[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ İKİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Hacda Vekilin Durumu
Şekilci
bilginler -ister adına hac yapılan kişi
ölü ister diri olsunvekilin kendi adına hac yapmış olup olmayışı hususunda
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, onun kendi adına hac yapmasını
şart saymamıştır. Bununla birlikte hac yapmış olması daha üstündür. Bazı
bilginler ise, bunu şart görmüştür ki, ben de bu görüşteyim.
Bilmelisin ki, bu yolda başkasını
tercihin geçerli olduğunu düşünen kimseler, vekilin kendi adına hac yapması
şart değildir derler ve bu tercihi fütüvvete (mertlik, yiğitlik) katarlar.
Çünkü insan burada başkasına yarar sağlamış, kendi yararının peşinden
gitmezden önce başkasının yararına koşmuştur. Öyleyse bu iyilik, ona aittir.
Bilhassa, böyle bir davranışın başkasını tercih etmenin sevabını içermesi
nedeniyle kendi lehinde olduğunu düşünürse böyledir. Şu halde insan, (başkasını
tercih ederken de) ancak kendisini tercih etmiştir. Nefsinin hakkının başkasının
hakkından öncelildi olduğunu dikkate alarak, kendisine yabancı muamelesi yapan
ve onu en gerçek komşu sayan kişi şöyle der: Bir insan kendi adına hac yapmazdan
önce başkası adına vekil olarak hac yapamaz. Bu, daha doğru bir yorumdur.
Gerçek olduğu için de, başvurulması gereken düşünce budur.
Çünkü kişinin öncelikle kendi adına
gayret göstermesinin daha yerinde bir davranış olduğunda görüş ayrılığı yoktur.
Başkası adına çalışmak da, insanın kendi hakkına yapılmış sayılır. Çünkü insan
bu davranışın meyvesini, övülerek veya sevap kazanarak devşirir, insan, her
iki durumda da kendi adına gayret etmiştir. Fakat başkası adına çalışırken
insan, ‘tercih eden’ diye isimlendirilir. Böyle bir insan, kendisinin yapması
gereken görevi, başkasının yapması gereken bir yükümlülük uğruna geride
bırakmıştır. Çünkü yaptığı şeyi (vekil olarak hac yapmak gibi), gerçekte
başkası yapmalıydı. Böyle bir insan, bu çabasıyla üstüne farz olmayan bir şeyi
yerine getirmiş demektir. Farz bir ibadetin karşılığı (insanın üzerindeki
görevi yerine getirmesi örneğindeki gibi) ise, kendisine farz olmayan bir
ibadeti yerine getirmenin karşılığından daha üstündür. Farz ibadette kulluk
yerine getirilirken diğerinde kendisine karşı fütüvvetin gereğinin yapıldığı
kimseye karşı (onu tercih futüvvet olduğu için) bir üstünlük ve minnet duygusu
vardır.
Öyleyse başkasını kendine tercih eden
kişi, bu eylemi minnet özelliği içerdiği için, İlâhî bir nitelilde başkası
adına çalışan kişi sayılır. İnsan kendisine farz olduğu yönden kendi kulluğunu
yerine getirirken, sırf kulluk niteliğiyle bu görevi yerine getirir. Kuldan
istenilen gerçek davranış da bu özelliğe sahip olmasıdır. Kuldan istenilen şey,
doğa, adet ve örfe göre çirkin ve kınanmış fiili Rabbinin mertebesini yeğleyerek
kendisine izafe etmesidir. Kul, hakkında söz söylenmiş bir çirkini söz gelişi
günah gibiveya doğanın nahoş saydığı bir şeyi -söz gelişi hastalık ve benzeri
eksiklikler gibiilâhı mertebe hakkındaki duyarlılığı ve ona karşı kendini feda
ederek, İlâhî mertebeyle ilişkilendirmez. Aynı şekilde, bir müminin kendi
ırzını siper ederek mümin kardeşinin ırzını koruması veya bu gibi hususlarda
Peygamber’e izafe edilecek büyüle bir zararı kendisini siper ederek
engellemesi, böyle yapmayıp kendini tercih eden insanm davranışına göre daha
üstün bir davranıştır. Bu davranış, gerçekte kendisini nefsine tercih ettiğin
kimsenin üstünlüğüne döner.
Kim başkasmı tercih ve fütüvveti
(mertliği) dikkate alırsa, genelleştirir. Kendini tercih ettiğin kimseyi
dikkate alan ise, işi belirttiğimiz kısımlara böler. Öyleyse çalışan insan,
içinde bulunduğu ve önemsediği şeye göre değerlendirilir. Bütün bunlar,
vekillik için adam tutmak söz konusu değilse geçerlidir. Vekillik adam tutmayla
olmuşsa, iş değişir.
Hacda (Vekillik İçin) Adam Tutmak
Bazı bilginler,
caiz olmakla birlikte bunu mekruh saymışken bazı bilginler caiz
görmemiştir.
Amel özü gereği bir ücreti
gerektirir. Bu ücret, insanın kendinden verdiği şeyin karşılığındaki bir
bedeldir. Burada öğrenilmesi gereken şey, ücretin kimden alınacağıdır.
İçimizden bazıları, ücretin (ancak) Allah Teâlâ’dan alınabileceğini
söylemiştir. Çünkü bizi bu amelde istihdam eden Allah Teâlâ’dır ve ücreti
vermek de O’na düşer. Her peygambere ve nebiye şöyle demeleri emredilmiştir:
‘Sizden bir ücret istemiyorum.’226 Başka bir ifadeyle tebliğ görevinde
sizden bir ücret istemiyorum. ‘Benim ücretim Allah Teâlâ’ya
kalmıştır.’227 Öyleyse
onlar da ücretin dışında kalmamıştır. Allah Teâlâ’dan bir şeyi tebliğ etmek
ise, Allah Teâlâ’ya yaklaştıran en üstün ameldir. Üstelik Allah Teâlâ, kendisi
bir kul olsa bile peygamberini tebliğ görevinde istihdam etmiş, bu nedenle de Allah
Teâlâ tarafından kendisine bir ücret belirlenmiştir. Bu ücret, Hakkın kendisini
istihdam ettiği işteki özverisi ve hakkı olan serbest ve seçimli davranışları
bırakmasının karşılığıdır.
Bazı bilginler ise, bedelin bu tebliğ
işinde yarar sağlayanlara düştüğünü düşünmüştür. Böyle düşünenler ise, ücreti
öğrenenden talep eder. Çünkü yarar, onu meydana getirmiştir, öyleyse bedel de
ondan istenilir. Bu noktada görüş birliğine varılan konu, kiralamanın sabit
olmasıdır. Çünkü kiralamayı caiz görmeyen kimse, Hakkın mertebesini değil,
insanları dikkate alarak onu caiz görmemiştir. Buradaki amaç, bizzat Hakk’a
değil de herhangi bir şeye ibadet edilmesi karşısındaki duyarlılıktır. Böyle
bir davranış, İlâhî mertebeye karşı saygısızlık söz konusudur ki bu gibi
davranışlar yaygındır. Bu gibi yasaklamalara örnek olarak, sadece Cuma günü
oruç tutmanın yasaklanmasını verebiliriz. Aynı şey Cuma gecesini ibadede
geçirmek için de geçerlidir. Ya da, kendi beğendiği bir yerde beğendiği bir
ibadeti yerine getirmek de bu kısma örnek olarak verilebilir. Bu gibi fiiller,
sûfilerin tarzına uymaz. Çünkü onlar, bu gibi şeylerin yasaklandığını ve
sonuçtaki başarısızlığını zevk yoluyla (tadarak) öğrenmişlerdir.
Sûfilerden bir adam, kendilerine
havanın amade kalınıp da üzerinde yürüyen bir grupla karşılaşmış. Yolda
içlerinden biri dönmüş ve yere doğru bakmış. Meğer, içinde bir pınarın
bulunduğu yemyeşil bir yerin üzerinde bulunuyorlarmış. Doğal olarak bundan
hoşlanmış ve altlından keşke orada iki rekât namaz kılsaydım diye geçmiş.
Ansızın topluluğun arasından (yere) düşmüş ve bir daha o topluluğun haline
dönememiş. Çünkü o, ibadeti Hakkın mertebesinin layık olduğu (saygı) nedeniyle
istememişti. Onu bu ibadete sevk eden şey, doğal olarak güzel olan bu yerde
namaz kılmayı istemiş olmasıydı. Bu nedenle de cezalandırıldı! Meseleyi böyle
gören kimseler ise, ücretin ancak Allah Teâlâ’dan olabileceğini söylemişlerdir.
(Yine de ücretin söz konusu olmasının nedenine gelirsek) Çünkü amel özü gereği
bir ücret gerektirir ve bu zorunludur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kölenin Haccı
Bazı bilginler,
kölenin haccının caiz olduğunu söylemişken, bazıları
azat oluncaya kadar haccın ona farz olmadığı görüşündedir. Ben, birinci
görüşteyim. Yapmamaya gücü yettiği halde kölenin hacca gitmesini engelleyen
efendi, bize göre, Allah Teâlâ yolundan alıkoyan kimselerden biridir.
Ahmed b. Hanbel sıkıntı dönemlerinde
hapisteyken Cuma ezanını duymuş, abdest almış ve hapishanenin kapısına kadar
gelmiş. Gardiyan kendisini engelleyip geri çevirdiğinde, farz bir ibadeti
yerine getirmesini engelleyen kimse nedeniyle mazeret ortaya çıkmıştı. Köle de
böyledir, çünkü o da ayette (hac ayeti) zikredilen insanlar arasında yer alır.
Bilmelisin ki, âlem insanı ya şerî
bir hüküm karşılığında köle edinebilir. Örnek olarak, başkası adına çalışmayı
verebiliriz. Kendisine nimet veren bir yaratığa teşekkür etmek için çalışmak,
insanı köleleştiren bir nimettir. Böyle biri, bir hakkın terettüp etmediği bir
köledir, çünkü o, içinde bulunduğu zamanın talep ettiği meşru bir hakkın gereğini
yerine getirmektedir. Allah Teâlâ nezdinde böyle bir kul, Allah Teâlâ’nın hakkını
yerine getirmek üzere, Allah Teâlâ’nın emrinden (fakat) Allah Teâlâ’dan başkası
için ibadet eden kimse sayılır. Dince belirlenmiş hakka ait bir kokunun
bulunmadığı nefsanî bir amaç veya var oluşsal bir arzu da insanı
köleleştirebilir. Böyle bir köle bu fiilini yaparken Allah Teâlâ’nın kendisini
davet ettiği hac emrine olumlu karşılık vermesi gerekir. Bu amaçtaki Hakk yönüne
bakması ise, onun azat olması demektir ve bu nedenle kendisine hac farzdır.
Gafleti nedeniyle bundan habersiz kalırsa, kendisine hac farz olmadığı gibi Allah
Teâlâ’nın genel anlamda hac emriyle muhatap olduğunu bildiği için günahkârdır.
Bu esnada
âlemin köleleştirdiği insan, bir mazhar olduğunu ve hac emrini verenin -kendisi
değilonda zuhur eden (Hakk) olduğunu görebilir. Bu durumda ona hac farz
değildir. Böyle bir kul, ihlâs ile kendini Allah Teâlâ’ya adamış köledir ve bu,
‘azadık kabul etmeyen köleliktir.’ Bakınız! Şari, çocuğun hac yapabileceğini
söylemiştir. Köle ise, azat olmazdan önce hac yapabilir. Sonra, köle
azatlıktan veya çocuk yetişkinliğe ulaşmazdan önce ölebilir. Bu durumda
yaptıkları hac kendileri adına farz hac olarak yazdır. Çünkü köle, ölümle
başkasının boyunduruğundan kurtulmuş demektir. Başka bir ifadeyle ölümle azat
olmuş ve böylece onun adına bu hac, vacibi yerine getirmek şeklinde
yazılmıştır. Bununla birlikte köle, bu görüşü benimseyene göre, haccını farz
olmadığı bir dönemde (kölelik halinde) yerine getirmiştir. .
FASIL
İÇİNDE VASIL
Hac Hemen mi Yoksa Geciktirilerek
mi Yapılır?
Bazı
bilginler, haccın hemen yerine getirilmesi
gerekli bir ibadet olduğunu söylemiş, bir kısmı ise geciktirdebilir olduğunu
söylemiştir. Ben, ikinci görüşteyim.
İlâhî isimler, âlemdeki hükümleri
bakımından ikiye ayrılır: Bir kısmı, hükmü Allah Teâlâ’nın dilediği müddetçe
devam eden ve süren isimlerdir. Böyle bir ismi başından sonuna kadar Allah
Teâlâ’ya nispet ettiğinde, genişlik ve geciktirmeyi benimsemiş sayılırsın. Bu
durum, zaman bakımından genişletilmiş farza benzer. Öyleyse, genişletilmiş bir
zamanda yerine getirilen her farzın zamanı o geniş zamandır. Onu zamanın başında
veya sonunda veya ortasında yapmak birdir. Çünkü bütün bunlar, onun zamanıdır
ve bir farzı vaktinde yapmış sayılırsın. Öyleyse, ilâhı ismin hükmünü hakkında
hüküm verilen şeye eşlik etmesi genişletilen şeydir. Bu durum, bilinenlere
eşlik edişinde bilgiye ve iradeye benzer. Yükümlü de böyledir. Dilerse vaktin
başmda, dilerse sonunda farzı yerine getirir. Burada, ‘dilerse yapmaz’
denilemez, çünkü ‘yaptı’ fiilinin hakikati bir ürün ve eserdir. ‘Yapmadı’
demenin hakikati ise, aslın eşlik etmesidir ki, bu durumda bir ürün yoktur.
Öyleyse böyle bir durumda meşiyetin görülür bir hükmü söz konusu değildir.
Bazı isimlerin hükmü ise, sürekli
değildir. Örnek olarak el-Mucid ismini verebiliriz. Bunu dikkate almak, haccın
hemen yapılması gerektiğini söylemeye benzer. Bu isim söz konusu olduğunda, bu
isimden bir hüküm geride kalmaz, çünkü Allah Teâlâ bir şeyi var etmek
istediğinde ona ‘ol’ der ve burada bir gecikme yoktur. Çünkü el-Mucid (var
eden) iradenin oluşa ilişmesine bakar. Hükmünün tam olarak iliştiğini gördüğünde,
hemen onu yerine getirir. Bu durum, güç yetirmeye benzer: meydana geldiğinde,
hac farzdır.
FASIL İÇİNDE VASIL
Haccın Kadına Farz Olması:
Kadın Hacca Kocasıyla veya Mahremiyle Birlikte mi
Gitmelidir?
Bazı
bilginlere göre bu konuda bir zorunluluk
yoktur. Bazı bilginler ise, mahremin kadının yanında bulunmasını ve kocanın
iznini şart görmüştür.
(Kadının bâtındaki yorumu demek olan)
Nefs, Allah Teâlâ’ya haccetmek ister. Bunun anlamı, müşahede yolundan Allah Teâlâ’yı
bilmek demektir: Böyle bir durumda mürit kendi başma bu yola girebilir mi,
yoksa bir mürşit olmaksızın bu yola giremez mi? Mürşit, şu iki şahıstan
biridir:
\
Ya kadının kocası mesabesindeki akıl
veya kadının mahremi sayılan şeriat bilgisi. Öyleyse cevap, bu mürit ya
istenilen ve çekilen (meczûb) biridir veya değildir. Çekilen ise, İlâhî inayet
kendisine eşlik eder. Bu durumda, kendi cinsinden bir mürşide muhtaç değildir
ki bu, nadir gerçekleşir. Meczup değilse, ya akıl veya şeriattan ibaret olan
bir bilenin elinin altına girmesi zorunludur.
Mürit ‘ilk marifeti’ (Allah Teâlâ’nın
varlığını bilmek) talep eden biriyse, dini bir gereklilik olarak aldın
bulunması kaçınılmazdır. Mürit, ikinci marifeti arıyorsa, şeriat bu konuda onun
elinden tutmalıdır. Birinci marifet ile şeriat onun nezdinde sabit olurken
İkinciyle ise Hakk sabit olur. Bu durumda ilk aklı bilginin hükümlerinin yarısı
ortadan kalkarken diğer yarısı onunla birlikte kalır. Öyleyse, şeriat ile
aldın bu konudaki ilişkisi de böyledir.
(Şeriat ile aklın bu konudaki
ilişkisi anlamındaki) Bu durum, yönetimde yerine birini vekil bırakan ve
kendisi halkından gizlenerek onu desteldeyen bir hükümdara benzer. Vekil,
idareyi tam olarak elde eder ve durumunu sağlamlaştırır. Güçlenip yerini
sağlamlaştırdığında, halkın kalpleri kendisine yönelir ve onu severler. Vezir
de iyilikleriyle onların kalplerini elde eder ve hükümdara karşı güçlenir,
halicin bir bilgisi olmaksızın onu görevinden azleder ve görevinden alır. Bunu
yaparken hükümdar kendisine şöyle der: ‘Beni görevden alırken, halka beni aldığını
gösterme ki seni namerdilde suçlamasınlar! Çünkü ben, onların bilgisi dâhilinde
seni vekil yapmıştım. Sen ise bana kötülükle karşılık verdin. Muhtemelen bu
davranış nedeniyle de seni kınarlar. Bunu yapma!’ •
‘Çünkü ben, seni vali yapıp vekil
edindiğimde, halka sözünü dinleyip sana itaat etmelerini emretmiştim. Gördüğün
şekilde, seni onları görevli yaptım ve kendilerine şöyle dedim: ‘Bu vekilin
sizin hakkınızda düşündüğü her şeyi yapınız! Benim görüşüme ve düşünceme uygun
olup olmaması önemsizdir. Çünkü ben, onun size ancak yararınız bulunan şeyleri
emredeceğini anladım.’ Kuşkusuz belirli vakitlerde bana muhtaç olduğun için,
gördüğün gibi, yönetiminde sana destek oldum. Ben, sen farkında değilken,
onlara böyle emir vermeseydim, sana itaat etmezler ve senin emrini
dinlemezlerdi, insanların beni görevden aldığını ve azlettiğini öğrenmelerinde
bir yarar yoktur. Beni görevden aldığını öğrenirlerse, bunu kabul etmezler ve
seni görevinden alırlar, sana itaat etmezler.’ Bu durum, ilk bilginin
kendisine verildiği aldın durumuna benzer. Akıl, hükümdardır. Şeriat ise,
hükümdarın vekili olan vezire benzer.
Şari, duyulsun diye hitap etmiştir ve
sadece akıllılar dinleyebilir ve duyabilir. Şari’nin insana vali yaptığı akıl
sayesinde hitap duyulur. Akıl ortadan kalktığında ise, yükümlülük de düştüğü
gibi şeriatın insan üzerinde bir otoritesi ve kanıtı da kalmaz. Öyleyse sadece
akıl ve anlayış sahipleri yükümlüdür. İşte hükümdarın vekiline kendisini korumayı
tavsiye ettiği halkına yardımı budur. Anlayasın.
İşte bu, Allah Teâlâ hakkındaki
ikinci bilgidir. Bu bilgiyi hükümdar insanlar hakkında vekiline vermiştir.
Hükümdar -ki akıldırise bunu bilmez. Fakat hükümdar, yönetilenlere vekilinin
emrini kabul etmelerini emreder. Böylece vekil, kusurlu bulunmaz ve
azledildiğinden söz edilmez. Bu nedenle, şeriatın alda aykırı getirdiği
hususları bazı akılcılar böyle tevil etmişken başkaları onları kabul etmiş ve
haklarında konuşmamıştır. Çünkü onlar şöyle demiştir: Valiyi görevlendirdiğinde
hükümdar onu dinlememizi ve her durumda itaat etmemizi bize bildirmişti.
Öyleyse şeriatı vekil yaparken ve yerine görevlendirirken aklın düşüncesini
küçümsemememiz gerekir. Nitekim iyice düşünen ve gerçeği gören kimse için iş böyledir.
Hacca giderken kadının durumu ile
yanında mahreminin ve eşinin bulunup bulunmaması hakkında belirtilen görüş
ayrılığının bâtını yorumu da budur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Umrenin Farz Olması
Bazı bilginler,
umrenin farz olduğunu söylerken bir kısmına göre
umre sünnet, bir kısmına göre ise gönüllü bir ibadettir. Umre, (daha önce de
belirtildiği gibi) ziyaret demektir.
Hakkı dince belirlenmiş özellikler
ile tanıdıktan sonra, kul kendisiyle konuşmak isteyebilir. Bu durumda
yapılması gereken şey, O’nun evini ziyaret etmektir. Ev ise, namaz kılınabilen
her yerdir. Kul, namaz kılarak Hakka yönelir ve O’nunla konuşur, çünkü ziyaret,
meyletmek demektir ve (ziyaretin mastarı olan) ‘zever’ kelimesi de buradan
gelir. Bu bağlamda ‘o kavme yöneldi (ve ziyaret etti)’ anlamında ‘zare fülan
el-kavm’ denilir.
Kul, hediyelerle Hakkın kendisini
ziyaret etmesini istediğinde oruç tutar ve onunla süslenir ki, Hakkın huzuruna
girebilsin. Kul olarak kendisini ziyaret etmek istediğinde ise, hac yapar.
Öyleyse bir ziyaret gereklidir. Umre farzları yerine getirirken zorunluluk,
müstehaplarda sünnet, nafilelerde ise -şeriatta açıkça sözü edilmemişgönüllü
ibadettir. Zikredilen hususlardan hangisi senin üzerinde hüküm sahibiyse, umre
hakkında vacip, nafile veya gönüllü diye hüküm verebilirsin. Anla!
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhram İçin Mikat Yerleri
Bu yerler,
görüş birliği bulunan dört yer ile
görüş ayrılığıyla beş yerdir. Zulhuleyfe, Cuhfe, Kam, Yelemlem ve Zate Irk’tır.
Sonuncu hakkında görüş ayrılığı vardır. Burada Zate Irk’m Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem tarafından mı, yoksa Ömer tarafından mı belirlendiği
hususundaki görüş ayrılığını kastetmekteyim. Bir görüşe göre, (mikat yeri
olarak) Akîk de zikredilmiş ve onu Zate Irk’tan daha güvenli saymışlardır. Bu
yoruma göre burası, görüş ayrılığına rağmen, altıncı ihram yeridir. Bu durumda
ihrama girme yerlerinin sayısı namazların sayısma benzer.
İhrama girme yerlerini dört sayanlar,
akşamın gündüz namazının vitri olduğunu dikkate almıştır. Sanki o, kendisi için
değil, başkası için getirilmiş bir emir gibidir. Nitekim farz namazlarda da
durum böyledir. Bütün bunlarda farzı dikkate alan, ihrama girme yerlerinin
(namazın sayısı gibi) beş olduğunu söyler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘(Allah Teâlâ vitir namazıyla) Namazınıza namaz eklemiştir’ hadisini
dikkate alan kimse ise, vitrin vacip olduğunu söyler, çünkü her farz, vaciptir.
Bu durumda vitir, farzlıkta değil vaciplikte kesin olarak farz kılınmış beş
vakit namazla bir araya gelir. Böylece vitir namazı gönüllü namaz derecesinden
vacipliğe yükselir. Vitir namazının vacipliğini destekleyen bir husus da, onun
akşam namazına benzetilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, vitir
namazı hakkında cO gece namazına aittir’ demişti. Böylece, vitir
namazı akşam namazının farzına benzerliği güçlenir, çünkü akşam namazı gündüz
namazının vitri sayılmıştır. Bu durumda akşam namazı, diğer farz namazlardan
zayıf kalır, çünkü bilginlerin görüş birliğiyle, farz olmayan vitir namazı
kendisine benzetilmiştir. Böylece vitir namazının desteklendiği delil, akşam
namazını zayıflatan delil oldu.
Namaz bir nur, hac ise kulluktur.
Böylece bu ikisi irtibadı olmuştur, çünkü Allah Teâlâ namazı kendisiyle kulu
arasında bölmüştür. Mikat yerleri mekânlar; farz namazların mikadan ise,
mescitlerdeki cemaattir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Bu Mikatlerin Hükmü
Hacca ve umreye
gitme niyetinde olan bir insan, bu yerlere uğrayıp
ihrama girmeden onları geçerse, onun üzerinde kan borcu vardır (kurban). Bir
grup ise, borcu olmadığını söylemiştir. Kan borcu olduğunu söyleyenlerin bir
kısmı, mikat yerine dönüp ihrama girerse borcun düşeceğini, bir kısmı dönse
bile düşmeyeceğini, bir kısmı dönmezse haccının geçersiz olacağını
söylemiştir. Çünkü, kan borcu ortaya çıktığında bu borç kişinin üzerinden
düşmez.
Halil İbrahim Peygamber’in oğlunu
kurban etme yükümlülüğü ortaya çıkınca, kan (borcu) hiç bir zaman düşmemiştir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ, onu büyük bir kurbanla kurtarmıştır ki, bu
kurban saygm bir peygamberin varlığını yok etmenin bedeli sayılan ‘büyük bir
koçtu.’ Bu durumda, bir zorunluluk olan kan akıtmak mümkün olabilmişti. Bir kez
vacip olduğunda ise, artık kalkmaz ve bu nedenle İbrahim’in oğlunun sureti bir
koç suretine dönüşmüştü. Bu durum, dileyen herkesin her surete girebildiği
cennet çarşısına benzer. Böylece kesinlen şey, İbrahim’in oğlu değil, koçun
sureti olmuştu. Başka bir ifadeyle, bir insan sureti kesilmemişti. İşte, her
insanın yerine getirmekle yükümlü olduğu (doğum nedeniyle kesilen) ‘akika’
kurbanının sebebi budur. .
Tanık olduğumuz bir öykü:
Şeyhlerimizden birisine insanlara yarar sağlayan bir hükümdar kızından söz
edilmiş. Kız, şeyh hakkında iyi inanç taşıyordu ve şeyhe kendisini ziyaret
etmesi için haber göndermişti. Şeyh, hükümdar kızının yanına girdiğinde,
kocası olan hükümdar da orada bulunuyordu. Hükümdar, şeyhe hürmet göstermek
üzere ayağa kalkmış. Sonra, şeyh ölüm halindeki kadına bakmış ve ‘can vermezden
önce onu yetiştirin’ demiş. Hükümdar sormuş: ‘Neyle?’ Şeyh cevap vermiş:
‘Diyeti karşılığında onu satın alın!’ Bunun üzerine, onun diyeti tam olarak
ödenmiş ve can çekişme ve kadının içinde bulunduğu sıkıntı sona ermiş, gözleri
açılmış ve kadın şeyhe selam vermiş. Ardından şeyh kadına şöyle demiş: ‘Senin
bir suçun yok! Fakat burada bir sır vardır: Ölüm meleği geldikten sonra, onun
görevini yapmazdan dönmesi mümkün değildir. Ölüm meleğinin gelişinin mutlaka
bir sonucu olmalıdır. Biz seni onun elinden aldık, o ise kendi hakkını bizden
istiyor. Ölüm meleği, mutlaka alınmış bir can ile geri döner. Sen yaşadığın
sürece insanlar senden yararlanır, çünkü sen değerli birisin. Dolayısıyla, bu
ölümden daha değerli bir şey ile senin fidyeni verdik. Benim bir kızım vardır
ki kızlarımın içinden en çok sevdiğimdir. Ben onu senin karşılığında fidye
olarak verdim. Sonra yüzünü ölüm meleğine çevirip şöyle demiş: ‘Rabbine
götüreceğin bir ruh mutlaka olmalıdır! İşte lazım! Onu ne kadar sevdiğimi
biliyorsun. Bu hanımın bedeli olarak kızımın canını al! Çünkü onu Haktan satın
aldım ve onu bana bağışla! Kızım ise, senin gelişinin ücreti olsun.’
Sonra kalkıp kızının yanma gitmiş.
Tasalı olmayan kızına şöyle demiş: ‘Yavrucuğum! Canını bana bağışla, çünkü sen
insanlar için müminlerin emirinin kızı Zeyneb’in sağlayacağı yararı
sağlayamazsın!’ Kız şöyle demiş: ‘Babacığım! Ben senin hükmüne uyarım, canımı
sana hibe ettim.’ Bunun üzerine şeyh ölüm meleğine, ‘Onu al’ demiş, kız da
ölmüş.
Bu hikâye Halil İbrahim, oğlu ve
kurbanın hikâyesinin aynısıdır. Bu hikâyedeki denklikleri ise ehli bilebilir!
Bize göre de bir bedelin olması
zorunludur. Fakat (bu bedel için) bir canın alınmasını zorunlu görmeyiz. Çünkü
biz de böyle durumları gördük. Böyle durumdaki bir insanın canını satın aldık,
fakat karşılığında can vermedik. Şeyh, bunu kızını karşılığında vermesini
gerektiren kendi içine ilişen bir hal nedeniyle yapmıştı. Bu esnada şeyh İbrahim’in
hikâyesini müşahede etmekteydi. İbrahim’in durumu, onun üzerinde hüküm
sahibiydi. Söylediğimiz hususu anladıysan, mutlu olursun!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz
Allah Teâlâ müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldı. Allah
Teâlâ yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler. Bu Allah Teâlâ’nın üzerindeki bir
haktır.’22s Kastedilen, cennettir. Allah Teâlâ
onların mallarını satın almayıp bu mallar cennet ile insanlar arasında engel
olarak kalsaydı, hiç kuşkusuz, ulaştıkları şey bir mahrumiyet olurdu. Bu ise,
beslenmenin sürekliliği nedeniyle hayatın sürekliliğidir. Onları iflas
ettirdiğinde ise, kendilerini yok eder! Bu şeyh, bu ayetten ‘öldürürler,
öldürülürler’229 kısmını
müşahede ederken biz bu konuda ‘satın almayı’ müşahede ederiz ki, satın alınan
da diridir. Kim Allah Teâlâ katında ise, mudaka diridir. Bu nedenle onun
hayatını satın aldığımız bedeli verdik ki, o da diri kaldı. Ölüm için ise, bu
müşahedede bir ürün ortaya çıkmamıştı.
İşte bunlar, müşahede ölçüsünde
hallerin ürünleridir. Bunlar, ulaşılması güç ve her ârifın kendilerini
bilemeyeceği zevk ilimleridir. Onlar, yanılmayan terazilerdir, çünkü onlar, Allah
Teâlâ tarafından kıyamet günü için indirilmişlerdir. Bu inişleri, dünyadaki
inişlerinden farklıdır. Çünkü dünya hayatında ‘bildirmek’ üzere inmişlerdir. Bu
teraziler, dünya hayatında ve kıyamet günü ise müşahede sahiplerinde -söz
gelişi peygamberlerhakikat eliyle gerçek anlamda inerler. Bu nedenle, hiçbir
peygamber hükümde haksızlık yapmadığı gibi hüküm verirken onlar adına
korunmuşluk şarttır. Veli ise, terazisinde muhafaza edilmiş kimsedir. Bununla
birlikte, sıradan insanlar veliye haksızlığı nispet edebilir. Gerçekte ise,
onlarm haksızlık dediği şey bir haksızlık değil, kendisine uygun düşmediği için
insanların terazisine göre gerçekleşen bir haksızlıktır. Onların yaptıklarının
hepsi, haktır.
Bu bağlamda, genelin de bir terazisi
vardır. Örnek olarak, (bilginlerin görüş birliği anlamındaki) icma’ terazisini
verebiliriz. Seçkinlerin terazisi de buna benzediği gibi hüküm veren müçtehidin
de bir terazisi vardır. Fakat şunu bilmemiz gerekir: Seçkinlerde hangi terazi
daha üstündür: Müçtehidin terazisi mi, yoksa keşf sahibininki mi? (Bu konuda
görüş ayrılığı olduğu gibi) Erkeğin nerede ihrama gireceği veya nerede ihramdan
çıkacağı hakkında da görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazı bilginler, ihramın
mikatın dışındaki evinden olmasının faziletli olduğu görüşündedir. Bazı
insanlar ise, ihrama mikat’tan girilmesini üstün saymıştır. Fakat bu görüş,
mikat’tan önce ihrama girmeyi caiz sayanlarındır. Uymayı dikkate alan kimse
ise, mikat yerini üstün saymıştır. Kaçırmaktan korkarak ibadeti hızla yerine
getirmeyi önemseyen kimse, ise mikatın dışındaki evinden ihrama girmeyi üstün
sayar. Görüş birliğine varılan yer ise, mikat’tır ve bu, bir sınırlamadır.
Dinde üstün olan, sınırlamadır. Çünkü
serbest olan fiil anlamındaki mubahın bir ödülü ve yükümlülüğü yoktur.
İbadetler yükümlülük, yükümlülük ise bir sınırlamadır. Kim vacip yaparsa
yapsın, vacip sınırlamanın ödülü, böyle olmayanını karşılığından üstündür. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kimse bana farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle
yaklaşmamıştır.’ Burada Allah Teâlâ, farzı diğer ibadederden sevimli bulduğunu
söylemiştir. Burada, sadece ‘Allah Teâlâ’dan anlayan’ kimselerin bilebildiği
bir takım İlâhî sırlar vardır. Onlar, gizleyen ve örten kimselerdir. Allah
Teâlâ, bizi onlardan eylesin ve ben de bunu ümit ederim!
FASIL
İÇİNDE VASIL
Bir Mikat Yerine Uğrayıp
Önünde Başka Bir Mikat Yeri Bulunan Hac veya Umreye
Niyetli Kişinin Durumu
İnsanlar
hac veya umre yapmak isteyip önünde başka bir mikat varken bir
mikat yerine denk gelenin birincide ihrama girmeden İkinciye gitmesinin durumu
hakkmda görüş ayrılığına düşmüştür. Söz gelişi Zulhuleyfe’den geçerken ihrama
girmeyen ve (ikinci ihram yeri olan) yolu üzerindeki Cuhafe’ye giden kişiyi
düşünelim. Bir grup, onun kan borcu vardır demişken bir grup yükümlülüğü yoktur
demiştir. İbadeti hızla yerine getirmeyi dikkate alıp iyiliklere koşmanın
güçlü sünnet olduğunu düşünenler, geçtiği mikat yeri nedeniyle kan borcu
olduğunu söylemiştir. Dinde asıl olanın güçlüğü kaldırmak olduğunu dikkate
alarak, ‘Allah Teâlâ size kolaylık diler52 30 ayetini
dikkate alanlar da vardır. Bunlar, kendisinin dilediği yerde Hakka uymak
üstündür diyerek -ki hepsi ibadettirihrama girmeyi erteler. Onlara göre, mikat
yerini geçtiğinde kişinin kan borcu olmadığını söyler.
Öyleyse ârif, el-Ahir (Son) ismiyle
sınırlanmayan mutlak el-Evvel’i (İlk) değil de, el-Ahir ismiyle sınırlanan el-Evvel’i
müşahede edebilir. Bu durumda, geçilmesi ve ertelenmesi mümkün olmayan el-Ahir
isminde ibadeti yerine getirmeyi üstün sayar. Çünkü her bakımdan burada farz
sahibi vardır ve onu terk etmek caiz değildir. Bu ibadeti, elEvvel isminin
hükmüne göre yerine getirmenin üstün olduğunu söyleyenler de olabilir. Onlar,
bunun tamamlaması hakkında bilgisi olmadığı gibi el-Ahir ismiyle
karşılaşmazdan önce ölüp ölmeyeceğini de insan bilemez. İhrama girmezse,
bulunduğu yerin gerektirdiği Allah Teâlâ’ya ibadeti yerine getirmeden
yükümlülük diyarından ayrüır. Bu nedenle de o ibadetin gereği olan ilâhî
tecelliden mahrum kalır. Bu kişi, Hakkın kendisine gösterdiği müşahedeye göre
davranır. Bütün bunlarda ise, müşahedesine göre ilâhî isimlerin hükmünün
dışına çıkmamıştır.
Şöyle denilebilir: ‘Bu ibadete
başlamadığı halde, nasıl onu aşabilir ki? Mikat otoritesiyle onun üzerinde
hüküm sahibidir. Burada, (ihram yeri anlamındaki) mikat el-Evvel ismidir.’
Şöyle cevap veririz: İlâhî isimler, eşya üzerinde eşyanın kabul istidatlarıyla
hüküm verebilir. Onların kabul istidadan, kendiliklerinde bulundukları Hakk
göre gerçekleşir. Çünkü bir şeyi gerektiren dış nedenler, yükümlüdeki iç
nedenler karşısında zayıflar. Bazen mikat yerini aşan kişinin durumu, ‘sonuncunun
hali’ olabilir. Bu durumda insanın hali, geciktirmeyi talep eder. Böylece,
el-Evvel ismi onu bilir ve içinde bulunduğu mikat yeri (isim olarak da el-Evvel
ismi) onda etki edemeyecek şekilde zayıflar. Çünkü onun görülür bir varlığı
yoktur ve bu durumda ikinci mikat yerine ulaşır. Çünkü el-Ahir ismi ona
aittir. Hiç kuşkusuz el-Ahir ismi yolda elEvvel isminden farklı olarak kendi
özelliğine ek olarak geçirmiş olduğu şeyin hükmünü içerir. Öyleyse el-Evvel
İkincide, yani el-Ahir ismine dâhil iken ikinci el-Evvel’e dâhil değildir.
Sûfilerin ilkelerinden biri şudur:
Uzun yıllar Allah Teâlâ karşısında ibadet içinde kalan bir ârif, bir an içinde
bulunduğu vakitte Allah Teâlâ’dan gafil kalsa, bu esnada kaçırdığı şey daha
önce elde ettiklerinden çoktur. Bunun sebebi şudur: Sonra gelen her ilâhî an,
daha önceki anları içerir. Fakat sayesinde (öncekilerden) farklılaştığı bir
özellik bulunur ve bu özellik ile öncekilerden bir fazlalık elde eder. Bu
nedenle, bu görüş sahibi ihrama girmezden önce, diğer mikat yerine ulaşmada
bir beis görmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem peygamberlerin
sonuncusudur. Bu sayede peygamberlerin makamlarının hepsini elde ettiği gibi
kendi özelliğiyle de onlardan fazla olmuştur, çünkü o, peygamberlerin
sonuncusudur. Burada, anlayan kimse için bir işaret vardır.
Şöyle denilebilir: Önce ihrama girip
de bu (ihram) ibadeti yerine getirirken diğer mikat yerine ulaştığında,
diğerinde bulunan şeyi' de (ibadet halindeyken) elde eder.’ Şöyle cevap
veririz: Doğrudur, şu var ki, bu kişi adma İkincide İkinciye ait özel bir hüküm
gerçekleşmemiştir. Bu özel hüküm, onun yaratılması ve ille olmasıdır. Bu
nedenle el-Ahir ismiyle bu inşanın (fiilin meydana getirilmesi) ille oluşu
ortadan kalkmış iken ona ulaşmıştır.
Birisi şöyle diyebilir: İbadeti
yerine getirirken el-Evvel’in ilk oluşunu da yitirmişti. Şöyle cevap
verebiliriz: İzafe edilen her ilk oluş üzerinde izafe olmayan ilk olmanın
hakikati hüküm sahibidir ve bu dikkate alınır. Öyleyse, kaçırmış olduğu şey,
tasayı gerektirmeyecek bir şeydir. Çünkü onun hakikati, el-Ahir isminin ille
oluşunda bulunurken elAhir isminin el-Evvel isminde varlığı yoktur.
İsimlere böyle bakan biri, onların
etkisini nasıl kabul edeceğini bilebileceği gibi zatından kaynaklanan Bir
müşahedeye, kanıta ve bilgiye dayanarak isimlere layık tarzda nasıl davranması
gerektiğini de öğrenir. Bu sayede isim diğer isimden ayrışır, çünkü o gerçekte
de odur. İnsandan bir ismi karşılayan şey, o isme layık olan şeydir. Fakat
herkes bu konuda bilgi sahibi değildir. İnsanlar bu bilgiyle farklılaşır, ‘Allah
Teâlâ bir kısmının derecesini diğerlerinden üstün yapar.’ Aynı zamanda isimleri
inceleyen kimseler, isimler buna imkân verdiğinde veya kendi hah isimlerden
böyle bir imkânı ona verdiğinde, onları başkasına nasıl yönlendireceklerini de
bilirler. Çünkü gerçekte bilginin senden bulunup da bilen olmaman mümkün
değildir. İşte, insanın zatının gereği olan hal yoluyla (ismi başkasına
yönlendirmeye) ‘imkân bulma’ böyledir ve başka bir şey geçerli değildir. Çünkü
anlamlar, bulundukları kimselerde hükümlerini zorunlu kılarlar. Böyle
olmasaydı, âlem Haktan var olmazdı. Dikkat ediniz! Varlığı imkânsız olan şey,
mümkünün kabul ettiği varlığı kabul etme istidadına sahip olmadığı için, var
olmamıştır. Örnek olarak ulûhiyetinde Allah Teâlâ’ya ortak koşulan şeyi
verebiliriz. Mümkün ise, yaratılmayı kabul etmek istidadına sahip olduğu için
var olmuştur.
Öyleyse, işlerin hakikatlerinden
habersiz kalma! Çünkü onlar, kendiliklerinde değil, hükümlerine bakanların
hükmüne göre iç içe girer. Hakikatlerin durumundan bihaber kalan kimse,
bilgisizlik çukuruna düşer ve Allah Teâlâ’nın Peygamber’ine ziyadesini
istemesini emrettiği bilgi derecesinden mahrum kalır! Bilgiden daha değerli bir
şey olmadığı gibi Allah Teâlâ da diğer niteliklerin fazlasını istenilmesini
emretmedi. Çünkü bilgi niteliği, bütün nitelik ve nitelenenleri kuşatan genel
bir niteliktir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Mikate Uğrayıp Mekke’ye
Varmak İsteyen Hac ve Umre Niyeti Taşımayan Yabancının
Durumu
Mekkeli
olmayan bir insan, Mekke’ye gitmek isteyip de hac veya umre niyeti
taşımayabilir. Böyle bir insan herhangi bir mikat yerine uğradığında ne
yapmalıdır? Bilginler, böyle birinin ihram giyip giymemesi hakkında görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Bir gruba göre, ihrama girmesi gerekirken, bir grup
girmesi gerekmediği görüşündedir ki, ben de bu görüşteyim.
Allah Teâlâ adamları İki türlüdür:
Birincisi yürütüldüklerini, diğeri ise yürüdüklerini görenlerdir. Yürütüldüğünü
gören bir adam her durumda ihramlı olmalıdır, çünkü her durumda o
yürütülmektedir. Yürüdüğünü gören birisiyse, kendisini yürümeye yönlendiren
sebebe göre hareket eder. İhrama girmeyi gerektiren bir neden yola düşürmüşse
ihram giyer. Böyle biri, hac veya umre veya her ikisini birden yapmak isteyene
benzer. Başka bir neden onu yola düşürmüşse, kendini yola düşüren nedene göre
hareket eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, hac ve umre yapmak
isteyen birine şöyle demişti: ‘Ameller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği
şeyi elde eder.’ Böyle biri hacca veya umreye niyetlenmediği sürece, ihram
giymez. Bize göre onun hacca veya umreye niyet etmesini zorunlu kılan bir hüküm
de yoktur. Sonra, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadisiyle neyi
kastettiğini açıklamış ve başka bir niyede gitmeyi kınamamış, yasaklamamıştır.
Şöyle buyurmuştur: ‘Kim Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’ine hicret ederse, onun
hicreti Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’inedir. Kim dünya için veya evleneceği bir
kadın için hicret ederse, o da onlara ulaşır.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Zaman Mikatları
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Hac bilinen aylardır,’231 Bazı
bilginler, bu ayların Şevval, Zilkade ve Zilhicce olduğunu söylemiştir ki, ben
de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, senenin dilenilen herhangi bir vaktinde
olduğunu söylemiştir, Umre de, senenin istenilen herhangi bir vaktinde
yapılır. Bazı bilginler, Arife, kurban ve teşrik günlerinde umre yapmayı
mekruh saymıştır. Bilginler, bir sene içerisinde umrenin yinelenmesi hususunda
da görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı, her sene yapmayı müstehap sayarken
bir kısmı mekruh saymıştır. Bir kısmı ise mekruh saymamıştır ki, ben de bu
görüşteyim.
Bilmelisin ki, zamansal mikadan Allah
Teâlâ’nın ed-Dehr ismi belirler. Bilmelisin ki, zamanın bir kısmı, kelam
bilginlerinin görüşüne göre, doğanın üzerinde, bir kısmı doğanın altındadır. Bu
yönüyle zaman genel hüküm sahibidir. Zamanın hükmü her şeye nüfuz eder. Onun
doğanın altında bulunan hükmü, feleklerin hareketleriyle belirginleşen cisimsel
bir hükümdür. Zaman kendiliğinde akledilir bir şeydir ve onu anlamanın aracı,
vehim gücüdür. Öyleyse zaman, feleklerin hareketlerinin parçalara böldüğü
vehimsel bir uzamdır. Bu durum, bir cisimde olmaksızın, vehimdeki bir uzamadan
ibaret olan boşluğa benzer. Bu söz, zamanın var olmayan bir yokluk olduğu
demektir. Doğanın üzerindeki zamanın hallerinin ayrışmasını ve var olan bir
durumda belirlenmeleri ed-Dehr ismi tarafından alda bildirilir. Buna Arap
dilinde ‘ne zaman’ sözü eşlik eder. Tsle zaman’ sorusu, doğal olana olduğu
kadar olmayan zamana da sorulur.
Kuşkusuz İlâhî ve zamansal nispet ve
durumlarda zaman ve mekân bağıntıları ortaya çıkmıştır. Bunlar, iki zarftır.
Mekâna gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ
nerededir?’ diye soran bir kadına verdiği cevap (Allah Teâlâ ile ilgili)
mekânla ilgilidir. ‘Onlar bulutların içinde Allah
Teâlâ’nın kendilerine gelmesini mi bekliyor™2 ayeti de mekânla ilgilidir. Burada Allah
Teâlâ, söz konusu insanların inançlarını zikrederken bu inancı eleştirmediği
gibi onaylamamış, yadırgamamış ve bir yargı vermemiştir. Şeriatta bu gibi
hususlar çoktur. ‘Sizin için boşaltacağız, ey insanlar
ve cinler’233 ayetiyle
‘Önceden ve sonradan emir Allah Teâlâ’ya aittir’234 ayetleri de (Allah Teâlâ hakkında
kullanımı bakımından) zamanla ilgili ayetlerdir.
Güvenilir bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Dehr’e sövmeyin, çünkü Allah Teâlâ Dehr'dir’
buyurur. Bu ifade, (zaman anlamındaki) dehr sözünü yüceltir. Bu yönüyle zaman,
göz, müşteri gibi eş anlamlı kelimelerden biridir. Zamansal dehr, ed-Dehr
isminin mazharıdır-. İsim, bilfiil zamanda ortaya çıkan şeydir. Oluştaki fiil
ve etki mazhara değil, onda ortaya çıkan şeye (zâhir) aittir. Mazhar, onu
isimlendirmesi yönünden zâhirde etki eder. Bu nedenle tevilciler (bu hadisi)
tevil ederek ‘hadisin anlamı, Allah Teâlâ’nın zamandaki ve dehr’deki fail
olmasıdır’ demişlerdir. Bu tevil, apaçık bir yanılgıdır. Burada tevili yapan
kişi, failine ve edilgine nispeti yönüyle fiili ayırt etmemiştir. Hakk,
faildir. Edilgin ise, Dehr’de ortaya çıkmıştır. Fiil, fail ve edilgen
arasındaki bir haldir. Tevili yapan kişi, bu ikisini ayırt etmemiştir. Öyleyse
bu kişi, konunun bilgisini söyleyenine -ki Allah Teâlâ’dırbırakmadığı gibi
tevilini de Allah Teâlâ’nın şanına yaraşan tevili bilene (muhakkik ârif)
bırakmamıştır.
Haccın İlk Eylemi Olarak İhram
İhram (elbisesi,
bâtını yorumuyla insanın kendine yasak koyması), bu ibadete başlarken
giyilen ille şeydir.
Şibli’nin konuyla ilgili hikâyesi
şöyledir: Şibli’nin bir arkadaşı -hikâye onunla Şibli arasında geçerşöyle
aktarır: Şibli bana şöyle sordu:
-
Hacca niyetlendin demek!
Ben de:
-
‘Evet’ dedim.
Bunun üzerine bana şöyle sordu:
-
Bu sözleşmenle yaratıldığın günden
beri buna aykırı olarak yaptığın bütün sözleri geçersiz yaptın mı?
Ben:
-
‘Hayır’ dedim. ,
Şibli:
-
‘Öyleyse sen sözleşme yapmadın’ dedi.
Bana:
-
‘Elbiseni çıkardın mı?’ dedi. Ben ise
‘evet5 dedim. Şibli ‘Demek her şeyden soyudandın?’ dedi. Ben ‘hayır’
diye karşılık verince, Şibli ‘Elbiseni çıkarmamışsın’ dedi. Şibli, ‘Temizlendin
mi’ diye sordu. Ben ‘Evet’ dedim. Şibli ‘Bu temizlikle her türlü hastalık
gitmiş olmalıdır’ dedi. Ben ‘Hayır’ deyince, Şibli ‘Öyleyse temizlenmedin’
dedi. Şibli ‘Lebbeyk’ (Allah Teâlâ’m emrindeyim) dedin mi diye sordu. Ben de
‘evet’ dedim. Şibli, ‘senin söylediğin gibi Lebbeyk diyen bir cevap aldın mı?’
diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim. ‘O zaman Lebbeyk demedin’ diye cevap verdi.
Sonra ‘Harem’e girdin mi?’ dedi. Ben de ‘evet3 dedim. Şibli ‘Oraya
girerken yasaklanmış her şeyi bıraktın mı?’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse
girmedin’ dedi. Sonra bana ‘Mekke’de bulundun mu?’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Mekke’ye girerken Haktan sana bir şeref geldi mi?’ diye sordu. Ben de
‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse oraya girme-
din’ diye cevap verdi. Sonra ‘Mescide
girdin mi?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim. Şibli ‘Mescide girerken bildiğin
yönden Hakka yaklaştın mı?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse
girmedin’ dedi. ‘Kabe’yi gördün mü?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. Şibli
‘Öyleyse neye yöneldiğini görmüş olmalısın’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim. Şibli ‘O
zaman Kâbe’ye girmedin’ diye karşılık verdi.
Sonra, ‘üç kez koştun mu ve dört adım
yürüdün mü?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Şibli ‘Dünyadan sanki kendisinden ayrılır ve
koparcasına kaçmış; bu dört yürüyüş ile kaçtığın dünyadan güvene kavuşmuş ve
bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükrün artmış olmalıdır’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘Öyleyse bunu yapmadın’ dedi. Sonra ‘Hacer’e (Hacer-i esved’e) el sürüp
onu öptün mü?’ diye sordu. Ben de ‘evet5 dedim. Bir feryat atıp
şöyle dedi: ‘Yazık sana! Hacer’e el süren kimse, hiç kuşkusuz, Hakk ile
tokalaşmış demektir. Hakk ile tokalaşan kimse ise, emniyete ve güvene
kavuşmuştur. Allah Teâlâ senin üzerinde güven ve emniyet eserini ortaya
çıkarttı mı?’ ‘Hayır’ dedim. Şibli ‘Öyleyse Kâbe’ye el sürmedin’ diye karşılık
verdi.
Sonra, ‘Makam’ın önünde durup iki
rekât namaz kıldın mı?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim. Şibli ‘Rabbinin
mertebesindeki mekânda durduğuna göre sana niyetin gösterilmiş olmalıdır’ dedi.
Ben ‘hayır’ dedim. Şibli ‘O zaman namaz kılmadın’ diye karşılık verdi.
Sonra, şöyle sordu: ‘Safa’ya çıkıp
orada durdun mu?’ Ben de ‘evet’ dedim. Şibli ‘Ne yaptın?’ diye sordu: Ben de
‘Yedi kez tekbir getirip orada durdum ve Allah Teâlâ’dan (ibadetimi) kabul
etmesini niyaz ettim’ dedi. Bunun üzerine ‘Meleklerin tekbirini getirmiş ve o
yerin hakikatini idrak etmiş olmalısın’ dedi. Ben de ‘hayır’ dedim. Şibli
‘Öyleyse tekbir getirmedin’ dedi. Sonra ‘Safa’dan indin mi?’ diye sordu. Ben de
‘evet’ dedim. Şibli ‘Bütün hastalıkların ortadan kalkıp safa (duruluk ve
afiyet) buldun mu?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. Şibli ‘Ne Safa’ya çıkmışsın
ne oradan inmişsin’ dedi. Sonra ‘Hervele (Safa Merve arasında koşmak) yaptın
mı?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim. Şibli ‘O'na kaçtın mı ve kaçmaktan
kurtuldun mu? Varlığına ulaştın mı?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse
hervele yapmamışsın’ dedi. Sonra ‘Merve’ye ulaştın mı?’ diye sordu. ‘Evet5
dedim. Şibli, ‘(Merve kelimesiyle mürüvvet arasındaki ilişkiye dikkat çekerek)
Mertlik üzere dinginliği bulup onu aldın mı?’ dedi. ‘Hayır’ dedim. Şibli,
‘Öyleyse Merve’ye ulaşmamışsın’ dedi.
Sonra ‘Mina’ya çıktın mı?’ diye
sordu. Şibli ‘Allah Teâlâ’dan kendisine isyankâr olduğundan başka bir hal
temenni etmiş olmalısın?’ dedi. Ben ‘hayır’ deyince, Şibli ‘O zaman Mina’ya
çıkmamışsın’ dedi.
Sonra, ‘Havf mescidine girdin mi?’
diye sorunca ‘evet’ dedim. Şibli ‘Girerken ve çıkarken korkmuş ve sadece orada
bulabildiğin bir korku duymuş olmalısın’ dedi. ‘Hayır’ diye karşılık verdim.
Şibli ‘O zaman oraya girmemişsin’ dedi. Sonra ‘Arafat’a gittin mi?’ dedi. Ben
‘Evet1 diye cevap verdim. Şibli ‘Orada vakfe yaptın mı? (durdun mu)’
dedi. ‘Evet’ dedim. Şibli ‘Uğruna yaratıldığın hali anlamış ve istediğin hali
öğrenmişsindir. Bu halle sana tanıtan kimseyi de öğrendiğin gibi işaretlerin
kendisini gösterdiği mekânı da öğrenmiş olmasın. Çünkü O, her durumda nefesleri
yenileyendir.’ Ben ‘hayır’ deyince Şibli, ‘O zaman Arafat’ta vakfe
yapmamışsın’ diye karşılık verdi.
Sonra ‘Müzdelife’ye kaçtın mı?’ diye
sordu. ‘Evet’ diye karşılık verdim. Şibli ‘Meş’ar-i haram’ı gördün mü?’ diye
sordu. Ben de ‘evet’ dedim. Şibli ‘Allah Teâlâ’yı başka her şeyi sana unutturup
kendisiyle ilgileneceğin tarzda O’nu zikrettin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’ diye
cevap verdim. ‘Öyleyse sen Müzdelife’de vakfe yapmamışsın’ dedi.
Sonra, ‘Mina’ya girdin mi?’ diye
sordu. Ben ‘evef dedim. Şibli, ‘Kurban kestin-mi?’ diye sordu. Ben ‘evet5
diye karşılık verdim. Şibli ‘Nefsini değil mi!’ dedi. ‘Hayır’ diye cevap
verdim. Şibli ‘Öyleyse kurban kesmemişsin’ dedi. Sonra bana taş attın mı diye
sordu. Ben evet dedim. Şibli ‘Senin üzerinde ortaya çıkan bilgini artışıyla
bilgisizliğini kendinden uzaklaştırdın mı diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şibli ‘O
zaman atmamışsın’ dedi. ‘Saçını kestin mi’ diye sordu. Ben ‘evet’ dedim. Şibli
‘Arzuların azaldı mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. O zaman ‘Saçını kesmemişsin’
dedi. Sonra ‘Ziyaret etini mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim. Bunun üzerine şöyle
sordu: ‘Sana hakikatlerden bir şey gösterildi mi? Ya da bu ziyaret nedeniyle Allah
Teâlâ’nın sana olan ikramlarını gördün mü? Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Hac veya umre yapanlar, Allah Teâlâ’nın
ziyaretçileridir. Ziyaret edilen, ziyaretçisine ikramda bulunur.’ ‘Hayır’ diye
cevap verdim. Şibli ‘Öyleyse ziyaret etmemişsin’ diye karşılık verdi.
Sonra ‘İhramdan çıktın mı?’ diye
sordu. ‘Evet’ dedim. Şibli ‘Helal yemeye niyetlendin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’
dedim. Şibli ‘O zaman ihramdan çıkmamışsın’ dedi. Sonra ‘Veda (haccı) ettin
mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim. Şibli ‘Peki bütünüyle nefsinden ve ruhundan
çıktın mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şibli şöyle karşılık verdi: ‘Öyleyse veda
etmiş değilsin, bu yükümlülük sende kalmıştır. Artık nasıl hac yapacağına
bale! Kuşkusuz sana haccı anlattım. Hac yaparken, betimlediğim şekilde
davranmaya çalış.’
Allah Teâlâ seni desteklesin
bilmelisin ki, bu öyküyü anlatmamın nedeni, Allah Teâlâ ehlinin yönteminin bu
şekilde olduğuna dikkatini çekip bunu hatırlatmak ve bildirmektir. Onlar,
böyle hareket ederdi. Şibli de, haccı böyle algılamıştı, çünkü o, sadece kendi
tecrübesinden (zevk) soru sormuştu. Başka bir insan onu yaşamış mıdır,
yaşamamış mıdır? Gerçekte, bir başkası onu idrak edebilir. Bazen, daha üstün
veya daha düşük bir şeyi de idrak edebilir. Öyleyse, herkesin belli bir makamı
vardır.
Bu ibadetlerin bâtını yorumlarında
bizden önce kimsenin bilmediği bir yöntem takip etmiş değiliz. Şu var ki, Allah
Teâlâ’nın bu konuda kuluna olan inayet ve ihsanına göre zevkler değişir.
Şimdi konumuza dönebiliriz: Önceki
bölümlerde zikredilen hususlardan söz etmeye başlayacağız. Öncelikle ihram
giyene yasaklanan giysilerden söz edeceğiz. Bunlar gömlek, sarık, bornoz.ve
ayakkabı yok ise mest, izar veya zağferan değmiş elbise bulunmadığında şalvar
gibi şeylerdir. Zikrettiğimiz bu hususlarda görüş ayrılığı ve birliği bulunan
şeyler vardır. Ayrıntılı olarak bu hususlar Allah Teâlâ’nın izniyle yorumlanacaktır.
Bu konuda, erkeğin durumu kadınınkinden farklıdır, çünkü kadın başörtüsü, iç
örtüsü gibi şeyleri de giyer. Kadının sadece yüzünde ve ellerinde ihram vardır.
Bütün bunların nedeni, bu ibadette
hacı ve umre yapanların Allah Teâlâ’nın konuğu olmasıdır. Allah Teâlâ, onları
aile, vatan ve rahat yaşamlarını bıraksınlar diye kendi evine davet etmiş,
kendilerini sırf denemek üzere (yolculuğun izi olan) tozlar ve toprakla
süslemiştir. Böylece kimin Allah Teâlâ’ya kulluk yapıp kimin yapmadığını
insanlara gösterir. Bu nedenle, haccın fiillerinin çoğu nedeni olmayan salt
ibadet maksadı fiillerdir. Bu fiillerin teorik yönden bir nedeni bulunamaz,
fakat bazen keşf ve âriflerin kalplerine gelen ‘özel yön’den İlâhî bildirimle
öğrenilebilirler. Söz konusu özel yön, her varlığın Rabbiyle arasındaki özel
yöndür. Şu halde haccın süsü, bütün ibadetlerinkinden farklıdır. Çünkü hacılar
Allah Teâlâ’nın konuklarıdır. Hac yapan da umre yapan da Allah Teâlâ’nın
konuğudur. Burada sadece hac yapan ve sadece umre yapanı kastediyorum. Onları
birleştiren kişi ise, İki niteliği kendinde topladığı için özel bir nitelik
sahibidir. Allah Teâlâ’nın konukları, Nesai’nin Ebu Hureyre’den aktardığı bir
hadiste belirtildiği gibi, üç kişidir. Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın konukları üç kişidir: Gaziler, hacılar
ve umre yapanlar.’
Altmış ikinci kısım sona erdi, onu
altmış üçüncü kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar