MUHYİDDÎN İBNU’L ARABİ’NİN EZ-ZEHÂİRU'L-ALÂK FÎ ŞERHİ TERCÜMÂNİ’L-EŞVÂK (Arzuların Tercümanı) ADLI ESERİNDE İLÂHÎ AŞK SEMBOLİZMASI
Hazırlayan:
HÜMEYRA HAMZAOĞLU
GÎRÎŞ
“Ben
gizli bir hâzineydim. Bilinmekliğimi arzuladım ve mahlukâtı yarattım.” Bu kudsî
hadîse göre âlem, Allah5 m bilinmesi için yine kendisi tarafından
yaratılmıştır. Bilinmek ise ancak zuhûr ile olur. Çünkü zahir olmayan, ortaya
çıkmayan bir şey bilinmez. Âlem için asıl olan, kendisinde sâkin halde olduğu ademden vücûda gelmeye doğru hareketidir. Bunun için emr, sükûndan
harekete geçmektir denilmiştir. Hareket, âlemin vücûda doğru meylinden
ibarettir ve bu da bir muhabbet ve aşk hareketidir. Hz. Peygamber “Ben bilinmez
bir hazine idim; bilinmeye muhabbet ettim” sözüyle bu hakikate tenbihte
bulunmuştur. Eğer bu muhabbet olmasaydı, âlem zuhûra gelmezdi. O halde âlemin, ademden vücûda hareketi, onu icâd edenin muhabbetinin bu iş
için harekete geçmesidir, İbnu’l-Arabi’nin bu sözlerinden anlaşıldığına göre,
âlemin vücûda gelişi bir aşk eyleminden (hareket-i hubb) başka birşey değildir.
Muhyiddîn
İbnu’l-Arabi, sadece tasavvuf düşüncesini değil bütün İslam düşüncesini
etkilemiş ve hatta İbnu’l-Arabi öncesi ve İbnu’l-Arabi sonrası şeklinde bir
ayrımın yapılmasını sağlayacak derecede tesirde bulunmuş bir muhakkik sûfîdir.
Yüksek irfâmn zirvesinde oturan İbnu’l-Arabi ve onun öğretileri, yaklaşık 800
yıldır İncelenmekte ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Lehte ve aleyhte çok sayıda
çalışmanın yapıldığı ve yapılmaya devam edildiği, kimilerince “Ekber”,
kimilerince de “Ekfer” şeklinde nitelenen “Şeyh Muhyiddîn-i Arabi” günümüzde de
ilahiyatçılar, felsefeciler, düşünce tarihi araştırmacıları nazarında bir
cazibe merkezi olma özelliğini bütün canlılığıyla sürdürmektedir.
Muhyiddîn
İbnu’l-Arabi 1165 senesinde bir Endülüs şehri olan Mürsiye’de dünyaya gelmiş,
1240 senesinde Şam’da vefat etmiştir. 78 senelik ömrü boyunca Endülüs, Kuzey
Afrika, Anadolu, Ortadoğu ve Arap Yarımadasındaki İslam topraklarının muhtelif
bölgelerinde hayatının değişik safhalarım geçirmiş, Endülüs’te başlayan hayat hikayesi Şam’da sona ermiştir. Varlıklı, asil ve ilim ehli
bir aileye mensup olan İbnu’l-Arabî, bâtınî ilimleri elde etme yolunda
gösterdiği gayreti, zahiri ilimler içinde göstermiş kıraat, fıkıh, hadis, vb.
ilimlerle meşgul olmuştur.
Bu
çalışmanın konusu, İbnu’l-Arabî’nin manzum eserlerinden biri olan
Tercümânü’l-Eşvâk’ın, ez-Zehâir ve’l-A‘lâk ismini taşıyan ve yine bizzat
İbnu'l-Arabî tarafından yazılan şerhidir. İbnu’l-Arabi şiirlerinde kullandığı
sembolik ifadelerde, beşerî aşk motifleri kullanmak sûretiyle İlâhî aşka yol
açmaya çalışır. Onun dilinde dünyevî nesneler, üst anlam boyutlarına ulaşmayı
sağlayan vâsıtâlardır. O, şiirlerinde kullandığı dünyaya ait sembollere, yüksek
irfanın başı sonu olmayan anlam boyutlarını yükler.
Bu
çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde İbnu’l-Arabî’nin hayatı ve
eserleri hakkında özet bilgiler verilmiş ve ardından onun sisteminin temelini
oluşturan varlık ve bilgi tasavvuruna dair genel bilgiler sunulmaya
çalışılmıştır. Öncelikle temel oluşturucu mâhiyetteki bu bilgilerin
verilmesinin, İbnu’l-Arabî’yi doğru ve sahih bir şekilde anlamak için gerekli
olduğu kanaatini taşıyoruz.
İkinci
bölümde bu çalışmanın ana konularından olan sembol, sembolizm, şiir ve bunların
dil ile olan ilişkileri incelenmeye çalışılmıştır. Daha sonra bu kavramların
tasavvuftaki yerleri ve İbnu’l-Arabî’nin dünyasında kazandıkları anlamlar
araştırılmıştır.
Üçüncü
bölümde ise tez konumuz olan ez-Zehâir ve’l-A‘lâk fî şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk
isimli eser hakkında bilgiler verilmiş ve sonrasında bazı seçme şiirler ve
şerhleri arapçadan türkçeye tercüme edilmiştir. Şiirler seçilirken özellikle
aşk konusunun ve tasavvufun ana kavramlarının işlenmiş olduğu şiirler dikkate
alınmıştır. Üçüncü bölümün sonunda şiirler ve şerhleri üzerinden hareketle bazı
kavramlar seçilerek sembolik izâhlarda bulunulmaya çalışılmıştır.
Bu
çalışmanın konusunu belirlerken şevkimi kırmayıp beni destekleyen ve çalışma
öncesinde ve çalışma sırasında gereken yardımları esirgemeyen danışman hocam
Doç. Dr. Mahmud E. Kılıç’a , bazı kaynakların
temininde yardımcı olan kıymetli hocam Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya ve tercüme
yaparken ziyadesiyle istifade ettiğim Dr. H. İbrahim Kaçar’a teşekkürü bir borç
bilirim.
Birinci
Bölüm
MUHYİDDÎN İBNU’L-ARABÎ
Hayatı
ve Eserlerine Genel Bir Bakış
·
I. MUHYİDDÎN İBNU’L-ARABÎ’NİN HAYATI
VE ESERLERİ i A. Hayatı
Muhyiddîn
İbnu’l-Arabî’nin tam ismi ‘Muhyiddîn Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Arabi
et-Tâî el-Hâtimî’dir. İbnu’l-Arabî’nin görüşlerini takdir
edenler, onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine “ eş-Şeyhü’l-Ekber ”, dînî
ilimlerde müceddid I oluşunu da “Muhyiddîn” lâkaplarım vererek ifade etmek
istemişlerdir.1 17
Ramazan 560/ 28 Temmuz 1165 tarihinde Endülüs’ün (bugünkü İspanya) güney doğusundaki
Tüdmir bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de (bugünkü Murcia) varlıklı ve asil
bir âilenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi ve sülâlesinde ilim
sâhibi, kültürlü ve mânevi temâyülleri olan kişiler bulunuyordu. Babası Ali b.
Muhammed, Abbâsî Halîfesi Müstencid-Billâh’ın kumandam ve yöre vâlîsi Muhammed
b. Sa‘d İbn Merdenîş’in hürmet ettiği bir kişiydi ve ı aynı zamanda filozof îbn
Rüşd’ün yakın arkadaşıydı.2
İbnu’l-Arabî, babasının çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takvâ
sâhibi bir zât olduğunu bildirir. Annesinin ise ensar
soyundan geldiği,3
babasının vefatından bir müddet sonra onun da vefat ettiği, Fâtıma
bintü’l-Müsennâ el-Kurtûbî adında bir kadın veliyyenin4 sohbetlerine devam ettiği ve adının Nûr olduğu
rivâyetleri kaynaklarda yer alır.5 Ceddinin Benî Tay kabilesine mensûb bulunduğunu
ve meşhur sûfî Hâtim et-Tâî’nin de büyük dedelerinden biri olduğunu bildirmektedir.
Devrin önemli sûfîleri arasında sayılan amcası Ebû Muhammed Abdullah b.
Muhammed el-Arabî ve dayıları Ebû Müslim el-Havlânî ile Yahya b. Yâgân, İbnu’l-Arabî’nin
yetişmesinde büyük tesirleri olduğu bizzat onun ifâdelerinden anlaşılmaktadır.6
İbnu’l-Arabî’nin
doğduğu dönemde Mürsiye, Muvahhidlerin idâresi altında bulunmaktaydı. Bu
devletin nüfuzu, Ispanya’dan başlayarak Kuzey Afrika kıyılan boyunca Mısır’a
kadar uzanmaktaydı.7
İbnu’l-Arabî’nin sekiz yaşma gelinceye kadar bu şehirde ikâmet eden âilesi, bir
süre sonra Endülüs’ün o sıradaki başşehri olan îşbiliyye’ye göç etti.
Bölgenin
yeni emîri Ebû Ya‘kûb el-Muvahhidî kültüre önem veren bir devlet adamıydı;
etrâfma îbn Tufeyl, İbn Rüşd ve îbn Zühr gibi meşhur ilim ve fikir erbâbını
toplamış, pek çok şâir, mûsikîşînas, âlim ve filozofu da bir araya getirmişti. İbnu’l-Arabi,
îşbiliyye’de böyle bir kültür ortamında bülûğ çağlarında mânevi bir işâretle
inzivâya çekilip, kendi iç âlemindeki hazîneleri ortaya çıkarmaya karar
verdiğini, bazen on dört ay kadar süren bu halvet ve riyâzetlerin neticesinde
mârifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya başladığım söyler.7 8
İbnu’l-Arabi,
ilk halvetlerinden birinde gerçekleştiğini söylediği mânevi görüşmesinde Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kendisine yönelttiği, “Bana sımsıkı
tutun kurtulursun” şeklindeki buyruğunu, O’nun sünnetine sarılmak ve hadisleri
zahiren de tahsil etme mânâsında anlayarak uzun süre hadis ilmiyle meşgûl oldu.
Hadisle birlikte fıkıh, siret, kıraat, vb. gibi diğer zâhirî ilimlerde de
yeterli derecede eğitim aldıktan sonra mânevi ilimlerde derinleşmek üzere
halvet ve murâkabeye daha fazla yöneldi.
Yirmi
altı yaşmdayken Cezîretü’l-Hadrâ, Sebte, Fez ve Tilimsân yoluyla Tunus’a giden İbnu’l-Arabi,
bir müddet burada kalarak o bölgedeki şeyhlerle görüşür. İki yıl soma tekrar
îşbiliyye’ye döner. Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kadar kalarak burada
pek çok sûfîyle tanışır. Fas’tan soma Gırnata ve Kurtuba’ya geçer ki bu onun
doğup büyüdüğü Avrupa kıtasındaki son ikâmetleri olacaktır. Merâkeş’teyken
gördüğü mânevi bir işâretle 596/1200 yılında bir daha bu beldelere geri
dönmemek üzere Doğu’ya doğru yola çıkar. Mekke’ye gidip ilk haccmı yaptıktan
soma tekrar Kuzey Afrika’ya dönerek Tunus, Mısır ve Kudüs’ü ziyâret eden İbnu’l-Arabî
Medine’de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i ziyâret ettikten soma
tekrar Mekke’ye varır. Harem-i Şerifte tavafla meşgûl olan, murâkabeye çekilen İbnu’l-Arabî’nin
büyük eseri el-Fütühâtü’l-mekkiyye ilk defa burada kendisine ilhâm olunmaya
başlanmış ama tamamlanması yirmi üç yıl almıştır.
Mekke’de
yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan soma Bağdat’a oradan da Musul’a giden İbnu’l-Arabî
daha soma Urfa, Diyarbakır ve Sivas üzerinden Malatya’ya gelir. Bu sırada
Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, eski dostu Mecdüddîn
îshak’ı Konya’ya çağırınca İbnu’l-Arabî’de onunla beraber Konya’ya gider. Bir
müddet Konya’da kalıp Evhadüddîn-i Kirmânî ile görüştükten soma Halep, Kudüs,
Mısır yoluyla Mekke’ye geçer.9
Buradan yine Bağdat’a, ardından tekrar Konya’ya döner. Halep ve Sivas’a yaptığı
seyahatlerden sonra Malatya’ya yerleşen İbnu’l-Arabi, Anadolu’dan tam olarak ne
zaman ayrıldığı bilinmemekle beraber, 627/1229 yılında Şam’a yerleşir. Burada
bir gün mânâsında Hz. Peygamber’i görür ve Hz. Peygamber ona Fusûsu’l-hikem
kitabım yazmasını emreder. O sıralarda İbnu’l-Arabi 65 yaşım geçmiştir ve
vaktinin büyük bir kısmım daha çok el-Fütûhât kitabım gözden geçirmeye ve
yeniden yazmaya hasretmektedir.10
Ömrünün son senelerini de eser telifi ve talebeleriyle paylaştığı ders
meclisleri arasında geçirmiştir.
Muhyiddîn
İbnu’l-Arabi, 22 Rebîülâhir 638/ 8 Kasım 1240 tarihinde 78 yaşmda olduğu halde
Şam’da Hakk’a yürümüştür. Kâsyûn Dağı eteğindeki Sâlihiyye semtinde bulunan
kabristana defnedilmiş ve daha sonra iki oğlunun da gömüleceği bu yere bir de
türbe yapılmıştır. Sonraki devirlerde Şam bölgesindeki ulemâ arasında yaygınlık
kazanmaya başlayan zâhircilik akımlarının oluşturduğu aleyhte propagandaların
te’sirleriyle unutulmaya yüz tutan ve bir süre bakımsız kalan bu türbe Yavuz
Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde tâmir ettirilmiş ve yanma bir câmî ve bir
de tekke ilâve edilmiştir. Daha sonra II. Abdülhamid tarafından bir kere daha
tâmir ettirilen bu türbe, o günden bugüne ziyâret mahalli olmayı
sürdürmektedir.
Muhyiddîn
İbnu’l- Arabî ilk evliliğini, kendi memleketinin ileri gelen şahsiyetlerinden
M. Abdûn el-Bicâî’nin kızı Meryem ile yapmıştır. İkinci defa evlenmesi
Mekke’de, Haremeyn Emîri Yûnus b. Yûsuf’un kızı Fâtıma ile olmuş ve bu
evliliğinden Muhammed Îmâdüddîn admda bir oğlu olmuştur. Üçüncü evliliğini
Malatya’da iken Sadreddin Konevî’nin dul annesiyle, dördüncü evliliğini ise Şam
Mâliki kadısı ez-Zevâvî’nin kızıyla yaptığı rivâyet edilir.îkinci
oğlu Muhammed Sa’deddîn’in son iki evliliğinden hangisinden olduğu açık bir
şekilde belli değilse de Malatya’da doğduğunu bildiren kaynaklar esas
alındığında üçüncü evliliğinden olduğu kabûl edilir.11
B.
Eserleri
Tasavvuf,
hem hakikat bilgisinin, İlâhî hikmetin aktarıldığı ilmi , hem
de bu bilgiye ve hikmete ulaşmanın yollarını gösteren amelî bir gelenektir.
Tasavvufu, günümüz İlmî disiplinlerinden farklı kılan en önemli şey, onun
sadece hakikat bilgisini sunmakla kalmayıp, aynı zamanda onu tahakkuk ettirmek
için gereken metodu da ihtiva etmesidir.
İbnu’l-Arabi,
kutsal bilgiyi ve marifeti elde etme yolu olan tasavvufun en önemli
isimlerinden biri, belki de en önemlisidir. Çünkü o, insanoğlunun en temel
sorularına, metafiziğin külli ve evrensel bakışıyla verilebilecek en temel ve
aslî cevaplan vermiştir. Onun için, “tasavvufu felsefileştiren kişi”
deniliyorsa da gerçekte o, felsefenin alanına ve filozof Unvanına sığmayacak
kadar çok boyutludur. O, “ezelî hikmet’’i (Hikmetü’l-hâlide -Philosophia
Perennis) elde etmiş bir hakimdir ve güçlü bir Hikmet
müdâfiidir.
İbnu’l-Arabi,
bir taraftan İlâhî hakikatleri keşf ve müşâhede ederken diğer taraftan da
hakikate dair elde ettiği bu bilgileri, izin verildiği ölçüde imkân dairesine
aktarmıştır. “Ben ancak bana verilen izin kadar konuşurum. Bana biçilen sınıra
gelince de dururum” diyen İbnu’l-Arabi, yazılarında görülen dağınıklıklarm ve
insicamsızlıkların kendi irâdesiyle olmadığım belirtir. Eserlerinde rastlanılan
bu tezadlı, kesif ve gayr-i müretteb anlatım, başta Sadreddîn Konevî olmak
üzere, ardından gelen tâkipçilerinin, onun eserlerinde mündemiç bulunan
muhteşem metafizik sistemi ortaya çıkarmalarına engel olmamıştır.
İbnu’l-Arabi
öncesi tasavvuf! eserlerin muhtevasını, büyük ölçüde
sâliklere sunulan amelî işaretler ya da bazı sûfîlerin varoluş tecrübelerini
ifade eden sözler oluşturuyordu. Bunlarda metafizik doktrini açıklamaya yönelik
pek az şey vardı. İbnu’l-Arabî ile birlikte o zamana değin söylenmiş sûfî
sözlerinde mündemiç bulunan tasavvuf! öğretiler,
açıkça formüle edildi. Bu şekilde o, İslâm irfanının en üst düzeydeki
açıklayıcısı oldu. İslâm’m bâtınî boyutu adeta kendini onunla ifade etti.12 İbnu’l-Arabî,
yazmış olduğu eserlerinde, mârifetullâhı ilimler dâiresinin merkezine
alarak ve o noktadan hareketle hakikat ilimlerinin muhtelif mevzûlarma dâir
açıklamalar getirir. Bu muayyen zâviyeden bakarak tasavvuf, tefsir, hadis,
fıkıh, tarih, vb. gibi konularda yazdığı yüzlerce eseri vardır. Umûmî olarak
yazılarım nesir ile yazmasına rağmen nazma da husûsî bir yer verdiğinden bir
hayli şiiri de bulunmaktadır. İfâdeleri veciz ve mücmel olmakla birlikte bâzen de
hayli kesif ve tezadlıdır. İbnu’l-Arabî’nin üslûbunun ve
ifâdelerinin kapalılığı, bütün dönemlerdeki tasavvuf araştırmacıları arasında
artık bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.13 Zîrâ o, bütün âsânnı diğer müellifler gibi
düşünüp taşınarak yazmadığını, bunların zihnî çabalamaların veya düşüncelerin
bir mahsûlü olmaktan ziyâde birer İlâhî dikte olduklarım özellikle belirtir.14 Bu da tasavvuf
ilminin bilgi tasnîfı ve epistemolojisinde vahiy, ilham, keşf, feth, vehb,
zevk, müşahede v.b. gibi terimlerle karşılanan bir bilgi ve bilme türüyle
alâkalı bir husustur. Önceleri yazmak gibi bir niyetinin olmadığım,
insanlara nasihat etme emrini almasıyla beraber içinde bu yönde bir gayret ve
şevk uyandığım, bunu da sadece Allâh’ın izniyle yapabildiğini söyler; ancak
sâhip olduğu bütün bilgileri açıklamadığım, kendisine verilen izin kadar
konuştuğunu belirtir. Bundan dolayı o, sûfî muharrirler içerisinde, daha evvel
izin verilmemiş bâzı tasavvufî irfanı yazıya dökme izn-i İlâhîsine sâhip
olduğunu söylemesinden dolayı olsa gerektir bir hayli eser vermiş bir şahsiyet
olmasıyla da göze çarpar. O kadar ki bu eserlerin sayısı tam olarak kendince
dahi belli değildir. Onun eserleri üzerinde yapılan çalışmalar ışığında, İbnu’l-Arabî’ye
âit denilebilecek eser sayısı tahminen 550 civânnda olup bunların ancak 245
kadarı günümüze ulaşmıştır.15
Bu eserlerden bâzdan şunlardır:
·
1.
el-Fütûhâtü’l-mekkiyye fî ma‘rifetil-esrâri’l-mâlikiyye
ve’l-mülkiyye: Müellifin tasavvufî görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı
en büyük ve en temel eseridir. Diğer eserlerinin bu kitabın ilgili bölümlerinin
birer zeyli olduğu söylenebilir. Mesela Fütûhât’ta ifade edilen herbir mesele
Fusûsu’l-hikem’de de geçmektedir; ancak bu meseleler Fütûhât’ta binlerce
sayfaya yayılmışken Fusûsu’l-hikem’de yüz küsur sayfada ve çok daha yoğun ve
sistemli bir tarzda açıklanmıştır.
İkinci
defa gözden geçirerek bizzat kendi eliyle yeniden yazdığı otuz yedi ciltlik
nüsha İstanbul’da Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir. Türkçe’ye ve diğer
dillere çok kısa bazı kışından tercüme edilmiştir.16
·
2.
Fusûsu’l-Hikem ve husûsu’l-kilem: Müellifin bütün fikirlerinin özeti
sayılan en mühim eseridir. 627 senesinin muharrem ayının aşr-ı âhirinde Hz.
Peygamber’i hak bir mübeşşirede gördüğünü ve elinde bir kitap olduğunu ve ona
şöyle buyurduğunu söyler: “ Bu Fusûsu’l-hikem kitabıdır. Bunu al ve insanlara
aktar ki ondan istifâde etsinler.” Bunun üzerine şöyle cevap verdim: “İşittim
ve itaat ettim. Biz Allâh’a ve Resûl’üne ve bizden olan ulû’l-emre itaatle
emrolunduk.” (Nisâ,
4/29)
Binâenaleyh Resûlullâh’ın bana tahdid buyurduğu gibi ziyâdesi ve noksanı
olmaksızın halka açıklamak üzere niyetimi hâlis kıldım ve kasd ve himmetimi
tecrîd ettim. Ve Allâh Teâlâ’dan taleb ve niyâz ettim ki, onu açıklama halinde
ve diğer bütün hallerimde beni üzerlerinde şeytan tasallutu olmayan kullarından
eyle. (.....) Ben ancak bana aktarılan (ilkâ) şeyi
aktarırım ve ancak benim üzerime nâzil
olan
şeyi inzâl ederim. Ben nebi de resûl de değilim; ancak Resûlullâh’a vâris ve
âhirete hârisim.”16 17 18 Sadreddîn
Konevî’nin eliyle yazılan ve müellifi tarafından görülen nüshası İstanbul Türk
ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir. Bu eseri bir şerhin yardımı olmadan anlamak
neredeyse imkansız görüldüğü için bugüne kadar yüzden
fazla şerhi yapılmıştır.
·
3.
el-Cem‘ ve’t-tafsîl fî esrâri’l-meânî ve’t-tenzîl: İbnuT-Arabi, Kehf
sûresinin 60. âyetine kadar getirdiği bu tefsirin altmış dört cilt olduğunu
söyler. XX. yüzyılın başma kadar mevcut olduğu bildirilen eser hâlen kayıptır.19
·
4.
et-TedbîrâtüT-ilâhiyye fî ıslâhiT-memleketiT-insâniyye: İbnuT-Arabî bu
eserinde, Aristo’ya nisbet edilen siyâsete dair bir eseri kendi sistemine göre
yeniden ele almıştır. Eser Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme ve şerh
edilmiştir (nşr. Mustafa Tahralı, İstanbul 1991).
·
5.
Tercümânü’l-eşvâk: Altmış bir şiirin yer aldığı bu manzum eser, Reynold
A. Nicholson tarafından İngilizce’ye (London 1911), Mahrnud Kanık tarafından da
Türkçe’ye (İstanbul 1990) çevrilmiştir. Bu manzum eserin “ez-Zehâir ve’l-aTak”
admda bizzat müellif tarafından yapılan mensur bir şerhi vardır.
İbnuT
Arabi’nin basılan diğer bazı eserleri de şunlardır: Risâletü’I-envâr (Kâhire 1332; trc. Mahrnud Kanık, İstanbul 1994); el-İsfâr an netâici’l-esfâr (nşr. D. Grili, Le
devoilement des efets du voyage, Paris 1994); el-îsrâ’
ile’l-makâmi’l-esrâ (nşr. Suâd el-Hakîm, Beyrut 1988);
Rûhu’l-kuds (nşr. İzzet Husriyye, Şam 1970);
et-TecelIiyâtü’l-iiâhiyye (nşr. Osman Yahyâ, Tahran 1988);
Anka’ü muğrib fî ma‘rifeti hatmi’l-evliyâ ve şemsi’l-mağrib (Kâhire 1970).
IL İBNU’L-ARABÎ’NİN VARLIK VE BİLGİ
HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
A.
İbnu’l-Arabî’nin Vücûd (Varlık) Hakkındaki Görüşleri
a.
Vücûd (Varlık) ve Merâtibu’l- Vücûd (Varlık Mertebeleri)
Vücûd
kelimesine değişik anlamlar yüklenmesine rağmen, İbnu’l-Arabî, Vücûd’un bir
olduğu gerçeğinden yola çıkarak kelimeyi en temel anlamıyla algılar. Kelimeye
yüklenen değişik anlamlar ise sadece tek bir gerçeklik olan Vücûd’un değişik
şekillerde belirmesinden (zahir) ibarettir.20 21 İbnu’l-Arabî’nin,
“Vücûd” kelimesinin en köklü ve esas mânâsıyla ancak ve ancak Mutlak Vücûd için
kullanımının doğru ve müstehak olacağı, izâfî olamn ise bu yapısından ötürü
yine kelimenin en köklü mânâsında bu ünvânı kullanmaktan men edildiği, ancak
Mutlak Vücûd’un ödünç vermesi durumunda kullanılabileceği konusundaki kesin ve
net görüşleri bazı müelliflerde, onun mevcûdâtm yani izâfî olamn hakikatini inkar ettiğini sanmalarına yol açmıştır. Oysaki onun bütün
çabası, âlemdeki her bir yaratılmışın hakikatinin nerede olduğunu göstermeye
çalışmaktan başka bir şey değildir.
Vücûd
bakımından tevhîdde halledilmesi gereken mesele, “Hakk’m vücûdu” ile “mahlûkun
vücûdu” arasındaki irtibatı belirleyebilmektir. Önce şu noktayı göz önünde
bulundurmak gerekmektedir: Eğer iki ayn müstakil vücûd yani biri Hakk’m biri de
mahlûkun olmak üzere iki ayn vücûd olsaydı, nasıl ki iki mâbud ve iki fâil
mevcud olması halinde şirk yani ortaklık ortaya çıkarsa, vücûd denilen külli
mefhûmda da ortaklık, şirk olması îcab ederdi.Bu iki
vücûdu birbirinden ayıran bir hudud çizildiği ve vücûdun şu kısmı Hakk’a ve şu
kısmı da mahlûka aittir denildiğinde, Hakk’m her şeyi muhit ve sonsuz olması
gereken vücûduna hudud çizilmiş, vücûduna hudud tayin edilmiş olacaktır. Bu ise
vücûdu, mutlak olması gereken Hakk’m vücûdunu takyid etmek demek olur. O’nun
vücûdu hiçbir şekilde mukayyed olmaksızın her şeyden münezzeh olmakla beraber
“her yerde hâzır ve nâzır”dır. O’nun her şeyi ihâtâsı hem sıfatlan hem de vücûdu
iledir.22
İbnu’l-Arabî
Vücûd’un hakikati hakkında bilgi sâhibi olanlan felsefecilerin aksine “vücûdun
felsefesini yapan (feylesof-ı vücûd) ” olarak değil de bizzat “vücûd sâhibi
(sâhibu’l-vücûd)” olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden de ona göre Vücûd hakkında
söylenecek sözü olana Vücûd’un kendisini açmış olması şarttır.22 23 Ona
göre her dâim “Var” olanla var olana “var” denilebilir ki bu durumda tek var
olan Hakk’ta fenâ-yı tâmma ermiş ehlullâh da “var” olmuşlardır.
Ve yine ona göre “bilmek” ancak “olmak” ile mümkündür. “Olmak” ise “bulma”mn
neticesidir. Yani vücûd bilgisi ancak hâzır olunduğunda, huzurda bulunulduğunda
sâhip olunan bir bilgidir (ilm-i huzûrî). Felsefî dille söylenecek olursa
safîlerin epistemolojileri ontolojilerine bağlıdır. Toshihiko Izutsu bunu şöyle
açıklar:
“
Özne-nesne (obje-suje) irtibâtmm birleşik hâli İslâm’da ittihâd-ı âlim ve
maTûrn, yani bilen ve bilinenin ittihadı meselesi olarak ele alınır. Bilginin
nesnesi ne olmuş olursa olsun bu fark etmez en yüksek bilgi mertebesi, bilen
yani insânî öznenin, bilinecek nesne ile ikisi arasında hiç farklılık kalmamacasına
tam mânâsıyla birleştiği ve aynîleştiği zaman elde edilir. Zira farklılık ve
aynlık uzaklık demektir ve bilme ilişkisinde uzaklık ise cehâlet demek olur.
Özne ve nesne arasında en ufak bir ayrılık kaldığı, yani birbirinden rahatlıkla
tefrik edilebilir iki ayrı varlık bulunduğu sürece kâmil bir idrak mümkün
olmaz... Bu mektebe mensup feylesoflar için en yüce idrâk nesnesi ise
Vücûd’dur... Vücûd’un hakîkî bilgisi ise akıl yürütmelerle değil husûsî
bir sezgi türüyle elde edilebilir ki bu da “bilen ve bilinenin birliği” ile
bilmektir. Yani Vücûd’un bilgisine hâriçten bir bilgi ‘nesnesi’ olarak
yaklaşmak yerine içten insanın vücûd hâline gelmesi, vücûd olması ile daha
doğrusu insanın kendini tanımasıyla ulaşmaktır. Burada bahsettiğimiz bu “bilen
ve bilinenin birliği”nin, öznenin her zaman nesnenin tam
karşısmda bulunduğu bir gündelik hayat tecrübesi düzeyinde gerçekleşmeyeceği de
açıktır. Çünkü böyle bir durumdaki özne, Vücûd’u ancak bir nesne olarak
kavrayacak ve diğer tüm eşyayı nesneleştirdiği gibi ‘vücûd’u da
nesneleştirecektir... Ve nesne haline getirilmiş vücûd, vücûd’un hakikatinin
tahrifinden başka bir şey değildir... Tekrar edecek olursak işte bu felsefe
türünde metafizik, epistemoloji ile çok yakmdan irtibatlandınlmıştır. Metafizik
olan ile epistemolojik olan arasındaki ilişki bu bağlamda hakikatin nesnel
yapısı olarak konmuş şeyle öznel olarak insan zihninde oluştuğu kabul edilen
şey arasındaki mutlak ayniyeti ifâde eder. Kısacası bu, özne ve nesne arasında
hiçbir mesafenin olmadığı ve olmamasının da gerekli olduğu anlamına
gelmektedir. Öznenin durumunun ve içinde bulunduğu hâlinin esas itibariyle
nesnenin içinden algılanacağı zâviyeyi de belirlediğini,
yâhut aym nesnenin, öznelerin sahip olduğu bakış açılarına göre farklı farklı
tezahür ettiğini söylemek bile bütünüyle yetmez. Şuur durumu hârici dünyanın
durumudur. Yani hakikatin nesnel bünyesi aklın öznel bünyesinin öteki
yüzünden (yani Hakk’tan), başka bir şey değildir.”24
“Merâtibu’l-vücûd”
yâni “varlık mertebeleri”, bu Vücûd’un ilk mebdeinden son tenezzülüne kadar
olan bütün basamaklarım içine alan ve İbnu’l-Arabî’nin varlık anlayışında
önemli bir yere sahip olan bir tâbirdir.25 Bunun yerine “Külli Mertebeler”
(el-Merâtibu’l-külliyye), “Tecellî Mertebeleri” (el-Merâtibu’t-tecelliyât,
el-Mecâlî-i külliye), “Külli Mezâhir” (el-Mezâhiru’l-külliyye) veya “Beş
Hazret” (Hazarâtü’l-hamse) gibi değişik tanılamaların kullanıldığı da görülür. Sûfî
muhakkiklere göre “vücûd”, her bir mertebede farklı tezâhürler gösterdiğinden
dolayı farklı isimler altında kendini gösteren aynı şeydir. Ayrıca “Mutlak
Vücûd”un hakikatini idrâk mümkün değildir. Ancak taayyün ederek izâfî vücûd
mertebelerine tenezzül etmesiyle birlikte o nisbette idrâk okunabilirlik
sahasına girer. Bu metafizik sistemde aynı “Vücûd” gerçeğine, tecellî ve
inbisâtının çeşitli dereceleriyle mütenasip bir takım mertebe ve dereceler
verilir. Vücûd, mertebe mertebe tenezzül edince katmer katmer açılmış,
boyutlanmış, birlikten çokluğa doğru bir görünüm kazanmıştır. Onun bu boyutları
ve mertebeleri îzah edilirken bir takım taksîmâta tâbî tutulmuştur. Bu tertîb,
muhakkik sûfîler tarafından keşf ve akla göre yapılmıştır. Hakikatte 1 olan
Vücûd, daha iyi anlaşılabilmesi için 2’li, 3Tü, 4’lü, 5’li, 6’h, 7’li, 40’h ve
100’lü tasnifler yapılmak sûretiyle anlatılmıştır. Mertebelerin adedinin
çoğalması, bu mertebelerin kendi içlerinde alt kısımlara bölünmesiyle
ilgilidir.
İbnu’l-Arabî,
varlık mertebelerini, bazen ikili, bazen üçlü, bazen beşli, bazen de yedili
tasnife göre değerlendirir. En fazla kulandığı tasnif şekli ise yedili olandır.26 Mertebelerin yedili
tasnifi ise şu şekildedir:
·
1.
Lâ-taayyün Mertebesi
·
2.
Taayyün-i Evvel Mertebesi
·
3.
Taayyün-i Sâni Mertebesi
·
4.
Mertebe-i Ervâh
·
5.
Mertebe-i Misâl
·
6.
Mertebe-i Ecsâm
·
7.
Mertebe-i însân
Varlık
mertebeleri incelenirken bu mertebelerin arasında kaim duvarlar olduğu
düşünülmemelidir.
Bu mertebeler âdeta içi içe geçmek sûretiyle birbirlerini örtmüş bir j halde
bulunurlar. Bu durumda her bir mertebe ne kadar müstakil olarak ele alınırsa
alınsın o, gerçekte bir bütüne âittir, o vücûdun külli yapısının bir cüz’üdür,
âzâsıdır ve ancak o bütünle alâkası, irtibatı içerisinde bir anlam taşır.
b.
Vahdet-i Vücûd
İbnu’l-Arabi
ismiyle adeta özleştirilen bu tâbir, aslında onun tarafından kullanılmamıştır. Vahdet-i
vücûdu, bir kavrama yakın mânâda ilk kez kullanan Sadreddin i
Konevî ve daha sonra talebesi
Saîdüddîn Fergânî olacaktır. Ancak her ikisinde de kavramın
kullanımı, daha sonraki yüzyıllarda kazandığı teknik anlamının dışında çok
esnek ve şeffaftır. Yani onlar özellikle ve ısrarla bu kavramı tercih etmiş
değillerdir. Esas I gayenin bu kavramla anlatılmak istenen şey olduğu, onların
aynı mânâyı bazen de başka tabirler kullanarak anlatmalarından anlaşılmaktadır.
Vahdet-i
vücûd, “varlığın birliği” demektir. Sûfîlere göre, bizâtihî kâim (kendiliğinden
var) olan vücûd birdir; o da Hak Teâlâ’nm vücûdudur. Bu vücûd,
vâcib, i kadîm ve ezelîdir. Taaddüd (çoğalma), tecezzi (parçalanma), tebeddül
(değişme) ve taksim (bölünme) kabûl etmez. Onun şekli, sûreti, haddi yoktur.
Hakk’m zâtından ibaret olan Mutlak Vücûd’dur. Bu vücûda “Vücûd-ı sırf” da
denir. Vücûd-ı Mutlak, bütün kayıtlardan münezzehtir. O, kadîmdir ve bir
başlangıcı yoktur. Hâdis penceresinden değerlendirdiğimiz her şey zamânî ve
mekânîdir. Hak Teâlâ zamandan ve mekândan münezzeh olduğuna göre, mahlûkâta âit
olan başlangıç ve son O’na izâfe edilemez. Sûfîlerin Mutlak Vücûd ismini
verdikleri şey, akıl ve hislerle idrâk edilemez. O, sûret ve şekillerle tecellî
eden zât ve hakikattir; sûret ve şekil değildir.30 Zira
nesneleştirme, [ sınırlandırma demektir. “Vücûd”, bir
nesne olarak kavrandığı anda, kendisi olmaktan çıkar.
Vahdet-i
vücûd görüşü, İbnu’l-Arabî”de olduğu kadar onun öncesinde ve sonrasında yaşayan
sûfîlerin sözlerinde ve eserlerinde de ifâde edilmiştir. Tasavvuf ehli,
“vücûdun birliği”ne istidlal ve muhakeme yoluyla değil, enfüsî ve âfâkî bütün âyetler
üzerinde derin tefekkür ve teemmülde bulunarak, dili ve kalbi daim Allah zikri
ile meşgul ederek, uzun
·
27
Mustafa Tahralı, a.g.m., s. 47.
·
28
Mahmud E. Kılıç, a.g.e., s. 253.
Ismâil
Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Ibn Arabî, s. 9, İstanbul 1991.
·
30
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.217.
yıllar
seyr-i sülûkta ilerleyerek bir “keşf” ve “müşâhede” yoluyla ulaşmışlardır. Toshihiko
Izutsu, bu görüşün, aslî bir metafizik müşâhedenin teorik ya da aklî bir
yeniden inşâsından başka bir şey olmadığım, bunun da vücûdun hakikatinin
tecrübe edilmesiyle Q I
gerçekleştiğini
söyler.
Yaygm
kanaatin aksine İbnu’l-Arabî ve takipçilerinin İslâm düşüncesine katkıları
vahdet-i vücûd kavramından ibaret değildir. Mesela, “kesretü’l-ilm”,
“kesretü’l-âlem” kavramları da en az vahdet-i vücûd kavramı kadar önemlidir.
İbnu’l-Arabî hiçbir zaman âlemin gerçekliğini inkar
etmiş değildir. Çünkü her şey vücûd içerisinde yer aldığı, vücûdun dışmda bir
yer olmadığı için âlemin inkarı, vücûdunda inkarı
demek olur. Ayrıca kesretin de kökleri Hak’tadır.
B.
İbnu’l-Arabî’nin Bilginin Hakkındaki Görüşleri
·
a. Bilginin
Kaynağı
İslâm
düşünce tarihinin “İbnu’l-Arabî öncesi ve İbnu’l-Arabî sonrası” şeklinde ikiye
ayrılmasını sağlayan şeylerin belki de en önemlisi, İbnu’l-Arabî’nin “mârifef’e
dair en temel öğretileri formüle edip yazıya dökmesidir. İbnu’l-Arabî, yazmak
sûretiyle imkan âlemine getirdiği veya getirmediği
bütün bilgilerin bizzat kendine gelen tecellîler olduğunu ve kimseden intihal
olmadığım tekrar tekrar vurgulayan özgün bir İslâm mütefekkiridir. Tasavvufî
ıstılahlar içerisinde hâl ilmi veya kâl ilmi şeklinde bir tasnife tâbî
tutularak incelenen iki farklı bilgi türü ve derecesini b, kendi üzerinde şöyle
misallendirir: “ Bizim ilmimiz ne bazı kişilerin elfâzmdan veya
anlayışlarından ne de bazı kitaplardan iktibas edilmiştir. Bizim ilmimiz, vecd
sultânı veya Vücûd’da fânî olma hâli bizde galebe ettiği zaman kalbe
doğan tecellîlerden ibârettir; biz (bu konuda) feylesofların veya buna mümâsil
olanların sözlerini ve görüşlerini nakledip duranlardan değiliz. Biz bütün
kitaplarımızda ancak bize keşf ne verdiyse ve Hakk ne imlâ ettirdiyse
onları almışızdır; ‘Filan kimse bana falan kimseden nakletti’ diyen bir kimse
ile ‘Kalbim bana Rabbim’den haber verdi’ diyen bir kimse arasında da çok ama
çok fark vardır. Keza bu sonuncu ile de ‘Rabbim bana Rabbim’den haber verdi’
diyen arasında da çok ama çok fark vardır; Biz ne onların (felâsife) ve de bir
başkasının sözlerini îrâd edenlerden tekrarlayanlardan değiliz; Yazdığım bütün
eserler bir başka eserin yolunu tâkip etmediği gibi biz de herhangi bir
·
31
Toshihiko Izutsu, a.g.e., s. 54.
·
32
M. E. Kılıç, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabî”, DİA, c. XX, s. 506.
başka
müellifin yolunu izliyor değiliz. O her bir müellif, kendi irâdelerinin tesiri
altındadır fakat biz böyle değiliz.”27 Kesbî ilimlerde âlim olan kimsenin hakikate
olan susuzluğunun ve O’na duyduğu arzusunun ebedî olarak hep devam edeceğini,
vehbî ilimlerle donanan ârif kimsenin ise dâimi ve ebedî olarak O’na bağlı
olacağım söyler.28
Bu
tesbitlerini sisteminin temel kalkış noktası yaptıktan sonra kendi gücünü
müdrik olmanın verdiği bir rahatlıkla insanlığın metafizik geleneğine bir nazar
atfeden İbnu’l-Arabî şu mânidar sözleri sarfeder: “ Keşf ehlinin Ulûhiyyet
(Allâh) konusunda, bütün dinler, bütün mezhep ve mektepler, bütün kültürler ve
hattâ bu konuda söylenmiş bütün sözler hakkında umûmî bir fikirleri vardır. Çünkü
bu konuda onlardan bir şey saklı kalmaz. Keşf sâhibi, bir (derlemeci) düşünürün
(muntahil) ne gibi fikirleriyle tebârüz ettiğini, bir dînin (millet) hangi
husûsî kanunlar üzere dayandığım, Tanrı konusundaki veya Vücûd ve vâroluş
hakkındaki görüşlerde ne gibi tenâkuzlar, ne gibi ihtilâflar ve ne gibi
benzerlikler olduğunu bilir. Ve onu nakledenin özrünü,
hatâsım veya “boş lâflar” diye nitelendirmesine kulak asmadan o görüşün, o
inancın ve o kültürün nereden alındığını ve oturtulması gereken doğru yerini de
bilir.”29 30 İşte bu
özgüvenledir ki İbnu’l-Arabi bazı hikmetli sözleri ve fikirleri yeter ki
kendisince doğruluğu tasdik edilmiş ve hangi mevzi’ için vaz’ edilmiş
olundukları bilinmiş olduktan sonra eski hükemâdan nakletmekte bir beis
görmediğini sık sık söylemektedir.
William
Chittick’in de belirttiği gibi âlimlerin bir çoğu “X,
Y’yi etkiledi” demek suretiyle çok önemli bir şeyi açıkladıklarım
zannetmektedirler. Bu tür bir yaklaşımın, söz konusu tarihî ve kültürel
bağlamda önemli görülmüş olan her şeyden sarf-ı nazar etmek için maharetle
düzenlenmiş bir yaklaşım olduğunun farkına varan insanların sayısı gün geçtikçe
artmaktadır. Bütün sûfîler gibi İbnu’l-Arabi de İlâhî (dikey) olam aslî, tarihî
(yatay) olam ise tâli bir mesele olarak görür. İster felsefî,
ister kozmolojik isterse entellektüel yönden olsun bir öğretinin anlamı ön
sırayı alırken, onun öngördüğü şekiller ikinci dereceden bir ilgi konusu olur.31 Seyyid Hüseyin
Nasr’ın şu sözleri diğer sûfîlerle birlikte İbnu’l-Arabi’nin bilgisinin
kaynağını güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Yol’un (Tarîk) gâyesini
gerçekleştirmiş muhakkik bir Sûfî, yatay (horizontal) etkilere bağlı olmadan
doğrudan ve dikey (vertical) olarak ilham sâhibi olacağmdan böyle bir Sûfî
müellifin yazılarının kökenleri ve kaynakları konusuna öyle basmakalıp târihî
bir yaklaşımla yaklaşılamaz. Muhakkik Sûfî, her şeyden önce bilgisini
İlâhî tecellîlerin kalbinde ışımasıyla elde eder. Bundan sonra sadece bu derûnî
tecrübesini ifâde etmek ve formüle etmek için ihtiyaç duyması halinde bir diğer
kimsenin yazılarına dayanabilir. îbn Arabi’nin durumunda da bu aynıdır. Onun
birinci derecedeki kaynağı, tarîkin silsilesinden alacağı Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ‘bereketi’ himmetiyle ancak mümkün olan, müşâhede hallerinde
elde ettiği mârifetlerdir. Öte yandan bir çok düşünce
okulu da fikirlerinin en derin izahlarını Şeyh’in yazılarında bulmuş olduğundan
fikirlerinin ve ifâdelerinin açıklanmasında bu sefer İbn Arabi’nin ‘târihî
kaynaklarının da olabileceğinden bahsedebiliriz.”32
·
b. Bilginin
Metodu
İbnu’l-Arabî,
Vücûd’un hakikatinin “fikir” ve “nazar” ile değil de ancak “keşf ilimleri”yle
bilinebileceğini ve bu ilimleri elde etmek için en şerefli yolun tecellî
olduğunu söyledikten sonra bu tecellînin de meclâda kendisine tecellî olunan
kimseye Allâh’m zâhir olmasından ibaret olduğunu belirtir.33 Sıfat veya fiil tecellîsinin Vücûd’a dair
bilgilere kaynaklık edemeyeceğini bunun ancak zât tecellîsi ile olursa
olabileceğini söyleyen Şeyh, devamla bu zâtî tecellînin de ancak ona lâyık ve
müstaid bir mazhar bulduğunda gerçekleşebildiğini söylemektedir. Bilgiyi
elde etme yollarım “fikir” ve “vehb” diye ikiye ayıran İbnu’l-Arabî, İkincisi
için “bizim yolumuz” der. Zira ona göre peygamberlerin ve Allâh dostlarının
bilgisi, akim tavrımn ötesindedir. Enbiyâ ve evliyâmn Allâh hakkmdaki bilgileri
fikre dayanmadığım, onların bu konudaki bilgisinin doğrudan Hakk’m mükâşefesine
dayanan fetihlerin sonucu olduğunu söyler. Bu da vücûd hakkında keşif ve vücûd
ehli olan muhakkik sûfîlerle taklîd ve nakil ehli olan filozof ve kelâmcıların
görüşlerinin daha temelinden farklılaşmış olduğunu göstermektedir.34 Hakikat’in öğreti
yönü vardır ve bu öğretinin idrak edilmesi önemlidir. Ancak böyle bir müdrik
olma hâli, tek başına nefiste bir dönüşüm sağlayamaz. Çünkü doktrinin bilinmesi
tamamen statiktir. Teorik bilgi, dolaylı ve eksik olması nedeniyle, sadece bir
“hazırlayıcılık” işlevi görür ve “tahakkuk” alanında dolaşmayı engelleyici bir
nitelik taşır; oysa ki Hakikat bilgisi yalmzca
tahakkuk alanına girerek elde edilir.35
İbnu’l-Arabi,
“Allâh bana eşyanın hakikatlerini zâtlarında olduğu gibi bildirdi; nisbet ve
izâfetlerinin hakikatine de beni keşfen muttali kıldı”36 demek suretiyle kendi durumunu da
bildirmektedir. Eserlerine ancak keşif ne verdiyse ve Hak ne imlâ ettirdiyse
onları aldığım söyleyen İbnu’l-Arabi, bu ifâdeleriyle bilgisinin sırf târihî ve
yatay düzleme âit olmadığının ve dolayısıyla modem araştırmacıların tarihselci
(historic), yataycı (horizantal) ve ilerlemeci (progressive) yöntemleriyle
vücûdun anlaşılamayacağının altım çizmek ister gibidir. Çünkü ona göre aslmda
bu zâti tecellî nakl edilemez, ancak çok seçkin kişiler tarafından müşâhede
edilir. Müşahede edilen bu tecellî denetlenemez. Alemde
bundan daha üstün bir yöntem de yoktur. Ayrıca aynî bilgileri olmadığı halde
sırf nazar ve fikir yoluyla bu konuda bir şeyler söylemeye çalışanlar
tabiatları gereği en temel meselelerde görüş ayrılığına düşmüşlerdir ancak buna
karşılık keşif ve şuhûd sahibi olanlar arasında temel esaslarda asla bir
ihtilâf bulunmamaktadır.37
İbnu’l-Arabî
görüşlerini başkalarıyla paylaşmaktan hoşlandığım söylerse de bu gibi keşfi
konularda herkesten kendisini tasdik etmesini ümîd etmenin de beyhûde bir
beklenti olacağının bilincindedir. Zira insanların çoğunluğu bu İlâhî zevk
ilmine yabancıdır. Bu yüzden onların sözleri arasında da bir tutarlılık da
görülmez. Fakat âriflerin söylediklerinin hepsi birbiriyle bağlantılıdır. Çünkü
hepsi aynı asla, aynı öze bağlıdır.38
İbnu’l-Arabî,
keşfi ilmin mantıkî ilimler gibi katı ve kalıplaşmış kuralları olmadığım
söyler; çünkü zevk ilminin metodu olamaz. Ona göre Kur’an’ı bilen ve onu
kendinde tahakkuk ettiren kimse ehlullâhm ilmini de öğrenir. O zaman onların
ilim tasnifinin, zâhir âlimlerinin tasnifine uymadığım ve mantıkî kanunların
tâkipçisi olmadığım görür. îlm-i İlâhî, mârifetullâh bütün ilimlerin aslıdır.
Her ilmin aslı, ilm-i ilâhî’den olmaktadır. İbnu’l-Arabî, bu tarz bilgi
anlayışına dair Fahreddîn er-Râzî’ye yazdığı bir mektupta bu dünyada kendisini
kemâle götürecek, öldüğünde de yanında bulundurabileceği bir ilmi tahsil eden
kimsenin akıllı kişi olduğunu söyleyerek bu ilmin vehb ve müşâhede ile
gerçekleşen ilm-i billâh olduğunu şu ifâdelerle bildirir:
“Âkil
olan, bu dünyada kendisini kemâle götürecek ve öldüğünde de yanında
götürebileceği ilimleri tahsil edendir. Bu da ancak ve ancak vehb ve müşâhede
ile olan ilm-i billâh’tır. Mesela senin tıp bilgini ele alalım. Bu ilim tıbbî
şikâyetler ve hastalıklar âleminde ihtiyaç duyulan bir ilimdir. Ama ne bir
hastalık ve ne de bu konuda bir şikâyetin bulunmadığı o öteki âleme geçtiğinde
bu ilimle kimi tedâvî edeceksin? Akıllı kişi mâzîde kalacak bir ilmin peşinden
koşmak yerine tıbb-ı enbiyâ olan ilm-i billâh gibi vehbî bir ilmin
peşinde olur. Aynı şey geometri(hendese) ilmi içinde geçerlidir. Bu ilme ancak
sahalar ve ölçmeler âleminde ihtiyaç duyulur. O âlem terk edilince bu ilim
de orada bırakılır. Nefsin de elinde geriye bir şey kalmaz. Bu dediklerimiz
âhiret âlemine intikâl etmesiyle nefsi yalnız bırakan bütün ilimler için
geçerlidir. Akıllı kişi bu ilimleri ihtiyaç duyacağı kadar tahsil eder ve esas
mesâisini öte âleme geçtiğinde onunla beraber o da öteki âleme geçecek ilimleri
tahsile ayırır.”39
Bu sözlerinden yola çıkarak İbnu’l-Arabi’nin matematik, geometri, tıp,
astronomi, v.b. gibi ilimleri kabul etmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Onun
yapmak istediği sadece ilimler tasnifinde bu çeşit bilimlerin hepsinin
metafiziğin (ilm-i billâh) altmda ve o ilme götürücü olduklarının
belirtilmesidir.
·
c. îlim Tasnifi
İbnu’l-Arabî
ilimleri usûlleri açısından üçe ayırır:
·
1.
Aklî ilimler,
·
2.
Ahvâl ilimleri,
·
3.
Sırlar ilmi.
Bunların
birincisiyle sadece nazar, delil ve beş duyu organıyla elde edilen birtakım
malûmatlara sâhip olunabilir ki onun esas ilgilendiği konu bu değildir.
İkincisi olan ve aklî ilimler ile sırlar ilmi arasında bir yerde bulunan “ahvâl
ilimleri”nin ise ancak zevk edilebileceğini, târifinin ise mümkün olmadığını
söyler. Ahvâl ilimlerinin sâhipleri ehl-i tecârüb ve ehl-i kesbtirler. Tevâcüd
—> vecd —>vücûd sıralamasıyla elde edilen bu tarz vücûd bilgisi
nihâyetinde “ahvâl ilimleri”nden olmaktadır. Oysa ki
Vücûd’un bir sır olmasına binâen onun en üst derece bilgisi de “sırlar bilgisi”
olmalıdır ki bu, İbnu’l-Arabî’nin üçüncü mertebesine tekâbül etmektedir. Zira
bu “sırlar ilmi” Rûhu’l-kuds’ün üflediği bir ilimdir ve ancak peygamberler ve
velîlere mahsustur.40
Tasavvuf ehline göre bu vücûd bilgisi çok yüksek bir mârifet derecesi olup bu
özelliğinden dolayı herkesin söz söyleyebileceği bir saha değildir. Diğer bazı
sûfî usûllerinden biraz farklı olarak İbnu’l-Arabî ve onun mektebinden yetişen
muhakkik sûfîler esas dikkatlerini işte bu mânâdaki “Vücûd”a hasretmişler ve
beşerî ilk mertebelerden ziyâde bu son mertebe üzerinde yoğunlaşmışlar ve buna
dair bilgiler vermişlerdir. Dolayısıyla bu mektebin, mutlak mânâda zühd ile
ahvâli esas alan âbid tasavvufunun daha ilerisinde bir ârif tasavvufunun
vâzedicileri oldukları söylenebilir.41 “Bu konu ancak havâssü’l-havâs olanların idrâk
edebilecekleri bir husustur. Onların bilgisi bazı durumlarda zahirde
bilinenlerle tam mutabakat göstermeyebilir; bu sebeple de onlar küfür, şirk ve
ilhâd gibi suçlamalara mâruz kalırlar. Bu yüzden ilk dönem sûfîleri söz konusu
bilgilerini ancak birer şathiyyât olarak ifâde edebilmişlerdi. VI. (XII.) yüzyıldan
itibâren Aynülkudât el-Hemedânî, Ahmed el-Gazzâlî gibi muhakkik sûfîlerle bu
bilgiler yavaş yavaş yazılmaya başlanmış, ancak bazıları bunun bedelini
canlarıyla ödemişlerdir. Nihayet Muhyiddîn İbnu’l-Arabî ile bu mesele en açık
şekilde ifade edilme imkânına kavuşmuştur. İbnu’l-Arabî , “Biz onlara
âyetlerimizi âfakta ve enfüste göstereceğiz”(Fussılet, 41/53) meâlindeki âyette
de bildirildiği üzere her âyetin iki yönü olduğunu söyler. Ehlullâh, her âyetin
bir yönünü kendi nefislerinde, bir yönünü hâriçte yani âfakta müşahede eder.
Onların nefislerinde gördükleri mânâlara, zahir ulemâsımn suçlamalarından
korunmak ve kendilerini küfürle ittiham ettirmemek için tefsir değil işâret
demek zorunda kaldıklarım söyleyen İbnu’l-Arabî, zâhir ulemâsımn insâfa gelip
de onlara dil uzatmamalarım temenni eder. Rüsûm ulemâsımn zâhirî bakımdan kendi
aralarında bile farklı anlayışlar içinde olduklarına dikkat çektikten sonra
herkesin ilminin derecesine göre anlayışının da farklı olduğunu
belirterek bu durumda zâhir ulemâsımn kendilerini anlayamadıkları mânâları
ehlullâhm anlamış olmalarına neden itirâz ettiklerini sorar. Daha
soma zâhir ulemâsının öğrenim görmeden bir ilim elde edilemeyeceğini
söylediklerini, bunun doğru olduğunu, zira ehlullâhm söylediklerinin de öğrenimle
olduğunu, bir farkla ki bunun rahmânî ve rabbânî bir öğrenim olduğunu
ifade eder.”42 Zira
sûfî, bütün zamanlarda, süreklilik ilkesine göre, hem yatay hem de dikey
boyutlarda kesintisiz devam eden bir yenilenme yönteminin tâkipçisidir. O,
bir taraftan İlâhî hakikatleri müşâhede ederken diğer yandan da hakikate dair
elde ettiği bilgileri gerçeklik düzeyine aktarmaya çalışır.
İkinci
Bölüm
SEMBOL
- SEMBOLİZM - ŞİİR - DİL
·
I. SEMBOL VE SEMBOLİZM
A.
Sembol
Sembol
sözcüğü Grekçe’de, işaret, iz, belirti anlamında olan “sumbolos” kelimesinden
gelir. Buradan Latince’ye geçerek Avrupa dillerinde bugün kullanılan şekliyle
yerini almıştır.43
Arapça’ daki karşılığı “remz” ( ) olan bu kelime, diliyle
gizlice seslenme, iki
dudağım
harekete geçirme; iki göz, iki kaş, iki dudak veya ağızla yapılan işaret ve îmâ
anlamındadır.44
Sözle veya duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne, şekil veya
işâret anlamına da gelen bu kelimeye karşılık olarak yeni Türkçe’de ‘simge’
kelimesi kullanılmaktadır.45
îmge, simge, işâret, mecaz (metafor), amblem (alem),
teşbih (analoji), istiare (alegori), mesel, mit, ikon, vs. gibi kelimeler46 47 hem Türkçe’de hem de Batı dillerinde
sembol sözcüğü ile en çok anlam yakınlığı olan sözcükler olarak farklı
alanlarda kullanılmakta ve hatta aralarında bazı nüanslar olmasına rağmen bu
kelimeler, fark gözetilmeksizin birbirlerinin yerini almaktadır.
İşâret,
alâmet, nişân ve buna mümâsil şeyleri içine alan sembol, geniş anlamda ele
alındığında, kendisi dışmdaki bir şeye karşılık olmak üzere akla getirilen
herhangi bir şey olarak tanımlanabilir; yâni, bir şey kendisi dışmdaki bir
gerçekliği temsil ediyorsa veya onun yerine geçiyorsa sembol sayılır.48 Zira semboller,
gerçekliğin veya hakikatin bize kapalı kalmış boyutları hakkında ipucu veren, o
boyutlara bir şekilde giriş imkânı sağlayan, aşkın olam ifâde etmeye yarayan
vâsıtâlardır. Ayrıca
sembol veya sembolik ifâdeyi görünür olmayan, gizli ama aynı zamanda da
hissedilir şekilde fiilî olan bir şeye ilişkin kapalı bir anlam veya bir
şifre olarak görmek mümkündür.49
Herhangi
bir anlamı, niteliği, soyutlamayı veya nesneyi göstermek, ifade etmek için
kullanılan sözcük, işaret olarak sembol, kendisine ortak bir sözleşme, anlaşma,
uzlaşma veya gelenek aracılığıyla belli bir anlamın yüklendiği uzlaşım aracı
olmaktadır.50 Bir
fikri somutlaştıran işaret olarak da tanımlanan sembol, aynı zamanda görünmez
bir hakikati temsil eden tasavvur veya nesnedir.51 Soyut (mücerret) hakikatlerin, somut (müşahhas)
olarak temsil edilişleri, bir cebir sembolü veya kimyevi bir sembol olabilmekte
bazen canlı bazen cansız varlıklar ve bazen de renkler şeklinde görülmektedir. Güvercinin
barışı, terazinin adaleti ve beyaz renginde masumiyeti temsil etmesi örnek
olarak gösterilebilir.
Bir
sembolün, nefs ve beden düzlemleri üzerinde mânevi ilk örnekleri yeniden üreten
şey olduğunu ve yüksek gerçekliklerin alttaki düzlemler üzerine bu şekilde
yansıtıldığım söyleyen Titus Burckhardt, her sembolün de bir tür vahiy olduğuna
dikkat çeker.52 Bir
sembolün içeriği akıldışı olmayip akıl ötesidir, yani tamamen mânevidir. Bu
durum gerçek mânevi geleneklerin hepsinde var olan sembolizm ilmine özgüdür.
“Anlam çokluğu bir simgenin (sembol) özündedir; ve
akılcı (rasyonel) tanımlamalardan üstün olduğu yön budur. Çünkü akılcı
tanımlama bir kavramı akılcı bağlantılarına göre düzenlerken ve aynı zamanda
onu belirli bir düzeyle sınırlarken, simge netliğinden ve açıklığından zerre
kadar kaybetmeden ‘yukarıya (üst düzeylere) açık’ kalır. Hepsinden öte, simge akıl
ötesi gerçekliklerin ‘anahtan’dır.”53
Yunanca
“symbollein” yüklemi bir araya getirmek, birleştirmek anlamına gelir. Mesela,
bir arada bulunan iki kişi birbirlerinden şeyi ikiye bölerek her biri bir
sembol olarak bir parçasını alır ve daha sonra tekrar karşılaştıklarında o
eksik parçalan birbirlerine göstererek bütünü oluştururlar ve bu şekilde
birbirlerini tanırlar. Buna göre her bir sembol, kendisiyle birlikte,
simgelediği diğer bir şeyi de gerektirir. Sembol mefhûmunun hep bir “geçişim”
(transfer, metafor, istiâre) mefhûmu içermesi, her
parçanın diğeriyle olan bağlantısı sebebiyledir. Zâhir ve bâtm ilişkisi
düşünüldüğünde, bunların birbirlerinin tamtıcı işaretleri olduğu ve ikisinin
birbirinden aynlamadığı görülür. Çünkü
!
her biri diğerinden bir şey içerir. Simgeciliğin yani
diğer parça ile birlikte bir Bütün’ü simgelemenin mahiyeti budur.60
Sembol,
dâima insanın hayâl etme ve kavrama gücünü uyarıp kendine uygun tarzda I
çözümlemelere gitmesine sebep olmuş, böylece farklı anlayışlar ve dolayısıyla
farklı tekâmül yönleri ortaya çıkmıştır.
Felsefe,
edebiyat, kimya, psikoloji, sanat tarihi, dinler ve medeniyetler tarihi, güzel sanatlar,
antropoloji, mistisizm, vb. gibi birçok ilim dalının, teşekkülleriyle ve |
yorumlarıyla ilgilendiği bir kavram
olan sembol hemen her sahada merkezî bir konu olarak
işlenmekte,
ele alman alanların farklılığına göre değişen sembolik ifade biçimleriyle yorumlanmaktadır.
Bu farklılığı belirleyen coğrafya, kültür, inanç, gelenek, iklim koşullan gibi
unsurlardır.
Sembollerin
vazifesi, hâli hazırdakini Nihâî Varlığa bağlayarak kendi ötelerindekine işâret
etmektir. Sembollerin, çok çeşitli farklılıktaki seviyelerde " yorumlanma
kâbiliyetleri vardır; doğrudan doğruya ayırt edilemeyen âlemlerin veçhelerini I
ortaya çıkarıp daha başka bir yoldan ifade edilemeyecek nihâî gerçek
örneklerini ifade ederler. Aynı zamanda Nihâî Varlığı hâli
hazırdakine bağlarlar; yani mevcut olanla alakalı olup
hayatımıza ışık tutarlar. “Semboller aslında hakikat dışı ve salt bir yanılsama
tezâhürleri değildirler. Ancak sembolize ettikleri şeyle içsel ve karşılıklı
referanstan I bağlamında anlaşılabilir. Aksi halde dış dünyada bir mukâbili
olmayan ve sadece zihinde var olan, hakikat dışı ve kendi
başlarına şeyler olarak kalırlar” I
B.
Sembolizm
Sembolizm,
bilgi ve hakikatlerin daha basit ve sâde şekillere (sembollere)
indirgenerek
aktarılma tarzıdır. Bu yöntemin başlangıcı çok eski çağlara kadar
! uzanmaktadır. Özellikle felsefe ve edebiyatta
bir akım olarak ortaya çıkan sembolizmin ! en geniş uygulama alam bâtınî ilimlerdir. Çünkü bu
ilimlerde, bilginin, o bilgiyi bilmeye j liyâkati olmayanlardan saklanması
şarttır. Ancak bu liyakate sahip olan kişi, o sembolün ne |
anlama geldiğini, hangi
hakikate ilişkin bilgiyi ifade ettiğini bilir. Hakikate ilişkin bazı derin
bilgiler, ehil olmayan kişilere zarar verebilir. Bu sebeple kutsal metinlerde
bilgilerin
60
İslâm Felsefesinde Sembolik Hikayeler, derleme: îbn
Sînâ-Sühreverdî-A.Gazzâlî-N. Râzî, önsöz: Henryj
Corbin,
s. 118, İstanbul 1997.
Alternatif
Düşünceler Sözlüğü, ter. Komisyon, s. 258, İstanbul 2001.
62
S.Nakib Attas, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, ter. Mahmud Erol
Kılıç, s. 19, İstanbul 1995. Okültizm: Tarih Boyunca Gizli İlimler, der. M.
Reşat Güner, s. 133, İzmir 1996.
bir
kısmı açık, bir kısmı ise kapalı olarak verilmiştir. Her insan, o kutsal
metindeki sembollerin anlamlarım kendi zihnî düzeyi, anlayışı ve bilgisi
geliştiği oranda anlayacak, o sembollere ilişkin genel anlamlardan özel
anlamlara doğru yükselecektir. Sembol her aşamada kendisine daha yüksek bir
anlamı, bir sim yani bir hakikate ilişkin daha yüksek, daha derin, daha açık
bir bilgiyi ifşa edecek, hakikate daha üstten bakmasını sağlayacaktır.
Görünmez
âlem ile görünür âlem arasında “yukarısı aşağısma, aşağısı da yukarısına
benzer” sözüyle ifade edilebilecek bir benzeşme olduğunu kabul eden ve görünmez
âlemi ve bir takım ilke ve yasaları görünür âlemden yola çıkarak, benzetme
(analoji) yöntemiyle anlamaya çalışan okültizme64 göre, insanın
çevresi ve bütün âlem sembollerle doludur. Görünür âlem, görünmez âlemin bir
tezâhürü, bir yansıması olduğuna göre, insanın beş duyusu ile algıladıkları,
görünmez âlemin sembolleri durumundadır. Bir sembol daima bir üst anlamı ifade
etmek için vardır ve varlık sebebi de budur.65 Sembol, varlıkla
ilgili olup varlığın esası aslında sembolizme dayanır. Gerçek sembolizm, insan
tarafından yapay olarak icâd edilmekten uzak olup, aynı zamanda tabiatm
tamamının müteal gerçekliklerin sembolünden başka bir şey olmadığının da kam
tidir.54 Geleneksel
ilimlerde sembolizm, yaratılışın ve İlâhî vahyin esası olarak kabul edilir ve
mukaddes sanat, sembolizme dayanır. Geleneksel ilimlerde ve sanatlarda herşey
bir üst hakikatin sembolüdür. Ancak bugünün değerlerini belirleyen modem
düşünce tarzı, sembol ve sembolizmi tanımlarken, her şeyde olduğu gibi, üst ve
aşkın ilkelerle hiçbir bağlantı kurmaksızm değerlendirmeler yapmaktadır.
“Kur’an’da “En yüce örnekler ise Allah’a aittir” (Nahl, 17/43) şeklinde tabir edilen
yüce varlık hakikatinin bir temsilidir. Buna göre sembol, İlâhî bir gerçeğin
tecellisidir. Bu da sembolün “hiçbir şey değildir” şeklinde yorumlandığı
günümüz sanatının hilafınadır. Yeni anlamıyla bir sanat eseri, aslında vardır
ve varlığın daha üst mertebesi onda tecelli etmez. Günümüzde batı sanatının
eserlerinin çoğunda sembol mânâsmda eser azdır. Sembolizm olsa bile sahte ve
hayali bir sembolizmdir. İlâhî alemdeki
64
Okültizm, gizli ilimler anlamına gelir. “Gizli ilimlerin değil, sadece
‘gizlenmiş ilimler’in olduğunu söyleyen Rene Guenon, Batı için olduğu kadar
İslam dünyası içinde bir hakikati dile getiriyordu. Bozulmamış şekilleriyle bu
ilimler, - tabiatıyla sembolizmi unutulmuş, yani kötürüm hale getirilmiş
günümüzdeki şekilleriyle değil- kainattaki gizli
güçleri ve bu güçleri kullanma vasıtalarım konu edinir. Geleneksel dünyada bu
ilimler, tıpkı birer branşı oldukları bâtın ilminin
bizzat kendisi gibi, ehliyetsiz ellerde uygulanıp, hatta kötüye kullanılıp
ahaliye zarar vermesin diye gizlenmekteydi. Gerçekte geleneksel gizli ilimler,
kozmolojik ilimlerin uygulamalarıdır ve sadece ihtiva ettikleri sembolizmi
açıklamak için gerekli olan metafizik doktrinlere sahip, yaşayan bir bâtm
ilminin ışığında anlaşılabilir. Sözkonusu bâtın ilminin ışığı olmaksızın bu
ilimler donuklaşır ve hatta gerek tabiî gerekse beşerî düzlemdeki zâhirî
formlara yayılan kaosa götürücü tehlikeli kanallara
dönüşür.” Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim, ter. İlhan Kutluer, s. 193,
İstanbul 1989.
Alparslan
Salt-Cem Çobanlı, Dharma Ansiklopedisi, s. 381, İstanbul 2001.
varlık
hakikatlerini gösteren sembolizm değildir. Vücûdî (ontolojik) ve metafiziksel ; hakikatler çağdaş batı eserlerinin çoğunda
yoktur. Varlığa özgü bu kanunlar, sembolizme |
baktığı için gerçek sembol ve sembolizm
bu eserlerde bulunmaz. Öte yandan sembolizm, daha
önce de geçtiği üzere varlık hakikatlerine ve yüce âlemlere dayandığı için geleneksel,güzel bir sanat eseridir. Güzeldir; güzelliği
gösterir. Çünkü bir sembol asla çirkin olamaz.
Bir
sembol yüce bir hakikati gösterdiği için asla çirkin değildir.”54 55
Sembolizm,
Varlık’m farklı dereceleri arasında benzerlik kurmaya dayanır. Hakîkî
Varlık
bir olduğundan, varolan her şey şu ya da bu biçimde varlığın ebedî kaynağımyansıtmalıdır.
Kur’ân’da yer alan çok sayıda teşbîhde (metaforda) görüldüğü gibi, İslâm dini
hiçbir zaman bu yasayı gözardı etmemiştir.56 Gerçek sembolizmde varolan olguşudur: Bir
diğerinden zaman, mekân, maddî tabiat ve diğer bir çok
sınırlayıcı özelliklerle farklılık gösterebilen nesneler, aynı temel
niteliğe sahip olabilir ve bunu sergileyebilirler,
Bu
nedenle kendi içinde zamandan ve mekândan bağımsız olan aynı gerçekliğin
muhtelifyansımaları, tezâhürleri veya ürünleri olarak görünürler. Mistik
sembolizmde sembol kendi biçimini, muhtevâsını, varlığım ve tabiatımmuhafaza eder
fakat aynı zamanda rûhânî gerçeğin farkına varıldığı bir pencere olarak kullanılır.
Sembolizm, emeline teşbih yoluyla ulaşır. Mâneviyat ehli, kelimelerin
ötesindeki
bir şeyi ifâde etmeye çalışırken ortaklaşa tecrübeleri dâhilinde kendi derûnî
keşiflerine
ait bir unsuru mâkul hâle getirecek ya da ifade edebilecek bir teşbih ararlar.
Teşbih
zihnen teşkil edilmiş değildir; doğrudan doğruya algılanmış bir gerçek olarak
kabuledilir.57
İslam maneviyatının ilkelerini ve kaidelerini koyan Kur’an da, sembollerledoludur;
insanlara sürekli misaller verir ve bu misallerle de varlığın ilkelerini
açıklar.
C.
Sembolik Dil
Sembolik
dil, evrensel bir dil olup, farklı din ve memleketlere rağmen tüm mistikakımların
ortak dilidir. “Sembol bir anlamda, soyut olanı somut olan vâsıtâsıyla
anlatmayı hedeflemektedir. Sembollerin bu genel karakteri de, onların diline,
zaman ve mekân kabına I sığmayan bir güç katmaktadır. Çünkü belirli bir dile
ulaşmış her dilin ötesinde, bir anlamda ‘dil ötesi bir dil’ olan sembolik ifade
ve anlatım, bu itibarla ‘rûhun’ bizimle ‘gerçek’
j
arasındaki evrensel aracılığı ve vâsıtâsıdır. Sembol, gerçek anlamda, görülen
bir sûrette görünmeyen bir hakikate işaret eder ve rûhun derinliğine, şuur
altodaki sahalarına kadar tesirler bırakıp birçok fikir ve duygulan uyandıracak
kadar kuvvetlidir. Ebedî olanın dünyevî şekle sokularak açıklanmasıdır.”57 58
Sembolik
düşüncenin insanın bir parçası olduğu görüşünde olan Mircea Eliade şunlan
söyler: “Simge (sembol), gerçeğin diğer tüm bilgi araçlarına meydan okuyan bazı
yanlarım açığa çıkarmaktadır (en derin olanlarım). İmgeler, simgeler, efsaneler
psikenin sorumsuz yaratılan değildir. Bunlar bir gerekliliğe cevap vermekte ve
bir işlevi yerine getirmektedirler, varlığın en gizli tarz değişikliklerini
açığa çıkartmaktadırlar. (.....) Zihin,
nesnelerin
nihâî gerçeğini kavramak için imgeleri veya simgeleri kullanıyorsa bunun nedeni
tam da gerçeğin kendim çelişkili bir şekilde göstermesi ve bunun sonucunda
kavramlarla ifade edilemez olmasıdır.”59 60
Sembolik
ifade denildiği zaman düşüncelerin, görüşlerin, duygulanıl vekavramların
değişik şekillerde canlı veya cansız objelerle temsil edilme durumu anlaşılır.
Sembolik dil, doğru ve yerinde kullanıldığında şiir, resim, müzik ve benzeri
alanlarda yeni [ ve
umulmadık ifade imkânları sağlar ve aşkın olana ilişkin kavrayışımızı açar.
Sembolik
ifâdelerin
kullanılması ihtiyacı, hakikatlerin tedrîcîliği ilkesi gereğince, derece derece
| anlaşılması, varlıkların zihnî ve rûhî bir teşevvüşe uğramaması, genel ve
yalm bir anlatım yolu olması, bazı hakikatlerin anlaşılmasında varlığın cehd
göstermesi gerektiği nedenlerinden ileri gelmektedir. İnsan, sonsuz (hakikat)
üzerine doğrudan doğruya teksif olamaz. Ancak Sonsuz’un simgesi üzerine teksif
olarak Sonsuz’a ulaşır.
Bilinçdışma
ulaşabilmenin en az mümkün olan yolunun, rasyonel düşünce biçimleri olduğunu
söyleyen araştırmacılar bu nedenle imâ, kinâye, sembolizm ve öteki iletişim
biçimleri aracılığıyla temas kurmaya çalışmanın çok önemli olduğunu
vurgulamaktadırlar.61
Ancak modern bilimsel bakış açısına sâhip olan insan, sembollerdeki maksadı
sezme duygusunu kaybetmiş olduğundan, modern bilim Gerçeğin duyu
üstü | boyutlarına
kapılarım kapatmış ve modem insan câhil bırakılarak muhayyilesi
kıstınlmıştır.62 Tabiat âlemi,
günümüz modem bilim taraftarlarınca, mânevi içeriğinden ve f sembolik îzâhmdan
soyulup kökeni ve hakikati salt doğal güçlere indirgenerek natüralist
ve
rasyonel düzlemde tanımlanmaktadır. Bunlar, zaman-mekân sistemindeki nesneler, i
olgular ve bunlar
arasındaki ilişki ve kavramlar labirentinde dolaşıp
durmaktadırlar.63 64
II. ŞİİR VE ŞİİR DİLİ
Ses
uyumu, vezin, kâfiye gibi güzellik öğeleriyle süslenmiş olup, güzel hayaller [ taşıyan
sanatlı sözler anlamına gelen şiir, kuvvetli heyecanlarla, yoğun duygularla
örülü edebî eserlerin hepsine verilen ortak isimdir. Şiir,
dilin ve insanın özüdür. Hatta insan rûhunun târihî süreçte ilk
faaliyet biçiminin şiir olduğu belirtilir.65 “Mevzûn ve mukaffâ ve manen güzel
tahayyülât ve tasavvurâtı câmi‘ kelâm.......şiir
söylemek, cehd ve tahsîl ile olmaz. îsti‘dâd-ı tabîî ile olur”66 şeklinde târif
edilen şiir, nesirle anlatılamayan yoğun
duyguların
dile getirilmesine uygun bir ifâde şekli olmasının yanısıra, bazı görüşlerin başkalarına
tâlim ve telkininde de etkili bir vâsıtâdır. İnsan, kendi kendini
tanımada, değerlendirmede ve ifâde etmede güçlük çeker,
Çünkü
insanın iç dünyasının zenginliği karşısında kelime hazînesi çok fakirdir. Bu
durumâdeta sonsuzun sınırlı olanla, sonlu olanla ifade edilmesi gibi bir
şeydir. On binlerce kelimeden oluşan bir dil, duyguların, ruh
hallerinin ifâde edilmesi noktasında yetersizkalmaktadır. Her kelimeye mecâz ve
sembolik mânâların da eklenmesi sûretiyle, ifadehususunda
dilin imkânları birkaç katma yükselmiş olsa da bütün bunlara rağmen, insanın ıçâleminin
zenginliği karşısında dil, yine âciz ve fakir kalmıştır. Bütün kâbiliyetine ve
zenginliğine
rağmen dilin imkânları sınırlıdır. İç dünyamızın zenginliği ise sonsuzdur.67
--1 III. TASAVVUFTA SEMBOLİK DİL VE
ŞİİR DİLİ
İslâmî
Türk edebiyatında hatta bütün şark edebiyatında geniş ve derin bir tesir icrâ
etmiş
olan tasavvuf edebi sanatlar içinde çok müessir bir rol oynamıştır. Tasavvuf
neş’esinden nasiplenmemiş bir Türk-İslâm şâiri, Türk edebiyatına vâkıf bir zât
yok denecek kadar azdır. Tasavvuf lisânında edebiyatın bütün esasları
görülebildiği gibi, özellikle ahengin fevkalâde bir sûrette kendini gösterdiği
muhakkaktır. Mesela, tasavvuf! motifler taşıyan bir
şiir okunurken mânâya nüfuz edilemese dahî âhengine hayran QA
kalmamak,
o şiirden gelen uhrevî mûsikîyi işitmemek mümkün değildir. Tasavvuf! şiirin en belirgin tarafı, kendine mahsus rûhânî ve İlâhî
bir edâ taşımasıdır. Tasannû ve söz oyunlarına rastlanmayan tasavvuf! şiirde yekpâre bir ruh, kendine has bir şekil, ahenk,
lirizm, konular ve ifâde tarzının olduğu gözlenir.67
68 69
Dîvân
şiirinin tasavvufla olan yakınlığı hemen bütün araştırmacılar tarafından
bilinen bir gerçektir. Dîvân edebiyatı içerisinde tasavvuf! unsurları
şiirlerinde kullanmamış şâir hemen hemen yok gibidir. Tezkireler üzerinde
yapılan araştırmalar, dîvân şâirlerinin tasavvufa olan ilgilerini ve tarikat
bağlantılarım ortaya koymaktadır. Hatta tasavvuf ve tarikatla doğrudan ilişkisi
olmayan şâirler ve eserleri üzerinde dahi hâkim bir tasavvuf! etki olduğu belirtilmektedir. Tasavvuf! düşüncenin
câzibesi fikir, edebiyat ve sanat sahalarında geniş bir etki meydana getirmiş,
asırlar boyunca şâirler eserlerinde bu İlâhî hakikatleri terennüm etmişlerdir.
Bu sebeple tasavvuf, edebiyat alanında emsalsiz ifâde biçimleriyle yer
almıştır. Aynı zamanda edebî sanatlarla uğraşan eski şâirler, bütün fikirleri
ve akideleri sembollerle ifâde eden tasavvuftan çok istifâde etmişlerdir.70
Sûfî
şiiri daha tabiî ve spontanedir. Tasavvuf ehli
arasında şiir yazmak bir gelenek hâline gelmiştir. Mutasavvıflara göre
tasavvuf! şiirin kaynağı “ilhâm-ı ilâhî”dir; tasavvuf!
semboller ise “âlem-i misâl” dendir.71 İlâhî tecellîlerle,
sürekli bir hareket hâlinde olan sûfînin gönlünden lisânına doğru, kapalı ve
sembolik ifâdelerden oluşan sırlarla dolu ifâdeler dökülür. Hatta sûfîlerin en
çok tenkîd edildikleri konulardan birisi de bu vecd hâlinde dile getirdikleri
“şatahat”72 tâbir
edilen sözlerdir. Sûfîlerin, “cem‘” (tevhîd-i zâtî, fenâ fillâh) makâmını
yaşarken “sekr” hâlinde söyledikleri meczûbâne ve sûfîyâne sözlerle, bu makâmın
hakikatlerini remzi olarak anlatan şiirler olarak bilinen şathiyye, Türk
edebiyatma, şâirlerin bâzen âdeta Tanrılaştığı, bâzen de Tanrı ile teklifsiz
konuştuğu
sıra
dışı şiirleri içinde barındıran önemli bir tür olarak girmiştir. Şathiyyelerde
ve diğer tasavvuf! şiirlerde görülen sembolik
motifler, söyleyenin melekûtundan ortaya çıkmaktadır. Birer melekûtî değer olan
rüyâ motifleri ile şathiyyelerdeki motifler bu noktada benzeşirler. Rüyâ
âlemindeki unsurlar nasıl birer “temessülât-ı ilâhiyye” kabûl edilmekte ise,
tasavvuf! manzumelerdeki unsurlar da bunun gibi birer
ilâh! temessülâttır.
Buna
göre bu metinlerde, tıpkı rüyâ tâbir eder gibi açıklanmaya muhtaçtır.
Bir
sûfî şâirin dîvânı ele almdığmda belki de göze çarpan ilk husus şiirlerdeki
yoğun sembolizmdir. Bu sûfî dîvânlarında hemen hiçbir lirik şiir yoktur ki onda
sevgilinin kaşından, gözünden, boyundan, saçından söz edilmesin; şaraptan,
sarhoşluktan, meyhâneden vurulmasın; puthâneden, kiliseden, tapmaktan
bahsedilmesin. Klasik tasavvufî edebiyatın en belirleyici özelliklerinden olan
bu mecazlar karşısında akla gelen ilk soru şüphesiz, sûfîlerin neden bu
sembolleri ve mecaz dolu ifadeleri kullandıkları, bu şekilde dolaylı ifade
yollarım seçtikleridir.
Klâsik
şiirde şâirler, mecâzî aşk ile hakîkî aşk arasında güçlü bağlar olduğunu
sezerek, okuyucuyu mecâz ile hakikat arasmda gezdirirler.73 74 75 76 77 Tasavvuf
edebiyatmda da, hakikati mecaz ile örterek anlatmak, zaruretlerin doğurduğu bir
gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ‘örtme’ (setr) yöntemi Kur’an’da da
bulunmaktadır. Sûfîler bu yöntemi İlâhî uygulamadaki hikmete ters düşmemek için
benimsemişlerdir. Mahmûd-ı Şebüsterî bu konuda şunları söyler: “Bu âlemde
görünen her şey, o âlem güneşinin aksi gibidir. (....)
Bu duyulan sözler, duygularımızla duyup bildiğimiz şeylere delâlet eder. O
yüzden evvela duyup bildiğimiz şeyleri göstermek üzere söylenmişlerdir. Mânâ
âleminin sonu yoktur. Söz, onun sonunu nereden görecek, nasıl ifâde edecek?
Zevkten meydana gelen mânâyı söz nereden anlatacak? Gönül ehli olanlar, mânâyı
anlatırken bir benzeriyle söylerler.”78
Günlük
dilde kullandığımız kelimeler ve onlarla oluşturulan terkipler, günlük iletişim
amacına en uygun düşecek ve herkes tarafından rahatça kullanılabilecek şekilde
oluşturulurlar. Ancak bu boyutta bile birtakım boşlukların
olabileceğine dikkat çeken Toshihiko Izutsu şunları söyler: “Ludwig
Wittgenstein’m kaydettiği gibi, şayet biri Blanc Dağı’nm kaç metre yüksekte
olduğunu bildiği halde onu söyleyemezse, doğal olarak şaşırırız; ancak biri
klarnetin nasıl bir ses verdiğim bildiği halde onu söyleyemezse durum farklıdır,
zira klarnetin nasıl ses verdiğine ilişkin bilgi tasarrufumuz altındaki
kelimelerin olağan terkibiyle gereken şekilde tasvir edilebilecek bir şey
değildir. Kuşkusuz durum, ampirik tecrübe
boyutuna ilâve olarak, ampirik boyutu aşan mânevi ya da tasavvufî bilincin
sahihliğini tanıdığımızda daha da vahim hâle gelir. Sûfî,
kendisini söz aracılığıyla ifâde etmek veya şahsî müşâhedelerini tasvir etmek
istediğinde, bildiği şey ile fiilen söyleyebileceği şey arasındaki ciddi
farklılıktan kaynaklanan tüm dilsel sorunlarla zorunlu olarak yüzleşmek
durumundadır.”79 80 Bu durum
karşısında sûfîler, dildeki bu yetersizliği bir ölçüde giderebilmek için
sembolik ifâde biçimini kullanmışlardır; hemen her dönemde bir semboller
sistemi inşa etmişler ve ona sığınmışlardır. “Kelime, maddî ve duyulur
şeyler (mülk) dünyasına âittir, oysa gerçek anlam, maddî olmayan bir âlem
(melekût) ile ilgilidir. Her bir kelime, arkasında bulunan geniş anlam dünyası
ile karşılaştırıldığında, önemsiz, küçük bir noktadan başka bir şey değildir.
Kelime, insan zihninin kendisi aracılığıyla sınırsız bir anlam alanına adım
attığı dar bir kapıdan ibârettir. Ayrıca anlam, tâbir câizse, hayat sâhibi bir
şeydir. O, sâbit değildir. Kendisine işâret eden kelimeden tamamen bağımsız
olarak anlam, insamn tecrübe ve bilincinin derinlik derecesine göre, sanki
kendiliğinden şaşırtıcı bir esneklik geliştirir. Bu tür bir niteliğe sâhip olan
anlam, elde mevcut olan kelime kalıbına dökülür. Bu şekilde kullanılan bir
kelimeyi dışarıdan gözlemlemek suretiyle, onunla aktarılmak istenen anlamın
genişlik ve derinliğini yargılamak neredeyse mümkün değildir. Bir kelime
kalıbına dökülen anlam derin bir tasavvufî tecrübe ile desteklendiğinde bu
durum özellikle doğru olur.” Izutsu, anlamın derinliğine dalabilmek için mevcut
kelimenin ancak bir sıçrama tahtası olarak kullanılması gerektiğini, sırf
kelimeden hareketle anlaşılmaya çalışıldığı sürece anlama ulaşılamayacağım
söyler.
Sûfîler,
tasvir edilmesi ve ifâdelere dökülmesi çok zor haller içinde, varlığın
hakikâtine dâir derûnî tecrübeler yaşarken bir takım mânâlara müdrik olurlar.
İşte bütün bunları anlatmaya çalışan sûfî, bazen herkesin kullandığı kelimeleri
ve ifâdeleri kullanmak zorunda kalsa da, çoğu defa bu hakikatleri dile
getirirken sembol ve işârete dayalı üslûbu tercih eder. Sûfî, İlâhî aşkın
cezbesine kendisini kaptırmış kişidir. Onun bu aşkla yoğrulmuş hâline en uygun
ifâde biçimi de sembolik dildir, şiir dilidir. Kullandığı bu üslûp ile muhatabı
üzerinde daha tesirli bir durum meydana getirir. Çünkü remizli ifâdelerde
sihirli bir yön vardır; hayal ve vicdânı harekete geçirir, doğrudan kalple
irtibat kurar. Tekrarında ise tesiri artar, mânâlar açıklık kazanır.81 Ayrıca işârî
anlamlar taşıyan sûfîyâne ifâdeler, Latince “logos spermatikus” (dölleyici kelâm) denilen veciz, etkileyici ve esrarlı bir
üslûp taşır.82
Mânevi yolculuğu sırasında yaşadığı tecrübeleri ifâde ederken sembol ve remz dilini
kullanmak zorunda kalan sûfînin bu ifâdelerini yorumlamak (te’vîl), zâhir
anlamlardan bâtınî mânâlara geçme durumu hâsıl olmaktadır. Belki de edebî şerh
geleneğimizdeki en geniş külliyâtı, tasavvuf! manzûmeler üzerine yazılmış
şerhlerin oluşturmasınm bir sebebi de budur.83 Zira mânâ âleminde seyreden aşk ehli sûfîler,
söylemeye cesaret edemediği ya da söylemek istemediği ancak ifşâ etmekten de
kendini alıkoyamadığı sırlarım ancak başka varlıktan kullanmak suretiyle onlara
söyletmekte ve bu şekilde dolaylı ifade yolunu kullanmaktadır. Sûfîler bu
âlemi, ezelî ve ebedî sevgilinin mutlak cemâlinin yansıdığı bir ayna olarak
gördükleri için her yerde ve her şeyde O’nun güzelliğini temâşâ ederler.
Sûfîlerin bu güzelliğe ve mükemmelliğe düşkün halleri onların, süfli ve şehevî
duygulardan arınmış bütün benliklerini kaplamaktadır. Güzel olan her şeyin
şiirlerine çokça girmesinde ve beşerî güzelliklerin tasvîr edilmesinde onların
bu güzelliğe tutkun hallerinin büyük rolü vardır.84
·
IV. MUHYİDDÎN İBNU’L-ARABÎ’DE
SEMBOLİK DİL VE ŞİİR DİLİ
“Ey
benim can dostum! Allâh seni RûhuT-KudüsTe teyîd etsin ve seni anlayışlı
kılsın. Bil ki simgeler (rumûz) ve lügâzlar kendileri için istenilen bir şey
değildir; onlar simgeledikleri şeyler için istenir. Ve onların Kur’an’daki
örnekleri, ibret âyetlerinin tümüdür ve onlar hakkında bir uyandır. Örneğin,
Allâh’m şu sözü: “îşte biz, bu temsilleri (emsâl) insanlar için getiriyoruz;
fakat onlan ancak bilenler düşünüp anlayabilir.” (Ankebut, 29/43). Görülüyor ki
buradaki “emsâl” kelimesi, kendisi için istenildiğinden dolayı gelmemiştir,
onunla neye temsil getirildiği ve ondan hangi misâl verildiği bilinsin diye
gelmiştir. Yine Allâh Teâlâ’nm şu âyetinde buyurduğu gibi: “O, gökten su
indirdi de vâdîler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel üste çıkan bir
köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası veya başka eşya yapmak isteyerek ateşte
erittikleri şeylerde de buna benzer köpük olur. îşte Allah, hak ile bâtıla
böyle misâl verir; köpük atılıp gider.” (Ra‘d, 13/17) dolayısıyla Allâh onu
bâtıl gibi yapar, tıpkı “Hak geldi, bâtıl yok olup gitti” (îsrâ, 17/81)
âyetinde buyurduğu gibi; sonra devamla şöyle buyurdu: “İnsanlara fayda veren
şeye gelince, o yeryüzünde kalır.” Allâh bunu hakka misâl olarak vermiştir.
“îşte Allâh böyle misâller getirir” (Ra‘d, 13/17).”97 İbnu’l-Arabi,
Kitâbu’l-Abâdile isimli eserinde şunlan söyler: “ Alemdeki
her hakikat bizi İlâhî bir hakikate yönelten bir işârettir ve zaten âlemdeki
bir hakikat ancak işaret ettiği bu İlâhî hakikate istinâden varolmakta,
nihayetine ulaştığında yine ona dönmektedir.”98
Sembol
ve işaret diliyle konuşmak, hakikatin bâtınî boyutunu keşfeden bütün muhakkik
sûfîler gibi İbnu’l-Arabî’nin de tercihi olmuştur. Mutasavvıflara göre insânî
dil, İlâhî dilin bir yansımasından, tecellîsinden başka bir şey değildir. Bu
insânî dil, zâhirî anlam boyutuyla kullanıldığı kadar, bâtınî, İlâhî anlama da
işâret etme özelliğine sâhiptir. Zâhirde olan, simge’dir ve bu simge olmaksızın
simgelenen’e geçilemez.85
Bir varoluşsal tecrübe olarak mîrâcmı yaşayan sûfî, âlemin zâhiriyle olan
ilişkilerinden tedricen sıyrılarak âlemin bâtınına nüfuz eder. Bu esnada
bulunduğu makamlarda, birtakım marifetler elde etmesiyle birlikte duyu
özelliklerinin nitelik değiştirmesi ve boyut kazanması sayesinde İlâhî dile âit
bazı şifreleri çözme noktasına ulaşır. îşte bu noktada sûfînin sıkıntısı, bir
taraftan elde ettiği marifetlerin kendi insânî dilinden geniş olması, diğer
yandan da onun bildiği hakikatleri idrâk edebilme seviyesinden çok uzak
olanlara bu hakikatleri bildirme endişesidir. Bu konuda İbnu’l-Arabî şunlan
söyler: “ Halk nezdinde durum böyle olunca, onlar (İslâm büyükleri) Allâh
katmda sahip oldukları büyük payı gizlemek zorunda kalmışlardı. Onlara (halka
ve fukahaya) merhametimizden dolayı, Allâh katındaki durumumuzu gizlemek
suretiyle, biz de onların yoluna uyduk. Nübüvvet, düşmanlıklarını çekmemek
için, çoğunluğa yalmzca akıllarının taşıyabileceği kadarım açıklamıştır. Aksi
takdirde, sâdık haberi yalanlayabilirler ve bu yüzden başlarına felaketler
gelebilirdi. Sonra sahabe neslinden selef-i sâlihîn de aynı tarz üzere hareket
ettiler ve “heybet” makâmmdan “mîzah” makamına tenezzül buyurdular. (....) Muamelelerini zâhiren yaptılar, ama sâhip oldukları
korunmuş bilgiyi sır olarak sakladılar. Kendilerine, herkesin bilmediği
konularda
M
Ibnu’I-Arabî, el-Fütûhât, 26. Bab, c. III, s. 196, thk.,
nşr, O. Yahya, Kahire 1974.
Michel
Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman Muhyiddin İbn Arabi, ter. Atila Ataman, s. 58,
İstanbul 2003. uyanış
bahşedilince, bunu bazı örtülü ifâdelerle dile getirdiler. Ebû Hureyre: “Onu
açıklayacak olsaydım, şu boynum vurulurdu” derken, îbn Abbâs da şöyle demişti:
“Şayet onu açıklayacak olsaydım, aranızda taşlanan bir kâfire dönerdim.”85 86
“Hayâlin
yerini bilmeyenlerin hiçbir şey hakkında bilgileri de yoktur” Bu ifâde
İbnu’l-Arabî’nin hayal’e (misâl) ne kadar önem verdiğini vurgulamaktadır.
Sembol (remz) ve şiir kavramlarının hayalle olan yakın bağlantıları
düşünüldüğünde İbnu’l-Arabî’de sembol ve şiiri anlamak için önce misâl’in çok
iyi anlaşılması gerekir. Şeyh-i Ekber’de hayal kavramının
detaylı incelemesini yapan William Chittick, hayâlin iki gerçeklik veya iki
âlem arasında bulunan ve her ikisine göre tanımlanması gereken bir berzah
olduğunu söyler.87
Hayâlin Allâh’tan başka her şeyle ilgili olduğunu çünkü varlık âleminin mutlak
vücûd ve mutlak yokluk arasında bulunduğuna dikkat çeken Chittick şunları
söyler: “ ‘Allâh vardır’ dediğimizde, aynı şeyi aym anlamda âlem için
söyleyemeyiz; bu nedenle âlem “varolmayan” (ma‘dum) olarak görülmelidir. Öte
yandan, âlemin bir anlamda varolduğunun farkındayız, öyle olmasaydı burada âlem
hakkında konuşuyor olamazdık. Sonuç olarak âlem, ne varolan ne de varolmayan ya
da hem varolan hem de varolmayan bir şeydir. Üstelik,
“Allâh’tan gayrı” olmasına rağmen âlemin Allâh hakkında bizlere bir şeyler
söylediğini biliriz, çünkü Allah’ın âyetleri âlemde sergilenir. Başka bir
ifâdeyle âlem, bir anlamda Allâh’m kendini görünür kılması veya tecellîsidir. Bu nedenle Şeyh, âleme “hayal” derken, Allâh’tan gayrı her şeyin
iki anlamlı durumlarım ve aynadaki görüntünün aynaya bakan bir kimsenin
gerçekliğini göstermesi gibi âlemin de Allâh’ı sergilediği gerçeğini düşünür.”88 Hayâl, rûhânî
şeylerle cismânî şeyler arasında bağlantı kurmayı sağlayarak, görünmeyen ama
varolan gerçekliklerin, görünür dünyaya âit nitelikler taşımasına imkân tanır. Mânâlar
hayâle nüzûl ederek sûret kazanır. Oradan da dilin sağladığı imkânlar doğrultusunda
ve daha ziyâde sembolik ifâde formunda dile getirilir. “Hem peygamberler hem de
şâirler, Kur’an diliyle söylersek “benzerler getirmektedirler” (darb-ı mesel).
Mesel kelimesi, misal (imge) kelimesiyle aym kökten gelir ve eş anlamlı olarak
kullanılırlar. Konuşmacı, bir konuyu açıklamak için uygun bir misâl, imge veya
sembol kullanır. Yerinde, uygun benzerler getirmek iyi şâirlerin göze çarpan
özelliklerinden biridir. Tabiî ki Allah benzerler getirmede herkesten daha
ustadır. En son analizde âlem, Rahmân’m Nefesi’nde üretilmiş sonsuz kelimeler
toplamı olmanın yanında, Allah’m getirdiği sayısız benzerler toplamıdır. “ İşte
Allah hak ile bâtıla böyle misâl verir; köpük atılıp gider. İnsanlara fayda
veren şeye gelince o yeryüzünde kain?. İşte Allâh
böyle misâller getir” (Ra‘d, 13/17).89 Vahyedilmiş kutsal metinler sembollerle,
misâllerle doludur. Sırf aklî yaklaşımların anlama noktasında çaresiz kalacağı
bu mesajlar ancak hayâlî anlayış ve bilişi gerektirir. Burada şiirin oynayacağı
rolün, Allâh’ın tecellîlerinin idrâk edilmesini ve kavranmasını sağlamak
olduğunu söyleyen Chittick şu husûsa dikkat çeker: “Allâh’m onlarla
görülebileceği ‘iki göz’ün, yani akıl ve hayâlin bir temsilcisi olan İbn Arabî,
şiirin öğretici gücünü asla göz ardı etmez. Aynı zamanda Şeyh, imgenin
gerçekten anlaşılmasının hem yaşayan, canlı bir görüşü gerektirdiğinin hem de
buna ulaşmanın doğru bir aklî görüşe ulaşmak kadar zor olduğunun tamamen
farkındadır. Hayâl âlemini idare eden ilkelerin keşfi sadece peygamberlere ve
Allâh’m dostlarına verilmiştir. Buna göre şiirlerini açıklayabilme fırsatı
bulmasını Şeyh’in neden faydalı gördüğüne şaşırmamalıyız.”90
İbnu’l-Arabi’nin
eserlerinde, bazı remzî ve mecâzî anlatımlarda şiiri tercih ettiği ve ifâdesini
nesirden nazma çevirdiği göze çarpar. Dîvân ve Tercümânü’l-eşvâk gibi tamamı
şiirden oluşan eserlerinin satır aralarına yerleştirilmiş bolca şiir vardır.
Mesela 560 bölümlük el-Fütûhât’da 7102 beyit şiir yer almaktadır ki bu sayı
Dîvân’m birkaç katı tutmaktadır. “İbnu’l-Arabî’ye göre şiir, şâire felek-i
Zühre’nin ve Yûsuf Peygamber’in (a.s.) bir hediyesidir. Kendisi de miracında
böyle bir hediye ile taltîf edilmişti... Yine ona göre âlem-i hayâl ile şi‘rî
tahayyül arasında irtibat vardır. Yine bir gün yakaza hâlinde iken bir melek
kendisine gelir ve ona bir parça beyaz nur getirir. Bunun ne olduğunu
sorduğunda melek “Şuarâ Sûresi” olduğunu söyler. Bir şiir defteri olan
Dîvânu’l- maârifin yazılmasının sebebi işte bu olay ve bu sûredir.”91 Hz. Yûsuf un yeri
Venüs’ün bulunduğu üçüncü gök küredir. Sâlik buraya ulaşınca, tâbir ilminin en
büyük üstadlarmdan olan Hz. Yûsuf, tahayyül ve hayâlî sûretlerle, sembollerle
alâkalı ilimleri yolcuya verir. Aynı zamanda bu makâm, şâirlerin ilhâm
aldıkları yerdir.
O
halde İbnu’l-Arabî’ye göre şiir veya şâirligin bir makâm işi olduğunu söylemek
pek de yanlış sayılmaz. Sûfî için şiir, belli bir mertebeye ulaşmak süreriyle
elde edilen mânevi ve İlâhî bir ilimdir. Ancak bu makâma erişen kişi bu ilme
sâhip olur; sembolik dili kullanır, şiir diliyle konuşur. Bizzat şâhid olduğu
hakikatleri sembollerle, remizli ifâdelerle dile getirir. Bir başka deyişle
görünmeyen âlemin gerçekliklerini görünür âleme, bu âlemin sûretleri üzerinde
şifreleyerek aktarır. îşte sûfî dilde şiirin taşıdığı hakîkî anlam budur.
İbnu’l-Arabî
âlem-i hayâl’de, müşâhede ve keşf ettiği hakikatleri, muhataplarına onların
anlayabileceği bir dille anlatmak ister. Bunu yaparken o, sırf zihnî ve aklî
dili kullanmaz. îlâhiyatm rasyonel ve soyut dili, İlâhî tecellîleri ifâde
edemez. Hayâlin rasyonel ve soyut îzâhı, muhatabı tecellînin hakikatine
yaklaştıracağı yerde tam tersine uzaklaştırır.92
Varlık
ve Vücûd’a dâir açıklamalarda bulunurken İbnu’l-Arabî çoğu defa remizler ve
istiârelere başvurur. Bir bakıma zorunlu olan bu tavrın nedeni, onun da birçok
yerde belirttiği gibi, Vücûd’u ve mevcûdâtm zuhûra gelişinin mantıkî ve zihnî
olmaktan ziyâde tamamıyla sırrî, keşfî ve mânevi bir konu olması gerçeğine
binâen beşer idrâkine ancak bir takım sembollerin yardımıyla sunulabilir
olmasından dolayıdır. îç-dış (zâhir-batın) sembolizmi,
buhar—>bulut—>su—>buz sembolizmi, çekirdek—>ağaç sembolizmi, semâvî
nikâh sembolizmi, semâvî Âdem-Havvâ sembolizmi, kuş sembolizmi, birlik-çokluk
(vahdet-kesret) sembolizmi, ışık-gölge (nûr-zıll) sembolizmi, renk sembolizmi,
ayna-akis sembolizmi, nokta-dâire sembolizmi, harfler sembolizmi (ilm-i hurûf)
gibi sembolik ifâde biçimlerine ilâve edilebilecek daha birçok sembolik anlatım
türü onun eserlerinde mevcuttur.107 “Saf metafiziğin dili zâten
ancak semboliktir. Bilginin objesi ancak sıradan, pratik akıl düzeyine
inildikçe sembolizmden müşahhas ve düz ifâdelere doğru kayar. Bu sebepten
Şeyh’in sisteminde de bu sembolik anlatımların çok önemli bir yer işgâl ettiği
görülecektir. Yalnız, maksadı her ne kadar güzel aksettirirse ettirsin bu çeşit
bazı temsil ve teşbihleri, neticede hep bizim içinde bulunduğumuz şehâdet
âleminden (görünürler âlemi) alınmış örnekler olacağından bunların o müteal
“mânâ”yı, bizim her yönden sınırlı aklımızın mahsûsâtı içerisinde aynen ve
tamâmıyla aktarabilmesi de beklenmemelidir. Bu yüzden mesela bir misâl, o
hakikatin bir yönünü anlamamız için bize yardımcı olurken diğer bir yönünü anlamak
için ise başka bir misâlin yardımına başvurmamız gerekebilir. Getireceğimiz
misâller ne kadar çok olursa olsun neticede o nihâî olanın hep bir veçhesini
anlatmış olacağmdan yine de onun hakkında hâlâ bilemediğimiz birçok veçheler
kalacaktır. Mücerred İlâhî hakikatlerin bu şekilde sembolik bir tarzda anlatımı
beşerî idrâk nokta-i nazarından bakıldığında anlamaya yardımcı terbiyevî
yöntemlerden oldukları için târih boyunca birçok metafizik mektep tarafından
kullanıldıkları da bilinmektedir. Çünkü çocuklar ancak meseller ve oyunla
öğrenirler. Ayrıca bugün tiyatro (Temsil), resim, vb. gibi birçok sanat dalının
da târihte ortaya çıkmasına hep bu hakikat sebep olmuştur, bizim kültürümüzde
de gerek dîvân, tekke ve halk edebiyatımızın temelinde ve gerekse mîmârîmiz
gibi diğer geleneksel sanatlarımızda hep bu mücerred tasavvuf! Hakikatler
sembolizminin
yatmakta olduğu görülecektir.”
Üçüncü
Bölüm
TERCÜMÂNÜ’L-EŞVÂK
VE EZ-ZEHÂİRU’L-A‘LÂK
·
I. İBNÜ’L-ARABÎ’NİN
TERCÜMÂNÜ’L-EŞVÂK VE EZ-ZEHÂİRU’L-A‘LÂK’I
İbnu’l-Arabi’nin
eserlerini genellikle nesir tarzında yazdığını ancak nazma da ayrı bir önem
verdiğini söylemiştik. Mensur eserlerinin satır aralarına serpiştirdiği
şiirlerinin yanısıra müstakil manzum eserleri de bulunmaktadır ve
Tercümânü’l-Eşvâk da bunlardan biridir. Altmış bir şiirin yer aldığı bu kitabı
yazmasının hemen ardından bizzat kendi şiirlerini şerhettiği ez-Zehâir
ve’l-A‘lâk isimli ayn bir eseri de kaleme almıştır. Şiirler ve şerhleri
müstakil eserler olarak yazılmasına rağmen, açıklaması olan şiirler şerhinden
bağımsız olarak düşünülemeyeceğinden olsa gerektir ki bu iki eser genellikle
birlikte anılagelmiş ve ele alınmıştır. Biz de bundan dolayı bu iki eseri bir
başlık altmda incelemeyi uygun gördük.
ez-Zehâir
ve’l-ATâk’m kütüphane kayıtlarına bakıldığında yazma ve matbu nüshalarının
Türkiye ve diğer bazı yabancı ülkelerin kütüphânelerinde bulunduğu
görülmektedir. Bu eser muhtelif şekillerde isimlendirilmiştir: “Fethu’z-Zehâir ve’l-ağlâk
fî şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk”, “Şerh-u Tercümâni’l-Eşvâk”, “ez-Zehâir ve’l-ATâk
fî şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk”, “Zehâiru’l-ATâk şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk”,
“Zehâiru’l-ATâk”. Osman Yahya’nın, İbnu’l-Arabi’nin eserleri üzerine yaptığı
bibliyografik çalışmanın ez-Zehâir ve’l-ATâk kısmında müellif nüshası kaydı
yoktur. Konuyla alakalı diğer çalışmalarda da müellif nüshası olan bir kayda
rastlanmamıştır. Ancak Osman Yahya’mn çalışmasında, Evkaf Müzesi (Burası
kuvvetle muhtemel bugün İstanbul’da bulunan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’dir),
1713 kayıt numarasıyla yer alan h. 873 tarihli nüshanın, asıl nüshadan istinsah
edilmiş olduğu bilgisi mevcuttur.93 Süleymâniye Kütüphânesi’nde ve diğer
kütüphanelerde bulunan bazı yazma nüshaları şunlardır:
·
1.
Ayasofya, nr. 1724, 70 vr., Nesih.
·
2.
Ayasofya, nr. 1723, 95 vr., Ta’lik, 835.
·
3.
Fatih, nr. 5322,118-151 vr., Nesih.
·
4.
Hamidiye, nr. 1140, 80 vr., Ta’lik.
·
5.
Şehid Ali Paşa, nr. 1230, 179 vr., Nesih.
·
6.
Şehid Ali Paşa, nr. 1229, 114 vr., Nesih, Müstensih:
İbrahim b. Muhammed.
·
7.
Lâleli, nr. 1398, 97 vr., Nesih.
·
8.
Lâleli, nr. 1397,122 vr., Nesih, Müstensih: Ahmed.
·
9.
Reşid Efendi, m. 351,17-54 vr., Nesih.
·
10.
Esad Efendi, nr. 1512, 97 vr., Nesih, 611.
·
11.
Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 501, 86 vr., Ta’lik, Müstensih: Mehmed Fethullah
·
12.
İstanbul Üniversitesi Merkez Ktp., Arapça, nr. 3466,
78 vr., Ta’lik.
·
13.
-----------------------------------------,---------, nr. 3184, Nesih.
Tercümânü’l-Eşvâk
yukarıda da belirtildiği gibi türkçeye çevrilmiş ancak ez-Zehâir ve’l-ATâk
tercüme edilmemiştir. Ancak her iki eser üzerinde yabancı araştırmacılar
tarafından gerek kitap gerekse makâle türünde ciddi çalışmalar yapılmıştır.94
İbnuT-Arabî,
Tercümânü’l-Eşvâk’ın önsözünde, Şeyh Mekînüddîn ve kızı Nizâm ile, 598 senesinde Mekke’de karşılaştığım haber verir. Ancak
İbnuT-Arabî araştırmacılarının bazıları bu tarihin aynı zamanda telif tarihi
olmadığı görüşündedir. Claude Addas, İbnu’l-Arabî’nin,
şiirlerin ilham kaynağı olan Nizâm’la bu tarihte tanışmış olmasına rağmen,
Nicholson’m, eserin yine Mekke’de ancak 611 senesinin Recep, Şaban ve Ramazan
aylarında yazıldığı fikrine katılır ve buna bir iki delil gösterir.95 İbnuT-Arabî bu
sıralarda elli- elli bir yaşlarındadır ve bunu haber veren bir mısra da
şiirlerden birinde yer almaktadır:
Elli
yıldan sonra dedim kendi kendime:
Uzun
uzun düşünmekten döndüm bir kuş yavrusuna112
Eseri
yazma sebebi, Ka‘be’de tavaf esnasında karşılaştığı bir kız ve aralarında geçen
konuşmadır. İbnuT-Arabî bir gece vecd halinde Ka‘be’yi tavaf ederken kendisine
bazı beyitlerin ilham olduğunu ve onları sesli olarak okuduğunu söyler. Tam o
sırada omzuna bir elin dokunduğunu hisseder ve arkasını döndüğünde güzel yüzlü,
tatlı dilli, kibar ve zarif, edep, marifet, ilim ve güzellik yönünden bütün
akranlarının fevkinde olan Rum kızlarından biriyle karşılaşır. Kızın
"Efendim, ne söylüyordunuz?" sorusu üzerine söylemiş olduğu dört
beyti tekrar eder ve kız her bir beyti teker teker yorumlar. Genç kızın bu
müdrik halinden hayrete düşen İbnu’l-Arabî ona ismini sorar ve “ Kurretu’l-Ayn”
cevabım alır. İbnu’l-Arabî ona selam verip yanından ayrıldığım ve daha sonra
onu tanıyıp 11 o •
onunla
sohbet ettiğini bildirir. İbnu’l-Arabî’nin “Aynu’s-Şems” lakâbıyla andığı ismi
Nizâm olan bu kız, Mekke’ye geldiğinde tanıştığı Mekke imamı Şeyh
Mekînüddîn’in kızıdır. İbnu’l-Arabî bu tanışmayı şöyle anlatır:
"598
senesinde Mekke'ye vardığım zaman orada faziletli insanların bulunduğu bir
toplulukla, aralarında erkeklerin ve kadınların olduğu ediblerin ve sâlihlerin
büyüklerinden oluşan bir cemaatle karşılaştun. Hepsi de
fazilet sahibi insanlar olmasına rağmen, onlar arasında kendi nefsiyle meşgul
bir halde bulunan, dünüyle bugünü arasında geçen olayları değerlendirip
muhasebesini yapan, makâm-i îbrâhim’de imam olan Mekke sakinlerinden âlim, Şeyh
Mekînüddîn Ebî Şücâ' Zâhir bin Rüstem bin Ebi'r-Recâ el-Isfahânî - Allah ona
rahmet etsin-’yi ve onun kız kardeşi, Hicaz’m yaşlı kadm âlimi Fahrunnisâ bintu
Rüstem gibi birini görmedim. Biz Şeyh Mekînüddîn’den Ebû îsâ
et-Tirmizî’nin hadis konusundaki kitabım ve daha birçok kitabı, faziletli bir
toplulukla birlikte ondan dinleyerek okuduk. Edebin hâkim olduğu sohbet meclisi
adeta bir bahçe gibiydi. Allah ona rahmet etsin insânî ilişkilerinde son derece
zarif ve latîf idi. Meclisinde bulunanlar ondan mutlaka faydalanırdı;
insanlarla ünsiyeti son derece hoş idi. Allah kendisinden razı olsun her zaman
faydalı bir işle meşgul olurdu; ancak kendisini ilgilendiren bir konu olursa
konuşurdu. (......) Bu şeyhin bekar
bir kızı vardı. Göz kamaştırıcı ve asil görünümlüydü; onu görenler
hemen
ona tutulurdu; bulunduğu ortamı zinetlendirir herkesi kendisine hayran
bırakırdı. Bu kızın adı Nizâm, lakâbı ise Aynu’ş-şems ve’l-Bahâ idi. Âbid,
âlim, seyahati çok seven, ibadete düşkündü. Mekke ve Medine’nin önde gelen
hanım âlimlerindendi. Dış görünüş bakımından İraklıları andırırdı; uzun uzun
konuşsa yorardı; veciz konuşsa aciz bırakırdı; edebî ve fasih konuşsa açıklığa
kavuştururdu; eğer nutuk verecek olsa Kuss bin Sâide onun yanında dilsiz gibi
kalırdı; cömertlikte bulunsa Man b. Zâide ona yetişemezdi; eğer vefa gösterecek
olsa Semevel onun yanında geri çekilirdi. Eğer nefisleri zayıf, kolayca
kötülüğe kayan, bozuk düşünceli, hasta ruhlu insanlar olmasaydı, Allah’m,
yaratılışı sırasında ona bahşettiği sîret ve suretindeki güzellikleri bir bir
açıklardım. O, gökyüzündeki yağmur bulutlarının bahçesiydi; âlimlerin güneşi,
ediblerin bahçesiydi; açılmamış, mühürlü bir hokkaydı; bir manzumenin merkez
noktasıydı; zamanının eşsiz örneğiydi; asrının en
·
112
İbnu’l-Arabî, Tercümânü’l-Eşvâk (Şerhle birlikte), s. 143, Beyrut 1966.
değerli
kızıydı. Cömertliği bol, himmetleri yüceydi. Anne ve babasının efendisi,
cemiyetin en şereflisiydi. Meskeni Mekke’nin Ciyâd semtiydi; evi oranın
gözbebeğiydi, sanki gönlün merkeziydi. Tihâme onunla aydınlanırdı; bahçedeki
çiçekler ona komşu oldukları için tomurcuklarım açarlardı; onun taşıdığı
inceliklerden ve zarifliklerden ötürü, marifet kokulan yayılırdı; onun ilmi,
ameliydi; üzerinde meleğin dokunuşu, melikin himmeti vardı. Biz, halasının ve
babasının sohbetinde bulunduğumuz gibi onun zât-ı kerîminin sohbetine de
iştirak ettik. Bu nedenle biz, bu kitabımızdaki şiirlerimizde onu, saf ve temiz
bir lisanla, ona en lâyık gazel ibâreleriyle, kolyelerin en güzeli olarak
dizdik. Fakat yine de onun sevgisinin büyüklüğüne, bilgisinin kadimliğine,
mânâsındaki lâtîfliğe dâir gönlümde bulunanları tam olarak açıklayamadım. Zira
o, benim arzumdu ve umudumdu; o, el değmemiş tertemiz bir kızdı. Ancak ben bu
şiirlerde bende bulunan hazînelerden bazı özlem ve arzu dolu duygulan
(ez-Zehâir ve-l’A‘lâk) nazmettim. Bu şekilde içimdeki özlem ve arzuyu açığa
vurmuş ve bu ilgi ve alâkayı bildirmiş oldum. Bu kitapta zikrettiğim her bir
isim ondan kinâyedir ve bahsettiğim bütün yerlerle onun yerini, yurdunu
kasdetmekteyim. Bu kitapta nazmettiğim her bir şiir ile,
İlâhî vâridâtlara, ruhânî tenezzülâta ve ulvî münâsebetlere îmâda bulundum.
Bunu da bize göre en mükemmel yol olan sembollerle yaptım, zira "Şüphesiz
âhiret bu dünyadan daha hayırlıdır" (93/4). Allah ondan râzı olsun o da
benim işâret ettiğim konulan biliyordu."96 97
İbnu’l-Arabî
bu satırlarda önce güzel ve genç bir kız olan Nizâm’a medh-ü senâlarda
bulunmakta ardından da bunu neden yaptığım ve maksadının ne olduğunu dile
getirmektedir. Şiirlerinde Nizâm’m güzelliklerini terennüm ederken onun fena
mührü taşıyan cemâlini ve cismânî hoşluğunu değil de İlâhî cemâlin onun
üzerindeki yansımalarım temâşâ etmektedir. Ona göre Nizâm, bir mahluktur ama aynı zamanda Cemâl-i Mutlak’m dışa yansıyan
bir aynasıdır. İslâm edebiyatında sıkça rastlanan “Züleyhâ”, “Leylâ”, “Azrâ”,
“Şirin” gibi karakterler, bu mânâ için kullanılmış sembollerden bazılarıdır.
İbnu’l-Arabî de İlâhi aşka dâir söyleyeceklerini Nizâm motifini kullanmak
suretiyle dile getirmiştir. Hatta Dante’nin İlâhî Komedya’smda geçen Beatrice
de aynı anlamda değerlendirilmiş ve İbnu’l-Arabî’nin Nizâm’i ile Dante’nin
Beatrice’i arasında mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.98
"Kuşkusuz
şiirlerimin asıl sim, anlamı budur; bunları ancak iyi bilen biri sana
anlatabilir. Bununla birlikte Allah, bu dîvânı okuyanların kalbinden şerefli,
soylu, üstün meziyetli, yüksek karakterli insanlara lâyık olmayan ve semâvî
işlerle müteallik konulara uygun düşmeyen çirkin şeyleri geçirtmesin, Amin.” Bu ifâdelerden sonra İbnu’l-Arabî bu şiirleri şerh
etme sebebini şu şekilde açıklar:
“Kendisinden
gayri Rab olmayan Allâh’ın izzetine sığınırız ki o hak söyler ve hidâyet yoluna
sevk eyler. Bu şiirler için bir şerh yazmamın sebebi şudur: Bedr el-Habeşi ve
îsmail b. Sevdekin benden bu konuda bir şerh yazmamı istediler. Onlar Halep şehrinde
bazı fakihlerin, dinin salâhiyeti ve sıhhati bakımından gizlediğim bu İlâhî
sırları inkâr ettiklerini duymuşlar. Bundan dolayı bu şerhi yazmaya başladım.
Şerhin bir kısmı kadı İbnu’l-Adim tarafından, fakihlerden oluşan bir cemaat
huzurunda okundu. Münkir olan kişi onu dinlediğinde Allah Teâlâ hazretlerine
tevbe etti ve gazel tarzında söyledikleri sözlerle İlâhî sırlan kasteden
sûfîleri inkardan vazgeçti. Ben de gazel tarzmda
yazdığım bu şiirleri bu kitapta topladım; şerefli Mekke’de Recep, Şâban ve Ramazan
aylarında umre yapar haldeyken yazdığım bu şiirleri şerh ettim. Bu beyitlerde
rabbâni mârifetleri, İlâhî nurlan, kalbî ilimleri ve şer’î emirleri îmâ ettim.
Fakat bunlann hepsini cismânî aşk temalarım kullanarak yaptım. Çünkü bu kâbil
izahlar nefsin daha çok dikkatini çeker; insan bu tarz ifâdelere daha çok
meftûn olur."99
Genelde
İbnu’l-Arabî’nin bütün eserleri özelde ise ez-Zehâir ve-l’A‘lâk için söylenmesi
gereken önemli bir husus da şudur ki Kur’an ve Sünnet, Şeyh-i Ekber’in
eserlerinin her satırına işlenmiştir. Onun eserlerindeki âyet ve hadislerin
çokluğu her okuyucu tarafından rahatlıkla müşâhede edilebilir.
Tercümânü’l-Eşvâk ve şerhi, tasavvufî bir şiir kitabı ve o şiirlerin irfânî
açıklamaları olarak görülse de durum sırf bundan ibâret değildir. Eserde yer
alan herbir şiirin şerhinde âyet ve hadisler sıkça yer almakla birlikte tefsir,
hadis, dinler tarihi, vb. gibi İslâmî disiplinlere dâir konular da
bulunmaktadır. Bu durum herhalde, mârifetullahı, ilimler hiyerarşisinin başma
yerleştiren ve eserlerini “Kur’an hazineleri”nden devşirdiğini söyleyen
müelliften sâdır olacak tabiî bir haldir.
H. EZ-ZEHÂIR VE'L-A‘LÂK FÎ-ŞERH-İ
TERCÜMÂNİ’L-EŞVÂK'TAN SEÇME ŞİİRLER VE ŞERHLERİ*
Şiir
1
·
1.
Ayrılış günü yüklemediler bir şey alaca tüylü develere
Yalnızca
tavus kuşlarım yüklediler o güzel develere
·
2.
Hepsi öldürücü bakışlı, kral gibi haşmetli kuşlar
Belkıs
sanırsın her birini, oturmuş inciden bir taht üstüne
·
3.
Cam köşkte, kristal şeffaf bir zemin üzerinde yürüyünce o
Bir
güneş görürsün İdris’in göğsünde göğün feleğinde
·
4.
Bakışıyla öldürse de konuşmasıyla yeniden diriltir o
Yeniden
diriltirken tıpkı îsâ gibidir işinde
·
5.
Çekince eteğini pırıl pırıl parlar Tevrat dizlerinde
Bense
tıpkı Mûsâ gibi okurum, incelerim, yürürüm izinde
·
6.
Rum’un kutsal kızlarından bir râhibedir o
Görünür
nâmus nurları güzellik parıltıları üzerinde
·
7.
Müthiştir, halvet odasına konmuş bir tabut zikr için
Korkutur
inşam, onunla dost olmak kimin haddine
·
8.
Milletimizin en güçlü din âlimlerini bile âciz bıraktı o
Zebur
bilginlerini, Tevrat bilginlerini, Hıristiyan keşişlerini bile
·
9.
Incil’i istediğini îmâ etti diyelim
Sanki
bir papaz olmuş ya da bir patrik veya hizmet eden Incil’e
Şiirlerin
tercümeleri ufak tefek değişiklerle birlikte Mahmud Kanık’ın “Arzuların
Tercümanı” ismiyle neşrettiği
Tercümânü’l-Eşvâk çevirisinden alınmıştır.
·
10.
Onun devesi de sonunda yola çıkınca haykırdım
Dedim:
“Ey alaca tüylü devenin sürücüsü! Ne olur onu uzaklara götürme!
·
11.
Onlar yola çıktıkları gün savaşa, ben aralarında
Sabır
ordularımı hazırladım bölük bölük cepheye
·
12.
Rûhum ayrılmak üzereyken bedenimden gelende son nefesim Diledim ki bu güzellik
ve lütûf beni yeniden dirilte
·
13.
Ve sonunda teslim oldu işte korusun Allah sizi şerrinden
Uzaklaştırsın
bizden şeytanı Muzaffer Kral, iblis uğramasın şehrimize
·
1.
Develerden kastedilen, bâtınî ve zâhirî amellerdir ve bu ameller, Allah
Teâlâ’mn “Ona hoş kelimeler yükselir, onu da amel-i sâlih yükseltir” (Fâtır,
35/10) âyetinde buyurduğu gibi hoş kelimeler (el-kelimü’t-tayyib) olarak en
yüce seviyeye yükselir. Güzelliklerinden ötürü sevgililere benzeterek kinâyede
bulunduğu tavus kuşlan, develer üzerinde taşman ruhlardır. Bir amelin makbul,
sâlih ve güzel olması, ancak müzeyyen, aktif ve gayretli bir ruhla yapıldığında
mümkün olur. Ruhlan, rûhânî olmaları hasebiyle kuşlara benzetiyor ve tavus
kuşlarıyla da, güzelliklerindeki farklılığın çeşitliliğinden dolayı o
rûhânîlere kinâyede bulunuyor.
·
2.
Bu beyitte, kulun halvetinde karşılaştığı İlâhî hikmetleri bildirmektedir ki
bunlar, zât müşâhedesinde onu öldürmüş ve hükmünü göstermiştir. Gördüğünde
onlan inciden bir döşek üzerinde zannedersin. Burada, Hz. Cebrâil ve Hz.
Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dünyâ semâsında inci ve yâkut
refref üzerindeki bazı gece yürüyüşlerinde gelen tecellîlere işâret
edilmektedir. Ancak sadece Hz. Cebrâil, bu inciden refref üzerindeyken gelen
tecellî sebebiyle, onun kimden geldiğini bildiği için kendinden geçmiştir.
Hikmetin Belkıs ile isimlendirilmesi, onun ilim ve amel arasında doğmuş olması
sebebiyledir. Zîrâ onun cin ve insden meydana gelmesinde olduğu gibi amel
kesîf, ilim ise lâtiftir. Onun annesi insden, babası ise cin tâifesindendir.
Eğer babası insan cinsinden, annesi de cin tâifesinden olsaydı, onun doğumu
onların yanındaolurdu ve rûhâniyeti ona üstün gelirdi. Bundan dolayı Belkıs
bizim yanımızda zuhûr etmiştir.
·
3.
“Cam köşk”ün zikredilmesi, hikmeti Belkıs’a benzetmesinden dolayıdır. Köşkü (sarh)
feleğe benzetmekte, İdrîs aleyhisselâm ile de makam-ı rifate, yüce makâma ve
güneşin oluşumunun, hikmet üzerinde dilediği gibi tasarruf etmesi açısından,
O’nun makamında olduğuna işaret ediyor. Zira Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem): “Hikmeti ehli dışmda kimseye vermeyin” buyurmaktadır. Eğer böyle
bir hüküm verilmemiş olsaydı, üzerindeki hâlin galebesiyle, mütekellimin
hilâfına olarak hikmeti kontrol altına alma doğru olmazdı. Bu beyitte onun,
nebevî mirası sâhiplcnmcsine dikkat çekmektedir. Nebiler, hallere sâhiptirler;
velîlerin bir çoğu da onların hallerine sâhiptir.
Güneşle îdris arasında bağlantı kurulması, güneşin onun yüceliğinin sembolü
olmasından dolayıdır. Hikmeti aya değil de güneşe benzetmesi, bu hikmetin
makâmının yüceliğini bildirmek içindir. Sanki o şöyle demektedir: Bu hikmet
sultânının kuvveti, sâhib-i tecridin kalbinde vârid olduğu zaman onda, hârikulâde
güzellikte haller ve muhtelif marifetler ortaya çıkar. Âşığın kalbinde vârid
olduğunda ise, elde ettiği mârifetlerle onu yakar ve yok eder. Yürüme fiili
olarak “sa‘y” ( er8—; ) değil de “meşâ” ( )
mn söylenmesi, onun haşmetini,tekebbürünü, bu kalbin
hallerinde, bir halden başka bir hâle sağlam ve ağır bir şekilde dönüştüğünü
ifâde içindir.
·
4.
“ Bakışıyla öldürür” sözüyle müşâhede hâlindeki fenâ makâmına dikkat çekiyor.
“Konuşmasıyla yeniden diriltir o” ifâdesiyle, ruhun üflenmesi için gerekli olan
kemâl seviyesine işâret ediyor. Teşbihin, Allah Teâlâ’mn “ Ona ruhumdan
üfledim” (Hicr, 15/29 - Sâd, 38/72) veya “Bir şeye “Ol!” dediğinde o şey derhal
oluverir” (Yâsin,36/82) âyetleriyle değil de îsâ (a.s.) ile yapılması iki
vecihledir. Birinci vecih, edeptir. Zira biz, teşbihi, ancak söz konusu edilen
mevzû hakkında, onunla teşbih yapabileceğimiz bir şeyi bu âlemde bulamadığımız
durumda ‘İlâhî hazret’e çıkarırız. İkinci vecih ise, Hz. îsâ’nın tabiî bir
şehvet olmaksızın yaratılmasıdır. Zira o, beşer sürerinde temsil bâbmdandır ve
bu mertebeye nüzûl edenlerin hilâfına bir tabiatta yaratılmıştır. Onunla temsil
edilen bir ruh olduğundan dolayı îsâ (a.s.)’da ölüleri diriltme istîdâdı
vardır. Sâmirî’yi bilmez misin ki, Hz. Cibril’in hayatm kaynağma dâir olan
bilgisinden dolayı, onun bastığı yerdeki izinden bir avuç toprak aldı ve sonra
onu buzağıya attı. Bunun üzerine buzağı bağırdı ve dirildi.
·
5.
“es-Sâk” ( cM' ), bacağın ayak ile diz kapağı arasındaki kısmıdır ve burada o
kısımla Belkıs’a ve köşke kinâyede bulunuyor. “Bacağın açılması” (Nemi, 27/44),
işin (emr) ortaya çıkması, açıklanması demektir ki Allah Teâlâ: “O gün incikten
diz açılır” (Kalem, 68/42) buyurmaktadır. Emr, âhiretin beyânı üzerine ikâme
olunan şeydir. Bundan dolayı “Ve bacak bacağa dolaşır” (Kıyâme, 75/29) yani,
dünyâ işi, âhiret işiyle karışır. Tevrat, “lşjj
” kökünden gelir. Bu sebeble o, nûr’a râcîdir ve Tevrat’a dört özellik nisbet
edilir. Bununla birlikte “Belkıs’ın bacağf’nı, dört yönden Tevrat’a benzetti.
Nur ve dört vecih, şimdi arşı taşımaktadırlar ve onlar dört kitaptır. Bu dört
kitabın, kitap sâhipleriyle olan benzerliklerine aşağıda işâret edilecektir.
Sanki
o şöyle diyor: Bu hikmetin hakikati (emr), nur üzerine kâimdir. Bundan dolayı
da “parlar” ifâdesini kullandı. Zira nûr’a şu dört şeyle teşbihte
bulunulmaktadır: Mişkât (kandil), misbâh (lamba), zücâc (cam) ve sâbit
cihetlerden beri olan ve tam ortada bulunan zeytin ağacına izâfe edilen zeytin yağı. Tevrat’la Belkıs’ın bacağı imâ edildiğinde,
tilâvet ve dersten hareketle benzetmenin yapıldığı şeyle münâsebet kurmak gerekir . Burada “okurum” demek “tâkip ederim”, “incelerim”
ise “izin üzerine basarak yürürüm” demektir. Nasıl ki sizden biri, farklı bir
iz üzerine basıp da onu, basışıyla önceki hâlinden farklı bir şekle dönüştürdüğü
gibi, benim sıfatım da değişiklik gösterir. Zira ders, tağayyürdür.
·
6.
Bu hikmet, gerçek İsevîliktir. Bundan dolayı da hikmeti Rûm’a nisbet etmiştir.
“Âtıle” (<Ualo)? yâni üzerinde hiçbir takı, süs olmayan anlamına
gelen bu sözle, onun, üzerinde İlâhî isimlerin zînetlerinden hiçbiri bulunmayan
“aynü’t-tevhîd” olduğunu bildirir. Sanki onu, esmâî ve sıfâtî değil de zâtî
kılmaktadır. O, ancak nurlarla kinâyede bulunduğu hayr-ı mahz’m zâhir olduğu
şeydir. Bu Îsevî hikmet, öyle bir heybete ve celâle sâhiptir ki eğer Allâh
Teâlâ, nûrânî ve zulmânî perdeleri kaldırsa, o celâl tecellîleri yüzünü
yakardı. İşte bu celâl tecellîleri, bu İsevî hikmet gücü üzerindeki nurlara
işâret eder. O, hayr-ı mahz’dır. Çünkü o, Zât-ı Mutlak’tır.
·
7.
Bu Îsevî hikmetle bir ünsiyet kurulamaz. Çünkü onun müşâhedesi fenâdır ve onda
hiçbir lezzet yoktur. Siyâdî’nin söylediği gibi “Müşahede hâlinden lezzet alan
hiçbir âkil yoktur; çünkü Hakk’m müşâhedesi fenâ hâli olup onda hiçbir lezzet
bulunmaz”. İsevî hikmeti “vahşî” olarak nitelemesi şu sebepledir ki vahşî olan,
değerli, şerefli nefislere karşı aç gözlü davranır ve
onları korkutur. Bu nefisler de onunla ülfet etmezler. Şiirde geçen “ev” (beyt)
sözü kalbe, halvet sözü ise nefse nazar etmeye işarettir. Zîra Hak Teâlâ şöyle
buyurur: “Arz ve semâya sığmam; mümin kulumun kalbine sığarım”. Bu Zâti, İsevî
hikmet kalpte bulunduğu zaman kalp, tecrîd ve tenzîh makâmmda olup sanki bu
durum vahşî hayvanların bulunduğu bir çöl gibidir. Bir vecihle de bundan dolayı
vahşî denmiştir. Sonra Rum meliklerinin kabrinden bahsetmesi ölümü hatırlatmak
içindir. Ölüm, kavuşmanın ayrılığa dönüşmesidir. Çünkü nefs, emr ve halk
âlemiyle, ayrılmak üzere ünsiyet kurar. Bundan dolayı bu kabir, nefse ayrılık
hâlini hatırlatır ve nefsi bu âlemle dostluk kurmaya yönelmekten alıkoyar.
·
8.
Bu mesele zâti olduğu için ve dört kitap, ancak kendilerine has kılınmış olan
İlâhî isimlere delâlet ettikleri için, bu kitaplar, ihtivâ ettikleri ilimlerle
hikmet karşısında daha üstün olmamışlardır. Burada, kutsal kitaplarla bu
kitapların ehli olanlar arasındaki bağlantıya yâni âlimler (fSUL) ile Kur’ân’a,
Dâvud’a mensûb olanlarla Zebur’a, Tevrat âlimleriyle Tevrat’a, hıristiyan
azizlerle de Incil’e işaret ediyor.
·
9.
Bu rûhânîlikte İsevî olması hasebiyle teyid bâbmdan İncile bir işaret söz
konusu ise biz o zaman onun nezdinde burada anılan kişiler konumunda oluruz ki
onlarda, o ilme verilen değer ve şeref sebebiyle, bu ilmin pirleridir, hikmetin
hâdimleridir.
·
10.
Bu zâti rûhânîlik, “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana Rabbimin
haricinde kimse yanaşamaz” sözünün makâmına dönmek için bu şerefli kalpten
ayrılmayı istediği zaman, kalpte onunla birlikte bulunan himmet de ayrılır.
Dişi develerle himmeti îmâ ediyor. Mukarrebûn ve müheyminûn olan melekler de bu
himmetleri güden kervancıbaşı mesâbesindedir. Kervancıbaşı kinâyesiyle
rûhânîlere hitâp etmekte ve onlara hikmetle gitmeyin demektedir. Çünkü hikmet,
aşktan (taaşşuk), gönül bağlılığından (taalluk) ve insânî tabiattan nitelikler
taşımaktadır ve o, bu hâlin devam etmesini istemektedir.
11-12.
“Yol” sözüyle rûhânî mi‘râç, “bölükler” sözüyle cemaatler kastediliyor. “Beni
yeniden dirilte” (tenfîs) sözüyle de Hz. Peygamber’in “Rahmân’m nefesi
Yemen’den gelir” hadîsiyle kasd ettiği şeyi bildiriyor.Her
hâlükarda nasılsa ayrılacağım diyerek, âlemü’l-enfâs’ın Yemen cihetinden
hallerle beraber bana gelmeye devâm ettiğini söylüyor. Bunu araplar
şiirlerinde, esen rüzgârla birlikte selamlama ve haber ulaştırma sebebiyle
kullanırlar. Bu makâm burada nefeslerle anlatılmaktadır.
13.
Sualime icâbet etti ve boyun eğdi. “Allâh onun şerrinden korusun” sözü “Senden
sana sığınırım” sözü gibidir ve bu onun makâmıdır. “Kral uzaklaştırsın” sözü,
ilim ve hidâyete meyil ifâdesi, “iblis” ise ittihada meyil ifâdesidir. Burası,
zor bir makâmdır. Bu makâmı elde edipte ittihâd ve hulûl sözlerinden sâlim
olanların sayısı çok azdır. Allâh Teâlâ’nın “onun işitmesi ve görmesi olurum”
sözü o makâma işaret eder.
Şiir
2
·
1.
Ey benim dostlarım! Kesîb’e mutlaka uğrayın
La‘la‘
tepesine doğru yönelin ve Yelemlem sularım arayın
·
2.
Çünkü en iyi bildiklerin yaşamakta oralarda
Orucumu,
haccımı, umrelerimi ve bayramlarımı fedâ ettim ben onlara
·
3.
Unutamam hiçbir zaman Minâ ve Muhassab’daki o güzel günlerimizi Zemzemi ve
Menhari’l-‘Alâ’daki o güzel işlerimizi
·
4.
Onların Muhassab’ı benim kalbimdir, çünkü taşlıyorlar orada şeytanı Kurban
kestikleri yer nefsimdir, içtikleri su ise kanım
·
5.
Ey develerin sürücüsü! Eğer uğrarsan bir gün Hâcir’e Durdur hayvanlan, bir
selam ver dinlen biraz
·
6.
Kırmızı çadırlara seslen ki korunur çobanlarca
Selamla
onlan, öyle özlemişler ki seni, dönmüşler çılgına
·
7.
Eğer onlar alırlarsa selâmım, bir de Sabâ rüzgânyla selamla onlan Eğer sükût
ederlerse, terk et orayı, yolunda ilerle
·
8.
îsâ nehrine var ki orada dinlenir develeri
Görürsün
bembeyaz çadırları ırmağın kıyısında
·
9.
D‘ad’ı, Rebâb’ı ve Zeyneb’i çağır o anda
Hind’i
ve Selmâ’yı sonra Lübnâ’yı; çağır ve dinle aynı anda
·
10.
O güzel kız Halbe’de mi diye sor onlara
Gülümseyince
güneş gibi pırıl pırıl ışık saçan sana
1.
Bu beyitte “Ey benim dostlarım!” sözüyle, akla ve imâna hitap ediyor ve şöyle
diyor: Şeriatın tâyin ettiği müşâhede mahalli olan Kesîb’e uğrayın ve oraya
ulaşmadan önce, muhabbet ve özlem hakkında rü’yetin gerçekleşmesi için, dehşet,
hayret ve yanıp tutuşma hallerinin yeri olan La‘la‘ya yönelin. “Yelemlem
sularım arayın”; yâni hayatın kaynağma geri dönün. Çünkü hayat sâhibi her bir
canlı sudan yaratılmıştır. Mâdem ki nefesler Yemen’dendir, o halde hayat da
benzerlik kurularak bu minval üzere zikredilmiştir.
2-3.
Sözü akla değil îmâna tahsis ediyor. Çünkü bizzat ilim ve onun tahakkuk
etmesini sağlayacak sıfatlar, akıl değil îmân yolundan sağlanır. Bundan dolayı
“bildiklerin” dedi, “onu bildin” demedi. “Oralarda” )
sözündeki zamir, “sular”a ( »U* ) râcîdir. Senin bildiklerin, Zât değildir.
Çünkü Zât’ı görürsün ve bilmezsin. Eğer O bilinseydi, kuşatılırdı. O, hiçbir
ilmin kendisini kuşatamayacağı Sübhân’dır. Mümkin ilminin O’nu kuşatması
konusunda, O’nu takdîs etti ve yüceltti. Muhît olan O’dur ve O’nu ihâtâ
edebilecek hiçbir şey yoktur. Eğer olsaydı, bu şey O’nu hasretmiş olurdu.
Sonra
“Fedâ ettim ben onlara” sözüyle, İlâhî sıfatlara hitapta bulunmaktadır.
“Orucumu” sözüyle, Samedâniyet sıfatım kastediyor; tıpkı Hak Teâlâ’nın “Oruç
benim içindir” sözünde olduğu gibi... Yâni Samedâniyet, kula âit bir sıfat
olmayıp kul onu tahakkuk ettiremez. Oruç, yeme ve içmeyi terk etme yönüyle
sadece o sıfata bir giriş sağlar. “Haccımı” sözüyle, her nefeste ve vakitte,
İlâhî isimleri çağırmak (duâ) süreriyle, münezzeh olan Zât’a doğru bir
teveccühle niyetin tekrârmı kastediyor. “Umrelerimi” sözüyle de, şevkli ve
istekli olduğum vakitlerde onlara olan ziyâretlerimi bildiriyor. İlletin dâim
olmasıyla, ziyâret de dâim olmaktadır. Kul, nefeslerle birlikte hâc ve umre
hallerini sürdürmektedir. Çünkü o, her nefeste, bir İlâhî isimden diğer bir
İlâhî isme intikâl eder.
“Bayramlarımı”
sözüne gelince, bayram ( ), farklı dilleri
konuşan muhtelif
toplulukların,
tek bir maksat için bir araya geldikleri mekânî ve zamânî bir mahalli ifâde
eden bir ibâre olduğunda onu, tek bir mânâya işaret eden bayram
olarak kabûl etmiştir.
Böylelikle, bu kulun makamlarını, hallerini ve İlâhî hakikatleri kalp elde
ettiğinde cem4 makâmındadır. Bu durumu, onun bayramı olarak
zikrettik. Ancak “mevsim” olarak isimlendirilmesi, alâmet olması hasebiyledir;
yâni o, cem4 makâmının tahsiline bir alâmet olma özelliği taşır.
‘Dönüş bayramı’ şeklinde bir isimlendirme ise, onun başlangıcına bindendir.
Çünkü ondaki “emr”, devridir. İlâhî vâridâtlar sonsuz olduğuna göre, elbette ki
makamlar da sınırsızdır. “Unutamam hiçbir zaman” sözü, “onun işitmesi, görmesi
olurum” makâmmdan gelen İlâhî tahalluka ve onun bu makamda elde dildiğine
dikkat çekiyor. Şüphesiz ki Rabbin, İlâhî tahalluk gereği unutkan değildir.
“Minâ
ve Muhassab’daki”; orası şeytan taşlama yeridir. “Atalarınızı andığınız gibi
hatta daha kuvvetli bir anışla Allâh’ı anın” (Bakara, 2/200) âyetinin makâmını
hiç unutmadım diyor. Yâni, atalarınızı bu yerde, kalplerinizle ve dillerinizle
anmaya devâm edin. Zîra Hak Teâlâ “Bana ve ana-babamza şükredin” (Lokmân,
31/14) buyurmaktadır. Bu, kulun kendisinin (4ayn) yaratıldığı
makamdır. Öyle ki anne ve babanın nikah bağıyla bir
araya gelmesi sonucunda bu îcâd gerçekleşir. Minâ’nın anılması, ümitleri
hatırlatması dolayısıyladır. Şöyle de denilmiştir ki “Kuruntular ) sizi aldatmasın”. “Menhari’l-4 Alâ’daki” burada, şu sözde olduğu gibi kurbana işaret
ediyor: Sen kurbanları hediye ediyorsun, bense canımı ve kanımı yâni nefsimi
hediye ediyorum. “O güzel işlerimizi” (umûr), sözüyle ebedî hayatı kastediyor.
·
4. Bu beyitte,
“Onların Muhassab’ı” ve diğer sözlerdeki zamirler, İlâhî hakikatlerle
ilgilidir. Çünkü onlar, bütün bu sıfatlarla birlikte kalp üzerinde vârid olan
şeylerdir. Kalbin vürûda mahal olması hasebiyle, onlar taşlarım, kalbe gelen
nefsânî ve şeytânî düşüncelere atıyorlar. Bunun için ‘Muhassab’ kelimesini
kullandı ve zemm yoluna teveccüh etti. Zîra Allâh Teâlâ “Sana kötü bir şey
isâbet ettiğinde nefsinden bil” (Nisâ, 4/79) ve “Hepsi Allâh’tandır” diyor ve
hemen âyetin devâmmda da “Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü lâf anlamıyorlar”
(Nisâ, 4/78) buyurarak mânâ, bu âyetlere işâretle veriliyor. Bu mu‘teriz
adamlara ne oluyor ki, zemm olsun hamd olsun tarafımızdan söylenen bütün sözleri
anlamıyorlar. Bizim ‘mezmûm’ dediklerimizi zemm etmiyorlar; ‘mahmûd’ dediğimiz
şeylere de senâ da bulunmuyorlar. Eşyâya, onlara öğrettiğimiz ve vaz‘ ettiğimiz
şeyler olması hasebiyle bakıyorlar da, îcâd hükmüyle bize olan isnâdlarmı
görmüyorlar.
“Kurban
kestikleri yer nefsimdir” sözünde, nefsin kurban olması ifâde ediliyor. Tıpkı
şu şiirde söylediğimiz gibi:
Kurbân
olarak hediye ediyorum günahkâr nefsimi
Noksanlıklarla
dolu kusurlu bir yaratıktan da kurban olur mu ki?
Bir
genci anlatan meşhûr bir hikâye vardır. Bu genç, insanların hayvanlarım kurbân
ettiklerini gördüğü vakit, kendi isteğiyle kendini kurbân etmiştir. Kurbân
olarak kendi canım sunmuş ve o vakit ölmüştür. “İçtikleri su ise kanım” Kan,
damarlarda dolaşmak süreriyle maddî hayatın sebebi olmaktadır. O kam içmekle
de, Allah’m suyu, bütün canlıların yaşaması için bir sebep olarak halk etmesine
kinâyede bulunuyor. Allâh Teâlâ “Biz her bir canlıyı sudan yarattık” (Enbiyâ,
21/30) buyuruyor.
·
5. Burada,
develeri, sevgililerin menzillerine doğru gayretlerle güden şevke sesleniyor.
“Eğer uğrarsan bir gün Hâcir’e” Hâcir, akıl demektir. Yol (tarîk) , fikrin gücü
olması hasebiyle akılla değil ancak imanla ve müşâhedeyle alınır. Zâten akıl,
irfân ve îmân cihetindendir. Hâcir, iki şeyin birbirinden ayrılmasını sağlayan
engel anlamındadır. Sevgililer, diğer maksûdlara daha üstün olmak için
nefislerim ve ‘ayânlarım gizlemişlerdir. Zîra bir şey, ya mahbûb olmasından
dolayı ya da mahbûbla ittisâle bir vesîle olmasından dolayı gerçekten sevilir.
Soma, kervancıbaşı (el-Hâdî) için olan ‘emr’, sevgililerin menzillerine
selamlamada şevk olur. Fakat bu bir süre durup dinlendikten soma gerçekleşir.
Muhîb, sevgililerin menziline geldiğinde, vurûdunun evvelinde onu bir dehşet ve
hayret hâli kaplar; bu durumda bayılabilir de. Soma onu idrâk eder ve
böylelikle bir titreme ve terleme hâli olur. Bu dehşet hâliyle birlikte, selâm
ânındaki edep onda görülmez. Bundan dolayı ona: “Bu dehşet hâli geçene kadar
biraz dm, dinlen” der. Soma, sevgilinin huzurunda selamlama âmnda olması gereken
edep hâlini alır. Bu durum, halkın söylediği şu söz gibidir: “Her bir huzûra
girme hâlinde bir dehşet vardır ve bunda da muhakkak bir zevk vardır”.
·
6.
Sonra şâir şevke şöyle der: Selâm verdiğin ve muhtelif renklerdeki çadırları
gördüğün vakit, onlardan kırmızı olanları seç. Çünkü onlar güzellik mahallidir
ve hayâ sâhibi gelinler için hazırlanmış yerlerdir. Bununla ilgili olarak
renkler zikredildiğinde şunları söyledi: Yeşil, renklerin en asili, siyah, en
haşmetlisi, beyaz, en üstünü, kırmızı da en güzelidir. Bunun için
Tercümânü’l-Yemâme yâni Müseyleme, Sicâh’a tâlip olduğunda, askerlerine onun
için kırmızı çadırı kurmalarım emretmiştir. Sonra Sicâh, çadırı gördüğünde nikah teklifini kabul etmiş ve orada evlenmişlerdir. Bu
sebeple Resûl aleyhisselâm, kırmızı semerlere binmekten men etmiştir. Çünkü
aşk, şehvetin en büyük ve en mükemmel hâlidir.
“Korunur
çobanlarca” sözüyle diyor ki, menzillerin en yücesi, en üstün bir hâmînin
koruması altındadır ve her ikisi de yâni hem korunan hem de koruyan, ehil kişilerdir.
O
sadece ona yaraşır
O
da sadece ona
Ondan
başka bir kimse onu arzulayacak olursa
İşte
o zaman yer yerinden oynar
İlâhî
hakikatlerin çadır (kubbe) ile anlatılması, küre şeklinin şekillerin en üstünü
ve ilk hâli olmasından dolayıdır.
•
Sevgililer, Hak Teâlâ’dan başka hiçbir şeyin bulunmadığı yer olan ilk
menzillerindedirler. Orası da ‘emr âlemi’dir. Küre şeklinin başı ve sonu
yoktur. Sadece ondaki yatay, ufkî çizgide baş ve son vardır. Böylelikle
sevgililer, İlâhî hakikatlerdir ve ‘emr’, orada devrî ve kürevîdir.
·
7.
Eğer selâmım alırlarsa bil ki sen onlardansm ve onlara ehil olanlardansın.
Onların selâmım, âlem-i enfâs ile beraber makâm-ı meyi’den gönder. Çünkü
“Sabâ”, meyl’dir. Bu sebeple güney, kuzey ve diğer yönler değil de Sabâ’yı kullanmıştır.
Yâni selâmı, âlem-i enfâsdan bizim tarafa meyledenlerden gördüklerinle birlikte
gönder. “Eğer sükût ederlerse” yâni eğer selâmım almazlarsa bil ki sen bu
menzillerin ehli değilsin. O vakit “terk et orayı” ve başka menzilleri ve o
menzillerin ehli olmayı talep et. “Yolunda ilerle”; “Arkanıza dönün de bir ışık
arayın” (Hadîd, 57/13) sözünün söylendiği kimselerden olmaktan sakınarak arkam
dönme.
·
8.
“îsâ nehrine var” yâni görünen, geniş, İsevî ilme var. Kırmızı çadırlarla
birlikte yaptıklarım onunla da yap. Ama önce sevgililerin çadırlarım beyaza
çevir. Çünkü orası, nikah akdi ile gerçekleşen birliktelikten münezzeh olan
‘Îsevî makâm’dır; ve îsâ, beşerî nikahın dışında bir
yolla varlık bulmuştur. Bundan dolayı da çadırlar kırmızı değil beyaz olmuştur.
Senin bu Îsevî ilme ulaşman ağız canibinden mümkün olur. Bu sebeple de “Kün!”
emri verilmiştir.
·
9.
Menzillere vardığın zaman, bu İlâhî hakikatleri bütün çeşitleriyle
(isimleriyle) birlikte çağır. Öyle ki onlardan sana, senin için olanı
hangisiyse o gelsin. Bu şekilde sen, makâmının hangisi olduğunu bilirsin. İlâhî
hakikatlere, arap sevgililerinin isimlerinden seçtikleriyle kinâyede bulunuyor.
“Dinle ve çağır aynı anda” (zemzem), ifâdesiyle kastedilen şudur: Onları
dinleme makâmmda kalk. Çünkü dinleme, varlığın menşeidir ve her bir mevcûd bu
şekilde ihtizâza gelir. Tıpkı Nebî aleyhisselâm’ın şu sözünde buyurduğu gibi:
“Allâh, tegannîye ancak Kur’ân ile izin vermiştir”. Bu makâm sâhibinin, İlâhî
olana kulak verme hâlinde, bu İlâhî hakikatin görüntüsünü seyret. Bu hadîs, Hz.
Peygamber’in, “Kur’ân’ı teganni ile okumayan bizden değildir” sözündeki
ihtimallerden birini teyit eder. O, istiğnâdan değil ğınâdan gelir.
·
10.
Îlâhî hakikatlerden ve ezelî sıfatlardan çağudıklarma “O kız Halbe’de mi diye
sor” bakalım. Halbe, at yarışı müsâbakalannm yapıldığı yere verilen isimdir.
Îlâhî hakikatler de, eserlerini sergilemek için, varlığa gelme husûsunda
birbirleriyle yarışırlar. Sonra onların sultânı, eserleri üzerinde zuhûr eder.
Bundan dolayı onlara, “genç kız” (ğâde) yâni varlığa gelmeye meyilli olan
anlamında bir isim verdi. Genç kızı, gülümsediğinde güneşin nûrunu yansıtma
özelliğiyle niteledi. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurduğu
gibi: “Cennette Rabbinizi, öğle vaktinde güneşi bulutsuz bir şekilde gördüğünüz
gibi göreceksiniz”. Teşbîh, güneş hakkında değil rü’yet hakkında yapılmıştır.
Sen Îsevî makâmdasm ve şimdi, kutbî, ulvî olan İdrîsî makam hakkında sorular
soruyorsun. Ancak o, dördüncü kat semâdadır. Sonra bu makâmda tebessümün
zikredilmesi, bast makamına işaret eder. Yüce makâmlar, heybetli ve azametli
olduklarından dolayı, yüceliği ve ulvîliği sebebiyle o makâmda bulunan, rahat
olamaz. Ancak, tebessüm hâli olduğunda kul rahatlar, kalp ferahlar, üns ve
cemâl makâmından haller taşıdığım anlar.
Şiir
3
·
1.
Selâm olsun Selmâ’ya ve himâye altoda oturanlara
Benim
gibi ince duygulu birine haktır selamlama
·
2.
Ne zarar gelirdi, selâmımızı alsaydı o al yanaklı kız Fakat pek hükmetmeye
gelmez güzel kadınlara
·
3.
Geceleyin perdelerini indirince karanlık onlar çıkarlar yola
Ve
ben dedim onlara “Ne olur acıym bu kimsesiz, garip, çılgın âşığa”
·
4.
O öyle bir aşkla ve şevkle kuşatılmıştır ki
Nereye
çevirirse çevirsin yüzünü hazır onun için kaza okları
·
5.
O güzel gülümsedi, göründü inci gibi ön dişleri parlak Bilemem, o ikisinden hangisiydi
dağıtan koyu karanlıklan
·
6.
Ben onun kalbindeyim, yetmez mi bu dedi
Yetmez
mi? Her an her yerde müşâhede ediyor beni
·
1. Selmâ ile, nebevi miras yoluyla Süleymân aleyhisselâmm makâmından
gelen Süleymânî hâle ve ona benzer hallere işâret ediliyor. “Himâye altoda”
sözüyle, ulaşılamayan bir makam kastedilmektedir ki o da nübüvvet makâmıdır.
Peygamberlik kapısı kapalı olduğu için, onu “himâye altoda” (bi’l-himâ)
ifâdesiyle nitelemektedir. Bu hikmetin zevki, velilik yönünden gelen zevkten
ayn olarak, nebi oluşundan dolayı Süleymân aleyhisselâma âittir. O makâm, âlemi
kaplayan genişlikte bir dâire olan velâyete bağlı hikmeti zevk etmek suretiyle
paylaştığımız bir makamdır. “Benim gibi ince duygulu birine haktır” sözü,
muhabbet ve rikkat makâmında söylenmiş bir sözdür ve letâfet âlemine doğru olan
bir intikâle işâret mânâsı taşır. Zira kesif olanın etrâfı sert ve kaimdir.
Bu
vürûda gelme hâdisesinde selamlama, önce vâridedir mevrûda değil. Bunun sebebi,
onun tâlip konumunda olması ve onda İlâhî hakikatlerde bir mi‘râç yapabilecek
gücün bulunmamasıdır. Dolayısıyla söz konusu vâridât, kendisine yönelik olduğu
için, kendisi onlara selâm ile başladı ve bununla kendisinin o vâridâta tâlip
olduğuna işâret etmek istedi. Hakikatlerin urûc imkânı vermesi durumunda, kendisi
selâma daha lâyık olurdu. Urûcun elde edilememesinin sebebi, İlâhî mekândaki
zâtîliği bilmemektir. Bundan dolayı mi‘râç bilinemez ve ona doğru yönelinmez.
Ancak gelecek olan talepler doğrultusunda buna cevap verilebilir.
·
2.
Bizim selâmımızı alması, bunun üzerine vâcip kılınmasından değil, ikram
(minnet) bâbındandır. Zira Allâh, onun için gerekli olmadığı halde, her bir
şeyi ayn tutmaksızm, ilk olsun veya tekrar olsun, bizim için yaratmaktadır. Bu
da ancak O’nun cömertliği ve ikrâmıdır. Bu nebevi, Süleymânî, İlâhî, ince
nükteyi, cansız özelliği olan mermer heykeller (dümâ) ile temsil eder. Bu
sebeple onlar, konuşma diliyle cevap veremezler. Eğer onlar konuşma diliyle
cevap verebilseydiler dahi, konuşmaları zâtlarının dışmda olurdu. Onun tabiî
kimliği mürekkep yapıdadır ve o, bütün cihetlerin toplamı olan vahdâniyet-i
Zât’tır. Bundan dolayı onun vârid olması, konuşmasının, görmesinin ve
işitmesinin aynıdır. İlâhî hakikatlerin ve Rabbânî nisbetlerin hepsi de bu
karakterdedir. Eğer cansız (cemâdî) değil de canlı bir sûretle temsilde
bulunulsaydı, bu makâm, söyleyenin murâdına uygun olarak îzâh edilmezdi.
·
3.
İsrâ, gece yürüyüşüdür. Peygamberlerin mi‘raçlan, hep gece gerçekleşen
yürüyüşlerdir. Çünkü gece, sırlar mahallidir; nüfuz edilemeyen, perdelerin
kapalı olduğu yerdir. “Geceleyin perdelerini indirince karanlık” yâni, gayb
perdelerinin en şiddetlisi, kesif cismin varlığıdır ve yine o, rûhânî
lâtîfelerden ve şerefli ilimlerden taşıdığı şeyler üzerinde perde olmasından
dolayı, bu canlılığın kaynağı olan bir gecedir. Dolayısıyla o insan, yanında
bulunan kişiye, söz konusu rûhânî letâifi ancak ibâre ve işaretle ifâde imkânı
bulabilmektedir.
Gece
yürüyüşü, bedenî amellerle ve nefsi gayretlerle gerçekleşir. Kesâfet âleminin
işlerinin idâresiyle meşgûl olunduğunda, bu hikmet kalbi terk eder. Sırrına
döndüğünde onun gitmiş olduğunu görür. Sonra arkasından bütün gayretiyle onu
talep ederek koşar ve şöyle der: Ne olur merhamet edin bu çılgın âşığa; yâni
sana, özlemin en ince, en hassas hâliyle şevk duyan, muhabbet besleyen, vücûd
arzında garip kalmış olan, şiddetli özlem hâli içinde kendinden geçen bu âşığa
acıyın. Ona boyun eğiyor ve tezellülde bulunuyor.
·
4.
Özlemler, bu muhibbi her taraftan kuşattığında, uzak olsun yakın olsun her
halde onunla birlikte bulunduğunda, bunları kendine karşı duyulan özlem olarak
niteledi. Bazı tecellîler, bazı vakitlerde, temsîl âleminde güzel sûretler
şeklinde vukû bulunca -tıpkı Hak Teâlâ’nın “O, kendisine tam bir insan
suretinde göründü” (Meryem, 19/17) âyetinde buyurduğu gibi - bu sûretleri,
nereye yönelirse yönelsin kalbine isâbet eden bakış okları olarak niteledi.
“Her nereye dönerseniz dönün Allah’m vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyetinde
buyrulduğu gibi bu kişinin kalbini şuhûdun binâlan ( ^3^' CjI
jLuu ) şeklinde niteliyor.
·
5.
Tebessüm, keşf olduğunda onu, setr ( kapalılık) tâkip eder. Şimşek de buna
benzer. Bu muhib, gecenin karanlığının şimşekle aydınlanmasında olduğu gibi,
bütün zâtının nurla kaplanmış olduğunu gördü. “Allâh göklerin ve yerin nurudur.
O’nun nurunun misâli” (Nûr, 24/35) âyeti de bu minvâl üzeredir. Nebî (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir duâsmda şöyle buyurur: “Allahım, işitmemi ve görmemi
nurlandır” Duânın devamında saç, ten, kalp, kemik ve diğer bütün âzâlan sayar
ve “Beni bütün hâlimle nurlandır” der. Yâni bana bu tecellîlerde bulun. Zâtî
tecellî sâbit olmayıp, anlık belirmeler hâlinde olması sebebiyle şimşek
gibidir. Sanki o şöyle demektedir: Zâtî tecellî ile bütün varlığım nurlandığı
ve unsûrî bedenim de (heykelü’t-tabiiyyî) aydınlandığı zaman ve ben bast
makâmındaki misâli sûretler şeklinde olan İlâhî hakikatlerden mütecellî hikmet
makâmmdayken ve bu sûretler tebessüm ederken, arz ve semâm onun nûruyla
aydınlanır, gecem nurlanır. Zâtî tecellî, suretlerin tebessümüyle bir araya
gelir. Ve ben bilemem, varlığımı o ikisinden hangisi aydınlattı ve zâtımdaki
karanlığı nûruyla dağıtan o iki tecellîden hangisidir. îşte burada işler
karıştı.
·
6.
Bu misâlî sûretlerde bulunan İlâhî hakikatler şöyle derler: Beni hâriçte arama,
benim kalbi üzerinde olan tenezzülüm ona yeter. Hak Teâlâ’nın buyurduğu gibi
“RûhuT-emîn indiriyor onu senin kalbine” (Şuarâ, 26/193-194). O, her vakit
zâtında ve zâtıyla beni müşâhede ediyor. Yâni vakitler, “O, her an (yevm) bir
iştedir” (Rahmân, 29/55) âyetinde buyurulduğu üzere Allâh’m günleridir (eyyâm).
Bu günler, özlemin kendisinde gerçekleştiği Hak Teâlâ’nın günleridir.
Şiir
4
·
1.
Oturdukları yerlerin izleri silindi gitti
Oysa
sevgileri hiç silinmeyecek, ebedî içimde kalacak yepyeni
·
2.
Bir yanda bıraktıkları harabeler, bir yanda akan gözyaşlarını Hatırladıkça insan
bütün bunları, eriyor tükeniyor cam
·
3.
Onları öyle seviyorum ki, seslendim kervanlarının arkasından: Ey güzellik
zenginleri! îşte buradayım görün dilencinizi
·
4.
Yanaklarımı bütün zayıflığımla, bütün aşkımla sürdüm tozlara
Size
duyduğum aşkın hakkı için, ne olur umutsuzluk deryasına düşürmeyin beni
·
5.
Kim gözyaşları içinde boğulup kalırsa
Kim
keder ve aşk ateşi içinde yanarsa, alamazsa nefesini
·
6.
Ey ateşi yakan! Yavaş ol, acele etme, nasıl olsa işiniz
Aşk
ateşini yakmaktır, öyleyse gelin yakın gönlümdeki ateşi
·
1. Amellerin
menzilleri olan riyâzet ve mücâhedelerin mahalli, yaş durumu ve gençlik gücünün
kaybı sebebiyle değişime uğrar. Burada talel (), resm (
), dâr
(Jiîl)
ve menzil ( ) değil de reb‘( ) kelimesinin
kullanılması, bahar
kelimesinden
Gy^') türemiş olmasından dolayıdır ki insan ömrünün gençlik devresine tekâbül
eder. Zira değişim ve dönüşümün gerçekleştiği en güzel ve elverişli dönem
gençlik devresidir. “İçimde”; aşkın mahalli olan nefse îmâda bulunuyor. Çünkü
nefs, beden içine yerleştirilmiştir; yani o, bir şeyin doldurulmasında
kullanılan şeydir. Bunun için Allah Teâlâ “O halde can boğaza gelip
dayandığında” ( Vakıa, 56/83) buyurur; yani onun çıkışı ânında ölüm vukû bulur.
Bundan dolayı deriz ki, onların nefisteki sevgileri değişmez bilakis o, tazelik
ve canlılık üzeredir. Çünkü o, gayr-ı tabiî olarak (bir tabiat kimliği
olmaksızın) bizzat kâimdir.
·
2.
“Bir yanda bıraktıkları harabeler” sözüyle şahıslar, menzilleridir diyor
ve sanki her bir şahsı bir harâbe gibi görüyor. Buradaki harâbe (talel)
sözü, zuhûr etme, görünmeye başlama anlamına gelen Talle’den () geliyor. Ondan
da yağmurun ilk hâli olan çiseleme anlamındaki et-Talle türüyor ki bu,
noksanlık ifâdesi bildirmektedir. “Bir yanda gözyaşları”; et-Talel’in (harâbe)
et-Talle’den iştikâkı münâsebetiyledir. Yâni buna göre buradaki kişi, yapmak
istediği ibâdetlerde yetersiz kalmasından dolayı ağlıyor. “Hatırladıkça bütün
bunları” sözü, âriflerin nihâyetlerinde hidâyet hallerindeki vatanlarına
duydukları özlemi ve hidâyetteki lezzetten daha büyük bir şey olmadığım ifâde
ediyor.
·
3.
Gençlik gücü ve fetret dönemindeki hidâyet lezzetleri, hayret ve sıkıştıran
gayret halleri terk edip gidince, vâsıtalarda elverişli olmayınca geriye kalan
tükenmiş, müflis bir sûrettir ki o, en güzel lezzetleri, zevkleri gören,
nimetler ve şehvetler pazarına giren fakat o zevklerden, nimetlerden birini
bile elde etmesini sağlayacak bir dirhemi bile olmayan kimse gibidir. Gmâ’daki
(«üt) zamir gençlik ve hidâyet dönemine râcîdir. O
zamire güzelliğin ( hüsn ) nisbet edilmesi ma‘şûk olması sebebiyledir. Zira
güzellik, kendini gösterdiği her bir şeyde zâtı için sevilir (ma‘şûk lizâtihi).
·
4.
“Yanaklarımı bütün zayıflığımla, bütün aşkımla sürdüm tozlara” sözüyle, vuslata
ermeyi ve hakikate ulaşmayı talep edenin kendini kıymetsiz ve fakir görme
hâline tenezzül etmesini bildiriyor. Bunun içindir ki Hak Teâlâ: “Bana bende
olmayan şeylerle yaklaşın; onlar zillet ve iftikardır” buyuruyor. Sabâbet,
şevkin, özlemin en ince en hassas hâlidir. Zillet, muhabbetin bir nev’i olduğunda,
vuslat zillet yoluyla aşksız (bilâhubb) mümkün olur. “Rikkat” sözüyle, letâfet
hâline ve kesâfet âleminden sıyrılıp arınmaya işaret ediyor. Güç ve otorite
sâhibi olduğundan dolayı gerçek aşka (hevâ) yemin etmiştir. Çünkü aşk, âlem-i
ulvîdendir. Bu sebeple alçalmak, düşmek mânâsı içeren hevâ, sükût diye
isimlendirildi.
·
5.
Onun, gözyaşıyla hıçkırık halleri arasında gidip geldiğini söylüyor. Kurtuluş
hâlinden helâk durumuna -ki o da boğulmaktır- geçiş anlamı taşıyan “i‘tibâr”dan
gelen gözyaşıyla ifâde etmiştir. Hıçkırıkla da keder ateşine kinâyede
bulunuyor. Yâni kim hüzün makâmmda kalırsa ve keder
hararetini hissederse, herhangi bir şeyi müşâhede etmek sûretiyle mahzûnu
kaçırdığından dolayı hüznün harâretini giderecek ve gönlüne su serpecek, İlâhî
inâyetten gelen Rahmânî nefes de olmazsa, onu gözyaşlanyla meydana gelen
gözyaşı denizinde boğulmaktan kurtaracak yardım elini uzatan bir kurtarıcı da
bulunmazsa, içinde bulunduğu durumdan başka bir hâle geçiş yapamıyor ve
her bir şeyde ona şâhid oluyor. Zira meşhûd olması hasebiyle mârifetleri
ayırdetmek zordur.
·
6. Ateş
talebinde bulunan her bir kimseye sesleniyor ve şöyle diyor: Vücûdumda ateş
talebinde bulunmayı temenni etme. Çünkü bu, gönlümdeki şevkin ateşidir.
İhtiyâcım ondan giderebilirsin. Yâni, lâtif ateşe geç ki bu, geçimlerini
kendisiyle sağlayacağı ehli için ateşin talebine âit kaynak olan Mûsevî haldir.
Bir halden başka bir hâle intikâl etmeksizin ateşin şahsında süratle isteğine
karşılık verildi ve tağyir isteğe bağlı olarak iki ateş içinde oldu. Meşhûd
ona, vâdî içinde bir ağaçta asılı olan ateş süratinde göründüğü için himmeti
tek bir yöne teksif etti. O, makamların iç içe geçtiği bir makamdır. Çünkü
orası, kelâmın alanıdır. Kelâm da birçok mânâyı iç içe barındıran şeydir. Bu
sebeple de ağaca benzetilmiştir. Bu mânâ, ateş içinde olduğu halde ağaçtan
seslenmiştir. Çünkü matlûb olan odur. Başka bir hâle dönüşmemiştir.
Şiir
5
·
1.
Şimşekler parladı bizim için el-Ebrakayn’ da
Gök
gürültüleri gürledi onun için göğsümün ortasında
·
2.
Bulutlan indirdi gürül gürül yağmuru çayırlara
Ve
senin üzerine şemsiye gibi eğilen dallara
·
3.
Dereleri çağladı taştı sulan
Güvercinler
uçuştu, yapraklandı dalları
·
4.
Kurdular kırmızı çadırları küçük dereler arasına Kıvrılıyor yılanlar gibi,
oturdular tam ortalarına
·
5.
Ay gibi parlayan güneş gibi doğan
îri
gözlü, soylu, cömert, akıllı ve nazlı genç kızlar
·
1.
Ebrakayn, Zât’ın gayb ve şehâdet olmak üzere kendisine meşhed tâyin ettiği iki
yerdir. Gayb âlemi selbî olması hasebiyle çeşitlilik arz etmez. Şehâdet âlemi
ise, sûretler âlemi olması sebebiyle mütenevvîdir. “Şimşekler” sözü, ondaki
sûretlerin çeşitliliğini gösterir ve sûretlerin zevalindeki sürate işaret eder.
Sonrasında gelen gök gürültüsü, İlâhî sim açan sestir. Bu şuhûdu, şimşek gibi
ateşten kendisine görünen Mûsevî hâl tâkip eder. Sonra sırrım açar ve onu Kelâm
tâkip eder. Gök gürültüsüyle kelâma işâret edilmesi şimşek sebebiyledir. Çünkü
şimşek/gök gürültüsü, azarlama tarzında yapılan bir duâdır.
·
2.
“el-Hamîle”, bahçe demektir ve İlâhî mârifetlerin taşıyıcısı olması sebebiyle
insan kalbi anlamına gelir. Bulutlar burada mârifetleri netîce veren hallerdir
ki yağmur bu bulutlardan dökülür. Aym zamanda el-Hamîle, hem buluttaki yağmuru
hem de bahçedeki çiçekleri ifâde eder. Bu bahçedeki dallarla, yâni müstakim
hareketle, “Âdem, onun suretinde yaratıldı” sözünde ifâde edilen insanın
meydana gelişi îmâ ediliyor. Bunlar, faydalanman için bu makamda sana meyleden
şeylerdir.
·
3.
Dereler mârifetlerini akıttı ve nefesler âlemi, tâliblerin koku almaları
ölçüsünde İlâhî mârifet çiçeklerinden en hoş kokulan yaydı. Güvercin, mervî
(suya kanmış) nefiste meydana getirdiği etki sebebiyle küllî nefse işaret eder.
Bu mervî nefis, sâhip olduğu bilme ve hareket kâbiliyeti sâyesinde, güvercin
suretinde zuhûr etmiştir. “ Yapraklandı dallan” sözü, dalların elbisesini
giydiğini bildiriyor.
Hak
Teâlâ: “Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyin”
(Araf, 7/31) buyuruyor. Buna göre Allâh’m zîneti bize haram kılınmamıştır.
İnsanların sakındırıldığı zînet, kısa sürede sona eriverecek olan dünya
hayatının zînetidir. Buna göre ancak ilim ve mârifet elbiseleri gibi dâimî olan
elbiseler giyin. Çünkü onlar yaratılmamıştır. “En güzel elbise takvâ
elbisesidir” (Âraf, 7/26) âyeti de buna işâret eder. Muallim, sana takvâ
elbisesini giydirendir. Zira “Allâh’a itaatsizlikten sakının. Allâh size en
uygun tutumu öğretiyor” (Bakara, 2/282).
·
4.
Kırmızı çadırlar, genç kızlarla olan evliliğe işâret ediyor ki aslmda
kastedilen İlâhî hikmetlerdir. Dereler, bu hikmetlere ulaştıran amellerle
alâkalı olan kevnî ilimlerdir. Yerde sürünmelerinden dolayı yılanlarla, dereler
arasında benzerlik kuruluyor. “Kimi kamı üstünde sürünür” ( Nûr, 24/4 ) âyeti,
vera‘ ehlinden olup, gıdasını arayanlara işaret ediyor. Bu araştırmacılar,
şer‘î çerçeve içinde kalpleri nurlandıran ibâdetlerde kullanmak için kuvvet
teminini en hoş ve faydalı gıdalarla
·
1.
Ebrakayn, Zât’m gayb ve şehâdet olmak üzere kendisine meşhed tâyin ettiği iki
yerdir. Gayb âlemi selbî olması hasebiyle çeşitlilik arz etmez. Şehâdet âlemi
ise, suretler âlemi olması sebebiyle mütenevvîdir. “Şimşekler” sözü, ondaki
sûretlerin çeşitliliğini gösterir ve sûretlerin zevâlindeki sürate işaret eder.
Sonrasında gelen gök gürültüsü, İlâhî sim açan sestir. Bu şuhûdu, şimşek gibi
ateşten kendisine görünen Mûsevî hâl tâkip eder. Sonra sırrım açar ve onu Kelâm
tâkip eder. Gök gürültüsüyle kelâma işâret edilmesi şimşek sebebiyledir. Çünkü
şimşek/gök gürültüsü, azarlama tarzmda yapılan bir duâdır.
·
2.
“el-Hamîle”, bahçe demektir ve İlâhî marifetlerin taşıyıcısı olması sebebiyle
insan kalbi anlamına gelir. Bulutlar burada marifetleri netice veren hallerdir
ki yağmur bu bulutlardan dökülür. Aynı zamanda el-Hamîle, hem buluttaki yağmuru
hem de bahçedeki çiçekleri ifâde eder. Bu bahçedeki dallarla, yâni müstakim
hareketle, “Âdem, onun sürerinde yaratıldı” sözünde ifâde edilen insanın
meydana gelişi imâ ediliyor. Bunlar, faydalanman için bu makamda sana meyleden
şeylerdir.
·
3.
Dereler marifetlerini akıttı ve nefesler âlemi, tâliblerin koku almaları
ölçüsünde İlâhî mârifet çiçeklerinden en hoş kokulan yaydı. Güvercin, mervî
(suya kanmış) nefiste meydana getirdiği etki sebebiyle külli nefse işaret eder.
Bu mervî nefis, sâhip olduğu bilme ve hareket kâbiliyeti sâyesinde, güvercin
sürerinde zuhûr etmiştir. “ Yapraklandı dallan” sözü, dalların elbisesini
giydiğini bildiriyor.
Hak
Teâlâ: “Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyin”
(Araf, 7/31) buyuruyor. Buna göre Allâh’m zîneti bize haram kılınmamıştır.
İnsanların sakındırıldığı zînet, kısa sürede sona eriverecek olan dünya
hayatıma zînetidir. Buna göre ancak ilim ve mârifet elbiseleri gibi dâimi olan
elbiseler giyin. Çünkü onlar yaratılmamıştır. “En güzel elbise takvâ
elbisesidir” (Âraf, 7/26) âyeti de buna işâret eder. Muallim, sana takvâ
elbisesini giydirendir. Zira “Allâh’a itaatsizlikten sakının. Allâh size en
uygun tutumu öğretiyor” (Bakara, 2/282).
·
4.
Kırmızı çadırlar, genç kızlarla olan evliliğe işâret ediyor ki aslmda
kastedilen İlâhî hikmetlerdir. Dereler, bu hikmetlere ulaştıran amellerle
alâkalı olan kevnî ilimlerdir. Yerde sürünmelerinden dolayı yılanlarla, dereler
arasında benzerlik kuruluyor. “Kimi kamı üstünde sürünür” ( Nûr, 24/4 ) âyeti,
vera‘ ehlinden olup, gıdasını arayanlara işaret ediyor. Bu araştırmacılar,
şer‘î çerçeve içinde kalpleri nurlandıran ibâdetlerde kullanmak için kuvvet
teminini en hoş ve faydalı gıdalarla sağlarlar. Sonra, haklarında şunlarm
söylendiği bu İlâhî hikmetler tenezzül eder: Onlar, bu dereler arasındaki kırmızı
çadırlarda otururlar. Sonraki beyitte onların mertebeleri anlatılmaktadır.
·
5. Genç kızlan
parlaklıkla nitelemekte; yani “Öğle vakti güneşi bulutsuz şekilde gördüğün
gibi” sözünde bildirildiği üzere onlar hakkında hiçbir şüphe yoktur ve şu da
açıktır ki onlan gören kimse haklarında en ufak bir şüphe dahi duymaz. “Genç
kızlar” (evânis) sözünde, onlarla samimî dostluk kurmak ve onlan düşünmek
anlamı vardır. Yani, İlâhî haberde, “Kulumun görmesi olurum” şeklinde
bildirildiği gibi onlan görüyor. “Güneş gibi” sözü yücelik, kutbiyet makâmı,
şüphelerin kalkması ve dişi varlıklardan fayda temini itibâriyledir. “Tavâli4”
doğuşlar, kendisine gelmesinin ve üzerinde nurların görünmesinin özlemini çeken
tâlib kalplere bakan teşrifatlardır. “İri gözlü (el-‘İn), nûrun ve keşfin gücü
anlamındadır. “Soylu,cömert” (kerîmât), nesepleri pak
demektir. Yâni onlar, dâima Hak Teâlâ’nm tâyin ettiği meşrû amellerin
neticeleri üzere olup, felsefeciler gibi konumlarım kendileri belirleyerek
ulaştıkları neticelerden uzaktırlar. Zâten zevk ehli de bunu çok iyi bilir.
“Akıllı” (akâil), akıldan müştaktır; yani onlar, kendilerine ilkâ olunanları
akleden, miktarını bilen ve temyiz edebilen kimselerdir. Öyle ki onların
tenezzülü bu miktar ve sınıra göre olur. “Zarif hanımlar” bir çeşit şefkatle
kendisine meyledenlerdir. Zira meyi, şefkattir. Burada sevgi, merhamet, şefkat,
muhabbet ve rağbet makamları bildirilir. Meyi ancak eşitlikten, denklikten yâni
dik vaziyetten eğilmek süreriyle olur. Bundan dolayı onlan istivâ, îtidâl ve
yönelinmemişlik makâmında olmaları hasebiyle bildiriyor. Onlar, istekle,
rağbetle, tevâzû, şevk ve muhabbet ile çağrıldıkları vakit bu istivâ hâlinden,
eşitlikten münâdîye, kendilerinde urûc kâbiliyeti olmayanlara doğru
meylederler. Sonrasında da nüzul ederler.
Şiir
6
·
1. Öyle
ceylanlar var ki Zî Selem’de ve Hîmâ kasabasındaki manastırda Mermer putlar
üzerinde gösteriyorlar güneşi sana
·
2. Bense
felekleri gözetliyorum, hizmet ediyorum manastırda
Bekliyorum,
koruyorum bir bahçeyi ki rengârenk olmuş ilkbaharda
~
3. Bir an geldi kendimi çöldeki ceylanların çobanı saydım Bir an geldi kendimi
râhip ya da müneccim sandım
·
4.
Sevdiğim bir olduğu halde üçlendi
Tıpkı
üç kişinin bizzat bir kişi oluşu gibi
·
5.
Öyleyse ey dostum, sözümü yadırgama, yanlış anlama
Mecâzî
olarak dedim “parlayan güneş” mermer putlar üzerindeki ceylanlara
·
6.
Çünkü ceylanların ince ince boyunları, güneşin nice nice yüzleri var Beyaz
putların geniş göğüsleri ve ince ince bilekleri var
·
7.
Tıpkı ağaç dallarına elbiseler giydirişimiz gibi
Bahçelere
ahlâkî nitelikler, şimşeklere gülümseyen dudaklar atfedişimiz gibi
·
1. Zî Selem,
güzelliği sebebiyle kendisine teslim olunan bir makamdır. Manastır (deyr),
Süryânî bir haldir. Himâ şehri, sıkı şekilde koruyan izzet hicablarıyla
dolaştığı bir yerdir. Sonra, nebevî, İlâhî hikmetlerden rûha nüzûl eden
şeyleri, ürküp kaçmaları ve kendilerini tecrîd makâmı olan çöle atmaları
yönünden ceylanlara, nûrundan ve ışığıyla faydasının her yere ulaşmasından
dolayı güneşe, Süryânî ve Îsevî mâbetler olan mermer sûretler şeklindeki
heykellere benzetti. Bütün bunlar, akıl ve şehvetin karışmadığı mârifetlerdir.
Dolayısıyla onlar cansızdırlar (cemâdî). Buna göre cisim (cemâd) ve melek, akıl
ve şehvetin olmadığı bir mârifet üzere yaratılmışlardır.Hayvanlar,
mârifet ve şehvet tabiatmda yaratılmış olup İlâhî takdire göre onlara herhangi
bir sorumluluk yüklenmemiştir. însan ve cin ise akıl ve şehvet üzere yaratılmış
olup kuvvet, fikir ve şâir kuvveler, mârifetleri elde etmek üzere onlara has
kılınmıştır. Akıllan, ilimleri ifşâ etmek için değil şehvetleri reddetmek için
verilmiştir.
·
2.
Bu mârifetleri elde etmede güneşin oynadığı rol sebebiyle “ Felekleri
gözetliyorum” yani, feleklerin birlikte döndükleri ve kendilerine yer
edindikleri mecraları gözetliyorum. Bunlar, marifetlerin kendilerini
gösterdikleri hallerdir ki bütün bunlar içte, bâtmda olup bitmektedir.
Diyor
ki: Putlar yani mermer suretler olmak sıfatıyla manastıra hizmet ediyorum. Çünkü, manastırlar bu suretlerin mahallidir ve onlar, kelime
ve ruh makâmmdan olan Îsevî, Süryânî mâbetlerdir. “Ceylanlar” sıfatıyla da,
gezinmeleri için ilkbaharda rengârenk süslenmiş olan bahçeleri koruyorum. Bu
bahçeler, İlâhî ahlâk ve muamele meydanlarıdır. Münemnem, çeşit çeşit renklerle
süslenmiş, işlenmiş demektir. Yâni onlar, İlâhî hakikatlerle müzeyyendirler.
Bunun ilkbaharda olması, bu mevsimin yenilik ve tazelik dolayısıyla da gençlik
zamânma mukâbil olması sebebiyledir. “Kendilerine Rablerinden gelen her yeni
îkâzı” (Enbiyâ, 21/2) âyeti de bu minval üzeredir. Bütün bunlar (yeni gelen
şeyler), nefislere daha hoş gelir ve kabûlü daha kolay olur. Çünkü taze ve yeni
olandan alınacak lezzet, devamlı tekrar eden eskiden, nefs üzerinde meydana
getireceği etki bakımından daha müessirdir. Nefes alıp verdikçe, her nefesle
birlikte cennet nimetlerinin meydana gelmesinde bu kâbil sırlar yatmaktadır.
·
3.
Kendimi, ceylanların bahçesini koruduğum için çoban (râî), putlardan (heykel)
dolayı manastıra hizmet ettiğim için râhip ve feleğinde güneşi gözetlediğimden
dolayı da müneccim olarak isimlendirdim. Bütün bunlar, bâtın boyutunda
üzerindeki hallerin çeşitliliğini bildirmektedir. Bu kevnler yoluyla teşbihte
bulunduğu şeylerle ifâde edilen bu hallerin ona verdiği güç ölçüsünde İlâhî
ilhamlar ve ilimler değişir. Bütün bunlar üzerinde gören göz bir olsa da
zevkler çok çeşitlidir. İşaretler (alâmât) yoluyla inanılan şeylere (i‘ tikât)
doğru suretlerdeki dönüşümü (tahavvül) içeren bu konuyu Müslim,
Kitâbü’l-İmân’daki bir babta şöyle zikretmiştir: Onun güneşte olduğunu
düşünerek ibâdet eden, onu güneş olarak görür. Onun bir hayvan olduğu
tasavvuruyla ibâdet eden, onu hayvan olarak, onu cemâdât içinde görerek ibâdet
eden de cemâd olarak görür. Onun misli ve benzeri olmadığı inancıyla ibâdet
edene göre O, hiçbir şeye benzemez. İşte zikrettiğimiz konu bu nokta eksenindedir.
·
4.
Sayı, hristiyanlarm önce, Rab, oğul, kutsal ruh olmak üzere üç asıl ( ekânimü’s-
selâse) iddiâsmda bulunup, sonra ilâh birdir dedikleri gibi
‘ayn’da ( ) çokluk (kesret) meydana
getirmez. Bize bildirilen âyetlerde de Hak Teâlâ “ De ki ister Allâh deyin
ister Rahman deyin; hangisini söylerseniz söyleyin olur” diyerek tefrik eder;
“Çünkü en güzel isimler O’nundur ” (İsrâ, 17/110) diyerek de tevhîd eder. Biz
aziz Kur’ân’ı araştırdık ve onun üç ana isim etrafında döndüğünü gördük. Öyle
ki diğer bütün kıssalar ve mezkûr işler de o üç isme dayanmaktadır. Onlar,
Allâh, Râb ve Rahmân isimleridir. Herkesçe bilinmektedir ki asıl kastedilen Tek
îlâh’tır; geri kalan isimler ise, bu isimlere, özellikle de Allâh ismine âit
sıfatların mecrâsmda cereyân ederler. Bu beyitlerde zikrettiğimiz şeyler bu
nefis kâbilindendir.
·
5.
Bütün varlığımla birlikte ben bir ‘ayn istiyorken bu aslanı yadırgama. Zira her
bir işaret (sembol) için kastedilmiş bir mânâ vardır. Burada dişi ceylan
(ğazâle), güneşin isimlerinden bir isimdir. Kasd ettiğimiz şeyi bundan sonraki
beyitte söyleyeceğiz.
·
6.
Diyor ki, biz ceylanın boynunu esas aldık ki o, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şu hadîsine göre nûra işaret eder: “Kıyamet günü insanlar
içinde boyunları (nurlan) en uzun olanlar, müezzinlerdir”. “Güneşin nice nice
yüzleri var” sözü de şu hadisten mülhemdir: “Rabbinizi güneşi gördüğünüz gibi
göreceksiniz”. “Beyaz putların geniş göğüsleri, ince ince bilekleri var” sözü,
sadr ve cebbârm kollan ile alâkalı hadiste geçmektedir.
·
7.
“Ağaç dallan” ifâdesiyle, aşkın ve muhabbetin, zâtının rü’yetine ve varlığının
müşâhedesine sevk ettiği Hak Teâlâ’nın celâline tutkun nefisler kastediliyor.
“Elbiseler”, İlâhî aşktan taşıdığı şeylerdir. “Bahçe”, Hak Teâlâ’nın onlan
ahlâkî niteliklerden dolayı rahmânî, güzel kokulan her tarafı saran nefesler
için alıkoyduğu cem‘ makâmıdır. îşte bütün bunlar “Sen kendini nasıl övdüysen
öylesin” bâbında güzel bir övgüdür. Şimşekler, zâtî meşheddir. Tebessüm
atfedişi, Resûl aleyhisselâmın “Allâh’ı kulunun tevbesinden daha çok sevindiren
bir başka şey yoktur” sözü ve Müslim’in “ Şüphesiz ki Allâh güler” sözünü
zikredişi dolayısıyladır. Buradaki yorum ve mânâ tektir.
Bu
kasidenin aynısını, benden önce, nazım veya nesir şeklinde hiç kimsede
görmedim. O, lâtif, rûhânî, aşk ve şevk dolu bir ibârenin açıklama noktasında
bana yardımda bulunduğu değerli bir meşheddir; ondan gelen her bir beyit,
içinde teslis konusu geçen her beyit ondandır.
Şiir
7
·
1.
Ey eski mâbed, ey kadîm ev, senin için yükseldi bir nur
Öyle
bir nur ki tâ kalplerimizde parlıyor
·
2.
Geçtiğim çölleri, çektiğim acılan şikâyet edeyim sana Anlatayım sana döktüğüm
gözyaşlanmı oralarda
·
3.
Kaç kez akşamladım, kaç kez sabahladım bir türlü rahata eremedim Nice sabahlara
erdim nice akşamlara eriştim
·
4.
Kuşkusuz yürümekten ayak tabanlan şişse de dişi develerin Yine de yürürler
geceleri, hızlı adımlarla geçerler çölleri
·
5.
İşte bu yük develeri getirdi bizleri arzuyla, istekle, şevkle size
Gerçi
pek ummuyorlardı ulaşmayı bu şekilde size
·
6.
Sana ulaşmak için çölleri aştılar, yağmursuz topraklan teptiler Aşktan vecdden
çılgına döndüler yine de yorulduk demediler
·
7.
Onlar hiç dert yanmadı aşkın eleminden ben yandım
Yorgunluktan
ben yakındım, sahi ben de saçma bir iş yaptım
·
1. “Ey eski
mâbed, ey kadîm ev” saf, tertemiz, muttaki, ârif kulun kalbidir ki Hak Teâlâ
ona, hakikatini açmıştır. “Yükseliyor” sözüyle, ışıldayan kalplerden bir nûrun
sizin için yükseldiğini ve o nurun diller, gözler, kulaklar ve diğer organlar
üzerinde belirdiğini ifâde ediyor. İşte bu makamda kul, Allâh ile işitir,
O’nunla görür, O’nunla konuşur, O’nunla tutar, O’nunla yürür ve hareket eder.
Cesetteki kalb, dâirenin ortasındaki merkez nokta gibidir. Zira dâire, o
noktadan hareketle oluşur ve her yöne göre yüksek bir seviyede yer alır. Bundan
dolayı “yükseldi” ( ^3" ) ifâdesini kullanmıştır. Yani yüceliği kaynağmdan
talep et. Sonra, organlar kalp merkezi etrafında bir araya geliyorlar ve kalp,
hakikatlerden kendisine verilenlerle diğer organlar üzerinde tasarrufta bulunuyor.
Mesela, ondan göze doğru bir yükseliş olduğunda bu, Hakk’ın görmesi olarak
ifâde edilir; yükseliş kulağa doğru olduğunda bu Hakk’ın işitmesi, ayağa doğru
olduğunda ise bu Hakk’ın yürümesidir denilir. Bu sıfatlan elde eden kul, halk
içinde Hakk’ın vekili olur. Adâlet terâzisini şükür ve fazilet üzerinde kurmak
için yeryüzünde Hakk’ın sâdık bir halîfesi olur.
·
2.
Seyr-i sülûkunda ve mânevi yolculuğunda geçirdiği halleri, çöllerle
kinâyede bulunulan riyâzet ve mücâhede yollarında kat ettiği mesâfeleri vasfediyor.
“Oralarda döktüğüm gözyaşlanmı” mısrasında, sevgiliyle görüşmesi ve matlûbunu
elde etmesi için duyduğu şevkli hâli dile getiriyor.
·
3.
Bütün rahatlık hallerim terk ettim ve maksada ulaşmak için azimet ve zorluk
yolunu tercih ettim. Zira gayretler, ulaşılması çok zor sebeplere bağlanmıştır.
Ona giden yol, sarp bir yoldur. Tepeleri de aşılmazdır. Öyle ki, ona ancak yok
olarak ulaşılabilir.
·
4.
Gayretler, matlûbun değerinden dolayı kişiyi yorsa da, gücünü kesmez, onu pes
ettirmez. Aklî deliller, matlûb olan hakikatleri idrâk etme konusunda
delillerin yetersiz kalmasından dolayı gayretleri şaşırtmak ister. Bu durumda
belki bazı âriflerin gayretleri tembelliğe uğrayabilir. Bu ârifler, aklî vücûb,
cevâz ve istihâleyi bilmekle birlikte, ilâhîlik noktasında muhakkik sûfîlerin
zevklerine ulaşamamış kimselerdir. İlâhî emr, bu takyidin dışındadır. Akıl,
herhangi bir şeyin muhal olduğuna dâir hüküm verdiğinde o şey, aklen muhal
sayılır. Fakat o şey, İlâhî nisbete göre muhal değildir. Hükümlerin bir çoğunda durum aynıdır. Bazen akıl, nisbet-i İlâhiye
olmak sıfatıyla Hak Teâlâ’nın ona verdiği bazı şeyleri idrâk edebilir. Ancak
bazen de bazı şeyleri idrâke güç yetiremez. Bununla birlikte kusurunu da
görmez.
Bir
şeyin aklen vâcib, câiz veya muhal olması, akim delâleti yönünden değil, ancak
nisbet-i İlâhiye bakımından sahih sayılır.
·
5.
“Develer”, insandaki zâhir ve bâtın bütün taşıyıcılardır. Sülük (yol almak),
amel ve gayret noktasında insanın zâtım kapsar. Develer, visâl ümidi olmaksızın
sadece müştâk olanları taşırlar. Her ne kadar bu develer için de bir vuslat
durumu olsa da, kavuşma ümidi taşıyan müştâk olmaya, taşman insânî latife daha
lâyıktır. Ancak uğruna yola çıktığı vuslat, insânî latifedir. Develerin buna
dâir hiçbir bilgileri yoktur. Onlar emre âmâde olup teshir gereği yürürler.
Eğer örtüler açılsa, hakikatler, işaret ettiğimiz gibi, her göz sahibi için
ayan-beyan olurlar. Ne mutlu o keşf ehline...
6-7.
Bu kesif ve lâtif binekler, bütün bu zorluklara katlandılar. Buna rağmen
üzerlerinde hiçbir yorgunluk ve bitkinlik belirtisi görülmez. Benim onlar
üzerindeki fonksiyonum, emretmek, yönetmek ve bu oluşuma zemin hazırlamak,
mârifetleri ele etmek ve muhabbet çağrısında bulunmak için siyâset gereği
gözetmektir. Sonra endişe ve âcizlikten şikâyet ediyorum. Beni çağırmakla da
muhal bir şeyi yapmış oldun.
Şiir
8
·
1.
Koruluktaki ağaçların dallarına konan her güvercinle Konuşuyorum içten içe,
söyleşiyorum hüzünlü sözlerle
·
2.
Gözyaşı akıtmadan ağlıyor o kederli güvercin de
Oysa
benim göz kapaklarımdan hüzün yağmurlan inmekte
·
3.
Seslendim o güvercine göz kapaklarım koyuverince gözyaşlanmı sel gibi
Duygularımı dile getiren gözyaşlarını anlatır hâlimi
·
4.
Sevdiğim o güzel sevgiliye dâir bir bilgi var mı sende
Söylediler
mi eğleşip kaldıklarım o yemyeşil dalların gölgesinde
1-2.
Akranlarım arzuladıkları şeylere nâil oldukları vakit, kaçırdığı nimete hasret
duyan bir mânâya delâlet eden ve bana da uygun düşen bir hakikatle, İlâhî
marifetler bahçesinde sâbit dallar üzerinde oturan, berzâhî suretler seklinde
zâhir olan rûhânî latifelerle söyleşiyorum.
Sonra
“Gözyaşı akıtmadan ağlıyor o kederli güvercin de” sözüyle şöyle diyor: Ruhlar
gözyaşı olmaksızın ağlarken benim ağlamam, bu maddî varlığımı ifâde eden
gözyaşıyladır. Ancak gözyaşı olmaksızın ağlama husûsunda, varlığımın rûhânî
olması ve hakikatlerden bir mâhiyet üzere oluşu sebebiyle onlara eşlik
ediyorum.
Hatta
onlarda olmayan tabiî ağlayışım dolayısıyla da onları geçiyorum. Bu sebeple de
benim vecd hâlim onlarınkinden kat kat fazla oluyor. İşte bundan dolayı onlara
göre daha üstün bir konumda bulunuyorum. Sanki o, bir zamanlar tabiî âlemle
irtibat hâlinde olan, ancak şehvetlerle meşguliyetinden dolayı şehâdet âleminde
bir şey elde edemeyen, sonra da ondan ayrılan mufânk ruhlara hitâp ediyor.
3
- 4. O güvercine, ağlamaklı bir halde, içimdeki duygularımı anlatan lisân-ı
hâlimle sesleniyorum: “Sevdiğim o güzel sevgiliye dâir bir bilgi var mı sende?”
Çünkü sen, benim belirli bir vakte kadar hapis kalacağım bu zulmet
âleminden ayrılmış olarak keşf makâmındasın. O kişilerin bu tabiî âlem
gölgeliğinde bir yansımaları var mı ki ben onları burada arayayım? Allâh şöyle
buyurur: “Gölgeleri de sabah-akşam (uzanıp kısalarak ona secde etmektedirler)”
(Rad, 13/15). Onların secde hâlini haber veriyor. Secdeler ancak şuhûd ve
mârifetle birlikte olup bunların dışmda bir şeyle olmaz. Özellikle bazıları bu
halde “Ene’l-hak” demiştir. Hak Teâlâ da “Benimle işitir, benimle görür”
buyurmuştur. Eğer iş (emr), senden cevâbım beklediğim şey gibi ise, bana bildir
de gözlerimden perdeyi nasıl kaldıracağımı ve kendi varlığımı (kevn) nasıl
göreceğimi düşüneyim.
Şiir
9
·
1.
Üç ay yüzlü güzel hiç gerek duymadan süslenmeye Çıktılar yola et-Ten‘im’e doğru
başlarında ipekli örtülerle
·
2.
Güneş misâli parlayan yüzlerinden kaldırdılar örtülerini
Ve
yüksek sesle “Lebbeyk!” dediler, tehlillerle yaparken ümrelerini
·
3.
Güzel keklikler gibi sekerek yavaş yavaş yürüyerek geldiler güzeller
Üzerlerinde Yemen kumaşından yapılmış zarif, albenili giysiler
1-3.
Rubûbiyet, mülkiyet ve ulûhiyet makamlarından, asıl hayatlarının içinde
bulunduğu eserlerin zuhûrunu isteyen üç mukaddes isim çıktı. Bunu da Ten‘im ile
ifâde etti. Yüzlerindeki nurlardan dolayı başlarında örtülerle yola çıkıyorlar.
Çünkü seyr-i sülûkunda henüz onları görme gücüne ulaşamamış olan kimse onları
idrâk edemez ve helâk olur. Onlar kendilerini kabule hazır hâle gelmiş bir
kalbi ziyâret etmek istediklerinde yüzlerindeki örtüyü kaldırırlar ve nurları
ortaya çıkar. Umrelerini yaparken yüksek sesle Allah için “Lebbeyk” derler.
Sonra ziyaretleriyle şereflendirmek üzere bu cömert kalbi aramaya yönelirler.
“Üzerlerini saran ipek şal örtülerle” yani onların üzerinde sanki,
aslî isimlere muhafızlık yapan tâlî/tâbî isimlerin zînetlerinden vardır. Zîra
denildiği gibi, ancak âlim olan mürîd olur ve ancak hayy olan âlim olur. O’nun
hayy ve müheymin oluşu, âlim ve mürîd oluşu üzerine binâ edilmiştir. Böylelikle
her bir iş (emr) ki, varlığı diğer bir işin varlığına bağlıdır, o zaman varlığı
bağımsız olan, varlığı kendisine bağlı olan husus üzerinde her zaman daha
baskındır.
Şiir
10
·
1.
Ey benim dostlarım gelin inin korunan şu otlaklara
Necid’i
arayın ve size yolunuzu gösterecek nişâneleri bulun oralarda
·
2.
Kıvrım kıvrım dizilmiş çadırların yarımdaki suya inin Dâll ve selâm ağaçlarının
gölgesinde gölgelenin
·
3.
Sonra Minâ vâdîsine geldiğiniz zaman
Zaten
benim kalbim oradadır, onların çadırlarım kurdukları yerde
·
4.
Aşk selamlan söyleyin benden orada bulunanlara
Ya
da yalnızca “Selam size!” deyin onlara
·
5.
Dinleyin ne cevap verecekler bakalım kulak verin Ve gönlü çok dertli birinden
haber götürün onlara
·
6.
Aşkın acılanndan durmadan yakman birinden
Her
şeyi alenen yapan, haber bekleyen, sorular soran birinden
·
1.
“Dostlarım” sözüyle akıl ve imâna hitap ediyor ve diyor ki, izzet hicapları yol
vermediği vakit İlâhî himâye altında konaklayın ve “Necdî” mârifeti arayın. Bu
mârifetle kastedilen, vehbî ilimlerdir. “Size yolunuzu gösterecek nişâneleri
oralarda bulun” sözüyle, akim kendi basma idrâk edebildiği şeylerle idrâk
edemediklerim bir arada ifâde etmek için delil eksenli mârifete işâret
ediliyor. Bunu gerçekleştiren kişi de kendisine cevâmî verilen kişidir.
·
2.
“Suya inin” sözünde ezelî hayat kaynağı bildiriliyor. “Kıvrım kıvrım dizilmiş
çadırların yanındaki” yâni İlâhî şefkat hazretindeki suya inin. İdrak
edememenin verdiği acziyet hâli içinde, ilim gölgeliğinde rahat hâli talep
ederek gölgelenin. Burasının hayret makâmı olmasından dolayı “dall”, emr
altında bulunma veya kuşatılmış olma gibi kayıtlanmışlık hallerinden selâmet
bulma sebebiyle de “selmâ” denmiştir. Zira emr, herhangi bir şeyle
sınırlandınlamayacak veya bir şeyle ya da bir şey için kuşatılamayacak kadar
şerefli ve yücedir.
·
3.
Şeytanın taşlandığı yere geldiğinizde orası toplulukların makamıdır
(makâmu’l-cemâât). Burası, mertebelerine göre sıralanan ruhların (melei’Palâ)
vatanları ve
,
eserlerini ortaya çıkarmak için bekleyen esmâ topluluklarının makamlarıdır. Biz
o ruhların toplanmasına yönelik meseleleri bazı kitaplarımızda açıklamıştık.
“Zaten benim kalbim oradadır, onların çadırlarım kurdukları yerde” yâni, bu
mânevi, ulvî toplulukların meclîsindedir. Bunlar “Kulum beni bir topluluk
içinde zikrederse ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim” sözünde
geçen topluluklardır. Cemaatten kastımız budur. Bir cemre bir cemaattir;
cemrelerde cemaatlerdir. Onların bu belirli toplanma yerlerine “Minâ”
denilmektedir. Bu hazret, İlâhî yakınlığı elde etme mahalli olduğundan dolayı,
büyük hac gününde kurbanların sunulduğu yer de burası olmaktadır.
·
4.
“Aşk selamlan söyleyin benden orada bulunanlara” Aklına şöyle sesleniyor:
hayfma ( AA A) )* ve imanına benim selamımı ulaştır ve
devam ediyor; bu mukaddes cemaatlere, mertebelerinde onlarla görüşmeyi
arzulayan ve bu şekilde İlâhî inâyeti elde edecek olan bir sevgilinin selâmım
ulaştırın veya selâmımı ancak kabul görürseniz ulaştırın ve bunu sadece siz
yapın beni hiç anmayın diyor.
·
5.
O iki dosta şöyle sesleniyor: Size verecekleri cevâba kulak verin ve onları
benim sıkıntılı hâlimden haberdâr edin. Aşk acım ve lâtif duygularım hakkındaki
şikâyetlerimi bildirin. Belki bu sebeple onlardan merhamet sahibi biri sesimi
duyar ve şefaatte bulunur. İlâhî takdirde bunun ancak şefaat yoluyla
olabileceği muhtemeldir. Bunu bildirmeniz durumunda bu kulun bir ricâsının
olduğu da ortaya çıkmış olur.
·
6. Muhabbetin
zahir ve bâtınım kaplayarak onu sarhoş etmesiyle birlikte matlûbu idrâk
etmesini engelleyen aşk acısından ona isâbet etmiş olan hastalığın çâresi
hakkında sorular sorar ve haber bekler.
Şiir
11
·
1.
Canım kurbân olsun beyaz tenli, nazlı edâlı o güzel sevgililere
Öperken
Hacerü’l-Esved’i ve Kâ‘be’nin sütunlarım oynadılar benimle
·
2.
Arkalarından izlerken onları bir an kaybetsen gözünün önünden
Başka
bir şey bulamazsın geride tatlı bir iz olarak misk kokulan dışmda
·
3.
Geceleyin benim için ne karanlık kalır onları hatırlayınca
Ne
ay kararması, ve yürürüm aydınlık gecede ay ışığında
·
4.
Yürüyünce onların uysal binekleriyle yan yana
Sabah
güneşi gibi gözükür karanlık gece birden bana
·
5.
Aşkla yöneldi gönlüm o güzellerden birine
Öyle
güzel biri ki bir benzeri daha yok insanlar arasında
·
6.
Kaldıracak olsa bir an yüzündeki örtüyü, gösterir sana bir panltı
Işığı
hiç sönmeyen, değişmeyen güneş gibi bir panltı
·
7.
Yüzünün parlaklığı güneş parlaklığı, saçının karanlığı gece karanlığı Ne
şaşırtıcı bir sûret böyle, onda bir araya gelmiş güneşle gece
·
8.
Onunla beraberken biz geceleyin sanki gündüz ışığmdayız
*
Hayf, nehir yatağı ile dağ arasında kalan yükseklikler, çıkıntılar gibi bir
anlama gelmektedir. Müellif burada
Siyah
saçlarıyla öğle vakti sanki gece karanlığındayız
·
1.
İlâhî görüşme sırasında bana, bilgileri dolayısıyla kendi kendilerini sâbit
kılmış kadınların göründüğü misâl âleminden, cesede bürünmüş suretler
şeklinde ilimler zâhir oldu. Fakat bunları akıl makâmmdan değil îman makâmmdan
gördüm. Bu sebeple onlar için hayâ sâhibi kızlar ifâdesini kullandı.
·
2.
Onları aramaya çıktığında, ancak bu ilimlerden âriflerin kalplerine
bıraktıkları hoş izlerle onlar hakkında bir delil bulabilirsin. Zira mânâlar,
bir şey ile kâimse, hükmünü o şey için gerekli kılarlar. Tâlipleri, şaşırmış,
çölde yolunu kaybetmiş kişiler olarak vasf etti ki bu onların yüceliği ve idrak
edilememeleri sebebiyle hayret makâmında olduklarım gösteriyor. “Aşkla
yöneldim” yâni aşk (hubb), benim ayrılmaz bir vasfımdır. “Birine” sözü
aynü’t-tevhîdi bildirir.
·
3.
“Geceleyin benim için ne karanlık kalır onları hatırlayınca” Karanlık gece
ancak dolunayla aydınlanır. Bu bir sülük hâlidir. Şöyle demiş de olabilir:
“Geceleyin benim için ne hayret kalır ne şaşkınlık hâli” Benim onları anmam, bu
hayret ve şaşkınlık hâlinin izalesine ve onlar vâsıtâsıyla emri in hakikatine
vâkıf olmama bir vesile olur.
·
4.
Ancak bu ilimlerle birlikte geceyi geçirdiğimde cehl ve hayret bana musallat
olamaz. Çünkü hayretim bana güneş olur; yâni ilim ve irfâna dönüşür. “Sabah
güneşi” güneşin rahatsızlık vermeyen vaktidir. Zira güneş öğle vaktinde,
sıcaklığının şiddeti sebebiyle altında yürünülemeyecek bir hâl alır. Bundan
dolayı sabah güneşi istenen şey olur.
·
5.
“O’nun benzeri yoktur” sözünde olduğu gibi müşâhede makâmmdan gelen, eşi ve
benzeri olmayan zâtî, ulvî, tek bir marifetten dolayı bütün mârifetlere âşık oldum.
·
6.
Seninle onun arasındaki perdeler kalktığında, hiçbir bulutun kapatmadığı
açık havadaki güneş gibi azameti sana zâhir olur. Tıpkı Hz. Peygamberim şu
sözünde ifâde ettiği gibi: “Rabbinizi öğle vaktinde, hiçbir bulutun olmadığı
gökyüzündeki güneş gibi göreceksiniz.”
·
7.
“Yüzünün parlaklığı güneş parlaklığı, saçının karanlığı gece karanlığı” Bu
ifâdelerde, benzetmeye dayalı (teşbîhî) sözlerde olduğu gibi, mânevî ilimlere
yâni sembolik ve gizli ilimlere işaret ediliyor. “Ne kadar şaşırtıcı ki onda
bir araya
sadr
veya gönlü kasdetmiş olabilir (çev. notu).
gelmiş
güneşle gece” İki zıt şeyin bir araya gelmesi aklen tasavvur edilemez deniliyor
ama işte burada garip bir şekilde tasavvur ediliyor. Ebû Saîd el-Harrâz’a
“Rabbini ne ile tanıdın?” sorusu sorulduğunda “îki zıt şeyi bir araya
getirmesiyle” cevâbım vermiştir. Tıpkı Hak Teâlâ’nın, iki ayrı cihetten değil
tek bir cihetten “Evvel, âhir, zâhir, bâtın” (Hadîd, 57/3) olması gibi... Ve
yine kendi aklım kullanmak sûretiyle, Hakk üzerinde delillerle hüküm veren
ilmü’n-nazar sahibinin dediği gibi: Bu nasıl düşünce böyle ki varlıktan gelen
“ulûhiyet” nerede, hazret-i ayn’dan gelen “muhdeslik” (sonradan olma hâli)
nerede. Benzeri olan bir kimse, benzeri olmayanı nasıl idrâk eder? Zira akla
karşılık bir başka akıl vardır fakat Hak Teâlâ’ya karşılık bir başka Hakk
yoktur. İki Zât ve iki ilâhın varlığı muhaldir. O, hiçbir şeye benzemez,
herhangi bir şeyle sınırlandırılamaz ve üzerinde herhangi bir şeyle tahakküm
kurulamaz. Daha da ötesi O’na hiçbir şey de izâfe edilemez. Ancak mukayyed
mümkinin ona olan ihtiyâcı ölçüsünde ona bazı şeyler izâfe edilebilir. sıAllâh,
yücelik ve büyüklük bakımından bütün müdriklerin idrâkinin ötesindedir. “İzzet
ve kudret Rabbi olan senin Rabbin onlann bütün bâtıl iddiâlarmdan münezzehtir,
yücedir” ( Sâffât, 37/180).
·
8. “Onunla
beraberken biz geceleyin sanki gündüz ışığmdayız” Gerçekte akima veyâ izâfet
ettiğin veyâ nisbet ettiğin şeye değil de zâtına nisbette bulunduğunda onun
aynı şehâdettir ve onun şehadeti ayndır. Bu konuya sâhibu’l-hil‘a şu sözüyle
işaret etmiştir: İsimlerden hangisini alırsan al, o isim bütün isimlerle
müsemmâdır. Söz konusu tevhîd bu ‘ayn’dır ve benzetmenin yaratılmışlarla
yapılmamasıdır. Bu ancak muvahhid kulların en şereflilerinin ulaşabileceği çok
yüce bir meşheddir. O kimseler, nazarı kendinden olmayıp O’nun gözüyle bakan ve
varlıklarım O’nun varlığında kaybedip onları değil sâdece O’nu birleyen
kimselerdir. Bu makâma erdiğin vakit sözümün ne anlama geldiğini anlarsın. Akıl
yoluyla ulaşılması mümkün olmayan şeyi talep etme.
Şiir
12
·
1. Ezriat ile
Busra arasında bir kız on dördünde
Göründü
gözüme dolunay güzelliğinde
·
2.
Celâl yönünden yükselmişti zamânın üstüne
Büyüklük
ve övünç yönünden ulaşmıştı zaman ötesine
·
3.
Her hilal ulaşınca sonunda dolunay hâline Eksilmeye başlar yeniden o ay
tamamlansın diye
·
4.
Ama o ay yüzlü başka, çünkü dolaşmıyor burçlar arasında Çünkü Tek’in katlan
yapılmaz asla
·
5.
Sen bir güzel hokkasın, her türlü güzel koku birleşmiş sende
Sen
bir güzel bahçesin, yemyeşil çimenlikler, rengârenk çiçekler boy vermiş sende
·
6.
Sende ulaşmış güzellik ulaşabileceği en son haddine
Senin
gibi birinin olması mümkün değildir imkân dâhilinde
1-2.
Aym süresiyle dolunay arasında irtibat kurmak suretiyle mezkûr zamanı
zikrederek benzetmeyi ay ile yapıyor ve kâmil nefse dikkat çekiyor. Bu mekanların söylenmesi, oranın Hz. Peygamber’in Şam’da
ulaştığı en son nokta olması hasebiyledir. Zira orada, Bahira hadisinde geçtiği
gibi, apaçık mûcizeler üzerinde görülmüştü. O kıza kemal sıfatı nisbet etmekte
ve ona sayıların en mükemmelini vermektedir ki o sayı dörttür. Çünkü dörtte on
sayısı vardır [ 1+2+3+4=10 ]. Ayrıca onu zaman ve mekan
kayıtlarından tenzih ediyor.
3
- 4. Bu beyitlerde teşbihin her yönden yapılmadığım, kastedilen şeyin kemal
sıfatı olduğunu söylüyor. Onun varlığının tecellî mahalli olması bir sûret
üzerinde varlık bulması sebebiyledir. Dolunay şeklindeki ay da güneşin
meclâsıdır. Sonra diyor ki ay, kemal hâline ulaşınca, âlem için takdir edilen
ay diliminin oluşması için döner ve yavaş yavaş noksanlaşır. Diğeri ise böyle
değildir. O, takyîd edilemez oluşuyla noksanlık kabul etmeyen bir kemâl
hâlindedir. Aym şekilde kâmil nefs, hareketi kabul etmediği gibi herhangi bir
mesâfe de kat etmez.
“Çünkü
Tek’in katlan yapılmaz” Vahdaniyet makamı O’na âit olup, cinsiyetsiz oluşundan,
mekan ve kemâlinin yüceliğinden dolayı hiçbir kimse
ile ilişkilendirilemez.
·
5.
İlâhî ilimlerin, marifetlerin ve rahmânî nefeslerin mahalli olması hasebiyle
onu, içinde güzel kokular bulunan hokkaya benzetiyor. Hokkada birçok güzel
kokunun karışımının yer alması, içinde birçok ilim dalının olduğu anlamına
geliyor. en-Neşr, koku demektir. Kendisinden alt
derecede bulunanlara fayda sağlayan şeydir. Bundan dolayı onu yâni kâmil nefsi,
ilimlerle, mârifetlerle, hallerle, sırlarla ve makamlarla münâsebeti
dolayısıyla çiçeklerle ve meyvelerle dolu bir bahçeye benzetiyor.
·
6.
“Sende ulaşmış güzellik ulaşabileceği en son haddine” Burada anlatılmak
istenen, Ebû Hâmid Gazzâlî’nin şu sözüdür: “Bu âlem olabilecek en güzel şekilde
yaratılmıştır.” Eğer bu yaratma sırasında bazı şeyler saklanılsaydı O,
cömertliğine aykırı olarak cimri, kudretine zıt olarak da âciz olurdu.
Şiir
13
·
1.
Siyah saçlarının zifiri karanlığında göründü aym on dördü Kıpkırmızı gülleri
suladı bembeyaz nergisler
·
2.
Öyle güzel bir genç kız ki o, kadınlar şaşar kalır onu görünce Onun yüzündeki
nur parlar gökteki ay üzerinde
·
3.
Güneşten daha üstündür o parlaklıkta
O
öyle bir sûret ki kıyaslanmaz başkalarıyla
·
4.
Nur feleği onun ayağının altındadır Onun tâcı bütün kürelerin dışındadır
·
5.
Gönlüne girse birinin bu vehim yaralar kendini Peki öyleyse çıplak gözlerle o
nasıl görülebilir ki
·
6.
Öyle güzel bir görüntüdür ki o , zikredince onu
kaybolur gözden Gözlerin fark edemeyeceği lâtif bir hâl alır
·
7.
Bütün sıfatlar onu nitelemeye, tanıtmaya çalıştılar Yüceliği sebebiyle onu
anlatmada âciz kaldı bütün sıfatlar
·
8.
Ne zaman biri kalkıp onu anlatmaya çalışsa Yaptığı her çalışma eksik kalır
mutlaka
·
9.
Onu bulmak için yola çıkan biri mola verse de hayvanına Onu düşünenler ondan
başkasını getirmezler asla akıllarına
10.0
öyle bir can ki onun aşkıyla yanıp tutuşanları
Beşer
mertebesinden de daha üstün derecelere çıkartır
·
11. Sarnıçlarda
biriken kirli sularla
Tertemiz
berrak suların karıştırılmasını kıskanarak
1-2.
Haberde vârid olduğu üzere dolunay tecellîyi sembolize ediyor; gayb da
karanlığa benzetiliyor. Sezgiler yoluyla bilgi edinme anlamındaki “şuûr” (
) kökünden
gelen
“ş‘ar” yâni saç, gizli ilimler anlamına geliyor. Sanki o şöyle diyor: Gizli
olanın açık olanda ortaya çıkması gibi açık olan da gizli olan da zuhûr etti.
Şu sözde tıpkı bunun gibidir: Hakk’ın vücûdu halkta, halkın vücûdu da
Hakk’tadır. “Kırmızı gülleri suladı” yâni kırmızı yanakları suladı. Beyaz
nergislerle kastedilen gözyaşlarını akıtması dolayısıyla gözdür ki yaşlar,
kırmızı yanaklar üzerine boşalır ve böylelikle gökyüzünün suladığı bahçe gibi
olur. Araplar gözleri, ortasında sanlık bulunan beyaz nergislere benzetirler.
Sanki o şöyle sesleniyor: Zâtî meşhed veya ism-i câmî‘, İlâhî isimler bahçesini
suladı. Zira bütün bunlar ona nâzırdır ve o, hepsi üzerinde hükümrandır.
Genç
ve güzel kız (ğâde), dolunayla nitelediği câmî‘ sıfattır. “O güzel kadınlar
şaşar kalır onu görünce” yâni isimlerden ona tâbî olanlar ifâde ediliyor. “Onun
nûru parlar” yâni onun nûru, ayın ışığım gölgede bırakır. Ay ile benzetmede
bulunması gerçek boyutunu ifâde etmek için değil, somutlaştırma yoluyla
anlaşılmasını sağlamak içindir.
·
3.
Her ne kadar güneşle benzetme yapılıyorsa da, onun nûru güneşten daha büyüktür.
“O öyle bir sûret ki kıyaslanamaz başkalarıyla” mısrasıyla “Hiçbir şey O’nun misli
değildir” (Şûrâ,42/11) âyetindeki mânâ kastediliyor. Sûret sözcüğünün
kullanılması bu konuda vârid olan haberler sebebiyledir. Haberlerde veya ilgili
hadislerde böyle geçiyorsa, kulun müşahede ve keşf hâlinde elde ettiği bu zâti
mârifet dolayısıyla niye kullanılmasın?
·
4.
“Nur feleği onun ayağının altındadır” Bu beytin mânâsım anlayan kimse, “Rahman
arşa istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) âyetinin mânâsım da bilir. Rivâyet edilen bir
hadiste “Allah arşı yaratmadan evvel nerede idi?” sorusuna Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): “Üstü ve altı hava olan amâ’da idi”
cevâbım vermiştir. Bu âyet ve hadîsin muhtevâsındaki mânâlar, beyitte ifâde
edilen mânâlara en yakın olanlardır.
·
5.
Gönülde sereyânı sırasında ona yaranın nisbet edilmesindeki mânâ, her türlü
tasavvurun en üstünde bulunan Zât hakkında vehmin tahayyülde bulunmasıdır ki bu
ondaki bir yaradır. Vehim, hissî idrakten daha lâtiftir. O ise en lâtif olanı
idrakten dahi münezzehtir. Kaldı ki daha kesif olan göz onu nasıl görsün. Bunun
için akâidde Cenab-ı Hak için şunlar söylenir: Gönlünün en derin yerinde
hatırandan geçen veya içinde tekrar edip duran ya da tevehhümde bulunduğun ne
varsa Allâh, bütün bunlardan beridir.
·
6.
“Öyle güzel bir görüntüdür ki o” Bizzat zâtı îtibâriyle değil de kalbin
mâhiyetinde bulunan özelliklerle alâkalı olarak nüzûlü ânında kalbin onunla
sevinmesidir. “Onu anınca biz kaybolur gözden” O anıldığı vakit, letâfetine ve
mânâsma uygun olmayan bu zikrin varlığı dolayısıyla kaybolur gider. “Lâtif bir
hâl alır” Düşünce boyutunu aşarak zihinle idrâk edilemeyecek hâle gelir.
7
- 9. O, sıfatlarla ve üzerine vârid olan isimlerle idrâk edilemez. Onu anlatma
noktasında bütün sıfatlar onu kabul edecek bir mahâl bulamayıp eli boş geri
dönerler. Sonra hayal gelip sıfatı ona yüklemeye çalışsa, onu kabul etmez ve
gerisin geriye döner. Gayretler yorulduğunda - ki bu gayretler, âriflerin
sadece çalışmak (sa‘y) suretiyle ona ulaşamayacaklarım anladıktan noktada,
âcizliklerine olan vukûfiyetleri sebebiyle arayışlarında kullandıkları
bineklerdir- akıl(lı)lar istirahat etmez. Bunlar, bir üst makâmın kendilerine
verdiği şeyi anlamamaları sebebiyle zannederler ki Allâh, fikirlerinin bineği
olan delil yoluyla bilinir .
·
10.
Aşk, muhabbet ve tahalluk düzeyinde ona gönlünü kaptıran her bir kimseyi, beşer
mertebelerinden, mücerred ruhlar olarak kabûl edilen suretlerdeki tahavvül
makâmına ulaştırır.
·
11.
“Sarnıçlarda biriken kirli sularla, tertemiz suların karıştırılmasını
kıskanarak” Sahip olduğu rûhânîlik, cisimler âlemindeki tabiî kirlerle ve
karanlıkla karışma hâlinden münezzehtir.
Şiir
14
·
1.
Ey gönlümün sevdikleri söyleyin nerede onlar? Allâh aşkına söyleyin nerede
onlar?
·
2.
Tıpkı gördüğünüz gibi onların tayflarım Bana gösterebilecek misiniz onların
‘ayniarım
·
3.
Bilseniz nicedir arıyorum ben onları Nicedir istiyorum onların arasmda olmayı
·
4.
Hatta aralarında olduğumdan eminken bile Yine de kuşkulandım aralarında mıyım
diye
·
5.
Umuyorum mutluluk yıldızım engel olur Onlarm beni bırakıp gitmesine
·
6.
Nasîb olur gözlerim onları görürse Demem artık onlar nerede onlar nerede
·
1.
“Ey gönlümün sevdikleri” sözüyle, lâyık oldukları makamda bulunan ulvî ruhlar
kastediliyor. Mekândan münezzeh olanlara mekân nisbet edilmesi, Hz.
Peygamber’in dilsiz siyaha yönelttiği soru gibidir. îsm-i câmi‘ye yemîn ederek
sorumlulara (mes’ûlîn) onların nerede olduğunu soruyor ve cevap da şu şekilde
geliyor: Onlar, sevgililerinin kalplerindedir.
·
2.
“Tıpkı gördüğüm gibi onların tayflarım” Onların misal ve sûretler
âlemindeki tecellîleri kastediliyor. “Bana gösterebilecek misin onlann
‘ayn’lannı” Bir cesede bürünmüş olmaksızın letâfet ve mânâlar âleminde onların
hakikatlerini bana gösterebilecek misin?
·
3.
İçinde bulunduğum durumdan kurtulmak süreriyle onlara kavuşmak ve onlarla
aynı yolda olmak için “nicedir arıyorum ben onları” ve “nicedir istiyorum
onların arasında olmayı” yâni onlara kavuşmayı. Aralarında olmak (el-beyn),
burada kavuşmak anlamındadır. “Gördünüz ya, aranızdaki bağlar bir bir koptu”
(En‘am, 6/94).
·
4.
“Hatta aralarında olduğumdan eminken” yâni uzakta olduğumdan eminken; hem
aralarmda olma (el-beyn) hem de uzak olma (el-bu‘d) iki zıt mânâya gelen
sözcüklerdir. “Yine de kuşkulandım aralarmda mıyım diye” Onlara yakın veyâ uzak
olma noktasında bir şeye nâil olamadığım gibi onlann nurlanyla yanmayı da elde
edemedim.
5-6.
Umuyorum ki İlâhî takdirde, benim onlara olan uzaklığımı bertarâf edecek bir
İlâhî inâyete nâil olurum da onları idrâk ederim. Sonra matlûbuma kavuşurum ve
onları müşâhede etmek süreriyle ‘aynım bana ihsân edilir. Bundan sonra, ben
onlann onlar da benim yanımda oldukları için onlar nerede diye sormam.
Şiir
15
·
1.
Vedâlaşmak için karşı karşıya geldiğimiz her seferinde Kucaklaşırken
benziyorduk şeddeli bir harfe
·
2.
Her ne kadar iki ayn vücûd vâr idiyse de bizde îki vücûtta bir can görürdü
bakan gözler bizde
·
3. Bu sadece
benim zayıflığımdan ve onun nûrunun üstün oluşundan böyledir
Eğer
inleyişlerim olmasaydı, böyle bir şeyi göremezdi gözler
1-2.
Şeddeli harf, aslmda iki harf olup biri diğerinde gizlenmiştir. Nefs, bedeni
terk ediş ânında, bu hâle özlem duyar. Biz mânâda iki kişiysek de göz bizi bir
şahıs olarak görür. Nefsin bedene duyduğu aşkın sebebi, ancak onda haps olmak
suretiyle mârifetlere erişmesi ve İlâhî emirlerin tatbikinde emrolunduğu
uygulamaları onu kullanarak yapmasıdır. Şu sözde bu duruma işaret eder: “Ben
âşık olduğum kişi olurum, âşık olduğum kişi de ben olur”. Bu işaretle birlikte
anılan vedâ, kendisine yaraşan ile mahbûbuna yaraşmayan! ayırd etmek içindir.
Bu durumda herkes kendisine âit olan sıfatı alır.
·
3. “Bu sadece
benim zayıflığımdan ve onun nûrunun üstün oluşundan böyledir” Burada kendisinin
letâfet âleminden olduğunu ve onun nûrunun üstünlüğünü bildiriyor; yâni bu
durum, onun kuvvetli olup idrâkleri âciz bırakması ve benim lâtif olmam
sebebiyledir. “Eğer inleyişlerim olmasaydı” Burada Mütenebbî’nin şu sözüyle
kasdettiği şeyi bildiriyor: “Seninle konuşmam olmasaydı beni göremezdin”. Diğer
bir sözünde de şöyle söylüyor: “ Cismi, inlemelerin olduğu yerde arayın”.
Şiir
16
·
1.
“Güneşler gökküredeki yörüngelerindedir” dediler Tabii ki güneşin menzili
gökkürededir
·
2.
Arş ayaklan üzerine kurulduğunda
Artık
geriye kalan oraya yerleşecek bir hükümdardır
·
3.
Kalp kurtulursa eğer bilgisizliklerden
Kalbe
akın akın iner melekler göklerden
·
4.
O beni mülk edindi ben onu mülk edindim
Evet
her birimiz bir diğerini mülk edindi
·
5.
Benim ona mülk oluşum açıkça bellidir
Benim
onu mülk edinişim ise “Haydi gelsene!” sözüyledir
·
6.
Ey alaca tüylü develerin sürücüsü! Dön bir bak bizden yana
Dâru’l-felek
tarafına doğru gönderme yolcuları yalvarırım sana
·
7.
Irmağın kıyısında bir ev demek hasta etti seni
El-Müsennâ’mn
yakınında demek seni tedâvî etmedi
·
8.
Keşke aşk’ın Rabbi yükleseydi sana da
Tıpkı
benim yüklendiğim gibi bir yük sevgiden yana
·
9.
Artık ne Zerud ne Hacir ne de Selem
Seni
ne hasta edebilir ne de sana verebilir bir elem
·
10.
Sen aşk ateşiyle yandığında hep gözetledim,
Bekledim
durdum vuslat bulutunu ama gölgeleyemedi seni
·
11.
Kendi sultanlığı için izzeti seni zelil etti
Ah!
Zelil ettiği gibi keşke bir de sevgi gösterseydi
·
12.
Ah! O izzetinde dayattığına göre,
Seven
olmaya nazlandığına göre Ah! Keşke sana da bir yol gösterseydi böyle
·
1.
Dediler ki, İlâhî nurlar dâru’l-felek’tedir yâni dâirevî dönmenin
gerçekleştiği kalp menzilindedir. Burada Hak Teâlâ’mn “Mümin kulumun kalbine
sığarım” sözüne işaret ediyor.
·
2.
“Arş ayaklan üzerine kurulduğunda” Bu beyitte de Hak Teâlâ’mn şu âyetlerine
dikkat çekiyor: “Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfurdüğüm zaman” (Sâd,
38/72), “O’dur Rahmân, hükümrân olarak arşa kurulan”, “Seni düzgün yapılı ve
endamlı kılan, sana ölçülü ve dengeli bir hilkat veren” (İnfitâr, 82/7); bu
âyetlerin hepsi bu mânâya işaret ediyor. Zira,
kurulmuş bir mülk için, oraya yerleşecek ve hükmünü icrâ edecek bir melik
gerekir.
·
3. Kalp, ihlâs
makâmmda, bilgisizlik (cehl) durumundan kurtulduğunda, ona yüce rûhânîler nüzûl
ederler. Bunu, onda ilmin yerleşmesinden dolayı, kurtulmak tâbiriyle ifâde
etti.
4
- 5. “O beni mülk edindi” sözünü, benim sadece ona tahsis edilmiş olmam
açısından söylemiştir; “Ben onu mülk edindim” sözünü de, isimlerin ancak imkân
âleminde, mümkinler üzerinde ortaya çıkması hasebiyle dile getirmiştir. Bu
açıdan da onun kendisini bu şekilde ortaya koymaşı, nebevi haberin çerçevesi
dâhilindedir. Bu meseleyi bir sonraki beyitte şu şekilde açıklamıştır: “Benim
ona mülk oluşum açıkça bellidir”. Burada, yukarıda zikrettiğimiz tahsis edilmiş
olma hâlini bildiriyor. “Benim onu mülk edinişim ise “Haydi gelsene!”
sözüyledir” Burada da esmânın zuhûrunu kastediyor. Eğer ben bu isimleri
almasaydım, o isimlere âit hiçbir eser ortaya çıkmazdı. Çünkü ne ‘Kıdem’de ve
ne de ‘Kadîm’de bir tecellî yoktur.
6-7.
“Ey alaca tüylü develerin sürücüsü! Dön bir bak bizden yana” Dâru’l-felek
tarafma doğru bir bak ki orası kalptir ve kalp, tecellî evi ve İlâhî genişlik
mahallidir. Dâru’l-felek, Bağdat’ta, sürekli ibâdet hâlinde olan âbid kadınlar
için vakfedilmiş bir yerdir. Burası Dicle kıyısında, el-Müsennâ yakınlarındadır
ki orası da İmâm’a -Allâh ondan razı olsun- âit bir yerdir.
Şöyle
devam ediyor: “Seni hasta mı etti” yâni bu yakınlık (kurb) seni aşk hastalığına
mı düşürdü? “Irmağın kıyısında” sözüyle, hayat ve doğruluk (sıdk) nehri
kastediliyor. Burada, kelimelerin anlamlan arasında bir zıtlaşma göze çarpıyor.
Mesela, yılan sokması ( £^1 ) hakkında, esenlik, sıhhat, iyilik anlamına gelen
“selîm” sözcüğü, zift hakkında da beyaz kelimesi kullanılır. Aynen bu şekilde,
“Dicle” kelimesi, kök itibâriyle yalan (kizb) mânâsma gelse de burada onun
zıddı olan doğruluk (sıdk) kelimesi kullanılıyor. Bunu kem gözlerin
nazarlarından korunmak maksadıyla yaparlar. “el-Müsennâ’nm yakınında” orası
Kutb’un makâmıdır. Aynı zamanda Hâlîfe’nin evi oradadır. “Seni tedavi etmedi”
Tıpkı şu söz gibi: Seni hasta etti ama tedavi etmedi.
·
8. Kınayan
kişiye seslenerek diyor ki: Keşke aşk eleminden ve muhabbet yükünden bana
yüklediği gibi Allâh bunları sana da yükleseydi.
·
9.
Beytin tamamında şunu ifâde ediyor: Mümkin, seni asla hasta edemez. Mümkinlerle
kayıtlanma husûsunda en münezzeh, en mukaddes ve en müteal olan Zâti meşhede
karşı duyduğu aşka işaret eden bir makam yoktur.
·
10.
Aşk ateşinin seni yakmasıyla birlikte, ihsana kavuşman ve rahata ermen için
seni gölgeleyecek vuslat bulutunu ümitle bekledim. Ancak bu durum senden dolayı
gerçekleşmedi. Çünkü sen, hicâplar altmdaydm. Eğer perdeler kalksaydı O’nu sana
yaklaştırırdı ve O senin işitmen ve görmen olurdu. Ama mesele, bahsettiğimiz
şeyler sebebiyle olmadı.
11
— 12. “Kendi sultanlığı için izzeti seni zelil etti” yâni, sana izzet makâmmda
tecellî etti ve sonrasında sen ona değil makama boyun eğdin. Zira sen onu ve
izzet makâmmdaki tecellî ânında sana görünen şey gibi boyun eğme hâlinde de
zuhûr eden her şeyi biliyordun. Ancak bu durum, senin mârifetine karşı bir
reddiye olabilir. “Ah! Zelîl ettiği gibi bir de sana boyun eğseydi” Sana boyun
eğdirdiği gibi keşke sana teveccüh (lütf) ve ünsiyetle birlikte nüzûl etseydi.
Şiir
17
·
1.
Yok oluyorum aşk ve şevk beni yiyip tüketiyor, ona kavuşuyorum
yine
de iyileşemiyorum
Ondan
ayrı olsam da ona kavuşsam da yine de şevkim bitmiyor
·
2.
Ona kavuşunca hiç ummadığım şeyler geliyor başıma Demek ki bir başka dertmiş
aşk da şifâ bulmak da
·
3.
Ben öyle birini görüyorum ki karşımda, her karşılaştığımızda Güzelliği ve
ihtişâmı artıyor da artıyor haddinden fazla
·
4.
Demek ki aşktan ve vecdden kurtuluş yok aşkla dâim hemdem olmak gerek Almmızda
yazılı bir nizâma göre artıp duruyor güzellik
1-4.
Gaybet hâlinde özlem, kavuşma hâlinde de iştiyak onu yiyip bitiriyor. Bu azap
hâli her halükârda devam ediyor. O, gaybet hâlinde sıkıntılar çekerken kavuşmada
şifâ bulacağını ümîd ediyor. Kavuştuğunda ise vecdi artıyor. Zira tecellîler
tekrar etmez. Buna göre kendisi de yüce bir halden daha yüce bir hâle doğru
intikal ediyor. Râî nezdinde ikinci hal birincisinden daha yücedir. Dolayısıyla
o makamın kendisinde mutlaka bir tesir bırakması ve ona olan
bağlılığında ve muhabbetinde bir artış meydana getirmesi gerekir.. Bu şekilde önce aşkı, sonra da şevki kat kat artıyor.
Bunların yam sıra elemi de ziyâdeleşiyor. “Şahıs” kelimesinin zikredilmesi,
vârid haber sebebiyledir.
Şiir
18
·
1.
Ey ilkbahar rüzgârı ulaştır Necid’in ceylanlarına şu haberi:
Ben
hep sâdık kaldım bildiğiniz o ahde
·
2.
Kâbilenin o güzel kızma söyle ki buluşma yerimiz Himâ’dır
Buluşma
günümüz ise cumartesi sabahıdır Necid kayalıklarında
·
3.
Kızıl tepeler yanında şırıl şırıl akan derelerin sağmda Tek başma duran alemin yanındadır
·
4.
Eğer o güzel kız söylediklerinde doğruysa
Bana
gönlünü yakan bir aşk ve şevk besliyorsa
·
5.
Tıpkı benin ona beslediğim gibi, öyleyse söyle ona
En
sâdık sözlerle buluşalım gizlice onun çadırında, öğle sıcağmda
·
6.
O anlatsın ben anlatayım sevgimizi, söyleşelim çilemizi aşktan yana Şiddetli
acılardan, belâlardan yana, vecd âleminden yana
·
7.
Karmakarışık bir düş mü ya da rüyâda gelen bir muştu mu Ya da zamâmn bir nutku
mu dile getiren mutluluğumu?
·
8. Umarım bu
aşkı kalbime yerleştiren bir gün karşılaştırır bizi
Serper
üzerime bir gün bahçelerinden devşirilmiş gülleri
·
1.
Ariflerin, kendileriyle istedikleri şeyler arasında aracı olarak kullandıkları
rûhânî hizmetkârlara hitâp ediyor ve diyor ki: Necid’in ceylanlarına yâni ulvî
ruhlara, benim onlardan ayrılırken verdiğim söz üzere olduğum ve bu tabiî beden
içinde hapis kaldığım haberini ulaştırın.
·
2.
“Kabilenin o güzel kızma söyle ki”; güzel kız, ruhlar arasında en münâsip olan
ruhtur. “Buluşma yerimiz Himâ’dır” Meşhedlerden bir meşhedde bulunan izzet
hicapları veya ölümle rûhun cisimden ayrıldığı an kastediliyor. Sabahın erken
vakitleri (ğudeyye), tecellî zamâmmn ilk devresidir. Gün olarak cumartesiyi
seçmesi, o günün, vârid olan habere göre yaratma faaliyetinin gerçekleşmediği
istirahat günü olması sebebiyledir. “Necid tepelerinde”, yüce makama işaret
ediyor.
·
3.
“Kızıl tepeler üzerinde” cemâl makâmma bu şekilde benzetme yapıyor. Zira
renkleri kısımlara ayıran bazı kimseler, kırmızının renklerin en güzeli
olduğunu söylerler. “Kayalıklarda” mertebelerin en yüksek yerindedir. “Şırıl
şırıl akan derelerin sağında” yâni sürür vatanındadır. “Tek başma duran alemin yanındadır” ehadiyet değil ferdâniyet hazretindedir.
4-5.
Bu âlemden kendisine bakan ve ona uygun olan rûhânî hakîkat budur. Senin bizi
talep etmenle alâkalı olarak söylediklerin doğruysa ve senin buna duyduğun
özlem bizim sana duyduğumuz gibiyse, seninle gün ortasında j»)
buluşalım. Zîra o vakit güneş, herhangi bir yöne meyletmemiş olarak tam dik bir
halde bulunur. Bu konumda güneş, dâire ortasındaki merkez nokta gibi olup her
şeye eşit uzaklıkta yer alır. “Onun çadın” ikâmet ettiğim makâm olup, söz
konusu vakitte üzerinde hâkim olan hâle bâğlı olarak ya onu bana ya da beni ona
meylettirir. “Gizlice” (sn?) ifâdesi de, buluşma ânında birleşme ile karışık
olarak suskunluk makâmım (makâmuT-ketm) bildirir. “En sâdık sözlerle”; durum ve
hâl vaadini kastediyor. Zîra bu vaad, sözle ifâde edilen vaadden daha sâdıktır.
·
6. O bana
anlatıyor ben ona anlatıyorum bu şekilde her birimiz, o anda sâhip olduğumuz
şeyleri birbirimize haber veriyoruz. İmtihanın şiddeti hatırlatılıyor. Zira Hak
Teâlâ, bu arıtma ve saflaştırma faaliyetini kullarına bildiriyor ve diyor ki:
“Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağım denemek için” (Mülk, 67/2).
·
7. “Karmakarışık
bir düş mü” Bu buluşma hakkında diyor ki: Ben bu karanlık maddî bedene
hapsedilmiş bir halde bulunurken, bu buluşmanın istediğim ve olması gereken
şekilde tasavvur edileceğini zannetmiyorum. Bu ancak bütün yönlerden alâkayı
kesmek suretiyle gerçekleşebilir. Cisim ve cesedden alâkayı kesmek ise bu cüz’î
ruh hakkında muhâldir. Çünkü o cüz’î ruh, cismin ve cesedin aslıdır ve zuhûru
onlar üzerindedir. O rûhun gücü, mele-i ‘âlânın hilâfına olarak cisim ve
ceseddedir.
“Rüyâda
gelen bir muştu mu” Nebevi bir vahiy midir ya da dille ifâde edilen bir söz
olarak zamanın lisânı mıdır (lisânü’z-zamân) diye soruyor. Bunlar, bu
buluşmanın şerefiyle alâkalıdır. Sanki o, vukûu imkânsız olan bir şeydir. O
ancak -Allâh-u ‘alem - onu telaffuz eden bir
lisânü’z-zamândır veya bir müjdedir ya da hakikati olmayan karışık düşlerdir.
·
8. Belki bu,
kadere tevâfuk eden bir kelimedir. “Serper üzerime bir gün bahçelerinden
devşirilmiş gülleri” Zevk hâlinden kendisi için elde ettiği şeylere işâret
ediyor ve bunu da, toplamak, devşirmek anlamına gelen “cenâ” (
) sözüyle ifâde
ediyor.
Şiir
19
·
1.
Ey vâdîdeki Bân ağaçlan
Ey
Bağdat’m ağaçlan nehrin kıyısındaki
·
2.
Sallanan dallarda hüzünlü hüzünlü öten bir güvercin
Seni
hatırlattı bana acılara boğdu beni
·
3.
Böyle kederleri ötüşleri
Hatırlatıyor
bana meclisteki o hanımefendinin terennümlerini
·
4.
Ne zaman akort etse o güzel üç telli müzik âletini
Bir
daha anmazsm el-Hâdî’nin kardeşini
·
5.
Yükselse müziğin perdeleri duyulsa nağmeleri ezgileri
Deve
çobanı Enceşe’nin ne hükmü kalır ki
·
6.
Zü’l-Hasamât’a yemin ediyorum
Sonra
Sindâd’a yemin ediyorum
·
7.
Birden âşık oldum ben Selmâ’ya
Ecyâd’da
oturan o güzeller güzeline
·
8.
Hayır hayır yanlış söyledim o Ecyâd’da değil
Canımın
içinde gönlümün en gizli yerinde
·
9.
Güzellik bile şaşkına dönmüş görünce onun güzelliğini
Misk
ve safran kokusu ondan yayılmış sarmış evrenin çiçeklerini
·
1.
Açık bir vadide bulunan mübarek Ban ağaçlarına ve imanım menzili olan Bağdat’a
sesleniyor. Kutbun makâmı bir nur ağacıdır ve Ban ağacının yağı o nurdan izler
taşımaktadır / Bân ağacının yağmda o nura tesir eden bir özellik vardır . Ağaçların kıyıda yer alıyor olması, onların keşfe
daha açık olması sebebiyledir. Oranın da bir nehir kıyısı olması, rahmetin
genişliği dolayısıyladır.
·
2.
“Beni hüzünlendirdi” sallanan dallarda hüzünlü öten bir kuş; bu kuş ulvî bir
ruhtur. “Acılara boğdu beni onun hüzünlü sesi” mahzûn olan kişi onun sesini
duyduğunda ağlarken, mesrur olan kişi için ise bu ses bir şarkı gibidir.
“Sallanan” (meyyâd) sözcüğü, kayyûmiyet makâmındaki insânî doğuşa ve dönüşüme
işaret ediyor.
·
3.
Onun nağmesi bana meclisin hanımefendisinin nağmelerini hatırlatıyor ki, o
nağmeler, kendi âleminde kendine has hükmü olan her bir hakikati bildirir.
4-5.
“Ne zaman akort etse o üç telli müzik âletini” yâni o, cisimdir; uzunluk,
genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutlu olması sebebiyle onu üç telli müzik
âleti ile sembolize etmiştir. Ayrıca “mesâlis” ile,
iki imam ve bir de kutbun menzili olan üç esmâ mertebesini de kasdetmis
olabilir. “Deve çobanı Enceşe’nin ne hükmü kalır ki” Enceşe, Resûlullâh (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) zamanında yaşamış, güzel sesiyle şarkı söyleyerek develeri
kendinden geçiren bir deve çobanıydı. Öyle ki sesinin güzelliği develeri helâk
ederdi. “Bir daha atmazsın el-Hâdî’nin kardeşini” el-Hâdî, müminlerin emîri ve
halîfe Me’mûn’un amcasıdır. Onun kardeşi ünlü bir mûsikî üstâdıydı. Ancak buna
rağmen onun yanında sönük kaldığım söylüyor.
6-8.
Yemîn ettiği Zü’l-Hasamât, her şeyi kendinde toplayan küllî, umûmî bir
haldir. “Selmâ’dan” sözüyle Süleymânî makam kastediliyor. O makamı, aşkın
şiirleşmiş hâli olan gazellerle ve kasidelerle bir ahenk oluşturmak gâyesiyle
müennes bir isimle bildiriyor. Sonra meliklerin mekânlarına yemîn ederek diyor
ki “Ecyâd’da oturan” burada nefeslerin geçiş yerlerine işâret var; yâni,
nefesimin geçtiği yerde oturan... Ecyâd, Mekke’de bir yerdir. Fakat burada
dikkat çekilen nokta, yer ismi olan Ecyâd değil de boyun anlamına gelen
“cîd” ( ^-) kelimesinin çoğulu olan ecyâddır. Sonra diyor ki “Hayır hayır onun
meskeni boynum değil (ecyâd) gönlümdür (ekbâd)”. O benim gıdâmdır ve rûhumdur.
Çünkü gıda rûhun maddesidir. Böyle demekle hataya düştü ve onu yardım isteyen
değil yardım eden, yâni alan değil veren bir mahalde gösterdi.
·
9. “Güzellik
bile şaşkına dönmüş” yâni cemâl, onun güzelliği karşısmda şaşırmış. “Misk ve
safran kokusu ondan yayılmış” Güzel, hoş kokularının her tarafa yayılmasıyla
koku dahi ondan koku kazanmış.
·
III. ŞİİRLER VE ŞERHLERİ ÜZERİNDEN
HAREKETLE BAZI SEMBOLİK ÇÖZÜMLEMELER
İbnu’l-Arabi’ye
göre dış âleme yansıyan suretler, Hak Teâlâ’nın sıfat ve isimlerinin
tecellîleridir. Mesela şehâdet âlemi olan bu dünyada güzellik adına müşâhede
edilen herşey Mutlak Cemâl’in yansımalarıdır. Aynı şekilde aşk da, mutlak
ma‘şuk olan Hakk’m dışa yansıyan bir tecellîsidir. Ona göre sevilmeye lâyık
olan her şeyde Hakk’m sevgisi vardır. îster soyut ister somut olsun zâhirde
olan isim ve sûret birer sembolden başka bir şey değildir. Onu asıl ilgilendiren
bütün bu sembollerin işâret ettiği Hakikat’tir.
İbnu’l-Arabî,
Tercümânü’l-Eşvâk’ ı yazmasına sebep olan Nizâm’da Mutlak Cemâl’in yansımalarım
görmüştür. Şiirlerde, görünüşte Nizâm’ın beşerî güzellikleri dile getirilirken
hakikatte anlatılan, Zât-ı İlâhî’nin Nizâm aynasında yansıyan güzellikleridir.
Nizâm, Mutlak Hakîkat’in değişik renk ve desenlerinin üzerinde sergilendiği bir
semboller yumağıdır. Ona ithâfen yazılan Tercümânü’l-Eşvâk da sembolik
ifadelerle dolu manzum bir eserdir. Ancak şiirlerde geçen bu sembollerin ve remizlerin
çözümlenmesi, yorumlanması, sûrî anlamından kurtarılıp hakîkî mânâsının
açıklanması hemen bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış ve Şeyh-i Ekber, ez-Zehâir
ve’l-A‘lâk’ı kaleme almıştır.
Aşağıda,
ez-Zehâir ve’l-ATâk’ta yer alan ve İbnu’l-Arabî’nin anlam dünyasında da önemli
bir yere sahip olan bazı tasavvufî kavramlar, birbirleriyle irtibatlı olarak
incelenmeye çalışılacak ve şiirlerde geçen sembolik karşılıklarına dair
örnekler verilecektir.
·
1. Vârid
(Vâridât)-Mi'râç (ürûc) sembolizmi: Vârid (vâridât), kulun herhangi bir iradesi
veya kasdı olmaksızın Hak’tan kalbe gelen mânâlardır. Feyz ve ilhâm olarak da 117 isimlendirilen
vâridât, vâridât-ı ilâhiyye, vâridât-ı rabbâniyye şeklinde ifâde edilir, îbn
Atâullâh, vâridin, sâliklerin geçireceği haller arasında Rabbânî mârifetlerin
ve rûhânî letâfetlerin kalbe gelişlerini bildiren bir terim olarak
kullanıldığını söyler. Bunların kalbe gelişleri Allah Teâlâ’nın huzuruna
varabilmek için gerekli olan başlıca vâsıtâlardır. Çünkü o mukaddes huzur, her
türlü bulanıklık ve kirlilikten münezzehtir. Varidin gelmesiyle birlikte
kalp, ağyânn elinden alınır, onun bulanıklıklarından,
·
117
Haşan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 225, İstanbul
2000.
kayıtlamalarından
âzâd edilir. “Vâridi sana getirişi; seni vücûdunun zindanından Şuhûd
mertebesinin gayet geniş sahasına çıkarmak içindir.100 101 Varidat,
kulun kalbine geldiğinde onu etkisi altma alır; hüzünlendirir, sevindirir, kabz
veya bast haline yol 119 aÇal.
Fusûsu’l-Hikem’de
insana vârid olan her bir hâtıranın da bir vârid-i İlâhî olduğu bildirilir:
“Fakat bu vâridât-ı ilâhiyyenin menâbi'i muhteliftir. Zirâ vücûd-i vâhid-i
hakîkî her bir mertebesinde bi-hasebi’l-esmâ zâhir olur. Eğer vâridât, Hâdî
ismi hazretinden gelirse, Rahmân ve melek kapılarından gelir. Eğer Mudili ismi
hazretinden gelirse nefis ve şeytan kapılarından gelir. Ve inşam harekete
icrâ-yı fiile sevk ve tahrik eden ancak havâtır-ı vâridedir. Eğer bu havâtır
rahmani ve melekî olursa, hareket ve ef âl dahi sâlih olur. Ve eğer nefsânî ve
şeytânî olursa hareket ve ef âl dahi fâsid ve tâlih olur.”102 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere vâridât
ve havâtır, Hakk’tan ve melekten kaynaklanabileceği gibi nefs ve şeytandan da
olabilir. Bununla birlikte sûfîler, sâlikin kendisine gelen vâridâtla alâkalı
yorumlarda bulunmasının doğru olmayacağım, bunları sadece kendi mürşidine
söylemesi gerektiğini bildirirler. Çünkü İlâhî vâridâtın söylenmesinde nefsî
bir lezzet ve inşirâh hâli vardır. Bundan dolayı vâridâtın kalbe yapacağı güzel
tesirler azalabilir.
İbnu’l-Arabî
bütün eserlerini, Allah’tan gelen vâridâtın kalbini yaracak ve ciğerlerini
parçalayacak hâle geldiğinde daha fazla dayanamayarak bunlardan
zabtedebildiklerini kaydetmek süreriyle kaleme aldığım söylemektedir.103 “ Size tilâvet
ettiğimiz şey, bize O’ndandır. Ve bizden size vehb ettiğimiz şey, bizden
sîzedir. Yani size beyân ettiğimiz hakâyık bize, Hak’tan vârid olan şeydir. Ve
bizim size vehb ettiğimiz bu maârif ve hakâyık, bizim vâsıtamızla size gelen
vârid-i Hak’tır. Zirâ biz ‘halîfetullâh’ız. Bu gibi maârif, halka
bi-hasebi’l-isti’dâd bizim vâsıtâmızla tevzî’ olunur.”104 Bütün vâridât, insanın kendi hakikatinden ve
ayn-ı sâbitesinden öncelikle kalbine nâzil olur. Ancak bu vâridâtı kabul edecek
olan kalbin aslî saflığım kazanmış olması lazımdır.
Varlık
mertebelerinde terakki edip, bu mertebeleri kendi zâtında bulan insan
“insân-ı kâmil” vasfım kazanır; insanın kemâlâta yönelik bu faaliyeti de “urûc
ve mi'râc” olarak isimlendirilir. Kendi mi‘râcım
gerçekleştirmiş olan yani esfel-i safilin olan bu âleme doğru iniş
(nüzûl) sürecini, âlâ-yı illiyyîne doğru çıkış (urûc) hareketine çevirerek
kendi hakikatine eren kâmil insan, şehâdet âleminde İlâhî hâzinelerin
emanetçisi olduğu için, bu vâridât ona verilir ve onun eliyle mevridlere
dağıtılır.105 “İmdi
bir vârid, vârid oldukda, her şeyi ona münâsib olan aslına ilhâk et! Zira
vârid, ebeden bir asıldan fer’ olmak lâbüddür. Muhabbet-i ilâhiyye abdden
nevâfilden oldu. (.......) İmdi sana bir vârid,
yani te'sir-i Hak vârid olduğu vakit, sen
her
şeyi kendi aslına ilhâk et! Meselâ vücûd ve ilim ve kudret gibi kemâlât-ı
ilâhiyye vârid olursa, bunlar hazret-i ilâhiyyeden vârid olmuş olacağından, sen
o kemâlâtı kendi aslı olan hazret-i ilâhiyyeye ilhâk eyle! Ve fakr ve acz ve
açlık ve susuzluk gibi nakâis-i kevniyye vârid olursa, bunlar âlem-i imkândan
vârid olmuş olacağından sen, o nakâyisi kendi aslı olan âleme nisbet eyle! Zirâ
vârid ebeden bir asıldan fer' olmak lâbüddür. Yani vârid, müessir veyâ
müesserun-fîh olan aslî-i külliden bir fer' olur; ve
her ikisinin aslı dahi bâlâda zikr olunduğu üzere Hak’tır. Ve eğer “Hakk’m
müesserun-fîh olması nasıl olur?” diyecek olursan, hadis-i kurb-i nevâfili
teemmül et! Zirâ abd tarafından vâki' olan nevâfîl, Hak’ta tesir edip Hakk’m
mûcib-i muhabbeti olur.”106
Mi'râc,
ufkî değil şakulî, arzî değil semâvî, cismânî değil rûhânî nitelikler ihtivâ
eden ve yolcuyu her türlü coğrafî kayıtların ötesine taşıyarak Huzûr-i İlâhî’ye
ulaştıran mânevi yolculuktur. Hz. Peygamber’ in Arş’a doğru semadan semaya
geçerek rûhen ve cismen gerçekleştirdiği mi'râcı, Allah’m velî kullan rûhen
tekrar ederler. Ancak herbir velînin mi'râcı birbirlerinden farklı olmaktadır.
Dolayısıyla herbirinin mazhar olduğu vâridâtlarm keyfiyeti aym değildir. Hepsi
Hz. Peygamber’in adımlarım takip etseler dahi, herbir sûfî bu güzergâhta
bambaşka manzaralar seyretmektedirler. Sûfînin isrâ sırasında müşâhede
ettiği tecellî şimşekleri ve gök gürültüleri, melekî nurlar, dehşet ve hayret
halleri, vs. haller hep kendi içinde vârid olan şeylerdir. Zirâ bu zor seyahat
aslmda “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” hadisinin küllî ve kâmil tahakkukundan
başka bir
şey
değildir.107 108 İbnu’l-Arabî
kendi mi'râcı hakkında şöyle der: “Seyahatim kendimden 126
başka
bir yerde vukû bulmadı.”
Sûfîler,
kendi nefislerinde tahakkuk ettirdikleri mânevi seyahatlerini ve bu seyahat
esnâsında geçtikleri menzilleri ve yaşadıkları hâdiseleri mertebe mertebe
olduğu gibi anlatmakla birlikte genellikle sembolik bir üslûp içerisinde
remizli ifâdelerle dile getirirler; bazen birinci şahıs diliyle konuyu
anlatırlar bazen de gayr-i şahsî bir dil kullanırlar. Ibnu’l-Arabî her iki
yöntemi de kullanmıştır. Tercümânü’l-Eşvâk’ta remizli ifadeler
kullanarak nazım diliyle söylediği “urûc ve mi'râc” konularım ez-Zehâir
ve’l-A‘lâk’da mensur olarak açmaya çalışır. “Geceleyin perdelerim indirince
karanlık onlar çıkarlar yola” bu mısrânın açıklamasında İbnu’l-Arabî, Aranın
gece yürüyüşü olduğunu ve peygamberlerin mi'râçlanm, gecenin sırlar mahalli
oluşu sebebiyle, hep gece gerçekleştirdiklerini söyler (Bkz. 3numarah şiir).
İsmâil
Hakkı Bursevî, vâridât ve feyzin seher vaktinden ilk kuşluk vaktine gelinceye
kadar kuvvetli olduğunu ve ondan sonra zayıfladığım bildirir.109 110 Bundan da anlaşılmaktadır ki vâridâtm
zuhurunun en yoğun olarak yaşandığı vakit isrâ yani bedenî amellerle nefsî
gayretlerle gerçekleşen gece yürüyüşleri ânıdır.
·
2.
Hakîkat-hicâb(örtü, peçe) sembolizmi: Tasavvufta hicâb, hakikat tâlibi olan
sâlikin maksûduyla araşma giren engel veya aşığı sevgilisinden ayıran perde
anlamına gelir. Ayrıca hicâb, kalbe yerleşen ve hakikatlerin orada tecellî
etmesine engel olan her tür sûret, cisim gibi maddî izlerdir. Ibnu’l-Arabî
hicâbı, matlûbu gözlerden saklayan her şey olarak tanımlar.111 Ona göre, vücûd-i hakîkî, Hakk’ın vücûdu olup
bu Mutlak Vücûd bütün varlıkların kaynağıdır. Zât-ı Mutlak olan Hak Teâlâ,
kendi hakikatini esmâsı üzerinde gizlemiştir ve İlâhî isimler onun hicâbı
olmuştur. Şehâdet âleminde Mutlak Hakikatin gizlenmiş olması onun zâtının
gereğidir. İbnu’l-Arabî, hakikat -hicâb arasındaki bu ilişkiyi esmâ-i İlâhiye
ile de bağlantı kurarak bazı şiirlerinde işlemiştir (bkz. 9 numaralı şiir).
Bu
şiirde “üç mukaddes isim”, “üç ay yüzlü güzel” ile sembolize edilmiştir. Bu üç
güzel yani üç isim, taşıdıkları nurları (hakikatleri) görme gücüne henüz ulaşamamış
nâ-ehil sâliklerden dolayı yüzlerini kapatmışlardır. Onlar ancak bu hakikatleri
idrâk edebilecek bir kalp karşısında yüzlerindeki örtüyü kaldırırlar ve
nurlarım gösterirler.
“İmdi
ilm-i kâmil, ancak tecellî-i İlâhîde ve Hakk’uı a’yun-i basâir ve ebsârdan
örtüyü açtığı şeyde bâkî kaldı. Yani
Hak çeşm-i ruhdan ve çeşm-i bedenden gıtâyı ve hicâbı kaldırdığı şeyde ilm-i
kâmil hâsıl olur. Zira ruh gözüyle cesed gözünden perde kalkarsa, ikisinin nuru
birleşir; ve bu halde sâhib-i keşf olan zât birisiyle
idrâk ettiğini diğeriyle de idrâk eder.” “ imdi ey tâlib-i mârifet, mademki
âlemin kâffesi hakîkaten ve keşfen Hakk’a rücû' ediyor;
ve sen ise âlemdensin ve âlemde zâhir olan dahî Hakk’ın hüviyyetidir, şu halde
herhangi tarafa teveccüh edersen, ibadetten ve belki ubûdiyyetten geri kalma!
Ve Hak ahkâm-i keserât ile ve libâs-i taayyünât ile ihticâb etmiştir. Sen bu
hicâbı ve örtüyü nazarından ref edip, bu hicâbât ve estâr-ı sûriyye altında
olan Hakk’a tevekkül et ve gaflet uykusu hicâbmdan çık! Sen kimsin ve nerdesin
ve matlûbun / nerededir, bunları bil!”112 113
Perdelerin
kalkması ve hakikatlerin keşf olunması, uzun süren riyazet ve mücâhedelerin
neticesinde mümkün olmaktadır. Bu hicâblar kalkmadıkça sâlik, nâkıslıktan
kurtulamaz ve kâmil insan olamaz. “ İmdi sen bu âlemde işlerin esbâb tahtında
görülmesi âdet olduğuna bakıp da müsebbibden gâfil olma! Bu sebepler gözlerde
perdedir. O perdelerin arkasında müsebbib vardır. Fakat her dîdar, onun sanatım
ve efâlini görmeye lâyık değildir. Bunu görmek için “tevhîd-i efâl” mertebesine
vusûl lazımdır. Halbuki milyonlarca halk esbâba
sarılmışlar ve kendilerine gelen nimet ve nıkmeti o esbabdan bilmişlerdir.”114
Hicâbın
üç türlü olduğunu söyleyen Bursevî bunları şöyle açıklar: “Biri hicâb-ı hissdir
ki, bunun zevâli feth-i karîb ile olur. Ve bu feth ile vücûdun sülüsü mertebesi
açılır. Ve biri hicâb-ı hayaldir ki, bunun zevâli feth-i mübîn ile vücûda
gelir. Ve bu feth ile vücûdun sülüsâni mertebesinden hicâb zevâl bulur. Ve biri
dahî hicâb-i vehmdir ki, bunun zevâli feth-i mutlak ile hâsıl olur. Ve bu feth
ile vücûdun cemi'-i etrâfı açılır ve arz-ı harâba döner ki, arz-i harâbda
dav’-i şemse hâil olmadığı gibi vücûd-i fânîde dahi her yüzden nur tecellî
in’ikâsma mâni kalmaz. Zira, kesâfet-i vücûd letâfete
mübeddel olur ve anâsırın hükmü zevâl bulur.”114
115 Nûr-i
İlâhînin daima tecellî halinde olduğunu ancak kalbde olan hicâb sebebiyle
üzerine aksinin vurmadığım ve bu yüzden de insana “mahcûb” denildiğini
söyleyen Bursevî şöyle devam eder: “Pes, hicâb sensin ve senin taayyünündür
ki, cemi'-i eşyâ senin taayyününün suretidir. Çün ki kendi nefsin alâka ve
hicâbi zâil ola, âfâkdan dahi hicâb zâil olup Hak’dan gayn görünmez olur.”116
Hicâblar,
tasavvuf ehli arasında zuhnânî ve nûrânî olmak üzere ikiye ayrılır ki bunlar
cismânî ve nûrânî taayyünlerin karşılıklarıdır. Mesela nefsânî sıfatlar,
zuhnânî hicâblardandır. Ayrıca bunların üzerinde dahi hicâblann olduğu
bildirilir: “Ve hadiste gelir ki: “Allah Teâlâ’nın yetmiş bin hicâbi vardır”
Yani, abde nisbetle. Ve onların kimi zulmânîdir ki ecsâmdır ve kimi nûrânîdir
ki ervâhdır ve kimi ulûm ve kimi amâldir. Ve demişlerdir ki: Hicâblar
otuz beştir, ve lâkin zâhir ve bâtını itibâriyle
yetmiş olur. Ve ol hicâblar bunlardır ki zikr olunur: Nefs-i
külliyye ve kalem ve levh ve hebâ' ve cism ve arş ve kürsî ve cinân-ı seb'
nîrân-ı seb' ve eflâk-ı seb'a ve erkân-ı seb'a.”117 Gafleti de hicâblar arasında sayan Bursevî,
Hakk ile birlik kurulunca (maiyyet) perdelerin açıldığım ve vuslatın
gerçekleştiğini söyler.
Kalpler
her türlü kirlerden arınıp temizlendiğinde üzerindeki örtüler ve perdeler
kaldırılır. Kul, gaybmda olan ve kendisine gizli kalan hakikat sırlarım görmeye
ve anlamaya başlar. Hz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh adlı eserinin sonunda şunları
söyler: Hak Teâlâ ile senin arandaki perde senin nazarındır. O kadar mücâhedede
bulun ki bu perde yırtılsın ve ondan sonra bütün mevcûdât O olsun. “Hak ile
bizim aramızdaki tarîk nedir? Noksân-ı lyânımızdan başka bir şey değildir. Hak
ile mâbeynimizdeki perde ve hicâb hani? Ağır uykulu olan gözümüzden başka bir
şey değildir.”118
·
3. Gayb -
Şehâdet Sembolizmi: Göz önünde olmayan, bilinmeyen, gizli olan, vb. gibi
anlamlara gelen gayb, tasavvııfî ıstılâha göre Hakk’m kullarından gizlediği her
şeydir. Gayb, mutlak ve izâfî olmak üzere ikiye ayrılır. Gayb-ı mutlak (ki buna
gayb-ı hakîkî de denir), Allah’tan başka kimsenin bilmediği gaybdır; bunlar
zât-ı mutlak (gaybu’l-guyûb, mertebe-i butûn diye de isimlendirilir) ve gaybm
anahtarları hükmünde olan İlâhî isimlerin hakikatleridir. Gayb-ı izâfî ise
âlem-i emridir yani akılların, nefislerin ve ruhların yaratıldığı âlemdir.
Allah’m peygamberlerine ve seçtiği velî kullarına bildirdiği gayb-ı
izâfîdir ki bunları da onlardan başkası bilemez.119 Arifler, keşf ve şuhûd ehli oldukları için
onların nazarında gayb ve şehâdet birdir.
Gaybm
zıddı olan şehâdet, görülen, göz önünde olan, şâhid olunan şeyi ifâde eder.
Dünyada görülebilen her şey, isimlerin ve sıfatların tezahürleri olduğu için bu
âlem, âlem-i şehâdet olarak isimlendirilir. Gayb âlemi, görülebilen âlemin
dışında kalan âlem iken şehâdet âlemi, bunun zıddı olarak insanın duyu
organlarıyla gördüğü ve hissettiği âlemdir. Gayb âlemi, Allah’m Bâtm isminin
mazhandır; şehâdet âlemi de Zâhir ismine mazhar olmuştur. Bir başka ifâdeyle
gayb, mertebe-i zât, şehâdet ise mertebe-i sıfattır. “ Tahkîkan Allah'ın iki
tecellîsi vardır: Tecellî-i gayb ve tecellî-i şehâdettir. “Tecellî-i gayb” ile, kalbin onun üzerinde bulunduğu isti‘dâdı verir. O dahi
onun hakikati gayb olan tecellî-i zâtidir; ve o
tecellî-i gayb, Hakk’ın kendi nefsinden ihbâr etmekle, müstahak olduğu
hüviyyettir. îmdi o tecellî-i zâti dâimen ve ebeden Hak için olmaktan zâil
olmaz. Binaenaleyh kalb için bu isti‘dâd hâsıl oldukda, Hak ona, şehâdette,
tecellî-i şuhûdî ile tecellî eder. Böyle olunca, kalb Hakk’ı o tecellîde görür; ve binâenaleyh kalb kendisine vâki’ olan tecellî
süreriyle zâhir olur.”120
Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere İbnu’l-Arabî, gayb’da vâki olan tecellî ile
zâhir’de gerçekleşen tecellîye işâret etmektedir. Bu iki tür tecellînin ilki
yani tecellî-i gaybî, Zât’tan Zât’a olan tecellîdir. Bu tecellîde Hak Teâlâ,
kendini kendine izhâr eder ve burada Hakk kendim “Hû” (O) zamiriyle gösterir.
Bu tecellî ile bir başka ifadeyle zuhura gelişle, eşyanın ezelî suretleri
(a’yân-i sâbite) oluşur, ikinci tecellî şekli olan tecellî-i şehâdet ise bundan
farklıdır. Bu tecellî ile birlikte a’yân-i sâbiteler, imkân halinden zâhirî
gerçeklik âlemine, kuvveden fiile somut sûretler halinde çıkarlar. Bu şekilde
meydana gelen varlık âlemi, âlem-i şehâdet olarak isimlendirilir.121
“Hak
Teâlâ hazretleri
(Hadîd,
57/3) âyet-i kerimesinde
kendi
nefsini “ Zâhir” ve “Bâtm” olmakla vasfetti. Çünkü her mertebe vücûd-ı
mutlakmın tenezzülâtmdan zâhir olmuştur. Ve her mertebe kendisinden evvelki
mertebeye nisbeten “zâhir” ve evvelki mertebe de ona nisbeten “bâtm” olur.
Binâenaleyh Hak Teâlâ eksef olan âlemi yarattı. Ve âlem
sûret-i ilâhiyye üzerine mahlûk olmakla bilcümle merâtibi câmi1
olduğu gibi, Âdem dahi sûret-i ilâhiyye üzerine mahlûk olduğundan, bizim
gaybımız, yani havâss-ı bâtmemiz ile bâtını ve şehâdetimiz, yani havâss-ı
zâhiremizle zahiri idrâk etmemiz için, âlem-i gaybı ve şehâdeti icâd eyledi.”121 122 Her
ne kadar âlemler, gayb ve şehâdet olmak üzere bir tasnife tâbi tutuluyorsa da
aslmda bunlar birbirinden tamamen ayrı ve bağımsız değildir. Bu âlemler,
gaydan şehâdete, şehâdetten gayba doğru sürekli bir geçişim halindedirler. Gayb
ve şehâdet âlemlerinin birbirlerine duhûlünü ve hurûcunu ancak Hak Teâlâ bilir.123
İbnu’l-Arabi’nin
âlem tasavvurunda, Hakk’m bâtını ve zâhiri olmak üzere (buna gaybî ve şuhûdî de
diyebiliriz) birbirine zıtmış gibi görünen iki veçhesi vardır. Bâtınî (gaybî)
yönüyle Hakk, sim en üst mertebedeki keşf ehline bile perdeli kalan ezelî ve
ebedî bir Gayb hatta Gaybu’l-guyûbdur. Hakk, beşerin bilgi alanına ancak zâhiri
yönüyle yani isimler ve sıfatlar sûretinde girer. Bu iki veçhe arasında, hem
var olan hem de var olmayan şeklinde nitelenen ‘a’yân-i sâbiteler âlemi’
(değişmeyen hakikatler, özler) bulunmaktadır.124 “İmdi mademki Hak Teâlâ nefsini “Zâhir” ve
“Bâtın” olmakla vasf etti ve ism-i Zâhir’in mazhan olmak üzere âlem-i şehâdeti
ve ism-i bâtının mazhan olmak için dahi âlem-i gaybı yarattı; ve mademki insan
şehâdeti, yani cismâniyyeti ile zâhiri; ve gaybı, yani rûhâniyyeti ile bâtını
idrâk ediyor; şu halde cesed-i müsevvâ olan âlem “şehâdet”, ve bu cesed-i
müsevvânın rûhu olan Adem’den ibaret olan halîfe
“gayb”dır. Zira mânâ sûret perdesi arkasında muhtefîdir. Nitekim bu mânâya
işâreten cenâb-ı Mevlânâ (r.a) buyurur: (....) izâhan
tercüme: Âdem’in sûret-i cismânîsi olan bu heykel, bu kalıb bir nikâb ve
perdeden ibarettir. Bu sûrete taalluk eden mânâ ki, hakîkat-ı insâniyyeden ibarettir; ve bu hakikat ise, sûret-i ilâhiyyeden ibaret ve
“Allah” ism-i caminin mazhandır. Ka‘be-i muazzama mazhar-ı ism-i zât olmak
itibariyle, nasıl ki bi’l-cümle secdelerin kıblesi olmuş ise, mazhar-ı ism-i
zât olan bizim hakikatimiz dahi öylece secdelerin kıblesidir.”125
Şimşekler
parladı bizim için Ebrakayn’da
Gök
gürültüleri gürledi onun için göğsümün ortasında
Tercümânü’l-Eşvâk’ta
geçen bu beyiti (bkz. 5 numaralı şiir) şerhederken İbnu’l-Arabî, şiirde geçen
“el-Ebrakayn” sözcüğünü, Zât-ı Mutlak’m gayb ve şehâdet olmak üzere kendisine
meşhed tâyin ettiği iki âlem olarak açıklar. Aslmda Ebrakayn bir yer ismidir;
kelimenin köküne bakıldığında, ‘berk’ (lL«)
şimşek sözüyle aynı kökten geldiği görülür. Zât’m gayb ve şehâdet meşhedlerini,
şimşeklerin parladığı Ebrakayn ile sembolize etmiştir. Şerhin devamında gayb
âleminin selbî olmasından dolayı çeşitlilik arzetmediğini, şehâdet âleminin ise
sûretler âlemi olması hasebiyle mütenevvî olduğunu söyler. İbnu’l-Arabî’ye göre
şehâdet âlemi, İlâhî isimlerin zuhûr ettikleri tecellîgâhlardan başka bir şey
değildir. Suretlerin çok çeşitli olmasının ve süratle zâil olmasının sembolü
olarak da ‘şimşekler’ kelimesini kullanır.
·
4. Ka’be-Ârifin
kalbi sembolizmi: Yeryüzünde Allah’a ibadet edilmek üzere inşâ edilen ilk
ma‘bed Ka‘be’dir; “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar
için kurulan ilk ev (ma‘bed) Mekke’deki Ka‘be’dir” (Âl-i tmrân, 3/96). Ka‘be’nin bulunduğu Mekke şehri için, muhafaza altma alınmış,
yasaklanmış, dokunulmaz mânâsma gelen ‘harem’ kelimesi kullanılmakta126 ve bazı Kur’an
âyetlerinde Mekke şehrinin her türlü tecâvüzden korunmuş güvenli bir yer olduğu
bildirilmektedir; “ Biz onları, kendi katımızdan bir nzık olarak herşeyin
ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke’ye)
yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler” (Kasas, 28/57). İlk
bânîliğini Hz. Ademin yaptığı Ka‘be, zaman içinde
yıkıntılara maruz kalmış ve Hz. îbrâhim tarafından yenilenmiştir. Ka‘be için
“el-Beyt” (Bakara, 2/125), “Beytülharam” (Mâide, 5/2), “Beytülatîk” ( Hac,
22/29) gibi isimler kullanılmıştır. Sözlük anlamı ev olan beyt kelimesi,
tasavvufta mecâzî olarak kalb mânâsında kullanılır. Lügatte
çevirme, döndürme, değiştirme, vb. gibi anlamlara gelen kalb, tasavvufî
anlamda, insanın mâhiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, ruh, Allâh’m
tecellî ettiği mahâl, İlâhî lâtîfe gibi çok yönlü mânâları ifâde eder.127 Kâşânî kalbi,
ruh ve nefs ortasında yer alıp tavassutta bulunan mücerret ve ruhânî bir cevher
olarak tanımlar.128
İlâhî hitâbın mahalli ve muhatabı olan kalb, keşf ve ilham mahallidir, İlâhî
isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yerdir. Hak
Teâlâ’nın beden şehrini dört unsur üzere ikâme ettiğini söyleyen İbnu’l-Arabî
bu beden şehrinin merkezininin kalb olarak isimlendirildiğini ve
bu kalbin halîfe olan insana tahsis edildiğini söyler.129 Her bir ma'nâ önce kalbe doğar ve ondan sonra
dimâğa aksedip akıl o ma'nâlar üzerinde tefekkür eder. İnsan vücûdunda İlâhî
mârifetlerin mahalli olan kalbtir. Zirâ ruh, nefis, ruhânî ve cismânî kuvveler
ve a’zâlar hep makâm-i ma’lum sâhipleridirler. Ancak bunlar kendi makamlarının
sınırlarım aşamazlar. Halbuki kalb öyle olmayıp o,
bütün mertebelerin süratlerinde ve şekillerinde mütekallib olabilmektedir; yani
kalb, suretlerin ve sıfatların bütün çeşitlerinde değişiklik arzetmektedir.
Kalb olarak isimlendirihnesinin sebebi de, bir karar üzere kalmaması, bütün
haller ve durumlarda sürekli değişmesi dolayısıyladır.
Hak
Teâlâ “Kalb sâhibi için Kur’an’da nasihat vardır” (Kâf, 50/37) buyurmuştur.
Burada Allah Teâlâ’nm ‘kalb sâhibi’ deyip de ‘akıl sâhibi’ dememesinin sebebi
akim bağ olması ve kayıt altmda bulunmasıdır. Akıl, kayıtlamak süreriyle
hükmeder; hasr kabul etmeyen emr-i İlâhîyi kendi vasfı ile hasreder. Halbuki hakikat, her türlü sınırlanmalardan ve kayıtlardan
beridir. Kalb ise suretler içinde dâim bir dönüş hâli üzere olduğu için Hakk’ı
herhangi bir şekilde kayıtlamaz.130
Ka‘be,
âlem-i kebir olan bu kainat için merkez ve asılsa
âlem-i sağir olan insan için de kalb aynı şekilde merkez ve asildir. Sûfîlere
göre, Mekke’de bulunan Ka‘be gibi insanın tecellîgâh-i İlâhî istibdadına sâhip
olan kalbi de “Beytullah”tır. Ka‘be nasıl ki korunmuş, her türlü kötülük,
çirkinlik ve günahın yasaklanmış olduğu bir yerse aym muhafaza ve haremiyet
şartı kalp için de geçerlidir. ‘Allah’ın evi’ anlamına gelen ve Ka‘be için
kullanılan Beytullah sözü, tasavvufta insân-i kâmilin kalbi mânâsmda
kullanılır. Aym zamanda insân-ı kâmilin kalbi beytüT-haramdır ve oraya hakîkî
sevgiliden başkası giremez.131
İnsân-ı
kâmil anlayışı, İbnuT-Arabî’nin en çok vurgu yaptığı meselelerden biridir. Ona
göre insân-ı kâmil olmaksızın âlem, ruhsuz cesed hükmündedir. İlâhi sıfatların
ve isimlerin tam anlamıyla zuhûra gelişi ancak insân-ı kâmilde gerçekleşir.
İnsanın varlığı, Hakk’m bütün sıfat ve isimlerinin tecellîlerini göstermek için
cilalı bir ayna gibi olduğunda, kâmil mânâda zuhûr ve tecellî insanda ortaya
çıkar ki o zaman insan insân-ı kâmil olur. Hakikatte insân-ı kâmil Hz.
Muhammed’dir, Hakîkat-i Muhammedi’dir. Bu hakikat, kemal noktayı isteyen
herkesin, O’nun feleğinde döndüğü bir kutuptur.132 Ârif-i kâmil, bütün suretlerde Hakk’ı
müşâhede eden kimsedir. Onun kalbi, bütün isimlerin suretlerinin tecellî ettiği
makamdır. Kendi kalbinin hakikatine vâkıf olan ârif-i kâmil, kalbinin
şekillerde takallubunu görünce bütün sûretler üzerinde Hakk’ın dönüşümünü
bilmüşâhede bilir.133 134 Arifin kalbi üç
hal üzeredir:
·
a.
Marifet-i nefs makamında olan arifin kalbidir. Bu kalb üzerinde Hakk’ın
tecellisi cüz’îdir; onun kalbine ancak tecellîsi ile ma’ruf olan Hak sığıp onun
dışındaki sûretlerden bir şey sığmaz.
·
b.
Âşık olan ârifin kalbidir. Bu kalbe de Hakk’ın tecellîsi sığıp ondan başka bir
şey sığmaz iken vârid olan İlâhî tecellîlerin feyizlerine de kanmaz. Onu yakan
aşk ateşiyle diğer tecellîlerin feyizlerini bekler.
·
c.
Muhakkik olan ârifin kalbidir. Bu kalb serbest halde olup sonu olmayan
1
^9
Hakk’a
mukâbildir. Şeyh-i Ekber’in kasdettiği kalb-i ârif budur.
Sonsuz
genişliğe sâhip olan ârifin kalbi, “Ben yerime ve göğüme sığmam. Fakat mü’min
olan kulumun kalbine sığarım” hadîs-i kudsîsinde bildirilen kalbdir. “Kalbini
bilen gerçek bir ârif, bâtınî gözü ile bu kalbin sürekli olarak ne kadar değiştiğini
ve kendisini de her an sayılamayacak kadar çok ve farklı ahvâle dönüştürdüğünü
görür. Aynı zamanda kalbinin Hakk’ın tecellîsinden ve hüviyyetinden başka bir
şey olmadığım da bilir. Hiç şüphesiz onun kalbi bütün âlemde iç yapışım bir
introspeksiyon ile (yâni kendi derûnuna rücu’ etmekle) bilebileceği tek şeydir.
Ama o, aym zamanda, diğer bütün ne varsa hepsinin de kendi kalbininki gibi bir
yapıya sâhip olduklarım bilir. Böylece, kalbim bâtınından bilen bir kimse
kendini ân-be-ân âlemin mümkün bütün suretlerine dönüştüren Hakk’ı da bilir.
Böyle bir ârifin âit olduğu kategori beşeriyyet ölçeğinde en üst mertebeyi
oluşturur.”135
însân-ı
kâmil, âlemin sultân-i a‘zamıdır. Onun ordusu ve askerleri İlâhî isimler,
onların da konaklama yeri kalb-i insandır. Nazargâh-ı İlâhî olan kalb,
cem‘iyyeti itibariyle mazhar-ı Hakk’tır. Nasıl ki ulûhiyyet mertebesi, gayb ve
şehâdeti cem‘ edip ikisinin berzahı oluyorsa kalb-i insan da Hak ve halkı cem'
edip berzâhiyyet ile kâim olur.136
İnsân-ı
kâmil olan ârifin şerefi kalbledir ki kalb, beytullahdır ve beytullah, zât-ı
ahadiyyenin süreridir ve bütün İlâhi isimlerin de mebdeidir. Aynı zamanda
insân-i kâmil makâmınm asâleten ve hakîkaten sâhibi olan Hz. Peygamber de
âlemin kalbi mesâbesindedir.
İbnu’l-Arabi,
bir şiirinde “Ey eski mâbed, ey kadîm ev” sözüyle Hak Teâlâ’nın hakikatini
açmış olduğu ârif kulun kalbini sembolize etmektedir. Bu beyti şerh ederken
kalbin, dâirenin ortasında bulunan merkez nokta gibi olduğunu söyler. Nasıl ki
dâire, merkez noktaya bağlı olan birçok noktadan meydana geliyorsa aynı şekilde
bütün organlar kalp merkezi etrafında bir araya gelirler ve hakikatlerin
alıcısı olan kalb diğer organlar üzerinde tasarrufta bulunur. Mesela kalb, hakikatini
göze doğru yönlendirdiğinde bu, Hakk’m görmesi olur; hakikatlerin kalbden
kulağa doğru yükselişi durumunda işitme Hakk’m işitmesi olur. Diğer a’zalar da
buna kıyas edilir (Bkz. 7 numaralı şiir).
İbnu’l-Arabî’nin
hayatmda Ka'be’nin çok merkezî ve belirleyici bir rolü vardır. İkisi arasındaki
bu çok sıkı ve şaşırtıcı ilişki, müslümanları Beytullah’a bağlayan ilişkinin
çok ötesindedir. İbnu’l-Arabî’nin nazarında Ka‘be, âlemdeki diğer varlıklar
gibi yaşayan, konuşan, işiten canlı bir varlıktır. Buna göre Ka‘be’nin bir gün
İbnu’l-Arabî’ye seslendiğini ve kendisini tavâf etmesini istediğini veya
Zemzem’in suyunu içmesi için ısrar ettiğini öğrenmek çok şaşırtıcı olmamalıdır.
İbnu’l-Arabî’nin Ka‘be’ye ithâfen yazdığı şiirlerden biri şöyledir:
Ey
Allâh’m kullarına rahmeti,
Allâh
seni cemâdât âleminde yerleştirdi.
Ey
Allâh’m evi, kalbimin nûru!
Ey
gözümün aydınlığı, ey kalbim!
Ey
aslmda varlığın kalbinin sim olan,
Ey
mâbedim, ey aşkımın saffeti!
Ey
Allâh’m Ka'be’si, ey hayatım!137
Sûret,
ma'nânın kalıbı olduğuna göre, sûret-i Ka’be ile hakîkat-i Ka’be aynı olmaz.
Zâhiren Ka’be âlemin merkezidir ve dâirenin bütün noktalarının merkez noktaya
müteveccih olması gibi bütün yönler de Ka’be tarafına yönelmiştir. Ka’be’nin zahirî
ma’nâsı böyleyken bâtınî anlamda makâm-ı ahadiyyet olan Ka’be, dört erkân
üzerine kurulmuştur ki bunlar dört külli sıfata ve dört külli isme nazırdır.
Hem sûret-i Ka’be’ye hem de hakîkat-i Ka’be’ye yönelmiş olan ârifm kıblesi ise
hakîkî kıbledir ki o da Hak’tır.138
5.
“İçine ruh üflediğim zaman” âyetinin sembolizmi: Can,
nefs, Cebrâil gibi anlamlar verilen ruh, sûfîlere göre ,
mücerred, İnsanî bir lâtifedir; insandaki bilen ve idrâk eden lâtife
olup, emr âleminden inmiş mânevi bir cevherdir. Sınma ermek mümkün değildir:139 “De ki ruh,
Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85). İbnu’l-Arabi’ye göre yaratılmış her varlık
hayat sâhibidir (hayy). Ona göre mâsivallah yani Allah’tan gayn her şey,
Allah’ı hamd ile tesbîh ederler. Tesbîhi de ancak canlılar yapabilir. Allah
Teâlâ’nın ‘hayat’ sıfatının en mükemmel mazhan insandır; diğer varlıklarda ise
bu mazhariyet derece derece olmuştur.140
Sûfîler,
ruh hakkında beşer idrâkinin fehmini kolaylaştırmak için çeşitli şekillerde
açıklamalar getirmişlerdir. İsmâil Hakkı Bursevî’ye göre insan üç çeşit ruha
sahiptir:
·
a.
Zâtî ruh: İnsanda bulunan cismânî unsurların ruhudur. Bu ruh unsurlarla
bâkîdir. Zira “vücûd”a adem yoktur; belki muhtelif
tavırlarda temessül vardır.
·
b.
İlâhî ruh: Buna rûh-i menfûh, rûh-i izâfî, rûh-i insânî ve nefs-i nâtıka
gibi isimler verilmiştir. “Ona ruhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyetinde işaret
edilen bu ruhtur. Bu ruha akıl, ilim ve tedbir gibi nitelikler verilmiştir. Bu
ruh, nebiler ve kâmil velîlere göre, ana rahminde cesedlerin tesviye ve ta’dil
edilmesinden birkaç bin yıl önce halk olunmuş ve ilk safta bulunmuştur.
·
c.
Hayvânî ruh: Buna ‘hayvânî nefs’ de denilir. Bu ruhun taayyün ettiği yer yürek
ve ciğerdir. Bu ruh nefs-i nâtıkamn meyvelerinden ve onun aksindendir. Bu
şekilde bu ruh, nefs-i nâtıka ile cesed arasında bir vâsıtâ olup his ve hareket
sâhibi olan vücûda nizâm verir. Hayvânî ruh, İlâhî ruhun bineği gibidir. Saadet
ve şekâvette bulunan bu ruhtur. Doğrudan Hakk’a izâfe edilen nefs-i nâtıka,
dünya ve âhirette mutlu bir haldeyken hayvânî ruh ise böyle değildir. Hayvânî
ruh içinde bekâ vardır; ancak bu hayvanlarda bulunan ruh için geçerli olmayıp
insanda bulunan ve “nefs” olarak bilinen hayvânî ruh içindir.141
“İnsanın
nefsi gölge, rûhu ise güneş gibidir. Zira Allah, rûhu güneş gibi nûrânî ve
nefsi gölge ve gölgenin düştüğü mahâl olan arz gibi zulmânî ve karanlık
kılmıştır. Ruh, insanın arz mesâbesinde olan bedenini nurlandınr ve bedende
tasarruf eserleri gösterir.”142
İbnu’l-Arabî
Fusûs’ta şöyle der: “Hak, mânâ cihetiyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle
olunca Hak, bâtındır; binâenaleyh Hakk’m, âlemin suretlerinden zâhir olan şeye
nisbeti, rûh-i müdebbirin sûrete nisbeti gibidir”143 Bu cümlenin şerhinde Ahmed Avni Bey şunları
söyler: İlâhî isimler Zât’m şe'nleridir. Zât’m şe'nleri ise onun Zât’ının
aynıdır. Zâhir ismi İlâhî isimlerden biridir ve bu isim âlemin zuhûrunu
gerektirir. Zira isim bir mazhar olmaymca ortaya çıkmaz. Buna göre Hak, âlemin
aynıdır ve âlem de Hakk’m sureti ve hüviyyeti olmuş olur. O halde Hak, bütün
aklî, hissî, rûhânî ve cismânî suretlerden zâhir olan şeylerin mânâ bakımından
rûhudur. Alemin rûhu olan Hak Teâlâ aynı zamanda
bâtmdır. Öyleyse âlemde ‘zuhûr’, mânâda ‘butûn’ kayıtlarıyla mukayyed olan
Hak’tır; hem zâhir ve hem de bâtm olma Hakk’m hüviyetidir. Hak, zâhirin ve
bâtının hüviyeti olunca bâtm oluşun zâhir oluşa nisbeti sûrete müdebbir olan
rûhun sûrete nisbeti gibidir.144
Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere her yerde hem zâhir ve hem de bâtm olan
Hak’tır.
“Hak,
âlemin rûhu olduğu gibi, insanın da rûhudur. Âfâkta yâni dış âlemde ve ondaki
her bir varlıkta Zâhir olan Hak olduğu gibi, enfüste, yâni insanın iç âleminde
zâhir olan da Hak’tır. Bu bakımdan insan Hakk’m “sûret”i, Hak da insanın “rûh”udur; ve bu ruh bu suretin müdebbiridir; yâni onu tedbîr
eden ve ondan tasarruf edendir. Afâk ve enfüste görülen mazharlarda Hakk’m
zâhir olması ve âfâk ve enfüsün Hak ile kâim bulunması keyfiyeti, insan ruhunun
cesette zuhuru ve cesedin ruh ile kıyâm bulması gibidir. Şu halde Hak insanın
“hüviyef’i ve “bâtm”ı, insan ve diğer varlıklar Hakk’m “sûret”i ve “zâhir”i
gibi olmuş olur.”145
Tercümânü’l-Eşvâk
şerhinin birçok yerinde İbnu’l-Arabî, “Onu tamamlayıp içine de rûhumdan
üfürdüğüm zaman” (Sa‘d, 38/72) âyetine gönderme de bulunur. Bunlardan biri,
Arş
ayaklan üzerine kurulduğunda
Artık
geriye kalan oraya yerleşecek bir hükümdardır
beytinin
şerhidir. Burada birkaç âyetle birlikte bu âyeti de sıralayan İbnu’l-Arabî,
“üfurülen rûh”u, “hükümdar” ifadesiyle sembolize etmiştir. Arş tamamlanıp bir
mülk hâline getirildiğinde artık oraya bir melik bir hükümdar (ruh) gerekir ki
oraya yerleşsin ve hükmünü icrâ etsin (Bkz. 16 numaralı şiir).
SONUÇ
Hangi
tarafa yönelirlerse yönelsinler aşk kervanları
Ben
aşk dinine tâbîyim, dinimdir, imamındır, inanıyorum aşka
İbnu’l-Arabi,
İlâhî aşk hakkında bu ve buna benzer ifadelerde bulunurken, şehâdet âleminde
bulunan unsurları birer motif olarak kullanır. Bunu yaparken de hep âlemlerin
Rabbi ile meşguldür. O, dışa âit güzellikleri dile getirirken onun kalbi
Cemâl-i Mutlak ile irtibat hâlindedir. Ona göre aşk, varlığın temeli ve özü,
kulluğun sırrıdır. Tüm varlık âlemi aşktan sudûr etmiş ve aşk üzere
yaratılmıştır. Varlık dâiresine aşkla dâhil olan varlıklar, bu dâireden aşkla
ayrılırlar. Gerek âşık gerekse mâşukun mahall-i sudûru insandır. Aşk insanda
zuhûr eder ve insanın Zât-ı Mutlak’m sırrım anlamasına yardım eder. Çünkü O’nu
aşk olmadan anlamak mümkün değildir.
Şehâdet
âleminde hakikatin değil hakikate dâir ipuçlarının olduğunu söyleyen bütün
sûfîler gibi îbnuT-Arabi de hayatım hep bu temel ilkeye göre yaşamış ve
sistemini bu temel üzerine inşâ etmiştir. O, varlık âleminin bütün
mertebelerinde seyrini sürdürürken içe, öze ait en derin hakikatleri dile
getirmiş, bunun için de dilin sunduğu her türlü imkanı
kullanmıştır. Beşerî düzeyde alıp da kullandığı her bir sembolik ifade, İlâhî
plandan yansıyan mânâları temsil etmektedir.
Fütûhât’ta
geçen bir şiirinde şöyle der:
Zeyneb’i,
Nizâm’ı ya da înân’ı
Seviyorum
dersem, o zaman iyi anlayınız ki
Bu
bir simgedir, eşsiz ve sonsuz güzel
Ki
ardında çok değerli ve yaldızlı bir giysi var
îşte
ben onu giyenin üzerindeki giysiyim
O
giysiyi giyen kimdir bilinmez
O
giysinin içinde vaktiyle Hallâc’m dediği var
Öyleyse
geliniz, neşeleniniz, sevininiz
Aşk
hayatma yemin olsun ki ne zaman onu müşâhede etsem
O
gelir önümde belirir sizi müşâhede edeyim diye
Göz
göremez Allâh’ı olduğu gibi
Her
an ve her durumdadır, fakat yok gibidir sanki
İbnu’l-Arabi’nin
anlam dünyasına dâhil olduktan sonra bir nihâyet bulma hali pek mümkün
gözükmemektedir. Çünkü sürekli kendini açan, nakış nakış işlenmiş, iç içe
geçmiş bir mânâ zenginliği inşam daima hayretten hayrete sürükler. Bazen
ifadeleri rahatlıkla anlaşılırken, bazen de “Bu sembolik ifadenin temsil ettiği
hakikatler nelerdir?” sorusunun cevabım (şerhe rağmen) bulmak hiç kolay
olmamaktadır; okunan eser bir şerh bile olsa adeta şerhin de şerhedilmesi gibi
bir durum söz konusu olmaktadır. Bunun için de sırf metin değil metnin satır
aralarının da okunması gerekmektedir.
İbnu’l-Arabi’nin
bütünüyle Kur’an ve Sünnet’e bağlı olup onların dışındaki her şeyden de tamamen
bağımsız olduğunu, onu anlamak için, onu ayrı bir boyut olarak ele almak
gerektiğim söyleyen Martin Lings, onun tek kaynağının “vahy” olduğunu,
eserlerinde yer alan görüşlerinin, kullandığı ıstılahların ve metodunun
bütünüyle kendine has olduğunu vurgulamaktadır. Nasıl ki herhangi bir düşünür
veya filozof, kavramlar ve o kavramlara yüklediği özel anlamlarla kendi
bütünlüğü içinde anlaşılmaya çalışılıyorsa aynı yöntemin İbnu’l-Arabi için de
kılı kırk yarar bir titizlikle uygulanması zarurîdir. Ancak bu yöntem onu doğru
ve tam olarak anlamak için gerekli olup yetersizdir. Zira İbnu’l-Arabi’nin
öğretileri sırf zihnî değildir. O, hakikat tâliplerine her zaman zihni aşma
çağrısında bulunur. Onun bilgileri “keşfi” ve “ilmî”dir; o,
ehl-i fikrin Hakk’ı idraklerinin, anlayışlarının kıt olmasından dolayı noksan
olduğunu, kendi yolunda olan dostlarının ve ashâbımn ilimlerinin bir takım
klişeleşmiş sözlerden veya bu konuda söz söylemiş mütefekkirlerden ya da
defterlerin, kitapların satır aralarında kopyalanmış şeyler olmadığım, ilminin
tamamen kalbe gelen tecellîyâttan ibaret olduğunu söyler.
Bilmenin
varlıktan, akim da kutsal olandan ayrılmasını dayatan modem akademik bilim anlayışının
anlayamadığı, anlayamaymca da inkar ettiği bu tarz
bilgilenme metodu, İbnu’l-Arabi’nin sisteminde, varlığın izafîliğinden
hakikatine, kabuktan öze, tâli olandan aslî olana ulaştıran yegane yoldur.
“Şunu iyi bil ki, Allâh’ın onları yarattığından, onları ademden
vücûda getirdiğinden beri insanlar hep yolcu (müsâfîrîn) olmuşlardır. Onların
bu yolculukları ancak ya cennette ya da ateşte son bulacaktır. Her akıl
sahibinin bilmesi de gerekir ki bu yolculuk meşakkat, zorluk, belalar ve
imtihanlar üzerine kuruludur... Bu yolculuğun ilk zamanlarında mücâhede ve
tazarruun ile Allah hakkındaki ilmin doğrudan
O’ndan
hâsıl olmaz. Sonra bir ikinci zamanı yaşarsın; o zamanda O’nun hakkında ilk zamanı
yaşarken oluşturduğun ilminin suretini müşahede etmeye başlarsın ancak.
Böylece “bihnek”ten (“bulmaya) ‘ “‘ayn”a, öze, hakikate intikal edersin.”
KAYNAKLAR
Abdülfettâh
es-Seyyid Muhammed ed-Demâsî, el-Hubbu’l-ilâhî fî şi‘ri Muhyiddîn İbn Arabi,
Kahire 1983.
Abdülkerim
el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil, ter. Abdülaziz Mecdi Tolun, İstanbul 1998.
Addas,
Claude, İbn Arabi, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, ter. Atila Ataman, İstanbul 2003.
Afîfî,
Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, ter.
Ekrem Demirli, İstanbul 2000.
-------------------;
Tasavvuf İslâm’da Mânevi Devrim, ter. H. İbrahim Kaçar-Murat Sülün, İstanbul
1996.
Alternatif
Düşünceler Sözlüğü, ter. Komisyon, İstanbul 2001.
Attas,
S.Nakib, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, ter. Mahmud Erol Kılıç,
İstanbul 1995.
Âvânî,
Gulamnzâ, Hikmet ve Sanat (Makâleler), ter. Mehmet Kanar, İstanbul 1997.
Ayvazoğlu,
Beşir, İslam Estetiği ve İnsan, İstanbul 1989.
Bolay,
Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara 1997.
Burckhardt,
Titus, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, İstanbul 1995.
-------------;
Akim Aynası, ter. Volkan
Ersoy, İstanbul 1994.
-------------5
Astroloji ve Simya, ter. Mehmed Temelli, İstanbul 1999.
Bursevî,
İsmail Hakkı, Kitâbu’n-Netice-I, II, İstanbul 1997.
Cebecioğlu,
Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997.
Cevizci,
Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İstanbul 1999.
Ceylan,
Ömür, Tasavvuf! Şiir Şerhleri, İstanbul 2000.
Chittick,
William, Varolmanın Boyutları, ter. Turan Koç, İstanbul 1997.
----------5
Hayal Âlemleri: îbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, ter.Mehmet
Demirkaya, İstanbul 1999.
Chodkiewicz,
Michel, Sakilsiz Bir Umman Muhyiddin îbn Arabi, ter. Atila Ataman, İstanbul
2003.
Durand,
Gilbert, Sembolik İmgelem, İstanbul 1998.
Eliade,
Mircea, İmgeler-Simgeler, Ankara 1992.
Enver
Fuâd Ebî Hazzâm, Mu'cemu’l-mustalehâti’s-sûfiyye, Lübnan 1993.
Eraydm,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1997.
Ertuğrul,
îsmâil Fennî, Vahdet-i Vücûd ve îbn Arabi, İstanbul 1991.
Gloton,
Maurice, L’interprete des desirs Tuıjumân al-Ashwâq, 1996 Paris.
Guenon,
Rene, Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, ter. Fevzi Topaçoğlu, İstanbul
2001.
-----------------;
Mânevi İlimlere Giriş, ter. Fevzi Topaloğlu, İstanbul 1997
Gündoğdu,
Cengiz, “Mevlânâ’mn Şathiyye Türünde Yazdığı Bir Gazelinin Şerhi: Şerh-i
Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf Dergisi, S. 8, Ocak - Haziran 2002.
Izutsu,
Toshihiko, İbn Arabi’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, ter. Ahmed Yüksel
Özemre, İstanbul 1998.
---------------------;
İslâm’da Varlık Düşüncesi, trc. İbrahim Kalın, İstanbul 1995.
---------------------;
“Aynülkudât Hemedânî’nin Düşüncesinde Tasavvuf ve Dilin Çok
Anlamlılığı
(Teşâbüh) Sorunu”, ter. Burhâneddin Tatar, Tasavvuf Dergisi, S.7,
Eylül-Aralık2001.
İbnu’l-Arabî,
Anka-i Muğrib, Kahire 1954.
---------------3
el-Fütûhâtü’l-mekkiyye, I-IV, Beyrut, tarihsiz; thk.nşr.
O.Yahya, Kahire 1974.
---------------5
înşâü’d-devâir.
---------------5
Nurlar Risâlesi, ter. Mahmud Kanık, s. 35.
---------------;
Tercümânü’l-Eşvâk (Şerhle birlikte), Beyrut 1966.
------------—;
ZehâiruT-ATâk Şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk, DâruT-Kütübu’l-İlmiye, 2000 Beyrut.
---------------s
Fena Risalesi-Arzuların Tercümanı, ter. Mahmut Kanık, İstanbul 2002.
îbn
Arabi - Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât-i İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz: Mustafa
Tahralı, s. 88, îlstanbul 1992.
îbn
Ataullah İskender!, el-Hikem-ül Atâiyye, ter. Saffet
Yetkin, Ankara 1963.
îbn
Manzur, Lisanü’l-arab, Kahire 1972.
İslâm
Felsefesinde Sembolik Hikayeler, derleme: îbn
Sînâ-Sühreverdî-A.Gazzâlî-N. Râzî, önsöz: Henry Corbin, İstanbul 1997.
Karaalioğlu,
Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İstanbul 1983.
Kâşânî,
Abdürrezzak, Istılahâtu’s-Sûfiyye, Kâhire 1992.
Nihat
Keklik, Muhyiddîn İbnuT-Arabi Hayatı ve Çevresi, İstanbul 1966
Kılıç,
Mahmud E., Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de Varlık ve
Mertebeleri, (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1995
----------------------5
“Muhyiddîn İbnu’l-Arabî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XX, İstanbul 1999.
----------------------5
“Fusûsu’l-Hikem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XIII, İstanbul 1996.
----------------------;
“el-Fütûhâtü’l-mekkiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XIII, İstanbul 1996.
Kılıç,
Sâdık, Kur’an Sembolizmi, Ankara 1991.
Kocatürk,
Vasfi Mâhir, Tekke Şiiri Antolojisi, Ankara 1968.
Koç,
Turan, Din Dili, İstanbul 1998.
Komisyon,
İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevîlere Giriş, İstanbul 1994.
Konuk,
Ahmed Avni, FusûsuT-Hikem Tercüme ve Şerhi-I-IV, haz: Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydm.
Kurnaz,
Cemâl, Dîvân Edebiyatı Yazılan, Ankara 1997.
Kurnaz,
Cemâl - Tatcı, Mustafa, Türk Edebiyatında Şathiyye, Ankara 2001.
Levend,
Âgâh Sırrı, Edebiyât Târihi Dersleri-Tanzîmâta Kadar-, İstanbul 1932.
Mahmûd-ı
Şebüsterî, Gülşen-i Râz, ter. Abdülbâkî Gölpınarh, İstanbul 1944.
Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, haz. Selçuk Eraydm, İstanbul 1994.
'Nasr
Ebû Zeyd, “Sûfî Düşüncede Hakîkat-Dil İlişkisi Üzerine-İbn Arabi’de Dil, Varlık
ve Kur’an”, ter. Ömer Özsoy, İslâmiyât, c. 2, S. 3, Ankara 1999.
Nasr,
Seyyid Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, 2. Baskı.
-----,
Seyyid Hüseyin, İslam ve İlim, ter. İlhan Kutluer, İstanbul 1989.
Okültizm:
Tarih Boyunca Gizli İlimler, der. M. Reşat Güner, s. 133, İzmir 1996.
Okay,
Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazılan, İstanbul 1990.
Örnekleriyle
Türkçe Sözlük, Komisyon, MEB, Ankara 1996.
Pala,
İskender, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1999.
Palacios,
M.Asin, İslam and Divine Comedy.
Salt,
Alparslan - Çobanlı, Cem, Dharma Ansiklopedisi, İstanbul 2001.
Schuon,
Frithjof, İslâm ve Ezelî Hikmet, ter. Şahabeddin Yalçın, İstanbul 1998.
Shaalan,
Muhammed, “Sûfî Uygulamaları ve Bireyleşme Yolu Arasındaki Bazı
Paralellikler...”, Sûfî Psikolojisi, yayma hazırlayan: Kemal Sayar, İstanbul
2000.
Şafak,
Yakup, “Tasavvufî Şiirde Mecâzî Anlatım Üzerine”, Yedi İklim, S. 59, Şubat
1995.
Şemseddîn
Sâmi, Kâmûs-i Türkî, İstanbul 1999.
Tâhir-ul
Mevlevi, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973.
Tahralı,
Mustafa , “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alakalı Bazı Meseleler”,
Ahmed
Avni Konuk’un Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, e. I.
--------------------5
“Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. III.
Tatçı,
Mustafa - Çeltik, Halil, Türk Edebiyatmda Tasavvuf! Rüyâ Tâbimâmeleri, Ankara
1995.
Uludağ,
Süleyman, İbn Arabi, Ankara 1995.
----------------------5
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 239, İstanbul 1996.
Yahya,
Osman, Histoire et Classification de l’oeuvre d’Ibn ‘Arabi, Şam 1964.
Yılmaz,
Haşan Kâmil, Anahatlanyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2000.
Mahmud
E. Kılıç, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XX, s. 493,
İstanbul 1999.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhâtü’l-mekkiyye I, s.71.
İbnu’l-Arabî,
A.g.e., s. 298.
İbnu’l-Arabî,
annesinin sohbetlerine devam ettiği bu hanım sûfiye bir zaman hizmet etmiş ve
ona kendi elleriyle sazdan bir kulübe yapmıştır. Bkz. el-Fütûhât IV, s. 236.
Abdülfettâh
es-Seyyid Muhammed ed-Demâsî, el-Hubbu’l-ilâhî fî şi‘ri Muhyiddîn îbn Arabî, s.
13, Kâhire 1983.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhât I, s. 185.
Nihat
Keklik, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî Hayatı ve Çevresi, s. 56, İstanbul 1966 (Nihat
Keklik, bu eserinde İbnu’l-Arabi’nin hayatının safhalarını yıllara taksim
ederek incelemiştir).
Mahmud
E. Kılıç, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, (basılmamış doktora
tezi), s. 10, İstanbul 1995.
Süleyman
Uludağ, İbn Arabî, s. 43, Ankara 1995.
Mahmud
E. Kılıç, a.g.e., s.23.
A.g.e., s. 17.
Seyyid
Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, s. 102.
Ebu’l-Alâ Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, ter. Ekrem
Demirli, İstanbul 2000. Şeyh’in anlaşılmasındaki güçlüğün, sisteminin
karışıklığından değil de bu sistemi ifade ederken benimsediği üslûptan dolayı
olduğunu söyleyen Afîfî, onun anlaşılmasını güçleştiren sebepler olarak gördüğü
şeyleri maddeler hâlinde açıklar. Bkz. Afîfî, A.g.e.,
s. 39-42.
tbnu’l-Arabi,
el-Fütûhât I, s. 59.
Mahmud
E. Kılıç, a.g.e., s. 29.
Mahrnud
E. Kılıç, “Muhyiddîn İbnuT-Arabî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XX, s. 514. Daha
fazla bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi “el-FütûhâtüT-mekkiyye” maddesi.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-I, haz: Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydın, s. 99-103, İstanbul 1994.
Mahrnud
E. Kılıç, “Fusûsu’l-Hikem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, e. XIII, s. 232.
Mahrnud
E. Kılıç, “Muhyiddîn İbnuT-Arabî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XX, s. 514.
William
Chittick, Hayal Âlemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, s. 30,
İstanbul 1999.
Mahmud
E. Kılıç, a.g.e., s. 252.
Mustafa
Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alakalı Bazı Meseleler”,
Ahmed Avni Konuk’un Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I, s. 51.
M.
E. Kılıç, a.g.m., s. 500.
Toshihiko
Izutsu, İslâm’da Varlık Düşüncesi, trc. İbrahim Kaim, s. 19-25, İstanbul 1995.
M.
E. Kılıç, a.g.e., s. 62.
M.
E. Kılıç, a.g.m., s. 501.
M.
E. Kılıç, a.g.e., s. 63.
İbnu’l-Arabî,
Nurlar Risâlesi, ter. Mahmud Kanık, s. 35.
İbnu’LArabî,
el-Fütûhât III, s. 398.
M.
E. Kılıç, a.g.e, s. 64.
William
Chittick, Varolmanın Boyutları, ter. Turan Koç, s. 255, İstanbul 1997.
Seyyid
Hüseyin Nasr, A.g.e., s. 113.
M.
E. Kılıç,, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabî”, DİA, c. XX, s.
509.
A.g.m., s. 509.
Rene
Guenon, Mânevî İlimlere Giriş, ter. Fevzi Topaloğlu, s. 102, İstanbul 1997.
İbnu’l-Arabî,
İnşâü’d-devâir, s. 1.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhât III, s. 82.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhât II, s. 548.
Mahmud
E. Kılıç, a.g.e., s. 163.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhât I, s. 33.
Mahmud
E. Kılıç, a.g.e., s. 177.
M.
E. Kılıç, a. g. m., s. 510.
îsmâil
Yakıt, Yunus Emre’de Sembolizm: Çıktım Erik Dalma, s. 2, Ankara 2002.
îbn
Manzur, Lisamı'1-arab, 1/1225, Kahire 1972.
Örnekleriyle
Türkçe Sözlük, Komisyon, e. 4, s. 2487, MEB, Ankara 1996.
Bu
kelimelerin bir çoğu anlam yakınlığı sebebiyle,
aralarındaki farklılıklara rağmen birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Bu
sebeple konumuzla direk alâkalı kelimelerin kısaca anlamlarım hatırlatmanın
faydalı olacağım umuyorum. Teşbih: Aralarında ya hakîkaten ya da mecâzen
münâsebet bulunan şeyleri birbirlerine benzetmektir. İstiâre (alegori):
Bir kelimenin mânâsım muvakkaten diğer bir kelime hakkında kullanma sanatıdır.
Bu durumda istiâre kendi mânâsında kullanılmayan bir lâfızdır. Kinâye:
Tasrîhin zıddı olup bir fikri kapah söylemektir. İki anlama gelecek bir sözü,
mecâz yönüyle anlaşılacak şekilde kullanma sanatıdır. Mecâz: Geçilip
gidilen yer demek olup edebiyatta bir kelimeyi geçici olarak gerçek anlamından
başka bir anlamda kullanma sanatıdır. Benzetme ilgisiyle yapılan mesazlara istiare,
başka bir ilgiyle yapılanlara da mecaz-ı tnürsel denir. Mesel:
Bir kurala örnek olarak söylenen ve görünen anlamı dışında mecâzî bir anlam
taşıyan pedegojik-didaktik cümlelerdir. Tâhir-ul Mevlevî, Edebiyat Lügati,
İstanbul 1973; Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İskender Pala, İstanbul 1999;
Beşir Ayvazoğlu, İslam Estetiği ve İnsan, İstanbul 1989.
Gilbert
Durand, Sembolik İmgelem, s. 7, İstanbul 1998.
Turan
Koç, Din Dili, s. 97, İstanbul 1998.
T.
Koç, a.g.e., s. 112.
Felsefe
Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma, s. 765, İstanbul 1999.
Süleyman
Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 410, Ankara 1997.
Titus
Burckhardt, Astroloji ve Simya, ter. Mehmed Temelli, s. 33,44, İstanbul 1999.
Titus
Burckhardt, Akim Aynası, ter. Volkan Ersoy, s. 127-128, İstanbul 1994.
Rene
Guenon, Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, ter. Fevzi Topaçoğlu, s. 28,
İstanbul 2001.
Gulamrızâ
Âvânî, Hikmet ve Sanat (Makâleler), ter. Mehmet Kanar, s. 214-215, İstanbul
1997.
Titus
Burckhardt, Aklın Aynası, s. 241.
Alternatif
Düşünceler Sözlüğü, s. 253.
Sâdık
Kılıç, Kur’an Sembolizmi, s. 16-17, Ankara 1991.
j
59 Mircea Eliade, İmgeler-Simgeler, s.
XtX-XXIII, Ankara 1992.
Titus
Burckhardt, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, s. 124, İstanbul 1995.
Sûfî
Psikolojisi, haz: Kemal Sayar, Muhammed Shaalan, “Sûfî Uygulamaları ve
Bireyleşme Yolu Arasmdaki Bazı Paralellikler...”, s. 163, İstanbul 2000.
Frithjof
Schuon, İslâm ve Ezelî Hikmet, ter. Şahabeddin Yalçın, s. 66, İstanbul 1998.
S.Nakib
Attas, İslâm, A.g.e., s. 18-19.
Seyit
Kemal Karaalioğlu, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 751, İstanbul 1983.
“Descartes
sıkı mantıkî argümanlarla zihnimizde, bizim
dışımızdaki (ve duyumlarımızla algıladığımız)
Kâinat’a
tıpatıp tekâbül eden bir zihinsel Kâinat modeli inşâ edebileceğimizi öne
sürüyordu. Bu yaklaşımı reddediyor Vico: Dil’in ve dolayısıyla Düşünce’nin
kökeninin ‘Şiir’ olduğunu belirtiyor; dahası, (burası çok önemli!) Şiir’in
hakikati temsîl ettiğini öne sürüyor;-zihinsel modellerin değil! Kısaca Vico,
Dünya’mn zihinde mantıksal argümanlarla değil, şiir’le (ya da onun deyişi ile, ‘Fantezili Tümeller’le) inşâ edilebileceği
kanısındadır. (........) Öyleyse şu: Şiir’in bizi
Hakîkat’e taşıyabilmede Bilim’e hatta bir mânâda Felsefe ye
göre
daha ehil olduğu söylenebilir.”, Hilmi Yavuz, Zaman Yazıları.
Şemseddîn
Sâmi, Kâmûs-i Türkî, s. 778, İstanbul 1999.
Orhan
Okay, Sanat ve Edebiyat Yazılan, s. 31, İstanbul 1990.
0
İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevîlere Giriş, Komisyon, s. 23, İstanbul
1994.
Vasfi
Mâhir Kocatürk, Tekke Şiiri Antolojisi, s. 4, Ankara 1968.
87
Âgâh Sim Levend, Edebiyât Târihi Dersleri-Tanzîmâta Kadar-, s. 38, İstanbul
1932.
8û
Mustafa Tatçı-Halil Çeltik, Türk Edebiyatmda Tasavvuf! Rüyâ Tâbimâmeleri, s.
VII, Ankara 1995.
Şath,
Arapça bir kelime olup “ ” kökünden iştikakla, sarsılma,
hareket etme, titreme, vb. gibi
anlamlara
gelen bir sözcüktür. Tasavvuf! anlamı ise, İlâhî feyz
ve kuvvetli tecellîlerle kendilerinden geçen, coşkun bir ruh hâlî içinde
bulunan velîlerin, gayr-i ihtiyârî söyledikleri, şeriata muhalifmiş gibi
görünen, ne kast edildiği kolay kolay anlaşılmayan kapak veya sembolik
ifâdelerdir. Bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf
Terimleri
Sözlüğü, s. 486, İstanbul 1996; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, s. 661, Ankara 1997.
Cemâl
Kumaz-Mustafa Tatcı, Türk Edebiyatmda Şathiyye, s. 4, Ankara 2001.
Cemâl
Kumaz-Mustafa Tatcı, A.g.e,, s. 21.
Yakup
Şafak, “Tasavvufî Şiirde Mecâzî Anlatım Üzerine”, Yedi İklim, S. 59, s. 10-14,
Şubat 1995.
Dîvân
Edebiyatı Yazıları, Cemâl Kurnaz, s. 3, Ankara 1997.
Yakup
Şafak, A.g.m., s. 10-14.
Mahmûd-ı
Şebüsterî, Gülşen-i Râz, ter. Abdülbâkî Gölpmarlı, s. 61-62, İstanbul 1944.
Toshihiko
Izutsu, “Aynülkudât Hemedânî’nin Düşüncesinde Tasavvuf ve Dilin Çok Anlamlılığı
(Teşâbüh) Sorunu”, ter. Burhâneddin Tatar, Tasavvuf Dergisi, S.7, s. 339,
Eylül-Aralık 2001.
Izutsu,
A.g.m., s. 341.
Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf İslâm’da Mânevi Devrim, ter. H. İbrahim
Kaçar-Murat Sülün, s. 274-276, İstanbul 1996.
Cengiz
Gündoğdu, “Mevlânâ’mn Şathiyye Türünde Yazdığı Bir Gazelinin Şerhi: Şerh-i
Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf Dergisi, S. 8, s. 30, Ocak-Haziran 2002.
Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Ömür Ceylan, Tasavvuf! Şiir Şerhleri, İstanbul
2000.
Yakup
Şafak, a.g.m., s. 14.
Nasr
Ebû Zeyd, “Sûfi Düşüncede Hakîkat-Dil İlişkisi Üzerine-İbn Arabi’de Dil, Varlık
ve Kur’an”, ter. Ömer Özsoy, İslâmiyât, c. 2, S. 3, s. 18, Ankara 1999.
İbnu’l-Arabi,
Anka-i Muğrib, s. 20-21, Kahire 1954.
WiUiam
Chittick, Hayal Âlemleri:İbn Arabi ve Dinlerin
Çeşitliliği Meselesi, ter.Mehmet Demirkaya, s.
97,
İstanbul 1999.
W.
Chittick, A.g.e, s. 97-98.
10j
A.g.e., s. 104.
A.g.e., s. 105-106.
M.
E. Kılıç, a.g.e., s. 26.
William
Chittick, Varolmanın Boyutları, ter. Turan Koç, s. 314, İstanbul 1997.
Osman
Yahya, Histoire et Classification de l’oeuvre d’Ibn ‘Arabi, nr. 116, c. 1, s.
194, Şam 1964.
Bu
çalışmalardan bazıları şunlardır: Maurice Gloton, L’interprete des desirs
Turjumân al-Ashwâq, 1996 Paris. Fransızca olan bu eser hem Tercümânü’l-Eşvâk
hem de ez-Zehâir ve’l-A‘lâk’ın tamamının çevirilerinin bir arada sunulması
açısından önemli bir çalışmadır; Henri Corbin, L’imagination creatrice dans le
soufisme d’Ibn Arabi, Paris 1958. Bu eserde Tercümânü’l-Eşvâk ve şerhine geniş
yer verilmiştir; Sami Ali, Le chant de l’ardent desir, Paris 1989. Ralph
Austin, “The Lady Nizam — An Image Of Love And Knowledge”, Journal of the
Muhyiddin Ibn ‘Arabi Society, Volüme VII, 1988; R. W. J. Austin, “The Teminine
Dimensions in Ibn ‘Arabi’s Thought”, Journal of the Muhyiddin Ibn ‘Arabi
Society, Volüme II, 1984; Michael A. Selis, “Ibn ‘Arabi’s ‘ Gentle Now, Doves
of the Thomberry and Moringa Thicket’ (alâ yâ hamâmâti
1-arâkati wa 1-bâni)”, Journal of the Muhyiddin Ibn ‘Arabi Society, Volüme X,
1991.
Claude
Addas, îbn Arabi, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, ter. Atila Ataman, s. 217,
İstanbul 2003.
110
İbnu’l-Arabî, A.g.e., s. 11-12.
İbnu’l-Arabî,
Zehâiru’l-A'lâk Şerh-i Tercümâni’l-Eşvâk, s. 7-9, Dâru’l-Kütübu’l-İlmiye, 2000
Beyrut.
M.Asin
Palacios, İslam and Divine Comedy.
İbnu’l-Arabî,
A.g.e., s. 9-10.
İbn
Ataullah İskender!, el-Hikem-ül Atâiyye, ter. Saffet
Yetkin, s. 38-39, Ankara 1963.
Ethem
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 746, Ankara 1997.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi IV, haz: Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydın, s. 254, İstanbul 1992.
İbnu’l-Arabî,
el-Fütûhât, c. III, s. 477,
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi III, haz: Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydın, s. 285, İstanbul 2000.
İbn
Arabi- Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât-i İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz: Mustafa
Tahralı, s. 88, İstanbul 1992.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi IV, haz: Mustafa Tahrah-Selçuk
Eraydm, s. 41-43, İstanbul 1992.
Claude
Addas, A.g.e., s. 162, İstanbul 2003.
Ibnu’l-Arabî,
el-Fütûhât, c. III, s. 350. Ibnu’l-Arabî, mi'râc tecrübesini iki ayrı metinde
anlatmıştır. Bu metinlerden ilki, Kitabu’l-İsrâ adlı eseri İkincisi ise
Fütûhât’m 367. bâbıdır.
İsmail
Hakkı Bursevî, Kitâbu’n-Netice-II, s. 77, İstanbul 1997.
Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 239, İstanbul 1996.
Enver
Fuâd Ebî Hazzâm, Mu'cemuT-mustalehâti’s-sûfiyye, s. 73, Lübnan 1993.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, haz: Mustafa Tahrah-Selçuk
Eraydın, s. 96, İstanbul 2000.
A.g.e., s. 325.
Ahmed
Avni Konuk, FusûsuTHikem Tercüme ve Şerhi-I, s. 254.
İsmâil
Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce-I, s. 68.
A.g.e,
s. 304.
a.g.e., s. 365.
Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, haz. Selçuk Eraydrn, s. 228, İstanbul 1994.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-I, s. 281.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, s. 9.
Toshihiko
Izutsu, İbn Arabi’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, ter. Ahmed Yüksel Özemre,
s. 73-74, İstanbul 1998.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I, s. 161.
A.g.e., s. 77.
Toshihiko
Izutsu A.g.e., s. 79.
Ahmed
Avni Konuk, A.g.e., 163.
Mekke’deki
Ka‘be’yle birlikte Medine’de Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu Mescid-i
Nebevi ve Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ, Kur’an’da kendilerine işaret edilen
ve mübarek kılman mescidler olup tüm İslam âleminde mânevi merkezler olarak
kabul edilmekte ve onlar için de “harem” vasfı kullanılmaktadır.
Ethem
Cebecioğlu, A.g.e., s. 422.
Enver
Fuâd Ebî Hazzâm, A.g.e., s. 144.
İbn
Arabi- Ahmed Avni Konuk, A.g.e., s. 105.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, s. 19-21.
Kâşânî,
Istılahâtu’s-Sûfîyye, s. 64, Kâhire 1992.
Abdülkerim
el-Cîlî, însân-ı Kâmil, ter. Abdülaziz Mecdi Tolun, s. 340, İstanbul 1998.
A.g.e., s. 22.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II, s. 119.
Toshihiko
Izutsu, İbn Arabi’nin Fusus’undaki Anahtar-Kavramlar, ter. Ahmed Yüksel Ozemre,
s. 366, İstanbul 1998.
Bursevî,
Kitâbü’n-Netîce II, s. 326.
Fütûhât
I, s. 701.
Bursevî,
Kitâbü’n-Netîce I, s. 281.
Süleyman
Uludağ, a.g.e., s.440.
Mustafa
Tahralı, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, FusûsuT-Hikem Tercüme ve Şerhi-III,
s. 30.
Bursevî,
Kitâbü’n-Netîce I, s. 290-292.
Mustafa
Tahralı, A.g.m., s. 34.
Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, s. 35.
A.g.e,
s. 262-263.
Mustafa
Tahralı, a.g.m., s. 36.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar