ABDURRAHMAN ŞEREF EFENDİ TARİH MUSAHABELERİ
Sadeleştiren:
Enver KORAY
ABDURRAHMAN
ŞEREF EFENDİ VE TARİH MUSAHABELERİ
Sadeleştirerek
sunduğumuz “Tarih Musahabeleri”, adından da anlaşıldığı gibi bir sohbet
mahiyetinde ve makale şeklinde yazılmış olmasına rağmen görgü ve görgüye
müstenit nakillerden meydana gelmesi dolayısıyla yakın devir tarihimizin birçok
karanlık noktalarını aydınlığa kavuşturması açısından bu konular üzerinde
çalışan müdekkik-ler için bir kaynak kitap hüviyetini taşımakta ve değer
kazanmaktadır. Bu değer kitabın yazarının Türk tarih yazarları arasında çok
mümtaz bir mevkie sahip olmasından ileri gelmektedir. Kitabın önsözünde
kendisinin de belirttiği gibi bizde pek eski bir geçmişe sahip olmasına rağmen
tarih yazıcılığı modern tarih anlayışından hayli uzak kalmıştır. Türk tarih
yazarlarının çoğunluğu mümkündür ki resmi bir görev olan vakanüvislikten geldikleri
için tarih olaylarını kronoloiik bir açıdan ele almaktan pek azı müstesna
vazgeçememişlerdir. Naima, Peçuylu İbrahim ve Cevdet Paşa’nın eserleri istisna
edilirse hemen hiçbirisinde tarihi kritik dediğimiz olayların sebep ve
neticeleri hakkında şahsi görüşlerine yer vermemiştir. Bu itibarla Türk tarih
yazıcılığı Cumhuriyet dönemine kadar bu hüviyetini muhafaza etmiştir.
Abdurrahman
Şeref Efendi bu geleneği bozarak tenkidi tarih yazma usulünü memleketimizde
başarı ile deneyenlerin başta geleni olmuştur. Mizancı Murad Bey’in bu sahadaki
denemeleri, zamanında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından yakın bir ilgi
görmüş ise de bunların tarih felsefesi açısından büyük bir değer taşımadığı
bilinmektedir.
Abdülhamit
II. devrinin (1876 -1908) ağır baskısı yazarları tarih konularını tenkidi
mahiyette ele almaktan alıkoymuştur. Bu baskının ortadan kalktığı İkinci
Meşrutiyet devrindeki (1908 - 1918) tarih yazarları ise daha çok yabancılar
tarafından yazılmış eserleri aynen tercüme etmiş olduklarından kendi tarihimize
ait olaylar bile yabancı yazarların hakkımızda verilmiş peşin hükümler
dolayısıyla tarihi gerçeklere uymayan yanlış görüşleri aynen iktibas
etmişlerdir. Bu itibarla batıdan tercüme edilen bu eserler milli tarihimiz için
faydalı değil bilakis zararlı olmuştur.
Abdurrahman
Şeref Efendi böyle bir ortam içinde ve o devrin baskısına rağmen “Tarih-i
Devlet-i Aliye” adlı iki ciltlik eserini (İstanbul 1309 Karabet Matbaası)
yayınlamaktan çekinmemiştir. Yüksek okullarda ders kitabı olarak hazırlanmış
olan bu kitap memleketimizde modern tarih anlayışına göre yazılan ilk ciddi
eserdir. Kitapta olaylar yerli kaynakların mukayeseli bir şekilde incelenmesi
ve batıdaki ilmi tarih metotlarına uygun olarak yani sebep ve neticeler tahlil
ve tenkit edilerek anlatılmıştır. Bu kitabın önsözü dikkatle okunduğu takdirde
yazarın diğer Osmanlı tarih yazarları arasındaki önemi ve değeri kolaylıkla
anlaşılır. Bu bakımdan yazar bizde modern tarih yazarlarlığınm öncüsü olmuştur.
Yazarın
çoğu kendisinin görgü ve müşahedesine dayanarak meydana getirmiş olduğu “Tarih
Musahabeleri” adını taşıyan kitabı kendisinden sonrakilere kaynak olabilecek
değerde en önemli eserlerinden birisidir. Yakın tarihimizin birçok önemli
olaylarının ve kişilerin anlatıldığı bu eserde bahis konusu edilen olayların
bir kısmını yazar bizzat görmüş ve yaşamış olduğu gibi biyografisinden söz
edilen devlet adamlarının ve diğer meşhur şahsiyetlerin çoğunu da yakından
görmüş ve tanımış veyahut menakibini tanıyanlardan dinlemiş olduğundan birinci
derecede kaynak sayılabilecek eserlerdendir.
Tarih
Musahabeleri adından anlaşılacağı gibi yakın devrin büyük devlet adamlarıyla
onlar zamanında vukua gelen önemli olayları bir gazete makalesi halinde geniş
bir okuyucu kitlesini ilgilendirici sohbet şeklinde yazılmış bir eserdir.
Yazarın kendisine has akıcı bir üslupla anlattığı kişiler ve olaylar yakın
tarihimizin bilinmeyen birçok taraflarına ışık tutması bakımından meraklı
olduğu kadar önemli konuları ihtiva etmektedir. Bu önem anlattığı olayların
çoğunu yakından görmüş olması ve biyografilerini verdiği şahsiyetlerle de yakın
ilişkileri olmasından ileri gelmektedir.
Uzun
ömrünün büyük bir kısmını tarih öğretmenliği ve okul idareciliği ile geçirmiş
olmasından dolayı hoca unvanı ile anılan Abdurrahman Şeref Efendi aslen
Safranbolulu-dur. 1269 - 1853 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası Tophane-i
Âmire muhasebe mü-meyizlerinden Haşan Efendi’dir.
öğretimini
Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)’de yapmıştır. Meslek hayatına, devlet
memuru yetiştiren “Mahrec-i Aklam” adlı okulda öğretmen olarak başlamıştır.
.1877’de Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu) tarih ve coğrafya
öğretmenliğine ve bir süre sonra da müdürlüğüne tâyin edilerek 16 sene bu
görevde kalmıştır. 1894’te Mülkiye Mektebindeki öğretmenliği üzerinde kalmak
üzere Galatasaray Lisesi müdürlüğüne tayin edilmiş ve 14 sene bu görevi
sürdürmüştür. 1909’da Sultan Mehmet Reşat Han’ın padişahlığı sırasında
Vakanüvis Lutfi Efendi’den beri tayin yapılmamış olan vakanüvislik görevine atanmış
ve imparatorluğun sonuna kadar bu görevi muhafaza etmiştir.
Esas
mesleği öğretmenlik olmasına rağmen Abdurrahman Şeref Efendi Meşrutiyet
idaresinin tekrar tesisi üzerine kurulan yeni hükümette evvela Defter-i Hâkani
(Tapu ve Kadastro) nâzın olmuş, bir müddet sonra âyan meclisi (Senatt))
üyeliğine atanmıştır. Ayni sene içinde maarif nâzın, sonra evkaf nâzın,
meclis-i has-ı vükelaya memur (Devlet Bak'a-nı) ve bir arahk devlet şurası
başkanı (kabineye dahil olarak), 1920 yılında tekrar maarif nâzın olmuştur.
Ayan meclisi üyesi bulunduğu 1922 yılında Osmanh hükümetinin lağvı üzerine bir
müddet boşta kalmış ise de 1923 yılında yapılan seçimlerde Türkiye Büyük Millet
Meclisi’netstanbul’dan milletvekili seçilmiştir. 1925 yılında hastalanarak
İstanbul’da tedaviye geldiği Gureba Hastanesi’nde 18 Şubat 1925 tarihinde 72
yaşında vefat ederek Edir-nekapı dışındaki Tokmaktepe’de aile mezarlığına
gömülmüştür.
Abdurrahman
Şeref Efendi Osmanh Devleti’nin son devirlerine kadar çeşitli hükümetlerde
bakanlık yapmış olmasına rağmen dürüstlüğü ve vatan severliği dolayısıyla
Atatürk’ün takdirini kazanmış olduğundan 1919 yılında Sivas’ta toplanan milli
kongreye katılması için kendilerine özel surette mektup yazılarak dâvet
edilenlerin başında bulunuyordu. Her ne kadar bu kongreye yaşlılığı sebebiyle
uzun ve yorucu yolculuğa dayanamadı-ğından katılamamış ise de 1923 yılında
yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci dönemine Atatürk’ün tespiti ile
Halk Partisi tarafından aday gösterilerek İstanbul milletvekili seçilmiştir.
1923
yılında Cumhuriyetin ilanından önceki günlerde mecliste ortaya çıkan hükümet
buhranı sırasında Atatürk tarafından hükümet şeklinin tâyin ve tespiti için
Çankaya Köşküne çağrılan üç beş yakım arasında Abdurrahman Şeref Efendi’nin de
bulunduğunu ve bu toplantıda hocanın “Paşam hükümetimizin şekli bellidir. Bunun
için düşünmeye mahal yoktur; bunun adı Cumhuriyettir”dediğini toplantıda
bulunan eski cumhurbaşkanlarından Sayın Celal Bayar’dan dinlemiştim.
Abdurrahman
Şeref Efendi’nin yukarıda belirtilen eserlerinden başka‘‘Fezleke-i Tarih-i
Düvel-i Islâmiye”, “Coğrafya-i Umrani”, “İstatistik”, “İlm-i Ahlak”, “Zübdet
el-Kısas”, “Tarih-i Asr-ı Hâzır”, “Sultan Abdülhamid-i Saniye Dair” adlı bir
risalesi bulunmaktadır.
Bunların
dışında kurucusu ve ömrünün sonuna kadar başkanlığını yaptığı Tarih-i Osmani
Encümeni tarafındançıkarılan ayni addaki mecmuada çeşitli konulara ait çok
değerli makaleleri vardır.
Moda
1984
Enver
KORAY
TARİH
SOHBETLERİ
Sabah
Gazetesi yazı kurulu
tarafından gazeteye tarihi makaleler yazmaklığım hususunda yapılan başvuru
üzerine 1917 senesi sonlarında “Musahabe-i Tarihiyye” adıyla birkaç makale
yazmaya başladım. Evvelce programını çizmediğimden makaleler gelişigüzel
yazılmış ve bazı dostların isteği ve teşviki üzerine de sayıları çoğalmıştı.
Yazılan
şeyler araştırma ürünü değildir; adından da anlaşıldığı gibi sadece sohbet
niteliğindedir; bildiklerimi ve işittiklerimi anlatmaktan ibarettir. Başlıca
kaynağım Sicil-i Osmani olduğundan bu eserde görülen bazı unutkanlıklar
ve yanlışlara rağmen çoğunlukla tarihleri ondan aldım.
Daha
fazla etraflı bilgiler vermeyi ve son devir önemli olaylarını anlatmayı ve
incelemeyi o vakit salık verenler olmuştu; fakat sohbet sınırından çıkmayı
uygun görmemiştim. Zaman ve gazetenin durumu da buna müsait değildi.
Anlattığım
şahısların kişiliklerini iyice belirtmek ve tanımlamak için bazı olaylardaki
tutum ve davranışlarım yazdım; biyografinin bizde eksik olan tarafı budur. Onun
için tarihi şahsiyetlerimizin hal ve şanı eski kitaplardan layıkı kadar
anlaşılamaz. Memurluk hayatlarını kısa geçtim; bulundukları memurlukları
öğrenmek isteyenler Sicil-i Osmani’ye başvurabilirler.
Makalelerin
böyle dağınık kalmamasına ve bir kitapçık şeklinde toplanıp yayınlanması hakkında
özellikle İstanbul dışından mektuplar aldım; gösterilen istekten bu kitapçık
ortaya çıktı. Sonraları Vakit Gaztesi’ne yazdığım makalelerin birkaçını
da ekledim.
Bu
perişan sözlerden: Duru olanı al, bulanık olanı bırak.
18
Rebiyyülâhar 1342 ve 27 Kasım 1923.
Abdurrahman
Şeref
Uyarı:
Bugün
kullandığımız mali takvimin seneleri ne bir esasa dayalı ve ne de bir
başlangıcı vardır. Bizden başka hiçbir devlette de kullanılmaz, bu sebeple
bütün kayıtlarımızda kullanılmakta olan Kameri Hicri takvimi kullanmakla beraber
gereken yerlerde milad senelerini de ilâve ettim.
I
MEHMET
EMİN RAUF PAŞA
Rauf
Paşa ağırbaşlı, bilgili, çok tecrübeli fakat cesaretsiz, onurlu ve gayet tutucu
bir kimse idi. İstanbul’da doğmuştu. Babası Çavuşbaşı Said Efendı’dir. İlk
sadrazamlığı 1230 H. (1814 M.) ve son sadramazlı-ğı 1268 H. (1851 M.)
tarihlerine raslar. iyi bir eğitim görmüş, büro işlerinde tecrübe kazanmış
olduğu gibi gerek ilk ve gerek son sadrazamlığı arasındaki 38 senedeye gerek
diğer memurluklarında ve açıkta kaldığı günlerde günlük olayları ve
değişiklikleri inceleme terazisinde tartmakla vakit geçirmişti. Gençliğinde
hayatını kurtaran kallaviye(1)
ihtiyarlığında güvenilemeyeceğine kesinlikle inandığından yenilik
teşebbüslerine asla yanaşmamış ve Osmanlı Devleti’nin zamanın gereklerine göre
idare usulünün yenileştirilmesi hakkında yanında konuşuldukça ve bir teklif
ileri sürüldükçe “güzel amma kallavi bizi artık kurtaramaz” karşılığını vererek
muhafazakârlığı aşırı ve miskinlik derecesine vardırmıştı. Aşağıdaki fıkra
tutum ve düşünçesini pek iyi gösterir: Bebek’te yah komşusu olan Mısırlı Yusuf
Kâmil Paşa’ya(l) her bayramın ikinci günü ziyaretini iade etmek ve her
defasında ayni saatte gidip aynı yere oturmak ve aynı süre kalmak âdeti imiş.
Reşit Paşa galiba beşinci sadrazamlığında azil ve Mühr-ü Hümayun kendisinden
geri alınmış iken İngiltere elçisi Lord Stradford de Redclif (eski Can-nig)
padişaha başvurarak Reşit Paşa’yı yerinde bıraktırmıştır. İngiltere elçisinin
böyle içişlerimize karışması devlet büyüklerine ağır gelerek dedikoduya sebep
olduğu bir sırada Yusuf Kâmil Paşa Rauf Paşa’ nm yalısına gider durumu öğrenmek
için Cannig’in bu saygısızlığından şikâyet ederek düşüncesini sorar. Rauf Paşa
yerinden kalkıp perdeleri indirdikten ve son derece dikkatle kapının arkasında
bir dinleyen olup olmadığını iyice yokladıktan sonra “paşa hazretleri bunlar o
kadar önemli şeylerdir ki sözü edilmesi bile doğru değildir” cevabını
vermiştir. Yusuf Kâmil Paşa bu ihtiyar ve güngörmüş adamdan doyurucu ve kesin
bir cevap ve hüküm beklerken bu cevabı alınca şaşmış. Sonraları bunu anlatır
dururmuş.
Mısır
meselesinin(2) bunalımlı devresinde, yani Ağa Hüseyin Pa-şa(3) Halep’te
bozularak ve Sadrazam Reşit Mehmet Paşa(4) Konya Savaşında esir düşerek Mısır
askeri Kütahya yolunu tuttuğu sırada ikinci defa sadramazlığa getirilmiştir.
(Ramazan 1248 - 1832) Sultan Mahmut II. Han’ın ölümüne kadar devam eden altı
buçuk senelik sadrazamlığı sırasında Avusturya elçilerinin ve politika alanında
yükselmeye başlayan Mustafa Reşit Paşa’nm etkisi ile Avrupa’nın yeni teşkilatı
memleketimize sokulmaya başladığından mesela defterdarlık maliye bakanlığına ve
reisülkitabhk dışişleri bakanlığına ve sadrazamlık bile başbakanlığa çevrildiği
sırada Rauf Paşa tedbirli tutumunu değiştirmeyerek bu yeni şeyleri alkışlamadan
kabul etmiş ve dünyanın binbir türlü halini düşünerek ileride kendisine söz
getirebilecek hareketlerden daima çekinmişti. Sultan Mahmut II. Han’ın
cenazesinin gömüldüğü yağmurlu günde bakanlar Köprülü Mehmet Paşa Kütüphanesi’ne(5)
sığındığı sırada Koca Hüsrev Paşa garip bir biçimde mühr-ü hümayunu aldıktan
iki gün sonra Rauf Paşa Meclis-i vâla reisi tayin olunmuştu. (Re-biyyülâhar
1255 - 1839).
Abdülmecit
Han’m(6) tahta çıkışından sonra Rusya Devleti Hünkâr İskelesi Andlaşması(7)
dolayısıyla kendisine gizli olarak vâdedil-miş olan bazı menfaatleri istemeye
kalkınca gayet zeki ve ince düşünceli olan yeni padişah buna üzüldüğünden bir
gün Hırka-i Saadet Dai-resi’nde vekilleri toplayarak “babamın zamanında söz
verildiği halde geçiştirilmiş olan şeyler tahta çıkışımdan sonra Rusya Devleti
tarafından ortaya kondu. Bu hareketi halk nazarında saltanatımın başlangıcını
karartıcı ve değerini düşürücü hallerden olduğu açıktır. Çaresini bulup
önlemek, gün görmüş kişiler olarak sîzlere düşerken doğrudan doğruya bana
bildirmişsiniz. Ben ne yapayım, teessüf ederim ki içinizde beni kayıracak kimse
yokmuş, gerçekten kimsesiz olduğumu anladım. Hazret-i Peygamber’e sığınmaktan
başka kurtuluş yolum kalmadı” diye ağlayarak Hırka-i Saadet Dairesi’ne kapandı.
Bakanlar birdenbire şaşırmışlar, fakat padişahın bu ciddi üzüntüsü onları
kendilerine getirmiş ise de Sadrazam Hüsrev Paşa ağzını açamamıştı. Rauf Paşa
derhal söze başlayarak padişahın üzüntüsünü gidermek için “efendim dünyada
çaresiz birşey yoktur, şimdi gereğini düşünürüz, ancak, yüksek varlığınız
karşılıklı fikir söylememizi önlediğinden izin verin içeriki odaya gidelim,
aramızda görüşelim, kararımızı sunarız” diye bakanların diğer bir odada
toplanmasına izin aldı. Görüşmeler sırasında uygun hediyelerle Rusya
İmparatoruna olağanüstü bir elçi gönderilmesi kararlaştırılarak gereğine
başvuruldu. Hatta vaktiyle Petersburg büyükelçiliğinde bulunmuş olan Damad
Halil Paşa’nın(8) bu olağanüstü elçiliğe atanması bazı bakanlar tarafından
teklif olunmuş ise de Halil Paşa’-mn o sırada serasker bulunması dikkat
nazarına alınarak Petersburg’a gitmesinden vazgeçildiğini duymuştum.
Zaten
akıllılığı ve ağırbaşlılığı ile tanınmış olan Rauf Paşa’nın bundan sonra
Abdülmecit Han’ın yanında itibarı bir kat daha arttı. Padişah ne zaman sıkılsa
paşayı sadrazamlığa getirirdi. Gerçi son sadramaz-lığı kısa sürdü ve Mustafa
Reşit Paşa’nın cerbezeliği karşısında sönük kalmış ve sadrazamlığı sırasında
“Bâb-ı Âli”ye “Bâb-ı Hâli”(9) denilerek büsbütün çürütülmesine gayret olunmuş ise
de doğruluğu, dürüstlüğü ve ağırbaşlılığı hakkında hiçbir söz söylenmemiştir.
Bütün malı Bebek’teki yalısından ibaret idi(2).
1269
-1852 senesi sonlarında Prens Mençikof'un(lO) elçiliği üzerine Rusya ile
meydana gelen anlaşmazlık tehlikeli bir hale geldiğinden Bâb-ı Âli’de toplanan
büyük mecliste Rus tekliflerinin kabul veya reddi görüşüldüğü sırada orada
bulunanlardan bazıları söze kanşarak nalına mıhına vuranlar da olmuş, fakat
Rauf Paşa hiç ağzını açmamıştı. Ö vakit Mecalis-i Âliye’ye memur olduğundan
bakanlar kurulunda da olumlu veya olumsuz bir fikir ileri sürmemişti. Adıgeçen
büyük mecliste Darendeli İzzet Paşa(ll) söz alarak “Rauf Paşa Hazretleri
cümlemizden eskidir ve devlet işlerindeki bilgisi hepimizden fazladır, böyle
önemli bir işde fikrini almadıkça bir karar vermeyelim” diyerek Rauf Paşa’yı
fikrini söylemesi hususunda sıkıştırmış ise de yine sıkı ağzm-dan bir söz kapmayı
başaramamıştı. İzzet Mehmet Paşa haklı idi. Rauf Paşa ise ileri süreceği
fikirden sorumluluk gelebilir korku ve kararsızlığına boğulmuştu.
Eskilerden
meşhur Koca Ragıp Paşa(12) “mevcut düzeni bozarsak yeniden düzenleyenleyiz”
sözünü ve Koca Rauf Paşa kallavi hikâyesini ileri sürerek muhafazakârlıktan
ayrılmamaları her ikisinin de birer raslantı ile ölümden kendilerini
kurtarmalarının tabii sonucu idi. İkisi de fedakâr ve devlet işlerinde canını
veren kişiler değildi. Aralarındaki fark evvelkinin daha geniş düşünceli,
hoşgörülü ve yerini tamamen doldurmuş ve İkincisinin dünyadan zevk alamayacak
kadar yılmış olmasıdır. Ölümlerini tam bir yüzyıl ayırır (1176 - 1762 , 1276 -
1859).
AÇIKLAMALAR
>
·
1
— Yusuf Kâmil Paşa Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıldaki büyük devlet adamlarındandır.
1862yılında sadrazam olmuştur. Arapkir’de 1808yılında doğmuştur. Mısır valisi
meşhur Mehmet Ali Paşa ’nın kızı Zeynep Hanım 'la evlendiğinden kendisine
Mısırlı denmiştir. Karısı Zeynep Hanım Üsküdar’daki Zeynep Kâmil Hastanesi’niyaptıran
hanımdır. Bayezit’te şimdiki Üniversite Edebiyat ve Fen Fakültelerinin
bulunduğu yerdeki meşhur konağı da uzun yıllar üniversite olarak
kullanılmıştır. 1941 yılında bu güzel ve büyük konak birçok tarihi binalarımız
gibi yanarak kül olmuştur.
·
2
— Mısır meselesi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı isyanından
doğmuştur. Mehmet Ali Mısır’a vali olduktan sonra Mora İsyanında
görevlendirilmiş ve buna karşılık Girit ve Suriye valiliklerinin de kendisine
verileceği vâdedilmişti. Bu söz yerine getirilmediği için imparatorluğa karşı
isyan ederek üzerine gönderilen devlet kuvvetlerini yenerek Kütahya önlerine
kadar gelmesi Osmanlı Devleti kadar Avrupa devletlerini de kuşkulandırdı-'
ğından duruma onlarda karışarak Mehmet Ali’ye karşı müşterek hareket edilmek
suretiyle olay bastırılmıştır.
·
3
— A «a Hüseyin Paşa gözü pek ve ileri fikirli
Osmanlı vezirlerindendir. Mahmut II. devrinde Boğaz Muhafızı iken 1826’da
yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan "Asakir-i Mansure-i
Muhammediye” adlı yeni ordunun başına getirilmiştir. 1827Osmanlı - Rus
Savaşı’nda Tuna orduları kumandanı olmuştur. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa
kuvvetlerine Halep yakınlarında yenilmiştir.
·
4
— Reşit Mehmet Paşa Mora İsyanında gösterdiği başarı üzerine sadrazam olan Osmanlı
vezirlerindendir. Mehmet Ali kuvvetlerine karşı Konya yakınlarında çok kötü
hava şartları dolayısıyla yenilmiş ve Mısırlılar Kütahya önlerine gelmişlerdir.
·
5
— Köprülü Kütüphanesi bugün Çemberlitaş yakınında bulunan ve yine kütüphane
olarak kullanılan binadır.
·
6
— Abdülmecit 1839 ■ 1861 yıllan arasında padişahlık yapmış ve Tanzimat fer
manını
ilân eden ilerici bir Osmanlı padişahıdır.
7—
Hünkâr İskelesi Andlaşması, Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordularını yenerek
Kütahya önlerine geldiği sırada Padişah Mahmut II. ile Rusya arasında 1833
yılında yapılan savunma anlaşmasıdır. Anlaşma gereğince 15 bin kadar Rus askeri
Beykoz yakınındaki Hünkâr İskelesi mevkiine çıkarılmıştı.
·
8
— Halil Paşa Osmanlı vezirlerindendir. Padişah Mahmut II. un ktzkardeşi Âdile Sultan
ile evli olduğundan Damat adı verilmiştir.
·
9
— Bâb-ı Âli kelime anlamt ile büyük kapı demek ise de siyasi literatürde Osmanlı
İmparatorluğu hükümeti anlamında kullanıla gelmiş bir deyimdir. Bâb-ı Âli,
bugün bulunduğu bölgeye de ad olan İstanbul Valiliğinin bulunduğu binadır. Bu
döneme kadar devletin bütün işleri Bâb-ı Âli’de görüldüğü halde bu tarihlerde
Bâb-ı Âli eski nufuzunu kaybettiğinden buraya boş kapı anlamına “Bâb-ı Hâli”
adı verilmiştir.
·
10—
Prens Mençikof Rusya’da büyük unvanlara sahip, (arın önemli yardımcılarından
birisi olup Kutsal Yerler Problemi ortaya çıktığı sırada olağanüstü elçi olarak
Rusya tarafından İstanbul’a gönderilmiştir. Cakalı tavırlarıyla OsmanlI devlet
adamları üzerinde korku yaratmak ve çarın tekliflerini zorla OsmanlI hükümetine
kabul ettirmek istemiş ise de İngiliz ve Fransız hükümetlerinin tavsiyeleri ile
bu teklifler reddedilmiş ve Mençikof hiçbir şey elde edemeden memleketine
dönmek zorunda kalmıştır.
·
11—
Darendeli İzzet Paşa Mahmut II. devrinin sadramazlanndan birisidir. Sert
yönetimi ile şöhret yapmıştır. Bu görevde iki seneye yakın kaldı.
12
— Koca Ragıp Paşa (1699 -1763), XVIII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu büyük
devlet adamlarından olup ayni zamanda büyük bir şair ve bilgindir. Çeşitli
devlet hizmetlerinde gösterdiği başarılar sonunda 1756yılında sadrazam olmuş ve
1763'te ölümüne kadar bu görevi aralıksız sürdürebilen az raslanır kişilerden
birisidir. Zamanında Osmanlı Devleti içte güven ve dışta itibar kazanmıştır.
Devletin kalkınması için uzun bir süre ıslahata ihtiyacı olduğunu kavramış,
bunun için de gelişi güzel maceralara atılmamış, herşeyi enine boyuna düşünerek
hareket etmiştir. Ayni zamanda iyi bir şair olan paşanın şiirleri klasik Türk
edebiyatının güzel örnekleri arasındadır.
II
KOCA HÜSREV PAŞA
Hüsrev
Paşa, Abaza kölelerinden olup Enderun’dan yetişerek yükselmiştir. Selim III.
devrinde Mısır’ı ele geçirmiş olan (Fransız generali) Bonapart ordusunu buradan
kovmaya ve çıkarmaya deniz kuvvetleriyle görevlendirilen Kapudan-ı Derya Küçük
Hüseyin Paşa(3)
kethüdası Mehmet Hüsrev Bey’i evvela mirmiranlıkla İskenderiye muhafızı ve
Fransız askerinin Mısır’ı boşaltmasından sonra vezirlik rütbesiyle Mısır valisi
tayin ettirmişti (1216 -1801). Bu suretle vezir olan Hüsrev Paşa sonra çeşitli
valiliklerde bulunmuş, Mora İhtilali sırasında dört seneden fazla kapudan-ı
deryalıkta bulunmuştu. Vak’a-i Hayriyede (1241 - 1826) Ağa Hüseyin Paşa ve
Darendeli İzzet Mehmet Paşa, idarelerindeki kuvvetlerle Karadeniz Boğazı’nın
iki kıyısını koruma göreviyle İstanbul yakınlarına getirildiği vakit Hüsrev
Paşa Akdeniz Boğa-zı’nda(Çanakkale Boğazı) donanmanın başında bulunduğundan bu
olayda hizmet edememişti. Sonra İstanbul’a geldiğinde Sultan Mahmut Han’ın
yeniçeriliğin kökünü kazımak için eski devri andırır hiçbir hâtıra ve eser
bırakmamak azminde olduğunu gördüğünden Tunus’tan sağladığı bir miktar fesi
kalyoncu erlerine geydirip selamlık resmine çıkarmış olduğundan, yenilikçi
padişahın hoşuna gitmiş ve eski başlıkların yerine fes kullanılması uygun görülmüş
ve padişah buyruğu çıkarılarak eski kıyafetimizin değişmesine ve
yenileştirilmesine bu suretle başlanmıştı(l).
Yeniçerilerin
kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure Seraskerliğine Ağa Hüseyin
Paşa’dan sonra Hûsrev Paşa atanmış (1242 -1832) ve on sene kadar bu görevde
kalarak askeri teşkilât ve düzeni konusunda birçok başarılı hizmetler
yapmıştır. Abdülmecid’in tahta çıkması üzerine başvekil Mehmet Emin Rauf
Paşa’dan mühr-ü hümayunu zorbalıkla almış ve sadrazamlığı tekrar kurarak bu
makamın kendisine verilmesini sağlamışta. (Sadrazamlık unvanı Mahmut
II.zamanındal832’de Başbakanlığa çevrilmişti). Bu saygısızca harekete nasıl
cesaret etmişti? Duyduklarımıza göre Sultan Mahmut Han’ın padişahlığının son
zamanlarında bünye zayıflığı ve şifasız hastalığından(2) dolayı padişahlıktan
indirilerek büyük şehzade Abdümmecit Efendi’yi padişah yapmak isteyen bir grup
ortaya çıkmış, Hüsrev Paşa bu grubun önde gelenlerinden imiş. Bunlara karşı
Enderun’da diğer bir grup da Ahdülmecit Efendi’nin öldürülerek pek yaşlı
olmayan padişahın kurtarılmasına gayret ederlermiş. Mabeyn Müşiri Ahmet Fevzi
Paşa(3) işte bu ikinci grubun elebaşısı imiş. Bir de Sultan Mahmut Hüsrev
Paşa’nın gönlünü almak için şehzade ve sultanlarını yanma gönderip paşa da
çocukları çeşitli hoş sözlerle eğlendirir ve kendisini sevdirilmiş. Bir defa
padişah huzurunda şehzadelere Tasladığında “inşallah padişah sayesinde
efendimin oğullarım ak bıyıklı görürüm” dileği ile nükte yaptığı bilinmektedir.
Tabii cesaretine bu yakınlıklar da eklenince Hüsrev Paşa yeni padişah yanında
da gözde olduğuna tam bir güven içinde idi.Bununla beraber sadrazamlığı ancak
bir sene sürmüş, azlinden sonra talih mumu yavaş yavaş sönmeye başlamış ve 1271
- 1854’te emekli iken ölmüştür.
Hüsrev
Paşa kısa boylu ve tıknaz, mavi gözlü ve kırmızı yüzlü, sakalını kısa kestirir,
başına büyük bir kırmızı fes ve sırtına lacivert bol bir harmani giyer, garip
görünüşlü bir adamdı. Hırslı, tuttuğunu koparır, kurnaz ve zorba,
karşısındakine aldatmaya eğilimli idi. Eski idare usulüne alışmış olduğundan
yeniliklere taraftar değildi. Tanzimat-ı Hayriye, sadrazamlığı sırasında (1255
- 1839) ilan edilmiş ise de kendisinin bunda bir tesiri olmayıp sade Mustafa
Reşit Paşa’nın çabası eseri olduğunu söylemeye lüzum yol cur. Hatta padişahın
tahta çıkmasından sonra Avrupa’dan İstanbul’a dönmüş olan Dışişleri Bakam
Mustafa Reşit Paşa’nın gizlice padişah sarayına çağrıldığını ve genç padişahın
huzuruna çıkarak uzun süre görüştüğünü duyunca gizli bir rapor sunarak Mustafa
Reşit Paşa’nın yok edilmesine izin istediği gerçektir. Bu tezkerenin
müsveddesinin sonradan Reşit Paşa’nın eline geçtiğini rahmetli Necip Molla
söylerdi.
Hüsrev
Paşa, Mısır valiliğinde bulunduğu sırada Mehmet Ali (Paşa) ile arası açılmış
olduğundan padişahın yanında Mısır meselesini kurcalayanların ve Mehmet Ali
Paşa’ya düşmanlık gösterenlerin başı idi. Hatta sadrazamlığa gelmesi, Nizip
Savaşı ile(4) tekrar alevlenen Mısır meselesini ağırlaştırmış olduğundan
çözümlenmesine ve düzeltilmesine Reşit Paşa’nın gayreti ve dost devletlerin
yardımı lâzım geldi.
Abdülmecit
Han’ın tahta çıktığını haber vermek, padişahın iltifatlarını ve yapılacak
törenleri bildirmek görevi ile Mısır’a gönderilen Köse Âkif Efendi
İskenderiye’de Mehmet Ali Paşa’nın konağında kendisi ile tatlı tatlı sohbet
etmekte iken Kapudan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa (Firari = Kaçak) nın padişah
donanması ile İskenderiye limanına girdiği haber verildiği zaman, Hüsrev
Paşa’nın dönek karakterini iyi bilen Mehmet Ali Paşa birdenbire telaşlanarak
Âkif Efendi’ye “bir taraftan padişah buyruğu gereğince af ve bağışlamadan söz
ediyor, geçmiş olayların” olan oldu, geçen geçti “sayıldığını bildiriyorsunuz,
diğer taraftan İskenderiye’yi basmak için donanma gönderiyorsunuz. Bu perhiz ne
bu lahana turşusu ne” diyerek hiddetlenmiş savunma tedbirleri almaya başlamış
ise de donanmanın ne için geldiğini öğrenince rahatlamıştı. Çünkü kaçak Ahmet
Paşa yukarıda anlatılan grup macerasından dolayı Husrev Paşa’dan çok
korktuğundan subayları kandırarak gemileri kuzu gibi götürüp Mısır valisine
teslim etmişti.
En
garibi Mehmet Ali Paşa tarafından o sırada Hüsrey Paşa’ya yazılan iki
mektuptur. Mektuplar Lutfi Tarihinde yazılıdır. Özet anlamı “Hüsrev Paşa
hayırlı bir iş yapmak, memleketin ve halkın güvenliğini korumak isterse
sadrazamlıktan çekilmesi gerektiğini ve kendisi vilâyetin işlerini oğlu İbrahim
Paşa’ya bırakarak bir köşeye çekilmek arzusunda bulunduğunu, aziz Mekke
şehrinde kışlık bir konak ve Taif yolu üzerindeki dağın tepesinde yazlık bir
köşk yaptırarak orada oturup ömrünün sonuna kadar vaktini ibadetle geçirip
âhiret için gerekli öğrenimi yapmak niyetinde olduğunu, eğer Hüsrev Paşa da
uygun bulursa konağı ve köşkü çift yaptıracağım, bu yaşlarından sonra dünyanın
gürültüsünden beraber çekilip âhiret işlerine kendilerini vermelerinin İslâm
milletine taze hayat sağlayarak huzur ve barış getireceğini, halk nazarında
düşmanlığın sebebi sayılan her ikisi de işin sonunu düşünerek dünyanın
gösterişinden eteklerini çekerlerse âlemin övgüsünü kazanacaklarını, küçük ve
büyüklerin dilinde kıyamete kadar hayır ile anılacaklarını, eğer geçim
sıkıntısı bahane edilirse Hüsrev Paşa dairesinin bütün masraflarını üzerine
alacağını” bildirmesinden ibarettir.
Sadrazamlıktan
azledildikten sonra Hüsrev Paşa’nın rahat durmadığı ve karakterinde bulunan
hırs ve kin sebebiyle yalısında Kırcalı takımından asker ve top edinerek fesat
çıkarmak teşebbüsünde bulunduğu muhalifleri tarafından etrafa yayıldığından bir
gece sahilhanesi nizamiye askeriyle kuşatıldıktan sonra getirilen vapura
bindirilerek Tekirdağ’ına sürgün edilmişti. Bu söylentinin doğruluk derecesi
kesin olarak bilinmemekle beraber paşanın denenmiş olan hal ve hareketleri bu
gibi şüphelere yer verirdi. Düşmanlanİstanbul’dankovulmasına ve
uzaklaştırılmasına güzel bir bahane bulmuşlardı.
Mustafa
Reşit Paşa sadrazam olunca Hüsrev Paşa’yı emekliye ayırarak unutulmaya bıraktı.
55 sene vezirlik rütbesini taşımış, zamanın şeyh el-vüzerası (Vezirlerin en
eskisi) idi. Çocuğu olmadığından birçok köle satın alarak okutmuş, evlat gibi
eğiterek devletin çeşitli hizmetlerine yaymıştı. Kölelerinden sekiz mareşal bir
hayli asker ve sivil devlet adamı devlet görevlerinde üstün başarı
göstermişlerdir. Eski sadrazamlardan Reşit Mehmet Paşa bunlardandır.
Paşa
zenginlerden idi. Emekliliğinde altmış bin kuruş(5) maaş alırdı. Defter-i
Hakani nezaretinde iken ölen Mümtaz Efendizade Ali Rıza Paşa sünnet olacağı
zaman babasının tavsiyesiyle Koca Hüsrev Paşa’-ya el öpmeye gitmiş. Paşa birçok
övgüden sonra cebinden anahtar çıkarıp bir dolap açmış ve dolabı karıştırdıktan
sonra “oğlum size vermeye layık birşeyim kalmamışki” diyerek bir gümüş devat
ile kıymetli taşlarla işlenmiş fincan zarfı hediye etmiş. Ali Rıza Paşa merhum
sonra bunları satarak bedeli ile hacca gittiğini anlatırdı.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Küçük Hüseyin Paşa Selim III. devrinde Nizam-ı Cedit ıslahatının yürütülmesinde
ve yerleştirilmesinde büyük yararları görülmüş ve padişahın ölümüne kadar
çeşitli'önemli devlet işlerinde bulunmuştur. Padişahın çocukluk arkadaşı idi.
·
2
— Sultan ikinci Mahmut verem hastalığından ölmüştür. O zamanlar verem hastalığının
tedavisi mümkün olmadığından şifasız hastalık yani çaresi olmayan hastalık
olarak tanımlanmakta idi.
·
3
— Firari (Kacak) Ahmet Pasa idenilen bu adam Hüsrev Pasa’nın
sadrazam olması üzerine korkudan o sırada başında bulunduğu Osmanlı donanması
ile Mısır’a kaçmış ve donanmayı Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ya teslim
etmiştir. Bundan dolayı kendisine kaçak anlamında ‘‘Firari’’ denmişti.
·
4
— Nizip Savaşı 1839yılında Mahmut II. Han’ın ölümünden biraz evvel Gaziantepili
yakınında Mısır ordusu ile yapılan savaştır. Bu savaşta Osmanlı ordusunda
sonraları Alman orduları başkumandanı olan meşhur PrusyalI general Von Moltke
de görevli olarak bulunmuştur. Osmanlı ordusu başkumandanı Hafız MeKmet Paşa
’nın söz dinlemeyişi yüzünden ordu yenilmiş, fakat A vrupa devletleri işe
karışarak Mehmet Ali Paşa’yı Mısır’a geri çekilmeye mecbur etmişlerdir.
·
5
— 60 bin kuruş 1983 yılı para değerine göre 15 milyon Türk Lirası etmektedir.
III
ÂKİF
PAŞA
Akif
Paşa Yozgatlı olup Bab-ı Âli kalemlerinde yetişerek yükselmiştir. Reis
el-Küttab iken müşirlik rütbesi ile ilk defa dışişleri bakanı olan odur. (1251
= 1835) Müşirlik rütbesine kavuşanlara o devirde paşa unvanı verilmezdi.
Sonradan paşalık unvanı verilmesi ayni rütbe içinde bir çeşit terfi idi.
Kendisi
ile beraber Mehmet Said Pertev Efendi de kethudalık-tan mülkiye nazırı
(içişleri bakanı) olmuştu. Bab-ı Âli’nin iki güçlü kişisi derecesine yükselen
bu iki kişi arasında kökleşmiş olan sürekli çe-kememezlik ve gizli düşmanlık
ikisinin de hayatını zehirlemiş ve Pertev Paşa’nın kötü sonuna ve Akif Paşa’nın
perişan ve dile düşerek ömrünün sonuna kadar sürünmesine sebep olmuştur.
Pertev
Paşa, temiz kalpli, derviş tabiatlı, kapısı açık, bilgili ve hediyesi bol, temiz
ahlakından ve sufiliğinden dolayı halk arasında şöhreti yaygındı. Âkif Paşa ise
kıskanç ve kinci idi. Daha Âmedi kalemi hulefasmdan iken araları açılmış, Âkif
Efendi Pertev Efendi’yi çekemez, yazdığı ve yaptığı şeylere itirazını esirgemez
imiş. İleri gelenler sırasına geçtiklerinde kâtiplerden birisi birgün Âkif
Efendi’ye “efendim, Pevtev Efendi ile yüksek şahsınız malihulya kelimesinin
imlasında birle.şemiyorsunuz. Biriniz vavlı ve diğeriniz vavsız yazıyor,
hangisi doğrudur?” diye sormuş ve “efendi, birimizin malihulyası vavlı ve
di-ğerimizinki vavsızdır” cevabını almış(l).
Son
zamanlarda Pertev Paşa hakkında padişahın sevgisi artmıştı. Damadı Vassaf Bey
mabeyn başkâtibi olmuş ve bir dediği iki olmazdı. Sultan Mahmut II. Han iki
oğlunu kucağına oturtmak suretiyle Pertev Paşa’ya iltifat etmişti. Bu durum
Âkif Paşa’nın kıskançlık ateşine ve kinine kezzap akıttığından içi kan ağlardı.
Gerçi Pertev Paşa işi oluruna bırakır, geniş yürekli olduğundan rakibinin tutum
ve davranışına o kadar aldırmaz ise de insan olması dolayısıyla Churchil
meselesinde Âkif Paşa’nın azline ye gözden düşmesine yârdım etmişti.
Churchil
meselesini Âkif Paşa Tabsırasmda (2) kendi çıkarı ve görüşüne göre anlatmıştır.
Churchil, İngiliz Uyruklu olup “Ruznamçe-i 16
Ceride-i
havadis”(3) adlı gazeteyi kurmuştu. Kadıköyü’nde avlanırken kuzusünu otlatan
bir Müslüman çocuğunu saçma ile kaza sonucu yaralamasından dolayı.yakalanmış,
dövülmüş ve hakaret edilmişti. İngiltere büyükelçisi Ponsonby işi büyüterek
elçiliği terketmeye kadar götürmüş ve Londra büyükelçimiz Nuri Efendi İngiltere
Hükümeti’ne anlaşmazlığın içyüzünü açıklayarak iki devletin ilişkilerine
dokunur işlerden olmadığını söylemiş ise de Dışişleri Bakanı Lord
Palmerston’dan istediği uygun cevabı alamadığından özür dileme anlamında Âkif
Paşa 'nın dışişleri bakanlığından alınması yoluna gidilmişti (1252 = 1836).
Kaderin
hükmü değişmez olduğundan ertesi sene Pertev Paşa azil ve kendisi Edirne’ye ve
damadı Vassaf Bey Varna’ya sürülerek orada boyunları vuruldu. Vezirlerden
muhakemesiz son öldürülen Pertev Pa-şa’dır(4). Mülkiye nezaretinin dahiliye
nezaretine (içişleri bakanlığına) çevrilerek yerine atanan Âkif Paşa, Pertev
Paşa’nın görevden alınmasını ve sürgüne gönderilmesini kendi kalemi ile
Takvim-i Vekayide(5) açıklamış ise de bu düşünmeye değer. Rakibi yok etmek
gönlü rahat-landırmaktır, lâkin bu olay Âkif Paşa’ya uğursuzluk getirdi. Pertev
Paşa gibi bir fazilet âbidesini yıkmasını halkoyu affetmedi. Altı ay geçince
içişleri bakanlığından düşerek (Muharrem 1254 = 1838) bir müddet sonra Kocaeli
müşiri tayin edildi (1255 = 1839). Halkın şikâyetleri üzerine oradan da
azledilerek (Safer 1256-1840) vezirliği üzerinden alınarak Edirne’ye sürüldü;
yargılanması için İstanbul’dan özel memurlar gönderildi.
Âkif
Paşa Edirne’de pek bunalımlı günler geçirmiştir. Devlet gözünden düşmüş ve
hayatından ümitsizdi. Pertev Paşa’ya yaptığının kendi başına da gelmesi korkusu
vicdanına daima azap verirdi. Gerçi Tanzimat-ı Hayriye ilan edilmiş,
muhakemesiz hiç kimsenin cezalandırılmaması devletçe kararlaştırılmış ise de
Sultan Mahmut’un saltanatının son senelerinde karşı geldiği Tanzimata
güvenemiyordu(6). Eski tecrübeleri, bir padişah fermanı ile bildirilen
hükümlere tamamıyla bel bağlamak güvenini kalbinden yok etmişti. Pertev
Paşa’nın kabrine komşusu îranh bir tömbekici aşağıdaki dörtlüğü koymuştu :
Cenab-ı
Perteve sundun İlâhi Cam-ı lebrizi
Ktlup
bezm-ı şehadette nedim Şems-i Tebrizi
O
nahl-ı bağ-ı ihlâsı sebeb-i hedm’e kini olduysa
Huda
salsun amn da sadrına şimşir-ı sertizi
Acaba
Âkif Paşa’mn yolu Pertev Paşa kabrinin bulunduğu semte hiç düştü mü? Ve kaza
ile bu dörtlüğü okudu mu? Herhalde ümitsiz ve inleyerek kaderin getireceği
olaylara azap ve ıstırap içinde bakmakta idi. Bir gece yalnız ve gizlice
Sarayiçi’ne(7) gidip su kenarına oturmuş ve bir portakal kabuğunu kadeh yaparak
gam giderdiğini söylerler.
Şebmidir
bu ya sevad-ı ah-ı pinhanım mıdır Şem ’i meclis şule-i dağ-ı füruzamm mıdır
Bilmez oldum sakiya derd-i firak-ı yâr ile Mey midir bu ya sirişk-i çeşm-i
girayanım mıdır ilk
beyti ile başlayan meşhur gazeli o gecenin hâtırasının ürünüdür derler. Gerçi
korktuğu “El-Ceza min cins el-amel = Ceza amelin cinsindendir” hükmüne
uğramadı. Sürgün yeri Bursa’ya çevrildi. Fakat gözden ve itibardan büsbütün
düştü. 1263 = 1846’da hac görevini yerine getirip dönüşte İskenderiye’de
ölmüştür.
Âkif
Paşa, bilgin, erdemli, güzel yazı yazar, şair, devlet işlerini iyi bilirdi.
Devlet adamlığı bakımından Pertev Paşa’dan üstündü. Ağır başlılığı kendini
beğenmişlik derecesine vardırırdı. Mustafa Reşit Paşa dışişleri bakanlığı müsteşarı
olduğu gün üniformasıyla padişah sarayından dönüşte teşekkür etmek için Âkif
Paşa’mn konağına uğradığında haremde bulunan paşa müsteşar beyi fazlaca
bekletmiş. Bundan doğan kızgınlığına velinimet saydığı Pertev Paşa’mn başına
gelenlerden duyduğu düşmanlık da eklenerek padişah yanında itibarı artınca Âkif
Paşa’mn uzaklaştırılmasına ve düşmesine yardım etmiştir.
Âkif
Paşa resmi dili sadeleştirmeye önayak olan kişidir. Bu sadelik yavaş yavaş
bütün yazışma şekillerini de etkileyerek yazı üslubumuz bugünkü hale
dönüşmüştür. Namık Kemal “iyi yazı yazmayı Âkif Paşa’dan öğrendim” dermiş. Âli
Paşa da Türkçeyi Karaçelebi-zade’den(8) öğrendiğini söylermiş.
AÇIKLAMALAR:
·
1
— Malihulya, kuruntu, vesvese, melankoli anlamında Farsça bir kelimedir. Eski
Türk alfabesine göre LLL-İL şeklinde yazıldığı gibi vav denilen ( P ) ve harfi
ile de şeklinde yazılırdı. Her ikisi de doğru kabul edilirdi.
·
2
— Tabsıra, insanın gözünü açacak durumlar manasında bir kelime olup Âkif Paşa
tarafından yazılan ve devrinin bazı olaylarını anlatan kitabın adıdır.
·
3
— Burada tnr baskı hatası olması mümkündür. Bu gazetenin adı Ruzname-i ceridei
havadistir. Türkiye’de Türkçe olarak özel bir şahıs tarafından yayınlanan ilk
günlük gazete Churchil adındaki bir İngilizin çıkardığı bu gazetedir.
·
4
— 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayununun ilanına kadar vezirlerin bile can ve
mal güvenliği yoktu. Padişahın emriyle bir vezir-i âzamin bile boynu vurdurulur
ve mallarına el konabilirdi. Tanzimat Fermanı ile bu usûl kaldırılmıştır.
Pertev Paşa bu fermanın ilanından evvel sorgusuz öldürülen son vezir olmuştur.
·
5
— Takvim-i Vekayi 1832yılında yayınlanan ilk gazetedir. Bugünkü Resmi Ga
zete’nin
başlangıcı sayılabilir. Devlet tarafından yayınlanan bu gazeteden sonra
Churchil âdındaki bir İngilizin çıkardığı Ruzname-i Ceride-i Havadis adlı özel
gazete yayınlanmıştır.
·
6
— Tanzimat fermanı bir padişahın vatandaşlarına bağışladığı bazı haklan kapsamaktadır.
Geri alınamayacağına dair bir garantisi yoktur. Bu sebeple Akif Paşa buna
güvenememektedir.
·
7
— Sarayiçi, bugün Edirne şehrinin bir gezinti yeridir. Osmanlılann ilk devirlerinde
padişah sarayı burada bulunduğundan Sarayiçi adı verilmiştir. Bugün Kırkpınar
güreşleri burada yapılmaktadır.
·
8
— Karaçelebizade Abdülaziz Efendi XVII. yüzyıl meşhur bilginlerindendir. XIX.yüzyılda
yaşamış olan Âli Paşa onun kitaplarından faydalanarak Türkçesini
geliştirmiştir.
IV
ÇENGELOĞLU TAHİR PAŞA
Çengeloğlu
Tahir Paşa Karadenizli olup gemicilikle Garp Ocaklarına düşmüştü. İstanbul’a
dönüşünde Tersaneye girerek pek çabuk yükseldi. Navarin Savaşı’nda(l) (1243 =
1827) filo kumandanı idi. Gemilerin limandan çıkıp denize açılmalarını, Mora’da
kara ve deniz kuvvetleri genel kumandanı olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nm
oğlu. İbrahim Paşa’ya tavsiye etmiş ise de derdini anlatamamış; İbrahim Paşa
işi İstanbul’a sorarak ve gemilerin kumandasını eniştesi Muharrem Bey’e
bırakarak kendisi Mora içlerine gitmişti. Bu sırada Navarin faciası meydana
gelmiş, Çengeloğlu bir iki hafif gemi ile yakayı kurtarıp İstanbul’a gelmeyi
başarmıştı. Sorgusunda, gemilerimiz limandan çık-salardı kurtulacaklarını,
İbrahim Paşa ve Muharrem Bey’in limanda kalmakta direnmelerinin denizcilik
bilgisinden yoksun olmalanndan çok kötü niyetlerinden ileri geldiğini
söylemişti. Koca Hüsrev Paşa da bu fikri besler ve Navarin olayı danışıklı
döğüştür dermiş. Hüsrev Paşa’-nm sözü Mısırlıya olan kin ve garezine
bağlanırdı(2). Tahir Paşa’nm sözünün ise Sultan Mahmut Han’dan korkusundan
ileri geldiğini söyleyenler vardır. Çünkü deniz kuvvetlerinin kaybından doğan
acı ile üzülen padişah birdenbire Çengeloğlu’na kızmıştı.
Tahir
Paşa 1248 = 1832’de vezirlik rütbesi ile kapudan-ı deryalığa atandı, beş sene
sonra Tophane müşiri ve 1257 = 1841’de ikinci defa kapudan-ı derya oldu.
1263-1846’da Bosna valiliğinde öldüğünderv cenazesi İstanbul’a getirilerek
Eyüp’te gömülmüştür.
Tahir
Paşa geçen yüzyılda yetişen denizcilerimizin en yükseğidir. Herşeye dayanıklı,
çok sert, kan dökücü, hareketli, şakaya gelmez ve Türk donanmasını Avrupa
donanmaları derecesine ulaştırmak ülküsünün gerçekleşmesi için hiçbir
fedakârlıktan hiçbir gayretten ka-çmmazdı. Önemli işlerde esaslı önlemlere
başvurarak gereğini çekinmeden yerine getirirdi. Yiğitlik ve kahramanlığı ile
devlette ün kazanmış ve ortalığı yıldırmıştı. Eğitim konusunda deniz erlerine
göz açtırmadığından dayağını yemeyen yoktu. Meselâ bir kalyonun falan direğinin
falan yelkeni seferde parçalansa onu çıkarıp ambardan yenisini getirip yerine
koymak İngiliz donanmasında onbeş dakikada yapılırsa bizde de ayni zamanda
yapılması için erlerin ve subayların canını çıkarırdı. îdaresindekilere daima
eşit göçte İngiliz donanması ile savaşabilecek kadar güçlü olmayı telkin ederdi.
Üstün gayreti ve acımasız cezalandırmaları sayesinde denizcilerimizi muma
çevirmiş ve kumandanlara teşebbüs fikrini aşılamıştı. Güttüğü amacın yüksekliği
o devirde denizciliğimize özel bir önem verilmesini sağlamıştı;
Aşağıdaki
fıkralar hal ve şanını anlatmaya yeterlidir:
Mora
İhtilâli sırasında bir aralık topcubaşı oldu, başkentin güvenliği kendisine
verildi. O günlerde İstanbul halkı, Rumların şehir içinde bir olay
çıkaracakları söylentilerinden kuşkulanarak geceleri delikanlılar sokak
başlarına seccade ve kilimler sererek mahalleleri beklemekte ve her gün ortaya
çeşit çeşit yalanlar atılarak filan mahallede şöyle olmuş falan mahallede böyle
gitmiş havadislerinin yayılması halkın zihnîni karıştırmakta ve huzursuzluğunu
artırmakta idi. Henüz gündelik gazete olmadığı o zamanlarda hükümet, emirlerini
mahalle imamlarına yazar, gece bekçileri de akşamları sopalarını vurarak
“komşular, komşular, bu gece camie buyurun uyarma var” diye bağırarak halkın
camie çağırılması ve imam efendi tarafından bildirinin okunması usulü vardı.
Çengeloğlu topçubaşı olunca mahallelere böyle bir bildiri göndererek şehrin
güvenliğinin kendisi tarafından sağlanacağını, halkın evlerine çekilerek
dinlenmelerini, fakat yatsı namazından sonra fenerli fenersiz(3) hiç kimsenin
sokakta gezmemesini kesin bir dil ile bildirmişti. Halk “biz kendimiz bu kadar
dikkat ettiğimiz halde yine her akşam bin türlü fenalık oluyor, bu deli herif
nasıl başa çıkacak, maksadı bizi kıtır kıtır kestirmek mi?” diye mırıldanarak
evlerine döndü. Şehrin her tarafında görevlendirilen devriyeler o gece
rasladıkları kimseleri tutuklayarak karakol gemisine götürdüler. Ertesi gün
Çengeloğlu gemiye gidip tutuklananlan birer birer sorguya çekti. Zorunlu
ihtiyacından dolayı sokağa çıkmış olanları şiddetli bir dil ile uyararak
(karısının doğum ağrısı tuttuğunda ebe aramaya gittiğini söyleyen bir adama
“hanıma söyle bir daha gece vakti ağrısı tutmasın” dediği söylenir) ve sarhoş
takımını da bir temiz’ ıslatarak evlerine gönderir, kötü kişileri ve serseri
takımından birkaçını da denize attırır. Kurtulanlar mahallelerine döndüklerinde
Çengeloğlu’nun bu şiddetli tutumundan ve yüzlerce adamı gümbür gümbür denize
attığından bahsedip bu abartmalar halkın hayalini kuruntulara boğdu. Bununla
beraber herkese de güven gelmeye başladı. Üç dört gün sonra bir bildiri daha
geldi. Topçubaşı diyordu ki herkes kapısını açık bırakıp yatsın, bir tenceresi
kayıp olana karşılık bir kazan vereceğim. Çocukluğumuzda ihtiyarlar bunu
anlatırken ağızları sulanır ve rahmetliye bol bol rahmet okurlardı..
Eskiden
Akdeniz adalarının idaresi Kaptan Paşalara bırakılmıştı. Tahir Paşa
konsolosların birinden hoşlanmamıştı. Bir gün konsolosa “sağlığınız bozuk gibi
görünüyor, hava değişimine gitseniz faydasız olmaz” dedi. Konsolos cevabında
aksine sağlığının pekiyi olduğunu ve adaların havasının vücuduna yaradığını
bildirmesi ve paşanın sık sık yaptığı bu tavsiyesine karşı ayni şekilde ısrar
etmesi üzerine “güzel amma konsolos bey beni beşyüz beş kuruştan
çıkaracaksınız. Beşyüz kuruşa bir köle alacağım, sizi vurup öldürecek, sonra
beş on kuruşa bir ip alıp köleyi asacağım” diye göz dağı verir. Konsolosun daha
fazla ısrar etmediğini söylemeye lüzum yok.
Tanzimattan
sonra Osmanlı Hükümeti tarafından hapishanelerin ıslah edilmesi arzu
edildiğinden bu konuda illere de genel olarak emirler yazılmıştı. Tahir Paşa o
sırada Bosna valisi bulunuyordu. Ona göre hapishanelerin ıslahı öyle özenilecek
şeylerden değildi. Lâkin bildiriler arka arkaya gelmeden başka Bosna ilinde
yapılan ıslahat hakkında Avusturya konsolosu ile müşterek bir rapor göndermesi
Bâb-ı Âli’den bildirildi. Raporu hazırlayıp konsolosa imza etmesini teklif
etti. Kon-solos işleri yerinde gördükten sonra imza etmenin daha uygun
olacağı-'1 < nı söyleyince vali paşa “canım görmeye ne lüzum
var, zaten biliyorsunuz, özellikle bugünlerde tutuktalar arasında kaynaşma var,
şimdi hapishaneden boşanmaları ve hükümet konağını basarak bana atacakları
kurşunların size rastlaması mümkündür, vakit kaybetmeyerek raporu imza
ediverelim” der. Şaşıran ve hayret eden konsolosun imza etmede acele edeceği
tabii idi.
Tahir
Paşa’mn yabancı dilleri bildiğini ve İstanbul’a gelmeden evvel tüccar
kaptanlığı ile Mısır gemilerine girip Akdeniz’de uzun müddet dolaştığım
anlatırlar. Korsanlık hayatındaki serüvenlerine ait bilgim’yoktur. Kabadayıların
vahşice ve delice fakat kahramanca yaptıkları savaşlara geniş ölçüde katılmış
olduğu atak tabiatından anlaşılır. Ateş Mehmet Paşa’mn önünde birgün,
Cezayirlilerin bir Fransız savaş gemisini aniden basarak ambar kapaklarını
derhal kapamak suretiyle içindeki tayfa ve subayları tutukladıklarını ve gemiyi
Cezayir limanına götürdüklerini anlatmışlar; paşa düşünmeye başlamış, hazır
olanlar on-beş yirmi korsanın bir küçük kadırga ile koca bir savaş gemisini ele
geçirmelerine şaşmakta iken paşa “ben orayı düşünmüyorum, on beş yirmi kişinin
bir savaş gemisini Cezayir limanına götürmelerine şaşıyorum” demiş.
Çengeloğlu’nun
öğrencilerinden namlı deniz kumandanlarımızdan Abaza Ahmet Bey - kırk sene
olaysız denizlerde gezmiştir - Trablus olayında^) gambot süvarisi olarak Tahir
Paşa’nın emrinde imiş. Bir yararlığına karşı mükafatlandırılmak gerektiğinden
kaptan paşanın huzuruna getirilmiş. îçeri girdiğinde paşa derhal ayağa
kalkarak: Aferin Kel; (Abaza Ahmet Bey’in başı keldi) arkadaşları arasında “Kel
Abaza” denmekle meşhurdu) Varol; anandan emdiğin süt helâl olsun; Allah seni
devlete bağışlasın” diyerek kucaklamış ve alnından öpmüş, hil'at olarak bir
gocuk giydirerek bol keseden üçyüz kuruş hediye vermiş. Abaza Ahmet Bey
sonraları bu olayı anlatarak “biz büyüklerimizden böyle iltifat görmeye
alıştık” diye böbürlenirmiş.
Rahmetli
paşanın mezar taşındaki yazının hatırımda kalan ilk mısraı “Kahramanı Vüzera
Hazret-i TahirPaşa” sahibine ne kadar uygun düşmüştür.
AÇIKLAMALAR
1
— Navarin Savaşı, Yunan isyanı sırasında isyanı bastırmak için Mora ’ya gelen
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki Türk-Mısır
ortak donanmasının Avrupa devletleri müşterek donanması tarafından 1827yılında
Navarin limanında yakılması olayıdır.
2—
NapoleoneBonaparte’ın Mısır’ı işgali sırasında oraya gönderilen kuvvetler
arasında bulunan Kava lalı Mehmet Ali, o sırada Mısır valisi bulunan Hüsrev
Paşa ile geçinememiş, bunun üzerine Hüsrev Paşa valilikten geri alınmıştı. Bu
olay Hüsrev Paşa’nın Mehmet Ali’ye düşman olmasına sebep olmuştur.
·
3
— İstanbul ’da sokakların havagazı veya elektrikle aydınlatılmasından önce geceleri
sokağa ancak fenerle çıkılırdı. Fenersiz çıkanlar kötü kişiler olduğundan
aileler sokağa fenersiz çıkmazlardı.
·
4
— XVI. yüzyıldan beri Osmanlı egemenliğinde bulunan Trablusgarp’ın yönetimi
uzun zamandan beri (1711-1835) Karamanlı ailesinin elinde bulunmakta idi. Yan
bağımsız şekilde bölgeyi yöneten Karamanlılardan Yusuf Bey’in yeğeni tarafından
çıkanlan ve Fransız ve İtalyanlanh araya girmeleri ile büyüyen isyan üzerine
(1832) Osmanlı Devleti, Kapudan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa'yı 1835’te olayı
bastırmaya gönderdi. Paşa isyanı bastırdığı gibi bütün bölgeyi hakimiyet altına
aldı.
V
HÂLET EFENDİ
Sultan
Mahmut II. Han’ın padişahlığının ilk devresinde padişahın özel danışmanı ve
işlerin yürütülmesinde fikir ve sözü geçerli tâyin işlerinde büyük rolü olduğu
bilinen Mehmet Sait Hâlet Efendi, kadılardan Kırımlı Hüseyin Efendi’nin
oğludur. Hüseyin Efendi, Şeyhülislâm Ebu İshakzade Şerif Efendi konağının eski
ve işbilir hizmetlilerinden olup bir müddet medreseye devam ettiğinden
efendisinin arkası ile ve o zamanın kötü bir âdeti gereğince Rüus ihsan
edilerek bilim kariyerine girmiş takımdandı. Oğluna Hâlet takma adı yine o
zamanın âdetine göre çalıştığı dairede verilmiştir.
Mehmet
Sait Efendi, adıgeçen Şerif Efendi’nin oğlu Ataullah Efendi ile yaşça akran
olduğundan 1175-1761 yıllarına doğru doğduğu tahmin olunuyor. İkisi birlikte
öğretim ve eğitim görmüş, bilgi kazanarak yükselmişlerdir. Amma ahlak
bakımından ikisi de yaya kalmıştır.
Çevresinin
gerekleri Said Efendi’yi bilim kariyerine götürüyordu. Lâkin kendisi idare ve
büro işlerini tercih etti. Memurluğa girdiğinde Şerif Efendi’nin korumasından
ziyade kişisel yetenekleri ve zekâsı, bilgisi ve düzgün yazısı ile sivrilerek
reisülküttap meşhur Raşit Efendi’ye mühürdar yamağı tayin edilmiştir. Taşkın
karakterine gençlik ateşi de eklenerek bir yerde sessiz ve devamlı olarak
kalmaya da-yanamadığından çeşitli işlere başvurmuş ve bir süre Ebubekir Sami
Paşa gibi eğitim sever ve Ohrili Ahmet Paşa gibi kahraman kişilerin kethu-dalık
hizmetinde ve bir müddet Fenerlilerden Derya (Tersane) tercümanı Kalimaki
Bey’in yazı işlerinde ve oğluna Türkçe öğretmenliğinde günlerini geçirmiştir.
İşte sonraları Mora İhtilâlinde Rumları kayırması Fenerlilere bu kadarcık
yakınlığı yüzündendir.
Sultan
Selim III. in tahta çıkması ile Rusya seferinin sonunda(l) Hâlet Efendi otuz
yaşlarına geldiği ye Bâb-ı Âli kalemlerinden ilgisini kesmemesine rağmen
gelecekteki mesleğini henüz tayin edememişti. Hayatın her zevkinden yararlanmak
hevesine uyarak bir taraftan Galip Dede’nin(2) kültürlü toplantılarına
katılarak Mevlevilik yolunun manevi ışıklarından gönlü açılır ve şeyhin edebi
erdemliğinden hakkıyla yararlanır ve diğer taraftan keyfine düşkün büyüklerin
içki ve saz toplantılarına sokularak o yoldaki eyilimlerini doyurur ve onlara
kendini sevdirirdi. İşte Köse Kâhya Mustafa Reşit Efendi’nin(3) koruması ile
haceganlık rütbesine kavuşur ve çok geçmeden başmuhasebeci payesiyle ve
ortaelçi unvanı ile Paris’e gönderilmiştir 1217-1802.
Hâlet
Efendi’nin elçiliği Bonapart’m birinci konsüllüğü zamanına rastlar. Bonapart
Mısır’daki başarısızlığını içine sindiremediğinden ve Osmanlı Devleti’ne karşı
olan kin ve nefretini çabuk yenemediğinden Hâlet Efendi’ye yüz vermedi. Hatta
imparatorluğu ilan edildiği vakit Hâlet Efendi’nin yerine “nişancı” payesiyle
ve büyük elçi unvanı ile atanan Muhip Efendi’ye gururlu ve pek küçük görücü
muamelede bulundu. Bu sebeple Hâlet Efendi’nin Paris’te üç seneden fazla süren
elçiliği politika bakımından sönük kaldı, lâkin kendi politik bilgisini ve
gücünü artırdı.
Hâlet
Efendi 1221-1806’da İstanbul’a dönerek eski dostlarına kavuştu ve Beylikçi
oldu. Devletlerarası meseleleri tartışmaya ve muhakemeye, politika konuşulan
yerlerde bunlardan bahsetmeye ve konuşmaya yetkili devlet adamları arasına
katılmıştı. Kendisini yetiştirenin oğlu ve ders arkadaşı Topal Ataullah Efendi
ferve-i beyza giymişti. Bundan dolayı şımarmadı, zamanın gidişini pekiyi
kestirdiği için atıp tutmak, şan ve şeref kazanmak emeli ile başkalarının
gözüne batmak gibi uygunsuz yola gitmeyerek sakıngan tutumu ile Selim Olaymda(4)
öldürülen devlet adamlarından Vasfi Efendi’nin yerine Rikâb-ı Hümayun
Reisülküttabı atandı(4).
Mustafa
IV. nın karışıklık devrinde yakasını kurtaramayarak bir sene kadar sürgün
cezasına uğradı. Çünkü Kaymakam Köse Musa Pa-şa(5) kendisine bir türlü
güvenememişti. İkinci defa padişah değişmesinde (Mustafa IV. yerine Mahmut II.
nin geçmesi) affedilerek serbest bırakıldı ve yükselmesini sağlayan yeni bir
koruyucuya sığındı ki oda İbrahim Refet Efendi’dir. Bu İbrahim Efendi görünüşte
padişah mas-rafçısı ve şehremini (belediye başkanı) ise de bağlılığı ve
uyanıklığı herkesçe doğrulanmış olduğundan Sultan Mahmut II. nin gizli
danışmanı idi. Bâb-ı Âli tarafından yapılan teklifler gizlice kendisinden
sorulur, fikri ve görüşü alınırdı. Bu durumunu gizlemek için saraya
gitmediğinden Hâlet Efendi bir iki sene arada, gizli haberleşmeye aracı olmuş
ve adı geçenin ölümünden sonra da bu görevi kendisi idare etmiştir. Ber-berbaşı
Ali Ağa ile son heberleşmelerinden birkaçını Cevdet Tarihi yazmaktadır. Ali
Ağa’nın anlayabileceği kaba ve açık üslubu ile meramını anlatması
bilgisizliğine değil zekâsına delil saymak lazımdır.
Hâlet
Efendi 1225-1810'da İbrahim Efendi’nin tavsiyesi üzerine özel bir görevle ve
tam yetki ile Bağdat’a gönderildi. Cevdet Tarihinde açıklandığı üzere Mısır
gibi Bağdat’ta da bir süreden beri Kölemen Oca-ğı(6) türemiş, Abaza Küçük
Süleyman Paşa vali olmuştu!5).
Süleyman Paşa okur yazar ve memleket idaresinden anlar, halka kendini sevdirmiş,
büyük emeller sahibi ve gösterişe düşkün bir gençti. Bütün Irak bölgesine ve
Güney Kürdistan’a kadar hakim olmak sevdasına düştüğünden Baban ailesi(7) ile
arası açılarak Musul taraflarına asker göndermeye ve bazı Arap aşiretleriyle
dövüşmek zorunda kalmıştı. Fakat bu atıhmlarını gerçekleştiremedi; saçtığı
savaş ateşi ve bölücülüğü ile o bölgenin harap olmasından ve halkının acı
duymasından başka bir sonuç elde edemedi. HâletEfendi’ye verilen görev Süleyman
Paşa’yı yola getirmek ve kendisinden önceki valiler zamanında ödenmediğinden
kendisinin ödemeyi kabul ettiği devlet alacaklarını toplamaktı.
Hâlet
Efendi Bağdat’a vardığında devletin emirlerini bildirerek Süleyman Paşa’yı
nasihat ile yola getirmek istemiş ise de Selim III. ve Alemdar Paşa olayları ve
Rusya seferi(8) dolayısıyla devlet merkezindeki güçsüzlük ve karışıklık genç
paşaya fırsat gibi görünerek boş cevaplarla bugün yarın diyerek Hâlet Efendi’yi
savmak yolunu tuttu. Hâlet Efendi çaresiz kalarak Musul taraflarına gidip
elindeki yetki fermanı ile Babanların büyüğü Abdurrahman Paşa’yı ve bazı aşiret
beylerini yanma alarak Bağdat üzerine yürüdü. Birtakım maceralardan sonra
Süleyman Paşa öldürülmüş ve devlete olan borçlarının bir kısmı Hâlet Efendi
tarafından alınarak İstanbul’a dönmüştür. Gerçi eyaletin işlerini devletin
istediği şekilde düzeltemedi. Fakat karışıklığı büyümeden bastırdı. Böyle zor
bir işin hakkından gelmesi zekasına ve anlayışına yeni bir tanık sayılarak çok
beğenilmesine ve hakkında padişahın sevgisinin daha fazla artması ile saygı gördü.
İstanbul’a
dönüşünde evvela Rikâb-ı Hümayun Kethüdası ve sonra da Nişancı tayin edilerek
kısa süren azlinden sonra ömrünün sonuna kadar bu yüksek görevde kaldı. Padişah
yanında kazandığı büyük itibar ve güç ile tek söz sahibi idi. Halk arasında
devlet kâhyası(9) diye anılır ve işi olanlar kapısını aşındırır ve çoğu boş
dönmezdi. Düşkünleri doyurur, işlerini görür ve gördürürdü. Pek çok duacısı ve
yardımını gören olduğundan bu yüzden kazandığı iyi nam şöhretinin artmasına
yardım ederdi. On üç sene devam eden mutluluk devri ki hayatının en parlak
fakat devlet ve memleketçe en zararlı kısmıdır, o devirdeki tutumu ve yaptığı
şeyleri gelecek makalede inceleyeceğiz.
Geçen
makalemizde kısa biyografisini yazdığımız Mehmet Said Halet Efendi, İbrahim
Refet Efendi'nin tavsiyesiyle Sultan Mahmut II. ye yaklaştıktan ve Bağdat işini
iyi bir şekilde bitirdikten sonra Rikâb-ı Hümayun Kethudalığıf6) ve sonra nişancılıkla
on üç sene mutlu olmuş, bilgisi, herşeyi iyi düşünmesi ve inandırma gücü
sayesinde padişahı iyice kendine bağlamış ve güvenini kazanmış olduğundan
padişah sarayında tek güç durumuna gelerek Osmanlı Hükümeti’nin büyük küçük
bütün işlerine karışarak kinci karakterini bütün parlaklığı ile göstermiştir.
Parlak fakat zarar verici olan bü güçlü devrinin devlete neye mal olduğunu
inceleyerek bazı meşhur işlerini hatırlatacağız.
Hâlet
Efendi herşeyden önce saltanat makamını hükmü altına alma yolunu tuttu. Bunun
için sağlam bir dayanak lazımdı. Yeniçeri Ocağını dayanak edindi. Elebaşılarına
bol bol hediyeler dağıtarak ve bir kısmına belli bahşişler, belli bayram parası
ve toprak gelirleri bağlayarak pek çoğunu elde etti. Bunlar aracılığı ile
istediği zaman ocakta isyan çıkartabilirdi. İhtiyacı olan bol parayı sağlamak
için valilerden ve taşra ileri gelenlerinden ve diğer görevlilerden hediye
namıyla rüşvet almayı alışkanlık hâline getirmişti. Özellikle Memleketeyn
(Eflak-Boğdan) beylerini haraca kesmişti.
Sultan
Selim III. nün açmış olduğu yenilik yolundan ve başlamış olduğu askeri
ıslahâttan resmi toplantılarda sık sık bahis konusu edilmesinden Hâlet Efendi
hiç hoşlanmazdı. Rahmetli hakanın (Selim III.) yarım kalan askeri ıslâhat
teşebbüslerinin yeniden ele alınmasından bahseden sadık devlet adamları Hâlet
Efendi’nin baş düşmanları idi. Çünkü Yeniçeri Ocağı eğitim, disiplin ve düzen
altına alınınca Hâlet Efendi dayanağını elden kaçıracaktı. İşte bu çıkarcı
fikri dolayısıyla askeri ıslâhata daima engel olmuş ve buna taraftar olan milli
onur sahibi devlet adamlarını bir yolunu bulup uzakhştırmış ve yoketmiştir.
Sultan Mahmut II. Han ordunun yeniden düzenlenmesi fikrine aşın derecede eğilimi
olduğundan bunun nasıl yapılacağını devlet adamlanyla görüşmek istedikçe Hâlet
Efendi güya doğruyu söylüyormuş gibi iki yüzlülükle “aman efendim, ya Ocaklı
duyar başımıza bir bela açarsa Allah korusun ne yaparız” sözleriyle padişahın
kuruntu ve korkusunu kurcalar, hayırlı emellerinin önüne geçerdi. Kötülüğünün
derecesi anlaşılsın ki padişah önünde böyle konuşan bu yadigâr bir gün Sadrazam
Hacı Salih Paşa’ya “efendim her zaman Yeniçeri Ocağını kaldırmaktan bahseder
durursunuz; Ocak kalkarsa Arslammı ne ile tutabiliriz” demişti.
Defterdarlıktan
sadrazam olan Mehmet Emin Paşa (1230-1814) genç, gayretli ve askeri ıslâhata
pek hevesli olduğundan azil edilerek Balıkhaneye(lO) gönderilmiş ve katli için
Hâlet Efendi padişah yanında çok çabalamış ise de padişahın “başına kallavi pek
yakışıyor ben o güzel başa kıyamam” cevabına karşı gelemeyerek sürgün ve
uzaklaştırılması ile yetinilmişti.
Mora
karışıklıklarının belirtileri gereği gibi ortaya çıktığı zaman Hâlet Efendi
vaktiyle Fenerlilerden gördüğü iyilik sebebiyle Rumlara toz kondurmak
istemediğinden “ihtilâl dedikoduları Yanya Valisi Te-pedelenli Ali Paşa’nın
bozgunculuğu eseridir, o adam o bölgede kaldıkça Müslim ve gayrimüslimlere
rahat yüzü görmek mümkün olmayacaktır. (Çünkü Ali Paşa ile arası pek fena açılmıştı)
Yunanistan bölgesini yatıştırmak Tepedelenli’nin başını ezmeye bağlıdır”
sözlerini dilinden düşürmeyerek Yunan isyancılarının tek hakkından gelecek o
ihtiyar yiğitin başını yedi (1237-1821). Halbuki paşanın öldürülmesiyle Yunan
eşkıyalığı tavsamayıp aksine daha ziyade genişleyerek etraftaki vilâyetlere ve
bütün adalara bulaştı. Bir taraftan dert büyüyor ve diğer taraftan Hâlet Efendi
ikiyüzlü yaltaklanmalar ve hakkı savunan boş laflarla kendini temize çıkarmaya
çalışıyor idi.
Nihayet
derde deva olur düşüncesiyle sert ve şiddetli hareketleriyle ün kazanmış
Benderli Ali Paşa sadrazam oldu. 1237-1821. Bu adam taşra görevlerinde
yetişmiş, kendi kökeninde büyümüş, ince işlere aklı ermez, iyilik etmek ister
takımından olup İstanbul’a gelir gelmez kendisine Hâlet Efendi’nin ne olduğunu
etrafıyla anlattılar ve devletin durumunun ıslahı İçin o iki yüzlünün yok
edilmesi gereğine inandırdılar. Bir gün toplantıda Rumların haddinin
bildirilmesi görüşülürken sadrazam, “kabahatlilerin yanında birtakım günahsız
yurttaşları hırpalamak Allah’ın isteğine aykırıdır. Bu kötülüğe sebep olanları
ben araştırdım, asıl onların kafasını ezmek lazımdır” diyerek dik dik Halet
Efendi’nin yüzüne bakması üzerine efendinin aklı başından gidip bir kolayını
bularak toplantıdan çıktı ve arka kapıdan sıvıştı. Merdivenlerden yavaş yavaş
inerken kavasbaşı geliyor mu diye dönüp arkasına bakarmış. Avı kaçırdığını
sadramaza işaret etmişler, o da derhal Bâb-ı Âli’den çıkmış. Aynı günde ziyaret
maksadıyla Eyüp’te Hazret-i Halid’in türbesine gitmiş olan padişahla buluşmuş
ve Halet Efendi’nin idamına izin istemiş Sultan Mahmut Han “iyi düşünelim, bu
akşam ben de düşüneyim, siz de düşününüz de yarın gereğini yapalım” cevabıyla
sadrazamı savmış. O gece Hâlet Efendi ile buluşması sonucu olarak ertesi günü
Benderli Ali Paşa’nm azil ve sürülmesine ve az sonra öldürülmesine ferman
çıkarılır. Zavallının sadrazamlığı yedi gün sürmüştü. Balıkhaneye indirildiği
zaman “evvela yapmalı sonra izin istemeli imiş” dediği söylenir.
Hâlet
Efendi’nin artık ipliği pazara çıkmıştı. Bir müddet seyahat ettirilmesini
Sadrazam Hacı Salih Paşa azil edildiği gün padişaha duyurmuş idi. Yeni sadrazam
Bontancıbaşı meşhur Deli Abdullah Paşa evvela Konya’ya sürülmesine ve sonra da
öldürülmesine padişah buyruğu aldı 1238-1822. Hâlet Efendi ayak sürüyerek
sürgün yerine gidiyordu. Ölüm fermanını taşıyan padişah haberci ağası Arif Ağa
kıyafet değiştirerek menzil ile Konya’ya giderken yolda Hâlet Efendi’ye
rastlayıp durmadan yoluna devam etti. Bir önsezi Hâlet Efendi’yi hüzünlendirdi
ve yanındakilere “ben bu adamın gidişini beğenmiyorum” dedi. Konya’ya
vardığında öldürülerek kesik başı İstanbul’a götürülüp bilinen ibret taşma(ll)
konuldu ve Kule Kapı Mevlevihanesine(12) gömüldü. Sefi-net el-rüsa(13) sonradan
bazı dedikodular çıktığından oradan çıkarılarak Yahya Efendi Dergâhma(14)
götürüldüğünü yazıyor. Bununla beraber mevlevihanede dolaşan söylenti bunun
tersidir. Çerçi tekkedeki mezar taşından başka Yahya Efendi dergahı
mezarlığında da bir mezar taşı vardır. Gerek Hâlet Efendi’nin ve gerek Tepedelenli
ve Ben-derli’nin yaftalarının o zaman yaşayanlar kopyasını almışlardı. Fakat
ben onlardan kopya edemedim.
Konya’ya
sürüldüğünde “Çelebi Efendi koruyacakmış, geri vermeyecekmiş” gibi sözler
İstanbul’da yayıldığından kapı ağalan ve kavaslar bu konuda ağanm(7) düşüncesini
sormuşlar, o da “bana kalırsa dedem sen düdüğünü çal, böyle işlere karışma
derim” cevabını vermiş.
Halet
Efendi’nin bu sonundan dolayı Sultan Mahmut II. Han’ın pişman olduğunu
söyleyenler vardır. Bir gün yeri cennet olan padişah Galata Mevlevihanesine
gidip mezar taşı gözüne ilişince Kudretullah Dede’ye “şehim, şu bizim Hâlet’e
ne dersin” buyurması üzerine Dede merhumun “efendim o da bir Hâlet idi geçti”
zarif cevabını verdiği meşhurdur. Kudretullah Efendi Hâlet Efendi’nin gücü ile
Post-Nişin olmuştu.
Hâlet
Efendi tabiatı bakımından merhametsizdi. Bir gün bir delikanlının asılmasına
karar verildiğinde bazı aracıları ortaya çıkarak affını istemişler, Hâlet
Efendi’nin “birine gençtir, yazıktır; ötekine ihtiyardır yazıktır diyorsunuz.
Her vakit orta yaşlıyı nerede bulalım” dediğini anlatırlar.
Hâlet
Efendi son derece kin güderdi. Çıkarma dokunanları, düşüncesine karşı
gelenleri, yerine geçebilecekleri bir türlü affedemez ve onları
uzaklaştırmadıkça ve yok etmedikçe gönlü rahat edemezdi. Padişah yanında yalnız
bir rakibinin hakkından gelememişti ki o da meşhur Canib Efendi’dirf8). Rakibinden kurtulmak
için türlü türlü yollar bulur ve bazen fırsatlar kendiliğinden çıkardı.
Yetenekli devlet adamlarından Sadrazamlık kethüdası Ahmet Erib Efendi’nin
vezirlikle Mo-ra’ya atanması buna güzel bir örnektir. (Cevdet Tarihine
bakınız).
Bir
gün bahçede gezerken bahçıvan bir incir fidanını söküp atmış; dostlarından biri
bahçıvana “bu fidanı atma, birinin ocağına dikmek için efendi hazretlerine
lazım olur” dediğini anlatırlar.
Bunanla
beraber devrinin en parlak sohbet toplantıları Hâlet Efen-di’nin evi idi.
Birçok bilim adamları, irfan sahipleri, hoşsohbet kişiler ve şairler her akşam
konağında toplanarak bilim ve edebiyat konuları üzerinde tatlı tatlı konuşarak
vakit geçirirlerdi. Bazı kerre müzik üstatları da bu toplantıların güzelliğini
artırırlardı. Sevmediklerine gösterdiği düşmanlık ne kadar şiddetli ise
sevdiklerini o derecede nimet ve iltifatlara boğardı.
Sohbet
toplantılarına devam edenler arasında gösterişli yapılı, iyi giyimli, bilgin
kıyafetinde birisi varmış; her hafta gelir ve bilgisizliği dolayısıyla hiç söze
karışmadan oturur oturur gider ve ev sahibi tarafından saygı görürmüş. Hâlet
Efendi’den sebebini sormuşlar” beyin, kulak, ağız lezzet aldığı gibi göz de
hakkını istiyor; bu adamın boyu, bosu ve kıyafeti de gözün hakkını veriyor”
cevabını vermiş.
Hâlet
Efendi’hin çekemediği zamanın devlet adamları arasında kethudalık mevkiine
kadar yükselmiş Morali Osman Efendi vardı. Osman Efendi onurlu, derviş
tabiatlı, temiz yürekli bir adamdı. Hâlet Efendi bu adamı azlettirmek,
rütbesini almak, kötü işlere atamak gibi çeşitli hakaretlerde bulunduğu halde
bayramlaşmak için evine geldikçe merdiven başından karşılayacak kadar saygı
gösterilmiş; bunun da sebebini sormuşlar “evet ben bu adamı sevmem, rütbesini,
görevini, malını aldım, canını almak bile elimden gelir, fakat üzerinde bir
Osman Efendilik var ki onu alamıyorum” dermiş.
İşte
gücünün her yönü ile zamanın eşsiz insanı olan Hâlet Efen-di’nin ölümünde
aşağıdaki beyt halkın ağzında dolaşırdı:
Ne
kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i
kubur
AÇIKLAMALAR
1—
1787-1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı. Bu savaş sonunda Avusturya ile
1791’de Ziştovi ve 1792’de Yaş Andlaşmaları yapılmıştır.
·
2
— Galip Dede, klasik Türk divan edebiyatının büyük şairlerinden Hüsnü Aşk adlı
meşhur eserin sahibi mevlevi dedelerinden Şeyh Galip’tir. 1757yılında
İstanbul’da doğmuş ve 1790 yılında İstanbul’da ölmüştür. Asıl adı Mehmet olup
Galip takma (mahlası) adıdır.
·
3
— Köse Kâhya Mustafa Reşit Efendi III. Selim zamanında çeşitli devlet hizmetlerinde
bulunmuş, Nizam-ı Cedit'ıslahatı için kurulan meclise katılmış, bu konuda
padişaha önemli bir rapor sunmuştur. Kabakçı Mustafa isyanında öldürülmüştür.
·
4
— Selim olayı, 1807yılında Padişah III. Selim’in tahttan indirilmesi ve sonrada
öldürülmesi ile son bulan Kabakçı Mustafa isyanıdır.
·
5
— Köse Musa Paşa, Sadrazam Ağa İbrahim Paşa ’nın Tuna boylarında Ruslar
la
savaştığı sırada sadaret kaymakamı bulunuyordu. Şeyhülislâm Topal Ata-ullah
Efendi ile gizlice işbirliği ederek çevirdiği entrikalarla Kabakçı Mustafa
yönetimindeki isyancıları elaltından koruyarak Selim III. in evvela tahttan
indirilmesine sonra da öldürülmesine sebep olmuştu. Tabii sonradan hepsi
yaptıklarının cezasını hayatlarıyla ödemişlerdir.
·
6
— Kölemen Ocağı, Mısır’da XII. Yüzyılda (1174 M.) kurulan Eyyubi Devleti zamanında
daha çok Çerkeş kölelerden meydana getirilen asker ocağının adıdır. Bunlar
sonradan Eyyubi Devleti’niyıkarak (1250 M.) Memlük-Kölemen Devleti’ni kurmuşlar
ve XVI. yüzyıla kadar Mısır’da hâkim olmuşlardır. OsmanlI Padişahı Yavuz Selim
tarafından bu devlet ortadan kaldırılmış ise de (1517) ocak devam etmiştir.
Mısır valisi olan Mehmet Ali Paşa 1811’de bu ocağı tamamen ortadan
kaldırmıştır.
·
7
— Baban ailesi Kuzey Irak’ta (Kerkük bölgesi) yaşayan eski ve büyük bir Türk
ailesi
olup bölgedeki halk üzerinde büyük bir etkisi vardı. Zamanımız yazarlarından ve
politika adamlarından Cihad Baban ve Prof. Şükrü Baban bu ailedendir.
·
8
— Bu savaş 1806-1812yıllan arasındaki Osmanlı-Rus Savaşı olup 1812’de Bükreş
Barışı ile son bulmuştur.
·
9
— Devlet Kâhyası, kâhya genellikle büyük memur veya iş sahiplerinin özel işlerini
yapmakla görevli şahıslar için kullanılan bir deyim ise de burada vatandaş-lann
devlet kapısındaki işlerinin kolaylıkla ve süratle çıkarılmasına yardım ettiği
için Halet Efendi hakkında kullanılmış özel bir halk deyimidir. Gerçekten ne
böyle bir makam ve ne de bir görev mevcuttur.
10—
Balıkhane, Topkapı Sarayı ’mn Marmara Denizi kıyısındaki bir kapısının adıdır.
Padişah tarafından sürgün edilen sadrazam veya vezirler burada gemiye
bindirilir ve sürgün yerine gönderilirdi. Eğer öldürülmesi emredilmiş ise burada
bostancı denilen saray görevlileri tarafından boğularak öldürülürdü.
·
11
— İbret Taşı, Topkapı Sarayı’nın Orta Kapı denilen ikinci kapısının önünde
bulunan dikili taşın adıdır. İdam edilenlerin kesik başlan buraya konarak ibret
olmak üzere teşhir edilirdi. Tanzimattan sonra bu usûl kaldırılmıştır.
·
12
— Kulekapı Mevlevihanesi, Tünel başında Yüksek Kaldırıma inen yolun sol ta
rafında,
bahçe içindeki bina olup bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılmaktadır.
Buraya Galata Mevlevihanesi de denirdi. Meşhur divan şairi Şeyh
'
Galip’in mezarı da buradadır.
·
13
— Sefinet el-Rüesa, Giritli Resmi Ahmet Efendi tarafından yazılan ve kendi zamanına
kadar gelip geçmiş Reis el-küttabların biyografisini anlatan bir
kita-bınadıdır. Ayni yazarın Hulasat el-itibar adlı 1182-1768 Osmanlı-Rus
savaşına ait bir kitabı ile elçilikle gittiği Viyana ’ya ait bir sefaretnanıesi
de vardır. Üsküdar'da Karaca Alımet mezarlığında gömülüdür.
·
14
— Yahya Efendi Dergahı. İstanbul’da Beşiktaş'tan Ortaköy’e giden sahil yolu üzerindeki
korunun kenarında ağaçlıklar arasındaki tekkedir. Zengin ve kıymetli
kütüphanesi Süleymaniye Kitaplığına taşınmıştır. Sultan Süleyman Ka-nuni’nin
süt kardeşi olan Trabzonlu Şeyh Yahya Efendi tarafından yaptırılmıştır.
VI
İZZET
MOLLA’NIN KEŞANNAMESİ
Halet
Efendi’nin acıklı sonundan dostları ve kendisinden iyilik görenler üzüldüler.
Yanında geçirdikleri güzel anlan ve gördükleri iyilikleri unutamadılar.
Gerçekten bu konuda yerini boş bırakıp giden Halet Efendi onlann gözünde eşsiz
ve benzeri olmayan iyiliksever birisi olduktan başka kusurlan birer İlâhi
sebebe dayalı üstünlük ve erdemlik kabul ediliyordu. Mesela askerlik
reformlarmı önlemesini “pir duası alan ocağı kaldınp da yerine ne koyacaksınız.
Geçen devirde denenen Nizam-ı Ce-
·
•
dit az mı dile geldi; bunca yüzyıllık
bir kuruluş şöylece yıkılır mı; sonra da arslan nasıl zaptolunur” Yunan
olayındaki ağır hareketini “bir dert ortaya çıkınca idari ve siyasi tedbirlerle
önünü almak silah kullanmaktan yeğdir, şimdi sürekli olarak Mora’ya asker
gönderiliyor, bu kadar askerin ölümünden başka dünya kadar para gidiyor,
sonucun ne olacağı belli değil, rahmetli efendinin hatasız barışçı fikri elbette
daha iyi ve devlet çıkarlarına uygundu” gibi değişik sözlere boğarak
kusurlarını ört bas etmeye yelteniyorlardı.
Kî
O
sırada Galat kadısı bulunan Keçecizade İzzet Molla (eski sadrazam Fuad Paşa’mn
babası) (1) Halet Efendi’nin dostlarından ve iyiliğini görmüşlerdendi.
Hareketli, canlı, atak, dilini tutmayan ve gerçek karşısında susmaya karakteri
müsait olmayan, nükteci ve espirili, ünlü bir şair olup Hâlet Efendi’yi bilir
bilmez kötülemeyi iş edinenlere karşı: “Hâlet’in canını Hak malını aldı miri.
Kaldı ehl-i hasede...” beytini söylemişti. Halbuki öldürülen Hâlet Efendi’nin
bütün akraba ve yakınları hiddetle birer tarafa sürülüyordu. İzzet Molla da
dilinin belasına uğrayıp Keşan’a sürüldü. 1238-1822 Keşan o sırada sürgün yeri idi.
Hattâ İzzet Molla giderken Başhekim Behçet Efendi ile kardeşi Ab-dülhak Molla
(2) af olunup salıverilerek İstanbul’a dönüyorlardı. Gidenle gelenler
arasındaki fark şu idi ki onlar Hâlet Efendi’nin hayatında ve İzzet Molla
ölümünde kötülüğüne uğrayanlardandır. Gelibolu yakınlarında olan Keşan’ın ağır
havasından ve yazın kuraklığından ve cehennem gibi sıcağından ve kışın şiddetli
soğuğundan İzzet Molla şikâyet etmektedir.
İzzet
Molla Keşan’a sürgün edilişini ve yoldaki serüvenleri, çektiği sıkıntıları, gidiş
ve gelişte uğradığı ve gördüğü yerlerin durumunu, sürgünde geçirdiği hayatı ve
o günlerde ayrılık ateşi ve unutulmaz acılarla dağlanmış olan kalbinden kopan
üzüntüleri ve bir sene sonra nasıl affedildiğini uzun bir destan biçiminde
manzum şekilde yazarak “Mihnet-i Keşan=Keşan Eziyetleri”admı vermiştir.
Mihnet-i Keşan birçok edebi nükteleri olan bir eserdir. Heves edecekleri
okumaya teşvik için güzel parçalarını aşağıda sıraladım ve bazı beytlerini
söylüyorum:
Galata
kazasında hâkim idim Ne sahib-i adalet ne zalim idim Yedim Hâlet’in nan-ı
ihsanını Çalıştım halâs etmeye canını Sebeb-i intisabım oldu Hâlete Düşürdü
felek böyle bir minnete Mecaliste nefyim havadis idi Benim kıl-i kalim mebahis
idi(9) Fakat bana
azvettiler töhmeti Keşan ber keşan çektiler İzzeti
İzzet
Molla’ya hamamda yıkanırken sürgün edildiğini bildirmişler (15 Şemadiyüluhra
1238-1822). Karisi ile oğullarını İstanbul’da bırakarak Topkapı’dan yola
koyuldu. Özlem ve gurbet acılan yüreğine işlemeye başladı. Keşan’a varıncaya
kadar yolculuk hikâyesinin en güzelleri şunlardır:
Evvela
Topkapı ile Küçükçekmece arasında arabada asılı olan aynada kendi yüzünü
görerek onunla konuşması ki mir’at-ı gazeli ile beraber otuz beyitten fazladır.
Uzun
boylu kûseç cesim ül vücut(10)
Cihanda adili adim ül vücut Edib ve natuk ve vezaif şinas Lebib ve haluk ve
letaif şinas (beyitleriyle açıkladığı resmi) Beni eyledi kendine yar-ı gar
O
da bivefa çıktı encam-ı kâr Nigahımdan âyine oldu cüda Benimle yine baki kaldı
Hûda Benim gördüğüm şekil-i vahdet imiş Meğer ol bu divane İzzet imiş
Sonra
Çekmeceler arasındaki kuruntusu kırk beyit kadardır. Kuruntu bu ya, gâh tuğlu
vezir oluyor, ağaçlar gûya kendine selam duruyor, gâh şeyhülislam oluyor, önce
kendisinin serbest bırakılmasını bildirip padişaha dua aldırıyor ve birçok
arpalıklar ve ruuslar dağıtarak el etek öptürüyor, sonra Karun hâzineleri
harcayarak kendisine büyük bir saray yaptırıyor mimarı hayali Sinimmar(11), semti deliler
boşluğu, taşları elmastan, boyası yakuttan, boyacı fırçası güzellerin saçından
avizeleri Pervine benzer, billur kandil parlak aydır. Sonra dairesinin gedikli
ağaları sıralanıyor :
Olup
malihulya emektarımız Bütünce verildi ana varımız Saraya anı kethüda eyledim O
harceyledi ben safa eyledim Safayı edip kapıcı haneye Dedik koyma ektan
Kâşaneye Ayağım civan ovardı müdam Gamı dest-i şadı kovardı müdam Meğer oynamış
aklım âsa temel Dimağım gibi varmış anda halel Yıkıldı konakla cihan başıma
Değil hoş bu, inan geldi başıma Heder oldu emval ve eşya bütün Buna benzemez mi
bu dünya bütün Uşağın birisi deyince uyan Telef olan emvali sordum heman Dedim
kande kaldı Küçükçekmece Dediler göründü Büyükçekmece.
Üçüncüsü
habercisi olan çavuşun bitip tükenmeyen tatsız avutmalarından eza duyması.
Dördüncüsü Türkmenli köyünde yatıp kalktığı pis hanın durumu ve hancının
hareketleri.
Keşan’a
varıp yerleştikten sonra ilk şikâyeti ramazan bekçisin-dendir. Bekçi çirkin
sesli, kötü dilli, kötü yüzlü, kötü halli, kafası kel bir adam olup kendini
müzik üstadlanndan sayar ve çirkin bağırmasına davulun sesini uydurarak sokak
sokak dolaşır ve her kapının önünde türküsünü bitirmedikçe ayrılmazmış. İzzet
Molla üç gece adamın kahrına dayanıp dördüncü günü “musikiden anlamayız başka
yerde çalıp söylese daha iyi olur” ricasîyla adama bahşiş göndermiş. Bekçi bu
davranışı sanatına tecavüz ve hakaret sayarak bahşişi kabul etmedik-den başka
bir daha mollanın semtine uğramamış.
Mukadder
imiş dinledik üç gece
O
üç geceden görmedim güç gece
Haram
etti zalim bana uykuyu Gözüm Yusf-ı haba oldu kuyu Bir ay çıkmadı nağmesi
güşdan Beri etti kâfir beni hüşdan
O
sırada İstanbul’da Tophane büyük yangınında şair Vâsıf’ın(3) evi yanmış. Bu
münasebetle İzzet Molla bahtın sanatçılara uygun gördüğü bu haksızlık ve
eziyetten acı acı yakınır.
Kurban
Bayramı dolayısıyla dostalanndan gelen mektuplarda inşallah beş on gün içinde
bağışlanacağı ve salıverileceği avutmasını yazmışlar. Molla bekleye bekleye :
Beş
on gün beş on gün getirdim cünun Stambulda var tükenmez beş on Beş on gün değil
oldu beş ay temam On aydan masun ede Rabb-ı enam Nedir aya lügatte beş on Beni
eyledi böyle zar ü zebun Mürur etti gerçi zaman-ı meddi Şu beş on günün mevsimi
gelmedi
İzzet
Molla’nm Keşan’da neşeli günleri şair Talat ile olan sohbetleri ve yakınlıkları
olmuştur. Bu Talat Herat’ta doğmuş, aslı Özbek olup îran Edebiyatını iyi bilen,
hoş sohbet, konuşkan birisi imiş. Onunla geçirdiği anlan ballandıra ballandıra
anlatır.
Keşan
Mihnetleri destanının en dokunaklı parçası bir Rum kızının bir Müslüman
delikanlısına ilgi ve sevdasını anlatan aşknamedir ki eski şark edebiyatının
hamse hikâyeleri kadar acıklıdır. İzzet Mol-la’nın kendi dertleri ve acıları
yetmiyormış gibi zalim tâli başına bir dert daha sardı.
Aceb
bir helakim beladan bela
Htrasan
idi ol kazadan kaza
Komşusu
olan bir Rum kızı başka bir köyden bir Müslüman delikanlısına âşık olmuş. Meğer
delikanlının köyünde sözlü bir yavuklusu varmış. Sevdalı kızın sevda ateşi ile
yanan yüreğinden kopan ahlar ve inlemeler erkek ve kadın Keşan halkını
merhamete getirdiği gibi Mollayı da çok üzmüş.
Şebim
şeb değildi sabahım sabah Ererken dil-i zara gamdan felah
Bana
etti Hab ü huzuru haram O ağlar ben ağlar idim subh ü şam
Tahammül
olunmazdı feryadına
Bulunmaz
idi çare imdadına
Nasihat
iderdim gehi ben ana Teselli verirdi gehi ol bana
Gehi
bana eyler idi arz-ı hal Gelip yanıma hasta ve bimecal
Koyup
taşa başın olur mâlezen Terahhüm ederdi gören merd ü zen
Bu
bir gûş olunmuş hikâyet değil Filah fıstikizden rivayet değil
İzzet
Molla Keşan’da edebiyatla uğraşmasına ara vermemişti. Hu-lûsnameler, kasideler,
tarihleri12)
yazarak İstanbul’a gönderirdi. Meşhur Galip Paşa(4) sadrazam olunca, her ne
kadar Hâlet Efendi’nin zulmüne uğramışlardan ise de koruyucu ve kadir bilir
büyüklerden olduğundan, Keşan sürgününden dilekçe şeklinde yazılarak sunulan
Kasıde-i Şitaiyye üzerine suçunun affedilmesi için aracılık ederek padişah emri
çıkartmış ve Molla merhum 1239-1823 cümadiluhrasmm sonunda İstanbul’a
dönmüştür.
Yeri
gelmişken ekleyelim ki İzzet Molla, Keşan dersinden uyanmadı; 1244-1828 seferi
başında yine boşbağazhğı (bu defaki itirazı gerçeği yansıtıyorduX5) yüzünden
Sivas’a sürüldü ve orada ölümü (rivayete göre kaza sonucu) (6) oldu. 1245-1829.
AÇIKLAMALAR
·
1
— İzzet Molla, Tanzimat devrinin meşhur sadrazamlarından Keçecizade Meh
met
Fuad Paşa ’nın babasıdır. Babası kazasker Konyalı Keçecizade Salih Efen-di'dir.
1785’te İstanbul’da doğan İzzet Molla medrese eğitimi görmüştür. Klasik divan
şairlerinin sonunculanndandı. Çeşitli ilmiye sınıfı görevlerinde bulunmuştur.
Hâlet Efendi’nin yakın dostlanndandı. Dilini tutmasını bilmediğinden bir iki
defa sürgün edilmiştir. Son olarak sürüldüğü Sivas’ta 1829 tarihinde ölmüştür.
·
2
— Abdülhak Molla meşhur şair Abdülhak Hâmit’in babasıdır.
·
3
— Vâsıf, Osmanlı sarayı enderunundan yetiştiği için Enderüm (Enderunlu) adı
verilen
divan şairlerinden birisidir. Şiirlerinin toplandığı divan basılmıştır. 1824’te
İstanbul’da ölmüştür.
·
4
— Galip Paşa, Kocaeli ve Hudavendigar (Bursa) valiliklerinde bulunmuş başarı
lı
Osmanlı vezirlerindendir. 1822’de sadrazam olmuş ve dokuz ay kadar kaldığı bu
görevi yürütemeyeceğini anlayınca yerine Selim Mehmet Paşa’yı tavsiye ederek
görevden çekilmiş ve Gelibolu’ya gönderilmiştir.
·
5
— Navarin ’de Türk-Mısır donanmasının yakılması üzerine Osmanlı hükümetinin
olaya katılan devletlere gönderdiği notaya Rusya ’nın verdiği sert cevap
padişahın başkanlığındaki toplantıda görüşülürken İzzet Molla söz alarak
devletin bu sırada bir savaşa hazır olmadığım, Yunanlılara bazı haklar tanınmak
suretiyle meselenin geçiştirilmesinin daha uygun olacağını söylemişti. Padişah
Mahmut II. ise Rusya’ya savaş açılmasını istiyordu. Mollâ'mn bu sözleri
padişahın hoşuna gitmedi. Daha evvel Molla ile aynı fikirde olan devlet
adamlarının padişahın bu hiddetinden ürkerek onun tarafım tutmaları üzerine
izzet Molla Sivas’a sürgün edilmişti.
·
6
— İzzet Mollâ’mn Sivas’ta bir kaza sonucu öldüğü bilinmekle beraber bunun ger
çekten
bir kaza olup olmadığı kesinlikle tespit edilmiş değildir. Bazı kaynaklarda
öldürüldüğü ileri sürülmektedir.
VII
Tanzimat-ı
Hayriye : İncelenmesi
Eski
idare usulünü yeni idare usule çevirmeye Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenleme”
denmiştir.
“Tanzimat-ı
Hayriyeyi” incelerken eski usulün önemli noktaları tanımlanacaktır.
Tanzimat-ı
Hayriyye Hatt-ı Hümayun şeklinde ilan edilmiştir. Sultan II. Mahmut’un
saltanatının son senesinde ilanı öngörülmüş iken Akif Paşa’nm diretmesi ile
gecikerek Abdülmecit’in tahta çıkışından dört ay sonra ve 26 Şaban 1255-3 Kasım
1839’da ilan edilmiştir. Yazan ve okuyan Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit
Paşa’dır. Okunması için Gülhane meydanında(l) yaklaşık olarak saptanan yerde
bir kürsü ve davetlilere mahsus çadırlar kurulmuş; padişah hazretleri yakındaki
köşke gelmişti. Yabancı elçiler ve yerli kuruluşlar (hattâ lonca odalarıyla
esnaf kethüdaları) davet edilmişti. Bakanlar, ulema yüksek memurlar hazır
olduğu halde toplanan binlerce halkın kürsüye yaklaşmak, için ara sıra
kımıldanışından ve dalgalanmasından o geniş meydan çalkalanan bir deniz halini
almıştı. Hazır olanlar arasında bulunan Vak’anüvis Lütfi Efendi “Reşit Paşa
yüksek sesle ve herkesçe beğenilen düzgün ve açık bir şekilde okudu” diyor.
Sonra kurbanlar kesilip toplar atılmış ve şenlikler yapılmıştır.
îlanı
gününün her yıl dönümünde kandiller yakılarak şenlik yapılması ve okuduğu yere
bir mermer sütun dikilerek üzerine hatt-ı hümayunun . azılması öngörülmüş fakat
saray içinde halkın görmesi ve ziyaret etmesi kolay olamayacağından anıtın
Sultan Beyazit Meydanında dikilmesi için sonradan karar değiştirilmiş ise de günün
gerekleri dolayısıyla gerek şenlik yapılmasından ve gerek anıt dikilmesinden
vazgeçilmiştir.
Tanzimat-ı
Hayriye Hatt-ı Hümayununu inceleyelim :
Giriş
kısmında zamanın padişahı “yüzelli senedir birbirini kovalayan dertler ve
çeşitli nedenlerden dolayı ne yüksek şeriat hükümlerine ve ne de ulu kanunlara
uyulması ve bunların örnek alınmaması sebebiyle Osmanlı Devleti’nin eski güç ve
bayındırlığının güçsüzlüğe ve fakirliğe dönüştüğünü” açıkladıktan sonra şeriat
kanunları ve disiplini ile idare olunmayan devletlerin ve memleketlerin devamlı
olamayacağını kesin bir dille onaylıyordu.
Bu
gerçekler padişahın ağzından söylenmesi dolayısıyla özel bir önem taşıyordu;
zira Sadrazam Koca Hüsrev Paşa ve onun gibi istibdat yanlısı olanların yazılı
kanunlara uyması kolay şeylerden değilse de aleyhinde açıktan açığa ağızlarını
açmalarına imkân bırakmıyordu.
Osmanlı
Devleti’nin iyi idare edilmesini sağlamak için yeniden pekiştirilmesi ve
düzenlenmesi gereken esaslar “can güvenliği, mal, ırz ve namusun korunması ve
vergi adaleti, gereken askerin toplanma şekli ve hizmet süresi hükümleri”
olduğu bildirildikten sonra Hatt-ı Hümayunda bu hususlar birer birer
açıklanmakta ve daha evvelkilerin yetersizliğinden doğan sakıncalar ve
sonrakilerin düzenlenmesinden meydana gelecek iyilikler açıklanıyor ve
sayılıyordu. Biz de birer birer tanımlayarak tartışalım:
·
1 — Can
güvenliği: Can güvenliği insan haklarının en yükseğidir. Hiç kimse kanunda
belirtilmiş olan suç ve cinayeti işlemedikçe ve kendisine yüklenen suçu ve
cinayeti işlediği mahkeme karan ile sabit ve mahkemece karara bağlanmadıkça
idam olunmaz. Şeriat hükümleri de bunu doğrulamaktadır. Ama bizde bu esas hak
uygulanmıyordu. Hayat iktidarda olan kişilerin dudaklarının arasında idi. Bir
emirleri onu yok etmeye yeterdi. Bu kötülük en yüksek mevkiden başlayarak
derece derece aşağıya doğru inerdi. Nice sadrazamlar iftiraya uğrayarak veya
hakkı savunmak ve devlet çıkarlarını korumak amacıyla padişah emirlerine karşı
gelerek, sorgusuz cevapsız gadre uğrayarak öldürülmüşlerdir. Mesela Kemankeş
Kara Mustafa Paşa namındaki mert, çalışkan ve gay-retli adam
birğuîTHivaiiThümayundan özel şekilde padişah huzuruna çağrılarak Sultan
İbrahim “Kethüda kadına odun gönderilmesini em- ( retmiştim. Hâlâ gitmemiş”
diye azarlaması üzerine onurlu Paşa “efendim yüksek saltanatınızın büyük işleri
hakkında yüce emirlerinizi almaya geldim; kethüda kadının odunu ne çeşit şeydir
ki sadrazamın divandan çağrılmasını gerektirsin” cevabını verdiğinden padişahın
hiddetine uğrayarak sonradan öldürülmüştü.
Hekimoğlu
Ali Paşa gibi bilim ve erdemlikte eşi olmayan, idarede, memleket ve savaş
işlerinde benzeri bulunmayan büyük bir vezir, devlet işlerine ait bir maddeden
dolayı Sultan III. Osman’ın canını sıkıp da “ben seni azleder ve hamalbaşı Ali
Ağayı kendime vezir yaparım” demesi üzerine kendini tutamayarak “efendim ona
Hamalbaşı Ali Paşa derler, Hekimoğlu Ali Paşa demezler” karşılığını verince
kızkulesine hapsedilmiş ve Valide Sultan’ın (padişahın annesinin) ısrarlı
aracılığı üzerine öldürülmek tehlikesinden kurtulmuştu. Fuat Paşa (Sadrazam
Keçecizade) bir gün Abdulaziz Han önünde gösterdiği cesaret dolayısıyla
padişahın yüzündeki değişikliği görünce “efendim, bizden evvelki vezirler orta
kapıda celladın beklediğini bildikleri halde yine büyük padişahlara doğruyu
söylemekten çekinmezlerdi; Allah’a şükür yüksek adaletiniz sayesinde bizim öyle
korkumuz yoktur, gerçeği söylemekte duraklamak bize günahtır” dediği söylenir.
Kişi
dokunulmazlığı hakkındaki şeriat ve k^nun hükümleri iktidarda olanların keyfi
işlemleri yanında yer alamamıştı. Bir paşanın günde şu kadar (kelle) tayını
olduğuna inanan akılsızlar vardı. Vali paşanın bir sabah en güvendiği adamını
öldürttüğünü haber alan kadı derhal yanma varıp sebebini sorduğunda “bu gece
rüyamda beni korkuttu, artık güvenim kalmadı” cevabını alınca, razı edecek
davranıştan ayrılmamak ve her emrini yerine getirmek elimdedir, fakat rüyasına
girmemek elimde değildir diye Kadı Efendi hemen pılı pırtıyı toplayarak oradan
sıvıştığı; sadrazam birgün tebdil gezerken berber dükkânından atılan kirli su
kaza ile üzerine sıçradığında berberin öldürülmesini emreder, kendi berber
başısı olduğu söylenince “öyle ise başka bir berber bulun ve emri yerine
getirin, zira sadrazamın emrini yerine getirmek lazımdır” dediği gerçi halkın
hayalinde uydurduğu fıkralardan ise de halk hikâyelerine girmesi, olması mümkün
hallerden olduğunu gösteriyor. Taşralarda türeyen zorba ve eşkıyanın bir kısmı
can korkusuyla eşkiyalık yoluna saptıkları tarihçe bellidir. Can güvenliği
olmayan bir toplum uygar toplum sayılmaz. îşte Tanzimatm ilk gözettiği bu
önemli konu olmuştur.
·
2 — Mal, ırz
namusun korunması: Irzın korunması meselesinin Tanzimat-ı Hayriye’de
belirtilmesinin sebebi anlaşılamıyor. Çünkü ırza saldırmak geleneklerimize ve
millî terbiyemize tâmamen aykırıdır. “Irz padişahındır” sözü, korunmasının
padişaha emanet edilmiş bir millî hak, bir manevi hazine olduğuna ve kimsenin
ona dokunamayacağı anlamına gelmektedir. Bu durum millî geleneklerimizle
doğrulanmıştır.
Namusun
korunması maddesine gelince, burada namus, şahsi onur manasına alınması uygun
düşüyor. Bir memurun yargılanmadan rütbesinin kaldırılması ve sürgün edilmesi
onur kırıcı hallerdendir. Ama bu gibilerin sonradan affedilerek görev ve
rütbesinin geri verilmesi ve yeniden çalıştırılması çok kez olmuş ise de bir
kerre kınlan onurun tamamı ile geri dönmesi mümkün olur mu? Yine büyük küçük halktan
biri, hükümet yöneticilerinin haksızlığına ve sataşmasına uğrasa, haksız olarak
tutuklansa ve suçlandınlırsa, temize çıkması kesin olsa bile gerek şahsı ve
gerek ailesinin yapılan bu uygunsuz işlemden üzülmemesi ve sürülen lekenin
tamamen temizlenmesi mümkün değildir.
Bir
mala sahip olma hakkı ve malın korunması konusu açıkça ayak altına alınarak
saldırıya uğramakta idi. Müsadere usulü uygulanmakta idi Selim Mehmet Paşa (2)
sadrazamlıktan azledildiği zaman bütün malları ve eşyası, yerine geçen Darendeli
İzzet Mehmet Paşa’ya (3) verilmiş, Pertev ve Akif Paşaların görevden alınma ve
sürgünlerinde mallarına devlet tarafından el konulmuştu. Gerçi eskiden beri bir
vezirin gözden düşmesi suretiyle azli veya haddinin bildirilmesi gerektiğinde
veya ölümünde çadır ve silah gibi savaş araçları alınarak bir başkasına
verilmesi devlet çıkarma uygun sayılır, para ve diğer mallarından gereğinden
fazlası alınıp, ailesinin günlük geçimini sağlayacak kadarı bırakılarak çoluk
çocuğun sürünmesine yer verilmezse de bu işlemin adalet ve hukuk esaslarına
aykırı olduğu meydandadır.
Büyüklerden
birinin ölümünde bıraktığı şeylerin devlet tarafından sayımı yapılarak
mirasçılara bırakılacaklar ayrıldıktan sonra gerisini almak usuldendi. Bu
şekilde devlet tarafından mala elkoyma usulünden başka özel yollarla elkoyma
âdeti de vardı. Valiler mal ve mülküne elkoymak için memleketin ileri
gelenlerini ve zenginlerini öldürttükleri olağandı. Meselâ Tepedelenli Ali
Paşa’nın (4) sahibi olduğu yüzlerce çiftlik babadan kalma veya satın alınmış
mülk olmayıp çoğunlukla zorla alınmış mallardandı. Hattâ paşanın çiftliğinde
misafir olduğu ve yemeğini yediği, hürmet gördüğü bir beyi ertesi günü
öldürterek mallarına konduğu emsaline az rastlanır bir olay değildi.
Mal
güvenliğinin gereği derecede kanun garantisi altına alınması zorunlu idi. Gerçi
ne şeriat hükümleri ve ne de yürürlükteki kanunlarımız mala elkoymaya asla
uygun değildi. Fakat yerine getirme gücü zayıflamış olduğundan kötüye
kullanmanın önüne geçilemiyordu. Tanzimat-ı Hayriye bunu da önlemiştir.
·
3 — Vergi
adaleti: Vergilerin zenginlikle uygun, miktarı ve orantısı belirli olması ve
herkesin senesi içinde vereceği vergilerin miktarı m önceden bilerek ona göre
hazırlıkta bulunması ve kendisinden fazla bir şey istendiği vakit vermemesi
ekonominin ilk kurallanndandır. Bu kuralların uygulanmasında o devirde türlü
türlü aksaklıklar vardı. Verginin en önemlisi olan Aşar hakkında kontrolsüz
iltizam usulü yürürlükte idi. Mültezim ancak bir senenin gelirine sahip
olduğundan ileriyi düşünmeyerek ekicileri soyar soğana çevirir, geleceğin gelir
kaynaklarını kurutmaktan çekinmezdi. Evvela halktan bir yerine iki ahp şikâyet
edilirse, hükümet adamları “kulluk bahşişi” ile bağlanmış olduğundan, çok kerre
hak kazanmak mümkün olmaz ve şikâyetçilere “şikâyetlerini Allah’a yap” diye
inlemekten başka çare kalmazdı.İkincisi verginin toplanması için ekicinin
çiftine çubuğuna varıncaya kadar eşyası ve ekim araçları sattırıldığmdan
araçtan yoksun kalan köylü ertesi sene ekip biçemez ve bu sebeple memleket
geliri düşer idi. Mültezimle-' rin saldırısından kurtulmak için bağ ve
bahçelerde verimli ağaçların kesildiği ve kırıldığı seyrek değildi. Bu hal hem
çiftçinin güçsüzlüğüne ve zulüm görmesine hem de memleket bayındırlığının
gerilemesine sebep olurdu. Mültezimin hareketleri ve davranışları hükümet
tarafından kontrol edilmedikçe, dikkatli ve adeletli koruyuculuğu altına
alınmadıkça yolsuzlukların önünü almak imkânsızdı.
Aşarın
toplanmasındaki bu kusurlar diğer vergilerde de görülür-dü. Gerçi vergilerin
çeşitleri ve miktarı yerel gereklere göre vilâyet vi-C,; lâyet hattâ ilçe ve
ilçe deftere yazılarak vaktiyle kanun kitaplarına ve İS*r tapu
kayıtlarına geçirilmiş ise de zamanla uygulanmasına ve yönetimi-1
> ne bakılmadığından halk ne vereceğini bilmez ve çoğunlukla tekrar
ödemeye mecbur kalırdı. Muhassıllarm mültezimlerden daha insaflı olmadıkları
bilinen gerçeklerdendi.
Hatt-ı
Hümayun’da “önceleri gelir sanılmış olan yed-i vâhid derdinden Allah’a şükür
memleketimiz halkı evvelce kurtulduğu’ ’ bindiriliyordu. Tekel demek olan yed-i
vâhid usulü gerçi hâzineye bir miktar kazanç sağlarsa da vurgunculuğa resmi
şekilde meydan verdiğinden halk üzerinde gerçekden bir belâ idi.
Sözün
kısası vergilerin gerekli adalet şartları içinde belirlenmesi ve toplanması
maliye işlerinin düzenlenmesine esas olacağından “bundan sonra memleket
halkından her şahsın malına ve gücüne göre uygun vergi tespit edilerek kimseden
fazla alınmaması” ve toplama emrinin iyi bir usule bağlanması ve özellikle
mahalinde toplanan vergilerin doğru yoldan sapıtmayarak doğruca devlet
hâzinesine girmesinin ciddi yeni kanunlarla sağlanması lüzumlu idi. Devlet mali
durumunu yani gelir ve giderini etraflıca bilmesi gerektiğinden bütçe
düzenlenmesi lüzumu da Hatt-ı Hümayun’da dolaylı olarak belirtiliyordu. Her
sene gelir ve gideri gösteren bir bütçe defteri düzenlenmesi devletçe eskiden
beri gelenek olduğundan o devirlerde kısmen Sayıştay görevini yapmakta olan beş
muhasebe bürosu harcamaların bütçeye göre yapılmasına bakmakla yükümlü idi.
Başmuhasebeci veya birinci muhasebeci denilen bu büronun başkanları, eskiden
defterdarlıklarda çalışmış ve maliye işlerinden anlayan önemli kişilerden
seçilerek bütçe dışında harcama yapılmasına karşı koyarlar ve kendileri gevşek
olsalar bile, göğüslerindeki atlas keselerde büronun evrakını götürdüklerinden
dolayı “kesedar” denilen büro müdürleri kanun hükmünü korumak için vazife
gereği karşı koyarlardı. “Bakalım kesedar efendiye danışalım” deyimi
kesedarların, büronun haklarını ve görevlerini savunmakla görevli olduklarını ve
görevlerine gereği kadar bağlı olup usulsüz işlere karşı durduklarını ispatlar.
Başmuhasebe bürosunun düzgün ve inci gibi dizilmiş hesap tomarları eski
belgeler arasında görülmektedir. Sadrazam Tarhuncu Ahmet Paşa’mn (5) bir bütçe
meselesinden dolayı öldürüldüğü (1063 — 1652) bilinmektedir.
Bütçenin
yine eskisi gibi her sene düzenlenmesine devam edilirse de gelir ve giderler
doğru olarak tahmin olunamadığı gibi gideri gelire uydurmak kuralına
uyulamadığından giderler aşıp taşar ve bütçe tasarıları diğer kanunlar gibi
kâğıt üzerinde yazı gibi kalırdı. Bir bakan tarafından devletçe en faydalı bir
iş yapılmaya teşebbüs olunsa gerekli gider için “bugün para yoktur, hâzinenin
gücünü beklemek lazım” karşılığı defterdarlıkta ve sonra maliye bakanlığında
usûl haline getirilmişti.
·
4 — Askere
alınma şekli ve hizmet süresi: Yeniçeriler kalktıktan sonra yeni ordunun
kurulması esaslı bir kurala bağlanamadı. Asker toplama memurları her tarafa
dağılıp dinç ve güçlü kişileri (Sultan II. Mahmut’un özel emri gereğince bıyıklarını
ellerine alanlardan) yakalayıp zorla askerlik mesleğine sokarlardı. Bir kere
askere girince bir daha kurtulmak ümidi yoktu. Gerçi yeteneklileri subaylığa
yükselerek mareşallik rütbesine kadar önleri açık ise de bu usûl halkı
korkutmuştu. Görevliler geldiği zaman gençler köylerinden kaçışır ve hizmete
yaramamak için kendilerini sakatlayanlar olurdu. Bu sebeple bazı yerden çok
asker alınır bazı yerlerden hemen hiç alınamazdı. Bu usûl “hem düzensizliği ve
hem de tarım ve ticaretin faydalarının bozulmasına sebep olduğu gibi askerliğe
gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar çalıştınl-maları da bezginlik getirmekte ve
dölleşmeyi kestiğinden” asker toplama usulü ve askerlik süresi bakımından bu
sakıncaları giderecek kolaylaştırıcı esaslar konması zorunlu idi.
Yurt
savunması bütün millet fertlerinin borcu ise de barış zamanında askerlik
hizmetinin belirli bir süreye ve nöbet usulüne bağlanması, ancak sefer
zamanında savaşın zahmetlerine dayanıklı ve silah kullanmaya yetenekli
olanların kutsal yurt görevinin yerine getirilmesine koşması işe ve akla en
uygunu olduğundan ilk defa Prusya’da başlayıp sonra diğer devletlerce de kabul
olunan usule göre asker sınıflarını ikiye ayırmak gerekiyordu. Birinci sınıf
muvazzaf askerdir ki her erkek askerlik çağma geldiğinde silah altına alınarak
belirli bir süre için askerlik eğitimi görür ve askerlik disiplinine alışır.
İkinci sınıf redif askerlerdir ki belirli yasal hizmet süresini tamamladıktan
sonra köyüne ve evine dönerek işi ve gücü ile uğraşır ve savaş çıktığında silah
altına çağrılır. Eskiden bizim Kapıkulu ve Timarh teşkilâtı da bu usule göre
düzenlenmişti.
Nizamiye
teşkilâtı için nöbetleşme kuralı, kur’a usulünün uygulanması ile meydana gelmiş
ve nöbetleşme hemen onu izlemiştir. Dışarılarda (İstanbul dışındaki yerlerde)
uygun merkezlerde ordular kurulması ve redif askerlerin düzene konması
hususları mümkün olmuştur. İşte Tanzimat-ı Hayriye’nin öngördüğü bu önemli
hususlardı.
Tanzimat-ı
Hayriye’nin bir paragrafında “bütün memurların bugünkü gibi yeteri kadar
maaşları olacak, eğer henüz olmayanları varsa onlar da düzelteceğinden,
şeriatça yasaklanan ve memleketin perişanlığının baş sebebi olan çirkin rüşvet
maddesinin bundan sonra meydana gelmemesi için de sağlam bir kanunla
önlenmesine bakılsın” deniliyor. Rüşvet veren ve rüşvet alanın her ikisi de
lanetlenmiş ise de önleyecek şeriat ve kanun hükümleri bulunmadığından bazı
zamanlarda pek çok kötüye kullanılmış ve hattâ Sultan İbrahim zamanında bir
hizmet karşılığı verilen para ile hakkın ispatlanması için mahkemelerde davalar
açılmıştı.
Diğer
bir paragrafında da yeni idari (mülkiye) kanunların “Meclis-i Ahkâm-ı adliye”
de hazırlanması ve bunun için üyelerin gereği kadar fazlalaştınlması ve
hepsinin toplantı sırasında düşünce ve oylarını hiç çekinmeden söylemeleri ve
bildirmeleri, askerlik kanunlarının da “Dar-ı Şura-i Ser Askeri” de konuşulup
kararlaştırılması bildirilmekte idi.
Diğer
bir paragrafı da hiçbir kimsenin yürürlükteki kanunlar gereğince ve açıkça
usulüne göre incelenerek duruşması yapılıp hüküm kesinleşmedikçe hapis ve
cezalandırılmaması hakkındadır. Yazılışı biraz karışık olan bu paragrafla kişi
güvenliği sağlanıyordu. “Ve herkes mallarına ve mülklerine tam bir serbestlikle
sahip” olması belgelendiriliyordu.
Bir
başka paragrafında bu bildirilen konularda ayrıcasız “bütün imparatorluk
halklarına padişahlığımız tarafından tam bir güvence verilmiş” olduğu
bildiriliyor ki bu da kanun nazarında yurttaşlar arasında hak eşitliğini
kapsamaktadır.
Yukarıda
bildirilen kişi güvenliği ile bu hak eşitliği konuları Tanzimatçın ruhu iki
önemli temel direği idi “ve açıklanan bu hususlar eski usulü tamamıyla
değiştirmek ve yenileştirmek demek olacağından” artık eski usule son verildiği,
memleket ve milletin bundan sonra kanun egemenliği altında yaşayacağı
anlaşılıyordu.
Sultan
Abdülmecit vicdanından doğan fikirle bütün bakanları ve ulemayı Hırka-i Saadet
Dairesi’nde toplayarak yeni hükümlerin aksine hareket edilmeyeceğine dair hep
beraber yemin edilmiş “bundan sonra vezirlerden ve ulemadan her kim olursa
olsun yeni kanunlara aykırı hareket edenlerin suçlan sabit olduğundan hiç
rütbeye, hatıra ve gönüle bakılmayarak hadlerinin bildirileceği” emrediliyor.
“Bu kanuri-lann aksine hareket edenler ulu Tann’mn lânetine uğrasınlar ve
sonsuzluğa kadar mutluluk görmesinler. Âmin” bedduasıyla Hatt-ı Hümayun son
buluyor.
Yalnız
bir paragraf dikkat çekicidir. O da Tanzimat’ın Osmanh Ülkesinde ilanı ile
birlikte “büyük dost devletler de bu usulün Allah’ın yardımıyla sonsuzluğa
kadar devamına şahit olmak üzere İstanbul’umuzda oturan bütün elçilere de bildirilsin”
fıkrasıdır. Hatt-ı Hümayun’-un okunması sırasında yabancı elçilerin çağrılması
ve sonra kendilerine bildirilmesi, devletin yalnız iç işlerine ait hususlarda
onlara bir karışma kapısı açmak olacağından bu yolun seçilmesine sebep ne idi?
Reşit Paşa bu inceliği gayet iyi bilmekte ise de yeni kuralların o zamanın
anlayış açısına sığmayacağını bildiğinden yürütülmesine ve yerleştirilmesine
içeride zorluk çıkarılması ve engellenmesi ihtimalini önlemek için yabancı
devletlerin şahitliğine yani bir çeşit garantisine başvurmuştur(6). ,
AÇIKLAMALAR
·
1
— Gülhane Meydanı, İstanbul’da Topkapı Sarayı yanındaki Saray Burnu da de
nilen
parkın bulunduğu alandır. Burası o zamanlar geniş bir bahçeden ibaretti. Halka
açık bir park haline getirilmesi Cumhuriyet devrindedir.
·
2
— Selim Mehmet Paşa, İkinci Mahmud’un tanınmış vezirlerindendir. 1824 yı
lında
Galip Mehmet Paşa ’nın yerine ve onun tavsiyesi ile Vezir-i Âzam olmuş, bu
görevde dört sene kalmıştır. Yeniçeri Ocağının kaldırılması olayında büyük
gayreti ve hizmeti geçmiştir.
·
3
— İzzet Mehmet Paşa yukarıda adı geçenin yerine geçmiş ise de bu makamdaancak
üç ay kalabilmiştir.
·
4
— Tepedelenli Ali Paşa, Mora isyanından evvel Yanya valisi idi. Zalimliği ve acımasızlığı
dillere destan olmuş ve bu tutumu ile büyük servet toplamıştı. Bu
korkutucu
tutumuyla etrafa korku saldığından Yunanlılar isyana cesaret edemiyorlardı.
Halet Efendi ile arasının açılmasından sonra devlete isyan etmiş gibi
gösterilerek üzerine kuvvet gönderildi; uzun mücadelelerden sonra sığındığı bir
kalede yakalanarak öldürüldü.
·
5
— Tarhuncu Ahmet Paşa, yanlış olarak Osmanlı Devletin ‘de ilk bütçeyi yapan
adam
diye tanıtılan XVII. yüzyıl devlet adamlanndandır. Padişah İbrahim I. zamanında
devletin içinde bulunduğu mali bunalımı gidermek maksadıyla devletin gelir ve
giderini düzenlemek için çıkarcıların hâzineden aldıkları ka-nunsuz ve yolsuz
paralan kesmesi dolayısıyla padişaha hakkında çeşitli yalan-lar söyleyerek
öldürtülmüştür(1652).
6
— Bu hüküm açık olmadığından manası bakımından pek çok tartışmalara sebep olmuştur.
Bir kısım yazarlar Tanzimatın, Avrupa devletlerinin baskısı altında yapılmış
bir ıslahat hareketi olduğunu ileri sürerken görüşlerini bu paragrafa
dayandırmışlardır. Paragrafın dış baskıdan çok iç muhalefet dolayısıyla
sonradan geri dönülmemesi için konulmuş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.
VIII
Tanzimat-ı
Hayriye “Eleştirmesi”
Tanzimat-ı
Hayriye’nin gerekçesi, yazılış şekli ve yasal değeri bakımından bazı düşünceler
ileri süreceğiz.
Gerekçesi-Osmanh
Devleti mülki idare usulü, öğretim ve askeri teşkilât bakımından vaktiyle
zamanın en ileri devleti iken sonradan bilinen sebeplerden dolayı devlet düzeni
ve gücü bozulduğundan, uygarlığın yeni ilerlemelerini takip edemediğinden Koca
Ragıp Paşa’nın (1) benzetmesi ile dişi ve tırnağı dökülmüş ihtiyar arslan gibi
görünüşte büyüklüğünü korumakta, fakat günden güne ihtiyarlık gevşekliğine
uğramakta idi. 1182-1768 Seferi(2) ile başlayantRus saldırıları, altmış sene
içinde üç kez tekrarlanmış olduğundan devletin gücünü tüketmiş ve Küçük
Kaynarca Andlaşması(3) ve daha sonra Hünkâr İskelesi Anlaşması ile (4) iç işlerine
karışmasına yol açmıştı. Diğer taraftan içteki problemler dış savaşlara
eklendiğinden Mora ayaklanması ve sonra Mısır meselesi(5) Osmanh Devleti’nin
maddi güçsüzlüğünü büsbütün ortaya çıkarmış “Hasta adam”(6) deyiminin
yayılmasına sebep olmuştu.
Mustafa
Reşit Paşa Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu sırada büyük devletlerin
hakkımızdaki düşünce ve görüşlerini tam olarak öğrenmiş ve Osmanh Devleti’nin
eskimiş usullerini bırakarak yeni uygarlık yoluna girmedikçe ülkelerinin
idaresinde esas hukuk kurallarına uymadıkça şanını ve gücünü koruyamayacağına
ve devamını sağlayamayacağına kesin kanaat getirmiş olduğundan bu kaatlerini
devlete duyurmaktan geri durmazdı. Bu hususta Avusturya Başvekili Prens
Metemih(7) ile İngiltere’nin Tori kabinesi de fırsat düştükçe dostane
uyarılarda bulunurlardı. Bundan dolayı Sultan Mahmut Il’un saltanatının son
yıllarında bazı denemeler yapılmış ise de esasa ait kesin girişimlere
yanaşılamamış idi.
Mısır
meselesi büyük devletlerin eğilimlerini gösterecek devreler geçirmişti.
Fransa’da Tiere kabinesi(8) açıktan açığa Mısırlıya taraftar olduğundan basında
çıkan yazılar ve parlamentoda geçen münakaşalar Osmanh Devleti’nin şeref ve
onuruna dokunduğundan, İngiliz halk oyunun esaslı reform yapılmasını Osmanh
Devleti’nin devamı için en büyük şart sayması Reşit Paşa’nm kanatlerini
doğrulamıştı. Reşit Paşa, Abdülmecid’in padişah olmasından sonra İstanbul’a
geldiğinde Sadrazam Koca Hüsrev Paşa’nın haberi olmadan bir iki defa yeni
padişahla görüşmüş ve bu gerçekleri ve incelikleri ve ilerideki tehlikeleri
etrafıyla açıklamış, henüz on yedi yaşında bulunan zeki padişah bunları
tamamıyla anlamıştı. Bu anlatış ve anlayış sonucu olarak Tanzimat-ı Hayriye’nin
ilanına karar verilmişti. Amaç, “Devlet-i Ebed Müddet” in illeti ile yakalandığı
hastalığın hemen tedavisine başlamak ve ihtiyar bünyesini ölüm tehlikesine
düşmekten kurtarmaktı. Yazılış şekli: Tanzimat-ı Hayriye Hatt-ı Hümayun
“Padişah Buyruğu” şeklinde ilan olunduğundan kanun metinleri gibi yazılamazdı;
mahiyeti itibariyle idari emirler çeşidinden sayılırdı. Yönetime ve hukuka ait
önemli esasları tespit ile yetinerek bu esaslardan çıkarılacak kanun ve
nizamların düzenlemesini Meclis-i vâla ve Dar-ı Şura’ya bırakıyordu.
Yazılış
tarzı akıcı ve açık olmakla beraber gerek kıyaslama gerek çizdiği programın
tertibi bakımından bilimsel ve mantıklı olmaktan ziyade idari ve gelişi güzel
olmuştur. Gerçi yazar eski kötülükleri şiddette yermekte ve lanetlemekte ve
yeni reformları içtenlikle ve açıkça anlatma ve sıralama hususunda büyük bir
yetenek göstermiş ve Avrupa prensiplerini tamamıyla kavramış bir zekânın geniş,
dayanıklı ve kesin isteklerinin emri altında yürümüş ve titremiştir. Her
satırında hat-; tâ her kelimesinde içtenlik ve gerçeklik kokuları saçmakta ve
sahibi-i*!' nin kuvvetli ve kesin kanaatini göstermektedir. Bundan dolayı
devleti-•»! mizin tarihi Reşit Paşa’ya daima borçlu kalacaktır. Fakat bir
taraftan sadrazamın ve hükümet büyüklerinin reforma taraftar olmaması ve diğer
taraftan Nizip olayı(9) ile yeniden canlanan Mısır meselesinin Avrupa
topluluklarında meydana getireceği olumsuz etkilerin hızla giderilmesi
kaygıları Reşit Paşa’yı acele harekete zorladığı gibi padişahı inandırınca
tavını kaçırmamak için Tanzimatm bir engele uğramadan yazılmasını ve ilanını ve
halkın kolaylıkla kavraması için sade deyimler ve basit teoriler kullanmayı
uygun bulmuştur.
Hatt-ı
Hümayun’da hukukî dokunulmazlık ve vatandaş eşitliği prensiplerine mali ve
askeri işlerin karıştırılması ve yazılışında düzensizlik görülmesi ileri
sürdüğümüz düşüncelerden ileri gelmektedir. Sonradan Tanzimat’ın hükümlerini
açıklayan Dışişleri Müsteşarı Sadık Ri-fat Bey(Paşa)(10) tarafından yazılıp
İstanbul dışındaki yüksek memurlara genelge halinde gönderilen padişah
buyruğunda aynı kokular duyulmakta ise de aslı ile farkları kolaylıkla
seçilmektedir.
Yasal
Değeri : Tanzimat-ı Hayriye, zamanına göre yüksek bir yasal değer taşımakta
idi. Zulme ve keyfi idareye alışmış olan devlet büyüklerini kanuna bağlı olmaya
ve vatandaş haklarını çiğnememeye davet ediyordu. Can ve mal güvenliği, ayrılık
gözetmeden vatandaşın kanun önünde eşitliği ve hiç kimsenin ilgili mahkemede
açık yargılanıp kabahati görülmeden ve mahkemeden karar çıkmadan bahsedilmemesi
ve cezalandırılmaması, aksini yapanların her kim olursa olsun büyük küçük
rütbeye, hatır ve gönüle bakılmasızın cezalandırılmaları, vergilerin ve
askerlik hizmet süresinin belirlenmesi ve sınırlandırılması gibi bir hükümetin
vatandaşlara borçlu bulunduğu koruyucu görevi olduğu kadar egemenliğinin
devamını sağlayan asıl ve esaslardır. Hatt-ı Hü-mayun’un bildirdiği ve
açıkladığı bu esaslar gözönünde bulundurularak çıkarılacak yeni kanunların
düzenlemesi ve yazılı hale gelmesi ilgili meclislerde yapılmış ve bunların
hepsinde Reşit Paşa’nın öngördüğü ilerleme esprisi ve vatandaş sevgisi göründüğü
gibi memleketin durumu ve halkın karakter ve anlayışı gözetilmiştir. Gerçi
şeriat düzeninde ve eski yasalarımızda da bu hükümler vardı, fakat destekleyici
güçten yoksun kaldığından hükümden düşmüş Kur’an âyetleri gibi ancak sayfa
satırlarını süslemekte idi. Yeniden yapılan kanunlar da eskiler gibi olursa bu
kadar gürültü ile çekilen zahmetler boşa gidecekti. Bütün mesele destekleyici
gücü kurmak, yürütülmesine ve uygulanmasına bütün milletin en büyüğünden en
küçüğüne kadar hepsinin candan bir istekle sarılması idi.
Gelecek
makalemizde Tanzimat-ı Hayriye’nin uygulanması ve hükümlerini yerine getirmekte
görülen zorluklardan bahsedeceğiz. Yalnız vatandaş eşitliği hakkında bir iki
söz ekleyelim:
Bilindiği
üzere reaya adını verdiğimiz Müslüman olmayan vatandaşlar hâkim milletten
sayılmayıp onun çalışan bir sermayesigibiidi. Mal, can ve ırz-lan tamamen
şeriatın güvenliği altında olduğu gibi tarım, sanat, endüstri ve ticaret
alanlarında geniş müsadeler elde etmişlerdi. Hattâ hâkim millet, memleket
idaresi ve askerlik hizmetinden sorumlu olduğundan bu ekonomik işlerle hiçbir
şekilde uğraşmamış, bunlan reayaya bırakmıştı. Demircilik ve marangozluk gibi
esnaflık denilen lüzumlu endüstri onlarda idi. Memleketin emekçileri ve
üreticileri ve çalışarak para kazananları en fazla kendileri idi. Savaşa
katılmak ve çalışmalarını önleyen başka engele rastlamadıklarından nüfusça
kayba uğramazlar, reaya köyleri Müslüman köylerden daha zengin görünürdü. Bu
kıymetli toplumun memlekete lazım olduğu ve korunması gerektiği eski ferman,
buyruldu ve kanunlarda daima açıklanmış ve tavsiye olunagelmiştir.
Hazret-i
Ömer Kudüs’ü ele geçirdiği vakit Hıristiyan halka karşı yükümlendiği mal ve can
korunması, mezhep ve ibadet serbestliğine karşılık bazı şartlar koymuştu. Bu
şartlar sonradan bütün İslâm Devletlerinde uygulanagelmiştir. Müslüman
olmayanların İslâm ahaliden renk ve şekilce farklı elbiseler giymeleri ve şehir
içinde ata binmemesi, silâh taşımaması gibi yasaklar bizde de geçerli idi. İşte
bu ayırımlar yerel ve sosyal konularla ilgili şeyler olup esas haklara asla
dokunmazdı. Çünkü hakim, aynı kanunla Müslüman ve Müslüman olmayan hakkında
hüküm vermekte görevli idi. Avrupa feodalitesinde olduğu gibi ayrı halk
sınıflarına göre ayrı ayrı hükümler yoktu. Reaya topluluğu bu durumlara zaten tamamen
alışmışlardı.
Tanzimat-ı
Hayriye’nin vatandaş eşitliğini ilan etmekten masadı bu küçük farkları bile
gidermek ve bu konuda her çeşit sakıncayı önlemekti. Sonradan ilan olunan
ıslahat fermanları ve Kanun-ı Esasi(Ana-yasa) kesin siyasi eşitliği kurmak ve
en sonra askerlik görevini herkes için kabul etmekle, Sultan Mahmut II. un “ben
vatandaşlarımdan Müslüman’ı camide, Hıristiyanı kilisede ve Museviyi Sinagog’ta
ayırırım, aralarında başkaca bir fark yoktur” sözü geniş bir uygulama alanına
kondu. Bütün devlet rütbeleri ve memurlukları kendilerine açıldı. Müs-lümanlar
hakkında şahitlikleri geçerli değilken(ll) Müslümanlar hakkında hüküm vermek
üzere mahkeme üyeliği bile verildi. Müslüman vatandaşlarının elde ettikleri
nimetlere ve izinlere kavuştuktan başka fazla olarak onlar daha evvel okullar
açıp, ticaret ve sarraflık işlerinden daha fazla para kazanarak kültür ve
ekonomik bakımdan ilerlemeleri sonucu olarak kendilerinde hırslı siyaset
emelleri uyandırdı. Kahredici bir güçle mahkûm iken iş ve zenginlik dolayısıyla
yükselmelerinden hasıl olan neş’e ve emeller hükümetin gözüne batmaya başladı.
Bu emellerin vakit ve zamanında hükümet tarafından iyi idare edilmesi,
gidişatına devlet ve memleket çıkarlarına ve mutluluğuna yarayacak bir yön
verilmesi gereğini onaylayacak ve eşitlik kuralının bir hükümet gereği olduğunu
kabul etmekle beraber Müslüman olmayan vatandaşların bugünkü durumu ile eski
halini kıyaslayarak elde edilecek sonucun değerlendirilmesini sayın okuyuculara
bırakırız.
AÇIKLAMALAR
1
— Koca Ragıp Paşa, X VIII yüzyılda yaşamış (1699-1763) ve 1756-1763yıllan
arasında sadrazamlık yapmış büyük devlet adamlanndandır. Yüksek idare bilgisi
kadar edebiyat alanında da ün yapmıştır. Osmanlı Devleti’ni dişleri ve
tırnaklan dökülmüş ihtiyar bir arslana benzetir ve fazla hareket ettiği
takdirde halsizliğinin ve işe yaramazlığının herkes tarafından görülüp
anlaşılacağını ileri sürerek herşeyi barış yolu ile çözmeyi önerirdi.
3—
1182 seferi 1768-1774 yıllan arasında Rusya ile yapılan savaştır. Küçük
Kaynarca Barışı ile sona eren ve memleketimiz için büyük zararları olan bu
savaş sonunda 1774yılında yapılan banş ile Osmanlı Devleti himayesindeki bir
Türk-İslâm ülkesi olan Kırım ’ı kaybettiği gibi Ruslann, imparatorluğun iç
işlerine karışma sebebi olan “Ortodosk tebanın haklannın koruyucusu” niteliğini
kazanmasını sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ’nun yıkılışına kadar bütün
Avrupa devletlerini pek yakından ilgilendiren meşhur ‘‘Şark Meselesi” Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki bu üstün durumundan başlamıştır denilebilir.
4
— Hünkâr İskelesi Anlaşması, 1833yılında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa
kuvvetlerinin Osmanlı ordularını mağlup ederek Kütahya önlerine kadar geldiği
sırada, padişah Mahmut Hm tahtını kurtarmak için Ruslarla İstanbul’da 8 Temmuz
1833’te yaptığı karşılıklı yardım anlaşmasıdır. Boğazlan Ruslara açma
hükümlerini de taşıyan bu anlaşma, olaya Avrupa devletlerinin de karışması ile
1841 ’de Londra’da yapılan "Boğazlar mukavelesi” ile yürürlükten
kalkmıştır.
·
5—
Mısır Meselesi, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Mısır Valisi olan Mehmet Ali
Paşa ile arasındaki anlaşmazlıktan çıkan bir iç mesele iken imparatorluk
kuvvetlerinin Mehmet Ali Ordularına birkaç yerde mağlup olarak Mısır
kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar gelmesi üzerine İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin
de işe karışmasıyla devletler arası bir olay haline gelen bir siyaset olayıdır
Mahmut II. un tahtını kurtarmak için Ruslarla 1833’te Hünkâr İskelesi
Anlaşmasını yaparak onlara boğazlarda bazı haklar tanıması ve Mehmet Ali’nin
Osmanlı Devleti yerine geçmek teşebbüsü Avrupa devletlerinin müdahale
etmelerine sebep olmuş ve Mehmet Ali özellikle İngiltere'nin baskısı karşısında
ileri sürülen şartlan kabul etmek mecburiyetinde kaldığından 1840’da Londra
Anlaşması ile babadan evlada geçmek suretiyle Mısır Valiliği kendisine
bırakılmıştı.
·
6—
Osmanlı İmparatorluğunun XVII. yüzyıl sonundan beri kendini toparlaya-mayarak
hergün biraz daha zayıflaması sonunda Avrupa, Asya ve Afrika ’da-ki geniş
topraklannın paylaşılması Avrupa devletleri için bir problem olmuş ve
"Şark Meselesi” denilen siyasi bir olay haline gelmiştir. XIX. yüzyıl
orta-
*
lannda Rusya bu
imparatorluğun kendi aralarında paylaşılması için İngiltere’ye gizli bir
teklifte bulunmuştur. Bu teklifte ilk defa Osmanlı İmparatorluğu ’ndan
"Hasta Adam " diye bahsedilmiştir. Bundan sonra imparatorluk
hak- ı kında bu deyim kullanılağelmiştir.
7
— Prince Metemich, XIX. yüzyıl başlarında Avusturya İmparatorluğu ’nun ünlü
başbakanıdır. Avrupa’nın bu dönemdeki siyaset olaylarında önemli bir rol
oynayan bu devlet adamı bilhassa krallık idarelerinin devamını sağlama
konusunda gösterdiği çabalarla şöhret kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ’nun
parçalanmaması yolundaki gayretleri de bu fikrinin sonucudur. Tanzimat hakkında
İstanbul’daki elçisine gönderdiği uzun mektupta bu tavsiyeleri açıklanmıştır.
Bu mektup Hıfzt Timur tarafından Tanzimat I. adlı kitapta yayınlanmıştır.
8—
Thierş (Adolphe), XIX.yüzyılda yaşamış (1797-1877) ve cumhurbaşkanlığına kadar
yükselmiş Fransız devlet adamı ve tarihçisidir. Mısır Meselesinin gergin
zamanında Fransa ’da başvekildir. Fransa, Mısır’da Mehmet Ali’nin hakim
olmasını çıkarlarına uygun bulduğundan onun tarafını tutmuştur.
·
9
— Nizip olayı, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetleri ile Hafız Mehmet Paşa
kumandasındaki Osmanlı ordularının Gaziantep ili yakınlarında Nizip Kasabası
civarında 1839yılında yaptıkları savaştır. Bu savaşta Osmanlı ordusu mağlup
olmuştur.
·
10
— Sadık Rifat Paşa, Tanzimat devrinin önemli devlet adamlanndandtr. Biyog
rafisi
için XV sayılı makaleye bak.
·
11
— Tanzimatın ilanından evvelki dönemde şeriat hükümleri gereğince mahkemelerde
Müslüman olmayan vatandaşların şahitliği kabul edilmezdi.
IX
Tanzimat-ı
Hayriye : Uygulanması
Tanzimat-ı
Hayriye, devletin durumunun düzeltilmesine, halkının zenginliğini ve saltanatın
güçlü geleceğini sağlayacak etkili çareleri kapsamakta ise de halkta
bilgisizlik ve yüksek tabakalarda bilmemezlikten gelme, herkesteki
düşüncesizlik ve ilgisizlik sonucu olarak “Hasta Adam”m tehlikeli yokuşta
tutunmayı başaramayarak, Allah korusun, gerileme ve çözülme derecesine düşeceği
belli idi. Mutluluk yıldızına böyle yeni bir şavk ve kurtuluş veren yeni usulün
büyük değeri bilinerek buna yaşama ışığı gözü ile bakılmak gerekli ve lazım
idi. Ancak, bir şeyin kıymeti onu tanıyanlarca takdir olunduğundan acaba
halkımızın o zamanki anlama gücü ve bilgi düzeyi onu eleştirmeye ve bozuk
olmadığını, saf altın olduğunu anlamaya yeterli mi idi? Yoksa, yapıcısı
alafrangalıkla ayıplanmaya başlayan Reşit Paşa olduğundan akıllı geçinenler
alışılmış deyimi ile ona da “Frenk düzeni (hilesi)” deyip geçiverecek mi idi?
Ve yahut lüzumsuzluğuna inanarak, karşı çıkanların yani eski usul
taraftarlarıyla bazı çıkarcıların öğrettiklerinin eklenmesiyle büsbütün
güçlenerek onu da sonradan çıkma sayarak bir tarafa atıverecek mi idi?
Ortaya
konacak kanunların bir milletin huyuna, âdetlerine ve geleneklerine, kavrayış
ve anlayışına uygun olması hukuk biliminin ilk kurallarından ve bu uygunluk
maddesi kanım koyucu için herşeyden evvel düşünülecek şeylerdendir. îşte bu makalemizde
Tanzimat-ı Hayriye’nin içte ve dışta nasıl kabul edildiğini, uygulanması ve
hükümlerinin yerine getirilmesi hususunda devletçe nasıl zorluklar çekildiğini
inceleyeceğiz.
Hatt-ı
Hümayun’un yazılışındaki açıklık ve sadelik, prensiplerindeki gerçek ışığı
basit görüşlüleri bile çekmişti. Herkes canına ve kesesindeki paraya ve
evindeki çoluk çocuğuna tamamen sahip olacak ve bir zalim el onlara
uzanamayacak, dayanabileceği kadar vereceği vergilerini ve askerlik görevinin
ne kadar olacağını ve süresini bilerek ödeyecek ve yapacak, rüşvet yüzünden
hakkı kaybolmayacak, hakim önünde büyük ve küçük eşit tutularak parlak şeriatın
emri hakkıyla yerine getirilecek, bir kabahat yaptığında açık duruşma sonunda
cezası şeriat hükmüne göre verilecek. Bu güzel şeylere alışmamanın ihtimali
yoktu. Halk, belli olmayan işleri kavramada tereddüde düşer, fakat maddi
gerçeklerde kestirici bir isabet gösterir.
Bundan
dolayı halk Tanzimat-ı Hayriye’yi neşe, sevinç ve şenliklerle karşıladı,
geleceğinin güvenliğini o kurtarıcı belgeye bağladı. Bunda da yerden göğe kadar
hakkı vardı. Özellikle Müslüman olmayan vatandaşların neşe ve sevinci daha
fazla idi. İlanının her yıl dönümünde şenlikler yapılması ve okunduğu yere bir
anıt dikilmesi doğrusu pek yerinde olurdu.
Tanzimat-ı
Hayriye dışarıda da iyi etkiler oluşturdu. Yabancılara göre Bâb-ı Âli’nin başı
sıkılıpca tatlı tatlı söz vererek yükümlenmek ve biraz nefes alınca yan çizmek
ve özellikle iç ıslahat işlerinde kımıl-damayıp yerinde saymak âdeti olduğundan
Reşit Paşa’nm ve onun etkisi ile dışişleri bakanlığına ve müsteşarlığına tayin
edilen ve elçilikle Avrupa’ya giden arkadaşlarının takındığı tutum ve davranışa
göre Tan-zimatın ciddiliğine ve Osmanh Devleti’nin bu yeni tutumunda duracağına
ve ilerleyeceğine güven duyulmaya başlandı. Londra, Paris ve Viyana basını
Tanzimattan ve getireceği fayda ve iyilikten bahseden makaleler yazıyorlardı.
Dost devletler “Hâsta Adam”m tedavisi işinin ehli bir ele verildiğine, dış
hücumlara ve iç sarsıntılara dayanabileceğine ve yakında eski gücünü kazanabileceğine
inanıyor ve halk oyu da hükümetlerinin bu düşüncesine katılıyordu.
O
zamana kadar yabancı ülkelerde Osmanh Devleti’ni temsil eden mukim elçiler(l)
yoktu. Pertev ve Akif Paşaların gayreti ile başkentlerde mukim elçilikler
kurulmasına başlanmış olduğundan kalbur üstü devlet adamlarından seçilen
elçilerimiz bulundukları ülkenin devlet adamlarıyla sık sık görüşüp Osmanh
Devleti’nin amaçlarını ve niyetlerini açıklayarak politikalarının yararımıza
gelişmesi hususunda faydalı sonuçlar elde olunuyordu. '
Bu
sebeple içte ve dışta büyük itibar kazanan Tanzimatın hemen uygulanması ile
birbirini kovalayan iyi sonuçlarının alınmasına gayret edilmesi pek kolay
görünüyordu. Fakat uygulama böyle olmadı; hükümet adamları zorluk çıkarmaktan
geri durmadî; eski usulde yetişmiş ve istibdata alışmış olan devlet adamları
eskisi gibi atıp tutmaktan, yasaklara ve kanun hükümlerine içtenlikle uymaya razı
olamadı. Zulme-dici pençelerine geçirilen eldivenleri çıkarıp atmak
fırsatlarını kaçırmadı. Tanzimat-ı Hayriye kâğıt üzerine yazılsın, ilanlar ve
fermanlarla bildirilsin, iç ve dış onunla oyalansın, fakat kendileri yine
bildiklerini yapsınlar. îşte pek çoklarının Tanzimata verdiği anlam bu idi.
Reşit Paşa’nm ve sonradan başına topladığı henüz orta rütbe de birkaç anlayışlı
devlet adamının şahsi gayretleri, azılı eski büyüklerin üstün etkileri yanında
çırpınmaktan geri durmaz ve Reşit Paşa’nm gayreti ve kurnazlığı onları
inandırmaya ve baş eğmeye çalışmaktan geri kalmazsa da berikilerin uyması ve
arkasından gitmesi geçici ve zoraki idi.
Reşit
Paşa’nm sadrazam olduğu 1262-1846 yılma kadar adı geçen yüksek makam
(sadrazamlık) sırasıyla Koca Hüsrev Paşa ve Koca Rauf Paşa ve Darendeli İzzet
Mehmet Paşa ve tekrar Rauf Paşa tarafından işgal edilmişti. Adı geçenlerin
karakterleri ve tutumları önceki makalelerimizde anlatılmış (1 ve 2 numaralı
makaleler) olduğundan değerli okuyucularımızca bilinmektedir. Hüsrev ve İzzet
Paşalara Tanzimat-ı Hayriyeyi bırakmak kediye peynir tulumu emanet etmeye
benzer. Hüsrev Paşa’nm elinden gelse Reşit Paşa’yı bir içim suda boğmak ve
Tanzimat-ı Hayriyeye bir Fatiha okumak muhakkaktır(2). Rauf Paşa doğru sözlü,
bilgili ve dürüst ahlâklı olmakla beraber sözünü yürütmek değil fikrini
söylemekten bile çekinen ve daha doğrusu güçsüzlüğe ve şüpheye boğulmuştur.
Diğer bakanlarda çoğunlukla bunların birer örneğidir. Ağa Hüseyin Paşa ve
Çengeloğlu Tahir Paşa gibi devletçe iyi hizmetleri görülmüş olan eski vezirlere
Tanzimat’ın faydalarını ve değerini hakkıyla anlatmak kolay olur mu? Ya
valilerimiz? En gözde ve şöhretlilerinden olan Esat Muhlis Paşa’nm bazen
sıkılarak odasında kılmanı çekip “ah Tanzimat ah Tanzimat” diye mindere
vurmakla hırsını ve kızgınlığını giderdiği anlatılır.
Tanzimat-ı
Hayriye padişah tarafından çok tutulurdu. Hüsrev Pa-şa’nın azledilerek Rauf
Paşa’nm sadrazamlığına dair olan Hatt-ı Hü-mayun’da “ve özellikle yüce
katımızda herşeyin üstünde tuttuğumuz hayırlı Tanzimat devamlı çalışma ve
gayrete muhtaç olduğuna” paragrafı dikkat çekici idi. Ancak “Hüsrev Paşa
yaşlılığı dolayısıyla devletimizin işlerine gereği kadar bakamadığı” sebebiyle
görevden alındığı halde devlet idaresinin dizginleri kendisinden yaşça az
farklı ve daha ürkek birisine bırakılıyordu. (1256 -1840) Reşit Paşa’nm
sadrazamlığa atandığına dair olan Hatt-ı Hümayunda da Rauf Paşa’nm şahsında,
temizlik ve dürüstlüğünden memnunlukla bahsedildikten sonra” Devlet-i
Aliyemizin (yüksek devletimizin) iyi idaresi ve tam bir bayındırlığa kavuşması,
Müslüman ve her sınıftan diğer vatandaşlarımıza daima hak tanırlık gösterilmesi
gibi önemli maddelerinin gerektirdiği tedbirlerin yerine getirilmesine ve diğer
yönetim konulan hakkında şimdiye kadar bütün dünyaya yayarak ilan ettiğimiz ve
bundan sonra da mümkün olan her gayretin gösterileceğini, devamlı
teşviklerimizle kendisine ve diğer bakanlarımıza yapılması için uyarmaktan ve
hatırlatmaktan geri kalmadığımız tedbirler ve özentilerimizin dileğimize uygun
şekilde ve tamamen yerine getirilmesi için lazım gelen gayret ve devamlı
çalışma gereği kadar gösterilememiş” olduğu, yani ihtiyar vezirin bu önemli
emri yerine getirmekte yetersiz kaldığı açıklanıyordu.
Bir
müddet devlet büyüklerinin ağızlarında çoklukla dolaşan ve fakat yarım ağızla
söylenen sözler gibi olan Tanziman-ı Hayriye ancak Reşit Paşa’nm sadrazamlığı
ile tam önemini kazandı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nm yüce padişahın
ayağının toprağına yüz sürmek için o sene İstanbul’a gelmesi, yeni konmuş
usullerin ciddiliğine güvenmesinden ileri gelmişti. Reşit Paşa paçaları sıvayıp
her ne olursa olsun uygulamasına başladı. Büyük küçük herkesin kanuna uyma
zorunda olduğunu göstermek için sadrazam bulunduğu bir sırada Boğaziçi’nde arsa
sınırından doğan anlaşmazlığı çözümlemek üzere Giritli Mustafa Paşa ile
"Meclis-i Vâla”da karşı karşıya geldi(3). Birçok bakan ve vezirleri yersiz
hareketlerinden dolayı mahkemeye verdirdi. Koca Hüs-rev Paşa’nm sabit olan
borcunu ödetmek için Tekirdağı’ndaki çiftliğini haciz ettirdi. Bugün gayet
tabii görülen bu durum o zamanın anlayışına göre olağanüstü olaylardan idi.
Bundan otuzüç sene evvel eski vezirlerden Mirahur Mustafa Paşa ile Kadıköyü’nde
bir yaz komşuluk ettik. Kendisinin esnafa dağınık bir miktar borcu varmış.
Alacaklıların başvurması üzerine çiftliği haciz olunmuş. Bakkalın, kasabın
hatırı için bir büyük vezirin mülklerine elkonmasını bir türlü akima sığdırmadığından
her sefer buluştuğumuzda bu onur kırıcı işlemden uzun uzadıya yakınmaya başlar
ve adliye dairesindeki icra memuruna atıp tutardı. Dostlarımdan olan icra
memuru da paşanın laf anlamazlığından yakınırdı.
Tanzimat-ı
Hayriye bütün kanunlar gibi kötülükleri önleyip yasakladığından görevi
olumsuzdu. Halbuki uygarlığı ve ilerlemeyi emreden ve sağlayan olumlu
tedbirlere de memleket ve devlet açıkça muhtaçtı. Reşit Paşa sahip olduğu
kararlılık ve çalışma ile lüzumlu tedbirlere de başvurdu. Bu konuda karşıtları
olan “eski fikirliler”in çıkardıkları güçlüklerle karşılaştı. Örgütlenmesine
başlanmış olan rüşdiye okullarında okunan coğrafya dersleri için gerekli
haritalar hazırlanmıştı. Damat Said Paşa okul çocuklarına böyle resimlerin
gösterilmesi şeriat bakımından doğru değildir diye harita kullanılmasını
dinsizlik sayarak şiddetle karşı gelmiş ve padişah üzerinde etkili girişimlerde
bulunmaya kalkışmıştı. Bu olay Reşit Paşa’nın hedef olduğu bilgisizlik okunu ve
küfürleri anlatmaya yeter.
Şurasını
da ilave edelim ki İslâm ahali fanatik etki ile vatandaş eşitliğinden birden
bire hoşlanmamıştı. Bu gocunma yönetim ve uygarlık alanındaki ilerlemeleri
durduracak derecede olmamakla beraber halklar arasındaki alışıklık gibi (İkinci
Meşrutiyetten sonra kullanılan deyimle “İttihad-ı anasır”=hakların birleşmesi)
önemli bir hususun doğmasının gecikmesine sebep olagelmişti. Bu konuda iki
fıkra anlatmakla yetineceğim:
Galata’da
Voyvoda karakolunda(4) eski bir tabur ağası varmış. Hıristiyan halk ara sıra
bir Müslümanı yakalayıp karakola getirir ve “bana gavur” dedi diye
cezalandırılmasına isterlermiş. Tabur ağası “ey oğul anlatamadık mı? Şimdi
Tanzimat var, gavura gavur denmeyecek, söyleye söyleye dilimizde tüy bitti”
diye suçluyu azarlarmış(5).
Bundan
kırkbeş sene evvel komşularımızdan Hacı Süleyman Efendi adında bir ticaret
gemisi kaptanı vardı. Yaşı yetmişi geçkin okur yazar bir adamdı. Tepedelenli
Ali Paşa ve Halet Efendi’nin kesik başlarını seyrettiğini ve altlarında yazılan
yazıların kopyalarını aldığını söylerdi. Ve şaka olarak bize” Sizin
Tanzimatınız yüzünden vaktiyle ben bir okka nohuttan oldum” derdi. Hacı
Süleyman Kaptan bir okka nohut alarak evine gelirken Galata’da sandıkçılar
içinde bir kalabalığa rastlayarak aralarına girmiş, bir Hıristiyan bir
Müslüman’a “senin bana gavur demeye hakkın yoktur” diye çıkışıyor ve toplanan
halk iki kısma ayrılıp bir kismi “evet doğrudur, hakkı yoktur” ve diğer kısmı
da “derse ne olurmuş” diyerek kavgayı körükfcüyormuş. Kaptan nohut mendilinin
düğüm tarafını bükmeye başlamış ve sabn tükenip mendili Hıristiyanın kafasına
vurmuş, mendil patlayıp nohutlaryere dökülmüş.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Mukim elçiliği, büyük Avrupa devlet merkezlerinde Osmanlı Devleti’ni temsil
eden elçiler için kullanılan bir deyimdir. Bir Avrupa devleti olmasına ve
İstanbul’da Avrupa devletlerinin birer elçisi bulunmasına rağmen Osmanlı
Devleti XIX. yüzyıl başına kadar yabana ülkelerde daimi elçi bulundurmazdı. Bir
yabana devletle bir politik mesele görüşüleceği zaman oraya özel bir elçi
gönderilir ve işin bitiminde elçi geri dönerdi. Bu biraz da imparatorluğun
kendi işlerini kendi karar ve isteklerine göre çözebilmesi gücünden ileri
geliyordu. Halbuki bütün XVIII. yüzyıl boyunca uğranılan yenilgiler,
imparatorluk yüksek yöneticilerine Avrupa devletleriyle daha sıkı ilişkiler
kurma ve Avrupa siyasi dengesinden yararlanma zorunluğunu duyurmuştu. Bu
sebeple ilk defa XIX. yüzyıl başında Selim III. zamanında Paris, Londra, Viyana
gibi büyük merkezlerde daimi elçi bulundurulması için buralara elçiler atandı,
işte bu elçilere “Mukim elçisi" veya “ikâmet elçisi” adı verilmiştir.
·
2
— Sultan Abdülmecid’in takta çıktığı gün sadrazam olan HüsrevPaşa, o zaman dışişleri
bakanı Reşit Paşa’yı katlettirmek için yeni padişahı çok zorlamış ise de
başaramamıştır.
·
3
— Reşit Paşa 'dan önce sadrazam bulunan Mustafa Naili Paşa ’mn Emirgan ’daki
yalısının yanında bulunan Reşit Paşa yalısının duvarla çevrili olan bir kısım
arsasını, bu duvarı yıktırarak kendi bahçesine eklemesi üzerine Reşit Paşa bu
tecavüzü devrin en yüksek mahkemesi olan “Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye
"ye götürdü. Yüksek mahkeme olayı enine boyuna inceleyerek sadrazam Reşit
Paşa ’nın haklı ve eski sadrazam Mustafa Naili Paşa ’nın haksız olduğuna karar
vermişti.
·
4
— Voyvoda Karakolu, bugün Karaköy ’de Bankalar Caddesi ile Perşembe Pazarı arasındaki
ara yollardan birinin içinde idi. Yakın zamanlara kadar polis karakolu olarak
kullanılıyordu.
5—
Bu olay bana bir dolmuş arabasında geçen şu konuşmayı hatırlattı. Şoförün
yanında oturan bir İstanbul Ermenisi, şoförün, bir Rum vatandaştan bahsettiği
sırada “bırak şu pis gavuru” demesi üzerine şoför “ya Sen nesin ” demesine “ben
gayri Müslim'im” cevabını vermişti.
X
MUSTAFA
REŞİT PAŞA
Reşit
paşa 16 Şevval 1214 (13 Mart 1800) tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Babası
Sultan Beyazit ruznamçecisi idi. Gençliğinde eniştesi Ispartalı Seyid Ali
Paşa(l) ile illerde görevle dolaşarak paşanın sadrazamlıktan azledilmesinden
sonra Mora seraskerliğine tayin edildiği zaman onun mühürdarı (1237-1821) oldu.
Ezdin karargâhında paşanın yanında olduğundan oradaki perişanlığı yakından
görmüştü. Paşanın gözden düşmesi sırasında İstanbul’a dönerek sadrazamlık yazı
işleri bürosuna girdi ve sonra da Âmedi Odasına geçti. Az rastlanır zeki
insanlardan olduğundan âmirlerinin pek çabuk sevgi ve takdirini kazanarak
özellikle Mehmet Sait Pertev Efendi’nin(2) özel himayesini kazandı. Kırk dört
(1244-1828) seferi(3) açıldığında sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Selim Mehmet
Paşa’nın maiyetine verilen kâtipler heyetine Âmedi yardımcılığı göreviyle
katıldı. Ordudan gelen evrakın yazılışını Sultan Mahmut II. beğendiğinden kimin
yazdığını birkaç kerre sormuş 'l ve Pertev Efendi Mustafa Reşit Bey’i anlatarak
tavsiye etmiş. Adı padişahın yüksek hatırlarında kalarak savaşın sona ermesi
üzerine İstanbul’a döndüğünde padişah tarafından özel surette saraya çağrılarak
| gönlü alınmış ve hatırı hoş edilerek Fransızcayı layıkıyla öğrenmesi tav- $
siye buyurulmuş. Bu sayede Reşit Bey çabucak ilerlemiş ve yükselerek devlet
işlerinde bilgisini artırmak ve tecrübe kazanmak için önemli işlerde
kullanılmaya başlanmıştır.
1830-1246’da
Pertev Efendi ve 1248-1832’de Damat Halil Paşa yanında Mısır’a gitmiştir.
1247-183l’de Âmedci ve 1250-1834 başlarında Paris büyükelçisi ve sonra Londra
büyükelçisi ve dışişleri bakanlığı müsteşarı olup 1252-1856’da vezirlik
rütbesiyle dışişleri bakanlığına getirilmiştir. Sultan Mahmut II. un ölümünde
dışişleri bakanlığı görevi üzerinde olarak Londra büyükelçisi idi. Derhal
İstanbul’a dönerek Tanzimat-ı Hayriyeyi ilân ettirmiştir.
1262-1845
yılma kadar iki defa Paris büyükelçisi ve kısa bir zaman Edirne valisi ve
ikinci defa dışişleri bakanı olduktan sonra ayni yıl şevvalinde (7 Şevval
1262-28 Eylül 1846) sadrazam olmuştur.
Ölümüne
kadar (21 Cumadilula 1274-7 Ocak 1858) on sene içinde beş defa daha sadrazam
olmuş ve arada Meclis-i Vâla ve Meslis-i Tanzimat başkanlıkları ve dışişleri
bakanlığı gibi makamlarda bulunmuştur. Türbesi Sultan Beyazit’te Okçular
başındadır.
Reşit
Paşa geçen yüzyılda yetişen onurlu ve politikayı iyi bilen Osmanlı Devlet
adamlarının en yükseğidir. Elini sürdüğü her işte üstün zekâsı ve üstün gayreti
görülür. Dış politikayı iyi bilir, memleket ve devlet idaresinin düzeltilmesi
için izlenecek düzen ve ilerleme yollarını hakkıyla kavramış olduğundan
yüksekten atılmış parlak bir bakışla ıslâhat esaslarını görmüş ve büyük bir
vatanseverlik cesareti ile bunları uygulamaya koymuştur. Kanıtlama yeteneği ve
medeni cesareti şaşılacak derecededir. Bu memleket kendisine hakkıyla
minnettardır.
Mısır
meselesinin düzeltilmesinde ve 1270-1853 Rus Savaşı(4) dolayısıyla Fransa ve İngiltere’yi
bizimle beraber olmada gösterdiği uyanıklık ve gayrete tarihimiz parlak renkli
sayfalar ayırmıştır. Büyük ölçüde zihin açıklığına sahip olması dolayısıyla bir
mesele hakkında çe-§ şitli görüşler ve tedbirler bulup söyler ve hangisini
kabul edeceğinde toplantıda bulunanları bazen şaşkına çevirirdi. Her çeşit
devlet adamlarından sabahları konağına giden ziyaretçilerden ayrı ayrı gönlünü
hoş etmenin yolunu bilir ve hepsi gönül okşayıcıhğına, kibarlık ve kavrayışı
şma hayran kalarak yanından ayrılırlardı. Edalı yürüyüşünde (fesinin) Ü püskülü
sallanırmış.
Sultan
Abdülmecit ile bazen saray bahçesinde gezdiklerinde sadık bir kul ve bir
anlamda saltanat atabeyi tavrını takınıp padişah ile lalasını birinin
padişahlara layık diğerinin saygılı karşılıklı davranışlarını gören saray
adamları ballandıra ballandıra anlatırlardı. Eski sadrazamlardan biri muhalif
bir davranışından dolayı padişah tarafından “sen kim oluyorsun” diye
azarlandığında “efendim ben Osmanoğullan padişahının büyük veziriyim” cevabım verdiği
milli hikâyelerimizdendir. İşte Reşit Paşa bu yeri tamamen doldurmuştu. Gülhane
Hatt-ı Hüma-yun’nu okuyacağı gün birkaç günden beri zihni meşguliyetinden
dolayı yanma sokulmamış olan kethüdası birşey sormaya mecbur kaldığında “akşama
sağ dönersem o vakit söylersin” dediği rivayet edilir. Yerli yersiz böyle
kuruntu içinde bulunduğu halde Hatt-ı Hümayun’u kendisinin okuması fedakârlık
denmeye layıktır. Böyle fedâkârlıkları birkaç kere göstermiştir.
Tanzimat-ı
Hayriyenin cadaloz müstebitlere karşı hükümlerinin yerine getirilmesi için
nasıl didindiği ve ne kadar yorulduğu geçen makalelerimizden anlaşılabilir.
Tanzimatın en büyüğü yalnız kendisi idi. Bir taraftan da Âli ve Fuad Paşaları
ve benzerlerini yetiştiriyordu. Padişah sözle olduğu kadar resmî olarak da
Tanzimata taraftar görünüyordu. Reşit Paşa zalimleri birer birer emekli yaparak
unutturdu; güç ve etki kapılarını kapadı ve bunu başarmak için kendisi yeni
usule ta-mamıyle uydu. Girifti Mustafa (Naili) Paşa ile Meclis-i Vâlada
muhakeme olması devletçe yeni birşey olduğu kadar büyük küçük herkesin kanun
hükümüne uyması gereğini gösteriyordu.
Şu
son zamanlarda bazı yerlerde “Tanzimatçılar”a karşı gelme ve saldırma kapılan
açılmış, düşüncesizlik ve miskinlik lekeleriyle haklarında eleştiriler
yapılmıştır. Çoğunlukla “Meşrutiyetçiler” den olan itirazcılar insaf etsin. O
zamanı düşünsün. Kendileri bir ölçüde daha kalabalık olduklan ve şartlar daha
uygun bulunduğu halde başarı derecelerini insaf ve tarafsızca ölçsün.
Buhtınasar(5) dan beri monarşik idareye alışmış olan Doğu ülkelerinden, Batı
ülkelerinden gelmiş olan hürriyet ve meşrutiyet ağacını tutturmaya ve ona meyve
verdirmeye Mithat Paşa ne derecede başarılı olabilmiştir? Meşrutuyetçileri
Mithat Paşa temsil ettiği gibi Tanzimatçıları da Reşit Paşa temsil eder;
aralarındaki fark Reşit Paşa’nın yalnız olması ve sebze pazarında elmas satıcı
durumunda bulunması, Mithat Paşa’nın ise halk oyunu aydınlatan basın ve
Avrupa’da gezmiş ve görmüş bir hayli gayretli kişiler tarafından yardım
görmesidir(6).
Bundan
başka acele bir tedbir olmak üzere Reşit Paşa’nın koyduğu Tanzimat-ı Hayriye
memlekette giderek gelişmiş, verimli sonuçlarından devamlı olarak
faydalanılmış, Mithat Paşa’nın kurmak istediği iki sene sonra yıkılıp yalnız
yıllıkların başında izi kalarak ortadan kalkmıştır^). İleride Mithat Paşa’dan
ve Kanun-ı Esasiden (Anayasadan) bahsedeceğimiz makalede bu meseleyi biraz daha
inceler ve derinleştiririz.
Reşit
Paşa’nın çözümünü başardığı büyük meselelerden biri Mısır meselesidir.
Bilindiği gibi İbrahim Paşa(8) Mısır ordusu ile evvela Halep yakınlarında Ağa
Hüseyin Paşa ordusunu ve sonra Konya’da Mehmet Reşit Paşa 0rdusunu(9) bozduktan
sonra Kütahya’ya kadar gelmiş ve İstanbul’a doğru ilerlenmesine bir engel
kalmamıştı. (1248-1833) Sultan Mahmut II. çaresiz Rusya’ya baş vurup(lO) Hünkâr
İskelesi adındaki savunma andlaşmasını yapmış ve derhal Rusya’dan bir askeri
birlik yardıma yetişip Beykoz çayırlarında askeri ordugâh kurmuştu. Rusyalınm
İstanbul’a bu kadar yaklaşması Batılı devletlerin hoşuna gitmedi. Kendileri de işe
karışarak Mehmet Ali Paşa üzerinde yaptıkları baskı ile Mısır’dan başka Sayda,
Şam ve Halep illerinin kendisine, Cidde iline ek olarak Girit ile Adana ili
muhassılığı-nın oğlu İbrahim Paşa’ya verilmesi şartıyla bu iç savaşa son
verdiler. Bu yeni çözüm şeklini düzenlemek için Bâb-ı Âli tarafından görevli
olarak Mısır’a gönderilen Damat Halil Paşa’nın yanma Divan-ı Hümayun Âmedcisi
Mustafa Reşit Bey verilmişti. Reşit Bey Mısır’dan dönüşte Kütahya’ya giderek
İbrahim Paşa’nın askerini geri çekmesi konusunu görüşmüş ve bildiride
bulunmuştu.
Fakat
bu çözüm şekli iki tarafı da memnun etmedi. Padişah bir kulunun saygısızca bir
ayaklanma sonucu olarak beş altı vilâyete sahip olmasına içtenlikle bir türlü
razı olamamış ve Mehmet Ali Paşa da emel kuşunu kaçırmış olmak üzüntüsünü
saklayamamıştı. Bununla beraber tarafların içlerine sindiremediği bu anormal
durum yedi sene kadar devam etti ve önceden anlaşıldığı gibi Nizip Savaşı ile
sonuçlandı. 1255-1839.
İbrahim
Paşa Nizip’te Hafız (Mehmet) Paşa kumandasındaki ordumuzu bozmuştu. Bozgun
haberini getiren tatar yolda iken Sultan Mahmut II. Han ölmüş ve yen cennet
olan padişah bu acıyı duymadan ® ebedi âleme göçmüştü. Fakat Mısır meselesi
yeniden canlanmıştı.
Abdülmecid’in
tahta çıktığında Koca Hüsrev Paşa’nın sadrazam
olması
ve Kapdan-ı Derya Kaçak Ahmet Paşa’nın Osmanh donanmasını İskenderiye’ye
götürüp Mısırlılara teslim etmesi bu meseleyi gergin bir hale getirmişti.
Evvelki şartları istemeyerek kabul etmiş olan Mehmet Ali Paşa’nın bu defaki
istekleri ne olacaktı ve isteklerinin hafifletilmesi ve hırsının yatıştınlması
ne gibi tedbirlerle başarılacaktı? Reşit Paşa Londra elçiliğinde bulunduğu
sırada İngiltere Hükümeti yanında kazandığı önem ve değeri Tanzimat-ı Hayriyeyi
ilân etmekle artırarak güven derecesine çıkardığından politika âleminde
gösterdiği çaba ile Mısır meselesini bir Avrupa olayı şekline koydu ve
meselenin çözümlenmesi ve sonuçlandırılması için Londra’da devletlerarası bir
konferans toplandı.
Fransa'nın
karşı koymasına rağmen konferans Mısır meselesini kesin bir karara bağladı. Bu
devletlerarası karar gereğince padişah tarafından Mehmet Ali Paşa’ya Mısır
valiliği veraset yolu ile (babadan oğla geçmek suretiyle) ve Akkâ eyaleti
muhafızlığı hayatı boyunca verilecek ve bu kararın kendisine bildirilmesinden
itibaren on gün içinde kabul etmediği takdirde Akkâ eyaletini kaybedecek,
direnmede on gün daha ısrar ederse anlaşmayı imza eden devletler Osmanh
Devleti’nin çıkarlarına ve durumun gereklerine göre hareket etmekte serbest
kalacaktı. Bu kararı bildirmekle görevli olan Dışişleri Müsteşarı Sadık Ri-fat
Bey’in Mısır’da yazdığı hâtıralarından da anlaşıldığına göre Mehmet Ali Paşa
pişmiş aşa soğuk su katmak için dil değiştirip yabancı devletlerin işe
karışmasını yersiz gördüğünü ve efendi ile kul arasına girmeye düşmanların
hakkı bulunmadığını ve efendisi tarafından kendisine herhangi bir hizmet
emredilirse uyacağını Rifat Bey’e özel şekilde söyleyerek işi doğrudan doğruya
saltanat makamı ile görüşmeye bırakmak istedi, devletlerin kararını olduğu gibi
kabulden çekindi. Bunun üzerine savaş yoluyla haddinin bildirilmesine gidilerek
karadan ve denizden gönderilen kuvvetlere yenilerek babadan oğula geçmek üzere
yalnız Mısır Valiliği ile yetinmek zorunda kaldı. 1256-1840.
Dertlerin
sonu sayılan Mısır meselesi bittikten sonra Osmanh Devleti’nin rahatlıkla
ilerleme ve reform yolunda ağır adımlarla fakat güvenlik içinde ilerleyeceği
umut edilmekte ve Tanzimat-ı Hayriye beklenilen ışıklarını göstereceği sırada
bir Kudsal Yerler problemi çıktı (11). Bu mesele Katolik ve Ortodoks rahipleri
dolayısıyla Fransa ve Rusya devletleri arasında mezhep üstünlüğü çekişmesinden
ibsret ise de anlaşmazlığın çıktığı yer Filistin bölgesi olduğundan doğrudan
doğruya Osmanh Devletini ilgilendiriyordu. Mesele uzadı, hükümet adamlarımızın
başına hakkından gelinmez zorluklar çıkardı. Nihayet Rusya imparatoru
tarafından olağanüstü elçi olarak Prens Mençikof İstanbul’a geldi.
Mençikof’un
görevi başlangıçta yalnız kutsal yerler meselesinin çözümü zannedilmişti.
Halbuki daha ağır ve gayet önemli ikinci bir mesele daha ortaya çıktı; Ruslar,
Ortodoks Osmanh vatandaşları üzerinde bir çeşit koruma hakkı istiyordu!12) bu
yeni teklifler padişah sarayında ve Bâb-ı Ali’de yapılan çeşitli toplantılarda
enine boyuna görüşülüp incelendi. Söylentiye göre sarayda padişah önünde ileri
gelen bakanlardan kurulu özel bir toplantıda Sultan Abdülmecit ortaya çıkan
meseleyi kendisi açıklayıp esasını anlatırken Sadrazam Damat Mehmet Ali
Paşa(13) ikide bir “efendim Moskof’a kılıç” diye söze atılır ve padişah tarafından
“sen sus” diye azarlanarak Mehmet Emin Rauf Paşa’ya fikrini sorarmış. Rauf Paşa
ise âdeti olduğu gibi hiç konuşmaz dinlermiş. Aristo’nun “Allah insana bir ağız
iki kulak vermiştir, bir söyleyip iki dinlemek için” sözü yılların eskittiği
vezirde en yüksek uygulamasını bulmuştu. Hemeyse, bu özel toplantıda ince
düşünceli padişah olayın lehinde ve aleyhinde fikir ve kanaatini belli etmemiş
ve fakat Rus tekliflerinin kabul edilmemesi eğilimi ile toplantı dağılmıştı.
Mençikof
birkaç gün içinde Bâb-ıÂli’ye ültimatom vererek pasaportlarını istedi(14).
Padişah bundan fek fazla sıkıldı. Rusya ile savaş kaçınılmaz görünüyordu.
Padişah sıkıntılı zamanlarında hırçınlık gösterirmiş, cuma günü sabahleyin
yanındakileri kasıp kavurmaya başlamış ve selâmlığa giderken mühr-ü hümayuunun
Mehmet Ali Paşa’dan geri alınmasını, Reşit ve Fethi paşaların saraya
çağırılmasım emretmiş. Mehmet Ali Paşa’dan mührü-ü hümayunu Defterdar
Burnundaki (15) mescidde namaz kılınırken almışlar, hatta paşa biraz
mırıldanmış; Sultan Abdülmecit namazdan dönüşte Fethi Paşa(16) ile kısa ve
Reşit Paşa ile de uzunca bir görüşmeden sonra sadrazamlığın Giritli Mustafa
Paşa’ya verilmesi Rifat Paşa’nın dışişleri bakanlığından azledilerek yerine
Reşit Paşa’nın getirilmesi kararlaştırılmış. Padişahın bu değişiklikte iki
amacı vardı. Biri Rus tekliflerinin yeni hükümet tarafından bir kere daha
etraflıca incelenmesi ve diğeri Fransa ve İngiltere politikalarının okşanması
idi. Reşit Paşa İngiliz politikası taraftarlığı ile şöhret yapmış olduğu gibi
Mustafa Paşa da Girit valiliğinde bulunduğu sırada Fransızların gözüne
girmişti.
Yeni
kabine, Bâb-ı Âli’de bütün divan görevlilerinden, azledilmiş eski vezirlerden
ve müşirlerden, ileri gelen din adamlarından ve diğer devlet adamlarından
oluşan olağanüstü bir genel meclis topladı. Mecliste hazır bulunan şahıslardan
işittiğime göre başkanlık görevini Reşit Paşa yapmıştır. Meclisin toplanma
amacı Rus tekliflerinin kabul veya reddi hakkında kesin bir karar vermek
olduğunu Reşit Paşa söyledikten sonra kabul edilir ise devletçe doğabilecek
idari tehlikeleri ve siyasi zararları saymak ve kabul edilmemesi halinde Rusya
ile savaşı göze almak gerekeceğini söylemiştir. Ve verilecek kararın bilgi
üzerine dayalı olması için Rus savaşma karşı askeri, mali ve siyasi gücümüzün
bilinmesi gerektiğinden ilgili bakanları birer birer açıklama yapmaya
çağırmıştır. Eski Serasker Mütercim Rüştü Paşa(17) ordunun sefer halindeki
asker sayısından ve bunun ne kadar zamanda toplanabileceğinden, Tophane Müşiri
Fethi Paşa silah ve cephane mevcudundan ve Kaptan Paşa donanma işlerinden ve
Maliye Bakanı Muhtar Bey hâzinenin o günkü durumundan bahsederek yeterli
bilgileri vermişler, sonra eski Dışişleri Bakanı Rifat Paşa bu meselede büyük
devletlerin görüşlerini ve Osmanlı Devleti’nin siyasi durumunu açıklanmıştır.
Reşit Paşa tekrar söze başlayarak “şu verilen bilgileri işittik, şimdi de
şerefli şeriatın konuşmasını dinleyelim” diyerek Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey’e
döndüğünde o da toplantıda bulunan ve rütbesinin küçüklüğü dolayısıyla
arkalarda oturan Fetva Emini Refik Efendi’ye işaret ettiğinden Refik Efendi
yerinden kalkarak “efendim ortaya doğru buyurun, hepimiz işitelim” diyerek
Reşit Paşa’nm çağırması üzerine binişiyle salma salına ileri gelerek “savaş
için güçlü olmak şarttır, gücünüz varsa savaşın” diyerek salına salma yerine
dönmüş.
Bundan
sonra görüşmelere başlanıp birinci makalede yazdığımız şekilde Mehmet Emin Rauf
Paşa’dan olumlu olumsuz bir tek kelimelik söz alınamamış idi. Paşası gibi kısa
akıllı olan evvelki sadrazamm(18) kethüdası olan Refik Bey- sonraları karantina
meclisi üyeliğinde bıılunmuştur-konuşanlar arasına karışarak “efendim gerçeği
gizlemek doğru değildir; Bu kadar güç ve kuvvet hasıl olunca kararsızlığa yer
var mıdır, hemen savaş ilanı ile padişah sayesinde Petersburg’a kadar gitmelidir”
demesi üzerine Âli Paşa sabredemeyip “beyefendi, Rusya elçiliğinden pasaport
almayınca Petersburg’a gidilemez” karşılığını verdiğini anlatanlar hikâye
ederlerdi.
Bâb-ı
Âli inandırıcı deliller ve susturucu cevaplarla Rus isteklerini reddetti ve
devletin haklarını ve bağımsızlığını kayırmak yolunda gösterdiği ağırbaşlı
tutumu ile dost devletlerin güvenini kazandı. Men-çikof İstanbul’dan defolup
gitti. Şaşılacak şeylerdendirki bu adamın adı halkın hafızasında kazınmış
kalmıştır. Bir yolcunun çabuk dönmesi için ayrıldığı evin sokak kapısından bir
kova soğuk su dökmek kadınlarımızın eski âdetlerindendir. Mençikof’un gittiği
gün “ayağı dağlansın bir daha gelmez olsun”diye birçok evlerden sıcak su
dökmüşlerdi.
1269-1853
senesi sonlarında savaş ilan edilmiştir. Tuna boyunda başlayan çarpışmalarda
askerlerimizin cesur hareketleri İngiltere ve Fransa’da hoş yankılar meydana
getirmiş ve Sinop’ta gemilerimizin yanması (Safer 1270-1853) savaşa
katılmalarını gerektirmiştir. Reşit Paşa İngiliz elçisi ile ittifak anlaşmasını
yapmak ve imzalamak için çok uğraşmıştır derler. Osmanlı kuvvetleriyle beraber
İngiliz, Fransız ve sonra Piyemont-Sardunya(19) askerlerinin Sivastopol’u(20)
ele geçirmesi üzerine barış kararlaştırılarak görüşmelerin Paris’te yapılması
uygun bulunmuştu. İki sene devam eden savaş sırasında devletin siyasi işleri
Reşit ve Âli paşaların usta ellerinde yürütülmüş, azil olundukları sıralarda
bile yine onlardan ilham alınmıştı. Zaferi taçlandıracak barış andlaş-masma
hangisi imza koyma şerefine kavuşacaktı? Âli Paşa tercih edilerek delege tayin
edildi. Fakat yanına ikinci delege olarak Reşit Paşa’nın oğlu ve Paris elçisi
Cemil Bey verildi.
Paris
Andlaşması (Safer 1272-30 Mart 1856) Osmanlı Devleti’ne bir ümit ve yeni bir
devir açıyordu. Geleceğini yeni duruma göre düzeltmek devlet adamlarına düşen
gayret borcu idi.
Sivastopol’den
dönen müttefik devletlerin askerleri bir müddet İstanbul’da durup beklemişti.
Reşit Paşa’ya karşı olanlar bunu dedikodu sermayesi yaparak “bir adama gel
demek kolaydır amma git demek zordur, Didonlar İstanbul’un havasından
hoşlandılar, bakalım nasıl gidecekler” diye söylentiler çıkarıp halk arasında
yaydıkları gibi padişahın kulağına da ulaştırdılar. Reşit Paşa birgün saraya
çağrılıp padişahın yanından ter içinde çıktıktan sonra doğru Fransa ve
İngiltere elçiliklerine gidip elçilerle görüşmüş, İngiliz ve Fransız askerleri
ağır eşyalarını haraç mezad İstanbul’da çabucak satarak acele İstanbul’dan
ayrılmışlardı. Reşit Paşa o sıralarda azledilmişti. Fakat yine elçilikleri
inandırmayı başarmıştı.
Reşit
Paşa kıskançtı. Yetiştirmiş olduğu Âli Paşa’nın sivrilerek kendisine rakip
olmasını bir türlü içine sindiremedi. Paris Andlaşması-na karşı çıkan yazıları
bundan dolayıdır.
Reşit
Paşa mevki düşükünü idi. Büyük adamlarda mevki düşkünlüğü hoş görülebilir.
însalık gereği insanın kendini beğenmişliğe kapıl-maması mümkün olamıyor. Reşit
Paşa’da ise üstünlük iddiası fazla idi. Sofu taslaklarından ve sofuluk yüzünden
devlet adamları sırasına giren iki yüzlülerden ve eski devir düşkünlerinden
kendisine karşı bir hükümet grubu bulunduğuna göre o biçim cahillerin üste
çıkmalarına meydan vermemek ve fırsat düştükçe başlannı ezmek devlet çıkarlarına
uygundu. Ama bazı kerre iş bu sınır içinde kalmazdı.
Eski
doktorlarımızdan Serviçen Efendi bana anlatmıştı ki vazifeden uzaklaştırıldığı
günlerde birgün Reşit Paşa’nın ziyaretine gitmiş ve iyi niyetle işten,
yorgunluğundan, dinlenmeye ve hava değiştirmeye ihtiyacından bahsederek Edime
ve Bursa gibi havası güzel ve ya-km vilayetlerden birini elde ederek bir müddet
sağlığı ile ilgilenmesini tavsiye etmiş. Reşit Paşa acı acı çubuğunu üfledikten
sonra “Serope, Serope, sen bunu kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa sana
öğrettiler mi?” diye hiddetle sormuş. Serviçen Efendi’nin derhal aklı başına
gelerek “bana kimse öğretmedi, özellikle aziz sağlığınızı düşünmem sonucu
olarak arzettim” diye yeminler yalvarmalarla paşanın ayaklarına kapanmış ve
“Serope aklını başına al, paşa efendilerimiz İstanbul’da rahat etsinler diye
ben dağda bayırda sürtemem” uyarıcı cevabı ile yakayı kurtarmış.'Serviçen
Efendi ilâve etmişti “yine tamamen içim rahat etmedi, veda ettikten sonra
merdivenlerden inerken kavas başı geliyor mu diye usulca arkama bakıyordum”
Günün
birinde İngiltere büyükelçisi İslâm hilâfet makamınca yapılması güç bir istekte
bulunmuş ve isteğini ısrarla sürdürmüş. Bâb-ı Âli ve padişah hayli sıkılmış.
Reşit Paşa sadrazamlığa getirilerek elçi de isteğini bir daha ağza almamış.
Olayı anlatan şahıs bu istekte Reşit Paşa’nm parmağı olduğunu ve padişahın da
bunu sezdiğini şüphesiz sayardı.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Seyid Ali Paşa Sultan Mahmut II. devrinde 1819yılında bir sene kadar sadrazam
olmuş ise de önemli bir iş başaramamıştır.
·
2
— Pertev Efendi (Paşa) XIX. yüzyıl Tanzimat öncesi meşhur şair te devlet adamlanndandır.
Sultan Mahmut II. zamanında ilk defa içişleri bakam olmuştur. Pek çok yetenekli
gencin yetişmesine önayak olmuş, ayni zamanda yaşamış olan Akif Paşa ’nın
gadrine uğrayarak idam edilmiştir. Sorgusuz yargısız idam edilen son devlet
adamıdır.
·
3—
1244-1828 Osmanlı-Rus seferi, Yunan isyanı sırasında Navarin’ deki Türk
donanmasının Avrupa devletleri müşterek donanması tarafından batırılması olayı
üzerine Ruslarla yapılan savaştır. Rus ordularının Edime önlerine kadar
gelmeleri üzerine 1829 yılında Ruslarla Edime Barışı yapılmış ve Yunanistan
bağımsızlığı kabul edilmiştir.
·
4—
1270-1853 savaşı İngiliz ve Fransızlarla müttefik olarak Rusya’ ya karşı
girişilen Kırım seferidir. 1856 Paris Andlaşması ile sona ermişti.
·
5
— Suhtınasar (Nabohodarasar), Mezopotamya ’da M. Ö. Vl.yüzyılda yaşamış olan
Bâbil Devleti hükümdarıdır. Filistin'deki Yahuda Devleti’niyıkarak Yahu-dileri
esir eden ve Bâbil’e götürerek meşhur asma bahçeleri yaptıran kraldır.
·
6
— Yazar bu kıyaslamada haklıdır. Çünkü Reşit Paşa Tanzimat reformlarını
uygulamak
için bütün eski düşlüncelilerle tek başına mücadele etmiş ve bunu başarıya da
ulaştırmıştır. Mithat Paşa ise mücadelesinde Reşit Paşa ’nm açtığı batılılaşma
hareketinin yetiştirdiği ve batıda eğitim görmüş pek çok taraftar bulabilmiş ve
hele bunlar arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni OsmanlIlar adı verilen
ve hepsi yazar olan kuvvetli bir gruptan destek görmüş olmasına rağmen eserini
kendi bile görmemiş ve bir senelik bir uygulamadan sonra da rafa
kaldırılmıştır. Bu bakımdan Reşit Paşa elbette daha başarılı ve ıslahatını daha
olumlu bir şekilde uygulayabilmiş bir reformatördür.
·
7
— İlk Türk parlamentosunun faaliyette bulunduğu Birinci Meşrutiyet adı verilen
dönem 20 Mart 1877’den 14 Şubat 1878yılına kadar devam etmiştir. Buna göre
çalışma süresi iki sene değil bir seneyi bile bulmaz. Ancak parlamento 30 sene
kapalı kalmasına rağmen anayasa yürürlükten kaldırılmamış ve her sene ilanı
günü devlet yıllıklarında yayınlanmıştır. 1908’de ordunun önayak olduğu direnme
üzerine yeni seçimler yapılarak tekrar toplanmıştır ki tarihimizde bu olaya
İkinci Meşrutiyet adı verilmiştir.
·
8
— İbrahim Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ’nın oğlu olup üzerine gönderilen
Osmanlı ordularını birkaç defa yenmeyi başardı.
·
9
— Konya yakınlarında yapılan bu savaşta kumandan Mehmet Reşit Paşa değil sadrazam
Reşit Mehmet Paşa’dır. İsimde bir yer değiştirme olmuş.
10—
Burada bir dil sürçmesi olsa gerek. Zira Konya bozgunundan sonra Avrupa
devletlerinin işe karışması ile 5 Mayıs 1833’te Mehmet Ali ile anlaşan ve ona
birçok kıymetli eyaletlerini kaptırmış olan Padişah Mahmut II. Rusya tarafından
yapılan yardım teklifini denize düşen yılana sarılır örneği olarak kabul
etmiştir. Kendisi Rusya 'dan yardım istememiştir.
·
11
— Kutsal yerler problemi, Kanuni Şuttan Süleyman zamanından beri Katolik mezhebindeki
Hıristiyanlara bırakılmış olan Kudüs ve yöresindeki kudsal sayılan kilise ve
diğer tapmakların bakım ve yönetimi işinde Ortodoks Hıristi-yanlan temsilen
Rusların da hak istemeleridir.
·
12
— Mençikof bu ikinci isteğini 1774 yılında Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Barışının
7. maddesindeki bir ifadeye dayanarak ileri sürmüştür.
·
13
— Damat Mehmet Ali Paşa padişah Abdülmecid’in kız kardeşi olan ve bu günkü
Kandilli Kız Lisesi’nin bulunduğu binanın sahibi olan Adile Suttan'm kocası
olduğundan padişah damadı sayılırdı.
14—
Bir yabancı ülkede diğer bir ülkeyi temsilen bulunan bir elçinin pasaport
istemesi o memleketin kendi ülkesi ile arasındaki siyasi ilişkilerin kesilmesi,
dolayısıyla da savaş ilânı anlamını taşıdığından Mençikof ün bu isteği de bu anlamdadır.
·
15
— Defterdar Burnu, Boğaziçi’nde Ortaköy’den Bebek’e giden sahil yolu üzerinde
bugün
de aynı adı taşıyan semtin adıdır. Bu ad, orada bir cami ve yalı yaptırmış olan
Defterdar İbrahim Paşa ’nın adından dolayı verilmiştir
·
16
— Fethi Paşa, XIX. yüzyıl Osmanlı devlet adamlarındandır. Paris ve Viyana
elçiliklerinde
bulunmuş ileri görüşlü Tanzimat dönemi vezirlerindendir. Ab-dülmecid’in kız
kardeşi Atiye Sultan ile evli olduğundan padişah damadı idi. Memleketimizde ilk
müzeyi kuran adamdır.
17—
Mütercim Rüştü Paşa, Tanzimat devri devlet adamlarındandır. Âli ve Fuad
paşalardan sonra beş defa sadrazam olmuştur.
·
18
— Bundan evvelki Sadrazam Damat Mehmet Ali Paşa idi.
·
19
— Piyemont-Sardunyaitalyanbirliğinin kurulmasında önayak olan İtalya’daki küçük
devletlerden birisi idi.
·
20
— Sivastopol; Rusya ’nın Kırım yarımadasındaki büyük askeri üslerinden birisiidi.
Müttefikler buraya asker çıkararak şehri ele geçirdiler.
XI
MEHMET
EMİN ÂLİ PAŞA
Âli
Paşa, Mısır Çarşılı Ali Rıza Efendi’nin dölünden 23 Rebiyü-levvel 1230-Şubat
1815(1) tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Ali Rıza Efendi’nin dükkânı kapıya
bitişik olduğundan aynı zamanda çarşının kapıcısı idi. Yerme amacı ile paşa
hakkında söylenilen:
Kapıcızade
ile Köprülü ‘nün farkı budur
,<
Birisi
aldı Girid’i birisi verdi bugün(2)
beytindeki
kapıcı oğlu niteliği bundan dolaylıdır.
Âli
Paşa’nm eğitimi muntazam değildi, parça parça idi. Hattâ biraz Fransızcayı
dağınık surette şundan bundan ve özellikle bir Rum doktordan öğrenmişti.
Doğuştan parlak zekâsı ve memurluğa girdikten sonra geceyi gündüze katarak
çalışması bu eksikliği gereği kadar gidermiş ve yüksek niteliklerini
imrenilecek dereceye çıkarmıştı. Babasının, devrin vezirlerinden birine
bağlanması sayesinde Mehmet Emin Efendi onbeş yaşında iken Divan-ı Hümayun
kalemine çırak olmuştu. İ Yedi sene kadar buraya ve sonra mühimme ve tercüme
kalemlerine *; devamdan sonra bir arlalık Viyana büyükelçiliği ikinci
kâtipliğine atanmış ve yedi sekiz ay geçtikten sonra üçüncü rütbe ile Divan-ı
Hümayun tercümanı atanmıştı 1253-1837. Âli takma adı o devrin âdeti ve örneğine
uygun olarak bu görevde iken verilmiş idi(3). Ertesi sene,müsteşar vekilliği
ile Londra elçiliğine atanmış olan Reşit Paşa acele İstanbul’a gelince, öyle
bunalımlı bir zamanda elçilik maslahatgüzarlığını yirmibeş yaşında bulunan Âli
Efendi’ye bırakmıştı. Reşit Paşa’nın Âli Paşa hakkmdaki güvenine en güzel örnek
budur. Hatta o sene evvela vekil olarak (1255-1839) ve ertesi sene asîl olarak
dışişleri müsteşarlığına getirmiştir. Ondan sonra Reşit Paşa Âli Efendi’nin
elinden tutup sırasıyla Londra büyükelçiliği (Zilkade 1257-1841) Meclis-i Vâlâ
üyeliği (1261-1845) ve dışişleri müsteşarlığı gibi yüksek görevlerde kullanarak
kendisi sadrazam olunca (Şevval 1262-1846) Âli Efendi’ye Bâlâ rütbesi ile
dışişleri bakanlığını verdi. 1264 muharreminde (1848) vezirlik rütbesine
kavuşan Âli Paşa Meclis-i Vâlâ Başkanlığında ve ikinci defa dışişleri
bakanlığında bulunarak 1268-1852 (9 şevval) de efendisinin azledilmesi üzerine
yüksek sadrazamlık makamını kazanmıştı. Meşhurdur ki kendisine sadrazamlık
teklif olunduğunda yaşının küçüklüğünden ve bilgisinin yetersizliğinden
bahsederek kabul etmemek için bahane aramış ise de padişah “inşallah o makamda
sakah ağarır” vaadi ve ısrarı üzerine kabul etmiş fakat iki ay geçince azil
olunmuştur. Ve yine meşhurdur ki sadrazam olduğu gün evine gitmeden Reşit
Paşa’nın yalısına uğrayıp eteğini öpmek suretiyle teşekkürlerini sunmuş ve
iyilik-bilirliğini göstermiştir. Ölümü 21 Cumadiulula 1288 7 Eylül 1871’dir.
Beş kere sadrazam, iki kere vekil ve sekiz kere asil olarak dışişleri bakanı,
iki kere Tanzimat meclisi başkam ve beşer ay kadar İzmir ve Bursa valisi
olmuştu.
Âli
Paşa ufak tefek, zayıf yapılı, konuşma ve tabiatça beceriklilikten yoksun ve
ses tonu hafifti. Devletçe taşıdığı büyük itibarı, ağırbaşlılığı ve herkes
hakkında resmiyetten hiç ayrılmayan saygılı davranışı ile kazanmıştı. Daima
ceketi ilikli oturur ve yanma kâtiplerden birisi bile girse ayağa kalkar gibi
davranışlar gösterirdi. Karşısında* eller kavuşmuş saygılı bir halde durmak
zorunlu idi; hafiflik ve kabalık sevmediği şeylerdi; gelişigüzel konuşmak veya
kayıtsız davranmak tehlikeli idi.Çünkü darhal terbiyeli ve nazik fakat acı
sözler ve tavırlarla çarpardı. Ziya Paşa’nm “Zehr-i hand-ı istihza” deyim ve
“Şîrin dahi kasdet-mesi cana gülerektir” mısraında anlatmak istediği gülüşler
dudaklarında daima dolaşır ve en büyük ayıplama silahı ve azarı olurdu. Tophane
müşiri Halil Paşa bakanlar kurulunda çantasını yanına alarak dairesine ait
kâğıtların incelenmesi ile uğraşır ve toplantıda görüşülen konuları
dinlemezmiş. Birğün toplantıda önemli bir mesele görüşülmüş. Âli Paşa efendim
görüşmeler dağıldı, Müşir Paşa hazretlerinden rica etsek de konuşmaları
toparlayıp özetleseler” diye kendisine seslenilince zavallı şaşalamış ve
utancından kıpkırmızı olmuş ve bir daha evrak çantasını beraber almamış.
Makamın
otoritesini korumak hususuna eski büyük vezirler arasında Âli Paşa kadar dikkat
eden yoktur. Bâb-ı Âli’nin, her işin başvurulacağı yer olma geleneğini
desteklemiştir. Bakanlardan hiçbiri sadrazama bilgi vermeden saraya çağrılsa
bile gidemezdi. Maliye Bakanı Şirvanizade Rüştü Paşa(4) bir gün saraydan
çağrılması üzerine kendiliğinden saraya gittiğinden Âli Paşa meseleyi
büyülterek istifa etmek derecesine vardırmıştı. Rütbe ve görev verilmesi
hakkında padişah tarafından çıkarılan buyrukları resmî işleme uygun olarak
yerine getirirdi. Buna benzer buyruklar zaten pek seyrekleşmişti. Mustafa
Efendi (Tarihçi Mustafa Nuri Paşa)(5) Mabeyn başkâtibi iken kayınbiraderi Sait
Efendi ’nin(eski İçişleri Bakanı) rütbesinin yükseltilmesine buyruk çıkartmış.
Âli Paşa “Sait Efendi’yi Bâb-ı Âli acaba Mustafa Efendi hazretleri kadar
değerlendiremez mi idi” diye alışılagelindiği üzere kırgınlık gösterince Sait
Efendi kendisinin asla bilgisi olmadığını inandırıcı bir şekilde anlatarak Âli
Paşa’nın hiddet ve kininden kurtulmuş idi. Padişah buyruklarını aldığı vakit
Âli Paşa pek uysal görünür, fakat ellerini uğuşturarak bazı sakıncalar ve
görüşler ileri sürerse o buyruk geri alınıyordu.
Raftan
sünger düşse bir yeri incinecek kadar zayıf ve nazik olan bu küçük adam resmi
makamda aslan heybeti takınıyordu. Usule, resmiyete ve protokole bağlılığı
fazla idi. Sadrazamların saraya gidişlerinde Serkürena tarafından taş
merdivende karşılanması âdet olduğundan bir defa Serkürena padişahın yanında
bulunduğundan dolayı karşılama merasimini yerine getirememiş, Âli Paşa içeri
girmeyerek bahçede gezinmeye başlamış, Serkurenanm pencereden gözüne
iliştiğinden oraya dik dik bakmasının sebebini soran Sultan Abdülaziz’e,
sadrazamın geldiğini, bahçede dolaştığını söylemesi üzerine izin verildiğinden
derhal Âli Paşa’yı karşılamış ve padişahın yanında bulunduğundan dolayı hiz-*
mette kusur ettiğini bildirerek özür dilemiş; paşa ' ‘ben de çiçekleri sey-**'
rediyordum, çiçekler ne güzel açmış” gibi tatlı sözlerle içeri girmiş(6).
"!ır-
Sultan
Abdülaziz Han tatil günleri dışında (adi günlerde) giyinmez ve kürkle
otururmuş. Mabeyn görevlilerinin anlattıklarına göre Âli Paşa’yı birgün o
kıyafetle kabul etmek isteyince paşanın odaya girmekle çıkması bir olmuş. Yol
gösteren mabeyinciye “efendimiz dinleniyor-larmış, niçin rahatsız ettik” diye
başına kakarak doğru bakanlar odasına dönmüş ve padişahın nereye gittiğini
sorması üzerine durumu anlatmışlar, gülümseyerek elbisesini isteyerek
giyindikten sonra sadrazamı kabul etmiş.
Kutlama
günlerinde sadrazamların, padişahların annesine -Valide Sultan- de gitmesi
âdetmiş: Pertevniyal Sultan(7) Âli Paşa geldiği zaman telaş ederek ve özenerek
başörtüsü ve carını çabuk getirmelerini cariyelerden isteyerek paşayı
bekletmemek için çarçabuk mabeyn kapısına gelir ve kendisi konuşmayarak âdet
olduğu gibi Hazinedar Usta aracılığı ile tatlı sözler söylediğini ve
başarılarına dua ettiğini, diğer sadrazamlara o kadar özenmediğini eski Darüssaade
Ağası Abdülgani Ağa anlatırdı.
Âli
Paşa padişah yanında alçak gönüllülüğü pek ileri götürür ve kanter içinde
kalır, yürürken ayakları titrermiş; bu hal yalancıktan olmayıp doğuştan ve
ciddi idi.
Gençliğindeki
öğrenim eksiklerini sonradan okuyarak gayretli çalışmasıyla tamamlamış, Allah
vergisi yeteneği öğrendiklerine başka bir parlaklık vermişti. Kendi el yazısı
ile yazılmış müsveddeleri bugün kıymet bilir ellerde görülmektedir. Fransızca
yazdığı yazılarda bazı gramer yanlışları olmakla beraber anlamlı deyimleri
bulup fikrini savunmadaki gücünü, dışişleri bürolarında çalışan ve Fransızcayı
pek iyi bilen kişilerden işitmişizdir. Osmanlı Devleti tarafından delege olarak
atandığı Paris Barış Kongresinde meslekdaşlarınm takdirlerini kazanmış,
Avusturya delegelerinden Baron Hübner anılarında kongrede Âli Paşa büyüklüğünde
diplomat yoktu diye yazmış olduğunu, hatıratı okuyan birisinden işitmiştim.
Bununla beraber atılgan olmayışı delegasyonumuzu sönük göstermiştir.
Sırası
gelmişken şunu da ekleyeyim ki Paris Kongresinde Âli Paşa yerini getirerek
kapitülasyonların kaldırılması meselesini bahis konusu etmiştir. Kongre
tutanaklarından anlaşıldığına göre olay şöyle olmuştur: Osmanlı Devleti’nin o
günkü durumuna göre anlaşmaya katılan devletlerin Türkiye ile ticaret ve kabotai
ilişkilerini düzenlemesi hususunda birîeşilmesi gereğine dair Lord Clarendon(8)
tarafından yapılan teklifi Compte Walewski(9)de uygun bulmuş ve Compte
Cavour(lO) hiçbir devletin ticaret usulünün Türkiye kadar serbest ve açık
olmadığını, bugünkü işlemlerde görülen düzensizliğin ve yabancı tüccarların
karşılaştığı zorlukların sebebi ayrıcalık durumundan meydana gelen kararlar
olduğunu bildirmiştir(ll). Baron Manteuffel(12) evvelce Prusya hükümetinin
Bâb-ı Âli ile bîr ticaret anlaşması yaparken Türkiye ile büyük devletler
arasında yapılmış ticaret anlaşmalarının çokluğunu ve karışıklığını kendi
gözüyle gördüğünü ve bu meseleye dokunmanın OsmanlI Devleti’nin ilk
senelerinden devreden kazanılmış hakları kurcalayacağını söylemesi üzerine Âli
Paşa ticaret ilişkilerini zorlaştıran güçlükleri ve Osmanlı Devletinin yapacağı
işleri önleyen engelleri eskimiş anlaşmalara dayandırıldığım açıklarken
AvrupalIların eski anlaşmalarla kazandıkları imtiyazlann(ayrıcalıklarm)kendi
güvenliklerine ve işlerinin geliştirilmesine dokunduğunu ve zarar verdiğini;
çünkü Osmanlı
hükümetinin
karışma yetkisinin sınırlı olduğundan her elçiliğin kendi uyruğunda olanlar
hakkında kullandığı kaza hakkının hükümet içinde birçok hükümetler meydana
getirdiğini ve her türlü reform için büyük engeller teşkil ettiğini
söylemiştir.
'
Bunun
üzerine delegeler arasında karşılıklı görüşler ileri sürülmüş ve sonunda
Osmanlı Devleti’nin diğer devletlerle ticaret ilişkilerini ve Osmanlı
ülkelerinde oturan yabancıların oturma şartlarını belirten kararların yeniden
incelenmesi gereğine ve tarafların hukuki çıkarlarını koruyacak bir amaca
varmak için barış andlaşmasınıiı imzalanmasından sonra İstanbul’da Bâb-ı Âli
ile andlaşmaya katılan diğer devletler temsilcileri arasında görüşme açılmasına
dair tutanağa bir dilek yazılmasına bütün delegeler oybirliği ile karar
vermişlerdir.
Paris
Kongresi delegeliğinden başka Âli Paşa’nm önemli bir siyasi görevi daha vardır
ki ö da Girit’tir (1284-1867). Girit İhtilâli, Avrupa’da Helenizm yani Yunan
dostluğu duygularını uyandırmış, adanın Yunanistan’a katılması yolunda
eğilimler belirmeye başlamıştı. Arazinin sarplığı dolayısıyla devletin askeri
kuvvetleri ihtilâli bastırmakta hızlı hareket edemediğinden meselenin uzaması
ve sonradan hükümetin başına siyasi bir dert açması mümkündü. Âli Paşa beşinci
defaki sadrazamlığında Girit’e kendisi gitti; yabancıların karışmasını önlemek
için mahalli idareye bazı haklar tanıyan özel bir kararname hazırladı; Girit
meselesini geçici de olsa önledi. Bu çözüm şeklinde mecburen gösterdiği
kolaylıklar dolayısıyla muhaliflerinin yermesine ve taşlamasına uğramış,
Zafemame(13) bundan doğmuştur.
Aşağıdaki
makalelerde anlatılacağı gibi İstanbul’da “Yeni Osmanhlar” adıyla bir siyasi
demek kurulmuş olup(14) bunun amacı Âli Paşa’yı yerinden atmak ve hürriyet
idaresi kurmaya yönelik olduğundan yazılan ile elebaşıları olan Ziya Bey (Paşa)
Zafername’yi yazmıştı. Âli Paşa buna pek üzülmüştür derler. Kasidenin tahmisini
yaptığı ileri sürülen Hayri Efendi, güya şerheden Zaptiye Nazırı (Güvenlik
işleri bakanı) Hüsnü Paşa’ya başvurarak asla bilgisi olmadığını söyleyerek yana
yakıla kendisini temize çıkarmaya çalışmış, Hüsnü Paşa cevap olarak “efendi
merak etmeyiniz, siz ben yazdım deseniz de kimse inanmaz” diyerek zavallı adama
güven vermiş(15).
Âli
Paşa dış politikada Fransa politikasına eğilimli idi(16). Reşit Paşa’nın
kafadarı olan İngiltere elçisini İstanbul’dan uzaklaştırmıştı(17). Kavrayışına
ve anlayışına Napoleone 111.(18) fazla güven beslerdi. Hattâ tamamen batı işlerine
ait bir devletlerarası meselede bakanlarına bir kerre de Âli Paşa’nın fikrini
sormalarım hatırlattığı söylenir. Diplomatlıkta hocası Reşit Paşa’ya üstün
olduğu herkesçe kabul edilmiştir. Bâb-ı Âli’nin yabancılar gözünde siyasi
değerini yükseltmeye çok hizmeti olmuştur. Yazı takımını mirasçılarından Prusya
Kralı (Almanya împaro-toru) Koca Wilhelm aldırmıştı.
İç
politikada tutumu daha ziyade tutucu idi. Devleti fazla hırpalamayarak ve pek
tartaklamayarak ilerlemeye taraftardı. Reşit ve Fuad paşalar kadar kararlarında
kesin kes değildi. Bununla beraber ılımlı tutumundan memleket ve devlet
faydalanmıştı. Islahat fermanları ile vatandaş haklarını kayırdığı gibi iller
idaresine ait olan yeni kanunlarla idare meclislerine bir takım yerel haklar
kazandırmış ve hak ve yetkilerini genişletmişti. Devlet Şurasına İstanbul
dışındaki illerde ileri gelenlerden üye getirmesi Avrupa’da uygulanan
parlamenter reiime başlangıç gibi sayılmış ise de sırf taklitten ibaret kalıp
esaslı bir işe ya-ramamıştı(19). Ali Paşa meşrutiyet taraftan değildi. Padişah
üzerindeki büyük etkisi ile eğer istese idi Sultan Abdülaziz Hân’ı inandırarak ılımlı
bir meşrutiyet idaresi kurmayı başarabileceğini sananlar vardır. Amma böyle bir
isteğe hiçbir zaman yanaşmamıştı(20).
Âli
Paşa huyu gereği şiddetli direnişlere karşı koymada güçsüz kalır, bununla
beraber rakibi yok etme hususunda elinden geleni esirgemezdi. Gücendiği
kimseleri zehirli gülümsemeleriyle nasıl ezdiğini daire müdürleri pfek iyi
bilirlerdi. Reşit Paşa’nın düşmanlığından pek yıldığı için ölümünden sonra
biraz nefes almış, konuşma gücüne karşı gelemediği Fuad Paşa’nın ölümünden
sonra (1285-1868) başta artık konuşan tek kimse olarak kalmıştı.
Azledilmesi ve değiştirilmesi padişah tarafından uygun görülmediği gibi
yenilerden hiçbir vezir postuna oturmayı göze aldıramazdı. Yaşasa idi ne Sultan
Abdülaziz’in tahtan indirilmesi ve ne ondan sonra meydana gelen Rus savaşı
olmayacağına kendisini bilen ve tanıyanlar inanırlardı.
Sultan
Abdülaziz Mısır ve Avrupa seyahatlerinden(21) sonra bayındırlık işlerine önem
vermiş ve Rumeli demiryolunun(22) Topkapı Sarayı bahçesi içinden geçmesine
itiraz etmeden razı olmuştu. Fakat yapıma başlandıktan sonra demiryolunun saray
içinden geçmesi hoşuna gitmedi. Âli Paşa muhaliflerinden Mecalis-i Âliye’ye
memur olan Mütercim Rüştü Paşa birgün bakanlar kurulunda bu konuyu diline
dolayıp bir yabancı şirketin padişah sarayına girmesinden dolayı pek ağır
şikâyet ve itirazlarda bulundu. Âli Paşa itirazcıyı susturmayı başaramadı ve
padişah emirlerini saklama âdeti dışına çıkarak “ne yapalım efendim, mülkün
sahibi (padişah) arzu ederek izin verdi ve hattâ demiryolu yapılsın da isterse
sırtımdan geçsin razıyım” buyurdu sözlerini ağızdan kaçırdı. Bu açıklama
üzerine itiraz eden ağızlar kapandı ise de zaten hasta olan Âli Paşa
yakınlarına “bu adam beni bugün zehirledi” diyerek üzüntülerini açığa vurmuş(13) ve ondan sonra bir
daha toplantıya gelemeyerek ahiret yolunu tutmuştur.
Hasta
iken hatır sormaya giden bir doktor kahvaltı tepsisindeki fasulye piyazına
paşanın fazla düşkünlüğünü görerek uyarıda bulunmuş ve rahmetli kendisine
“şimdi artık lezzetli ömrü aziz ömre tercih eder oldum” cevabını vermiş.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Âli Paşa’nm doğum yılının hicri 1230 olduğunda yazarlar birleşmekle beraber
bunu milâdi sene olarak bazısı 1814 (İbnülemin M. K. İnal: OsmanlIlar devrinde
son sadrazamlar) bazıları da 1815 olarak göstermektelerdir (İslâm
Ansiklopedisi. T. tr. C. I, S. 355).
·
2
— Bilindiği gibi Girit Adası 1669 yılında vezir-i Âzam Köprülü Fazıl AhmetPaşa
tarafından zaptedilmiştir. 1867yılında Girit’te çıkan karışıklıkları bastırmak
için Âli Paşa adaya gitmişti. İsyancıların bazı dilekleri kabul edilerek
karışıklıklar kısmen önlenmişti. Paşanın muhalifleri bu hareketi Girit’in
Yunanlılara bırakıldığı şeklinde gösterdiklerinden muhalif yazarlardan birisi
de bu beyti söylemiştir.
·
3
— Mahlas, lügat anlamı ile bir kimsenin asıl adından başka sonradan takılanad
demektir. Eskiden şairler ve devlet memurları asıl adlan yerine mahlasla-nn:
kullanırlardı. Mesela Mithat Paşa’nm asıl adı Ahmet Şefik olduğu gibi Âli Paşa
’nın asıl adı Mehmet Emin olduğu halde Âli mahlası ile anılmıştır. Bu ad
kendisine ufak tefek yapılı oluşunu drtmek için verildiği yolundaki iddia
gerçek dışıdır.
4—
Şirvanizade Rüştü Paşa 1828'de Amasya’da doğmuş ise de babası Kafkasya da
Şirvan kasabasında doğmuş bilginlerden olduğundan kendisi bu lakapla anılmış
Osmanlı vezirlerindendir. 1873yılında kısa bir süre sadrazamlık yapmıştır.
·
5
— Mustafa Nuri Paşa, Netayiç el-Vukuat adlı üç ciltlik Osmanlı tarihi yazarıdır.
Mabeyn başkâtibliği gibi çeşitli yüksek devlet görevlerinde bulunmuştur.
·
6
— Sultan Abdülaziz’den sonra padişah olan II. Abdülhamit zamanında hükü
met
başkanı olan sadrazamların saraya gelişlerinde karşılanması şöyle dursun
saatlerce kabul edilmek için bekletildikleri ve hattâ hapis olundukları
düşünülürse Âli Paşa ’nın hükümet başkanlığı görevinin onurunu nasıl titizlikle
koruduğunu bu olay açıkça göstermektedir. Kusur ve kabahat padişahta mı
vezirlerinde mi?
·
7
— Pertevniyal Sultan, padişah Sultan Abdülaziz 'in annesi olup hayır işleri yap
makla
şöhret bulmuştur. İstanbul’daki Aksaray'daki Valide Camii gibi ünlü eserlerden
başka okul ve diğer hayır kurumlan da vardır.
·
8
— Lord Clarendon, bu sırada İngiltere dışişleri bakanlığına özellikle seçilmiş
birİngiliz devlet adamıdır.
·
9
— Compt(Kont)Waleıeski. bu kongre sırasında Fransa dışişleri bakanı olup Bü
yük
Napoleone’tn (Napolyon Bonapart) PolonyalI Comptes (kontes) IValeıcska ile
evlilik dışı oğludur.
10—
Compt Cavoıır (Kont Kavur), Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakına sonradan katılan
Sardunya Devleti başbakanı olup İtalya Krallığının kurulmasında büyük çaba
göstermiş İtalyan devlet adamı ve başbakanıdır.
·
11
— Kapitülasyon denilen Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletlerine tanıdığı ayrı
calıkların
(imtiyazların) her devlete birbirinden farklı şekilde verilmiş olmasından doğan
farklı uygulamalar açıklanmak istenmiştir.
·
12
— Baron Edıvin Von Manteuffel Prusya Devleti mareşali ve derlet adamı olup
konferansa
Prusya delegesi olarak sonradan katılmıştır.
·
13
— Zafernâme meşhur şair re devlet adamı Ziya Paşa ’nın sadrazam Âli Paşa yı hicvetmek
için yazdığı şiir kitabının adıdır. Gerçekten kitapta paşa hakkında çok ağır re
çirkin suçlamalar vardır. Bunların pek çoğu da gerçeklerden uzak ve tamamen
şahsi kinlerin ürünü iddialardır. Ziya Paşa re sonradan Yeni OsmanlIlar adıyla
meydana gelen bir topluluğa mensup Namık Kemal, Ali Suavi ve benzeri yazarları
Âli Paşa ’nın devlet otoritesini korumak için gösterdiği sert tutumdan
gocunarak ona karşı âdeta müşterek bir mücadele açmışlardır. Bu amaçla haşlayan
kampanya Türkiye’de parlamenter reiimin kurulmasında büyük bir rol oynamıştır.
Bu konu ilerideki makalelerde daha geniş şekilde ele alınmıştır.
·
14
— Yeni Osmanlılar denilen teşekkül son tetkiklere göre İstanbul’da kurulmuş değildir.
Ancak yakın zamanlara kadar böyle kabul edilmesinin sebebi Yeni OsmanlIlar
hakkında tek kaynak olan Ebüzziya Tevfik’in Yeni Tasvir-i Efkâr adlı gazetede
yayınladığı "Yeni OsmanlIların Sebep zuhuru" adını taşıyan yazı
serisinde böyle yazmış olmasından dolayıdır. Son tetkiklere göre Yeni
OsmanlIlar İstanbul’da değil, Mısırlı Prens Mustafa FazılPaşa’nın himayesin-~
de Fransa’da, NamıkKemal, Ziya Paşa ve arkadaşlarının 1867yılında Paris’te
kurdukları bir teşekküldür. Bu teşekküle sonradan, İstanbul’da Âli Paşa
aleyhinde faaliyette bulunan ve Meslek adını taşıyan gizli bir derneğin
İstanbul'dan kaçan üyeleri de katılmışlardır. Konu tarafımızdan hazırlanmakta
olan "Türkiye Parlamento Tarihi’’ adlı kitapta etrafıyla anlatılmaktadır.
Ayrıca Bak.I. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil: Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı
üzerinde araştırma I. Yeni Osmanlılar. II. Belleten.
·
15
— Zafemâme aslında bir kaside ile etrafta o zaman büyük yankılar uyandıran
şerhi
ve tahmisi olmak üzere üç bölümdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi çok acımasız
bir taşlama olan Zafemâme ’yi Ziya Paşa o zamanki İzmit Mutasarrıfı Fazıl Paşa
ağzından yazdırdığı gibi tahmisini de Âli Paşa ’nın yakın adamlarından olan
karantina kâtibi gibi küçük bir görevli olan Hayri Efendi tarafından ve şerhini
de Âli Paşa 'ya bağlılığ ile tanınan Zaptiye Müşiri (emniyet genel müdürü)
Hüsnü Paşa tarafından yapılmış gibi göstermiştir. Gerçekte bu her iki adam da
iki satırlık mektup yazmaktan âciz kişilerdir. Ziya Paşa bu sahte isimlerle
kendi adını saklamak istemiştir.
·
16
— Osmanlı devlet adamları Tanzimat ve onu izleyen dönemde Osmanlı Devleti’nin
dış politikasını büyük Avrupa devletlerinden birisine dayanarak yürütmeye
çalışmışlardır. Mesela Reşit Paşa İngiltere’yi, Âli Paşa Fransa ’yı, Mahmut
Nedim Paşa da Rusya’yı tutmaya çalışmıştır.
·
17—
Bu sırada İngiltere ’nin İstanbul elçisi olan Cannig, buradaki politik
başarılarından dolayı hükümeti tarafından lordluk pâyesi verilerek Lord
Stratford Rede-lif adını almıştır. Kutsal yerler probleminin ortaya çıkışı
sırasında kendi devleti ile beraber Fransa’yı, Osmanlı İmparatorluğu ile
Rusya’ya karşı ittifak yapmaya zorlayan bu adamın çabalarıdır. Fakat bundan
dolayı da Osmanlı Dev-leti’nin içişlerine o derece karışmaya başlamıştı
kiÂUPaşa İnğltere hükümeti üzerinde baskı yaparak bu adamı İstanbul’dan gen
aldırmıştır.
·
18—
Napoleone III. (1808-1873) bu sırada Fransa imparatorudur. Napoleone
Bo-napart’ın kardeşi Louis Bonaparte’ın oğludur. 1815’te Fransa’dan kaçarak
İsviçre ’de oturmuş, 1848’de Fransa ’ya dönerek ihtilâlde komünist tehlikesini önlediği
için cumhurbaşkanı seçilmiş, 1852’de bir darbe ile cumhuriyet reiimini
kaldırarak evvela konsül, 1853’te imparatorluğunu ilân etmiştir. Kendini
beğenmiş, politikası oynak ve kararsız,sözünü çabuk değiştirir idi. 1870’de
Almanya ile yaptığı savaşta Sedan’da Alınanlara esir düşmüş, 1873’de ölmüştür.
·
19
— 1868yılında kurulmuş olan devlet Şurası (Danıştay) nın Türkiye'de ilk par
lamenter
kuruluş olarak kabul edilmesi, üyeleri arasında İstanbul dışındaki illerden
seçilerek gelen delegelerin bulunmasından ve kanun yapma hakkına sahip oluşundan gelmekte idi. Fakat gelen
delegelerin burada danışma görevinden başka bir fonksiyonları olmadığı gibi
kurumun kanun yapma yetkisi de sadece kanun metnini hazırlamaktan ibaretti.
·
20
— Tanzimat reformatörlerinin başında gelen Reşit Paşa, Fuad ve Âli paşalarınparlamenter
bir idare taraftan olup olmadıktan hakkında birbirine uymayan çeşitli görüşler
ileri sürülmüş ise de bunların hiçbirisi ciddi bir inceleme ürünü olmadığından
gerçek saymak mümkün değildir. Konu tarihimiz bakımından ciddi bir araştırmayı
gerektirecek kadar önemlidir. Yazarın bu hükmü de bu çeşit kişisel bir görüşten
ileri gitmemektedir.
e
21 — Sultan. Abdülaziz
Osmanlı imparatorları arasında ilk defa memleket dışına çıkan hükümdardır.
1867’de evvela Fransa ’ya oradan İngiltere 'ye ve dönüşte de Avusturya'ya bu
memleketlerin hükümdarlarının daveti üzerine gitmiştir.
Daha
Önce 1866’da da Mısır’a gitmişti. Bütün bu seyahatlerde yanında dışişleri
bakanı Fuad Paşa bulunmuştur.
22
— İstanbul-Avrupa demiryolu, Rumeli demiryolu adını taşırdı. Bu yol padişah
Abdülaziz zamanında yapılmıştır. Sultan Abdülaziz demiryolunun Topkapı Sarayı
bahçesi içinden geçmesini arzu etmemekle beraber engel de olmamıştır.
İtiraz edenler daha çok eski kafalı
tutucular olmuştu.
XII
FUAD
PAŞA
Mehmed
Fuad Paşa bilim adamlarından meşhur şair Keçecizade İzzet Molla’nm büyük
oğludur(l). Âli Paşa’nm doğduğu 1230-1814 yılında İstanbul’da doğmuştur. Cami
derslerine ve Tıbhane adıyla açılan Tıbbiye okuluna (Tıb Fakültesi) devam
ederek öğrenim yapmıştır. Tıp okulumuzun ilk öğrencilerindendir. O zamanın
doktorluk dili Latince olduğundan ve öğretmenleri Meternich’in yardımıyla
Viyana Üniversitesinin gözde öğretmenlerinden (Bernar, Rigler, Watbichler)
getirildiğinden dolayı eski doktorlarımız gibi Fuad Efendi de latin dilinin fen
kısmını öğrenmişti(2). Tophane doktorluğuna atanan ve bu görevle Çen-geloğlu
Tahir Paşa maiyetinde Trablus Seferine giden Fuad Efendi doktorluğu ve
askerliği bırakıp politikayı tercih etmişti. Tercüme kalemine girişi
1253-1837’dedir. Reşit Paşa Âli Efendi gibi Fuad Efendi’yi de takdir ederek
1254-1838’de birinci tercüman ve Londra elçiliği başkâtibi, 1260-1844’te Madrid
geçici elçisi ve ertesi sene Divan-ı Hümayun tercümanı 1263-1847’de Âmedci
tayin ettirmiştir.
Macar
İhtilâlinin(3) genişleyerek Memleketeyn(4)’e sıçramasından korkulduğundan ve
Bâb-ı Âli ihtilalcilerden Osmanlı ülkelerine sığınacaklara kapılan açtığından
Fuad Efendi komiserlikle Bükreş’e gönderilmiş(1265-1849) Rusya’nın işe
karışması ile ihtilâl bastınldık-tan sonra bazı hususların görüşülmesi ve
düzeltilmesi için Osmanlı hükümeti tarafından oradan Petersburg’a(5)
gönderilmiştir. Bâb-ı Âli’nin, Avusturya harp divanlan tarafından idama mahkûm
edilen ve hiçbir kurtuluş yollan kalmayan Macar ihtilalcileri hakkında
gösterdiği koruyucu tutum ile Reşit Paşa Avrupa nazarında bir kat daha prestii
kazandığı gibi Fuad Efendi de görevlendirildiği işte sağlam bir tutum ve
etraflı bir anlayışla başarı göstermişti.
Petersburg’ta
iken Bâlâ rütbesi ile sadrazamlık müsteşarı olan Fuad Efendi, Âli Paşa sadrazam
olunca (Şevval 1268-1852) dışişleri bakanı olmuş, Mençikof’un olağanüstü
elçilikle İstanbul’a gelmesi dolayısıyla bakanlıktan aynlmış (1269-1853) ve
elçi ile yüz yüze gelmemiştir. Rus savaşından faydalanmak maksadıyla
kımıldanmaya başlayan
Yunanlıların
durumunu incelemek üzere 1270-1854’te Yanya’ya gitmiş ve Yunan çetelerinin
bastırılmasında çoğu kez orduya kendisi kumanda ederek idari işlerdeki akıllı
tedbirlerine ek olarak askerlik alanında da üstünlük göstermiştir. Bir onbaşı,
askerler namına kendisine bir ferahi takdim etmiş ve paşa da bunu fesine
takarak bir tarihi hâtıra olarak saklamıştır. Dönüşünden sonra Tanzimat meclisi
başkanlığı üzerinde olarak vezirlik rütbesiyle ikinci defa dışişleri bakanı
ohnuştur(1271-1855)(6).
Üçüncü
defa dışişleri bakanlığında iken Şam Olayı(7) meydana gelmiş, Fuad Paşa resmen
askeri komutanlık görevini de alarak tam yetki ile olağanüstü delege tayin
edildiği Şam’a gönderilmiştir. Mahalle çocuklarının kavgası ile başlayan olayın
ne yazık ki genişleyerek çıban haline gelmesi Müslüman ve Müslüman olmayan halk
arasında kanlı çatışmalara dönüşmesi üzerine Napoleone III. nm atak politikası
Fransa’yı olaya karışmaya şevketmiş otuz bin kişilik bir ordu hazırlanmasına
başlanmış ise de Fuad Paşa’nın çabuk hareket etmesi ve buna Paris Büyükelçisi
Ahmet Vefik Paşa’nın gayretinin eklenmesi ile Fransa’nın olaya karışma eylemi
tavsamış ve mesfele giderilmiştir. Fuad Pa-şa’nm yaptığı işlerden birisi
Arabistan Ordusu Müşiri (Mareşali) ve Şam Valisi Nazır Ahmet Paşa’yı azil ve
İstanbul’a iade ile muhakemesinden sonra Şam’da kurşuna
dizdirmesidir(1277-1860)(8). Bu Ahmet Paşa Harp Okulunun yetiştirdiği ilk
kurmay subaylardan olup dürüstlüğü ve temizliği ile tanınmış, namazında,
abdesinde Allah’tan korkan birisi idi. Geçen Rus savaşmda(1853 Osmanh-Rus
Savaşı) Tuna boyu hareketlerinde yararlık göstermiştir. Bir süre Harb Okulu
nazırlığında (müdürlüğü) bulunduğundan nazır lakabı buradan kalmıştı. Şam
olayında karışıklığı süratle bastıramamak suçundan yargılanmış, idam hükmü
kendisine bildirildiğinde “eğer devletin derdi benimle giderilecek ise kanım
helâl olsun” demişti. Şam’da Muhiddin-i Arabî(9) türbesine gömülmüştür. Şam
halkı bu kurbanı manevi değerler(evliya) rütbesine çıkarmıştır.
Fuad
Paşa Şam’da bulunduğu sırada Meclis-i Vâlâ ve Tanzimat Meclisi Başkanlığı(lO)
ve dördüncü defa Dışişleri Bakanlığı ile değerlendirildikten sonra Serkurena
aracılığı ile Mühr-ü Hümayun kendisi
ne
gönderildi. (1 Cumadiyülûla 1278-1861). Ertesi sene recebinde (23
Aralık
1862) ileri gelen bakanlarla sözbirliği ederek meşhur istifa mek
tubunu
sunmuş ise de(ll) bakanlar sözlerinde durmadıklarından Fuad Paşa sadrazamlıktan
düşmüş, ertesi hafta Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Ad-
liye
Başkanlığı’na (22 Recep 1279-1863) ve bir ay sonra seraskerlik makamına ve
padişahın Mısır gezisinde Yaver-i Ekremlik unvanına ve döndükten sonra da ek
olarak ikinci defa sadaramlık görevine kavuşmuştur (15 Zilhicce 1279-1867) iki
sene sonra azledilerek (21 Muharrem 1283-1866)(12) beşinci defa Dışişleri
Bakanı olarak Avrupa gezisinde padişahın yanında bulunmuştur (1284-1867).
İkinci sadrazamlığından uzaklaştırılmasına Padişah Abdülaziz’in Mısırlı Prenses
Tevhide Hanımla evlenme arzusuna kesin karşı koyması sebep olmuştur. Kalp
hastalığından rahatsız olduğundan geziden dönüşte hastalığı arttığından hava
tebdili için Yakacığa ve sonra doktorların tavsiyesi üzerine İtalya yolu ile
Güney Fransa’da bulunan Nice şehrine götürülerek “devlet işlerinin bilgili
doktoru ve millet gönlünün şifası iken kalp (hastalığına) çare bulunamayarak”
orada sonsuzluk evine göçmüştür (1285-1868). Fransa’da parlak bir anma merasimi
yapılarak cesedi bir devlet vapu-runa(13) bindirilerek İstanbul’a
getirilmiştir. Ölüsünü yıkayan ve cenazesini İstanbul’a getiren Paris
büyükelçiliği imamı meşhur Tahsin Hocadır. İstanbul’da büyük merasimle Fazlı
Paşa’da Üçler Camii mezarlığına gömülmüştür(14).
Ölümüne
Sami PaŞa “Gafur” kelimesinden bir düşürerek(15) meşhur tarihi söylediği gibi
Yusuf Kâmil Paşa’da “Sadr-ı Firdevs mekam oldu Fuad Paşa’ya” tarihini
söylemiştir.
Fuad
Paşa esprili konuşması ve hazır cevaplığı ile şöhret kazanır" mış olup
“bir ayağı üzerinde bin lafın belini bükerdi”. Neşeli konuş-ması, ataklığı ve
becerikliliği Reşit Paşa’dan üstündü. Aşağıda birkaç tanesini söyleyeceğimiz
nükteler ve gelişi güzel konuşmaları halk arasındaki atasözleri gibi İstanbul
ileri gelenlerinin ağızlarında dolaşırdı. Parlak bir zekâsı olduğundan devlet
işlerinde sıkılmaz ve amaca ulaşmak için çapraşık yollara sapmayarak saldır
saldır cadde de yürürdü. Memleket ve millet yararına uygun gördüğü önlemleri ve
eylemleri uygulamaya koymak için arkadaşı Âli Paşa gibi yer ve zamanın uygun
olup olmadığını uzun uzadı düşünmeyi ve ezilip büzülerek ince eleyip sık
dokumayı Sonuçsuz ve çıkmaz yola sapma sayardı. Böyle yapacağı şeyleri derhal
uygulamaya koymasından dolayıdır ki bazı önemli ve büyüde işlerde başarı
kazanmış, fakat birkaçı yarım kalmıştır. Birgün Sultan Abdülaziz kendisi ile
Âli ve Mütercim Rüştü Paşa arasında ne fark olduğunu sormuş, Fuad Paşa “bir
ırmak kenarına indiğimizde karşıya-kaya geçmek için bir köprü kurulduğunu
görsem ben hemen köprüye saldırırım, Âli Paşa köprünün sağlam olup olmadığını
incelemeye başlar ve geçit arar, Rüştü Paşa bir alay asker geçmedikten sonra
köprüye ayak basmaz” cevabını vermiş. Bu kıyaslama üçünün karekterini hakkıyla
açıklamaktadır.
Âli
Paşa Girit’te iken kendisi Rikâb-ı Hümayunda sadaret kaymakamı idi. Fransa
elçisinin Girit hakkında Bâb-ı Âliye resmî şekilde başvurduğu vakit kesin bir
dille verdiği bilinen red cevabı her yiğitin kârı değildir.
Hareketlerinde,
alışkanlıklarında ve davranışlarında keyfine göre serbest hareket etmeye
alışmış olan Sultan Abdülaziz Avrupa gezisinde filan saatte giyinmek, filan
saatte, filan davete uymak gibi dakikasında yapılması gerekli olan resmi
merasimlerden sıkılmıştı. Özellikle Osmah soyundan gelen padişahların Avrupa’ya
ilk gezisi olması dolayısıyla Paris ve Londra’da pek parlak hazırlıklar
yapılmış olması merasim cenderesini daha da sıkıcı bir hale koymuştu. Padişah
hazretleri bazen karşı koymak ister, inandırmak ve razı etmek için Fuad Paşa da
fazla yorulurmuş. Bu manevi yorgunlukların hastalığımı! artmasını etkilediği
söylenir. Deniz komutanlarımızdan rahmetli Rasim Paşa’dan işittiğime göre
İngiltere’ye geçmek için Calais(Kale)’ye geldiklerinde padişah hazretleri deniz
tutmasına dayanamadığmdan Manş Denizi’-nin dalgalı olduğunu bahane ederek
İngiltere’ye gitmekten vaz geçilmesini ve geri dönülmesini Fuad Paşa’ya
söylemiş. Fuad Paşa Rasim Paşa’yı çağırtarak padişahı razı etmesini rica etmiş.
Rasim Paşa Manş Denizi’nde birçok kereler gidip geldiğini (okuldan mezun
olduktan sonra yedi sene İngiliz Deniz Kuvvetlerinde çalışmıştı) ve fırtına
denilen şeyin karşı yakaya yakın biraz çırpıntıdan ibaret olduğunu ve Prens Dö
Gal’in(16) donanma ile karşılamaya geldiğini, İngiltere’de milyonlarca halkın
padişahın gelmesini ve onun yüce yüzünü görmeyi büyük bir arzu ile
beklediklerini, sözünü tutmamanın ileride politika bakımından büyük olumsuz
etkiler yapacağını anlatarak razı etmeyi başarmıştı. Gerçi makamı cennet olan
padişah denizden hayli rahatsız olmuş ise de Londra’da yapılan olağanüstü
parlak karşılama törenlerinden memnun kaldığından sonra Rasim Paşa’ya “paşa iyi
ettikte Londra’ya geldik, gelmemezlik olmayacakmış” demiş.
Bu
Avrupa gezisine az insanla çıkılmamış, bir gemi dolusu maiyet ile gidilmişti.
Kebabcıbaşı, Hamurcubaşı, Pilavcıbaşı, mutfak kâtibi ve benzeri kişiler grupta
bulunmakta idi. Toulon’a varıldığı zaman
ağalar
rıhtıma çıkarlar; padişahı rıhtımda karşılayacak olan kurulda To-ulon deniz
komutanının karısı da bulunuyormuş. Bizim periyor saatli ve gümüş köstekli
aşçılar dekolte madamın etrafını çevirerek bıyık burmaya başlamışlar, kadının
sıkılmaya başladığını gören Fuad Paşa hemen rıhtıma atlayarak ağalan
uzaklaştırdıktan sonra takdim ve görüşme sırasında madama “geçen sene kolera
baskınına uğradınız (bir sene evvel güney Fransa’da kolera çıkmıştı) bu sene de
Türklerin hüc-muna uğruyorsunuz” demesi üzerine kadın “Ekselans bu onun yerini
doldurur” karşılığını vermiş.
Yabancı
bir lokalde büyük devletlerin gücünden ve büyüklüğünden bahsedilirken Fuad Paşa
“en kuvvetli devlet Osmanlı Devleti’dir. Siz dışardan ve biz içeriden yıkmaya
çalışıyoruz yine yıkamıyoruz” demişti.
Hocapaşa
büyük yangınından sonra (17) sokakların düzeltilmesine ve caddelerin
genişletilmesine ön ayak olduğundan yola rastlayan türbe ve medreselerin
yıkılması lazım gelmiş, halk her zamanki gibi söylenmeye ve paşaya lânet
okumaya başlamış; Divanyolu’nda türbeleri yıkılan “Köprülü Mehmet Paşa ile
Finiz Ağa’mn ululuğundan korkmalıdır” diye uyarmalarda bulunan birine Fuad Paşa
“Köprülünün gönlünce hareket ettiğimden dolayı onun ruhunun şad olacağından
eminim, Firuz Ağa’ya gelince, onun gibilerini benden evvel gelen sadrazamlardan
katledenler olduğundan ondan da çekimem’ ’ cevabını ver-diği gibi yeni açılan
caddelerin kaldırımlarını öven bir başkasına da Sı “evet, o kaldırımlar bize
atılan taşlarla yapılıyor” demiştir.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Keçecizade İzzet Molla’ntn biyografisi VI. sayılı makalede açıklanmıştır.
·
2
— Türkiye’de ilk yüksek tıp okulu 1826 yılında Mahmut II. zamanında ordu
nun
doktor ihtiyacını karşılamak için kurulmuş olduğundan mezunlan askeri doktor
olarak orduda çalışmışlardır. Bu ilk tıp okulunda ilk yıllarda öğretim tamamen
Fransızca idi. Tıp deyimlerinin çoğu Latince olduğundan mecburi dersler
arasında Latince de vardı. Paşa her iki dili de bu okulda öğrenmiştir. Bu okula
öğrenci yetiştiren o sırada başka okul olmadığından gerekli genel kültür
dersleri de programa alınmıştı. Bu yüzden öğretim süresi 10-15 sene idi.
3—
Macar ihtilali, 1848yılında Fransa’da başlayıp sonradan diğer Avrupa ülkelerine
de sıçrayan özgürlük mücadelesinin Avusturya idaresinden kurtulmak için
Macaristan ’da çıkan ihtilaldir. AvusturyalIlar isyanı kendi güçleriyle bas
tıramayınca Ruşiardan yardım istemişlerdi. Bu ihtilalin Osmanlı idaresindeki
Romanya'ya sıçramaması için gerekli tedbirleri almak üzere Fuad Paşa hükümet
tarafından Bükreş’e gönderilmişti.
·
4
— Memleketeyn, bugünkü Romanya yi teşkil eden Eflak ve Boğdan ’a OsmanlIlar
tarafından
verilen isimdir. 5 — Petersburg (Sen Petersburg)
bugünkü Leningrad şehri olup o sırada Rus çarlı ğının
başkenti idi.
·
6
— Fuad Paşa bu sırada Tanzimat meclisi başkanı değil üyesidir. Dışişleri bakan
lığına
getirilmesi ve kendisine vezirlik rütbesi verilmesi Âli Paşa ’nın ikinci defa sadrazamlığı
sırasında yani 16 Şaban 1271-1855 tarihindedir ki ayni zamanda Tanzimat meclisi
Başkanlığı görevi de verilmişti.
·
7
— Cebel-i Lübnan denilen bugünkü Lübnan da 1860yılında Müslüman Dürzi-
lerle
Hıristiyan Martiniler arasında devam eden anlaşmazlığın artması ve tam paşanın
Beyrut'a vardığı sırada Şam’da da sokakta oynayan çocuklar arasında meydana
gelen basit bir olayın Hıristiyan ve Müslümanlar arasında silâhlı çatışmaya
dönüşmesinden pek çok insan ölmüştü. Öteden beri Suriye re Lübnan üzerinde gözü
olan Fransa, Hıristiyanların öldürülmesini bahane ederek buraya asker ve
donanma göndermeye kalkıştı. Fuad Paşa 1276-1860yılında dışişleri bakanlığı
göreviyle olağanüstü delege olarak Suriye
’rr gönderildi.
Paşa burada şiddetli tedbirlerle isyanı Fransa'nın işe karışmasına fırsat
vermeden bastırdı. Bu arada Şam valisi ve Arabistan Ordusu Kumandanı Ahmet Paşa
ile birkaç subayı da idam ettirdi.
·
8
— Kitapta Ahmet Paşa ’nın İstanbul ’a gönderilerek muhakeme edildikten sonra
Şam
’da kurşuna dizdirdiği yazılmakta ise de Ahmet Paşa İstanbul'a gönderilmemiş
orada bir albay ve bir yarbayla beraber kuşuna dizdirilmiştir.
·
9
— Mııhiddin-i Arabi büyük İslâm filazoflarındandır. XIII. yüzyılda Şam 'da öl
müş
iy orada gömülmüş ve adına bir türbe yapılmıştır. Kendisine büyük şeyh
anlamımla Şeyh el-Ekber denmiştir.
·
10
— Fuad Paşa henüz Şam'da iken padişah Abdülmecit ölmüş re yerine kardeşi
Abdülazizgeçmişti. Bu sırada Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-t Adliye"ile
"Meclisi Âli-i Tanzimat" birleştirilmiş re başkanlığına da Fuad Paşa
getirilmiştir. (6 Muharrem 1278 1861). Yazar her iki meclisi birden işaret
etmiş olmalıdır. Ve "dördüncü defa Dışişleri Bakanlığı ile
değerlendirildikten sonra., "ifadesi de sanki bu görevler üzerinde iken
dördüncü defa Dışişleri Bakam olmuş gibi bir anlam taşıyan bir cümle kurmuştur
ki bunun bir dil sürçmesi veya eskilerin deyimi ile bir "Zaaf-ı
telif" yani ifade düşüklüğü olması mümkündür. Çünkü Fuad Paşa ayni senenin
ve ayni ayın sonunda Dışişleri Bakanlığına getirilmiştir.
·
11
— Fuad Paşa bir sene sonra sarayın (padişahın) hükümet işlerine fazla karışma
sına
dayanamayarak Âli, Yusuf Kâmil, Mütercim Rüştü Paşalarla aldıkları müşterek
karar gereğince istifa etmişlerse de Rüştü Paşa bu karara uymamıştı. Bunun
üzerine Yusuf Kâmil Paşa sadrazamlığa ve Ali Paşa Dışişleri Bakanlığı’na
getirilmişlerdir.
·
12
— Sadrazamlıktan alınmasına Sultan Abdülaziz ’in Mısır Hidivi İsmail Paşa ’-
nın
kızı Tevhide Hanımla evlenmek istemesine, bu evliliğin devletin başına yeni
birtakım zorluklar doğacağım düşünen Fuad Paşa’nın engel olması sebep olmuştur.
·
13
— Fuad Paşa’nın cenazesi Fransa hükümetinin Ronar adlı devlet gemisi ile İs
tanbul’a
getirilmiş ve kalabalık bir cemaatle İstanbul’da Fazlı Paşa civarındaki özel
türbesine gömülmüştür. Türbe bugün Fuad Paşa türbesi adıyla anılır.
·
14
— Yukarıda belirttiğimiz gibi Üçler Camii avlusundaki mezarlığa değil bugün
de
Fuad Paşa Türbesi diye anılan kendi türbesine, gömülmüştür.
·
15
— Bu Sami Paşa yakın devir politika adamı ve yazar Hamdullah Suphi Tannö-
ver’in
büyük babası Abdurrahman Sami Paşa’dır. Manzumenin son beyiti
Tarihtir
îsm-i gafur_
Lâbüd
eder Sırr-i zuhur Affolunur her bir kusur Allah pes baki heves “1285-1868’’
·
16
— Prens Dö Gal, İngiltere veliahdinin unvanıdır. İngiltere'de krallık geleneklerine
göre veliahd olan hükümdarın büyük oğlu Gal prensi unvanını taşımaktadır.
·
17
— Mahmut II. zamanında 1827yılında İstanbul’da Sirkeci meydanı ile Ebussu-
ud
Caddesi arasındaki Hocapaşa denilen yerde çıkan büyük yangın. Bu yangında
bugünkü valilik binasının bulunduğu eski Bâb-ı Âli binası dayanmıştı.
XIII
TANZİMATIN
ÜÇ BÜYÜKLERİNİN MUKAYESESİ
Bu
makalede Tanzimat’ın üç büyükleri sayılan Reşit, Âli ve Fu-ad paşaların resmi
ve özel hayatlarına ait mukayeseli biraz bilgi vereceğiz.
Hoca
ve yol gösterici Reşit Paşa olmak üzere öğrencileri Âli ve Fuad paşalar meslek
ve esas bakımından “Üçler” demeye lâyık ve birbirine bağlı bir siyasi bütün
meydana getirmişlerdir. Islahat ve yenilik kelimeleri söylendiği zaman evvela
Sultan Selim III. ve sonra da mutlaka adı geçenler hatıra gelir ve güzel
anılarıyla gönüller ferahlar. Rahmetli Padişahım (Selim III.) baha biçilmez
çalışmaları sonuçsuz kalmaya mahkûm ve bir anda yok olduğu, bunun da kesin
karar yetersizliğinden ileri geldiği malumdur. Sultan Selim III. ve
yanındakiler, yeni nizamları çekiştirmeyi ve ayıplamayı iş güç edinen belli
kişilerin dillerini kesmek suretiyle susturmayı başarsalardı Osmanlı
Devleti’nin ilerleme yolunda yüzyıl kazanacağı şüphesizdi. Ne fayda ki yumuşak
huyları, memleket ve milletin hayırlı ve faydalı gelişmelerini önleyen tedavisi
çok güç bir derde sokmuştu. Üçler bu geçmiş dersten örnek almışlar,
giriştikleri büyük işi başarmaya, yarım bırakmamaya, sağlam esaslara bağlamaya
gayret etmişler, karşı olanların müstebit çirkin seslerini boğmak için
boğazlarım sıkmaktan çekinmemişler, devlet ve millete nefes aldırmışlar,
tutumları birbirine uygun olmadığı halde ayni ilerleme fikrini takibe devam
etmişler ve ayni amaca ulaşmak için müşterek bir yol izlemişlerdir.
Bu
girişimleri gerçekleştirme alanına koymak ve uygulamak kolay değildi. Birçok
didinmeye, uğraşmaya,boğuşmaya bağlı idi. İşte bu kararlı mücadele
yorgunluğundandır ki Reşit Paşa Altmış (1214-1274 = 1799-1857), Âli Paşa elli
sekiz (1230-1288 = 1814-1871), Fuad Paşa elli beş (1230-1285 = 1814-1868) sene
ancak yaşayabilmiş-lerdir. Reşit Paşa’ya yetişemedim. Âli Paşa zaten zayıf olup
veremden öldü. Fuad Paşa’yı görenler altmışı geçkin bir ihtiyar farzederlerdi.
Bu
yorgunlukların kökü rakiplerinden ve düşmanlarından ziyade uymak zorunda
oldukları yüksek makam (padişah) idi. Padişah sarayını iç ve dış ayartmalardan
uzak tutmak gerçekten zordu. Sultan Ab-dülmecit uysal görünmekle beraber Reşit
Paşa’nın bitip tükenmeyen sözlerinden ve bilgiç önerilerinden ve dediğini
yaptırmak için âdeta zorlamasında bıkkınlık getirmeye başlamıştı. Eski
Serkurena Hacı Ali Pa-şa’nın bana anlattığına göre saraya yeni girdiği gençlik
günlerinde Hırka-i saadette toplantı yapıldığı birgün kutsal dairenin arka
tarafına doğru yürüyen padişahın ağlayarak “bu adamın elinden beni kurtar”
diyerek Hazret-i Peygamber’e dua edip başını duvara vurduğunu görmüş; derhal
oradan çekilip olayı bir büyüğüne anlatmış. Bir daha böyle her yere
sokulmamasını kendisine sıkıca tembih etmişler. Hacı Ali Paşa bunu anlattıktan
sonra “sonradan anladığıma göre padişahın kurtulmak için dua ettiği Reşit Paşa
imiş. Çünkü padişahlar sürekli akıl hocalığını çekemezler ve kendilerinden
üstün düşünen bakanlarını hazmedemezler” sözlerini de eklemişti.
Zaman
geçtikçe padişahın devlet işlerindeki bilgisi ve tecrübesi artarak Reşit
Paşa’nın söylediklerine işaret koymak ve sonradan bunlarla çelişen bir teklifte
bulunursa yüzüne çarpmak usulüne başvurmuş, Reşit Paşa’nın yaşının ilerlemesi
dolayısıyla gençlik cevheri azaldığından eski zekâsı ve zihni parlaklığı
kalmadığından padişahın itirazlarına cevap bulmakta zorluk çektiği görülmüş,
Serasker Rıza Paşa’dan duyduğuna göre bir bakanlar kurulu toplantısı günü
padişah Topkapı-yı Sarayı’na gelmiş; Reşit Paşa’nın padişahın yanma gitmesi
gerekmiş, bakanları dağılmamalarını rica ederek “efendimizin sorularına cevap
vermeye artık gücüm yetmiyor, meclis devam ediyor diyerek yüksek iznini alır ve
gelirim, toplantıya devam ederiz” sözlerini söylemiş.
Âli
Paşa da ayni zorluğu çekmişti, ancak kendisi doğuştan alçak gönüllü fakat fazla
konuşkan olmamakla beraber Sultan Abdülaziz Han küçük devlet işleriyle o kadar uğraşmadığından
sadrazamın gayet saygılı davranışlarla bin dereden su getirerek ve ellerini
uğuşturarak ileri sürdüğü karşı sözlerine katlanır, fakat fazla hiddetli
olduğundan Âli Paşa ipi koparmamak için tedbirli hareket etmeye mecbur kalırdı.
Büyük kardeşinin kılı kırk yaran ince nezaketiyle Abdülaziz’in gösterişli
hiddeti tezad teşkil ederdi. İşte Âli Paşa için bir taraftan bu inceliğe gayet
dikkat etmek ve diğer taraftan Bâb-ı Ali’nin bağımsızlığını korumaya özen
göstermek gerekiyordu. Bununla beraber Âli Paşa’nın ölümünü padişahın üzerinden
büyük bir yük kalkmış gibi düşünceler olmuştu.
Fuad
Paşa açık davranışları, bol ve tatlı sözleriyle padişahın hoşuna giderdi. Fakat
birinci sadrazamlığında ileri gelen bakanlarla sadrazamlığı kabul etmemek üzere
anlaşarak bilinen istifasını vermesinden çök ikinci sadrazamlığında Mısır
Valisi îsmail Paşa’nm kızı Tevhide Hanım’la padişahın evlenmesine kesin olarak
razı olmaması kırgınlığına sebep olmuştu.
Üçlerin
karşılaştıkları iç sıkıntılardan birisi de mali zorluklardı. Borçlanma kapıları
henüz açılmamış olduğu o sıralarda bütçeyi dengede tutmak için tutumlu bir
yönetim zorunlu iken masraflar ve israflar aşıp taşmakta, saray hâzinesinin
giderleri her sene geniş ölçüde açık vermekte idi. Para bulunması ise hem
gerekli hem de zordu. Çıkarılan hazine tahvilleri maliye için zararlı olduğu
gibi kâğıt para da dikiş tutturamadı. Böyle âni ve geçici tedbirler geçici
olarak ihtiyacı gidermekte ise de devlet hâzinesinin menfaatine ve itibarına
dokunucu şeylerdi.
Sultan
Abdülmecid Han’ın birgün Bâb-ı Ali’ye gelerek israfların önlenmesi hususunda
bakanlar kurulunda padişah fermanı okutturması ve açıktan maaş alan damad
paşaları azil ve bir aralık Damad Mehmet Ali Paşa’yı sürgün ettirmesi (1) bir
gösteriden ibaret kalmıştı.
Sultan
Abdülmecit Han’ın Reşit Paşa’yı azil ve yerine Âli Paşa’yı tayin etmesi
(1268-1851) aralarını açmak maksadından ileri gelmekte idi. Gerçi Reşit Paşa’nm
düşmesinin sebebi olan mali meselelerde Âli Paşa da ısrar ederek iki ay sonra
azledilmiş ve hocasımn yolundan ayrılmadığını göstermiş ise de Reşit Paşa
bundan sonra öğrencisini kınamaktan kendisini alamamıştır. Âli Paşa ise sabırlı
bir hareket hattı güderek efendisini gücendirmemeye elinden geldiği kadar
çalışmıştır. Âli Paşa İzmir valisi iken (1269-1852) Amerika ile Avusturya
arasında bir Macar sığıntısı meselesinden dolayı şiddetli bir anlaşmazlık
meydana gelmişti.
Marten
Kosta adındaki bu Macar sığıntısı Amerika uyruğuna girip İzmir’de gezerken
Avusturya konsolosunun emriyle tutuklanmış ve limanda bulunan Avusturya harf
gemisine götürülerek hapsedilmişti. Bu olayı Amerika hükümetinin şiddetli bir
protestosuna sebep olduğu gibi İzmir Limanında bir de Amerikan gemisi
bulunduğundan iki harp gemisinin birbirlerine top atmak derecesinde düşmanlık göstermesine
ve şehir halkının telaş ve heyecanına sebep olmuştu. Bâb-ı Âli ise hakkı yerine
getirmeye ve diplomasi yolu ile ara bulmaya ve mahalli hükümeti korumaya
çalışacağı yerde Âli Paşa’yı çürütmek ve bir vilâyet idaresinde bile
güçsüzlüğünü meydana çıkarmak için pek gevşek davrandı. Âli Paşa bu yaranın
etkisi ile istifaya mecbur oldu.
Âli
Paşa dördüncü defa Dışişleri Bakanlığına atandığı zaman (1273-1856) bakanlığa
gelip memurların tebriklerini kabul etmemiş, biraz oturdukdan sonra istifasını
sunarak evine çekilmişti. Yakınlarına “Reşit Paşa beni İngiltere elçisi ile
tutuşturarak zor duruma sokmayı düşünmektedir” demişti Reşit Paşa’nm ölümünden
sonra ilk işi o elçiyi İstanbul’dan kaldırtmak olmuştur. Bu hususta İngiltere
hükümetine gönderdiği bildiride “İngiltere Devleti Osmanlı Hükümetini Rus
Saldırılarından kurtarmak için Sivastapol seferini yaptığı halde Lor d
Strat-ford Redclif’in (eski Canning) saldırısı ile karşı karşıya bırakmıştır”
cümlesi yazılı imiş.
Fuad
Paşa Reşit Paşa’nm gözünde rakip olacak duruma henüz ulaşmamış idi. Sonradan
Âli Paşa ile olan ilişkileri hiçbir zaman çeke-memezlik derecesine varmamış
anlaşma halinde devam etmiştir.
Yukarıda
anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere siyasi amaç ki devletimizin
yükselmesidir, konusunda bir ağız ve bir görüşte olan üçlerin ayrı
karakterlerinden dolayı izledikleri yol ve usuller pek benzerlik göstermezdi.
Ayni paralelde ve uygun olanları olduğu gibi birbirinden farklı ve birbirine
uymayanları da vardı. Reşit Paşa ulaşmak istediği amacı kesin bir bilgin bakışı
ile kestirerek elde edilmesi için gerekli tedbirlere güven ve cesaretle girişir
ve önüne çıkan engelleri kuvvetli vuruşlarla yıkıp devirirdi. Hattâ başarıyı
doğru yolda göremezse çarpık yollara sapmaktan bile çekinmezdi. Devlet adamı
olma bakımından diğer ikisine de üstün idi.
Âli
Paşa’nm uzak görüşlülüğü hocası kadar keskin olduğu halde ağır hareket eder,
fazla ihtiyatlı, cesaretli ve yıkıcılık gücü az, doğru yoldan ayrılmaya
karakteri müsaid değildi. Mutedil ve muhafazakâr eğilimli idi. Devletin
temelini sarsacak ve alışılmış usulleri geniş ölçüde değiştirecek işler
yapmaktan çekinirdi. Bu akıllı ve ılımlı tutumundan dolayı devlete sağladığı
faydalar inkâr edilemezse de içişlerdeki hizmetleri Reşit Paşa derecesine
varamamış, fakat diplomatlıkta ondan daha ileri olduğuna ve Bâb-ı Âli’nin dış
politikasını en yüksek noktasına çıkardığına, bilenler ağız birliği
etmişlerdir.
Fuad
Paşa, Reşit Paşa gibi bilgiç düşüncelere ve Âli Paşa gibi yavaş harekete ve
ağır yürüyüşe iltifat etmez, hedefe süratle giderdi. Fakat yolunu iyice
incelettirmediği ve pürüzlerini ayıklamadığı için sendelediği de olurdu.
Bereket versin babasından miras olan açık kalpliliği ilerisini gerisini pek
düşünmeyen karakteri kendisini üzüntüye ve ümitsizliğe düşürmez ve bildiğinden
şaştırmazdı. En son söyleyeceği sözü en evvel söylerdi. Bu huyundan dolayıdır
ki rakiplerini uzaklaştırma konusunda iki öncekiler kadar şiddet taraftarı
olmamıştır.
Şurasını
da ilave edelim ki memleketin imarı bakımından üçü de gevşek davranmıştır. Fuad
Paşa’nm İstanbul’da yangın yerlerinde caddeleri genişletmek gibi önemsiz bir
belediye hizmetinden başka büyük hizmetleri görülmemiştir.
Reşit
Paşa’nm zevkinin inceliğine örnek olarak rahmetli Sahip ' Molla’dan naklederler
ki Molla, geçliğinde rütbesinin yükseltilmesi do-İ layısıyla
babasının tavsiyesi üzerine Reşit Paşa’ya teşekküre gitmiş. YaI lıya yeni hasır
döşenmiş. Sadrazamın odasına girdiğinde oda sarıya bo-! yanmış, döşemeler ve
perdeler hep sarı renkte kumaştan yapılmış; pa şa kanarya sarısı şellaki entari
ve üstüne san şam hırkası giymiş, tertikleri san ve parmağında san yakut
yüzük varmış. Bunu anlatırken rahmetli paşanın hangi odada oturduğunu da
eliyle göstermiş. Orada
i
bulunanlardan birisi “efendim böyle ince tabiatlı devlet adamımız el-’ bette
şimdi yine vardır” demesi üzerine Sahip Bey “ey artık örtki ölem” cevabını
vermiş.
Soylulukta
Âli Paşa her ikisinin de altında idi. Bir aktar oğlu iken kapısını
onlardan fazla açmış ve onların üstünde cömerdlik göstermiş ve daha fazla para
harcamıştır. Mısır Hidivi(İsmail Paşa) tarafından iki defa borçları ödenmiş
olmasına rağmen ölümünde bıraktığı şeyler borcuna yetmemişti. Gerçi Reşit Paşa
da sonraları Baltalimanındaki yalısını 50 bin kese kadar bir paraya karşılık
devlete satmaya mecbur olmuştu. Amma gerek kendisi ve gerek Fuad Paşa
mirasçılarına yeteri kadar servet bırakmışlardı.
Rahmetli
Müşir (Mareşal) Fazlı Paşa’dan işitmiştim ki kendisi padişah yaveri iken ferman
götürmek göreviyle Bağdat’a gidip oradan Istabl-ı Âmire için beş on baş cins
kısrak ve tay getirmiş. Bir tanesini de Âli Paşa’ya takdim etmiş. Bir kaç gün
sonra kethüda efendiden bir davet kâğıdı aldığından sadrazamın konağına gitmiş.
Âli Paşa’nm huzuruna çıktığında hediyesinden dolayı pek fazla teşekkürlere ve
“beni unutmadığınıza ne kadar memnun oldum, vefakârlık ve kapı yoldaşlığı böyle
olur” gibi gönül alıcı iltifatlara boğulmuş. Kendisi bu kadar iltifatla bir tay
değer diye düşünürken kapının arkasında kethüda efendi “size layık değil ama”
diyerek eline, içinde 350 altın bulunan bir kese sıkıştırmış.
Haşan
Paşa’dan da duyduğuma göre padişah yaverlerinden ve henüz teğmen iken bir
şenlik akşamı sadrazama hemen ulaştırılmak üzere eline mabeyn başkâtibi bir
yazılı kâğıt vermiş. Akşama yakın ve hava yağmurlu imiş. Âli Paşa da hava
tebdili için Bostancının üstünde bulunan bugün(2) Müşir Edhem Paşa
mirasçılarının elinde bulunan köşkte oturuyormuş. Haşan Bey kayıkla Üsküdar’a
geçmiş,süvari karakolundan bir hayvanla yanma iki nefer alarak köşke gitmiş;
vardığında yazıyı sunduktan sonra bir müddet dinlenmesi için kendisine bir oda
gösterilmiş ve önüne mükemmel hazırlanmış bir kahvaltı tepsisi ile bir bohça
çamaşır getirilmiş. Çamaşırını değiştirip yemeği bitirinci-ye kadar ıslak
çamaşır ve elbisesi kurutulmuş ve ütülenmiş olarak geri verilmiş. Tekrar
giyinerek yazının cevabı olup olmadığını sormak için Âli Paşa’nm yanma
girdiğinde “beyfendi ıslandınız ve yorulduğunuz, vakit de gecikti, fakat
padişaha hizmet ayni zamanda nimettir” gibi gönül alıcı sözlerden sonra kapının
önünde atlı askerlerini bulamamış ise de çift atlı bir faytonu hazır bulmuş.
Çamaşır bohçası faytonun içinde imiş ve çıkarken kethüda efendi yüz altınlık
bir keseyi eline sıkıştırmış.
Borçlu
bir adam için cömertliğin ve ikramın bu derecesinin hoş olup olmadıklarını
araştırmayacağım. Maksadım bu adamların yaşama tarzları hakkında bir fikir
vermektir.
Fuad
Paşa için yapılan konak sağlığında geri alındığı gibi (şimdiki) maliye
nezareti(3) Âli Paşa için yapılan konak da ölümünden sonra bir gece
mirasçılarından acele geri alınmıştı.
Üçlerin
alafrangalıkla en fazla dile düşeni Fuad Paşa idi. Lâkin rahmetli aldırmazdı.
Âli Paşa halka dönük davranışlara yer vermediğinden sadrazamlıkları halk
tarafından iyi karşılanmazdı.
Reşit
Paşa’nın beş oğlu olmuştu. Bunlardan Galip Paşa padişahla akrabalığa kavuşmuş
ise de bir gece Boğaziçi’nde bindiği kayığa bir şilep çarpmasıyla boğularak
ölmüştü. Diğer oğlu Cemil Paşa üç defa Paris Büyükelçisi olmuş, Mithat Paşa’nm
sadrazamlığı sırasında Dışişleri Bakanı olarak İstanbul’a çağrılmış ve Rusya
imparatorunun Ben-der’e gelişi dolayısıyla protokol gereği karşılama göreviyle
deniz yolu ile gittiği bu yerden trenle dönerken vagonda birkaç saat içinde
ölmüştür. Zeki, iyi huylu, kibar davranışlı ve henüz kırkbeş yaşında idi.
Âli
Paşa’mn da üç oğlu kalmıştı. En büyükleri olan Ali Fuad Bey babasının burnundan
düşmüş, eğitim,öğretim ve zekâ bakımından babasından üstün idi diyenler varda-.
Gayet zayıf bünyeli olduğundan genç yaşında vergi emini iken ölmüştür. Mabeyn
başkâtibliğinde ve Eğitim Bakanlığında da bir süre görev yapmıştı.
Fuad
Paşa’mn oğulları Nazım ve Kâzım beyler anneleri gibi fazla şişman olduklarından
genç yaşlarında babalarının sağlığında kalpten ölmüşlerdir.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Damad Mehmet Ali Paşa, padişah Sultan Abdülmecid'in kız kardeşi Âdile Sultan’m
kocasıdır. Kapudan-ı derya ve sadrazam olmuştur. Kırım Savaşı sırasında
birtakım kanunsuz harcamaları görüldüğünden bir müddet Kastamonu’ya sürgün
edilmiştir.
·
2
— Yazarın yaşadığı ve bu yazılan yazdığı sıralarda.
3—
Bugün Beyazid’de Üniversite merkez binası yanında Eczacılık Fakültesinin
bulunduğu binadır. Cumhuriyet devrinde evvela İstanbul Erkek Lisesi ve sonra da
Tıp Fakültesi askeri öğrencileri için pansiyon olarak kullanılmıştır.
XV
SADIK
RIFAT PAŞA
Geçen
yüzyılın ortalarında yetişerek akranları arasında sivrilen Mustafa Reşit Paşa,
İbrahim Sarım Paşa, Mehmet Şekip Paşa, Âli Paşa, Fuad Paşa gibi devlet
adamlarından birisi de Sadık Rifat Paşa’dır. Bunların hocaları Pertev ve Âkif
paşalardır. Kronik hale gelen birbirini çekememezlikleri her ikisinin de
bahtsızlığına ve felaketine sebep olan bu paşalardan evvelkisi (Pertev Paşa)
saf ve temiz yürekli, adam yetiştirmeye fazla düşkün olduğundan bürolardaki
genç memurların seçkinlerini özel surette korur ve onlara evlat muamelesi
göstererek yükselmelerine ve güçlenmelerine, siyasi eğitimlerinin gelişmesine
gerçekten çalışırdı. Âkif Paşa ise şahsi çıkarını düşünür, katı yürekli ve
kıskanç tabiatlı olduğundan yanında çalışanlara karşı o derece teşvik ve samimilik
göstermez, resmî büro işlerinde usulü dairesinde ancak bir yol göstericilikle
yetinirdi. Bununla beraber siyasi görüşü, tutumu itibariyle ve devlet adamı
olmak bakımından Âkif Paşa haset ettiğinden üstündür.
Bu
yüzyılda Rifat Paşa takma adıyla (mahlası ile) iki kişi vardı. Birisi
biyografisini yazdığımız Sadık Rifat Paşa ve diğeri Halil Rifat Paşa’dır. Halil
Rifat Paşa meşhur Hüsrev Paşa kölelerinden olup efendisinin hazinedarlığından
yükselerek vezirlik ve müşirlik (mareşal) rütbelerini kazanmış, padişah
akrabalığı şerefini elde etmiş ve efendisinin üzerine 1252-1837’ de serasker
olmuştu. Rifat paşaları birbirinden ayırmak için evvelkisi yalnız Rifat Paşa ve
İkincisi Halil Paşa adıyla anılmıştır.
İran
büyükelçiliğinin karşısında şimdi bayındırlık bakanlığınm(l) bulunduğu bina
ecdadından Rifat Paşa’ya kalmıştır. Eski konak, Ho-capaşa büyük yangınında
yanmış olduğundan şimdiki binayı oğlu Rauf Bey yaptırmış ve mirasçılar
tarafından sonradan devlete satılmıştır. Boğaziçi’nde Çubuklu denilen yerde
Rifat Paşa’nın sahilhanesi bulunduğundan burası yakın zamanlara kadar Rifat
Paşa Mahallesi diye anılırdı.
Mehmet
Sadık Rifat Bey 1222-1807 şaban (ayı) sonlarında İstanbul’da dünyaya
gelmiştir.Bundan dolayı Mustafa Reşit Paşa’dan sekiz yaş küçük ve Âli ve Fuad
paşalardan sekiz yaş büyüktür. Babası devlet adamlarından Masarifat Nazırı Hacı
Ali Bey’dir. Bir sene Enderun-ı Hümayuna devamdan sonra sadrazamlık mektubi
kalemine başlatılarak kavrayışı ve anlayışı, gayret ve çalışkanlığı ile pek
çabuk üstlerinin takdirini kazanmıştır. Mora İhtilâli (Yunan İsyanı) ve ondan
sonraki Rusya seferi ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa olayı gibi birbirini kovalayan
hadiseler Osmanlı Devleti’nin yalnız içişleri halinde kalmamış, politika
alanına da sıçrayarak yabancıların işe karışmasına sebep olduğundan Bâb-ı
Ali’yi pek fazla uğraştırır ve bu meselelerin gerek içte çözüm yollarını aramak
ve gerek dış duruma uygun bir şekil vermek için genel ve özel meclis ve
kongrelerin ardı arası eksilmezdi. Bu görüşmelerde Rifat Bey kâtiplik
hizmetinde kullanıldığı gibi elçilerle yapılan konuşmalarda görüşülenleri
yazmakla da görevlendirildiğinden Divan-ı Hümayun âmedcisi Mustafa Reşit Bey’in
(Paşa) ek görev olarak Paris büyükelçiliğine tayini üzerine bu göreve de Rifat
Bey vekâlet etmiştir. (1250-1834) Mülkiye Nazırı Pertev Paşa, bazı önemli
işlerin şifahen bildirilmesi ve müsade alınması için Rifat Bey’i aracı olarak
kullandığından adı geçen daha 30 yaşlarında iken devlet sırlarını öğrendiği
gibi Bâb-ı Âli ve saray tarafından değeri ve önemi iyice artmıştı. Reşit Bey’in
(Paşa) Paris elçiliği üzerinde kalarak Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığına
atanması üzerine Rifat Bey asil olarak âmedci atandı. Pertev Paşa’-nın sürgün
edilmesi ve Edirne’de öldürülmesi dolayısıyla Âkif Paşa’-nın nüfuzunun artması
ile Pertev Paşa taraftarları hakkındaki kini de arttığından Rifat Bey
âmedcilikten azledilerek Viyana elçiliğine tayin edilmek suretiyle Bâb-ı
Âli’den çıkarılmış ve devlet merkezinden uzaklaştırılmıştı.
Elçilik
görevi Rifat Bey için kahır yüzünden büyük bir lutuf oldu. Çünkü Avusturya
başvekili meşhur Prens Meternih ile sık sık buluşması, dostluk etmesi ve hattâ
en yakınları arasına girmesi ve Avrupa’nın siyasi durumunu iyice görebilmesi
zihni gelişmesini sağlamış ve dünya politikası, devletlerin ve milletlerin
hayati meseleleri hakkında İstanbul’da edindiği teorik bilgileri, yeni ve
etkili görüşlerle daha da kuvvetlendirmişti. Prens Meternih Osmanh Devleti’ne
öteden beri içişlerini düzeltmesini ve memleket güvenliğini ve halkın haklarını
rahat ve zenginliğini sağlamasını tavsiye etmekten geri kalmaz, içişlerini
dü-zeltemeyen bir devletin çeşitli dertlerden kurtulamayacağını, şan ve
şerefinim gerçek ve devamlı olamayacağını, dışarıda da itibar ve onuru
kalmayacağından politikasının parlayamayacağım defalarca söylemiş
ve
yazmış olduğundan, Osmanlı Devleti’nin yaptığı Tanzimat ve ıslahatı yerinde
bulduğu gibi uygulaması hakkında da kafasında birtakım tasavvurları vardı.
Paşanın iki sene süren elçiliği sırasında Avusturya İmparatoru Ferdinand’m
İtalya krallık tacını giyme merasimine diğer elçilerle beraber davet edilerek
Viyana’dan Milano’ya gitmiş ve bu münasebetle uğradığı ve gördüğü yerlere dair
hatıra çeşidinden bir saya-hatname yazmıştır(2).
Abdülmecid’in
tahta çıkmasından sonra Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa Rifat Bey’i (Paşa)
müsteşarlığa getirmiş ise de Mısır meselesi yeniden alevlenerek Nizip olayı
üzerine en gergin bir devreye girdiğinden, Rifat Paşa bu işin içyüzü hakkında
tam ve doğru bilgiye sahip olduğundan dolayı, olayın bir sonuca bağlanmasına
kadar bir müddet daha Viyana’da kalması uygun bulundu ve 1255-1839 ramazan ayı
sonlarında İstanbul’a döndüğünden Tanzimat Fermanının okunuşunda hazır
bulunamamıştır.
Londra
Konferansı kararları gereğince Mehmet Ali Paşa’ya Ak-kâ muhafızlığı hayatta
kaldığı sürece ve Mısır valiliği ölümünden sonra evladlanna kalmak üzere
verilmiş olduğundan bu kararı Mehmet Ali Paşa’ya bildirmek görevi ile Rifat
Paşa Mısır’a gönderilmiştir. (1256-1840 Cemadi el-uhra).Bu önemli görevini iyi
yaptığından Mısır’da iken Sadrazamlık müsteşarlığına yükselmiş ve buradaki
yazılı ve sözlü olarak yaptığı görüşmeleri hakkında muntazam bir günlük
tutmuştur.
Rifat
bey hayırlı Tanzimatm ciddi taraftarlarından ve hükümlerinin uygulanması
hususunda pek çok çalışanlardandır. 1257-1841 Sa-fer ayı başlarında vezirlik
rütbesiyle dışişleri bakanı olarak bakanlar arasına katılmıştır. Bundan sonra
kaderi gereği bulunduğu görevler şunlardır:
Dokuz
ay sonra dışişleri bakanlığından ayrılınca bir aralık Rumeli Eyaletinin teftişi
ile görevlendirilmiş fakat hareketi geri bırakılarak 1258-1842 şaban ayında
Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye üyeliğine ve aynı yılın ramazan ayında üyeliği
devam etmek üzere ikinci defa Viyana Büyükelçiliği’ne atanmıştır. 1259-1843
Rebiyülevvelinde ikinci defa dışişleri bakanı ve yirmibir ay sonra buradan
ayrılmış ise de bir hafta sonra ikinci defa Meclis-i Vâlâya üye olmuş ve
1261-1845 Şaban ayında ayni meclise başkan ve 1264-1847 Rebiyülevvelinde Maliye
Bakanı ve aynı yıl Ramazan ayında ikinci defa Meclis-i Vâlâ başkanı olmuş ve
dokuz ay sonra buradan ayrılmıştır. Bu defaki boşta kalma süresi sekiz ay kadar
uzayarak 1266-1849 Rebiyülevvelinde bakanlar kuruluna atanmış ve ayni yılın
Cumadiyüluhrasında üçüncü defa Meclis-i Vâ-lâya başkan olmuş ise de 1268-1851
Rebiyülahannda azledilerek bir sene kadar açıkta kaldıktan sonra 1-269-1852
Cumadiyülulasında dördüncü defa dışişleri bakanı ve aynı yıl Şaban ayında
Meclis-i Vâlâ başkanı olmuştur. Buradan ayrılmasında (1270-1853 Cumadiyüluhra)
yedi ay kadar yine boşta kalarak 1271-1854 Muharrem ayında Ali Paşa
başkanlığındaki yeni kurulan Yüksek Tanzimat "Meclis-i Ali-i Tanzimat”
meclisine üye olmuş, bir aralık bu meclis başkanlığına vekâlet etmiştir.
Tutulduğu şeker hastalığının tedavisine dikkat edilmiş ise de kalbi
zayıfladığından 1273-1856 Cumadiyüluhrasında ebedi âleme göçmüştür. Ölümünde 51
yaşında idi. Bu sebeple aynı zamanda yaşayanlar arasında en genç ölenidir.
“Bezm-i me’vada da rif’at bula Rifat Paşa= İlâhi meclisde de yükselsin Rifat
Paşa” mısraı ölüm tarihidir. Eyüp’te Bostan İskelesi yakınında Mihrşah sultan
türbesi mezarlığında babasının yanında gömülüdür. Mezar taşındaki hal tercümesi
Fuat Paşa tarafından yazılmıştır.
Adı
geçen paşa idare memuru olmaktan ziyade diplomattır. Ze-kâzı, zihni
kavrayışı ve siyasi işlerdeki bilgisi ve sezişi herkesçe kabul edilmiş olmakla
beraber fikrinde ısrar etmezdi. Bundan dolayı görüşme toplantılarında bir
mesele hakkında birkaç türlü çözüm şekli gösterir, fakat işe en uygununu
kendisi kestiremediği gibi toplantıda bulunanları da ekseriye şaşırtırdı. Hattâ
birgün üyelerden birisi “I^aşa Hazretleri siz evinizde iyice düşünüp kesin
karar verdikten sonra buraya gelseniz iyi olur. Çeşitli sözlerinizle zihnimizi
darmadağınık ediyorsunuz” diye kendisine çıkışmıştı. İşte Reşit Paşa ile
farkları bu önemli noktadadır. Çünkü Reşit Paşa’da bir mesele hakkında birçok
tedbir gösterirse de en doğrusunu çekinmeden gösterirdi. Sonradan gelenlerden
ve zamanına yetiştiğimiz yetenekli devlet adamlarından Sa-id paşa(3) ikisi
arasında orta derecededir. Halbuki Kâmil Paşa(4) bir iş için yalnız bir hal
yolu bulur ve hemen karar vererek onda ısrar ederdi.
Rifat
Paşa çabuk ve kolaylıkla yazmaya ve zamanın güzel yazı usulü gereği bugün
lüzumsuz sayılan bazı deyimler ve gereksiz cümleler dışında güzel ifadeye, açık
ve akıcı bir dile sahip olup vekil ve asil olarak âmedciliğinde ve
müsteşarlıklarında Bâb-ı Âli’den yazılan önemli yazıların pekçoğunu kendisi
yazmıştır. Viyana büyükelçisi iken her posta ile Bâb-ı Âli’ye birçok mektupları
ve yazıları gelirdi. Yazı yazmaktan ve çalışmaktan usanmaz ve üşenmez bir kişi
idi. İnsanın karakteri ve huyu yazdıklarından anlaşıldığından Rifat Paşa bir
işi kırıp dökmeyerek maksadı sağlamak ve dokunaklı tarafları varsa yumuşak
deyimler kullanarak ve bin dereden su getirerek hafifletmek ve “durumu idare
etmek = idare-i maslahat” dediğimiz usûlden ayrılmamak yolunu benimsediği
anlaşılıyor. Yumuşak tabiatından doğan bu hali Osmanlı Devleti’nin ıslahata pek
ihtiyacı olduğu ve Tanzimat kanunlarını kesinlikle yürütmeye kararlı olduğu o
dönemde istenilen şekilde verimli ve etkili sonuçlar sağlanmasını önler ve
Reşit Paşa’nın kesin kararlılığı yanında Rifat Paşa’nın çekigen tutumu sönük
kalırsa doğruyu ve gerçeği söyleme ve savunmadan çekinmemesi, görevlendirildiği
idare ve Tanzimat meclislerinde daima ilerleme ve reform esaslarını gözeterek
sadakat ve iyilik yolundan ayrılmaması Rifat Paşa’ya haklı olarak şöhret ve
övülme sağlamıştır. Özellikle zamanın gereği devlet politikasının
değiştirilmesi gerektiğinde Reşit Paşa’nın yerine geçerek diplomaside denge
kurmakta Rifat Paşa’nın hizmeti görülmüştür.
Dördüncü
defa Dışişleri Bakanlığın’da iken Rusya’nın olağanüstü elçisi Prens Mençikof’un
İstanbul’a gelişinde malum tekliflerini ileri sürdüğü vakit savaşın başlayacağı
kesin olarak belirdiğinden adı geçen ileri sürülen bu teklifleri iki kısma
ayırarak yani Kutsal Yerler meselesini Ortodoks kilisesini himaye meselesinden
ayırarak elçiliğe akla yakın ve inandırıcı cevaplar vermiş, dost Fransa ve
İngiltere devletlerinin övgülerini kazanarak diplomatlıkta yararlık
göstermiştir. Londra Konferansı kararlarını bildirmek için İskenderiye’ye
yaptığı gecici görevde gösterdiği hizmet ve başarı da inkâr edilemez.
Rifat
Paşa cömert ve ikramı bol, dostluk ve sohbeti sıkıntısız, zengin ve varlıklı,
hayırsever övülmeye layık bir kişi idi.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Bugün İstanbul Milli Eğ. Müdürlüğü ve bir kısmı da Bayındırlık Müdürlü
ğünün
bulunduğu Cağaloğlu ’ndan Sultanahmed’e giden yolun başındaki bina. '
·
2
— "Avrupa Ahvaline Dair Risale” adını taşıyan ve ilk defa 1257-1841
yılında
basılmış
olan bu broşür Türkiye ’nin batılılaşma gereğini en iyi bir şekilde anlatan ve
bu bakımdan paşanın batının üstünlüğünün nereden geldiğinin en doğru yolunu
gören adam olduğunu gösteren bir eserdir.
·
3
— Küçük SaidPaşa adıyla da anılan Eğinli Said Paşa’dır ki Abdülhamid dev
rinde
dokuz defa sadrazam olmuştur. Biyografisi XXXVI. sayılı makalededir.
·
4
— Abdülhamit devri sadrazamlarından olan Kâmil Paşa bu dönemde ve I. Meş
rutiyet
devrinde dört defa sadrazam olmuştur. Biyografisi XXXVI sayılı makalede
verilmiştir.
BİR
ARZ TEZKERESİ(l)
Hayırlı
Tanzimatın ilanında sadarazamhk makamında istibdadın mağrur bir elemanı olan
Hüsrev Paşa’nın bulunması ıslahatın gayesi ile tezad teşkil eden garip
raslantılardandır. Hüsrev Paşa’nın sadrazamlığı çok sürmeyip yerine eski
sadarazam Rauf Paşa gelmiş ve Dışişleri Bakanı Reşit Paşa’nın gücü ye
becerikliliği sayesinde bakanların so-rumluluğu(2) kuralının Bâb-ı Âli
tarafından benimsenmesi ve Mabeyn-i Hümayun’un yavaş yavaş hükümet işlerine
karışmaktan vazgeçirilme-si yoluna gidilmiştir. Zaten daha evvel yani Sultan
Mahmud’un padişahlığının sonlarında 1254-1838 Muharreminden sadrazamlık unvanı
başvekâlete çevrilerek bakanlara kendi bakanlıklarına ait işlerde daha fazla
yetki ve izin verilmişti. Sorumluluk yetkiye bağlı olduğundan gerçi Sultan
Abdülmecid’in padişah olmasıyla beraber sadrazamlık unvanı tekrar kurulmuş ve
Hüsrev Paşa’nın sadrazamlığı eski usule dönüşünce bir işareti sayılmış ise de
paşanın azlinden ve özellikle Tanzimatın ilanından sonra yeni padişahı yeni
usule alıştırmak gerekiyordu. O sırada Bursa muhassılı Kâni Bey’in azli
hakkmda-hükümete duyurmadan padişah buyruğu çıktığından sadrazamlık müsteşarı
Rifat Bey (Paşa) kalemiyle yazılıp padişah katma sunulan arz tezkiresi kopyası
aşağıya çıkarılmıştır. İncelenmesinden Bâb-ı Âli’nin saraya karşı durumu ve
kullandığı dilden sadrazamla (Koca Rauf Paşa) müsteşarm (Mehmet Sadık Rifat
Paşa) tutum ve davranışları hakkında bir fikir edinilebilir. Gerçi bu maksadla
sunulmuş arz tezkerelerine sonraları daha çok rastlanmaktadır.
Tezkerenin
sureti:
“Yüksek
makamlarınca bilindiği üzere Hüdavendigar(3) feriki İsmet Paşa ile Bursa
muhassılı Kâni Bey arasında meydana gelen bazı anlaşmazlıktan dolayı her iki
tarafa gerekli uyarma yapılarak eskisi gibi çalıştırılmaları Meclis-i Ahkâm-ı
Adliye ve genel görüşme kararı olduğu halde bu konuda sunulan yazıya verilen
yüksek cevaplarında Kâni Bey’in görevden alınması bildirilmiştir. Her ne kadar
ulu padişahımızın her yüce emirleri bizim için uyulması gerekli olduğu gibi
Allah’ın yardımıyla yüksek saltanatları ile memleket ve milletin arzu edilen
gelişmesinde başlıca esas olan ve yalnız yüce yenilikçi buyruklarıyla
kurulmasını
sağladıkları hayırlı Tanzimatın usul ve kanunları ve özellikle bu konudaki
yeminlerinin(4) yürütülmesi ve koruması ile en ince noktakarım da dikkate
alınması bütün devlet adamlarının görev borcu olarak sadakatle yerine
getirileceğine ve genel meclislerde kararlaştı rılan işlerin meclis kararma
göre uygulanmasına yüksek izinleri bulun duğu da yüksek buyruklarıyla kabul
edilmiş olan kurulların tüzükler gereği olduğuna ve bu gibi işlerde iyi ve
halis niyetlerle yapılan lüzum lu uyanlara dikkat edilmesi efendimize olan
derin bağlılığımızın bir esen olarak yüksek huzurlarında makbul olacağına kesin
güvenimiz bulun duğundan şimdilik adı geçenin sırf kanunları korumak için
yerinde bı rakılması, mutlaka alınması arzu buyuruluyorsa, zira büyük ve küçük
bütün kullarının görevden alınması ve tayinleri yüksek emirlerine bağlı
olduğundan, bir iki ay sonra yüksek emirleri gereğince hememgö-revden
alınacağı.....” 20 Zilhicce 1256-1840.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Son derece ağdalı ve tumturaklı birçok resmi deyimlerle yazılmış olan bu tez
kere
manası değiştirilmeden özetlenerek sadeleştirilmiştir.
·
2
— Makale metninde “Mesuliyet-i Vükela”deyimi ile ifade edilen bakanların so
rumluluğu
meselesi burada daha ziyade hükümetin yürütmeyi bağımsız olarak tam yetki ile
yerine getirmesi ve bundan dolayı kabinenin bütün üyelerinin sorumlu tutulması
hususu kastedilmektedir. Yoksa bakanların yaptıkları işlerden dolayı sorumlu
tutulmaları hali Tanzimat fermanında değil 1876anayasasında ve hattâ Cumhuriyet
dönemi anayasalarında bile bir açıklığa kavuşturulamamıştır. Ancak 1961
anayasasında bu konuya temas eden bir paragraf bulunmaktadır.
·
3
— Hüdavendigar vilayeti bugünkü Bursa ilinin imparatorluk devrindeki adıdır.
Bugün
her biri bir il merkezi olan Kütahya, Balıkesir, Eskişehir, Bilecik vilayetleri
Hüdavendigar iline bağlı birer sancaktı. İl merkezi ise Bursa şehri idi.
·
4
— Bilindiği gibi Tanzimat Fermanı politika terminoloiisinde Chart (Şart) deni
len
ve hükümdarlar tarafından çıkarılan ve uyulması gereken bir ferman, bir
emirnamedir. Devamlılığı hakkında bir müeyyidesi, garantisi yoktur. Bu sebeple
Reşit Paşa bütün bakanlar ve devrin ileri gelen askeri ve sivil devlet
adamlarıyla bilginlerin (ulema) önünde bu fermanın devamlılığı için padişah
Ab-dülmecid’e Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet dairesinde yemin ettirmiştir.
XVI
SADIK
RIFAT PAŞANIN DEVLETLERİN GENEL POLİTİKASI HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİNDEN Temel ve İç
Politika/14)
Her
devletin gücünün devamlılığının temeli adelettir. Gerilemesi ve yıkılmasının
sebebi ise zulüm ve haksızlıktır. Adalet devletin temelidir. Bu temel üzerine
kurulmayan, şeriat, akıl, insaf ve hakka uymayan hükümetin oturması ve
devamlılığı mümkün olamaz. Adalet ve hukuk üzerine kurulmuş olan devletin
binası sağlam ve dayanıklı olur. Devletlerin yıkılması ve sona ermesi sebebi
halkına zulüm ve düşmanca muamele etmesi olduğundan mevcut halkının umumi
nefretini ve memleketin ve milletin harap olmasına sebep olmamak için düşmanca
muameleden kesinlikle sakınması lâzımdır. Halkın düşüncelerinin bozulmasına
sebep olan en kuvvetli faktör haksızlık yapmaktır. Haince hareket eden bir
hükümet düşmanlarından ziyade kendi halkından çekinmelidir. Devletlerin gerçek
gücü halkının kesin bir bağlılık ve iyi karşılaması ve sürekli sevgisi ile
meydana gelir ve devam eder. Her hükü- t i metin kuruluş sebebi
halkının işlerini görmek ve haklarını sağlamak içinde. Hükümetler halk için
kurulmuş olup halk hükümetler için yaratılmış değildir.
Bütün
gerekli kanunların ana esası, her çeşit halkın uyruğu bulunduğu devletten can,
mal ve şerefi bakımından tam güvenliğinin sağlanması olduğundan şeriat hükmü
gerekmedikçe hangi tabakadan olursa olsun hiç kimse gizli veya açık
katledilmemeli ve zehirlenmemeli, küçük ve büyük bir suçtan dolayı idam
edilmemeli, fakat suç işleyen memur ve vatandaşın suçlarının derecesine göre
azil, sürgün, rütbe indirilmesi, hapis ve kürek gibi cezalarla
cezalandırılmalı, amma bu gibi cezalar da asla şahsi gareze göre verilmemeli,
soruşturma sonunda suçlan sabit olduğu takdirde gereği yapılmalıdır. Yüksek ve
aşağı tabakadan her kim olursa olsun zenginliği suçlama ve zarar verme sebebi
olmamalı, gücünün yettiği ölçüde yaşamasına hükümet tarafından karışılmamak ve
bundan dolayı suçlanmamak, ev, yak, fabrika ve benzeri gibi bölgenin
bayındırlığını sağlayan binalar yapılması halka çok görülmemeli, halkın
dilediği büyüklükte ve süslü kârgir ve tahta, istedikleri her türlü bina yapma
isteklerine izin verilmeli ve hattâ gereği kadar teşvik edilmelidir. Bu gibi
zenginlerden ölenlerin mirasçıları varsa, mallarına devlet tarafından
karışılmamak ve el konulmamalıdır. Suçu olmadan sırf şahsi garaz ve kinden
dolayı hiç kimsenin şahsi onuruna dokunulmamalıdır. B’r şahsın kendi rızası
olmadıkça ev, yalı, çiftlik ve benzeri mülkleri kimse tarafından zorla
alınmamalı, sonuç olarak bütün vatandaşlann gerek şahısları gerek namus ve
şerefleri ve gerek malları saldırıya uğradığında hükümete ve mahkemeye başvurarak
haklarını alacağından ve saldırganın elinden kurtulacağından tam bir güvenle
emin olmalıdır.
Açıklama
ve hususlar uygar Avrupa devletlerinde ana politaka-nın alfabe gibi olup
Osmanlı Devleti tarafından da sağlanması hususuna şiddetle gayret edilmesi
zorunlu işlerdendir. Avrupa’nın şimdiki si-vilizasyonu yani yaşama şekli ve
medeniyeti gereğince idari çıkarlarının gelişmesi ancak millet fertlerinin
çoğalması, memleketin bayındırlığı, huzur ve güvenliğin devamı gibi esaslı
sebeplerle sağlanmakta ve elde etmekte ve bu gibi genel yararlar sayesinde
ilerleyip birbirinden üstün olmaktalardır. Ekili olmayan geniş topraklardan az
fakat ekili ve bakımlı topraklar daha makbul ve kıymetli olduğundan bir
devletin gücü ve kuvveti sahip olduğu topraklarında genişliği ve çokluğu ile
ölçülme-yip memleketin bayındırlığı ve mevcut halkının çokluğu ve hâzinesinin
zenginliği ile değerlendirilmektedir. Gerçi nüfus çokluğu çalışanların ve
dolayısıyla ürünlerin çoğalmasına sebep olursa da cahiller ve ayak takımı âdi
ve kaba işlere yarayıp ve yaptığı iş hayvanın yaptığı işten farkı yoktur; bilgi
irfan sahiplerinin karakter ve meziyetleri ve derecelerinin yüksekliği
kendiliğinden anlaşılacağından bilim ve kültürün yayılması ve halkın eğitilmesi
fikri iç idarede önemli bir uğraşı teşkil etmektedir. Bir devlette ne zaman
bilgili, zeki ve üstün kişiler çoğalırsa parlaklık ve mutluluk o zaman meydana
gelir. Bu sebeple nüfusta çokluk kadar üstünlüğün de önemi vardır.
Avrupa’da
erkek ve kız çocukları beş altı yaşına gelince mahallelerdeki okullara verilip
oniki yaşına kadar kendi dillerini okuyup yaz
mayı
ve ilk bilgileri usulüne göre öğrenip oniki yaşından sonra yine çoğu devlet
akademilerinde gereğince ve her birinin yetenek ve hevesine göre hangi sanata
girecek ise ona göre fen, bilim ve sanata ait bilgileri öğrenerek on sekiz
yaşma gelince gerekli bilgileri tamamlarlar. Bazı büyük eğitim kuramlarının
usul ve nizamına göre öğrenciler haftada bir gün evlerine babalarının yanlarına
giderler, diğer günler eğitim ve öğretimleriyle uğraşırlar. Kendi dilini okuyup
yazmayan ve kendi işlerini yürütecek kadar hesap ve okuma bilmeyen erkek ve kız
hemen yok gibidir.
Nakli
bilimlerden (kültür derslerinden) başka fizik, kimya, astronomi, tıp, hukuk,
müzik veya özellikle kara ve deniz savaş bilgileri ve maarife önem
verdiklerinden onlar için de ayrı ayrı okulları vardır. Bütün eşyanın tabiatını
öğrenmek de lüzumlu görüldüğünden bütün hayvanlar, nebatlar ve madenlerin
nitelik ve etkilerini deney suretiyle bunların hepsi bir bilim haline
gelmiştir. Yalnız bilimiyle yetinilmeyerek deneyleri de yapılmak için nebatat
ve hayvanat bahçeleri, teşrihhane ve çeşitli örnek kuramlar tesis edilmiştir.
Değerli değersiz bütün işleri özel bir bilim haline getirmiş kitaplar yazmışlar
baskı yolu ile bunların sayıları çoğaltılmış olduğundan bu çalışmalarla her
bilim dalında büyük bilginler ve uzmanlar yetişerek bir çok yeni keşifler
yapılması mümkün olmaktadır.
Memleketin
imarı zenginliğe bağlıdır. Zenginliğin kaynakları ise tarım, ticaret, zanaat ve
endüstridir. Tarım uygulamalarının kolaylaştırılması için yapılmış olan
makinelerden gereği kadarının, onları işletecek yeteri kadar ustalarla beraber
Osmanlı ülkesine getirilmesi iyi sonuçlar verecektir. Çünkü Osmanlı ülkelerinde
her çeşit bayındırlığın meydana getirilmesi mümkün olduğundan gerek halkının
bunları öğrenmesine ve gerek topraklarının genişliğine göre herşeyden evvel
çeşitli bayındırlık yollarından birisi olsa tarımın geliştirilmesi lüzumu uzun
boylu düşünmeyi gerektirmez.
Ticaretin
esası sürat ve ulaşım kolaylığı ile güvenliktir. Her çeşit tarım ve sanayi
ürünlerinin satış yerlerine ve iskelelere indirilmesi bu iki hususa bağlıdır.
Osmanlı memleketlerinin sahile uzak olan ve ulaşım yolları kolay olmayan yerler
halkı tarıma eskisi gibi önem verseler bile elde ettikleri ürünler orada para
etmediğinden ticaretin yararlarından yoksun kalırlar, git gide masraflarını
bile koruyamayarak çalışmalarının gevşeyeceği tabii olduğundan bunların
ihtiyacı olan yollar düzeltilerek ve bazı akarsular temizlenerek buralardan
sahillere kolaylıkla ve bol miktarda ürün gönderilmesi ve gerçek değeriyle
satılması halinde büyük yararlar sağlanacağı tabiidir. Avrupa’nın yollan şose
adı verilen ufak taşlarla rıhtım gibi muntazam ve yollann etrafı çoğunlukla
düzgün ağaçlarla süslenerek gezip tozmaya elverişli olup araba ile gidip gelme
âdeta gezinti gibidir. Her dört saatlik yerde konaklama yerleri ve posta atları
ve konak arabaları bulunduğundan kısa zamanda kolaylıkla çok yol alınır. Her
şehir, kasaba ve bucakta yolcular için lokanta ve otel denilen kervansaraylar
yapıldığından ve hepsinde güzel yemekler ve temiz yataklar bulunduğundan
yolcular bu gibi işlerde zahmet çekmezler. Güya bir evden bir eve gider gibi
yanlannda fazla eşya bulundurmak zorunda kalmazlar.Yolcular lüzumlu yol ve ev masraflarını
kendileri verdiğinden memleket halkına hiçbir şekilde yük olmazlar.
Fabrikalarda,
hepsi insan buluşu olan buharla işleyen makineler, yolculuğu kolaylaştırmak
için denizde gemilere ve karada arabalara konulmak suretiyle on oniki saatlik
bir yolu bir saatte giderler. Büyük bir fabrika veyahut demiryolu ve benzeri
gibi memleket için faydalı olup-da büyük masrafları gerektiren şeyleri devlet
hâzinesine yüklemeyerek hisse senedi denilen usule göre mesela bir iki tanınmış
sarraf ga-. rantisi ile müşterek hisse karşılığında halktan para toplayıp onu
işe ortak yaparak meydana getirirler. Ve ortaklarına her sene katılma hissesine
göre faiz verirler. Devlet tarafından bunların çıkarlarına karışılmaz. Faydası
olmayan işler yapılmaz.
Yukarıda
açıklandığı gibi günden güne yeni yeni kültür ve endüstri doğmakta ve bu
işlerle uğraşanlar halk tarafından saygı ve itibar görmekte ve hükümet
tarafından da özel teşviklere kavuşmaktadır. Yol güvenliği tamamen sağlanmış
olduğundan yol kesmek ve eşkıyalık olayları duyulmamaktadır.
Her
devlette bütün işler paraya dayanır. Devlet hâzinesinin gücü halkın
zenginliğine uygun olarak artar veya eksilir. Devlet hâzinesi gözünde halk
sağma bir koyun gibi olup koyuna iyi bakıldığı takdirde sütü bol ve
beslenmediği takdirde sütü az ve fena olur. Bu sebeple halkın zenginleşmesine
göz dikmek şöyle dursun devlet ve hükümetçe elden geldiği kadar yardım
edilmelidir.
Birkaç
kere bahis konusu edildiği gibi halkın ilişkilerini kolaylaştırmaya ve
çoğaltmaya çalışmak, faizle borç para veren ve banka adı
verilen
itibarlı mali kuruluşların Osmanlı memleketlerinde de kurulması lüzumlu
işlerdendir.Tarım, endüstri ve ticaret konularında halkımızın bir kısmının
tarıma elverişli ve kâr sağlamaya yeterli toprağı, dükkânı ve tezgahı varsa da
işini yürütmek ve ilerletmek için yeterli sermeyesi olmadığından ve kolaylıkla
para bulumadığmdan çaresiz yüksek faizlerle murabahacı takımından borç para
almaya ve bazen anlaşma yoluyla yabancılardan yardım istemeye mecbur oluyorlar.
Birtakım güçlü ve zengin insanlar da vardır ki zürra ve tüccar olmadıklarından
veya olsalar bile gerekli sermayeden fazla nakit paralan olduğundan bunu
kullanarak servetlerini çoğaltmak için güvenilir ve kolaylıklı bir yol
bulamadıklarından çalışmak isteyip de yardıma ihtiyacı olanlar kolaylıkla para
bulamamakta ve serveti olanlar layıkıyla faydalanmanın yolunu bulmayarak
paralarını donmuş ve işe yaramaz bir halde bırakmakta ve para çeşitli işlerde
kullanılmayıp ve geliştirilmeyip donmuş bir halde durması dolayısla evvela halk
ve memleket sonra da devlet hâzinesi zarar görmektedir. Bankalar bu konuda
aracı görevini pek güzel yapabilirler.
Vergiler
halkın dayanabileceğinden fazla olmamalı ve servetleriyle uygun olarak
konulmalı ve bu şartlara göre alınacak vergilerin ödenmesinde vergi verenler
fazla zorluğa ve zorunluğa uğramayacaklarından toplama ve ödemenin düzgün ve
zamanında yapılmasına dikkat edilmelidir. Verginin ertesi yıllara bırakılması
hem zararlı hem sonradan toplanması çok zordur. Gideri gelire uydurmak zorunlu
olduğundan bütçesi düzgün olmayan devletler fırtınaya tutulmuş gemiye benzer ve
sağa sola bocalamaktan memleketin esas çıkarlarına bakmaya vakti olmaz.
Olağanüstü haller dolayısıyla bazı seneler bütçede açık olsa ve bu açığı
kapatmak için geçici yeni gelir kaynakları aranmasına mecburiyet duyulsa bile
yine ılımlılık ve hukuk kuralları gözetilmek suretiyle yeni bulunacak kaynakların
halk tarafından beğenilmeyecek ve alışkanlıklarına ve anlayışına uymayacak
kaideler cinsinden olmamasına dikkat etmelidir.
Bütün
idare işlerinin dayanağı olan maliye işlerinin yolunda gitmesi Osmanlı Hükümeti
tarafından da pek lüzumlu ve ehemmiyetli görüldüğünden gelir ve giderlerde
dengesizlik meydana gelmesinden sakınılması defalarca karar altına alınmıştı.
Halbuki
1266-1849 senesi için düzenlenmesi gereken bütçede bir-buçuk yük keseden fazla
açık görünmektedir. Âdi giderlerde böyle bir dengesizlik meydana gelmişken
devletçe arzu edilen memleketin iman işinin yapılabilmesi için adım adım
gereğince teşebbüs edilmesi lazım gelir; mesela yol yapılması veya nehirlerin
temizlenmesi gibi işlere başlanmış olsa bunun karşılığı yoktur. Gerçi hâzinenin
halka borç senedi ve mukatat karşılıklarından başka borcu olmadığından diğer
devletler gibi bankalardan ve büyük mali şirketlerden topluca borç para
alınmasına muhtaç olmadan şimdiye kadar oluruyla idare edilegelmiş ve hâzinece
zaruret dolayısıyla faizli kâğıt paranın piyasadan kaldırılmasına memleket için
bir çare bulunması mümkün olmuş ise de yukarıda bahsedilen büyük faydalı işler
için ister istemez ileride topluca büyük para sağlanması gerekeceğinden ve
bunun ise ancak dışarıdan borç almaktan başka çaresi olmayacağından alınacak
borcun harcanacağı yerler önceden iyice tespit edilerek kararlaştırılması ve bu
faydalı yerden başka hiçbir suretle harcamaya ve savurmaya meydan vermemek
zaruridir. Borçlanma işi pek basit ve kolay olmayıp zararları derin düşünülmeyi
gerektirdiği gibi hâzinenin bugünkü sıkıntısına göre borçlandığı takdirde ele
geçecek paranın ödeme şekli ve belirli yerde harcanması iyice
düşünülemediğinden ihtiyaçlara harcanıvermesi ihtimalini gözönünde tutarak
devleti sonradan yakasını sıyıramayacağı ağır bir yük altına koymak doğrusu
akla uygun bir iş değildir.
Nizamlar
ve kanunlar adalete ve memleketin idare işlerini düzenlenmeye yarayacak ve
halkın ihtiyaçlarını giderecek şekilde olmalıdır. Kanunların çıkarılmasında
veya değiştirilmesinde herkesin faydası ve zamanın tabii icapları dikkate
alınarak özel çıkarlara bakılmaz. Manevi zararları, şekli ve sathi çıkarlardan
fazla olan kanun ve nizamlar her memlekette ve her millette beğenilmemiş,
acıma, iyilik ve sevgi dışında kalan kanunun yaşayamayacağı ve sürekli
olamayacağı malumdur. Her memleketin başında kanunların ve nizamların
hükümlerini uygulayacak ve idare işleriyle güvenliği sağlayabilecek kuvvetli
bir hükümetin varlığı zorunludur. Hükümet güçsüzlüğü kadar zarar, verici ve
tehlikeli bir şey olamaz. Fakat hükümet, bugünkü gücünü ağır başlılığından ve
onurundan, kanun hükümlerine ve adalete bağlılığından, kanun dahilinde dediğini
yaptırma gücünden almalıdır. Bazen zor kullanmaya mecbur olursa da daima
kurallara uyması ve tedbirden ayrılmaması ve maksatlı iş yapmaması ve kinciliğe
dönüşmemesi, problemlerin akılcı tedbirlere öncelik vermesi uygun olur. Sırf
askere dayanarak, askeri gücü işte korkutan ve yoketme aracı olarak kullanan ve
yaptıkları şari-at esasları ve akılcı politika kuralları dışında olan
hükümetler totaliter
hükümetten
sayılır. O zaman asker memleket için yıkıcı bir güç olur; idaresi ve
geliştirilmesi için yapılacak masraflarda savurganlık, çalma, rüşvet ve çeşitli
yolsuzluklar meydana gelir.
İnsan
tabiatına aykırı olan şeyler daimi ve geçerli olamaz. Bir müddet için geçerli
olsa bile zor kullanarak devam edeceğinden gücünü kaybedince çabucak yok olur.
Tabiata aykırı olan şey hiçbir zaman iyi olmaz. Zor hükümetinde vatan gayreti
olmaz. Şahsi işler ve özel çıkarlar, şan ve şöhret ve efendisine dalkavukluk ve
hizmet ancak vatan ve millet sevgisi yerine geçer.
Her
çeşit hükümet idaresinde emretme ve yasaklama yukarıdan aşağı geçerli olması
lazımdır. Aksi takdirde memleketin düzeni bozulur.
Bir
hükümette ki adalet ve fazilet yoktur, onda hürriyet ve refah olması mümkün
değildir. Hakka ve adalete dayalı hükümet hiçbir zaman halkından ayrılmaz.
Bütün tabii haklarda çeşitli milletleri eşit tutmak adalet icabıdır. Halkını
memnun edeceği yerde korkutma ve yo-ketme yoluna sapan hükümet halkının kalbine
düşmanlık tohumu eker, ayaklanma ve taşma da onu biçer.
Halkoyu
ve halkın eğilimleri çoşmuş bir nehire benzer. Dünyada atılması ve yokedilmesi
mümkün olmayan durumdan birisi inanç ve diğeri halkoyudur. Bunlara karşı gelmek
çok zor tehlikeli olduğundan hal-koyunun çoşkusunda ve heyecanında devletlerin
tabiatın akışına göre hareket etmeleri daha uygundur.
XVII
MALİYE TARİHİMİZDEN
1260-1844
ve 1266-1849 Bütçeleri Dış Borçlar
1260-1844
yılı maliye tarihimizde örneğine pek az rastlanan bir bolluk yılıdır. Meclis-i
Vâla Başkanlığı’nın 25 Zilhicce 1261-1845 tarihli tezkeresi özetinden
anlaşıldığı gibi devletin gelir ve gideri geçen 1260-1844 senesine karşılık,
miktarı ve niteliği hazine kayıtlarından envanterine göre çıkarılarak Allah’ın
berekâtı ile yıllık gelirin toplamı bir milyon ikiyüz doksan dörtbin dokuz yüz
şu kadar kese olduğu ve genel giderlere oranla kayıtlara göre kırk bin keseden
fazla gelir bulunduğu görülmekte ise de gelirin senesi içinde tamamen
toplanması mümkün olamayacağı normal sayıldığından birazı bakayada ve birazı da
toplanamayacağı cihetle gelir fazlasına olumlu gözle bakılmaması ayrıca tavsiye
edilmektedir.
Yukarıda
miktarı gösterilen yıllık gelir yaklaşık olarak altı buçuk milyon altun kadar
olup bu miktar memleketin o zamanki genişliğine göre bugün pek az görüleceği
şüphesizdir(l). Fakat madeni paraların seksen sene evvelki satın alma değeri
dikkât nazarına alındığı ve OsmanlI ülkelerinin XIII. H. yılının (XIX. M. Yıl)
dörtte üçü içindeki ekonomik fakirliği göz önüne getirildiği ve bir de eskiden
kalma zeamet, timar ve yurtluk ve ocaklık(2) gibi tertip edilen ödeneklerin
henüz tamamen bütçeye dahil edilmemesi hususu hesaba katıldığı takdirde bu
azlığın sebepleri anlaşılır.
İşte
bu dengeli bütçe idaresizlik ve savurganlık yüzünden dört beş sene içinde
altüst olmuş, giderler gelirlerden fazlalaşarak bütçe açığı seneden seneye
artmaya başlamış ve 1266-1849 yılı bütçesinde gerçek açık bir Yük(15) seksen sekiz bin
beş yüz altmış kese akçeye yüksel-miştir(3). Gerek bütçe açığına gerek karışık
para ve hisse senedi ve faizli kâğıt para dertlerine çare aramak Meclis-i
Vâla’ın önemli bir işi olmuştu. 1266-1849 bütçesi hakkında Meclis-i Vâla’da
yapılan uzun görüşmelerin özetinin özetini ihtiva eden başkanlık makamının 25
Rebiy-yülâhar 1266-1849 tarihli yazısında bilinen şeyler aşağıdaki gibi tekrar
ediliyor:
“Maliye
işlerinin bu şekilde bırakılması hiçbir surette doğru olmaz. Mutlaka lüzumlu
ıslahat ve imkân çaresinin bulunması lâzım ve zorunludur. Fakat istenilen
ıslahat çabucak ve bir defada yapılamayacağından mutlaka adım adım azar azar
elde edilecek işlerden olup bu-nü sağlayabilecek imkânlar enine boyuna
görüşülmektedir. Bu senenin bütçesinde görünen bir yük seksen sekiz bin bu
kadar kese açığın kapatılması öncelik isteyen işlerdendir. Bunun için akla
gelen tedbir geliri artırmak ve tasarruf yoluna gitmek ise de gelirin
artırılması zamana muhtaç olduğu gibi bir kere başlamış olan masrafların birden
azaltılması zor olduğundan açığın böyle karşılığı bulunmadan bırakılması da
düşünülemez. Devlet hâzinesinin ödenekleri ve diğer belli gelirleri özel
masraflarının idaresine ancak yetecek derecede olduğundan bunların
ödeneklerinden azaltma yoluna gidilmesi mümkün olamayacağı gibi zaten lüzumlu
tasarrufa gereği kadar dikkat edildiği ve hiçbir şekilde israf edilmemesine
çalışıldığı ilgili memurların açıklamalarından anlaşılmaktadır.”
Açığı
kapatmak için bulunan karşılığa gelince: Evvela Şam, Halep, Sayda ve Adana
eyaletlerinde Mısır idaresi zamanından kalma(4) ve eski yıllardan kalma iki
çeşit fazla miktarda bakaya olduğundan askeri idarenin de yardımı ile bu eski
bakayadan toplanması mümkün olan yirmi beş bin kese akçeden ve sonra bazı
maddelerden indirilen ve tasarruf edilen birkaç bin keseden ibaret kalarak bu
senenin bütçesi doksan bin bu kadar kese açık ile sunulmuştur.
Eski
yıllarda bütçe açığını kapatmak için borç senetleri (tahvil) ve kâğıt para
çıkarılması ve ayarı bozuk para basılması usulü kullanıl-mış ise de karşılığı
olmayan bu usûl de artık kullanılamaz hale geldiğinden karşılığı yine kendi
içinden olmak üzere boşalmış mukataat ve tahviller satılmayarak faizi kadar
ayan düşük para basılması 1263-1847 senesinde kararlaştırılmış ve fakat
1264-1847 yılında bu karar bozularak mahlumatın faizi karşılık gösterilerek o
miktar kâğıt para çıkarılmıştı. Kâğıt paranın zaran Maliye Bakanlığınca
anlaşıldığından bir bölümü evlada kalmak ve onikişer seneliğine olmak üzere son
zamanlan da tertip edilmiş ve bir kısmı hâzineye alınan devlet tahvillerinden
elde
bulundurulanların isteklisi çıktığında satılması ve bundan elde edi-' lecek
peşin para kadar kâğıt paranın yokedilmesi de Meclis-i Vâlâ’da Maliye
Bakanlığınca teklif edilmişti. Bu çözüm şekli iyi olmakla beraber bütçeye
yardım olmak üzere 1266-1849 senesinin bu kuralın dışında bırakılmasına yani
satılacak tahvillerden gelir kaydedilmesine ve imha işleminin Allah’ın izniyle
gelecek sene gereğinin yapılmasına karar verilmiştir.
Görülüyor
ki maliye hâzinesi tahvilleri karşılamak için kâğıt para çıkarmakta ve bunu
kaldırmak için de yine tahvile başvurmakta, yani bir zararı diğer bir zararla
gidereceğini sanmakta, fakat daima zararın birinin kalacağını unutmakta idi.
Bir
çeşit iç borçlanma demek olan tahvil ve kâğıt para çıkarılması kapıları
kapandığından 1268-1851 senesi için dış borçlanmaya başvurmaktan başka çare
kalmamıştı. Meclis-i Vâlâ çeşitli tutanaklarında tekrarla ve ısrarla yazdığı
gibi dış borçlanma esaslı düşünmeyi gerektiren bir mesele olduğundan kesin bir
zorunluk olmadıkça buna asla başvurulmamasını tavsiye etmekte, yalnız önemli
bayındırlık işeri için veya devletçe olağanüstü masraflar gerektiği takdirde
dışarıdan para sağlanmasına zorunluk duyulursa bu parayı sarfedilmesi düşünülen
yerden başka bir yere harcamaktan devlet adamlarını menetmekte idi.
Borçlanırken sonradan nasıl ödeneceğini düşünmek lâzım geldiğini ve büyük
yolların yapılması ve nehirlerin temizlenmesi gibi memlekete gelir sağlayacak
faydalı yerlere harcanmayıp da yokedilirse ödenecek faizler ve ana para
taksitleri bütçede ayrıca yaralar açacağı uyarısından geri kalmamıştı.
Şimdi
yapılması düşünülen borçlanma ise bütçe açığını kapatmaya yani adi harcamaların
karşılanması içindi. Borç verenler ağır şartlar ileri sürdüklerinden hükümetçe
kabul olunmadı. Bundan dolayı bu sene içinde dört defa sadrazam değişikliği
oldu.
Paris
Barışından sonra devletin siyasi durumu parladığından muhtaç olduğu
borçlanmalara Avrupa bankalarının kapılarım açık buldu ve mirasyedi gibi
harcamalara ve savurganlıklara koyuldu. Borçlar çoğaldıkça faizleri de
kabarıyor, devletçe geliri artıracak bayındırlık işleri yapılmadığından bütçe
açıklan da seneden seneye artıyor, faizlerin ödenmesi için maliye hâzinesi
yeniden borçlanmaya mecbur oluyordu. Şir-vanizade Rüştü Paşa’nın
sadrazamlığında borç senetlerinin bir taksit-lik faizlerini ödemek için Galata
bankerlerinden % 18 faiz ve ayrıca yüksek bir komisyon ücreti ile bir miktar
borç alındı. Bu suretle bir de düzensiz borçlar defteri açıldı. Eski borçların
faizlerinin ödenmesi için böyle ağır şartlarla borçlanmak zorunda kalınması
devleti iflasa doğru götürüyordu. Bütçe açığı 1290-1873 yılından sonra beş milyon
liraya varmıştı ki genel gelirin dörtte biri idi(5).
Mali
durum böyle iken Hersek ihtilâli ortaya çıktı. Bir büyük yangının başlangıcı
olan bu kıvılcım, Osmanlı Devleti’ni askeri hazırlıklara girişmeye ve asker
göndermeye, olağanüstü büyük masraflar yapmaya mecbur ettiğinden ve hâzinenin
ise adi giderleri karşılamaya gücü yetmediğinden Mahmut Nedim Paşa(6) ikinci
defa ki sadrazamlığında! 5 Ramazan 1292-Ekim 1875) tarihli uğursuz kararnameyi
ilan etti. Bu kararname ile harici borçların ve devlet tahvillerinin faiz ve
ana para taksitleri yarıya indiriliyordu.
Bu
kararnamenin etkileri içte ve dışta pek şiddetli oldu. Halkımızdan birçok
kimseler mülklerini ve ihtiyar kadınlar mücevherlerini satarak tahvile yatırmış
olduklarından tahvillerin birdenbire değerinin düşmesinden dolayı (tahviller
altmış kuruştan sekiz on gün içinde yirmi kuruşa inmişti) eli boş kalarak genel
servette büyük yaralar açıldı. Yabancı alacaklılarımız da ayni şekilde zarara
uğradıklarından hükümetlerine şikâyet seslerini yükselmeleriyle Osmanlı
Devleti’nin diğer devletler yanında şerefinin kırılmasına sebep olduğundan
çıkması yakın olan büyük harpte onlardan hiçbir yardım istemeye yüzü kalmadı.
Mira’t-ı
Hakikat(7) diyorki: “Osmanlı Devleti’nin mali zorlukları Kırım muharebesinden®
sonra açılan zevk ve safaya düşkünlük sebebiyle artmaya başlamış ve
Abdülaziz’in tahta çıktığında bunun önünü almak için yapılan teşebbüsler dış
borçları artırmaktan başka birşey yapmadığı gibi ondan sonra borcu borç ile
ödemek ve gelir ve giderin dengesinde meydana gelen açıklan borç ile kapamak,
sonuçta devleti iflas etmiş bir mutlu düzen içinde göstermeye devam edilmesi ve
alınan milyonlarca altının bir parasının bile milli servet ve ticareti
geliştirecek yerlere harcanmamasından dolayı bu durumu gören alacaklı
Av-rupalılann güvenleri kaybolduğundan herkes verdiği paraların tehlikeden
kurtarılması sevdasına düştü.
‘
‘Avrupa memleketlerinin medeniyet ve bayındırlık bakımından şu son yüzyılda
olağanüstü ilerlemesi, devlet ve milletlerin güç ve kuvvetlerinin artması, (bilim
ve kültürün ilerlemesiyle zenginlik sebebi olan birçok zenaat ve endüstrinin
yalnız bilim uygulamalarıyla elde edilme-
sinden
ve yine bilim sonucu olarak bütün Avrupa memleket ve beldelerini bir mahalle
haline getirerek bu kadar çeşitli milletler ve kavimler arasında birleştirici
ve kaynaştırıcı bağların kurulmasına gerçek yolu açmış olan demiryollarının
yapılması her devlet ve hükümetçe büyük ve önemli bir vazife sayılmasından
ileri geldiği halde bizde ise yüzelli seneyi aşkın bir zamandan beri
bilgisizliğin artması ve yukarıda sözü edilen yararlı çağdaş bilimler hiç
tanınmadığından, borç alınan paraların büyük kısmı bundan yararlanmayı
sağlayacak bilgi ve kültürün yayılmasına ve memleketin gelişmesini ve
ilerlemesini sağlayacak demir ve karayolu ve liman yapımı ve nehirlerin
temizlenmesi ve yataklarının düzenlenmesi gibi bayındırlık işlerine harcanması
gerekirken ciddi ve hakiki hiçbir sey yapılamamış ve yapılanlar da devede kulak
derecesinde olduğundan baştan aşağı “minelbab ilel mihrab” devlet adamlarının
dört başı mamur görünüşlü bir müflis gibi davranmaları devletin geleceği için
tehlikeli sonuçlar hazırladığı meydanda idi.
Abdülaziz
Han’ın padişahlığının son zamanlarında devlet hâzinesi yalnız muntazam borçları
için Avrupa’ya yılda ondört milyon(9) lira faiz ve ana para ödemeye mecburdu.
Sivil ve askeri dairelerin tasarruflu bir idare altına alınamaması dolayısıyla
masraf seneden seneye artarak her sene bunların ödenemeyen kısmının Galata
sarraflarından ağır faizli borç para alınarak ödenmesi de hesabı bilinmeyen
birçok düzensiz borçlar meydana getirmiş ve Hersek İhtilâlinin böyle bir durum
ve zamanda meydana gelmesi, diğer taraftan da birçok İdari meselelerin
başgöstermesi devlet yöneticilerini telaş ve hayrete düşürmüş, alacaklı Avrupa
milletlerinin güvensizliğini artırmıştı.
Bu
mali sıkıntının hafifletilmesine bir çare aranması lâzımdı. Mahmut Nedim Paşa
(Sadrazam) acele bir tedbir olmak üzere-söylendiğîne göre-Rusya elçisi General
İgnatiyef’in de etkisi ile adı geçen meşhur Ramazan kararnamesini ilân etti.
Fakat yansına indirdiği borç taksitlerini de ödemeye gücü yetmediğinden
“borçlarını tamamiyla helâl etse daha iyi olurdu” anlamında bir mizah
fıkrasıyla rezil edildi.
Meclis-i
Vâlâ’nın eski tutanaklannda anlatmak istediği kaygılar yerini buluyordu. Dış
borçlanmalar esasında etraflıca düşünmeye değer önemli bir meseledir demekten
maksadı AvrupalIlardan ödünç aldığımız paraları vaktinde ödeyemediğimiz
takdirde mali itibanmızm bir paralık olacağını ve onunla kalmayıp siyasi
haysiyetimizin de bozularak çeşitli zararlar görüleceğini anlatmaktı. Görüşleri
doğru çıktı. Zarar gören alacaklılarımız Paris ve Londra’da Osmanh elçilerine
hakaret etmeye ve gazeteler şiddetle aleyhte makaleler yazmaya başladı ve
parlamentolarda aleyhimizde uygunsuz konuşmalar yapılarak öyle nazik ve
bunalımlı bir zamanda halkoyu aleyhimize döndü, düşmanımızın ekmeğine yağ
sürüldü.
AÇIKLAMALAR
·
1
—1983para değerine göre 162,5 milyar Tl. demektir. İmparatorluğun o zamanki
büyüklüğüne
göre yazarın da dediği gibi bir hiç mesabesinde idi.
·
2
—Osmanh Devleti hakimiyeti altında bulunan topraklar için özel bir toprak yö
netimi
kurmuştu. Bu yönetime göre bütün devlet topraklan şeriat hükümleri gereğince
devletin başında bulunan Emir yani hükümdann malı sayılırdı. Bu sebeple bu
topraklara Emirî veya Mirî topraklar denirdi. İmparatorluğu oluşturan çeşitli
halkların durumları dikkate alınarak topraklarda özel bir teşkilat meydana
getirilmişti. Buna göre imparatorluk öşür, haraç, yurtluk ve vakıf topraklan
gibi bölümlere ayrılmıştı. Bunların her biri ayn bir yöntemle idare
edildiğinden bu topraklarda oturan ve çalışan halktan alınan vergilerin bir
kısmı devlet memurlannın aylıklarına (has, zeamet), bir kısmı sosyal hizmetlere
(vakıf ve yurtluk), bir kısmı da Osmanlı ordusunun esasım teşkil eden Eyalet
Ordusu (Tımarlı Sipahi) masraflarını karşıladığından devlet hâzinesine
girmezdi. Bu sebeple de bütçede gösterilmemiştir.
·
3
—Devlet bütçesinin açığı kırkdört milyon üçyüzseksen bin akçayı bulmuştu.
·
4
—Mısır Valisi Mehmet Ali ile yapılan savaşlar sırasında bu bölgeler Mısır as
kerleri
tarafından işgal edilmiş bulunduğundan vergileri toplanamamıştı. Bakaya denilen
bu vergilerin toplanması ile bütçe açığının bir kısmının kapatılabileceği
tavsiye edilmişti.
·
5
—Bugünkü (1983) para ile 125 milyar lira tutmaktadır.
·
6
—Mahmut Nedim Paşa Tanzimat Devri devlet adamlarından olmakla beraber
Ali
ve Fuad paşaların çapında bir kişiliği olmadığından sadrazamlık makamında
bulunduğu sırada Rus politikasını takip etmiş ve padişah Abdülaziz ’in her
dediğini yaparak devleti çok kötü bir duruma getirdi.
·
7
-Mir’at-ı Hakikat, Osmanlı devlet adamlarından Mahmut Celalettin Paşa’nın
yazdığı
üç ciltlik bir Osmanlı tarihidir. O devir olayları için kıymetli bir kaynaktır.
·
8
—1853 Kırım Savaşıdır’. Bir Müslüman devletin ilk defa üç Hıristiyan devletle
müttefik
olarak diğer bir Hıristiyan devlete (Rusya) karşı yapılmış bir savaştır.
·
9
—1983 yılı para değerine göre 350 milyar liradır.
XVIII
1270-1853
SAVAŞI SİYASET DÖNEMLERİNDEN : Prens Mençikof’nun Elçiliği ve Bir Diplomasi
Manevrası
Sivastopol
Seferinden önceki kutsal yerler problemi(l) içinden çıkılmaz gergin döneme
girdiği sırada 1269-1852 yılı ortalarında Rus çarı tarafından olağanüstü elçi
olarak Bahriye Nazırı Prens Mençikof’un İstanbul’a gönderileceği havadisi
yayılmıştı. Mençikof Birinci Nikola’-nrn (2) yakınlarından fanatik ve kavgacı
bir adamdı. İstanbul’a geldiği gün(28 Şubat 1853) kuru ve buruşuk yüzünden
gurur ve kendini beğenmişlik akıyor, barışçı bir iş göremeyeceği tavırlarından
anlaşılıyordu.
Osmanlı,Hüküıpeti’ne
karşı kabalık göstermekle işe başladı. Bâb-ı Âli’ye yolladığı 19 Nisan 1953
tarihli notada Osmanlı bakanlan hakkında bazı ağır hücumlardan sonra kutsal
yerler porbleminin çabuk halledilmesini ve Rum Kilisesi hakkında Osmanlı
Devleti tarafından verilmiş olan ayrıcalıkların devam ve kuvvetlendirileceğine
senet verilmesini veya başka bir suretle garanti edilmesini istedi. Mençikof’un
elçiliğinin uzayıp giden kutsal yerler probleminin bir çözüme bağlanmasının
istendiği herkesçe bilinmekte ise de fazla olarak senetle garanti edilmesi
isteğinin ortaya konulması “Zad fi el-tanbur nağmet el-uhra=Tanburana yeni bir
nağme ekledi” gibi idi.
Bilindiği
üzere Rusya Devleti’nin Ortodoks Kilisesi işlerine karışması Küçük Kaynarca(3)
Andlaşması ile başlar. Adı geçen andlaş-manın yedinci maddesinde “Osmanlı
Hükümeti Hıristiyan dini ve kiliseleri hakkında devamlı koruma vâdeder ve
ondördüncü madde de yazılı kiliseye ve hademesine dair yüce Rusya Devleti
elçisinin istekte bulunmasına müsade eder; bu konuda elçisinin her sözü Osmanlı
Devleti’nin dostu ve komşusu olan devletin güvenilir adamı tarafından
bildirildiği takdirde Osmanlı Devleti tarafından da kubul edileceğini
devletimiz taahhüt eder” denilmektedir.
Ondördüncü
maddede yazılı olan kilise de İstanbul’da Galata’da-ki tek Rus kilisesidir.
Bundan dolayı Rus elçiliği yalnız o kilise hakkında söz söylemeye yetkilidir.
Fakat yukarıda bildirilen yedinci maddenin birinci fıkrası gereğince Osmanlı
Hûkûmeti’nin bir yükümlülük altına girdiğini ileri sürerek Rusya fırsat
buldukça bütün Ortodoksların bir çeşit koruyucusu olduğu iddiasını yayarak
Memleketeyn ve Sırbistan’ın içişlerine doğrudan doğruya karışması ve Yunan
meselesi için OsmanlI Devleci’ne savaş açması ile bunu ispatlamıştı. Şimdi ise
Mençikof kaçamak yollarını kapayarak açıktan açığa işin esasına yanaşmıştı.
Hattâ 5 Mayıs 1853 tarihli diğer önergesinde evvelce istediği senedin bir
yazılı anlaşma şeklinde bir kopyasını ekleyerek kabul ve onaylanmasını teklif
ve bunun için de beş gün süre tanıyordu. Yazılı andlaşmanın şeklini kendisinin
hazırlanması ve içindekileri lütfen yazması pek garipti.
Mençikof’un
bu teklifi uygun ve susturucu cevaplarla Bâb-ı Âli tarafından devamlı olarak
reddolundu. Çünkü bir devletin kendi buyruğundaki bir topluma kendisi
tarafından verilmiş ve yüzyıllarca devam etmiş olan ayrıcalıklar hakkında başka
bir hükümetle andlaşma şeklinde veya gücünde bir anlaşma yapmak o devletin
egemenlik haklarına ve bağımsızlığına dokunacağı tabii idi.
Bâb-ı
Âli ile Rusya elçiliği arasında yazışmalar devam etmekte iken Rusya hükümeti
karada ve denizde savaş hazırlıklarıyla meşgul olup Osmanlı Devleti de buna
karşı bazı askeri güvenlik tedbirleri almaya başladığından hem bu konuda vakit
kazanmak ve hem de Rusya’nın tekliflerini bir kere daha incelemek ve
derinleştirmek için bakanlar kurulunda değişiklik yaparak başbakanlığa Damad
Mehmet Ali Paşa’nın yerine Meclisi-i Vâlâ Reisi Giritli Mustafa Naili Paşa ve
Dışişleri Bakanlığı’na Rifat Paşa’nın yerine Reşit Paşa getirilmişti. Mençikof
dönüşümü bir müddet daha geri bırakmaya mecbur olmuştu.
Bu
değişikliklerin gerçek sebeplerini işi iyi bilenler şöyle anlatırlar. Damat
Mehmet Ali Paşa Mençikof’a ilk geldiğinde düşmanlık göstermiş ve hattâ
isteklerine karşı güya kılıcını göstererek halk arasında şöhret kazanmış iken
kutsal yerler meselesinde Napoleon III. savaşa sebep olmamak için göz yumma
yolunu seçtiğinden o hususta Rusya ile anlaşma kolaylaşarak senet ile garanti
verilmesi işi de görüşülerek hafifletilmiş ve Rusya elçiliği âdi bir nota ile
yetinmeye razı olmuş ve yazılacak notanın şekli Bâb-ı Âli’ce
kararlaştırılmıştı. O sırada Le-gofet Aristaki Bey (Âyandan Legofet Beyin
babası) Rusya elçiliğine giderek Mençikof’la gizlice görüşüp elçilik
baştercümanı Arkiri -Polo’nun Osmanlı parasına kapılmış olduğunu ve kendi
aracılığı ile adı geçene
Osmanlı
Hükümeti tarafından belli bir yerde mülk verildiğini ve bu mükâfata karşılık
baş tercümanın sadrazama Rusya’nın tekliflerine önem verilmesini,
kararlaştırılmış olan notanın verilmesinde acele edilmemesini tavsiyeden geri
kalmadığını haber vermiş ve ayrıca da “Rus Elçisinin” İstanbul’a gelişinde
Dışişleri Bakanı Fuad Efendi’yi (Paşa) işten çektirdiği gibi şimdi de Damad
Mehmet Ali Paşa’nın düşmesine ve yerine Reşit Paşa’nın atanmasına muvaffak
olursa Reşit Paşa’nın barış taraftarı ve Rusya’nın güç ve kuvvetini ve Osmanh
Devleti’nin gücünün yetersizliğini bilen ve inanan birisi olduğundan onunla
meselenin daha kolay hallolulacağını anlatmış. Aristaki Bey’in doğru görünen bu
sözlerine inanan Mençikof padişah nezdinde girişimde bulunarak Mehmet Ali
Paşa’nın azlini başarmış. Halbuki adı geçen Legofet Bey İngiltere elçisi Lord
Stratfort De Redclif’in(16)
gizli telkinleri üzerine Rusya elçiliğine gitmiş ve istenildiği şekilde
Mençikof’u kandırmış imiş. İngiltere elçisi kendi hükümetini bile dinlemez,
başına buyruk birisi olup Rusya’ya karşı Osmanh Devleti’nin tam bağımsızlığı ve
kesin egemenliği gayretini güttüğünden ve yukarıda bahsedilen nota, anlam
bakımından ne kadar hafif de olsa yine bir güçsüzlük eseri olup gelecekte
düşman elinde yaralayıcı bir saldırı âleti olarak kullanacağını kesin olarak
bildiğinden, kararlaştırılmış olan çözüm şeklinin önünü almaya ve pişmiş aşa
soğuk su katmaya çalışmakta imiş; onun için padişaha kendisi de başvurarak
bakanlar kurulunda değişiklik yapılmış ve Reşit Paşa’nın sadrazamlığa
getirilmesi hususlarında maruzatta bulunmuş İngiltere’nin gerektiğinde maddi
yardımda bulunacağı hakkında garanti bile vermiş. Sultan Abdülmecit bir
taraftan Mençikof’un ve diğer taraftan Stradford De Redclif’in tavsiyeleri
üzerine Mehmet Ali Paşa’yı değiştirmiş fakat başbakanlığa Giritli Mustafa
(Naili) Paşa’yı atamış ve Mustafa Reşit Paşa’yı Dışişleri Bakam olarak hükümet
dahil etmiştir.
Mayıs
ortalarında Avrupa siyasi çevrelerine genel iyimserlik geri gelmişti.
Fransa’nın Kutsal Yerler işinde direnmelerinden vazgeçmesi ve Mençikof’un,
zayıf iddialarını tâdil ile, Bâb ı Ali’nin inadından vazgeçerek aralarında
anlaşma meydana gelmesi, meselenin eski andlaşmalar hükümlerine göre nota
alınıp verilmesi şekline konulması dolayısıyla savaş tehlikesine artık
giderilmiş gözüyle bakılıyordu. Reşit Paşa’nın kabineye girmesi iyimser
düşünceleri yoketti. Reşit Paşa Osmanlı Devleti’nin en büyük devlet adamı
vatanın devamını ve yükselmesini herşeyden üstün tuttuğundan Mençikof’a derhal
kalın tarafını çevirdi. Legofet Bey’in Rusya elçiliğine gönderilmesinde aynı
fikirde ve belki de beraberdi. Kendisinden evvelki bakan zamanında
kararlaştırılan son çözüm şeklini hiç dikkate almayarak önceki kararlara göre
Rus tekliflerini esastan reddetti. Mençikof pek habersiz avlanmıştı. Legofet
Bey’in dostane telkinlerinin manasını o vakit anladı. Pek safçasına tuzağa
düştüğünden dolayı sıkılıp şaşırarak çevrilen dolaplardan padişahın şahsını
şüphe altında tutacak kadar zihnini yordu. Nihayet dayanamayıp bir ültimatom
vererek elçiliği terk ile münasebatı kesip (21 Mayıs) kızgın ve mahçup
Petersburg’a döndü.
Savaş
artık gerçekleşmişti. Görünüşteki büyüklük ve kibirliliği ile beraber
çocukçasına hilenin tatlı oyuncağı olan koca elçisiyle buluştuğunda Birinci
Nikola maceranın ayrıntılarını işittikten sonra “Sultan Abdülmecit’ten yediğim
sillenin acısını tepemde ve beş parmağının izlerini yüzümde duyuyorum” demişti.
v
MENÇİKOF’UN
ELÇİLİĞİ SIRALARINDA DEVLETLERİN DURUMU
1270-1853
Rus Savaşını meydana getiren tartışmalar sırasında büyük devletlerin durumları
ve eğilimleri nasıldı?
Çar
Birinci Nikola sofu, despot ve büyüklük taslayan bir hükümdar olup Haçın Hilal
üzerine(4) kesin galibiyetini amaç edinmiş ve bu amacını gerek kendi halkına ve
gerek Osmanlı Devleti’ne bağlı Hıristiyan kavimlerine sezdirmişti. Bazı fanatik
düşünceli Ruslar hükümdarlarının böyle hayırlı bir işi üzerine almasından
dolayı Allah’a şükrederek başarı sağlanmasına can ve gönülden dua etmekte ve
beklemekte idi. Osmanlı ülkesinde oturan Ortodoksları korumak ve Kutsal Yerler
Meselesine şiddetle el koymak çar için kutsal bir görevdi. Rus ordularını
Haçlılar şeklinde İslâm ülkeleri üzerine saldırmak bu görevin yerine
getirilmesi idi. Fakat birtakım politik saygılar kendisini ihtiyatlı ha-rekçt
etmeye zorluyordu. Osmanh Devleti’nin yerine geçmenin ve İstanbul’a sahip
olmanın henüz vakti gelmediğini, böyle büyük bir işe Rusya’nın henüz hazır
olmadığını ve daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu,
İngiltere
ve Fransa’nın kaşrı koymasını hesaba katmak gerekeceğini, kendi bakanları
hatırlatmadan geri kalmıyorlardı. Nicolas I. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve
ıslahatı uygulamaya koymasından sinirlenip avı elden kaçırmamaya önem
veriyordu. Kutsal vazifesine tabiatıyla istilacı maksadlar da eklenmişti; bu
sırrını saklayamayarak elçilerle görüşmelerinde ara sıra niyet ve isteğini
açığa vuruyordu. Hattâ Mençi-kof’un atanmasından az evvel 19 Ocak 1853 tarihinde
grandüşeslerden birinin sarayında bir balo gecesi İngiltere Elçisi Sör Hamilton
Seimur’a büsbütün açılıp hasta adamm(5) yaklaşan ölümünden bahisle mirasını
dostça paylaşmayı teklif etmiş, sonradan yanlış anlayışlara ve tartışmalara yer
kalmamak üzere ölümünden evvel gereğine bakılmasının daha uygun olacağını,
İngiltere’nin Rusya.’nın Osmanlı ülkeleri üzerindeki haklarını tanıdığı
takdirde ödün olarak Mısır ve Girit’i ülkesine katabileceğini eklemişti.
Kararı
sağlam, niyeti kesin, emirleri kanun, tebası üzerinde dini ve dünyevi mevkii
yüksek böyle başına buyruk bir kişinin aziz emellerine ulaşmak için gönderdiği
olağanüstü elçinin İstanbul’dan eliboş ve mahçup dönmesini sindiremeyeceği
açıktı. Mençikof’un başarısızlığı yüreğine oturmuştu. Dışişleri Bakanı
Nesselrode, efendisinin kızgınlığını ve öfkesini ve kabaran kinci duygularını
barışçı sözlerle örtmeye çalışıyorsa da Rus politikasının içyüzünü iyi
görenlerden bunu saklamak mümkün olmuyordu. 31 Mayıs 1853 tarihli yazısında
“Mençikof’un tekliflerinin ne derece ılımlı ve doğru olduğunu, bunun kabul
edilmeyişinden dolayı çar hazretlerinin o kadar dostça ve hoşgörülü iyi
niyetlerine karşı sebepsiz güvensizlik gösterilerek büyük hakaret edildiğini”
bir kere daha dikkate alınmasını ve bu sebeple karadan dönülmesini adı geçen
bakan Osmanlı Hükümeti’ne tavsiye ediyordu.
Bir
taraftan Rusların saldırgan emelleri diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin haklı
direnmesi ve karşı koyması doğu ufuklarını bulutlandırmış idi. Fırtınanın önünü
almak için büyük devletler kolları sıvadı-lar;ılımlı ve barışçı kimseleri başa
geçmeye çağırdılar. İngiltere’de Lord Aberden tutucu bir hükümet kurmaya memur
edilerek (26 Aralık 1852) Palmerston Dışişlerinden İçişleri Bakanlığı’na ve
Dışişleri işlerini de Clarendon’a verdi. Fransa’da Drouin de Lhusy ve
Avusturya’da Kont Buol Dışişleri Bakanlığı’na getirilmişti.
Kutsal
yerler problemini ateşleyen Fransa idi. Napoleone III. 1851 sonlarında 2 aralık
hükümet darbesiyle cumhuriyeti kaldırmış ve imparatorluğu yeniden kurmuştu.
Yeni saltanatındaki kanunsuz ayıbını örtmek için parlak işler yapması lâzımdı.
Katolik Partisi başlıca dayanağı olduğundan doğuda latinleri koruyarak onlara
hoş görünmeye çalışıyordu. Diğer hükümdarlar yeni imparatorluğunu birer birer
onaylarken Çar Nikola I. yazdığı mektupta “birader” protokol deyimi yerine
“dost” kelimesini kullanmıştı; halbuki Hıristiyan hükümdarlar arasında
karşılıklı gönderilen mektuplarda “efendi biraderim” başlığı ile başlanır
“yüksek şahsınızın iyi biraderi” diye imza etmek âdettir. Rusya İmparatorunun
Napoleone III. türedisine biraderim demeye tenezzül etmemesinden beriki
içerlemişti. Hattâ birgün Rus elçisine “kardeşlik kaderdendir, fakat kişi
dostlarını kendisi seçer” demişti; ve bir de Napoleone III. hakkında zorba
sözünü çar ağzından kaçırmıştı. Bunlardan dolayı Fransa’da Katolik ve
emperyalist basın doğuda oluşan olaylara fazla ilgili görünmekte ve halkoyunu
heyecanlandırmakta idi. Bununla beraber yeni Dışişleri Bakanı Drouin De Lhuys
Kutsal yerler işinde ileri gitmekten vazgeçerek Mençikof’un elçiliğinden iyi
sonuçlar doğacağına inanıyordu.
İngiltere
Hükümeti Rusya’nın doğu hakkmdaki emellerini zaten bildiğinden Nikola I.in balo
gecesi Sör Hamilton Seimure ile bilinen görüşmesinden fırtınanın çıkmasının
yakın olduğunu anladı ve görüşmenin arkasını kesmeyerek şubatın yirmisine kadar
sürdürdü; çarın önüne düşerek gizli fikirlerini tamamen öğrendi. Protestan
olmak dolayısıyla Kutsal yerler anlaşmazlığında, latin papazlarıyla Ortodoks
papazları arasındaki kavgada ilgisiz kaldı. Mençikof’un elçilik ve tekliflerinden
uyanarak papaz anlaşmazlığını bastıralım derken garip yeni bir başın meydana
çıkmasının savaşa dönüşeceğini kestirdiğinden Osmanlı Devleti’ne uyanık
bulunmasını ve sağduyu ile hareket etmesini öğütlemekte ve Fransa’daki halkoyu
kaynamasından mümkün olduğu kadar yararlanma yollarını aramakta idi.
Avusturya
Devleti, bazıları Islavlara dost, bazıları düşman olan çeşitli kavimlerden
oluştuğundan Rusya ile Osmaiılı Hükümeti arasındaki tartışmanın ateş saçağı
sarmadan söndürülmesine uğraşıyor, ikisi arasında bir anlaşma zemini için
arabulmaya çalışıyor; Viyana’da bulunan büyük devletler elçilerini bir
konferansa dâvet ediyordu. (1 Temmuz 1853) Viyana Konferansı Mençikof’un
tekliflerini bir başka şekle sokarak nota ile taraflara bildirdi (31 Temmuz). Reşit
Paşa Viyana notasını da kabul etmediğinden Avusturya Hükümeti kargaşalık
kıvılcımının Macar ve İslav kavimlerini sıçramamasına ve komşu kavgasından
kendi
huzurunun bozulmamasma dikkat ve itina gösteriyor; batılı devletlerdi tutum ve
davranışlarını beklemek yolunu tutuyordu.
Prusya
Devleti, Koca Ragıp Paşa’nın sadrazamlığından beri yarım asırdır Osmanlı
Devleti ile samimi bir dostluk kurmuş iken Lehistan’ın paylaşılmasmdan(6)
yararlandıktan sonra doğu işleriyle o derece ilgilenmeyip Almanya’da yerini güçlendirmeye
çalışıyordu.
İtalya’da
milli birlik henüz meydana gelmediğinden Piemont-Sardunia Krallığı Avrupa
siyasi halkasına girmeyi arzu ediyorsa da uzak dış meselelerde söz sahibi
olacak kadar kuvvetli değildi.
İşte
devletlerin hali şu merkezde iken General Gorcakof Prut suyunu aşarak (3 Temmuz
1853) Memleketeyn’i işgale başladı. O gün Kont Nesselrode’ın büyük devletlere
yazdığı genel bildiride “Memleketeyn’i işgal ediyoruz fakat bu Türkiye ile
saldırgan bir savaş amacıyla değildir. Bab-ı Âli hakh olarak beklediğimiz
manevi teminatı vermekten çekindiğinden onun yerine geçici olarak maddi teminat
koymaya bizi mecbur etti” paragrafı bulunuyordu.
Bu
tehdit edici davranış Bâb-ı Ali’yi yıldırmadı. Aksine Avrupa’yı etkileyerek
Osmanlı Devleti’nin başladığı reform yolunda ilerlemeye vakit bulamadan eski
düşmanı tarafından ezileceği zanmnı doğurdu. Rusların kabul ve Reşid Paşa’nın
reddettiği Viyana bildirisine ne gibi değişiklikler eklenmesini istediği Osmanh
Hükümeti’nden sorulduğunda Reşid Paşa iddialarını genişleterek Osmanlı
Devleti’nin kesinlikle memleket bütünlüğünü ve bağımsızlığını şart koştuğundan
Kaynarca ve Edirne andlaşmaları ile evvelce kabul ve tasdik edilmiş olan
hükümleri geçersiz hale koymak demek olan bu şart Rusya için dayanılır gibi
değildi. O zamana kadar barış lehinde olduğunu göstermeye' çalışan Nikola I. ve
Nesselrode yüzlerindeki örtüyü kaldırdılar. Çar, Hıristiyan kilisesinin
koruyucusu ve Katerina Il.nin gittiği yolda yürüdüğünü bildirmekten ve
yaymaktan geri durmadı. Kutsal savaş kendisi için artık zorunlu idi.
Bâb-ı
Ali’yi böyle sesini yükseltmeye teşvik eden İngiltere Elçisi Lord Stradford De
Redclif idi. Elçi memleketinde izinli bulunduğu sırada Mençikof’un elçiliği
üzerine hemen İstanbul’a dönerek(5 Nisan 1853) Osmanlı Hükümeti’ni şeref
haklarını korumak için gayretlendir-mişti. Kendi hükümetine söz geçirir ve
hattâ aldığı emri gerektiğinde geciktirir ve değiştirir ve bundan dolayı
paylanmaktan ve azarlanmaktan korkmaz bir adam olduğundan büyük devletlerin
savaşı önlemek için arabuluculuklarını ve uzlaşma politikalarını geri
bıraktırmak için elinden geleni yapmıştır. Fransa’nın siyasi işler Müdürü
Touvenel “bu adam İstanbul’da bulundukça suyun bulanmaması kabil değildir
“demiş ve Kraliçe Victoria’nın kocası Prince Albert “İstanbul’daki valimiz
dilediğini yapan bir adamdır, istiyor ve istediği oluyor” sözleriyle
hoşnutsuzluğunu saklamamıştı. Hattâ Reşid Paşa 25 Eylül 1853 (21 Zilhicce 1269)
tarihiyle Londra Osmanlı elçiliğine bir mektup yazmaya ve mektupta Lord
Stradford de Redclif’in teşvik ve cesaretlendirmesi hakkında yayılan sözleri
çürütmeye ve tekzibe mecbur olmuştur.
Sözün
kısası Rus ordusunun bir Osmanlı Ülkesi olan Memleke-teyn’e (Romanya’ya)
girmesinin andlaşmaya aykırı olduğundan Rusya’ya savaş ilân edildi. (23 Ekim
1853-20 Muharrem 1270). Fransa ve İngiltere hükümetleri savaşın felaketlerini
sınırlandırmak için denizlerde çarpışma yapılmamasını Rusya ve Türkiye’ye
bildirmişler ise de teklifleri kabul edilmeden Sinop olayı meydana geldi (30
Kasım 1853)(7). Gemilerimiz üstün Rus kuvvetleri tarafından yakıldı. İşte bu
acıklı yenilgi batılı devletlerin yardımını hızlandırmakla sonu hayırlı bir
felaket anlamındaki âyetin gerçekliğini meydana koymuştur.
Sinop’ta
gemilerimizin yanması Fransa ve İngiltere’de bir üzüntü tufanı kopardı. Daha 20
Mart 1853 tarihinde Tulon’dan ve Mençi-kof’un İstanbul’dan ayrıldığı gün olan
21 mayısta Malta’dan hareket eden Fransız ve İngiliz donanmaları Adalar
Denizi’nde (Ege Denizi) bir-leşerek Beşike’ye(8) gelmişler, savaşın ilânından
bir gün önce Marmara’ya girerek İstanbul önünde demirlemişlerdi. Bunlar
İstanbul limanında iken Rusların Sinop’taki atılganlıkları güçlerine gitmiş, bu
olay Fransa ve İngiltere’ye karşı bir çeşit meydan okuma sayılmıştı. Bunun
üzerine donanmalar Karadeniz’e çıkarak Osmanlı kıyılarını koruma görevini
aldılar. Bu hareket bir birleşmenin başlangıcı idi.
DÖRTLÜ
İTTİFAK (Türkiye, İngiltere, Fransa, Sardunya)
Geçen
makalede Rus askerinin barış zamanında Prut sınırını aşarak (3 Temmuz 1853)
Memleketeyn’i (Romanya’yı) işgale başladığını ve Osmanlı Devleti ile Rusya
arasında yakın görünen savaşın önünü almak için Viyana’da toplanan konferansın
çalışmalarının ve kararlarının Sonuç vermediğini ve Osmanlı. Hükümeti meşru
haklarının korunmasında sebat ettiğini yazmıştık. Rusya Hükümeti Memleketeyn’in
işgalinin
yayılma maksadıyla olmadığını, sırf maddi güvence şeklinde göstermek istemiş
ise de bu durum Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü tehdit edici bir durum
olduğundan, Fransa ve İngiltere’de bu bütünlüğün korunması Avrupa dengesinin
devamına bağlı olduğu inancı esasen mevcut olduğundan doğudaki siyasi ve ticari
çıkarlarının bozulmasını korumak da esas işleri olduğundan adıgeçen devletler
Beşike’-de demirli bulunan donanmalarını Marmara’ya sokmuşlar ve İstanbul
limanına ulaştırmışlardı.
Bu
olay bir andlaşma meselesi ile ilgili idi. 13 Temmuz 1841 tarihli Londra
Andlaşmasında (9) Osmanh Devleti barış halinde bulundukça hiçbir yabancı savaş
gemisinin boğazlardan geçememesi ve padişah istese de geçişlerine izin
verememesi, devletlerarası karara bağlanmıştı. Bundan dolayı padişah tarafından
İngiliz deniz kuvvetlerinin İstanbul’a çağrılması ve bu kuvvetlerin çağrıya
uyması, adıgeçen andlaşma hükümlerine aykırı olduğu Rusya tarafından ileri
sürülerek İngiltere’den açıklama istendi. Lord Clarendon verdiği cevapta “ilk
Rus askerinin Osmanlı topraklarından olan Memleketeyn’e (Romanya) ayak
basmasıyla Osmanh Devleti için barışın bozulmuş olduğu ve o andan itibaren
padişahın İngiliz gemilerini boğazlara çağırmaya ve İngiltere Hükümetinin de
gemilerini o tarafı göndermeye ve gereğinde boğazlardan geçirmeye hak
kazandığı, her ne kadar Rus askerinin Memleketeyn’e girmesiyle savaş ilan
edilmemiş ise de bir devletin siyasi bağımsızlığı ile bağdaştırılmasını mümkün
saymadığı şartlara uymaya zorlandığı, ülkesi düşmanca ve andlaşmalara aykırı
olarak bir diğer devletin orduları tarafından hücumla işgal edildikten ve
oradaki topraklarıyla resmî ilişkileri kesilip vergileri ertelendikten sonra
barış halinin devam ettiğinin ileri sürülemeyeceği” cümleleri bulunmakta idi.
Donanmaların
Marmara’ya girmesine izin verilmesinin ertesi günü (23 Ekim 1853) Osmanh
Devleti tarafından Rusya’ya savaş ilân edildi. Otuz yedi gün sonra Sinop olayı
meydana geldi. (30 Kasım) Saldırgan bir savaştan kaçınacağına söz vermiş olan
Rusların Sinop limanında demirli olan ve hiçbir zararı dokunması mümkün olmayan
gemilerimizi bastırarak yakması ve Sinop şehrini topa tutarak harap etmesi
sözünde durmazlıktı. Müttefik devletler donanması İstanbul’dan hareket ederek
Karadeniz’e çıkmaya ve bu denizde Rus savaş gemilerini gezdir-memeye, asker ve
malzeme taşımayı önlemekle görevlendirildiler. Bu suretle egemenliğini elde
ettikleri Karadeniz’den çekilmeyi Rus ordula-rınm Memleketeyn’i boşaltmaları
şartına bağladılar. Adı geçen devletler, Osmanlı saltanatını yakından tehdit
eden tehlikelere karşı varlığının korunmasının Avrupa genel politikası için
vazgeçilmez olduğunu, Tanzimat Fermanı ile başlamış olan reformların
gelişmesine vakit ve imkân vermenin Avurpalılar tarafından karalaştırıldığını
ve arzu edildiğini, Rusya bu görüşe içtenlikle katıldığı takdirde bugünkü
zorlukların giderilme çarelerinin henüz bulunabileceğini, yani Osmanlı
Devleti’ni kimsesiz ve düşkün bir durumda Rus pençesine bırakmayacaklarını
anlattılar. Bu iki devlet birlikte hareket etmeyi kararlaştırmıştı.
Nicola
I. için dâvasından vazgeçmek kabil değildi. Fransa ve İngiltere’nin
patırdılarma karşı Sinop kahramanı Amiral Nahimof’ı sıcak tebrik mektubu ile
gönlünü hoşetmiş ve Rus orduları başkumandanı Garçakof’a Allah’ın yardımına
dayanarak Tuna nehrine doğru yürüme emri vermişti. Bir taraftan da savaş
hazırlıklarına hız veriyordu. Napo-leone III. doğrudan doğruya kendisine
yazdığı bir mektupta (29 Ocak 1854) işler bu dereceye kadar geldikten sonra ya
dostça ve iyi niyetle uyuşulmak veya ipi koparmak zorunlu olduğunu söylemişti.
Nicola birinci kısma yanaşmayıp gelecekteki olayların sorumluluğunu sebep
olanlara yüklemişti. Kutsal yerleri yıkanlara karşı açtığı kutsal savaştan
dönerse müteassıp milletinin yüzüne nasıl bakabilecekti.
Fransa
ve İngiltere’nin düşmanca davranışı günden güne açığa çıkıyor ve Rusya ile
ilişkileri gerginleşiyordu. Yapılan diplomatik haberleşmeler de Clarendon’un
dili çok sertti. Karadeniz’de Türk gemileri taşıma işlerine devam ettikleri
halde bunun Ruslara yasaklanması tarafsızlığa sığar işlerden değildi. Bundan
dolayı Rusya sefirleri Londra ve Paris, Fransa ve İnglitere elçileri
Petersburg’dan ayrılarak ilişkileri kestiler (Şubat 1854). Çar 21 şubat tarihli
beyannamede halkına diyordu ki “böylece İngiltere ve Fransa Hıristiyanlık
düşmanlarıyla birleştiler ve Ortodoks dinini »avunan Rusya’ya karşı durdular.
Fakat Rusya kutsal görevinde sarsılmayacaktır. Eğer düşman hudutlarımıza
saldırırsa atalarımızdan miras olan dayanıklıkla onları karşılamaya hazırız.
Unutulmayan 1812 olayları ile yüksek askeri erdemliklerini ispatlayan Rus
milleti yine o millettir. Allah’mlutfü ile yine isbatlayacağız. Bu ümit ile
dolu olarak baskı altında ezilen din kardeşlerimiz için savaşırken kalpten
doğan coşkunlukla seslenerek Allah’ın yardımını dileyelim”.
Resmi
ilişkilerin kesilmesi dolayısıyla Lord Clarendon Kont Nes-selrode’a doğrudan
doruya bir mektup yazarak (27 Şubat 1854) nisanın
otuzuna
kadar Memleketeyn’in boşaltılmasını öneriyor ve cevap verilmesi için Rusya
hükümetine altı günlük süre tanıyordu. Rusya Hükümetinin olumsuz cevabını veya
susmasını savaş ilânı sayacağını ekliyordu.
Tuna
boyunda başlayan çarpışmalarda askerlerimiz örnek düzen ve kahramanlık
göstermekle uygulanmaya başlayan Tanzimat-ı Hay-riyenin ciddiliği hakkında dost
devletlerde hasıl olan kanaat bir kat daha kuvvetlenerek Osmanh Devleti’nin
canına kastederek yürüyen zorba ve kibirli düşmanına karşı onu korumak gereği
gerçekleşti. Fransa ve İngiltere devletleri Osmanh Devleti ile İstanbul’da bir
ittifak and-laşması imzaladılar (12 Mart 1854). Beş maddeden oluşan bu
andlaş-mada adıgeçen devletler Osmanh bayrak ve toprağına yardım için evvelce
gönderdikleri deniz kuvvetlerine ek olarak uygun görecekleri miktarda kara
kuvveti de göndererek Rumeli ve Anadolu’da Osmanh ülkelerini savunmayı,
yapılacak askeri hareketleri üç müttefik ordunun başkumandanları tarafından
görüşülerek kararlaştırmayı, barıştan sonra görevi kalmayan kara ve deniz
kuvvetlerini hemen geri çekmeyi kabul ediyorlardı.
Bu
andlaşmanın yapılmasından onaltı gün sonra Fransa ve İngiltere devletleri
Rusya’ya savaş ilân ettiler (28 Mart 1854). İngiltere Hükümetinin gerekçesi
aşağıdaki gibi özetlenebilir: “Kutsal yerler imtiyazları hakkında Rusya
imparatoru tarafından ileri sürülen şikâyetleri Osmanh Hükümeti istenildiği
şekilde çözüme bağlayıp giderdiği sırada Prens Mençikof’un elçiliği, bu
konudaki kararları düzeltecek sanılırken adıgeçen daha ciddi ve daha mühim
isteklere kalktı. Başlangıcında gizli tutulan tehditle karışık bu istekler,
Osmanh hükümdarının tebasmın büyük bir çoğunluğu üzerindeki hükümdarlık
haklarının yerine çarın egemenliğini koymayı sağladığından, Bâb-ı Âli
tarafından haklı olarak kabul edilmedi. Prens Mençikof görevinin bittiğini
bildirerek İstanbul’dan ayrılırken reddedilen isteklerinin kabulünü zor
kullanarak güvence altına aldırmanın Rusya Devleti için zorunlu bir hareket
olduğundan bahsettiği, İngilitere Hükümeti tarafından işitilince, donanmasının
Malta’dan çıkarak Fransız gemileriyle birlikte Çanakkale Boğazı yakınında yer
almasına emir verildi. Rusya ve Türkiye arasında meydana gelen anlaşmazlığın
çözümlenmesi hususunda dost devletler barışçı gayretler harcamaktan geri
durmadı. Fakat Rusya çarı sınır üzerinde büyük askeri kuvvetler yığmış ve sonra
Prens Mençikof’un elçi-1 iğinin bitmesinden bir gün evvel verdiği notanın bir
harfi değiştirilmek-sizin Sekiz gün içinde kabul ve imza olunmasını, aksi
takdirde Memle-keteyn’i ordularıyla işgal edeceğini Bâb-ı Âli’ye bildirdi.
Sözleşmenin aksine, Memleketeyn’in işgali üzerine padişah Rusya’ya savaş ilân
etmedi ve gerek padişah gerek dost devletler tarafından Memleketeyn’in
(Romanya) boşaltılması için Rusya Hükümetine karşı diplomatik girişimlerden vaz
geçilmedi. Fakat Rusya, Mençikof notasının olduğu gibi kabulünde, yani Osmanlı
Devleti’nin bir kısım tebasıyla normal ilişkilerine karışma isteğinde ısrar
etti. Osmanlı hükümdarının haklarına manevi bakımdan saldırmaya geniş savaş
hazırlıkları da eklenince, iş kendi haline bırakılırsa Osmanlı Devleti’nin
harap olmasına sebep olacağı görüldü. Medeniyet âleminin inançlarına ve mevcut
anlaşma hükümlerine aykırı ve genel barışı bozucu sert ve müstebit bir tavır
takınan Rusya’ya karşı İngiltere Hükümeti Fransa ile elbirliği ile müttefiki
Osmanlı Devleti’ni savunmak ve korumak için silaha sarılmıştır. Kraliçe
hazretleri Rusya tarafından ileri sürülen Hıristiyanlık dâvasını barışçı
görünen bir saldırıyı örtmek için yapıldığı kanısındadır”.
Piemont-Sardunya
krallığı kendi yararına olarak İtalya birliğini kurmak inanç ve niyetinde
olduğundan bunun için Avrupa siyasi halkasına girmeye ve büyük devletlere
kendisini tanıtarak itibarlarım kazanmaya ve kendisini kabul ettirmeye ihtiyaç
duyduğundan Fransa ve İngiltere devletlerinin Osmanlı Hükümeti ile müttefik
olarak Rusya’ya açtıkları savaşta karadan ve denizden yardımcı kuvvetler
göndermeleri üzerine pişen aşta tuzu ve biberi bulunması ümidiyle bu krallık da
Osmanlı Hükümeti ile ayni şartlar içinde İstanbul’da bir dostluk and-laşması
imzaladı (15 Mart 1855). Ve 15 bin askeri Sivastopol kuşatmasına gönderdi. İşte
bu suretle Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ve Sardunya hükümetleri
arasında dörtlü ittifak meydana geldi.
Avusturya
Devleti için artık hareketsiz kalmanın vakti geçmişti. Fransa, İngiltere ve
Prusya büyükelçileriyle Avusturya delegesinin Vi-yana’da ara sıra konferans
şeklinde toplanıp kararlar almaya debelenmesi yeterli değildi. 14 Haziran 1854
tarihinde Avusturya Devleti, OsmanlI Hükümeti’yle İstanbul’da askerî bir
anlaşma imzaladı. Bu anlaşma gereğince Avusturya imparatoru Memleketeyn’deki
yabancı askeri boşaltmayı ve bunun için gerekirse kuvvet kullanmayı ve bölge
yönetimini, padişah tarafından verilen ayrıcalıklara uygun olarak kurmayı ve
Rusya ile Osmanlı Devleti arasında barış yapıldığı vakit bu iki eyalete
gönderdiği askeri geri çekmeyi taahhüt ediyordu.
İttifaka
girmiş olan devletler hareket merkezi yaptıkları Kırım yarımadasına gemiler
dolusu asker gönderdiler. Sivastopol müstahkem mevkiinin elegeçirilmesini amaç
edindiler. Karadeniz yaratılalı daha böyle bir donanma cümbüşü görmemişti.
Büyüklü küçüklü savaş gemilerinden başka yüzlerce nakliye gemisi bütün gün
boğazlardan geçer, bunların bir kısmı buharlı olduğu gibi büyük kısmı beyaz
yelkenlerle deniz yüzünü süslerlerdi. İstanbul bir düğün evi halini almıştı.
Avusturya
Devleti dörtlü ittifaka fiilen katılmadı ise de dolayısıyla yardımcı idi. Tutum
ve davranışlarıyle Rusya aleyhine çalışıyordu. François-İoseph(lO) ile Nicole
I. nın Varşova’da buluşmaları sıra-sında(ll) (1850) François-İoseph eliyle
Viyana’mn kurtarıcısı meşhur İean Sobieski’nin heykelini göstererek “dünyada
iki şerefli kimse tanırım. Biri şu heykelin sahibi biri de yüksek
şahsiyetinizdir” dediğini söylerler. Yani Macar İhtilalinde Rusya çarından
gördüğü yardımı teşekkürle anmak istemiş. Halbuki üç dört sene sonra yukarıda
açıklandığı gibi Rusya’ya vefasızlık göstermesinden dolayı Nicola I. kızarak
birgün özel şekilde Avusturya elçisini Varşova’ya çağırarak İean So-beieski’nin
heykelini göstererek “dünyada iki ahmak adam tanıyorum, biri şu heykelin
sahibi, biri de ben; imparatorunuza böylece yazınız” sözleriyle taşı gediğine
koymuş.
PARİS
ANLAŞMASI
1270
(1853) seferinde Fransa, İngiltere ile Sardunya ve Avusturya devletlerinin
Osmanlı Devleti’ne yardıma koşmaları günlük olaylardan değildi. Fransa ve
İngiltere’den ve sonra da İtalya’dan doğuya gemiler dolusu asker
gönderiliyordu. İlk defa olarak büyük devletler bir İslam devleti ile müttefik
olarak Hıristiyanlığı ilgilendiren bir meseleden çıkan kavgaya katılıyor ve bir
Hıristiyan devlete savaş ilân ediyorlardı. Ve yine ilk defa olarak Fransa ve
İngiltere ayni amaçta birleşe-rek genel politikaya yön vermeye başkanlık
ediyorlardı. Geleceğin güvenliği için daha büyük bir garanti düşünülebilir mi
idi. Gerçi şu olağanüstü büyük olaylar genel akışın ürünleri idi. Fakat
şahısların etkisi de inkâr edilemeyeceğinden bu konuda Mustafa Reşit Paşa’nm
zekâsı ve hizmeti, İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Lord Stratford Redclif’in
yardımı ve direnmesi de belirtilmeye değer. Ve bir de dört beş sene evvel Macar
İhtilalinde Rusya Avusturya imparatoruna kuvvet göndererek yararlı hizmette
bulunmuş iken Avusturya’nın ondan böyle yüz çevirmesi Avurupa politikasının
ilerde alacağı yeni yola iyi bir başlangıç idi.
Tuna
cephesini iyi savunan ve bir zafer de kazanan (Oltaniçe ve 'Çitana
galibiyetleri) serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Silistre kuşatmasını da iyi bir
şekilde yönetmeye çalışıyordu. Avusturya ile yapılan askeri anlaşma gereğince
(17 Haziran 1854) Avusturya askeri kuvvetleri Rus-lara Memleketeyn’i (Romanya)
boşalttırmaya yürüdüğünden ve diğer taraftan Fransız ve İngiliz orduları
Akdeniz Boğazına (Çanakkale Boğazı) geldiğinden Genaral Pastiyeviç Silistre
kuşatmasını bırakarak Eflak tarafına dönmeye ve biraz sonra da bütün Rus askeri
Memleketeyn’i tamamen boşaltmaya mecbur oldu. Bu sebeple iki taraf
savaşçılarına Rumeli’de döğüşecek yer kalmamış idi. Varna’ya çıkarılan İngiliz
ve Fransız orduları başkumandanları Türk başkumandanı ile görüşerek savaşı
Kırım yarımadasına taşımaya karar verdiler ve Sivastopol’ü hedef kabul ettiler.
.
Sivastopol
muhasarası uzadı ve müttefiklere pekçok zahmet ve fedakârlığa mal oldu. 2 Mart
1855 tarihinde Nicola I. ölmüştü. Ayni sene eylül sonlarında Sivastopol alındı.
Savaşın amacına ulaştığı kabul edilerek barış şartlarını görüşmek ve
kararlaştırmak için Paris’te bir kongre toplandı.
.
„
Kongreye
başdelege olarak Osmanh Devleti’nden Sadrazam Âli Paşa(17) ve İngiltere namına Kont Clarendon, Eransa
namına dışişleri bakanı Kont Walewski, Sardunya namına Kont Cavour, Avusturya
namına Kont Boulle ve Rusya namına da Kont Orlof atanmışlardı. Toplantılar
başladıktan 20 gün sonra Prusya Devleti de Dışişleri Bakanı Manteufel’i Paris’e
göndererek kongrenin çalışmalarına katıldı.
Kongre
27 Şubat 1856 günü açılarak Walewski’yi başkanlığa seçmiş ve 30 Mart 1856 (22
Recep 1272) günü andlaşmayı kesin şekilde kabul ve imza etmiş ise de ayrıntılı
işleri görüşmek ve düzeltmek için toplantılarını nisanın ondördüne kadar
uzatmıştır.
İşittiğime
göre Rusya’ya bazı sıkıcı şartlar teklif edilmesi Bâb-ı Âli ile İngiltere
Hükümeti arasında kararlaştırılmış iken Napoleone III. un bilinen (çoktan aza
düşmek = ifrattan tefrite düşmek) tutumu sonucu olarak Rus delegeleri Paris’e
geldiğinde Walewski târafmdan gösterilen yaltaklıklar ve “savaş meydanında
kazanamadığınız şan ve
şeref
tacını politika alanında kazanacaksınız” gibi gönül alıcı sözlerle
karşılandığından galip tarafa yakışmayacak bu iki yüzlü davranışlara Âli Paşa
ile Clarendon ağızları açık kalarak şaşırmışlardı.
Paris
Andlaşmasınm esas şartları Akdeniz ve Karadeniz boğazları (Çanakkale ve
İstanbul boğazları) hakkında Osmanlı Devleti’nin eskisi gibi egemenlik hakkının
sağlanması ve onaylanması yani 1841 Londra Anlaşması hükümlerinin yenilenmesi;
Karadeniz’in tarafsız olması ve hiçbir devletin harp gemisi bulunmaması, fakat
her devletin ticaret gemilerine açık olması, bu denizde ticaretin
kolaylaştırılması ve genişletilmesi hususunda sağlık, gümrük ve disiplin
işlemlerinin yerine getirilmesi ile beraber uygun yerlerinde konsolosluklar
bulundurulması ve savaş tersanelerinin yok edilmesi ve yalnız polis görevini
yapmak üzere Osmanlı Devleti ve Rusya Hükümeti tarafından sayıları ayrıca
yapılacak bir anlaşma ile saptanacak şekilde hafif gemiler bulundurulması; Tuna
nehrinde gemilerin serbestçe dolaşması ve bununla ilgili işlerin görüşülmesi
için karma bir Tuna komisyonu kurulması; Eflak ve Boğdan eyaletleri ile
beyliğinin eskisi gibi içişlerinde özerk olması, beylerinin atanmasında ve
görevden alınmasında büyük devletlerin de oylarının bulunması; İngiltere,
Fransa ve Sardunya hükümetleri tarafından yardım olarak Osmanlı ülkelerine
gönderilmiş olan askerlerin mümkün olan hızla memleketlerine dönmeleri idi. Ve
bir de savaşçı tarafların ele geçirdikleri ülkeleri karşılıklı geri vermeleri
(Sivastopol’ün Ruslara ve Rusların ele geçirdiği Kars’ın Osmanlı Devleti’ne
geri verilmesi) yalnız Tuna nehrinin Kili ağzına yakın olan Besarabya
toprakları Rusya’dan alınıp Boğdan ülkesine bırakılıyordu.
Bunlardan
başka yedinci ve dokuzuncu maddeler çok önemli idi. Yedinci maddede “görkemli
Fransızların imparatoru ve görkemli Avusturya imparatoru ve görkemli Büyük
Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı Kraliçesi ve görkemli Sardunya Kralı
Bâb-ı Âli’nin Avrupa genel hakları ve politik topluluğu yararlarına
katılmasının kabul edildiğini bildirirler. Adıgeçen hükümdarlar Osmanlı
sultanlığının bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi her devlet
kendi namına kabul ve bu kabulün bütünü ile yerine getirilmesine hep beraber
kefil olurlar. Bu sebeple bunu zedeleyecek nitelikte olan her eylem ve harekete
genel yararla ilgili bir problem gözüyle bakacaklardır” deniliyor.
Bu
madde gereğince Osmanlı Devleti Avrupa medeni devletler topluluğuna giriyor ve
kendisine devletlerarası hukuk kurallarından yararlanma hakkı tanınıyordu.
Medeni devletler için tabii olan bu hakkın bize de tanınıp tanınmadığı
Tanzimat’a kadar belirsiz kalmıştı. Hattâ ilk dışişleri bakanımız Akif Efendi
Tabsıra’da yazdığı gibi Churchilme-selesinden çıkan anlaşmazlıkta devletler
hukuku kuralları ileri sürüldüğü zaman İngiltere elçiliği baştercümanı Pizani
“o size göre değildir” cevabını vermişti. Adı geçen maddenin dikkate değer bir
noktası da yeni zamanlarda/Hıristiyan âleminin hep beraber bir Müslüman
devletini siyasi topluluklarına eşit şartlarla kabul etmeleridir. Osmanlı
Devleti’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü müştereken korumayı
yüklenmeleri maddesine gelince bunun amacı Rusya’nın ikide birde karışmasının
önünü almak ve Yakın Doğuda başka devletlerin de ilişkileri olduğunu
anlatmaktı. Fakat bu maddenin devamı ve yaşaması Osmanlı Hükümeti tarafından
sağlam bir idare usulü kurulmasına ve yürütülmesine bağlı idi. Yoksa her biri
ayrı ayrı karışmaya yol bulacak ve andlaşmanın şu güzel maddesi kâğıt üzerinde
yazı gibi kalacaktı.
Andlaşmanın
dokuzuncu maddesi aşağıdaki gibidir: “Osmanlı padişahı tebasınm zenginliğini ve
mutluluğunu sağlamak için sürekli gayretleri cins ve mezhep farkı gözetmeksizin
hepsinin bugünkü durumlarının düzeltilmesi ile beraber memleketindeki
Hıristiyan kavimler hak-kındaki koruyucu niyetlerini açıklayan bir ferman
çıkarmış ve bu konudaki duygularına yeni bir delil göstermek arzusuyla yüksek
düşüncelerinden doğan bu fermanı andlaşmayı imzalayan devletlere bildirmeye
karar vermiştir. İmzacı devletler bu bildirinin yüksek değerini takdir ederler.
Şurası iyice kararlaştırılmıştır ki bu bildiri adıgeçen devletlere hiçbir
şekilde gerek topluca ve gerek ayrı ayrı padişahla tebası arasındaki ilişkilere
ve devletinin içişlerine karışmaya hak ve yetki veremez”
Bu
dokuzuncu madde memlekette birçok dedikodulara sebep ol-du(12). Ruslar,
Hıristiyan tebayı koruma dâvasıyla ortaya atılmış olduğundan bu hususun
andlaşma metninde temamen sükûtla ğeçiştirilme-si, bilinen sebeplerden dolayı
müttefik devletler tarafından uygun görülmediği gibi dâvayı uzatmakla Rusya’ya
Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak için açık kapı bırakmak da doğru
görülmediğinden hem etrafı okşamak ve hem Osmanlı Hükümetini genel ıslahata ve
Hıristiyan milletler hakkında daha fazla haklar tanımaya teşvik için maddenin
düzenlendiği açıktır. İşte bunun içindir ki Osmanh Hükümeti ıslahat
yapmaya
kendiliğinden söz vermiş ve garanti eder gibi görünmek için 12 Cumaziyüluhra
1272/ (18 Şubat 1856) tarihli yüksek Islahat ferma-’ m padişah tarafından
çıkarılmış ve imzacı devletlere bildirilmesi, uygulanacağına bir çeşit garanti
sayılmıştı. Mirat-ı Hakikat diyorki “yüksek fermanın çıkarılmasına ve
bildirilmesine dair imzacı devletler tarafından yapılan teklif (13) o vakit
Bâb-ı Ali’ce bahis konusu edilmiş, bazı devlet adamları “bu durum Rusya’nın
savaşı gerektiren iddiasını başka bir şekilde kabul ve uygun bulmak demektir”
diye karşı koydu-larsa da Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını koruma yolunda kan
döken devletlerin böyle bir isteklerini reddetmenin imkânı olmadığı anlaşılmış
ve ıslahat yapılması zaten öngörülmüş olduğundan teklifleri kabul edilmişti.
Amma bu yüksek fermanın andlaşmada açıklanması ve belirtilmesi, ileride
devletlerarası bir senet sayılacağı anlamına geleceğinden içişlerine karışma ve
Müslüman olmayan tebanm devletlerin müşterek kontrol ve himayeleri altına
gireceği, bu takdirde ise Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin
bağımsızlığının korunması hakkındaki iddiaları ve bunun için yaptıkları
fedakarlıklar boşa gitmiş olacak, sonucun başlangıca uygun olmayacağı görüşünde
olanlar bulunduğundan, Mustafa Reşit Paşa bu konuda birçok görüşleri kapsayan
ve Ali Paşa’-ya dokunaklı sözler bulunan bir tasarı yazarak sunmuştu”.
Paris
Andlaşmasmın Osmanlı Devleti’ne kazandırdığı yeni durumun tartışılacak bir yanı
yoktur. Bütün mesele öngörülen reformları ciddi ve içtenlikle Uygulamaya
koymakta idi. Çünkü ıslahat bütün memleketi kapsadığından cins ve mezhep ayrılığına
yer vermediğinden bütün Osmanlı vatandaşlarının bundan faydalanacağı
şüphesizdi. Bahsedilen ıslahat fermanında Hıristiyan toplumlar hakkında eski
mezhep ayrıcalıklarının tanziminden başka birşey olmadığı gibi esas ıslahat
maddesi de genel anlamda yazıldığından andlaşma metninde açıklanması ve
belirtilmesi korkulduğu kadar zarar vermeyecekti. Fakat uygulama düşünüldüğü
gibi olmaz ve Osmanlı Hükümeti gevşeklik gösterir ve sözünde durmaz ise
devletlerin işe karışacakları ve baskı yapmalarına meydan verileceği
örnekleriyle sabitti. Rusya’nın aradığı da bu durum olduğundan ileride bu halin
önlenmesinin tek çaresi reformların mümkün olan süratle ve samimiyetle
uygulanmasına geçmek ve sonuçlarını göstermekti. Yoksa gösteriş durumunda
kalacak yarım tedbirler başımıza türlü türlü şikâyetler yağdıracak ve yeni yeni
belalar çıkaracaktı.
Barış
konferansının Paris’te toplanması Fransa’nın ikinci imparatorluğuna büyük bir
parlaklık ve şeref kazandırmıştır(14). Büyük devletlerin başbakan veya
dışişleri bakanlarının ayağına gelip en küçük iltifatını görmek ve haşmetli
ağzından çıkacak sözlere başeğmek Napo-leone III. nun mevkini ve azametini
haklı olarak artırıyor ve yerli basın kendisini âlemin lideri olarak
alkışlıyordu. Zorbalık, sözünde durmaz-lık lâfları unutularak (15) Paris halkı
delegelere verilen ziyafet ve eğlencelerin neşesiyle avunuyordu. Napoleone I.
(Bonaparte) Fransa’nın üç renkli bayrağını Moskova’ya kadar götürdü ise yeğeni
de şimdi Güney Rusya’da Kırım yarımadasında gezdirmiş ve Malokof tabyasının tepesine
dikmiş değil mi idi? Fransa’nın kırk sene evvel Viyana’da toplanan kongredeki
düşkünlüğü ve Louis Philippe I. zamanında politikasının sönüklüğü ile(16) Paris
Kongresindeki ün ululuğu kıyaslanabilir mi idi? Gerçekten bu savaşın çıkması
için en çok yumuşak davranmış ve savaş ilan edildikten sonra askerce ve paraca
hiçbir fedakârlığı esirgemeyerek zaferin kazanılmasına büyük yardımı dokunmuş
olan Fransa ne kadar neşelense ve gururlansa yeri idi. Yeni hükümdarı sayesinde
Fransız milleti ülküsüne kavuşmuş idi. Dünya basını Napoleone III. nın zekâ ve
olgunluğunu anlatarak sayfalarını süslüyorlardı. Fransa Hükümetinin içte bu
kadar güvenli ve dışta bu derece parlak bir devrine tarihte az raslanır.
Andlaşmanın imzasından öndört gün evvel imparato-riçe Eugenie’nin bir erkek
varis doğurması (16 Mart 1856) imparatorluğun parlak geleceğine güzel bir
başlangıç sayılmıştı.
AÇIKLAMALAR
·
1
— X. sayılı makalenin II. açıklamasına bak.
·
2
— Birinci Nicola (1796-1855) son derece despot bir Rus çandır. (1825-1855)
yıllan
arasında
çarlık yapmıştır. Türk düşmanı olarak ün yapmıştır. Çar bulunduğu sırada
Türklerle iki defa savaş yapmıştır.
·
3
— Küçük Kaynarca Andlaşması 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda ya
pılmış
olan andlaşmadır. En önemli maddesi, Ruslara OsmanlIların içişlerine kanşma
hakkının tanındığı iddia edilen "Osmanlı ülkesindeki Ortodoksların
koruyucusu" manası çıkanlan yedinci maddenin neye dayandığı makalede
açıklanmıştır.
·
4
— Burada haç Hıristiyanlan Hilâl ise Müslümanlan sembolize etmektedir.
·
5
— XIX. yüzyıldan yıkılışına kadar Osmanlı İmparatorluğu hakkında kullanıl
mış
bir politika terimidir.
·
6
— Osmanlı kaynaklarında ve resmî yazışmalarında Lehistan olarak adlandırı
lan
Polonya, iç idaresindeki ve sosyal yapısındaki bozukluk dolayısı ile millî
birliğini koruyamadığından XVIII. yüzyılda komşuları olan Rusya, Prusya ve
Avusturya tarafından ilki 1772 ve sonuncusu 1795’ te olmak üzere üç defa
paylaşılarak Avrupa haritasından silinmiştir. Tekrar bir bağımsız devlet olarak
kuruluşu 1918 I. Dünya Savaşının sonunda mümkün olabilmiştir.
·
7
— Sinop Olayı, Osmanlı deniz kuvvetlerine ait bir birliğin İstanbul’dan Anado
lu’ya
savaş için erzak ve cephane götürmekte iken Sinop limanında bulunduğu sırada
Rus donanmasının baskını sonucunda yanmıştı. 30 Kasım 1853.
8—
Beşike limanı, Adalar Denizi’nde (Ege Denizi) Çanakkale yakınlarında OsmanlI
Devleti’ne ait küçük bir liman kasabasıdır.
·
9
— Mısır meselesi sırasında Mehmet Ali Paşa ordularının Kütahya ’ya kadar gelmeleri
üzerine Mahmut ll. denize düşen yılana sarılır misali, baş düşmanı olduğunu
bildiği Rusya’nın yardım teklifini kabul ederek 1833’te Ruslarla Hünkâr
İskelesi anlaşmasını yapmıştı. Buna göre Rus savaş gemileri boğazlardan her
zaman geçebileceklerdi. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri bunun
Rusya ’ya sağlayacağı politik çıkarları düşünerek Mısır meselesine müdahale
etmişler ve 1840 Londra anlaşması ile Mısır meselesini kesin bir sonuca
bağlamışlardı. Ertesi sene yani 1841 ’de yine Londra ’da devletlerarası bir
konferans toplanarak boğazların barış zamanında bütün devletlerin savaş
gemilerine kapalı olması kararlaştırılmıştı. Bu sebeple İngiliz savaş
gemilerinin İstanbul’a gelmesi bu andlaşmaya ters düşüyordu.
·
10
— François İoseph (1830-1916) Avusturya-Macaristan İmparatoru olup uzun sal
tanatı
döneminde (1848-1916)Avrupa’mn belli başlı hükümdarlarından birisi olmuştur.
Zamanında Alman ve İtalyan milli birliklerinin kurulması için yapılan
savaşlarda kaybederek Almanya ve İtalyada ’ki Avusturya hakimiyeti sona ermiş,
bunun üzerine Balkanlardaki Osmanlı ülkelerinden Bosna-Hersek eyaletlerini
1878’de işgal ve 19O8’de de ülkesine katmıştı.
·
11
— İki hükümdarın bu buluşmaları 1848’de Macarların Avusturya idaresinden
kurtulup
bağımsız bir devlet kurmak yolundaki mücadelede Rus Çarı Nicola ’-nın ihtilali
bastırmak için yardım etmesini sağlamak için idi.
·
12
— Bu maddenin ileride yabancı devletlere imparatorluğun içişlerine karışması
na
sebep olacağı düşüncesiyle konferansta başdelege olan dışişleri bakanı Ali Paşa
'nın ağır şekilde eleştirmesine yol açmış, bilhassa Reşit Paşa ve taraftarları
tarafından hırpalanmasına sebep olmuştur. Burada asıl tenkit edilen husus bu
bildirinin-1856 Islahat Fermanı-andlaşma metnine konması ile müttefik devletler
tarafından imparatorluğa empoze edilmiş olduğu kanısının yayılmış olması idi.
Maddenin ilk şeklinin böyle olduğu fakat Ali Paşa’nın ısrarları karşısında son
şeklini aldığı bilinmektedir.
·
13
— Burada ya yazarın veya Mir’at-ı Hakikat sahibinin, bir yanlışlığı olsa gerek.
Çünkü
Islahat fermanının çıkarılması kongre üyeleri tarafından değil devletin
müttefikleri olan Fransa ve Ingiltere tarafından teklif edilmiştir.
·
14
— Fransa ’da birinci imparatorluk 1804 ’de Napoleone Bonapart’m kurduğu impa
ratorluktur.
Bu imparatorluk Napoleone’ın Waterlo’da müttefiklere yenilmesi üzerine yıkılmış
ve Fransa’da tekrar kıratlık kurulmuştu.
·
15
— Hatırlanacağı gibi savaşın başında Napoleone III. hakkında Rus çarı impara
torluğu
haksız elegeçirdiği iddiasıyla Napoleone’u gâsıp ve sözünde durmaz-lıkla
suçlamıştı.
16—
Napoleone Bonapart’m İngilizlere teslim olmasından sonra 1815’te toplanan ve
Fransa’nm yenik bir devlet olarak katıldığı Viyana Kongresinde kendisine dikte
ettirilen hususları aynen kabule mecbur olmuştu. 1830’da Fransa kralı olan
Louis Filipe devrinde Fransa ’nm siyaset bakımından Avrupa ’da ismi okunmayan
bir devirdi. 1848’de Filipe’e karşı yapılan ihtilal sonunda Louis Napoleone
III. evvela cumhurbaşkanı sonra da imparator olmuştu.
XIX
,
YENİ OSMANLILAR VE HÜRRİYET
Bu
değişen evrenin olaysız kaldığı yoktur. Feleğin çarkı düzenli dönmüyor, dönüşü
vakitli vakitsiz yorgunluklara uğruyor. Karışıklıklara ye çekişmelere en çok
uğrayan ve en geniş alan olan yer politikadır. İnsanoğlunu tabiatın zorunluğu
ilerlemeye ve yükselmeye ve bunun için de devamlı harekete sevketmiştir.
Uygarlıkla gelişen fikir adamı sınırlı çevresini yarıp ileriye atlamaya
heveslidir. Dünya tarihi bu doğuştan şevkin pekçok örneğinin şehadet aynasıdır.
Onüçüncü
Hicret asrının (Milâdi XIX. Yüzyıl) ikinci yansı Osmanlı topluluğunda da bu çeşit
hareketlere şahit olmuştur. Kuleli olayı(l) denilen ve birkaç kişilik bir demek
tarafından yapılmasına teşebbüs edilen olay sırf Sultan Abdülmecid’in şahsı ile
ilgili olup devlette esaslı bir reform yapmak fikrine dayanmıyordu. Bu sebeple
hiçbir etkili sonucu olmadı.
»
Âli
Paşa’nm en uzun süren son sadrazamlığı başlarında Yeni Os-
•
manidar adı altında bir gençler grubu ortaya çıkmıştı. Bu ad sonraları
Fransızcadân çevirme “Genç Türkiye” (2) ye dönüşmüştür. Yeni Os-* manidarın
amaç, meslek örgütleriyle geleceklerine dair biraz bilgi verelim:
Yeni
OsmanlIların, yeni deyimle Genç Türkiye’nin amacı, Âli Paşa’nm ağır ve ezici
politikasına son vermek ve devlette hürriyetçi bir yönetim kurmaktı. Bunun için
evvela Âli Paşa’yı yerinden düşürmek ve ikinci olarak onun yerine yeni düzene
taraftar ve hürriyetçi yönetimi sağlayacak taraftar kimseler bularak yerine
oturtmak gerekiyordu. Programlarında icap ederse Âli Paşa’yı yoketmek de
varmış.
Dernek
halini alan bu gençler ara sıra toplanarak karşılıklı fikir alış verişinde
bulundukları gibi bu işi nasıl yapacaklarını karalaştırmak ve yeni hükümeti
oluşturacak kişileri belirlemek için bir gün Ayasofya camiinde toplanıp
görüşmüşlerse de oybirliği ile kesin bir karara varamamışlardı. Mehmet Bey
sadrazamlığa amcası Mahmut Nedim Paşa’-yı (3) ve diğer bazıları da Ahmet Vefik
Efendi’yi (Paşa) tavsiye ediyorlardı. Bakanlıklara da aydın fikirlilerden
doğruluğu ile tanınmış devlet adamları aday gösteriliyordu. Ahmet Vefik Efendi
(Paşa)'nın bu işten haberi var mı idi bilmem. Fakat Maarif Nezaretine (Milli
Eğitim Bakanlığına) aday gösterilen Saldı Efendi hiçbir şeyden haberi
olmadığını ve durumu öğrenince(4) Âli Paşa’ya anlatarak kendisini temize
çıkarmaya uğraştığı sırada “merak etmeyiniz Efendi Hazretleri; ter-tipçilerin
kim olduğunu ve kimlerin dahil bulunduğunu biz biliyoruz” güvencesini aldığını
söylerdi.
Cemiyetin
ruhu ve başı Mehmet Bey idi. Mehmet Bey Mahmut Nedim Paşa’nın kardeşi Sağır
Ahmet Bey’in(18)
küçük oğlu olup yakınlığı dolayısıyla amcasını bakanlar kurulu başkanlığına
uygun buluyordu. Ziya Bey (meşhur şair Ziya Paşa) mabeyn kâtiplerinden iken
Sultan Abdülaziz’in padişah oluşunun ilk zamanlarına onunla yakınlık sağlayarak
Âli Paşa aleyhinde ağır sözler söylermiş. Âli Paşa tepmesine uğrayarak kâtiplik
görevinden alınmış ve taşra memurluklarına atanmıştı(5). Hürriyetçiler
grubundan olduğundan sonradan Paris’te Genç Türklerin fikir ve mevki bakımından
en büyükleri olmuştu.
Ayasofya
toplantısından sonra emniyet durumu öğrendiğinden şiddetle araştırma ve
takibata başlamıştı. Bir gece Sağır Ahmet Bey’in îstinye’deki yalısını ellek
ellek aradılar. Adı geçenin büyükoğlu Ali Haydar Bey anlatırdı: Aramadan bir
gece evvel geç vakit Mehmet Bey yalıya gelerek yanma bir miktar eşya aldıktan
ve annesi, analık şefkati ile, bütün parasını ve iki parça elmas iğnesini
kendisine verdikten sonra yalıdan savuşup Avrupa’ya kaçmayı başarmış. En küçük
oğlunun bu girişimlerini yeteri kadar bilmeyen Ahmet Bey evinde yapılan
yakışıksız aramadan üzülerek ertesi günü Ali Haydar Bey’i Fuad ve Âli paşalara
şikâyetlerini bildirmek için göndermiş. Âli Haydar Bey evvela Kanlıca’ya Fuad
Paşa yalısına geçerek ayak üzerinde paşaya durumu anlatabilmiş ve onun
tavsiyesi üzerine doğru Bebek’e Âli Paşa yalısına inmiş; Âli Paşa’ya babasının
sözlerini iletmiş. Ahmet Bey eski şöhretinden ve evine yapılan onur kinci
hareketten bahsederek nasıl bir suç ve kabahat işlediğini bilmediğini,
hükümetin kendisine karşı güveni kalmadı ise İstanbul dışında kararlaştırılacak
ve gösterilecek bir yerde oturmaya hazır olduğunu söylemiş imiş. Âli Paşa
“babanız beyefendiye özellikle selam ederim, kendisine yerden göğe kadar
güvenimiz vardı, lâkin zabıta haberlerinde Mehmet Bey Efendi’nin ismi dolaşıp
duruyor, kendisinden bazı şeylerin soruşturulması gerekiyor, aranıyor fakat
bulunamıyor, rahat olsunlar ve Mehmet Bey nerede ise bulup hükümete
göndersinler, hükümetin başka maksadı yoktur” gibi sözlerle Ali Haydar Bey’i
nazik bir şekilde savmış.
Mehmet
Bey’le kaçmayı başaranlar Nuri (Reii komiseri) ve Re-şad beyler idi. Doğru
Paris’e gittiler. Arkalarından Ziya Bey ve Agâh Efendi ve Namık Kemal dahi
gelip Paris’te toplandılar. Rüşdiye öğretmenlerinden Ali Suavi de İstanbul’dan
kaçmıştı. Evvelkiler kendisine pek yüz vermemişlerdir. Paris’te bulundukları
müddetçe Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa(6) her birine rütbelerine göre aylık
bağlayarak geçimlerini sağlamıştır.
Mustafa
Fazıl Paşa, İbrahim Paşa’mn oğullarından olup babasından 35-40 milyon frank
kadar miras yemişti. Yaşı dolayısıyla Mısır hi-divliğine aday idi. İstanbul’da
bakanlık yaptı ise de fikir bağımsızlığına sahip ve hürriyet taraftarı
olduğundan(7) Genç Türklere dost idi(19).
Genç
Türkiye adını alan (8) Yeni Osmanlılara, Paris’te öğrenim yapan veya görevli bulunan
Müslüman veya Hıristiyan gençlerimize III.Napoleone’nun baskılı idaresinden
şikâyetçi olan hürriyetçi Fransız gençleri de katılarak bir siyasi dernek
kurdular. Meşhur gazeteci ve tarihçi Leon idi(9). Sultan Abdülaziz’in Avrupa
seyahatinde Genç Türk-ler Fransa Hükümeti tarafından geçici olarak Paris’ten
uzaklaşmaya çağrıldığından Londra’ya gittiler ve orada muhbir ve Hürriyet
gazetelerini yayınlamaya başladılar. Muhbir Ali Suavi’nin gazetesi idi. Bu
gazeteler Beyoğlu’nda Tünel başında bugün Verdun’un gözlükçü dükkânında bulunan
Vik adında ihtiyar bir Fransız kitapçısından gizlice alınırdı(lO).
Bu
gençlerin gerçekten devlet ve milletin hayrına dönük olan amaçları yüceltilmeye
ve adları milletin hafızasında saklanmaya lâyıktır. Vatandan ayrılmaları ve gurbeti
göze almaları, hükümetin her türlü takibatını göze almaları kuşkusuz
fedakârlıktır. Fakat istedikleri şey ne idi ve memlekette bunu yapmak mümkün mü
idi? İşte buralarını tamamıyla belirleyemiyorlar ve tahmin edemiyorlardı. Evet,
istenilen hürriyet idi. Amma bu çekici sözün politik anlamı sözlüklerdeki
manası gibi açık ve belirli değildir. Avlanması zor bir avdır. Onu getirdik
demekle gelir mi? Ve gelse de yerinden hoşlanarak yerleşip kalır mı? Yoksa iyi
kabul edildiği zannı ile kendine gösterilen ilginin ya eksik ve ters ve
özellikle mantıksız olduğunu görerek başını alıp çıkar gider mi? Gençlik
sebebiyle düşünülemeyen şeyler bunlardı. Çünkü o çok nazlı şeyi getirmekten
ziyade korumak güçtü. Çünkü cilveli olduğu kadar titiz olduğundan aşıklarında
içten bağlılıktan sapmaya benzer bir hareket gördü mü sezdirmeden gözden
kaybolur. Gerçi ciğer yakan sevgisi gönüllerde sağlam yer etmiştir, fakat
ararsanız dışarıda bir izini bile bulamazsınız.
Genç
Türkler o nazlı sevgiliyi kucakladık sanmışlar ve âşıklığın bütün heves ve
zevklerini tatmışlardı. Buluşma ve kavuşmanın geçici ve ayrılık yarası ile
millî onurda açılacak yaraların devasız olacağını kes-tirememişlerdi. Fakat ne
zarar. Fuzulî’nin “Salik-i rah-ı hakikat aşka eyler iktida-hakikat yolunda
olan aşka uyar” dediği gibi hak yolunda çarpışanların sağı başarının tadı
ve solu ayrılık acısı olduğu, doğuştan dö-vüşçü(ll)nün “Ne efsunkâr imişsin
ah ey didar-ı hürriyet; Esir-i aşkın olduk.gerçi kurtulduk esaretten”
özleyici feryadı, can yakıcı aleve soğuk su akıtan avutucu bir kaynak yerine
geçmez mi? Bu çeşit avutma siyasi yenilikçiler için yeter mi bilmem.
Her
ne ise; gençler topluluğu bu tatlı hayallerle bir müddet Paris’te vakit
geçirdi; memleketlerine gizlice soktukları yayınlarıyla bir uyarma ve uyanma
meydana getirecekleri ümidini besleyip durdular. Acaba başarsalar ne
yapacaklardı; yapılmasındaki güçlük ve tehlike belli olan Âli Paşa hakkmdaki
niyetleri ki programlarının birinci maddesi idi, gerçekleşti ve paşa yerinden
atıldı farzedelim. Esas amaç olan hürriyet reiimi ne şekilde ve kimler
tarafından vücuda getirilecek, nasıl kurulacak idi. Burası kendilerince pek
kolay görünmesine rağmen uygulaması gayet güç ve zordu. Şekli ve genişliği
çizilmemiş ve sınırlandırılmamış, bir kesin deyim olarak ortaya atılmış olan
hürriyet reiimini bilgili ve akıllıca ve milletin kavrayışı ile uygun olarak,
geleneklerine uygun bir şekilde düzenlemek gibi önemli vazifesi ilk düşünüldüğü
gibi Mahmut Nedim Paşa veya Ahmet Vefik Efendi’nin (Paşa) başkanlığında
kurulacak emin ve güvenilir bir bakanlar kuruluna bırakılacağına göre kuruculuk
hizmetini yapacak olan kişilerin her kim olursa olsun herşeyden önce yeteneği,
bilgisi, düşüncesi, şahsî görüşü, millî onuru, işinin ehli, kısacası böyle
büyük bir işe yeterli olup olmadığı enine boyuna incelenmesi ve tartılması
gerekli idi. Halbuki adaylardan Mahmut Nedim Paşa’nın karakteri ikbal koltuğuna
oturunca bütün çıplaklığı ile meydana çıkıverdi. Ahmet Vefik Efendi’nin (Paşa)
millî onuru, bilgisi ve bilinen metaneti ile beraber hür fikirli ve sert
tabiatı böyle nazik ve pürüzlü bir işi yürütmeye uygun değildi. Zamanın devlet
adamları arasında Yeni Osmanlılann istediklerini değerlendirecek ve kabul
edebilecek yalnız bir büyük adam vardı. O da Fuad Paşa idi. Fuad Paşa,
memleketin ihtiyaçlarını kavramış, hürriyet yönetiminin faydalarını takdir
eden, becerikliliği ve güzel konuşması sayesinde işleri çevirmeye muktedir ise
de ortamın durumunu göz önünde tutan ve öngörülen işlerin yerine getirme
imkânını görmedikçe tehlikeli bir yola girmesi asla umulmayan paşaya açılmaya
elbette cesaret edememişlerdi. Ama iş duyulduktan sonra karşı olmadığı ve Paris
yararının gözdesi ve beğendikleri olduğu da bilinmektedir(12).
“Hürriyet
ateşinin parıldayışı ile” ışıldayan genç dimağlar tatlı kuruntularına senelerce
renk kattılar ve Paris âleminde iyi karşılandılar. Büyükelçimiz Cemil Paşa
kendileriyle hiçbir ilişkide bulunmamış ise de rahatsız edilmeleri için de
hükümet üzerinde hiçbir teşebbüste bulunmamıştı. Ziya Bey’in (Paşa)
Zafemâme’si(13) Paris’te yazılmıştır. Rahmetli öğretmen Feyzi “zafernâme şairin
kafasında kasidesi, tahmisi ve şerhi üçü beraber düşünülmüş en mükemmel bir
eserdir” derdi.
Adı
geçenin sonradan padişaha sunduğu kasidelerin birinde hayattan şikâyet
konusundan banlayarak söylediği:
Bir
hasm-ı bi mürüvvete duş ettikim beni Kalb-i haşin-i bilmez idi rahm ü şefkati
İtfaya bezl-i himmet ederdi hased edip Her kimde görse zerre füruğ-ı liyakati
Enzar-ı lütfün etmiş idim celb Efendimin Abd-i keminenin bu idi hep kabahati
Yalvardım itizar ve tazarrular eyledim Asla tagayyur etmedi kin ve husumeti
Encam-ı kâr Kıbnsa nefy etmek istedi Gördüm ki cana kasd idi manada niyeti
Bir
başka çare kalmadı tahlis-i can için Terk-i diyara eyledim âhir azimeti Bais bu
oldu terkime minnetti canıma Yoksa Veli-i Nimetimin emir ve hizmeti Beş yıl
tahammül eyledim alam-ı gurbete Koymam hesaba gördüğüm envai mihneti Pir etti
tazelikte beni baht-ı Vai-gün Âlemde bence bitti hayatın halaveti Bah çoktan
eyler idim nefsimi telef Menetmeseydi talatmın şevk-i ruyeti Hakk’a hezar şükür
ki ol şer-i mahzdan Etti halâs hem beni mülk ü milleti
beyitlerinde
şairlik mübalağasını dikkate almazsak, Âli Paşa hakkındaki fikir ve duyguları
açıklığa kavuşuyor. Halbuki paşadan gördüğü muamele “El-ceza min cins el-amel -
Ceza Amelden sayılır” cinsinden idi(14).
Her
ne ise, Ziya Bey (Abdülhamid Ziyaeddin) Âli Paşa’nıri ölümünden sonra
İstanbul’a gelebilmiş ve yine devlet hizmetine girerek çeşitli görevlerde
bulunduktan sonra Adana valisi iken orada ölmüştür (1296-1879). Beş sene kadar
evvel vezirlik rütbesine kavuşmuştu.
Kemal
Bey(20) İstanbul’a
daha evvel dönerek İbret gazetesini yayınlamaya başladı. Nuri, Ebuzziya
Tevfik ve İsmail Hakkı beyler yazı
kurulunda
idiler. Ahmet Mithat Efendi de o sırada basın âlemine atılmıştı. İbret, siyasi
ve edebi makalelerinde vatan ve hürriyet fikirlerini açıkça ima ettiğinden 19.
sayısında Mahmut Nedim Paşa’nm sadrazamlığı sırasında kapanmış ve Kemal Bey
(Namık Kemal) Gelibolu muta-sarrıfığına atanmıştı. Mihhat Paşa sadrazam olunca
Kemal Bey istifa ederek İstanbul’a gelmiş ve İbret gazetesini tekrar
yayınlamaya devam etmişti. Koleksiyonu 132 sayıdır. Gazete kapatıldığı gün
matem işareti olaral: kara bir çerçeve içinde, çarpık dizilmiş bir ilâve
çıkararak sonuna “Yaşasın millet, Yaşasın vatan” dualarını yine sıkıştırmıştı.
Ancak İbret'in parlak makaleleri o zaman halkın anlayış seviyesiyle
uygun olmadığından okuyup anlayan ve zevkine varan gençler ve fikir adamları
azınlıkta ve eski Ceride-i Havadis’i ona üstün tutanlar çoğunlukta idi.
Genç
Türklerin ateşli dimağları sakinleşmemiş ve sayıları bir ölçüde çoğalıp amaca
ulaşmak için her türlü ilerleme ve medeniyet yollarını yurda sokma gayret ve
çalışmasından vazgeçmemişlerdi. Güllü Agop Efendi(15) Gedik Paşa tiyatrosunu
açmış olduğundan tiyatroya çeviri veya telif yoluyla piyes sağlamak,
sanatçıları yetiştirmek ve konuşmalarını düzeltmek işini üzerlerine aldılar.
Başlarım derde uğratan da bu tiyatro işi oldu. Kemal Bey’in (Namık Kemal)
Silistre yahut Vatan (Vatan yahut Silistre) piyesi sahneye ilk konduğu gece
tiyatro çok kalaba hk olup (Mustafa Fazıl Paşa da orada imiş) seyirciler
duygularının etkis ile coşarak “Yaşasın vatan” seslerine hep bir ağızdan
katıldıkları gib yazarı sahneye çağırarak tekrar tekrar alkışlamışlar ve
tiyatrodan çı karken büyük bir kalabalık tarafından da uğurlanarak “yaşasın Ke
mal, yaşasın millet” diye gösteri yapmışlar ve “muradınız nedir muradımız
budur, Allah muradımızı versin” gibi sözlerle hürriyet ta raftan olduğu etrafa
yayılmış olan Veliahid Murad Efendi’nin adım di le getirmişlerdi. Ertesi gece
piyes ikinci kez oynanırken Kemal Bey tiyatroda tutuklanarak yönetim emriyle
yani duruşmasız kendisini Ma gosa’ya (Kıbrıs) Nuri ve Hakkı beyler Akkâya ve
Ahmet Mithat Efen di ile Tevfik Bey (Ebuzziya Tevfik)(16) Rodos’a sürülmüşler ve
saltanat değişikliğine kadar sürgün yerlerinde kalmışlardır. İftiracılar
Sadrazam Esat Paşa’yı da onlarla birliktir diye padişaha çekiştirdikleri
söylenir.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Kuleli Olayı Abdülmecid’in padişahlığının son senelerinde 1859 yılında ço
ğunluğunu
o zamanki Tophane Müşirliği memurlarından oluşan ve içlerinde ulema ve asker
sınıfından bazı önemli şahısların da bulunduğu anlaşılan gizli bir kuruluşun
devlete karşı bir harekete girişmek, üzere birleşmeleri ve fakat girişimi
gerçekleştirmeye vakit ve imkân bulamadan yakalanarak bugünkü Kuleli Askeri
Lisesinde (o zaman okul değil kışla idi) yargılanmaları ve katılan-lara çeşitli
cezaların verildiği bir olaydır. Kapılanların gerçek amaçlarının ne olduğu hâlâ
kesinlik kazanmamış olan bu olay hakkında bir kısım yazarlar Türkiye’de meşruti
bir idare kurmak amacını güttüğünü söyledikleri gibi bir kısımları da Sultan
Abdülmecid devrindeki ilerici hareketlere karşı bir reaksiyon ve Abdülmecid’i
tahttan indirerek Abdülaziz’i padişah yapmak olduğunu ileri sürerler. Bugün
olay hakkındaki en yatkın hüküm ne meşrutiyet reiimi taraftarlığı ne de
gericilik akımı olmadığı, ancak, imparatorlukta bu çeşit ilk ayaklanma
teşebbüsü olduğudur.
·
2
— Burada anlatılan olaylarla Yeni OsmanlIların bir ilişkisi yoktur. Yazarın an
lattığı
olaylarla ilgili topluluğun adı “Meslek" kuruluşudur. Yakın zamanlara
kadar meslek kuruluşu ile Yeni OsmanlIlar aynı kuruluş olarak kabul ediliyordu.
Yeni OsmanlIlar 1867yazında Paris’te bir araya gelen Ziya Bey (Paşa), Namık
Kemal, Ali Suavi gibi o devrin ünlü yazarlarının kendileri hakkında
kullandıkları bir deyimdir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak. Prof. Dr. Kaya
Bilgegil: Yeni
OsmanlIlar. Ankara 1976.
E. Koray: Yeni
OsmanlIlar. Belleten
Ankara 1984.
·
3
— Mahmut Nedim Paşa, Âli Paşa’nın ölümü üzerine 1871’de: sadrazam olan
ve
Sultan Abdülaziz’e yaranmak için herşeyi yapan, Rus taraftarlığı politikası
dolayısıyla Nedimof diye adlandırılan M. Nedim Paşa devlet borçlarını bir
bildiri ile yarıya indirerek içte ve dışta devletin itibarını düşürmüş ve
nihayet bu kötü politikası ile Abdülaziz’in tahttan indirilmesine rol oynamış
bir devlet adamıdır.
·
4
— Salih Efendi o devrin ünlü tıp bilginlerinden olup Avrupa ’da ilk tıp
öğretimi
görmüş
doktorlardan olup ilk üniversitenin kurulduğunda burada fizik dersleri vermiş,
hekim başı unvanı ile zamanında büyük saygı görmüştür.
·
5
— Şair Ziya Paşa Sultan Abdülaziz tahta çıktığı sırada sarayda Mabeyn başkâ
tipliği
görevini yapmakta iken sık sık Ali Paşa hakkında padişaha şikâyette
bulunduğundan onun önerisi üzerine bu görevden alınmış ve Kıbrıs
Mutasarrıflığına gönderilmiştir.
6—
Mustafa Fazıl Paşa, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın torunu ve İbrahim Paşa’nın
oğludur. Kardeşi İsmail Paşa’nın çevirdiği fırıldakları sonucu
Mısır’a
vali olma hakkını kaybedince İstanbul’a gelmiş ve kardeşinin yerine geçmek için
padişah ve devlet adamlarıyla ilişkiler kurmuştur. Bir aralık hükümette
Meclis-i Hazain başkanlığı görevini de yapmış ise de Fuad Paşa ile arası
açıldığından İstanbul’dan uzaklaştırılmış, Fransa’ya giderek orada Genç
OsmanlIlarla işbirliği yapmıştır.
·
7
— Yazarın bu hükmünü kabul etmek zordur. İleride de görüleceği gibi bu gençle
rin
koruması kendi çıkarları için olduğunu söylemek daha gerçekçi bir görüş olduğu
kanısındayız,
·
8
— Yeni Osmanlılar kendilerini daha önce Türkistan in Erbab-ı Şebabı, İttifak-ı
Hamiyet
gibi adlarla anıyorlardı.
·
9
— Leon Cahune bir Fransız yazar ve tarihçisi olup Türk tarihi üzerinde yazılar
yazmış
ve Türklere yakınlığı ile tanınmıştır.
10—
Verdu ’nun gözlükçü dükkânı tünelin Beyoğlu tarafındaki kapısının karşısına
rasladığı, ancak sahibinin, adı, yazarın dediği gibi Vik değil Coque (Kok)
olduğu Ebuzziya Tevfik’in Yeni Osmanlılar tarihi adlı eserinde
belirtilmektedir. Ebuzziya olayların içinde bulunmuş olduğuna göre onu sözünün
doğru olduğuna inanmak gerek. Yazann bugün dediği zaman XX. yüzyıl başlandır.
11
— Doğuştan dögüşçü olarak kabul ettiği kişi Namık Kemal’dir.
·
12—
Tanzimat devlet adamlanndan Mithat Paşa dışında Reşit Paşa, Âli Paşa ve Fuad
Paşa gibi şahıslann parlamenter hürriyet reiimi hakkındaki düşüncelerinin ne
olduğu bugün de kesin olarak bilinmemektedir. Yalnız o devri yaşamış olanlann
anlattıklarına göre üçlerin (Reşit, Âli ve Fuadpaşalar) arasında Fuad Paşa’nın
parlamenter reiime taraftar olduğu ve yaşasa idi memleketi bu yola götüreceğine
dair bazı işaretler bulunmaktadır.
·
13—
11 numaralı makalenin 24 sayılı açıklamasına bak.
·
14—
Yukarıda söylendiği gibi sarayda mabeyn kâtibi olduğu ve yeni padişah Sultan
Abdülaziz’le yakınlığı bulunduğu sırada ÂliPaşa’nın sadrazamlıktan uzaklaştırılması
yolundaki sözleri ima edilmek isteniyor.
·
15—
Güllü Agop Efendi ilk Türk tiyatrosunun kurucularından idi. Özellikle 1868’de
Gedik Paşa’da açtığı ve kendi adıyla da antlan Osmanlı Tiyatrosunda Namık
Kemal'in yazdığı Vatan Veyahut Silistre adlı piyesinin halktan gördüğü yakın ve
coşkun ilgi üzerine tiyatrosu bir müddet kapatılmış ve Namık Kemal Magosa’ya
sürülmüştü.
·
16—
Tevfik Bey meşhur Ebuzziya Tevfik Bey’dir ki yazılarıyla ve eserleriyle olduğu
kadar kurduğu yayın ve basımevi ile Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuş
bir vatanseverdir. Abdüthamid II. ’in tahta çıkışı üzerine diğer bu çeşit
sürgünlerle beraber İstanbul’a dönmüştür.
XX
PARİS’TE BİR
RAMAZAN BAYRAMI
Geçen
makalede anlattığımız Yeni Osmanhlar Paris’te toplandıkları zaman orada üç de
hoca vardı ki bunlar Tahsin Hoca, Hoca Hayali ve Hintli İskender Hoca idi.
Bunların politika ile ilgileri yoktu. Fakat aralarında tartışmalar eksik olmaz
ve kızışarak dostlarının dillerine düşerlerdi. Tahsin Efendi Türk elçiliğinin
imamı diğer ikisi de Paris elçisi Cemil Paşa ve Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nm
oğullarının öğretmenleri idi. Üç hocanın memleketleri birbirine uzak olduğu
gibi huylan ve düşünce ve inançlan da tamamen tersti.
Tahsin
Hoca Yanya taraflanndan olup bilimsel incelemelere eğilimli idi. İyi yürekli,
düşündüklerini çatır çatır, söyler, kızınca kavmi-ne has olan inadından(l)
Türkçeyi şaşınr, hattâ ağzından köpükler saçılırdı. Fen ve felsefe âleminde
yayılmaya başlayan Alman doğacılarının fikirlerine ve teorilerine kafası pek
yatmış olduğundan “tabiatta hiçbir şey yoktan ne var olur ne yok olur”
düsturunun Fransızcasmıf21)
diline dolamıştı(2). Bu prensibe değinen veya uyan hükümler ve sözler bulmak
için kütüphaneleri dolaşarak eski Arapça kitapları inceler, bu konuya fazla
ilgi duyardı.
Hoca
Hayali, Musul taraflarından olup şair, İran edebiyatını iyi bilir, dili düzgün,
tatlı dilli, hoşgörülü, olgun bir kişi idi. Şahsına özen gösterir, davranış ve
giyimini Parislilere uydurmuştu.'İçki âleminde Paris’in oynak kadınlarının naz
ve büyüsü hakkında söylediği beyitler ve kıt’alarla toplantıya şenlik ve
tazelik verirdi. (O sırada Paris’te öğrenim görmekte olan âyandan ölü Azaryan
Efendi birkaçını ezberlemişti.) Tasavvufla yakınlığı olduğundan “Küllü şeyyi
Mevla”(3) düsturunu ileri sürerek Tahsin Hoca ile konuşmaya tutuşur, birbirini
inandırama-dan ve susturamadan ayrılırlardı. Konuşma ve tartışma sırasında
Tahsin Efendi bazen itirazlarını saldın derecesine vardırsa bile rahmetli
Hayali ılımlı sözleriyle durumu idare eder ve aralarında hatır kırıcılık
doğmasına meydan vermezdi. Tahsin Hoca “bu adam bilmeyerek Panteizm felsefesini
savunuyor” derdi. Bununla beraber birbirini değerlendirerek hörmet ve sevgi
gösterirlerdi.
İskender
Hoca’ya gelince, Hint bilginlerinden geçinir, koyu bir gericilik gösterir.
Tahsin Efendi’ye dinden çıkmış ve Hayali’ye dinsiz der, boyu gibi fikir ve
görüşü de kısırdı. Üçü bir yere gelince ikisi bir-leşip İskender Hoca’nm başına
itiraz yağmuru yağdırırlar, berikinin bilim ve konuşma bakımından savunmaya
gücü yetmediğinden Lahevle çekerek aralarından sıyrılırdı. Telgraf ve
şömendifer gibi ilmin ilerlemesinden doğan güzel ve faydalı keşifleri âdi
zenaatlerden sayar ve küçümserdi. Bir akşam Tahsin Efendi kendisini mahsus
rasadhaneye götürüp teleskopla Zühal’in halkasını gözlemesini söylediği vakit
beriki teleskopa yaklaşmayı küçümseyerek” ayol bunlar gavur büyüsüdür” demiş ve
dostunu hiddetinden kıpkırmızı kızartmıştı.
Derken
mübarek Ramazan geldi çattı. Paris yaranı bir Ramazan toplantısı yapmaya karar
verdiler ve işi en sofuları olan Mehmet Bey’ le Hac el-Haremeyn Nuri Bey’e
(eski reii komiseri) bıraktılar. Görevi dolayısıyla en büyük iş kendisine düşen
halbuki “Ramazanı tutabilsem yerdim "havasında olan Tahsin Efendi yan
çizdi. İskender Efendi zaten beğendikleri birisi değildi. Hoca Hayali ise cübbe
ve sarığı çoktan değiştirmişti. Mehmet ve Hacı Nuri beylerin girişimlerinden
meydana gelen sonuç iftar taklidi olarak bir iki defa birlikte yemek yemekten
ve vaaz yerine geçmek üzere Ali Suavi’nin Buillee’nin tarih sözlüğünden
öğrendiği konular üzerine verdiği basit bir kaç konferanstan ibaret kaldı.
Mübarek
Ramazan böyle ziyan olunca yaran gözlerini bayrama diktiler. Ramazan bayramı
kutlamak üzere büyük bir ziyafet hazırladılar. Paris’te bulunan OsmanlIlarla,
işbirliği yaptıkları hürriyetçi genç Fransızları da davet ettiler.
İmparatorluğun (Fransız istibdadından) şikâyetçi olan Fransız
hürriyetçilerinden bazıları, tarihçi Leon Cahune de dahil olmak üzere, Yeni
OsmanlIlarla tanışarak birlikte çalışıyorlardı (4). Sofrada yendi içildi
nutuklar söylendi. Fransızlar vatan marşlarını (5) ve hürriyet şarkılarını
söylediler. Bizimkiler “siz de milli şarkılarınızı söyleyiniz de dinleyelim”
dediler. Bizimkiler ne söyleyecekti? “Ey Gazilerle Sivastapol önünde yatan
gemiler” (6) den başka istenilen anlamda milli hisleri okşayan birşey yoktu.
Mehmet Bey düşünmeden hemen ayağa kalktı ve yüksek sesle tekbir almaya(7)
başladı. Orada bulunan Müslümanlar ayağa kalkarak kendisine katıldılar.
Fransızların
ricası
üzerine birkaç kere tekrarladılar. Sofrada hazır olan Azaryan Efendi derdi ki
“bana işaret ettiler, bilir bilmez ben de karıştım. Tekbirin insanı kendinden
geçiren ve ruh okşayan melodilerine Fransızlar kendilerinden geçerek hayran
kaldılar. Etkisi hâlâ benim kalbimden bile çıkmamıştır”. -
Hatırlatma
sebebi olur ümidiyle yukarıda söylediğimiz üç hocadan Hayali’nin sonradan ne
olduğunu bilmiyorum. Diğer ikisi İstanbul’a geldiler, uzun zaman yaşadılar.
İskender Efendi rüşdiye okullarında Farsça okuturdu. “Hayal Gazetesinin”
Iskandar Efendi besiyar Farisi meydaned = İskender Efendi çok Farisi bilir
fıkrası hatırda kalmıştır.
Tahsin
Efendi Nice (Nis) de ölen Fuad Paşa’nın cenazesini İstanbul’a getirmiş ve Rusya
harbinde(8) hemşehrilerinden bir gönüllü taburu kurarak savaşa katılmıştı. İran
elçiliğinin(9) alt tarafında bulunan taş mektepte(lO) isteyenlere matematik ve
astronomi öğretirdi. İnceleme merakı geçmediğinden “Mevakıf Şefhi” elinden
düşmezdi. Mü-nif Paşa’nın(ll) evinde bulunanlardan birisi gibi idi. Konuştuğu
kimsenin söylediği şeye karşı gelmek âdeti olduğundan birgün “İza cae el-kaza
um’el basar” hükmünü söyleyen birisine yanlış okuyorsunuz, doğrusu “İza um
el-basar ca’el-kaza”dır demişti. “Göz kör olunca kaza gelir”.
AÇIKLAMALAR
·
1
—Tahsin Hoca Arnavut asıllı olduğundan kızdığı zaman bu kavmin kendisine
mahsus
konuşma tarzını kullanır ve onların çabuk kızma karekterini belli ederdi;
Sadrazam Fuad Paşa’nın Fransa’da Nis şehrinde ölümü üzerine cenazesini
İstanbul’a getirmişti.
·
2
—Meşhur Fransız bilim adamı Lavoisier’nin (1743-1794) koyduğu tanınmış bir
teori.
Tabiatta yoktan birşey var olmaz var olan da yok olmaz anlamındadır.
3—Herşey
Allah’tadır anlamına gelir.
·
4
— Yukarıda da değindimiz gibi Paris 'teki Yeni OsmanlIların ayni konuda müş
terek
bir çalışma yaptıkları biraz abartılmış bir iddiadır. Leon Cahune ile bir
raslantı olarak bazı İön Türklerin tanıştığı bilinmekle, beraber bunu
Fransızlarla müşterek bir amaç üzerinde çalışma diye nitelemek mümkün değildir.
·
5
— Yazar, İstiklâl marşını, o zaman bizim böyle bir millî marşımız olmadığı için
Vatan
marşı olarak adlandırmaktadır. Bilindiği gibi Fransızların millî marşı
Marcailles’dir.
·
6
—Bu her iki şarkı da halkın sevdiği melodileri yanık ve içli idi. Birincisi “ey
gaziler
yol göründü yine garip başıma ” mısraı ile başlar ve köyünden cepheye giden bir
erin ayrılış sahnesini canlandırdığı gibi diğeri de Kırım Savaşı sırasında yine
halk tarafından çok tutulan”Sivastopol önünde yatan gemiler’’ diye biraz marşa
benzeyen melodisi ile bu savaşın bir hâtırası olarak uzun zaman unutulmamıştır.
·
7
—Büyük Türk bestekârı Itrinin dini musiki melodileriyle meydana getirdiği muh
teşem
bir bestesidir.
·
8
-1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı.
·
9
—Bugün İstanbul’da Bâb-ı Ali yokuşu sonunda Milli Eğitim Müdürlüğü'nün
karşısındaki
İran konsolosluğu binasıdır.
·
10
-Bâb-ı Âli'den Cağaloğlu’na çıkarken sağda köşe başındaki bina olup yakın za
manlara
kadar Milli Eğ. Bakanlığı Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü olarak
kullanılıyordu.
·
11
—MünifPaşa o devrin çok yazı yazan ve gençliği kumaya teşvik için çalışan ve
bu
amaçla Mecmua-i Fünun adlı mecmuayı çıkarmış, Fransızcadan yaptığı tercümelerle
gerçekten batı kültürünün ve biliminin memleketimizde tanınmasına ve
yayılmasına büyük hizmet etmiş bir bilim ve devlet adamıdır. Yazan Tahsin Hoca
hakkında “Münif Paşa’nın evinde bulunanlardan birisi gibi idi” demekle onunla
olan ilişkileri anlatılmak istenmektedir.
XXI
MEŞRUTİYET
VE MİTHAT PAŞA
Âli
Paşa’nm ölümü ile devlet yönetimi üzerinden ağır baskı birden bire kalkmış
oluverdi. Yerine gelen Mahmut Nedim Paşa Bâb-ı Âli’de yetişmiş ve
Tanzimatçıların yanında işlerin girdi çıktısını öğrenerek zekâ ve bilgisi ile
arkadaşları arasında sivrilmiş, son görevi olan Bahriye bakanlığında yararlı
hizmetler yaparak gücünü gösterdiği gibi Âli Paşa’nın hastalığı sırasında
padişahın teveccühünü kazanarak yerine geçmenin yolunu hazırlamıştı. Sadrazam
olduğunda (1288-1871) takip ettiği uygunsuz politikaya kimse bir anlam verememiştir.
Bir kere Rus politikasının kucağına atılıp elçi General îgnatiyef’in zorbaca
müdahalesine olağanüstü müsait davranmıştı(l). Gerçi devlet adamlarımız için
büyük devletlerden birinin politikasına tutunma ve dayanmanın geçmişte örneği
görülmüş olduğundan Rusya ile dost olarak yaşamak da bir politik görüş
olabilirse de amacı memleket ve devletin yararına, kötülük ve zararını önleyici
olması lâzım gelir; yoksa can düşmanımızın kâse yalayıcısı olacak kadar
dalkavukluk etmek ve bayağılaşmak vatana kötülükten başka birşey değildir.
İçişlerin
yönetimine gelince, gerek merkez ve gerek İstanbul dışındaki memurların “köşe
kapmaca oynamak” gibi sebepsiz ve sık şık görevden alınmaları ve
değiştirilmeleri, Hüseyin Avni Paşa ve Şirvani-zade Rüştü Paşa gibi(2) ileri
gelen devlet adamlarının bazen rütbeleri de alınarak muhakemesiz sürgün
edilmesi ve uzaklaştırılması hükümette hak ve nizam esaslarını temelinden
yıkarak tam manasıyla perişanlık getirmiş, saraydan Bâb-ı Âli ve Tanzimatm
saygınlığını gidermişti. General İgnatiyef ne kadar çalışsa daha fazla kötülük
edemezdi. Dost ve müttefik devletlerin umut ve güveni yine gevşemeye
başlamıştı.
Memurların
ve valilerin görev değişikliğinden sürati hakkında iki örnek vereceğim: Yemen
Valisi olarak İstanbul’dan hareket eden Sakızlı Esat Paşa Kale-i Sultaniye’den
(Çanakkale) döndürülüp serasker tayin edilmiş ve Tophane Müşirliği de sonradan
kendisine verilmiş iken dördüncü ordu müşirliği (kumandanlığı) ile Erzurum
Valiliği’ne ve bir-gün sonra Ankara Valiliği’ne ve Ankara’dan ayağının tozu ile
Sivas Va-liHği’ne ve üç ay sonra Bahriye Nazırlığına atanmış ve bunların hepsi
bir sene içinde olmuştur.
Bâb-ı
Âli kalemlerinde yetişerek Âli Paşa gibi nazik ve zayıf olan Arifi Bey
Beylikcilikten dışişleri müsteşarı ve onbeş gün sonra Bâlâ lütbesi ile Divan-ı
Hümayun tercümanı ve ikinci günü Tophane Müsteşarı ve sonra hukuk reisi
olmuştur.
Anlatılanlara
göre dama taşı gibi oynatılan vezirlerden Fosfor Mustafa Paşa ile Mithat Paşa
biri Bağdat’a ve diğeri Edirne’ye tayin olunup veda etmek için Abdülaziz Han’ın
huzuruna çıktıklarında Mithat Paşa ağzını açarak devlet idaresinin acıklı
halini ayrıntılarıyla anlatınca, Mahmut Nedim Paşa âdeti olduğu üzere padişah
huzurunda böyle şikâyette bulunamaması için mümkün olduğu kadar kendine yar
sandığı Mustafa Paşa’yı onun yanma vermek tedbirini unutmamış ise de Mithat
Paşa tarafından Mustafa Paşa’nın şahitliğine başvurulunca ve padişah tarafından
da görüşünü ve kanaatini bildirmesi istenince o da gerçeği gizlemeyerek ve
üzüntüsünden göz yaşlarını tutamayarak Mithat Paşa’yı doğrulamış olduğundan
padişah mühürü Mahmut Nedim Paşa’dan alınarak Mithat Paşa’ya verilmiştir(3)
(1289-1872).
Mithat
Paşa’nın sadrazamlığı üç ay bile sürmemiş düzenli çalışmasının ürünlerini
alamadan görevden alınma darbesine uğradı. Ondan sonra dört sene içinde yedi
defa sadrazam değişikliği oldu.
Baştaki
adamların değişmesi devlet işlerinin derlenip toparlanmasına çare olamıyordu.
Başına buyruk olmak anlamına gelen istibdadın önü alınamıyor,kanun gücünü hakim
kılmak başarılamıyordu. Gevşemiş olan yuları çekmeye devlet büyüklerinin iyi
niyetleri ve gayretleri yeterli olamıyordu.
Âli
Paşa Mısır meselesini iyi sonuca bağlamış olduğundan bunun artık
kurcalanmamasını padişaha ve devlet sorumlularına tavsiye etmişti. Şirvanizade
Rüştü Paşa’nın sadrazamlığında Hidiv (Mısır Valisi) İsmail Paşa İstanbul’a
gelerek para ve hediye ile hidivliğin veraset yoluyla geçiş usulünü
değiştirtmiş ve babadan evlada geçmesi için ferman elde etmişti(4).
Son
dört beş senelik devrin en büyük derdi mali sıkıntı idi. Hisse senetleri ve
diğer borçların faizleri hâzineye ağır bir yük olmaya başladı. Bayındırlık
işleri için teşebbüs edilen son kırk milyon liralık borçlanma işi
sonuçlanamadı. Eski borçların taksitlerinin ödenmesi için % 18 faiz ve üç
komisyon ile Galata bankerlerinden avans alındığı oldu(5). Bununla beraber
gereksiz harcamalar yine devam ediyordu. Bu durum bizi çaresiz 1292-1875 Mahmut
Nedim Paşa tasfiyesine götürdüf22).
Tasfiye adını verdiğimiz bu ödeme şekli iflasa benzer bir şeydi. Yabancı
alacaklılarımız telaşa düştüler. Devletin mali itibarı ile beraber siyasi onuru
da etkilendi. Bunda General İgnatiyef’in de eli olduğu etrafa yayılmıştı.
Panislavizm
fitnesinin ilk rüzgârı Hersek’te esti(6). Hersek ihtilali büyük fırtınaya
başlangıç idi. Rus politikası büyük devletleri OsmanlI Hükümeti’nden soğutmaya
dört el ile çalışıyordu. Karadağ(7) ve Sırbistan isyanları büyük Rus savaşım
hazırlıyordu.
Hersek
ihtilâlinin çıkması üzerine Sakızlı Esat Paşa görevinden alınarak Mahmut Nedim
Paşa ikinci defa sadrazam oldu (24 Recep 1292-1875). Bu tayin devlete sadık
olanlar nazarında uğursuzluk alâmeti sayıldı. Asıllı asılsız fena dedikodular
yayılıyordu. Mesela Hersek Ordusuna gönderilen paranın vapurdan geri çevrilip
Mahmut Nedim Paşa tarafından cebe indirildiği halk arasında gizli gizli
söyleniyordu. Bu adam başta bulundukça yurdu saran yangının nasıl söndürüleceği
düşünülüyor ve devletin yönetimi keyfe bağlı kaldıkça geleceğin havasını
kaplayan kara bulutların sıyrılmasına imkân olmayacağı milli onur sahibi ve
ileri görüşlülerin nazarında gerçekleşiyordu. Bundan dolayı da derde esaslı ve
kesin şekilde çabuk bir çare bulmak zorunlu idi.
Genç
Türkler dile doladıkları hürriyete şartlı hükümet deyimini de eklemişlerdi.
Örgütten yoksun ve isteklerinin şekil ve sınırı belli olmayan Genç Türklerin
istediklerine kavuşmak için hükümet adamlarını inandırmaya ve ileri gelen
büyüklerden birinin bayrağı altında toplanması lazım idi. Aradıkları başkanı
Mithat Paşa’da buldular ve onun eline teslim oldular.
Mithat
Paşa eski kadılardan Rusçuklu Hacı Eşref Efendi’nin oğlu olup İstanbul’da
doğmuştur (1238-1822). Adı Ahmet Şefik idi. Mithat takma adı (mahlası) usule
göre(8) divan kaleminde verilmiştir. Merkezde ve vilâyetlerde kalem (büro)
hizmetlerinde bulunduktan ve birkaç defa teftiş göreviyle İstanbul dışına
gönderilip başarısı görüldükten sonra 1277 (1860) Recebinde vezirlik rütbesi
ile Niş Valisi(9) tayin olunmuştur. Vilayeti iyi idare etmesi hükümet
tarafından takdir edilerek İstanbul’a getirilmiş ve kendisinin de katılmış
olduğu Meclis-i Vâ-lâ’da hazırlanan tüzük hükümlerine uygun olarak yeni
usulleri uygulamak üzere yeniden kurulan Tuna vilayetine(lO) tayin edilmiştir
(1281-1864). Üç seneyi aşkın bir zaman burada kalıp ayrıldığın da devlet şurâsı
(Danıştay) başkanı olmuş ve bir sene sonra Bağdat’a gönderilmiştir (1285-1868).
Bağdat’tan aynlarak İstanbul’a dönüşü Mahmut Nedim Paşa’nm ilk sadrazamlığına
ve hükümet idaresinin başaşağı bir yön aldığı devreye Tasladığından bir ay
sonra Edirne Valiliğine atanarak yola çıkarken yukarıda anlatıldığı gibi
sadrazam olmuştur (1289-1872).
Mithat
Paşa yeni usule göre kurulmasına ön ayak olduğu Tuna ve Bağdat vilayetlerinde
yaptığı işlerle gücünü ve vatanseverliğini göstermiş bir büyük devlet adamı
idi. Osmanlı Devleti’nde meşrutiyet usulü kurulmadıkça eski güçlülüğün geri
getirilmesine ve hattâ varlığının devamının mümkün olmayacağına kesin olarak
inanmıştı. Kader kendisine önemli bir görev, büyük bir hizmet yüklüyordu.
Bu
hizmet nasıl yapılacaktı? Evvela Mahmut Nedim Paşa’nm düşürülmesi ve sonra
Sultan Abdülaziz Han’ın tahttan indirilmesi ve hürriyet fikirleriyle beslenmiş
sayılan V. Sultan Murad’ın saltanatında meşrutiyet idaresinin
gerçekleştirilmesi uygun görünüyordu.
Halkoyunun
Mahmut Nedim Paşa’ya kızmasından ve bundan doğan heyecanla günün birinde
medrese öğrencileri dersleri tatil ile silahlanarak topluca Bâb-ı Âli’ye hücum
ettiler. Bu fesatçı hareket-ki daha önceden hazırlanmış bir hareketti- padişaha
hoş gelmemiş ve endişe vermiş olduğundan Mahmut Nedim Paşa hemen görevinden
alınarak sadrazamlık Mütercim Rüştü Paşa’ya dördüncü defa olarak verilmeyi
gerektirmişti (17 Rebiyyülahar 1293-1876).
'
Mithat Paşa evvela Mecalis-i Âliye’ye ve sonra da Devlet Şurası başkanlığı,
Hüseyin Avni Paşa seraskerlik görevi ile kabineye girdi ler(*). Sıra padişahın
tahttan indirilmesine geldi. Hüseyin Avni Paşa gözü pek ve kinci bir zat idi.
Mahmut Nedim Paşa’nm ilk sadrazamlığında rütbesinin kaldırılmasından duyduğu
acıyı unutamadığından buna sebep olan Mahmut Nedim Paşa ile padişahtan öç
almayı tasarlıyordu!**). Hattâ dert ortağı olan Şirvanizade Rüştü Paşa’ya
evvelce açılarak ve rivayete göre Mithat Paşa’ya da işi çıtlatarak fırsat
gözle-
(*)
Mithat Paşa ilk sadrazamlığından alınmasından altı ay sonra Adliye nazın ve
Şirvanizade Rüştü Paşa’nın sadrazamlığında da üç ay kadar Selanik Valisi olmuş
ve sonra açıkta kalmıştı. Hersek İhtilali çıktığı vakit Esat Paşa kabinesinin
güçlendirilmesi amacı ile Mahmut Nedim Paşa Devlet Şurası Başkanlığı’na ve
Mithat Paşa Adalet Bakanlığı’na, Hüseyin Avni Paşa da seraskerlik makamına
getirilmişlerdi. Beş on gün sonra Mahmut Nedim Paşa ikinci kez sadrazam olunca
(1292-1875) büyük düşmanlarından olan Hüseyin Avni Paşa’yı İstanbul’dan
Hüdavendigar Valiliğimi) ile kovmuş ve uzaklaştırmış, Mithat Paşa’nm Adalet
Bakanlığından istifa etmesiyle (Şevval 1292-1875) onun ağır yükünden yakasını
kurtarmış ise de Mithat Paşa İstanbul’dan ayrılmamıştı. Medrese öğrencilerinin
sızıltısı Şeyhülislam Ki-zubi (Yalancı) lakabiyle maruf Haşan Fehmi Efendi’yi
istememekle başlamıştı. Bu kışkırtmada Mithat Paşa’nın etkisi olduğu kesin
olarak bilindiğinden İstanbul’dan çıkarılması ve seraskerlik makamına disiplin
sahibi birinin getirilmesi padişah tarafından öngörüldüğünden Hüdavendigar
Valisi Hüseyin Ayni Paşa’ya seraskerlik verilmesine ve yerine eski adalet
bakanı Mithat Paşa’nın atanması hakkında olaydan birgün evvel padişah buyruğu
çıkarıldığı, Hüseyin Avni Paşa’nın İstanbul’a gelmesinden Mahmut Nedim Paşa’nm
korkarak mührü almaya gelen serkurena (baş-mabeyinci) Hafız Mehmet Bey’e uyanık
davranılması hususunda uyardığı söylenir.
(**)
Sultan Murat Efendiliğinde saltanat makamına geçmek için acele etmiş ve bunun
için büyük bir gayret sarf etmişti. Dairesinin beyleri (hizmetinde bulunan
şahıslar) gezdikleri yerlerde Sultan Abdülaziz Han’ın millet işlerine bakmayıp
koç ve horoz dövüştürmekle vakit geçirdiğini ve galip gelenlerine nişanlar
takdığını, sarayın gereksiz harcamalarından bahsederek halkı ondan soğutucu
sözler ve haberler yaydıkları gibi kendisi de küçük ve büyük devlet memurlarından
ve subaylardan taraf -dar elde etme yolunu tutmuştu. Yeni tutkunlar, adamları
tarafından Kurbağalıde-re’deki köşküne getirilip huzuruna çıkarılır ve iltifat
görürlermiş. Kardeşi Abdül-hamid Efendi sırdaşı olduğundan taraf darlan
çoğaldıkça “bugün bir adam daha kazandık” diyerek ona haber verirmiş. Gerçek
olarak anlatırlarki Hüseyin Avni Paşa da(12) bu yoldan ona bağlanmak istermiş;
fakat mevkiinin yüksekliği dolayısıyla derhal kabul edilmesinde tereddüt
edildiğinden maksadı, tutum ve davranışının öğrenilmesi için Namık Kemal Bey
Hüseyin Avni Paşa ile gizlice buluşup Efendi’ye gösterdiği yakınlık isteğinin
sebebini deşmek için bazı sualler sorduğunda Paşa’-nın rengi atarak ayağa
kalkmış ve odanın içinde sağa sola gezindikten sonra “her birini vazife başında
ve kan bahasına kazandığım rütbelerin bir anda yok oluşuna ben nasıl dayanırım”
karşılığını verince Kemal Bey: “Bağlantınız şimdi nasıl oldu” sözünü verince
memnun olarak ayrılmış. Bu derece kin güden adamlara bel bağlamak padişah
olmaya aday birisi için “bugün sana ise yarın banadır” atasözünü unutmak uzağı
görmeye aykırıdır.
mekte
idi. Şirvanizade’nin sadrazamlığında kendisi serasker olduğundan durumu
padişaha haber verir korkusundan dolayı adı geçenin azline ve yerine kendisinin
geçmesine ve sonra zavallıyı Halep ve sonra Hicaz Valiliği ile İstanbul’dan
uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu(13). Bu sefer ise halkoyu çok heyecanlı ve
durum pek müsait idi. Mithat Paşa zaten durumu biliyor ve buna tarafdardı.
Kararsız ve vehimli olan sadrazam Mütercim Rüştü Paşa’nın istemeyerek razı
olduğu düşünülebiliri23).
Bir salı sabahı yüzbir pare top atılışı İstanbul halkını uyardı. Konu komşu
sebebini birbirinden sormakta iken bekçiler sopa vurarak “komşular, komşular;
Sultan Murad Efendimiz padişah oldu. Cülus var”(14) seslenişi ile halka gerçek
durumu haber verdi.
Padişahın
tahttan indirilmesinin ve Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinin ayrıntıları
bilinmektedir(15). Tahttan indirme olayında eylem için yardım edenler Dar-ı
Şura-i Askeri Reisi Redif Paşa ile Harb okulu kumandanı Korgeneral Süleyman
Paşa idi.
AÇIKLAMALAR
·
1
— General İgnatiyef uzun süre İstanbul’da Rus büyükelçiliği görevinde bulunan
bir
Rus generalidir. Özellikle Mahmut Nedim Paşa ’nın sadrazamlıkları sırasında
onunla kurduğu yakın ilişki sebebiyle devletin her çeşit işine karışır olmuştu.
·
2
— Tanzimat dönemi Osmanlı sadrazamlarından olup babası Şirvanlı ulemadan
olduğundan
bu unvanla meşhur olmuştur. Sultan Abdülaziz zamanında kısa bir süre
sadrazamlık yapmıştır. Sürgün edildiği Hicaz Valiliğinde iken vefat etmiştir. .
·
3
— Padişahın mühürü kime verilirse o sadrazam olurdu.
·
4
— 1840 tarihli Londra Anlaşması ile Mısır Valiliği Mehmet Ali Paşa ailesinin
en
büyük evladına verilmesi kararlaştırılmıştı. Mehmet Ali ’nin torunu İsmail
Paşa, padişah başta olmak üzere Osmanlı devlet adamlarına para ve kıymetli hediyeler
vermek suretiyle bu usulü değiştirtmiş ve kendisinden sonra oğlunun Mısır
Valisi olmasını sağlamıştı.
·
5
— Mali durumun son derece sıkıntıya girmesi, hariçten borç para alınamaması
üzerine
Galata bankerlerinden % 18 faizle üç aracıya ayrı ayrı komisyon ödenmek
suretiyle dış borçların faizlerinin ödenmesi yoluna gidilmiştir.
·
6
— Bosna ve Hersek bugünkü Yugoslavya’nın kuzeyinde iki Osmanlı eyaleti idi.
Rusların kışkırtması ile 1875yılında Hersek’te büyük bir isyan çıktı. İsyan
kısa zamanda bastırıldı ise de Rusların bu olayları bahane ederek 1877yılında
açtığı savaş imparatorluğa pek pahalıya maloldu.
7—
Karadağ, bugünkü Yugoslavya’nın güneyinde Arnavutluk sınırında Osmanlı
Devleti’ne bağlı küçük bir İslav prensliği idi. 1918'de I. Dünya Savaşından sonra
Sırbistan ve Hırvatistan’la binleşerek Yugoslavya Devleti’ni meydana
getirmişlerdir.
·
8
— Devlet dairelerinde çalışan memurlara asıl adlarından başka bir ad vermek
usul
haline gelmişti. Buna mahlas denirdi.
·
9
— Niş imparatorluk devrinde bugünkü Yugoslavya'nın sınırlan içinde bulunan
bir
şehrin adıdır.
·
10
— 1864 yılında çıkarılan bir kanunla imparatorluk dahilindeki küçük vilayetler
birleştirilerek
büyük vilayetler kurulmuştu. Tuna vilayeti bunların ilkidir.
·
11
— Hüdavendigar vilayeti, vilayet merkezi Bursa olan bugünkü Balıkesir, Kütahya,
Eskişehir
ve Bilecik illerini kapsayan bir idare bölümünün adıdır.
·
12
— Hüseyin Avni Paşa 1280-1876) Ispartalıdır. Harp okulunun ilk öğrencile-
rindendir.
Orduda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra serasker (Savunma Bakanı) olmuştur.
Bu görevde iken sadrazam bulunan Mahmut Nedim Paşa tarafından bütün rütbeleri
kaldırılarak memleketi olan İsparta 'ya sürgün edilmiştir. 1874 yılında
sadrazamlık makamına getirilmiştir. Kısa bir süre sonra azledilerek Aydın
Valiliği’ne gönderilmiştir. 1876’da Hersek ihtilali sırasında tekrar serasker
tayin edilmiştir. Bu görevde iken padişah Abdülaziz tahtından indirilmişti. Bu
olayın baş sorumlusunun Hüseyin Avni Paşa olduğu ve padişahın onun emri ile
öldürüldüğü ileri sürülmüştür.
·
13
— Şirvanizade Rüştü Paşa daha önce Hüseyin Avni, Mütercim Rüştü ve Mithat
paşalarla
gizlice yaptıkları bir görüşmede Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi işini
konuşmuşlardı. Rüştü Paşa sadrazam olunca, padişaha durumu açıklar korkusu ile
Hüseyin Avni Paşa onu padişaha gammazlayarak sadrazamlıktan attırmış ve yerine
de kendisi geçince İstanbul’da kalmasında tehlike gördüğünden evvela Halep’e
sonra da Hicaz Valiliği’ne tayin ettirmişti. Rüştü Paşa burada 1874’te ölmüştü.
·
14
— Eskiden hükümetten halka duyurulacak hususlar ve emirler mahalle bekçileri
aracılığı
ile yerine getirilirdi.
·
15
— Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten birkaç gün sonra oturmasına ayrılmış
olan
Ortaköy’deki Fer’iye sarayında bilek damarlarını makasla keserek intihar etmiş,
bir müddet sonra da saray yaverlerinden Çerkeş Haşan adında bir yüzbaşı Mithat,
Rüştü, Hüseyin Avni ve diğer hükümet üyesi paşaların, Mithat Paşa’nın konağında
yaptıkları bir gece toplantısını basarak Hüseyin Avni Paşa’yı burada tabanca
ile öldürmüştür.
XXII
KANUN-I ESASİ - RÜŞTÜ VE MİTHAT PAŞALAR
Abdülaziz
Han bahadır ve iyliksever bir padişah idi. Kara ve deniz kuvvetlerinin
düzenlenmesi ve çoğaltılmasına özel bir özen gösterdiği gibi Mısır ve Avrupa
seyahatlerinde eğitim ve medeniyetin ilerlemelerini kendi gözüyle izlemiş
olduğundan Osmanlı Devleti’ne de girmesini arzu ederdi. Bu yüksek dileklerinin
evvelkileri gerçekleşti(l) ise de takip fikrim ortadan kaldıran bazı
sebeplerden dolayı yararlı sonuçları pek az elde edebildi. Âli ve Fuad
paşaların hizmetleri bu hususta kâfi gelmedi. Sonraları padişahın Mahmut Nedim
Paşa’ya kapılması uğursuz sonuçlar doğurdu. Uygulanan usuller, yeteri kadar
ıslahatın meydana gelmesine engel ve esaslı surette değiştirilmeye muhtaç idi.
Hayırlı Tanzimatın yönetime getirdiği yenilikleri asıl hükümete kabul ettirmek
ve uygulamak mümkün değildi.
Meşrutiyet
sözcüğü monarşik idareler tarafından her memlekette ve tarihin her döneminde
bir korkulu rüya gibi kabul edilmiş ve hükümdarları korkutagelmiştir. Bu korku
fikri iyi ahlaklı olarak yaratılmış hükümdarlarda bile az çok tabii olmakla
beraber daha çok yakınları ve etrafındakiler tarafından aşılanır ve kuruntuya
düşürülür. Çünkü istibdattan faydalanan hükümdarın kendisinden fazla etraftaki
peyklerdir. En eski meşruti devlet olan İngiltere’de kralların ne kadar mesut
ve milletleri nazarında ne derecede büyük ve yüce olduğu meydanda ve meşruti
hükümdarların mutlak hükümdarlardan daha az şerefli ve mevki bakımından daha
aşağı olmadığı görülmektedir. Osmanlı Devleti tarafından meşrutiyet reiiminin
uygulanması vaz geçilmez bir zorunluluk olarak kabul edildiği
takdirde-“meşrutiyet verilmez ahnır” formülünden vazgeçilse bile-Abdülaziz
Han’ı kandırmak mümkün ohır mu idi? Benim görüşüme göre bu gerçekleşme anında
Âli ve Fuad paşalar sağ olsalar ve elbirliği ile gerçekten ve samimi şekilde
girişimde bulunsalar, padişah bozguncu sözlerden kurtulmuş olsa gönlünü yapmak
mümkündü. Fakat ne yazık ki bu şartların üçü de yoktu. Özellikle Âli Paşa zaten
meşrutiyete taraftar olmadığı gibi ölümünden sonra iş büsbütün çiğnğından
çıkmış ve öyle bir girişimi göze alacak ve sonuçlandıracak ve sözünü yürütecek
devlet adamı kalmamıştı. Padişahın korkunç hiddeti de buna engeldi.
Bundan
dolayı Rüştü, Mithat ve Hüseyin Avni paşalar(24) kabinesi ya meşrutiyeti veya Sultan
Abdülaziz’i feda etmek yollarından birine öncelik vermek zorunluğunu duydular.
Bazı kişisel kinlerin de karışmasıyla tahttan indirmek yoluna gittiler.
Tahttan
indirmekten asıl maksat meşrutiyeti kurmaktı. Hüseyin Avni Paşa kaza kurşununa
hedef oldu. Sultan V. Murad’m hastalığı meydana çıktı. Saltanat Atabeyi
durumunda bulunan Mütercim Rüştü Paşa tabiatı ve yaşlılığından dolayı fazla kararsız
ve ürkek idi. İşi başa çıkarmak Mithat Paşa’nm gayret ve fedâkârlığına
kalıyordu. Hüseyin Avni Paşa sağ olsa askerlik kibirinden dolayı Mithat Paşa'ya
ne kadar yardımcı olacağını tahmin edemiyorum. Tahttan indirme olayından üç
dört gün sonra ortalığı eski hamam eski tas gören Harb Okulu kumandanı Süleyman
Paşa(3) “emrine Beşiktaş muhafızlığı ile Beyoğlu tarafı kumandanlığı da
eklenmişti” seraskere (Hüseyin Avni Paşa’ya) “eski hakanın ne suçu vardı, eğer
ıslahat olarak birşey yapılmayacak ise ben onu tekrar tahta çıkarırım” dediği
zaman duyulmuştuf25).
Hersek
İhtilâli şiddetini artırdığı gibi etrafa sıçramak meylini göstermekte ve mali
sıkıntı en zor bir döneme girmekte idi. Padişahı tahttan indirmekten beklenilen
fayda ve iyilikleri halka tattırmak lâzımdı. Kılıç alayı için sokaklarda
yapılan hazırlıklar lüzumsuz yere bekliyordu. Padişah olmasından evvel halkın
sevgi ve yakınlığını kazanmış olan Sultan Murad’m durumu kaygı ve hüzün verici
idi. Elçimiz Arifi Paşa aracılığı ile tedavi için Viyana’dan getirtilen uzman
hekim eğer hasta herhangi bir kimse olsa Viyana’ya götürerek tedavi ile
iyileşmesinin mümkün olabileceğini, fakat hükümdar olması dolayısıyla tedavisi
ve iyileşmesinin çok zor olduğunu söylemişti(4). Doksan üç gün sonra o da
tahttan indirilerek; padişahlık nöbeti kardeşi ikinci Sultan Abdülha-mid’e
geçti.
Beyit
Doksan
üçte doksan üç gün padişah-ı mülk olup Göçtü matemgahzna Sultan Murad
namurad(*)
Adı
geçen padişah aklı başına geldiği anlarda tekrar tekrar ‘ ‘millete hürriyet
verildi mi, ben millete hürriyet isterim” gibi sözler söylediği sözüne
güvenilir kişiler tarafından anlatılmıştır.
Tahttan
indirmelerin ve intihar (Sultan Abdülaziz’in intihan) ve öldürme (Hüseyin Avni
Paşa’nın öldürülmesi) olaylannm devam etmesi ve Hersek ihtilâlinin uzaması ve
dış politikanın kötüleşmesi(5) ve mali zorluklardan dolayı halk ve hükümet
huzursuzdu. Bununla beraber meşrutiyetin hazırlanmasına ve düzenlenmesine iyi
niyet ve ciddiyetle başlandı. Kanun-ı Esasi (Anayasa) deyimi bulunarak gerekli
maddelerini görüşmek ve yazmak üzere bilgili ve aydın kişilerden oluşan bir
komisyon kuruldu.
Server
Paşa ve sudurdan Seyfettin Efendi, Çamiç Ohannes ve Od-yan efendiler ile Namık
Kemal Bey bu komisyonda idiler(6).
Komisyon
Bâb-ı Âli’de ve akşamları Fmdıklı’da Server Paşa konağında toplanarak dört beş
ay içinde Kanun-ı Esasiyi meydana getirdi.
Kanun-ı
Esasinin bir kere de meclis-i vükelada (Bakanlar Kurulu’ nda incelenmesi ve
padişaha sunularak yüksek onayının alınması uzuyordu. Anlaşılan Mütercim Rüştü
Paşa ayak sürüyordu(7). O zaman sadrazamlık müsteşarı bulunan Said Efendi
merhumdan duyduğuma göre odasına birgün Mithat Paşa gelip yeni kanunun
(Anayasa) faydasından ve değerinden ve gecikmesinden doğacak iç ve dış
zararlardan ve bir an önce uygulamaya konulması lüzumundan bahsederek bu
görüşlerini sadrazama uluştırmasını rica etmiş; Said Efendi de uygun bir dil
ile bildirmiş, mütercim de “paşamız akılsız bir adamdır, aceleye getirerek
hazırlattığı o kanun evvela kendi başını yiyecektir” cevabını vermiş(8).
Nihayet
Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlıktan çekildi ve yerini Mithat Paşa’ya bıraktı.
Sultan II. Abdülhamid Kanun-ı Esasiyi kabul ve onaylayarak Hatt-ı Hümayun ile
Bâb-ı Âli’ye gönderdi. (7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876). Bâb-ı Âli’nin deniz tarafındaki
alanma(9), Devlet Şurasının balkonu önüne bir kürsü konmuştu. Fermanın
gelmesini bekleyen bir çok halk birikti. Hava yağmurlu idi. Ben erken
gidenlerdendim, kürsünün yanında idim. Kalabalık dolayısıyla itilip kakılmaktan
ve şemsiyelerin çarpışmasından gelenler hayli rahatsız oldu. Mabeyn başkâtibi
Said Bey(10) Hatt-ı Hümayunu (padişah fermanı) getirdi ve âmedci Mahmut
Celaleddin Bey (Paşa)(ll) okudu. Bundan sonra Mithat Paşa Allah’a şükür ve
övgü, padişaha teşekkür ve hayır dua etti. Sesinin titremesi hâlâ kulağımdadır.
Paşanın sesini yalnız bu fırsatla işitmişimdir. Toplar atılarak memnunluk ve
sevinç belirtildi.
Öğretmenlik
hâtırası olarak(12) şunu bildireyim ki Mahmut Bey (Paşa) Hattı-ı Hümayun’da
bulunan mulen kelimesini tef’il babından(13) mulin diye okudu. Kendisini
tanımıyor ve iyi kitabet bilgisi ile şöhret kazandığını bilmiyordum. Öğretmen
olduğum Mahrec-i eklamda (öğretmenler odasında bu yanlışlığını ve ef’al
babından okunması gerektiğini söyledim. Dil ve gramer öğretmenleri bana hak verdiler.
Mahmut Bey’in kulağına gitmiş. Sonradan kendisi ile tanışıp da ara sıra
görüştüğümüzde, dikçe bir söz söylediğim zaman “şu hocalığı bırak, mulen mi
(ef’alden) mulim mi (tef’ilden) meselesini yine kurcalayacakmısm” diye
takılırdı.
Hersek
İhtilâlim Karadağ ve Sırbistan isyanları izlemişti. Şark Meselesi yine
uyanmıştı. Ruslar Besarabya'da askeri yığınak yapıyorlardı. Kont Andraşi
ıslahat tasarısı(14) geçici bir tedbirdi. Rusya’nın emellerini yatıştırmak ve
savaşın önünü almak için İngiltere’nin girişimi ile büyük devletlerin
delegelerinden oluşan İstanbul’da bir konferans toplandı. Konferans
Başkanlığı’na Dışişleri Bakanı Saffet Paşa seçildi; toplantı yeri tersane
idi(15). İlk toplantı gününde anayasa ilan edilerek top sesleri gümbürdeyince
başkan paşa “efendiler bu top sesleri padişahın millete verdiği meşrutiyetin
ilanını haber veriyor, altıyüz seneden beri devam eden bir hükümet şekli şu
anda değişiyor, Osmanh kavimlerinin mutluluk durumu için yeni bir devir
açılıyor. Bundan sonra Şark Meselesini kapayacak tabii ve etkili bir çaredir”
sözlerini söylemişti.
Anayasanın
ilanı bir iç ihtiyacı doyurduktan başka ortaya çıkan politik sıkıntıları da
kolaylaştırmak ve yatıştırmak için bir parmak bal gibi ortaya konulmuştu.
İçteki etkisi gençler ve saf düşüncelilerde meydana geldi ama dışarıda
ihtiyatla karşılandı. Gorçakof(16) bunu Singe-ri “maymun taklitçiliği” diye
adlandırdı. İngiliz basını uygulamasındaki zorluklara dair uzun makaleler ve
görüşler yayınlıyorlardı. Aklımız bir karış yukarıda gezen bizler de onları
bilgisizlikle suçluyorduk. Birgün Sultani Okulu (Galatasaray Lisesi) Müdür
Başyardımcısı M. Graned ile görüşüyordum. Tarih öğretmenliğinden yetişme olan
bu ihtiyar bana “geçireceğiniz bu değişiklik döneminde yeni sistemden doğacak
sarsıntılara memleketinizin hayırlısı ile dayanabilmesini dilerim; zira bu
çeşit inkılâplar alışkın olmayan milletlerde göğüslenmesi mümkün olmayan
sarsıntılar meydana getirir” demişti. Ben ise ihtiyar öğretmenin sözlerine
kulak bile asmadım. Çünkü Anayasanın ilanıyla memleketimiz tarihte okuduğumuz
İngiltere gibi oldu kesin inancında idim.
Mütercim
Mehmet Rüştü Paşa Sinop civarı ahalisinden olup yeni askeri düzen kurulurken
neferlikle askerlik mesleğine girmişti. Yalnız şahsi gayretiyle okuması ve
Fransızcayı da öğrenmesi ve sadrazamlığa kadar yükselerek birkaç defa o yüksek
makama gelmesi doğuştan üstünlüklerinin en büyük delilidir. Mütercim lakabı
yarbay ve albaylığında Bâb-ı Şeraskeri mütercimi olmasından ve askeri
yönetmeliklere ait eserleri tercümede hizmeti geçmiş olmasından dolayıdır. Beş
defa serasker ve beş kere yeniden ve iki defada yerinde bırakılarak sadrazam
olmuş, İstanbul dışındaki memuriyetlere gönderilmeye-rek merkezde yüksek
görevlerde bulunmuştur. Emekli olarak Manisa’daki çiftliğinde sessiz yaşarken
yetmiş üç yaşında ölmüş ve (1299 Gumadiyülula-1881) de orada gömülmüştür.
Adı
geçeni ilkönceleri Âli Paşa pek beğenirmiş. Abdülmecid’in yaptığı bir işle
araları açılarak bir daha uzlaşmaları mümkün olamamıştır. Ondan sonra Mütercim
Rüştü Paşa alafrangalıkla dile düşmüş olan Tanzimatçılara karşı sofular
partisinin elebaşısı olarak tutum ve davranışlarını da ona göre tayin
etmiştir(17). Mesela konağından (şimdiki Vefa Sultanisi)(18) yatsı namazına
fenerleri ve seccadesini taşıyan adamlarıyla caddeden Şehzade Camiine gider ve
biraz rahatsızlanırsa kurşuncu nineyi çağırtır ve kurşun döktürerek
iyileştiğini anlatırmış(19). Namuslu, iyi konuşur, itirazları çok şiddetli idi.
Avrupa âlemini yakından bilmez ve harici işlerde at oynatamaz ise de
içişlerinin en ince noktalarına kadar çok iyi bilir idi. Uzun tecrübeleri
kendisinde devlet işlerinde kesin iş yapma gücünü kırmış ve kuşku ve
şüphelerini çoğaltmış olduğundan iyi konuşması ve itirazlarının gücü ölçüsünde,
hele sonraları, bir iş görememiştir.
Güvensizliğine
örnek olarak Mithat Paşa’nın duruşmasında Manisa'da sorguya çekildiğinde
verdiği ifadenin altını imza etmesi kanun gereği olduğu söylendiği vakit imza
yerine “hastayım, nöbet ateşi ile ne söylediğimi bilmiyorum” gibi sözler
yazdığını anlatırlar. Bununla beraber ünlü bir devlet adamı idi.
Anayasanın
ilanı zorunluk derecesine ve Rus Savaşı’nm gerçekleşme haline geldiğini görünce
sadrazamlıktan istifa ederek (2 Zilkade 1293-1876) yerini Mithat Paşa’ya
terketti. Otuzbeş gün sonra anayasa ilan edildi. Mithat Paşa aceleci,
hareketli, fedakâr ve azim sahibi idi. İlerisini düşünerek ihtiyatlı davranmaya
pek önem vermezdi. Bu hususlarda Fuad Paşa’dan da baskın idi. İş yapma gücünü
ve yenilikçi hareket tarzını vilayetlerdeki başarılı tutumu ile
göstermişti(20). Fanatizmden uzak, Osmanlı halklarının birleşmesine ve
kaynaşmasına can ve yürükten taraftardı. Pek çok işe (birden) başlar önemli ve
önemsizliğini, hangilerinin kolaylıkla bitirilebileceğini düşünmezdi. Nabza
göre şerbet vermek ve ilerisini görmek gibi Osmanlı devlet adamlarının başarı
şartları olan bazı özelliklerden yoksun oluşu uğradığı zorlukların ve
eziyetlerin kaynağıdır.
Anayasa
ile beraber ilk sene için geçici bir milletvekili seçimi kanunu ve sonraki
devreler için hâlâ yürürlükte olan (makalenin yazıldığı 1918 yılları için)
seçim kanunu, âyan (senato) ve mebusan meclisleri (millet meclisi) iç tüzükleri
de yazılmış ve Kadri Paşa’nın(21) gayretiyle devlet şurasında parlamentoya
verilmek üzere birçok önemli kanun tasarıları hazırlanmıştı. Bir taraftan
meşrutiyet reiiminin uygulanmasına girişilirken diğer taraftan Rus Savaşı için
askeri hazırlıklara güç
veriliyordu.
Sözü geçen İstanbul Konferansının kararlan da Osmanlı Devleti tarafından kabul
edilir bulunmadı. Savaşın önünü almaya son girişim olmak üzere Londra Protokolü
hazırlanıyordu. Fakat o sırada Mithat Paşa Osmanh ülkesinden uzaklaştırılarak
(21 Muharrem 1294-5 Şubat 1877) Edhem Paşa(22)(26) sadrazam oldu. Ve uzun bir padişah fermanı ile
devlet memurluklarında geniş çaplı değişikler yapıldı. Fakat bu değişikler
“Zeyd’in yerine Amr’in getirilmesinden” başka bir-şey değildi. İlk Mebuslar
Meclisi Ahmet Vefik Paşa’nın başkanlığında Ayasofya’daki dairede toplandı(27)(24). Bundan sonra
kanunla saptanan süre içinde toplanmasına bir engel görülmüyordu. Londra
protokolü de(26) Osmanlı Devleti tarafından reddolunduğundan Rusya Çar’ı ikinci
Aleksander savaş ilan etti. (Rebiyülahar 1294-Nisan 1877). Mithat Paşa sözleri
ve davranışlarıyla memlekette savaş eğilimlerini kızıştırılmış ise de
protokolün bildirildiğinde burada değildi. Paris’te görüştüğü kimselere
“hükümet tarafından protokolün kabulü gerekirdi. İstanbul Konferansı
kararlarını reddetmekten maksadım ileri sürülen şartlan hafiflettirmek içindi.
Mademki bütün şartlar hafiflemiştir ve Rusya ile Osmanh Devleti’nin savaşta
başa çıkması şübheli ve zordur. Bâb-ı Âli tarafından uysallık yoluna gitmek
durumun gereği idi” dediği ağızdan ağıza nakledilmiştir^).
İstanbul’da
da bakanlar arasında büyük devletler tarafından protokol ile bildirilen
tekliflerin biraz daha kolaylaştırma ve hafifletilme-sine çalışılarak kabul
edilmesinin tehlikeli savaşa tercih edilebileceği düşünce ve görüşünde planlar
vardı. Büyük devletlerin teklif ettiği reformda gözönünde tutulan yalnız Rumeli
ve Müslüman olmayan vatandaşlardı. Halbuki ıslahatın genellikle bütün
memlekette yapılması zaten hükümetin gereken görevi idi. İstanbul Konferansı
kararlarının ve Londra protokolünün kabul edilmemesine sebep yalnız bir kısım
vatandaşın gözedilmesi ve iç ıslahatın yabancılar tarafından zorla kabul
ettirilmesinin uygun olmayacağı düşüncesi idi. Yoksa Osmanh Hükümeti ıslahata
aslında taraftardı. Bu istek ve karışmaya Osmanh Devleti’nin onurunu ve
bağımsızlığını incitmeyecek bir şekil vermek imkânsız sayılamazdı.
Yukarıda
bildirilen bakanların azınlığı tarafından ileri sürülen anlaşma tarafdarı
görüşler elbette artık kesinleşmiş gibi görünen savaşın elem ve facialarından
daha hayırlı idi. Ne yazık ki bu akıllı düşüncelerin artık hükmü kalmamıştı. 28
Rusya
seferi bittikten ve ortalığa sessizlik ve durgunluk döndükten sonra Mithat Paşa
affedilerek 1295-1878 sonlarında memlekete çağırıldı. Suriye Valiliği’ne tayin
edildi. Suriye’de Lübnan meselesinden dolayı büyük bir anlaşmazlık çıkardı(27).
Görevi Aydın vilayetine çevrildi (1297-1880). İzmir’de iken(28) bilinen
müretteb(29) muhakeme dolayısıyla soruşturmaya başlandı. Bir iki sadık yakını
kendisine kaçmasını tavsiye etmiş ve kaçış yollarını da hazırlamışlardı.
Bunları kesin olarak reddetmiştir. Yıldız’da (Saray’da) kurulan cinayet
mahkemesi idamına hükmetti. Padişah tarafından sarayda eski sadrazamlardan
Saffet Paşa’m Başkanlığında bakanlar ve ileri gelen eski vezirler ile büyük
devlet adamlarından oluşan büyük bir meclis kurularak hükümlüler hakkında nasıl
bir işlem yapılmasının uygun olacağı soruldu; üyelerin her biri oylarını yazıp
altını imza etmeleri emredildi. O zaman başvekâlette bulunan Said Paşa herkesin
fikrini taşıyan bu toplantı tutanağının fotoğrafım meşrutiyetin ilanından(30)
sonra yayınlamıştı. Ölüm cezası affedilerek hükümlüler süresiz olarak Taif’e
sürüldüler. Taif’te nasıl öldürüldükleri bilinmektedir. (Recep 1301-1884)(31).
Acıklı sonuç daha o zaman duyulmuş ve Osmanlı olan herkesin gönlünü
yaralamıştı. Sultan Abdülaziz’in ölümü ne suretle olursa olsun bundan Mithat
Paşa'nın sorumlu olmadığına halkın vicdanı inanmıştı. Sultan Abdülaziz’in
öldüğü gün Mithat Paşa telaşla sadrazamlık müsteşarı Said Efendi’nin odasına
gelerek ölüm haberini ondan sorup öğrendiğini ve çok üzüldüğünü Said Efendi
anlatırdı(32).
Mithat
Paşa’mn bazı kusurları olmakla beraber vatanseverliğine ve temiz niyetine dil
uzatmak insafsızlıktır. Bütün yaptıklarında esas amacı memleketin hayrı ve
yararı idi. Gayet iyi bir vali olduğu herkesçe onaylanmıştır. Irak ve Suriye
gibi birkaç vilayetten oluşan bir kıt’a idaresine verilse imarına muvaffak
olacağında herkes birleşir. Fakat Avrupa’yı ve Avrupa’nın nazarında Osmanlı
Devleti’nin siyasi durumunu iyi bilmediği gibi büyük ve esaslı bir inkılâbın
başına geçip de onu başarıya ulaştırmak için lâzım olan üstün yeteneklere
yeteri kadar sahip değildi. Yetenek dokusunun atkısı ve çözgüsü, meşrutiyet
kalıbını soğuk ve sıcak rüzgârdan korumak için, sağlam bir elbise giydirmeye
uygun değildi.
İhtiyatlı
ve tedbirli hareket etmeyişi, halk nazarında olağanüstü büyük bir şöhrete sahip
olması ve beğenilmesi dolayısıyla düşmanları olan istibdat yardakçıları
tarafından diktatörlük ve cumhuriyet heveslisi olarak suçlandırılması ve
sergilendirilmesi dikbaşlı davranışlarına yakıştırılmış olduğundan Zaptiye
Nazın (güvenlik bakanı) Ömer Fevzi Pa-şa’nm bu şüphelere delil sayılan iki
satırlık iumalına dayanılarak sadrazamlıktan alınmış ve sürgün edilmiş ise de
bu hakkında bir iftira olsa gerektir. Şayet insan olarak öyle bir kuruntu
kafasından esmiş ise ahmaklığına ve aptallığına bundan daha güzel bir delil
olamaz.
Sözün
kısası Mithat Paşa Suriye’ye dönmesinden sonra olsun direk gibi tutumunu biraz
inceltse, anlayışlı ve zamana göre davranmış olsa belki hizmetlerinden memleket
bir müddet daha faydalanırdı.
Anayasayı
uzun uzadıya incelemeyeceğim. Gerek aslı ve gerek sonradan yapılan
değişiklikler bilinmektedir(33). Yalnız kanun yapıcının maksadını araştırmaya
ve bulmaya çalışarak prensipleri ve uygulanması hakkında birkaç söz
söyleyeceğim.
Kanunun
ilanını bildiren 7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876 tarihli } Hatt-ı Hümayun’da
(padişah fermanı) “yüce devletimizin gücündeki ge-rilemeler dış dertlerden
ziyade içte idare işlerinde doğru yoldan sapılmış olunmasından ve halkın,
hükümetlerinden bekledikleri güvenliklerini garanti edecek sebeplerin
gerilemeye yüz tutmasından ileri geldiği” denildikten sonra devletin “iç
durumunda tabiatıyla meydana gelen değişiklikler ve dış ilişkilerinde hasıl
olan genişleme dolayısıyla hükümetin idare şeklinin yetersizliği açıkça
görülecek hale geldiğinden” “mülkün hayrım amaçlayan “meşrutiyet ve meşveret
kuralına” uygun olarak anayasanın düzenlendiği ve yayınlandığı açık- '
lanmaktadır.
V
Anayasanın
en önemli bölümü Osmanlı vatandaşlarının genel hak-larınm korunmasına dair olan
ikinci bölümüdür. Kişi hürriyeti “hiç kimse kanunun görevlendirdiklerinden
başkaları tarafından tutuklanamaz ve kanunun belirttiği sebep ve şekilden başka
bir bahane ile cezalandırılamaz”, din serbestliği, basın özgürlüğü, ticaret,
sanat ve ortaklık serbestliği, öğretim özgürlüğü, vatandaşın, hak ve
görevlerinde eşitliği ve yeteneklerine göre genel hizmetlerde kullanılması,
(menkul veya gayri menkul) bir mala sahip olma güvenliği, mesken masuniyeti,
mahkemelerin bağımsızlığı, vergilerin bir kanuna dayalı ve kişinin gücü ile
uygun olması, zorla alma, zorla iş yaptırma ve işkence etme gibi yolsuzlukların
önlenmesini Tanzimat hükümlerini genişleterek belirtiyor. “El-adl esas
el-müll&Adalet mülkün esasıdır” kavramınca adaletin kesin kurallarını
sağlayan bu maddeler kanunun özü ve kanun yapıcının esas amacı olup bundan
sonraki bölümler ' onun tamamlayıcısı ve güvencesi sayılabilir.
İkincisi;
mal ve servet memleketin kuvvet kaynağı olduğundan bir devlette maliye
işlerinin düzenlenmesi zorunludur. Mutlak hükümetlerde harcamalar ölçüsüz gider
ve esen rüzgâra uyar. Gider çoğalıp gelir azalınca yani denge bozulunca zorunlu
olarak uygun olmayan yola sapılır ve devletin birçok lüzumlu ihtiyaçları
bırakılır ve geri kalır. Bu sebeple geliri halkın gücüne uygun şekilde tespit
etmek ve tam olarak tahsil etmek ve harcamaları ona göre yapmak lâzımdır. Aksi
halde sıkıntılar ve fakirlik memleketin üzerine kara bulut gibi çöker, işte
kanun yapıcıyı uğraştıran ikinci husus da bu olmuştur.
Bu
iki gereği yani genel hakların korunması ile mali dengeyi nasıl korumalı?
Tercübe ile anlaşılmıştır ki bunların yerine getirilmesi parlamento usulüne ve
milletin denetimine bağlıdır.
Fransa’nın
çeşitli devirlerinde ilan edilen anayasalardan alınarak memleketimizin durumu
ile bağdaştırılmak suretiyle hazırlanan anayasa ılımlı bir meşrutiyet
kuruyordu. Yürütme, yasama ve kaza gücünü birbirinden ayırıyor ve görevlerini
belirliyordu. Bakanların sorumluluğu ve milli mürakabe onun tabii sonuçlarından
idi. Memleketin genel kuvvetlerinin başında bulunan saltanat makamının yüksek
haklarını geniş ölçüde korumakla beraber devlet işlerinde milli murakabeye işe
yarar bir mevki vermek çareleri çok dikkatle ve sezişle öngürülmüştü. Milli
egemenliği kanunların düzenlenmesinde ve özellikle bütçenin hazırlanmasında ve
kabulünde kesin karar sahibi yaptığı halde murakabe görevini yapmakta ılımlı
şartlar koyuyordu. Milletvekillerinin bakanlardan soru sorma hakkı vardı. Ancak
bu hakkı kullanmanın sonucunu kanun boş bırakmıştı. Yani güven veya güvensizlik
bildirmek ve güven oyu kazanamayan bakanların istifası durumuna dair ne dolaylı
ve ne de açık bir kayıt koymamıştı. Parlamenterizm usulüne pek uygun olmayan bu
durumlar diğer bir deyimimizle kuvvetler dengesini tam olarak koymamıştı.
Bununla beraber memleketimiz için o zaman fazlasıyla yeter görülüyor ve kanun
yapıcının maksadım yerine getiriyordu. Terazinin bir kefesine hükümetin idare
işlerindeki bilgisini ve sorumluluğunu ve ortaklığa katlanamayışı düşüncesini
ve diğer gözüne milletvekillerinin yeniliğini ve acemiliğini ve hükümet
görevlerine tecavüz ihtimalini koyarak yasama gücünün yetkisini mürakabe
konusunda geniş tutmamış, belirsiz bırakmış ve fazla olarak iki kuvvet arasında
bir çatışma olabileceğini düşünerek münakaşalara yer vermekten kaçınmıştır.
Hattâ zabıtanın sağlam soruşturması üzerine hükümetin güvenliğini bozdukları
sabit olan kimseleri Osmanlı memleketlerinden çıkarmak ve uzaklaştırmak hususunda
bir hâk vermiştir. (113. fıkra- ■ nın şimdi kaldırılmış olan ikinci fıkrası).
Nasıl tatbik edildiği bilinmiyorsa da Mithat Paşa bu madde hükmüne dayanılarak
uzaklaştırılmıştır.
Sonuç
olarak anayasa istibdada karşılık ılımh bir meşrutiyet ve keyfi idare yerine
kanun ve sorumluluğu dayalı iyi bir usûl koyuyordu. Şüphesiz yeni hükümler
memlekete ve devlete bir kurtuluş devri açıyordu. îş onları memlekete sindirmek
ve yavaş yavaş yerleştirmek ve bir kazaya uğratmadan iyi uygulayabilmek ve
başarmaktı. Vatandaş haklarına ait kısımları bir kenara bırakılırsa millete
alışmadığı ve hazırlıklı olmadığı kendisinin getirmediği ve tamamen yeni
gördüğü meşrutiyeti sindirmek ve eski usulü yeni usule çevirmenin zorluğunu
dikkate alarak değişme aşamalarına pek akıllıca bir şekilde belirlemek ve
geçmek zorunlu, bu ise sağlam bir iyi niyete ve devamlı bir takip fikrine,
büyük bir azim ve ustalığa bağlı idi. İşte o vakit parlamenterizme uygun
olmayan belirsiz maddeler zamanla alışılarak, yetenek kazanılarak, belirlenecek
ihtiyaç ilegit-gide değiştirilerek ve açıklanarak prensiplerin içgüdü ile kök
salması ümit edilebilirdi. Birkaç raslantı kolayca buna engel oldu. Evvela
Rusya savaşı derdi rahat düşünmeyi yokederek halkoyunu savaş olaylarına
kaydırdı. İkincisi, zamanın padişahı kuruntuya boğulup meşrutiyetten ürktü
(34), üçüncüsü meşrutiyetin kurucusu Mithat Paşa anayasanın ilanından bir buçuk
ay sonra memleketten çıkarılarak uzaklaştırıldı ve bu işlem arkadaşlarım
çalışmalarında yıldırdı. Dördüncüsü, mebuslar ilk seneyi zararsız geçirip
ikinci devrede kanuni haklarım tamamen kullanmaya kalkınca ne kendileri ve ne
hükümet birbirine karşı anlayış ve uysallık yoluna gitmedi; aralan açıldı ve
ortaya çıkan zıdlaşmada kuvvetli taraf elbette üstün gelerek mebuslar meclisim
dağıttı. Halkoyu henüz iyi bilmediği meşrutiyet usulü ile gereği kadar
ilgilenmediğinden bütün bakışlar savaş olayla-nna çevrildi. Bundan dolayı
anayasanın hükümleri uzun bir kesintiye uğradı.
Halkanız
parlamento makinesinin çarklarım iyice anlayamamıştı. Ben gençliğim dolayısıyla
seçim işlerinde hareketli bir üye idim. İstanbul ikinci seçmenlerinin (35) bir
kısmı milletvekilliğine Üsküdar’da bir dergâhta kendi halinde bir şeyh efendiyi
aday gösteriyorlardı. Şeyh efendi iyi bir insan imiş. Dünya gösterişlerinden el
çekmiş, ibadetle uğraşan mutlu bir kişi imiş. Tanıdığım seçmenlere “pekiyi,
şeyh efendinin gidip elini öpelim, hayır duasını alalım, fakat dünya işini
dünya patırtısından vazgeçmiş bir kenara çekilmiş adama bırakmayalım” demiştim.
Hiç
unutmam seçimler yapılırken mahallemizde oturanlardan Esirci Aziz Efendi,
Nakkaş Osman Ağa, Ayşe Mehmet Bey (sarayda görevli emekli subaylardan olup orta
oyunda koca karı rolünü yaptığından dolayı böyle adlandırılmış) gibi kimseleri
ellerine pusulalarını vererek seçim bölgesi merkezine (seçim sandığına)
göndermek için hayli sıkıntı çektik. Bunlar namuslu ve basit düşünceli mahalle
ihtiyarları idi. Kendilerinden daha yüksek fikirlilerde de ayni kuşku
görülüyordu. Nakkaş Osman Ağa benden “efendi oğlum ev vergisinden borcum var;
sakın bu yüzden benden onu istemesinler” diye sormuştu.
Seçimlerin
çok acale yapılması ile anayasanın ilanından üç ay geçmeden mart içinde
mebusların toplanması ve parlamentonun açılması idari yararlardan ziyade dost
devletlerin ve özellikle İngiltere'nin hoşuna gitmek düşüncesinden ileri
geldiği de ayrıca belirtmeye değer bir olaydır.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Sultan Abdülaziz’in padişahlığı döneminde Osmanlı deniz kuvvetleri Avru
pa
’da İngiltere ve Fransa ’dan sonra en büyük ve en kuvvetli deniz gücü haline
geldiği gibi kara kuvvetleri de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra
kurulan yeni ordu teşkilatı ile en güçlü ve düzenli ordulardan biri haline
gelmişti.
·
2
— Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882) Sinop’ta doğarak İstanbul’a gelip askerlik
mesleğine
girmiş, kendi kendini yetiştirmiş, Fransızca öğrenmiş, bundan dolayı Mütercim
unvanını almış, çeşitli devlet hizmetlerinde çalışarak emsali arasında
sivrilerek beş defa sadrazam ve seraskerlik yapmış, iki padişahın tahttan
indirilme olayında sadrazamlık görevinde bulunmuş Tazminat devrinin
yetiştirdiği devlet adamlanndandır. Çok vehimli, bu yüzden süratli iş görememiş
akıllı ve tecrübeli bir vezirdir.
·
3
-— Süleyman Paşa ile Redif Paşa, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi olayı
na
katılmış iki askerdir. Bunlardan Süleyman Paşa o sırada kumandanı olduğu Harb
Okulu öğrencileriyle karadan ve Redif Paşa da denizden padişahın bulunduğu
Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatmışlardı.
·
4
— Sultan Murad daha gençliğinde sinirli bir tabiata sahip olduğu gibi
veliahdliği
zamanında
fazla içki kullanması bu durumu daha da artırmıştı. Amcası Abdülaziz’in tahttan
indirilmesi ve intihan, Çerkeş Haşan olayı ve Hüseyin Avni Paşa’nm öldürülmesi
gibi kanlı olaylar sağlığını büsbütün bozmuş, hastalığı günden güne arttığından
kendisini muhafaza etmek zorlaşmıştı. Tedavisi için uzun bir klinik tedavisi
gerekiyordu. İstanbul’da bu çeşit hastane olmadığından ve padişahın Avrupa
memleketlerine gitmesi de mümkün değildi. Bir akıl hastasının padişahlık
yapması şeriat bakımından caiz olmadığından çaresiz tahttan indirilmesi
gerekiyordu. Yerine kardeşi İkinci Abdülhamid padişah olmuştu.
·
5
— Dış politikanın kötüleşmesi, Rusya ’nm yüzyıllar boyu izlediği Osmanlı
İmparatorluğu ’nu yıkmak ve boğazlan elde etmek politikası dolayısıyla Osmanlı
İmparatorluğu ile yeni bir savaşa hazırlığının anlaşılmasından ileri geliyordu.
İmparatorluğun bu sırada askeri gücü Rus saldırısını önlemeye yeterli
olmadığının bilinmesi ve Avrupa’da siyasi bakımdan Rusların bu saldırısını
durduracak bir devlet bulunmadığından Osmanlı İmparatorluğu Ruslarla tek başına
dövüşmek zorunda kalmıştı.
6—
V. Murad’ın tahttan indirilmesi üzerine meşrutiyetin ilanını kabul edeceğini
bildirerek padişah olan II. Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren Hatt-ı
Hümayunda (padişah bildirisi) devletin anayasaya göre bir parlamento ile idare
edileceği ilan edilmişti. Anayasanın hazırlanması için Server Paşa’nm
Başkanlığında kurulmuş olan komisyonda devrin aydın kişileri, devlet adamları,
askerler ve din adamları bulunuyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa da komisyon
üyeleri arasında idi.
·
7
— Devletin bazı yüksek yöneticileri imparatorlukta parlamenter reiimin uygulan
masının
mümkün olamayacağını, esasen buna lüzum da bulunmadığını, şeriat hükümleri iyi
uygulanırsa şikâyet edilen hususların ortadan kalkacağını ileri sürüyorlardı. O
sırada sadrazam olan Mütercim Rüştü Paşa ile Adliye Bakanı ünlü bilgin Cevdet
Paşa da bunlar arasında idi.
·
8
— Mithat Paşa ’nm sorumluluğu altında hazırlanmış olan anayasa taslağına son
radan
sarayın zoru ile konan ve padişaha istediği şahst memleket dtşma sürme hakkı
tanıyan 113. madde ilk defa Mithat Paşa hakkında kullanılmış ve paşa Avrupa’ya
sürülmüştü.
·
9
— Bugün İstanbul vilayet konağının arka tarafındaki kısmen otomobil parkı
olarak
kullanılan
bahçe.
·
10
— Küçük Said Paşa diye tanınan Eğinli Said Paşa. Sonradan Abdülhamid II.
devrinde
(1877 ile 1908 yıllan arasında) yedi defa sadrazam olmuştu.
·
11
— Mahmut Celaleddin Paşa olup Abdülhamid devrinde çeşitli devlet görevlerin
de
bulunmuş, devrinin olaylarını belgelere ve görgüye dayalı olarak yazdığı
Mira't-ı Hakikat adlı üç cildlik tarihi ile meşhurdur.
12—
Yazar, önsözdeki biyografide de belirtildiği gibi uzun yıllar mülkiye okulunda
(Siyasal Bilgiler Mektebi) müdürlük ve tarih öğretmenliği yaptı.
·
13
— Arapça dilbilgisi kurallanna göre kelimeler bdb denilen birtakım bölümlere
ayrılmıştır.
Burada bahis konusu olan mulen ile mulin kelimelerinin Arap harfleriyle
yazılışı aynı olduğundan ancak Arap gramerini çok iyi bilen doğru
okuyabilmektedir. Manası ilan edilen olan mulen ef’al babından, ilan eden
anlamında olan mulin, tafdil babındandır.
·
14
— Aslen Macar olan KontAndrassy (1823-1890) bu sırada Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu
Dışişleri Bakanı idi. Osmanlı-Rus ilişkilerindeki gerginliği gidermek ve kesin
gibi görünen savaşı önlemek için Osmanlı İmparatorluğu ’na bir ıslahat proiesi
göndermişti.
·
15
— Bugün de gemi yapan yer anlamında olan tersane, Osmanlı Devleti’nin İstan
bul'u
zaptını izleyen yıllarda Haliç’in kuzey kıyısında bugün de ayni isimle anılan
Kasım Paşa’da bulunmaktadır. Buradaki Tersane Köşkü denilen ve şimdi Kuzey
Deniz Saha Komutanlığının bulunduğu binada toplandığı için bu konferansa
Tersane Konferansı da denmiştir.
·
16
— Prens Aleksandr Gorçakof (1798-1883) Rus diplomatı ve Dışişleri Bakanı olup
İstanbul
Konferansında Rus delegesidir.
·
17—
Bilindiği gibi Tanzimatın getirdiği batılı kuruluşlara bazı ulema ve devlet
adamları karşı olmuşlar ve bunları “bid’at”yani şeriata aykırı saymışlardır. Bu
görüşte olanlar için yazar “Sofular Partisi’’ deyimini kullanmaktadır.
·
18—
Vefa Sultanisi bugün Şehzadebaşı ’ndan Vefa ’ya giden yolun sol tarafındaki
binadır. Ancak yol üzerindeki bina İkinci Meşrutiyet devrinin ünlü şeyhülislamı
Ürgüplü HayriEfendi (yakın devrin başbakanlarından Suad Hayri Ürgüplü’-nün
babası) tarafından okul binası olarak yaptırılmaya başlanmış ise de uzun yıllar
tamamlanamamış ve 1938’de Milli Eğitim Bakanlığınca tamamlatılarak evvela
Yüksek Öğretmen Okulu ve sonra da Vefa Lisesi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Rüştü Paşa konağı bunun arka tarafındaki eski binadır.
·
19—
Kurşun döktürmek memleketimizde yakın zamanlara kadar halk arasında
kul-lanılagelen sözde bir tedavi usulüdür. Kurşun ateşte eritilerek bir kaptaki
soğuk suya atılması ile birden donan kurşunların garip şekilleri hastalığın
geçmesini sağlamış. Bu işi yaşlı kadın veya erkekler yapardı ki bunlara
kurşuncu nine veya kurşuncu baba denirdi.
·
20
— Mithat Paşa imparatorluğun çeşitli bölgelerinde valilik etmiştir. Balkanlar
daki
Niş ve sonra bugünkü Bulgaristan ’ı ve kısmen de Yugoslavya ’nın bir bölümünü
kaplayan Tuna Vilayeti, Bağdat, Selanik, Suriye ve Aydın Valiliklerinde çok
başarılı işler meydana getirmiştir. Bazı yazarlar paşanın iyi bir idareci fakat
kötü, bir politikacı olduğunu söylerler.
·
21
— Kadri Paşa, devlet Şurasında Kanunlar Dairesi Başkanlığı yapmış, sonraları
kısa
bir süre (1880’de) başbakan olmuştur.
·
22
— İbrahim Edhem Paşa (1818-1893) Sakız Adasında esir alman Ramlardan
dır.
Sadrazam Hüsrev Paşa tarafından satın alındıktan sonra onun konağında yetişmiş
ve üstün kabiliyetleri dikkati çektiğinden Sultan Mahmut II. zamanında Avrupa
’ya eğitim için gönderilen gençler arasına alınmıştır. Maden mühendisliği
öğretimi yapmış olan Edhem Paşa yurda döndükten sonra kendi mesleğinde çeşitli
görevlerde bulunmuş, sonradan hükümette Ticaret ve Maarif Bakanlıklarında
bulunduktan sonra Mithat Paşa’nın memleketten uzaklaştırılması üzerine 1877’de
sadrazam olmuştur.
·
23
— Mahmut Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in ünlü vezirlerindendir. Rum veya Sırp
asıllı
olduğu sanılan Mahmut Paşa, yönetim alanında olduğu kadar bilim sahasında da
büyük şöhreti olan ve bu yüzden veli unvanı verilen değerli bir devlet
adamıdır.
·
24
— İlk Osmanlı parlamentosunun padişah tarafından seçilmiş ilk başkamdir. Bu
görevde
iken vezirlik verilerek paşa olmuştur.
·
25
— Parlamentonun ilk açılış merasimi 19 Mart 1877tarihinde II. Abdülhamid’-
in
bir nutku ile Dolmabahçe Sarayı’nın büyük muayede (bayramlaşma) salonunda
yapılmış, resmi müzakereler Ayasofya Camii yanındaki darülfünun
"üniversite” binası olarak yapılmış olan ve 1933yılında İstanbul adalet
sarayı olarak kullanıldığı sırada yanan binada devam etmiştir.
·
26
— 1856 Paris kongresi kararlarını imzalamış olan devletlerin delegelerinin İs
tanbul’da
yaptıkları toplantıda aldıkları kararlar OsmanlıHükümeti tarafından kabul
edilmeyince savaşı önlemek için İngiltere’nin önerisi ile Londra’da bu kararlan
az çok yumuşatıcı bir protokol hazırlanarak Osmanlı Devleti’ne sunulmuş ise de
hükümet bunu da kabul etmemişti.
·
27
— Yazarın bu beyanı gerçeği tam yansıtmıyor. Mithat Paşa’nm Suriye Valili-
ği’nde
Frazsızlarla hadise çıkartması söz konusu değildir. Gerçi Fransızlar uzun
zamandır Suriye’yi işgali düşünmektelerdir. 1860’da da böyle bir hadise olmuş,
zamanın Dışişleri Bakanı Keçecizade Fuad Paşa Suriye ’de aldığı olağanüstü tedbirlerle
Fransız müdahalesini önlemişti. Mithat Paşa’nm Suriye’de yaptığı başarılı işler
halk tarafından çok beğenildiğinden kendisine her yerde tezahürat yapılması
paşanın düşmanlan tarafından padişaha onun Suriye’de bağımsız olmak istediği
şeklinde iurnal edilmesi, paşanın istifasına sebep olmuş ve Aydın Valiliğine
atanmıştır.
28—0
sırada Aydın Valiliği’nin vilayet merkezi İzmir şehri idi.
·
29
— Tarihimizde Yıldız muhakemesi diye adlandırılan bu olay, son tetkiklere göre
Sultan
Abdülaziz’in ölümünden beş sene sonra Sultan II. Abdülhamid’in amcasını (Sultan
Abdülaziz) tahttan indirenlerden kurtulmak için Abdülaziz’in intihar etmeyip o
zamanki devlet adamları (Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Mithat Paşa,
Süleyman Paşa) tarafından öldürüldüğü iddiası ile tertip edilmiş bir
muhakemedir. Muhakeme sonunda Mithat Paşa idama mahkum edilmiş ise de bu ceza
padişah tarafından sürgüne çevrilmiş ve paşa Taife gönderilmiş; ancak orada bir
gece katledilmiştir.
·
30
— 1908’de İkinci Meşrutiyet ilanından sonra.
·
31
— Mithat Paşa 2 Ramazan 1298-28 Temmuz 1881 tarihinde diğer mahkûmlar
ile
beraber İzzeddin vapuru ile Cide yoluyla Taife götürüldü. 7 Mayıs 1884 (12
Recep 1301) çarşamba gecesi odasının kapısı kırılarak içeri giren Edirneli bir
er tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüş ve cesedi civardaki bir mezarlığa
gömülmüştü.
·
32
— Sonradan yedi defa sadrazam olan Küçük Said Paşa. Paşanın bunu bilmesi
ne
rağmen mahkeme sırasında sadrazam bulunduğu halde şahitlik yapmaması ya kötü
kişiliğinden veya Abdülhamid’e yaranmak istemesinden veya korku-sundandır.
33—
1908'de meşrutiyetin ikinci defa ilanından sonra anayasanın bazı maddeleri
i değiştirilmiştir.
i
34
— Kitapta da açıklandığı gibi memlekette anayasal bir hükümet sisteminin ku-
ı rulmasını
kabul ederek padişah olan II. Abdülhamid bu sistemi arzu ettiğinden değil sırf
padişah olmak için kabul etmişti. Sistemi geçersiz kılmak için \ daha
anayasanın hazırlanması sırasında gayet ustaca davranarak 113. maddeyi
koydurmuştu. Rus Savaşı asıl niyetlerini çabuklaştarmaya bir araç oldu. Yoksa
yazarın dediği gibi savaş sırasında parlamentonun takındığı tavırdan
vehimlenmiş değildir. İleride görüleceği gibi yalnız Mithat Paşa’ yı sürmekle
kalmayacak, anayasanın ilanında önayak olanları çeşitli bahanelerle
İstanbul’dan uzaklaştıracaktır.
35—
İlk Türk anayasası iki dereceli seçim sistemini kabul ettiğinden halk evvela
asıl mebus adaylarını seçecek olan üyeleri (ikinci seçmenleri) seçerler ve
bunlar da asıl mebusları seçerlerdi. İki dereceli seçim adı verilen bu sistem
Türkiye’de cumhuriyet döneminde de uygulanmış, 1946’da çok partili demokratik
sisteme geçildiği vakit tek dereceli bugünkü usul uygulanmaya başlamıştır.
XXIII
MALİYE TARİHİMİZDEN : 1293 (1876) VE 1325 (1908) BÜTÇELERİ
Mebuslar
Meclisi’mize gönderilen ilk bütçeler 1293 (1876) ve 1325 (1908) bütçeleridir.
1293-1876 bütçesi meclise gönderildiği sırada devletin mali durumuna bakalım.
Geçen
makalelerimizden birinde bildirildiği üzere Abdülaziz Han’ m padişahlığının
sonlarında muntazam borçlar ve dalgalı borçların yıllık taksitleri genel
gelirin dörtte üçüne yaklaşmış ve geri kalan dörtte bir beş milyon lira
kadardı(l). Bununla âdi harcamaları karşılamak ve her sene gittikçe kabarmakta
olan açığı kapatmaya imkân bulmak kabil değildi. Devlet adamları alinin
külahını veliye velinin külahını aliye geçirmekle vakit geçirirken Esat
Paşa’nın ikinci sadrazamlığında Hersek ihtilâli patladı. Bu ihtilâlin altında
saklı olan belalar ve felaketler ileri görüşlü devlet adamlarınca belli idi.
Birinci sadrazamlığında yaptığı fenalıklara rağmen padişahın gözünden düşmeyen
ve bir iki vilayet dolaştıktan sonra yine İstanbul’a gelen Mahmut Nedim Paşa
elal-tmdan Valide Sultan’a(2) başvurarak Hersek meselesini asker göndermeye
ihtiyaç olmadan politik yollarla çözeceğini ve gidereceğini kuvvetle vadederek,
bu suretle padişahın barışçı emellerini okşayarak Esat Paşa üzerine ikinci defa
sadrazamlık mühürünü ele geçirdi. Ama ateş ve düşmanlığın yayılması yalan
dolanla söndürülür şey olmadığından çaresiz asker göndermeye devama mecbur
kaldı. Mali sıkıntılar korkulu rüya gibi hükümetin başma çökmüştü. Uğursuz
sadrazam bilinen 5 Ramazan 1292-1875 karamameisiyle(3) borç taksitlerini yarıya
indirerek sıkıntıyı gideririm sandı ve Rus politikasına âlet olarak halkın
diline düştü. Çünkü Hersek ihtilâli Penislavizm propagandasının ilk kıvılcımı
olduğundan ihtilâlin daha geniş alana yayılacağı anlaşıldı; OsmanlI Hükümeti
tarafından ahnan önleyici tedbirleri, Rus büyükelçisi Genaral İgnatiyef,
kendisine tutkun olan sadrazama etki yaparak geri bıraktırmakta olduğundan
halkoyunda meydana gelen heyecan kendisinin yerinden atılmasıyla kalmayarak
padişah değişikliğine sebep oldu.
Ne
Ramazan kararnamesi ve ne de padişah değişmesi mali ve idari bunalımın önünü
alamadı. Karadağ ve Sırbistan isyanları ve Bulgaristan ihtilâlleri çorap söküğü
gibi birbirini izlediğinden onları yatıştırmakla uğraştığımız sırada korkunç
Rus Savaşı karşısında kaldık. Bu savaşmalar tabii devlet için bir hayli
olağanüstü masrafları gerektirdiğinden devlet hâzinesi tamtakır ve dışarıdan
borç para bulma kapılan da kapanmış olduğundan II. Abdülhamid’in padişah
olmasından sonra çaresiz yine kâğıt para çıkanlması zorunluğu doğdu. Birinci
tertip olarak üç milyon ve ikinci tertip olarak yedi milyon ki toplam on milyon
liralık kâğıt para basıldı. Bu kâğıt paralar gümrüklerden başka bütün mal
sandıklannca kabul edilmek ve her kâğıt paranın üzerine Osmanlı Bankası
tarafından sıra numarası konarak miktannı sözde kontrol altında bulundurmak ve
bütçeden beşyüz bin lira ayrılarak her sene yavaş yavaş piyasadan çekilmesi
alman kararlar arasında idi.
Piyasaya
çıkarıldığı zaman kâğıt para ile altın paranın farkı % 15 civarında iken
dışarıdan satın alınma mecburiyeti olan cephane ve diğer lüzumlu savaş
gereçleri karşılığının altın para olarak ödenmesi, orduların yiyecek ve lüzumlu
eşya bedellerinin müteahhitlere altın para olarak ödenmek mecburiyeti,
dolayısıyla, devlet hâzinesi altın ve gümüş paraya muhtaç iken, kâğıt paranın
kullanılmasını sağlamak düşüncesiyle vergilerin kâğıt para olarak
toplanmasından dolayı altın ve gümüş para sağlanamadığından piyasadan kâğıt
para ile altın satın alma zorunluğu doğmuş bunun da ardı arası kesilmediğinden
altının kıymeti durmadan yükselmeye başlamıştı.
Askeri
dairelerin bitip tükenmeyen isteklerine altın yetiştirmek için devlet mâliyesi
dilenci gibi Galata sarraflarını dolaştığı ve bu gidişle elindeki kâğıt para da
suyunu çekmeye başlandığı bir sırada 1293-1877 bütçesi, henüz toplanmış olan
mebuslar meclisine verildi. Mali sıkıntı tasavvurun üstünde idi.
Evvelce
Mithat Paşa, 5 Ramazan kararnamesini hükümsüz saymış ve ileride yeni bir çözüm
şekline bağlayarak borç ödemeyi ileriye bırakmış ise de bunun geliri çoğaltmada
bir yaran yoktu. Bütçeye konan dört milyon keseye yakın genel gelir doğru bir
hesaba dayanmadıktan başka büyük çoğunluğu kâğıt paraya dönüştüğü ve Rumeli
vilayetleri savaş bölgesinde kaldığından oralardan para toplanması şöyle dursun
İstanbul’dan yardıma muhtaç bulunduğu, muntazam olmayan borçların (otuzüç
milyon lira) ödenmesi hususunda çoğunluğu yabancı olan alacaklılar ve Galata
sarrafları hâzinenin iki ayağını bir pabuca koyduğundan mebuslar meclisinde
inceden inceye devam etmekte olan görüşmeler sonucunda bir iç borçlanma
yapılmasına ve gümrük gelirleriyle Mısır vergisinin bazı borçlara karşılık
gösterilen kısmından arta kalanı karşılık gösterilerek tez elden Avrupa’dan
para tedarikine karar verdildi ve Maliye Müsteşarı Zühtü Efendi apar topar
Avrupa’ya gönderildi.
Mecburi
borçlanma Ve yardımlarla memleket içinden toplanacak kâğıt para derde deva
olamayacağından umutlar Zühtü Efendi’nin haşan göstermesine bağlanmıştı. Adı
geçen efendi Londra ve Paris’te kapılan çalarak bürüt tutan beş milyon ve net
tutan üç milyon İngiliz lirası (4) değerinde ağır şartlarla borçlanmaya, bunun
bir milyon lirasını peşin almayı başarmış ise de savaş durumu Osmanlı Devleti
için uygun gitmediğinden borçlanma tahvilleri satılarak bedelinin ele geçmesi
mümkün olmadı. Peşin alınan bir milyon lirayı ise Avrupa’da satın alma işi ile
görevli askeri kumandanlar kapış kapış ederek harcama listelerinden başka bir
lokmasının İstanbul’a gelmesi nasip olmadı.
Bu
durumda iken Rus Savaşı sona erdi. Memleket gibi bütçe de darmadağın oldu.
Kâğıt paranın değeri % 8’e düşmüştü. Maliyecilerimizden Süleyman Sudi Efendi
rahmetli tarafından bulunduğu ileri sürülen bir usul ile kâğıt paralar
1295-1878 bütçe yılı başlarında kullanılmaktan büsbütün kaldırıldı. Ömrü bir
buçuk seneden fazla devam etmiş, iyi kötü Rus Savaşını idare etmişti. En çok
zararını çekenler aylıklı memurlar idi.
Mali
bunalım bir de para krizi doğurdu. Devletin birçok işlemleri eskiden beri
metelik akça(5) ile yapılmakta iken Abdülmecit Han devrinden beri bakır paralar
da ufaklık olarak kullanılmakta idi(29). Gerek metelikler ve gerek bakır paralar
1295-1878 senesinde metal değerlerine indirildiler. Savaştan evvel bir altın,
bakır para ile yüzkırk kuruşa geçer ve halk arasında alışveriş bu değerden
yapılır (tam okka(6) ekmek yetmiş paraya alınırdı) iken bakır paraların okka
ile satılır hale gelmesi ve metelik değerinin de devamlı olarak değişmesi
hükümeti 1296-1879 bütçe yılı başında paraların birleştirilmesi kararnamesini
yayınlamaya mecbur etti. Geçerliliği zamanımıza kadar(7) devam eden bu
kararname ile bakır paralar kaldırıldı ve meteliklerin değeri yarıya indirildi
ve altına oranla gümüş mecidiyelere 19 kuruş resmi değer konuldu.
Ödenmesi
ileriye bırakılan borçlara gelince, onlar için de bir çözüm yolu bulunması
gerekli idi. Rüsüm-ı sitte(8) karşılık gösterilerek evvela bir idare kurulmuş
ve bunun adı sonradan Düyun-ı Umumiye (Genel borçlar) idaresine çevrilerek
ödenen ve birleştirilen borç taksitlerinin düzenlenmesi bu idareye bırakıldı. O
vakit Düyun-ı Umumiye idaresinin kurulmasına karşı çıkanlar oldu. Lâkin II.
Abdülhamid devrinde mali zorluklar içte şiddetle hükmünü yürüttüğü halde
Düyun-ı Umumiye’nin kurulması sayesinde dışta hiçbir sızıltıya yer verilmediği
inkârı kabil olmayan gerçeklerdendir.
İkinci
Abdülhamid Han zamanında bütçe bozükluğu devam edip gitti. Memurlara senede
altı aylık, o da bir zorlukla maaş verilebilir(30)> gelişme kalkınmaya yarayacak önemli
bayındırlık işleri yüzüstü bırakılırdı. Hattâ bütçeler ilan edilmeyerek eski
fikirli bazı devlet adamları “maliye hesaplan devlet sırlarıdır, onu
gazetelerle yayınlayarak bakkal çakkala bildirmek doğru değildir” düşüncesinde
idiler. Amma doğrusunu da söylemeli, eski devirlerdeki gibi dış borçlanma
eğilimi gösterilmeyerek zar zor kendi yağımızla kavrulurduk.
1324-1908
temmuzunda meşrutiyet geri getirildi. Ertesi sene için bir muntazam bütçe
düzenlenerek mebuslar meclisine verilmek gerekti. Maliye Bakanı Ziya Paşa gece
gündüz çalışmak suretiyle ilk meşrutiyet bütçesini düzenleyerek bastırdı ve
dağıttı. Bu bütçe bir tarihi eserdir. Çok yorulmuş olan Ziya Paşa, Kâmil Paşa
kabinesinin düşmesinde çekilerek yerini Rifat Bey’e bıraktı. O sırda mali
Müşavir olarak Fransa Sayıştay Başkanı M. Loran, İstanbul’a getirilmişti. Bu
bütçe bir kere de adı geçenin incelemesine bırakıldı. M. Loran, Fransa bütçesi
senelerce elinden geçtiğinden bütçe ilminde usta idi. İstek üzerine bakanların
her biriyle birer ikişer toplantı yaparak bakanlıklarına ait harcamaları
birlikte görüştü. Maksadı, dairelerde yapılan düzenlemeden meydana gelen
tasarruf ile işlerin yürütülmesi ve fazla masraf yapılmayarak ilk meşrutiyet
bütçesinin az ve zorunlu bir açık ile sunulması, Osmanlı meşrutiyeti hakkında
Avrupa genel oyunda görülen olumlu bakışların artırılması hususları idi.
Ben
o sırada Eğitim Bakanlığı’nda bulunuyordum. M. Loran ile iki defa görüşerek
eğitim bütçesini gözden geçirdik. Bana hangi meslekten yetiştiğimi sordu.
Öğretmenlikten dedim. Öyle ise pek kolay anlaşabiliriz dedi. Bütçe tasarısında
iliştiği maddelerin hepsi doğru idi. Pek kolay uzlaştık.“Ben size hizmet için
geldim. Arkadaşlarınızdan bazılarını inandıramıyorum. 1325-1909 yılını
hazırlıklarla geçirelim; proieler yapalım, uygulamasını gelecek seneye
bırakalım” diyordu.
Mesela
deniz kuvvetleri bütçesine dörtyüz bin lira kadar kömür parası konmuştu. Otuz
seneden beri çarkları dönmeyen savaş gemilerimizin Akdeniz’de dolaşarak şanlı
bayrağımızı dalgalandırması en büyük emelimizdi. Deniz Kuvvetleri Bakanı Topçu
Rıza Paşa bu emelin ateşli taraftarı idi. M. Loran kendisine sordu: “Paşa, otuz
senedir yürümeyen gemiler(9) şimdi kötürüm olmuştur. Acaba kımıldamaya güçleri
varımdır? Bu eskimiş gemilerin artık hiçbir savaş gücü yoktur, yanlız erat ve
subaylar eğitime muhtaç olduğundan Marmara bölgesinde gemilerin dolaşması için
kırk bir liralık kömür yetmez mi?” Rıza Paşa surat asmakla beraber insaf edip
maliye müşavirinin teklifini kabul etti.
Hüseyin
Hilmi Paşa kabinesi M. Loran’m incelemişinden geçen bu bütçeyi mebuslar
meclisine sundu. Bundan sonraki olaylar bilinmektedir. M. Loran hâzineye yük
olmaya başladığından izin verilip memleketine gitti ve 1325-1909 bütçesi
mebuslar meclisinde birçok ilaveler görerek devlet hâzinesini yine dış
borçlanmalara mecbur bıraktı.
AÇIKLAMALAR
1
— 1983 para değerine göre 125 milyar TL.
·
2—
Valide sultan, padişah Sultan Abdülaziz ‘in annesi Pertevniyal valide
idi. Pekçok hayır işleri yapmış olan bu padişah anasının en önemli eserlerinden
biri de İstanbul’da Aksaray’daki camiidir.
·
3—
5 Ramazan 1292-6Ekim 1875 tarihli bu hükümet kararnamesi ile iç ve dış borç
taksitlerinin beş sene müddetle yansı para olarak ve diğer yansı da % 5 faizli
hazine bonolarıyla ödeneceği ilan edilmişti. Buna rağmen ilk tâksi-din ödenmesi
bile tamamen mümkün olamadığından alacaklılar büyük bir heyecana kapılmışlardı.
·
4
— Bugünkü para değeri ile bir milyar yüz on milyon lira.
·
5
— Osmanlı İmparatorluğu’nda en küçük para birimi akçe idi. Gümüşten bası
lan
akçenin 1828yılından itibaren metelik denilen daha küçük değerleri de
basılmıştır. Abdülmecit zamanında bakır para da kullanılmaya başlamıştır.
·
6
— Bugün kullanılmakta olan ağırlık ölçülerinden evvel memleketimizde kilo ye
rine
okka denilen ve dörtyüz dirhemden oluşan ağırlık birimi kullanılırdı. Bir okka
1250 gram ağırlığında idi.
7—
Kitabın yazıldığı 1918 senesine kadar.
·
8
— Rüsum-ı sitte altı vergi demektir. İmparatorluğun, dış borçlarını ödemek için
1879yılında
alacaklı devletlerin temsilcileriyle yaptığı toplantıda, temsilcilerin
memleketin altı çeşit gelirini (kıymetli kâğıtlar, alkolü içkiler, balık, ipek,
tuz ve tütün vergileri) toplamasına müsade edilmiştir ki sonradan bu “Düyun-ı
Umumiye = Genel Borçlar” idaresi denilen ve dış borçların ödenmesi için kurulan
dairenin esası olmuştur. Bu idare ancak cumhuriyet devrinde kaldı-nlabilmiştir.
·
9
— Bilindiği gibi Sultan Aziz devrinde büyük bir gelişme gösteren Türk donan
ması
II. Abdülhamid kendisini tahttan indirebilir korkusu ile bu güçlü filoyu Haliç’e
hapsettirmiş ve 33 senelik saltanatı boyunca gemiler hareketsiz kalmışlar, bu
sürede onarım da görmediklerinden bütün savaş gücünü kaybetmişlerdi.
XXIV
AHMET VEFİK PAŞA
Eski
devlet adamlarından çeşidinde eşsiz olan Ahmet Vefik Paşa 1240-1825(1) senelerine
doğru dünyaya gelmiştir. Gerek babası Mehmet Ruhiddin Efendi ve gerek atası
Yahya Naci Efendi(2) yabancı dil bildiklerinden evvelkisi Tersane ve Bâb-ı
Seraskeri tercümanlığında ve İkincisi Divan-ı Hümayun tercümanlığında
bulunmuşlardır. Hattâ Müslüman halktan ilk divan tercümanı olan bu Naci
Efendi’dir. Bu aileye aslı Rumelili olduğundan mı nedir Bulgarzadeler
denildiğini Ahmet Vefik Paşa söylermiş(3).
Ahmet
Vefik Efendi küçüklüğünde Paris’e gönderilip senelerce eğitim görmüştür(4).
Dönüşünde Bâb-ı Âli tercüme odasma(5) girerek Reşit Paşa’nm kadir bilir gözüne
çarparak Fuad Efendi(6) yanında Bükreş’e gönderilmişti (1267-1850). ilk büyük
görevi Tahran Elçiliğidir (1867). Dört sene sonra Meclis-i Vâlâ üyeliği ile
İstanbul’a getirilmiş; Deavi Nezareti de görevine eklenmiştir. 1276-1859
recebinde Paris Büyükelçisi olarak(7) Şam meselesinde(8) aldığı mert tutum ve
cesaretle Osmanh Hükümeti’ne büyük yararlar sağlamakla beraber oradan
alınmasını da gerektirmiş olduğundan evkaf bakanlığına sonra Meclis-i Vâlâ üyeliğine
ve 1279-1863 sonlarında Anadolu sağ bölgesi müfettişliğine tayin edilmiştir.
Bir buçuk seneden fazla Bursa ve Karasi(9) taraflarını dolaşarak teftişlerde
bulunmuş ve kendisine has olan başına buyruk tutumu belde büyüklerini
gücendirmiş ve halka da bu tutumu garip gelmiş olduğundan hakkında birçok ağır
şikâyetler yapıldığından artık Fuad Paşa bile koruyamamış hattâ müfettiş
efendinin hakkında ileri sürülen kanunsuz hareketlerini soruşturmak için ayrıca
bir teftiş heyeti gönderilmesi Bâb-ı Âli tarafından düşünülmüştür. Bunun
üzerine görevinden alınarak Âli Paşa’nm ölümüne kadar yedi sene mazul (açıkta)
kalmıştır. Mahmut Nedim Paşa sadrazam olunca Ahmet Vefik Efen-di’yi beğenerek
Rüsumet Emanetine ve orada banndıramayıp sadrazamlık müsteşarlığına ve orada da
tutamayarak eğitim bakanlığına atamıştır 1289-1872. Eğitim bakanlığından
ayrılmasından sonra bir müddet devlet şurasına üye olmuş sonra dört sene kadar
mazul (açıkta)
olarak
evine çekilmiştir. Mebuslar Meclisi’nin ilk açılışında padişah tarafından başkan
tayin edilmiş(lO) ve sonra da vezirlik rütbesi verilmiştir 1294-1877. Toplantı
döneminin sonunda üç dört ay kadar Edime Valiliği’nde bulunmuş, 1295-1878
başlarında ikinci defa Eğitim Bakanı ve yirmi beş gün geçince Başvekil(ll)
olmuştur. Çirkin bir iurnalci iftirası(12) üzerine azledilerek Hüdavendigar
vilayetine gönderilmiş ve dört sene kadar Bursa’da kalmıştır.
1300-1882
muharreminde ikinci defa başvekâlete getirilmiş ise de iki gün içinde
düşerek(13) ondan sonra Rumelihisar’ı tepesindeki evinde emekli olarak
yaşamıştır. Ölümü 22 Şubat 1308-1891’dedir(14). Hisar (Rumeli) mezarlığında
gömülüdür. Yaşı yetmiş civarında idi.
Ahmet
Vefik Paşa temiz, doğru, bilgisi geniş, çok dayanıklı, vatan sever, hareketli,
zorba, gösterişli yüzlü bir adamdı. Fransızca ve Farsçayı pek güzel konuşur ve
söyleyişinde millî şiveyi gösterirdi. Okumaya bayıldığında^ pek çok kitap
okumuş ve okuduklarının pek çoğu hafızasından ihtiyarlık zamanına kadar
silinmemişti. Fakat o kadar çok şeyi kafasında sıralayamadığmdan anlatırken birbirine
karıştırırdı. İnat derecesine varan kararlılığı ve dayanıklılığı ve mübalağaya
meyli ve müstebit hareketleri atasözü haline gelmişti. Bununla beraber en garip
hareketlerinde bile aransa bir felsefi anlam bulunabilir. Fikirlerine inanan ve
başına buyruk olduğundan hiçbir zorluk karşısında beceriksizlik göstermez,
bilmediği meseleler hakkında bile hükümler uydurur ve sonra da bir kahkaha
salıverirdi. Ağır başlılığı, yüksek mevkii ve zenginliği küçük gördüğü
doğrudur. Son yıllarında üç dört ayda bir defa ziyaretine giderdim. Aslında
zengin olmadığından her ay verilmeyen mazuliyet maaşı da sade olan evinin
idaresine yetişmezdi. Eşyası eskimiş ve hattâ minder örtüleri yamalı idi.
Tenezzül ederek ne maaşının arttırılmasını ve ne de alamadığı maaşlarının ödenmesini
istemiştir(15). Hastalığı padişah tarafından duyulduğunda geçmiş maaşlarının
verilmesine padişah buyruğu çıkması üzerine teşekkür etmek için bir kerre
saraya gitmişti. Üstün nitelikleri yâlnız tenezzül etmemekten ibaret olsa bile
yine de ululamaya değer. Gurur ve büyüklüğü sonsuzdu. Sevmediği adamları hangi
rütbede olursa olsun kabaca tahkir eder, (Dışişleri Müsteşarı Artin Paşa’ya
eteğini öptürmeyerek tahkir etmek istemişti) hoşlandığı kemselere toz
kondurmazdı. O ihtiyar halinde evladı yerinde olan bizlere kendi eli ile
haremden(lö) şerbet getirdiği olurdu. Büyük püsküllü kocaman fesi yuvarlak
yüzüne özel bir büyüklük vererek parlak alnından büyüklük, zekâ, bilim ve
onur ışınları parlardı. Sokak ta dilenci
kıyafetine girse hiç tanımayan kimse “bu adam vezirdir” di ye hüküm
verebilirdi. Millî onur ve doğruluk timsali idi. Millî terbiye 1
ve millî geleneklere saygılı olup karışma ferrace ve
çedik pabuç(17) giydirirmiş. Her işde aşın ve davranıştan dengesiz olup zamana
uymayı I bilmez bir ferman dinlemezdi. Bu halleri sebebiyle zamanında umuldu-;
ğu kadar büyük hizmetleri görülemedi. Devlet için önemli iki tehlikeli S
meseleyi zamanında aldığı âni tedbirlerle önlemiş (aşağıda anlatılacak-; tır)
ve memlekete hiç zarar verdirmemiştir. Fuad Paşa “Ahmet Vefik
Efendi
binek taşı(18) büyüklüğünde bir pırlantadır. Ne süs eşyası olmaya yarar ne de
kaldınma konur” dermiş. Âli Paşa ile arası pek açık idi, ağzına geleni söylerdi
hakkında. Said Paşa ile de aynı durumda idi. “karma kanşık kütüphane” ve “her
tarafı dikenli bir yuvarlak” deyimleri Ahmet Vefik Paşa hakkında söylenmiş idi.
'
?
Devlet memurlan
gözünde iki kısımdı. İyiler ve fenalar. İyi bel- "•
t
ledikleri hakkında sevgisi ve güveni çoktu, fena bildikleri ki rüşvete alışık
olanlardı, gözünde çörçöp sayılır ve onlara karşı düşmanlık bes-
|
lerdi. Acizliği ve beceriksizliği hırsızlığa tercih ederdi. Dost ve aynı kafada
saydığı insanlardan ayrılmaz, onlara iyi muamele ederdi.
Kişiliği
bakımından büyük değer taşıyan, gelmiş geçmiş, devletimizde eşi hatırlanamayan
Ahmet Vefik Paşa’nm şahsiyetini tanımlamak ve belirlemek için pek çok olan
övünülecek niteliklerinden / bazılarını anlatacağım; gariplikleri ve gülünçlüğü
ile beraber bu fıkra-lardan ne olduğu anlaşılabilir.
ı
Rüsumat Emini iken
(Gümrük Bakanı) balıkhane nazırını çağır
tıp
balık vergisinin miktarını sormuşıÜç seneden beri bu görevde bu-
!
lunduğunu ve gösterdiği dikkat ve gayret sayesinde eski verginin üç senede iki
katına yükseldiğini söylemiş, bu duruma göre takdir beklerken “ben bilirim o ne
tutar; seni hırsız herif seni, çok dışarı” azarıyla kovulmuş. Meğer balıkhane
nazın Ahmet Vefik Efendi’nin defterinde
I
kötüler bölümünde yazık imiş;
Deavi
nazırı iken esnafa mahkeme karanyla tespit edilen borçlarını vermeyen devlet
adamlarından birini huzuruna çağırtır, o zamanın âdeti gereğince daireye
hayvanla geldiğinden Ahmet Vefik Efendi adamı odasında alıkoyup lalardı ile
oyaladığı sırada hayvanını pazara gönder-
!
terek sattırmış; içinden borç miktarını alıkoyarak gerisini kendisine teslim
etmiş. Borçlunun şaşkınlığını açıklamaya lüzum yok.
Sadrazamlık
müsteşarı iken gelen kâğıtlara bakmayarak “ben mektupçu değilim, görevim
sadrazama önemli devlet işleri hakkında görüştüğünde fikrimi bildirmektir”
dermiş. Hattâ bir gün sadrazam tarafından üç dört defa çağrıldığında son
defasında gitmemiş ve kapısını kilitleyerek oturmuş(19).
Bursa
Valisi iken yaptırdığı hastaneye(20) gelir sağlamak için tiyatro açarak kendisi
Moliere’in hafif komedilerini tercüme eder, me-murlan ve ileri gelenleri zorla
tiyatroya abone yazdırırdı. Şeriat naibi Asım Bey mesleği dolayısıyla tiyatroya
gidemeyeceğini bahane ederek abone bedelini ödemez. Bir sabah bakarki
arabalığının kapısı gece valilik emriyle duvarla ördürüldüğünden hayvanlan
içeride hapis kalmış..
Bursa’da
kira arabası ile sokak sokak dolaşır ve arabacıyı kas-den çıkmaz sokaklara
sokar ve arabacı durunca “Vali Paşa’mn arabası için hiç durmak olur mu” diyerek
belediyeden amele getirtip karşısına gelen duvan hemen yıktınrmış. Bu suretle
birçok çıkmaz sokağı açtırmış.
Bursa’da
efelerin garip özel kıyafetlerine kızdığından o kıyafetle şehre kim girerse
dizliklerini polisler makasla keserlermiş. Haşan Fehmi Paşa da Aydın
Valiliği’nde aynı şeyi yapmıştır.
Teftiş
sırasında gezerken bir köye uğrayıp sakin bir yerde bulunan Bektaşi dergâhına
gitmiş ve sorgu sualsiz tekkeyi yıktırmış. Meğer dergâhın bir zamandan beri eşkıya
barınağı olduğunu evvelce tahkik ettirmiş.
Bursa’da
kendisiyle aynı kafada olan bir savcı yardımcısı varmış; akşamlan o gün
yaptıklarının sebebini sorar ve paşa da anlatırmış. Bir defa Mudanya
kaymakamına falan yere kadar Bursa yolunun iki tarafına ağaç dikmesini
emretmiş. Ormandan çıkarılan fidanlar fazla geldiğinden dikim, bildirilen yeri
geçmiş; Ahmet Vefik Paşa yeri incelemeye gittiğinde gösterdiği noktadan ileri
ne kadar ağaç dikilmiş ise hepsini söktürmüş. Sebebi sorulduğunda “Mudanya
kaymakamı verdiğim emri bu kerre fazla yaptı, yarın da eksik yapabilir.
Tamamını yapmaya alışmalıdır” cevabını vermiş.
Emekli
olarak Bursa’da oturan mutasarrıflardan bir paşanın kırk kırkbeş aylığı
zamanında alamadığı için birikmiş, zavallı adam hasta ve yokluk içinde imiş,
karısı üfürükçü hocalara inandığından paşasını tedavi ettirmek için eline geçen
parayı onlara verirmiş; bundan dolayı
Ahmet
Vefik Paşa o aileyi yoksun bırakırmış; adamcağız ölmüş; vali paşa işitince
veznedarı çağırtıp ölenin alacaklarını hemen hazırlayıp mirasçıları arasında
bölüştürmek için şeriat mahkemesine(21) teslim etmesini emretmiş. Savcı
yardımcısı alışkanlık ile akşam “bu adamı ömrünün sonunda süründürdünüz, ölümü
günü bütün alacaklarını ne için verdiniz” demesi üzerine, Ahmet Vefik Paşa da “orasını
sonra anlatırım,sen şimdi paşana yaz (Adliye nazırı Cevdet Paşa’ya) bugün
ölecek olursa alacaklarını dakikasında temamen öderim” cevabını vermiş. Meğer
Cevdet Paşa’nm güzeşte maaşları (alamadığı aylıkları) Bursa’-ya havale olunmuş,
fakat ne kendisine para verilir ve ne de ödeme emirleri geri gönderilirmiş.
Birgün
bir köylü kadın kendisine başvurarak saatini kaybettiğini ve aradığı halde
bulamadığım, vali paşanın gözlüğünü takarsa kayıp şeylerin bulunduğu yeri
keşfettiğini haber verdiklerinden onun için köyünden Bursa’ya kadar geldiğini
söyler. Ahmet Vefik Paşa kadının hangi köyden olduğunu, saati ne kadar zamandan
beri kullandığını ve ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra bir müddet
beklemesini emreder. Çarşıya adam gönderip uygun bir saat aldırır ve kadını
getirterek tek gözlüğünü takıp ‘ ‘hanım ben kayıpları bulurum amma taze iken
bulurum, sen vaktini geçirmişsin, şimdi bu saati al kullan, bir daha kaybın
olursa kırksekiz saati geçirmeden başvur” diye gönlünü hoş ederek köyüne
gönderir. Halk arasında Bursa’daki yerini bu fıkra da açıklamaktadır. Halkın
hükümete böyle güvenmesi ne hoştur(22).
Bursa’da
caddeleri genişlettiği sırada “Yürüyen Dede”adında bir türbenin yıktırılarak
sokağa eklenmesi lâzım gelmiş, Ahmet Vefik Paşa bilim adamları ve ileri
gelenlerden bazılarıyla beraber türbenin başına gidip “yürü ya dede” diye üç
defa seslendikten sonra da “dede hazretleri elbette yürümüş gitmiştir, ayak
alfanda kalmayacak ya” diyerek türbenin yıkılmasını emretmiş.
Adliyenin
görevleri Muhakeme Usulü Kanunu ile belirlendiğinden sivil memurların
tutuklanması ve hapsedilmesi gibi geleneksel emirlerine^) savcılar engel
olmakta idi. Ahmet Vefik Paşa bundan sıkılır ve bir gün sadrazam olursa adliye
dairesine giderek binek taşında “paydos” diye bağırarak dairenin kapılarını
kapayacağını söylermiş, bu sözü İstanbul’da da duyulmuş. Bir aralık adliye
binası onanlırken eskiden beri orada çalışmakta olan bir kâtip sandıklarda eski
bir evrak dosyasını aramaya çalışırken ırgadbaşı öğle tatili için paydos diye
bağırınca zavallı kâtip Ahmet Vefik Paşa’nm sadrazam olduğunu ve adliyeyi
kapatmaya geldiğini zannederek acele sandığı kapayıp eşyasını toplamak için
odasına çıkmıştır.
Devletçe
iki önemli olayda gösterdiği büyük hizmet şunlardır: Paris büyükelçisi iken
ortaya çıkan kanlı Şam olayının (1277-1860) Cebel-i Lübnan’a da(24)
sıçramasından dolayı Fransa’da halk fanatizmi coşarak bir mareşal kumandasında
Suriye’ye büyük bir ordu gönderilmesi hazırlıklarına başlandığında Ahmet Vefik
Efendi Bâb-ı Âli’yi “Suriye’ ye asker uçurunuz” feryatları ile uyarmış ve
Dışişleri Bakam Fuad Paşa olağanüstü komiserlikle hemen Suriye’ye gittiği gibi
etraftan da yeterli kuvvet yetiştirilmişti. Fransa’da işe karışma eğilimi biraz
gevşemiş olmakla beraber büyük devletler işe karışarak Paris’te bir konferans
toplanarak Suriye’ye gönderilecek Avrupah askerlerin sayısı ve nasıl
gönderileceği, Osmanlı askerinin göreve nasıl katılacağı hususlarının
görüşülmesi kararlaştırılmış ve bu karan Osmanlı Hükümeti de uygun bulmuştu. Bu
konuda Ahmet Vefik Efendi’ye telgrafla verilen şifreli talimatı adı geçen elçi
konferansın şekli ve müzakere edeceği maddeler açığa çıkıncaya kadar sakladı ve
Fransa Hükümetine karşı inkâr etti. Halbuki Bâb-ı Âli’nin konferansı uygun
bulduğu ve elçi beye özel talimat bildirildiği Fransa’nın İstanbul elçisi
Marquie de Lave-lette’in haber vermesi üzerine Fransa Dışişleri Bakanhğı’nca
öğrenilmiş ve resmi yoldan Ahmet Vefik Efendi’den istenmişti; fakat efendi öyle
bir bildiri almadığını söylemekte ısrar ettiğinden Âli Paşa talimatı açık
telgrafla göndermeye mecbur oldu. Artık gizlemeye güç kalmadığından Ahmet Vefik
Efendi geçici olarak Paris’ten savuştu. Böyle birkaç gün geçmesi Fransa
halkoyunun sakinleşmesine yaramış ve konferansa Osmanlı Devleti tarafından
Ahmet Vefik Efendi delege olarak atanmış, alman karar gereğince Fransa
tarafından gönderilecek kuvvet de altı bine indirilmiştir. Ahmet Vefik Paşa
rahmetli bu olayı kendisi anlatır ve “Âli Paşa hınzırı öyle zor anda bana
resmen yalan söyletti” derdi.
İkinci
hizmeti başvekâleti zamanına aittir. Gerçi Mebuslar Meclisini dağıtmakla Sultan
Abdülhamid’in istibdad idaresi kurma maksadına âlet olmuş ise de kesin
yenilgimizin sebep olduğu çeşitli zorluklara ve bunalımlara göğüs gererek,
yılmamış ve geceli gündüzlü çalışarak büyük acılan azaltmayı başarmıştır.
Berlin
Kongresinin ilk günlerindeki görüşmelerden de anlaşıldığı gibi Rus ordularının
İstanbul’a yaklaşması sebebiyle başkentte heyecan arttığını ve İslam ahali
tarafından Hıristiyanların öldürüleceğini Rus delegeleri ileri sürerek
İstanbul’a asker sokmak^ istiyorlar-dı(1295-1878). Zaptiye Nazırı Hafız
Paşa’dan birgün Bâb-ı Âli’ye acele bir tezkere gelir; bunda Tatavla’da(25) bir
kısım Rum halk toplanarak isyan alâmetleri gösterdikleri haber verilir ve
Taşkışla’dan(26) ve Beyoğlu İhtiyat kışlasından(27) hemen birkaç tabur asker
hazırlanarak başkaldıranlara! bastırılması lüzumu bildiriliyormuş. Başvekil
bulunan Ahmet Vefik Paşa hemen arabasını hazırlatıp doğru Tatavla’ya
gitmiş. Gerçekten marangoz kalfası ve terzi çırağı makulesinden beş altıyüz
ayak takımı toplanıp bağırmakta imişler. Ahmet Vefik Paşa’yı görünce
şöhretinden ürkmüşler. Paşa arabadan inip töpallaya topallaya (romatizmadan
rahatsızdı) gösterici birini yakalayarak bastonuyla bir iki > vurduktan
sonra elinden kurtulunca bir diğerini tutmak üzere bir iki ı, adım
attığında kalabalık çil yavrusu gibi dağılmış, paşa oradan doğru Yıldız’a
(saraya) giderek zabtiye nazırını getirtmiş.
Kendisine
önemli bir kâğıt göstermek üzere o gün yıldıza gelen dışişleri yazı kalemi
(bürosu) memuru Nişan Efendi kurena odasında anlatmıştı “Ahmet Vefik Paşa
şurada (yerini göstererek) oturuyordu. Hafız Paşa içeri girdi; Ahmet Vefik Paşa
yakma geliniz diye çağırarak aralarında birkaç adım kalınca ayağa kalkarak iki
parmağını uzatıp ‘ ‘ben adamın iki gözünü birden oyarım” diye Hafız Paşa’nm
üzerine doğru , yürüdü ve “seni miskin herif seni, taburlarla asker
sevkedeceğine ken- $ din gidip de o karga derneğini ne için dağıtmadın,
devletin başına dert mi açacaksın” diye azarlayarak dışarı kovdu. Meğer bu
Tatavla derneği bir çıbanbaşı kopartmak ve Rusya’nın emellerine hizmet için
kışkırtıcılar tarafından tertip edilmiş imiş.
Ahmet
Vefik Paşa ufak tefek birkaç eser ile kıymetli bir kütüphane bırakmıştır. Yazı
üslubu sadedir. Başvekâleti zamanına raslayan zorlukları ileride bir münasebetle
anlatacağız.
Bursa’dan
dönüşünde Said Paşa’nm yerine ikinci defa olarak Başvekil olduğunda güya
padişahın huyunu ve tutumunu unutmuş gibi Şeyhülislâm Uryanizade Esat Efendi’yi
bakanlar kurulundan çıkarmak, Bursah Rıza Efendi gibi iyiler defterine yazdığı
tanıdıklarını Bâb-ı Âli’ye çağırarak müsteşarlık, Âmeddlik ve mektupçuluk gibi
görevleri onlara vererek başına buyruk harekete kalkması (padişahı)
vehimlendir-diğinden Ahmet Vefik Paşa azledilmiş, Said Paşa, İçişleri Bakanı
Mahmut Nedim Paşa ve Şeyhülislâm Esat Efendi saraya çağrılarak yerine kimin
geçeceği konuşulmuş. Said Paşa’ya teklif edilince yorgunluğundan ve iki gün
evvel azlolunan bir başvekilin iki gün sonra tekrar atanmasının dedikodu
yaratacağından bahsederek özür dilemiş. Mahmut Nedim Paşa’ya teklif olunduğunda
o da ihtiyarlığını bahane ederek kabul etmek istememiş. Ondan sonra padişah
Şeyhülislam Efendi’ye hitaben “ben namazı kılayım, siz de paşaların birini
kandırınız” diyerek odadan çıkmış. Dönüşünde verilen karar gereğince Mühür
Mahmut Nedim Paşa’ya verilmiş. Said Paşa, Mahmut Nedim Paşa’yı teşvik için
“efendim bakanlıklardan birinde ben de kendilerine hizmet ederim” demiş. Mahmut
Nedim Paşa mühürü alınca “eski sadrazamların bir kâhyası olurdu; demek ki
yüksek şahsınız şimdi bize kâhyalık edecek” sözlerini kibirli bir şekilde
söyleyerek padişahın yanından çıkılmış. Mahmut Nedim Paşa son derece bir
gururla önde yürüyerek mabeyn dairesine gelirken tekrar geri padişah huzuruna
çağrılmışlar. Bu defa mühür Said Paşa’ya verilmiş; beş dakika içinde padişahın
fikir değiştirmesinin sebebi nedir? Kuşkudan başka birşey değildir.
Said
Paşa anlatırmış; padişah namaza çıktığı zaman Mahmut Paşa iki dizi üzerine
seccadede oturup “velinimetin eşiğinde (evinde) kulluk terbiyesi korunmalıdır”
deyince şeyhülislâm efendi de elbisesinin yardımıyla yavaş yavaş kendini
kaydırarak kanapeden yere inmiş, Said Paşa küçük yapısı ile koltukta yalnız
kalmış. O gün Mahmut Nedim Paşa’nın gönlünü hoş etmek için kendisinin hem
İçişleri Bakanı hem Danıştay Başkam hem Mabeyn Müşiri olduğu bildirilmiş iken
Gazi Osman Paşa mabeyn dairesinde kendileriyle buluşarak padişah, hizmetin-
-den hiçbir şekilde ayrılamayacağından ısrarı üzerine mabeyn müşirliğinde
bırakıldığını haber verdiği gibi devlet şurası reisliğinden de vazgeçilmesi emredildiğinden
Mahmut Nedim Paşa yalnız İçişleri Bakanlığı ile kalmış. Ahmet Vefik Paşa’nın
müsteşar ile âmedci için “bunlar sadrazamlık arabasını çeken iki hayvandır,
lâkin birisi çifteli diğeri lagardır” dediği duyulmuştu. Şeyhülislâm efendiye
bakanlar kuruluna gelmemesi için gönderilen protokol memuru Behçet Bey rahmetli
değişiklik olduğunda toplantıya gelmesi haber verildiği zaman “Deli pazarı b..
pazarı” dediğini anlatırdı.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Gerçek doğum tarihi 1238-1823’tür.
·
2
— Büyükbabası İslâmiyeti sonradan kabul etmiş olan ilk Müslüman Divan-ı Hü
mayun
tercümanı tayin olunun mühendis mektebi öğretmenlerinden Yahya Naci Efendi ve
babası Paris maslahatgüzarı Ruhiddin Efendi’dir.
·
3
— Vefik Paşa ’nın torunu (kızının kızı) Fahrünnisa Hanım, dedesi hakkında İs
tanbul’da
yayınlanan Tevhld-i ffkâr gazetesinde çıkan bir yazıda dedesinin bunu
reddederek Türk ve Müslüman olduğunu söylediğini yazmaktadır. Meşhur tarih
sahibi ve paşanın gençliğini iyi bilen Şanizade Ataullah Efendi ise tarihinde
paşanın kendi ağzından Bulgarzade dediğini yazmaktadır. Cilt: 4 Say. 33.
4—
Babası Ruhiddin Efendi Mustafa Reşit Paşa ’nın Paris Büyükelçiliği sırasında
onun yanında görevli olduğundan küçük Vefik Efendi’yi de beraber götürmüş ve
Paris’te Saint Louis Lisesinde okumuştur.
·
5
— Yüzyıllarca yabancı devlet adamlarıyla yapılan görüşmeler İstanbullu Rum
asıllı
tercümanlar aracılığı ile yapılmakta iken bunun zararları görüldüğünden Mahmut
II. zamanında “Tercüme Odası” kurularak Müslüman-Türk halktan tercümanlar
yetiştirilmeye başlanmıştır.
·
6
— Macar mültecileri meselesiyle ilgili olarak Fuad Paşa başkanlığında gönderi
len
heyet.
7—
Paris Büyükelçiliğine atanması tarihi Recep 1277-1861’dir.
·
8
— 1866’da Cebel-i Lübnan’daki yerli Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında çı
kan
bir olaydır. Bu sırada Vefik Paşa Fransa İmparatoru III. Napoleone’ın Suriye’ye
asker gönderme teşebbüsünü, Fuad Paşa’nın olayı bastırmasına kadar oyalayarak
önlemiştir.
·
9
— Karasi bugünkü Balıkesir vilayetinin eski adıdır.
10—
1876 Anayasasında mebuslar meclisi başkanlığının meclis tarafından seçileceği
belirtilmiş ise de II. Abdülhamid anayasanın 119. maddesinde belirtilen geçici
yönetmelik hükmüne dayanarak bu seneye mahsus olmak üzerebaşkan-lığa Ahmet
Vefik Efendi’yi atamıştır.
·
11
— Başvekil deyimi Osmanlı İmparatorluğu ’nda ilk defa Mahmut II. zamanında
kullanılmış
ve bu makama Mehmet Rauf Paşa getirilmiştir. Tanzimatın ilanından sonra tekrar
sadrazam unvanı kullanılmıştır. 1878’de II. Abdülha-midin padişahlığı sırasında
Ahmet Vefik Paşa’ya da başvekil unvanı verilmiştir. Bir müddet sonra bu deyim
bırakılmış ve imparatorluğun yıkılmasına kadar sadrazam unvanı kullanılmıştır.
·
12
— Sarayda kendisini çekemeyen bazı kasımlarının paşayı padişah gözünden dü
şürmeye
çalıştıkları sırada padişahı tahttan indirerek yerine kardeşi Reşat Efendi’yi
geçirecekleri yolunda halk arasında şayialar bulunduğunu bildiren ve Müşir
NusretPaşa tarafından verilen basit bir iurnal üzerine kuşkulu padişah hiçbir
soruşturma yapmadan Vefik Paşa’yı başvekâletten almıştır.
·
13
— Paşanın Bursa Valiliği’nde iken yaptığı bazı işlerden dolayı hakkında soruş
turma
açılması ve suçlu bulunmasına rağmen ikinci defa başbakanlığa getirilmesi ne
kadar garip ise iki gün sonra azledilmesi devlet idaresindeki keyfiliğin ve
laubaliliğin açık örneğidir. Paçanın bu ikinci başbakanlıktan, ileri sürdüğü
bazı şartların padişah tarafından kabul edilmemesi dolayısıyla kendisinin
istifa ettiği bazı kaynaklarda görülmektedir.
·
14—
22 Şubat değil 22 Şaban olması lazımdır.
·
15—
Sultan II. Abdülhamid devrinde memur ve emeklilere maaşları her ay muntazam
verilmez, senede ancak belirli zamanlarda ödenirdi. Vakti geçen bu maaşlara
Güzeşte adı verilirdi.
·
16—
Eski evlerin iki bölümü vardı; birine harem diğerine selamlık denir idi; Harem
kadınların ve çocukların bulunduğu kısımdı. Selamlık ise daha ziyade yabana
erkeklerin ve misafirlerin kabul edildiği yerdi.
·
17—
Eskiden kadın ve erkeklerin giydikleri ve mes-lastik gibi iki parçadan oluşan
ve genellikle san keçi derisinden (sahtiyan) yapılan ayakkabının adına çedik
denirdi. Bunların konçları (yukarı kısımlan) bol ve kisa olurdu.
18
— Binek taşı eskiden motorlu vasıtalann bulunmadığı yalnız hayvanlann
kullanıldığı devirlerde ata diğer binek hayvanlarına binmek için merdiven
yerine kullanılan yüksekçe taşa verilen addır. Sürücü adı verilen kiralık
hayvanlann bulunduğu ve bugünkü araba parkı yerine benzeyen yerlerde ve büyük
konakların önünde böyle binek taşlan bulunurdu.
19—
Açıkta kaldığı sırada kendisini göreve alan ve çeşitli hizmetlerde çalıştıran
bu sadrazam Mahmut Nedim Paşa’dır.
20
— Bugün Vefik Paşa adını taşıyan Bursa ’nın en büyük hastanelerinden birisidir.
21—0 sırada imparatorlukta birisi sivil veya nizami mahkemeler diğeri şeriat
mahkemeleri olmak üzere iki çeşit mahkeme vardı. Şeriat mahkemelerine kadılar
bakardı. Bir de Türk uyruklu olmayan yabancıların işledikleri suçlara bakan
mahkemeler vardı ki bunlara “muhtelit = karma mahkeme” adı verilirdi.
·
22
— Bu garip tutum ve davranıştan dolayısıyla hakkında birçok şikâyet yapıldı
ğından
bir teftiş komisyonu kurularak hakkında soruşturma açılmış ve suçlu görülmüş
ise de İstanbul’a çağnldığmda yukarıda anlatıldığı gibi sadrazam tayin
edilmiştir. Padişahın bu garip tutumu onun gariplikleriyle ne güzel bağdaşıyor.
·
23
— Eskiden valiler devlet memurları hakkında istedikleri gibi hareket ederler ve
onlan
cezalandırabilirlerdi. Tanzimat’ın ilânından sonra çıkanlan mahkeme usul
kanunlarıyla valilerin bu yetkisi kaldırılmıştı.
24—0
zaman Lübnan imparatorluğa bağlı bir sancaktı. Cebel-i Lübnan diye veya sadece
Cebel diye de söylenirdi. Olay için 12 sayılı makalenin açıklamasına bak.
·
25
— Tatavla İstanbul’da bugünkü Kurtuluş semtinin eski Rumca adıdır.
·
26
— Taşktşla bugün İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir bölümünü oluşturan Şe-
riton
Oteli karşısındaki büyük binanın adı idi.
·
27
— Daha sonraları Taksim Kışlası adı ile anılan bu bina Cumhuriyet devrinde
İstanbul’un
ilk stadyumu olarak kullanılmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında yıktırılarak
yerinde bugünkü Taksim gezisi yapılmıştır.
XXV.
SERDAR-I
EKREMLER
Yüzyılımızda
iki serdar-ı ekrem gördük: Biri Ömer Lûtfi Paşa diğeri Abdulkerim Nadir
Paşa’dır.
1
— Ömer Paşa Avusturya Slavlarından olup Osmanh ülkesine gelerek(l) Osmanlı
ordusunda görev almış ve îslamm şerefi ile onur-lanmıştır. Mirlivalık rütbesine
kadar yükselmiş iken orduda yapılan bir ayarlama sonunda emirülümeralıkla
askerlik mesleğinden çıkarılmış-tı(1259—1843). Abdülmecid’in huzurunda yapılan
bir askerî manevrada bir birlik kumandanının yaptığı bir hatâ üzerine Ömer Paşa
kendini tutamayarak birliğin başına geçmesi ve hatayı düzeltmesi padişahın
takdirini mucip olduğundan askeri rütbesi geri verilmişti. Sonra Ferik rütbesi
verilmiş ve Fuad Efendi(Paşa) ile Memleketeyn’e vazife ile gönderilmişi) ve
parlak bir şekilde Bükreş’e girmesi Müşirlik rütbesi ile terfiini sağlamıştır.
(Recep 1265 — 1848). Rus savaşı(3) çıktığında Rumeli Müşiri idi. Oltaniçe ve
Çıtana(4) muharebelerini kazanması ve hele Rusların hücum planlarını kestirmesi
askeri değerini gösterdiğinden 1270 — 1853 Cumadiyululasmda Serdar-ı Ekrem
unvanı ve merasimle padişahın takdiri bildirilmiştir. 1270 — 1853 yılı Tuna
hattını korumayı başarmış, Fransız ve İngiliz ordularının geldiği sırada,
Avusturya hükümeti Memleketeyn’i geçici olarak işgal edip tarafsız bölge haline
koyduğundan ve Rus orduları da Prut Nehrinin arkasına Besa-rabya’ya(5)
çekildiğinden Osmanh Avrupasmda savaşacak yer kalmadığından komutanlar
aralarında görüşerek Kırım’ı savaş alanı ve Sivastapol müstahkem mevkiini zafer
hedefi kabul etmişler, askerlerini Varna’dan Kırım’da Gözleve’ye
götürmüşlerdir. Ömer Paşa bir müddet daha Rumeli’de kalmış, Kırım’a giden
askerî birliklerimizin kumandanlığına Ferik Rüstem Paşa atanmıştır. Sonradan
Sivastopol kuşatması şiddetlendiğinden Ömer Paşa da geride kalan süvari birlikleri
ile Rumeliden Sivastopol taraflarına geçmiş daha sonra da Sahum(6) taraflarına
faydasız bir askerî harekete girişmiştir.
Paris
barış toplantısının kararlaştırılmasından sonra Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa ordu
müşirlerinde ve bir iki defa Serasker kaymakamlığında bulunmuş 1288 — 1871
Safer ayında sonsuzluk evine göçmüştür.
Ömer
Paşa Avrupaca tanınmış şöhretli kumandanlar arasında bulunmaya layık değilse de
Türk askerini savaş alanında kullanmanın yolunu iyi bilirdi. Erat ve subayların
sevgi ve kesin güvenini kazanmıştı. Savaş tekniğini bilir, uzun tecrübe sahibi,
bayrağı yükseltmiş muzaffer bir baştı. Millî onuru ve gayreti, namus ve
doğruluğu meşhur ve herkesçe teslim edilmişti. Tutum ve davramışlannda askerî
ciddiyet görülürdü. Osmanh bayrağının yüzünü ağartmış ve bulunduğu görevleri
başarmış, gayreti üstün, ağır başh, hareketli bir müşirdi. Vefatında konağından
başka birşey kalmamıştı.
Rus
savaşından önce Rumeli Müşiri bulunduğu sırada bir akşam konsolosları yemeğe
davet etmiş; söz arasında Ruslan döveceğim haklayacağım lafını ağzından
kaçırdığından Rus konsolosunun protestosunu ve diğer meslekdaşlanmn
hoşnutsuzluğuna sebep olduğundan özür dileme yerine “ne yapayım, bu önsezi
içimden geliyor” dediği söylenir. Yine anlatırlar ki bu savaş sırasında Ruslar
Silistre’yi şiddetli baskı altına aldıkları halde Serdar-ı Ekrem Şumnu’ya(7)
topladığı kuvvet merkezini dağıtmamak için imdat göndermemişti. Silistre
savunucusu Musa Paşa’dan gelen bir mektupta Ömer Paşa’ya karşı pek çirkin
hakaret sözleri varmış ve “Sen Müslüman oldum diye adını Ömer’e çevirmişsin
amma aslında yine kâfir oğlu kâfirsin, kaleyi Moskof alırsa içinden memnun
olacaksın” gibi üzüntü ve ümitsizlikle yazılmış cümleler varmış; kâtip mektubu
okurken duraklamaya ve kekelemeye başlamış, Serdar-ı Ekrem’in ısrarı üzerine
okumuş, paşa hem dinler ve hem gülermiş. Sonunda “gözüm (G yi C gibi-cözüm
söylermiş) sen merak etme o adam kaleyi vermez” demiş.
2
— Abdülkerim Nadir paşa Çırpanlıdır(8). Öğrenimini Viyana’ da tamamlayan
subaylarımızdandır. Müşirliği 1264-1847 Rebüyyülev-velindedir. Bağdat,
Diyarbakır, Selanik ve Erzurum valiliklerinde, çeşitli ordu müşirlik ve
komutanlıklarında bulunmuştur. 1270-1853 savaşı çıktığında Anadolu ordusu
müşiri idi. Komutasındaki yüksek rütbeli kumandanlar sınırı geçip ilerlemek için
büyük bir istek göstermelerine rağmen paşa mevcut kuvvet ve araçlarla ileri
atılmayı ihtiyata uygun bulmadığından ağır hareket etmekle suçlanarak
görevinden alındı. Yerine gelen Ahmet Paşa serseriyane hareketleriyle işi
yüzüne gözüne bulaştırdığından Abdi Paşa’nın yavaş hareket etmekte haklı
olduğunu gösterdi.
1293-1877
gürültüsünde İstanbul’da bulunmuştur. Ayni sene re-biyyülevvelinde Mecalis-i
Âliyye üyeliğinden Bahriye Nazırlığına (Deniz Kuvvetleri bakanlığı) ve
rebiyyülaharda Derviş Paşa’nın yerine Serasker ve dört beş gün geçtiğinde
Mahmut Nedim Paşa (sadrazamlıktan) düşünce Mütercim Rüştü Paşa kabinesinde
Seraskerliği Hüseyin Avni Paşa’ya bırakarak Serdar-ı Ekrem (17 Rebiyyülahar
1293-1876) olarak Edirne’ye gitmiştir. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi
üzerine tekrar ve ek olarak seraskerlik verilmiş, kendisi Rumeli’nde
bulunduğundan Redif Paşa Serasker kaymakam (vekil) tayin olunmuş, ihtilal
karartıları Rumeli’yi bürüdüğünden sadece serdar-ı ekremlik göreviyle uğraşmak
üzere 13 şabanda Seraskerlikten ayrılmış yerini kaymakamı Redif Paşa’ya
bırakmıştır.
Serdar-ı
ekreın’in apar topar Edirne’ye gelmesine sebep olan Bulgar ihtilali hakkında
birkaç söz söyleyelim. Panislavizm propagandası ile aldatılmış olan bazı Bulgar
gençleri daha oniki sene evvel Mithat Paşa’nm Tuna Valiliği’nde ihtilâl
sebeplerini hazırlayarak Tımavi’de(9) ayaklanmışlarsa da Mithat Paşa’nm
gayretli çalışmalarıyla haklarından gelinmişti. O tarihten beri faaliyet
halinde olup Rusya tarafından teşvik ve yardım görmekte idiler. Hersek ihtilâli
ve Karadağlılarla Sırpların kışkırtması Bulgarları da galeyana getiriyordu. Rus
elçisi General İgnatiyef Rumeli yangınının engellenmeden sahasının genişlemesi
için Bâb-ı Âli’ye baskı yaparak Edime vilayetindeki ordu birliklerini yerinden
kaldırtmış olduğundan yeni vali Akif Paşa yalnız merkezde bir tabur kadar
askerden başka vilayet içinde bir kuvvet bulamamıştı. Halbuki fesat
kıvılcımının kül altındaki ışıltısı seziliyordu. Asker getirtilmesi hususunda
gerek kendisinin ve gerek Filibe mutasarrıfı Aziz Paşa’nm bir çok kereler
başvurmasına Bâb-ı Âli’den bugün yarın diye cevap verilmekte idi. Zamanın
sadrazamı Mahmut Nedim Paşa tamamen Rusya’nın tesiri altında idi.
İşte
o sırada Filibe sancağına bağlı “Avret alan” ve “Otluk” köylerinde ihtilâl
başladı. Bulgarlar Müslüman köylerini yakarak ve halkını feci şekilde öldürüp
yokederek işe başladılar. İstanbul’dan asker ye-tişinceye kadar Müslüman ahali
can ve mallarım korumak için yer yer silahlandı. Mahalli hükümet yatıştırma
tedbirleri almaya mecbur kalarak halktan sivil asker almaya ve bunları
silahlandırmaya ve çeşitli bölgelerde yerleştirilmiş olan Çerkezleri
vazifelendirmeye başladı. Müslüman nalk ile Bulgarlar arasında meydana gelen
düşmanlık kanh bir şekil aldığından bu toplanan düzensiz topluluklar ihtilâlcileri
bastırmaktan öte intikam almak ve ihtilâlcilerin mallarım ve eşyalarını
elegeçir-meye dönüştüğünden Bulgarların bastırılması kanlı ve intikam alıcı
oldu. Hele muntazam askeri kuvvetler yetiştikten sonra bile kumandanlar
kabahatli kabahatsiz ayırmayarak hattâ köyler üzerine top ateşi açacak kadar
şiddet gösterdiler. Sekizyüz ev ve sekiz bin nüfusu olan Batak bucağı en çok
tahrip edilen yer oldu.
Bu
durum Rusya’ya büyük bir şikâyet konusu olduğundan para ile elde edilen Avrupa
basını iyice abartılmış gürültülü makaleler ile zulüm gören Bulgarlara ağlamaya
başladılar. Dostumuz olan İngiltere de halkoyu pek üzülüyor ve muhalefet
partisi başkanı Gladiston “Türk vahşetleri ”ni ele alarak Disraili-Derby
kabinesine şiddetle hücum ediyor, kin ve nefret dolu nutuklarıyla halk oyunu
zehirliyordu.
Osmanlı
Hükümeti bu propagandayı zamanında önlemeye muvaffak olamadığı gibi isyanın
çıkışında eşkıyayı tepelemek görevini yaparken kumandanların hislerine mağlup
olmaları böyle yorumlara sebep olmuş, Bulgarların yaptığı zulümler ve
işledikleri cinayetler dikkate alınmayarak ve bağlı oldukları devlete karşı
ayaklanmaları ve etrafı yakıp yıkmaları özür örtüsü ile kapatılarak (haklı
gösterilerek) bütün kabahat Türklere yükletilmiş ve artık gerçeği göstermek ve
AvrupalIların kanaatlerini düzenlemek mümkün olmayan bir dereceye varmıştı.
General îgnatiyef’in etekleri (sevincinden) zil çalıyor, Osmanlı Devleti
üzerine yağan iftira ve felaket yağmuru ile panistlavislerin kin dolu kalpleri
ferahlıyordu. Şark Meselesi artık tehlikeli bir çıkmaza girmiş, Avrupa’da eski
dostlarımızdan bir yardım ve yakınlık görme yollan tıkanmıştı.
Serdar-ı
Ekrem’in Edirne’ye gönderilmesi faydasızdı. Çünkü mesele askeri hareket
yapılmasında değil, geçmiş olayların meydana getirdiği zararları onarmak ve
etkilerini gidermede idi. Gerçi soruşturma görevi ile Edip Efendi Filibe’ye
gönderilmiş ve yazdığı raporda olaylar tamamıyla anlatılmış ise de bunlar
dışanda gereği kadar inandırıcı olmadığından İngiltere elçiliği ayn bir
müfettiş göndermiş ve yanına Devlet şurası üyelerinden Blak Bey verilmişti.
Sırp
emareti isyan ettiği vakit Vidin’den ve Niş’ten(lO) gönderilen askerî
kuvvetlerimizin Sırbistan’a girerek galip gelmesinde Serdar-ı Ekrem’in hizmeti
geçmiştir.
Ruslann
savaş ilân ederek (1294 rebiyûlahar) Ziştovi’den Tuna nehrini geçip Tımavi’ye
gelmeleri ve bu hareket üssünü kuvvetlendirerek Balkanlara doğru saldırmaları
üzerine Sardar-ı Ekrem azledilerek yargılanmak için Harb Divanına verildi.
Gerçi Ruslar Ziştovi’den geçerken tarafımızdan dayanma ve direnme
görmediklerinden göze aldıkları kayıplara uğramadan Tımavi’ye doğru ilerleyip
yerleştikleri sırada -ki kuvvetleri pek azdı- sağdan ve soldan baskı
görmedikleri, Vidin, Rusçuk ve Hezargrad ve Şumnu’da(ll) toplanmış olan
tümenlerimizin derhal harekete geçirilerek saldırgan düşmanı iki taraftan
sıkıştırmak, orada barındırmamak ve ayağının tozu ile bastırmak için önce
yapılacak ve iyi sonuç verecek süratli teşebbüsler vakit ve zamanında
yapılmadığı, bu gecikmelerle ilk fırsatlar kaçırıldıktan sonra düşman
zahmetsizce Eflak(12)’dan asker sevkederek gücünü artırdığı ve hattâ Balkan’a
doğru hücuma geçmekle Rumeli’de atılması günden güne zorlaştığından dolayı
başkumandanlığa (Serdar-ı Ekrem) kusur bulmak ve sorumluluk yüklemek tabii idi. Savcı
Ali Nizami Paşa’nın hazırladığı suçlamaya karşı Serdar-ı Ekrem cesurca bir
cevap layihası (kendi anlatımı ile dostlan tarafından yazılmıştı) vererek
Rumeli’deki başarısızlıkların sebeplerini açıklamış ve sorumluluğun kime ait
olması gerektiğini gösterdiğinden yargılanmasına cesaret edilemeyerek kendisi
ile beraber azledilmiş olan Serasker Redif Paşa ile İstanbul’dan Akdeniz
Adalanna(13) sürülmüş ve 1301-1883’te Rodos’ta ölmüştür.
Bu
tasarıda aşağıdaki paragraflar bulunmaktadır: “Düşmanın hareketlerine karşı ve
elde mevcut kuvvete göre mümkün olan ve gereken önlemleri aldım. Fakat ne
dıştaki ne içteki düşmanımızın ve ne de bulunduğumuz yerlerin durumu hakkında
bilgileri olmayan şahıslar tarafından emir ve komutaya karışıldığından bilgiye
dayalı kararlar ve atıhmlar sonuçsuz bırakıldı. Komutaya dışarıdan
karışılmasında devletlerin ne gibi kötülüklerle karşılaşıldığı tarihlerde
yazılıdır. Merkez, Rumeli’nin önemini değerlendirmedi. Sonra da İstanbul’da bir
plan hazırlandığından artık düşman üzerine gidilmeyerek şimdilik düşmanı
bulunduğu yerlerde oyalamak lazım geldiği emredilmiştir. Eğer emir ve komutaya
karışılmamış olsa idi ve durumun gereğine göre hareket etmekte serbest kalsa
idim düşman Balkan’a doğru ilerleyemezdi ve bu durum bilenlerce malumdur”...
Hatırlatma:
Serdar-ı Ekrem’in (başkumandan) görevine karışma şikâyetleri, birbirine âlet
olan sarayla İstanbul’daki büyük askerî ku-
rula
karşı idi(14). Gerçi işi bilenlerden bir savaş meclisi kurulması eskiden beri
savaşan devletlerde, iyi uygulanmak şartıyla faydalı olmuştur. Bugünkü Dünya
Savaşında(15) gördüğümüz gibi başkumandanlar hareketlerinde serbest bırakılır;
fakat her devlette genel hazırlığı düzenlemek için birer büyük harp meclisi
vardır. Bu meclis Almanya’da imparator ile beraber karargâhtadır. Ama bizdeki
bu meclise serasker ve deniz kuvvetleri bakanı ve Tophane müşiri ile beraber
sadrazam ve yüksek rütbeli subaylar hattâ sivillerden birçok kişiler katılmakta
ve “esas görevi orduların ihtiyaçlarını araştırmak ve kolaylaştırmak, savaş
malzeme ve silahlarının gönderilmesini çabuklaştırmaktan ibaret iken giderek
komutaya ve askeri hareketlere karışma yolu açıldığından bu meclis âdeta genel
komutanlar merkezi şeklini aldı ki bu savaş bakımından birçok hata ve
kusurların esası sayılsa yeridir” içlerinde bilgili ve yetenekli kişiler varsa
da sivil şahıslardan olan üyeler savaş bilgisinden yoksun olduğundan ve asıl
söz hakkı olan eskiler ve büyükler savaş bilgisinin son ilerlemelerinden, yeni
silahların gücünden, savaşın durumundan habersizdi. En fenası sonraları
adıgeçen kurul şunun bunun dedikleri (başka bir deyişle iumalları) üzerine
yazılan padişah bildirisini kesin buyruk sayarak yerine getirmeye âlet
olmasıdır.
Öyle
anlatırlar ki Gazi Osman Paşa Plevne savunması işleriyle uğraşırken “Sadık”
imzası ile ve “cevabını telgraf başında bekliyorum” kaydı ile bir telgraf alır.
Bu Sadık’m kim olduğunu telgraf memuruna araştırtarak eski Rüsumat Emini Sadık
Paşa olduğunu anlar. Meğer Sadık Paşa da Tuna Valisi olduğundan o bölgeyi iyi
bildiği dikkate alınarak yüksek askerî kurula alınmış. Osman Paşa: “Ayol askerî
işler gümrüğe bağlı değil ki gümrükçü ile işimiz olsun, savaş işlerine bunlarda
mı karışıyor” diye ya sabur çeker.
Çırpanlı
Abdi (Abdülkerim Nadir) Paşa çok namuslu ve tam anlamıyla bir askerdi. Savaş
tekniği konusundaki bilgisi yakınlarından ve emsalinden çok üstündü. Rumeli’yi
karış karış bilirdi. Davranışları ağır, az konuşur, zihni melekesi ağır
işlerdi. Bulunduğu meclislerde saatlerce oturur ve ağzını açmazdı. Bununla
beraber hükümlerindeki isabet ve askerî hareketlerdeki bilgisi ve ustalığı
teslim edilmişti. Savaş meydanında okullu ve alayh(16) subayların farkını
“evvelkilerin gözü var, ayağı yok ve İkincilerin ayağı var gözü yok” cümlesi
ile belirttiği meşhurdur. Kendisinden sonra Rumeli kumandanlığı Mehmet Ali
Paşa’ya, sonra Süleyman Paşa’ya verilmiş ve onlar hal ve yerin gerektirdiği
yeteneği
gösteremediklerinden Serdar-ı Ekrem’in yerinde bırakılmasının daha az zararlı
sonuçlar meydana getireceğine bilirkişiler inanmaktadır.
Abdülkerim
Nadir Paşa, Âli ve Fuad paşaların güvenini kazanmış olduğu gibi sonraları
Hüseyin Avni Paşa’ya bağlanmıştı. Biri Türk diğeri Çıtak(17) evvelkisi kısa
boylu, tıknaz ve. diğeri uzun boylu ve iri yapılı olan bu iki şahıs birbirini
ve mesleklerini aynı sevgi ile severlerdi. Fakat birinin hırs ve garezine karşı
diğeri temiz yürekli idi. Hüseyin Avni Paşa hem sadrazam hem serasker iken
Çırpanlı’ya serasker kaymakamlığını vererek içinde sakladığı tahttan indirme
işini(18) daha o vakit adıgeçen yaptırmayı düşünürmüş. Fakat yer zaman uygun
olmadığından uygulamaya geçememiş. Kin ve hileden uzak ve sade huylu olan Abdi
Paşa’nın böyle güç ve tehlikeli bir işi üzerine alıp almayacağı düşünmeye
değer.
Sessizliği
hakkında şunu anlatırlar. Eski tanıdıklarından bir subay bir gün ziyaretine
gitmiş, hal ve hatır sormadan sonra söz kesilmiş, misafir kahve içmiş, yarım
saat kadar paşadan gönül alıcı kelimeleri boşyere bekledikten sonra ayağa
kalkarak ayrılma vaziyeti almış, paşa: “Abe nereye gidiyorsun, tatlı tatlı
konuşuyorduk” demiş. Anlaşılan Abdi Paşa’nın dilinde görüşmekle konuşmak aynı
anlamda imiş.
Anadolu
sınırı istihkâmları için kurulan bir komisyonda Abdülkerim Nadir Paşa da
varmış. Komisyon aylarca görüşme ve tartışmadan sonra harita ve planları
kararlaştırmış; görüşmeler sırasında hiç konuşmayan paşadan tutanak
düzenleneceği zaman fikrini sormuşlar. Paşa birkaç sözle yapılan planları
çürütmüş. Üyelerden birisi dayanamayıp “ne büyük sabır ve tahammülünüz varmış
ki aylardan beri didinip çalışmamıza ve hararetli tartışmalarımıza seyirci gibi
durdunuz; şimdi de emeklerimizin boşuna olduğunu gösteriyorsunuz ki âdeta
hakaret şeklinde bir alay” diyerek paşanın suskunluğundaki garipliği ve sonraki
itirazındaki isabeti şaşkınlık ve esefle dile getirmiş.
Temizliği
ve namusu hakkında da şunu anlatırlar; Hidiv(19) İsmail Paşa evladiyet
fermanını elde etmek için İstanbul’daki bakanlara ve vezirlere para ve hediye
gönderdiği sırada Mısırlı bir deniz subayı ile Abraham Paşa’nın(20) adamı
İhsaniye’deki yalısına gelip hidivin selamı ile hediyesini (altı bin lira imiş)
sunmuşlar. Abdi Paşa “abe biz onu hakketmedik, aldığınız yere götürün” emriyle
subayı ve hediyeyi geri çevirmiş. Büyük adamlarımız içinde başka geri
çevirenler olduğu varsa da isimleri işitilmedi.
Salih
Efendi rahmetli derdi ki Abdülmecid Han’dan, Reşit ve Âli paşalardan ve diğer
nazırlardan (bakanlardan) birçok iltifatlar gördüm, hepsi gönül almak ve bazen
yüze gülücülük cinsinden idi. Çırpanlı Abdi Paşa’dan gördüğüm bir davranış beni
o kadar memnun etmiştir ki tesiri hâlâ kalbimdedir. O davranış şu imiş: Abdi
Paşa Salih Efendi’ye bir adam gönderip görüşmek istediğini haber vermiş;
oturdukları yerler birbirinden çok uzak olduğundan efendi ancak birkaç gün
sonra Abdi Paşa’nm Üsküdar’daki konağına gitmiş ve kendisini çağırma sebebinin
cariye muayene ettirmek gibi bir angarya olduğunu zannetmiş. Paşa konakta
olmadığından biraz oturup “emirlerini almak için yine gelir, ayağının toprağına
yüz sürerim” diyerek konaktan ayrılmış. O sırada tıp okulu müdürü olduğundan
bir müddet sonra serasker Hüseyin Av-ni Paşa ile bir iş görüşmek için serasker
kapısına gitmiş; Abdi Paşa seraskerin odasında imiş ve dik dik efendinin yüzüne
bakarmış, seraskerle işini bitirdikten sonra Abdi Paşa “efendi seni göreceğim
geldi idi” dediğinde Salih Efendi’nin “-Efendim geçenlerde rahatsız ettim,
şereflenemedim, yine ayağınızın toprağına yüz sürerim” demesi üzerine “yok
artık gelme, göreceğim geldi idi, işte burada gördüm, cevabını vermiş. Salih
Efendi’yi memnun eden işte bu samimi cevap olmuş. Çünkü paşanın, efendinin
kendisini özlemekten başka bir arzusu yokmuş.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Aslen Avusturya idaresindeki Sırbistan (Yugoslavya) halkından olan Ömer
Paşa’nm
(1806-1871) asıl adı Michel Lattrs’dir. Avusturya’da askeri okulda öğretim
görürken Türkiye’ye kaçmış, İslâmiyet! kabul ederek Ömer Lütfi adını almıştır.
Bir süre veliahid şehzade Abdülmecid Efendi’ye öğretmen tayin edilmiş ve
yüzbaşılık rütbesi ile Osmanlı ordusuna katılmıştı.
·
2
— Bugünkü Romanya OsmanlIlar idaresinde Eflak ve Böğdan diye iki beylikten
oluştuğundan
ikisine birden iki memleket anlamına Memleketeyn adı verilmişti.
·
3
— 1853-1856 Kınm Harbi diye anılan Osmanlı-Rus Savaşı.
·
4
— Tuna Nehri yakınlarında iki bölgenin adıdır.
·
5
— Besarabya Romanya’nın kuzey doğusunda Rusya sınırında bir bölge olup II.
Dünya
Savaşı sonunda Ruslar tarafından kendi topraklarına katılmıştır.
·
6
— Sahum Doğu Karadeniz kıyısında Rusya sınırlan içinde bulunan bir liman
şehridir.
·
7
— Şumnu bugün Bulgaristan ’da bulunan eski bir Osmanlı şehridir.
·
8
— Çırpan Bulgaristan’ın Zağra sancağına bağlı bir kasabadır.
·
9
— Tımavi de bugünkü Bulgaristan’daki eski Osmanlı kasabalarından biridir.
10-11— Bu şehir ve kasabalar bugünkü Bulgaristan sınırlan içinde bulunan eski
Osmanlı şehirleridir.
·
12
— Bugünkü Romanya’nın Osmanlılar zamanında Memleketeyn de
nilen'iki
bölgesinden birisi Eflak diğeri de Boğdan’dır.
·
13
— Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat’tan sonra yapılan mülkî
idaresinde
eskiden Kaptan Paşa Eyaleti denilen Ege Adaları yine bir eyalet olarak kabul
edilmiş ve adına "Cezayir-i Bahr-ı Sefid=Akdeniz Adatan ” denilmiştir.
Vilayet merkezi Rodos Adası idi.
·
14
— 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Padişah II. Abdülhamid’in em
riyle
İstanbul’da Yıldız Sarayı ’nda bazı asker ve sivillerden oluşan bir kurul
tarafından yürütülmüş, bu yüzden cephedeki başkumandanlar karar ve
hareketlerinde serbest kalamadıklarından başarılı olamamışlar ve sık sık
değiştirildiklerinden ne savunma ve ne de hücum planlan uygulanamamış ve Ruslar
da bundan faydalanarak İstanbul-Ayastafanoz (Yeşilköy) önlerine kadar
gelebilmişlerdir.
·
15
— 1914—1918 I. Dünya Savaşı.
·
16
— Osmanlı İmparatorluğu ’nda Vak ’a-i Hayriye denilen Yeniçeri Oca
ğının
kaldınlması olayından sonra yeni kurulan ordunun subay ihtiyacını karşılamak
için Harp Okulu kurulmuş ise de buradan yetişenler ordu ihtiyacını
karşılamadığından erler arasında sivrilen kabiliyetli elemanlar subay kadrosuna
alınmakta idiler ki bu subaylara alaylı diğerlerine de mektepli denmekte idi.
·
17
— Çitak Rumeli Türkleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Abdi Pa
şa
Rumeli’li olduğundan böyle adlandırılmıştır.
·
18
— Hüseyin Avni Paşa Sultan Aziz’e karşı beslediği şahsi kinninden
dolayı
onu tahttan indirmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini 1876 yılında Mütercim Rüştü
Paşa sadrazam iken Mithat Paşa ve diğer bazı paşaların (Harp okulu kumandanı
Süleyman Paşa, Kayserili Ahmet Paşa gibi) yardımı ile bu isteğini
gerçekleştirmiş ise de kısa bir müddet sonra Çerkeş Haşan adında saraya mensup
bir subay tarafından öldürülmüştür.
·
19
— Mıslr Hidivi (Valisi) Mehmet Ali Paşa’nm torunu olan İsmail Pa
şa,
1840 Londra Anlaşması ile valiliğin bu ailenin en büyük üyesine geçmesi
şeklindeki protokolü değiştirerek kendi oğluna geçmesini sağlamak için
İstanbul’daki devlet büyüklerini ve hattâ padişahı para ve kıymetli hediyelerle
âdeta satın alarak bu emelini gerçekleştirmişti.
·
20
— Abraham Paşa Mısır Hidivi İsmailPaşa’nm İstanbul’daki bu çe
şit
işlerini yerine getiren bir yakın adamıdır.
pa
hei. Pa
XXVI
n,.
VEZİRLİK
GÖREVİ
ad?
b;
Eskiden mülki idare geniş yetki kurallarına göre düzenlenmiş ol-Pduğundan
valiler göreve atanma ve alınma konusunda merkeze bağlı iseler î'de görev
yaptıkları yerde işlerin yürütülmesinde geniş yetkilere sahip idiler. Onbirinci
hicret asnna(XVII. Miladi yüzyıl) kadar Beylerbeyi(Mir-mira denilen iki tuğlu
paşalara verilerek, içlerinden sivrilenler vezirlik rütbesi ile kubbenişin
olarak İstanbul’a gelirdi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bunların sayısı en
çok dokuzu geçmemişti. Sonra sayıları çoğalmaya başladığından valiliklere de
gönderilmeye başlandı ve yavaş yavaş bütün valiler vezirlerden tayin edilir
oldu. Hattâ bir aralık iki sancak birleştirilerek idaresi bir vezire verilmesi
âdeti de çıktı. Bu sebeple vezirler doğrudan doğruya memleket idaresinde
görevli olan yüksek tabakayı oluşturuyordu.
Eskiden
valiler sık sık azil ve değiştirilmediğinden bulundukları bölgelerin durum ve
ihtiyaçlarını ve halkının huylarını öğrenirler, ti-mar ve zeamet usulünün
muntazam işlemesinin de yardımıyla eyaletin güvenliğini sağlamakta, halkın
zenginliğinin artmasında başarılı olurlar idi. Vezir olmak görevde
eskiliğe(kıdeme) görevde başarı göstermeye, iyi nam ve şöhret kazanmaya,
güçlülük ve zenginlikle meşhur olmaya bağlı olduğundan vezirler seçkin, gün
görmüş, denenmiş devlet adamları idi. Bundan dolayı kendilerine padişah namına
ferman yazmaya ve tuğra çekmeye(l) kadar yetki verilmişti. Hepsi zengin ve
güçlü kişiler idi; Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a sığınan İran
Şahı’nm kardeşi Elkas Mirza şerefine düzenlenen meşhur alayda(geçit resminde)
vezirler derecelerine göre ihtişamlı alaylarıyla göründükçe Elkas Mirza padişah
geliyor zannıyla ayağa kalktığını ve birkaç kere böyle kalkıp oturdukdan sonra
nihayet padişah alayının gelmesi ile yıldızlar arasında güneş gibi parıl parıl
parladığını görünce Osmanoğulla-rının saltanat ve büyüklüğü hakkında bir fikir
edindiğini tarihler kaydetmişlerdir. Dokuzuncudan birinci vezire(sadrazam)
kadar her biri birbirinden baskın saltanat gösterişi denmeye layık şekilde
debdebeli ve parlaktı.
Zamanla
yetenek ve şahsi üstünlükler yerine başka sebepler geçerek o imrenilen rütbe
bol bol dağıtılmaya başlandı. Kaniie muhafızı Gazi Tiryaki Haşan Paşa’ya
vezaretle yüceltildiğini haber verdiklerinde “eyvah vezirlik rütbesi bize kadar
düştü mü? Onu hakketmek için ne iş gördük; devletin bir kalesini savunduk, o da
görevimizdi” dediği anlatılır. Öyle bir kahraman ihtiyarın yaptığı yüksek
hizmet insan gücünün üstünde iken yine kendinde yeteri kadar değerlilik
görmemişti. Ama sonraları iş bütün bütün çığımdan çıktı. Sayıları arttığı
oranda yeterlik ve yeteneklerine bakılmadı. Onbirinci Hicret asnmn(XVII, Miladi
yüzyıl) birinci yansında Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadrazamlığında
vezirlerin padişah namına ferman yazmak yetkisinin kaldırılmasına lüzüm
görüldü.
Eskilerden
vazgeçelim 1200—1785 tarihlerinden sonra IlI.Selim Han zamanında bir vezirin
dairesi halkı aşağıdaki şekilde olmaması mümkün değildi. Kethüda, divan
efendisi, haftan ağası, tütüncü başı, kahveci başı, iç ağaları, hazinedarlar,
karakulaklar, çukadarlar, selam ağası, mirahur, aşçıbaşı, vekilharç,
kilarcıbaşı, kavvasbaşı, delilbaşı, tüfekçibaşı, akkâmbaşı, mehterhane heyeti
ve bir de cellatbaşı(2). Başların sayısı paşanın güç ve zenginliği ile orantılı
idi. Bir vezir ne kadar züğürt olsa görevli olduğu memlekete altıyüz atlı ile
girmezse itibarlı olamazdı. Halkın gözünde ilk görünüş etkili olduğundan
paşanın değeri büyüklüğü, gösterişi ve zenginliği ile ölçülürdü. Bu anlamı
taşıyan pek çok fıkra hâlâ halk dilinde dolaşmaktadır.
Bu
kalabalığı paşa kendisi besler ve bir vilayetten diğerine görevi çevrilse
beraber götürür ve görevden alınması halinde azaltmaya, delil ve tüfekçi takımı
dağıtmaya mecbur olurdu. Mesela Diyarbakır’dan Bosna’ya atanan bir valinin
yapacağı nakil masrafları tahmin olunabilir. Fazla olarak yolculuk sırasında
uğrayacağı vilayetlerin valileri tarafından vilayet sınırında karşılama töreni
ve sonra da uğurlama töreni yapılması ve merkezde misafir edilmesi gelenek
olduğu gibi bunun karşılığında karşılama ve uğurlamada hizmet edenlere ve hattâ
etmeyenlere uygun hediye ve bahşişler vermek gelenek icabı olduğundan sık sık
yer değiştiren valilerin yol masrafları dayanılmaz bir dereceye varır ve büyük
bir borca girmesine sebep olurdu.
1207—1792
tarihinde yeniden düzenlenen kanunlar arasmda(3) vezirlerin çalıştırılma
şartlan hakkında ve Sultan IILSelim’in Hatt-ı Hü-mayun’u ile kesinleşmiş bir
kanun bulunmaktadır. Bu kanunda gerekçe olarak: “Büyük vezirler saltanatın
dayanağı derecesinde olup Osmanlı Devleti’nin hükmetmesi ve işlerinin
yürütülmesi büyük vezirlerin güç ve kuvvetleri ile meydana geleceğinden yüksek
vezirlik rütbesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri denenmiş yetiştirdikleri
olup herhalde güvenilir ve kanunları iyi bilen şahıslara mahsus iken bir
zamandan beri seferlerin yaklaşması ile lüzum hasıl olduğundan büyük vezirler
çoğalmış, bugün mevcutlara yetecek görev bulunmadığından ashnda mirmi-ranlara
verilen görevlerin de ekserisi büyük vezirlere verilmesi dolayısıyla atamaları
uygun olmayan vezirlerin bulundukları görevde idareden âciz ve boşta olan
mirmiranlara da görev yetmediğinden perişan bir halde muztarip olduklarından
dolayı barışta ve savaşta OsmanlI Devleti’nin büyük vezirleri tarafından
görülecek işler vezirlerin güçsüzlükleri doyasıyla yapılamadığından, özellikle
seferlerin uzaması ile merkez dışındaki bölgeler perişan ve fakir halk büsbütün
perişan ve acınacak halde iken bazı zalim takımı korkusuzca gücü yettikleri
yerleri harap etmeye kalkıp bu gibi zalimlerin ortadan kaldırılması vezirlerin
güçlü ve nüfuslu olmasına bu ise aylık gelirinin refahlarını sağlayacak
görevlere verilerek maaş derdinden uzak kalmalarına, bunun için de vezirlerin
azaltılmasını gerektirdiğinden bundan böyle aksine hareket edilmemesi için bu
kanun bundan sonra uygulamada esas alınacaktır” denildikten sonra hükümlerinin
açıklanmasına geçilmektedir. Önemlilerini kısaca açıklayalım:
·
1
— Büyük vezirlerin göreve tayinlerinde kendilerinden alınması belirlenen
aidattan fazla olarak bir süreden beri yüksek caize ve ubudiyet, bohça bahası
alındığından (4) onlar da görev yerlerinin gelirinin çoğunu o görevi alıncaya
kadar vermeye mecbur kaldıklarından gittikleri görev yerinde zulmetmeye ve kanunsuz
yollara başvurmaya mecbur kaldıklarından bundan sonra göreve tayin yapılırken
belirli paradan başka birşey istenmeyecek, ayni sene içinde görev yeri
değiştirileceklerden yeniden aidat alınmayacak ve eski verdikleriyle
yetinilecektir (5).
·
2
— Büyük vezirlerin görevlerinde devamsızlıkları ve kararsızlıkları her eyaletin
işlerinin bozulmasına ve kendilerinin perişan olmalarına sebep olduğundan, her
yerde birer ikişer derebeyi ve zalim bozuntusunun ortaya çıkmasına ve halkın
boş yere perişan olmasına sebebiyet verdiğinden, büyük vezirler görevlerinde
devamlı olarak kaldıkları takdirde her vali kendi eyaletini evi gibi tutacak ve
giderek fakirlerin durumunu anlayarak zalimlerin hakkından gelecek gücü
kazanacağından bundan sonra büyük vezirler ve mirmiranlarm görevden alınmasını
ve cezalandırılmasını gerektiren bir suçu görülmedikçe görev yerlerinde en az
üç sene ve en fazla beş sene görevden alınmayacaktır; vatandaşların haklarım ve
menfaatlerini korumak ve yüksek emirlere uygun çalışanların yerlerinde daha
fazla kalmalarında hiçbir sakınca olmadığı ve aksine memleketin kalkınmasını
sağlayacağından bunlar beş seneyi geçti diye alınmayarak görevlerinde
bırakılması uygundur.
·
3
— Bir görev yerinden diğer bir yere nakil ve tahvil olunan valiler onbeş konaklık
(bir mesafeyi geçerken) sağa sola saparak etraftaki fakirleri cezalandırarak ve
para ödemeye zorlayarak (halka) meşru şekilde zulmedilmiş olduğundan valiler
yol üzerindeki fakirleri gözetmelidir. (Valiler) uzak yerlerdeki görevlere
atanmayarak bulunduğu görev yerinin yakınlarında uygun yer hangisi ise oraya
nakil edilmelidir. Ve padişah sefere çıkmadıkça veyahut zorunluk'olmadıkça
Anadolu’ da görevli olanlar Rumeli’nde, Rumeli’nde görevli olanlar Anadolu’da
asla görevlendirilmemelidir.
·
4
— Kandiye ve Cidde (6) gibi yerler büyük ve küçükbaş hayvanı fazla olan
vezirlere aralıkta(7) verildiğinden dolayı dairesi halkını mecburen dağıttıktan
ve hayvanlarını elden çıkardıktan sonra diğer görev yerine gitmek gerektiğinde
yeniden daire halkını kurmak zorunluluğu kendilerini güçsüzlendirdiğinden bu
inceliğe özellikle dikkat edilmeli. Yani büyük ve küçük baş hayvanı çok
olanlardan başkasına verilmelidir.
·
5
— Vezirlere verilecek eyaletler gelirleri itibariyle birbirinden farklı
olduğundan hepsinin geçimini sağlayacak iyi bir nöbetleşme usulü ile tayin
yapılmalıdır.
·
6
— Anadolu ve Rumeli’deki eyaletler Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Şehr-i zor,
Halep, Karaman, Rakka, Diyarbekir, Adana, Sayda, Musul, Anadolu, Trabzon,
Erzurum, Çıldır, Van, Kars, Maraş, Rumeli, Bosna, Mora, Girit eyaletleriyle
sınır muhafızlıklarından ibarettir(8-14). Vezirler çoğaldığından şimdiki
eyaletler bunlara yetmediğinden bundan sonra büyük vezirlerin sayısı yirmüçten
fazla olmayacaktır. Ölümleri halinde bu sayı azalırsa yeri yeniden vezirlik rütbesi
verilmek gerekirse mirmiran-dan ve diğerlerinden devletçe denenmiş, aslı esası
bilinen, taşralarda (İstanbul dışında) hüküm vermeye ve işleri yürütme gücü
olan, doğru ve eğriyi ayırabilecek akıllı, dindar, emeği geçmiş, insaf sahibi,
ılımlı, sadık ve dürüst şahıslara verilmeli, ehliyetsiz, devleti bilmez,
derebeyi ve delil-başı gibi adamlara hiçbir vakit vezirlik rütbesi
verilmemelidir.
·
7
— Büyük vezirlerin maiyetleri namuslu ve yetenekli kişilerden seçilmesi usulden
iken bir süreden beri çeşitli insanlar vezir hizmetlerine kabul edildiğinden
aralarına ayak takımının girdiği bu gibi kimselerden istenmediği halde almaya
cesaret eden ve mensup oldukları daireyi terketmek gibi harekette bulunanların
davranışları diğer namuslu insanlara da sıçratıldığmdan vezir dairelerinin dile
düşmelerine sebep olmalarından dolayı bundan sonra yüce vezirler ve
mirmiranların dairelerinde bulunan İçağası, delil ve tüfekçi ve karakollukçu ve
bütün diğer hizmet edenlerin üzerlerine düşen işlerin yapılmasında dikkat
etmeleri, başlarına buyruk hareket edememeleri, kusur ve kabahatleri ortaya
çıktığında cezalandırılmaları halinde uslanmayan olursa görevden atılmalı ve
bundan sonra da başka bir yere kabul edilmemesi için ellerine izin kâğıdı
verilmemeli, ellerinde izin kâğıdı olmayan görevliler hiçbir dairece kabul
edilmemeli, bu çeşit başıboş dolaşan serseriler çıkarsa hangi sancak ve eyalet
dahilinde ise hakimler ve subaylar vasıtasıyla yakalanıp cezalandırılmalıdır.
·
8
— Vezirlerin kapu kethudalıkları bir süredir rica, gönül ve hatır gibi hususlar
dikkate alınarak bazı kimlikleri bilinmeyen kimselere verildiğinden onlar da
yanında çalıştıkları vezirlerin işlerini görürken harcadıkları parayı
defterlerine iki kat olarak yazdıktan başka faiz dahi ekleyerek bir vezirin
görev gelirinden fazla masraf gösterildiğinden yüce vezirler borçlarını
ödeyemediklerinden yüksek gelirli bir göreve tayinine kadar borcu ertelemekte
ve mecburen kapu kethüdalarını susturmakta ve onlar da îsatanbul’da yüksek
caize vererek ve kulluk sunarak ve etrafa sığınarak görevlerini değiştirmeye
çalışmakta ve bu konuda kanuni ve kanunsuz her türlü usulsüzlüklere
başvurduklarından vezirlerin görevlerinde devamsızlıklarına ve
kararsızlıklarına sebep olduklarından bundan sonra vezirlerin ve mirmiranların
kapu kethüdalarının devlet memurlarından güvenilir, temiz, yetenekli
şahıslardan seçilmesine idiği bilinmeyen kişiler kapu kethudalığına
yaklaştırılma-malıdır.
Yukarıda
vezirlik görevinin yüceliğinden ve vezirlerin güç ve gösterişinden bahsolunmuş
ve zaman geçtikçe malum sebeplerden dolayı durumları bozulmuş olduğundan Sultan
III. Selim zamanında terfileri ve kullanılma şartlan hakkında hazırlanan
kanunun önemli hükümleri yukanda açıklanmıştır. Bu kanun, vezirlerin şahıslan
ve daireleri ile ilgili görünürse de şahıslanyla memleket idaresi birbirine
sıkı sıkıya bağlı olduğundan Osmanlı ülkelerinin iyi idare edilmesinin dikkate
alındığı anlaşılır.
Vali
ile vilayet arasında hiç fark yoktu. Geniş yetki (a keziyet) usulünden dolayı
vilayetin korunması, güvenliği, in nomik gelişmesi, halkın hukuk ve zenginliği
valinin yeterli sına bağlı idi. Güvenlik teşkilatı olmadığından vilayetin g
paşanın (valinin) delil, tüfekçi ve kavvaslan tarafım sağlanırdı.
Kanunun
7 sayı ile anlattığımız fıkrası paşaları lara ait olup bunların kanun metninde
yer almaları i1 rünür ise de gerçekte yönetimde ve uygulamada ■
vardı. Çünkü valinin işlerini ve emirlerini yerine vasbâşı, delilbaşı ve
tüfekçibaşı gibi yanındak kadar hak koruyucu, iyi ve kötüyü ayırabilen k
lerinin de o kadar iyi yürütüleceği, aksi haldt-çerli olacağı tabiidir. Paşa
(vali) görevinden; ğıtmaya mecbur kaldığı zaman işsiz kalan kapılanmcaya kadar
köylü halkın sırtından kalınca da bir bölükbaşının bayrağı altında kıyalığa
başlardı. Vaktiyle Celâliler hep b geldiği gibi onüçüncü yüzyılın (Hicri) baş)
sonu) türeyen derebeyi ve zorba takımın dan dolayı maiyet halkının seçimine di’
gerekli olduğundan ayak takımı serseri’ kendilerinin dile düşmesi muhakkakt
divan kâtipliğinden sonra vezirlik rü' ğundan vezir daireleri bir çeşit eğiti
la şair ve bilginlerden Vecihi Paşa vasbaşılığından yetişmiş olduğun tiran bir
vezir nereye gitse övü
Yine
kanunun 8 numar -dalan bahis konusu olup bun raftan da onu geliri daha faz' da
dört elle çalışır ve ama< ğini sunmak” yani caize yollara teşvik ederler ve güvenilir
kimsele gunsuzluklann önv mda “Osmanlı ülkelerinde oturan yurttaşlar Allah
tarafın-iha emanet edildiğinden yüce vezirler de bir Osmanlı bakan-Törev
yerlerinde bulunan memleket halkı ve orada oturan -. Müslüman, Hıristiyan
padişah tarafından valilere ema-•o kanları ve malları, namuslarının korunması
güvenirlik rieri gereği ve dini zorunlulukları olması dolayısıyla hal-son
derece dikkat etmeli ve kanunsuz hareketlerden diye yazılmış olan fıkra
hükümetin babalık görev ve ûzel açıklamakta ve tavsiye etmektedir.
aşir
atama görevlendirilmesi hakkındaki diğer bir bir şikâyet yapılması veya bir
dilekçe verilmesi ı vali tarafından görevlendirilecek mübaşirin ye-gittiği
yerde soruşturmayı boşuna uzatarak halka n uzaklığına göre belirli mübaşirlik
ücretinden 1e şikâyet edilenden belirli ücretinden fazla bir aredilmektedir.
Konu edilen bu kanunun şekil dan vardı. Hiçbir zaman aksine hareket edil-Hatt-ı
Hümayunla (padişah fermanı) ile açık-:k uzun sürmediği olaylardan
anlaşılmakta-ar ciltli sayfalara yazılır ama uygulanması ‘hmale uğrar.
Kanunlara tamamen uymak . kıl kadar ayrılmamak olgunluğu huyu-lanamamıştır.
Hele Sultan Selim III. ün *ı Mustafa IV. nın tahta çıkışında key-ı
budaklanmıştı.
um
ve davranışı, fikir ve kanaatleri etkenlerdir. Pek çok iş ve haller üzyıl sonra
kötü sayılmış ve red-nın yaşadıkları zamanın kavra-irmek, yaptıkları işleri ve
ha-Içüsü ile ölçmemek lazımdır. > eserleriyle beraber garip
gö-hikâyelerimizde geniş bir ”.ı o zamanın tesirlerine da mübalağa karıştığı
(ilerine güveni çoktu na inanıyorlardı.
Mesela,
birçok vezirlerin divân kâtipliğinde bulunmuş olan meşhur Türk şairi Galip
Paşa’dan duymuştum ki Çengeloğlu Tahir Paşa’ nın(16) İzmir Valiliği sırasında
bir aralık onun kâtiplik hizmetine girmiş; birgün Redif askerlerinin
ayaklanarak silahla hükümet konağına doğru saldırdıkları haber verilmiş. Tahir
Paşa derhal apoletlerini ve Sultan Mahmud’un hediyesi olan kıymetli taşlarla
süslü kılıcını takıp yanma Galip Paşa ile beraber bir miktar kavvas alıp
ayaklananlara doğru gitmiş. Toplulukla karşılaştığında “siz Çengeloğlu’nu öldü
mü sanıyorsununuz” narası ile üzerlerine korkusuz atını sürerek yanındakilere
de “bre urun, tutun” emrini verince âsi askerler şaşkınlıkla silahını atıp
kaçışmaya başlamışlar ve ele geçen birkaçının ertesi günü gereğine bakılmış.
Divan Efendisi valiyi başarısından ve olayı kolaylıkla bastırmasından dolayı
tebrik ettiği sırada eşkıyanın arasına girmenin nasıl tehlikeli bir iş
olduğunu, böyle bir hareketin ihtiyata uygun olmadığını söylemiş. Tahir Paşa
“ne için” diye sorması üzerine Galip Paşa “herifin biri silahın tetiğini çekse
idi” demesi üzerine paşa tam bir güvenle “Çengeloğlu’nu vuracak kurşunun
tetiğini çekmek için oniki manda lazımdır” cevabını almış.
Darendeli
İzzet Mehmet Paşa (17) bir Ramazan akşamı konağına döndüğünde iftar vakti
hapishanede bulunan kayıkçının hemen asılmasını emretmiş. Emri tabii geri
bırakılmış. Sofradan kalktıktan sonra emrini tekrarlamış. İftarda bulunan
misafirler mübarek Ramazan gecesi hürmetine affedilmesini aracılık etmişler.
Çantasını getirerek bir ilân (mahkeme karan) çıkarıp “buyrun okuyunuz” demiş.
Meğer bu kayıkçı Üsküdarlı imiş, kansı üç çocuk bırakarak ölmüş olduğundan
başka bir kadınla evlenmek istemiş, kadın çocuklan bahane ederek varmamış. Adam
birgün üç çocuğunu kayığına alarak Kızkulesi’ne doğru açılmış ve çocuklan birer
birer denize atmış, hattâ sekiz-on yaşında bulunan en büyükleri babasının
boynuna sarılarak ağlamasına yalvarmasına rağmen onu da kardeşlerinin yanma
göndermiş. Çocuk can korkusuyla su içinde kayığın küpeştesine tutunmak
isteyince tokmakla parmaklarını kırarak onu da yoketmiş. Bu acıklı olay
etraftaki yalılardan görülmüş ve sandal gönderilerek adam yakalanıp polise
teslim edilmiş. Mahkemesi sonunda bu vahşi cinayeti işlediği anlaşıldığından
asılmasına karar verilmiş. Mesele anlaşıldıktan sonra İzzet Paşa orada olanlara
karşı “bana gadredici kan dökücü derler ve sizlerle de Ramazan gecesi bile adam
öldürtmekle içinizden beni suçladınız. Ben kıyarım ama böylelerine kıyarım ve
böyle canileri Kadir gecesi bile olsa yine affetmem” demiş. Sadaret-i Uzma
(Büyük sadrazamlık makamı)- Bilindiği gibi vezir, yardımcı anlammadır ve
hükümdarın yardımcısı demektir; bu ûnvan Abbasi Devleti’nin ilk zamanlarında
ortaya çıkmış ve ilk defa Ebu Selmet-el Hallal’e(18) verilmiştir. Mağrip
devletlerinde ve Endülüs’te vezire hacip (perdeci) derledi. Emirin (odasının
perdesini tutacak derecede yakın oluşundan dolayı. Bazı Türk hükümetlerinde
Atabey deyimi-ki vezirden daha büyük bir payedir kullanılmış ve bu bileşik söz
(Bey baba) tarihçiler tarafından Arapça bir lügat gibi kullanılmıştır.
(Atabekan, Atabekiye gibi). Bizde (Osmanhlar devrinde Lala deyimi geleneklere
geçmiştir. Selçuklu devletlerinde “Şahib-i Divan” deyimi de kullanılmıştır.
Osmanh
Devleti’nin daha ilk zamanlarında vezirlik bir rütbe halini aldı ve yarım
yüzyıl geçmeden vezirler çoğaldı; Çandarhzade Ali Paşa Veziri Azam Ünvanıyla
diğerlerinden ayrıldı. Azam deyiminin diğer vezirlere de verildiği bazı
kayıtlarda görülmektedir.
Kanuni
Sultan Süleyman zamanında Sadrazam unvanı ortaya çıktı. Padişahın kesin vekili
olduğunu belirtmek için sadrazamlara Mühr-i Hümayun (padişah mühürü)
verilmesinde Abbasi Halifeleri taklit edilmiştir. İlk zamanlarda mühür yüzükte
olduğundan sadrazamlar bunu parmağa takarlardı. Sonraları ince bir zincire
bağlı olarak altın kese içinde(19) boyuna takılarak yanlarında taşımak âdeti
çıktı. Eski sadrazamlar mühürden ayrılmayı makamdan ayrılmakla bir
tuttuklarından geceleri de koyunlannda saklarlarmış. Ali Paşa’nın hamama bile
mühr-i hümayunla girdiğini Uzunetek Rıza Bey’den işitmiştim. Yabancı
hükümdarlara yazılan padişah mektuplarının zarfı bu mühürle mühürlemek âdetti.
Sadrazamlar
sorulması gereken işleri ve büyük memurların tayinlerini sormakla beraber kesin
vekil olduklarından Birunda devlet ve memleketin genel yönetiminde başlarına
buyruk sayılır. İş yapmaya ve tayin etmeye yetkili idi. Enderunda (sarayda)
orta kapıdan içeri ayak basınca hükümleri kalmazdı.
Sadrazam
savaşa memur edilirse Serdar-ı Ekrem unvanını da alır, yürütme ve atamalarda
yetkileri daha da genişlerdi. Kubbe vezirlerinden savaşa memur olanlara
seraskerlik unvanı verilirdi. İlk zamanlar birbirine karıştırılan bu unvanlar
sonraları kesin şekilde birbirinden ayrılmıştır. Bu serasker deyimi lügat
manasından da anlaşıldığı gibi Vi-din seraskeri, Şark seraskeri, Berriyet
el-Şam seraskeri gibi lakapla-rmdan da anlaşıldığı gibi kumandan manasına olup
Vak’a-i Hayriye-den sonra Kara Kuvvetleri Bakânlığı’nın (Umur-ı Berriye-i
Askeriyye Nezareti) adı olmuş ve ikinci Meşrutiyet dönemine kadar küçük aralıklarla
devam etmiştir.
Serdar-ı
Ekrem unvanının sadrazamlar için kullanıldığı Ağa Hüseyin Paşa’dan
ânlaşılmaktadır(20). Sadrazamlık makamı askeri işlerden aynldıktan sonra iki
Serdar-ı Ekrem gördük ki bunlar yukarıda anlatılan Ömer Paşa ve Abdülkerim Nadir
Paşa’dır. Bunlar sadrazamlık yapmamışlarsa da müşirlerden ve vezirlerden üstün
idiler ve resmi lakaplarına Devletlû, Refetlû(21) eklenirdi.
Osmanlı
tarihinde sadrazamlık makamının kısa bir zaman için kaldırıldığı görülmektedir.
Bunun en uzun süreni Fatih Sultan Mehmet devridir. Fatih Sultan Mehmet, Halil
Paşa’yı öldürttükten ve Çandar-lılan devlet işlerinden uzaklaştırdıktan
sonra(22) onlar olmadan ve devlet idaresinin mümkün olduğunu göstermek için
vezir-i azamhğı kaldırarak bunun görevini Rumeli Beylerbeyisi Mahmut Paşa’ya ek
olarak vermiştir(23).
Sadrazamlar
savaşa memur oldukları zaman vezirlerinden birisi Rikâb-Hümayun kaymakamı
olarak (İstanbul’da) kalırdı ve Bâb-ı Âli yüksek memurları asil ve vekil olarak
sadrazamın yanında bulunurdu. Padişah kendisi sefere çıkarsa sadrazamın bütün
maiyeti ile padişahın yanında olması gerekirdi.
Paşa
kapısı, vezir kapısı, Bâb-ı Âsafi eski deyimlerden olup Bâb-ı Ali deyimi
sonradan çıkmıştır. Sadrazamların oturması için Bâb-ı Âli’ ye bitişik bir de
“Harem Dairesi” olduğu bilinmektedir.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Tuğra çekmek ve ferman yazmak ancak padişahlara ait bir hak olmasına rağ
men
ilk zamanlarda vezirlerin yetkisi o kadar çok idi ki, padişaha ait olan bu
hakkı da kullanırlardı.
·
2
— Bu sayılan adamlar vezirin daimi memurları olup onun çeşitli hizmetlerini
görürlerdi.
Bunların bir kısmı vezirlerin idari işlerinde de kendilerine yardımcı
olurlardı.
·
3
— Selim III. iri yapmak istediği geniş ıslahata genellikle Nizam-ı Cedit
denilir.
Bu
ıslahat sırasında pek çok kanun çıkarılmıştır. Fakat bunların hemen hiçbirisi
uygulamaya konamamıştır. 1793yılında vezirlerin görevleriyle ilgili olan ve
Tatarcık Abdullah Efendi tarafından hazırlanan “Der Beyan-ı Nizam-ı Hal ve
Vüzera-i Âzam ve Mirmiran-ı Kiram ” adındaki bu kanun da diğerleri gibi
olmuştur.
·
4
— Caize, bir göreve tayin olunanların o görevi kendilerine verene ödedikleri
para
için
kullanılır bir deyimdir. Ubudiyet, bohça bahası, ferman hara, tebşiriye,
kudumiyye gibi adlarla verilen para ve hediyeler de caize arasında idi.
·
5
— imparatorluğun ilk dönemlerinde memuriyetlere atanmada yetenek ve üstün
nitelikler
ve yukarıda bahsedilen hususlar aranırken XVIIL yüzyıldan itibaren bu görevler
para ile satılır hale gelmiş ve görüldüğü gibi bu durum kanunnamelerde de
belirtilmiştir. İmparatorluğun çökmesini hazırlayan da bunlar olduğuna şüphe
yoktur.
·
6
— Kandiye, Girit adasının en önemli bir liman şehridir. Cidde Arabistan Yarı
madasının
Kızıldeniz kenarında önemli bir limanıdır.
·
7
— Devlet memurluklarına atanma senenin belirli bir döneminde yapılırdı. Bu
nun
dışında gerektiği zaman yapılan tayinlere aralık tayini adı verilirdi.
·
8
— Şehr-i Zor bugünkü İran Devletinin sınırlan içinde kalmış olan ve Musul şeh
rinin
doğusunda bir eyalet merkezi idi.
·
9
— Karaman, merkezi Konya olan eyalettir.
·
10
— Bugünkü Irak Devleti’nin kuzeyindeki bölgenin eski adıdır.
11—
Bugünkü Lübnan Devleti’nin güney bölgesinde bulunan şehrin adı olup,
Fenikeliler zamanındaki adı Sidon idi.
·
12
— Anadolu eyaletinin merkezi birkaç defa değişmiş ise de genellikle Kütahya
şehri
olmuştur.
·
13
— Van ile Kars arasında ve aynı adı taşıyan gölün yanında bulunan kasabanın
merkez
olduğu eyalet.
14—
Mora eyaletinin merkezi Yanya şehri olup bugünkü Yunanistan topraklarını
kaplamakta idi.
·
15
— XVIII. yüzyılda imparatorlukta devlet gücünün zayıflaması sonucu ortaya çı
kan
bazı zorbalar bulundukları bölgelerde başına buyruk harekete başlamışlar ve
halk üzerinde valilerden daha etkili olmuşlardır. II. Mahmut tahta çıktığı
sırada bunların varlığını -Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ’ntn zoru ile- resmen
kabule mecbur olmuş, Ayan adı verilen bu zorbalarla “Sened-i ittifak’’ denilen
bir anlaşma imzalamıştır.
·
16
— IV numaralı makalede biyografisi verilmiştir.
17—
Darendeli İzzet Mehmet Paşa III. Selim ve II. Mahmut zamanlarında sadrazamlık
yapmış vezirlerdendir.
18
— Burada belki matbaa hatası olarak bir yanlışlık vardır. Abbasi Devletinin
kurulmasında büyük yardımları dokunan Horasanlı bu vezirin adı Ebu Selem
el-Hallal’dır.
19—
Burada da bir yanlışlık olmalıdır. Zincirin altın ve kesenin atlas olması
gerekir; zira alim kese olmaz.
·
20
— Ağa Hüseyin Paşa 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında önemli hiz
metleri
görülmüş olup yeri kurulan Asakir-ı Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordunun
başkumandanlığını serasker Unvanı ile yapmıştı.
·
21
— imparatorluk devrinde yüksek devlet memurlarına hitaben yazılan ferman, na
me,
mektup gibi yazılarda taşıdığı memuriyet görevinin protokoldeki yerine göre
refetlû, devletlû, âtıfetlü v.s. gibi deyimler kullanılırdı.
·
22
— Çandarlı veya Cendereli adıyla da anılan bu şöhretli Türk ailesinin OsmanlI
Devleti’nin
kurulmasında ve gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Osman Gazi, Orhan Gazi
ve hattâ Murad-ı Hüdavendigar (Murad I.) zamanlarında bile devletin padişahtan
sonra en önemli şahsiyeti olan Çandarlı Kara Halil Paşa ile başlayan bu ailenin
birçok ferdleri Osmanlı Beylerine vezirlik etmişlerdir. Devletin kurulması ve
gelişmesi devirlerinde âdeta padişahla vezirliği paylaşmış olan bu ailenin
nüfuzunu kırmak ve Osmanoğullan’nın kesin egemenliğini kurmak için Fatih Sultan
Mehmet II. İstanbul fethinin kendisine sağladığı güç ve şöhretten faydalanarak
fetih sırasında sadrazam olan Çan-darlı Halil Paşa’yı, kendisini İstanbul
fethinden alıkoymak hususunda gösterdiği muhalefeti bahane ederek onu Bizansla
işbirliği yapmakla suçlamış ve muhakemesi sonunda idam ettirmiştir. Bunda
kendisini ilk padişahlığından indirerek babası Murat Il ı tahta tekrar
çıkarmasından duyduğu kırgınlığın da tesiri olduğu muhakkaktır.
·
23
— Mahmut Paşa (ölümü 1474) devşirme suretiyle devlet hizmetine girmiş bir ve
zirdir.
Fatih, Çandarlı HalilPaşa’yı öldürttükten sonra vezirlerini genellikle
devşirmelerden seçmiştir. Bunda yukarıdaki açıklamada değinildiği gibi
Os-manoğullan soyuna bir rakip çıkmasını önleme gayretinin bulunduğu
düşünülebilir. Mahmut Paşa yazarın dediği gibi Çandarlı’nın ölümünden sonra
beylerbeyi görevi ile beraber vezirlik görevini de yürütmüş değildir. Rumeli
Bey-lerbeyliği’ne 1456’dan sonra yani Belgrat muhasarasından sonra vezir
olmuştur.
XXVII
MAKAM DEĞİŞİKLİKLERİ SADARET - BAŞVEKÂLET
Abdülmecid’in
padişahlığının ilk zamanlarında devlet adamlarından birisi tarafmdan yazılan
bir ıslahat tasarısında deniliyor ki: Gerçek zorunluk olmadıkça sık sık görev
değiştirilmesi ve lüzum yokken memurların azil ve değiştirilmesi hükümetin
idare usulünü bozar. Özellikle içişleri, dışişleri, askerlik ve mâliyenin bakan
ve büyük memurları kusur ve kabahatleri görülmedikçe azil olunmamaları,
yerlerinden alınması gerektiğinde el değişmesiyle iş değişmemeli yani giden
zamanında konan iyi usulleri gelen keyfi istediği gibi gelişi güzel
değiştirme-meli, düzen ve ilerlemenin garantisi olan takip fikri devam ederek
birinin yaptığını biri bozmak suretiyle işler yarıda kalmamalıdır. Tasarı
sahibinin bu arada sadrazamlık makamından söz etmemesi terbiyesinden olsa
gerektir. Halbuki sadrazamlık makamı (padişahın) kesin vekâletini taşıması
dolayısıyla idare şubelerinin bağlantı merkezi ve hükümetin düzenleyicisidir.
Bu itibarla devamlılığa en fazla ihtiyacı olan yerdir.
Bu
tasarı sahibinin tavsiyelerinin ne dereceye kadar gözönünde bulundurulduğunu
araştıralım: Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışından (1255-1839) Mehmet Reşat
Han’ın tahta çıkışına kadar (1327-1909) geçmiş olan yetmiş iki kameri yıl
içinde sadrazamlık otuzüç kişi arasında değişmek suretiyle altmışbeş defa,
Seraskerlik makamı otuziki kişi arasında değişmek suretiyle ellidokuz defa,
dışişleri bakanlığında yirmi iki şahıs arasında değişmek suretiyle elli defa
değişiklik yapılmıştır. Bazen kaldırılarak bazen yeniden kurulan içişleriyle
maliye bakanlıklarını şimd’lik dikkate almayalım.
Bütün
bu değişikliklerin sebepleri ne idi? Devletçe buna zorunluk varını idi?
Meşrutiyet usulü ile idare olunan memleketlerde güvensizlik oyu almaları
halinde bakanların düşmesi parlamento cilvelerinden ise de büyük
imparatorluklarda mühim ve büyük makamların sahipleri uzun müddet makamlarında
devamlı kaldıkları bilinen işlerdendir.
Herşeyin
aslını bilmekle yükümlü olan tarih bilimi bu değişikliklerin gerçek sebeplerini
tamamıyla öğrenemeyecek ve bazı araştırdıklarını şüpheli görerek sayfalarına
geçirecek ve bazılarına da bizden sonrakileri inandırmak zor olacaktır.
Yukarıda
bildirilen yetmiş iki senede sadrazamlık mühürüne sahip olan kişilerin aşağıda
yazılı cetveline bir göz gezdirdiğimizde sadrazamlıkları iki gün, bir hafta,
iki hafta, üç hafta sürenler olduğunu görürüz. Değişikliklerde dahi bazı
garipliklere rastlanmaktadır. Mesela İbrahim Sarım Paşa sarayda iftar edip
padişah tarafından koltuğuna girilecek kadar iltifat gördüğünü ertesi akşam
iftarına gelen misafirle-
L
rine anlattığı ve hepsi yükselmesine dua ettikleri sırada saraydan memur gelip
sadrazamlık mühürünü almıştı. Ne için? Doğrusunu Allah bilir.
Meşhur
Maksudiye Ham(l) davasında halk arasında dolaşan söylentilerin dinlenmesi,
dâvacı tarafından istendiği ve dilekçesi usulüne b göre Bâb-ı Meşihate
(şeyhülislamlık makamına) gönderildiği halde “Maksud” dilek anlamınadır,
Maksudiye Hanı “Murad Han” demek-tir(2), halk ağzında dolaşan söylentilerin
(tevatür) kuvveti peygamberlerin peygamberliği ve evliyanın keramet (olağanüstü
yetenekleri) biz-, ce tevatür olarak sabittir, buna dayanarak Bâb-ı Âli ile
Bâb-ı Meşihat,
Sultan
Murad’ı tahta çıkarmayı düşünüyorlar” şeklinde müzevirce düzenlenmiş bir iurnal
üzerine Sadrazam Mehmet Kâmil Paşa kimse ile görüştürülmemek suretiyle azil ve
Şeyhülislam Bodrumlu Ömer Lûtfi ; Efendi köşküne sürülmüş ve diğer bakanların
bir kısmı birer valiliğe tayin ile uzaklaştırılmıştı.
İstibdat
devirlerinde her devlette çekememezliğin ve saray ent-’ likalarının ve gelişi
güzel esen rüzgârın yüksek makamların değişikliğinde rol oynadığı tarihçe
bilinmektedir. Maksudiye Hanı iurnalini dü-i zenleyenlerin ne gibi çıkar elde
ettikleri o vakit etrafa yayılmıştı(3).
I
,
,
’
■
•
·
I Osmanlı
Devleti’nde başka çeşit sebeplerin de ortaya atıldığı olmuştur. Mesela ilk
terakki adımı olarak Rüşdiye okulları kurulmasına başlandığı vakit okunacak
coğrafya dersleri için çizilen haritaları Damat Said Paşa, şeriata uygun
olmadığı iddiası ile böyle şeyleri arzulayan Mustafa Reşit Paşa’yı gavurlukla
suçlamış, azledilerek devlet hizmetinde çalıştırılmaması için padişaha ısrarda
bulunurmuş. Said Pa-şa’nm bu hareketi bilgisizliğine verilerek damatlığı yüzü
suyu hürmetine bağışlanabilir; ömrünün son günlerinde derviş kılığına bürünerek
sadaka vermede ve fukara severlikte çok ileriye gitmesi iyi ahlakına ve
sözlerinin iki yüzlü olmayıp temiz kalpliliğinden ileri geldiğini gösterirse de
böyle kısa görüşlü kişilerin devlet kapısında sözü geçer olmasına gerçekten
üzülmek gerek. Çünkü paşa öyle nazik bir devirde defalarca bakanlıklarda ve
bakanlar kurulunda (Meclis-i Vükelâ) bulunmuş dört beş vilayette valilik
etmiştir.
Bu
yetmiş iki sene içinde sadrazamlık üç kerre başvekalete (başbakanlığa)
çevrilmiştir. Evvela 1254-1838’de ondört buçuk ay, ikinci defasında 1295-1877
yüzondört gün ve üçüncü defada ise 1296-1878’ de üçbuçuk sene kadar sürmüştür.
Bu unvan değişmesi esasa hizmet için olmayıp(4) göz boyamak içindir.
İkinci
defa meydana getirilişi en önemlisi olduğundan aşağıda anlatılmıştır:
Sadrazam
Hamdi Paşa memleketin içişlerini iyi bilir, denenmiş, kendi halinde,
iyiliksever ve devlete sadık idi. Avrupa’da hiç bulunmadığından meşrutiyet
idaresinin gerektirdiği şeyleri yakından bilmezdi. Ancak halk nazarında saray,
savaşın idaresine karışarak ordularımızın yenilmesine sebep olmakla
suçlandığından, Hamdi Paşa sarayın savaşa ve devlet işlerine karışmamasını,
bakanların sorumluluğu kuralının gereği şekilde uygulanmasını, Rus çarının
kardeşleriyle beraber savaş alanlarına geldiği halde padişahın Yıldız sığmağına
çekilerek milletin gözlerinden saklanmasının uygun olmayıp Dolmabahçe sarayına
gelerek halkın sevgisi ile korunmasını iyi niyetle ve sadakatle sunar ve
tavsiye edermiş. Bu akıl hocalığı padişaha ağır gelerek sadrazamlığı dört
haftaya varmadan azil ve valilik ile İstanbul dışına sürüldü.
Yerine
geçen Ahmet Vefik Paşa başbakan adıyla atanmıştır (1295-1877 I Safer). O sırada
Rusya ile savaş halinde idik ve 1293 zilhiccesinde (14 Aralık 1876) ilân olunan
Kanun-ı Esasi-Anayasa-gere-
ğince
mebuslar meclisi toplanmıştı. Ahmet Vefik Paşa’mn başbakanlığı hakkındaki
padişah buyruğu (Hatt-ı Hümayun) meşrutiyet reiimi kurallarına tamamen uygun
idi(*).
Sadrazam
unvanının Başvekile (Başbakan) çevrilinesi kanun-ı esasi (Anayasa) metnine
açıkça aykırı, olduğundan bu kanunun, söz halinde de olsa, padişah tarafından
böyle gelişi güzel değiştirilmesi mebuslar meclisinde şiddetli bir muhalefetle
karşılaştı. O zaman işittiğimize göre Ahmet Vefik Paşa kendisi bütün meclis
şubelerini dolaşarak açıklama yapmış ve söz anlaşmazlığından ibaret olan bir
meseleyi fazla, büyütmemelerini tavsiye ye daha fazla ısrar ederlerse “müşterek
bir felaket hazırlayacaklarım ve kuyularını kendi elleriyle kazacaklarını” '
anlatmış ise de mebusların birçoğuna bunu kabul ettirememişti.
!
İşin iç yüzüne gelince;
Ahmet Vefik Paşa’mn hükümetin başına getirilmesinden maksat coşan halkoyunu
okşamak ve söylenmeye başlayan mebusların ağzına bir parmak bal çalmak ve
imzalanması yaklaşan (barışta) dost devletlere hoşgörünmekti. Ahmet Vefik Paşa
direk 1
I
gibi doğruluğu ile meşhur, sert ve dürüst bir adamdı. Huyu bakımından müstebit
olduğundan ilk toplantı senesinde başkan olduğu mebuslar meclisinde keyfi ve
kanunlara uymayan hareketleri görülmüştü(5).
t
En yakın yüksek vezirim Ahmet
Vefik Paşa
1
Hamdi Paşa’mn azil ve
değiştirilmesine lüzum görünmüş ve kanunumuz gereğince bakanlarımızın
görevlerine ait işlerde teker teker ve genel işlerde topluca sorumlu-
İlıkları
tabii ve bu sorumluluk kuralı hükmüne göre bakanların kişisel sorumlulukları
altında yapılan işleri tarafımızdan tasdik olunmak üzere makamımıza sunmaları
gerekli olduğundan bunun dışında olan yani bakanlar kurulunca hazırlanan
hususların kararnamelerini ve millet meclisinin hazırlayıp Âyan meclisinin
onaylayacağı kanunları makamımıza sunmaya aracı ve bakanlar kuruluna başkanlık
etmek üzere sadrazamlık görevinin görülen lüzum üzerine kaldırılarak ona
karşılık bakanlar kurulu başkanlığı görevi getirilmesi uygun görüldüğünden
yararlığınız, yetenek ve doğruluğunuz dolayısıyla başbakanlık içişleri
bakanlığı da eklenerek size verilmiş olduğu gibi bakanlık görevleri,
başbakanlıkla birleştirilen içişleriyle Meşihat, Seraskerlik, Dışişleri, Deniz
kuvvetleri, Adliye bakanlıklarına, Devlet Şurası (Danıştay), Tophane Müşirliği,
Maliye ve Evkaf, Eğitim, Bayındırlık ve Ticaret bakanlıklarına bölünmüş olup bu
görevlere seçilmeleri tarafımızdan onaylanan kişilerin tayinleri
kararlaştırılmış olduğundan ilanına başlansın Allah başarılı kılsın.
1
Safer 1295 (1878)
Hattâ
bir kerre adliye bakam Cevdet Paşa’ya söz vermediği meşhurdur. Ancak, halkın
dedikodusu artıp ve mebuslar meclisi kürsüsünde artan şikâyetlere padişahlık
görevi hakkında şer’i ve meşruti görüşler karıştığından durum kötüleşmişti. Her
ne kadar Ahmet Vefik Paşa böyle dırıltıların hakkından gelecek vaziyette ise de
saltanat makamına karşı da bağımsızlığını korur ve ferman dinlemez tutumundan
asla vazgeçmezdi.
Padişah
iyi bir yol buldu. Mebuslar meclisini Ahmet Vefik Paşa’ya dağıttırdı. Sonra da
Ahmet Vefik Paşa’yı azletti. Paşanın mebuslara anlatmak istediği müşretek
felaket yerini buldu. Başbakanlığı iki buçuk ay sürmüştü.
Sultan
Abdülmecid’in tahta çıkışından Sultan Mehmet Reşad’m ölümüne kadar
sadrazamların atanma tarihlerini gösteren çizelge :
Abdülmecid
Han Devrinde
·
20 Rebiyülahar
1255-1839
·
8 Rebiyülahar
1256-1840
·
20 Şevval
1258-1842
·
23 Recep
1258-1842
7
Şevval 1262-1846
25
Cumazüyülûla 1264-1848
13
Ramazan 1264-1848
·
4 Rebiyülahar
1268-1852
·
15
Cumazüyülûla 1268-1852
·
20
Şevval 1268-1852
19
Zilkade 1268-1852
6
Şaban 1269-1853
3
Ramazan 1270-1854
·
2
Rebiyülevvel 1271-1854
·
16
Şaban 1271-1855
·
3
Rebiyülevvel 1273-1856
11
Zihicce 1273-1857
3
Rebiyülevvel 1274-1857
25
Cumadiyülûla 1274-1857
·
21
Rebiyülevvel 1276-1859
29
Cumadiyülevvel 1276-1859
·
16 Zilkade
1276-1860
Koca
Hüsrev Paşa Rauf Paşa (III. Defa) Darendeli İzzet Paşa (II. Defa) Rauf Paşa (IV.
Defa) Mustafa Reşit Paşa İbrahim Sarım Paşa
Mustafa
Reşit Paşa (II. Defa) Rauf Paşa (V. Defa)
Mustafa
Reşit Paşa (IİI. Defa) Âli Paşa
Damat
Mehmet Ali Paşa Giritli Mustafa Paşa Kıbnsh Mehmet Paşa
-
Mustafa Reşit Paşa (IV. Defa) Âli Paşa (II. Defa)
Mustafa
Reşit Paşa (V. Defa) Çiritli Mustafa Paşa (II. Defa) Mustafa Reşit Paşa (VI.
Defa) Âli Paşa (III. Defa)
Kıbnslı
Mehmet Paşa (II. Defa) Mütercim Rüştü Paşa Kıbnslı Mehmet Paşa (III. Defa)
Abdülaziz
Devrinde
·
23
Zilhicce 1277-1860
29
Muharrem 1278-1861
19
Cumadiyülûla 1278-1861
·
15 Recep
1279-1862
·
15
Zilhicce 1279-1863
·
21
Muharrem 1283-1866
6
Şevval 1283-1867
·
22
Cumadiyülahar 1288-1871
·
25
Cumadiyülûla 1289-1872
·
16
Şaban 1289-1872
·
17
Zilhicce 1289-1873
·
17 Safer
1290-1873
·
26
Zilhicce 1290-1874
19
Rebiyülevvel 1292-1875
·
24
Recep 1292-1875
·
17 Rebiyyülahar
1293-1876
Kıbrısh
Mehmet Paşa (Devam) Âli Paşa (IV. Defa) Fuad Paşa
Yusuf
Kâmil Paşa
Fuad
Paşa (II. Defa)
Mütercim
Rüştü Paşa (II. Defa)
Âli
Paşa (V. Defa)
Mahmut
Nedim Paşa
Mithat
Paşa
Mütercim
Rüştü Paşa (III. Defa)
Esat
Paşa
Şirvanizade
Rüştü Paşa
Hüseyin
Avni Paşa
Esat
Paşa (II. Defa)
Mahmut
Nedim Paşa (II. Defa) Mütercim Rüştü Paşa (IV. Defa)
Murad
V. Devrinde
·
9
Cumadiyülevvel 1293-1876 Mütercim Rüştü Paşa (Devam)
Abdülhamid
II. Devrinde
13
Şaban 1293-1876
·
2
Zilkade 1293-1876
21
Muharrem 1294-1877
7
Muharrem 1295-1878
1
Safer 1295-1878
15
Rebiyyülahar 1295-1878
26
Cumadiyülûla 1295-1878
·
3
Cumadiyülahar 1295-1878
9
Zilkade 1295-1878
9
Şaban 1296-1879
3
Zilkade 1296-1879
1
Recep 1297-1880
Mütercim
Rüştü Paşa (Devam) Mithat Paşa (II. Defa) Edhem Paşa Hamdi Paşa Ahmet Vefik
Paşa (Başvekil) Sadık Paşa (Başvekil) Mütercim Rüştü Paşa (V. Defa Sadrazam)
Saffet Paşa (Sadrazam) Tunuslu Hayrettin Paşa Ârifi Paşa (Başvekil) Said Paşa
(Başvekil) Kadri Paşa (Başvekil)
·
7
Şevval 1297-1880
13
Cumadiyülahar 1299-1882
24
Şaban 1299-1882
19
Muharrem 1300-1882
·
22
Muharrem 1300-1882
15
Zilhicce 1302-1885
29
Muharrem 1309-1891
2
Safer 1309-1891
15
Zilhicce 1312-1895
13
Rebiyülahar 1313-1895
·
18 Cumadiyülûla
1313-1895
6
Şaban 1319-1901
·
5 Şevval
1320-1903
·
23
Cumadiyulahar 1326-1908
·
8
Recep 1326-1908
·
22
Muharrem 1327-1909
·
23
Rebiyyülevvel 1909
Said
Paşa (II. Defa Başvekil) Abdurrahman Paşa (Başvekil) Said Paşa (III. Defa
Başvekil) Ahmet Vefik Paşa (II. Defa Başvekil) Said Paşa (IV. Defa Sadrazam)
Mehmet Kâmil Paşa (Sadrazam) Rıza Paşa (Sadrazam vekili) Cevat Paşa Said Paşa
(V. Defa)
Mehmet
Kâmil Paşa (II. Defa) Halil Rifat Paşa Said Paşa (VI. Defa) Ferit Paşa Avlonyah
Said Paşa (VII. Defa)
Mehmet
Kâmil Paşa (III. Defa) Hüseyin Hilmi Paşa Tevfik Paşa
V.
Mehmet Reşat Devri
11
Rebiyyülahar 1327-1909
15
Rebiyyülahar 1327-1909
30
Zilhicce 1327-1909
7
Şevval 1329-1911
·
10
Muharrem 1330-1911
7
Şaban 1330-1912
·
18 Zilkade
1330-1912
·
25 Safer
1331-1912
·
6
Recep 1331-1913
·
7
Recep 1331-1913
·
11
Rebiyyülahar 1335-1916
Tevfik
Paşa (Devam) Hüseyin Hilmi Paşa (II. Defa) İbrahim Hakkı Paşa Said Paşa (VIII.
Defa) Said Paşa (IX. Defa devam) Gazi Ahmet Muhtar Paşa Mehmet Kâmil Paşa (IV.
Defa) Mahmut Şevket Paşa Said Halim Paşa (Vekil) Said Halim Paşa (Sadrazam)
Talat Paşa
Bunlardan
Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Halil Rifat ve Mahmut Şevket paşalar sadrazamlık
görevi esnasında ölmüşlerdir.
AÇIKLAMALAR
1
— Maksudiye Hant İstanbul’da bulunan birçok eski iş hanlarından birisidir.
Sahipleri tarafından satılığa çıkarılmış ise de aralarında satışa razı
olmayanlar bulunduğundan ve başka sebeplerden satış işi uzamış ve muhakemesi de
sü-rümcemede kalmıştı.
2—
İş yeri manasına olan han ile padişahlar için kullanılan Han kastedilmiştir.
·
3
— Bu iurnali verenin sonradan şeyhülislam olan Cemaleddin Efendi olduğu ile
ri
sürülmüştür.
·
4
— Her ne kadar vezirazam, sadrazam ve başvekil aynı anlamda yani bakanlar
kurulu
başkanı anlamında ise de başbakanlık deyimi daha çok batıdaki parlamenter reiimlerde
uygulanan ve bakanların sorumluluğu ilkesine uygun olarak görev yapan
hükümetbaşkanlan için kullanılmakta idi. 1876Anayasasında bakanların
sorumluluğu bahis konusu olmadığı gibi Hükümet başkanlığı da sadrazam olarak
belirtilmişti. Yazar bu sebeple "esasa hizmet için olmamıştır"
hükmünü vermiştir.
5—
Bu iddia paşanın tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak halk arasında
yayılmış bir yakıştırma olduğu ilk mebuslar meclisi tutanaklarının incelenmesinden
anlaşılmaktadır. Gerçi paşanın mecliste bazı mebuslara usûl bakımından sert
uyanlarda bulunduğu görülmekte ise de bunlar yazarın ileri sürdüğü gibi
kanunsuz ve keyfi davranışlar değildi. Adliye vekili CevdetPa-şa’ya söz
vermeyişi de usûle uygun idi.
XXVIII(31)
1295-1878
SENESİNDE SADRAZAMLIK DEĞİŞİKLİKLERİ
1295
hicret senesinde (miladi 1878) benzer bir bunalım yılı tarihimizde henüz
görülmemiştir. XI. hicret asrı (miladi i XVII. y.y.) sonlarında Viyana’nıri
ikinci kuşatmasıyla başlayıp dörtlü ittifak devletleriyle (Avusturya, Venedik,
Lehistan, Rusya) genel savaşa sebep olan uzun seferin en ağır devresi
(1100-1688) yılına rastlar. Bu yılın durumu 1295-1878 yılma nazaran daha
ucuzdu(32).
1295-1878
yılı yedi sadrazam görmüş olduğundan bu değişikliklere sebep olan olaylar
hakkında duyduklarımızı, bildiklerimizi ve gördüklerimizi kısaca bildireceğiz.
1295-1878
hilâlinin(l) doğuşu, olayların doğuşuna ayın ilk günkü parlaklığı yerine
uğursuz karanlıklar ve acılar getiriyordu. Rus savaşı çok kötü şartlar altında
sona yaklaşmakta, Plevne’nin düşmesi ve Gazi Osman Paşa ile ordusunun esir
olması üzerine Rus orduları pervasızca Meriç ovasına yayılıyor ve Balkanları
kolayca aşarak Edirne’ye doğru yürüyordu. Rumeli’de bulunan askeri
birliklerimiz yılgınlık ve bozgunluk etkisi ile hiçbir yerde tutunamayarak
yerlerini bırakıp perişan halde kıyılara ve iskelelere koşuyorlardı. Savunmanın
ümit ve imkânı kalmamıştı. O günün coğrafi durumuna göre, Rumeli için ileride
Tuna Nehri ve geride Balkan (dağlari)lardan başka savunma hattı kurulmasına
lüzum görülmemiş olduğundan Balkanları (Balkan dağlarını) aşan bir düşmana karşı
İstanbul yolu tamamıyla açıktı. Ruslar zahmetsizce Edirne’yi ele geçirdiler.
İstanbul’a doğru ilerlemelerine engel yoktu. Düşman işgaline uğrayan köy ve
kasabalardaki İslam halkı Bulgarların zalim kılıcı ve intikamı karşısında Rus
ordusu tarafından korunmadığından, canlarını kurtarmak için çoluk çocuklarıyla
beraber evlerini ve yurtlarını bırakarak göçmeye ve kaçmaya başlamış, çok
şiddetli kış dolayısıyla yollarda döküle saçıla İstanbul’a koşuşuyorlardı.
Meşrutiyetle
idare olunan devletlerde savaş devam ettiği esnada parlamento görüşmelerinin
tatil edilmesi usüldendir(ö). 1293-1876 zilhiccesinde (14 aralık) ilan edilen
anayasa hükmü gereğince mebuslar meclisi vazifesini henüz yapmaya başladığından
savaş dolayısıyla mebusları toplamamak işe daha uygun ise de Avrupa’yı
meşrutiyetin ciddiyetine inandırmak azminde olan Osmanlı Hükümeti iyi niyetini
bir kerre daha göstermek için sakıncasına bakmayarak seçimleri yapmış ve
mebusları toplamış idi.
Rus
ordusunun hızla ilerlemesi korku yaratıyor ve askerlerimizin perişanlığı ve
göçmenlerin sefilliği üzüntü ve genel heyecanı artırıyordu. Birbirini kovalayan
yenilgiler, iş başındakilerin yetersizliğine, savaş hareketlerine saraydan
karışılmasına, kumandanlara birbirine uymayan ayrı emirler verilmesine
yorularak halk arasında bakanlar ve saray mensuplan aleyhine itirazlar,
suçlamalar dolaşıyordu. Mebuslar meclisi halkın hislerine bayrak tutuyor,
komisyonlarda ve genel kurulda açıktan açığa ortaya konulan şikâyetler ve
kötülükler halkı bir kat daha heyecanlandınyordu. Savaşın ilanında sadrazam
olan Edhem Pa-şa(7) Avrupa’da eğitim görmüş bilgili bir kimse ise de hiddetli,
çabuk kızan bir huya sahip olduğundan mebuslarla ilişkilerinde yatkın
olamayışından ve savaşın bütün kötülükleri ve dertleri sadrazamlığı zamanında
meydana gelmesinden dolayı 1295-1877 senesi Muharreminin yedisinde azil
olunarak padişah mühürü içişleri bakanı Ahmet Hamdi Paşa’ya verildi.
Haindi
Paşa politikanın inceliklerini bilen dâhilerden değilse de idare işlerinde
tecrübeli, doğruluk ve gayreti ile tanınmış ve toplantılarda sağlam ve doğru
görüşleriyle tanınmıştı. Sultan Abdülhamid II. halkın ve mebusların sövme ve
yerme oklarına kendisinin hedef olduğunu adamları (iurnalcileri) atacılığı ile
öğrendiğinden başkanları olan Mithat Paşa’yı uzaklaştırdığı® (21 Muharrem
1294-5 Şubat 1877) Yeni Osmanlılar grubunun kendini padişahlıktan indireceği ve
V. Murat’ı tekrar tahta çıkarmak için uğraşmaktan ve yalanlar yaymaktan geri
kalmadıkları kanaatine saplanmıştı. Bu sebeple savaşın idaresine karışmak,
mağlubiyet ve felakete sebep olmak lekesinden kurtulmak ve halk oyunu buna
inandırmak için hiçbir girişimden geri kalmıyor, fakat Dolma-bahçe Sarayı’ndan
Yıldıztepesi’ne çekilerek sarayın etrafmı askerle çevirerek Yeni OsmanlIların
muhtemel ihanet girişimlerine karşı korunma çareleri almaya dikkat ediyordu.
Gerçi
halkın endişesi ve kaynaması yerinde idi. Sekiz on ay içinde Rumeli’nin düşman
ayağı altına düşmesine, düşmanın başkentin kapılarına doğru atılmasına
üzülmemek mümkün değildi. Bozgunun asıl sebeplerini ipceden inceye tetkik
edemeyen ve derinliğine inemeyen halk, Sultan Murad padişah ve Mithat Paşa
sadrazam olsa idi bu felaketler başımıza gelmezdi gibi bir düşünceye ve akıma
uyarak savaş idaresinde yapılan hataların büyük kısmım Yıldız Köşkü’ne
yüklüyordu. Diğer taraftan devletin bu acıklı halinden en fazla üzgün ve
kederli olması gereken padişah kendi (saltanat) kaygısına düşmüş gibi görünerek
ve İstanbul tarafına ayak atmamak ve Yıldız’da gizlenmek durumunu takınarak
halktaki şüpheleri vurguluyordu. Sonuç olarak milletle saltanat arasında
ayrılık ve gaynhk meydana geliyor ve gittikçe gerginleşiyordu.
Sadrazam
Hamdi Paşa şu olağanüstü durum içinde sağlam duruyor ve bir yandan mebusları
yatıştırmaya bir taraftan da padişahı inan1 dırmaya çalışıyordu.
Rusya’nın saldırgan ordularının yolunu kapamanın mümkün olmadığı
anlaşıldığından mütareke yapmak ve barış şartlarının esaslarını anlamak üzere
dışişleri bakanı Server Paşa ile eski mareşallerden Namık Paşa delege tayin
edilerek trenle Edirne’ye ve oradan Kızanhk’ta(9) bulunan Grandük Nikola(10)
yanma gönderildi.
Başkumandan
Grandük Nikola esas barış şartı olarak Rusya Hükümeti adına altı madde ileri
sürerek bu maddeler kabul edilirse mütareke yapılabileceğini bildirdi. Bu altı
şart şunlardı: Evvela; Tunavila-yetinden ve Edime, Selanik vilayetlerinin bazı
liva ve kazalarından oluşan ayrıcalıklı (imtiyazlı) bir Bulgaristan Prensliği
kurulması, ikinci olarak Karadağ’ın sınırlarının genişletilmesi ve
bağımsızlığı, üçüncüsü Memleketeyn (Romanya) ve Sırbistan (Yugoslanya)
beyliklerinin topraklarının genişletilmesi ve bağımsızlıkları, dördüncüsü Bosna
ve Hersek eyaletleri özerk idare altına alınması ve Avrupa kıtasında bulunan ve
halkı Hıristiyan olan diğer vilayetlerde de bu şekilde ıslahat yapılması,
beşincisi Rusya’nın savaş masraflarının para olarak veya başka bir suretle
ödeneceğinin Osmanlı Devleti tarafından garanti edilmesi, altmcısı; Akdeniz ve
Karadeniz Boğazları’nda Rusya’nın hak ve menfaatlerini padişah ile Rus
imparatorunun görüşerek aralarında kararlaştırmaları.
Bu
şartlar gayet ağır olmakla beraber delegelerimiz tarafından çaresiz kabul
edilerek mütareke anlaşması imzalandı; fakat delegelerin anlaşmayı Kızanlık’tan
İstanbul’a getirirken beş altı gün geçtiğinden bu süre içinde Ruslar çatışmayı
durdurmayarak Çatalca’ya kadar gelip dayandılar. İstanbul’un heyecanı bir kat
daha artmış ve Rus askerinin şehre girmesi gerçekleşirse padişahın Gelibolu’ya
gitmesi bakanlar kurulunda birgün görüşülmüştü. Gelibolu’nun seçilmesi Doğu Rumeli
ordusu artıklarının kumandanları Süleyman Paşa ile beraber orada bulunmasından
ve İngiltere’nin donanmasının yardımından hâlâ ümit kesilmemiş olmasından ileri
gelmekte, aynı zamanda Bolayır istihkâmları kuvvetlendirilerek Selanik tarafına
çekilmiş olan askerî birliklerin ve Anadolu’dan sağlanacak diğer kuvvetleri
buraya getirilerek orada yeni bir dayanak noktası teşkil edilebileceğinin
düşünülmüş olması idi. Bakanlar kurulunun çoğunluğu teklifi şiddetle
reddettiler.
Sadrazam
Hamdi Paşa geçmişe üzülmenin faydasızhğından ve devletin geleceğini kurtarmaya
çalışılması lüzumundan bahsederek ümitsizl-'k göstermemesinden bu cesur tutumu
padişahın hoşuna gidiyor ve iltifat görüyordu. Ortalıkta dolaşan ve günden güne
şiddetlenen dedikodular sonucunda tehlike açık ve milletle saltanat (padişah)
arasındaki şüphe ve yanlış anlamalara son verilmesi gereği açık olduğundan
sadık sadrazam vatanseverlik sebebiyle birgün padişahın huzurunda: “Yıldız
Sarayı’nda saklanarak oturmanın zamanı değildir; devletiniz büyük bir tehlikeye
uğradı, düşman başkentinize kadar geldi, böyle çekinme ve saklanma halinden
çıkıp Beşiktaş Sarayı’na(ll) geçerek sadık vatandaşlarınızın sevgisi ile
korunmayı düşünmelisiniz, padişahlık ödeneğinizden para vererek devlet
mâliyesinde gerçek bir tasarruf yapılmasına yol açmalısınız” anlamında sözler
söylemek ve akşam da özel bir tezkere ile sözlerini yazı ile vurgulatmak gibi
fedakâr bir davranışta bulundu. Sultan Abdülhamid sadrazamın sözlerinden derhal
kuşkulanıp Beşiktaş Sarayı’na göçmenin tahttan indirilme niyetini
kolaylaştıracağı kuşkusu aklına geldiğinden, bu önerinin böyle bir gizli
maksadın gerçekleştirilmesi için hazırlanmış bir aldatma başlangıcı manası
vererek Hamdi Paşa’dan soğudu ve sadrazamlığının yirmibe-şinci günü öyle temiz
ve sağlam yürekli bir veziri azil ile sadrazamlık mühürünü Eğitim Bakanı Ahmet
Vefik Paşa’ya verdi (1 Safer 1295-1878).
Ahmet
Vefik Paşa ağır hükümet yükünü taşıyabilmek için sadrazamlık unvanının
başvekâlete çevrilmesini, meşrutiyet usulü gereğince kabinenin yeniden
kurulmasını, bakanların sorumluluğu(12) kuralının konmasını ve bu kurala
uyularak devlet işleri hakkında sunulacak önerilere izin verilmesini şart
koşmuş ve bu şartlar padişah tarafından uygun bulunarak yayınlanması gelenek
olan Hatt-ı Hümayun’da (padişah bildirisi) da uygun bir şekilde işaret
edilmişti. Eski bakanlardan milli fikirlere eyilimli olan sadrazam Hamdi Paşa
Aydın, Devlet Şurası (Danıştay) başkanı Kadri Paşa Şivas ve Evkaf bakanı Cevdet
Paşa Suriye valiliklerine tayin edilerek İstanbul’dan çıkarılmışlardı.
Ahmet
Vefik Paşa’nın başvekâlete gelişi devletin en bunalımlı zamanına rastlıyordu.
Grandük Nikola esas barış şartlarını dikte ettirir gibi Osmanh Devleti
delegelerine kabul ve imza ettirmiş ve Büyükçek-mece’de bir mütareke hattı
tayin ederek başkenti abluka altına almış; İstanbul’a gelen ikiyüz bini aşkın
Rumeli göçmeni kar ye buzla kaplı sokak ve meydanlara sefil ve perişan
yayıldığından şiddetli soğuk ve donmaktan kurtarılarak barınmaları için özel ve
genel barınaklarla beraber bazı camiler de ayrılmış; arazi kayıpları ve
olağanüstü savaş masraflarından dolayı devlet gelirinin büyük kısmı
toplanamadığından devlet hâzinesi anlatılması mümkün olmayan bir sıkıntıya
uğramış, kâğıt paranın değeri günden güne düşerek(33) ve günlük ihtiyaçlarda meydana gelen pahalılık
dolayısıyla geçim zorlaşarak ekmekçi fırınlan kapanmaya başlamıştı. İstanbul
halkı özellikle “Mevkib-i hümayun” adıyla kuru-lan(34) milis askerleri (gönüllü taburları) Fatih ve
Bayezıt ve Sultanahmet meydanlanndan ve Sirkeci istasyonundan yarı donmuş
göçmen çocuklarını sırtlarında evlerine taşıyarak kendi sıkıntılarına bakmadan
yavrucukların yiyecek ve giyeceklerini sağlamaya gayret etmekte iken yüreklere
saçılan zehirli acının tesirleri mebuslar meclisinin gürültülü seslerini
göklere çıkarmış ve daha ilk gününde Ahmet Vefik Paşa ile milli meclis arasında
büyük bir anlaşmazlık meydana gelmiş idi. Anlaşmazlığın kökü anayasada açıkça
belirtilmiş olan Sadrazamlık unvanının durup dururken başvekâlete çevrilmesi
konusu idi. Paşanın ısrarı ve mebusların coşkunluğu anlaşmayı imkânsız bir
dereceye vardırmıştı.
Başvekil
Paşa tuttuğunu koparır, cerbezeli ve korkusuz bir kimse olduğundan mebuslar
meclisini dağıttı(13). Meclisin son günlerinde görüşmeler korkulu bir yola
girmiş, hükümetin faaliyeti, padişahın görevleri hakkında şeriat ve politik
bakımdan bazı fikir ve görüşler ileri sürülerek hükümetin hukukî varlığını
kaybettiği şeklinde sözlerin alkışlanması Sultan II. Abdülhamid’in kuşkularını
artırmış, huzur ve rahatını kaçırmıştı. İşte anayasaya ettiği yemine aykırı
olarak mebuslar meclisini otuzbir sene çalışmasını önlemesi bundan
dolayıdır(14). Padişah mebusların dişlilerinden Rasim Bey (Edime) Menekşelizade
Ahmet Efendi(15) (İzmir) Yusuf Efendi (Kudüs) gibi ileri gidenleri yeni ilân
ettirdiği sıkı yönetim kararnamesine uyularak harp divanında yargılanarak
cezalandırılmalarını istemek suretiyle onlardan intikam almayı düşünmüş ise de
Ahmet Vefik Paşa o kadar şiddet gösterilirse anayasanın en mühim eseri olan
parlamentonun onuruna dokunulduğu yolunda halkın zihnini karıştırıcı sözler
ortaya çıkar, bu türlü dedikodulara yer verilmemeli, maksadın temini için
isimleri bilinen mebusların memleketlerine gönderilmesi(16) ile yetinilmelidir
diyerek bakanlar kumlunda bu anlamda bir rapor düzenleyerek padişahı da buna
razı eder. Toplanması mümkün olan gelirlerden devlet hâzinesine para sağlarken
başkentin sıkıntısını gidermek için göçmen ailelerini Anadolu yakasına
göndermeye başlar, askeri dairelerin ve halkın ihtiyaçlarını kolaylaştırmaya
çalışırken fırınlara para yardımı yaparak ekmek yapımını durdurmaktan kurtardı;
korkusuz atılmaları ve zorlukları yenici çalışmalarıyla mahzun kalplere biraz
su serpti.
En
büyük mesele Rusya barışı idi. Grandük Nikola’nın ileri sürdüğü altı esas barış
şartlarından Rusya’nın maksadı anlaşılmış idi. Mütarekenin imzalanmasından
sonra Server ve Namık paşaların delegelikleri sona ermiş olduğundan barış
şartlarını görüşmek üzere Devlet Şurası Başkanı Saffet Paşa ile Berlin Büyükelçisi
Sadullah Bey(17) yeniden delege seçildi. Sadullah Bey’in Berlin’den gelmesine
kadar vakit geçmemesi için, Saffet Paşa yalnız olarak Edirne’ye gönderildi. Rus
delegeleri de General İgnatiyef ile M. Nelidof idi. General İgnatiyef uzun
müddet Osmanlı Devleti’nde Rus büyükelçisi iken açık düşmanlığı, tepeden inme
ve küçük görme gibi devletimizin her zaman haysiyetini kırmaya, devlet
yapısının yıkılmasına çalışan ve savaşın dert ve felaketlerini hazırlayan ve
çabuklaştıran adamdı.
Saffet
Paşa’nm, Edirne’ye varmasından sonra görüşmeler başlamış, Rus delegelerinin
sert davranışlarına, küçük düşürücü, kötüleyici söz ve tutumlarına katlanarak
devlet için bazı menfaatler sağlamaya çalışırken İngiltere elçisi M. Layard
İstanbul’da bulunan İngiliz uyrukluların çıkması mümkün olaylarda can ve
mallarını korumak içiiı İngiltere’nin Akdeniz donanmasından bir filonun
İstanbul’a gelmeye emir aldığını ve bunu dostluk içinde olacağı hakkında Bâb-ı
Âli’ye bir nota verdi.
Bu
ani bildiri Osmanlı Hükümetine “zad fi el-tanbur nağmet el-uhra” “tanburuna
yeni bir nağme ekledi” gibi garip göründü. Çünkü İngiltere Devleti’nin şimdiye
kadar takip ettiği tarafsızlık politikasından çıkıp çıkmayacağına ve çıktığı
takdirde de takip edeceği hareket tarzına yani Osmanlı Devleti’ne karşı
gösteregeldiği iyi dostluğun görüntüsünü gösterip göstermeyeceğine ve
Marmara’ya donanmasının girmesinin dostça olacağı kesin ise de asıl maksadın ne
olduğu yolunda Osmanlı Hükümeti’nin ön bilgisi olmadığından zihinleri
tırmalayan konu İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’ndan içeri girerse Rusların
saldırısı ve şiddeti artarak İstanbul’u işgale teşebbüs etmesi ve sonra da
çözümlenmesi mümkün olmayacak olaylara ve zorluklara sebep olması düşüncesi
idi. Halbuki İngiltere parlamentosu vaktinden evvel açılmış ve kraliçenin resmi
nutkunda (parlamentoyu açış nutku) “doğuda savaş ne yazık ki uzayarak
beklenmeyen bazı olaylar ortaya çıkmasıyla bunların bizi güvenlik tedbirleri
almaya zorlayacağını saklayamam. Bu tedbirlerin yerine getirilmesi gerekli
hazırlıkların yapılmasına bağlı olduğundan bunun için lüzumlu sebeplerin
sağlanması hususunda parlamentonun kolaylık göstereceğine güvenim tamdır”
denilmiş ve İngiltere Başvekili Lord Beaconsfield (Beniamin Disraeli) elçimiz
Muzurüs Paşa’ya ümit verici gizli bildiride bulunmuştu.
Bunlar
yavaş yavaş İstanbul (hükümeti) tarafından haber alınarak ve İngiltere’nin
Marmara’ya donanma sokmasının maksadı Osmanlı Devleti ile ittifak andlaşması
yapmak ve savaşa katılmak olmayıp her türlü ihtimale karşı bir güvenlik
tedbirinden ibaret olduğu Petersburg kabinesi (Rus hükümeti) tarafından
anlaşıldığından korkulan karışıklıklar ve yanlış anlamalar giderilmiş, fakat
İngiliz filosu Akdeniz Boğa-zı’m (Çanakkale) geçerek Mudanya açıklarında
demirleyince Grandük Nikola İstanbul’a asker sokmak sevdasından vazgeçmekle
beraber mütareke sınırını geçmiş Çekmeceleri ve Ayastafanos’u (Yeşilköy) işgal
ile burayı kendisine karargâh yapmıştı. Bu suterle mütareke çizgisinden
ilerleyerek hükümet merkezinin pek yakınlarına sokulan Rus askerlerine karşı Osmanlı
ordusu tarafından yeni bir savunma hattı kurulmasına ve sığmak yapılması gibi
savunma tedbirlerine başvurulmuştur.
İşler
bu suretle düzelinceye kadar Osmanlı Hükümeti hayli telaş etmiş, hattâ birgün
yeni ve eski bakanlardan, sivil, asker ve bilim adamlarından oluşan büyük bir
saltanat meslisi kurularak Rus ordusu İstanbul’a girmek isterse savaşarak
savunmak mı yoksa bir anlaşma yolu ile onların şehre girmelerine izin verilmesi
mi daha uygun olacağı hususu padişahın huzurunda görüşülmesi emredilmişti.
Meclis toplanacağı sırada padişah “Rus askerinin İstanbul’a girmesini hoş
görmem. Askeri kumandanlarımız korkaklık gösteriyorlar, ben şahsen hiçbir
fedakârlıktan çekinmem. “Sancak-ı Şerif’i çıkarıp Rus ordusu üzerine varmaya
hazırım” dediği Ahmet Vefik Paşa saraya geldiğinde kendisine bildirilince“o
sözler cilvedir, maksat bizi denemedir, biz işimize bakalım” diyerek gülümser
bir tavırla yürüyüp meclise girmiştir.
Grandük
Nikola Ayastafanos’u (Yeşilköy) karargâh yaptıktan sonra devlet şurası
başkanlığından dışişleri bakanlığına atanan Osmanlı delegesi Saffet Paşa’yı
Edirne’den Yeşilköy’e getirtti. îkinci delege
Berlin
Büyükelçisi Sadullah Bey (Paşa) o sırada İstanbul’a geldiğinden o da Yeşilköy’e
gönderildi. Barış görüşmeleri orada yapılmış ve kararlaştırılan şartlar üzerine
andlaşma orada imza edilmiştir 28 Safer 1295-3 Mart 1878.
Bu
andlaşma gereğince Karadağ ve Sırbistan Beyliği toprakları genişletilerek
bağımsız devletler sırasına giriyorlardı. Memleketeyn (Romanya) Beyliğinin
bağımsızlığı da onaylanıyordu. Bulgaristan gayet geniş bir sınır içinde Osmanlı
Devleti’ne vergi veren bir Hıristiyan prenslik haline konuluyordu. Bosna ve
Hersek vilayetleri özerk bir idare haline getiriliyordu. Savaş tazminatı
karşılığı olarak Anadolu’da Ardahan, Kars, Batum, Bayezit sancaklarıyla
Soğanlı’ya kadar olan yerler, Rumeli’de Dobrıca bölgesi Rusya’ya bırakılıyordu.
Rusya bu Dobruca bölgesini Romanya’ya bırakarak buna karşılık Paris
Andlaşmasıyla, Be-sarabya’dan ayrılarak Memleteyn’e katılan küçük bir bölgeyi
alma hakkım koruyordu. Andlaşma metninde Girit’ten ve Ermenistan’dan ve
Ay-naroz manastırlanndan(18) konu ediliyor fakat boğazlar hakkında mevcut eski
andlaşmalan değiştiren yeni bir hüküm getirilmiyordu.
Ayastafanos
Andlaşması Sivastopol seferinin bol bol acısını çıkardığı kadar Panislavizmin
kesin galibiyetini gösteriyordu. İçindekiler Avrupa devletleri tarafından
öğrenilince, her birinin çıkar ve maksadına ve görüşüne göre anlayışlar ve
ihtiraslar uyandırdı; genel siyasi durumu gereği gibi geliştirdi. Evvela İngiltere
Hükümeti harekete geçti. Ilımlı ve ileriyi düşünen Lord Derby dışişleri
bakanlığından azledilerek yerine Lord Salisbury(19) atandı. Marquis de
Salisbury 10 Nisan 1878 tarihli genel bildirisinde Ayastafanos Andlaşmasını
madde madde kuvvetli itirazlarla baştan aşağı çürüterek 1856’da
devletlerarasın-da kararlaştırılmış olan Paris Andlaşması hükümlerinin ancak
müttefik devletler tarafından değiştirilebileceğini ve Rusya’nın kendi kendine
onu değiştiremeyeceğini veya hükümsüz sayamayacağını ileri sürü-yorve Paris
Andlaşmasını imza eden devletleri yeniden bir kongre yapmaya çağırıyordu. Bu
bildiri politika çevrelerinde bir yıldırım tesiri yaptı. Özellikle Başbakan
Lord Beaconsfield (Disraeli) fikrini saklamayarak Cebelitarık ve Malta
savunucularını çoğaltmaya ve donanmayı seferi hale koymaya, Hint süvarilerinden
birkaç birlik getirmek gibi savaş hazırlıklarına kalktı ve İngiliz basını da
gürültülü ve şiddetli makalelerle hükümetin bu tutumunu destekliyordu.
Rusya’nın Doğuda tek başına söz sahibi olması İngiliz çıkarlarına dokunduğu
şüphesizdi. Almariya
başvekili
Prens Bismark İngiltere’nin görüşüne derhal katıldı. Fransa, Avusturya ve
İtalya hükümetleri de Ayastafanos Andlaşması şartlarının bir kongrede yeniden
bahiskonusu edilmesi hakkında birleştiler.
Çarlık
makamının İslav ve Ortodoks dünyasında kazandığı büyük Şeref ve haysiyete,
İngilizlerin vurduğu bu darbelere dört büyük devletin, özellikle Bismark’m
yardım etmesiyle Rusya Devleti yelkenleri indirmeye mecbur oldu. Hattâ kongrede
uzunuzadıya münakaşalara meydan verilmemesi için İngiltere’nin isteğine uygun
olarak Rusya başbakanı Gortchakov (Gorçakof) Ayastafanos Andlaşması
hükümlerinden hangilerinin ne suretle değiştirileceğine razı olduğunu önceden
devletlere bildirdi. Bu olup bitenler OsmanlıDevleti’nin hoşuna gidiyordu.
Yenilgisi dolayısıyla zorla kabul ettiği bu andlaşma hükümlerinin kongrede
insaflı şekilde görüşülerek kendi çıkarına uygun olarak değiştirileceğini haklı
olarak ümit etmekteydi. Fakat büyük devletlerin bu hayırlı girişimlerinde bazı
özel çıkarların ve siyasi kinlerin saklı ol-duğu derhal ortaya çıkıverdi.
-
;'
Bismark’m
Bosna-Hersek ayaklanmasından beri Rus politikası-na destek olması ve elaltından
savaşı körüklemesi çıkacak savaşta Os-manlı Devleti ezilse bile Rusya’yı yorgun
düşürmek amacından ileri geliyordu. Avusturya Hükümeti Macarların Türklere
karşı olan sevgi ve ilgilerinden(20) dolayı savaş sırasında ileri atılmadıysa
da Osmanh ül- ■« kelerinin Rusya tarafından böyle ele geçirilmesinden
kendisinin eli boş kalmasını uygun bulmadığından İstanbul’daki elçisi aracılığı
ile gayet *7 hak koruyucu görünerek Bosna ve Herkes bölgelerinin idaresinin geçici
olarak kendisine bırakılmasını Bâb-ı Âli’ye bildirdi. Yunanistan da
dekdurmayarak Tesalya ve Epir bölgelerinizi) elegeçirmek ve kongrede bahis
konusu ettirmek maksadıyla sınırlarda fesad ve ihtilal hareketlerine başladı.
İngiltere Devleti Kıbrıs Adası kendisine bırakılmak şartıyla Osmanlı Devleti
ile bir savunma ittifakı yapmayı çok gizli olarak ısrarla istedi. Bu teklifinin
kongrenin toplanmasından evvel kabul edilmesinde ayak diredi. Osmanlı ülkeleri
yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu.
I
Başvekil ve İçişleri Bakanı Ahmet Vefik Paşa kuvvetli bir azim
■
sahibi olup iç ve dışta çeşitli zorlukları cesurca karşılayarak devlet gemisini
kurtarmaya çabalamakta iken iurnalci entrikasına kurban ola-
*
rak azlolundu (15 Rebiyülahar 1295-1878)(22).
Sultan
Abdülhamid II. doğuştan kuşkulu, amcasının (Abdûlaziz) ve büyük kardeşinin (V.
Murad) kolayca tahttan indirilmeleri, bakanlarına karşı güvenini yitirmiş ve
kendisinden evvelki padişahların başına gelen sonuca kendisinin de uğramak
kuşkusu zihninde iyice yer etmişti. Bu geniş ülkelerin kaybedilmesinden üzgün
olan halk, yenilginin sebeplerini Yıldız (Sarayı) büyüklerine yüklediğinden
padişah gerek kendi şahsına ve gerek yakınlarına karşı halkın nefret duyduğunu
ve en küçük bir sebeple tahttan indirilebileceğini bildiğinden yerini korumak
için her türlü korunma tedbirine başvuruyordu. Bundan dolayı etrafını güvenilir
adamlarla çevirmeye dikkat ederek şöhretli ve şöhretsiz kimseleri rütbe ve
hediye ile doyurarak kendine bağlamak hevesine düşmüştü. Böylece padişah
sarayına sokulanlar padişahın bu kuşkusunu öğrenince ona dokunacak en ufak
haberleri bile duyurmayı görev saydıkları ve bu haberlerinden dolayı ödül
aldıkları gibi birtakım iki yüzlüler yalanlar uydurarak sizi falan tahttan
indirecek ve şu suretle yapacak anlamında iurnaller sunarak padişahın zihnini
büsbütün karıştırmaya ve perişan etmeye başlamışlar, en fenası da bu gibi
yalancıların yalanları meydana çıktığı halde bile cezalandırılmıyorlar, aksine
takdir olunduklarından uydurma bozgunculuğu ve iftiracılığı önleyecek bir engel
ve utanma kalmamıştı. Padişah kuşkusunu artıracak aşağılık bir yalanı bile gerçek
saymakta idi.
Ahmet
Vefik Paşa “bakanların çoğunluğu ile anlaşarak veliahd şehzade Reşat Efendi’yi
Osmanlı tahtına çıkarmak niyetini taşıdığı ve Şehremini Ahmet Rasim Paşa
aracılığı ile İstanbul’da bulunan göçmenlerin azgınlarından ölüme susamış binlerce
zorbayı kötü düşüncesini uygulamada kullanmak için etrafına topladığından bu
gizli teşebbüsün zamanında önlem alamazsa sonucunun fena olacağı” anlamında bir
iurnal sunulduğundan bir soruşturma lüzumu duyulmadan Ahmet Vefik Paşa
başbakanlıktan alınmış ve Sadık Paşa bayındırlık bakanlığı görevi ile beraber
başbakan olarak atanmış ve bakanlar arasında da değişiklikler yapılmıştır.
Bakanların
değişmesine sebep olan yukarıda anlatılan olayın padişahı nasıl ciddi bir
şekilde etkilediği Bâb-ı Âli’ye gelen hatt-ı hümayundaki “makamımızca
gerçekliği anlaşılan bazı sebepler üzerine bakanlar kurulunun değiştirilmesine
lüzum görüldü” denilmişti. Halbuki Ahmet Vefik Paşa ne veliahdi tanır ve ne de
böyle bir şeyi akimdan geçirmişti.
Padişahın
artık bakanlara karşı güveni kaybolmuş ve bugün sadık ve güvenilir görülenler
birkaç gün sonra herhangi bir leke ile gözden düştüğünden devlet gemisi iurnalcilerin
üflediği rüzgâra uyarak kararsızlık ve şaşkınlık dalgalan içinde bocalamaya
başladı.
Yeni
başvekil Sadık Paşa mâliyeden yetişmiş, muhasebecilikte bulunduğu zamanlarda
hazine menfaatini korumada gösterdiği gayret ve yolsuz işlerde bakanlara karşı koymakla
ve Kara Sadık lakabıyla ün kazanmıştı. Bakanlığa yükseldikten sonra küçük
memurken gösterdiği bilgi ve gücü devam ettirememişti. Başvekil olduğu zaman
kendisinden evvelkinden miras kalan dertlerin düzeltilmesiyle uğraşırken Ali
Suavi olayı çıkarak yükselme bardağı kırılmıştır.
Ali
Suavi Efendi taşra (İstanbul dışı) rüştiye okullarında öğretmenlik yaptığı
sırada aklında denge olmadığından Avrupa’ya kaça-rak(23) Paris’te Yeni
OsmanlIlara katılmıştı. Kısa sürede onlar tarafından küçümsendiğinden Londra’ya
geçerek orada kendi başına OsmanlI Hükümeti aleyhinde gazete yayınlamaya
başlamış(24) ve nihayet arkadaşları gibi İstanbul’a dönmüştü. Sultan Abdülhamid
II. Yeni OsmanlIlardan ürktüğünden kalplerini kazanmak yolunu tercih ederek her
birini birer münasip hizmet ve göreve tayin etti. Bazılarını özel şekilde
huzuruna kabul ederek yüz verirdi. O arada Ali Suavi “Sultani Mektebi” müdürü
oldu; gazetelere siyasi makaleler yazmak ve saraya gidip gelerek büyük devlet
işleri hakkında görüşlerini bildirmek ve öneriler sunmak gibi kendini satıcı
sahte bilginlikle padişaha yaklaşmak yolunu buldu. Makalelerinde Mithat Paşa
aleyhinde bulunarak yaranmak yolunu tutmuştu. Fakat hem sözü hem davranışları
perişan idi. Hazırcılardan (hazır elbisecilerden) aldığı yakası düşük caket ve
paçaları yerde sürünür pantolonu ile okul içinde dolaşması eski medrese
öğrenciliği halini hatırlattığından gülüşmelere sebep olurdu. İdaresizliği ve
çokbilmişlik iddiasıyla nizam ve öğretimin altını üstüne getirmişti. Güya
öğretmeni sıfatıyla Avrupa’dan peşine taktığı bir güzel kadın ile(35) okul loimanında
oturmak saygısızlığında bulunduğundan dolayı da ayrıca dile düşmüştü^). Okul
müdürlüğünde kalması hiçbir şekilde doğru olmadığından azledildi ve açıkta
kalınca sürünmeye başladı. Sürünmekten kurtulmak için büyük bir gösterişle
birden en yükseğe fırlamak yoluna saptı. Oturduğu Üsküdar semtinde birtakım saf
göçmenleri Çeşitli yalanlarla kandırıp başına toplayarak Sultan Murad’ı tekrar
padişah yapmak sevdasına düştü. Basit aklınca hazırlıkları tamamladığına
inanarak silahlı göçmen dostlarını mavnaya doldurarak Kuzguncuk’tan, eski
padişahın oturmakta olduğu boğaz kıyısındaki Çırağan sahil sarayma(26) gaflet
içinde yanaşarak rıhtımda nöbet bekleyen askerleri silahla uzaklaştırarak
sarayın harem dairesine kadar girdi (17 Cemaziyülûla 1295).
Suavi’nin
bu delice hareketinden hiç kimsenin haberi yoktu. Sultan Murat, saldırganların
bağırıp çağırmalarından fazla telaşlanmış, kendisine suikast yapıldığını
sanarak olan aklı da başından gitmiş(27), şaşkın şaşkın etrafına bakarken Suavi
eline bir tüfek vererek “padişahım çok yaşa” gürültüsü ile kendisini mavnaya
girmeye ve birlikte Anadolu yakasına geçmeye çağırıyordu. Durum derhal Beşiktaş
emniyetince duyulmuş ve Beşiktaş muhafızı tuğgeneral Haşan Paşa(36) yanma alabildiği iandarma
ve askerle Çırağan Sarayı’na koşmuş fakat silahla savunulduğunu görünce o da
silah kullanmaya mecbur kalmış, karşılıklı atılan silahlar ve bunlardan çıkan
sesler Yıldız tepelerine kadar yayıldığından, padişah büyük bir korkuya
kapılarak asker getirtilmesi için etrafta bulunan birlik komutanlarına süratle
emirler gönderildi; istenilen askerin gelmesine kadar Ali Suavi ve
ayakdaşlarmdan yirmi kadarı Haşan Paşa tarafından öldürülmüş, geri kalan
göçmenler yaralı veya sağlam olarak ele geçirildi. Sonra duruşmaları
sıkıyönetim savaş
mahkemesinde
yapılarak kabahatlerinin derecesine göre kanunun belirlediği cezalara
çarptırılmışlardır. Ali Suavi’nin yardımcısı Filibeli göçmenlerden Ahmet Paşa
iyiyi kötüden ayırmaktan âciz bir beyinsiz adamdı; kürek cezasına mahkûm
edilmiştir.
Çırağan
bahçesinden tüfek sesleri uzak yerlerde de işitildiğinden herkes ne olduğunu
bilmediğinden “Ruslar İstanbul’a saldırmışlar, savaşa başlanmış” diye halk
arasında bir gürültü koptu; İstanbul ve Galata semtlerinde dükkânlar kapandı ve
ahalinin telaşından ve koşuşmalarından çarşıda bayılan kadınlar oldu. Tüfenk
sesleri o gün Eyüp tepelerinde benim kulağıma kadar gelmişti.
Başvekil
ve diğer vekiller hemen saraya gittiler; padişahı inandırmaya ve avutmaya
çalıştılar. Zaptiye Nazırı, İstanbul ve Üsküdar polis müdürleri
kayıtsızlıklarından dolayı azlolundu. Serasker ve Bahriye nazırları da
değiştirildi. Sadık Paşa padişahın merakını hafifletmek ve kendisini
sakinleştirmek için “efendim tahttah indirme işi böyle mi olur, bir mavna
dolusu karga demeği ile öyle büyük bir iş başarılabilir mi?” demişti. Bu
sözlerle şüpheleri üstüne sıçrattı. “Demek ki bu adam tahttan nasıl
indirilebileceğini biliyor” şüphesini yarattı. Olaydan bir hafta sonra azil ve
(İstanbul’dan) uzaklaştırıldı (25 Cumadiyuülevvel 1295-16 Mayıs 1878). Başbakanlık
unvanı kaldırılarak Mütercim Rüştü Paşa Sadrazam tayin edildi.
Sadık
Paşa’nın görevinden alınmasına sebep olarak adı geçenin “artık Sultan Murad’m
bir çaresine bakmak” demesi ve bundan Sultan Hamid’in kendi şahsı için de
korktuğunu “Mir’at-ı Hakikat” yazıyor.
Padişahın
kuşkularının ve “beni tahttan indirecekler” korkusunun yersiz olmadığı
gerçekleşti. Birkaç baldırı çıplak akılsız güpegündüz saraya saldırarak hal’i
ve iclas (tahttah indirme ve tahta çıkarma) gibi büyük ve tehlikeli bir işe
cesaret ederse güçleri ve araçları yeterli ve mükemmel olan bakanlar bu işe
daha kolay cesaret edemezler mi? İurnalciler bu anlamda iurnaller sunmaktan
geri kalmadılar. Sarayda bakanlar aleyhinde söz söylemek moda haline geldi;
bunlar bazen takdir bile edildi. Böyle atıp tutanlardan hediye ve çeşitli
mükâfatlarla ödül-lendirildiği görülürdü. Ali Suavi olayı görevden alınmış
şüpheli şahısların bir daha İstanbul’a gelmemek şartıyla İstanbul dışındaki
görev yerlerinde veya sürüldükleri yerlerde ölünceye kadar kalmalarına sebep
oldu. Bunlar arasında Eski Sadrazam Hamdi Paşa Suriye valiliğinde, Başvekil
Sadık Paşa Sakız sonra Limmi (adasında), Şeyhülislâm Haşan Fehmi ve Hayrullah
efendiler Hicaz, Redif Paşa(37)
Rodos sürgün yerlerinde ölmüşlerdir.
Yeni
sadrazam Rüştü Paşa iki padişahın indirilmesi sırasında hükümet başkanı
olduğundan padişah nazarında güvenilir bir kimse değildi. Bu defa sadrazamhğa
getirilmesinde Suavi olayından ve Sadık Paşa’nm sözlerinden doğan büyük korku
ve karışıklığa yormaktan başka bir mana verilemez. Kendisine sadrazamlık teklif
edildiği vakit ihtiyarlığını ileri sürerek özür dileyerek kabul etmek istememiş
ise de padişahın “kendisi devletin babası yerindedir; herkesin güvenini
kazanmıştır, böyle zor ve bunalımlı dönemde millete babalık etmekten yoksun
bırakmak uygun olur mu” gibi gönülalıcı ve okşayıcı sözlerle kabul etmeye
zorlandığını anlatırlar.
Avusturya
Devletinin Bosna-Hersek hakkındaki(28) teklifi kongre görüşmelerine bırakılarak
Bâb-ı Âli’ce geçiştirilmekte ve Yunanlıların eşkıyalık hareketlerine karşı da
acele Rumeli’nden bir tümen asker Selanik yoluyla denizden Tesalya’ya(29)
gönderilerek (bölge halkının) korunmaları sağlanmakta ise de İngiltere
Hükümeti, Kıbrıs Adası kendisine bırakılmak şartıyla ittifak andlaşması
yapılması meselesini(30) gayet gizli tutularak kongrenin toplanmasından evvel
kabul ettirmek için çok ısrar ettiğinden Mütercim Rüştü Paşa bu önemli konuyu
uzun uzadıya görüşme ve münakaşa ettirmeksizin kararnameyi bakanlar kurulunda
hazırlattı, imzalanmasından sonra sadrazamlığının yedinci günü Bâb-ı Âli’de
sadrazamlık mühürü kendisinden geri alındı. Paşa dinlenme odasına giderken
“bizimki bu defa sadaret değil rezalet oldu” sözünü pek üzgün bir şekilde
söylemiştir. Sadrazamlık makamına kavuştuğu günden itibaren iurnalciler peşini
bırakmamış “Serasker Damat Mahmut Celalettin Paşa ile gizli anlaşmaları olduğu
ve Veliahd Reşat Efendi’yi tahta çıkaracaklarından” bahsederek padişaha zaman
zaman mektuplar sunarlarmış. Azledilmesinden sonra Rüştü Paşa Manisa’daki
çiftliğine giderek orada ölmüştür. Mahmut Celalettin Paşa Trablusgarb
■
■ ■
valiliğine
atanmış ise de sonradan Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi dâvasında Mithat Paşa
ile beraber yargılanarak idama mahkûm edilmiş ve cezası hafifletilerek Taif’e sürülmüş
ve orada Mithat Paşa ile aynı gecede katledilerek ölmüştür.
Sadrazamlık
mühürü dışişleri bakanlığı görevi ile beraber Saffet Paşa’ya verildi (3
Cemaziyülahar 1295-1878). Saffet Paşa Reşit ve Âli ve Fuad paşalar okulunda
yetişmiş tecrübeli ve bilgili tek diplomatımız idi. Kıbrıs Andlaşmasını
İlgiltere ile derhal yapmıştı.
Devletlerarası
büyük kongrenin 13 Haziran 1878’de Berlin’de toplanması kararlaştırılmıştı.
Kongreye büyük devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlan delege olduğundan
Osmanlı Devleti adına hem sadrazam hem dışişleri bakanı olmak hem de
Ayastafanos görüşmelerinde bulunmuş olmasından dolayı Saffet Paşa’nm kendisinin
bulunması gerekirken paşa yorgunluğundan bahsederek özür dilemiş ve Osmanlı
Dev-leti delegelerinin kim olursa olsun kongrede konuşamayacaklarını
bil-diğinden kendisi gitmedi, bayındırlık bakanı Aleksandr Karatodori Paşa ve
Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin Büyükelçisi Sadullah Bey delege atandılar.
Aleksandr Paşa Avrupa’da öğrenim yapmış bilgin ve olgun birisi idi. Mehmet Ali Paşa’nm
ilk yılları karanlıktı(31). Sadullah Bey çok zeki ise de henüz genç ve büyük
bir toplantıda konuşmaya Fran-sızcası yeterli değildi.
Karatodori
ve Mehmet Ali paşalara verilecek talimatın yazılıp çi- £ zilmesinin gecikmesi
ve hazırlandıktan sonra kendilerini götüren İda-re-i Mahsusa vapurunun Varna’ya
trenin kalkmasından önce varamama-sından kongrenin açılışında ve ilk
toplantılarında yalnız Sadullah Bey Osmanlı Devleti’ni temsil etmişti.
Kongrenin
görüşmeleri ve kararları hakkında açıklama yapmak konumuz m dışındadır. Yalnız
bir iki noktaya değinmekle yetineceğiz. Osmanlı Hükümeti İngiltere’den büyük
yardım göreceğini ve devletlerin birleşmesi ile Ayastafanos Andlaşmasinın ağır
şartlarının hafifletileceğini ümit ediyordu. Birinci oturumda Prens Bismark’ın
başkan seçilmesinden sonra Lord Beaconsfield (Bikonsfild) söz aldı ve Rus
askerinin İstanbul yakınlarında bulunmasını ve mütareke şınırını geçmesini,
karşısında ve pek yakınında bulunan Türk ordusuyla aralarında çıkacak en küçük
bir anlaşmazlık halinde kavganın parlayabileceğim ve büyük felaketlere sebep
olabileceğini ve bu gibi tehlikeler karşısında kongrenin amacı olan âdil
kararlar almasının mümkün olup olamaya-
cağını
bildirerek Rus ordusunun herşeyden evvel İstanbul yakınlarından
uzaklaştırılmasını dolaylı olarak istemişti. Buna cevap veren Rus delegesi
Gorçakof “eğer askerimiz bulunduğu yerden çekilirse o vakit İstanbul
Hıristayanları için büyük tehlike başgösterir” demesi üzerine Bikonsfild
anlamlı bir şekilde Sadullah Bey’in yüzüne baktı. Sadullah Bey hemen söz alarak
“Rus delegesinin dediği gibi Rus askerinin çekilmesinin İstanbul için tehlike
olacağı sözünü reddederim, genel güvenlik tehlikede değildir. Müslümanlarla
Müslüman olmayan vatandaşlar arasında yüzyıllardan beri süregelen güvenlik ve dostluk
yine devam etmektedir. Aksine Rus askerinin şehir yakınlarında oturması
güvenliği bozabilir” diyerek İngiltere birinci delegesinin sözlerini üsteledi.
Öyle anlatırlarki Prens Gorçakof çok sıkılmış, gözlüğünü düzeltmeye ve
genzinden nefes almaya başlamış. Bereket versin Prens Bismark imdadına
yetişmiş. “Bu asker çekilmesi işi kongrenin görevi dışındadır. Bunu evvela
İngiltere ve Rusya delegeleri kendi aralarında görüşmelidir. Eğer anlaşma
olmazsa kongre aracı olabilir” diyerek konuşma kapısını kapattı.
Prens
Bismark Osmanlı Devleti delegeleriyle ilk buluşmasında kongrenin Osmanlı
Devleti’ni kayırmak için değil belki Ayastafanos Andlaşmasmdaki maddelerden
Avrupa devletlerinin çıkarlarına dokunanları değiştirmek için toplandığını ve
yapılacak değişiklikten Osmanlı Devleti’nin de faydalanabileceğini, Osmanlı
Devleti Ayastafanos And-laşmasını kabul ve imza ettiğinden delegelerinin yeni
baştan istekler ileri sürerek hayallere kapılmamalarını başa kakarak
anlatmıştı. Ancak Osmanlı Devleti delegelerine gösterdiği bu haşinliği aynen
Rus delegelerine de göstererek ve cadalozluğu ile diğer devletlerin
delegelerinin de genellikle ağızlarına kapatarak kongrede despotça bir rol
oynamış ve fikirleri yalnız Alman hegemonyasının sağlanmasına dönük olduğuna
şüphe bırakmamıştır.
Kongre
bir ayda görevini tamamlayarak temmuzun onüçünde and-laşmayı imza etmiş ve bu
andlaşma 1295 şabanının üçünde (1878) padişahın onayına sunulmuştur.
Bu
andlaşma Bulgaristan’ı gereği gibi küçülterek Balkanların güneyinde padişah
hükümetine daha fazla bağlı bir de Doğu Rumeli eyaleti (merkezi Filibe) kurmuş
ve Rumeli vilayetlerimizi bitiştirmiştir(32). Romanya, Sırbistan ve Karadağ
prensliklerinin bağımsızlıklarını onaylamakla beraber Ayastafanos Andlaşmasıyla
Karadağ ve Sırbistan’a
katılacak
topraklardan birçoğunu küçülterek düzeltmiştir. Tazminat bedeli olarak
Anadolu’dan Rusya’ya bırakılan dört sancaktan(33) Baye-zıt sancağı ile Eleşkirt
vâdisini Osmanlı Devleti idaresinde bırakarak Katur bölgesini İran’a
terketmiştir. Bosna ve Hersek bölgesi geçici olarak Avusturya idaresine
bırakılmış, Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında ileride sınır düzeltmesi
yapılmasına karar vermiştir. Paris And-laşmasınm değiştirilmeyen veya
kaldırılmayan hükümleri geçerli sayıldığından bütün Hıristiyan vatandaşlar hakkındaki
OsmanlıHükümeti yükümlülükleri olduğu gibi bırakıldığı gibi Berlin Andlaşmasmda
halkı Ermeni olan doğu illerinde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatın
icrası ve ara sıra bu konuda Bâb-ı Âli tarafından devletlere bilgi verilmesi
ayrıca belirtilmiştir.
İşte
Ayastafanos Andlaşması ile Berlin Andlaşmasınm farkları bunlardır. Görüşmeler
sırasında Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarının durumunun düzeltilmesi
defalarca bahis konusu edilmiş ise de Osmanlı Devleti’nin yarım yüzyıldan beri
yapabildiği ıslahat ve tanzi-ıhatı bütün yurttaşlara eşit haklar sağlamaya
çalıştığı inkâr edilmemekle beraber çalışmalarındaki başarının yeterli olmadığı
açıktı. Çerçi acı bir savaştan büyük toprak kayıplarına uğrayarak henüz
kurtulmuş olan OsmanlI Devleti’nden çabucak içişlerinde ıslahat yapması
istenemez ise de bütün gözler nasıl işe başlanacağına çevrilmişti. Sadrazam
Saffet Paşa doğuştan ılımlı olması, milletin ve padişahın huyunu gayet iyi
bilmesi ve devlet idaresindeki uzun tecrübesi dolayısıyla ıslahat yapayım
derken kırıp dökmekten ve aceleci heveslerle ileriye atılarak “manalı manasız
taşkınlıklardan ve ilgisiz zahmet ve yürüyüşlerden” çekinir bir kimse
olduğundan içte ve dışta beklenilen yönetim ve memleket işlerini ağırdan almak
ve yapılacak şeyleri memlekete sindirmek için önce onlara alıştırmak taraftan
idi. Adalet işlerinin ıslahından bahseden bir kimseye “efendi hâkim yok,
mahkeme yok, bu durumda adâlet ıslahatı sözde ve dilekte kahr; evvelâ hâkim
yetiştirmeli sonra mahkeme binaları yapmalı da sonra adliye teşkilatını
düzeltmeye ve genişletmeye çalışmalı. Yoksa hukuk bilimini; okumamış
kâtiplerden hâkim tayin ve medrese odalan veya kira ile tutulmuş tahta evlerden
mahkeme yapınca sonu derde deva olmaz” şeklinde cevap vermişti.
Saffet
Paşa’nın ihtiyathhğı, içteki dertlerin çokluğu ve korkunçluğu ile başa
çıkmaktan pek uzaktı. Ordunun düzenli bir şekilde terhis edilmesi, Rus
askerlerinin Rumeli’den çekilmesi, Osmanlı savaş esirlerinin Rusya’dan ve
Romanya’dan dönüşü, değeri düşmekte devam eden kâğıt paranın bir çaresine
bakılarak zaten karışık halde olan maliye işlerinin düzenlemesi, ne olacağı
kestirilemeyen mebuslar meclisinin toplanması gibi maddeler ve mühim meseleler
başta daha dinç ve daha hareketli bir şahsın bulunmasını gerektiriyordu.
Padişah eski vezirlerin birer birer tadını tatmış olduğundan yeniden güvenilir
ve yetenekli adamlar yetiştirmek ve öngörülen ıslahatı onlara yaptırmak
arzusunu beslemeye başlamıştı. Tunus’tan İstanbul’a yeni gelmiş olan Hayrettin
Paşa’yı kendisine tavsiye ettiler. 1295 Zilkadesinin dokuzunda Saffet Paşa
azledilerek!38)
sadrazamlık mühürü Hayrettin Paşa’ya veriliyor.
Hayrettin
Paşa çerkez asıllı olup Tunus’ta yetişmiş, iyi eğitim görmüş, Avrupa’nın medeni
durumunu iyice kavramış, fikirlerinde kararlı bir kimse idi. 1295-1878
senesinin yedinci sadrazamı idi. Sadrazamlığı dokuz ay sürmüştür.
HATIRLATMA:
Hayrettin Paşa da işe gelmedi. Çünkü anayasa hükümlerinin yerine getirilmesini
ve onun gereği olan mebuslar meclisinin toplanmasını ve bakanların sorumluluğu
esasının uygulanmasını ve bunlarla ilgili bazı hususları istemiş ve arka arkaya
iki tasarı sunmuş ve dilekleri kabul edilinceye kadar bir hafta görevine
gitmemiş ve nihayet verdiği tasarılarda ileri sürdüğü yirmi kadar maddenin
bazıları padişah tarafından değiştirildiğinden sadrazamlıktan istifa etmiştir.
Adı geçen paşanın tasarıları dolayısıyla Bâb-ı Âli’ye gelmemesi halk arasında
dedikoduya sebep olduğundan güya meşrutiyet idaresinden ayrılmadığını göstermek
için Sultan Abdülhamid, Arifi Paşa’yı başvekil unvanı ile başa getirmişti.
Başvekâlet üçüncü defa diriltilmiş oluyordu.
AÇIKLAMALAR
·
1
—Hilâl yarım ay manasınadır. Hicret takviminde aylar ayın ilk göründüğü gün
ile
başladığından o gün ay ince bir hilâl şeklinde görülür yazar bu sebeple yılın
başlangıç günü yerine onun görünüşünü almıştır.
·
2
—Bu şehirler bugün Yogoslavya devleti sınırları içinde bulunmaktadır.
·
3
—Bosna, bugünkü Yogoslavya, halkının önemli kısmı Müslüman olan kuzey böl
gesinin
adıdır.
·
4
—Bugünkü Polonya’ya OsmanlIlar tarafından Lehistan ve halkına da Lehli adı
verilmiştir.
·
5
—Podolya, Polonya’nın güney-doğusunda o sırada Türk idaresinde bir bölgedir.
6—Savaşta
parlamento çalışmalarını durdurulması hakkında her ne kadar bir usûl veya
gelenek yoksa da, parlementolarda görüşmelerin uzun sürmesi, savaş halinde bazı
çok önemli ani kararlar alınması ve uygulanması gerektiğinde hükümetler bunları
parlamentodan geçirmeden uygular, fakat sonradan onun onayını almak suretiyle
bu sakınca da önlenmiş olur.
·
7
—XXII sayılı makalenin açıklanmasına bak.
·
8
—Mithat Paşa’nın Yeni OsmanlIlarla teşkilat bakımından hiçbir ilişiği yoktur.
Ancak
onların istemiş olduğu parlementer reiimi yani meşrutiyet idaresinin en hızlı
bir taraftan olması dolayısıyla yazar onu bu grubun başkanı saymaktadır.
·
9
—Kızanlık bugün Bulgaristan 'm kuzey-doğu bölgesinde bulunan bir kasabanın
adıdır.
10—
Nikola, Çar Aleksandr III m oğlu ve veliahdi olup bu savaşta başkumandan idi.
1894’de babasının yerine çar olmuş ve 1918’de bütün ailesi ile birlikte
koministler tarafından öldürülmüştür.
·
11
— Dolmabahçe Sarayı.
·
12
— Daha öncede değindiğimiz gibi 1876 anayasasında bakanların sorumluluğu
(cezai
bakımdan) hakkında hiçbir kâğıt bulunmadığı gibi ikinci anayasınında , hattâ
Cumhuriyet dönemindeki anayasalarda da bu hususta bir açıklama yoktur. Ancak
1961 anayasasında bu konuya yer verilmiştir.
·
13
— Mebuslar meclisinin kapatılması yetkisi kanun-ı esasi (anayasa) nin 7. Mad
desi
gereğince devlet başkanı olan padişaha ait bir haktır. Hükümet başkanı veya
hükümetin böyle bir hakkı yoktur. Bu ihtarla paşanın “mebuslar meclisini
kapattı’’ ğı hakkındaki hüküm yanlıştır. Ancak parlamento çalışmaları hükümeti
zor duramlara soktuğundan 13 Şubat 1878 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla
meclis çalışmalarının bir müddet tatil edilmesi padişaha arze-dilmiştir.
Padişahın ayni tarihli emri ile meclis tatil edilmiş ve 33 sene bu tatil devam
etmiştir.
·
14
— Abdülhamid II. in parlamentoyu böyle bir kuşku yüzünden kapattığı yolunda
ki
görüş yanlış olmamakla beraber gerçeğin tam ifadesi de değildir. Onun
parlamenter reiime gerçekten inandığını söylemek mümkün değildir. Arka arkaya
iki padişahı tahttan indiren o günkü hükümet adamlarından çekinmesi ve
padişahlığın kendisine verilmemesi gibi ithamlar ve endişeler onu bir baskı
altında tuttuğundan istemeyerek bu sistemi kabul etmiştir. Bu devlet adamlarını
birer bahane ile iş başından ve hattâ İstanbul’dan uzaklaştırdıktan sonra Rus
savaşının yarattığı korku ve endişeden yararlanarak parlementoyu bütün
saltanatı süresince kapalı tutmuştur.
·
15—
Burada bir yanlışlık vardır. Evvala Menekşelizade Ahmet Efendi değil
Me-nekşelizade Hacı Emin Efendi olup İzmir mebusu değil Aydın mebusudur. İzmir
o zaman bu vilayetin merkezidir.
·
16—
Parlemento görüşmelirinde hükümeti en fazla eleştirilenler arasında bulunan ve
meclisin tatil edilmesinden sona anayasanın 113. maddesine göre İstanbul’dan
uzaklaştırılan mebuslar şunlardır: 1- Halep Mebusu Manuk Efendi, 2-Suriye
Mebusu Halil Ganem Efendi, 3-Edime Mebusu Rasim Bey, 4- Yan-ya Mebusu Mustafa
Bey, 5-Selanik Mebusu Mustafa Bey, 6-Aydın Mebusu Yenişehirlizade Hacı Ahmet
Efendi, 7-Aydın Mebusu Menekşelizade Hacı Emin Efendi, 8-Halep mebusu Nafi
Efendi 9-Kudüs Mebusu Yusuf Ziya El-Halidi, 10-Beyrut Mebusu Bedran Efendi.
·
17—
Sadullah Bey sonradan paşa unvanını almış bir yazar olup V. Murad’ın başkâtibi
olduğundan Abdülhamid tarafından ölünceye kadar Türkiye’ye sokulmamış ve Viyana
sefiri iken orada intihar ederek ölmüştür.
18
— Batı Trakya’da Eğe Denizi kıyısındaki Halkidikya yarımadasında bulunan meşhur
kiliseler.
19—
Lord Derby bu sırada İngiltere dışişleri bakanı idi. Bu hadiselerin gelişmesi
ile yeri değiştirelerek koloniler bakanlığına atandı, yerine de sonradan
başbakan olan Marquie Salisbury getirildi.
20
— Macarların bu yakınlığına sebep 1848’de Avusturya hakimeyetinden kurtulmak
için giriştikleri mücadelede mağlup olunca ihtilal liderlerinin Osmanlı
Devletine sığınmaları ve bütün baskılara rağmen bunları geri vermeyişi idi.
21—0
sırada henüz Osmanlı ülkelerinden olan Tesalya, Yunanistan’ın kuzey doğusunda
ve Epir ise Arnavutluk sınırındaki bölgenin adıdır.
·
22
— Bu iurnalin kimin tarafından verildiği kesin olarak bilinmemekle beraber pa
şanın
yerine gelen Sadık Paşa, padişahın doktoru Deli Mavroyani, Said Paşa, Münif Paşa
ve Çerkez Nusret Paşa’nın Vefik Paşa aleyhine birleşerek Vefik Paşa ’nın bir
kısım kabine üyeleri ile anlaşarak Veliahd Reşat Efendi’yi tahta çıkarmayı
düşündüğü ve bu maksadla İstanbul’daki Rumeli göçmenlerinden yararlanacağı
yolunda verilen bir iurnalin padişahı iyice korkuttuğundan birkaç gün evvel
başarılarından dolayı kendisini tebrik ettiği Ahmet Tefik Pa-şa’yı iurnalin
doğruluğu hakkında hiçbir soruşturma yapmaya lüzum görmeden görevinden
almıştır. Halbuki paşanın bu makama getirildiği o sıkıntılı günlerde kendisine
danışılmadan hakkında hiçbir içlem yapılmayacağına dair söz verilmişti.
Arapların “La vefa el-müluk” (Hükümdarlarda vefa yoktur) sözü ne kadar yerinde
bir söz.
·
23
— Yazar her ne kadar onun Avrupa ’ya kaçmasını aklındaki dengesizliğe yormakta
ise
de gerçekte Ali Suavi hükümet tarafından Kastamonu’ya sürülmüş iken Mısırlı
Prens Mustafa Fazıl Paşa ’nın daveti ve yol için gerekli para yardımı sayesinde
Marsilya yolu ile Paris’e gitmiş ve yeni Osmanlılar grubuna katılmıştır.
·
24
— Suavi’nin Londra’da yayınlamaya başladığı gazetenin adı Muhbir olup, bu
gazete
yazarın dediği gibi Suavi’nin kendi kendine yaptığı bir iş değil, Paris’teki
Yeni Osmanlılar tarafından alınmış bir kararın uygulanmasıdır. Ancak Suavi bir
müddet sonra gazetesinde başına buyruk yazılar yazmaya başlamış ve grupla arası
açılmıştır.
·
25
— Suavi bu kadınla Londra’da iken evlenmiş ve İstanbul’a beraberinde getirmiş
ti.
Ölümünden sonra bu kadın bir İstanbullu Ermeni ile evlenerek Paris ’e gitmiş ve
orada yaşamıştır.
·
26
— Çırağan Sahilsarayı bugün Beşiktaş’tan Ortaköy’e giden yol üzerine deniz kı
yısında
bulunan harap binadır. Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olan bu bina ikinci
meşrutiyet devrinde bir aralık parlamento binası olarak kullanılmış ve bu
sırada çıkan bir yangın sonunda bugünkü hale gelmiştir.
·
27
— V. Murat Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi ve biraz sonra da intihar
etmesi,
kendisini tahta çıkaran hükümet adamlarından bazılarının Çerkez Haşan
tarafından öldürülmesi gibi dehşet verici olayların tesiriyle zayıf olan sinir
sistemi büsbütün bozularak tedavisi mümkün olmayacak şekilde hastalanınca ayni
devlet adamları tarafından tahttan indirilmiş ve kardeşi Abdülha-mit padişah
olmuştur.
·
28
— Yukarıda anlatıldığı gibi Rus savaşı sonunda Avusturya Sırbistan’ın kuzey
batısında
halkının çoğunluğu Müslüman olan Osmanlı ülkelerinden Bosna ve Hersek
vilayetlerini elegeçirmeyi düşünüyordu. Berlin ’de toplanacak kongrede bu
konunun da görüşülmesi kararlaştırılmıştı.
29—
Orta Yunanistan’da Selanik ile Atina arasındaki bölgenin adı.
·
30
— Rusya ’nın son savaşta Osmanlı İmparatorluğu hakkmdaki tarihi emellerinin
gerçekleşmekte
olduğunu gören İngiltere, Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için Osmanlı
Hükümeti ile bir ittifak andlaşması yapmayı teklif etmişti. Ruslara karşı
Osmanlı Devleti’ni korumak için Kıbrıs Adası’nın mülkiyeti Osmanlı
İmparatorluğu ’na ait olmak üzere idaresinin kendisine bırakılmasını
istemişti.
·
31
— Mehmet Ali Paşa Hugenot denilen bir Hıristiyan tarikatına mensup bir Fransız
ise
de küçük yaşta Almanya’ya geçerek orada büyümüş, sonra bir gemi ile geldiği
İstanbul’da kalarak Müslümanlığı kabul etmiş, Harp okulunda okuyarak subay
olmuş ve maraşel rütbesine kadar yükselmiştir. Şair Nazım Hikmet’in annesi
tarafından büyük dedesidir.
·
32
— Ayastafanos Andlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’nin batısın
daki
toprakları ile doğu bölgesi arasında bağımsız bir Bulgaristan ’ın bulunması bu
bölgeyi anavatandan ayırmakta idi.
·
33
— Bu dört sancak bugünkü Kars, Artvin illeriyle Ardahan ve Doğubeyazit ilçele
ridir.
Bunların ilk üçüne “Elviye-i Selâse = üç vilayet" adı verilirdi. Bu
bölgeler I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye tarafından Ermenilerle yapılan savaş
sonunda düzenlenen Gümrü ve daha sonra 1921 ’de Ruslarla Moskova anlaşması
sonunda milli sınırlarımız içine alındı.
·
34
— 1314-1898 Osmanlı- Yunan Savaşı başkumandanı olup Yunanlıları çeşitli yer
lerde
mağlup ederek Atina’ya yürümekte iken Avrupa devletlerinin işe karışması
üzerine durdurulmuş ve hattâ savaşta alman topraklar da (Tırhala gibi)
Yunanlılara bırakılmıştı.
XXIX
GÖREVDE
DEĞİŞMELER : MEŞİHAT-İ İSLAMİYE
Bilindiği
gibi bizde bilim adamları (1) sınıfı Fransızların “Clergee”(2) dedikleri din
adamları topluluğu değildir. Biz de (İslâm topluluklarında) (ulema) ibadet
sırasında topluluğa başkanlık etmekle yükümlü olmadıkları gibi kanun ve toplum
bakımından halktan fazla hiçbir hak ve üstünlükleri yoktur. “İlim rütbelerin en
yükseğidir” değimince halk nazarında manevi saygı kazanmışlardır. Bunlar yargı
hizmeti ile görevli hukukçular topluluğudur. Hukuk ilmimizi okurlar ve
okuturlar, sonra da kadı(yargıç) olarak mahkemelerde uygularlar. Okuyanlar
arasında ders okutmayanlar ve okutanlar arasında da hâkimlik mesleğine
girmeyenler bulunursa da hepsinin amacı baha biçilemeyen yüksek şeriat ilimlerini
öğrenmektir.
Bu
mesleğin başı şeyhülislâmdır. Şeyhülislâm deyimi Ebussuud Efendi(3) ve
benzerleri hakkında manasına uygun olarak uzun zamandır devam edegelen
şeyhülislâmlar arasında bilgi, erdemlik, olgunluk ve paye bakımından mesleğin
gerçekten ulusu ve başı olanlar az değilse de fetvahane kurulduktan sonra
fetvaların yazılması uzman fakihler kuruluna bırakıldığından yüksek meşihat
makamı giderek divan görev-lileri(4) sırasına girerek ileri gelen sudurdan
(kazasker) talii yaver olanlara yol olmuştur. Hâkimlerin atanması ve görevden
alınması ve ilmi payelerin verilmesi, müderrislerin derecelerinin ve
maaşlarının artırılması ve medreselerin bakım ve kontrolü bu makama ait
olduğundan adâlet ve eğitim bakanlıkları görevlerini kendilerinde toplamışlar
demektir.
Sultan
Abdülmecid’in padişah oluşundan Sultan Mehmet Reşat Han’ın tahta çıkışma kadar
geçen yetmiş-iki ay senesi(5) içinde şeyhülislâmlık makamı onbeş kişi arasında
onyedi defa değişmiştir ki bakanlar arasında en az değişikliğe uğrayan makam bu
olmuştur. Bu onbeş kişinin şahsiyetleri ve özellikleri hakkında aşağıda
sırasıyla birer parça bilgi verilecektir.
Bunlardan
birisi “Arif Efendi” olup erdemlik ve idarecilik bakımından en ileri gelen
bilginlerden, ikisi (Refik ve Kara Halil efendiler)
namlı
İslam hukukçularından, biri (Arif Hikmet Bey) nükteli ve zarif şairlerden, biri
(Haşan Fehmi Efendi) yüksek hocalardandır. İslam hukukunda uzmanlık derecesine
varmamakla beraber derslerinde geniş bilgi sahibi olanlara “hoca adamdır” demek
bir çeşit deyim olmuştur.
Yukarıda
adları geçen onbeş kişi bunlardır :
·
1
- MUSTAFA ASIM EFENDİ : Kaside-i Bür’e (6) şarihi şeyhülislâm Mekki Mehmet
Efendi’nin oğludur. Oniki sene devam eden üçüncü defaki şeyhülislâmlığında
ölmüş (1 Zilhicce 1262-1845) Fatih rüştiye okulu yakınında babasının yanma
gömülmüştür. Ertesi günü, yerine geçen Arif Hikmet Bey’in şeyhülislâmlığa
atanmasına dair yazılan padişah buyruğunda Mekkizadenin ölümünden dolayı
padişahın duyduğu üzüntü etkili bir surette belirtilmiş ve Arif Hikmet Bey’in üstünlükleri
de sayılmıştır. Mekkizade ilmi fazileti ile meşhur olanlardan değilse de sağlam
karakterli, haysiyetli, anlayışlı, ağırbaşlı, tutumlu, meslekte kıdemi,
haysiyeti ve şerefi en son mertebeye ulaştığından mesleğin büyükleri ve ileri
gelenleri arasında bile kıskanılamayacak yüksek bir itibar ve mutluluğa
erişmişti. Çocuksuz öldüğünden, kırk bin kese akçeyi bulan terekesi Ayasofya
Camii’nin onarılmasına karşılık tutulmuştu.
·
2
— ARİF HİKMET BEY : Sudurdan İbrahim İsmet Bey’in oğlu olup üç dilde (Türkçe,
Arapça ve Farsça) şiir yazan tam anlamıyla olgun bir edebiyatçı idi. Temiz,
nazik ve yumuşak huylu idi. O kadar utangaç idi ki yanında kabaca bir söz
söylense utancmdan kızarırdı. Gençliğinde çok konuşkan iken “Selamet el-insan
fi hıfz el-lisan” (insanın kurtuluşu dilini korumasmdadır) denemesini
geçirdikten sonra “hayr el-kelâm ma’kalle vedelle=sözün hayırlısı kısa
olanıdır” anlamına uymuştu. Söylediği sözün nereye varacağını düşünmek için
lakırdı arasında “ neste, peşte, nestenin nestesi” sözlerini kullandığından Ali
Paşa “nesteye pesteye katlanıyoruz, fakat nestenin nestesi çekilmiyor” dermiş.
Zarifliğine örnek olarak Bağdat şairlerinden birisi bir kaside gönderip Arif
Hikmet Bey de karşılık olarak kehribar bir çubuk takı-mı(7) hediye olarak
yollamış; yazdığı cevap mektubunda da “ kasidenizi o kadar beğendim ki ağzınızı
öpmek istedim, fakat yolun uzaklığı engel olduğundan bu görevi çubuk takımına
ısmarladım” gibi tatlı ve gönül alıcı sözler yazdığı anlatılır. Temizliğine ve
mahçupluğuna örnek olarak tedavi eden doktorundan işittiğime göre rahmetlinin
böğründe ur cinsinden bir
küçük
kis meydana gelmiş, derisi sıyrıldığından acı çekmeye başlamış, doktor bir defa
göreyim diyerek mintanını ve gömleğini güçlükle açtırabilmiş, bir kadın
vücudunu göstermekte ne kadar utanırsa o derece sıkılıp kızarmış.
Cevdet
Paşa rahmetli anlatırdı “Encümen-i Dâniş” kurulduğu va-kit(39) Küçük Kaynarca Andlaşmasmdan Vak’a-i
Hayriye’ye kadar OsmanlI Devleti olaylarını Vasıf , Asım ve Şanizade(8) tarihlerinden
ve ikişer üçer sene, olayları kaydetmekle görevlenen “vak’anüvis”lerden
toplayarak ciddi bir tarih kitabı yazılması kararlaştırıldığından bu görev bana
verilince birdenbire ürktüm. Çünkü lazım gelen kaynaklara sahip değildim.
Durumu Reşit Paşa’ya anlattım. Beni alıp beyefendiye götürdü, endişemi anlattı.
Arif Hikmet Bey hemen cebinden bir küme anahtar çıkararak” işte efendi
kütüphanemin anahtarları, istediğiniz gibi kullanınız, ancak aldığınız kitabın
işi bitince yine getirip yerine koymalısınız” dedi. Anahtarları aldım,
kütüphaneyi açınca peynir tulumuna girmiş bir kedi gibi oldum; çeşitli güzel
kitaplardan başka ataları tarafından biriktirilmiş birçok resmi ve özel yazılar
vardı.
Arif
Hikmet Bey Medine şehrinde bir kütüphane yaptırarak kitaplarını oraya
vakfetmişti. Görevden ayrılışı 21 Cemaziyülahar 1270-1853’dır. Ölümü 1275-1858
şabanındadır. Yaşı yetmişbeşe yaklaşmıştı. Üsküdar’da Nuhkuyusunda ailesi
mezarlığında gömülüdür. “ Hikmetinden Arifa olmaz sual = Şeyhülislâm eyledi
Yezdan beni” beyti kendisine aittir. Bunu sudurdan Şeyhzade Esat Efendi’nin :
“Bana layık iken cay-ı meşihat: Hudanm hikmeti Arif Bey oldu” beytine karşılık
olarak söylediği anlatılır.
·
3 - MEHMET ARİF
EFENDİ : Büyük müderrislerden Trabzonlu Şatırzade Emin Efendi’nin oğlu ve
sudurdan Meşrebzade Ali Efendi’nin kızının oğludur. Büyük babasından dolayı
Meşrebzade diye tanınmıştır. Bâb-ı Âli’ce en çok beğenilen ve tutulan, ulema
mesleğine büyük hizmetlerde bulunan şeyhülislâm rahmetli Arif Efendi’dir.
Şeyhülislâmlığı tanzimat fermanı ile vâd ve ilân edilen ve sonra Paris
Andlaşma-sı ile üstelenen iç ıslahatın uygulanmasına başlandığı zamana
rastladığından hükümet tarafından kararlaştırılan yeniliklerin hepsini kabul
etmiş
ve
zorluk çıkarmamıştır. Bakanlar kurulunda görüşülen ve kararlaştırılan
yeniliklerin hepsini kabul etmiş ve zorluk çıkarmamıştır. Bakanlar kurulunda
görüşülen bir konu için bazen bakanlardan birisinin “bir kere de şeriat
bakımından gereği için Bâb-ı Fetvadan sorulsun” demesi üzerine rahmetli Arif
Efendi “efendim herşeyi bize sormayınız, sormadan yaptığınız şeylere
karışıyormuyuz, bizim bir ölçümüz vardır, sorulan şeyleri o ölçüye vururuz,
uyarsa ne âlâ, ya uymazsa..” diye akıllıca karşılık vermiş. Mekteb-i Nüvvab
(şimdiki Medreset el-Kuzzat)ı kuran, dersleri (medrese) düzenleyen, yetim
malları tüzüğünü hazırlayan, kadılık mesleği için imtihan usulünü koyan, hâlâ
şeyhülislâmlık dairesinde uygulanan kuralları koyan odur. Bu makamda iken vefat
edip (20 Cumadiyulûla 1275-1858) Edimekapısı dışında Mustafa Paşa Tekkesi
Mezarlığına gömülmüştür. Cenazesinin kalabalağı hâlâ gözümün önündedir.
Türbesinin üstünde “Cennet el-me’va ola Arif Efendi’ye mekam= Cennet yeri Arif
Efendi’ye makam olsun” mısraı hatırımda kalmıştır.
·
4 - MEHMET
SADETTİN EFENDİ: Müderrislerden Abdül-hamid Efendi’nin oğludur. Alim, iri
yapılı, ağırbaşlı doğruluk ve güveni ile meşhurdu. Olur olmaz şeye itiraz
ettiğinden hükümete Meşreb-zade Arif Efendi’yi çok aratmıştı. Kısa bir süre
padişah imamlığında bulunmuş olan Hüseyin Mahvi Efendi anlatırdı: Memleketten
yeni gelmiştim, henüz sarf mollası idim. İmamlık için imtihan açılmıştı. Sesim
gür olduğu için arkadaşlarımın teşviki üzerine ben de müracaat ettim. İmtihan
meclisine girdiğimde Sadettin Efendi ve karşısında Enderun-ı Humayun musikî
üstadı Dellalzade Ahmet Efendi(9) seccade üzerinde oturuyorlardı. Şeyhülislâm
Efendi oturduğu yerde benden büyük görünüyordu. Bu heybetli görünüşünü hiç
unutamam.
Sadettin
Efendi’nin mektupçusu (sekreteri) olan Sahip Molla Bey de Efendi merhum
(Sadettin Efendi) bir ramazan gecesi saraydan geç döndü. Dönüşünü bekliyordum.
Odasına girdikten sonra yazı takımını ve tası tarağı toplamakhğımı gizlice
emrederek biraz rahatsızlığından bahsederek hareme gitti. Ertesi günü ikindiye
doğru saraydan gelen birisiyle görüştü; onun dönüşünden sonra merak ettim
durumu sormak maksadıyla yanma gittim. “Dün akşam ben padişaha karşı makamımın
gereğini yerine getirdim. Hatta biraz da ileri gittim. Bugün padişah da
makamına yakışan cömertliği gösterdiler, selam ve iltifatlarıyla gönlümü
aldılar” dediğini anlatırdı.
Sultan
Abdülaziz Han’ın tahta çıkışında Nakib el-eşraf Tahsin Bey ile sarayda
bulunuyormuş, ilkönce biat etmek için alışkanlıkla Tahsin .Bey yerinden
fırlamış, Sadettin Efendi arkasından yetişememiş, kendisi de sadattan
olduğundan tek gözlü olan Tahsin Bey’in ilk biat eden olmasını gönlü istememiş.
Fakat biat yapılmış. Hazret-i Ali’ye ilk biat eden Hazret-i Talha(lO) olmuş,
Talhanm Uhud olaymda(ll) bir kolu sakat kaldığından “ilk biat eden el çolaktı”
diye uğursuz sayılmış. Sa-, dettin Efendi onu hatırlayarak “yeni padişaha ilk
biat eden kimse sakat idi, Allah bilir sonu hayırlı olmaz” dermiş(12).
Tutum
ve davranışlarından dolayı Sadettin Efendi için “ağalardandır” diyen Fuad Paşa
ikinci sadrazamlığında adı geçeni az-lettirmiştir. (12 Cumadiyulahar
1280-1863). 1283-1866 yılı başlarında vefat ederek Karacaahmet türbesi
yakınlarına gömülmüştür.
·
5
- ATIFZADE ÖMER HÜSAMETTİN EFENDİ: 1155-1742’de
ölmüş
olan kütüphane sahibi defterdar Atıf Efendi’nin soyundandır. Atası sudurdan
Celâl Efendi’dir. Soylular gibi terbiye edilmiş, öğrenime gayret etmiş, iyi
huylu, yumuşak tabiatlı, alçakgönüllü bir kimse idi. Tarihe fazla meraklı idi.
Daha evvel iki buçuk sene kadar Maarif Mec-lisi(13) başkanlığında bulunmuştu.
Sadettin Efendi’nin Otoriter davranışlarından ağzı yanan Bâb-ı Ali büyüklerine
Hüsamettin Molla’nın çelebi tutumu rahat nefes aldırmıştı. Azlinden (27 Rebiyülevvel
1283-1866) sonra Meclis-i Vükelâda görevlendirilmiş ve 1288-1871 yılı
başlarında ölmüştür. Haydarpaşa’da gömülmüştür.
, .
·
6
- ELHAÇ ^lEHMET REFİK EFENDİ: Bosnalı olup Bosna şer’i ye mahkemesi
kâtipliğinden yetişmiştir. Usulü gereğince öğretim görmediği halde zamanında
fukaha (İslam hukukçuları) arasında sözü en geçerli kimse idi. Daha müderris
rütbesinde iken Arif Hikmet Bey kendisini Fetva Emanetine tayin etmişti. İlmiye
sınıfı mensuplarının iftihar edeceği büyüklerdendir. İlmi ile iş görür, yüksek
ahlaklı, şeriat işlerini iyi bilir, bütün meclis ve toplantılarda iyi kabul ve
saygı görmüş, yüksek değeri her yerde teslim edilmişti. Azlinden (7 Muharrem
1285-1868) sonra bu bilgili adam da kendisinden evvelki Hüsam Molla gibi
mecalis-i âliyede görevlendirilmiş ve 1288-1871 yılı başlarında ebedi âleme
göçerek şerefli Fatih Camii mezarlığında gömülmüştür.
·
7
— HAŞAN FEHMİ EFENDİ: Akşehirlidir. Sultan Abdülaziz Han’a şehzadeliğinde
öğretmen olmuştu. En yüksek öğretmenlerden idi. Kendisi ve aynı zamanda yaşamış
olan ders vekili Filibeli Halil
Efendi
ile beraber yüksek bilginler arasında gösterilirlerdi. Ancak Haşan Fehmi Efendi
dilek sahiplerine verdiği sözü yerine getiremediğinden ulema sınıfı arasında
Kizubi (Yalancı) diye anılmıştı. Ali Paşa’nın ölümünden az sonra görevden
alınarak (2 Recep 1288-1871) yerini Muhtar Molla Bey’e bırakmış ve üç sene
sonra Haşan Hayrullah Efendi’-nin yerine ikinci defa “ferve-i Beyza”
giymişti(14). 4 Cumadiyulahar 1291-1874.
İkinci
şeyhülislâmlığının sonları Mahmut Nedim Paşa’nın ikinci sadrazamlığına
rastladığından o kanşık devirde ortaya çıkan Hersek isyanı ve Bulgar
ayaklanması yabancıların işe karışmasına sebep olmuş devletin başına büyük bir
dert açmıştı. Bir taraftan Rusya’nın kışkırtmaları ve devlete hükmetme eyilimi
arttığı gibi diğer taraftan mali sıkıntıların eklenmesi ile Osmanlı Hükümeti
isyan ve ihtilali gerekli süratle bastıramamış olduğundan ve esasen Mahmut
Nedim Paşa Rusya taraftarlığı ile tanındığından asker göndermek ve savaş
araçlarını ve gereçlerini ulaştırma konusunda kasıtlı olarak gevşek davranmak
gibi yakıştırma yalanlar halk arasında yayıldığından İstanbul’da halk
heyecanlanmış; bu isyan ve ihtilaller dolayısıyla evleri ve köyleri harap olan
veya tehlikeye düşen Rumelili medrese öğrencileri arasında heyecan ve bunalım
artmıştı. Şikâyetlerin amacı doğrudan doğruya sadrazam ise de Haşan Fehmi
Efendi’nin dillerde dolaşan uysallığı ve bilinen huyu da güven vermediğinden,
hükümetçe medrese öğrencilerinin yatış-tınlması gereken bir sırada bunu yapmaya
şeyhülislâm efendinin itibarı ve gücü yetmeyecekti. Medrese öğrencilerinin
bilinen ayaklanması üzerine sadrazamla birlikte azil olundular (17 Rebiyyülahar
1293-1876). Haşan Fehmi Efendi iki sene sonra Medine’ye gönderilmiş ve orada
1298-1880 ortalarında ölmüştür.
·
8 - AHMET
MUHTAR MOLLA BEY: Koca Yusuf Paşa torunudur. Kendisinden evvel bu makama gelmiş
olanlardan Hüsam Molla gibi soylu terbiyesi ile yetişmiş, ilim ve şiirle
uğraşmış, hoşsohbet ve ikramcı bir adamdı. Mahmut Nedim Paşa sadrazam olduktan
on gün sonra eski dostluklarından dolayı Muthar Bey’i şeyhülislâm yapmıştı (2.
Recep 1288-1871). Bu makamdan düşmesinden beş buçuk sene sonra ikinci defa
şeyhülislâm olmuş, 14 Rebiyyülahar 1295-1878’de azledilmiş ve 1300-1882
başlarında ölmüştür. Üsküdar’da înadiye tekkesinde gömülüdür.
·
9 - TURŞUCUZADE
AHMET MUHTAR EFENDİ : Ayasof-ya’da Zafranbolulu bir turşucunun oğludur.
Öğrenimini bitirdikten sonra öğretim görevlisi olmuş, doğuştan parlak zekâsı
ile müderrisler arasında parlamış ve huzur dersi(15) verirken güzel konuşması
ve açık fikri Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekmişti. O sayede per çabuk
ilerleyerek İstanbul payesinden birden şeyhülislâm olmuştur (5 Ramazan
1289-1872). Mesleğin geleneklerine pek uygun olmayan bu tayin ulema arasında
dedikodu konusu olmuştu. Süratle ilerlemiş ve tecrübesi az olmakla beraber
“Bâb-ı Fetva” işlerini iyi idare etmeyi, dersler arsında bulunan “Havaşı” yi
kaldırmak suretiyle programları düzeltmeyi ve kolaylaştırmayı, meslekdaşlarmı
derecelerine göre memnun etmeyi başararak mesleğin eskileri tarafından bile
küçük görülmemiştir. Hocası olan öğretim görevlisi Filibeli Halil Efendi’yi,
terbiye ve saygısından dolayı bir kerre bile ayağına çağırmamıştı. Sadık
Paşa’dan duyduğuma göre bir kabine toplantısı günü bakanların toplanması beklenirken
Bâb-ı Âli’de şeyhülislâmla adıgeçen paşa oturup konuşurken “valide sultanın
kahvecibaşısı izin alarak içeri girmiş, valide sultanın selamını bildirdikten
sonra “dâvâ nasıl oldu, şeyhülislâm efendi bizim işimize neden bakmıyor,
ibadullahın işleri böyle yüzüstü kalırını? Arsla-nım(16) onu bunun için mi
şeyhülislâm yaptı” buyuruyorlar diye padişahın annesi namına sitem edici sözler
söylemeye başlayınca Muhtar Efendi suratını asarak “çık dışarı herif,
böyle sözler söylemek senin haddin midir, işte Allah'ın kullarının işi hak ve
adalet üzere görülmesi içindir ki soruşturma uzamaktadır” diye tersleyerek
kahvecibaşıyı kovmuş. Meğer rahmetli valide sultanın Aksaray’da yaptırdığı
camie(17) vakfettiği araziden dolayı köylülerle bir anlaşmazlık ortaya çıkmış; bu
da Bâb-ı Fetva’ya havale edilmiş, valide sultan biran evvel bitmesini istermiş.
Etrafındaki müzevirler “böyle yüksek bir makama ait dâvâ-nın soruşturulmasına
gerek var mıdır, şeyhülislâm efendi hemencecik hükmünü vermelidir” yolunda etki
yapmaktan geri kalmazlarmış. Bunun gibi ağalar akıllan ermedikten başka
efendilerine hoş görünmek için saray ağzından uygunsuz sözler ve bildiriler
uydurduktan, bazen bu suretle istediklerini yaptırdıktan bilinmektedir. Muhtar
Efendi bun-lan anlattıktan sonra Sadık Paşa’ya “bende makam hırsı yoktur,
pabuçlarımı elime alıp camie derse girdiğim(18) zamanlar gözümün önündedir.
Gönül o zamanlara dönmeyi arzu ediyor” demiş.
Kahvecibaşmm
uğradığı hakareti telleyip pullayıp anlatması şeyhülislâmın değiştirilmesine
yeterli sebep olamayacağı sadrazam Hüseyin Avni Paşa tarafından söylendiğinden
uygun bir sebep çıkması beklenirken Muhtar Efendi birgün gösterişli (makam)
kayığına binmeyerek îdare-i Mahsusa(19) vapuruyla Kadıköyû’ne gitmesi küçük
düşürücü sayılarak görevden alınma işlemine uğramış (25 Rebiyülahar 1291-1874)
ve bir sene sonra ebedi âleme göçmüştür. Üsküdar’da gömülmüştür.
Sadrazam
Esat Paşa ile Muhtar Efendi’yi üstünlük ve zekâ bakımından birbirine
yaklaştıranlar olduğu gibi görevlerine devam etseler ve ömürleri yetse idi her
ikisinden de devletçe faydalı işler beklenebilirdi diye üzülenler vardır. Ancak
Esat Paşa(20) padişaha daha itaatli ve daha bağlı olmasına rağmen Turşucuzade
ise daha katı idi.
·
10 - HAŞAN
HAYRULLAH EFENDÎ : Padişah birinci imamı idi. Turşucuzade’nin görevden
alınmasından sonra Hüseyin Avni Paşa’mn ısrarlı tavsiyesine rağmen Sultan
Abdülaziz “bizim imamı şeyhülislâm yaptım, biraz da onlar (bakanlar) kahrını
çeksinler” diyerek imam efendiyi şeyhülislâm yapmıştı. Öğrenimi basit fakat
tecvit ve (Kur’an’ı) yüzünden okumakta çok usta idi. İki aya varmadan yerinden
ayrılarak (4 Cumadiyülahar 1291-1874) Haşan Fehmi Efendi ikinci defa ferve-i
beyza elbisebini geydi. Yukarıda işaret edildiği gibi medrese öğrencilerinin
korkulu ayaklanması üzerine Mahmut Nedim Paşa ile Haşan Fehmi Efendi
görevlerinden alınmış. Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlığa ve Hayrullah Efendi de
şeyhülislâmlığa geri gelmişlerdi. (17 Rebiyülahar 1293-1876). Bakanlardan
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesini kararlaştıran adları bilinen(21) kimselere
Hayrullah Efendi de katılarak hal’i fetvasmı(22) imza etmiş ve V. Sultan
Murad’ın tahttan indirilmesine dair fetvayı da vermek zorunda kalmıştır. O
zaman etraftaki söylentilere göre Hayrullah Efendi bilgi yetersizliği
dolayısıyla “hal’i” için gereken fetvayı Bağdat ulemasından olup Meclis-i
Maarif üyeliğinde bulunan Fasih Efendi ile görüşerek hazırlamış imiş. Halbuki
fetvanın müsveddesinin Fetva Emini Kara Halil Efendi tarafından yazıldığı
belgelere dayanılarak söylenmektedir. Sultan Abdülhamid amcasının tahttan
indirilmesi olayına katılanları birer birer (İstanbul’dan) uzaklaştırdığı
sırada Haşan Hayrullah Efendi’yi azlettikten sonra Hicaz’a göndermiş ve on sene
kadar oturduktan sonra orada ölmüştür.
·
11
- KARA HALİL EFENDİ : AmasyalIdır. İslam hukuk bilginlerinin başta
gelenlerinden olup Boşnak Refik Efendi rahmetli ile eşdeğerdedir. Hayrullah
Efendi’nin ikinci şeyhülislâmlığında fetva emini idi. Sultan Aziz’in tahttan
indirilmesi işi bilinen bakanlar arasında görüşülmekte iken, benzeri işlerde
olduğu gibi fetvaya başvurmak lazım geleceği, halbuki şeyhülislâmın ilmi
kapatiseti buna yeterli olmadığından Mithat Paşa birgün Kara Halil Efendi’yi
konağına dâvet ederek ortalığın halini ve sarayın savurganlığını, devletin
içine düştüğü bunalımı sayıp dökerek “kurtuluşu padişah değişikliğinde
görüyoruz” diye fikrini öğrenmek istediğinde adı geçenin “çarşaf kadar fetva
veririm” dediğini Mirat-ı Hakikat(23) yazmaktadır. Bu sebeple Fasih Efendi’nin,
fetvanın yazılması meselesinde danışma şeklinde görüşünün alınmış olması hatıra
geliyor. Fetvada Abdülaziz’in deli olduğu yazılması halk arasında garip
göründüğünden şaşkınlık sebebi olmuş, Şerif (Ab-dülmuttalib’i şeyhülislâmı
açıktan açığa ayıplamıştı. Şeriatın dilinin hak dili olduğuna herkes inanır,
ancak, Zeyd hakkında çıkan fetvanın zamanın padişahına uygulanması halk
vicdanına dokunmuş ve şahsi garezlerin çıkar alanında rahatça dolaştığına şüphe
kalmamıştı. Belki bundan dolayıdır ki uygulaması illetli fetva Kara Halil
Efendi gibi bir büyük bilgine yakıştırılamayarak başka bir kimseninmiş gibi
gösterilmek istenmiştir.
Hayrullah
Efendi’den sonra Kara Halil Efendi şeyhülislâmlığa getirilip (15 Recep
1294-1877) on geçince ayrıldı ve 1298-1880 başlarında ebedi eve göçmüştür.
Fâtih türbesi mezarlığında gömülüdür. Haşan Fehmi Efendi gibi gösterişli
yapıda, ak ve gür sakalı esmer yüzüne başka bir şirinlik vermiş, seksene yakın
dindar bir bilgindi.
·
12
- URYANİZADE ESAT AHMET EFENDİ : Akıllı, kılı kırk yaran, anlayışlı, geniş
tecrübesi olan birisi idi. Medine Mollası iken (1277-1860) Harem-i Şerif onarım
müdürlüğü de görevine eklenerek onarımın sonunda Sultan Abdülmecid’in tuğrasını
koyduracağı sıralarda onun ölümü ve Sultan Aziz’in tahta çıkışı dolayısıyla
yeni padişahın tuğrası konulması usûlden iken Esat Efendi Şeyhülharem İşkodralı
Mustafa Paşa ile görüştükten sonra cülus fermanının okunmasını geciktirerek o
gece Sultan Abdülmecid’in tuğrasını asmak suretiyle haklılık kazanmıştı. Bundan
dolayı Abdülmecid’in ailesi yanında şöhret kazanmıştı. Hal’i görüşmelerine(24)
ilgisiz olmadığı söylenir. Muhtar Molla Bey üzerine şeyhülislâm olduktan sonra
yaklaşma bağlarını kuvvet-
lendirmek
için hiçbir fırsatı kaçırmayarak Abdülhamid Han yanında tam bir güven ve sağlam
bir yer kazanmıştı. Bakanlar kurulunda her işe karışmaz, karıştığı işlerde sözü
geçerli olurdu. O kuşkulu ve şüpheci devirde ulema sınıfı hakkında padişahın
güvenini kazanması ve ilim rütbelerini itibarsızlığa düşürmemesi, âdi ve kötü iurnalcileri
gücü yettiği kadar mesleğe yaklaştırmaması en büyük hizmetidir. Derslerin ilerlemesine
ve gelişmesine, Bâb-ı Fetva’nm teşkilat bakımından yenileştirilmesine gereği
kadar ilgi göstermemiş ise de ekmekle oynamaktan çekinir, mükâfatlandırması ve
okşaması bol, gönül alıcı, tatlı dilli, dürüst bir kimse idi. Servet peşinde
koşmayarak o devirde mahlulattan ve çeşitli kaynaklardan yüksek makam
sahiplerine bol bol dağıtılan bahşişlerden faydalanmaya itibar etmemiştir.
Şeyhülislâmlık görevinde iken ölmüştür. Eyüp’te özel kabrine gömülmüştür.
Şeyhülislâmlığı onbuçuk sene kadardır (9 Zilhicce 1295-15 Cumadiyulûla 1306 =
1878-1888).
·
13
- BODRUMİ ÖMER LÛTFİ EFENDİ : İcazet vermiş(25) tanınmış hocalardan olup
rahmetli Sadettin Efendi’nin daha bilgilisidir. Namus ve doğruluğu makamın
otoritesini korumaya gösterdiği gayret bilinmektedir. Kendisinden evvelkinin
zekâsından yoksun olduğundan Maksudiye hanı dâvâsı dolayısıyla uydurulmuş yalan
bir iurnalin kurbanı olarak hem kendisi ve hem sadrazam Kâmil Paşa ve
bakanların birçoğu ayni günde padişahın gazabına uğrayarak azil olunmuşlardır
(29 Muharrem 1309-1891). Ondan sonra dünyadan elini eteğini çekerek yaşamış ve
Çamlıca’daki köşkünde ebedi âleme göçmüş (20 Zilkade 1314-1896) ve orada
yapılmasını başardığı cami mezarlığına 'gömülmüştür.
·
14
— CEMALETTİN EFENDİ : Uzun süre Uryanizade’nin mektupçuluk hizmetinde bulunarak
devrin gidişatını tamamıyla öğrenmiş zekâlardan, temiz huylu, eli açık, nazik
bir insandı. Kendisinden evvelkinin düşmesine ilgisiz olmadığını söylerler(26).
İkinci meşrutiyetin ilânı sırasında şeyhülislâm olup meşrutiyet usulünü
destekleyenlerden olmuştu. Sonra Kâmil Paşa gibi îttihad ve Terakkiye karşı
olanlar grubuna katıldı. Ahmet Muhtar Paşa ve ondan sonraki Kâmil Paşa
kabinelerine şeyhülislâm olarak girdi. Harbiye Hazırı (savunma bakanı) Nazım
Paşa’nın katlini ve Kâmil Paşa’mn istifasını gerektiren meşhur
Bâb-ı
Âli olaymdan(27) sonra İstanbul’da oturması uygun düşmeyerek Mısıra gitmişti.
Orada öldüğünden cenazesi İstanbul’a getirilerek Fatih yakınlarında kendisinin
onarttığı Kazasker camii mezarlığındaki aile mezarlığına gömülmüştür. Birinci
şeyhülislâmlığı 29 Muharrem 1309-1891 ve 22 Muharrem 1327-1909 tarihleri
arasında onsekiz sene sürmüştür.
·
15 - MEHMET
ZİYAETTİN EFENDİ : Yukarıda konu edilen Cemaleddin Efendi’nin tavsiyesi üzerine
şeyhülislâm olmuştur. 22 Muharrem 1327-1909. Fukahadan (İslam hukuk bilgini)
kendi halinde sessiz bir kimse idi. Ne bakanlar kurulunda ve ne sonradan üye
olduğu Ayan meclisinde (Senato) söze karışmaz idi. İmza ettiği Sultan
Abdülhamid’in hal’i fetvasının hazırlama münakaşaları esnasında da sessiz
kalmıştı. Ondan on gün sonra Tevfik Paşa’nm. birinci kabinesiyle beraber istifa
etmiş ve 1336-1917 ramazanında ölmüş ve Eyüb’de gömülmüştür.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Osmanlı Devleti’nde, bütün İslam devletlerinde olduğu, gibi eğitim ve öğretim
işleriyle
adalet işleri ulema denilen din adamlan tarafından yürütülmekte idi. Bu durum
Müslüman devletlerin kamu hukukunun dini ilkelerden kaynaklanmasından ileri
gelmektedir. Bilindiği gibi İslâm devletlerinde kamu hukukuna genellikle şeriat
adı verilmiştir. Bundan dolayı şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi ve
mürakabesi işi de dini bilgilerle yetişmiş kişilere bırakılmıştır. Bunlar hem
adalet işlerini hem de eğitim ve öğretim işlerini yürütmekte idiler. Bundan
dolayı da bu sınıfa âlim (bilgin) in çoğulu olan ulema yani bilginler adı
verilmişti. O zamanın tek öğretim kurumu olan medreseden çıkanlar ya kadı
olarak adalet kurumlanna veya müderris olarak eğitim kurumlanna atanırlardı.
Sonra yükselerek kazasker ve şeyhülislâmlık gibi yüksek makamlara gelirlerdi.
·
2
— Hıristiyanlıkta iki çeşit din adamı vardır. Birisi dini merasimlere (ibadet
ve
âyinlere)
başkanlık eden Klerie (Clergee) sınıfı diğeri “Religieus = reliiiyö” denilen
din adamlan. Bir Hıristiyan, tanrısına ancak yetkili bir din adamının (klerie)
aracılığı ile ibadet edebilir. Küçük kasaba papazlarından Roma’daki Papalığa
kadar bütün dini makamlara gelen kişiler bu sınıftan çıkardı.
·
3
— Ebussuud Efendi (1490-1574) uzun zaman şeyhülislâmlık makamında bulun
muş
büyük İslâm hukuk bilginlerindendir.
·
4
— Divan görevlisi, Osmanlı Devleti ’nin en yüksek idare organı olan Divan-ı Hü
mayun
üyesi olmak demektir. İlk zamanlarda müftü denilen şeyhülislâmlar divan üyesi
değildi. Bu fonksiyonları daha sonraki devirlerde oldu.
·
5
— Ay senesi, İslâm devletlerinin kullandıkları ve başlangıcı Hz. Muhammed’in
Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarih olan Hicret (göç) takviminde ayın ilk
göründüğü gün başladığından bu takvime “Kameri=Ay” takvimi adı verilmiştir.
.6
— Kaside-i Bür’e veya Bürde, Arap şairlerinden El-Busirî tarafından yazılmış ve
asıl adı El-Kevakib el-dürriyefi medh hayr el-berriye iken, felçli olan şairin
rüyasında Hz. Peygamber’i görüp hırkasını (bürde) omuzuna atarak onu iyi ettiği
etraf a yayıldığından bu kasideye “Kaside-i Bürde” veya hastalığı iyi
ettiğinden dolayı “Kaside-i Bür’e” adı verilmiştir. İslâm âleminde büyük şöhret
kazanan bu kaside hemen bütün Müslüman milletlerin diline çevrilmiştir.
Türk-çede de birçok şerhleri vardı. Bunlardan birisi de şeyhülislâm Mekki
Efendi ile Nahifi tarafından yapılmıştır.
·
7
— Çubuk takımı, o sıralarda tütün tiryakileri bugünkü pipolara benzer fakat tü
tün
konulan yerle ağıza gelen kısmı uzun bir çubuk olan ağızlık ile bunu doldurmak
ve temizlemek için lüzumlu araçlara verilen bir addır.
·
8
— Osmanlı Devleti’nin günlük olaylan yazmakla görevlendirilen kimselere“Vak’a
nüvis”
adı verilirdi. Bunların arasında Naima ve Raşit Efendi gibi ün yapmış tarih
yazanları vardır. Ahmet Vasıf, Ahmet Asım ve Şanizadc Mehmet Ataullah efendiler
de bu görevde bulunmuş ve yaşadıkları devirlerin olaylarını kapsayan ve kendi
adlarıyla anılan birer tarih yazmışlardın
·
9
— Dellalzade Ahmet Efendi XIX. yüzyıl ikinci yarısında yaşamış büyük Türk
musiki
ustalarındandır.
10—
Hz. Muhammed'e ilk inananlardan ve ilk Müslümanlardan “ashab-ı mübeşşire” den
birisidir.
·
11
— Uhud olayı Hz. Muhammed ’in Medine ’ye göç ettikten sonra Mekkelilerle yap
tığı
savaşların İkincisidir.
·
12
— Bilindiği gibi Sultan Abdülaziz 15 sene saltanattan sonra tahttan indirilmiş
ve
sonra da intihar etmiştir.
·
13
— Maarif Meclisi, Milli Eğitim çalışmalarını planlamak ve geliştirmek maksa
dıyla
daha Tanzimat döneminin ilk yıllarında 1845’te kurulan ve sonraki yıllarda
fonksiyonu daha da genişleyerek imparatorluğun son gönlerine kadar devam eden
bir eğitim kurulunun adıdır.
·
14
— Ferve-i beyza, şeyhülislâm olanlara padişah tarafından giydirilen beyaz elbi
senin
adı olup şeyhülislâmlar merasimlerde bu elbiseyi giyerdi.
·
15—
Ramazanlarda, ramazanın ilk günü başlamak ve sekiz derste bitmek üzere sarayda
padişah önünde zamanın tanınmış bilginleri-bunlara mukarrir adı
verilirdi-tarafından verilen derslere huzur dersi denirdi.
·
16—
Sultan Aziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan oğlu için Arştanım diye
bahsederdi.
·
17—
Aksaray ’daki Valide Camii Sultan Abdülaziz ’in annesi Pertevniyal Valide
Sultan tarafından yaptırılmıştır. Bahis konusu olan bu camidir.
·
18
— Eskiden büyük camilerde tanınmış müderrisler tarafından medrese öğretileri
ne
ders verilirdi. Yazarın anlattığı bu derslerdir.
·
19
— îdare-i Mahsusa, bugünkü şehir hatları vapurlarını işleten kurumun adı idi.
·
20
— Ahmet Esat Paşa, 1828’de Sakız adasında doğmuş, Harb Okulu ’nu bitirdik-
den
sonra Paris’te askerlik öğretimi görmüş, çalışkanlığı ve gayreti sayesinde
pekçabuk paşalığa yükselmiş, iki defa sadrazam olmuş, 1875yılında oldukça genç
bir yaşta İzmir’de ölmüştür.
·
21
— Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sadra
zam
Mütercim Rüştü Paşa, Devlet Şurası Başkanı Mithat Paşa ve Kayserili Ahmet Paşa
gibi kabine üyelerinin müşterek karan ile olmuştur.
·
22
— İslâm geleneklerine göre padişahların başarısızlıktan ve özellikle şeriat
yolun
dan
aynlmalan halinde tahttan indirilmesi için hükümet tarafından alman karann
mutlaka şeyhülislâm tarafından gerekçeli bir fetvaya dayanması lazımdı.
·
23
— Mir’at-ı Hakikat o devir devlet adamlarından Mahmut Çelalettin Paşa ’nın yaz
dığı
üç ciltlik meşhur tarih kitabının adıdır.
·
24
— Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi için kabine üyelerinin yaptığı
toplantı.
·
25
— Okulu bitiren öğrenciye verilen diplomaya icazet denirdi. Öğrenci okuduğu her
dersten
icazet alması gerekli idi. Bunu da ancak yetkili müderrisler verebilirdi.
·
26
— Padişaha Maksudiye hanı dâvâsı hakkında verdiği iurnal ile onun zihnini ka
rıştırarak
kuşkusunu artırmış ve sadrazamla beraber Ömer Lutfi Efendi’nin de makamından
düşmesine sebep olmuştu.
·
27
— Bâb-ı Âli baskını 1912 yılında İttihad ve Terakki Partisi ileri gelenlerinden
başta
Enver Paşa olmak üzere birkaç kişinin hazırladığı bir komplo olup Bâb-ı Âli’de
toplantı halinde bulunan bakanlar kurulunu basarak silah zoru ile Sadrazam
KâmilPaşa’yı istifa ettirmişler ve karşı koymaya kalkan Harbiye Nazın Nazım
Paşa’yı tabanca ile vurarak öldürmüş oldukları olaydır.
XXX
MUSTAFA İZZET EFENDİLER
Güzel
sanatları sayarken İslâm Âlemi için heykelcilik yerine yazı sanatını saymak
lazımdır(l). Çünkü helkelcilik bizde mevcut olmadı-ğmdan(2) çeşitli yazılar
özel bir ilgi görmüştür. Avrupa tapınak ve salonlarındaki resim ve tablolara
karşılık cami, mescit tekke ve türbelerimiz ve hatta evlerimiz çeşitli ve uygun
yazılarla süslenegelmiştir.
Geçen
yüzyılda Mustafa İzzet Efendi adında iki kişi güzel sanatların doğuya ait iki
bölümünde adlarını bırakmışlardır. İkisi de ilmiye sınıfmdandı ve kazaskerlik
payesini kazanmışlardı; fakat ilimde eşit iseler de sanat, şöhretini
sağlamıştır. Onlardan biri Yesarizade İzzet Efendi ve diğeri Padişah imamı ve
bilginler başkanı Mustafa İzzet Efendi’dir.
Yesarizade
Mustafa İzzet Efendi, Yesari Mehmet Esat Efendi’-nin oğludur 1190-1776
senelerine doğru İstanbul’da doğmuştur. Mehmet Esat Efendi kadılardandı, sağ
eli çolak olduğundan sol eliyle yazı yazardı ki Yesari denmesinin (3) sebebi
budur. Zamanında güzel yazı yazmak çok ilgi gördüğünden pek çok hatta yetişmiş,
fakat Esat Efendi hepsini geçerek sivrilmiştir. Meşhur hattatlardan olan
şeyhülislâm Veliyüddin Efendi (Beyazid Camii içindeki kütüphanenin (4)
sahibidir) “Allah bizim böbürlenmemimizi kırmak için bu adamı gönderdi” defmiş.
1213-1798 recebinde ölmüştür. Oğlu Mustafa İzzet Efendi 1242-1826’da Mekke ve
1245-1829’da İstanbul, 1253-1837’de Anadolu 1256-1840’da Rumeli sadrı unvanını
kazandığı gibi birer defa da Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmuş ve bir aralık
Takvimhane nazeretinde bulunmuştur. 1256-1840 şabanında ebedi âleme göçerek
Fatih’te babasının yanına gömülmüştür. İzzet Efendi musiki biliminde de
üstad-lardan ise de talik yazısındaki şöhreti müzikteki ustalığına galip
gelmiştir.
Bilirkişi
değerlendirmesine göre babasına da üstünlük gösterdiğinden kendisine İmad-ı
Rum(5) (rumun direği) denirmiş. Babası ve kendisi pek çok yazı yazımışlardır.
Bu yadigarların bir kısmı yangınlarda kaybolmuş veya değer bilmeyenlerin elinde
eskimiş ve yok olmuş ise de büyük bir kısmı hala mevcuttur. Levha ve
mürakkaattan başka 254
binalar
üzerinde bir hayli kitabeleri vardır. Koleksiyon meraklıları arasında
Yesari’nin ve oğlunun yazılarını biriktirenler az değildir.
Yesarizade
Mustafa İzzet Efendi’nin meşhur olmasına güzel yazısı kadar sade ilmi ve yalan
derecesine varan mübalağaları (abartmaları) da yardım etmiştir. Sultan Mahmut
Han, Keçecizade İzzet Mol-la’ya(6) Yesarizade ile sıkı fıkı yakınlığının
sebebini sormuş; o da (yazısı çirkin imiş) “efendim ikimiz bir araya gelirsek
okur yazar bir adam oluyoruz” cevabını verdiği meşhurdur.
Mustafa
İzzet Efendi hakkında ‘ ‘yemin etse Yesarizade aldanma yalan söyler” denilecek
kadar mübalağaya düşkün olup birçok fıkraları ağızlarda dolaştığı gibi birçok
fıkralar da sonradan uydurularak ona bağlanmıştır. Mesala bir ramazan akşamı
kayıkla Boğaziçine iftara giderken dalgaların şiddetini anlatmak için “fırtına
o kadar şiddetli idi ki dalgalar bizim kayığı camiin şerefesi hizasına kadar
yükseltiyordu” deyince hazırcevaplardan birisi “efendi hazretleri, ezan vakti
yakındı, hemen çubuğu tellendirip minarenin kendilinden yakmalı idiniz” diye
iğneli bir cevar vermiş.
Öteki
Mustafa îzzet Efendi Tosyah Bostanzade Mustafa Ağa’-mn oğludur. Yesarizade’den
yirmibeş yaş kadar küçüktür. Gençliğinde Enderun-ı Hümayuna yazılarak sesinin
güzelliği ile arkadaşları arasında sivrilmişti. Bir aralık öğretmenlerine
küserek İstanbul’dan savuştu. Hac görevini yaptıktan sonra Mısır’a giderek
medrese ve dervişlik hayatı yaşadı ve senelerce orada kaldı. Gizlice İstanbul’a
döndüğünde Beyazit Cami’nde bir cuma namazında iç ezanı okurken sesinden
tanındı Sultan Mahmut Han’ın yeniden takdirini kazanarak tekrar Enderun’a
alındı. Mahmut II. un saltanatının son zamanlarında Eyüb (Camii) hatibi oldu.
Sultan Abdülmecid’in tahta çıkmasından sonra padişah ikinci imamı olarak ilmiye
mesleğinde (kariyerinde) hızla yükselmeye başladı.
1265-1849’da
Anadolu Sadrı payesini alarak birinci (padişah) imamı oldu ve Rumeli payesine
yükseltildi. 1266-1850’de şehzadelere (padişah çocuklarına) Öğretmen tayin
edildi. İmamlıktan düşmesinden sonra iki defa Meclis-i Vâlâya üye ve üç defa
Rumeli Kazaskeri ve sonra Meclis-i Âliyeye üye oldu. 1289 şabanında Nakib
el-Eşraf da olarak kıdemi dolayısıyla Reis el-Ulema idi. Yaşı seksene yakın
iken 1294-1877 sonlarında öldü. Tophanede Kadirihane’de gömülüdür. Orta boylu,
nazik, edip, güzel yüzlü idi. Tâlik yazısını Yesarizade’den ve Nesih ve
Sülüs
yazısını Çömez Mustafa Efendi’den öğrenerek öğretmenlerinin derecesine vardı.
Onbir mushaf ve o kadar delail ve ikiyüz kadar hilye-i şerife yazmıştır.
Camilerde birçok yazıları vardır. Fakat bu Mustafa İzzet Efendi’nin musikideki
şöhreti daha fazla idi. Bestelediği musiki eserleri ağır ve üstadça yapılmış
şeyler olduğundan genç okuyucularımızın çoğu onlara ilgisiz kalmışlardır. Haşim
Bey, Dellalzade ve Rifat Bey gibi musiki üstadlanmız adıgeçen zamanın hocasıdır
derlerdi. İhtiyarlığında nay (ney)ufleyemez olmuş ve sesi de kalınlaşmıştı;
bununla beraber musiki ile uğraşanlar arasında yine Âli Paşa okuyucusu meşhur
Ali Bey başta gelirdi. Paşanın huzurunda bazı akşamlar saz tertip olunur(7)
çoğunlukla hoca efendi de bulunurdu; biz genç okuyucular tize çıktığımız zaman
Âli Paşa “beyefendiler, Hoca Efendi Hazretlerini dinleyeceğiz” emriyle bizleri
pes perdeye inmeye çağırırdı. Rahmetli birçok öğrenci yetiştirmiştir. Reis
el-Hattatin Muhsinzade Abdullah Bey onlardan birisi idi. Hoca Efendi’nin
kendisi için yazdığı mushaf-ı şerifi (Kur’an kitabı) Âli Paşa istemiş ve
karşılığında Sekiz yüz lira(8) gönderdiği anlatılır.
İlim
ile güzel yazının bir kişide toplanmadığı denenmiştir. (Küll hattat cahilu =
Bütün hattatlar cahildir) Hükmü ağzılarda dolaşır. İstisnası varsa da pek
azdır. Yukarıda işaret edildiği gibi Yesarizade İzzet Efendi bu sözü doğrulayan
örneklerdendir. Sultani okulunda (Galatasaray Lisesi) otuz seneden fazla yazı
öğretmenliği yapan ve pek çok öğrenci yetiştiren ayni addaki hocamız İzezet
Efendi de o zümreden idi. Yazdığı eserlerin bazan manasını sorar ve bazen
anlamadan geçerdi. Biz henüz öğrenci iken Osmanh edebiyatı öğretmenimiz Asım
Bey (şakacı bir kişi olup birçok yerde hâkim vekilliği yapmış ve Bursa hâkim
olan vekili iken vali Ahmet Vefik Paşa ile macerasıyla meşhurdur) birgün
bizlere dedi ki “îzzet Efendi’nin başına geleni biliyormusunuz; yeni Türkçe
öğrenmeye başlayan Müslüman olmayan çocuklardan bir sınıf kurulmuş ve İzzet
Efendi onlara haftada iki defa Robenson tercümesi okutmakla görevlendirilmiş,
şimdi başı sözlükten kalkmıyor”.
Adını
anmaya vesile olur ümidiyle şunu da ekleyeyim ki okulun diğer yazı öğretmeni
Muhiddin Efendi öğrenciye haftada bir yontulmuş kalem vermekle görevli idi. Bu
sebeple daima koynunda mendile bağlanmış bir deste kalemle makta (kalem
açacağı) ve çakı bulunur, beş on dakikalık teneffüslerde bile mendilini yayarak
kalem açardı; bu suretle haftada yedi sekizyüz kalem açtıktan başka sınıfta çocukların
bilerek veya bilmeyerek kırılan kalemlerini düzeltirdi. Ömründe bu adam kadar
kalem açan kimse gelmemiştir denilebilir. Allah hepsini rahmetine boğsun.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Burada bir dil sürçmesi olmalıdır. Çünkü hat yani yazı sanatı kâğıt üzerinde
bir
şekil olduğundan bunu resim sanatı olarak nitelemek daha yerinde olacağını
sanıyoruz.
·
2
— İslâmiyette sanatın her kolunda büyük bir gelişme görülmesine karşılık yalnız
resim
ve heykel alanında hiçbir faaliyet görülmemesi yanlış bir anlayışın sonucu
olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü gerçekte İslâm dininde resim ve heykel
yapmayı yasaklayan hiçbir dini kural yoktur. Ama her iki sanat dalında da
yüzyıllar boyu bir hareket de görülmez. Bu yanlış bir anlamanın sonucu olmaktan
başka birşey değildir. İslâmiyeti sonraki yıllarında suret yani bir canlının
veya cansızın benzerini yapmanın Allah ’a şirk yani ortak koşmak olduğu
gerekçesiyle resim ve heykel yapmak dine aykın sayılmıştır. İnsanoğ-. lunun bu
konudaki faaliyeti bu yanlış anlayış dolayısıyla minyatür ve hat yani yazı
sanatı olarak gelişmiştir.
3—
Yesar Arapçada sol taraf anlamınadır. Yesari de bundan dolayı solak, yani sol
elini kullanan anlamındadır. Adıgeçen sanatkâr da solak olduğundan kendisine
Yesari denmiştir.
·
4
— Beyazıt Camii’nin eskiden Küllük denilen kahve ve lokantanın bulunduğu
köşeye
raslayan kısımda bulunan Veliyüddin Efendi Kütüphanesi Milli Eğitim Bakanlığı
emrine geçtikten sonra kitapları Süleymaniye Kütüphanesine kaldırılmıştır.
·
5
— İslâmî eserlerde Anadoluya Diyar-ı Rum yani Rum diyarı denilmektedir. Bu
radaki
Rum kelimesi Roma kelimesinin zamanla değişmiş şeklidir. Türkler bu ülkeyi Doğu
Romalılardan (Bizans) aldığı için bu topraklara da Rum Diyarı denilirdi.
·
6
— Keçecizade İzzet Molla, XIX. yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şairi ve meşhur
Sadrazam
Fuad Paşa’nın babasıdır.
XXXI
BÜYÜK KONAK VE ONARIMI
Eski
diplomatlarımızdan birisi 1254-1838 tarihinde Bâb-ı Âli’ye sunduğu bir reform
tarasarısmda diyor ki: “Avrupa devletlerinin çoğu disiplinli, düzgün bir ev,
Osmanh Devleti de büyük binaları, birçok eklentileri olan fakat tamire muhtaç,
yeri güzel bir konak olduğu kadar sahibinin gücü de onarmaya yeterlidir.
Gerekli masrafların yapılmasına geliri kâfi ve onarım için işçileri de gereği
kadar yeteneklidir. İşte bunlar manevi güçler denilen güzel sebeplerdir. Ancak,
bu gibi lüzumlu değerlerin iyi idare edilmesiyle lüzumlu menfaatlerinin
kavranmasına engel olan vakitli vakitsiz taşkınlıklar, olur olmaz hareketler
önlenmedikçe, iyi bir usûl ortaya konmadıkça beklenilen imar ve kalkınma
meydana gelemeyeceğini anlatmaya gerek yoktur”
Bu
taraşı Tanzimat’tan önce yazılmıştı. Benzetme o zamana kadar çok geçerli yeni
bir fikirdi. Evet; Osmanh Devleti birçok eklentileri olan ve tamire muhtaç bir
büyük konak gibi idi. Sahibinin lüzumlu tamiratı nasıl yapabileceğini bu
makalemizde tartışacağız.
Devlet
yerine bir şahıs düşünelim: Bir adama babasından bir konak miras kalmış, konak
büyük, ekleri çok işi gürültülü patırtılı, çalıştırdıklarının sayısı gürültü
patırtısıyla orantılı, ahırları dolu, bahçeleri bakımlı, babası vaktiyle
çalışmış, para kazanmış, konağa sahip olmuş, ihtiyacına göre düzenlemiş ve
işçilerini hazırlamış, sonra keyf ve zevki için atını arabasını çoğaltmaya,
bahçelerini süslemeye ve bunların hepsini idareye yeterli gelir sağlamış; oğlu
ise zahmetsizce mirasa konmuş, babasının o duruma gelmek için ne derece
çalıştığını, ne kadar yorulduğunu unutmuş, mirasyedi gibi şatafatı artırmış,
eski gelirin ana parasını da savurmaya ve yoketmeye başlamış, gittikçe masraf
çoğalıyor gelir azalıyor, eski idare bozulmaya başlıyor, konağın damı akıyor,
sıvaları dökülüyor, hizmetlilerin ücreti verilemiyor, esnafa ve diğerlerine
olan borçlar ödenemiyor, mirasyedi bey bunları yapmaya gücü yetmediği halde ben
babamın ocağını söndürmem diye debelenip duruyor;
Konak
sahibi fesini önüne koyup güzelce düşünse veyahut bir akıllı dostundan öğüt
istese günden güne artmakta olan perişanlığın ilacını zekâsı varsa kendisi
bulur yahut öğütçüsü hatırlatır. Başvurulacak çare “likidasyon (işleri
tasfiye)dır. Azar azar hizmetlilere izin vermeli, atı arabayı kaldırmalı,
faydalı olmaan fazla eklentilerle uğraşmamalı, akarını, sıvasını onarımın
imkânsızlığı görülen koca konağın her gün bir kat daha çökmesine ve harap
olmasına seyirci kalmaktansa mesela kırk odalı konağı sekiz on odaya indirmeli,
buna da bina müsait değlise bir kolayını bulup elden çıkarmanın yolunu aramalı
ve kendine göre ufak bir eve çekilip barmmalı. Bu fedakârlıkların hepsi ancak
masrafı gelire uydurmak için yapılacağından acınıp üzülmemeli, bu bozuk düzende
devamın sonucu iflâs olacağına kesinlikle inanmalı, bu fedekârlık isteyen
tasfiyeden kaçınan ahmak ve inatçının en sonunda eli boş kalacağına ve elinde
avucunda ne varsa hepsinin alacaklılara geçeceğine şüphe yoktur.
Bir
şahsa tavsiye olunan tasfiye, gelişigüzel bir devlete tavsiye olunamaz. Bu
konuda devletlerin durumuna, hukukuna, vazifelerine daha yüksek bir bakışla
bakmak lazımdı. Tasarının verildiği zamanda devletimize bakalım: Atalarımızdan
bize Prut, Tuna,ve Savva ırmaklarından Basra körfezine ve Bab el-Mendeb’e(l),
Ağrı Dağı’ndan Afrika’da Cezayir sınırına kadar uzayan geniş bir ülke kalmış.
Bu ülkenin coğrafi konumu emsalsiz kıyılan uzun, topraklannm çoğunun verimi
yüksek, bir kısmı da çöl ve çorak, sınırları arası bir uçtan bir uca yaklaşık
üç aylık yol,(2) halkı kanşık mezhep ve dilleri çeşitli, âdet ve ahlaktan ayrı,
bir eğitim altında yetiştirilmelerine hiç yer verilmemiş, içeride imar işleri
ihmal edilmiş Ahmet Vefik Paşa’nm dediği gibi Allah’ın bıraktığı gibi kalmış,
memleket bütününü meydana getiren ülkeler birbirine bitişik olmakla beraber üç
kıt’a üzerinde bazen sınır ve gelenekler bakımından dağılmaya müsait, halkı da
ırk ve milliyet itibarıyla ayrılmaya elverişli, idare ve adalet düzeni politika
gereklerine ve son ilerlemelere uygun değil.
Şu
suretle anlatılan koca ülkenin sahibine düşen görevlerin en başta geleni ve ön
önemlisi vatandaşlar arasında cins ve mezhep farkı gözetmeksizin hepsine
müşterek bir kültür eğitimi vererek aralarındaki bu ayrılığı gidermek ve samimi
bir dostluk kurup geliştirmek ve hepsinin gayelerini bir amaca yöneltmek, bir
merkezde toplamak yani müşterek bir yurt sevgisine çevirmek, ayrı ırklardan
kafaların her biri
kendi
havasına uyarak her kafadan ayrı bir ses çıktığı takdirde genel düzenin
bozulması muhakkak olduğundan, fikir ve hislerin bileşkesini dağıtmadan bir
dayanak noktasına sağlam bağlarla sıkıca bağlamaya ciddi ve devamlı bir özen
göstermekti. Dayanak noktası da pek sağlam olarak vardı. Bütün iş iplerin ucunu
getirip sağlam bir birlik direğine bağlamakta idi.
İkincisi,
birbirine bitişik olmakla beraber Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde
yayılmış ve aralarındaki birlik bozulmuş olan ülkenin, tabii karakterleri ve
oluşum teşkilatı farklı olan parçalarını tıpkı halkı gibi yukarıda bahsedilen
birlik direğine bağlamak lazımdı. Diğer taraftan bayındırlığı ve bolluğu
sağlayacak idari ve ekonomik tedbirler onarım işinde başarı gösterilmesinde
büyük yardımcı olacaktı.
İşte
bu iki önemli sonuca ulaşılmasının bilgi, gayret ve mala bağlı olduğunu
açıklamaya lüzum yoktur. Mal ve zenginlik bakamından hâzinemizin darlığı
meydanda ise de devlet adamlarımızı baştan ayağa bilgisizlik ve gayretsizlikle
suçlamak insafa uygun olmamakla beraber Tanzimat ve özellikle Paris
Andlaşması’ndan beri koca konağın onarı-lamaması ve sayısız eklentileri birer
ikişer dökülüp saçılarak devletin hali bugünkü duruma gelişi sebepsiz
sayılamaz.
Evvela
en esas politika olarak ileri sürdüğümüz vatandaşın aynı biçimde eğitilmesi
işine hiçbir değer verilmemiştir. Hükümet Müslüman vatandaşlar için sağlam bir
eğitim sistemini hâlâ bugüne kadar gereği şekilde kuramadıktan başka Müslüman
olmayan vatandaşın eğitim ve öğretimleriyle hiç uğraşmamış ve eski devirde
sakıncalarını anlayarak yol göstereceği yerde yasaklanarak önüne geçerim
sanmıştır. Rum ve Ermeni okullarında kötü şeyler okunuyor şüphesi artıp,
hükümet okunacak şeyleri kendisinin belirlemişi, okutacak öğretmenleri
kendisinin ataması, esas egemenlik görevleri arasında iken, bu görevi yerine
getirmeye gerçekten gücü yetmediğinden, çalışmaları, akılsız teftişlerle eğitim
ve öğretimi zorlaştırmaktan ibaret kalmış, bilgisizliği değerlendirmeye
dönüşecek olan bu ters gayretlerinden de hiçbir fayda elde edememiştir. Mesela
Bulgaristan’ın ayırlamasma okulların sebep olduğunda hiç şüphe bulunmadığı,
Rusya’da ve Avrupa’nın diğer memleketlerinde öğrenim görmüş öğretmenlerin
Bulgar okullarında pervasızca milliyetçilik aşılanmasına karşı hükümetçe hiçbir
çare aranmamış, akla gelen tedbir “okulları kapatmalı” dan ileri gidememiştir.
Halbuki devletin esas vazifesi okul açmaktır.
Bulgarların
durumu diğer milletlere de sıçrayacaktı. Karma okul(3) örneği olarak açılan
Sultani okulu(4) gayet iyi sonuçlar veriyordu. Her çeşit halkın çocuğu beraber
okuyup birbirini tanımaya ve sevmeye alışıyor idi. Sultani okulu fazla masraflı
olduğundan daha sade örnekleri memleketin her tarafında açılması en önemli
işlerdendi. Gerçi son zamanlarda Osmanlı hükümeti birçok sultani okulları açtı.
Fakat bunlar isim benzerliğinden ibaret olup ders teşkilatı ve eğitim
sistemleri Galatasaray Sultanisi gibi halkın ihtiyacı ile orantılı değildi.
Müslüman olmayan vatandaşlar bunlara ilgi göstermiyordu. Evvela Girit’te denen
Osmanlı okuluna Rum öğrenciler girmemişti. Çünkü ders programında Arapça ve
Türkçe edebiyat çok yer tuttuğundan dünyaya ait geçim ihtiyaçlarına uymuyordu.
Eğitimin
birleştirilmesine mezhep ayrılıkları kadar dil ayrılıklarının da olumsuz etkisi
oluyordu. Bilgisiz taassub da kayıtsız değildi. Ticari münabetleri dolayıyla
Hıristiyan vatandaşlar Avrupa’ya sık sık gidip gelmekte ve orada görülen
bayındırlık ve düzenin bilim ve teknik sayesinde meydana geldiğine inanmakta ve
okullara olağanüstü gayret ve önem verilmekte idi. Bu maksat için hükümetten
para yardımı istemezler, okullarını çoğaltmaya ve geliştirmeye kendileri gayret
ederlerdi!40).
Toplum şartları, Müslüman halkı Avrupa seyahitine o kadar özendirmiyor, hükümet
tarafından da teşvik ve kolaylık görmüyor, bu yüzden ilerlemeleri izlemekte
Müslüman olmayan vatandaşlardan geri kalıyordu. Müslüman vatandaşlar askerlik
görevini ve memleketin yönetimini yani hükümet işlerini yüklenerek ekonomik
işleri Müslüman olmayan vatandaşlara bırakmış olduğundan Müslüman olmayan
toplumlar bilim ve fende olduğu kadar zenginlik ve bollukta da gelişiyordu;
egemenlik dengesi de bu yüzden bozuluyordu.
Hıristiyan
toplumun çocukları devlet okullarına gitmeyi lüzumlu görmediklerinden kendi
okullarında kendi emellerine ve ihtiyaçlarına uygun bir eğitim görmekte idiler.
Vatandaşlar arasında bu kaynaşmanın yüksek değeri ilgi görmediği gibi
memleketin bölgeleri arasında da istenildiği şekilde kurulamıyordu. Arnavutluk,
Kürdistan, Irak birbirine yabancı gibi kalmıştı. Trablusgarb ve Yemen sürgün
yeri kabul edilmişti. Ulaşım araçlarının zorluğu şöyle dursun idari zorluklar
da memleketin bir noktasından diğer noktasına gitmeyi engelliyordu. Mesela
Arnavutluk’tan bir kimsenin Iraka gitmek için geçiş tezkeresi alabilmesi mucize
sayılıyor ve bu durum otuz seneden beri devam ediyordu. Memleketin çeşitli
bölgelerini görmek hemen hemen memurlardan başka kimseye nasip olmuyordu.
Onların da bir kısmı bulundukları yerlerde iyi bir nam bırakmıyorlardı. Uzun
kıyıları doyasıyla deniz yolları olsun düzenli olması gereken büyük ülkenin
ulaşım araçları îdare-i Mah-susanm çoğu peimürde vapurlarından ibaret olduğu
gibi yabancı gemilerde yolculuk etmek Avrupa’ya kaçma endişesinden dolayı
vatandaşların ileri gelenlerine yasaktı. Sözün kısası birbirini tanımamaktan ve
bir-biriyle kaynaşmamaktan ve bir kısım memurların kötü yönetimlerinden dolayı
memlekette özellikle dış etkilerin fazla olduğu kısımlarda Türk egemenliğine
karşı ilgisizlik uyanıyordu ki bunun zamanla soğukluğa dönüşmesinden
korkulurdu.
Mali
gücün yetersizliği ve hükümetin tutum ve anlayışında “Des-tiyi kıran da bir
suyu getiren de bir” önerisinin geçerli olması bayındırlık ve düzenleme
işlerini savsatıyordu. Halk sınıfları ve memleket muhtaç olduğu maddi ve manevi
aydınlığı sabırsızlıkla bekliyordu. Âli Paşa böyle uzun bekleyişlerin sonunda
ümitsizliğe dönüşeceğini kestirerek Avrupa’da dost ve taraftar sağlayan
Hıristiyan vatandaşların dışarıya başvurmalarına yer vermeksizin hukuki emel ve
dilekçelerinin hükümet tarafından yirine getirilmesini düşünmüş, eşitlik,
devlet hizmetlerinde hukuk ve diğer hususlardan faydalanma bakımından, diğer
devletler vatandaşlarının memleketlerindeki duruma imrenilecek şeyleri yapmaya
sadrazamlığının sonralarında gayret etmişti. Mesela Ermeni topluluğuna,
kendilerini memnun edecek yeni teşkilât kurmaya izin ver-mişti.(5) Hatta
Girit’e yazdığı meşhur tasarıda(6) Osmanlı Devleti’nde yönetim işleri bugünkü
gibi devam ettikçe memleketi imar etmenin ve devlet gücünün korunmasının mümkün
olmayacağını açıkça yazmıştı.
Âli
Paşa bilgisi, tecrübesi ve gücü en yüksek dereceye vardığı bir dönemde henüz
elli yedi yaşında ölünce, değerli hizmetlerinden devleti yoksun bıraktı. Bundan
sonra kırk sene kadar süren istibdat usulü İslâm halk da bile ayrılık eğilimi
yeteneğini hazırladı.
AÇIKLAMALAR
·
1
— Bâb el-Mendeb, Kızıl Denizi Hind Okyanusu ’na bağlayan boğazın adıdır.
·
2
— Makalede Tanzimat devrindeki (1839-1876) imparatorluk arazisi bahis ko
nuş
edilmekte olduğundan o zamanki ulaşım araçtan ile Cezayir’den Ağn Dağı ’na
ancak üç ayda gidilebilirdi.
·
3
— Buradaki karma okul, kız-erkek karma okul değil, Müslüman ve Müslüman
olmayan
Türk uyruklulann beraber okuması kastedilmektedir.
4—
Bu Sultani okulu bugünkü Galatasaray Lisesi’dir. Bizde ilk lise olarak Sultani
adıyla 1867yılında bugünkü statüsü ile kurulan Galatasaray’dı.
·
5
— Osmanlı Devleti sınırlan içinde yaşayan Ermenilerin bir cemaat (dini toplum)
olarakdaki
Rumlar gibi bir dini lider başkanlığında birleşmelerine 1461 yılında Fatih
Sultan Mehmet tarafından müsaade edilerek İstanbul Ermeni patrikhanesi
kurulmuştur. Sonradan Ermenilerin 1860 yılında kendilerini yö-netmekiçin
“Ermeni Milleti Umumi Meclisi” adıyla özel bir statüsü de bulunan siyasi ve
sosyal içerikli bir yönetim meydana getirmelerine de imparatorlukça müsaade
edilmiştir.
·
6
— “Girit layihası ” diye adlandırılan bu tasanda imparatorluk topluluğu arasın
daki
bağlan kuvvetlendirmek için özellikle eğitim alanında uygulanacak hususlar
üzerinde durulmuştur. Paşanın Girit isyanını bastırmak maksadıyla gittiği
Girit’ten gönderdiği bu tasarı uygulanabilmiş olsa idi Osmanlı
İmpa-rakrluğu’nda birçok şeylerle beraber tarihi seyri de değişebilirdi.
XXXII
DEVLETLE»
POLİTİKASINDA SAVAŞ VE BARIŞ
Savaşın
felsefi ve sosyal tarihini yapacak değiliz. İnsanlığın doğuşundan beri,
insanoğullannı saran bu belanın köklerini araştıracak ve geçmiş devirlerdeki
sebep ve kökenlerini inceleyecek ve yargılayacak da değiliz. Yağma ve çapul,
yayılma hırsı, inanç ayrılığı gibi eğilimler ve duygulardan insanlar henüz
tamamen sıyrılamadığı ve millet şeklinde top top olduktan sonra da birbirinin kazancına
göz dikmekten, şan ve şerefini kıskanmaktan büsbütün vazgeçmemesine rağmen
medeniyetin gelişmesinden doğan hak ve hakikat ışıkları halkoyunu ve özellikle
milletleri idare edenleri aydınlatmak ve insanlığı hayvan gibi boğuşmaktan
nefret ettirerek XIX. yüzyılın devletler politikasında barışı ve savaş dışı
hali esas saymaya, savaş ve kavgayı, genel sağlığı bozucu geçici bir hastalık
gibi saymaya başlamıştır. Medeni memleketlerde bilgin kişilerin bilimsel
eserleri, basının insaflı yayınları, üniversite hocalarının hakimane telkinleri
savaşa düşmanlık konusunda çok kerre ağızbirliği edip Şeyh Sadi’nin “Adem
oğulları birbirinin organlarıdır, çünkü ayni cevherden yaratılmışlardır” sözünü
devletlerin sosyal ilişkilerinde de göz önünde bulundurmak milletlerin
yöneticileri tarafından da ilgi görmüştür. Bu sebeple XIX. yüzyılın savaş ve
barış politikasının esaslarını gözden geçireceğiz.
Elçilerimizden
biri tarafından Sultan Mahmut Il.a sunulan bir tasarıda deniliyorki: “Uzun
savaşın değişikliklerine son vermek üzere 1815 milâdi tarihinde toplanan
hükümdarlar ve devlet adamları tarafından Viyana’da kararlaştırılan genel
barıştan sonra milletlerin ve memleketlerin güvenliğinin korunması yolundaki
önerisi her devlet tarafından kabul edilmiş, yani her zaman barış savaşa tercih
edilmiş ve özellikle memleketin imarı, barışın devamlılığı ve halkın tam
istirahati ile mümkün olduğundan her nekadar savaş galibiyeti ve yeni ülkeler
zaptı ile bir devlet görünüşte itibar kazanır, şan ve şerefi yükselirse de
aslında savaştığı süre içinde gelişme ve gücü ile sosyal düzeninden kaybettiği,
sayısız çıkarlar sağladım dediği galibiyet ve fayda layıkıyla öl-çülse savaş
gereği olarak askeri gücünde, mâliyesinde ve diğer savaş
araçlarında
meydana gelen kayıplar ve memleketin uğradığı yıkıntılar ondan fazladır. Mesela
istila ettiği yeni ülkelerin düzenlenmesi konusunda harcayacağı güç kendi iç
güvenliğini zayıflatır. Yani umulan fayda için eldeki pek çok gücünün
zayıflayacağı, sayısız deneylere göre iyice incelenirse kabul olunur.
Mesela
insanların eski geleneklerine göre bütün kavimler arasında süre gelen savaşlar
geçen yüzyılda Avrupa hükümdarlarını senelerce uğraştırmış ve özellikle büyük
Fransız devriminden sonra yirmi seneyi aşkın bir zaman aralıklarla devam eden
kavgalar ve saldırılar sebebiyle hiç bir memlekette hiç bir sınıf halk rahat
yüzü görmemiş iken bu- \ gün galip olan taraf kaderin cilvesiyle ertesi günü
mağlup olur ve galip iken yaptığı saldırılara ve tahribata sonra kendi
memleketi uğramış; her devletin zaman zaman kazandığı zaferlerin faydaları
sonuç bakımından geçici ve boş olduğu anlaşılmış ise de milletlerin uğradığı
zararlar ve çektiği ıstıraplar tahammül edilmez bir azap olduğunda şüphe
yoktur. Bu nazik durumlar bugün Avrupa devletleri ve yöneticileri tarafından
tecrübe ile bilindiğinden herzaman değişik olaylarda akıllıca hareket etmekte,
memleketlerini ve milletlerini savaşın belalarından sakmmaktalardır ”.
Evet;
Viyana andlaşmaları genel politikada yeni bir devir açıyordu. Gerçi
imzalayanların umduğu ebedi barışı sağlamaktan çok uzaktı; , amma eski tarz
kavgacılıkların da önü alınmıştı(l). Hükümdarların fütuhatlarını genişletmek
hırslarına karşılık milletlerde iki büyük ve haklı arzu uyanmıştı ki biri
hürriyet ve diğeri milli birliktir. 1815 senesini takip eden yüzyıl bu iki
fikrin gezinti yeri ve şahit olduğu bu iki cereyanın serpintileridir.
.
Viyana barış andlaşmalarınm imzalanmasından sonra Viyana’da bulunan Rusya ve
Avusturya İmparatorları ve Prusya kralı ayrıca bir de Kudsal İttifak andlaşması
imzalamışlardı. Görünüşte barışın korunması ve güvenliğin sağlanması amacım
güden ve gerçekte milletlerin hürriyet fikirlerini boğmayı öngören bu
andlaşmaya İngiltere dışında diğer ülkeler de katıldılar. Kudsal ittifakın dış
politikası, devletler ve hükümdarlar arasında kardeşlik birliği kurulmasına ve
milletlerden de düşmanlık duygusunun silinmesine ve fakat hürriyet hareketleri
nerede başgösterirse yokedilmesine çalışılarak istila savaşlarının önünü
al-maktı(2). AvusturyalIlar 1820’de İtalya üzerine ve Fransızlar 1822’de
İspanya üzerine asker yollamışlarsa da savaşın amacı oralarda çıkan
hürriyet
ve meşrutiyet hareketlerini yok etmek ve taraftarlarını ezip seslerini kesmek
olduğundan göze alman bu seferler esas amaçtan ayrılmamıştı.
Kudsal
andlaşmanın hükümleri on onbeş sene kadar devam etti ve Avrupa politikasına
esas oldu, Paris’in 1830 devrimi ile son buldu. Fakat tesiri 1848 ihtilaline
kadar devam etti. Milletler bu süre içinde savaşın dertlerinden uzak yaşadılar;
fakat âşık oldukları hürriyet tanığına kavuşma yolunu bulamadı. Fransa’nın 1848
devrimi hürriyet mücadelelerine son vermiştir denilebilir; çünkü ileri ve
yetenekli milletler hükümetlerine meşrutiyet temellerini kurdurdular(3).
Yüzyılın
ikinci önemli olayı milli istiklal ve milli birliktir. Bu akım birincisi gibi
devletler arasında sessizlik içinde akıp gidemedi. Milli bağımsızlıklarını elde
etmek için ayaklanan kavimlerden Yunanlılar kanları bahasına (1829) ve
Belçikalılar daha kolaylıkla 1831’de emellerine kavuştular. Amma PolonyalIlar
ve Macarlar boş yere kanlarını döktüler ve despot Rus ordularının kuvvetli
topuzu altında ezildiler(4).
Bu
çekişmelerin en şiddetlisi ve uzun süreni milli birlik akımı oldu. Avrupa’da
iki büyük millet Almanlarla İtalyanlar ayrılık ve bölünmüşlük içinde yaşamakta,
düşünürleri ve vatanseverleri tarafından yükseltilen birlik sesleri
hükümdarların kulaklarında çm çm çınlamakta idi. Her ikisinde de iç sebeplerden
başka sağlam bir engel görülüyordu ki oda Avusturya’nın büyüklüğü ve kuvveti
idi. Çünkü Avusturya Devleti kuzey İtalya’da Lombardiya-Venezya bölgelerine
sahip ve Almanya’da küçük hükümetler üzerinde egemenliğini sürdürmek için
birleşmeme-lerine çalışıyordu. Bundan dolayı gerek İtalya’da ve gerek
Almanya’da herşeyden önce Avusturya’nın kuvvetli elini ve gücünü kırmak gerekiyordu.
İtalya’da ikinci bir engel daha vardı ki oda Papa’nın dünyevi hükümeti ve
Roma’nın eski merkezine sahip oluşu idi.
AvusturyalIları
İtalya’dan çıkarmak için İtalya’nın kendi gücü yetmedi. Fransızlar silahla işe
karıştılar. Napoleone III. Piyemonte kralı ile(5) ittifak ederek ordularını
İtalya’ya yürüttü, savaş alanında galip geldiği halde amacın ötesine
gidemeyerek yarı yoldan döndü (1859). Napoleone IILın bu beceriksizliği İtalyan
yurtseverlerini hayrete düşürüp kızdırmakla beraber ümitsizliğe düşürmedi. Kont
Kavur ve Ga-ribaldi(6) yüksek amaçlarına kavuşmak için canlarını feda
edercesine çalıştılar.
Fransızların
ters yürüyüşünden yedi sene sonra PrusyalIlar harekete geldi ve Napoleone IILm
yerine Wilhelm(7) geçti. Sadova meydan savaşında Prusya ordusunun kesin zaferi
(1866) Avusturya Devle-ti’ni Almanya işlerine karışmaktan elini çektirdiği gibi
Venesia ve Lom-bardia bölgelerinden(8) de tamamen çekilmesine sebep oldu. Bu
suretle İtalya milli birliğe doğru büyük bir adım atmış oldu.
Sadova
galibiyeti Alman birliğinin müidecisi oldu. Prusya başvekili Bismark fırsat
kolluyordu. 1870 Fransa savaşı bu fırsatı önüne koydu, ertesi sene Versay
(Versaille) sarayında Alman birliği ilân olundu(9).
Şu
özetten anlaşıldığı gibi doğu meselelerinden başka devletler arası politikayı
meşgul eden olaylar evvela siyasi hürriyet, İkincisi milli istiklal üçüncüsü de
milli birlik konuları olup devletlerarası zaman zaman patlak veren kavgalar bu
üç esasa dayanmaktadır. Bu politika gereğince memleket zaptetmek gibi çıkarcı
fikirlerin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu kurala aykırı olarak
Prusya Devleti dağınık olan memleket parçalarını bir araya toplamak için
Almanya’da bazı fütuhata ve bu arada 1864‘de Danimarka’dan alman
Holştayn(Hols-chtein)-Şlezvig(Schleswig) dükalıklarmı ülkesine katmaya
kalkmıştı. 1871’de Alsas ve Loren’in(lO) Fransa’dan Almanya’ya geçmesi 1815
yılından beri devam eden genel politika gidişini bozmuş olduğundan XX. yüzyılda
fena bir patlak vermesi beklenmekte idi.
Amma
Doğu meseleleri Rusya Çarlığı’nın politikası gereği genel kuralda bir ayrıcalık
teşkil ettiği için devletlerarası politikada vakitli vakitsiz meseleler ve
çekişmeler ortaya çıkarmıştır.
AÇIKLAMALAR
·
1
— XVIII. yüzyılda Avrupa devletlerini bitip tükenmez savaşlarla uğraştıran ve
sonuçta
kan dökmekten ve güç yitirmekten başka bir işe yaramayan Veraset Savaşlarından
(Lehistan Veraseti Savaşı, Avusturya Veraseti Savaşı, İspanya Veraseti Savaşı,
Yedi Sene Savaşları ve Lehistan ’ın bölüşülmesi gibi) sonra Avrupa siyaset
dengesinin korunması amacıyla 1815'te Viyana’da toplanan devlet başkanları ve
yüksek yöneticileri devletlerasan anlaşmazlıkları barış yoluyla çözmek prensip
anlaşmasına varmışlardır. Bugünkü Birleşmiş Milletler topluluğunun ilk tohumu
1815’te Viyana Kongresi’nde atılmıştır.
·
2
— Yazarın bu görüşü gerçeği tam yansıtmıyor. Çünkü Kudsal İttifakın amacı
kurucuları
olan Avusturya ve Rusya yönetimleri bir imparatorluk reiimi olduğundan
idareleri altındaki diğer milletlerin bağımsızlık hareketlerini önlemekti.
İngiltere
bunu uygun bulmadığı için ittifaka dahil olmamıştı. Ne gariptir ki aynı
İngiltere Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmak için Osmanlı Devleti’ne karşı
giriştiği ayaklanmada Rusya ve Avusturya ile beraber olaya karışmak tan kendini
alamamış ve Navarin 'e gönderilen müşterek donanmanın öncülüğünü yapmıştır.
·
3
— Gerçi ilk bakışta durum böyle görünürse de Fransa halkı özlediği bu hürriyeti
ancak
üç dört sene sonra görebilmiştir. Louis Philipe I.in oldukça yumuşak idaresine
karşı girişilen ve daha ileri haklan isteği ile ayaklanan Fransız halkı 1848'de
krallığı yıkarak İkinci Cumhuriyeti kurmuş ise de cumhurbaşkanı olan Napoleone
III. tıpkı amcası Büyük Napoleone gibi 1852’de kendisini Fransızların
imparatoru ilan etti. Fransız milleti gerçek cumhuriyete ancak Almanların
1870’de Sedan’da Napoleone’u esir etmelerini müteakip üçüncü cumhuriyet ile
kavuşabilmiştir.
·
4
— Lehistan (Polonya) milli birliğini iç anlaşmazlıklar dolasyısıyla
kuramadığından
büyük
ve kuvvetli komşuları Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından (1762, 1792,1795)
tarihlerinde üç defa bölüşüldü. 1848’de giriştiği bağımsızlık savaşı özellikle
Rusya tarafından korkunç bir şiddetle bastırıldı. Lehistan ancak 1918’de I.
Dünya Savaşı sonunda bağımsızlığa kavuşabildi. Macaristan da aynı şekilde
ancak,1918’de yeniden bağımsız bir devlet olmayı başardı.
·
5
— Piyemonte, Sardunya Krallığı olup İtalyan birliğinin kurulmasında öncü ol
muş
ve bu konuda Prusya ’nm büyük yardımı olmuştur. Birliğin kurulmasından sonra
Sardunya Kralı Victore Emanuel I. İtalya kralı ilân edilmişti.
·
6
— Kont Cavure (Kavur) Piyemonte başkanı olup İtalyan birliğinin kurulmasın
da
Almanya’daki Bismark gibi önemli bir rol oynamıştır. Garibaldi de Italyan
birliğini kurma savaşını yürüten halk önderidir.
·
7
— Wilhelm Prusya kralıdır. Alman birliğinin kurulmasına önayak olmuştur. Eu
amacın
gerçekleşmesi için evvela Avusturya ’yı yenmek gerektiğinden 1866’da Sadova
Savaşı’nda onları yenerek Kuzey İtalya’dan (Lombardi ve Venesia) çıkarılmasına
yardım etti. Napoleone III. m yerine geçmesi bu anlamda kullanılmıştır.
·
8
— Venesia ve Lomardia Kuzey İtalya’da Milano ve Venedik şehirlerinin bulun
duğu
iki önemli bölgedir.
·
9
— Prusya Kralı Wilhelm 1871 ’de ilk Alman İmparatoru ilân edilmiş ve başba
kanlığa
da Prens Bismark atanmıştı.
10—
Alman milli birliğinin gerçekleşmesi üç aşamada olmuştur. İlk aşama
Prusya-Danimarka Savaşı’dır. Prusya, Almanya’nın kuzeyindeki, halkı Alman olan
Holschtein-Schlesıvig bölgesini 1864 ’te Danimarka ’yı yenerek elegeçirdi.
İkinci aşamada 1815’te Viyana Kongresi kararıyla Rhein Konfederasyonu adı
altında birleştirilerek Avusturya idaresine verilmiş olan Alman prenslikleri
üzerindeki Avusturya hegemonyasını 1866'da Sadova’da onu mağlup ederek bertaraf
etti. Üçüncü aşamada ise 1870’de Sedan ’da Napoleone III. nı esir ederek
Fransızlan yendikten sonra Alsas Lorain bölgesini alarak milli birliğini
tamamladı ve Alman İmparatorluğu kurulmuş oldu.
xxxnı
HUKUKA
SAYGI
Bilindiği
gibi Peygamber’in Medine’ye göçünün onbirinci yılında rebiyülevvelin girmesinden
önce peygamberlerin sonuncusu ve hayır duaların en mükemmeli hastalanmış ve
hastalığın meydana getirdiği bitkinlikten iyileşemeyerek öteki âleme göçme
anlarının yaklaştığı anlaşılmıştı. Bununla beraber namaz vakitleri yine şerefli
mescide gelir ve cemaate imamlık yapardı. Ölümüne üç gün kala hastalığı arttı.
Artık mescide çıkamadı ve imamlığa sadık Ebubekir’i vekil etti. Mescide geldiği
günlerde çoğunlukla minbere çıkar muhacirin ve ensara(l) güzel güzel nasihatlar
eder ve bütün ümmetine güzel ahlak, temiz ve hayırlı işler vasiyet ederek hayır
dua ederdi.
Bir
defasında amcası oğlu Fazl ibn Abbas ve Ali bin Ebu Talib koltuğuna girip
minbere çıkarmışlar ve şerefli ulu elçi Eshab-ı Kira-mmdan(2) haklarını helal
etmelerini istemiş ve “ey insanlar, kimin arkasına vurmuş isem işte arkam
gelsin vursun, ödeşelim, kimin alacağı varsa işte malım gelsin alsın”
buyurmuştu. Bir adam kendisinden üç dirhem alacağı olduğunu iddia ettiğinden
onu derhal ödemişti. Sonra “Ukkâşe(3)” ayağa kalkıp “ey Allah’ın Elçisi falan
gazada(4) falan gün benim devem senin devenin yanma yaklaştığında senin deveye
vurduğun kamçı bana rastgelerek fazla canımı yakmıştı. Şimdi kısas isterim”
dedi. Bu söz üzerine ashab-ı kiram işe karışarak “ya Ukkâşe görmi-yormusun ki
Allah’ın Elçisi dermansızdır, dayak yemeye gücü yoktur, esasen kasıtlı olmayan
bu kısastan vazgeç” diye rica ettiler. Osman Zi el-nureyn (Zinnureyn)(5) ve
sonra Abdurrahman bin Avf kısası bağışlarsa yüzer deve hediye edeceklerini
vâdettiler. Hazret-i Ali “ya Ukkâşe dilersen bana yüz değnek vur, Allah’ın
Elçisi’nin gücü, kuvveti yoktur” diyerek herkesin tercümanı oldu; fakat Ukkâşe
ayak diredi ve Peygamber, yakınlarına “ilişmeyin, vursun, hakkıdır, alsın”
dedi.
Ukkâşe
“ya Allah’ın Elçisi sen benim çıplak tenime vurdu idin, halbuki senin arkanda
hırka var” demesi üzerine peygamber gömleğini kaldırtıp şerefli vücudunu açtı.
Ukkâşe
diretmeyi büsbütün azdırarak “ya Allah’ın Elçisi sen bana hazaran çubuğundan
üzeri örme sert bir kamçı ile vurmuştun, ben de sana öyle bir kamçı ile
vurmalıyım” demesi üzerine âlemin gururu olan Elçi, emretti, Hücre-i Saadette
bulanan o kamçıyı getirdiler. Ashab-ı Kiramın dedikodusu ve heyecanı arttı,
fakat Şanlı Elçi bu dünyada hak istiyenlerin hakkını bu dünyada almasını,
âlemlerin Allah’ının önünde almasından yeğ görerek tam bir itaatle Ukkâşe’nin
hareketlerini bekliyordu.
Ukkâşe
peygamberlerin sultanına yaklaştı, derhal kamçıyı elinden attı. Taberi
Tercümesi(6) sonucu şöyle anlatıyor:
(Ukkâşe
kamçıyı elinden bırakıp gitti. Yüzünü peygamberimizin kudsal teni üzerine koydu
ve yüzünü Allah’ın Elçisi’nin tenine sürdü ve yüksek sesle ağladı. Peygamberimiz
Efendimizin gözlerinden yaş geldi, herkese ağlaşma düştü; mescit inledi, öyle
zannettiler ki zelzele oluyor, sadaları göğe ulaştı. Bir zaman yüzünü
Peygamberimizin kudsal teninden ayırmadı, öptü, kokladı. Âlemlerin gururu olan
insan bu hareketinin sebebini sorunca Ukkâşe:
“Ey
Allah’ın Elçisi, korktum ki ben ve bu halk bundan sonra artık seni
göremeyeceğiz, diledim ki sana veda edeyim, yüzümü senin mübarek tenine sürem
ki Büyük Allah benim tenime cehennem ateşini haram ede” dedi.) Ukkâşe bu yardım
isteme yolunu düşünmüş ve emeline kavuşmuştur.
AÇIKLAMALAR
·
1
—■ Hazret-i Muhammed’in Mekke’den 621 yılında Medine’ye göç etmesine Hic
ret
adı verilir. Mekke’den gelenlere Muhacirin (göçmen), Medine’deki Müslüman'lara
da Ensar (yardımcılar) adı verilmiştir.
·
2
— Ashab-ı Kiram Hz. Muhammed’in en yakın arkadaşları için kullanılan bir
deyimdir.
·
3
— Ukkâşe, Hz. Muhammed’in yakın arkadaşlarından birisidir.
·
4
— Gaza “Gazve” Hz. Muhammed’in katıldığı savaşlara Gazve adı verilmiştir.
Daha
genel bir anlam taşıyan gaza ise İslâm dinini yaymak için yapılan savaşlardır.
·
5
— Halife Osman, Hz. Muhammed’in iki kızı ile evlenmiş olduğundan kendisine
Zinnureyn
adı verilmiştir.
6—
Ebu Cafer Muhammed bin Cerir el-Taberi adındaki meşhur İslâm tarihçisinin
Tarih-el-ümem v’el-mülûk adlı ünlü eserinin Türkçe tercümesi.
XXXIV
HAL
TERCÜMELERİ
KAMUS
EL-ÂLÂM-SİCİL-İ OSMANİ
Olayların
kumaşını dokuyanlar ve yapanlar (olayları meydana getirenler) insanlardır. Bu
öyle bir kumaş topudur ki bir ucu insanlığın doğuş ile başayıp durmadan sürüp
giderek insan soyunun ancak ölümünde bitecek olan diğer ucuna kadar uzayıp
gidecektir. Bunu (olayları) sergileyen ve ibretle seyreden tarih yazarları, yaptıklarını
değerlendirmek için yapanın sanatkârlık gücünden ve ustalık şöhretinden
bahsetmeyi de lüzumlu görürler. Nitekim ticaretle uğraşanlar müşteriyi çekmek
ve hırslandırmak içn mallarının kökenini, hangi memleketin, hangi fabrikanın
malı olduğunu söylemekte yarar görürler ve daima da meş- * ı hur bir fabrikaya
veya bir ustaya malederler. İngiliz çakısı, Sedan çuhası, Fenni veya Recai
(Usta) nin kalem traşı gibi.
Şu
girişe göre tarihi iki bölüme ayırıyoruz: Biri esas olaylar, diğeri olayları
yapanlar. Tarihçilerimiz birinci bölümde at oynatmak istemişler, vak’a
müvisliğe daha fazla önem vermişler, ikinci kısma yani hal tercümesine gereği
kadar özen göstermemişlerdir. Gerçi dilimizde haltercümlerine (biyografi) dair
yazılmış ve îbn Hallikân(l) mn Vefiyat el-Âyan’ı gibi tercüme olunmuş eserlere
rastlanmaz değildir; fakat bunlar hem az ve hem birkaç sınıf devlet adamından
bahseder. Şakaik-i Numaniye(2), Hadikat el-vüzera(3) Devhat el-meşayih(4),
Se-finet el-rüesa(5) ve benzerlerinin eklerine bile devam olunamamış ve daha
öncekilerin gösterdiği gayret zaman geçtikçe ihmale uğramıştır. Bu eserlerde
anlatılan şahısların kişilikleri hakkıyla incelenerek ortaya konulamamıştır.
Hangisi okunsa birtakım paşaların, efendilerin, ağaların birbirini takibederek
bir sıra meydana getirdikleri görülür. Doğum yerleri ve gördükleri öğretim,
yaptıkları görevler, başladıkları ve ayrıldıkları tarihler anlatılır. Özel ve
resmi hayatları hakkına da pekaz, ufak tefek bilgilere raslanır. Birçoğu aynı
veya birbirine behzer deyimlerle nitelendirilmesi ayrıca dikkat çekicidir.
Sırası
kaçırtmayarak Fatin Efendi’ye(6) kadar düzenli bir şekilde yürütülen (Tezkire-i
şuara) şairler tezkereleri (şairlerin biyogra-
fileri)(7)
bile tam olmaktan hayli uzaktır. Her şairin manzumelerinden (şiirlerinden)
örnek olarak keyfe göre alınmış bir beyt veya bir kıt’a ve övülen bir iki sözle
yetinilmiştir. Pek az şairlik gücü olup da hayatı boyunca birkaç gazel söylemiş
olanlar bile “şirin edalı şairler” zümresine katılmıştır. Bunlar elbette
yeterli değildir. Bir kimseyi sivrilten, İlmî, manevî ve siyasî kişiliğini
oluşturan nitelikleri layıkıyla bilinmedikçe, hangi mesleğe mensup ise,
vezirlerden, âlimlerden, savaşçılardan, politikacılardan, bilginlerden, güzel
konuşanlardan, sanatçılardan olsun meslek hayatı ve meydana getirdiği eserleri
iyice incelenmeden, tiyatro sahnesinde olduğu gibi canlı canlı ortaya konmadan
o kimsenin ne hizmetleri ve ne de gerçek kişiliği anlaşılamaz; kusur ve
üstünlükleri ölçülmeden ve yargılanmadan farklılıkları kıyaslanamaz.
Bugünlerde
Sadık Rifat Paşa’nm(8) eserlerini incelemeke uğraştığımdan adıgeçen hakkında
Kamus el-Âlam’ın ne dediğini okumak istedim. Yalnız şu sözlere rasladım: “Rifat
Paşa son Osmanlı vezirlerinden olup Sultan Abdülmecit Han devrinde birkaç defa
maliye bakanı olmuştur. Zenginliği ile meşhurdur, birkaç sene evvel ölen Rauf
Paşa’-nın babasıdır”.
Bundan
ne anlaşılıyor? Hiç. Rifat Paşa rahmetli topu topu iki ay maliye bakanlığında
bulunmuştur. Halbuki iki defa Viyana büyükelçisi, dört defa dışişleri
bakanı,pek çok defa Meclis-i Vâlâ üyesi ve başkanı olarak parlak hizmetleriyle
Reşit Paşalar, İbrahim Sanm Paşalar arasında yer almış devlet adamlarmdandır.
Zamanımızda
Rifat Efendi’nin(9) gayretli denemelerinden sonra biyografiye dair iki eser
daha yayınlanmıştır. Biri Kamus el-Âlâm ötekisi Sicil Osmani’dir. Her ikisi de
alfabe sırasına göre düzenlenmiştir.
Kamus
el-Âlâm tarih ve coğrafyaya ait bir lügat kitabı olup Şemsettin Sami Bey’in(lO)
eseridir; Sabah Matbaasında altı cilt olarak basılmıştır. Baskısı güzeldir.
Böyle bir kitaba şiddetle ihtiyacımız vardı. Fakat Sami Bey rahmetli önceden
buna hazırlanmamış ve muhtaç olduğu Doğu kaynaklarını sağlayarak gerekli
incelemelir yapmaya vakit bulumamış idi. Gayet çalışkan ve son derece gayretli
ve sebatlı, düzen fikri olan birisi olması dolayısıyla sansürün en belâlı
devrinde bu eseri hazırlayıp yayınlamayı başarmıştır. Her onbeş günde bir
gecikmeden, ayni boyda kâğıtlar üzerine yazılmış silintisiz, tam bir formalık
ne ek-
sik
ne fazla-müsveddeler yetiştirirdi. Çalışmanın ve intizamın bu derecesi akıllara
hayret vericidir. Müsveddeleri bir süre matbaada saklanmıştı, belki hâlâ
oradadır.
Sami
Bey’in gücü ve bilgisi ve bu memlekete yaptığı hizmetler inkâr edilemez. Bundan
kırkbeş sene kadar evvel ilk defa sayısı on paraya, Mihran Efendi(ll)
tarafından yayınlanan Sabah Gazetesinde Sami Bey’in her makalesi bir gerçek,
memleket ve millet için bir dersti. Ne yazık ki kalemi tatlı olmadığından
yazıları Ahmet Mithat (Efendi) gibi tath tatlı okunamazdı. Yüksek tabakaya ve
kültürlü insanlara hitap ettiğinden halka faydası sınırlı idi.
Herkese
hizmet etmek istemesi kendisinde aceleci bir heves doğmasına, uzmanlığı ve
hazırlığı olmayan bilimlerde de kalem oynatmasına sebep olmuştu. Arapça ve
Fransızca luğatten başka son zamanlarında Türkçe bir tefsir yazmaya kalkmıştı.
Kur’anm dilini anlamak için yalnız Arap lügatini çok iyi bilmiş olmak bile
yetmez; tefsir biliminin birçok yardımcı bilimleri vardırki senelerce uğraşmayı
gerektirir. Her aklına gelen kimse ne kadar iyi niyetli olursa olsun kur’an
tefsirine kalkmamalıdır. Bundan dolayı Sami Bey’in tefsiri meşihat dairesi
kitap inceleme kurulu tarafından reddedilmişti.
Sicil-i
Osmani yazan rahmetli Süreyya Bey, Şemsettin Sami Bey’in tam tersi-idi. Ömrünü
tarih kitaplanmızı karıştırmak ve not almakla geçirmiş, nice günlerini
kütüphaneleri ve mezarlıkları dolaşmaya adamış, sınırsız ve sonsuz bilgi
toplamıştı. Düzenseverlikten habersiz olup davranışları gibi fikirleri de
perişan, sözü ve konuşması kolay anlaşılmazdı. Avrupa dillerini bilmezdi. Torba
dolusu kâğıt parçaları içinden ayıklayarak “Sicil-i Osmani”yi düzenlemesine
kendisini tanıyanlar şaşmamak elden gelmez.
Bu
iki eserin kıyaslamasına gelince; yukarıda söylediğimiz gibi biri hazırlıksız
yazılmıştır. Diğeri büyük ve uzun bıkmadan yapılmış bir çalışmanın ürünüdür.
Kamus el-Âlâm genel Sicil-i Osmani yalnız Osmanlı büyüklerine ait olarak
özeldir. Şemsettin Sami Bey Fransızca eserlerden kolaylıkla faydalandığı gibi
tezkere-i şuara (şairler biyografisi) lan sağlayarak Doğu şairlerinin hemen
hepsini-isimlerini saymakla yetinerek koymuş fakat tarih
kitaplarımızı,özellikle yazma eserlerin hepsini yeteri şekilde
inceleyemediğinden doğu büyüklerinin biyografisinde
yaya
kalmıştır. Bazen milâdi bazen hicri tarihleri kullanması ve bunları
birleştirmemesi bilim bakımından bir kusur sayılabilir.
“Sicil-i
Osmani” ise bir isimler kalabalığıdır. Süreyya Bey yalnız mezar taşlarında
okuduğu isimleri bile anılmasını sağlar ümidiyle kitabına almıştır. İlk defa
kitabını eline alan okuyucu isimlerin kalabalığından ürker. Tarihlerde bazı
hataları ve tertip yanlışlıklan ile beraber kısaltma yolunu seçtiğinden ifadeyi
özet derecesine indirmiş ve hatta bazen faydalanmayı ve öğrenmeyi
güçleştirmiştir. Tarih açısından tenkit ve muhakemeye yanaşmamış, büyük adamlar
hakkında zeki, gayretli, yönetici, tedbirli gibi genel deyimlerle yetinmiştir.
Bununla beraber kitap biyografi olmak bakımından ilmi değeri Kamus el-Âlâma
üstündür.
Son
senelerde Emrullah Efendi(12) rahmetli de Külliyat adıyla bir ansiklopedi
yazmaya başlamıştı. Böyle büyük bir iş ne bir kişinin ve ne de bir kesenin kârı
değildir. Onun için başlamasıyle bitmesi bir olmuştu.
AÇIKLAMALAR
1
— İbn Hallikân, Ahmet bin Muhammed bir İbrahim Şemseddin (1211-1282) Erbil’de
doğmuş bir Arap biyografi yazarının adıdır. Arapça yazılmış olan “Vefiyat
el-LÂyan” adlı meşhur bilografi kitabı dilimize Rodosluzade Muhammed bir
Muhammed tarafından çevrilerek iki cilt halinde İstanbul da 1289-1872 de
Matbaa-i Âmirede basılmıştır.
2—
Taşköprülüzade Usameddin Efendi’nin büyük adamların hayatını anlatan Arapça
yazılmış meşhur kitabı olan Şakayik el-Numaniye adlı kitabı dilimize Mehmet
Mecdi Efendi tarafından çevrilmiş ve İstanbulda 1269-1852‘de Dar el-tıbaat
el-Âmirede basılmıştır. Nev’izade Atâi tarafından devam ettirilen eser iki-
cilt halinde Hadaik el-Hakaik fi tekmilet el-şakayik adıyla İstanbul’da
1268-1851’de ayni basımevinde basılmıştır:
·
3
— Hadikat el-Vüzera XVIII.yüzyıl şairlerinden Osmanzade Ahmet Taib tara
fından
yazılmış Osmanlı vezirâzamlannın biyografisidir. Çeşitli yazarlar tarafından
eklerle devam ettirilen bu eserin son eki İbn el-Emin Mahmut Kemal İnal
tarafından OsmanlIlar Devrinde Son Sadrazam adıyla devam ettirilmiştir.
·
4
— Devhat el-meşayih, Defterdar Rifat Efendi tarafından yazılmış olan Osmanlı
şeyhülislâmlarının
biyografisine ait bir kitaptır.
·
5
— Sefinet el-rüesa, Osmanlı Reis el-küttabları (dışişleri bakanlan)
biyografisine ait bir eserdir. İstanbul’da basılmıştır.
6-7
— Eski
edebiyatımızın büyüklü küçüklü şairlerinin biyografisinden bahseden kitaplara
Tezkere-i şuara (Şarirler tezkiresi) denirdi. Fatin Efendi de bunlardan
birisidir.
·
8
— XV Sayılı makalede hayatı hakkında bilgi vardır.
·
9
— Yukarıda adıgeçen kişi.
10—
Şemseddin Sami Bey Arnavutlük’un Fraşeri kasabasında 1850‘de doğmuş, öğretimini
İstanbul’da yapmış bir gazeteci yazardır. Daha çok Türk dilinin gelişmesi
üzerindeki çalışmalarıyla tanınmıştır. Osmanlıca-Türkçe ve Fransızca-Türkçe
lügat kitapları meşhurdur. 1904 yılında İstanbul’da ölmüştür. Arnavutluk'tın
bağımsızlığı için heyecanlı yazılar yazmış bir yazardır. Galatasaray kulübünün
kurucularından Ali Sami Yen’in babasıdır.
·
11
— Mihran Efendi Bâb-ı Âli’nin XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında
en
önemli gazeteci ve matbaacılarından birisidir. Sabah Gazetesi onun tarafından
çıkarılırdı.
·
12
— Emrullah Efendi II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı devlet adamlarından edebi
yatla
uğraşmış bir yazardır. Aslen Diyarbakırlıdır. Prof. Fuad Köprülü ile olan edebiyat
üzerine münakaşaları ile meşhurdur.
XXXV
ADLİYE TARİHİMİZDEN BİR BÖLÜM SAVCILAR
Tanzimattan
sonra idare bölümlerinde yapılacak yenilikler arasında adliye ıslahatı Osmanlı
Hükûmeti’nce önemle üzerinde durulacak konulardan birisi olmuştu. Kamu
haklarının korunması eskiden beri şer’iye mahkemelerine bırakılmış olduğundan
cezaya, ticarete ve hukuka dair bütün dâvalara şeriat hâkimleri (kadılar)
bakardı. Şer’iye mahkemelerinin muhakeme usulü basit olmakla beraber yargı
görevini hakkıyla yapabilecek yetenekli hâkim Osmanlı Ülkesinin büyüklüğüne
göre yeterli derecede değildi. Önceleri yüksek bilginler ilimle uğraşmayı bunun
uygulamasına yani müderrisliği kadılığa tercih ettiklerinden çok
şıkıştırıldıkları zaman geçici bir süre için kadılığa razı olurlar ve sürelerini
doldurunca yine derslerine göre dönerlerdi. Mesela Zenbilli Müftü (Mevlâna Ali
Camali)(l) ve Molla Hüsrev(2) gibi bilginler kadılık görevini yaptıkları sırada
derslerini bırakmadıkları eski tarihlerimizde görülmektedir. Bu gibiler için
anlatma ve öğretme gayet kıymetli sayılır, yargıçlık yapmanın günah ve
sorumluluğundan çekinilirdi. Memuriyet ve hâkimliğin bir veya iki sene sürmesi
şeklindeki zararlı uygulamanın sebeplerinden biri de büyük bilginlerin
(âlimlerin) işte bu çekingenliğinden ileri geldiği söylentiler arasındadır.
Zaman
geçtikçe yargı görevi çoğunlukla derslerde beklendiği kadar yükselmeyen ikinci
veya üçüncü sınıf bilginlere kaldı. Giderek seçilme ve atamalarında yetenek ve
lâyık olmadan ziyade ya iltimas (kayırma) veya sıra gözetilir oldu. Yargıçlık
isteyen birinin ayak diremesi veya bir aracının kayırması üzerine veyahut uzun
zaman açıkta kaldı (mazul) diye bir hâkimin artık sırası geldi denilerek ve
şahsi değerine bakılmayarak bir yargıçlığa tayin edilmesi insanlık ve merhamet
gereği sanılırdı. Bu suretle tâyin olunun hâkimlerin ise ne bilimsel bakımdan
ne da ahlak bakımından adâleti yerine getirmeye ve hakkı korumaya gücü
yetmediğinden adalet işlerimizin dile düşmesine sebep oldular. Her başına sarık
saran kadı (yargıç) olmanın yolunu bulunca sonucun çarpık olacağı belli idi.
Adliye ıslahatı ile ilk uğraşan şeyhülislâm
'
*
Meşrebzade
Arif Efendi’dir. Arif Efendi adliye teşkilatına girecekler için imtihan usulünü
koymuş ve Nüvvab okulunu kurarak hakimlerin seçim ve tayinlerini bir usule bağlamıştır.
Nizamiye
mahkemelerinin kurulmasına başlandığı vakit iki zorlukla karşılaşıldı. Biri
yargıç bulmak diğeri Arapça yazılmış fıkıh kitaplarından hüküm çıkarmaktı.
Mecelle
Cemiyetinin(3) meşhur tutanağında açıklandığı gibi fıkıh bilimi sonsuz bir deniz
ve Hanefi fıkhmda(4) hükümlerde ve sözlerde ayrılıklar görüldüğünden bunlardan
anlaşılması güç meseleleri çözüp çıkarabilecek bilimsel gücü yargıçların
hepsinde varsaymak doğru olmayacağından adalet hükümlerini kapsayan mecellenin
sade Türkçe ile yazılmasına ve kullanılmasına başlanmakla beraber bir taraftan
da ticaret ve ceza kanunları -esasları Fransa kanunlarından alınmak suretiyle-
düzenlenerek yayınlandı. Nizamiye mahkemelerinin ilki ticaret mahkemesidir. Bu
mahkeme ticaret bakanlığında bakan yardımcısının başkanlığında toplanır ve
tüccar tarafından seçilmiş üyeleri de 5. bulunur, vatandaşla yabancı uyruklular
arasında meydana gelen tica- A ret dâvalarına bakardı(5).
Nizamiye
mahkemeleri kuruldukça şer’iye mahkemelerinin görev ve yetkileri azaltılıyor ve
sınırlandırılıyordu. Çünkü hukuk dâvaları hukuk mahkemelerine, ceza dâvâlan
ceza mahkemelerine, ticaret dâ-vâları ticaret mahkemelerine gönderiliyor,
meşihat makamının eski geniş görevlerinin bir kısmı adâlet bakanlığına
geçiyordu. Fakat adâlet bakanlığının henüz yeteri kadar gerekli bilgilere sahip
hâkimleri yoktu.
Berlin
Andlaşması’ndan sonra adliye teşkilatına özel bir önem verilerek 1296-1879
Recebinde Hukuk Usulü Muhakemeleri ve Ceza Usulü Muhakemeleri kanunları
yayınlanarak ertesi sene de Hukuk Okulu açılmıştır(6). Bir sene evvel mebuslar
meclisi tatil edildiği ve ne zaman toplanacağı belirtilmediğinden bu kanunların
başlıklarına Devlet Şurası tarafından ilerisi düşünülerek “Genel meclisin
(parlamento) toplandığında kanunlaşması görüşülmek üzere..” diye bir fıkra
eklenmiştir. Savcılık görevi ise Osmanh Devleti’nde 1269-1879 adliye
teşkilatı kanunu ile kurulmuştur.
Şu
başlangıçtan sonra savcıların ilk zamanlarda nasıl karşılandığını anlatacağım.
Savcılar neci idi? Mahkemede durumları ne olacaktı? İşte halk tarafından
buraları pek anlaşılamadı. Dâvâcı ve dâvâlı varken bir üçüncü şahsın duruşmaya
karışmasına bir mana verilemedi. Şeriat hükümlerinde böyle bir kayıt ve işaret
yoktu. Her yeni şey merakı çeker, Mülkiye okulunda (Siyasal Bilgiler okulu) hukuk
dersi öğretmenlerine bu yeni görevin ne iş yapacağını sorardı. Onlar da
açıklamaya çalışırlar; mesela bir yaralama olduğunda yaralı dâvâ etmese bile
mademki kanunun yasakladığı bir hareket yapılmıştır, onun dâvâcısı kanun
olduğunu, savcıların adına genel hukuk dâvâsı açmaya mecbur olduğunu
söylerlerdi. Nihayet bize de kanaat geldi. Fakat ne şekilde görev yapacaklarını
merak edip bir dostumla beraber bir gün ceza mahkemesine ve bir gün de cinayet
mahkemesine giderek kendimiz dinlemeye karar verdik.
Ceza
mahkemesine gittiğimiz gün mahkemede birkaç dâvâ görüldü. Onlardan ikisi hâlâ
hatırımda kaldığından ilk tesirleri olmak üzere onları anlatacağım.
Yağmurlu
bir akşam bir küfeci çocuk bahkpazarmdan geçen bir arabadan sakınayım derken
bir bakkal dükkânındaki zeytin kavatasına (selesine) çarpmış, zeytinler yere
dökülmüş. Bakkal hiddetle dükkândan çıkıp bir iki tokatla çocuğu yüzüstü yere
düşürdükten sonra küfesini tekmelemeye başlamış, çocuğun bağırıp çağırmasından
merhamete gelen yolculardan aracılık etmek isteyenleri bakkal terslediğinden
iki efendi polis karakoluna gidip şikâyet etmişler. İfadeleri alınmış. İşte o
gün mahkemeye gelen dâvâların biri bu idi. Mübaşirler dövenle dövüleni yüksek
sesle koridorlardan çağırdılar. İkisi de gelmemişti. Fakat karakolda ifade
veren iki efendi şahit olarak çağrılmıştı. Kendileri dinlendi; bakkal bir hafta
hapis cezasına çarptırıldı. Tuhaf değil mi, mahkemede şikâyetçi yok, şikâyet
edilen yok. Belki dayağı yiyen çocuk polise bile başvurmamış. Ne döveni ne
dövüleni tanımayan iki efendinin şahitlik yapmaları yüzünden bakkal hüküm
giyiyor. Dâvâcı da bir üçüncü şahıs, yani savcı. Biz iki arkadaş bu konuda
karşılıklı görüşüyorduk.
îkinci
dâvâya gelince; bir şeyh efendi Bedesten’de satmak üzere bir şal getirmiş;
müzayede için bir dellala vermiş. Dellal müzayede sırasında istenildiği şekilde
gayret göstermediğinden şeyh efendinin canı sıkılarak aralarında çıkan dırıltı
kavgaya dönüşmüş. Şeyh efendinin şikâyeti üzerine iş mahkemeye düşmüş. Şekil ve
kıyafeti yerinde olan şeyh efendi bir dellal parçasının kendisine el
kaldırmasının sindiremiyor ve mahkeme önünde hararetli hararetli şikâyet
ediyordu. Fakat
esmayı
üstüne sıçrattı(7). Çünkü çağırılan şahitler şeyh efedinin dellah dövdüğünü
ve dellalm kendisini korumaya çabaladığını bildirdiler. Savcı işe karıştı;
cezayı şeyh efendi yüklendi. Bu hüküm dinleyicilere hem gülme ve hem de ibret
sebebi oluyordu.
Cinayet
mahkemesine gittiğimiz gün de bir öldürme dâvâsı görülüyordu. Salmatomruk
tulumbacılarından Karpuzoğlu Kerope adında biri kızgınlıkla bir arkadaşını
vurmuş. Yaralı, aldığı yara tesiriyle sekiz on saat sonra ölmüş. Mahkemede
lüzumlu kâğıtlar okundu. Tanıklar dinlendi. Katilin adı bazen Kerope ve bazen
Serope diye geçiyordu. Mahkeme tarafından savunma avukatı tayin edilen Ermeni ve
kır sakallı bir avukat usulüne göre savunma yaptı. Savunması oldukça kuvvetli
idi. Özellikle katilin Serope mi, Kerope mi olduğunu kesinlikle belli
olmadığını ileri sürerek müekkilinin beraatini istedi. Yargıçlar kurulu
müzakere odasına çekildiğinde uzun boylu bir tulumbacı ayağa kalkarak tehdit
edici bir tavırla avukatın üzerine yürüdü; “adını sen mi koydun, kardaşımın
vurulduğu zaman orada mı idin” gibi hiddetli sözler söylemeye başladı. Meğer
öldürülenin kardeşi imiş. İandarmalar herifi yerine oturttular. Eğer mahkeme
salonu kalabalık olmasa idi savunıpa avukatının birkaç yumruk yiyeceği kesindi.
Hatta duruşma sırasında tanıklardan biri evvelce polis merkezinde vermiş
olduğu ifadenin taban tabana aksini söylediğinden savcının isteği üzerine yalan
yere yemin etmek suçuyla zavallı cahil adam tutuklandı.
Savunma
avukatlarının böyle saldırılara uğradıkları az değildi; hatta halk alışıncaya
kadar savcıların da saldırıya uğradıkları ara sıra duyuluyor. “Her ki zahmi
hored elbette figani dâred. Yaralanan kimse elbetti feryad eder anlamına uygun
olarak gerek savcının gerek savunma avukatının kuvvetli açıklamalarından dolayı
haklarının kaybolacağı şüphesine düşen taraf bazen nefis ihtiraslarına
kapılıyordu. Cinayet mahkemesinde geçen gün Şah İsmail’i öldüren öğretmen
Şevket Bey aceba böyle bir ihtirasın hüküm ve tesiri altında mı idi?
AÇIKLAMALAR
·
1
— Ali Cemali Efendi Yavuz Sultan Selim ve kısmen de Kanuni Sultan Süleyman
zamanlarında şeyhülislâmlık (müftü) yapmış meşhur Osmanlı bilginle-rindendir.
Evinin pençeresinden astığı bir zenbil ile halkın şikâyetlerini topladığı için
kendisine Zenbilli Ali Efendi denirdi. Yavuz Selim gibi çok sert ve hiddetli
bir hükümdarın bazı emirlerini bile şeriata uygun değildir diye geri çevirdiği
meşhurdur.
·
2
— Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmed’in hocası ve o devrin en büyük hukuk
bilginlerindendir.
Kitapları uzun yıllar medreselerin en yüksek kısmında ders kitabı olarak
okutulmuşlar.
·
3
— Tanzimat devrinde yeni açılan mahkemelerde uygulanacak hukuk kanunları
nı
hazırlamak için kurulan heyetin adıdır. Bu kurula meşhur bilgin Cevdet Paşa
başkan olmuş ve uzun süren yorucu ve güç bir çalışma sonunda hazırlanan kanuna
Mecelle adı verilmiştir. Modem hukuk prensipleriyle İslâm hukuku prensiplerinin
karışmasından meydana gelmiş bir kanun kitabıdır. Bu kanun cumhuriyet devrinde
medeni kanunun çıkarıldığı 1926 yılma kadar memleketimizde kullanılmıştır.
·
4
— Hanefi fıkhı, îmam-ı Âzam Ebu Hanife (Numan ibn Sabit) tarafından ku
rulmuş
dört Sünni mezhepten birisi olan Hanefi mezhebi esaslarına ve anlayışına göre
hazırlanmış olan hukuk kanunlarıdır.
·
5
— Kapitülasyon denilen ve Avrupa devletlerine Osmanlı İmparatorluğu sınırla
rı
içerisinde tanınmış olan bazı imtiyazlar dolayısıyla yabancı uyruklu kimseler
Türkiye’de bir suç işledikleri zaman Türk mahkemelerinde yargılanamaz-lardı.
Bunlar kendi elçiliklerinde yargılanırlardı. Tanzimat devrinde Avrupa
kanunlarından faydalanılacak yapılan ticaret kanunu gibi kanunların
yayınlanmasından sonra bazı konularda yabancılar da Türk mahkemelerinde
yargılanmaya başlamıştı.
·
6
— Memleketimizde Dar el-Kuzzat ve Mekteb-i Nüvvab bir kenara bırakılırsa ilk
hukuk
okulu 1875yılında, 1867yılında kurulmuş olan Galatasaray Lisesinde Saffet
Paşa’nın Maarif Nâzın bulunduğu sırada açılmıştır. O sene Galatasaray Sultani
okulu bünyesi içinde açılmış olan ve uzun süre devam edemeyen Darülfünun
(Üniversite) un edebiyat, fen ve hukuk fakültelerinden Hukuk fakültesi 1881
tarihinde yine aynı okul içinde öğretime başlamıştı.
·
7
— Esmayı üstüne sıçratmak, pisliği üstüne sıçratmak anlamında kullanılan bir
deyimdir.
XXXVI
MEŞRUTİYETİN
GERİ GELMESİ SAİD VE KÂMİL PAŞALAR
Meşrutiyetin
nasıl geri getirildiği henüz hatırlanmızdadır. O zamanki neşeyi tazelemeyi Said
ve Kâmil paşalar hakkında kısa bir kıyaslama yapmayı bahane ederek şu birkaç
satın karaladım.
Karanlıkta,
gittiği yolun sonucunu kavrayamayan yolcu gibi rüzgârın itmesi bizi düşe kalka
1326 Hicret (1908) senesine ulaştırdı. Otuz seneden beri hükmü kullanılmaz
olmuş aslı Bâb-ı Âli kayıtlarından sildirilmiş olan Kanun-ı Esasinin (Anayasa)
tekrar ilân edilmesi lüzumu padişah tarafından gerçekleştirildi. îlk hareket,
genel müfettişliğe bağ-lı(l) ve oldukça serbest olan Rumeli’nin üç ilinde(2) ve
üçüncü ordu bölgesinde başgösterdi. Subay, memur ve halktan birtakım gençler
İtti-had ve Terakki Cemiyetini(3) kurarak ve birçok merkezlerde şubeler açarak
meşrutiyet usulünün geri getirilmesini amaç edindiler. Cemiyetin fikir merkezi
Selanik ve yürütme merkezi Manastır idi. Cemiyet gereği kadar kuvvetlendiğini
görünce eylemlere girişti ve meşrutiyetin geri verilmesi için komite
merkezlerinden İstanbul’a sert ifadeli telgraflar yağdırdı. İstekleri, 1293
(1876)’te padişah tarafından ilân edilen Kanun-ı Esasinin (Anayasa) ve
parlamenter sistemin yeniden kurulması idi. Bu teşebbüsler hükümet tarafından
gizlenemeyecek ve telaş uyandıran bir dereceye vardı. İstanbul’da duymayan
kimse kalmadı. Sadrazam Ferid Paşa ziyaretine gidenlere “Rumeli’nin durumu pek
bozuk, gelen telgraflara bakınız” diye destesiyle önlerine atardı. Maarif
Nazırı Haşim Paşa’ya bir gün ortalığın heyecanını anlatmış ve “susmakla
geçiştirilecek zaman değildir, hükümetçe ne yapılacaksa hemen kararı verilip
halka ilân etmek lazımdır” demeri üzerine (Haşim Paşa) “Val-lah bilmem”
alışılmış cevabını vermişti. Serasker Rıza Paşa üçüncü ordu subaylarını idare
edememek suçuyla kızılarak, ondan sonra Ferit Paşa da gözden düşerek yerlerinden
alındılar. Said Paşa yedinci defa sadrazamlığa geliyor, içerideki kaynaşmanın
giderilmesi görevi kendisine veriliyordu. Bu açık atama, devlet işlerini iyi
bilenlerce anayasanın tekrar ilân edileceğinin bir müidesi sayıldı. Ertesi günü
Manastır’da kışla
meydanında
toplar atılarak Anayasa ilân olunuyordu. O akşam (cuma gecesi) Said Paşa’nm
başkanlığında Yıldız’da (Yıldız Sarayı’nda) toplanan bakanlar kurulunda
Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden gelen birikmiş telgraflar birer birer okunarak
Anayasanın tekrar yürürlüğe konması padişah tarafından emredildi. Vakit geç
olduğundan matbaalarda kimse olmadığı için cuma günkü gazetelerde iki üç
satırlık bir bildiri ile durum millete duyuruldu (11-24 Temmuz 1908).
Bu
kısa resmi bildiri umumi efkâra tam bir kanaat vermedi. Altında bir dalavere
bulunup bulunmadığı şüphesi bazı kafalara takıldı. İstanbul dışındaki
vilayetlere telgrafla bildirilen bu güzel haberi birkaç gün saklamak ve sonunu
beklemek gereğini duyan bazı vali ve mutasarrıflar oldu. Şüpheyi güvene çevirmek
için komite adamları tarafından sansürün kaldırılmasıyla gündelik gazetelere
ister istemez yazılar yazdırıldı; sokaklarda gürültülü gösteriler düzenlendi.
İki gün evvel hiçbir şey yazamayan gazeteler (İkdam, Sabah, Tercüman-ı Hakikat)
ve üçü dördü bir araya gelemeyen adamlar ateşli makaleler Ve vatansever
gösterilerle cumartesi günü ortalığa büyük bir gürültü saldılar. Müstebit
idarenin bütün fenalıkları iumalcılara yükletilerek padişahın bunlardan uzak
tutulması program gereği olduğundan gerek Sultan Abdül-hamid ve gerek Said Paşa
yaşasın sesleriyle alkışlara boğuldu. Bakanlardan dile düşenler hakaretlere
uğrayarak birer birer kabineden çekilmeye mecbur oldular. İttihad ve Terakki
Cemiyeti üyeleri hergün İstanbul’a koşuyorlardı. İşte bu cesurca hareketler büyük
Fransız dev-rimindeki meşhur Danton’un dediği gibi (de l’audace encore de
l’auda-ce et touiours de l’audace = Cesaret, daha cesaret ve daima cesaret)
anayasanın tekrar ortadan kaldırılması endişelerini önlüyordu.
Bu
beklenmeyen ani değişikliği iyi idare ve bir taraftan heyecanlı halkı ve diğer
taraftan vesveseli padişaha güven vermek ve bu gürültü patırtı içinde
meşrutiyet gemisini selamet kıyısına ulaştırmak pek kolay değildi. Gerçi
Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi padişah namına Kur’an’a elbasarak Anayasaya yemin
ediyordu, amma bir yandan da hapishaneler boşanıyor, caniler ve ipsiz sapsızlar
halk içine yayılıyor, İstanbul dışındaki vali, müşir, mutasarrıf, defterdar,
hâkim, iandarma kumandanı gibi memurlar takım takım -bazen pek kötü şekilde-
kovuluyorlardı.
Yorgunluklar
ve hergün bir şekilde ortaya çıkan yeni meseleler ve taşkınlıklar karşısında
başta kim bulunsa ezileceği tabii idi. Said Paşa1
bir
iki kusurda da bulundu. Evvela kimse ile görüşmeden kurduğu ilk meşrutiyet
kabinesi halkın güvenini kazanamadı. Bir ikisi dışında kabinedeki adamlar
altmış yaşını geçmiş şahıslardı. Genç Türklerin güvendiği şahıslardan yalnız
Hakkı Bey(4) maarif nâzırlığı (eğitim bakanlığı) ile yeni hükümete alınmıştı.
Maliye Nâzın Ziya Paşa ve Nafıa Nâzın (bayındırlık bakanı) Naum Paşa ve Ziraat
Nâzın (tarım bakanı) Tev-fik Paşa hemen istifa ettiler. Kabinenin düzeni
bozuluverdi.
İkincisi
padişah anayasa gereğince kara ve deniz kuvvetlerinin başkumandanı olduğundan
harbiye ve bahriye bakanlarının tâyin ve azlini kendi hakları arasında
saydığından adıgeçen bakanları yerinde bıraktırmış, buna Said Paşa’hın karşı
koymaya gücü yetmemişti. Halbuki yerine gelen Kâmil Paşa “bu hüküm anayasa ile
ilgilidir, onun açıklanması da Âyan Meclisine(5) aittir, meclis toplanıp
açıklama yapıncaya kadar yürürlükte olan meşrutiyet kuralı gereğince harbiye ve
bahriye bakanlan da kabine kurulmasında diğer bakanlardan farklı değildir”
diyerek bu kuralı korumuş, İstanbul’dan sürgün edilmiş ve senelerce dışarıda
kalmış olan Recep Paşa’yı(6) harbiye nâzırı (savunma bakanı) yapmıştı.
Üçüncüsü,
Said Paşa anayasa hükümlerine uyarak ve daha fazla önem vererek uzun bir hatt-ı
hümayun (padişah buyruğu) çıkarttı. Kanun metni dururken hatt-ı hümayun fazla
görüldü ve sadrazamın bu hareketine anayasaya güvensizlik gibi bir mana
verildi.
Onbeş
günde Said Paşa çürüdü, yerini Kâmil Paşa’ya bırakarak çekildi. Bu iki koca
devlet adamı esasen bilinen kişiler olup içte ve dışta bir mesele çıktığında
bir biri ardınca veya az aralıkla sadrazamlık makamına getirilerek meselenin
düzeltilmesi âdet haline gelmişti. Bu defa padişaha Kâmil Paşa’nın sadrazam
olmasını ve kendisinin de kabineye gireceğini teklif ettiğini Said Paşa
söylerdi. Sayısı her türlü tahminin üstünde olarak çoğalan gazetelerin (yedi ay
içinde İstanbul’da ve diğer illerde basın idaresinden bine yakın gazete çıkarma
izni verilmişti) sayfalarında Said Paşa hakkında uzun uzun suçlamalar okunmaya
başladı. Said Paşa özel surette Kâmil Paşa’ya başvurarak kendisini savunmaya
mecbur kalacağından ve ortaya koyacağı gerçeklerin padişahlık makamı ile millet
arasında mevcut olan sevgi ahengine dokunacağından bahsederek basının
susturulmasını rica etti. Halbuki bu teklif o zaman için (uygulanması) imkânsız
idi. Zincirden koşanmışçasına azgınlık gösteren basma meram anlatmak ve söz
dinletmek mümkün
değildi.
Başvurusunun yerine getirilmeyişini Kâmil Paşa’nm iyi niyetli olmayışına yoran
Said Paşa’nm kırgınlığı arttı ve bilinen yayınları ile kendini savunmaya
başladı(7).
Kâmil
Paşa kabinesinin en mühim görevi seçimleri yaparak parlamentoyu toplamaktı. En
büyük ustalık ve becerisi meclisin toplanmasına kadar dört ay süren taşkınlık
devrini böylece atlatması oldu. İç gürültülere, Bulgaristan’ın bağımsızlık ilân
etmesi, Bosna ve Her-sek’in Avusturya Devleti tarafından kesin şekilde alınması
gibi iki büyük siyasi meselenin eklenmesi halkın heyecanını artırdı. İstanbul
dışındaki memurların hakaret edilerek yerlerinden atılması hükümetin
otoritesini yokederek ortalıkta anarşik bir durum yarattı. Hürriyete herkes
istediği gibi mana veriyor, düzen, kanun ve hükümete itaattan bahsedenler
istibdat artığı sayılıyordu. Böyle gönül alıcı meşrutiyet devrinde vergi
verilir mi efsanesi vilayetlerdeki halkın işine geldiğinden vergi toplama işi
durdu. Geliri en fazla olan İzmir vilayetine bile İstanbul’dan para göndermek lazım
geldi.
İstanbul
garip bir görünüm gösteriyordu. Herkesin göğsünde kırmızılı beyazlı rozetler,
Avusturya boykotundan dolayı birçoklarının başında fes yerine(8) toprak rengi
başlıklar, her fırsatta göstericilerin eline geçmek için şurada burada depo
edilmiş binlerce kırmızı ve yeşil bayraklar, her gün meydanlarda ve belediye
bahçelerinde gösteriler, oyunlar, toplantılar ve nutuklar, tütüncü ve attar
dükkânlarma(9) varıncaya kadar bol miktarda satılık tabancalar, güpe gündüz
mahalle aralarında adam soyan hırsızlar, hürriyet bayraktarı kesilen eski
hafiye-ler, büyük ve önemli görevler isteği ile ilgili dairelere biriken ve
bakanları bıktıran ve günlük işleri durduran işe yaramaz, görevden alınmış eski
memurlar, istibdat idaresine âlet olmak suçuyla görevden alınmış iğrenç, rezil,
sinmiş, polisler, dairelerinden Bâb-ı Âli’ye ve Bâb-ı Âli’den dairelerine ve
bazen de toplantı ve görüşme için Ayasofya camiine başvuran görevlerine son
verilmiş memurlar yeni yeni gazeteler (Şeddeli eşek, Zıpır, Dalkavuk, Boşboğaz,
Curcuna, Beberuhi gibi adlarla birçok mizah gazeteleri de) ortaya çıkmıştı.
Meşrutiyetin dörsü-sünden olan (10) uhuvvete (kardeşliğe) ters anlamdaki
milliyetlere göre kurulmuş kulüpler, esnafa hattâ gümrük hamallarına kadar
yayılan grevler ve benzeri olaylar henüz unutulmamıştır. Gazetelerin, istibdat
döküntüsü dedikleri eski memurlar aleyhindeki şiddetli saldınlan Tevfik
Fikret’in “kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ve drahşan” mısraını dillere
düşürmüştü.
Her
ne ise, bunlar ilk neş’enin eserleri idi. Halkın düşünce ve duygularının uzun
zaman hapsedildikten sonra birikmiş büyük bir su kitlesinin musluğu kırıp
boşalması şiddetiyle taşması gibi tabii ve haklı görülüyordu. Bu güzel iksir,
hürriyet atmosferini son kertesine vardırmış olduğundan içki kadehinin tadına
kendini kaptıran saf insanlar sevinç sarhoşu olarak ne yaptıklarını ve ne
yapacaklarını bilmiyor, sağdan soldan esen rüzgâra uyarak şaşkınlıktan taban
tepiyordu. Bugün uzaktan garip gördüğümüz bu durumu içinde bulunduğumuz
sıralarda geniş bir hoşgörü ile karşılıyorduk. Çünkü ardında bir garez ve kötü
niyet saklı değildi, çünkü rüzgâr durunca taşkınlığın da sessizliğe kavuşacağı
ve normal durumun geri geleceği şüphesizdi. Halkın uzun yıllar yoksun
bırakıldığı hürriyetten bol bol hissesini almasına izin veriliyordu.
Seçimler
1294-1877’dekine kıyaslanamayacak kadar hararetli oldu. İstanbul mebuslarının
seçimi günü Volkan Gazetesi “ateş püskürüyor” yaygaralarıyla seçmenlerin yollan
üstünde satılıyordu. İstanbul dışında seçilen mebusların İstanbul’a gelmesinde
yapılan parlak ve milli karşılamalar ve gösterilen sevinç ve neş’eler kalpleri
heyecanlandırıyor ve milletin ümitlerini pek okşuyordu. Bu neşenin
sersemliğinin hayırlı bir şekilde geçmesi arzu ediliyordu.
İstanbul
tarafına yılda bir defa Hırka-i Şerif(ll) ziyareti için (sonraları deniz
yoluyla) geçmeyi gelenek edinen padişah Ayasofya’daki özel [•'» dairede(12)
Genel Meclisi kendisi açacak mı idi? 1294-1877 Genel Meclisi Dolmabahçe
Sarayı’nda bayramlaşma salonunda açılmıştı. Kâmil Paşa genel isteğe tercüman olarak
fazla ısrar etti ve padişah gelmezse ' kendisinin de gitmeyeceğini kesinlikle
söyleyince padişahın İmrarsızlı-ğını gidermeyi başardı. Yıldız’dan Ayasofya’ya
Galata yoluyla gelip Beyoğlu yolu ile dönen Sultan Abdülhamid’e sokaklara
dökülen İstanbul halkının tasavvurun üstünde alkışları candan ve içtendi. Bu
durum kendisini de güvendirmiş ve memnun etmişti. Gerek mecliste padişahın açış
konuşması gerek birkaç gün sonra mebuslar meclisinde okunan Kâmil Paşa
kabinesinin programı gayet iyi bir tesir yaptı. Hattâ paşanın dönüşünde
mebuslar meclisi kapısında başlayan alkışlar paşayı Bâb-ı Âli’ye kadar devam
ettikten başka odasına girip yerine oturduktan sonra da arkası kesilmedi. ■
Kâmil
Paşa kabinesini kurduğu zaman içişleri bakanlığına seçtiği Sivas Valisi Reşit
Âkif Paşa sağlığının müsait olmadığını ileri sürerek kabul etmemesi üzerine bu
bakanlığın bu karışık dönemde büyük
önemi
olduğundan yetenekli birisine verilmesi gerekiyordu. Halbuki çabucak bu
yetenekte yeterli güveni taşıyan bir adam bulmak mümkün olamadığından vekil
olarak (sonra asıl) Eğitim Bakanı Hakkı Bey’e ek olarak verilmişti. Adıgeçen
hem eğitim hem içişleri bakanlığının ağır işleri yanında seçim işlerini de
başardı. Fakat aleyhinde bir takım memnun olmayanlar çıktı ve nihayet
içişlerinden ayrılarak bu makama herkesin bildiği genel müfettiş Hüseyin Hilmi
Paşa getirildi.
Kâmil
Paşa iki ay kadar mebuslar meclisi çoğunluk partisi ile uygun bir dostluğu
korudu ise de henüz siyasi bir parti halini alamayan azınlık tarafına eyilimi
görüldüğünden meşrutiyet reiimine aykırı bir şekilde harbiye ve bahriye
bakanlarım görevlerinden alarak değiştirmesi sebep gösterilerek çıkan
anlaşmazlık üzerine istifaya mecbur oldu ve yerini Hüseyin Hilmi Paşa’ya
bıraktı.
Âyan
Meclisi başkanlığı meselesinden dolayı Said Paşa şüphelendiğinden^) Kâmil
Paşa’ya karşı olan kırgınlığı artmıştı. Ama bunda Said Paşa haksızdı. Zira
Kâmil Paşa Âyan başkanlığına Said Paşa’-yı teklif ve tâyin ettiği halde teklifi
geri bırakılarak padişah isim bildirerek başkanlık görevinin eski müşirlerden
(mareşal) birine verilmesini tercih etmiş ve sebep olarak da “bu iki adam
birbirini çekemeyecek-tir, aralarındaki gizli rekabet devlet işlerinin
yürütülmesine dokunacaktır” demişti. Kâmil Paşa saraya gittiğinde özel surette
ısrar ederek teklifinin kabul emrini almıştı.
Olayların
gelişmesi meşrutiyet devrinin başında bu iki siyaset sa-vaşçısırirezdikten
sonra ileride birer kerre daha hükümet başkanlığına götürmüş ve haklarında
milletin beslediği iyi niyeti ve güveni son bir denemeden daha geçirdi. Bu sınav
geçidinden söz etmeden evvel kişiliklerini anlatacağız.
Mehmet
Said Paşa Erzurum’da doğmuş ve ilköğretimini orada görmüştür. İstanbul’a
gelerek kalem hizmetlerinde ilerlemiş, zekâsı ve iyi yazı yazması ile
sivrilmiştir. Devlet şurası yardımcılığı, takvimhane müdürlüğü, bina sayım
müdürlüğü, ticaret bakanlığı ve başbakanlık mektupçulukları gibi merkez
memuriyetlerinde bulunmuş, bir aralık Suphi Paşa’nın(14) emrinde Rumeli teftiş
heyetinde bulunmuş, Abül-hamid II. nin tahta çıkışında, anlatılana göre, damad
Mahmud Celaled-din Paşa’nın tavsiyesiyle Sadullah Bey’in yerine Mabeyn
başkâtibi olmuştur. İşte asıl siyasi hayatı burada başlar.
Mabeyn
başkâtibliğinde bulunduğu sırada üç kabahatle suçlanıyordu ki bunlardan dolayı
meşrutiyet devri basını tarafından pek acı sözlerle ayıplanmış ve kötülenmişti.
Birincisi Rus Savaşı’nda askeri işlere karışarak kumandanlara Yıldız’dan emir
vermesi, İkincisi hükümet otoritesini sarayda toplaması, üçüncüsü iurnalcilik
yolunu açması.
Adı
geçenin zekâsının hayranı olduğumdan gerçeklerden ayrılmadan bu üç suç hakkında
birkaç söz söyleyeceğim. Planları hazırlamak ve askeri hareketleri idare etmek
yalnız genel kurmay başkanlığına ait görevlerden iken 1294-1877 savaşında
yüksek bakanlar kurulu ve Namık Paşa gibi eski müşirler (mareşaller) ve diğer
esker ve sivil devlet adamlarından büyük bir askeri meclis kurularak bu önemli
göreve onlar karışmış ve teklifleri padişahın onayı alındıktan sonra mabeyn
başkâtipliği tarafından kumandanlara bildirilmesi usûl olarak kabul edilmişti.
Rus
ordularının Tuna ağızlarına yakın mevzilerden Rumeli’ye hücum etmeleri eski
strateii taktiği idi. Halbuki dört kale (Silistre, Rusçuk, Şumnu .Varna) bu
hücümu karşılamak için gayet güzel hazırlanmış ve güçlendirilmişti. Ruslar,
Hıristiyan Osmanlı vatandaşları korumak için savaş açtıklarını ileri sürerek
papas, daskalos ve benzeri propagandacılar vasıtasıyla aynı mezhepteki Balkanlı
Hıristiyanları kışkırtarak Orta Rumeli’de ihtilâl yangını çıkartmayı kolay ve
politikasına uygun bulduğundan daha 1270-1853 savaşında Dobruca’ya karşı bir
gösteri hücumu yaparak asıl maksadı olan Vidin üzerinden Tuna’yı geçmeyi
tasarlamıştı.
Düşmanın
bu kesin niyetleri askeri hükümetçe bilinmekte ve görülmekte ve ilerisi için
ders, olmaya layıktı. Özellikle Hersek eşkıyalarının ve Karadağ, Sırp
beylerinin evvelce isyan bayrağı kaldırarak “Ağa dayılarının” (Rusların)
izleyecekleri kesin askeri hareketlere öncü olmaları bizi eski dersten gereği
gibi uyanmaya davet ediyordu.
Gayet
dikkat edilecek ve önleyici tedbiri alınması gereken bir nokta daha vardı. O da
1245-1827 Savaşında Rus askeri Balkan dağlarının kuzeyindeki müstahkem
kalelerimizi kuşatmakla beraber General Di-biç’in bu dağları aşarak Meriç
Ovasına inmesi ve Tekirdağı’na doğru ilerlemesi, savunmasız bulunan İstanbul’u
tehdit ile bizleri gafil avlaması idi. Bu sebeple tedbirli olmak, ileriyi
görmek akıl ve hikmet gereği olduğundan Dibiç manevrasının tekrar etmemesi için
Tuna’dan sonra Balkanları (Balkan dağlarmı) ikinci savunma hattı haline koymak
ve
başkentimizi kolayca telaşa düşürmemek için savunması konusunda daha geride bir
üçüncü savunma hattı hazırlamak genelkurmayımız için düşünülecek önemli
işlerden idi. Bunlar bile yapılmamıştı. Gerçi 1270-1853 Savaşındaki Rus saldırı
planı unutulmamıştı; fakat Vidin’-den Silistre’ye kadar Tuna’nm uzun yatağının
(yaklaşık 750 kilometre) adım adım savunmasını düşünmek ve gereği şekilde
korumak zordu. Ruslar Ziştovi’den Tuna’yı geçtikten sonra Gazi Osman Paşa’nm
Vidin’den Plevne’ye getirilmesi ve burada yığmak yapılmasına bakılırsa savunma
planımızın önceden iyi bir şekilde hazırlanmadığı anlaşılıyor. Daha fenası
savaşa ve savunmaya lazım olan askeri kuvvetlerin en azı bile zamanında
toplanıp gönderilmemişti. Milli genel mecliste (parlamento) okunan padişahın
açış nutkunda yediyüz bin kadar askerin silah altına çağrıldığı açıklanmış ise
de savaşın başında bütün Tuna ordularının sayısı yüzyetmiş taburdan ibaretti.
Bu açıklamalar defterlerden çıkarılmış bilgilere dayanmakta olduğuna göre
yukarıda konu edilen büyük askeri meclis, düşmanın saldırılarına karşı her
yerde her günkü duruma göre yeni tedbirler almaya mecbur oldu. Bu tedbirler
“yeni gün yeni rızk” çeşidinden olduğundan zaferi sağlayamadı. Aynı zamanda
birlik kumandanlarını şaşırttığı gibi mabeyn başkâtibi Said imzasıyla emirlerin
bildirilmesi ve emirlerin yazılışında askeri hareketlere karışır gibi görünmesi
de garip görüldü. Said Bey’in (Paşa) kendi başına emir vermesi söylentileri
belki bundan doğmuştur. Kendi başına emir vermesi uzak ihtimaldir. Ama
denilebilirki ilgili dairesi dururken kanun nazırında sorumlu olmaya saray
böyle büyük ve önemli’ bir işe ne için karıştı ve ne için pisliği üstüne
sıçrattı? Bunda Said Paşa’nın kusuru ne derecededir bilmem. Olsa olsa henüz (bu
gibi durumlarda) huyu suyu ve tecrübesi gelişmemiş olan yeni padişahı uyararak
sorumluluktan kurtulmaya çağırmamasında ve görevi dışındaki işlere el uzatmaya
arzu etmesindendir. Yoksa padişah emirlerini bildirmeye mecburdu.
İkinci
hüküm doğrudur. Said Paşa hükümet gücünü kendisinin bulunduğu yere nakletmek
âdetini sonradan da göstermiştir. O vakit mabeyn kâtiplerinden olan Hurşit Paşa
oğlu Süleyman Bey’den işittiğime göre Said Bey’e uyguladığı bu usulün
zararlarını sonradan kendisi çekeceğini (sadrazam olduğu zaman) sarayda
hatırlatanlar olurmuş.
Üçüncü
fıkraya yani iurnalcilik yolunu açması iddialarına gelince, bu konuda elde
belge olmadıkça söz söylemek insafa uygun olmaya-
cağından
kendimi hüküm vermeye bilgili sayamam. Eğer bu kötü iş kendisine bir zan
üzerine yakıştınlıyorsa pek ağır bir iftira, büyük bir haksızlık olacağı
açıktır. Şurası kesindir ki pek çok zararlarını gördüğü iumalcılardan her zaman
nefret ederdi. Yıldız evrakı arasmda(15) kendi imzasıyle iurnala benzer bir
kâğıt görülmedi.
Parlak
hizmetinin başlangıcı adalet bakanhğındadır. Hukuk muhakemeleri usulü ve ceza
muhakemeleri usulü kanunlarını düzenleyen ve adiliye teşkilâtını yapan odur.
Doğuştan çok çalışkan ve didingen olması ve aşırı derecede padişahın takdirini
kazanması dolayısıyla ilk başvekilliğinde savaş dolayısıyla sarsılmış olan
devlet yapısını güçlendirmeye çalışarak maaşların düzenlenmesi kararnamesi ve
genel borçlar idaresinin (Düyun-ı Umumiye) kurulması gibi ciddi tedbirler
devletin ekonomi ve mali itibarına pek iyi tesirler yapmıştır. O sıralardaki
hizmetleri büyüktür. Millet nazarında ve özellikle memurlar arasında memleketin
kurtarıcısı sayılarak büyük ün kazanmıştı. Eskilerden Bâb-ı Âli’de Âli Paşa’ya
en çok yaklaşan odur. İşte Âli Paşa’nm yerini tutmaya yeltendiği vakit evvelce
Yıldız’a (saraya) topladığı kuvvet kendisine çapariz çıkmıştır.
Mehmet
Kâmil Paşa Kıbrıshdır. Öğrenim zamanı Mısır’da geçmiştir. Sivil hizmelerde
yetişerek yabancı dil bilmesi ve dış politikadan anlaması şahsını ünlü
mutasarrıflar sırasına koymuştur(lö). Halep valiliğinden İçişleri müsteşarlığı
ile İstanbul’a geldikten sonra eğitim ve evkaf bakanlıklarına atanmış, Said
Paşa’nın büyük takdirini kazanmıştı. Doğu Rumeli olayı çıktığı sırada(17) evkaf
bakanı idi(1302-1884). Said Paşa silahla karşı koyma ve padişahlığın onurunu ve
andlaşma hükümlerini koruma düşüncesinde olmasına karşı Kâmil Paşa padişahın
mizacını okşamak ve politik önlemlerle meseleyi çözümlemek yolunu tuttuğundan
sadrazamlığa atandı(1302-1885). Altı sene bu görevde kaldı.
Ondan
sonra Said Paşa ile beraber Kâmil Paşa da devletin itibarlı bir şahsı olup
yedek akçe gibi zorunlu haller için evlerinde saklanır, dert ve ihtiyaç
olduğunda birbiri arkasından sadrazamlığa gelerek çıkan problem düzeltilir ve
giderilir veya hiç olmazsa işin üstü örtülürdü. Fakat her ikisinin tedbirleri
de kabul görmeyerek az zamanda yerlerinden alınırlardı. Görevlerinden
alınmaları padişahın kızgınlığından ileri geldiğinden arası soğumadıkça
ziyaretlerine gidilemezdi. Bir çeşit temastan alıkonulurdu. Hele Kâmil Paşa bir
kerresinde hemen Aydın
Valiliği
ile İstanbul’dan çıkarılmış, uzun müddet orada kalmıştır. Said Paşa böyle
İstanbul dışına gönderilmemişti.
Her
ikisi de zeki, temiz, tecrübeli, devlet işlerinden anlar, işi bir sonuca
bağlar, saltanat çıkarlarına yardımcı, Bâb-ı Âli’nin üstünlüğünü ve onurunu
korumaya çalışan, kamu haklarını korumakta gayretli idi. Birbirlerini kalpden
takdir ederlerdi. İleri gelen bakanlardan birinin Kâmil Paşa’yı küçümsediğini
ve kötülediğini Said Paşa’ya söylemişler; Said Paşa’nın “kişi haddini bilse ne
iyi olur, o kimse Kâmil Paşa’ya mühürdarlık edemez” dediği işitenlerden
duyulmuştur. Son zamanlardaki nefretleri politik tutumlarındaki ayrı
görüşlerden ve kendilerince değersiz sayılması gereken mevki hırsından ve daha
doğrusu ihtiyarlık hırsından ileri gelmiştir.
İşte
bu müşterek üstünlüklerinden ve eksikliklerinden başka bir takım ayırıcı
nitelikleri vardır. Said Paşa’nın zekâsı keskin ve işlekti; Kâmil Paşa bir
ölçüde ağır ve düşünerek hareket ederdi. Said Paşa baştan aşağı doldurulmuş bir
kâğıdı iki dakikada okur ve can alacak yerlerini işaret ederek üzerinde pabuç
kadar buyuruldusu görülürdü. Kâmil Paşa da sonuna kadar okur esasını anlar ve
dilekçe ile karşısına gelen iş sahibini sonuna kadar dinler ve bir iki sözle
kestirme cevabını verirdi. Said Paşa’nın duraksamalarına ince düşünceler ve son
zamanlarda şahsiyet karışırdı. İnce düşünceler dediğim sorumluluk sonucunun
yalnız kendisine gelmemesi kaygısı idi. Çünkü tarihin yargılamasından korkar ve
o âdil hâkimin önüne temiz ve saf bir alınla çıkmayı fazla düşünür olmuştu. Bu
sebeple hâtıratmda(18) kendini temize çıkarmak ve iyi bildirmek yollarını
aradığı açıkça görülmektedir. Resmi evrakın suretlerini çıkartması ve
bazılarını aynen saklaması belki bu temize çıkma fikrinden idi. Kâmil Paşa
böyle endişelerden uzaktı.
Said
Paşa’ya hizmet ettiği efendinin (padişahın) kuşkuları biraz bulaşmıştı. Her
işin sonunu uzun uzadıya düşünür ve efendisine karşı şiddetle hareketi ve ipi
koparmayı uygun bulmazdı. Kâmil Paşa, “ne olursa olsun” yolunu daha kolaylıkla
göze alırdı. Bununla beraber her ikisi de yabancı himayesine sığınmak zorunda
kalmışlardır. Said Paşa İngiltere elçiliğine sığınmasını haklı gösterecek
sebepleri ve durumları geniş ve uzun uzun hâtıralarında anlatmıştır(19). Kâmil
Paşa’nın İzmir’de konsoloshaneye başvurması daha zorunlu olduğunda şüphe
yoktur.
Said
Paşa güzel konuşur, konuşmayı sever, neşeli zamanlarında sohbeti gayet tatlı
idi. Kâmil Paşa tutuk ve sinirli olduğundan az konuşur ve ara sıra espiri
yapar, sohbeti neş’eli değildi. Birinin akıcı fikir ve konuşmasına karşılık
diğeri (Kâmil Paşa) işittiklerini ve bildiklerini içinde saklar ve ağzından laf
alınmazdı. Bir de Said Paşa çabuk hislenir ve duyguları çabuk taşardı, çabuk
kızdığı kolaylıkla sezdirdi. Kâmil Paşa önemli hallerde üzülmüş görünmez, ne
halinden ne muamelesinden ve ne de yüzünden duyguları anlaşılmaz, sevinç ve
kederi farkolunmazdı.
Said
Paşa Doğu eğitimi görmüş ve galiba medreseden mezun olmuş, Fransızcayı ve
politika bilimini sonradan öğrenmişti; Kâmil Paşa İngilizce ve Fransızcayı
Mısır’da öğrenerek daha gençliğinde dışişleri hakkında bilgi edinmeye
başlamıştı. Said Paşa bir meselenin görüşülmesi sırasında kendi üstünlüğünü
göstermeye özenir ve derhal kitaplar elde ederek incelerdi; fakat kitaplardan
yalnız meseleye ait konuları okuyarak etrafını şahsi bilgileriyle süsler ve
tamamlardı. Kâmil Pa-şa’da böyle hevesler görülmezdi. Zaten fikri kapasiteleri
ve bilgileri çok farklı idi.
Yazılarına
gelince; her ikisinin de yazıları açık ve sade idi; Kâmil Paşa’nm ifadesi özlü
idi. Said Paşa’nm kalemi ise dili gibi gayet bereketli idi. Başkasına söyleyip
yazdırmak suretiyle saatlerce ve sayfalarca yazı yazdırırdı. Birinin hâtıratı
diğerinin ona cevabı güzel örneklerdir.
Said
Paşa, Reşit Paşa gibi bir mesele hakkında birkaç ayrı fikir bulur ve söyler,
Âyan Meclisi başkanlık kürsüsünde görüşmeleri açık ve akıcı bir şekilde
özetledikten sonra bugün de aramızda söylendiği gibi “böyle demek var, şöyle
demek var, ne buyurulur” diye çoğunluğa başvururdu. Kâmil Paşa bir mesele
hakkında yalnız bir görüş bildirir, iyi veya fena ona sarılır ve yürütmeye
çalışırdı. Hattâ eski padişahla (Abdülhamit II.) aralarını bozan bu diretmesi
olmuştur.
Said
Paşa başa geçince emri altında bulunanlara ve yakınlarına göz açtırmaz ve asla
yüz vermez, Kâmil Paşa aksine müsaid bulunur ve bundan dolayı kendisine söz
getirirdi.
Kâmil
Paşa’ya bir gün Sabah Matbaası önlerinde tabanca ile bir suikast yapılmıştı.
Bazı partililerin izledikleri yolu ve bazı kimselerin ruh hallerini anlamaya
yardımcı olan bu olayı anlatayım. Edirneli Hafız Efendi adında bir saatçi
(galiba Selimiye muvakkiti) Rusların o bölgeye saldırmaları sırasında (1295-1878)
ailesi ile beraber İstanbul’a göç
ederek
mahallemizde bir ev kiralamış ve şehrimizde yerleşmişti. Tophanede Kılıç Ali
Paşa Camii önündeki dükkânlardan birini kiralayarak yetişkin bir oğlu ile
beraber saatçilik yapardı. Okur yazar, sanatında mahir, elli yaşlarında
efendiden bir adamdı. Akşamları akranımız olan komşularla birleşip sohbet etmek
âdetimize o da katılırdı. Huy bakımından inatçı idi ve konuşma sırasında
konuşanı sonuna kadar dinler, kendisi cevap vermeye başlayınca sözünün
kesilmesine asla razı olmazdı.
Hafız
Efendi’nin Edirne’de mi yoksa yakınlarında başka bir yerde mi bir mülkü varmış,
(Rus) istilâsı karışıklıklarından faydalanarak bir yalancı bu mülke haksız
şekilde el koyarak sahiplik dâvası açmış, mahkemede gıyaben hak kazanmış, gıyap
kararı Hafız Efendi’ye bildirilmiş, fakat adıgeçen hakkından emin olduğundan ve
birkaç sene evvel çıkarılan muhakeme usulü kanununu okumadığından aldırmamış.
İtiraz ve temyiz müddetleri geçerek karar kesinlik kazanmış, ve yalancı adam
mülke sahip olmuş. Yalnız o vakit Hafız Efendi’nin aklı başına gelmiş. Amma iş
işten geçmişti. Adliye nezaretine ve sadrazamlık makamı ile meşihate dilekçeler
yağdırmaya başlamış. Verdiği dilekçelerin numara ve pusulaları bir koca tomar
tutuyordu. Hafız Efendi pek çok kerre adâlet bakanı, sadrazam ve şeyhülislâmın
huzurlarına da çıkıp derdini anlatmıştı; akşamları bize de anlatırdı. Muhakeme
usulü kanununu beraber okur ve kanunun kendisine tanıdığı hakkı kaybetmiş
olduğunu söylerdik. Kandırmak mümkün olmazdı. Kendisine ait olduğunda şüphe
etmediği bir malın yüzleşme yapılmadan zaman aşımı dolayısıyla elinden
alınmasını bir türlü aklına sığdıramazdı. Derdi ki “Bâb-ı Fetvaya müracaat,
ediyorum, bizim vazifemiz değildir cevabını veriyorlar; benim hakkım şeriat
hükümleriyle doğrulanmış olduğu halde Zeyd ve Amrin kendi görüşüne göre yaptığı
bir kanun ile nasıl olur da kaybolur? Ben o kanunu tanımam ve şeriat hükmü
isterim”.
Bu
adamın düşünce tarzı Bâb-ı Âli, Devlet Şurası (Danıştay), meşihat Dairesi ve
adliye bakanlığınca biliniyordu, fakat derdine hiçbir tarafta çare
bulunamıyordu. En garibi gördüğü haksız işlemin sorumluluğunu adâlet bakanına
yükleyerek, anayasada yazıh Yüce Divan’da onunla muhakeme olmak iddiasına
kalkmıştı. Bu konuda sadrazamlığa verdiği dilekçeleri -Sadrazam Said Paşa,
adliye bakanı Cevdet Paşa’yı zor durumda bırakmak için- taraf tutucu yazılarla
adıgeçen bakanlığa gönderirmiş. Hafız Efendi böyle yüz bulunca rahatsız etme
sınırını
aşmıştı, hattâ o zamana kadar kendisini idare eden Said Paşa bile bıkarak
birgün kavvaslara emir vererek Hafız Efendi ’yi üç dört saat kapı altında
habsettirmişti. Hafız Efendi bu tutumu pek tabii görüyor ve akşam “Herif bizi
bugün Paşa Kapısı’nda hapis etti” diyerek olayı bize normal bir şekilde
anlatıyor ve bunun kanuna uymadığını aklına bile getirmiyordu.
Said
Paşa başbakanlıktan düşüp yerine Kâmil Paşa geçince Hafız Efendi’nin ardı
arkası kesilmeyen başvurularına kanun gereği kürü cevaplar vererek sonra da
kovdu. O zaman Hafız Efendi kalbinde meydana gelen üzüntü ve kin dolayısıyla Bâb-ı
Âli yolu üzerinde sadrazamı beklemiş ve arabasına birkaç el kurşun atmıştı.
Bereket versin kurşunlar isabet etmemiştir. Hafız Efendi hapishanede
hastalanarak ölmüştür.
Yukarıda
anlatıldığı gibi meşrutiyetin başlangıcında topun ağzına gelen Said ve Kâmil
paşalardan evvelkisi (Said Paşa) onbeş gün ve İkincisi ikinci sırada
bulunduğundan altı ay diretmeden sonra yorgun argın yönetimin ağır yükünü
omuzlarından atmışlardı. Said Paşa Âyan Meclisi başkanlığından dolayı resmi
hayattan çekilmiş olmayıp aksine mebuslar meclisinde iyi bir binici gibi at
oynatmış ve 31 Mart olayından sonra(20) hürriyetseverliği en son hadde
vardırmış ve görüşmeler sırasında birgün milli hakimiyet deyimi ile
yetinmeyerek bunu milli saltanata çevirdiği gibi bir gün de İncelenmekte olan
bir kanundaki “teb-a” kelimesine ilişerek “meşrutiyette” tâbi ve metbu yoktur”
demeye kadar eşitliği ileri götürmüştü.
Bu
31 Mart (13 Nisan 1909) askeri isyanında eski padişahın (Ab-dülhamid II.)
parmağı bulunmadığı ve bazı saray hizmetçilerinin ve geçmiş istibdat devri
yardakçılarının olayların gelişmesinden faydalanarak eski devri geri getirme
hevesiyle ve dolaylı olarak kışkırtmalarıyla meydana geldiği gerçeklerdendir.
Bu olayı takip eden tahttan indirme sırasında ve ilk anayasa değişikliğinde
Said Paşa’mn tutumunun ne kadar hesaplı olduğunu dikkatli insanlar gözden
kaçırmamıştır. Bu vaziyet muhafazakârlıktan uzak olduğu kadar zamanın adamlığı
ve bilinen tutum ve şanına uygun değildi.
Said
Paşa ağırbaşlılığını hiçbir zaman bozmadığı gibi eşi olmayan bir yüz olarak
meydana çıkmıştı. Kendisi ile ilişki kuran yeni gençlerimiz bile nezaket ve
terbiyesine, bilgi ve kültürüne ve davranışlarındaki inceliğe hayran oluyor,
halk dâhilerinden olduğunu onaylıyordu. Âyan Meclisi başkanlık kürsüsü hergün
gücünü ve zekâsını göstermeye vesile oluyordu.
Kâmil
Paşa görevden düştükten sonra mazul olarak köşesinde kaldı ve çoğunluk partisi
ile arası açıldığından muhalif partiye meyletti(21). Bununla beraber İtilaf ve
Hürriyet partisinin kuruluşunda işlerine karışmadı. Hattâ bu çekingenlik sebebi
ile Trablusgarb savaşının ansızın ortaya çıkışı ile Hakkı Paşa hükümeti istifa
ettiği vakit sadrazamlığa Said Paşa ile beraber Kâmil Paşa da aday gösterildi.
Fakat Said Paşa tercih edildi.
Halk
Said Paşa’dan pek ümitli idi. Fakat bilinen düşünceleri, zekâ ve uzun
tecrübesinden beklenen hizmetlerin gelişmesine engel oldu. Kabinesini kurmak
için günlerce uğraştı ve bizleri de yordu (o vakit kabinede idim). Gece
yarılarına kadar Bâb-ı Ali’de görüşür ve bir karar vermeden dağılırdık. O
sırada mebuslar meclisinde bakanlar odasında her iki partinin ileri gelenleri
yanma gelerek kabinenin kurulmasının çabuklaştırılmasını bildiriyor ve muhalif
parti başkanları yalnız savunma ve içişleri bakanları tarafsızlardan seçildiği
takdirde güvenoyuna katılacaklarım ve bu suretle kabinenin pek kuvvetli
olacağını eklediler. Said Paşa “yüksek malumlarınız meşrutiyette görevler
ayrılmıştır. Kabine teşkili bana aittir, güvenoyu verip vermemek de yüksek
şahıslarınıza aittir” gibi sözlerle teklifleri kabul etmedi ve kendi bildiğini
yaptı. Savunma Bakanı Mahmut Şevket Paşa’yı ısrarla yerinde bıraktı; iç ve
dışişleri bakanlıkları için istenilen şahıslar kabul etmediklerinden diğer
bakanların uygun bulması ile dışişleri bakanlığına Asım Bey ve içişleri
bakanlığına Celâl Bey atandı. Said Paşa ikisini de tanımıyordu.
Yeni
kurul Trablusgarb savaşı ile uğraşıyor ve bir avuç gönüllü asker İtalyan
ordusunun, bölgenin içlerine sızmasına karşı duruyor, bu başarı milli
duygularımızı güçlendiriyordu. Basın tarafından sonuna kadar ayak direnmesi
lüzumu tavsiye ediliyordu. Fakat mesafenin uzaklığı, tabii engeller kesin
zafere ulaşmayı şüpheli kıldığı gibi içteki dırıltıların çoğalması diğer nazik
dış meselelerin ön plana geçmesine sebep olmasından endişe ediliyordu.
Bakanlar
arasında “Trablusgarb meselesini acele bir hal çaresi bularak tatlıya
bağlayalım, çünkü onu halledelim derken pek ağır başka meseleler karşısında
kalmamız ihtimali vardır” diyenler bulunuyordu. Fakat kamuoyu İtalya
Hükümeti’nin haksız saldırısına karşı fazla heyecanlandığından ne olursa olsun
hakkından gelinmesi ümidini besliyordu.
Korkulan
meseleler birer birer başgösterdi. Evvela Rusya elçisi Çarikof tarafından
boğazların Rus gemilerine açılması hakkındaki teklif ortaya atıldı ve geri
çevrildi. İkinci olarak Girit mebuslarının Yunan parlamentosuna kabulü meselesi
çıktı, fakat o da önlendi. Üçüncüsü Balkan devletlerinin aleyhimize
birleşmeleri hazırlanıyor ve gerçekleşiyordu. Hükümet bunu zamanında haber
alamadı.
Osmanh
Mebuslar Meclisi’nde çoğunluk partisinden yeni bir grup ayrılmış ve muhalif
partiler de İtilaf ve Hürriyet adı alfanda birleşmiş, İki tarafa bağlanmayan
birçok mebus da bağimsız kaldığından kabine için kuvvetli bir çoğunluk bulmak
ve dedikodular içinde devlet işlerini yürütmek zorlaştı. Meclisin dağıtılması
ile yeniden seçim yapılmasını, bakanların çoğunluğu, zorlukların giderilmesinin
tek çaresi gibi görüyorlardı. Meclisin dağıtılması ise anayasada birtakım
şartlara bağlandığından her şeyden önce anayasanın bu konudaki hükümlerinin
değiştirilmesi gerekiyor idi. Değişiklik teklifi ile kabine meclise başvurdu ve
reddedildi. Bunun üzerine kanun gereği kabine istifa etti. Yeni kabineyi
kurmaya yine Said Paşa görevlendirildi; bu, Said Paşa’nm dokuzuncu ve son
sadrazamlığı oluyordu. Said Paşa’nın bu sefer sadrazamlığı kabul etmesi doğru
değildi. Bilindiği gibi meclis dağılmış ve yeni seçimler yapılarak yeni meclis
toplandı. Arası çok geçmeden Arnavutluk’ta meydana gelen başkaldırım karışıklıklar
üzerine Mahmut Şevket Paşa savunma bakanlığından düştü; ordu subayları arasında
“Halaskâran = Kurtarıcılar^ adıyla yeni bir grubun kurulduğu duyulduğundan
savunma bakanlığına mevcut ordu ileri gelenleri arasında istekli
bulunmadığından diğer bakanların da moralleri bozulduğundan Said Paşa istifaya
mecbur kaldı. Tarafsız olarak Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kurmayı üzerine
aldı. Kâmil Paşa Devlet Şurası Başkanlığı görevi ile bu kabineye girdi.
Said
Paşa yukarıda anlatılan son iki sadrazamlığında bağımsız tutumunu korumakla
beraber tamamıyla çoğunluk partisine eğilmiş ve dayanmış idi. Kâmil Paşa
köşesinde günlük olaylara sadece itiraz ile bir müddet vakit geçirdikten sonra
dedikoduların fazlalaşması üzerine muhalif tutumunu açığa vurarak ve muhalefet
başkanlarıyle görüşmelere girerek birden bire patlayan Balkan Savaşından ve
feci sonuçlarından üzülen halk nazarında memleket kurtarıcısı gibi görülmeye
başladı. Öteden beri İngiltere politikasına dayandığından bu siyasi görüşünden
dolayı o felaketli günlerde büyük hizmetler bekleniyordu. Bu
sebeplerden
dolayı nihayet dördüncü defa olarak sadrazamlığa yükseldi. Atandığı gün Kâmil
Paşa ile beraber İngiliz dostluğu Bâb-ı Âli’ye girdi diyenler bulundu.
Balkan
Savaşı’nın başında büyük devletler tarafından ilân edilen statüko(22) nun ne
kadar geçersiz olduğu ordularımız yenildikçe ortaya çıkıyor ve gerçekleşiyordu.
Düşenin dostu olmaz sözü gibi hiçbir tarafta yardım ve elimizden tutan
bulamıyordu. Çatalca savunmasıyla başkenti kurtardık amma Rumeli vilayetlerini
feda etmeye mecbur ol-duk(23). Kâmil Pâşa’ya bağlanan umutlar da boşa çıktı.
Özellikle askeri işlerin pek kötü idare olunması sorumluluğu savunma bakanı
Nazım Paşa’ya dönük ise de kabine başkanı olmasından dolayı kendisine de bir
pay çıkarılıyordu. İttihat ve Terakki tarafından hazırlanan malum Bâb-ı Âli
baskmında(24) savunma bakanı Nazım Paşa ile yaverleri kaza kurşununa
uğradıkları sırada sadrazamlık odasında zorla istifasını yazmıştı. Eğer talihi
yardım etse idi son sadrazamlığından beş altı ay evvel ölürdü. Çünkü “Kâmil
Paşa sağ olsa Balkan felaketleri başımıza gelmezdi” inancı kolay kolay
zihinlerden silinmeyecek ve mezarının toprağına milletin hasret gözyaşları akıp
duracaktı.
Sözün
kısası zorunluk ve acılı günlerde ikisine de kaderini teslim eden millet
eli boş çıkmıştı. Bir taraftan yaşlılıkları ve öte yandan ortaya çıkan
dertlerin ağırlığı çalışmalarını, gayretlerini ve işbilirliklerini sonuçsuz
bıraktı. Hayatlarının en son zamanlarında araları pek açılmış ve düşmanlık
derecesine varmıştı. İkisi de uysal ve hükmetmeye karşı güçsüz, kin gütmekten
geri kalmazdı. Mesela Said Paşa, kabinesini kurarken söz dinlemediği gibi Kâmil
Paşa da kurduğu hükümete İtilâf ve Hürriyet ileri gelen mebuslarından
-isteklerine rağmen- hiç kimseyi kabul etmemiş ve birçok haberler geldiği helde
Nazım Paşa’nm değiştirilmesine razı olmamıştı.
Said
Paşa Avrupa’da kendini gösterdiği bir uzman doktorun değerlendirdiği gibi yan
belinden aşağısı bitmiş (romatizmadan) fakat midesi ile beraber üst kısmı en
güçlü gençleri imrendirecek derecede sağlamdı. Özellikle dimağı hiç
bozulmamıştı. O zekâya, o fikri güce hayran olmamak mümkün değildi. Ölümü günü
üzüntümden “bu kafayı toprağa nasıl gömeceğiz” dediğimi ailesi hâlâ söyler.
Kâmil
Paşa daha yaşlı olduğu halde daha dinç görünürdü(25). Yürüyüşünde yorgunluk ve
bükülme, fikri gücünde dağınıklık hissedilmez idi. Fakat bir parlamento bakanı
olmak niteliklerini taşımazlardı. Ko-
nuşma
yetersizliği meclis kürsüsünde iyi konuşmasına engel ölürdü. Halbuki Said Paşa
laf bulmakta Allah’ın lûtfuna kavuşmuştu. Alışkanlıkları bakımından ikisi de
kanundan ziyade şahsi idareye eğilimlidir. Bu eğilim Kâmil Paşa’da daha fazla
görülürdü. İkisinin de güç ve değerini bilenlerden olduğumdan üstün körü
karşılaştırmalarını yaptığım şu satırlarda gerçeklerden ve tarafsızlıktan
ayrılmadım ve hâtıralarını incitmek istemedim.
“Allahın
rahmet ve yargılaması her ikisinin üzerine olsun”.
AÇIKLAMALAR
·
1—
1908 yılında Rumeli’de iç ve dış siyaset olaylarının önem kazanması
üzerine burada bir genel müfettişlik kurulmuştu. İlk genel müfettiş de Hilmi
Paşa idi. Son müfettiş ise Manastır’da İttihadcılardan teğmen Atıf tarafından
tabanca ile öldürülen padişahın yakın adamlarından Arnavut Şemsi Paşa idi.
·
2—
Bu üç vilayet Selanik, Manastır ve Kosova şehirleridir.
·
3
— 1876 Anayasası ile gerçekleşen ilk parlamento 1878’de Osmanlı-Rus Savaşı
karışıklıkları
dolayısıyla çalışmaları padişah tarafından tatil edildikten sonra memlekette
parlamanter reiimi tekrar kurmak yolunda 1889’da İstanbul’da Tıbbiye Okulu (Tıb
Fakültesi) öğrencilerinden İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti gibi
gençler tarafından İttihad-ı Osmaniye adıyla kurulan gizli cemiyet, Avrupa’da
Ahmet Rıza, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şakir, Dr. Ni-had Reşat (Belger) tarafından
aynı amaçla kurulan bir cemiyetle birleşerek cemiyetin adı“İttihad-ı Terakki”
olarak tesbit edilmiştir. Şartlan daha müsait olan Rumeli illerinde bu hareket
gelişti ve TalatBey’in (TalatPaşa) gayretleriyle daha çok genç subaylar
arasında büyük ilgi gören çalışmalar sonunda padişah 1908’de cemiyetin bu
isteklerini yerine getirmek zorunluğu karşısında, rafa kaldmlmış olan anayasayı
tekrar yürürlüğe koyarak parlamento açıldı. İttihad ve Terakki Cemiyeti de bu
dönemde siyasi bir parti olarak Türk siyasi hayatında önemli bir rol oynadı ve
1918 yılı ekim ayma kadar siyasi faaliyetini sürdürdü.
·
4
— Hakkı Bey sonradan paşa unvanı ile sadrazam olan İbrahim Hakkı Paşa’dır.
·
5
— Ayan meclisi bugünkü senato karşılığıdır. İlk Osmanlı anayasasına göre par
lamento
ayan denilen senato ile mebuslar meclisinden kurulu idi. Her ikisine birden
Meclis-i Umumi = Genel Meclis denirdi.
·
6
— Recep Paşa, Abdülhamid idaresine karşı olduğundan tttihadalar tarafından
tutulmakta
idi. Uzun yıllar Erzurum ve Trablusgarb valiliği yapmış ve bulunduğu yerlerde
İttihad ve Terakki üyelerini korumuştu. Bir aralık kendisinin başkanlığında
Abdülhamid’e karşı bir ayaklanma düşünülmüş ise de gerçekleşmemiştir.
·
7
— Said Paşa’nm o zamanın en tanınmış gazetesi olan Mihran Efendi’nin Sa
bah
gazetesinde yayınladığı bu makaleler devrin tarihi olayları bakımından büyük
bir önem taşır.
·
8
— Padişah Mahmut II. ın zamanında kurulan Asakir-i Muhammediye adında
ki
ordunun giydiği başlığa fes adı verilmiştir. Bu başlık hemen tamamen Avusturya
'dan alındığından AvusturyalIlara karşı bir boykot anlamında fes yerine toprak
rengi başlıklar giyilmeye başlanmıştı.
·
9
— Attar kelimesi bugün pek görülmeyen ve son zamanlarda halk ağzında aktar
şeklinde
kullanılan dükkânlar için kullanılırdı. Bugün ancak İstanbul’daki Mısır
Çarşısında tek tük görülen bu dükkânlarda ilâç gibi kullanılan bitki, kök ve
yaprak kurularıyla kınakına, zencefil, karanfil gibi şeyler satılırdı.
·
10
— 1908’de ilân edilen ikinci meşrutiyetin Hürriyet, Adalet, Müsavat ve Uhuvvet
diye dört sloganı vardı.
11—
Hırka-i Şerif, Hz. Peygamber’? hayatta iken geydiği hırkasıdır. Yavuz Sultan
Selim ’in 1517’de Mısır’ı zaptetmesinden sonra son Abbasi halifesinden kudsal
emanetleri alarak İstanbul’a getirdiği bu emanetler Topkapı Sarayı’-nda Hırka-i
Şerif veya Hırka-i Saadet denilen odada muhafdza altına alınmıştı. Padişahların
ramazan ayında özellikle Kadir gecesinde bu daireyi ziyaret etmeleri âdetti.
12
— 1877 mebuslar meclisi için Ayasofya Camii arkasında yeni bir parlamento
binası yaptırılmıştı.
·
13—
0 sırada toplantılarına yeniden başlayacak olan Ayan Meclisi (Senato)
başkanlığına Kâmil Paşa, padişah böyle istiyor diye Ömer Reşit Paşa’yı getirmek
istediği, halbuki padişahın Said Paşa ’nın getirilmesinin tabii olduğunu
söylemesine mukabil Kâmil Paşa “Said Paşa’ın hâtıratına cevap” adlı kitabında
yazarın anlattığı şekilde hareket ettiğini yazmaktadır.
·
14—
Suphi Paşa, devrin bilgisi, erdemliği ve cömertliği ile tanınan, ilim
adamlarını ve şairleri koruyan, dürüst ve namuslu vezirlerden olup Saraçhane
başındaki bilginlerin ve ediplerin toplandığı konağın sahibidir. Cumhuriyet
devri yazar ve politika adamlarından Hamdullah Şuphi Tanrıover’in babasıdır,
15
— Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Yıldız Sarayı’ndaki kitap, yazı
ve notlar bir komisyon tarafından incelenerek devlet arşivine kaldırılmış -tır.
Bunlara genellikle “Yıldız evrakı” denilmektedir.
16—
Kâmil Paşa askeri okullarda öğretim görmüş ise de bu meslekte hiç bulunmamış
hemen tamamen sivil memurluklarda görev yapmıştır.
17
— 1878 Berlin Kongresi kararı gereğince, Sofya ve civarında küçük bir bölgede
yarı bağımsız bir Bulgaristan prensliği kurulmuştu. Bulgaristanıh doğusundaki
Filibe ve civarı da Osmanlı Devleti 'ne bağlı fakat otonom bir bölge kabul
edilmişti. 1884yılında buradaki bulgar ahali ayaklanarak bölgenin Bulgaristan
’a katılmasını istemişti. Bu olaya karşı, o sırada sadrazam olan Said Paşa,
Avrupa
devletleri tarafından kabul edilmiş bir anlaşmaya uyarak silahla karşı
konulmasını ister; padişah Abdülhamid, bu teklifin yani silah kullanılmasının
kendisini tahttan indirileceği kuşkusuna yorarak huylanır ve Said Paşa’yı
sadrazamlıktan azlederek evine hapseder ve yerine Kâmil Paşa’yı tayin eder.
18
— SaidPaşa’nın hâtıraları 1329-1912yılında üç cilt olarak yayınlanmıştır.
Meşrutiyetin ilânı üzerine kendisini savunma maksadıyla yazılmış olmasına
rağmen o devrin bütün olaylarını gerçek bir şekilde yansıtması bakımından büyük
bir önem taşımaktadır.
19—
Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde özellikle Sultan Abdülhamid II. devrinde
devlet adamlarının yabancı elçiliklere sığınması olayı birkaç defa görülmüştür.
Padişahın vehim ve endişesi yüzünden hayatlarını tehlikede gören Mithat Paşa,
Said Paşa ve Kâmil Paşa aynı işi yapmışlardır. SaidPaşa’nın 1895 yılında
beşinci sadrazamlığından azledilmesinden iki ay sonra padişahın vehmi
dolayısıyla sarayda Çadır Köşkünde göz altına alınmak istenmesinden
kuşkulanması üzerine İngiliz elçiliğine sığınması büyük dedikodulara yol
açmıştı ve ayıplanmıştı. Paşa hâtıralarında bu olayı bütün etrafıyla
anlatmıştır. Bir müddet sonra Kâmil Paşa da İzmer’de ayni şekilde yine İngiliz
elçiliğine sığınmıştı. Daha evvel 1884 ’te de Mithat Paşa yine aynı padişah
zamanında İzmir’de Fransız elçiliğine sığınmıştı.
·
20
— 31 Mürt olayı, 19O8’de meşrutiyetin ilânından bir sene sonra 31 Mart -13
Nisan
1909’da çoğunluğunu gericilerin ve yobazların oluşturduğu meşrutiyete karşı
olanların çıkardıkları isyandır.
·
21
— Bu sırada parlamentoda çoğunluk partisi İttihad ve Terakki partisi ve muha
lefet
partisi de İtilâf ve Hürriyet Partisi idi.
·
22
— Statüko, belirli bir durumun meydana gelmesinden önceki geçerli olan hak ve
görevlerin,
bu durumun sona ermesinden sonra da eskisi gibi uygulanacağını bildiren latince
bir deyimdir. Çoğunlukla politika literatüründe bir savaştan önceki durumun
devamını ifade eder. Halbuki Balkan savaşı aleyhimizde sonuçlanınca daha evvel
ilân etmelerine rağmen buna uymamışlar ve imparatorluğun kaybettiği topraklar
geri verilmemiştir.
·
23
— 1913’te son bulan Balkan Savaşı sonunda her balkan devleti ile ayrı ayrı ya
pılan
barış andlaşmaları sonucunda imparatorluk Rumeli adı verilen Balkanlardaki
bütün topraklarını Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’a bırakarak bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına çekilmiş idi.
·
24
— Balkan Savaşı ’nın aleyhimize gelişmesi ve Edirne’nin Bulgurlar tarafından
kuşatılması
ve Bulgar ordularının Çatalca önlerine dayanması üzerine ikinci meşrutiyeti
ilân ettirmek için isyan etmiş olan genç subaylardan Enver Bey (Paşa), Talat
Bey ve bazı arkadaşları 23 Ocak 1912’de kabinenin toplantı halinde bulunduğu
Bâb-i Âli’yi basarak karşı koymak isteyen Savunma Bakanı Nâzım Paşa’yı ve
kendisini korumaya çalışan iki yaverini öldürmüşler, Sadrazam Kâmil Paşa’nın
elinden zorla istifanamesini alarak hükümeti devirmişlerdi.
·
25
— Kâmil Paşa 1832’de Kıbrıs’ta doğmuş ve 1913’te İstanbul’da ölmüştür. Said
Paşa
ise 1838’de Eğin’de doğmuş ve 1914 yılında 78 yaşında İstanbul’da ölmüştür.
XXXVII
BOĞAZLAR MESELESİ
(Bu
makale Lozan Konferansı sırasında yazılmış ve Bolu’da yayınlanmış olan “Milli
Gaye” adındaki süreli yayının 1 ve 15 Şubat 1339-1923 tarihli sayılarında
yayınlanmıştır).
Bütün
dünyanın bakışları bugün Lozan Konferansına çevrilmiş olduğu gibi Türkler de
konferansın son kararlarını sabırsızlıkla beklemektedir. Devletimiz bu ana
kadar toplanan kongrelerde, konferanslarda, görüşme meclislerinde milli
amaçlarını bu defa Lozan’da olduğu kadar açık ve dürüst, haklı ve kesin bir dil
ile söyleyememiş ve anlatamamıştır. Özellikle yüz yıldan fazla bir zamandır
genel gücümüze gelen zayıflık dolayısıyla başımızdan iç ve dış dertler eksik
olmaz ve her derdin çözümü bir devletlerarası mesele şeklini alır ve her
hükümet söze karışarak kendi çıkarını ve görüşünü yürütmek gayretini
güttüğünden açık haklarımız çoğunlukla gürültüye gider ve hatta bazen bize söz
hakkı vermeyerek büyük devletler kendi politikalarına göre işi çözümlerlerdi.
Osmanlı
Hükümeti kendi gücüne güvenmekten ziyade büyük devletler arasındaki çıkar
zıdlaşmalarmdan faydalanmak politikasını izlemeye koyulduğundan kendine ait
dertlerin düzeltilmesinde bu karşıt çıkarları birbiriyle çarpıştırmak usulüyle
işin içinden sıyrılmayı ve diplomasi abartmaları arasında hafif zararla
kurtulmayı çıkar yol sayagel-mişlerdi. Onun için devletlerin işe karışmalarını
bazen kendisi dâvet ederdi. Bir yüzyıllık tarihimiz iyice incelenirse karışma
ve abartmaların şekli ve mahiyeti meydana çıkar ve Mehmet Ali Paşa’nın
çıkardığı Mısır meselesi ve 1270-1853, 1294-1877 Rus savaşları birer güzel
örnektir.
Bu
politika doğru bir yol değildi, başkalarının birbirine düşmanlığını dayanak
edinmenin kötü bir politika olduğu Balkan Savaşı ile denendi. Balkan Devletleri
yani Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar bir tencerede kaynamaz üç ayrı topluluk
iken günün birinde aleyhimizde birleştiler ve bütün adalarla beraber Rumeli’de
beş vilayetimizin kaybolmasına sebep oldular. Genel Dünya Savaşının (I. Dünya
Savaşı) mağlubiyetleri ve Mondros Mütarekesi’nin zehirli uygulamaları düşmandan
dostluk
gelmeyeceğini, ancak kendi varlığımızla milli hayatımızın kurtulabileceği
kanısını yüreklerimize soktu. Dostlar tarafından uzatılacak elleri sevgi ile,
değerbilirlikle sıkmakla beraber iyilik ve kötülük her ne gelecekse kendi
emeğimiz ve işimizin mükâfatı veya cezalandırılması olacağı bir gerçek olarak
gözlerimiz önünde tamamıyla belirdi. Ona göre biz de işlerimize sarıldık. Milli
gayemiz nedir? Hiçbir milletin haklarına dokunmamak şartıyla biz de diğer
milletler gibi sınırlarımız içinde medeniyet kanununun hükümleri içinde tam
bağımsızlıkla yaşamaktan başka birşey olmadığını her vasıta ile dünyaya
bildirdik. Lozan Konferansı görüşmeleri bunun en büyük tanığıdır. Saldırı
anlamında hiçbir istekte bulunmuyoruz. Lâkin bazı komşularımızın tadını
tattığımız yayılma emellerine karşı yurdumuzun korunmasını ve savunma
araçlarından yoksun bırakılmamasını istiyoruz. Bundan daha haklı, daha kanuni
bir arzu olamaz. Savunma araçlarından biri boğazlardır ki hilâfet merkezi olan
İstanbul’u pek yakından alakadar eder. Boğazlar meselesi konferansta ne kadar
uzun münakaşalara sebep olduğu ve bir anlaşmaya varılmış gibi göründüğü
herkesçe bilinmektedir. Bu meselenin tarihi esası, bugünkü ve yarınki durumu
hakkında birkaç söz söyleyeceğim:
OsmanlIlar
Anadolu’dan Rumeli’ye geçerek orada yerleşmeyi kararlaştırdıkları günden beri
boğazlar meselesi kendilerince hayati meselelerden sayılagelmiştir. Geliş ve
geçişi sağlamak için Yıldırım Ba-yezıt Han tarafından en önce Boğaziçi’nde
Anadolu Hisan’nın yapıldığı bilinmektedir. Sultan Murad II. zamanında Hunyadi İanoş(l)
ile meydana gelen savaş olayları gereği olarak padişahın köşeye çekilmesi(2) ve
oğlu Mehmet II.in padişahlığa geçmesinden sonra yine savaş gereği olarak Sultan
Murad Il.m Anadolu askeriyle Rumeli’ye geçmesi gerektiğinde Akdeniz Boğazı(3)
Venedik gemileri tarafından tutulmuş olduğundan padişahın her neferi bir ve her
subayı on altın ücretle Boğaziçi’nden karşıya geçirmeyi Ceneviz gemileri ile(4)
pazarlık ettiği ve bu suretle Anadolu ordusu zamanında yetişerek meşhur Varna
galibi-yeti(5) sağlandığı da tarihin haberleri arasındadır.
Fatih
Sultan Mehmet Han’ın ikinci defa padişah oluşunda(6) İstanbul’un zabtını
kolaylaştırmak için Rumeli Hisarı’nı yaptırarak boğazı kapattığı bilinmektedir.
Fetihten sonra adıgeçen padişah Akdeniz Boğazı ile de uğraşarak adları
zamanımıza kadar devam eden Seddülba-hir ve Kilidbahir(7) mevkilerinde tabyalar
(savunma yerleri) kurdurmuş-tu. O tarihten beri boğazları savunma mevkilerine
önem verildi ve
iki
kıyının uygun yerlerine kaleler ve savunma yerleri yapıldı. Karadeniz Boğazı
savunma yerleri giriş bölümüne alınarak Kavaklar’dan Fe-ner’e kadar tabyalar
yapıldı. Bunlarda topçu erlerinden başka karadan bir saldırı halinde savunmak
için Yamak denilen yeteri kadar Yeniçeri erleri de yerleştirildi. Rumeli
Fenerinde “Kale Ağalarına” mahsus resmi daire onarılmış ve bugüne kadar devam
edegelmiştir.
O
yüzyılda boğazları kimlere karşı güçlendiriyorduk? Rus Çarlığı henüz güçlü
olmadığından Karadeniz Boğazı’na zaman zaman Kazak korsanlarının saldırdığı ve
bunların hafif gemileri kıyı şehirlerini yağma ederek zarar verseler bile
İstanbul için bir tehlike teşkil etmediğinden endişe verici bir korku
yaratmadığını tarih bize bildiriyor. Akdeniz Boğazı ise daha fazla önem
taşıyordu. Osmanlı Devleti ile bir türlü barışamayan Venedik Hükümetinin deniz
gücü gözönünde bulundurulacak bir tehlike idi. Hattâ Sultan İbrahim zamanında
başlayıp onbeş sene süren(8) Girit cengi bu tehlikeyi ortaya koymuştu. Avcı
Sultan Mehmet IV.in padişahlığının başlarında Kapudan-ı Derya Sarı Kenan
Paşa’nm yenilgisi üzerine Venedik donanması boğaz ağzına kadar gelmiş ve
Akdeniz yolunu kesmiş ve İstanbul’a korku salmış; Akdeniz’den gelen eşyanın
azalması yüzünden fiyatlar artmıştı.
Köprülü
Mehmet Paşa’nm sadrazam olur olmaz, boğaz işiyle ciddi surette uğraştığı ve
defalarca o taraflara giderek Venedik gemilerinin uzaklaştırılmasına ve
tepelenmesine gayret ettiği, bu sayede görevinin başlangıcı gelecek
başarılarının parlak bir işareti sayıldığı Naima tarihinde etraflı bir şekilde
yazılıdır.
Akdeniz
Boğazı’ndan yalnız bir defa savaşarak İngiliz donanması Marmara’ya girmiştir
ki(9) o da Sultan Selim Ill.in son zamanlarında 1221-1805 yılındadır. Bunun
sebebi ve nasıl olduğu, sekiz on gün sonra Marmara’dan çıkıp gitmesi de Cevdet
tarihinde etrafıyla yazılıdır.
Bundan
yarım yüzyıl öncesine kadar Karadeniz Türkiye ve Rusya’ya ait bir büyük göl
gibi idi. Bu göle boğazlar dediğimiz bir küçük kapıdan girilebilir, kapılar ise
Türkiye’nin elindedir. Yalnız Türkiye ve Rusya’ya ait olan Karadeniz görünüşte
Batı ülkelerini o kadar ilgilendirmemesi gerekmez mi? Rus Çarhğı’nm saldırgan
tutumu bu soruya olumsuz cevap verilmesini gerektiriyordu. Osmanlı Devleti’ni
ezmeyi amaçlayan Rus Çarlığı bilinen Hünkâr İskelesi Anlaşmasıyla
(1248-1833)(10) amacına erişmeye pek kolay bir yol bulduğu düşüncesi,
Rusya’nın
büyümesinden çekinen batılı devletleri kuşkulandırdığından, o zaman Şark
Meselesinde(ll) sözü geçerli olan İngiltere ve Avusturya’ya Fransa ve Prusya da
katılarak boğazların korunmasını tamamen Osmânlı Hükümetine bıraktılar ve bu
emanete Rusya da dahil hiçbiri tarafından elsürülmeyeceğine hep beraber söz
verdiler. Bu konuda Londra’da yapılan Boğazlar Mukavelesi (1257-1841) gereğince
hangi bayrağı taşırsa taşısın bütün ticaret gemilerinin Karadeniz’e girip
çıkması serbest olup Osmanlı Devleti barış halinde bulunduğu sürece boğazlar
bütün savaş gemilerine kapalı olacağı kararlaştırılmıştı.
Osmanlı
Hükümeti, eline teslim edilen emanete hıyanet etmedi. Anlaşma şartlarına uyarak
Karadeniz’in kapıcılık görevini hakkıyla yerine getirdi. Her gün yüzlerce yelkenli
ve çarklı tüccar tekneleri(12) boğazlardan geçer ve hiçbir engele rastlamazdı.
Osmanlı Devleti savaşta olduğu zaman bile bu giriş-çıkışa engel olmadı. Barış
günleri gibi Boğaziçi ticaret âlemine açık bir yol olmakta devam etti. Savaş
gemilerine gelince, 1270-1853 Savaşında müttefiklerimiz olan İngiltere, Fransa
ve Sardunya donanmalarına boğazlan açtık. Yine 1294-1877 Savaşında İngiliz
donanmasının Osmanlı Devleti’ne yakınlık göstermek için Akdeniz’den Marmara’ya
girmesi bile -bu hareket hakkımızda hayırlı olmak için yapıldığı halde-
tarafımızdan usulü gereğince protesto edil-di(13). Bu bakımdan bize hiçbir
sebeple andlaşmalara uymadı denilemez. Böyle suçlamalardan uzağız. Amma genel
savaşta (I. Dünya Savaşında) Almanya ve Avusturya ile yaptığımız ittifak gereği
Rusya, İngiltere ve Fransa’ya(14) karşı boğazları kapayacağımız gayet tabii ve
andlaşma hükümlerine uygundu. Bundan dolayı bizi sözümüzü yerine getirmemekle
suçlamak hiç doğru değildir. Kapatmaktan zarar gören ve kaderin etkisi ile
zafer kendi taraflarında kalan itilâf devletleri-nin(15) gürültüleri yersizdir.
Yukarıda
konu edilen Boğazlar anlaşmasından beri geçen zaman içinde boğazlara savaş
gemilerine de açık olmasını isteyen yalnız bir devlet vardı ki o da Rus Çarlığı
idi. Fakat Rusların dünya hakimiyeti (arzusu) boğazların açılmasını kendi
emellerine uygun bir şekilde istiyor ve gerektiğinde İstanbul’u işgal ederek
Karadeniz donanmasını Marmara’ya hemen sokmayı amaç güdüyordu. Bu sebeple
Karadeniz Boğazı’mn zayıf kalması ideali olduğundan istihkâmların onarılmasına
ve güçlendirilmesine bütün gücü ile engel olurdu. Yıkılmaya yüz tutan
istihkâmlardan topları başka yere götürmek gerektiğinde Rusya elçiliği
tercümanları
saraya koşarak “Boğazı kime karşı güçlendiriyorsunuz, Rusya İmparatoru’nun iyi
kalpliliğinden ve dostluğundan şüphe etmek Osmanh Devleti’ne yakışır mı?” gibi
laflarla yaygarayı basarlar ve Sultan Abdülhamid’i korkutarak kuşkusunu
artırırlar idi. Abdülaziz Han devrinden kalma eski sistem Krup toplarıyla
donatılmış olan istihkâmların Rus donanmasına karşı koyma gücünü alamaması
istedikleri şeydi. Uzun yıllar Karadeniz Boğaz muhafızlığında bulunan İsmail
Hakkı Paşa’ya birgün mabeyn müşirinin odasında boğazın savunma gücü hakkında
padişah tarafından soru sorulduğu vakit rahmetli paşanın da “Efendimiz merak
buyurmasınlar, boğazın önüne bir (Ya Hafız) levha-sı(16) astım, savunma işi
Allah’ın koruyuculuğuna bırakılmıştır” cevabını verdiğini kendisi anlatırdı.
Meşrutiyetten
sonra İstanbul Rus Elçisi tayin edilmiş olan M. Ça-rikof Said Paşa’nın son
sadrazamlığında Trablus-garb Savaşının başlaması üzerine Bâb-ı Âli’ye özel bir
nota vererek boğazların savunmasına Rus askerinin de katılması şartıyla Rusya
ile bir dostluk andlaşma-sını güya sadece şahsına ait bir fikirmiş gibi teklif
etmişti ki Rusya’nın niyetlerini pek açıkça göstermekte idi. O sırada hükümette
bulundu-ğumdan(17) olayın ayrıntılarını birkaç defa yeri geldiğinde gazetelere
yazdığım için tekrarından vazgeçiyorum. O zamanki Rus politikası ile bugünkü
Sovyet Rusya’nın bakışı açısından kıyaslanmaya ve düşünmeye değer(18).
Boğazlar
meselesinin eski durumunu biraz anlatmış ve korunması Türklerin elinde
bulunduğu müddetçe anlaşma hükümlerinin zerre kadar bozulmadığını söylemiştik.
Doksan sene de çark gemileri (buharlı gemiler) akla hayret verecek derecede
çoğaldı. (İstanbul’a yeni icad çark gemisi ilk defa Sultan Mahmut Il.m son
zamanlarında gelmişti). Bu yüzden deniz taşımacılığı kolaylaştı. Karadeniz
ticaretinin önemi hızla artmaya başladı. Zahireleri yetmeyen milletler için
Rusya ve Romanya değerli zahire ambarları(19) olup oralardan zahire alan
gemiler dönüşlerinde kendi ülkelerinden maden kömürü getirir ve iki başlı kâr
ettikleri gibi Rusya endüstrisine de geniş hizmet ederlerdi. Bu alış verişten
en fazla yararlanan İngiltere idi. Çünkü boğazlardan Karadeniz’e girip çıkan
gemilerin yüzde sekseni İngiliz bayrağını taşıyordu.
Bilinmektedir
ki İngiliz ticareti bir yere toplanır ve kümelenirse ekonomi alanından politika
alanına geçerek devleti idare edenlerin programlarında yer alır ve hükümetin
devamlı dikkatini çekecek etkili bir
faktör
olur. İşte Karadeniz ve Yakın Doğu ticareti İngiltere politikasında böyle bir
önem kazanmıştı.
Süveyş
Kanalı’nm açılmasından sonra Hindistan yolu İngiltere’ye yakınlaştı; Okyanusya
(Uzak Doğu ve Avusturalya) ve Çin gibi büyük ülkeler ticaret âlemine yeni
dolaşma yerleri oldu. Bununla beraber Uzak Doğu işlerinin genişlik kazanması
Yakın Doğu’nun ticari önemini gevşetmedi. Berlin Andlaşması’ndan sonra bağımsız
Romanya Devleti Karadeniz kıyılarında toprak sahibi olmak konusunda Rusya ve
Osmanlı Devleti’ne ortak olduysa da mevcut ekonomik politikaya zarar vermek
şöyle dursun Tuna Nehri temizlendiğinden ticaret işlerine yeni yerler açıldı ve
eski andlaşmalarm hükümleri devam edip durdu. Boğazlar yalnız ticaret geçidi
olsa Osmanlı Devleti’ni o kadar dü-şündürmezdi. Halbuki İstanbul’un coğrafi
konumu çok naziktir. Özellikle bütün kara ve deniz savaş kurumlan, tophane ve
tersane, silah vecephane fabrika ve depoları temamen İstanbul’da toplanmış
olduğundan savunması devletin hayatı ile ilgili önemli bir mesele idi. Onun
için gerek Karadeniz gerek Akdeniz boğazları istihkâmlarla güçlendirilmişti.
Sultan
İkinci Abdülhamid’in kuşkuya dayanan şahsi politikası OsmanlI Devleti ile
Fransa ve İngiltere’nin eski ilişkilerini şeker renk hale getirdi ve Rus
Çağlığı’nm zorba tutumundan korkuyor, Alman imparatorunun çıkarcı dostluğundan
ümit umuyordu. Rusya ve Almanya’nın bize karşı politikaları ayni yönde değildi.
Fakat Rusyalmın İstanbul’u hedef alarak günün birinde Karadeniz’de bir oyun
oynamasından korkulduğu kadar Osmanlı Devleti üzerinde tesiri gelişmekte olan
Almanya İmparatorluğu’nun devletler dengesini bozacak bir durum yaratmasından
da korkuluyordu. Bu sebeple ilgili devletlerin “erbab-ı hail ü akdi”(20) Yakın
Doğu işlerine kayıtsız durmayarak varsayımlara karşı uyanık, gözleri açıktı.
Birçok kimselerin fikrine göre boğazlar karışık Doğu Meselesinin anahtarı idi.
Kuşku sebebi olan Rusya ve Almanya İmparatorlukları I. Dünya Savaşı’nda
dağıldı. Fakat hırslı emellerine bir mirasçı çıktı ki o da İngiltere’dir. Bütün
dünyanın yorgun düşmesinden faydalanan İngiltere hükümeti Yakın Doğu’da
istediği gibi ha’ reket etmekte zamanı ve şartları uygun buldu. Başbakan M.
Lloyd Ge-orge (Loyd İori) Doğu meselelerini bilmiyor ve doğu milletlerini
tanımıyordu. Öğrenmeye de lüzum görmüyordu. Sövre Andlaşması’nı yü’ rütemedi
amma karşısındakiler! usandırmak için Mondros Mütareke-
sini(21)
dört sene süründürmeyi başardı. Bu Andlaşmanm boğazlar idaresine verdiği acaip
şekil gizli emellerini gösteriyordu.
Lozan
Konferansı münakaşaları Sevr Andlaşması’nm ruhunu okşayarak boğazlar
meselesinin yeni esasını tamamıyla açıklamıştır ki aşağıdaki gibi
özetlenebilir.
,
■
Türk
delegeleri diyorlar ki ticaret geçidi olmak bakımından boğazlar tamamıyla
açıktır. Her milletin tüccar gemileri tam serbeslikle girip çıksınlar.
Boğazları askeri hale getirmeyeceğimize ve mütarekeden sonra İngilizler
tarafından yıkılan istihkâmları yeniden yapmayacağımıza söz veririz. Savaş gemilerine
gelince, onların ayni şekilde geliş-geçişi uygun olmaz; çünkü evvela Karadeniz
sınırlıdır. İlerisi olan bir yol değildir. Savaş gemileri ne için böyle tıkanık
bir yere gireceklerdir. İkincisi boğazlar ve Marmara yalnız Türkiye’ye aittir.
Bunlar, İstanbul’u ve Trakya’yı Anadolu’dan ayırdığından savaş gemilerinin
va-kitli vakitsiz gelip gitmeleri mülkümüzün güvenliği bakımından daimi bir
tehlike olacaktır. Boğazların korunmasını yabancı ellere bırakmak ve bizi
Marmara kıyılarında savunma tedbirleri hazırlamaktan bile yoksun bırakmak
istiyorsanız. Bu durumda Türkiye’nin kapısı açık kalan bir ev gibi her an kuşku
ve heyecan içinde yaşamaya mahkûm olması gerekiyor ki bu da haksızdır. Ve bir
de Karadeniz’e sahip Ruslar, RomanyalIlar ve Bulgarlar da vardır. Karadeniz
hakkında bir karar almadan önce o milletleri de dinlemek lazımdır. Halbuki siz
işinize yaraya-caklan dinliyor, diğerlerini küçük görüyor ve ihmal ediyorsunuz,
bu da adalete ve hakka uygun değildir.
Buna
cevap olarak İngiliz delegeleri açıkça diyorlar ki Türklerin verdiği güvenceyi
yeterli görmüyoruz. Boğazları tarafsız yapacağız ve korunmasını ya kendimiz
üzerimize alacağız veya bizim “Milletler Ce-miyeti”ne(22) bırakacağız. Savaş
gemileri istedikleri gibi Karadeniz’e girip çıkacaklardır. RomanyalIların hattâ
Sırplarm(?) uygun cevabını sağladık. Ruslarla Bulgarları dinlemeyebiliriz,
Türkiye’nin toprak güvenliği ikinci derecede bir meseledir. İngiliz delegeleri
fazla olarak şunu anlatmak istiyorlar ki savaş gemilerinin Karadeniz’e
girmesinden denizcilikte en kuvvetli olan devlet en fazla faydalanır. Bu
sebeple Karadeniz bir İngiliz denizi olpıalıdır.
İşte
milli gayemiz, işte düşmanların iddiaları.
2
Ocak 1923
AÇIKLAMALAR
·
1—
Hunyadi İanoş OsmanlIlarla uzun ve çetin savaşlar yapmış meşhur bir Macar
kumandanıdır. 1448’de Osmanlı padişahı Murad II. ile yaptığı ikinci Koso-va
savaşında mağlup olarak kaçmıştır.
·
2—
Hunyadi Yanaş, Murad II. m birinci defaki padişahlığı zamanında Türk
kuvvetlerini îzladi geçidinde mağlup ederek OsmanlIlarla 1444 yılında Segedin
Banşı’nı yaptıktan sonra padişah Murad II. ihtiyarlığını ileri sürerek tahtını
oğlu henüz onikiyaşında bulunan Mehmet II. e bırakarak Manisa’ya çekilmişti.
Fakat Macarların, Papa’nın teşviki ile barışı bozarak OsmanlIları Rumeli’den
atmak için bir Haçlı ordusu ile saldırmaları üzerine evvela ordunun başına
geçmiş ve Haçlıları Varna savaşında yendikten sonra tekrar padişah olmuştur.
·
3
— Akdeniz Boğazı ile Çanakkale Boğazı anlatılmak istenmişin.
·
4
— O sırada İstanbul’un bugün Galata dediğimiz kısmı Cenevizlilerin elinde bu
lunmakta
idi. Denizci bir devlet olan Cenevizlilerin kuvvetli bir ticaret ve savaş
fildlan bulunmakta idi. •
·
5
— Segedin Banşı’nı Papa’nın teşvikiyle bozan Macar kralı Sigismond kuman
dasındaki
Haçlı ordusu 1444 yılında Varna önlerinde OsmanlIlar tarafından ağır bir
yenilgiye uğratılmış, Hunyadi İanoş canını, kaçarak kurtarmış ise de kral
Sigismond savaş alanında ölmüştür.
·
6
— Babası Murad II. m yukarıda anlattığımız gibi 1444 yılında tahttan ayrılma
sı
üzerine yerine henüz oniki yaşında bulunan oğlu Mehmet II. padişah olmuş ise de
Haçlı ordularına karşı koyamayacağı düşüncesiyle Vezir-i 'Âzam Çan-darlı Halil
Paşa ’nın ısran üzerine ordunun başına çağrılan babası tekrar tahta geçmiş 1451
yılında ölümü üzerine Mehmet II. tekrar padişah olmuştur.
·
7
— Seddülbahir ve Kilitbahir Çanakkale’nin Gelibolu kıyısında kuvvetli tahkim
edilmiş
iki savunma yeri olup 1915yılında I. Dünya Savaşı başında 18 Mart deniz
muharebesi sırasında önemli rol oynamış idi.
·
8
— Burada bir yanlışlık vardır. Girit Savaşı 1645-1669yıllan süresince 25 sene
devam
etmiş ve bu tarihte Köprülüoğlu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa tarafından adanın
tamamının zaptı ile sonuçlanmıştır.
·
9
— Napolyon Savaşları sırasında İngiltere hükümeti 1798’de Mısır’ın Fransız-
lar
tarafından işgalinde Osmanlı Devleti’ne yardım ederek Mısır in Puansızlardan
alınmasını sağlamıştı. Bir müddet sonra Osmanlı Devleti Fransa ile tekrar
dostane ilişkiler kurduğundan İngiltere bunu önlemek maksadıyla 19 Şubat
1807’de bir bayram sabahı Çanakkale Boğazı’nın savunmasız kalmasından
yararlanarak donanması Marmara Denizi’ne girdi ve İstanbul önlerine geldi. Bu
sırada Fransa’nın İstanbul Elçisi bulunan General Sebastianie’-nin tavsiyesiyle
alman tedbirler karşısında İngiliz donanması geri dönmek zorunda kaldı.
10—
X nvmarah makalenin açıklamasına bak.
·
11
— Şark Meselesi-Question d’Orient-Osmanlı İmparatorluğu ’nun XVIII. yüzyıl
dan
itibaren zayıflaması ve geniş topraklarını koruyamaması üzerine imparatorluk
dahilinde daha önce kapitülasyon denilen imtiyazlarla ekonomik ve politik
avantailar sağlamış olan Avrupa devletleri bunları Rusya’ya kaptırmamak için
onunla savaşmayı göze aldıkları bir politik problemin adı olup imparatorluğun
ortadan kalkmasıyla sona ermiştir.
·
12
— İlk buharlı gemiler bugünkü gibi arkadan pervaneli olmayıp yandan çarklı ol
duklarından
bunlara çarklı gemiler denirdi.
·
13
— 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusların Yeşilköy ’e gelmesi üzerine îngi-
lizler
doğudaki menfaatlerini korumak için donanmalarını Marmara denizine göndermişler
ve İstanbul’a girmek istemeleri üzerine Rus orduları da şehre girmeye
kalkmışlardı. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti İngiliz donanmasının İstanbul'a
gelmesine izin vermemişti.
·
14
— Kitap metninde bir dizgi hatası olması muhtemel olarak boğazların Alman
ya’ya
karşı kapalı olduğu yazılmıştır.
·
15
— I. Dünya Savaşı İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf devletleri ile
Al
manya,
Avusturya ve İtalya’dan oluşan İttifak devletleri arasında meydana gelmiştir.
Sonradan İtalya da İtilâf devletleri arasına katılmıştır.
·
16
— "Ya Hafız” levhası "Allah Korusun" anlamında bir deyim olup
eskiden bi
naların
yangın ve benzeri tehlikelerden korunmuş olacağı düşünce ve inancı ile
binaların ön cephesine asılırdı.
·
17
— Said Paşa kabinesinde yazar o sırada sandalyesiz bakan veya bugünkü deyimle
devlet
bakanı olarak bulunuyordu, O zamanki tâbiriyle “Heyet-i Vükelaya memur” idi.
·
18
— Karadeniz’in kuzeyinde kolosal bir devletin bulunması, bugünkü dünya şartlan
kar
şısında,
boğazlara sahip olan bir devletin daima dikkatli ve uyanık bulunmasını
gerektirmektedir. Bunun şu veya bu reiimle hiçbir alâkası yoktur. Bu bir ieopolitik-strateiik
durumun icabıdır. Sultan Süleyman Kanuni’nin söylediği rivayet edilen “İster
isen sulh ü selâh Hazırol cenge” mısraını asla unutmamamız lazımdır.
·
19
— I. Dünya Savaşı öncesine kadar dünyanın hububat-tahıl-amban durumunda
olan
Rusya’nın bugün Amerika Birleşik Devletlerinden para ile buğday satın alabilmek
için nasıl kıvrandığını görmek sosyalist reiimlerin ne derece başarılı olduğunu
göstermesi bakımından ibret verici bir olaydır.
·
20
— "Erbab-ı Hall-ı akid" deyimi aslında "Ehl-i hail ü akid” olup
İslâm hukuku
na
göre devlet başkanını (halife) seçmeye yetkili olan kişiler anlamında ise de
burada yüksek devlet yöneticileri anlamında kullanılmıştır.
·
21
— Mondros Mütarekesi 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin savaşa son
vermek
için 31 Ekim 1918’de İtilaf Devletleriyle yaptığı silahlan bırakma
and-laşmasıdır. Ancak Türkler bu andlaşma hükümlerini kabul etmeyerek savaşa
devam etmeleri dolayısıyla savaş dört sene daha uzamış ve onun yerine 1922
ekiminde Mudanya Mütarekesi yapılmıştı.
·
22
— Milletler Cemiyeti I. Dünya Savaşı ’ndan sonra milletler arasındaki anlaşmaz
lıkları
banş yoluyla çözümlemek için kurulan teşekkülün adıdır. II. Dünya Sa-vaşı’ndan
sonra bunun yerine Birleşmiş Milletler teşkilatı kurulmuştur.
XXXVIII
RUSYA İHTİLÂLİ HAKKINDA
(Bu
düşünceler ihtilâlin ilk günlerinde yani çarın düşmesiyle Ke-renski’nin
başkanlığında kurulan geçici hükümet zamanında yazılmış ve Sabah gazetesinin 18
Nisan 1917 tarihli sayısından itibaren beş makale olarak yayınlanmıştı).
Zihinler
hâlâ Rus ihtilali ile meşguldür. Gerçi koca bir ülkede, fanatikliği ile ve
kudsal imparatorlarına olan sağlam bağlarıyla Avrupa-da şöhret ve ayrıcalık
kazanmış bir millette istibdat ve monarşiyi temsil eden ve tanrısal haklara
dayanan yani kullanageldiğimiz deyimle vatandaşları, eline Allah tarafından
emanet edilmiş olan çarlığın büyük ve heybetli binası bir zelzele ile
temelinden göçüvermesi görülmeye değer bir manzara ve merak etmeye, ibret
almaya değer bir büyük olay-dır. İhtilâlin nasıl olduğunu ve günlük olaylarını
gazetelerde telgraf ha-berberiyle az çok öğrendik. İlk günlerin harareti
tavsadıkça, telgraf haberleri seyrekleştikçe kamuoyunun ilgisinin azaldığı da
görülüyor. Dört hafta evvel her toplantıda her mecliste görüşme konusu olan
ihtilâle ait sözler azalıyor. Fakat bundan dolayı halkın merakı azalmış
sayılamaz.
Olayın
çıktığını işittiğimizde ordunun alacağı durumu, çara taraftar olan askerin
sessiz kalıp kalmayacağını ve birkaç gün sonra çarın kaçıp kaçamayacağını,
kurulan geçici hükümetin halkoyu tarafından benimsenip benimsenmeyeceğim,
Petersburg’ta (Leningrad) parlayan ev bark yakıcı alevlerin büyük şehirlere ve
diğer illere sıçrayıp sıçramayacağını düşünerek birtakım fikirler ve
varsayımlar yürütüldü. Meselede asıl düşünülecek şey kişiye ve zamana ait tek
tek olaylar olmayıp ihtilâlin doğuracağı sonuçları anlamak ve görebilmek,
bekleyen bakışlarımızın görmek istediği şeyi ki bu devam eden savaşa etkisidir,
incelemek ve tahmin etmektir.
Bir
ihtilâli gereği gibi araştırmak ve incelemek için ortamı iyi bilmek lazımdır.
Halbuki Rusya’nın iç durumunu, sosyal ve siyasi eğilimlerini yakından
bilmiyoruz. Ne eski yöneticileri ve ne de bugün idare dizginlerini ellerine
alan yüksek yöneticileri tanımıyoruz. Bilgilerimiz vaktiyle okunmuş eserlerden
kalan bilgilere ve görevle Rusya’da bu-
lunmuş
olan dostlardan öğrenilmiş bilgilerden ibarettir. Böyle az ve eksik bir bilgi
ile derin bir incelemeye girişmek doğru olmaz. Fakat tarih bilimi günlük
olaylarından gelecek için, gelecekte oluşacak benzeri için uygalanabilecek
birtakım teorik kurallar çıkarır. Bu kuralları insanlık hakkında geçerli tabii
kanunlardan sayar. İşte bu geçerli kıyaslama usulüne uyarak ihtilâl olayının
alacağı yöne göre meydana getireceği şekilleri inceleyecek ve hükme
bağlayacağız. Makalemizi iki kısma ayırarak evvela ihtilâlin sebeplerinden ve
onu meydana getiren faktörlerinden ve sonra muhtemel sonuçları üzerinde
konuşacağız.
Bu
ihtilâlin sebepleri ve meydana getiren faktörleri nelerdi?
Romanof
Hanedanı Rusya’nın bugünkü gücünü ve büyüklüğünü meydana getirmiş, memleket
sınırlarını Baltık kıyılarından Büyük Ok-yanus’a kadar ulaştırmış ve saltanat
bayrağı yanma kudsal âsâyı da dikerek kilise tarafından da yüceltilerek Kudsal
İttifakın(l) dağılma tarihi olan 1825 senesinden yani Nicola I. nın tahta
çıkışından beri çağın ve zamanın ilerleme gereklerinden olan idari ve siyasi
yeni usûllere karşı düşmanlık göstermiş ve eski istibdat usulünde ısrar
edegelmiştir. 1825’te ölen Aleksandr I. XVIII. yüzyıl felsefesiyle yetişmiş
iyilik sever ve tebasmı koruyan bir hükümdar olması ve 1855’te tahta çıkan
Aleksandr II. “Serf” usulünü(2) kaldırarak bir çeşit esir olan elli milyon
kadar köylüyü esaretten kurtarması ve Zemstvos seçilmiş meclisleri kurması ve
genel hakların genişletilmesi konusunda yararlı haklar tanıması esaslı
reformların ortaya konmasına yeteri kadar yardım etmedi. Rus saltanatının
gücünün korunması ve geniş ülkenin birlik ve beraberliğinin korunması istibdat
idaresinin devamı ile mümkün olacağına inanan birtakım sözü geçerli kişiler
genel hakların genişletilmesini zararlı sayıyorlar ve ona karşı çıkıyorlardı.
Mesela meşhur gazeteci Katkof İkinci Aleksandr’a memleketi a: darından miras
kalan eski tarzda yönetmesini yani basma ve üniversitelere hürriyet vermek gibi
fikirlerden vazgeçmesini, aksi takdirde hükümetten elçekmek gerektiğini açıkça
hatırlatmaya kadar ileri gitmişti. Fakat Rusya’da sayısı az amma eğitim ve
kültürü yüksek bir aydın sınıf oluşuyordu. Bunlar çoğunlukla batılı okullarda
okumuş olduklarından orada yürürlükte olan yeni ve ileri usûllerin
memleketlerinde de uygulanmasını istiyorlardı.
Çar
tek ve kesin emir verici olup her emri kanun hükmünde sa-yılageldiğinden keyfi
hükümetin sınırı yoktu. Çar ailesinden olan gran-dükler savurganlıkları ve
sınırsız atıp tutmaları ve bencil tutumları
ile
pek fazla dile düşmüşlerdi. İçlerinde halk tarafından tutulan olgun ve bilgin
kişeler pek azdı.
Topluluk
ferdlerinin bolluk içinde bulunması ve halkın mutluluğunu sağlayacak şartları
elde etmek, anlamsız sosyal ve dini geleneklerden onları kurtarmak amacıyla
geçen yüzyıl ortalarında Nihlist adıyla gizli bir cemiyet ortaya çıkmıştı.
Başlangıçta düşünür ve yurtseverlerden oluşan bu cemiyet çalışmalarını
propagandalara ayırdı. Fakat yayın ve sözlü ve yazılı propagandalarla durumun
düzeltilemeyeceğini anlayarak kanlı eylemlere ve suikastlere başladı. Vahşi
saldırıları arttıkça hükümetin baskısı da kan dökücü zalim bir şekil aldı.
Nihlistler hükümet başkanlarım, polis ve iandarma subaylarını, askeri
kumandanları,savcıları hulesa kendilerine zararlı ve engel olanları ayrı ayrı
vurup öldürüyorlardı. Çar Aleksandr II. m da başını yemişlerdi(1881) (3). Fakat
bununla amaca ulaşmak ve karşılarındaki büyük ve muntazam güçlere galip gelmek
mümkün değildi. Haklarında işkenceler ve eziyetler yapmaktan geri kalınmadı.
Zindanlar ve Sibirya sürgün yerleri Nihlistlerle doldu. İdam sehpaları boy
göstermekten geri kalmazdı. Eylemde gösterdikleri korkusuzluk ve şiddet
derecesinde sorgularında amaçlarını son derece sakin ve tam bir inançla
söyleyen ve savunanlar az değildi. Kadınlar ve İsviçre’de eğitim görmüş
birtakım kızlar da bu partiye girmişlerdi.
Lehistan
ihtillallerinden(4) sonra imparatorluğa bağh olan ve milli varlıklarını devam
ettirmek isteyen çeşitli halkların Kuşlaştırılması politikası ortaya çıktı. Bu
politikanın yaratıcısı olan Panislavizm geniş bir plan dahilinde bütün Slav
kavimlerini-Rusya dışındakileri de-birleştiremeye çalışır oldu. Gerek
Nihlistlerin ve gerek Panislavistle-rin ateşli çalışmaları geçen yüzyılın
sonlarına doğru sönmüştür. Şöyle ki Nihlistlerin elebaşıları ve en cesur
sadırganları yokedildikten sonra fikir akımları başka bir yön aldı. Kanlı
vahşet olaylarını yapanlar yerine sosyalist adı altında yine sosyal ve ekonomik
reformlara taraftar yeni bir parti türedi. Bu parti Avrupa’nın diğer ülkelerinde
olduğu gibi iddialarını teorik alanda tutmuş ve felaketini hazırlayacak
teşebbüslerden mümkün olduğu kadar kaçınmıştır.
Panislavizm
fikirleri de dolayısıyla dış politikaya dokunduğundan bugün modası geçmiştir.
Fakat bu iki kuruluş uzun zaman Rusya’yı büyük dertlere uğratmıştı. Bu hay huy
«ırasında aydınların sayısı artıyor ve değerleri yükseliyordu.
Dış
politikaya gelince Prens Bismarck Rusya ile iyi geçinmeye! 5) büyük önem
veriyordu. Almanya imparatorunun İstanbul’a ilk seyahatine istemeyerek razı olmuştu.
Çünkü bu seyahati Rusya’yı gücendirmeye değmez sayıyordu. O sırada Fransızlar
Almanya’ya karşı kendilerine bir koruyucu arıyorlardı. Rusya’dan güler yüz
görünce, Bismarck politik hayattan çekildikten sonra Ruslarla resmi şekilde bir
ittifak kurdular. Rusya’ya savaş araçları sağlanması için parça parça onaltı
milyar frank kadar büyük bir borç verdiler. Gerçi bu borcun bir kısmı
bayındırlık ve sanayi teşebbüsler için verilmiş ise de asıl amaç Almanların
mühtemel saldırılarına karşı Rusların bazusu kuvvetli ve eli silahlı bir bekçi
olması idi.
Nikola
II. 1894’te tahta çıktığı zaman tabiatı bakımından sakin ve barışçı olmasından
dolayı düzelme ümitleri uyandı. Lahey barış konferansının toplanmasını teşvik
etmesi ve Zemstvos örgütünde bir adım daha ileri giderek milletvekillerinden
oluşan Duma’yı(6) açması ilericilik sayılabilir. Fakat gerçek meşrutiyet
taraftarı olanlar Duma’nın yetkilerini yeterli bulmuyor, istibdat taraftarları
ise onu hükümet makinesinde fazla bir âlet gibi görüyorlardı. Duma hiçbir zaman
yönetimin yeni kurallarını uygulayacak mevkie çıkmamıştı.
Balkan
Savaşı fırtınası yarımadayı (Balkan Yarımadası) alt üst ettiğinden onun
bıraktığı yıkıntılar altından bugünkü büyük savaş (I. Dünya Savaşı) çıktığı
vakit (1914)(7) Fransa’nın milyarlar bahasına tuttuğu bekçi yüzünden başı derde
girdi. Rusya’nın askeri hazırlıkları mükemmel, sınır istihkâmları sağlam,
askeri demiryolları hazır, silah ve cephane donatımı kusursuz olması
gerekiyordu. Halbuki o paraların ancak bir kısmı yerine harcanmış, diğer bölümü
birer suretle yok olmuştu. Alman ordularının ilk saldırısında bu gerçekler
ortaya çıkıvermişti. Polonya zaptolundu, sınır kaleleri karşı koymadan düştü,
Rusya silah ve cepnane isteklerini acı çığlıklarla müttefiklerinin kulağına
ulaştırmaya başladı.Fransız milyarları savurganlık rüzgârlıyla havaya uçmuş
veya rüşvet keselerini doldurmuştu. Gizlenmesi mümkün olmayan bu gerçekten ve
mağlubiyetlerin tabii facialarından halkın üzülmemesi kabil değildi.
Vatanseverlerin şikâyetleri yükselmekte ve yer yer karışıklıklar çıkması
sözlerin eyleme geçtiğini göstermekte idi. Maddi ve manevi acılar arasında
halkoyu kabahatliyi aramaya ve bütün intikamını ondan almaya kalkışacaktı.
Çar
Nikola II. doğuştan savaşçı ve fikir bakımından fazla hareketli değildi.
Sofuluk içinde büyümüş olduğundan papazlara ve onların öğütlerine saygılıdır.
Fakat mağlubiyet ayıbı hükümdarlar için bir ağır yük olduğundan karargahlarda
dolaşmaktan ve çeşitli cephelerde askerlerini cesaretlendirmekten geri
kalmamıştır.
Çariçe
(Aleksandra Feodorovna) Hess-Darmstad(8) Hanedanına mensup bir Almandır.
Almanya imparatorunun yengesi Prenses Hen-rie de Prusse’ın küçük kız
kardeşidir. Zayıf yürekli olan çar üzerinde etkili olageldiği ve Almanlık
duygularını unutmayarak Alman dostluğundan vazgeçmediği ortada dolaşırken bu
savaşın çıktığından beri kız kardeşi ile gizli haberleşmede bulunduğu
söylentileri çıkmıştı. Bu haberleşmeler Rusya’nın askeri durumuna dair
haberleri ve diğer taraftan Almanya politikasının propagandasını yapmakta
olduğu şüphesi zihinleri ilk tırmalayan şeylerdi. Kadın halk nazarında bir
casus görünerek aleyhindeki kin ve düşmanlık artıyordu. Bu suçlamalar yeterli
değilmiş gibi garip bii- söylenti daha çıktı. Güya Prenses Henrie de Prus-se
yazdığı mektuplarla yetinmeyerek, kimliğini saklayarak gizlice İsveç yoluyla
bir iki defa Petersburg’a gitmiş ve kız kardeşiyle görüşmüş imiş; Rusya’da ayrı
barış yapma sözleri ondan sonra ortaya çıkarak Çar Nikola II. de ayrı barışa
inandırılmış imiş. Hattâ bu söylenti Fransa ve İngiltere’ye de yansıdığından
soruşturulması hususunda özel memur gönderilmesine lüzum görülmüş ve Lord
Milner’in Petersburg’a yaptığı bilinen görevi bu işin soruşturulması ile ilgili
imiş. Bu söylentilerin ne dereceye kadar doğru olduğu kestirilemez ise de
savaşın kızışmış olan hayalleri heyecanlandırmaya fazlasıyla yetmiştir. Rahip
Ra-sputin’in(9) esrarlı ölümünde bu durumun etkisi olduğu büyük bir ihtimaldi.
Almanya imparatorunun Rusya çarına etki yaptığı yolunda gazete sütunlarında ara
sıra görülen havadisler de bu söylentinin serpintileri olsa gerektir. M.
Betmann Holweck’in(10) uzun nutuklarının birinde bunu açıkça red ve inkâr
etmeyi gerekli görmesi de dikkat çekicidir.
Savaşın
akışı uygun gitmiyordu. Romanya’yı (kendi taraflarında savaşa girmek için)
kandıran devletler grubu (İtilâf Devletleri) siyaset adamları RomanyalIlara
Rusya’nın büyük yardımını kesin olarak vâdet-mişlerdi. Halbuki sonuç umdukları
gibi çıkmadı. Romanya durup dururken ülkesinin yansını istilacılann ayakları
altında ezdirdi. Rus ordulan-nın uğradığı kayıplar ve ziyanlar ve cephane
yokluğu zaran önlemek yolunu da kapatıyordu.-Bütün bu haller kaynaşmayı
artırmakta ve bir büyük. bunalımın pek yakın olduğunu göstermekte idi.
Çar
ve özellikle karısı halkın gözünde kabahatli ve milletin şeref ve namusunu
kayırmayarak ayrı barış yapmak lekesi.ile sanık olduğundan kin ve garezle dolu
olan halkın kalbinde bir kıvılcımla ateş alacak bir barut deposu halini
aldığını gören hanedanın gerçek dostları elbette sarayı uyarmaya teşebbüs
etmişlerdir. Hattâ geçenlerde gazeteler Grandük Nicola’nm gizli bir mektubunu
yayınladılar. Bu uyarılar ne yazık ki kâr etmemiştir. Başa geçen bakanlar
şikâyet konusu olan durumu yumuşatmaya ve halkoyunu yatıştırmayı
başaramamışlardır. Hükümet ile Duma arasında uzayıp giden anlaşmazlıklara
bakılırsa devlet adamlarının Duma’ya önem vermemekte ve haklı isteklere değer
vermemekte ısrar ve eski istabdat usulü ile işleri yürütmekte inad ettikleri
anlaşılıyor, çarın etrafında bulunanların gerçeği görenlere yardımcı ve istenilen
reformlara taraftar olmadıkları görülüyor. Yoksa güvenilir bir hükümet kurulup
Duma’nın amacı belli olan fikrini okşayarak bu ihtilâl borasım atlatmak belki
mümkün idi.
Makalemizin
ikinci kısmına giriyoruz. Medeniyetin gelişmesi milletlerde birtakım arzular
doğurur. Yaratılışın amacı gelişme ve yükselmedir. Bu amaca götüren Allah
vergisi yeteneğin toplumda her zaman engellere uğradığı tarihin çeşitli
devirlerinde görülür.
Allah’ın
hediyesi ve çalışma gücünün eseri olan bu yetenek, ilerleme ve tabii
ihtiyaçların gelişmesine sonsuza kadar engel olmak mümkün değildir, atılan
engeller dikiş tutmaz. İnsanlık emel edindiği değerli amaca ulaşmak için
çırpınıp çabalamaktan geri durmaz. Sürekli gayreti ile mutlaka amacına kavuşur.
Ancak çalışmanın ve kavuşmanın ölçüsü bilgi ve anlayıştır. Milletin toplu hayat
şartları şimdi nasıldır, gelecekte nasıl olmalıdır, bunları iyice anlamadıkça,
zekâ ve bilgi ışığı önder olmadıkça ne kadar çalışsa etrafını ve geleceğini
göremez. Çalışmaları da sonuç vermez. Ve bir de arzu edilen meyve olgunluğa
erişmiş olmalıdır ki fayda sağlansın.
Siyasi
insan toplumlarında bu mevsimin geldiğini birtakım işaretler haber verir. Bu
işaretler, milletin amaçlarının hedefine varması için istediği haklarına
bilgili ve gayretli bir şekilde ayaklanması ve buna karşı onu ezmek isteyen
kuvvetin tükenmesi ve düşmesidir. İşte bu gayret ve direnmelerin doğurduğu
çekişmeler çoğunlukla kan dökülmesi ile karışıktır ki buna ihtilâl, daha doğru
deyimle politik inkılâp adı verilir. İhtilâl ve inkılâp kelimeleri aynı anlamda
kullanılmamalıdır. Gerçi bu iki durum birbirine o kadar karışır ki ayırması
gayet zor olur.
İhtilâl
bir sınıf halk tarafından özel çıkar ve garez sebebiyle meydana gelirse
değişikliğe sebep olmaz. Vaktiyle bizdeki Yeniçeri ihtilâlleri gibi. İnkılâp
ise milletin ve millet namına hareket eden akıllı liderlerin tabii haklarını
elde etmek için düzenlenmiş ve hazırlanmış bir ayaklanması ve başarısı
sonucunda görülür. Şu tarifimize göre Rusya’da şimdi ortaya çıkan olayı bir
inkılâp olarak saymak daha doğru olur(ll).
Rusya
ihtilâli nereden çıktı? Milleti temsil eden Duma’dan çıktı. Eğer bir askeri
birlikten veya herhangi parti ve gruptan çıkmış olsa idi etkisi sınırlı olurdu.
Fakat Duma üyesinin önayak olması ve askeri birliklerin, siyasi partilerin ve
diğer grupların onlara uyması inkılâba ciddi bir şekil vermiş ve yönetim
usulünün ve eski politikanın birçok değişiklikliklere uğrayacağında şüphe ve
tereddüde yer bırakmamıştır.
Bu
düzeltmelerin ve değişikliklerin muhtemel şekillerini gözden geçirelim. Rus
milleti bugün beş sınıfa bölünmüştür. Birinci sınıf meşrutiyetçiler. îkinci
sınıf sosyalistlerdir ki milletin başında söz sahibi bunlardır. Üçüncü sınıf
olan ordu görevi gereği konuşmaktan alıkonulmuştur. Dördüncü sınıf olan çarlık
taraftarları korkudan ağızları kapalı, beşinci sınıf olan köylüler ki milletin
yüzde doksanını oluştururlar. Henüz şaşkın ve sonucu beklemektedir. Bugün
konuşmaktan ve fikrini söylemekten yoksun olan sınıf liderleri söze başlar ve
köylü de bilir bilmez ortaya atılırsa gerçek ihtilâl o zaman bütün korkunçluğu
ile hakim olarak her kafadan çıkan birbirini tutmayan seslerle ortalık bir
curcuna sahnesine döner. Bugün bu anlama gelen birşey yoktur. Ama imkânların
herşeye müsaid olduğunu ve yarının karanlık olup rüzgâr cadısının neler
yumurtlayabileceğim hatırdan çıkarmamalıdır. Gün güne uymaz ve feleğin çarkı
hep aynı yönde dönmez.
İhtilâlin
sebeplerinden ve sebep olanlarından bahsettiğimiz sırada eski hükümet
sisteminin düzeltilmesine zaten şiddetle ihtiyaç duyulmuş iken bu harbin ortaya
çıkardığı türlü fenalıklar ve yenilginin meydana getirdiği acı tesirlerin de
eklendiğini, kül altında ışıldamakta olan fitne kıvılcımını söndürmek mümkün
iken çarın hükümeti hiçbir varlık ve ustalık eseri gösteremeyerek aksine onu
körüklediğini yazmıştık. Beceriksiz körükçüler cezalarını ve kendilerine
yaraşanı bularak birkaç gün içinde hapislere atıldılar ve efendileri (çar)
yerinden atılmış ve sarayında tutuklanmış, taraftarları birer köşeye sinmiştir.
Oni-ki kişiden oluşan bir geçici hükümet sorumluluğu üzerine alarak başa
geçmiş, kendi içlerinden olmamak üzere bir bakanlar kurulu kurmuş,
ordunun
ve büyük şehirlerin uyum ve güvenini sağlamış; kurucu meclis toplanarak
Rusya’ya beklediği hürriyet ve düzenin verileceğini va-ad ve müttefikleriyle
ilişkilerinin süreceğini ve işbirliği yaparak eskisi gibi savaşa devam
edileceğini ilan etmiştir. Üyelerinin çoğunluğu ılımlı meşrutiyetçi olduğundan
bildirilerinde ve ilânlarında birbirine zıt hükümlerden çekinmeyi ve halkın
kavuşacağı hürriyete ve savaşın şeref-, li biteceğine dair ılımlı bir dil
kullanmayı ve meşru hükümetin kurulmasına kadar idareyi elden bırakmayacak ise
de meşru hükümet kurulduğu zaman sahibine vereceği hakkında dolaylı olarak
açıkladığı görülmektedir. İyi niyetinde ve tuttuğu yolda bugün şüphelenmeyi ve
karşı koymayı gerektiren birşey yoktur. Fakat amaçlarını kolaylıkla
gerçekleştirebilecek mi? Yukarıda saydığımız beş sınıf halk işe karışır
üstünlük iddiasına kalkarsa ne olabilir? Biraz da bu yönleri inceleyelim.
Geçici
hükümet Çar Nicola Il.nıri zorla istifasından sonra (15 Mart 1917) küçük
kardeşi Grandük Mişel’e tahtı teklif etti. Grandük kabul etmedi ve özür olarak
herşeyden önce kurucu meclisin toplanıp hükümet şeklini tayin etmesi lüzumunu
ileri sürdü. Bu nazik red şekli saltanat geleneklerine uygun ve gayet doğru bir
hareketti. Ve dolaylı olarak “siz kim oluyorsunuz ki bana saltanat teklif
ediyorsunuz, bu yetkiyi kimden aldınız? Milletin meşru vekilleri toplansın,
hükümet şekli tayin olunsun, bana onlar teklif etsinler. Eğer hükümet şeklini
uygun görürsem o vakit kabul ederim” azarlayıcı cevabı vardı. Dikkate değer
önemli bir nokta da Romanoflarm(12) tanrısal haklarına karşılık millet
hakimiyeti esasına bir çeşit uymasıdır(41).
Bu
itibarla geçici hükümetin ilk teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Fakat müteşebbisler
bundan müteessir olmadılar, mevki hırsı ile bir müddet daha tatlı hayallerini
sürdürmeye iyi bir sebep buldular. İnsanlardan herşey beklenmez mi?
Kurucu
meclisin toplanmasına gelince, bütün zihinler ihtilâl ateşi ile kızışmış ve
savaş kaygısıyla meşgul ve dolu iken seçim yaptırmak imkânsızdır. Seçimlerin
halkın oyu ile yapılacağına göre sonuç belli değildir. Bunalım zamanında
seçilecek mebuslar geçici hükümetin istediği ılımlı meşrutiyet taraftarlarından
mı olacak, yoksa daha ileri
uçtakiler
mi galip gelecek?.. Burası da belli değildir. Savaş için harcanması gereken
ortak çalışma kürsü münakaşalarıyla bozulmaz mı?
îşte
bu noktalar gerçekten düşünmeye değer olduğundan kurucu meclis seçiminin
savaşın sonuna bırakılması zorunlu olmuştur. Demek oluyor ki bugünkü hükümetin
esas amacı savaşın sonunu beklemek, o vakit kurucu meclisi toplayıp hükümet
şeklini tayin ettirmek ve kendince en elverişlisi olan ılımlı meşrutiyete
kavuşmaktır. Kurucu meclisten beklediği karar çıkarsa grandüklerin milletçe en
iyisi sayılan şahsa hükümetin bırakılması bu düşünce tarzının tabii bir sonucu
olacaktır. Rusya için en hayırlı çözüm yolu budur. Yani ılımlı bir meşrutiyet
esası üzerine hazırlanmış bir anayasa ve bu anayasaya uygun hareket edecek bir
imparatorluk hükümeti (çar yine Romanoflardan olmak üzere)dir.
Sosyalistler
galip geldikleri takdirde, çünkü bunlar bolşevik ve menşevik yani aşırı ve ılımlı
adıyla programları farklı iki kısma bölünmüş olup hükümet şeklinin ya
bolşeviklerin istedikleri gibi aşın hürri-yetlere(13) veya menşeviklerin
gayeleri gibi ılımlı cumhuriyete dönüşeceği basının verdiği haberlerden
anlaşılıyor. Rusya’nın coğrafi durumuna ve milliyetler ayrılığına göre en aşırı
hürriyet ve ne cumhuriyet ile idaresi, birliğinin ve düzeninin devamlılığı
mümkün olamaz. Bilindiği gibi sosyalistler çoğunlukla işçilerden meydana
gelmiştir. Fabrikalarda yağ ve demir kokuları içinde sabahtan akşama kadar
çalışıp geçimi gündeliğine bağlı ve çalışamadığı günler için geçimi belirli ve
gündeliğinin artması sınırlı olmakla beraber işçi başının veya fabrikatörün
lûtfuna bağlı olan bu sınıf halk, zenginlerin parasına karşı kıskançlık ve
düşmanlık bakışları kabarmış olduğundan bütün ümidini siyasal ve sosyal büyük
bir değişikliğe bağlamıştır. Yürürlükte olan kanunlar kara bulutlar gibi
ümitsizliğini artırmaktadır. Bugünkü sistem tamamıyla bozulup yeni bir düzene
girmedikçe durumunun düzeleceğine inanmamaktadır. Koca bir ülkeyi, kültür
düzeyi yeterli olmayan bir milleti, daha doğrusu cinsleri ve istekleri ayrı bir
kavimler topluluğunu cumhuriyetle veya ona yakın aşırı hürriyetle bir birlik
altında tutmak zordur. Sosyalistlerin kazanması halinde kıskandıkları
zenginlerin mal ve mülküne el uzatmak ve bunları zorla ele geçirmek ve
bolşeviklerin komünizm nazariyelerini uygulamaya kalkışmak ihtimali de vardır.
Bu sebeple cumhuriyet usulünün uygulanması Rusya için tamamıyla zararlı olacağı
İnancındayız. Ergeç sonucu bugünkü büyük saltanatın dağılması olur.
Üçüncü
sınıf olarak saydığımız ordu devletlerce yalnız uygulama aracı durumundadır.
Onun kendi başına hükümet idaresine ve politikaya karışması tehlikeli olur.
Soylulara mensup ve sayıları az olan subaylar hariç diğer subayların çoğunluğu
eğitim görmüş, görevine ve yurduna bağlı onurlu kişilerden olup savaşın
yorgunluğu ve eski idarenin haksızlıkları ile bezgin hale gelmiş ve aslında
reformlara taraftar olsalar bile her ordu gibi yürekleri vatan sevgisi ile dolu
olduğundan halkın yararını nerede görürlerse oraya katılmaları tabiidir.
İçlerinde bazı, sivri akıllılar ve gericiler bulunabilir. Fakat hepsinin geçici
hükümetin görüşüne katılması kuvvetle ümit edilebilir. Ama erler özellikle
denizciler ihtilâlin ilk günlerinde subaylarını dinlemeyerek ve sosyalistlerin
kışkırtmalarına uyarak Petersburg içinde sağa sola pervasızca silah atarak,
öldürmeye, yakıp yıkmaya ve serhoş haytalıklara koyulduklarından bu şartlar
altında ordunun düzenli hale dönüşmesi şüphelidir.
İhsanlara
ve nimetlere boğulmuş olan müstebit çarlık taraftarlarının fanatik bir hareket
yapmaya artık güçleri yetmeyeceği anlaşılıyor. Bundan sonra geçmişi anmakla
vakit geçirsinler, çünkü kımıldadıkça başları ezileceği muhakkaktır. Ancak
gelecek hükümetler hata yaparlar da onlara ışık tutmaya yönelirlerse
fanatiklerin harekete geçmesi uzak değildir. Fakat bu hareket, ölüm çırpınması
gibi olacaktır. İstibdadın modası geçmiştir.
Milletin
büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin de dernekler kurmaya ve isteklerini
duyurmaya başladıkları haber almıyor. Siyasi işlere kayıtsız olan bunların
istekleri olsa olsa vergilerin azaltılmasından ve genel güvenliğin
yaygınlaşması ve sağlanmasından ve büyük çiftliklerin küçük parçalara bölünerek
kendilerine dağıtılması ve satılmasından ibaret kalır. Onlar için hükümet şekli
münakaşaya değer meselelerden değildir. Değerlendirme güçleri olmadığından
fikirleriyle de iş görülemez. Ve bir de tarımla uğraşmaları dolayısıyla her
zaman dua elleri Allah’a açık olup yağmuru, güneşi ve bereketi ondan beklerler,
inançları ve kadere imanları sağlamdır. Sosyalizm fikirleri onlara
bulaşmamıştır. Sosyalistler papazları dünya gözüyle görmek istemezlerse de
tarımla uğraşanlar onların en yakın topluluğudur. Uzaktan kiliselerin çanı
çalınınca yerlere kapandıklarım görenler pek çoktur. Acaba bugün çarın başına
gelen felaketleri duyup da resmi önünde haç çı-karan(14) kadın erkek köylüler
az mıdır? Kudsal çarı eza ve cefada
Hz.
İsa’ya benzeterek kalplerini heyecanlandıran ve gözlerinden yaş akıtan papazlar
köylerden büsbütün uzaklaşmış mıdır? Bu soruların cevabı olumsuzdur. Şu da var
ki doğruyu görme yetenekleri az olduğundan her çeşit propaganda, duygularına
uygun olmak şartıyla, onlarda sonuç verecek yer bulabilir. Tatlı ve okşayıcı
sözlerle fikir değiştiri-vermeleri örnekleriyle sabittir.
Bugünkü
savaşta vücutları ve mallarıyla en büyük fedakârlık kendilerine yüklenmiş
olduğundan savaşın devamından onların da bıktıklarından şüphe edilemezse de
değerleri miktarlarından az olması bakımından bugün işleyen siyasi çarkta bir
anlamda önem taşımazlar. Yalnız ekonomik olan isteklerinin de ürkütücü söz
vermelerle geçiştirilmesi zor olmaz.
Özetlersek
ihtilâlin yönü ve akışı ılımlı bir meşrutiyete doğru olduğu görülmektedir.
Atılacak temelin sağlam olması sâkin, rahat ve etraflı düşünülerek
yerleştirilmesine bağlıdır.
Buğun
sözünü yürüten geçici hükümete, ılımlı meşrutiyetçilere rakip büyük bir kuvvet
vardır. O da bolşeviklerdir. Bilindiği gibi ihtilâller fırtınalar gibi ortalığı
dalgalandırır. Dalgalar arasında o zamana kadar bilinmeyen şeyler ortaya çıkar.
Kargaşalık devirlerinde hakimiyet olgun ve tedbirli hareket etmek isteyen
akıllı ve etraflı düşünenlerin elinde kalmaz. İleri fırlayan atılganlara geçer.
Rusya ihtilâli henüz kesin sonuca ulaşmamıştır, âdi adımla yürümektedir. İşçi
sınıfı adına kongrelerde, komitelerde, sovyetlerde nutuk atan başkanlann ateşli
konuşmaları halkın ayaklanmasmı şiddetlendirerek uyanacak hırslar yeni
fırtınalar doğurabilir. Gerçi durumun gidişi uzaktan bize zararsız gibi
görünüyor. Ama bu sessizlik ve durgunluk gerçek midir. Her an kargaşalık
fırtınasının tazelenmesine engel yok mudur? İşçi sınıfının Ka-delere yani
ılımlı meşrutiyetçiler üzerinde zafer kazanması ihtimali giderilmiş midir?
Bunları yakından gözlemeye ve hüküm vermeye durumumuz ve bilgimiz yetersiz ve
uygun değildir. Geçici hükümetin duruma hakim olmaya ve sözünü yürütmeye gücü
yeteceğine inanmakta isek de diyebiliriz ki temelinden sarsılan bir binanın iki
tarafa yıkılması muhtemel ve bir yangının havanın değişmesiyle yön değiştirdiği
görüldüğünden zafer şahidinin yukarıda sözü edilen beş sınıftan İkincisine
(sosyalistler) güler yüz göstermemesine ve hattâ gerideki üçüncü sınıfın da
günden güne başoyuncu olarak ortaya atılmamasına kesin hüküm verilemez. İhtilâl
her ihtimale kaynak olabilir. Fitne anası karnındaki yavruları gizli gizli
büyütür de bir anda kapar koyuverir.
Geçici
hükümet yerini, şeriata ve kanuna uygunluğunu korumak için kanunlara göre
hareket etmesi gerektiğinden rakiplerini ve düşmanlarını uzaklaştırmak ve bastırmak
hususunda kanun yolundan sapmamaya mecburdur. Suyun bulanmasından dolayı dipten
yüze çıkan taşkınlara söz dinletmek hayallerin delisi olan sosyalizm
sevdalılarını ve hürriyet delilerini susturmak kanun yoluyla mümkün olamaz.
Esasen ihtilâl karışıklığında kanunları olduğu gibi uygulatmak boş şeyle
uğraşmak gibi olacağından azgınların disiplin altına alınması ve zincirlerini
kırıp boşanan hırslarının idaresi pek güçtür. Ancak zor kullanılmış olsun.
İstibdadı yoketmeyi görev edinen bir heyet kendisi şiddete dönüşürse şahsı ve
mevkii ile oynamış olmaz mı? İnandığı yolda kesin bir çelişkiye düşmez mi? Hem
zorlama gücünü nerede bulacak?
Bir
de oniki başlı bu hükümet on ay sonraya ertelenmesi bildirilen kurucu meclisin
toplanmasına kadar fikirlerin ve görüşlerin birliğini koruması ve üyeleri
arasında ayrılık ve anlaşmazlık çıkmaması kuşkulanılacak hususlardır. Kesin bir
duruma geçmeye ve bütün sınıfların güven ve inanını, bütün güçleri ve fikirleri
etrafında toplamaya gücü yeterse Rusya’ya değerli hizmetler yapmış olacaktır.
Bu
son görüşlerimiz bir varsayım içinde kalabilir. Birkaç kerre tekrar ettiğimiz
gibi durumun değişeceğine delil olabilecek belirli bir işaret yoktur. Eğer
ileri sürdüğümüz bu görüşler gerçekleşir ve hükümet etme gücü sosyalist
cumhuriyet veya aşırı hürriyet tarafdarlarma geçerse iki halden birine göre
yukarıda söylediğimiz görüş sonuçlan gerçekleşeceğinden devlet karanlık bir
geleceğe düşecektir. Gericilerin başkaldırıp muvaffak olması ve ordunun işe
karışması düşünülemeyeceği gibi tarımla uğraşanlann da birleşmesine ihtimal
verilmez, bu sınıfı, bir dereceye kadar, isteklerini yerine getirmekle memnun
etmek mümkün ve kolaydır.
Sonuç
olarak bugünkü mücadele ne şekilde biterse bitsin ihtilâl bir sarsıntıdır.
Devlet binası sarsılmış ve sakin su bulanmıştır.
Bunalımlı
bir savaş felaketi içinde birbirine zıd eğilimleri ve hevesleri uyandırıp
bütünleşmesi gereken halkoyunu çeşitli yönlere sürükleyici bir de siyasi
münakaşa derdi çıkarılması Rusya için zararlıdır. Zararın hafifletilmesine
devlet adamları, büyük bilginler, askerin ileri gelenleri, milletin onurlu
kişileri memleketleri için, İngiliz ve Fran-sızlar menfaatleri gereği elbirliği
etseler de alt üst edici fırtınanın yerinden oynattığı devlet gücünü yerine
koymak zordur, savaşa az çok
tesir
edecektir. Amma bu tesirin derecesini tahmin etmek ihtilâl olayını yakından
görmeyi gerektirdiğinden bilmeden büyütüp de birtakım hayallere kapılmak doğru
olamaz.
Bu
ihtilâlin savaşa az veya çok etkileyeceği tanıklığa yer bırakmamakla beraber
asıl beklenilen duruma yani barışın çabuklaştırılmasına yardım edecek mi? Asıl
can alacak nokta budur. İhtilâlden doğan geçici hükümet milletin bütün
sınıflarının tam desteğini görmedikçe kendini barış yapmaya yetkili saymasını
ümit etmeyiz. Genel isteğe bakmadan ve milletin oyunu öğrenmeden böyle büyük
bir işe kalkmak bugünkü akıllı hükümetten beklenemez.Hattâ kendilerini her
türlü baskıdan uzak sayan aşırıların bile kendi başlarına barış görüşmelerine
girişmeleri uzak görülür. Barış herkes tarafından arzu edilmekte, savaşın
devamı usanç bıkkınlığı artırmaktadır. Fakat barış görüşmelerini açmaya kim ve
nasıl teşebbüs edecek? Diyelim ki şartlar kararlaştırılsa kabul ve imza etmek
için gereken yetki nereden verilecek? Bugünkü Duma meclisi milletin vekâletini
taşıması bakımından sorumluluğu yüklenmedikçe veya başka şekilde kanuni yol
bulunmadıkça barışın acele yapılması düşünülemez. Times (Tayms Gazetesi)
bir makalesinde diyordu ki (Bugün Rusya’da gerçekten hükümet eden bir kurul
yoktur. Rusya’yı idare eden kurulların da gerçek güç ve kuvvetleri yoktur.
Bir-biriyle çarpışan siyasi partiler, içlerinden hangisi gerçekten halkın
çoğunluğuna dayanabileceğini bilmiyor. Hiçbir parti kendine güveneme-diği için
kesin bir istek veya teşebbüste bulunamıyor).
Barış
şartlarının esası ne olacağı resmi bildirilerden ve kongrelerin kararlarından
çıkarılabiliyor. Sosyalizm ülküsü milletleri kardeş saymak, her milletin tam
bir serbestlikle gelişmesinde haklı olmak, başka ülkeleri istilâ etmeyi bir
çeşit zorla alma kabul etmek prensipleriyle özetlenebileceğinden teklif
edilecek şartlarda toprak almak ve vermek gibi şeyler bulunmamak gerekiyor.
Yeni esaslar üzerine kurulmuş olan geçici hükümet de açıklamalarında bu
prensipleri okşamıştır. Dışişleri bakanı Miliyokof müttefik ve tarafsız devletlere
yaptığı genel bildirisinde savaş ve savaş sonucu konusunda Rusya’da hiçbir şey
değişmediğini ve zaferin sonuna kadar mücadeleye eskisi gibi devam edileceği
gibi İstanbul ve diğer Osmanlı ülkeleri hakkında eski isteklerinden
vazge-çilmediğini ilan etmiş ise de resmi dil gereği olan bu sözlerin milletin
düşüncesinde kuvvetli yankılar bulacağı şüphelidir. Bu sebeple yeni esaslara
dayanan yeni usûl bir hükümetin toprak alıp veremeye razı
olması
ve toprak alma davasını ileri sürmesi durumuna uygun düşmez. Özetle basında sık
sık dolaşan barış sözlerinin gerçeğe dönüşmüş olması arzu edilir olmakla
beraber henüz Rusya’da sorumlu yetkililer görülmemektedir. Bakalım gelecek
günler ne gösterecek(15).
AÇIKLAMALAR
·
1
— 1815 yılında toplanan Viyana Kongresinde Avusturya başvekili Prens Me-
temih’in
teklifi ile memleketlerinde hükümdarlara karşı çıkabilecek halk hareketlerini
önlemek amacıyla bir çeşit hükümdarlar sigortası diyebileceğimiz Kutsal İttifak
kuruldu. Bu ittifak Avrupa’nın neresinde bir halk hareketi meydana gelirse onu
elbirliği ileönlemeyi amaç edinmişti. Bu ittifak 1830yılına kadar sürmüştür.
·
2
— Serf usulü ile Feodal sistem anlatılmak istenmiştir. Serf, feodal sistem usu
lünde
Suzeren denilen hakim sınıfın sahip olduğu topraklarda yaşayan ve herşeyi ile
senyörün (efendinin) olan halk için kullanılan bir deyimdir. Bu sisteme Servai
adı da verilir. Çar Aleksandr II. 1861’de çıkardığı bir emirname ile serf
sistemi kaldırmış ise de Rusya’da uygulama değişmemiştir.
·
3
— Çar Aleksandr II. Rusya’da birçok sosyal reformlar yapmasını rağmen Nih-
listlerin
saldırılarından kurtulamamış 1881 ’de yapılan bir suikast sonunda
öldürülmüştür.
·
4
— XVIII. yüzyıl sonlarında Lehistan’ın (Polonya) paylaşılmasında ülkenin en
geniş
kısmını ele geçiren Ruslara karşı PolonyalIların zaman zaman ayaklandıkları
olurdu. Bu ayaklanmalar Rus ordularının şiddetli baskısı ile önlenirdi. 1848
ayaklanması bunların en önemlilerinden birisidir.
·
5
— Prens Bismarck Almanya başbakanı olup Alman milli birliğinin kurulma
sında
baş rolü oynamış ve 1871 ’de Alman imparatorluğunu ilan etmiş büyük bir
politikacıdır. Avrupa’da Almanya için tehlikeli olabilecek bir gücün meydana
gelmesini önlemeye çalışmıştır. İlk zamanlarında Osmanlı İmparatorluğu ve
dolayısıyla Doğu Meselesi ile hiç ilgilenmemiş ve Osmanlı İmpara-torluğu’nun
kendisi için Pomeranyalı bir erin kemikleri kadar önemi olmadığını söylemiştir.
Bu sebeple Alman İmparatoru Wilhelm ’in İstanbul’a gitmesine de engel olmak
istemişse de 1889’da imparator, padişah Abdülhamid Hin konuğu olarak İstanbul’a
gelmiştir. Bu olay Türk-Alman yakınlığının başlangıcı olmuştur.
·
6
— Duma, krallıkla idare edilen birçok Avrupa memleketlerinde bulunan genel mec
lisin
Rusya ’daki adıdır. Hemen hiçbir fonksiyonu olmayan bu meclis Rus
aristokratlarından meydana gemiş ve hükümdar istediği zaman toplanırdı.
·
7
— 1871’de Alman İmpratorluğu’nun ilanından sonra Avrupa’da, Almanya’ya
karşı
bir güç dengesi kurulması amacı ile Fransa ve İngiltere “Entende Cordial"
denilen ikili birliği kurdular. Buna 19Ö5’te Uzakdoğu’da İaponlara yenilen
Rusya da katılarak Üçlü İtilâf grubu meydana geldi. Buna karşılık Almanya da
Avusturya ve İtalya ile Üçlü İttifak grubunu kurdu. İki grubun savaş
hazırlıkları 1914 yılında Avusturya veliahdının Bosna şehrinde bir Sırplı
tarafından öldürülmesi ile I. Dünya Savaşı başlamış oldu. 27 Haziran 1914.
·
8
— Hess-Darmstad Haneaanı Almanya’daki Hohenzolem, Saksonya ve benzeri
büyük
hükümdar ailelerinden birisidir.
·
9
— Rasputin, Petersburg’taki Rus çarlarının sarayında özellikle çariçe ve çarın
büyük
sevgi ve takdirinin kazanmış basit bir rahip olup her ikisi üzerindeki bu büyük
etkisi dalaşıyla Rus sarayında sözü en çok geçen birisi olmuştu. Yaşadığı
iğrenç hayat tarzı halk arasında büyük bir tepki yaratmıştı. Rus asillerinden
bir prens tarafından gizlice öldürülmüştür. Rasputin ’in Almanlar hesabına
casusluk yaptığı halk arasında söylenti halinde yayılmıştı. Anlaşılamayan
ölümünde bu söylentinin de rolü olduğu ileri sürülmüştü.
10—
Beimann Holuıeck o sırada Alman şansölyesi bulunuyordu.
11
— İhtilâl ve inkılâp kelimeleri bugün dilimizde hiçbir anlamı ve dilbilgisi
bakımından da doğrû olmayan devrim kelimesi ile ifade edilmektedir. Dili
sadeleştirme onu kelime bakımından fakirleştirme olmadığına göre bugünkü dil
kargaşalığına bir son verilmesi bir kerre daha ortaya çıkmaktadır. İhtilâl ile
inkılâp kelime anlamlarıyla ayn manalar ifade ederler. İhtilâl bozulmak,
inkılâp ise değişmek demektir. Ancak her iki kelime de siyasi terminoloiide ayn
anlamlar taşır. Siyasi anlamda ihtilâl Fransızca Revolution karşılığı olup bir
devletin siyası teşkilâtını, kanuni gereklere uymadan, değiştirmek için güç ve
kuvvet kullanarak yapılan geniş çaptaki halk hareketleri demektir. İnkılâp ise
devlet eli ile memleketin sosyal hayatının ve kurumlannın dengeli ve ölçülü
usullerle köklü bir şekilde yenileştirilmesi demektir. Yazarın ihtilâlin
tanımlanması hakkmdaki açıklaması gerçeği uygun ise de inkılâp için yaptığı
tanımlama gerçeği tam yansıtmadığı kadar Rusya ’daki durum hakkında da doğru
değildir. Çünkü 1917yılının 18 nisanında Rus ihtilâli henüz tamamlanmamış ve
kesin şeklini almamıştı. Yazar makaleyi yazdığı 18 nisan günündeki olayları
değerlendirmiştir.
12—
Ronianof sülalesi Rusya’da 1612’de Rurik sülalesinin yerine geçen ve 1917 yılma
kadar Rusya’yı idare eden çarlık ailesidir. Son çar bilindiği gibi Nicola II.
olup 1918 yılında bolşevikler tarafından bütün ailesi ile beraber sürüldüğü
'
Sibirya’da öldürülmüştür.
13
— Yazar burada bolşevizmi o günkü tutumu ile dikkate alarak böyle
söylemektedir. Çünkü o zamana kadar dünyada komünist idare hiçbir yerde
kurulmadı-
ğmdan
bunların ileri sürdükleri hürriyet sloganlarına göre hüküm vermektedir. O
sırada batının bazı ünlü yazarları mesela Andree Gide ve benzerleri de böyle
düşünerek/komünizmi övmüşlerdi. Gerçek durumu gördükten sonra çoğu fikir
değiştirmişlerdir.
·
14—
Bütün Hıristiyanlarda olduğu gibi Ortodoks Ruslar da dua esnasında Hıristiyan
azizleri önünde diz çökerek bizim haç dediğimiz istavruz çıkanlar. Fanatik Rus
köylüleri için çar aziz (kudsal) sayıldığından onun önünde de haç çıkanrlardı.
·
15—
Yazann henüs Rus ihtilâlinin başlangıcında olayların tam gelişmediği ve rayına
oturmadığı bir sırada yazdığı bu makale Rusya’nın geleceğine ait birtakım
tahmin ve faraziyeleri kapsamakta olduğundan gerçekleri tam olarak
yansıtmamaktadır. Bununla beraber geleceğe ait ileri sürülen tahminlerde büyük
bir isabet bulunduğu da açıkça görülmektedir. Makalenin yazılmasından sonra
Rusya'da olayların gelişmesi kısaca şöyledir: Ekim 1917 ihtilâlinden sonra
Kerenski’nin kurduğu geçici hükümet komünistler tarafından devrilerek Lenin başkanlığında
bir “Halk Komiserleri Meclisi” adıyla komünist pro-leterya diktatörlüğü
kurulmuştu. Bu yeni reiim Kızıl Ordu’ya dayanıyordu. Bu ordu ile komünistler
sosyal demokrat bir hükümet kurmak isteyen beyaz Rusları (Menşevikler)
yenmişler, 3 Mart 1918’de Almanlarla Brest Litovsk barışını yaparak savaştan
çekilmişlerdir. Ayni senenin temmuzumda da Sibirya’ya sürülmüş olan çar
ailesinin hepsini öldürmüşlerdir.
DEYİMLER
VE TEBİMLER SÖZLÜĞÜ
•A
AÇIKTA
KALMA : Mazuliyet karşılığı olarak kullanılmıştır. Azil, memurların bağlı
bulundukları yetkili üst makamlar tarafından yapılan ve onun memurluk görevi
ile ilişkisinin kesilmesi demektir. Türkiye’de cumhuriyet döneminden evvel
memurların özlük haklarım koruyan bir kanun mevcut değildi. Bir memur üstü
tarafından her zaman azledilebilir ve bir müddet sonra tekrar göreve
ahnabilirdi. Bu süre içinde memura lüzum görülürse bir miktar aylık da
verilebilirdi. Buna da mazuliyet aylığı denirdi.
AKÇA
: Genel anlamda para demektir. Daha ziyade Osmanlılar zamanında Tanzimat dönemine
kadar en küçük para birimi olarak kullanılmış bir deyimdir.
ÂMEDCİ
: Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında bugünkü hükümet, yani bakanlar kurulu
demek olan “Divan-ı Hümayun”da alınan kararlan yazan ve bunlan mabeyne (padişah
sarayına) sunan ve oradan gelen irade, ferman ve cevaplan özel defterlere
kaydeden çok önemli bir daire olan “Amedi-i Divan-ı Hümayun”un başkanı için
kullanılan bir deyimdir. II. Mahmut zamanında divan usulü kaldırılarak kabine
usulü kurulunca da bu daire devam etmiştir. Bu dairenin memurlarına Âmedi
hu-lefası dendiği gibi bürolarına da Âmedi Odası veya Âmedi kalemi denirdi.
APOLET
: Bir subayın elbisesinin yakasında veya göğsünde veya kolunda takılı rütbesini
belirten işaretlerin adıdır.
ARPALIK
: Devlet hizmetinde çalışan memurlara verilen ek ödenek veya bir memurun
görevinden alınıp açıkta kaldığı (mazul) veya emekliye çıkarıldığı zaman emekli
maaşı karşılığı para veya mülk olarak kendisine verilen şey anlamında
kullanılan bir deyimdir.
ARZ
TEZKERESİ : Genellikle Bâb-ı Âli’den (sadrazamdan) Mabeyne (Padişah Sarayına)
yazılan yazılar hakkında kullanılan bir deyimdir.
ASAKİR-İ
MANSURE : 1826 yılında Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni
ordunun adıdır. İlk kumandana Ağa Hüseyin Paşa ve sonra da Hüsrev Paşa
olmuştur.
ÂŞAR
: Osmanlı Devleti’nde ilk devirlerden yıkılışına kadar toprak ürünlerinden
alman verginin adı idi. Topraktan elde edilen ürünün onda birini vergi olarak
devlete vermek anlamınadır. Ancak bu vergi ilk zamanlarda para olarak devlet
hâzinesine gönderilmez, ekiciden vergiyi toplayan ve “Sahib-i Arz” demlen
şahıslar tarafından alınır, kanunen beslemesi gereken miktarda Cebelu denilen
tam teçhi-zatlı savaş eri yetiştirilirdi. XVIII. yüzyıldan itibaren sistem
bozulmuş ve iltizam usulü uygulanmaya başlanmıştı. Bu ise halkın soyulmasına
sebep olmuştur. Bu sistem cumhuriyet devrinde kaldırılmıştır.
ATABEY
: Padişah veziri anlamında olup daha ziyade Selçuklular zamanında kullanılmış
bir deyimdir. OsmanlIlar devrinde bunun yerine Lala deyimi kullanılmıştır.
AZİL
: Bir memurun memurluk görevinden alınması işlemi hakkında kullanılmış bir
deyimdir. Bu kişilere mazul denirdi.
B
BÂB-ÂLİ:
Lügat anlamı ile büyük kapı demek ise de siyasi literatürde Osmanlı
İmparatorluğu hükümeti anlamında kullanılagelmiş bir deyimdir. Yabancı
kaynaklarda “La Sublume Port” diye geçer. Bâb-ı Âli bugün, bulunduğu bölgeye de
ad olan İstanbul Valiliği’nin bulunduğu binadır. Bu döneme kadar devletin bütün
işleri Bâb-ı Âli’de görüldüğü halde bu tarihlerde eski nüfuz ve itibarını
kaybederek buraya “boş kapı” anlamına “Bâb-ı Hâli” denilmeye başlanmıştır.
BÂB-I
ÂSAFİ: Eskiden sadrazamların oturdukları konaklar için kullanılan bir deyimdir.
Buna Paşa Kapısı adı da verilirdi.
BÂB-I
FETVA : Devlet işlerinin şeriat hükümlerine göre yürütülmesini sağlamakla görevli
olan müftülerin bulundukları dairenin adıdır. Sonradan Şeyhülislâm adı verilen
müftülerin oturdukları bu daireye Bâb-ı Meşihat adı da verilmiştir.
BÂB-I
SERASKERİ : 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni
askeri teşkilatın başına kumandan olarak getirilen şahıslara serasker dendiği
gibi bunların bulunduğu binaya da Bâb-ı Seraskeri denilmiştir. Bu daire
Bayezit’te bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan binada
bulunmakta idi.
BAHRİYE
NÂZIRI: Denizcilik bakam anlamında ise de daha ziyade deniz kuvvetleri bakanı
demektir. Bugün birçok ülkelerde olduğu gibi memleketimizde de ülke savunmasını
Milli Savunma Bakanlığı yüklenmiştir.Bu da Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri olmak
üzere üç bölümden meydana gelmiştir.
BAKAYA
: Senesi içinde toplanamayan vergiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlar
ertesi ve müteakip yıllarda toplanmaya çalışılırdı. Bu deyim senesi içinde
askere alınamayan kur’a erleri için de kullanılır.
BÂLÂ
RÜTBESİ: Rütbe, devlet memurları ile halktan bazılarına devletçe verilen pâye
ve unvanlar demektir. Osmanlılann daha kuruluş yıllarından itibaren evvela
askeri teşkilatta sonraları mülki teşkilatta da uygulanmaya başlayan memurlara
bir rütbe vermek usulü 1833’te II. Mahmud’un devlet kuruluşlarında yaptığı
ıslahat sırasında daha düzenli bir hale getirilmiş ve Bâlâ, Ülâ, Saniye,
Sâlise, Râbia rütbeleri ihdas edilmiştir. Bâlâ rütbesi bunların en yükseği olup
vezirlik rütbesinden sonra gelirdi. Tanzimat döneminde bu usûl daha da
genişletilerek her memura yaptığı işin önemine göre bir rütbe verilmiştir.
Rütbeler âmirlerin önerisi ve padişah veya sadrazamın onayı ile kesinleşirdi.
Memurun görevinden alınması halinde taşıdığı rütbesi de alınmış olurdu.
Cumhuriyet devrinde devletin bütün vatandaşları eşit sayıldığından bu sistem
kaldırılmış, yalnız askeri rütbeler bırakılmıştır.
BALIKHANE
: Topkapı Sarayı’nm Marmara Denizi tarafında bulunan bir kapısının adı idi.
Padişahın gazabına uğrayan vezir-i azam ve benzeri büyük rütbeli kişiler
bu
kapıdan sürgün edilirdi. Eğer padişah tarafından öldürülmesi emir olunmuş ise
Bostancıbaşı tarafından orada boğularak öldürülürdü.
BALIKHANE
NÂZIRI: İstanbul’da tutulan balıkların satış yeri olan Balıkhane işlerinin
yürütülmesi ile görevli kimse için kullanılan bir deyimdir.
BAŞMABEYİNCİ
: Sarayın büro işlerine bakan padişah yakınlarının başı için kullanılan bir
deyimdir. Buna Serkurena, Serkarin adı da verilirdi. Son zamanlarda Mabeyn
Başkâtibi denilmiştir.
BEDESTEN
: Kelime anlamı ile bezzazistan kelimesinin değişik şekli olup kumaş ve benzeri
eşyaların satıldığı kapah yer anlamında ise de bugün İstanbul’daki Kapalı
Çarşı’nın bir bölümünü oluşturan ve Sandal Bedestan denilen kıymetli mücevher
ve antika eşyaların satıldığı yerdir.
BEYLİKÇİ
: Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden başlayarak XVIII. yüzyıl sonlarına
kadar devam etmiş olan Divan-ı Hümayun denilen en büyük merkez kuruluşunun
önemli görevlilerinden birisinin unvanıdır. Reis el-küttab denilen devletin
dı-şişleriyle meşgul olan görevlinin yardımcısıdır. 1253-1837’de II. Mahmut
zamanında yapılan idare ıslahatından sonra sadrazamlık emrine verilmiştir.
İmparatorluğun yıkılışına kadar önemli bir devlet memurluğu olarak devam
etmiştir.
BEYLERBEYİ
: Osmanlı Devleti’nin.ilk kuruluş yıllarında devletin hakimiyeti altındaki
ülkelerin başında bulunan idare âmirleri hakkında kullanılan bir deyimdir.
Bugünkü idare teşkilâtımızdaki valilere mukabil olan beylerbeyiler çok daha
geniş yetkilere sahip bulunuyorlardı. Bu ilk devirlerde Rumeli ve Anadolu
Beylerbeyi olmak üzere iki tane idiler. Devlet bir imparatorluk haline gelince
sayıları da artmıştır. İdareleri altında bulunan eyaletlerdeki Timarlı
sipahilerin de başı idiler. Bu sebeple askeri bir teşkilâtın da başı
bulunuyorlardı. Savaşta başında bulundukları eyaletin timarlı sipahileriyle
sefere katılırlardı.
BIYIK
BURMAK : Halk gelenekleri arasında bir çapkınlık alâmetidir. Böbürlenmek,
kendini göstermeye çalışmak anlamına gelir. Eskiden çapkın erkekler kadınlara
göz kırpmak yerine bir kadının yanından geçerken bıyık burarak kur yaparlarmış.
BİAT
: Kelime anlamı “uyan, tâbi olan” demektir. Saltanat reiimlerinde yeni padişah
olanların padişahlığının kabul edilmiş olduğunu tespit için yapılan merasimdir.
BİNİŞ
: Yüksek rütbeli bilginlerin (ulemanın) giydikleri geniş cübbenin adıdır.
BİRUN
: Lügat anlamı ile dış, hariç demektir. İdari teşkilat bakımından saray mensup
lan karşılığı olarak devleti yönetenlerden oluşan hükümet mensupları anlamını
ifade eder. Bunun karşılığı saray mensuplan anlamına Enderun deyimi
kullanılırdı. Binin denilen hükümet mensuplarının başında sadrazam, Enderun
mensuplan ise padişahın idaresinde ve emrindeki kişilerden oluşurdu.
BOLŞEVİK
: İşçi sınıfı diktatörlüğünden doğmuş olan totaliter siyasi reiime mensup kişi
demektir.
BUYRULTU
: Yüksek makam sahibi bir memurun kendisine sunulan yazılı bir kâğıdın
yukarısına veya yanma yazdığı emir veya açıklama için kullanılan bir deyimdir.
CAİZE:
Bir göreve tayin edilenlerin kendilerini bir göreve tayin edenlere verdikleri
para veya değerli eşyalar hakkında kullanılan idari bir deyimdir. Caize
padişahlara bile verilirdi. Buna Tuğ-ı Hümayun caizesi denirdi. Birçok
yolsuzluklara sebep olan caize verme usulü Selim III. zamanında bir kanun ile yeni
bir nizama bağlanmıştır. Bu kanunnameden önce caize olarak ubudiyet, bohça
bahası, ferman harcı, tebşiriye ve kudumiye adları ile alınan para ve hediyeler
de caize sayılırdı.
CARİYE
: Savaşlarda esir edilen veya para ile satın alınan kız veya kadınlar için
kullanılan bir deyimdir. Cariye, eski devirlerde herhangi bir eşya veya hayvan
gibi alınıp satılır bir ticaret eşyası gibi telakki olunurdu.
CELÂLİ:
Devlet veya hükümete karşı isyan edenler hakkında kullanılmış bir deyimdi.
Aslında Yavuz Sultan Selim zamanında Bozok denilen bugünkü Tokat taraflarında
hükümete karşı isyan eden Celâl adındaki bir isyancıdan dolayı diğer bütün
isyan edenlere de Celâli denmiştir.
CÜ-LUS
: Bir padişahın ölümü üzerine yerine geçme olayı hakkında kullanılan bir
deyimdir. Bu olay için büyük merasim yapılır ve askerlere bahşiş verilirdi ki
buna cülus bahşişi adı verilirdi.
Ç
ÇARİÇE
: Rus çarlarının kanlan hakkında bir deyimdir.
ÇELEBİ:
Genellikle dilimizde nazik, zarif, hoşgörülü, terbiyeli, Fransızca gentilhomme
karşılığı kullanılan bir deyim ise de Fatih Mehmet devrine kadar padişahın
erkek çocukları için kullanılmış bir deyimdir, Çelebi Mehmet, İsa Çelebi v.b.
gibi. Mevlevilik tarikatının kurucusu olan Mevlana Celalettin-i Rumi’nin evlad
ve ahfadına da Çelebi denmiştir.
ÇELEBİ
EFENDİ : Konya’da bulunan Mevlevi tekkesi başşeyhi (postnişin) hakkında
kullanılan bir deyimdir. Bunlara Dede Efendi de denirdi.
D
DAİMİ
ELÇİ : Büyük Avrupa devlet merkezlerinde Osmanlı Devleti’ni temsil eden elçiler
için kullanılan bir deyimdir. Bunlara Mukim elçi veya İkamet Elçisi de d
e-nirdi. Osm..nlı Devleti bir Avrupa devleti olmasına ve İstanbul’da birçok
Avrupa devletlerinin birer elçisi bulunmasına rağmen XIX. yüzyıl başlarına
kadar yabancı ülkelerde daimi elçi bulundurmazdı. Bir yabancı devletle bir
politik mesele görüşüleceği zaman oraya özel bir elçi gönderilir ve işin
bitiminde elçi geri dönerdi. Bu biraz da devletin dış meselelerini kendi karar
ve arzusuna göre çözebilmesi gücünden ileri gelmekte idi. Halbuki bütün XVIII.
yüzyıl boyunca uğranılan yenilgiler, devletin yüksek yöneticilerine Avrupa
devletleriyle daha sıkı ilişkiler kurma ve Avrupa siyasi dengesinden faydalanma
zorunluğunu duyurmuştu. Bu sebeple ilk defa XIX. yüzyıl başında Selim III.
zamanında Paris, Londra, Viyana gibi büyük merkezlerde daimi elçilikler
kurulmuştu. İşte bu elçilere Mukim elçisi veya İkamet elçisi adı verilmiştir.
Tanzimat döneminde bu önem daha da artmıştı.
DAR-IŞURA-İ
ASKERİ : Mahmut II. zamanında devlet işlerinin görüşülmesi ve yapılacak işlerin
kararlaştırılması için kurulan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, Dar-ı Şura-i Bâb-ı Âli
gibi askerlik işlerini görüşmek ve kararlaştırmak üzere kurulan meclisin
adıdır. Ancak kurulun doğru adı yukarıdaki gibidir. Dar-ı Şura-i, Seraskeri
deyimi yazarın kendisi tarafından söylenmiştir. Bu kurul Tanzimat devri
sonlarında kurulan Seraskerlik dairesinin ihdası üzerine kaldırılmıştır.
DARÜSSAADE
AĞASI: Osmanh sarayının en yüksek memurudur. Devlet protokolünde sadrazam ve
şeyhülislâmdan sonra gelirdi. Buna Kızlar Ağası da denirdi. Darüs-saade kelime
anlamı ile padişahın evi demektir. Bundan dolayı sarayın harem denilen özel
kısmın bütün işlerinden kendisi sorumlu idi. Bu görev imparatorluğun
yıkılmasına kadar devam etmiştir.
DEAVİ
ÇAVUŞU Topkapı Sarayı’nda bulunan Kubbealtı denilen yerde toplanan Divan-ı
Hümayun’da hizmet eden şahıslar için kullanılan bir deyim olup sonradan divanın
halkın dilek ve dâvalarına bakması kaldırılmış ve 1836’da Mahmut II. zamanında
bu görev Deavi Nezareti denilen Adalet Bakanlığına devredilmiştir. 1870 yılında
bakanlığın adı da Adliye Nezareti olmuştur. Deavi Nezaretinin başında bulunan
yüksek memura da Deavi Nazın adı verilmiştir.
DELİLBAŞI:
Osmanh Devleti zamanında vezirlerin maiyetlerinde çalışan adamlardan birisi
olup vezirin hem muhafızı ve hem de idaresi altındaki eyaletin güvenlik
iş-lerine bakan delil denilen süvari kuvvetlerinin başı için kullanılan bir
deyimdir. Daha önceleri Osmanh ordusunun önemli bir bölümünü teşkil eden bu
gözünü budaktan çekinmez askerler için halk arasında Deli ve Delibaş deyimleri
de kullanılırdı. Bu usul Tanzimat döneminden sonra kaldırılmıştır.
DEFTER-İ
HÂKANİ : OsmanlIlar zamanında, günümüz Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü görevim
yapmakta olan dairenin adıdır. Halk arasında Defterhane adıyla da anılırdı.
Dairenin başında bulunan adama ilk zamanlarda Defteremini, sonraları Defter-i
Hâkani Nazırı adı verilirdi.
DEVLET-İ
EBED MÜDDET : Osmanh Devleti için kullanılan bir deyim olup devletin sonsuza
kadar devam edeceği anlamındadır.
DEVVAT
:İçinde mürekkep bulunan hokka ve buna bağlı kısımda kalem saklama yeri olan,
taşınabilir bir çeşit yazı takımının adıdır. Halk arasında buna divit
denilirdi.
DİDON
: İngiliz askerleri için kullanılan bir deyimdir.
DİRHEM
: Eskiden memleketimizde ağırlık ölçüsü olarak kullanılan okkanın 1/400’i için
kullanılan bir deyimdir. Ayni zamanda bir para ölçüsü olarak da uzun zaman
OsmanlIlarda kullanılmıştır.
DİVAN
EFENDİSİ : Vezir ve Beylerbeyilerin hizmetinde bulunan ve daha çok yazı
işleriyle meşgul olan kimseler hakkında kullanılır bir deyimdir. Bunlar vezirin
özel memurları idiler. Maaşları vezir veya beylerbeyi tarafından verilirdi.
Bunlara divan kâtibi de denirdi.
DİVAN-I
HÜMAYUN : Osmanh Devleti’nin yürütme organı görevini yapan en yüksek idari
kuruluşudur. Fâtih Sultan Mehmet devrine kadar padişahların başkanlığında
toplanarak devlet işlerini, halkın şikâyetlerini dinleyen kurul bu tarihten
sonra sadrazamların başkanlığında toplanmaya başlamıştır. II. Mahmut zamanında
ortadan kalkmış ve yerine kabine usulü geçmiştir.
DİVAN-IHÜMAYUN
KALEMİ : Divanda alman kararlan yazan ve bunları dosyalarda saklayan ve divanın
bütün büro işlerini yürüten dairenin adıdır.
DÎVAN-I
HÜMAYUN TERCÜMANI: Yabana devlet elçileriyle sadrazam ve Reisül-küttab denilen
dışişleriyle meşgul olan görevlinin görüşmelerini sağlayan görevli için
kullanılan bir deyimdir. Gizli devlet işlerinin görüşüldüğü konularda
tercümanlık yapması bakımından Divan-ı Hümayun’un önemli memurlarından birisi
idi. Mahmut II. zamanına kadar bu göreve İstanbul’da Fener’de oturan Rumlar
atanırdı. Devlet ve hükümetin güvenini kazanmış olan bu kişiler Eflak ve
Boğ-dan ülkelerinin idaresine de memur edilirlerdi. Fakat sonraları devlet
sırlarını açıklamaları gibi hareketlerde bulundukları anlaşıldığından Mahmut
II. zamanında Bâb-ı Âli’de tercümanlık işlerini yapmak üzere Tercüme Odası
adıyla yeni bir büro kurularak tercümanlar buradan yetiştirilmiştir. Bunlardan
devletin en yüksek mevkilerine yükselmiş devlet adanılan yetişmiştir. îlk
Türk-Müslüman tercüman Sadrazam Ahmet Vefik Paşa’nın büyükbabası Yahya Naci
Efendi’dir.
E
ELHAÇ
: İslâm dininin esas şartlanndan olan Hac görevini yerine getirmiş olan
kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Dilimizde bunlara Hacı denilir.
Elhac kelimesi daha çok yazılı ifadelerde kullanılır.
EMANAT-I
MUKADDESE : Kelime anlamı kudsal emanetler demek ise de Topkapı Sarayı’nda
Hırka-i Saadet veya Hırka-i Şerif adı verilen özel bir dairede muhafaza edilen
ancak ramazan aylarında ziyarete açılan Hz. Peygamber ve diğer din ululannın
eşyalan hakkında kullanılan bir deyimdir. Buna Emanat-ı Mübareke adı da
verilir. Bunlar Mısır’ın fethinden sonra Mekke Emiri Şerif Seyid Berekât
tarafından İslâmiyete yaptığı hizmetlerden dolayı Yavuz Sultan Selim’e
gönderilen hediyelerdir.
ENCÜMEN-IDANİŞ
: Tanzimat devrinde 1851 yılında Sadrazam Reşit Paşa’nın önayak olması ile
kurulmuş bir bilim kuruludur. Görevi daha ziyade kurulması kararlaştırılan
Darülfünun (Üniversite) için lüzumlu kitapları tercüme ve telif suretiyle
hazırlamak olan kurulun gerçek görevi ise milletlerarası bilim ve fikir hayatı
ile temasımızı sağlayacak bir bilim ve edebiyat akademisi oluşturmaktı. Ancak
bazı ilmi çalışmaları olmuş ise de bu fonksiyonunu yerine getiremeden evvela
önemini kaybetmiş sonra da dağılmıştır.
ENDERUN
: Saray anlamına kullanılan bir deyimdir. Lügat anlamı ile iç kısım içerisi
anlammadır. Bunun karşılığı ise Birun’dur ki saray dışındakiler yani hükümet
manasını ifade eder. Enderun İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nın
yapılmasından sonra kurulmuş bir teşekküldür. Bu büyük sarayın iç hizmetlerinin
görülmesi için bir teşkilat kurulmuştur ki bunlara Saraylılar dendiği gibi
Enderun da denirdi. Enderun’a ilk zamanlarda savaşlarda esir edilen küçük
yaştaki Hıristiyan çocuklarının îslâmiyeti kabulünden sonra Acemi Oğlan
okulunda ilk İslâm ve Türk terbiyesi verildikten sonra içlerinden kabiliyetli
ve fizik yapılan düzgün olanlar Enderun’a ayrılarak burada saray terbiyesi ile
uzun zaman eğitim görürler ve sonra da sarayın çeşitli hizmetlerine
verilirlerdi. Buradan yetişenler belirli zamanlarda çıkma denilen tayinlerle
devletin çeşitli hizmetlerine atanırlardı. împa-
ratorluğun
birçok büyük devlet adamları buradan yetişmiştir. Sokullu Mehmet Paşa,
Nevşehirli İbrahim Paşa gibi devlet adamları hep buradan yetişmiştir. Enderun
özel teşkilatını Mahmud II. devrine kadar muhafaza ederek devam etmiştir.
Mahmud II. zamanında devletin idare teşkilâtındaki yenilikler dolayısıyla
Enderun eski önemini git gide kaybetmiş ve Osmanlı sultanlarının Topkapı
sarayını terkederek Dohnabahçe ve Yıldız saraylarına geçmelerinden sonra bu
teşkilât dağılmıştır.
ENDÜLÜS
: Bugünkü Ispanya’nın Müslüman Araplar devrindeki adıdır. Müslümanlar Emevi
Halifeleri zamanında (VII. yüzyıl) Ispanya’yı fethettikten sonra buraya Endülüs
adını vermişlerdir. XV. yüzyıla kadar Ispanya’da Endülüs Emevi Devleti çeşitli
adlarla devam etmiştir. 1492’de buradaki İslâm hakimiyeti sona ermiştir.
EVKAF
NEZARETİ : Evkaf, kelime anlamı ile İslâm devletlerinde büyük bir gelişme
göstermiş olan vakıf denilen sosyal bir yardım müessesesinin çoğuludur. Bir
İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorhığu’nda da vakıf müessesesi ilk kuruluş
yıllarından itibaren mevcuttu. Devlet büyüyüp bir imparatorluk haline gelince
geniş imparatorluk sınırları içindeki eski vakıfların yönetimi devlete
kaldığından bunların idaresi için. 1242-1826 yılında hükümet bünyesi içinde bir
Nezaret (Bakanlık) kurulmuştu. Bu nezaret cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te
kaldırılarak bugünkü Vakıflar Gene! Müdürlüğü kurulmuştur.
■ F
FAYTON:
Üstü kapalı ve körüklü atlı binek arabasının adıdır. O devirlerde İstanbul’da
henüz motorlu taşıma araçlan bulunmadığından uzak yerlere atla veya atlı araba
ile gidip gelinirdi. Bu arabalara Kupa, fayton gibi çeşitli adlar verilmiştir.
FENERLİ
RUMLAR : İstanbul’un zaptından sonre yerli halkın büyük çoğunluğu Haliç
kıyısındaki Fener semtinde yerleşmişti. Bunlara Fenerli Rumlar denirdi. Fenerli
Rumların iyi eğitim görmüş olanları II. Mahmut zamanına kadar Divan-ı Hümayun
tercümanı olarak devlet hizmetinde önemli bir mevkii sahibi oldukları gibi
bugünkü Romanya’ya oluşturan ve OsmanlIlar zamanında Memleketeyn adı verilen
Eflak-Boğdan bölgesinin yönetimi ile de görevlendirilmişlerdi.
FEODALİTE:
Avrupa’da Yeniçağların başlarına kadar hakim olan bir yönetim ve sosyal
sistemin adıdır. Bu sisteme göre memleket halkı soylular askerler, buriuva
denilen serbest meslek sahipleri ve köylüler gibi birtakım sınıflara
bölünmüştür. Bunların kanun önündeki durumları ayrı ayrı idi. Serf adı verilen
köylüler hiçbir hayat hakkına sahip değillerdi. Üzerinde çalıştıkları toprakla
beraber Sen-yör denilen efendilerinin köleleri idiler. Bu sisteme Servai adı da
verilmiştir.
FERACE
: Çarşaf modası çıkmadan önce kadınların sokakta elbise üzerine giydikleri uzun
mantonun adıdır. Çeşitli renk ve kumaştan yapılan feraceleri daha ziyade
kadınlar kullanırlarsa da ilmiye smıfı hocalarm siyah kumaştan yapılmış
cübbelerine de ferace denirdi.
FERMAN
: Farsça bir kelime olup emir, irade, buyruk anlamında ise de birçok İslâm
devletlerinde görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde de ferman herhangi bir işin
görülmesi ve gereğinin yapılması hakkında padişahların yazılı emirleri için
kullanılan bir deyimdir. Buna aynı zamanda Emr-i Şerif de denirdi. Padişah
tarafından yazılan veya yazdırılan yazılı emirlerin padişah tarafından
imzalanması şarttı. Fermanın yukarı kısmında padişahın elyazısı ile “gereği
yerine getirilsin’’ anlamında “mucibince amel oluna” kaydı bulunan fermanlara
da Hatt-ı Hümayun denirdi.
FERVE-İ
BEYZA : Lügat anlamı ile beyaz kürk demek ise de OsmanlIlarda tahta yeni çıkan
padişahın, sadrazamla beraber tebrike gelen şeyhülislâma giydiriği beyaz çuha
kaplı samur kürk için kullanılan bir deyimdir. Bu usûl 1828 senesinde Mahmut
II. tarafından çıkarılan yeni kıyafet nizamnamesine kadar devam etmiştir. Bu
tarihten sonra yeni şeyhülislâma beyaz çuhadan ferace giydirilmesi âdet
olmuştur.
FES:
Mahmut II. zamanında yeni kurulan Asakir-i Mansure Ordusunun erlerinin
başlarına giydikleri kırmızı başlığın adıdır. Fes, sonradan kıyafet değişikliği
kanunu üzerine bütün devlet memurlarının giymesi mecburi başlık olmuştur.
Serasker Hüsrev Paşa, Tunus’ta levendlerin başlarındaki bu kırmızı fesleri
görmüş ve padişaha da tavsiye etmişti. Fes bilindiği gibi cumhuriyet devrinde
yapılan kıyafet değişikliğine kadar devam etmiş ve 1926’da şapka giyilmesi
kabul edilmiştir.
FETVA
: Aslında bir meselenin hükmü hakkında verilen cevaptır. Müftülere sorulan
sorulara yazılı olarak verilen cevaplara da fetva denilir.
FETVA
EMANETİ: Bâb-ı Meşihat denilen şeyhülislâmlık dairesinden istenilen yazılı veya
sözlü soruları cevaplandıran daire hakkında kulandan bir deyimdir. Buraya halk
arasında Fetvahane de denirdi.
FETVA
EMİNİ : XVI. yüzyıl sonlarında Şeyhülislâmlık dairesi adını alan Bâb-Fetva veya
Bâb-ı Meşihatdan verilen fetvaları yazan görevli için kullanılan bir deyimdir.
Devrin kendi sahalarında en bilgin ve yetkili kişileri olan fetva eminleri
arasından birçok şeyhülislâm da çıkmıştır. Bu görev imparatorluğun yıkılmasına
kadar devam etmiştir.
FERİK
: Tanzimattan sonra kurulan yeni orduda kullanılan askeri rütbelerden birisi
olup bugünkü Korgeneral karşılığıdır. Bu rütbeler cumhuriyet devrinde de bir
müddet kullanılmıştır.
FIKIH
: Lügat anlamı olarak bir şeyi gereği gibi, gereği kadar bilmek ve anlamaktır.
Hukuk alanında İslâm hukuku anlamına gelir ki şeriatın usul ve hükümleri, ameli
ve şer’i meseleler bilgisi demektir. Bu bilimdalı ile uğraşanlara “fakih” adı
verilir. İslâmi ilimlerin en önemlilerinden birisidir. Kelime olarak çoğulu
“fuka-ha”, yani fakihlerdir.
FİNCAN
ZARFI: Çay veya kahve fincanının içine oturtulduğu mâdenden yapılmış saplı
mahfaza için kullanılan bir deyimdir. Bunlar çoğunlukla alfan veya gümüş gibi
kıymetli madenlerden yapılırdı.
G
GARP
OCAKLARI: Kuzey Afrika kıyılarının Osmanlı idaresi zamanındaki adıdır.
Trab-hısgarp’ten Fas’a kadar uzayan, Tunus ve Cezayir’i de kapsayan bu bölgede
imparatorluğun diğer eyaletlerinden ayrı bir yönetim usulü uygulanmakta idi.
GIY
AB : Hukuk muhakemeleri usulüne göre duruşmada hazır bulunması için çağrıldığı
halde gelmeyen kişi hakkında verilen karar için kullanılan bir tâbirdir.
GRANDÜK
: Rusya’da krallık protokolünde kral ailesinin en büyük rütbesi olup veli-ahd
yani kralın ölümünden sonra onun yerine geçecek kişi için kullanılan bir
deyimdir. Grandük ya kralın en büyük oğlu veya kardeşi olabilirdi.
GÜLHANE
HATT-I HÜMAYUNU : Hatt-ı Hümayun, padişahın yazılı ve metnin yukarısında el
yazısı ile “mucibince amel oluna” kaydı bulunan fermanlar için kullanılan bir
deyimdir. Gülhane fermam ile padişah Abdühnecid vatandaşlarına mal,can ve namus
güvenliği gibi o zamana kadar imparatorlukta uygulanmayan birtakım insan
haklarını kabul ettiğini bildiriyordu. Bu itibarla Gülhane Hatt-ı Hümayunu
Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıldan beri kendi idare ve askerlik kuramlarının
yetersizliğini görerek bunların yerine üstünlüğünü kabul ettiği Avrupa
müesseselerini kendi ülkesinde de kurmaya başladığı Batılılaşma hareketinin en
geniş ve en önemli halkalarından birisidir. 1839 yılının 3 kasım tarihinde
Hariciye Nâzın Büyük Reşit Paşa tarafından hazırlanan ferman Topkapı Sarayı
yanındaki-bugün Gülhane Parkı diye bilinen- meydanda büyük bir kalabalık önünde
okunmuştur. Bu fermanda bildirilen haklar padişah tarafından millete ihsan
edilen ve fakat yerine getirilmemesi halinde hiçbir müeyyidesi bulunmadığından
uygulanmasından daima endişe edilmiştir. Akif Paşa’nın kuşkusu bundan ileri
gelmekte idi.
GÜZEŞTE
MAAŞI: Kelime anlamı ile olduğu kadar Osmanlı Devleti’deki uygulama şekli ile
de faiz karşılığı kullanılan bir deyimdir. Devlet, mali sıkıntıda kaldığı zaman
halktan “Tekâlif-i Örfiye” adıyla bir çeşit vergi toplardı. Bu vergi barış
zamanında alınırsa “İmdadiye-i Hazeriyye” savaş zamanında alınırsa “îmdadiye-i
Seferiyye” adı verilirdi. Eğer imdadiye toplamak mümkün olamaz ise mecburi iç
borçlanma (istikraz) usulü uygulanırdı. Fakat zorla toplanan bu imdadiye için
zamanında faiz de ödenirdi ki buna güzeşte denirdi. Burada güzeşte deyimi lügat
anlamındaki geçmiş manasına olup zamanında alınamayan geçmiş maaşlar karşılığı
kullanılmıştır.
H
HACEGANLIK
RÜTBESİ : Halk arasında Hoca şeklinde kullanılan Farsça Hace kelimesinin çoğulu
olup efendi, ağa, öğretmen ve benzeri anlamlara gelmektedir. OsmanlIlarda
devlet dairelerinde yazı işleriyle uğraşanlara hacegan denilmiştir. Mahmut II.
zamanında 1837’de devlet memurları için birtakım rütbeler çıkarıldığı esnada
haceganhk da bir rütbe kabul edilmiştir. Buna mahsus nişan ve resmi günlerde
giyilecek merasim elbiseleri tespit edilmiştir.
HAMSE
: Eski doğu edebiyatında görülen beşli hikâyeler için kullanılan bir edibiyat
türüdür. Şiirde de beş kitaptan oluşan eserlere hamse denirdi. Hamselerde
genellikle dramatik konular işlenirdi.
HAREM
: Eski saray, konak ve büyük evlerde yalnız kadın ve çocukların oturup
kalktıkları bölüm için kullanılan bir deyimdir. Erkekler için olan bölüme de
selamlık denirdi. Harem kelimesi Arapça olup manası girilmesi yasak yer
demektir. Bir erkeğin karısı için de harem deyimi kullanılırdı. Mekke ve Medine
şehirlerinin kutsal yerleri dolayısıyla burayada Haremeyn denirdi. Topkapı
Sarayı’nın Babüs-saade denilen kapısı içinde bulunan ve yalınz kadınların ve
çocukların oturup kalktıkları kısma da Harem Dairesi denirdi.
HARMANÎ
: Kolları ve bedeni çok geniş ve uzun bir çeşit palto veya pardösü için
kullanılan bir deyimdir. Buna Harvani de denilirdi.
HATÎB
: Lügat anlamı ile hitabet sanatını iyi bilen yani iyi ve güzel konuşan
kimseler için kullanılan bir deyim olmakla beraber cuma günleri camilerde
minber denilen yüksek yerde yapılan dini ve ahlaki konuşmaları yapan kimseler
hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu konuşmalara da hutbe denirdi.
HATT-I
HÜMAYUN : Padişahların herhangi bir işin yapılması için verdikleri yazılı
emirler hakkında kullanılan bir saray tâbiridir. Hat, Arapça yazı demek olup
hümayun ise padişaha mahsus, padişaha ait demek olduğundan Hatt-ı Hümayun
padişahların yazılı emirleri demektir.
HATTAT
: Hat, Arapça yazı manasına geldiğinden hattat kelimesi yazı ile uğraşan
kimseler için kullanılan bir deyimdir. Güzel yazı yazma sanatına aslında “Hüsn
hat” adı verilirdi. Türkiye’de Latin alfabesinin kabulünden önce Arap alfabesinin
kullanıldığı dönemde bazı İslâmi telakkiler dolayısıyla resim sanatı
gelişemediğinden onun yerine hat sanatı büyük bir gelişme göstermiş ve bu
alanda çok kıymetli sanat eserleri meydana getirilmiştir. Bugün büyük camilerin
duvarları ve iç kısımları bu çeşit eserlerle doludur.
HAZİNE-İ
HASSA NEZARETİ : Padişahın kişisel gelir ve giderlerinin idare edildiği
dairenin adıdır. Osmanh Devleti’nin kuruluş yıllarında devletin bir hâzinesi
vardı ve buna Beytülmal denirdi. Başında da defterdar denilen bügünkü maliye
bakanı karşılığı yüksek bir görevli bulunurdu. Buna Hazine-i Padişahi veya
Hazine-i Devlet denirdi. Sonradan padişah hazînesi devlet hâzinesinden
ayrılarak Saray Hâzinesi veya İç Hazine denilen Enderun Hâzinesi meydana geldi.
Buna karşılık devlet hâzinesi de Birun Hâzinesi adını aldı. Padişah Hâzinesinin
gelirleri padişah hasları, savaşlardan elde edilen ganimetlerin beşte biri
(Hums-ı Şer’i), çeşitli hükümdarlardan gelen hediyeler idi. împaratoriuğun
yıkılışına kadar devam eden Hazine-i Hassa Nezareti Tanzimat döneminde
kurulmuştur. Hazine-i Hassanın gelirleri devlet bütçesinden padişahlara ayrılan
ödeneklerle saltanat makamına ait arazinin gelirlerinden ibaret iken II.
Abdülhamit zamanında birtakım devlet arazisinin padişah adına tapılaıiması ve
buralardan toplanan bir kısım vergilerin Hazine-i Hassa’ya ödenmesi gibi
tamamen şahsi işlemler dolayısıyla bu hazine devlet hâzinesinden daha zengin
bir hale gelmiştir.
HAZİNEDAR
USTA: Padişahın sarayda özel hizmetlerine bakan kadınlar (cariyeler) hakkında
kullanılan bir deyimdir. Bunlara Hazinedar Kalfa da denirdi. Padişahı
giydirmek, yatırıp kaldırmak gibi özel işlerle görevli idiler. Sarayda
padişahın yattığı harem kısmının bütün kıymetli eşyalarından sorumlu idiler.
Bundan dolayı kendilerine Hazinedar usta veya kalfa denmiştir.
HAVAŞİ
: Haşiye denilen eski medreselerde okutulan derslerden birisinin adıdır.
Ha-vaşi bunun çoğuludur. Dersin konusu daha evvel yazılmış bir kitabın
açıklamasını yapmaktır.
HlRKA-İ
SAADET DAİRESİ: Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı zaptından sonra İstanbul’a
getirilen ve Hz. Muhammed’e ait olduğu kabul edilen kudsal emanetlerin Topkapı
Sarayı’nda saklandığı dairenin adıdır.
HİDİV
: Arapça büyük vezir, başvezir anlamında bir kelimedir. Osmanlı padişahı
tarafından Mısır valilerine verilmiş bir unvan olup Mısır’ın istiklalini
kazandığı zamana kadar devam etmiştir.
HÎL’AT
: Lügat anlamı ile üste giyilen elbise anlamında olmakla beraber OsmanlIlarda
padişah veya vezir gibi yüksek rütbeli devlet adamlarının maiyetindekileri
mükâfatlandırmak için giydirdikleri elbise için kullanılan bir deyimdir.
HİLYE-İ
ŞERİF : Hz. Peygamber’in niteliklerini ve şerefli isimleri (Ebubekir, Ömer,
Osman ve Ali gibi) kapsayan yazılar hakkında kullanılan bir deyimdir.
Müslümanlıkta resim yapmak iyi karşılanmadığından Hz. Peygamber’in sureti yazı
ile (gözü böyle, burnu şöyle, rengi böyle gibi ifade edilerek yazılan kitaplara
hilye adı verilmiştir.
HÜCRE-İ
SAADET: Hz. Muhammed’in Medine’deki evi için kullanılan bir deyimdir.
I-İ-İ
İBRET
TAŞI: Topkapı Sarayı’nm Orta Kapı denilen ikinci kapısının önünde bulunan
dikili taşın adıdır. İdam edilenlerin kesik başlan buraya konarak ibret olmak
üzere teşhir edilirdi. Tanzimattan sonra bu usul kaldınlmıştır.
İCLAS
: Lügat anlamı ile Arapça oturtma, oturulma anlamında olup padişahın tahta
oturtulması, yani padişahlığının başlaması anlamında bir deyim olmuştur. Daha
ziyade aynı anlamda olan cülus deyimi kullanılırdı.
İÇ
EZANI: Cuma günleri hatip (konuşmacı) camideki minberde hutbe okurken müezzin
tarafından kapalı yerde (mahfelde) okunan ezan için kullanılan bir deyimdir.
Diğer günler yalnız minarede ezan okunur.
İDARE-İ
MAHSUSA VAPURLARI: Boğaziçi ve adalar hattında Çalışan vapurların Şehir Hatları
İdaresi kurulmadan önce bağlı olduğu idarenin adıdır.
İLMİYE
SINIFI: Osmanlı Devleti’nde başlıca üç çeşit devlet memuru vardı. Bunlar ilmiye
sınıfı, seyfiye sınıfı (askerler) ve hacegan sınıfları idi. İlmiye sınıfına
mensup olanlara ulema adı verilirdi. Bu sınıfın başı Şeyhülislâmdı. Adalet ve
öğretim işlerine bakarlardı.
İLTİZAM
USULÜ : Aşar denilen ekili ve dikili ürünlerden alman verginin devlet
tarafından peşin para ile ve açık artırma ile bir şahsa verilmesi usulü için
kullanılan bir deyimdir. Bu işi üzerine alan adama da mültezim denirdi.
ISTABL
ÂMİRE : Saraya ait atların ve kısrakların bırakıldığı ahırlar için kullanılan
bir deyimdir. Buna Has Ahır adı da verilirdi. Bu ahırların başında bulunan
adama da Mirahur denirdi. Bu unvan sonradan Istabl-ı Âmire müdürü olarak
imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiştir.
İZZET
MOLLA LÂYİHASI: 1827 Osmanh-Rus Savaşı öncesinde İzzet Molla tarafından
hazırlanarak padişah Mahmut Il.ye verdiği layihadır, VI. sayılı makalenin
açıklamasında geniş bilgi verilmiştir.
İURNAL
: Padişah II. Abdülhamid zamanında, padişahın herşeyden kuşkulanmasından faydalanan
bazı kişilerin yazdıkları bu çeşit yazılara verilen addır.
K
KAADİRHANE
: Kadiriye tarikatinin İstanbul’daki müridlerinin toplandığı ve zikir ettikleri
tekkenin adıdır.
KADI:
Halkın birbiriyle olan anlaşmazlıklarını gidermekle görevli olan ve bugün hâkim
veya yargıç dediğimiz kimseler için kullanılan bir deyimdir. Memleketin kaza ve
nahiye gibi küçük idari bölümlerdeki kadılar bölgenin yönetiminden de sorumlu
idiler. Tanzimattan sonra yetkileri sınırlandırılmıştır.
KÂHYA
: Büyük konaklarda konağın daha çok dışarı ile ilgili işleriyle uğraşan
kimseler için kullanıldığı kadar ticaret ve sanayi işleriyle uğraşanların
işlerine bakmak üzere hükümet tarafından görevlendirilen kimseler hakkında
kullanılan bir deyimdir. Bugün şehrin bazı bölgelerinde dolmuş duraklarını
idare edenlere de kâhya denmektedir.
KALEM
: Devlet dairelerindeki bürolar hakkında kullanılan bir deyimdir. Burada
çalışanların ekserisi yazı işleriyle uğraşmalarından ve yazının da kalemle
yazılmasından dolayı bu bürolara kalem denmiştir.
KALLAVİ
: OsmanlIlar devrinde sadrazam ve vezir gibi yüksek devlet memurlarının
başlarına giydikleri uzun kavuğun adıdır. Buna Kalâvî de denirdi.
KALYON
: Buharlı gemilerden evvel kullanılan yelkenli ve kürekli gemilerin adı idi.
İki ambarlı, üç ambarlı ve iki güverteli olmak üzere çeşitleri bulunur ve
bunlara ayrı isimler verilirdi.
KALYONCU
ERÎ: Kalyon denilen büyük gemilerde çalışan askerler için kullanılan bir
deyimdir. Bundan dolayı da genelleştirilerek bütün denizcilere kalyoncu
denmiştir.
KANUN-I
ESASİ: Esas kanun, yani ana kanun demek olup bugünkü Anayasa karşılığı
kullanılmış bir hukuk deyimidir. Osmanlı Devleti’nde ilk mebuslar meclisinin
açılmasından evvel çıkarılan ilk anayasaya bu ad verilmişti.
KAPIALTI:
Bâb-ı Âli’de gözaltına alman kişilerin barındırıldığı yerin adıdır.
KAPUKULU
ASKERÎ: Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş yıllarında savaşlarda esir edilen
Hıristiyan çocukların Türk-îslâm terbiyesi ile yetiştirilmesinden sonra Acemi
Oğlanlar kışlalarında askerlik eğitimi gören güçlü ve sağlıklı kişilerden
oluşan ve tamamen padişaha bağlı, ilk zamanlarda sayılan belirli ücretli
askerlerdir ki bunlar da Yeniçeri, Sipahi, Azap ve benzeri çeşitli askeri
birliklerden meydana gelen özel ordunun adıdır. 1826 yılında Mahmut II.
zamanında çok disiplinsiz hale geldiğinden kaldırılmıştır. Bu olaya da Vak’a
Hayriye yani hayırlı olay denilmiştir.
KAPİTU-LASYON
: Kelime anlamı ile bir kale veya şehrin teslim mukavelesi demek olan bu
kelimenin devletler hukukundaki manası Doğu ve Yakındoğu memleketlerinin yalnız
bir taraflı olarak Avrupa ve Amerika devletlerine tanıdıkları bir takım
imtiyazlar (ayrıcalıklar)dır ki bir devletin istiklalini belirten yasama, kaza
ve yürütme güçlerini sınırladığından, bunu kabul etmiş olan devletler hukuk
anlamında tam bağımsız sayılamazlar.
KABOTAİ
: Bir devletin kıyılarındaki deniz ticaretini kendi yurttaşlarına özellikle
kendi bayrağını taşıyan gemilere saklı tutmak üzere bağışladığı imtiyaz
(ayrıcalık)dır. Kapitülasyonlar sebebiyle Türk karasularında kabotai hakkı
yabancı gemilere bırakılmıştı. 1923 Lozan Andlaşmasıyla yabancı gemilerin bu
hakkı kaldırılmış ve 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren uygulanmaya
başlanmıştır.
KAPUDAN-I
DERYA : Kelime anlamı ile deniz kaptanı demek ise de Osmanlı Devleti’nde bir
hükümet üyesi görevini de (Bahriye Nazırı) yapan kişi için kullanılan bir
deyimdir. Başamiral karşılığı olarak kullanmak yerinde değildir. Zira Osmanlı
Devleti’nde denizci olmayan kimseler de Kapudan-ı Derya olarak atanmışlardır.
So-kullu Mehmet Paşa da bu görevi yapmıştır.
KARUN
: Doğu mitoloiisinde büyük zenginliği ile ün kazanmış Mısır Firavunlarına
vezirlik yapmış, Mısır’daki İsrail oğullarına yaptığı eziyetlerden dolayı
Tevrat ve Kur’an gibi kutsal kitaplarda yer almıştır.
KÂRVANSARAY
: Eskiden Anadolu ve diğer İslâm ülkelerinde şehirlerarası ticaret veya ziyaret
için dolaşanların geceleri konaklayabilecekleri yerler için kullanılan bir
deyimdir. Bunlar genellikle devlet veya hayır kuramlarıyla zengin hayırsever
kişiler tarafından yaptırılmış olup konaklayanlardan ücret alınmazdı.
KAVASBAŞI
: Vezir gibi yüksek rütbeli görevlilerin emrinde çalışan ve onların koruma görevini
de yapan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar birkaç tane olunca bir
tanesi Kavasbaşı adını alırdı.
KAZASKER
: OsmanlIlarda ilmiye sınıfı denilen bilim adamları ve adliye teşkilatının
şeyhülislâmdan sonra gelen en yüksek mevkii için kullanılan bir deyimdir. Aslı
kadı-asker yani asker kadısıdır. İlk devirlerde bir tane iken (XIV. yüzyıl)
sonraları iki ve daha sonra da daha fazla olmuştur.
KESE
: Aslında para muhafaza edilen bez veya deriden yapılmış küçük torba anlamında
ise de burada bir para birimi olarak kullanılmıştır. Osmanlı Devletinde para
birimi olarak yüzyıllar boyu akça deyimi kullanılmıştır. Tanzimattan sonra
bunun yerini kuruş almıştır. Bir kese XV. yüzyılda 30-40 bin akça iken XVIII.
yüzyılda 50 bin akça olarak kabul edilmiştir. Bunun da altın ve gümüş kese
olarak ayrı çeşitleri vardı. Genellikle gümüş kese deyimi kullanılırdı. Yüzbin
akçaya da bir yük denirdi. Bu dönemde para için milyon ve milyar deyimleri
kullanılmaz ve bir milyon yerine on yük denirdi. Kese ve yük deyimleri Tanzimattan
sonra da bir müddet kullanılmıştır.
KESİK
BAŞ : Padişah emri ile öldürülen şahısların, öldürülmesi bildirilen kişi olup
olmadığının kanıtlanması için vücudundan koparılan kesik başı padişaha
gösterilmek üzere İstanbul’a getirilerek Topkapı Sarayın’daki İbret Taşı
üzerinde bir süre bırakılır ve sonra gömülmesine izin verilirdi.
KETHÜDA
: Osmanlı Devleti’nde yüksek makam sahibi devlet adamlarının özel ve resmi
işlerine bakan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Yalnız özel işlere
bakanlara da kâhya denirdi. Kethudalık ayni zamanda önemli bir devlet memurluğu
idi. Meselâ sadrazamlık kethudalığı gibi sonradan, Mahmut II. devrinde yapılan
değişiklikte İçişleri Bakanlığı adını almıştır.
KIRCALI
EŞKIYASI: XVIII. Yüzyıl sonlarında Rumeli bölgesinde sergerdeliği ile ün yapmış
meşhur eşkıyalar hakkında kullanılan bir deyimdir.
KİTABE
: Binalarm kapılan üstüne veya çeşme ve sebil gibi şeylerin cephelerine bina
veya sahibi hakkında yazılan yazılar için kullanılan bir deyimdir. Mezar
taşlarına yazılan yazılar için de kitabe deyimi kullanılırdı.
KÖLEMEN
OCAĞI: Mısır’da XII. yüzyılda (1174) kurulan Eyyubi Devleti döneminde daha çok
Çerkeş kölelerden meydana getirilen asker ocağının adıdır. Sonradan bunlar
Eyyubi Devleti’ni yıkarak (1250) Memluk=Kölemen Devleti’ni kurmuşlar ve XVI.
yüzyıla kadar Mısır’da hakim olmuşlardır. Osmanlı padişahı Yavuz Selim 1517’de
bu devleti ortadan kaldırmış işe de Kölemen Ocağı devam etmiş, Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa tarafından 1811’de ocak temamen ortadan kaldırılmıştır.
KUBBENİŞÎN
: Osmanlı Devleti’nin yürütme kurulu yani hükümeti teşkil eden Divan-ı
Hümayunda bulunan vezirler için kullanılan bir deyimdir. Divan-ı Hümayun
Topka-pı sarayında Kubbealtı denilen yerde toplandığından bu vezirlere
kubbenişin denmiştir.
L
LALA
: Osmanlı padişahlarının başvezirleri (Vezir-i Âzam) hakkında kullandıkları bir
deyimdir. Diğer Türk-îslâm devletlerinde bunun yerine Atabey deyimi
kullanılmıştır.
LİVA
: İdare, askerlik ve dini konularda ayrı anlamlan olan bir kelimedir. İdare
alanında eskiden kaza ile vilayet arasında bir idare bölümü idi ki buna sancak
da denirdi. Başında mutasarnf denilen adam bulunurdu. Bundan dolayı livaya
mutasarrı-falık da denirdi. Askerlik alanında bugünkü tugay karşılığı bir
askeri birlikti. Başında Mirliva denilen general rütbesinde bir kumandan
bulunurdu. Dini alanda Hz. Muhammed’in bayrağı için kullanılırdı. Buna Liva-ı
Muhammedi denirdi.
M
MABEYN-Î
HÜMAYUN : Genel olarak saray anlamında olmakla beraber burada saray ile hükümet
(Bâb-ı Âli) arasındaki münasebetleri yürüten büro anlamındadır. Bu büronun
başında bulunan sekretere Mabeyn Başkâtibi denildiği gibi diğer kâtiplere de
mabeyinci denirdi. Daha önceleri bu görev için Sır Kâtibi deyimi kullanılırdı.
Bu görevliler için yakın anlamında Karin ve çoğulu olan Kurena deyimi de
kullanılırdı. Yazıda sarayın hükümet işlerine ulu orta karışmasını önlemek için
Tanzimat dönemi devlet adamlarının gösterdikleri çaba anlatılmaktadır.
MABEYN
FERİKİ: Osmanlı sarayının son zamanlarında sarayda padişah maiyetinde bulunan
askeri temsilci hakkında kullanılan bir deyimdir. Ferik askeri bir rütbe olup
bugünkü korgeneral karşılığıdır. Bir aralık bu göreve Mareşal rütbesinde
general getirilmiş ve adına Mabeyn Müşiri denmiştir. Gazi Osman Paşa gibi.
MAĞRİB
ÜLKELERİ : Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyısındaki Tunus, Cezayir ve Fas ülkeleri
hakkında kullanılan bir deyimdir. Mağrib, garb yani batı yönü anlamındadır.
MAHLULÂT
: Mahlûl kelimesinin çoğulu olup kendisinden sonra mal ve mülkünün geçeceği
kimsesi olmayan bir şahsın bıraktığı arazi (topraklar) emlâk hakkında
kullanılan bir deyimdir. Boşalmış sahipsiz kalmış anlamında bir kelimedir.
MAHREC-İ
AKLAM : Tanzimat devrinde 1862 yılında devlet dairelerine memur yetiştirilmek
üzere rüştiye okulları üzerinde Mekteb-i Maarif-i Adliye okulu yerine açılan ve
üç senelik bir öğretim yapan okulun adıdır. Buna Mekteb-i Aklam da denirdi.
Buradaki aklam kelimesi o zaman yazı işleriyle uğraşan bürolara verilen kalem kelimesinin
çoğuludur.
MASLAHATGÜZAR
: Bir devleti diğer bir yabancı devlet nezdinde temsil eden dördüncü sınıf
elçiler için kullanılan bir deyimdir. Kelime anlamı işgüder yani iş takip eden
demektir. -
MAZÜL
; OsmanlIlar devrinde memurların özlük haklan kanunla tespit edilmemiş
olduğundan bir görevde çalışırken görevine son verilmiş olan kimse için
kullanılan bir deyimdir.
MAZÛLİYET
MAAŞI: Görevinden çıkanlan veya görevi kaldınlan memurlara yeni bir göreve
atanıncaya kadar boşta kaldığı zaman için verilen maaş hakkında kullanılan bir
deyimdir. Bu hakkı kazanmak için mahkemeden veya üst makamlardan “Cevaz-ı
İstihdam=Kullanılabilir” karan alınması lazımdı.
MECALİS-İ
ÂLİYE : Tanzimatta ve ondan sonraki devirlerde vaktiyle bakanlık ve emsali
yüksek görevlerde bulunmuş devlet adamlarının tecrübelerinden ve görüşlerinden
faydalanmak için belli bir bakanlığın başında bulunmadığı halde bakanlar kurulu
toplantılarına katılırlardı ki bu meclise “Meclis-i Has-ı Vükelâ” veya kısaca
“Mecalis Âliye” adı verilirdi. Bu şekilde görev yapanlara Mecalis-i Aliyeye
memur deyimi kullanılırdı.
MECİDİYE
: Gümüş liranın 1/5’ni teşkil eden 20 kuruş karşılığı gümüş para birimidir.
Abdülmecid devrinde 1844 yılında çıkarılmıştır. Padişahın adından dolayı
Mecidiye denmiştir. 10 kuruşluğa yarım ve beş kuruşluğuna çeyrek adı verilirdi.
MECLİS-İ
AHKÂM-I ADLİYE : İlk defa Mahmut II. devrinde 1837 yılında devlet işleri
hakkında istişari mahiyette görüşmeler yapmak üzere kurulmuş bir yüksek
meclisin adıdır. Buna Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de denmekte idi.
MECLİS-İ
MAARİF : Tanzimat devrinde eğitim ve öğretim işlerini yürütmekle görevli
meclisin adıdır. Maarif Nezareti denilen eğitim bakanlığının kuruluşuna kadar
görevi devam etmiş, sonra da bu bakanlığın içinde bir kuruluş olarak görevine
devam etmiştir.
MECLİS-İ
ÂLİ-İ TANZİMAT : Tanzimat devrinde yapılması düşünülen ıslahatın gerektirdiği
kanun ve nizamları hazırlamak, memleketin gelişmesi ve yükselmesi için alınması
gerekli kararlan görüşmek maksadıyla kurulmuş bir meclisin adıdır. Bir müddet
sonra kaldırılmış ve devlet şurası ile Divan-ı Ahkâm-ı adliye diye iki kısma
ayrılmıştır.
MECLİS-İ
VÜKELA : Bakanlar kurulu anlamına bir deyim olup buna Meclis-i Has-ı Vükela da
denilmiştir.
MEDİNE
MOLLASI: Medine şehrine tayin edilen kadılar hakkında kullanılan bir deyimdir.
Molla lügat anlamıyla bilgin demektir. Eskiden mevleviyet pâyesi alanlara
dendiği gibi medresede okuyan öğrencilere de molla denirdi.
MEHTERHANE
: Osmanlı Devleti’nin Tanzimat dönemine kadar resmi bandosu olarak kurulmuş
olan muzıka takımı için kullanılan bir deyimdir.
MEKKE
ŞERİFİ: Hz. Peygamber’in torunu Hz. Haşan soyundan gelen ve Mekke şehrinin
idaresi kendilerine verilmiş olan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir.
Hz. Muhammed’in öteki torunu Hz. Hüseyin soyundan gelenlere de Seyyid adı
verilmiştir.
MEKTEB-İ
MAARİF-İ ADLİYE : 1838 yılında II. Mahmut devrinde devlet dairelerine
çalıştırılacak memurları yetiştirmek üzere açılmış olan okulun adıdır. Buradaki
adliye deyimi okulun adalet veya hukuk konulan ile uğraşmasından değil padişah Mahmut
Il.’nin mahlasının Adli olmasından dolayıdır.
MEKTEB-İ
NÜVVAB : Kadı yetiştirmek üzere 1884 yılında açılan okulun adıdır. Bu okul 1854
yılında ayni maksatla yani mahkemelere kadı yetiştirmek için açılmış olan
Muallimhan-ı Nüvvab’ın adının değiştirilmesi ile meydana gelmiştir. Bu okul
1911 yılında Medreset el-Kuzzat adım almıştır.
MAKTUBCU
: Osmanlılar devrinde sadrazam, vezir, serasker ve valiler gibi yüksek
görevdeki kişilerin yazı işlerini yürüten kimseler için kullanılan bir
deyimdir. Bunlara mektub de denilirdi. Sonradan özel kalem müdürü adı
verilmiştir. Bunların maiyetindeki memurların çalıştıkları bürolara da mektub
kalemi denirdi.
MEŞİHAT
MAKAMI: Şeyhülislâmların başında bulundukları makamın adıdır. Buna Bâb-ı
Meşihat da denirdi.
•
MEVAKIF
: Medreselerde okutulan İslâm akaidine ait konulan kapsayan kitabın adıdır.
MİRAHUR : Osmanlı sarayında padişahın at ve arabaları ile uğraşan ve bunlann
muhafaza ve kontrolünü yapan kimseler için kullanılan bir deyimdir. Muhmut II.
zamanında bu unvan bırakılarak görevin adı Istabl Âmire Müdürlüğü olarak
kullanılmıştır.
MUHASSIL
: Osmanlılar zamanında vilayetlerde devlete ait vergileri toplamakla görevli
memurlar hakkında kullanılan bir deyimdir. Kelime anlamı Arapça toplayıcı
demektir. Memleketimizde hâlâ vergi toplayanlara tahsildar denmesi bundan
dolayıdır. Bu görev Tanzİmattan sonra 1842’de kaldırılmıştır.
MUK
AT AAT BEDELLERİ : Mukataa ve ikta, devlete ait toprakların yönetimi için
uygulanan bir sistem olmakla beraber burada devlet gelirlerinin önceden belirli
bir bedel karşılığında alınmak suretiyle geçici olarak kiraya verilmesi
anlamındadır.
MÜSADERE
USULÜ : Devlete karşı suç işleyen kimselerin mal ve servetlerine el koyma usulü
demektir. Osmanlı Devleti zamanında Tanzimat dönemine kadar başarısızlığı ve
suçluluğu görülerek görevinden alınan veya ölen bir kimsenin (sadrazam, vezir
veya yüksek bir memurun) padişah namına hükümetçe bütün mallarına ve parasına
elkonurdu. Ancak, ölen veya öldürülen kimsenin gerideki ailesi halkının geçimi
için şeriat hükümlerinin belirttiği ölçüde bir miktarı ailesine bırakılırdı.
Tamamen kanuni sayılan bu usul Tanzimat Fermanı ile kaldırılmıştır. Bu eski
usul dolayısıyla yüksek mevkilerde bulunan devlet adamları görevde bulundukları
süre içinde yaptıkları cami veya okul gibi hayır kuramlarının yönetimi ve
onanınım karşılamak namı altında zengin gelirli vakıflar kurmuşlar ve bu zengin
gelirden ileride (görevden atadığı zaman) faydalanmak için vakfın tevliyetini
(yönetimini) yakınlarından birisine vermişlerdir. Bu sebeple Tanzİmattan önce
memleketin her tarafında pek çok vakıf kurumu meydana getirilmiştir. Tanzimat
fermanı ile müsadere usulü kaldmldığmdan bundan sonra devlet adamları vakıf
yerine kendi namlarına han, hamam ve apartman gibi binalar yaptırmışlardır.
Bugün İstanbul’un eski büyük iş hanlarının bir çoğu Mithat Paşa, Said Paşa,
Muhtar Paşa, Ragıp Paşa gibi o devrin devlet adamları tarafından
yaptırılmıştır.
MURAKKAAT
: Hattatların (güzel yazı yazan ustalar) ayrı ayrı kâğıtlara ve ayrı yerlere
yazdıkları çalışmalar (eskiz) hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu yazıların
bir dosya halinde meraklıları tarafından saklananları sonradan yüksek fiyatla
satılırdı.
MUTASARRIF
: Osmanlı Devleti zamanında vilayetten küçük kazadan büyük bir idare bölümünün
başında bulunan adam hakkında kullanılır bir deyimdir. Bu idare bölümüne Sancak
veya liva adı verilirdi. Cumhuriyet döneminde sancaklar il haline
getirilmiştir.
MUVAKKİT:
Saatleri ayarlayan ve vakitleri gösteren cetvellerle uğraşan kimseler hakkında
kullanılan bir deyimdir. Eskiden genellikle camilerin yanında vakit tayini için
ayrılmış odalarda (muvakkithane) görevli memurlar bulunurdu. Gelip geçenler
saatlerini buradan ayarlarlardı.
MUVAZZAFLIK
HİZMETİ : Tanzimat devrinde askerlik hizmeti iki apa kısma ayrılmıştı.
Birincisi ilk defa askerlik görevini yapanlardır ki bu hizmete Muvazzaflık
hizmeti denirdi. Belirli bir süre devam eden bu hizmeti tamamlayanlar savaş
çıktığında tekrar askere alınmak üzere yedek sınıfa ayrılırlardı. Bunlara da
Redif adı verilirdi. Askerlik çağım aşanlar (32 yaşından sonrakiler) Müstahfız
adını alırdı ki bugünkü deyimiyle “çağ dışı” olurdu.
MÜBAŞİR
: Mahkemelerde dâvâlı ve dâvacılan çağırmak ye onlara bildirilmesi gerekli
hususları tebliğ etmek ve duruşma salonunun inzibatını korumakla görevli
kimseler için kullanılan bir deyimdir. Tanzimat devrinden önce devlet
tarafından gördürülmesi gereken bir işin yapılması için görevlendirilen
kimseler için de mübaşir deyimi kullanılırdı.
MÜDERRİS
: Eskiden (OsmanlIlar devrinde) cami veya medrese denilen o zamanın okullarında
ders okutan kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir. Darülfünun denilen eski
İstanbul Üniversitesinde ders okutan öğretim görevlileri hakkında da müderris
tâbiri kullanılırdı.
MÜHÜRDAR
: Osmanlı Devleti zamanında sadrazam, vezir ve valilerin yazdıkları yazılan
mühürleyen özel memurlar hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlann
yardımcı-lanna da mühürdar yamağı adı verilir idi.
MÜHİMME
KALEMİ: Divan-ı Hümayunun muntazam toplandığı XV. ve XVI. yıllarda divan
toplantılarında görüşülen siyasi, idari ve sosyal konular hakkında alman
ka-rarlann yazıldığı defterlere Mühimme Defteri adı verilirdi. Bu defterleri
tutan ' memurlann bulunduklan büronun adı da Mühimme Kalemi idi. İlk zamanlarda
bu büronun başında Reis el-Küttab bulunurdu. Sonradan bu büro sadrazamlık
dairesine (Paşa Kapısına) nakledilmiştir. Daha sonraları da bu daireye Bâb-ı
Âli denmiştir. Tercüme kalemi ise II. Mahmut zamanında kuruldu.
MÜHR-İ
HÜMAYUN : Padişahların kesin vekâletini taşıdıklarım belirten ve sadrazamlara
verilen mühür hakkında kullanılan bir deyimdir. OsmanlIlarda bu mühür ilk
zamanlarda yüzük şeklinde olup sadrazam tarafından parmağa takılırdı. Sonradan
kese içinde muhafaza edilmiştir.
MÜLKÎYE
NÂZIRI: Mahmut II. zamanında 1835 yılında divan teşkilatı kaldırılarak kabine
usulü kurulduğu vakit Sadaret Kethudahğı içişleri bakanlığı görevi ile
değiştirilmiş ve adına Mülkiye Nâzırlığı denmiş ve başına da Pertev Paşa
getirilmişti. Sonradan bunun adı dahiliye nezareti olmuştur.
MÜLTEZİM
: Bir köy veya bölgenin iltizam usulüne göre vergilerini toplama yetkisine
sahip olan kimse hakkında kullanılan bir deyimdir.
NÂİB:
Lügat anlamı ile herhangi bir kimseye vekâlet eden kimse demek ise de
OsmanlIlarda daha çok adalet işlerine bakan kadılara vekâlet eden kimseler için
kullanılırdı.
NAKİB
EL-EŞRAF : Peygamber soyundan olanların işlerini görmek için hükümet tarafından
bunların aralarından seçilen kimse hakkında kullanılan bir deyimdir.
NALINA
MIHINA : Bir konu üzerinde konuşurken onun hem lehinde hem aleyhinde bulunarak
yapılan konuşma tarzı için kullanılan bir deyimdir.
NAKLİ
İLİMLER : Osmanh devletinde Tanzimata kadar tek öğretim kurumu olan
medreselerde okutulan Kelâm, Kur’an, Hadis, Tefsir gibi ilimler için kullanılan
bir deyimdir.
NESİH
YAZISI: Eski Arap alfabesi kullanıldığı devirlerde bu alfabe ile yazılan
yazıların çeşitli şekillerinden birisinin adıdır. Kur’an-ı Kerim kitaplarının
çoğu bu yazı şekli ile yazılmıştır.
NİHLİST
: Nihlizm denilen doktrine mensup kimseler hakkında kullanılan bir deyimdir.
İlk defa Rus siyasi ve felsefi partisinin doktrini olarak bir kısım Rus
yazarları tarafından ortaya konmuştur. Bu parti önceleri ferdiyetçiliği
reddeden bir görüşe sahip iken bazı taraftarları 1875’ten sonra topluma karşı
sert bir tutuma girmiş ve anarşizmi benimseyerek suikastlere girişmişlerdir.
Eski İran’daki Bâtmi-lerin uygulamalarını benimsemişlerdir.
NİŞANCI:
Ayni zamanda Tevkiî veya Tuğrai adı da verilen Nişancı Osmanh Devleti, nin ilk
zamanlarından İkinci Mahmud’un yaptığı idari ıslahata kadar Divan-ı Hümayunun
önemli üyelerinden birisi olup görevi padişahlar namına ferman, nâme ve diğer
yazılı belgeleri yazmak ve padişahın imzası demek olan tuğra çekmek idi. Bundan
başka devletin en önemli bir teşkilâtı olan arazi işlerinin bütün kayıt ve
defterlerini tutmak ve padişah fermanı ile bunlarda gerekli düzeltmeleri yapmak
da diğer bir görevi idi.
NİYABET
: Nâiblik görevi yapan kimsenin yaptığı görevin adıdır.
NÎZAM-I
CEDİT : Kelime anlamı ile Yeni Nizam, yeni düzen demek ise de Osmanh padişahı
Selim III. zamanında imparatorlukta yapılmak istenilen geniş ıslahat hakkında
kullanılan bir deyimdir. Fakat bu geniş ıslahatın ancak askeri alandaki kısmı
uygulanmaya başladığından Nizam-ı Cedit adı yalnız yeni kurulan bu askeri
teşkilâta ait gibi telakki olunagelmiştir.
NİZAMİYE
TEŞKİLÂTI: Tanzimat döneminde kurulan yeni askeri teşkilât hakkında kullanılmış
bir deyimdir. 1826 yılına kadar Osmanh Devleti’nin askeri teşkilâtı olan
Yeniçeri Ocağının düzensizliğinden dolayı yeni kurulan orduya düzenli asker
anlamında Nizamiye adı verilmiştir.
NÜVVAB
OKULU : Mekteb-i Nüvvab (Medreset el-Kuzzat) maddesine bak.
OKKA
: Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan bir deyimdir. 400 dirhem olan bir
okka 1282 gramdır. Bunun yerine kıyye deyimi de kullanılırdı. Cumhuriyet
devrinde bu sistem bırakılarak bütün dünyanın kullandığı sistem metrik denilen
metre sistemine geçildiğinden bizde de ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul
edilmiştir.
ORTA
KAPI: Eski konaklarda ve saraylarda kadınların oturup kalktığı harem kısmı ile
erkeklerin bulunduğu selamlık kısmı arasındaki kapının adıdır. Padişah
sarayındaki Harem-i Hümayun kapısına da orta kapı denirdi. Topkapı Sarayı’nın
dış avlusundan orta avlusuna geçilen kapıya da orta kapı denilirdi.
PANTEİZM
: Doğanın güçlerini tanrı sayan çok tanrılı dini inanç sistemi.
PANİSLAVÎZM
: XIX. Yüzyıl sonlarında Rus aydınlarının önayak olduğu siyasi amaçlı sosyal
bir akım olup bütün Slavları Rusya idaresinde birleştirerek büyük bir Slav
İmparatorluğu kurmak amacım gütmekte idi.
PAŞA
KAPISI: Tanzimattan önce sadrazamların oturdukları ve devlet işlerini
gördükleri dairenin adı idi. Tanzimattan sonra buraya Bâb-ı Âli adı verilmiş ve
Osmanlı hükümetinin adı olmuştur.
PÂYE
: Eskiden Osmanhlar devrinde daha ziyade sivil ve ilmiye sınıfı memurları
hakkında rütbe karşılığı olarak kullanılan bir deyimdir. İstanbul Payesi, Mekke
Pâyesi bu çeşit rütbelerdendir.
PERVİN
: Gökteki Sevir Burcuna yakın olan parlak bir yıldız kümesinin adı.
PİR
: Kelime anlamı ile Farsça ihtiyar, şeyh demek ise de tasavvufta bir tarikatın
kurucusu hakkında kullanılan bir deyimdir. Mevlana Celalettin-i Rumi, Hacı
Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli gibi tarikat kurmuş şahıslara pîr denirdi.
POST
NİŞİN : Kelime anlamı ile posta oturmak, posta geçmek demek ise de tasavvufta
bir tekkenin şeyhi manasına kullanılan bir deyimdir. Hâlet Efendi o sırada çok
nu-fuzlu olduğundan Kudretullah Dedenin tekkeye şeyh olmasını sağlamıştı.
R
REDİF
: Tanzimat dönemindeki orduda Nizamiye denilen ilk askerlik görevini müktea-kıp
yedeğe alman kur’a erleri hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlar lüzumunda
askere çağrılabilirdi. Rediflik devresi 26 ile 32 yaş arasında olurdu. Bu
yaştan sonrakilere mustahfız denirdi.
REİSULKUTTAB
: Lügat anlamı ile kâtiplerin başı demek ise de Osmanlı Devleti’nde Divan-ı
Humayun kâtiplerinin başı idi. XVIII. yüzyılda imparatorluğun dış
münasebetlerini idare eden dışişleri bakanı görevini yapmıştır. 1835 yılında
Mahmut Il.’nin yaptığı idare ıslahatında bu unvan kaldırılarak Umur-ı Hariciye
Hâzırı adıyla bugünkü dışişleri bakanlığı kurulmuştur. İlk nâzın da meşhur şair
Âkif Paşadır.
REİSÜLULEMA
: Ulema denilen bilginler sınıfının en kıdemlisi hakkında kullanilan bir
deyimdir. Reisûlulema en yaşlı anlamında olmayıp mesleğin en eskisi demektir.
■
i
REVER
SURUS : Roma Katolik kilisesi başında bulunan papanın yayınladığı dini
emir-nâmeler hakkında kullanılan bir deyimdir. 1867 yılında papanın yayınladığı
bir emimâme (Rever Surus) ile İstanbul’daki Katolik Ermeni patrikliğine Harsım
adında bir Ermeni piskopos tayin edilince Ermeni cemaatinin bir kısmı bunu
kabul etmiş ve bunlara Hassunist dendiği gibi kabul etmeyenlere de
anti-Hassunist denmişti.
RİKÂB-I
HÜMAYUN KETHÜDASI: Rikâb kelime anlamı ile Farsça üzengi demektir. OsmanlIlarda
bu kelime bir deyim olarak Rikâbdar adıyla padişahın yakını anlamında birçok
görevler için kullanılmıştır. Rikâbdar, rikâb ağası, rikâb defterdarı gibi.
Rikâbdar, padişah bir yere atla gittiği vakit atın üzengisini tutan kişi
hakkında kullanılan bir deyimdir. Rikâb-ı Hümayun kethüdası, sadrazamın
başyardımcısı olan makam için kullanılan bir deyimdir. Buna sadrazam veya
Sadr-ı Âli kethüdası denirdi. Kethudalık başlangıçta yüksek makam sahibi bir
şahsın özel işlerine bakan kâhyalar için kullanılan bir deyim iken sonradan
resmi devlet görevlisi sayılmışlardır. Rikâb-ı Hümayun kethüdası, sadrazam
İstanbul’dan ayrıldığı zaman kendisine vekil olarak sadaret kaymakamı kalırdı
ki buna rikâb-ı hümayun kaymakamı da denirdi. Bunun gibi sadaret kethüdası da
sadrazamla İstanbul’dan ayrıldığında yerine vekil olarak kalan kişiye rikâb-ı
hümayun kethüdası denirdi.
RUUS
İHSANI: Ruus, devlet hizmetine girecek memurlarda aranan öğretim belgesi
demektir. İlmiye sınıfına girecek olanlarda da ruus aranırdı. Fakat XVII.
yüzyıldan itibaren pâdişâhların yakınlarına ve yüksek devlet memurlarının yeni
doğan çocuklarına da ruus verilerek medreselere müderris (prof.) tayin
edilmişlerdir. Bunlara o zaman halk “Beşik Uleması” adını vermişti..
RUZNAMÇECİ
: Rusnamçe, günlük olayların veya masrafların tutulduğü defterin adı
olduğundan, bu defteri tutanlara da ruznamçeci adı verilmekte idi. Tanzimattan
sonra bu defterlere yevmiye defteri dendiği gibi bunları tutanlara da yevmiye
kâtibi, muhasebe kâtibi adları verilmiştir.
RÜSUMAT
EMÂNETÎ : Gümrük işlerine bakan dairenin adı olup, bu işlere bakan adama da
gümrük emini denirdi. 1908 ikinci meşrutiyete kadar devam etmiş, bu tarihte
Rüsumat Müdiriyet-i Umumiyesi adını almış ve imparatorluğun yıkılışına kadar
devam etmiştir.
RÜSUMTSÎTTE
: Altı vergi anlamına gelen bir deyim olup, 1879 yılında devletin dış
borçlarını ödemek için kıymetli kâğıtlar, damga vergisi, alkollü içkiler, balık
avı, tuz ve tütün vergilerinin yabancı alacaklılardan kurulu bir heyete bırakılmış
olan vergilerdir. Bu kurum sonradan Düyun-ı Umumiye İdaresi (Yabancı borçlar
dairesi) denilen ve cumhuriyet devrine kadar devam eden kuruluşun esası
olmuştur.
RÜŞTİYE
OKULU: Mahmut II. zamanında 1838 yılında açılan o zamanın ilkokulu sayılan sıbyan
okulları üstündü iki veya üç senelik öğretim yapan bir çeşit ortaokulun adıdır.
Biraların asker ve sivil olarak iki çeşidi vardı.
RÜTBE
: Asker ve sivil devlet memurlarıyla halktan bazı kişilere devlet tarafından
verilen paye ve unvanlar için kullanılan bir deyimdir. OsmanlIların daha ilk
kuruluş yıllarından itibaren evvela askeri teşkilatta, sonraları mülki
teşkilatta da uygulanmaya başlayan memurlara birer rütbe vermek usulü 1833
yılında Mahmut II.’m devlet kuruluşlarında yaptığı geniş ıslahat sırasında
memuriyetler için Ülâ, Saniye, Salise, Râbia rütbeleri kabul edilmiş ve
Tanzimat döneminde bunlar daha da genişletilerek her memur yaptığı işin önemine
göre bir rütbe sahibi yapılmıştır. Rütbeler, âmirlerin teklifi, padişah ve
sadrazamın onayı ile kesinleşirdi. Memurun bulunduğu görevden alınması
rütbesinin de alınmasını gerektirirdi. Cumhuriyet devrinde anayasa gereğince
bütün vatandaşlar eşit sayıldığından bu usûl kaldırılmıştır.
S
SADARET
KAYMAKAMI: Sadrazam serdar olarak ordunun başında veya padişahın yanında sefere
çıktığı vakit İstanbul’da bırakılan vekili çin kullanılan bir deyimdir. Buna
Rikâb-ı Hümayun Kaymakamı da denirdi. Sadrazamın yokluğunda onun tarafından
yapılacak işlere bakardı.
SÂDÂT:
Hz. Muhammed’in soyundan gelenler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu soydan
gelenlere Seyyid denildiğinden çoğulu olarak Sâdât kullanılırdı.
SAHİLHANE
: İstanbul’da deniz kenarında yüksek devlet memurlarıyla büyük zenginlerin
oturdukları konaklar hakkında kullanılan bir deyimdir. Bunlara daha sonraları
Yalı adı verilmiştir. Padişahların deniz kıyısındaki ikamet yerlerine
Sahil-saray adı verilirdi.
SANCAK:
Orduların, temsil ettikleri devletin alameti olarak kullandıkları bayrağın
adıdır. Hz. Muhammed’in seferlerde kullandığı siyah bayrağa da Sancak-ı Şerif denirdi.
İdare teşkilâtı bakımından eskiden vilâyetle kaza arasındaki bir idare bölümüne
de sancak adı verilirdi. Buna ayni zamanda Liva da denir ve başında sancak beyi
bulunurdu. Sonraları sancağın başındaki şahsa Mutasarrıf dendiği gibi
idaresindeki bölgeye de Mutasarrıflık denmiştir.
SAZ
TERTİBETMEK : Eskiden bugünkü gibi sazlı gazinolar olmadığından zengin
konaklarında devrin tanınmış saz ve söz Sanatkârları toplanır ve musiki
toplantıları yapılırdı. Tamamen amatörce olan bu toplantılara yakın zamanlara kadar
nadir de olsa bazı eski evlerde devam edilirdi. Üniversite öğrencisi iken
Bayezıt Mer-can’daki Emin Paşa konağında İbnülemin M. Kemal înal’in evinde her
pazartesi yapılan bu toplantılara dinleyici olarak katılırdık. Devrin ünlü bazı
musiki ustaları (Mesut Cemil vb.) gelirdi. Artık bu gibi gelenekler kalmadı.
Gazinolar bu işi fazlasıyla yapmaktadır.
SELAM
AĞASI: Padişahlar bir yere gittikleri vakit yanlarında bulunan ve etrafa
padişah namına selam veren saray memurlannm adı idi. Vezirlerin de bu adla anılan
adamları olurdu.
SELAMLIK
: Eski konak ve büyük evlerde yalnız erkeklerin oturup kalktıkları bölümün
adıdır. İkinci yani kadınların ve çocukların oturup kalktıkları yere de Harem
denirdi.
SELAMLIK
RESMİ : Padişahların cuma namazlarına gitmek için yapılan merasimin adıdır.
Bununla beraber padişahların katıldıkları merasimlere genellikle selamlık resmi
adı verilmiştir.
SERASKER:
1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Tanzimat döneminde yeni
kurulan ordu teşkilâtının bağlı olduğu “Umur-ı Berriye-i Askeriye Ne-zareti”nin
başında bulunan kimse için kullanılan bir deyimdir. Bu deyim 1880 yılındaki
yeni askeri düzenlemeye kadar kullanılmıştır. Bu tarihte Harbiye Nezareti
teşkil edilmiş ise de bir müddet sonra seraskerlik görevi tekrar ihdas edilmiş
ve 1908 yılma kadar devam etmiştir.
SERASKER
KAPISI: Savunma Bakanlığı anlamında bir deyim olup serasker dairesinin
bulunduğu yerdir. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin ana binası olarak kullanılan
yer Serasker dairesi olarak Sultan Aziz devrinde yapılmıştır.
SERDAR-I
EKREM : Padişahların ordunun başında sefere çıkmaları geleneğinin bırakılması
ve bu işin sadrazamlar tarafından yapılmaya başlanması üzerine ordunun
başkumandanına verilen bir unvandır. Sonraları bu unvan diğer askeri
kumandanlar için de kullanılmıştır.
SERKARİN-SERKURENA:
Sarayda padişahın sadrazam veya hükümetle yazışmalarını idare eden ve Mabeyn
adı verilen büronun başında bulunan adam için kullanılan bir deyimdir. Sonradan
bu görevi yapana Başkâtip denmiştir.
SUDUR
: Osmanlı Devleti’nin en önemli devlet adamlarından sayılan kazaskerler
hakkında kullanılan bir deyimdir.
SOFU-SUFÎ
: Tasavvuf denilen İslâm dini felsefesi ile uğraşan kimseler hakkında
kullanılan bir deyimdir. Halk arasında sofu şeklindeki söylenişi ile daha
ziyade fazla dindar kimseler kasdedilir.
SULTANÎ
OKULU : 1867 yılında Türkiye’de batı örneğine göre kurulan ilk lise olan
İstanbul’daki Galatasaray Lisesi’nin adı idi.
Ş
ŞARİH
: Bir kitabı veya bir şiiri inceleyerek manalarını açıklayan kimseler için
kullanılan bir deyimdir. Yapılan bu işleme de şerh denilirdi.
ŞEHREMİNİ
: İstanbul’un eski belediye başkanlan için kullanılan bir deyimdir. Bu makamın
çalıştığı daireye de Şehremaneti adı verilirdi. Cumhuriyet döneminde de bir
süre devameden bu kuruluş sonradan belediye başkanlığı adını almıştır.
Kelimenin asıl doğru olan deyimi Şehir Emini ve Şehir Emaneti şeklindedir.
ŞEHZADE
: Padişahların erkek çocukları hakkında kullanılan bir deyimdir. Daha önceleri
bunlara Çelebi unvanı verilirdi. Kelimenin aslı Şah-oğlu yani padişah-oğlu
demektir. Şehzade bunun hafifletilmiş şeklidir. Padişahların kız çocuklarına da
Sultan denirdi.
ŞERİF
: Hz. Peygamber soyundan gelen Mekke Emirleri hakkında kullanılan bir deyimdir.
ŞEREFE : Minarelerin ezan okumaya mahsus kısımlarının adıdır. Buna çanaklık da
denirdi.
ŞER’İYE
MAHKEMELERİ : Osmanlılar devrinde Tanzimat dönemine kadar vatandaşların birbirleriyle
olan anlaşmazlıklarını gidermek için kurulmuş olan ve şeriat hükümleriyle karar
veren mahkemeler için kullanılan bir deyimdir. Bu mahkemelere kadı denilen ve
dini eğitim görmüş hakimler bakardı. Tanzimat döneminde bunların yanında bazı
dâvalara bakmak üzere yeni mahkemeler kurulmuştur ki bunlara da Nizamiye
mahkemeleri adı verilmişti. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile Şer’iye
mahkemeleri tamamen kalkmıştır.
ŞEYHÜLHAREM:
Kutsal yer sayılan Mekke şehrinde padişah veya halife tarafından bir işle
görevlendirilen kişiler hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu görevi evvelce Şam
valileri yapardı.
ŞEYHÜLİSLÂM
: Osmanlı Devleti’nde eğitim ve adalet işlerinin başında bulunan kimse için
kullanılan bir deyimdir. Daha önceleri Müftü adını taşırdı. XVI. yüzyıldan
itibaren hem adları değişmiş hem de önemleri artarak Divan-ı Hümayun üyesi
olmuşlardır.
T
TABSIRA
: Lügat anlamı ile insanın gözünü açacak durumlar manasında Arapça bir kelime
ise de burada şair Âkif Paşa’nın yazdığı ve devrinin bir kısım olaylarını
açıkladığı bir kitabın adıdır.
TABUR
AĞASI: Tabur kumandanı anlamına bir deyimdir. Sonraları bu unvan zaptiye
denilen iandarma binbaşıları için kullanılmaya başlanmış ise de 1908 İkinci
Meşrutiyet devrinde bunlara da tabur kumandanı denilmeye başlanmıştır. O sırada
henüz polis teşkilatı kurulmadığından karakollarda zaptiye adı verilen iandarma
birlikleri bulunuyordu.
TAKVÎM-İ
VEKAYİ : 1832 yılında Türkiye’de yayınlanan ilk Türkçe gazetenin adıdır. Devlet
tarafından yayınlanan bu gazete bugünkü Resmi Gazete’nin başlangıcı
sayılabilir.
TÂLİK
YAZISI: Eski Arap alfabesinin kullanıldığı devirlerde kullanılan bir çeşit yazı
şeklinin adıdır.
TASAVVUF
: İslâm’ın itikada ve amele ait hükümleri dışında kalan ve tamamen insanoğlunun
iç huzurunun sağlanmasını amaç edinen ve bunun için de Allah sevgisini ve bu
sevgiye ulaşmayı hayatın esası sayan İslâmi düşünce sistemidir. Her şeyin
Allah’ta tecelli ettiğine inanan bu meslek sahipleri insanın Allah’ın
birliğinde gerçek hayata kavuştuğuna inanırlardı.
TAŞRA
ÇIKMA : Eskiden İstanbul dışındaki şehirler için kullanılan bir deyim olan
taşraya çıkma deyimi İstanbul dışına taşra denmesinden ileri gelmekte idi.
TATAR
: Günümüzdeki posta teşkilatının henüz kurulmadığı devirlerde acele ve önemli
haberleri götüren ve getiren atlı kişiler hakkında kullanılan bir deyimdir.
Dilimizdeki “Posta tatarı gibi ne koşuyorsun” tâbiri buradan kalmadır.
TA’YIN-TAYIN
: Genellikle görevlilere maaştan başka verilen erzak anlamında bir kelime ise
de daha ziyade askerlikte bir erin gündelik yiyeceği anlamında bir kelimedir.
Arapça ta’yin olan kelime dilimizde tayın olarak kullanılmaktadır. Erle-: rin
günlük yiyecek miktarı nasıl belli ise burada vilayet paşasının da günde kaç ,
kişiyi öldürme hakkı olduğu anlamınadır.
TEB'A
: Bir devletin yurttaşlarına eskiden verilen addır. Teb’a kelimesi Arapça tâbi
olan, uyan kimse demektir. Bu deyim daha çok monarşik idarelerde kullanılırdı.
Bunun karşılığı ise metbû, yani tâbi olunun, uyulan demektir ki daha ziyade
devlet başındaki monark’ı ifade ederdi.
TEBDİL
GEZMEK : Padişah, sadrazam ve benzeri yüksek görevli kişilerin tanınmamak için
kıyafet değiştirerek kontrol görevi yapmaları için kullanılan bir tabirdir.
TECVİD
: Kur’an-ı Kerimi usulüne göre güzel okumak anlamında kullanılan bir deyimdir.
TEDAHÜLDE KALMAK : Kelime anlamı ile birbirine karışmak demekse de aylık ve ya
devletten diğer alacakların vaktinde ödenemeyerek geri kalması, öteki yıla veya
aya devir edilmesi yerinde kullanılan bir deyimdir.
TEFSİR
: Medreselerde okutulan ve nakli ilimler veya İslâmi ilimler denilen Kur’an,
Hadis, Kelâm gibi önemli derslerden birisi olup Kur’an ayetlerinin manalarının
açıklanması ile uğraşan bilim dalı.
TEKKE
: Bir tarikate mensup olanların toplandıkları ve oturup kalktıkları, âyin
yaptıkları yer hakkında kullanılan bir deyimdir. Farsça takye’den bozma olan
kelimenin lügat anlamı dayanma, dayanacak yer anlamına gelir. Küçük farklarla
zaviye, hanıkah, dergâh ve âsitane deyimleri de ayni manadadır. Sonraları
tekkeler miskin ve tenbellerin sığmağı olduğundan Cumhuriyetin ilânından sonra
1924’te özel bir kanunla kapatılmıştır. Bugün ancak Mevlevilik âyinlerinin bu
tarikatin kurucusu büyük mütefekkir Mevlâna Celâlettin-i Rumi’nin ölüm ve doğum
yıl dönümlerinde yapılmasına müsaade olunmaktadır. •
TERCÜME
KALEMİ : Mahmut II. zamanında yabancı elçilerle devlet adamlarının
konuşmalarını sağlamak için ve Türk asıllı tercümanlar yetiştirmek üzere
kurulan ve Tercüme Odası denilen önemli dairenin büroları demektir. Kalem
deyimi o zamanlar büro karşılığı olarak kullanılmakta idi.
TERSANE
: Gemi ve gemiciliğe ait işlerin yapıldığı, deniz erlerinin eğitim ve öğretim
gördüğü deniz kıyılarında bulunan bölge için kullanılan bir deyimdir.
İstanbul’un zaptından sonra bugün Kasım Paşa dediğimiz yerde büyük bir tersane
yapılmıştı ki o zamandan beri burası tersane olarak kullanılmakta idi. Tersane
Kasrı da buradadır.
TEZKERE-İ
ŞUARA : Şair ve yazarların biyografilerinden bahseden kitaplar hakkında
kullanılan bir deyimdir.
TIMAR
VE ZEAMET : OsmanlIlardan evvelki Müslüman Türk devletlerinde de kullanılmış
olan arazi sistemine ait bir deyim olan tımar, devlet tarafından zaptedilen
toprakların ıkta suretiyle savaşlarda yararlık gösteren askerlere idaresi ve
işletmesi verilen parçalan hakkında kullanılan bir deyimdir. Tımar, yıllık
geliri 20 bin akçe tutan topraklara denirdi. Zeamet ise yıllık geliri yüzbin
akçe -olan yerlerde. Daha fazla geliri olan parçalara da Has adı verilir ve
daha ziyade padişah, vezir-iâzam ve padişah yakınlarına verilirdi.
TOPHANE
MÜŞİRİ: Osmanh Devleti’nin son zamanlarında 1832 yılında Mahmut II. zamanında
Topcubaşılık denilen askeri makamın kaldırılmasıyle kurulmuş olan bir makamın
adıdır. Devletin top ve barut gibi savaş malzemelerinin yapımı, bakımı ve
kullanılması işleriyle uğraşan bir makam olan Tophane Müşiri ayni zamanda Topçubaşının
da görevi olan İstanbul’un bir kısım bölgelerinin güvenlik işleriyle de meşgul
olan dairenin başıdır. 1845’te Zaptiye Nezareti denilen Emniyet Genel
Müdürlüğünün kurulmasına kadar bölgenin güvenlik işleri bu makam tarafından
yürütülmüştür. Tophane müşirleri ayni zamanda hükümet üyesi idiler, kabine
toplantılarına katılırlardı.
TORİ
: İngiltere parlamentosunun büyük siyasi partilerinden Muhafazakâr partinin
eski adıdır. '
TUĞRA
ÇEKMEK : Nâme, ferman, berat v.b. yazılı belgelere tuğra denilen padişahın
mühürünün yazılması anlamında kullanılan bir deyimdir. Eskiden bu işlemi
Divan-ı Hümayun üyelerinden Nişancı denilen kişi yapardı. Sonraları Tuğrakeş
denilen özel memurlar tarafından yapılmaya başlamıştır. Bunlara Tuğraî adı da
verilirdi.
TÜFEKÇİ:
Tanzimattan evvel vezir dairelerinde bulunan ve koruma görevi yapan bazı
kişiler hakkında kullanılan bir unvandır. Bunların başlarına da tüfekçi başı
denirdi.
U
UKKÂM
BAŞI: Her sene İstanbul’dan Mekke’ye gönderilen hediyeleri götüren kafiledeki
(Sürre alayı) Hicazh, Şamlı ve Halepli Araplar için kullanılan bir deyimdir ki
kelimenin lügat anlamı yük taşıyan Arap hizmetçi demektir.
V
VALİDE
SULTAN : Padişahların anneleri için kullanılan bir deyimdir. Padişah anaları,
oğlu padişah olduğu müddetçe sarayda kahr, ölünce veya değişince Eski Saray
denilen Bayezid’deki saraya gönderilirlerdi.
VAK
ANÜVİS : Devletin iç ve dış olaylarını günü gününe kaydeden resmi görevli
kişiler hakkında kullanılan bir tâbidir.
VAKIF
: İslâm hukukunda kamu yararına bağışlanan ve masrafları kurucusu tarafından
karşılanan sosyal kurumlar hakkında kullanılan bir deyimdir.
VELİAHD
: Ölümü veya yerini terketmesi halinde bir hükümdarın yerine geçecek olan kimse
hakkında kullanılan bir deyimdir. Bu tâbir daha çok Veliahd-i Saltanat şeklinde
kullanılmıştır.
VEZİR
: Kelime anlamı yardımcı demek ise de mülkiye rütbelerinin en yükseği olan
vezaret (vezirlik) rütbesine sahip olan kişiler hakkında kullanılan bir
deyimdir. Bunların en yükseğine Vezir-i âzam (büyük vezir) veya sonraki adı ile
sadr-ıâzam denirdi. Bu son tâbir Kanuni Sultan Süleyman zamanında kullanılmaya
başlanmış ve devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.
Y
YAFTA
: Çeşitli anlamlarda kullanılan bu kelime aslında bir şeyin ne olduğunu
göstermek için o şeyin üstüne yapıştırılan veya asılan kâğıt veya madeni levha
demektir. Burada idam edilen kişinin neden idam edildiğini bildiren kâğıttır.
Buna şimdi daha çok etiket denilmektedir.
YAVER-İ
EKREM : Padişahların askeri yaverlerine verilen unvandır. İlk defa Abdüla-ziz
devrinde sadrazamlık yapmış olan Keçecizade Fuad Paşa’ya verilmiş bir unvandır.
Daha evvel böyle bir görev yoktu.
Z
ZABTİYE
MÜŞİRİ: Zabıta işleriyle ilgili dairenin başında bulunan kişiler hakkında
kullanılmış bir deyimdir. Sonradan bir bakanlık haline getirilmiş ve adına
Zaptiye Nâzırlığı denmiştir. Bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğü anlammadır.
ZEYD
VE AMR : İslâm hukukunda herhangi bir hükümde kıyas için örnek olarak
kullanılan bir deyimdir. Dilimizde Ali-Veli veya Ahmet ve Mehmet gibi bir anlam
taşır.
Otuz
beş yaşlarında iken defterdarlıktan vezirlik rütbesi ile birden bire sadrazam
olduğunda (Rebiyülahar 1230-1814) ıslahat ve ilerlemeye taraftar ve devletin
nizamlarının yenileştirilmesine hevesli göründüğünden, Yeniçerilerin
taraftarlığını yapan Halet Efendi’nin kin ve düşmanlığına hedef olarak
1233-1817’de azil ve Balıkhane’ye yollanmış idi. Katledilmesi için Halet Efendi
ısrar etmiş ise de padişah, uzun boylu ve gösterişli olduğundan Sultan Mahmut
“Kallavi başına pek yakışıyor, ben o güzel başa kîyamam” diye Sakız’a (adasına)
sürgün edilmekte yetînil-mişti. İşte meşhur kallavi hikâyesi budur. Sonra
affolunarak onbeş sene Anadolu’da eyaletlerde (vali olarak) dolaşmıştır. Bir
kerre İstanbul’a girer isek bir daha çıkmayız dermiş.
Bu
yalı sonradan Âli Paşa’ya geçmiş ise de daha sonra Mısır Hidivinin annesi
tarafından satın alınarak yeniden yaptırılmıştır. Şimdi hâlâ onun elindedir.
(Bugün Mısır Büyükelçiliğinin yazlık binası olarak kullanılmaktadır.
Sadeleştiren).
Küçükasya’da
(Anadolu) ki eski Yunan kolonilerinden olan Frikya’da serbest bırakılan
esirlere kırmızı başlık giydirmek âdet imiş. Fransa Büyük İhtilâlinde işte bu
kırmızı başlık hürriyet simgesi olarak kabul edildiğinden halk arasında
yayılmıştı. Şekli bizim feslere benzemeyen bu başlıkların içi pamuklu idi.
İhtilâl tavsadıktan sonra Fransa’da modası geçmiş ise de Yunan Adalarına ve
oradan Garb Ocaklarına yayılmıştı. Püskülün nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz.
Süs olması büyük bir ihtimaldir. Şu kadar var ki ilk giydiğimiz feslerde ipek
püskül fesin çevresini sararak yağmurlu günlerde birbirine karıştığından
şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda on paraya püskül tarayıcı Musevi
çocukları türeyiverdi.
Ordu
sefere çıktığı zaman Reisülküttabların ordu ile beraber sadrazamın emrinde
bulunması usul olduğundan başkentte birisinin reisülkûttab görevini yapması
gerektiğinden güya vekil gibi bir de Rükâb-ı Hümayun Reisülküttabı atanırdı.
Selim III. olayında asıl reisülkûttab ordu ile Tuna boylarında bulunan meşhur
Galip Efendi idi.
23
sene valilik etmiş olan meşhur Büyük Süleyman Paşa 1219-1804’te ölmüştür.
Sadrazamlık
kethüdası sadrazamla birlikte seferde bulunduğu sırada vekili yerinde olmak
üzere bir de rikâb-ı hümayun kethüdası atanırdı.
Ağa
merhum, vezirlerin kavasbaşılıklannda bulunmuş, dünya görmüş bir koca kurtmuş,
son hizmet ettiği Ispartah Seyyid Ali Paşa’nm sadrazamlıktan düşmesinden sonra
isteği ile emekli olarak Bozdoğan Kemeri semtinde otururmuş. Ağalar arasında
özel saygıya ve büyük şöhrete sahip olarak onlara İncili Çavuş gibi nükteler
yumurtlarmış. Pek çok hikâye ve fıkraları olup ondan sonrakiler kendinden
birşey anlattıkları vakit “Ağa Merhum şöyle derdi” diye asıl adı unutulmuş.
Canip
Efendi zafran (sarı) renginde, köse, küçük gözlü gayet çirkin bir adammış. Bir
gün alayda giderlerken seyircilerden bir kadın Hâlet Efendi’ye “Allah padişaha
şirin göstersin” diye dua ettiğinden Hâlet Efendi “hanım sen o duayı arkadaki
efendiye et” demiştir. Arkadan gelen Canip Efendi idi.
Canip
Efendi reis el-küttap=dışişleri bakanı olup Mora isyanında Hâlet Efendi’ye
karşı Tepedelenli’yi korumuş ise de sonunda yerinden oldu E. K.
Arif
Hikmet Bey o vakit “İzzet’de kalmadı Hâlet” demişti.
1269-1852
senesi taş basmasıyla Ceride-i Havadis Matbaasında basılan Mihnet-i Keşan’daki
resmi bu açıklamaya uygun değildir.
Sinimmar
Arap mitoloiisinde mimarlık biliminin en eskisi ve en büyüğüdür. Yaptığı
Havernak köşkünün bir örneğini başkasına da yapar diyerek zamanın hükümdarı
(Numan ibn Münzir) tarafından sarayın damından atılmak suretiyle öldürülmüştür.
Sinimmar cezası iyiliğe kötülük atasözü gibidir.
Sultan
Abdülmecid’in doğum tarihi “Oldu nur-ı dide-i Mahmut Han Abdülmecid” Keşan’da
söylenmiştir. (Abdûlmecit Mahmut Han’ın gözünün nuru oldu).
Bu
itiraz demiryolu meselesinden olmayıp Ermeni Katoliklerin Hassonist ve anti
Hassonist münakaşaları yapılırken çıkmış olduğunu eski Kastamonu Valisi Mehmet
Galip Bey babası Sait Efendi’den duyduğuna göre şöyle düzeltiyor: Mütercim
Rüştü Paşa yere eğilerek seccadeye iki dizi üstüne oturmuş ve bakanlar
sadrazamın tarafını tutarak Ticaret Bakanı Kabuli Paşa, papanın “Rever surus”
emirnamesini ileri sürmesi üzerine mütercim “canım efendim şu buyurduğunuz
emirnameyi okudu-nuzsa bize de anlatsanız”diye Kabuli Paşa’yı bozmuş. Âli
Paşa’nm o son günkü konuşması şimdiye kadar görülmemiş derecede iyi imiş.
Anlattığımız demiryolu münakaşası daha evvel meydana gelmiş imiş.
Bu
görüşlerin bir kısmını rahmetli Viyana’da iken hâtıra veya tasarı şeklinde
yazmış ve bir kısmını İstanbul’da görevli iken veya görevden alındığı
zamanlarda kaleme almıştır. Eserlerinde ayrı ayrı olan bu görüşler 1 — Genel
esaslar ve içi politika, 2 — Dış politika, 3 — İdari politika adları altında üç
bölümde sıralanabilir.
Yüzbin
akçeye yük ve beşyüz akçeye bir kese deyimi maliye hâzinesinin eski bir
terimidir. Para düzeltildikten sonra da beşyüz kuruşa bir kese demek bir müddet
daha devam etmiştir.
Bu
adam uzun müddet İngiltere’nin İstanbul elçiliğinde bulunan ve Reşit Paşa’nın
kafadan olan meşhur Canning’dir. Soyluluk rütbesi verilince adı Lord Stratfort
De Redcliffe olmuştu.
Delegeliğe
Reşit Paşa da aday iken Âli Paşa’nm üstün tutulması sebebini pek iyi
bilmiyorum. Bununla beraber Paris elçisi bulunan Reşit Paşa’nm oğlu Cemil Bey
ikinci delege olarak Âli Paşa’nm yanma verilmiş idi.
Ahmet
Bey, Mahmut Nedim Paşa kardeşlerinin en büyüğü olup bilgili, ciddi ve temiz bir
kimse idi. Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında bir gün ziyaretine
giderek tutumunu düzeltmesini nasihat ve tavsiye ettiğinde kendisini beğenmiş
paşa tarafından hafife alınarak karşılanmış ve aşağılanmış olduğundan
"bari. Naima tarihini okusanız biraz uyanırdınız” diyerek oradan ayrılmış
ve bu makamda iken bir daha yanına uğramadığını anlatırlardı.
Saraylara
en sonra giren “doğru sözdür’’ deyimi Mustafa Fazıl Paşa’mndır. İstanbul’da,
Asım Paşa konağında (şimdi Evkaf Bakanlığı) ilk defa klüp kuran odur.
Kemal
Bey,_ Âli Paşa’nın ölümüne “hake defnettiklerinde söyledim tarihini. Yere geçti
sadr-ı Âli vardı der-ki esfele =Toprağa gömdüklerinde tarihini söyledim, yere
geçti Âli’nin vücudu cehennemin dibine vardı” tarihini söylemişti. Bir şakacı
bu beyti değiştirerek aşağıdaki gibi okurdu: “Çıktı zor canı habisin söyledim
tarihini, yere geçti Sadr-ı Âli gitti derk-i esfele”. Adı geçenin bundan sonraki
hayatı bilinmektedir.
Paris
yaranından Agâh Efendi Anadolu müfettişi Müşir (Mareşal) Şakir Paşa’nın büyük
kardeşidir. Vaktiyle Tercüman-t Efkâr adıyla bir gazete çıkarmış ve
Posta Nezaretinde (Ulaştırma Bakanlığında) bulunmuştur. İstanbul’a döndükten sonra
yine devlet hizmetine girmiş bir aralık Ankara’ya sürülmüştü. Son görevi Atina
elçiliğidir, orada ölmüştür.
Reşat
Bey sonraları Rumeli Beylerbeyliği rütbesini kazanarak paşa olmuş ve idare
hizmetlerinde bulunarak inmeli olarak ölmüştür. Ali Ferruh'un babasıdır.
En
son dönenleri Ali Suavi’dir. Mithat Paşa’nın muhaliflerinden olduğundan
ilerideki makalelerde anlatılacağı üzere paşanın İstanbul’dan Avrupa’ya
uzaklaştırılmasında Basiret gazetesine birtakım yazılar yazmış ve bu
sayede padişah sarayına sızmıştı. Bir aralık Sultani Mektebi (Galatasaray
Lisesi) müdürlüğüne atanmıştı. Gayet idaresiz ve çulpaz bir adamdı (hırpani
giyimli). Kapamacılardan aldığı hazır bir kostüm ile zibidi kıyafeti bilenlerin
gözü önündedir. Okulun yönetim ve öğretimini karma karışık etti. Genç
Türk-lerin Paris’te bu yalancı şöhrete yüz vermemeleri pek haklı imiş. Okuldan
alındığında -kinini içinde saklayıp Sultan Murad’ı (V. Murad) padişah yapmak
üzere silahlı bir toplulukla Çırağan Sarayı’na hücum etmek gibi bir delilikte
bulunduğu gün sarayın bahçesinde öldürülmüştür. 17 Cetnaziyülula 1295-1878.
Başkanlan
olan Mehmet Bey babasının ve amcasının ısrarları üzerine politikadan
çekilmişti.
Dans
la nature nen ne secröe rienne ne se perd.
Bazı
bilginler bu anlamı “Herşey aslına döner” diye açıklamışlardır.
İç
ve dış borç taksitlerinin beş sene müddetle yarısı para olarak ve diğer yarışı
da % 5 faizli hazine senetleriyle (bono) ödeneceğine dair olan bu karar 5
Ramazan 1292 (6 Ekim 1975) tarihinde yayınlanmıştır. İlk yarı parayı ödemede
hazine sıkıntıya düştüğünden ilerisi için bütün bütün güven kayboldu.
Gerçi
Rüştü Paşa Abdülaziz Han’ın padişahlığı sırasında pek az çalışmış olup
çoğunlukla mazul olarak vaktini geçirmesinden şikâyetçi imiş. Herhalde padişahı
tahttan indirmek gibi tehlikeli bir işe heyecanla ve gönül rızası ile atılmış
olmayaca-. ğı karakter ve tutumundan anlaşılır. Aynı adı taşıyan
Şirvanizade’nin başına geleni bildiğinden Hüseyin Avni Paşa’nın kötülüğünden
korkmuş olması da tahttan indirme kararına uymasına bir sebep sayılabilir.
Sultan
İkinci Abdülhamid bakanlar ve diğer devlet hizmetinde bulunanlar hakkında kendi
tecrübe ve takdirine göre hükümler görüşler ileri sürer ve bazı çok yakınlarına
söylermiş. Mütercim Rüştü Paşa hakkında “iki yüzlü idi, herşeyi yapacak gibi
yaltaklanır, fakat elinden birşey gelmezdi; bütün hareketleri sahte idi”(2);
Hüseyin Avni Paşa hakkında “hain ve nankör idi, yaptıklarının sebebi
düşmanlığın-dandır, devletin yaran değildir” ve Mithat Paşa hakkında “farfara
idi, ne yaptığını bilmezdi, zamanını takdir edemezdi” dediği ve diğer devlet
adamlannın belirgin niteliklerini de özel deyimlerle anlattığını duymuşumdur.
Yalnız Mithat Paşa adını söylerken elini şakağına götürüp onbeş yirmi saniye
kadar dalgın durur ve sonra söze başlardı. Acaba bir pişmanlık eseri mi idi?
Süleyman
Paşa hırçın huylu fakat becerikli ve tuttuğunu kopancı idi. Nizam fikri olan
gerçekten millî onuru yüksekti. Sertliğinden dolayı öğrenciler arasında (Sarı
Çapar) diye adlandırılmıştı. Fakat Harb Okulu kitabet (kompozisyon) ve genel
tarih öğretmenliği ile uğraşarak bilgisini artırmış ise de büyük savaş
kumandanlığı için gerekli bilgi ve tecrübe ve gücü kazanamamıştı. Karşı gelmek
istediği Hüseyin Avni Paşa’ya Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden sonra
birgün Beşiktaş iskelesinde rastgelmiştim. Gurur ve büyüklükten koltuklan pek
kabarmıştı. Küçük dünyalan ben yarattım durumunda idi. Aslı Ispartah olup
çocukluğunda ana babası tarafından malak (manda yavrusu) Hüseyin diye
çağnlırmış.
(*)..
Doksan üç senesinde (1293-1876) doksan üç gün memleketin padişahı olup Sultan
Murad
muradına ermeden matem tuttuğu yere göçtü. (E.K.)
Mithat
Paşa’ya sadrazamlıktan alındığı ve Avrupa’ya uzaklaştırılacağı emri mabeyn
feriki İngiliz Said Paşa tarafından sarayda bildirilmiş, evine dönmeden ve
çoluğu çocuğu ile vedalaşmadan İzzeddin vapuruna yollandığı sırada Mithat
Paşa’nın üzüldüğü ve Said Paşa’ya “böyle bir zamanda sebepsiz iş başından
ayınlmasınm devlet için tehlikeli olacağı” yolunda sözler söylediği ozaman
etrafa yayılmıştı. Saraya iyice çatmaya!+) fırsat kollayan Ali Suavi ertesi
günü Basiret Gazetesinde yazdığı bir makalede Fatih’in vezir-i âzami veli
Mahmut Paşa(23) ile Mithat Paşa arasında ruhsuz bir kıyaslama yaparak Mahmut
Paşa’yı Köprülü ile karıştırmış; Mahmut Paşa’-nın öldürülmesine padişah buyruğu
çıktığı kendisine haber verildiğinde paşanın “ben Efendi kapısına yüz akçelik
bir köle olarak geldim, yine değerim odur, devlet beni yoketmek ile büyük bir
zarara uğramıyor” meşhur boyun eğici sözünü adı geçen makalede yanlış ve kırık
dökük anlattıktan sonra Mithat Paşa’nın sürgünü sırasında “ben gidersem
devletin hali nice olur” dediğini anarak “işte büyük adam işte küçük adam”
hükmünü vermişti.
(+)
Kitap metninde bu kelime aynen Çatma şeklindedir. Çatmak, genellikle dilimizde
kafa tutma, karşı koyma anlamında olduğundan burada kullanılması pek yerinde
olmamakta ise de Cevdet Paşa’nın Sultan Hamid’e sunduğu özel bir layihada
(İbnü-lemin Mahmut Kemal İnal: Son sadrazamlar S. 321) bu kelimeyi yazannki
şeklinde yazdığına göre bir manasının da yerleşme, oturma anlamında olduğu
anlaşılmaktadır.
(")
İlk Mebuslar meclisi Ethem Paşa’nın sadrazamlığında 2 Rebiyülewell294-19 Mart
1877 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Bayramlaşma salonunda parlak bir şekilde
açılmıştır(25).
Savaşın
felaketlerini gördükten sonra söylediği bu sözde gerçekten samimi idi. Fakat
İstanbul’da bulunduğu sürece devletin tabii haklarım korumak maksadıyla savaşı
göze aldırmaya halka ve padişah sarayına o kadar şevk ve istek vermişti ki
Londra protokolünün bildirilmesinde iş başında bulunsa fikrini değiştireceğini
o zamanı yaşayanlar için düşünülemezdi. Konferans kararlarının kabul veya
reddini kararlaştırmak üzere Bâb-ı Âli’de topladığı danışma kurulunun görüşme
usulü kendisi tarafından konmuştu. Bu kurulda savunma ve dışişleri bakanlan
ağızlarını açmadıktan ve ulema tarafından güçlü olmak gerektiği uyarıldığı
halde Sava Paşa, rahip Enfiyeciyan Efendi ve Âbidin Bey gibi savaşın çıkışından
ve sonucundan sorumlu olmayan kişilerin vatanseverlik duygulannı okşayıcı
sözlerinden meydana gelen heyecanlı fikirler zavallı Halet Paşa’yı soğukkanlı
olmaya çağıran akıllı teklifini söylediğine pişman etmişti. Mithat Paşa’nın
eninde sonunda beşyüz bin askerimizin (yediyüz binden indirilmiş) savaşa hazır
olduğundan bahsetmesi askeri idarenin defter üzerindeki bilgisine dayanıyordu.
Gerçekler ve askere alınma bunun ne derece eksik olduğunu ve yedek erlerin
yetersizliğini meydana çıkardı. Mali zorluklar ve kâğıt paranın hali ise
bilinmektedir.
Bakır
para çıktığı vakit aşağıdaki kıt’a söylenmişti: Eşk-i hırmandır akarı herkesin
Hayf kim oldu hazine tam takır Geçmede zer yerine şimdi nuhas Devletin altın
işi oldu bakır
Genel
maaş Ramazan, bayram ve Kurban Bayramı, padişahın doğum ve tahta çıkış
yıldönümünde verilen beş aylık ile aralıkta verilen altıncı aylıktı. Buna
memurlar haç ulufesi derlerdi.
Kitap
bu makale için bir numara verilmemiş ise de bundan sonraki 29 numara ile
gösterildiğinden bunun 28 olması gerekmektedir.
(31 31)
Bilindiği gibi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1094 (1682)’de Viyana önünde
yenildikten sonra AvusturyalIlar hiçbir yerde ciddi bir karşılık görmeden
Macaristan eyaletlerimizi ele geçirdikten başka Tuna Nehrini geçerek Belgrat,
Niş ve Vidin kalelerini® almışlar, 1100-1688 yılında Üsküb ve Şehirköy’den
güneye ve doğuya doğru ilerlemeye hazırlanmak, diğer taraftan Venedikliler Mora
Yarımadasını ve Bosna’da® bazı bölgeleri ele geçirmişler, Rusların ve
Lehlilerin® Kırım ve Podolya® üzerine yaptıkları hücumlara karşı koymak imkânsızlığı
görülmekte ve birbirini takip eden bu felaketler halkın zihnini karıştırıyor ve
memleket idaresini iyice karıştırmakta iken Avusturya ordularının Sofya
tarafına sarkacağı ve Meriç havzasına ineceği havadisi yayıldığından savaş
alanına yakın olmak için yeni padişah Süleyman I. İstanbul’dan Edirne’ye
oturmaya gitmişti. Devlet adamları ne yapacaklarım bilemiyorlar, herkesi bir
şaşkınlık ve ümitsizlik kaplamıştı. Edirne’de padişahın huzurunda yapılan
olağanüstü bir divan toplantısında bu derdin çaresi ne gerektiriyorsa hatıra
gönüle bakılmaksızın görüşülerek kararlaştırılması ve bildirilmesi için padişah
emir vermiş olduğundan toplantıda bulunanlar Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa’nm
sadrazamlığa getirilmesi gerektiği hakkında bir öneride bulunduklarından gereğince
hareket edilerek adıgeçen paşa sadrazam yapılmıştır. Kutsal bayrağı zafere
ulaştıran paşanın ne şekilde işe başladığı ve ne dereceye kadar başarılı olduğu
tarih kitaplarında yazılıdır.
Kâğıt
para belasından oldum olası zarar görenler aylıkçılardır. O vakit ile şimdiki
fiyat yüksekliği ile eşya arasında, şu fark vardır ki o zaman eşya duru para
ile eski değerini kaybetmeyerek yalnız kâğıt paranın kıymetinin düşmesi
oranında fiyatı yükselirdi. Mesela evvelce yetmiş seksen kuruşa satılan bir
kundura mecidiye akçe (gümüş para) ile yine o fiyata alınırdı; fakat kâğıt para
ile piyasaya göre her gün fırlar dururdu. (Kâğıt paranın) kalkacağına yakın yüz
kuruşluğu on kuruşa kadar inmişti. Genel savaştan dolayı ekonomik bunalım bütün
dünyayı etkilediğinden bugün hiçbir şey duru para ile eski fiyatında değildir.
İstanbul
halkı askerlik görevi ile yükümlü değildi. Rusya savaşı sebebiyle bir yedek
kuvvet bulundurmak düşüncesiyle İstanbul halkının da eğitilmesi ve
silahlandırılması kararlaştırılmış, askerlik çağına girenlerden yer yer
taburlar kurulmuş ve her tabura ordu mensuplarından komutanlar atanmıştı. Bölük
subaylığı mahallelerdeki belirli rütbe ve mevki sahibi kimselere verilmişti.
Erler, her sabah erkenden, semtlerine yakın uygun yerlerde bir iki saat eğitim
görür, sonra işine gücüne giderdi. Eı .ere özel üniforma giydirilmişti. İşte bu
teşkilata Mevkib-i Hümayun adı verilmişti.
Namık
Kemal’in Paris yaram adlı taşlamasından aşağıdaki dörtlüğü birdiriyoruz :
Suavi
dedikleri o küçük adam
Paris’te
oturmuş yanında madam
Biz
anı adam sandık o damı cüdam
Aman
yalnız kaldı Mustafa Paşa
Bu
Haşan Paşa sonraları müşirlik (mareşal) rütbesini kazanmış ve ölümüne kadar bu
görevde kalmıştır. Okuma yazması olmayan fakat hayırsever bir kimse olan Haşan
Paşa Sultan Abdülhamid’in tam güvenini kazanmıştı. Halk arasında haksız olarak
dile düşmüştü. Beşiktaş semtinde açıktan oruç tutmayanları ve sarhoş olarak
nâra atanları meşhur sopasıyla bir temiz ıslatır ve siyaset edepsizlerine asla
acımaz ise de yalan ve can yakıcı hiçbir telkinde bulunmamış, aksine namuslu
adamlar hakkında verilen iumalcılanngeçersizsaymış ve birçok iurhalcılann
hakkından gelmiştir. Dövdüğü adamlara ‘ ‘Allah ıslah etsin’ ’ diye can ve
yürekten dua ederdi. (Kendisine halk arasında “Yedi-Sekiz Haşan Paşa” adı
verilen bu şahsın okuma yazma bilmediğinden adını yazmak için eski yazıdaki 7
ve 8 sayılarını yan yana yazıp aralarını bir çizgi ile birleştirdiği söylenir).
Harb
Okulunu bitirerek kur’alan V. Orduya çıkan birkaç genç subay, bindikleri vapur
Rodos’a uğramış, adayı gezmek için karaya çıkmışlar ve mesleklerinin en
eskilerinden olan Redif Paşa’yı ziyarete gitmişler; Redif Paşa ziyaretlerinden
çok hoşlanmış, onları güzel sözlerle gönüllerini almış, devlet ve millet uğruna
can vererek hizmet etmekten geri kalmamalarını ve ilerlemelerine dua etmiş,
sonunda da Mendiler, çalışınız, elbette sizi
de oturtacak bir
ada bulurlar” demiş.
Saffet
Paşa’nın azline sebep olarak rahmetli Said Paşa’dan işittiğime göre Romanya
elçisi Mösyö Bratiano henüz kurulan Romanya elçiliği için Boğazkesen’den
Be-yoğlu’na çıkan caddede tahtadan bir ev kiralamış ve bir gece bir süvari
tertip ederek bütün bakanlan ve birçok yüksek devlet adamlarını davet etmiş.
Bursa valiliğinden dönüşte Hazine-i Hassa bakanı olan Said Paşa da dâvetliler
arasında imiş. Fakat elçiliğin semti münasebetsiz ve binasının da dar olduğunu
bildiğinden gitmemiş. Evinde uyurken gece yansına doğru kendisini uyandırmışlar
ve mabeyn (saray) büyüklerinden Edhem Paşa (sonradan Alasonya kumandanı(34)
olan) yaka paça Said Paşa’yı arabasına alarak acele ile Yıldız’a götürmüş ve
doğru huzura girmişler. Padişahın yanında duavi çavuşu kıyafetli ve kara
sakallı bir adam elinde bir kâğıt olduğu halde ayakta duruyormuş. Sultan
Abdülhamid Said Paşa ile Edhem Paşa’yı görünce telaşla “paşa, bu gece beni
tahttan indiriyorlar” demesi üzerine Edhem Paşa “efendim kimin haddine düşmüş”
cevabını verince “siz azıcık istirahat edin” diye Edhem Paşa’yı odadan çıkarmış
ve ertesi günü de İstanbul dışında bir göreve atamış. Ondan sonra kara sakallı
adama dönerek “okuyunuz” emrini vererek o da elindeki uzun listeyi okuyarak o
gece o kişilerin Romanya elçiliğinde padişahı tahttan indirme kararını vermek
üzere toplandıklarım söylemiş. Hattâ listede Said Paşa’nın adı da yazılı
olduğundan paşayı söyleyince padişah “onu geç” buyurmuş. Said Paşa padişahı
tamamıyla inanmış durumda görünce iumalcıya “efendi soruşturmanız doğru mudur;
doğru değilse bu kadar adama iftira etmek büyük günahtır” deyince adam
“abdestim vardır Eşhedü billah=Allah şahittir, hepsi doğrudur” diye cevap
vermiş. Padişah polis vasıtasıyla elçiliği çevirterek ve topluluğun dağılmasını
beklemeksizin Saffet Paşa’dan mührü aldırarak Hayrettin Paşa’-yı Sadrazamlığa
getirmiş ve Saffet Paşa’yı Paris elçiliği ile'İstanbul’dan çıkarmak istemiş.
Paşa ihtiyarlığını ileri sürerek birkaç hafta ayak sürümüş ise de nihayet zorla
kabul ve Paris’e gitmiş. Said Paşa o kara sakallı adamın kim olduğunu bilemedim
dermiş. x
Biyografisini
evvelce verdiğimiz Fuad Paşa’nın ikinci sadrazamlığında Hidiv İsmail Paşa’nın
yalısında bir büyük ziyafet gecesi neşeler tam kıvamına geldiği bir sırada
başmabeyinci vasıtasıyla mühür elinden alınmış ve Fuad Paşa dâvetlilere
gözükmeyerek sahilhanesine çekilip gitmiş. Hattâ bundan dolayı Hidiv’in çek
kırıldığı söylenir.
Encümen-i
Daniş üyelerinden en çok yaşayanlar adıgeçen Cevdet Paşa ile padişahın eski
başhekimi Salih Efendi’dir. İkisi üç ay aralık ile aynı senede 1312-1894’te
ölmüşlerdir.
Mir’atı
Hakikat diyorki: Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan vatandaşlarının büyük
çoğunluğu evladlannı ve akrabalarını Avrupa’ya göndererek -bunu yapamayanlar da
evlerinin yiyeceklerinden keserek ve borçlanmayı göze alarak- zamanımızda
eğitim denilen şeyi, kazancı ve geçimi çoğaltmaya, hattâ memleket yönetimi için
lüzumlu olan bilimleri ve tenleri kazanırlar, zamanımızda yayılmış olan yeni
fikirler herkesin hak ve hürriyetleri bakımından tamamen eşit olması, üyesi
bulunduğu toplumun ve kuruluşun işlerinde oy hakkı bulunması ve hattâ o
toplumun yönetim şeklinin bile fertlerinin reylerinin toplanması ile kurulması
mezhep ve soyluluk yönünden aralarında asla fark ve üstünlük gözetihneyerek
yetenek ve haklarına göre herkesin her dereceye ve her işe girebilmesi
esaslarından ibaret olan yeni fikirlerle dolu olarak Osmanlı ülkelerine
dönerlerdi.
Grandük
Mişel ahbaplarından Prenses Olga Ponyatin’in konağında konuk imiş. Adıgeçen
tarafından sonradan “Revue de Deux Monde” adındaki meşhur süreli derginin 1
Kasım 1923 günlü sayısında yazılan makalede işin iç yüzü başka türlü
gösteriliyor. Merak edenlere o makaleyi okumalarını tavsiye ederim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar