Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN ON DOKUZUNCU KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Niyet Kutuplarının Bilinmesi, Onlarm Sırları, Usulleri­nin Niteliği, Niyet Sahipleri Denilmesinin Sebebi

Ruh beden için, niyetler ise amel içindir

Ameller niyetle hayat bulur, toprağın yağmurla canlanması gibi

Çiçekleri, ağaçları gürbüzbir halde görürsün Ya da ağaçların bitirdiği meyveleri

Amellerimizden de böyle suretler çıkar Çürük ve güzel kokular onlarındır.

Şeriat olmasaydı, misk onların kokusundan utanırdı Benim düşüncem böyle hüküm verir

Çünkü yaratmanın dayanağını toplarım Dolayısıyla fayda ve zarar arasmda fark yoktur

Artık onun şeriatına sarıl, onunla bir mülk gibi nimetlen Onlara suretler yerleşir, mutluluk üzerinde çiçek açan

Tıpkı hükümdarlar gibi; onları tahtlarında görürsün Ya da gözün aşık olduğu gelinlere benzerler.

(Niyetler ve Ameller)

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir hadiste şöyle buyurduğu bize bildirilmiştir: ‘Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyet ettiği vardır. Hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygamberine olan kişinin-hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygamberinedir. Dün­ya için hicret eden ise, onu elde eder. Ya da bir kadın için hicret eden, onunla evlenir ve hicreti de hicret ettiği şeyedir.’ Bu hadisi, Ömer b. elHattâb rivayet etmiştir.

Bilmelisin ki: Niyederi gözedeyen özel bir halde ve özel bir niteükte adamlar vardır. Allah Teâlâ izin verirse, onları ve hallerini zikredeceğim. Mükelleflerin bütün hareket ve duruşlarında: ameller için niyet, toprağın bitirdiği şeyler için yağmur gibidir. Niyet, zatı yönünden tek, konusu ki niyet edilen şey demektiritibariyle farklıdır. Netice ise, niyete değil, niyetin ilgili olduğu şeye göredir. Çünkü niyetin payı, fiile yönelmek ya da onu terk etmektir. Bu fiilin güzel ya da çirkin, iyi veya kötü olması, niyetin ürünü değil, arızî bir durumdan kaynaklanır. Şâri’, onu ayırt etmiş ve sorumlu insan (olarak) belirlemiştir. O halde, niyetin özellikle bu balcımdan herhangi bir etkisi yoktur.

Niyetin durumuna örnek olarak yağmuru verebiliriz. Onun işlevi, yağmak veya toprağa karışmaktır. Ölü toprağın onunla canlanması veya yağmur nedeniyle yolcsul-biçarenin evinin yıkılması, yağmura ait bir durum değildir. Böylece yağmurla hoş kokulu çiçek ortaya çıktığı gibi güzel ve çirkin meyveler de toprağın mizacının iyi veya kötü olması ve­ya tohumun iyi veya kütü olması yönünden ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Tele bir su ile. sulanır ve bir kısmı diğerlerinden daha üstün olur.’ Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır,’178 Bu noktada niyetin etkisi sadece yardımdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Pek çok kişi onunla sapıtır, pek çoğu da doğru yolu bulur.’179 Kas­tedilen Kuran’da verilen örnektir. Su, farklı koku ve tatların ortaya çıkmasının sebebi olduğu gibi niyetler de iyi ve kötü amellerin sebebi­dir.

Kuran’ın herkes için hidayet olduğu malumdur. Fakat verilen ör­neği tevil ederek sapıtan sapıttığı gibi hidayet bulan da hidayete erer. Ama salt örnek oluşu yönünden verilen örneğin gerçeği değişmez. Ek­siklik anlayışta meydana gelmiştir. İşte niyet de böyledir. Niyet, niyet konusuna ilişir. Söz konusu şeyin güzel veya çirkin olması niyete değil, iyi veya çirkin hükmünü o şey hakkında veren kimseye aittir. Allah Teâlâ şöy­le buyurur: ‘Biz ona yolları gösterdik.’ Yani, muduluk ve bedbahtlık yo­lunu açıkladık. Sonra şöyle der: ‘Ya şükreder ya da inkâr eder.’180 Bu da, sorumlu muhataba döner. Çünkü iyiliğe niyet, iyilik meydana getirdiği gibi kötülüğe niyet de kötülük meydana getirir. Şu halde insana gelen şey, iyisi veya kötüsüyle, mahalden gelir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yolu göstermek Allah Teâlâ’yadır.’181 Yani, bunu kendi üzerime zorunlu kıldım. Allah Teâlâ adeta şöyle der: ‘Hakkın mertebesine ge­rekli olan şey, mutluluğunuza ulaştıracak yolu size açıklamaktır ve kuş­kusuz bunu da yaptım. Çünkü sizler, muduluğa gidecek yolu ancak be­nim açıklamam ve bildirmemle öğrenebilirsiniz.

Bunun nedeni şudur: İlahi ilimde kulların mutluluk yollarının ol­duğu gibi bedbahtlık yollarının da belirli bir sebebe bağlı olduğu belir­lenmiştir. Bedbahtlık, gerçekte, mutluluk yolundan ayrılmaktan ibaret­tir. Mutluluk yolu ise, Allah Teâlâ’ya ve inanmamız zorunlu olan Allah Teâlâ katın­dan gelen şeye inanmamız demektir. Âlem(dekiler), Allah Teâlâ’nın ilminde o yolun nasıl belirlendiğini bilmekten habersiz olduğu için onu bildirmek kelam sıfatıyla Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bu nedenle peygamber gereklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygamber gönderinceye kadar azap edici değiliz-’182 Allah Teâlâ’ya O’nun kendisine vacip kıldığından başka bir şeyi vacip kılamayız. Allah Teâlâ, ‘yolu göstermek Allah Teâlâ’ya düşer’183 ayetinde mutluluğa giden yo­lu bildirmeyi kendisine vacip kılmıştır. Bu bağlamda başka bir ayet, ‘müminlere yardım etmek üzerimize borçtur’,184 ‘Rabbin nefsi üzerine rah­meti yazmıştır’185 vb. ayetlerdir.

Gerçekte ise, Allah Teâlâ bunu kendisine değil, nispete vacip kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ, şerî vacibin tanımı nedeniyle, herhangi bir şeyin üzerine vacip olmasından münezzehtir. Öte yandan ezelde ilahi ilim, mutiuluğumuzu sağlayacak yolu belirleyip ilim olması bakımından ilim tebliğ görevi taşımadığı; tebliğ ise kelamın niteliğinden kaynaklandığı için, ilmin belirlediği kulların muduluğunu sağlayacak yolu bildirmek, elMütekellim nispetinde ortaya çıkmıştır. Böylece ilahi kelam, ilahi ilmin tercümanı olarak, bu konuda bilginin belirlediği şeyi açıklamıştır. O halde zorunluluk, nispet hakkındadır. Çünkü (Tanrı’mn nitelikleri), farklı farklı nispetlerdir. İrade, kudret ve benzeri diğer ilahi nispeder de böyledir.

(İsimler ve Zat)

İlahi isimlerin karşılıklı görüşmesini, konuşmasını ve münazara tarzında bu âlemin yaratılışı hakkında -Ki âlem Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey demektiryardımlaşmalarını Anka-i Muğrib kitabında açıkladık. O ldtaba ‘ebedi yaratılış hakkında ezeli tartışma’ adlı bir bölüm koyduk. Ayrıca, lnşaü’d-Devair ve’l-Cedavil adlı kitabımızda da bu konuyu ele al­dık.

Nispetler bilgisi hakkmda derin kavrayış sahibiysen, ilahi mertebe­ye ilahi zorunluluğun nasıl iliştiğini anlamışsın demektir. ‘Takva sahiple­ri o gün Rahman’a getirilir186 ayeti bu anlama gelir. Acaba, yanında otu­ran ve ‘avucunun içinde’ bulunan kimseler nasıl O’na götürülür ki? Ebû Yezid el-Bestami bir okuyucunun ‘Takva sahipleri o gün Rahman’a getiri­lir’ ayetini okuduğunu duymuş, bunun üzerine gözyaşı minbere ulaşın­caya kadar ağlamıştır. Hatta bir rivayette minbere dökülünceye kadar gözünden kan damlamış, haykırmış ve şöyle demiştir: ‘Hayret! Onunla oturan nasıl O’na götürülür?’

Bizim devrimiz geldiğinde, bize bunu sormuşlar, ben de şöyle ya­nıt verdim: Şaşılacak olan Ebû Yezid’in sözüdür. Şöyle ki: Takva sahibi el-Cabbâr ismiyle oturan kimsedir. O ismin saldırısından korkar. Rah­man isminin ise, rahman olması yönünden saldırısı yoktur: er-Rahman, sadece yumuşaklık, lütûf, af ve mağfiret verebilir. Bu nedenle takva sa­hibi heybet ve haşmet, veren el-Cabbâr isminden er-Rahman ismine gö­türülür. Çünkü el-Cabbar, takva sahibi oluşları yönünden dünyada tak­va sahiplerine eşlik eder.

Bütün ilahi isimler, bu yönteme göre değerlendirilir. Bir ismin ha­kikatini öğrenmek ve onun diğerinden farklılığını anlamak istediğinde, peygamberlerin dile getirdiği bütün isimleri böyle görürsün. Çünkü her ilahi ismin iki delaleti vardır: Birincisi ismin isimlendirilen delaleti; İkincisi ise, başka bir isimden farklı olmasını sağlayan kendi hakikatine delaleti.

Bu adamların niyeti bilmeyle ilgilenmelerinin nedeni, kelimeye bakmaları ve onu incelemeleridir. Kelimeyi inceleyince, harflerinin te­rimsel olarak anlamı gösteren bir yapının ortaya çıkması için birleştikle­rini ve toplandıklarını öğrenmişlerdir. Konuşan o sözü söylediğinde, duyanın anlama gücü, kelimenin taşıdığı anlamı kavrar, bu sayede fayda meydana gelir. Kelime, o nedenle dilde bu özel kullanımla bulunur.

Bu adamlar, himmetlerinin yüceliği nedeniyle nağmelerle sınırlı sema’yı kabul etmez. Onlar, sınırsız sema’yı kabul ederler. Çünkü sınır­sız sema, onlarda ancak anlamları kavramayı meydana getirir. Söz ko­nusu olan ilahi-semadır ve o, büyüklerin semaidir.

Sınırlı sema ise, mensuplarına nağmelerin etki ettiği doğal sema’dır. Bir insan, sınırlı sema’da nağmelerle anlamı duyduğunu iddia eder ve şöyle diyebilir: Anlam olmasaydı, hareket etmezdim. Bu esnada, yani hareket ettiren sebepte doğanın hükmünün dışına çıktığını iddia edebi­lir. Bunu iddia eden şeyh taslaklarını ve bu yolun türedilerini gördük. Böyle bir iddianın sahibi dürüst değilse, yalancılığı hemen ortaya çıkar.

İddia sahibi sema meclisindeyken dikkatini ona ver! Söz Söyleyen (Kavvâl), doğal olarak mizacı harekete geçiren nağmeleri okumaya baş­layıp haller hayvanı nefislere yayılınca buna bağlı olarak bedenler fele­ğin dönüşünün etkisiyle dönerek harekete geçer. Bu esnada devran (dönme), buradaki sema’nın doğal sema olduğunu gösteren şeylerden biridir. Çünkü insanın hakikati felekten oluşmuş değildir. Bilakis o, üf­lenilen ruhtandır ve bu ruh mekansızdır. Dolayısıyla feleğin üzerinde­dir. insan ruhunun bedende döngüsel olan veya olmayan bir tahriki söz konusu değildir. Bu tahrik, doğa ve feleğin altında bulunan hayvanı ru­ha aittir.

Ne kendi yaratılışının ve ne de seni hareket ettiren şeyin cahili ol­ma!

Şöyle deriz: (Kendisini doğanın harekete geçirmediğini) İddia eden insan, harekete başlayıp hal onu tutar ve dönmeye başlar veya dönmeksizin arkaya doğru düşer. Bu durumda kendisi ve içinde bulun­duğu meclise dair bilincini yitirmiştir. Halinden ayrılıp bilincine dön­düğünde ise, kendisini hareket ettiren şeyin ne olduğunu sor. Şöyle di­yecektir:

-‘Söz Söyleyen şöyle şöyle dedi, ben de onun sözlerinden şunu şu­nu anladım ve o mana beni hareket ettirdi.’

Bunun üzerine ona de ki: ‘Seni hareket ettiren şey nağmenin güzel­liğidir. Anlamak ise, dolayh olarak meydana gelmiştir. Dolayısıyla do­ğa, hayvanı yönünü hükmü altına almıştır. Nağmenin sana tesirinde deveyle aranda bir fark yoktur.

Böyle bir ifade, ona çok ağır ve çetin gelir ve sana der ki: ‘Sen ne beni ve ne de beni hareket ettiren şeyi anladın.’

Bu cevap karşısında bir müddet sus. Çünkü böyle bir iddia sahibi, gaflet tarafından istila edilmiştir. Sonra onunla bu anlamın verisi hak­kında konuşmaya başla ve ona de ki: ‘Allah Teâlâ’nın sözü ne güzeldir!’

Allah Teâlâ’nın kitabından onu gazelhanın sesiyle harekete geçiren o an­lamı içeren bir ayet oku ve iyice anlamasını sağla. Anlayınca, o da se­ninle ayet hakkında konuşmaya başlar. Bu esnada, herhangi bir hal veya hareket veya kendinden geçme o kişiye ulaşmaz. Fakat ayeti beğenir ve şöyle der: ‘Bu ayet, Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında yüce bir anlam taşır.’ Bu iddiasındaki tutarsızlığı ne kadar şiddetlidir!

Bunun üzerine ona şöyle de: Kardeşim! Söz Söyleyen (Kavvâl), güzel nağmeleriyle şiirini okumaya başladığında, sema’da seni harekete geçiren şeyin bizzat bu anlam olduğunu bana söylemiştin. Peki, hangi anlam nedeniyle o hal sana nüfûz etmişti? Bu anlam en yüce ve en doğ­ru söz olan Hakkın kelamıyla sana okuduğum ayette var. Fakat onu beğenme ve anlamana rağmen hareket ettiğini görmedim. Dün gece sema’da ise, Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi şeytanın dokunup çarptığı biriy­din. Anlayışın seni doğal sema’dan perdelemiştir. Şu halde, sema eder­ken senin için gerçekleşen şey kendini bilmemendir. Anlama ile hareketi ayırt edemeyen kimsenin kurtuluşa ereceği nasıl umulur ki?

Anlamaktan kaynaklanan sema, ilahi sema’dır. İnsana böyle bir hal gelir ve gelen varid, getirdiği özet bilgi nedeniyle güçlü olur. Böyle bir varidin bedendeki nihai eddsi, onu yatırmak ve duyularından habersiz kılmaktır. Bu durumda, ister büyük ister küçük adamlardan olsun, her­hangi bir şekilde kişiden hareket ortaya çıkmaz. İşte bu, Hakk’tan gelen güçlü-varidin hükmüdür. Aynı zamanda ilahi varidi doğal varidden ayı­ran şey de budur. Çünkü doğal varidin hareketi, daha önce belirttiğimiz gibi, dönme (devran etmek), kendinden geçmek ve deliler gibi çarpıl­maktır.

İlahi varid, zikredeceğim bir nedenden dolayı bedeni (döndürmek yerine) yatırır. Şöyle ki: İnsan, topraktan yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Sizi topraktan yarattık ve ona döndüreceğiz ve tekrar ondan çıkara­cağız.’1*7 İnsanda bütün unsurlar bulunsa bile, en önemli unsur toprak­tır. Allah Teâlâ toprak hakkında şöyle der. ‘İsa’nın Allah Teâlâ katındaki yaratılışı Âdem’in yaratılışı gibidir. Allah Teâlâ, onu topraktan yaratmıştır.’1*8 İnsan, otu­rurken ve ayakta dururken, büyük ölçüde kendisinden meydana geldiği en büyüle aslından uzaklaşır. Çünkü insanın oturması, kalkması ve eğilmesi ayrıntıdır. İnsana Hakk kaynaklı varid geldiğinde ise, ilahi vari­din ayakta tutma özelliği vardır. Bu özellik insanda bedeni yönünden geçici olarak bulunur. Bedeni yöneten ruhu, onu ayakta tutan ve otur­tandır.

İlahi varidin getirdiği bilgileri algılarken insanın yönetici ruhu be­deni yönetmekten uzaklaşırsa, bedenin ayakta durmasını ve oturmasını sağlayan bir şey kalmaz, beden aslına döner. Bu durum, döşekte olsa bi­le, yatmak diye ifade edilen toprağa yapışmaktır. Çünkü döşek, insanın toprağa ulaşmasını engeller, insanın ruhu bu algılayıştan ayrılıp varid rabbine döndüğünde, ruh tekrar bedeni yönetmeye döner. Böylece onu ayağa kaldırır. İşte vahiy alırken peygamberlerin sırtüstü yatmalarının nedeni budur.

Hiçbir peygamberin vahiy esnasında devran ettiği (döndüğü) du, yulmamıştır. Hâlbuki vahiyde vasıta -ki melektirda bulunur. Peki vası­talar ortadan kalktığında varidin durumu nedir? Duyulardan uzaklaş­mak kesinlikle gerçekleşmediği gibi bulunduğu hali de başkalaşmaz. Çünkü ilahi varid, ruhsal vasıtaların kalkmasıyla insanın bütününe nüfûz eder, ondaki her organ, hatta latif veya yoğun her bölünmez parça bu ilahi varidden payını alır, insan bunu açıkça hissetmez ve onun hali hiç değişmez. Yemek yiyorsa, yediği halde kalır; bir şey içiyorsa veya konuşuyorsa, o halde kalır. Çünkü varid geneldir. ‘Her nerede olursanız, 0 sizinle beraberdir’189 ayeti buna işaret eder. Bu vakitte yemek veya iç­mek veya konuşmak veya oynamak gibi herhangi bir halde bulunan kimse, bulunduğu o halde kalır.

Bu yüce grup, doğal varidler ile ruhsal ve ilahi varidler arasındaki varlığın farkı görüp karıştırmanın ise kendi kendine Allah Teâlâ adamı oldu­ğunu iddia edenlere ilişen bir durum olduğunu gözleyince, onları bilgi­sizlik ve karıştırmayla nitelenmekten yüz çevirmişlerdir. Çünkü o, doğal varlığın mahallidir. Böylece himmetleri niyederle ilgilenmeye yüksel­miştir. Çünkü Allah Teâlâ, onların hakkında şöyle buyurur: ‘Sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmekle emrolundular.’19ü ihlas, niyet demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ihlaslı olanlar (muhlisîn) demelde yetinmeyip O’nun için ihlaslı olanlar diyerek sınırlamıştır. İhlas, istihlas kelimesinden gelir. İnsan, niyetini şeytan karşısmda da halis yapıp ihlaslı diye isimlendirilebilir. Bu du­rumda, onun amelinde Allah Teâlâ’ya ait bir şey yoktur. Bazen insan, Allah Teâlâ’ya koştuğu ortaklar için ihlaslı olabilir, bazen Allah Teâlâ için ihlaslı olur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dini O’na tahsis ederler’, başkasına veya ortaklık hükmüne tahsis etmezler.

Bu grubun adamları, amelleri kabulde, muduluklara ulaşmada ve Allah Teâlâ için yapmaları istenilen amellerde ilahi talebe uymada, kendilerini asılla ilgilenmeye vermişlerdir. Bu asıl, niyet diye ifade edilir. Niyede çokça ilgilendikleri için de, niyete nispet edilmişlerdir. Onlar, bizzat amellerinin istenilmediğini anlamışlardır. Ameller, onlarla amaçlanan şey için istenilir ki, o da, ameldeki niyettir. Amelde niyet, kelimedeki anlama benzer. Çünkü kelime, özü gereği istenilen bir şey değil, içerdi­ği şey nedeniyle istenilendir.

Kardeşim! Bu adamların bakışının ne kadar ince olduğuna dikkat et. Bu hal, tasavvuf yolunda ‘nefis muhasebesi’ diye isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Hesaba çekilmeden önce, nefislerinizi hesaba çekiniz.’        ,

Bu adamlardan iki kişiyle İşbiliyye’de karşılaştım: Ebû Abdullah b. Mücahid ve Ebû Abdullah b. Kassûm. Makamları buydu ve onlar, niyet adamlarının kutuplarındandı.

O ikisine ve bu makamın adamlarına uyarak ve de emrine bağlan­manın farz olduğu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘nefislerinizi hesaba çekiniz’ anla­mındaki emrine bağlanarak, bu makamda (nefsimizi hesaba çekmeye) koyulduk. Bizim şeyhlerimiz, konuştukları ve yaptıkları işlerden dolayı nefislerini hesaba çeker ve onu bir deftere yazarlardı. Yatsı namazı geçip evlerine kapandıklarında ise, nefislerini hesaba çekerler, defterlerini ge­tirir, gün boyunca kendilerinden ortaya çıkan söz ve amellere bakar, her amelin karşısma Hakk ettiği şeyi koyarlardı. Amel bağışlanmayı dilemeyi gerektiriyorsa, bağışlanma isterler, tövbeyi gerektiriyorsa tövbe ederler, şükür etmeyi Hakk etmişse şükrederlerdi. Böylece o gün yaptıkları bütün amelleri karşılaştırır ve sonra uyurlardı.

Biz ise, bu noktada düşüncelerimizi de kaydetmeyi ekledik. Böyle­ce söz ve fiillerimize ilave olarak nefislerimizin bize söylediği ve düşün­düğü şeyleri de yazıyor, nefsimi yatsıdan sonra onlar gibi hesaba çeki­yordum. Defteri getirip nefse gelen ve nefsin içinden konuştuğu bütün düşünceleri; bunlardan duyuya gözüken söz ve fiilleri, bu düşünce ve konuşmada nefsin niyetlendiği her şeyi değerlendiriyordum. Böylece, gereksiz şeylerle ilgili düşünce ve ilgiler azalmış, sadece gerekenler kal­mıştır.

Bu bölümün ve niyede ilgilenmenin faydası budur. Tasavvuf yo­lunda bahsi geçen konudan (niyetlerin gözetilmesi) daha çok ihmal edi­len başka bir şey yoktur. Çünkü bu, nefesleri kontrol etmeye dönen bir durumdur. Nefesleri kontrol etmek ise, çetin bir iştir.

(Yunus Kalbi ya da ikinci Doğum)

Bu grubun esaslarını ve niyetle ilgilenmelerinin nedenini, bu ilgi­lenmenin onlar için dinî bir emir olduğunu, bu meselede onlara ait sır ve ilimleri belirttikten sonra, onlarm makamlarını ve sahip oldukları sır­ları öğrenmelisin:

Söz konusu grup, Yunus’un kalbi üzerindedir. Çünkü Yunus, ‘Öfkelenerek gittiğinde’ Allah Teâlâ’nın kendisine rahmetinin genişliği hakkmda­ki taahhüdü nedeniyle darlık vermeyeceğini zannetmişti. Rahman is­minden kaynaklanan bu ilahi genişliğin başkası hakkında olup söz ko­nusu kişinin ümmetinin o genişliğe ulaşacağını düşünmemiş, onu ken­disine sınırlamıştı. Öfke, kalbin karanlığıdır. Bu karanlık, mertebesinin yüceliği nedeniyle, dışına da etki etmiştir. Bu nedenle Yunus, Allah Teâlâ’nın dilediği süre balığın karnının karanlığında bırakılmış, Allah Teâlâ onun dikka­tini anasının karnında bir cenin iken kendisini kimin yönettiğine çek­mek istemiştir. Ayrıca dikkatini şuna da çekti: O mekânda, onun kız­ması veya ona kızılması düşünülebilir mi? Böyle bir şey olamaz, çünkü orada Allah Teâlâ’nın korumasındaydı ve Rabbinden başkasını bilmiyordu. Böylece kendisine söz ile değil, fiil vasıtasıyla öğretmek için Yunus’u balığın karnında bu Hakk döndürdü.

‘Karanlıklar içerisinde ‘Senden başka ilah yoktur’ diye nida etti.’191 Bu ifade, bu tevhidde ümmeti adına mazeret belirtmektir. Yani, Allah Teâlâ’m sen, dilediğini yapar ve rahmetini dilediğine yayarsın. ‘Seni tenzih ede­rim. Ben zalimlerden oldum.’'92 Zalim, zaleme (karanlık oldu) kelimesin­den türemiştir. Yani, benim karanlığım kendime dönmüştür, yoksa sen beni karanlığa atmış değilsin. İçimde olan şey, dışıma nüfuz etmiş, ışık içime geçmiş ve derûnum aydınlanmış, öfkenin karanlığı kaybolmuş, tevhidin nuru ona yayılmış ve rahmet nüfûz etmiştir. Böylece bu nur, öfkenin karanlığı gibi, onun dışına nüfûz etmiştir.

‘Rabbi duasını kabul etti ve onu sıkıntıdan kurtardı’193. Balık, ‘selim fıt­rat üzere doğmuş olarak’ onu karnından çıkarttı. Yunus’un dışında Ademoğullarından hiç kimse, iki kez doğmadı. Yunus ise, tıpkı bir ço­cuk gibi zayıf olarak (balığın karnından) dışarı çıktı. Nitekim Allah Teâlâ ‘hasta idi’194 buyurdu. Allah Teâlâ, onu kabak yapraklarıyla sarmaladı. Kabak yaprağı yayvandı ve üzerine sinek konmasını engelliyordu. Çünkü ço­cuk, zayıflığı nedeniyle, sinekleri kendisinden uzaklaştıramaz. Bu ne­denle Allah Teâlâ, Yunus’u yapraklarının yayvanlığı nedeniyle sineklerin yak­laşamayacağı bir bitkiyle örttü. Kabağın yaprağı, yumuşaklıkta bütün diğer bitkilerden farklı olarak, pamuğa benzer. Diğer bitkiler ise, sert­tir. Böylece, Allah Teâlâ Yunus’u yeniden inşa etti. Bu grup Yunus’a gelen şe­yin bâtınında bulunan bir nitelikten ve amacından dolayı kendisine gel­diğini gördüklerinde, kendilerini niyederini ve hareketlerindeki amacı saflaştırmaya vermişlerdir. Böylece, sadece Allah Teâlâ’nın niyet etmelerini ve amaç edinmelerini emrettiği şeyleri amaç ve niyet edinirler. İşte bu, Allah Teâlâ ehlinin yapabildiği şeyin zirvesidir.                                                                                              .

Allah Teâlâ adamları içinde bu grup azdır. Çünkü o, son derece dar bir makamdır ve sahibi sürekli huzura (bilinç hali) muhtaçtır. Bu makamda bulunanların en büyüğü, Ebû Bekir’di. Bu nedenle Hz. Ömer, Yemâme savaşında şöyle demiştir: ‘Gördüm ki, Allah Teâlâ Ebû Bekir’in gönlünü sa­vaşmak için açmış ve onun haklı olduğunu anladım.’ Çünkü Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in sürekli içiyle ilgilendiğini biliyordu.

Bu makam sahibinin zâhirinde bir hareket meydana geldiğinde, bu hareket sadece illin’den meydana gelir ki, bu durumun gerçekleşmesi zordur. Bu nedenle makamları anlayan Ehl-i Kitap’tan kimseler ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle şöyle söylüyor’ denildiğinde ya da bunu duy­duklarında, şöyle derlerdi: ‘Bu ancak illin’den ortaya çıkacak bir sözdür.’ Başka bir ifadeyle o, yaratılmışın sözü değil, ilahi kelamdır. İlmin ne güzel oİduğuna, bu grubun hangi makamda bulunduğuna ve hangi il­keye sarıldığına bakınız!

Allah Teâlâ bizi de onlardan etsin!

Söz konusu grubun amellerinin büyük kısmı, bâtındadır. Bu grup içinden seyahat edenlerin meskenleri, vadiler ve mağaralar; şehirlerdeki meskenleri ise, Allah Teâlâ’nın kullarından başkalarının yaptığı binalardır. On­lar, taş üstüne taş koymazlar. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, Rabbine göçünceye kadar, kendisi için ev yapmamıştır.

Bunun nedeni, onların dünyayı büyük bir nehir üzerine konulmuş ahşap bir köprü saymalarıdır. Onlar, bu köprüde yürür, ondan geçerler. Siz hiç ahşap köprü üzerinde ev yapanı gördünüz mü? Hayır! Yemin olsun ki, görülmemiştir. Bilhassa, yağmurların yağacağını, nehrin gelen akıntılarla büyüyeceğini ve köprülerin yıkılacağını bilen kimse, o köp­rüde ev yapmaz. Köprü üzerinde ev yapan bir insan telef olur.

Allah Teâlâ dünyayı imar edenlerin basiretlerini açıp dünyanın bir köprü olduğunu görseler ve üzerine bu köprünün kurulduğu nehrin büyük bir tehlike teşkil ettiğini anlasalardı, onun üzerine yaptıkları güçlü sarayları kesinlikle inşa etmezlerdi. Onlar, dünyanın büyük ve hızla akan bir ne­hir üzerinde kurulmuş ahşap bir köprü olduğunu görecelderi gözlere sahip değildir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği ‘dünya bir köprü­dür’ ifadesini bilen peygamberin sözünü duymalarını sağlayacak bir ku­lağa sahip değillerdir. Dolayısıyla amel edecelderi bir imanları olmadığı gibi görüş ve keşfe de sahip değillerdir. Onlar, haklarında Allah Teâlâ’nın şöyle söylediği kimselere benzer: ‘Onlar fitne olmayacağım sanmış, böylece kör ve sağır olmuşlardır. Sonra Allah Teâlâ tövbelerini kabul etmiştir.’195 Sağırlık, ‘Dünya bir köprüdür’ gibi şeyleri söyleyen peygamberi dinlemede söz konusudur. Allah Teâlâ tövbelerini kabul etmiştir. Yani, artık nefislerinizi dünyayı imar etmek ve ona dalmakla meşgul etmeyiniz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sözünü bitirir bitirmez, Müslüman ve Mümin olmalarıyla birlikte büyük kısmı körlük ve sağırlıklarına geri döner. Bunun üzerine Allah Teâlâ, peygamberine şunu bildirmiştir: ‘Sonra kör ve sağır olmuşlardır.’196 Yani, tövbeden sonra büyüle bir kısmı, kör ve sağır olmuştur. Başka bir ifa­deyle, peygamberin sözü onlara fayda vermemiştir.

Dostum! Dünyanın balâ olduğunu var saysaydık, nesil nesil ondan göçtüğümüzü görür müydük?

Bu grubun hallerinden biri de, kalplerini gözetmektir. Onların sır­ları, nefislerini bilme yönünden Allah Teâlâ’ya bağlanmıştır. Onlar, gündüz ga­fillerle bir araya gelmez. Geceleyin hareket ederler ve gaybı düşünürler. Onlara halcim olan şey, hüzün halidir. Çünkü kalpten hüzün gittiğinde, kalp harap olur. Arif, tadı ve bal yerken muhakkik acı yemiş yer. Mu­hakkik, Allah Teâlâ’nın kendisini sorumlu tuttuğu şükür ile ilgilendiği için, bu dünyada olduğu sürece hiçbir nimetten zevk alamaz.

Bu grup içinden Ömer el-Firkavî ile Düneysir şehrinde, Abdullah es-Semmâd ile de Fas şehrinde karşılaştım. Onlara göre arifler, haşhaş ile sevinir ve keyiflenen, aklı olmayan çocuklar gibidir: Onlarm karşı­sında müritler ne olabilir ki? Ya sıradan insanlar nasıldır? Onların tevhidde derin bir zevlderi vardır. Onlar, hitapta şifahi konuşmanın sa­hibidir ve nefyi ispattan önce getirirler. Çünkü tenzih, onların işidir. Nitekim ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesinde de nefy (olumsuzlama, Lâ) ispattan öncedir. Bu lafız, ‘peygamber ve nebilerin getirmiş olduğu en üstün kelimedir.’ Onların tevhidleri, oluş ve akıl kaynaklıdır. Onlar, herhangi bir şeyde hüve’den (hüviyet, o) değillerdir. Sürekli olarak ve bütün fiillerde, tam huzur sahibidirler. Hayat ve canlandırmanın bilgisi, onlara tahsis edilmiştir. Yed-i beyza (beyaz el), onlara aittir. Canlılar hakkında başkalarının bilmediklerini bilirler. Özellikle de, kendisinden meydana geldiği aslına yakınlığı nedeniyle, karnı üzerinde yürüyen hay­vanlan bilirler.

Çünkü aslından uzaklaşan her canlı, uzaklaşması ölçüsünde, aslına dair bilgisini kaybeder. Ayağa kalkamayan ve güçsüzlüğü ve zayıflığı nedeniyle uzanan hastayı görmez misin? Bu hal, onun aslına dönüşü­dür. Bu halde hastayı rabbine muhtaç, yoksul, zayıf ve hal ve sözüyle ihtiyacını ifade eden biri olarak gözlemlersin. Bunun nedeni, kendisine yaklaştığında, aslının hiastayı hükmü altına almasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Sizi zayıflıktan yarattım."97 Başka bir ayette ise,£İnsan zayıf yaratıl­mıştı r198 buyurur. Kişi, ayağa kalkıp aslından uzaklaştığında ise, firavun­laşır, zorbalaşır kendisi adına güç iddia edip ‘ben’ der. Hâlbuki (Allah Teâlâ ehli olan) adam, hastalık ve zayıflıktan yattığındaki hali gibi, ayakta ve sağlıklı iken de Allah Teâlâ ile beraber olabilen kimsedir ki, bu çetin bir iştir.

Onlar, kendi niyetlerini olduğu gibi kendileriyle beraber olanların davranışlarını niyetler bakımından araştırmada son derece titizdir. Söz konusu niyetlerle amellerine yönelir ve amelleri ihlaslı olsun diye niyet­lerini titizlikle araştırmaları nedeniyle niyetlere nispet edilirler. Onlar, amellerini başka şeylerden arındırırlar. Bu nedenle kendilerine niyet sahipleri denildiği gibi başka özellikleri nedeniyle Melâmî ve Sûfıler de denilir. Onlar haris’i, himmeti, azmi, iradeyi ve kastı bilir. Bütün bunlar niyetten önce gelen hallerdir. Niyet ise, fiil başladığında insandan mey­dana gelen şeydir. Bu anlamda niyet, ilahi şeriatta dikkate alman şeydir. Bu nedenle onlar niyeti araştırır. Niyet, İhlasın ilgili olduğu şeydir.

Üstadımız, imam Sehl b. Abdullah bu konuda uzmandı. Üstad, nakru’l-hatır (kalbe gelen ille düşünce) meselesine dikkat çeken kimseydi ve şöyle derdi: ‘Niyet, bu ilk düşüncedir.’ Ayrıca o, himmetin, azmin, iradenin ve kastın meydana gelişindeki ille sebeptir. Sehl bu görüşte idi. Bize göre de bu görüş doğrudur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Nefesler Menzilini Araştırıp Bu Bölümde Allah Teâlâ’nın izniyle Zikredeceğim Durumları Gören Kimsenin Bilinmesi

Nefesler ile özdeşleşen Rahman’dır Onun istiva ettiği Arş, insandır

Dışa doğru yönelip onu talep ettiğinde Ona ait olan Amâ’dır, ihsan da ona aittir

Onun makamı A’raf ın içidir, orada oturur Yardımcılar ve hamiler onu ziyaret eder

Araştırırsan, geceden ona ait kısım, son üçte birdir Dış varlıktan ona ait olan ise, insandır

Zahiri parıldarsa dersin ki: Kuran (toplayan)

Ya da bâtını parıldar, bu kez Furkan (ayıran) dersin

Allah Teâlâ onda her güzelliği toplamıştır O, noksansız yetkinliktir.

(İdrâkler ve Bilinenler)

Allah Teâlâ sana Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki: Bilinenler, kendileri nedeniyle farklı olduğu gibi bilinenlerin algılanmasını sağlayan •idrakler de tıpkı bilinenler gibi farklıdır. Fakat bu farklılık, idrak (araç­ları) oluşları yönünden değil, zatları ve kendileri yönündendir. Bununla birlikte, bu konu akılcılar arasında görüş ayrılığının bulunduğu bir me­seledir. Allah Teâlâ, bilinebilecek her hakikat için, gerçek olarak değil, âdet üzere özel bir idrak, başka bir ifadeyle idrak yeri ve aracı yaratmıştır. Bu idrak araçlarıyla algılanan şeyleri algılayanı ise, tek bir hakikat yapmış­tır.

İdrâk edenler altıdır: Duyma, görme, koklama, dokunma, tatma ve düşünme. Aldın dışında bunların hepsinin şeyleri idrak etmesi zorunlu­dur (zorunlu bilgi verir). Fakat âdet üzere irtibatlı olduldarı şeyleri algı­lamada yanılmazlar. Akılcılardan bir grup, bu konuda yanılmış ve sürç­meyi duyuya nispet etmiştir. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Hata, hü­küm verene aittir.

Akıl akledilirleri iki kısımda algılar: Bir kısmı, diğer idrak türleri gibi zorunlu, bir kısmı ise zorunlu değildir, bilakis bilmede altı araca muhtaç olduğu kısımdır. Bu altı aracın beşi, zikredilen beş duyu, diğeri ise, müfekkire gücüdür. Bilinen her şey, ancak bu idrak araçlarının biriy­le algılanabilir.

‘Bir grup duyuların idraki hakkında yanılmış ve yanılmayı duyulara nispet etmiştir’ dedik. Bu yanılmanın nedeni, şudur: Onlar, kendilerini sahile doğru götüren bir gemide iken, sahilin de geminin yüzmesiyle hareket ettiğini görürler. Göz, onlara gerçekte olmayan ve asla bilinme­yen bir veri sağlamıştır. Onlar, zorunlu olarak sahilin mekânından ay­rılmadığını bildikleri gibi öte yandan gözlemledikleri hareketi de inkâr edemezler. Aynı şekilde, şeker ve bal yiyip tadı olduğu halde onun acı olduğunu görmeleri de bu durum gibidir. Böylece zorunlu olarak tat­ma duyusunun yanıldığını anlamışlar ve (kendilerine göre) doğru ol­mayan şeyden yüz çevirmişlerdir.

Bize göre iş, böyle değildir. Eksiklik ve yanılma, duyulardan değil, hüküm verenden -ki o akıldırmeydana gelir. Çünkü duyuların algısı, hakikatleri bunu verdiğinde, zorunludur. Akıl da, zorunlu olarak idrak ettiği şeyde yanılmaz. Duyular veya fikir vasıtasıyla idrak ettiği şeyde yanılabilir. O halde duyu, asla yanılmaz ve idraki zorunludur.

(Verilen örnekte) Duyu, hiç kuşkusuz bir hareketlenme görmüş veya tatma örneğinde bir acılık tatmıştır. Göz, bizzat sahilin hareket et­tiğini görmüş, tatma duyusu ise, tatlı olan şeyi acı olarak algılamıştır. Ardından akıl gelmiş, sahilin hareket ettiğine ve şekerin acı olduğuna hükmetmiştir. Başka bir akıl gelmiş, o da şunu iddia etmiştir: ‘Safra su­yu, tatma gücünün mahalline yerleşmiş, tatlıyı acı algılatmıştır. Bu saf­ra, tatma gücüyle şekerin arasına girmiştir. O halde, tatma duyusu ger­çekte safranın acılığını tatmıştır.’ Kuşkusuz iki akıl, duyunun acılığı tat­tığında görüş birliğine varmış, ancak neyin idrak edildiği hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Böylece yanılanın duyu değil, akıl olduğu ortaya çıkmıştır. O halde, yanılma gerçekte tanığa (duyulara) değil, her zaman (tanığın söylediğini yorumlayan ve hüküm veren) hâkime nispet edilebilir.

Bana göre bu meselede onların iddia ettiğine aykırı-başka bir du­rum daha vardır. Şöyle,ki: Tadı veya yenilen diğer şeylerdeki tatlılık, yenilen şeyde değildir. Bunun nedeni, araştırdığında vardığımız görü­şün doğruluğunu öğreneceğin bir durumdur. Aynı şey, diğer idrak araçlarındaki hüküm için de geçerlidir. Adette akıl duyu üzerinde hü­küm verdiği gibi aklın üzerinde hüküm veren ve aldın verisini kullanan başka' bir idrak aracı bulunsaydı, hiç kuşkusuz, aklın zorunlu saydığı iş­lerde bu hüküm veren akıl yandır ve şöyle derdi: ‘Alal kendisi için zo­runlu işlerde yanılmıştır.’

Bu durum ortaya çıkıp AUah’m idrakler ile idrak edenleri nısıl sıra­ladığı, bu irtibatın doğal bir dişki olduğunu öğrendikten sonra, bilmeli­sin ki: AUah’m bilgileri algdamada kendileri için âdeti aştığı kulları var­dır. AUah, bütün güçlerle algılanan akledilir ve duyulur şeyleri bazı kul­larına özeUikle görme gücüyle, başka birine ise duyma gücüyle algılatır. Ardından vurmak, hareket ve durağanlık gibi kuvvedere aykırı şeyleri idrak etmeyi de böyle yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ iki eliyle omuzlarımın arasına vurdu, parmaklarının serinliğini göğsüm­de hissettim ve öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim.’ Böylece bu ilme, akledilir ve duyulur yaratılmışın idrak, ettiği her şey girmiştir. Bu ilim, duyusal veya manevi bir güçten olmaksızın mevcuttur. Bu ne­denle şöyle dedik: ‘Burada bu güçlerden farklı başka bir sebep vardır ki onun sayesinde bilinenler algılanır.’

‘Bilgiler bazen alışıldık güçlerinden başka güçlerle algılanır’ dedik. Böylece feraset sahibinden dolayı, idrak araçlarının idrak ettikleri şeyler­le ilişkisi hakkında ‘âdet5 hükmünü verdik. Feraset sahibi bir şahsa ba­kar ve ona ait şeyleri veya içine gelen düşünceyi veya yaptığı işi öğrenir. Zecir vb. ilimlerde de böyledir.

Bütün bunları, Allah Teâlâ ehli peygamber ve velilerin alışık olunandan başka bir yolla idrak ettikleri bilgilerde kendilerine nispet etmek istedi­ğimiz şeylere ısındırmak için zikrettik. Onlar, bu bilgilere ulaştıkların­da, kendisiyle bilinenleri idrak ettikleri niteliğe nispet edilir ve şöyle derler: ‘Falanca, nazar (bakış) sahibidir.’ Yani, bütün bilgileri nazar etmekle (bakmakla) idrak etmiştir. Bunu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem karşısında tecrübe ettim. ‘Falanca duyma sahibidir, falanca tatma sahibidir, nefes ve nefesler sahibidir, yani koklama sahibidir, falanca dokunma sahibidir, falanca anlam sahibidir’ denilir.'Bu sonuncusu, diğerlerinden farklıdır. Bilakis o, âdet üzere, ‘sahih düşünce sahibi’ denilmesine benzer. İnsan­ların bir kısmına nazar, kendisine verilenlerin ölçüsünde, son gücüne ulaşıncaya kadar verilmiştir. Artık, onda süreklilik kazanırsa, nazar (bakmak), onun için âdet olmuştur (diğer doğal güçlerinin yerini almış­tır). Çünkü âdet, dönmek anlamındaki ‘avdet1 kelimesinden türetilmiş­tir. Başka bir ifadeyle, her bakışta ya da koklamada aynı sonuç kendisi­ne döner. Bundan başka bir şey olmaz.

İlahi isimlerin de böyle olduğunu ve her ilahi ismin özel bir hakikat verdiğini, her ilahi ismin gücünde bütün isimlerin verdiği anlam bu­lunduğunu da bilmelisin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De ki: ister Allah Teâlâ veya Rahman diyerek dua edin, hangisiyle dua ederseniz (edin) en güzel isimler O’na aittir:199 İnsan l)angi ismini zikrederse zikretsin, en güzel isimler O’na aittir. Bunun nedeni, isimlendirilenin birliğidir, bunu bilmelisin!

İnsanların bir kısmına Allah Teâlâ ismi tahsis edilmiştir. Bu kısmın bilgi­leri, ilahidir; bir kısmına, Rahman ismi tahsis edilmiştir, bu kısmın bil­gileri ise, Rahmanidir. Nitekim kevnî güçler söz konusu olduğunda da, ilahi isimlerdeki farklılık gibi, bazı insanların bilgileri için ‘nazari’, bazı insanların bilgileri ise, semi’dir (duyma kaynaklı) denilir. Bu isimlen­dirmeye göre bir kısmının bilgileri nazar (balana, gözleme), bir kısmi­ninki de duyma ve nefes âlemindendir. Burada da durum aynıdır. Böy­lece, Allah Teâlâ isminin kendisine tahsis edildiği grubun ilahi konulardaki bilgileri, kendisinde bu bilginin açılmasını sağlayan ilahi (Allah Teâlâ) isme nispet edilir. Bütün isimlerin hakikatleri bu isme girer.

Şunu da bilmelisin ki: Bu bölümde bu belirli şahsa tahsis edilen ilahi isim, er-Rahman ismi, ona tahsis edilen ve kendisine nispet edildi­ği güç ise koklama gücüdür. Bu güç, kokular, onlar ise nefeslerle ilgili­dir. Dolayısıyla o, kuvvedere nispet edilmede, nefesler âleminden; isim­ler mertebesinde ise, Rahmanilerdendir.

İster Zeyd ister Ömer olsun, bu noktada belirlenmiş bu şalısın bil­gisi, Rahmanidir. Kitap veya Sünnette er-Rahman ismine nispet edilen her iş, bu şahsa da nispet edilir. Çünkü bu isim, ona yardım edendir. Başka herhangi bir ilahi ismin onun üzerindeki otoritesi, hangi türde olursa olsun, er-Rahman ismi vasıtasıyla olabilir.

Bu nedenle şöyle deriz: Allah Teâlâ, çeşidi yerlerde rahmetini gazabında ve intikamında gizlemiştir. Örnek olarak, hastalıkla sıkıntı çekerken, Allah Teâlâ’nın günahlarını silmekle hastaya merhamet etmesini verebiliriz. Sı­kıntıdaki merhamet budur. Öldürmek veya vurmak gibi bir cezayı yeri­ne getirirken Allah Teâlâ’nın kendisinden intikam aldığı kimse de böyledir. Bu da, gizli rahmet barındıran görünüşteki bir azaptır. Bu sayede kişiden ahiret hayatındaki sorumluluk düşer. İnsan, dünyada el-Mün’im ismi sayesinde nimet içindedir, hâlbuki nimette Allah Teâlâ’nın azabı gizlidir. Bu durumda insan, ahiret hayatında veya tövbe vaktinde, azap nimette giz­li olduğu için acı çekeceği bir şeyle nimedenmektedir.

İnsan tövbe edip keyif aldığı yasaldan düşündüğünde ve inceledi­ğinde, hali hazırdaki bu keyifler kendisine azap olarak döner. Hâlbuki tövbeden önce, zihninde canlandırırken onlarla son derece keyiflenmek­teydi. Rahmeti azabında, azabı rahmetinde, nimeti külfetinde, külfeti nimetinde gizli olan Allah Teâlâ münezzehtir! Her ne olursa olsun, gizlenmiş olan şey, görünen varlığın ruhudur.

Bu şahsın bilgisi, Rahmanı ‘Rahman Arş üzerine istiva etti’200 ayetine göre er-Rahman Arş’a istiva ettiği için, bu şahsın himmeti Arş kaynaklı olmuştur. Arş, Rahman’a ait olduğu gibi, bu marifet için de himmet, onun yerleşmesi için bir mahal haline gelir ve ‘himmeti Arşîdir (Arş kaynaklıdır)’ denilir. Bu şahsın makamı, Arafın içidir. Araf, mutluluk ve bedbahdık ehli arasındaki surdur. Arafın adamları vardır ki, onlar daha sonra zikredilecektir. Onlar, Ebû Yezid ve benzeri kişiler gibi, herhangi bir niteliğin sınırlamadığı kimselerdir. Onun makamı, Arafın içi olmuştur. Çünkü onun bilgisi Rahman, himmeti ise Arşı kaynaklı­dır. Arş ise, Rahman’ın istiva ettiği yerdir. Arafın içinde rahmet oldu­ğu gibi dışında azap vardır.

Bu şahıs, isyankâr, kâfir ve diğerleriyle birlikte bütün yaratıklara karşı merhametlidir. Allah Teâlâ, bu makamın efendisine -ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dirRi’l, Zekvan ve Usayye kabilelerine beddua edip ‘falan ve falancayı sana havale ediyorum’ deyip o kavimden bazı kimseleri zikretti­ğinde, şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni, söven veya lanetleyen biri olarak de­ğil, rahmet olarak göndermiştir.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onlara bed­dua ve lanet etmekten ve de sevmeyecelderi işlerden men edilmiş, Allah Teâlâ onun hakkında şu ayeti indirmiştir: ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönder­dik:20' Böylece, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün âleme genel olmuştur. Başka bir ifadeyle, onlara merhamet edesin ve beddua değil, dua edesin diye seni gönderdim. Böylece ‘Allah Teâlâ onların lanetini versin’ ayetinin karşılığı, ‘Allah Teâlâ onların tövbesini kabul etsin ve onlara hidayet etsin’ olur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i taşladıklarında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, çünkü onlar bilmiyor.’ Burada Ehl-i kitabm dışında kendisi­ni yalanlayanları ve Ehl-i kitabın taklitçilerini kastetmektedir.

Bu nedenle bu makam sahibi şahıs hakkında şöyle dedik: ‘İsyankâr ve kâfirlere merhametlidir.’ Söz konusu şahıs hüküm verdiğinde ve hu­kuki cezaları yerine getirdiğinde veya bir cezayı yerine getirmede tanık­lık görevi olduğunda, tanıklığı ya da cezayı söz konusu kişiye karşı inti­kam niyetiyle değil, sadece rahmet yönünden ve ceza uygulanan kişi ve tanıklık yaptığı kimse hakkında er-Rahman isminden yerine getirir. Bedbahtlık talebini ise, bu ismin makamı gerektirmez, dolayısıyla şah­sın hali, onu vermez. Allah Teâlâ, İbrahim kıssasında şöyle der: ‘Ben sana erRahman’dan bir azabın temas edeceğinden korkarım.’202

Makamı ve marifeti bu olup, er-Rahman isminin kendisine baktığı kimse, istiva etmenin Arş’a nispetiyle mekânın Amâ’ya nispeti arasında­ki sırrı zevk yoluyla müşahede eder. Acaba bu ikisi aynı tarzda mıdır, farklı mıdır? Amâ ile istiva arasında Hakka ait celal ve lütûf özelliklerini bilir. Çünkü Allah Teâlâ, Amâ’da idi ve Arş yoktu ki, ona istiva etmek özelli­ğiyle nitelensin. Sonra Allah Teâlâ, Arş’ı yaratmış ve er-Rahman ismiyle onun üzerine yerleşmiştir. Arş’ın kendisiyle Amâ’dan ayrıştığı bir tanımı ol­duğu gibi -ki Amâ er-Rab ismine aittirAmâ’nın da kendisiyle Arş’tan farklılaştığı bir tanımı vardır. O halde, bir nitelikten diğerine intikal ve geçiş gereklidir.

Allah Teâlâ’nın Amâ ve Arş arasındaki özelliği neydi? Ya da, onların ara­sında hangi nispetle zuhur etmişti? Çünkü onlardan her biri, tanım ve hakikati itibariyle yekdiğerinden ayrıldığı gibi, dilde bilinen ve üstünde ve altında hava bulunan Amâ -ki altında ve üstünde bulunan havanın taşıdığı ince bulut demektir-, üstünde ve altında hava bulunmayan Amâ’dan ayrılmıştır. Şu halde söz konusu olan, taşınmayan Amâ’dır. Böylece duyan kişi, Rab için bir mekân sayılan Amâ’nın taşınmayan Amâ olduğunu öğrenir. Sonra şu ayet gelir. ‘Acaba onlar Allah Teâlâ’nın kendi­lerine bulutlar içinde gelmesini mi bekler.’203 Acaba bu bulutlar söz konusu Amâ’ya mı döner? Bu durumda Amâ Arş’ı taşıyan, Arş ise Rahman’ın istivâ yeri olur. Kıyamet, Amâ ve Arş’ı birleştirir. Yoksa Amâ, altında ve üstünde hava olan bilinen bulut mudur? İşte bu makam sahibine bü­tün bunların bilgisi verilmiştir.

(Rabbin Arş’tan Yakın Göğe inmesi)

Bu makam sahibine bu türden ilahi ilimlerden er-Rahman ismiyle Rabbin yakın göğe inişinin bilgisi verilir. Acaba söz konusu iniş, Arştan mı, yoksa Amâ’dan mıdır? Çünkü Amâ, er-Rab isminden sorulduğunda zikredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle sorulmuş: ‘Alemi yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi.’ Şöyle cevap vermiştir: ‘Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’da idi’. Burada gizli zikredilen isim, ‘Rabbimiz’ idi. Başka bir hadiste ise, ‘Rabbimiz göğe iner’ buyurmuştur. Bu du­rum, Rabbin yakın göğe bu Amâ’dan indiğini gösterir. Nitekim Arş üzerinde istiva etmesi de bu Amâ’dandır.

O halde Rabbin yakın göğe nispeti, Arş’a nispeti gibidir ve arada hiçbir fark yoktur. Rabbin yalcın göğe inişinde, Arş farklı olmadığı gibi, Arş’a ve yalcın göğe inişinde de Amâ farklı değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu yalan göğe indiğinde Allah Teâlâ’nın şöyle söyleyeceğini bildirmiştir: ‘Tövbelcâr yok mu, tövbesini kabul edeyim? Bağışlanmak isteyen var mı, ona mağfiret edeyim. Bir şey isteyen var mı, ona vereyim. Dua eden var mı, ona karşılık vereyim.’ Bütün bunlar, Rabbin rahmet ve lutfu yönündendir. İşte bu, Arş üzerinde istiva eden er-Rahman isminin hakikati­dir. Bu nitelik, Rab ismiyle birlikte yalcın göğe inmiştir. Şu halde söz konusu olan durum, isimlendirilenin bir olması yönünden, her ilahi is­min bütün ilahi isimlerin hükmünü içermesi hakkında daha önce belirt­tiğimiz husustur.

Bu makam sahibi, Rabbin göğe inişinden er-Rahman ismine özgü şeyleri öğrenir. Nitekim Rab ‘tövbekar var mı, bağışlanmak isteyen var mı’ buyurmuştu. Çünkü er-Rahman ismi, hiç kuşkusuz, bunu söyleme­yi gerektirir. Bu bilgi, bu makam sahibinin bu inişten araçsız öğrendiği paydır. Ayrıca o, rabbin Amâ’dan göğe Rahman ismi vasıtasıyla indiği­ni bilir. Çünkü Rab, isminin bu makam sahibi üzerinde bir otoritesi yoktur. Çünkü otorite, belirttiğimiz gibi, er-Rahman ismine aittir. Şu halde Rab veya başka bir isimden ancak Rahman ismi vasıtasıyla bir durum öğrenilebilir. Böylelikle, bu esnada er-Rahman’ın bildirmesiyle, Hakkın Amâ’dan göğe inişiyle neyi amaçladığını öğrenir. Onun bilgisi bu şekildedir.

Bu makam sahibinin er-Rahman ismi vasıtasıyla öğrendiklerinden biri de, ‘Beni, yerim ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığ­dırdı’ anlamındaki kutsi hadisin bilgisidir. Burada ifade, genişlik ve kul­lukta iyelik zamiriyle (benim kulum) gelmiştir. O halde müminin kalbi, Allah Teâlâ’dan ancak ‘benim’ ifadesinin verdiği kadarını almıştır. Bu ifade, iki ilim içerir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın mümin kuluna olan inayetinin bilgisidir. Kul o bilgiyi zatı ile er-Rahman isminden alır. Diğeri ise, ‘benim’ zami­riyle tamlama sırrının bilgisidir. Kul, bu bilgiyi er-Rahman isminin ifa­de etmesiyle Allah Teâlâ’dan alır. Böylece genişliğin, insanın üzerinde yaratıl­mış olduğu suret anlamına geldiğini öğrenir.

Adeta Allah Teâlâ şöyle der. ‘Benim bütün isimlerim, ancak insanın yara­tılışında ortaya çıkmıştır.’ Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti.'204 Yani, bütün varlıkların kendilerinden meydana geldiği ilahi isimleri öğretmiştir. Hâlbuki bu isimler meleklere verilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre ya­ratmıştır.’ Gerçi bize göre buradaki zamir Âdem’e yönelik olarak yo­rumlanabilir. Böyle bir yorum, bazı akılcıların görüşünü reddetmeyi de içerir. Zamir Allah Teâlâ’ya da dönebilir. Çünkü insan, bütün ilahi isimlerle ahlâklanır.

Böylece, mümin kulun kalbinin ilahi surete göre yaratıldığı için bu genişliği kabul ettiğini öğrendin. Nitekim bir ayna, kendisine bakan ki­şinin suretini kabul eder. Aynadan başka, cilasız ve duru olmayan cisim­ler o sureti kabul etmez. Bu özellik, şeffaf olduğu için göğe, parlak ol­madığı için yere ait olmamıştır. Çünkü insanın yaratılışı felek hareketle­rinden -ki onlar insanın babasıdırve o hareketi kabul eden unsurlardan -ki onlar insanın anasıdırolsa bile, insan Hakk yönünden anne ve baba­larında bulunmayan bir duruma sahiptir. Söz konusu özellik sayesinde Hakkın celalini sığdırabilmiştir. Bu özellik, babası -ki göktürveya an­nesi -ki yerdirveya her ikisi yönünden insana ait olsaydı, gök ve yer kendilerinden meydana gelen şeye (insana) göre Hakkı sığdırmada ön­celikli olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmez.’205 Burada, cisimsel yaratılış değil, mana bakımından yaratılış kastedilir. O halde in­sana, gök ve yerin yoksun kaldığı bu genişliği kendisine veren bir özel­lik tahsis edilmiştir. Söz konusu genişlik, Allah Teâlâ’dan gelen başka bir durum yönünden insana verilmiştir Ki, bu durum sayesinde insan gök ve yerden üstün olmuştur.

Âlemdeki her birey, (bir yönüyle başkasından üstün -bir yönüyle isedaha alt derecede bulunur). Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin özelliği olan yoksunluk ve eksildiğin gereğiyle, âlemdeki herkes kendisinden üs­tün olan kimseden (bir yönüyle) üstündür. Çünkü insan bu genişlikle süslenip yer ve göğe karşı büyüklendiğinde şu ayet gelmiştir: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından daha büyüktür’. Gök ve yer, bu ayetle insana karşı üstünlük taslayınca, ‘Beni yerim ve göğüm sığdıramadı, kulumun kalbi sığdırdı’ ifadesi gelmiştir. Böylece bu bilgi, o kuruntu ve övünmeyi her ikisinden gidermiş, hepsi rablerine muhtaç olmuş, övünmelerinden ve kendilerinden perdelenmişlerdir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat insanların çoğu bilmez•’ Bu ayet, bazı in­sanların bunu bildiğini gösterir. Aramızdan onu bilenler, kendisine ait olan ve kendisiyle özdeşleştiği er-Rahman ismiyle onu bilir: ‘Haberdar olarak onu sor.’ Allah Teâlâ, yer ve göğe karşı üstün olmasını sağlayan bilgiy­le övündüğünde insana merhamet etti. Buradan insan er-Rahman is­minden ancak böbürlenme hastalığının ilacı olacak kadarı göründüğünü anlar. Çünkü bu kulun yerden ve gökten üstün olmasını sağlayan söz konusu özellik er-Rahman ismindendi, fakat onu bu kula bolca verme­mişti.

İnsan şunu diyemez: Bu durum insanın âlemin bir sureti oluşuna yönelik bir suçlamadır. Bilakis insan, gerçekte toplayıcı bir surettir. Onda bir şekilde gökten, bir şekilde yerden ve -bütün yönlerden olmak­sızınbir şekilde her şeyden bir özellik bulunur. Çünkü insan, gerçekte yaratılmışlardan biridir. İnsan hakkında şöyle denilemez: İnsan göktür, yerdir ve Arş’tır. Bunun yerine şu denilebilir: İnsan, bir yönden göğe, şu yönden yere, şu yönden Arş’a, şu yönden ateş unsuruna, şu yönden hava unsuruna, suya toprağa ve âlemdeki her şeye benzer. Bu itibarla insan, bir nüsha olmuştur. Göğe gök denildiği gibi ona da insan denil­miştir.

Bu makam sahibinin bilgilerinden biri de, Kuran’ın kur’an (topla­yıcı) olarak değil, furkan (ayırıcı) olarak inmesidir. Bu insan onu toplayıcı olarak bilirse, bu bilgi, er-Rahman isminden değildir. Bu du­rumda er-Rahman ismi, içermiş olduğu başka bir ilahi isimden kuran’ı ona aktarmıştır. Kuran ‘mübarek bir gecede -ki o gece kadir gecesidirinmiştir.’ Kuran, inişiyle şeylerin ölçü ve miktarlarını bildirmiş, onların karşısında kendi değerini tanıtmıştır. Nitekim Rab de, gecenin son üçte birlik bölümünde yakın göğe iner.

O halde gece, Hakk ve sıfatı için zamansal iniş mahallidir. Bu sıfat, kuran’dır (toplamak). Böylece, Rabbin inişinde gecenin kalan üçte biri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve bu insan türünün gaybı olmuştur. Gayb, örtmek demek olduğu gibi gece de örtmek demektir. Gecenin bu kalan kısmı, üçte bir diye isimlendirilir. Çünkü bu insan, yaratılışı ezeli diyarda sü­rekli kalacaktır. İlk iki üçte bir ise, diğer üçte bir veya gecenin diğer kısmıyla kaybolmuştur. Hakk ise, bu kısımda inmiştir, bu nedenle onun kalması zorunlu olmuştur.

O, kendisini asla sabahın takip etmeyeceği gecedir, bu nedenle gitmez. Fakat bir halden başka bir Hakk ve bir diyardan başka bir diyara intikal edebilir. Nitekim gece de, güneşin önünde bir mekândan başka bir mekâna intikal eder. Gece, varlığı kaybolmasın diye, güneşin önün­den kaçar. Çünkü ışık, karanlıkla zıttır ve çelişir. Şu var ki ışığın otori­tesi daha güçlüdür. Işık, karanlıktan kaçar, karanlık ise, ışıktan kaçmaz. İntikal eden sadece nurdur. Böylece karanlık, ışığın varlığının bulun­madığı yerde ortaya çıkar. Hakkın nur (ışık) adıyla isimlendirildiğini, hâlbuki karanlık ile isimlendirilmediğini görmez misin? Çünkü ışık, varlık; karanlık, yokluktur. Karanlık, ışığa baskın gelemez, baskın olan ışıktır. Tıpkı bunun gibi, yaratılmışlar da, Hakka başlan gelemez: Galip olan, Haktır. Böylece Allah Teâlâ, kendisini en-Nur diye isimlendirmiştir.

Gök gider: O, gecenin ilk üçte biridir. Yeryüzü de gider: O, gece­nin ikinci üçte biridir. İnsan ise, ahiret hayatında sonsuza dek ebedi ola­rak kalır: İnsan, gecenin kalan üçte biridir. İnsan bu iki ebeveynden, başka bir anlatımla, gök ve yerden doğan çocuktur. Böylece Kuran, ge­cenin son üçte birindeki mübarek gecede inmiştir. Dolayısıyla Kur’an, insan-ı kâmildir. Böylece Kuran’da her hikmetli iş ayırt edilir. İnsan be­ka özelliğiyle de anne babasından farklılaşır. ‘Güvenilir Ruh onu senin (Hz Muhammed) kalbine indirmiştir:206 Burada kastedilen, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir.

Şâri’nin veled-i zina hakkında ne söylediğini görmez misin: Veled-i zina, üçlünün en kötüsüdür. Evlilikten doğan çocuk ise, özellikle bu yönden, üçün en hayırlısıdır. Çünkü kendisinden çocuğun yaratıldığı kadın ve erkeğe ait su, dışarı çıkmak istemiştir. Bu su, çocuğun kendi­sinden oluştuğu sudur ve çocuk, üçüncü şeydir (ebeveyn ile birlikte). Su dışarı çıkmak isteyince, çıkmak için ebeveyni birleşmeye tahrik et­miştir. Bu tahrik, dinen hoşnut olunmayan tarzda ise, (bu birleşme) zi­na diye isimlendirilir. Bu nedenle zina hakkında üçün en kötüsü denil­miştir. Yani o, kendilerine kötü isminin verilmesini sağlayan hareketin ismidir. Şâri, onu üç üçte bir yapmıştır. Anne-baba ille iki üçte bir, ço­cuk ise üçüncü üçte birdir.        

Allah Teâlâ geceyi de üç bölüme ayırmıştır: İlk iki üçte bir gitmiş -ki onlar gök ve yerdir-, diğer üçte bir kalmıştır; o da insandır. Rahman’ın sure­ti, onda zuhur etmiş, Kuran o bölümde inmiştir. Gök ve yer gece diye isimlendirilmiştir. Bunun nedeni, karanlığın o ikisinde özü gereği bu­lunmasıdır. Aydınlanma ise, güneş ve benzeri gibi, onlardan farklı ola­rak aydınlık cisimlerden meydana gelir. Güneş kaybolduğunda, yer ve gök karanlıkta kalır.

İşte, ey kardeşim! Daha önce bilmediğin bir takım bilgileri öğren­din. Bunlar, nefesler menzili ile özdeşleşmiş bu şalısın ilimleridir. Bu şahsın idrak ettiği her şey, koklama gücüyle kokulardan algılanır. On­lardan bir grupla İşbiliyye’de, Mekke’de ve Beyt-i Makdis’te görüştük. Bu konuda şifahen değil, hal diliyle sohbet ettik. Görme özelliğine sa­hip başka bir grupla ise gözle sohbet ettik. Soru soruyor ve cevap alı­yordum, bana soru soruluyor ve sadece bakışla cevap veriyordum. Aramızda bilinen bir konuşma veya bakışla anlaşılan herhangi bir terim (jest ve mimik) yoktu. Fakat ona baktığımda, benden öğrenmek istedi­ği her şeyi anladığım gibi o da bana baktığında ondan öğrenmek iste­diğimiz her şeyi anlamıştı. Böylece onun bana bakması bir soru veya cevap olduğu gibi benim ona bakmam da bir soru ya da cevap olmak­taydı. Böylelikle, konuşma olmaksızın, aramızda pek çok bilgiler mey­dana gelmiştir.

Bu şahsın bilgisinin bir kısmı hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Çünkü onun bilgileri, kuşatamayacağımız kadar çoktur. Zikretti­ğimiz şeylerden herhangi bir şey öğrenmek isteyen kimse, ‘Amâ’da idi (fı Amâ)’ ile cRahman Arş üzerinde istiva etti (ala)’207 ifadeleri arasındaki farkı öğrenmelidir. İkinci ifadede Allah Teâlâ, gökte (fı’s-sema), gecede (fı’lleyl) ifadelerinde olduğu gibi,/i (içinde) edatını kullanmamıştır.

Belirttiğimiz bütün bu meselelerde, cemu’l-cem’ (birliğin birliği) makamı, cem’ (birliği) makamı, tefrika (ayrım) makamı, mertebelerin ayrışması makamının bilgisi sana açıklanmış olur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler doğru yola ulaştırır.’                         ,

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar