[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhramlının Hamama Girmesi
Bazı
bilginler bunu mekruh sayarken bazıları
bu konuda bir beis görmemiştir ki, ben de bu görüşteyim.
Dünya hayatının halleri içinde bir
hamam gibi ahirete, hatta Allah Teâlâ’ya ve insanın değerine daha iyi delil
olan bir şey yoktur. Ömer b. elHattab Şam’da bir hamama girdiğinde şöyle demiş:
‘Hamam ne güzel yerdir! Bedene kuvvet verir, kirleri giderir, ahireti
hatırlatır.’ Kulun üzerindeki bu etkileri nedeniyle, hamama gitmek mekruh
sayılmamıştır. Çünkü hamam iyi bir ‘arkadaştır’ ve ismi de buradan gelir.
Çünkü hamam, dost anlamındaki hamim kelimesinden türetilmiştir. Hamim, şefkatli
arkadaş demektir. Allah Teâlâ ‘Bizim şefaatçimiz
veya hamim’imiz yoktur’253 der.
Hamam, sıcaklığı nedeniyle bu adla
isimlendirilmiş ve ıslaklığı nedeniyle de kendisinde su kullanılmıştır.
Öyleyse hamam, sıcak ve yaştır: Yaşamın doğası. Bu özelliğiyle hamam, bedeni
rahadatır, suyla kirleri temizler. İnsan hamama girdiğinde elbisesini
çıkartır, hiçbir şeyi olmayan bir çıplak olarak kala kalır. Bu özelliğiyle
hamam, ahiret ve ölümü insanların kabirlerinden çıplak ve yalın ayak hiçbir
şeye sahip olmadan kalkışlarını hatırlatır. Öyleyse hamama girmek, ahiret için
ölümden daha güçlü bir delildir. Çünkü ölü, kabrine giydirilerek konulurken
hamamın içine çıplak girilebilir. Soyunmak ise daha güçlü delildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi: ‘Allah Teâlâ’m! Beni hata ve
günahlardan elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle.’ Bedenin kir ve pislikten
temizlenmesi, hamamın en özel niteliği ve yapılış gayesidir.
Hamamın ahiret halleriyle
ilişkilendirilerek yorumlanması, geniş ve yararlı bir konudur. Onu ancak Allah Teâlâ’yı
bilenler anlayabilir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhramlıya Kara Hayvanlarını
Avlamanın Yasaklanması
Bilginler,
bu konuda görüş birliğine varmıştır. Bu konu, meselenin bâtını
yorumunda da Allah Teâlâ ehlinin görüş birliğine vardığı bir husustur. Bir
kısmı şöyle demiştir: Zahit, Hakkın dünyadan olan avıyken ârif, Hakkın
cennetten olan avıdır. Öyleyse zahit, Allah Teâlâ’nın şu sözüne yönelmiştir: ‘Allah
Teâlâ nezdindeki daha hayırlı ve kalıcıdır:254 Arif ise şu söze yönelmiştir: ‘Allah
Teâlâ daha hayırlı ve kalıcıdır:255 Öyleyse yaratıklar, kendilerini
karada ve denizde nefslerinden avladığı Hakk’ın avlarıdır. Allah Teâlâ izin
verirse, bu hususu daha sonra açıklayacağız.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, kendisi
için yaratıldıkları ibadetten uzaklaşan taşlan nefsleri avlamak için bir takım
ipler germiştir. Sonra, onları bu iplere yerleştirdiği tohumlar, yemek veya
kendilerine benzeyen canlılarla aldatır. Söz konusu malzemeyi Allah Teâlâ
görenlerin hissetmeyeceği şekilde iplere bağlamıştır. Bazı avları,
hemcinslerinin içinde bulundukları durumu görerek kencülerine katılma arzusu
ipe düşürür. Böylece av, avcının ipine düşer ve avcı kendisini yakalar ki amaç
da buydu. Böyle bir av, özü gereği aranır. Bazı avları ise, iplere serpilmiş
tohumları elde etme arzusu tuzağa düşürür.
Sonra, avcının kuş seslerini taklit
eden bir takım sesleri vardır. Kuş onları duyunca, iner ve tuzağa düşer. Böyle
bir kuş Hakkın nidasını duyup ona olumlu karşılık verene benzer. Öyleyse bu,
iyüikle avlanmamıştır. Diğeri ise, ipe serpilmiş tohumlarla iyilik görmüştür.
Gördüğü iyilik kendisini yönlendirmiş, o da kendini ipe atmış ve yakalanmıştır.
İhsan ve iyilik olmasaydı, avcıya gelmeyecekti. Şu halde onun gelişi
nedenlidir. Kara, ihsan sahibi ve iyilik demektir. Hakk ise, kıskançtır. Allah
Teâlâ bu özel gruptan -ki onları Allah Teâlâ kendisinin olmaları için haram
yaptı‘ihsan kulları’ olmalarını istemedi. Böyle bir durumda onlar, kendisi
için değil, ihsan için kulluk yaparlar. Bu nedenle Allah Teâlâ, onları dikişli
elbiselerden soyutlanarak, tozlu ve paslı bir şekilde davet etmiş, kelime-i
tevhit getirerek duasına ‘lebbeyk (buyur!)’ diyerek karşılık vermelerini
istemiştir. Bu durum, kuşun avcının sesine yönelmesine benzer. Böylece Hakk,
mekânları nedeniyle onlara kara avcılığını yasaklamıştır ki, bu ihsan
demektir. Bu durum, haram ve helal mekânında ihramlı ve ihramsız olarak
bulundukları sürece böyledir.
Haramlık her nerede varsa, ihsan
avcılığı da yasaklanır. Çünkü Allah Teâlâ’nın niteliklerinden biri de
kıskançlıktır. O, ihram giymiş bu grubu nimet ve ihsan yolundan çağırmak
istememiştir. Aksi halde onlar hakikatin kulları değil ihsanın kulları olurdu.
Böyle bir şey, İlâhî mertebeye saygısızlıktır.
Bir filozof şöyle der: Bir amaç
nedeniyle seninle arkadaşlık yapan kişinin dosduğu amaçla birlikte sona erer.
Kulun Rabbiyle dosduğunun gerçekte olduğu gibi kendinden kaynaklanması gerekir.
Çünkü kul efendisinin mülkiyetinden çıkmamıştır. Kendi zannınca böyle olsa
bile, o mülkiyetten çıkmamıştır, fakat efendisinin mülkünü bilmemektedir. Çünkü
o, yürüdüğü her yerde efendisinin mülkünde yürür. Şu halde o, efendisinin
mülkünden çıkmış değildir. ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah
Teâlâ’nındır.’256 Bu nedenle Şari, ihramhya kara avcılığını
yasaklamıştır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisinde
dile getirilmiştir: ‘Size verdiği nimeder karşılığında Allah Teâlâ’yı seviniz.’
Burada Peygamber değerlerlerini ve Allah Teâlâ’nın şanına yaraşan boyun eğme ve
itaati bilmeyen ‘ihsan kulları’na hitap etmektedir.
Şari, ihramlı iken insana deniz
avcılığını yasaklamamıştır, çünkü deniz avcılığı ‘su avcılığı’ demektir. Su
ise, Allah Teâlâ’nın kendisinden her şeyi canlı yaptığı canlılık unsurudur.
Hac ve başka ibadederi gerçekleştirmenin amacı, kalplerin canlılığını
sağlamaktır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ölü iken dirilttiğimiz kimseye gelince’257
buyurur. Bu ifade, konuyla ilgili övgü bağlamında söylenmiştir. Bütün zâhirî ve
bâtınî ibadetierdeki amaç, kalp ve organların canlılığı olduğuna göre, böyle
bir durumda Allah Teâlâ’nın talebiyle su arasındaki ilişki gerçekleşmiş
demektir. Bu nedenle su canlılarını avlamak haram sayılmaz. Bu nedenle
genişliği nedeniyle ‘deniz’ sözü getirildi, çünkü deniz geneldir. Gerçekte de
durum böyledir: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey onun övgüsünü tespih eder ve
tespihi ise canlı yapabilir. Bu nedenle canlılık, her şeye yayılmıştır.
Böylelikle hükmü genişlemiş ve deniz gibi olmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onu
denize tamlama yaparak denizdeki genişliği dikkate alarak suya dememiştir. Şu
halde, ihramlı iken ve ihramdan sonra deniz avcılığı, helaldir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
ihrama Girmemiş Bir İnsanm
Yaptığı Kara Hayvanı Avcılığından ihramlı Yiyebilir
mi?
Bazı
bilginlere göre, ihramlı herhangi bir kayıt
olmaksızın böyle bir şeyi yiyebilir. Bazı bilginler ise, yenilemeyeceğini
söylemiştir. Bazı bilginler ise, onun adına veya ihramlı bir grup adına
tutulmamışsa yenilebileceğini; ihramlı adına avlanan şeyi yemenin ise haram
olduğunu söylemiştir. Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Bana göre, hiçbir şey
bu konuya zarar vermediği gibi bu konuda delil de yoktur. Konuyla ilgili bir
rivayet, bende güçlü zan oluşturmaktadır. Bir katkısı yoksa ihramlı bu avdan
yiyebilir. Benim yorumum, ayette ihramlı için ‘av5 sözünün geçmesine
dayanır, çünkü zikredilen av ile fiil kastedilebileceği gibi bazen avlanan şey
de kastedilebilir. Hakkın bunlardan hangisini kastettiğini veya her ikisini
birden mi kastettiğini ise bilmiyoruz.
Burada Allah Teâlâ’nın avı değil
fiili kastettiğini düşünenler, genel anlamda böyle bir av etini yemenin caiz
olduğunu söylemiştir. O zaman ‘ondan dolayı avlanmışsa’ demenin anlamı yoktur.
Çünkü kendimden başka birinin niyetiyle yükümlü değilim. Ben ihramsız iken av
konusunda bir emir verirsem veya işaret eder veya dikkat çeker veya imada
bulunursam ya da ilgi gösterirsem, bu konuda bir çabam var demektir. Bu
durumda, söz konusu şey bana haram olacağı gibi ben de günahkâr olurum. Bu
düşünceyi kendimden başkasından görmesem bile, üçüncü görüşün yorumlarından
biri olabilir. Bu yorum, ‘kendisinden dolayı avlanmamışsa’ sözüdür. Bu söz ile,
ihramlının işaret veya delaletiyle avlanmanın kastedilmesi mümkün olduğu gibi
ihramda olmayan insanın ihramlının yiyeceği şeyi avlamaya niyetlenmesi
anlamında da kullanılabilir.
İhramlı
olmayan insanın avcılığında bir engelleme ve sınırlama yoktur. Böylece o, bu
niteliğinde Hakka benzemiştir. Çünkü engellemenin olmayışı, sınırlanmaktan
tenzihtir ki, bu tenzih, ilâhî bir niteliktir. Öyleyse hiç kimse
sınırlılığıyla Hakkın onu yönlendirmesine karşı koyamaz. Çünkü kulun
sınırlılığı da, Hakkın kendisini yönlendirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle
Hakkın sınırlamasını olduğu gibi yönlendirmesini de herkes kabul etmelidir. Bu
konuda bir fark yoktur. İşte bu, mutlak-sırf kulluktur. Çünkü insan, ihramlıya
yasaklanan şeyin kendisine yasaklanmaksızın ihramsız iken onu görmüştür. Başka
bir ifadeyle, yasaklamaya konu olmayan ilâhî bir niteliği görmüştür. Allah
Teâlâ, dilediğini yapan iken aynı şekilde Allah Teâlâ kulları hakkında pek çok
yerde kendisine zorunlu kıldığı bir takım niteliklerde sınırlanan ve mahrum kalan
kimseye de benzer. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizinle
yaptığı ahde vefa gösterin.’258 Böylece Allah Teâlâ kendisini bize
katmıştır. Bu sınırlama ise, ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır’259 ayetine karşı koyan en güçlü şeylerden
biridir. Çünkü O, kendi fiilinin mahalli olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın ahdine
vefa gösterenlere karşı ahde vefası ayette belirttiği hususun doğruluğu
nedeniyle zorunludur. Allah Teâlâ dilediğini yapmıştır. O, iradesinin iliştiği
bir yer de değildir. Çünkü O, mevcuttur ve fiilinden sahip olmadığı bir hal
kendisine dönmez. İşte bu, ilâhî fiildeki sorunun tepe noktasıdır. Bununla
birlikte insanlar, bu konuda gevşek davranmıştır. Bu konu, onların iradenin
neyle ilgili olduğunu bilmeyişlerinden kaynaklanır. '
Üçüncü görüş, doğruya en yakın
görüştür, çünkü o, konuyla ilgili hadislerin ana fikrine en yakın görüştür. Bu
meseleyle ilgili bu görüşümüz, dördüncü bir görüş sayılmaz, çünkü biz bu
konuda kesin bir hüküm vermedik. Fakat güçlü zannım üçüncü görüşü diğer ikisine
tercihi gerektirmektedir. Bununla birlikte, bu nokta açık değildir.
Zorda Kalan İhramlı Ölü veya Av Eti Yiyebilir mi?
Bazı
bilginler, ölü eti ve av olmaksızın domuz eti
yiyebileceğini söylemiştir. Bazı bilginler ise, avlanır, yer ve karşılığında
ceza öder demiştir. Avlanma mecburiyetinde kalırsa, avlanır ve kaşıdı yaptığı
için ceza öder. Allah Teâlâ, zorda kalanlardan söz ederken özel bir kimseyi belirtmemiştir.
Her yaratılmışa zorunluluk eşlik
eder, çünkü hakikati budur. Zorunluluğuna rağmen herkes yükümlüdür. Öyleyse
insana yarayan şey, yükümlülük sınırında durmaktır. Mutlak yükümlülük insandan
kalkmaz. Ondan sadece belirli bir şeye dönük özel zorunluluk kalkabilir.
Oluşun bütün hareketleri, hakikat yönünden zorunlu ve zorlamalıdır. Bununla
birlikte, bildiğin gibi, âlemde seçim de mevcuttur.
Fakat burada bizim bildiğimiz başka
bir bilgi daha vardır: Özgür, seçiminde mecburdur. Hatta halcikatierin verisi,
özgür kimsenin bulunmadığıdır. Çünkü biz, özgürde de ihtiyarın zorunlu
olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle, onun özgür olması zorunludur. Şu halde zorunluluk
ortadan kaldırılamayacak sabit bir ilkedir ve özgürlüğe eşlik eder.
Özgürlük-ise, zorunluluk üzerinde hüküm sahibi değildir. Bütün varlık,
kendilerinden kaynaklanan bir zorunluluk içindedir, yoksa başkasının
zorlamasıyla mecbur değillerdir. Çünkü mecburu zorlayan kimse de, o mecbur
nedeniyle seçiminde mecburdur. Onun zorlaması olmasaydı, özgür olurdu.
Alem mecburdur ve özellikle
Asıl da mecburdur. Nerede
kaldı özgürlük?
Herkes kendi şeklince
yaratılmış Cebir ve zorunluluk halinde. .
. Yaratılmış aslından ayrışmış Yoksulluk ve
zelilliğiyle
Kendi niteliklerinde Hakk
ile ol
Ne zorunlu bir cebir ne de
ihtiyar arasındaki nitelikler.
Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhramlının Evlenmesi
Bazı
bilginler, ihramlının ne
nikah kıyabileceğim ne de kendisi için nikah kıyılabileceğini söylemiştir.
Nikah kıyması ise, geçersizdir. Bazı bilginlere göre, nikah kıyması veya
kendisine nikah kıyılmasında bir beis yoktur. Benim görüşüm ise, haram olmasa
bile, bunun mekruh olduğudur. Allah Teâlâ daha iyi bilir!
İhram bir akit (sözleşme) olduğu gibi
nikah da bir akittir. Bu bakımdan aynı özelliğe sahiptir ve bu nedenle de
caizdir.
İhramlı insanın cinsel ilişkiye
girmesi, haramdır. Akit ise, bu ilişkiyi mubah Hakk getirir. Bu nedenle akit
haram veya mekruh sayıldı. Çünkü ihram bir korudur ve korunun etrafında dolaşan
kimse koruya düşer. Harama girme tehlikesinden korkularak, kuşkulardan uzak durulmuştur.
Nikah ve akit, iki kişi arasında olabilir, tek kişi için olamaz. Bu nedenle de
haram veya mekruh sayılmışlardır. Çünkü biz birliği bilmek ve biri ve birliği
ispat etmekle yükümlüyüz. ‘Sizin ilahınız tek bir ilahtır,,260 ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
olmadığını bilmelisin.’ Mutlak birlikte tecelli geçerli değildir. Tecelli, iki
kişinin varlığını gerektirir. Tecelli ise kaçınılmazdır. Öyleyse iki kişi var
olmalıdır. Buna göre, ihramlı için nikah akdi caizdir. Arif, müşahedenin
hallerinden yerleşmiş olduğu şeylere göre hareket eder. Cüneyd-i Bağdadi’ye
marifetin ne olduğu ve arifin durumu sorulduğunda şöyle demişti: ‘Suyun rengi
kabın rengidir.’ Böylece iki kişinin varlığını ortaya koymuştur. Şu halde hem
sen hem O olmalıdır ve aranızda bir ayrım da bulunmalıdır. Bu balcımdan, Bir de
bulunmalıdır. Varlıkta sadece ‘bir vardır’ dersen doğru söylemiş olacağın gibi
varlıkta ‘iki Idşi vardır’ dersen yine doğru söylemiş olursun. Yaratılışta
‘iki kişi vardır’ dersen, doğru söylemişsindir. Çünkü o, tek bir zattan meydana
gelmiştir. Yaratılışta ‘sadece bir kişi vardır’ dersen yine doğru söylersin.
Çünkü iki kudretin bir kudrediye ilişmesi imkânsızdır. Tevhit bilinmeyen bir
şeydir, ispat ise görülür. Allah Teâlâ gaybı ve şehadeti bilendir. Böylece
âleme göre ikiliği ortaya koymuşken Allah Teâlâ’ya göre ise Allah Teâlâ sadece
şehadeti bilendir. Hiçbir şey Allah Teâlâ’ya gayb olamaz. Bu görüş, görmede
illeti varlık yapan kimsenin düşüncesine aykırıdır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
ihrama Girenler
İhrama girenler
üç kişidir: Kıran haccını yapan ldşi, sadece hac
yapan kişi veya sadece umre yapan kişi. Bu kişi, temettü haccı yapan kimsedir.
Bu bölüm, veda haccını ortaya koymayı
gerektirir. Bunu ortaya koyduktan sonra ise, bu ibadetle ilgili hükümleri daha
önce takip ettiğimiz yönteme göre ortaya koyacağız.
Şöyle deriz: Birden çok kişi, icazet
yoluyla ve İbn Said elArravi’den duyarak bize aktarmıştır. O, Abdülgafir
el-Farisi’den, o elCülvedi’den, İbrahim b. Süfyan el-Mervizi’den, ö, Müslim b
Haccac el-Kuşeyri’den, o Cafer b. Muhammed b. Ali el-Hüseyin’den, o babasından,
o Cabir b. Abdullah’tan şöyle duymuştur: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem dokuz sene hiç hac yapmamıştı. Sonra bir müezzin Peygamber’in hac yapacağını
insanlara duyurdu. Bunun üzerine pek çok insan, Medine’ye gelerek Peygamberle
birlikte haccagitmek, ona uymak ve haccı onun gibi yapmak istedi.’
‘Biz de Peygamber’le birlikte yola
çıktık ve Zulhuleyfe’ye geldik. Esma b. Umeys, Muhammed b. Ebu Bekir’i doğurdu.
Ben de onu Peygamber’e ne yapması gerektiğini sormaya gönderdim. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ona şöyle dedi: ‘Yıkan ve elbiseni değiştir, ihrama
gir.’ Ardından Peygamber Mescitte namaz kıldı, sonra devesi Kusva’ya binerek
yola çıktı. Devesiyle çölde yürürken, gözümün görebildiği kadar önünde,
sağında, solunda ve ardında bulunan yaya ve binekli insanlara baktım.
Peygamber, önümüzdeydi. Kur’an kendisine iniyor ve o tevilini yapıyordu.
Yaptığı her şeyi biz de yaptık. Bir yerde tehlil getirmeye başladı: ‘Lebbeyk
(buyur), Allah Teâlâümme Lebbeyk! Senin ortağın yoktur. Lebbeyk! Hamd ve nimet
sana aittir. Mülk şenindir, senin ortağın yoktur.’ insanlar da onun gibi tehlil
getiriyordu. Peygamber buna karşı çıkmadı ve telbiye getirmeyi sürdürdü.’
Cabir şöyle devam etti: ‘Biz sadece
haccı biliyor, umreyi bilmiyorduk. Peygamber ile birlikte Kâbe’ye
geldiğimizde, Rükn’e el sürdü, üç kez koştu, dört kez yürüdü. Sonra İbrahim’in
makamına geçerek şu ayeti okudu. ‘İbrahim’in makamını namazgah edininiz.’261 Sonra bu makamı Kabe ile kendisinin
arasına aldı. Babam şöyle diyordu -Peygamber’den mi aktarıyordu, bilmiyorum-: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem iki rekâtta ihlas ve kâfırun surelerini okuyordu.
Sonra Rükn’e dönerek onu selamladı. Sonra kapıdan Safa’ya doğru çıktı. Safa’ya
yaklaşınca ‘Safa ve Merve Allah Teâlâ’nın ay etler indendir’262 ayetini okudu. Sonra şöyle devam
etti: ‘Allah Teâlâ’nın başladığıyla başlarım.’ Böylece Safa’dan başladı. Oraya
çıkarak Kâbe’yi gördü. Kıbleye yönelerek Allah Teâlâ’yı birledi ve tekbir
getirip şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur.
Mülk O’na aittir, hamd O’na aittir. O, her şeye kadirdir. Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur. O, sözünü yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş, kuluna karşı
birleşenleri başarısızlığa uğratmıştır.’ Sonra orada dua etmiştir.
Bunu üç kez söylemiş, sonra Merve’ye
inmiştir. Ayakları vadinin içinde hızla hareket ediyordu. En sonunda yukarıya
çıkarak yürümüş ve Merve’ye ulaşmışa. Safa’da yaptığının bir benzerini Merve’de
yapmış, son tavafını da Merve’den yaparak şöyle demişti: ‘Size söylediğimi
düşünmüş olsaydım, kurban getirmezdim ve umre yapardım. Yanında kurban olmayan
kimse, ihramdan çıksın ve haccını umreye çevirsin.’ Bunun üzerine Süraka b.
Malik b. Ceyş ayağa kalkarak şöyle demiştir: ‘Ey Peygamber! Sadece bu sene için
mi (hac ve umreyi birlikte) böyle yapacağız, yoksa bu zorunlu mudur?’ Peygamber
parmaklarım birbirine geçirerek şöyle demiştir: ‘Umre hacca böyle girmiştir!
Hayır sürekli böyledir.’
Ali, Peygamber’in develeriyle
Yemen’den gelmiş, Fatma’nın ihramdan çıkanlar arasında bulunduğunu görmüş,
sonra Fatma renkli bir elbise giyerek sürme sürünmüştü. Ali Fatma’nın bu
davranışını yadırgayınca ‘böyle yapmam emredildi’ demişti. Hz. Ali Irak’ta
şöyle demiştir: ‘Fatma’nın yaptığına öfkelenerek Peygamber’e gittim.
Belirttiğim hususta Peygamber’e fetva soracaktım. Fatma’nın yaptığına tepki gösterdiğimi
söyleyince, bana şöyle dedi: ‘O doğru yapmış, doğru yapmış.’ Ben de haccı farz
saydığında ne dedin dedim. Şöyle yanıt verdi: ‘Allah Teâlâ’m! Ben Peygamber’in
getirdiği gibi tehlil getiririm.’ Sonra şöyle ekledi: ‘Benim yanımda kurban
vardı ve ihramdan çıkamam.’ Sonra şöyle dedi: Ali’nin Yemen’den getirdiği deve
sürüsü ve Peygamber’in getirdiğinin sayısı yüz idi. İnsanların hepsi, ihramdan
çıkmış ve saçlarını kesmişti. Peygamber ve yanında kurban bulunanlar böyle
yapmamıştı.
Tevriye günü gelince, Mina’ya
yönelmişler ve haccı tamamlamışlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
de bineğine binmiş, onunla öğlen, ikindi, akşam ve yatsı ve fecir namazını
kılmıştı. Sonra biraz beklemiş, güneş doğmuş, sonra bir kubbe yapılmasını
emretmiş, bunun üzerine kendisi için bir sancak konulmuştur. Peygamber yürümüş,
Kureyş ise Meşar-i Haram’da duracağından kuşku duymuyordu. Nitekim cahiliye
döneminde Kureyş böyle yapardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Arafat’ta
gelinceye kadar böyle devam etmiş. Kubbe’nin üzerine bir demir konulduğunu
görmüş, orada konaklamış. Güneş yükselince devesini istetmiş, devesi
hazırlanmış. Devesine binerek vadinin içine gelmiş ve insanlara hutbe okuyarak
şöyle demişti: ‘Bu ayınızda, bu şehrinizde ve bu gününüzde olduğu gibi,
kuşkusuz kanlarınız ve mallarınız birbirinize haram lalındı. Dikkat ediniz!
Cahiliyeden kalma bütün işler ayaklarımın altındadır. Cahiliye döneminden
kalmış kan davaları kaldırılmıştır. İlle kaldırdığım kan davası ise, İbn Rebia
b. El-Haris’in kan davasıdır. O süt çocuğu olarak Beni Sa’d kabilesine
verilmişti, Hüzeyl de kendisini öldürmüştü. Cahiliye dönemi faizi
kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz ise, Abbas b. Abdulmuttalib’in faizidir.
Çünkü faiz bütünüyle kaldırılmıştır. Kadınlar hakkında Allah Teâlâ’dan
korkunuz! Çünkü siz onları Allah Teâlâ’nın emaneti olarak aldınız ve Allah
Teâlâ’nın hükmüyle onları eşler edindiniz. Yatağınıza kimseyi sokmamaları sizin
onların üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaptıklarında ise, onları cezalandırınız.
Beslenmeleri ve örfe göre giyinmeleri de onların sizin üzerinizdeki
haklarıdır. Kendisine sarıldığınızda asla sapmayacağınız bir şeyi size
bıraktım: Allah Teâlâ’nın kitabı! Beni size soracaklar, ne diyeceksiniz? Orada
bulunanlar şöyle demiş: ‘Tanıklık ederiz ki sen, tebliğini yaptın ve yerine
getirdin, nasihatini ettin.’ Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
işaret parmağını önce göğe, sonra insanlara doğrultarak şöyle demiş: ‘Şahit ol
ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab’
Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, ezan okutmuş, ayağa kalkarak öğle namazını kılmış, sonra kamet
getirtmiş, ikindi namazını kılmış, bunların arasmda bir şey kılmamıştı. Sonra
devesine binmiş, vakfe yerine gelmişti. Devesinin karnını taşlıklara, yularını
ise eline alarak kıbleye yönelmiş. Güneş batıncaya kadar ve sarılık kaybolup
güneş tam olarak gözden ayrılıncaya kadar vakfe yapmıştı. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ardına Üsame’yi bindirmiş ve ayrılmıştı. Devesinin yularını bağlamıştı.
Neredeyse devenin başı, ayaklarına değecekti. Sağ eliyle ise şöyle diyordu:
‘Ey insanlar! Sakin olunuz!, sakin!’ Hangi dağa gelse, yükselene kadar ona
biraz tırmanıyordu. En sonunda Müzdelife’ye geldi. Orada akşam ve yatsı
namazlarını tek bir ezan ve iki kametle kıldı. Bunların arasında ise bir şey
kılmadı. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, fecir doğuncaya kadar
istirahat buyurdu. Ardından, aydınlık ortaya çılanca tek bir ezan ve kamet ile
fecir namazını kıldı. Sonra devesine bindi ve Meşar-i Haram’a geldi. Orada
kıbleye yöneldi ve Allah Teâlâ’ya dua etti, tekbir getirdi, tehlil getirdi, Allah
Teâlâ’yı birledi, yoruluncaya kadar ayakta durdu.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, güneş doğmazdan önce devesini yola koydu .ve ardına bu kez Fazl b.
Abbas’ı aldı. Fazl, saçları güzel, beyaz ve güzel biriydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, devesiyle hareket ettiğinde, oradan bir grup kadın
geçiyordu. Fazl, gözlerini kadınlara dikmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, mübarek elini Fâzl’ın yüzüne koymuş. Fazl, yüzünü
çevirerek diğer taraftan kadınlara bakmaya başlamış. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem de, elini diğer taraftan da Fazl’ın yüzüne kapatmış. Bir yere
gelmişler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, devesini biraz hareket
ettirmiş. Sonra, büyük cemre yerine çıkılan orta yola ulaşmış. Sonra, ağacın
yanında bulunan Cemre yerine gelmiş. Orada yedi taş atmış, her taşı atarken
tıpkı vadinin içinden atılan taşlarda olduğu gibi tekbir getiriyordu.
Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kurban kesim yerine doğru hareket etti. Orada, altmış üç deve kurban
etti. Sonra Ali’ye işi bıraktı ve Ali de kalan develeri kesti. Böylece onu
kurbanlarına ortak etti. Sonra her deveden bir miktar getirilmesini emretti,
onlar belirli bir ölçüyle pişirildi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de pişirilen etlerden yedi, yemeğin suyundan içti. Sonra bineğine
binerek, Kâbe’ye doğru hareket etti. Mekke’de ikindi namazı kıldı. Zemzem
kuyusundan su alan Abdulmuttalib oğullarının yanma geldi ve şöyle buyurdu: ‘Ey
Abdulmuttalib oğulları! Kabınızı doldurunuz, insanlar su almanıza baskın
gelmeyecek olsaydı, ben de sizinle beraber kovamı doldururdum.’ Onlar da Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir kova verdi, Peygamber de kovanın suyundan
içti.’
Cabir’in aktardığı hadis burada sona
erdi.
Sonra konumuza dönersek, şöyle deriz:
Kıran haccı yapan kimse (bâtınî yorumda) söz gelişi oruç gibi herhangi bir
amelde rablık nitelikleriyle kulluk niteliklerini birleştiren kimse demektir.
Ya da ‘kıran’ denklik hükmüyle Hakk ile kulu herhangi bir özellikte bir araya
getirmek demektir. Bu denklik, söz konusu şeyde her birinin aynı paya sahip
olması demektir. Buna örnek olarak, namazın Allah Teâlâ ile kulu arasında
bölünmesini verebiliriz. Bu da ‘kıran’ sayılır. İfrad haccı ise, şu ayederdeki
duruma benzer: ‘Sana işten hiçbir şey ait değildir:263 Başka bir örnek ayet ise ‘De ki,
bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir.’264 Başka bir örnek olarak,
‘De ki hepsi Allah Teâlâ katındandır’265
ve ‘Bütün iş O’na döner’266 ayetlerini verebiliriz. Böyle sadece
kula veya sadece Hakka ait durumlar, bu hacca işaret eder. Bu bağlamda kula
özgü şeylere örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Sizler
Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız:267 Başka bir örnek ise Allah Teâlâ’nın
Ebu Yezid’e söylediği şu sözdür: ‘Bana ait olmayan bir şeyle bana yaklaşmalısın!
Zillet ve yoksullukla!’ İşte hacda kıran ve ifrad’ın (bâtını) anlamı budur. Bu
meselenin açıklaması, Allah Teâlâ izin verirse, ayrıntılı olarak gelecektir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Temettü Haccı
Temettü
yapanlar, iki kısma ayrılır: Temettü haccı veya
ifrad haccı. İslam bilginleri, temettü haccı yapanlar hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmına göre temettü, evi Harem’in dışında olan bir insanm hac
aylarında Mikat’ta umre için tehlil getirmesidir. Böylece umrenin bütün
fillerini tamamlar, sonra, ihramdan çıkar, ardından şehrine dönmeksizin aynı
ayda ve senede tekrar hac yapar. Bir kısmına göre -ki Hasen’in görüşüdürşehrine
dönse bile, ister hac yapsın ister yapmasın, temettü hacçını yapmış sayılır.
Çünkü ayette belirtildiği üzere, bu kişinin temettü kurbanını kesmesi gerekir.
Allah Teâlâ ‘umreden hacca. kadar temettü yapan
kişi kurban kesmelidir’268 buyurur. Hasen şöyle demiştir:
‘Temettü hac aylarında belirlenmiş umredir.’
Bazı bilginler şöyle demiştir: ‘Hac
aylarından başka aylarda umre yapan ve arada kalan birisi olabilir. Hac ayı
geldiğinde burada hac yapan böyle bir insan temettü hacısı sayılır.’ İbn
Zübeyr ise, Allah Teâlâ’nın temettü haccmı hastalık veya düşman korkusu
nedeniyle hac yapamayan kimseye emrettiğini söyler. Bu ise, hacca niyetlenen
kimsenin düşman tarafından esir edilmesi veya Kabe’ye ulaşması gereken dönemde
bir mazeretin ortaya çıkmasıyla gerçekleşir, Ardından Kâbe’ye gelir, sa’y eder,
ihramdan çıkar ve temettü tavafı yapar. Bu kişi, gelecek yıla kadar hac yapmış
sayılır. Sonra hac yapar ve kurban keser. İbn Zübeyr’in görüşüne göre, meşhur
temettuda görüş birliğine varılmaz. İbn Zübeyr, şunu da demiştir: Mekkeli
birisi Mekke’nin dışından temettü haccma niyetlenirse, kurban kesmesi gerekir.
Bilginler Mescidi Haram’da yerleşmemiş kimsenin temettü haccı yaptığında görüş
birliğine varmıştır.
Benim görüşüm şudur: Allah Teâlâ, ‘Bu
hac, ailesi Mescid-i haram’da bulunmayan kimseye aittir’269 demiştir. Burada işaret yoluyla, hacı
evine döndüğü için teşrik günlerinde oruç tutmanın caiz olduğu kastedilir,
yoksa Mekkelinin temettü hacı yapamayacağı kastedilmemiştir. Çünkü bilginler,
Mekkeli insanm temettü haccı hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Bir
kısmına göre yapabilir. Onlar, bu kişinin kan borcu (kurban) olmadığında görüş
birliğine varmışlardır. Kanıdan ise, zikredilen ayettir ki, ayet yoruma
açıktır. Bu insanların kurban kesmeleri gerekebileceği gibi bedelini de
ödeyebilirler. Bu bedel ise, teşrik günlerinin tamamlanmasından sonra tutulan
oruçtur. Çünkü o, Mescid-i Haram’m sakinlerindendir. Sonra, bu ayetten dolayı,
onlarm Mescid-i Haram’m sakinlerinin tanımı hakkmdaki görüş ayrılıklarını
zikretmeliyiz. Bir kısmına göre Mescid-i Haram’m sakini Mekkeliler, Tuvalılar
ve Mekke’ye bu kadar yakın yerlerden gelenlerdir. Bir kısmına göre onlar,
Mikat yerlerinin ve Mekke’ye daha yakın yerlerin ahalisidir. Bir kısmına göre
ise, Mekke ile arasında iki günlük yol bulunan yerlerin ahalisidir. Bir kısmına
göre ise, Harem’de yaşayan, bir kısmına göre ise sadece Mekkelilerdir. s
Bence söz konusu insanlar, Kabe’ye
gelen Harem’deki sakinlerdir. Çünkü orada bulunmayan kimse, hiç kuşkusuz,
sakini değildir. Allah Teâlâ belirttiğimiz gibi, cMescid-i Haram’ın
civarındakiler’ demiş olsaydı, biz de Harem civarı derdik. Çünkü bir şehrin
civarı, surlarının dışındaki meralarıdır. Bu durumda mesafe olabildiğince
genişlerdi. Allah Teâlâ ise, zikrettiği hususu ‘Mescid-i Haram’ın sakinleri’
diye sınırlamıştır Ki, söz konusu insanlar burada yaşayanlardır. Temettü,
ihrama giren insanın iki ibadet arasında ihramdan çıkmasıdır. Bunlar, umre ve
hacdır. Bana göre böyle bir şey, yanında kurban getirmemiş kimse için
olabilir. Kurban getirmiş ve kıran haccı için ihrama girmişse, hiç kuşkusuz
ihramdan çıkmaksızın temettü yapmıştır. Çünkü bu insan, ‘kurbanı yerine
ulaştırmadan’ ihramdan çıkamaz.
Temettü haccının hükmünü zikrettikten
sonra, bu ibadederle ilgili kitabımızı dayandırdığımız hususlara dönebiliriz: ‘Allah
Teâlâ, hakkı söyler ve doğruya ulaştırır!’270
Kuşkusuz hac ayları, bu hükme sahip
İlâhî mertebe ve zamandır. Hakka özgü bir efendilik huyuyla ahlâklanan kul,
kulluğun hakkı ve gereği olan niteliğe döner ve sonra tek bir mertebede yine
efendilik özelliğine döner. Böyle bir kul, temettü yapan kişidir. Bu kişi,
Rabbani bir nitelik nitelenirken kulluk özelliğine Rabbani bir nitelikle
girerse, kıran haccı ve temettü hacı yapmış sayılır. Temettu’nun anlamı, kurban
kesmek zorunda kalmaktır. Kurbanı varsa -ki bu durumda insan ya umre veya hac
yaparbu kurban kendisine yeterlidir. Ona kurban gerekmez ve haccı bütünüyle
geçersiz sayılmaz. Haccı yalnız yapıp yanında kurban getirmişse, fesih yine
yoktur. Burada, yerine ulaştırmak ayetinde geçen c-e’ hali
beraberlik anlamı taşır. Bu nedenle kıran haccı yapan kişi de ona dâhil olur.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Umreyi hacca temettü eden kimse.’271 Başka bir ifadeyle ayet, hac ile
birlikte umre yapan kimseyi de içerir. Öyleyse bu, hem kıran haccını hem de
ifrad haccını anlam bakımından kapsar. Yinelemek üzere ziyaret yaptığında -ki
en azı ikidirziyaret hac anlamına gelir ve umre hacca katılır. Başka bir
ifadeyle, bu esnada hacda ne yasaksa umrede de yasaktır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kıran haccı için bir tavaf ve bir sa’y belirleyerek bu durumu
pekiştirmiştir. İşte bu birlik makamı olduğu gibi kulun Rabbinin niteliğini
kazanmasıdır. Maksat kul olursa, bu, Rabbin kulun niteliğiyle nitelenmesidir.
Temettü haccı yapan kişi, nefsinin hakkını yerine getirmek için ihramdan çıkar
ve sonra hac yapabilir. Bu durumda onun temettuu, ‘Allah Teâlâ’nın kendisini
nur yaptığı’ veya Hakkın ‘duyması ve görmesi olduğu’ kişilerden biri olması
halinde, Rabbani bir nitelikle gerçekleşir. Bu durumda tasarrufta bulunduğu
her şeyde, Rabbani bir nitelikle tasarruf eder.
İlâhî nitelikler iki kısma ayrılır:
Birinci tür nitelikler, tenzihi gerektirir. Bunlara örnek olarak el-Kebir ve
el-Âlî isimlerini verebiliriz. Diğeri ise, el-Mütekebbir, el-Müteali ve Hakkın
kendisini nitelediği kula ait bütün nitelikler gibi, teşbihi gerektiren
niteliklerdir. Bu nitelikleri, Hakkın bize tenezzülü sayan kişi, aslı kula ait
sayar. Bazı kimseler ise, bunları Hakka ait nitelik sayar. Hakkın kendisini
bilmediğimiz gibi bunların (kendisine nispetindeki) niteliğini de bilemeyiz.
Kul, bu niteliklerle nitelenişinde kulluk halinde Rabbani bir nitelikle
nitelenir. Bu durumda ise, hakkmda ‘tenzihi gerektirmez’ dediğimiz bütün
nitelikler sadece Hakkın nitelikleri olabilir. Şu var ki kul onlarla
nitelendiğinde, dil onun bunları elde ettiğini söyler. Gerçek ise, farklıdır.
İşte bu, yolumuzun muhakkiklerinin
beğendiği görüştür. Şu var ki, kimsenin bunu kanıtladığını veya tam olarak
incelediğini veya bizim gibi ortaya koyduğunu görmedik. İnsafla düşünüldüğünde,
bu açıklama zihinlerce anlaşılabilirdir. Çünkü kul, bu niteliği kendisi
üretmediği gibi Hakk da kendiliğiyle onunla nitelenmiş değildir. Hakk,
peygamberlerinin bildirdiği ve velilerine gösterdiği gibi, kendisini bu
nitelikle nitelemiştir. Biz ise, bu nitelikleri aklî kanıtlarla kendimize ait
olarak biliriz, Allah Teâlâ’ya ait olarak bilmiyoruz. Şeriatlar onları
getirdiğinde -ki O vardı ve biz yoktukbu niteliklerin asıl bakımından Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu öğrendik. Sonra, onların hükmü bize kendisinden yayıldı.
Bu nitelikler, öyleyse, gerçekte Allah Teâlâ’ya ait iken ödünç olarak
bizimdir. Çünkü Allah Teâlâ vardı ve biz yoktuk. Nitelikler hakkındaki gerçek,
belirttiğimiz tarzda, kaynağı açık ve öğrenilebilir bir durumdadır. Şu halde
sen dinleyici, Hakk ise konuşan olursa, bu durum seni endişelendirmesin.
Bu konuda sana bir şey söylendiğinde,
itiraz edene karşı cevabın şu olmalıdır. Benim söylediğim şey, Allah Teâlâ’nın
kendisi hakkında söylediğidir. Allah Teâlâ ise, kendisiyle ilişkilendirdiği
şeyi en iyi bilendir. Biz, kendisini bize tanıttığı tarzda O’na inanırız.
İnançların en güveniliri budur. Hakk Teala, bu niteliğin tarzını bildirdiği
insan, zevk ve tecrübe bakımından bu konuda Allah Teâlâ’dan gelen bilgiye
sahiptir. Bu karışım olmasaydı, insan ve hayvan karışık bir nutfeden (sperm)
meydana gelmezdi. Öyleyse herkesi herkes ile ortaya çıkartmış, herkesi
birbirine katmıştır. Böylece, biz O’nunla zuhur ettik. (Bir yandan) O’nun (bir
yandan) kendimiz için zuhur ettik. Biz bir açıdan O’na ait iken O bizimle
değildir. Çünkü O, zuhur eder; biz ise aslımız üzerinde (yolduk halinde)
kalırız. Gerçi biz, ayan-ı sabitemizdeki istidadımızla O’na bir takım şeyler
verdik. Bunlar, Arş, Kürsü, akıl, nefs, doğa, felek, cisim, yeryüzü, gök, su,
hava, ateş, donuk (cemad), bitki, hayvan, insan ve cinler gibi perdelilerin
zannına göre, bize ait kimi isimlerdir. Bütün bunlar, tek bir hakikate ait
farklı isimlerdir.
En güzel isimlerin ve yüce
niteliklerin sahibini tenzih ederim! Kuşkusuz sonluk ve ilklik niteliğine kimin
layık olduğunu bilmiştir: Allah Teâlâ, Evveldir (İlk), Ahirdir (Son), Zahirdir
(Zuhur Eden) ve Bâtındır (Gizli Kalan). ‘O, her
şeyi bilir.’272 İnsan, bu
nitelikleri gerçek anlamıyla kendisine ait sayarak onları gasp etmesiyle
‘zalim’ iken bunların sahibini ve, onları gasp etmiş olduğunu bilmeyişi
bakımından da ‘cahildir.’ Öyleyse zalimlik ve bilgisizlik niteliğinin
kalkmasını isteyen biri, emaneti sahibine vermeli, gasp edilmiş şeyi sahibine
bırakmalıdır. Bu konudaki iş oldukça kolaydır. Genel ise, öyle olmadığı halde,
bunun güç olduğunu zanneder!
Fesih
Haccın feshi (niyet değiştirmek), yanında kurban yokken insanın hacca niyetlenmesidir. Bu
nedenle niyetini umreye çevirir, umre yapar ve ihramdan çıkar, sonra haccını
yineler. Bir kısım bilginler bunun caiz olduğunu söylerken, bir kısmı bunun
zorunlu, bir kısmı ise caiz olmadığını söylemiştir. Ben vacip olduğu
görüşündeyim.
Umre, küçük hac demektir ve bu
nedenle niyetin ona çevrilmesi mümkündür. Nasıl olmasın ki? Onun fiilleri,
büyük haccı içerir. Büyük haccm tavafı ve sa’yi umredeki tavaf ve sa’ye
bitişiktir ki, bunlar iki esastır. Bu yönüyle küçük hac olan umre, büyük hacda
bulunur ve tek bir şey haline gelirler. Bu nedenle kurban bulunmadığında fesh
(hac niyetinin umreye çevrilmesi) caizdir. Çünkü gelen kişinin kurbanı (ve
hediyesi), doğal olarak kendisine geldiği kimseye aittir. Kurban (ve hediye)
getirmediğinde ise, ilk niyetiyle ona yönelen kimse yükümlü değildir. Bu
durumda temettü haccı yapılır, kurban kesilir ve bu zorunludur. Fakat insan,
niyet ettiği şeye göre kasıtlı olarak başka bir. niyet yapmadıkça kurbanını
sunmaz.
Hac niyetiyle ihrama girdiğinde ise,
el-Kebir’e yönelmeye niyetlenmiş demektir, el-Mütekebbir’e değil. O, ‘küçük
hac’ olan umre konumundadır. Bu durumda, temettü haccının gerektirdiği kurbanı
keser. Bunu ise, ya imkân bulduğunda bir kurban olarak veya bu ziyarete
yöneldiği kimse adına oruç tutarak yerine getirir. Oruç, onun adına bir kurban
sayılır, çünkü oruç Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ, hacmin konuğu olduğu
kimsedir. Bu nedenle oruç kurban olmuştur, çünkü o, bunu Hakk eder. Hatta o,
kurbandan Hakka daha layık bir hediyedir. Çünkü kurbandan Allah Teâlâ’ya
ulaşan şey, kurban kesenin takva duygusudur. Orucun ise bütünü Allah Teâlâ’ya
aittir, Öyleyse oruç kurban sayılmada daha önceliklidir.
Allah Teâlâ orucu kurban bulamayan
kimse için belirlemiştir. Kurbandan Hakka ulaşan şey, takva duygusu olduğu
gibi kula ulaşan şey de sayesinde beslenmesini ve bedenini ayakta tutmayı
sağlayan şeylerdir. Bu durumda Allah Teâlâ, kulun yararını gözetirken bu
kurbanda kendisine
ait şeyi ‘takva’ saymıştır. Kurban
bulamazsa, Allah Teâlâ kuluna merhamet eder ve oruç tutmasını vacip kılar,
çünkü oruç Allah Teâlâ’ya aittir. Oruçtan başka bir şeyi ise, vacip
kılmamıştır, çünkü kulun amellerinden Allah Teâlâ’ya ait olanı oruçtur.
Böylelikle Allah Teâlâ orucu kurban yerine koymuş, hatta oruç ondan üstün
olmuştur, insan hacdayken (kurban yerine geçecek) orucu -Allah Teâlâ’nın kuluna
bir merhameti olaraküç gün tutar ve böylelikle Allah Teâlâ’ya bir şey getirmiş
olur. Bu gelişte Rabbine sunduğu hediyeyle gelen kişi sevinir. İşte bu, bir
bakıma Allah Teâlâ’nın kuluna şefkatidir. Yedi günü ise, ailesinin yanına
döndüğü vakte ertelemiştir. Ailesine dönünce Allah Teâlâ bu yedi günü kulundan
alır. Çünkü dönüşünde de kul Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ, her nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, ailesiyle beraberdir. Hacı, ailesiyle beraberken Allah
Teâlâ’yı onlarla birlikte bulur. Bu durumda yedi gün daha kurban niyetiyle oruç
tutar. Allah Teâlâ da, ailesiyle veya her nerede ise bu orucu (kurban olarak)
kendisinden kabul eder. Çünkü Allah Teâlâ her nerede iseler onlarla beraberdir.
Nispetler değişse bile hakikatine tek
olduğunu gören kimse, fesih bulunsa bile ortada bir fesih olmadığını düşünür.
Buna örnek olarak ‘Attığında sen atmadın’273 ayetini verebiliriz. Burada Allah
Teâlâ olumsuzlamış, sonra olumlamıştır. Aynı şey, burada da geçerlidir: Sen
niyetini değiştirdiğinde onu değiştiren sen değilsin! Nefsinde özel olarak
haccı müşahede eden kimse için küçük veya büyüle hac helal olmamıştır. Dolayısıyla
niyeti çevirmek ve değiştirmek söz konusu değildir. Bu durumda insan, ilk
niyeti üzerinde kalır, çünkü Allah Teâlâ ‘haccı
tamamlayınız’274 buyurdu.
Öyleyse kul, neyi görüyorsa ona göre hareket eder. Birincisi, yani niyet
değiştirmeyi dile getirip ondan uzak duran kişinin davranışı daha yetkindir.
Dolayısıyla kul bu durumda niyet değiştiren-değiştirmeyendir.
VASIL
Temettü Haccına İlave
İslam bilginleri,
hac aylarının dışında umre yapan sonra da hac yapan
kişi hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı, böyle bir insanın
umresinin ihramdan çıktığı ay olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla bu kişi, o
ayda temettü yapar. Hac aylarının dışında ihramdan çıktığında ise, temettü
yapmış sayılmaz. Bazı bilginler ise^ bu insanın tavafının hac aylarında olması
gerektiğini şart görmüşken bir kısmı üç şavtı Ramazan ayında, dördü Şevval’de
olmak üzere tavaf ederse temettü haccı yapmış olacağı kanaatindedir. Bazı
bilginler ise, hac aylarının dışında umreye giden kişinin -ister hac aylarında
tavaf etsin ister etmesinherhangi bir sorumluluğu olmadığı görüşündedir. Çünkü
bu kişi, temettü haccı yapmamıştır.
Bilmelisin Ki, Hakkın isimlerinin bir
kısmı ortaklık anlamı taşırken bir kısmı ortak anlamlı değildir. Birinci kısma
örnek olarak el-Muiz ve el-Müzil isimlerini verebiliriz. Ortak anlamlı isimlere
örnek olarak ise, el-Alim, el-Habir isimlerini verebiliriz. Kul ortak anlamlı
ilâhî isimlerden birinin etkisi altındaysa, hac ayları dışında umre için
ihrama giren, umreyi ise hac aylarında yapan Idşi konumundadır. Böyle bir
durumda el-Ahir ismine geçtiğinde el-Evvel isminin bir hükmü bu kul üzerinde
kalır mı? Dikkat ediniz! Bunlardan biri herhangi bir durumda ötekini içerirse
-örnek olarak el-Alim ve el-Habir’İ verebilirizamelinde el-Ahir isminin hükmü
altında bulunur. Çünkü o isim vaktin sahibidir ve sen ilk vaktin senden aldığı
şeyden daha fazlasıyla o isim tarafından ahnmışsındır (hükmü altına
girmişsindir). Sen (ile başlama anlamındaki) ilk inşayı ve bu esnadaki ismin
etkin olduğunu müşahede edebilirsin. Bu isim olmasaydı, el-Ahir isminin bir
hükmü olmayacaktı. Buna örnek olarak, namaza niyetin başta yapılması ve bir
daha namaz süresince gözükmemesini verebiliriz. Halbuki namaz, ilk ismin etkisi
ve gücü nedeniyle (burada niyet) geçerlidir. Bunu müşahede eden kimse, böyle
bir insanın temettü haccı yaptığını kabul etmez. Çünkü o sona değil, başlangıç
hükmüne göre hareket etmektedir. Bunu bilmelisin.
Bir insanın
temettü haccı yapmasını sağlayan şartlar, bilginlerin bir kısmına göre beştir:
Bunlardan birisi, umre ve haccı tek bir yolculukta birleştirmektir. İkincisi,
bunun tek bir senede yapılması, üçüncüsü umrenin bir yönünün hac aylarında
yapılması, dördüncüsü haccın umre tamamlanıp ihramdan çıktıktan sonra
yapılması, beşincisi ise vatanının Mekke’den başka bir yer olmasıdır. ,
Tek bir yolculukta hac ve umrenin
birleşmesine gelirsek, bu durumda insanı davet eden iki ya da daha fazla isim
veya İki veya daha çok ismi kendinde toplayan bir isimdir. Nitekim bunu daha
önce belirtmiştik. Bu tek yolculukta insan kendisini çağıran şeylere göre
karşılık verir. (Bir ismin başka bir ismi içermesine örnek olarak) Söz gelişi
el-Muğni ismi insanı davet edebilir. Bu isim çağırdığı kişide el-Muiz isminin
de hüküm sahibi olmasını içerir. Bir insan zengin olduğunda, izzet kazanır. Bu
ise, el-Muiz isminden kaynaklanır. Öyleyse, burada insan el-Muğni ismiyle izzet
kazanmıştır, çünkü onu zenginleştiren isim budur. Ya da zenginlik niteliği bu
insana izzet de kazandırmıştır. Ya da el-Muğni ismi el-Muiz ismini içermiş
olmasaydı, bu zenginlik sayesinde izzet de ortaya çıkmayacaktı.
(ikinci şart olan) Tek yıla gelirsek,
yıl zamanın kemalidir. Bir yıl bütün mevsimleri içerir. Zamanın kemali ise,
Dehr’in sayesinde kemale erdiği ebediliğin ortaya çıkmasıdır. Çünkü ezel ilk
oluşun, ebedilik ise, sonluğun olumsuzlanmasıdır. Şu halde iki uç kalmamıştır.
Dolayısıyla tek bir dehr vardır. Çünkü ezelin Hakk ile ilişkisi, genel için
zamanın alemle ve geçmiş zamanın bizle ilişkisine benzer. Bu nedenle ezelde
fiil, geçmiş zaman kipiyle ifade edilerek insanlar ‘ezelde şöyle yaptım,
şöyleydi’ derler. Kuşkusuz bu sözün tam olarak neye işaret ettiğini bu kitabımızda
ve Ezel diye isimlendirdiğimiz risalemizde
açıklamıştık.
Umrenin bir kısmının hac aylarında
olması, insanın Allah Teâlâ’nın hakkı halamından Rabbine yönelmesi demektir. Bu
yönelme, kulluğun hakkına vefa göstermek demektir. Öyleyse, burada amelin bir
yönü varken orada da bir yönü vardır.
Diğer bir şart ise, haccın umre
tamamlanıp ihramından çıktıktan sonra başlamasıdır. Bu şart ise, ibadetteki
ihlas konumundadır ve bir araya gelmeyecek olan iki karşıt anlamlı ismin
birinin hükmünden çıkmak demektir. Buna örnek olarak ed-Dar ve en-Nafi, el-Muti
ve elMani’ isimlerini verebiliriz.
Son şart ise, Melckeli olmamaktır Ki,
bu açıktır. Çünkü kulun vatanı kulluktur ve Hakk kendisini davet etmedikçe bu
vatandan çıkmak mümkün değildir. Kendisini çağırdığı vatan da bu kulluk
makamını içerse bile, kul Hakk kendisini çağırmadıkça bu vatanından çıkamaz.
Kıran Haccı
Bize göre bu hac, umre ve hac ile beraber yapılır. Umre yapılıp onunla birlikte hacca
niyetlenildiğinde (hac yapan insan) mürdif diye isimlendirilir. Aynı zamanda o
içerme yoluyla kıran hacadır. Tek bir ihramda hac ve umreyi birleştirmek ise,
kıran haccı sayılır. Burada, Kâbe’yi tavaf etmedikçe, yeniden başlamak veya bir
zaman sonra başlamak birdir. Bir görüşe göre tavaf etmedikçe denilmiştir.
Tavaftan sonra ve rükûdan önce ise, mekruhtur. Rükû ederse, tavaf etmesi gerekir.
Bazı bilginlere göre ise, tavaftan sonra rükû ettikten sonra bunu yapmalıdır ve
umre amelinden bir şey üzerinde kalmamalıdır. Bunun tek istisnası, umrenin
fiillerinden tıraş olmanın kalmasıdır. Çünkü böyle bir insanın umre
yapmadığında görüş birliğine varmıştır. Bunların hepsi, bazı bilginlere göre,
kurban getirilmesi durumunda geçerlidir ki ben de o görüşteyim. İnsan yanında
kurban getirmediğinde, onun haccı hakkında görüş ayrılığına düşülmüştür. Aynı
şey ifrad haccı yapan için geçerlidir. Bazı bilginler haccm geçerli olduğunu ve
niyetin değiştirilmesinin farz olduğu görüşündedir. Bazı bilginler ise niyet
değiştirmenin (fesh) caiz fakat zorunlu olmadığı görüşündedir. Bazı bilginler
ise, niyetlendiği haccı tamamlayıp niyetini değiştirmemesi gerektiği
görüşündedir. Bunlara göre kurban getirip getirmemesi birdir.
Temettü kurbanı kesmesi gereken kıran
haccı yapan kimse, çoğunluğa göre Mescid-i haram’da yerleşik olmamalıdır. Bu
görüşe karşı çıkan, İbn Maceşun’dur. Ona göre kıran haccını yapan kişi, kurban
kesmesi gereken Mekkelidir. İfrad haccı ise, bu niteliklerden yoksundur ve
yalnız hac yapmak demektir. Sahabenin bilginleri, kurban bulunmadığında bu
konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Biz bu meseleyi daha önceki bölümde
açıklamıştık.
Kurban getirmeyenin haccınm caiz
görenler, kurban getirdiği takdirde -aslında Hac için tehlil
getirilmişsehangisinin faziletli olduğu hakkındaki görüş ayrılığına düşmüştür.
Bir kısmına göre ifrad haccı, bir kısmına göre temettü, bir kısmına göre ise
kıran haccı üstündür.
Bilmelisin ki, mevcut var olamayacağı
gibi, ihramh da ihrama girmiş sayılmaz. Umre yapmazdan önce insan ihrama
girmiştir. Sonra önceki umrenin ihramına redif yapar. Bilginler bir görüş
ayrılığı olmaksızın bunu caiz görmüştür. İhram, her iki amelde de bir rükündür
ve görüş birliğiyle bu kabul edilmiştir. Bu noktada şu görüş daha kabul
edilebilirdir: Umre ve hac için tek bir tavaf, tek bir koşma, tek bir tıraş
veya -bunu kabul etmeyenlere göretek bir kısaltma gerekir.
Kuşkusuz daha önce İlâhî isimlerin
hükümdeki girişikliği meselesini açıklamıştık. Yine, başka bir ismin hükmünün
katışmadığı İlâhî ismin hükmünün nasıl olduğunu da açıklanmıştı. Bu noktada,
(sadece umre veya hac anlamında) tek yapan kişi bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya
ait olduğunu söyler. Kul ise, o fiillerin zuhur mahallidir. Bitiştiren ise,
şöyle der: Fiiller bir açıdan Allah Teâlâ’ya ait iken bir açıdan kendisinden
çıktıkları kimseye aittirler. Ortaya çıkış, bazı kelamcılarca ‘kesb’
bazılarınca ‘yaratma’ diye isimlendirilir. Bütün bilginler, kuldan çıkan
fiilin Allah Teâlâ tarafından yaratıldığında ve kulun kazanımı ve yaratması
olmadığında görüş birliğine varmıştır. Ancak bunun kulda bir etkisinin olup
olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Bazı bilginler, yaratmanın güç
yetirilende bir etkisinin bulunduğunu söylemiştir. Güç yetirilen ancak ondan
meydana gelir. Teklif ise, onun nedeniyle kula yönelmiş ve geçerli olmuştur.
Çünkü kul yapmaya kadir olmasaydı, yükümlü olmazdı. ‘Allah
Teâlâ bir nefsi yapabileceğiyle yükümlü tutar.’271 Böylece kul, onu yerine getirmeye
kadirdir. Bu kelamcılar, Allah Teâlâ’ya ait kudretin kulda bulunduğunu söyler.
Burada ise ‘Allah Teâlâ bir kimseyi yapabileceğiyle yükümlü kılar’276 ayetinden kanıt getirmişlerdir.
Bunu yapan ldşi ise, onda yaratılmış olan kudrettir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
kendisinden yerine getirmesini istediği yükümlülüğü meydana getirme kudreti
kulda vardır.
Bazı bilginler şöyle demiştir:
Yaratılmış kudretin mevcut-güç getirilen şeyin yaratılışında etkisi yoktur.
Kulun kendisinden ortaya çıkan fiildeki etkisi, sadece kazanımdır. Kazanım,
kulun o fiili tercih etmesidir. Kul ne zorlanmıştır,ne de o fiili yapmada
mecburdur!
Allah Teâlâ ehline göre ise,
yaratıklardan ortaya çıkan fiiller, ez-Zâhir isminden mümkünlerin dış
varlıklarında ortaya çıkan nispet ve bağıntılardır. Mümkünlerin istidatları,
kendilerinde ortaya.çıkan fiillerde ez-
Zâhir ismine etki etmiştir. İstidat
yoluyla verme hakkında ‘o istidat sa; hibinin fiilidir’ denilemez.
Çünkü o özü gereği bunu gerektirmiştir. Nitekim bilgi, kendisinde bulunduğu
kimseye ‘bilen’ hükmünü verir. Bilenin ‘bilen’ olması ise, bir fiil değildir
(nispettir). Öyleyse nedenli zati gerektirmeler kendisinden zuhur eden kimseye
nispet edilen fiiller değil, ona ait hükümlerdir. Şu halde yükümlünün yükümlü
olduğu yapma veya terk fiillerinden söz ederken, kendilerinde zuhur eden varlığın
-başkası değilHale olduğunu biliriz. Bu durumda söz konusu fiiller, daha önce
zikrettiğimiz gibi, tartışma meydanında İlâhî isimlerin „ konuşmaları, sohbet
etmeleri, isimlerin farklı hükümlerle belirli bir nitelikle nitelenmiş mahalle
yönelişleri, birbirlerini etki altına almaları hakkında belirttiğimiz
durumlarla ilgilidir. Buna örnek olarak, günah veya hata diye isimlendirilen
bir fiilin öznesine el-Afuv, el-Gaffar, elMuntakim ve el-Muakib isimlerinin
aynı anda yönelmesini verebiliriz. Bu isimlerden birisinin o kişide hükmünü
uygulaması gerekir. Çünkü aynı anda bütün isimlerin onda hükmünü uygulaması
mümkün değildir. Çünkü bir yer o hükümler arasındaki karşıtlığı kabul edemez.
Kuşkusuz hüküm bakımından bazı hükümler diğerlerinden üstündür. İlâhî mertebe
ise, tektir.
Bunu öğrendiğinde, bütün filleri Allah
Teâlâ’ya nispet etmede güçlük çekmezsin! Nitekim bütün güzel isimler de Allah
Teâlâ’ya veya Rahman’a nispet edilir. Bununla birlikte hakikat bir, hüküm
değişiktir. Bunu fiil diye isimlendirilen her şeyde geçerli sayabilirsin. Böylelikle,
yükümlü olanın ve yükümlü tutanın kim olduğunu bilebileceğin gibi müşahedene
göre bunlar hakkında konuşabilirsin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar