[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞINCI KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
VASIL
Allah Teâlâ bu özel zamanda özel
ilâhî halle kuluyla söyleştiğinde kulun tam bir huzur
içinde bulunması gerekir. Bu huzur, kulun (bütün niyetini bir yere toplamak
anlamındaki) cem’ halinde bulunarak, başkasma yönelmemesini gerektirir.
Böylelikle, kul her hareket ve duruşunda elBâtın olan Allah Teâlâ’ya
yakarırken, mana yönünden ez-Zâhir Allah Teâlâ’ya yakarır. Çünkü duyu zâhir,
mana ise bâtındır. Mana, zâhirin önünde bulunabilir. Çünkü el-Bâtın isminin
önünde ayakta dursaydı -ki mana duyulur harfin bâtınıdırbir şey kendi önünde
ayakta durmuş demek olurdu. Hiçbir şey, kendi önünde ayakta duramaz. Çünkü o,
bir şey elde etmek üzere ayakta durmuştur. Bir şey, kendinden bilgi alamaz.
Dikkat ediniz! Hakk, bize bildirmek ve öğretmek üzere iner. O, olmuşu ve
olacağıyla her şeyi bilendir. Bununla birlikte, kuşku duyulmayacak bir gerçekle
bize gerçeğin bulunduğu durumu bildirerek hükmün hallere ait olduğunu
söylemiştir. Böylelikle, kendisini bilgi alan konumuna yerleştirmiş, bilgi
vereni ise hitap ettiği kimse yaparak ‘Sizden
cihat edenleri ve sabredenleri
öğrenelim diye sizi sınayacağız’187 demiştir.
Halbuki Allah Teâlâ, onlardan neyin meydana geleceğini biliyordu. Fakat haİ, Allah
Teâlâ’nın bize karşı kanıt ortaya koymasına izin vermez. Allah Teâlâ ‘Yetkin
kanıt Allah Teâlâ’ya aittir’138 buyurur. Bu
durumda sınanan kimselerin Allah Teâlâ’ya karşı kanıtı kalmaz. Bu sınanmayla, Allah
Teâlâ haklarında bilgisiyle hüküm vermiş olsaydı, onların şöyle deme
ihtimalleri ortadan kalkar: ‘Bizi sınamış olsaydın, sınırlarının hududunda
duracağımızı görürdün.’ İşte bu, (kazanılan bilgi anlamında) ‘hıbra’ ilmi diye
isimlendirilir ve el-
Habir isminden gelir. İşte bu, bir
şeyin kendisinden değil, başkasından bilgi alıştaki İlâhî bir konudur. (Allah
Teâlâ kendisini böyle nitelemiş iken) Biz bu niteliğe daha uygunuz.
Bu nedenle, kulun zâhirinin el-Bâtın,
bâtınının ise ez-Zâhir ismine münacat ettiğini söyledik. Kul Allah Teâlâ’nın
önünde bilgi alan birisi olarak dururken, Allah Teâlâ dilediğini ona ihsan
eder. Bilgi alan, ayakta dururken duyuyla algılanan harikulade olayları -Ki
onlar genel içinde velilerin keramederi, nebi ve resullerin mucizeleri diye
isimlendiriliraldığını görebilir. Bunlar, ez-Zâhir isminin verileridir.
Akılları şaşırtan veya müfekkire gücü yönünden akılların kabul ettiği veya
reddettiği bir takım bilgiler ve hükümler de alabilir. Bunlar ise, el-Bâtın
isminin verileridir. Öyleyse dikkatini çektiğimi ve sana tavsiyede bulunduğun
hususa aklını ver ki, kime münacat ettiğini öğrenirsin! Böylece karıştırmaz ve
sana gelen şeyler de karışmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
karıştırdı, biz de
onlara (gerçeği) karıştırdık.’189 Başka bir
ayette şöyle der: ‘Onlar tuzak kurdu, Allah Teâlâ da
tuzak kurdu.’190 Sonra Allah Teâlâ
tuzak kurmayı onlardan olumsuzlayarak şöyle buyurdu: ‘Bütün
tuzak Allah Teâlâ’ya aittir.’191 Yani tuzak,
kullara ait sayılan ya da Allah Teâlâ’ya ait sayılan tuzaklar gerçekte Allah
Teâlâ’ya aittir.
Allah Teâlâ
peygamberinin diliyle Allah Teâlâ’ya, peygamberine, Müslümanların imamlarına
ve sıradan Müslümanlara genel olarak nasihatte (onlara karşı samimi davranmayı)
bulunmayı emretti. Mekke’de ve Şam’da ise, bana özel olarak doğrudan hitap etti
ve şöyle dedi: ‘Kullarıma nasihat et!’ Bunu, bana gösterilen doğru bir rüyada
gördüm. Böylelikle başkasından olduğunkinden daha çok benim üzerime yükümlülük
bindi. Allah Teâlâ onu benim için bir sınanma ve denenme değil, bir inayet ve
şereflendirme olarak yaptı. ~-
Bu bilgiyle Allah Teâlâ’nın önünde
duran kimse, uyuyor olsa bile, geceyi ibadetle geçiriyor demektir. Rabbinin
önünde bu bilgiyle durmayan kimse, ayakta dursa bile, uyuyor demektir. Öyleyse
kalbinde Allah Teâlâ’yı gözet! Çünkü kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran yerdir. Sen
O’nun sende ve başkasındaki etkilerini sadece murakabe ederek öğrenebilirsin!
Bilmelisin ki, Ramazan ayında geceyi
ibadetle geçirenlerin bir kısmı, düşüncelerinde Ramazan ismi için ayaktayken
bir kısmı bin aydan hayırlı olan Kadir gecesi için ayaktadır. İnsanlar ise, bu
gecede farklı farklıdır. Ramazan gecesini Ramazan için ayakta geçiren kişinin
hali, bir artma ve eksilmeye konu olmaz. Kadir gecesi için ayakta duranın hali
ise, o konudaki görüşüne göre değişir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
(Kadir Gecesi)
İnsanlar kadir
gecesinin zamanı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Bir kısmı, onun bütün sene içinde döndüğünü söylemiştir ki, ben de bu
görüşteyim. Kadir gecesini Şaban’da, Rebi’de ve Ramazan’da gördüm, Ama en çok
Ramazan’da, özellikle de son on gününde, bir kez de Ramazan’ın ikinci onuncu
dilimindeki tek sayılı gecelerinde gördüm. Ben, kadir gecesinin görüldüğü ayın
tek ve çift gecelerinde olmak üzere senenin bütününde döndüğü inancındayım.
Kadir gecesi nedeniyle Ramazan
gecesini ibadede geçiren kimse -gecenin aranmasını Hakk teşvik ettiği için
ayakta dursa bilegerçekte kendisi için ayakta durmuştur. Ramazan ismi ya da
başka bir isimden dolayı ayakta kalırsa, kendisi iç in değil, Allah Teâlâ için
ayakta durmuş demektir ve böyle biri daha yetkindir. Yine de her ikisi de dine
uygundur. İnsanların bir kısmı, kul, bir kısmı ücredidir. Ücret nedeniyle
İlâhî kitaplar inmiştir ve bu sayede ücredi ve kiralanan ortaya çıkar. Onlar,
(sırf) kul olsaydı, Hakk onlara bir kitap (göndermeyi) kendine bir yükümlülük
olarak yazmazdı. Çünkü kul efendisi üzerine bir şey belirlemez. O ancak
efendisinin mülkünde çalışır ve muhtaç olduğu şeyi alır. Ücretlilerin ecirleri
vardır, kulların ise nurları vardır ki, o da onlarm efendisidir. Çünkü O,
göklerin ve yerin nurudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
doğru sözlüler ve Rablerinin katındaki şehitlerdir, onların Rablerinin katında
ecirleri vardır.’192 Kastedilen,
ücredi kullardır. Onlar, Hakkın kendilerinden canlarını satın aldığı
kimselerdir. Nur sahipleri ise, köleler ve cariyelerdir. Allah Teâlâ, bizi
makam yönünden onların en üstünlerinden ve kendisine en sevimli gelenlerden
etsin! O, veli ve koruyucudur.
Bilmelisin ki, kadir gecesine insan
tesadüf ederse, bu, Allah Teâlâ’nın kendisine ihsanda bulunduğu bin aydan
hayırlıdır. Kadir gecesiher bin gecede bir tane olarak bulunuyorsa, her yılın
on iki ayında bir tane bulunduğunda durum nasıl olabilir? Ayette belirtilen bu
durum, kulaklarımızın nassa dikkat kesildiği garip bir ifadededir. Bu ifade,
başka bir anlam daha içerir ki, o da bu gecenin bir sınırlama olmaksızın bin aydan
‘daha’ hayırlı olmasıdır. Bununla birlikte bin aya ilave olan kısım (daha)
belirsizdir ve dolayısıyla nerede biteceği bilinemez. Allah Teâlâ kadir
gecesinin bin aya bedel olabileceğini söylememiş, herhangi bir vakit
belirmemeksizin bin aydan daha üstün saymıştır. Bu geceye ulaşan kul, bin
seneden fazla (ama) belirsiz bir sürede ihlaslı bir halde Rabbine itaat etmiş
gibidir. Başka bir örnek ise, doğal ömrü aşarak, ölümü zorunlu olsa bile,
bilinmeyen bir ömre ulaşan kimseye benzer. Fakat bu ölümün doğal ömrü aştıktan
sonra tek bir nefesle mi, ya da binlerce yıl sonra mı gerçekleşeceği bilinemez.
Daha önce söylediğimiz gibi, sınırlı sayılmadığında kadir gecesinin durumu da
böyledir.
Bilmelisin ki, burada ay gerçek
yorumuyla ‘kâmil kul’ demektir. Ay -ki Allah Teâlâ onu nur yaptıyürüdüğünde,
ayın cismi değil, kendisi olduğu ortaya çilesin diye, ona isimlerinden bir
isim vermiştir. Öyleyse ay, cismi bakımından Halden en-Nur ismindeki
mazharıdır. Böylece o, yirmi sekizde sınırlı olan kulun menzillerinde yürür.
Sona ulaştığında ise, gerçek anlamda şehir diye isimlendirilir. Çünkü o,
seyrini tamamlamış, başka bir seyre başlamıştır. Anlam bakımından da iş
böyledir, çünkü Hakkın varlıklardaki fiili sonsuzdur. Dolayısıyla Allah
Teâlâ’nın baki kılmasıyla süreklilik kazanır. Kul da ilâhı isimler
menzillerinde yürür. Bunlar, doksan dokuz isimdir. Doksan dokuzuncu isim
(ayette geçen) ‘vesile’dir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Diğer doksan seldz isim ise, bize aittir ve aya ait yirmi sekiz menzile benzer.
Kâmil kulu bazı kimseler tek insan diye isimlendirir. Yirmi ise, yüzün beşte
biridir. Çünkü o asılda yüz isim idi, fakat Allah Teâlâ birisini tekliği
nedeniyle gizledi. Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Onu tek olarak gizleyen
ise, aynı zamanda tek olarak ortaya çıkartandır. Burada ay menzillerine dikkat
çekerek. Yirmi sekiz menzil olduklarını söyledik. Çünkü onlar, dördün yediyle
çarpımından meydana gelmiştir. İnsanın varlığı ise, yedi niteliğiyle çarpılan
dört karışımdan oluşur. Bunlar, hayat, irade, bilgi, kudret, kelam, duyma ve
görmedir. Bunların çarpımından ise, insan meydana geldi. İnsan ancak Allah
Teâlâ’nın en-Nur isminden ortaya çıktı, çünkü en-Nur eşyayı izhar eder. Allah
Teâlâ ise, kendisi nedeniyle zuhur edendir. O’nun eşyadaki hükmü, kendinden
kaynaklanır. Ay (şehr) da nur olması bakımından kamerin menzillerde seyriyle
ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Aya menziller belirledik.’193 Bu
menzillerde ayın seyri bittiğinde, gerçek bir ay haline gelir. Onun dışında ‘ay1
diye isimlendirilenler ise, terimsel olarak bu adı almıştır. Öyleyse burada bir
çelişki yoktur!
İnsandaki her menzilde Allah Teâlâ’ya
ait bir hüküm vardır ki, bu hükmü bu kitapta ‘iç sâlik’ ve ‘dış sâlik’in
niteliğinden söz ederken belirtmiştik. İki sülük tarzını ayıran ise, yirmi
sekizin yarısı olan dolunay gecesidir. Bu gece, tam olarak gözüken ay ile ayın
görülmediği bölümü ayırır. İnsanda nur her zaman kâmildir, çünkü onun iki yönü
vardır. Tecelli ise, bu nurun ayrılmaz niteliğidir. Bu ise, ya bir yönde ya da
her iki yöndedir ve her yönde artma ve eksilme olabilir. Öyleyse ona kemal
zatından gelir ve bu zorunludur. İki yönü olması nedeniyle de eksiklik ve
artması söz konusudur. O halde, bir yönden her ne zaman artarsa, diğer yönden
eksilir. Aziz ve alim Allah Teâlâ’nın takdir ettiği bir hikmede her zaman ‘o
odur.’
Mizanımızın kefelerinde senin için bir ibret var
Düşünürsen, sen ondaki bir dilsin.
Onlardan biri ağır basarsa diğeri aşağı iner Sen onda
bulunan şey için eğilir ve alçalırsın
Allah Teâlâ geceyi ‘kadir’e tamlama
yapmıştır, gündüzü değil! Gece, gaybe benzer. Takdir ise, gayb esnasında
yapılabilir ve o insanın içindedir. Gündüz, açıldığı gerektirir. Takdir
gündüze ait olsaydı, hüküm kendisine uygun ve yerinde olmayan bir yerde ortaya
çıkacaktı. Dışta fiil nefste bulunduğu tarzda ortaya çıkabilir. Böylelikle
fiil, gaybten Allah Teâlâ’ya göre şehadete, yokluktan -yaratıklara görevarlığa
çıktı. Kadir gecesi, her hikmetli işin ayrıştırıldığı gecedir. Bu gecede iş,
tek bir şey olarak iner, sonra gereğine göre, o gecede ayrıştırılır. Nitekim
bir söz için söz olmak yönünden ‘birdir’ hükmünü verirsin, sonra konuşan kişide
ve o kişinin durumuna göre farklılaşır. Böylece haber, haber vermek, emir,
yasak, onaylama gibi bir olmasına rağmen sözün kısımlarına bölünür. O halde,
kadir gecesi eşyanın kaderlerinin belirlendiği gecedir ve kaderleri ise bizden
başkası belirlemez. Bu nedenle bize kadir gecesini aramak emredildi. Peygamber
bize ‘kadir gecesini arayın’ diye emretti. Bunun amacı, yolculuktan gelen kişi
gibi, kadir gecesini beklememizdir. Yolcu yolculuktan dönerken -hali vakti
yerindeysekendisini karşılayan ailesine hediye getirmelidir. İnsanlar onu karşılayıp
bir araya geldiklerinde, onlar için hazırladığı hediyeleri verir, çünkü bunlar,
onların hakkındaki kaderlerdir. Bu nedenle, onlar sevinir. Bir kısmının
hediyesi Rabbine kavuşmak, bir kısmının hediyesi ilâhî yardım ve korunmadır.
Herkes, takdir edenin vermeyi ve ihsan etmeyi dilediği şeye göre hediyesini
alır. Engelleme yoktur!
Kadir gecesinin alameti, ışınlarıyla
(diğer) ışınların sönmesidir. Allah Teâlâ, onu aylarda ve haftanın günlerinde
yer değiştiren bir özellikle yarattı. Böylece her ay ve her hafta ondan payını
alır. Nitekim Ramazan da güneş takvimi aylarında dönerek Ramazan’ın fazileti
bütün senenin mevsimlerine yayılır. Farz kılınan oruç güneş takvimine
bağlansaydı, Ramazan bu kuşatıcılığı elde edemezdi. Hac ve zekat da öyledir,
çünkü onun senesi de belli değildir. Zekat yılı, malı yükümlünün elde ettiği
esnada başlar. Her gün, mal sahibi adına yılın başlangıcı olabilir, dolayısıyla
sene bütün günleri zekat için zaman olmadan sona ermez. Zekat ise, temizlik ve
bereket demektir. Bütün insanlar -zekat veren ve vermeyenherkesi kuşatan yılın
zekatının bereketine ulaşır.
Kadir gecesi sabahında güneşin ışığı
güneşin cisminde silinir. Bunun amacı, gecenin onun gelişinin ve gündüzün de
hükümlerinin ortaya çıkmasının vakti olduğunu bildirmektir. Bu nedenle,
kendisine saygı gösterilerek, geceden karşılanır. Geceleyin kadir gecesini
yakalayamayan insan, güneşi gözetmelidir. Alameti gördüğünde ise, kadir
gecesini bildiğinde gecede yaptığı duayla dua etmelidir. Onun alameti, onun
ışığı nedeniyle güneş ışığının sönmesidir. Bu durum, güneş gözüktüğünde
yıldızların ışığının dışta görülmeyişine benzer. Böylece fecri şafağın
kızıllığı sayanın görüşü güçlenir. Allah Teâlâ ‘fecrin
doğumuna kadardır"94 buyurur. Burada ‘hatta’ edatı (‘e’
anlamında) ila demektir. Gecenin sınırının doğan
fecir ile gündüzden ayrışmasını sağlayan bu miktar, kadir gecesinde güneş
ışığından ortaya çıkan fecir değildir. O, ancak kadir gecesinin ışığıdır ve
güneşin cisminde ortaya çıkmıştır. Ayın ışığı da, ayın cisminde ortaya çıkan
güneş ışığıdır. Ayıiı ışığı kendisinden olsaydı, hiç kuşkusuz güneş gibi onun
da şuaları olurdu. Onun ışığı güneşten ödünç alındığı için şuası da olmadı.
Güneşin kendinden kaynaklanan şuaları vardır. Kadir gecesi güneşin şualarını
sildiğinde, tıpkı ay gibi kalır: Aydınlığı vardır, fakat şuaları yoktur! İşte
bu aydınlık, kadir gecesinin ışığıdır. En sonunda güneş bir mızrak boyu ya dâ
biraz daha az yükselir ve ışığı kendine döner.
Güneşin sabah vaktinde doğduğunu
görürsün. Başka bir ifadeyle güneş, kadir gecesi sabahında -adeta ayın şuası
olmaksızın doğumu gibiaydınlığı olsa bile şuası olmayan bir yuvarlak olarak
doğduğunu görürsün. Bunları sana söylememizin nedeni, kadir gecesinin sabahında
hangi ışıkla aydınlanacağını açıklamaktır. Böylelikle, bütün nurlarda hükmün
gölderi ve yeri nurlandırana ait olduğunu öğrenirsin. Nurlarm en düşüğü, bir
maddeye muhtaç olandır ki, o da lambadır. Hakk, nurunu kendisine yardım eden
bir maddeye -ki madde yağdırmuhtaç olan lambaya benzetti. Öyleyse lambadan daha
üstün olan her ışık, teşbihe daha yakın ve tenzih bakımından da daha üstündür. Hakk
bize bunu bildirmiş ve benzetme edatı k (kaf) ile ‘kandillik gibi’ demiştir.
Bunu ise, kendisinin bütün nurların nuru, hatta tüm nurlar olduğunu öğretmek
için yaptı. Allah Teâlâ, bize bu niteliği istemeyi emretti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Beni nur yap.’ Peygamber de öyleydi.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kadir Gecesini Kaçırmak
Korkusuyla Aramak
Tirmizi,
Ebu Zerr’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile oruç tuttuk.
Aydan yedi gün kalıncaya kadar bize namaz kıldırmadı. Ardından gecenin üçte
biri bitinceye kadar namaz kıldırdı. Sonra bize altıncı gece namaz kıldırmadı,
beşinci gece kıldırdı. Gecenin yarısı bitmişti. Peygambere dedik Ki: ‘Ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi! Gecenin kalan kısmını bize nafile kıldırsaydın?’ Şöyle dedi: ‘Kim
imamla birlikte namaz kılıp ayrılırsa, geceyi ibadetle geçirmiş gibi sevap
yazılır.’ Sonra bize namaz kıldırmadı ve aydan üç gün kaldı. Üçüncü gün bize
namaz kıldırdı, ailesini ve eşlerini çağırdı ve bize namaz kıldırdı. Öyle ki
biz, ‘felah’ı kaçırmaktan korktuk.’ ‘Felah nedir?’ diye sorulduğunda,
‘sahurdur’ demiştir. Tirmizi, hadisin ‘hasen-sahih’ hadis olduğunu söyler.
Sahuru ‘felah’ diye isimlendirirken
sahabenin sözünün ne kadar sırlı olduğuna dikkat ediniz! Felah, beka demektir.
Burada sahabe, insanın oruçta dolaylı olarak bulunduğuna dikkat çekmektedir.
Orucun bekası yoktur,.çünkü oruç Allah Teâlâ’ya aittir. Dikkat ediniz! Orucun
hükmü, dünyanın bitmesiyle oruçludan düşer. Oruçlu oruç tutarken yemediği
günlere karşılık ahirette yer, içer. Bunlar ‘geçmiş günlerdir.’ Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Yiyiniz içiniz, geçmiş günlerin
karşılığında.’195 Kast
edilen, dünyadaki oruç günleridir. Ahiret ise, beka diyarıdır ve ‘yemekleri ve
gölgeleri süreklidir.’ Sahur, beslenmek için yemek demektir. Sahabenin sözü,
insanın beka (âleminde) -oruçlu değilyiyici olduğuna dikkat çeker. O halde,
insan özü gereği beslenen, dolaylı olarak oruç tutandır. Beslenme bakidir, bu
nedenle onu ‘felah’, yani beka diye isimlendirdi.
Sahur, seher kelimesinden gelir. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, seherin iki yönü vardır: Biri geceye, diğeri
gündüze bakar. Seher, iki fecir arasındaki bir vakittir. İnsanı da ‘felah’ diye
ifade edilen bir bekası vardır. Bu içinde bulunduğu makamındaki ‘sahur’dur. Bu
bekanın bir yönü özü gereği varlığı zorunlu olana, bir yönü yokluğa bakar.
Öyleyse insan, hangi durumunda bulunursa bulunsun, varlık ve yolduktan ayrılamaz.
Bu nedenle, insan mümkün diye isimlendirilmiş ve mümkünler araşma katılmıştır.
Bu nitelik onun adına kalıcıdır. Herhangi bir vakitte, insan ilâhî bir
nitelikle ortaya çıktığında, bu nitelikte kalıcı olamaz, insanın bekası,
söylediğimiz yerdedir (varlık ve yokluk arasında) . Bu nedenle, geceyi
ibadetle geçirdiğinde (ya da geceleyin bilfiil var olduğunda) sahabe ‘felahı
kaçırmaktan korktuk’ dedi. Bu, gece vaktinin bitmesi ve nefslerimizi bilememiz
demektir. Nefslerimizi bildiğimizde, Rabbimizi biliriz. Fakat onlar -Allah
Teâlâ’ya hamd olsunfelahı kaçırmadı. Bilakis Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’nın
bilfiil varlığının özü gereği olduğunu tanıklık etsinler diye, onlara
beslenmeyle nefslerini gösterdi. Kulun bilfiil varlığı, beslendiği şeyin
yardımına bağlıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ademoğlu omurgasını
ayakta tutacak birkaç lokmayla yetinir’ diyerek Ademoğlunun varlığını
beslenmeye dayandırdı.
Sahabe adeta şöyle der: Bu geceyi
el-Vitir isminden (tek gecelerde) aramaya kalksak bile, bu arayış bekamızın
dayandığı nefslerimizin paylarından -ki beslenmedirbizi müstağni bırakmaz.
Çünkü geceyi aramamız, beka diyarı (olan ahirette) bize ulaşacak iyilikten
kaynaklanır. Dolayısıyla kadir gecesini ibadet etmek üzere aramamızın yegâne
nedeni, sayesinde ahirette baki kalacağımız nefsimizin hazzıdır. Sahur ise,
halde vaktin efendisidir. O, dünya hayatının bekasında iyi amele aittir.
Böylelikle onun hükmünü kaçırmaktan korktuk. Çünkü bu hüküm, yeri değişse
bile, onu aramanın ta kendisidir.
Peygamber,
bu gecenin çiftlerde değil tek gecelerde olduğunu belirtmiştir. Çünkü.o,
gündüz değil, geceye aittir. Gece ise, günün vitridir (tek) ve gün çifttir.
Gün, gece ve gündüzden ibarettir. Fakat burada söz konusu olan, nassın varlığı
nedeniyle, (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisinin söylendiği) o
senedir. Çünkü kadir gecesi, söz konusu senenin son on günlük kısımdaki tek
sayılarda aranmasıyla ilgili bir rivayet bulunduğu için, o şeninin dışındaki
yıllarda çift gecelerde de bulunabilir. Meselenin başka bir yönü şudur: Aramak
ayın tek gecelerindeyse, tek, kadir gecesinin verdiği bereket ve hayırlar
nedeniyle kulu korur. Kast edilen hayır, bu gecenin Hakkın tekliğini hatırlatan
teldi sayılarda bulunmasıdır. Kul, gerçekleşmesine vesile olsa bile bu iyiliği
geceye değil, Allah Teâlâ’ya izafe eder. Kulun tekliği görmesi -sebebi görmüş
olsa bileiyiliği ve hayrı Allah Teâlâ’dan başkasıyla ilişkilendirmesini
engeller. Kadir gecesi çift gecede bulunsaydı -ki bu bir vesiledirgeceyi
aradığında veya bulduğundaki müşahedesinde hal diliyle bu durumu kendisine
hatırlatacak kimse olmaz, ehli olmayandan iyiliği kazanmış, iyiliği elde
edişte bilgisiz ve perdeli kalırdı. Bu durumda ise, o gecede kendisi için gerçekleşen iyilik
-iyiliği verenden perdeh olduğu içinelde ettiği bilgisizlik ve mahrumiyete
karşı koyacak ölçüde güçlü olmazdı. Bu nedenle kadir gecesi tek gecelere
yerleştirileli.
Kadir gecesi, bir nur olduğu için,
son on güne yerleştirildi. Nur, şehadet ve zuhur demektir. Bu yönüyle nur,
gündüze benzer. Çünkü gündüz kendisinde ışık yayıldığı için böyle
isimlendirildi. Gündüz, geceden çıkartıldığı için, geceden sonradır. Son on
gün ise, orta ve ilk on günden sonradır. Kadir gecesinin daha yakın bir
ilişkide ortaya çıkması ve aranması, uzak bir ilişkide aranmasından daha güçlü Hakk
gelmiştir. Kadir gecesini ille on günde gören kimse görmediğim gibi bize böyle
bir şey de aktarılmadı. Bu gece, ikinci on ile son on günde bulunur. Müslim,
Ebu Said’in şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Ramazan’ın ikinci orta gününde kadir gecesini aramak üzere itikâfa girerdi.’
İlâhî tecelli ede böyledir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen güvenilir yâ da zayıf hiçbir rivayette Allah
Teâlâ’nın gecenin ille üçte birinde tecelli ettiğinden söz edilmemiştir.
Halbuki Allah Teâlâ’nın gecenin orta bölümünde ve son üçte birinde tecelli
ettiği bildirilmiştir. Kadir gecesi, İlâhî tecellinin hükmüdür. Böylelikle o,
aym ikinci orta ve son on gününde bulunmuş, ille diliminde yer almamıştır. Bu
makamda ille, zorunlu olarak sensin. Öyleyse Rabbini bilmede ille olmak, sana
aittir. Sen ve O, bir araya gelmeyeceği gibi delil ve delillendirilen de bir
araya gelmez. O halde, ‘nefsini bilen rabbini bilir.’ Delil olduğun için, seni
önce zikretti. Teorik ve keşfi bilgide öncelik, sana aittir. Keşfi bilmek,
riyazet ve mücahededen sonra olabilir. Öyleyse senin teorik düşünce ve keşf
bakımından önce gelmen gerekir. Allah Teâlâ’nın seni bilmesi de, kendisine dair
bilgisinin bir yönüdür. Allah Teâlâ kendisini bilmek özelliğiyle
nitelenmesiydi, seni de bilmezdi. Allah Teâlâ’nın senin hakkındaki bilgisinin
nereden olduğuna dikkade bale! Çünkü o, Ukletü’l-müstevfiz isimli
kitabımızda ve burada zikrettiğimiz oldukça ince bir meseledir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kadir Gecesinin
Ramazan Ayında . Cemaade İbadet Yaparak Aranması
Ebu Davud,
Müslim b. Halid’den, o el-Âlâ’dan, o babasından, o ise Ebu
Hureyre’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dışarıya
çıkmış, insanlar ise Ramazan’da mescidin bir köşesinde namaz kılıyordu. Peygamber
‘bunlar da kim?’ diye sorunca ‘Bunlar yanlarında Kur’an bulunmayan (Kur’an
bilmeyen) bir topluluktur, Übey b. Kaab onlara namaz kıldırıyor, onlar da ona
uyarak namaz kılıyor’ denilmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘isabet
etmişler, ne de güzel yapmışlar!’ demiştir.
Kadir gecesinde cemaat yapmak,
(gecenin anlamına) uygun ve yerindedir, çünkü bu gecenin değeri, gece ve
günleriyle bin aydan daha hayırlıdır. Bu nedenle kadir gecesi, bu toplam
sahibidir. Allah Teâlâ, o gecede Kur’an-ı ‘kur’an’, yani bir toplam olarak
indirmiş, onu çoğulluk ve azamet bildiren Nun (biz) zamiriyle indirdi. Böylece,
onu indirişinde bütün isimlerini bir araya topladı. Allah Teâlâ ‘Onu
kadir gecesinde indirdik’196 buyurur. Bu gece, melekler de iner ve
bir kişi inmemiştir. Melekler gurubunun içinde bulunan Ruh ise, kendilerine
namaz kıldıran cemaatin içindeki Ubey b. Kaab’ın konumundadır. ‘O gece melekler
her emirden iner.’ Burada ‘her’ kelimesi, Hakkın yaratıklarında uygulamak istediği
bütün işleri içerir. ‘Fecir doğana kadar...’ Bu, bitimin son noktasıdır. Çünkü
ayette geçen ‘hatta’ kelimesi, son bildiren ila (-e)
halini içerir. Son ise, bir başlangıçtan olabilir. Bu da, bir toplam haline
gelir. Öyleyse bu gece, bir toplam gecesidir ve bu nedenle Peygamber ‘isabet
etmişler, ne de güzel yapmışlar!’ diyerek, belirttiğimiz nedenle, onlara gıpta
etmiştir.
Kadir gecesini aramak, bu gecenin
gereği olan ve aranmasına yol açan bir takım nedenlere dayanır. Bu neden(’ler),
kadir gecesinin büyüklüğü, onu indirenin büyüklüğü, (buna karşın) onu aryanın
arama fiiliyle kendiliğindeki horluğudur. Çünkü kişi, değeri pek yüce olan bu
iyiliği aramakla kendisini ona karşılık verecek büyük bir yoksunluk içinde
olduğuna tanıktır. Çünkü kul, her ne vakit kulluğuyla özdeşleşmek isterse,
kendi değeri küçülür ve en sonunda kendisini aslı olan yokluğa katar. Bundan
daha değersiz bir şey de yoktur. O halde, yaratılmışın nefsinden değersiz bir
şey yoktur. Bu gece, aynı zamanda, ‘kadir gecesi’ diye isimlendirildi. Bunun
amacı, huzur sahiplerinin o gecede kendi değerlerini, başka bir ifadeyle
değersizliklerini öğrenmelerini sağlamaktır. Bununla bitlikte elde ettikleri
hayır da, imkân ve yoksulluk halinde arayanların ortaktır. Varlıkların en
yoksulu, bir muhtaca muhtaç olan kimsedir. Öyleyse, insandan yoksulu yoktur,
çünkü Allah Teâlâ’yı ondan daha iyi bilen kimse yoktur (yoksunluk ve izzet
çelişkisi). Bu bilginin nedeni ise, insanın toplayıcılığı, aklı ve kendisini
bilmesidir.
Bu Gecpyi Ayakta Geçiren Kimsenin Mağfirette Peygambere Katılması
Allah Teâlâ
Peygamberine şöyle hitap eder: ‘Senin
geçmiş ve gelecek günahlarım affetsin diye..:197 Müslim ve Nesai, Ebu Hureyre’den Peygamberin
şöyle dediğini aktarır: ‘Kim kadir gecesini ayakta geçirirse...’ Müslim’de şu
ifade vardır: ‘İman ederek ve Allah Teâlâ’dan umarak kim o geceye ulaşırsa..’
‘Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.’ Şöyle der: ‘Onun günahı, mahcup
olmayacak şekilde örtülür.’ Bu kişi, ‘dilediğini yap, senin günahını
bağışladım’ diye hakkında söylenenlerden olsa bile böyledir. Nitekim güvenilir
bir hadiste böyle denilmiştir.
Kadir gecesini ibadede geçiren
kişiden ‘yasaklama’ hitabı gizlenir ve ona dince izin verilir. O da, sadece
mubah işlerde tasarrufta bulunabilir, çünkü Allah Teâlâ taşkınlığı emretmez.
Onun kadri ve değeri büyüle olmasaydı, Allah Teâlâ onu niteliklerinin en
şereflisi olan bilgi niteliğine katmazdı. Bu nedenle Allah Teâlâ bilginin
artışını dilemeyi emretti. Burada Allah Teâlâ ‘onu kattı’ sözümüzün anlamı,
güvenilir bir rivayette geçen şu ifadededir: ‘Kul bir günah işleyip bu günahı
bağışlayacak ve onu cezalandıracak bir rabbi olduğunu bildiğinde, Allah Teâlâ
üçüncü de şöyle der: Dilediğini yap, seni bağışladım.’ Yapılması haram olan bir
şeyin yapılmasını mubah kılan neden, ancak bilgi olabilir. Böylece kadir
gecesinin fazileti, zikrettiğimiz konuda bilgi mertebesine katüdı. Peygamber
şöyle buyurur: ‘Onun iyiliğinden mahrum olan kişi, mahrum kalmıştır.’
Engellenmenin kalkmasından daha büyük hayır olabilir mi? İşte bu, dünyadaki
cennettir.
İtikâf
Dilde İtikâf belirli bir mekanda
kalmak, dinde ise belirli bir ameli belirli bir şekilde ve Allah Teâlâ’ya
yaklaşma niyetiyle yapmak demektir. Bu ibadeti din teşvik etmiş, adandığında
ise vacip saymıştır. Bâtınî yorumunda itikâf, kendisine layık tarzda ve katını
tercih ederek, Allah Teâlâ karşısında durmak demektir. Allah Teâlâ ile ayakta
durmak, insanın kendisiyle durmasından daha yetkindir.
İtikâfa özgü amele gelirsek,
bazılarına göre bu amel, Allah Teâlâ’yı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’an okumaktır,
başka bir şey söz konusu değildir. Bazılarına göre ise, ahiret ile ilgili bütün
iyiliklerdir. Benim görüşüm, insanı yerleştiği itikâf mekanından çıkartmayan
bütün iyi ameller itikâfa özgüdür; çıkılırsa artık itikâfta sayılmaz. Bana göre
bu konuda, bir şart koşulamaz. Hz. Aişe’den şöyle aktarılır: ‘İtikâftalci insanın
cenaze namazı kılmaması ve hasta ziyaret etmemesi sünnettir.’
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ karşısında
ayakta durmak Allah Teâlâ’ya dayanarak yapıldığında, insan itikâfa girdiği yere
özgü veya yaptığında bu mekandan onu çıkartacak yere özgü bütün iyi amelleri
yapabilir. Çünkü Allah Teâlâ ‘her nerede olursanız, O sizinle
beraberdir’198 buyurur. İnsan Allah Teâlâ karşısında
nefsiyle durduğunda ise, bu bulunuşa bir yer belirlemiş demektir. Bu durumda,
kendine zorunlu saydığın yerin dışında da Hakk sana tecelli edebilsin diye,
Hakkın karşısında durmayı belirlediğin yerin gereklerine uyman zorunludur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Nerede İtikâfa Girilir
Bazı
bilginler, itikâfın sefer
yapmaya değen üç mescitte olabileceğini, bazı bilginler ise bütün
mescitlerde girilebileceğini, bazı bilginler ise sadece Cuma namazı kılındığı
mescitlerde, bazı bilginler kadının evindeki mescitte itikâfa girebileceğini,
bazı bilginler dilenen her yerde girebileceğini söylemiştir. Mescidin
dışında,itikâfa girilirse, insan eşiyle ilişkiye girebilirken mescitte itikâfa
girilirse eşine yaklaşamaz. Bu konuda şunu da eklemeliyiz: İnsan Cuma
namazının kılındığı günlerde itikâfa niyetlenirse, hem Cuma namazının hem
itikâfın olabileceği bir yerde girmelidir. Bu bir mescit olabileceği gibi Cuma
namazınin kılmanın caiz olduğu yakın bir yer de olabilir.
Mescitler, Allah Teâlâ’nın kendisine
ait saydığı evlerdir. Dolayısıyla kim mescide yerleşmeyi gerekli görürse, onun
yüzünü evin Rabbinden başkasma dönmesi yaraşmaz, bu bir 'saygısızlıktır.
Evlerin Allah Teâlâ’ya tahsisinin yegâne yararı, doğanın hazzının ona
katışmasını engellemektir. Kim Allah Teâlâ’nın kendisine izafe ettiği evinden
başka bir yerde Allah Teâlâ karşısında durursa (itikâfa girerse), eşine
yaklaşabilir; oruçluyken veya mescitte girmişse, eşine yaklaşamaz.
Eşe yaklaşmak, -kendisini (Allah
Teâlâ’ya) bir delil saysa da saymasa daAllah Teâlâ’dan bilgi alan aldın nefsini
görmeye yönelmesidir. Nefs kadını bir delil sayarsa, delil ve delillendirilen
bir araya gelmez. Dolayısıyla nefs (kadın) ile içli dışlı iken Allah Teâlâ
karşısında ayakta durmak, geçerli değildir. Nefse dönmenin ve onunla içli
dışlı olmanın en üst yönü, delil saymak üzere kendisiyle ilişkiye girmektir. Onu
delil saymadıkça, geride doğanın şehveti kalır. Binaenaleyh itikâftaki insanın
-ister mescitte ister dışında olsunkadınlara yaklaşması yerinde değildir.
Hakkın varlıklara yayılmasını,
dıştaki şeylerin mazharlarında zuhur edenin Hakk olduğunu ve Allah Teâlâ’nın
güç vermesi ve de varlıkların istidatlarıyla dıştaki var oluşun
gerçekleştiğini gören bir insan, (Allah Teâlâ ile varlıklar arasındaki) bu
ilişkinin bir ‘nikah’ olduğunu görür. Bu durumda, itikâftaki insanın mescitte
bulunmadığında kadına yaklaşmasını caiz sayar, çünkü bu müşahedede mescidin
bir dış varlığı olamaz. Bu haldeki, bir insan Allah Teâlâ’dan başka varlık
görmez. Öyleyse mescit, yani secde edilen ve yere kapanan yer yoktur. Anla!
FASIL
İÇİNDE VASIL
İtikâfın Kazası
Müslim Übey b.
Kaab’tan şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Ramazan’ın son on gününde itikâfa girerdi. Bir yıl yolculuk
yaptığı için itikâfa girememişti, ertesi yıl yirmi gece itikâfa girmişti.’
Allah Teâlâ karşısında sürekli ayakta
durmak, Allah Teâlâ ehlinin yoludur ve bu genel bir övgüye sahiptir. Bu fiili
yapan kişinin düsturu da, her durumda ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ demektir.
Sıkıntı çeken kimsenin söylediği bu zikir, en genel ve tam zikirdir, çünkü kul
sıkıntıda Allah Teâlâ’ya hamd edebiliyorsa rahatlıkta nasıl hamd etmez ki?
Rahadık, kulun halleri arasındadır. Her hal sözü, genellik ifade ederek iki
ucu ve bunların arasını içerir. Rahadıktaki hamd, sınırlıdır, çünkü Peygamber
rahatlıkta şöyle derdi: ‘Hamd nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya aittir.’
Böylelikle, hamdi sınırlardı. Bu da bir hamddir ve sımrlansa bile birinciden
geneldir, fakat bu genelliği herkes anlayamaz. Allah Teâlâ’nın kullarına olan
nimet ve ikramlarından biri de, sıkıntı halinde onlara şöyle demelerine imkan
vermektir: ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Bu hamd, bu söz ile Nimet
Veren ve İhsan Eden isminden yapılmıştır.
‘Her durumda Allah Teâlâ karşısında
ayakta durmak’ özelliğine sahip bir insanı Allah Teâlâ ‘her şeyden sonra Allah Teâlâ’yı
gören’ bir Hakk aktarırsa, bu hal, daimi olarak Allah Teâlâ karşısında
durmaktan onu engeller. Bu durumda kul, hali itikâf ile çelişen bir yolcu
konumundadır ve ilk haline döndüğünde kaza etmesi gerekir. Kazasının tarzı
ise, şerî delil ile sabit olacak şekilde, Allah Teâlâ karşısında durmaktır.
Çünkü bunlar diğer günlerdir ve iki on gün arasındaki orta on gündür. İki gün
ise, ille ve son on günlerdir. Aynı zamanda bunlar, şeriatın getirdiği tenzih
ve teşbih nitelikleridir. Bunlar, duyu ile akıl arasında bulunur ki, bu
mertebe hayal mertebesidir. Kul bu mertebede itikâfı kaza eder. Ona bitişmek
olan son on gün içinde, adet üzere akıl ve şeriata göre ‘O'nun benzeri bir şey
yoktur’ ifadesinden hareketle tenzih nitelikleriyle itikâfa girer.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İtikâfa Hangi Vakit Girilir
Müslim es-Sahih’inde Aişe’den şöyle aktarır: ‘Peygamber itikâfa
girmeye niyetlenince, fecir namazını kılar sonra itikâfa girerdi.’
Bilmelisin ki, itikâfa giren insan
-ki o kendisine yaklaşmak niyetiyle Allah Teâlâ’nın karşısında sürekli duran
demektirbunu ancak özel bir şekilde yapabilir. Bu ise, her şeyde Allah Teâlâ’yı
görmek demektir. İşte genel ve kayıtsız anlamda itikâf budur. Kulun başka bir
İlâhî ismin hükmü altına girdiği sınırlı bir itikâf daha vardır. Bu isim
otoritesiyle kula tecelli eder ve kendi karşısmda durmaya onu davet eder.
İtikâf mekanın anlam bakımından
yorumu, mertebe demektir. Her İlâhî isim, iki İlâhî isim arasmda bulunur. Çünkü
Hakkın işi, daireseldir ve bu nedenle Allah Teâlâ’nın eşyadaki emri bir sona
varmaz. Dairenin başı olmadığı gibi varsayımsal olmanın dışmda sonu da yoktur.
Bu nedenle, âlem dairesel olarak kendiliğinde bulunduğu tarzda ortaya çıkmıştır
ki, şekillerde bile böyledir. Tümel cismi kabul eden ilk şekil, dairesel
şekildir ki, o da felektir. İlâhî hikmet, Aziz ve Alim’in takdirine göre bu
felelder vesilesiyle Allah Teâlâ’dan meydana gelen şeylerin şekilde O’nun
suretine veya buna yakın tarzda olmasını gerektirdi. Öyleyse her hayvan, ağaç,
yaprak ya da taş veya cisimde daireselliğe dönük bir meyil vardır ve bu zorunludur.
Fakat bu durum, bazı şeylerde latif iken bazı şeylerde apaçıktır. Allah
Teâlâ’nın yarattığı dağ, ağaç ve cisimlere baktığında, daireselliğe dönük bir
yöneliş görürsün. Bü nedenle küre şekli, şekillerin en üstünüdür.
En büyüle ve genel tecelli, güneşin
doğumuna benzer. Güneşin tecellisiyle birlikte, genel itikâf meydana gelir ve
itikâfa girene herhangi bir ismin tercümanlığıyla şöyle denilir: ‘En büyüle
tecellinin alameti ortaya çıktığında itikâfa gir!’ Bu ise, fecrin doğumudur ve
sabah namazından sonradır. Bunun amacı, sana fethi yaklaştırmak ve karşısında
durduğun ya da durmak istediğin İlâhî ismin güneşin doğumu mesabesindeki büyük
tecellisinden seni sınırlamasını engellemektir. Böylelikle itikâfında
sınırlanma ve mutlaldığı bir araya getirirsin. Çünkü insan gecenin başında
itikâfa girerse, zaman mesafesi uzaklaşır, boyut uzar, genellikle işin
bulunduğu durumu unutur. Çünkü insan unutma özelliğinde yaratıldı. ‘Âdem
unuttu, zürriyeti de unuttu, Âdem inkâr etti, zürriyeti de inkâr etti.’ Bu
hadis, Peygamberden bütün insanlara dönük bir müjdedir. Çünkü Âdem’e Allah
Teâlâ merhamet etti, bu nedenle her nerede olurlarsa olsunlar, zürriyerine de
merhamet etmiştir. Allah Teâlâ kendilerini yerleştirdiği her yerde onlara özgü
bir rahmet yaratır. Çünkü iş görelidir ve asıllar ferlerde hüküm sahibidir.
Bu durum, insan nefslerinin bu unsurî
cisimlerin neticesi ve onlardan doğduğunu gösterir, çünkü onlar ancak bu
cisimlerin düzenlenmesi ve karışımlarını dengelenmesinden sonra ortaya çıktı.
Bedenler, kendilerine Allah Teâlâ’ya izafe edilmiş Ruh’tan üflenmiş nefslere
aittir. Bu durum, güneş ışınlarının yansıdığı ve bu sayede leabiliyederinin
değişmesi nedeniyle etkilerinin değiştiği mekanlara benzer. Güneş ışınının
yoğun cisimlerdeki parlaklığı nerede, cilalı cisimlerdeki yansıması nerede! Bu
nedenle, mizaçların derece derece olması hasebiyle, nefsler de derece
derecedir. Bir nefs bilgi ve erdemleri hızla kabul ederken başka bir nefs bunun
zıddı bir haldedir, bir kısmı ise ikisinin arasındadır. Anladıysan iş de
böyledir! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu tesviye
ettiğinde"99 -yani
insan bedenini‘ve ona ruhumdan üflediğimde..:200 İnsanın unutmasının doğanın bir
gereği olduğunu söyledik. Hatırlama da, mizaçtaki doğal bir durumdur. Aynı
şey, insana nispet edilen bütün güçler için geçerlidir. Bu güçlerin bazı
şahıslardaki etkisi azalırken bir kısmında arttığını görürsün. Böylelikle
Şari, itikâfa girenin itikâf yerine fecir namazından sonra ve güneşin
doğumundan önce girmesine dikkat çekti.
İtikâfa Girenin Allah Teâlâ’nın Karşısında
Ayakta Durması Ne Demektir?
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ karşısında ayakta durmak,
maddi değil manevi bir haldir. Öyleyse, Allah Teâlâ karşısında ancak kalp ile
ayakta durulur. Nitekim namazda da Allah Teâlâ’ya kalp ile yöneliriz. Kıble
denilen -ki Kâbe’diryere yüzünle döndüğün gibi duyuyla da iyilik amellerinin
karşısında durursun. Bazen iyi amellerden birisi, dince belirlenmiş hakkım ulaştırmak
üzere nefsi düşünmektir. Çünkü nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Bazen nefs
hayrı kendisine ulaştırmakla başkasını yeğleyebilir. Bu da, Allah Teâlâ’yı
emridir ve Allah Teâlâ’nın belirlediğinden başka kendisine ulaşabileceğimiz
bir yol yoktur. Bu nedenle insan, iyiliği kendisine dönsün diye, kendisini
bazı yararlarla yükümlü tutar. Örnek olarak, itikâftaki insanın başka birinin
ihtiyacını karşılamak üzere çıkması, itikâfta durduğu ve bulunduğu esnada aile
ve eşlerinin bazı yararlarını gidermek üzere onlarla ilgilenmesini
verebiliriz.
Müslim Aişe’den Peygamberin şöyle
dediğini aktarır: ‘Peygamber itikâfa girdiğinde başmı bana uzatır, ben de onu
tarardım. Peygamber eve beşeri ihtiyaç nedeniyle girerdi.’ Nesai de Aişe’nin
şöyle dediğini söyler: ‘Peygamber itikâftayken bana gelir, kapıya dayanır, ben
de başmı yıkardım. Ben odamda, onun kalan kısmı mescitte olurdu.’ Bu da,
hükmiin genele göre verebileceğini söyleyenlerin kanıtıdır. Çünkü Peygamberin
başının mescidin dışında olması, bedeninin büyük kısmı mescitte olduğu için,
onu itikâftan çıkartmaz. Cisimde, çoğunluk dikkate alınmıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İtikâfa Giren Gündüz ne
Yapar?
Ebu Ahmed Abdullah Büdeyl b. Verka cl-Mekki’den, o da Amr b.
Dinar’dan, o da İbn Ömer’den, o da Ömer’den şöyle aktarır: ‘Ömer
Mescid-i Haram’a itikâfta girmeyi
adamış, Peygamber de kendisine şöyle demişti: ‘İtikâfa gir ve oruç tut.’
VASIL
Bâtınî Yorum
Peygamber, Allah Teâlâ karşısında durmak isteyenin Allah
Teâlâ’ya ait bir nitelikle durmasını emretti Ki, söz konusu nitelik oruçtur.
Böylelikle insan, Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ ile ve O’na ait olarak
bulunur. Bu durumda o kuldan Allah Teâlâ’dan başka bir şey görülmez. İşte bu, Allah
Teâlâ ehlinin durumudur. Peygambere ‘Allah Teâlâ’nın velileri kimlerdir?’ diye
sorulduğunda ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ’yı hatırlatanlardır’ demişti. Yani
onlar, Allah Teâlâ ile tahakkuk etmiş ve O’nun vasıtasıyla kendilerinden ve
yaratıkların gözlerinden gizlenmişlerdir. İnsanlar onları görünce, Allah
Teâlâ’dan başkası görülmez. Böylelikle görülmeleri bile, Allah Teâlâ’yı
hatırlatır. Bu durumda onlar, hatırlatıcı ayetlere benzer. İşte bu, bir
duasında Peygamberin ‘beni nur yap’ diye istediği makamdır. Allah Teâlâ da,
onun duasına olumlu karşılık vererek peygamberini insanlara müjdeleyici,
korkutucu -kendi izniyleinsanları Allah Teâlâ’ya davet eden aydınlatıcı bir kandil
olarak gönderdiğini bildirdi. Böylece onu tıpkı istediği gibi nur yaptı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Rabbine beni nur yap’ demiş olması, zatımla
en-Nur ismi olayım demektir. Hakk bir insanın görmesi, duyması, dili, eli ve
ayağı olursa,, o artık arzusundan konuşmaz. Böyle bir durumda (bu kul için) ‘o
O'dur’ (deriz). Gördüğü her şeyi Allah Teâlâ olarak görür. Gören kişi, bunu
bilse de bilmese de, durum birdir. Allah Teâlâ’yı bilenler, O’nu böyle müşahede
eder.
(Allah Teâlâ’ya) Halife müminler
içinden âlemde ve çarşıda kendisini halife yapanın nitelikleriyle gözükenler
vardır. Bellcıs, tahtı hakkında ‘sanki odur’ demişti, halbuki taht kendi
tahtıydı. Fakat mesafenin uzaklığı, genel adet ve Süleyman’ın Rabbinin
katındaki derecesini bilmeyişi Belkıs’ı perdelemiş, onu ‘taht benim tahtımdır’
demekten perdelemiş, bunun yerine ‘sanki odur’ demişti. Benzeri olmayan ile
eşyanın benzediği şey arasındaki mesafeden daha uzağı olabilir mi? Peygamber
şöyle demiştir: ‘Ben sizin gibi bir insanım.’ Bunu Allah Teâlâ’nın emrinden
söylemişti. Ona ‘söyle’ denilmiş, o da ‘ben de sizin gibi bir insanım’
demişti. Buradan, Peygamberin Allah Teâlâ’nın emrinden dolayı bunu söylediğini
öğrendik. Çünkü o, bir memur gibi, emri bize aktarmıştır. Bu söz, İsa’ya ümmeti
içinden ibadet edenlerin hastalığının devasıdır. Onlar şöyle demişti: ‘Allah
Teâlâ Meryem oğlu Mesih’tir.’ Halbuki onlar ‘Meryem oğlu’ derken pek çok
bilgiyi kaçırmış, bunun farkına da varamamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ, bu
nitelikteki kimselere karşı kanıt getirirken (ibadet ettiklerinizi)
‘isimlendirin’ demiştir. Onlar, ancak bilinen isimlerle isimlendirmiş, böylece
neyi kastettikleri anlaşılmıştır. İbadet ettikleri şeyleri isimlendirdiklerinde
ise, o ismin Peygamberin ibadet etmelerini istedikleri kimse olmadığı ortaya
çıkar.
‘O O'dur’ dedik. Bunu seçkinlerdeki
özel keşf ve geneldeki sarih iman verir. Nitekim sahih bir rivayette şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, onun duyması ve görmesi olur.’
Ardından peygamber onun güç ve organlarını da zikretti, insan, Hakkın
hüviyetini aynısı yaptığı bu şeylerden başkası değildir. Mümin isen kime iman
ettiğini bilirsin! Sahih müşahede sahibi isen, kimi müşahede ettiğini bilirsin!
Allah Teâlâ’dan aktarılan peygamberin bu açıklamasından daha çoğu insanın
gücünde bulunur. Böylece mümin, müşahede sahibi haline gelir ve bu esnada bu
varlıkların ve mevcudarın aynı olanın kim olduğunu öğrenir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İtikâfa Girenin İtikâf
Yerinde Ziyaret Edilmesi
Buhari Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi Safıye’den şöyle bir
olay aktarır: ‘Safiye mescitte Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmişken
Peygamberi ziyarete gelmiş, bir müddet yanında kalmış ve sohbet etmiş, sonra
kalkıp ayrılmış, Peygamber de onula beraber kalkmıştı. Onu uğurlamak için çıktığında
ise, Ummü Seleme’nin kapısına kadar gelmişti.’
Bu İlâhî isim, Safıye’yi peygamberi
ziyaret etmek için harekete geçirmiş, o da gelmiş, söz konusu İlâhî isim,
eşinin vasıtasıyla Peygamberi kendisini getiren İlâhî ismin karşısında
bulunmaktan alıkoymuştu. Bunun üzerine, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
onunla konuştuğu sürece bu ismin karşısmda durmuş, sonra kendisini uğurlarken
oturduğu yerden onu çıkartmıştır. Bu bir tür sefer, hatta seferin ta
kendisidir. Bu sefer, kendisine saygı ve ona yönelmeyi yüceltmek için, erkeğin
eşine bir iyiliğidir. Yolculuk, bir yer değiştirme ve intikaldir. Peygamber
bulunduğu yerden o ismin üzerindeki hükmü nedeniyle ayrıldı. Çünkü itikâfa giren
insan -abdest gibiinsanın zorunlu ihtiyacı nedeniyle yerinden ayrılabilir.
Bütün bunlar, kendisini itikâfı esnasında oraya yerleştiren ismin hükmünden
kaynaklanır, insanı itikâf esnasında ya da dışında hareket ettiren her hareket,
İlâhî bir ismin kendisine gelmesinden kaynaklanır. Bizce bu durum, İlâhî
hakikaüerde ondan ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ’nın isimleri ise, sayılamayacak
kadar çoktur. Itikâflmın bir durumu da ziyaretçiyi uğurlamaktır. Bunun için de
ziyaretçiyi kendine getirten İlâhî ismin hükmü nedeniyle hareket eder. Öyleyse
göz ancak görmek ve konuşmak gibi amacı yerine getirmek için ziyaret ettiğini
bilir. Arif ise, İlâhî isimleri müşahede eder. ‘Her neyi gördüysem önce Allah Teâlâ’yı
gördüm.’
Öyleyse buradaki İlâhî isim,
Safıye’yi ihtiyacı olmaksızın harekete geçiren İlâhî isimdi. Onun karşısmda da
Peygamber saygılı davranmış, isim için ayağa kalkmış ve onu uğurlamıştır. Bu
ismin gayesi ise, kendi otoritesini Peygamberde ortaya çıkartmaktı ki, ortaya
da çıkmıştı. İlâhî isimlerin komşuluğu bahsinde bu meseleyi Anka-i
Muğrib isimli kitabımızda ve bu kitabın başında açıklamıştık.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Hayızlımn Mescitte İtikâfa
Girmesi
Meşru bir nedenle nefsin yalan söylemesi, (Bâtınî yorumda)
hayız sayılmaz. Bu nedenle, istihaze gören kadın namaz kılarken hayızlı kadin
kılamaz. Buhari’nin aktardığı, bir hadise göre, Aişe, istihaze halindeki bir
eşinin Peygamberle birlikte itikâfa girdiğini söylemiştir.
Eşyayı yerli yerine koyan kişi, hiç
kuşkusuz, onların Hakk ettiği şeyleri kedilerine vermiş demektir. Böyle bir
insan vaktinin hakimidir. Hikmet, her şeyi yerli yerine koymayı gerektirir. Allah
Teâlâ alim ve hakimdir!
Hiçbir şey kayıtsız değildir, çünkü
imkan bunu gerektirmediği gibi hakikatler de bunu vermez. Çünkü mutlaklık
sınırlanma demektir. Her şeyin kendisini kabul eden bir yeri olduğu gibi
reddeden ve kabul etmeyen bir yeri de vardır. Bu, zorunludur. Örnek olarak,
doğal beden için besinleri verebiliriz. Beslenilen her şeyde bir zarar ve yarar
vardır. Bedenin yöneticisi olması yönünden doğayı bilen kimse, bunu bilir ki,
bu insan doktor diye isimlendirilir. Fizikçi ise, genel olarak bu yararı
bilirken ayrıntıyı doktor bilir. Öyleyse âlemde mutlak iyi bulunmadığı gibi mutlak
anlamda kınama da (kötülük) yoktur. Asıl ise, karşıt ve mütekabil İlâhî
isimlerdir. Allah Teâlâ, el-Mütekellim olması yönünden kendisini bu isimlerle
nitelemiştir. Nitekim tenzih etmiş, teşbih etmiş, birlemiş, ortak yapmış ve
kullarını iki nitelikle konuşturarak şöyle demiştir: ‘Rabbirıiz
izzet sahibi Rab, onların nitelemelerinden.münezzehtir. Selam Peygamberlerin
üzerine olsun. Hamd âlemlerin Rabbine aittir. ’20i
, Böylece altmışıncı kısım sona erdi, onu altmış birinci
kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar