[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ KISMI
VASIL
Kadının Durumu Erkekten Farklıdır
Bilmelisin ki, kadın haccın hükümlerinin çoğunda erkekten
farklı bir duruma sahiptir. Çünkü kadın erkeğin parçasıdır, insan olmada ortak
olsalar bile, her ikisine geçici olarak ilişen durumlar onları
farklılaştırmıştır. Bu geçici neden, erkeklik ve kadınlıktır. Kadın erkeğin
edilgini olarak yaratıldı. Bunun amacı, sayesinde efendiliğinin ortaya çıktığı
kimsenin sevgisiyle erkeğin kadına sevgi duymasını sağlamaktır. Öyleyse erkek
kadını efendi olmasını sağlayan olarak sever. Kadın ise, parçanın bütüne
duyduğu sevgi şeklinde erkeği sever ve ona ilgi duyar. Başka bir ifadeyle
kadının erkek sevgisi, bir tür vatan sevgisidir, çünkü erkek kadının vatanıdır.
Bununla birlikte bu sevgiye, her birinin diğeri için şehvet ve haz vasıtası
olması eklenir.
Kuşkusuz kadın, kemal ve yetkinlikte
erkeklerin derecesine ulaşabilir. Bazen erkek kadından daha aşağı bir derecede
bulunabileceği gibi bazen ibadetlerin hükümlerinde bir araya gelir veya
ayrılabilirler. Şu var ki erkeğin aklı kadınınkinden üstündür, çünkü erkek
(kadını tanımazdan) önce Allah Teâlâ’dan akleder (ve öğrenir). Erkek, kadından
önce var olmuştur ve İlâhî emir yinelenmez. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
önceki için gerçekleşen bir müşahede sonradan gelen adına gerçekleşmez. Allah
Teâlâ, bir surette iki kere tecelli etmeyeceği gibi iki şahıs için bir surette
de iki kez tecelli etmez. Bu durum, İlâhî genişlikten kaynaklanır. Erkeğin
kadından fazlalaşmasını sağlayan derece budur. Bütün nerede, parça nerede!
Kemalde kadın erkeğe ulaşsa bile, söz konusu olan özel kemaldir. Nitekim
kesildiklerinde insanın yok olmasına yol açabilecek bazı organlar diyette
insanın tamlığına katılır. Bazı organlar ise, bu konuda yarım veya daha az
olarak kabul edilir. Öyleyse her parça, bütün derecelerde bütüne katılmaz.
ihramda dikişli elbise erkeğe
yasaklanmışken kadına yasaklanmamıştır. Çünkü erkek bikşikten yaratılmış olsa
bile, yalınlara yalcındır. Öyleyse erkek, gerçekte yalınlara yakındır ve o
yakınların en yalçınıdır. Kadın ise, bileşikten (yani Âdem) yaratılmıştır. Bu
nedenle kadın erkeğe göre yalınlardan daha da uzaklaşmıştır. Dikişli elbise,
bir bileşikliktir. Bu nedenle kadına ‘aslını koru’ denilmişken erkeğe ‘bileşildikten
uzaklaş’ denildi, dikiş bulunmadığı için yalınlığa yaklaşması için dikişli
elbiseden soyutlanması emredildi. İzar, dolcumalı bir kumaş olduğu için
bileşiktir. Bu yönüyle o, gömlek ve kumaşa göre daha çok (ille yaratılış
maddesi olan) yalın olan heba’ya yakındır. Öyleyse erkek neye yalcın ise öyle
muamele görmüş iken neden uzak ise yakından hüküm yönüyle farklılaşmıştır.
Sonra, Allah Teâlâ erkeği -ki
Âdem’dirkendi suretine göre yaratmış, Havva ise Âdem’in suretine göre
yaratılmıştır. Çocuklar ise -sadece birinden değilebeveynin karışımına göre
yaratılmıştır. Başka bir ifadeyle çocuklar, duyusal ve vehim olarak, bir
toplamdan yaratılmıştır. Çocukların istidadı, anne-babanın istidadından
güçlüdür, çünkü çocuk her İlcisinin istidadını içerir. Kâmil bir çocuğun
kemali, babanın kemalinden fazladır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, bir çocuk olması bakımından yedtin kemal sahibidir. Her çocuk
yaratılışının ashnda bu kemale sahip olmakla birlikte, çocuklar yetkinlikte
derece derecedir. Bunun nedeni, ulvi hareketler, nurani tecelliler ve muduluğa
yaklaşmalarıdır. Her çocuk, yaratılışına eklenen bu ikinci kemalin sahibi
değildir. Burada, tecellide İlâhî özel yönün vermiş olduğu başka bir sır daha
vardır. Bu sır ise, çocuğun kendinden oluştuğu sebebe aittir. Bu özel yönü,
diğer isimlerden daha yetkin bir ihata ve kapsama sahip olan İlâhî isim
belirler. Söz gelişi, el-Alim ismini burada örnek verebiliriz. el-Alim (Bilen)
ismi, kapsam bakımından diğer isimlerden karşılaştırılamayacak ölçüde
yetkindir.
Babası, annesi, kendisine özgü İlâhî
bir ismi -söz gelişi Refîü’dderecât (dereceleri yükselten)olan bir çocuk,
babası, annesi, ihata ve derece bakımından daha aşağıdaki bir isme sahip olan
başka bir çocuktan daha üstündür. Bir çocuk, bir anne ile mevhum-misal
suretindeki bir babadan doğmuş olabilir. Böyle biri, bir babadan yoksun kaldığı
için annesinin atasına benzer. Örnek olarak, İsa’yı verebiliriz. Bu çocuğun
niteliği de, (Hakka ait) emirden ortaya çıkışı bakımından dedesinin
niteliğidir. Nitekim Allah Teâlâ bunu bize bildirmiş ve dile getirmiştir. Allah
Teâlâ ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ katında Isa Adem gibidir™5 buyurur. Yani, Adem’in kendinden var
olduğu İlâhî isimden İsa da var oldu. ‘Onu
topraktan yarattı:236 Zamir Adem’e döner. İsa ise Havva’nın
kardeşidir ve o, (aynı zamanda Havva’nın) kız kardeşinin oğludur. Bir çocuk,
annesi olmaksızın bir babadan meydana gelmişse, babasının derecesinden daha
aşağıdadır. Örnek olarak Havva’nın sol kaburgadan yaratılışını verebiliriz. Bu
nedenle Havva eksik kalmış ve onun eğikliği doğruluğu sayılmıştır. Bu nedenle
Havva’nın ilgisi, çocuklarına ve kocasına ait olan hâzinelere yönelmiştir. Bu
durum, (Havva’nın kendisinden yaratıldığı kaburgaların insanı koruması gibi)
kaburgaların sahibinin yararı için kaburganın altındaki ciğerleri, mideyi vb.
şeyleri korumasına benzer. Öyleyse kadının (veya kaburganın) eğikliği,
kendisinden istenilen doğruluğunun ta kendisidir. Kavisin eğikliği, onun
doğruluğudur. Onu bilinen çizgisel bir doğruluğa zorlarsan, kırarsın ve
istediğini elde edemezsin. Böyle yapman, söz konusu şeye özgü doğruluğu
bilmeyişinden kaynaklanır.
Âlemdeki her şey, Allah Teâlâ’yı
bilenlere ve Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki sırlarını bilenlere göre
dosdoğrudur. Bunun böyle olduğunu Allah Teâlâ bize ‘Her şeye
yaratılışını verdi’237 ayetinde açıklamıştır. Söz konusu
durum, her şeyin kemali ve yetkinliği demektir. Hiçbir şey kemalden yoksun
değildir. Bunun nedeni, mutlak kemal sahibinin suretine göre yaratılmış
olmamızdır. Bu nedenle, sınırlılığımızla O’nun mutlaklığına benzedik. Çünkü
mudaldık, hiç kuşkusuz, bir sınırlama demektir, çünkü bu sayede o sınırlıdan
ayrışır. Kâmilden sudur eden bir şey, O’na yaraşır kemale göre ortaya çıkar.
Başka bir ifadeyle, âlemde kesinlikle bir eksiklik yoktur. Hastalıkları doğuran
geçici durumlar olmasaydı, hiç kuşkusuz, insan (bütün bunları bilen) bir âlim
gibi âlemde dolaşır ve gezinirdi. Çünkü âlem Hakkın bostanı, isimler ise ortak
bir şekilde
onun sahipleridir. Öyleyse her isim
âlemde bir pay sahibidir. Hakikatlerin verisi budur.
Şu halde eşyanın kemali, özsel bir
nitelik iken eksiklik geçicidir. Her şeyin özünde yetkin olduğunu anlamalısın!
Kendi kıymetini ve değerini bilen biri helak olmaz. Kuşkusuz, erkeğin kadın
karşısındaki durumu açıklanmış oldu. Bunlar bir açıdan farklı olsa bile başka
bir açıdan ortaktır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
A . . •
Alimlerin Şalvardan
Başka Bir Şey Bulamayan Ihramlının Ne Giyeceği
Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Bazı
bilginler böyle bir insanın şalvar
giyemeyeceği görüşündedir; giyerse karşılığında fidye ödemelidir. Bazı
bilginler ise, izar bulamazsa giyebileceği görüşündedir.
Bilmelisin ki, izar ve örtü dikişsiz
olduklarında bileşik olmazlar. Bu nedenle, bileşiklik bulunmadığı için Hakk
kendisini bu ikisiyle nitelemiştir. Bileşik her şey ayrılabilirdir. ‘İlâhî
anlamların nitelikleri zata ilave hakikatler değildir’ diyen kimse, (sıfatların
zatta yol açabileceği) '
bileşildikten korkarak bunu demiştir. Böyle demesinin nedeni budur. Nitelikleri
ilave ve zait şeyler sayan kimseye karşı çıkarak, nitelilder hakkında ‘Onlar ne
zattır ne de Ondan başkadır’ demiştir. Bileşik olan, eksiktir. Bitişiğin
ayrışması var sayılsaydı, hiç kuşkusuz, bu olabilirdi ve ayrışma herhangi bir
yönden imkânsız sayılmazdı. Zatta ayrışmanın olamayışı, onun kadimlikle nitelenmiş
olmasından kaynaklanır. Kadimlik, başlangıcın dışlanması demektir. Öyleyse
kadim, aklî kanıt ile yokluğa dönmesi mümkün olmayandır. Varlıklarıyla
kendisiyle nitelenin kemalinin ortaya çıktığının sıfadarını olmadığını var
saydığımızda nitelenin de eksikliği ortaya çıkardı. Bununla birlikte böyle bir
imkânsızlığı var saymak, kadimin yok olmasının imkânsızlığından kaynaklanır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Gökte ve yerde Allah Teâlâ’dan başka
ilahlar bulunsaydı, bozukluk
ortaya çıkardı.’2311 Bu, imkânsızı var sayma yoluyladır. Hakk
ise özü gereği kâmildir. Akimı meseleye ver!
Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Büyüklük ridam (örtü), azamet izarımdır (peştemal).’ Burada Allah
Teâlâ dikişsiz iki elbise zikrederek, ihramlı erkeği kendini nitelediği şeye
katmış, aynı şeyi kadın için yapmamışken onu kadına yasaklamıştır. Kadın da
erkekler gibi kemale ulaşabilir. Kadın onu giyse, hiç kuşkusuz, bize göre daha
yerinde bir davranış olurdu. İhramlı, manevi bakımdan Hakka maddi olarak ise
yaratıklara ait bir nitelikle nitelenebilir. Söz konusu nitelik Hakta büyüklük
ve azamet; yaratıkta ise izar ve ridadır. Nitekim oruçlu da Allah Teâlâ’ya ait
bir nitelikle nitelenmiştir (bunda bir beis yoktur). Bu nedenle hac, İslam'ın
esasları içinde oruca bitiş tir ilmiştir. Azamet ve büyüklük, kulun kalbinde
değil, dışında bulunur. Bazen büyüklük ve azamet insanın niteliği değil, hali
de olabilir. Bu ikisiyle nitelendiğinde, farkında olmaksızın helak olurdu.
Bunlar, gerekli yerlerinde insana ait iki hal olduklarında insan kurtulur ve Mutlu
olur, bu konuda kendisine teşekkür edilir.
Bu ibadetin ilk derecesi, kendisini,
yapan kulların bileşiklik özelliğinden münezzehlikte rablerine katılmalarıdır.
İhramlı insan, bu ibadete ilk başlarken kemal ve yetkinlik özelliği kazanır.
Bu nedenle biz, ihramlı insanın dikişli bir şey giymesini veya karşılaşacağı
bir sıkmtı yokken başmı örtmesini caiz görmedik. Böyle bir sıkıntı var ve bu
sıkmtı örtülecek bir şeyle uzaklaştırılabilecekse, baş örtülebilir. Sıkmtı
yokken başı örten, ibadeti veya haccı yerine getirmemiş olduğu gibi bir sıkıntı
olmaksızın başmı örten kişi de fidye ödemelidir.
İlâhî mertebeyle ilgili zikredilen
sıkıntı ve eza, eksiklik anlamına gelen bileşikliği Hakk ile
ilişkilendirmektir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ya eziyet edenler'239 diyerek kendisini ‘eziyet gören’
diye nitelemiştir. Bu eziyet, Allah Teâlâ adma es-Sabur ismini ortaya çıkartır.
Bir eziyete karşı Allah Teâlâ’dan daha sabırlı kimse yoktur! Sabırdaki bu
üstünlüğün nedeni, Allah Teâlâ’nın cezalandırmaya kadir oluşudur. Halbuki Allah
Teâlâ onu cezalandırmaz ve kendisine süre verir. Kul, Allah Teâlâ’nın azametini
ve büyüklüğünü göreceği -ki hadiste izar (peştemal) diye ifade edildibir makam
yerine şımarıklık (naz) makamına yerleştirildiğinde, Hakka karşı nazlanır. Bu
davraniş tasavvuf yolunda vardır. Kuşkusuz, Musa ile ihtiyarın öyküsü ve
başkaları hakkında bazı hadisler aktarılmıştır.
Şalvar, İlâhî bir sırdan ibaret olan
avret yerlerini (ön ve arka) örtmek amacı taşır, bu yerler, eziyet veren şeyin
çıkış yeridir. Bu iki yerin örtülmesi, onlara uygun bir şeyle pekiştirilmiştir
ki, o da şalvardır. Şalvar, bu iki yeri gömlek, izar vb. başka şeylerden daha
iyi örter. Çünkü istikametten sapmak bir eksikliktir ve onun örtülmesi gerekir.
Bu nedenle, meyli nedeniyle ‘şalvar’ diye isimlendirilmiştir, çünkü İlâhî yaratmada
o sır deresine sahiptir. Allah Teâlâ onu kadını bu kalemin yazdığı şeyin
levhası konumuna indirdiği gibi onu da İlâhî kalem konumuna yerleştirmiştir.
Avret bu büyüle mertebe ve yüce
konumdan insandan çıkan büyük-küçük pislikten kaynaklanan çirkin kokuların yeri
haline gelmeye yönelip kendisini bedenden uzaklaştırıcı gücün yolu yaptığı
için, ‘avret5 diye isimlendirilmiş, ayıba yöneldiği için de
örtülmüştür. Bu nedenle, gayb âlemine katılmış ve şehadet âleminden
perdelenmiştir. Şalvarlar ile o, görülmez ve görmez. Şu halde şalvarlar onu en
iyi örten şeylerdir. Fakat Hakk izarı tercih etmiştir. Çünkü o kulunu kendi
suretine göre yarattığı için kendine benzesin diye yaratmıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ihramlının Mesh Giymesi
Bazı
bilginler -ki
çoğunlukturihramlının ayakkabı bulunmadığında mest giyebileceğini ve
onları topuklarından aşağıda kesmesi gerektiğini söylememiştir. Bazı bilginler
ise, mest giyilebileceğini ve topuktan aşağıda kesmenin gerekmediğini
söylemiştir. Atâ, mestlerin kesilmesinin gerekçesini bunun bir bozma olmasıyla
açıklamıştır. Allah Teâlâ ise, bozgunculuğu sevmez.
İbn Abbas’ın bü konudaki hadisi
şöyledir: ‘Mestler ayakkabı bulamayan içindir.’ İbn Abbas, onların
kesilmesinden söz etmemiştir ki, Ahmed ve Atâ da bu görüştedir.
Ayak, Allah Teâlâ’nın kendisini
nitelediği ilâhî bir niteliktir. Halbuki ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’
Öyleyse tenzihe riayet ederek, yaratılmış kulun niteliğine inerken Hakka karşı
kıskançlığın etkisine giren kişi, kesilmeksizin mest giyilebileceğini söyler,
çünkü o daha iyi örter. Hakkın zuhuruna riayet eden kimse ise -çünkü Hakk
kendisini kulundan daha iyi bilirHakkı başka bir yerde tenzih eder. Böyle
biri, kendi aklıyla Allah Teâlâ hakkında bir hüküm vermek istemez. Böyle biri, Allah
Teâlâ’ya dönmenin O’nun hakkında kıskançlık göstermekten daha üstün olduğunu
söyler, çünkü hakikat, din halamından onun aleyhinde değil, lehinde kıskanç
olmayı gerektirir. Şari, sadece ayakkabı bulamayan kimse için mestlerin
giyilebileceğini hükmetmiştir. Ayakkabı ise, örtmez, korur. Böyle bir insan,
mestlerin topuk altında kesileceğini söyler ki, doğru görüş budur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ayakkabı Varken Mestleri
Keserek Giymek
Bazı
bilginler, böyle bir insanın fidye ödemesi gerektiğini söylerken
bazıları gerekmediği görüşündedir.
Mest ayakkabıyla beraber aşağı âlemin
sıkıntısından insanı korur. Tek başına mest ise, ortak anlam bakımından âlem
olmaları yönünden üst âlemin ezasından korumayı da buna ekler. Delalet,
benzerlik ifade eder. Söz konusu olan ise, kendisiyle ilgili bir eziyettir. Bu
nedenle Allah Teâlâ’yı haber yoluyla bilmek, teorik düşünce yoluyla bilmekten
üstün sayılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmede rivayet yolu, teorik akıl
sahibinin bilgisinde zatının bulunmadığı şeyi getirmiştir. Aklî kanıtlarla Allah
Teâlâ’yı bilmek, selbi (olumsuz) bir bilgi iken, rivayet kanıtlarıyla bilmek,
bir yandan olumlu diğer yandan olumluluk içinde olumsuz bilmektir. Binaenaleyh
rivayet yolu, daha açık olduğu için Şari örtme yolunu tercih etmemiş, ihramda
ayakkabıyı asıl saymıştır. Çünkü Şari, ayakkabıyı ancak bir süs ve yerin
(ayağa vereceği) sıkıntısından korunma aracı olarak belirtmiştir;
bulunmadığında ise meste dönülür.
Kesilme nedeniyle mest adı ortadan
kalkar ve ayağın dışını örten ayakkabı adını da alamaz. Böyle bir şey ne
mesttir ne ayakkabı! Bunun hakkında bir şey denilmez. Buna örnek olarak, çıplak
ayakla yürüyen kimseyi verebiliriz. Böyle birinin ihramının geçerliliğinde
kuşku yoktur ve onun hakkında susulur. Şeriatın hakkında sustuğu her şey bir
iyiliktir. Kesme emri gelmiştir ve bu da, hakkında susulan şeylere katılmıştır.
Bu ise, ilave geçici bir hükümdür ki, mutlaklığın verdiği bir şeyi verir.
Böylece onu kabul etmek mümkün olur. Çünkü Şari kendilerini ayakkabı yapmak
için kesmiştir. Şu var ki, burada erkeğin üst yönünün örtülmesi söz konusudur.
Bu yönüyle mest, ayakkabıdan ayrışmış, topuğu örtmemiş, mestten de
ayrılmıştır. Böyle bir şey mest olmadığı gibi ayakkabı da değildir. O, bir
yandan meste diğer yandan ayakkabıya benzemez. Biz onu mestin daha üstünde
kalsın diye üst tarafın koruyucusu saydık. Bu konuda herhangi bir şekilde
ezanın bâtınî yorumu olmasaydı, mestin, üst tarafı abdestle mest edilmezdi.
Çünkü taharetin bozulması, gerçek bir nedenin varlığını bildirir. Abdest alan
kişi, bu temizliği yaparak onu ortadan kaldırmak ister. Yaratılmamış temizlik
ise bu hükme sahip değildir, çünkü o, bir temizlenmeyle meydana gelmez, asıl
bakımından bir temizliktir.
Ârif olan bir insan, bu meselede
bulunduğu makama ve müşahedesine göre davranır. Müşahedesi ayakkabı varken
bile ayağının dışındaki üstün etkisinden korunmak için mest giymeyi
gerektiriyorsa, mest giyerek ayağını korur. Bu etki ona ulaşmazdan onu
uzaklaştıracak ilâhî bir güce sahip ise, ayakkabı giyer ve kesilmiş mestleri
giymesi caiz olmaz. Çünkü asıl olan, bu esnada onları ayakkabısız
kullanmaktır. Bu durumda keşf ve bildirme, yüce toplulukta Allah Teâlâ’yı
bilmek hakkında gizlilik ve sırdan daha üstündür. Bu dince belirlenmiş ve makul
sayılan tenzih bilgisidir.
Öyleyse tenzihin akılda bir takım
dereceleri vardır. Bunun en aşağısı, teşbih ile tenzih etmek iken en üstünü
akılda tenzihsiz teşbihtir. Bir yaratığın böyle bir tenzihe ulaşması, bu
konudaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya havale etmesiyle gerçekleşebilir. Teşbihsiz
tenzih ise, şeriatça dile getirilmiş olsa bile, akılda bulunmaz. Şu halde
teorik düşüncenin Hakkın söz gelişi istivadan (Arş’a yerleşmek) tenzihi
hakkındaki nihai tavrı, cisimsel istiva anlamından otorite anlamındaki istivaya
geçiş yapmaktır. Başka bir ifadeyle Hakk, mekânsal bir Arş’a bedensel bir
şekilde yerleşmemiş, aksine otoritesiyle ortaya çıkmıştır. Bu ise, en büyük ve
kapsamlı mekâna sahip olmak ya da mülküne hâkim olmak demektir. Böyle bir
durumda insan, tenzihinde de teşbihi sürdürür. Burada herhangi bir yaratılmışa
benzetmekten mertebe bakımından daha üstün başka bir yaratılmışa benzetmeye
geçiş vardır. Öyleyse akıl tenzihte şeriatın tenzihle ilgili ‘Onun
benzeri gibi yoktur’240 derecesine ulaşmamıştır.
Dikkat ediniz! Onlar (tevili
benimseyen kelam bilginleri), istiva hakkında aidi tenzihte şairin şu sözüyle
kanıt getirmişlerdir:
Kuşkusuz Bişr Irak’ı istiva
(istila) etmiştir Kılıçsız ve kan akıtmaksızın.
Bişr’in Irak’ı istiva etmesi nerede,
Hakkın Arş’a istiva etmesi nerede! Kuşkusuz bâtıla sapanlar hüsrana
uğramıştır. Bu anlam nerede, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur'241 ayeti nerede! Bişr’in Irak’ı istiva
etmesi, bir şeydir. Ebu Said el-Harraz ve benzerleri şu sözlerinde haklıdırlar:
‘Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilir.’
Hasreti, ancak onu çeken
bilir Özlemin acısını yaşayan bilebilir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Zağferan ve Veres (Yemen
Safranı) ile Boyanmış Elbiselerin Giyilebileceği
Hakkında Görüş Birliğine Vardıktan Sonra, İhramlının Usfiır Çiçeğiyle Boyanmış
Elbise Giymesi Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Bazı
bilginler usfiır çiçeğiyle boyanan elbise
giymede beis görmemiştir, çünkü öyle bir elbise (nefs için) hoş değildir. Bir
grup ise, bu elbisenin hoş olduğunu söyleyerek, ihramlının böyle bir elbise
giymesi halinde fidye ödemesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Bize göre ihramlının hoş bir şey
giymesi, ihrama girmezden önce caiz değildir. Burada ihramlının kendisinden
hoşlandığı şeyin varlığını değil, o şeyden hoşlanmayı kastediyorum. Şu var ki
ihramdan çıktıktan sonra veya önce giyebilir. Bu bağlamda Sünnet, güzel koku
sürünmektir. Ben birinci ve ikinci cümlemde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in güzel koku sürünmesinin ihramlı iken ve değilken geçerli olduğunu
iddia etmiyorum, çünkü bu konuda bir rivayet yoktur. Konuyla ilgiü rivayet,
Hz. Aişe’nin sözüdür. Hz. Aişe’nin bu ifadesinin Peygamber’den öğrendiği bir
bilgiden mi, yoksa kendi düşünce ve anlayışıyla mı ya da bu konudaki açık bir
nastan mı kaynaklandığı hususu yoruma açıktır. Biz, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ihramlı iken güzel koku sürünmeyi yasakladığını gördük.
İhramdan çıkmak istediğinde ise, güzel koku sürünmüştür.
Usfur çiçeği hoş ise, onun hükmü
güzel kokuyla birdir. Elbise ihramdan önce bu kokuya sahipse ve nas ondan uzak
durmayı belirtmemişse, böyle kalınabilir. Ya da, insan, ihramdan çıkarken veya
daha önce öyle bir elbiseyi giyebilir. Fakat ihramlı iken böyle bir elbiseyi
giymez. Bu konuda bize göre doğru görüş budur. Şu var ki açık bir nas başında
veya sonunda veya bunların arasında bu kokuyu dışlamışsa, o hükmün sınırında
durulur.
(İbn Arabî bu genel hükmün ardından
usfur kelimesinin kökü olan ve boşluk-sıfır anlamına gelen sufre ile sıfır
arasındaki anlam ilişkisine dikkat çekerek meseleyi dilce yorumlayacaktır.)
Bir şeyin sufr’u, sıfır demektir. Sıfır, boş ve boş olan demektir. Safer ayı da
ilk isimlendirilişinde böyle isimlendirilmiştir, çünkü yeryüzü bu ayda bu ismin
konulmasına uygun olarak bitkilerden yoksun ve mahrumdur. Bu nedenle bitkiler,
bir sonraki ayda meydana gelebilir. Çünkü yeryüzünün Safer diye isimlendirilen
ilk hilâlde boş kalmasını ortadan kaldıran bahar mevsimi gelmiştir. Kul da bu
ibadeti yerine getirirken kendinden boş kalırsa, böyle bir kulun (her şeyden
yoksunluğu dile getiren anlamıyla) usfiırla boyanmış elbise giymesi caizdir.
Rabbinden uzak kalırsa, onunla boyanmış elbise giymesi caiz değildir. Bu
nedenle, bu konuda görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır.
Bilginlerin İhramlı İken veya Daha Sonra Etkisi Devam Edeceği İçin İhrama Girmezden Önce Güzel Koku
Sürmek Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Bazı
bilginler, bunu mekruh saymışken bir grup
caiz görmüştür. Ben caiz olduğu kanaatindeyim. Hatta bana göre bu kuşkusuz
sünnettir. İhramdan önceye gelirsek, bu esnada koku sürünmek caizdir. İhrama
girdiğinde, kalan kokusunu gidermek üzere yıkayıp yıkamama hususunda ise,
bilginler arasmda geçerli bir görüş ayrılığı vardır.
Selim doğa sahipleri, güzel kokudan
haz alır ve onu çirkin bulmaz. Güzel koku, İlâhî niteliklerle kula dönük bir
övgüdür. Bunlar, mutlak anlamda isimlerle değil, güzel isimlerle
ahlâklanmaktır. İnsan bu ibadeti yerine getirirken, ona hâkim hal kulluktur.
Çünkü bu ibadette engelleme ve teorik aklın hikmetini bilmediği bir takım
davranışlar vardır. Dolayısıyla bu davranışlar salt ibadet maksatlıdır. Öyleyse
bu ibadet sahibi onları ancak kulluk niteliğiyle yerine getirebilir. Bu
düşüncedeki bilginler, bu halde ve bu girişin başlangıcında, isimlerle
ahlâklanmayı caiz görmemiştir. Çünkü bu Hakk İlâhî bir işim ile girilemez.
Dolayısıyla ihram esnasında ihram karşısında kalan kokudan endişe duyarak, güzel
koku sürülmez. Bu durumda güzel koku kendisiyle ahlâklandığında ilâhî ahlâkın
insandaki etkisi konumundadır.
Güzel koku sürünmenin caiz olduğunu
düşünen bilginler, Allah Teâlâ’nın nitelendiği bütün niteliklerin kulun nitelikleri
olduğunu müşahede etmiştir. Örnek olarak sevinmek, gülmek, şaşırmak gibi
açıkça dile getirilen ya da ‘'Allah Teâlâ’ya borç veriri'1*1 veya ‘Allah
Teâlâ onlarla alay eder"2*3 veya ‘Allah
Teâlâ tuzak kurar'244 gibi açık bir şekilde dile getirilmeyen
nitelikleri verebiliriz. Bu durumu müşahede eden kimse, insanın her durumda
ilâhî bir nitelikten yoksun kalamayacağını söyler ve bu nedenle de onu caiz görür.
ihramlıyken güzel kokunun bulunmayışının nedeni, ihramlıyken insanın kulluk
ismi tarafından ezilmesidir. Dolayısıyla insan, ilâhî bir övgüyü ortaya
koyamaz. Aksi halde, bu ibadette hüküm sahibi olan ismin verdiği hükmü yitirir.
Çünkü ibadet ancak bu ismin hükmüyle
düşünülebilir. İsim kalktığında ise,
onu ancak bir vekil var edebilir ki, o da fidyedir.
İhram için ve ihramdan çıkarken güzel
kokunun hükmüne gelirsek, bu durumda hüküm, el-Evvel isminin otoritesine
aittir. Çünkü her şeyde ille olan, yenilmeyen güçlü ve yalan söylemeyen
doğrudur. Dolayısıyla böyle bir güç, diğer isimler için geçerli olmadığı gibi
hiç kimse de buna karşı koyamaz. Şu halde onun hakikati, ilk olmaktır. Dolayısıyla
o, orta olamaz. Bu bakımdan, ihramın başında olduğu gibi ihramın sonunda da
hüküm sahibi olmuştur. Hz. Aişe’nin bu konudaki anlayışı buydu. Şöyle demişti:
‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ihrama girerken ve çıkarken güzel
koku sürdüm.’ Bu, ihrama girmezden önce ve sonraydı. Burada Hz. Aişe, ihramdan
çıkıp yasağın kalkışına niyetlenerek, ihramın sonunda güzel koku sürdüm
demedi. Sadece hac fiillerinin sonunda yasakları kaldıran helallik hükmünün
dönüşünü dikkate almıştır ki, bu ifaza tavafıdır. Aynı şekilde, Hz. Aişe,
gelecek ihramı dikkate almış, Peygamber o kokuyu yıkayarak gidermemiştir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kadınlarla Cinsel İlişki
Müslümanlar,
cinsel ilişkinin ihramlıya mutlak
anlamda yasaklandığında görüş birliğine varmıştır. Ben de bu görüşteyim. Böyle
bir şey gerçekleştiğinde ise, bizce meseleye gerçekleşme zamanına göre bakılır:
Arafat’ta vakfe yapmazdan önce, başka bir ifadeyle gece veya gündüz Arafat’ta
vakfe yapmanın caiz olduğu süre sona ermemişse, hac bozulmuş ve fakat
bütünüyle geçersiz olmamıştır. Çünkü ibadet bozulduğunda onun gereklerini
tamamlamak insana emredilmiştir ve insan bundan sonra haccını yapar. Arafat’ta
vakfe yapmadan önce ve ihramdan sonra cinsel ilişkiye girmişse, bilginlere
göre bu konudaki hüküm vakfe yaptıktan sonraki hükümle birdir: Haccı bozulur ve
bildiğim bir görüş ayrılığı olmaksızın bu zorunludur. Fakat onların bu konudaki
delillerini bilmiyorum.
Biz, her ne kadar onlarm görüşlerini
benimsiyor ve görüşlerine uyuyorsak da, düşünce şunu gerektirir: Cinsel ilişki
vakfe’den önce gerçekleşmişse, bunun öncesi ortadan kalkar ve ihram elbisesinin
yeniden giyilmesi, kurbanın yeniden kesilmesi gerekir. Vakfe’den sonra ise,
bunlar yapılamaz, çünkü zaman kalmamıştır. Gerçi ihram için zaman vardır, fakat
kimse bu görüşü kabul etmemiştir. Biz ise, bilginlerin görüş birliğine vardığı
düşünceyi takip ederiz. Bununla birlikte ben bu düşünceyi zihnimden atamadığım
gibi ona göre amel de edemiyor, fetva veremiyor ve bir delil bulamıyorum.
Umreye başlamışken ve hac için ihrama girmişken, adet olduğunda Hz. Aişe umreyi
bırakmıştı. Aişe’nin durumunda bana göre meseleye bakılmalıdır: Acaba, umresinin
ardından mı bunu yapmıştı, yoksa bütünüyle mi onu terk etmişti? Burada, umre
ihramını terld kastetmişse ve adetin varlığının ihram süresi varken onun
geçerliliğine edd etmişse, hüküm halamından cinsel ilişki de böyledir.
Reddetmeyle umreden çıkmayı kastetmemiş ve sadece haccın ona girmesini
kastetmişse, umrenin birliğini reddetmiş ve hac ile bir araya gelişini
reddetmemiştir. Böyle bir durumda o, umredeki ihramh haliyle beraberdir. Hac
da ona eşlik eder.
Hacda cinsel ilişki (bâtını yorumda)
yolda gerçekleşir. Kuşkusuz insan İlâhî isimlerin hükmü altında yönlendirilen
ve onların otoritelerinin eserlerinin zuhur ettiği bir yerdir. Fakat isimlerin
ondaki hükmü, insanın halinin, zamanının ve mekânının imkân verdiği tarzda
gerçekleşir. Hal ve zamanlar ise, İlâhî isimleri kendilerine çeker. Bununla beraber
insanın özel bir zaman ve mekân kategorisine girmesi, bu konudaki ilâhı bir
ismin hükmünden kaynaklanır. İnsana pek çok İlâhî ismin hükmü yönelir ve
bulunduğu durumla hepsini kabul eder. Çünkü insan farklı hallerde bulunabilir.
Her hal, özel bir ismin hükmünü ister ve dolayısıyla ona bu özel halin istediği
isim yönelir. Bütün bunlarla birlikte en büyüle hüküm sahibi, kendisinde
otoritesi olan ve bu ortaklıkla beraber gerçekte kendisine yönelinen isim
olmalıdır.
Belirttiğimiz hususta sana bir örnek
açıklayacağım: Bir insanın Allah Teâlâ’nın bakmasını yasakladığı bir şeyden
sakındığını görürüz. Bununla birlikte insan, kendisine yasaklanmış gıybete
kulak verebilir. Aynı esnada, diliyle kendisine yasaklanmış yalan söyleyebilir
veya dedikodu yapabilir. Yine bu esnada zekât ya da gönüllü bir borç verme gibi
emredilmiş bir farz sadaka veya zekâtı verebilir. Bütün bunlar, tek bir şahıstan
tek bir anda meydana gelir ki, o şahıs insandan yükümlü olan ve bütün
organlarını yönlendiren, içinde isimlere ait emirleri kabul eden -ki bunlar
onda hüküm sahibidirorganlarını kendilerine emrederek dilediği gibi yönlendiren
kimsedir. Bu kişi, farklı araçlara sahip, gerçekte bir kişidir. Bu araçların
çokluğu olmasaydı, onun üzerinde ancak bir isim hüküm verebilirdi. Araçların
sebep olduğu bu çokluk, gerçekte bir olsa bile, insanın üzerinde İlâhî
isimlerin hükümlerinin değişikliğini kabulü icbar etmiştir. Böylece insan bir
bakımdan yardım edilen olurken aynı anda fakat başka bir yönden hüsrana
uğrayan olabilir. Hakikat ise, yöneten, yükümlü tek bir hakikattir ki, o da
düşünen nefstir. Böylece insan el-Muiz ismiyle izzet kazanırken aynı zamanda
kendisine göre konum sahibi birisine göre el-Müzil ismiyle zelil ve hor
olabilir. İnsan böyle biriyle karşılaşır, ona saygıda bulunur, onun izzetinden
yararlanmak ister. Aynı anda el-Müzil ismi tanımadığı bir şahsı kendisine
musallat eder ve o şahıs bu kişiyi zelil edebilir. Böylelikle bir adam yönünden
aziz olmuş iken başka birinin vasıtasıyla zelil olabilir. Bu ikisinin hükmü de
aynı anda gerçekleşirken hükmü kabul eden tek hakikattir.
Belirtmiş olduğumuz bu nedenle, bir
ihramlı eşiyle cinsel ilişkiye girdiğinde, bozulmakla birlikte bitirinceye
kadar ibadetini tamamlamak kendisine emredildi ve bu önemsenmemelidir. Çünkü
bu esnada kendisine belirli fiilleri yasaklayan ve yerine getirdiği ibadeti
zorunlu kılan vaktin sahibi, en büyük hüküm sahibidir. Tesadüf, ihramlı insan
el-Hazil ismi nedeniyle eşine yaklaşmış, ihramlıyken onunla ilişkiye girmiştir.
Dince hüküm başka bir isme ait olduğu için, bu isim onunla aynı güce sahip
değildir. Bu nedenle kişinin ihramı bozulmuş, hüküm vaktin sahibine kalmıştır.
Vaktin sahibi ise, insana bozulmasına rağmen ibadeti tamamlamayı emretmiş,
el-Hazil ismine yönelmesi nedeniyle de onu cezalandırmıştır. Çünkü bu isim,
eşine bakmayla kişiye yardım etmiştir. Şari, onu geçersiz sayıp bu esnada
hükmünü ortadan kaldırsaydı ve ihramdan sonra ve vakfeden önce cinsel ilişki
gerekleşseydi, yapılmış kısım reddedilir ve haccın olduğu gibi kabul edilmesi
istenirdi. Bu durumda insanın sorumluluğu, geçersiz kısım karşılığında kan
borcu olurdu. Hükmü bu davranışla ortadan kalkmadığı için, akdinde niyetlenmiş
olduğu ibadeti tamamlaması emredildi. İnsan bu ibadetten yaptığı kısımla
ödüllendirilirken, yasaklanmış bir şeyi yaparak bozduğu kısım nedeniyle de
cezalandırılır. Allah Teâlâ ‘Hacda cinsel ilişki, taşkınlık ve
tartışma yoktur’245 buyurur.
Ebu Davud,
mürsel bir hadiste şöyle demiştir: ‘Bize Ebu Tevbe, ona Muaviye -yani İbn
Selamona Zeyd b. Nuaym veya Yezid b. Nuaym -kuşku Ebu Tevbe’nindirşöyle
dediğini aktarır: ‘Cüzam kabilesinden bir adam ihramlıyken yine ihramlı olan
eşiyle ilişkiye girmiş. Ardından, Peygamber’e ne yapması gerektiğini sormuş,
Peygamber de her ikisine şöyle demiş: ‘İbadederinizi kaza edin, kurbanlarınızı
kesin, sonra başınıza gelen şeyin gerçekleştiği yere gidip orada ayrılın ve birbirinizi
görmeyin. Başka bir hac yapmanız gerekir. Böylece ibadetiniz kabul edilir.
Başınıza bu hadisenin geldiği yerde bulunursanız, ayrılın ve biriniz diğerini
görmesin. İhram giyin, haccın diğer kısımlarını tamamlayın ve kurban kesin.’ .
Bu, Hakkın tercümanı olan
Peygamber’in dilidir. Peygamber’in ifadesi, kendisinde bir bozulmanın ortaya
çıktığı bu ibadeti tamamlamakla ilgili iradesinde vaktin hâkimi ve zamanın
sahibi olan ilâhî ismi güçlendirmiştir. Çünkü hükme konu olan kimse, hâkim
ismin hitabını duymamıştı. Çünkü Allah Teâlâ onun duymasını engellemiştir. Bunu
üzerine hâkim isim, Allah Teâlâ’nın kelamını ve sözünü duymak zere kulağım
açtığı Peygamber’e şöyle demişti: ‘Bu yükümlüye tamamlayıncaya kadar davranışını
kaza etmesini söyle!’ Peygamber de söylediğini aktarmış ve onu bu şahsa
açıklamıştı. Çünkü Peygamber arzusundan konuşmadığı gibi ‘mümin kardeşi
vasıtasıyla çoktur.’ Öyleyse peygamber, hüküm sahibinin hükmünü uygulayan bir
perdedar konumundadır. Genel hükümdeki durum da böyledir.
En özel âlemdeki duruma gelirsek,
cinsel ilişkiye girmek, doğal nefsin ilâhî akıl üzerindeki etkisidir. Akıl,
nefsin yaratanına dönük ‘özel bir yönü’ olduğunu bildiği için nefse başvurmuş,
Hakkın tercümanı olan Peygamber’in kendisine tebliğ ettiği bu konuda direnç
göstermesi gerektiğinden habersiz kalmıştı. Bu nedenle akıl, kendisine verdiği
emirde doğanın hükmüne göre nefse uymuştur. Bu özel yön olmasaydı, akıl
aldanmaz ve asalet hükmüyle doğanın niteliği olan kınanmayla nitelenmezdi.
Bu konuda şu mısraları söyledik:
Akıllarımızın
nejslerimize uyması •
Pek ağır gelir bize, ne
çetin iştir o!
Alçak doğanın kurnazlığı
hâkim olduğunda ' Bir şahsın aklına; o kişi alçaktır!
Öyleyse akıllar, yüksek zirveyi
temsil etseler bile, hiç kuşkusuz değersiz olan onun zirvesinin tam karşısında
bulunur. Bu ise, nefsanî doğanın mertebesidir. Akıl yücelerden nefse bakar ve
onu kendisinde eğikliğin bulunmadığı doğrusal bir çizgi üzerinde tam karşısında
duruyor görür. Bu çizgi, nefs arındığında aşağıdan zirveye doğru yükselişin
gerçekleştiği doğrudur. Akıl başarısızlığa uğradığında, zirveden aşağıya da bu
yoldan düşer. Kuşkusuz aklı (nefs hakkında) yanıltan, çizginin doğruluğudur.
Çünkü akıl doğruluk üzerinde yaratılmış, sonra kendisine yükselişiyle nefsin
arınmış olduğunu görmüştür.
İşte nefsten aklı aldatan şey budur.
Çünkü o, akıl için doğada dikkate alınmıştır. Bu inişte ise tercümanın sözü
kendisine yardım etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bir ip
sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ der. Akıl Allah Teâlâ
hakkındaki bilginin artışını ister. Bunun için, doğaya inerken bu çizgi
üzerinde şunu görmek ister: Acaba Hakkın düşükle ilişkisi , zirveyle ilişki
gibi midir, değil midir? Böylece zevk yoluyla Hakkın aynı tarzda olup
olmadığını veya başka bir ilişkisinin (bağ) bulunup bulunmadığını görmek
ister. Her durumda akıl, iki yarar elde eder: Bu amaç nedeniyle insana haccın
ibadet unsurlarını tamamlaması emredilmiş, ameli bütünüyle geçersiz
sayılmamıştır. Bu bağlamda akıl, dört meleğin karşılaştıklarındaki bir
konuşmasını duyar: Bir melek batıdan, diğeri doğudan gelmiş, biri aşağıdan
çıkmış, diğeri yukarıdan inmiş. Her biri arkadaşına ‘nereden geldin?’ diye
sormuş. Hepsi ‘Allah Teâlâ’nın katindan geldim’ diye karşılık vermiş. Öyleyse
bilginin artışını arzulu isteyişinde aldın hareket etmesi gerekir. Bu sayede Allah
Teâlâ hakkındaki bu bilgiyi taklitsiz bir şekilde hal ve zevk yoluyla elde
eder. Zirvede taklide yetinmediği sürece bu bilginin kendisinde gerçekleşmesi
mümkün değildir. Öyleyse akıl bu bilgileri elde etmek isteyince, bu doğrusal
çizgi üzerinden (nefse ve doğaya) iner; inerken çizgilerin birleşim yerlerini
görmesi kaçınılmazdır. Böylece pek çok bilgiyi müşahede eder. Bu iniş,
bilgi kazandıran bir zelilliktir ki,
söz konusu bilgi, zelil olan insana şefaatçi olur ve onun eksildiğini onarır.
Hacda cinsel ilişkiye giren kimsenin
zelilliği olmasaydı, Peygamber’in ölümünden sonra böyle bir şey gerçekleştiğinde
şeriatın bu konudaki hükmünü bilemeyecektik. Biz de ibadederimizde Rabbimizden
gelen bir basirete sahip olalım diye, bu bilginin ortaya konulması Allah
Teâlâ’nın bize dönük bir rahmetidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhramdan Sonra Yıkanmak
Bilginler, insanın cenabetlik nedeniyle başını yıkamasının caiz olduğunda
görüş birliğine varmıştır. Fakat cenabetlik söz konusu değilse, yıkanmanın
mekruh olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmına göre,
yıkamada bir beis yoktur ki, ben de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, bunu mekruh
saymıştır. '
Baş, insanın bütün güçlerinin mekânı
ve ruhani güçlerinin toplandığı bir yerdir. Bu toplayıcılık nedeniyle diğer
organlardan farklı olarak burada bir hüküm dikkate alınmıştır. Başa ait olan
ilâhî isim, Allah Teâlâ ismidir, çünkü o, toplayıcılık özelliğine sahiptir.
Öyleyse bu ismin koruyuculuğu, yükümlü üzerinde ortaya çıkmıştır. Onun
güçlerinden biri bozulsaydı, bu bozulma ya düzelmesi mümkün bir bozukluğa veya
düzeltilmesi mümkün olmayan bir bozulduğa yol açardı. Bazen de, bütünüyle
telefe yol açan ve insanı insan olmaktan çıkartarak onu bir hayvan haline
getiren bir bozulmaya yol açabilirdi. Böyle bir durumda insandan yükümlülük
düşer, kendisiyle Allah Teâlâ arasındaki ilişki kesilirdi. Burada muhtaçlık
ilişkisini değil, özel anlamda yalanlaşma ilişkisini kastetmekteyim. Çünkü
muhtaçlık ilişkisi, (Allah Teâlâ ile insan arasında) hiçbir zaman kesilmez. Bu
ilişki yolduk halinde sürdüğü gibi varlık halinde de devam eder.
(Bâtınî yorumunda) İnsanın kulluk
mertebesinden uzaklaşması, onun cenabetlik halidir. Bu bağlamda insana
‘vatanına dön’ denilir.
Çünkü senin özün gereği Rablıkta
katiyen bir payın yoktur. Hakk ondan dilediğini sana ihsan etmek isterse, O
sana tenezzül buyurur, yoksa sen O’na yükselemezsin. Çünkü Allah Teâlâ seni
bildiği gibi mertebeni ve nerede olduğunu da bilir. Sen O’nu bilemezsin. O’nu
nerede arayacaksın Ki? Sen sırf bilgisizliğin nedeniyle kulluğunun dışına
çıktın. Dikkat ediniz! Allah Teâlâ dilediği kimseye rabbanilik özelliği vermek
istediğinde, ‘şeriat’ diye isimlendirdiği bir emirle sana iner. Bu iniş, bir
melek elçi vasıtasıyla gerçekleşir. Bu durumda sana bir takım imkânlar ve betimlediği
tarzda hükmetme gücü verir. Söz konusu şeylerde hüküm sahibi olman, sana
verilmiş Rablık miktarıdır. Sana tanımlanan bu ölçü ve aşmanı yasaklanan miktar
ise, senin üzerinde kalan kulluktur.
Sen bir hükümdarsın ve bir kulsun.
Sen ‘sen’ içinde ödünçsün.
Hakikatten başkasında varlık
yok!
Ne bir hüküm ne bir muhtaçlık var
Benim gibi olan yine benim
gibi hayrete düşmüştür
Ne bir zorlama ve ne de bir
seçim vardır
Nejena ne de beka
Ne kaçış
ve ne de yerleşme vardır!
Öyleyse, görüş birliğiyle
cenabetlikten yıkanmak farzdır. Çünkü sen görüş birliğiyle kulsun Ve rab
değilsin!
Cenabetliğin dışındaki hükümlere
gelirsek, (bu konuda şu mısraları söyledik):
Onun hükmü güçleri korumak
için yıkanmaktır
Bu hüküm de en zorunlu
hükümdür.
, Bilhassa bu hüküm vaciptir
Çünkü o bilgiye delildir '
Ve her bilgi özü gereği ona aittir
Tıpkı nasıl ve ne kadar gibi
Allah Teâlâ yaratıklarından
onu üstün tuttu
Ona
verdiği anlayış gücüyle. '
Kendilerine ulaşacak zarardan bu
güçleri korumayı dikkate alan kimse, yıkamayı kabul eder. Bu koruma, hastalığı
engellemek için ve kendisine sıkıntı veren ve etki eden buharların yansımasını
engelleyerek gerçekleşir. Bu konuda, yani zarar konusunda zamanın kısalığı nedeniyle
haramlığı dikkate alan kişiye göre sebep zayıflar ve bu nedenle yıkanmayı
mekruh sayar. Dikkat ediniz! Onlar, sebebin gücü nedeniyle cenabetlikte
yıkanmada görüş birliğine nasıl ulaşmıştır. Bununla birlikte suyla yıkanma
başı daha fazla ıslatır. Allah Teâlâ bize ondan uzak durmayı emretti, çünkü o
bize, güçleri ve anlamlarında bulunan şeyleri korumayı emretmiştir. Çünkü
temizlik ve nezafet, Şari’nin amacıdır. Şari, el-Kuddûs, yani tertemiz olandır.
O’nun bu isme sahip karşıt anlamlı bir ismi de yoktur.
Şekilci bilginler bu ibadetin
hikmetini bilemeyince -çünkü onlar Hakk katından gelen bir keşfe sahip
değillerdirhaccın fillerinin çoğunu taabbüdî saymıştır (salt ibadet maksatlı).
Ne güzel de yapmışlardır! Bütün ibadetlerdeki tavrımız budur. Bununla birlikte
biz, şeriat yönünden bazı ibadetlerin illetlerini biliriz. Bu ise, ya Hakkın
bildirmesi veya kıyasçılar nezdinde hüküm çıkartma şeklinde gerçekleşir. Bütün
bunlara rağmen biz, ibadederi Allah Teâlâ’ya ibadet kastıyla belirlenmiş olduklarının
dışına çıkartmayız. Çünkü illetler bulunur ve maksat olabilirler, fakat yine
de illeder, hükmün zorunluluğunda etkin değillerdir. İşte bu -şayet
anladıysanilâhî mertebeyi tenzihte en güçlü yoldur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhramlmın Başmı Sabun
İle Yıkaması
İhramlının başını sabun ile yıkamasına gelirsek, bilginler
bunun olamayacağında görüş birliğine varmıştır. Böyle bir şeyle başını yıkadığında
ise, bazı bilginler fidye ödemek gerektiğini söylerken bir kısmı yıkasa bile
bir şey gerekmeyeceği görüşündedir. Ben de, başkasından veya kendisinden bir
engelleme olmaksızın, bu görüşteyim. .
Zâhir ve bâtında temizliği sağlayan
her sebebin her durumda kullanımı gerekir. Çünkü Allah Teâlâ güzeldir ve
güzelliği sever. Kitap, Sünnet veya İcma, herhangi bir şeyle başmı yıkayan
ihramlıyı engelleyen bir hüküm getirmemiştir.
Allah Teâlâ insana ihrama girmeyi
emrederek, helal olan şey haram haline gelir ve onu izzet sıfatıyla niteler.
Bu durumda daha önce kendisine ulaşan şeyler, bu engellemeyle artık kendisine
ulaşamaz. Çünkü eşya, insan için yaratıldığı için insana ulaşmak ister. Öyleyse
eşya Allah Teâlâ’nın kendilerini yaratmış olduğu özellik olan ‘amadelik’
özelliğiyle insanı arar. İnsan ise, ilâhı surete göre yaratıldı ve bu suret,
pek çok yönden ulaşılamayacak anlamında ‘izzet5 sahibidir. Bu
izzette örnek olarak, ‘O’nu gözler algılayamaz’246 ayetini verebiliriz. Burada, dünya
hayatı kastedilmektedir. ‘O gün yüzler aydınlık olarak Rablerine
bakar.’147 Bununla
birlikte, ahirette görme gerçekleşecektir. Burada söz konusu olan, göreli bir
izzettir, çünkü yasaklanmış ve sonra mubah sayılmıştır. Öyleyse Hakk, suret
sahibi kimseyi ibadetleri içinde izzet ve engelleme özelliğinde yarattı. Bu
ibadetlere örnek olarak oruç, hac ve namazı verebiliriz. Böylece kendisinden
dolayı yaratılmış bazı şeyler insana ulaşır. Buna karşındnsan, bazı şeylerden
uzak durur ve yüz çevirir, halbuki bunların ona ulaşması yasaklanmamıştır. Aynı
şekilde, suret üzerinde yaratılmış olmak, ‘bizden takva duygusunun Allah
Teâlâ’ya ulaşmasını engellemez.’ Takva, yaratıklarının içinde takva
sahiplerinde bulunur. Böylelikle benzerlik içinde benzerlik güçlenir. Bu ise,
kanıtların kuşkuya katılması demektir. Çünkü her şey O’ndan O’nadır, hatta her
şey O’nun aynıdır.
Öyleyse eşya, insana gerçekte haram
kılınmamıştır. Burada ‘haramlık’ eşya için geçerlidir, çünkü insan Rabbi için
yaratılmış iken eşya insan için yaratıldı. Binaenaleyh insan Rabbini talep
ederken eşya insanı talep eder. Böyle bir durumdaki imtina ve engelleme, başka
bir vakitteki imtina ve kavuşma gibidir.
Kuşkusuz sana mertebeni açıklamış
oldum. Allah Teâlâ insan hakkında şöyle der: ‘Göklerde
ve yerdeki her şeyi size amade kıldı.’248 Başka bir ayette ise ‘O yerdeki
her şeyi sizin için yarattı’249 ve ‘Cinleri
ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım’250 buyurur. Musa’ya indirilmiş
Tevrat’ta ise şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Seni kendim için, eşyayı senin için
yarattım! Benden dolayı yarattığım şeyi eşyaya kurban etme!’
Aziz mertebenin karşısında zelillik
yönünü de öğrenesin diye, Allah Teâlâ sana mertebeni açıklamıştır. Sen, eşyaya'
karşı izzedi davranmadın ve onu kendine yasaklamadın (ihram). Allah Teâlâ,
eşyanın sana ulaşmasını engelledi. Böylece ihrama girmeyi sana emretmiş, sen de
ihrama girmiş ve yasaklı Hakk gelmişsin (ihram: eşyayı yasaklayan, eşya için
yasaldı olan). Hakkın bunu emrinden yapmış olmasının nedeni, kendisine bir
yaklaşma ve O’nun katında mertebe artışıdır. Böylece. seni üzerinde yarattığı
kulluğunu unutmazsın. Çünkü Allah Teâlâ seni bu engellemede memur kılmıştır.
Bu ise, mertebenin büyüklüğü nedeniyle sana ilişebilecek hastalıklara karşı
yararlı bir ilaçtır. Öyleyse, senin Hakkın suretine göre yaratılman, sende her
zaman bir gurur ve izzet meydana getirecektir. Allah Teâlâ ise, bu gururu
kendine ibadet ederken yapmayı sana emretti. Bu ibadette ‘haram’ olmayı sana
emretti. Öyleyse ihram, senin aleyhine değil, lehine olan bir engellemedir.
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın
başarısızlığa uğrattığı kimseler, kendi benzerlerine karşı nasıl gururlanır: ‘Ben
sizin en büyük Rabbinizim!’251 Acaba, onu bu konuda konuşturan
neydi: Mertebesini bilmesi mi, yoksa kendisini bilmemesi mi? insan hakikat ve
mertebe bakımından bir kul ike;n yine -mertebe bakımından değilhakikat
bakımından efendidir. Bu nedenle, mertebe iddiasında bulunduğunda parçalanır
ve mahrum kalır. Hakikat iddiasında bulunduğunda ise, korunur ve rahmete mazhar
olur. İnsan, gerçekte tektir, fakat bir kısmı inayete mazhar iken bir kısmı
değildir.
Bu bölümün bâtınî yorumu budur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’252
Altmış üçüncü kısım sona erdi, onu
altmış dördüncü kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar