Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ ALTINCI KISMI

Bunlarada Bakarsınız



Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL İÇİNDE VASIL

Ramazan’ın Bir Kısmında Oruçlunun Yolculuk Yapması

Bilginler böyle bir insanın durumu hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bir kısmına göre, bu durum caizdir ki, çoğunluğun görüşü budur. Bir kısmına göre ise, orucu bozması caiz değildir. Bu görüş, Süveyd b. Ukle ve diğerlerinden aktarılmıştır.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bize ve bütün Allah Teâlâ ehline göre, her bir ilâhî isim bütün ilâhî isimleri içerir. Her ilâhî isim, hepsinin anlamını içerdiği için, bütün ilâhî isimlerle nitelenir. Aynı zamanda her bir isim, kendine özgü an­lama delalet ettiği gibi aynı zamanda zata da delalet eder. Durum be­lirttiğimiz gibi olduğu için, bir ismin senin üzerinde otoritesi oldu­ğunda, (o isme ait) bu hükümde başka bir ilâhî ismin hükmü sana pa­rıldar. Söz konusu ismin hükmü bu ismin içinde bulunduğun vakitte etkisi altında bulunduğun isimden daha açık ve belirgindir. Böylece in­san ona doğru sülük etmeye başlar.

İçimizden bazıları şöyle der: Bu anlamın kendisinde parıldadığı o ismin tecellisinde kalır. Bazılarımız ise, içerikte kendisine tecelli eden ismin anlamına intikal eder demiştir, çünkü o, daha açık ve daha tam­dır. Böyle bir durumda sâlik halleri değiştirecek kadar güçlü ise ser­besttir. Haller onu değiştiriyorsa, otoritesi üzerinde hüküm sahibi olan ismin halinin hükmüne göre hareket eder.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bayılan ve Deliren Kişinin Durumu

Fakihler, bayılanın orucunu tutmak zorunda olduğunda görüş bir­liğine varmış, deli hakkında ise görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı orucu kaza etmesi gerektiğini düşünmüş, bir kısmı ise kaza etmesinin zorunlu olmadığını ileri sürmüştür ki ben de bu görüşteyim. Bayılan hakkında da aynı şekilde düşünüyorum. Bilginler, bayılma ve delirme­nin orucu bozup bozmadığı hakkında da görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre, orucu bozarken bir kısmına göre ise bozmaz. Bir grup ise, fecirden önce bayılma ile fecirden sonra bayılmayı ayırt et­miştir. Bazı bilginler ise, günün çoğu geçtikten sonra bayılma gerçekleştiyse, orucunu tutmuş sayılırken günün başında tutmuşsa kaza etme­si gerekir demiştir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bayılma, fena hali, delirme ise aklı yitirme halidir. Bu niteliklerin sahiplerinden her biri, yükümlü değildir, dolayısıyla onların kaza etme­si gerekmez. Gerçekte bize göre (Allah Teâlâ’ya giden) bu yolda kaza diye bir şey yoktur, çünkü her zamana özgü bir varid vardır. Binaenaleyh, geçmiş zamanın hükmünün bulunduğu bir zaman yoktur. Zamandan geçen kısım, kendi haliyle geçmiştir. Biz ise içinde bulunduğumuz za­manın etkisi altındayız. Gelmemiş olan zamanın ise üzerimizde bir hükmü yoktur.

Şöyle denilebilir: içinde bulunduğumuz anın daha önceki zaman­da yerine getirmemiz gereken bir kazası bulunabilir. Buna şöyle yanıt veririz: Öyleyse bu kaza eda edilen şeydir. Çünkü içinde bulunulan zaman, senin kaza diye isimlendirdiğin şeyin eda vaktidir. Bunu kas­tetmişsen, ‘yolda’ bu kabul edilen bir şeydir. Sen ise, bunu yapanı kaza eden diye isimlendirdin. Şimdiki zaman ise, ne gelecek ne de geçmiş zamanla ilgili bir haber taşımaz. Çünkü o, iki yokluk ucu arasındadır. Dolayısıyla geçmiş zaman hakkında olmadığı gibi onun getirdiği şey hakkında da bir bilgisi yoktur.1

Şimdiki zamanın getirdiği şey gerçekte olmasa da görünüşte geç­miş zamanın getirdiğine benzeyebilir. Nitekim şimdiki zamandaki ikin­di namazı, bütün hallerinde geçmiş zamandaki öğle namazına benze­yebilir, hatta adeta odur. Fakat ikindi namazının hükmüyle öğle nama­zının hükmünün bir olmadığı da malumdur. Namazları vaktinde kılan bir insan farz edelim. Bu adam, öğle namazını unutmuş veya o saatte uyumuş iken ikindi namazının vakti girmiş olabilir. Onun o vakitte dört rekat öğle namazını kıldığını gördüğümüzde, iki namaz arasındaki büyük benzerlik nedeniyle, onun ikindi namazını kıldığını zannedebili­riz. Halbuki bunlar birbirinin aynı değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ramazan’da Orucunu Yiyen Nasıl Kaza Eder?

Bazı bilginler, vaktinde yapmada olduğu gibi, kazada da ardışıklığı şart koşmuş, bir kısmı ise bunu şart görmemiştir. Bazı bilginler bu ko­nuda serbest bırakmışken bir kısmı, müstehap saymıştır. Çoğunluk ise, farz olmadığında görüş birliğindedir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Zamanı genişletilmiş bir farzın vakti girdiğinde, el-Evvel (İlle) ismi yükümlüden onu eda etmesini ister. Yükümlü bunu yapmayıp fiili vak­tin sonuna ertelediğinde ise, bu kez el-Ahir ismi onu karşılar. Bu du­rumda yükümlü, el-Evvel ismine göre ‘kaza eden’ haline gelir. İlk vak­tinde fiili yapmış olsaydı, herhangi bir karışıklık ve kuşku olmaksızın, (vaktinde kılmak anlamında) eda etmiş, el-Ahir ismine göre ‘eda eden’ olacaktı.

Yolcu veya hasta oruçlu orucunu bozarsa, ona farz olan şey, Ramazan’ın dışındaki bir zamanda ‘başka günler miktarınca’ (oruç tut­maktır.) Öyleyse bu, (Ramazan’dan sonra Arabi ay olan) Şevval’in ikinci gününden ömrünün sonuna veya o senenin (Ramazan’dan ön­ceki ay olan) Şaban ayına kadar genişletilmiş bir süredir. Bu durumda, Şevval ayının ikinci gününde el-Evvel ismi kendisini karşılar. Orucunu tutarsa, herhangi bir karışıldık ve kuşku olmaksızın, ‘eda eden’dir. Bundan başka bir vakte ertelerse, bir yönden ‘eda eden’, bir yönden ise ‘kaza eden’ sayılır. Bu noktada ardışıklığı dikkate alarak, zamanın ba­şında hiç kuşkusuz ‘eda eden’ sayılır. Ardışıklığı dikkate almazsa, kaza eden sayılır.

Bu bağlamda, emelin kısalığını ve ecelin bilinmeyişini dikkate alan bilginler, vacip saymıştır. Zamanın genişlemesini dikkate alanlar ise, serbest bırakmıştır. İhtiyatlı davranmayı dikkate alanlar ise, müstehap saymıştır. Bu hallerden her birine özgü ilâhî bir isim vardır ki hükmü onu aşmaz. Çünkü âlem, ilâhî isimlerin avucu içindedir ve isimler onu iki yönden yönlendirir: kendi hakikatlerine göre ve varlıklara ait isti­datlara göre. İki gözü olan kimse için, bu iki durum zorunludur. Çün­kü isimlere ve başka şeylere ait nefsî nitelikler değişmez. Bunu anla ve iyice öğren ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutlu olasın!

Ramazan’ın Kazasını Diğer Ramazan Vaktine Kadar Ertelemek

Bilginler böyle bir durumdaki kişi hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bir kısmına göre, hem kaza hem de kefaret etmesi gerekir. Bir kısmına göre ise, kazası gerekir ancak kefaret gerekmez. Ben de bu gö­rüşteyim,      .

VASIL

Bâtınî Yorum

Sâlik, farklı pek çok yöne sahip makamların hükümlerinden ilgili oldukları yönlerden birisinde habersiz kalabilir. Örnek olarak vera’yı verebiliriz. Vera, farklı yönlerde pek çok hükme sahiptir. Vera, yiye­cek, içecek, giysi, alım, bakmak, dinlemek, koşmak, dokunmak, kok­lamakla ilgili olabilir. Ganimet bölünmezden önce Ömer b. el-Hattab’a sunulmak üzere bir misk getirildiğinde müslümanlardan önce onun kokusundan bir şey almamak için vera’nın gereği olarak burnunu eliyle kapatmıştır. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda ise, ‘bunun kokusundan yararlanılır’ diye yanıt vermiştir. Nispet ve isimlerdeki vera da böyledir.

Sâlik, böyle bir makamın ilgili olduğu yönlerden birini kaçırıp, di­ğer makama geçerse, ayrıldığı makamın eksik bir hükmü onun üzerin­de kalır. Başka bir vakitte ve yiyecek veya içecek gibi o makamın ilgili olduğu bir durum nedeniyle söz konusu hükmü kullanması gerekti­ğinde, o makamdan daha önce yitirdiği kısmı hatırlar. İçimizden bazı­ları, böyle bir insanın kefaret yükümlülüğü olduğunu ileri sürmüştür. Bu noktada kefaret, kendisinden ortaya çıkan aşırılık nedeniyle tövbe etmek ve bağışlanmayı dilemektir. Bazılarımız ise, kaşıdı davranmadığı ve bir haram işleme niyeti olmadığı için kefaret yükümlülüğü yoktur demiştir. Bu görüştekilere göre bu davranış, bir konudaki tevil veya gafletten kaynaklanarak sâlik adına bir mazerettir. İnsan (Allah Teâlâ’ya gi­den) bu yolda bazılarına göre gafleti nedeniyle de sorumludur. Bu ne-


denle bazıları, kefareti zorunlu saymıştır. Gafletleri nedeniyle insanın sorumlu olmadığını dikkate alanlar ise, kefareti şart görmemiştir.

Kaza yükümlülüğü olduğunda bütün bilginler görüş birliğindedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir insanın şeref, mal veya yaralama şeldüıde bedensel bir zarar gibi, yapması yasaklanmış bir şeyi yaptığını dü­şünelim. Haksızlığa uğrayan insanın uğradığı zarara karşı suçluyu ba­ğışlaması kaza demektir. Bu kişi haksızlık yapanı bağışlar, büyüklük gösterir, veranın yapmamayı gerektirdiği bütün işlerde kendisine karşı yapılan suçlardan dolayı başkasını cezalandırmaz. Kazanın tarzı böyle­dir. Sonra sâlik, hiçbir şeyi geride bırakmayacak şekilde, o makamın il­gili olduğu bütün yönleri elde etmeye çalışır. Bu meseleyi iyice düşün! Çünkü o, Allah Teâlâ yolunda en yararlı meselelerden biridir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Üzerinde Oruç Borcu Varken Ölen Kimsenin Dununu?

Bazı bilginler, böyle bir insanın velisinin orucu tutması gerektiği görüşündedir. Bazı bilginlere göre ise, kimse kimsenm adma oruç tu­tamaz. Bu görüşteki bilginler, görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre, veli (yoksulları) doyurarak (borcunu öder). Bir kısmına göre ise, ölen insanm vasiyeti olmadıkça ne oruç tutulabilir ne de (yoksullar) yedirilir. Bir kısmına göre, (veli oruç tutar), tutamazsa, yedirir. Bir grup bilgin ise, adale borcu ile farz orucu ayırt ederek adakta velinin orucu tutabileceğini, farz orucu ise tutamayacağını ileri sürmüştür.

VASIL

Bâtınî Yorum

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ müminlerin velisidir:43 Başka bir ayette ise ‘Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır (velisidir)w buyrulur. Bir şeyh terbiye altındaki müridini ehil görüp belirli bir Hakk ve özel bir makama ulaşması için bir zikre tahsis etmiş, mürit ise onu yapamadan ölmüş olabilir, içimizden bazıları şöyle demiştir: Ölüm mürit ile bu makam arasına girmiştir. Mürit onu elde etseydi, bu ma­kam sahibinin Hakk edeceği ilâhî mertebeye ulaşabilecekti. Şeyh müridin velisi olduğuna göre, ölmüş müridin vekili olarak, kendisini o makama ulaştıracak olan ameli yapmaya başlamalıdır. Ameli tamamladığında ise, şeyh kendisini daha önceki şeldiyle hayalinde canlandıran biri gibi, müridini zihninde canlandırır. O işi temsil eden sureti kendisine giydi­rir ve Allah Teâlâ’dan onun bu şeldlde kalmasını ister. Böylelikle, müridin nefsi o makama yetkin bir şekilde bulunur. Bu durum, Allah Teâlâ’nın bir lütfü ve ihsanıdır. ‘Allah Teâlâ büyük ihsan sahibidir.’45

Bu, şeyhimiz Ebu Yakub Yusuf b. Yahlef el-Kûmî’nin görüşüdür. Ondan başka beni kimse riyazete sokmamıştır. Ben de kendisinden ri­yazette yararlandım ve vecdleriyle bana yarar sağladı. O benim için bir talebe ve öğretmen olduğu gibi ben de onun için böyleydim. İnsanlar bu duruma şaşırır ve kimse bunun nedenini bilmezdi. Sene 586’ydı. Bu dönemde benim fethim (keşfe ulaşmak, açılmak), riyazetimi öncelemişti -ki bu, tehlikeli bir durumdur-. Bu nedenle Allah Teâlâ, bu şeyhin eli­nin altında riyazetimi tamamlamayı nasip etti. Allah Teâlâ benden dolayı ona bolca ihsanda bulunsun!

Allah Teâlâ ehlinden bazıları şöyle der: ‘Kimse kimsenin yerine bir amel yapamaz. Fakat himmet ve duasıyla Allah Teâlâ’dan o kişi adına bunu talep edebilir.’ Çoğunluk bu görüştedir. Diğeri ise, nadiren gerçekleşir. İşte kimse adma oruç tutamaz’ ve ‘velisi onun adına oruç tutabilir’ demenin bâtınî yorumu budur. ‘Vasiyet edilmedikçe başkası adma oruç tutula­maz. veya yemek yediremez’ denilmesine gelirsek, bu tavsiye, ölürken müridin şeyhine ‘bana himmet et ve yaptığın amelinden bana pay ayır, belki Allah Teâlâ arzuladığım şeyi bana verir’ demesidir. Müridin böyle bir şey yapması, onu kendisine hizmet ettirmek anlamına geleceği ve mü­ridinin hakkını unutacağıyla ilgili şeyhe dönük bir itham olacağı için, şeyhe karşı saygısızlıktır.

Bu konuda asıl olan şey şudur: Bir adam, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den cen­nette kendisiyle beraber olması hususunda Allah Teâlâ’ya dua etmesini iste­miş. Bunun üzerine peygamber, ‘Çok secde ederek, kendi adma bu ko­nuda bana yardımcı.ol’ diye karşılık vermiştir. Böylelikle peygamber, bu davranışıyla dikkatini çekmiş ve kendisine karşı saygısızlık yaptığına dikkat çekmiştir. Yol, şeyhin zamanının ehlini unutmamasını gerekti­rirken nasıl olur da hizmetine tahsis edilmiş müridini unutabilsin? Çünkü, kıyamet günü geldiğinde ve Allah Teâlâ katındaki mertebeleri ortaya çıktığında, burada dünya hayatında kendilerine eza edenlerin onlardan korkmaları bu yol ehlinin fütüvvetinin ve nefsleri bilmelerinin bir ge­reğidir. Kıyamet günü şefaat edecelderi ilk kimseler, kendilerine eziyet etmiş insanlardır. Onlara, cezalandırılmazdan önce şefaat ederler. Bu, Ebu Yezid el-Bestami’nin ifadesidir Ki, benim görüşüm de budur.

Çünkü velilere iyilik edenlere, sadece iyilik etmiş olmak yeterlidir. Dolayısıyla onlara iyilik yapanlar, söz konusu veli adına önceden yap­mış oldukları iyiliklerin karşılığı olarak, yaptıkları ihsanlarla Allah Teâlâ nez­dinde bizzat kendilerine şefaat ederler. ‘İyiliğin karşılığı iyilikten başka ne olabilir ki?’ ‘Kim affeder ve barıştırırsa, onun ödülü Allah Teâlâ’ya kalmış­tır.’ Bu, insanları bağışlayanlarla ilgilidir. Hatta veli, şeyh kendisini tanımasa bile, şeyhi bilenleri bile unutmaz. Bu nedenle, adını duydu­ğunda söven ve kendisini kınayanları ya da iyiliklerini zikrederek ken­disini övenleri bağışlamasını ve affetmesini Allah Teâlâ’dan diler. Bunu bizzat kendimden tecrübe ettim. Allah Teâlâ’ya hamdolsun, Allah Teâlâ bunu bana ihsan etti ve kıyamet günü gözümün gördüğü tanıdığım ve tanımadığım kimselere şefaat etme hakkını bana vaat etti. Bunun gerçekleşeceği yeri bana gösterdi ve ben de hiçbir kuşku duymayacak şekilde doğru bir tecrübeyle onu gördüm.

Şeyhimiz Ebu İshak b. Tarifin görüşü de buydu. O, karşılaştığım kimselerin en büyüklerinden biriydi. 589 yılında Cezire-i Hadra’da yanındayken bana şöyle demişti: ‘Kardeşim! Vallahigördüğüm herkes veliydi.’ Bunun üzerine ben de ‘Ey Ebu İshale! Nasıl böyle bir şey der­sin?’ diye sorduğumda, şöyle dedi: ‘Beni gören veya duyan insanlar, hakkımda ya hayır konuşuyorlar veya bunun tersini söylüyorlar. Benim hakkımda iyi şeyler söyleyenler veya beni övenler, beni ancak kendi ni­teliğiyle övmektedir. Şayet o niteliğin sahibi veya mahalli olmasaydı, beni onunla niteleyemezdi. Bana göre böyle bir insan Allah Teâlâ’nın velilerindendir. Hakkımda kötü söyleyenler ise, bana göre Allah Teâlâ’nın benim halime muttali ettiği bir velidir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın nuruyla bakan fera­set ve keşf sahibi biridir. Dolayısıyla bana göre o da velidir. Bu du­rumda -kardeşim!Allah Teâlâ velisinden başka kimseyi görmüyorum.’

Şeyhin bunu bana söylemesinin nedeni, daha önce şeyhin yanında bir türlü ardında başka türlü konuşan Sebte’li bir adam hakkında yap­tığımız konuşmaydı. İnsanlar hakkında iyi zan beslemenin en ileri de­recesi budur. O, nefesleri hesap edilen ve gaflederinden dolayı cezalan­dırılan şeyhlerden biriydi. Kendisinden söz ederken ed-Dürretü’l-fâhire isimli eserimizde belirttiğim bir gafletinden cezalandırılırken vefat et­mişti.

Bazı bilginler, adak orucuyla farz kılınan Ramazan orucunu ayırt etmişti. Adak, insanın kendisini zorunlu tutması nedeniyle Allah Teâlâ tara­fından farz kılınmış bir oruçtur. Ramazan orucu ise, kulun yükümlü tutması olmaksızın, Allah Teâlâ’nın kendiliğinden farz yaptığı oruçtur. Kul adak orucunun farz yapılmasında bir katkıya sahip olduğu için, velisi onun adına oruç tutabilir, çünkü adak orucu, kulun (kendisini) zorun­lu tutmasından meydana gelmiştir. Bu konuda, kendisi gibi bir insan onun adına oruç tutup yükümlülükten kurtulması mümkündür. Allah Teâlâ’nın kendiliğinden farz kıldığı orucun (farz edilmesinde) ise, kulun bir katkısı yoktur. Onu kendisine farz kılan, canını alandır ve kendisini yaşatsaydı, insan bu orucu tutacaktı. ‘Diyeti ödemek, öldürene düşer.’ Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ya hicret etmek üzere yola çıktığı halde yolda ölenler hak­kında şöyle buyurur: ‘Onun ödülü Allah Teâlâ’ya kalmıştır.^ Bu İlcisini ayırt eden bilgin, derin kavrayış sahibi, doğru düşünceli, hakikatleri çok iyi bilendir. Meselenin bâtınî yorumu budur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Orucunu Tutamayan Emzikli ve Hamilenin Yükümlülüğü Nedir?

Bazı bilginlere göre emzikli ve hamile (tutamadığı günlerin karşı­lığında) yemek yedirir ve kaza etmeleri gerekmez. Ben de bu görüşte­yim. Çünkü, Kur'an-ı Kerîm’in beyanı budur. Bana göre ayet, hükmü kalkmış bir ayet değil, anlamı özelleştiren bir ayettir. Bu ayet, hamile, emzildi, yaşlı ve aciz insanlarla ilgilidir. Bazı bilginlere göre ise, kaza etmeleri gerekir ve (tutamadıkları günün karşılığı olarak yoksulları) yedirmeleri gerekmez. Bazı bilginlere göre, hamile kaza eder, yedir­mez; emzildi ise, hem kaza eder hem de yedirir. Yedirme, her gün için belirli bir miktar (müd) veya Enes’in yaptığı gibi, bir avuç olarak ik­ram etmektir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Hamile, (içinde bulunduğu vakit anlamındaki) halin sahip olduğu kimse demektir. Emzildi ise, başkası uğruna gayret edendir. Her ikisi­nin üzerinde de Allah Teâlâ’nın hakkı vardır. Borcun vasiyeti öncelediğini dik­kate alan kimseler, duyulan ihtiyaç nedeniyle, başkasının hakkını Allah Teâlâ’nın hakkına öncelemiştir. Çünkü bu vaktin hükmüdür. Allah Teâlâ’nın hak­kını başkasının hakkına önceleyip peygamberin ‘Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmeye daha layıktır’ hadisini ve miras ayetlerinde vasiyetin borca öncelendiğini dikkate alan kimse, Allah Teâlâ’nın hakkını önceler. Ben de bu görüşteyim. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir tavsiye yapmaksızın veya borç olmaksızın...*7 Ölen insanın malından kalan miktar borcu kapat­maya yetmediğinde, bana göre borçluların hakkı, hükümdarın sadaka­lardan ödemesi için hâzineye döner. Çünkü borçlular, (zekât verilmesi gereken) sekiz sınıftan biridir. Borçluya dönen bir şey vardır ki, vasiye­tin bu konuda etkisi yoktur. Bu nedenle, insaf sahibi için, hiç kuşkusuz öncelenmeleri gerekir.

Emzildiye gelirsek, bu da başkası hakkında (çalışıyor) olsa bile başkasının hakkı da Allah Teâlâ hakkındandır. Çünkü Allah Teâlâ onun ödenmesi­ni emretmiştir. Hal sahibi ise (hamile), Allah Teâlâ’nın haklarından olan bir Hakk içinde değildir, çünkü o, hal vaktinde yükümlü değildir. Emzildi ise, başkasının hakkı uğruna gayret eden gibidir ve bu nedenle de Allah Teâlâ’nın hakkı (uğruna çalışmaktadır). Çünkü emzildi kadın, kendisine emredilmiş bir şeyi yerine getirmektedir. Bu açıklama ve izahtan sonra seni kendine havale ediyoruz! Kime kaza etmek, kime yedirmek veya her ikisi birden gerektiğini düşün!

FASIL İÇİNDE VASIL

Yaşlı ve Aciz

Bilginler, oruç tutmaya güç yetiremeyen yaşlı ve aciz insanların tutmayabileceklerinde görüş birliğine varmış, tutmadıklarında (bunun karşılığında) ‘yedirip yedirmeyecekleri’ hususunda ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, yedirmeleri gerektiğini söylemişken bir kısmı ise yedirmeyecekleri görüşündedir. Ben de bu görüşteyim. Bu­nunla birlikte, yedirmelerini müstehap saymışlardır. Benim görüşüm şudur: Yedirmek, oruç tutmaya güç yetirmek söz konusu olduğunda emredildi. Oruç tutamayandan ise, yükümlülük düşmüştür. Şeriatta, oruç tutmaya güç yetiremeyen bir insanın yedirmesi gerektiği hakkında bir hüküm yoktur. Çünkü Allah Teâlâ insanı ‘yapamayacağı şey ile yükümlü tutmaz’ ve nitekim yemek yedirmeyle de yükümlü tutmamıştır. Şayet gücü olmadığı halde insanı yükümlü tutsaydı, biz de o hükmü gör­mezden gelmez ve onu benimserdik.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bazı insanların müşahedesi, tıpkı bizler gibi, hiçbir kudreti olma­dığını görmek olabilir, ya da yaratılmış kudretin güç yetirilen şeyi var etmede hiçbir etkisi yoktur diyebilir ve orucun Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görebilir. Böyle bir insandan oruç tutmak ve yemek yedirme hükmü düşer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 yedirir, yedirilmez.’48 Dostunu tasdik ederken ise şöyle der: ‘0 beni yedirendir.’49 Böylelikle onu onaylamış ve reddet­memiştir. Yedirmek, güç yetirilebilen bir farzın bedelidir. Farz yoksa, ne bedel ne de yedirmeden söz edilebilir.

Bu makam sahibinin düsturu, ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahi­bi yoktur’ ifadesidir. Onun ‘Ancak senden yardım dileriz’ ayetine veya ‘yaparız’ ifadesindeki ‘biz’ veya ‘yaparım’ kelimesindeki ‘ım’ zamiriyle ilgisi yoktur. Buna karşılık, bu ifadelerden kendisine ait olan şey, ‘sen’ zamiridir (sen yaparsın!). Bazen ise ‘sen’ yerine ‘yapar’ şeklinde üçüncü şahıs zamiri de olabilir. Bunu bil! Ve başarı Allah Teâlâ’ya bağlıdır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ramazan’da Kasıtlı Olarak Cinsel İlişkiye Girenin Durumu

Bilginler, böyle bir insanın kefaret ödemesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmıştır. Bir görüşe göre ise, sadece kaza gerekir. Bu görüşe göre bu konuda kefaret, durum kanıdan nedeniyle, azimet de­ğildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumdaki birine, sağlıklıysa, köle azat ede­mediği veya yedirme imkânı bulamadığında oruç tutmayı emretmemiştir. Hastaya ise şöyle demiştir: ‘Sağlıklı olduğunda oruç tutarsın.’ Bir gruba göre, yükümlü olduğu şey sadece kefarettir ve kaza tutamaz. Benim görüşüm, bu durumdaki birine kaza düşmeyeceğidir. Güç bu­labilirse, kefaret ödemesini uygun bulurum. Bu konudaki hükmünü en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bir mümkünü var etmek için iki kudret bir araya gelir. Bundan kulla ilişkilendirilen kısım, kulun kaza etmesini gerektirir. Kaza, kulun kendi kudretini İlâhî iktidara irca etmesi demektir. Kefaret (örtmek, gizlemek) ise, fiilde kulla ilişkilendirilen bu iktidarın bunu anlamaya aklı yetişmeyenlerden gizlenmesi demektir. Bu ise, mutlak anlamda ve­ya sınırlı anlamda bir kölenin azat edilmesiyle gerçekleşir. Kölenin mutlak anlamda azat edilmesi, kendisini güç ve organlarında Hakkın aynı olduğu bir yere yerleştirmesi demektir. Söz konusu şeylerle insan suret ve tanım olarak diğer türlerden ayrışır. Bu halde olup böyle bir niteliğe kavuştuğunda ise, efendi haline gelir ve kulluğu mutlak anlam­da ortadan kalkar. Çünkü burada kulluk gitmiştir. Bir şey kendi kendi­ne (kul ve efendi olmaz)! Artık o O’dur. Ebu Yezid bu makamı ger­çekleştirirken, (Allah Teâlâ’nın Hz Musa’ya yönelik olarak söylediği şu ayeti) okuyarak buna işaret etmiştir: ‘Hiç kuşkusuz ben Allah Teâlâ’m! Benden başka ilah yoktur, artık bana ibadet et.’50 Allah Teâlâ, Musa’ya böyle vahy etmişti ki bu ifade bütün yaratıkları içerir.

Kul sınırlı köleyse, kendisini âlem bağından azat eder. Bu durum­da ise, başkalarının boyunduruğundan kurtulur, Allah Teâlâ’ya kul haline ge­lir. Çünkü Allah Teâlâ’ya kulluğumuzun ortadan kaldırılması ve geçersizleştirilmesi imkânsızdır. Kulluk, insan için özünden kaynaklanan bir nite­liktir ve ondan azat olmak -birinci durumda değilbu ikinci durumda imkânsızdır. Kuşkusuz Allah Teâlâ bu konuya dikkat çekerek şöyle buyur­muştur: ‘De ki Allah Teâlâ’m! Mülkün sahibi:51 Böylece mülk kendisini elMalik (Sahip) diye isimlendirdi. Halbuki âlemin sahibi demedi.. Başka bir ayette ise -işarî ve hakiki yorumunu dikkate alırsakşöyle demiştir: ‘De ki, insanların Rabbine, insanların sahibine sığınırım:52 Aynı zamanda bu, gerçek yorumu bakımındandır. Allah Teâlâ onları ‘insanlar’ diye isimlen­dirmiş, Hakk olmalarım gerektirecek bir şekilde isimlendirmemiş, ken­disini sahip olarak onlara tamlama yapmıştır. İşarî yorumuyla meseleye bakarsak, şöyle diyebiliriz: İnsan kelimesi, (unutmak anlamındaki) nisyan kelimesinin öznesidir. Ayette kelime belirlilik takısıyla gelmiştir. Bunun nedeni, onların bütünüyle nur olduğu durumda Hakkın ‘gözü, kulağı ve bütün güçleri olduğunu’ unutmuş olmalarıdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nur yap beni!’ derken Rabbinin kendisini ebe­diyen yerleştirmesini istediği makamdır bu. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri en-Nur’dur, hatta Allah Teâlâ, nurun ta kendisidir. Bir hadiste şöyle denilir: ‘Nurdur O, nasıl görebilirim ki?’ Bazı raviler hadisi ‘nuranîdir, O’nu görürüm’ şeklinde düzeltmiş, bu düzeltmede ise özgün bir anlam orta­ya çıkmıştır: Kulunu nur yaptığında, Hakk kendisinde ve kendisinden

görülür. Bu esnada, sadece nuranî olabilir. Öyleyse Hakk, kendiliğinde nurdur, kulunda ise nuranîdir. Söylediğimizi anla!

Unutan inşan, içinde bulunduğu durumda unuttuğu şeyi hatırlamayıp habersiz kaldığında Hakk, okumakla Allah Teâlâ’ya kulluk yaptığı Kuran’da bu durumu kendisine hatırlatarak şöyle hitap eder: ‘Ayetlerini düşünmeleri ve derin akıl sahiplerinin53, unutmuş oldukları şeyleri ‘hatır­lamaları için.’54 Bu durum, onların ‘sabit şeylik’ ve ‘söz alınması (ahit)’ hakkında önceden bir bilgi sahibi olduklarını gösterir.

Kefaret olarak yedirme konusuna gelirsek, yemek, yiyenin hayatını korumayı sağlar. Bu yönüyle yedirirken insan, benzersiz bir ibadet ola­rak yaptığı davranışıyla (oruç) öldürdüğü şeyi diriltmek üzere, Allah Teâlâ’nın el-Muhyi (hayat veren) ismiyle ahlâldanır. Oruç tutarken ise el-Mümit ismiyle ahlâldanmıştı, çünkü o,, bu konuda kaşıdı hareket etmiştir. Bu nedenle, el-Muhyi isminin makamının ortaya çıkması için yemek ye­dirmek kendisine emredildi. Anla!

Kefarette iki ay oruç tutmaya gelirsek, Muhammedîlerde ay (şehr), kamerin belirlenmiş menzillerde yürüyüşünü tamamlamasıdır. Bu, (bâtında) nefsin ilâhî menzillerde yürümesi demektir. İki aydan bi­rincisi, yaratıcısının rablığının iç dünyasına yerleşmesi için nefsiyle yü­rümesidir. Diğer ay ise Rabbiyle yürümesidir. Çünkü Rab, Hakkın bü­tün güç ve organları olması bakımından, ‘kendisiyle yürüdüğü ayağı­dır.’ insan güçleriyle bu menzilleri kat etmiştir ve Hakk da onun güçle­ridir. Öyleyse insan, menzilleri kendisiyle değil, Rabbiyle yürümüştür.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kefaret tutmasını emrettiği bir insan şöyle demiş:' ‘Hakkın niteliğiyle nasıl nitelenirim, çünkü oruç Hakka aittir.’ Bunun üzerine şöyle demiştir: ‘Oruçtan mı bana geldi?’ Bunun üzerine pey­gamber gülmüştür. Öyleyse peygamberin gülmesi, işin basitliğine de­lildir. Bedevi bunun farkında olmasa da peygamber söylediği sözü Allah Teâlâ’nın söylettiğini anlamıştı. Adeta peygamber kendisine şöyle demişti: ‘Oruç tutarak kefaretini öde!’ Yani, Hakk ol. Bedevi şöyle konuşturul­du: ‘Haktan geldi bu bana.’ Çünkü ben Hakk olduğumda, Hakk yüküm­lü tutulamayacağı için, yükümlülük benden kalkar. Öyleyse neden beni Hakk olarak bırakıyorsun? Beni kulluğa indir ve bana kefareti -ki ört­mek demektirfarz kıl. Başka bir ifadeyle, bana (karşı) benimle asi ol­duğunu hatırlama.

Bu nedenle bedevi, peygambere şöyle demiştir: ‘Benden yoksul olduğu için mi onu veriyorsun? Bu bölgede benden daha yoksulu yok ki.’ Böylelikle tam yoksulluğu kendisine izafe etmiştir. Çünkü o, efen­diliğinden kulluğa dönmüştür. Çünkü zengin olup da sonra fakirleşen kimsedeki gibi yoksulluk insanda bir üzüntüye neden olmaz. Zengin­likten sonra yoksullaşan insanın üzüntüsü ve çektiği hasret daha fazla­dır. Böyle bir insan, hür iken esir edilen kimsenin durumuna benzer. Bu nedenle, hürriyetten esarete düştüğü için, köleleşmenin acısını du­yar.                      '

Hükümdar iken köle olan insan Helak olmuştur ve parçalanarak ölmüştür

Asıl bakımından köle olan insan ise bu acıyı duymaz. Bu nedenle bedevi ‘bu bölgede benden daha yoksulu yoktur’ demiştir. Allah Teâlâ far­kında olmaksızın bunu ona söyletmiştir. Böylece, ‘Oruçtan mı bu bana geldi’ sözüne uygun düşmüştür.

Farkında olmadıkları yönden bu hakikatleri kullarında icra edişin­de Allah Teâlâ’nın hikmetine bakınız! Gerçekte konuşan Allah Teâlâ’dır, onlar değil. Böyle yapan birisinin ödemesi gereken kefaretin (bâtınî yorumu) bu­dur. Hamd Allah Teâlâ’yadır. Bu meselede zikrettiğimiz bütün sözler -iyice düşünürsenbu kısma girer. Dolayısıyla sözü uzatmak tekrar gibi ola­cağı için gereksizdir. Gerçi tekrar edilmesi de, ilişki yönleri değişeceği için, zikrettiğimiz hususlara ilave bilgileri içerir. Fakat, meselenin bâtınî yorumunda bu kadarı yeterlidir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Kasıtlı Yiyen ve içenin Durumu

Bazı bilginlere göre, böyle bir insan hem kaza tutmalı ve hem de cinsel ilişkide zorunlu kılınan kefareti yerine getirmelidir. Bazı bilginler ise, kefaret gerekmediği görüşündedir. Benim görüşüm şudur: Böyle birine ne kaza ne kefaret gerekmez. Çünkü hiçbir zaman yediği orucu kaza edemez. Bunun yerine, nafile orucundan farz orucunun tamam­lanması için nafileyi artırması gerekir. Çünkü bize göre farzlar, vakit­lerle sınırlıdır. Yükümlü insanın kaşıdı hareketiyle vakti çıktığında, hiçbir şekilde kaza edilemez. Bu durumda, o farza uygun nafilenin artı­rılması gerekir. Hac ise böyle değildir. Hac vakte bağlı olsa bile, ömürde bir defadır. Hacda ‘yapabilme’ şartını dikkate alanlara göre ise, insan ne zaman hac yaparsa o zaman vaktinde yapmış sayılır. İmkân olduğunda geciktirmek ise, insanı günahkâr yapar.

VASIL

Bâtınî Yorum

Yemek ve içmek, insanın hayatının bekasını sağlamak üzere bes­lenmesine vesile olan şeylerdir. Çünkü insanın varlığı kazanılmış oldu­ğu gibi hayatı da kazanılmıştır. Bu sayede, başkası nedeniyle zorunlu olan mümkün, özü gereği zorunlu’dan ayrışır. Oruç kula değil Allah Teâlâ’ya aittir. Dolayısıyla ona ne kefaret ne kaza düşer.

Kefareti gerekli görenler ise, (bâtını yorumda kulun) makamını gizlemeyi şart görmüş demektir. Bu insanın hükmü ile cinsel ilişkiye girenin hükmü birdir. Kaza etmesi gerektiğini söyleyenler ise, yüküm­lülüğün esasında olduğu gibi, (Haktan) ‘başka’ olması yönünden kaza etmenin vacip olduğunu söylemiştir. Aynı şey, Ramazan orucunda ge­çerlidir. Orucu ait olduğu kimseye irca ederek, onu kaza eder. Çünkü oruç kula, kul ise Allah Teâlâ’ya aittir. Bu durum, başkasından borç alanın du­rumuna benzer. Borcun kazası, yararlandığı şey kendisinde kalmakla birlikte, Hakk sahibine ödenmekle gerçekleşir. Kul vekil olarak oruç tut­muştur, çünkü oruç ona ait değildir. Oruç samedanî bir niteliktir ve insana değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Bunu bilmesin!

Oruçlu Olduğunu Unutarak Cinsel İlişkiye Girmek

Bir görüşe göre, böyle bir insan ne orucunu kaza eder ne de kefa­ret tutar. Ben de bu görüşteyim. Bir görüşe göre ise, kaza etmesi gere­kir. Bir görüşe göre de, hem kazası hem de kefaret ödemesi gerekir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bu durum, Hakkın gayretiyle (kıskançlık) ilgili bir konudur. Kul Allah Teâlâ’ya ait bir özellik kazandığında -ki bu dince emredilmiş oruçtur-, Allah Teâlâ kendisine oruçlu olduğunu unutturmuştur. Böylelikle, bu haki­katle sadece Allah Teâlâ’nın nitelenebileceğine dikkatini çekmek üzere, kendi­sini orucunu bozacak bir durum ve Hakk yerleştirmiştir. Bu durum, kendisine ait bir işte bir şekilde ortak olması hakkında Allah Teâlâ’nın duydu­ğu kıskançlıktan kaynaklanır. Kulun bu konuda bir kastı olmadığı ve yükümlü tutanın saygınlığını ihlal etmediği için, kaza ve kefaret kendi­sinden düşer. Cinsel ilişkinin anlamını ise kasıtla cinsel ilişkiye giren­den söz ederken açıklamıştık.

Böyle bir insana kefaret değil de kaza düşeceğini söyleyenler, şöyle demiş olur: Oruçlu, kendisinde bulunuşu esnasında samedanlık (hiçbir şeye muhtaç olmamak) özelliğini kendine değil, sadece Allah Teâlâ’ya ait ol­duğuna tanık olmuştur. Böylelikle oruçlu insan, (bir yandan) bu özel­likle nitelenmiş iken (başka bir yönden) onunla nitelenmemiş demek­tir. Bu (ikili) duruma örnek olarak ‘Attığında atmadın sen, fakat Allah Teâlâ at­tı55 ayetini verebiliriz. Böylece Allah Teâlâ (bir yandan kuldan eylemi) red­detmiş (başka bir yönden ise) olumlamıştır.

Böyle birine kaza ve kefaret gerekir diyenler ise, unutmanın terk olduğunu söylemiştir. Oruç da terk demektir. Terkin terki ise, terkin zıddının varlığıdır. Nitekim yokluğun yokluğu da varlık demektir.


Böyle bir halde olan kimsede terk anlamındaki oruç bulunamaz. Bu nedenle de, yükümlü olduğu şeye bağlanamaz. Böyle biri ile kasıtla ha­reket eden arasmda ise bir fark yoktur. Bu nedenle de ona kaza ve kefa­ret gerekir. Bu konuyla ilgili bâtınî yorum daha önce zikredilmişti. Ay­rıca (daha önce zikredilen) hadiste bedevinin eşiyle cinsel ilişkiye girer­ken oruçlu olduğunu hatırladığı veya hatırlamadığı belirtilmemişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de konunun ayrıntısını sormamıştı. Acaba oruçlu ol­duğunu hatırlıyor muydu, hatırlamıyor muydu? Bununla birlikte bu ikisi de (unutan ve hatırlayan kişiler) cinsel ilişkiyi kasıda yapmada bir araya gelmiştir. Bu nedenle, bilhassa bâtınî yorumunda olmak üzere, hatırlayarak unutana (kaza ve kefaret) farz olmuştur. Çünkü yol, unutma nedeniyle cezalandırılmayı gerektirir, çünkü o, ‘bilinç’ yoludur ve unutma yola yabancıdır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Zıhardaki Gibi Kefaret Bir Sıraya Bağlı mıdır, Yoksa Serbest midir?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bedeviye ‘(köle) azat et’ demiş, sonra ‘oruç tut’ demiş, sonra ‘yemek yedir’ demişti. Burada peygamberin bir sıralamayı gözetip gözetmediği meçhuldür. Bir görüşe göre, kefaret belirli bir sı­raya bağlıdır. Birincisi, köle azat etmektir. Bunu yapmak mümkün ol­mazsa, oruç tutmak gerekir. Buna da güç yetirilemezse, yemek yedir­mek gerekir. Bir görüşe göre ise, sıralama kişinin seçimine bırakılmış­tır. Böyle düşünenlerden bir kısmı, yemek yedirmeyi azat etmekten, onu ise oruç tutmaktan üstün saymıştır. Burada, yükümlünün duru­muna veya Şari’nin maksadına göre, bazı kısımların diğerlerinden üs­tünlüğü göz önünde bulundurulabilir.

Bazı bilginlere göre, burada Şari’nin amacı öfkeyi dile getirmektir ve kefaret de bir cezadır. Bu olayın sahibi, zengin veya hükümdar ola­bilir ve oruç tutmakla yükümlü olduğunda, oruç tutmak ona ağır ve güç gelebilir. Bu düşünce sahiplerine göre, ceza ve (dinî) hadlerin ko­nulmasındaki maksat, engellemektir. Bu kişi, mali durumu orta halli biri olabilir. Böyle bir insan için kefareti malla ödemek, oruç tutmak­tan kendisine daha ağır gelir. Böyle birine Şari, köle azat etmeyi veya yemek yedirmeyi emretmiştir. Güç olan oruç tutmak ise, oruç tutması emredilir.

Bazı bilginler ise, bu noktada öncelenmesi gereken şeyin güçlüğü kaldıran şey olduğunu düşünmüştür. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Allah Teâlâ dinde size bir güçlük yaratmamıştır,’56 Bu durumda, bu suçu işleyen insan kendine daha kolay gelen kefaret cezasını ödemelde yü­kümlüdür. Ben de, gençler hakkında böyle düşünmekteyim. Bununla birlikte, benden böyle bir olay meydana gelseydi, gücüm yetiyorsa kendim hakkında böyle düşünmem. ‘Gücüm yetiyorsa’ dememin ne­deni, Allah Teâlâ’nın insanı ancak yapabileceği ve yerine getirebileceği şeyle yükümlü tutmuş olmasıdır. ‘Allah Teâlâ güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.’ Böyle de yapmıştır! Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Güçlükle beraber kolaylık vardır. Güçlükle beraber kolaylık vardır.’57 Bu ayette tek bir güçlük, iki kolaylık zikredilmiştir. Hakk dinde kolaylığı gözetirken ve güçlüğü kaldırırken, müftünün bunun tersine fetva ver­mesi uygun değildir.

Dinî cezaların engellemek amacıyla konduğu hakkında ne Allah Teâlâ’dan ne de peygamberinden gelen açık bir ifade yoktur. Teorik dü­şüncenin bir gereğidir bu düşünce. Teorik düşünce ise bazen yanılır bazen doğruyu bulur. Nitekim âlemde en çok zarar veren şeylere karşı en basit cezaların bulunduğunu görüyoruz. Hiç kuşkusuz engelleme amacı güdülseydi, bu gibi cezalara verilecek ceza daha şiddetli olurdu. Bazı büyük günahlarda ise Allah Teâlâ herhangi bir ceza belirlememiştir. Şari, bazı büyüle günahlar için ancak (suçun kendisine karşı işlendiği) kişinin talebi karşılığında cezalar koymuştur. Suçun mağduru bu talep­ten vazgeçerse, ceza da düşer. Böyle bir suçun cezasının düşmesi nede­niyle ortaya çıkacak zarar ise daha da fazladır. Söz gelişi, öldürülen bir insanın velisi suçluyu bağışladığında, devlet başleanının katili öldürme haldeı yoktur. Bu gibi cezayı hafifletme veya düşürme örnekleri vardır. Öyleyse ‘Cezalar engellemek için konulmuştur’ iddiası zayıf bir iddia­dır.

Dinî cezaların konulmasının sebepleri, bazı yerlerde düşürülmele­ri, bazı yerlerde hafıfletilmeleri ve bazı yerlerde ise artırılmalarından söz etmeye başlasaydık, hiç kuşkusuz, bu konularda çok önemli sırları ortaya koyardık. Çünkü cezalar, tespit edildiklerin durum ve hallerin değişmesiyle değişirler. Bunlardan söz etmek, uzun süreceği gibi bu konularda bir takım sorunlar vardır. Buna örnek olarak, hırsız ve katili verebiliriz. İnsanı öldürmek, malı telef etmekten daha ağır bir suçtur. Öldürülen insanın velisi bağışlarsa, katil öldürülmez. Çalınmış malın sahibi suçluyu bağışlar veya çalına mal hırsızda bulunup da sahibine geri verilse bile, her halükarda hırsızın eli kesilmelidir. Halcimin bu hükmü uygulamama hakkı yoktur. Buradan Allah Teâlâ’nın eşya üzerindeki hakkının yaratıkların haklarından daha büyük olduğu anlaşılır. Fakihler ise bunun tersine inanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmeye daha layıktır.’

VASIL

.                                        Bâtınî Yorum

Kefaret cezasında sıralama, serbest bırakmaktan daha iyidir. Çün­kü (İlâhî) hikmet, sıralamayı gerektirir. Allah Teâlâ hikmet sahibidir. Bazı şeylerde serbest bırakmak ise, hikmetin gereğiyle, sıralamadan daha üs­tündür. Sıralama söz konusu olduğunda kul, tıpkı farzları yerine ge­tirmede olduğu gibi, zorunlu kuldur. Serbest bırakmada kul, serbest kuldur. Bu durum ise, nafile ibadederi yerine getiren kulun durumuna benzer. Serbest kullukta da zorunlu kulluğun bir kokusu vardır. Allah Teâlâ’ya yaldaşürıcı olmak bakımından nafile ibadeder ile farz ibadeder arasında ise, mertebe bakımından büyüle derece ve uzaklık vardır. Çünkü Allah Teâlâ, farz ibadetleri nafile ibadetlerden daha fazla Allah Teâlâ’ya yaklaştırın yapmış, farz ibadederle kendisine yaklaşmayı daha çok sevmiştir. Bu nedenle nafile ibadeder içinde farzlar belirlenmiş, amel nafile olsa bile, ameli­mizi geçersiz yapmamamız bize emredilmiştir. Bunun nedeni, zorunlu kulluğu gönüllü kulluğa üstünlüğünü gözetmektir. Çünkü farz ibadet­lerde rabliğin otoritesi daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığı gibi farz ibadeder kendisine daha güçlü kanıttır.

Kendisiyle Cinsel ilişkiye Girmek İsteyen Kocasına İstekle Karşılık Veren Kadının Kefareti

Bazı bilginlere göre, böyle bir kadının kefaret cezası ödemesi ge­rekir. Bazı bilginlere göre ise kefaret gerekmez. Ben de bu görüşteyim. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bedeviye bu meseleden söz ederken kadından söz etmediği gibi kadına da değinmemiş, adam da kadının durumunu sormamıştır. Allah Teâlâ izin vermediği sürece ise, bizim kendiliğimizden bir hüküm koymamız uygun değildir (böyle bir hakkımız yoktur).

VASIL

Bâtınî Yorum

Nefs, özü gereği Allah Teâlâ korkusuna ve günaha yatkındır. Dolayısıyla nefs, özü gereği başkasının hükmüne bağlıdır ve hükme konu olmak­tan uzaklaşmaya güç yetiremez. Öyleyse, bu özelliği nedeniyle cezalandırılamaz. Akıl ve arzu gücü, nefste hükümrandır. Akıl nefsi kurtuluşa çağırırken arzu gücü onu ateşe çağırır. Çağrıldığı işte nefsin herhangi bir etkisi yoktur diye düşünenler ona kefaret gerekmediğini söyler. Kabul edip etmemenin nefse kaldığını ve her birinin nefsteki otoritesi­nin nefsin kabul etmesiyle gerçekleştiğini söyleyenler de vardır. Onlara göre nefs, çağrıldığı işten geri kalmak veya onu kabul etmek gücüne sahiptir. Bunlardan hangisini yeğlerse karşılığını görür. Nefs, iyiliği se­çerse iyilik görür, kötülüğü seçerse kötülükle cezalandırılır. Böyle dü­şünen bilginlere göre nefse (zahirî hükümde zorlanan kadına) kefaret gerektiği görüşündedir.

Oruç Bozmanın Tekrarı Nedeniyle Kefaretin Yinelenmesi

Bazı bilginlere göre, cinsel ilişkiye girip kefaret ödeyip aynı günde ikinci kez cinsel ilişkiye giren kişinin yeni bir kefaret ödemesi gerekir. Bir görüşe göre ise, bir günde birkaç kez cinsel ilişkiye giren kimse tek bir kefaret öder. Bilginler, Ramazan’ın bit gününde cinsel ilişkiye girip ikinci gün cinsel ilişkiye girinceye kadar kefareti ödemeyen kimsenin durumu hakkında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, her gün için bir kefaret gerektiği görüşündeyken bazı bilginler ise, birinci ilişkiden dolayı kefaret ödemediği sürece tek bir kefaret gerektiği görü­şündedir.

Benim görüşüm şudur: Böyle bir insana tek bir kefaret düşer. Çünkü kefarette oruç değil, Ramazan’ı gözetmek dikkate alınmıştır. Çünkü (söz gelişi) insan kaza orucunda orucunu bozsa, kendisine kefa­ret düşmez. Bu kefaret ‘zıhar’ kefareti gibi olsaydı, birinci ilişkiden do­layı kefareti ödemişse şeriat kendisine başka bir kefaret cezası emretmezdi. Şeriat kefareti cinsel ilişki gerçekleştikten sonra belirlemiştir. Bu nedenle biz de, birincisi bir veya birden çok olsa bile, daha önceki bir cinsel ilişkinin kefaret cezasının ödenmesinden sonra gerektiğini kabul ettik.

VASIL

Bâtınî Yorum

Tek bir ruh, buna güç yetirebildiğinde pek çok bedeni yönetebilir. Dünya hayatında bu durum, veli için harikulade olarak gerçekleşirken ahiret yaratılışı ise zaten bunu gerektirir. Kadibûl-ban, bu gücün sahip­lerinden birisi olduğu gibi Zünnûn el-Mısrî de bu güce sahipti. Bir ru­hun pek çok bedeni yönetmesi, bir ruhun bedenin el, ayale, kulak, göz gibi diğer organlarını yönetmesine benzer. Nefs, kendüerinden ortaya


çıkan eylemler nedeniyle organların davranışları nedeniyle cezalandırıl­dığı gibi aynı şekilde tek bir ruhun yönettiği pek çok bedenin durumu da böyledir. Söz konusu bedenlerden her ne meydana gelirse, o ruh bunlardan sorumludur. Bir bedenden meydana gelen fiil başka bir be­denden meydana gelen fiilin aynı olabilir. Böyle bir durumda ise, bi­rinci bedenden dolayı kendisine gereken şey, ikinci bedenden ortaya çıkan davranış nedeniyle de gerekir. Bu durum, iki bedenden çıkan fiil aynı olduğunda böyledir.

Bedenlerin çoğalması nedeniyle fiilin yinelenmesi karşısında tek bir ruha gereken cezanın ne olduğu hususundaki görüşleri bu şekilde taksim edebilirsin. Çoğalmanın nedeni, Ramazan ayında cinsel ilişkiye giren kimse hakkında zamanların çoğalmasıdır. Bunu bilmelisin!

FASIL ÎÇİNDE VASIL

Kefaret Vacip Olurken Yoksul, Sonra Zenginleşen Biri Kefareti Yedirmek Şeklinde Verebilir mi?

Bazı bilginlere göre, böyle bir insana bir şey gerekmez. Ben de bu görüşteyim. Bazı bilginlere göre ise, zenginleştiğinde kefaret öder.

VASIL

Bâtınî Yorum

Fiillerin kendisinden çekilip alındığını müşahede veya keşf eden kimse, hiçbir şeye sahip olmayan mecbur kalmış kişidir. Böyle bir in­sana bir şey gerekmez. Müşahededen perdelenip müşahedenin ardın­dan bilgi yoluyla bunu kabul ederse, hiç kuşkusuz, şerî hükümlerle so­rumludur. Müşahededen sonra perdelenmek, duyuyla algıladıktan son­ra duyulur bir şeyi hayal edenin haline benzer. Müşahede bulunmayıp bilgi bulunduğu için, böyle bir insan hakkında hüküm verilmesi engel­lenemez, çünkü o, kendisini hareket ettirici ve durdurucu olarak Hakkı görmektedir. Makamı bundan daha yüksek olduğunda da durum öyle­dir. Daha yüksek makam, müşahede ve keşfe göre, ‘Hakkın kulun duyması ve görmesi’ olmasıdır.

içimizden bazıları, böyle bir insanın hükmünün bilgi sahibinin hükmüyle bir olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü Allah Teâlâ kendisi hakkında (bazı şeyleri) vacip kılmıştır ve bununla birlikte O, zorlamaya konu olmaz. Bir kısmımız ise, öyle bir insanı fiilleri Allah Teâlâ’dan görme maka­mına katar. Nitekim daha önce bundan söz etmiştik. Öyleyse, zahirde kendisine bir hüküm gerekmediği gibi burada da bir hüküm gerekmez. Haller değişse bile, bazen böyle bir insana Hakk, bazen kul denilir. Bu mertebelerden her birisinde bir açıdan kendisine bir hüküm gereldrken başka bir açıdan ondan hüküm düşer.

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçluyken Kan Aldırmak veya Susayarak Taş Yutan Kim­se Gibi Görüş Ayrılığı Bulunan Bir İş Yapanın Durumu. Ya da Orucu Bozma Hakkı Bulunmayan Bilginlere Göre, Yol­culuğa Çıktığı İlle Gün Orucunu Bozan kimsenin Durumu.

Bu ve benzeri davranışlar nedeniyle orucu bozmayı şart gören bil­ginler, görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Bir kısmı, böyle bir insanın kaza etmesi gerektiği görüşündedir. Bir kısmına göre ise, hem kaza etmeli hem de kefaret ödemelidir. Görüş ayrılığı bulunan bütün konular böy­ledir. Zikrettiğimiz hususlarda benim görüşüm şudur: Hakkmda hadis bulunduğu için isteyerek kusan orucunu kaza etmelidir. Bu davranışla­rın bâtını yorumları daha önce zikredilmişti. Oruç bozmanın caiz ol­duğu bir günde orucunu bozan bir insan, bize göre kefaret değil, kaza tutar. Böyle bir insana örnek olarak, hayız olmazdan önce orucunu bo­zup sonra aynı gün hayız olan kadını verebiliriz. Başka bir örnek ise, hastalık veya yolculuktan Önce oruç bozup sonra hastalanan veya yol­culuğa çıkan kimselerdir.

Böyle bir insanın kaza etmesini vacip saydık, çünkü o, hastalanmış veya yolculuğa çıkmış veya hayız olmuştur. Fakat günahı, kasıtla oru­cunu bozanın günahıdır. Hayız görmeseydi veya yolculuğa çıkmasaydı veya hasta olmasaydı, kesinlikle o günü kaza edemeyecekti. Böyle bir insan nafile orucu artırmalıdır. Bununla beraber, böyle insanların işi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Çünkü söz konusu insanlar, Allah Teâlâ nezdinde oruç bozmaları caiz olan bir günde oruç bozmuşlardır. Zâhirdeki hüküm ise, bizim söylediğimizdir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bu davranışta nefslere ait olan keşfin ve (sahibi) farkında olmadan gaybın bilgisine ulaşmanın kokusu vardır. Nefsin böyle bir bilgiye ulaşmasının nedeni ise, kendisinin gayb âleminden olmasıdır. Bununla birlikte, cisimsel yapı nefsin annesi, İlâhî ruh ise onun babasıdır. Bu nedenle nefs, ince bir perdenin ardından (gaybe) ulaşma imkânına sa­hiptir. Öyle ki, bu davranış sahibi Allah Teâlâ ehlinin yoluna girseydi, keşfe istidadı ve ehliyetli olduğu için, keşf kendisine hızla gelirdi. Böyle bir durum, rasdantı diye isimlendirilmez. Çünkü bize göre rasdantı ola­maz. Çünkü bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ise herhangi bir şeyi rasdantı olarak yaratmaz. Allah Teâlâ her şeyi doğru bir bilgi, irade, bilinmeyen bir takdir ve kazaya göre meydana getirir. Dolayısıyla, herhangi bir olayın (veya varlığın) O’nun bilgisinde meydana gelmiş olması gerekir.

Geriye şu kalır: Allah Teâlâ’nın belirlediği davranışın bir benzerinin kendişinde ortaya çıktığı kişi günah kazanır mı, kazanmaz mı? Bize göre, orucu bozmanın caiz olduğu bir günde bulunduğu hakkında kesin bir bilgisi olup sebeple karşılaşmadığı sürece (hastalanmadığı veya yolcu­luğa çıkmadığı veya hayız görmediği) günahkârdır. Çünkü onun orucu bozabilmesi, dil bakımından ‘hayızlı’ (hasta veya yolcunun ise) ‘hasta’ ve ‘yolcu’ diye isimlendirilmesi gereken Hakk ulaştığında geçerlidir. Allah Teâlâ ehlinden muhakkiklerin mezhebi budur. Bu gibi konularda bizim görüşümüz de budur. Böyle bir insanın durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır: İh­san ve adaletinin gereği olarak dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Şu var ki böyle bir insan, kendisinden meydana gelecek günahların müşa­hede veya keşf yoluyla kendisine bildirildiği insanlardan olabilir. Haklanda takdir edilmiş işlerin bilgisine ulaşan kimse, bu fiilin kendisinden çıkması nedeniyle Allah Teâlâ nezdinde cezalandırılmaz. Böyle bir bilgi ken­disine bildirilmez ve buna yeltenmezse, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisini bilmediği sürece, onun bu konuda bir çabası olmaz. Zorunlu olarak cezalandırılacağını ve Allah Teâlâ’nın genel olarak zahirdeki hükmü dikkate aldığını bilirse, kendisi hakkında geçerli olan Allah Teâlâ’nın hükmü için hazırlanır. Bize göre bu, alda göre mümkün olsa bile, fiilen kesin­likle gerçekleşmiş değildir.

İblis’e, ‘Secde etmekten niçin imtina ettin?’ diye sorulmuş. O da ‘Rabbim! Benden secde etmemi istiyorsan secde ederim’ demiş. Allah Teâlâ kendisine şöyle demiş: ‘Senden secde etmeni istemediğimi ne zaman anladın? Secde emrine direndikten ve karşı çıktıktan sonra mı, yoksa önce mi?’ İblis, ‘Allah Teâlâ’m! Direndikten sonra bunu anladım’ demiş. Bunun üzerine Rab, ‘Bundan dolayı seni cezalandıracağım’ demiş.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bazı kullarını haklarında takdir edilmiş günah­ların bilgisine ulaştırır. Bu nedenle onlar Allah Teâlâ’dan çok utandıkları için, bir an önce tövbe edip günahları geride bırakmak için hızla o günahla­ra koşarlar. Böylece müşahedelerinin, karanlığından rahata ulaşırlar. Tövbe ettiklerinde ise, günahlarının takdir edilmiş olduğu ölçüde, iyi­liğe döndüğünü görürler. Böyle bir durum, bu insanın Allah Teâlâ katındaki konumuna bir zarar vermez. Çünkü bu gibi insanlardan böyle davra­nışların çıkması, Allah Teâlâ’nın yasağına dalmak sayılmaz. Bilakis bu, Allah Teâlâ’nın kaza ve takdirinin kendilerine işlemesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar™ Böylelikle bağışlama, günahın gerçekleşmesini öncelemiştir.

Bu ayette masum hakkında da bir yorum ve yön bulunabilir. Bu yorum, masumun günahlardan gizlenmiş olmasıdır. Günahlar kendisi­ni arar, fakat ona ulaşamazlar. Bu nedenle, günahlardan gizlendiği için, kendisinden hiçbir şekilde günah meydana,gelmez. Ya da, masum ce­zalandırmadan gizlenmiştir ve cezalandırma kendisine ulaşamaz. Çün­kü cezalandırma, günah yerlerine bakar durur. Allah Teâlâ ise, cezalandırma­nın veya yargılamanın kendisine ulaşmasını engelleyerek, dilediği kulla­rını örter ve gizler. (Günahtan gizlemek anlamındaki) Birinci ise, daha tamdır. Böylelikle, gerek yapmak ve gerekse yapmamak tarzında olsun, bağışlama (ve örtme), günahın gerçekleşmesinden önce olmuştur. Do­layısıyla böyle bir insandan ancak iyilik meydana gelebilir, insan da onu ve onun iyiliğini görür.

Allah Teâlâ’nın bazı kulları ise, sadece kendisine göre özel olarak serbest bırakılmış işleri yerine getirir. Allah Teâlâ ehlinde daha yakın olan şey budur. Çünkü şeriatta Allah Teâlâ’nın özel bir hal nedeniyle kuluna şöyle dediği sabit­tir: ‘Dilediğini yap! Seni bağışladım.’ Serbest bırakılmış olan şey bu­dur. Böyle bir mubah fiili işleyen insanı Allah Teâlâ cezalandırmaz. Bununla birlikte söz konusu fiil, genel için günah olabilirken şeriatta bu şahıs hakkında günah değildir.

Ehl-i beyt’in günahları da Allah Teâlâ katında bu kabildendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bedir savaşçıları hakkında şöyle der: “Ne biliyorsunuz ki! Belki de Allah Teâlâ Bedir savaşçılarına varıp şöyle demiştir: 'Dilediğinizi yapın, sizi bağışladım.” Güvenilir bir hadiste de şöyle denilir: ‘Bir kul günah işler ve 'Rabbim! Beni bağışla' der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle der: 'Kulum bir günah işledi ve günahı bağışlayan ve günah karşılığında ce­zalandıran bir Rabbi olduğunu bildi.” Sonra kul tövbesinden döner ve tekrar günah işler. Dördüncü veya üçüncü kez bu olay tekrarlanır. En sonunda Allah Teâlâ kendisine şöyle der: ‘Dilediğini yap, senin günahlarını bağışladım.’ Allah Teâlâ, kendisine yasaklamış olduğu bütün davranışları yapmasına izin verir. Artık bu insan, sadece kendisine yapma izni ve­rilmiş işleri yaptığı gibi Allah Teâlâ katında da onun adına bir günahtan söz edilmez. Biz ise bu insanın bu özelliğe ve bu hükme sahip olan insanın Allah Teâlâ katındaki durumundan habersiziz, fakat bu durum, onun Allah Teâlâ katındaki derecesine bir zarar vermez.

Böyle bir durumdaki insan, sadece yapmaya veya yapmamaya izin­li olduğu işleri yapar, çünkü hüküm hallere bağlıdır. Farklı hallerine ve durumlarına göre keşf sahiplerinin durumu ise, hali kendisinden giz­lenmiş bir insanın haline benzemez. Bu ikisini eşideyen kimse ise, hak­kında hüküm verilmiş bir konuda haddi aşmış demektir. Dikkat ediniz! Zorda kalmış bir insana, zorda olduğu sürece, kesinlikle ölü eti yemek yasaklanmamıştır. Zorda olmayan kimseye ise, ölü eti kesinlikle helal olmaz. Şeriatın zahirî hükmü budur. Şeriat hükümleri ise, hallere göre düzenlenmiştir. Biz ise, hangi durumda olduğunu bilmediğimiz ve du­rumu hakkında bir açıklama bulamadığımız kimse hakkmda hüsnü zanda bulunmalıyız.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ramazan Orucunu Kaza Ederken Kasıtla Orucunu Bozan Kimsenin Durumu

Bilginlerin çoğuna göre böyle bir insana kefaret gerekmez -ki ben de bu görüşteyimfakat kaza tutmalıdır. Bazı bilginlere göre, iki gün kaza etmesi gerekir. Bu görüş sahiplerini bu görüşe ulaştıran ince ve gizli bir bakış açısı vardır. Şöyle Ki: Kişi o gün kaza edip etmemede serbestken kaza tutmayı seçmiştir. Sonra bu durum açığa çıkmış ve orucunu bozmuştur. Nafile oruç tutsaydı, o günü kaza etmeye başla­masını gerekli görürdük. Birinci gün, budur. Diğer gün ise borcu olan Ramazan günüdür. Öyleyse, bu düşünce sahibi eksi İtmemiş tir. Katade ise şöyle demiştir: ‘Hem kaza etmeli hem de kefaret ödemelidir.’

VASIL

Bâtınî Yorum

Kaza ederken Allah Teâlâ’nın Ramazan ismini müşahede eden kimse, vaktinde tutmuş sayılır. Ramazan’da kaşıdı olarak oruç yiyen kimse hakkında vaktinde tutmanın durumundan ve bu konudaki görüş ayrı­lıklarından daha önce söz etmiştik. Bu insan, kendi zannınca bulundu­ğu duruma göre değerlendirilir. O ise, zâhirî hükümde olduğu gibi bâtını yorumda da bu üslupta devam eder.

Bir insan, Ramazan ayma özgü İlâhî ismi veya Ramazan ismini değil, kaza orucunu tutarken içinde bulunduğu aya özgü İlâhî isimi müşahede edebilir. Başka bir ifadeyle oruç tutmamasını gerektiren bir ilâhî ismi müşahede eden bir insana kefaret gerekmez. Fakat Ramazan ayında kefaret tutmayı kabul eden insan için ‘Diğer günlerden sayılı gün­ler tutar59 ayeti yeterlidir. Çünkü Şari o günleri ‘diğer’ diye isimlen­dirmiştir. Söz konusu günler ramazan günleri değildir. Onlar, sadece belirsiz olarakoruç günleridir ve herhangi bir gündür. Gün işe, kâmil olduğu için gün diye isimlendirildi. Gün kemale ermediğinde ise oruç tutulmaz.

Kamerî aylara ait ilâhî isimler şöyledir: Allah Teâlâ’nın Ramazan ismi, Ramazan ayına aittir. Şevval ayma er-Refı’, Zilkade ayına er-Rahman, Zilhicce ayma el-Mürid, Muharrem ayına el-Muharrim, Safer ayına elMuhlî, Rebiu’l-evvel ayına el-Muhyi, Rebiu’l-âhir ayma el-Muîd, Cemâziye’l-evvel ayına el-Mümsik, Cemâziye’l-âhir ayına er-Rabb sabit anlamında-, Receb ayına el-Azîm, Şaban ayma el-Fasıl ve elHakem isimleri aittir. Bunun yanı sıra bu isimlerle aynı anlama gelen ilâhî isimler de ilgili aylara aittir.                  ,

FASIL İÇİNDE VASIL

Mendup Oruç

Bu oruç türlerinden hal halamından teşvik edilmiş oruçlar ile za­man bakımından teşvik edilmiş oruçları zikredeceğiz. Birinciye örnek olarak, cihat esnasmda oruç tutmayı verebiliriz. Zamanlara örnek ola­rak ise, Pazartesi ve Perşembe orucu, Arife, Aşure, Aşr (on gün), Şa­ban orucunu verebiliriz. Haftanin herhangi bir günüyle sınırlanmaksızın kendiliğinde teşvik edilmiş oruçlar, Aşure ve Arafat orucudur. Tu­tulma zamanı belirli olduğu için, onları zamana bağlı (olarak teşvik edilmiş) oruç kısmına kattık. Bunların haftanın hangi gününde olduğu bilinmediği için, zamanla sınırlamadık. Bunların bir kısmı, ayı belir­lenmiştir. Buna örnek olarak Şaban ayını verebiliriz. Bunların bir kıs­mının ise günleri serbest bırakılmışken ayları belirlidir. Bu kısma örnek olarak, dolunay günlerinde ve her aym üç günü oruç tutmayı verebili­riz. Bir kısmı ise, serbest bırakılmıştır. Bu kısma örnek olarak, istenilen herhangi bir günde oruç tutmayı verebiliriz. Bir kısmı ise, bir gün oruç tutup bir gün bozmak şeklindeki Davud orucu gibi, süresi bakımından belirlenmiştir. Bu tarz oruçlar bu kısma girer.

Arife orucunu Arafat’ta tutmaya gelirsek, bu oruç hakkında görüş ayrılığı vardır. Arafat’ın dışında ise, bu oruç teşvik edilmiştir. Şu var ki, her halükarda ‘Bir önceki sünnet bir sonraki sünneti örter.’ Şevval ayında tutulan altı günlük oruç teşvik edilmiştir. Bu orucun Şevval ayının hangi zamanında olduğu ve peş peşe olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bu konuda istisnai bir görüş ayrılığı vardır ki, o da ille günün Şevval ayında, diğer günlerin ise senenin diğer günlerinde tutulması şeklindedir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Allah Teâlâ Yolunda Oruç Tutmak

Müslim es-Sahih’inde Ebu Said el-Hudrî’nin şöyle dediğini akta­rır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ yolunda oruç tutan bir insa­nın yüzünü Allah Teâlâ, o günün karşılığı olarak ateşten yetmiş çukur (mev­sim) uzaklaştırır.’ Burada kölelerin orucunu zikretmiş, hürlerin orucu­nu zikretmemiştir. Hal gereği köle olanlar azdır. İnanç bakımından kö­leler ise herkestir. Oruç Allah Teâlâ’ya benzemektir. Bu nedenle (kutsi bir ha­diste Allah Teâlâ) onu insandan uzaklaştırıp şöyle buyurmuştur: ‘Oruç bana aittir.’ Kula oruçtan düşen kısım, açlıktır. Öyleyse oruçta tenzih Allah Teâlâ’ya, açlık ise kula aittir.     .

(Oruç tutarken) Kul, kendisiyle tartışana -ki düşman demektir (nefs)baskın gelip onu ezmek özelliğinde Allah Teâlâ’ya benzer. Bu benzeme ‘isimler ile ahlâklanmak’ diye ifade edilir. Bu nedenle Şari oruç tutmayı cihat kapsamında saymıştır. Hadiste yol, zâhirî dilde cihat anlamına gelir. Bunu salt sözün kullanımından değil, durum kanıdarından anla­dık. İfadeyi terimsel anlamıyla, değil de, salt lafzıyla da alsaydık, lafız­dan (cümlede) geçtiği şekilde söz ederdik. Bu yaklaşım, Allah Teâlâ ehlinin isimlerine bakış tarzıdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın neyi sınırladığını ve neyi geniş anlamda kullandığını dikkate alır. Hadiste ‘yol (sebil)’ kelimesi önce belirsiz gelmiş, sonra, Allah Teâlâ’ya tamlama yapılarak kelime belirli yapıl­mıştır. Allah Teâlâ, bütün isimlerin hakikatlerini kendinde toplayan toplayıcı isimdir. Bütün hakikatlerin kendine özgü bir iyiliği ve kendine ulaştı­ran bir ‘yolu’ vardır. Kulun içinde bulunduğu her iyilikte iyilik yolunda saydır ve bu yol da Allah Teâlâ yoludur. Bu nedenle toplayıcı isim gelmiş ve genelleştirmiştir. Aynı şekilde belirsizlik, yani belirlenmemiş olan da genelleştirir. Benzer şekilde, ‘gün’ kelimesi de belirsizleştirilmiş ve be­lirli yapılmamıştır. Bunun amacı, Allah Teâlâ’ya yaklaşmada bütün kulları içermesini sağlamaktır. Sonra ‘yetmiş harif (sonbahar)’ de belirsiz gel­miş, zaman halamından belirlenmemiştir. Burada neyin kastedildiğini bilmiyoruz: Acaba Rabbin günlerinden ‘yetmiş sonbahar’ mı kastedil­miştir? Yoksa, yetmiş menzillik yol mu kastedilmiştir? Yoksa gezegen­lerin dönüşlerinden bir gün mü kastedilmiştir? Yoksa (feleğin) büyüle hareketinin günlerinden bir gün mü kastedilmiştir? Ya da bizim bildi­ğimiz günlerden bir gün mü kastedilmiştir? Hadis işi belirsizleştirmiş ve hadisin genel bağlamında geçen belirsizlikle aynı yapmıştır.

Aynı şekilde, hadiste geçen ‘yüzünü’ kelimesini de belirsizleştirmiştir. Acaba kastedilen şey onun zatından ibaret olan yüzü müdür, yoksa bildiğimiz yüzü müdür? ‘Ateşten’ sözü de belirsizdir. Burada, bi­linen ateşi mi kastetmiştir, yoksa içinde ateşin bulunduğu bir yeri mi kastetmiştir? Çünkü insan o yere girmeyi Hakk eden bir davranış içinde olabilir, fakat ateş kendisine ulaşmayabilir. Gerçekte hepimiz o yere uğrayacağız, çünkü onası cennete giden yoldur. Bunun bir anlamı, ahirette cehennemin üzerinde bir köprünün bulunması olabileceği gibi dünyada da cennet sevimsiz şeylerle çevrelenmiştir (bu da cehenneme uğramanın bir tarzıdır).

Kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın kelamının ve Allah Teâlâ’dan aktarılan kelamın ger­çekte nasıl inceleneceğiyle ilgili sana önemli bir yöntem gösterdik. Allah Teâlâ’dan sözü aktaran, gönderilmiş bir peygamber veya sezgi sahibi bir velidir.

Güçleri Yettiği Halde Hamile ve Emzikli Kadının Ramazan’da Oruç Tutup Tutmamada Serbest Olması

Oruç tutmayı tercih ettiklerinde bu kişilerin orucu, bir balama farz kılınmış oruca benzer. Seçimi yapmazdan önce ise, oruçlarının hükmü yapma veya yapmamada serbest bırakılmış olan mubah gibidir. Bu ba­kımdan ise, nafile oruca benzer. Teşvik edilmiş bir şeyi yapmak, yap­mamaktan daha iyidir. Bu nedenle Allah Teâlâ bu oruç hakkında ‘Tutmanız daha hayırlıdır560 demiştir.

Müslim, Seleme b. el-Ekva’nın şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem döneminde Ramazan ayı içindeydik. Dileyen tutuyor, dileyen tutmuyor ve bir yoksulu yedirerek fidyesini ödüyordu. En sonunda ‘Sizden kim ayı (hilali) görürse, oruç tutsun61 ayeti nazil oldu.’ Bazıları bu ayeti önceki uygulamayı ortadan kaldıran bir ayet saymış, bir kısmı ise özelleştirme saymıştır. Bizim görüşümüz ayetin özelleştirme (tahsis) olduğudur. Ayetin hükmü, çocukları hakkında endişe ettiklerinde ha­mile ve emzikli kadınlar için kalmıştır. Allah Teâlâ onların orucunu ‘gönüllü’ oruç diye isimlendirmiş ve ‘Kim gönüllü olarak tutarsa, bu onun adına daha hayırlıdır62 demiştir. Burada Allah Teâlâ, ‘hayırlıdır’ kelimesini belirsiz getirmiş ve yedirme ve orucu ona katmıştır.

Buhari, ‘Güç yetirebilenler bir yoksulu yedirirler63 ayeti hakkında İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: ‘Bu ayetin hükmü kalkmamıştır. Bu ayet, yaşlı erkek ve kadınlarla ilgilidir.’ Ebu Davud ise İbn Ab­bas’tan şöyle aktarır: ‘Ayetin hükmü hamile ve emzildi kadınlar için sa­bittir.’ Dârekutnî ise, bu ayetle ilgili olarak İbn Abbas’tan şöyle aktarır: ‘Her gün için yoksula yarım ölçek elemek yedirir.’

Bilmelisin ki, Hakk kulunu serbest bırakmışsa, onu denemiş de­mektir. Kul gerçekte köledir ve ancak zorlama ve mecburen tasarrufta bulunabilir. Özgürlük efendinin özelliğidir, kölenin özelliği değil. Ba­zen Hakk, kölesini denemek ve sınamak için özgür bırakabilir. Bu sına­manın amacı, kulunun köle gibi mi hareket edeceği, yoksa seçimde bu­lunup da efendisi gibi mi hareket edeceğini görmektir. Gerçekte kul, seçiminde mecburdur. Bununla birlikte seçim, efendisinin emrinden


.kaynaklanır. Öyleyse kul hiçbir zaman kulluğundan ayrılmaz ve Hak­kın kendisini seçimi zorunlu yapmasında Rabbine benzemiş sayılmaz.

Bazı kullar şaşırır ve neyi tercih edeceğini bilmez. Bazı kullar ise Rabbim conların seçim hakkı yoktur’“ diyor diye düşünür ve seçimi red­deder. Ben de reddedenler safındayım. Bir an bile kulluğumdan çık­mam. Bazı kullar ise şöyle der: ‘Ayetin anlamı şudur: Kulların kendi­liklerinden bir seçim hakları yoktur, fakat ben (Rableri olarak) onlara özgürce davranma izni verip bu haklcı onlar adına tercih ettim. Ayrıca bu özgürlüğü nerede kullanacaklarını da belirledim.’ Özgürlüğün kullanüacağı yerlerden biri de, bu ayette söz konusu edilen oruç tutup tutmamanın serbest olması ve bazı kefaretlerdir.

Allah Teâlâ, tutmayı tercih ettiklerinde orucun kendileri için daha hayırlı olduğuna kullarının dikkatini çekince, tutmayı bozmaya yeğlesinler di­ye, bunu onlara üstünlük kalıbıyla (daha hayırlı) açıklamıştır. Bu açık­lama, böyle bir tercihle seçimlerini ortadan kaldırdığı için, Allah Teâlâ’nın kul­larına rahmetinden kaynaklanmıştır. Bununla beraber, Hakkın kulunu sınaması devam eder. Çünkü Allah Teâlâ tercih ettiği şeyi kuluna vacip yap­mamış, bilakis seçimi onun önünde bırakmıştır. Bu nedenle, tutmadı­ğında kul günahkâr olmaz. Hiç kuşkusuz oruç tutan kimse, bir farzı yerine getirmiş demektir. Çünkü bunlardan birisi -tam belirlenmese bi­lekendisine farzdır. Yükümlü bunlardan birini belirlediğinde ise -ki o kuldurfarzlık belirlenmiş olur. Gerçekte kul bu fiilinde serbesttir. Bu bakımdan bu oruç, gönüllü oruca benzemiştir. Bu nedenle bu durum­daki bir insan bu orucu tuttuğunda, bir yandan farz ecrini alırken aynı zamanda nafile (gönüllü) oruç ve meşakkat ecrini elde eder. Öyleyse bu insan, sadece farzı kılan ldşiden daha çok ve daha büyük ecir alır. Aynı şekilde, serbest kefarederdeki ecir de hem gönüllü hem de farz ecridir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın yükümlülükteki cömertliğinden kaynaklanır.

Elli altıncı kısım sona erdi, onu elli yedinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar