Mustafa İslamoglu...Serdengeçtiler Hareketi! Bir Halk Kıyamının Anatomisi
Hazırlayan: MUSTAFA İSLAMOĞLU
SÖZBAŞI
u
memleketteki iki yüz yetmiş yıllık ihanetin adı olan batıcılık, ilk kez 'Lale
Devri'yle başlar. Bu sefahat döneminde OsmanlI'nın üç yüz elli yıllık
fütûhat geleneği İbrahim Paşa marifetiyle değiştirilerek, Osmanlı orduları
Batı'nın sırtından alınıp Doğu'nun müslüman halkları üzerine yönlendirilir.
Sefahat ve fuhuşta kör bir batı taklitçiliği başlatılarak Fransızlar'a bir
hayli imtiyaz tanınır. İbrahim Paşa eliyle Kağıthane'ye
kondurulan kasrlar çok geçmeden bir işret ve fuhuş yuvasına döner ve toplumsal
ahlak bozulur. Bugünkü sistemler sporu, müziği, piyangoyu ve televizyonu
nasıl halkı uyutma amacına matuf olarak kullanıyorlarsa o günün yönetimi de
lâle, atlıkarınca, salıncak ve dolapları aynı amaca matuf olarak kullanır.
Bütün
bunlara bir tepki olarak Serdengeçtiler Hareketi (Patrona Halil İsyanı) ortaya
çıkar. Bu hareket batıcılıkta ilk adım sayılan Lale Devri politikasını reddeden
ulemahalk ve asker üçlüsünün, sırt sırta vererek, milletin başına çöreklenmiş
olan bir avuç mutlu azınlığı temsil eden saraydevşirme/kul bürokrasisi ve
şair/aydın üçlüsüne karşı verdiği bir mücadeledir. Bu mücadeleden yerli güçler
galip çıkmışlarsa da bu galibiyet sürekli bir başarıya dönüştürülememiştir.
Batıcılığın bu ülkedeki pîri İbrahim Paşa'nın takkesini düşürüp onun gizli
kimliğini ortaya serme cür'eti gösteren Müderris İbrahim Efendi, Patrona Halil
ve serdengeçtiler, bu 'cürümlerinin' cezasını bir devlet sûikastine kurban
giderek çekmişler ve her şey yine eski halini almıştır.
OsmanlıBatı
ilişkilerini IslâmBatı ilişkilerine eşitlemek batıklar için mazur görülse de
batıcılar için mazur görülemez. Çünkü Osmanlı, bir tarihten sonra bu topraklara
Islâm'ı taşıyan güç olmaktan daha çok, Batı'yı ve batılı değerleri taşıyan bir
güç olarak önümüze çıkmaktadır. Bu gerçek güneş gibi ortada dururken
batıcıların isterik bir edayla Osmanlı'ya sövmelerini bir tek şeyle izah edebiliriz:
Kronik Islâm düşmanlığı...
Batıcılar
işte bu noktada'cehaletlerinin kurbanı ve kinlerinin esiri olmaktadırlar.
Osmanlı'nın Batı'ya olan platonik aşkı sonucunda onunla girdiği gayrı meşru
ilişkinin mahsulü olan batıcılar, Osmanlı'ya sövmekle gayrı meşru analarına
sövdüklerinin farkında mıdırlar? Aslında onları tuzağa düşüren şey yine
batıcıların mantığıyla Osmanlı'yı İslam'la eşitleyen Osmanlı övgücüsü muhafazakarların bu davranışlarıdır. Etki-tepkinin ürünü
olan bu iki düşman anlayışın ikisi de Osmanlı'yı Islamla eşitleme
konusunda garip bir birliktelik sergilemektedirler.
Batıcıların
oyununa geldiği muhafazakar mantığın en büyük açmazı
ise, Osmanlı'nın, son ikiyüz yılında, bu sapık sevgi uğruna tüm maddi ve manevi
değerlerini Batı'ya peşkeş çektiğini göremeyerek bir övgü sendromuna tutulması.
Sövgü
ve övgüye dayalı bu iki yanlış arasında kaynayıp giden şey Osmanlı gerçeğidir.
Elbette Osmanlı'yı sevmek, bir müslüman için Osmanlı'daki İslâmî sevmek anlamını
taşır. Bir batılı ve batıcı için Osmanlı'yı yermenin anlamı ise kronik İslam
düşmanlığıdır. Ancak Islâm'ın siyâsi değişmez değerlerini tanıyan aklı
başında hiç kimse, Osmanlı'yı İslam'la eşitlfeyemez.,Belki
belirlediği "Nebevî siyaset"in şaşmaz mihengine vurur, bu Nebevî
siyasetle örtüşeni kabul, örtüşmeyeni reddeder. Hem Osmanlr'yı sevmek
İslâm'ı sevmenin şartı olsaydı ateist olduğunu saklama “gereği bile duymayan
'din düşmanı' kimi isimlerin 'Osmanlı hayranlığı'™ nasıl açıklayacaktık?
Osmanlı
elbette eleştirilecektir. Ümmetin büyük bir bölümünü yüzyıllarca siyasal
şemsiyesi altında barındırmış bir yapı, hatasıyla sevabıyla Islâm
ümmetinin tecrübe dağarcığına aktarılmıştır. Bize düşen bu engin tecrübeden
yararlanabilmektir. Çağdaş İslâmî hareketin Osmanlı'dan alacağı çok ders
vardır.
Bir
şeyi eleştirmeyi ona hakaret kabul eden çarpık anlayış şu satırları nasıl
karşılar dersiniz:
".. Velhasıl şimdiki halde reaya (halk)
fukarasına olan zulüm hiç bir tarihte, hiç bir. iklimde, hiç bir padişah
memleketinde olmamıştır. İslâm ülkelerinde bir memlekette bir kimseye zerre
kadar zulüm olsa ceza gününde padişahlardan sorulur. Vezirlerden sorulmaz. "Ben
onlara sipariş ettim” demek Cenabı Hakkın huzurunda cevap olmaz. Zulüm
görenin ahi hânümanlar harab eder. Zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa
boğar. Küfür ile âlem durur zulüm ile durmaz. Velhasıl Osmanlı saltanatının
şevket ve kudreti asker iledir; askerin ayakta durması hazine iledir; hâzinenin
ayakta durması halk iledir; halkın ayakta durması ise adâlet iledir. Şimdi âlem
harap, halk perişan, hazine noksan üzre, kılıç erbabı bu halde. Bir yandan İslam memleketleri elden gitmekte. Yine tedbiri
görülmez, ilacı sorulmaz, çeşitli sefahat eksilmez. Bu gaflet ne
gaflettir?"
'
Bu yürekli satırlar XVII. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı münevveri olan Koçi
Bey'in yazdığı bir 'risale'ye ait. Üstelik bu risale sert siyasetiyle ünlü IV.
Murad'a sunulmuş.
Osmanlı
siyasal ve ekonomik sistemi üzerine yapılan bu âdil ve mutedil
eleştiriler karşısında IV. Murad'dan fazla Osmanlı'lık taslamak kimsenin
aklından geçmese gerek. Tabi, bu haklı eleştirisinden dolayı Koçi Bey'i
"Osmanlı düşmanı" ilan edecek şanlı tarih asabiyetçilerine bir
sözümüz yok.
Osmanlı'daki
dindevlet ilişkileri çerçevesinde yapılan tartışmalar Osmanlı'nın teokratik
mi yoksa laik mi olduğu sorusu etrafında yoğunlaşıyor. Osmanlı'nın laik
olduğunu iddia edenler kendilerine dayanak olarak şeriat dışı örfî uygulamaları
ve azınlıklara karşı gösterilen müsamahayı delil alıyorlar. Diğerleri ise Islâm
şeriatının Osmanli'da tüm alanlarda ve elbette hukuk alanında da tek teşrî kaynağı
olarak görüldüğünü söylüyorlar. Kimileri de şer'î hukuk içerisinde yasal bir
yeri olan örfî uygulamaları örnek göstererek bu ikisi arasında orta bir yol
bulmaya çalışıp Osmanh'yı yarı teokratik (nimteokrasi) bir devlet olarak
gösteriyor.
Osmanlı
dindevlet ilişkilerinin niteliği üzerine yapılan tartışmalar ödünç kavramlar
üzerine bina ediliyor. Islâm siyaset literatüründe
olmayan, Batı'nın kendine özgü şartlarında ortaya çıkmış ve hiç de tarafsız
olmayıp belli bir paradigmanın mahsulü olan kavramlarla Osmanh'yı izah etmeye
çalışmak, Itrî'ye konçerto çaldırmak gibi bir şey. Ortaya çıkan sonuç da
böylesine bir garâbet arzediyor.
Batı'da
teokrasi (teos: tanrı, krazos: güç) ile başlayan dindevlet ilişkileri laisizmle
noktalanmıştır. Islâm topraklarında ise teokrasi ile başlamayan bir ilişki
laisizmle sonuçlandırılmaya zorlanmaktadır. Tarihin ve toplumsal değişmenin
yasaları hâlâ geçerliyse peşinen söyleyebiliriz ki bu tutmayacaktır. Çünkü
İslam topraklarında laisizmin.temelleri yoktur,
olmamıştır. Laisizmi ortaya çıkaran bir kilise ve buna ait farklı bir sınıf
(ruhban) ve bu sınıfın ayrıcalıklı yargı gücü ve bu yargı gücünün,
uygulamalarından bir örnek teşkil eden 'engizisyon mahkemeleri' yoktur. Çünkü
haklar 'Tanrının' ve 'Sezar'ın diye ikiye ayrılmamıştır. Onun için de altyapısı
olmayan ülkelerde kan, kıtal ve darağaçlarıyla uygulanmaya çalışılan laiklik
ancak bir kuşa çevrildikten sonra ve cebren uygulamaya konulmuştur. Bu tip
ülkelerde laiklik bu kavramın anavatanı olan avrupadaki gibi görece dindevlet
işlerinin ayrılığı değil, devletin dini baskı altına almasının aracıdır. Dahası
laiklik bu tip ülkelerde, militan ateizmin pazarlama şirketi olarak görev
yapmaktadır.
&
Kamu
oyunca Patrona
Halil İsyanı diye bilinen Serdengeçtiler hareketi, hiç kuşkusuz tam anlamıyla
bir İslâmî hareket olarak nitelendirilemez. Ne ki, bu olayı Suhte isyanları,
Celâlî isyanları ve klasik yeniçeri isyanlarıyla aynı kefeye koymak da
insafsızlık olur. Hatta, Serdengeçtiler hareketini
onun izdüşümüyle ortaya çıkan Kabakçı Mustafa isyanıyla dahi kıyaslamak mümkün
değildir.
Patrona
Halil önderliğindeki Serdengeçtiler hareketi, tam anlamıyla bir halk
hareketidir ve bu hareketi üzerinde durulmaya layık kılan sebep de onun maşerî
vicdanın ortak çığlığı olmasıdır.
Cahil,
kabasaba, sıradan ama samimi ve inanmış insanların adalet duygusuyla dönemin
"zevku sefâ cevru cefâ" ehli yöneticilerine karşı giriştikleri bu
başkaldırıyı "hamam tellaklarının isyanı" ya da "baldırı çıplak
güruhunun sokağa dökülmesi" türünden saray vak'anüvisti ağzıyla ele alıp
tanımlamak en basit deyimiyle yüzeyselliktir.
Bize
düşen mahkum etmeden önce anlamaya çalışmak, tarihi
olayları övgü ve sövgü malzemesi olarak değil ibretler meşheri olarak görmek ve
tahlil etmektir.
Bu
çalışmada kullandığımız kaynaklar olayı saray tarihçisi ağzıyla ele alanların
kullandığı kaynaklardan çok farklı değildir. Bu çalışmadaki farklılık kaynak
farklılığından daha çok bakış açısı farklılığından ileri gelmektedir.
M.
Islamoğlu
·
1. ÖNCESİ
slâmî
hareket tarihinde seçkin bir yeri olan Anadolu, Hazreti Nuh'tan bu yana çeşitli
mücadele biçimlerine tanık olmuş, bu mücadelelerin kimileri de Kur'anî örnekler
arasında yer almıştı.
Mutluluk
Çağı (Asrı Saâdet)’nın, uzun bir gecenin ardından söken şafağını bu topraklara
ter, kan ve gözyaşıyla taşıyan Anadolu Gazileri dört yüz yıllık bir 'gaza
geleneği'nin de başlatıcısı olmuşlardır. Gaziler, Malazgirt'ten çok önceleri
'Rumistan' olarak girdikleri toprakları başlattıkları yürek fethi seferberliği
sayesinde 'İslâmistan' olarak bırakmışlardı.
Osmanh
gaza devleti, Anadolu gazilerinin son ve en büyük sığmağıydı. Gaziler, iki yüz
yıllık tecrübeleri ve ellerinde bulundurdukları baskı güçleri sayesinde
'cemaat'ten 'devlet'e giden yolu keşfetmişler ve gaza ideolojisini, tüm
güçleriyle destekledikleri bu devletin temeline harç etmişlerdi. Dört yüz
çadırlık bir aşiretten bir "cihan devleti"nin çıkış sırrını,
"etnik deha "da değil işte bu gaza ideolojisinde aramak gerek.
Birbirine düşen diğer cemaat ve aşiret beylikleri onca büyüklüklerine rağmen
birer birer eriyip giderken bu küçük gaza beyliği müslümanlgnn ortak
düşmanlarını hedef aldığı için kısa zamanda güçlenerek büyümüştü. Ne ki fedakar gâzîmücahitlerin canları pahasına yücelttikleri bu
yapı, kendisini iç ve dış tecavüzlere karşı koruyacak ulemâdan yoksundu. Daha
hicri IV. yüzyılda ehlileştirilmeye başlanan İslâm ilim geleneğinin birer ürünü
olan âlimlerse, onca gayret ve dürüstlüklerine rağmen aldıkları kültür gereği
bu temele 'harç' olabilecek nitelikte değillerdi.
Yıldırım'ın
veziri Ali Paşa'yla başlayan ahlakî bozulma kısa zamanda siyâsî, ekonomik ve
kültürel alanlara da yansımıştı. Gönül fethi için gerekli ahlaki seviyeyi
tutturamaymca gaziler döneminde fevc fevc gerçekleşen ihtidalar durmuş, bundan
doğan insan açığını kapatmak için 'devşirme' yöntemi geliştirilmişti. Ahlaki
bozulma sonucunda yerleştirilen devşirme sistemi aynı zamanda söz konusu
bozulmayı kurumlaştırmıştı.
Kul
bürokrasisi söz konusu devşirme sisteminin doğal bir sonucuydu. O zamana dek
devleti gaziler ve diğer İslâmî baskı unsurlarıyla birlikte yöneten GaziHan'lık
geleneği, II. Mehmed'le birlikte saltanata tebdil edilmişti. Sultan, ‘ınonark'laşmasma
engel olarak gördüğü İslâmî baskı güçlerini ve diğer yerli unsurları birer
birer tasfiye ederek yerine toplumda hiç bir etnik ve sosyal dayanağı
bulunmayan 'kul'ları geçirmişti.
Bu
arada örfşeriat tartışması başladı. İhdas edilen kanunnamelerle şeriat
karşısında örf güçlendirildi. Çünkü örf, mevcut anlayışta yönetici keyfinin
yasalaşması anlamına geliyordu. Örf'ün alanı genişledikçe şer'in alanı
daralıyordu. Şeriat aleyhine gerçekleşen bu gelişmeyi ulema sessiz karşıladı.
Gerçekte daraltılan şer'î alanla birlikte şer'in temsilcisi olan ulemanın da
alanı daralıyor ve önemi azalıyordu. Bunun doğal sonucu olarak da ulema kaale
alınmayı, mensup olduğu zümrenin sosyal değerinde, ya da ilmin bizâtihî
haysiyetinde değil, sultan kapısında aramaya başlamıştı. Doğal olarak bu da
onun ilimden kaynaklanan izzetini 'sıfıra indiriyordu. Ulema ile kulbürokratlar
arasında bir fark kalmıyordu. Çünkü o da 'kulbürokratlar' gibi değerini
'sultan'dan almaktaydı. İşte bu yüzden dört yüz yıldır sultaların oyuncağı
haline gelmiş ve sonunda bir tek ünvanı kalmış olan 'hilafet'in I. Selim eliyle
kaldırılmasına Taftazânî ve Nesefî gibi çağın ünlü alimleri
ses çıkarırken Osmanlı uleması mensup oldukları mezhebin bu konudaki kesin
içtihadına rağmen seslerini çıkarmamışlardı. Kendilerini ilgilendiren böylesine
'hayati' bir mesele hakkında dahi görüş açık, layamayan ulemaya kala kala çok
dar bir alan olan 'formel fıkıh', onun da bir parçası
olan 'ilmihal' kalıyordu. Tabi bir de bazı "ciddî" meseleler.
Vahdeti
vücut, devran, zikir, raks, ney, kahve, tütün işte bu 'ciddî' konulardan bir
kaçı... Şeyhülislamların dahi kendilerine getirilen bir sorunu "Şer'î bir
maslahat değildir, nasıl emredilmiş ise öyle hareket lazım gelir" diyerek
geri çevirdiği bir ilim anlayışı, 'değişim'in yalnız kabukta değil özde de
yaşandığının bir delili olarak duruyordu önümüzde. Tabi bu bozulmadan 'Allahdevlet
ve toprak' üçlemesine kayıtsız şartsız bağlı olduğu söylenen halk da payını
alıyordu. Özellikle başkent halkı ulemayı adım adım izleme geleneğine sahip
olduğundan, bu zümredeki bozukluk aynı oranda halka da yansımıştı. Halkı ve
orduyu ardına alan ulema ile, çağın ‘ınedya'ları olan
şairleri ve 'aydm'ları arkasına alan devşirme kökenli kulbürokratlar arasındaki
rekabet sultandan sultana değişiyordu. Kanûnî gibi cariyeler ve devşirme
bürokratların safına kayan padişahlar zamanında devşirmekul'lar lehine gelişen bu
denge II. Bayezid, II. Osman ve II. Mustafa gibi sultanlar zamanında da yerli
güçler lehine gelişmişti.
Kanunî
döneminde OsmanlıBatı ilişkileri Fransa'nın şahsında somutlaşmıştı.
OsmanhFransa ilişkileri, bir süper güç ile yarı bağımlı bir devlet arasındaki
mâlum ilişkiydi. Onun dışındakiler ya toprakları alınarak ortadan kaldırılmış,
ya haraca bağlanmış ya da Osmanlı’nın ezici gücü karşısında iyice kabuğuna
çekilmiş devletlerdi.
Cihan
hakimiyeti uğruna tüm ahlaki ve dinî değerler feda
edilince dıştaki büyümeye karşılık içte bir kokuşma başlamiştı. İçteki bu
kokuşma çok geçmeden uluslararası piyasada da kendini hissettirdi.
Bunun
en belirgin örneği 1699 Karlofça antlaşmasıydı. Bu antlaşmayla Osmanlı ilk kez
uluslararası alanda büyük bir prestij kaybına uğruyor,
Avusturya, Polonya, Venedik ve Rusya'ya toprak vererek 'cihan devleti'
mefkuresinden vazgeçtiğini zımnen ilan ediyordu.
III.
Ahmed döneminde Osmanlı Batı'da aldığı bu ağır hezimetin acısını Doğu'dan
çıkarmak isteyecek; ancak bu girişimi de başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Bu
serüvenden geriye kalan ise çeyrek yüzyıl süren Osmanlıİran harpleridir.
·
2. İSLÂMÎ
HAREKETLE’ MÜCADELEDE BATI'NIN SON SIĞINAĞI: LAİSİZM
X
699 yılma gelene dek Batı İslam'la bir çok kereler
karşılaşmıştı. Daha Asrı Saadet döneminde Yermuk yenilgisiyle İslam'ın ezici
gücünü ensesinde hisseden Bizans sekiz yüzyıl içinde eriye eriye İslam
karşısında yok olacaktır. Bu arada sürekli kayıplarla aleyhine gelişen dengeyi
kendi lehine çevirmek için din (hıristiyanlık) faktörüne sarılan Batı, haçlı
seferleriyle İslâm'ın en zayıf olduğu bir dönemde atağa geçti. İki dinin
çarpışması sonucu 'hak' galip gelecekti ve tüm olumsuzluklara rağmen öyle de
oldu.
Batı,
ne zaman Din'e karşı 'din'i çıkarmışsa, hep yenilgiyle karşılaştı. Dinler
savaşında galip gelemeyeceğini en son haçlı seferiyle acı bir biçimde
anlamıştı. Bu noktada Batı'ya iki seçenek kalıyordu: Ya karşı dinin (İslâm)
kendi köhne dinlerinden (hıristiyanlık) üstün olduğunu kabullenip mücadeleden
vaz geçmek, ya da mücadele için din dışı (laik) yeni dinamikler bulup
kendilerini yenilgiye mahkum eden bu köhnemiş muharref
dinden vazgeçmek. Onlar üstünlük mücadelesinden vaz geçmediler. Seçeneğin
ikinci şıkkını kullanarak 'din'den vaz geçmeyi daha uygun buldular. İtalya'da
başlayıp Fransa'da sonuçlanan KiliseSaray çatışması sarayın galibiyetiyle
bitiyordu. Aynı süreç Bizans'ta da farklı bir üslupla işledi.
Batı,
İslâm'la olan mücadelesini 'din' temeli üzerine kurmaktan vazgeçmişti. Çünkü bu
temel üzerine kurduğu mücadelelerden sürekli yenilgiyle çıkacağını anlamıştı.
İşte bunu anladığı gün . 'laisizm'i icad etti.
Laisizmi; yani din dişiliği...
Rönesans
adını verdiği bir süreçte sosyal ve siyasal tüm kuramlarını yeniledi. Bu
yenileştirmeden elbet siyasal sistem de nasibini alacaktı. Kanlı Fransız İhtilali'yle,
krallıktan cumhuriyete bedeli pek ağır bir geçiş yaptı. Kilisenin temsil ettiği
dinden boşalan yere daha önce bu dinin yok saydığı aklı getirip yerleştirdi.
Din'i 'akıl' olan bir medeniyete bir de put. lazımdı,
o da madde oldu.
Batı
artık kendisine rakip gördüğü güçlerle dindışı alanda çarpışmak istiyordu.
Kendi geleceğinin emniyeti için geliştirdiği bu din dişiliği, maddeye dayalı
gücü iyice eline geçirdikten sonra başkalarına da empoze
etmeye başladı. Tabi laisizmi empoze edeceği ilk coğrafya dinler
mücadelesinde kendisini sürekli yenen İslam'ın hakim
olduğu coğrafyaydı. Şimdilerde laisizm, söz konusu coğrafyada ateizmin
pazarlama şirketi gibi faaliyet göstermektedir.
Batı,
dinamiği din olmayan bir mücadeleyi kazanacağını iyi biliyördu. Bildiği gibi de
oldu. Uzun i çabalar sonunda ezeli rakibi Anadolu İslâm toprakla’rmı kendi
uşakları aracılığıyla din dışı bir zemine çekmeyi başardı. Artık kurallarını
kendisinin koyduğu bir oyunun namağlup oyuncusuydu. Mücadele tekrar 'din'
zeminine, yani mindere çekilinceye kadar da bu böyle devam edecek; batı hep
galip, onun dışındakiler de hep mağlup olacaklardı. Çünkü müslümanlar, hatta
Batı dışındaki hiç bir millet, siyasal ve ekonomik gücü elde tutabilmek
pahasına tüm İnsanî ve ahlâkî değerleri yok eden, eşyanın insanın ve tabiatın
doğasını bozan, insanlığın geleceğini tehdit eden modernizmin anavatanı Batı
kadar alçalmaya cür'et göstermeyecektir.
İşte
bu nedenledir ki, mücadeleyi laik zeminden tekrar mindere yani din zeminine
çekmek, insanlık ailesini kendi felaketi demeye gelen bu alçaklık yarışından da
kurtarmak anlamım taşıyacaktır. İslâmî hareketin asıl görevi de bu olmalıdır.
Çünkü İlahî öğ ’ retinin değişmez değerleri adına yapılmayan her mücadele
insanlık namına utanç verici ve haysiyet dü ? şürücü
olacaktır. İlâhî öğretinin değişmez değerlerinin temel esprisi ise insanın,
yeryüzü ölçeğinde mahlukatm en şereflisi olduğu gerçeğidir.
·
3. ÖVGÜ VE SÖVGÜ
ARASINDA OSMANLI GERÇEĞİ
cVsmanlıBatı
ilişkilerini, hiç kuşkusuz İslâmBatı ilişkilerine eşitlemek mümkün. Çünkü Batı
için ' Osmanh eşittir İslâm demekti. Batı’nın bu görüşü aynen
'batıcılar'a da yansıdı. İslam düşmanı çağdaş bâtıperestlerin Osmanlı
düşmanlıkları gerçekte, kronik İslâm düşmanlığının bir devamından başka bir şey
değildi.
Batı’nın
Osmanlı'yı İslam'la eşitlemesi bir yerde mazur görülebilir. Osmanh hangi yandan
bakılırsa bakılsın, Batı'ya bir müslüman güç olarak girmiş ve Batı için de
tehike olma özelliğini hep bu yüzden korumuştur.Çünkü
Osmanlı’nın sahip olduğu değerler, İslâm'ın bizatihi kendi özgün değerlerinden
başkası değildi. Batı da bunu böyle anlıyor, ona karşı kendini
savunurkensaldırırken "İslâm’a saldırıyorum" diye
saldırıyordu. Yani Batı Osmanlı'dan değil, Osmanlı’nın görece'temsil ettiği
dünya görüşü olan 'İslâm' dan korkuyordu. Bunu da her
fırsatta açıklamaktan geri durmuyordu. Özetle Batı için Osmanh önemliydi ve
onun öneminin sırrı da bu noktada yatıyordu.
Batı’nın
Osmanlı'yı İslâm'la eşitlemesi mazur görülse de batıcıların Osmanlı'yı İslam'la
eşitlemesi mazur görülemez. Çünkü Osmanh bir tarihten sonra bu topraklara
İslam'ı taşıyan güç olmaktan daha çok, Batı'yı ve Batı'lı değerleri taşıyan bir
güç olarak önümüze çıkıyordu. Tarih boyunca yazgısı ahmaklık ve ihanet olan
batıcılar, bu gerçeği anlamaktan ne kadar da uzak duruyorlar. Onları böylesine
zavallı duruma düşüren sadece Batı'yı maymunvari taklitleri değil, biraz da
saltanatla imameti birbirine karıştıran muhafazakar
mantığa gösterdikleri aptalca tepkiydi.
Osmanlı'yı
İslâm'la eşitleyen Batı ve batıcılar dışındaki bir üçüncü kesim de bu sözünü
ettiğimiz muhafazakar mantık sahipleriydi. Ancak bu
üçüncüsünü diğer iki kesimden kesin batlarıyla ayırmak gerekiyordu. Osmanlı'yı
İslam'la eşitleyen Batı ve batıcılar hain düşmanlar, aynı işi yapan muhafazakarlar cahil ve ahmak dostlardı. Birisinin illeti
İslam'a ihanet, diğerinin ki dînî cehaletti. Bunca aykırılıklarına rağmen
Osmanlı'yı değerlendirme konusunda ikisi de aynı gözede buluşabiliyorlardı.
Birinciler, OsmanlI'nın bir dönemden sonra ırzım kayıtsız şartsız Batı'ya
teslim edip siyasi ve kültürel irtidata sapacak kadar Batı'nın maşukası
olduğunu görmezden gelerek hain tabiatı gereği Osmanlı. düşmanlığına
soyunacak, İkinciler de bu gerçeğin üstünü örtüp nostaljilerini kışkırtarak
diğerlerine tepki olsun diye Osmanlı hayranlığına soyunacaktı.
Sövgü
ve övgüye dayalı bu iki yanlış arasında kaynayıp giden şey Osmanlı gerçeğiydi.
Sövgüler ve övgülerden örülü sis perdesini araladığınızda karşınıza çıkan
gerçek her iki yaklaşımın da ne kadar sakat olduğunu ayanbeyan ortaya
koyuyordu.
Takbih
ve tel'ine muhtaç olan Batı'lı ve batıcı mantığı bir yana bırakırsak, tashihe
muhtaç olan muhafazakar mantığın açmazının şu noktada yattı,ğmı
görürüz: Osmanlı devlet yönetimini Islâm’ın siyasî ilkeleri önünde sîgaya
çekebilecek âdil ve mutedil bir bakış açısından yoksunluk... Bu bakış açısı
da elbette ilkelerle olguların birbirine karıştırılmadığı ciddi ve İlmî bir
ortamda elde edilir. .
Osmanlı'yı
İslâm'la eşitleyen muhafazakar mantığın en ayırıcı
özelliği, Osmanlı yönetimine karşı yapılan hareketlerin tümünü aynı kefede
değerlendirmektir. Bu yaklaşım, Osmanlı yönetimine karşı İslâmî muhtevalı haklı
bir direniş olabileceğini akima dahi getirmek istemez. Öte yandan, OsmanlI'yla
İslâm'ı eşitleme konusunda muhafazakarlarla aynı
görüşü paylaşan batıcı mantık da OsmanlI'daki kimi hukuk dışı uygulamaları
İslâm'a malederek suyu bulandırmaya çalışır. Bundan maksat, müslümanlarm
gerilemelerinden dini sorumlu tutup ilerlemek istiyorlarsa dini terketmeleri
gerektiği görüşünü empoze etmektir. Tabi bu durumda
mecburî istikamet de Batı olacaktır. Bu görüşü sık sık tekrar etmelerinin
nedeni Anadolu'daki batıcılığın 270 yıllık tarihinin ihanetlerle dolu olan
sayfalarını gürültüye getirerek açtırmamaktır. Bir gün bu sayfalar açıldığında
dehşetle görülecek olan gerçek, müslüman halkların sömürülmesinde maşalık
yapanların Batı’nın içimizdeki bu devşirmeleri olduğu gerçeğidir.
·
4. İLK ADIM:
BATI'NIN İÇİMİZDEKİ DEVŞİRMELERİ
üşlümanlann
ve döneminde müslümanların siyasal gücünü temsil eden Osmanlı'nın gerilemesinde
ve çökmesinde Batı’nın ve batıcıların oynadığı rol sanıldığından kat kat
fazladır. Öz halkına ihanetin bu topraklardaki iki yüz yetmiş yıllık temsilcisi
olan batıcılık karşısında müslüman halk, canı ve kam pahasına inancını ve kendi
değerlerini savunmuştur.
'Lale
Devri' adıyla tarihe geçen dönem, OsmanlI'da batıcılığın ilk nüvelerinin
atıldığı dönemdir. Bu nedenle ^batıcılar söz konusu dönemi 'çağdaşlaşma'nın
'ilk adım'ı sayarlar.1
Bizde çağdaşlaşma, muasır medeniyet, uygarlık gibi farklı isimler altında
pazarlanan batıcılığın hangi temeller üzerinde yükseldiğini bilmek için bu
dönemi didik didik etmek zorundayız. Batıcıların ilk adım kabul ettiği Lale
Devri, toplumsal sapıklığın bir çiçeğin adında somutlaşmasıydı. Almteri taciri
bir avuç mutlu azınlığın halktan çaldıklarını içki, işret ve fuhuş
meclislerinde harcamasıydı. Bu sefahatin senaryosunu yazan sadrazam Damat
İbrahim Paşa "halkı aldatacak nesne lazımdır deyu" diye
İstanbul'un çeşitli semtlerine atlı karıncalar,
dolaplar, beşikler ve salıncaklar kurdurmaya başlamıştı. İki ay gibi kısa bir
zamanda Kağıthane sırtlarına kondurulan yüzü aşkın
kasr ve bu kasrlar arasındaki lale bahçelerinde düzenlenen geceli gündüzlü
eğlenceler. Halk açlıktan kırılırken bir lale soğanına
ödenen, servet. Sefahatin ve ahlaksızlığın halka yansıması sonucu
tarihçinin "ehli ırz diyecek her mahallede beş hatun kalmadı"
diyeceği kadar bozulan toplumsal ahlak ve İbrahim Paşa ve ekibi tarafından
ülkenin Batı'ya satılan çıkarları...
İlerde
ayrıntılarıyla ele alacağımız bu ve buna benzer özellikleri olan Lale Devri,
aynı zamanda bu memleketin başına iki yüz yetmiş yıldır musallat olan bir
zihniyetin de modelidir. Bunca süredir halkın sırtına bir asalak gibi yapışıp
kanını emen bu ihanet kadrosu tarihte ve günümüzde sömürülerini teceddüt,
batıcılık, çağdaşlık, uygarlık, medenilik, ilericilik vs. gibi adlar altında
sürdüregelmişlerdir. Ümmetin servetini kendi aralarında yağmalamışlar, halkın
değerlerine hoyratça saldırmışlar, çıkarları için vatanlarının ırzını dahi
Batı'ya peşkeş çekmekten utanmamışlar, milletin namusuna tecavüz etmişler,
bütün bu yapılanlara karşı halkın tepkisi demeye gelen kıyamları da
'baldırıçıplaklık, sergerdelik, irtica, gericilik, çağdışılık' vs. diye
isimlendirmişlerdir. îşte Patrona Halil isyanı da batıcı kadroya karşı halkın
tepkisini dile getirdiği için batıcılar ve onlarla kimi zaman aynı gözede
buluşan muhafazakar saltanatçılar tarafından mahkum
edilen kıyamlardan biridir.
·
5. DÜŞEN TAKKE
GÖRÜNEN KEL
Üzatrona
Halil batıcıların hiç sevmediği bir tip. Onun bu zümre nezdindeki en büyük
kusuru başkaldırısının Osmanlı'da gerçekleştirilen diğer başkaldırılardan her
bakımdan farklı olması. Bu farklılığın en can alıcı yanı da Patrona Halil Ağa’nın
ülkedeki iki yüz yetmiş yıllık batılılaşma sapkınlığının 'pîr'i İbrahim Paşa’nın
şahsında tüm batıcıların ve batıcılığın maskesini düşürmüş olması. Resmi
memurlar eliyle her yıl sistemli bir biçimde tutulan vekayinameler in
kıyam yılını önceleyen yılda tutulmamış ya da ortadan kaybedilmiş olması bir
tesadüf. olmasa gerek.
Kıyamın
başarıya ulaşmasından sonra serdengeçtilerin isim listesinin başında olan
İbrahim Paşa, kayınpederi III. Ahmed'in fermanıyla boğdurulduktan sonra, cesedi
sarayın orta kapısından bir öküz arabasıyla Et Meydanı'na yollanır. Maddi
manevi değerlerini yıllardır sorumsuzca yağmalayan bu adama karşı kinini teskin
edemeyen halk, hıncını cesetten çıkarmak ister. Cesedin elbiseleri
parçalandığında ortaya çıkan durum herkesin ağzını açık bırakmıştır: O güne
kadar insanların müslüman olarak bildiği İbrahim Paşa sünnetsizdir. Voyage
Sandwich ve Hammer gibi yabancı, Suphi ve Abdi gibi yerli ilk kaynaklar bu
konuda ittifak halindedirler.
Evet,
bu tarihi hakikat bizdeki batıcılığın gerçek kimliğini gözler önüne sermesi açısından
hayli anlamlı. Takke düşmüş kel görünmüştü. Bir Osmanlı batıcısının deyişiyle
"zevki saltanatla türklere hayatın saadetlerini anlatarak Türkiye
tarihinde önemli bir devir açan"2 İbrahim Paşa’nın eteğini kaldıracak bir Patrona
Halil çıkmıştır. Ya bu "paşa"nm açtığı batıcılık çığırından yürüyüp
milletin değerlerini talan edip çalıpçırptıktan sonra iz bırakmadan giden diğer
paşaların eteğini kim kaldıracak? Gerçek kimliklerini gözler önüne kim serecek?
"Kimlik
gizleme" bizdeki batıcıların hemen tümünün ortak yanıdır. Batıcılığın bu
ülkedeki prototipi olan İbrahim Paşa’nın devleti ele
geçirinceye kadar kimliğini gizlemesi bu geleneğin ilk örneğini oluşturur.
Onların
takkelerini düşürüp eteklerini kaldıracak her girişimi isterik bir edayla
"gericilik" ve "irtica" diye nitelemeleri gerçek
kimliklerinin ortaya çıkmasını biraz daha geciktirebilmek içindir. Tarihin
kollarına vurulan kelepçeler bir gün çözülürse, tarih, maharetli elleriyle bu
batıcılarin gerçek kimliklerini bulup çıkaracaktır. Ve aynı tarih, kendisini
değişik isim ve kisveler altında gizleyen Batı'nın içimizdeki devşirmelerinden
ilkinin tanınmasına yardımcı olduğu için "Patrona Halil" gibi
isimleri minnetle anacaktır.
III.KIYAMI
ORTAYA ÇIKARAN NEDENLER
·
1. OSMANLUBATI
İLİŞKİLERİ YA DA YILANLA ÇUVALA GİRMEK
Evrensel
İslâmî hareketin tekerine batının soktuğu çomak olan balcıların sözlüğünde
uygarlaşmanın, medenileşmenin, ilericiliğin karşılığı tarih boyunca
ahlaksızlık, sefahat, sömürü ve körü körüne taklit olmuştur.
Onların
Anadolu'daki tarihlerini başlattıkları devir olan Lale Devri de bu sayılan
olumsuzlukların bir sembolüdür. Söz konusu devir incelendiğinde batıcıların
'ıslahat' ve 'reform'dan ne anladıkları daha iyi açığa çıkacaktır. Bu anlamda
Osmanlı batıcılarıyla Cumhuriyet batıcıları arasında herhangi bir fark yoktur.
Tek fark kullandıkları jargondur. Osmanlı batıcıları ihanet veirtidatlarını
'teceddüt', 'terakki', ‘ınedeniyeti muasıra' kavramlarıyla ifade ederken,
Cumhuriyet batıcıları aynı şeyi çağdaşlık, ilericilik, demokratlık, laiklik
gibi kavramların arkasına sığınarak yapıyorlardı. Gerçekte ikisinin de ortak
özelliği kendi öz değerlerine düşman olmaları ve yerli değerlerin Batı
tarafından sömürülmesine taşeronluk yapmalarıydı. Batı, sömürüsünde piyon
olarak kullandığı bu güruha hizmetinin karşılığı olarak zevk ve safa içerisinde
bir hayat vaadediyordu. Tabi bunun faturasını da kendi cebinden değil batıcılar
vasıtasıyla soyduğu halkın kesesinden ödüyordu. Piyonlar bu alışverişe dünden
razıydılar ve bu ticaretin sürmesi için yapmayacakları ihanet yoktu.
Söz
konusu güruhu bu milletin başına bela eden ilk batılı devlet Fransa olmuştu.
OsmanlıFransız
ilişkileri daha Kânûnî döneminde başlamıştı. Tabi OsmanlI'nın o dönemdeki
siyasal egemenliğini tanıyan Fransa, bu dostane ikili ilişkilerden yararlanarak
çok geçmeden burnunu OsmanlI'nın 'harimi ismetine' sokmaya başladı.
Büyükelçilerine, OsmanlI'yla harp halindeki Avrupa devletlerine casusluk
yaptırıyor,1 saray kadınlarını yüklü paralarla satın aldırıyor3 4, cezaevlerinden batılı ya da yerli hıristiyan mahkumları kaçırtıyordu. Bundan daha vahimi gönderdiği
Cizvit papazları aracılığıyla Osmanlı ermeni ve ramlarını Katolik yapmak için
misyonerlik faaliyetleri yaptırıyordu.
İlerde
göreceğimiz üzere, İbrahim Paşa gibi gizli inanç taşıyan adamların saraya
alınıp yüksek nokta\ lara getirilmelerinde Fransa'nın rolü araştırılmaya •
değer.
Osmanlı-Fransa
arasındaki ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde diğer devletlerden ayrı olarak
Osmanlı Fransa'ya bir takım imtiyazlar vermiş ve bu imtiyaz. lâr
'Ahidname'lerle taahhüd altına alınmıştı. Sonradan 'kapitülasyon' adını alacak
olan bu Ahidname'ler Osmanlı’nın yıkılışında en büyük âmil olacaktır.
Bu
imtiyazlara rağmen Fransa Osmanlı'ya her vesileyle ihanet etmekten geri
durmamış, Girit harbinde ve Kandiye kuşatmasında Venedik ve Avusturya ordusuna
her türlü lojistik ve askeri desteği sağlamıştır. Söz konusu Ahidname'ler
Fransız ekonomisinin belkemiğini oluşturduğundan bunların yenilenmesi için
Fransa'nın Osmanlı dostu olduğunu ileri sürerek Fazıl Ahmet Paşa'yı sıkıştıran
Kont Novantel, Paşa'dan şu cevabı alacaktır:
"Siz
bana sürekli Fransa'nın dostluğundan sözetmektesiniz. Buna karşın ben her
savaşta kralınızın askeriyle karşılaşmaktayım?'
Bu
azara rağmen isteğinden vaz geçmeyen elçi dürüst asker Fazıl Ahmet Paşa’nın
katledilmesi üzerine Ahidname'yi yeniletmeyi başaracaktır.1
'
Lale Devri arefesinde sadrazam olan Şehid Ali Paşa’nın batıcı olmamasından
ürken Fransız elçisi, krala yazdığı mektubunda şöyle diyordu: "Bu adam iki
üç yıl daha kalsaydı belki de imtiyazlarımızı (kapitülasyonlar) kaybedecektik.
İmtiyazların devamı için sürekli uğraşmak gerek. Ali Paşa
bunu anlamıştır."5 6 7 Elçi iki görevinden birinin, söz konusu ticari
imtiyazların devamını sağlamak, diğerinin de Ermeni ve Rumlar arasında
katolikliği yaymak olduğunu, çünkü Fransız ticareti için en elverişli kişilerin
bunlar olduğunu yazacaktık Batıcı olmadığı için Batıkları korkutan Ali Paşa’nın
1716'da şehadeti onlara derin bir soluk aldırmış, bundan böyle Osmanlı
bürokrasisini daha iyi kontrol etmeleri gereğine de dikkatlerini çekmişti.
Yukarıda
sözünü ettiğimiz Ahidname'lerle OsmanlI'nın Fransa'ya verdiği imtiyazlar
sayesinde, sonuçta Osmanlı bir batı sömürgesi durumuna düşmüştü. 1783 yılında
Fransa'nın en çok mal ihraç ettiği ülke 3 884 576 sterlinle Osmanlı devleti
olacaktır.1 Buna karşılık Fransa'nın OsmanlI'dan ithalatı çok küçük
bir rakamdı. Lale Devri'nden elli yıl sonra İstanbul'a elçi olarak atanan Saint
Priest'e göre: "İstanbul'a güçlü bir hükümet yerleşirse /.../ kurulacak
esaslı sanayi de Türkiye'nin hammaddelerini işler ve böylece Fransız sanayii
bundan mahrum olur." Ondan sonraki elçiyse "Şu Türkler akıllı insan
olsa ipek, pamuk' yün, yağ gibi maddeleri ucuz satıp bizden kumaş, sabun gibi
mamulleri yüksek fiyatlarla satın almağa razı olmaz, sanayii bizzat
kurarlardı."8 9 diyecektir.
Osmanh'dan
kıymetli madenleri hammadde olarak alan Batı bunu işledikten sonra çok pahalı
bir değerle OsmanlI'ya satıyordu. Osmanlı mâliyesinin XVUI. yüzyılın
ilk yansında çektiği aşın para darlığı ve darphanenin akça basmak için hammadde
bulamamasının sebebi de yine Batı'nın uyguladığı bu ticaret politikası
sebebiyledir.
Fransa'nın
Osmanlı'ya ihraç ettiği şey yalnızca işlenmiş mamuller delildi. Fransa
Osmanlı'nın kendisine 'hammadde' halinde gönderdiği elçileri de işleyerek
Osmanlı'ya 'ihraç' ediyordu. Paris'e gönderilen bu adamlar bilimsel ve teknik
projelerle değil XIV. Lui'nİn Versailles'inin projeleri ve portakal ağacı
fidanlarıyla dönüyorlardı ülkelerine. Bunların başında Osmanlı'nın Paris'e elçi
olarak gönderdiği Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi gelmekte.
·
2. SEFAHAT VE
İSRAF İTHAİATI
irmisekiz
Çelebi elçi olarak gittiği Paris'ten tipik bir batıcı olarak döner. Yirmisekiz
Çelebi'riin Fransa'ya elçi olarak gidiş sebebi de hayli ilginç. İbrahim
Paşa'nın sadrazam olduğunun birinci yılı henüz tamamlandığında (1719)
Paşa'nın belki de bir teşekkür nişanesi olarak Fransızlar için padişahtan
koparttığı Kudüs'teki bazı imtiyazları Mehmed Çelebi XIV Lui'ye tebliğ
edecekti.10 İbrahim
Paşa'nın gerçek kimliğini ortaya koyması açısından Kudüs'te Fransa'ya
*
verilen bu imtiyazların niceliği de önemli: Hıristiyanların Kudüs'teki mukaddes
emanetlerinin ve dini mahallerin bakım ve tasarrufunun Fransa'ya devri...
Dönüşünde
saray, bahçe ve köşk resimleri ve planlarıyla portakal fidanları getiren
Yirmisekiz Çelebi, RÖnesansı yaşamış, bilim, ve
teknikte hayli ileri gitmiş bir ülkeden memleketine götüreceği hediye olarak
bula bula bunları bulmuştur. Yirmisekiz Çelebi mantığı o günden bu güne tüm
batıcıların ortak tavrı halini almış, Batı’ınn hep saltanatına, fuhşuna ve
sefahatine vurulmuşlardır.
Avrupa'yı
taklide saraylardan başlayan Osmanlı XIV. Lui'nin Versailles'inin bir kopyesini
Kağıthane sırtlarına dikmekte gecikmedi. Yirmisekiz Çelebi'nin Fransa dönüşünün hemen ertesi saraya sunduğü
rapor tarihinin 8 Ekim 1721 ve iki aylık müddetin de MayısTemmuz 1722 tarihleri
arasına rastgeldiği gözönünde tutulursa Batı'yı taklid etme konusunda ne kadar
acele edilmiş olduğu daha iyi anlaşılır.1 Ahmed Refik ise köşklerin
planlarını bir batıcının değil bir batılının getirdiğini söyler. Bu
batılı, batıcılarla batılılar arasında köprü görevi yapan saray
tercümanlarından M. Le Noir'dır.
Damat
İbrahim Paşa tüm mesaîsini bu planlara uygun kasırlar yapmaya ayırıyordu.
Sâdabâd bunlar içerisinde en gözdesiydi. Fermanla getirttiği ustalara, yapılan
kasrın şimdiye kadar yapılmış olanlardan çok daha güzel olmasını emretmişti.
Çengelköyü'nden çektirilerle, inşa edilen saraya mermer Sütunlar taşıttı. Kağıthane deresinin yatağını sarayın çevre güzelliği için değiştirtti.11 12 Derenin kenarına otuz sütun diktirdi.
Sarayın Önüne mermer bir havuz yaptırarak nehri çağlayanlar halinde o havuza
akıttı. Ameleler gece gündüz çalışıyorlardı. O kadar ki, bu denli muazzam bir
yapı kompleksi altmış günde tamamlandı. Adını ise
İbrahim Paşa’ınn kendisi koymuştu: Sâdabâd.13
Bir
dönemdeki sapkınlığın adı olmuş 'Sâdabâd' kasrının bulunduğu bölgeye irili
ufaklı kasrlar, saray yavrulan konduruluveriyordu. Tabi söz konusu yapıların
kon durulduğu arazi, hazine arazisiydi ve İbrahim Paşa bu kıymetli araziyi bir
avuç mutlu azınlığa hiç bir bedel karşılığı olmaksızın peşkeş çekiyordu.
Yapılan bu kasrlara farsçadan alman Kasrıneşad, Kasrıcihan, Çeşmeinur,
Hürremabad, Cisrisürur, Cetvelisîm vs. gibi şiirsel isimler veriliyordu.
Bir
batıcı "Bütün bu kasrlar, III. Ahmed'in sefaperestane z.evkini anlayan
İbrahim Paşa’nın sanatperverane gayreti ile yapılmıştı" diyor.1
Venedik balyosu Giovanni Emo. gönderdiği raporlarda
III. Ahmed'in, Yirmisekiz Çelebi'nin Fransa'dan getirtmiş olduğu saray ve
bahçelerin resim ve planlarına göre yapılan her şeyden derin bir zevk ve haz
duyduğunu, Kağıthane'de yapılan saraylar kadar hiç bir şeyin onu ilgilendirmediğini,
Hüsrevabad'ın bir kısmına sayısız ağaç diktirdiğini, geri kalan arazinin de
vezirler arasında bölüştürülerek her birinin burada ayrı ayrı köşk yapmalarının
sağlanacağını yazıyordu.14
15
Söz
konusu yağma bu kadarla kalmıyordu. Damadının ızisıra giden III. Ahmed'le
İbrahim Paşa benzeşen mizaçları yardımıyla ‘ınuhteşem ikili'yi oynuyorlar, her
hafta ayrı bir yeri ziyaret ederek sürekli yeni eğlence ve sefahatler
düzenlemek için yeni binalar yapılmasını emrediyorlardı.16 Her yapılan sarayla birlikte mazlum halkın kini
ve nefreti bir kat daha artıyordu.
İbrahim
Paşa 1719 ilkbaharında bir yandan Kandilli sarayı ve bahçesini onarırken, diğer
yandan da hanımı Fatma Sultan’ın konağını tadile başlamıştı. Bir yıl sonra ise
sadrazamın Beşiktaş'taki sahilsarayının yapımı sona erdiğinde, Padişah Çırağan
safâları için buraya davet edilmeye başlanmıştı. Tersane Bahçesi, Haşan Paşa
Bahçesi gibi yerler sefahat alem' leri için yetmemiş
olacak ki, aynı yılda kağıthanenin tamamıyla bu işe tahsis edilmesi planı
yürürlüğe kondu. On yıl süren sefahat çılgınlıklarına adını veren Sâdabâd da bu
semtte kuruldu.1
Bu
sefahat yuvaları yapılırken bir çok zaman arazi ve
özel mülk müsaderesi de yapılıyor, Sadrazam’ın bu zulmüne kimse ses
çıkaramıyordu. Eski devlet adamlarına ait köşk ve yalılar ailelerin elinden
zorla almıyor, Padişahın ya da vezirlerin hoşuna giden herhangi bir yere saray
yapılması için özel dükkanlar yıktırılıyordu. Örneğin
1725 yılında III. Ahmed, Tophane ile Salıpazarı arasındaki yere iltifat
gösterdi diye Sadrazam buradaki Osmanbey sahilsarayını ailelerin elinden bir
bahaneyle zorla aldı, ardından Gümrükçü Hüseyin Paşa Yalısı’nın başına da aynı
kaza geldi. Bunların yerine Emnabâd sarayı yapılarak Sadrazamın karısı Fatma
Sultan'a 'ihsan7 edildi.17 18
^Milletin
sırtına yüklenen vergiler ve diğer gelir kalemleriyle yapılan bu eşi menendi
görülmemiş savurganlık karşısında ekmek bulamayan halkın gün gün büyüyen
intikam hisleri Patrona Halil isyanıyla dile geldi. İsyanın başarıya
ulaştığının hemen ikinci günü kıyam liderlerinin isteğiyle bu kasrlar
yıktırıldı.)
Hemen
burada birilerinin o engin sanatseverlikleri kabararak halkın imar
faaliyetlerinin düşmanı olduğunu, bu, dünyanın en güzel sanat eserlerini yerle
bir etmenin 'yobazlık' ve 'gericilik' olduğunu söyleyecek Lale Devri kafalı
batıperestlere sormak gerek: Dünyanın hangi bölgesinde, hangi halk, gerçek bir
imarlık ve bayındırlık faaliyetine karşı çıkar? Bu yapıları, halk, bir
bayındırlık faaliyeti değil, mutlu azınlığın koca bir milleti sömürüsünün
nişanesi olarak görüyordu. Bu yapılar ayakta kaldıkça, elini kolunu sallayarak
gözü önünde dolaşan baba katilini sürekli görmek zorunda bırakılan bir yetim
duyarlığı içerisinde, acınacak ve öfkesi dinmeyecekti. Namuslu bir
akademisyenin dediği gibi: "Bu yapılar halka her gün sömürgecilerden neler
çektiğini hatırlatacak zulüm anıtları ise, bunları yok etmek ve böylece de
halkın acı anılarından uzaklaşmak istemesini doğal karşılamak gerekir. Lale
Devri yapılarının, İstanbul kentini bayındırlaştırmak için değil fakat tufeyli
bir sınıfın sefahatine bir dekor sağlamak amacı ile yapılmış olmaları, bu
sefahate son verilirken dekorların da kaldırılmasına yol açmıştır."1
Aslında
bu dönemde yapılan cami, çeşme, hamam vs. gibi mimarî yapılar kentin
bayındırlığından daha çok söz konusu sefih zümrenin sefahat ve.menfaatine
hizmet ediyordu. Genellikle bu yapılar hanım sultanlara ve damatlara ait konak
ve sarayların çevresinin imarı içindi.19 20
Özellikle
Padişahın ve Sadrazamın mensup olduğu iki ailenin keyifleri için yapılan
onlarca saray, köşk ve kastların parasının tümüyle devlet kasasın dan çıktığı düşünülürse yapılan sömürü ve zulmün boyutları
daha iyi anlaşılır. Evet, cami ve mescit yapımı dışındaki tüm inşaat
faaliyetlerinin faturası yönetimin "zulm ü çevrinden perişan" olmuş
halka kesiliyordu.1
Bu
dönemi ‘ınedeniyetin ilk adımı olarak gösterenlerin dillerine doladığı matbaa
ve itfaiye gibi yenilikler üç günde bir saray yaptıracak kadar21 22 sefahatine düşkün olan yönetimin hiç bir
mali katkısı olmadan biri bir şahsın evinde, diğeri (itfaiye) de idareten
Yeniçeri Kışlalarında barınmaktaydı.23
İmâra
bu kadar meraklı olan İbrahim Paşa, İstanbul'un kadîm derdi olan yangınlara
karşı esaslı çözüm tekliflerini kulak ardı ediyordu. Fransız mühtedisi Gerçek
Davud Ağa o zamana kadar bilinîneyen tulumba sisterfıini kurmuş ve bir de
tuîuıribacı ocağı oluşturmuştu. Ne ki halkın sırtından yapılan çengiliköçekli,
içkiliişretli eğlencelere gösterilen özenin binde biri bu işe gösterilmiyor,
bir günlük zevk hatırına saraylar yaptıran yönetim Tulumbacı Ocağı'na özel bir
itfaiye binası yaptırmak yerine Şehzadebaşı'ndaki eski odalar içinde köhne bir
yer ayırıyordu.24
Bu
dönemde Damat İbrahim Paşa’nın inşa ve tamir ettirdiği mescidler için kendi
kesesinden harcadığı bu kadar yüklü parayı nasıl bulduğu da merak konusu.
Mısır'dan hâzineye konulmak üzere gönderilen iki bin kese paranın ancak üç yüz
kesesini hâzineye verip gerisini yanında alıkoyan İbrahim Paşâ’nın ölümünde bir
hazine değerindeki serveti kıyam lideri Patrona Halil'in eline geçmiş, o da bu
paraya el sürmeyerek devlet hâzinesine iade etmişti. Halbuki
Damat Paşa sadaretinin ikinci yılında tamir ettirdiği bir mescidin borcunu
ödeyecek mâlî güce dahi sahip olmadığından hâzineden bin altın borç almıştı. Kadınlara düşkünlüğünden dolayı onlarla oya yapıp dikiş dikmesiyle
ünlü1 III. Ahmed, "elleri, zarif ve nermin bir kadın eli gibi
elmas ve zümrüt yüzüklerle süslü"25 26 olan
Damadı’ınn bu borcunu defterde görünce üzerine kalem çektirmişti.27 Ümmet malının
eşdost arasında böylesine yağmalandığı haberi Fransız elçisi Marguis de Bonnac’ın
kulağına gider de halktan gizli kalır mı? Elbet halk da duyduğu bu
haberler karşısında infiale kapılıyor, bu durumun sorumlularına karşı diş
biliyordu. Sadrazamın, kendisine verilen bir ziyafette, sadece ziyafet
sahibinin maiyyetine verdiğibahşiş o zamanın parası ile 6521 kuruşa ulaşıyordu.
Tamiri gereken camilerin taksimi sırasında kendi payına düşen bir camii
onaracak para bulamayıp hâzineden borç alan Sadrazamın bir tek ziyafette bu
kadar para dağıtması herkesi şaşkına çeviriyordu.
Peki
bu kasrlar, saraylar ve bunların etrafını süsleyen 'lalezâr'lar ne işe
yarıyordu? İşin önemli yanı da burasıydı zaten. Evet, bütün bu yapılar masum
bir çiçeği az rastlanır bir sefahatin adı haline getiren fuhuş ve işret alemlerine mekanlık ediyordu.
Halkı
aldatıp oyalayacak nesne arayan İbrahim Paşa sahip olduğu kimliğin
gereği olarak koca bir milleti yıllarca uyutacak 'nesne'yi bulmakta gecikmedi.
Bu nesne 'lale'ydi.
Lale
Devri, sefihlerin sefahatlerine alet ettikleri lalenin adıyla simgeleşmişti. Bu
dönemde, bir süs bitkisi olarak kullanılan lale, sünnet edilen çocuklara
uygulanan yöntemle, mutlu azınlığın ‘ınalı götürmesi' amacıyla yöneticilerin
halkı avutmak için buldukları bir araçtı. Ülkelerinin başına musallat edilen
zalimler, zulüm ve sömürülerini gönül rahatlığıyla yapabilmek için halkı
aldatacak oyuncaklar bulmakta zorluk çekmemişlerdi. III. Ahmed ve damadı’nın o
gün laleyle yaptıklarını, çağdaş sistemler bugün futbol, müzik, piyango ve
televizyonla yapıyorlar.
İbrahim
Paşa’nın halka, kendi sefaletini ve yöneticilerin sefahatini unutturmak,
İran'da birbiri ardına alman yenilgileri gözlerden saklamak için başvurduğu bu dahiyane uyutma yöntemi bayağı tutmuştu.(Yurt içinde
yetiştirilen bin bir çeşit lale yetmiyor, özel kuryelerle Hollanda ve İran'dan
lale soğanları getirtiliyordu. Hatta devlet, müslüman halkın üstüste yığılan
sorunlarını yoluna koyacak bir çok kurumdan yoksunken
'başlalecilik' (serşükufecilik) kurumu oluşturuluyordu. Lülüi Erzak adı
verilen laleden yetiştirene İbrahim Paşa ödül veriyor, Mahbub Lale adı
verilen bir cins lale soğanı beş yüz ila bin altına gidiyordu. Tacı Kayser
adı verilen ve tek bir soğanı bulunan lale kaybolunca Sadrazam sokaklara
tellallar çikartarak İstanbul'un her yanını aratıyordu.28'7'
·
3. LALE
KARNAVALLARI
J^jalelerden
oluşan lalezârlar arasında geceli gündüzlü düzenlenen Sâdabâd alemleri tam anlamıyla bir Osmanlı karnavalıydı. Lale
bahçeleri arasında sırtına renkli mumlar yerleştirilen kaplumbağalar tef ve
tambur eşliğinde yürürken bir yandan da çengiler köçekler dönüyor, kadehler
dolupboşalıyordu. Karnavalların tarihiyle ilgilenen meraklılar bu işin
Brezilya'nın ünlü Rio Karnavalı'ndan önce İstanbul'da icad edildiğini hayretle
göreceklerdir.
"O
tarihten itibaren Sâdabâd, zevk ve hubur, raks ve sürür mahalli olmuştu.
İlkbaharda çiçekli çayırların üzerinde, rengin gölgeli sahillerinde, zuma
sesleri ortasında, zarif endamlı kadınların kol’ kola oynadıkları bu sulh ve
müsalemet devrini1 aşklarıyla, danslarıyla, şarkılarıyla tebcil
ettikleri görülüyordu."29
30
Müslümanların
halifesi III. Ahmed'in ve diğer devlet adamlarının da katıldığı bu
"Sulukule sakinlerine has" manzaralar her gece bir başka mekanda tekrarlanıyordu.
İran
harplerinde Eşref Şah ile yapılan savaşların sonuçsuz kalması, hatta sık sık
yenilgi haberlerinin alınması Padişah'ı ve bu hezimetin gerçek sorumlusu olan
damadım zevk alemlerine daha fazla düşürmüştü. Cumhuriyet tarihinde konu hakkında yapılan çok az çalışmalardan
biri olan 'Patrona îsyanı'nda yazar şöyle der: "Daha doğrusu damadı
İbrahim Paşa III. Ahmed'i bir eğlenceden diğerine sevketmek suretiyle uğranılan
başarısızlığı unutturmak istiyordu."31 Dönemin tüm sefahat âlemlerine katılan tarihçi
Küçükçelebizade Âsim Efendi de görgü tanığı olarak aynı gerçeğe parmak
basıyordu.2
Lale
Devri'ni bize aktaran birkaç kaynaktan biri olan vak'anüvis Raşit Efendi'nin
yazdıklarından bu âlemlerin ilkinin 15 Nisan 1719 günü başladığını öğreniyoruz.
Sadrazamın koordine ettiği bu zevk âleminde Şeyhülislam, Kaptan Paşa, ve diğer damat paşalar hazır bulunmuşlardı. İkincisi
bundan on gün sonra Beşiktaş'ta yapıldı. Bu karnaval geceli gündüzlü tam bir
hafta devam etti. Eğlencelere yalnız devlet ricali değil Yahudi sarraflar,
zengin Rumlar, Batı devletlerinin büyükelçileri ve İstanbul'un aristokrat
tabakası da katılıyordu. Raşid Efendi bu eğlence sırasında "Padişah yalıda
dinlendi, geceleri çırağanı lalezarı seyrederek gündüzleri saz ve söz
dinleyerek zevklendi" diyor. Bir haftalık karnaval yetmemiş olacak ki bir
yıl sonraki lale karnavalı on güne çıkarılmıştı. Devlet erkânı, binbirgece
masallarını hatırlatan zevk ve neş'e içerisinde vur patlasın çal oynasın âlem
yaparken, Osmanhİran savaşlarında oluk oluk müslüman kanı akıyordu. Cephede
'din ü devlet' için canını sebil eden asker dînin ve devletin Lale
devri'nin en ünlü sanatçısı Levni'nin albümünden bir minyatür. Topkapı sarayı müzesi, İstanbul. kimlerin
elinde nasıl oyuncak edildiğinden bihaberdi. Dışarda durum buyken III. Ahmed
yapılan Sâdabâd karnavallarından fazlasıyla sermest bir halde damadına şu
dörtlüğü yazıp yolluyordu:
Kemerler
seyrine azm eyledik ey âsafı dânâ
Hemîşe
zevk u şevkin dâim etsin Hazreti Mevlâ
Bir
an dûr etmesin Allah seni sadrı vezaretten
Vücudun
hıfzide Bârî bihakkın kabei ulyâ32
Sultan’ın,
damadının kurduğu 'şirket'in devamı için ettiği dua tutmamış olacak ki İbrahim
Paşa sadrı vezarette kalamadıktan gayrı canını da kurtaramayacak, bu zulüm, ve sefahata ortak olanların tümü yaptıklarının
cezasını şu veya bu şekilde çekeceklerdir.
O
dönemde basının işlevini üstlenen ve çağlarının aydınları sayılan şairler de
ucundan kıyısından yararlandıkları bu sefahate medhiye dizme görevini
üstlenmişlerdi. Nedim, Seyyid Vehbî, Ali, Nahifi, Sâmî bunlardan bir, kaçıydı. Sadrazamın .isteğiyle Seyyid Vehbî öyle manzumeler diziyordu
ki, insanın tek başına dahi yüzünün kızarmadan okuyamadığı bu baştan sona ters
ilişki ve pomo kokan manzumeler tüm alemcilerin huzurunda işret ve çengi
eşliğinde okunuyor, bu şeyler Osmanlı pomo katalogu olan Bahnâmeler'de ilk
Sayfaları işgal ediyordu. Şair Nedim işret alemlerinin
ardından kendinden geçerek sanat dünyamıza 'ölümsüz eserler' kazandırıyordu.
İşte, böyle bir anında söylediği bir kasidenin iki dizesi:
Bu
şehri Sitanbul ki bîmislü behadır
Bir
sengine yekpare Acem mülkü fedadır.
Şair
Nedim Efendi'nin bu dizeler karşılığında sultandan ve sadrazamdan ne
kopardığını kesin rakamlarıyla tesbit edemesek de bir tek taşma OsmanlI'nın
harp halinde olduğu tüm İran'ı feda ettiği İstanbul'un söz konusu âlemlerine
hayran olduğu kesin. Damat Paşa’nın zevk ve sefahatle avuttuğu padişahı o da
şiirleriyle avutmaya çalışmış, fakat bunlar gerçeği değiştirmeye yetmemiştir.
Bunun
yanında Şair Taib gibi saltanatın yüksek çıkarlarına değil halkın hâli pür
melaline tercüman olan şairler de çıkmış, İstanbul'da fakir fukaranın halinin
perişan olduğunu, yakacak kömür bulunamadığını, bulunsa göze sürme diye
çekileceğini, kahve yerine nohut kavrulup içildiğini dile getirmişti.
·
4. BOZULAN
SOSYAL AHLAK
»
stanbul'un aristokrat tabakasının bu zevk ve sefahat düşkünlüğü orta kesimden
halka da yansımış, Sadabâd âlemlerine katılmak isteyen aile fertlerinin
masraflarını karşılayamayan aile reisleri bu durumdan şikayetçi
olmuşlardı.
Söz
konusu ahlaksızlığın halka da yansımasıyla devlet 'kıyafet kanunu' çıkarmak
zorunda kalmıştır. 1726 tarihli bu fermanda İstanbul kadınlarının 'ruhsatı
şer'iyye'ye ve 'kavânîni hikmet'e aykırı elbise giydiklerini, bazı
"yaramaz avratlar" m halkı saptırmak için "kefere avratlarını
takliden" açılıp saçılarak sokaklarda dolaştıklarını, bu durumu gören
namuslu ve hayalı kadınların da bu kefere
taklitçilerine özendiği vurgulanmaktadır.33
İstanbul
Müftülüğü arşivindeki bu belgede müslüman kadınların “kefere avratlarını"
taklid ettiklerinden dem vuruluyor. Bu bir suçsa bu suçu
bizzat bu. fermanı yazan ve yazdıran insanlar hem de en ağırıyla zaten
işliyorlardı. Sultan ve avanesi yaptırdıkları sarayların mimarisine ve
düzenledikleri işret alemlerinin usûlüne varana dek
Fransız keferesini taklit ederken, İstanbul kadınlarının 'kefere avratlarını
taklit' etmelerinden şikayete haklar! olmasa gerek.
"Ümmeti
Muhammed'i fesada ve dalalete sürükleme" işini bizzat yönetim üstlenmişken
halka bu konuda fermanla öğüt vermeye kalkışmak düpedüz ikiyüzlülüktü.
Şemdanîzâde'nin şu satırlarını bugün bile yüzü kızarmadan okuyabilen kaç kişi
çıkar:
"...
Sadabat'ı şenlendirmek için bina olunan köşklerde fısk u fücûra ruhsat verdi,
hatta Sadabâd'ı bina ederken kereste ve taşların nakline görevlendirilen
payzenleri yahudi avratlarına havale ve icrayı mel'anet ettiklerini temaşa
ettiği için çok zaman cehûd karılarına "yalı mı yaparsın kazık mı kakarsın
payzen çelebi" diye takılırlardı."34
Patrona
Halil kıyamının en büyük sebeplerinden biri olarak ahlaksızlık ve fuhşun bizzat
devlet eliyle işlenmesini gösteren tarihçi Şemdanîzâde, İbrahim Paşa'ya bütün
bu rezaletlerin baş sorumlusu olarak dikkat çeker:
"...
Bu vezir mirasyedi meşreptir. Gece ve gündüz zevk ve sürür icad eder ve kendi
yakınlarının safasına
kanaat etmeyip 'halkı aldatacak nesne lazımdır' deyu bayramlarda At Meydanı,
Sultan Mehmed ve Bayezid avluları ve Yenibahçe, Yedikule, Bayrampaşa, Eyüp,
Kasımpaşa, Tophane, Sadabat, Dolmabahçe, Bebek, Göksu, Çubuklu, Beykoz ve
Üsküdar'da Harmanlık isimli mahallerde dolaplar, beşikler, atlı
karıncalar ve salıncaklar kurdurup, erkek ve kadın karışık, kadıncıklar
salıncağa binip inerken hubbaz yiğitler kadınları kucağına alıp salıncağa koyup
çıkarıp, kadınların salıncakta uçkurları meydanda hoş şada ile şarkılar
çağırttığında aklı kıt nisvan taifesi mâil olup kimi kocasından izinli kimi
izinsiz, izni âm'dır1 diyerek seyrana gidip, zorla seyir akçesi
alıp, olmazsa boşanma talep eder. /.../ Boşanma avratların elinde olup ehli ırz
diyecek her mahallede beş hatun kalmadı. İbrahim Paşa halkın nizamında olan
ailesini, yiyecek ve giyeceğini baştan çıkardı."35 36
İbrahim
Paşa’nın kendisi de hovardalıkta mahirdi. Sadabad karnavallarında havaya attığı
parayı kadınların başmakları ayakkabıları içine düşürmekteki ustalığını Netayicü’lVukuat'tan
öğreniyoruz. Aynı kaynak onun zevkperestliğinin İstanbul kadısı Zülalî Haşan
Efendi'nin güzel karısına taarruz edecek derecede ileri gittiğini kaydeder.37 İsyandan çok kısa
bir süre önce yayılan bu haber bardağı taşıran son damla olmuştur. Şair Nedim
de bu işte Damat Paşa'dan geri kalmıyordu:
"Anda
seyret kim ne fırsatlar girer cânâ ele Gör ne dilcûlar
ne mehrûlar he ahular gele Tıflı nâzım, sevdiğim bir iki gün sabret hele Seyri
Sâdâbâd'ı sen bir kerre îyd olsun da gör."
1726
Ramazanı, Çırağan eğlencelerine denk gelmişti. Ümmetin dînî önderliği olan
'hilafet'i de elinde bulunduran III. Ahmed temsil ettiği makamın görece
ağırlığından bile habersiz işret meclislerinde safa sürüyordu. Olayı ağzının
suyunu akıtarak anlatan bir Lale Devri hayranından dinleyelim:
"Şaban’ın
26. Guma günüydü. Ferahabâd sarayı muhteşem bir gün yaşıyordu. III. Ahmed,
Sadrazam, Şeyhülislam, Kazaskerler, Defterdarlar, Reisülküttap, Defteremini,
özetle ülkenin tüm gelir kaynaklarını ellerinde tutan, halkın yoksulluk ve
sefaletinden habersiz, gecelerini saz ve ahenk içinde 'Çıragan fasılları'yla
geçiren devlet adamları hep oraya toplanmışlardı. Padişah Cuma'dan beri
Ferahabâd'daydı. Vezirler ve devlet adamları ise Pazartesi günü gelmişlerdi.
Müneccimlerin hesabına göre Ramazanin Pazartesi günü olması mümkün değildi."
"Gece
Çırağan eğlenceleri yapılmaya, laleler karşısında piyaleler dönmeye, tef,
tanbur ve keman Ferâhabâd korularını inletmeye başladı. Kimsenin bir şeyden
haberi yoktu. Yatsıya doğruydu. Devlet büyüklerinin içkinin verdiği sarhoşlukla
sermest bakışları birdenbire hayretler içinde kaldı..
Minarelerin kandilleri tamamen yanmıştı. İstanbul Ramazan neş'eleri içindeydi.
Meclise ânî bir soğukluk geldi. Baharın en safalı bir gününde devlet ricalini
ansızın bastıran bu Ramazan kimseyi memnun etmedi."!
Evet,
Lâle Devri'ni batıcılık yolunda 'ilk adım' olarak değerlendirmelerinde
batıcıların ne kadar haklı oldukları şimdi daha iyi anlaşılıyor. Batıcılığın bu
memleketteki iki yüz yetmiş yıllık tarihi, sarhoş ve ayyaş 'ilericilerde onları
uyaran, bu yabancılaşmış güruha kendi öz değerlerini hatırlatan halk
arasındaki, mücadelenin tarihidir. Alıntıladığımız satırlarda tasvir edilen
mecliste önlerinde köçek, ellerinde kadeh, ney ve tambur eşliğinde demlenen
kadro ihanetin bu ülkedeki öbür adı demeye gelen 'ilericilik' ve 'batıcılığı';
onları daldıkları işret aleminden Ramazan coşkusuyla
rahatsız eden kesim de halkı ve 'gericiliği' temsil ediyordu. Bütün bir halkın
maddi ve manevi değerlerini aralarında yağmalayan bu mutlu azınlık ‘ınedeniyetin
temsilcisi', bunların sömürdüğü ve tüm yoksulluk ve sefaletine rağmen kendi
değerlerine sahip çıkan halk ve onu/destekleyen ulema ise 'yobaz', 'zorba',
'baldırıçıplak' idi. Ne tutarlı mantık, değil mi?
Gerçeklerin
bu kadar çarpıtılmasına, hakikatin bunca tahrifine gönlü elvermemiş olacak ki,
henüz fikir namusunu ilericilik ve çağdaşlık adına işportaya çıkarmamış bir
Cumhuriyet aydını dahi bu alçakça saptırmaya karşı sesini yükseltme ihtiyacı
hissedecektir:
"Halk
kitleleri için bu soysuzlaşmış yaşantı, belki de bir dinden çıkmadır. Egemen
çevrelerin yoksul insanı hiçe sayan bu yaşayışı karşısında halk, ideolojik
planda onların yaptıklarına karşı çıkarak kendi kişiliğini korumak'istemiştir.
Yoksul halk böyle düşünceye sarılmasaydı, hiç bir yolla ve ne yaparsa yapsın
erişemeyeceği bu yaşantı düzeyinin38 döğruluğunu kabul etseydi, içinde bulunduğu
koşullar nedeniyle, bu kez kişisel gerçekliğini yadsımış olacaktı. Bu nedenle
'teceddüt' sözcüğü onda olsa olsa bir nefretin simgesiydi. Böylece 'teceddüt'
(yenileşme) gerçekte bir sömürünün, buna karşılık bu yenileştirmeden yana
olanların 'irtica' olarak nitelendirdikleri halkın toplümsal davranışları, onun
son sığmağının bir anlatımıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki bu kavram
karışıklığını ortaya çıkaranlar, niteliği belirtilen bu 'teceddüt'çülerdir.
Nitekim 1726 yılında Ramazan ayının geldiğinden habersiz, içki masalarında
'işret'te bulunanlar bu yenilikçi batıcılar, onlara Ramazan’ın geldiğini haber
verenler ise 'gerici' denilenler olmuştur."39
Doğru
görmek için doğru bakmak gerektiğini bir kez daha pekiştiren bu objektif
yaklaşımı ne yazık ki Patrona Halil isyanını değerlendiren adı 'tarihçi'ye
çıkmış müslümanlarda göremiyoruz. Gerek batıcı gerek muhafazakar
çevrelerde, olayı kaleme alan yanlı saray tarihçilerinin çizdiği
"iptenkazıktan halas olmuş, zorba, baldırıçıplak, tellakı nâpâk"
şablonundan dışarı adım atamayan ucuzcu yaklaşım pek hüsnü kabul görmüştür.
Kıyamı
öğreneceğimiz temel kaynaklardan biri olan tarihçi Küçükçelebizade Asım Efendi
de olayı bizzat yaşayan biri. Ramazanın geldiğine onun da canının ne kadar
sıkıldığını, hilalin görgü tanığı olan Ayasofya Camii kayyumbaşısı için
kullandığı gayz ve nefret kokan cümlelerinden anlıyoruz:
"Ayasofyai
kebirin kayyumbaşısı olan mürâiyi I merdud mutaassıp Arnavudun iyikötü ahvalini
tasI dike, mutad olan biriki ırgat ile 'elhamdülillahi teâlâ f ramazan hilali
göründü7 deyu yol üzerindeki işaat ve i; rical ve etfalden güruhı
enbûh ile kadı efendinin huzurunda şahadet etmeleriyle ramazan sabit oldu.1
İşret
meclisi bozulduğu için çilingir sofrasına düşen bir yıldırım olan ramazanın
geldiğine canı sıkılan saray tarihçisi hilalin görgü şahitlerini tasvir için
'ırgat7 yorumunda bulunarak intikamını alıyor.40 41 Asım
Efendi bu noktada bir teklif de getiriyordu:
"Meselâ
Halife-i enamdan izin istenseydi, o gecenin zevk ve hazları şerefine ramazan
bir gün sonraya da kalabilirdi."42
Çilingir sofralarını başlarına geçiren Patrona Halil'den de nefret ettiğini
tarihini okuyunca anladığımız Asım Efendi, Padişahın 'halifei
i
enam7 olduğunu tam zamanında hatırlamıştı. Bu vesileyle hem nice
yıldır varlığıyla yokluğu bir olan "hilafet makamı" bir işe yaramış
olur, hem de halk karşısında daha fazla kepaze olmak istemeyen bu ayrıcalıklı
sınıf rahatlatılmış olurdu.
Bu
örnek o çağın bir çok özelliğini gözler önüne sermeye
yeter. Bu topraklardaki siyasal ve sosyal irtidat anlamına gelen batıcılığı
başlatan kadronun nasıl bir kafa yapısına, nasıl bir din ve hilafet anlayışı
na
sahip olduğunun en güzel belgesidir bu. Söz konuşu Osmanlı batıcısı bu arzusunu
o gün gerçekleştirememiş lâkin onun fikirdaşları ondan tam iki yüzyıl sonra
değil ramazanın günlerini tüm ramazanı, hatta dîne ilişkin her ne varsa hepsini
yıllar yılı erteleyerek işret alemlerinin huzurunu
bozacak unsurları kamilen temizlemişler, asayişi darağaçları, takriri sükun
kanunları ve istiklal mahkemeleriyle berkemal hale getirmişlerdir.
Lale
Devri aydını şair Nedim de ramazanın gelişine ağıt yakanlardan:
Bir
iki meblağı berş ile urub öldüricek
Geldiler
eylediler böyle cihanı sersâm43
Osmanlı’nın
prototipini daha o zamandan çıkardığı halka yabancı
aydın tipinin temsilcisi Nedim Efendi, Ramazanı çaresi bulunmaz bir şey gibi görerek
şöyle teselli olur:
"Olacak
oldu heman çare ne şimden geri"
Bu
zamana kadar olan biteni biraz hayret, biraz dehşet, biraz da kin've nefretle
takip eden halk, sabrının taşmak üzere olduğunun işaretlerini vermeye
başlamıştı. Osmanlı aile yapısının temeli İslam ahlakına dayanıyordu. Ailenin
harcı bu ahlakın fertlerde uyandırdığı edep ve haya,
sevgi ve şefkatle katılmıştı. Lale Devri sefahatinin halka yansıması demek bu
> harcın çözülmesi anlamını taşıyordu. Aslında söz konusu felaket
gerçekleştiğinde ilk başı ağrıyacak olan devletin bizzat kendisiydi. Sosyal
ahlakın bozulmasına en çok tepkiyi aile reisleri gösteriyordu. Bu ahlaksızlığa
karşı ilk tepkilerini sarayı taşlayarak dışa vurdular. Bu protesto öyle bir
noktaya geldi ki 1138'in Zilhicce ayında (Ağustos 1726) Beşiktaş sarayında
Padişah ile damadı ve diğer saraylarda dönemin ileri gelen devlet adamları
günlerce taşlandı.
Yapılan
bütün araştırmalara, alman çök yönlü tedbirlere karşın hiç kimse
yakalanamamıştı. Protestocular nihayet seslerini sultana duyurmuşlar, sultan
Beşiktaş sarayını terketmek zorunda kalmıştı.44
Bu
taşlar dört yıl sonra ortaya çıkan Patrona Halil kıyamının ilk habercisiydi.
Zaten bu kıyamı diğer yeniçeri vs. kıyamlarından ayıran yön de burasıydı. Bu taşlamaların
dikkat çekici bir yanı da sarayların günlerce taşlanmasına, alman onca emniyet
ve güvenlik tertiplerine ve yapılan onca aramalara rağmen bir tek kişinin ele
geçirilememesiydi. Öyle ya, taşlanan Ahmed Ağa’nın evi değil, Sultan Ahmed'in
sarayıydı. Buradan çıkarılabilecek sonuç, protestonun çok organizeli ve örgütlü
bir birim tarafından yapıldığıdır. Aynı cemaat kıyamdan sekiz ay önce de buna
benzer bir eylem yapacak, işret ve fuhuş yuvalarına karşı düzenlediği saldırı
bostancılar tarafından püskürtülerek iki taraftan da ölenler olacaktı. Patrona
Halil kıyamında, başka hiç Bir başkaldırıda görülmeyen disiplin ve organize de
bu görüşü güçlendiriyor.
Şöyle
ya da böyle, halkın bu protestosundan Padişah ve damadı fazlasıyla tedirgin
olmuştu. Onları teselli etmek de şair Nedim Efendi'ye düşmüştü:
"Sarayı
şehriyarî bir acep bağı meserrettir Kurulmuştur esası
izz ü cahı iftihar üzre
O
bağın her dırahtı meyvedarı izz ü devlettir Atarlar tâşı elbette dırahtı
meyvedâr üzre."
Tabi
bu tesellinin etki alanı Padişah ve Damat Paşa'yla sınırlıydı. Halkı da teselli
edecek bir şeylere gerek vardı. Damat Paşa keskin zekasıyla
onun da yolunu buldu. Çeşitli altın ve gümüş paralan doldurup büyük bir özen
içerisinde, gizli dairelerde saklattığı sıra sıra dizili vazolardan sözediyor
Mignot. İşte onların ağzını açarak halka bedava ekmek ve diğer gıda maddeleri
dağıttırıyordu. Özellikle bazı dükkanların tereklerine
mal yığıyor, gezdiği yerlerde ve bulunduğu meclislerde türlü bahane ve fırsatlarla
bol bol 'bahşiş' dağıtıyordu. Fgkat yine de halk memnun olmuyor, kendi
kesesinden bir kaç katıyla tekrar çıkartılacak olan bu paraların bir avuç
tatminsiz adamın zevk ve salasına harcanmasına tahammül edemiyordu.
Tarihçilerin
bu yıllardaki yazdıklanna bakılırsa, bütün bu çabalara rağmen yönetim açısından
durum hiç de iç açıcı değildi. İbrahim Paşa'nın adamlarından ve aynı zamanda o
dönemde sarayda görev yapan Destari Salih Efendi bile bu gerçeği gizleme gereği
duymuyordu:
"Sarayda
eğlenip kalan vezir İbrahim Paşa kendi. âlemine
meşgul olup çeşitli kabahat ile mâlâmâl olduğundan başka, Padişahı âlempenahı
dahi iğfal etmekten geri durmayıp* Allah'ın kullarına şefkat nazarıyla
bakmadığından dolayı memaliki Turan'dan Anadolu eyaletinde asker akışıyla bir
miktar karışıklık çıkıp, haddi aşan zulmünden dahî feryadkar ve şekvagüzar
olduğu..."45
·
5. SEFAHATİN
HALKA KESİLEN FATURASI
atı
elçilerinin bile şaşkınlıktan ağzını açık bırakan bu tantana ve israfın muazzam
bir mali kaynak gerektirdiği ortada. Peki, değirmenin suyu nerden geliyordu?
Şu
bir gerçek ki, bu sorunun cevabı 'devlet hâzinesinden' değil. XVIII. yüzyılın
ilk yarısındaki Osmanlı ekonomisi incelendiğinde, devletin ekonomik açıdan en
zayıf dönemlerinden birini yaşadığı görülecektir. Son yıllardaki başarısız
seferler ve Avrupa'da alman yenilgiler hâzineyi boşaltmıştı. Zaten gelir
kalemlerinden birincisini harplerde alman ganimetler oluşturuyordu. Bu da
kesilince ekonominin can damarlarından biri tıkanmış oldu. XVII. yüzyılın
sonlarında sık sık görülen tahta çıkışlara sarayın israfı da eklenince
OsmanlI'daki ekonomik kriz doruğa tırmandı.
Vergilerin
toplanması da, ihtilaflar ve suiistimaller dolayısıyla güçleşiyor, savaş
sırasında halka yüklenen bid'at vergiler halkı canından bezdiriyordu. Bunun
sonucunda da köyden kente göç akını başlıyor ve sosyal yapının kontrolü
devletin elinden çıkıyordu. Göçe muhatap olan kentlerin başında İstanbul
geliyordu. Bunun nedeni de İstanbul esnafının ve sanatkarının
bir kısım vergilerden muaf tutulmasıydı.
Toprak
sorunu da karma karışıktı. İkta sistemi adaletli işlemediğinden dolayı II.
Mustafa zamanında değiştirilerek Şam, Halep, Diyarbakır gibi kimi eyaletlerde ‘ınalikane7
sistemine geçildi. Bu sistem de çabuk kokuştu. Yeni sistemde üç beş kişiniri'tekelinde
toplanan mülkler belli bir ücret karşılığında başkasına kiraya veriliyor (iltizarçri. o alan kişi de daha
başkasına yüksek bir fiyatla devrediyor, böyle üç beş el değiştiren mülkün son
kiracısı verdiği parayı çıkarmak için halka gücü yettiğince zulmediyordu.
Kıyam
başarıya ulaşır ulaşmaz, arzusunu soran padişahtan Patrona Halil'in yapılmasını
istediği konulardan biri de bu ‘ınalikane' usulünün kaldırılmasıydı. Patrona
Halil, bir kaç zenginin elinde zulüm ve sömürü aracına dönüşen söz konusu usulün
kaldırılmasını isteyince, Padişah da bu isteği derhal yerine getirmişti.
Bir
ara ulufelerin ödenmesindeki yolsuzluklar üzerinde duran III. Ahmed, bunun
önüne geçmeyi bir parça başarmış ve hâzineye tasarruf bile sağlamıştı. Nitekim
1721 yılındaki bütçede 5675 dîvanî keselik bir tasarruf sağlanmıştı. Ancak
sağlanan bü tasarrufun üç beş kişinin zevki için Sadabad eğlencelerinde
harcandığı da bir gerçek. Bir yanda lale fasılları, işret meclisleri, kasr ve
saray inşaatları, sünnet ve düğün törenleri için su gibi para harcanırken öte
yanda halka yeni yeni vergiler konuluyordu.
Rusya'ya
savaş açma bahanesiyle, daha ortada hiç bir şey yokken halktan seferî vergiler
toplanmaya başlanmıştı. Halk vergileri ödeyecek durumda değildi. Yaşayabilmek
için, vergi muafiyeti tanınan İstanbul'a göç etmekte, devlet de tüm vergileri
göç etmeyenlerin sırtına vurmaktaydı. Anadolu padişaha çok uzaktı. Onun için
kimsenin sesi çıkmıyor, sesini çıkaranlar da padişaha ulaştır amıyorlârdı.
Ekonomik sıkıntı çok geçmeden İstanbul halkını da sarınca zaten fırsat bekleyen
halk hoşnutsuzluklarını değişik biçimlerde dışa vurmaya başladı. Bunun üzerine
1727 yılında sultan tüm seferi vergileri iptal edip borçlarını da affettiğini
açıklamak zorunda kaldı.
Ne
ki, bu da derde derman olmadı. Halk ekmek peşine düşmüştü. Osmanlı
aristokrasisi halkı çoğu zatnan kapılarında karın tokluğuna çalıştırıyorlardı.
·
II. Tahmasb,
Eşref Şah'ı yenip Osmanlı'nın önceden İran'dan almış olduğu kentleri geri
isteyince, iptal edilen vergiler çok daha ağırıyla yeniden konulmuştu. Tabi
halkın vergi ve borçlarının iptali bir 'devlet şakası'ndan öteye gitmemişti.
İsyan
görece başarıyla sonuçlanıp yeni sultan Patrona Halil'den ne istediğini
sorduğunda, onun isteklerinden biri de halkın altından kalkamadığı bu
vergilerin halkın sırtından kaldırılması olmuştur.46
Bu
dönemde ortaya çıkan ekonomik sıkıntılardan biri de düşük ve eksik ayarlı
akçenin tedavüle sürülmesi. Özellikle Mısır'da basılan paraların kenarı belli
belirsiz kırpılarak akça, bir kuşa çevriliyor ve piyasaya ayarı bozuk para
sürülüyordu.
Padişahla
damadının İran'a açılan 'seferi hümayun' kastıyla Üsküdar'a geldiği halde bir
türlü sefere çıkamaması bütün bu ekonomik yaraların üzerine tuzbiber ekiyordu. Halbuki esnaf ve küçük sanat sahiplerinden vergi alınmış,
sefere çıkılmadığını gören bu zümreler yönetim tarafından aldatıldıkları
hissine kapılmışlardı. Osmanlı ordu sisteminde usûl, savaş zamanı askerin her
türlü ihtiyacını karşı
lamak
için her meslekten bir grup sanatkar ve esnaf gerekli
malzemeleriyle birlikte orduya çağrılır, bunlardan da peşinen bir vergi
alınırdı. Bu sefer esnasında esnaf ve sanatkarlardan
istenen paranın toplamı üç milyon küsüldü ki; o zaman ki değerle bu astronomik
bir rakamdı. Elde edilen bir belgeden anlaşıldığına göre toplanan bu meblağın
büyük bir bölümünün yerine teslim edilmeyip "eki ü bel,'" (yenilip
yutulmuş) olunduğu ortaya çıkmıştı.47
Eki
ü bel' olunan bu ve buna benzer nice paraları kimlerin yeyip yuttuğu Patrona
Halil isyanında günyüzüne çıkacaktır.
·
6. BATIYLA BARIŞ
DOĞUYLA SAVAŞ
brahim
Paşa Osmanh’nın fetih siyasetini batıdan doğuya kaydırarak batıkların
çıkarlarına en büyük hizmeti yapmıştı.
1718
Pasarofça antlaşmasıyla Batı karşısındaki yenilgisini tescilleyen Osmanlı,
burada uğradığı toprak ve prestij kaybını ve bundan
doğan ekonomik açığı kapatmak için kendisine daha mülayim ve güçsüz bir düşman
seçti: İran.
İran
bu sırada iç karışıklıklar yaşıyordu. Afgan kabile reislerinden Mahmud Han
İran'a saldırarak Isfahan bölgesini işgal etmişti. Bu fırsattan istifade
OsmanlI da toprak telafisi için kolları sıvamaya başlamıştı. Osmanlı
Pasarofça'yla ümmetin hâmiliği rolünü kaybettikten sonra bir de sünni dünyanın
hâmiliği rolünü elinden kaçırmak istemiyordu.
Bu
arada yapılan bir yığın barış görüşmeleri bir işe yaramayarak Osmanlı orduları
İran'a girdiler. Uzun savaşlar sonunda Hemedan, Gence, Loristan, Ürmiye,
Tebriz, Erdebil, Revan ve Karabağ bölgeleri ele geçirildi. Aslında bütün bu
savaşları yöneten ve kazananlar sınır valileri, bu zaferlerin parsasını
toplayan ise Padişah ve Damat Paşa'ydı. Her devirde yaptıkları gibi çağın
zevkperest 'aydm'lanndan Nedim, Nâhifî, Sâmî gibileri cephenin önündeki
komutanları değil, ihsan alacağı isimleri medhediyor ve öne çıkarıyorlardı. Doğu
sınırında yıllarca süren savaşlara rağmen ne Padişah ne de Sadrazam
İstanbul'dan dışarı bir adım atmamışlardı.
1726
yılında Eşref Şah’ın Ahmed Paşa komutasındaki orduyu bozguna uğratıp ele
geçirilen bazı bölgeleri geri aldığı haberi sadrazamın kulağına gelince,
önceleri başkalarının kazandığı zaferleri kutlamak için âlemler düzenlerken,, bu kez de yenilgiyi Padişah ve halktan gizlemek için
işret meclisleri kurdurmaya başlamıştı.
Dışarda
bütün bunlar olurken İstanbul içten içe kaynıyordu. Çünkü,
evvelce Osmanlı'dan İran'a karşı yardım isteyen sünni Şirvan, Ruslar tarafından
işgal edilmişti. Devletin dış politikasını haklı göstermek için oynadığı
Sünnilik kartına rağmen bu propagandaya aldırmayan halk, ulema ve ordu, İbrahim
Paşa’nın yıllardan beri sünni türklerle meskun Kafkas
bölgesini, Dağıstan, Derbent ve Bakü'yü direniş göstermeden Ruslara terk ederek
batı İran'daki kentleri uzun savaşlar vererek almasını ve bu yüzden binlerce
can kaybına sebep olmasını şiddetle eleştiriyorlardı. Döneme ait kaynaklardan
biri olan Crouzenac, Osmanlı’nın askeri gücünü hıristiyanlar için bir tehdit
unsuru olmaktan çıkartarak müslüman halkları birbirine kırdırma siyaseti güden
yönetimin bu haince politikasını ilim adamlarının ve askerin farkettiğini
yazar. Aynı kaynak söz konusu sınıflara mensup olan aklı başında insanların
takip edilen dış politikayı şöyle yorumladıklarını nakleder:
"Allah"bizi,
haklı bazı taleplerde bulunmuş olan İrahlılara karşı yaptığımız savaşlarda
işlenen korkunç cinayetlerden dolayı pek haklı olarak cezalandırdı. Peygamber
gazaba gelmiştir. O dahi bu yenilgi ile bize ordumuzu hırıstiyanlar üzerine
sevk etmemizi ihtar ediyor."1
Hatta
bu kanaatlerle, bir 'akşamcılar takımı' haline gelen saraya duyulan tepki de
birleşince, İran tarafına geçen yüksek bürokratlar bile oluyordu. Bu cümleden
olarak Nihavend komutanı Osman Ağa dış politikada İran'dan yana tavır koymuş,
hatta İran elçisi olarak Tahmasb Kulu tarafından serdar Ahmed Paşa'ya yollanmış,.bu duruma bozulan Ahmed Paşa Bağdat'tan çıkar çıkmaz Osman
Ağa'yı gönderdiği adamlara katlettirmişti.48 49
Yukarıda
da değindiğimiz gibi yenilginin tescili demeye gelen Pasarofça Antlaşması
İbrahim Paşa’nın batılılara yaptığı en büyük ikramdı. Paşa bu ihanetini örtbas
etmek için başlatmıştı Osmanlıİran harplerini. Ne ki ihanetin kokusu fazla
geçmeden ortaya çıktı. Saray uleması aracılığıyla halkın mezhep taassubunu
körükleyerek ihanetini gözlerden gizlemeye çalışan bu sünnetsiz 'Sünni'nin söz
konusu çabalarından sonuç çıkmamış, ulema ve ordu mensupları Damat Paşa'yı
Pasarofça antlaşmasını yaparak Rusya ve Avusturya'dan intikam almadığı için
sorumlu tutmuşlardı. Bu sınıfların düşüncesine göre her ne şekilde olursa olsun
İran seferlerine bir son verilip, derhal Avusturya üzerine savaş açılmalıydı.50
Kimin
ne istediği ve ne yaptığı oldukça açık bir biçimde ortadaydı. Bir yanda Osmanlı’nın
batıya yönelmiş üç buçuk asırlık geleneksel 'fetih politikası'nı gizli
hesaplarla tersine döndürüp mezhepçiliği körükleyerek müslümanı müslümana
kırdıran batıcılar, öbür yanda oynanan ihaneti tüm saptırmalara rağmen görerek
buna karşı çıkan ulema, asker ve halk. Temel özelliği halka ve yerli değerlere
ihanet olan İbrahim Paşa politikası Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde
batıcıların şaşmaz dış politikası olmuş, bu politika her dönemde batının
maşaları olan mutlu azınlık tarafından desteklenmiştir.
İran
yenilgileri üzerine dalga dalga yayılan hoşnutsuzluğu bastırmak için Padişah'ı
bir 'seferi hümayun'a zorla razı eden İbrahim Paşa, Üsküdar'daki ordugaha gelmek istemeyen III. Ahmed'i çeşitli oyunlarla
Üsküdar'a gelmeye mecbur etmişti. Bu sefer sayesinde iktidarını biraz daha
uzatacağını umuyordu. Kadınlarla oturup oya örmek ve işleme yapmak gibi ince
işlerle yıllarını geçiren padişahın gücüne gidiyordu sefere çıkmak. Haftalar
geçtiği halde bir türlü yola koyulamayan ordu, huzürsuzlanmaya başlamıştı... Bu
sırada İran şahı Tahmasb’ın topraklarını birbiri ardınca OsmanlI'nın elinden
geri aldığı haberleri geliyordu.
Batıcıların
ihaneti yukarda anlatıldığı kadarla da kalmıyor, Damat Paşa baştan yanlış
tutulan bir politikanın icracısı olarak uzun savaşlar ve binlerce cap
karşılığında ele geçen İran kentlerini başı sıkışınca yaptığı gizli
pazarlıklarla satıyordu. Abdi Tarihi'nden okuyalım:
"...
tarafı Devleti aliyyeden Şahı Acem Tahmasb Şah
tarafına gönderilen elçi ile gizlice Tebriz muhafızı Mustafa Paşa'ya emr ü
fermanlar irsal eylemiş kim; "Kaleyi boşaltıp Tahmasb Han'ın tayin ettiği
hanına teslim edesin. Bir türlü muhalefet etmeyesin, sonra cevaba kadir
olamazsın" dedikte, ol dahi çaresiz sadır olan bu yüce emri açıklamağa bir
veçhile kadir olamayıp gizlemiştir."1
Elbette
binlerce insanın kanıyla alınmış toprakları satmak sadece Lale Devri
batıcılarına özgü bir davranış değildi. Bugüne kadar gelmiş, milletin tepe'
sine oturan batıcı yöneticilerin bir çoğu 'vatan
satmak'ta batıcılığın piri olan İbrahim Paşa'dan hiç de geri kalmamışlar, buna
rağmen kendilerini en büyük kurtarıcı ilan etmişlerdir.
"Sadrazam,
Hemedan, Kirmanşah ve Tebriz'i îranlılara satmış, bundan dolayı sefere
çıkılamıyormuş" haberi Üsküdar'da beklemekten yorulan orduyu galeyana
getirirken, Tebriz'e giren Tahmasb Kulu Han'ın orada direnen üçyüz Osmanlı
askerinin burun ve kulaklarını keserek kendi muhafızlarıyla İstanbul tarafına
yollaması da halkın hissiyatını körüklemişti.51 52
·
7. DAMATLAR
ANONİM ŞİRKETİ
^E^evleti
özel çiftliği haline getiren İbrahim Paşa, daha sadrazam olmadan kendisine
zemin hazırlamağa başlamıştı. Müslüman halkın nefretini körükleyen konuların
başında, onun bu 'tek adam' olma ihtirası sonucunda devleti bir aile şirketine
çevirmesi gelmekte.
Damat
İbrahim Paşa, o zamanki adı Muşkara olan Nevşehir doğumlu olup, Enderun
Tarihi ve Marquis de Bonnac'a göre aslı ve nesebi meçhuldür.1 Onunla
çağdaş olan batılı yazarlar ise, onun aslen Muşkara'h bir Ermeni olduğunu, hiç
bir dîne sahip olmadan İstanbul'a geldiğini ve burada gerçek kimliğini gizlemeyi
başararak etrafına kendisini müslüman gibi gösterdiğini yazar.53 54
Bütün
saltanatı boyunca yaptıkları, yerli ve yabancı kaynakların bu görüşünü
pekiştirmektedir. Dahası, boğdurulduktan sonra, hıncını alamayan halk
tarafından cesedi soyulunca sünnetsiz olduğunun ortaya çıkması bu konuda
şüpheye meydan vermemektedir. Ayrıca batıkların bu konuda, söylediklerini doğru
saymak zorundayız, çünkü İbrahim Paşa hem bunlardan bazılarının çok iyi tanıdığı
özel dostu, hem de Osmanlı ricali içerisinde batıkların en çok sempati
besledikleri isimlerden biridir.
1688
yılında saraya bir dostunun sayesinde helvacı olarak girmiş, şehzadeliğinde IH.
Ahmed'le arkadaş olmuş, o padişah olunca da yıldızı parlamıştır. Daha sadrazam
olmadan önce istemediği adamları saraydan uzaklaştırıyor, onların yerine
önceden sürülmüş olan sempatizanlarım getiriyordu.
Kendisine sadrazamlık teklif edildiği halde reddeden İbrahim Paşa bir gün nasıl
olsa sadrazam olacağına kesin gözüyle baktığından, ortamı kendisine
hazırlamakla meşguldü.
İş
yapan ve göz dolduran vezirleri bir bahaneyle birer birer sürdürdü. Merzifonlu
ailesinden Abdullah Paşa ve kardeşi Esad Bey bunlardan ikisi. Bu iki isim de
devşirmekul kökenli değil. Daha başkent kaymakamı iken eski sadrazamlardan
Numan Paşa'yı Belgrad'a, Kayseri'li Osman Paşa'yı tenzili rütbe ile Vidin'e,
denizcilikten yetişme Canımhoca Mehmed Paşa'yı kapdanı deryalıktan yedikule
zindanlarına55 göndermişti.
Yine kapdanı deryalıktan Azak muhafızlığına gönderilen Aşçı İbrahim Paşa ve
Kadri Efendi, Haydar Ağa, Hısım Mehmed Ağa gibi dirayetli bürokratları da
kendine özgü yöntemlerle İstanbul'dan uzaklaştırdı. Bütün bunları
sadrazamlığının arefesinde yapıyordu.
Sürdüğü
bu adamların yerine Süleyman Ağa, Mustafa Efendi gibi kale hapsinde bulunan
cezalı personeli yerleştiriyordu. Bu şekilde onların kendisine minnettar
kalarak icraatına karışmamalarını sağlayacaktı. Sadrazamlığından dört gün evvel
yaptığı son tasfiye pek diş geçiremediği Şeyhülislam İsmail Efendi'ydi. Onu
Sinop'a sürdürmüş, yerine elinin altında büyüyen Yenişehirli Abdullah Efendi'yi
getirmişti. Harp yenilgiyle sonuçlanıp, bu da bir anlaşmayla tescil edildiğine
göre, Damat Paşa artık rahat rahat koltuğuna oturabilirdi.
Bürokrasinin
tepesine (başbakanlık) oturduğunda kendisine ses çıkaracak bir tek kul
kalmamıştı. Bunun yanında tüm hükümet üyeliklerine, en sadık adamlarını ve
akrabalarını yerleştirmişti. Damadı Mustafa Paşa'yı tevkiîliğe, kapısında
yetişen Hacı Mustafa Efendi'yi defterdarlığa, diğer damadı Mehmed Paşa'yı
kethüdalığa, adamlarından Mehmed Ağa'yı bostancıbaşılığa, onun kardeşlerinden
birini nalbantlıktan Rumeli Beylerbeyliğine, bir diğerini mehterlikten cizye
tahsildarlığına, on dört yaşındaki oğlunu da iki tuğlu rumeli payesiyle Amasya
valiliğine atadı.56
Diğer
yandan İbrahim Paşa, kardeşi Halil Ağa'nın oğlu Ah Paşa'ya vezirlik verdirerek
padişahın kızını ona nikahlıyor, yeğenlerinden Sinek
Mustafa Bey'i de Zeynep Sultan'a damat adayı gösteriyordu. Tüm soyunu önemli
makamlara yerleştirerek devleti bir aile çiftliği haline getiren Damat Paşa,
kızlarını yakınlarına almak suretiyle Padişahı da bağlıyordu.
·
III. Ahmed'i
kendisine hayran eden İbrahim Paşa onu avutmanın çeşitli yollarını bulmuştu. Bu
yollar arasında paraya karşı zaafı olan padişahı çil çil altınlarla aldatmak da
vardı. Mustafa Nuri Paşa anlatıyor:
"Nevşehir'i!
Damat İbrahim Paşâ’nın oğlu Genç Mehmed Paşa’nın İbrahim Bey adında çok uzun
süre yaşamış bir oğlu vardı. Babasından kalma yalısında oturup dededen kalma
vakıf artıklarıyla geçinirmiş. Bu İbrahim Bey'in arkadaşlarından olup
şeyhü'lHarem iken ölen Ziver Paşa şunları anlatırdı: III. Sultan Mustafa Han
zamanında, Damat İbrahim Paşa’nın torunu İbrahim Bey enderûnı hümayun
ağalarındanmış. Rahmetli Sultan Mustafa kendisine: Senin deden (İbrahim Paşa)
pek kalleş bir herif idi. Babama (III. Ahmed) her zaman torba torba altınlar
getirip verir ve babam da 'eniştenizin elini öpün' diye bize emrederdi,
dermiş."1
Sarayda
bütün bunlar olurken halk yönetiminin "zulm ü çevrinden perişan
olmuştu."57 58 Şemdanizade'nin de
vurguladığı gibi "fukaranın hakkı" taşrada gözetilmiyordu. Taşra
derebeylerinin zulmünden şikayet için saraya gelen
mazlum, o derebeyinin adamı olan vezirlerden biri marifetiyle yakapaça tutulup
zincire vurularak, zulmünden şikayet ettiği beyin ellerine teslim ediliyordu. O
isterse öldürüyor, isterse bırakıyordu."59
Padişah
artık çizmeyi aşıp ulemanın haremine tecavüze kadar varan İbrahim Paşa'yı
kendisine şikayet edip muhtemel olaylara karşı onu
uyaran Şeyhülislam ve Şehzade Süleyman'ı dinlemediği gibi Abdullah Efendi'nin
sözlerini aynen damadına yetiştirerek ne yapılması gerektiğini soruyordu.
Şehzade Süleyman'ın babasını şöyle uyardığı nakledilir: "Bu vezirin tüm
devlet işlerini kendi tekeline almış, hem kendisine, hem şevketli padişahıma,
hem bize, hem Devleti Aliyyeye yazık eder" demişti.60
İbrahim
Paşa’nın bütün bunlarla da yetinmeyip şahsi bir takım yolsuzluklara ve
ahlaksızlıklara karışmasını, bardağı taşıran son damla olarak nitelemiştik. Netayicü
7 Vuku at' ta da vurgulandığı gibi İstanbul'da Çirağan alemlerinde fuhuş alenen yapılıyordu.1 İbrahim
Paşa Kağıthane'de kadınlara altın saçıp başmaklarının içine düşürmekte
maharetliydi. Aynı kaynak şöyle devam eder: "O daha ileri giderek,
İstanbul kadısı Zülali Haşan Efendi'nin pek güzel olan karisinin uydurma bir
düzenle ırzına geçmesi tam anlamı ile hazır olan fitne ve ayaklanma fitilinin
alevlenmesine neden oldu."61
62
On
iki yıl ipini eline geçirdiği padişahın da yardımıyla devleti çiftliği gibi
yöneten sadrazam Damat İbrahim Paşa ve ekibi, maddesiyle manasıyla yıllar, dır sömürdüğü müslüman halkın patlayan öfkesi önünde
dayanamamış, çağdaşı tarihçilerin "tacı Cemşid bezmi işretinde bir zerrin
câm ve malı Karun desti tasarruf u itibar nazarında bir avuç dirhem idi"63 diye tanımladıkları
İbrahim Paşa "bir baldırıçıplak dellakı sadeten eliyle üryan olup hâki
mezellette helak"64
olmuştur.
Bizim
kaynak olarak kullandıklarımız da içinde, o çağda yazılan hemen tüm tarihlerin
saray görevlileri tarafından yazıldığı gerçeği göz önünde tutulursa, bunların
ilmi ve objektif olmaktan daha çok indî ve hissi görüş ve kanaatlerin biraraya
toplandığı hatıratlar olduğu ortaya çıkar. Bu tarihlerin kimilerinde üslup
öylesine yanlıdır ki, bu yanlılık sayesinde ak kara, kara ak görünür. Böyle
olması da bir yerde anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bu dönemi yazan
tarihçilerin hemen tamamı saray görevlisi, dolayısıyla İbrahim Paşa'nın
adamıdırlar.. Söz konusu duruma rağmen bu tarihçilerin
de gizleyemedîği gerçekleri bir araya getirdiğimizde olayların iç yüzü
görülebilmektedir. Biz de, nâçar, bunu yapmaya çalıştık.
Destarî
Salih Efendi ya da metin yazarı Salahi Efendi kıyam sonrasında tahta çıkan yeni
padişaha yaranmak için, "Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır, ona kullarından
dilediğini varis kılar" (Araf; 127) ayetini hatırlarken, iktidarın
değişmesine sebep olan Patrona Halil'i "can be cehennem ten be türab"1
diye anmaktaydı.65 66 Tarihçi Abdi de
sadrazamın başına gelenleri, derin bir tevekkül gösterip "Olacak olur ana
ne çare> Hak Sübhanehu ve Teâlâ hazretleri her ne ki takdir eylemiştir ol
olur" sözleriyle karşılarken, aynı mütevekkil tavrını kıyamdan ve
kıyamcılardan esirgeyerek "bîdin, bîîman"67 gibi pek ağır ifadeler1”
kullanıyordu.
Bütün
bu sis ve duman perdesi arkasından, olayların gerçeğini çekip çıkarmak, biraz
da araştırmacının basiret ve ferasetine kalmış bir şey. Eğer uyanık olunmazsa bir çok tarihçi gibi saray vak'anüvislerinin söz konusu
tuzağına düşmek işten değil. Nitekim olaydan yüzyıllar sonra bile bir çok
batıcı ve muhafazakar tarihçi, bir saray memuru
ağzıyla Patrona Halil isyanım ele almış, sonraki kuşaklara da o ‘ınalum' ağızla
aktarmışlardır.
·
8.
SERDENGEÇTİLER HAREKETİ BÎR İSLÂMÎ HAREKET MİDİR?
czatrona
Halil hareketinin İslâmî hareketler içerisinde değerlendirilmesi, bu hareketin
yüzyılımızda gerçekleşen organizeli İslâmî hareketlerle kıyaslanmasını
gerektirmez. Bu hareketi o çağın kendine özgü sosyokültürel, psikososyal ve
siyasal şartları içerisinde değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan gerçekler maddeler
halinde şöyle sıralanabilir:
·
1.
Bu hareket, OsmanlI'da sık görülen 'yeniçeri, celali' vs. gibi sıradan bir
başkaldırı değildir. Onlardan tamamen farklı özelliklere sahiptir. Hareketin
lider kadrosuna, bu kadronun eylemlerine, düşüncelerine ve ideallerine
baktığımızda bu gerçeği açık bir biçimde görürüz.
·
2.
Bu hareket, batıcıların ilk adım saydıkları 'Lale Devri' ve bu devrin ayırıcı
özelliği olan BATICILIK aleyhine yapılmış bir karşıdevrim hareketidir. Bu
hareket aynı zamanda, batıcılığın daha ilk günden itibaren halkla, halkın
değerleriyle ters düştüğünün ve halka karşı, halka rağmen yerleştirilmeye
çalışıldığının da bir göstergesidir.
·
3.
Bu hareket, Osmanlı sarayının ve onu destekleyen bürokrat've aydınların
ideolojik tercihlerine karşı, halkulemaasker üçlüsünün koordineli bir
tepldsidir ve aynı zamanda yerli güçleri' temsil eden 'ulema' sınıfının,
yerlileştirilmiş yabancıları temsil eden 'devşirme/kul' bürokrasisine
başkaldırısıdır.
·
4. Bu hareket
dinamikleri, yönelişleri ve hedefleri açısından İslâmî bir harekettir. Şöyle
ki: Harekete karşı çıkanlar ülkenin maddi ve manevi değerlerini talan eden ‘ınutlu
azınlık' iken, harekete katılanlar maddi ve manevi değerlere sahip çıkan
ezilmiş ve mustaz'âf kitledir. Osmanlı'da kitlelerin sahip olduğu tüm manevi değerlerin
tek dinamiği ise 'din'dir. Bu din İSLAM'dan başkası olmadığı için, bu hareket,
temelde İslâmî kaygılardan yola çıkan kitlenin mensup oldukları dine dayalı
manevi değerlerini, o değerleri aşağılayan bir avuç azınlığa karşı korumayı
amaçladıkları bir harekettir. Bütün bunlardan dolayı Patrona Halil hareketini
İslâmî hareketler serisi içerisinde ele almayı uygun gördük.
Patrona
Halil Diye Biri /yenliler 12 Rebiulevvel 1143 (25 Eylül 1730)'ü göstermektedir.
Yani viladet kandili. Padişah kandil mevlidini ordugahın
bulunduğu Üsküdar'da, annesi Gülnuş Sultanin yaptırdığı camide okutacaktır.
Damat
Paşa’nın on iki yıllık iktidarında içte sefahat ve ahlakî ekonomik sefalet,
dışta ise yenilgi ve ihanet birbirini kovalamış, Çırağan fasılları adıyla
düzenlenen eğlenceler bir fuhuş ve işret alemine
dönüşmüş, yokluk ve açlık içerisinde kıvranan halk salıncak, dolap, lale vs.
ile kandırılmaya çalışılarak devlet bir aile şirketi haline getirilmişti.
O
günü kendine özgü üslubuyla anlatan Abdi Efendi, "meğer ol gün bu gavga
zuhura gelsün için eşhas meşveret eylemişler" dedikten sonra dönemin kısa
bir özetini verir:
"Vakıa
Sadrı azamı âsaf perver İbrahim Paşa Hazretleri bir zevk u safaya mail, gece
gündüz hay huy ile şafada ve ocaklarda subaylar birbirine uygun, Devleti Âli
Osman da bu şekilde hareket etmiştir. Sadrazam gedikli subayların her birisine
birsuç uydurup onun gediğini iptal ettirip, onun tek geçim kaynağı olan zeameti
kendi yakınları arasında paylaştırıp, kendisini sürgün ya da zincire vurdurup
beş on senelik zeametinin tüm hasılatını almayı alışkanlık haline getirmişti.
Ve taşrada olan varlıklı vilayet ağalarının her biri defaaten birer bahane ile
suçlu gösterilip sürülmüştü. Ve reaya fukarası zulm ü çevrinden perişan
olmuştu."68
Abdi
Efendi "Sadrı Azamı âsaf perver hazretleri"nin soygun, zulüm ve
ahlaksızlıklarını hem nalına hem mıhına vurduğu bu üslûbuyla şöyle sürdürüyor:
"Âlem
hayrette kalmıştı. Makam mevki sahibi olanların çoğu gece gündüz zevk u safa,
çeng u çegane ile toplantı düzenliyordu. Osmanlı devleti değil harap olmak dört
bir yanından Allah korusun düşman istila etmek istese belki biz zevkimizde
olalım derlerdi."1
İşte
görgü tanıklarının böyle tasvir ettiği bir günde yönetimin gidişatından hoşnut
olmayan âlimlerin önderliğinde toplanan kıyam ekibi Valide Camii'nde yaptıkları
istişare sırasında isyânı başlatma kararını kandilden üç gün sonraya
ertelediler. Kararlarını değiştirmelerinde en büyük sebep yeniçeri, sipahi vs.
tüm ordunun o anda Üsküdar'da toplu halde bulunmaları, onların müdahalesiyle
isyanın başarısız kalma ihtimaliydi. Fakat fazla beklemeye de tahammülleri
kalmamıştı.69 70
Olayların
seyrinden de anlaşılacağı gibi isyan daha önceki yeniçeri ayaklanmalarında
görüldüğü üzre, devletten bir miktar fazla cülus bahşişi koparmaya dayalı
sıradan bir başkaldırı değildi. Dört yıl önce, Padişahla Sadrazam ve ekibinin
saraylarının günlerce taşlanması ve onca emniyet ve güvenlik tertibine, arama
ve taramalara rağmen kimsenin ele geçirilememesi, bu isyanın nüvelerinin daha o
zamandan atıldığı izlenimini veriyor.
Bayezid
Medresesi hariç müderrislerinden İbrahim Efendi ve Başmakçızade Abdullah Efendi
gibi alimler isyanın beyin takımını oluştururken, onu
bizzat sevk ve idare etme işini de Arnavutluk'tın Horpeşte kazasından olup
İstanbul'da esnaflık yapan ve gerek halk arasında gerek diğer devlet adamları
arasında nüfuzlu biri olan Patrona lakaplı Arnavut Halil Ağa üstlenmişti.
Halil
Ağa'nın aile kökeni ve memleketinden nasıl ayrıldığı konusunda tarihlerin hiç
birinde sadra şifa bir bilgi yok. Ona 'patrona'1 lakabı verilmesinin
sebebi olarak daha önceleri Osmanlı deniz filosuna bağlı bir amiral gemisinde
görev yapması gösteriliyor. Osmanlı deniz gücünde filo komutanına ya da komutan
gemisine 'Patrona' adı veriliyordu.
Batılı
bir kaynak onun bu gemide bir isyana karıştığını, bu yüzden idama mahkum olduğunu, ancak kapdanı derya tarafından idamdan
kurtarıldığını yazıyor.71
72 Ne İd, isyanın
nedenini, gemide isyan çıkartan Halil'i deniz kuvvetleri komutanının niçin
ölümden kurtarmak istediğini, onu nereden tanıdığını ve söz konusu bilgileri
nereden aldığını söylemiyor. Üstelik bu bilgilerin hiçbiri ne yerli ne yabancı
her hangi başka bir kaynakta var. Kaldı ki bunları yazan tek kaynak olan
Sandwich rivayet ettiği olayın tarihini de Karlofça antlaşmasından öncesi
olarak verir. Bu durumda kıyam sırasında Patrona'nın yaşı en az 5560 olması
gerekiyor. Halbuki, Van Moor'un yaptığı tablosunda
patrona 35 yaşlarında biri olarak görünüyor. Anlaşılan o ki, bu batılı tarihçi
söylentilerle gerçekleri birbirine karıştırmış.
Patrona
Halil Ağa Arnavutluk'tan Niş kentine geçmiş. Orada askerliğe yazılmış. 17.
yeniçeri ortasında 1718 Pasarofça antlaşmasına kadar askerlik yapmıştır.1
1718 antlaşmasıyla Niş'ten Vidin'e aktarılan kale muhafızları arasında o da
vardır. Vidin kalesinde ulufe yüzünden çıkan bir kargaşadan sonra askerliği
terk ederek önce memleketine, ardından İstanbul'a geçmiştir.
Ömrünün
büyük bir kısmı askerlikle geçen ve daha orta yaşlarında olan Halil Ağa
İstanbul'da geçimini sağlayacağı bir meslek edinmeye çalışır. Patrona'nın ne iş
yaptığı konusunda yerli kaynaklarda hiç bir bilgi yok; Yabancı kaynaklar da bu
konuda farklı rivayetler aktarırlar. Kimisi ona yüzük, düğme, iğne, iplik vs.
sattırırken (Sandwich), kimisi de elbise pazarlatır. Özetle Patrona İstanbul'da
ticaretle meşgul ölmüştür.
Tarihlerin
kaydettiğine göre Patrona, Abdi Paşa ve Mustafa Paşa gibi devlet adamlarıyla
tanışıp görüşüyordu.73 74 Bu iki paşa da kaptanı deryalık yapmışlardı. Bu bir tesadüf olmasa gerek.
Patrona’nın lakabı da amiral gemisinde hizmet yaptığı için verilmiş olduğuna
göre bu paşalar, sınıfında mahir olan Patrona’ınn tecrübesinden yararlanmak
için onunla tanışıp görüşmüş olabilirler.
Patrona'yı
karalayıcı ve küçümseyici bir üslupla tanıtma konusunda ağız birliği
etmişçesine ortak bir üslup kullanan yerli ve yabancı tarihçiler, bir
"serseri, tellak, baldırıçıplak"m nasıl olup da devletin en yüksek
kademelerinde bulunan bu insanlarla konuşup görüştüğünü açıldayamamaktadırlar.
Olaya kendi perspektifinden yaklaşan bir Cumhuriyet dönemi araştırmacısının
büyük hayal gücü sarfederek oluşturduğu 'komplo' senaryosu ise, komplonun
planlayıcısı olarak gösterdiği Mustafa Paşa’nın da kıyam sonrası kellesini
kurtaramayan üç kişiden biri olmasıyla suya düşmekte, yazarın onca çabası ise
boşa gitmektedir.1 \
Patrona'nın
halk arasında nasıl tanındığına dair çok kıt bilgiler var elimizde. Tarihçiler
daha çok sarayla, sultanla ilgilenmişler. Ancak Feraizizade'den nakledilen
şöyle bir haber var: "Patrona Halil halk arasında gaipten haber veren biri
olarak ünlenmişti." Gülşeni Maarif sahibi bununla Patrona'nın
mistik bir boyutu olduğunu mu vurgulamak istedi bilemiyoruz ama buradan onun
karizmatik bir kişiliğe sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Halk arasında onu
meşhur eden şeyin başkası değil 'gaipten haber verme' olayı olması en azından
görünürde onun dinine bağlı, züht ve. ihsan sahibi
biri olmasını da gerekli kılmaktadır ki halk ona teveccüh ve hürmet
gösterebilsin. Bunun dışında, bir de ‘ıneczub' olabilir ki, en azılı
düşmanlarının dahi böyle bir iddiası yoktur. Kıyam boyunca halkın verdiği
hayret edilecek desteğin ve hatta saray tarafından Sancakı Şerif çıkarıldığı
halde altına halktan kimsenin gelmemesinin sebebi de bu olmalı. Kıyamı tutarsız
bir 'komplo' teorisiyle açıklayan Aktepe dahi, Patrona'nın halk nezdindeki
itibarını kabul ederek şöyle der: "Crouzenac, Patrona Halil'in gayet güzel
ve coşkulu konuştuğunu kaydediyor. Demek ki halkı peşinden sürükleyecek
kudrette bir insan idi."75
76
Evet,
binlerinin veli birilerinin baldın çıplak dediği bu insanı, en iyisi,
eylemlerinden ve yaptıklanndan/söylediklerinden yola çıkarak tanımak. Onun
hakkında bir yargıya varmak için bundan başka çıkar yolumuz yok. Zaten bunun
dışında onun' hakkında söz söyleyenler de bildiğinden ve aklından değil,
karnından konuşanlardır.
Ayaklanmanın
İlgi Alanı ve Çapı
Portresini
yukarda çizmeye çalıştığımız kendilerine 'SERDENGEÇTİ' adını veren Patrona
Halil önderliğindeki isyan komitesinin, öteden beri ilgilendikleri olayların
başında bir fuhuş ve işret yuvası halini alan Sâdabâd gelmektedir.
Sonraki
araştırmacıların gözünden her nasılsa kaçan bir gerçek var: Abdi tarihinde
değinilip geçilen bu olay kıyamın mantığına ışık tutucu mahiyette: "Sekiz
ay önce daim bu mahalle gelüp, bu fitne için daim meşveret eylemekte, hatta Sâdabâd'da
bostancılar ile bir kavga peyda edüp ara yerde vafir adem
telef ve zayi oldu. Edemediler, def oldu."77 Abdi, edemediklerinin ne olduğunu açıklamasa da
belli oluyor: Sâdabâd fuhşunu sabote etmek...
Buradan
anlaşılan bir gerçek daha var: Tüm diğer halk hareketlerinde olduğu gibi bu
hareketin de komuta merkezi 'cami'. Abdi'nin aylardır, belki de hakikatte
yıllardır "daim meşverette" olduklarını bildirdiği cemaatin istişare
toplantılarını yaptığı yer cami olmuş, isyanın başlama mahalli olarak da
Bayezid Camii öngörülmüştü.
Abdi
Efendi'nin aktardığı haber, bizim olayın düzenli ve örgütlü bir başkaldırı
olduğu ve öncesi bulunduğu tezimizi güçlendirin ektedir. Daha kıyamdan sekiz ay
önce müslüman halkı fazlasıyla rahatsız eden Çırağan alemlerine
müdahale edip, o günün polisi olan bostancılarla Sâdabâd'da çatışmaya giren
serdengeçtiler, iki taraftan da kayıp verilmesi üzerine geri çekilmişler ve
ortamın olgunlaşmasını beklemişlerdi. Buradan da anlaşıldığı gibi kıyamın ilk
hedefi, bir fuhuş, ve işret merkezi haline gelen Sâdabâd alemleriydi.
Camide
yapılan son istişare toplantısında isyan günü olarak 28 Eylül Perşembe günü
sabah namazından sonrası kararlaştırılmıştı. Kıyamın manevi
boyutunu temsil eden ulema, serdengeçti ağalara, böylesi bir durumda emri
bi'lma'ruf nehyi ani'lmünker'in farz olduğunu, güçleri yeterse şeriata aykırı
bu işlerin ortadan kaldırılmasının müslümanlarm boynuna bir borç olduğunu
söylemişler, öteden beri dindarlıklarıyla tanınan ve İstanbul'daki vaizlik, imamlık,
müderrislik, müezzinlik gibi din hizmetlerini üstlenen Arnavutlar’ın çoğunlukta
olduğu bu cemaati oluşturmuşlardı.
28
Eylül Perşembe sabahı hareketin vurucu gücünü oluşturan yeminli 17 serdengeçti1
başlarında Patrona Halil, İstanbul'da meyve ve sebze toptancılığı yapan Muslu
Beşe78 79 Ve İstanbul kahveci
esnafından Emir Ali olduğu halde üç bayrak altında üç gruba ayrıldılar.
Bunların dışında kıyamın çekirdek kadrosunu oluşturanların hemen tamamının
İstanbul esnafından olduğu isimlerinden anlaşılıyor: Ali Usta, Oduncu Ahmed,
Kutucu elHac Hüseyin, Manav İsmail, Turşucu İsmail...
Bu
isimlerin her biri meslek sahibi olan insanlar. Bu insanların kurulu tezgahlarını terkedip sonucu belli olmayan bir serüvene can
ve malları pahasına atılmalarını öyle basit ve sıradan sebeplerle
açıklayanlayız. Bunlar yeniçeri de olmadığına göre, işin ucundaki ölüm ihtimali
yüzde doksan dokuzdur. Bu 17 kişi içerisinde çevrelerinde aşırı dinî
hassasiyetleriyle tanınan Derviş Mehmed, Salih Ağa, o tarihte çok az kimseye
nasip olan hac farizasını eda etmiş Hacı Hüseyin gibi insanların da olduğu
düşünülünce, serdengeçtilerin portresi aşağı yukarı ortaya çıkar. Bu noktada
çekirdek kadroda salt sıradan insanlar değil orta seviyeli bürokratların da
varlığına dikkat çekilmeli. Kethüda Salih Ağa ve cebeciler kethüdası Recep Ağa
da bu sınıftandı.80
Burada
dikkati çeken bir nokta var ki üzerinde önemle durülması gerekmektedir. Bu da çekirdek kadroda, hâlen görev yapmakta olan hiç bir
yeniçerinin ve yeniçeri subayının olmaması. Bu, gerçek kıyamın bir yeniçeri
ayaklanması olmadığının bir başka delili. Üstelik o anda tüm yeniçeriler
sefer için orduyla birlikte Üsküdar'da bulunuyorlardı. Eğer serdengeçti ağalar
yeniçeriye dayalı bir ayaklanma düşünselerdi yeniçerilerin İstanbul'da olmadığı
bir zamanı, isyan tarihi olarak seçmezlerdi.
Serdengeçtiler
Patrona Halil, Muslu ve Emir Ali Ağalar komutasında üç ayrı koldan "Allah
Allah deyüp, şeri Muhammedi üzre davamız vardır" sedalar rıyla çarşıya
daldılar. Dükkanlarını kapamalarını istedikleri çarşı
halkını "şeriatı Muhammedi'yi tatbik için" bayrak altına
çağırıyorlardı. Çarşı halkı daha önceden tanıdığı, sevıpsaydığı bu simaların
davetine tereddüt göstermeden icabet etti. Bu gerçeği Abdi Efendi de şöyle
vurgular: "...anî saatte cümle çarşı ehli bedesteni, çarşı ve pazarı
kapayıp herkes güruh güruh, fevc fevc evli evine gidüp kapıları
seddeylediler."81
Halbuki
daha önceki isyanlarda üzerlerine yalın kılıç binlerce yeniçeri geldiği halde
esnaf dükkan kapatmayıp direnir, kapatanlar' da yağma korkusuyla kapatırdı. Bu
kez topu topu iki dizmeye varmayan bir grubun davetine hemeninde boyun
eğmeleri, kıyamı desteklediklerinin bir deliliydi. Eğer isteseler üçe bölünmüş
bu bir avuç serdengeçtiyi oracıkta temizleyiverirlerdi. Bu çıkış esnasında hiç
bir yağma teşebbüsünün olmaması da dikkat çekiyor. Hatta söz konusu çıkışı
anında haber alan yeniçeri ağası Haşan Ağa üç yüz kişiyle çarşıya gelip;
"Dekakini açın. Bir şey yoktur. Altı nefer eşkiya idi. Dördü ahz olundu,
ikisi dahi şimdi yakalanır, deyu her ne kadar kim feryad eylediyse de bir türlü
çare ve imkan edemedi", esnafa çarşıyı açtırmayı
başaramadı. Hayret edilecek şey, üç yüz kişilik devlet gücüyle açılmayan çarşı,
üçbeş kişinin çağrısıyla anında kapatılıvermesiydi. Haşan Ağa'nıri asayişi
sağlamak için arkasına aldığı insanlar da yönetimden şikayetçiydiler.
Çarşıyı açtırmak için gayret eden Haşan Ağa’nın adamları aksine kıyamın başarıya
ulaşması için can atıyorlar, dükkan sahiplerine
dükkanlarını kapamakla iyi ettiklerini söylüyorlardı. Hatta içlerinde
Ağalarına, topluca kıyamcılara katılma teklif edenler oldu. Bir ara Patrona ile
karşı karşıya gelen Ağa'yı Patrona Halil sözleriyle fena halde sıkıştırınca,
Haşan Ağa çareyi kıyafet değiştirerek kaçmakta bulacaktı.1 Ahmed
Refik bu olayı şöyle anlatır:
"Patrona
Halil yeniçeri ağasına doğru ilerledi. Maksadlarınm hükümetin ıslahı ve
zalimlerin cezalandırılması olduğunu, binaenaleyh kendisinin de Ümmeti
Muhammed'e iltihak etmesi lazım geleceğini anlattı. Yeniçeri ağası, Patrona
makulesi bir şahsın bu hitabından pek müteessir oldu. Evvela maiyyetindeki
subaylara karşı nüfuzunu muhafaza eylemek için Patröna'ya şiddetlice söz
söylemek istedi. Fakat Patrona sertleşerek Ağa'ya susmasını, aksi takdirde
elbisesini kanlara boyayarak Ümmeti Muhammed'e bayrak yapacağını söyleyince,
yeniçeri ağası bu tehdit üzerine ne yapacağını şaşırdı."82 83
Bu
olayda halkın katılımının yüksekliği sadece genel durumdan rahatsız olmakla
açıklanamaz. Aynı zamanda onlar serdengeçti ağaların güvenilir insanlar
olduklarını biliyorlar ve onlara olan güvenlerini böyle isbat ediyorlardı.
Hatta bu sırada iki kayıkla Üsküdar'a, ordugahın
bulunduğu yere siperle geçen bir grup tesbit edilen bir kaç kişiyi ortadan
'kaldırarak geri dönmüş, bunu gören asker, çadırlarını boşaltarak her biri bir
tarafa kaçmıştı.84
Çarşı dışında birleşen üç grup Eski Odalar önünden Saraçhane'ye girerek bu
çarşıyı da kapatmıştı.85
Oradan yeniçeri odalarının bulunduğu Etmeydanı'na geldiler. Meydan kapısını
kapıcıya para vererek açtırıp içeri girdiler. Asker tümüyle ordugahta
olduğu için içerisi boştu. Etmeydanı’nın ortasına bayraklarını dikip orayı karargah edindiler.
Kıyamcılar,
Osmanlı başkentinde hayatı felce uğratarak hükümeti zor durumda bırakıp
düşürmek için gerekli olan iki zümreye seslerini ulaştırmak istemişlerdi. Bunların biri ekonomik hayatın can daman olan çarşı, diğeri ise
karakteri icabı hiyerarşik bir yapıda olan ve siyasi hayatın nabzını elinde
tutan ordu. Ulemanın zaten başından beri desteklediği serdengeçtiler,
seslerini çarşı esnafı eliyle halka duyurduktan sonra gelip yeniçeri
ortalarının bulunduğu Etmeydanı'na yerleştiler. Onların bundan öte
yapabilecekleri pek bir şey kalmamış, artık olayların doğal seyri içerisinde
gelişmesini beklemeye koyulmuşlardı.
Kıyam
Günü Sarayda Durum
Kıyam
gününün haftalık resmi tatil günü olması dolayısıyla devlet izindedir. Zaten
Padişah, Sadrazam ve ekibi sefer dolayısıyla Üsküdar'ı mekan
tutmuşlardı. Başkentin asayişinden sorumlu olan Kaymakam Paşa ise bahçesinde
lale dikmekle meşguldü. O günü anlatan Abdi Efendi,
İstanbul'un asayişini sağlayacak yeterli adamın olmadığını, başkentin ağzına
kadar insanla dolu olduğunu, bütün bu işlerin sorumlusu olan sadrazamın
"ehli zevk bir devletlü" olduğunu, onun sefasına baktığını gören
subayların da ona özenip zevk ve sefaya daldıklarını kaydederek bütün bu
sebeplerden dolayı "hali âlem böyle oldu" der.
Kıyam
haberini alan Sadrazamdın kethüdası ilk elde bu haberi
Üsküdar'daki efendisine uçurur. 'Kara haber'i alan Sadrazamın betibenzi atar,
dili tutulur86 87 kendine geldikten
sonra sorar: "Ya Kaimmakam Paşa niçin bu şahısların hakkından
gelmedi?" Kızıp köpürerek "abes sözler" eder.
İbrahim
Paşa’ınn damat ve yardımcısı Mehmet Paşa dünürünün verdiği ziyafete giderken
olayı haber almış, isyanı bastırmak için yola çıkmışsa da bir şey yapamadan
geri dönmüş, yolda görüştüğü kimselerden isyancıların kendisini ve sadrazamı
istemediklerini öğrenince Eyüp taraflarına kaçarak şimdilik canını kurtarmıştır.
Kentin güvenliğinden sorumlu olan Kaymakam Paşa'ya olayı haber veren de bu adam
olmuştur. Kaymakam Paşa sevimli lalelerini ve Boğaziçi'ndeki yalısını alelacele
terk' ederek önce annesini ziyaret etmiş ardından Üsküdar'a geçmişti. Kıyafet
değiştirerek kaçabilen yeniçeri ağası Haşan Ağa da Üsküdar'a geçmiş, bu ikisi
biraz da korkularından, Sadrazam'a olayı küçülterek anlatmışlardı.
Padişah
ve damadı; saltanatları süresince yap. tıkları icraat
gözlerinin önüne gelmiş olacak ki, çok korkmuşlar hemen bir danışma meclisi
toplanmasını emretmişlerdi. Sadrazam, İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Kaptan
Mustafa Paşa'yı Padişah’ın huzurunda paylayarak III. Ahmed'den onun kellesini
istiyordu: "Sultanım bu korkak adamları nasıl oluyor da hâlâ yanınızda
ve hayatta tutuyorsunuz!" Evet, İbrahim Paşa’ınn söylediği gibi bu
adamlar korkaktı, korkaklıkları sayesinde İbrahim Paşa'yla birlikte şimdiye
kadar çalışabilmişlerdi. Olay günü de İbrahim Paşa'nın şerrinden korktukları
için olayı zamanında bildirmemişlerdi.1
Perşembe
günü akşam Üsküdar'da geniş çaplı bir istişare toplantısı yapılması
kararlaştırıldı. Toplantıya İstanbul'daki tüm devlet erkanı
da çağrıldı. Saray Ağalan'na da Sancakı Şerif ve Hırkayı Saadet 'i alıp
Üsküdar'a gelmeleri emredildi.
Bu
sancak ve Hırka mukaddes emanetlerdendi. Halkın dinine bağlılığı sayesinde
devlet, başı sıkıştığı zaman milletin saf ve samimi inancından bunlar aracılığı
ile yararlanıyor; her darda kalışında bir can simidi gibi bu mukaddes
emanetleri tedavüle sürüyordu. Aslında yönetimlerin sefahat, saltanat ve
zulümlerine mukaddesatı alet etmeleri yeni bir şey değildi. Zamanın halifesi
Hazreti Ali'ye isyan ederek ona karşı savaş açan Şam valisi, Sıffin'de
yenileceğini anlayınca adamlarından birinin tavsiyesine uyarak Kur'an
ayetlerini kılıçların ucuna geçirmiş, Raşid Hâlife'ye karşı kurdukları tuzağa
Kur'an'ı alet etmişlerdi.88
89 O gün bu gündür,
bu bir gelenek olarak başı darda kalan saltanatçı sistemler tarafından kullanılagelmiştir.
Dinle uzak yakın ilgisi bulunmayan bugünkü sistemler bile, adını "milli
birlik ve bütünlük" koydukları çıkarları tehlikeye girdiği zaman, halkın
inancından yararlanmanın yollarını aramakta ve bulmaktadır da...
Perşembe
akşamı yapılan toplantıda savaşa gitmemek için bin bir bahane bularak orduyu
aylardır bekleten İbrahim Paşa arslan kesilmiş, dış düşmana karşı hazırlanan
askerle İstanbul üzerine yürümek istiyordu. Gerektiğinde zevki ve saltanatı
için koca bir milleti doğrayabilecek karakterde çok zalim görmüştü bu memleket.
İbrahim Paşa da böyle yapmak istiyor, fuhuş ve işret alemlerini
sürdürebilmek için paranın, tehdidin ve satın almanın geçmediği yerde hiç
çekinmeden halkın ordusunu halka karşı kullanmayı teklif ediyordu.
Batıcıların
iki yüz yetmiş yıldır uyguladıkları ortak özelliklerden biri de, dış düşmanları
sindirmek için hazırlanıpbeslenen orduyu hep halkı sindirmek ve susturmak için
kullanmalarıdır. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü batıcılar
tarih boyunca tüm değerlerini reddettikleri, tahkir ettikleri halkı,
kendilerinin asıl düşmanı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle de bir 'azınlık'
olarak başına çöreklendikleri topraklardaki siyasi nüfuzlarını kaybetmemek
için, orduyu halka karşı bir kalkan olarak kullanmışlardır.
İbrahim
Paşa’nın bu teklifi ekibi tarafından da kabul görmüş, fakat halk ile orduyu
karşı karşıya getirme teklifine mecliste şiddetle karşı çıkan tek isim, ulema
sınıfından olan Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi olmuştur.
Yapılmak istenen ihaneti anlayıp böyle bir hareketin hukuka (şeriata) aykırı
olacağını, müslüman kanı dökmenin doğru olmayacağını, böyle yapılması halinde
önü alınmaz bir ihtilaliıj kopacağını söyleyerek oyunu bozmuştur.90
Sultan
Ahmed, Abdullah Efendi'nin tüm meclisi karşısına alarak yaptığı bu sert çıkış
karşısında,
damadının
görüşünü de kabul etmeyerek meclisi terk etmiş ve İstanbul'da toplanılmasını
emretmişti.
Tüm
meclis erkanı Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece büyük
bir korku ve telaş içinde boğazı geçerek saraya döndüler. Bu
sırada Padişah’ın çok saygı beslediği ablası Hatice Sultan onu bir odaya
çekerek, Abdullah Efendi'nin görüşlerine yakın sözler söylemiş, halkı askere
kırdırmamasını ihtar etmiş ve özellikle bir konuyu da sıkı sıkı tembih etmişti:
"Böylesi zamanlarda vezirlerinden hiçbirini yanından ayırma ve gerekirse
onları feda et."91
Bundan sonra vezirler arasında bir kaç toplantı daha yapılmışsa da bir sonuç
çıkmadı.
Kitle Psikolojisinin Değişmez Tezahürleri
Perşembe
akşamına doğru serdengeçti ağaların etrafına, kimi merak, kimi çapul, kimi de
üydum kalabalığa' niyetiyle biriken güruh, küme küme gizlice sıvışarak
Etmeydanı'nı terkedince meydanda yine bir avuç yeminli serdengeçti kaldı. Kitle
hareketlerinin en büyük zaafı buydu ve bu zaaf tüm yığınsal çıkışların yumuşak
karnı olmuştur. Bu nedenle kitle hareketlerinde kalabalıklar başarının asal
unsuru değil yan unsurudurlar. Böylesi hareketlerde başarının asal unsuru
"çekirdek kadro"dur. Başarıyı ya da başarısızlığı kalabalıkların
değil çekirdek kadronun tavır ve davranışları belirler.
İşte
Perşembe akşamı da bu sosyal kural yeniden yaşanmış, ilk çıktıklarındaki sayı
kadar kaldıklarını gören bazı serdengeçtiler: "Bizlere bunda karar eylemek
akıl işi değildir" diyerek hükümet güçlerinin, durumlarını haber alıp
üzerlerine gelmesinden ve kendilerini kılıçtan geçirmesinden korkarak
aralarında tartışmaya başlamışlardı.92
O
ana kadar olan biteni ağırbaşlılıkla takip eden kıyamın lideri Patrona Halil
Ağa, metanetli tavırlarıyla. onları sükunete davet etmiş, tane tane ve tok bir
sesle niçin yola çıktıklarını, amaçlarının "rızayı Bârî" olduğunu, bu
yolda yaşamak kadar ölmenin de şerefli olduğunu açıkladıktan sonra onları şöyle
uyarmıştır: "Eğer direniş göstermez de dağılırsak ölüm bizim için
kaçınılmazdır.. Kurtuluş ancak sebat ve azim
göstermededir. Eğer direnişte sebat gösterecek olursak başarımız da Allah'ın
izniyle kaçınılmazdır." Bu sözler gevşeklik gösteren kimi arkadaşlarını
sakinleştirmeye yetmiş ve bir daha da can kaygısına düşmemişlerdir.
Cuma
sabahı serdengeçtilere bir şey olmadığını gören tereddütlü zümre onların
hareketine katılmakta bir sakınca görmemiş, etraflarındaki kalabalık gittikçe
büyümüştür. Cuma namazını Orta Camii'de kılan serdengeçtiler, camide amaçlarını
açıklayan konuşmalar yapıp cemaati ikna etmişler, namazdan çıkanları
isyanlarını desteklemeye çağırmışlar, bir çok yeniçeri
subayı da bu davete icabet etmiştir.
İsyanın
seyri Cuma namazından sonra tamamen değişmiş, işin içine yeniçeri unsuru
girdiği için klasik yeniçeri başkaldırısında kullanılan yöntemler icra
edilmeye, kazanlar meydanlara çıkarılmaya başlanmıştır. Akşama doğru Cephane ve
Tophane askerleri de birliklerini terkederek Etmeydanı'na gelmişlerdi.
Cuma
akşamı kıyam halka mal olunca kıyamın yer altındaki beyni olan ulema bir bir
ortaya çıkarak açıktan kıyamı yönlendirmeye başlamışlardır. İbrahim Paşa’nın on
iki yıldır uyguladığı ihanet politikasına son vermeyi'kafalarına koymuş olan
kıyam ekibi, bu1 kıyamlarını adım adım, çok planlı ve programlı bir
biçimde yürürlüğe koymuşlardır. Bu kıyam sırasında, hükürhetin güvenlik ve
asayiş birimlerinin tamamen işlevsiz kaldığı günlerde, sadece serdengeçtilerin
elinde kalan İstanbul'daki asayişin olağanüstü ortama rağmen korunabilmesi bir çok tarihçiyi hayrete düşürmüştür.
İsyanın
Beyin Kadrosu: "Ulemâ”
İsyanın
beyin kadrosunu oluşturan isimlerin hepsi de ilmiyye sınıfından olan üç isim.
Bunlar Bayezid medresesi hariç müderrislerinden İbrahim Efendi, İstanbul eski
kadısı Zülali Haşan Efendi ve Rumeli kazaskeri Başmakçızade Abdullah
Efendi'dir.
^İbrahim
Efendi o güne kadar resmi görevde bulunmayan, tok sözlü, hakikati eğip bükmeden
söyleyen, cesur ve atak bir mizaç sahibiydi. Tarihlerin hakkında fazla bilgi
vermediği bu âlimin İbrahim Paşa’nın uyguladığı ihanet politikasına karşı
olduğu biliniyor. Tahminimiz o ki yıllardır organizeli bir biçimde planlanan,
1726 yılında sarayların taşlanmasını, 1729'da Sadabâd’ın basılmasını ve nihayet
1730 olaylarını gerçekleştiren cemaatin. lideri
İbrahim Efendi'dir. Olayların akışı tahminimizi güçlendirmektedir. Zaten Cuma
akşamından itibaren de İbrahim Efendi serdengeçtilerin İstanbul Kadısı olarak
mahkeme haline getirdiği 49. cemaat kışlasında göreve başlamış ve görevini I.
Mahmudtahta geçince de sürdürmüş, Patrona ve arkadaşlarının tuzağa düşürülüp
öldürülmesinden sonra ise diğer iki alimle birlikte
alınıp zindana götürülmüş ve bir daha da akıbetinden haber almamamıştııy
Ulaşabildiğimiz hiç bir kaynakta İbrahim Efendi'nin sonunun ne olduğu konusunda
bir bilgiye rastlayamadık. Şu kesin ki, serdengeçtiler yaptıkları hiç bir
eylemi İbrahim Efendi fetva vermeden yapmıyorlar, ondan aldıkları emirleri
harfiyyen uyguluyorlardı.
Kıyamda
büyük rolü bulunan âlimlerden İkincisi ise Zülâlî Haşan Efendi'dir. Aslen
Arnavut olan Haşan Efendi ilmiyye sınıfından yükselerek h. 1114 (1728) yılında
İstanbul Kadısı olmuştur. Kadılığı sırasında hükümetin sebep olduğu ayarı bozuk
para sebebiyle İstanbul'da kıtlık başgösterinee İbrahim Paşa bunu Kadı
Efendi'nin uğursuzluğuna mal ederek onu görevden aldı.1 Gerçekte iş
daha başkaydı. İbrahim Paşa Çırâgân'da düzenlediği içki ve fuhuş alemlerinde bir çok kadını çeşitli düzenlerle aldattığı gibi
Zülali Haşan Efendi'nin çok güzel olan karısını da aldatıp bir düzenbazlıkla
ırzına geçmişti. Olayın dilden dile yayılması üzerine kendisine karşı ırz
düşmanı gözüyle bakıp fırsatını kollayan Kadı'yı azlettirerek evinde göz
hapsine aldırdı.93 94 Zülâlî Haşan
Efendi'ye yaptığı bu ihanet yüzünden ondan çok çekinen İbrahim Paşa isyanın
ikinci günü onu, mecburî.ikamete tabi tutulduğu
Florya'daki konağından zorla saraya getirtmiş, ipin ucu elinden kaçana kadar da
orada eğlemişti.1 Harekete biraz da Damat Paşa'ya olan kininden
dolayı sonradan katıldığı anlaşılan Zülâlî Haşan Efendi isyandan sonra Anadolu
Kazaskeri olmuş, İbrahim Paşa ve diğer iki maktulün ölüm fetvalarında onun da
imzası alınmıştı. Tuzaktan sonra tutulup zindana atılan Haşan Efendi, oradan
Girit'e sürülmüş, öldürülerek cesedi denize atılmıştır.95 96
İsyanın
üçüncü ismi Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi ise serdengeçti
cemaatının kıyamdan sonra İstanbul Efendisi yaptıkları bir âlim. Bu zat geniş
nüfuzu ve saygın kişiliği ile tüm ilmiyye mensuplarının isyanı desteklemelerini
sağlamıştır. Daha önce de sarayda yapılan bir toplantıda tek başına İbrahim
Paşa’nın oyununu bozmuştur. Damat Paşa ve rezaletlerinin yok olması için onca
yaşma rağmen sonuna kadar direnç gösteren Abdullah Efen•di, tuzak günü İbrahim
ve Zülâlî Efendilerle birlikte tutuklanıp zindana tıkılmış, daha sonra o da
Zülâlî Haşan Efendi gibi boğularak cesedi denize atılmıştır.
Bunların
dışında isyanı destekleyen bir çok alim sayılabilir.
Bunların başında Ayasofya vaizi İspirizâde, eski Kudüs müftüsü Samancızâde ve
kıyamdan sonra şeyhülislam olan Mirzazâde Şeyh Mehmed Efendi gibi isimler
gelmektedir.
Pazarlıklar,
Mukaddesler ve Halk
Serdengeçti
ağaların Cuma günü yaptıkları bir başka iş ise isyan lideri İbrahim Efendi'nin
verdiği 'genel af' fetvasını uygulamaya koyarak Baba Cafer, Ağakapısı, Hisarlar
ve Galata zindanlarıyla Tersane ve taşgemilerindeki mahkum
ve esirlerin tümünü şartlı salıvermek olmuştur. Şart ise "Şeriatı
Muhammediyye'nin tatbiki, zalimlerin mücazatı" için çalışmak ve
çalışanlara yardım etmek.
Bu
arada bir yığın İbrahim Paşa mağduru eski bürokrat ve asker gönüllü olarak
gelip isyana katılmış, İbrahim Efendi'nin gözetimi altında, bunlardan liyakatli
olanlar hemen bir göreve atanıvermiştir. Özellikle yeniçeri ocağının yönetici
kadrosu baştan sona değiştirilmiş ve bundan başka, Cebeciler, Silahtarlar ve
Sipahiler'e de yeni ağalar atanmıştır.
29
Eylül 1730 Cuma günü saray aldığı bir kararla ilk kez serdengeçtilerle temasa
geçer. Haseki Ağa kıyam liderlerini para ve makam vaadiyle satın almaya
çalışarak olmazsa onları tehdit edecekti. Yanında otuz muhafızıyla birlikte
gelip Patrona Halil Ağa’nın huzuruna çıkınca, yeniçeri ağası Haşan Ağa’nın aldığı
cevabı o da alacaktı:
"Efendi,
bizler Dîni Mübîn'in gayretiyle metin olan Şeriat’ın hükümlerinin tatbik
edilmesini ve Dindevlet haini olan, Şeriat ve mü’ıninlere ihanet eden İbrahim
Paşa’nın da katledilmesini talep ediyoruz."97
Haseki
Ağa onlara para ve makam ima edince kıyamcılar sarayın zor durumda kaldığını
anlamışlardı. Reddettiler. Ağa’nın tehdide başlaması üzerine buna hiç aldırış
etmeyen isyancılar "bizim de Padişaha arz olunacak haklı şikayetlerimiz var" diyerek Sadrazamı, Şeyhülislamı,
İbrahim Paşa damatları Kethüda Mehmed ve Kaptan Mustafa Paşa'yı istediler.
Yeniçeri
Ağası Haşan Ağa'ya ve Haseki Ağa'ya serdengeçtilerin verdikleri cevap, isyanın
hangi, amaçla yapıldığını ortaya koymak, açısından önemli birer belgedir.
Haseki
Ağa kıyamcılarla pazarlığa gönderildiği sırada sarayda da tartışmalar
sürmektedir. Bu oturum sırasında müftünün "Nefsü'lemr böyle ise buna söz
olmaz, mukatele caiz olur" demesiyle İbrahim Paşa yine celallenerek
"ümmeti Muhammed, ne korkarsınız? Elhamdülillahi teala Sancakı Şerif ve
Hırkayı Mutahhara bizde olduktan sonra hemen fetvayı yerine getirelim" vs.
yollu konuşunca Kaptan Mustafa Paşa da "ben dahi üç bin kadar kalyoncu
hazırlayabilirim" demiştir. Bütün bu konuşmalardan sonra mecliste bulunan
Kazasker Mirzazade Efendi müftüye: "Behey Efendi! Henüz yollanan Haseki
Ağa dönmeyip, düşünce ve davaları ve bu topluluğun tümünün fısk ü fücur ehli
olduğu bilinmiyorken ne suretle öldürülmelerine fetva verebiliyorsunuz?"98 demiş, fakat
Haseki Ağa’nın dönüşüyle kıyamcıların üzerine asker gönderip onların tümünü
öldürmek hususunda kesin bir karara varılmıştı.
Haseki
Ağa'yı daha kapıdan girer girmez heyecanla karşılayıp tek başına "ne
istiyorlar?" diye soran İbrahim Paşa listenin başında kendisinin olduğunu
öğrendiğinde Ağa'yı sıkıştırarak bunu kesinlikle Padişah'a söylememesini tembih
etmişti.1 Şimdi iş kıyamcılara kılıç çekecek adamları bulmaya
kalıyordu. Fakat asker elden çıkmış, sarayda beslenen asalak takım da bir işe
yaramaz olmuştu. Bu durumda yıllardır unutulan bir şey akla geldi: Halk...
Yönetim
her fırsatta ezip sömürdüğü halkı başı darda kalınca hatırlayıvermişti.
Yıllardır Öz değerlerine hakaret ve ihanet ettikleri halktan yardım isteyecek
duruma düşmüşlerdi. Ama halkın kendilerinden nefret ettiğini de bilmiyor
değillerdi. Bu nedenle doğrudan yardım dilemenin fiyaskoyla sonuçlanacağından
haberdardılar. Ancak onlar bunun da kolayını buldular. Halktan doğrudan yardım
istemeyeceklerdi. Halkın kutsiyetine inandığı Sancakı Şerif 'i çıkarıp dînî
duygularını tahrik edeceklerdi. Saltanatları sırasında milletin mukaddes
bildiği değerlerle dalga geçen, işret meclisinin sürmesi için "halifei
enam" eliyle ramazanı bir gün ertelemeyi düşünen bu halk düşmanları, başları
sıkışınca halkın mukaddes bildiği değerlerle onu kendi saltanatlarına kaldıraç
olarak kullanmayı deniyorlardı.
Sancak1
Şerif çıkarılarak Babı Hümayun kulesine dikildi. Tellallar çıkartılarak sancak
altına gelene "para" verileceği vaad edildi. Sultanı dahi parayla
satın alan İbrahim Paşa, önüne çıkan her güçlüğü parayla yeneceğine baştan beri
inanmıştı. Tellallar: "Ümmeti Muhammed'den olan pîşi sancaklı şereffezayı
bahru'lEnbiya'ya gelsin" diye99 100 çağırmış,
Muhammed (a) ümmeti ise yıllardır kanını emen bu adamların para ve maaş
destekli bu çağrışım cevapsız bırakmıştı.
Bu
olay sırasında halkın gösterdiği bir tavır vardı ki, hayli anlamlı olan bu
tavır sosyal psikoloji açısından da incelenmeye değerdi. Halk gerçekten hürmet
gösterdiği Sancakı Şerifi göz ziyaretine geliyor, Allah Rasulüne salat ve selam
getiriyor ve geldiği gibi dönüp gidiyordu.1 Yani ne zalimlere
meylediyor, ne de mukaddes değerlerine hürmeti elden bırakıyordu. Bu, halkın
bulduğu dahiyane bir yöntemdi ve ma'şeri vicdanın da
uyandığının bir deliliydi.
Yönetim
büyük bir fiyaskoyla sonuçlanan son kozunu da oynadıktan, sonra saraym tüm imkanlarının kendilerine açık olduğu Bostancılar'a
başvurmuş, onlar dahi "biz müslümanlarla savaşmayız" diyerek kestirip
atmışlardı. Serdengeçtileri, diğer başka insanlar gibi onlar da iyi niyetli ve
dindar kişiler olarak tanımaktadırlar. Bir başka kaynak ise, altı yüz
Bostancıdan ancak otuzu toplanabilmişti, diyor.101 102 İbrahim
Paşa son bir umutla "bari içağaları silahlansın" deyince bu teklifi
de Padişah reddetmişti.103
Bu
girişimlerin sonuçsuz kalmasının ardından Damad’ın damatları Mehmet ve Mustafa
Paşa'lar gizlice çağırttıkları yeniçeri önderlerine maaş zammı ve 'bahşiş'
teklif ederek "erlerinizi içeri.alasınız"
önerisini yapmışlarsa da yeniçeri subayları "Ferman efendimizin, lâkin
askerin cevabı şudur ki şimdi geri dönülse bizi kılıçtan geçirirler"
cevabıyla da bu teklife yanaşamamışlardır.104
Serdengeçtiler
ve Adalet
Böylesi
ayaklanmaların tek ortak özelliği karışıklıktan istifade ile keselerini
doldurmak isteyen çapulcularla/ şahsi kin ve ihtiraslarını doyurmak isteyen
insanların toplumun genel güvenliğini bozucu davranışlar içine girmeleridir.
Bir isyan ne kadar soylu olursa olsun, eğer kalabalıklara yaslanıyorsa, bu
tipler muhakkak ortaya çıkarlar ve mel'anetlerini irtikap
ederler. Çünkü toplum, içerisinde her türlü canlının yaşadığı okyanus gibidir,
elbette zararlı unsurlar asayiş ve güvenliğin en zayıf olduğu böylesi anlarda
ortaya çıkarak etrafa zarar vermeyi deneyeceklerdir.
Serdengeçtiler
isyanında da bu gibi olaylar yaşanmış, fakat kıyam önderlerinin basireti
sayesinde kısa zamanda önü alınarak şaşılacak bir emniyet ortamı hasıl olmuştur.
Bir
mahallede biri hırıstiyan dört evin basılması üzerine mahalle imamı ve ileri
gelenlerinin toplanıp olayı serdengeçti ağalarına iletmeleriyle Muslu Ağa şöyle
talimat vermişti:
"Sizlere
izin, gece ve gündüz her kim gerek bayraklı gerek bayraksız, yağma için, her
kimin mahallesine varıp bir zarar eylemek isterse, hemen varıp helak edesiniz,
onlar bizden değildir."
Ayaklanma
liderlerinden Muslu Ağa’nın bu kadar kendinden emin konuşması isyanın ahlaki
boyutunun da bir göstergesi. Doğaldır ki genel af ilan edilip içlerinde katili,
hırsızı, arsızı da olan tüm mahkumların serbest
bırakıldığı bir ortamda halkın emniyet ve güvenliğini sağlamak örgütlü kolluk
güçlerinin dahi başa çıkamayacağı bir olay. Bütün bu olumsuzluklara karşın
isyanın hayret edilecek kadar sakin geçmesini Ahmet Refik/ ulemanın
başkaldırının önünde yer almasına bağlıyor ve diyor ki: "Fakat isyan büyük
bir inzibat dahilinde icra ediliyordu. Bunda isyanı
idare eden vaiz ile kadının büyük tesirleri görülüyordu."1
İsyanın
ikinci günü halkın zor durumda kalmaması için sokaklara tellallar çıkaran
serdengeçtiler şu ilanı yaptılar: "Ekmekçi, bakkal, manav, kasap dükkanlarını açıp herkes işiyle meşgul olsun. Ehli ırza
taarruz olunmaz." Aynı kaynak şu tesbiti yapar: "Filhakika hiç bir dükkan yağma edilmiyordu, hırıstiyanlara dahi hiç bir
tecavüz vaki olmuyordu."105
106
Cumhuriyet
döneminde, kendine özgü laik mantığıyla, kıyam üzerine yapılan tek ciddi
araştırmanın sahibi olan M. Münir Aktepe de bu gerçeği kabul eder:
"İsyanın
olduğu sırada şehrin asayişine oldukça büyük bir önem vermişlerdi. Her ne kadar
vak'anm ilk günü ve akşamı gelişigüzel bir İki ev yağma edilmiş ise de,
bilahare Patrona Halil çapulculara şiddetle karşılık yerdiğinden kimse
yağmacılığa cesaret edememişti. Bütün hapishane ve zindanlar açılarak
İstanbul'da ne kadar haşarat varsa hepsinin serbest kalmasına rağmen, Patrona’nın
bunlar üzerinde esaslı bir hakimiyet tesis ettiğini
görüyoruz ki bu da onun saygınlık ve iktidarına delil teşkil ediyordu."
Aslında
bu olumlu durum Patrona'dan da öte, onun da sözünden dışarı çıkmadığı kıyamın alim önderlerinin hassasiyetinin bir sonucuydu. Bu gerçeği
Aktepe göremese de son dönem Osmanlı tarihçilerinden Ahmed Refik farkına
varıyordu. Aslında kentteki bir kaç konağın serdengeçtiler nezaretinde
basılarak boşaltılması, "ömürlerini ümmeti Muhammed'in malını
gasbetmekle" geçiren ve idam fetvası onaylanan İbrahim Paşa ve ekibinin
konaklarıydı. Bu işlem de öyle batıcı ve saltanatçıların dediği gibi bir soygun
ve çapul değil kıyamın İstanbul Kadısı İbrahim Efendi'nin verdiği müsadere
emriyle gerçekleştirilmişti. Bu emir tamamen serdengeçtilerin kontrolünde icra
edilerek, alman mal ve paralar zabta geçirilip isyan defterdarına teslim
ediliyordu. Bu cümleden olarak, İbrahim Paşa’nın bir devlet hâzinesi
tutarındaki servetine el sürmeyen Patrona Halil bu serveti doğrudan hâzineye
aktaracaktır.
Bilinen
bir şey var ki, isyan tamamen halkın eseridir ve müslimgayrı müslim halka
zararı dokunan kim olursa olsun bağışlanmamaktadır. Bu durumu diğer
araştırmacılar da kabul etmektedirler:
"Hakikatte
isyan günlerinde şehirde tam bir asayişin hüküm sürdüğünü söylemek lazımdır.
Yani zorbalar belirli şahıslar üzerinde duruyor, fakat özellikle halk
tabakasına hiç dokunmuyordu. Fransız elçisi Marquis de Villenuve'ün
raporlarından ve daha başka bazı batılı yazarlardan anlaşıldığı üzere bu durum
isyan günleri için hayretle karşılanacak bir vaziyet idi."107
Bu
arada şunu da unutmamak gerektir ki başkaldırı saray dışında tüm organlarıyla
bir geçici hükümet kurmuş, kolluk kuvvetleri oluşturmuş, kentin asayişinin
sağlanması için kadılık, subaşılık gibi gerekli makamlara atamalar yapmış,
ordunun tüm üst kademe komutanlarını yenilemiş, dolayısıyla bütün bunların
maaşını vermek üzere geçici bir hazine de oluşturulmuştur. Değilse bütün bu
işlerin yapılabilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Kadının emriyle müsadere edilen
tüm mallar da söz konusu geçici hâzineye aktarılmıştır. Bunun dışında
gerçekleşen ender soygun ve çapullar da çok şiddetli bir biçimde
cezalandırılmışlardır.
Başkaldırının
manevi lideri İbrahim Efendi'nin yeniçeri ağası olarak atadığı Mehmed Ağa,
bütün gayretini kentin gıda sıkıntısı çekmemesi için seferber etmişti. Bu zat
esnafın güvenliği ve yağmanm engellenmesi için her yana karakollar kurmuş,
isyan liderinin koyduğu kurallara aykırı davrananı, nizam ve intizamı bozanı
isterse ayaklanmayı destekleyenler arasında bulunsun şiddetle cezalandırmıştı. Bu cümleden olarak Ali Usta isimli ilk isyan ekibinden biri 14 Ekim
günü İstanbul gümrüğüne gelerek, sandık eminine dayak atmak suretiyle ağanın
paralarını, “ kürkünü, köle ve cariyelerini almış, olay serdengeçti liderlerine
duyurulunca derhal Patrona, Muslu ve Mehmed Ağa olay yerine gelerek Ali Usta'yı
sorgulamışlar, Ali Usta önceden sandık emini Mehmed Ağa'ya garazı olduğunu
söylemiş, gasbettiği mallar elinden alınarak kendisi şu sözlerle azarlanmıştır:
"Biz
söz verdik ki bundan sonra bizim tarafımızdan ev basılmaya ve sadrazam,
defterdar ve şeyhülislam kapılarına varıp üzerimize lazım olmayan yolsuz işlere
karışılmaya ve hiç bir kimseden akça istenmeye. Eğer içimizden birisi bu nizama
aykırı iş yaparsa onu yakalayıp cezasını vermek gerektir. Sen ise aklı başında
âdem olasın, böyle işte bulunmak münasip midir?"
Tarihçi
Abdi diyor ki: "Ellerinden mallar alındıktan sonra hemen konağına gelip,
yol hazırlığı ne ise görüp, kararı firara tebdil eyleyip daha İstanbul'da
durmadı."108
Patrona
bu olaya hayli üzülmüş ve içerlemişti. İçlerinden birinin andına sâdık
kalmayarak ihanet etmesi üzerine, tüm kentte bir kez dalja tellallar
dolaştırdı. Bu kez mesaj daha net ve kesindi: "Serdengeçti ağalardan her
kim haksız yere dögerse, zorla ve tehditle dükkandan,
evden ya da elden bir şey alırsa veya kendisi için para talep eder, bir şey
isterse kesinlikle vermeyesiniz. Eğer alabilirse alsın."2
Bu
ve buna benzer şekilde halkı sık sık uyarmak ve uyanık olmaya çağırmak zorunda
kalan isyan liderleri, birkaç kendini bilmezin yüzünden kamuöyunun aleyhlerine
dönmesinden çekiniyorlardı. Bunun için de bu gibi olaylarda çok sert ve
hoşgörüsüz davranıyorlar, haksızlık yapan kendi içlerinden biri de olsa ona
gereken cezayı veriyorlardı. Tabi bu arada halkın da gönlünü alıp, yaralarını
sarmaktan geri durmuyorlardı.
Patrona
Halil Ağa, kendilerini paracı ve fırsattan istifadeyle servet yapan biri olarak
gösterecek her hareketten şiddetle kaçınıyordu. Müsadere yoluyla toplanan ve
büyük rakamlara varan servetin bu nedenle birikmesine izin vermiyor, bu konuda
kendisini uyaran beytülmalci Mustafa Ağa'yı herkesin gözü önünde
cezalandırıyordu. Kendisine yeni padişah tarafındanteklif edilen makam ve
parayı her defasında reddederek ne istediği sorulduğunda, halkın isteklerini
sıralıyordu.
Bu
arada hırıstiyan ahali içerisinde kendi dindaşlarını soyan Voyvodaları da boş
bırakmıyordu. Gayrı müslim ahaliye yaptıkları zulümle tanınan Galata ve Beyoğlu
Voyvodalarının mallarını müsadere için kadıdan izin almış, bu iki konaktan
aldırdığı büyük miktarda serveti hırıstiyan mahallelerine şu sözleri anons ederek
dağıttırıyordu: "İşte bu hırsız heriflerin sizden çaldıkları paralar.
Gelip alınız."1
30
Eylül 1730 Cumartesi günü III. Ahmed, ulema ile yaptığı bir toplantı sonunda bu
kez ciddi olarak serdengeçtilerin niyetini öğrenmek üzere Etmeydanı'na bir
kurul gönderdi. Bu kurulda ulemadan İmadzade Mehmed Efendi ve Yenicami şeyhi
Nureddin. Efendi vardı. Kıyamcılar bu kurula Padişah'tan hoşnud olduklarını
ancak sadrazam, şeyhülislam ve damat paşaların kendilerine teslim edilmesi
gerektiğini söylemişler, bu istekleri yerine gelinceye kadar da
dağılmayacaklarını ihtar etmişlerdi. Destari Salih Efendi, öncekiler gibi bu
isteğin de İbrahim Paşa'dan korkulduğu için Padişah'a ulaşmadığını yazıyor.
Tabi İbrahim Paşa dışındaki isimler Padişah'a bir bir sayılıyor.109 110
'
Fakat bir süre sonra, sarayda mecburi ikamete tabi tutulan Zülâlî Haşan Efendi
saray ricali önünde Damat İbrahim Paşa'nin da istenilenler arasında olduğunu
söylemesiyle olayın gizli boyutu da ortadan kalkar.
Kendi
isminin anılmasını arabulucu heyetlere yasaklayan İbrahim Paşa, damatlarının
kellesini kıyamcılara vermeye hazırlanmaktâydı. Orada bulunan ulema kuruluna
şöyle diyordu: "Efendiler, bunlara karşı durmak mümkün değil.
İstediklerini hemen verelim, ümmeti Muhammed'e zahmet ve meşakkat
çektirmeyelim!" O anda kendisi kastedilen damadı Kaptan Mustafa Paşa
"istedikleri kimdir?" diye sorunca İbrahim Paşa "biri sensin,
biri kethüdamızdır, biri de müftü efendidir" diyerek Şeyhülislam'ı Bursa'ya
gönderdi, diğer ikisini bostancıbaşıya verip katle hazır hale getirilmelerini
emretti. Zülâlî Haşan Efendi ulemaya "İbrahim Efendi'yi de istiyorlar, onu
vermeden bu olay bitmez" deyince bu genel istek Padişah'a iletildi.
Padişah damadını vermekte tereddüt gösterince tümü birden "Efendim, kul
Paşa'yı ister, vermemek olmaz" diyerek onu razı ettiler.111
Siyaset
Çeşmesi ve Düşen Maskeler
Aynı
gün düşen hükümetin yerine kıyam liderlerinin benimsediği isimler
atanıvermişti. Sadabâd şeyhülislamı Abdullah Efendi'nin yerine Mirzazade Şeyh
Mehmed Efendi geçti.’ Diğer ulemanın genel onayı ve Mirzazade'nin de fetvası,
fermanı yazdırmak için fetva bekleyen Padişah'a iletildi. Padişah da damatların
katline ferman kıldı.
İbrahim
Paşa ölüm gerçeğiyle başbaşa kalınca gerçek kimliğini sergileyici tavırlar
gösterir ve olayların canlı şahidi Destârî Salih Efendi'ye göre intihara
teşebbüs eder,1 Kendisinden ölmeden önce mal beyanında bulunması
istenildiğinde "Hazinedarımda on iki bin keselik zolata ve iki sandık
altun ve yalıda dahi iki sandık altun ve derunı hâzinemde gizli olan taş odada
bakırdan mebni on iki sandık altun vardır." diyerek servetini bir bir
saydı.112 113 Sadrazamlığının
başlangıcında devlet hâzinesinden borç alacak kadar mali durumu zayıf olan Paşa’nın
bu muazzam serveti nasıl biriktirdiği elbette merak konusu. Bir
devlet hâzinesine eş olan bu büyük servete kıyamcılar el sürmeyerek hâzineye
teslim etmişlerdir. Bu paranın hâzineye teslim edildiği Ruznamecibaşı’nın bir
koçan halinde düzenlediği makbuzlardan anlaşılmaktadır.114
Damat
İbrahim Paşa’nın nasıl öldüğü çok tartış, ma konusu olmuştur. İbrahim Paşa
fermanın infazı sırasında cesaretini kaybetmiş ve "ahireti hatırına
getirmeyerek" bir an önce katledilmesini istemiştir. Courzenac,
İbrahim Paşa’nın kıyamcılara sağ teslim edilmekten korktuğu için daha
boğulmadan kendisini zehirlediğini yazar. İntihar olayını ya da teşebbüsünü
Destari Salih Efendi en ince ayrıntılarına kadar aktarır. Anlaşılan o ki
İbrahim Paşa damadı Mustafa Paşa gibi ne abdest almış, ne iki rekat namaz kılıp Allah'a yönelerek son deminde günahlarına
af dilemiştir. Bazıları da İbrahim Paşa’nın katledilmeden hemen önce korkuyla
aniden öldüğünü söylerler.1
Kaptan
Mustafa Paşa beş yüz kese parası olduğunu söylemiş, ancak bunun da çarşıya olan
borçlarını ödeyemeyeceğini hatırlatmış, fakat sonradan çok sayıda kıymetli
mücevherleri bulunmuştur.115
116 Bu zat
ölümünden önce metanetini kaybetmeyip abdest almış ve iki rekat
namaz kıldıktan sonra öldürülüp cesedi teslim edilmiştir. Destari Salih Efendi,
kaymbabası İbrahim Paşa’nın iğvasma kapılan bu zatın ölmeden önce Allah'a
yöneldiğini ve işlediği günahlar için O'ndan af dilediğini naklettiklerini
yazar.117
Diğer
damat Mehmet Kethüda ise malı sorulduğunda "mahzenimde yirmi bin kese akçe
olduğunu hazinedarım haber verdi, geri kalan malımın hesabını bilmem"
cevabını vermiş ve o da aynı acıklı akıbete uğramıştır.118
Asıl
olay bundan sonra başlıyordu. 1 Ekim Pazar gecesi Ortakapı önündeki Siyaset
Çeşmesi'nden kim bilir kaçıncı kez yine kan akacak, 'saltanat' kurbanları niçin
öldüklerinden habersiz can vermeye devam edeceklerdir. Evet, bu çeşme önünde
yapılan infazlardan sonra, sabaha 4°ğru üçü üç ayrı öküz arabasına
yüklenerek Babı Hümayun'dan Sultan Ahmed meydanına sürüldüler. Naaşm geldiğini
gören halk büyük bir galeyan içinde İbrahim Paşa’nın cesedi üzerine atıldı.
Herkes bir tarafından çekiştirirken bir çığlık işitildi:
"Bu
lâşe bizim matlabımız olan İbrahim Paşa İaşesi değildir."1
Binlerce
kişi donmuş kalmıştı, çünkü önlerinde boylu boyunca uzanmış ceset sünnetsizdi.119 120 İbrahim Paşa’nın müslüman olmayacağını
akıllarına dahi getiremeyen kalabalık yorum yapmaya başladı: "Bu ermeni kafiridir, başının ortası dahi tıraşlıdır ve bazıları derler
ki bu rum keferesidir."121
Bir başkası daha başka bir yorum getirdi: "İbrahim Paşa’nın kürkçü
haşişidir. Boyda ve şekl ü şemailde ve sakalda kendü ile asla bir fark olmayıp
hemen sanki ikisi anadan birden doğmuş karındaş gibidir."122
Gerçekte
ise İbrahim Paşa’nın kürkçübaşı Manol'a benzemesi mümkün değildi. Sadrazam ak sakallı hırıstiyan kürkçübaşı Monal ise sakalsız ve sarı
bıyıklı, gök gözlü bir adamdı.123
Evet,
Sandwich ve Hammer gibi yabancı Subhî ve Abdi gibi yerli tarihçilerin de
ortaklaşa belirttiği gibi sünnetsiz olan bu adam gerçekte Osmanlı devletinde
yıllarca çeşitli kademelerde görev yapmış, 12 yıl sadrazamlıkta bulunarak
"Osmanlı Hilafeti"nin dizginlerini elinde tutmuş, Kudüs'te ve
İstanbul'da hırıstiyanlara imtiyazlar tanımış, devletin imkanlarını
kapitülasyonlarla Batı'ya peşkeş çekmiş, zevk ve sefada Fransa'yı taklid etmiş,
Osmanlı ordularını Batının sırtından indirerek doğudaki müslüman halklar
üzerine yürütmüş, koca bir devleti
kendi eseri olan Çerağan fasıllarında sarhoş ederek milletin malım gizli
hâzinesine aktarmış, toplumun genel ahlakını bozduğu yetmiyormuş gibi kendisi
de bilfiil bir takım ahlaksızlıklara ve yolsuzluklara soyunmuş olan İbrahim
Paşa'nın ta kendisiydi ve batılı kaynakların hemen tümünün ittifak ettiği gibi
"gizli bir hırıstiyan"dı.1
Halk
bu sünnetsiz cesedin İbrahim Paşa'ya ait olmadığım kararlaştırdıktan sonra
ceset bir hamal beygirine yüklenerek Turşucu İsmail adlı bir serdengeçti
aracılığıyla saraya geri gönderildi. İbrahim Paşa’nın sünnetsiz çıkması Padişah’ın
da durumunu tehlikeye sokmuştu. Kıyamcılar Padişah’ın kendilerini aldattığını
düşünerek onun aleyhine dönüyorlardı. Halkın saraym pencereleri altına gelip
"Asıl İbrahim Paşa'yı isteriz!" diye bağırmaları üzerine Alay
Köşkü'nde bulunan Padişah köşkün penceresini açarak "Ol değilse yarın asıl
kendün verelim" demişti.124
125 Padişah da bu
işten şüphelenmiş, olayın doğruluğunu araştırmak için infazı gerçekleştiren
kapıcılar Kethüdası Mustafa Ağa'yı çağırtmıştı. Mustafa Ağa bu cesedin İbrahim
Paşa'ya ait olduğunu delilleriyle açıklayıp Sultan'ı ikna etti. Ama Sultan'da
şafak yeni atmiştı. Yıllardır kendisini parmağında oynatan adamı nasıl olmuştu
da tanıyamamıştı?
"Sultan
Öldü Yaşasın Sultan"
Pazartesi
akşamı Şeyhülislam İspirizade'yi artık kıyamı bitirmelerini söylemesi için
serdengeçtilere gönderen Padişah, tahtını da kaybedeceği endişesine kapılmıştı.
Serdengeçtilerle pazarlıktan gece yarısı dönen İspirizade bu Sultan’ın artık
tahtında kalamayacağını, kıyamcıların da böyle istediğini, ortalığın Şehzade
Mahmud'un cülusu ile ancak yatışacağını kendisini bekleyen ulemaya açıkladıktan
sonra ulema meclisi, durumu Padişaha bildirme görevini de kendisine vermiştir.
Durum Padişah'a aktarıldığında düş kırıklığına uğrayan III. Ahmed ne yapacağını
şaşırarak derhal harem dairesine .gitmiş, yeğeni
Şehzade Mahmud'u kendi elleriyle alıp getirmişti.
Sultan
III. Ahmed'in yeni Padişah'a orada söylediği sözler hayli anlamlı:
"Vezirine
teslim olma ve sürekli önün halini gözetle. Bir kişiyi beş on sene vezaretle başı boş koyverme ve sözlerine güvenme. Merhametli ve cömert
ol lâkin tasarrufu elden bırakma. Ele itimad etme, işte pederinizin sonu Ve
işte benim sonum. Bunlar size iyi bir öğüt ve ders olsun. İşlerini bizzat
kendin gör ve olgun, gün görmüş, dindar insanlara
tevdi et. Sırrını asla her adama açma, hatta evladına dahi. "Ben ve
çocuklarım sana emanetiz, hoşça gözet."126
III.
Ahmed'e atfedilen bu sözlerde çok şey saklı. Özellikle başına gelenlerin
tümünün müsebbibinin III.
Ahmed'İn Yirmisekiz Mehmed Çelebi eliyle Fransa Kralı'na hediye ettiği albümün
ilk yaprağındaki kendi minyatürü.
'
İbrahim Paşa olduğunu ve onun nasıl bir kimliğe sahip olduğunu iş işten
geçtikten sonra anladığı seziliyor. Kendisinin kayıtsız şartsız teslim olduğu
ve halini gözetlemediği İbrahim Paşa’nın neden hiç alakası olmayan Kürkçü
Manol'â benzetildiğinin sebebini ve sünnetsizl’iğinin 'hikmetini' o da merak
etmiş olmalı.
Saltanatın Aralanan Kapısı ve İçeriye Sızan Işık
·
I. Mahmud'un. tahta çıkışı serdengeçtileri rahatlatmış evvelce yaptıkları
resmi olmayan atamalar şimdi yeni Padişah tarafından resmen onaylanmıştı.
Kıyamı destekleyen ulema kritik görevlere yerleştirildiler. Bu cümleden olarak
kıyamın manevi lideri İbrahim Efendi zaten gayrı resmi olarak üstlendiği İstanbul
Kadılığına atanmış, Şeyhülislamlığa Mirzazade, Anadolu Kazaskerliğine Zülali
Haşan Efendi, Rumeli Kazaskerliğine ise Başmakçızade tekrar getirilmiştir.
Ayasofya vaizi İspirizade hiç bir görev almamış, var gücüyle kıyamı
desteklemeye devam etmiştir.
Atamalar
yapılırken kıyam ekibi aşırı davranmamışlar, önceki padişah döneminde görev
yapmış olsa dahi eğer bir suçu yoksa kişiler ya görevlerine iade edilmişler ya
da bir başka görevde istihdam edilmişlerdir. Örneğin kaptanı
deryalık III. Ahmed'in iki damadı arasında el değiştirmiş, sadrazam
yardımcılığı (Sadaret Kethüdalığı) II. Mustafa döneminin dürüst
bürokratlarından Niğdeli Ali Ağa'ya verilmiş, maliye III. Ahmed dönemi
memurlarından İzzet Ali Paşa'ya verilmiştir.
Bütün
bu atamalara rağmen olayın dikkat çeken yanı Patrona Halil ve arkadaşlarının
hiç bir görev almamalarıdır. Yeni sultan tahtını borçlu olduğu Patrona Halil'i
çağırıp arzu ve isteklerini sorduğunda Patrona üç şey ister:
·
1.
Eski vezirler tarafından konulmuş, halka çok ağır gelen ve bir
çoğunun veremediğinden dolayı evini barkını terkettiği bid'at (sonradan
konulmuş) vergilerin kaldırılması,
·
2.
Tüm verimli toprakları halkın elinden çıkarıp üç beş kişinin elinde toprak
kartellerine dönüştüren ve türedi zenginlerin ortaya çıkmasını sağlayan ‘ınalikane'
usulünün kaldırılıp toprakların yine eski sahiplerine iadesi,
·
3.
Yoksul halkın gözleri önünde, bir sömürü ve zulüm, fuhuş ve işret abidesi
olarak yükselen ve halkın gördükçe rahatsız olduğu kasrlardan, mîrî arazi
olduğu halde Damat Paşa'nın eşdosta devlet kesesinden dağıttığı Kağıthane bölgesinin temizlenmesi.
Bu
istekleri dinleyen Sultan Mahmud tümünü de yerine getirdi. Bid'at vergileri ve malikane usulü kalktı.1 Bedavadan dağıtılan
hazine toprakları üzerinde yükselen Kağıthane kastlarının yıkımı için de ferman
çıkarıldı:
"Bu
günden sonra üç güne dek cümle mevcut olan köşk sahipleri, köşkleri hedm
edesiz. "127 128
Evet,
her aklı başında insanın da kabul edeceği gibi dünyanın hiç bir yerinde, hiç
bir halkın mücerret bayındırlık faaliyetlerine karşı olduğu görülmemiştir. Bu
yapılar ise mîrî arazi üzerine kurulduğundan başka, hemen tamamına yakını
millet kesesinden yapılmış yapılardı. Bu nedenle halk sqz konusu yapıları
benimseyememiş, hatta ilk elde padişahtan yakılmasını istemişlerdi. Padişah ise
"yakılmasına rızayı hümayunum yoktur velakin yıkılmasına ruhsat
verdim" diyerek fermanı imzalamıştır.1
İsyanın
sürdüğü iki ayı aşkın bir zaman Osmanlı siyasal rejimi monarşi olmaktan çıkıp yeniden
Fatih öncesi döneme, yetkilerin çeşitli güç odakladı arasında paylaştırılarak
sultanın ‘ınonark'laşmasının önüne geçildiği gaziler dönemine dönülmüştü.
Destarî Salih Efendi de bu gerçeği sanırız bilmeden ağzından kaçırarak Patrona
için "reisicumhur" deyimini kullanıyordu.129 130 Ulema
Çandarlı'dan bu yana devşirmekullara kaptırdığı siyasal yetkisine yeniden
kavuşurken, halk da siyasal yönetimde temsilcileri olan serdengeçtiler aracılığıyla
söz sahibi olmanın sevincini yaşıyordu. Kıyam önderi Müderris İbrahim Efendi
Dursun Fakih, Molla İbn Hatib ve Güranî çizgisinin bir devamıyken Patrona Halil
de Evranoz Bey, Mihal Gazi ve Konuralp çizgisinin bir kopyasıydı. Bunun için I.
Mahmud'dan Rusya üzerine harp açılmasını istiyor, kendisi ve serdengeçtiler de dahil büyük bir orduyla Rusya üzerine yürünmesinde ısrar
ediyordu. Kırım Han'ı bunun çok güç olduğunu, nasıl gidilebileceğini sorduğunda
Patrona Halil'in verdiği cevap şu:
"Atalarımızın
gittikleri gibi..."131
Patrona'nın
saf ve sade mantığını gösteren bu cümle aynı zamanda onu isyana sürükleyen
duygularm geçmişin gaza ve fütûhâtma olan hayranlığı ve bu idealleri yeniden
gerçekleştirecek bir yönetime kavuşma arzusu olduğunu ortaya koyuyor.
Serdengeçtilerin
dîne olan bağlılıklarını sömürenler de çıkmıyor değildi. Son yıllarda mağdur
edilen ve Peygamber soyundan geldikleri iddiasıyla kendilerini 'sâdât' diye
isimlendiren kimselere maaş bağlanması için isim tesbitine girişilince Arap
kökenli ne kadar İstanbullu varsa hepsi de kendisini 'sâdât'tan sayıp
isimlerini deftere yazdırmışlardı. Müriyyü’tTevaıîh,
üç bin sandalcı Arabm kendilerini 'nâkib' olarak deftere kaydettirip, kıyamı
desteklediklerini de ileri sürerek her birinin onar akçalık bir göreve tayin ve
ayrıca da çülûsiye aldıklarını yazar.1 Hatta tüm Peygamber soyunun
reisi sayılan "Nakibü'lEşraf" payeli biri kendisine tüm 'sâdât'a
dağıtılmak üzere verilen yüklü bir miktar parayla kayıplara karışmış, bunun üzerine
para yeniden ödenmişti.132
133 Tabi bu
dağıtılan paraların çoğu vezirlerden müsadere edilen paralardı.
İsyan
lideri Patrona Halil, iktidara ortak olduğu süre içerisinde halktan kopmamış,
bunu da her vesileyle belli etmişti. 1 Ekim Cuma günü yeni padişahın tahta
çıkışı dolayısıyla yapılan cülûs töreninde tören alayının önünde atma sade
elbiseler ve ayakları çıplak olarak binmekle 'yalın ayaklıları' temsil ettiğini
ima ve ihsas etmek istemişti.
Gerçekten
bu dönemde halkın yüzüne kapalı olan sarayın kapıları nisbeten de olsa halka ya
da halkın temsilcilerine açılmış, bir takım saltanat gelenekleri rafa
kaldırılmıştı. Eğer bu çizgi, ilmi ve kültürel çalışmalarla da desteklenip
Nebevi Siyaset7tekine benzer bir noktaya gelinceye kadar
sürdürülseydi, insanlık ailesi bugün, 'insan hakları' ve 'siyasal katılım'
derslerini sahtekar Batı'dan almak zorunda kalmazdı.
Tabiatı gereği bünyesinde despotizmin hiç bir türüne yer vermeyen İslam'ın
sırtına yüzyıllardır yamanan 'saltanat' yükü, insanlığın İslam'dan İslam'ın
insanlıktan mahrum kalmasının en büyük sorumlusudur.
Batılı
büyükelçiler geldiğinde ayağa kalkmayan Sadrazam’ın, Patrona Halil'in
geleceğini haber alınca onu eşikte karşılaması ve o giderken onu karşıladığı
yere kadar gidip uğurlaması buna alışık olmayan batılı ve görgü şahitlerinin de
zoruna gitmişti. I. Mahmud'un annesi Patrona'ya "ikinci oğlum" diye
hitap eder yüklü ihsanlarda bulunurdu. Halil Ağa da bu ihsanları hemen oracıkta
fakir fukaraya dağıtıverirdi1
•
Mutlak
iktidarına engel teşkil eden Patrona Halil'i ve diğer kıyam önderlerini birer
bahaneyle İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyen I. Mahmud, ona hangi görevi
istediğini sordu. Halil Ağa, ne rütbede, ne mansıpda gözü olduğunu, yalnızca
halkın ve ülkenin selameti için çalıştığını söyleyerek şunları eklemişti:
"Hayatımın
nasıl sonuçlanacağını bilmiyor değilim. Şimdiye kadar padişah tahta
çıkaranlardan hiç biri yatağındaölmemiş ki ben öleyim." 134 135
O,
sistemi değiştiremeyeceğini daha baştan bilecek kadar akıllıydı. Günün birinde
bir tuzağa düşürülüp öldürüleceğini bile bile iyi olduğuna inandığı şeyleri
yapmaya gayret ediyordu. Yakardaki muhavere sırasında orada
bulunan yeniçeri ağası, rütbeyi ve makam teklifini kabul etmeyen Patrona'ya
bâri ihsan olarak para verilmesini söyleyince, başkaldırı ekibinden ve en çok
güvendiği adamlarından biri olan Mehmed Ağa'ya "İstanbul'un tüm hâzineleri
benim" diyerek sert bir biçimde işine karışmamasını söyleyen Patrona,
arkadaşının ikram olsun kastıyla yaptığı bir teklife onu kıracak kadar sert
mukabelede bulunuyordu.136
Cülus
bahşişini ve maaş zammını alan yeniçeriler bu andan itibaren kıyamdan
desteklerini çektiler. Onlar alacakları parayı bilirlerdi, onu da fazlasıyla
almışlardı zaten. '
.
Tabi
yeniçeriler desteklerini çekmekle kalmamışlar, şimdiye kadar toplumsal ahlak
açısından oldukça disiplinli geçen isyanın disiplinini bozucu hareketlere
başvurmuşlardı. Kıyamın alnına leke kondurmaya çalışıyorlar, Osmanlı
ayaklanmaları içerisinde müstesna bir yeri olan Patrona Halil ayaklanmasını da
diğer yeniçeri başkaldırılarına döndürmeye çalışıyorlardı. Yolsuzluklarının
önünde aşılmaz bir engel gibi gördükleri kıyam liderlerinin, özellikle İbrahim
Efendi ve Patrona Halil'in varlığından rahatsız olanların sayısı günden güne
çoğalıyordu. Çünkü Patrona gördüğü en ufak haksızlığa kim tarafından yapılıyor
olursa olsun hemen müdahale ediyor, bunu yaparken de o kişinin mevkiine
makamına bakmıyordu.
Ali
Usta adlı kendi içlerinden çıkan birinin Gümrük Emini'nin evini basıp parasını,
cariye ve kölelerini aldığı haberi kendilerine ulaşır ulaşmaz hemen olay yerine
gelerek hadiseye el koymuşlar, gasbettiği malları Ali Usta’nın elinden alarak
cezalandırılacağını söylemişler, yargıç İbrahim Efendi'nin huzuruna çıkacağını
anlayan şahıs çareyi firarda bulmuştu.
Patrona’nın
ve diğer kıyam ekibinin atamalarda aşırı davranmadığını, bu konuda liyakate
önem verdiklerini, hatta önceki yönetimin adamlarından bile bazı kişilerin
yüksek makamlara getirilmesine ses çıkarmadıklarını örnekleriyle vermiştik. Ne
ki, liyakatli adam fazla çıkmıyor, güvenilir ve liyakatli olanlar da böylesi
bir dönemde görev almaktan kaçınıyorlardı. Harplerde bir çok
başarısı görülen Boşnak Rüstem Paşa'yı sadrazamlığa getirmek istediler. O ise bu teklifi kesinlikle reddetti.137 Atama konusunda Patrona’nın hoşgörüsü belki
biraz fazla bile olmuş, icraatından dolayı nefret ettiği İbrahim Paşa'nın oğlu
Mehmed Paşa'yı sadece üç gün evinde göz hapsinde tutup, sarayın İzmit'e
sürdüğünü öğrenince, ona haksızlık yapılmasını engelleyerek sürgün yerini
babasının memleketi Nevşehir'e çevirtmiş ve oranın geliri ile geçinmesini temin
etmiştir.
Tabi
bazen merhamet ettiği bu insanlardan mazarrat da görmemiş değil. Örneğin III.
Ahmed dönemi devlet adamlarından olan kıyam döneminin Osmanlı mâliyesinin eline
teslim edildiği İzzet Ali Paşa, kendisinden önce Defterdarlık yapmış olan
merhum İbrahim Efendi'nin yaptırıp her nasılsa devlet hâzinesine geçen sarayını
gasbederek içine çekilip oturmuştu. Olayı duyan Patrona Halil Ağa, derhal
bugünün Maliye Bakanı’nın dengi olan Defterdar Paşa'ya sorar:
Senin
bundan başka evin var mı?"
Var."
Ya
bu evi niçin aldın?"
Bu
ev benim değildir hâlâ hâzineye aittir."
Öyleyse
bu ev bana lazımdır, bu günden sonra çıkıp evine gidesin. Bir girsem gerektir.
Ancak odaların döşemesini kaldırma."
Bu
şiddetli ihtar üzerine o gece Paşa'yı gasbettiği evden çıkmak zorunda
bırakmıştı. Abdi Efendi diyor ki: "Ertesi boşadup evi hâli ködılar, ancak
gelüp girmedi, öylece hali kaldı."138 Osmanlı maliye bakanının elinden evi ancak bu
yöntemle kurtarmıştı Patrona.
Yukardan
beri anlattığımız örnekler göz önünde tutulursa, malı müsadere edilip evi
yağmalanan insanlar mimli insanlardı ve bu işlem çoğunlukla kadı İbrahim
Efendi'nin izni ve fetvası üzerine yapılmakta, almanlar ise kişilerin cebine
girmeyip ekseriyetle halka dağıtılmaktaydı. Tabi bazen de, paşası' böyle gâsıp
olan bir toplumda, çapul yapıp kimi konaklara soygun düzenleyen, soysuzlar da
çıkıyordu.
Suikasd
Yeniçerilerin
isyana destek değil artık köstek olmaya başladıklarını belirtmiştik. Durum
gittikçe aleyhlerine dönüyor, yeniçeriler ve İstanbul'daki zorba soyguncular
kent halkına rahat vermeyip çeşitli soygun ve ahlaksızlıklara karışıyor, eskisi
gibi kıyamcılar eliyle Etmeydanı'ndan değil artık saraydan yönetilmeye başlayan
kentin bu sorunları halledilemiyordu. Durum yavaş yavaş yine eski halini almaya
başlamış, bizzat yeniçeriler fırsat bu fırsattır deyip denk getirdikçe mal ve
para gasbma yönelmişti. İbrahim Efendi ve Patrona bu duruma ellerinden
geldiğince engel olmak istiyorlar, lâkin onlarla başa çı ,
kamıyorlardı. Kamuoyu bu yapılanların suçlusu olarak isyan ekibini
görüyor ya da suçu yapan veya yaptıran birileri bunun böyle olmasını arzu
ediyordu.
Padişah’ın
yazdığı ferman kıyamcılarm da canına minnet olmuştu. Fermanı,
ayaklanmanın manevi lideri İbrahim. Efendi bizzat kendisi Etmeydanı'nda
tüm kalabalığın huzurunda okudu:
"Yeniçeri
ve Cebeci ve Arabacı ve Sipah ve Silahtar ve sair kullarımın kanun üzre
bahşişlerini sîzlere tamamen verdim. Bu günden sonra Etmeydanı'nda olan
çadırları bozup herkes odalı odasına girsin."139
Bu
fermanı dinleyen yeniçeriler ve diğer askeri birlikler "baş göz
üstüne" diyerek çadırlarını söküp yerlerine taşındılar. Ancak bir kaç gün
sonra ikindi sonu, maktul İbrahim Paşa'nın kethüdası Kara Mustafa ve Mumcu Uzun
Abdi'yi meydanda parça parça ettiler. Bunun ardından, yaptıklarının cezasından
korkarak Şeyhülislam'a varıp durumu arzedip yalvardılar. Kendilerine''bir zarar
gelmemesini garanti ’ etmek için İbrahim Paşa döneminin azledilmiş ilmiye
ricali eliyle isteklerinin kabulü halinde uslu duracaklarına dair "hucceti
şeriyye" yazdırıp saraya gön
derdiler.
Padişah da "ellerine verilen şer'î delil gereğince amel etsinler"
kaydını düştüğü bir hattı İbrahim Efendi eliyle yeniçeri ağalarına gönderdi.
Yeniçeri ağaları da bu sözleşmeye uyacaklarına dair yemin ettiler. Sözleşme
şöyleydi:
"İçlerinden
biri her hangi şekilde bir fesat ve zorbalık yapacak olursa o kişiyi kendi
elleriyle yakalayıp fırsat vermeden subayları eliyle cezasını verdirecekler. Ve
artık toplulukla Paşa Kapısı'na varıp devlet işlerine karışmayacaklar." Bu
sözleşme "şer'î bir delil" sayılıp "şer'î sözleşmeler defteri
"ne kaydolundu.140
Burada
dikkat edilecek konu isyancılarla yeniçerilerin adeta karşı karşıya
gelişleridir. İsyancılar artık halkı taciz etmeye başlayan yeniçerilerin bu
hareketlerine bir son vermek istiyorlar ve bunu yapacak güçleri olmadığı için
Padişah'a ferman yayınlatıyorlar. İsyan lideri İbrahim Efendi eliyle okunan bu
ferman üzerine dağılan yeniçeriler bir kaç gün sonra meydanda bir kaç adamı
parçalayarak verdikleri söze sadakat göstermiyorlar. Elbette bu durumda onları
cezalandıracak olan isyanın İstanbul kadısı ve ayni zamanda isyanın manevi
önderi olan İbrahim Efendi'dir. Onlar da zaten tavassut için İbrahim Efendi'ye
değil öldürülen İbrahim Paşa'nın görevden alınmış 'lâleci' mollalarına
gidiyorlar. Buranın altım çizmek gerek. Padişah ise yeniçerilere, bundan böyle
yazılı şartlara'uydukları takdirde suçlarını bağışlayacağına ve canlarına
dokunmayacağına ilişkin bir belge imzalıyor. Bu belgeyi de yine İbrahim Efendi
aracılığıyla iletiyor. Bu demektir ki serdengeçtiler gerekli noktalara dürüst
isimleri yerleştirip laleci iktidarı hükümetten uzaklaştırdıktan sonra
ortalıktan çekilmek istiyorlardı.
Yeniçerilerin
kadîm gelenekleri üzere huysuzluğu ve çapulu bırakmamaları, olurolmaz
görevlilerin işlerine karışmaları, sonunda iki tarafı karşı karşıya getiriyor.
Patrona Halil'e, bir ara yeniçerilerin serdengeçtilere karşı komplo kurdukları
haberi gelir. Patrona Halil yeniçeri ağalarına:
"Odabaşılar
ve ihtiyarlar! Bizler sizin yoldaşınız olduğumuzda ne şüpheniz vardır. İmdi
öyle ise siz yeniçeri olasınız da Paşa Kapısı'nda ve Ağa Kapısı'nda her gün
niçin varıp umurı Padişahîde 'şöyle olsun' dersiniz? Bundan sonra eğer
yoldaşımız iseniz herkes odasına gelsün ve bir daha önemli devlet işlerine
karışmak olmaz ve eğer sözümüz ısga olunmaz ise bizler dahi işimizi
biliriz." deyip söz konusu komploculara cevap vermiş, onlar da başlarına
gelecekten korkarak odalarına girmişlerdi.141
Abdi
Tarihi'nden sadeleştirerek aynen aktardığım bu sözlerden de anlaşılacağı gibi
Patrona Halil, İbrahim Paşa ve ekibinin tasallutundan kurtulan halkı bu kez de
yeniçerilerin zulüm ve tasallutundan korumaya çalışıyordu.
Bütün
bu çabalarının karşılığını, tarihi 'tahrif' etmeye memur tarihçilerce
"zorba, baldırıçıplak ve yobaz" ilan edilerek görecekti. İhanet
sadece bugüne has bir olay değil; ihanetlerin en büyüğü tarihe karşı
işleniyor...
Patrona
Padişah'a verdikleri ahdi bozan yeniçerileri uyarırken sanırım onların yaptığı
her yanlışın faturasının kendisine çıkacağını biliyordu. Öyle de oldu. Tüm
tarihte görüldüğü gibi sefihlerin yaptıklarının cezasını, ona layık olan bir
başkaları, namuslu insanlara yüklediler.
Serdengeçtilerin
varlığından rahatsız olan zümre sayısı üçe çıkmıştı; Padişah kendi iktidarına
ortak oldukları için onları istemiyor, bürokratlar serdengeçtileri zevk, sefâ
ve sömürülerine engel görüyor, yeniçeriler ise onlar yüzünden serbest hareket
edemediklerinden yakmıyordu.
Padişah
serdengeçtilere karşı komplo hazırlayacak ekibi oluşturma işini Daru'sSaâde
Ağası Beşir Ağa'ya verdi. O da bu gibi karanlık işler için biçilmiş kaftan olan
Kabakulak İbrahim Ağa ile anlaştı.
Koca
devletin kimlere karşı kiminle anlaştığını öğrenmek için bu İbrahim Ağa’nın
siciline bakmamız gerekiyor;
Eski
sadrazam Mehmed Paşa’nın ve Köprülüzade Abdullah Paşa’nın Mısır valilikleri
sırasında onların kahyalığını yapmış, hazine hesabına
gasbettiği paraların tahsili ya da boynunun vurulması için III. Ahmed'in son
günlerinde İstanbul'a davet edilmiş, tabi kıyam kargaşalığından yararlanarak
boynu vurulmaktan kurtulmuş ve yaptıkları yanma kalmış. Mısır'da çeşitli
valilere kethüdalık yaptığı sırada bir çok insanı
öldürmesiyle tanınmış, Mısır'da hükümet hesabına bir hayli para müsadere ederek
Yirmisekiz Çelebi'yle İstanbul'a göndermiş. Elinin uzunluğuyla bilinen Damat
İbrahim Paşa, gönderilen bu iki bin kesenin ancak üç yüz kesesini hâzineye
teslim etmiş. III. Ahmed> bu işte bir bit yeniği olduğunu paranın
azlığından anlayarak hesabını sormak üzere İbrahim Ağa'yı İstanbul'a çağırmış,
lâkin kente gelişinde en hareketli günlerini yaşayan kıyam, İbrahim Paşa’nın
Padişah emriyle boğdurulmasıyla sonuçlanınca o ifade verememiş, İbrahim Paşa da
teslim etmediği keselerin hesabım vermekten kurtulmuştu.142
İnsan
öldürmekteki ustalığı sebebiyle komplo görevi işte niteliklerini özetlediğimiz
bu adama verilmiştir. Planın başarıya ulaşması için ikinci bir kol da saray
dışında eyleme geçmiş, bu kolun liderliğini yapan Kırım eski hanlarından Kaplan
Giray, Patrona Halil'in kendisine olan hürmetini kötüye kullanmıştır.)
Bu
arada sarayda, Rusya'ya harp ilan edilmesi gündeme gelmiş, ya da sûnî olarak
getirilmiş, Patrona Halil ise bu fikri hararetle desteklemiştir. Sanırız kıyam
lideri İstanbul'un entrika ve dalavere kokan ortamından uzaklaşıp, gönlünde
yatan arslanı, yani büyük cedleri gibi serhadlerde kafirlerle
savaşmayı istiyor, bunu da ancak bu yolla gerçekleştireceğini sanıyordu. Hatta
kendisine ordu verilecek olursa, bu sefere seve seve katılacağını söylüyordu.
Bu arada ZülâlıHaşan Efendi'nin şahsi intikam hisleri bir türlü bitmek bilmiyor,
ha bire personel değişimi istiyordu. Tabi bunun faturası da Patrona'ya
çıkarılıyordu. Nihayet kıyam liderlerinirf de katılacağı, sarayda yapılacak
olan toplantı günü gelip çatmış, suikast uygulamakla görevli Kaptan Mehmed
Paşa, Kaplan Giray, İbrahim Ağa, Pehlivan Halil Ağa gibi adamlar 25 Kasım 1730
günü toplantı saatiıİften önce baştan ayağa silahlı otuz kişiyi toplantının
yapılacağı salonun çeşitli yerlerine saklamışlardı. Kimi tarihçiler suikastin
bu tarihten önce planlandığını, ancak o gün gelmesine kesin gözüyle bakılan
Patrona Halil'in her nasılsa toplantıya gelmemesi yüzünden planın ertelendiğini
yazar.
25
Kasım tarihinde kıyamcılann manevi lideri İbrahim Efendi, Anadolu Kazaskeri
Zülâlî Haşan Efendi, Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi,
serdengeçtilerden Patrona Halil, Muslu Beşe ve askerlerden Kel Mehmed Ağa,
Sekbanbaşı Urlu Murtaza Ağa gibi isimler toplantıya gelmişlerdi. Bu arada
İbrahim Efendi'yle Patrona Halil atları üzerinde yafıyana saraya gelirken
tuzağı haber alan kadı yardımcısı Kudsîzâde bir pusula yazarak acele bunu
Patrona'ya yetiştirmesi için uşağın eline verir. Uşak sarayın birinci avlusunda
Patrona'ya yetişterek pusulayı teslim eder. İbrahim Efendi'nin pusulanın
içeriğini sürekli sormasına rağmen "senin naibin iş istiyor herhal"
diyerek pusulayı iltimas teskeresi zanneder ve okumadan cebine koyar.1
Sünnet
Odası'nda toplanan tüm devlet adamları ve kıyamcılar yerlerini alınca toplantı
başlamış, ilk elde İran sorunu görüşülüp karara bağlanmış, ardından serdengeçti
liderlerine verilen yeni rütbe ve görevlerin dağıtımına sıra gelmişti. Hil'at
giyme töreni için ayağa kalkıldığında önce Pehlivan Mehmed, ardından dolaplar,
perdeler ve kapılar ardına gizlenmiş pürsilah adamlar İliç bir şeyden haberi
olmayan serdengeçtilerin üzerine atılmış. Hil'at giyeceği için tüm silahlarını
bırakan Patrona Halil Ağa, elbisesinin altında sürekli taşıdığı küçük bir
hançerle kendini korumaya çalışmış, lâkin hep birden üzerine çullanan
adamlardan biri önce sağ kolunu koparmış, daha sonra kafası gövdesinden
ayrılarak öldürülmüştür.143
144
Diğer
serdengeçtiler de aynı şekilde katledilmiş, İbrahim Efendi, Zülali Haşan Efendi
ve Abdullah Efendi ise ulema sınıfından oldukları için yaka paça zindana
götürülmüş, dışarıda liderlerini bekleyen serdengeçtiler ise göreve tayin
edilme yalanıyla teker teker içeri alınıp boyunları vurulmuştur.1
Zindana götürülen ulemaya gelince; Bunların da öldürülmeleri önceden'
kararlaştırıldığı halde her nedense önce zindana oradan da Abdullah ve Zülali
Efendiler Marmara'ya doğru götürülürken yolda katledilip cesetleri denize
atılmıştır.145 146 İbrahim
Efendi'nin ise akıbetinden haber alınamamıştır.
Tepkiler
Bu
resmi suikastın ardından İstanbul'da korkunç bir devlet terörü estirilmiş,
halkın ve özellikle esnaftı Patrona'yr sevip desteklediği bilindiğinden,
esnafın bu komployu protesto etmesi "her kim dükkanını kapar ise aman
verilmeden dükkanının önüne asılır"147 diye tellallar çıkartılmış ve şiddette bun, dan aşağı kalmayan bir de "hattı hümayun"
yazılmıştır: "Eşkiya reislerinin tümü padişah kılıcının gazabına
uğramışlardır. Bundan böyle her nerede onlardan bir ferd ya da yardımcılarından
bir namert bulunursa öldürüle, söz konusu taifeden bir kişiyi saklayanlar
kapısının önüne aşıla."148
Halkın
onlara yapacağı yardıma kesin gözüyle bakan yönetim, böylesine aşırı
tehditlerden medet ummuştu.
Halk
arasında bir destan olan serdengeçtilerin böyle hain bir komploya kurban
gitmeleri unutulmamış, onların kanını dava etmek için aynı yılın Ramazan ayının
on beşinde aniden başlayan isyan dalga dalga yayılmış kısa zamanda on bine
ulaşan topluluk ancak Sancakı Şerif çıkarılıp asker sevkedilerek dağıtılmıştı.1
Bu başkaldırı denemesinin lideri Devri Can adında biriydi. O
da ele geçirilerek öldürüldü.149
150 151
'
Serdengeçtilere
kurulan tuzaktan az bir süre sonra Derviş Gonca adında bir kişi yanındaki
arkadaşlarıyla birlikte "Ey Muhammed ümmeti! Şeriatın emri olmadan
şahbazları katlediyorlar!" diye bağırarak kıyamcıların intikamını almak
için 1143 yılı Ramazanının 17. Pazar gecesi ayaklanmışlardı. Bunlar Padişah’ın
ve erkanının Hırkai Şerif ziyareti için saraydan
çıktığı zaman sarayı basıp suikastin öcünü almayı düşünüyorlardı. Günlerce
süren ayaklanma yine Sancakı Şerif ve asker şevkiyle bir gecede üç yüz kişi
öldürülmek suretiyle bastırıldı. Derviş Gonca da sonuna kadar direnerek yakayı
ele vermiş ve asılmıştık
Destari
Salih bundan bir yıl sonra bir ayaklanma daha olduğunu yazar.152
Patrona
Halil kıyamından çok sonraları kopacak olan Kabakçı İsyanı, Patrona Kıyamı'na
benzemeşe de bu İsyan’ın da batıcılığa bir tepki olduğunu Ahmet Refik'in
"garp medeniyetini arzu etmeyenler" değerlendirmesinden ve daha başka
emarelerden anlıyoruz.1
Halkla
ulemanın, batıcı bürokrat ve aydınlara karşı gerçekleştirdiği Patrona Halil
Kıyamı Fransız İhtilali'nde olduğu gibi bir sistem değişikliğiyle sonuçlanmadı.
Bu kıyam süresince İstanbul'da sarayın kaim duvarlarını delen serdengeçtiler,
ulemayı ve halkı yönetimde söz sahibi etmişlerse de, bu durum kalıcı bir şekle
dönüştürülemedi. Gazilik döneminin siyasal yapısına kısa bir dönüş' olan söz
konusu başkaldırı, bu memleketin çağlarüstü İslâmî hareket tarihinde kayan bir
yıldız olarak değerlendirilmelidir. Yine de bu yıldızın kısa süreli
aydınlığında bir çok gerçek açığa çıkmış, karanlıkta
iş gören karanlık güçlerin gerçek yüzü bir nebze de olsa görülebilmiştir. Bu
sebeple başkaldırıdan en çok rahatsız olan 'yarasalar' olmuştur.
Bu
yarasaları besleyip İslam topraklarına kendi adına koyveren Batı, bu
ayaklanmayı hiç sevmemiş ve serdengeçtiler hakkında’ en hakaretamiz
nitelemeleri onlar yapmış, attıkları iftiralarla, menfaatlerine kesat getiren
kıyam liderlerini gözden düşürmek istemişlerdir:
"Bu
ihtilale sebep olanlar her türlü hakaret ve sövgüye layıktırlar."153 154
Kafadarlarına
bu komutu veren bir haçlı/Fransız aydını. Onun
izinden giderek bir dediğini iki etmeyen, Batı’nın içimizdeki devşirmeleri olan
batıcılarsa, efendilerinin emrini yerine getirerek Kıyam'ı yapanlara her türlü
hakaret ve sövgüyü reva görmüşlerdir. Böylece efendilerine olan sadakatlerini
isbatlamışlardır. Onun için bu hareketin liderlerine "yobaz" ve
"gerici" damgası vurmak sonraki yıllarda moda halini almıştır.
Bütün
bu saptırma yaygaralarından dolayı OsmanlI'daki bü başkaldırıları namusluca
değerlendiren çok az insan çıkmıştır. Bunlardan biri olan bir Cumhuriyet aydını
şu haklı tesbiti yapar: "OsmanlI'nın bütün reform ve batıcılık
aldatmacaları arkasında, "gericilik" sıfatının asıl sahibi IIL Ahmed
ve Damat İbrahim Paşa ve Şair Nedim Efendi gibi kişilerde simgeleşen Lale Devri
zihniyeti ve bu zihniyetin temelini oluşturan sosyoekonomik düzendir. /.../• Son Osmanlı Padişahı’nın bir 'düşman' gemisine binerek
ülkeyi terketmesi ve bu geminin bir 'batı' ülkesinin gemisi olması tarihsel bir
raslantı değil, fakat Osmanlı’nın batıya gördüğü hizmetin bu padişahm
kişiliğinde batılı güçler tarafından ödenen küçük bir karşılığıdır."155 Bu tesbitler
hepten haksız değil; lâkin Yazar'dan 'düşman' gemisine binen bir kişiye karşı
gösterdiği hassasiyeti koca bir ülkeyi ve halkını aynı 'düşman’ın gemisine
zorla bindirenlere karşı da göstermesini beklerdik. Değilse ötekisi, tek
yanlı ve 'ucuz yiğitlik' olarak değerlendirilecektir.
Batıcılardan
biri olan Ahmed Refik, isyan sonrasını şöyle tasvir ediyor:
"Devletin
haysiyetini kıracak isyanlardan artık eser görülmedi. Fransız elçisi Vilnöv'ün
gayreti sayesinde Türklerin Rusya ve Avusturya ittifakına karşı Fransa ile
birleşmesi Türk siyasetinin muvaffakiyetini temin etti. Sâdabâd ziyafetleri
tekrar başladı. Gene eskisi gibi elçilere ve beyzadelere parlak ziyafetler verildi.
İstanbul halkı felaket ve musibeti pek çabuk unutmuş/herkes zevk ve sefasına
koyulmuştu. İbrahim Paşa’nın tantanalı saltanat kayıklarına, saray halkının
sırmalı ve ipek esvaplarına mâkes olan sahiller, gene şevk ve neşat içinde
medid teranelerle çınlıyor, Defterdar bağçelerinin gönül açan tarhlarını
süsleyen rengin laleler İbrahim Paşa devrinin rengin birer hatırası gibi hisli
gönüllerde sönmez teessürler uyandırıyordu."156
Bu
satırlar 1912 yılında yazılmış. Bu satırların yazarının çok değil sekizon yıl
içerisinde o çok sevdiği ve hayranlık beslediği batıklar tarafından, ülkesinin
aç köpekler gibi parçalandığında, hâlâ hayranlığının sürüp sürmediği meraka
değer doğrusu.
Gerçekte
merak etmeye gerek yok. Biliyoruz ki o zihniyet, ırzına geçen zorbaya aşık olan aptal kız sendromuna tutulduğu için, hâlâ batıya
hayrandı. İki yüz yetmiş yıllık bu sendromun kısa
özeti şöyle:
Osmanlı'da
Batılılaşma III. Ahmed döneminde İbrahim Paşa ve ekibi tarafından başlatılır.
Osmanlı
isimli bu yaşlı güzel fethettiği beldede gördüğü bu genç Batı'ya âşık olur. Ne
ki, sadece kendisine değil her şeyine âşık olduğu bu gencin gösterişli
cüssesinin altında, ne zorba bir karakter yattığından haberi yoktur. Yasak
aşkın basiretini bağladığı yaşlı güzel, maddimanevi tüm değerlerini, yani
ırzını bu zorbanın hoyrat ellerine teslim eder. Osmanlı ile Batı arasında
gerçekleşen bu yasak aşk Lale Devri'yle başlayıp yüz yıl süren bir gebelikle
sonuçlanır. Tanzimat'la gelen doğumun adıdır batıcılık. Doğumundan bir yüz
yıl daha geçtikten sonra'rüştünü ispatlayan bu çocuk, gözlerinin önünde, gayrı
meşrû babası tarafından anasının öldürülmesine şahit olur. O anasına değil
babasına çekmiştir. Bu nedenle anasının öldürülüşüne acımak şöyle dursun, ana
katiline yardımcı bile olur. Kemalizmle anasından geriye ka: lan din, dil, ahlak, kıyafet, kültür, sistem vs. gibi tüm
hatırayı reddi miras ederek gayrı meşrû babasının siyasal ve kültürel
yönlendirmeleriyle söz konusu hatıraların ırzına dönüp bir de kendisi geçer. Bu
cürmünü unutturmak için de tarihi tahrif ederek,, o da
yetmezse yasaklayarak toplumu hafıza kaybına uğratır.
Şimdilerde
gerçekleştirilmeye çalışılan Avrupa Topluluğu'na tam üyelik başvurusu, bu
çocuğun mirastan pay kapabilmek için kendisini gayrı meşrû babasının nesebine
kaydettirme çabalarından başka bir şey değildir. Kendisine teslim olanları,
önce tecavüz edip sonra öldüren bir zamanların genç zorbası Batı ise şimdilerde
ihtiyarlamağa yüz tutmuştur. Tek kaygısı var: Bir türlü unutamadığı o yaşlı
maşukası Osmanlı’nın sahih evlatlarının, bir gün kendisinden analarının kanını
ve namusunu dâvâ etmeye kalkmaları...
KAYNAKÇA
Abdf
Efendi; Abdi Tarihi (1730 Patrona ihtilali Hakkında Bir Eser), Yay. Faik
Reşit Unat, T.T.K. Yay., ANKARA1943.
Ahmed
Refik; Lale Devri, Hilmi Kitaphanesi, 5. tab', İSTANBUL1932.
Ahmed
Refik; Kabakçı Mustafa, Kitaphanei Askeri, üçüncü tab', İSTANBUL1331.
Ahmed
Lütfi Efendi Tarihi; yayınlayan Prof. Dr. M. Münir Aktepe. E. Fak. Mat.
İSTANBUL1984.
Aktepe,
M. Münir; Patrona isyanı (1730), İ.Ü.E.F. Yay.,
İSTANBUL1958.
'
Baykal,
Bekir Sıtkı; Patrona Halil Ayaklanması ile İlgili Kaynaklar Hakkında; IV. Türk
Tarih Kongresi (1948) Kongreye Sunulan Tebliğler, T.K.H. Yay.,
ANKARA.
Berkes,
Niyazi; Türkiye 'de Çağdaşlaşma, DoğuBati Yay.,
İSTANBUL1978.
Danişmend,
İsmail Hami; izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yay., İSTANBUL1972.
Destan
Salih Efendi; Tarih (Destari Salih Tarihi), Yayınlayan: Bekir Sıtkı
Baykal, D.T.C.F. Yay., ANKARA1962.
Hammer,
Joseph Von; Osmanlı Tarihi, çev. M. Ata, neş. A. Karahan. M.E.B. Yayi İSTANBUL1990.
İslamoğlu,
Mustafa; İmamlar ve Sultanlar (Şehid imam Ebû Hanife), Denge Yay., İSTANBUL1990.
İstanbul
Müftülük Arşivi, İstanbul Kadılığı Defterleri, No: I/24.
Koçi
Bey; Koçi Bey Risalesi, sad. Zuhuri Danışman, K. ve T. B. Yay., ANKARA1985.
Küçükçelebizâde,
İ. Asım; Tarih, İSTANBUL1982.
Lewis,
Bernard; Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, T.T.K. Yay., 2. bsm„ ANKARA1984.
Mustafa
Nuri Paşa; Netayicü'lVukûât, Kurumlan ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi,
haz. Neşet Çağatay, T.T.K. Yay., ANKARA1980.
Özek,
Çetin; Deylet ve Din, Ada Yay., tarihsiz.
Pakalın,
M. Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay. İSTANBUL1983.
Reşid
Mehmed; Tarih, İSTANBUL1982.
Soysal,
İsmail; Fransız İhtilali ve Türk Fransız Diplomasi Münasebetleri
(17891802), T.T.K. Yay., ANKARA1964.
Şemdâhizâde
Süleyman Efendi; Müriyyü'tTevârîh, Bayezid Küt.,
Türk Yazmaları Bölümü, No: 5144.
Uzunçarşılı,
İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi, T.T.K. Bas. (Bas.
tarihleri muh.), ANKARA.
Uzunçarşılı,
İsmail Hakkı; Osmanlı Devleti Saray Teşkilatı, T.T.K.‘bas., ANKARA1987.
Yetkin,
Çetin; Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, Say. 3. bas.,
İSTANBUL1984.
Yurdaydın,
H. Gazi; Osmanlı Devleti Saray Teşkilatı, 13001600, Cem Yay., İSTANBUL1988.
Niyazi
Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 4368; Bernard Lewis, Modern
Türkiye'nin Doğuşu, s. 4647; Çetin Özek, Devlet ve Din, s. 384.
Ahmed
Refik, Lâle Devri, s. 23.~30
Fransız
büyükelçisi Lanskom'un İspanya adına casusluk yaptığı anlaşılarak Galata'da
hapsedilmiş, 1592'de serbest bırakılmıştır. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
lll/ll, 206.
Elçi
Filip de Harley bu yüzden çok ağır borçlara girmiş, borcunu ödeyemediği için
görevi bittiği halde İstanbul'daki alacaklıları tarafından rehin, alınmıştı.
Uzunçarşılı, Age., lll/ll, 207.
Uzunçarşılı,
Age., Ill/ll, 211.
Niyazi
Berkes, Age., s. 50.
Age., s. 50.
İsma:'
sal, Fransız İhtilali.ve Türk Fransız Diplomasi
Münasebetleri (17891802),s. 43.
Age., s. 43.
.
Ahmed Refik, Lale Devri,, s. 24.
Age., s. 51.
Age., s. 38.
Age., s. 39.
Age., s. 31.
M.
Münir Aktepe, Patrona İsyanı, s. 4849.
Age., 5. 53.
Age., s. 5054.
Age., s. 55.
Çetin
Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, s. 206.
Hicrf
1134 yılında yapılan Ortaköy Camii İbrahim Paşa'nın damadı. Mehmed
Paşa'nın yalısının çevresini kıymetlendirmek için, 1135'de İbrahim Paşa
tarafından tamamlanan Sâdabâd Camii buradaki sarayların dekorunun bir parçası
olması için, Bebek'te yapılan cami Hûmayunabad kasrının çevre düzenlemesi için,
Hocapaşa'daki sebil, dğretmenevi, çeşme ve hamam, İbrahim Paşa'nın oğlu vezir Mehmed
Paşa'nın konağı civarını imar için, 1140'da harabeye dönen Pırlağa Mescidi
yerine kondurulan Fatma Sultan Mescidi, sözkonusu sultanın sarayının çevre
düzenlemesi içindi. Aktepe, Ağe., s. 48.
Age., s. 46.
Age., s. 57.
Age., s. 46.
Age., s. 52.
İsmail
Hami Danişmend, izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi; IV/19.
Lale
Devri, s. 32.
Age., s. 17.
Age., s. 4546.
Ahmed
Refik, galiba kafadarlarına iltimas geçiyor. Yoksa bir tarihçi olarak ilk defa
Namık Kemal, tarafından tenkit maksadıyla Lale Devri diye adlandırılan bu
dönemin hiç de "sulh ve müsalemet" dönemi olmadığını, aksine İran
cephesinde hergün bir yenilgi haberinin alındığını bilmiyor olamaz.
Age., s. 41.
Aktepe,
s. 64.
2'.
Küçükçelebizade i. Asım Efendi, Tarih (Raşid Zeyli), s. 439.
Age., s. 613.
"...
bâzı yaramaz avratlar intihazı fırsat ve sokaklarda halkı idlal kastına izharı
zlb ü zfnet ve libaslarında gûnâgûn ihdâsı bid'at ve kefere avratlarını
takliden serpuşlarında ucube hey'etler ile nice üslûbu ma'yûb ibda' ve âdâbı
ismet bi'lkülliyye meslûb olacak mertebe kıyafetler ihtira' etmeleriyle... türlü türlü hey'eti şenia ve^kıyâfeti fazihaya mütesaddf ve
birbirini görerek bu halet ehli ırz ve ismet olanlara da âdet olmak
mertebelerine müeddf olmağla ümmeti Muhammed'i idlal ve ifsada sebep ve ehli
ırz ve şahibei ismet olanlara dahf ittihadı kıyafetten nâşi şenâetleri
sirayetine bâdf olduğundan maada, nisvan kocalarına teklifi ham ve muhılli edep
olan bid'atı seyyieleri üzere elbisei nevzuhur tedarikine ikdam ederek zfkudret
olanları zükûr ve nisâya haram olan israfı mal ve itlafı melal ile günahkar ve
kudreti tılmayanlar ve olup bu hâlete rıza vermeyenler eyyamı mübarekede
zevcelerinden müfarekat edecek rütbelere vardığı..." İst. Müftülük Arşivi,
İst., Kadılığı Def. No: 1/24, Var. 12 a.
Şemdanîzâde
Süleyman Efendi, Müriyyü'tTevârih, Varak 344 b.
İzni
âm; İslâmf bir devlette devlet başkanının verdiği ve tüm müslûmanlar için dıru
geçerliliği olan izin.
Şemdanizade,
Age., Varak 34% a.
Mustafa
Nuri Paşa, Netayiai'lVukûât, III/39.
1.
Lale Devri, s. 60.
Bu
yaşantı düzeyi erişilemeyecek bir 'düzey' değildir. Bu satırdaki 'erişmek' ve
'düzey' kelimeleri yazarın önkabul'ünün bir göstergesidir. Farkında ya da
değil, yazar da bu tip bir yaşantıyı bir yücelik, bir yükseklik olarak görüyor.
Bu yaklaşım da halkı tanımamanın bir sonucu, Mantık yanlış
bir kere. Halk bu kepazelikleri 'erişilecek' bir 'düzey' olarak
görmüyordu ki: inançlı halk için bütün bunlar bir rezalet, bir alçalış, bir
bayağılık anlamını taşıyordu.
Çetin
Yetkin, Age.,. s. 212.
Lale
Devri, s. 61.
Saray
tarihçilerinin çoğunlukla başvurdukları bu 'yorum' yöntemi, okuyucuyu,
farkettirmeden şartlamaya yönelik bir taktik. Bu taktiğin çok sivri örnekleri
var. Bir örnek: Konunun ilk kaynaklarından Destari Salih Tarihinde Patrona
Halil'den "hammamı fısk u fücurun çıplaklarından" (s. 7) diye
söz edilirken, olay günü çıkarılan sancağın altına gelen çok az insandan bazı
tellak ve hamamcılar için ise "hamamı tabbahanei şehriyârî
külhânîsi" (s. 42) biçiminde söz edilmektedir.
Lale
Devri, s. 61.
Age., s. 62.
1.
Küçükçelebizade, Tarih, Varak 397398.
Destarî
Salih Tarihi; Tebyiz:
Salahf Efendi, s. 3.
64
Aktepe,
s. 18.
Age., s. 3839.
Crouzenac'tan
nak. Aktepe, s. 100.
Abdî
Tarihi (1730 Patrona
ihtilali Hakkında Bir Eser), s. 2122.
Aktepe,
s. 96.
Abdi
Tarihi, s. 2627.
Aktepe,
s. 96.
Aktepe,
s. 109.
Age., s. 152153, 71. dipnot.
Daha
sonra affa uğradığı halde İbrahim Paşa'nın korkusundan İstanbul'a gelemeyen bu
zat, ancak Patrona Halil isyanıyla başkente .dönecektir.
Raşid
Mehmed, Tarih, Varak 286.
M.
Nûri Paşa, Age., III/40.
Abdi
Tarihi, s. 26.
Şemdanizade,
Varak 344 b.; Küçükçelebizade, Varak 327.
Şemdanizade,
Varak 345 a.
M.
Nuri Paşa, Age.r tll/38 "... bâ husus
helva sohbetlerinin lâle çerağlarının tahtında bir takım fuhşiyyat
mervf..."
Age., III/39.
Destari
Salih, s. 2.
Age., s. 3.
"Canı
cehenneme, teni toprağa."
Destarî
Salih, s. 17, 28.
"dinsiz,
imansız"
Ahdî
Tarihi, s. 26.
Age., s. 26.
Age., s. 26.
Patrona:
Bahriye feriki (Amiral) rütbesinden olanlara verilen unvandır. Latince
"patranus"tan alınmadır. Osm. Tarih Ter. ve
Dey. Sözlüğü, M. Zeki Pakalın.
Şandvvich'den
nak. Aktepe,.s. 132.
Abdi
Tarihi, s. 29.
Aktepe,
s. 133.
M.
Münir Aktepe, Patrona İsyanı (1730), İ.Ü.E.F. Yay.,
İst., 1958.
Age., s. 157.
Abdi
Tarihi, s. 29.
M.
Nuri Paşa, Age., III/39.
Muslu
Beşe aslen Niğbolu'nun Rusçuk kazasına bağlı Karalar köyıindendir. Abdi onun
önceleri yeniçeri ocağında zağarcı bölüğüne mensup bir asker olduğunu, sonradan
ocağı terkettiğini yazıyor.
Aktepe,
s: 134.
Abdi
Tarihi, s. 29.
Aktepe,
s. 136.
Lale
Devri, s. 128.
Abdi
Tarihi, s. 30.
.
Destari
Salih, s. 7.
Abdi
Tarihi, s. 28.
Age., s. 30.
Destan
Salih, s. 8.
İmamlar
ve Sultanlar, s. 61.
Aktepe,
s. 139.
Age., s. 139.
Abdi
Tarihi, s. 31.
Destari
Salih, s. 9.
M.
Nuri Paşa, Age;, ill/39.
Destari
Salih, s. 9.
Uzunçarşılı,
O.T., IV/207.
Destan
Salih, s. 10.
Age., s. 11.
Aktepe,
s. 144.
Destari
Salih, s. 11.
Age., s. 11.
Lale
Devri, s. 137.
Destan
Salih, s. 11.
Age., s. 12.
Lale
Devri, s. 129.
• ■
Age., s. 129.
Aktepe,
s. 157.
I?
Lale
Devri, s. 138.
Destari
Salih, s. 13.
Age., s. 14.’
Alaturka
saatle saat on buçukta boğulup Babı Hümayun'dan dışarı atılmalarını emreden
ferman görevlilere ulaşınca İbrahim Paşa'nın durumunu şöyle tasvir eder
Destari: "İbrahim Paşa ölüm sarhoşluğunun acısını ve kederini dağıtmak
için zehir bardağını şiddetle kavramış olarak ümidinin kesildiği son noktaya
kadar bekledi. Ama can alan ip nefes borusuna dolanınca ölü bir yılan gibi
büklüm büklüm olup ağzından köpükler saçarak çok zor bir biçimde can verdi, (s.
16.)
Age., s. 16.
Bekir
Sıtkı Baykal, Patrona Halil Ayaklanması İle ilgili Kaynaklar Hakkında; IV. Türk
Tarih Kongresi (1948). x
Aktepe,
s. 152.
Age., s. 151.
"Lâkin
demi âhirinde cânibi Perverdigâra tazarrû ve istiğfar eylediğin
söylediler." Destari, s. 16.
Destari
Tarihi, s. 16.
Age., s. 17.
Abdi
Tarihi,,
s. 39.
Age., s. 39.
Age., s. 39.
■
5. Lale Devri (Dfvanı Hümayun Mühimme Defterinden nak.), s. 142.
Söz
konusu kaynaklar için bak.: M. Münir Aktepe, Patrona
isyanı, s. 152.
Abdi
Tarihi, s. 40.
Abdi
Tarihi, s. 41; Destan',
s. 18; Lale Devri, s. 143144.
Destan,
s. 21.
Abdi
Tarihi, s. 45.
Lale
Devri, s. 152.
Destari,
s. 20.
Lale
Devri, s. 158.
Şemdanizade,
Müriyyü'tTevarih, Varak 348 b.
Abdi
Tarihi, s. 4647.
Aktepe,
s. 161.
Lale
Devri, s. 150.
Age., s. 150.
Abdi
Tarihi, s. 52.
Age., s. 5152.
Abdi
Tarihi, s. 47.
Age., s. 48.
Age., s. 54.
Şemdanizade,
Varak 350 a.
Abdî,
s. 5657.
Destârî,
s. 28; Abdî, s. 57.
Abdî,
s. 57.
Uzunçarşılı,
Zülâlf Haşan Efendi'nin Karadeniz’de değil de Girit’e sürgün edilip orada
katledildiğini kaydeder.
Abdî,
s. 58.
Destârî,
s. 32.
Age., s. 3740.
Age., s. 41.
Abdî,
s. 46.
Destârî,
s. 43.
Ahmed
Refik; Kabakçı Mustafa, s. 11. Ahmed Refik kitabının bir başka yerinde şöyle
der: "Kabakçı, garb medeniyetini arzu etmeyen, ihtiraslarına mani olan erkanı devleti mahvetmek isteyen garazkar, aç ve cahil bir
kitleye rehber oluyordu." (s. 1213.)
Graf
Marsilli; İstanbul'da 1730 ve 1731 Senelerinde Vuku Bulan Kıyamlara Dair
Malumat, s: 297.
Çetin
Yetkin, Age., s. 222223.
Lale
Devri, s. 164.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar