İskelesi yakınında Mihrşah sultan türbesi mezarlığında babasının yanında gömülüdür. Mezar taşındaki hal tercümesi Fuat Paşa tarafından yazılmıştır.

Adı geçen paşa idare memuru olmaktan ziyade diplomattır. Ze-kâzı, zihni kavrayışı ve siyasi işlerdeki bilgisi ve sezişi herkesçe kabul edilmiş olmakla beraber fikrinde ısrar etmezdi. Bundan dolayı görüşme toplantılarında bir mesele hakkında birkaç türlü çözüm şekli gösterir, fakat işe en uygununu kendisi kestiremediği gibi toplantıda bulunanları da ekseriye şaşırtırdı. Hattâ birgün üyelerden birisi “I^aşa Hazretleri siz evinizde iyice düşünüp kesin karar verdikten sonra buraya gelseniz iyi olur. Çeşitli sözlerinizle zihnimizi darmadağınık ediyorsunuz” diye kendisine çıkışmıştı. İşte Reşit Paşa ile farkları bu önemli noktadadır. Çünkü Reşit Paşa’da bir mesele hakkında birçok tedbir gösterirse de en doğrusunu çekinmeden gösterirdi. Sonradan gelenlerden ve zamanına yetiştiğimiz yetenekli devlet adamlarından Sa-id paşa(3) ikisi arasında orta derecededir. Halbuki Kâmil Paşa(4) bir iş için yalnız bir hal yolu bulur ve hemen karar vererek onda ısrar ederdi.

Rifat Paşa çabuk ve kolaylıkla yazmaya ve zamanın güzel yazı usulü gereği bugün lüzumsuz sayılan bazı deyimler ve gereksiz cümleler dışında güzel ifadeye, açık ve akıcı bir dile sahip olup vekil ve asil olarak âmedciliğinde ve müsteşarlıklarında Bâb-ı Âli’den yazılan önemli yazıların pekçoğunu kendisi yazmıştır. Viyana büyükelçisi iken her posta ile Bâb-ı Âli’ye birçok mektupları ve yazıları gelirdi. Yazı yazmaktan ve çalışmaktan usanmaz ve üşenmez bir kişi idi. İnsanın karakteri ve huyu yazdıklarından anlaşıldığından Rifat Paşa bir işi kırıp dökmeyerek maksadı sağlamak ve dokunaklı tarafları varsa yumuşak deyimler kullanarak ve bin dereden su getirerek hafifletmek ve “durumu idare etmek = idare-i maslahat” dediğimiz usûlden ayrılmamak yolunu benimsediği anlaşılıyor. Yumuşak tabiatından doğan bu hali Osmanlı Devleti’nin ıslahata pek ihtiyacı olduğu ve Tanzimat kanunlarını kesinlikle yürütmeye kararlı olduğu o dönemde istenilen şekilde verimli ve etkili sonuçlar sağlanmasını önler ve Reşit Paşa’nın kesin kararlılığı yanında Rifat Paşa’nın çekigen tutumu sönük kalırsa doğruyu ve gerçeği söyleme ve savunmadan çekinmemesi, görevlendirildiği idare ve Tanzimat meclislerinde daima ilerleme ve reform esaslarını gözeterek sadakat ve iyilik yolundan ayrılmaması Rifat Paşa’ya haklı olarak şöhret ve övülme sağlamıştır. Özellikle zamanın gereği devlet politikasının değiştirilmesi gerektiğinde Reşit Paşa’nın yerine geçerek diplomaside denge kurmakta Rifat Paşa’nın hizmeti görülmüştür.

Dördüncü defa Dışişleri Bakanlığın’da iken Rusya’nın olağanüstü elçisi Prens Mençikof’un İstanbul’a gelişinde malum tekliflerini ileri sürdüğü vakit savaşın başlayacağı kesin olarak belirdiğinden adı geçen ileri sürülen bu teklifleri iki kısma ayırarak yani Kutsal Yerler meselesini Ortodoks kilisesini himaye meselesinden ayırarak elçiliğe akla yakın ve inandırıcı cevaplar vermiş, dost Fransa ve İngiltere devletlerinin övgülerini kazanarak diplomatlıkta yararlık göstermiştir. Londra Konferansı kararlarını bildirmek için İskenderiye’ye yaptığı gecici görevde gösterdiği hizmet ve başarı da inkâr edilemez.

Rifat Paşa cömert ve ikramı bol, dostluk ve sohbeti sıkıntısız, zengin ve varlıklı, hayırsever övülmeye layık bir kişi idi.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Bugün İstanbul Milli Eğ. Müdürlüğü ve bir kısmı da Bayındırlık Müdürlü

ğünün bulunduğu Cağaloğlu ’ndan Sultanahmed’e giden yolun başındaki bina. '

·        2 — "Avrupa Ahvaline Dair Risale” adını taşıyan ve ilk defa 1257-1841 yılında

basılmış olan bu broşür Türkiye ’nin batılılaşma gereğini en iyi bir şekilde anlatan ve bu bakımdan paşanın batının üstünlüğünün nereden geldiğinin en doğru yolunu gören adam olduğunu gösteren bir eserdir.

·        3 — Küçük SaidPaşa adıyla da anılan Eğinli Said Paşa’dır ki Abdülhamid dev

rinde dokuz defa sadrazam olmuştur. Biyografisi XXXVI. sayılı makalededir.

·        4 — Abdülhamit devri sadrazamlarından olan Kâmil Paşa bu dönemde ve I. Meş

rutiyet devrinde dört defa sadrazam olmuştur. Biyografisi XXXVI sayılı makalede verilmiştir.

BİR ARZ TEZKERESİ(l)

Hayırlı Tanzimatın ilanında sadarazamhk makamında istibdadın mağrur bir elemanı olan Hüsrev Paşa’nın bulunması ıslahatın gayesi ile tezad teşkil eden garip raslantılardandır. Hüsrev Paşa’nın sadrazamlığı çok sürmeyip yerine eski sadarazam Rauf Paşa gelmiş ve Dışişleri Bakanı Reşit Paşa’nın gücü ye becerikliliği sayesinde bakanların so-rumluluğu(2) kuralının Bâb-ı Âli tarafından benimsenmesi ve Mabeyn-i Hümayun’un yavaş yavaş hükümet işlerine karışmaktan vazgeçirilme-si yoluna gidilmiştir. Zaten daha evvel yani Sultan Mahmud’un padişahlığının sonlarında 1254-1838 Muharreminden sadrazamlık unvanı başvekâlete çevrilerek bakanlara kendi bakanlıklarına ait işlerde daha fazla yetki ve izin verilmişti. Sorumluluk yetkiye bağlı olduğundan gerçi Sultan Abdülmecid’in padişah olmasıyla beraber sadrazamlık unvanı tekrar kurulmuş ve Hüsrev Paşa’nın sadrazamlığı eski usule dönüşünce bir işareti sayılmış ise de paşanın azlinden ve özellikle Tanzimatın ilanından sonra yeni padişahı yeni usule alıştırmak gerekiyordu. O sırada Bursa muhassılı Kâni Bey’in azli hakkmda-hükümete duyurmadan padişah buyruğu çıktığından sadrazamlık müsteşarı Rifat Bey (Paşa) kalemiyle yazılıp padişah katma sunulan arz tezkiresi kopyası aşağıya çıkarılmıştır. İncelenmesinden Bâb-ı Âli’nin saraya karşı durumu ve kullandığı dilden sadrazamla (Koca Rauf Paşa) müsteşarm (Mehmet Sadık Rifat Paşa) tutum ve davranışları hakkında bir fikir edinilebilir. Gerçi bu maksadla sunulmuş arz tezkerelerine sonraları daha çok rastlanmaktadır.

Tezkerenin sureti:

“Yüksek makamlarınca bilindiği üzere Hüdavendigar(3) feriki İsmet Paşa ile Bursa muhassılı Kâni Bey arasında meydana gelen bazı anlaşmazlıktan dolayı her iki tarafa gerekli uyarma yapılarak eskisi gibi çalıştırılmaları Meclis-i Ahkâm-ı Adliye ve genel görüşme kararı olduğu halde bu konuda sunulan yazıya verilen yüksek cevaplarında Kâni Bey’in görevden alınması bildirilmiştir. Her ne kadar ulu padişahımızın her yüce emirleri bizim için uyulması gerekli olduğu gibi Allah’ın yardımıyla yüksek saltanatları ile memleket ve milletin arzu edilen gelişmesinde başlıca esas olan ve yalnız yüce yenilikçi buyruklarıyla

kurulmasını sağladıkları hayırlı Tanzimatın usul ve kanunları ve özellikle bu konudaki yeminlerinin(4) yürütülmesi ve koruması ile en ince noktakarım da dikkate alınması bütün devlet adamlarının görev borcu olarak sadakatle yerine getirileceğine ve genel meclislerde kararlaştı rılan işlerin meclis kararma göre uygulanmasına yüksek izinleri bulun duğu da yüksek buyruklarıyla kabul edilmiş olan kurulların tüzükler gereği olduğuna ve bu gibi işlerde iyi ve halis niyetlerle yapılan lüzum lu uyanlara dikkat edilmesi efendimize olan derin bağlılığımızın bir esen olarak yüksek huzurlarında makbul olacağına kesin güvenimiz bulun duğundan şimdilik adı geçenin sırf kanunları korumak için yerinde bı rakılması, mutlaka alınması arzu buyuruluyorsa, zira büyük ve küçük bütün kullarının görevden alınması ve tayinleri yüksek emirlerine bağlı olduğundan, bir iki ay sonra yüksek emirleri gereğince hememgö-revden alınacağı.....” 20 Zilhicce 1256-1840.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Son derece ağdalı ve tumturaklı birçok resmi deyimlerle yazılmış olan bu tez

kere manası değiştirilmeden özetlenerek sadeleştirilmiştir.

·        2 — Makale metninde “Mesuliyet-i Vükela”deyimi ile ifade edilen bakanların so

rumluluğu meselesi burada daha ziyade hükümetin yürütmeyi bağımsız olarak tam yetki ile yerine getirmesi ve bundan dolayı kabinenin bütün üyelerinin sorumlu tutulması hususu kastedilmektedir. Yoksa bakanların yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutulmaları hali Tanzimat fermanında değil 1876anayasasında ve hattâ Cumhuriyet dönemi anayasalarında bile bir açıklığa kavuşturulamamıştır. Ancak 1961 anayasasında bu konuya temas eden bir paragraf bulunmaktadır.

·        3 — Hüdavendigar vilayeti bugünkü Bursa ilinin imparatorluk devrindeki adıdır.

Bugün her biri bir il merkezi olan Kütahya, Balıkesir, Eskişehir, Bilecik vilayetleri Hüdavendigar iline bağlı birer sancaktı. İl merkezi ise Bursa şehri idi.

·        4 — Bilindiği gibi Tanzimat Fermanı politika terminoloiisinde Chart (Şart) deni

len ve hükümdarlar tarafından çıkarılan ve uyulması gereken bir ferman, bir emirnamedir. Devamlılığı hakkında bir müeyyidesi, garantisi yoktur. Bu sebeple Reşit Paşa bütün bakanlar ve devrin ileri gelen askeri ve sivil devlet adamlarıyla bilginlerin (ulema) önünde bu fermanın devamlılığı için padişah Ab-dülmecid’e Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet dairesinde yemin ettirmiştir.

XVI

SADIK RIFAT PAŞANIN DEVLETLERİN GENEL POLİTİKASI HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİNDEN Temel ve İç Politika/14)

Her devletin gücünün devamlılığının temeli adelettir. Gerilemesi ve yıkılmasının sebebi ise zulüm ve haksızlıktır. Adalet devletin temelidir. Bu temel üzerine kurulmayan, şeriat, akıl, insaf ve hakka uymayan hükümetin oturması ve devamlılığı mümkün olamaz. Adalet ve hukuk üzerine kurulmuş olan devletin binası sağlam ve dayanıklı olur. Devletlerin yıkılması ve sona ermesi sebebi halkına zulüm ve düşmanca muamele etmesi olduğundan mevcut halkının umumi nefretini ve memleketin ve milletin harap olmasına sebep olmamak için düşmanca muameleden kesinlikle sakınması lâzımdır. Halkın düşüncelerinin bozulmasına sebep olan en kuvvetli faktör haksızlık yapmaktır. Haince hareket eden bir hükümet düşmanlarından ziyade kendi halkından çekinmelidir. Devletlerin gerçek gücü halkının kesin bir bağlılık ve iyi karşılaması ve sürekli sevgisi ile meydana gelir ve devam eder. Her hükü- t i metin kuruluş sebebi halkının işlerini görmek ve haklarını sağlamak içinde. Hükümetler halk için kurulmuş olup halk hükümetler için yaratılmış değildir.

Bütün gerekli kanunların ana esası, her çeşit halkın uyruğu bulunduğu devletten can, mal ve şerefi bakımından tam güvenliğinin sağlanması olduğundan şeriat hükmü gerekmedikçe hangi tabakadan olursa olsun hiç kimse gizli veya açık katledilmemeli ve zehirlenmemeli, küçük ve büyük bir suçtan dolayı idam edilmemeli, fakat suç işleyen memur ve vatandaşın suçlarının derecesine göre azil, sürgün, rütbe indirilmesi, hapis ve kürek gibi cezalarla cezalandırılmalı, amma bu gibi cezalar da asla şahsi gareze göre verilmemeli, soruşturma sonunda suçlan sabit olduğu takdirde gereği yapılmalıdır. Yüksek ve aşağı tabakadan her kim olursa olsun zenginliği suçlama ve zarar verme sebebi olmamalı, gücünün yettiği ölçüde yaşamasına hükümet tarafından karışılmamak ve bundan dolayı suçlanmamak, ev, yak, fabrika ve benzeri gibi bölgenin bayındırlığını sağlayan binalar yapılması halka çok görülmemeli, halkın dilediği büyüklükte ve süslü kârgir ve tahta, istedikleri her türlü bina yapma isteklerine izin verilmeli ve hattâ gereği kadar teşvik edilmelidir. Bu gibi zenginlerden ölenlerin mirasçıları varsa, mallarına devlet tarafından karışılmamak ve el konulmamalıdır. Suçu olmadan sırf şahsi garaz ve kinden dolayı hiç kimsenin şahsi onuruna dokunulmamalıdır. B’r şahsın kendi rızası olmadıkça ev, yalı, çiftlik ve benzeri mülkleri kimse tarafından zorla alınmamalı, sonuç olarak bütün vatandaşlann gerek şahısları gerek namus ve şerefleri ve gerek malları saldırıya uğradığında hükümete ve mahkemeye başvurarak haklarını alacağından ve saldırganın elinden kurtulacağından tam bir güvenle emin olmalıdır.

Açıklama ve hususlar uygar Avrupa devletlerinde ana politaka-nın alfabe gibi olup Osmanlı Devleti tarafından da sağlanması hususuna şiddetle gayret edilmesi zorunlu işlerdendir. Avrupa’nın şimdiki si-vilizasyonu yani yaşama şekli ve medeniyeti gereğince idari çıkarlarının gelişmesi ancak millet fertlerinin çoğalması, memleketin bayındırlığı, huzur ve güvenliğin devamı gibi esaslı sebeplerle sağlanmakta ve elde etmekte ve bu gibi genel yararlar sayesinde ilerleyip birbirinden üstün olmaktalardır. Ekili olmayan geniş topraklardan az fakat ekili ve bakımlı topraklar daha makbul ve kıymetli olduğundan bir devletin gücü ve kuvveti sahip olduğu topraklarında genişliği ve çokluğu ile ölçülme-yip memleketin bayındırlığı ve mevcut halkının çokluğu ve hâzinesinin zenginliği ile değerlendirilmektedir. Gerçi nüfus çokluğu çalışanların ve dolayısıyla ürünlerin çoğalmasına sebep olursa da cahiller ve ayak takımı âdi ve kaba işlere yarayıp ve yaptığı iş hayvanın yaptığı işten farkı yoktur; bilgi irfan sahiplerinin karakter ve meziyetleri ve derecelerinin yüksekliği kendiliğinden anlaşılacağından bilim ve kültürün yayılması ve halkın eğitilmesi fikri iç idarede önemli bir uğraşı teşkil etmektedir. Bir devlette ne zaman bilgili, zeki ve üstün kişiler çoğalırsa parlaklık ve mutluluk o zaman meydana gelir. Bu sebeple nüfusta çokluk kadar üstünlüğün de önemi vardır.

Avrupa’da erkek ve kız çocukları beş altı yaşına gelince mahallelerdeki okullara verilip oniki yaşına kadar kendi dillerini okuyup yaz

mayı ve ilk bilgileri usulüne göre öğrenip oniki yaşından sonra yine çoğu devlet akademilerinde gereğince ve her birinin yetenek ve hevesine göre hangi sanata girecek ise ona göre fen, bilim ve sanata ait bilgileri öğrenerek on sekiz yaşma gelince gerekli bilgileri tamamlarlar. Bazı büyük eğitim kuramlarının usul ve nizamına göre öğrenciler haftada bir gün evlerine babalarının yanlarına giderler, diğer günler eğitim ve öğretimleriyle uğraşırlar. Kendi dilini okuyup yazmayan ve kendi işlerini yürütecek kadar hesap ve okuma bilmeyen erkek ve kız hemen yok gibidir.

Nakli bilimlerden (kültür derslerinden) başka fizik, kimya, astronomi, tıp, hukuk, müzik veya özellikle kara ve deniz savaş bilgileri ve maarife önem verdiklerinden onlar için de ayrı ayrı okulları vardır. Bütün eşyanın tabiatını öğrenmek de lüzumlu görüldüğünden bütün hayvanlar, nebatlar ve madenlerin nitelik ve etkilerini deney suretiyle bunların hepsi bir bilim haline gelmiştir. Yalnız bilimiyle yetinilmeyerek deneyleri de yapılmak için nebatat ve hayvanat bahçeleri, teşrihhane ve çeşitli örnek kuramlar tesis edilmiştir. Değerli değersiz bütün işleri özel bir bilim haline getirmiş kitaplar yazmışlar baskı yolu ile bunların sayıları çoğaltılmış olduğundan bu çalışmalarla her bilim dalında büyük bilginler ve uzmanlar yetişerek bir çok yeni keşifler yapılması mümkün olmaktadır.

Memleketin imarı zenginliğe bağlıdır. Zenginliğin kaynakları ise tarım, ticaret, zanaat ve endüstridir. Tarım uygulamalarının kolaylaştırılması için yapılmış olan makinelerden gereği kadarının, onları işletecek yeteri kadar ustalarla beraber Osmanlı ülkesine getirilmesi iyi sonuçlar verecektir. Çünkü Osmanlı ülkelerinde her çeşit bayındırlığın meydana getirilmesi mümkün olduğundan gerek halkının bunları öğrenmesine ve gerek topraklarının genişliğine göre herşeyden evvel çeşitli bayındırlık yollarından birisi olsa tarımın geliştirilmesi lüzumu uzun boylu düşünmeyi gerektirmez.

Ticaretin esası sürat ve ulaşım kolaylığı ile güvenliktir. Her çeşit tarım ve sanayi ürünlerinin satış yerlerine ve iskelelere indirilmesi bu iki hususa bağlıdır. Osmanlı memleketlerinin sahile uzak olan ve ulaşım yolları kolay olmayan yerler halkı tarıma eskisi gibi önem verseler bile elde ettikleri ürünler orada para etmediğinden ticaretin yararlarından yoksun kalırlar, git gide masraflarını bile koruyamayarak çalışmalarının gevşeyeceği tabii olduğundan bunların ihtiyacı olan yollar düzeltilerek ve bazı akarsular temizlenerek buralardan sahillere kolaylıkla ve bol miktarda ürün gönderilmesi ve gerçek değeriyle satılması halinde büyük yararlar sağlanacağı tabiidir. Avrupa’nın yollan şose adı verilen ufak taşlarla rıhtım gibi muntazam ve yollann etrafı çoğunlukla düzgün ağaçlarla süslenerek gezip tozmaya elverişli olup araba ile gidip gelme âdeta gezinti gibidir. Her dört saatlik yerde konaklama yerleri ve posta atları ve konak arabaları bulunduğundan kısa zamanda kolaylıkla çok yol alınır. Her şehir, kasaba ve bucakta yolcular için lokanta ve otel denilen kervansaraylar yapıldığından ve hepsinde güzel yemekler ve temiz yataklar bulunduğundan yolcular bu gibi işlerde zahmet çekmezler. Güya bir evden bir eve gider gibi yanlannda fazla eşya bulundurmak zorunda kalmazlar.Yolcular lüzumlu yol ve ev masraflarını kendileri verdiğinden memleket halkına hiçbir şekilde yük olmazlar.

Fabrikalarda, hepsi insan buluşu olan buharla işleyen makineler, yolculuğu kolaylaştırmak için denizde gemilere ve karada arabalara konulmak suretiyle on oniki saatlik bir yolu bir saatte giderler. Büyük bir fabrika veyahut demiryolu ve benzeri gibi memleket için faydalı olup-da büyük masrafları gerektiren şeyleri devlet hâzinesine yüklemeyerek hisse senedi denilen usule göre mesela bir iki tanınmış sarraf ga-. rantisi ile müşterek hisse karşılığında halktan para toplayıp onu işe ortak yaparak meydana getirirler. Ve ortaklarına her sene katılma hissesine göre faiz verirler. Devlet tarafından bunların çıkarlarına karışılmaz. Faydası olmayan işler yapılmaz.

Yukarıda açıklandığı gibi günden güne yeni yeni kültür ve endüstri doğmakta ve bu işlerle uğraşanlar halk tarafından saygı ve itibar görmekte ve hükümet tarafından da özel teşviklere kavuşmaktadır. Yol güvenliği tamamen sağlanmış olduğundan yol kesmek ve eşkıyalık olayları duyulmamaktadır.

Her devlette bütün işler paraya dayanır. Devlet hâzinesinin gücü halkın zenginliğine uygun olarak artar veya eksilir. Devlet hâzinesi gözünde halk sağma bir koyun gibi olup koyuna iyi bakıldığı takdirde sütü bol ve beslenmediği takdirde sütü az ve fena olur. Bu sebeple halkın zenginleşmesine göz dikmek şöyle dursun devlet ve hükümetçe elden geldiği kadar yardım edilmelidir.

Birkaç kere bahis konusu edildiği gibi halkın ilişkilerini kolaylaştırmaya ve çoğaltmaya çalışmak, faizle borç para veren ve banka adı

verilen itibarlı mali kuruluşların Osmanlı memleketlerinde de kurulması lüzumlu işlerdendir.Tarım, endüstri ve ticaret konularında halkımızın bir kısmının tarıma elverişli ve kâr sağlamaya yeterli toprağı, dükkânı ve tezgahı varsa da işini yürütmek ve ilerletmek için yeterli sermeyesi olmadığından ve kolaylıkla para bulumadığmdan çaresiz yüksek faizlerle murabahacı takımından borç para almaya ve bazen anlaşma yoluyla yabancılardan yardım istemeye mecbur oluyorlar. Birtakım güçlü ve zengin insanlar da vardır ki zürra ve tüccar olmadıklarından veya olsalar bile gerekli sermayeden fazla nakit paralan olduğundan bunu kullanarak servetlerini çoğaltmak için güvenilir ve kolaylıklı bir yol bulamadıklarından çalışmak isteyip de yardıma ihtiyacı olanlar kolaylıkla para bulamamakta ve serveti olanlar layıkıyla faydalanmanın yolunu bulmayarak paralarını donmuş ve işe yaramaz bir halde bırakmakta ve para çeşitli işlerde kullanılmayıp ve geliştirilmeyip donmuş bir halde durması dolayısla evvela halk ve memleket sonra da devlet hâzinesi zarar görmektedir. Bankalar bu konuda aracı görevini pek güzel yapabilirler.

Vergiler halkın dayanabileceğinden fazla olmamalı ve servetleriyle uygun olarak konulmalı ve bu şartlara göre alınacak vergilerin ödenmesinde vergi verenler fazla zorluğa ve zorunluğa uğramayacaklarından toplama ve ödemenin düzgün ve zamanında yapılmasına dikkat edilmelidir. Verginin ertesi yıllara bırakılması hem zararlı hem sonradan toplanması çok zordur. Gideri gelire uydurmak zorunlu olduğundan bütçesi düzgün olmayan devletler fırtınaya tutulmuş gemiye benzer ve sağa sola bocalamaktan memleketin esas çıkarlarına bakmaya vakti olmaz. Olağanüstü haller dolayısıyla bazı seneler bütçede açık olsa ve bu açığı kapatmak için geçici yeni gelir kaynakları aranmasına mecburiyet duyulsa bile yine ılımlılık ve hukuk kuralları gözetilmek suretiyle yeni bulunacak kaynakların halk tarafından beğenilmeyecek ve alışkanlıklarına ve anlayışına uymayacak kaideler cinsinden olmamasına dikkat etmelidir.

Bütün idare işlerinin dayanağı olan maliye işlerinin yolunda gitmesi Osmanlı Hükümeti tarafından da pek lüzumlu ve ehemmiyetli görüldüğünden gelir ve giderlerde dengesizlik meydana gelmesinden sakınılması defalarca karar altına alınmıştı.

Halbuki 1266-1849 senesi için düzenlenmesi gereken bütçede bir-buçuk yük keseden fazla açık görünmektedir. Âdi giderlerde böyle bir dengesizlik meydana gelmişken devletçe arzu edilen memleketin iman işinin yapılabilmesi için adım adım gereğince teşebbüs edilmesi lazım gelir; mesela yol yapılması veya nehirlerin temizlenmesi gibi işlere başlanmış olsa bunun karşılığı yoktur. Gerçi hâzinenin halka borç senedi ve mukatat karşılıklarından başka borcu olmadığından diğer devletler gibi bankalardan ve büyük mali şirketlerden topluca borç para alınmasına muhtaç olmadan şimdiye kadar oluruyla idare edilegelmiş ve hâzinece zaruret dolayısıyla faizli kâğıt paranın piyasadan kaldırılmasına memleket için bir çare bulunması mümkün olmuş ise de yukarıda bahsedilen büyük faydalı işler için ister istemez ileride topluca büyük para sağlanması gerekeceğinden ve bunun ise ancak dışarıdan borç almaktan başka çaresi olmayacağından alınacak borcun harcanacağı yerler önceden iyice tespit edilerek kararlaştırılması ve bu faydalı yerden başka hiçbir suretle harcamaya ve savurmaya meydan vermemek zaruridir. Borçlanma işi pek basit ve kolay olmayıp zararları derin düşünülmeyi gerektirdiği gibi hâzinenin bugünkü sıkıntısına göre borçlandığı takdirde ele geçecek paranın ödeme şekli ve belirli yerde harcanması iyice düşünülemediğinden ihtiyaçlara harcanıvermesi ihtimalini gözönünde tutarak devleti sonradan yakasını sıyıramayacağı ağır bir yük altına koymak doğrusu akla uygun bir iş değildir.

Nizamlar ve kanunlar adalete ve memleketin idare işlerini düzenlenmeye yarayacak ve halkın ihtiyaçlarını giderecek şekilde olmalıdır. Kanunların çıkarılmasında veya değiştirilmesinde herkesin faydası ve zamanın tabii icapları dikkate alınarak özel çıkarlara bakılmaz. Manevi zararları, şekli ve sathi çıkarlardan fazla olan kanun ve nizamlar her memlekette ve her millette beğenilmemiş, acıma, iyilik ve sevgi dışında kalan kanunun yaşayamayacağı ve sürekli olamayacağı malumdur. Her memleketin başında kanunların ve nizamların hükümlerini uygulayacak ve idare işleriyle güvenliği sağlayabilecek kuvvetli bir hükümetin varlığı zorunludur. Hükümet güçsüzlüğü kadar zarar, verici ve tehlikeli bir şey olamaz. Fakat hükümet, bugünkü gücünü ağır başlılığından ve onurundan, kanun hükümlerine ve adalete bağlılığından, kanun dahilinde dediğini yaptırma gücünden almalıdır. Bazen zor kullanmaya mecbur olursa da daima kurallara uyması ve tedbirden ayrılmaması ve maksatlı iş yapmaması ve kinciliğe dönüşmemesi, problemlerin akılcı tedbirlere öncelik vermesi uygun olur. Sırf askere dayanarak, askeri gücü işte korkutan ve yoketme aracı olarak kullanan ve yaptıkları şari-at esasları ve akılcı politika kuralları dışında olan hükümetler totaliter

hükümetten sayılır. O zaman asker memleket için yıkıcı bir güç olur; idaresi ve geliştirilmesi için yapılacak masraflarda savurganlık, çalma, rüşvet ve çeşitli yolsuzluklar meydana gelir.

İnsan tabiatına aykırı olan şeyler daimi ve geçerli olamaz. Bir müddet için geçerli olsa bile zor kullanarak devam edeceğinden gücünü kaybedince çabucak yok olur. Tabiata aykırı olan şey hiçbir zaman iyi olmaz. Zor hükümetinde vatan gayreti olmaz. Şahsi işler ve özel çıkarlar, şan ve şöhret ve efendisine dalkavukluk ve hizmet ancak vatan ve millet sevgisi yerine geçer.

Her çeşit hükümet idaresinde emretme ve yasaklama yukarıdan aşağı geçerli olması lazımdır. Aksi takdirde memleketin düzeni bozulur.

Bir hükümette ki adalet ve fazilet yoktur, onda hürriyet ve refah olması mümkün değildir. Hakka ve adalete dayalı hükümet hiçbir zaman halkından ayrılmaz. Bütün tabii haklarda çeşitli milletleri eşit tutmak adalet icabıdır. Halkını memnun edeceği yerde korkutma ve yo-ketme yoluna sapan hükümet halkının kalbine düşmanlık tohumu eker, ayaklanma ve taşma da onu biçer.

Halkoyu ve halkın eğilimleri çoşmuş bir nehire benzer. Dünyada atılması ve yokedilmesi mümkün olmayan durumdan birisi inanç ve diğeri halkoyudur. Bunlara karşı gelmek çok zor tehlikeli olduğundan hal-koyunun çoşkusunda ve heyecanında devletlerin tabiatın akışına göre hareket etmeleri daha uygundur.

XVII MALİYE TARİHİMİZDEN

1260-1844 ve 1266-1849 Bütçeleri Dış Borçlar

1260-1844 yılı maliye tarihimizde örneğine pek az rastlanan bir bolluk yılıdır. Meclis-i Vâla Başkanlığı’nın 25 Zilhicce 1261-1845 tarihli tezkeresi özetinden anlaşıldığı gibi devletin gelir ve gideri geçen 1260-1844 senesine karşılık, miktarı ve niteliği hazine kayıtlarından envanterine göre çıkarılarak Allah’ın berekâtı ile yıllık gelirin toplamı bir milyon ikiyüz doksan dörtbin dokuz yüz şu kadar kese olduğu ve genel giderlere oranla kayıtlara göre kırk bin keseden fazla gelir bulunduğu görülmekte ise de gelirin senesi içinde tamamen toplanması mümkün olamayacağı normal sayıldığından birazı bakayada ve birazı da toplanamayacağı cihetle gelir fazlasına olumlu gözle bakılmaması ayrıca tavsiye edilmektedir.

Yukarıda miktarı gösterilen yıllık gelir yaklaşık olarak altı buçuk milyon altun kadar olup bu miktar memleketin o zamanki genişliğine göre bugün pek az görüleceği şüphesizdir(l). Fakat madeni paraların seksen sene evvelki satın alma değeri dikkât nazarına alındığı ve OsmanlI ülkelerinin XIII. H. yılının (XIX. M. Yıl) dörtte üçü içindeki ekonomik fakirliği göz önüne getirildiği ve bir de eskiden kalma zeamet, timar ve yurtluk ve ocaklık(2) gibi tertip edilen ödeneklerin henüz tamamen bütçeye dahil edilmemesi hususu hesaba katıldığı takdirde bu azlığın sebepleri anlaşılır.

İşte bu dengeli bütçe idaresizlik ve savurganlık yüzünden dört beş sene içinde altüst olmuş, giderler gelirlerden fazlalaşarak bütçe açığı seneden seneye artmaya başlamış ve 1266-1849 yılı bütçesinde gerçek açık bir Yük(15) seksen sekiz bin beş yüz altmış kese akçeye yüksel-miştir(3). Gerek bütçe açığına gerek karışık para ve hisse senedi ve faizli kâğıt para dertlerine çare aramak Meclis-i Vâla’ın önemli bir işi olmuştu. 1266-1849 bütçesi hakkında Meclis-i Vâla’da yapılan uzun görüşmelerin özetinin özetini ihtiva eden başkanlık makamının 25 Rebiy-yülâhar 1266-1849 tarihli yazısında bilinen şeyler aşağıdaki gibi tekrar ediliyor:

“Maliye işlerinin bu şekilde bırakılması hiçbir surette doğru olmaz. Mutlaka lüzumlu ıslahat ve imkân çaresinin bulunması lâzım ve zorunludur. Fakat istenilen ıslahat çabucak ve bir defada yapılamayacağından mutlaka adım adım azar azar elde edilecek işlerden olup bu-nü sağlayabilecek imkânlar enine boyuna görüşülmektedir. Bu senenin bütçesinde görünen bir yük seksen sekiz bin bu kadar kese açığın kapatılması öncelik isteyen işlerdendir. Bunun için akla gelen tedbir geliri artırmak ve tasarruf yoluna gitmek ise de gelirin artırılması zamana muhtaç olduğu gibi bir kere başlamış olan masrafların birden azaltılması zor olduğundan açığın böyle karşılığı bulunmadan bırakılması da düşünülemez. Devlet hâzinesinin ödenekleri ve diğer belli gelirleri özel masraflarının idaresine ancak yetecek derecede olduğundan bunların ödeneklerinden azaltma yoluna gidilmesi mümkün olamayacağı gibi zaten lüzumlu tasarrufa gereği kadar dikkat edildiği ve hiçbir şekilde israf edilmemesine çalışıldığı ilgili memurların açıklamalarından anlaşılmaktadır.”

Açığı kapatmak için bulunan karşılığa gelince: Evvela Şam, Halep, Sayda ve Adana eyaletlerinde Mısır idaresi zamanından kalma(4) ve eski yıllardan kalma iki çeşit fazla miktarda bakaya olduğundan askeri idarenin de yardımı ile bu eski bakayadan toplanması mümkün olan yirmi beş bin kese akçeden ve sonra bazı maddelerden indirilen ve tasarruf edilen birkaç bin keseden ibaret kalarak bu senenin bütçesi doksan bin bu kadar kese açık ile sunulmuştur.

Eski yıllarda bütçe açığını kapatmak için borç senetleri (tahvil) ve kâğıt para çıkarılması ve ayarı bozuk para basılması usulü kullanıl-mış ise de karşılığı olmayan bu usûl de artık kullanılamaz hale geldiğinden karşılığı yine kendi içinden olmak üzere boşalmış mukataat ve tahviller satılmayarak faizi kadar ayan düşük para basılması 1263-1847 senesinde kararlaştırılmış ve fakat 1264-1847 yılında bu karar bozularak mahlumatın faizi karşılık gösterilerek o miktar kâğıt para çıkarılmıştı. Kâğıt paranın zaran Maliye Bakanlığınca anlaşıldığından bir bölümü evlada kalmak ve onikişer seneliğine olmak üzere son zamanlan da tertip edilmiş ve bir kısmı hâzineye alınan devlet tahvillerinden

elde bulundurulanların isteklisi çıktığında satılması ve bundan elde edi-' lecek peşin para kadar kâğıt paranın yokedilmesi de Meclis-i Vâlâ’da Maliye Bakanlığınca teklif edilmişti. Bu çözüm şekli iyi olmakla beraber bütçeye yardım olmak üzere 1266-1849 senesinin bu kuralın dışında bırakılmasına yani satılacak tahvillerden gelir kaydedilmesine ve imha işleminin Allah’ın izniyle gelecek sene gereğinin yapılmasına karar verilmiştir.

Görülüyor ki maliye hâzinesi tahvilleri karşılamak için kâğıt para çıkarmakta ve bunu kaldırmak için de yine tahvile başvurmakta, yani bir zararı diğer bir zararla gidereceğini sanmakta, fakat daima zararın birinin kalacağını unutmakta idi.

Bir çeşit iç borçlanma demek olan tahvil ve kâğıt para çıkarılması kapıları kapandığından 1268-1851 senesi için dış borçlanmaya başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Meclis-i Vâlâ çeşitli tutanaklarında tekrarla ve ısrarla yazdığı gibi dış borçlanma esaslı düşünmeyi gerektiren bir mesele olduğundan kesin bir zorunluk olmadıkça buna asla başvurulmamasını tavsiye etmekte, yalnız önemli bayındırlık işeri için veya devletçe olağanüstü masraflar gerektiği takdirde dışarıdan para sağlanmasına zorunluk duyulursa bu parayı sarfedilmesi düşünülen yerden başka bir yere harcamaktan devlet adamlarını menetmekte idi. Borçlanırken sonradan nasıl ödeneceğini düşünmek lâzım geldiğini ve büyük yolların yapılması ve nehirlerin temizlenmesi gibi memlekete gelir sağlayacak faydalı yerlere harcanmayıp da yokedilirse ödenecek faizler ve ana para taksitleri bütçede ayrıca yaralar açacağı uyarısından geri kalmamıştı.

Şimdi yapılması düşünülen borçlanma ise bütçe açığını kapatmaya yani adi harcamaların karşılanması içindi. Borç verenler ağır şartlar ileri sürdüklerinden hükümetçe kabul olunmadı. Bundan dolayı bu sene içinde dört defa sadrazam değişikliği oldu.

Paris Barışından sonra devletin siyasi durumu parladığından muhtaç olduğu borçlanmalara Avrupa bankalarının kapılarım açık buldu ve mirasyedi gibi harcamalara ve savurganlıklara koyuldu. Borçlar çoğaldıkça faizleri de kabarıyor, devletçe geliri artıracak bayındırlık işleri yapılmadığından bütçe açıklan da seneden seneye artıyor, faizlerin ödenmesi için maliye hâzinesi yeniden borçlanmaya mecbur oluyordu. Şir-vanizade Rüştü Paşa’nın sadrazamlığında borç senetlerinin bir taksit-lik faizlerini ödemek için Galata bankerlerinden % 18 faiz ve ayrıca yüksek bir komisyon ücreti ile bir miktar borç alındı. Bu suretle bir de düzensiz borçlar defteri açıldı. Eski borçların faizlerinin ödenmesi için böyle ağır şartlarla borçlanmak zorunda kalınması devleti iflasa doğru götürüyordu. Bütçe açığı 1290-1873 yılından sonra beş milyon liraya varmıştı ki genel gelirin dörtte biri idi(5).

Mali durum böyle iken Hersek ihtilâli ortaya çıktı. Bir büyük yangının başlangıcı olan bu kıvılcım, Osmanlı Devleti’ni askeri hazırlıklara girişmeye ve asker göndermeye, olağanüstü büyük masraflar yapmaya mecbur ettiğinden ve hâzinenin ise adi giderleri karşılamaya gücü yetmediğinden Mahmut Nedim Paşa(6) ikinci defa ki sadrazamlığında! 5 Ramazan 1292-Ekim 1875) tarihli uğursuz kararnameyi ilan etti. Bu kararname ile harici borçların ve devlet tahvillerinin faiz ve ana para taksitleri yarıya indiriliyordu.

Bu kararnamenin etkileri içte ve dışta pek şiddetli oldu. Halkımızdan birçok kimseler mülklerini ve ihtiyar kadınlar mücevherlerini satarak tahvile yatırmış olduklarından tahvillerin birdenbire değerinin düşmesinden dolayı (tahviller altmış kuruştan sekiz on gün içinde yirmi kuruşa inmişti) eli boş kalarak genel servette büyük yaralar açıldı. Yabancı alacaklılarımız da ayni şekilde zarara uğradıklarından hükümetlerine şikâyet seslerini yükselmeleriyle Osmanlı Devleti’nin diğer devletler yanında şerefinin kırılmasına sebep olduğundan çıkması yakın olan büyük harpte onlardan hiçbir yardım istemeye yüzü kalmadı.

Mira’t-ı Hakikat(7) diyorki: “Osmanlı Devleti’nin mali zorlukları Kırım muharebesinden® sonra açılan zevk ve safaya düşkünlük sebebiyle artmaya başlamış ve Abdülaziz’in tahta çıktığında bunun önünü almak için yapılan teşebbüsler dış borçları artırmaktan başka birşey yapmadığı gibi ondan sonra borcu borç ile ödemek ve gelir ve giderin dengesinde meydana gelen açıklan borç ile kapamak, sonuçta devleti iflas etmiş bir mutlu düzen içinde göstermeye devam edilmesi ve alınan milyonlarca altının bir parasının bile milli servet ve ticareti geliştirecek yerlere harcanmamasından dolayı bu durumu gören alacaklı Av-rupalılann güvenleri kaybolduğundan herkes verdiği paraların tehlikeden kurtarılması sevdasına düştü.

‘ ‘Avrupa memleketlerinin medeniyet ve bayındırlık bakımından şu son yüzyılda olağanüstü ilerlemesi, devlet ve milletlerin güç ve kuvvetlerinin artması, (bilim ve kültürün ilerlemesiyle zenginlik sebebi olan birçok zenaat ve endüstrinin yalnız bilim uygulamalarıyla elde edilme-

sinden ve yine bilim sonucu olarak bütün Avrupa memleket ve beldelerini bir mahalle haline getirerek bu kadar çeşitli milletler ve kavimler arasında birleştirici ve kaynaştırıcı bağların kurulmasına gerçek yolu açmış olan demiryollarının yapılması her devlet ve hükümetçe büyük ve önemli bir vazife sayılmasından ileri geldiği halde bizde ise yüzelli seneyi aşkın bir zamandan beri bilgisizliğin artması ve yukarıda sözü edilen yararlı çağdaş bilimler hiç tanınmadığından, borç alınan paraların büyük kısmı bundan yararlanmayı sağlayacak bilgi ve kültürün yayılmasına ve memleketin gelişmesini ve ilerlemesini sağlayacak demir ve karayolu ve liman yapımı ve nehirlerin temizlenmesi ve yataklarının düzenlenmesi gibi bayındırlık işlerine harcanması gerekirken ciddi ve hakiki hiçbir sey yapılamamış ve yapılanlar da devede kulak derecesinde olduğundan baştan aşağı “minelbab ilel mihrab” devlet adamlarının dört başı mamur görünüşlü bir müflis gibi davranmaları devletin geleceği için tehlikeli sonuçlar hazırladığı meydanda idi.

Abdülaziz Han’ın padişahlığının son zamanlarında devlet hâzinesi yalnız muntazam borçları için Avrupa’ya yılda ondört milyon(9) lira faiz ve ana para ödemeye mecburdu. Sivil ve askeri dairelerin tasarruflu bir idare altına alınamaması dolayısıyla masraf seneden seneye artarak her sene bunların ödenemeyen kısmının Galata sarraflarından ağır faizli borç para alınarak ödenmesi de hesabı bilinmeyen birçok düzensiz borçlar meydana getirmiş ve Hersek İhtilâlinin böyle bir durum ve zamanda meydana gelmesi, diğer taraftan da birçok İdari meselelerin başgöstermesi devlet yöneticilerini telaş ve hayrete düşürmüş, alacaklı Avrupa milletlerinin güvensizliğini artırmıştı.

Bu mali sıkıntının hafifletilmesine bir çare aranması lâzımdı. Mahmut Nedim Paşa (Sadrazam) acele bir tedbir olmak üzere-söylendiğîne göre-Rusya elçisi General İgnatiyef’in de etkisi ile adı geçen meşhur Ramazan kararnamesini ilân etti. Fakat yansına indirdiği borç taksitlerini de ödemeye gücü yetmediğinden “borçlarını tamamiyla helâl etse daha iyi olurdu” anlamında bir mizah fıkrasıyla rezil edildi.

Meclis-i Vâlâ’nın eski tutanaklannda anlatmak istediği kaygılar yerini buluyordu. Dış borçlanmalar esasında etraflıca düşünmeye değer önemli bir meseledir demekten maksadı AvrupalIlardan ödünç aldığımız paraları vaktinde ödeyemediğimiz takdirde mali itibanmızm bir paralık olacağını ve onunla kalmayıp siyasi haysiyetimizin de bozularak çeşitli zararlar görüleceğini anlatmaktı. Görüşleri doğru çıktı. Zarar gören alacaklılarımız Paris ve Londra’da Osmanh elçilerine hakaret etmeye ve gazeteler şiddetle aleyhte makaleler yazmaya başladı ve parlamentolarda aleyhimizde uygunsuz konuşmalar yapılarak öyle nazik ve bunalımlı bir zamanda halkoyu aleyhimize döndü, düşmanımızın ekmeğine yağ sürüldü.

AÇIKLAMALAR

·        1 —1983para değerine göre 162,5 milyar Tl. demektir. İmparatorluğun o zamanki

büyüklüğüne göre yazarın da dediği gibi bir hiç mesabesinde idi.

·        2 —Osmanh Devleti hakimiyeti altında bulunan topraklar için özel bir toprak yö

netimi kurmuştu. Bu yönetime göre bütün devlet topraklan şeriat hükümleri gereğince devletin başında bulunan Emir yani hükümdann malı sayılırdı. Bu sebeple bu topraklara Emirî veya Mirî topraklar denirdi. İmparatorluğu oluşturan çeşitli halkların durumları dikkate alınarak topraklarda özel bir teşkilat meydana getirilmişti. Buna göre imparatorluk öşür, haraç, yurtluk ve vakıf topraklan gibi bölümlere ayrılmıştı. Bunların her biri ayn bir yöntemle idare edildiğinden bu topraklarda oturan ve çalışan halktan alınan vergilerin bir kısmı devlet memurlannın aylıklarına (has, zeamet), bir kısmı sosyal hizmetlere (vakıf ve yurtluk), bir kısmı da Osmanlı ordusunun esasım teşkil eden Eyalet Ordusu (Tımarlı Sipahi) masraflarını karşıladığından devlet hâzinesine girmezdi. Bu sebeple de bütçede gösterilmemiştir.

·        3 —Devlet bütçesinin açığı kırkdört milyon üçyüzseksen bin akçayı bulmuştu.

·        4 —Mısır Valisi Mehmet Ali ile yapılan savaşlar sırasında bu bölgeler Mısır as

kerleri tarafından işgal edilmiş bulunduğundan vergileri toplanamamıştı. Bakaya denilen bu vergilerin toplanması ile bütçe açığının bir kısmının kapatılabileceği tavsiye edilmişti.

·        5 —Bugünkü (1983) para ile 125 milyar lira tutmaktadır.

·        6 —Mahmut Nedim Paşa Tanzimat Devri devlet adamlarından olmakla beraber

Ali ve Fuad paşaların çapında bir kişiliği olmadığından sadrazamlık makamında bulunduğu sırada Rus politikasını takip etmiş ve padişah Abdülaziz ’in her dediğini yaparak devleti çok kötü bir duruma getirdi.

·        7 -Mir’at-ı Hakikat, Osmanlı devlet adamlarından Mahmut Celalettin Paşa’nın

yazdığı üç ciltlik bir Osmanlı tarihidir. O devir olayları için kıymetli bir kaynaktır.

·        8 —1853 Kırım Savaşıdır’. Bir Müslüman devletin ilk defa üç Hıristiyan devletle

müttefik olarak diğer bir Hıristiyan devlete (Rusya) karşı yapılmış bir savaştır.

·        9 —1983 yılı para değerine göre 350 milyar liradır.

XVIII

1270-1853 SAVAŞI SİYASET DÖNEMLERİNDEN : Prens Mençikof’nun Elçiliği ve Bir Diplomasi

Manevrası

Sivastopol Seferinden önceki kutsal yerler problemi(l) içinden çıkılmaz gergin döneme girdiği sırada 1269-1852 yılı ortalarında Rus çarı tarafından olağanüstü elçi olarak Bahriye Nazırı Prens Mençikof’un İstanbul’a gönderileceği havadisi yayılmıştı. Mençikof Birinci Nikola’-nrn (2) yakınlarından fanatik ve kavgacı bir adamdı. İstanbul’a geldiği gün(28 Şubat 1853) kuru ve buruşuk yüzünden gurur ve kendini beğenmişlik akıyor, barışçı bir iş göremeyeceği tavırlarından anlaşılıyordu.

Osmanlı,Hüküıpeti’ne karşı kabalık göstermekle işe başladı. Bâb-ı Âli’ye yolladığı 19 Nisan 1953 tarihli notada Osmanlı bakanlan hakkında bazı ağır hücumlardan sonra kutsal yerler porbleminin çabuk halledilmesini ve Rum Kilisesi hakkında Osmanlı Devleti tarafından verilmiş olan ayrıcalıkların devam ve kuvvetlendirileceğine senet verilmesini veya başka bir suretle garanti edilmesini istedi. Mençikof’un elçiliğinin uzayıp giden kutsal yerler probleminin bir çözüme bağlanmasının istendiği herkesçe bilinmekte ise de fazla olarak senetle garanti edilmesi isteğinin ortaya konulması “Zad fi el-tanbur nağmet el-uhra=Tanburana yeni bir nağme ekledi” gibi idi.

Bilindiği üzere Rusya Devleti’nin Ortodoks Kilisesi işlerine karışması Küçük Kaynarca(3) Andlaşması ile başlar. Adı geçen andlaş-manın yedinci maddesinde “Osmanlı Hükümeti Hıristiyan dini ve kiliseleri hakkında devamlı koruma vâdeder ve ondördüncü madde de yazılı kiliseye ve hademesine dair yüce Rusya Devleti elçisinin istekte bulunmasına müsade eder; bu konuda elçisinin her sözü Osmanlı Devleti’nin dostu ve komşusu olan devletin güvenilir adamı tarafından bildirildiği takdirde Osmanlı Devleti tarafından da kubul edileceğini devletimiz taahhüt eder” denilmektedir.

Ondördüncü maddede yazılı olan kilise de İstanbul’da Galata’da-ki tek Rus kilisesidir. Bundan dolayı Rus elçiliği yalnız o kilise hakkında söz söylemeye yetkilidir. Fakat yukarıda bildirilen yedinci maddenin birinci fıkrası gereğince Osmanlı Hûkûmeti’nin bir yükümlülük altına girdiğini ileri sürerek Rusya fırsat buldukça bütün Ortodoksların bir çeşit koruyucusu olduğu iddiasını yayarak Memleketeyn ve Sırbistan’ın içişlerine doğrudan doğruya karışması ve Yunan meselesi için OsmanlI Devleci’ne savaş açması ile bunu ispatlamıştı. Şimdi ise Mençikof kaçamak yollarını kapayarak açıktan açığa işin esasına yanaşmıştı. Hattâ 5 Mayıs 1853 tarihli diğer önergesinde evvelce istediği senedin bir yazılı anlaşma şeklinde bir kopyasını ekleyerek kabul ve onaylanmasını teklif ve bunun için de beş gün süre tanıyordu. Yazılı andlaşmanın şeklini kendisinin hazırlanması ve içindekileri lütfen yazması pek garipti.

Mençikof’un bu teklifi uygun ve susturucu cevaplarla Bâb-ı Âli tarafından devamlı olarak reddolundu. Çünkü bir devletin kendi buyruğundaki bir topluma kendisi tarafından verilmiş ve yüzyıllarca devam etmiş olan ayrıcalıklar hakkında başka bir hükümetle andlaşma şeklinde veya gücünde bir anlaşma yapmak o devletin egemenlik haklarına ve bağımsızlığına dokunacağı tabii idi.

Bâb-ı Âli ile Rusya elçiliği arasında yazışmalar devam etmekte iken Rusya hükümeti karada ve denizde savaş hazırlıklarıyla meşgul olup Osmanlı Devleti de buna karşı bazı askeri güvenlik tedbirleri almaya başladığından hem bu konuda vakit kazanmak ve hem de Rusya’nın tekliflerini bir kere daha incelemek ve derinleştirmek için bakanlar kurulunda değişiklik yaparak başbakanlığa Damad Mehmet Ali Paşa’nın yerine Meclisi-i Vâlâ Reisi Giritli Mustafa Naili Paşa ve Dışişleri Bakanlığı’na Rifat Paşa’nın yerine Reşit Paşa getirilmişti. Mençikof dönüşümü bir müddet daha geri bırakmaya mecbur olmuştu.

Bu değişikliklerin gerçek sebeplerini işi iyi bilenler şöyle anlatırlar. Damat Mehmet Ali Paşa Mençikof’a ilk geldiğinde düşmanlık göstermiş ve hattâ isteklerine karşı güya kılıcını göstererek halk arasında şöhret kazanmış iken kutsal yerler meselesinde Napoleon III. savaşa sebep olmamak için göz yumma yolunu seçtiğinden o hususta Rusya ile anlaşma kolaylaşarak senet ile garanti verilmesi işi de görüşülerek hafifletilmiş ve Rusya elçiliği âdi bir nota ile yetinmeye razı olmuş ve yazılacak notanın şekli Bâb-ı Âli’ce kararlaştırılmıştı. O sırada Le-gofet Aristaki Bey (Âyandan Legofet Beyin babası) Rusya elçiliğine giderek Mençikof’la gizlice görüşüp elçilik baştercümanı Arkiri -Polo’nun Osmanlı parasına kapılmış olduğunu ve kendi aracılığı ile adı geçene

Osmanlı Hükümeti tarafından belli bir yerde mülk verildiğini ve bu mükâfata karşılık baş tercümanın sadrazama Rusya’nın tekliflerine önem verilmesini, kararlaştırılmış olan notanın verilmesinde acele edilmemesini tavsiyeden geri kalmadığını haber vermiş ve ayrıca da “Rus Elçisinin” İstanbul’a gelişinde Dışişleri Bakanı Fuad Efendi’yi (Paşa) işten çektirdiği gibi şimdi de Damad Mehmet Ali Paşa’nın düşmesine ve yerine Reşit Paşa’nın atanmasına muvaffak olursa Reşit Paşa’nın barış taraftarı ve Rusya’nın güç ve kuvvetini ve Osmanh Devleti’nin gücünün yetersizliğini bilen ve inanan birisi olduğundan onunla meselenin daha kolay hallolulacağını anlatmış. Aristaki Bey’in doğru görünen bu sözlerine inanan Mençikof padişah nezdinde girişimde bulunarak Mehmet Ali Paşa’nın azlini başarmış. Halbuki adı geçen Legofet Bey İngiltere elçisi Lord Stratfort De Redclif’in(16) gizli telkinleri üzerine Rusya elçiliğine gitmiş ve istenildiği şekilde Mençikof’u kandırmış imiş. İngiltere elçisi kendi hükümetini bile dinlemez, başına buyruk birisi olup Rusya’ya karşı Osmanh Devleti’nin tam bağımsızlığı ve kesin egemenliği gayretini güttüğünden ve yukarıda bahsedilen nota, anlam bakımından ne kadar hafif de olsa yine bir güçsüzlük eseri olup gelecekte düşman elinde yaralayıcı bir saldırı âleti olarak kullanacağını kesin olarak bildiğinden, kararlaştırılmış olan çözüm şeklinin önünü almaya ve pişmiş aşa soğuk su katmaya çalışmakta imiş; onun için padişaha kendisi de başvurarak bakanlar kurulunda değişiklik yapılmış ve Reşit Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi hususlarında maruzatta bulunmuş İngiltere’nin gerektiğinde maddi yardımda bulunacağı hakkında garanti bile vermiş. Sultan Abdülmecit bir taraftan Mençikof’un ve diğer taraftan Stradford De Redclif’in tavsiyeleri üzerine Mehmet Ali Paşa’yı değiştirmiş fakat başbakanlığa Giritli Mustafa (Naili) Paşa’yı atamış ve Mustafa Reşit Paşa’yı Dışişleri Bakam olarak hükümet dahil etmiştir.

Mayıs ortalarında Avrupa siyasi çevrelerine genel iyimserlik geri gelmişti. Fransa’nın Kutsal Yerler işinde direnmelerinden vazgeçmesi ve Mençikof’un, zayıf iddialarını tâdil ile, Bâb ı Ali’nin inadından vazgeçerek aralarında anlaşma meydana gelmesi, meselenin eski andlaşmalar hükümlerine göre nota alınıp verilmesi şekline konulması dolayısıyla savaş tehlikesine artık giderilmiş gözüyle bakılıyordu. Reşit Paşa’nın kabineye girmesi iyimser düşünceleri yoketti. Reşit Paşa Osmanlı Devleti’nin en büyük devlet adamı vatanın devamını ve yükselmesini herşeyden üstün tuttuğundan Mençikof’a derhal kalın tarafını çevirdi. Legofet Bey’in Rusya elçiliğine gönderilmesinde aynı fikirde ve belki de beraberdi. Kendisinden evvelki bakan zamanında kararlaştırılan son çözüm şeklini hiç dikkate almayarak önceki kararlara göre Rus tekliflerini esastan reddetti. Mençikof pek habersiz avlanmıştı. Legofet Bey’in dostane telkinlerinin manasını o vakit anladı. Pek safçasına tuzağa düştüğünden dolayı sıkılıp şaşırarak çevrilen dolaplardan padişahın şahsını şüphe altında tutacak kadar zihnini yordu. Nihayet dayanamayıp bir ültimatom vererek elçiliği terk ile münasebatı kesip (21 Mayıs) kızgın ve mahçup Petersburg’a döndü.

Savaş artık gerçekleşmişti. Görünüşteki büyüklük ve kibirliliği ile beraber çocukçasına hilenin tatlı oyuncağı olan koca elçisiyle buluştuğunda Birinci Nikola maceranın ayrıntılarını işittikten sonra “Sultan Abdülmecit’ten yediğim sillenin acısını tepemde ve beş parmağının izlerini yüzümde duyuyorum” demişti.                          v

MENÇİKOF’UN ELÇİLİĞİ SIRALARINDA DEVLETLERİN DURUMU

1270-1853 Rus Savaşını meydana getiren tartışmalar sırasında büyük devletlerin durumları ve eğilimleri nasıldı?

Çar Birinci Nikola sofu, despot ve büyüklük taslayan bir hükümdar olup Haçın Hilal üzerine(4) kesin galibiyetini amaç edinmiş ve bu amacını gerek kendi halkına ve gerek Osmanlı Devleti’ne bağlı Hıristiyan kavimlerine sezdirmişti. Bazı fanatik düşünceli Ruslar hükümdarlarının böyle hayırlı bir işi üzerine almasından dolayı Allah’a şükrederek başarı sağlanmasına can ve gönülden dua etmekte ve beklemekte idi. Osmanlı ülkesinde oturan Ortodoksları korumak ve Kutsal Yerler Meselesine şiddetle el koymak çar için kutsal bir görevdi. Rus ordularını Haçlılar şeklinde İslâm ülkeleri üzerine saldırmak bu görevin yerine getirilmesi idi. Fakat birtakım politik saygılar kendisini ihtiyatlı ha-rekçt etmeye zorluyordu. Osmanh Devleti’nin yerine geçmenin ve İstanbul’a sahip olmanın henüz vakti gelmediğini, böyle büyük bir işe Rusya’nın henüz hazır olmadığını ve daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu,

İngiltere ve Fransa’nın kaşrı koymasını hesaba katmak gerekeceğini, kendi bakanları hatırlatmadan geri kalmıyorlardı. Nicolas I. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve ıslahatı uygulamaya koymasından sinirlenip avı elden kaçırmamaya önem veriyordu. Kutsal vazifesine tabiatıyla istilacı maksadlar da eklenmişti; bu sırrını saklayamayarak elçilerle görüşmelerinde ara sıra niyet ve isteğini açığa vuruyordu. Hattâ Mençi-kof’un atanmasından az evvel 19 Ocak 1853 tarihinde grandüşeslerden birinin sarayında bir balo gecesi İngiltere Elçisi Sör Hamilton Seimur’a büsbütün açılıp hasta adamm(5) yaklaşan ölümünden bahisle mirasını dostça paylaşmayı teklif etmiş, sonradan yanlış anlayışlara ve tartışmalara yer kalmamak üzere ölümünden evvel gereğine bakılmasının daha uygun olacağını, İngiltere’nin Rusya.’nın Osmanlı ülkeleri üzerindeki haklarını tanıdığı takdirde ödün olarak Mısır ve Girit’i ülkesine katabileceğini eklemişti.

Kararı sağlam, niyeti kesin, emirleri kanun, tebası üzerinde dini ve dünyevi mevkii yüksek böyle başına buyruk bir kişinin aziz emellerine ulaşmak için gönderdiği olağanüstü elçinin İstanbul’dan eliboş ve mahçup dönmesini sindiremeyeceği açıktı. Mençikof’un başarısızlığı yüreğine oturmuştu. Dışişleri Bakanı Nesselrode, efendisinin kızgınlığını ve öfkesini ve kabaran kinci duygularını barışçı sözlerle örtmeye çalışıyorsa da Rus politikasının içyüzünü iyi görenlerden bunu saklamak mümkün olmuyordu. 31 Mayıs 1853 tarihli yazısında “Mençikof’un tekliflerinin ne derece ılımlı ve doğru olduğunu, bunun kabul edilmeyişinden dolayı çar hazretlerinin o kadar dostça ve hoşgörülü iyi niyetlerine karşı sebepsiz güvensizlik gösterilerek büyük hakaret edildiğini” bir kere daha dikkate alınmasını ve bu sebeple karadan dönülmesini adı geçen bakan Osmanlı Hükümeti’ne tavsiye ediyordu.

Bir taraftan Rusların saldırgan emelleri diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin haklı direnmesi ve karşı koyması doğu ufuklarını bulutlandırmış idi. Fırtınanın önünü almak için büyük devletler kolları sıvadı-lar;ılımlı ve barışçı kimseleri başa geçmeye çağırdılar. İngiltere’de Lord Aberden tutucu bir hükümet kurmaya memur edilerek (26 Aralık 1852) Palmerston Dışişlerinden İçişleri Bakanlığı’na ve Dışişleri işlerini de Clarendon’a verdi. Fransa’da Drouin de Lhusy ve Avusturya’da Kont Buol Dışişleri Bakanlığı’na getirilmişti.

Kutsal yerler problemini ateşleyen Fransa idi. Napoleone III. 1851 sonlarında 2 aralık hükümet darbesiyle cumhuriyeti kaldırmış ve imparatorluğu yeniden kurmuştu. Yeni saltanatındaki kanunsuz ayıbını örtmek için parlak işler yapması lâzımdı. Katolik Partisi başlıca dayanağı olduğundan doğuda latinleri koruyarak onlara hoş görünmeye çalışıyordu. Diğer hükümdarlar yeni imparatorluğunu birer birer onaylarken Çar Nikola I. yazdığı mektupta “birader” protokol deyimi yerine “dost” kelimesini kullanmıştı; halbuki Hıristiyan hükümdarlar arasında karşılıklı gönderilen mektuplarda “efendi biraderim” başlığı ile başlanır “yüksek şahsınızın iyi biraderi” diye imza etmek âdettir. Rusya İmparatorunun Napoleone III. türedisine biraderim demeye tenezzül etmemesinden beriki içerlemişti. Hattâ birgün Rus elçisine “kardeşlik kaderdendir, fakat kişi dostlarını kendisi seçer” demişti; ve bir de Napoleone III. hakkında zorba sözünü çar ağzından kaçırmıştı. Bunlardan dolayı Fransa’da Katolik ve emperyalist basın doğuda oluşan olaylara fazla ilgili görünmekte ve halkoyunu heyecanlandırmakta idi. Bununla beraber yeni Dışişleri Bakanı Drouin De Lhuys Kutsal yerler işinde ileri gitmekten vazgeçerek Mençikof’un elçiliğinden iyi sonuçlar doğacağına inanıyordu.

İngiltere Hükümeti Rusya’nın doğu hakkmdaki emellerini zaten bildiğinden Nikola I.in balo gecesi Sör Hamilton Seimure ile bilinen görüşmesinden fırtınanın çıkmasının yakın olduğunu anladı ve görüşmenin arkasını kesmeyerek şubatın yirmisine kadar sürdürdü; çarın önüne düşerek gizli fikirlerini tamamen öğrendi. Protestan olmak dolayısıyla Kutsal yerler anlaşmazlığında, latin papazlarıyla Ortodoks papazları arasındaki kavgada ilgisiz kaldı. Mençikof’un elçilik ve tekliflerinden uyanarak papaz anlaşmazlığını bastıralım derken garip yeni bir başın meydana çıkmasının savaşa dönüşeceğini kestirdiğinden Osmanlı Devleti’ne uyanık bulunmasını ve sağduyu ile hareket etmesini öğütlemekte ve Fransa’daki halkoyu kaynamasından mümkün olduğu kadar yararlanma yollarını aramakta idi.

Avusturya Devleti, bazıları Islavlara dost, bazıları düşman olan çeşitli kavimlerden oluştuğundan Rusya ile Osmaiılı Hükümeti arasındaki tartışmanın ateş saçağı sarmadan söndürülmesine uğraşıyor, ikisi arasında bir anlaşma zemini için arabulmaya çalışıyor; Viyana’da bulunan büyük devletler elçilerini bir konferansa dâvet ediyordu. (1 Temmuz 1853) Viyana Konferansı Mençikof’un tekliflerini bir başka şekle sokarak nota ile taraflara bildirdi (31 Temmuz). Reşit Paşa Viyana notasını da kabul etmediğinden Avusturya Hükümeti kargaşalık kıvılcımının Macar ve İslav kavimlerini sıçramamasına ve komşu kavgasından

kendi huzurunun bozulmamasma dikkat ve itina gösteriyor; batılı devletlerdi tutum ve davranışlarını beklemek yolunu tutuyordu.

Prusya Devleti, Koca Ragıp Paşa’nın sadrazamlığından beri yarım asırdır Osmanlı Devleti ile samimi bir dostluk kurmuş iken Lehistan’ın paylaşılmasmdan(6) yararlandıktan sonra doğu işleriyle o derece ilgilenmeyip Almanya’da yerini güçlendirmeye çalışıyordu.

İtalya’da milli birlik henüz meydana gelmediğinden Piemont-Sardunia Krallığı Avrupa siyasi halkasına girmeyi arzu ediyorsa da uzak dış meselelerde söz sahibi olacak kadar kuvvetli değildi.

İşte devletlerin hali şu merkezde iken General Gorcakof Prut suyunu aşarak (3 Temmuz 1853) Memleketeyn’i işgale başladı. O gün Kont Nesselrode’ın büyük devletlere yazdığı genel bildiride “Memleketeyn’i işgal ediyoruz fakat bu Türkiye ile saldırgan bir savaş amacıyla değildir. Bab-ı Âli hakh olarak beklediğimiz manevi teminatı vermekten çekindiğinden onun yerine geçici olarak maddi teminat koymaya bizi mecbur etti” paragrafı bulunuyordu.

Bu tehdit edici davranış Bâb-ı Ali’yi yıldırmadı. Aksine Avrupa’yı etkileyerek Osmanlı Devleti’nin başladığı reform yolunda ilerlemeye vakit bulamadan eski düşmanı tarafından ezileceği zanmnı doğurdu. Rusların kabul ve Reşid Paşa’nın reddettiği Viyana bildirisine ne gibi değişiklikler eklenmesini istediği Osmanh Hükümeti’nden sorulduğunda Reşid Paşa iddialarını genişleterek Osmanlı Devleti’nin kesinlikle memleket bütünlüğünü ve bağımsızlığını şart koştuğundan Kaynarca ve Edirne andlaşmaları ile evvelce kabul ve tasdik edilmiş olan hükümleri geçersiz hale koymak demek olan bu şart Rusya için dayanılır gibi değildi. O zamana kadar barış lehinde olduğunu göstermeye' çalışan Nikola I. ve Nesselrode yüzlerindeki örtüyü kaldırdılar. Çar, Hıristiyan kilisesinin koruyucusu ve Katerina Il.nin gittiği yolda yürüdüğünü bildirmekten ve yaymaktan geri durmadı. Kutsal savaş kendisi için artık zorunlu idi.

Bâb-ı Ali’yi böyle sesini yükseltmeye teşvik eden İngiltere Elçisi Lord Stradford De Redclif idi. Elçi memleketinde izinli bulunduğu sırada Mençikof’un elçiliği üzerine hemen İstanbul’a dönerek(5 Nisan 1853) Osmanlı Hükümeti’ni şeref haklarını korumak için gayretlendir-mişti. Kendi hükümetine söz geçirir ve hattâ aldığı emri gerektiğinde geciktirir ve değiştirir ve bundan dolayı paylanmaktan ve azarlanmaktan korkmaz bir adam olduğundan büyük devletlerin savaşı önlemek için arabuluculuklarını ve uzlaşma politikalarını geri bıraktırmak için elinden geleni yapmıştır. Fransa’nın siyasi işler Müdürü Touvenel “bu adam İstanbul’da bulundukça suyun bulanmaması kabil değildir “demiş ve Kraliçe Victoria’nın kocası Prince Albert “İstanbul’daki valimiz dilediğini yapan bir adamdır, istiyor ve istediği oluyor” sözleriyle hoşnutsuzluğunu saklamamıştı. Hattâ Reşid Paşa 25 Eylül 1853 (21 Zilhicce 1269) tarihiyle Londra Osmanlı elçiliğine bir mektup yazmaya ve mektupta Lord Stradford de Redclif’in teşvik ve cesaretlendirmesi hakkında yayılan sözleri çürütmeye ve tekzibe mecbur olmuştur.

Sözün kısası Rus ordusunun bir Osmanlı Ülkesi olan Memleke-teyn’e (Romanya’ya) girmesinin andlaşmaya aykırı olduğundan Rusya’ya savaş ilân edildi. (23 Ekim 1853-20 Muharrem 1270). Fransa ve İngiltere hükümetleri savaşın felaketlerini sınırlandırmak için denizlerde çarpışma yapılmamasını Rusya ve Türkiye’ye bildirmişler ise de teklifleri kabul edilmeden Sinop olayı meydana geldi (30 Kasım 1853)(7). Gemilerimiz üstün Rus kuvvetleri tarafından yakıldı. İşte bu acıklı yenilgi batılı devletlerin yardımını hızlandırmakla sonu hayırlı bir felaket anlamındaki âyetin gerçekliğini meydana koymuştur.

Sinop’ta gemilerimizin yanması Fransa ve İngiltere’de bir üzüntü tufanı kopardı. Daha 20 Mart 1853 tarihinde Tulon’dan ve Mençi-kof’un İstanbul’dan ayrıldığı gün olan 21 mayısta Malta’dan hareket eden Fransız ve İngiliz donanmaları Adalar Denizi’nde (Ege Denizi) bir-leşerek Beşike’ye(8) gelmişler, savaşın ilânından bir gün önce Marmara’ya girerek İstanbul önünde demirlemişlerdi. Bunlar İstanbul limanında iken Rusların Sinop’taki atılganlıkları güçlerine gitmiş, bu olay Fransa ve İngiltere’ye karşı bir çeşit meydan okuma sayılmıştı. Bunun üzerine donanmalar Karadeniz’e çıkarak Osmanlı kıyılarını koruma görevini aldılar. Bu hareket bir birleşmenin başlangıcı idi.

DÖRTLÜ İTTİFAK (Türkiye, İngiltere, Fransa, Sardunya)

Geçen makalede Rus askerinin barış zamanında Prut sınırını aşarak (3 Temmuz 1853) Memleketeyn’i (Romanya’yı) işgale başladığını ve Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yakın görünen savaşın önünü almak için Viyana’da toplanan konferansın çalışmalarının ve kararlarının Sonuç vermediğini ve Osmanlı. Hükümeti meşru haklarının korunmasında sebat ettiğini yazmıştık. Rusya Hükümeti Memleketeyn’in

işgalinin yayılma maksadıyla olmadığını, sırf maddi güvence şeklinde göstermek istemiş ise de bu durum Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü tehdit edici bir durum olduğundan, Fransa ve İngiltere’de bu bütünlüğün korunması Avrupa dengesinin devamına bağlı olduğu inancı esasen mevcut olduğundan doğudaki siyasi ve ticari çıkarlarının bozulmasını korumak da esas işleri olduğundan adıgeçen devletler Beşike’-de demirli bulunan donanmalarını Marmara’ya sokmuşlar ve İstanbul limanına ulaştırmışlardı.

Bu olay bir andlaşma meselesi ile ilgili idi. 13 Temmuz 1841 tarihli Londra Andlaşmasında (9) Osmanh Devleti barış halinde bulundukça hiçbir yabancı savaş gemisinin boğazlardan geçememesi ve padişah istese de geçişlerine izin verememesi, devletlerarası karara bağlanmıştı. Bundan dolayı padişah tarafından İngiliz deniz kuvvetlerinin İstanbul’a çağrılması ve bu kuvvetlerin çağrıya uyması, adıgeçen andlaşma hükümlerine aykırı olduğu Rusya tarafından ileri sürülerek İngiltere’den açıklama istendi. Lord Clarendon verdiği cevapta “ilk Rus askerinin Osmanlı topraklarından olan Memleketeyn’e (Romanya) ayak basmasıyla Osmanh Devleti için barışın bozulmuş olduğu ve o andan itibaren padişahın İngiliz gemilerini boğazlara çağırmaya ve İngiltere Hükümetinin de gemilerini o tarafı göndermeye ve gereğinde boğazlardan geçirmeye hak kazandığı, her ne kadar Rus askerinin Memleketeyn’e girmesiyle savaş ilan edilmemiş ise de bir devletin siyasi bağımsızlığı ile bağdaştırılmasını mümkün saymadığı şartlara uymaya zorlandığı, ülkesi düşmanca ve andlaşmalara aykırı olarak bir diğer devletin orduları tarafından hücumla işgal edildikten ve oradaki topraklarıyla resmî ilişkileri kesilip vergileri ertelendikten sonra barış halinin devam ettiğinin ileri sürülemeyeceği” cümleleri bulunmakta idi.

Donanmaların Marmara’ya girmesine izin verilmesinin ertesi günü (23 Ekim 1853) Osmanh Devleti tarafından Rusya’ya savaş ilân edildi. Otuz yedi gün sonra Sinop olayı meydana geldi. (30 Kasım) Saldırgan bir savaştan kaçınacağına söz vermiş olan Rusların Sinop limanında demirli olan ve hiçbir zararı dokunması mümkün olmayan gemilerimizi bastırarak yakması ve Sinop şehrini topa tutarak harap etmesi sözünde durmazlıktı. Müttefik devletler donanması İstanbul’dan hareket ederek Karadeniz’e çıkmaya ve bu denizde Rus savaş gemilerini gezdir-memeye, asker ve malzeme taşımayı önlemekle görevlendirildiler. Bu suretle egemenliğini elde ettikleri Karadeniz’den çekilmeyi Rus ordula-rınm Memleketeyn’i boşaltmaları şartına bağladılar. Adı geçen devletler, Osmanlı saltanatını yakından tehdit eden tehlikelere karşı varlığının korunmasının Avrupa genel politikası için vazgeçilmez olduğunu, Tanzimat Fermanı ile başlamış olan reformların gelişmesine vakit ve imkân vermenin Avurpalılar tarafından karalaştırıldığını ve arzu edildiğini, Rusya bu görüşe içtenlikle katıldığı takdirde bugünkü zorlukların giderilme çarelerinin henüz bulunabileceğini, yani Osmanlı Devleti’ni kimsesiz ve düşkün bir durumda Rus pençesine bırakmayacaklarını anlattılar. Bu iki devlet birlikte hareket etmeyi kararlaştırmıştı.

Nicola I. için dâvasından vazgeçmek kabil değildi. Fransa ve İngiltere’nin patırdılarma karşı Sinop kahramanı Amiral Nahimof’ı sıcak tebrik mektubu ile gönlünü hoşetmiş ve Rus orduları başkumandanı Garçakof’a Allah’ın yardımına dayanarak Tuna nehrine doğru yürüme emri vermişti. Bir taraftan da savaş hazırlıklarına hız veriyordu. Napo-leone III. doğrudan doğruya kendisine yazdığı bir mektupta (29 Ocak 1854) işler bu dereceye kadar geldikten sonra ya dostça ve iyi niyetle uyuşulmak veya ipi koparmak zorunlu olduğunu söylemişti. Nicola birinci kısma yanaşmayıp gelecekteki olayların sorumluluğunu sebep olanlara yüklemişti. Kutsal yerleri yıkanlara karşı açtığı kutsal savaştan dönerse müteassıp milletinin yüzüne nasıl bakabilecekti.

Fransa ve İngiltere’nin düşmanca davranışı günden güne açığa çıkıyor ve Rusya ile ilişkileri gerginleşiyordu. Yapılan diplomatik haberleşmeler de Clarendon’un dili çok sertti. Karadeniz’de Türk gemileri taşıma işlerine devam ettikleri halde bunun Ruslara yasaklanması tarafsızlığa sığar işlerden değildi. Bundan dolayı Rusya sefirleri Londra ve Paris, Fransa ve İnglitere elçileri Petersburg’dan ayrılarak ilişkileri kestiler (Şubat 1854). Çar 21 şubat tarihli beyannamede halkına diyordu ki “böylece İngiltere ve Fransa Hıristiyanlık düşmanlarıyla birleştiler ve Ortodoks dinini »avunan Rusya’ya karşı durdular. Fakat Rusya kutsal görevinde sarsılmayacaktır. Eğer düşman hudutlarımıza saldırırsa atalarımızdan miras olan dayanıklıkla onları karşılamaya hazırız. Unutulmayan 1812 olayları ile yüksek askeri erdemliklerini ispatlayan Rus milleti yine o millettir. Allah’mlutfü ile yine isbatlayacağız. Bu ümit ile dolu olarak baskı altında ezilen din kardeşlerimiz için savaşırken kalpten doğan coşkunlukla seslenerek Allah’ın yardımını dileyelim”.

Resmi ilişkilerin kesilmesi dolayısıyla Lord Clarendon Kont Nes-selrode’a doğrudan doruya bir mektup yazarak (27 Şubat 1854) nisanın

otuzuna kadar Memleketeyn’in boşaltılmasını öneriyor ve cevap verilmesi için Rusya hükümetine altı günlük süre tanıyordu. Rusya Hükümetinin olumsuz cevabını veya susmasını savaş ilânı sayacağını ekliyordu.

Tuna boyunda başlayan çarpışmalarda askerlerimiz örnek düzen ve kahramanlık göstermekle uygulanmaya başlayan Tanzimat-ı Hay-riyenin ciddiliği hakkında dost devletlerde hasıl olan kanaat bir kat daha kuvvetlenerek Osmanh Devleti’nin canına kastederek yürüyen zorba ve kibirli düşmanına karşı onu korumak gereği gerçekleşti. Fransa ve İngiltere devletleri Osmanh Devleti ile İstanbul’da bir ittifak and-laşması imzaladılar (12 Mart 1854). Beş maddeden oluşan bu andlaş-mada adıgeçen devletler Osmanh bayrak ve toprağına yardım için evvelce gönderdikleri deniz kuvvetlerine ek olarak uygun görecekleri miktarda kara kuvveti de göndererek Rumeli ve Anadolu’da Osmanh ülkelerini savunmayı, yapılacak askeri hareketleri üç müttefik ordunun başkumandanları tarafından görüşülerek kararlaştırmayı, barıştan sonra görevi kalmayan kara ve deniz kuvvetlerini hemen geri çekmeyi kabul ediyorlardı.

Bu andlaşmanın yapılmasından onaltı gün sonra Fransa ve İngiltere devletleri Rusya’ya savaş ilân ettiler (28 Mart 1854). İngiltere Hükümetinin gerekçesi aşağıdaki gibi özetlenebilir: “Kutsal yerler imtiyazları hakkında Rusya imparatoru tarafından ileri sürülen şikâyetleri Osmanh Hükümeti istenildiği şekilde çözüme bağlayıp giderdiği sırada Prens Mençikof’un elçiliği, bu konudaki kararları düzeltecek sanılırken adıgeçen daha ciddi ve daha mühim isteklere kalktı. Başlangıcında gizli tutulan tehditle karışık bu istekler, Osmanh hükümdarının tebasmın büyük bir çoğunluğu üzerindeki hükümdarlık haklarının yerine çarın egemenliğini koymayı sağladığından, Bâb-ı Âli tarafından haklı olarak kabul edilmedi. Prens Mençikof görevinin bittiğini bildirerek İstanbul’dan ayrılırken reddedilen isteklerinin kabulünü zor kullanarak güvence altına aldırmanın Rusya Devleti için zorunlu bir hareket olduğundan bahsettiği, İngilitere Hükümeti tarafından işitilince, donanmasının Malta’dan çıkarak Fransız gemileriyle birlikte Çanakkale Boğazı yakınında yer almasına emir verildi. Rusya ve Türkiye arasında meydana gelen anlaşmazlığın çözümlenmesi hususunda dost devletler barışçı gayretler harcamaktan geri durmadı. Fakat Rusya çarı sınır üzerinde büyük askeri kuvvetler yığmış ve sonra Prens Mençikof’un elçi-1 iğinin bitmesinden bir gün evvel verdiği notanın bir harfi değiştirilmek-sizin Sekiz gün içinde kabul ve imza olunmasını, aksi takdirde Memle-keteyn’i ordularıyla işgal edeceğini Bâb-ı Âli’ye bildirdi. Sözleşmenin aksine, Memleketeyn’in işgali üzerine padişah Rusya’ya savaş ilân etmedi ve gerek padişah gerek dost devletler tarafından Memleketeyn’in (Romanya) boşaltılması için Rusya Hükümetine karşı diplomatik girişimlerden vaz geçilmedi. Fakat Rusya, Mençikof notasının olduğu gibi kabulünde, yani Osmanlı Devleti’nin bir kısım tebasıyla normal ilişkilerine karışma isteğinde ısrar etti. Osmanlı hükümdarının haklarına manevi bakımdan saldırmaya geniş savaş hazırlıkları da eklenince, iş kendi haline bırakılırsa Osmanlı Devleti’nin harap olmasına sebep olacağı görüldü. Medeniyet âleminin inançlarına ve mevcut anlaşma hükümlerine aykırı ve genel barışı bozucu sert ve müstebit bir tavır takınan Rusya’ya karşı İngiltere Hükümeti Fransa ile elbirliği ile müttefiki Osmanlı Devleti’ni savunmak ve korumak için silaha sarılmıştır. Kraliçe hazretleri Rusya tarafından ileri sürülen Hıristiyanlık dâvasını barışçı görünen bir saldırıyı örtmek için yapıldığı kanısındadır”.

Piemont-Sardunya krallığı kendi yararına olarak İtalya birliğini kurmak inanç ve niyetinde olduğundan bunun için Avrupa siyasi halkasına girmeye ve büyük devletlere kendisini tanıtarak itibarlarım kazanmaya ve kendisini kabul ettirmeye ihtiyaç duyduğundan Fransa ve İngiltere devletlerinin Osmanlı Hükümeti ile müttefik olarak Rusya’ya açtıkları savaşta karadan ve denizden yardımcı kuvvetler göndermeleri üzerine pişen aşta tuzu ve biberi bulunması ümidiyle bu krallık da Osmanlı Hükümeti ile ayni şartlar içinde İstanbul’da bir dostluk and-laşması imzaladı (15 Mart 1855). Ve 15 bin askeri Sivastopol kuşatmasına gönderdi. İşte bu suretle Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ve Sardunya hükümetleri arasında dörtlü ittifak meydana geldi.

Avusturya Devleti için artık hareketsiz kalmanın vakti geçmişti. Fransa, İngiltere ve Prusya büyükelçileriyle Avusturya delegesinin Vi-yana’da ara sıra konferans şeklinde toplanıp kararlar almaya debelenmesi yeterli değildi. 14 Haziran 1854 tarihinde Avusturya Devleti, OsmanlI Hükümeti’yle İstanbul’da askerî bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma gereğince Avusturya imparatoru Memleketeyn’deki yabancı askeri boşaltmayı ve bunun için gerekirse kuvvet kullanmayı ve bölge yönetimini, padişah tarafından verilen ayrıcalıklara uygun olarak kurmayı ve Rusya ile Osmanlı Devleti arasında barış yapıldığı vakit bu iki eyalete gönderdiği askeri geri çekmeyi taahhüt ediyordu.

İttifaka girmiş olan devletler hareket merkezi yaptıkları Kırım yarımadasına gemiler dolusu asker gönderdiler. Sivastopol müstahkem mevkiinin elegeçirilmesini amaç edindiler. Karadeniz yaratılalı daha böyle bir donanma cümbüşü görmemişti. Büyüklü küçüklü savaş gemilerinden başka yüzlerce nakliye gemisi bütün gün boğazlardan geçer, bunların bir kısmı buharlı olduğu gibi büyük kısmı beyaz yelkenlerle deniz yüzünü süslerlerdi. İstanbul bir düğün evi halini almıştı.

Avusturya Devleti dörtlü ittifaka fiilen katılmadı ise de dolayısıyla yardımcı idi. Tutum ve davranışlarıyle Rusya aleyhine çalışıyordu. François-İoseph(lO) ile Nicole I. nın Varşova’da buluşmaları sıra-sında(ll) (1850) François-İoseph eliyle Viyana’mn kurtarıcısı meşhur İean Sobieski’nin heykelini göstererek “dünyada iki şerefli kimse tanırım. Biri şu heykelin sahibi biri de yüksek şahsiyetinizdir” dediğini söylerler. Yani Macar İhtilalinde Rusya çarından gördüğü yardımı teşekkürle anmak istemiş. Halbuki üç dört sene sonra yukarıda açıklandığı gibi Rusya’ya vefasızlık göstermesinden dolayı Nicola I. kızarak birgün özel şekilde Avusturya elçisini Varşova’ya çağırarak İean So-beieski’nin heykelini göstererek “dünyada iki ahmak adam tanıyorum, biri şu heykelin sahibi, biri de ben; imparatorunuza böylece yazınız” sözleriyle taşı gediğine koymuş.

PARİS ANLAŞMASI

1270 (1853) seferinde Fransa, İngiltere ile Sardunya ve Avusturya devletlerinin Osmanlı Devleti’ne yardıma koşmaları günlük olaylardan değildi. Fransa ve İngiltere’den ve sonra da İtalya’dan doğuya gemiler dolusu asker gönderiliyordu. İlk defa olarak büyük devletler bir İslam devleti ile müttefik olarak Hıristiyanlığı ilgilendiren bir meseleden çıkan kavgaya katılıyor ve bir Hıristiyan devlete savaş ilân ediyorlardı. Ve yine ilk defa olarak Fransa ve İngiltere ayni amaçta birleşe-rek genel politikaya yön vermeye başkanlık ediyorlardı. Geleceğin güvenliği için daha büyük bir garanti düşünülebilir mi idi. Gerçi şu olağanüstü büyük olaylar genel akışın ürünleri idi. Fakat şahısların etkisi de inkâr edilemeyeceğinden bu konuda Mustafa Reşit Paşa’nm zekâsı ve hizmeti, İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Lord Stratford Redclif’in yardımı ve direnmesi de belirtilmeye değer. Ve bir de dört beş sene evvel Macar İhtilalinde Rusya Avusturya imparatoruna kuvvet göndererek yararlı hizmette bulunmuş iken Avusturya’nın ondan böyle yüz çevirmesi Avurupa politikasının ilerde alacağı yeni yola iyi bir başlangıç idi.

Tuna cephesini iyi savunan ve bir zafer de kazanan (Oltaniçe ve 'Çitana galibiyetleri) serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Silistre kuşatmasını da iyi bir şekilde yönetmeye çalışıyordu. Avusturya ile yapılan askeri anlaşma gereğince (17 Haziran 1854) Avusturya askeri kuvvetleri Rus-lara Memleketeyn’i (Romanya) boşalttırmaya yürüdüğünden ve diğer taraftan Fransız ve İngiliz orduları Akdeniz Boğazına (Çanakkale Boğazı) geldiğinden Genaral Pastiyeviç Silistre kuşatmasını bırakarak Eflak tarafına dönmeye ve biraz sonra da bütün Rus askeri Memleketeyn’i tamamen boşaltmaya mecbur oldu. Bu sebeple iki taraf savaşçılarına Rumeli’de döğüşecek yer kalmamış idi. Varna’ya çıkarılan İngiliz ve Fransız orduları başkumandanları Türk başkumandanı ile görüşerek savaşı Kırım yarımadasına taşımaya karar verdiler ve Sivastopol’ü hedef kabul ettiler. .

Sivastopol muhasarası uzadı ve müttefiklere pekçok zahmet ve fedakârlığa mal oldu. 2 Mart 1855 tarihinde Nicola I. ölmüştü. Ayni sene eylül sonlarında Sivastopol alındı. Savaşın amacına ulaştığı kabul edilerek barış şartlarını görüşmek ve kararlaştırmak için Paris’te bir kongre toplandı.                                          .       „

Kongreye başdelege olarak Osmanh Devleti’nden Sadrazam Âli Paşa(17) ve İngiltere namına Kont Clarendon, Eransa namına dışişleri bakanı Kont Walewski, Sardunya namına Kont Cavour, Avusturya namına Kont Boulle ve Rusya namına da Kont Orlof atanmışlardı. Toplantılar başladıktan 20 gün sonra Prusya Devleti de Dışişleri Bakanı Manteufel’i Paris’e göndererek kongrenin çalışmalarına katıldı.

Kongre 27 Şubat 1856 günü açılarak Walewski’yi başkanlığa seçmiş ve 30 Mart 1856 (22 Recep 1272) günü andlaşmayı kesin şekilde kabul ve imza etmiş ise de ayrıntılı işleri görüşmek ve düzeltmek için toplantılarını nisanın ondördüne kadar uzatmıştır.

İşittiğime göre Rusya’ya bazı sıkıcı şartlar teklif edilmesi Bâb-ı Âli ile İngiltere Hükümeti arasında kararlaştırılmış iken Napoleone III. un bilinen (çoktan aza düşmek = ifrattan tefrite düşmek) tutumu sonucu olarak Rus delegeleri Paris’e geldiğinde Walewski târafmdan gösterilen yaltaklıklar ve “savaş meydanında kazanamadığınız şan ve

şeref tacını politika alanında kazanacaksınız” gibi gönül alıcı sözlerle karşılandığından galip tarafa yakışmayacak bu iki yüzlü davranışlara Âli Paşa ile Clarendon ağızları açık kalarak şaşırmışlardı.

Paris Andlaşmasınm esas şartları Akdeniz ve Karadeniz boğazları (Çanakkale ve İstanbul boğazları) hakkında Osmanlı Devleti’nin eskisi gibi egemenlik hakkının sağlanması ve onaylanması yani 1841 Londra Anlaşması hükümlerinin yenilenmesi; Karadeniz’in tarafsız olması ve hiçbir devletin harp gemisi bulunmaması, fakat her devletin ticaret gemilerine açık olması, bu denizde ticaretin kolaylaştırılması ve genişletilmesi hususunda sağlık, gümrük ve disiplin işlemlerinin yerine getirilmesi ile beraber uygun yerlerinde konsolosluklar bulundurulması ve savaş tersanelerinin yok edilmesi ve yalnız polis görevini yapmak üzere Osmanlı Devleti ve Rusya Hükümeti tarafından sayıları ayrıca yapılacak bir anlaşma ile saptanacak şekilde hafif gemiler bulundurulması; Tuna nehrinde gemilerin serbestçe dolaşması ve bununla ilgili işlerin görüşülmesi için karma bir Tuna komisyonu kurulması; Eflak ve Boğdan eyaletleri ile beyliğinin eskisi gibi içişlerinde özerk olması, beylerinin atanmasında ve görevden alınmasında büyük devletlerin de oylarının bulunması; İngiltere, Fransa ve Sardunya hükümetleri tarafından yardım olarak Osmanlı ülkelerine gönderilmiş olan askerlerin mümkün olan hızla memleketlerine dönmeleri idi. Ve bir de savaşçı tarafların ele geçirdikleri ülkeleri karşılıklı geri vermeleri (Sivastopol’ün Ruslara ve Rusların ele geçirdiği Kars’ın Osmanlı Devleti’ne geri verilmesi) yalnız Tuna nehrinin Kili ağzına yakın olan Besarabya toprakları Rusya’dan alınıp Boğdan ülkesine bırakılıyordu.

Bunlardan başka yedinci ve dokuzuncu maddeler çok önemli idi. Yedinci maddede “görkemli Fransızların imparatoru ve görkemli Avusturya imparatoru ve görkemli Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı Kraliçesi ve görkemli Sardunya Kralı Bâb-ı Âli’nin Avrupa genel hakları ve politik topluluğu yararlarına katılmasının kabul edildiğini bildirirler. Adıgeçen hükümdarlar Osmanlı sultanlığının bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi her devlet kendi namına kabul ve bu kabulün bütünü ile yerine getirilmesine hep beraber kefil olurlar. Bu sebeple bunu zedeleyecek nitelikte olan her eylem ve harekete genel yararla ilgili bir problem gözüyle bakacaklardır” deniliyor.

Bu madde gereğince Osmanlı Devleti Avrupa medeni devletler topluluğuna giriyor ve kendisine devletlerarası hukuk kurallarından yararlanma hakkı tanınıyordu. Medeni devletler için tabii olan bu hakkın bize de tanınıp tanınmadığı Tanzimat’a kadar belirsiz kalmıştı. Hattâ ilk dışişleri bakanımız Akif Efendi Tabsıra’da yazdığı gibi Churchilme-selesinden çıkan anlaşmazlıkta devletler hukuku kuralları ileri sürüldüğü zaman İngiltere elçiliği baştercümanı Pizani “o size göre değildir” cevabını vermişti. Adı geçen maddenin dikkate değer bir noktası da yeni zamanlarda/Hıristiyan âleminin hep beraber bir Müslüman devletini siyasi topluluklarına eşit şartlarla kabul etmeleridir. Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü müştereken korumayı yüklenmeleri maddesine gelince bunun amacı Rusya’nın ikide birde karışmasının önünü almak ve Yakın Doğuda başka devletlerin de ilişkileri olduğunu anlatmaktı. Fakat bu maddenin devamı ve yaşaması Osmanlı Hükümeti tarafından sağlam bir idare usulü kurulmasına ve yürütülmesine bağlı idi. Yoksa her biri ayrı ayrı karışmaya yol bulacak ve andlaşmanın şu güzel maddesi kâğıt üzerinde yazı gibi kalacaktı.

Andlaşmanın dokuzuncu maddesi aşağıdaki gibidir: “Osmanlı padişahı tebasınm zenginliğini ve mutluluğunu sağlamak için sürekli gayretleri cins ve mezhep farkı gözetmeksizin hepsinin bugünkü durumlarının düzeltilmesi ile beraber memleketindeki Hıristiyan kavimler hak-kındaki koruyucu niyetlerini açıklayan bir ferman çıkarmış ve bu konudaki duygularına yeni bir delil göstermek arzusuyla yüksek düşüncelerinden doğan bu fermanı andlaşmayı imzalayan devletlere bildirmeye karar vermiştir. İmzacı devletler bu bildirinin yüksek değerini takdir ederler. Şurası iyice kararlaştırılmıştır ki bu bildiri adıgeçen devletlere hiçbir şekilde gerek topluca ve gerek ayrı ayrı padişahla tebası arasındaki ilişkilere ve devletinin içişlerine karışmaya hak ve yetki veremez”

Bu dokuzuncu madde memlekette birçok dedikodulara sebep ol-du(12). Ruslar, Hıristiyan tebayı koruma dâvasıyla ortaya atılmış olduğundan bu hususun andlaşma metninde temamen sükûtla ğeçiştirilme-si, bilinen sebeplerden dolayı müttefik devletler tarafından uygun görülmediği gibi dâvayı uzatmakla Rusya’ya Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak için açık kapı bırakmak da doğru görülmediğinden hem etrafı okşamak ve hem Osmanlı Hükümetini genel ıslahata ve Hıristiyan milletler hakkında daha fazla haklar tanımaya teşvik için maddenin düzenlendiği açıktır. İşte bunun içindir ki Osmanh Hükümeti ıslahat

yapmaya kendiliğinden söz vermiş ve garanti eder gibi görünmek için 12 Cumaziyüluhra 1272/ (18 Şubat 1856) tarihli yüksek Islahat ferma-’ m padişah tarafından çıkarılmış ve imzacı devletlere bildirilmesi, uygulanacağına bir çeşit garanti sayılmıştı. Mirat-ı Hakikat diyorki “yüksek fermanın çıkarılmasına ve bildirilmesine dair imzacı devletler tarafından yapılan teklif (13) o vakit Bâb-ı Ali’ce bahis konusu edilmiş, bazı devlet adamları “bu durum Rusya’nın savaşı gerektiren iddiasını başka bir şekilde kabul ve uygun bulmak demektir” diye karşı koydu-larsa da Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını koruma yolunda kan döken devletlerin böyle bir isteklerini reddetmenin imkânı olmadığı anlaşılmış ve ıslahat yapılması zaten öngörülmüş olduğundan teklifleri kabul edilmişti. Amma bu yüksek fermanın andlaşmada açıklanması ve belirtilmesi, ileride devletlerarası bir senet sayılacağı anlamına geleceğinden içişlerine karışma ve Müslüman olmayan tebanm devletlerin müşterek kontrol ve himayeleri altına gireceği, bu takdirde ise Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığının korunması hakkındaki iddiaları ve bunun için yaptıkları fedakarlıklar boşa gitmiş olacak, sonucun başlangıca uygun olmayacağı görüşünde olanlar bulunduğundan, Mustafa Reşit Paşa bu konuda birçok görüşleri kapsayan ve Ali Paşa’-ya dokunaklı sözler bulunan bir tasarı yazarak sunmuştu”.

Paris Andlaşmasmın Osmanlı Devleti’ne kazandırdığı yeni durumun tartışılacak bir yanı yoktur. Bütün mesele öngörülen reformları ciddi ve içtenlikle Uygulamaya koymakta idi. Çünkü ıslahat bütün memleketi kapsadığından cins ve mezhep ayrılığına yer vermediğinden bütün Osmanlı vatandaşlarının bundan faydalanacağı şüphesizdi. Bahsedilen ıslahat fermanında Hıristiyan toplumlar hakkında eski mezhep ayrıcalıklarının tanziminden başka birşey olmadığı gibi esas ıslahat maddesi de genel anlamda yazıldığından andlaşma metninde açıklanması ve belirtilmesi korkulduğu kadar zarar vermeyecekti. Fakat uygulama düşünüldüğü gibi olmaz ve Osmanlı Hükümeti gevşeklik gösterir ve sözünde durmaz ise devletlerin işe karışacakları ve baskı yapmalarına meydan verileceği örnekleriyle sabitti. Rusya’nın aradığı da bu durum olduğundan ileride bu halin önlenmesinin tek çaresi reformların mümkün olan süratle ve samimiyetle uygulanmasına geçmek ve sonuçlarını göstermekti. Yoksa gösteriş durumunda kalacak yarım tedbirler başımıza türlü türlü şikâyetler yağdıracak ve yeni yeni belalar çıkaracaktı.

Barış konferansının Paris’te toplanması Fransa’nın ikinci imparatorluğuna büyük bir parlaklık ve şeref kazandırmıştır(14). Büyük devletlerin başbakan veya dışişleri bakanlarının ayağına gelip en küçük iltifatını görmek ve haşmetli ağzından çıkacak sözlere başeğmek Napo-leone III. nun mevkini ve azametini haklı olarak artırıyor ve yerli basın kendisini âlemin lideri olarak alkışlıyordu. Zorbalık, sözünde durmaz-lık lâfları unutularak (15) Paris halkı delegelere verilen ziyafet ve eğlencelerin neşesiyle avunuyordu. Napoleone I. (Bonaparte) Fransa’nın üç renkli bayrağını Moskova’ya kadar götürdü ise yeğeni de şimdi Güney Rusya’da Kırım yarımadasında gezdirmiş ve Malokof tabyasının tepesine dikmiş değil mi idi? Fransa’nın kırk sene evvel Viyana’da toplanan kongredeki düşkünlüğü ve Louis Philippe I. zamanında politikasının sönüklüğü ile(16) Paris Kongresindeki ün ululuğu kıyaslanabilir mi idi? Gerçekten bu savaşın çıkması için en çok yumuşak davranmış ve savaş ilan edildikten sonra askerce ve paraca hiçbir fedakârlığı esirgemeyerek zaferin kazanılmasına büyük yardımı dokunmuş olan Fransa ne kadar neşelense ve gururlansa yeri idi. Yeni hükümdarı sayesinde Fransız milleti ülküsüne kavuşmuş idi. Dünya basını Napoleone III. nın zekâ ve olgunluğunu anlatarak sayfalarını süslüyorlardı. Fransa Hükümetinin içte bu kadar güvenli ve dışta bu derece parlak bir devrine tarihte az raslanır. Andlaşmanın imzasından öndört gün evvel imparato-riçe Eugenie’nin bir erkek varis doğurması (16 Mart 1856) imparatorluğun parlak geleceğine güzel bir başlangıç sayılmıştı.

AÇIKLAMALAR

·        1 — X. sayılı makalenin II. açıklamasına bak.

·        2 — Birinci Nicola (1796-1855) son derece despot bir Rus çandır. (1825-1855) yıllan

arasında çarlık yapmıştır. Türk düşmanı olarak ün yapmıştır. Çar bulunduğu sırada Türklerle iki defa savaş yapmıştır.

·        3 — Küçük Kaynarca Andlaşması 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda ya

pılmış olan andlaşmadır. En önemli maddesi, Ruslara OsmanlIların içişlerine kanşma hakkının tanındığı iddia edilen "Osmanlı ülkesindeki Ortodoksların koruyucusu" manası çıkanlan yedinci maddenin neye dayandığı makalede açıklanmıştır.

·        4 — Burada haç Hıristiyanlan Hilâl ise Müslümanlan sembolize etmektedir.

·        5 — XIX. yüzyıldan yıkılışına kadar Osmanlı İmparatorluğu hakkında kullanıl

mış bir politika terimidir.

·        6 — Osmanlı kaynaklarında ve resmî yazışmalarında Lehistan olarak adlandırı

lan Polonya, iç idaresindeki ve sosyal yapısındaki bozukluk dolayısı ile millî birliğini koruyamadığından XVIII. yüzyılda komşuları olan Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından ilki 1772 ve sonuncusu 1795’ te olmak üzere üç defa paylaşılarak Avrupa haritasından silinmiştir. Tekrar bir bağımsız devlet olarak kuruluşu 1918 I. Dünya Savaşının sonunda mümkün olabilmiştir.

·        7 — Sinop Olayı, Osmanlı deniz kuvvetlerine ait bir birliğin İstanbul’dan Anado

lu’ya savaş için erzak ve cephane götürmekte iken Sinop limanında bulunduğu sırada Rus donanmasının baskını sonucunda yanmıştı. 30 Kasım 1853.

8— Beşike limanı, Adalar Denizi’nde (Ege Denizi) Çanakkale yakınlarında OsmanlI Devleti’ne ait küçük bir liman kasabasıdır.

·        9 — Mısır meselesi sırasında Mehmet Ali Paşa ordularının Kütahya ’ya kadar gelmeleri üzerine Mahmut ll. denize düşen yılana sarılır misali, baş düşmanı olduğunu bildiği Rusya’nın yardım teklifini kabul ederek 1833’te Ruslarla Hünkâr İskelesi anlaşmasını yapmıştı. Buna göre Rus savaş gemileri boğazlardan her zaman geçebileceklerdi. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri bunun Rusya ’ya sağlayacağı politik çıkarları düşünerek Mısır meselesine müdahale etmişler ve 1840 Londra anlaşması ile Mısır meselesini kesin bir sonuca bağlamışlardı. Ertesi sene yani 1841 ’de yine Londra ’da devletlerarası bir konferans toplanarak boğazların barış zamanında bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı olması kararlaştırılmıştı. Bu sebeple İngiliz savaş gemilerinin İstanbul’a gelmesi bu andlaşmaya ters düşüyordu.

·        10 — François İoseph (1830-1916) Avusturya-Macaristan İmparatoru olup uzun sal

tanatı döneminde (1848-1916)Avrupa’mn belli başlı hükümdarlarından birisi olmuştur. Zamanında Alman ve İtalyan milli birliklerinin kurulması için yapılan savaşlarda kaybederek Almanya ve İtalyada ’ki Avusturya hakimiyeti sona ermiş, bunun üzerine Balkanlardaki Osmanlı ülkelerinden Bosna-Hersek eyaletlerini 1878’de işgal ve 19O8’de de ülkesine katmıştı.

·        11 — İki hükümdarın bu buluşmaları 1848’de Macarların Avusturya idaresinden

kurtulup bağımsız bir devlet kurmak yolundaki mücadelede Rus Çarı Nicola ’-nın ihtilali bastırmak için yardım etmesini sağlamak için idi.

·        12 — Bu maddenin ileride yabancı devletlere imparatorluğun içişlerine karışması

na sebep olacağı düşüncesiyle konferansta başdelege olan dışişleri bakanı Ali Paşa 'nın ağır şekilde eleştirmesine yol açmış, bilhassa Reşit Paşa ve taraftarları tarafından hırpalanmasına sebep olmuştur. Burada asıl tenkit edilen husus bu bildirinin-1856 Islahat Fermanı-andlaşma metnine konması ile müttefik devletler tarafından imparatorluğa empoze edilmiş olduğu kanısının yayılmış olması idi. Maddenin ilk şeklinin böyle olduğu fakat Ali Paşa’nın ısrarları karşısında son şeklini aldığı bilinmektedir.

·        13 — Burada ya yazarın veya Mir’at-ı Hakikat sahibinin, bir yanlışlığı olsa gerek.

Çünkü Islahat fermanının çıkarılması kongre üyeleri tarafından değil devletin müttefikleri olan Fransa ve Ingiltere tarafından teklif edilmiştir.

·        14 — Fransa ’da birinci imparatorluk 1804 ’de Napoleone Bonapart’m kurduğu impa

ratorluktur. Bu imparatorluk Napoleone’ın Waterlo’da müttefiklere yenilmesi üzerine yıkılmış ve Fransa’da tekrar kıratlık kurulmuştu.

·        15 — Hatırlanacağı gibi savaşın başında Napoleone III. hakkında Rus çarı impara

torluğu haksız elegeçirdiği iddiasıyla Napoleone’u gâsıp ve sözünde durmaz-lıkla suçlamıştı.

16— Napoleone Bonapart’m İngilizlere teslim olmasından sonra 1815’te toplanan ve Fransa’nm yenik bir devlet olarak katıldığı Viyana Kongresinde kendisine dikte ettirilen hususları aynen kabule mecbur olmuştu. 1830’da Fransa kralı olan Louis Filipe devrinde Fransa ’nm siyaset bakımından Avrupa ’da ismi okunmayan bir devirdi. 1848’de Filipe’e karşı yapılan ihtilal sonunda Louis Napoleone III. evvela cumhurbaşkanı sonra da imparator olmuştu.

XIX

, YENİ OSMANLILAR VE HÜRRİYET

Bu değişen evrenin olaysız kaldığı yoktur. Feleğin çarkı düzenli dönmüyor, dönüşü vakitli vakitsiz yorgunluklara uğruyor. Karışıklıklara ye çekişmelere en çok uğrayan ve en geniş alan olan yer politikadır. İnsanoğlunu tabiatın zorunluğu ilerlemeye ve yükselmeye ve bunun için de devamlı harekete sevketmiştir. Uygarlıkla gelişen fikir adamı sınırlı çevresini yarıp ileriye atlamaya heveslidir. Dünya tarihi bu doğuştan şevkin pekçok örneğinin şehadet aynasıdır.

Onüçüncü Hicret asrının (Milâdi XIX. Yüzyıl) ikinci yansı Osmanlı topluluğunda da bu çeşit hareketlere şahit olmuştur. Kuleli olayı(l) denilen ve birkaç kişilik bir demek tarafından yapılmasına teşebbüs edilen olay sırf Sultan Abdülmecid’in şahsı ile ilgili olup devlette esaslı bir reform yapmak fikrine dayanmıyordu. Bu sebeple hiçbir etkili sonucu olmadı.

»             Âli Paşa’nm en uzun süren son sadrazamlığı başlarında Yeni Os-

• manidar adı altında bir gençler grubu ortaya çıkmıştı. Bu ad sonraları Fransızcadân çevirme “Genç Türkiye” (2) ye dönüşmüştür. Yeni Os-* manidarın amaç, meslek örgütleriyle geleceklerine dair biraz bilgi verelim:

Yeni OsmanlIların, yeni deyimle Genç Türkiye’nin amacı, Âli Paşa’nm ağır ve ezici politikasına son vermek ve devlette hürriyetçi bir yönetim kurmaktı. Bunun için evvela Âli Paşa’yı yerinden düşürmek ve ikinci olarak onun yerine yeni düzene taraftar ve hürriyetçi yönetimi sağlayacak taraftar kimseler bularak yerine oturtmak gerekiyordu. Programlarında icap ederse Âli Paşa’yı yoketmek de varmış.

Dernek halini alan bu gençler ara sıra toplanarak karşılıklı fikir alış verişinde bulundukları gibi bu işi nasıl yapacaklarını karalaştırmak ve yeni hükümeti oluşturacak kişileri belirlemek için bir gün Ayasofya camiinde toplanıp görüşmüşlerse de oybirliği ile kesin bir karara varamamışlardı. Mehmet Bey sadrazamlığa amcası Mahmut Nedim Paşa’-yı (3) ve diğer bazıları da Ahmet Vefik Efendi’yi (Paşa) tavsiye ediyorlardı. Bakanlıklara da aydın fikirlilerden doğruluğu ile tanınmış devlet adamları aday gösteriliyordu. Ahmet Vefik Efendi (Paşa)'nın bu işten haberi var mı idi bilmem. Fakat Maarif Nezaretine (Milli Eğitim Bakanlığına) aday gösterilen Saldı Efendi hiçbir şeyden haberi olmadığını ve durumu öğrenince(4) Âli Paşa’ya anlatarak kendisini temize çıkarmaya uğraştığı sırada “merak etmeyiniz Efendi Hazretleri; ter-tipçilerin kim olduğunu ve kimlerin dahil bulunduğunu biz biliyoruz” güvencesini aldığını söylerdi.

Cemiyetin ruhu ve başı Mehmet Bey idi. Mehmet Bey Mahmut Nedim Paşa’nın kardeşi Sağır Ahmet Bey’in(18) küçük oğlu olup yakınlığı dolayısıyla amcasını bakanlar kurulu başkanlığına uygun buluyordu. Ziya Bey (meşhur şair Ziya Paşa) mabeyn kâtiplerinden iken Sultan Abdülaziz’in padişah oluşunun ilk zamanlarına onunla yakınlık sağlayarak Âli Paşa aleyhinde ağır sözler söylermiş. Âli Paşa tepmesine uğrayarak kâtiplik görevinden alınmış ve taşra memurluklarına atanmıştı(5). Hürriyetçiler grubundan olduğundan sonradan Paris’te Genç Türklerin fikir ve mevki bakımından en büyükleri olmuştu.

Ayasofya toplantısından sonra emniyet durumu öğrendiğinden şiddetle araştırma ve takibata başlamıştı. Bir gece Sağır Ahmet Bey’in îstinye’deki yalısını ellek ellek aradılar. Adı geçenin büyükoğlu Ali Haydar Bey anlatırdı: Aramadan bir gece evvel geç vakit Mehmet Bey yalıya gelerek yanma bir miktar eşya aldıktan ve annesi, analık şefkati ile, bütün parasını ve iki parça elmas iğnesini kendisine verdikten sonra yalıdan savuşup Avrupa’ya kaçmayı başarmış. En küçük oğlunun bu girişimlerini yeteri kadar bilmeyen Ahmet Bey evinde yapılan yakışıksız aramadan üzülerek ertesi günü Ali Haydar Bey’i Fuad ve Âli paşalara şikâyetlerini bildirmek için göndermiş. Âli Haydar Bey evvela Kanlıca’ya Fuad Paşa yalısına geçerek ayak üzerinde paşaya durumu anlatabilmiş ve onun tavsiyesi üzerine doğru Bebek’e Âli Paşa yalısına inmiş; Âli Paşa’ya babasının sözlerini iletmiş. Ahmet Bey eski şöhretinden ve evine yapılan onur kinci hareketten bahsederek nasıl bir suç ve kabahat işlediğini bilmediğini, hükümetin kendisine karşı güveni kalmadı ise İstanbul dışında kararlaştırılacak ve gösterilecek bir yerde oturmaya hazır olduğunu söylemiş imiş. Âli Paşa “babanız beyefendiye özellikle selam ederim, kendisine yerden göğe kadar güvenimiz vardı, lâkin zabıta haberlerinde Mehmet Bey Efendi’nin ismi dolaşıp duruyor, kendisinden bazı şeylerin soruşturulması gerekiyor, aranıyor fakat bulunamıyor, rahat olsunlar ve Mehmet Bey nerede ise bulup hükümete göndersinler, hükümetin başka maksadı yoktur” gibi sözlerle Ali Haydar Bey’i nazik bir şekilde savmış.

Mehmet Bey’le kaçmayı başaranlar Nuri (Reii komiseri) ve Re-şad beyler idi. Doğru Paris’e gittiler. Arkalarından Ziya Bey ve Agâh Efendi ve Namık Kemal dahi gelip Paris’te toplandılar. Rüşdiye öğretmenlerinden Ali Suavi de İstanbul’dan kaçmıştı. Evvelkiler kendisine pek yüz vermemişlerdir. Paris’te bulundukları müddetçe Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa(6) her birine rütbelerine göre aylık bağlayarak geçimlerini sağlamıştır.

Mustafa Fazıl Paşa, İbrahim Paşa’mn oğullarından olup babasından 35-40 milyon frank kadar miras yemişti. Yaşı dolayısıyla Mısır hi-divliğine aday idi. İstanbul’da bakanlık yaptı ise de fikir bağımsızlığına sahip ve hürriyet taraftarı olduğundan(7) Genç Türklere dost idi(19).

Genç Türkiye adını alan (8) Yeni Osmanlılara, Paris’te öğrenim yapan veya görevli bulunan Müslüman veya Hıristiyan gençlerimize III.Napoleone’nun baskılı idaresinden şikâyetçi olan hürriyetçi Fransız gençleri de katılarak bir siyasi dernek kurdular. Meşhur gazeteci ve tarihçi Leon idi(9). Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Genç Türk-ler Fransa Hükümeti tarafından geçici olarak Paris’ten uzaklaşmaya çağrıldığından Londra’ya gittiler ve orada muhbir ve Hürriyet gazetelerini yayınlamaya başladılar. Muhbir Ali Suavi’nin gazetesi idi. Bu gazeteler Beyoğlu’nda Tünel başında bugün Verdun’un gözlükçü dükkânında bulunan Vik adında ihtiyar bir Fransız kitapçısından gizlice alınırdı(lO).

Bu gençlerin gerçekten devlet ve milletin hayrına dönük olan amaçları yüceltilmeye ve adları milletin hafızasında saklanmaya lâyıktır. Vatandan ayrılmaları ve gurbeti göze almaları, hükümetin her türlü takibatını göze almaları kuşkusuz fedakârlıktır. Fakat istedikleri şey ne idi ve memlekette bunu yapmak mümkün mü idi? İşte buralarını tamamıyla belirleyemiyorlar ve tahmin edemiyorlardı. Evet, istenilen hürriyet idi. Amma bu çekici sözün politik anlamı sözlüklerdeki manası gibi açık ve belirli değildir. Avlanması zor bir avdır. Onu getirdik demekle gelir mi? Ve gelse de yerinden hoşlanarak yerleşip kalır mı? Yoksa iyi kabul edildiği zannı ile kendine gösterilen ilginin ya eksik ve ters ve özellikle mantıksız olduğunu görerek başını alıp çıkar gider mi? Gençlik sebebiyle düşünülemeyen şeyler bunlardı. Çünkü o çok nazlı şeyi getirmekten ziyade korumak güçtü. Çünkü cilveli olduğu kadar titiz olduğundan aşıklarında içten bağlılıktan sapmaya benzer bir hareket gördü mü sezdirmeden gözden kaybolur. Gerçi ciğer yakan sevgisi gönüllerde sağlam yer etmiştir, fakat ararsanız dışarıda bir izini bile bulamazsınız.

Genç Türkler o nazlı sevgiliyi kucakladık sanmışlar ve âşıklığın bütün heves ve zevklerini tatmışlardı. Buluşma ve kavuşmanın geçici ve ayrılık yarası ile millî onurda açılacak yaraların devasız olacağını kes-tirememişlerdi. Fakat ne zarar. Fuzulî’nin “Salik-i rah-ı hakikat aşka eyler iktida-hakikat yolunda olan aşka uyar” dediği gibi hak yolunda çarpışanların sağı başarının tadı ve solu ayrılık acısı olduğu, doğuştan dö-vüşçü(ll)nün “Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet; Esir-i aşkın olduk.gerçi kurtulduk esaretten” özleyici feryadı, can yakıcı aleve soğuk su akıtan avutucu bir kaynak yerine geçmez mi? Bu çeşit avutma siyasi yenilikçiler için yeter mi bilmem.

Her ne ise; gençler topluluğu bu tatlı hayallerle bir müddet Paris’te vakit geçirdi; memleketlerine gizlice soktukları yayınlarıyla bir uyarma ve uyanma meydana getirecekleri ümidini besleyip durdular. Acaba başarsalar ne yapacaklardı; yapılmasındaki güçlük ve tehlike belli olan Âli Paşa hakkmdaki niyetleri ki programlarının birinci maddesi idi, gerçekleşti ve paşa yerinden atıldı farzedelim. Esas amaç olan hürriyet reiimi ne şekilde ve kimler tarafından vücuda getirilecek, nasıl kurulacak idi. Burası kendilerince pek kolay görünmesine rağmen uygulaması gayet güç ve zordu. Şekli ve genişliği çizilmemiş ve sınırlandırılmamış, bir kesin deyim olarak ortaya atılmış olan hürriyet reiimini bilgili ve akıllıca ve milletin kavrayışı ile uygun olarak, geleneklerine uygun bir şekilde düzenlemek gibi önemli vazifesi ilk düşünüldüğü gibi Mahmut Nedim Paşa veya Ahmet Vefik Efendi’nin (Paşa) başkanlığında kurulacak emin ve güvenilir bir bakanlar kuruluna bırakılacağına göre kuruculuk hizmetini yapacak olan kişilerin her kim olursa olsun herşeyden önce yeteneği, bilgisi, düşüncesi, şahsî görüşü, millî onuru, işinin ehli, kısacası böyle büyük bir işe yeterli olup olmadığı enine boyuna incelenmesi ve tartılması gerekli idi. Halbuki adaylardan Mahmut Nedim Paşa’nın karakteri ikbal koltuğuna oturunca bütün çıplaklığı ile meydana çıkıverdi. Ahmet Vefik Efendi’nin (Paşa) millî onuru, bilgisi ve bilinen metaneti ile beraber hür fikirli ve sert tabiatı böyle nazik ve pürüzlü bir işi yürütmeye uygun değildi. Zamanın devlet adamları arasında Yeni Osmanlılann istediklerini değerlendirecek ve kabul edebilecek yalnız bir büyük adam vardı. O da Fuad Paşa idi. Fuad Paşa, memleketin ihtiyaçlarını kavramış, hürriyet yönetiminin faydalarını takdir eden, becerikliliği ve güzel konuşması sayesinde işleri çevirmeye muktedir ise de ortamın durumunu göz önünde tutan ve öngörülen işlerin yerine getirme imkânını görmedikçe tehlikeli bir yola girmesi asla umulmayan paşaya açılmaya elbette cesaret edememişlerdi. Ama iş duyulduktan sonra karşı olmadığı ve Paris yararının gözdesi ve beğendikleri olduğu da bilinmektedir(12).

“Hürriyet ateşinin parıldayışı ile” ışıldayan genç dimağlar tatlı kuruntularına senelerce renk kattılar ve Paris âleminde iyi karşılandılar. Büyükelçimiz Cemil Paşa kendileriyle hiçbir ilişkide bulunmamış ise de rahatsız edilmeleri için de hükümet üzerinde hiçbir teşebbüste bulunmamıştı. Ziya Bey’in (Paşa) Zafemâme’si(13) Paris’te yazılmıştır. Rahmetli öğretmen Feyzi “zafernâme şairin kafasında kasidesi, tahmisi ve şerhi üçü beraber düşünülmüş en mükemmel bir eserdir” derdi.

Adı geçenin sonradan padişaha sunduğu kasidelerin birinde hayattan şikâyet konusundan banlayarak söylediği:

Bir hasm-ı bi mürüvvete duş ettikim beni Kalb-i haşin-i bilmez idi rahm ü şefkati İtfaya bezl-i himmet ederdi hased edip Her kimde görse zerre füruğ-ı liyakati Enzar-ı lütfün etmiş idim celb Efendimin Abd-i keminenin bu idi hep kabahati Yalvardım itizar ve tazarrular eyledim Asla tagayyur etmedi kin ve husumeti Encam-ı kâr Kıbnsa nefy etmek istedi Gördüm ki cana kasd idi manada niyeti

Bir başka çare kalmadı tahlis-i can için Terk-i diyara eyledim âhir azimeti Bais bu oldu terkime minnetti canıma Yoksa Veli-i Nimetimin emir ve hizmeti Beş yıl tahammül eyledim alam-ı gurbete Koymam hesaba gördüğüm envai mihneti Pir etti tazelikte beni baht-ı Vai-gün Âlemde bence bitti hayatın halaveti Bah çoktan eyler idim nefsimi telef Menetmeseydi talatmın şevk-i ruyeti Hakk’a hezar şükür ki ol şer-i mahzdan Etti halâs hem beni mülk ü milleti

beyitlerinde şairlik mübalağasını dikkate almazsak, Âli Paşa hakkındaki fikir ve duyguları açıklığa kavuşuyor. Halbuki paşadan gördüğü muamele “El-ceza min cins el-amel - Ceza Amelden sayılır” cinsinden idi(14).

Her ne ise, Ziya Bey (Abdülhamid Ziyaeddin) Âli Paşa’nıri ölümünden sonra İstanbul’a gelebilmiş ve yine devlet hizmetine girerek çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Adana valisi iken orada ölmüştür (1296-1879). Beş sene kadar evvel vezirlik rütbesine kavuşmuştu.

Kemal Bey(20) İstanbul’a daha evvel dönerek İbret gazetesini yayınlamaya başladı. Nuri, Ebuzziya Tevfik ve İsmail Hakkı beyler yazı

kurulunda idiler. Ahmet Mithat Efendi de o sırada basın âlemine atılmıştı. İbret, siyasi ve edebi makalelerinde vatan ve hürriyet fikirlerini açıkça ima ettiğinden 19. sayısında Mahmut Nedim Paşa’nm sadrazamlığı sırasında kapanmış ve Kemal Bey (Namık Kemal) Gelibolu muta-sarrıfığına atanmıştı. Mihhat Paşa sadrazam olunca Kemal Bey istifa ederek İstanbul’a gelmiş ve İbret gazetesini tekrar yayınlamaya devam etmişti. Koleksiyonu 132 sayıdır. Gazete kapatıldığı gün matem işareti olaral: kara bir çerçeve içinde, çarpık dizilmiş bir ilâve çıkararak sonuna “Yaşasın millet, Yaşasın vatan” dualarını yine sıkıştırmıştı. Ancak İbret'in parlak makaleleri o zaman halkın anlayış seviyesiyle uygun olmadığından okuyup anlayan ve zevkine varan gençler ve fikir adamları azınlıkta ve eski Ceride-i Havadis’i ona üstün tutanlar çoğunlukta idi.

Genç Türklerin ateşli dimağları sakinleşmemiş ve sayıları bir ölçüde çoğalıp amaca ulaşmak için her türlü ilerleme ve medeniyet yollarını yurda sokma gayret ve çalışmasından vazgeçmemişlerdi. Güllü Agop Efendi(15) Gedik Paşa tiyatrosunu açmış olduğundan tiyatroya çeviri veya telif yoluyla piyes sağlamak, sanatçıları yetiştirmek ve konuşmalarını düzeltmek işini üzerlerine aldılar. Başlarım derde uğratan da bu tiyatro işi oldu. Kemal Bey’in (Namık Kemal) Silistre yahut Vatan (Vatan yahut Silistre) piyesi sahneye ilk konduğu gece tiyatro çok kalaba hk olup (Mustafa Fazıl Paşa da orada imiş) seyirciler duygularının etkis ile coşarak “Yaşasın vatan” seslerine hep bir ağızdan katıldıkları gib yazarı sahneye çağırarak tekrar tekrar alkışlamışlar ve tiyatrodan çı karken büyük bir kalabalık tarafından da uğurlanarak “yaşasın Ke mal, yaşasın millet” diye gösteri yapmışlar ve “muradınız nedir muradımız budur, Allah muradımızı versin” gibi sözlerle hürriyet ta raftan olduğu etrafa yayılmış olan Veliahid Murad Efendi’nin adım di le getirmişlerdi. Ertesi gece piyes ikinci kez oynanırken Kemal Bey tiyatroda tutuklanarak yönetim emriyle yani duruşmasız kendisini Ma gosa’ya (Kıbrıs) Nuri ve Hakkı beyler Akkâya ve Ahmet Mithat Efen di ile Tevfik Bey (Ebuzziya Tevfik)(16) Rodos’a sürülmüşler ve saltanat değişikliğine kadar sürgün yerlerinde kalmışlardır. İftiracılar Sadrazam Esat Paşa’yı da onlarla birliktir diye padişaha çekiştirdikleri söylenir.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Kuleli Olayı Abdülmecid’in padişahlığının son senelerinde 1859 yılında ço

ğunluğunu o zamanki Tophane Müşirliği memurlarından oluşan ve içlerinde ulema ve asker sınıfından bazı önemli şahısların da bulunduğu anlaşılan gizli bir kuruluşun devlete karşı bir harekete girişmek, üzere birleşmeleri ve fakat girişimi gerçekleştirmeye vakit ve imkân bulamadan yakalanarak bugünkü Kuleli Askeri Lisesinde (o zaman okul değil kışla idi) yargılanmaları ve katılan-lara çeşitli cezaların verildiği bir olaydır. Kapılanların gerçek amaçlarının ne olduğu hâlâ kesinlik kazanmamış olan bu olay hakkında bir kısım yazarlar Türkiye’de meşruti bir idare kurmak amacını güttüğünü söyledikleri gibi bir kısımları da Sultan Abdülmecid devrindeki ilerici hareketlere karşı bir reaksiyon ve Abdülmecid’i tahttan indirerek Abdülaziz’i padişah yapmak olduğunu ileri sürerler. Bugün olay hakkındaki en yatkın hüküm ne meşrutiyet reiimi taraftarlığı ne de gericilik akımı olmadığı, ancak, imparatorlukta bu çeşit ilk ayaklanma teşebbüsü olduğudur.

·        2 — Burada anlatılan olaylarla Yeni OsmanlIların bir ilişkisi yoktur. Yazarın an

lattığı olaylarla ilgili topluluğun adı “Meslek" kuruluşudur. Yakın zamanlara kadar meslek kuruluşu ile Yeni OsmanlIlar aynı kuruluş olarak kabul ediliyordu. Yeni OsmanlIlar 1867yazında Paris’te bir araya gelen Ziya Bey (Paşa), Namık Kemal, Ali Suavi gibi o devrin ünlü yazarlarının kendileri hakkında kullandıkları bir deyimdir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak. Prof. Dr. Kaya Bilgegil: Yeni OsmanlIlar. Ankara 1976. E. Koray: Yeni OsmanlIlar. Belleten Ankara 1984.

·        3 — Mahmut Nedim Paşa, Âli Paşa’nın ölümü üzerine 1871’de: sadrazam olan

ve Sultan Abdülaziz’e yaranmak için herşeyi yapan, Rus taraftarlığı politikası dolayısıyla Nedimof diye adlandırılan M. Nedim Paşa devlet borçlarını bir bildiri ile yarıya indirerek içte ve dışta devletin itibarını düşürmüş ve nihayet bu kötü politikası ile Abdülaziz’in tahttan indirilmesine rol oynamış bir devlet adamıdır.

·        4 — Salih Efendi o devrin ünlü tıp bilginlerinden olup Avrupa ’da ilk tıp öğretimi

görmüş doktorlardan olup ilk üniversitenin kurulduğunda burada fizik dersleri vermiş, hekim başı unvanı ile zamanında büyük saygı görmüştür.

·        5 — Şair Ziya Paşa Sultan Abdülaziz tahta çıktığı sırada sarayda Mabeyn başkâ

tipliği görevini yapmakta iken sık sık Ali Paşa hakkında padişaha şikâyette bulunduğundan onun önerisi üzerine bu görevden alınmış ve Kıbrıs Mutasarrıflığına gönderilmiştir.

6— Mustafa Fazıl Paşa, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın torunu ve İbrahim Paşa’nın oğludur. Kardeşi İsmail Paşa’nın çevirdiği fırıldakları sonucu

Mısır’a vali olma hakkını kaybedince İstanbul’a gelmiş ve kardeşinin yerine geçmek için padişah ve devlet adamlarıyla ilişkiler kurmuştur. Bir aralık hükümette Meclis-i Hazain başkanlığı görevini de yapmış ise de Fuad Paşa ile arası açıldığından İstanbul’dan uzaklaştırılmış, Fransa’ya giderek orada Genç OsmanlIlarla işbirliği yapmıştır.

·        7 — Yazarın bu hükmünü kabul etmek zordur. İleride de görüleceği gibi bu gençle

rin koruması kendi çıkarları için olduğunu söylemek daha gerçekçi bir görüş olduğu kanısındayız,

·        8 — Yeni Osmanlılar kendilerini daha önce Türkistan in Erbab-ı Şebabı, İttifak-ı

Hamiyet gibi adlarla anıyorlardı.

·        9 — Leon Cahune bir Fransız yazar ve tarihçisi olup Türk tarihi üzerinde yazılar

yazmış ve Türklere yakınlığı ile tanınmıştır.

10— Verdu ’nun gözlükçü dükkânı tünelin Beyoğlu tarafındaki kapısının karşısına rasladığı, ancak sahibinin, adı, yazarın dediği gibi Vik değil Coque (Kok) olduğu Ebuzziya Tevfik’in Yeni Osmanlılar tarihi adlı eserinde belirtilmektedir. Ebuzziya olayların içinde bulunmuş olduğuna göre onu sözünün doğru olduğuna inanmak gerek. Yazann bugün dediği zaman XX. yüzyıl başlandır.

11 — Doğuştan dögüşçü olarak kabul ettiği kişi Namık Kemal’dir.

·        12— Tanzimat devlet adamlanndan Mithat Paşa dışında Reşit Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa gibi şahıslann parlamenter hürriyet reiimi hakkındaki düşüncelerinin ne olduğu bugün de kesin olarak bilinmemektedir. Yalnız o devri yaşamış olanlann anlattıklarına göre üçlerin (Reşit, Âli ve Fuadpaşalar) arasında Fuad Paşa’nın parlamenter reiime taraftar olduğu ve yaşasa idi memleketi bu yola götüreceğine dair bazı işaretler bulunmaktadır.

·        13— 11 numaralı makalenin 24 sayılı açıklamasına bak.

·        14— Yukarıda söylendiği gibi sarayda mabeyn kâtibi olduğu ve yeni padişah Sultan Abdülaziz’le yakınlığı bulunduğu sırada ÂliPaşa’nın sadrazamlıktan uzaklaştırılması yolundaki sözleri ima edilmek isteniyor.

·        15— Güllü Agop Efendi ilk Türk tiyatrosunun kurucularından idi. Özellikle 1868’de Gedik Paşa’da açtığı ve kendi adıyla da antlan Osmanlı Tiyatrosunda Namık Kemal'in yazdığı Vatan Veyahut Silistre adlı piyesinin halktan gördüğü yakın ve coşkun ilgi üzerine tiyatrosu bir müddet kapatılmış ve Namık Kemal Magosa’ya sürülmüştü.

·        16— Tevfik Bey meşhur Ebuzziya Tevfik Bey’dir ki yazılarıyla ve eserleriyle olduğu kadar kurduğu yayın ve basımevi ile Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuş bir vatanseverdir. Abdüthamid II. ’in tahta çıkışı üzerine diğer bu çeşit sürgünlerle beraber İstanbul’a dönmüştür.

XX PARİS’TE BİR RAMAZAN BAYRAMI

Geçen makalede anlattığımız Yeni Osmanhlar Paris’te toplandıkları zaman orada üç de hoca vardı ki bunlar Tahsin Hoca, Hoca Hayali ve Hintli İskender Hoca idi. Bunların politika ile ilgileri yoktu. Fakat aralarında tartışmalar eksik olmaz ve kızışarak dostlarının dillerine düşerlerdi. Tahsin Efendi Türk elçiliğinin imamı diğer ikisi de Paris elçisi Cemil Paşa ve Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nm oğullarının öğretmenleri idi. Üç hocanın memleketleri birbirine uzak olduğu gibi huylan ve düşünce ve inançlan da tamamen tersti.

Tahsin Hoca Yanya taraflanndan olup bilimsel incelemelere eğilimli idi. İyi yürekli, düşündüklerini çatır çatır, söyler, kızınca kavmi-ne has olan inadından(l) Türkçeyi şaşınr, hattâ ağzından köpükler saçılırdı. Fen ve felsefe âleminde yayılmaya başlayan Alman doğacılarının fikirlerine ve teorilerine kafası pek yatmış olduğundan “tabiatta hiçbir şey yoktan ne var olur ne yok olur” düsturunun Fransızcasmıf21) diline dolamıştı(2). Bu prensibe değinen veya uyan hükümler ve sözler bulmak için kütüphaneleri dolaşarak eski Arapça kitapları inceler, bu konuya fazla ilgi duyardı.

Hoca Hayali, Musul taraflarından olup şair, İran edebiyatını iyi bilir, dili düzgün, tatlı dilli, hoşgörülü, olgun bir kişi idi. Şahsına özen gösterir, davranış ve giyimini Parislilere uydurmuştu.'İçki âleminde Paris’in oynak kadınlarının naz ve büyüsü hakkında söylediği beyitler ve kıt’alarla toplantıya şenlik ve tazelik verirdi. (O sırada Paris’te öğrenim görmekte olan âyandan ölü Azaryan Efendi birkaçını ezberlemişti.) Tasavvufla yakınlığı olduğundan “Küllü şeyyi Mevla”(3) düsturunu ileri sürerek Tahsin Hoca ile konuşmaya tutuşur, birbirini inandırama-dan ve susturamadan ayrılırlardı. Konuşma ve tartışma sırasında Tahsin Efendi bazen itirazlarını saldın derecesine vardırsa bile rahmetli Hayali ılımlı sözleriyle durumu idare eder ve aralarında hatır kırıcılık doğmasına meydan vermezdi. Tahsin Hoca “bu adam bilmeyerek Panteizm felsefesini savunuyor” derdi. Bununla beraber birbirini değerlendirerek hörmet ve sevgi gösterirlerdi.

İskender Hoca’ya gelince, Hint bilginlerinden geçinir, koyu bir gericilik gösterir. Tahsin Efendi’ye dinden çıkmış ve Hayali’ye dinsiz der, boyu gibi fikir ve görüşü de kısırdı. Üçü bir yere gelince ikisi bir-leşip İskender Hoca’nm başına itiraz yağmuru yağdırırlar, berikinin bilim ve konuşma bakımından savunmaya gücü yetmediğinden Lahevle çekerek aralarından sıyrılırdı. Telgraf ve şömendifer gibi ilmin ilerlemesinden doğan güzel ve faydalı keşifleri âdi zenaatlerden sayar ve küçümserdi. Bir akşam Tahsin Efendi kendisini mahsus rasadhaneye götürüp teleskopla Zühal’in halkasını gözlemesini söylediği vakit beriki teleskopa yaklaşmayı küçümseyerek” ayol bunlar gavur büyüsüdür” demiş ve dostunu hiddetinden kıpkırmızı kızartmıştı.

Derken mübarek Ramazan geldi çattı. Paris yaranı bir Ramazan toplantısı yapmaya karar verdiler ve işi en sofuları olan Mehmet Bey’ le Hac el-Haremeyn Nuri Bey’e (eski reii komiseri) bıraktılar. Görevi dolayısıyla en büyük iş kendisine düşen halbuki “Ramazanı tutabilsem yerdim "havasında olan Tahsin Efendi yan çizdi. İskender Efendi zaten beğendikleri birisi değildi. Hoca Hayali ise cübbe ve sarığı çoktan değiştirmişti. Mehmet ve Hacı Nuri beylerin girişimlerinden meydana gelen sonuç iftar taklidi olarak bir iki defa birlikte yemek yemekten ve vaaz yerine geçmek üzere Ali Suavi’nin Buillee’nin tarih sözlüğünden öğrendiği konular üzerine verdiği basit bir kaç konferanstan ibaret kaldı.

Mübarek Ramazan böyle ziyan olunca yaran gözlerini bayrama diktiler. Ramazan bayramı kutlamak üzere büyük bir ziyafet hazırladılar. Paris’te bulunan OsmanlIlarla, işbirliği yaptıkları hürriyetçi genç Fransızları da davet ettiler. İmparatorluğun (Fransız istibdadından) şikâyetçi olan Fransız hürriyetçilerinden bazıları, tarihçi Leon Cahune de dahil olmak üzere, Yeni OsmanlIlarla tanışarak birlikte çalışıyorlardı (4). Sofrada yendi içildi nutuklar söylendi. Fransızlar vatan marşlarını (5) ve hürriyet şarkılarını söylediler. Bizimkiler “siz de milli şarkılarınızı söyleyiniz de dinleyelim” dediler. Bizimkiler ne söyleyecekti? “Ey Gazilerle Sivastapol önünde yatan gemiler” (6) den başka istenilen anlamda milli hisleri okşayan birşey yoktu. Mehmet Bey düşünmeden hemen ayağa kalktı ve yüksek sesle tekbir almaya(7) başladı. Orada bulunan Müslümanlar ayağa kalkarak kendisine katıldılar. Fransızların

ricası üzerine birkaç kere tekrarladılar. Sofrada hazır olan Azaryan Efendi derdi ki “bana işaret ettiler, bilir bilmez ben de karıştım. Tekbirin insanı kendinden geçiren ve ruh okşayan melodilerine Fransızlar kendilerinden geçerek hayran kaldılar. Etkisi hâlâ benim kalbimden bile çıkmamıştır”. -

Hatırlatma sebebi olur ümidiyle yukarıda söylediğimiz üç hocadan Hayali’nin sonradan ne olduğunu bilmiyorum. Diğer ikisi İstanbul’a geldiler, uzun zaman yaşadılar. İskender Efendi rüşdiye okullarında Farsça okuturdu. “Hayal Gazetesinin” Iskandar Efendi besiyar Farisi meydaned = İskender Efendi çok Farisi bilir fıkrası hatırda kalmıştır.

Tahsin Efendi Nice (Nis) de ölen Fuad Paşa’nın cenazesini İstanbul’a getirmiş ve Rusya harbinde(8) hemşehrilerinden bir gönüllü taburu kurarak savaşa katılmıştı. İran elçiliğinin(9) alt tarafında bulunan taş mektepte(lO) isteyenlere matematik ve astronomi öğretirdi. İnceleme merakı geçmediğinden “Mevakıf Şefhi” elinden düşmezdi. Mü-nif Paşa’nın(ll) evinde bulunanlardan birisi gibi idi. Konuştuğu kimsenin söylediği şeye karşı gelmek âdeti olduğundan birgün “İza cae el-kaza um’el basar” hükmünü söyleyen birisine yanlış okuyorsunuz, doğrusu “İza um el-basar ca’el-kaza”dır demişti. “Göz kör olunca kaza gelir”.

AÇIKLAMALAR

·        1 —Tahsin Hoca Arnavut asıllı olduğundan kızdığı zaman bu kavmin kendisine

mahsus konuşma tarzını kullanır ve onların çabuk kızma karekterini belli ederdi; Sadrazam Fuad Paşa’nın Fransa’da Nis şehrinde ölümü üzerine cenazesini İstanbul’a getirmişti.

·        2 —Meşhur Fransız bilim adamı Lavoisier’nin (1743-1794) koyduğu tanınmış bir

teori. Tabiatta yoktan birşey var olmaz var olan da yok olmaz anlamındadır.

3—Herşey Allah’tadır anlamına gelir.

·        4 — Yukarıda da değindimiz gibi Paris 'teki Yeni OsmanlIların ayni konuda müş

terek bir çalışma yaptıkları biraz abartılmış bir iddiadır. Leon Cahune ile bir raslantı olarak bazı İön Türklerin tanıştığı bilinmekle, beraber bunu Fransızlarla müşterek bir amaç üzerinde çalışma diye nitelemek mümkün değildir.

·        5 — Yazar, İstiklâl marşını, o zaman bizim böyle bir millî marşımız olmadığı için

Vatan marşı olarak adlandırmaktadır. Bilindiği gibi Fransızların millî marşı Marcailles’dir.

·        6 —Bu her iki şarkı da halkın sevdiği melodileri yanık ve içli idi. Birincisi “ey

gaziler yol göründü yine garip başıma ” mısraı ile başlar ve köyünden cepheye giden bir erin ayrılış sahnesini canlandırdığı gibi diğeri de Kırım Savaşı sırasında yine halk tarafından çok tutulan”Sivastopol önünde yatan gemiler’’ diye biraz marşa benzeyen melodisi ile bu savaşın bir hâtırası olarak uzun zaman unutulmamıştır.

·        7 —Büyük Türk bestekârı Itrinin dini musiki melodileriyle meydana getirdiği muh

teşem bir bestesidir.

·        8 -1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı.

·        9 —Bugün İstanbul’da Bâb-ı Ali yokuşu sonunda Milli Eğitim Müdürlüğü'nün

karşısındaki İran konsolosluğu binasıdır.

·        10 -Bâb-ı Âli'den Cağaloğlu’na çıkarken sağda köşe başındaki bina olup yakın za

manlara kadar Milli Eğ. Bakanlığı Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü olarak kullanılıyordu.

·        11 —MünifPaşa o devrin çok yazı yazan ve gençliği kumaya teşvik için çalışan ve

bu amaçla Mecmua-i Fünun adlı mecmuayı çıkarmış, Fransızcadan yaptığı tercümelerle gerçekten batı kültürünün ve biliminin memleketimizde tanınmasına ve yayılmasına büyük hizmet etmiş bir bilim ve devlet adamıdır. Yazan Tahsin Hoca hakkında “Münif Paşa’nın evinde bulunanlardan birisi gibi idi” demekle onunla olan ilişkileri anlatılmak istenmektedir.

XXI

MEŞRUTİYET VE MİTHAT PAŞA

Âli Paşa’nm ölümü ile devlet yönetimi üzerinden ağır baskı birden bire kalkmış oluverdi. Yerine gelen Mahmut Nedim Paşa Bâb-ı Âli’de yetişmiş ve Tanzimatçıların yanında işlerin girdi çıktısını öğrenerek zekâ ve bilgisi ile arkadaşları arasında sivrilmiş, son görevi olan Bahriye bakanlığında yararlı hizmetler yaparak gücünü gösterdiği gibi Âli Paşa’nın hastalığı sırasında padişahın teveccühünü kazanarak yerine geçmenin yolunu hazırlamıştı. Sadrazam olduğunda (1288-1871) takip ettiği uygunsuz politikaya kimse bir anlam verememiştir. Bir kere Rus politikasının kucağına atılıp elçi General îgnatiyef’in zorbaca müdahalesine olağanüstü müsait davranmıştı(l). Gerçi devlet adamlarımız için büyük devletlerden birinin politikasına tutunma ve dayanmanın geçmişte örneği görülmüş olduğundan Rusya ile dost olarak yaşamak da bir politik görüş olabilirse de amacı memleket ve devletin yararına, kötülük ve zararını önleyici olması lâzım gelir; yoksa can düşmanımızın kâse yalayıcısı olacak kadar dalkavukluk etmek ve bayağılaşmak vatana kötülükten başka birşey değildir.

İçişlerin yönetimine gelince, gerek merkez ve gerek İstanbul dışındaki memurların “köşe kapmaca oynamak” gibi sebepsiz ve sık şık görevden alınmaları ve değiştirilmeleri, Hüseyin Avni Paşa ve Şirvani-zade Rüştü Paşa gibi(2) ileri gelen devlet adamlarının bazen rütbeleri de alınarak muhakemesiz sürgün edilmesi ve uzaklaştırılması hükümette hak ve nizam esaslarını temelinden yıkarak tam manasıyla perişanlık getirmiş, saraydan Bâb-ı Âli ve Tanzimatm saygınlığını gidermişti. General İgnatiyef ne kadar çalışsa daha fazla kötülük edemezdi. Dost ve müttefik devletlerin umut ve güveni yine gevşemeye başlamıştı.

Memurların ve valilerin görev değişikliğinden sürati hakkında iki örnek vereceğim: Yemen Valisi olarak İstanbul’dan hareket eden Sakızlı Esat Paşa Kale-i Sultaniye’den (Çanakkale) döndürülüp serasker tayin edilmiş ve Tophane Müşirliği de sonradan kendisine verilmiş iken dördüncü ordu müşirliği (kumandanlığı) ile Erzurum Valiliği’ne ve bir-gün sonra Ankara Valiliği’ne ve Ankara’dan ayağının tozu ile Sivas Va-liHği’ne ve üç ay sonra Bahriye Nazırlığına atanmış ve bunların hepsi bir sene içinde olmuştur.

Bâb-ı Âli kalemlerinde yetişerek Âli Paşa gibi nazik ve zayıf olan Arifi Bey Beylikcilikten dışişleri müsteşarı ve onbeş gün sonra Bâlâ lütbesi ile Divan-ı Hümayun tercümanı ve ikinci günü Tophane Müsteşarı ve sonra hukuk reisi olmuştur.

Anlatılanlara göre dama taşı gibi oynatılan vezirlerden Fosfor Mustafa Paşa ile Mithat Paşa biri Bağdat’a ve diğeri Edirne’ye tayin olunup veda etmek için Abdülaziz Han’ın huzuruna çıktıklarında Mithat Paşa ağzını açarak devlet idaresinin acıklı halini ayrıntılarıyla anlatınca, Mahmut Nedim Paşa âdeti olduğu üzere padişah huzurunda böyle şikâyette bulunamaması için mümkün olduğu kadar kendine yar sandığı Mustafa Paşa’yı onun yanma vermek tedbirini unutmamış ise de Mithat Paşa tarafından Mustafa Paşa’nın şahitliğine başvurulunca ve padişah tarafından da görüşünü ve kanaatini bildirmesi istenince o da gerçeği gizlemeyerek ve üzüntüsünden göz yaşlarını tutamayarak Mithat Paşa’yı doğrulamış olduğundan padişah mühürü Mahmut Nedim Paşa’dan alınarak Mithat Paşa’ya verilmiştir(3) (1289-1872).

Mithat Paşa’nın sadrazamlığı üç ay bile sürmemiş düzenli çalışmasının ürünlerini alamadan görevden alınma darbesine uğradı. Ondan sonra dört sene içinde yedi defa sadrazam değişikliği oldu.

Baştaki adamların değişmesi devlet işlerinin derlenip toparlanmasına çare olamıyordu. Başına buyruk olmak anlamına gelen istibdadın önü alınamıyor,kanun gücünü hakim kılmak başarılamıyordu. Gevşemiş olan yuları çekmeye devlet büyüklerinin iyi niyetleri ve gayretleri yeterli olamıyordu.

Âli Paşa Mısır meselesini iyi sonuca bağlamış olduğundan bunun artık kurcalanmamasını padişaha ve devlet sorumlularına tavsiye etmişti. Şirvanizade Rüştü Paşa’nın sadrazamlığında Hidiv (Mısır Valisi) İsmail Paşa İstanbul’a gelerek para ve hediye ile hidivliğin veraset yoluyla geçiş usulünü değiştirtmiş ve babadan evlada geçmesi için ferman elde etmişti(4).

Son dört beş senelik devrin en büyük derdi mali sıkıntı idi. Hisse senetleri ve diğer borçların faizleri hâzineye ağır bir yük olmaya başladı. Bayındırlık işleri için teşebbüs edilen son kırk milyon liralık borçlanma işi sonuçlanamadı. Eski borçların taksitlerinin ödenmesi için % 18 faiz ve üç komisyon ile Galata bankerlerinden avans alındığı oldu(5). Bununla beraber gereksiz harcamalar yine devam ediyordu. Bu durum bizi çaresiz 1292-1875 Mahmut Nedim Paşa tasfiyesine götürdüf22). Tasfiye adını verdiğimiz bu ödeme şekli iflasa benzer bir şeydi. Yabancı alacaklılarımız telaşa düştüler. Devletin mali itibarı ile beraber siyasi onuru da etkilendi. Bunda General İgnatiyef’in de eli olduğu etrafa yayılmıştı.

Panislavizm fitnesinin ilk rüzgârı Hersek’te esti(6). Hersek ihtilali büyük fırtınaya başlangıç idi. Rus politikası büyük devletleri OsmanlI Hükümeti’nden soğutmaya dört el ile çalışıyordu. Karadağ(7) ve Sırbistan isyanları büyük Rus savaşım hazırlıyordu.

Hersek ihtilâlinin çıkması üzerine Sakızlı Esat Paşa görevinden alınarak Mahmut Nedim Paşa ikinci defa sadrazam oldu (24 Recep 1292-1875). Bu tayin devlete sadık olanlar nazarında uğursuzluk alâmeti sayıldı. Asıllı asılsız fena dedikodular yayılıyordu. Mesela Hersek Ordusuna gönderilen paranın vapurdan geri çevrilip Mahmut Nedim Paşa tarafından cebe indirildiği halk arasında gizli gizli söyleniyordu. Bu adam başta bulundukça yurdu saran yangının nasıl söndürüleceği düşünülüyor ve devletin yönetimi keyfe bağlı kaldıkça geleceğin havasını kaplayan kara bulutların sıyrılmasına imkân olmayacağı milli onur sahibi ve ileri görüşlülerin nazarında gerçekleşiyordu. Bundan dolayı da derde esaslı ve kesin şekilde çabuk bir çare bulmak zorunlu idi.

Genç Türkler dile doladıkları hürriyete şartlı hükümet deyimini de eklemişlerdi. Örgütten yoksun ve isteklerinin şekil ve sınırı belli olmayan Genç Türklerin istediklerine kavuşmak için hükümet adamlarını inandırmaya ve ileri gelen büyüklerden birinin bayrağı altında toplanması lazım idi. Aradıkları başkanı Mithat Paşa’da buldular ve onun eline teslim oldular.

Mithat Paşa eski kadılardan Rusçuklu Hacı Eşref Efendi’nin oğlu olup İstanbul’da doğmuştur (1238-1822). Adı Ahmet Şefik idi. Mithat takma adı (mahlası) usule göre(8) divan kaleminde verilmiştir. Merkezde ve vilâyetlerde kalem (büro) hizmetlerinde bulunduktan ve birkaç defa teftiş göreviyle İstanbul dışına gönderilip başarısı görüldükten sonra 1277 (1860) Recebinde vezirlik rütbesi ile Niş Valisi(9) tayin olunmuştur. Vilayeti iyi idare etmesi hükümet tarafından takdir edilerek İstanbul’a getirilmiş ve kendisinin de katılmış olduğu Meclis-i Vâ-lâ’da hazırlanan tüzük hükümlerine uygun olarak yeni usulleri uygulamak üzere yeniden kurulan Tuna vilayetine(lO) tayin edilmiştir (1281-1864). Üç seneyi aşkın bir zaman burada kalıp ayrıldığın da devlet şurâsı (Danıştay) başkanı olmuş ve bir sene sonra Bağdat’a gönderilmiştir (1285-1868). Bağdat’tan aynlarak İstanbul’a dönüşü Mahmut Nedim Paşa’nm ilk sadrazamlığına ve hükümet idaresinin başaşağı bir yön aldığı devreye Tasladığından bir ay sonra Edirne Valiliğine atanarak yola çıkarken yukarıda anlatıldığı gibi sadrazam olmuştur (1289-1872).

Mithat Paşa yeni usule göre kurulmasına ön ayak olduğu Tuna ve Bağdat vilayetlerinde yaptığı işlerle gücünü ve vatanseverliğini göstermiş bir büyük devlet adamı idi. Osmanlı Devleti’nde meşrutiyet usulü kurulmadıkça eski güçlülüğün geri getirilmesine ve hattâ varlığının devamının mümkün olmayacağına kesin olarak inanmıştı. Kader kendisine önemli bir görev, büyük bir hizmet yüklüyordu.

Bu hizmet nasıl yapılacaktı? Evvela Mahmut Nedim Paşa’nm düşürülmesi ve sonra Sultan Abdülaziz Han’ın tahttan indirilmesi ve hürriyet fikirleriyle beslenmiş sayılan V. Sultan Murad’ın saltanatında meşrutiyet idaresinin gerçekleştirilmesi uygun görünüyordu.

Halkoyunun Mahmut Nedim Paşa’ya kızmasından ve bundan doğan heyecanla günün birinde medrese öğrencileri dersleri tatil ile silahlanarak topluca Bâb-ı Âli’ye hücum ettiler. Bu fesatçı hareket-ki daha önceden hazırlanmış bir hareketti- padişaha hoş gelmemiş ve endişe vermiş olduğundan Mahmut Nedim Paşa hemen görevinden alınarak sadrazamlık Mütercim Rüştü Paşa’ya dördüncü defa olarak verilmeyi gerektirmişti (17 Rebiyyülahar 1293-1876).

' Mithat Paşa evvela Mecalis-i Âliye’ye ve sonra da Devlet Şurası başkanlığı, Hüseyin Avni Paşa seraskerlik görevi ile kabineye girdi ler(*). Sıra padişahın tahttan indirilmesine geldi. Hüseyin Avni Paşa gözü pek ve kinci bir zat idi. Mahmut Nedim Paşa’nm ilk sadrazamlığında rütbesinin kaldırılmasından duyduğu acıyı unutamadığından buna sebep olan Mahmut Nedim Paşa ile padişahtan öç almayı tasarlıyordu!**). Hattâ dert ortağı olan Şirvanizade Rüştü Paşa’ya evvelce açılarak ve rivayete göre Mithat Paşa’ya da işi çıtlatarak fırsat gözle-

(*) Mithat Paşa ilk sadrazamlığından alınmasından altı ay sonra Adliye nazın ve Şirvanizade Rüştü Paşa’nın sadrazamlığında da üç ay kadar Selanik Valisi olmuş ve sonra açıkta kalmıştı. Hersek İhtilali çıktığı vakit Esat Paşa kabinesinin güçlendirilmesi amacı ile Mahmut Nedim Paşa Devlet Şurası Başkanlığı’na ve Mithat Paşa Adalet Bakanlığı’na, Hüseyin Avni Paşa da seraskerlik makamına getirilmişlerdi. Beş on gün sonra Mahmut Nedim Paşa ikinci kez sadrazam olunca (1292-1875) büyük düşmanlarından olan Hüseyin Avni Paşa’yı İstanbul’dan Hüdavendigar Valiliğimi) ile kovmuş ve uzaklaştırmış, Mithat Paşa’nm Adalet Bakanlığından istifa etmesiyle (Şevval 1292-1875) onun ağır yükünden yakasını kurtarmış ise de Mithat Paşa İstanbul’dan ayrılmamıştı. Medrese öğrencilerinin sızıltısı Şeyhülislam Ki-zubi (Yalancı) lakabiyle maruf Haşan Fehmi Efendi’yi istememekle başlamıştı. Bu kışkırtmada Mithat Paşa’nın etkisi olduğu kesin olarak bilindiğinden İstanbul’dan çıkarılması ve seraskerlik makamına disiplin sahibi birinin getirilmesi padişah tarafından öngörüldüğünden Hüdavendigar Valisi Hüseyin Ayni Paşa’ya seraskerlik verilmesine ve yerine eski adalet bakanı Mithat Paşa’nın atanması hakkında olaydan birgün evvel padişah buyruğu çıkarıldığı, Hüseyin Avni Paşa’nın İstanbul’a gelmesinden Mahmut Nedim Paşa’nm korkarak mührü almaya gelen serkurena (baş-mabeyinci) Hafız Mehmet Bey’e uyanık davranılması hususunda uyardığı söylenir.

(**) Sultan Murat Efendiliğinde saltanat makamına geçmek için acele etmiş ve bunun için büyük bir gayret sarf etmişti. Dairesinin beyleri (hizmetinde bulunan şahıslar) gezdikleri yerlerde Sultan Abdülaziz Han’ın millet işlerine bakmayıp koç ve horoz dövüştürmekle vakit geçirdiğini ve galip gelenlerine nişanlar takdığını, sarayın gereksiz harcamalarından bahsederek halkı ondan soğutucu sözler ve haberler yaydıkları gibi kendisi de küçük ve büyük devlet memurlarından ve subaylardan taraf -dar elde etme yolunu tutmuştu. Yeni tutkunlar, adamları tarafından Kurbağalıde-re’deki köşküne getirilip huzuruna çıkarılır ve iltifat görürlermiş. Kardeşi Abdül-hamid Efendi sırdaşı olduğundan taraf darlan çoğaldıkça “bugün bir adam daha kazandık” diyerek ona haber verirmiş. Gerçek olarak anlatırlarki Hüseyin Avni Paşa da(12) bu yoldan ona bağlanmak istermiş; fakat mevkiinin yüksekliği dolayısıyla derhal kabul edilmesinde tereddüt edildiğinden maksadı, tutum ve davranışının öğrenilmesi için Namık Kemal Bey Hüseyin Avni Paşa ile gizlice buluşup Efendi’ye gösterdiği yakınlık isteğinin sebebini deşmek için bazı sualler sorduğunda Paşa’-nın rengi atarak ayağa kalkmış ve odanın içinde sağa sola gezindikten sonra “her birini vazife başında ve kan bahasına kazandığım rütbelerin bir anda yok oluşuna ben nasıl dayanırım” karşılığını verince Kemal Bey: “Bağlantınız şimdi nasıl oldu” sözünü verince memnun olarak ayrılmış. Bu derece kin güden adamlara bel bağlamak padişah olmaya aday birisi için “bugün sana ise yarın banadır” atasözünü unutmak uzağı görmeye aykırıdır.

mekte idi. Şirvanizade’nin sadrazamlığında kendisi serasker olduğundan durumu padişaha haber verir korkusundan dolayı adı geçenin azline ve yerine kendisinin geçmesine ve sonra zavallıyı Halep ve sonra Hicaz Valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu(13). Bu sefer ise halkoyu çok heyecanlı ve durum pek müsait idi. Mithat Paşa zaten durumu biliyor ve buna tarafdardı. Kararsız ve vehimli olan sadrazam Mütercim Rüştü Paşa’nın istemeyerek razı olduğu düşünülebiliri23). Bir salı sabahı yüzbir pare top atılışı İstanbul halkını uyardı. Konu komşu sebebini birbirinden sormakta iken bekçiler sopa vurarak “komşular, komşular; Sultan Murad Efendimiz padişah oldu. Cülus var”(14) seslenişi ile halka gerçek durumu haber verdi.

Padişahın tahttan indirilmesinin ve Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinin ayrıntıları bilinmektedir(15). Tahttan indirme olayında eylem için yardım edenler Dar-ı Şura-i Askeri Reisi Redif Paşa ile Harb okulu kumandanı Korgeneral Süleyman Paşa idi.

AÇIKLAMALAR

·        1 — General İgnatiyef uzun süre İstanbul’da Rus büyükelçiliği görevinde bulunan

bir Rus generalidir. Özellikle Mahmut Nedim Paşa ’nın sadrazamlıkları sırasında onunla kurduğu yakın ilişki sebebiyle devletin her çeşit işine karışır olmuştu.

·        2 — Tanzimat dönemi Osmanlı sadrazamlarından olup babası Şirvanlı ulemadan

olduğundan bu unvanla meşhur olmuştur. Sultan Abdülaziz zamanında kısa bir süre sadrazamlık yapmıştır. Sürgün edildiği Hicaz Valiliğinde iken vefat etmiştir. .

·        3 — Padişahın mühürü kime verilirse o sadrazam olurdu.

·        4 — 1840 tarihli Londra Anlaşması ile Mısır Valiliği Mehmet Ali Paşa ailesinin

en büyük evladına verilmesi kararlaştırılmıştı. Mehmet Ali ’nin torunu İsmail Paşa, padişah başta olmak üzere Osmanlı devlet adamlarına para ve kıymetli hediyeler vermek suretiyle bu usulü değiştirtmiş ve kendisinden sonra oğlunun Mısır Valisi olmasını sağlamıştı.

·        5 — Mali durumun son derece sıkıntıya girmesi, hariçten borç para alınamaması

üzerine Galata bankerlerinden % 18 faizle üç aracıya ayrı ayrı komisyon ödenmek suretiyle dış borçların faizlerinin ödenmesi yoluna gidilmiştir.

·        6 — Bosna ve Hersek bugünkü Yugoslavya’nın kuzeyinde iki Osmanlı eyaleti idi. Rusların kışkırtması ile 1875yılında Hersek’te büyük bir isyan çıktı. İsyan kısa zamanda bastırıldı ise de Rusların bu olayları bahane ederek 1877yılında açtığı savaş imparatorluğa pek pahalıya maloldu.

7— Karadağ, bugünkü Yugoslavya’nın güneyinde Arnavutluk sınırında Osmanlı Devleti’ne bağlı küçük bir İslav prensliği idi. 1918'de I. Dünya Savaşından sonra Sırbistan ve Hırvatistan’la binleşerek Yugoslavya Devleti’ni meydana getirmişlerdir.

·        8 — Devlet dairelerinde çalışan memurlara asıl adlarından başka bir ad vermek

usul haline gelmişti. Buna mahlas denirdi.

·        9 — Niş imparatorluk devrinde bugünkü Yugoslavya'nın sınırlan içinde bulunan

bir şehrin adıdır.

·        10 — 1864 yılında çıkarılan bir kanunla imparatorluk dahilindeki küçük vilayetler

birleştirilerek büyük vilayetler kurulmuştu. Tuna vilayeti bunların ilkidir.

·        11 — Hüdavendigar vilayeti, vilayet merkezi Bursa olan bugünkü Balıkesir, Kütahya,

Eskişehir ve Bilecik illerini kapsayan bir idare bölümünün adıdır.

·        12 — Hüseyin Avni Paşa 1280-1876) Ispartalıdır. Harp okulunun ilk öğrencile-

rindendir. Orduda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra serasker (Savunma Bakanı) olmuştur. Bu görevde iken sadrazam bulunan Mahmut Nedim Paşa tarafından bütün rütbeleri kaldırılarak memleketi olan İsparta 'ya sürgün edilmiştir. 1874 yılında sadrazamlık makamına getirilmiştir. Kısa bir süre sonra azledilerek Aydın Valiliği’ne gönderilmiştir. 1876’da Hersek ihtilali sırasında tekrar serasker tayin edilmiştir. Bu görevde iken padişah Abdülaziz tahtından indirilmişti. Bu olayın baş sorumlusunun Hüseyin Avni Paşa olduğu ve padişahın onun emri ile öldürüldüğü ileri sürülmüştür.

·        13 — Şirvanizade Rüştü Paşa daha önce Hüseyin Avni, Mütercim Rüştü ve Mithat

paşalarla gizlice yaptıkları bir görüşmede Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi işini konuşmuşlardı. Rüştü Paşa sadrazam olunca, padişaha durumu açıklar korkusu ile Hüseyin Avni Paşa onu padişaha gammazlayarak sadrazamlıktan attırmış ve yerine de kendisi geçince İstanbul’da kalmasında tehlike gördüğünden evvela Halep’e sonra da Hicaz Valiliği’ne tayin ettirmişti. Rüştü Paşa burada 1874’te ölmüştü.

·        14 — Eskiden hükümetten halka duyurulacak hususlar ve emirler mahalle bekçileri

aracılığı ile yerine getirilirdi.

·        15 — Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten birkaç gün sonra oturmasına ayrılmış

olan Ortaköy’deki Fer’iye sarayında bilek damarlarını makasla keserek intihar etmiş, bir müddet sonra da saray yaverlerinden Çerkeş Haşan adında bir yüzbaşı Mithat, Rüştü, Hüseyin Avni ve diğer hükümet üyesi paşaların, Mithat Paşa’nın konağında yaptıkları bir gece toplantısını basarak Hüseyin Avni Paşa’yı burada tabanca ile öldürmüştür.

XXII KANUN-I ESASİ - RÜŞTÜ VE MİTHAT PAŞALAR

Abdülaziz Han bahadır ve iyliksever bir padişah idi. Kara ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesi ve çoğaltılmasına özel bir özen gösterdiği gibi Mısır ve Avrupa seyahatlerinde eğitim ve medeniyetin ilerlemelerini kendi gözüyle izlemiş olduğundan Osmanlı Devleti’ne de girmesini arzu ederdi. Bu yüksek dileklerinin evvelkileri gerçekleşti(l) ise de takip fikrim ortadan kaldıran bazı sebeplerden dolayı yararlı sonuçları pek az elde edebildi. Âli ve Fuad paşaların hizmetleri bu hususta kâfi gelmedi. Sonraları padişahın Mahmut Nedim Paşa’ya kapılması uğursuz sonuçlar doğurdu. Uygulanan usuller, yeteri kadar ıslahatın meydana gelmesine engel ve esaslı surette değiştirilmeye muhtaç idi. Hayırlı Tanzimatın yönetime getirdiği yenilikleri asıl hükümete kabul ettirmek ve uygulamak mümkün değildi.

Meşrutiyet sözcüğü monarşik idareler tarafından her memlekette ve tarihin her döneminde bir korkulu rüya gibi kabul edilmiş ve hükümdarları korkutagelmiştir. Bu korku fikri iyi ahlaklı olarak yaratılmış hükümdarlarda bile az çok tabii olmakla beraber daha çok yakınları ve etrafındakiler tarafından aşılanır ve kuruntuya düşürülür. Çünkü istibdattan faydalanan hükümdarın kendisinden fazla etraftaki peyklerdir. En eski meşruti devlet olan İngiltere’de kralların ne kadar mesut ve milletleri nazarında ne derecede büyük ve yüce olduğu meydanda ve meşruti hükümdarların mutlak hükümdarlardan daha az şerefli ve mevki bakımından daha aşağı olmadığı görülmektedir. Osmanlı Devleti tarafından meşrutiyet reiiminin uygulanması vaz geçilmez bir zorunluluk olarak kabul edildiği takdirde-“meşrutiyet verilmez ahnır” formülünden vazgeçilse bile-Abdülaziz Han’ı kandırmak mümkün ohır mu idi? Benim görüşüme göre bu gerçekleşme anında Âli ve Fuad paşalar sağ olsalar ve elbirliği ile gerçekten ve samimi şekilde girişimde bulunsalar, padişah bozguncu sözlerden kurtulmuş olsa gönlünü yapmak mümkündü. Fakat ne yazık ki bu şartların üçü de yoktu. Özellikle Âli Paşa zaten meşrutiyete taraftar olmadığı gibi ölümünden sonra iş büsbütün çiğnğından çıkmış ve öyle bir girişimi göze alacak ve sonuçlandıracak ve sözünü yürütecek devlet adamı kalmamıştı. Padişahın korkunç hiddeti de buna engeldi.

Bundan dolayı Rüştü, Mithat ve Hüseyin Avni paşalar(24) kabinesi ya meşrutiyeti veya Sultan Abdülaziz’i feda etmek yollarından birine öncelik vermek zorunluğunu duydular. Bazı kişisel kinlerin de karışmasıyla tahttan indirmek yoluna gittiler.

Tahttan indirmekten asıl maksat meşrutiyeti kurmaktı. Hüseyin Avni Paşa kaza kurşununa hedef oldu. Sultan V. Murad’m hastalığı meydana çıktı. Saltanat Atabeyi durumunda bulunan Mütercim Rüştü Paşa tabiatı ve yaşlılığından dolayı fazla kararsız ve ürkek idi. İşi başa çıkarmak Mithat Paşa’nm gayret ve fedâkârlığına kalıyordu. Hüseyin Avni Paşa sağ olsa askerlik kibirinden dolayı Mithat Paşa'ya ne kadar yardımcı olacağını tahmin edemiyorum. Tahttan indirme olayından üç dört gün sonra ortalığı eski hamam eski tas gören Harb Okulu kumandanı Süleyman Paşa(3) “emrine Beşiktaş muhafızlığı ile Beyoğlu tarafı kumandanlığı da eklenmişti” seraskere (Hüseyin Avni Paşa’ya) “eski hakanın ne suçu vardı, eğer ıslahat olarak birşey yapılmayacak ise ben onu tekrar tahta çıkarırım” dediği zaman duyulmuştuf25).

Hersek İhtilâli şiddetini artırdığı gibi etrafa sıçramak meylini göstermekte ve mali sıkıntı en zor bir döneme girmekte idi. Padişahı tahttan indirmekten beklenilen fayda ve iyilikleri halka tattırmak lâzımdı. Kılıç alayı için sokaklarda yapılan hazırlıklar lüzumsuz yere bekliyordu. Padişah olmasından evvel halkın sevgi ve yakınlığını kazanmış olan Sultan Murad’m durumu kaygı ve hüzün verici idi. Elçimiz Arifi Paşa aracılığı ile tedavi için Viyana’dan getirtilen uzman hekim eğer hasta herhangi bir kimse olsa Viyana’ya götürerek tedavi ile iyileşmesinin mümkün olabileceğini, fakat hükümdar olması dolayısıyla tedavisi ve iyileşmesinin çok zor olduğunu söylemişti(4). Doksan üç gün sonra o da tahttan indirilerek; padişahlık nöbeti kardeşi ikinci Sultan Abdülha-mid’e geçti.

Beyit

Doksan üçte doksan üç gün padişah-ı mülk olup Göçtü matemgahzna Sultan Murad namurad(*)

Adı geçen padişah aklı başına geldiği anlarda tekrar tekrar ‘ ‘millete hürriyet verildi mi, ben millete hürriyet isterim” gibi sözler söylediği sözüne güvenilir kişiler tarafından anlatılmıştır.

Tahttan indirmelerin ve intihar (Sultan Abdülaziz’in intihan) ve öldürme (Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi) olaylannm devam etmesi ve Hersek ihtilâlinin uzaması ve dış politikanın kötüleşmesi(5) ve mali zorluklardan dolayı halk ve hükümet huzursuzdu. Bununla beraber meşrutiyetin hazırlanmasına ve düzenlenmesine iyi niyet ve ciddiyetle başlandı. Kanun-ı Esasi (Anayasa) deyimi bulunarak gerekli maddelerini görüşmek ve yazmak üzere bilgili ve aydın kişilerden oluşan bir komisyon kuruldu.

Server Paşa ve sudurdan Seyfettin Efendi, Çamiç Ohannes ve Od-yan efendiler ile Namık Kemal Bey bu komisyonda idiler(6).

Komisyon Bâb-ı Âli’de ve akşamları Fmdıklı’da Server Paşa konağında toplanarak dört beş ay içinde Kanun-ı Esasiyi meydana getirdi.

Kanun-ı Esasinin bir kere de meclis-i vükelada (Bakanlar Kurulu’ nda incelenmesi ve padişaha sunularak yüksek onayının alınması uzuyordu. Anlaşılan Mütercim Rüştü Paşa ayak sürüyordu(7). O zaman sadrazamlık müsteşarı bulunan Said Efendi merhumdan duyduğuma göre odasına birgün Mithat Paşa gelip yeni kanunun (Anayasa) faydasından ve değerinden ve gecikmesinden doğacak iç ve dış zararlardan ve bir an önce uygulamaya konulması lüzumundan bahsederek bu görüşlerini sadrazama uluştırmasını rica etmiş; Said Efendi de uygun bir dil ile bildirmiş, mütercim de “paşamız akılsız bir adamdır, aceleye getirerek hazırlattığı o kanun evvela kendi başını yiyecektir” cevabını vermiş(8).

Nihayet Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlıktan çekildi ve yerini Mithat Paşa’ya bıraktı. Sultan II. Abdülhamid Kanun-ı Esasiyi kabul ve onaylayarak Hatt-ı Hümayun ile Bâb-ı Âli’ye gönderdi. (7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876). Bâb-ı Âli’nin deniz tarafındaki alanma(9), Devlet Şurasının balkonu önüne bir kürsü konmuştu. Fermanın gelmesini bekleyen bir çok halk birikti. Hava yağmurlu idi. Ben erken gidenlerdendim, kürsünün yanında idim. Kalabalık dolayısıyla itilip kakılmaktan ve şemsiyelerin çarpışmasından gelenler hayli rahatsız oldu. Mabeyn başkâtibi Said Bey(10) Hatt-ı Hümayunu (padişah fermanı) getirdi ve âmedci Mahmut Celaleddin Bey (Paşa)(ll) okudu. Bundan sonra Mithat Paşa Allah’a şükür ve övgü, padişaha teşekkür ve hayır dua etti. Sesinin titremesi hâlâ kulağımdadır. Paşanın sesini yalnız bu fırsatla işitmişimdir. Toplar atılarak memnunluk ve sevinç belirtildi.

Öğretmenlik hâtırası olarak(12) şunu bildireyim ki Mahmut Bey (Paşa) Hattı-ı Hümayun’da bulunan mulen kelimesini tef’il babından(13) mulin diye okudu. Kendisini tanımıyor ve iyi kitabet bilgisi ile şöhret kazandığını bilmiyordum. Öğretmen olduğum Mahrec-i eklamda (öğretmenler odasında bu yanlışlığını ve ef’al babından okunması gerektiğini söyledim. Dil ve gramer öğretmenleri bana hak verdiler. Mahmut Bey’in kulağına gitmiş. Sonradan kendisi ile tanışıp da ara sıra görüştüğümüzde, dikçe bir söz söylediğim zaman “şu hocalığı bırak, mulen mi (ef’alden) mulim mi (tef’ilden) meselesini yine kurcalayacakmısm” diye takılırdı.

Hersek İhtilâlim Karadağ ve Sırbistan isyanları izlemişti. Şark Meselesi yine uyanmıştı. Ruslar Besarabya'da askeri yığınak yapıyorlardı. Kont Andraşi ıslahat tasarısı(14) geçici bir tedbirdi. Rusya’nın emellerini yatıştırmak ve savaşın önünü almak için İngiltere’nin girişimi ile büyük devletlerin delegelerinden oluşan İstanbul’da bir konferans toplandı. Konferans Başkanlığı’na Dışişleri Bakanı Saffet Paşa seçildi; toplantı yeri tersane idi(15). İlk toplantı gününde anayasa ilan edilerek top sesleri gümbürdeyince başkan paşa “efendiler bu top sesleri padişahın millete verdiği meşrutiyetin ilanını haber veriyor, altıyüz seneden beri devam eden bir hükümet şekli şu anda değişiyor, Osmanh kavimlerinin mutluluk durumu için yeni bir devir açılıyor. Bundan sonra Şark Meselesini kapayacak tabii ve etkili bir çaredir” sözlerini söylemişti.

Anayasanın ilanı bir iç ihtiyacı doyurduktan başka ortaya çıkan politik sıkıntıları da kolaylaştırmak ve yatıştırmak için bir parmak bal gibi ortaya konulmuştu. İçteki etkisi gençler ve saf düşüncelilerde meydana geldi ama dışarıda ihtiyatla karşılandı. Gorçakof(16) bunu Singe-ri “maymun taklitçiliği” diye adlandırdı. İngiliz basını uygulamasındaki zorluklara dair uzun makaleler ve görüşler yayınlıyorlardı. Aklımız bir karış yukarıda gezen bizler de onları bilgisizlikle suçluyorduk. Birgün Sultani Okulu (Galatasaray Lisesi) Müdür Başyardımcısı M. Graned ile görüşüyordum. Tarih öğretmenliğinden yetişme olan bu ihtiyar bana “geçireceğiniz bu değişiklik döneminde yeni sistemden doğacak sarsıntılara memleketinizin hayırlısı ile dayanabilmesini dilerim; zira bu çeşit inkılâplar alışkın olmayan milletlerde göğüslenmesi mümkün olmayan sarsıntılar meydana getirir” demişti. Ben ise ihtiyar öğretmenin sözlerine kulak bile asmadım. Çünkü Anayasanın ilanıyla memleketimiz tarihte okuduğumuz İngiltere gibi oldu kesin inancında idim.

Mütercim Mehmet Rüştü Paşa Sinop civarı ahalisinden olup yeni askeri düzen kurulurken neferlikle askerlik mesleğine girmişti. Yalnız şahsi gayretiyle okuması ve Fransızcayı da öğrenmesi ve sadrazamlığa kadar yükselerek birkaç defa o yüksek makama gelmesi doğuştan üstünlüklerinin en büyük delilidir. Mütercim lakabı yarbay ve albaylığında Bâb-ı Şeraskeri mütercimi olmasından ve askeri yönetmeliklere ait eserleri tercümede hizmeti geçmiş olmasından dolayıdır. Beş defa serasker ve beş kere yeniden ve iki defada yerinde bırakılarak sadrazam olmuş, İstanbul dışındaki memuriyetlere gönderilmeye-rek merkezde yüksek görevlerde bulunmuştur. Emekli olarak Manisa’daki çiftliğinde sessiz yaşarken yetmiş üç yaşında ölmüş ve (1299 Gumadiyülula-1881) de orada gömülmüştür.

Adı geçeni ilkönceleri Âli Paşa pek beğenirmiş. Abdülmecid’in yaptığı bir işle araları açılarak bir daha uzlaşmaları mümkün olamamıştır. Ondan sonra Mütercim Rüştü Paşa alafrangalıkla dile düşmüş olan Tanzimatçılara karşı sofular partisinin elebaşısı olarak tutum ve davranışlarını da ona göre tayin etmiştir(17). Mesela konağından (şimdiki Vefa Sultanisi)(18) yatsı namazına fenerleri ve seccadesini taşıyan adamlarıyla caddeden Şehzade Camiine gider ve biraz rahatsızlanırsa kurşuncu nineyi çağırtır ve kurşun döktürerek iyileştiğini anlatırmış(19). Namuslu, iyi konuşur, itirazları çok şiddetli idi. Avrupa âlemini yakından bilmez ve harici işlerde at oynatamaz ise de içişlerinin en ince noktalarına kadar çok iyi bilir idi. Uzun tecrübeleri kendisinde devlet işlerinde kesin iş yapma gücünü kırmış ve kuşku ve şüphelerini çoğaltmış olduğundan iyi konuşması ve itirazlarının gücü ölçüsünde, hele sonraları, bir iş görememiştir.

Güvensizliğine örnek olarak Mithat Paşa’nın duruşmasında Manisa'da sorguya çekildiğinde verdiği ifadenin altını imza etmesi kanun gereği olduğu söylendiği vakit imza yerine “hastayım, nöbet ateşi ile ne söylediğimi bilmiyorum” gibi sözler yazdığını anlatırlar. Bununla beraber ünlü bir devlet adamı idi.

Anayasanın ilanı zorunluk derecesine ve Rus Savaşı’nm gerçekleşme haline geldiğini görünce sadrazamlıktan istifa ederek (2 Zilkade 1293-1876) yerini Mithat Paşa’ya terketti. Otuzbeş gün sonra anayasa ilan edildi. Mithat Paşa aceleci, hareketli, fedakâr ve azim sahibi idi. İlerisini düşünerek ihtiyatlı davranmaya pek önem vermezdi. Bu hususlarda Fuad Paşa’dan da baskın idi. İş yapma gücünü ve yenilikçi hareket tarzını vilayetlerdeki başarılı tutumu ile göstermişti(20). Fanatizmden uzak, Osmanlı halklarının birleşmesine ve kaynaşmasına can ve yürükten taraftardı. Pek çok işe (birden) başlar önemli ve önemsizliğini, hangilerinin kolaylıkla bitirilebileceğini düşünmezdi. Nabza göre şerbet vermek ve ilerisini görmek gibi Osmanlı devlet adamlarının başarı şartları olan bazı özelliklerden yoksun oluşu uğradığı zorlukların ve eziyetlerin kaynağıdır.

Anayasa ile beraber ilk sene için geçici bir milletvekili seçimi kanunu ve sonraki devreler için hâlâ yürürlükte olan (makalenin yazıldığı 1918 yılları için) seçim kanunu, âyan (senato) ve mebusan meclisleri (millet meclisi) iç tüzükleri de yazılmış ve Kadri Paşa’nın(21) gayretiyle devlet şurasında parlamentoya verilmek üzere birçok önemli kanun tasarıları hazırlanmıştı. Bir taraftan meşrutiyet reiiminin uygulanmasına girişilirken diğer taraftan Rus Savaşı için askeri hazırlıklara güç

veriliyordu. Sözü geçen İstanbul Konferansının kararlan da Osmanlı Devleti tarafından kabul edilir bulunmadı. Savaşın önünü almaya son girişim olmak üzere Londra Protokolü hazırlanıyordu. Fakat o sırada Mithat Paşa Osmanh ülkesinden uzaklaştırılarak (21 Muharrem 1294-5 Şubat 1877) Edhem Paşa(22)(26) sadrazam oldu. Ve uzun bir padişah fermanı ile devlet memurluklarında geniş çaplı değişikler yapıldı. Fakat bu değişikler “Zeyd’in yerine Amr’in getirilmesinden” başka bir-şey değildi. İlk Mebuslar Meclisi Ahmet Vefik Paşa’nın başkanlığında Ayasofya’daki dairede toplandı(27)(24). Bundan sonra kanunla saptanan süre içinde toplanmasına bir engel görülmüyordu. Londra protokolü de(26) Osmanlı Devleti tarafından reddolunduğundan Rusya Çar’ı ikinci Aleksander savaş ilan etti. (Rebiyülahar 1294-Nisan 1877). Mithat Paşa sözleri ve davranışlarıyla memlekette savaş eğilimlerini kızıştırılmış ise de protokolün bildirildiğinde burada değildi. Paris’te görüştüğü kimselere “hükümet tarafından protokolün kabulü gerekirdi. İstanbul Konferansı kararlarını reddetmekten maksadım ileri sürülen şartlan hafiflettirmek içindi. Mademki bütün şartlar hafiflemiştir ve Rusya ile Osmanh Devleti’nin savaşta başa çıkması şübheli ve zordur. Bâb-ı Âli tarafından uysallık yoluna gitmek durumun gereği idi” dediği ağızdan ağıza nakledilmiştir^).

İstanbul’da da bakanlar arasında büyük devletler tarafından protokol ile bildirilen tekliflerin biraz daha kolaylaştırma ve hafifletilme-sine çalışılarak kabul edilmesinin tehlikeli savaşa tercih edilebileceği düşünce ve görüşünde planlar vardı. Büyük devletlerin teklif ettiği reformda gözönünde tutulan yalnız Rumeli ve Müslüman olmayan vatandaşlardı. Halbuki ıslahatın genellikle bütün memlekette yapılması zaten hükümetin gereken görevi idi. İstanbul Konferansı kararlarının ve Londra protokolünün kabul edilmemesine sebep yalnız bir kısım vatandaşın gözedilmesi ve iç ıslahatın yabancılar tarafından zorla kabul ettirilmesinin uygun olmayacağı düşüncesi idi. Yoksa Osmanh Hükümeti ıslahata aslında taraftardı. Bu istek ve karışmaya Osmanh Devleti’nin onurunu ve bağımsızlığını incitmeyecek bir şekil vermek imkânsız sayılamazdı.

Yukarıda bildirilen bakanların azınlığı tarafından ileri sürülen anlaşma tarafdarı görüşler elbette artık kesinleşmiş gibi görünen savaşın elem ve facialarından daha hayırlı idi. Ne yazık ki bu akıllı düşüncelerin artık hükmü kalmamıştı. 28

Rusya seferi bittikten ve ortalığa sessizlik ve durgunluk döndükten sonra Mithat Paşa affedilerek 1295-1878 sonlarında memlekete çağırıldı. Suriye Valiliği’ne tayin edildi. Suriye’de Lübnan meselesinden dolayı büyük bir anlaşmazlık çıkardı(27). Görevi Aydın vilayetine çevrildi (1297-1880). İzmir’de iken(28) bilinen müretteb(29) muhakeme dolayısıyla soruşturmaya başlandı. Bir iki sadık yakını kendisine kaçmasını tavsiye etmiş ve kaçış yollarını da hazırlamışlardı. Bunları kesin olarak reddetmiştir. Yıldız’da (Saray’da) kurulan cinayet mahkemesi idamına hükmetti. Padişah tarafından sarayda eski sadrazamlardan Saffet Paşa’m Başkanlığında bakanlar ve ileri gelen eski vezirler ile büyük devlet adamlarından oluşan büyük bir meclis kurularak hükümlüler hakkında nasıl bir işlem yapılmasının uygun olacağı soruldu; üyelerin her biri oylarını yazıp altını imza etmeleri emredildi. O zaman başvekâlette bulunan Said Paşa herkesin fikrini taşıyan bu toplantı tutanağının fotoğrafım meşrutiyetin ilanından(30) sonra yayınlamıştı. Ölüm cezası affedilerek hükümlüler süresiz olarak Taif’e sürüldüler. Taif’te nasıl öldürüldükleri bilinmektedir. (Recep 1301-1884)(31). Acıklı sonuç daha o zaman duyulmuş ve Osmanlı olan herkesin gönlünü yaralamıştı. Sultan Abdülaziz’in ölümü ne suretle olursa olsun bundan Mithat Paşa'nın sorumlu olmadığına halkın vicdanı inanmıştı. Sultan Abdülaziz’in öldüğü gün Mithat Paşa telaşla sadrazamlık müsteşarı Said Efendi’nin odasına gelerek ölüm haberini ondan sorup öğrendiğini ve çok üzüldüğünü Said Efendi anlatırdı(32).

Mithat Paşa’mn bazı kusurları olmakla beraber vatanseverliğine ve temiz niyetine dil uzatmak insafsızlıktır. Bütün yaptıklarında esas amacı memleketin hayrı ve yararı idi. Gayet iyi bir vali olduğu herkesçe onaylanmıştır. Irak ve Suriye gibi birkaç vilayetten oluşan bir kıt’a idaresine verilse imarına muvaffak olacağında herkes birleşir. Fakat Avrupa’yı ve Avrupa’nın nazarında Osmanlı Devleti’nin siyasi durumunu iyi bilmediği gibi büyük ve esaslı bir inkılâbın başına geçip de onu başarıya ulaştırmak için lâzım olan üstün yeteneklere yeteri kadar sahip değildi. Yetenek dokusunun atkısı ve çözgüsü, meşrutiyet kalıbını soğuk ve sıcak rüzgârdan korumak için, sağlam bir elbise giydirmeye uygun değildi.

İhtiyatlı ve tedbirli hareket etmeyişi, halk nazarında olağanüstü büyük bir şöhrete sahip olması ve beğenilmesi dolayısıyla düşmanları olan istibdat yardakçıları tarafından diktatörlük ve cumhuriyet heveslisi olarak suçlandırılması ve sergilendirilmesi dikbaşlı davranışlarına yakıştırılmış olduğundan Zaptiye Nazın (güvenlik bakanı) Ömer Fevzi Pa-şa’nm bu şüphelere delil sayılan iki satırlık iumalına dayanılarak sadrazamlıktan alınmış ve sürgün edilmiş ise de bu hakkında bir iftira olsa gerektir. Şayet insan olarak öyle bir kuruntu kafasından esmiş ise ahmaklığına ve aptallığına bundan daha güzel bir delil olamaz.

Sözün kısası Mithat Paşa Suriye’ye dönmesinden sonra olsun direk gibi tutumunu biraz inceltse, anlayışlı ve zamana göre davranmış olsa belki hizmetlerinden memleket bir müddet daha faydalanırdı.

Anayasayı uzun uzadıya incelemeyeceğim. Gerek aslı ve gerek sonradan yapılan değişiklikler bilinmektedir(33). Yalnız kanun yapıcının maksadını araştırmaya ve bulmaya çalışarak prensipleri ve uygulanması hakkında birkaç söz söyleyeceğim.

Kanunun ilanını bildiren 7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876 tarihli } Hatt-ı Hümayun’da (padişah fermanı) “yüce devletimizin gücündeki ge-rilemeler dış dertlerden ziyade içte idare işlerinde doğru yoldan sapılmış olunmasından ve halkın, hükümetlerinden bekledikleri güvenliklerini garanti edecek sebeplerin gerilemeye yüz tutmasından ileri geldiği” denildikten sonra devletin “iç durumunda tabiatıyla meydana gelen değişiklikler ve dış ilişkilerinde hasıl olan genişleme dolayısıyla hükümetin idare şeklinin yetersizliği açıkça görülecek hale geldiğinden” “mülkün hayrım amaçlayan “meşrutiyet ve meşveret kuralına” uygun olarak anayasanın düzenlendiği ve yayınlandığı açık- ' lanmaktadır.                                                              V

Anayasanın en önemli bölümü Osmanlı vatandaşlarının genel hak-larınm korunmasına dair olan ikinci bölümüdür. Kişi hürriyeti “hiç kimse kanunun görevlendirdiklerinden başkaları tarafından tutuklanamaz ve kanunun belirttiği sebep ve şekilden başka bir bahane ile cezalandırılamaz”, din serbestliği, basın özgürlüğü, ticaret, sanat ve ortaklık serbestliği, öğretim özgürlüğü, vatandaşın, hak ve görevlerinde eşitliği ve yeteneklerine göre genel hizmetlerde kullanılması, (menkul veya gayri menkul) bir mala sahip olma güvenliği, mesken masuniyeti, mahkemelerin bağımsızlığı, vergilerin bir kanuna dayalı ve kişinin gücü ile uygun olması, zorla alma, zorla iş yaptırma ve işkence etme gibi yolsuzlukların önlenmesini Tanzimat hükümlerini genişleterek belirtiyor. “El-adl esas el-müll&Adalet mülkün esasıdır” kavramınca adaletin kesin kurallarını sağlayan bu maddeler kanunun özü ve kanun yapıcının esas amacı olup bundan sonraki bölümler ' onun tamamlayıcısı ve güvencesi sayılabilir.

İkincisi; mal ve servet memleketin kuvvet kaynağı olduğundan bir devlette maliye işlerinin düzenlenmesi zorunludur. Mutlak hükümetlerde harcamalar ölçüsüz gider ve esen rüzgâra uyar. Gider çoğalıp gelir azalınca yani denge bozulunca zorunlu olarak uygun olmayan yola sapılır ve devletin birçok lüzumlu ihtiyaçları bırakılır ve geri kalır. Bu sebeple geliri halkın gücüne uygun şekilde tespit etmek ve tam olarak tahsil etmek ve harcamaları ona göre yapmak lâzımdır. Aksi halde sıkıntılar ve fakirlik memleketin üzerine kara bulut gibi çöker, işte kanun yapıcıyı uğraştıran ikinci husus da bu olmuştur.

Bu iki gereği yani genel hakların korunması ile mali dengeyi nasıl korumalı? Tercübe ile anlaşılmıştır ki bunların yerine getirilmesi parlamento usulüne ve milletin denetimine bağlıdır.

Fransa’nın çeşitli devirlerinde ilan edilen anayasalardan alınarak memleketimizin durumu ile bağdaştırılmak suretiyle hazırlanan anayasa ılımlı bir meşrutiyet kuruyordu. Yürütme, yasama ve kaza gücünü birbirinden ayırıyor ve görevlerini belirliyordu. Bakanların sorumluluğu ve milli mürakabe onun tabii sonuçlarından idi. Memleketin genel kuvvetlerinin başında bulunan saltanat makamının yüksek haklarını geniş ölçüde korumakla beraber devlet işlerinde milli murakabeye işe yarar bir mevki vermek çareleri çok dikkatle ve sezişle öngürülmüştü. Milli egemenliği kanunların düzenlenmesinde ve özellikle bütçenin hazırlanmasında ve kabulünde kesin karar sahibi yaptığı halde murakabe görevini yapmakta ılımlı şartlar koyuyordu. Milletvekillerinin bakanlardan soru sorma hakkı vardı. Ancak bu hakkı kullanmanın sonucunu kanun boş bırakmıştı. Yani güven veya güvensizlik bildirmek ve güven oyu kazanamayan bakanların istifası durumuna dair ne dolaylı ve ne de açık bir kayıt koymamıştı. Parlamenterizm usulüne pek uygun olmayan bu durumlar diğer bir deyimimizle kuvvetler dengesini tam olarak koymamıştı. Bununla beraber memleketimiz için o zaman fazlasıyla yeter görülüyor ve kanun yapıcının maksadım yerine getiriyordu. Terazinin bir kefesine hükümetin idare işlerindeki bilgisini ve sorumluluğunu ve ortaklığa katlanamayışı düşüncesini ve diğer gözüne milletvekillerinin yeniliğini ve acemiliğini ve hükümet görevlerine tecavüz ihtimalini koyarak yasama gücünün yetkisini mürakabe konusunda geniş tutmamış, belirsiz bırakmış ve fazla olarak iki kuvvet arasında bir çatışma olabileceğini düşünerek münakaşalara yer vermekten kaçınmıştır. Hattâ zabıtanın sağlam soruşturması üzerine hükümetin güvenliğini bozdukları sabit olan kimseleri Osmanlı memleketlerinden çıkarmak ve uzaklaştırmak hususunda bir hâk vermiştir. (113. fıkra- ■ nın şimdi kaldırılmış olan ikinci fıkrası). Nasıl tatbik edildiği bilinmiyorsa da Mithat Paşa bu madde hükmüne dayanılarak uzaklaştırılmıştır.

Sonuç olarak anayasa istibdada karşılık ılımh bir meşrutiyet ve keyfi idare yerine kanun ve sorumluluğu dayalı iyi bir usûl koyuyordu. Şüphesiz yeni hükümler memlekete ve devlete bir kurtuluş devri açıyordu. îş onları memlekete sindirmek ve yavaş yavaş yerleştirmek ve bir kazaya uğratmadan iyi uygulayabilmek ve başarmaktı. Vatandaş haklarına ait kısımları bir kenara bırakılırsa millete alışmadığı ve hazırlıklı olmadığı kendisinin getirmediği ve tamamen yeni gördüğü meşrutiyeti sindirmek ve eski usulü yeni usule çevirmenin zorluğunu dikkate alarak değişme aşamalarına pek akıllıca bir şekilde belirlemek ve geçmek zorunlu, bu ise sağlam bir iyi niyete ve devamlı bir takip fikrine, büyük bir azim ve ustalığa bağlı idi. İşte o vakit parlamenterizme uygun olmayan belirsiz maddeler zamanla alışılarak, yetenek kazanılarak, belirlenecek ihtiyaç ilegit-gide değiştirilerek ve açıklanarak prensiplerin içgüdü ile kök salması ümit edilebilirdi. Birkaç raslantı kolayca buna engel oldu. Evvela Rusya savaşı derdi rahat düşünmeyi yokederek halkoyunu savaş olaylarına kaydırdı. İkincisi, zamanın padişahı kuruntuya boğulup meşrutiyetten ürktü (34), üçüncüsü meşrutiyetin kurucusu Mithat Paşa anayasanın ilanından bir buçuk ay sonra memleketten çıkarılarak uzaklaştırıldı ve bu işlem arkadaşlarım çalışmalarında yıldırdı. Dördüncüsü, mebuslar ilk seneyi zararsız geçirip ikinci devrede kanuni haklarım tamamen kullanmaya kalkınca ne kendileri ve ne hükümet birbirine karşı anlayış ve uysallık yoluna gitmedi; aralan açıldı ve ortaya çıkan zıdlaşmada kuvvetli taraf elbette üstün gelerek mebuslar meclisim dağıttı. Halkoyu henüz iyi bilmediği meşrutiyet usulü ile gereği kadar ilgilenmediğinden bütün bakışlar savaş olayla-nna çevrildi. Bundan dolayı anayasanın hükümleri uzun bir kesintiye uğradı.

Halkanız parlamento makinesinin çarklarım iyice anlayamamıştı. Ben gençliğim dolayısıyla seçim işlerinde hareketli bir üye idim. İstanbul ikinci seçmenlerinin (35) bir kısmı milletvekilliğine Üsküdar’da bir dergâhta kendi halinde bir şeyh efendiyi aday gösteriyorlardı. Şeyh efendi iyi bir insan imiş. Dünya gösterişlerinden el çekmiş, ibadetle uğraşan mutlu bir kişi imiş. Tanıdığım seçmenlere “pekiyi, şeyh efendinin gidip elini öpelim, hayır duasını alalım, fakat dünya işini dünya patırtısından vazgeçmiş bir kenara çekilmiş adama bırakmayalım” demiştim.

Hiç unutmam seçimler yapılırken mahallemizde oturanlardan Esirci Aziz Efendi, Nakkaş Osman Ağa, Ayşe Mehmet Bey (sarayda görevli emekli subaylardan olup orta oyunda koca karı rolünü yaptığından dolayı böyle adlandırılmış) gibi kimseleri ellerine pusulalarını vererek seçim bölgesi merkezine (seçim sandığına) göndermek için hayli sıkıntı çektik. Bunlar namuslu ve basit düşünceli mahalle ihtiyarları idi. Kendilerinden daha yüksek fikirlilerde de ayni kuşku görülüyordu. Nakkaş Osman Ağa benden “efendi oğlum ev vergisinden borcum var; sakın bu yüzden benden onu istemesinler” diye sormuştu.

Seçimlerin çok acale yapılması ile anayasanın ilanından üç ay geçmeden mart içinde mebusların toplanması ve parlamentonun açılması idari yararlardan ziyade dost devletlerin ve özellikle İngiltere'nin hoşuna gitmek düşüncesinden ileri geldiği de ayrıca belirtmeye değer bir olaydır.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Sultan Abdülaziz’in padişahlığı döneminde Osmanlı deniz kuvvetleri Avru

pa ’da İngiltere ve Fransa ’dan sonra en büyük ve en kuvvetli deniz gücü haline geldiği gibi kara kuvvetleri de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni ordu teşkilatı ile en güçlü ve düzenli ordulardan biri haline gelmişti.

·        2 — Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882) Sinop’ta doğarak İstanbul’a gelip askerlik

mesleğine girmiş, kendi kendini yetiştirmiş, Fransızca öğrenmiş, bundan dolayı Mütercim unvanını almış, çeşitli devlet hizmetlerinde çalışarak emsali arasında sivrilerek beş defa sadrazam ve seraskerlik yapmış, iki padişahın tahttan indirilme olayında sadrazamlık görevinde bulunmuş Tazminat devrinin yetiştirdiği devlet adamlanndandır. Çok vehimli, bu yüzden süratli iş görememiş akıllı ve tecrübeli bir vezirdir.

·        3 -— Süleyman Paşa ile Redif Paşa, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi olayı

na katılmış iki askerdir. Bunlardan Süleyman Paşa o sırada kumandanı olduğu Harb Okulu öğrencileriyle karadan ve Redif Paşa da denizden padişahın bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatmışlardı.

·        4 — Sultan Murad daha gençliğinde sinirli bir tabiata sahip olduğu gibi veliahdliği

zamanında fazla içki kullanması bu durumu daha da artırmıştı. Amcası Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve intihan, Çerkeş Haşan olayı ve Hüseyin Avni Paşa’nm öldürülmesi gibi kanlı olaylar sağlığını büsbütün bozmuş, hastalığı günden güne arttığından kendisini muhafaza etmek zorlaşmıştı. Tedavisi için uzun bir klinik tedavisi gerekiyordu. İstanbul’da bu çeşit hastane olmadığından ve padişahın Avrupa memleketlerine gitmesi de mümkün değildi. Bir akıl hastasının padişahlık yapması şeriat bakımından caiz olmadığından çaresiz tahttan indirilmesi gerekiyordu. Yerine kardeşi İkinci Abdülhamid padişah olmuştu.

·        5 — Dış politikanın kötüleşmesi, Rusya ’nm yüzyıllar boyu izlediği Osmanlı İmparatorluğu ’nu yıkmak ve boğazlan elde etmek politikası dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu ile yeni bir savaşa hazırlığının anlaşılmasından ileri geliyordu. İmparatorluğun bu sırada askeri gücü Rus saldırısını önlemeye yeterli olmadığının bilinmesi ve Avrupa’da siyasi bakımdan Rusların bu saldırısını durduracak bir devlet bulunmadığından Osmanlı İmparatorluğu Ruslarla tek başına dövüşmek zorunda kalmıştı.

6— V. Murad’ın tahttan indirilmesi üzerine meşrutiyetin ilanını kabul edeceğini bildirerek padişah olan II. Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren Hatt-ı Hümayunda (padişah bildirisi) devletin anayasaya göre bir parlamento ile idare edileceği ilan edilmişti. Anayasanın hazırlanması için Server Paşa’nm Başkanlığında kurulmuş olan komisyonda devrin aydın kişileri, devlet adamları, askerler ve din adamları bulunuyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa da komisyon üyeleri arasında idi.

·        7 — Devletin bazı yüksek yöneticileri imparatorlukta parlamenter reiimin uygulan

masının mümkün olamayacağını, esasen buna lüzum da bulunmadığını, şeriat hükümleri iyi uygulanırsa şikâyet edilen hususların ortadan kalkacağını ileri sürüyorlardı. O sırada sadrazam olan Mütercim Rüştü Paşa ile Adliye Bakanı ünlü bilgin Cevdet Paşa da bunlar arasında idi.

·        8 — Mithat Paşa ’nm sorumluluğu altında hazırlanmış olan anayasa taslağına son

radan sarayın zoru ile konan ve padişaha istediği şahst memleket dtşma sürme hakkı tanıyan 113. madde ilk defa Mithat Paşa hakkında kullanılmış ve paşa Avrupa’ya sürülmüştü.

·        9 — Bugün İstanbul vilayet konağının arka tarafındaki kısmen otomobil parkı olarak

kullanılan bahçe.

·        10 — Küçük Said Paşa diye tanınan Eğinli Said Paşa. Sonradan Abdülhamid II.

devrinde (1877 ile 1908 yıllan arasında) yedi defa sadrazam olmuştu.

·        11 — Mahmut Celaleddin Paşa olup Abdülhamid devrinde çeşitli devlet görevlerin

de bulunmuş, devrinin olaylarını belgelere ve görgüye dayalı olarak yazdığı Mira't-ı Hakikat adlı üç cildlik tarihi ile meşhurdur.

12— Yazar, önsözdeki biyografide de belirtildiği gibi uzun yıllar mülkiye okulunda (Siyasal Bilgiler Mektebi) müdürlük ve tarih öğretmenliği yaptı.

·        13 — Arapça dilbilgisi kurallanna göre kelimeler bdb denilen birtakım bölümlere

ayrılmıştır. Burada bahis konusu olan mulen ile mulin kelimelerinin Arap harfleriyle yazılışı aynı olduğundan ancak Arap gramerini çok iyi bilen doğru okuyabilmektedir. Manası ilan edilen olan mulen ef’al babından, ilan eden anlamında olan mulin, tafdil babındandır.

·        14 — Aslen Macar olan KontAndrassy (1823-1890) bu sırada Avusturya-Macaristan

İmparatorluğu Dışişleri Bakanı idi. Osmanlı-Rus ilişkilerindeki gerginliği gidermek ve kesin gibi görünen savaşı önlemek için Osmanlı İmparatorluğu ’na bir ıslahat proiesi göndermişti.

·        15 — Bugün de gemi yapan yer anlamında olan tersane, Osmanlı Devleti’nin İstan

bul'u zaptını izleyen yıllarda Haliç’in kuzey kıyısında bugün de ayni isimle anılan Kasım Paşa’da bulunmaktadır. Buradaki Tersane Köşkü denilen ve şimdi Kuzey Deniz Saha Komutanlığının bulunduğu binada toplandığı için bu konferansa Tersane Konferansı da denmiştir.

·        16 — Prens Aleksandr Gorçakof (1798-1883) Rus diplomatı ve Dışişleri Bakanı olup

İstanbul Konferansında Rus delegesidir.

·        17— Bilindiği gibi Tanzimatın getirdiği batılı kuruluşlara bazı ulema ve devlet adamları karşı olmuşlar ve bunları “bid’at”yani şeriata aykırı saymışlardır. Bu görüşte olanlar için yazar “Sofular Partisi’’ deyimini kullanmaktadır.

·        18— Vefa Sultanisi bugün Şehzadebaşı ’ndan Vefa ’ya giden yolun sol tarafındaki binadır. Ancak yol üzerindeki bina İkinci Meşrutiyet devrinin ünlü şeyhülislamı Ürgüplü HayriEfendi (yakın devrin başbakanlarından Suad Hayri Ürgüplü’-nün babası) tarafından okul binası olarak yaptırılmaya başlanmış ise de uzun yıllar tamamlanamamış ve 1938’de Milli Eğitim Bakanlığınca tamamlatılarak evvela Yüksek Öğretmen Okulu ve sonra da Vefa Lisesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Rüştü Paşa konağı bunun arka tarafındaki eski binadır.

·        19— Kurşun döktürmek memleketimizde yakın zamanlara kadar halk arasında kul-lanılagelen sözde bir tedavi usulüdür. Kurşun ateşte eritilerek bir kaptaki soğuk suya atılması ile birden donan kurşunların garip şekilleri hastalığın geçmesini sağlamış. Bu işi yaşlı kadın veya erkekler yapardı ki bunlara kurşuncu nine veya kurşuncu baba denirdi.

·        20 — Mithat Paşa imparatorluğun çeşitli bölgelerinde valilik etmiştir. Balkanlar

daki Niş ve sonra bugünkü Bulgaristan ’ı ve kısmen de Yugoslavya ’nın bir bölümünü kaplayan Tuna Vilayeti, Bağdat, Selanik, Suriye ve Aydın Valiliklerinde çok başarılı işler meydana getirmiştir. Bazı yazarlar paşanın iyi bir idareci fakat kötü, bir politikacı olduğunu söylerler.

·        21 — Kadri Paşa, devlet Şurasında Kanunlar Dairesi Başkanlığı yapmış, sonraları

kısa bir süre (1880’de) başbakan olmuştur.

·        22 — İbrahim Edhem Paşa (1818-1893) Sakız Adasında esir alman Ramlardan

dır. Sadrazam Hüsrev Paşa tarafından satın alındıktan sonra onun konağında yetişmiş ve üstün kabiliyetleri dikkati çektiğinden Sultan Mahmut II. zamanında Avrupa ’ya eğitim için gönderilen gençler arasına alınmıştır. Maden mühendisliği öğretimi yapmış olan Edhem Paşa yurda döndükten sonra kendi mesleğinde çeşitli görevlerde bulunmuş, sonradan hükümette Ticaret ve Maarif Bakanlıklarında bulunduktan sonra Mithat Paşa’nın memleketten uzaklaştırılması üzerine 1877’de sadrazam olmuştur.

·        23 — Mahmut Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in ünlü vezirlerindendir. Rum veya Sırp

asıllı olduğu sanılan Mahmut Paşa, yönetim alanında olduğu kadar bilim sahasında da büyük şöhreti olan ve bu yüzden veli unvanı verilen değerli bir devlet adamıdır.

·        24 — İlk Osmanlı parlamentosunun padişah tarafından seçilmiş ilk başkamdir. Bu

görevde iken vezirlik verilerek paşa olmuştur.

·        25 — Parlamentonun ilk açılış merasimi 19 Mart 1877tarihinde II. Abdülhamid’-

in bir nutku ile Dolmabahçe Sarayı’nın büyük muayede (bayramlaşma) salonunda yapılmış, resmi müzakereler Ayasofya Camii yanındaki darülfünun "üniversite” binası olarak yapılmış olan ve 1933yılında İstanbul adalet sarayı olarak kullanıldığı sırada yanan binada devam etmiştir.

·        26 — 1856 Paris kongresi kararlarını imzalamış olan devletlerin delegelerinin İs

tanbul’da yaptıkları toplantıda aldıkları kararlar OsmanlıHükümeti tarafından kabul edilmeyince savaşı önlemek için İngiltere’nin önerisi ile Londra’da bu kararlan az çok yumuşatıcı bir protokol hazırlanarak Osmanlı Devleti’ne sunulmuş ise de hükümet bunu da kabul etmemişti.

·        27 — Yazarın bu beyanı gerçeği tam yansıtmıyor. Mithat Paşa’nm Suriye Valili-

ği’nde Frazsızlarla hadise çıkartması söz konusu değildir. Gerçi Fransızlar uzun zamandır Suriye’yi işgali düşünmektelerdir. 1860’da da böyle bir hadise olmuş, zamanın Dışişleri Bakanı Keçecizade Fuad Paşa Suriye ’de aldığı olağanüstü tedbirlerle Fransız müdahalesini önlemişti. Mithat Paşa’nm Suriye’de yaptığı başarılı işler halk tarafından çok beğenildiğinden kendisine her yerde tezahürat yapılması paşanın düşmanlan tarafından padişaha onun Suriye’de bağımsız olmak istediği şeklinde iurnal edilmesi, paşanın istifasına sebep olmuş ve Aydın Valiliğine atanmıştır.

28—0 sırada Aydın Valiliği’nin vilayet merkezi İzmir şehri idi.

·        29 — Tarihimizde Yıldız muhakemesi diye adlandırılan bu olay, son tetkiklere göre

Sultan Abdülaziz’in ölümünden beş sene sonra Sultan II. Abdülhamid’in amcasını (Sultan Abdülaziz) tahttan indirenlerden kurtulmak için Abdülaziz’in intihar etmeyip o zamanki devlet adamları (Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Mithat Paşa, Süleyman Paşa) tarafından öldürüldüğü iddiası ile tertip edilmiş bir muhakemedir. Muhakeme sonunda Mithat Paşa idama mahkum edilmiş ise de bu ceza padişah tarafından sürgüne çevrilmiş ve paşa Taife gönderilmiş; ancak orada bir gece katledilmiştir.

·        30 — 1908’de İkinci Meşrutiyet ilanından sonra.

·        31 — Mithat Paşa 2 Ramazan 1298-28 Temmuz 1881 tarihinde diğer mahkûmlar

ile beraber İzzeddin vapuru ile Cide yoluyla Taife götürüldü. 7 Mayıs 1884 (12 Recep 1301) çarşamba gecesi odasının kapısı kırılarak içeri giren Edirneli bir er tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüş ve cesedi civardaki bir mezarlığa gömülmüştü.

·        32 — Sonradan yedi defa sadrazam olan Küçük Said Paşa. Paşanın bunu bilmesi

ne rağmen mahkeme sırasında sadrazam bulunduğu halde şahitlik yapmaması ya kötü kişiliğinden veya Abdülhamid’e yaranmak istemesinden veya korku-sundandır.

33— 1908'de meşrutiyetin ikinci defa ilanından sonra anayasanın bazı maddeleri i değiştirilmiştir.                                                                             i

34 — Kitapta da açıklandığı gibi memlekette anayasal bir hükümet sisteminin ku- ı rulmasını kabul ederek padişah olan II. Abdülhamid bu sistemi arzu ettiğinden değil sırf padişah olmak için kabul etmişti. Sistemi geçersiz kılmak için \ daha anayasanın hazırlanması sırasında gayet ustaca davranarak 113. maddeyi koydurmuştu. Rus Savaşı asıl niyetlerini çabuklaştarmaya bir araç oldu. Yoksa yazarın dediği gibi savaş sırasında parlamentonun takındığı tavırdan vehimlenmiş değildir. İleride görüleceği gibi yalnız Mithat Paşa’ yı sürmekle kalmayacak, anayasanın ilanında önayak olanları çeşitli bahanelerle İstanbul’dan uzaklaştıracaktır.

35— İlk Türk anayasası iki dereceli seçim sistemini kabul ettiğinden halk evvela asıl mebus adaylarını seçecek olan üyeleri (ikinci seçmenleri) seçerler ve bunlar da asıl mebusları seçerlerdi. İki dereceli seçim adı verilen bu sistem Türkiye’de cumhuriyet döneminde de uygulanmış, 1946’da çok partili demokratik sisteme geçildiği vakit tek dereceli bugünkü usul uygulanmaya başlamıştır.

XXIII MALİYE TARİHİMİZDEN : 1293 (1876) VE 1325 (1908) BÜTÇELERİ

Mebuslar Meclisi’mize gönderilen ilk bütçeler 1293 (1876) ve 1325 (1908) bütçeleridir. 1293-1876 bütçesi meclise gönderildiği sırada devletin mali durumuna bakalım.

Geçen makalelerimizden birinde bildirildiği üzere Abdülaziz Han’ m padişahlığının sonlarında muntazam borçlar ve dalgalı borçların yıllık taksitleri genel gelirin dörtte üçüne yaklaşmış ve geri kalan dörtte bir beş milyon lira kadardı(l). Bununla âdi harcamaları karşılamak ve her sene gittikçe kabarmakta olan açığı kapatmaya imkân bulmak kabil değildi. Devlet adamları alinin külahını veliye velinin külahını aliye geçirmekle vakit geçirirken Esat Paşa’nın ikinci sadrazamlığında Hersek ihtilâli patladı. Bu ihtilâlin altında saklı olan belalar ve felaketler ileri görüşlü devlet adamlarınca belli idi. Birinci sadrazamlığında yaptığı fenalıklara rağmen padişahın gözünden düşmeyen ve bir iki vilayet dolaştıktan sonra yine İstanbul’a gelen Mahmut Nedim Paşa elal-tmdan Valide Sultan’a(2) başvurarak Hersek meselesini asker göndermeye ihtiyaç olmadan politik yollarla çözeceğini ve gidereceğini kuvvetle vadederek, bu suretle padişahın barışçı emellerini okşayarak Esat Paşa üzerine ikinci defa sadrazamlık mühürünü ele geçirdi. Ama ateş ve düşmanlığın yayılması yalan dolanla söndürülür şey olmadığından çaresiz asker göndermeye devama mecbur kaldı. Mali sıkıntılar korkulu rüya gibi hükümetin başma çökmüştü. Uğursuz sadrazam bilinen 5 Ramazan 1292-1875 karamameisiyle(3) borç taksitlerini yarıya indirerek sıkıntıyı gideririm sandı ve Rus politikasına âlet olarak halkın diline düştü. Çünkü Hersek ihtilâli Penislavizm propagandasının ilk kıvılcımı olduğundan ihtilâlin daha geniş alana yayılacağı anlaşıldı; OsmanlI Hükümeti tarafından ahnan önleyici tedbirleri, Rus büyükelçisi Genaral İgnatiyef, kendisine tutkun olan sadrazama etki yaparak geri bıraktırmakta olduğundan halkoyunda meydana gelen heyecan kendisinin yerinden atılmasıyla kalmayarak padişah değişikliğine sebep oldu.

Ne Ramazan kararnamesi ve ne de padişah değişmesi mali ve idari bunalımın önünü alamadı. Karadağ ve Sırbistan isyanları ve Bulgaristan ihtilâlleri çorap söküğü gibi birbirini izlediğinden onları yatıştırmakla uğraştığımız sırada korkunç Rus Savaşı karşısında kaldık. Bu savaşmalar tabii devlet için bir hayli olağanüstü masrafları gerektirdiğinden devlet hâzinesi tamtakır ve dışarıdan borç para bulma kapılan da kapanmış olduğundan II. Abdülhamid’in padişah olmasından sonra çaresiz yine kâğıt para çıkanlması zorunluğu doğdu. Birinci tertip olarak üç milyon ve ikinci tertip olarak yedi milyon ki toplam on milyon liralık kâğıt para basıldı. Bu kâğıt paralar gümrüklerden başka bütün mal sandıklannca kabul edilmek ve her kâğıt paranın üzerine Osmanlı Bankası tarafından sıra numarası konarak miktannı sözde kontrol altında bulundurmak ve bütçeden beşyüz bin lira ayrılarak her sene yavaş yavaş piyasadan çekilmesi alman kararlar arasında idi.

Piyasaya çıkarıldığı zaman kâğıt para ile altın paranın farkı % 15 civarında iken dışarıdan satın alınma mecburiyeti olan cephane ve diğer lüzumlu savaş gereçleri karşılığının altın para olarak ödenmesi, orduların yiyecek ve lüzumlu eşya bedellerinin müteahhitlere altın para olarak ödenmek mecburiyeti, dolayısıyla, devlet hâzinesi altın ve gümüş paraya muhtaç iken, kâğıt paranın kullanılmasını sağlamak düşüncesiyle vergilerin kâğıt para olarak toplanmasından dolayı altın ve gümüş para sağlanamadığından piyasadan kâğıt para ile altın satın alma zorunluğu doğmuş bunun da ardı arası kesilmediğinden altının kıymeti durmadan yükselmeye başlamıştı.

Askeri dairelerin bitip tükenmeyen isteklerine altın yetiştirmek için devlet mâliyesi dilenci gibi Galata sarraflarını dolaştığı ve bu gidişle elindeki kâğıt para da suyunu çekmeye başlandığı bir sırada 1293-1877 bütçesi, henüz toplanmış olan mebuslar meclisine verildi. Mali sıkıntı tasavvurun üstünde idi.

Evvelce Mithat Paşa, 5 Ramazan kararnamesini hükümsüz saymış ve ileride yeni bir çözüm şekline bağlayarak borç ödemeyi ileriye bırakmış ise de bunun geliri çoğaltmada bir yaran yoktu. Bütçeye konan dört milyon keseye yakın genel gelir doğru bir hesaba dayanmadıktan başka büyük çoğunluğu kâğıt paraya dönüştüğü ve Rumeli vilayetleri savaş bölgesinde kaldığından oralardan para toplanması şöyle dursun İstanbul’dan yardıma muhtaç bulunduğu, muntazam olmayan borçların (otuzüç milyon lira) ödenmesi hususunda çoğunluğu yabancı olan alacaklılar ve Galata sarrafları hâzinenin iki ayağını bir pabuca koyduğundan mebuslar meclisinde inceden inceye devam etmekte olan görüşmeler sonucunda bir iç borçlanma yapılmasına ve gümrük gelirleriyle Mısır vergisinin bazı borçlara karşılık gösterilen kısmından arta kalanı karşılık gösterilerek tez elden Avrupa’dan para tedarikine karar verdildi ve Maliye Müsteşarı Zühtü Efendi apar topar Avrupa’ya gönderildi.

Mecburi borçlanma Ve yardımlarla memleket içinden toplanacak kâğıt para derde deva olamayacağından umutlar Zühtü Efendi’nin haşan göstermesine bağlanmıştı. Adı geçen efendi Londra ve Paris’te kapılan çalarak bürüt tutan beş milyon ve net tutan üç milyon İngiliz lirası (4) değerinde ağır şartlarla borçlanmaya, bunun bir milyon lirasını peşin almayı başarmış ise de savaş durumu Osmanlı Devleti için uygun gitmediğinden borçlanma tahvilleri satılarak bedelinin ele geçmesi mümkün olmadı. Peşin alınan bir milyon lirayı ise Avrupa’da satın alma işi ile görevli askeri kumandanlar kapış kapış ederek harcama listelerinden başka bir lokmasının İstanbul’a gelmesi nasip olmadı.

Bu durumda iken Rus Savaşı sona erdi. Memleket gibi bütçe de darmadağın oldu. Kâğıt paranın değeri % 8’e düşmüştü. Maliyecilerimizden Süleyman Sudi Efendi rahmetli tarafından bulunduğu ileri sürülen bir usul ile kâğıt paralar 1295-1878 bütçe yılı başlarında kullanılmaktan büsbütün kaldırıldı. Ömrü bir buçuk seneden fazla devam etmiş, iyi kötü Rus Savaşını idare etmişti. En çok zararını çekenler aylıklı memurlar idi.

Mali bunalım bir de para krizi doğurdu. Devletin birçok işlemleri eskiden beri metelik akça(5) ile yapılmakta iken Abdülmecit Han devrinden beri bakır paralar da ufaklık olarak kullanılmakta idi(29). Gerek metelikler ve gerek bakır paralar 1295-1878 senesinde metal değerlerine indirildiler. Savaştan evvel bir altın, bakır para ile yüzkırk kuruşa geçer ve halk arasında alışveriş bu değerden yapılır (tam okka(6) ekmek yetmiş paraya alınırdı) iken bakır paraların okka ile satılır hale gelmesi ve metelik değerinin de devamlı olarak değişmesi hükümeti 1296-1879 bütçe yılı başında paraların birleştirilmesi kararnamesini yayınlamaya mecbur etti. Geçerliliği zamanımıza kadar(7) devam eden bu kararname ile bakır paralar kaldırıldı ve meteliklerin değeri yarıya indirildi ve altına oranla gümüş mecidiyelere 19 kuruş resmi değer konuldu.

Ödenmesi ileriye bırakılan borçlara gelince, onlar için de bir çözüm yolu bulunması gerekli idi. Rüsüm-ı sitte(8) karşılık gösterilerek evvela bir idare kurulmuş ve bunun adı sonradan Düyun-ı Umumiye (Genel borçlar) idaresine çevrilerek ödenen ve birleştirilen borç taksitlerinin düzenlenmesi bu idareye bırakıldı. O vakit Düyun-ı Umumiye idaresinin kurulmasına karşı çıkanlar oldu. Lâkin II. Abdülhamid devrinde mali zorluklar içte şiddetle hükmünü yürüttüğü halde Düyun-ı Umumiye’nin kurulması sayesinde dışta hiçbir sızıltıya yer verilmediği inkârı kabil olmayan gerçeklerdendir.

İkinci Abdülhamid Han zamanında bütçe bozükluğu devam edip gitti. Memurlara senede altı aylık, o da bir zorlukla maaş verilebilir(30)> gelişme kalkınmaya yarayacak önemli bayındırlık işleri yüzüstü bırakılırdı. Hattâ bütçeler ilan edilmeyerek eski fikirli bazı devlet adamları “maliye hesaplan devlet sırlarıdır, onu gazetelerle yayınlayarak bakkal çakkala bildirmek doğru değildir” düşüncesinde idiler. Amma doğrusunu da söylemeli, eski devirlerdeki gibi dış borçlanma eğilimi gösterilmeyerek zar zor kendi yağımızla kavrulurduk.

1324-1908 temmuzunda meşrutiyet geri getirildi. Ertesi sene için bir muntazam bütçe düzenlenerek mebuslar meclisine verilmek gerekti. Maliye Bakanı Ziya Paşa gece gündüz çalışmak suretiyle ilk meşrutiyet bütçesini düzenleyerek bastırdı ve dağıttı. Bu bütçe bir tarihi eserdir. Çok yorulmuş olan Ziya Paşa, Kâmil Paşa kabinesinin düşmesinde çekilerek yerini Rifat Bey’e bıraktı. O sırda mali Müşavir olarak Fransa Sayıştay Başkanı M. Loran, İstanbul’a getirilmişti. Bu bütçe bir kere de adı geçenin incelemesine bırakıldı. M. Loran, Fransa bütçesi senelerce elinden geçtiğinden bütçe ilminde usta idi. İstek üzerine bakanların her biriyle birer ikişer toplantı yaparak bakanlıklarına ait harcamaları birlikte görüştü. Maksadı, dairelerde yapılan düzenlemeden meydana gelen tasarruf ile işlerin yürütülmesi ve fazla masraf yapılmayarak ilk meşrutiyet bütçesinin az ve zorunlu bir açık ile sunulması, Osmanlı meşrutiyeti hakkında Avrupa genel oyunda görülen olumlu bakışların artırılması hususları idi.

Ben o sırada Eğitim Bakanlığı’nda bulunuyordum. M. Loran ile iki defa görüşerek eğitim bütçesini gözden geçirdik. Bana hangi meslekten yetiştiğimi sordu. Öğretmenlikten dedim. Öyle ise pek kolay anlaşabiliriz dedi. Bütçe tasarısında iliştiği maddelerin hepsi doğru idi. Pek kolay uzlaştık.“Ben size hizmet için geldim. Arkadaşlarınızdan bazılarını inandıramıyorum. 1325-1909 yılını hazırlıklarla geçirelim; proieler yapalım, uygulamasını gelecek seneye bırakalım” diyordu.

Mesela deniz kuvvetleri bütçesine dörtyüz bin lira kadar kömür parası konmuştu. Otuz seneden beri çarkları dönmeyen savaş gemilerimizin Akdeniz’de dolaşarak şanlı bayrağımızı dalgalandırması en büyük emelimizdi. Deniz Kuvvetleri Bakanı Topçu Rıza Paşa bu emelin ateşli taraftarı idi. M. Loran kendisine sordu: “Paşa, otuz senedir yürümeyen gemiler(9) şimdi kötürüm olmuştur. Acaba kımıldamaya güçleri varımdır? Bu eskimiş gemilerin artık hiçbir savaş gücü yoktur, yanlız erat ve subaylar eğitime muhtaç olduğundan Marmara bölgesinde gemilerin dolaşması için kırk bir liralık kömür yetmez mi?” Rıza Paşa surat asmakla beraber insaf edip maliye müşavirinin teklifini kabul etti.

Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi M. Loran’m incelemişinden geçen bu bütçeyi mebuslar meclisine sundu. Bundan sonraki olaylar bilinmektedir. M. Loran hâzineye yük olmaya başladığından izin verilip memleketine gitti ve 1325-1909 bütçesi mebuslar meclisinde birçok ilaveler görerek devlet hâzinesini yine dış borçlanmalara mecbur bıraktı.

AÇIKLAMALAR

1 — 1983 para değerine göre 125 milyar TL.

·        2—  Valide sultan, padişah Sultan Abdülaziz ‘in annesi Pertevniyal valide idi. Pekçok hayır işleri yapmış olan bu padişah anasının en önemli eserlerinden biri de İstanbul’da Aksaray’daki camiidir.

·        3— 5 Ramazan 1292-6Ekim 1875 tarihli bu hükümet kararnamesi ile iç ve dış borç taksitlerinin beş sene müddetle yansı para olarak ve diğer yansı da % 5 faizli hazine bonolarıyla ödeneceği ilan edilmişti. Buna rağmen ilk tâksi-din ödenmesi bile tamamen mümkün olamadığından alacaklılar büyük bir heyecana kapılmışlardı.

·        4 — Bugünkü para değeri ile bir milyar yüz on milyon lira.

·        5 — Osmanlı İmparatorluğu’nda en küçük para birimi akçe idi. Gümüşten bası

lan akçenin 1828yılından itibaren metelik denilen daha küçük değerleri de basılmıştır. Abdülmecit zamanında bakır para da kullanılmaya başlamıştır.

·        6 — Bugün kullanılmakta olan ağırlık ölçülerinden evvel memleketimizde kilo ye

rine okka denilen ve dörtyüz dirhemden oluşan ağırlık birimi kullanılırdı. Bir okka 1250 gram ağırlığında idi.

7— Kitabın yazıldığı 1918 senesine kadar.

·        8 — Rüsum-ı sitte altı vergi demektir. İmparatorluğun, dış borçlarını ödemek için

1879yılında alacaklı devletlerin temsilcileriyle yaptığı toplantıda, temsilcilerin memleketin altı çeşit gelirini (kıymetli kâğıtlar, alkolü içkiler, balık, ipek, tuz ve tütün vergileri) toplamasına müsade edilmiştir ki sonradan bu “Düyun-ı Umumiye = Genel Borçlar” idaresi denilen ve dış borçların ödenmesi için kurulan dairenin esası olmuştur. Bu idare ancak cumhuriyet devrinde kaldı-nlabilmiştir.

·        9 — Bilindiği gibi Sultan Aziz devrinde büyük bir gelişme gösteren Türk donan

ması II. Abdülhamid kendisini tahttan indirebilir korkusu ile bu güçlü filoyu Haliç’e hapsettirmiş ve 33 senelik saltanatı boyunca gemiler hareketsiz kalmışlar, bu sürede onarım da görmediklerinden bütün savaş gücünü kaybetmişlerdi.

XXIV AHMET VEFİK PAŞA

Eski devlet adamlarından çeşidinde eşsiz olan Ahmet Vefik Paşa 1240-1825(1) senelerine doğru dünyaya gelmiştir. Gerek babası Mehmet Ruhiddin Efendi ve gerek atası Yahya Naci Efendi(2) yabancı dil bildiklerinden evvelkisi Tersane ve Bâb-ı Seraskeri tercümanlığında ve İkincisi Divan-ı Hümayun tercümanlığında bulunmuşlardır. Hattâ Müslüman halktan ilk divan tercümanı olan bu Naci Efendi’dir. Bu aileye aslı Rumelili olduğundan mı nedir Bulgarzadeler denildiğini Ahmet Vefik Paşa söylermiş(3).

Ahmet Vefik Efendi küçüklüğünde Paris’e gönderilip senelerce eğitim görmüştür(4). Dönüşünde Bâb-ı Âli tercüme odasma(5) girerek Reşit Paşa’nm kadir bilir gözüne çarparak Fuad Efendi(6) yanında Bükreş’e gönderilmişti (1267-1850). ilk büyük görevi Tahran Elçiliğidir (1867). Dört sene sonra Meclis-i Vâlâ üyeliği ile İstanbul’a getirilmiş; Deavi Nezareti de görevine eklenmiştir. 1276-1859 recebinde Paris Büyükelçisi olarak(7) Şam meselesinde(8) aldığı mert tutum ve cesaretle Osmanh Hükümeti’ne büyük yararlar sağlamakla beraber oradan alınmasını da gerektirmiş olduğundan evkaf bakanlığına sonra Meclis-i Vâlâ üyeliğine ve 1279-1863 sonlarında Anadolu sağ bölgesi müfettişliğine tayin edilmiştir. Bir buçuk seneden fazla Bursa ve Karasi(9) taraflarını dolaşarak teftişlerde bulunmuş ve kendisine has olan başına buyruk tutumu belde büyüklerini gücendirmiş ve halka da bu tutumu garip gelmiş olduğundan hakkında birçok ağır şikâyetler yapıldığından artık Fuad Paşa bile koruyamamış hattâ müfettiş efendinin hakkında ileri sürülen kanunsuz hareketlerini soruşturmak için ayrıca bir teftiş heyeti gönderilmesi Bâb-ı Âli tarafından düşünülmüştür. Bunun üzerine görevinden alınarak Âli Paşa’nm ölümüne kadar yedi sene mazul (açıkta) kalmıştır. Mahmut Nedim Paşa sadrazam olunca Ahmet Vefik Efen-di’yi beğenerek Rüsumet Emanetine ve orada banndıramayıp sadrazamlık müsteşarlığına ve orada da tutamayarak eğitim bakanlığına atamıştır 1289-1872. Eğitim bakanlığından ayrılmasından sonra bir müddet devlet şurasına üye olmuş sonra dört sene kadar mazul (açıkta)

olarak evine çekilmiştir. Mebuslar Meclisi’nin ilk açılışında padişah tarafından başkan tayin edilmiş(lO) ve sonra da vezirlik rütbesi verilmiştir 1294-1877. Toplantı döneminin sonunda üç dört ay kadar Edime Valiliği’nde bulunmuş, 1295-1878 başlarında ikinci defa Eğitim Bakanı ve yirmi beş gün geçince Başvekil(ll) olmuştur. Çirkin bir iurnalci iftirası(12) üzerine azledilerek Hüdavendigar vilayetine gönderilmiş ve dört sene kadar Bursa’da kalmıştır.

1300-1882 muharreminde ikinci defa başvekâlete getirilmiş ise de iki gün içinde düşerek(13) ondan sonra Rumelihisar’ı tepesindeki evinde emekli olarak yaşamıştır. Ölümü 22 Şubat 1308-1891’dedir(14). Hisar (Rumeli) mezarlığında gömülüdür. Yaşı yetmiş civarında idi.

Ahmet Vefik Paşa temiz, doğru, bilgisi geniş, çok dayanıklı, vatan sever, hareketli, zorba, gösterişli yüzlü bir adamdı. Fransızca ve Farsçayı pek güzel konuşur ve söyleyişinde millî şiveyi gösterirdi. Okumaya bayıldığında^ pek çok kitap okumuş ve okuduklarının pek çoğu hafızasından ihtiyarlık zamanına kadar silinmemişti. Fakat o kadar çok şeyi kafasında sıralayamadığmdan anlatırken birbirine karıştırırdı. İnat derecesine varan kararlılığı ve dayanıklılığı ve mübalağaya meyli ve müstebit hareketleri atasözü haline gelmişti. Bununla beraber en garip hareketlerinde bile aransa bir felsefi anlam bulunabilir. Fikirlerine inanan ve başına buyruk olduğundan hiçbir zorluk karşısında beceriksizlik göstermez, bilmediği meseleler hakkında bile hükümler uydurur ve sonra da bir kahkaha salıverirdi. Ağır başlılığı, yüksek mevkii ve zenginliği küçük gördüğü doğrudur. Son yıllarında üç dört ayda bir defa ziyaretine giderdim. Aslında zengin olmadığından her ay verilmeyen mazuliyet maaşı da sade olan evinin idaresine yetişmezdi. Eşyası eskimiş ve hattâ minder örtüleri yamalı idi. Tenezzül ederek ne maaşının arttırılmasını ve ne de alamadığı maaşlarının ödenmesini istemiştir(15). Hastalığı padişah tarafından duyulduğunda geçmiş maaşlarının verilmesine padişah buyruğu çıkması üzerine teşekkür etmek için bir kerre saraya gitmişti. Üstün nitelikleri yâlnız tenezzül etmemekten ibaret olsa bile yine de ululamaya değer. Gurur ve büyüklüğü sonsuzdu. Sevmediği adamları hangi rütbede olursa olsun kabaca tahkir eder, (Dışişleri Müsteşarı Artin Paşa’ya eteğini öptürmeyerek tahkir etmek istemişti) hoşlandığı kemselere toz kondurmazdı. O ihtiyar halinde evladı yerinde olan bizlere kendi eli ile haremden(lö) şerbet getirdiği olurdu. Büyük püsküllü kocaman fesi yuvarlak yüzüne özel bir büyüklük vererek parlak alnından büyüklük, zekâ, bilim ve onur ışınları parlardı. Sokak  ta dilenci kıyafetine girse hiç tanımayan kimse “bu adam vezirdir” di ye hüküm verebilirdi. Millî onur ve doğruluk timsali idi. Millî terbiye 1     ve millî geleneklere saygılı olup karışma ferrace ve çedik pabuç(17) giydirirmiş. Her işde aşın ve davranıştan dengesiz olup zamana uymayı I bilmez bir ferman dinlemezdi. Bu halleri sebebiyle zamanında umuldu-; ğu kadar büyük hizmetleri görülemedi. Devlet için önemli iki tehlikeli S meseleyi zamanında aldığı âni tedbirlerle önlemiş (aşağıda anlatılacak-; tır) ve memlekete hiç zarar verdirmemiştir. Fuad Paşa “Ahmet Vefik

Efendi binek taşı(18) büyüklüğünde bir pırlantadır. Ne süs eşyası olmaya yarar ne de kaldınma konur” dermiş. Âli Paşa ile arası pek açık idi, ağzına geleni söylerdi hakkında. Said Paşa ile de aynı durumda idi. “karma kanşık kütüphane” ve “her tarafı dikenli bir yuvarlak” deyimleri Ahmet Vefik Paşa hakkında söylenmiş idi.                            '

?           Devlet memurlan gözünde iki kısımdı. İyiler ve fenalar. İyi bel- "•

t ledikleri hakkında sevgisi ve güveni çoktu, fena bildikleri ki rüşvete alışık olanlardı, gözünde çörçöp sayılır ve onlara karşı düşmanlık bes-

| lerdi. Acizliği ve beceriksizliği hırsızlığa tercih ederdi. Dost ve aynı kafada saydığı insanlardan ayrılmaz, onlara iyi muamele ederdi.

Kişiliği bakımından büyük değer taşıyan, gelmiş geçmiş, devletimizde eşi hatırlanamayan Ahmet Vefik Paşa’nm şahsiyetini tanımlamak ve belirlemek için pek çok olan övünülecek niteliklerinden / bazılarını anlatacağım; gariplikleri ve gülünçlüğü ile beraber bu fıkra-lardan ne olduğu anlaşılabilir.

ı          Rüsumat Emini iken (Gümrük Bakanı) balıkhane nazırını çağır

tıp balık vergisinin miktarını sormuşıÜç seneden beri bu görevde bu-

! lunduğunu ve gösterdiği dikkat ve gayret sayesinde eski verginin üç senede iki katına yükseldiğini söylemiş, bu duruma göre takdir beklerken “ben bilirim o ne tutar; seni hırsız herif seni, çok dışarı” azarıyla kovulmuş. Meğer balıkhane nazın Ahmet Vefik Efendi’nin defterinde

I kötüler bölümünde yazık imiş;

Deavi nazırı iken esnafa mahkeme karanyla tespit edilen borçlarını vermeyen devlet adamlarından birini huzuruna çağırtır, o zamanın âdeti gereğince daireye hayvanla geldiğinden Ahmet Vefik Efendi adamı odasında alıkoyup lalardı ile oyaladığı sırada hayvanını pazara gönder-

! terek sattırmış; içinden borç miktarını alıkoyarak gerisini kendisine teslim etmiş. Borçlunun şaşkınlığını açıklamaya lüzum yok.

Sadrazamlık müsteşarı iken gelen kâğıtlara bakmayarak “ben mektupçu değilim, görevim sadrazama önemli devlet işleri hakkında görüştüğünde fikrimi bildirmektir” dermiş. Hattâ bir gün sadrazam tarafından üç dört defa çağrıldığında son defasında gitmemiş ve kapısını kilitleyerek oturmuş(19).

Bursa Valisi iken yaptırdığı hastaneye(20) gelir sağlamak için tiyatro açarak kendisi Moliere’in hafif komedilerini tercüme eder, me-murlan ve ileri gelenleri zorla tiyatroya abone yazdırırdı. Şeriat naibi Asım Bey mesleği dolayısıyla tiyatroya gidemeyeceğini bahane ederek abone bedelini ödemez. Bir sabah bakarki arabalığının kapısı gece valilik emriyle duvarla ördürüldüğünden hayvanlan içeride hapis kalmış..

Bursa’da kira arabası ile sokak sokak dolaşır ve arabacıyı kas-den çıkmaz sokaklara sokar ve arabacı durunca “Vali Paşa’mn arabası için hiç durmak olur mu” diyerek belediyeden amele getirtip karşısına gelen duvan hemen yıktınrmış. Bu suretle birçok çıkmaz sokağı açtırmış.

Bursa’da efelerin garip özel kıyafetlerine kızdığından o kıyafetle şehre kim girerse dizliklerini polisler makasla keserlermiş. Haşan Fehmi Paşa da Aydın Valiliği’nde aynı şeyi yapmıştır.

Teftiş sırasında gezerken bir köye uğrayıp sakin bir yerde bulunan Bektaşi dergâhına gitmiş ve sorgu sualsiz tekkeyi yıktırmış. Meğer dergâhın bir zamandan beri eşkıya barınağı olduğunu evvelce tahkik ettirmiş.

Bursa’da kendisiyle aynı kafada olan bir savcı yardımcısı varmış; akşamlan o gün yaptıklarının sebebini sorar ve paşa da anlatırmış. Bir defa Mudanya kaymakamına falan yere kadar Bursa yolunun iki tarafına ağaç dikmesini emretmiş. Ormandan çıkarılan fidanlar fazla geldiğinden dikim, bildirilen yeri geçmiş; Ahmet Vefik Paşa yeri incelemeye gittiğinde gösterdiği noktadan ileri ne kadar ağaç dikilmiş ise hepsini söktürmüş. Sebebi sorulduğunda “Mudanya kaymakamı verdiğim emri bu kerre fazla yaptı, yarın da eksik yapabilir. Tamamını yapmaya alışmalıdır” cevabını vermiş.

Emekli olarak Bursa’da oturan mutasarrıflardan bir paşanın kırk kırkbeş aylığı zamanında alamadığı için birikmiş, zavallı adam hasta ve yokluk içinde imiş, karısı üfürükçü hocalara inandığından paşasını tedavi ettirmek için eline geçen parayı onlara verirmiş; bundan dolayı

Ahmet Vefik Paşa o aileyi yoksun bırakırmış; adamcağız ölmüş; vali paşa işitince veznedarı çağırtıp ölenin alacaklarını hemen hazırlayıp mirasçıları arasında bölüştürmek için şeriat mahkemesine(21) teslim etmesini emretmiş. Savcı yardımcısı alışkanlık ile akşam “bu adamı ömrünün sonunda süründürdünüz, ölümü günü bütün alacaklarını ne için verdiniz” demesi üzerine, Ahmet Vefik Paşa da “orasını sonra anlatırım,sen şimdi paşana yaz (Adliye nazırı Cevdet Paşa’ya) bugün ölecek olursa alacaklarını dakikasında temamen öderim” cevabını vermiş. Meğer Cevdet Paşa’nm güzeşte maaşları (alamadığı aylıkları) Bursa’-ya havale olunmuş, fakat ne kendisine para verilir ve ne de ödeme emirleri geri gönderilirmiş.

Birgün bir köylü kadın kendisine başvurarak saatini kaybettiğini ve aradığı halde bulamadığım, vali paşanın gözlüğünü takarsa kayıp şeylerin bulunduğu yeri keşfettiğini haber verdiklerinden onun için köyünden Bursa’ya kadar geldiğini söyler. Ahmet Vefik Paşa kadının hangi köyden olduğunu, saati ne kadar zamandan beri kullandığını ve ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra bir müddet beklemesini emreder. Çarşıya adam gönderip uygun bir saat aldırır ve kadını getirterek tek gözlüğünü takıp ‘ ‘hanım ben kayıpları bulurum amma taze iken bulurum, sen vaktini geçirmişsin, şimdi bu saati al kullan, bir daha kaybın olursa kırksekiz saati geçirmeden başvur” diye gönlünü hoş ederek köyüne gönderir. Halk arasında Bursa’daki yerini bu fıkra da açıklamaktadır. Halkın hükümete böyle güvenmesi ne hoştur(22).

Bursa’da caddeleri genişlettiği sırada “Yürüyen Dede”adında bir türbenin yıktırılarak sokağa eklenmesi lâzım gelmiş, Ahmet Vefik Paşa bilim adamları ve ileri gelenlerden bazılarıyla beraber türbenin başına gidip “yürü ya dede” diye üç defa seslendikten sonra da “dede hazretleri elbette yürümüş gitmiştir, ayak alfanda kalmayacak ya” diyerek türbenin yıkılmasını emretmiş.

Adliyenin görevleri Muhakeme Usulü Kanunu ile belirlendiğinden sivil memurların tutuklanması ve hapsedilmesi gibi geleneksel emirlerine^) savcılar engel olmakta idi. Ahmet Vefik Paşa bundan sıkılır ve bir gün sadrazam olursa adliye dairesine giderek binek taşında “paydos” diye bağırarak dairenin kapılarını kapayacağını söylermiş, bu sözü İstanbul’da da duyulmuş. Bir aralık adliye binası onanlırken eskiden beri orada çalışmakta olan bir kâtip sandıklarda eski bir evrak dosyasını aramaya çalışırken ırgadbaşı öğle tatili için paydos diye bağırınca zavallı kâtip Ahmet Vefik Paşa’nm sadrazam olduğunu ve adliyeyi kapatmaya geldiğini zannederek acele sandığı kapayıp eşyasını toplamak için odasına çıkmıştır.

Devletçe iki önemli olayda gösterdiği büyük hizmet şunlardır: Paris büyükelçisi iken ortaya çıkan kanlı Şam olayının (1277-1860) Cebel-i Lübnan’a da(24) sıçramasından dolayı Fransa’da halk fanatizmi coşarak bir mareşal kumandasında Suriye’ye büyük bir ordu gönderilmesi hazırlıklarına başlandığında Ahmet Vefik Efendi Bâb-ı Âli’yi “Suriye’ ye asker uçurunuz” feryatları ile uyarmış ve Dışişleri Bakam Fuad Paşa olağanüstü komiserlikle hemen Suriye’ye gittiği gibi etraftan da yeterli kuvvet yetiştirilmişti. Fransa’da işe karışma eğilimi biraz gevşemiş olmakla beraber büyük devletler işe karışarak Paris’te bir konferans toplanarak Suriye’ye gönderilecek Avrupah askerlerin sayısı ve nasıl gönderileceği, Osmanlı askerinin göreve nasıl katılacağı hususlarının görüşülmesi kararlaştırılmış ve bu karan Osmanlı Hükümeti de uygun bulmuştu. Bu konuda Ahmet Vefik Efendi’ye telgrafla verilen şifreli talimatı adı geçen elçi konferansın şekli ve müzakere edeceği maddeler açığa çıkıncaya kadar sakladı ve Fransa Hükümetine karşı inkâr etti. Halbuki Bâb-ı Âli’nin konferansı uygun bulduğu ve elçi beye özel talimat bildirildiği Fransa’nın İstanbul elçisi Marquie de Lave-lette’in haber vermesi üzerine Fransa Dışişleri Bakanhğı’nca öğrenilmiş ve resmi yoldan Ahmet Vefik Efendi’den istenmişti; fakat efendi öyle bir bildiri almadığını söylemekte ısrar ettiğinden Âli Paşa talimatı açık telgrafla göndermeye mecbur oldu. Artık gizlemeye güç kalmadığından Ahmet Vefik Efendi geçici olarak Paris’ten savuştu. Böyle birkaç gün geçmesi Fransa halkoyunun sakinleşmesine yaramış ve konferansa Osmanlı Devleti tarafından Ahmet Vefik Efendi delege olarak atanmış, alman karar gereğince Fransa tarafından gönderilecek kuvvet de altı bine indirilmiştir. Ahmet Vefik Paşa rahmetli bu olayı kendisi anlatır ve “Âli Paşa hınzırı öyle zor anda bana resmen yalan söyletti” derdi.

İkinci hizmeti başvekâleti zamanına aittir. Gerçi Mebuslar Meclisini dağıtmakla Sultan Abdülhamid’in istibdad idaresi kurma maksadına âlet olmuş ise de kesin yenilgimizin sebep olduğu çeşitli zorluklara ve bunalımlara göğüs gererek, yılmamış ve geceli gündüzlü çalışarak büyük acılan azaltmayı başarmıştır.

Berlin Kongresinin ilk günlerindeki görüşmelerden de anlaşıldığı gibi Rus ordularının İstanbul’a yaklaşması sebebiyle başkentte heyecan arttığını ve İslam ahali tarafından Hıristiyanların öldürüleceğini Rus delegeleri ileri sürerek İstanbul’a asker sokmak^ istiyorlar-dı(1295-1878). Zaptiye Nazırı Hafız Paşa’dan birgün Bâb-ı Âli’ye acele bir tezkere gelir; bunda Tatavla’da(25) bir kısım Rum halk toplanarak isyan alâmetleri gösterdikleri haber verilir ve Taşkışla’dan(26) ve Beyoğlu İhtiyat kışlasından(27) hemen birkaç tabur asker hazırlanarak başkaldıranlara! bastırılması lüzumu bildiriliyormuş. Başvekil bulunan Ahmet Vefik Paşa hemen arabasını hazırlatıp doğru Tatavla’ya gitmiş. Gerçekten marangoz kalfası ve terzi çırağı makulesinden beş altıyüz ayak takımı toplanıp bağırmakta imişler. Ahmet Vefik Paşa’yı görünce şöhretinden ürkmüşler. Paşa arabadan inip töpallaya topallaya (romatizmadan rahatsızdı) gösterici birini yakalayarak bastonuyla bir iki > vurduktan sonra elinden kurtulunca bir diğerini tutmak üzere bir iki ı, adım attığında kalabalık çil yavrusu gibi dağılmış, paşa oradan doğru Yıldız’a (saraya) giderek zabtiye nazırını getirtmiş.

Kendisine önemli bir kâğıt göstermek üzere o gün yıldıza gelen dışişleri yazı kalemi (bürosu) memuru Nişan Efendi kurena odasında anlatmıştı “Ahmet Vefik Paşa şurada (yerini göstererek) oturuyordu. Hafız Paşa içeri girdi; Ahmet Vefik Paşa yakma geliniz diye çağırarak aralarında birkaç adım kalınca ayağa kalkarak iki parmağını uzatıp ‘ ‘ben adamın iki gözünü birden oyarım” diye Hafız Paşa’nm üzerine doğru , yürüdü ve “seni miskin herif seni, taburlarla asker sevkedeceğine ken- $ din gidip de o karga derneğini ne için dağıtmadın, devletin başına dert mi açacaksın” diye azarlayarak dışarı kovdu. Meğer bu Tatavla derneği bir çıbanbaşı kopartmak ve Rusya’nın emellerine hizmet için kışkırtıcılar tarafından tertip edilmiş imiş.

Ahmet Vefik Paşa ufak tefek birkaç eser ile kıymetli bir kütüphane bırakmıştır. Yazı üslubu sadedir. Başvekâleti zamanına raslayan zorlukları ileride bir münasebetle anlatacağız.

Bursa’dan dönüşünde Said Paşa’nm yerine ikinci defa olarak Başvekil olduğunda güya padişahın huyunu ve tutumunu unutmuş gibi Şeyhülislâm Uryanizade Esat Efendi’yi bakanlar kurulundan çıkarmak, Bursah Rıza Efendi gibi iyiler defterine yazdığı tanıdıklarını Bâb-ı Âli’ye çağırarak müsteşarlık, Âmeddlik ve mektupçuluk gibi görevleri onlara vererek başına buyruk harekete kalkması (padişahı) vehimlendir-diğinden Ahmet Vefik Paşa azledilmiş, Said Paşa, İçişleri Bakanı Mahmut Nedim Paşa ve Şeyhülislâm Esat Efendi saraya çağrılarak yerine kimin geçeceği konuşulmuş. Said Paşa’ya teklif edilince yorgunluğundan ve iki gün evvel azlolunan bir başvekilin iki gün sonra tekrar atanmasının dedikodu yaratacağından bahsederek özür dilemiş. Mahmut Nedim Paşa’ya teklif olunduğunda o da ihtiyarlığını bahane ederek kabul etmek istememiş. Ondan sonra padişah Şeyhülislam Efendi’ye hitaben “ben namazı kılayım, siz de paşaların birini kandırınız” diyerek odadan çıkmış. Dönüşünde verilen karar gereğince Mühür Mahmut Nedim Paşa’ya verilmiş. Said Paşa, Mahmut Nedim Paşa’yı teşvik için “efendim bakanlıklardan birinde ben de kendilerine hizmet ederim” demiş. Mahmut Nedim Paşa mühürü alınca “eski sadrazamların bir kâhyası olurdu; demek ki yüksek şahsınız şimdi bize kâhyalık edecek” sözlerini kibirli bir şekilde söyleyerek padişahın yanından çıkılmış. Mahmut Nedim Paşa son derece bir gururla önde yürüyerek mabeyn dairesine gelirken tekrar geri padişah huzuruna çağrılmışlar. Bu defa mühür Said Paşa’ya verilmiş; beş dakika içinde padişahın fikir değiştirmesinin sebebi nedir? Kuşkudan başka birşey değildir.

Said Paşa anlatırmış; padişah namaza çıktığı zaman Mahmut Paşa iki dizi üzerine seccadede oturup “velinimetin eşiğinde (evinde) kulluk terbiyesi korunmalıdır” deyince şeyhülislâm efendi de elbisesinin yardımıyla yavaş yavaş kendini kaydırarak kanapeden yere inmiş, Said Paşa küçük yapısı ile koltukta yalnız kalmış. O gün Mahmut Nedim Paşa’nın gönlünü hoş etmek için kendisinin hem İçişleri Bakanı hem Danıştay Başkam hem Mabeyn Müşiri olduğu bildirilmiş iken Gazi Osman Paşa mabeyn dairesinde kendileriyle buluşarak padişah, hizmetin- -den hiçbir şekilde ayrılamayacağından ısrarı üzerine mabeyn müşirliğinde bırakıldığını haber verdiği gibi devlet şurası reisliğinden de vazgeçilmesi emredildiğinden Mahmut Nedim Paşa yalnız İçişleri Bakanlığı ile kalmış. Ahmet Vefik Paşa’nın müsteşar ile âmedci için “bunlar sadrazamlık arabasını çeken iki hayvandır, lâkin birisi çifteli diğeri lagardır” dediği duyulmuştu. Şeyhülislâm efendiye bakanlar kuruluna gelmemesi için gönderilen protokol memuru Behçet Bey rahmetli değişiklik olduğunda toplantıya gelmesi haber verildiği zaman “Deli pazarı b.. pazarı” dediğini anlatırdı.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Gerçek doğum tarihi 1238-1823’tür.

·        2 — Büyükbabası İslâmiyeti sonradan kabul etmiş olan ilk Müslüman Divan-ı Hü

mayun tercümanı tayin olunun mühendis mektebi öğretmenlerinden Yahya Naci Efendi ve babası Paris maslahatgüzarı Ruhiddin Efendi’dir.

·        3 — Vefik Paşa ’nın torunu (kızının kızı) Fahrünnisa Hanım, dedesi hakkında İs

tanbul’da yayınlanan Tevhld-i ffkâr gazetesinde çıkan bir yazıda dedesinin bunu reddederek Türk ve Müslüman olduğunu söylediğini yazmaktadır. Meşhur tarih sahibi ve paşanın gençliğini iyi bilen Şanizade Ataullah Efendi ise tarihinde paşanın kendi ağzından Bulgarzade dediğini yazmaktadır. Cilt: 4 Say. 33.

4— Babası Ruhiddin Efendi Mustafa Reşit Paşa ’nın Paris Büyükelçiliği sırasında onun yanında görevli olduğundan küçük Vefik Efendi’yi de beraber götürmüş ve Paris’te Saint Louis Lisesinde okumuştur.

·        5 — Yüzyıllarca yabancı devlet adamlarıyla yapılan görüşmeler İstanbullu Rum

asıllı tercümanlar aracılığı ile yapılmakta iken bunun zararları görüldüğünden Mahmut II. zamanında “Tercüme Odası” kurularak Müslüman-Türk halktan tercümanlar yetiştirilmeye başlanmıştır.

·        6 — Macar mültecileri meselesiyle ilgili olarak Fuad Paşa başkanlığında gönderi

len heyet.

7— Paris Büyükelçiliğine atanması tarihi Recep 1277-1861’dir.

·        8 — 1866’da Cebel-i Lübnan’daki yerli Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında çı

kan bir olaydır. Bu sırada Vefik Paşa Fransa İmparatoru III. Napoleone’ın Suriye’ye asker gönderme teşebbüsünü, Fuad Paşa’nın olayı bastırmasına kadar oyalayarak önlemiştir.

·        9 — Karasi bugünkü Balıkesir vilayetinin eski adıdır.

10— 1876 Anayasasında mebuslar meclisi başkanlığının meclis tarafından seçileceği belirtilmiş ise de II. Abdülhamid anayasanın 119. maddesinde belirtilen geçici yönetmelik hükmüne dayanarak bu seneye mahsus olmak üzerebaşkan-lığa Ahmet Vefik Efendi’yi atamıştır.

·        11 — Başvekil deyimi Osmanlı İmparatorluğu ’nda ilk defa Mahmut II. zamanında

kullanılmış ve bu makama Mehmet Rauf Paşa getirilmiştir. Tanzimatın ilanından sonra tekrar sadrazam unvanı kullanılmıştır. 1878’de II. Abdülha-midin padişahlığı sırasında Ahmet Vefik Paşa’ya da başvekil unvanı verilmiştir. Bir müddet sonra bu deyim bırakılmış ve imparatorluğun yıkılmasına kadar sadrazam unvanı kullanılmıştır.

·        12 — Sarayda kendisini çekemeyen bazı kasımlarının paşayı padişah gözünden dü

şürmeye çalıştıkları sırada padişahı tahttan indirerek yerine kardeşi Reşat Efendi’yi geçirecekleri yolunda halk arasında şayialar bulunduğunu bildiren ve Müşir NusretPaşa tarafından verilen basit bir iurnal üzerine kuşkulu padişah hiçbir soruşturma yapmadan Vefik Paşa’yı başvekâletten almıştır.

·        13 — Paşanın Bursa Valiliği’nde iken yaptığı bazı işlerden dolayı hakkında soruş

turma açılması ve suçlu bulunmasına rağmen ikinci defa başbakanlığa getirilmesi ne kadar garip ise iki gün sonra azledilmesi devlet idaresindeki keyfiliğin ve laubaliliğin açık örneğidir. Paçanın bu ikinci başbakanlıktan, ileri sürdüğü bazı şartların padişah tarafından kabul edilmemesi dolayısıyla kendisinin istifa ettiği bazı kaynaklarda görülmektedir.

·        14— 22 Şubat değil 22 Şaban olması lazımdır.

·        15— Sultan II. Abdülhamid devrinde memur ve emeklilere maaşları her ay muntazam verilmez, senede ancak belirli zamanlarda ödenirdi. Vakti geçen bu maaşlara Güzeşte adı verilirdi.

·        16— Eski evlerin iki bölümü vardı; birine harem diğerine selamlık denir idi; Harem kadınların ve çocukların bulunduğu kısımdı. Selamlık ise daha ziyade yabana erkeklerin ve misafirlerin kabul edildiği yerdi.

·        17— Eskiden kadın ve erkeklerin giydikleri ve mes-lastik gibi iki parçadan oluşan ve genellikle san keçi derisinden (sahtiyan) yapılan ayakkabının adına çedik denirdi. Bunların konçları (yukarı kısımlan) bol ve kisa olurdu.

18 — Binek taşı eskiden motorlu vasıtalann bulunmadığı yalnız hayvanlann kullanıldığı devirlerde ata diğer binek hayvanlarına binmek için merdiven yerine kullanılan yüksekçe taşa verilen addır. Sürücü adı verilen kiralık hayvanlann bulunduğu ve bugünkü araba parkı yerine benzeyen yerlerde ve büyük konakların önünde böyle binek taşlan bulunurdu.

19— Açıkta kaldığı sırada kendisini göreve alan ve çeşitli hizmetlerde çalıştıran bu sadrazam Mahmut Nedim Paşa’dır.

20 — Bugün Vefik Paşa adını taşıyan Bursa ’nın en büyük hastanelerinden birisidir. 21—0 sırada imparatorlukta birisi sivil veya nizami mahkemeler diğeri şeriat mahkemeleri olmak üzere iki çeşit mahkeme vardı. Şeriat mahkemelerine kadılar bakardı. Bir de Türk uyruklu olmayan yabancıların işledikleri suçlara bakan mahkemeler vardı ki bunlara “muhtelit = karma mahkeme” adı verilirdi.

·        22 — Bu garip tutum ve davranıştan dolayısıyla hakkında birçok şikâyet yapıldı

ğından bir teftiş komisyonu kurularak hakkında soruşturma açılmış ve suçlu görülmüş ise de İstanbul’a çağnldığmda yukarıda anlatıldığı gibi sadrazam tayin edilmiştir. Padişahın bu garip tutumu onun gariplikleriyle ne güzel bağdaşıyor.

·        23 — Eskiden valiler devlet memurları hakkında istedikleri gibi hareket ederler ve

onlan cezalandırabilirlerdi. Tanzimat’ın ilânından sonra çıkanlan mahkeme usul kanunlarıyla valilerin bu yetkisi kaldırılmıştı.

24—0 zaman Lübnan imparatorluğa bağlı bir sancaktı. Cebel-i Lübnan diye veya sadece Cebel diye de söylenirdi. Olay için 12 sayılı makalenin açıklamasına bak.

·        25 — Tatavla İstanbul’da bugünkü Kurtuluş semtinin eski Rumca adıdır.

·        26 — Taşktşla bugün İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir bölümünü oluşturan Şe-

riton Oteli karşısındaki büyük binanın adı idi.

·        27 — Daha sonraları Taksim Kışlası adı ile anılan bu bina Cumhuriyet devrinde

İstanbul’un ilk stadyumu olarak kullanılmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında yıktırılarak yerinde bugünkü Taksim gezisi yapılmıştır.

XXV.

SERDAR-I EKREMLER

Yüzyılımızda iki serdar-ı ekrem gördük: Biri Ömer Lûtfi Paşa diğeri Abdulkerim Nadir Paşa’dır.

1 — Ömer Paşa Avusturya Slavlarından olup Osmanh ülkesine gelerek(l) Osmanlı ordusunda görev almış ve îslamm şerefi ile onur-lanmıştır. Mirlivalık rütbesine kadar yükselmiş iken orduda yapılan bir ayarlama sonunda emirülümeralıkla askerlik mesleğinden çıkarılmış-tı(1259—1843). Abdülmecid’in huzurunda yapılan bir askerî manevrada bir birlik kumandanının yaptığı bir hatâ üzerine Ömer Paşa kendini tutamayarak birliğin başına geçmesi ve hatayı düzeltmesi padişahın takdirini mucip olduğundan askeri rütbesi geri verilmişti. Sonra Ferik rütbesi verilmiş ve Fuad Efendi(Paşa) ile Memleketeyn’e vazife ile gönderilmişi) ve parlak bir şekilde Bükreş’e girmesi Müşirlik rütbesi ile terfiini sağlamıştır. (Recep 1265 — 1848). Rus savaşı(3) çıktığında Rumeli Müşiri idi. Oltaniçe ve Çıtana(4) muharebelerini kazanması ve hele Rusların hücum planlarını kestirmesi askeri değerini gösterdiğinden 1270 — 1853 Cumadiyululasmda Serdar-ı Ekrem unvanı ve merasimle padişahın takdiri bildirilmiştir. 1270 — 1853 yılı Tuna hattını korumayı başarmış, Fransız ve İngiliz ordularının geldiği sırada, Avusturya hükümeti Memleketeyn’i geçici olarak işgal edip tarafsız bölge haline koyduğundan ve Rus orduları da Prut Nehrinin arkasına Besa-rabya’ya(5) çekildiğinden Osmanh Avrupasmda savaşacak yer kalmadığından komutanlar aralarında görüşerek Kırım’ı savaş alanı ve Sivastapol müstahkem mevkiini zafer hedefi kabul etmişler, askerlerini Varna’dan Kırım’da Gözleve’ye götürmüşlerdir. Ömer Paşa bir müddet daha Rumeli’de kalmış, Kırım’a giden askerî birliklerimizin kumandanlığına Ferik Rüstem Paşa atanmıştır. Sonradan Sivastopol kuşatması şiddetlendiğinden Ömer Paşa da geride kalan süvari birlikleri ile Rumeliden Sivastopol taraflarına geçmiş daha sonra da Sahum(6) taraflarına faydasız bir askerî harekete girişmiştir.

Paris barış toplantısının kararlaştırılmasından sonra Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa ordu müşirlerinde ve bir iki defa Serasker kaymakamlığında bulunmuş 1288 — 1871 Safer ayında sonsuzluk evine göçmüştür.

Ömer Paşa Avrupaca tanınmış şöhretli kumandanlar arasında bulunmaya layık değilse de Türk askerini savaş alanında kullanmanın yolunu iyi bilirdi. Erat ve subayların sevgi ve kesin güvenini kazanmıştı. Savaş tekniğini bilir, uzun tecrübe sahibi, bayrağı yükseltmiş muzaffer bir baştı. Millî onuru ve gayreti, namus ve doğruluğu meşhur ve herkesçe teslim edilmişti. Tutum ve davramışlannda askerî ciddiyet görülürdü. Osmanh bayrağının yüzünü ağartmış ve bulunduğu görevleri başarmış, gayreti üstün, ağır başh, hareketli bir müşirdi. Vefatında konağından başka birşey kalmamıştı.

Rus savaşından önce Rumeli Müşiri bulunduğu sırada bir akşam konsolosları yemeğe davet etmiş; söz arasında Ruslan döveceğim haklayacağım lafını ağzından kaçırdığından Rus konsolosunun protestosunu ve diğer meslekdaşlanmn hoşnutsuzluğuna sebep olduğundan özür dileme yerine “ne yapayım, bu önsezi içimden geliyor” dediği söylenir. Yine anlatırlar ki bu savaş sırasında Ruslar Silistre’yi şiddetli baskı altına aldıkları halde Serdar-ı Ekrem Şumnu’ya(7) topladığı kuvvet merkezini dağıtmamak için imdat göndermemişti. Silistre savunucusu Musa Paşa’dan gelen bir mektupta Ömer Paşa’ya karşı pek çirkin hakaret sözleri varmış ve “Sen Müslüman oldum diye adını Ömer’e çevirmişsin amma aslında yine kâfir oğlu kâfirsin, kaleyi Moskof alırsa içinden memnun olacaksın” gibi üzüntü ve ümitsizlikle yazılmış cümleler varmış; kâtip mektubu okurken duraklamaya ve kekelemeye başlamış, Serdar-ı Ekrem’in ısrarı üzerine okumuş, paşa hem dinler ve hem gülermiş. Sonunda “gözüm (G yi C gibi-cözüm söylermiş) sen merak etme o adam kaleyi vermez” demiş.

2 — Abdülkerim Nadir paşa Çırpanlıdır(8). Öğrenimini Viyana’ da tamamlayan subaylarımızdandır. Müşirliği 1264-1847 Rebüyyülev-velindedir. Bağdat, Diyarbakır, Selanik ve Erzurum valiliklerinde, çeşitli ordu müşirlik ve komutanlıklarında bulunmuştur. 1270-1853 savaşı çıktığında Anadolu ordusu müşiri idi. Komutasındaki yüksek rütbeli kumandanlar sınırı geçip ilerlemek için büyük bir istek göstermelerine rağmen paşa mevcut kuvvet ve araçlarla ileri atılmayı ihtiyata uygun bulmadığından ağır hareket etmekle suçlanarak görevinden alındı. Yerine gelen Ahmet Paşa serseriyane hareketleriyle işi yüzüne gözüne bulaştırdığından Abdi Paşa’nın yavaş hareket etmekte haklı olduğunu gösterdi.

1293-1877 gürültüsünde İstanbul’da bulunmuştur. Ayni sene re-biyyülevvelinde Mecalis-i Âliyye üyeliğinden Bahriye Nazırlığına (Deniz Kuvvetleri bakanlığı) ve rebiyyülaharda Derviş Paşa’nın yerine Serasker ve dört beş gün geçtiğinde Mahmut Nedim Paşa (sadrazamlıktan) düşünce Mütercim Rüştü Paşa kabinesinde Seraskerliği Hüseyin Avni Paşa’ya bırakarak Serdar-ı Ekrem (17 Rebiyyülahar 1293-1876) olarak Edirne’ye gitmiştir. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi üzerine tekrar ve ek olarak seraskerlik verilmiş, kendisi Rumeli’nde bulunduğundan Redif Paşa Serasker kaymakam (vekil) tayin olunmuş, ihtilal karartıları Rumeli’yi bürüdüğünden sadece serdar-ı ekremlik göreviyle uğraşmak üzere 13 şabanda Seraskerlikten ayrılmış yerini kaymakamı Redif Paşa’ya bırakmıştır.

Serdar-ı ekreın’in apar topar Edirne’ye gelmesine sebep olan Bulgar ihtilali hakkında birkaç söz söyleyelim. Panislavizm propagandası ile aldatılmış olan bazı Bulgar gençleri daha oniki sene evvel Mithat Paşa’nm Tuna Valiliği’nde ihtilâl sebeplerini hazırlayarak Tımavi’de(9) ayaklanmışlarsa da Mithat Paşa’nm gayretli çalışmalarıyla haklarından gelinmişti. O tarihten beri faaliyet halinde olup Rusya tarafından teşvik ve yardım görmekte idiler. Hersek ihtilâli ve Karadağlılarla Sırpların kışkırtması Bulgarları da galeyana getiriyordu. Rus elçisi General İgnatiyef Rumeli yangınının engellenmeden sahasının genişlemesi için Bâb-ı Âli’ye baskı yaparak Edime vilayetindeki ordu birliklerini yerinden kaldırtmış olduğundan yeni vali Akif Paşa yalnız merkezde bir tabur kadar askerden başka vilayet içinde bir kuvvet bulamamıştı. Halbuki fesat kıvılcımının kül altındaki ışıltısı seziliyordu. Asker getirtilmesi hususunda gerek kendisinin ve gerek Filibe mutasarrıfı Aziz Paşa’nm bir çok kereler başvurmasına Bâb-ı Âli’den bugün yarın diye cevap verilmekte idi. Zamanın sadrazamı Mahmut Nedim Paşa tamamen Rusya’nın tesiri altında idi.

İşte o sırada Filibe sancağına bağlı “Avret alan” ve “Otluk” köylerinde ihtilâl başladı. Bulgarlar Müslüman köylerini yakarak ve halkını feci şekilde öldürüp yokederek işe başladılar. İstanbul’dan asker ye-tişinceye kadar Müslüman ahali can ve mallarım korumak için yer yer silahlandı. Mahalli hükümet yatıştırma tedbirleri almaya mecbur kalarak halktan sivil asker almaya ve bunları silahlandırmaya ve çeşitli bölgelerde yerleştirilmiş olan Çerkezleri vazifelendirmeye başladı. Müslüman nalk ile Bulgarlar arasında meydana gelen düşmanlık kanh bir şekil aldığından bu toplanan düzensiz topluluklar ihtilâlcileri bastırmaktan öte intikam almak ve ihtilâlcilerin mallarım ve eşyalarını elegeçir-meye dönüştüğünden Bulgarların bastırılması kanlı ve intikam alıcı oldu. Hele muntazam askeri kuvvetler yetiştikten sonra bile kumandanlar kabahatli kabahatsiz ayırmayarak hattâ köyler üzerine top ateşi açacak kadar şiddet gösterdiler. Sekizyüz ev ve sekiz bin nüfusu olan Batak bucağı en çok tahrip edilen yer oldu.

Bu durum Rusya’ya büyük bir şikâyet konusu olduğundan para ile elde edilen Avrupa basını iyice abartılmış gürültülü makaleler ile zulüm gören Bulgarlara ağlamaya başladılar. Dostumuz olan İngiltere de halkoyu pek üzülüyor ve muhalefet partisi başkanı Gladiston “Türk vahşetleri ”ni ele alarak Disraili-Derby kabinesine şiddetle hücum ediyor, kin ve nefret dolu nutuklarıyla halk oyunu zehirliyordu.

Osmanlı Hükümeti bu propagandayı zamanında önlemeye muvaffak olamadığı gibi isyanın çıkışında eşkıyayı tepelemek görevini yaparken kumandanların hislerine mağlup olmaları böyle yorumlara sebep olmuş, Bulgarların yaptığı zulümler ve işledikleri cinayetler dikkate alınmayarak ve bağlı oldukları devlete karşı ayaklanmaları ve etrafı yakıp yıkmaları özür örtüsü ile kapatılarak (haklı gösterilerek) bütün kabahat Türklere yükletilmiş ve artık gerçeği göstermek ve AvrupalIların kanaatlerini düzenlemek mümkün olmayan bir dereceye varmıştı. General îgnatiyef’in etekleri (sevincinden) zil çalıyor, Osmanlı Devleti üzerine yağan iftira ve felaket yağmuru ile panistlavislerin kin dolu kalpleri ferahlıyordu. Şark Meselesi artık tehlikeli bir çıkmaza girmiş, Avrupa’da eski dostlarımızdan bir yardım ve yakınlık görme yollan tıkanmıştı.

Serdar-ı Ekrem’in Edirne’ye gönderilmesi faydasızdı. Çünkü mesele askeri hareket yapılmasında değil, geçmiş olayların meydana getirdiği zararları onarmak ve etkilerini gidermede idi. Gerçi soruşturma görevi ile Edip Efendi Filibe’ye gönderilmiş ve yazdığı raporda olaylar tamamıyla anlatılmış ise de bunlar dışanda gereği kadar inandırıcı olmadığından İngiltere elçiliği ayn bir müfettiş göndermiş ve yanına Devlet şurası üyelerinden Blak Bey verilmişti.

Sırp emareti isyan ettiği vakit Vidin’den ve Niş’ten(lO) gönderilen askerî kuvvetlerimizin Sırbistan’a girerek galip gelmesinde Serdar-ı Ekrem’in hizmeti geçmiştir.

Ruslann savaş ilân ederek (1294 rebiyûlahar) Ziştovi’den Tuna nehrini geçip Tımavi’ye gelmeleri ve bu hareket üssünü kuvvetlendirerek Balkanlara doğru saldırmaları üzerine Sardar-ı Ekrem azledilerek yargılanmak için Harb Divanına verildi. Gerçi Ruslar Ziştovi’den geçerken tarafımızdan dayanma ve direnme görmediklerinden göze aldıkları kayıplara uğramadan Tımavi’ye doğru ilerleyip yerleştikleri sırada -ki kuvvetleri pek azdı- sağdan ve soldan baskı görmedikleri, Vidin, Rusçuk ve Hezargrad ve Şumnu’da(ll) toplanmış olan tümenlerimizin derhal harekete geçirilerek saldırgan düşmanı iki taraftan sıkıştırmak, orada barındırmamak ve ayağının tozu ile bastırmak için önce yapılacak ve iyi sonuç verecek süratli teşebbüsler vakit ve zamanında yapılmadığı, bu gecikmelerle ilk fırsatlar kaçırıldıktan sonra düşman zahmetsizce Eflak(12)’dan asker sevkederek gücünü artırdığı ve hattâ Balkan’a doğru hücuma geçmekle Rumeli’de atılması günden güne zorlaştığından dolayı başkumandanlığa (Serdar-ı Ekrem) kusur bulmak ve sorumluluk yüklemek tabii idi. Savcı Ali Nizami Paşa’nın hazırladığı suçlamaya karşı Serdar-ı Ekrem cesurca bir cevap layihası (kendi anlatımı ile dostlan tarafından yazılmıştı) vererek Rumeli’deki başarısızlıkların sebeplerini açıklamış ve sorumluluğun kime ait olması gerektiğini gösterdiğinden yargılanmasına cesaret edilemeyerek kendisi ile beraber azledilmiş olan Serasker Redif Paşa ile İstanbul’dan Akdeniz Adalanna(13) sürülmüş ve 1301-1883’te Rodos’ta ölmüştür.

Bu tasarıda aşağıdaki paragraflar bulunmaktadır: “Düşmanın hareketlerine karşı ve elde mevcut kuvvete göre mümkün olan ve gereken önlemleri aldım. Fakat ne dıştaki ne içteki düşmanımızın ve ne de bulunduğumuz yerlerin durumu hakkında bilgileri olmayan şahıslar tarafından emir ve komutaya karışıldığından bilgiye dayalı kararlar ve atıhmlar sonuçsuz bırakıldı. Komutaya dışarıdan karışılmasında devletlerin ne gibi kötülüklerle karşılaşıldığı tarihlerde yazılıdır. Merkez, Rumeli’nin önemini değerlendirmedi. Sonra da İstanbul’da bir plan hazırlandığından artık düşman üzerine gidilmeyerek şimdilik düşmanı bulunduğu yerlerde oyalamak lazım geldiği emredilmiştir. Eğer emir ve komutaya karışılmamış olsa idi ve durumun gereğine göre hareket etmekte serbest kalsa idim düşman Balkan’a doğru ilerleyemezdi ve bu durum bilenlerce malumdur”...

Hatırlatma: Serdar-ı Ekrem’in (başkumandan) görevine karışma şikâyetleri, birbirine âlet olan sarayla İstanbul’daki büyük askerî ku-

rula karşı idi(14). Gerçi işi bilenlerden bir savaş meclisi kurulması eskiden beri savaşan devletlerde, iyi uygulanmak şartıyla faydalı olmuştur. Bugünkü Dünya Savaşında(15) gördüğümüz gibi başkumandanlar hareketlerinde serbest bırakılır; fakat her devlette genel hazırlığı düzenlemek için birer büyük harp meclisi vardır. Bu meclis Almanya’da imparator ile beraber karargâhtadır. Ama bizdeki bu meclise serasker ve deniz kuvvetleri bakanı ve Tophane müşiri ile beraber sadrazam ve yüksek rütbeli subaylar hattâ sivillerden birçok kişiler katılmakta ve “esas görevi orduların ihtiyaçlarını araştırmak ve kolaylaştırmak, savaş malzeme ve silahlarının gönderilmesini çabuklaştırmaktan ibaret iken giderek komutaya ve askeri hareketlere karışma yolu açıldığından bu meclis âdeta genel komutanlar merkezi şeklini aldı ki bu savaş bakımından birçok hata ve kusurların esası sayılsa yeridir” içlerinde bilgili ve yetenekli kişiler varsa da sivil şahıslardan olan üyeler savaş bilgisinden yoksun olduğundan ve asıl söz hakkı olan eskiler ve büyükler savaş bilgisinin son ilerlemelerinden, yeni silahların gücünden, savaşın durumundan habersizdi. En fenası sonraları adıgeçen kurul şunun bunun dedikleri (başka bir deyişle iumalları) üzerine yazılan padişah bildirisini kesin buyruk sayarak yerine getirmeye âlet olmasıdır.

Öyle anlatırlar ki Gazi Osman Paşa Plevne savunması işleriyle uğraşırken “Sadık” imzası ile ve “cevabını telgraf başında bekliyorum” kaydı ile bir telgraf alır. Bu Sadık’m kim olduğunu telgraf memuruna araştırtarak eski Rüsumat Emini Sadık Paşa olduğunu anlar. Meğer Sadık Paşa da Tuna Valisi olduğundan o bölgeyi iyi bildiği dikkate alınarak yüksek askerî kurula alınmış. Osman Paşa: “Ayol askerî işler gümrüğe bağlı değil ki gümrükçü ile işimiz olsun, savaş işlerine bunlarda mı karışıyor” diye ya sabur çeker.

Çırpanlı Abdi (Abdülkerim Nadir) Paşa çok namuslu ve tam anlamıyla bir askerdi. Savaş tekniği konusundaki bilgisi yakınlarından ve emsalinden çok üstündü. Rumeli’yi karış karış bilirdi. Davranışları ağır, az konuşur, zihni melekesi ağır işlerdi. Bulunduğu meclislerde saatlerce oturur ve ağzını açmazdı. Bununla beraber hükümlerindeki isabet ve askerî hareketlerdeki bilgisi ve ustalığı teslim edilmişti. Savaş meydanında okullu ve alayh(16) subayların farkını “evvelkilerin gözü var, ayağı yok ve İkincilerin ayağı var gözü yok” cümlesi ile belirttiği meşhurdur. Kendisinden sonra Rumeli kumandanlığı Mehmet Ali Paşa’ya, sonra Süleyman Paşa’ya verilmiş ve onlar hal ve yerin gerektirdiği

yeteneği gösteremediklerinden Serdar-ı Ekrem’in yerinde bırakılmasının daha az zararlı sonuçlar meydana getireceğine bilirkişiler inanmaktadır.

Abdülkerim Nadir Paşa, Âli ve Fuad paşaların güvenini kazanmış olduğu gibi sonraları Hüseyin Avni Paşa’ya bağlanmıştı. Biri Türk diğeri Çıtak(17) evvelkisi kısa boylu, tıknaz ve. diğeri uzun boylu ve iri yapılı olan bu iki şahıs birbirini ve mesleklerini aynı sevgi ile severlerdi. Fakat birinin hırs ve garezine karşı diğeri temiz yürekli idi. Hüseyin Avni Paşa hem sadrazam hem serasker iken Çırpanlı’ya serasker kaymakamlığını vererek içinde sakladığı tahttan indirme işini(18) daha o vakit adıgeçen yaptırmayı düşünürmüş. Fakat yer zaman uygun olmadığından uygulamaya geçememiş. Kin ve hileden uzak ve sade huylu olan Abdi Paşa’nın böyle güç ve tehlikeli bir işi üzerine alıp almayacağı düşünmeye değer.

Sessizliği hakkında şunu anlatırlar. Eski tanıdıklarından bir subay bir gün ziyaretine gitmiş, hal ve hatır sormadan sonra söz kesilmiş, misafir kahve içmiş, yarım saat kadar paşadan gönül alıcı kelimeleri boşyere bekledikten sonra ayağa kalkarak ayrılma vaziyeti almış, paşa: “Abe nereye gidiyorsun, tatlı tatlı konuşuyorduk” demiş. Anlaşılan Abdi Paşa’nın dilinde görüşmekle konuşmak aynı anlamda imiş.

Anadolu sınırı istihkâmları için kurulan bir komisyonda Abdülkerim Nadir Paşa da varmış. Komisyon aylarca görüşme ve tartışmadan sonra harita ve planları kararlaştırmış; görüşmeler sırasında hiç konuşmayan paşadan tutanak düzenleneceği zaman fikrini sormuşlar. Paşa birkaç sözle yapılan planları çürütmüş. Üyelerden birisi dayanamayıp “ne büyük sabır ve tahammülünüz varmış ki aylardan beri didinip çalışmamıza ve hararetli tartışmalarımıza seyirci gibi durdunuz; şimdi de emeklerimizin boşuna olduğunu gösteriyorsunuz ki âdeta hakaret şeklinde bir alay” diyerek paşanın suskunluğundaki garipliği ve sonraki itirazındaki isabeti şaşkınlık ve esefle dile getirmiş.

Temizliği ve namusu hakkında da şunu anlatırlar; Hidiv(19) İsmail Paşa evladiyet fermanını elde etmek için İstanbul’daki bakanlara ve vezirlere para ve hediye gönderdiği sırada Mısırlı bir deniz subayı ile Abraham Paşa’nın(20) adamı İhsaniye’deki yalısına gelip hidivin selamı ile hediyesini (altı bin lira imiş) sunmuşlar. Abdi Paşa “abe biz onu hakketmedik, aldığınız yere götürün” emriyle subayı ve hediyeyi geri çevirmiş. Büyük adamlarımız içinde başka geri çevirenler olduğu varsa da isimleri işitilmedi.

Salih Efendi rahmetli derdi ki Abdülmecid Han’dan, Reşit ve Âli paşalardan ve diğer nazırlardan (bakanlardan) birçok iltifatlar gördüm, hepsi gönül almak ve bazen yüze gülücülük cinsinden idi. Çırpanlı Abdi Paşa’dan gördüğüm bir davranış beni o kadar memnun etmiştir ki tesiri hâlâ kalbimdedir. O davranış şu imiş: Abdi Paşa Salih Efendi’ye bir adam gönderip görüşmek istediğini haber vermiş; oturdukları yerler birbirinden çok uzak olduğundan efendi ancak birkaç gün sonra Abdi Paşa’nm Üsküdar’daki konağına gitmiş ve kendisini çağırma sebebinin cariye muayene ettirmek gibi bir angarya olduğunu zannetmiş. Paşa konakta olmadığından biraz oturup “emirlerini almak için yine gelir, ayağının toprağına yüz sürerim” diyerek konaktan ayrılmış. O sırada tıp okulu müdürü olduğundan bir müddet sonra serasker Hüseyin Av-ni Paşa ile bir iş görüşmek için serasker kapısına gitmiş; Abdi Paşa seraskerin odasında imiş ve dik dik efendinin yüzüne bakarmış, seraskerle işini bitirdikten sonra Abdi Paşa “efendi seni göreceğim geldi idi” dediğinde Salih Efendi’nin “-Efendim geçenlerde rahatsız ettim, şereflenemedim, yine ayağınızın toprağına yüz sürerim” demesi üzerine “yok artık gelme, göreceğim geldi idi, işte burada gördüm, cevabını vermiş. Salih Efendi’yi memnun eden işte bu samimi cevap olmuş. Çünkü paşanın, efendinin kendisini özlemekten başka bir arzusu yokmuş.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Aslen Avusturya idaresindeki Sırbistan (Yugoslavya) halkından olan Ömer

Paşa’nm (1806-1871) asıl adı Michel Lattrs’dir. Avusturya’da askeri okulda öğretim görürken Türkiye’ye kaçmış, İslâmiyet! kabul ederek Ömer Lütfi adını almıştır. Bir süre veliahid şehzade Abdülmecid Efendi’ye öğretmen tayin edilmiş ve yüzbaşılık rütbesi ile Osmanlı ordusuna katılmıştı.

·        2 — Bugünkü Romanya OsmanlIlar idaresinde Eflak ve Böğdan diye iki beylikten

oluştuğundan ikisine birden iki memleket anlamına Memleketeyn adı verilmişti.

·        3 — 1853-1856 Kınm Harbi diye anılan Osmanlı-Rus Savaşı.

·        4 — Tuna Nehri yakınlarında iki bölgenin adıdır.

·        5 — Besarabya Romanya’nın kuzey doğusunda Rusya sınırında bir bölge olup II.

Dünya Savaşı sonunda Ruslar tarafından kendi topraklarına katılmıştır.

·        6 — Sahum Doğu Karadeniz kıyısında Rusya sınırlan içinde bulunan bir liman

şehridir.

·        7 — Şumnu bugün Bulgaristan ’da bulunan eski bir Osmanlı şehridir.

·        8 — Çırpan Bulgaristan’ın Zağra sancağına bağlı bir kasabadır.

·        9 — Tımavi de bugünkü Bulgaristan’daki eski Osmanlı kasabalarından biridir. 10-11— Bu şehir ve kasabalar bugünkü Bulgaristan sınırlan içinde bulunan eski Osmanlı şehirleridir.

·        12 — Bugünkü Romanya’nın Osmanlılar zamanında Memleketeyn de

nilen'iki bölgesinden birisi Eflak diğeri de Boğdan’dır.

·        13 — Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat’tan sonra yapılan mülkî

idaresinde eskiden Kaptan Paşa Eyaleti denilen Ege Adaları yine bir eyalet olarak kabul edilmiş ve adına "Cezayir-i Bahr-ı Sefid=Akdeniz Adatan ” denilmiştir. Vilayet merkezi Rodos Adası idi.

·        14 — 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Padişah II. Abdülhamid’in em

riyle İstanbul’da Yıldız Sarayı ’nda bazı asker ve sivillerden oluşan bir kurul tarafından yürütülmüş, bu yüzden cephedeki başkumandanlar karar ve hareketlerinde serbest kalamadıklarından başarılı olamamışlar ve sık sık değiştirildiklerinden ne savunma ve ne de hücum planlan uygulanamamış ve Ruslar da bundan faydalanarak İstanbul-Ayastafanoz (Yeşilköy) önlerine kadar gelebilmişlerdir.

·        15 — 1914—1918 I. Dünya Savaşı.

·        16 — Osmanlı İmparatorluğu ’nda Vak ’a-i Hayriye denilen Yeniçeri Oca

ğının kaldınlması olayından sonra yeni kurulan ordunun subay ihtiyacını karşılamak için Harp Okulu kurulmuş ise de buradan yetişenler ordu ihtiyacını karşılamadığından erler arasında sivrilen kabiliyetli elemanlar subay kadrosuna alınmakta idiler ki bu subaylara alaylı diğerlerine de mektepli denmekte idi.

·        17 — Çitak Rumeli Türkleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Abdi Pa

şa Rumeli’li olduğundan böyle adlandırılmıştır.

·        18 — Hüseyin Avni Paşa Sultan Aziz’e karşı beslediği şahsi kinninden

dolayı onu tahttan indirmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini 1876 yılında Mütercim Rüştü Paşa sadrazam iken Mithat Paşa ve diğer bazı paşaların (Harp okulu kumandanı Süleyman Paşa, Kayserili Ahmet Paşa gibi) yardımı ile bu isteğini gerçekleştirmiş ise de kısa bir müddet sonra Çerkeş Haşan adında saraya mensup bir subay tarafından öldürülmüştür.

·        19 — Mıslr Hidivi (Valisi) Mehmet Ali Paşa’nm torunu olan İsmail Pa

şa, 1840 Londra Anlaşması ile valiliğin bu ailenin en büyük üyesine geçmesi şeklindeki protokolü değiştirerek kendi oğluna geçmesini sağlamak için İstanbul’daki devlet büyüklerini ve hattâ padişahı para ve kıymetli hediyelerle âdeta satın alarak bu emelini gerçekleştirmişti.

·        20 — Abraham Paşa Mısır Hidivi İsmailPaşa’nm İstanbul’daki bu çe

şit işlerini yerine getiren bir yakın adamıdır.

pa hei. Pa                        XXVI

n,.                     VEZİRLİK GÖREVİ

ad?

b; Eskiden mülki idare geniş yetki kurallarına göre düzenlenmiş ol-Pduğundan valiler göreve atanma ve alınma konusunda merkeze bağlı iseler î'de görev yaptıkları yerde işlerin yürütülmesinde geniş yetkilere sahip idiler. Onbirinci hicret asnna(XVII. Miladi yüzyıl) kadar Beylerbeyi(Mir-mira denilen iki tuğlu paşalara verilerek, içlerinden sivrilenler vezirlik rütbesi ile kubbenişin olarak İstanbul’a gelirdi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bunların sayısı en çok dokuzu geçmemişti. Sonra sayıları çoğalmaya başladığından valiliklere de gönderilmeye başlandı ve yavaş yavaş bütün valiler vezirlerden tayin edilir oldu. Hattâ bir aralık iki sancak birleştirilerek idaresi bir vezire verilmesi âdeti de çıktı. Bu sebeple vezirler doğrudan doğruya memleket idaresinde görevli olan yüksek tabakayı oluşturuyordu.

Eskiden valiler sık sık azil ve değiştirilmediğinden bulundukları bölgelerin durum ve ihtiyaçlarını ve halkının huylarını öğrenirler, ti-mar ve zeamet usulünün muntazam işlemesinin de yardımıyla eyaletin güvenliğini sağlamakta, halkın zenginliğinin artmasında başarılı olurlar idi. Vezir olmak görevde eskiliğe(kıdeme) görevde başarı göstermeye, iyi nam ve şöhret kazanmaya, güçlülük ve zenginlikle meşhur olmaya bağlı olduğundan vezirler seçkin, gün görmüş, denenmiş devlet adamları idi. Bundan dolayı kendilerine padişah namına ferman yazmaya ve tuğra çekmeye(l) kadar yetki verilmişti. Hepsi zengin ve güçlü kişiler idi; Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a sığınan İran Şahı’nm kardeşi Elkas Mirza şerefine düzenlenen meşhur alayda(geçit resminde) vezirler derecelerine göre ihtişamlı alaylarıyla göründükçe Elkas Mirza padişah geliyor zannıyla ayağa kalktığını ve birkaç kere böyle kalkıp oturdukdan sonra nihayet padişah alayının gelmesi ile yıldızlar arasında güneş gibi parıl parıl parladığını görünce Osmanoğulla-rının saltanat ve büyüklüğü hakkında bir fikir edindiğini tarihler kaydetmişlerdir. Dokuzuncudan birinci vezire(sadrazam) kadar her biri birbirinden baskın saltanat gösterişi denmeye layık şekilde debdebeli ve parlaktı.

Zamanla yetenek ve şahsi üstünlükler yerine başka sebepler geçerek o imrenilen rütbe bol bol dağıtılmaya başlandı. Kaniie muhafızı Gazi Tiryaki Haşan Paşa’ya vezaretle yüceltildiğini haber verdiklerinde “eyvah vezirlik rütbesi bize kadar düştü mü? Onu hakketmek için ne iş gördük; devletin bir kalesini savunduk, o da görevimizdi” dediği anlatılır. Öyle bir kahraman ihtiyarın yaptığı yüksek hizmet insan gücünün üstünde iken yine kendinde yeteri kadar değerlilik görmemişti. Ama sonraları iş bütün bütün çığımdan çıktı. Sayıları arttığı oranda yeterlik ve yeteneklerine bakılmadı. Onbirinci Hicret asnmn(XVII, Miladi yüzyıl) birinci yansında Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadrazamlığında vezirlerin padişah namına ferman yazmak yetkisinin kaldırılmasına lüzüm görüldü.

Eskilerden vazgeçelim 1200—1785 tarihlerinden sonra IlI.Selim Han zamanında bir vezirin dairesi halkı aşağıdaki şekilde olmaması mümkün değildi. Kethüda, divan efendisi, haftan ağası, tütüncü başı, kahveci başı, iç ağaları, hazinedarlar, karakulaklar, çukadarlar, selam ağası, mirahur, aşçıbaşı, vekilharç, kilarcıbaşı, kavvasbaşı, delilbaşı, tüfekçibaşı, akkâmbaşı, mehterhane heyeti ve bir de cellatbaşı(2). Başların sayısı paşanın güç ve zenginliği ile orantılı idi. Bir vezir ne kadar züğürt olsa görevli olduğu memlekete altıyüz atlı ile girmezse itibarlı olamazdı. Halkın gözünde ilk görünüş etkili olduğundan paşanın değeri büyüklüğü, gösterişi ve zenginliği ile ölçülürdü. Bu anlamı taşıyan pek çok fıkra hâlâ halk dilinde dolaşmaktadır.

Bu kalabalığı paşa kendisi besler ve bir vilayetten diğerine görevi çevrilse beraber götürür ve görevden alınması halinde azaltmaya, delil ve tüfekçi takımı dağıtmaya mecbur olurdu. Mesela Diyarbakır’dan Bosna’ya atanan bir valinin yapacağı nakil masrafları tahmin olunabilir. Fazla olarak yolculuk sırasında uğrayacağı vilayetlerin valileri tarafından vilayet sınırında karşılama töreni ve sonra da uğurlama töreni yapılması ve merkezde misafir edilmesi gelenek olduğu gibi bunun karşılığında karşılama ve uğurlamada hizmet edenlere ve hattâ etmeyenlere uygun hediye ve bahşişler vermek gelenek icabı olduğundan sık sık yer değiştiren valilerin yol masrafları dayanılmaz bir dereceye varır ve büyük bir borca girmesine sebep olurdu.

1207—1792 tarihinde yeniden düzenlenen kanunlar arasmda(3) vezirlerin çalıştırılma şartlan hakkında ve Sultan IILSelim’in Hatt-ı Hü-mayun’u ile kesinleşmiş bir kanun bulunmaktadır. Bu kanunda gerekçe olarak: “Büyük vezirler saltanatın dayanağı derecesinde olup Osmanlı Devleti’nin hükmetmesi ve işlerinin yürütülmesi büyük vezirlerin güç ve kuvvetleri ile meydana geleceğinden yüksek vezirlik rütbesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri denenmiş yetiştirdikleri olup herhalde güvenilir ve kanunları iyi bilen şahıslara mahsus iken bir zamandan beri seferlerin yaklaşması ile lüzum hasıl olduğundan büyük vezirler çoğalmış, bugün mevcutlara yetecek görev bulunmadığından ashnda mirmi-ranlara verilen görevlerin de ekserisi büyük vezirlere verilmesi dolayısıyla atamaları uygun olmayan vezirlerin bulundukları görevde idareden âciz ve boşta olan mirmiranlara da görev yetmediğinden perişan bir halde muztarip olduklarından dolayı barışta ve savaşta OsmanlI Devleti’nin büyük vezirleri tarafından görülecek işler vezirlerin güçsüzlükleri doyasıyla yapılamadığından, özellikle seferlerin uzaması ile merkez dışındaki bölgeler perişan ve fakir halk büsbütün perişan ve acınacak halde iken bazı zalim takımı korkusuzca gücü yettikleri yerleri harap etmeye kalkıp bu gibi zalimlerin ortadan kaldırılması vezirlerin güçlü ve nüfuslu olmasına bu ise aylık gelirinin refahlarını sağlayacak görevlere verilerek maaş derdinden uzak kalmalarına, bunun için de vezirlerin azaltılmasını gerektirdiğinden bundan böyle aksine hareket edilmemesi için bu kanun bundan sonra uygulamada esas alınacaktır” denildikten sonra hükümlerinin açıklanmasına geçilmektedir. Önemlilerini kısaca açıklayalım:

·        1 — Büyük vezirlerin göreve tayinlerinde kendilerinden alınması belirlenen aidattan fazla olarak bir süreden beri yüksek caize ve ubudiyet, bohça bahası alındığından (4) onlar da görev yerlerinin gelirinin çoğunu o görevi alıncaya kadar vermeye mecbur kaldıklarından gittikleri görev yerinde zulmetmeye ve kanunsuz yollara başvurmaya mecbur kaldıklarından bundan sonra göreve tayin yapılırken belirli paradan başka birşey istenmeyecek, ayni sene içinde görev yeri değiştirileceklerden yeniden aidat alınmayacak ve eski verdikleriyle yetinilecektir (5).

·        2 — Büyük vezirlerin görevlerinde devamsızlıkları ve kararsızlıkları her eyaletin işlerinin bozulmasına ve kendilerinin perişan olmalarına sebep olduğundan, her yerde birer ikişer derebeyi ve zalim bozuntusunun ortaya çıkmasına ve halkın boş yere perişan olmasına sebebiyet verdiğinden, büyük vezirler görevlerinde devamlı olarak kaldıkları takdirde her vali kendi eyaletini evi gibi tutacak ve giderek fakirlerin durumunu anlayarak zalimlerin hakkından gelecek gücü kazanacağından bundan sonra büyük vezirler ve mirmiranlarm görevden alınmasını ve cezalandırılmasını gerektiren bir suçu görülmedikçe görev yerlerinde en az üç sene ve en fazla beş sene görevden alınmayacaktır; vatandaşların haklarım ve menfaatlerini korumak ve yüksek emirlere uygun çalışanların yerlerinde daha fazla kalmalarında hiçbir sakınca olmadığı ve aksine memleketin kalkınmasını sağlayacağından bunlar beş seneyi geçti diye alınmayarak görevlerinde bırakılması uygundur.

·        3 — Bir görev yerinden diğer bir yere nakil ve tahvil olunan valiler onbeş konaklık (bir mesafeyi geçerken) sağa sola saparak etraftaki fakirleri cezalandırarak ve para ödemeye zorlayarak (halka) meşru şekilde zulmedilmiş olduğundan valiler yol üzerindeki fakirleri gözetmelidir. (Valiler) uzak yerlerdeki görevlere atanmayarak bulunduğu görev yerinin yakınlarında uygun yer hangisi ise oraya nakil edilmelidir. Ve padişah sefere çıkmadıkça veyahut zorunluk'olmadıkça Anadolu’ da görevli olanlar Rumeli’nde, Rumeli’nde görevli olanlar Anadolu’da asla görevlendirilmemelidir.

·        4 — Kandiye ve Cidde (6) gibi yerler büyük ve küçükbaş hayvanı fazla olan vezirlere aralıkta(7) verildiğinden dolayı dairesi halkını mecburen dağıttıktan ve hayvanlarını elden çıkardıktan sonra diğer görev yerine gitmek gerektiğinde yeniden daire halkını kurmak zorunluluğu kendilerini güçsüzlendirdiğinden bu inceliğe özellikle dikkat edilmeli. Yani büyük ve küçük baş hayvanı çok olanlardan başkasına verilmelidir.

·        5 — Vezirlere verilecek eyaletler gelirleri itibariyle birbirinden farklı olduğundan hepsinin geçimini sağlayacak iyi bir nöbetleşme usulü ile tayin yapılmalıdır.

·        6 — Anadolu ve Rumeli’deki eyaletler Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Şehr-i zor, Halep, Karaman, Rakka, Diyarbekir, Adana, Sayda, Musul, Anadolu, Trabzon, Erzurum, Çıldır, Van, Kars, Maraş, Rumeli, Bosna, Mora, Girit eyaletleriyle sınır muhafızlıklarından ibarettir(8-14). Vezirler çoğaldığından şimdiki eyaletler bunlara yetmediğinden bundan sonra büyük vezirlerin sayısı yirmüçten fazla olmayacaktır. Ölümleri halinde bu sayı azalırsa yeri yeniden vezirlik rütbesi verilmek gerekirse mirmiran-dan ve diğerlerinden devletçe denenmiş, aslı esası bilinen, taşralarda (İstanbul dışında) hüküm vermeye ve işleri yürütme gücü olan, doğru ve eğriyi ayırabilecek akıllı, dindar, emeği geçmiş, insaf sahibi, ılımlı, sadık ve dürüst şahıslara verilmeli, ehliyetsiz, devleti bilmez, derebeyi ve delil-başı gibi adamlara hiçbir vakit vezirlik rütbesi verilmemelidir.

·        7 — Büyük vezirlerin maiyetleri namuslu ve yetenekli kişilerden seçilmesi usulden iken bir süreden beri çeşitli insanlar vezir hizmetlerine kabul edildiğinden aralarına ayak takımının girdiği bu gibi kimselerden istenmediği halde almaya cesaret eden ve mensup oldukları daireyi terketmek gibi harekette bulunanların davranışları diğer namuslu insanlara da sıçratıldığmdan vezir dairelerinin dile düşmelerine sebep olmalarından dolayı bundan sonra yüce vezirler ve mirmiranların dairelerinde bulunan İçağası, delil ve tüfekçi ve karakollukçu ve bütün diğer hizmet edenlerin üzerlerine düşen işlerin yapılmasında dikkat etmeleri, başlarına buyruk hareket edememeleri, kusur ve kabahatleri ortaya çıktığında cezalandırılmaları halinde uslanmayan olursa görevden atılmalı ve bundan sonra da başka bir yere kabul edilmemesi için ellerine izin kâğıdı verilmemeli, ellerinde izin kâğıdı olmayan görevliler hiçbir dairece kabul edilmemeli, bu çeşit başıboş dolaşan serseriler çıkarsa hangi sancak ve eyalet dahilinde ise hakimler ve subaylar vasıtasıyla yakalanıp cezalandırılmalıdır.

·        8 — Vezirlerin kapu kethudalıkları bir süredir rica, gönül ve hatır gibi hususlar dikkate alınarak bazı kimlikleri bilinmeyen kimselere verildiğinden onlar da yanında çalıştıkları vezirlerin işlerini görürken harcadıkları parayı defterlerine iki kat olarak yazdıktan başka faiz dahi ekleyerek bir vezirin görev gelirinden fazla masraf gösterildiğinden yüce vezirler borçlarını ödeyemediklerinden yüksek gelirli bir göreve tayinine kadar borcu ertelemekte ve mecburen kapu kethüdalarını susturmakta ve onlar da îsatanbul’da yüksek caize vererek ve kulluk sunarak ve etrafa sığınarak görevlerini değiştirmeye çalışmakta ve bu konuda kanuni ve kanunsuz her türlü usulsüzlüklere başvurduklarından vezirlerin görevlerinde devamsızlıklarına ve kararsızlıklarına sebep olduklarından bundan sonra vezirlerin ve mirmiranların kapu kethüdalarının devlet memurlarından güvenilir, temiz, yetenekli şahıslardan seçilmesine idiği bilinmeyen kişiler kapu kethudalığına yaklaştırılma-malıdır.

Yukarıda vezirlik görevinin yüceliğinden ve vezirlerin güç ve gösterişinden bahsolunmuş ve zaman geçtikçe malum sebeplerden dolayı durumları bozulmuş olduğundan Sultan III. Selim zamanında terfileri ve kullanılma şartlan hakkında hazırlanan kanunun önemli hükümleri yukanda açıklanmıştır. Bu kanun, vezirlerin şahıslan ve daireleri ile ilgili görünürse de şahıslanyla memleket idaresi birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğundan Osmanlı ülkelerinin iyi idare edilmesinin dikkate alındığı anlaşılır.

Vali ile vilayet arasında hiç fark yoktu. Geniş yetki (a keziyet) usulünden dolayı vilayetin korunması, güvenliği, in nomik gelişmesi, halkın hukuk ve zenginliği valinin yeterli sına bağlı idi. Güvenlik teşkilatı olmadığından vilayetin g paşanın (valinin) delil, tüfekçi ve kavvaslan tarafım sağlanırdı.

Kanunun 7 sayı ile anlattığımız fıkrası paşaları lara ait olup bunların kanun metninde yer almaları i1 rünür ise de gerçekte yönetimde ve uygulamada ■ vardı. Çünkü valinin işlerini ve emirlerini yerine vasbâşı, delilbaşı ve tüfekçibaşı gibi yanındak kadar hak koruyucu, iyi ve kötüyü ayırabilen k lerinin de o kadar iyi yürütüleceği, aksi haldt-çerli olacağı tabiidir. Paşa (vali) görevinden; ğıtmaya mecbur kaldığı zaman işsiz kalan kapılanmcaya kadar köylü halkın sırtından kalınca da bir bölükbaşının bayrağı altında kıyalığa başlardı. Vaktiyle Celâliler hep b geldiği gibi onüçüncü yüzyılın (Hicri) baş) sonu) türeyen derebeyi ve zorba takımın dan dolayı maiyet halkının seçimine di’ gerekli olduğundan ayak takımı serseri’ kendilerinin dile düşmesi muhakkakt divan kâtipliğinden sonra vezirlik rü' ğundan vezir daireleri bir çeşit eğiti la şair ve bilginlerden Vecihi Paşa vasbaşılığından yetişmiş olduğun tiran bir vezir nereye gitse övü

Yine kanunun 8 numar -dalan bahis konusu olup bun raftan da onu geliri daha faz' da dört elle çalışır ve ama< ğini sunmak” yani caize yollara teşvik ederler ve güvenilir kimsele gunsuzluklann önv mda “Osmanlı ülkelerinde oturan yurttaşlar Allah tarafın-iha emanet edildiğinden yüce vezirler de bir Osmanlı bakan-Törev yerlerinde bulunan memleket halkı ve orada oturan -. Müslüman, Hıristiyan padişah tarafından valilere ema-•o kanları ve malları, namuslarının korunması güvenirlik rieri gereği ve dini zorunlulukları olması dolayısıyla hal-son derece dikkat etmeli ve kanunsuz hareketlerden diye yazılmış olan fıkra hükümetin babalık görev ve ûzel açıklamakta ve tavsiye etmektedir.

aşir atama görevlendirilmesi hakkındaki diğer bir bir şikâyet yapılması veya bir dilekçe verilmesi ı vali tarafından görevlendirilecek mübaşirin ye-gittiği yerde soruşturmayı boşuna uzatarak halka n uzaklığına göre belirli mübaşirlik ücretinden 1e şikâyet edilenden belirli ücretinden fazla bir aredilmektedir. Konu edilen bu kanunun şekil dan vardı. Hiçbir zaman aksine hareket edil-Hatt-ı Hümayunla (padişah fermanı) ile açık-:k uzun sürmediği olaylardan anlaşılmakta-ar ciltli sayfalara yazılır ama uygulanması ‘hmale uğrar. Kanunlara tamamen uymak . kıl kadar ayrılmamak olgunluğu huyu-lanamamıştır. Hele Sultan Selim III. ün *ı Mustafa IV. nın tahta çıkışında key-ı budaklanmıştı.

um ve davranışı, fikir ve kanaatleri etkenlerdir. Pek çok iş ve haller üzyıl sonra kötü sayılmış ve red-nın yaşadıkları zamanın kavra-irmek, yaptıkları işleri ve ha-Içüsü ile ölçmemek lazımdır. > eserleriyle beraber garip gö-hikâyelerimizde geniş bir ”.ı o zamanın tesirlerine da mübalağa karıştığı (ilerine güveni çoktu na inanıyorlardı.

Mesela, birçok vezirlerin divân kâtipliğinde bulunmuş olan meşhur Türk şairi Galip Paşa’dan duymuştum ki Çengeloğlu Tahir Paşa’ nın(16) İzmir Valiliği sırasında bir aralık onun kâtiplik hizmetine girmiş; birgün Redif askerlerinin ayaklanarak silahla hükümet konağına doğru saldırdıkları haber verilmiş. Tahir Paşa derhal apoletlerini ve Sultan Mahmud’un hediyesi olan kıymetli taşlarla süslü kılıcını takıp yanma Galip Paşa ile beraber bir miktar kavvas alıp ayaklananlara doğru gitmiş. Toplulukla karşılaştığında “siz Çengeloğlu’nu öldü mü sanıyorsununuz” narası ile üzerlerine korkusuz atını sürerek yanındakilere de “bre urun, tutun” emrini verince âsi askerler şaşkınlıkla silahını atıp kaçışmaya başlamışlar ve ele geçen birkaçının ertesi günü gereğine bakılmış. Divan Efendisi valiyi başarısından ve olayı kolaylıkla bastırmasından dolayı tebrik ettiği sırada eşkıyanın arasına girmenin nasıl tehlikeli bir iş olduğunu, böyle bir hareketin ihtiyata uygun olmadığını söylemiş. Tahir Paşa “ne için” diye sorması üzerine Galip Paşa “herifin biri silahın tetiğini çekse idi” demesi üzerine paşa tam bir güvenle “Çengeloğlu’nu vuracak kurşunun tetiğini çekmek için oniki manda lazımdır” cevabını almış.

Darendeli İzzet Mehmet Paşa (17) bir Ramazan akşamı konağına döndüğünde iftar vakti hapishanede bulunan kayıkçının hemen asılmasını emretmiş. Emri tabii geri bırakılmış. Sofradan kalktıktan sonra emrini tekrarlamış. İftarda bulunan misafirler mübarek Ramazan gecesi hürmetine affedilmesini aracılık etmişler. Çantasını getirerek bir ilân (mahkeme karan) çıkarıp “buyrun okuyunuz” demiş. Meğer bu kayıkçı Üsküdarlı imiş, kansı üç çocuk bırakarak ölmüş olduğundan başka bir kadınla evlenmek istemiş, kadın çocuklan bahane ederek varmamış. Adam birgün üç çocuğunu kayığına alarak Kızkulesi’ne doğru açılmış ve çocuklan birer birer denize atmış, hattâ sekiz-on yaşında bulunan en büyükleri babasının boynuna sarılarak ağlamasına yalvarmasına rağmen onu da kardeşlerinin yanma göndermiş. Çocuk can korkusuyla su içinde kayığın küpeştesine tutunmak isteyince tokmakla parmaklarını kırarak onu da yoketmiş. Bu acıklı olay etraftaki yalılardan görülmüş ve sandal gönderilerek adam yakalanıp polise teslim edilmiş. Mahkemesi sonunda bu vahşi cinayeti işlediği anlaşıldığından asılmasına karar verilmiş. Mesele anlaşıldıktan sonra İzzet Paşa orada olanlara karşı “bana gadredici kan dökücü derler ve sizlerle de Ramazan gecesi bile adam öldürtmekle içinizden beni suçladınız. Ben kıyarım ama böylelerine kıyarım ve böyle canileri Kadir gecesi bile olsa yine affetmem” demiş. Sadaret-i Uzma (Büyük sadrazamlık makamı)- Bilindiği gibi vezir, yardımcı anlammadır ve hükümdarın yardımcısı demektir; bu ûnvan Abbasi Devleti’nin ilk zamanlarında ortaya çıkmış ve ilk defa Ebu Selmet-el Hallal’e(18) verilmiştir. Mağrip devletlerinde ve Endülüs’te vezire hacip (perdeci) derledi. Emirin (odasının perdesini tutacak derecede yakın oluşundan dolayı. Bazı Türk hükümetlerinde Atabey deyimi-ki vezirden daha büyük bir payedir kullanılmış ve bu bileşik söz (Bey baba) tarihçiler tarafından Arapça bir lügat gibi kullanılmıştır. (Atabekan, Atabekiye gibi). Bizde (Osmanhlar devrinde Lala deyimi geleneklere geçmiştir. Selçuklu devletlerinde “Şahib-i Divan” deyimi de kullanılmıştır.

Osmanh Devleti’nin daha ilk zamanlarında vezirlik bir rütbe halini aldı ve yarım yüzyıl geçmeden vezirler çoğaldı; Çandarhzade Ali Paşa Veziri Azam Ünvanıyla diğerlerinden ayrıldı. Azam deyiminin diğer vezirlere de verildiği bazı kayıtlarda görülmektedir.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Sadrazam unvanı ortaya çıktı. Padişahın kesin vekili olduğunu belirtmek için sadrazamlara Mühr-i Hümayun (padişah mühürü) verilmesinde Abbasi Halifeleri taklit edilmiştir. İlk zamanlarda mühür yüzükte olduğundan sadrazamlar bunu parmağa takarlardı. Sonraları ince bir zincire bağlı olarak altın kese içinde(19) boyuna takılarak yanlarında taşımak âdeti çıktı. Eski sadrazamlar mühürden ayrılmayı makamdan ayrılmakla bir tuttuklarından geceleri de koyunlannda saklarlarmış. Ali Paşa’nın hamama bile mühr-i hümayunla girdiğini Uzunetek Rıza Bey’den işitmiştim. Yabancı hükümdarlara yazılan padişah mektuplarının zarfı bu mühürle mühürlemek âdetti.

Sadrazamlar sorulması gereken işleri ve büyük memurların tayinlerini sormakla beraber kesin vekil olduklarından Birunda devlet ve memleketin genel yönetiminde başlarına buyruk sayılır. İş yapmaya ve tayin etmeye yetkili idi. Enderunda (sarayda) orta kapıdan içeri ayak basınca hükümleri kalmazdı.

Sadrazam savaşa memur edilirse Serdar-ı Ekrem unvanını da alır, yürütme ve atamalarda yetkileri daha da genişlerdi. Kubbe vezirlerinden savaşa memur olanlara seraskerlik unvanı verilirdi. İlk zamanlar birbirine karıştırılan bu unvanlar sonraları kesin şekilde birbirinden ayrılmıştır. Bu serasker deyimi lügat manasından da anlaşıldığı gibi Vi-din seraskeri, Şark seraskeri, Berriyet el-Şam seraskeri gibi lakapla-rmdan da anlaşıldığı gibi kumandan manasına olup Vak’a-i Hayriye-den sonra Kara Kuvvetleri Bakânlığı’nın (Umur-ı Berriye-i Askeriyye Nezareti) adı olmuş ve ikinci Meşrutiyet dönemine kadar küçük aralıklarla devam etmiştir.

Serdar-ı Ekrem unvanının sadrazamlar için kullanıldığı Ağa Hüseyin Paşa’dan ânlaşılmaktadır(20). Sadrazamlık makamı askeri işlerden aynldıktan sonra iki Serdar-ı Ekrem gördük ki bunlar yukarıda anlatılan Ömer Paşa ve Abdülkerim Nadir Paşa’dır. Bunlar sadrazamlık yapmamışlarsa da müşirlerden ve vezirlerden üstün idiler ve resmi lakaplarına Devletlû, Refetlû(21) eklenirdi.

Osmanlı tarihinde sadrazamlık makamının kısa bir zaman için kaldırıldığı görülmektedir. Bunun en uzun süreni Fatih Sultan Mehmet devridir. Fatih Sultan Mehmet, Halil Paşa’yı öldürttükten ve Çandar-lılan devlet işlerinden uzaklaştırdıktan sonra(22) onlar olmadan ve devlet idaresinin mümkün olduğunu göstermek için vezir-i azamhğı kaldırarak bunun görevini Rumeli Beylerbeyisi Mahmut Paşa’ya ek olarak vermiştir(23).

Sadrazamlar savaşa memur oldukları zaman vezirlerinden birisi Rikâb-Hümayun kaymakamı olarak (İstanbul’da) kalırdı ve Bâb-ı Âli yüksek memurları asil ve vekil olarak sadrazamın yanında bulunurdu. Padişah kendisi sefere çıkarsa sadrazamın bütün maiyeti ile padişahın yanında olması gerekirdi.

Paşa kapısı, vezir kapısı, Bâb-ı Âsafi eski deyimlerden olup Bâb-ı Ali deyimi sonradan çıkmıştır. Sadrazamların oturması için Bâb-ı Âli’ ye bitişik bir de “Harem Dairesi” olduğu bilinmektedir.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Tuğra çekmek ve ferman yazmak ancak padişahlara ait bir hak olmasına rağ

men ilk zamanlarda vezirlerin yetkisi o kadar çok idi ki, padişaha ait olan bu hakkı da kullanırlardı.

·        2 — Bu sayılan adamlar vezirin daimi memurları olup onun çeşitli hizmetlerini

görürlerdi. Bunların bir kısmı vezirlerin idari işlerinde de kendilerine yardımcı olurlardı.

·        3 — Selim III. iri yapmak istediği geniş ıslahata genellikle Nizam-ı Cedit denilir.

Bu ıslahat sırasında pek çok kanun çıkarılmıştır. Fakat bunların hemen hiçbirisi uygulamaya konamamıştır. 1793yılında vezirlerin görevleriyle ilgili olan ve Tatarcık Abdullah Efendi tarafından hazırlanan “Der Beyan-ı Nizam-ı Hal ve Vüzera-i Âzam ve Mirmiran-ı Kiram ” adındaki bu kanun da diğerleri gibi olmuştur.

·        4 — Caize, bir göreve tayin olunanların o görevi kendilerine verene ödedikleri para

için kullanılır bir deyimdir. Ubudiyet, bohça bahası, ferman hara, tebşiriye, kudumiyye gibi adlarla verilen para ve hediyeler de caize arasında idi.

·        5 — imparatorluğun ilk dönemlerinde memuriyetlere atanmada yetenek ve üstün

nitelikler ve yukarıda bahsedilen hususlar aranırken XVIIL yüzyıldan itibaren bu görevler para ile satılır hale gelmiş ve görüldüğü gibi bu durum kanunnamelerde de belirtilmiştir. İmparatorluğun çökmesini hazırlayan da bunlar olduğuna şüphe yoktur.

·        6 — Kandiye, Girit adasının en önemli bir liman şehridir. Cidde Arabistan Yarı

madasının Kızıldeniz kenarında önemli bir limanıdır.

·        7 — Devlet memurluklarına atanma senenin belirli bir döneminde yapılırdı. Bu

nun dışında gerektiği zaman yapılan tayinlere aralık tayini adı verilirdi.

·        8 — Şehr-i Zor bugünkü İran Devletinin sınırlan içinde kalmış olan ve Musul şeh

rinin doğusunda bir eyalet merkezi idi.

·        9 — Karaman, merkezi Konya olan eyalettir.

·        10 — Bugünkü Irak Devleti’nin kuzeyindeki bölgenin eski adıdır.

11— Bugünkü Lübnan Devleti’nin güney bölgesinde bulunan şehrin adı olup, Fenikeliler zamanındaki adı Sidon idi.

·        12 — Anadolu eyaletinin merkezi birkaç defa değişmiş ise de genellikle Kütahya şehri

olmuştur.

·        13 — Van ile Kars arasında ve aynı adı taşıyan gölün yanında bulunan kasabanın

merkez olduğu eyalet.

14— Mora eyaletinin merkezi Yanya şehri olup bugünkü Yunanistan topraklarını kaplamakta idi.

·        15 — XVIII. yüzyılda imparatorlukta devlet gücünün zayıflaması sonucu ortaya çı

kan bazı zorbalar bulundukları bölgelerde başına buyruk harekete başlamışlar ve halk üzerinde valilerden daha etkili olmuşlardır. II. Mahmut tahta çıktığı sırada bunların varlığını -Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ’ntn zoru ile- resmen kabule mecbur olmuş, Ayan adı verilen bu zorbalarla “Sened-i ittifak’’ denilen bir anlaşma imzalamıştır.

·        16 — IV numaralı makalede biyografisi verilmiştir.

17— Darendeli İzzet Mehmet Paşa III. Selim ve II. Mahmut zamanlarında sadrazamlık yapmış vezirlerdendir.

18 — Burada belki matbaa hatası olarak bir yanlışlık vardır. Abbasi Devletinin kurulmasında büyük yardımları dokunan Horasanlı bu vezirin adı Ebu Selem el-Hallal’dır.

19— Burada da bir yanlışlık olmalıdır. Zincirin altın ve kesenin atlas olması gerekir; zira alim kese olmaz.

·        20 — Ağa Hüseyin Paşa 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında önemli hiz

metleri görülmüş olup yeri kurulan Asakir-ı Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordunun başkumandanlığını serasker Unvanı ile yapmıştı.

·        21 — imparatorluk devrinde yüksek devlet memurlarına hitaben yazılan ferman, na

me, mektup gibi yazılarda taşıdığı memuriyet görevinin protokoldeki yerine göre refetlû, devletlû, âtıfetlü v.s. gibi deyimler kullanılırdı.

·        22 — Çandarlı veya Cendereli adıyla da anılan bu şöhretli Türk ailesinin OsmanlI

Devleti’nin kurulmasında ve gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Osman Gazi, Orhan Gazi ve hattâ Murad-ı Hüdavendigar (Murad I.) zamanlarında bile devletin padişahtan sonra en önemli şahsiyeti olan Çandarlı Kara Halil Paşa ile başlayan bu ailenin birçok ferdleri Osmanlı Beylerine vezirlik etmişlerdir. Devletin kurulması ve gelişmesi devirlerinde âdeta padişahla vezirliği paylaşmış olan bu ailenin nüfuzunu kırmak ve Osmanoğullan’nın kesin egemenliğini kurmak için Fatih Sultan Mehmet II. İstanbul fethinin kendisine sağladığı güç ve şöhretten faydalanarak fetih sırasında sadrazam olan Çan-darlı Halil Paşa’yı, kendisini İstanbul fethinden alıkoymak hususunda gösterdiği muhalefeti bahane ederek onu Bizansla işbirliği yapmakla suçlamış ve muhakemesi sonunda idam ettirmiştir. Bunda kendisini ilk padişahlığından indirerek babası Murat Il ı tahta tekrar çıkarmasından duyduğu kırgınlığın da tesiri olduğu muhakkaktır.

·        23 — Mahmut Paşa (ölümü 1474) devşirme suretiyle devlet hizmetine girmiş bir ve

zirdir. Fatih, Çandarlı HalilPaşa’yı öldürttükten sonra vezirlerini genellikle devşirmelerden seçmiştir. Bunda yukarıdaki açıklamada değinildiği gibi Os-manoğullan soyuna bir rakip çıkmasını önleme gayretinin bulunduğu düşünülebilir. Mahmut Paşa yazarın dediği gibi Çandarlı’nın ölümünden sonra beylerbeyi görevi ile beraber vezirlik görevini de yürütmüş değildir. Rumeli Bey-lerbeyliği’ne 1456’dan sonra yani Belgrat muhasarasından sonra vezir olmuştur.

XXVII MAKAM DEĞİŞİKLİKLERİ SADARET - BAŞVEKÂLET

Abdülmecid’in padişahlığının ilk zamanlarında devlet adamlarından birisi tarafmdan yazılan bir ıslahat tasarısında deniliyor ki: Gerçek zorunluk olmadıkça sık sık görev değiştirilmesi ve lüzum yokken memurların azil ve değiştirilmesi hükümetin idare usulünü bozar. Özellikle içişleri, dışişleri, askerlik ve mâliyenin bakan ve büyük memurları kusur ve kabahatleri görülmedikçe azil olunmamaları, yerlerinden alınması gerektiğinde el değişmesiyle iş değişmemeli yani giden zamanında konan iyi usulleri gelen keyfi istediği gibi gelişi güzel değiştirme-meli, düzen ve ilerlemenin garantisi olan takip fikri devam ederek birinin yaptığını biri bozmak suretiyle işler yarıda kalmamalıdır. Tasarı sahibinin bu arada sadrazamlık makamından söz etmemesi terbiyesinden olsa gerektir. Halbuki sadrazamlık makamı (padişahın) kesin vekâletini taşıması dolayısıyla idare şubelerinin bağlantı merkezi ve hükümetin düzenleyicisidir. Bu itibarla devamlılığa en fazla ihtiyacı olan yerdir.

Bu tasarı sahibinin tavsiyelerinin ne dereceye kadar gözönünde bulundurulduğunu araştıralım: Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışından (1255-1839) Mehmet Reşat Han’ın tahta çıkışına kadar (1327-1909) geçmiş olan yetmiş iki kameri yıl içinde sadrazamlık otuzüç kişi arasında değişmek suretiyle altmışbeş defa, Seraskerlik makamı otuziki kişi arasında değişmek suretiyle ellidokuz defa, dışişleri bakanlığında yirmi iki şahıs arasında değişmek suretiyle elli defa değişiklik yapılmıştır. Bazen kaldırılarak bazen yeniden kurulan içişleriyle maliye bakanlıklarını şimd’lik dikkate almayalım.

Bütün bu değişikliklerin sebepleri ne idi? Devletçe buna zorunluk varını idi? Meşrutiyet usulü ile idare olunan memleketlerde güvensizlik oyu almaları halinde bakanların düşmesi parlamento cilvelerinden ise de büyük imparatorluklarda mühim ve büyük makamların sahipleri uzun müddet makamlarında devamlı kaldıkları bilinen işlerdendir.

Herşeyin aslını bilmekle yükümlü olan tarih bilimi bu değişikliklerin gerçek sebeplerini tamamıyla öğrenemeyecek ve bazı araştırdıklarını şüpheli görerek sayfalarına geçirecek ve bazılarına da bizden sonrakileri inandırmak zor olacaktır.

Yukarıda bildirilen yetmiş iki senede sadrazamlık mühürüne sahip olan kişilerin aşağıda yazılı cetveline bir göz gezdirdiğimizde sadrazamlıkları iki gün, bir hafta, iki hafta, üç hafta sürenler olduğunu görürüz. Değişikliklerde dahi bazı garipliklere rastlanmaktadır. Mesela İbrahim Sarım Paşa sarayda iftar edip padişah tarafından koltuğuna girilecek kadar iltifat gördüğünü ertesi akşam iftarına gelen misafirle-

L rine anlattığı ve hepsi yükselmesine dua ettikleri sırada saraydan memur gelip sadrazamlık mühürünü almıştı. Ne için? Doğrusunu Allah bilir.

Meşhur Maksudiye Ham(l) davasında halk arasında dolaşan söylentilerin dinlenmesi, dâvacı tarafından istendiği ve dilekçesi usulüne b göre Bâb-ı Meşihate (şeyhülislamlık makamına) gönderildiği halde “Maksud” dilek anlamınadır, Maksudiye Hanı “Murad Han” demek-tir(2), halk ağzında dolaşan söylentilerin (tevatür) kuvveti peygamberlerin peygamberliği ve evliyanın keramet (olağanüstü yetenekleri) biz-, ce tevatür olarak sabittir, buna dayanarak Bâb-ı Âli ile Bâb-ı Meşihat,

Sultan Murad’ı tahta çıkarmayı düşünüyorlar” şeklinde müzevirce düzenlenmiş bir iurnal üzerine Sadrazam Mehmet Kâmil Paşa kimse ile görüştürülmemek suretiyle azil ve Şeyhülislam Bodrumlu Ömer Lûtfi ; Efendi köşküne sürülmüş ve diğer bakanların bir kısmı birer valiliğe tayin ile uzaklaştırılmıştı.

İstibdat devirlerinde her devlette çekememezliğin ve saray ent-’ likalarının ve gelişi güzel esen rüzgârın yüksek makamların değişikliğinde rol oynadığı tarihçe bilinmektedir. Maksudiye Hanı iurnalini dü-i zenleyenlerin ne gibi çıkar elde ettikleri o vakit etrafa yayılmıştı(3).

I                                                                                                      ,                   ,                                                        ’                                                                        ■                                •

·        I Osmanlı Devleti’nde başka çeşit sebeplerin de ortaya atıldığı olmuştur. Mesela ilk terakki adımı olarak Rüşdiye okulları kurulmasına başlandığı vakit okunacak coğrafya dersleri için çizilen haritaları Damat Said Paşa, şeriata uygun olmadığı iddiası ile böyle şeyleri arzulayan Mustafa Reşit Paşa’yı gavurlukla suçlamış, azledilerek devlet hizmetinde çalıştırılmaması için padişaha ısrarda bulunurmuş. Said Pa-şa’nm bu hareketi bilgisizliğine verilerek damatlığı yüzü suyu hürmetine bağışlanabilir; ömrünün son günlerinde derviş kılığına bürünerek sadaka vermede ve fukara severlikte çok ileriye gitmesi iyi ahlakına ve sözlerinin iki yüzlü olmayıp temiz kalpliliğinden ileri geldiğini gösterirse de böyle kısa görüşlü kişilerin devlet kapısında sözü geçer olmasına gerçekten üzülmek gerek. Çünkü paşa öyle nazik bir devirde defalarca bakanlıklarda ve bakanlar kurulunda (Meclis-i Vükelâ) bulunmuş dört beş vilayette valilik etmiştir.

Bu yetmiş iki sene içinde sadrazamlık üç kerre başvekalete (başbakanlığa) çevrilmiştir. Evvela 1254-1838’de ondört buçuk ay, ikinci defasında 1295-1877 yüzondört gün ve üçüncü defada ise 1296-1878’ de üçbuçuk sene kadar sürmüştür. Bu unvan değişmesi esasa hizmet için olmayıp(4) göz boyamak içindir.

İkinci defa meydana getirilişi en önemlisi olduğundan aşağıda anlatılmıştır:

Sadrazam Hamdi Paşa memleketin içişlerini iyi bilir, denenmiş, kendi halinde, iyiliksever ve devlete sadık idi. Avrupa’da hiç bulunmadığından meşrutiyet idaresinin gerektirdiği şeyleri yakından bilmezdi. Ancak halk nazarında saray, savaşın idaresine karışarak ordularımızın yenilmesine sebep olmakla suçlandığından, Hamdi Paşa sarayın savaşa ve devlet işlerine karışmamasını, bakanların sorumluluğu kuralının gereği şekilde uygulanmasını, Rus çarının kardeşleriyle beraber savaş alanlarına geldiği halde padişahın Yıldız sığmağına çekilerek milletin gözlerinden saklanmasının uygun olmayıp Dolmabahçe sarayına gelerek halkın sevgisi ile korunmasını iyi niyetle ve sadakatle sunar ve tavsiye edermiş. Bu akıl hocalığı padişaha ağır gelerek sadrazamlığı dört haftaya varmadan azil ve valilik ile İstanbul dışına sürüldü.

Yerine geçen Ahmet Vefik Paşa başbakan adıyla atanmıştır (1295-1877 I Safer). O sırada Rusya ile savaş halinde idik ve 1293 zilhiccesinde (14 Aralık 1876) ilân olunan Kanun-ı Esasi-Anayasa-gere-

ğince mebuslar meclisi toplanmıştı. Ahmet Vefik Paşa’mn başbakanlığı hakkındaki padişah buyruğu (Hatt-ı Hümayun) meşrutiyet reiimi kurallarına tamamen uygun idi(*).

Sadrazam unvanının Başvekile (Başbakan) çevrilinesi kanun-ı esasi (Anayasa) metnine açıkça aykırı, olduğundan bu kanunun, söz halinde de olsa, padişah tarafından böyle gelişi güzel değiştirilmesi mebuslar meclisinde şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. O zaman işittiğimize göre Ahmet Vefik Paşa kendisi bütün meclis şubelerini dolaşarak açıklama yapmış ve söz anlaşmazlığından ibaret olan bir meseleyi fazla, büyütmemelerini tavsiye ye daha fazla ısrar ederlerse “müşterek bir felaket hazırlayacaklarım ve kuyularını kendi elleriyle kazacaklarını” ' anlatmış ise de mebusların birçoğuna bunu kabul ettirememişti.

!          İşin iç yüzüne gelince; Ahmet Vefik Paşa’mn hükümetin başına getirilmesinden maksat coşan halkoyunu okşamak ve söylenmeye başlayan mebusların ağzına bir parmak bal çalmak ve imzalanması yaklaşan (barışta) dost devletlere hoşgörünmekti. Ahmet Vefik Paşa direk 1

I gibi doğruluğu ile meşhur, sert ve dürüst bir adamdı. Huyu bakımından müstebit olduğundan ilk toplantı senesinde başkan olduğu mebuslar meclisinde keyfi ve kanunlara uymayan hareketleri görülmüştü(5).

t         En yakın yüksek vezirim Ahmet Vefik Paşa

1         Hamdi Paşa’mn azil ve değiştirilmesine lüzum görünmüş ve kanunumuz gereğince   bakanlarımızın görevlerine ait işlerde teker teker ve genel işlerde topluca sorumlu-

İlıkları tabii ve bu sorumluluk kuralı hükmüne göre bakanların kişisel sorumlulukları altında yapılan işleri tarafımızdan tasdik olunmak üzere makamımıza sunmaları gerekli olduğundan bunun dışında olan yani bakanlar kurulunca hazırlanan hususların kararnamelerini ve millet meclisinin hazırlayıp Âyan meclisinin onaylayacağı kanunları makamımıza sunmaya aracı ve bakanlar kuruluna başkanlık etmek üzere sadrazamlık görevinin görülen lüzum üzerine kaldırılarak ona karşılık bakanlar kurulu başkanlığı görevi getirilmesi uygun görüldüğünden yararlığınız, yetenek ve doğruluğunuz dolayısıyla başbakanlık içişleri bakanlığı da eklenerek size verilmiş olduğu gibi bakanlık görevleri, başbakanlıkla birleştirilen içişleriyle Meşihat, Seraskerlik, Dışişleri, Deniz kuvvetleri, Adliye bakanlıklarına, Devlet Şurası (Danıştay), Tophane Müşirliği, Maliye ve Evkaf, Eğitim, Bayındırlık ve Ticaret bakanlıklarına bölünmüş olup bu görevlere seçilmeleri tarafımızdan onaylanan kişilerin tayinleri kararlaştırılmış olduğundan ilanına başlansın Allah başarılı kılsın.

1 Safer 1295 (1878)

Hattâ bir kerre adliye bakam Cevdet Paşa’ya söz vermediği meşhurdur. Ancak, halkın dedikodusu artıp ve mebuslar meclisi kürsüsünde artan şikâyetlere padişahlık görevi hakkında şer’i ve meşruti görüşler karıştığından durum kötüleşmişti. Her ne kadar Ahmet Vefik Paşa böyle dırıltıların hakkından gelecek vaziyette ise de saltanat makamına karşı da bağımsızlığını korur ve ferman dinlemez tutumundan asla vazgeçmezdi.

Padişah iyi bir yol buldu. Mebuslar meclisini Ahmet Vefik Paşa’ya dağıttırdı. Sonra da Ahmet Vefik Paşa’yı azletti. Paşanın mebuslara anlatmak istediği müşretek felaket yerini buldu. Başbakanlığı iki buçuk ay sürmüştü.

Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışından Sultan Mehmet Reşad’m ölümüne kadar sadrazamların atanma tarihlerini gösteren çizelge :

Abdülmecid Han Devrinde

·        20 Rebiyülahar 1255-1839

·        8 Rebiyülahar 1256-1840

·        20 Şevval 1258-1842

·        23 Recep 1258-1842

7 Şevval 1262-1846

25 Cumazüyülûla 1264-1848

13 Ramazan 1264-1848

·        4 Rebiyülahar 1268-1852

·        15 Cumazüyülûla 1268-1852

·        20 Şevval 1268-1852

19 Zilkade 1268-1852

6 Şaban 1269-1853

3 Ramazan 1270-1854

·        2 Rebiyülevvel 1271-1854

·        16 Şaban 1271-1855

·        3 Rebiyülevvel 1273-1856

11 Zihicce 1273-1857

3 Rebiyülevvel 1274-1857

25 Cumadiyülûla 1274-1857

·        21 Rebiyülevvel 1276-1859

29 Cumadiyülevvel 1276-1859

·        16 Zilkade 1276-1860

Koca Hüsrev Paşa Rauf Paşa (III. Defa) Darendeli İzzet Paşa (II. Defa) Rauf Paşa (IV. Defa) Mustafa Reşit Paşa İbrahim Sarım Paşa

Mustafa Reşit Paşa (II. Defa) Rauf Paşa (V. Defa)

Mustafa Reşit Paşa (IİI. Defa) Âli Paşa

Damat Mehmet Ali Paşa Giritli Mustafa Paşa Kıbnsh Mehmet Paşa

- Mustafa Reşit Paşa (IV. Defa) Âli Paşa (II. Defa)

Mustafa Reşit Paşa (V. Defa) Çiritli Mustafa Paşa (II. Defa) Mustafa Reşit Paşa (VI. Defa) Âli Paşa (III. Defa)

Kıbnslı Mehmet Paşa (II. Defa) Mütercim Rüştü Paşa Kıbnslı Mehmet Paşa (III. Defa)

Abdülaziz Devrinde

·        23 Zilhicce 1277-1860

29 Muharrem 1278-1861

19 Cumadiyülûla 1278-1861

·        15 Recep 1279-1862

·        15 Zilhicce 1279-1863

·        21 Muharrem 1283-1866

6 Şevval 1283-1867

·        22 Cumadiyülahar 1288-1871

·        25 Cumadiyülûla 1289-1872

·        16 Şaban 1289-1872

·        17 Zilhicce 1289-1873

·        17 Safer 1290-1873

·        26 Zilhicce 1290-1874

19 Rebiyülevvel 1292-1875

·        24 Recep 1292-1875

·        17 Rebiyyülahar 1293-1876


Kıbrısh Mehmet Paşa (Devam) Âli Paşa (IV. Defa) Fuad Paşa

Yusuf Kâmil Paşa

Fuad Paşa (II. Defa)

Mütercim Rüştü Paşa (II. Defa)

Âli Paşa (V. Defa)

Mahmut Nedim Paşa

Mithat Paşa

Mütercim Rüştü Paşa (III. Defa)

Esat Paşa

Şirvanizade Rüştü Paşa

Hüseyin Avni Paşa

Esat Paşa (II. Defa)

Mahmut Nedim Paşa (II. Defa) Mütercim Rüştü Paşa (IV. Defa)


Murad V. Devrinde

·        9 Cumadiyülevvel 1293-1876 Mütercim Rüştü Paşa (Devam)

Abdülhamid II. Devrinde


13 Şaban 1293-1876

·        2 Zilkade 1293-1876

21 Muharrem 1294-1877

7 Muharrem 1295-1878

1 Safer 1295-1878

15 Rebiyyülahar 1295-1878

26 Cumadiyülûla 1295-1878

·        3 Cumadiyülahar 1295-1878

9 Zilkade 1295-1878

9 Şaban 1296-1879

3 Zilkade 1296-1879

1 Recep 1297-1880


Mütercim Rüştü Paşa (Devam) Mithat Paşa (II. Defa) Edhem Paşa Hamdi Paşa Ahmet Vefik Paşa (Başvekil) Sadık Paşa (Başvekil) Mütercim Rüştü Paşa (V. Defa Sadrazam) Saffet Paşa (Sadrazam) Tunuslu Hayrettin Paşa Ârifi Paşa (Başvekil) Said Paşa (Başvekil) Kadri Paşa (Başvekil)


·        7 Şevval 1297-1880

13 Cumadiyülahar 1299-1882

24 Şaban 1299-1882

19 Muharrem 1300-1882

·        22 Muharrem 1300-1882

15 Zilhicce 1302-1885

29 Muharrem 1309-1891

2 Safer 1309-1891

15 Zilhicce 1312-1895

13 Rebiyülahar 1313-1895

·        18 Cumadiyülûla 1313-1895

6 Şaban 1319-1901

·        5 Şevval 1320-1903

·        23 Cumadiyulahar 1326-1908

·        8 Recep 1326-1908

·        22 Muharrem 1327-1909

·        23 Rebiyyülevvel 1909


Said Paşa (II. Defa Başvekil) Abdurrahman Paşa (Başvekil) Said Paşa (III. Defa Başvekil) Ahmet Vefik Paşa (II. Defa Başvekil) Said Paşa (IV. Defa Sadrazam) Mehmet Kâmil Paşa (Sadrazam) Rıza Paşa (Sadrazam vekili) Cevat Paşa Said Paşa (V. Defa)

Mehmet Kâmil Paşa (II. Defa) Halil Rifat Paşa Said Paşa (VI. Defa) Ferit Paşa Avlonyah Said Paşa (VII. Defa)

Mehmet Kâmil Paşa (III. Defa) Hüseyin Hilmi Paşa Tevfik Paşa


V. Mehmet Reşat Devri

11 Rebiyyülahar 1327-1909

15 Rebiyyülahar 1327-1909

30 Zilhicce 1327-1909

7 Şevval 1329-1911

·        10 Muharrem 1330-1911

7 Şaban 1330-1912

·        18 Zilkade 1330-1912

·        25 Safer 1331-1912

·        6 Recep 1331-1913

·        7 Recep 1331-1913

·        11 Rebiyyülahar 1335-1916


Tevfik Paşa (Devam) Hüseyin Hilmi Paşa (II. Defa) İbrahim Hakkı Paşa Said Paşa (VIII. Defa) Said Paşa (IX. Defa devam) Gazi Ahmet Muhtar Paşa Mehmet Kâmil Paşa (IV. Defa) Mahmut Şevket Paşa Said Halim Paşa (Vekil) Said Halim Paşa (Sadrazam) Talat Paşa


Bunlardan Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Halil Rifat ve Mahmut Şevket paşalar sadrazamlık görevi esnasında ölmüşlerdir.

AÇIKLAMALAR

1 — Maksudiye Hant İstanbul’da bulunan birçok eski iş hanlarından birisidir. Sahipleri tarafından satılığa çıkarılmış ise de aralarında satışa razı olmayanlar bulunduğundan ve başka sebeplerden satış işi uzamış ve muhakemesi de sü-rümcemede kalmıştı.

2— İş yeri manasına olan han ile padişahlar için kullanılan Han kastedilmiştir.

·        3 — Bu iurnali verenin sonradan şeyhülislam olan Cemaleddin Efendi olduğu ile

ri sürülmüştür.

·        4 — Her ne kadar vezirazam, sadrazam ve başvekil aynı anlamda yani bakanlar

kurulu başkanı anlamında ise de başbakanlık deyimi daha çok batıdaki parlamenter reiimlerde uygulanan ve bakanların sorumluluğu ilkesine uygun olarak görev yapan hükümetbaşkanlan için kullanılmakta idi. 1876Anayasasında bakanların sorumluluğu bahis konusu olmadığı gibi Hükümet başkanlığı da sadrazam olarak belirtilmişti. Yazar bu sebeple "esasa hizmet için olmamıştır" hükmünü vermiştir.

5— Bu iddia paşanın tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak halk arasında yayılmış bir yakıştırma olduğu ilk mebuslar meclisi tutanaklarının incelenmesinden anlaşılmaktadır. Gerçi paşanın mecliste bazı mebuslara usûl bakımından sert uyanlarda bulunduğu görülmekte ise de bunlar yazarın ileri sürdüğü gibi kanunsuz ve keyfi davranışlar değildi. Adliye vekili CevdetPa-şa’ya söz vermeyişi de usûle uygun idi.

XXVIII(31)

1295-1878 SENESİNDE SADRAZAMLIK DEĞİŞİKLİKLERİ

1295 hicret senesinde (miladi 1878) benzer bir bunalım yılı tarihimizde henüz görülmemiştir. XI. hicret asrı (miladi i XVII. y.y.) sonlarında Viyana’nıri ikinci kuşatmasıyla başlayıp dörtlü ittifak devletleriyle (Avusturya, Venedik, Lehistan, Rusya) genel savaşa sebep olan uzun seferin en ağır devresi (1100-1688) yılına rastlar. Bu yılın durumu 1295-1878 yılma nazaran daha ucuzdu(32).

1295-1878 yılı yedi sadrazam görmüş olduğundan bu değişikliklere sebep olan olaylar hakkında duyduklarımızı, bildiklerimizi ve gördüklerimizi kısaca bildireceğiz.

1295-1878 hilâlinin(l) doğuşu, olayların doğuşuna ayın ilk günkü parlaklığı yerine uğursuz karanlıklar ve acılar getiriyordu. Rus savaşı çok kötü şartlar altında sona yaklaşmakta, Plevne’nin düşmesi ve Gazi Osman Paşa ile ordusunun esir olması üzerine Rus orduları pervasızca Meriç ovasına yayılıyor ve Balkanları kolayca aşarak Edirne’ye doğru yürüyordu. Rumeli’de bulunan askeri birliklerimiz yılgınlık ve bozgunluk etkisi ile hiçbir yerde tutunamayarak yerlerini bırakıp perişan halde kıyılara ve iskelelere koşuyorlardı. Savunmanın ümit ve imkânı kalmamıştı. O günün coğrafi durumuna göre, Rumeli için ileride Tuna Nehri ve geride Balkan (dağlari)lardan başka savunma hattı kurulmasına lüzum görülmemiş olduğundan Balkanları (Balkan dağlarını) aşan bir düşmana karşı İstanbul yolu tamamıyla açıktı. Ruslar zahmetsizce Edirne’yi ele geçirdiler. İstanbul’a doğru ilerlemelerine engel yoktu. Düşman işgaline uğrayan köy ve kasabalardaki İslam halkı Bulgarların zalim kılıcı ve intikamı karşısında Rus ordusu tarafından korunmadığından, canlarını kurtarmak için çoluk çocuklarıyla beraber evlerini ve yurtlarını bırakarak göçmeye ve kaçmaya başlamış, çok şiddetli kış dolayısıyla yollarda döküle saçıla İstanbul’a koşuşuyorlardı.

Meşrutiyetle idare olunan devletlerde savaş devam ettiği esnada parlamento görüşmelerinin tatil edilmesi usüldendir(ö). 1293-1876 zilhiccesinde (14 aralık) ilan edilen anayasa hükmü gereğince mebuslar meclisi vazifesini henüz yapmaya başladığından savaş dolayısıyla mebusları toplamamak işe daha uygun ise de Avrupa’yı meşrutiyetin ciddiyetine inandırmak azminde olan Osmanlı Hükümeti iyi niyetini bir kerre daha göstermek için sakıncasına bakmayarak seçimleri yapmış ve mebusları toplamış idi.

Rus ordusunun hızla ilerlemesi korku yaratıyor ve askerlerimizin perişanlığı ve göçmenlerin sefilliği üzüntü ve genel heyecanı artırıyordu. Birbirini kovalayan yenilgiler, iş başındakilerin yetersizliğine, savaş hareketlerine saraydan karışılmasına, kumandanlara birbirine uymayan ayrı emirler verilmesine yorularak halk arasında bakanlar ve saray mensuplan aleyhine itirazlar, suçlamalar dolaşıyordu. Mebuslar meclisi halkın hislerine bayrak tutuyor, komisyonlarda ve genel kurulda açıktan açığa ortaya konulan şikâyetler ve kötülükler halkı bir kat daha heyecanlandınyordu. Savaşın ilanında sadrazam olan Edhem Pa-şa(7) Avrupa’da eğitim görmüş bilgili bir kimse ise de hiddetli, çabuk kızan bir huya sahip olduğundan mebuslarla ilişkilerinde yatkın olamayışından ve savaşın bütün kötülükleri ve dertleri sadrazamlığı zamanında meydana gelmesinden dolayı 1295-1877 senesi Muharreminin yedisinde azil olunarak padişah mühürü içişleri bakanı Ahmet Hamdi Paşa’ya verildi.

Haindi Paşa politikanın inceliklerini bilen dâhilerden değilse de idare işlerinde tecrübeli, doğruluk ve gayreti ile tanınmış ve toplantılarda sağlam ve doğru görüşleriyle tanınmıştı. Sultan Abdülhamid II. halkın ve mebusların sövme ve yerme oklarına kendisinin hedef olduğunu adamları (iurnalcileri) atacılığı ile öğrendiğinden başkanları olan Mithat Paşa’yı uzaklaştırdığı® (21 Muharrem 1294-5 Şubat 1877) Yeni Osmanlılar grubunun kendini padişahlıktan indireceği ve V. Murat’ı tekrar tahta çıkarmak için uğraşmaktan ve yalanlar yaymaktan geri kalmadıkları kanaatine saplanmıştı. Bu sebeple savaşın idaresine karışmak, mağlubiyet ve felakete sebep olmak lekesinden kurtulmak ve halk oyunu buna inandırmak için hiçbir girişimden geri kalmıyor, fakat Dolma-bahçe Sarayı’ndan Yıldıztepesi’ne çekilerek sarayın etrafmı askerle çevirerek Yeni OsmanlIların muhtemel ihanet girişimlerine karşı korunma çareleri almaya dikkat ediyordu.

Gerçi halkın endişesi ve kaynaması yerinde idi. Sekiz on ay içinde Rumeli’nin düşman ayağı altına düşmesine, düşmanın başkentin kapılarına doğru atılmasına üzülmemek mümkün değildi. Bozgunun asıl sebeplerini ipceden inceye tetkik edemeyen ve derinliğine inemeyen halk, Sultan Murad padişah ve Mithat Paşa sadrazam olsa idi bu felaketler başımıza gelmezdi gibi bir düşünceye ve akıma uyarak savaş idaresinde yapılan hataların büyük kısmım Yıldız Köşkü’ne yüklüyordu. Diğer taraftan devletin bu acıklı halinden en fazla üzgün ve kederli olması gereken padişah kendi (saltanat) kaygısına düşmüş gibi görünerek ve İstanbul tarafına ayak atmamak ve Yıldız’da gizlenmek durumunu takınarak halktaki şüpheleri vurguluyordu. Sonuç olarak milletle saltanat arasında ayrılık ve gaynhk meydana geliyor ve gittikçe gerginleşiyordu.

Sadrazam Hamdi Paşa şu olağanüstü durum içinde sağlam duruyor ve bir yandan mebusları yatıştırmaya bir taraftan da padişahı inan1 dırmaya çalışıyordu. Rusya’nın saldırgan ordularının yolunu kapamanın mümkün olmadığı anlaşıldığından mütareke yapmak ve barış şartlarının esaslarını anlamak üzere dışişleri bakanı Server Paşa ile eski mareşallerden Namık Paşa delege tayin edilerek trenle Edirne’ye ve oradan Kızanhk’ta(9) bulunan Grandük Nikola(10) yanma gönderildi.

Başkumandan Grandük Nikola esas barış şartı olarak Rusya Hükümeti adına altı madde ileri sürerek bu maddeler kabul edilirse mütareke yapılabileceğini bildirdi. Bu altı şart şunlardı: Evvela; Tunavila-yetinden ve Edime, Selanik vilayetlerinin bazı liva ve kazalarından oluşan ayrıcalıklı (imtiyazlı) bir Bulgaristan Prensliği kurulması, ikinci olarak Karadağ’ın sınırlarının genişletilmesi ve bağımsızlığı, üçüncüsü Memleketeyn (Romanya) ve Sırbistan (Yugoslanya) beyliklerinin topraklarının genişletilmesi ve bağımsızlıkları, dördüncüsü Bosna ve Hersek eyaletleri özerk idare altına alınması ve Avrupa kıtasında bulunan ve halkı Hıristiyan olan diğer vilayetlerde de bu şekilde ıslahat yapılması, beşincisi Rusya’nın savaş masraflarının para olarak veya başka bir suretle ödeneceğinin Osmanlı Devleti tarafından garanti edilmesi, altmcısı; Akdeniz ve Karadeniz Boğazları’nda Rusya’nın hak ve menfaatlerini padişah ile Rus imparatorunun görüşerek aralarında kararlaştırmaları.

Bu şartlar gayet ağır olmakla beraber delegelerimiz tarafından çaresiz kabul edilerek mütareke anlaşması imzalandı; fakat delegelerin anlaşmayı Kızanlık’tan İstanbul’a getirirken beş altı gün geçtiğinden bu süre içinde Ruslar çatışmayı durdurmayarak Çatalca’ya kadar gelip dayandılar. İstanbul’un heyecanı bir kat daha artmış ve Rus askerinin şehre girmesi gerçekleşirse padişahın Gelibolu’ya gitmesi bakanlar kurulunda birgün görüşülmüştü. Gelibolu’nun seçilmesi Doğu Rumeli ordusu artıklarının kumandanları Süleyman Paşa ile beraber orada bulunmasından ve İngiltere’nin donanmasının yardımından hâlâ ümit kesilmemiş olmasından ileri gelmekte, aynı zamanda Bolayır istihkâmları kuvvetlendirilerek Selanik tarafına çekilmiş olan askerî birliklerin ve Anadolu’dan sağlanacak diğer kuvvetleri buraya getirilerek orada yeni bir dayanak noktası teşkil edilebileceğinin düşünülmüş olması idi. Bakanlar kurulunun çoğunluğu teklifi şiddetle reddettiler.

Sadrazam Hamdi Paşa geçmişe üzülmenin faydasızhğından ve devletin geleceğini kurtarmaya çalışılması lüzumundan bahsederek ümitsizl-'k göstermemesinden bu cesur tutumu padişahın hoşuna gidiyor ve iltifat görüyordu. Ortalıkta dolaşan ve günden güne şiddetlenen dedikodular sonucunda tehlike açık ve milletle saltanat (padişah) arasındaki şüphe ve yanlış anlamalara son verilmesi gereği açık olduğundan sadık sadrazam vatanseverlik sebebiyle birgün padişahın huzurunda: “Yıldız Sarayı’nda saklanarak oturmanın zamanı değildir; devletiniz büyük bir tehlikeye uğradı, düşman başkentinize kadar geldi, böyle çekinme ve saklanma halinden çıkıp Beşiktaş Sarayı’na(ll) geçerek sadık vatandaşlarınızın sevgisi ile korunmayı düşünmelisiniz, padişahlık ödeneğinizden para vererek devlet mâliyesinde gerçek bir tasarruf yapılmasına yol açmalısınız” anlamında sözler söylemek ve akşam da özel bir tezkere ile sözlerini yazı ile vurgulatmak gibi fedakâr bir davranışta bulundu. Sultan Abdülhamid sadrazamın sözlerinden derhal kuşkulanıp Beşiktaş Sarayı’na göçmenin tahttan indirilme niyetini kolaylaştıracağı kuşkusu aklına geldiğinden, bu önerinin böyle bir gizli maksadın gerçekleştirilmesi için hazırlanmış bir aldatma başlangıcı manası vererek Hamdi Paşa’dan soğudu ve sadrazamlığının yirmibe-şinci günü öyle temiz ve sağlam yürekli bir veziri azil ile sadrazamlık mühürünü Eğitim Bakanı Ahmet Vefik Paşa’ya verdi (1 Safer 1295-1878).

Ahmet Vefik Paşa ağır hükümet yükünü taşıyabilmek için sadrazamlık unvanının başvekâlete çevrilmesini, meşrutiyet usulü gereğince kabinenin yeniden kurulmasını, bakanların sorumluluğu(12) kuralının konmasını ve bu kurala uyularak devlet işleri hakkında sunulacak önerilere izin verilmesini şart koşmuş ve bu şartlar padişah tarafından uygun bulunarak yayınlanması gelenek olan Hatt-ı Hümayun’da (padişah bildirisi) da uygun bir şekilde işaret edilmişti. Eski bakanlardan milli fikirlere eyilimli olan sadrazam Hamdi Paşa Aydın, Devlet Şurası (Danıştay) başkanı Kadri Paşa Şivas ve Evkaf bakanı Cevdet Paşa Suriye valiliklerine tayin edilerek İstanbul’dan çıkarılmışlardı.

Ahmet Vefik Paşa’nın başvekâlete gelişi devletin en bunalımlı zamanına rastlıyordu. Grandük Nikola esas barış şartlarını dikte ettirir gibi Osmanh Devleti delegelerine kabul ve imza ettirmiş ve Büyükçek-mece’de bir mütareke hattı tayin ederek başkenti abluka altına almış; İstanbul’a gelen ikiyüz bini aşkın Rumeli göçmeni kar ye buzla kaplı sokak ve meydanlara sefil ve perişan yayıldığından şiddetli soğuk ve donmaktan kurtarılarak barınmaları için özel ve genel barınaklarla beraber bazı camiler de ayrılmış; arazi kayıpları ve olağanüstü savaş masraflarından dolayı devlet gelirinin büyük kısmı toplanamadığından devlet hâzinesi anlatılması mümkün olmayan bir sıkıntıya uğramış, kâğıt paranın değeri günden güne düşerek(33) ve günlük ihtiyaçlarda meydana gelen pahalılık dolayısıyla geçim zorlaşarak ekmekçi fırınlan kapanmaya başlamıştı. İstanbul halkı özellikle “Mevkib-i hümayun” adıyla kuru-lan(34) milis askerleri (gönüllü taburları) Fatih ve Bayezıt ve Sultanahmet meydanlanndan ve Sirkeci istasyonundan yarı donmuş göçmen çocuklarını sırtlarında evlerine taşıyarak kendi sıkıntılarına bakmadan yavrucukların yiyecek ve giyeceklerini sağlamaya gayret etmekte iken yüreklere saçılan zehirli acının tesirleri mebuslar meclisinin gürültülü seslerini göklere çıkarmış ve daha ilk gününde Ahmet Vefik Paşa ile milli meclis arasında büyük bir anlaşmazlık meydana gelmiş idi. Anlaşmazlığın kökü anayasada açıkça belirtilmiş olan Sadrazamlık unvanının durup dururken başvekâlete çevrilmesi konusu idi. Paşanın ısrarı ve mebusların coşkunluğu anlaşmayı imkânsız bir dereceye vardırmıştı.

Başvekil Paşa tuttuğunu koparır, cerbezeli ve korkusuz bir kimse olduğundan mebuslar meclisini dağıttı(13). Meclisin son günlerinde görüşmeler korkulu bir yola girmiş, hükümetin faaliyeti, padişahın görevleri hakkında şeriat ve politik bakımdan bazı fikir ve görüşler ileri sürülerek hükümetin hukukî varlığını kaybettiği şeklinde sözlerin alkışlanması Sultan II. Abdülhamid’in kuşkularını artırmış, huzur ve rahatını kaçırmıştı. İşte anayasaya ettiği yemine aykırı olarak mebuslar meclisini otuzbir sene çalışmasını önlemesi bundan dolayıdır(14). Padişah mebusların dişlilerinden Rasim Bey (Edime) Menekşelizade Ahmet Efendi(15) (İzmir) Yusuf Efendi (Kudüs) gibi ileri gidenleri yeni ilân ettirdiği sıkı yönetim kararnamesine uyularak harp divanında yargılanarak cezalandırılmalarını istemek suretiyle onlardan intikam almayı düşünmüş ise de Ahmet Vefik Paşa o kadar şiddet gösterilirse anayasanın en mühim eseri olan parlamentonun onuruna dokunulduğu yolunda halkın zihnini karıştırıcı sözler ortaya çıkar, bu türlü dedikodulara yer verilmemeli, maksadın temini için isimleri bilinen mebusların memleketlerine gönderilmesi(16) ile yetinilmelidir diyerek bakanlar kumlunda bu anlamda bir rapor düzenleyerek padişahı da buna razı eder. Toplanması mümkün olan gelirlerden devlet hâzinesine para sağlarken başkentin sıkıntısını gidermek için göçmen ailelerini Anadolu yakasına göndermeye başlar, askeri dairelerin ve halkın ihtiyaçlarını kolaylaştırmaya çalışırken fırınlara para yardımı yaparak ekmek yapımını durdurmaktan kurtardı; korkusuz atılmaları ve zorlukları yenici çalışmalarıyla mahzun kalplere biraz su serpti.

En büyük mesele Rusya barışı idi. Grandük Nikola’nın ileri sürdüğü altı esas barış şartlarından Rusya’nın maksadı anlaşılmış idi. Mütarekenin imzalanmasından sonra Server ve Namık paşaların delegelikleri sona ermiş olduğundan barış şartlarını görüşmek üzere Devlet Şurası Başkanı Saffet Paşa ile Berlin Büyükelçisi Sadullah Bey(17) yeniden delege seçildi. Sadullah Bey’in Berlin’den gelmesine kadar vakit geçmemesi için, Saffet Paşa yalnız olarak Edirne’ye gönderildi. Rus delegeleri de General İgnatiyef ile M. Nelidof idi. General İgnatiyef uzun müddet Osmanlı Devleti’nde Rus büyükelçisi iken açık düşmanlığı, tepeden inme ve küçük görme gibi devletimizin her zaman haysiyetini kırmaya, devlet yapısının yıkılmasına çalışan ve savaşın dert ve felaketlerini hazırlayan ve çabuklaştıran adamdı.

Saffet Paşa’nm, Edirne’ye varmasından sonra görüşmeler başlamış, Rus delegelerinin sert davranışlarına, küçük düşürücü, kötüleyici söz ve tutumlarına katlanarak devlet için bazı menfaatler sağlamaya çalışırken İngiltere elçisi M. Layard İstanbul’da bulunan İngiliz uyrukluların çıkması mümkün olaylarda can ve mallarını korumak içiiı İngiltere’nin Akdeniz donanmasından bir filonun İstanbul’a gelmeye emir aldığını ve bunu dostluk içinde olacağı hakkında Bâb-ı Âli’ye bir nota verdi.

Bu ani bildiri Osmanlı Hükümetine “zad fi el-tanbur nağmet el-uhra” “tanburuna yeni bir nağme ekledi” gibi garip göründü. Çünkü İngiltere Devleti’nin şimdiye kadar takip ettiği tarafsızlık politikasından çıkıp çıkmayacağına ve çıktığı takdirde de takip edeceği hareket tarzına yani Osmanlı Devleti’ne karşı gösteregeldiği iyi dostluğun görüntüsünü gösterip göstermeyeceğine ve Marmara’ya donanmasının girmesinin dostça olacağı kesin ise de asıl maksadın ne olduğu yolunda Osmanlı Hükümeti’nin ön bilgisi olmadığından zihinleri tırmalayan konu İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’ndan içeri girerse Rusların saldırısı ve şiddeti artarak İstanbul’u işgale teşebbüs etmesi ve sonra da çözümlenmesi mümkün olmayacak olaylara ve zorluklara sebep olması düşüncesi idi. Halbuki İngiltere parlamentosu vaktinden evvel açılmış ve kraliçenin resmi nutkunda (parlamentoyu açış nutku) “doğuda savaş ne yazık ki uzayarak beklenmeyen bazı olaylar ortaya çıkmasıyla bunların bizi güvenlik tedbirleri almaya zorlayacağını saklayamam. Bu tedbirlerin yerine getirilmesi gerekli hazırlıkların yapılmasına bağlı olduğundan bunun için lüzumlu sebeplerin sağlanması hususunda parlamentonun kolaylık göstereceğine güvenim tamdır” denilmiş ve İngiltere Başvekili Lord Beaconsfield (Beniamin Disraeli) elçimiz Muzurüs Paşa’ya ümit verici gizli bildiride bulunmuştu.

Bunlar yavaş yavaş İstanbul (hükümeti) tarafından haber alınarak ve İngiltere’nin Marmara’ya donanma sokmasının maksadı Osmanlı Devleti ile ittifak andlaşması yapmak ve savaşa katılmak olmayıp her türlü ihtimale karşı bir güvenlik tedbirinden ibaret olduğu Petersburg kabinesi (Rus hükümeti) tarafından anlaşıldığından korkulan karışıklıklar ve yanlış anlamalar giderilmiş, fakat İngiliz filosu Akdeniz Boğa-zı’m (Çanakkale) geçerek Mudanya açıklarında demirleyince Grandük Nikola İstanbul’a asker sokmak sevdasından vazgeçmekle beraber mütareke sınırını geçmiş Çekmeceleri ve Ayastafanos’u (Yeşilköy) işgal ile burayı kendisine karargâh yapmıştı. Bu suterle mütareke çizgisinden ilerleyerek hükümet merkezinin pek yakınlarına sokulan Rus askerlerine karşı Osmanlı ordusu tarafından yeni bir savunma hattı kurulmasına ve sığmak yapılması gibi savunma tedbirlerine başvurulmuştur.

İşler bu suretle düzelinceye kadar Osmanlı Hükümeti hayli telaş etmiş, hattâ birgün yeni ve eski bakanlardan, sivil, asker ve bilim adamlarından oluşan büyük bir saltanat meslisi kurularak Rus ordusu İstanbul’a girmek isterse savaşarak savunmak mı yoksa bir anlaşma yolu ile onların şehre girmelerine izin verilmesi mi daha uygun olacağı hususu padişahın huzurunda görüşülmesi emredilmişti. Meclis toplanacağı sırada padişah “Rus askerinin İstanbul’a girmesini hoş görmem. Askeri kumandanlarımız korkaklık gösteriyorlar, ben şahsen hiçbir fedakârlıktan çekinmem. “Sancak-ı Şerif’i çıkarıp Rus ordusu üzerine varmaya hazırım” dediği Ahmet Vefik Paşa saraya geldiğinde kendisine bildirilince“o sözler cilvedir, maksat bizi denemedir, biz işimize bakalım” diyerek gülümser bir tavırla yürüyüp meclise girmiştir.

Grandük Nikola Ayastafanos’u (Yeşilköy) karargâh yaptıktan sonra devlet şurası başkanlığından dışişleri bakanlığına atanan Osmanlı delegesi Saffet Paşa’yı Edirne’den Yeşilköy’e getirtti. îkinci delege

Berlin Büyükelçisi Sadullah Bey (Paşa) o sırada İstanbul’a geldiğinden o da Yeşilköy’e gönderildi. Barış görüşmeleri orada yapılmış ve kararlaştırılan şartlar üzerine andlaşma orada imza edilmiştir 28 Safer 1295-3 Mart 1878.

Bu andlaşma gereğince Karadağ ve Sırbistan Beyliği toprakları genişletilerek bağımsız devletler sırasına giriyorlardı. Memleketeyn (Romanya) Beyliğinin bağımsızlığı da onaylanıyordu. Bulgaristan gayet geniş bir sınır içinde Osmanlı Devleti’ne vergi veren bir Hıristiyan prenslik haline konuluyordu. Bosna ve Hersek vilayetleri özerk bir idare haline getiriliyordu. Savaş tazminatı karşılığı olarak Anadolu’da Ardahan, Kars, Batum, Bayezit sancaklarıyla Soğanlı’ya kadar olan yerler, Rumeli’de Dobrıca bölgesi Rusya’ya bırakılıyordu. Rusya bu Dobruca bölgesini Romanya’ya bırakarak buna karşılık Paris Andlaşmasıyla, Be-sarabya’dan ayrılarak Memleteyn’e katılan küçük bir bölgeyi alma hakkım koruyordu. Andlaşma metninde Girit’ten ve Ermenistan’dan ve Ay-naroz manastırlanndan(18) konu ediliyor fakat boğazlar hakkında mevcut eski andlaşmalan değiştiren yeni bir hüküm getirilmiyordu.

Ayastafanos Andlaşması Sivastopol seferinin bol bol acısını çıkardığı kadar Panislavizmin kesin galibiyetini gösteriyordu. İçindekiler Avrupa devletleri tarafından öğrenilince, her birinin çıkar ve maksadına ve görüşüne göre anlayışlar ve ihtiraslar uyandırdı; genel siyasi durumu gereği gibi geliştirdi. Evvela İngiltere Hükümeti harekete geçti. Ilımlı ve ileriyi düşünen Lord Derby dışişleri bakanlığından azledilerek yerine Lord Salisbury(19) atandı. Marquis de Salisbury 10 Nisan 1878 tarihli genel bildirisinde Ayastafanos Andlaşmasını madde madde kuvvetli itirazlarla baştan aşağı çürüterek 1856’da devletlerarasın-da kararlaştırılmış olan Paris Andlaşması hükümlerinin ancak müttefik devletler tarafından değiştirilebileceğini ve Rusya’nın kendi kendine onu değiştiremeyeceğini veya hükümsüz sayamayacağını ileri sürü-yorve Paris Andlaşmasını imza eden devletleri yeniden bir kongre yapmaya çağırıyordu. Bu bildiri politika çevrelerinde bir yıldırım tesiri yaptı. Özellikle Başbakan Lord Beaconsfield (Disraeli) fikrini saklamayarak Cebelitarık ve Malta savunucularını çoğaltmaya ve donanmayı seferi hale koymaya, Hint süvarilerinden birkaç birlik getirmek gibi savaş hazırlıklarına kalktı ve İngiliz basını da gürültülü ve şiddetli makalelerle hükümetin bu tutumunu destekliyordu. Rusya’nın Doğuda tek başına söz sahibi olması İngiliz çıkarlarına dokunduğu şüphesizdi. Almariya

başvekili Prens Bismark İngiltere’nin görüşüne derhal katıldı. Fransa, Avusturya ve İtalya hükümetleri de Ayastafanos Andlaşması şartlarının bir kongrede yeniden bahiskonusu edilmesi hakkında birleştiler.

Çarlık makamının İslav ve Ortodoks dünyasında kazandığı büyük Şeref ve haysiyete, İngilizlerin vurduğu bu darbelere dört büyük devletin, özellikle Bismark’m yardım etmesiyle Rusya Devleti yelkenleri indirmeye mecbur oldu. Hattâ kongrede uzunuzadıya münakaşalara meydan verilmemesi için İngiltere’nin isteğine uygun olarak Rusya başbakanı Gortchakov (Gorçakof) Ayastafanos Andlaşması hükümlerinden hangilerinin ne suretle değiştirileceğine razı olduğunu önceden devletlere bildirdi. Bu olup bitenler OsmanlıDevleti’nin hoşuna gidiyordu. Yenilgisi dolayısıyla zorla kabul ettiği bu andlaşma hükümlerinin kongrede insaflı şekilde görüşülerek kendi çıkarına uygun olarak değiştirileceğini haklı olarak ümit etmekteydi. Fakat büyük devletlerin bu hayırlı girişimlerinde bazı özel çıkarların ve siyasi kinlerin saklı ol-duğu derhal ortaya çıkıverdi.                       -                          ;'

Bismark’m Bosna-Hersek ayaklanmasından beri Rus politikası-na destek olması ve elaltından savaşı körüklemesi çıkacak savaşta Os-manlı Devleti ezilse bile Rusya’yı yorgun düşürmek amacından ileri geliyordu. Avusturya Hükümeti Macarların Türklere karşı olan sevgi ve ilgilerinden(20) dolayı savaş sırasında ileri atılmadıysa da Osmanh ül- ■« kelerinin Rusya tarafından böyle ele geçirilmesinden kendisinin eli boş kalmasını uygun bulmadığından İstanbul’daki elçisi aracılığı ile gayet *7 hak koruyucu görünerek Bosna ve Herkes bölgelerinin idaresinin geçici olarak kendisine bırakılmasını Bâb-ı Âli’ye bildirdi. Yunanistan da dekdurmayarak Tesalya ve Epir bölgelerinizi) elegeçirmek ve kongrede bahis konusu ettirmek maksadıyla sınırlarda fesad ve ihtilal hareketlerine başladı. İngiltere Devleti Kıbrıs Adası kendisine bırakılmak şartıyla Osmanlı Devleti ile bir savunma ittifakı yapmayı çok gizli olarak ısrarla istedi. Bu teklifinin kongrenin toplanmasından evvel kabul edilmesinde ayak diredi. Osmanlı ülkeleri yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu.

I Başvekil ve İçişleri Bakanı Ahmet Vefik Paşa kuvvetli bir azim

■ sahibi olup iç ve dışta çeşitli zorlukları cesurca karşılayarak devlet gemisini kurtarmaya çabalamakta iken iurnalci entrikasına kurban ola-

* rak azlolundu (15 Rebiyülahar 1295-1878)(22).

Sultan Abdülhamid II. doğuştan kuşkulu, amcasının (Abdûlaziz) ve büyük kardeşinin (V. Murad) kolayca tahttan indirilmeleri, bakanlarına karşı güvenini yitirmiş ve kendisinden evvelki padişahların başına gelen sonuca kendisinin de uğramak kuşkusu zihninde iyice yer etmişti. Bu geniş ülkelerin kaybedilmesinden üzgün olan halk, yenilginin sebeplerini Yıldız (Sarayı) büyüklerine yüklediğinden padişah gerek kendi şahsına ve gerek yakınlarına karşı halkın nefret duyduğunu ve en küçük bir sebeple tahttan indirilebileceğini bildiğinden yerini korumak için her türlü korunma tedbirine başvuruyordu. Bundan dolayı etrafını güvenilir adamlarla çevirmeye dikkat ederek şöhretli ve şöhretsiz kimseleri rütbe ve hediye ile doyurarak kendine bağlamak hevesine düşmüştü. Böylece padişah sarayına sokulanlar padişahın bu kuşkusunu öğrenince ona dokunacak en ufak haberleri bile duyurmayı görev saydıkları ve bu haberlerinden dolayı ödül aldıkları gibi birtakım iki yüzlüler yalanlar uydurarak sizi falan tahttan indirecek ve şu suretle yapacak anlamında iurnaller sunarak padişahın zihnini büsbütün karıştırmaya ve perişan etmeye başlamışlar, en fenası da bu gibi yalancıların yalanları meydana çıktığı halde bile cezalandırılmıyorlar, aksine takdir olunduklarından uydurma bozgunculuğu ve iftiracılığı önleyecek bir engel ve utanma kalmamıştı. Padişah kuşkusunu artıracak aşağılık bir yalanı bile gerçek saymakta idi.

Ahmet Vefik Paşa “bakanların çoğunluğu ile anlaşarak veliahd şehzade Reşat Efendi’yi Osmanlı tahtına çıkarmak niyetini taşıdığı ve Şehremini Ahmet Rasim Paşa aracılığı ile İstanbul’da bulunan göçmenlerin azgınlarından ölüme susamış binlerce zorbayı kötü düşüncesini uygulamada kullanmak için etrafına topladığından bu gizli teşebbüsün zamanında önlem alamazsa sonucunun fena olacağı” anlamında bir iurnal sunulduğundan bir soruşturma lüzumu duyulmadan Ahmet Vefik Paşa başbakanlıktan alınmış ve Sadık Paşa bayındırlık bakanlığı görevi ile beraber başbakan olarak atanmış ve bakanlar arasında da değişiklikler yapılmıştır.

Bakanların değişmesine sebep olan yukarıda anlatılan olayın padişahı nasıl ciddi bir şekilde etkilediği Bâb-ı Âli’ye gelen hatt-ı hümayundaki “makamımızca gerçekliği anlaşılan bazı sebepler üzerine bakanlar kurulunun değiştirilmesine lüzum görüldü” denilmişti. Halbuki Ahmet Vefik Paşa ne veliahdi tanır ve ne de böyle bir şeyi akimdan geçirmişti.

Padişahın artık bakanlara karşı güveni kaybolmuş ve bugün sadık ve güvenilir görülenler birkaç gün sonra herhangi bir leke ile gözden düştüğünden devlet gemisi iurnalcilerin üflediği rüzgâra uyarak kararsızlık ve şaşkınlık dalgalan içinde bocalamaya başladı.

Yeni başvekil Sadık Paşa mâliyeden yetişmiş, muhasebecilikte bulunduğu zamanlarda hazine menfaatini korumada gösterdiği gayret ve yolsuz işlerde bakanlara karşı koymakla ve Kara Sadık lakabıyla ün kazanmıştı. Bakanlığa yükseldikten sonra küçük memurken gösterdiği bilgi ve gücü devam ettirememişti. Başvekil olduğu zaman kendisinden evvelkinden miras kalan dertlerin düzeltilmesiyle uğraşırken Ali Suavi olayı çıkarak yükselme bardağı kırılmıştır.

Ali Suavi Efendi taşra (İstanbul dışı) rüştiye okullarında öğretmenlik yaptığı sırada aklında denge olmadığından Avrupa’ya kaça-rak(23) Paris’te Yeni OsmanlIlara katılmıştı. Kısa sürede onlar tarafından küçümsendiğinden Londra’ya geçerek orada kendi başına OsmanlI Hükümeti aleyhinde gazete yayınlamaya başlamış(24) ve nihayet arkadaşları gibi İstanbul’a dönmüştü. Sultan Abdülhamid II. Yeni OsmanlIlardan ürktüğünden kalplerini kazanmak yolunu tercih ederek her birini birer münasip hizmet ve göreve tayin etti. Bazılarını özel şekilde huzuruna kabul ederek yüz verirdi. O arada Ali Suavi “Sultani Mektebi” müdürü oldu; gazetelere siyasi makaleler yazmak ve saraya gidip gelerek büyük devlet işleri hakkında görüşlerini bildirmek ve öneriler sunmak gibi kendini satıcı sahte bilginlikle padişaha yaklaşmak yolunu buldu. Makalelerinde Mithat Paşa aleyhinde bulunarak yaranmak yolunu tutmuştu. Fakat hem sözü hem davranışları perişan idi. Hazırcılardan (hazır elbisecilerden) aldığı yakası düşük caket ve paçaları yerde sürünür pantolonu ile okul içinde dolaşması eski medrese öğrenciliği halini hatırlattığından gülüşmelere sebep olurdu. İdaresizliği ve çokbilmişlik iddiasıyla nizam ve öğretimin altını üstüne getirmişti. Güya öğretmeni sıfatıyla Avrupa’dan peşine taktığı bir güzel kadın ile(35) okul loimanında oturmak saygısızlığında bulunduğundan dolayı da ayrıca dile düşmüştü^). Okul müdürlüğünde kalması hiçbir şekilde doğru olmadığından azledildi ve açıkta kalınca sürünmeye başladı. Sürünmekten kurtulmak için büyük bir gösterişle birden en yükseğe fırlamak yoluna saptı. Oturduğu Üsküdar semtinde birtakım saf göçmenleri Çeşitli yalanlarla kandırıp başına toplayarak Sultan Murad’ı tekrar padişah yapmak sevdasına düştü. Basit aklınca hazırlıkları tamamladığına inanarak silahlı göçmen dostlarını mavnaya doldurarak Kuzguncuk’tan, eski padişahın oturmakta olduğu boğaz kıyısındaki Çırağan sahil sarayma(26) gaflet içinde yanaşarak rıhtımda nöbet bekleyen askerleri silahla uzaklaştırarak sarayın harem dairesine kadar girdi (17 Cemaziyülûla 1295).

Suavi’nin bu delice hareketinden hiç kimsenin haberi yoktu. Sultan Murat, saldırganların bağırıp çağırmalarından fazla telaşlanmış, kendisine suikast yapıldığını sanarak olan aklı da başından gitmiş(27), şaşkın şaşkın etrafına bakarken Suavi eline bir tüfek vererek “padişahım çok yaşa” gürültüsü ile kendisini mavnaya girmeye ve birlikte Anadolu yakasına geçmeye çağırıyordu. Durum derhal Beşiktaş emniyetince duyulmuş ve Beşiktaş muhafızı tuğgeneral Haşan Paşa(36) yanma alabildiği iandarma ve askerle Çırağan Sarayı’na koşmuş fakat silahla savunulduğunu görünce o da silah kullanmaya mecbur kalmış, karşılıklı atılan silahlar ve bunlardan çıkan sesler Yıldız tepelerine kadar yayıldığından, padişah büyük bir korkuya kapılarak asker getirtilmesi için etrafta bulunan birlik komutanlarına süratle emirler gönderildi; istenilen askerin gelmesine kadar Ali Suavi ve ayakdaşlarmdan yirmi kadarı Haşan Paşa tarafından öldürülmüş, geri kalan göçmenler yaralı veya sağlam olarak ele geçirildi. Sonra duruşmaları sıkıyönetim savaş

mahkemesinde yapılarak kabahatlerinin derecesine göre kanunun belirlediği cezalara çarptırılmışlardır. Ali Suavi’nin yardımcısı Filibeli göçmenlerden Ahmet Paşa iyiyi kötüden ayırmaktan âciz bir beyinsiz adamdı; kürek cezasına mahkûm edilmiştir.

Çırağan bahçesinden tüfek sesleri uzak yerlerde de işitildiğinden herkes ne olduğunu bilmediğinden “Ruslar İstanbul’a saldırmışlar, savaşa başlanmış” diye halk arasında bir gürültü koptu; İstanbul ve Galata semtlerinde dükkânlar kapandı ve ahalinin telaşından ve koşuşmalarından çarşıda bayılan kadınlar oldu. Tüfenk sesleri o gün Eyüp tepelerinde benim kulağıma kadar gelmişti.

Başvekil ve diğer vekiller hemen saraya gittiler; padişahı inandırmaya ve avutmaya çalıştılar. Zaptiye Nazırı, İstanbul ve Üsküdar polis müdürleri kayıtsızlıklarından dolayı azlolundu. Serasker ve Bahriye nazırları da değiştirildi. Sadık Paşa padişahın merakını hafifletmek ve kendisini sakinleştirmek için “efendim tahttah indirme işi böyle mi olur, bir mavna dolusu karga demeği ile öyle büyük bir iş başarılabilir mi?” demişti. Bu sözlerle şüpheleri üstüne sıçrattı. “Demek ki bu adam tahttan nasıl indirilebileceğini biliyor” şüphesini yarattı. Olaydan bir hafta sonra azil ve (İstanbul’dan) uzaklaştırıldı (25 Cumadiyuülevvel 1295-16 Mayıs 1878). Başbakanlık unvanı kaldırılarak Mütercim Rüştü Paşa Sadrazam tayin edildi.

Sadık Paşa’nın görevinden alınmasına sebep olarak adı geçenin “artık Sultan Murad’m bir çaresine bakmak” demesi ve bundan Sultan Hamid’in kendi şahsı için de korktuğunu “Mir’at-ı Hakikat” yazıyor.

Padişahın kuşkularının ve “beni tahttan indirecekler” korkusunun yersiz olmadığı gerçekleşti. Birkaç baldırı çıplak akılsız güpegündüz saraya saldırarak hal’i ve iclas (tahttah indirme ve tahta çıkarma) gibi büyük ve tehlikeli bir işe cesaret ederse güçleri ve araçları yeterli ve mükemmel olan bakanlar bu işe daha kolay cesaret edemezler mi? İurnalciler bu anlamda iurnaller sunmaktan geri kalmadılar. Sarayda bakanlar aleyhinde söz söylemek moda haline geldi; bunlar bazen takdir bile edildi. Böyle atıp tutanlardan hediye ve çeşitli mükâfatlarla ödül-lendirildiği görülürdü. Ali Suavi olayı görevden alınmış şüpheli şahısların bir daha İstanbul’a gelmemek şartıyla İstanbul dışındaki görev yerlerinde veya sürüldükleri yerlerde ölünceye kadar kalmalarına sebep oldu. Bunlar arasında Eski Sadrazam Hamdi Paşa Suriye valiliğinde, Başvekil Sadık Paşa Sakız sonra Limmi (adasında), Şeyhülislâm Haşan Fehmi ve Hayrullah efendiler Hicaz, Redif Paşa(37) Rodos sürgün yerlerinde ölmüşlerdir.

Yeni sadrazam Rüştü Paşa iki padişahın indirilmesi sırasında hükümet başkanı olduğundan padişah nazarında güvenilir bir kimse değildi. Bu defa sadrazamhğa getirilmesinde Suavi olayından ve Sadık Paşa’nm sözlerinden doğan büyük korku ve karışıklığa yormaktan başka bir mana verilemez. Kendisine sadrazamlık teklif edildiği vakit ihtiyarlığını ileri sürerek özür dileyerek kabul etmek istememiş ise de padişahın “kendisi devletin babası yerindedir; herkesin güvenini kazanmıştır, böyle zor ve bunalımlı dönemde millete babalık etmekten yoksun bırakmak uygun olur mu” gibi gönülalıcı ve okşayıcı sözlerle kabul etmeye zorlandığını anlatırlar.

Avusturya Devletinin Bosna-Hersek hakkındaki(28) teklifi kongre görüşmelerine bırakılarak Bâb-ı Âli’ce geçiştirilmekte ve Yunanlıların eşkıyalık hareketlerine karşı da acele Rumeli’nden bir tümen asker Selanik yoluyla denizden Tesalya’ya(29) gönderilerek (bölge halkının) korunmaları sağlanmakta ise de İngiltere Hükümeti, Kıbrıs Adası kendisine bırakılmak şartıyla ittifak andlaşması yapılması meselesini(30) gayet gizli tutularak kongrenin toplanmasından evvel kabul ettirmek için çok ısrar ettiğinden Mütercim Rüştü Paşa bu önemli konuyu uzun uzadıya görüşme ve münakaşa ettirmeksizin kararnameyi bakanlar kurulunda hazırlattı, imzalanmasından sonra sadrazamlığının yedinci günü Bâb-ı Âli’de sadrazamlık mühürü kendisinden geri alındı. Paşa dinlenme odasına giderken “bizimki bu defa sadaret değil rezalet oldu” sözünü pek üzgün bir şekilde söylemiştir. Sadrazamlık makamına kavuştuğu günden itibaren iurnalciler peşini bırakmamış “Serasker Damat Mahmut Celalettin Paşa ile gizli anlaşmaları olduğu ve Veliahd Reşat Efendi’yi tahta çıkaracaklarından” bahsederek padişaha zaman zaman mektuplar sunarlarmış. Azledilmesinden sonra Rüştü Paşa Manisa’daki çiftliğine giderek orada ölmüştür. Mahmut Celalettin Paşa Trablusgarb

■ ■ ■

valiliğine atanmış ise de sonradan Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi dâvasında Mithat Paşa ile beraber yargılanarak idama mahkûm edilmiş ve cezası hafifletilerek Taif’e sürülmüş ve orada Mithat Paşa ile aynı gecede katledilerek ölmüştür.

Sadrazamlık mühürü dışişleri bakanlığı görevi ile beraber Saffet Paşa’ya verildi (3 Cemaziyülahar 1295-1878). Saffet Paşa Reşit ve Âli ve Fuad paşalar okulunda yetişmiş tecrübeli ve bilgili tek diplomatımız idi. Kıbrıs Andlaşmasını İlgiltere ile derhal yapmıştı.

Devletlerarası büyük kongrenin 13 Haziran 1878’de Berlin’de toplanması kararlaştırılmıştı. Kongreye büyük devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlan delege olduğundan Osmanlı Devleti adına hem sadrazam hem dışişleri bakanı olmak hem de Ayastafanos görüşmelerinde bulunmuş olmasından dolayı Saffet Paşa’nm kendisinin bulunması gerekirken paşa yorgunluğundan bahsederek özür dilemiş ve Osmanlı Dev-leti delegelerinin kim olursa olsun kongrede konuşamayacaklarını bil-diğinden kendisi gitmedi, bayındırlık bakanı Aleksandr Karatodori Paşa ve Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin Büyükelçisi Sadullah Bey delege atandılar. Aleksandr Paşa Avrupa’da öğrenim yapmış bilgin ve olgun birisi idi. Mehmet Ali Paşa’nm ilk yılları karanlıktı(31). Sadullah Bey çok zeki ise de henüz genç ve büyük bir toplantıda konuşmaya Fran-sızcası yeterli değildi.

Karatodori ve Mehmet Ali paşalara verilecek talimatın yazılıp çi- £ zilmesinin gecikmesi ve hazırlandıktan sonra kendilerini götüren İda-re-i Mahsusa vapurunun Varna’ya trenin kalkmasından önce varamama-sından kongrenin açılışında ve ilk toplantılarında yalnız Sadullah Bey Osmanlı Devleti’ni temsil etmişti.

Kongrenin görüşmeleri ve kararları hakkında açıklama yapmak konumuz m dışındadır. Yalnız bir iki noktaya değinmekle yetineceğiz. Osmanlı Hükümeti İngiltere’den büyük yardım göreceğini ve devletlerin birleşmesi ile Ayastafanos Andlaşmasinın ağır şartlarının hafifletileceğini ümit ediyordu. Birinci oturumda Prens Bismark’ın başkan seçilmesinden sonra Lord Beaconsfield (Bikonsfild) söz aldı ve Rus askerinin İstanbul yakınlarında bulunmasını ve mütareke şınırını geçmesini, karşısında ve pek yakınında bulunan Türk ordusuyla aralarında çıkacak en küçük bir anlaşmazlık halinde kavganın parlayabileceğim ve büyük felaketlere sebep olabileceğini ve bu gibi tehlikeler karşısında kongrenin amacı olan âdil kararlar almasının mümkün olup olamaya-

cağını bildirerek Rus ordusunun herşeyden evvel İstanbul yakınlarından uzaklaştırılmasını dolaylı olarak istemişti. Buna cevap veren Rus delegesi Gorçakof “eğer askerimiz bulunduğu yerden çekilirse o vakit İstanbul Hıristayanları için büyük tehlike başgösterir” demesi üzerine Bikonsfild anlamlı bir şekilde Sadullah Bey’in yüzüne baktı. Sadullah Bey hemen söz alarak “Rus delegesinin dediği gibi Rus askerinin çekilmesinin İstanbul için tehlike olacağı sözünü reddederim, genel güvenlik tehlikede değildir. Müslümanlarla Müslüman olmayan vatandaşlar arasında yüzyıllardan beri süregelen güvenlik ve dostluk yine devam etmektedir. Aksine Rus askerinin şehir yakınlarında oturması güvenliği bozabilir” diyerek İngiltere birinci delegesinin sözlerini üsteledi. Öyle anlatırlarki Prens Gorçakof çok sıkılmış, gözlüğünü düzeltmeye ve genzinden nefes almaya başlamış. Bereket versin Prens Bismark imdadına yetişmiş. “Bu asker çekilmesi işi kongrenin görevi dışındadır. Bunu evvela İngiltere ve Rusya delegeleri kendi aralarında görüşmelidir. Eğer anlaşma olmazsa kongre aracı olabilir” diyerek konuşma kapısını kapattı.

Prens Bismark Osmanlı Devleti delegeleriyle ilk buluşmasında kongrenin Osmanlı Devleti’ni kayırmak için değil belki Ayastafanos Andlaşmasmdaki maddelerden Avrupa devletlerinin çıkarlarına dokunanları değiştirmek için toplandığını ve yapılacak değişiklikten Osmanlı Devleti’nin de faydalanabileceğini, Osmanlı Devleti Ayastafanos And-laşmasını kabul ve imza ettiğinden delegelerinin yeni baştan istekler ileri sürerek hayallere kapılmamalarını başa kakarak anlatmıştı. Ancak Osmanlı Devleti delegelerine gösterdiği bu haşinliği aynen Rus delegelerine de göstererek ve cadalozluğu ile diğer devletlerin delegelerinin de genellikle ağızlarına kapatarak kongrede despotça bir rol oynamış ve fikirleri yalnız Alman hegemonyasının sağlanmasına dönük olduğuna şüphe bırakmamıştır.

Kongre bir ayda görevini tamamlayarak temmuzun onüçünde and-laşmayı imza etmiş ve bu andlaşma 1295 şabanının üçünde (1878) padişahın onayına sunulmuştur.

Bu andlaşma Bulgaristan’ı gereği gibi küçülterek Balkanların güneyinde padişah hükümetine daha fazla bağlı bir de Doğu Rumeli eyaleti (merkezi Filibe) kurmuş ve Rumeli vilayetlerimizi bitiştirmiştir(32). Romanya, Sırbistan ve Karadağ prensliklerinin bağımsızlıklarını onaylamakla beraber Ayastafanos Andlaşmasıyla Karadağ ve Sırbistan’a

katılacak topraklardan birçoğunu küçülterek düzeltmiştir. Tazminat bedeli olarak Anadolu’dan Rusya’ya bırakılan dört sancaktan(33) Baye-zıt sancağı ile Eleşkirt vâdisini Osmanlı Devleti idaresinde bırakarak Katur bölgesini İran’a terketmiştir. Bosna ve Hersek bölgesi geçici olarak Avusturya idaresine bırakılmış, Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında ileride sınır düzeltmesi yapılmasına karar vermiştir. Paris And-laşmasınm değiştirilmeyen veya kaldırılmayan hükümleri geçerli sayıldığından bütün Hıristiyan vatandaşlar hakkındaki OsmanlıHükümeti yükümlülükleri olduğu gibi bırakıldığı gibi Berlin Andlaşmasmda halkı Ermeni olan doğu illerinde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatın icrası ve ara sıra bu konuda Bâb-ı Âli tarafından devletlere bilgi verilmesi ayrıca belirtilmiştir.

İşte Ayastafanos Andlaşması ile Berlin Andlaşmasınm farkları bunlardır. Görüşmeler sırasında Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarının durumunun düzeltilmesi defalarca bahis konusu edilmiş ise de Osmanlı Devleti’nin yarım yüzyıldan beri yapabildiği ıslahat ve tanzi-ıhatı bütün yurttaşlara eşit haklar sağlamaya çalıştığı inkâr edilmemekle beraber çalışmalarındaki başarının yeterli olmadığı açıktı. Çerçi acı bir savaştan büyük toprak kayıplarına uğrayarak henüz kurtulmuş olan OsmanlI Devleti’nden çabucak içişlerinde ıslahat yapması istenemez ise de bütün gözler nasıl işe başlanacağına çevrilmişti. Sadrazam Saffet Paşa doğuştan ılımlı olması, milletin ve padişahın huyunu gayet iyi bilmesi ve devlet idaresindeki uzun tecrübesi dolayısıyla ıslahat yapayım derken kırıp dökmekten ve aceleci heveslerle ileriye atılarak “manalı manasız taşkınlıklardan ve ilgisiz zahmet ve yürüyüşlerden” çekinir bir kimse olduğundan içte ve dışta beklenilen yönetim ve memleket işlerini ağırdan almak ve yapılacak şeyleri memlekete sindirmek için önce onlara alıştırmak taraftan idi. Adalet işlerinin ıslahından bahseden bir kimseye “efendi hâkim yok, mahkeme yok, bu durumda adâlet ıslahatı sözde ve dilekte kahr; evvelâ hâkim yetiştirmeli sonra mahkeme binaları yapmalı da sonra adliye teşkilatını düzeltmeye ve genişletmeye çalışmalı. Yoksa hukuk bilimini; okumamış kâtiplerden hâkim tayin ve medrese odalan veya kira ile tutulmuş tahta evlerden mahkeme yapınca sonu derde deva olmaz” şeklinde cevap vermişti.

Saffet Paşa’nın ihtiyathhğı, içteki dertlerin çokluğu ve korkunçluğu ile başa çıkmaktan pek uzaktı. Ordunun düzenli bir şekilde terhis edilmesi, Rus askerlerinin Rumeli’den çekilmesi, Osmanlı savaş esirlerinin Rusya’dan ve Romanya’dan dönüşü, değeri düşmekte devam eden kâğıt paranın bir çaresine bakılarak zaten karışık halde olan maliye işlerinin düzenlemesi, ne olacağı kestirilemeyen mebuslar meclisinin toplanması gibi maddeler ve mühim meseleler başta daha dinç ve daha hareketli bir şahsın bulunmasını gerektiriyordu. Padişah eski vezirlerin birer birer tadını tatmış olduğundan yeniden güvenilir ve yetenekli adamlar yetiştirmek ve öngörülen ıslahatı onlara yaptırmak arzusunu beslemeye başlamıştı. Tunus’tan İstanbul’a yeni gelmiş olan Hayrettin Paşa’yı kendisine tavsiye ettiler. 1295 Zilkadesinin dokuzunda Saffet Paşa azledilerek!38) sadrazamlık mühürü Hayrettin Paşa’ya veriliyor.

Hayrettin Paşa çerkez asıllı olup Tunus’ta yetişmiş, iyi eğitim görmüş, Avrupa’nın medeni durumunu iyice kavramış, fikirlerinde kararlı bir kimse idi. 1295-1878 senesinin yedinci sadrazamı idi. Sadrazamlığı dokuz ay sürmüştür.

HATIRLATMA: Hayrettin Paşa da işe gelmedi. Çünkü anayasa hükümlerinin yerine getirilmesini ve onun gereği olan mebuslar meclisinin toplanmasını ve bakanların sorumluluğu esasının uygulanmasını ve bunlarla ilgili bazı hususları istemiş ve arka arkaya iki tasarı sunmuş ve dilekleri kabul edilinceye kadar bir hafta görevine gitmemiş ve nihayet verdiği tasarılarda ileri sürdüğü yirmi kadar maddenin bazıları padişah tarafından değiştirildiğinden sadrazamlıktan istifa etmiştir. Adı geçen paşanın tasarıları dolayısıyla Bâb-ı Âli’ye gelmemesi halk arasında dedikoduya sebep olduğundan güya meşrutiyet idaresinden ayrılmadığını göstermek için Sultan Abdülhamid, Arifi Paşa’yı başvekil unvanı ile başa getirmişti. Başvekâlet üçüncü defa diriltilmiş oluyordu.

AÇIKLAMALAR

·        1 —Hilâl yarım ay manasınadır. Hicret takviminde aylar ayın ilk göründüğü gün

ile başladığından o gün ay ince bir hilâl şeklinde görülür yazar bu sebeple yılın başlangıç günü yerine onun görünüşünü almıştır.

·        2 —Bu şehirler bugün Yogoslavya devleti sınırları içinde bulunmaktadır.

·        3 —Bosna, bugünkü Yogoslavya, halkının önemli kısmı Müslüman olan kuzey böl

gesinin adıdır.

·        4 —Bugünkü Polonya’ya OsmanlIlar tarafından Lehistan ve halkına da Lehli adı

verilmiştir.

·        5 —Podolya, Polonya’nın güney-doğusunda o sırada Türk idaresinde bir bölgedir.

6—Savaşta parlamento çalışmalarını durdurulması hakkında her ne kadar bir usûl veya gelenek yoksa da, parlementolarda görüşmelerin uzun sürmesi, savaş halinde bazı çok önemli ani kararlar alınması ve uygulanması gerektiğinde hükümetler bunları parlamentodan geçirmeden uygular, fakat sonradan onun onayını almak suretiyle bu sakınca da önlenmiş olur.

·        7 —XXII sayılı makalenin açıklanmasına bak.

·        8 —Mithat Paşa’nın Yeni OsmanlIlarla teşkilat bakımından hiçbir ilişiği yoktur.

Ancak onların istemiş olduğu parlementer reiimi yani meşrutiyet idaresinin en hızlı bir taraftan olması dolayısıyla yazar onu bu grubun başkanı saymaktadır.

·        9 —Kızanlık bugün Bulgaristan 'm kuzey-doğu bölgesinde bulunan bir kasabanın

adıdır.

10— Nikola, Çar Aleksandr III m oğlu ve veliahdi olup bu savaşta başkumandan idi. 1894’de babasının yerine çar olmuş ve 1918’de bütün ailesi ile birlikte koministler tarafından öldürülmüştür.

·        11 — Dolmabahçe Sarayı.

·        12 — Daha öncede değindiğimiz gibi 1876 anayasasında bakanların sorumluluğu

(cezai bakımdan) hakkında hiçbir kâğıt bulunmadığı gibi ikinci anayasınında , hattâ Cumhuriyet dönemindeki anayasalarda da bu hususta bir açıklama yoktur. Ancak 1961 anayasasında bu konuya yer verilmiştir.

·        13 — Mebuslar meclisinin kapatılması yetkisi kanun-ı esasi (anayasa) nin 7. Mad

desi gereğince devlet başkanı olan padişaha ait bir haktır. Hükümet başkanı veya hükümetin böyle bir hakkı yoktur. Bu ihtarla paşanın “mebuslar meclisini kapattı’’ ğı hakkındaki hüküm yanlıştır. Ancak parlamento çalışmaları hükümeti zor duramlara soktuğundan 13 Şubat 1878 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla meclis çalışmalarının bir müddet tatil edilmesi padişaha arze-dilmiştir. Padişahın ayni tarihli emri ile meclis tatil edilmiş ve 33 sene bu tatil devam etmiştir.

·        14 — Abdülhamid II. in parlamentoyu böyle bir kuşku yüzünden kapattığı yolunda

ki görüş yanlış olmamakla beraber gerçeğin tam ifadesi de değildir. Onun parlamenter reiime gerçekten inandığını söylemek mümkün değildir. Arka arkaya iki padişahı tahttan indiren o günkü hükümet adamlarından çekinmesi ve padişahlığın kendisine verilmemesi gibi ithamlar ve endişeler onu bir baskı altında tuttuğundan istemeyerek bu sistemi kabul etmiştir. Bu devlet adamlarını birer bahane ile iş başından ve hattâ İstanbul’dan uzaklaştırdıktan sonra Rus savaşının yarattığı korku ve endişeden yararlanarak parlementoyu bütün saltanatı süresince kapalı tutmuştur.

·        15— Burada bir yanlışlık vardır. Evvala Menekşelizade Ahmet Efendi değil Me-nekşelizade Hacı Emin Efendi olup İzmir mebusu değil Aydın mebusudur. İzmir o zaman bu vilayetin merkezidir.

·        16— Parlemento görüşmelirinde hükümeti en fazla eleştirilenler arasında bulunan ve meclisin tatil edilmesinden sona anayasanın 113. maddesine göre İstanbul’dan uzaklaştırılan mebuslar şunlardır: 1- Halep Mebusu Manuk Efendi, 2-Suriye Mebusu Halil Ganem Efendi, 3-Edime Mebusu Rasim Bey, 4- Yan-ya Mebusu Mustafa Bey, 5-Selanik Mebusu Mustafa Bey, 6-Aydın Mebusu Yenişehirlizade Hacı Ahmet Efendi, 7-Aydın Mebusu Menekşelizade Hacı Emin Efendi, 8-Halep mebusu Nafi Efendi 9-Kudüs Mebusu Yusuf Ziya El-Halidi, 10-Beyrut Mebusu Bedran Efendi.

·        17— Sadullah Bey sonradan paşa unvanını almış bir yazar olup V. Murad’ın başkâtibi olduğundan Abdülhamid tarafından ölünceye kadar Türkiye’ye sokulmamış ve Viyana sefiri iken orada intihar ederek ölmüştür.

18 — Batı Trakya’da Eğe Denizi kıyısındaki Halkidikya yarımadasında bulunan meşhur kiliseler.

19— Lord Derby bu sırada İngiltere dışişleri bakanı idi. Bu hadiselerin gelişmesi ile yeri değiştirelerek koloniler bakanlığına atandı, yerine de sonradan başbakan olan Marquie Salisbury getirildi.

20 — Macarların bu yakınlığına sebep 1848’de Avusturya hakimeyetinden kurtulmak için giriştikleri mücadelede mağlup olunca ihtilal liderlerinin Osmanlı Devletine sığınmaları ve bütün baskılara rağmen bunları geri vermeyişi idi.

21—0 sırada henüz Osmanlı ülkelerinden olan Tesalya, Yunanistan’ın kuzey doğusunda ve Epir ise Arnavutluk sınırındaki bölgenin adıdır.

·        22 — Bu iurnalin kimin tarafından verildiği kesin olarak bilinmemekle beraber pa

şanın yerine gelen Sadık Paşa, padişahın doktoru Deli Mavroyani, Said Paşa, Münif Paşa ve Çerkez Nusret Paşa’nın Vefik Paşa aleyhine birleşerek Vefik Paşa ’nın bir kısım kabine üyeleri ile anlaşarak Veliahd Reşat Efendi’yi tahta çıkarmayı düşündüğü ve bu maksadla İstanbul’daki Rumeli göçmenlerinden yararlanacağı yolunda verilen bir iurnalin padişahı iyice korkuttuğundan birkaç gün evvel başarılarından dolayı kendisini tebrik ettiği Ahmet Tefik Pa-şa’yı iurnalin doğruluğu hakkında hiçbir soruşturma yapmaya lüzum görmeden görevinden almıştır. Halbuki paşanın bu makama getirildiği o sıkıntılı günlerde kendisine danışılmadan hakkında hiçbir içlem yapılmayacağına dair söz verilmişti. Arapların “La vefa el-müluk” (Hükümdarlarda vefa yoktur) sözü ne kadar yerinde bir söz.

·        23 — Yazar her ne kadar onun Avrupa ’ya kaçmasını aklındaki dengesizliğe yormakta

ise de gerçekte Ali Suavi hükümet tarafından Kastamonu’ya sürülmüş iken Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa ’nın daveti ve yol için gerekli para yardımı sayesinde Marsilya yolu ile Paris’e gitmiş ve yeni Osmanlılar grubuna katılmıştır.

·        24 — Suavi’nin Londra’da yayınlamaya başladığı gazetenin adı Muhbir olup, bu

gazete yazarın dediği gibi Suavi’nin kendi kendine yaptığı bir iş değil, Paris’teki Yeni Osmanlılar tarafından alınmış bir kararın uygulanmasıdır. Ancak Suavi bir müddet sonra gazetesinde başına buyruk yazılar yazmaya başlamış ve grupla arası açılmıştır.

·        25 — Suavi bu kadınla Londra’da iken evlenmiş ve İstanbul’a beraberinde getirmiş

ti. Ölümünden sonra bu kadın bir İstanbullu Ermeni ile evlenerek Paris ’e gitmiş ve orada yaşamıştır.

·        26 — Çırağan Sahilsarayı bugün Beşiktaş’tan Ortaköy’e giden yol üzerine deniz kı

yısında bulunan harap binadır. Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olan bu bina ikinci meşrutiyet devrinde bir aralık parlamento binası olarak kullanılmış ve bu sırada çıkan bir yangın sonunda bugünkü hale gelmiştir.

·        27 — V. Murat Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi ve biraz sonra da intihar

etmesi, kendisini tahta çıkaran hükümet adamlarından bazılarının Çerkez Haşan tarafından öldürülmesi gibi dehşet verici olayların tesiriyle zayıf olan sinir sistemi büsbütün bozularak tedavisi mümkün olmayacak şekilde hastalanınca ayni devlet adamları tarafından tahttan indirilmiş ve kardeşi Abdülha-mit padişah olmuştur.

·        28 — Yukarıda anlatıldığı gibi Rus savaşı sonunda Avusturya Sırbistan’ın kuzey

batısında halkının çoğunluğu Müslüman olan Osmanlı ülkelerinden Bosna ve Hersek vilayetlerini elegeçirmeyi düşünüyordu. Berlin ’de toplanacak kongrede bu konunun da görüşülmesi kararlaştırılmıştı.

29— Orta Yunanistan’da Selanik ile Atina arasındaki bölgenin adı.

·        30 — Rusya ’nın son savaşta Osmanlı İmparatorluğu hakkmdaki tarihi emellerinin

gerçekleşmekte olduğunu gören İngiltere, Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için Osmanlı Hükümeti ile bir ittifak andlaşması yapmayı teklif etmişti. Ruslara karşı Osmanlı Devleti’ni korumak için Kıbrıs Adası’nın mülkiyeti Osmanlı İmparatorluğu ’na ait olmak üzere idaresinin kendisine bırakılmasını istemişti.

·        31 — Mehmet Ali Paşa Hugenot denilen bir Hıristiyan tarikatına mensup bir Fransız

ise de küçük yaşta Almanya’ya geçerek orada büyümüş, sonra bir gemi ile geldiği İstanbul’da kalarak Müslümanlığı kabul etmiş, Harp okulunda okuyarak subay olmuş ve maraşel rütbesine kadar yükselmiştir. Şair Nazım Hikmet’in annesi tarafından büyük dedesidir.

·        32 — Ayastafanos Andlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’nin batısın

daki toprakları ile doğu bölgesi arasında bağımsız bir Bulgaristan ’ın bulunması bu bölgeyi anavatandan ayırmakta idi.

·        33 — Bu dört sancak bugünkü Kars, Artvin illeriyle Ardahan ve Doğubeyazit ilçele

ridir. Bunların ilk üçüne “Elviye-i Selâse = üç vilayet" adı verilirdi. Bu bölgeler I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye tarafından Ermenilerle yapılan savaş sonunda düzenlenen Gümrü ve daha sonra 1921 ’de Ruslarla Moskova anlaşması sonunda milli sınırlarımız içine alındı.

·        34 — 1314-1898 Osmanlı- Yunan Savaşı başkumandanı olup Yunanlıları çeşitli yer

lerde mağlup ederek Atina’ya yürümekte iken Avrupa devletlerinin işe karışması üzerine durdurulmuş ve hattâ savaşta alman topraklar da (Tırhala gibi) Yunanlılara bırakılmıştı.

XXIX

GÖREVDE DEĞİŞMELER : MEŞİHAT-İ İSLAMİYE

Bilindiği gibi bizde bilim adamları (1) sınıfı Fransızların “Clergee”(2) dedikleri din adamları topluluğu değildir. Biz de (İslâm topluluklarında) (ulema) ibadet sırasında topluluğa başkanlık etmekle yükümlü olmadıkları gibi kanun ve toplum bakımından halktan fazla hiçbir hak ve üstünlükleri yoktur. “İlim rütbelerin en yükseğidir” değimince halk nazarında manevi saygı kazanmışlardır. Bunlar yargı hizmeti ile görevli hukukçular topluluğudur. Hukuk ilmimizi okurlar ve okuturlar, sonra da kadı(yargıç) olarak mahkemelerde uygularlar. Okuyanlar arasında ders okutmayanlar ve okutanlar arasında da hâkimlik mesleğine girmeyenler bulunursa da hepsinin amacı baha biçilemeyen yüksek şeriat ilimlerini öğrenmektir.

Bu mesleğin başı şeyhülislâmdır. Şeyhülislâm deyimi Ebussuud Efendi(3) ve benzerleri hakkında manasına uygun olarak uzun zamandır devam edegelen şeyhülislâmlar arasında bilgi, erdemlik, olgunluk ve paye bakımından mesleğin gerçekten ulusu ve başı olanlar az değilse de fetvahane kurulduktan sonra fetvaların yazılması uzman fakihler kuruluna bırakıldığından yüksek meşihat makamı giderek divan görev-lileri(4) sırasına girerek ileri gelen sudurdan (kazasker) talii yaver olanlara yol olmuştur. Hâkimlerin atanması ve görevden alınması ve ilmi payelerin verilmesi, müderrislerin derecelerinin ve maaşlarının artırılması ve medreselerin bakım ve kontrolü bu makama ait olduğundan adâlet ve eğitim bakanlıkları görevlerini kendilerinde toplamışlar demektir.

Sultan Abdülmecid’in padişah oluşundan Sultan Mehmet Reşat Han’ın tahta çıkışma kadar geçen yetmiş-iki ay senesi(5) içinde şeyhülislâmlık makamı onbeş kişi arasında onyedi defa değişmiştir ki bakanlar arasında en az değişikliğe uğrayan makam bu olmuştur. Bu onbeş kişinin şahsiyetleri ve özellikleri hakkında aşağıda sırasıyla birer parça bilgi verilecektir.

Bunlardan birisi “Arif Efendi” olup erdemlik ve idarecilik bakımından en ileri gelen bilginlerden, ikisi (Refik ve Kara Halil efendiler)

namlı İslam hukukçularından, biri (Arif Hikmet Bey) nükteli ve zarif şairlerden, biri (Haşan Fehmi Efendi) yüksek hocalardandır. İslam hukukunda uzmanlık derecesine varmamakla beraber derslerinde geniş bilgi sahibi olanlara “hoca adamdır” demek bir çeşit deyim olmuştur.

Yukarıda adları geçen onbeş kişi bunlardır :

·        1 - MUSTAFA ASIM EFENDİ : Kaside-i Bür’e (6) şarihi şeyhülislâm Mekki Mehmet Efendi’nin oğludur. Oniki sene devam eden üçüncü defaki şeyhülislâmlığında ölmüş (1 Zilhicce 1262-1845) Fatih rüştiye okulu yakınında babasının yanma gömülmüştür. Ertesi günü, yerine geçen Arif Hikmet Bey’in şeyhülislâmlığa atanmasına dair yazılan padişah buyruğunda Mekkizadenin ölümünden dolayı padişahın duyduğu üzüntü etkili bir surette belirtilmiş ve Arif Hikmet Bey’in üstünlükleri de sayılmıştır. Mekkizade ilmi fazileti ile meşhur olanlardan değilse de sağlam karakterli, haysiyetli, anlayışlı, ağırbaşlı, tutumlu, meslekte kıdemi, haysiyeti ve şerefi en son mertebeye ulaştığından mesleğin büyükleri ve ileri gelenleri arasında bile kıskanılamayacak yüksek bir itibar ve mutluluğa erişmişti. Çocuksuz öldüğünden, kırk bin kese akçeyi bulan terekesi Ayasofya Camii’nin onarılmasına karşılık tutulmuştu.

·        2 — ARİF HİKMET BEY : Sudurdan İbrahim İsmet Bey’in oğlu olup üç dilde (Türkçe, Arapça ve Farsça) şiir yazan tam anlamıyla olgun bir edebiyatçı idi. Temiz, nazik ve yumuşak huylu idi. O kadar utangaç idi ki yanında kabaca bir söz söylense utancmdan kızarırdı. Gençliğinde çok konuşkan iken “Selamet el-insan fi hıfz el-lisan” (insanın kurtuluşu dilini korumasmdadır) denemesini geçirdikten sonra “hayr el-kelâm ma’kalle vedelle=sözün hayırlısı kısa olanıdır” anlamına uymuştu. Söylediği sözün nereye varacağını düşünmek için lakırdı arasında “ neste, peşte, nestenin nestesi” sözlerini kullandığından Ali Paşa “nesteye pesteye katlanıyoruz, fakat nestenin nestesi çekilmiyor” dermiş. Zarifliğine örnek olarak Bağdat şairlerinden birisi bir kaside gönderip Arif Hikmet Bey de karşılık olarak kehribar bir çubuk takı-mı(7) hediye olarak yollamış; yazdığı cevap mektubunda da “ kasidenizi o kadar beğendim ki ağzınızı öpmek istedim, fakat yolun uzaklığı engel olduğundan bu görevi çubuk takımına ısmarladım” gibi tatlı ve gönül alıcı sözler yazdığı anlatılır. Temizliğine ve mahçupluğuna örnek olarak tedavi eden doktorundan işittiğime göre rahmetlinin böğründe ur cinsinden bir

küçük kis meydana gelmiş, derisi sıyrıldığından acı çekmeye başlamış, doktor bir defa göreyim diyerek mintanını ve gömleğini güçlükle açtırabilmiş, bir kadın vücudunu göstermekte ne kadar utanırsa o derece sıkılıp kızarmış.

Cevdet Paşa rahmetli anlatırdı “Encümen-i Dâniş” kurulduğu va-kit(39) Küçük Kaynarca Andlaşmasmdan Vak’a-i Hayriye’ye kadar OsmanlI Devleti olaylarını Vasıf , Asım ve Şanizade(8) tarihlerinden ve ikişer üçer sene, olayları kaydetmekle görevlenen “vak’anüvis”lerden toplayarak ciddi bir tarih kitabı yazılması kararlaştırıldığından bu görev bana verilince birdenbire ürktüm. Çünkü lazım gelen kaynaklara sahip değildim. Durumu Reşit Paşa’ya anlattım. Beni alıp beyefendiye götürdü, endişemi anlattı. Arif Hikmet Bey hemen cebinden bir küme anahtar çıkararak” işte efendi kütüphanemin anahtarları, istediğiniz gibi kullanınız, ancak aldığınız kitabın işi bitince yine getirip yerine koymalısınız” dedi. Anahtarları aldım, kütüphaneyi açınca peynir tulumuna girmiş bir kedi gibi oldum; çeşitli güzel kitaplardan başka ataları tarafından biriktirilmiş birçok resmi ve özel yazılar vardı.

Arif Hikmet Bey Medine şehrinde bir kütüphane yaptırarak kitaplarını oraya vakfetmişti. Görevden ayrılışı 21 Cemaziyülahar 1270-1853’dır. Ölümü 1275-1858 şabanındadır. Yaşı yetmişbeşe yaklaşmıştı. Üsküdar’da Nuhkuyusunda ailesi mezarlığında gömülüdür. “ Hikmetinden Arifa olmaz sual = Şeyhülislâm eyledi Yezdan beni” beyti kendisine aittir. Bunu sudurdan Şeyhzade Esat Efendi’nin : “Bana layık iken cay-ı meşihat: Hudanm hikmeti Arif Bey oldu” beytine karşılık olarak söylediği anlatılır.

·        3 - MEHMET ARİF EFENDİ : Büyük müderrislerden Trabzonlu Şatırzade Emin Efendi’nin oğlu ve sudurdan Meşrebzade Ali Efendi’nin kızının oğludur. Büyük babasından dolayı Meşrebzade diye tanınmıştır. Bâb-ı Âli’ce en çok beğenilen ve tutulan, ulema mesleğine büyük hizmetlerde bulunan şeyhülislâm rahmetli Arif Efendi’dir. Şeyhülislâmlığı tanzimat fermanı ile vâd ve ilân edilen ve sonra Paris Andlaşma-sı ile üstelenen iç ıslahatın uygulanmasına başlandığı zamana rastladığından hükümet tarafından kararlaştırılan yeniliklerin hepsini kabul etmiş

ve zorluk çıkarmamıştır. Bakanlar kurulunda görüşülen ve kararlaştırılan yeniliklerin hepsini kabul etmiş ve zorluk çıkarmamıştır. Bakanlar kurulunda görüşülen bir konu için bazen bakanlardan birisinin “bir kere de şeriat bakımından gereği için Bâb-ı Fetvadan sorulsun” demesi üzerine rahmetli Arif Efendi “efendim herşeyi bize sormayınız, sormadan yaptığınız şeylere karışıyormuyuz, bizim bir ölçümüz vardır, sorulan şeyleri o ölçüye vururuz, uyarsa ne âlâ, ya uymazsa..” diye akıllıca karşılık vermiş. Mekteb-i Nüvvab (şimdiki Medreset el-Kuzzat)ı kuran, dersleri (medrese) düzenleyen, yetim malları tüzüğünü hazırlayan, kadılık mesleği için imtihan usulünü koyan, hâlâ şeyhülislâmlık dairesinde uygulanan kuralları koyan odur. Bu makamda iken vefat edip (20 Cumadiyulûla 1275-1858) Edimekapısı dışında Mustafa Paşa Tekkesi Mezarlığına gömülmüştür. Cenazesinin kalabalağı hâlâ gözümün önündedir. Türbesinin üstünde “Cennet el-me’va ola Arif Efendi’ye mekam= Cennet yeri Arif Efendi’ye makam olsun” mısraı hatırımda kalmıştır.

·        4 - MEHMET SADETTİN EFENDİ: Müderrislerden Abdül-hamid Efendi’nin oğludur. Alim, iri yapılı, ağırbaşlı doğruluk ve güveni ile meşhurdu. Olur olmaz şeye itiraz ettiğinden hükümete Meşreb-zade Arif Efendi’yi çok aratmıştı. Kısa bir süre padişah imamlığında bulunmuş olan Hüseyin Mahvi Efendi anlatırdı: Memleketten yeni gelmiştim, henüz sarf mollası idim. İmamlık için imtihan açılmıştı. Sesim gür olduğu için arkadaşlarımın teşviki üzerine ben de müracaat ettim. İmtihan meclisine girdiğimde Sadettin Efendi ve karşısında Enderun-ı Humayun musikî üstadı Dellalzade Ahmet Efendi(9) seccade üzerinde oturuyorlardı. Şeyhülislâm Efendi oturduğu yerde benden büyük görünüyordu. Bu heybetli görünüşünü hiç unutamam.

Sadettin Efendi’nin mektupçusu (sekreteri) olan Sahip Molla Bey de Efendi merhum (Sadettin Efendi) bir ramazan gecesi saraydan geç döndü. Dönüşünü bekliyordum. Odasına girdikten sonra yazı takımını ve tası tarağı toplamakhğımı gizlice emrederek biraz rahatsızlığından bahsederek hareme gitti. Ertesi günü ikindiye doğru saraydan gelen birisiyle görüştü; onun dönüşünden sonra merak ettim durumu sormak maksadıyla yanma gittim. “Dün akşam ben padişaha karşı makamımın gereğini yerine getirdim. Hatta biraz da ileri gittim. Bugün padişah da makamına yakışan cömertliği gösterdiler, selam ve iltifatlarıyla gönlümü aldılar” dediğini anlatırdı.

Sultan Abdülaziz Han’ın tahta çıkışında Nakib el-eşraf Tahsin Bey ile sarayda bulunuyormuş, ilkönce biat etmek için alışkanlıkla Tahsin .Bey yerinden fırlamış, Sadettin Efendi arkasından yetişememiş, kendisi de sadattan olduğundan tek gözlü olan Tahsin Bey’in ilk biat eden olmasını gönlü istememiş. Fakat biat yapılmış. Hazret-i Ali’ye ilk biat eden Hazret-i Talha(lO) olmuş, Talhanm Uhud olaymda(ll) bir kolu sakat kaldığından “ilk biat eden el çolaktı” diye uğursuz sayılmış. Sa-, dettin Efendi onu hatırlayarak “yeni padişaha ilk biat eden kimse sakat idi, Allah bilir sonu hayırlı olmaz” dermiş(12).

Tutum ve davranışlarından dolayı Sadettin Efendi için “ağalardandır” diyen Fuad Paşa ikinci sadrazamlığında adı geçeni az-lettirmiştir. (12 Cumadiyulahar 1280-1863). 1283-1866 yılı başlarında vefat ederek Karacaahmet türbesi yakınlarına gömülmüştür.

·        5 - ATIFZADE ÖMER HÜSAMETTİN EFENDİ: 1155-1742’de

ölmüş olan kütüphane sahibi defterdar Atıf Efendi’nin soyundandır. Atası sudurdan Celâl Efendi’dir. Soylular gibi terbiye edilmiş, öğrenime gayret etmiş, iyi huylu, yumuşak tabiatlı, alçakgönüllü bir kimse idi. Tarihe fazla meraklı idi. Daha evvel iki buçuk sene kadar Maarif Mec-lisi(13) başkanlığında bulunmuştu. Sadettin Efendi’nin Otoriter davranışlarından ağzı yanan Bâb-ı Ali büyüklerine Hüsamettin Molla’nın çelebi tutumu rahat nefes aldırmıştı. Azlinden (27 Rebiyülevvel 1283-1866) sonra Meclis-i Vükelâda görevlendirilmiş ve 1288-1871 yılı başlarında ölmüştür. Haydarpaşa’da gömülmüştür.          , .

·        6 - ELHAÇ ^lEHMET REFİK EFENDİ: Bosnalı olup Bosna şer’i ye mahkemesi kâtipliğinden yetişmiştir. Usulü gereğince öğretim görmediği halde zamanında fukaha (İslam hukukçuları) arasında sözü en geçerli kimse idi. Daha müderris rütbesinde iken Arif Hikmet Bey kendisini Fetva Emanetine tayin etmişti. İlmiye sınıfı mensuplarının iftihar edeceği büyüklerdendir. İlmi ile iş görür, yüksek ahlaklı, şeriat işlerini iyi bilir, bütün meclis ve toplantılarda iyi kabul ve saygı görmüş, yüksek değeri her yerde teslim edilmişti. Azlinden (7 Muharrem 1285-1868) sonra bu bilgili adam da kendisinden evvelki Hüsam Molla gibi mecalis-i âliyede görevlendirilmiş ve 1288-1871 yılı başlarında ebedi âleme göçerek şerefli Fatih Camii mezarlığında gömülmüştür.

·        7 — HAŞAN FEHMİ EFENDİ: Akşehirlidir. Sultan Abdülaziz Han’a şehzadeliğinde öğretmen olmuştu. En yüksek öğretmenlerden idi. Kendisi ve aynı zamanda yaşamış olan ders vekili Filibeli Halil

Efendi ile beraber yüksek bilginler arasında gösterilirlerdi. Ancak Haşan Fehmi Efendi dilek sahiplerine verdiği sözü yerine getiremediğinden ulema sınıfı arasında Kizubi (Yalancı) diye anılmıştı. Ali Paşa’nın ölümünden az sonra görevden alınarak (2 Recep 1288-1871) yerini Muhtar Molla Bey’e bırakmış ve üç sene sonra Haşan Hayrullah Efendi’-nin yerine ikinci defa “ferve-i Beyza” giymişti(14). 4 Cumadiyulahar 1291-1874.

İkinci şeyhülislâmlığının sonları Mahmut Nedim Paşa’nın ikinci sadrazamlığına rastladığından o kanşık devirde ortaya çıkan Hersek isyanı ve Bulgar ayaklanması yabancıların işe karışmasına sebep olmuş devletin başına büyük bir dert açmıştı. Bir taraftan Rusya’nın kışkırtmaları ve devlete hükmetme eyilimi arttığı gibi diğer taraftan mali sıkıntıların eklenmesi ile Osmanlı Hükümeti isyan ve ihtilali gerekli süratle bastıramamış olduğundan ve esasen Mahmut Nedim Paşa Rusya taraftarlığı ile tanındığından asker göndermek ve savaş araçlarını ve gereçlerini ulaştırma konusunda kasıtlı olarak gevşek davranmak gibi yakıştırma yalanlar halk arasında yayıldığından İstanbul’da halk heyecanlanmış; bu isyan ve ihtilaller dolayısıyla evleri ve köyleri harap olan veya tehlikeye düşen Rumelili medrese öğrencileri arasında heyecan ve bunalım artmıştı. Şikâyetlerin amacı doğrudan doğruya sadrazam ise de Haşan Fehmi Efendi’nin dillerde dolaşan uysallığı ve bilinen huyu da güven vermediğinden, hükümetçe medrese öğrencilerinin yatış-tınlması gereken bir sırada bunu yapmaya şeyhülislâm efendinin itibarı ve gücü yetmeyecekti. Medrese öğrencilerinin bilinen ayaklanması üzerine sadrazamla birlikte azil olundular (17 Rebiyyülahar 1293-1876). Haşan Fehmi Efendi iki sene sonra Medine’ye gönderilmiş ve orada 1298-1880 ortalarında ölmüştür.

·        8 - AHMET MUHTAR MOLLA BEY: Koca Yusuf Paşa torunudur. Kendisinden evvel bu makama gelmiş olanlardan Hüsam Molla gibi soylu terbiyesi ile yetişmiş, ilim ve şiirle uğraşmış, hoşsohbet ve ikramcı bir adamdı. Mahmut Nedim Paşa sadrazam olduktan on gün sonra eski dostluklarından dolayı Muthar Bey’i şeyhülislâm yapmıştı (2. Recep 1288-1871). Bu makamdan düşmesinden beş buçuk sene sonra ikinci defa şeyhülislâm olmuş, 14 Rebiyyülahar 1295-1878’de azledilmiş ve 1300-1882 başlarında ölmüştür. Üsküdar’da înadiye tekkesinde gömülüdür.

·        9 - TURŞUCUZADE AHMET MUHTAR EFENDİ : Ayasof-ya’da Zafranbolulu bir turşucunun oğludur. Öğrenimini bitirdikten sonra öğretim görevlisi olmuş, doğuştan parlak zekâsı ile müderrisler arasında parlamış ve huzur dersi(15) verirken güzel konuşması ve açık fikri Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekmişti. O sayede per çabuk ilerleyerek İstanbul payesinden birden şeyhülislâm olmuştur (5 Ramazan 1289-1872). Mesleğin geleneklerine pek uygun olmayan bu tayin ulema arasında dedikodu konusu olmuştu. Süratle ilerlemiş ve tecrübesi az olmakla beraber “Bâb-ı Fetva” işlerini iyi idare etmeyi, dersler arsında bulunan “Havaşı” yi kaldırmak suretiyle programları düzeltmeyi ve kolaylaştırmayı, meslekdaşlarmı derecelerine göre memnun etmeyi başararak mesleğin eskileri tarafından bile küçük görülmemiştir. Hocası olan öğretim görevlisi Filibeli Halil Efendi’yi, terbiye ve saygısından dolayı bir kerre bile ayağına çağırmamıştı. Sadık Paşa’dan duyduğuma göre bir kabine toplantısı günü bakanların toplanması beklenirken Bâb-ı Âli’de şeyhülislâmla adıgeçen paşa oturup konuşurken “valide sultanın kahvecibaşısı izin alarak içeri girmiş, valide sultanın selamını bildirdikten sonra “dâvâ nasıl oldu, şeyhülislâm efendi bizim işimize neden bakmıyor, ibadullahın işleri böyle yüzüstü kalırını? Arsla-nım(16) onu bunun için mi şeyhülislâm yaptı” buyuruyorlar diye padişahın annesi namına sitem edici sözler söylemeye başlayınca Muhtar Efendi suratını asarak “çık dışarı herif, böyle sözler söylemek senin haddin midir, işte Allah'ın kullarının işi hak ve adalet üzere görülmesi içindir ki soruşturma uzamaktadır” diye tersleyerek kahvecibaşıyı kovmuş. Meğer rahmetli valide sultanın Aksaray’da yaptırdığı camie(17) vakfettiği araziden dolayı köylülerle bir anlaşmazlık ortaya çıkmış; bu da Bâb-ı Fetva’ya havale edilmiş, valide sultan biran evvel bitmesini istermiş. Etrafındaki müzevirler “böyle yüksek bir makama ait dâvâ-nın soruşturulmasına gerek var mıdır, şeyhülislâm efendi hemencecik hükmünü vermelidir” yolunda etki yapmaktan geri kalmazlarmış. Bunun gibi ağalar akıllan ermedikten başka efendilerine hoş görünmek için saray ağzından uygunsuz sözler ve bildiriler uydurduktan, bazen bu suretle istediklerini yaptırdıktan bilinmektedir. Muhtar Efendi bun-lan anlattıktan sonra Sadık Paşa’ya “bende makam hırsı yoktur, pabuçlarımı elime alıp camie derse girdiğim(18) zamanlar gözümün önündedir. Gönül o zamanlara dönmeyi arzu ediyor” demiş.

Kahvecibaşmm uğradığı hakareti telleyip pullayıp anlatması şeyhülislâmın değiştirilmesine yeterli sebep olamayacağı sadrazam Hüseyin Avni Paşa tarafından söylendiğinden uygun bir sebep çıkması beklenirken Muhtar Efendi birgün gösterişli (makam) kayığına binmeyerek îdare-i Mahsusa(19) vapuruyla Kadıköyû’ne gitmesi küçük düşürücü sayılarak görevden alınma işlemine uğramış (25 Rebiyülahar 1291-1874) ve bir sene sonra ebedi âleme göçmüştür. Üsküdar’da gömülmüştür.

Sadrazam Esat Paşa ile Muhtar Efendi’yi üstünlük ve zekâ bakımından birbirine yaklaştıranlar olduğu gibi görevlerine devam etseler ve ömürleri yetse idi her ikisinden de devletçe faydalı işler beklenebilirdi diye üzülenler vardır. Ancak Esat Paşa(20) padişaha daha itaatli ve daha bağlı olmasına rağmen Turşucuzade ise daha katı idi.

·        10 - HAŞAN HAYRULLAH EFENDÎ : Padişah birinci imamı idi. Turşucuzade’nin görevden alınmasından sonra Hüseyin Avni Paşa’mn ısrarlı tavsiyesine rağmen Sultan Abdülaziz “bizim imamı şeyhülislâm yaptım, biraz da onlar (bakanlar) kahrını çeksinler” diyerek imam efendiyi şeyhülislâm yapmıştı. Öğrenimi basit fakat tecvit ve (Kur’an’ı) yüzünden okumakta çok usta idi. İki aya varmadan yerinden ayrılarak (4 Cumadiyülahar 1291-1874) Haşan Fehmi Efendi ikinci defa ferve-i beyza elbisebini geydi. Yukarıda işaret edildiği gibi medrese öğrencilerinin korkulu ayaklanması üzerine Mahmut Nedim Paşa ile Haşan Fehmi Efendi görevlerinden alınmış. Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlığa ve Hayrullah Efendi de şeyhülislâmlığa geri gelmişlerdi. (17 Rebiyülahar 1293-1876). Bakanlardan Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesini kararlaştıran adları bilinen(21) kimselere Hayrullah Efendi de katılarak hal’i fetvasmı(22) imza etmiş ve V. Sultan Murad’ın tahttan indirilmesine dair fetvayı da vermek zorunda kalmıştır. O zaman etraftaki söylentilere göre Hayrullah Efendi bilgi yetersizliği dolayısıyla “hal’i” için gereken fetvayı Bağdat ulemasından olup Meclis-i Maarif üyeliğinde bulunan Fasih Efendi ile görüşerek hazırlamış imiş. Halbuki fetvanın müsveddesinin Fetva Emini Kara Halil Efendi tarafından yazıldığı belgelere dayanılarak söylenmektedir. Sultan Abdülhamid amcasının tahttan indirilmesi olayına katılanları birer birer (İstanbul’dan) uzaklaştırdığı sırada Haşan Hayrullah Efendi’yi azlettikten sonra Hicaz’a göndermiş ve on sene kadar oturduktan sonra orada ölmüştür.

·        11 - KARA HALİL EFENDİ : AmasyalIdır. İslam hukuk bilginlerinin başta gelenlerinden olup Boşnak Refik Efendi rahmetli ile eşdeğerdedir. Hayrullah Efendi’nin ikinci şeyhülislâmlığında fetva emini idi. Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi işi bilinen bakanlar arasında görüşülmekte iken, benzeri işlerde olduğu gibi fetvaya başvurmak lazım geleceği, halbuki şeyhülislâmın ilmi kapatiseti buna yeterli olmadığından Mithat Paşa birgün Kara Halil Efendi’yi konağına dâvet ederek ortalığın halini ve sarayın savurganlığını, devletin içine düştüğü bunalımı sayıp dökerek “kurtuluşu padişah değişikliğinde görüyoruz” diye fikrini öğrenmek istediğinde adı geçenin “çarşaf kadar fetva veririm” dediğini Mirat-ı Hakikat(23) yazmaktadır. Bu sebeple Fasih Efendi’nin, fetvanın yazılması meselesinde danışma şeklinde görüşünün alınmış olması hatıra geliyor. Fetvada Abdülaziz’in deli olduğu yazılması halk arasında garip göründüğünden şaşkınlık sebebi olmuş, Şerif (Ab-dülmuttalib’i şeyhülislâmı açıktan açığa ayıplamıştı. Şeriatın dilinin hak dili olduğuna herkes inanır, ancak, Zeyd hakkında çıkan fetvanın zamanın padişahına uygulanması halk vicdanına dokunmuş ve şahsi garezlerin çıkar alanında rahatça dolaştığına şüphe kalmamıştı. Belki bundan dolayıdır ki uygulaması illetli fetva Kara Halil Efendi gibi bir büyük bilgine yakıştırılamayarak başka bir kimseninmiş gibi gösterilmek istenmiştir.

Hayrullah Efendi’den sonra Kara Halil Efendi şeyhülislâmlığa getirilip (15 Recep 1294-1877) on geçince ayrıldı ve 1298-1880 başlarında ebedi eve göçmüştür. Fâtih türbesi mezarlığında gömülüdür. Haşan Fehmi Efendi gibi gösterişli yapıda, ak ve gür sakalı esmer yüzüne başka bir şirinlik vermiş, seksene yakın dindar bir bilgindi.

·        12 - URYANİZADE ESAT AHMET EFENDİ : Akıllı, kılı kırk yaran, anlayışlı, geniş tecrübesi olan birisi idi. Medine Mollası iken (1277-1860) Harem-i Şerif onarım müdürlüğü de görevine eklenerek onarımın sonunda Sultan Abdülmecid’in tuğrasını koyduracağı sıralarda onun ölümü ve Sultan Aziz’in tahta çıkışı dolayısıyla yeni padişahın tuğrası konulması usûlden iken Esat Efendi Şeyhülharem İşkodralı Mustafa Paşa ile görüştükten sonra cülus fermanının okunmasını geciktirerek o gece Sultan Abdülmecid’in tuğrasını asmak suretiyle haklılık kazanmıştı. Bundan dolayı Abdülmecid’in ailesi yanında şöhret kazanmıştı. Hal’i görüşmelerine(24) ilgisiz olmadığı söylenir. Muhtar Molla Bey üzerine şeyhülislâm olduktan sonra yaklaşma bağlarını kuvvet-

lendirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayarak Abdülhamid Han yanında tam bir güven ve sağlam bir yer kazanmıştı. Bakanlar kurulunda her işe karışmaz, karıştığı işlerde sözü geçerli olurdu. O kuşkulu ve şüpheci devirde ulema sınıfı hakkında padişahın güvenini kazanması ve ilim rütbelerini itibarsızlığa düşürmemesi, âdi ve kötü iurnalcileri gücü yettiği kadar mesleğe yaklaştırmaması en büyük hizmetidir. Derslerin ilerlemesine ve gelişmesine, Bâb-ı Fetva’nm teşkilat bakımından yenileştirilmesine gereği kadar ilgi göstermemiş ise de ekmekle oynamaktan çekinir, mükâfatlandırması ve okşaması bol, gönül alıcı, tatlı dilli, dürüst bir kimse idi. Servet peşinde koşmayarak o devirde mahlulattan ve çeşitli kaynaklardan yüksek makam sahiplerine bol bol dağıtılan bahşişlerden faydalanmaya itibar etmemiştir. Şeyhülislâmlık görevinde iken ölmüştür. Eyüp’te özel kabrine gömülmüştür. Şeyhülislâmlığı onbuçuk sene kadardır (9 Zilhicce 1295-15 Cumadiyulûla 1306 = 1878-1888).

·        13 - BODRUMİ ÖMER LÛTFİ EFENDİ : İcazet vermiş(25) tanınmış hocalardan olup rahmetli Sadettin Efendi’nin daha bilgilisidir. Namus ve doğruluğu makamın otoritesini korumaya gösterdiği gayret bilinmektedir. Kendisinden evvelkinin zekâsından yoksun olduğundan Maksudiye hanı dâvâsı dolayısıyla uydurulmuş yalan bir iurnalin kurbanı olarak hem kendisi ve hem sadrazam Kâmil Paşa ve bakanların birçoğu ayni günde padişahın gazabına uğrayarak azil olunmuşlardır (29 Muharrem 1309-1891). Ondan sonra dünyadan elini eteğini çekerek yaşamış ve Çamlıca’daki köşkünde ebedi âleme göçmüş (20 Zilkade 1314-1896) ve orada yapılmasını başardığı cami mezarlığına 'gömülmüştür.

·        14 — CEMALETTİN EFENDİ : Uzun süre Uryanizade’nin mektupçuluk hizmetinde bulunarak devrin gidişatını tamamıyla öğrenmiş zekâlardan, temiz huylu, eli açık, nazik bir insandı. Kendisinden evvelkinin düşmesine ilgisiz olmadığını söylerler(26). İkinci meşrutiyetin ilânı sırasında şeyhülislâm olup meşrutiyet usulünü destekleyenlerden olmuştu. Sonra Kâmil Paşa gibi îttihad ve Terakkiye karşı olanlar grubuna katıldı. Ahmet Muhtar Paşa ve ondan sonraki Kâmil Paşa kabinelerine şeyhülislâm olarak girdi. Harbiye Hazırı (savunma bakanı) Nazım Paşa’nın katlini ve Kâmil Paşa’mn istifasını gerektiren meşhur

Bâb-ı Âli olaymdan(27) sonra İstanbul’da oturması uygun düşmeyerek Mısıra gitmişti. Orada öldüğünden cenazesi İstanbul’a getirilerek Fatih yakınlarında kendisinin onarttığı Kazasker camii mezarlığındaki aile mezarlığına gömülmüştür. Birinci şeyhülislâmlığı 29 Muharrem 1309-1891 ve 22 Muharrem 1327-1909 tarihleri arasında onsekiz sene sürmüştür.

·        15 - MEHMET ZİYAETTİN EFENDİ : Yukarıda konu edilen Cemaleddin Efendi’nin tavsiyesi üzerine şeyhülislâm olmuştur. 22 Muharrem 1327-1909. Fukahadan (İslam hukuk bilgini) kendi halinde sessiz bir kimse idi. Ne bakanlar kurulunda ve ne sonradan üye olduğu Ayan meclisinde (Senato) söze karışmaz idi. İmza ettiği Sultan Abdülhamid’in hal’i fetvasının hazırlama münakaşaları esnasında da sessiz kalmıştı. Ondan on gün sonra Tevfik Paşa’nm. birinci kabinesiyle beraber istifa etmiş ve 1336-1917 ramazanında ölmüş ve Eyüb’de gömülmüştür.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Osmanlı Devleti’nde, bütün İslam devletlerinde olduğu, gibi eğitim ve öğretim

işleriyle adalet işleri ulema denilen din adamlan tarafından yürütülmekte idi. Bu durum Müslüman devletlerin kamu hukukunun dini ilkelerden kaynaklanmasından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi İslâm devletlerinde kamu hukukuna genellikle şeriat adı verilmiştir. Bundan dolayı şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi ve mürakabesi işi de dini bilgilerle yetişmiş kişilere bırakılmıştır. Bunlar hem adalet işlerini hem de eğitim ve öğretim işlerini yürütmekte idiler. Bundan dolayı da bu sınıfa âlim (bilgin) in çoğulu olan ulema yani bilginler adı verilmişti. O zamanın tek öğretim kurumu olan medreseden çıkanlar ya kadı olarak adalet kurumlanna veya müderris olarak eğitim kurumlanna atanırlardı. Sonra yükselerek kazasker ve şeyhülislâmlık gibi yüksek makamlara gelirlerdi.

·        2 — Hıristiyanlıkta iki çeşit din adamı vardır. Birisi dini merasimlere (ibadet ve

âyinlere) başkanlık eden Klerie (Clergee) sınıfı diğeri “Religieus = reliiiyö” denilen din adamlan. Bir Hıristiyan, tanrısına ancak yetkili bir din adamının (klerie) aracılığı ile ibadet edebilir. Küçük kasaba papazlarından Roma’daki Papalığa kadar bütün dini makamlara gelen kişiler bu sınıftan çıkardı.

·        3 — Ebussuud Efendi (1490-1574) uzun zaman şeyhülislâmlık makamında bulun

muş büyük İslâm hukuk bilginlerindendir.

·        4 — Divan görevlisi, Osmanlı Devleti ’nin en yüksek idare organı olan Divan-ı Hü

mayun üyesi olmak demektir. İlk zamanlarda müftü denilen şeyhülislâmlar divan üyesi değildi. Bu fonksiyonları daha sonraki devirlerde oldu.

·        5 — Ay senesi, İslâm devletlerinin kullandıkları ve başlangıcı Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarih olan Hicret (göç) takviminde ayın ilk göründüğü gün başladığından bu takvime “Kameri=Ay” takvimi adı verilmiştir.

.6 — Kaside-i Bür’e veya Bürde, Arap şairlerinden El-Busirî tarafından yazılmış ve asıl adı El-Kevakib el-dürriyefi medh hayr el-berriye iken, felçli olan şairin rüyasında Hz. Peygamber’i görüp hırkasını (bürde) omuzuna atarak onu iyi ettiği etraf a yayıldığından bu kasideye “Kaside-i Bürde” veya hastalığı iyi ettiğinden dolayı “Kaside-i Bür’e” adı verilmiştir. İslâm âleminde büyük şöhret kazanan bu kaside hemen bütün Müslüman milletlerin diline çevrilmiştir. Türk-çede de birçok şerhleri vardı. Bunlardan birisi de şeyhülislâm Mekki Efendi ile Nahifi tarafından yapılmıştır.

·        7 — Çubuk takımı, o sıralarda tütün tiryakileri bugünkü pipolara benzer fakat tü

tün konulan yerle ağıza gelen kısmı uzun bir çubuk olan ağızlık ile bunu doldurmak ve temizlemek için lüzumlu araçlara verilen bir addır.

·        8 — Osmanlı Devleti’nin günlük olaylan yazmakla görevlendirilen kimselere“Vak’a

nüvis” adı verilirdi. Bunların arasında Naima ve Raşit Efendi gibi ün yapmış tarih yazanları vardır. Ahmet Vasıf, Ahmet Asım ve Şanizadc Mehmet Ataullah efendiler de bu görevde bulunmuş ve yaşadıkları devirlerin olaylarını kapsayan ve kendi adlarıyla anılan birer tarih yazmışlardın

·        9 — Dellalzade Ahmet Efendi XIX. yüzyıl ikinci yarısında yaşamış büyük Türk

musiki ustalarındandır.

10— Hz. Muhammed'e ilk inananlardan ve ilk Müslümanlardan “ashab-ı mübeşşire” den birisidir.

·        11 — Uhud olayı Hz. Muhammed ’in Medine ’ye göç ettikten sonra Mekkelilerle yap

tığı savaşların İkincisidir.

·        12 — Bilindiği gibi Sultan Abdülaziz 15 sene saltanattan sonra tahttan indirilmiş

ve sonra da intihar etmiştir.

·        13 — Maarif Meclisi, Milli Eğitim çalışmalarını planlamak ve geliştirmek maksa

dıyla daha Tanzimat döneminin ilk yıllarında 1845’te kurulan ve sonraki yıllarda fonksiyonu daha da genişleyerek imparatorluğun son gönlerine kadar devam eden bir eğitim kurulunun adıdır.

·        14 — Ferve-i beyza, şeyhülislâm olanlara padişah tarafından giydirilen beyaz elbi

senin adı olup şeyhülislâmlar merasimlerde bu elbiseyi giyerdi.

·        15— Ramazanlarda, ramazanın ilk günü başlamak ve sekiz derste bitmek üzere sarayda padişah önünde zamanın tanınmış bilginleri-bunlara mukarrir adı verilirdi-tarafından verilen derslere huzur dersi denirdi.

·        16— Sultan Aziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan oğlu için Arştanım diye bahsederdi.

·        17— Aksaray ’daki Valide Camii Sultan Abdülaziz ’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Bahis konusu olan bu camidir.

·        18 — Eskiden büyük camilerde tanınmış müderrisler tarafından medrese öğretileri

ne ders verilirdi. Yazarın anlattığı bu derslerdir.

·        19 — îdare-i Mahsusa, bugünkü şehir hatları vapurlarını işleten kurumun adı idi.

·        20 — Ahmet Esat Paşa, 1828’de Sakız adasında doğmuş, Harb Okulu ’nu bitirdik-

den sonra Paris’te askerlik öğretimi görmüş, çalışkanlığı ve gayreti sayesinde pekçabuk paşalığa yükselmiş, iki defa sadrazam olmuş, 1875yılında oldukça genç bir yaşta İzmir’de ölmüştür.

·        21 — Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sadra

zam Mütercim Rüştü Paşa, Devlet Şurası Başkanı Mithat Paşa ve Kayserili Ahmet Paşa gibi kabine üyelerinin müşterek karan ile olmuştur.

·        22 — İslâm geleneklerine göre padişahların başarısızlıktan ve özellikle şeriat yolun

dan aynlmalan halinde tahttan indirilmesi için hükümet tarafından alman karann mutlaka şeyhülislâm tarafından gerekçeli bir fetvaya dayanması lazımdı.

·        23 — Mir’at-ı Hakikat o devir devlet adamlarından Mahmut Çelalettin Paşa ’nın yaz

dığı üç ciltlik meşhur tarih kitabının adıdır.

·        24 — Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi için kabine üyelerinin yaptığı toplantı.

·        25 — Okulu bitiren öğrenciye verilen diplomaya icazet denirdi. Öğrenci okuduğu her

dersten icazet alması gerekli idi. Bunu da ancak yetkili müderrisler verebilirdi.

·        26 — Padişaha Maksudiye hanı dâvâsı hakkında verdiği iurnal ile onun zihnini ka

rıştırarak kuşkusunu artırmış ve sadrazamla beraber Ömer Lutfi Efendi’nin de makamından düşmesine sebep olmuştu.

·        27 — Bâb-ı Âli baskını 1912 yılında İttihad ve Terakki Partisi ileri gelenlerinden

başta Enver Paşa olmak üzere birkaç kişinin hazırladığı bir komplo olup Bâb-ı Âli’de toplantı halinde bulunan bakanlar kurulunu basarak silah zoru ile Sadrazam KâmilPaşa’yı istifa ettirmişler ve karşı koymaya kalkan Harbiye Nazın Nazım Paşa’yı tabanca ile vurarak öldürmüş oldukları olaydır.

XXX MUSTAFA İZZET EFENDİLER

Güzel sanatları sayarken İslâm Âlemi için heykelcilik yerine yazı sanatını saymak lazımdır(l). Çünkü helkelcilik bizde mevcut olmadı-ğmdan(2) çeşitli yazılar özel bir ilgi görmüştür. Avrupa tapınak ve salonlarındaki resim ve tablolara karşılık cami, mescit tekke ve türbelerimiz ve hatta evlerimiz çeşitli ve uygun yazılarla süslenegelmiştir.

Geçen yüzyılda Mustafa İzzet Efendi adında iki kişi güzel sanatların doğuya ait iki bölümünde adlarını bırakmışlardır. İkisi de ilmiye sınıfmdandı ve kazaskerlik payesini kazanmışlardı; fakat ilimde eşit iseler de sanat, şöhretini sağlamıştır. Onlardan biri Yesarizade İzzet Efendi ve diğeri Padişah imamı ve bilginler başkanı Mustafa İzzet Efendi’dir.

Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, Yesari Mehmet Esat Efendi’-nin oğludur 1190-1776 senelerine doğru İstanbul’da doğmuştur. Mehmet Esat Efendi kadılardandı, sağ eli çolak olduğundan sol eliyle yazı yazardı ki Yesari denmesinin (3) sebebi budur. Zamanında güzel yazı yazmak çok ilgi gördüğünden pek çok hatta yetişmiş, fakat Esat Efendi hepsini geçerek sivrilmiştir. Meşhur hattatlardan olan şeyhülislâm Veliyüddin Efendi (Beyazid Camii içindeki kütüphanenin (4) sahibidir) “Allah bizim böbürlenmemimizi kırmak için bu adamı gönderdi” defmiş. 1213-1798 recebinde ölmüştür. Oğlu Mustafa İzzet Efendi 1242-1826’da Mekke ve 1245-1829’da İstanbul, 1253-1837’de Anadolu 1256-1840’da Rumeli sadrı unvanını kazandığı gibi birer defa da Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmuş ve bir aralık Takvimhane nazeretinde bulunmuştur. 1256-1840 şabanında ebedi âleme göçerek Fatih’te babasının yanına gömülmüştür. İzzet Efendi musiki biliminde de üstad-lardan ise de talik yazısındaki şöhreti müzikteki ustalığına galip gelmiştir.

Bilirkişi değerlendirmesine göre babasına da üstünlük gösterdiğinden kendisine İmad-ı Rum(5) (rumun direği) denirmiş. Babası ve kendisi pek çok yazı yazımışlardır. Bu yadigarların bir kısmı yangınlarda kaybolmuş veya değer bilmeyenlerin elinde eskimiş ve yok olmuş ise de büyük bir kısmı hala mevcuttur. Levha ve mürakkaattan başka 254

binalar üzerinde bir hayli kitabeleri vardır. Koleksiyon meraklıları arasında Yesari’nin ve oğlunun yazılarını biriktirenler az değildir.

Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin meşhur olmasına güzel yazısı kadar sade ilmi ve yalan derecesine varan mübalağaları (abartmaları) da yardım etmiştir. Sultan Mahmut Han, Keçecizade İzzet Mol-la’ya(6) Yesarizade ile sıkı fıkı yakınlığının sebebini sormuş; o da (yazısı çirkin imiş) “efendim ikimiz bir araya gelirsek okur yazar bir adam oluyoruz” cevabını verdiği meşhurdur.

Mustafa İzzet Efendi hakkında ‘ ‘yemin etse Yesarizade aldanma yalan söyler” denilecek kadar mübalağaya düşkün olup birçok fıkraları ağızlarda dolaştığı gibi birçok fıkralar da sonradan uydurularak ona bağlanmıştır. Mesala bir ramazan akşamı kayıkla Boğaziçine iftara giderken dalgaların şiddetini anlatmak için “fırtına o kadar şiddetli idi ki dalgalar bizim kayığı camiin şerefesi hizasına kadar yükseltiyordu” deyince hazırcevaplardan birisi “efendi hazretleri, ezan vakti yakındı, hemen çubuğu tellendirip minarenin kendilinden yakmalı idiniz” diye iğneli bir cevar vermiş.

Öteki Mustafa îzzet Efendi Tosyah Bostanzade Mustafa Ağa’-mn oğludur. Yesarizade’den yirmibeş yaş kadar küçüktür. Gençliğinde Enderun-ı Hümayuna yazılarak sesinin güzelliği ile arkadaşları arasında sivrilmişti. Bir aralık öğretmenlerine küserek İstanbul’dan savuştu. Hac görevini yaptıktan sonra Mısır’a giderek medrese ve dervişlik hayatı yaşadı ve senelerce orada kaldı. Gizlice İstanbul’a döndüğünde Beyazit Cami’nde bir cuma namazında iç ezanı okurken sesinden tanındı Sultan Mahmut Han’ın yeniden takdirini kazanarak tekrar Enderun’a alındı. Mahmut II. un saltanatının son zamanlarında Eyüb (Camii) hatibi oldu. Sultan Abdülmecid’in tahta çıkmasından sonra padişah ikinci imamı olarak ilmiye mesleğinde (kariyerinde) hızla yükselmeye başladı.

1265-1849’da Anadolu Sadrı payesini alarak birinci (padişah) imamı oldu ve Rumeli payesine yükseltildi. 1266-1850’de şehzadelere (padişah çocuklarına) Öğretmen tayin edildi. İmamlıktan düşmesinden sonra iki defa Meclis-i Vâlâya üye ve üç defa Rumeli Kazaskeri ve sonra Meclis-i Âliyeye üye oldu. 1289 şabanında Nakib el-Eşraf da olarak kıdemi dolayısıyla Reis el-Ulema idi. Yaşı seksene yakın iken 1294-1877 sonlarında öldü. Tophanede Kadirihane’de gömülüdür. Orta boylu, nazik, edip, güzel yüzlü idi. Tâlik yazısını Yesarizade’den ve Nesih ve

Sülüs yazısını Çömez Mustafa Efendi’den öğrenerek öğretmenlerinin derecesine vardı. Onbir mushaf ve o kadar delail ve ikiyüz kadar hilye-i şerife yazmıştır. Camilerde birçok yazıları vardır. Fakat bu Mustafa İzzet Efendi’nin musikideki şöhreti daha fazla idi. Bestelediği musiki eserleri ağır ve üstadça yapılmış şeyler olduğundan genç okuyucularımızın çoğu onlara ilgisiz kalmışlardır. Haşim Bey, Dellalzade ve Rifat Bey gibi musiki üstadlanmız adıgeçen zamanın hocasıdır derlerdi. İhtiyarlığında nay (ney)ufleyemez olmuş ve sesi de kalınlaşmıştı; bununla beraber musiki ile uğraşanlar arasında yine Âli Paşa okuyucusu meşhur Ali Bey başta gelirdi. Paşanın huzurunda bazı akşamlar saz tertip olunur(7) çoğunlukla hoca efendi de bulunurdu; biz genç okuyucular tize çıktığımız zaman Âli Paşa “beyefendiler, Hoca Efendi Hazretlerini dinleyeceğiz” emriyle bizleri pes perdeye inmeye çağırırdı. Rahmetli birçok öğrenci yetiştirmiştir. Reis el-Hattatin Muhsinzade Abdullah Bey onlardan birisi idi. Hoca Efendi’nin kendisi için yazdığı mushaf-ı şerifi (Kur’an kitabı) Âli Paşa istemiş ve karşılığında Sekiz yüz lira(8) gönderdiği anlatılır.

İlim ile güzel yazının bir kişide toplanmadığı denenmiştir. (Küll hattat cahilu = Bütün hattatlar cahildir) Hükmü ağzılarda dolaşır. İstisnası varsa da pek azdır. Yukarıda işaret edildiği gibi Yesarizade İzzet Efendi bu sözü doğrulayan örneklerdendir. Sultani okulunda (Galatasaray Lisesi) otuz seneden fazla yazı öğretmenliği yapan ve pek çok öğrenci yetiştiren ayni addaki hocamız İzezet Efendi de o zümreden idi. Yazdığı eserlerin bazan manasını sorar ve bazen anlamadan geçerdi. Biz henüz öğrenci iken Osmanh edebiyatı öğretmenimiz Asım Bey (şakacı bir kişi olup birçok yerde hâkim vekilliği yapmış ve Bursa hâkim olan vekili iken vali Ahmet Vefik Paşa ile macerasıyla meşhurdur) birgün bizlere dedi ki “îzzet Efendi’nin başına geleni biliyormusunuz; yeni Türkçe öğrenmeye başlayan Müslüman olmayan çocuklardan bir sınıf kurulmuş ve İzzet Efendi onlara haftada iki defa Robenson tercümesi okutmakla görevlendirilmiş, şimdi başı sözlükten kalkmıyor”.

Adını anmaya vesile olur ümidiyle şunu da ekleyeyim ki okulun diğer yazı öğretmeni Muhiddin Efendi öğrenciye haftada bir yontulmuş kalem vermekle görevli idi. Bu sebeple daima koynunda mendile bağlanmış bir deste kalemle makta (kalem açacağı) ve çakı bulunur, beş on dakikalık teneffüslerde bile mendilini yayarak kalem açardı; bu suretle haftada yedi sekizyüz kalem açtıktan başka sınıfta çocukların bilerek veya bilmeyerek kırılan kalemlerini düzeltirdi. Ömründe bu adam kadar kalem açan kimse gelmemiştir denilebilir. Allah hepsini rahmetine boğsun.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Burada bir dil sürçmesi olmalıdır. Çünkü hat yani yazı sanatı kâğıt üzerinde

bir şekil olduğundan bunu resim sanatı olarak nitelemek daha yerinde olacağını sanıyoruz.

·        2 — İslâmiyette sanatın her kolunda büyük bir gelişme görülmesine karşılık yalnız

resim ve heykel alanında hiçbir faaliyet görülmemesi yanlış bir anlayışın sonucu olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü gerçekte İslâm dininde resim ve heykel yapmayı yasaklayan hiçbir dini kural yoktur. Ama her iki sanat dalında da yüzyıllar boyu bir hareket de görülmez. Bu yanlış bir anlamanın sonucu olmaktan başka birşey değildir. İslâmiyeti sonraki yıllarında suret yani bir canlının veya cansızın benzerini yapmanın Allah ’a şirk yani ortak koşmak olduğu gerekçesiyle resim ve heykel yapmak dine aykın sayılmıştır. İnsanoğ-. lunun bu konudaki faaliyeti bu yanlış anlayış dolayısıyla minyatür ve hat yani yazı sanatı olarak gelişmiştir.

3— Yesar Arapçada sol taraf anlamınadır. Yesari de bundan dolayı solak, yani sol elini kullanan anlamındadır. Adıgeçen sanatkâr da solak olduğundan kendisine Yesari denmiştir.

·        4 — Beyazıt Camii’nin eskiden Küllük denilen kahve ve lokantanın bulunduğu

köşeye raslayan kısımda bulunan Veliyüddin Efendi Kütüphanesi Milli Eğitim Bakanlığı emrine geçtikten sonra kitapları Süleymaniye Kütüphanesine kaldırılmıştır.

·        5 — İslâmî eserlerde Anadoluya Diyar-ı Rum yani Rum diyarı denilmektedir. Bu

radaki Rum kelimesi Roma kelimesinin zamanla değişmiş şeklidir. Türkler bu ülkeyi Doğu Romalılardan (Bizans) aldığı için bu topraklara da Rum Diyarı denilirdi.

·        6 — Keçecizade İzzet Molla, XIX. yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şairi ve meşhur

Sadrazam Fuad Paşa’nın babasıdır.

XXXI BÜYÜK KONAK VE ONARIMI

Eski diplomatlarımızdan birisi 1254-1838 tarihinde Bâb-ı Âli’ye sunduğu bir reform tarasarısmda diyor ki: “Avrupa devletlerinin çoğu disiplinli, düzgün bir ev, Osmanh Devleti de büyük binaları, birçok eklentileri olan fakat tamire muhtaç, yeri güzel bir konak olduğu kadar sahibinin gücü de onarmaya yeterlidir. Gerekli masrafların yapılmasına geliri kâfi ve onarım için işçileri de gereği kadar yeteneklidir. İşte bunlar manevi güçler denilen güzel sebeplerdir. Ancak, bu gibi lüzumlu değerlerin iyi idare edilmesiyle lüzumlu menfaatlerinin kavranmasına engel olan vakitli vakitsiz taşkınlıklar, olur olmaz hareketler önlenmedikçe, iyi bir usûl ortaya konmadıkça beklenilen imar ve kalkınma meydana gelemeyeceğini anlatmaya gerek yoktur”

Bu taraşı Tanzimat’tan önce yazılmıştı. Benzetme o zamana kadar çok geçerli yeni bir fikirdi. Evet; Osmanh Devleti birçok eklentileri olan ve tamire muhtaç bir büyük konak gibi idi. Sahibinin lüzumlu tamiratı nasıl yapabileceğini bu makalemizde tartışacağız.

Devlet yerine bir şahıs düşünelim: Bir adama babasından bir konak miras kalmış, konak büyük, ekleri çok işi gürültülü patırtılı, çalıştırdıklarının sayısı gürültü patırtısıyla orantılı, ahırları dolu, bahçeleri bakımlı, babası vaktiyle çalışmış, para kazanmış, konağa sahip olmuş, ihtiyacına göre düzenlemiş ve işçilerini hazırlamış, sonra keyf ve zevki için atını arabasını çoğaltmaya, bahçelerini süslemeye ve bunların hepsini idareye yeterli gelir sağlamış; oğlu ise zahmetsizce mirasa konmuş, babasının o duruma gelmek için ne derece çalıştığını, ne kadar yorulduğunu unutmuş, mirasyedi gibi şatafatı artırmış, eski gelirin ana parasını da savurmaya ve yoketmeye başlamış, gittikçe masraf çoğalıyor gelir azalıyor, eski idare bozulmaya başlıyor, konağın damı akıyor, sıvaları dökülüyor, hizmetlilerin ücreti verilemiyor, esnafa ve diğerlerine olan borçlar ödenemiyor, mirasyedi bey bunları yapmaya gücü yetmediği halde ben babamın ocağını söndürmem diye debelenip duruyor;

Konak sahibi fesini önüne koyup güzelce düşünse veyahut bir akıllı dostundan öğüt istese günden güne artmakta olan perişanlığın ilacını zekâsı varsa kendisi bulur yahut öğütçüsü hatırlatır. Başvurulacak çare “likidasyon (işleri tasfiye)dır. Azar azar hizmetlilere izin vermeli, atı arabayı kaldırmalı, faydalı olmaan fazla eklentilerle uğraşmamalı, akarını, sıvasını onarımın imkânsızlığı görülen koca konağın her gün bir kat daha çökmesine ve harap olmasına seyirci kalmaktansa mesela kırk odalı konağı sekiz on odaya indirmeli, buna da bina müsait değlise bir kolayını bulup elden çıkarmanın yolunu aramalı ve kendine göre ufak bir eve çekilip barmmalı. Bu fedakârlıkların hepsi ancak masrafı gelire uydurmak için yapılacağından acınıp üzülmemeli, bu bozuk düzende devamın sonucu iflâs olacağına kesinlikle inanmalı, bu fedekârlık isteyen tasfiyeden kaçınan ahmak ve inatçının en sonunda eli boş kalacağına ve elinde avucunda ne varsa hepsinin alacaklılara geçeceğine şüphe yoktur.

Bir şahsa tavsiye olunan tasfiye, gelişigüzel bir devlete tavsiye olunamaz. Bu konuda devletlerin durumuna, hukukuna, vazifelerine daha yüksek bir bakışla bakmak lazımdı. Tasarının verildiği zamanda devletimize bakalım: Atalarımızdan bize Prut, Tuna,ve Savva ırmaklarından Basra körfezine ve Bab el-Mendeb’e(l), Ağrı Dağı’ndan Afrika’da Cezayir sınırına kadar uzayan geniş bir ülke kalmış. Bu ülkenin coğrafi konumu emsalsiz kıyılan uzun, topraklannm çoğunun verimi yüksek, bir kısmı da çöl ve çorak, sınırları arası bir uçtan bir uca yaklaşık üç aylık yol,(2) halkı kanşık mezhep ve dilleri çeşitli, âdet ve ahlaktan ayrı, bir eğitim altında yetiştirilmelerine hiç yer verilmemiş, içeride imar işleri ihmal edilmiş Ahmet Vefik Paşa’nm dediği gibi Allah’ın bıraktığı gibi kalmış, memleket bütününü meydana getiren ülkeler birbirine bitişik olmakla beraber üç kıt’a üzerinde bazen sınır ve gelenekler bakımından dağılmaya müsait, halkı da ırk ve milliyet itibarıyla ayrılmaya elverişli, idare ve adalet düzeni politika gereklerine ve son ilerlemelere uygun değil.

Şu suretle anlatılan koca ülkenin sahibine düşen görevlerin en başta geleni ve ön önemlisi vatandaşlar arasında cins ve mezhep farkı gözetmeksizin hepsine müşterek bir kültür eğitimi vererek aralarındaki bu ayrılığı gidermek ve samimi bir dostluk kurup geliştirmek ve hepsinin gayelerini bir amaca yöneltmek, bir merkezde toplamak yani müşterek bir yurt sevgisine çevirmek, ayrı ırklardan kafaların her biri

kendi havasına uyarak her kafadan ayrı bir ses çıktığı takdirde genel düzenin bozulması muhakkak olduğundan, fikir ve hislerin bileşkesini dağıtmadan bir dayanak noktasına sağlam bağlarla sıkıca bağlamaya ciddi ve devamlı bir özen göstermekti. Dayanak noktası da pek sağlam olarak vardı. Bütün iş iplerin ucunu getirip sağlam bir birlik direğine bağlamakta idi.

İkincisi, birbirine bitişik olmakla beraber Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde yayılmış ve aralarındaki birlik bozulmuş olan ülkenin, tabii karakterleri ve oluşum teşkilatı farklı olan parçalarını tıpkı halkı gibi yukarıda bahsedilen birlik direğine bağlamak lazımdı. Diğer taraftan bayındırlığı ve bolluğu sağlayacak idari ve ekonomik tedbirler onarım işinde başarı gösterilmesinde büyük yardımcı olacaktı.

İşte bu iki önemli sonuca ulaşılmasının bilgi, gayret ve mala bağlı olduğunu açıklamaya lüzum yoktur. Mal ve zenginlik bakamından hâzinemizin darlığı meydanda ise de devlet adamlarımızı baştan ayağa bilgisizlik ve gayretsizlikle suçlamak insafa uygun olmamakla beraber Tanzimat ve özellikle Paris Andlaşması’ndan beri koca konağın onarı-lamaması ve sayısız eklentileri birer ikişer dökülüp saçılarak devletin hali bugünkü duruma gelişi sebepsiz sayılamaz.

Evvela en esas politika olarak ileri sürdüğümüz vatandaşın aynı biçimde eğitilmesi işine hiçbir değer verilmemiştir. Hükümet Müslüman vatandaşlar için sağlam bir eğitim sistemini hâlâ bugüne kadar gereği şekilde kuramadıktan başka Müslüman olmayan vatandaşın eğitim ve öğretimleriyle hiç uğraşmamış ve eski devirde sakıncalarını anlayarak yol göstereceği yerde yasaklanarak önüne geçerim sanmıştır. Rum ve Ermeni okullarında kötü şeyler okunuyor şüphesi artıp, hükümet okunacak şeyleri kendisinin belirlemişi, okutacak öğretmenleri kendisinin ataması, esas egemenlik görevleri arasında iken, bu görevi yerine getirmeye gerçekten gücü yetmediğinden, çalışmaları, akılsız teftişlerle eğitim ve öğretimi zorlaştırmaktan ibaret kalmış, bilgisizliği değerlendirmeye dönüşecek olan bu ters gayretlerinden de hiçbir fayda elde edememiştir. Mesela Bulgaristan’ın ayırlamasma okulların sebep olduğunda hiç şüphe bulunmadığı, Rusya’da ve Avrupa’nın diğer memleketlerinde öğrenim görmüş öğretmenlerin Bulgar okullarında pervasızca milliyetçilik aşılanmasına karşı hükümetçe hiçbir çare aranmamış, akla gelen tedbir “okulları kapatmalı” dan ileri gidememiştir. Halbuki devletin esas vazifesi okul açmaktır.

Bulgarların durumu diğer milletlere de sıçrayacaktı. Karma okul(3) örneği olarak açılan Sultani okulu(4) gayet iyi sonuçlar veriyordu. Her çeşit halkın çocuğu beraber okuyup birbirini tanımaya ve sevmeye alışıyor idi. Sultani okulu fazla masraflı olduğundan daha sade örnekleri memleketin her tarafında açılması en önemli işlerdendi. Gerçi son zamanlarda Osmanlı hükümeti birçok sultani okulları açtı. Fakat bunlar isim benzerliğinden ibaret olup ders teşkilatı ve eğitim sistemleri Galatasaray Sultanisi gibi halkın ihtiyacı ile orantılı değildi. Müslüman olmayan vatandaşlar bunlara ilgi göstermiyordu. Evvela Girit’te denen Osmanlı okuluna Rum öğrenciler girmemişti. Çünkü ders programında Arapça ve Türkçe edebiyat çok yer tuttuğundan dünyaya ait geçim ihtiyaçlarına uymuyordu.

Eğitimin birleştirilmesine mezhep ayrılıkları kadar dil ayrılıklarının da olumsuz etkisi oluyordu. Bilgisiz taassub da kayıtsız değildi. Ticari münabetleri dolayıyla Hıristiyan vatandaşlar Avrupa’ya sık sık gidip gelmekte ve orada görülen bayındırlık ve düzenin bilim ve teknik sayesinde meydana geldiğine inanmakta ve okullara olağanüstü gayret ve önem verilmekte idi. Bu maksat için hükümetten para yardımı istemezler, okullarını çoğaltmaya ve geliştirmeye kendileri gayret ederlerdi!40). Toplum şartları, Müslüman halkı Avrupa seyahitine o kadar özendirmiyor, hükümet tarafından da teşvik ve kolaylık görmüyor, bu yüzden ilerlemeleri izlemekte Müslüman olmayan vatandaşlardan geri kalıyordu. Müslüman vatandaşlar askerlik görevini ve memleketin yönetimini yani hükümet işlerini yüklenerek ekonomik işleri Müslüman olmayan vatandaşlara bırakmış olduğundan Müslüman olmayan toplumlar bilim ve fende olduğu kadar zenginlik ve bollukta da gelişiyordu; egemenlik dengesi de bu yüzden bozuluyordu.

Hıristiyan toplumun çocukları devlet okullarına gitmeyi lüzumlu görmediklerinden kendi okullarında kendi emellerine ve ihtiyaçlarına uygun bir eğitim görmekte idiler. Vatandaşlar arasında bu kaynaşmanın yüksek değeri ilgi görmediği gibi memleketin bölgeleri arasında da istenildiği şekilde kurulamıyordu. Arnavutluk, Kürdistan, Irak birbirine yabancı gibi kalmıştı. Trablusgarb ve Yemen sürgün yeri kabul edilmişti. Ulaşım araçlarının zorluğu şöyle dursun idari zorluklar da memleketin bir noktasından diğer noktasına gitmeyi engelliyordu. Mesela Arnavutluk’tan bir kimsenin Iraka gitmek için geçiş tezkeresi alabilmesi mucize sayılıyor ve bu durum otuz seneden beri devam ediyordu. Memleketin çeşitli bölgelerini görmek hemen hemen memurlardan başka kimseye nasip olmuyordu. Onların da bir kısmı bulundukları yerlerde iyi bir nam bırakmıyorlardı. Uzun kıyıları doyasıyla deniz yolları olsun düzenli olması gereken büyük ülkenin ulaşım araçları îdare-i Mah-susanm çoğu peimürde vapurlarından ibaret olduğu gibi yabancı gemilerde yolculuk etmek Avrupa’ya kaçma endişesinden dolayı vatandaşların ileri gelenlerine yasaktı. Sözün kısası birbirini tanımamaktan ve bir-biriyle kaynaşmamaktan ve bir kısım memurların kötü yönetimlerinden dolayı memlekette özellikle dış etkilerin fazla olduğu kısımlarda Türk egemenliğine karşı ilgisizlik uyanıyordu ki bunun zamanla soğukluğa dönüşmesinden korkulurdu.

Mali gücün yetersizliği ve hükümetin tutum ve anlayışında “Des-tiyi kıran da bir suyu getiren de bir” önerisinin geçerli olması bayındırlık ve düzenleme işlerini savsatıyordu. Halk sınıfları ve memleket muhtaç olduğu maddi ve manevi aydınlığı sabırsızlıkla bekliyordu. Âli Paşa böyle uzun bekleyişlerin sonunda ümitsizliğe dönüşeceğini kestirerek Avrupa’da dost ve taraftar sağlayan Hıristiyan vatandaşların dışarıya başvurmalarına yer vermeksizin hukuki emel ve dilekçelerinin hükümet tarafından yirine getirilmesini düşünmüş, eşitlik, devlet hizmetlerinde hukuk ve diğer hususlardan faydalanma bakımından, diğer devletler vatandaşlarının memleketlerindeki duruma imrenilecek şeyleri yapmaya sadrazamlığının sonralarında gayret etmişti. Mesela Ermeni topluluğuna, kendilerini memnun edecek yeni teşkilât kurmaya izin ver-mişti.(5) Hatta Girit’e yazdığı meşhur tasarıda(6) Osmanlı Devleti’nde yönetim işleri bugünkü gibi devam ettikçe memleketi imar etmenin ve devlet gücünün korunmasının mümkün olmayacağını açıkça yazmıştı.

Âli Paşa bilgisi, tecrübesi ve gücü en yüksek dereceye vardığı bir dönemde henüz elli yedi yaşında ölünce, değerli hizmetlerinden devleti yoksun bıraktı. Bundan sonra kırk sene kadar süren istibdat usulü İslâm halk da bile ayrılık eğilimi yeteneğini hazırladı.

AÇIKLAMALAR

·        1 — Bâb el-Mendeb, Kızıl Denizi Hind Okyanusu ’na bağlayan boğazın adıdır.

·        2 — Makalede Tanzimat devrindeki (1839-1876) imparatorluk arazisi bahis ko

nuş edilmekte olduğundan o zamanki ulaşım araçtan ile Cezayir’den Ağn Dağı ’na ancak üç ayda gidilebilirdi.

·        3 — Buradaki karma okul, kız-erkek karma okul değil, Müslüman ve Müslüman

olmayan Türk uyruklulann beraber okuması kastedilmektedir.

4— Bu Sultani okulu bugünkü Galatasaray Lisesi’dir. Bizde ilk lise olarak Sultani adıyla 1867yılında bugünkü statüsü ile kurulan Galatasaray’dı.

·        5 — Osmanlı Devleti sınırlan içinde yaşayan Ermenilerin bir cemaat (dini toplum)

olarakdaki Rumlar gibi bir dini lider başkanlığında birleşmelerine 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından müsaade edilerek İstanbul Ermeni patrikhanesi kurulmuştur. Sonradan Ermenilerin 1860 yılında kendilerini yö-netmekiçin “Ermeni Milleti Umumi Meclisi” adıyla özel bir statüsü de bulunan siyasi ve sosyal içerikli bir yönetim meydana getirmelerine de imparatorlukça müsaade edilmiştir.

·        6 — “Girit layihası ” diye adlandırılan bu tasanda imparatorluk topluluğu arasın

daki bağlan kuvvetlendirmek için özellikle eğitim alanında uygulanacak hususlar üzerinde durulmuştur. Paşanın Girit isyanını bastırmak maksadıyla gittiği Girit’ten gönderdiği bu tasarı uygulanabilmiş olsa idi Osmanlı İmpa-rakrluğu’nda birçok şeylerle beraber tarihi seyri de değişebilirdi.

XXXII

DEVLETLE» POLİTİKASINDA SAVAŞ VE BARIŞ

Savaşın felsefi ve sosyal tarihini yapacak değiliz. İnsanlığın doğuşundan beri, insanoğullannı saran bu belanın köklerini araştıracak ve geçmiş devirlerdeki sebep ve kökenlerini inceleyecek ve yargılayacak da değiliz. Yağma ve çapul, yayılma hırsı, inanç ayrılığı gibi eğilimler ve duygulardan insanlar henüz tamamen sıyrılamadığı ve millet şeklinde top top olduktan sonra da birbirinin kazancına göz dikmekten, şan ve şerefini kıskanmaktan büsbütün vazgeçmemesine rağmen medeniyetin gelişmesinden doğan hak ve hakikat ışıkları halkoyunu ve özellikle milletleri idare edenleri aydınlatmak ve insanlığı hayvan gibi boğuşmaktan nefret ettirerek XIX. yüzyılın devletler politikasında barışı ve savaş dışı hali esas saymaya, savaş ve kavgayı, genel sağlığı bozucu geçici bir hastalık gibi saymaya başlamıştır. Medeni memleketlerde bilgin kişilerin bilimsel eserleri, basının insaflı yayınları, üniversite hocalarının hakimane telkinleri savaşa düşmanlık konusunda çok kerre ağızbirliği edip Şeyh Sadi’nin “Adem oğulları birbirinin organlarıdır, çünkü ayni cevherden yaratılmışlardır” sözünü devletlerin sosyal ilişkilerinde de göz önünde bulundurmak milletlerin yöneticileri tarafından da ilgi görmüştür. Bu sebeple XIX. yüzyılın savaş ve barış politikasının esaslarını gözden geçireceğiz.

Elçilerimizden biri tarafından Sultan Mahmut Il.a sunulan bir tasarıda deniliyorki: “Uzun savaşın değişikliklerine son vermek üzere 1815 milâdi tarihinde toplanan hükümdarlar ve devlet adamları tarafından Viyana’da kararlaştırılan genel barıştan sonra milletlerin ve memleketlerin güvenliğinin korunması yolundaki önerisi her devlet tarafından kabul edilmiş, yani her zaman barış savaşa tercih edilmiş ve özellikle memleketin imarı, barışın devamlılığı ve halkın tam istirahati ile mümkün olduğundan her nekadar savaş galibiyeti ve yeni ülkeler zaptı ile bir devlet görünüşte itibar kazanır, şan ve şerefi yükselirse de aslında savaştığı süre içinde gelişme ve gücü ile sosyal düzeninden kaybettiği, sayısız çıkarlar sağladım dediği galibiyet ve fayda layıkıyla öl-çülse savaş gereği olarak askeri gücünde, mâliyesinde ve diğer savaş

araçlarında meydana gelen kayıplar ve memleketin uğradığı yıkıntılar ondan fazladır. Mesela istila ettiği yeni ülkelerin düzenlenmesi konusunda harcayacağı güç kendi iç güvenliğini zayıflatır. Yani umulan fayda için eldeki pek çok gücünün zayıflayacağı, sayısız deneylere göre iyice incelenirse kabul olunur.

Mesela insanların eski geleneklerine göre bütün kavimler arasında süre gelen savaşlar geçen yüzyılda Avrupa hükümdarlarını senelerce uğraştırmış ve özellikle büyük Fransız devriminden sonra yirmi seneyi aşkın bir zaman aralıklarla devam eden kavgalar ve saldırılar sebebiyle hiç bir memlekette hiç bir sınıf halk rahat yüzü görmemiş iken bu- \ gün galip olan taraf kaderin cilvesiyle ertesi günü mağlup olur ve galip iken yaptığı saldırılara ve tahribata sonra kendi memleketi uğramış; her devletin zaman zaman kazandığı zaferlerin faydaları sonuç bakımından geçici ve boş olduğu anlaşılmış ise de milletlerin uğradığı zararlar ve çektiği ıstıraplar tahammül edilmez bir azap olduğunda şüphe yoktur. Bu nazik durumlar bugün Avrupa devletleri ve yöneticileri tarafından tecrübe ile bilindiğinden herzaman değişik olaylarda akıllıca hareket etmekte, memleketlerini ve milletlerini savaşın belalarından sakmmaktalardır ”.

Evet; Viyana andlaşmaları genel politikada yeni bir devir açıyordu. Gerçi imzalayanların umduğu ebedi barışı sağlamaktan çok uzaktı; , amma eski tarz kavgacılıkların da önü alınmıştı(l). Hükümdarların fütuhatlarını genişletmek hırslarına karşılık milletlerde iki büyük ve haklı arzu uyanmıştı ki biri hürriyet ve diğeri milli birliktir. 1815 senesini takip eden yüzyıl bu iki fikrin gezinti yeri ve şahit olduğu bu iki cereyanın serpintileridir.

. Viyana barış andlaşmalarınm imzalanmasından sonra Viyana’da bulunan Rusya ve Avusturya İmparatorları ve Prusya kralı ayrıca bir de Kudsal İttifak andlaşması imzalamışlardı. Görünüşte barışın korunması ve güvenliğin sağlanması amacım güden ve gerçekte milletlerin hürriyet fikirlerini boğmayı öngören bu andlaşmaya İngiltere dışında diğer ülkeler de katıldılar. Kudsal ittifakın dış politikası, devletler ve hükümdarlar arasında kardeşlik birliği kurulmasına ve milletlerden de düşmanlık duygusunun silinmesine ve fakat hürriyet hareketleri nerede başgösterirse yokedilmesine çalışılarak istila savaşlarının önünü al-maktı(2). AvusturyalIlar 1820’de İtalya üzerine ve Fransızlar 1822’de İspanya üzerine asker yollamışlarsa da savaşın amacı oralarda çıkan

hürriyet ve meşrutiyet hareketlerini yok etmek ve taraftarlarını ezip seslerini kesmek olduğundan göze alman bu seferler esas amaçtan ayrılmamıştı.

Kudsal andlaşmanın hükümleri on onbeş sene kadar devam etti ve Avrupa politikasına esas oldu, Paris’in 1830 devrimi ile son buldu. Fakat tesiri 1848 ihtilaline kadar devam etti. Milletler bu süre içinde savaşın dertlerinden uzak yaşadılar; fakat âşık oldukları hürriyet tanığına kavuşma yolunu bulamadı. Fransa’nın 1848 devrimi hürriyet mücadelelerine son vermiştir denilebilir; çünkü ileri ve yetenekli milletler hükümetlerine meşrutiyet temellerini kurdurdular(3).

Yüzyılın ikinci önemli olayı milli istiklal ve milli birliktir. Bu akım birincisi gibi devletler arasında sessizlik içinde akıp gidemedi. Milli bağımsızlıklarını elde etmek için ayaklanan kavimlerden Yunanlılar kanları bahasına (1829) ve Belçikalılar daha kolaylıkla 1831’de emellerine kavuştular. Amma PolonyalIlar ve Macarlar boş yere kanlarını döktüler ve despot Rus ordularının kuvvetli topuzu altında ezildiler(4).

Bu çekişmelerin en şiddetlisi ve uzun süreni milli birlik akımı oldu. Avrupa’da iki büyük millet Almanlarla İtalyanlar ayrılık ve bölünmüşlük içinde yaşamakta, düşünürleri ve vatanseverleri tarafından yükseltilen birlik sesleri hükümdarların kulaklarında çm çm çınlamakta idi. Her ikisinde de iç sebeplerden başka sağlam bir engel görülüyordu ki oda Avusturya’nın büyüklüğü ve kuvveti idi. Çünkü Avusturya Devleti kuzey İtalya’da Lombardiya-Venezya bölgelerine sahip ve Almanya’da küçük hükümetler üzerinde egemenliğini sürdürmek için birleşmeme-lerine çalışıyordu. Bundan dolayı gerek İtalya’da ve gerek Almanya’da herşeyden önce Avusturya’nın kuvvetli elini ve gücünü kırmak gerekiyordu. İtalya’da ikinci bir engel daha vardı ki oda Papa’nın dünyevi hükümeti ve Roma’nın eski merkezine sahip oluşu idi.

AvusturyalIları İtalya’dan çıkarmak için İtalya’nın kendi gücü yetmedi. Fransızlar silahla işe karıştılar. Napoleone III. Piyemonte kralı ile(5) ittifak ederek ordularını İtalya’ya yürüttü, savaş alanında galip geldiği halde amacın ötesine gidemeyerek yarı yoldan döndü (1859). Napoleone IILın bu beceriksizliği İtalyan yurtseverlerini hayrete düşürüp kızdırmakla beraber ümitsizliğe düşürmedi. Kont Kavur ve Ga-ribaldi(6) yüksek amaçlarına kavuşmak için canlarını feda edercesine çalıştılar.

Fransızların ters yürüyüşünden yedi sene sonra PrusyalIlar harekete geldi ve Napoleone IILm yerine Wilhelm(7) geçti. Sadova meydan savaşında Prusya ordusunun kesin zaferi (1866) Avusturya Devle-ti’ni Almanya işlerine karışmaktan elini çektirdiği gibi Venesia ve Lom-bardia bölgelerinden(8) de tamamen çekilmesine sebep oldu. Bu suretle İtalya milli birliğe doğru büyük bir adım atmış oldu.

Sadova galibiyeti Alman birliğinin müidecisi oldu. Prusya başvekili Bismark fırsat kolluyordu. 1870 Fransa savaşı bu fırsatı önüne koydu, ertesi sene Versay (Versaille) sarayında Alman birliği ilân olundu(9).

Şu özetten anlaşıldığı gibi doğu meselelerinden başka devletler arası politikayı meşgul eden olaylar evvela siyasi hürriyet, İkincisi milli istiklal üçüncüsü de milli birlik konuları olup devletlerarası zaman zaman patlak veren kavgalar bu üç esasa dayanmaktadır. Bu politika gereğince memleket zaptetmek gibi çıkarcı fikirlerin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu kurala aykırı olarak Prusya Devleti dağınık olan memleket parçalarını bir araya toplamak için Almanya’da bazı fütuhata ve bu arada 1864‘de Danimarka’dan alman Holştayn(Hols-chtein)-Şlezvig(Schleswig) dükalıklarmı ülkesine katmaya kalkmıştı. 1871’de Alsas ve Loren’in(lO) Fransa’dan Almanya’ya geçmesi 1815 yılından beri devam eden genel politika gidişini bozmuş olduğundan XX. yüzyılda fena bir patlak vermesi beklenmekte idi.

Amma Doğu meseleleri Rusya Çarlığı’nın politikası gereği genel kuralda bir ayrıcalık teşkil ettiği için devletlerarası politikada vakitli vakitsiz meseleler ve çekişmeler ortaya çıkarmıştır.

AÇIKLAMALAR

·        1 — XVIII. yüzyılda Avrupa devletlerini bitip tükenmez savaşlarla uğraştıran ve

sonuçta kan dökmekten ve güç yitirmekten başka bir işe yaramayan Veraset Savaşlarından (Lehistan Veraseti Savaşı, Avusturya Veraseti Savaşı, İspanya Veraseti Savaşı, Yedi Sene Savaşları ve Lehistan ’ın bölüşülmesi gibi) sonra Avrupa siyaset dengesinin korunması amacıyla 1815'te Viyana’da toplanan devlet başkanları ve yüksek yöneticileri devletlerasan anlaşmazlıkları barış yoluyla çözmek prensip anlaşmasına varmışlardır. Bugünkü Birleşmiş Milletler topluluğunun ilk tohumu 1815’te Viyana Kongresi’nde atılmıştır.

·        2 — Yazarın bu görüşü gerçeği tam yansıtmıyor. Çünkü Kudsal İttifakın amacı

kurucuları olan Avusturya ve Rusya yönetimleri bir imparatorluk reiimi olduğundan idareleri altındaki diğer milletlerin bağımsızlık hareketlerini önlemekti.

İngiltere bunu uygun bulmadığı için ittifaka dahil olmamıştı. Ne gariptir ki aynı İngiltere Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmak için Osmanlı Devleti’ne karşı giriştiği ayaklanmada Rusya ve Avusturya ile beraber olaya karışmak tan kendini alamamış ve Navarin 'e gönderilen müşterek donanmanın öncülüğünü yapmıştır.

·        3 — Gerçi ilk bakışta durum böyle görünürse de Fransa halkı özlediği bu hürriyeti

ancak üç dört sene sonra görebilmiştir. Louis Philipe I.in oldukça yumuşak idaresine karşı girişilen ve daha ileri haklan isteği ile ayaklanan Fransız halkı 1848'de krallığı yıkarak İkinci Cumhuriyeti kurmuş ise de cumhurbaşkanı olan Napoleone III. tıpkı amcası Büyük Napoleone gibi 1852’de kendisini Fransızların imparatoru ilan etti. Fransız milleti gerçek cumhuriyete ancak Almanların 1870’de Sedan’da Napoleone’u esir etmelerini müteakip üçüncü cumhuriyet ile kavuşabilmiştir.

·        4 — Lehistan (Polonya) milli birliğini iç anlaşmazlıklar dolasyısıyla kuramadığından

büyük ve kuvvetli komşuları Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından (1762, 1792,1795) tarihlerinde üç defa bölüşüldü. 1848’de giriştiği bağımsızlık savaşı özellikle Rusya tarafından korkunç bir şiddetle bastırıldı. Lehistan ancak 1918’de I. Dünya Savaşı sonunda bağımsızlığa kavuşabildi. Macaristan da aynı şekilde ancak,1918’de yeniden bağımsız bir devlet olmayı başardı.

·        5 — Piyemonte, Sardunya Krallığı olup İtalyan birliğinin kurulmasında öncü ol

muş ve bu konuda Prusya ’nm büyük yardımı olmuştur. Birliğin kurulmasından sonra Sardunya Kralı Victore Emanuel I. İtalya kralı ilân edilmişti.

·        6 — Kont Cavure (Kavur) Piyemonte başkanı olup İtalyan birliğinin kurulmasın

da Almanya’daki Bismark gibi önemli bir rol oynamıştır. Garibaldi de Italyan birliğini kurma savaşını yürüten halk önderidir.

·        7 — Wilhelm Prusya kralıdır. Alman birliğinin kurulmasına önayak olmuştur. Eu

amacın gerçekleşmesi için evvela Avusturya ’yı yenmek gerektiğinden 1866’da Sadova Savaşı’nda onları yenerek Kuzey İtalya’dan (Lombardi ve Venesia) çıkarılmasına yardım etti. Napoleone III. m yerine geçmesi bu anlamda kullanılmıştır.

·        8 — Venesia ve Lomardia Kuzey İtalya’da Milano ve Venedik şehirlerinin bulun

duğu iki önemli bölgedir.

·        9 — Prusya Kralı Wilhelm 1871 ’de ilk Alman İmparatoru ilân edilmiş ve başba

kanlığa da Prens Bismark atanmıştı.

10— Alman milli birliğinin gerçekleşmesi üç aşamada olmuştur. İlk aşama Prusya-Danimarka Savaşı’dır. Prusya, Almanya’nın kuzeyindeki, halkı Alman olan Holschtein-Schlesıvig bölgesini 1864 ’te Danimarka ’yı yenerek elegeçirdi. İkinci aşamada 1815’te Viyana Kongresi kararıyla Rhein Konfederasyonu adı altında birleştirilerek Avusturya idaresine verilmiş olan Alman prenslikleri üzerindeki Avusturya hegemonyasını 1866'da Sadova’da onu mağlup ederek bertaraf etti. Üçüncü aşamada ise 1870’de Sedan ’da Napoleone III. nı esir ederek Fransızlan yendikten sonra Alsas Lorain bölgesini alarak milli birliğini tamamladı ve Alman İmparatorluğu kurulmuş oldu.

xxxnı

HUKUKA SAYGI

Bilindiği gibi Peygamber’in Medine’ye göçünün onbirinci yılında rebiyülevvelin girmesinden önce peygamberlerin sonuncusu ve hayır duaların en mükemmeli hastalanmış ve hastalığın meydana getirdiği bitkinlikten iyileşemeyerek öteki âleme göçme anlarının yaklaştığı anlaşılmıştı. Bununla beraber namaz vakitleri yine şerefli mescide gelir ve cemaate imamlık yapardı. Ölümüne üç gün kala hastalığı arttı. Artık mescide çıkamadı ve imamlığa sadık Ebubekir’i vekil etti. Mescide geldiği günlerde çoğunlukla minbere çıkar muhacirin ve ensara(l) güzel güzel nasihatlar eder ve bütün ümmetine güzel ahlak, temiz ve hayırlı işler vasiyet ederek hayır dua ederdi.

Bir defasında amcası oğlu Fazl ibn Abbas ve Ali bin Ebu Talib koltuğuna girip minbere çıkarmışlar ve şerefli ulu elçi Eshab-ı Kira-mmdan(2) haklarını helal etmelerini istemiş ve “ey insanlar, kimin arkasına vurmuş isem işte arkam gelsin vursun, ödeşelim, kimin alacağı varsa işte malım gelsin alsın” buyurmuştu. Bir adam kendisinden üç dirhem alacağı olduğunu iddia ettiğinden onu derhal ödemişti. Sonra “Ukkâşe(3)” ayağa kalkıp “ey Allah’ın Elçisi falan gazada(4) falan gün benim devem senin devenin yanma yaklaştığında senin deveye vurduğun kamçı bana rastgelerek fazla canımı yakmıştı. Şimdi kısas isterim” dedi. Bu söz üzerine ashab-ı kiram işe karışarak “ya Ukkâşe görmi-yormusun ki Allah’ın Elçisi dermansızdır, dayak yemeye gücü yoktur, esasen kasıtlı olmayan bu kısastan vazgeç” diye rica ettiler. Osman Zi el-nureyn (Zinnureyn)(5) ve sonra Abdurrahman bin Avf kısası bağışlarsa yüzer deve hediye edeceklerini vâdettiler. Hazret-i Ali “ya Ukkâşe dilersen bana yüz değnek vur, Allah’ın Elçisi’nin gücü, kuvveti yoktur” diyerek herkesin tercümanı oldu; fakat Ukkâşe ayak diredi ve Peygamber, yakınlarına “ilişmeyin, vursun, hakkıdır, alsın” dedi.

Ukkâşe “ya Allah’ın Elçisi sen benim çıplak tenime vurdu idin, halbuki senin arkanda hırka var” demesi üzerine peygamber gömleğini kaldırtıp şerefli vücudunu açtı.

Ukkâşe diretmeyi büsbütün azdırarak “ya Allah’ın Elçisi sen bana hazaran çubuğundan üzeri örme sert bir kamçı ile vurmuştun, ben de sana öyle bir kamçı ile vurmalıyım” demesi üzerine âlemin gururu olan Elçi, emretti, Hücre-i Saadette bulanan o kamçıyı getirdiler. Ashab-ı Kiramın dedikodusu ve heyecanı arttı, fakat Şanlı Elçi bu dünyada hak istiyenlerin hakkını bu dünyada almasını, âlemlerin Allah’ının önünde almasından yeğ görerek tam bir itaatle Ukkâşe’nin hareketlerini bekliyordu.

Ukkâşe peygamberlerin sultanına yaklaştı, derhal kamçıyı elinden attı. Taberi Tercümesi(6) sonucu şöyle anlatıyor:

(Ukkâşe kamçıyı elinden bırakıp gitti. Yüzünü peygamberimizin kudsal teni üzerine koydu ve yüzünü Allah’ın Elçisi’nin tenine sürdü ve yüksek sesle ağladı. Peygamberimiz Efendimizin gözlerinden yaş geldi, herkese ağlaşma düştü; mescit inledi, öyle zannettiler ki zelzele oluyor, sadaları göğe ulaştı. Bir zaman yüzünü Peygamberimizin kudsal teninden ayırmadı, öptü, kokladı. Âlemlerin gururu olan insan bu hareketinin sebebini sorunca Ukkâşe:

“Ey Allah’ın Elçisi, korktum ki ben ve bu halk bundan sonra artık seni göremeyeceğiz, diledim ki sana veda edeyim, yüzümü senin mübarek tenine sürem ki Büyük Allah benim tenime cehennem ateşini haram ede” dedi.) Ukkâşe bu yardım isteme yolunu düşünmüş ve emeline kavuşmuştur.

AÇIKLAMALAR

·        1 —■ Hazret-i Muhammed’in Mekke’den 621 yılında Medine’ye göç etmesine Hic

ret adı verilir. Mekke’den gelenlere Muhacirin (göçmen), Medine’deki Müslüman'lara da Ensar (yardımcılar) adı verilmiştir.

·        2 — Ashab-ı Kiram Hz. Muhammed’in en yakın arkadaşları için kullanılan bir

deyimdir.

·        3 — Ukkâşe, Hz. Muhammed’in yakın arkadaşlarından birisidir.

·        4 — Gaza “Gazve” Hz. Muhammed’in katıldığı savaşlara Gazve adı verilmiştir.

Daha genel bir anlam taşıyan gaza ise İslâm dinini yaymak için yapılan savaşlardır.

·        5 — Halife Osman, Hz. Muhammed’in iki kızı ile evlenmiş olduğundan kendisine

Zinnureyn adı verilmiştir.

6— Ebu Cafer Muhammed bin Cerir el-Taberi adındaki meşhur İslâm tarihçisinin Tarih-el-ümem v’el-mülûk adlı ünlü eserinin Türkçe tercümesi.

XXXIV

HAL TERCÜMELERİ

KAMUS EL-ÂLÂM-SİCİL-İ OSMANİ

Olayların kumaşını dokuyanlar ve yapanlar (olayları meydana getirenler) insanlardır. Bu öyle bir kumaş topudur ki bir ucu insanlığın doğuş ile başayıp durmadan sürüp giderek insan soyunun ancak ölümünde bitecek olan diğer ucuna kadar uzayıp gidecektir. Bunu (olayları) sergileyen ve ibretle seyreden tarih yazarları, yaptıklarını değerlendirmek için yapanın sanatkârlık gücünden ve ustalık şöhretinden bahsetmeyi de lüzumlu görürler. Nitekim ticaretle uğraşanlar müşteriyi çekmek ve hırslandırmak içn mallarının kökenini, hangi memleketin, hangi fabrikanın malı olduğunu söylemekte yarar görürler ve daima da meş- * ı hur bir fabrikaya veya bir ustaya malederler. İngiliz çakısı, Sedan çuhası, Fenni veya Recai (Usta) nin kalem traşı gibi.

Şu girişe göre tarihi iki bölüme ayırıyoruz: Biri esas olaylar, diğeri olayları yapanlar. Tarihçilerimiz birinci bölümde at oynatmak istemişler, vak’a müvisliğe daha fazla önem vermişler, ikinci kısma yani hal tercümesine gereği kadar özen göstermemişlerdir. Gerçi dilimizde haltercümlerine (biyografi) dair yazılmış ve îbn Hallikân(l) mn Vefiyat el-Âyan’ı gibi tercüme olunmuş eserlere rastlanmaz değildir; fakat bunlar hem az ve hem birkaç sınıf devlet adamından bahseder. Şakaik-i Numaniye(2), Hadikat el-vüzera(3) Devhat el-meşayih(4), Se-finet el-rüesa(5) ve benzerlerinin eklerine bile devam olunamamış ve daha öncekilerin gösterdiği gayret zaman geçtikçe ihmale uğramıştır. Bu eserlerde anlatılan şahısların kişilikleri hakkıyla incelenerek ortaya konulamamıştır. Hangisi okunsa birtakım paşaların, efendilerin, ağaların birbirini takibederek bir sıra meydana getirdikleri görülür. Doğum yerleri ve gördükleri öğretim, yaptıkları görevler, başladıkları ve ayrıldıkları tarihler anlatılır. Özel ve resmi hayatları hakkına da pekaz, ufak tefek bilgilere raslanır. Birçoğu aynı veya birbirine behzer deyimlerle nitelendirilmesi ayrıca dikkat çekicidir.

Sırası kaçırtmayarak Fatin Efendi’ye(6) kadar düzenli bir şekilde yürütülen (Tezkire-i şuara) şairler tezkereleri (şairlerin biyogra-

fileri)(7) bile tam olmaktan hayli uzaktır. Her şairin manzumelerinden (şiirlerinden) örnek olarak keyfe göre alınmış bir beyt veya bir kıt’a ve övülen bir iki sözle yetinilmiştir. Pek az şairlik gücü olup da hayatı boyunca birkaç gazel söylemiş olanlar bile “şirin edalı şairler” zümresine katılmıştır. Bunlar elbette yeterli değildir. Bir kimseyi sivrilten, İlmî, manevî ve siyasî kişiliğini oluşturan nitelikleri layıkıyla bilinmedikçe, hangi mesleğe mensup ise, vezirlerden, âlimlerden, savaşçılardan, politikacılardan, bilginlerden, güzel konuşanlardan, sanatçılardan olsun meslek hayatı ve meydana getirdiği eserleri iyice incelenmeden, tiyatro sahnesinde olduğu gibi canlı canlı ortaya konmadan o kimsenin ne hizmetleri ve ne de gerçek kişiliği anlaşılamaz; kusur ve üstünlükleri ölçülmeden ve yargılanmadan farklılıkları kıyaslanamaz.

Bugünlerde Sadık Rifat Paşa’nm(8) eserlerini incelemeke uğraştığımdan adıgeçen hakkında Kamus el-Âlam’ın ne dediğini okumak istedim. Yalnız şu sözlere rasladım: “Rifat Paşa son Osmanlı vezirlerinden olup Sultan Abdülmecit Han devrinde birkaç defa maliye bakanı olmuştur. Zenginliği ile meşhurdur, birkaç sene evvel ölen Rauf Paşa’-nın babasıdır”.

Bundan ne anlaşılıyor? Hiç. Rifat Paşa rahmetli topu topu iki ay maliye bakanlığında bulunmuştur. Halbuki iki defa Viyana büyükelçisi, dört defa dışişleri bakanı,pek çok defa Meclis-i Vâlâ üyesi ve başkanı olarak parlak hizmetleriyle Reşit Paşalar, İbrahim Sanm Paşalar arasında yer almış devlet adamlarmdandır.

Zamanımızda Rifat Efendi’nin(9) gayretli denemelerinden sonra biyografiye dair iki eser daha yayınlanmıştır. Biri Kamus el-Âlâm ötekisi Sicil Osmani’dir. Her ikisi de alfabe sırasına göre düzenlenmiştir.

Kamus el-Âlâm tarih ve coğrafyaya ait bir lügat kitabı olup Şemsettin Sami Bey’in(lO) eseridir; Sabah Matbaasında altı cilt olarak basılmıştır. Baskısı güzeldir. Böyle bir kitaba şiddetle ihtiyacımız vardı. Fakat Sami Bey rahmetli önceden buna hazırlanmamış ve muhtaç olduğu Doğu kaynaklarını sağlayarak gerekli incelemelir yapmaya vakit bulumamış idi. Gayet çalışkan ve son derece gayretli ve sebatlı, düzen fikri olan birisi olması dolayısıyla sansürün en belâlı devrinde bu eseri hazırlayıp yayınlamayı başarmıştır. Her onbeş günde bir gecikmeden, ayni boyda kâğıtlar üzerine yazılmış silintisiz, tam bir formalık ne ek-

sik ne fazla-müsveddeler yetiştirirdi. Çalışmanın ve intizamın bu derecesi akıllara hayret vericidir. Müsveddeleri bir süre matbaada saklanmıştı, belki hâlâ oradadır.

Sami Bey’in gücü ve bilgisi ve bu memlekete yaptığı hizmetler inkâr edilemez. Bundan kırkbeş sene kadar evvel ilk defa sayısı on paraya, Mihran Efendi(ll) tarafından yayınlanan Sabah Gazetesinde Sami Bey’in her makalesi bir gerçek, memleket ve millet için bir dersti. Ne yazık ki kalemi tatlı olmadığından yazıları Ahmet Mithat (Efendi) gibi tath tatlı okunamazdı. Yüksek tabakaya ve kültürlü insanlara hitap ettiğinden halka faydası sınırlı idi.

Herkese hizmet etmek istemesi kendisinde aceleci bir heves doğmasına, uzmanlığı ve hazırlığı olmayan bilimlerde de kalem oynatmasına sebep olmuştu. Arapça ve Fransızca luğatten başka son zamanlarında Türkçe bir tefsir yazmaya kalkmıştı. Kur’anm dilini anlamak için yalnız Arap lügatini çok iyi bilmiş olmak bile yetmez; tefsir biliminin birçok yardımcı bilimleri vardırki senelerce uğraşmayı gerektirir. Her aklına gelen kimse ne kadar iyi niyetli olursa olsun kur’an tefsirine kalkmamalıdır. Bundan dolayı Sami Bey’in tefsiri meşihat dairesi kitap inceleme kurulu tarafından reddedilmişti.

Sicil-i Osmani yazan rahmetli Süreyya Bey, Şemsettin Sami Bey’in tam tersi-idi. Ömrünü tarih kitaplanmızı karıştırmak ve not almakla geçirmiş, nice günlerini kütüphaneleri ve mezarlıkları dolaşmaya adamış, sınırsız ve sonsuz bilgi toplamıştı. Düzenseverlikten habersiz olup davranışları gibi fikirleri de perişan, sözü ve konuşması kolay anlaşılmazdı. Avrupa dillerini bilmezdi. Torba dolusu kâğıt parçaları içinden ayıklayarak “Sicil-i Osmani”yi düzenlemesine kendisini tanıyanlar şaşmamak elden gelmez.

Bu iki eserin kıyaslamasına gelince; yukarıda söylediğimiz gibi biri hazırlıksız yazılmıştır. Diğeri büyük ve uzun bıkmadan yapılmış bir çalışmanın ürünüdür. Kamus el-Âlâm genel Sicil-i Osmani yalnız Osmanlı büyüklerine ait olarak özeldir. Şemsettin Sami Bey Fransızca eserlerden kolaylıkla faydalandığı gibi tezkere-i şuara (şairler biyografisi) lan sağlayarak Doğu şairlerinin hemen hepsini-isimlerini saymakla yetinerek koymuş fakat tarih kitaplarımızı,özellikle yazma eserlerin hepsini yeteri şekilde inceleyemediğinden doğu büyüklerinin biyografisinde

yaya kalmıştır. Bazen milâdi bazen hicri tarihleri kullanması ve bunları birleştirmemesi bilim bakımından bir kusur sayılabilir.

“Sicil-i Osmani” ise bir isimler kalabalığıdır. Süreyya Bey yalnız mezar taşlarında okuduğu isimleri bile anılmasını sağlar ümidiyle kitabına almıştır. İlk defa kitabını eline alan okuyucu isimlerin kalabalığından ürker. Tarihlerde bazı hataları ve tertip yanlışlıklan ile beraber kısaltma yolunu seçtiğinden ifadeyi özet derecesine indirmiş ve hatta bazen faydalanmayı ve öğrenmeyi güçleştirmiştir. Tarih açısından tenkit ve muhakemeye yanaşmamış, büyük adamlar hakkında zeki, gayretli, yönetici, tedbirli gibi genel deyimlerle yetinmiştir. Bununla beraber kitap biyografi olmak bakımından ilmi değeri Kamus el-Âlâma üstündür.

Son senelerde Emrullah Efendi(12) rahmetli de Külliyat adıyla bir ansiklopedi yazmaya başlamıştı. Böyle büyük bir iş ne bir kişinin ve ne de bir kesenin kârı değildir. Onun için başlamasıyle bitmesi bir olmuştu.

AÇIKLAMALAR

1 — İbn Hallikân, Ahmet bin Muhammed bir İbrahim Şemseddin (1211-1282) Erbil’de doğmuş bir Arap biyografi yazarının adıdır. Arapça yazılmış olan “Vefiyat el-LÂyan” adlı meşhur bilografi kitabı dilimize Rodosluzade Muhammed bir Muhammed tarafından çevrilerek iki cilt halinde İstanbul da 1289-1872 de Matbaa-i Âmirede basılmıştır.

2— Taşköprülüzade Usameddin Efendi’nin büyük adamların hayatını anlatan Arapça yazılmış meşhur kitabı olan Şakayik el-Numaniye adlı kitabı dilimize Mehmet Mecdi Efendi tarafından çevrilmiş ve İstanbulda 1269-1852‘de Dar el-tıbaat el-Âmirede basılmıştır. Nev’izade Atâi tarafından devam ettirilen eser iki- cilt halinde Hadaik el-Hakaik fi tekmilet el-şakayik adıyla İstanbul’da 1268-1851’de ayni basımevinde basılmıştır:

·        3 — Hadikat el-Vüzera XVIII.yüzyıl şairlerinden Osmanzade Ahmet Taib tara

fından yazılmış Osmanlı vezirâzamlannın biyografisidir. Çeşitli yazarlar tarafından eklerle devam ettirilen bu eserin son eki İbn el-Emin Mahmut Kemal İnal tarafından OsmanlIlar Devrinde Son Sadrazam adıyla devam ettirilmiştir.

·        4 — Devhat el-meşayih, Defterdar Rifat Efendi tarafından yazılmış olan Osmanlı

şeyhülislâmlarının biyografisine ait bir kitaptır.

·        5 — Sefinet el-rüesa, Osmanlı Reis el-küttabları (dışişleri bakanlan) biyografisine ait bir eserdir. İstanbul’da basılmıştır.

6-7 — Eski edebiyatımızın büyüklü küçüklü şairlerinin biyografisinden bahseden kitaplara Tezkere-i şuara (Şarirler tezkiresi) denirdi. Fatin Efendi de bunlardan birisidir.

·        8 — XV Sayılı makalede hayatı hakkında bilgi vardır.

·        9 — Yukarıda adıgeçen kişi.

10— Şemseddin Sami Bey Arnavutlük’un Fraşeri kasabasında 1850‘de doğmuş, öğretimini İstanbul’da yapmış bir gazeteci yazardır. Daha çok Türk dilinin gelişmesi üzerindeki çalışmalarıyla tanınmıştır. Osmanlıca-Türkçe ve Fransızca-Türkçe lügat kitapları meşhurdur. 1904 yılında İstanbul’da ölmüştür. Arnavutluk'tın bağımsızlığı için heyecanlı yazılar yazmış bir yazardır. Galatasaray kulübünün kurucularından Ali Sami Yen’in babasıdır.

·        11 — Mihran Efendi Bâb-ı Âli’nin XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında

en önemli gazeteci ve matbaacılarından birisidir. Sabah Gazetesi onun tarafından çıkarılırdı.

·        12 — Emrullah Efendi II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı devlet adamlarından edebi

yatla uğraşmış bir yazardır. Aslen Diyarbakırlıdır. Prof. Fuad Köprülü ile olan edebiyat üzerine münakaşaları ile meşhurdur.

XXXV ADLİYE TARİHİMİZDEN BİR BÖLÜM SAVCILAR

Tanzimattan sonra idare bölümlerinde yapılacak yenilikler arasında adliye ıslahatı Osmanlı Hükûmeti’nce önemle üzerinde durulacak konulardan birisi olmuştu. Kamu haklarının korunması eskiden beri şer’iye mahkemelerine bırakılmış olduğundan cezaya, ticarete ve hukuka dair bütün dâvalara şeriat hâkimleri (kadılar) bakardı. Şer’iye mahkemelerinin muhakeme usulü basit olmakla beraber yargı görevini hakkıyla yapabilecek yetenekli hâkim Osmanlı Ülkesinin büyüklüğüne göre yeterli derecede değildi. Önceleri yüksek bilginler ilimle uğraşmayı bunun uygulamasına yani müderrisliği kadılığa tercih ettiklerinden çok şıkıştırıldıkları zaman geçici bir süre için kadılığa razı olurlar ve sürelerini doldurunca yine derslerine göre dönerlerdi. Mesela Zenbilli Müftü (Mevlâna Ali Camali)(l) ve Molla Hüsrev(2) gibi bilginler kadılık görevini yaptıkları sırada derslerini bırakmadıkları eski tarihlerimizde görülmektedir. Bu gibiler için anlatma ve öğretme gayet kıymetli sayılır, yargıçlık yapmanın günah ve sorumluluğundan çekinilirdi. Memuriyet ve hâkimliğin bir veya iki sene sürmesi şeklindeki zararlı uygulamanın sebeplerinden biri de büyük bilginlerin (âlimlerin) işte bu çekingenliğinden ileri geldiği söylentiler arasındadır.

Zaman geçtikçe yargı görevi çoğunlukla derslerde beklendiği kadar yükselmeyen ikinci veya üçüncü sınıf bilginlere kaldı. Giderek seçilme ve atamalarında yetenek ve lâyık olmadan ziyade ya iltimas (kayırma) veya sıra gözetilir oldu. Yargıçlık isteyen birinin ayak diremesi veya bir aracının kayırması üzerine veyahut uzun zaman açıkta kaldı (mazul) diye bir hâkimin artık sırası geldi denilerek ve şahsi değerine bakılmayarak bir yargıçlığa tayin edilmesi insanlık ve merhamet gereği sanılırdı. Bu suretle tâyin olunun hâkimlerin ise ne bilimsel bakımdan ne da ahlak bakımından adâleti yerine getirmeye ve hakkı korumaya gücü yetmediğinden adalet işlerimizin dile düşmesine sebep oldular. Her başına sarık saran kadı (yargıç) olmanın yolunu bulunca sonucun çarpık olacağı belli idi. Adliye ıslahatı ile ilk uğraşan şeyhülislâm

' *

Meşrebzade Arif Efendi’dir. Arif Efendi adliye teşkilatına girecekler için imtihan usulünü koymuş ve Nüvvab okulunu kurarak hakimlerin seçim ve tayinlerini bir usule bağlamıştır.

Nizamiye mahkemelerinin kurulmasına başlandığı vakit iki zorlukla karşılaşıldı. Biri yargıç bulmak diğeri Arapça yazılmış fıkıh kitaplarından hüküm çıkarmaktı.

Mecelle Cemiyetinin(3) meşhur tutanağında açıklandığı gibi fıkıh bilimi sonsuz bir deniz ve Hanefi fıkhmda(4) hükümlerde ve sözlerde ayrılıklar görüldüğünden bunlardan anlaşılması güç meseleleri çözüp çıkarabilecek bilimsel gücü yargıçların hepsinde varsaymak doğru olmayacağından adalet hükümlerini kapsayan mecellenin sade Türkçe ile yazılmasına ve kullanılmasına başlanmakla beraber bir taraftan da ticaret ve ceza kanunları -esasları Fransa kanunlarından alınmak suretiyle- düzenlenerek yayınlandı. Nizamiye mahkemelerinin ilki ticaret mahkemesidir. Bu mahkeme ticaret bakanlığında bakan yardımcısının başkanlığında toplanır ve tüccar tarafından seçilmiş üyeleri de 5. bulunur, vatandaşla yabancı uyruklular arasında meydana gelen tica- A ret dâvalarına bakardı(5).

Nizamiye mahkemeleri kuruldukça şer’iye mahkemelerinin görev ve yetkileri azaltılıyor ve sınırlandırılıyordu. Çünkü hukuk dâvaları hukuk mahkemelerine, ceza dâvâlan ceza mahkemelerine, ticaret dâ-vâları ticaret mahkemelerine gönderiliyor, meşihat makamının eski geniş görevlerinin bir kısmı adâlet bakanlığına geçiyordu. Fakat adâlet bakanlığının henüz yeteri kadar gerekli bilgilere sahip hâkimleri yoktu.

Berlin Andlaşması’ndan sonra adliye teşkilatına özel bir önem verilerek 1296-1879 Recebinde Hukuk Usulü Muhakemeleri ve Ceza Usulü Muhakemeleri kanunları yayınlanarak ertesi sene de Hukuk Okulu açılmıştır(6). Bir sene evvel mebuslar meclisi tatil edildiği ve ne zaman toplanacağı belirtilmediğinden bu kanunların başlıklarına Devlet Şurası tarafından ilerisi düşünülerek “Genel meclisin (parlamento) toplandığında kanunlaşması görüşülmek üzere..” diye bir fıkra eklenmiştir. Savcılık görevi ise Osmanh Devleti’nde 1269-1879 adliye teşkilatı kanunu ile kurulmuştur.

Şu başlangıçtan sonra savcıların ilk zamanlarda nasıl karşılandığını anlatacağım. Savcılar neci idi? Mahkemede durumları ne olacaktı? İşte halk tarafından buraları pek anlaşılamadı. Dâvâcı ve dâvâlı varken bir üçüncü şahsın duruşmaya karışmasına bir mana verilemedi. Şeriat hükümlerinde böyle bir kayıt ve işaret yoktu. Her yeni şey merakı çeker, Mülkiye okulunda (Siyasal Bilgiler okulu) hukuk dersi öğretmenlerine bu yeni görevin ne iş yapacağını sorardı. Onlar da açıklamaya çalışırlar; mesela bir yaralama olduğunda yaralı dâvâ etmese bile mademki kanunun yasakladığı bir hareket yapılmıştır, onun dâvâcısı kanun olduğunu, savcıların adına genel hukuk dâvâsı açmaya mecbur olduğunu söylerlerdi. Nihayet bize de kanaat geldi. Fakat ne şekilde görev yapacaklarını merak edip bir dostumla beraber bir gün ceza mahkemesine ve bir gün de cinayet mahkemesine giderek kendimiz dinlemeye karar verdik.

Ceza mahkemesine gittiğimiz gün mahkemede birkaç dâvâ görüldü. Onlardan ikisi hâlâ hatırımda kaldığından ilk tesirleri olmak üzere onları anlatacağım.

Yağmurlu bir akşam bir küfeci çocuk bahkpazarmdan geçen bir arabadan sakınayım derken bir bakkal dükkânındaki zeytin kavatasına (selesine) çarpmış, zeytinler yere dökülmüş. Bakkal hiddetle dükkândan çıkıp bir iki tokatla çocuğu yüzüstü yere düşürdükten sonra küfesini tekmelemeye başlamış, çocuğun bağırıp çağırmasından merhamete gelen yolculardan aracılık etmek isteyenleri bakkal terslediğinden iki efendi polis karakoluna gidip şikâyet etmişler. İfadeleri alınmış. İşte o gün mahkemeye gelen dâvâların biri bu idi. Mübaşirler dövenle dövüleni yüksek sesle koridorlardan çağırdılar. İkisi de gelmemişti. Fakat karakolda ifade veren iki efendi şahit olarak çağrılmıştı. Kendileri dinlendi; bakkal bir hafta hapis cezasına çarptırıldı. Tuhaf değil mi, mahkemede şikâyetçi yok, şikâyet edilen yok. Belki dayağı yiyen çocuk polise bile başvurmamış. Ne döveni ne dövüleni tanımayan iki efendinin şahitlik yapmaları yüzünden bakkal hüküm giyiyor. Dâvâcı da bir üçüncü şahıs, yani savcı. Biz iki arkadaş bu konuda karşılıklı görüşüyorduk.

îkinci dâvâya gelince; bir şeyh efendi Bedesten’de satmak üzere bir şal getirmiş; müzayede için bir dellala vermiş. Dellal müzayede sırasında istenildiği şekilde gayret göstermediğinden şeyh efendinin canı sıkılarak aralarında çıkan dırıltı kavgaya dönüşmüş. Şeyh efendinin şikâyeti üzerine iş mahkemeye düşmüş. Şekil ve kıyafeti yerinde olan şeyh efendi bir dellal parçasının kendisine el kaldırmasının sindiremiyor ve mahkeme önünde hararetli hararetli şikâyet ediyordu. Fakat

esmayı üstüne sıçrattı(7). Çünkü çağırılan şahitler şeyh efedinin dellah dövdüğünü ve dellalm kendisini korumaya çabaladığını bildirdiler. Savcı işe karıştı; cezayı şeyh efendi yüklendi. Bu hüküm dinleyicilere hem gülme ve hem de ibret sebebi oluyordu.

Cinayet mahkemesine gittiğimiz gün de bir öldürme dâvâsı görülüyordu. Salmatomruk tulumbacılarından Karpuzoğlu Kerope adında biri kızgınlıkla bir arkadaşını vurmuş. Yaralı, aldığı yara tesiriyle sekiz on saat sonra ölmüş. Mahkemede lüzumlu kâğıtlar okundu. Tanıklar dinlendi. Katilin adı bazen Kerope ve bazen Serope diye geçiyordu. Mahkeme tarafından savunma avukatı tayin edilen Ermeni ve kır sakallı bir avukat usulüne göre savunma yaptı. Savunması oldukça kuvvetli idi. Özellikle katilin Serope mi, Kerope mi olduğunu kesinlikle belli olmadığını ileri sürerek müekkilinin beraatini istedi. Yargıçlar kurulu müzakere odasına çekildiğinde uzun boylu bir tulumbacı ayağa kalkarak tehdit edici bir tavırla avukatın üzerine yürüdü; “adını sen mi koydun, kardaşımın vurulduğu zaman orada mı idin” gibi hiddetli sözler söylemeye başladı. Meğer öldürülenin kardeşi imiş. İandarmalar herifi yerine oturttular. Eğer mahkeme salonu kalabalık olmasa idi savunıpa avukatının birkaç yumruk yiyeceği kesindi. Hatta duruşma sırasında tanıklardan biri evvelce polis merkezinde vermiş olduğu ifadenin taban tabana aksini söylediğinden savcının isteği üzerine yalan yere yemin etmek suçuyla zavallı cahil adam tutuklandı.

Savunma avukatlarının böyle saldırılara uğradıkları az değildi; hatta halk alışıncaya kadar savcıların da saldırıya uğradıkları ara sıra duyuluyor. “Her ki zahmi hored elbette figani dâred. Yaralanan kimse elbetti feryad eder anlamına uygun olarak gerek savcının gerek savunma avukatının kuvvetli açıklamalarından dolayı haklarının kaybolacağı şüphesine düşen taraf bazen nefis ihtiraslarına kapılıyordu. Cinayet mahkemesinde geçen gün Şah İsmail’i öldüren öğretmen Şevket Bey aceba böyle bir ihtirasın hüküm ve tesiri altında mı idi?

AÇIKLAMALAR

·        1 — Ali Cemali Efendi Yavuz Sultan Selim ve kısmen de Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında şeyhülislâmlık (müftü) yapmış meşhur Osmanlı bilginle-rindendir. Evinin pençeresinden astığı bir zenbil ile halkın şikâyetlerini topladığı için kendisine Zenbilli Ali Efendi denirdi. Yavuz Selim gibi çok sert ve hiddetli bir hükümdarın bazı emirlerini bile şeriata uygun değildir diye geri çevirdiği meşhurdur.

·        2 — Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmed’in hocası ve o devrin en büyük hukuk

bilginlerindendir. Kitapları uzun yıllar medreselerin en yüksek kısmında ders kitabı olarak okutulmuşlar.

·        3 — Tanzimat devrinde yeni açılan mahkemelerde uygulanacak hukuk kanunları

nı hazırlamak için kurulan heyetin adıdır. Bu kurula meşhur bilgin Cevdet Paşa başkan olmuş ve uzun süren yorucu ve güç bir çalışma sonunda hazırlanan kanuna Mecelle adı verilmiştir. Modem hukuk prensipleriyle İslâm hukuku prensiplerinin karışmasından meydana gelmiş bir kanun kitabıdır. Bu kanun cumhuriyet devrinde medeni kanunun çıkarıldığı 1926 yılma kadar memleketimizde kullanılmıştır.

·        4 — Hanefi fıkhı, îmam-ı Âzam Ebu Hanife (Numan ibn Sabit) tarafından ku

rulmuş dört Sünni mezhepten birisi olan Hanefi mezhebi esaslarına ve anlayışına göre hazırlanmış olan hukuk kanunlarıdır.

·        5 — Kapitülasyon denilen ve Avrupa devletlerine Osmanlı İmparatorluğu sınırla

rı içerisinde tanınmış olan bazı imtiyazlar dolayısıyla yabancı uyruklu kimseler Türkiye’de bir suç işledikleri zaman Türk mahkemelerinde yargılanamaz-lardı. Bunlar kendi elçiliklerinde yargılanırlardı. Tanzimat devrinde Avrupa kanunlarından faydalanılacak yapılan ticaret kanunu gibi kanunların yayınlanmasından sonra bazı konularda yabancılar da Türk mahkemelerinde yargılanmaya başlamıştı.

·        6 — Memleketimizde Dar el-Kuzzat ve Mekteb-i Nüvvab bir kenara bırakılırsa ilk

hukuk okulu 1875yılında, 1867yılında kurulmuş olan Galatasaray Lisesinde Saffet Paşa’nın Maarif Nâzın bulunduğu sırada açılmıştır. O sene Galatasaray Sultani okulu bünyesi içinde açılmış olan ve uzun süre devam edemeyen Darülfünun (Üniversite) un edebiyat, fen ve hukuk fakültelerinden Hukuk fakültesi 1881 tarihinde yine aynı okul içinde öğretime başlamıştı.

·        7 — Esmayı üstüne sıçratmak, pisliği üstüne sıçratmak anlamında kullanılan bir

deyimdir.

XXXVI

MEŞRUTİYETİN GERİ GELMESİ SAİD VE KÂMİL PAŞALAR

Meşrutiyetin nasıl geri getirildiği henüz hatırlanmızdadır. O zamanki neşeyi tazelemeyi Said ve Kâmil paşalar hakkında kısa bir kıyaslama yapmayı bahane ederek şu birkaç satın karaladım.

Karanlıkta, gittiği yolun sonucunu kavrayamayan yolcu gibi rüzgârın itmesi bizi düşe kalka 1326 Hicret (1908) senesine ulaştırdı. Otuz seneden beri hükmü kullanılmaz olmuş aslı Bâb-ı Âli kayıtlarından sildirilmiş olan Kanun-ı Esasinin (Anayasa) tekrar ilân edilmesi lüzumu padişah tarafından gerçekleştirildi. îlk hareket, genel müfettişliğe bağ-lı(l) ve oldukça serbest olan Rumeli’nin üç ilinde(2) ve üçüncü ordu bölgesinde başgösterdi. Subay, memur ve halktan birtakım gençler İtti-had ve Terakki Cemiyetini(3) kurarak ve birçok merkezlerde şubeler açarak meşrutiyet usulünün geri getirilmesini amaç edindiler. Cemiyetin fikir merkezi Selanik ve yürütme merkezi Manastır idi. Cemiyet gereği kadar kuvvetlendiğini görünce eylemlere girişti ve meşrutiyetin geri verilmesi için komite merkezlerinden İstanbul’a sert ifadeli telgraflar yağdırdı. İstekleri, 1293 (1876)’te padişah tarafından ilân edilen Kanun-ı Esasinin (Anayasa) ve parlamenter sistemin yeniden kurulması idi. Bu teşebbüsler hükümet tarafından gizlenemeyecek ve telaş uyandıran bir dereceye vardı. İstanbul’da duymayan kimse kalmadı. Sadrazam Ferid Paşa ziyaretine gidenlere “Rumeli’nin durumu pek bozuk, gelen telgraflara bakınız” diye destesiyle önlerine atardı. Maarif Nazırı Haşim Paşa’ya bir gün ortalığın heyecanını anlatmış ve “susmakla geçiştirilecek zaman değildir, hükümetçe ne yapılacaksa hemen kararı verilip halka ilân etmek lazımdır” demeri üzerine (Haşim Paşa) “Val-lah bilmem” alışılmış cevabını vermişti. Serasker Rıza Paşa üçüncü ordu subaylarını idare edememek suçuyla kızılarak, ondan sonra Ferit Paşa da gözden düşerek yerlerinden alındılar. Said Paşa yedinci defa sadrazamlığa geliyor, içerideki kaynaşmanın giderilmesi görevi kendisine veriliyordu. Bu açık atama, devlet işlerini iyi bilenlerce anayasanın tekrar ilân edileceğinin bir müidesi sayıldı. Ertesi günü Manastır’da kışla

meydanında toplar atılarak Anayasa ilân olunuyordu. O akşam (cuma gecesi) Said Paşa’nm başkanlığında Yıldız’da (Yıldız Sarayı’nda) toplanan bakanlar kurulunda Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden gelen birikmiş telgraflar birer birer okunarak Anayasanın tekrar yürürlüğe konması padişah tarafından emredildi. Vakit geç olduğundan matbaalarda kimse olmadığı için cuma günkü gazetelerde iki üç satırlık bir bildiri ile durum millete duyuruldu (11-24 Temmuz 1908).

Bu kısa resmi bildiri umumi efkâra tam bir kanaat vermedi. Altında bir dalavere bulunup bulunmadığı şüphesi bazı kafalara takıldı. İstanbul dışındaki vilayetlere telgrafla bildirilen bu güzel haberi birkaç gün saklamak ve sonunu beklemek gereğini duyan bazı vali ve mutasarrıflar oldu. Şüpheyi güvene çevirmek için komite adamları tarafından sansürün kaldırılmasıyla gündelik gazetelere ister istemez yazılar yazdırıldı; sokaklarda gürültülü gösteriler düzenlendi. İki gün evvel hiçbir şey yazamayan gazeteler (İkdam, Sabah, Tercüman-ı Hakikat) ve üçü dördü bir araya gelemeyen adamlar ateşli makaleler Ve vatansever gösterilerle cumartesi günü ortalığa büyük bir gürültü saldılar. Müstebit idarenin bütün fenalıkları iumalcılara yükletilerek padişahın bunlardan uzak tutulması program gereği olduğundan gerek Sultan Abdül-hamid ve gerek Said Paşa yaşasın sesleriyle alkışlara boğuldu. Bakanlardan dile düşenler hakaretlere uğrayarak birer birer kabineden çekilmeye mecbur oldular. İttihad ve Terakki Cemiyeti üyeleri hergün İstanbul’a koşuyorlardı. İşte bu cesurca hareketler büyük Fransız dev-rimindeki meşhur Danton’un dediği gibi (de l’audace encore de l’auda-ce et touiours de l’audace = Cesaret, daha cesaret ve daima cesaret) anayasanın tekrar ortadan kaldırılması endişelerini önlüyordu.

Bu beklenmeyen ani değişikliği iyi idare ve bir taraftan heyecanlı halkı ve diğer taraftan vesveseli padişaha güven vermek ve bu gürültü patırtı içinde meşrutiyet gemisini selamet kıyısına ulaştırmak pek kolay değildi. Gerçi Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi padişah namına Kur’an’a elbasarak Anayasaya yemin ediyordu, amma bir yandan da hapishaneler boşanıyor, caniler ve ipsiz sapsızlar halk içine yayılıyor, İstanbul dışındaki vali, müşir, mutasarrıf, defterdar, hâkim, iandarma kumandanı gibi memurlar takım takım -bazen pek kötü şekilde- kovuluyorlardı.

Yorgunluklar ve hergün bir şekilde ortaya çıkan yeni meseleler ve taşkınlıklar karşısında başta kim bulunsa ezileceği tabii idi. Said Paşa1

bir iki kusurda da bulundu. Evvela kimse ile görüşmeden kurduğu ilk meşrutiyet kabinesi halkın güvenini kazanamadı. Bir ikisi dışında kabinedeki adamlar altmış yaşını geçmiş şahıslardı. Genç Türklerin güvendiği şahıslardan yalnız Hakkı Bey(4) maarif nâzırlığı (eğitim bakanlığı) ile yeni hükümete alınmıştı. Maliye Nâzın Ziya Paşa ve Nafıa Nâzın (bayındırlık bakanı) Naum Paşa ve Ziraat Nâzın (tarım bakanı) Tev-fik Paşa hemen istifa ettiler. Kabinenin düzeni bozuluverdi.

İkincisi padişah anayasa gereğince kara ve deniz kuvvetlerinin başkumandanı olduğundan harbiye ve bahriye bakanlarının tâyin ve azlini kendi hakları arasında saydığından adıgeçen bakanları yerinde bıraktırmış, buna Said Paşa’hın karşı koymaya gücü yetmemişti. Halbuki yerine gelen Kâmil Paşa “bu hüküm anayasa ile ilgilidir, onun açıklanması da Âyan Meclisine(5) aittir, meclis toplanıp açıklama yapıncaya kadar yürürlükte olan meşrutiyet kuralı gereğince harbiye ve bahriye bakanlan da kabine kurulmasında diğer bakanlardan farklı değildir” diyerek bu kuralı korumuş, İstanbul’dan sürgün edilmiş ve senelerce dışarıda kalmış olan Recep Paşa’yı(6) harbiye nâzırı (savunma bakanı) yapmıştı.

Üçüncüsü, Said Paşa anayasa hükümlerine uyarak ve daha fazla önem vererek uzun bir hatt-ı hümayun (padişah buyruğu) çıkarttı. Kanun metni dururken hatt-ı hümayun fazla görüldü ve sadrazamın bu hareketine anayasaya güvensizlik gibi bir mana verildi.

Onbeş günde Said Paşa çürüdü, yerini Kâmil Paşa’ya bırakarak çekildi. Bu iki koca devlet adamı esasen bilinen kişiler olup içte ve dışta bir mesele çıktığında bir biri ardınca veya az aralıkla sadrazamlık makamına getirilerek meselenin düzeltilmesi âdet haline gelmişti. Bu defa padişaha Kâmil Paşa’nın sadrazam olmasını ve kendisinin de kabineye gireceğini teklif ettiğini Said Paşa söylerdi. Sayısı her türlü tahminin üstünde olarak çoğalan gazetelerin (yedi ay içinde İstanbul’da ve diğer illerde basın idaresinden bine yakın gazete çıkarma izni verilmişti) sayfalarında Said Paşa hakkında uzun uzun suçlamalar okunmaya başladı. Said Paşa özel surette Kâmil Paşa’ya başvurarak kendisini savunmaya mecbur kalacağından ve ortaya koyacağı gerçeklerin padişahlık makamı ile millet arasında mevcut olan sevgi ahengine dokunacağından bahsederek basının susturulmasını rica etti. Halbuki bu teklif o zaman için (uygulanması) imkânsız idi. Zincirden koşanmışçasına azgınlık gösteren basma meram anlatmak ve söz dinletmek mümkün

değildi. Başvurusunun yerine getirilmeyişini Kâmil Paşa’nm iyi niyetli olmayışına yoran Said Paşa’nm kırgınlığı arttı ve bilinen yayınları ile kendini savunmaya başladı(7).

Kâmil Paşa kabinesinin en mühim görevi seçimleri yaparak parlamentoyu toplamaktı. En büyük ustalık ve becerisi meclisin toplanmasına kadar dört ay süren taşkınlık devrini böylece atlatması oldu. İç gürültülere, Bulgaristan’ın bağımsızlık ilân etmesi, Bosna ve Her-sek’in Avusturya Devleti tarafından kesin şekilde alınması gibi iki büyük siyasi meselenin eklenmesi halkın heyecanını artırdı. İstanbul dışındaki memurların hakaret edilerek yerlerinden atılması hükümetin otoritesini yokederek ortalıkta anarşik bir durum yarattı. Hürriyete herkes istediği gibi mana veriyor, düzen, kanun ve hükümete itaattan bahsedenler istibdat artığı sayılıyordu. Böyle gönül alıcı meşrutiyet devrinde vergi verilir mi efsanesi vilayetlerdeki halkın işine geldiğinden vergi toplama işi durdu. Geliri en fazla olan İzmir vilayetine bile İstanbul’dan para göndermek lazım geldi.

İstanbul garip bir görünüm gösteriyordu. Herkesin göğsünde kırmızılı beyazlı rozetler, Avusturya boykotundan dolayı birçoklarının başında fes yerine(8) toprak rengi başlıklar, her fırsatta göstericilerin eline geçmek için şurada burada depo edilmiş binlerce kırmızı ve yeşil bayraklar, her gün meydanlarda ve belediye bahçelerinde gösteriler, oyunlar, toplantılar ve nutuklar, tütüncü ve attar dükkânlarma(9) varıncaya kadar bol miktarda satılık tabancalar, güpe gündüz mahalle aralarında adam soyan hırsızlar, hürriyet bayraktarı kesilen eski hafiye-ler, büyük ve önemli görevler isteği ile ilgili dairelere biriken ve bakanları bıktıran ve günlük işleri durduran işe yaramaz, görevden alınmış eski memurlar, istibdat idaresine âlet olmak suçuyla görevden alınmış iğrenç, rezil, sinmiş, polisler, dairelerinden Bâb-ı Âli’ye ve Bâb-ı Âli’den dairelerine ve bazen de toplantı ve görüşme için Ayasofya camiine başvuran görevlerine son verilmiş memurlar yeni yeni gazeteler (Şeddeli eşek, Zıpır, Dalkavuk, Boşboğaz, Curcuna, Beberuhi gibi adlarla birçok mizah gazeteleri de) ortaya çıkmıştı. Meşrutiyetin dörsü-sünden olan (10) uhuvvete (kardeşliğe) ters anlamdaki milliyetlere göre kurulmuş kulüpler, esnafa hattâ gümrük hamallarına kadar yayılan grevler ve benzeri olaylar henüz unutulmamıştır. Gazetelerin, istibdat döküntüsü dedikleri eski memurlar aleyhindeki şiddetli saldınlan Tevfik Fikret’in “kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ve drahşan” mısraını dillere düşürmüştü.

Her ne ise, bunlar ilk neş’enin eserleri idi. Halkın düşünce ve duygularının uzun zaman hapsedildikten sonra birikmiş büyük bir su kitlesinin musluğu kırıp boşalması şiddetiyle taşması gibi tabii ve haklı görülüyordu. Bu güzel iksir, hürriyet atmosferini son kertesine vardırmış olduğundan içki kadehinin tadına kendini kaptıran saf insanlar sevinç sarhoşu olarak ne yaptıklarını ve ne yapacaklarını bilmiyor, sağdan soldan esen rüzgâra uyarak şaşkınlıktan taban tepiyordu. Bugün uzaktan garip gördüğümüz bu durumu içinde bulunduğumuz sıralarda geniş bir hoşgörü ile karşılıyorduk. Çünkü ardında bir garez ve kötü niyet saklı değildi, çünkü rüzgâr durunca taşkınlığın da sessizliğe kavuşacağı ve normal durumun geri geleceği şüphesizdi. Halkın uzun yıllar yoksun bırakıldığı hürriyetten bol bol hissesini almasına izin veriliyordu.

Seçimler 1294-1877’dekine kıyaslanamayacak kadar hararetli oldu. İstanbul mebuslarının seçimi günü Volkan Gazetesi “ateş püskürüyor” yaygaralarıyla seçmenlerin yollan üstünde satılıyordu. İstanbul dışında seçilen mebusların İstanbul’a gelmesinde yapılan parlak ve milli karşılamalar ve gösterilen sevinç ve neş’eler kalpleri heyecanlandırıyor ve milletin ümitlerini pek okşuyordu. Bu neşenin sersemliğinin hayırlı bir şekilde geçmesi arzu ediliyordu.

İstanbul tarafına yılda bir defa Hırka-i Şerif(ll) ziyareti için (sonraları deniz yoluyla) geçmeyi gelenek edinen padişah Ayasofya’daki özel [•'» dairede(12) Genel Meclisi kendisi açacak mı idi? 1294-1877 Genel Meclisi Dolmabahçe Sarayı’nda bayramlaşma salonunda açılmıştı. Kâmil Paşa genel isteğe tercüman olarak fazla ısrar etti ve padişah gelmezse ' kendisinin de gitmeyeceğini kesinlikle söyleyince padişahın İmrarsızlı-ğını gidermeyi başardı. Yıldız’dan Ayasofya’ya Galata yoluyla gelip Beyoğlu yolu ile dönen Sultan Abdülhamid’e sokaklara dökülen İstanbul halkının tasavvurun üstünde alkışları candan ve içtendi. Bu durum kendisini de güvendirmiş ve memnun etmişti. Gerek mecliste padişahın açış konuşması gerek birkaç gün sonra mebuslar meclisinde okunan Kâmil Paşa kabinesinin programı gayet iyi bir tesir yaptı. Hattâ paşanın dönüşünde mebuslar meclisi kapısında başlayan alkışlar paşayı Bâb-ı Âli’ye kadar devam ettikten başka odasına girip yerine oturduktan sonra da arkası kesilmedi. ■

Kâmil Paşa kabinesini kurduğu zaman içişleri bakanlığına seçtiği Sivas Valisi Reşit Âkif Paşa sağlığının müsait olmadığını ileri sürerek kabul etmemesi üzerine bu bakanlığın bu karışık dönemde büyük

önemi olduğundan yetenekli birisine verilmesi gerekiyordu. Halbuki çabucak bu yetenekte yeterli güveni taşıyan bir adam bulmak mümkün olamadığından vekil olarak (sonra asıl) Eğitim Bakanı Hakkı Bey’e ek olarak verilmişti. Adıgeçen hem eğitim hem içişleri bakanlığının ağır işleri yanında seçim işlerini de başardı. Fakat aleyhinde bir takım memnun olmayanlar çıktı ve nihayet içişlerinden ayrılarak bu makama herkesin bildiği genel müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa getirildi.

Kâmil Paşa iki ay kadar mebuslar meclisi çoğunluk partisi ile uygun bir dostluğu korudu ise de henüz siyasi bir parti halini alamayan azınlık tarafına eyilimi görüldüğünden meşrutiyet reiimine aykırı bir şekilde harbiye ve bahriye bakanlarım görevlerinden alarak değiştirmesi sebep gösterilerek çıkan anlaşmazlık üzerine istifaya mecbur oldu ve yerini Hüseyin Hilmi Paşa’ya bıraktı.

Âyan Meclisi başkanlığı meselesinden dolayı Said Paşa şüphelendiğinden^) Kâmil Paşa’ya karşı olan kırgınlığı artmıştı. Ama bunda Said Paşa haksızdı. Zira Kâmil Paşa Âyan başkanlığına Said Paşa’-yı teklif ve tâyin ettiği halde teklifi geri bırakılarak padişah isim bildirerek başkanlık görevinin eski müşirlerden (mareşal) birine verilmesini tercih etmiş ve sebep olarak da “bu iki adam birbirini çekemeyecek-tir, aralarındaki gizli rekabet devlet işlerinin yürütülmesine dokunacaktır” demişti. Kâmil Paşa saraya gittiğinde özel surette ısrar ederek teklifinin kabul emrini almıştı.

Olayların gelişmesi meşrutiyet devrinin başında bu iki siyaset sa-vaşçısırirezdikten sonra ileride birer kerre daha hükümet başkanlığına götürmüş ve haklarında milletin beslediği iyi niyeti ve güveni son bir denemeden daha geçirdi. Bu sınav geçidinden söz etmeden evvel kişiliklerini anlatacağız.

Mehmet Said Paşa Erzurum’da doğmuş ve ilköğretimini orada görmüştür. İstanbul’a gelerek kalem hizmetlerinde ilerlemiş, zekâsı ve iyi yazı yazması ile sivrilmiştir. Devlet şurası yardımcılığı, takvimhane müdürlüğü, bina sayım müdürlüğü, ticaret bakanlığı ve başbakanlık mektupçulukları gibi merkez memuriyetlerinde bulunmuş, bir aralık Suphi Paşa’nın(14) emrinde Rumeli teftiş heyetinde bulunmuş, Abül-hamid II. nin tahta çıkışında, anlatılana göre, damad Mahmud Celaled-din Paşa’nın tavsiyesiyle Sadullah Bey’in yerine Mabeyn başkâtibi olmuştur. İşte asıl siyasi hayatı burada başlar.

Mabeyn başkâtibliğinde bulunduğu sırada üç kabahatle suçlanıyordu ki bunlardan dolayı meşrutiyet devri basını tarafından pek acı sözlerle ayıplanmış ve kötülenmişti. Birincisi Rus Savaşı’nda askeri işlere karışarak kumandanlara Yıldız’dan emir vermesi, İkincisi hükümet otoritesini sarayda toplaması, üçüncüsü iurnalcilik yolunu açması.

Adı geçenin zekâsının hayranı olduğumdan gerçeklerden ayrılmadan bu üç suç hakkında birkaç söz söyleyeceğim. Planları hazırlamak ve askeri hareketleri idare etmek yalnız genel kurmay başkanlığına ait görevlerden iken 1294-1877 savaşında yüksek bakanlar kurulu ve Namık Paşa gibi eski müşirler (mareşaller) ve diğer esker ve sivil devlet adamlarından büyük bir askeri meclis kurularak bu önemli göreve onlar karışmış ve teklifleri padişahın onayı alındıktan sonra mabeyn başkâtipliği tarafından kumandanlara bildirilmesi usûl olarak kabul edilmişti.

Rus ordularının Tuna ağızlarına yakın mevzilerden Rumeli’ye hücum etmeleri eski strateii taktiği idi. Halbuki dört kale (Silistre, Rusçuk, Şumnu .Varna) bu hücümu karşılamak için gayet güzel hazırlanmış ve güçlendirilmişti. Ruslar, Hıristiyan Osmanlı vatandaşları korumak için savaş açtıklarını ileri sürerek papas, daskalos ve benzeri propagandacılar vasıtasıyla aynı mezhepteki Balkanlı Hıristiyanları kışkırtarak Orta Rumeli’de ihtilâl yangını çıkartmayı kolay ve politikasına uygun bulduğundan daha 1270-1853 savaşında Dobruca’ya karşı bir gösteri hücumu yaparak asıl maksadı olan Vidin üzerinden Tuna’yı geçmeyi tasarlamıştı.

Düşmanın bu kesin niyetleri askeri hükümetçe bilinmekte ve görülmekte ve ilerisi için ders, olmaya layıktı. Özellikle Hersek eşkıyalarının ve Karadağ, Sırp beylerinin evvelce isyan bayrağı kaldırarak “Ağa dayılarının” (Rusların) izleyecekleri kesin askeri hareketlere öncü olmaları bizi eski dersten gereği gibi uyanmaya davet ediyordu.

Gayet dikkat edilecek ve önleyici tedbiri alınması gereken bir nokta daha vardı. O da 1245-1827 Savaşında Rus askeri Balkan dağlarının kuzeyindeki müstahkem kalelerimizi kuşatmakla beraber General Di-biç’in bu dağları aşarak Meriç Ovasına inmesi ve Tekirdağı’na doğru ilerlemesi, savunmasız bulunan İstanbul’u tehdit ile bizleri gafil avlaması idi. Bu sebeple tedbirli olmak, ileriyi görmek akıl ve hikmet gereği olduğundan Dibiç manevrasının tekrar etmemesi için Tuna’dan sonra Balkanları (Balkan dağlarmı) ikinci savunma hattı haline koymak

ve başkentimizi kolayca telaşa düşürmemek için savunması konusunda daha geride bir üçüncü savunma hattı hazırlamak genelkurmayımız için düşünülecek önemli işlerden idi. Bunlar bile yapılmamıştı. Gerçi 1270-1853 Savaşındaki Rus saldırı planı unutulmamıştı; fakat Vidin’-den Silistre’ye kadar Tuna’nm uzun yatağının (yaklaşık 750 kilometre) adım adım savunmasını düşünmek ve gereği şekilde korumak zordu. Ruslar Ziştovi’den Tuna’yı geçtikten sonra Gazi Osman Paşa’nm Vidin’den Plevne’ye getirilmesi ve burada yığmak yapılmasına bakılırsa savunma planımızın önceden iyi bir şekilde hazırlanmadığı anlaşılıyor. Daha fenası savaşa ve savunmaya lazım olan askeri kuvvetlerin en azı bile zamanında toplanıp gönderilmemişti. Milli genel mecliste (parlamento) okunan padişahın açış nutkunda yediyüz bin kadar askerin silah altına çağrıldığı açıklanmış ise de savaşın başında bütün Tuna ordularının sayısı yüzyetmiş taburdan ibaretti. Bu açıklamalar defterlerden çıkarılmış bilgilere dayanmakta olduğuna göre yukarıda konu edilen büyük askeri meclis, düşmanın saldırılarına karşı her yerde her günkü duruma göre yeni tedbirler almaya mecbur oldu. Bu tedbirler “yeni gün yeni rızk” çeşidinden olduğundan zaferi sağlayamadı. Aynı zamanda birlik kumandanlarını şaşırttığı gibi mabeyn başkâtibi Said imzasıyla emirlerin bildirilmesi ve emirlerin yazılışında askeri hareketlere karışır gibi görünmesi de garip görüldü. Said Bey’in (Paşa) kendi başına emir vermesi söylentileri belki bundan doğmuştur. Kendi başına emir vermesi uzak ihtimaldir. Ama denilebilirki ilgili dairesi dururken kanun nazırında sorumlu olmaya saray böyle büyük ve önemli’ bir işe ne için karıştı ve ne için pisliği üstüne sıçrattı? Bunda Said Paşa’nın kusuru ne derecededir bilmem. Olsa olsa henüz (bu gibi durumlarda) huyu suyu ve tecrübesi gelişmemiş olan yeni padişahı uyararak sorumluluktan kurtulmaya çağırmamasında ve görevi dışındaki işlere el uzatmaya arzu etmesindendir. Yoksa padişah emirlerini bildirmeye mecburdu.

İkinci hüküm doğrudur. Said Paşa hükümet gücünü kendisinin bulunduğu yere nakletmek âdetini sonradan da göstermiştir. O vakit mabeyn kâtiplerinden olan Hurşit Paşa oğlu Süleyman Bey’den işittiğime göre Said Bey’e uyguladığı bu usulün zararlarını sonradan kendisi çekeceğini (sadrazam olduğu zaman) sarayda hatırlatanlar olurmuş.

Üçüncü fıkraya yani iurnalcilik yolunu açması iddialarına gelince, bu konuda elde belge olmadıkça söz söylemek insafa uygun olmaya-

cağından kendimi hüküm vermeye bilgili sayamam. Eğer bu kötü iş kendisine bir zan üzerine yakıştınlıyorsa pek ağır bir iftira, büyük bir haksızlık olacağı açıktır. Şurası kesindir ki pek çok zararlarını gördüğü iumalcılardan her zaman nefret ederdi. Yıldız evrakı arasmda(15) kendi imzasıyle iurnala benzer bir kâğıt görülmedi.

Parlak hizmetinin başlangıcı adalet bakanhğındadır. Hukuk muhakemeleri usulü ve ceza muhakemeleri usulü kanunlarını düzenleyen ve adiliye teşkilâtını yapan odur. Doğuştan çok çalışkan ve didingen olması ve aşırı derecede padişahın takdirini kazanması dolayısıyla ilk başvekilliğinde savaş dolayısıyla sarsılmış olan devlet yapısını güçlendirmeye çalışarak maaşların düzenlenmesi kararnamesi ve genel borçlar idaresinin (Düyun-ı Umumiye) kurulması gibi ciddi tedbirler devletin ekonomi ve mali itibarına pek iyi tesirler yapmıştır. O sıralardaki hizmetleri büyüktür. Millet nazarında ve özellikle memurlar arasında memleketin kurtarıcısı sayılarak büyük ün kazanmıştı. Eskilerden Bâb-ı Âli’de Âli Paşa’ya en çok yaklaşan odur. İşte Âli Paşa’nm yerini tutmaya yeltendiği vakit evvelce Yıldız’a (saraya) topladığı kuvvet kendisine çapariz çıkmıştır.

Mehmet Kâmil Paşa Kıbrıshdır. Öğrenim zamanı Mısır’da geçmiştir. Sivil hizmelerde yetişerek yabancı dil bilmesi ve dış politikadan anlaması şahsını ünlü mutasarrıflar sırasına koymuştur(lö). Halep valiliğinden İçişleri müsteşarlığı ile İstanbul’a geldikten sonra eğitim ve evkaf bakanlıklarına atanmış, Said Paşa’nın büyük takdirini kazanmıştı. Doğu Rumeli olayı çıktığı sırada(17) evkaf bakanı idi(1302-1884). Said Paşa silahla karşı koyma ve padişahlığın onurunu ve andlaşma hükümlerini koruma düşüncesinde olmasına karşı Kâmil Paşa padişahın mizacını okşamak ve politik önlemlerle meseleyi çözümlemek yolunu tuttuğundan sadrazamlığa atandı(1302-1885). Altı sene bu görevde kaldı.

Ondan sonra Said Paşa ile beraber Kâmil Paşa da devletin itibarlı bir şahsı olup yedek akçe gibi zorunlu haller için evlerinde saklanır, dert ve ihtiyaç olduğunda birbiri arkasından sadrazamlığa gelerek çıkan problem düzeltilir ve giderilir veya hiç olmazsa işin üstü örtülürdü. Fakat her ikisinin tedbirleri de kabul görmeyerek az zamanda yerlerinden alınırlardı. Görevlerinden alınmaları padişahın kızgınlığından ileri geldiğinden arası soğumadıkça ziyaretlerine gidilemezdi. Bir çeşit temastan alıkonulurdu. Hele Kâmil Paşa bir kerresinde hemen Aydın

Valiliği ile İstanbul’dan çıkarılmış, uzun müddet orada kalmıştır. Said Paşa böyle İstanbul dışına gönderilmemişti.

Her ikisi de zeki, temiz, tecrübeli, devlet işlerinden anlar, işi bir sonuca bağlar, saltanat çıkarlarına yardımcı, Bâb-ı Âli’nin üstünlüğünü ve onurunu korumaya çalışan, kamu haklarını korumakta gayretli idi. Birbirlerini kalpden takdir ederlerdi. İleri gelen bakanlardan birinin Kâmil Paşa’yı küçümsediğini ve kötülediğini Said Paşa’ya söylemişler; Said Paşa’nın “kişi haddini bilse ne iyi olur, o kimse Kâmil Paşa’ya mühürdarlık edemez” dediği işitenlerden duyulmuştur. Son zamanlardaki nefretleri politik tutumlarındaki ayrı görüşlerden ve kendilerince değersiz sayılması gereken mevki hırsından ve daha doğrusu ihtiyarlık hırsından ileri gelmiştir.

İşte bu müşterek üstünlüklerinden ve eksikliklerinden başka bir takım ayırıcı nitelikleri vardır. Said Paşa’nın zekâsı keskin ve işlekti; Kâmil Paşa bir ölçüde ağır ve düşünerek hareket ederdi. Said Paşa baştan aşağı doldurulmuş bir kâğıdı iki dakikada okur ve can alacak yerlerini işaret ederek üzerinde pabuç kadar buyuruldusu görülürdü. Kâmil Paşa da sonuna kadar okur esasını anlar ve dilekçe ile karşısına gelen iş sahibini sonuna kadar dinler ve bir iki sözle kestirme cevabını verirdi. Said Paşa’nın duraksamalarına ince düşünceler ve son zamanlarda şahsiyet karışırdı. İnce düşünceler dediğim sorumluluk sonucunun yalnız kendisine gelmemesi kaygısı idi. Çünkü tarihin yargılamasından korkar ve o âdil hâkimin önüne temiz ve saf bir alınla çıkmayı fazla düşünür olmuştu. Bu sebeple hâtıratmda(18) kendini temize çıkarmak ve iyi bildirmek yollarını aradığı açıkça görülmektedir. Resmi evrakın suretlerini çıkartması ve bazılarını aynen saklaması belki bu temize çıkma fikrinden idi. Kâmil Paşa böyle endişelerden uzaktı.

Said Paşa’ya hizmet ettiği efendinin (padişahın) kuşkuları biraz bulaşmıştı. Her işin sonunu uzun uzadıya düşünür ve efendisine karşı şiddetle hareketi ve ipi koparmayı uygun bulmazdı. Kâmil Paşa, “ne olursa olsun” yolunu daha kolaylıkla göze alırdı. Bununla beraber her ikisi de yabancı himayesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Said Paşa İngiltere elçiliğine sığınmasını haklı gösterecek sebepleri ve durumları geniş ve uzun uzun hâtıralarında anlatmıştır(19). Kâmil Paşa’nın İzmir’de konsoloshaneye başvurması daha zorunlu olduğunda şüphe yoktur.

Said Paşa güzel konuşur, konuşmayı sever, neşeli zamanlarında sohbeti gayet tatlı idi. Kâmil Paşa tutuk ve sinirli olduğundan az konuşur ve ara sıra espiri yapar, sohbeti neş’eli değildi. Birinin akıcı fikir ve konuşmasına karşılık diğeri (Kâmil Paşa) işittiklerini ve bildiklerini içinde saklar ve ağzından laf alınmazdı. Bir de Said Paşa çabuk hislenir ve duyguları çabuk taşardı, çabuk kızdığı kolaylıkla sezdirdi. Kâmil Paşa önemli hallerde üzülmüş görünmez, ne halinden ne muamelesinden ve ne de yüzünden duyguları anlaşılmaz, sevinç ve kederi farkolunmazdı.

Said Paşa Doğu eğitimi görmüş ve galiba medreseden mezun olmuş, Fransızcayı ve politika bilimini sonradan öğrenmişti; Kâmil Paşa İngilizce ve Fransızcayı Mısır’da öğrenerek daha gençliğinde dışişleri hakkında bilgi edinmeye başlamıştı. Said Paşa bir meselenin görüşülmesi sırasında kendi üstünlüğünü göstermeye özenir ve derhal kitaplar elde ederek incelerdi; fakat kitaplardan yalnız meseleye ait konuları okuyarak etrafını şahsi bilgileriyle süsler ve tamamlardı. Kâmil Pa-şa’da böyle hevesler görülmezdi. Zaten fikri kapasiteleri ve bilgileri çok farklı idi.

Yazılarına gelince; her ikisinin de yazıları açık ve sade idi; Kâmil Paşa’nm ifadesi özlü idi. Said Paşa’nm kalemi ise dili gibi gayet bereketli idi. Başkasına söyleyip yazdırmak suretiyle saatlerce ve sayfalarca yazı yazdırırdı. Birinin hâtıratı diğerinin ona cevabı güzel örneklerdir.

Said Paşa, Reşit Paşa gibi bir mesele hakkında birkaç ayrı fikir bulur ve söyler, Âyan Meclisi başkanlık kürsüsünde görüşmeleri açık ve akıcı bir şekilde özetledikten sonra bugün de aramızda söylendiği gibi “böyle demek var, şöyle demek var, ne buyurulur” diye çoğunluğa başvururdu. Kâmil Paşa bir mesele hakkında yalnız bir görüş bildirir, iyi veya fena ona sarılır ve yürütmeye çalışırdı. Hattâ eski padişahla (Abdülhamit II.) aralarını bozan bu diretmesi olmuştur.

Said Paşa başa geçince emri altında bulunanlara ve yakınlarına göz açtırmaz ve asla yüz vermez, Kâmil Paşa aksine müsaid bulunur ve bundan dolayı kendisine söz getirirdi.

Kâmil Paşa’ya bir gün Sabah Matbaası önlerinde tabanca ile bir suikast yapılmıştı. Bazı partililerin izledikleri yolu ve bazı kimselerin ruh hallerini anlamaya yardımcı olan bu olayı anlatayım. Edirneli Hafız Efendi adında bir saatçi (galiba Selimiye muvakkiti) Rusların o bölgeye saldırmaları sırasında (1295-1878) ailesi ile beraber İstanbul’a göç

ederek mahallemizde bir ev kiralamış ve şehrimizde yerleşmişti. Tophanede Kılıç Ali Paşa Camii önündeki dükkânlardan birini kiralayarak yetişkin bir oğlu ile beraber saatçilik yapardı. Okur yazar, sanatında mahir, elli yaşlarında efendiden bir adamdı. Akşamları akranımız olan komşularla birleşip sohbet etmek âdetimize o da katılırdı. Huy bakımından inatçı idi ve konuşma sırasında konuşanı sonuna kadar dinler, kendisi cevap vermeye başlayınca sözünün kesilmesine asla razı olmazdı.

Hafız Efendi’nin Edirne’de mi yoksa yakınlarında başka bir yerde mi bir mülkü varmış, (Rus) istilâsı karışıklıklarından faydalanarak bir yalancı bu mülke haksız şekilde el koyarak sahiplik dâvası açmış, mahkemede gıyaben hak kazanmış, gıyap kararı Hafız Efendi’ye bildirilmiş, fakat adıgeçen hakkından emin olduğundan ve birkaç sene evvel çıkarılan muhakeme usulü kanununu okumadığından aldırmamış. İtiraz ve temyiz müddetleri geçerek karar kesinlik kazanmış, ve yalancı adam mülke sahip olmuş. Yalnız o vakit Hafız Efendi’nin aklı başına gelmiş. Amma iş işten geçmişti. Adliye nezaretine ve sadrazamlık makamı ile meşihate dilekçeler yağdırmaya başlamış. Verdiği dilekçelerin numara ve pusulaları bir koca tomar tutuyordu. Hafız Efendi pek çok kerre adâlet bakanı, sadrazam ve şeyhülislâmın huzurlarına da çıkıp derdini anlatmıştı; akşamları bize de anlatırdı. Muhakeme usulü kanununu beraber okur ve kanunun kendisine tanıdığı hakkı kaybetmiş olduğunu söylerdik. Kandırmak mümkün olmazdı. Kendisine ait olduğunda şüphe etmediği bir malın yüzleşme yapılmadan zaman aşımı dolayısıyla elinden alınmasını bir türlü aklına sığdıramazdı. Derdi ki “Bâb-ı Fetvaya müracaat, ediyorum, bizim vazifemiz değildir cevabını veriyorlar; benim hakkım şeriat hükümleriyle doğrulanmış olduğu halde Zeyd ve Amrin kendi görüşüne göre yaptığı bir kanun ile nasıl olur da kaybolur? Ben o kanunu tanımam ve şeriat hükmü isterim”.

Bu adamın düşünce tarzı Bâb-ı Âli, Devlet Şurası (Danıştay), meşihat Dairesi ve adliye bakanlığınca biliniyordu, fakat derdine hiçbir tarafta çare bulunamıyordu. En garibi gördüğü haksız işlemin sorumluluğunu adâlet bakanına yükleyerek, anayasada yazıh Yüce Divan’da onunla muhakeme olmak iddiasına kalkmıştı. Bu konuda sadrazamlığa verdiği dilekçeleri -Sadrazam Said Paşa, adliye bakanı Cevdet Paşa’yı zor durumda bırakmak için- taraf tutucu yazılarla adıgeçen bakanlığa gönderirmiş. Hafız Efendi böyle yüz bulunca rahatsız etme

sınırını aşmıştı, hattâ o zamana kadar kendisini idare eden Said Paşa bile bıkarak birgün kavvaslara emir vererek Hafız Efendi ’yi üç dört saat kapı altında habsettirmişti. Hafız Efendi bu tutumu pek tabii görüyor ve akşam “Herif bizi bugün Paşa Kapısı’nda hapis etti” diyerek olayı bize normal bir şekilde anlatıyor ve bunun kanuna uymadığını aklına bile getirmiyordu.

Said Paşa başbakanlıktan düşüp yerine Kâmil Paşa geçince Hafız Efendi’nin ardı arkası kesilmeyen başvurularına kanun gereği kürü cevaplar vererek sonra da kovdu. O zaman Hafız Efendi kalbinde meydana gelen üzüntü ve kin dolayısıyla Bâb-ı Âli yolu üzerinde sadrazamı beklemiş ve arabasına birkaç el kurşun atmıştı. Bereket versin kurşunlar isabet etmemiştir. Hafız Efendi hapishanede hastalanarak ölmüştür.

Yukarıda anlatıldığı gibi meşrutiyetin başlangıcında topun ağzına gelen Said ve Kâmil paşalardan evvelkisi (Said Paşa) onbeş gün ve İkincisi ikinci sırada bulunduğundan altı ay diretmeden sonra yorgun argın yönetimin ağır yükünü omuzlarından atmışlardı. Said Paşa Âyan Meclisi başkanlığından dolayı resmi hayattan çekilmiş olmayıp aksine mebuslar meclisinde iyi bir binici gibi at oynatmış ve 31 Mart olayından sonra(20) hürriyetseverliği en son hadde vardırmış ve görüşmeler sırasında birgün milli hakimiyet deyimi ile yetinmeyerek bunu milli saltanata çevirdiği gibi bir gün de İncelenmekte olan bir kanundaki “teb-a” kelimesine ilişerek “meşrutiyette” tâbi ve metbu yoktur” demeye kadar eşitliği ileri götürmüştü.

Bu 31 Mart (13 Nisan 1909) askeri isyanında eski padişahın (Ab-dülhamid II.) parmağı bulunmadığı ve bazı saray hizmetçilerinin ve geçmiş istibdat devri yardakçılarının olayların gelişmesinden faydalanarak eski devri geri getirme hevesiyle ve dolaylı olarak kışkırtmalarıyla meydana geldiği gerçeklerdendir. Bu olayı takip eden tahttan indirme sırasında ve ilk anayasa değişikliğinde Said Paşa’mn tutumunun ne kadar hesaplı olduğunu dikkatli insanlar gözden kaçırmamıştır. Bu vaziyet muhafazakârlıktan uzak olduğu kadar zamanın adamlığı ve bilinen tutum ve şanına uygun değildi.

Said Paşa ağırbaşlılığını hiçbir zaman bozmadığı gibi eşi olmayan bir yüz olarak meydana çıkmıştı. Kendisi ile ilişki kuran yeni gençlerimiz bile nezaket ve terbiyesine, bilgi ve kültürüne ve davranışlarındaki inceliğe hayran oluyor, halk dâhilerinden olduğunu onaylıyordu. Âyan Meclisi başkanlık kürsüsü hergün gücünü ve zekâsını göstermeye vesile oluyordu.

Kâmil Paşa görevden düştükten sonra mazul olarak köşesinde kaldı ve çoğunluk partisi ile arası açıldığından muhalif partiye meyletti(21). Bununla beraber İtilaf ve Hürriyet partisinin kuruluşunda işlerine karışmadı. Hattâ bu çekingenlik sebebi ile Trablusgarb savaşının ansızın ortaya çıkışı ile Hakkı Paşa hükümeti istifa ettiği vakit sadrazamlığa Said Paşa ile beraber Kâmil Paşa da aday gösterildi. Fakat Said Paşa tercih edildi.

Halk Said Paşa’dan pek ümitli idi. Fakat bilinen düşünceleri, zekâ ve uzun tecrübesinden beklenen hizmetlerin gelişmesine engel oldu. Kabinesini kurmak için günlerce uğraştı ve bizleri de yordu (o vakit kabinede idim). Gece yarılarına kadar Bâb-ı Ali’de görüşür ve bir karar vermeden dağılırdık. O sırada mebuslar meclisinde bakanlar odasında her iki partinin ileri gelenleri yanma gelerek kabinenin kurulmasının çabuklaştırılmasını bildiriyor ve muhalif parti başkanları yalnız savunma ve içişleri bakanları tarafsızlardan seçildiği takdirde güvenoyuna katılacaklarım ve bu suretle kabinenin pek kuvvetli olacağını eklediler. Said Paşa “yüksek malumlarınız meşrutiyette görevler ayrılmıştır. Kabine teşkili bana aittir, güvenoyu verip vermemek de yüksek şahıslarınıza aittir” gibi sözlerle teklifleri kabul etmedi ve kendi bildiğini yaptı. Savunma Bakanı Mahmut Şevket Paşa’yı ısrarla yerinde bıraktı; iç ve dışişleri bakanlıkları için istenilen şahıslar kabul etmediklerinden diğer bakanların uygun bulması ile dışişleri bakanlığına Asım Bey ve içişleri bakanlığına Celâl Bey atandı. Said Paşa ikisini de tanımıyordu.

Yeni kurul Trablusgarb savaşı ile uğraşıyor ve bir avuç gönüllü asker İtalyan ordusunun, bölgenin içlerine sızmasına karşı duruyor, bu başarı milli duygularımızı güçlendiriyordu. Basın tarafından sonuna kadar ayak direnmesi lüzumu tavsiye ediliyordu. Fakat mesafenin uzaklığı, tabii engeller kesin zafere ulaşmayı şüpheli kıldığı gibi içteki dırıltıların çoğalması diğer nazik dış meselelerin ön plana geçmesine sebep olmasından endişe ediliyordu.

Bakanlar arasında “Trablusgarb meselesini acele bir hal çaresi bularak tatlıya bağlayalım, çünkü onu halledelim derken pek ağır başka meseleler karşısında kalmamız ihtimali vardır” diyenler bulunuyordu. Fakat kamuoyu İtalya Hükümeti’nin haksız saldırısına karşı fazla heyecanlandığından ne olursa olsun hakkından gelinmesi ümidini besliyordu.

Korkulan meseleler birer birer başgösterdi. Evvela Rusya elçisi Çarikof tarafından boğazların Rus gemilerine açılması hakkındaki teklif ortaya atıldı ve geri çevrildi. İkinci olarak Girit mebuslarının Yunan parlamentosuna kabulü meselesi çıktı, fakat o da önlendi. Üçüncüsü Balkan devletlerinin aleyhimize birleşmeleri hazırlanıyor ve gerçekleşiyordu. Hükümet bunu zamanında haber alamadı.

Osmanh Mebuslar Meclisi’nde çoğunluk partisinden yeni bir grup ayrılmış ve muhalif partiler de İtilaf ve Hürriyet adı alfanda birleşmiş, İki tarafa bağlanmayan birçok mebus da bağimsız kaldığından kabine için kuvvetli bir çoğunluk bulmak ve dedikodular içinde devlet işlerini yürütmek zorlaştı. Meclisin dağıtılması ile yeniden seçim yapılmasını, bakanların çoğunluğu, zorlukların giderilmesinin tek çaresi gibi görüyorlardı. Meclisin dağıtılması ise anayasada birtakım şartlara bağlandığından her şeyden önce anayasanın bu konudaki hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyor idi. Değişiklik teklifi ile kabine meclise başvurdu ve reddedildi. Bunun üzerine kanun gereği kabine istifa etti. Yeni kabineyi kurmaya yine Said Paşa görevlendirildi; bu, Said Paşa’nm dokuzuncu ve son sadrazamlığı oluyordu. Said Paşa’nın bu sefer sadrazamlığı kabul etmesi doğru değildi. Bilindiği gibi meclis dağılmış ve yeni seçimler yapılarak yeni meclis toplandı. Arası çok geçmeden Arnavutluk’ta meydana gelen başkaldırım karışıklıklar üzerine Mahmut Şevket Paşa savunma bakanlığından düştü; ordu subayları arasında “Halaskâran = Kurtarıcılar^ adıyla yeni bir grubun kurulduğu duyulduğundan savunma bakanlığına mevcut ordu ileri gelenleri arasında istekli bulunmadığından diğer bakanların da moralleri bozulduğundan Said Paşa istifaya mecbur kaldı. Tarafsız olarak Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kurmayı üzerine aldı. Kâmil Paşa Devlet Şurası Başkanlığı görevi ile bu kabineye girdi.

Said Paşa yukarıda anlatılan son iki sadrazamlığında bağımsız tutumunu korumakla beraber tamamıyla çoğunluk partisine eğilmiş ve dayanmış idi. Kâmil Paşa köşesinde günlük olaylara sadece itiraz ile bir müddet vakit geçirdikten sonra dedikoduların fazlalaşması üzerine muhalif tutumunu açığa vurarak ve muhalefet başkanlarıyle görüşmelere girerek birden bire patlayan Balkan Savaşından ve feci sonuçlarından üzülen halk nazarında memleket kurtarıcısı gibi görülmeye başladı. Öteden beri İngiltere politikasına dayandığından bu siyasi görüşünden dolayı o felaketli günlerde büyük hizmetler bekleniyordu. Bu

sebeplerden dolayı nihayet dördüncü defa olarak sadrazamlığa yükseldi. Atandığı gün Kâmil Paşa ile beraber İngiliz dostluğu Bâb-ı Âli’ye girdi diyenler bulundu.

Balkan Savaşı’nın başında büyük devletler tarafından ilân edilen statüko(22) nun ne kadar geçersiz olduğu ordularımız yenildikçe ortaya çıkıyor ve gerçekleşiyordu. Düşenin dostu olmaz sözü gibi hiçbir tarafta yardım ve elimizden tutan bulamıyordu. Çatalca savunmasıyla başkenti kurtardık amma Rumeli vilayetlerini feda etmeye mecbur ol-duk(23). Kâmil Pâşa’ya bağlanan umutlar da boşa çıktı. Özellikle askeri işlerin pek kötü idare olunması sorumluluğu savunma bakanı Nazım Paşa’ya dönük ise de kabine başkanı olmasından dolayı kendisine de bir pay çıkarılıyordu. İttihat ve Terakki tarafından hazırlanan malum Bâb-ı Âli baskmında(24) savunma bakanı Nazım Paşa ile yaverleri kaza kurşununa uğradıkları sırada sadrazamlık odasında zorla istifasını yazmıştı. Eğer talihi yardım etse idi son sadrazamlığından beş altı ay evvel ölürdü. Çünkü “Kâmil Paşa sağ olsa Balkan felaketleri başımıza gelmezdi” inancı kolay kolay zihinlerden silinmeyecek ve mezarının toprağına milletin hasret gözyaşları akıp duracaktı.

Sözün kısası zorunluk ve acılı günlerde ikisine de kaderini teslim eden millet eli boş çıkmıştı. Bir taraftan yaşlılıkları ve öte yandan ortaya çıkan dertlerin ağırlığı çalışmalarını, gayretlerini ve işbilirliklerini sonuçsuz bıraktı. Hayatlarının en son zamanlarında araları pek açılmış ve düşmanlık derecesine varmıştı. İkisi de uysal ve hükmetmeye karşı güçsüz, kin gütmekten geri kalmazdı. Mesela Said Paşa, kabinesini kurarken söz dinlemediği gibi Kâmil Paşa da kurduğu hükümete İtilâf ve Hürriyet ileri gelen mebuslarından -isteklerine rağmen- hiç kimseyi kabul etmemiş ve birçok haberler geldiği helde Nazım Paşa’nm değiştirilmesine razı olmamıştı.

Said Paşa Avrupa’da kendini gösterdiği bir uzman doktorun değerlendirdiği gibi yan belinden aşağısı bitmiş (romatizmadan) fakat midesi ile beraber üst kısmı en güçlü gençleri imrendirecek derecede sağlamdı. Özellikle dimağı hiç bozulmamıştı. O zekâya, o fikri güce hayran olmamak mümkün değildi. Ölümü günü üzüntümden “bu kafayı toprağa nasıl gömeceğiz” dediğimi ailesi hâlâ söyler.

Kâmil Paşa daha yaşlı olduğu halde daha dinç görünürdü(25). Yürüyüşünde yorgunluk ve bükülme, fikri gücünde dağınıklık hissedilmez idi. Fakat bir parlamento bakanı olmak niteliklerini taşımazlardı. Ko-

nuşma yetersizliği meclis kürsüsünde iyi konuşmasına engel ölürdü. Halbuki Said Paşa laf bulmakta Allah’ın lûtfuna kavuşmuştu. Alışkanlıkları bakımından ikisi de kanundan ziyade şahsi idareye eğilimlidir. Bu eğilim Kâmil Paşa’da daha fazla görülürdü. İkisinin de güç ve değerini bilenlerden olduğumdan üstün körü karşılaştırmalarını yaptığım şu satırlarda gerçeklerden ve tarafsızlıktan ayrılmadım ve hâtıralarını incitmek istemedim.

“Allahın rahmet ve yargılaması her ikisinin üzerine olsun”.

AÇIKLAMALAR

·        1—  1908 yılında Rumeli’de iç ve dış siyaset olaylarının önem kazanması üzerine burada bir genel müfettişlik kurulmuştu. İlk genel müfettiş de Hilmi Paşa idi. Son müfettiş ise Manastır’da İttihadcılardan teğmen Atıf tarafından tabanca ile öldürülen padişahın yakın adamlarından Arnavut Şemsi Paşa idi.

·        2— Bu üç vilayet Selanik, Manastır ve Kosova şehirleridir.

·        3 — 1876 Anayasası ile gerçekleşen ilk parlamento 1878’de Osmanlı-Rus Savaşı

karışıklıkları dolayısıyla çalışmaları padişah tarafından tatil edildikten sonra memlekette parlamanter reiimi tekrar kurmak yolunda 1889’da İstanbul’da Tıbbiye Okulu (Tıb Fakültesi) öğrencilerinden İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti gibi gençler tarafından İttihad-ı Osmaniye adıyla kurulan gizli cemiyet, Avrupa’da Ahmet Rıza, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şakir, Dr. Ni-had Reşat (Belger) tarafından aynı amaçla kurulan bir cemiyetle birleşerek cemiyetin adı“İttihad-ı Terakki” olarak tesbit edilmiştir. Şartlan daha müsait olan Rumeli illerinde bu hareket gelişti ve TalatBey’in (TalatPaşa) gayretleriyle daha çok genç subaylar arasında büyük ilgi gören çalışmalar sonunda padişah 1908’de cemiyetin bu isteklerini yerine getirmek zorunluğu karşısında, rafa kaldmlmış olan anayasayı tekrar yürürlüğe koyarak parlamento açıldı. İttihad ve Terakki Cemiyeti de bu dönemde siyasi bir parti olarak Türk siyasi hayatında önemli bir rol oynadı ve 1918 yılı ekim ayma kadar siyasi faaliyetini sürdürdü.

·        4 — Hakkı Bey sonradan paşa unvanı ile sadrazam olan İbrahim Hakkı Paşa’dır.

·        5 — Ayan meclisi bugünkü senato karşılığıdır. İlk Osmanlı anayasasına göre par

lamento ayan denilen senato ile mebuslar meclisinden kurulu idi. Her ikisine birden Meclis-i Umumi = Genel Meclis denirdi.

·        6 — Recep Paşa, Abdülhamid idaresine karşı olduğundan tttihadalar tarafından

tutulmakta idi. Uzun yıllar Erzurum ve Trablusgarb valiliği yapmış ve bulunduğu yerlerde İttihad ve Terakki üyelerini korumuştu. Bir aralık kendisinin başkanlığında Abdülhamid’e karşı bir ayaklanma düşünülmüş ise de gerçekleşmemiştir.

·        7 — Said Paşa’nm o zamanın en tanınmış gazetesi olan Mihran Efendi’nin Sa

bah gazetesinde yayınladığı bu makaleler devrin tarihi olayları bakımından büyük bir önem taşır.

·        8 — Padişah Mahmut II. ın zamanında kurulan Asakir-i Muhammediye adında

ki ordunun giydiği başlığa fes adı verilmiştir. Bu başlık hemen tamamen Avusturya 'dan alındığından AvusturyalIlara karşı bir boykot anlamında fes yerine toprak rengi başlıklar giyilmeye başlanmıştı.

·        9 — Attar kelimesi bugün pek görülmeyen ve son zamanlarda halk ağzında aktar

şeklinde kullanılan dükkânlar için kullanılırdı. Bugün ancak İstanbul’daki Mısır Çarşısında tek tük görülen bu dükkânlarda ilâç gibi kullanılan bitki, kök ve yaprak kurularıyla kınakına, zencefil, karanfil gibi şeyler satılırdı.

·        10 — 1908’de ilân edilen ikinci meşrutiyetin Hürriyet, Adalet, Müsavat ve Uhuvvet diye dört sloganı vardı.

11— Hırka-i Şerif, Hz. Peygamber’? hayatta iken geydiği hırkasıdır. Yavuz Sultan Selim ’in 1517’de Mısır’ı zaptetmesinden sonra son Abbasi halifesinden kudsal emanetleri alarak İstanbul’a getirdiği bu emanetler Topkapı Sarayı’-nda Hırka-i Şerif veya Hırka-i Saadet denilen odada muhafdza altına alınmıştı. Padişahların ramazan ayında özellikle Kadir gecesinde bu daireyi ziyaret etmeleri âdetti.

12 — 1877 mebuslar meclisi için Ayasofya Camii arkasında yeni bir parlamento binası yaptırılmıştı.

·        13— 0 sırada toplantılarına yeniden başlayacak olan Ayan Meclisi (Senato) başkanlığına Kâmil Paşa, padişah böyle istiyor diye Ömer Reşit Paşa’yı getirmek istediği, halbuki padişahın Said Paşa ’nın getirilmesinin tabii olduğunu söylemesine mukabil Kâmil Paşa “Said Paşa’ın hâtıratına cevap” adlı kitabında yazarın anlattığı şekilde hareket ettiğini yazmaktadır.

·        14— Suphi Paşa, devrin bilgisi, erdemliği ve cömertliği ile tanınan, ilim adamlarını ve şairleri koruyan, dürüst ve namuslu vezirlerden olup Saraçhane başındaki bilginlerin ve ediplerin toplandığı konağın sahibidir. Cumhuriyet devri yazar ve politika adamlarından Hamdullah Şuphi Tanrıover’in babasıdır,

15 — Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Yıldız Sarayı’ndaki kitap, yazı ve notlar bir komisyon tarafından incelenerek devlet arşivine kaldırılmış -tır. Bunlara genellikle “Yıldız evrakı” denilmektedir.

16— Kâmil Paşa askeri okullarda öğretim görmüş ise de bu meslekte hiç bulunmamış hemen tamamen sivil memurluklarda görev yapmıştır.

17 — 1878 Berlin Kongresi kararı gereğince, Sofya ve civarında küçük bir bölgede yarı bağımsız bir Bulgaristan prensliği kurulmuştu. Bulgaristanıh doğusundaki Filibe ve civarı da Osmanlı Devleti 'ne bağlı fakat otonom bir bölge kabul edilmişti. 1884yılında buradaki bulgar ahali ayaklanarak bölgenin Bulgaristan ’a katılmasını istemişti. Bu olaya karşı, o sırada sadrazam olan Said Paşa,

Avrupa devletleri tarafından kabul edilmiş bir anlaşmaya uyarak silahla karşı konulmasını ister; padişah Abdülhamid, bu teklifin yani silah kullanılmasının kendisini tahttan indirileceği kuşkusuna yorarak huylanır ve Said Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek evine hapseder ve yerine Kâmil Paşa’yı tayin eder.

18 — SaidPaşa’nın hâtıraları 1329-1912yılında üç cilt olarak yayınlanmıştır. Meşrutiyetin ilânı üzerine kendisini savunma maksadıyla yazılmış olmasına rağmen o devrin bütün olaylarını gerçek bir şekilde yansıtması bakımından büyük bir önem taşımaktadır.

19— Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde özellikle Sultan Abdülhamid II. devrinde devlet adamlarının yabancı elçiliklere sığınması olayı birkaç defa görülmüştür. Padişahın vehim ve endişesi yüzünden hayatlarını tehlikede gören Mithat Paşa, Said Paşa ve Kâmil Paşa aynı işi yapmışlardır. SaidPaşa’nın 1895 yılında beşinci sadrazamlığından azledilmesinden iki ay sonra padişahın vehmi dolayısıyla sarayda Çadır Köşkünde göz altına alınmak istenmesinden kuşkulanması üzerine İngiliz elçiliğine sığınması büyük dedikodulara yol açmıştı ve ayıplanmıştı. Paşa hâtıralarında bu olayı bütün etrafıyla anlatmıştır. Bir müddet sonra Kâmil Paşa da İzmer’de ayni şekilde yine İngiliz elçiliğine sığınmıştı. Daha evvel 1884 ’te de Mithat Paşa yine aynı padişah zamanında İzmir’de Fransız elçiliğine sığınmıştı.

·        20 — 31 Mürt olayı, 19O8’de meşrutiyetin ilânından bir sene sonra 31 Mart -13

Nisan 1909’da çoğunluğunu gericilerin ve yobazların oluşturduğu meşrutiyete karşı olanların çıkardıkları isyandır.

·        21 — Bu sırada parlamentoda çoğunluk partisi İttihad ve Terakki partisi ve muha

lefet partisi de İtilâf ve Hürriyet Partisi idi.

·        22 — Statüko, belirli bir durumun meydana gelmesinden önceki geçerli olan hak ve

görevlerin, bu durumun sona ermesinden sonra da eskisi gibi uygulanacağını bildiren latince bir deyimdir. Çoğunlukla politika literatüründe bir savaştan önceki durumun devamını ifade eder. Halbuki Balkan savaşı aleyhimizde sonuçlanınca daha evvel ilân etmelerine rağmen buna uymamışlar ve imparatorluğun kaybettiği topraklar geri verilmemiştir.

·        23 — 1913’te son bulan Balkan Savaşı sonunda her balkan devleti ile ayrı ayrı ya

pılan barış andlaşmaları sonucunda imparatorluk Rumeli adı verilen Balkanlardaki bütün topraklarını Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’a bırakarak bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına çekilmiş idi.

·        24 — Balkan Savaşı ’nın aleyhimize gelişmesi ve Edirne’nin Bulgurlar tarafından

kuşatılması ve Bulgar ordularının Çatalca önlerine dayanması üzerine ikinci meşrutiyeti ilân ettirmek için isyan etmiş olan genç subaylardan Enver Bey (Paşa), Talat Bey ve bazı arkadaşları 23 Ocak 1912’de kabinenin toplantı halinde bulunduğu Bâb-i Âli’yi basarak karşı koymak isteyen Savunma Bakanı Nâzım Paşa’yı ve kendisini korumaya çalışan iki yaverini öldürmüşler, Sadrazam Kâmil Paşa’nın elinden zorla istifanamesini alarak hükümeti devirmişlerdi.

·        25 — Kâmil Paşa 1832’de Kıbrıs’ta doğmuş ve 1913’te İstanbul’da ölmüştür. Said

Paşa ise 1838’de Eğin’de doğmuş ve 1914 yılında 78 yaşında İstanbul’da ölmüştür.

XXXVII BOĞAZLAR MESELESİ

(Bu makale Lozan Konferansı sırasında yazılmış ve Bolu’da yayınlanmış olan “Milli Gaye” adındaki süreli yayının 1 ve 15 Şubat 1339-1923 tarihli sayılarında yayınlanmıştır).

Bütün dünyanın bakışları bugün Lozan Konferansına çevrilmiş olduğu gibi Türkler de konferansın son kararlarını sabırsızlıkla beklemektedir. Devletimiz bu ana kadar toplanan kongrelerde, konferanslarda, görüşme meclislerinde milli amaçlarını bu defa Lozan’da olduğu kadar açık ve dürüst, haklı ve kesin bir dil ile söyleyememiş ve anlatamamıştır. Özellikle yüz yıldan fazla bir zamandır genel gücümüze gelen zayıflık dolayısıyla başımızdan iç ve dış dertler eksik olmaz ve her derdin çözümü bir devletlerarası mesele şeklini alır ve her hükümet söze karışarak kendi çıkarını ve görüşünü yürütmek gayretini güttüğünden açık haklarımız çoğunlukla gürültüye gider ve hatta bazen bize söz hakkı vermeyerek büyük devletler kendi politikalarına göre işi çözümlerlerdi.

Osmanlı Hükümeti kendi gücüne güvenmekten ziyade büyük devletler arasındaki çıkar zıdlaşmalarmdan faydalanmak politikasını izlemeye koyulduğundan kendine ait dertlerin düzeltilmesinde bu karşıt çıkarları birbiriyle çarpıştırmak usulüyle işin içinden sıyrılmayı ve diplomasi abartmaları arasında hafif zararla kurtulmayı çıkar yol sayagel-mişlerdi. Onun için devletlerin işe karışmalarını bazen kendisi dâvet ederdi. Bir yüzyıllık tarihimiz iyice incelenirse karışma ve abartmaların şekli ve mahiyeti meydana çıkar ve Mehmet Ali Paşa’nın çıkardığı Mısır meselesi ve 1270-1853, 1294-1877 Rus savaşları birer güzel örnektir.

Bu politika doğru bir yol değildi, başkalarının birbirine düşmanlığını dayanak edinmenin kötü bir politika olduğu Balkan Savaşı ile denendi. Balkan Devletleri yani Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar bir tencerede kaynamaz üç ayrı topluluk iken günün birinde aleyhimizde birleştiler ve bütün adalarla beraber Rumeli’de beş vilayetimizin kaybolmasına sebep oldular. Genel Dünya Savaşının (I. Dünya Savaşı) mağlubiyetleri ve Mondros Mütarekesi’nin zehirli uygulamaları düşmandan

dostluk gelmeyeceğini, ancak kendi varlığımızla milli hayatımızın kurtulabileceği kanısını yüreklerimize soktu. Dostlar tarafından uzatılacak elleri sevgi ile, değerbilirlikle sıkmakla beraber iyilik ve kötülük her ne gelecekse kendi emeğimiz ve işimizin mükâfatı veya cezalandırılması olacağı bir gerçek olarak gözlerimiz önünde tamamıyla belirdi. Ona göre biz de işlerimize sarıldık. Milli gayemiz nedir? Hiçbir milletin haklarına dokunmamak şartıyla biz de diğer milletler gibi sınırlarımız içinde medeniyet kanununun hükümleri içinde tam bağımsızlıkla yaşamaktan başka birşey olmadığını her vasıta ile dünyaya bildirdik. Lozan Konferansı görüşmeleri bunun en büyük tanığıdır. Saldırı anlamında hiçbir istekte bulunmuyoruz. Lâkin bazı komşularımızın tadını tattığımız yayılma emellerine karşı yurdumuzun korunmasını ve savunma araçlarından yoksun bırakılmamasını istiyoruz. Bundan daha haklı, daha kanuni bir arzu olamaz. Savunma araçlarından biri boğazlardır ki hilâfet merkezi olan İstanbul’u pek yakından alakadar eder. Boğazlar meselesi konferansta ne kadar uzun münakaşalara sebep olduğu ve bir anlaşmaya varılmış gibi göründüğü herkesçe bilinmektedir. Bu meselenin tarihi esası, bugünkü ve yarınki durumu hakkında birkaç söz söyleyeceğim:

OsmanlIlar Anadolu’dan Rumeli’ye geçerek orada yerleşmeyi kararlaştırdıkları günden beri boğazlar meselesi kendilerince hayati meselelerden sayılagelmiştir. Geliş ve geçişi sağlamak için Yıldırım Ba-yezıt Han tarafından en önce Boğaziçi’nde Anadolu Hisan’nın yapıldığı bilinmektedir. Sultan Murad II. zamanında Hunyadi İanoş(l) ile meydana gelen savaş olayları gereği olarak padişahın köşeye çekilmesi(2) ve oğlu Mehmet II.in padişahlığa geçmesinden sonra yine savaş gereği olarak Sultan Murad Il.m Anadolu askeriyle Rumeli’ye geçmesi gerektiğinde Akdeniz Boğazı(3) Venedik gemileri tarafından tutulmuş olduğundan padişahın her neferi bir ve her subayı on altın ücretle Boğaziçi’nden karşıya geçirmeyi Ceneviz gemileri ile(4) pazarlık ettiği ve bu suretle Anadolu ordusu zamanında yetişerek meşhur Varna galibi-yeti(5) sağlandığı da tarihin haberleri arasındadır.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın ikinci defa padişah oluşunda(6) İstanbul’un zabtını kolaylaştırmak için Rumeli Hisarı’nı yaptırarak boğazı kapattığı bilinmektedir. Fetihten sonra adıgeçen padişah Akdeniz Boğazı ile de uğraşarak adları zamanımıza kadar devam eden Seddülba-hir ve Kilidbahir(7) mevkilerinde tabyalar (savunma yerleri) kurdurmuş-tu. O tarihten beri boğazları savunma mevkilerine önem verildi ve

iki kıyının uygun yerlerine kaleler ve savunma yerleri yapıldı. Karadeniz Boğazı savunma yerleri giriş bölümüne alınarak Kavaklar’dan Fe-ner’e kadar tabyalar yapıldı. Bunlarda topçu erlerinden başka karadan bir saldırı halinde savunmak için Yamak denilen yeteri kadar Yeniçeri erleri de yerleştirildi. Rumeli Fenerinde “Kale Ağalarına” mahsus resmi daire onarılmış ve bugüne kadar devam edegelmiştir.

O yüzyılda boğazları kimlere karşı güçlendiriyorduk? Rus Çarlığı henüz güçlü olmadığından Karadeniz Boğazı’na zaman zaman Kazak korsanlarının saldırdığı ve bunların hafif gemileri kıyı şehirlerini yağma ederek zarar verseler bile İstanbul için bir tehlike teşkil etmediğinden endişe verici bir korku yaratmadığını tarih bize bildiriyor. Akdeniz Boğazı ise daha fazla önem taşıyordu. Osmanlı Devleti ile bir türlü barışamayan Venedik Hükümetinin deniz gücü gözönünde bulundurulacak bir tehlike idi. Hattâ Sultan İbrahim zamanında başlayıp onbeş sene süren(8) Girit cengi bu tehlikeyi ortaya koymuştu. Avcı Sultan Mehmet IV.in padişahlığının başlarında Kapudan-ı Derya Sarı Kenan Paşa’nm yenilgisi üzerine Venedik donanması boğaz ağzına kadar gelmiş ve Akdeniz yolunu kesmiş ve İstanbul’a korku salmış; Akdeniz’den gelen eşyanın azalması yüzünden fiyatlar artmıştı.

Köprülü Mehmet Paşa’nm sadrazam olur olmaz, boğaz işiyle ciddi surette uğraştığı ve defalarca o taraflara giderek Venedik gemilerinin uzaklaştırılmasına ve tepelenmesine gayret ettiği, bu sayede görevinin başlangıcı gelecek başarılarının parlak bir işareti sayıldığı Naima tarihinde etraflı bir şekilde yazılıdır.

Akdeniz Boğazı’ndan yalnız bir defa savaşarak İngiliz donanması Marmara’ya girmiştir ki(9) o da Sultan Selim Ill.in son zamanlarında 1221-1805 yılındadır. Bunun sebebi ve nasıl olduğu, sekiz on gün sonra Marmara’dan çıkıp gitmesi de Cevdet tarihinde etrafıyla yazılıdır.

Bundan yarım yüzyıl öncesine kadar Karadeniz Türkiye ve Rusya’ya ait bir büyük göl gibi idi. Bu göle boğazlar dediğimiz bir küçük kapıdan girilebilir, kapılar ise Türkiye’nin elindedir. Yalnız Türkiye ve Rusya’ya ait olan Karadeniz görünüşte Batı ülkelerini o kadar ilgilendirmemesi gerekmez mi? Rus Çarhğı’nm saldırgan tutumu bu soruya olumsuz cevap verilmesini gerektiriyordu. Osmanlı Devleti’ni ezmeyi amaçlayan Rus Çarlığı bilinen Hünkâr İskelesi Anlaşmasıyla (1248-1833)(10) amacına erişmeye pek kolay bir yol bulduğu düşüncesi,

Rusya’nın büyümesinden çekinen batılı devletleri kuşkulandırdığından, o zaman Şark Meselesinde(ll) sözü geçerli olan İngiltere ve Avusturya’ya Fransa ve Prusya da katılarak boğazların korunmasını tamamen Osmânlı Hükümetine bıraktılar ve bu emanete Rusya da dahil hiçbiri tarafından elsürülmeyeceğine hep beraber söz verdiler. Bu konuda Londra’da yapılan Boğazlar Mukavelesi (1257-1841) gereğince hangi bayrağı taşırsa taşısın bütün ticaret gemilerinin Karadeniz’e girip çıkması serbest olup Osmanlı Devleti barış halinde bulunduğu sürece boğazlar bütün savaş gemilerine kapalı olacağı kararlaştırılmıştı.

Osmanlı Hükümeti, eline teslim edilen emanete hıyanet etmedi. Anlaşma şartlarına uyarak Karadeniz’in kapıcılık görevini hakkıyla yerine getirdi. Her gün yüzlerce yelkenli ve çarklı tüccar tekneleri(12) boğazlardan geçer ve hiçbir engele rastlamazdı. Osmanlı Devleti savaşta olduğu zaman bile bu giriş-çıkışa engel olmadı. Barış günleri gibi Boğaziçi ticaret âlemine açık bir yol olmakta devam etti. Savaş gemilerine gelince, 1270-1853 Savaşında müttefiklerimiz olan İngiltere, Fransa ve Sardunya donanmalarına boğazlan açtık. Yine 1294-1877 Savaşında İngiliz donanmasının Osmanlı Devleti’ne yakınlık göstermek için Akdeniz’den Marmara’ya girmesi bile -bu hareket hakkımızda hayırlı olmak için yapıldığı halde- tarafımızdan usulü gereğince protesto edil-di(13). Bu bakımdan bize hiçbir sebeple andlaşmalara uymadı denilemez. Böyle suçlamalardan uzağız. Amma genel savaşta (I. Dünya Savaşında) Almanya ve Avusturya ile yaptığımız ittifak gereği Rusya, İngiltere ve Fransa’ya(14) karşı boğazları kapayacağımız gayet tabii ve andlaşma hükümlerine uygundu. Bundan dolayı bizi sözümüzü yerine getirmemekle suçlamak hiç doğru değildir. Kapatmaktan zarar gören ve kaderin etkisi ile zafer kendi taraflarında kalan itilâf devletleri-nin(15) gürültüleri yersizdir.

Yukarıda konu edilen Boğazlar anlaşmasından beri geçen zaman içinde boğazlara savaş gemilerine de açık olmasını isteyen yalnız bir devlet vardı ki o da Rus Çarlığı idi. Fakat Rusların dünya hakimiyeti (arzusu) boğazların açılmasını kendi emellerine uygun bir şekilde istiyor ve gerektiğinde İstanbul’u işgal ederek Karadeniz donanmasını Marmara’ya hemen sokmayı amaç güdüyordu. Bu sebeple Karadeniz Boğazı’mn zayıf kalması ideali olduğundan istihkâmların onarılmasına ve güçlendirilmesine bütün gücü ile engel olurdu. Yıkılmaya yüz tutan istihkâmlardan topları başka yere götürmek gerektiğinde Rusya elçiliği

tercümanları saraya koşarak “Boğazı kime karşı güçlendiriyorsunuz, Rusya İmparatoru’nun iyi kalpliliğinden ve dostluğundan şüphe etmek Osmanh Devleti’ne yakışır mı?” gibi laflarla yaygarayı basarlar ve Sultan Abdülhamid’i korkutarak kuşkusunu artırırlar idi. Abdülaziz Han devrinden kalma eski sistem Krup toplarıyla donatılmış olan istihkâmların Rus donanmasına karşı koyma gücünü alamaması istedikleri şeydi. Uzun yıllar Karadeniz Boğaz muhafızlığında bulunan İsmail Hakkı Paşa’ya birgün mabeyn müşirinin odasında boğazın savunma gücü hakkında padişah tarafından soru sorulduğu vakit rahmetli paşanın da “Efendimiz merak buyurmasınlar, boğazın önüne bir (Ya Hafız) levha-sı(16) astım, savunma işi Allah’ın koruyuculuğuna bırakılmıştır” cevabını verdiğini kendisi anlatırdı.

Meşrutiyetten sonra İstanbul Rus Elçisi tayin edilmiş olan M. Ça-rikof Said Paşa’nın son sadrazamlığında Trablus-garb Savaşının başlaması üzerine Bâb-ı Âli’ye özel bir nota vererek boğazların savunmasına Rus askerinin de katılması şartıyla Rusya ile bir dostluk andlaşma-sını güya sadece şahsına ait bir fikirmiş gibi teklif etmişti ki Rusya’nın niyetlerini pek açıkça göstermekte idi. O sırada hükümette bulundu-ğumdan(17) olayın ayrıntılarını birkaç defa yeri geldiğinde gazetelere yazdığım için tekrarından vazgeçiyorum. O zamanki Rus politikası ile bugünkü Sovyet Rusya’nın bakışı açısından kıyaslanmaya ve düşünmeye değer(18).

Boğazlar meselesinin eski durumunu biraz anlatmış ve korunması Türklerin elinde bulunduğu müddetçe anlaşma hükümlerinin zerre kadar bozulmadığını söylemiştik. Doksan sene de çark gemileri (buharlı gemiler) akla hayret verecek derecede çoğaldı. (İstanbul’a yeni icad çark gemisi ilk defa Sultan Mahmut Il.m son zamanlarında gelmişti). Bu yüzden deniz taşımacılığı kolaylaştı. Karadeniz ticaretinin önemi hızla artmaya başladı. Zahireleri yetmeyen milletler için Rusya ve Romanya değerli zahire ambarları(19) olup oralardan zahire alan gemiler dönüşlerinde kendi ülkelerinden maden kömürü getirir ve iki başlı kâr ettikleri gibi Rusya endüstrisine de geniş hizmet ederlerdi. Bu alış verişten en fazla yararlanan İngiltere idi. Çünkü boğazlardan Karadeniz’e girip çıkan gemilerin yüzde sekseni İngiliz bayrağını taşıyordu.

Bilinmektedir ki İngiliz ticareti bir yere toplanır ve kümelenirse ekonomi alanından politika alanına geçerek devleti idare edenlerin programlarında yer alır ve hükümetin devamlı dikkatini çekecek etkili bir

faktör olur. İşte Karadeniz ve Yakın Doğu ticareti İngiltere politikasında böyle bir önem kazanmıştı.

Süveyş Kanalı’nm açılmasından sonra Hindistan yolu İngiltere’ye yakınlaştı; Okyanusya (Uzak Doğu ve Avusturalya) ve Çin gibi büyük ülkeler ticaret âlemine yeni dolaşma yerleri oldu. Bununla beraber Uzak Doğu işlerinin genişlik kazanması Yakın Doğu’nun ticari önemini gevşetmedi. Berlin Andlaşması’ndan sonra bağımsız Romanya Devleti Karadeniz kıyılarında toprak sahibi olmak konusunda Rusya ve Osmanlı Devleti’ne ortak olduysa da mevcut ekonomik politikaya zarar vermek şöyle dursun Tuna Nehri temizlendiğinden ticaret işlerine yeni yerler açıldı ve eski andlaşmalarm hükümleri devam edip durdu. Boğazlar yalnız ticaret geçidi olsa Osmanlı Devleti’ni o kadar dü-şündürmezdi. Halbuki İstanbul’un coğrafi konumu çok naziktir. Özellikle bütün kara ve deniz savaş kurumlan, tophane ve tersane, silah vecephane fabrika ve depoları temamen İstanbul’da toplanmış olduğundan savunması devletin hayatı ile ilgili önemli bir mesele idi. Onun için gerek Karadeniz gerek Akdeniz boğazları istihkâmlarla güçlendirilmişti.

Sultan İkinci Abdülhamid’in kuşkuya dayanan şahsi politikası OsmanlI Devleti ile Fransa ve İngiltere’nin eski ilişkilerini şeker renk hale getirdi ve Rus Çağlığı’nm zorba tutumundan korkuyor, Alman imparatorunun çıkarcı dostluğundan ümit umuyordu. Rusya ve Almanya’nın bize karşı politikaları ayni yönde değildi. Fakat Rusyalmın İstanbul’u hedef alarak günün birinde Karadeniz’de bir oyun oynamasından korkulduğu kadar Osmanlı Devleti üzerinde tesiri gelişmekte olan Almanya İmparatorluğu’nun devletler dengesini bozacak bir durum yaratmasından da korkuluyordu. Bu sebeple ilgili devletlerin “erbab-ı hail ü akdi”(20) Yakın Doğu işlerine kayıtsız durmayarak varsayımlara karşı uyanık, gözleri açıktı. Birçok kimselerin fikrine göre boğazlar karışık Doğu Meselesinin anahtarı idi. Kuşku sebebi olan Rusya ve Almanya İmparatorlukları I. Dünya Savaşı’nda dağıldı. Fakat hırslı emellerine bir mirasçı çıktı ki o da İngiltere’dir. Bütün dünyanın yorgun düşmesinden faydalanan İngiltere hükümeti Yakın Doğu’da istediği gibi ha’ reket etmekte zamanı ve şartları uygun buldu. Başbakan M. Lloyd Ge-orge (Loyd İori) Doğu meselelerini bilmiyor ve doğu milletlerini tanımıyordu. Öğrenmeye de lüzum görmüyordu. Sövre Andlaşması’nı yü’ rütemedi amma karşısındakiler! usandırmak için Mondros Mütareke-

sini(21) dört sene süründürmeyi başardı. Bu Andlaşmanm boğazlar idaresine verdiği acaip şekil gizli emellerini gösteriyordu.

Lozan Konferansı münakaşaları Sevr Andlaşması’nm ruhunu okşayarak boğazlar meselesinin yeni esasını tamamıyla açıklamıştır ki aşağıdaki gibi özetlenebilir.                                           ,    ■

Türk delegeleri diyorlar ki ticaret geçidi olmak bakımından boğazlar tamamıyla açıktır. Her milletin tüccar gemileri tam serbeslikle girip çıksınlar. Boğazları askeri hale getirmeyeceğimize ve mütarekeden sonra İngilizler tarafından yıkılan istihkâmları yeniden yapmayacağımıza söz veririz. Savaş gemilerine gelince, onların ayni şekilde geliş-geçişi uygun olmaz; çünkü evvela Karadeniz sınırlıdır. İlerisi olan bir yol değildir. Savaş gemileri ne için böyle tıkanık bir yere gireceklerdir. İkincisi boğazlar ve Marmara yalnız Türkiye’ye aittir. Bunlar, İstanbul’u ve Trakya’yı Anadolu’dan ayırdığından savaş gemilerinin va-kitli vakitsiz gelip gitmeleri mülkümüzün güvenliği bakımından daimi bir tehlike olacaktır. Boğazların korunmasını yabancı ellere bırakmak ve bizi Marmara kıyılarında savunma tedbirleri hazırlamaktan bile yoksun bırakmak istiyorsanız. Bu durumda Türkiye’nin kapısı açık kalan bir ev gibi her an kuşku ve heyecan içinde yaşamaya mahkûm olması gerekiyor ki bu da haksızdır. Ve bir de Karadeniz’e sahip Ruslar, RomanyalIlar ve Bulgarlar da vardır. Karadeniz hakkında bir karar almadan önce o milletleri de dinlemek lazımdır. Halbuki siz işinize yaraya-caklan dinliyor, diğerlerini küçük görüyor ve ihmal ediyorsunuz, bu da adalete ve hakka uygun değildir.

Buna cevap olarak İngiliz delegeleri açıkça diyorlar ki Türklerin verdiği güvenceyi yeterli görmüyoruz. Boğazları tarafsız yapacağız ve korunmasını ya kendimiz üzerimize alacağız veya bizim “Milletler Ce-miyeti”ne(22) bırakacağız. Savaş gemileri istedikleri gibi Karadeniz’e girip çıkacaklardır. RomanyalIların hattâ Sırplarm(?) uygun cevabını sağladık. Ruslarla Bulgarları dinlemeyebiliriz, Türkiye’nin toprak güvenliği ikinci derecede bir meseledir. İngiliz delegeleri fazla olarak şunu anlatmak istiyorlar ki savaş gemilerinin Karadeniz’e girmesinden denizcilikte en kuvvetli olan devlet en fazla faydalanır. Bu sebeple Karadeniz bir İngiliz denizi olpıalıdır.

İşte milli gayemiz, işte düşmanların iddiaları.

2 Ocak 1923

AÇIKLAMALAR

·        1—  Hunyadi İanoş OsmanlIlarla uzun ve çetin savaşlar yapmış meşhur bir Macar kumandanıdır. 1448’de Osmanlı padişahı Murad II. ile yaptığı ikinci Koso-va savaşında mağlup olarak kaçmıştır.

·        2— Hunyadi Yanaş, Murad II. m birinci defaki padişahlığı zamanında Türk kuvvetlerini îzladi geçidinde mağlup ederek OsmanlIlarla 1444 yılında Segedin Banşı’nı yaptıktan sonra padişah Murad II. ihtiyarlığını ileri sürerek tahtını oğlu henüz onikiyaşında bulunan Mehmet II. e bırakarak Manisa’ya çekilmişti. Fakat Macarların, Papa’nın teşviki ile barışı bozarak OsmanlIları Rumeli’den atmak için bir Haçlı ordusu ile saldırmaları üzerine evvela ordunun başına geçmiş ve Haçlıları Varna savaşında yendikten sonra tekrar padişah olmuştur.

·        3 — Akdeniz Boğazı ile Çanakkale Boğazı anlatılmak istenmişin.

·        4 — O sırada İstanbul’un bugün Galata dediğimiz kısmı Cenevizlilerin elinde bu

lunmakta idi. Denizci bir devlet olan Cenevizlilerin kuvvetli bir ticaret ve savaş fildlan bulunmakta idi. •

·        5 — Segedin Banşı’nı Papa’nın teşvikiyle bozan Macar kralı Sigismond kuman

dasındaki Haçlı ordusu 1444 yılında Varna önlerinde OsmanlIlar tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmış, Hunyadi İanoş canını, kaçarak kurtarmış ise de kral Sigismond savaş alanında ölmüştür.

·        6 — Babası Murad II. m yukarıda anlattığımız gibi 1444 yılında tahttan ayrılma

sı üzerine yerine henüz oniki yaşında bulunan oğlu Mehmet II. padişah olmuş ise de Haçlı ordularına karşı koyamayacağı düşüncesiyle Vezir-i 'Âzam Çan-darlı Halil Paşa ’nın ısran üzerine ordunun başına çağrılan babası tekrar tahta geçmiş 1451 yılında ölümü üzerine Mehmet II. tekrar padişah olmuştur.

·        7 — Seddülbahir ve Kilitbahir Çanakkale’nin Gelibolu kıyısında kuvvetli tahkim

edilmiş iki savunma yeri olup 1915yılında I. Dünya Savaşı başında 18 Mart deniz muharebesi sırasında önemli rol oynamış idi.

·        8 — Burada bir yanlışlık vardır. Girit Savaşı 1645-1669yıllan süresince 25 sene

devam etmiş ve bu tarihte Köprülüoğlu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa tarafından adanın tamamının zaptı ile sonuçlanmıştır.

·        9 — Napolyon Savaşları sırasında İngiltere hükümeti 1798’de Mısır’ın Fransız-

lar tarafından işgalinde Osmanlı Devleti’ne yardım ederek Mısır in Puansızlardan alınmasını sağlamıştı. Bir müddet sonra Osmanlı Devleti Fransa ile tekrar dostane ilişkiler kurduğundan İngiltere bunu önlemek maksadıyla 19 Şubat 1807’de bir bayram sabahı Çanakkale Boğazı’nın savunmasız kalmasından yararlanarak donanması Marmara Denizi’ne girdi ve İstanbul önlerine geldi. Bu sırada Fransa’nın İstanbul Elçisi bulunan General Sebastianie’-nin tavsiyesiyle alman tedbirler karşısında İngiliz donanması geri dönmek zorunda kaldı.

10— X nvmarah makalenin açıklamasına bak.

·        11 — Şark Meselesi-Question d’Orient-Osmanlı İmparatorluğu ’nun XVIII. yüzyıl

dan itibaren zayıflaması ve geniş topraklarını koruyamaması üzerine imparatorluk dahilinde daha önce kapitülasyon denilen imtiyazlarla ekonomik ve politik avantailar sağlamış olan Avrupa devletleri bunları Rusya’ya kaptırmamak için onunla savaşmayı göze aldıkları bir politik problemin adı olup imparatorluğun ortadan kalkmasıyla sona ermiştir.

·        12 — İlk buharlı gemiler bugünkü gibi arkadan pervaneli olmayıp yandan çarklı ol

duklarından bunlara çarklı gemiler denirdi.

·        13 — 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusların Yeşilköy ’e gelmesi üzerine îngi-

lizler doğudaki menfaatlerini korumak için donanmalarını Marmara denizine göndermişler ve İstanbul’a girmek istemeleri üzerine Rus orduları da şehre girmeye kalkmışlardı. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti İngiliz donanmasının İstanbul'a gelmesine izin vermemişti.

·        14 — Kitap metninde bir dizgi hatası olması muhtemel olarak boğazların Alman

ya’ya karşı kapalı olduğu yazılmıştır.

·        15 — I. Dünya Savaşı İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf devletleri ile Al

manya, Avusturya ve İtalya’dan oluşan İttifak devletleri arasında meydana gelmiştir. Sonradan İtalya da İtilâf devletleri arasına katılmıştır.

·        16 — "Ya Hafız” levhası "Allah Korusun" anlamında bir deyim olup eskiden bi

naların yangın ve benzeri tehlikelerden korunmuş olacağı düşünce ve inancı ile binaların ön cephesine asılırdı.

·        17 — Said Paşa kabinesinde yazar o sırada sandalyesiz bakan veya bugünkü deyimle

devlet bakanı olarak bulunuyordu, O zamanki tâbiriyle “Heyet-i Vükelaya memur” idi.

·        18 — Karadeniz’in kuzeyinde kolosal bir devletin bulunması, bugünkü dünya şartlan kar

şısında, boğazlara sahip olan bir devletin daima dikkatli ve uyanık bulunmasını gerektirmektedir. Bunun şu veya bu reiimle hiçbir alâkası yoktur. Bu bir ieopolitik-strateiik durumun icabıdır. Sultan Süleyman Kanuni’nin söylediği rivayet edilen “İster isen sulh ü selâh Hazırol cenge” mısraını asla unutmamamız lazımdır.

·        19 — I. Dünya Savaşı öncesine kadar dünyanın hububat-tahıl-amban durumunda

olan Rusya’nın bugün Amerika Birleşik Devletlerinden para ile buğday satın alabilmek için nasıl kıvrandığını görmek sosyalist reiimlerin ne derece başarılı olduğunu göstermesi bakımından ibret verici bir olaydır.

·        20 — "Erbab-ı Hall-ı akid" deyimi aslında "Ehl-i hail ü akid” olup İslâm hukuku

na göre devlet başkanını (halife) seçmeye yetkili olan kişiler anlamında ise de burada yüksek devlet yöneticileri anlamında kullanılmıştır.

·        21 — Mondros Mütarekesi 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin savaşa son

vermek için 31 Ekim 1918’de İtilaf Devletleriyle yaptığı silahlan bırakma and-laşmasıdır. Ancak Türkler bu andlaşma hükümlerini kabul etmeyerek savaşa devam etmeleri dolayısıyla savaş dört sene daha uzamış ve onun yerine 1922 ekiminde Mudanya Mütarekesi yapılmıştı.

·        22 — Milletler Cemiyeti I. Dünya Savaşı ’ndan sonra milletler arasındaki anlaşmaz

lıkları banş yoluyla çözümlemek için kurulan teşekkülün adıdır. II. Dünya Sa-vaşı’ndan sonra bunun yerine Birleşmiş Milletler teşkilatı kurulmuştur.

XXXVIII RUSYA İHTİLÂLİ HAKKINDA

(Bu düşünceler ihtilâlin ilk günlerinde yani çarın düşmesiyle Ke-renski’nin başkanlığında kurulan geçici hükümet zamanında yazılmış ve Sabah gazetesinin 18 Nisan 1917 tarihli sayısından itibaren beş makale olarak yayınlanmıştı).

Zihinler hâlâ Rus ihtilali ile meşguldür. Gerçi koca bir ülkede, fanatikliği ile ve kudsal imparatorlarına olan sağlam bağlarıyla Avrupa-da şöhret ve ayrıcalık kazanmış bir millette istibdat ve monarşiyi temsil eden ve tanrısal haklara dayanan yani kullanageldiğimiz deyimle vatandaşları, eline Allah tarafından emanet edilmiş olan çarlığın büyük ve heybetli binası bir zelzele ile temelinden göçüvermesi görülmeye değer bir manzara ve merak etmeye, ibret almaya değer bir büyük olay-dır. İhtilâlin nasıl olduğunu ve günlük olaylarını gazetelerde telgraf ha-berberiyle az çok öğrendik. İlk günlerin harareti tavsadıkça, telgraf haberleri seyrekleştikçe kamuoyunun ilgisinin azaldığı da görülüyor. Dört hafta evvel her toplantıda her mecliste görüşme konusu olan ihtilâle ait sözler azalıyor. Fakat bundan dolayı halkın merakı azalmış sayılamaz.

Olayın çıktığını işittiğimizde ordunun alacağı durumu, çara taraftar olan askerin sessiz kalıp kalmayacağını ve birkaç gün sonra çarın kaçıp kaçamayacağını, kurulan geçici hükümetin halkoyu tarafından benimsenip benimsenmeyeceğim, Petersburg’ta (Leningrad) parlayan ev bark yakıcı alevlerin büyük şehirlere ve diğer illere sıçrayıp sıçramayacağını düşünerek birtakım fikirler ve varsayımlar yürütüldü. Meselede asıl düşünülecek şey kişiye ve zamana ait tek tek olaylar olmayıp ihtilâlin doğuracağı sonuçları anlamak ve görebilmek, bekleyen bakışlarımızın görmek istediği şeyi ki bu devam eden savaşa etkisidir, incelemek ve tahmin etmektir.

Bir ihtilâli gereği gibi araştırmak ve incelemek için ortamı iyi bilmek lazımdır. Halbuki Rusya’nın iç durumunu, sosyal ve siyasi eğilimlerini yakından bilmiyoruz. Ne eski yöneticileri ve ne de bugün idare dizginlerini ellerine alan yüksek yöneticileri tanımıyoruz. Bilgilerimiz vaktiyle okunmuş eserlerden kalan bilgilere ve görevle Rusya’da bu-

lunmuş olan dostlardan öğrenilmiş bilgilerden ibarettir. Böyle az ve eksik bir bilgi ile derin bir incelemeye girişmek doğru olmaz. Fakat tarih bilimi günlük olaylarından gelecek için, gelecekte oluşacak benzeri için uygalanabilecek birtakım teorik kurallar çıkarır. Bu kuralları insanlık hakkında geçerli tabii kanunlardan sayar. İşte bu geçerli kıyaslama usulüne uyarak ihtilâl olayının alacağı yöne göre meydana getireceği şekilleri inceleyecek ve hükme bağlayacağız. Makalemizi iki kısma ayırarak evvela ihtilâlin sebeplerinden ve onu meydana getiren faktörlerinden ve sonra muhtemel sonuçları üzerinde konuşacağız.

Bu ihtilâlin sebepleri ve meydana getiren faktörleri nelerdi?

Romanof Hanedanı Rusya’nın bugünkü gücünü ve büyüklüğünü meydana getirmiş, memleket sınırlarını Baltık kıyılarından Büyük Ok-yanus’a kadar ulaştırmış ve saltanat bayrağı yanma kudsal âsâyı da dikerek kilise tarafından da yüceltilerek Kudsal İttifakın(l) dağılma tarihi olan 1825 senesinden yani Nicola I. nın tahta çıkışından beri çağın ve zamanın ilerleme gereklerinden olan idari ve siyasi yeni usûllere karşı düşmanlık göstermiş ve eski istibdat usulünde ısrar edegelmiştir. 1825’te ölen Aleksandr I. XVIII. yüzyıl felsefesiyle yetişmiş iyilik sever ve tebasmı koruyan bir hükümdar olması ve 1855’te tahta çıkan Aleksandr II. “Serf” usulünü(2) kaldırarak bir çeşit esir olan elli milyon kadar köylüyü esaretten kurtarması ve Zemstvos seçilmiş meclisleri kurması ve genel hakların genişletilmesi konusunda yararlı haklar tanıması esaslı reformların ortaya konmasına yeteri kadar yardım etmedi. Rus saltanatının gücünün korunması ve geniş ülkenin birlik ve beraberliğinin korunması istibdat idaresinin devamı ile mümkün olacağına inanan birtakım sözü geçerli kişiler genel hakların genişletilmesini zararlı sayıyorlar ve ona karşı çıkıyorlardı. Mesela meşhur gazeteci Katkof İkinci Aleksandr’a memleketi a: darından miras kalan eski tarzda yönetmesini yani basma ve üniversitelere hürriyet vermek gibi fikirlerden vazgeçmesini, aksi takdirde hükümetten elçekmek gerektiğini açıkça hatırlatmaya kadar ileri gitmişti. Fakat Rusya’da sayısı az amma eğitim ve kültürü yüksek bir aydın sınıf oluşuyordu. Bunlar çoğunlukla batılı okullarda okumuş olduklarından orada yürürlükte olan yeni ve ileri usûllerin memleketlerinde de uygulanmasını istiyorlardı.

Çar tek ve kesin emir verici olup her emri kanun hükmünde sa-yılageldiğinden keyfi hükümetin sınırı yoktu. Çar ailesinden olan gran-dükler savurganlıkları ve sınırsız atıp tutmaları ve bencil tutumları

ile pek fazla dile düşmüşlerdi. İçlerinde halk tarafından tutulan olgun ve bilgin kişeler pek azdı.

Topluluk ferdlerinin bolluk içinde bulunması ve halkın mutluluğunu sağlayacak şartları elde etmek, anlamsız sosyal ve dini geleneklerden onları kurtarmak amacıyla geçen yüzyıl ortalarında Nihlist adıyla gizli bir cemiyet ortaya çıkmıştı. Başlangıçta düşünür ve yurtseverlerden oluşan bu cemiyet çalışmalarını propagandalara ayırdı. Fakat yayın ve sözlü ve yazılı propagandalarla durumun düzeltilemeyeceğini anlayarak kanlı eylemlere ve suikastlere başladı. Vahşi saldırıları arttıkça hükümetin baskısı da kan dökücü zalim bir şekil aldı. Nihlistler hükümet başkanlarım, polis ve iandarma subaylarını, askeri kumandanları,savcıları hulesa kendilerine zararlı ve engel olanları ayrı ayrı vurup öldürüyorlardı. Çar Aleksandr II. m da başını yemişlerdi(1881) (3). Fakat bununla amaca ulaşmak ve karşılarındaki büyük ve muntazam güçlere galip gelmek mümkün değildi. Haklarında işkenceler ve eziyetler yapmaktan geri kalınmadı. Zindanlar ve Sibirya sürgün yerleri Nihlistlerle doldu. İdam sehpaları boy göstermekten geri kalmazdı. Eylemde gösterdikleri korkusuzluk ve şiddet derecesinde sorgularında amaçlarını son derece sakin ve tam bir inançla söyleyen ve savunanlar az değildi. Kadınlar ve İsviçre’de eğitim görmüş birtakım kızlar da bu partiye girmişlerdi.

Lehistan ihtillallerinden(4) sonra imparatorluğa bağh olan ve milli varlıklarını devam ettirmek isteyen çeşitli halkların Kuşlaştırılması politikası ortaya çıktı. Bu politikanın yaratıcısı olan Panislavizm geniş bir plan dahilinde bütün Slav kavimlerini-Rusya dışındakileri de-birleştiremeye çalışır oldu. Gerek Nihlistlerin ve gerek Panislavistle-rin ateşli çalışmaları geçen yüzyılın sonlarına doğru sönmüştür. Şöyle ki Nihlistlerin elebaşıları ve en cesur sadırganları yokedildikten sonra fikir akımları başka bir yön aldı. Kanlı vahşet olaylarını yapanlar yerine sosyalist adı altında yine sosyal ve ekonomik reformlara taraftar yeni bir parti türedi. Bu parti Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi iddialarını teorik alanda tutmuş ve felaketini hazırlayacak teşebbüslerden mümkün olduğu kadar kaçınmıştır.

Panislavizm fikirleri de dolayısıyla dış politikaya dokunduğundan bugün modası geçmiştir. Fakat bu iki kuruluş uzun zaman Rusya’yı büyük dertlere uğratmıştı. Bu hay huy «ırasında aydınların sayısı artıyor ve değerleri yükseliyordu.

Dış politikaya gelince Prens Bismarck Rusya ile iyi geçinmeye! 5) büyük önem veriyordu. Almanya imparatorunun İstanbul’a ilk seyahatine istemeyerek razı olmuştu. Çünkü bu seyahati Rusya’yı gücendirmeye değmez sayıyordu. O sırada Fransızlar Almanya’ya karşı kendilerine bir koruyucu arıyorlardı. Rusya’dan güler yüz görünce, Bismarck politik hayattan çekildikten sonra Ruslarla resmi şekilde bir ittifak kurdular. Rusya’ya savaş araçları sağlanması için parça parça onaltı milyar frank kadar büyük bir borç verdiler. Gerçi bu borcun bir kısmı bayındırlık ve sanayi teşebbüsler için verilmiş ise de asıl amaç Almanların mühtemel saldırılarına karşı Rusların bazusu kuvvetli ve eli silahlı bir bekçi olması idi.

Nikola II. 1894’te tahta çıktığı zaman tabiatı bakımından sakin ve barışçı olmasından dolayı düzelme ümitleri uyandı. Lahey barış konferansının toplanmasını teşvik etmesi ve Zemstvos örgütünde bir adım daha ileri giderek milletvekillerinden oluşan Duma’yı(6) açması ilericilik sayılabilir. Fakat gerçek meşrutiyet taraftarı olanlar Duma’nın yetkilerini yeterli bulmuyor, istibdat taraftarları ise onu hükümet makinesinde fazla bir âlet gibi görüyorlardı. Duma hiçbir zaman yönetimin yeni kurallarını uygulayacak mevkie çıkmamıştı.

Balkan Savaşı fırtınası yarımadayı (Balkan Yarımadası) alt üst ettiğinden onun bıraktığı yıkıntılar altından bugünkü büyük savaş (I. Dünya Savaşı) çıktığı vakit (1914)(7) Fransa’nın milyarlar bahasına tuttuğu bekçi yüzünden başı derde girdi. Rusya’nın askeri hazırlıkları mükemmel, sınır istihkâmları sağlam, askeri demiryolları hazır, silah ve cephane donatımı kusursuz olması gerekiyordu. Halbuki o paraların ancak bir kısmı yerine harcanmış, diğer bölümü birer suretle yok olmuştu. Alman ordularının ilk saldırısında bu gerçekler ortaya çıkıvermişti. Polonya zaptolundu, sınır kaleleri karşı koymadan düştü, Rusya silah ve cepnane isteklerini acı çığlıklarla müttefiklerinin kulağına ulaştırmaya başladı.Fransız milyarları savurganlık rüzgârlıyla havaya uçmuş veya rüşvet keselerini doldurmuştu. Gizlenmesi mümkün olmayan bu gerçekten ve mağlubiyetlerin tabii facialarından halkın üzülmemesi kabil değildi. Vatanseverlerin şikâyetleri yükselmekte ve yer yer karışıklıklar çıkması sözlerin eyleme geçtiğini göstermekte idi. Maddi ve manevi acılar arasında halkoyu kabahatliyi aramaya ve bütün intikamını ondan almaya kalkışacaktı.

Çar Nikola II. doğuştan savaşçı ve fikir bakımından fazla hareketli değildi. Sofuluk içinde büyümüş olduğundan papazlara ve onların öğütlerine saygılıdır. Fakat mağlubiyet ayıbı hükümdarlar için bir ağır yük olduğundan karargahlarda dolaşmaktan ve çeşitli cephelerde askerlerini cesaretlendirmekten geri kalmamıştır.

Çariçe (Aleksandra Feodorovna) Hess-Darmstad(8) Hanedanına mensup bir Almandır. Almanya imparatorunun yengesi Prenses Hen-rie de Prusse’ın küçük kız kardeşidir. Zayıf yürekli olan çar üzerinde etkili olageldiği ve Almanlık duygularını unutmayarak Alman dostluğundan vazgeçmediği ortada dolaşırken bu savaşın çıktığından beri kız kardeşi ile gizli haberleşmede bulunduğu söylentileri çıkmıştı. Bu haberleşmeler Rusya’nın askeri durumuna dair haberleri ve diğer taraftan Almanya politikasının propagandasını yapmakta olduğu şüphesi zihinleri ilk tırmalayan şeylerdi. Kadın halk nazarında bir casus görünerek aleyhindeki kin ve düşmanlık artıyordu. Bu suçlamalar yeterli değilmiş gibi garip bii- söylenti daha çıktı. Güya Prenses Henrie de Prus-se yazdığı mektuplarla yetinmeyerek, kimliğini saklayarak gizlice İsveç yoluyla bir iki defa Petersburg’a gitmiş ve kız kardeşiyle görüşmüş imiş; Rusya’da ayrı barış yapma sözleri ondan sonra ortaya çıkarak Çar Nikola II. de ayrı barışa inandırılmış imiş. Hattâ bu söylenti Fransa ve İngiltere’ye de yansıdığından soruşturulması hususunda özel memur gönderilmesine lüzum görülmüş ve Lord Milner’in Petersburg’a yaptığı bilinen görevi bu işin soruşturulması ile ilgili imiş. Bu söylentilerin ne dereceye kadar doğru olduğu kestirilemez ise de savaşın kızışmış olan hayalleri heyecanlandırmaya fazlasıyla yetmiştir. Rahip Ra-sputin’in(9) esrarlı ölümünde bu durumun etkisi olduğu büyük bir ihtimaldi. Almanya imparatorunun Rusya çarına etki yaptığı yolunda gazete sütunlarında ara sıra görülen havadisler de bu söylentinin serpintileri olsa gerektir. M. Betmann Holweck’in(10) uzun nutuklarının birinde bunu açıkça red ve inkâr etmeyi gerekli görmesi de dikkat çekicidir.

Savaşın akışı uygun gitmiyordu. Romanya’yı (kendi taraflarında savaşa girmek için) kandıran devletler grubu (İtilâf Devletleri) siyaset adamları RomanyalIlara Rusya’nın büyük yardımını kesin olarak vâdet-mişlerdi. Halbuki sonuç umdukları gibi çıkmadı. Romanya durup dururken ülkesinin yansını istilacılann ayakları altında ezdirdi. Rus ordulan-nın uğradığı kayıplar ve ziyanlar ve cephane yokluğu zaran önlemek yolunu da kapatıyordu.-Bütün bu haller kaynaşmayı artırmakta ve bir büyük. bunalımın pek yakın olduğunu göstermekte idi.

Çar ve özellikle karısı halkın gözünde kabahatli ve milletin şeref ve namusunu kayırmayarak ayrı barış yapmak lekesi.ile sanık olduğundan kin ve garezle dolu olan halkın kalbinde bir kıvılcımla ateş alacak bir barut deposu halini aldığını gören hanedanın gerçek dostları elbette sarayı uyarmaya teşebbüs etmişlerdir. Hattâ geçenlerde gazeteler Grandük Nicola’nm gizli bir mektubunu yayınladılar. Bu uyarılar ne yazık ki kâr etmemiştir. Başa geçen bakanlar şikâyet konusu olan durumu yumuşatmaya ve halkoyunu yatıştırmayı başaramamışlardır. Hükümet ile Duma arasında uzayıp giden anlaşmazlıklara bakılırsa devlet adamlarının Duma’ya önem vermemekte ve haklı isteklere değer vermemekte ısrar ve eski istabdat usulü ile işleri yürütmekte inad ettikleri anlaşılıyor, çarın etrafında bulunanların gerçeği görenlere yardımcı ve istenilen reformlara taraftar olmadıkları görülüyor. Yoksa güvenilir bir hükümet kurulup Duma’nın amacı belli olan fikrini okşayarak bu ihtilâl borasım atlatmak belki mümkün idi.

Makalemizin ikinci kısmına giriyoruz. Medeniyetin gelişmesi milletlerde birtakım arzular doğurur. Yaratılışın amacı gelişme ve yükselmedir. Bu amaca götüren Allah vergisi yeteneğin toplumda her zaman engellere uğradığı tarihin çeşitli devirlerinde görülür.

Allah’ın hediyesi ve çalışma gücünün eseri olan bu yetenek, ilerleme ve tabii ihtiyaçların gelişmesine sonsuza kadar engel olmak mümkün değildir, atılan engeller dikiş tutmaz. İnsanlık emel edindiği değerli amaca ulaşmak için çırpınıp çabalamaktan geri durmaz. Sürekli gayreti ile mutlaka amacına kavuşur. Ancak çalışmanın ve kavuşmanın ölçüsü bilgi ve anlayıştır. Milletin toplu hayat şartları şimdi nasıldır, gelecekte nasıl olmalıdır, bunları iyice anlamadıkça, zekâ ve bilgi ışığı önder olmadıkça ne kadar çalışsa etrafını ve geleceğini göremez. Çalışmaları da sonuç vermez. Ve bir de arzu edilen meyve olgunluğa erişmiş olmalıdır ki fayda sağlansın.

Siyasi insan toplumlarında bu mevsimin geldiğini birtakım işaretler haber verir. Bu işaretler, milletin amaçlarının hedefine varması için istediği haklarına bilgili ve gayretli bir şekilde ayaklanması ve buna karşı onu ezmek isteyen kuvvetin tükenmesi ve düşmesidir. İşte bu gayret ve direnmelerin doğurduğu çekişmeler çoğunlukla kan dökülmesi ile karışıktır ki buna ihtilâl, daha doğru deyimle politik inkılâp adı verilir. İhtilâl ve inkılâp kelimeleri aynı anlamda kullanılmamalıdır. Gerçi bu iki durum birbirine o kadar karışır ki ayırması gayet zor olur.

İhtilâl bir sınıf halk tarafından özel çıkar ve garez sebebiyle meydana gelirse değişikliğe sebep olmaz. Vaktiyle bizdeki Yeniçeri ihtilâlleri gibi. İnkılâp ise milletin ve millet namına hareket eden akıllı liderlerin tabii haklarını elde etmek için düzenlenmiş ve hazırlanmış bir ayaklanması ve başarısı sonucunda görülür. Şu tarifimize göre Rusya’da şimdi ortaya çıkan olayı bir inkılâp olarak saymak daha doğru olur(ll).

Rusya ihtilâli nereden çıktı? Milleti temsil eden Duma’dan çıktı. Eğer bir askeri birlikten veya herhangi parti ve gruptan çıkmış olsa idi etkisi sınırlı olurdu. Fakat Duma üyesinin önayak olması ve askeri birliklerin, siyasi partilerin ve diğer grupların onlara uyması inkılâba ciddi bir şekil vermiş ve yönetim usulünün ve eski politikanın birçok değişiklikliklere uğrayacağında şüphe ve tereddüde yer bırakmamıştır.

Bu düzeltmelerin ve değişikliklerin muhtemel şekillerini gözden geçirelim. Rus milleti bugün beş sınıfa bölünmüştür. Birinci sınıf meşrutiyetçiler. îkinci sınıf sosyalistlerdir ki milletin başında söz sahibi bunlardır. Üçüncü sınıf olan ordu görevi gereği konuşmaktan alıkonulmuştur. Dördüncü sınıf olan çarlık taraftarları korkudan ağızları kapalı, beşinci sınıf olan köylüler ki milletin yüzde doksanını oluştururlar. Henüz şaşkın ve sonucu beklemektedir. Bugün konuşmaktan ve fikrini söylemekten yoksun olan sınıf liderleri söze başlar ve köylü de bilir bilmez ortaya atılırsa gerçek ihtilâl o zaman bütün korkunçluğu ile hakim olarak her kafadan çıkan birbirini tutmayan seslerle ortalık bir curcuna sahnesine döner. Bugün bu anlama gelen birşey yoktur. Ama imkânların herşeye müsaid olduğunu ve yarının karanlık olup rüzgâr cadısının neler yumurtlayabileceğim hatırdan çıkarmamalıdır. Gün güne uymaz ve feleğin çarkı hep aynı yönde dönmez.

İhtilâlin sebeplerinden ve sebep olanlarından bahsettiğimiz sırada eski hükümet sisteminin düzeltilmesine zaten şiddetle ihtiyaç duyulmuş iken bu harbin ortaya çıkardığı türlü fenalıklar ve yenilginin meydana getirdiği acı tesirlerin de eklendiğini, kül altında ışıldamakta olan fitne kıvılcımını söndürmek mümkün iken çarın hükümeti hiçbir varlık ve ustalık eseri gösteremeyerek aksine onu körüklediğini yazmıştık. Beceriksiz körükçüler cezalarını ve kendilerine yaraşanı bularak birkaç gün içinde hapislere atıldılar ve efendileri (çar) yerinden atılmış ve sarayında tutuklanmış, taraftarları birer köşeye sinmiştir. Oni-ki kişiden oluşan bir geçici hükümet sorumluluğu üzerine alarak başa geçmiş, kendi içlerinden olmamak üzere bir bakanlar kurulu kurmuş,

ordunun ve büyük şehirlerin uyum ve güvenini sağlamış; kurucu meclis toplanarak Rusya’ya beklediği hürriyet ve düzenin verileceğini va-ad ve müttefikleriyle ilişkilerinin süreceğini ve işbirliği yaparak eskisi gibi savaşa devam edileceğini ilan etmiştir. Üyelerinin çoğunluğu ılımlı meşrutiyetçi olduğundan bildirilerinde ve ilânlarında birbirine zıt hükümlerden çekinmeyi ve halkın kavuşacağı hürriyete ve savaşın şeref-, li biteceğine dair ılımlı bir dil kullanmayı ve meşru hükümetin kurulmasına kadar idareyi elden bırakmayacak ise de meşru hükümet kurulduğu zaman sahibine vereceği hakkında dolaylı olarak açıkladığı görülmektedir. İyi niyetinde ve tuttuğu yolda bugün şüphelenmeyi ve karşı koymayı gerektiren birşey yoktur. Fakat amaçlarını kolaylıkla gerçekleştirebilecek mi? Yukarıda saydığımız beş sınıf halk işe karışır üstünlük iddiasına kalkarsa ne olabilir? Biraz da bu yönleri inceleyelim.

Geçici hükümet Çar Nicola Il.nıri zorla istifasından sonra (15 Mart 1917) küçük kardeşi Grandük Mişel’e tahtı teklif etti. Grandük kabul etmedi ve özür olarak herşeyden önce kurucu meclisin toplanıp hükümet şeklini tayin etmesi lüzumunu ileri sürdü. Bu nazik red şekli saltanat geleneklerine uygun ve gayet doğru bir hareketti. Ve dolaylı olarak “siz kim oluyorsunuz ki bana saltanat teklif ediyorsunuz, bu yetkiyi kimden aldınız? Milletin meşru vekilleri toplansın, hükümet şekli tayin olunsun, bana onlar teklif etsinler. Eğer hükümet şeklini uygun görürsem o vakit kabul ederim” azarlayıcı cevabı vardı. Dikkate değer önemli bir nokta da Romanoflarm(12) tanrısal haklarına karşılık millet hakimiyeti esasına bir çeşit uymasıdır(41).

Bu itibarla geçici hükümetin ilk teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Fakat müteşebbisler bundan müteessir olmadılar, mevki hırsı ile bir müddet daha tatlı hayallerini sürdürmeye iyi bir sebep buldular. İnsanlardan herşey beklenmez mi?

Kurucu meclisin toplanmasına gelince, bütün zihinler ihtilâl ateşi ile kızışmış ve savaş kaygısıyla meşgul ve dolu iken seçim yaptırmak imkânsızdır. Seçimlerin halkın oyu ile yapılacağına göre sonuç belli değildir. Bunalım zamanında seçilecek mebuslar geçici hükümetin istediği ılımlı meşrutiyet taraftarlarından mı olacak, yoksa daha ileri

uçtakiler mi galip gelecek?.. Burası da belli değildir. Savaş için harcanması gereken ortak çalışma kürsü münakaşalarıyla bozulmaz mı?

îşte bu noktalar gerçekten düşünmeye değer olduğundan kurucu meclis seçiminin savaşın sonuna bırakılması zorunlu olmuştur. Demek oluyor ki bugünkü hükümetin esas amacı savaşın sonunu beklemek, o vakit kurucu meclisi toplayıp hükümet şeklini tayin ettirmek ve kendince en elverişlisi olan ılımlı meşrutiyete kavuşmaktır. Kurucu meclisten beklediği karar çıkarsa grandüklerin milletçe en iyisi sayılan şahsa hükümetin bırakılması bu düşünce tarzının tabii bir sonucu olacaktır. Rusya için en hayırlı çözüm yolu budur. Yani ılımlı bir meşrutiyet esası üzerine hazırlanmış bir anayasa ve bu anayasaya uygun hareket edecek bir imparatorluk hükümeti (çar yine Romanoflardan olmak üzere)dir.

Sosyalistler galip geldikleri takdirde, çünkü bunlar bolşevik ve menşevik yani aşırı ve ılımlı adıyla programları farklı iki kısma bölünmüş olup hükümet şeklinin ya bolşeviklerin istedikleri gibi aşın hürri-yetlere(13) veya menşeviklerin gayeleri gibi ılımlı cumhuriyete dönüşeceği basının verdiği haberlerden anlaşılıyor. Rusya’nın coğrafi durumuna ve milliyetler ayrılığına göre en aşırı hürriyet ve ne cumhuriyet ile idaresi, birliğinin ve düzeninin devamlılığı mümkün olamaz. Bilindiği gibi sosyalistler çoğunlukla işçilerden meydana gelmiştir. Fabrikalarda yağ ve demir kokuları içinde sabahtan akşama kadar çalışıp geçimi gündeliğine bağlı ve çalışamadığı günler için geçimi belirli ve gündeliğinin artması sınırlı olmakla beraber işçi başının veya fabrikatörün lûtfuna bağlı olan bu sınıf halk, zenginlerin parasına karşı kıskançlık ve düşmanlık bakışları kabarmış olduğundan bütün ümidini siyasal ve sosyal büyük bir değişikliğe bağlamıştır. Yürürlükte olan kanunlar kara bulutlar gibi ümitsizliğini artırmaktadır. Bugünkü sistem tamamıyla bozulup yeni bir düzene girmedikçe durumunun düzeleceğine inanmamaktadır. Koca bir ülkeyi, kültür düzeyi yeterli olmayan bir milleti, daha doğrusu cinsleri ve istekleri ayrı bir kavimler topluluğunu cumhuriyetle veya ona yakın aşırı hürriyetle bir birlik altında tutmak zordur. Sosyalistlerin kazanması halinde kıskandıkları zenginlerin mal ve mülküne el uzatmak ve bunları zorla ele geçirmek ve bolşeviklerin komünizm nazariyelerini uygulamaya kalkışmak ihtimali de vardır. Bu sebeple cumhuriyet usulünün uygulanması Rusya için tamamıyla zararlı olacağı İnancındayız. Ergeç sonucu bugünkü büyük saltanatın dağılması olur.

Üçüncü sınıf olarak saydığımız ordu devletlerce yalnız uygulama aracı durumundadır. Onun kendi başına hükümet idaresine ve politikaya karışması tehlikeli olur. Soylulara mensup ve sayıları az olan subaylar hariç diğer subayların çoğunluğu eğitim görmüş, görevine ve yurduna bağlı onurlu kişilerden olup savaşın yorgunluğu ve eski idarenin haksızlıkları ile bezgin hale gelmiş ve aslında reformlara taraftar olsalar bile her ordu gibi yürekleri vatan sevgisi ile dolu olduğundan halkın yararını nerede görürlerse oraya katılmaları tabiidir. İçlerinde bazı, sivri akıllılar ve gericiler bulunabilir. Fakat hepsinin geçici hükümetin görüşüne katılması kuvvetle ümit edilebilir. Ama erler özellikle denizciler ihtilâlin ilk günlerinde subaylarını dinlemeyerek ve sosyalistlerin kışkırtmalarına uyarak Petersburg içinde sağa sola pervasızca silah atarak, öldürmeye, yakıp yıkmaya ve serhoş haytalıklara koyulduklarından bu şartlar altında ordunun düzenli hale dönüşmesi şüphelidir.

İhsanlara ve nimetlere boğulmuş olan müstebit çarlık taraftarlarının fanatik bir hareket yapmaya artık güçleri yetmeyeceği anlaşılıyor. Bundan sonra geçmişi anmakla vakit geçirsinler, çünkü kımıldadıkça başları ezileceği muhakkaktır. Ancak gelecek hükümetler hata yaparlar da onlara ışık tutmaya yönelirlerse fanatiklerin harekete geçmesi uzak değildir. Fakat bu hareket, ölüm çırpınması gibi olacaktır. İstibdadın modası geçmiştir.

Milletin büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin de dernekler kurmaya ve isteklerini duyurmaya başladıkları haber almıyor. Siyasi işlere kayıtsız olan bunların istekleri olsa olsa vergilerin azaltılmasından ve genel güvenliğin yaygınlaşması ve sağlanmasından ve büyük çiftliklerin küçük parçalara bölünerek kendilerine dağıtılması ve satılmasından ibaret kalır. Onlar için hükümet şekli münakaşaya değer meselelerden değildir. Değerlendirme güçleri olmadığından fikirleriyle de iş görülemez. Ve bir de tarımla uğraşmaları dolayısıyla her zaman dua elleri Allah’a açık olup yağmuru, güneşi ve bereketi ondan beklerler, inançları ve kadere imanları sağlamdır. Sosyalizm fikirleri onlara bulaşmamıştır. Sosyalistler papazları dünya gözüyle görmek istemezlerse de tarımla uğraşanlar onların en yakın topluluğudur. Uzaktan kiliselerin çanı çalınınca yerlere kapandıklarım görenler pek çoktur. Acaba bugün çarın başına gelen felaketleri duyup da resmi önünde haç çı-karan(14) kadın erkek köylüler az mıdır? Kudsal çarı eza ve cefada

Hz. İsa’ya benzeterek kalplerini heyecanlandıran ve gözlerinden yaş akıtan papazlar köylerden büsbütün uzaklaşmış mıdır? Bu soruların cevabı olumsuzdur. Şu da var ki doğruyu görme yetenekleri az olduğundan her çeşit propaganda, duygularına uygun olmak şartıyla, onlarda sonuç verecek yer bulabilir. Tatlı ve okşayıcı sözlerle fikir değiştiri-vermeleri örnekleriyle sabittir.

Bugünkü savaşta vücutları ve mallarıyla en büyük fedakârlık kendilerine yüklenmiş olduğundan savaşın devamından onların da bıktıklarından şüphe edilemezse de değerleri miktarlarından az olması bakımından bugün işleyen siyasi çarkta bir anlamda önem taşımazlar. Yalnız ekonomik olan isteklerinin de ürkütücü söz vermelerle geçiştirilmesi zor olmaz.

Özetlersek ihtilâlin yönü ve akışı ılımlı bir meşrutiyete doğru olduğu görülmektedir. Atılacak temelin sağlam olması sâkin, rahat ve etraflı düşünülerek yerleştirilmesine bağlıdır.

Buğun sözünü yürüten geçici hükümete, ılımlı meşrutiyetçilere rakip büyük bir kuvvet vardır. O da bolşeviklerdir. Bilindiği gibi ihtilâller fırtınalar gibi ortalığı dalgalandırır. Dalgalar arasında o zamana kadar bilinmeyen şeyler ortaya çıkar. Kargaşalık devirlerinde hakimiyet olgun ve tedbirli hareket etmek isteyen akıllı ve etraflı düşünenlerin elinde kalmaz. İleri fırlayan atılganlara geçer. Rusya ihtilâli henüz kesin sonuca ulaşmamıştır, âdi adımla yürümektedir. İşçi sınıfı adına kongrelerde, komitelerde, sovyetlerde nutuk atan başkanlann ateşli konuşmaları halkın ayaklanmasmı şiddetlendirerek uyanacak hırslar yeni fırtınalar doğurabilir. Gerçi durumun gidişi uzaktan bize zararsız gibi görünüyor. Ama bu sessizlik ve durgunluk gerçek midir. Her an kargaşalık fırtınasının tazelenmesine engel yok mudur? İşçi sınıfının Ka-delere yani ılımlı meşrutiyetçiler üzerinde zafer kazanması ihtimali giderilmiş midir? Bunları yakından gözlemeye ve hüküm vermeye durumumuz ve bilgimiz yetersiz ve uygun değildir. Geçici hükümetin duruma hakim olmaya ve sözünü yürütmeye gücü yeteceğine inanmakta isek de diyebiliriz ki temelinden sarsılan bir binanın iki tarafa yıkılması muhtemel ve bir yangının havanın değişmesiyle yön değiştirdiği görüldüğünden zafer şahidinin yukarıda sözü edilen beş sınıftan İkincisine (sosyalistler) güler yüz göstermemesine ve hattâ gerideki üçüncü sınıfın da günden güne başoyuncu olarak ortaya atılmamasına kesin hüküm verilemez. İhtilâl her ihtimale kaynak olabilir. Fitne anası karnındaki yavruları gizli gizli büyütür de bir anda kapar koyuverir.

Geçici hükümet yerini, şeriata ve kanuna uygunluğunu korumak için kanunlara göre hareket etmesi gerektiğinden rakiplerini ve düşmanlarını uzaklaştırmak ve bastırmak hususunda kanun yolundan sapmamaya mecburdur. Suyun bulanmasından dolayı dipten yüze çıkan taşkınlara söz dinletmek hayallerin delisi olan sosyalizm sevdalılarını ve hürriyet delilerini susturmak kanun yoluyla mümkün olamaz. Esasen ihtilâl karışıklığında kanunları olduğu gibi uygulatmak boş şeyle uğraşmak gibi olacağından azgınların disiplin altına alınması ve zincirlerini kırıp boşanan hırslarının idaresi pek güçtür. Ancak zor kullanılmış olsun. İstibdadı yoketmeyi görev edinen bir heyet kendisi şiddete dönüşürse şahsı ve mevkii ile oynamış olmaz mı? İnandığı yolda kesin bir çelişkiye düşmez mi? Hem zorlama gücünü nerede bulacak?

Bir de oniki başlı bu hükümet on ay sonraya ertelenmesi bildirilen kurucu meclisin toplanmasına kadar fikirlerin ve görüşlerin birliğini koruması ve üyeleri arasında ayrılık ve anlaşmazlık çıkmaması kuşkulanılacak hususlardır. Kesin bir duruma geçmeye ve bütün sınıfların güven ve inanını, bütün güçleri ve fikirleri etrafında toplamaya gücü yeterse Rusya’ya değerli hizmetler yapmış olacaktır.

Bu son görüşlerimiz bir varsayım içinde kalabilir. Birkaç kerre tekrar ettiğimiz gibi durumun değişeceğine delil olabilecek belirli bir işaret yoktur. Eğer ileri sürdüğümüz bu görüşler gerçekleşir ve hükümet etme gücü sosyalist cumhuriyet veya aşırı hürriyet tarafdarlarma geçerse iki halden birine göre yukarıda söylediğimiz görüş sonuçlan gerçekleşeceğinden devlet karanlık bir geleceğe düşecektir. Gericilerin başkaldırıp muvaffak olması ve ordunun işe karışması düşünülemeyeceği gibi tarımla uğraşanlann da birleşmesine ihtimal verilmez, bu sınıfı, bir dereceye kadar, isteklerini yerine getirmekle memnun etmek mümkün ve kolaydır.

Sonuç olarak bugünkü mücadele ne şekilde biterse bitsin ihtilâl bir sarsıntıdır. Devlet binası sarsılmış ve sakin su bulanmıştır.

Bunalımlı bir savaş felaketi içinde birbirine zıd eğilimleri ve hevesleri uyandırıp bütünleşmesi gereken halkoyunu çeşitli yönlere sürükleyici bir de siyasi münakaşa derdi çıkarılması Rusya için zararlıdır. Zararın hafifletilmesine devlet adamları, büyük bilginler, askerin ileri gelenleri, milletin onurlu kişileri memleketleri için, İngiliz ve Fran-sızlar menfaatleri gereği elbirliği etseler de alt üst edici fırtınanın yerinden oynattığı devlet gücünü yerine koymak zordur, savaşa az çok

tesir edecektir. Amma bu tesirin derecesini tahmin etmek ihtilâl olayını yakından görmeyi gerektirdiğinden bilmeden büyütüp de birtakım hayallere kapılmak doğru olamaz.

Bu ihtilâlin savaşa az veya çok etkileyeceği tanıklığa yer bırakmamakla beraber asıl beklenilen duruma yani barışın çabuklaştırılmasına yardım edecek mi? Asıl can alacak nokta budur. İhtilâlden doğan geçici hükümet milletin bütün sınıflarının tam desteğini görmedikçe kendini barış yapmaya yetkili saymasını ümit etmeyiz. Genel isteğe bakmadan ve milletin oyunu öğrenmeden böyle büyük bir işe kalkmak bugünkü akıllı hükümetten beklenemez.Hattâ kendilerini her türlü baskıdan uzak sayan aşırıların bile kendi başlarına barış görüşmelerine girişmeleri uzak görülür. Barış herkes tarafından arzu edilmekte, savaşın devamı usanç bıkkınlığı artırmaktadır. Fakat barış görüşmelerini açmaya kim ve nasıl teşebbüs edecek? Diyelim ki şartlar kararlaştırılsa kabul ve imza etmek için gereken yetki nereden verilecek? Bugünkü Duma meclisi milletin vekâletini taşıması bakımından sorumluluğu yüklenmedikçe veya başka şekilde kanuni yol bulunmadıkça barışın acele yapılması düşünülemez. Times (Tayms Gazetesi) bir makalesinde diyordu ki (Bugün Rusya’da gerçekten hükümet eden bir kurul yoktur. Rusya’yı idare eden kurulların da gerçek güç ve kuvvetleri yoktur. Bir-biriyle çarpışan siyasi partiler, içlerinden hangisi gerçekten halkın çoğunluğuna dayanabileceğini bilmiyor. Hiçbir parti kendine güveneme-diği için kesin bir istek veya teşebbüste bulunamıyor).

Barış şartlarının esası ne olacağı resmi bildirilerden ve kongrelerin kararlarından çıkarılabiliyor. Sosyalizm ülküsü milletleri kardeş saymak, her milletin tam bir serbestlikle gelişmesinde haklı olmak, başka ülkeleri istilâ etmeyi bir çeşit zorla alma kabul etmek prensipleriyle özetlenebileceğinden teklif edilecek şartlarda toprak almak ve vermek gibi şeyler bulunmamak gerekiyor. Yeni esaslar üzerine kurulmuş olan geçici hükümet de açıklamalarında bu prensipleri okşamıştır. Dışişleri bakanı Miliyokof müttefik ve tarafsız devletlere yaptığı genel bildirisinde savaş ve savaş sonucu konusunda Rusya’da hiçbir şey değişmediğini ve zaferin sonuna kadar mücadeleye eskisi gibi devam edileceği gibi İstanbul ve diğer Osmanlı ülkeleri hakkında eski isteklerinden vazge-çilmediğini ilan etmiş ise de resmi dil gereği olan bu sözlerin milletin düşüncesinde kuvvetli yankılar bulacağı şüphelidir. Bu sebeple yeni esaslara dayanan yeni usûl bir hükümetin toprak alıp veremeye razı

olması ve toprak alma davasını ileri sürmesi durumuna uygun düşmez. Özetle basında sık sık dolaşan barış sözlerinin gerçeğe dönüşmüş olması arzu edilir olmakla beraber henüz Rusya’da sorumlu yetkililer görülmemektedir. Bakalım gelecek günler ne gösterecek(15).

AÇIKLAMALAR

·        1 — 1815 yılında toplanan Viyana Kongresinde Avusturya başvekili Prens Me-

temih’in teklifi ile memleketlerinde hükümdarlara karşı çıkabilecek halk hareketlerini önlemek amacıyla bir çeşit hükümdarlar sigortası diyebileceğimiz Kutsal İttifak kuruldu. Bu ittifak Avrupa’nın neresinde bir halk hareketi meydana gelirse onu elbirliği ileönlemeyi amaç edinmişti. Bu ittifak 1830yılına kadar sürmüştür.

·        2 — Serf usulü ile Feodal sistem anlatılmak istenmiştir. Serf, feodal sistem usu

lünde Suzeren denilen hakim sınıfın sahip olduğu topraklarda yaşayan ve herşeyi ile senyörün (efendinin) olan halk için kullanılan bir deyimdir. Bu sisteme Servai adı da verilir. Çar Aleksandr II. 1861’de çıkardığı bir emirname ile serf sistemi kaldırmış ise de Rusya’da uygulama değişmemiştir.

·        3 — Çar Aleksandr II. Rusya’da birçok sosyal reformlar yapmasını rağmen Nih-

listlerin saldırılarından kurtulamamış 1881 ’de yapılan bir suikast sonunda öldürülmüştür.

·        4 — XVIII. yüzyıl sonlarında Lehistan’ın (Polonya) paylaşılmasında ülkenin en

geniş kısmını ele geçiren Ruslara karşı PolonyalIların zaman zaman ayaklandıkları olurdu. Bu ayaklanmalar Rus ordularının şiddetli baskısı ile önlenirdi. 1848 ayaklanması bunların en önemlilerinden birisidir.

·        5 — Prens Bismarck Almanya başbakanı olup Alman milli birliğinin kurulma

sında baş rolü oynamış ve 1871 ’de Alman imparatorluğunu ilan etmiş büyük bir politikacıdır. Avrupa’da Almanya için tehlikeli olabilecek bir gücün meydana gelmesini önlemeye çalışmıştır. İlk zamanlarında Osmanlı İmparatorluğu ve dolayısıyla Doğu Meselesi ile hiç ilgilenmemiş ve Osmanlı İmpara-torluğu’nun kendisi için Pomeranyalı bir erin kemikleri kadar önemi olmadığını söylemiştir. Bu sebeple Alman İmparatoru Wilhelm ’in İstanbul’a gitmesine de engel olmak istemişse de 1889’da imparator, padişah Abdülhamid Hin konuğu olarak İstanbul’a gelmiştir. Bu olay Türk-Alman yakınlığının başlangıcı olmuştur.

·        6 — Duma, krallıkla idare edilen birçok Avrupa memleketlerinde bulunan genel mec

lisin Rusya ’daki adıdır. Hemen hiçbir fonksiyonu olmayan bu meclis Rus aristokratlarından meydana gemiş ve hükümdar istediği zaman toplanırdı.

·        7 — 1871’de Alman İmpratorluğu’nun ilanından sonra Avrupa’da, Almanya’ya

karşı bir güç dengesi kurulması amacı ile Fransa ve İngiltere “Entende Cordial" denilen ikili birliği kurdular. Buna 19Ö5’te Uzakdoğu’da İaponlara yenilen Rusya da katılarak Üçlü İtilâf grubu meydana geldi. Buna karşılık Almanya da Avusturya ve İtalya ile Üçlü İttifak grubunu kurdu. İki grubun savaş hazırlıkları 1914 yılında Avusturya veliahdının Bosna şehrinde bir Sırplı tarafından öldürülmesi ile I. Dünya Savaşı başlamış oldu. 27 Haziran 1914.

·        8 — Hess-Darmstad Haneaanı Almanya’daki Hohenzolem, Saksonya ve benzeri

büyük hükümdar ailelerinden birisidir.

·        9 — Rasputin, Petersburg’taki Rus çarlarının sarayında özellikle çariçe ve çarın

büyük sevgi ve takdirinin kazanmış basit bir rahip olup her ikisi üzerindeki bu büyük etkisi dalaşıyla Rus sarayında sözü en çok geçen birisi olmuştu. Yaşadığı iğrenç hayat tarzı halk arasında büyük bir tepki yaratmıştı. Rus asillerinden bir prens tarafından gizlice öldürülmüştür. Rasputin ’in Almanlar hesabına casusluk yaptığı halk arasında söylenti halinde yayılmıştı. Anlaşılamayan ölümünde bu söylentinin de rolü olduğu ileri sürülmüştü.

10— Beimann Holuıeck o sırada Alman şansölyesi bulunuyordu.

11 — İhtilâl ve inkılâp kelimeleri bugün dilimizde hiçbir anlamı ve dilbilgisi bakımından da doğrû olmayan devrim kelimesi ile ifade edilmektedir. Dili sadeleştirme onu kelime bakımından fakirleştirme olmadığına göre bugünkü dil kargaşalığına bir son verilmesi bir kerre daha ortaya çıkmaktadır. İhtilâl ile inkılâp kelime anlamlarıyla ayn manalar ifade ederler. İhtilâl bozulmak, inkılâp ise değişmek demektir. Ancak her iki kelime de siyasi terminoloiide ayn anlamlar taşır. Siyasi anlamda ihtilâl Fransızca Revolution karşılığı olup bir devletin siyası teşkilâtını, kanuni gereklere uymadan, değiştirmek için güç ve kuvvet kullanarak yapılan geniş çaptaki halk hareketleri demektir. İnkılâp ise devlet eli ile memleketin sosyal hayatının ve kurumlannın dengeli ve ölçülü usullerle köklü bir şekilde yenileştirilmesi demektir. Yazarın ihtilâlin tanımlanması hakkmdaki açıklaması gerçeği uygun ise de inkılâp için yaptığı tanımlama gerçeği tam yansıtmadığı kadar Rusya ’daki durum hakkında da doğru değildir. Çünkü 1917yılının 18 nisanında Rus ihtilâli henüz tamamlanmamış ve kesin şeklini almamıştı. Yazar makaleyi yazdığı 18 nisan günündeki olayları değerlendirmiştir.

12— Ronianof sülalesi Rusya’da 1612’de Rurik sülalesinin yerine geçen ve 1917 yılma kadar Rusya’yı idare eden çarlık ailesidir. Son çar bilindiği gibi Nicola II. olup 1918 yılında bolşevikler tarafından bütün ailesi ile beraber sürüldüğü

' Sibirya’da öldürülmüştür.

13 — Yazar burada bolşevizmi o günkü tutumu ile dikkate alarak böyle söylemektedir. Çünkü o zamana kadar dünyada komünist idare hiçbir yerde kurulmadı-

ğmdan bunların ileri sürdükleri hürriyet sloganlarına göre hüküm vermektedir. O sırada batının bazı ünlü yazarları mesela Andree Gide ve benzerleri de böyle düşünerek/komünizmi övmüşlerdi. Gerçek durumu gördükten sonra çoğu fikir değiştirmişlerdir.

·        14— Bütün Hıristiyanlarda olduğu gibi Ortodoks Ruslar da dua esnasında Hıristiyan azizleri önünde diz çökerek bizim haç dediğimiz istavruz çıkanlar. Fanatik Rus köylüleri için çar aziz (kudsal) sayıldığından onun önünde de haç çıkanrlardı.

·        15— Yazann henüs Rus ihtilâlinin başlangıcında olayların tam gelişmediği ve rayına oturmadığı bir sırada yazdığı bu makale Rusya’nın geleceğine ait birtakım tahmin ve faraziyeleri kapsamakta olduğundan gerçekleri tam olarak yansıtmamaktadır. Bununla beraber geleceğe ait ileri sürülen tahminlerde büyük bir isabet bulunduğu da açıkça görülmektedir. Makalenin yazılmasından sonra Rusya'da olayların gelişmesi kısaca şöyledir: Ekim 1917 ihtilâlinden sonra Kerenski’nin kurduğu geçici hükümet komünistler tarafından devrilerek Lenin başkanlığında bir “Halk Komiserleri Meclisi” adıyla komünist pro-leterya diktatörlüğü kurulmuştu. Bu yeni reiim Kızıl Ordu’ya dayanıyordu. Bu ordu ile komünistler sosyal demokrat bir hükümet kurmak isteyen beyaz Rusları (Menşevikler) yenmişler, 3 Mart 1918’de Almanlarla Brest Litovsk barışını yaparak savaştan çekilmişlerdir. Ayni senenin temmuzumda da Sibirya’ya sürülmüş olan çar ailesinin hepsini öldürmüşlerdir.

DEYİMLER VE TEBİMLER SÖZLÜĞÜ

•A

AÇIKTA KALMA : Mazuliyet karşılığı olarak kullanılmıştır. Azil, memurların bağlı bulundukları yetkili üst makamlar tarafından yapılan ve onun memurluk görevi ile ilişkisinin kesilmesi demektir. Türkiye’de cumhuriyet döneminden evvel memurların özlük haklarım koruyan bir kanun mevcut değildi. Bir memur üstü tarafından her zaman azledilebilir ve bir müddet sonra tekrar göreve ahnabilirdi. Bu süre içinde memura lüzum görülürse bir miktar aylık da verilebilirdi. Buna da mazuliyet aylığı denirdi.

AKÇA : Genel anlamda para demektir. Daha ziyade Osmanlılar zamanında Tanzimat dönemine kadar en küçük para birimi olarak kullanılmış bir deyimdir.

ÂMEDCİ : Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında bugünkü hükümet, yani bakanlar kurulu demek olan “Divan-ı Hümayun”da alınan kararlan yazan ve bunlan mabeyne (padişah sarayına) sunan ve oradan gelen irade, ferman ve cevaplan özel defterlere kaydeden çok önemli bir daire olan “Amedi-i Divan-ı Hümayun”un başkanı için kullanılan bir deyimdir. II. Mahmut zamanında divan usulü kaldırılarak kabine usulü kurulunca da bu daire devam etmiştir. Bu dairenin memurlarına Âmedi hu-lefası dendiği gibi bürolarına da Âmedi Odası veya Âmedi kalemi denirdi.

APOLET : Bir subayın elbisesinin yakasında veya göğsünde veya kolunda takılı rütbesini belirten işaretlerin adıdır.

ARPALIK : Devlet hizmetinde çalışan memurlara verilen ek ödenek veya bir memurun görevinden alınıp açıkta kaldığı (mazul) veya emekliye çıkarıldığı zaman emekli maaşı karşılığı para veya mülk olarak kendisine verilen şey anlamında kullanılan bir deyimdir.

ARZ TEZKERESİ : Genellikle Bâb-ı Âli’den (sadrazamdan) Mabeyne (Padişah Sarayına) yazılan yazılar hakkında kullanılan bir deyimdir.

ASAKİR-İ MANSURE : 1826 yılında Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni ordunun adıdır. İlk kumandana Ağa Hüseyin Paşa ve sonra da Hüsrev Paşa olmuştur.

ÂŞAR : Osmanlı Devleti’nde ilk devirlerden yıkılışına kadar toprak ürünlerinden alman verginin adı idi. Topraktan elde edilen ürünün onda birini vergi olarak devlete vermek anlamınadır. Ancak bu vergi ilk zamanlarda para olarak devlet hâzinesine gönderilmez, ekiciden vergiyi toplayan ve “Sahib-i Arz” demlen şahıslar tarafından alınır, kanunen beslemesi gereken miktarda Cebelu denilen tam teçhi-zatlı savaş eri yetiştirilirdi. XVIII. yüzyıldan itibaren sistem bozulmuş ve iltizam usulü uygulanmaya başlanmıştı. Bu ise halkın soyulmasına sebep olmuştur. Bu sistem cumhuriyet devrinde kaldırılmıştır.

ATABEY : Padişah veziri anlamında olup daha ziyade Selçuklular zamanında kullanılmış bir deyimdir. OsmanlIlar devrinde bunun yerine Lala deyimi kullanılmıştır.

AZİL : Bir memurun memurluk görevinden alınması işlemi hakkında kullanılmış bir deyimdir. Bu kişilere mazul denirdi.

B

BÂB-ÂLİ: Lügat anlamı ile büyük kapı demek ise de siyasi literatürde Osmanlı İmparatorluğu hükümeti anlamında kullanılagelmiş bir deyimdir. Yabancı kaynaklarda “La Sublume Port” diye geçer. Bâb-ı Âli bugün, bulunduğu bölgeye de ad olan İstanbul Valiliği’nin bulunduğu binadır. Bu döneme kadar devletin bütün işleri Bâb-ı Âli’de görüldüğü halde bu tarihlerde eski nüfuz ve itibarını kaybederek buraya “boş kapı” anlamına “Bâb-ı Hâli” denilmeye başlanmıştır.

BÂB-I ÂSAFİ: Eskiden sadrazamların oturdukları konaklar için kullanılan bir deyimdir. Buna Paşa Kapısı adı da verilirdi.

BÂB-I FETVA : Devlet işlerinin şeriat hükümlerine göre yürütülmesini sağlamakla görevli olan müftülerin bulundukları dairenin adıdır. Sonradan Şeyhülislâm adı verilen müftülerin oturdukları bu daireye Bâb-ı Meşihat adı da verilmiştir.

BÂB-I SERASKERİ : 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni askeri teşkilatın başına kumandan olarak getirilen şahıslara serasker dendiği gibi bunların bulunduğu binaya da Bâb-ı Seraskeri denilmiştir. Bu daire Bayezit’te bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan binada bulunmakta idi.

BAHRİYE NÂZIRI: Denizcilik bakam anlamında ise de daha ziyade deniz kuvvetleri bakanı demektir. Bugün birçok ülkelerde olduğu gibi memleketimizde de ülke savunmasını Milli Savunma Bakanlığı yüklenmiştir.Bu da Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri olmak üzere üç bölümden meydana gelmiştir.

BAKAYA : Senesi içinde toplanamayan vergiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlar ertesi ve müteakip yıllarda toplanmaya çalışılırdı. Bu deyim senesi içinde askere alınamayan kur’a erleri için de kullanılır.

BÂLÂ RÜTBESİ: Rütbe, devlet memurları ile halktan bazılarına devletçe verilen pâye ve unvanlar demektir. Osmanlılann daha kuruluş yıllarından itibaren evvela askeri teşkilatta sonraları mülki teşkilatta da uygulanmaya başlayan memurlara bir rütbe vermek usulü 1833’te II. Mahmud’un devlet kuruluşlarında yaptığı ıslahat sırasında daha düzenli bir hale getirilmiş ve Bâlâ, Ülâ, Saniye, Sâlise, Râbia rütbeleri ihdas edilmiştir. Bâlâ rütbesi bunların en yükseği olup vezirlik rütbesinden sonra gelirdi. Tanzimat döneminde bu usûl daha da genişletilerek her memura yaptığı işin önemine göre bir rütbe verilmiştir. Rütbeler âmirlerin önerisi ve padişah veya sadrazamın onayı ile kesinleşirdi. Memurun görevinden alınması halinde taşıdığı rütbesi de alınmış olurdu. Cumhuriyet devrinde devletin bütün vatandaşları eşit sayıldığından bu sistem kaldırılmış, yalnız askeri rütbeler bırakılmıştır.

BALIKHANE : Topkapı Sarayı’nm Marmara Denizi tarafında bulunan bir kapısının adı idi. Padişahın gazabına uğrayan vezir-i azam ve benzeri büyük rütbeli kişiler

bu kapıdan sürgün edilirdi. Eğer padişah tarafından öldürülmesi emir olunmuş ise Bostancıbaşı tarafından orada boğularak öldürülürdü.

BALIKHANE NÂZIRI: İstanbul’da tutulan balıkların satış yeri olan Balıkhane işlerinin yürütülmesi ile görevli kimse için kullanılan bir deyimdir.

BAŞMABEYİNCİ : Sarayın büro işlerine bakan padişah yakınlarının başı için kullanılan bir deyimdir. Buna Serkurena, Serkarin adı da verilirdi. Son zamanlarda Mabeyn Başkâtibi denilmiştir.

BEDESTEN : Kelime anlamı ile bezzazistan kelimesinin değişik şekli olup kumaş ve benzeri eşyaların satıldığı kapah yer anlamında ise de bugün İstanbul’daki Kapalı Çarşı’nın bir bölümünü oluşturan ve Sandal Bedestan denilen kıymetli mücevher ve antika eşyaların satıldığı yerdir.

BEYLİKÇİ : Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden başlayarak XVIII. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiş olan Divan-ı Hümayun denilen en büyük merkez kuruluşunun önemli görevlilerinden birisinin unvanıdır. Reis el-küttab denilen devletin dı-şişleriyle meşgul olan görevlinin yardımcısıdır. 1253-1837’de II. Mahmut zamanında yapılan idare ıslahatından sonra sadrazamlık emrine verilmiştir. İmparatorluğun yıkılışına kadar önemli bir devlet memurluğu olarak devam etmiştir.

BEYLERBEYİ : Osmanlı Devleti’nin.ilk kuruluş yıllarında devletin hakimiyeti altındaki ülkelerin başında bulunan idare âmirleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Bugünkü idare teşkilâtımızdaki valilere mukabil olan beylerbeyiler çok daha geniş yetkilere sahip bulunuyorlardı. Bu ilk devirlerde Rumeli ve Anadolu Beylerbeyi olmak üzere iki tane idiler. Devlet bir imparatorluk haline gelince sayıları da artmıştır. İdareleri altında bulunan eyaletlerdeki Timarlı sipahilerin de başı idiler. Bu sebeple askeri bir teşkilâtın da başı bulunuyorlardı. Savaşta başında bulundukları eyaletin timarlı sipahileriyle sefere katılırlardı.

BIYIK BURMAK : Halk gelenekleri arasında bir çapkınlık alâmetidir. Böbürlenmek, kendini göstermeye çalışmak anlamına gelir. Eskiden çapkın erkekler kadınlara göz kırpmak yerine bir kadının yanından geçerken bıyık burarak kur yaparlarmış.

BİAT : Kelime anlamı “uyan, tâbi olan” demektir. Saltanat reiimlerinde yeni padişah olanların padişahlığının kabul edilmiş olduğunu tespit için yapılan merasimdir.

BİNİŞ : Yüksek rütbeli bilginlerin (ulemanın) giydikleri geniş cübbenin adıdır.

BİRUN : Lügat anlamı ile dış, hariç demektir. İdari teşkilat bakımından saray mensup lan karşılığı olarak devleti yönetenlerden oluşan hükümet mensupları anlamını ifade eder. Bunun karşılığı saray mensuplan anlamına Enderun deyimi kullanılırdı. Binin denilen hükümet mensuplarının başında sadrazam, Enderun mensuplan ise padişahın idaresinde ve emrindeki kişilerden oluşurdu.

BOLŞEVİK : İşçi sınıfı diktatörlüğünden doğmuş olan totaliter siyasi reiime mensup kişi demektir.

BUYRULTU : Yüksek makam sahibi bir memurun kendisine sunulan yazılı bir kâğıdın yukarısına veya yanma yazdığı emir veya açıklama için kullanılan bir deyimdir.

CAİZE: Bir göreve tayin edilenlerin kendilerini bir göreve tayin edenlere verdikleri para veya değerli eşyalar hakkında kullanılan idari bir deyimdir. Caize padişahlara bile verilirdi. Buna Tuğ-ı Hümayun caizesi denirdi. Birçok yolsuzluklara sebep olan caize verme usulü Selim III. zamanında bir kanun ile yeni bir nizama bağlanmıştır. Bu kanunnameden önce caize olarak ubudiyet, bohça bahası, ferman harcı, tebşiriye ve kudumiye adları ile alınan para ve hediyeler de caize sayılırdı.

CARİYE : Savaşlarda esir edilen veya para ile satın alınan kız veya kadınlar için kullanılan bir deyimdir. Cariye, eski devirlerde herhangi bir eşya veya hayvan gibi alınıp satılır bir ticaret eşyası gibi telakki olunurdu.

CELÂLİ: Devlet veya hükümete karşı isyan edenler hakkında kullanılmış bir deyimdi. Aslında Yavuz Sultan Selim zamanında Bozok denilen bugünkü Tokat taraflarında hükümete karşı isyan eden Celâl adındaki bir isyancıdan dolayı diğer bütün isyan edenlere de Celâli denmiştir.

CÜ-LUS : Bir padişahın ölümü üzerine yerine geçme olayı hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu olay için büyük merasim yapılır ve askerlere bahşiş verilirdi ki buna cülus bahşişi adı verilirdi.

Ç

ÇARİÇE : Rus çarlarının kanlan hakkında bir deyimdir.

ÇELEBİ: Genellikle dilimizde nazik, zarif, hoşgörülü, terbiyeli, Fransızca gentilhomme karşılığı kullanılan bir deyim ise de Fatih Mehmet devrine kadar padişahın erkek çocukları için kullanılmış bir deyimdir, Çelebi Mehmet, İsa Çelebi v.b. gibi. Mevlevilik tarikatının kurucusu olan Mevlana Celalettin-i Rumi’nin evlad ve ahfadına da Çelebi denmiştir.

ÇELEBİ EFENDİ : Konya’da bulunan Mevlevi tekkesi başşeyhi (postnişin) hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlara Dede Efendi de denirdi.

D

DAİMİ ELÇİ : Büyük Avrupa devlet merkezlerinde Osmanlı Devleti’ni temsil eden elçiler için kullanılan bir deyimdir. Bunlara Mukim elçi veya İkamet Elçisi de d e-nirdi. Osm..nlı Devleti bir Avrupa devleti olmasına ve İstanbul’da birçok Avrupa devletlerinin birer elçisi bulunmasına rağmen XIX. yüzyıl başlarına kadar yabancı ülkelerde daimi elçi bulundurmazdı. Bir yabancı devletle bir politik mesele görüşüleceği zaman oraya özel bir elçi gönderilir ve işin bitiminde elçi geri dönerdi. Bu biraz da devletin dış meselelerini kendi karar ve arzusuna göre çözebilmesi gücünden ileri gelmekte idi. Halbuki bütün XVIII. yüzyıl boyunca uğranılan yenilgiler, devletin yüksek yöneticilerine Avrupa devletleriyle daha sıkı ilişkiler kurma ve Avrupa siyasi dengesinden faydalanma zorunluğunu duyurmuştu. Bu sebeple ilk defa XIX. yüzyıl başında Selim III. zamanında Paris, Londra, Viyana gibi büyük merkezlerde daimi elçilikler kurulmuştu. İşte bu elçilere Mukim elçisi veya İkamet elçisi adı verilmiştir. Tanzimat döneminde bu önem daha da artmıştı.

DAR-IŞURA-İ ASKERİ : Mahmut II. zamanında devlet işlerinin görüşülmesi ve yapılacak işlerin kararlaştırılması için kurulan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, Dar-ı Şura-i Bâb-ı Âli gibi askerlik işlerini görüşmek ve kararlaştırmak üzere kurulan meclisin adıdır. Ancak kurulun doğru adı yukarıdaki gibidir. Dar-ı Şura-i, Seraskeri deyimi yazarın kendisi tarafından söylenmiştir. Bu kurul Tanzimat devri sonlarında kurulan Seraskerlik dairesinin ihdası üzerine kaldırılmıştır.

DARÜSSAADE AĞASI: Osmanh sarayının en yüksek memurudur. Devlet protokolünde sadrazam ve şeyhülislâmdan sonra gelirdi. Buna Kızlar Ağası da denirdi. Darüs-saade kelime anlamı ile padişahın evi demektir. Bundan dolayı sarayın harem denilen özel kısmın bütün işlerinden kendisi sorumlu idi. Bu görev imparatorluğun yıkılmasına kadar devam etmiştir.

DEAVİ ÇAVUŞU Topkapı Sarayı’nda bulunan Kubbealtı denilen yerde toplanan Divan-ı Hümayun’da hizmet eden şahıslar için kullanılan bir deyim olup sonradan divanın halkın dilek ve dâvalarına bakması kaldırılmış ve 1836’da Mahmut II. zamanında bu görev Deavi Nezareti denilen Adalet Bakanlığına devredilmiştir. 1870 yılında bakanlığın adı da Adliye Nezareti olmuştur. Deavi Nezaretinin başında bulunan yüksek memura da Deavi Nazın adı verilmiştir.

DELİLBAŞI: Osmanh Devleti zamanında vezirlerin maiyetlerinde çalışan adamlardan birisi olup vezirin hem muhafızı ve hem de idaresi altındaki eyaletin güvenlik iş-lerine bakan delil denilen süvari kuvvetlerinin başı için kullanılan bir deyimdir. Daha önceleri Osmanh ordusunun önemli bir bölümünü teşkil eden bu gözünü budaktan çekinmez askerler için halk arasında Deli ve Delibaş deyimleri de kullanılırdı. Bu usul Tanzimat döneminden sonra kaldırılmıştır.

DEFTER-İ HÂKANİ : OsmanlIlar zamanında, günümüz Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü görevim yapmakta olan dairenin adıdır. Halk arasında Defterhane adıyla da anılırdı. Dairenin başında bulunan adama ilk zamanlarda Defteremini, sonraları Defter-i Hâkani Nazırı adı verilirdi.

DEVLET-İ EBED MÜDDET : Osmanh Devleti için kullanılan bir deyim olup devletin sonsuza kadar devam edeceği anlamındadır.

DEVVAT :İçinde mürekkep bulunan hokka ve buna bağlı kısımda kalem saklama yeri olan, taşınabilir bir çeşit yazı takımının adıdır. Halk arasında buna divit denilirdi.

DİDON : İngiliz askerleri için kullanılan bir deyimdir.

DİRHEM : Eskiden memleketimizde ağırlık ölçüsü olarak kullanılan okkanın 1/400’i için kullanılan bir deyimdir. Ayni zamanda bir para ölçüsü olarak da uzun zaman OsmanlIlarda kullanılmıştır.

DİVAN EFENDİSİ : Vezir ve Beylerbeyilerin hizmetinde bulunan ve daha çok yazı işleriyle meşgul olan kimseler hakkında kullanılır bir deyimdir. Bunlar vezirin özel memurları idiler. Maaşları vezir veya beylerbeyi tarafından verilirdi. Bunlara divan kâtibi de denirdi.

DİVAN-I HÜMAYUN : Osmanh Devleti’nin yürütme organı görevini yapan en yüksek idari kuruluşudur. Fâtih Sultan Mehmet devrine kadar padişahların başkanlığında toplanarak devlet işlerini, halkın şikâyetlerini dinleyen kurul bu tarihten sonra sadrazamların başkanlığında toplanmaya başlamıştır. II. Mahmut zamanında ortadan kalkmış ve yerine kabine usulü geçmiştir.

DİVAN-IHÜMAYUN KALEMİ : Divanda alman kararlan yazan ve bunları dosyalarda saklayan ve divanın bütün büro işlerini yürüten dairenin adıdır.

DÎVAN-I HÜMAYUN TERCÜMANI: Yabana devlet elçileriyle sadrazam ve Reisül-küttab denilen dışişleriyle meşgul olan görevlinin görüşmelerini sağlayan görevli için kullanılan bir deyimdir. Gizli devlet işlerinin görüşüldüğü konularda tercümanlık yapması bakımından Divan-ı Hümayun’un önemli memurlarından birisi idi. Mahmut II. zamanına kadar bu göreve İstanbul’da Fener’de oturan Rumlar atanırdı. Devlet ve hükümetin güvenini kazanmış olan bu kişiler Eflak ve Boğ-dan ülkelerinin idaresine de memur edilirlerdi. Fakat sonraları devlet sırlarını açıklamaları gibi hareketlerde bulundukları anlaşıldığından Mahmut II. zamanında Bâb-ı Âli’de tercümanlık işlerini yapmak üzere Tercüme Odası adıyla yeni bir büro kurularak tercümanlar buradan yetiştirilmiştir. Bunlardan devletin en yüksek mevkilerine yükselmiş devlet adanılan yetişmiştir. îlk Türk-Müslüman tercüman Sadrazam Ahmet Vefik Paşa’nın büyükbabası Yahya Naci Efendi’dir.

E

ELHAÇ : İslâm dininin esas şartlanndan olan Hac görevini yerine getirmiş olan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Dilimizde bunlara Hacı denilir. Elhac kelimesi daha çok yazılı ifadelerde kullanılır.

EMANAT-I MUKADDESE : Kelime anlamı kudsal emanetler demek ise de Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet veya Hırka-i Şerif adı verilen özel bir dairede muhafaza edilen ancak ramazan aylarında ziyarete açılan Hz. Peygamber ve diğer din ululannın eşyalan hakkında kullanılan bir deyimdir. Buna Emanat-ı Mübareke adı da verilir. Bunlar Mısır’ın fethinden sonra Mekke Emiri Şerif Seyid Berekât tarafından İslâmiyete yaptığı hizmetlerden dolayı Yavuz Sultan Selim’e gönderilen hediyelerdir.

ENCÜMEN-IDANİŞ : Tanzimat devrinde 1851 yılında Sadrazam Reşit Paşa’nın önayak olması ile kurulmuş bir bilim kuruludur. Görevi daha ziyade kurulması kararlaştırılan Darülfünun (Üniversite) için lüzumlu kitapları tercüme ve telif suretiyle hazırlamak olan kurulun gerçek görevi ise milletlerarası bilim ve fikir hayatı ile temasımızı sağlayacak bir bilim ve edebiyat akademisi oluşturmaktı. Ancak bazı ilmi çalışmaları olmuş ise de bu fonksiyonunu yerine getiremeden evvela önemini kaybetmiş sonra da dağılmıştır.

ENDERUN : Saray anlamına kullanılan bir deyimdir. Lügat anlamı ile iç kısım içerisi anlammadır. Bunun karşılığı ise Birun’dur ki saray dışındakiler yani hükümet manasını ifade eder. Enderun İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nın yapılmasından sonra kurulmuş bir teşekküldür. Bu büyük sarayın iç hizmetlerinin görülmesi için bir teşkilat kurulmuştur ki bunlara Saraylılar dendiği gibi Enderun da denirdi. Enderun’a ilk zamanlarda savaşlarda esir edilen küçük yaştaki Hıristiyan çocuklarının îslâmiyeti kabulünden sonra Acemi Oğlan okulunda ilk İslâm ve Türk terbiyesi verildikten sonra içlerinden kabiliyetli ve fizik yapılan düzgün olanlar Enderun’a ayrılarak burada saray terbiyesi ile uzun zaman eğitim görürler ve sonra da sarayın çeşitli hizmetlerine verilirlerdi. Buradan yetişenler belirli zamanlarda çıkma denilen tayinlerle devletin çeşitli hizmetlerine atanırlardı. împa-

ratorluğun birçok büyük devlet adamları buradan yetişmiştir. Sokullu Mehmet Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa gibi devlet adamları hep buradan yetişmiştir. Enderun özel teşkilatını Mahmud II. devrine kadar muhafaza ederek devam etmiştir. Mahmud II. zamanında devletin idare teşkilâtındaki yenilikler dolayısıyla Enderun eski önemini git gide kaybetmiş ve Osmanlı sultanlarının Topkapı sarayını terkederek Dohnabahçe ve Yıldız saraylarına geçmelerinden sonra bu teşkilât dağılmıştır.

ENDÜLÜS : Bugünkü Ispanya’nın Müslüman Araplar devrindeki adıdır. Müslümanlar Emevi Halifeleri zamanında (VII. yüzyıl) Ispanya’yı fethettikten sonra buraya Endülüs adını vermişlerdir. XV. yüzyıla kadar Ispanya’da Endülüs Emevi Devleti çeşitli adlarla devam etmiştir. 1492’de buradaki İslâm hakimiyeti sona ermiştir.

EVKAF NEZARETİ : Evkaf, kelime anlamı ile İslâm devletlerinde büyük bir gelişme göstermiş olan vakıf denilen sosyal bir yardım müessesesinin çoğuludur. Bir İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorhığu’nda da vakıf müessesesi ilk kuruluş yıllarından itibaren mevcuttu. Devlet büyüyüp bir imparatorluk haline gelince geniş imparatorluk sınırları içindeki eski vakıfların yönetimi devlete kaldığından bunların idaresi için. 1242-1826 yılında hükümet bünyesi içinde bir Nezaret (Bakanlık) kurulmuştu. Bu nezaret cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te kaldırılarak bugünkü Vakıflar Gene! Müdürlüğü kurulmuştur.

■ F

FAYTON: Üstü kapalı ve körüklü atlı binek arabasının adıdır. O devirlerde İstanbul’da henüz motorlu taşıma araçlan bulunmadığından uzak yerlere atla veya atlı araba ile gidip gelinirdi. Bu arabalara Kupa, fayton gibi çeşitli adlar verilmiştir.

FENERLİ RUMLAR : İstanbul’un zaptından sonre yerli halkın büyük çoğunluğu Haliç kıyısındaki Fener semtinde yerleşmişti. Bunlara Fenerli Rumlar denirdi. Fenerli Rumların iyi eğitim görmüş olanları II. Mahmut zamanına kadar Divan-ı Hümayun tercümanı olarak devlet hizmetinde önemli bir mevkii sahibi oldukları gibi bugünkü Romanya’ya oluşturan ve OsmanlIlar zamanında Memleketeyn adı verilen Eflak-Boğdan bölgesinin yönetimi ile de görevlendirilmişlerdi.

FEODALİTE: Avrupa’da Yeniçağların başlarına kadar hakim olan bir yönetim ve sosyal sistemin adıdır. Bu sisteme göre memleket halkı soylular askerler, buriuva denilen serbest meslek sahipleri ve köylüler gibi birtakım sınıflara bölünmüştür. Bunların kanun önündeki durumları ayrı ayrı idi. Serf adı verilen köylüler hiçbir hayat hakkına sahip değillerdi. Üzerinde çalıştıkları toprakla beraber Sen-yör denilen efendilerinin köleleri idiler. Bu sisteme Servai adı da verilmiştir.

FERACE : Çarşaf modası çıkmadan önce kadınların sokakta elbise üzerine giydikleri uzun mantonun adıdır. Çeşitli renk ve kumaştan yapılan feraceleri daha ziyade kadınlar kullanırlarsa da ilmiye smıfı hocalarm siyah kumaştan yapılmış cübbelerine de ferace denirdi.

FERMAN : Farsça bir kelime olup emir, irade, buyruk anlamında ise de birçok İslâm devletlerinde görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde de ferman herhangi bir işin görülmesi ve gereğinin yapılması hakkında padişahların yazılı emirleri için kullanılan bir deyimdir. Buna aynı zamanda Emr-i Şerif de denirdi. Padişah tarafından yazılan veya yazdırılan yazılı emirlerin padişah tarafından imzalanması şarttı. Fermanın yukarı kısmında padişahın elyazısı ile “gereği yerine getirilsin’’ anlamında “mucibince amel oluna” kaydı bulunan fermanlara da Hatt-ı Hümayun denirdi.

FERVE-İ BEYZA : Lügat anlamı ile beyaz kürk demek ise de OsmanlIlarda tahta yeni çıkan padişahın, sadrazamla beraber tebrike gelen şeyhülislâma giydiriği beyaz çuha kaplı samur kürk için kullanılan bir deyimdir. Bu usûl 1828 senesinde Mahmut II. tarafından çıkarılan yeni kıyafet nizamnamesine kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra yeni şeyhülislâma beyaz çuhadan ferace giydirilmesi âdet olmuştur.

FES: Mahmut II. zamanında yeni kurulan Asakir-i Mansure Ordusunun erlerinin başlarına giydikleri kırmızı başlığın adıdır. Fes, sonradan kıyafet değişikliği kanunu üzerine bütün devlet memurlarının giymesi mecburi başlık olmuştur. Serasker Hüsrev Paşa, Tunus’ta levendlerin başlarındaki bu kırmızı fesleri görmüş ve padişaha da tavsiye etmişti. Fes bilindiği gibi cumhuriyet devrinde yapılan kıyafet değişikliğine kadar devam etmiş ve 1926’da şapka giyilmesi kabul edilmiştir.

FETVA : Aslında bir meselenin hükmü hakkında verilen cevaptır. Müftülere sorulan sorulara yazılı olarak verilen cevaplara da fetva denilir.

FETVA EMANETİ: Bâb-ı Meşihat denilen şeyhülislâmlık dairesinden istenilen yazılı veya sözlü soruları cevaplandıran daire hakkında kulandan bir deyimdir. Buraya halk arasında Fetvahane de denirdi.

FETVA EMİNİ : XVI. yüzyıl sonlarında Şeyhülislâmlık dairesi adını alan Bâb-Fetva veya Bâb-ı Meşihatdan verilen fetvaları yazan görevli için kullanılan bir deyimdir. Devrin kendi sahalarında en bilgin ve yetkili kişileri olan fetva eminleri arasından birçok şeyhülislâm da çıkmıştır. Bu görev imparatorluğun yıkılmasına kadar devam etmiştir.

FERİK : Tanzimattan sonra kurulan yeni orduda kullanılan askeri rütbelerden birisi olup bugünkü Korgeneral karşılığıdır. Bu rütbeler cumhuriyet devrinde de bir müddet kullanılmıştır.

FIKIH : Lügat anlamı olarak bir şeyi gereği gibi, gereği kadar bilmek ve anlamaktır. Hukuk alanında İslâm hukuku anlamına gelir ki şeriatın usul ve hükümleri, ameli ve şer’i meseleler bilgisi demektir. Bu bilimdalı ile uğraşanlara “fakih” adı verilir. İslâmi ilimlerin en önemlilerinden birisidir. Kelime olarak çoğulu “fuka-ha”, yani fakihlerdir.

FİNCAN ZARFI: Çay veya kahve fincanının içine oturtulduğu mâdenden yapılmış saplı mahfaza için kullanılan bir deyimdir. Bunlar çoğunlukla alfan veya gümüş gibi kıymetli madenlerden yapılırdı.

G

GARP OCAKLARI: Kuzey Afrika kıyılarının Osmanlı idaresi zamanındaki adıdır. Trab-hısgarp’ten Fas’a kadar uzayan, Tunus ve Cezayir’i de kapsayan bu bölgede imparatorluğun diğer eyaletlerinden ayrı bir yönetim usulü uygulanmakta idi.

GIY AB : Hukuk muhakemeleri usulüne göre duruşmada hazır bulunması için çağrıldığı halde gelmeyen kişi hakkında verilen karar için kullanılan bir tâbirdir.

GRANDÜK : Rusya’da krallık protokolünde kral ailesinin en büyük rütbesi olup veli-ahd yani kralın ölümünden sonra onun yerine geçecek kişi için kullanılan bir deyimdir. Grandük ya kralın en büyük oğlu veya kardeşi olabilirdi.

GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU : Hatt-ı Hümayun, padişahın yazılı ve metnin yukarısında el yazısı ile “mucibince amel oluna” kaydı bulunan fermanlar için kullanılan bir deyimdir. Gülhane fermam ile padişah Abdühnecid vatandaşlarına mal,can ve namus güvenliği gibi o zamana kadar imparatorlukta uygulanmayan birtakım insan haklarını kabul ettiğini bildiriyordu. Bu itibarla Gülhane Hatt-ı Hümayunu Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıldan beri kendi idare ve askerlik kuramlarının yetersizliğini görerek bunların yerine üstünlüğünü kabul ettiği Avrupa müesseselerini kendi ülkesinde de kurmaya başladığı Batılılaşma hareketinin en geniş ve en önemli halkalarından birisidir. 1839 yılının 3 kasım tarihinde Hariciye Nâzın Büyük Reşit Paşa tarafından hazırlanan ferman Topkapı Sarayı yanındaki-bugün Gülhane Parkı diye bilinen- meydanda büyük bir kalabalık önünde okunmuştur. Bu fermanda bildirilen haklar padişah tarafından millete ihsan edilen ve fakat yerine getirilmemesi halinde hiçbir müeyyidesi bulunmadığından uygulanmasından daima endişe edilmiştir. Akif Paşa’nın kuşkusu bundan ileri gelmekte idi.

GÜZEŞTE MAAŞI: Kelime anlamı ile olduğu kadar Osmanlı Devleti’deki uygulama şekli ile de faiz karşılığı kullanılan bir deyimdir. Devlet, mali sıkıntıda kaldığı zaman halktan “Tekâlif-i Örfiye” adıyla bir çeşit vergi toplardı. Bu vergi barış zamanında alınırsa “İmdadiye-i Hazeriyye” savaş zamanında alınırsa “îmdadiye-i Seferiyye” adı verilirdi. Eğer imdadiye toplamak mümkün olamaz ise mecburi iç borçlanma (istikraz) usulü uygulanırdı. Fakat zorla toplanan bu imdadiye için zamanında faiz de ödenirdi ki buna güzeşte denirdi. Burada güzeşte deyimi lügat anlamındaki geçmiş manasına olup zamanında alınamayan geçmiş maaşlar karşılığı kullanılmıştır.

H

HACEGANLIK RÜTBESİ : Halk arasında Hoca şeklinde kullanılan Farsça Hace kelimesinin çoğulu olup efendi, ağa, öğretmen ve benzeri anlamlara gelmektedir. OsmanlIlarda devlet dairelerinde yazı işleriyle uğraşanlara hacegan denilmiştir. Mahmut II. zamanında 1837’de devlet memurları için birtakım rütbeler çıkarıldığı esnada haceganhk da bir rütbe kabul edilmiştir. Buna mahsus nişan ve resmi günlerde giyilecek merasim elbiseleri tespit edilmiştir.

HAMSE : Eski doğu edebiyatında görülen beşli hikâyeler için kullanılan bir edibiyat türüdür. Şiirde de beş kitaptan oluşan eserlere hamse denirdi. Hamselerde genellikle dramatik konular işlenirdi.

HAREM : Eski saray, konak ve büyük evlerde yalnız kadın ve çocukların oturup kalktıkları bölüm için kullanılan bir deyimdir. Erkekler için olan bölüme de selamlık denirdi. Harem kelimesi Arapça olup manası girilmesi yasak yer demektir. Bir erkeğin karısı için de harem deyimi kullanılırdı. Mekke ve Medine şehirlerinin kutsal yerleri dolayısıyla burayada Haremeyn denirdi. Topkapı Sarayı’nın Babüs-saade denilen kapısı içinde bulunan ve yalınz kadınların ve çocukların oturup kalktıkları kısma da Harem Dairesi denirdi.

HARMANÎ : Kolları ve bedeni çok geniş ve uzun bir çeşit palto veya pardösü için kullanılan bir deyimdir. Buna Harvani de denilirdi.

HATÎB : Lügat anlamı ile hitabet sanatını iyi bilen yani iyi ve güzel konuşan kimseler için kullanılan bir deyim olmakla beraber cuma günleri camilerde minber denilen yüksek yerde yapılan dini ve ahlaki konuşmaları yapan kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu konuşmalara da hutbe denirdi.

HATT-I HÜMAYUN : Padişahların herhangi bir işin yapılması için verdikleri yazılı emirler hakkında kullanılan bir saray tâbiridir. Hat, Arapça yazı demek olup hümayun ise padişaha mahsus, padişaha ait demek olduğundan Hatt-ı Hümayun padişahların yazılı emirleri demektir.

HATTAT : Hat, Arapça yazı manasına geldiğinden hattat kelimesi yazı ile uğraşan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Güzel yazı yazma sanatına aslında “Hüsn hat” adı verilirdi. Türkiye’de Latin alfabesinin kabulünden önce Arap alfabesinin kullanıldığı dönemde bazı İslâmi telakkiler dolayısıyla resim sanatı gelişemediğinden onun yerine hat sanatı büyük bir gelişme göstermiş ve bu alanda çok kıymetli sanat eserleri meydana getirilmiştir. Bugün büyük camilerin duvarları ve iç kısımları bu çeşit eserlerle doludur.

HAZİNE-İ HASSA NEZARETİ : Padişahın kişisel gelir ve giderlerinin idare edildiği dairenin adıdır. Osmanh Devleti’nin kuruluş yıllarında devletin bir hâzinesi vardı ve buna Beytülmal denirdi. Başında da defterdar denilen bügünkü maliye bakanı karşılığı yüksek bir görevli bulunurdu. Buna Hazine-i Padişahi veya Hazine-i Devlet denirdi. Sonradan padişah hazînesi devlet hâzinesinden ayrılarak Saray Hâzinesi veya İç Hazine denilen Enderun Hâzinesi meydana geldi. Buna karşılık devlet hâzinesi de Birun Hâzinesi adını aldı. Padişah Hâzinesinin gelirleri padişah hasları, savaşlardan elde edilen ganimetlerin beşte biri (Hums-ı Şer’i), çeşitli hükümdarlardan gelen hediyeler idi. împaratoriuğun yıkılışına kadar devam eden Hazine-i Hassa Nezareti Tanzimat döneminde kurulmuştur. Hazine-i Hassanın gelirleri devlet bütçesinden padişahlara ayrılan ödeneklerle saltanat makamına ait arazinin gelirlerinden ibaret iken II. Abdülhamit zamanında birtakım devlet arazisinin padişah adına tapılaıiması ve buralardan toplanan bir kısım vergilerin Hazine-i Hassa’ya ödenmesi gibi tamamen şahsi işlemler dolayısıyla bu hazine devlet hâzinesinden daha zengin bir hale gelmiştir.

HAZİNEDAR USTA: Padişahın sarayda özel hizmetlerine bakan kadınlar (cariyeler) hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlara Hazinedar Kalfa da denirdi. Padişahı giydirmek, yatırıp kaldırmak gibi özel işlerle görevli idiler. Sarayda padişahın yattığı harem kısmının bütün kıymetli eşyalarından sorumlu idiler. Bundan dolayı kendilerine Hazinedar usta veya kalfa denmiştir.

HAVAŞİ : Haşiye denilen eski medreselerde okutulan derslerden birisinin adıdır. Ha-vaşi bunun çoğuludur. Dersin konusu daha evvel yazılmış bir kitabın açıklamasını yapmaktır.

HlRKA-İ SAADET DAİRESİ: Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı zaptından sonra İstanbul’a getirilen ve Hz. Muhammed’e ait olduğu kabul edilen kudsal emanetlerin Topkapı Sarayı’nda saklandığı dairenin adıdır.

HİDİV : Arapça büyük vezir, başvezir anlamında bir kelimedir. Osmanlı padişahı tarafından Mısır valilerine verilmiş bir unvan olup Mısır’ın istiklalini kazandığı zamana kadar devam etmiştir.

HÎL’AT : Lügat anlamı ile üste giyilen elbise anlamında olmakla beraber OsmanlIlarda padişah veya vezir gibi yüksek rütbeli devlet adamlarının maiyetindekileri mükâfatlandırmak için giydirdikleri elbise için kullanılan bir deyimdir.

HİLYE-İ ŞERİF : Hz. Peygamber’in niteliklerini ve şerefli isimleri (Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali gibi) kapsayan yazılar hakkında kullanılan bir deyimdir. Müslümanlıkta resim yapmak iyi karşılanmadığından Hz. Peygamber’in sureti yazı ile (gözü böyle, burnu şöyle, rengi böyle gibi ifade edilerek yazılan kitaplara hilye adı verilmiştir.

HÜCRE-İ SAADET: Hz. Muhammed’in Medine’deki evi için kullanılan bir deyimdir.

I-İ-İ

İBRET TAŞI: Topkapı Sarayı’nm Orta Kapı denilen ikinci kapısının önünde bulunan dikili taşın adıdır. İdam edilenlerin kesik başlan buraya konarak ibret olmak üzere teşhir edilirdi. Tanzimattan sonra bu usul kaldınlmıştır.

İCLAS : Lügat anlamı ile Arapça oturtma, oturulma anlamında olup padişahın tahta oturtulması, yani padişahlığının başlaması anlamında bir deyim olmuştur. Daha ziyade aynı anlamda olan cülus deyimi kullanılırdı.

İÇ EZANI: Cuma günleri hatip (konuşmacı) camideki minberde hutbe okurken müezzin tarafından kapalı yerde (mahfelde) okunan ezan için kullanılan bir deyimdir. Diğer günler yalnız minarede ezan okunur.

İDARE-İ MAHSUSA VAPURLARI: Boğaziçi ve adalar hattında Çalışan vapurların Şehir Hatları İdaresi kurulmadan önce bağlı olduğu idarenin adıdır.

İLMİYE SINIFI: Osmanlı Devleti’nde başlıca üç çeşit devlet memuru vardı. Bunlar ilmiye sınıfı, seyfiye sınıfı (askerler) ve hacegan sınıfları idi. İlmiye sınıfına mensup olanlara ulema adı verilirdi. Bu sınıfın başı Şeyhülislâmdı. Adalet ve öğretim işlerine bakarlardı.

İLTİZAM USULÜ : Aşar denilen ekili ve dikili ürünlerden alman verginin devlet tarafından peşin para ile ve açık artırma ile bir şahsa verilmesi usulü için kullanılan bir deyimdir. Bu işi üzerine alan adama da mültezim denirdi.

ISTABL ÂMİRE : Saraya ait atların ve kısrakların bırakıldığı ahırlar için kullanılan bir deyimdir. Buna Has Ahır adı da verilirdi. Bu ahırların başında bulunan adama da Mirahur denirdi. Bu unvan sonradan Istabl-ı Âmire müdürü olarak imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiştir.

İZZET MOLLA LÂYİHASI: 1827 Osmanh-Rus Savaşı öncesinde İzzet Molla tarafından hazırlanarak padişah Mahmut Il.ye verdiği layihadır, VI. sayılı makalenin açıklamasında geniş bilgi verilmiştir.

İURNAL : Padişah II. Abdülhamid zamanında, padişahın herşeyden kuşkulanmasından faydalanan bazı kişilerin yazdıkları bu çeşit yazılara verilen addır.

K

KAADİRHANE : Kadiriye tarikatinin İstanbul’daki müridlerinin toplandığı ve zikir ettikleri tekkenin adıdır.

KADI: Halkın birbiriyle olan anlaşmazlıklarını gidermekle görevli olan ve bugün hâkim veya yargıç dediğimiz kimseler için kullanılan bir deyimdir. Memleketin kaza ve nahiye gibi küçük idari bölümlerdeki kadılar bölgenin yönetiminden de sorumlu idiler. Tanzimattan sonra yetkileri sınırlandırılmıştır.

KÂHYA : Büyük konaklarda konağın daha çok dışarı ile ilgili işleriyle uğraşan kimseler için kullanıldığı kadar ticaret ve sanayi işleriyle uğraşanların işlerine bakmak üzere hükümet tarafından görevlendirilen kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bugün şehrin bazı bölgelerinde dolmuş duraklarını idare edenlere de kâhya denmektedir.

KALEM : Devlet dairelerindeki bürolar hakkında kullanılan bir deyimdir. Burada çalışanların ekserisi yazı işleriyle uğraşmalarından ve yazının da kalemle yazılmasından dolayı bu bürolara kalem denmiştir.

KALLAVİ : OsmanlIlar devrinde sadrazam ve vezir gibi yüksek devlet memurlarının başlarına giydikleri uzun kavuğun adıdır. Buna Kalâvî de denirdi.

KALYON : Buharlı gemilerden evvel kullanılan yelkenli ve kürekli gemilerin adı idi. İki ambarlı, üç ambarlı ve iki güverteli olmak üzere çeşitleri bulunur ve bunlara ayrı isimler verilirdi.

KALYONCU ERÎ: Kalyon denilen büyük gemilerde çalışan askerler için kullanılan bir deyimdir. Bundan dolayı da genelleştirilerek bütün denizcilere kalyoncu denmiştir.

KANUN-I ESASİ: Esas kanun, yani ana kanun demek olup bugünkü Anayasa karşılığı kullanılmış bir hukuk deyimidir. Osmanlı Devleti’nde ilk mebuslar meclisinin açılmasından evvel çıkarılan ilk anayasaya bu ad verilmişti.

KAPIALTI: Bâb-ı Âli’de gözaltına alman kişilerin barındırıldığı yerin adıdır.

KAPUKULU ASKERÎ: Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş yıllarında savaşlarda esir edilen Hıristiyan çocukların Türk-îslâm terbiyesi ile yetiştirilmesinden sonra Acemi Oğlanlar kışlalarında askerlik eğitimi gören güçlü ve sağlıklı kişilerden oluşan ve tamamen padişaha bağlı, ilk zamanlarda sayılan belirli ücretli askerlerdir ki bunlar da Yeniçeri, Sipahi, Azap ve benzeri çeşitli askeri birliklerden meydana gelen özel ordunun adıdır. 1826 yılında Mahmut II. zamanında çok disiplinsiz hale geldiğinden kaldırılmıştır. Bu olaya da Vak’a Hayriye yani hayırlı olay denilmiştir.

KAPİTU-LASYON : Kelime anlamı ile bir kale veya şehrin teslim mukavelesi demek olan bu kelimenin devletler hukukundaki manası Doğu ve Yakındoğu memleketlerinin yalnız bir taraflı olarak Avrupa ve Amerika devletlerine tanıdıkları bir takım imtiyazlar (ayrıcalıklar)dır ki bir devletin istiklalini belirten yasama, kaza ve yürütme güçlerini sınırladığından, bunu kabul etmiş olan devletler hukuk anlamında tam bağımsız sayılamazlar.

KABOTAİ : Bir devletin kıyılarındaki deniz ticaretini kendi yurttaşlarına özellikle kendi bayrağını taşıyan gemilere saklı tutmak üzere bağışladığı imtiyaz (ayrıcalık)dır. Kapitülasyonlar sebebiyle Türk karasularında kabotai hakkı yabancı gemilere bırakılmıştı. 1923 Lozan Andlaşmasıyla yabancı gemilerin bu hakkı kaldırılmış ve 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır.

KAPUDAN-I DERYA : Kelime anlamı ile deniz kaptanı demek ise de Osmanlı Devleti’nde bir hükümet üyesi görevini de (Bahriye Nazırı) yapan kişi için kullanılan bir deyimdir. Başamiral karşılığı olarak kullanmak yerinde değildir. Zira Osmanlı Devleti’nde denizci olmayan kimseler de Kapudan-ı Derya olarak atanmışlardır. So-kullu Mehmet Paşa da bu görevi yapmıştır.

KARUN : Doğu mitoloiisinde büyük zenginliği ile ün kazanmış Mısır Firavunlarına vezirlik yapmış, Mısır’daki İsrail oğullarına yaptığı eziyetlerden dolayı Tevrat ve Kur’an gibi kutsal kitaplarda yer almıştır.

KÂRVANSARAY : Eskiden Anadolu ve diğer İslâm ülkelerinde şehirlerarası ticaret veya ziyaret için dolaşanların geceleri konaklayabilecekleri yerler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar genellikle devlet veya hayır kuramlarıyla zengin hayırsever kişiler tarafından yaptırılmış olup konaklayanlardan ücret alınmazdı.

KAVASBAŞI : Vezir gibi yüksek rütbeli görevlilerin emrinde çalışan ve onların koruma görevini de yapan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar birkaç tane olunca bir tanesi Kavasbaşı adını alırdı.

KAZASKER : OsmanlIlarda ilmiye sınıfı denilen bilim adamları ve adliye teşkilatının şeyhülislâmdan sonra gelen en yüksek mevkii için kullanılan bir deyimdir. Aslı kadı-asker yani asker kadısıdır. İlk devirlerde bir tane iken (XIV. yüzyıl) sonraları iki ve daha sonra da daha fazla olmuştur.

KESE : Aslında para muhafaza edilen bez veya deriden yapılmış küçük torba anlamında ise de burada bir para birimi olarak kullanılmıştır. Osmanlı Devletinde para birimi olarak yüzyıllar boyu akça deyimi kullanılmıştır. Tanzimattan sonra bunun yerini kuruş almıştır. Bir kese XV. yüzyılda 30-40 bin akça iken XVIII. yüzyılda 50 bin akça olarak kabul edilmiştir. Bunun da altın ve gümüş kese olarak ayrı çeşitleri vardı. Genellikle gümüş kese deyimi kullanılırdı. Yüzbin akçaya da bir yük denirdi. Bu dönemde para için milyon ve milyar deyimleri kullanılmaz ve bir milyon yerine on yük denirdi. Kese ve yük deyimleri Tanzimattan sonra da bir müddet kullanılmıştır.

KESİK BAŞ : Padişah emri ile öldürülen şahısların, öldürülmesi bildirilen kişi olup olmadığının kanıtlanması için vücudundan koparılan kesik başı padişaha gösterilmek üzere İstanbul’a getirilerek Topkapı Sarayın’daki İbret Taşı üzerinde bir süre bırakılır ve sonra gömülmesine izin verilirdi.

KETHÜDA : Osmanlı Devleti’nde yüksek makam sahibi devlet adamlarının özel ve resmi işlerine bakan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Yalnız özel işlere bakanlara da kâhya denirdi. Kethudalık ayni zamanda önemli bir devlet memurluğu idi. Meselâ sadrazamlık kethudalığı gibi sonradan, Mahmut II. devrinde yapılan değişiklikte İçişleri Bakanlığı adını almıştır.

KIRCALI EŞKIYASI: XVIII. Yüzyıl sonlarında Rumeli bölgesinde sergerdeliği ile ün yapmış meşhur eşkıyalar hakkında kullanılan bir deyimdir.

KİTABE : Binalarm kapılan üstüne veya çeşme ve sebil gibi şeylerin cephelerine bina veya sahibi hakkında yazılan yazılar için kullanılan bir deyimdir. Mezar taşlarına yazılan yazılar için de kitabe deyimi kullanılırdı.

KÖLEMEN OCAĞI: Mısır’da XII. yüzyılda (1174) kurulan Eyyubi Devleti döneminde daha çok Çerkeş kölelerden meydana getirilen asker ocağının adıdır. Sonradan bunlar Eyyubi Devleti’ni yıkarak (1250) Memluk=Kölemen Devleti’ni kurmuşlar ve XVI. yüzyıla kadar Mısır’da hakim olmuşlardır. Osmanlı padişahı Yavuz Selim 1517’de bu devleti ortadan kaldırmış işe de Kölemen Ocağı devam etmiş, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından 1811’de ocak temamen ortadan kaldırılmıştır.

KUBBENİŞÎN : Osmanlı Devleti’nin yürütme kurulu yani hükümeti teşkil eden Divan-ı Hümayunda bulunan vezirler için kullanılan bir deyimdir. Divan-ı Hümayun Topka-pı sarayında Kubbealtı denilen yerde toplandığından bu vezirlere kubbenişin denmiştir.

L

LALA : Osmanlı padişahlarının başvezirleri (Vezir-i Âzam) hakkında kullandıkları bir deyimdir. Diğer Türk-îslâm devletlerinde bunun yerine Atabey deyimi kullanılmıştır.

LİVA : İdare, askerlik ve dini konularda ayrı anlamlan olan bir kelimedir. İdare alanında eskiden kaza ile vilayet arasında bir idare bölümü idi ki buna sancak da denirdi. Başında mutasarnf denilen adam bulunurdu. Bundan dolayı livaya mutasarrı-falık da denirdi. Askerlik alanında bugünkü tugay karşılığı bir askeri birlikti. Başında Mirliva denilen general rütbesinde bir kumandan bulunurdu. Dini alanda Hz. Muhammed’in bayrağı için kullanılırdı. Buna Liva-ı Muhammedi denirdi.

M

MABEYN-Î HÜMAYUN : Genel olarak saray anlamında olmakla beraber burada saray ile hükümet (Bâb-ı Âli) arasındaki münasebetleri yürüten büro anlamındadır. Bu büronun başında bulunan sekretere Mabeyn Başkâtibi denildiği gibi diğer kâtiplere de mabeyinci denirdi. Daha önceleri bu görev için Sır Kâtibi deyimi kullanılırdı. Bu görevliler için yakın anlamında Karin ve çoğulu olan Kurena deyimi de kullanılırdı. Yazıda sarayın hükümet işlerine ulu orta karışmasını önlemek için Tanzimat dönemi devlet adamlarının gösterdikleri çaba anlatılmaktadır.

MABEYN FERİKİ: Osmanlı sarayının son zamanlarında sarayda padişah maiyetinde bulunan askeri temsilci hakkında kullanılan bir deyimdir. Ferik askeri bir rütbe olup bugünkü korgeneral karşılığıdır. Bir aralık bu göreve Mareşal rütbesinde general getirilmiş ve adına Mabeyn Müşiri denmiştir. Gazi Osman Paşa gibi.

MAĞRİB ÜLKELERİ : Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyısındaki Tunus, Cezayir ve Fas ülkeleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Mağrib, garb yani batı yönü anlamındadır.

MAHLULÂT : Mahlûl kelimesinin çoğulu olup kendisinden sonra mal ve mülkünün geçeceği kimsesi olmayan bir şahsın bıraktığı arazi (topraklar) emlâk hakkında kullanılan bir deyimdir. Boşalmış sahipsiz kalmış anlamında bir kelimedir.

MAHREC-İ AKLAM : Tanzimat devrinde 1862 yılında devlet dairelerine memur yetiştirilmek üzere rüştiye okulları üzerinde Mekteb-i Maarif-i Adliye okulu yerine açılan ve üç senelik bir öğretim yapan okulun adıdır. Buna Mekteb-i Aklam da denirdi. Buradaki aklam kelimesi o zaman yazı işleriyle uğraşan bürolara verilen kalem kelimesinin çoğuludur.

MASLAHATGÜZAR : Bir devleti diğer bir yabancı devlet nezdinde temsil eden dördüncü sınıf elçiler için kullanılan bir deyimdir. Kelime anlamı işgüder yani iş takip eden demektir. -

MAZÜL ; OsmanlIlar devrinde memurların özlük haklan kanunla tespit edilmemiş olduğundan bir görevde çalışırken görevine son verilmiş olan kimse için kullanılan bir deyimdir.

MAZÛLİYET MAAŞI: Görevinden çıkanlan veya görevi kaldınlan memurlara yeni bir göreve atanıncaya kadar boşta kaldığı zaman için verilen maaş hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu hakkı kazanmak için mahkemeden veya üst makamlardan “Cevaz-ı İstihdam=Kullanılabilir” karan alınması lazımdı.

MECALİS-İ ÂLİYE : Tanzimatta ve ondan sonraki devirlerde vaktiyle bakanlık ve emsali yüksek görevlerde bulunmuş devlet adamlarının tecrübelerinden ve görüşlerinden faydalanmak için belli bir bakanlığın başında bulunmadığı halde bakanlar kurulu toplantılarına katılırlardı ki bu meclise “Meclis-i Has-ı Vükelâ” veya kısaca “Mecalis Âliye” adı verilirdi. Bu şekilde görev yapanlara Mecalis-i Aliyeye memur deyimi kullanılırdı.

MECİDİYE : Gümüş liranın 1/5’ni teşkil eden 20 kuruş karşılığı gümüş para birimidir. Abdülmecid devrinde 1844 yılında çıkarılmıştır. Padişahın adından dolayı Mecidiye denmiştir. 10 kuruşluğa yarım ve beş kuruşluğuna çeyrek adı verilirdi.

MECLİS-İ AHKÂM-I ADLİYE : İlk defa Mahmut II. devrinde 1837 yılında devlet işleri hakkında istişari mahiyette görüşmeler yapmak üzere kurulmuş bir yüksek meclisin adıdır. Buna Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de denmekte idi.

MECLİS-İ MAARİF : Tanzimat devrinde eğitim ve öğretim işlerini yürütmekle görevli meclisin adıdır. Maarif Nezareti denilen eğitim bakanlığının kuruluşuna kadar görevi devam etmiş, sonra da bu bakanlığın içinde bir kuruluş olarak görevine devam etmiştir.

MECLİS-İ ÂLİ-İ TANZİMAT : Tanzimat devrinde yapılması düşünülen ıslahatın gerektirdiği kanun ve nizamları hazırlamak, memleketin gelişmesi ve yükselmesi için alınması gerekli kararlan görüşmek maksadıyla kurulmuş bir meclisin adıdır. Bir müddet sonra kaldırılmış ve devlet şurası ile Divan-ı Ahkâm-ı adliye diye iki kısma ayrılmıştır.

MECLİS-İ VÜKELA : Bakanlar kurulu anlamına bir deyim olup buna Meclis-i Has-ı Vükela da denilmiştir.

MEDİNE MOLLASI: Medine şehrine tayin edilen kadılar hakkında kullanılan bir deyimdir. Molla lügat anlamıyla bilgin demektir. Eskiden mevleviyet pâyesi alanlara dendiği gibi medresede okuyan öğrencilere de molla denirdi.

MEHTERHANE : Osmanlı Devleti’nin Tanzimat dönemine kadar resmi bandosu olarak kurulmuş olan muzıka takımı için kullanılan bir deyimdir.

MEKKE ŞERİFİ: Hz. Peygamber’in torunu Hz. Haşan soyundan gelen ve Mekke şehrinin idaresi kendilerine verilmiş olan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Hz. Muhammed’in öteki torunu Hz. Hüseyin soyundan gelenlere de Seyyid adı verilmiştir.

MEKTEB-İ MAARİF-İ ADLİYE : 1838 yılında II. Mahmut devrinde devlet dairelerine çalıştırılacak memurları yetiştirmek üzere açılmış olan okulun adıdır. Buradaki adliye deyimi okulun adalet veya hukuk konulan ile uğraşmasından değil padişah Mahmut Il.’nin mahlasının Adli olmasından dolayıdır.

MEKTEB-İ NÜVVAB : Kadı yetiştirmek üzere 1884 yılında açılan okulun adıdır. Bu okul 1854 yılında ayni maksatla yani mahkemelere kadı yetiştirmek için açılmış olan Muallimhan-ı Nüvvab’ın adının değiştirilmesi ile meydana gelmiştir. Bu okul 1911 yılında Medreset el-Kuzzat adım almıştır.

MAKTUBCU : Osmanlılar devrinde sadrazam, vezir, serasker ve valiler gibi yüksek görevdeki kişilerin yazı işlerini yürüten kimseler için kullanılan bir deyimdir. Bunlara mektub de denilirdi. Sonradan özel kalem müdürü adı verilmiştir. Bunların maiyetindeki memurların çalıştıkları bürolara da mektub kalemi denirdi.

MEŞİHAT MAKAMI: Şeyhülislâmların başında bulundukları makamın adıdır. Buna Bâb-ı Meşihat da denirdi.                                    •

MEVAKIF : Medreselerde okutulan İslâm akaidine ait konulan kapsayan kitabın adıdır. MİRAHUR : Osmanlı sarayında padişahın at ve arabaları ile uğraşan ve bunlann muhafaza ve kontrolünü yapan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Muhmut II. zamanında bu unvan bırakılarak görevin adı Istabl Âmire Müdürlüğü olarak kullanılmıştır.

MUHASSIL : Osmanlılar zamanında vilayetlerde devlete ait vergileri toplamakla görevli memurlar hakkında kullanılan bir deyimdir. Kelime anlamı Arapça toplayıcı demektir. Memleketimizde hâlâ vergi toplayanlara tahsildar denmesi bundan dolayıdır. Bu görev Tanzİmattan sonra 1842’de kaldırılmıştır.

MUK AT AAT BEDELLERİ : Mukataa ve ikta, devlete ait toprakların yönetimi için uygulanan bir sistem olmakla beraber burada devlet gelirlerinin önceden belirli bir bedel karşılığında alınmak suretiyle geçici olarak kiraya verilmesi anlamındadır.

MÜSADERE USULÜ : Devlete karşı suç işleyen kimselerin mal ve servetlerine el koyma usulü demektir. Osmanlı Devleti zamanında Tanzimat dönemine kadar başarısızlığı ve suçluluğu görülerek görevinden alınan veya ölen bir kimsenin (sadrazam, vezir veya yüksek bir memurun) padişah namına hükümetçe bütün mallarına ve parasına elkonurdu. Ancak, ölen veya öldürülen kimsenin gerideki ailesi halkının geçimi için şeriat hükümlerinin belirttiği ölçüde bir miktarı ailesine bırakılırdı. Tamamen kanuni sayılan bu usul Tanzimat Fermanı ile kaldırılmıştır. Bu eski usul dolayısıyla yüksek mevkilerde bulunan devlet adamları görevde bulundukları süre içinde yaptıkları cami veya okul gibi hayır kuramlarının yönetimi ve onanınım karşılamak namı altında zengin gelirli vakıflar kurmuşlar ve bu zengin gelirden ileride (görevden atadığı zaman) faydalanmak için vakfın tevliyetini (yönetimini) yakınlarından birisine vermişlerdir. Bu sebeple Tanzİmattan önce memleketin her tarafında pek çok vakıf kurumu meydana getirilmiştir. Tanzimat fermanı ile müsadere usulü kaldmldığmdan bundan sonra devlet adamları vakıf yerine kendi namlarına han, hamam ve apartman gibi binalar yaptırmışlardır. Bugün İstanbul’un eski büyük iş hanlarının bir çoğu Mithat Paşa, Said Paşa, Muhtar Paşa, Ragıp Paşa gibi o devrin devlet adamları tarafından yaptırılmıştır.

MURAKKAAT : Hattatların (güzel yazı yazan ustalar) ayrı ayrı kâğıtlara ve ayrı yerlere yazdıkları çalışmalar (eskiz) hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu yazıların bir dosya halinde meraklıları tarafından saklananları sonradan yüksek fiyatla satılırdı.

MUTASARRIF : Osmanlı Devleti zamanında vilayetten küçük kazadan büyük bir idare bölümünün başında bulunan adam hakkında kullanılır bir deyimdir. Bu idare bölümüne Sancak veya liva adı verilirdi. Cumhuriyet döneminde sancaklar il haline getirilmiştir.

MUVAKKİT: Saatleri ayarlayan ve vakitleri gösteren cetvellerle uğraşan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Eskiden genellikle camilerin yanında vakit tayini için ayrılmış odalarda (muvakkithane) görevli memurlar bulunurdu. Gelip geçenler saatlerini buradan ayarlarlardı.

MUVAZZAFLIK HİZMETİ : Tanzimat devrinde askerlik hizmeti iki apa kısma ayrılmıştı. Birincisi ilk defa askerlik görevini yapanlardır ki bu hizmete Muvazzaflık hizmeti denirdi. Belirli bir süre devam eden bu hizmeti tamamlayanlar savaş çıktığında tekrar askere alınmak üzere yedek sınıfa ayrılırlardı. Bunlara da Redif adı verilirdi. Askerlik çağım aşanlar (32 yaşından sonrakiler) Müstahfız adını alırdı ki bugünkü deyimiyle “çağ dışı” olurdu.

MÜBAŞİR : Mahkemelerde dâvâlı ve dâvacılan çağırmak ye onlara bildirilmesi gerekli hususları tebliğ etmek ve duruşma salonunun inzibatını korumakla görevli kimseler için kullanılan bir deyimdir. Tanzimat devrinden önce devlet tarafından gördürülmesi gereken bir işin yapılması için görevlendirilen kimseler için de mübaşir deyimi kullanılırdı.

MÜDERRİS : Eskiden (OsmanlIlar devrinde) cami veya medrese denilen o zamanın okullarında ders okutan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Darülfünun denilen eski İstanbul Üniversitesinde ders okutan öğretim görevlileri hakkında da müderris tâbiri kullanılırdı.

MÜHÜRDAR : Osmanlı Devleti zamanında sadrazam, vezir ve valilerin yazdıkları yazılan mühürleyen özel memurlar hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlann yardımcı-lanna da mühürdar yamağı adı verilir idi.

MÜHİMME KALEMİ: Divan-ı Hümayunun muntazam toplandığı XV. ve XVI. yıllarda divan toplantılarında görüşülen siyasi, idari ve sosyal konular hakkında alman ka-rarlann yazıldığı defterlere Mühimme Defteri adı verilirdi. Bu defterleri tutan ' memurlann bulunduklan büronun adı da Mühimme Kalemi idi. İlk zamanlarda bu büronun başında Reis el-Küttab bulunurdu. Sonradan bu büro sadrazamlık dairesine (Paşa Kapısına) nakledilmiştir. Daha sonraları da bu daireye Bâb-ı Âli denmiştir. Tercüme kalemi ise II. Mahmut zamanında kuruldu.

MÜHR-İ HÜMAYUN : Padişahların kesin vekâletini taşıdıklarım belirten ve sadrazamlara verilen mühür hakkında kullanılan bir deyimdir. OsmanlIlarda bu mühür ilk zamanlarda yüzük şeklinde olup sadrazam tarafından parmağa takılırdı. Sonradan kese içinde muhafaza edilmiştir.

MÜLKÎYE NÂZIRI: Mahmut II. zamanında 1835 yılında divan teşkilatı kaldırılarak kabine usulü kurulduğu vakit Sadaret Kethudahğı içişleri bakanlığı görevi ile değiştirilmiş ve adına Mülkiye Nâzırlığı denmiş ve başına da Pertev Paşa getirilmişti. Sonradan bunun adı dahiliye nezareti olmuştur.

MÜLTEZİM : Bir köy veya bölgenin iltizam usulüne göre vergilerini toplama yetkisine sahip olan kimse hakkında kullanılan bir deyimdir.

NÂİB: Lügat anlamı ile herhangi bir kimseye vekâlet eden kimse demek ise de OsmanlIlarda daha çok adalet işlerine bakan kadılara vekâlet eden kimseler için kullanılırdı.

NAKİB EL-EŞRAF : Peygamber soyundan olanların işlerini görmek için hükümet tarafından bunların aralarından seçilen kimse hakkında kullanılan bir deyimdir.

NALINA MIHINA : Bir konu üzerinde konuşurken onun hem lehinde hem aleyhinde bulunarak yapılan konuşma tarzı için kullanılan bir deyimdir.

NAKLİ İLİMLER : Osmanh devletinde Tanzimata kadar tek öğretim kurumu olan medreselerde okutulan Kelâm, Kur’an, Hadis, Tefsir gibi ilimler için kullanılan bir deyimdir.

NESİH YAZISI: Eski Arap alfabesi kullanıldığı devirlerde bu alfabe ile yazılan yazıların çeşitli şekillerinden birisinin adıdır. Kur’an-ı Kerim kitaplarının çoğu bu yazı şekli ile yazılmıştır.

NİHLİST : Nihlizm denilen doktrine mensup kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. İlk defa Rus siyasi ve felsefi partisinin doktrini olarak bir kısım Rus yazarları tarafından ortaya konmuştur. Bu parti önceleri ferdiyetçiliği reddeden bir görüşe sahip iken bazı taraftarları 1875’ten sonra topluma karşı sert bir tutuma girmiş ve anarşizmi benimseyerek suikastlere girişmişlerdir. Eski İran’daki Bâtmi-lerin uygulamalarını benimsemişlerdir.

NİŞANCI: Ayni zamanda Tevkiî veya Tuğrai adı da verilen Nişancı Osmanh Devleti, nin ilk zamanlarından İkinci Mahmud’un yaptığı idari ıslahata kadar Divan-ı Hümayunun önemli üyelerinden birisi olup görevi padişahlar namına ferman, nâme ve diğer yazılı belgeleri yazmak ve padişahın imzası demek olan tuğra çekmek idi. Bundan başka devletin en önemli bir teşkilâtı olan arazi işlerinin bütün kayıt ve defterlerini tutmak ve padişah fermanı ile bunlarda gerekli düzeltmeleri yapmak da diğer bir görevi idi.

NİYABET : Nâiblik görevi yapan kimsenin yaptığı görevin adıdır.

NÎZAM-I CEDİT : Kelime anlamı ile Yeni Nizam, yeni düzen demek ise de Osmanh padişahı Selim III. zamanında imparatorlukta yapılmak istenilen geniş ıslahat hakkında kullanılan bir deyimdir. Fakat bu geniş ıslahatın ancak askeri alandaki kısmı uygulanmaya başladığından Nizam-ı Cedit adı yalnız yeni kurulan bu askeri teşkilâta ait gibi telakki olunagelmiştir.

NİZAMİYE TEŞKİLÂTI: Tanzimat döneminde kurulan yeni askeri teşkilât hakkında kullanılmış bir deyimdir. 1826 yılına kadar Osmanh Devleti’nin askeri teşkilâtı olan Yeniçeri Ocağının düzensizliğinden dolayı yeni kurulan orduya düzenli asker anlamında Nizamiye adı verilmiştir.

NÜVVAB OKULU : Mekteb-i Nüvvab (Medreset el-Kuzzat) maddesine bak.

OKKA : Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan bir deyimdir. 400 dirhem olan bir okka 1282 gramdır. Bunun yerine kıyye deyimi de kullanılırdı. Cumhuriyet devrinde bu sistem bırakılarak bütün dünyanın kullandığı sistem metrik denilen metre sistemine geçildiğinden bizde de ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edilmiştir.

ORTA KAPI: Eski konaklarda ve saraylarda kadınların oturup kalktığı harem kısmı ile erkeklerin bulunduğu selamlık kısmı arasındaki kapının adıdır. Padişah sarayındaki Harem-i Hümayun kapısına da orta kapı denirdi. Topkapı Sarayı’nın dış avlusundan orta avlusuna geçilen kapıya da orta kapı denilirdi.

PANTEİZM : Doğanın güçlerini tanrı sayan çok tanrılı dini inanç sistemi.

PANİSLAVÎZM : XIX. Yüzyıl sonlarında Rus aydınlarının önayak olduğu siyasi amaçlı sosyal bir akım olup bütün Slavları Rusya idaresinde birleştirerek büyük bir Slav İmparatorluğu kurmak amacım gütmekte idi.

PAŞA KAPISI: Tanzimattan önce sadrazamların oturdukları ve devlet işlerini gördükleri dairenin adı idi. Tanzimattan sonra buraya Bâb-ı Âli adı verilmiş ve Osmanlı hükümetinin adı olmuştur.

PÂYE : Eskiden Osmanhlar devrinde daha ziyade sivil ve ilmiye sınıfı memurları hakkında rütbe karşılığı olarak kullanılan bir deyimdir. İstanbul Payesi, Mekke Pâyesi bu çeşit rütbelerdendir.

PERVİN : Gökteki Sevir Burcuna yakın olan parlak bir yıldız kümesinin adı.

PİR : Kelime anlamı ile Farsça ihtiyar, şeyh demek ise de tasavvufta bir tarikatın kurucusu hakkında kullanılan bir deyimdir. Mevlana Celalettin-i Rumi, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli gibi tarikat kurmuş şahıslara pîr denirdi.

POST NİŞİN : Kelime anlamı ile posta oturmak, posta geçmek demek ise de tasavvufta bir tekkenin şeyhi manasına kullanılan bir deyimdir. Hâlet Efendi o sırada çok nu-fuzlu olduğundan Kudretullah Dedenin tekkeye şeyh olmasını sağlamıştı.

R

REDİF : Tanzimat dönemindeki orduda Nizamiye denilen ilk askerlik görevini müktea-kıp yedeğe alman kur’a erleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlar lüzumunda askere çağrılabilirdi. Rediflik devresi 26 ile 32 yaş arasında olurdu. Bu yaştan sonrakilere mustahfız denirdi.

REİSULKUTTAB : Lügat anlamı ile kâtiplerin başı demek ise de Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Humayun kâtiplerinin başı idi. XVIII. yüzyılda imparatorluğun dış münasebetlerini idare eden dışişleri bakanı görevini yapmıştır. 1835 yılında Mahmut Il.’nin yaptığı idare ıslahatında bu unvan kaldırılarak Umur-ı Hariciye Hâzırı adıyla bugünkü dışişleri bakanlığı kurulmuştur. İlk nâzın da meşhur şair Âkif Paşadır.

REİSÜLULEMA : Ulema denilen bilginler sınıfının en kıdemlisi hakkında kullanilan bir deyimdir. Reisûlulema en yaşlı anlamında olmayıp mesleğin en eskisi demektir.

■                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    i

REVER SURUS : Roma Katolik kilisesi başında bulunan papanın yayınladığı dini emir-nâmeler hakkında kullanılan bir deyimdir. 1867 yılında papanın yayınladığı bir emimâme (Rever Surus) ile İstanbul’daki Katolik Ermeni patrikliğine Harsım adında bir Ermeni piskopos tayin edilince Ermeni cemaatinin bir kısmı bunu kabul etmiş ve bunlara Hassunist dendiği gibi kabul etmeyenlere de anti-Hassunist denmişti.

RİKÂB-I HÜMAYUN KETHÜDASI: Rikâb kelime anlamı ile Farsça üzengi demektir. OsmanlIlarda bu kelime bir deyim olarak Rikâbdar adıyla padişahın yakını anlamında birçok görevler için kullanılmıştır. Rikâbdar, rikâb ağası, rikâb defterdarı gibi. Rikâbdar, padişah bir yere atla gittiği vakit atın üzengisini tutan kişi hakkında kullanılan bir deyimdir. Rikâb-ı Hümayun kethüdası, sadrazamın başyardımcısı olan makam için kullanılan bir deyimdir. Buna sadrazam veya Sadr-ı Âli kethüdası denirdi. Kethudalık başlangıçta yüksek makam sahibi bir şahsın özel işlerine bakan kâhyalar için kullanılan bir deyim iken sonradan resmi devlet görevlisi sayılmışlardır. Rikâb-ı Hümayun kethüdası, sadrazam İstanbul’dan ayrıldığı zaman kendisine vekil olarak sadaret kaymakamı kalırdı ki buna rikâb-ı hümayun kaymakamı da denirdi. Bunun gibi sadaret kethüdası da sadrazamla İstanbul’dan ayrıldığında yerine vekil olarak kalan kişiye rikâb-ı hümayun kethüdası denirdi.

RUUS İHSANI: Ruus, devlet hizmetine girecek memurlarda aranan öğretim belgesi demektir. İlmiye sınıfına girecek olanlarda da ruus aranırdı. Fakat XVII. yüzyıldan itibaren pâdişâhların yakınlarına ve yüksek devlet memurlarının yeni doğan çocuklarına da ruus verilerek medreselere müderris (prof.) tayin edilmişlerdir. Bunlara o zaman halk “Beşik Uleması” adını vermişti..

RUZNAMÇECİ : Rusnamçe, günlük olayların veya masrafların tutulduğü defterin adı olduğundan, bu defteri tutanlara da ruznamçeci adı verilmekte idi. Tanzimattan sonra bu defterlere yevmiye defteri dendiği gibi bunları tutanlara da yevmiye kâtibi, muhasebe kâtibi adları verilmiştir.

RÜSUMAT EMÂNETÎ : Gümrük işlerine bakan dairenin adı olup, bu işlere bakan adama da gümrük emini denirdi. 1908 ikinci meşrutiyete kadar devam etmiş, bu tarihte Rüsumat Müdiriyet-i Umumiyesi adını almış ve imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiştir.

RÜSUMTSÎTTE : Altı vergi anlamına gelen bir deyim olup, 1879 yılında devletin dış borçlarını ödemek için kıymetli kâğıtlar, damga vergisi, alkollü içkiler, balık avı, tuz ve tütün vergilerinin yabancı alacaklılardan kurulu bir heyete bırakılmış olan vergilerdir. Bu kurum sonradan Düyun-ı Umumiye İdaresi (Yabancı borçlar dairesi) denilen ve cumhuriyet devrine kadar devam eden kuruluşun esası olmuştur.

RÜŞTİYE OKULU: Mahmut II. zamanında 1838 yılında açılan o zamanın ilkokulu sayılan sıbyan okulları üstündü iki veya üç senelik öğretim yapan bir çeşit ortaokulun adıdır. Biraların asker ve sivil olarak iki çeşidi vardı.

RÜTBE : Asker ve sivil devlet memurlarıyla halktan bazı kişilere devlet tarafından verilen paye ve unvanlar için kullanılan bir deyimdir. OsmanlIların daha ilk kuruluş yıllarından itibaren evvela askeri teşkilatta, sonraları mülki teşkilatta da uygulanmaya başlayan memurlara birer rütbe vermek usulü 1833 yılında Mahmut II.’m devlet kuruluşlarında yaptığı geniş ıslahat sırasında memuriyetler için Ülâ, Saniye, Salise, Râbia rütbeleri kabul edilmiş ve Tanzimat döneminde bunlar daha da genişletilerek her memur yaptığı işin önemine göre bir rütbe sahibi yapılmıştır. Rütbeler, âmirlerin teklifi, padişah ve sadrazamın onayı ile kesinleşirdi. Memurun bulunduğu görevden alınması rütbesinin de alınmasını gerektirirdi. Cumhuriyet devrinde anayasa gereğince bütün vatandaşlar eşit sayıldığından bu usûl kaldırılmıştır.

S

SADARET KAYMAKAMI: Sadrazam serdar olarak ordunun başında veya padişahın yanında sefere çıktığı vakit İstanbul’da bırakılan vekili çin kullanılan bir deyimdir. Buna Rikâb-ı Hümayun Kaymakamı da denirdi. Sadrazamın yokluğunda onun tarafından yapılacak işlere bakardı.

SÂDÂT: Hz. Muhammed’in soyundan gelenler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu soydan gelenlere Seyyid denildiğinden çoğulu olarak Sâdât kullanılırdı.

SAHİLHANE : İstanbul’da deniz kenarında yüksek devlet memurlarıyla büyük zenginlerin oturdukları konaklar hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlara daha sonraları Yalı adı verilmiştir. Padişahların deniz kıyısındaki ikamet yerlerine Sahil-saray adı verilirdi.

SANCAK: Orduların, temsil ettikleri devletin alameti olarak kullandıkları bayrağın adıdır. Hz. Muhammed’in seferlerde kullandığı siyah bayrağa da Sancak-ı Şerif denirdi. İdare teşkilâtı bakımından eskiden vilâyetle kaza arasındaki bir idare bölümüne de sancak adı verilirdi. Buna ayni zamanda Liva da denir ve başında sancak beyi bulunurdu. Sonraları sancağın başındaki şahsa Mutasarrıf dendiği gibi idaresindeki bölgeye de Mutasarrıflık denmiştir.

SAZ TERTİBETMEK : Eskiden bugünkü gibi sazlı gazinolar olmadığından zengin konaklarında devrin tanınmış saz ve söz Sanatkârları toplanır ve musiki toplantıları yapılırdı. Tamamen amatörce olan bu toplantılara yakın zamanlara kadar nadir de olsa bazı eski evlerde devam edilirdi. Üniversite öğrencisi iken Bayezıt Mer-can’daki Emin Paşa konağında İbnülemin M. Kemal înal’in evinde her pazartesi yapılan bu toplantılara dinleyici olarak katılırdık. Devrin ünlü bazı musiki ustaları (Mesut Cemil vb.) gelirdi. Artık bu gibi gelenekler kalmadı. Gazinolar bu işi fazlasıyla yapmaktadır.

SELAM AĞASI: Padişahlar bir yere gittikleri vakit yanlarında bulunan ve etrafa padişah namına selam veren saray memurlannm adı idi. Vezirlerin de bu adla anılan adamları olurdu.

SELAMLIK : Eski konak ve büyük evlerde yalnız erkeklerin oturup kalktıkları bölümün adıdır. İkinci yani kadınların ve çocukların oturup kalktıkları yere de Harem denirdi.

SELAMLIK RESMİ : Padişahların cuma namazlarına gitmek için yapılan merasimin adıdır. Bununla beraber padişahların katıldıkları merasimlere genellikle selamlık resmi adı verilmiştir.

SERASKER: 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Tanzimat döneminde yeni kurulan ordu teşkilâtının bağlı olduğu “Umur-ı Berriye-i Askeriye Ne-zareti”nin başında bulunan kimse için kullanılan bir deyimdir. Bu deyim 1880 yılındaki yeni askeri düzenlemeye kadar kullanılmıştır. Bu tarihte Harbiye Nezareti teşkil edilmiş ise de bir müddet sonra seraskerlik görevi tekrar ihdas edilmiş ve 1908 yılma kadar devam etmiştir.

SERASKER KAPISI: Savunma Bakanlığı anlamında bir deyim olup serasker dairesinin bulunduğu yerdir. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin ana binası olarak kullanılan yer Serasker dairesi olarak Sultan Aziz devrinde yapılmıştır.

SERDAR-I EKREM : Padişahların ordunun başında sefere çıkmaları geleneğinin bırakılması ve bu işin sadrazamlar tarafından yapılmaya başlanması üzerine ordunun başkumandanına verilen bir unvandır. Sonraları bu unvan diğer askeri kumandanlar için de kullanılmıştır.

SERKARİN-SERKURENA: Sarayda padişahın sadrazam veya hükümetle yazışmalarını idare eden ve Mabeyn adı verilen büronun başında bulunan adam için kullanılan bir deyimdir. Sonradan bu görevi yapana Başkâtip denmiştir.

SUDUR : Osmanlı Devleti’nin en önemli devlet adamlarından sayılan kazaskerler hakkında kullanılan bir deyimdir.

SOFU-SUFÎ : Tasavvuf denilen İslâm dini felsefesi ile uğraşan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Halk arasında sofu şeklindeki söylenişi ile daha ziyade fazla dindar kimseler kasdedilir.

SULTANÎ OKULU : 1867 yılında Türkiye’de batı örneğine göre kurulan ilk lise olan İstanbul’daki Galatasaray Lisesi’nin adı idi.

Ş

ŞARİH : Bir kitabı veya bir şiiri inceleyerek manalarını açıklayan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Yapılan bu işleme de şerh denilirdi.

ŞEHREMİNİ : İstanbul’un eski belediye başkanlan için kullanılan bir deyimdir. Bu makamın çalıştığı daireye de Şehremaneti adı verilirdi. Cumhuriyet döneminde de bir süre devameden bu kuruluş sonradan belediye başkanlığı adını almıştır. Kelimenin asıl doğru olan deyimi Şehir Emini ve Şehir Emaneti şeklindedir.

ŞEHZADE : Padişahların erkek çocukları hakkında kullanılan bir deyimdir. Daha önceleri bunlara Çelebi unvanı verilirdi. Kelimenin aslı Şah-oğlu yani padişah-oğlu demektir. Şehzade bunun hafifletilmiş şeklidir. Padişahların kız çocuklarına da Sultan denirdi.

ŞERİF : Hz. Peygamber soyundan gelen Mekke Emirleri hakkında kullanılan bir deyimdir. ŞEREFE : Minarelerin ezan okumaya mahsus kısımlarının adıdır. Buna çanaklık da denirdi.

ŞER’İYE MAHKEMELERİ : Osmanlılar devrinde Tanzimat dönemine kadar vatandaşların birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını gidermek için kurulmuş olan ve şeriat hükümleriyle karar veren mahkemeler için kullanılan bir deyimdir. Bu mahkemelere kadı denilen ve dini eğitim görmüş hakimler bakardı. Tanzimat döneminde bunların yanında bazı dâvalara bakmak üzere yeni mahkemeler kurulmuştur ki bunlara da Nizamiye mahkemeleri adı verilmişti. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile Şer’iye mahkemeleri tamamen kalkmıştır.

ŞEYHÜLHAREM: Kutsal yer sayılan Mekke şehrinde padişah veya halife tarafından bir işle görevlendirilen kişiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu görevi evvelce Şam valileri yapardı.

ŞEYHÜLİSLÂM : Osmanlı Devleti’nde eğitim ve adalet işlerinin başında bulunan kimse için kullanılan bir deyimdir. Daha önceleri Müftü adını taşırdı. XVI. yüzyıldan itibaren hem adları değişmiş hem de önemleri artarak Divan-ı Hümayun üyesi olmuşlardır.

T

TABSIRA : Lügat anlamı ile insanın gözünü açacak durumlar manasında Arapça bir kelime ise de burada şair Âkif Paşa’nın yazdığı ve devrinin bir kısım olaylarını açıkladığı bir kitabın adıdır.

TABUR AĞASI: Tabur kumandanı anlamına bir deyimdir. Sonraları bu unvan zaptiye denilen iandarma binbaşıları için kullanılmaya başlanmış ise de 1908 İkinci Meşrutiyet devrinde bunlara da tabur kumandanı denilmeye başlanmıştır. O sırada henüz polis teşkilatı kurulmadığından karakollarda zaptiye adı verilen iandarma birlikleri bulunuyordu.

TAKVÎM-İ VEKAYİ : 1832 yılında Türkiye’de yayınlanan ilk Türkçe gazetenin adıdır. Devlet tarafından yayınlanan bu gazete bugünkü Resmi Gazete’nin başlangıcı sayılabilir.

TÂLİK YAZISI: Eski Arap alfabesinin kullanıldığı devirlerde kullanılan bir çeşit yazı şeklinin adıdır.

TASAVVUF : İslâm’ın itikada ve amele ait hükümleri dışında kalan ve tamamen insanoğlunun iç huzurunun sağlanmasını amaç edinen ve bunun için de Allah sevgisini ve bu sevgiye ulaşmayı hayatın esası sayan İslâmi düşünce sistemidir. Her şeyin Allah’ta tecelli ettiğine inanan bu meslek sahipleri insanın Allah’ın birliğinde gerçek hayata kavuştuğuna inanırlardı.

TAŞRA ÇIKMA : Eskiden İstanbul dışındaki şehirler için kullanılan bir deyim olan taşraya çıkma deyimi İstanbul dışına taşra denmesinden ileri gelmekte idi.

TATAR : Günümüzdeki posta teşkilatının henüz kurulmadığı devirlerde acele ve önemli haberleri götüren ve getiren atlı kişiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Dilimizdeki “Posta tatarı gibi ne koşuyorsun” tâbiri buradan kalmadır.

TA’YIN-TAYIN : Genellikle görevlilere maaştan başka verilen erzak anlamında bir kelime ise de daha ziyade askerlikte bir erin gündelik yiyeceği anlamında bir kelimedir. Arapça ta’yin olan kelime dilimizde tayın olarak kullanılmaktadır. Erle-: rin günlük yiyecek miktarı nasıl belli ise burada vilayet paşasının da günde kaç , kişiyi öldürme hakkı olduğu anlamınadır.

TEB'A : Bir devletin yurttaşlarına eskiden verilen addır. Teb’a kelimesi Arapça tâbi olan, uyan kimse demektir. Bu deyim daha çok monarşik idarelerde kullanılırdı. Bunun karşılığı ise metbû, yani tâbi olunun, uyulan demektir ki daha ziyade devlet başındaki monark’ı ifade ederdi.

TEBDİL GEZMEK : Padişah, sadrazam ve benzeri yüksek görevli kişilerin tanınmamak için kıyafet değiştirerek kontrol görevi yapmaları için kullanılan bir tabirdir.

TECVİD : Kur’an-ı Kerimi usulüne göre güzel okumak anlamında kullanılan bir deyimdir. TEDAHÜLDE KALMAK : Kelime anlamı ile birbirine karışmak demekse de aylık ve ya devletten diğer alacakların vaktinde ödenemeyerek geri kalması, öteki yıla veya aya devir edilmesi yerinde kullanılan bir deyimdir.

TEFSİR : Medreselerde okutulan ve nakli ilimler veya İslâmi ilimler denilen Kur’an, Hadis, Kelâm gibi önemli derslerden birisi olup Kur’an ayetlerinin manalarının açıklanması ile uğraşan bilim dalı.

TEKKE : Bir tarikate mensup olanların toplandıkları ve oturup kalktıkları, âyin yaptıkları yer hakkında kullanılan bir deyimdir. Farsça takye’den bozma olan kelimenin lügat anlamı dayanma, dayanacak yer anlamına gelir. Küçük farklarla zaviye, hanıkah, dergâh ve âsitane deyimleri de ayni manadadır. Sonraları tekkeler miskin ve tenbellerin sığmağı olduğundan Cumhuriyetin ilânından sonra 1924’te özel bir kanunla kapatılmıştır. Bugün ancak Mevlevilik âyinlerinin bu tarikatin kurucusu büyük mütefekkir Mevlâna Celâlettin-i Rumi’nin ölüm ve doğum yıl dönümlerinde yapılmasına müsaade olunmaktadır. •

TERCÜME KALEMİ : Mahmut II. zamanında yabancı elçilerle devlet adamlarının konuşmalarını sağlamak için ve Türk asıllı tercümanlar yetiştirmek üzere kurulan ve Tercüme Odası denilen önemli dairenin büroları demektir. Kalem deyimi o zamanlar büro karşılığı olarak kullanılmakta idi.

TERSANE : Gemi ve gemiciliğe ait işlerin yapıldığı, deniz erlerinin eğitim ve öğretim gördüğü deniz kıyılarında bulunan bölge için kullanılan bir deyimdir. İstanbul’un zaptından sonra bugün Kasım Paşa dediğimiz yerde büyük bir tersane yapılmıştı ki o zamandan beri burası tersane olarak kullanılmakta idi. Tersane Kasrı da buradadır.

TEZKERE-İ ŞUARA : Şair ve yazarların biyografilerinden bahseden kitaplar hakkında kullanılan bir deyimdir.

TIMAR VE ZEAMET : OsmanlIlardan evvelki Müslüman Türk devletlerinde de kullanılmış olan arazi sistemine ait bir deyim olan tımar, devlet tarafından zaptedilen toprakların ıkta suretiyle savaşlarda yararlık gösteren askerlere idaresi ve işletmesi verilen parçalan hakkında kullanılan bir deyimdir. Tımar, yıllık geliri 20 bin akçe tutan topraklara denirdi. Zeamet ise yıllık geliri yüzbin akçe -olan yerlerde. Daha fazla geliri olan parçalara da Has adı verilir ve daha ziyade padişah, vezir-iâzam ve padişah yakınlarına verilirdi.

TOPHANE MÜŞİRİ: Osmanh Devleti’nin son zamanlarında 1832 yılında Mahmut II. zamanında Topcubaşılık denilen askeri makamın kaldırılmasıyle kurulmuş olan bir makamın adıdır. Devletin top ve barut gibi savaş malzemelerinin yapımı, bakımı ve kullanılması işleriyle uğraşan bir makam olan Tophane Müşiri ayni zamanda Topçubaşının da görevi olan İstanbul’un bir kısım bölgelerinin güvenlik işleriyle de meşgul olan dairenin başıdır. 1845’te Zaptiye Nezareti denilen Emniyet Genel Müdürlüğünün kurulmasına kadar bölgenin güvenlik işleri bu makam tarafından yürütülmüştür. Tophane müşirleri ayni zamanda hükümet üyesi idiler, kabine toplantılarına katılırlardı.

TORİ : İngiltere parlamentosunun büyük siyasi partilerinden Muhafazakâr partinin eski adıdır. '

TUĞRA ÇEKMEK : Nâme, ferman, berat v.b. yazılı belgelere tuğra denilen padişahın mühürünün yazılması anlamında kullanılan bir deyimdir. Eskiden bu işlemi Divan-ı Hümayun üyelerinden Nişancı denilen kişi yapardı. Sonraları Tuğrakeş denilen özel memurlar tarafından yapılmaya başlamıştır. Bunlara Tuğraî adı da verilirdi.

TÜFEKÇİ: Tanzimattan evvel vezir dairelerinde bulunan ve koruma görevi yapan bazı kişiler hakkında kullanılan bir unvandır. Bunların başlarına da tüfekçi başı denirdi.

U

UKKÂM BAŞI: Her sene İstanbul’dan Mekke’ye gönderilen hediyeleri götüren kafiledeki (Sürre alayı) Hicazh, Şamlı ve Halepli Araplar için kullanılan bir deyimdir ki kelimenin lügat anlamı yük taşıyan Arap hizmetçi demektir.

V

VALİDE SULTAN : Padişahların anneleri için kullanılan bir deyimdir. Padişah anaları, oğlu padişah olduğu müddetçe sarayda kahr, ölünce veya değişince Eski Saray denilen Bayezid’deki saraya gönderilirlerdi.

VAK ANÜVİS : Devletin iç ve dış olaylarını günü gününe kaydeden resmi görevli kişiler hakkında kullanılan bir tâbidir.

VAKIF : İslâm hukukunda kamu yararına bağışlanan ve masrafları kurucusu tarafından karşılanan sosyal kurumlar hakkında kullanılan bir deyimdir.

VELİAHD : Ölümü veya yerini terketmesi halinde bir hükümdarın yerine geçecek olan kimse hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu tâbir daha çok Veliahd-i Saltanat şeklinde kullanılmıştır.

VEZİR : Kelime anlamı yardımcı demek ise de mülkiye rütbelerinin en yükseği olan vezaret (vezirlik) rütbesine sahip olan kişiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunların en yükseğine Vezir-i âzam (büyük vezir) veya sonraki adı ile sadr-ıâzam denirdi. Bu son tâbir Kanuni Sultan Süleyman zamanında kullanılmaya başlanmış ve devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.

Y

YAFTA : Çeşitli anlamlarda kullanılan bu kelime aslında bir şeyin ne olduğunu göstermek için o şeyin üstüne yapıştırılan veya asılan kâğıt veya madeni levha demektir. Burada idam edilen kişinin neden idam edildiğini bildiren kâğıttır. Buna şimdi daha çok etiket denilmektedir.

YAVER-İ EKREM : Padişahların askeri yaverlerine verilen unvandır. İlk defa Abdüla-ziz devrinde sadrazamlık yapmış olan Keçecizade Fuad Paşa’ya verilmiş bir unvandır. Daha evvel böyle bir görev yoktu.

Z

ZABTİYE MÜŞİRİ: Zabıta işleriyle ilgili dairenin başında bulunan kişiler hakkında kullanılmış bir deyimdir. Sonradan bir bakanlık haline getirilmiş ve adına Zaptiye Nâzırlığı denmiştir. Bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğü anlammadır.

ZEYD VE AMR : İslâm hukukunda herhangi bir hükümde kıyas için örnek olarak kullanılan bir deyimdir. Dilimizde Ali-Veli veya Ahmet ve Mehmet gibi bir anlam taşır.

1

Otuz beş yaşlarında iken defterdarlıktan vezirlik rütbesi ile birden bire sadrazam olduğunda (Rebiyülahar 1230-1814) ıslahat ve ilerlemeye taraftar ve devletin nizamlarının yenileştirilmesine hevesli göründüğünden, Yeniçerilerin taraftarlığını yapan Halet Efendi’nin kin ve düşmanlığına hedef olarak 1233-1817’de azil ve Balıkhane’ye yollanmış idi. Katledilmesi için Halet Efendi ısrar etmiş ise de padişah, uzun boylu ve gösterişli olduğundan Sultan Mahmut “Kallavi başına pek yakışıyor, ben o güzel başa kîyamam” diye Sakız’a (adasına) sürgün edilmekte yetînil-mişti. İşte meşhur kallavi hikâyesi budur. Sonra affolunarak onbeş sene Anadolu’da eyaletlerde (vali olarak) dolaşmıştır. Bir kerre İstanbul’a girer isek bir daha çıkmayız dermiş.

2

Bu yalı sonradan Âli Paşa’ya geçmiş ise de daha sonra Mısır Hidivinin annesi tarafından satın alınarak yeniden yaptırılmıştır. Şimdi hâlâ onun elindedir. (Bugün Mısır Büyükelçiliğinin yazlık binası olarak kullanılmaktadır. Sadeleştiren).

3

Küçükasya’da (Anadolu) ki eski Yunan kolonilerinden olan Frikya’da serbest bırakılan esirlere kırmızı başlık giydirmek âdet imiş. Fransa Büyük İhtilâlinde işte bu kırmızı başlık hürriyet simgesi olarak kabul edildiğinden halk arasında yayılmıştı. Şekli bizim feslere benzemeyen bu başlıkların içi pamuklu idi. İhtilâl tavsadıktan sonra Fransa’da modası geçmiş ise de Yunan Adalarına ve oradan Garb Ocaklarına yayılmıştı. Püskülün nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz. Süs olması büyük bir ihtimaldir. Şu kadar var ki ilk giydiğimiz feslerde ipek püskül fesin çevresini sararak yağmurlu günlerde birbirine karıştığından şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda on paraya püskül tarayıcı Musevi çocukları türeyiverdi.

4

Ordu sefere çıktığı zaman Reisülküttabların ordu ile beraber sadrazamın emrinde bulunması usul olduğundan başkentte birisinin reisülkûttab görevini yapması gerektiğinden güya vekil gibi bir de Rükâb-ı Hümayun Reisülküttabı atanırdı. Selim III. olayında asıl reisülkûttab ordu ile Tuna boylarında bulunan meşhur Galip Efendi idi.

5

23 sene valilik etmiş olan meşhur Büyük Süleyman Paşa 1219-1804’te ölmüştür.

6

Sadrazamlık kethüdası sadrazamla birlikte seferde bulunduğu sırada vekili yerinde olmak üzere bir de rikâb-ı hümayun kethüdası atanırdı.

7

Ağa merhum, vezirlerin kavasbaşılıklannda bulunmuş, dünya görmüş bir koca kurtmuş, son hizmet ettiği Ispartah Seyyid Ali Paşa’nm sadrazamlıktan düşmesinden sonra isteği ile emekli olarak Bozdoğan Kemeri semtinde otururmuş. Ağalar arasında özel saygıya ve büyük şöhrete sahip olarak onlara İncili Çavuş gibi nükteler yumurtlarmış. Pek çok hikâye ve fıkraları olup ondan sonrakiler kendinden birşey anlattıkları vakit “Ağa Merhum şöyle derdi” diye asıl adı unutulmuş.

8

Canip Efendi zafran (sarı) renginde, köse, küçük gözlü gayet çirkin bir adammış. Bir gün alayda giderlerken seyircilerden bir kadın Hâlet Efendi’ye “Allah padişaha şirin göstersin” diye dua ettiğinden Hâlet Efendi “hanım sen o duayı arkadaki efendiye et” demiştir. Arkadan gelen Canip Efendi idi.

Canip Efendi reis el-küttap=dışişleri bakanı olup Mora isyanında Hâlet Efendi’ye karşı Tepedelenli’yi korumuş ise de sonunda yerinden oldu E. K.

9

Arif Hikmet Bey o vakit “İzzet’de kalmadı Hâlet” demişti.

10

1269-1852 senesi taş basmasıyla Ceride-i Havadis Matbaasında basılan Mihnet-i Keşan’daki resmi bu açıklamaya uygun değildir.

11

Sinimmar Arap mitoloiisinde mimarlık biliminin en eskisi ve en büyüğüdür. Yaptığı Havernak köşkünün bir örneğini başkasına da yapar diyerek zamanın hükümdarı (Numan ibn Münzir) tarafından sarayın damından atılmak suretiyle öldürülmüştür. Sinimmar cezası iyiliğe kötülük atasözü gibidir.

12

Sultan Abdülmecid’in doğum tarihi “Oldu nur-ı dide-i Mahmut Han Abdülmecid” Keşan’da söylenmiştir. (Abdûlmecit Mahmut Han’ın gözünün nuru oldu).

13

Bu itiraz demiryolu meselesinden olmayıp Ermeni Katoliklerin Hassonist ve anti Hassonist münakaşaları yapılırken çıkmış olduğunu eski Kastamonu Valisi Mehmet Galip Bey babası Sait Efendi’den duyduğuna göre şöyle düzeltiyor: Mütercim Rüştü Paşa yere eğilerek seccadeye iki dizi üstüne oturmuş ve bakanlar sadrazamın tarafını tutarak Ticaret Bakanı Kabuli Paşa, papanın “Rever surus” emirnamesini ileri sürmesi üzerine mütercim “canım efendim şu buyurduğunuz emirnameyi okudu-nuzsa bize de anlatsanız”diye Kabuli Paşa’yı bozmuş. Âli Paşa’nm o son günkü konuşması şimdiye kadar görülmemiş derecede iyi imiş. Anlattığımız demiryolu münakaşası daha evvel meydana gelmiş imiş.

14

Bu görüşlerin bir kısmını rahmetli Viyana’da iken hâtıra veya tasarı şeklinde yazmış ve bir kısmını İstanbul’da görevli iken veya görevden alındığı zamanlarda kaleme almıştır. Eserlerinde ayrı ayrı olan bu görüşler 1 — Genel esaslar ve içi politika, 2 — Dış politika, 3 — İdari politika adları altında üç bölümde sıralanabilir.

15

Yüzbin akçeye yük ve beşyüz akçeye bir kese deyimi maliye hâzinesinin eski bir terimidir. Para düzeltildikten sonra da beşyüz kuruşa bir kese demek bir müddet daha devam etmiştir.

16

Bu adam uzun müddet İngiltere’nin İstanbul elçiliğinde bulunan ve Reşit Paşa’nın kafadan olan meşhur Canning’dir. Soyluluk rütbesi verilince adı Lord Stratfort De Redcliffe olmuştu.

17

Delegeliğe Reşit Paşa da aday iken Âli Paşa’nm üstün tutulması sebebini pek iyi bilmiyorum. Bununla beraber Paris elçisi bulunan Reşit Paşa’nm oğlu Cemil Bey ikinci delege olarak Âli Paşa’nm yanma verilmiş idi.

18

Ahmet Bey, Mahmut Nedim Paşa kardeşlerinin en büyüğü olup bilgili, ciddi ve temiz bir kimse idi. Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında bir gün ziyaretine giderek tutumunu düzeltmesini nasihat ve tavsiye ettiğinde kendisini beğenmiş paşa tarafından hafife alınarak karşılanmış ve aşağılanmış olduğundan "bari. Naima tarihini okusanız biraz uyanırdınız” diyerek oradan ayrılmış ve bu makamda iken bir daha yanına uğramadığını anlatırlardı.

19

Saraylara en sonra giren “doğru sözdür’’ deyimi Mustafa Fazıl Paşa’mndır. İstanbul’da, Asım Paşa konağında (şimdi Evkaf Bakanlığı) ilk defa klüp kuran odur.

20

Kemal Bey,_ Âli Paşa’nın ölümüne “hake defnettiklerinde söyledim tarihini. Yere geçti sadr-ı Âli vardı der-ki esfele =Toprağa gömdüklerinde tarihini söyledim, yere geçti Âli’nin vücudu cehennemin dibine vardı” tarihini söylemişti. Bir şakacı bu beyti değiştirerek aşağıdaki gibi okurdu: “Çıktı zor canı habisin söyledim tarihini, yere geçti Sadr-ı Âli gitti derk-i esfele”. Adı geçenin bundan sonraki hayatı bilinmektedir.

Paris yaranından Agâh Efendi Anadolu müfettişi Müşir (Mareşal) Şakir Paşa’nın büyük kardeşidir. Vaktiyle Tercüman-t Efkâr adıyla bir gazete çıkarmış ve Posta Nezaretinde (Ulaştırma Bakanlığında) bulunmuştur. İstanbul’a döndükten sonra yine devlet hizmetine girmiş bir aralık Ankara’ya sürülmüştü. Son görevi Atina elçiliğidir, orada ölmüştür.

Reşat Bey sonraları Rumeli Beylerbeyliği rütbesini kazanarak paşa olmuş ve idare hizmetlerinde bulunarak inmeli olarak ölmüştür. Ali Ferruh'un babasıdır.

En son dönenleri Ali Suavi’dir. Mithat Paşa’nın muhaliflerinden olduğundan ilerideki makalelerde anlatılacağı üzere paşanın İstanbul’dan Avrupa’ya uzaklaştırılmasında Basiret gazetesine birtakım yazılar yazmış ve bu sayede padişah sarayına sızmıştı. Bir aralık Sultani Mektebi (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne atanmıştı. Gayet idaresiz ve çulpaz bir adamdı (hırpani giyimli). Kapamacılardan aldığı hazır bir kostüm ile zibidi kıyafeti bilenlerin gözü önündedir. Okulun yönetim ve öğretimini karma karışık etti. Genç Türk-lerin Paris’te bu yalancı şöhrete yüz vermemeleri pek haklı imiş. Okuldan alındığında -kinini içinde saklayıp Sultan Murad’ı (V. Murad) padişah yapmak üzere silahlı bir toplulukla Çırağan Sarayı’na hücum etmek gibi bir delilikte bulunduğu gün sarayın bahçesinde öldürülmüştür. 17 Cetnaziyülula 1295-1878.

Başkanlan olan Mehmet Bey babasının ve amcasının ısrarları üzerine politikadan çekilmişti.

21

Dans la nature nen ne secröe rienne ne se perd.

Bazı bilginler bu anlamı “Herşey aslına döner” diye açıklamışlardır.

22

İç ve dış borç taksitlerinin beş sene müddetle yarısı para olarak ve diğer yarışı da % 5 faizli hazine senetleriyle (bono) ödeneceğine dair olan bu karar 5 Ramazan 1292 (6 Ekim 1975) tarihinde yayınlanmıştır. İlk yarı parayı ödemede hazine sıkıntıya düştüğünden ilerisi için bütün bütün güven kayboldu.

23

Gerçi Rüştü Paşa Abdülaziz Han’ın padişahlığı sırasında pek az çalışmış olup çoğunlukla mazul olarak vaktini geçirmesinden şikâyetçi imiş. Herhalde padişahı tahttan indirmek gibi tehlikeli bir işe heyecanla ve gönül rızası ile atılmış olmayaca-. ğı karakter ve tutumundan anlaşılır. Aynı adı taşıyan Şirvanizade’nin başına geleni bildiğinden Hüseyin Avni Paşa’nın kötülüğünden korkmuş olması da tahttan indirme kararına uymasına bir sebep sayılabilir.

24

Sultan İkinci Abdülhamid bakanlar ve diğer devlet hizmetinde bulunanlar hakkında kendi tecrübe ve takdirine göre hükümler görüşler ileri sürer ve bazı çok yakınlarına söylermiş. Mütercim Rüştü Paşa hakkında “iki yüzlü idi, herşeyi yapacak gibi yaltaklanır, fakat elinden birşey gelmezdi; bütün hareketleri sahte idi”(2); Hüseyin Avni Paşa hakkında “hain ve nankör idi, yaptıklarının sebebi düşmanlığın-dandır, devletin yaran değildir” ve Mithat Paşa hakkında “farfara idi, ne yaptığını bilmezdi, zamanını takdir edemezdi” dediği ve diğer devlet adamlannın belirgin niteliklerini de özel deyimlerle anlattığını duymuşumdur. Yalnız Mithat Paşa adını söylerken elini şakağına götürüp onbeş yirmi saniye kadar dalgın durur ve sonra söze başlardı. Acaba bir pişmanlık eseri mi idi?

25

Süleyman Paşa hırçın huylu fakat becerikli ve tuttuğunu kopancı idi. Nizam fikri olan gerçekten millî onuru yüksekti. Sertliğinden dolayı öğrenciler arasında (Sarı Çapar) diye adlandırılmıştı. Fakat Harb Okulu kitabet (kompozisyon) ve genel tarih öğretmenliği ile uğraşarak bilgisini artırmış ise de büyük savaş kumandanlığı için gerekli bilgi ve tecrübe ve gücü kazanamamıştı. Karşı gelmek istediği Hüseyin Avni Paşa’ya Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden sonra birgün Beşiktaş iskelesinde rastgelmiştim. Gurur ve büyüklükten koltuklan pek kabarmıştı. Küçük dünyalan ben yarattım durumunda idi. Aslı Ispartah olup çocukluğunda ana babası tarafından malak (manda yavrusu) Hüseyin diye çağnlırmış.

(*).. Doksan üç senesinde (1293-1876) doksan üç gün memleketin padişahı olup Sultan

Murad muradına ermeden matem tuttuğu yere göçtü. (E.K.)

26

Mithat Paşa’ya sadrazamlıktan alındığı ve Avrupa’ya uzaklaştırılacağı emri mabeyn feriki İngiliz Said Paşa tarafından sarayda bildirilmiş, evine dönmeden ve çoluğu çocuğu ile vedalaşmadan İzzeddin vapuruna yollandığı sırada Mithat Paşa’nın üzüldüğü ve Said Paşa’ya “böyle bir zamanda sebepsiz iş başından ayınlmasınm devlet için tehlikeli olacağı” yolunda sözler söylediği ozaman etrafa yayılmıştı. Saraya iyice çatmaya!+) fırsat kollayan Ali Suavi ertesi günü Basiret Gazetesinde yazdığı bir makalede Fatih’in vezir-i âzami veli Mahmut Paşa(23) ile Mithat Paşa arasında ruhsuz bir kıyaslama yaparak Mahmut Paşa’yı Köprülü ile karıştırmış; Mahmut Paşa’-nın öldürülmesine padişah buyruğu çıktığı kendisine haber verildiğinde paşanın “ben Efendi kapısına yüz akçelik bir köle olarak geldim, yine değerim odur, devlet beni yoketmek ile büyük bir zarara uğramıyor” meşhur boyun eğici sözünü adı geçen makalede yanlış ve kırık dökük anlattıktan sonra Mithat Paşa’nın sürgünü sırasında “ben gidersem devletin hali nice olur” dediğini anarak “işte büyük adam işte küçük adam” hükmünü vermişti.

27

(+) Kitap metninde bu kelime aynen Çatma şeklindedir. Çatmak, genellikle dilimizde kafa tutma, karşı koyma anlamında olduğundan burada kullanılması pek yerinde olmamakta ise de Cevdet Paşa’nın Sultan Hamid’e sunduğu özel bir layihada (İbnü-lemin Mahmut Kemal İnal: Son sadrazamlar S. 321) bu kelimeyi yazannki şeklinde yazdığına göre bir manasının da yerleşme, oturma anlamında olduğu anlaşılmaktadır.

(") İlk Mebuslar meclisi Ethem Paşa’nın sadrazamlığında 2 Rebiyülewell294-19 Mart 1877 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Bayramlaşma salonunda parlak bir şekilde açılmıştır(25).

28

Savaşın felaketlerini gördükten sonra söylediği bu sözde gerçekten samimi idi. Fakat İstanbul’da bulunduğu sürece devletin tabii haklarım korumak maksadıyla savaşı göze aldırmaya halka ve padişah sarayına o kadar şevk ve istek vermişti ki Londra protokolünün bildirilmesinde iş başında bulunsa fikrini değiştireceğini o zamanı yaşayanlar için düşünülemezdi. Konferans kararlarının kabul veya reddini kararlaştırmak üzere Bâb-ı Âli’de topladığı danışma kurulunun görüşme usulü kendisi tarafından konmuştu. Bu kurulda savunma ve dışişleri bakanlan ağızlarını açmadıktan ve ulema tarafından güçlü olmak gerektiği uyarıldığı halde Sava Paşa, rahip Enfiyeciyan Efendi ve Âbidin Bey gibi savaşın çıkışından ve sonucundan sorumlu olmayan kişilerin vatanseverlik duygulannı okşayıcı sözlerinden meydana gelen heyecanlı fikirler zavallı Halet Paşa’yı soğukkanlı olmaya çağıran akıllı teklifini söylediğine pişman etmişti. Mithat Paşa’nın eninde sonunda beşyüz bin askerimizin (yediyüz binden indirilmiş) savaşa hazır olduğundan bahsetmesi askeri idarenin defter üzerindeki bilgisine dayanıyordu. Gerçekler ve askere alınma bunun ne derece eksik olduğunu ve yedek erlerin yetersizliğini meydana çıkardı. Mali zorluklar ve kâğıt paranın hali ise bilinmektedir.

29

Bakır para çıktığı vakit aşağıdaki kıt’a söylenmişti: Eşk-i hırmandır akarı herkesin Hayf kim oldu hazine tam takır Geçmede zer yerine şimdi nuhas Devletin altın işi oldu bakır

30

Genel maaş Ramazan, bayram ve Kurban Bayramı, padişahın doğum ve tahta çıkış yıldönümünde verilen beş aylık ile aralıkta verilen altıncı aylıktı. Buna memurlar haç ulufesi derlerdi.

31

Kitap bu makale için bir numara verilmemiş ise de bundan sonraki 29 numara ile gösterildiğinden bunun 28 olması gerekmektedir.

32

(31 31) Bilindiği gibi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1094 (1682)’de Viyana önünde yenildikten sonra AvusturyalIlar hiçbir yerde ciddi bir karşılık görmeden Macaristan eyaletlerimizi ele geçirdikten başka Tuna Nehrini geçerek Belgrat, Niş ve Vidin kalelerini® almışlar, 1100-1688 yılında Üsküb ve Şehirköy’den güneye ve doğuya doğru ilerlemeye hazırlanmak, diğer taraftan Venedikliler Mora Yarımadasını ve Bosna’da® bazı bölgeleri ele geçirmişler, Rusların ve Lehlilerin® Kırım ve Podolya® üzerine yaptıkları hücumlara karşı koymak imkânsızlığı görülmekte ve birbirini takip eden bu felaketler halkın zihnini karıştırıyor ve memleket idaresini iyice karıştırmakta iken Avusturya ordularının Sofya tarafına sarkacağı ve Meriç havzasına ineceği havadisi yayıldığından savaş alanına yakın olmak için yeni padişah Süleyman I. İstanbul’dan Edirne’ye oturmaya gitmişti. Devlet adamları ne yapacaklarım bilemiyorlar, herkesi bir şaşkınlık ve ümitsizlik kaplamıştı. Edirne’de padişahın huzurunda yapılan olağanüstü bir divan toplantısında bu derdin çaresi ne gerektiriyorsa hatıra gönüle bakılmaksızın görüşülerek kararlaştırılması ve bildirilmesi için padişah emir vermiş olduğundan toplantıda bulunanlar Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa’nm sadrazamlığa getirilmesi gerektiği hakkında bir öneride bulunduklarından gereğince hareket edilerek adıgeçen paşa sadrazam yapılmıştır. Kutsal bayrağı zafere ulaştıran paşanın ne şekilde işe başladığı ve ne dereceye kadar başarılı olduğu tarih kitaplarında yazılıdır.

33

Kâğıt para belasından oldum olası zarar görenler aylıkçılardır. O vakit ile şimdiki fiyat yüksekliği ile eşya arasında, şu fark vardır ki o zaman eşya duru para ile eski değerini kaybetmeyerek yalnız kâğıt paranın kıymetinin düşmesi oranında fiyatı yükselirdi. Mesela evvelce yetmiş seksen kuruşa satılan bir kundura mecidiye akçe (gümüş para) ile yine o fiyata alınırdı; fakat kâğıt para ile piyasaya göre her gün fırlar dururdu. (Kâğıt paranın) kalkacağına yakın yüz kuruşluğu on kuruşa kadar inmişti. Genel savaştan dolayı ekonomik bunalım bütün dünyayı etkilediğinden bugün hiçbir şey duru para ile eski fiyatında değildir.

34

İstanbul halkı askerlik görevi ile yükümlü değildi. Rusya savaşı sebebiyle bir yedek kuvvet bulundurmak düşüncesiyle İstanbul halkının da eğitilmesi ve silahlandırılması kararlaştırılmış, askerlik çağına girenlerden yer yer taburlar kurulmuş ve her tabura ordu mensuplarından komutanlar atanmıştı. Bölük subaylığı mahallelerdeki belirli rütbe ve mevki sahibi kimselere verilmişti. Erler, her sabah erkenden, semtlerine yakın uygun yerlerde bir iki saat eğitim görür, sonra işine gücüne giderdi. Eı .ere özel üniforma giydirilmişti. İşte bu teşkilata Mevkib-i Hümayun adı verilmişti.

35

Namık Kemal’in Paris yaram adlı taşlamasından aşağıdaki dörtlüğü birdiriyoruz :

Suavi dedikleri o küçük adam

Paris’te oturmuş yanında madam

Biz anı adam sandık o damı cüdam

Aman yalnız kaldı Mustafa Paşa

36

Bu Haşan Paşa sonraları müşirlik (mareşal) rütbesini kazanmış ve ölümüne kadar bu görevde kalmıştır. Okuma yazması olmayan fakat hayırsever bir kimse olan Haşan Paşa Sultan Abdülhamid’in tam güvenini kazanmıştı. Halk arasında haksız olarak dile düşmüştü. Beşiktaş semtinde açıktan oruç tutmayanları ve sarhoş olarak nâra atanları meşhur sopasıyla bir temiz ıslatır ve siyaset edepsizlerine asla acımaz ise de yalan ve can yakıcı hiçbir telkinde bulunmamış, aksine namuslu adamlar hakkında verilen iumalcılanngeçersizsaymış ve birçok iurhalcılann hakkından gelmiştir. Dövdüğü adamlara ‘ ‘Allah ıslah etsin’ ’ diye can ve yürekten dua ederdi. (Kendisine halk arasında “Yedi-Sekiz Haşan Paşa” adı verilen bu şahsın okuma yazma bilmediğinden adını yazmak için eski yazıdaki 7 ve 8 sayılarını yan yana yazıp aralarını bir çizgi ile birleştirdiği söylenir).

37

Harb Okulunu bitirerek kur’alan V. Orduya çıkan birkaç genç subay, bindikleri vapur Rodos’a uğramış, adayı gezmek için karaya çıkmışlar ve mesleklerinin en eskilerinden olan Redif Paşa’yı ziyarete gitmişler; Redif Paşa ziyaretlerinden çok hoşlanmış, onları güzel sözlerle gönüllerini almış, devlet ve millet uğruna can vererek hizmet etmekten geri kalmamalarını ve ilerlemelerine dua etmiş, sonunda da Mendiler, çalışınız, elbette sizi de oturtacak bir ada bulurlar” demiş.

38

Saffet Paşa’nın azline sebep olarak rahmetli Said Paşa’dan işittiğime göre Romanya elçisi Mösyö Bratiano henüz kurulan Romanya elçiliği için Boğazkesen’den Be-yoğlu’na çıkan caddede tahtadan bir ev kiralamış ve bir gece bir süvari tertip ederek bütün bakanlan ve birçok yüksek devlet adamlarını davet etmiş. Bursa valiliğinden dönüşte Hazine-i Hassa bakanı olan Said Paşa da dâvetliler arasında imiş. Fakat elçiliğin semti münasebetsiz ve binasının da dar olduğunu bildiğinden gitmemiş. Evinde uyurken gece yansına doğru kendisini uyandırmışlar ve mabeyn (saray) büyüklerinden Edhem Paşa (sonradan Alasonya kumandanı(34) olan) yaka paça Said Paşa’yı arabasına alarak acele ile Yıldız’a götürmüş ve doğru huzura girmişler. Padişahın yanında duavi çavuşu kıyafetli ve kara sakallı bir adam elinde bir kâğıt olduğu halde ayakta duruyormuş. Sultan Abdülhamid Said Paşa ile Edhem Paşa’yı görünce telaşla “paşa, bu gece beni tahttan indiriyorlar” demesi üzerine Edhem Paşa “efendim kimin haddine düşmüş” cevabını verince “siz azıcık istirahat edin” diye Edhem Paşa’yı odadan çıkarmış ve ertesi günü de İstanbul dışında bir göreve atamış. Ondan sonra kara sakallı adama dönerek “okuyunuz” emrini vererek o da elindeki uzun listeyi okuyarak o gece o kişilerin Romanya elçiliğinde padişahı tahttan indirme kararını vermek üzere toplandıklarım söylemiş. Hattâ listede Said Paşa’nın adı da yazılı olduğundan paşayı söyleyince padişah “onu geç” buyurmuş. Said Paşa padişahı tamamıyla inanmış durumda görünce iumalcıya “efendi soruşturmanız doğru mudur; doğru değilse bu kadar adama iftira etmek büyük günahtır” deyince adam “abdestim vardır Eşhedü billah=Allah şahittir, hepsi doğrudur” diye cevap vermiş. Padişah polis vasıtasıyla elçiliği çevirterek ve topluluğun dağılmasını beklemeksizin Saffet Paşa’dan mührü aldırarak Hayrettin Paşa’-yı Sadrazamlığa getirmiş ve Saffet Paşa’yı Paris elçiliği ile'İstanbul’dan çıkarmak istemiş. Paşa ihtiyarlığını ileri sürerek birkaç hafta ayak sürümüş ise de nihayet zorla kabul ve Paris’e gitmiş. Said Paşa o kara sakallı adamın kim olduğunu bilemedim dermiş. x

Biyografisini evvelce verdiğimiz Fuad Paşa’nın ikinci sadrazamlığında Hidiv İsmail Paşa’nın yalısında bir büyük ziyafet gecesi neşeler tam kıvamına geldiği bir sırada başmabeyinci vasıtasıyla mühür elinden alınmış ve Fuad Paşa dâvetlilere gözükmeyerek sahilhanesine çekilip gitmiş. Hattâ bundan dolayı Hidiv’in çek kırıldığı söylenir.

39

Encümen-i Daniş üyelerinden en çok yaşayanlar adıgeçen Cevdet Paşa ile padişahın eski başhekimi Salih Efendi’dir. İkisi üç ay aralık ile aynı senede 1312-1894’te ölmüşlerdir.

40

Mir’atı Hakikat diyorki: Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan vatandaşlarının büyük çoğunluğu evladlannı ve akrabalarını Avrupa’ya göndererek -bunu yapamayanlar da evlerinin yiyeceklerinden keserek ve borçlanmayı göze alarak- zamanımızda eğitim denilen şeyi, kazancı ve geçimi çoğaltmaya, hattâ memleket yönetimi için lüzumlu olan bilimleri ve tenleri kazanırlar, zamanımızda yayılmış olan yeni fikirler herkesin hak ve hürriyetleri bakımından tamamen eşit olması, üyesi bulunduğu toplumun ve kuruluşun işlerinde oy hakkı bulunması ve hattâ o toplumun yönetim şeklinin bile fertlerinin reylerinin toplanması ile kurulması mezhep ve soyluluk yönünden aralarında asla fark ve üstünlük gözetihneyerek yetenek ve haklarına göre herkesin her dereceye ve her işe girebilmesi esaslarından ibaret olan yeni fikirlerle dolu olarak Osmanlı ülkelerine dönerlerdi.

41

Grandük Mişel ahbaplarından Prenses Olga Ponyatin’in konağında konuk imiş. Adıgeçen tarafından sonradan “Revue de Deux Monde” adındaki meşhur süreli derginin 1 Kasım 1923 günlü sayısında yazılan makalede işin iç yüzü başka türlü gösteriliyor. Merak edenlere o makaleyi okumalarını tavsiye ederim.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar