Print Friendly and PDF

Mustafa İslamoglu...Serdengeçtiler Hareketi! Bir Halk Kıyamının Anatomisi

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: MUSTAFA İSLAMOĞLU

SÖZBAŞI

u memleketteki iki yüz yetmiş yıllık ihanetin adı olan batıcılık, ilk kez 'Lale Devri'yle başlar. Bu sefahat döneminde OsmanlI'nın üç yüz elli yıllık fütûhat geleneği İbrahim Paşa marifetiyle değiştirilerek, Osmanlı orduları Batı'nın sırtından alınıp Doğu'nun müslüman halkları üzerine yönlendirilir. Sefahat ve fuhuşta kör bir batı taklitçiliği başlatılarak Fransızlar'a bir hayli imtiyaz tanınır. İbrahim Paşa eliyle Kağıthane'ye kondurulan kasrlar çok geçmeden bir işret ve fuhuş yuvasına döner ve toplumsal ahlak bozulur. Bugünkü sistemler sporu, müziği, piyangoyu ve televizyonu nasıl halkı uyutma amacına matuf olarak kullanıyorlarsa o günün yönetimi de lâle, atlıkarınca, salıncak ve dolapları aynı amaca matuf olarak kullanır.

Bütün bunlara bir tepki olarak Serdengeçtiler Hareketi (Patrona Halil İsyanı) ortaya çıkar. Bu hareket batıcılıkta ilk adım sayılan Lale Devri politikasını reddeden ulemahalk ve asker üçlüsünün, sırt sırta vererek, milletin başına çöreklenmiş olan bir avuç mutlu azınlığı temsil eden saraydevşirme/kul bürokrasisi ve şair/aydın üçlüsüne karşı verdiği bir mücadeledir. Bu mücadeleden yerli güçler galip çıkmışlarsa da bu galibiyet sürekli bir başarıya dönüştürülememiştir. Batıcılığın bu ülkedeki pîri İbrahim Paşa'nın takkesini düşürüp onun gizli kimliğini ortaya serme cür'eti gösteren Müderris İbrahim Efendi, Patrona Halil ve serdengeçtiler, bu 'cürümlerinin' cezasını bir devlet sûikastine kurban giderek çekmişler ve her şey yine eski halini almıştır.

OsmanlıBatı ilişkilerini IslâmBatı ilişkilerine eşitlemek batıklar için mazur görülse de batıcılar için mazur görülemez. Çünkü Osmanlı, bir tarihten sonra bu topraklara Islâm'ı taşıyan güç olmaktan daha çok, Batı'yı ve batılı değerleri taşıyan bir güç olarak önümüze çıkmaktadır. Bu gerçek güneş gibi ortada dururken batıcıların isterik bir edayla Osmanlı'ya sövmelerini bir tek şeyle izah edebiliriz: Kronik Islâm düşmanlığı...

Batıcılar işte bu noktada'cehaletlerinin kurbanı ve kinlerinin esiri olmaktadırlar. Osmanlı'nın Batı'ya olan platonik aşkı sonucunda onunla girdiği gayrı meşru ilişkinin mahsulü olan batıcılar, Osmanlı'ya sövmekle gayrı meşru analarına sövdüklerinin farkında mıdırlar? Aslında onları tuzağa düşüren şey yine batıcıların mantığıyla Osmanlı'yı İslam'la eşitleyen Osmanlı övgücüsü muhafazakarların bu davranışlarıdır. Etki-tepkinin ürünü olan bu iki düşman anlayışın ikisi de Osmanlı'yı Islamla eşitleme konusunda garip bir birliktelik sergilemektedirler.

Batıcıların oyununa geldiği muhafazakar mantığın en büyük açmazı ise, Osmanlı'nın, son ikiyüz yılında, bu sapık sevgi uğruna tüm maddi ve manevi değerlerini Batı'ya peşkeş çektiğini göremeyerek bir övgü sendromuna tutulması.

Sövgü ve övgüye dayalı bu iki yanlış arasında kaynayıp giden şey Osmanlı gerçeğidir. Elbette Osmanlı'yı sevmek, bir müslüman için Osmanlı'daki İslâmî sevmek anlamını taşır. Bir batılı ve batıcı için Osmanlı'yı yermenin anlamı ise kronik İslam düşmanlığıdır. Ancak Islâm'ın siyâsi değişmez değerlerini tanıyan aklı başında hiç kimse, Osmanlı'yı İslam'la eşitlfeyemez.,Belki belirlediği "Nebevî siyaset"in şaşmaz mihengine vurur, bu Nebevî siyasetle örtüşeni kabul, örtüşmeyeni reddeder. Hem Osmanlr'yı sevmek İslâm'ı sevmenin şartı olsaydı ateist olduğunu saklama “gereği bile duymayan 'din düşmanı' kimi isimlerin 'Osmanlı hayranlığı'™ nasıl açıklayacaktık?

Osmanlı elbette eleştirilecektir. Ümmetin büyük bir bölümünü yüzyıllarca siyasal şemsiyesi altında barındırmış bir yapı, hatasıyla sevabıyla Islâm ümmetinin tecrübe dağarcığına aktarılmıştır. Bize düşen bu engin tecrübeden yararlanabilmektir. Çağdaş İslâmî hareketin Osmanlı'dan alacağı çok ders vardır.

Bir şeyi eleştirmeyi ona hakaret kabul eden çarpık anlayış şu satırları nasıl karşılar dersiniz:

".. Velhasıl şimdiki halde reaya (halk) fukarasına olan zulüm hiç bir tarihte, hiç bir. iklimde, hiç bir padişah memleketinde olmamıştır. İslâm ülkelerinde bir memlekette bir kimseye zerre kadar zulüm olsa ceza gününde padişahlardan sorulur. Vezirlerden sorulmaz. "Ben onlara sipariş ettim” demek Cenabı Hakkın huzurunda cevap olmaz. Zulüm görenin ahi hânümanlar harab eder. Zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa boğar. Küfür ile âlem durur zulüm ile durmaz. Velhasıl Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker iledir; askerin ayakta durması hazine iledir; hâzinenin ayakta durması halk iledir; halkın ayakta durması ise adâlet iledir. Şimdi âlem harap, halk perişan, hazine noksan üzre, kılıç erbabı bu halde. Bir yandan İslam memleketleri elden gitmekte. Yine tedbiri görülmez, ilacı sorulmaz, çeşitli sefahat eksilmez. Bu gaflet ne gaflettir?"

' Bu yürekli satırlar XVII. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı münevveri olan Koçi Bey'in yazdığı bir 'risale'ye ait. Üstelik bu risale sert siyasetiyle ünlü IV. Murad'a sunulmuş.

Osmanlı siyasal ve ekonomik sistemi üzerine yapılan bu âdil ve mutedil eleştiriler karşısında IV. Murad'dan fazla Osmanlı'lık taslamak kimsenin aklından geçmese gerek. Tabi, bu haklı eleştirisinden dolayı Koçi Bey'i "Osmanlı düşmanı" ilan edecek şanlı tarih asabiyetçilerine bir sözümüz yok.

Osmanlı'daki dindevlet ilişkileri çerçevesinde yapılan tartışmalar Osmanlı'nın teokratik mi yoksa laik mi olduğu sorusu etrafında yoğunlaşıyor. Osmanlı'nın laik olduğunu iddia edenler kendilerine dayanak olarak şeriat dışı örfî uygulamaları ve azınlıklara karşı gösterilen müsamahayı delil alıyorlar. Diğerleri ise Islâm şeriatının Osmanli'da tüm alanlarda ve elbette hukuk alanında da tek teşrî kaynağı olarak görüldüğünü söylüyorlar. Kimileri de şer'î hukuk içerisinde yasal bir yeri olan örfî uygulamaları örnek göstererek bu ikisi arasında orta bir yol bulmaya çalışıp Osmanh'yı yarı teokratik (nimteokrasi) bir devlet olarak gösteriyor.

Osmanlı dindevlet ilişkilerinin niteliği üzerine yapılan tartışmalar ödünç kavramlar üzerine bina ediliyor. Islâm siyaset literatüründe olmayan, Batı'nın kendine özgü şartlarında ortaya çıkmış ve hiç de tarafsız olmayıp belli bir paradigmanın mahsulü olan kavramlarla Osmanh'yı izah etmeye çalışmak, Itrî'ye konçerto çaldırmak gibi bir şey. Ortaya çıkan sonuç da böylesine bir garâbet arzediyor.

Batı'da teokrasi (teos: tanrı, krazos: güç) ile başlayan dindevlet ilişkileri laisizmle noktalanmıştır. Islâm topraklarında ise teokrasi ile başlamayan bir ilişki laisizmle sonuçlandırılmaya zorlanmaktadır. Tarihin ve toplumsal değişmenin yasaları hâlâ geçerliyse peşinen söyleyebiliriz ki bu tutmayacaktır. Çünkü İslam topraklarında laisizmin.temelleri yoktur, olmamıştır. Laisizmi ortaya çıkaran bir kilise ve buna ait farklı bir sınıf (ruhban) ve bu sınıfın ayrıcalıklı yargı gücü ve bu yargı gücünün, uygulamalarından bir örnek teşkil eden 'engizisyon mahkemeleri' yoktur. Çünkü haklar 'Tanrının' ve 'Sezar'ın diye ikiye ayrılmamıştır. Onun için de altyapısı olmayan ülkelerde kan, kıtal ve darağaçlarıyla uygulanmaya çalışılan laiklik ancak bir kuşa çevrildikten sonra ve cebren uygulamaya konulmuştur. Bu tip ülkelerde laiklik bu kavramın anavatanı olan avrupadaki gibi görece dindevlet işlerinin ayrılığı değil, devletin dini baskı altına almasının aracıdır. Dahası laiklik bu tip ülkelerde, militan ateizmin pazarlama şirketi olarak görev yapmaktadır.

&

Kamu oyunca Patrona Halil İsyanı diye bilinen Serdengeçtiler hareketi, hiç kuşkusuz tam anlamıyla bir İslâmî hareket olarak nitelendirilemez. Ne ki, bu olayı Suhte isyanları, Celâlî isyanları ve klasik yeniçeri isyanlarıyla aynı kefeye koymak da insafsızlık olur. Hatta, Serdengeçtiler hareketini onun izdüşümüyle ortaya çıkan Kabakçı Mustafa isyanıyla dahi kıyaslamak mümkün değildir.

Patrona Halil önderliğindeki Serdengeçtiler hareketi, tam anlamıyla bir halk hareketidir ve bu hareketi üzerinde durulmaya layık kılan sebep de onun maşerî vicdanın ortak çığlığı olmasıdır.

Cahil, kabasaba, sıradan ama samimi ve inanmış insanların adalet duygusuyla dönemin "zevku sefâ cevru cefâ" ehli yöneticilerine karşı giriştikleri bu başkaldırıyı "hamam tellaklarının isyanı" ya da "baldırı çıplak güruhunun sokağa dökülmesi" türünden saray vak'anüvisti ağzıyla ele alıp tanımlamak en basit deyimiyle yüzeyselliktir.

Bize düşen mahkum etmeden önce anlamaya çalışmak, tarihi olayları övgü ve sövgü malzemesi olarak değil ibretler meşheri olarak görmek ve tahlil etmektir.

Bu çalışmada kullandığımız kaynaklar olayı saray tarihçisi ağzıyla ele alanların kullandığı kaynaklardan çok farklı değildir. Bu çalışmadaki farklılık kaynak farklılığından daha çok bakış açısı farklılığından ileri gelmektedir.

M. Islamoğlu

I KIYAMIN ARKA PLANI

·        1. ÖNCESİ

slâmî hareket tarihinde seçkin bir yeri olan Anadolu, Hazreti Nuh'tan bu yana çeşitli mücadele biçimlerine tanık olmuş, bu mücadelelerin kimileri de Kur'anî örnekler arasında yer almıştı.

Mutluluk Çağı (Asrı Saâdet)’nın, uzun bir gecenin ardından söken şafağını bu topraklara ter, kan ve gözyaşıyla taşıyan Anadolu Gazileri dört yüz yıllık bir 'gaza geleneği'nin de başlatıcısı olmuşlardır. Gaziler, Malazgirt'ten çok önceleri 'Rumistan' olarak girdikleri toprakları başlattıkları yürek fethi seferberliği sayesinde 'İslâmistan' olarak bırakmışlardı.

Osmanh gaza devleti, Anadolu gazilerinin son ve en büyük sığmağıydı. Gaziler, iki yüz yıllık tecrübeleri ve ellerinde bulundurdukları baskı güçleri sayesinde 'cemaat'ten 'devlet'e giden yolu keşfetmişler ve gaza ideolojisini, tüm güçleriyle destekledikleri bu devletin temeline harç etmişlerdi. Dört yüz çadırlık bir aşiretten bir "cihan devleti"nin çıkış sırrını, "etnik deha "da değil işte bu gaza ideolojisinde aramak gerek. Birbirine düşen diğer cemaat ve aşiret beylikleri onca büyüklüklerine rağmen birer birer eriyip giderken bu küçük gaza beyliği müslümanlgnn ortak düşmanlarını hedef aldığı için kısa zamanda güçlenerek büyümüştü. Ne ki fedakar gâzîmücahitlerin canları pahasına yücelttikleri bu yapı, kendisini iç ve dış tecavüzlere karşı koruyacak ulemâdan yoksundu. Daha hicri IV. yüzyılda ehlileştirilmeye başlanan İslâm ilim geleneğinin birer ürünü olan âlimlerse, onca gayret ve dürüstlüklerine rağmen aldıkları kültür gereği bu temele 'harç' olabilecek nitelikte değillerdi.

Yıldırım'ın veziri Ali Paşa'yla başlayan ahlakî bozulma kısa zamanda siyâsî, ekonomik ve kültürel alanlara da yansımıştı. Gönül fethi için gerekli ahlaki seviyeyi tutturamaymca gaziler döneminde fevc fevc gerçekleşen ihtidalar durmuş, bundan doğan insan açığını kapatmak için 'devşirme' yöntemi geliştirilmişti. Ahlaki bozulma sonucunda yerleştirilen devşirme sistemi aynı zamanda söz konusu bozulmayı kurumlaştırmıştı.

Kul bürokrasisi söz konusu devşirme sisteminin doğal bir sonucuydu. O zamana dek devleti gaziler ve diğer İslâmî baskı unsurlarıyla birlikte yöneten GaziHan'lık geleneği, II. Mehmed'le birlikte saltanata tebdil edilmişti. Sultan, ‘ınonark'laşmasma engel olarak gördüğü İslâmî baskı güçlerini ve diğer yerli unsurları birer birer tasfiye ederek yerine toplumda hiç bir etnik ve sosyal dayanağı bulunmayan 'kul'ları geçirmişti.

Bu arada örfşeriat tartışması başladı. İhdas edilen kanunnamelerle şeriat karşısında örf güçlendirildi. Çünkü örf, mevcut anlayışta yönetici keyfinin yasalaşması anlamına geliyordu. Örf'ün alanı genişledikçe şer'in alanı daralıyordu. Şeriat aleyhine gerçekleşen bu gelişmeyi ulema sessiz karşıladı. Gerçekte daraltılan şer'î alanla birlikte şer'in temsilcisi olan ulemanın da alanı daralıyor ve önemi azalıyordu. Bunun doğal sonucu olarak da ulema kaale alınmayı, mensup olduğu zümrenin sosyal değerinde, ya da ilmin bizâtihî haysiyetinde değil, sultan kapısında aramaya başlamıştı. Doğal olarak bu da onun ilimden kaynaklanan izzetini 'sıfıra indiriyordu. Ulema ile kulbürokratlar arasında bir fark kalmıyordu. Çünkü o da 'kulbürokratlar' gibi değerini 'sultan'dan almaktaydı. İşte bu yüzden dört yüz yıldır sultaların oyuncağı haline gelmiş ve sonunda bir tek ünvanı kalmış olan 'hilafet'in I. Selim eliyle kaldırılmasına Taftazânî ve Nesefî gibi çağın ünlü alimleri ses çıkarırken Osmanlı uleması mensup oldukları mezhebin bu konudaki kesin içtihadına rağmen seslerini çıkarmamışlardı. Kendilerini ilgilendiren böylesine 'hayati' bir mesele hakkında dahi görüş açık, layamayan ulemaya kala kala çok dar bir alan olan 'formel fıkıh', onun da bir parçası olan 'ilmihal' kalıyordu. Tabi bir de bazı "ciddî" meseleler.

Vahdeti vücut, devran, zikir, raks, ney, kahve, tütün işte bu 'ciddî' konulardan bir kaçı... Şeyhülislamların dahi kendilerine getirilen bir sorunu "Şer'î bir maslahat değildir, nasıl emredilmiş ise öyle hareket lazım gelir" diyerek geri çevirdiği bir ilim anlayışı, 'değişim'in yalnız kabukta değil özde de yaşandığının bir delili olarak duruyordu önümüzde. Tabi bu bozulmadan 'Allahdevlet ve toprak' üçlemesine kayıtsız şartsız bağlı olduğu söylenen halk da payını alıyordu. Özellikle başkent halkı ulemayı adım adım izleme geleneğine sahip olduğundan, bu zümredeki bozukluk aynı oranda halka da yansımıştı. Halkı ve orduyu ardına alan ulema ile, çağın ‘ınedya'ları olan şairleri ve 'aydm'ları arkasına alan devşirme kökenli kulbürokratlar arasındaki rekabet sultandan sultana değişiyordu. Kanûnî gibi cariyeler ve devşirme bürokratların safına kayan padişahlar zamanında devşirmekul'lar lehine gelişen bu denge II. Bayezid, II. Osman ve II. Mustafa gibi sultanlar zamanında da yerli güçler lehine gelişmişti.

Kanunî döneminde OsmanlıBatı ilişkileri Fransa'nın şahsında somutlaşmıştı. OsmanhFransa ilişkileri, bir süper güç ile yarı bağımlı bir devlet arasındaki mâlum ilişkiydi. Onun dışındakiler ya toprakları alınarak ortadan kaldırılmış, ya haraca bağlanmış ya da Osmanlı’nın ezici gücü karşısında iyice kabuğuna çekilmiş devletlerdi.

Cihan hakimiyeti uğruna tüm ahlaki ve dinî değerler feda edilince dıştaki büyümeye karşılık içte bir kokuşma başlamiştı. İçteki bu kokuşma çok geçmeden uluslararası piyasada da kendini hissettirdi.

Bunun en belirgin örneği 1699 Karlofça antlaşmasıydı. Bu antlaşmayla Osmanlı ilk kez uluslararası alanda büyük bir prestij kaybına uğruyor, Avusturya, Polonya, Venedik ve Rusya'ya toprak vererek 'cihan devleti' mefkuresinden vazgeçtiğini zımnen ilan ediyordu.

III. Ahmed döneminde Osmanlı Batı'da aldığı bu ağır hezimetin acısını Doğu'dan çıkarmak isteyecek; ancak bu girişimi de başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Bu serüvenden geriye kalan ise çeyrek yüzyıl süren Osmanlıİran harpleridir.

·        2. İSLÂMÎ HAREKETLE’ MÜCADELEDE BATI'NIN SON SIĞINAĞI: LAİSİZM

X 699 yılma gelene dek Batı İslam'la bir çok kereler karşılaşmıştı. Daha Asrı Saadet döneminde Yermuk yenilgisiyle İslam'ın ezici gücünü ensesinde hisseden Bizans sekiz yüzyıl içinde eriye eriye İslam karşısında yok olacaktır. Bu arada sürekli kayıplarla aleyhine gelişen dengeyi kendi lehine çevirmek için din (hıristiyanlık) faktörüne sarılan Batı, haçlı seferleriyle İslâm'ın en zayıf olduğu bir dönemde atağa geçti. İki dinin çarpışması sonucu 'hak' galip gelecekti ve tüm olumsuzluklara rağmen öyle de oldu.

Batı, ne zaman Din'e karşı 'din'i çıkarmışsa, hep yenilgiyle karşılaştı. Dinler savaşında galip gelemeyeceğini en son haçlı seferiyle acı bir biçimde anlamıştı. Bu noktada Batı'ya iki seçenek kalıyordu: Ya karşı dinin (İslâm) kendi köhne dinlerinden (hıristiyanlık) üstün olduğunu kabullenip mücadeleden vaz geçmek, ya da mücadele için din dışı (laik) yeni dinamikler bulup kendilerini yenilgiye mahkum eden bu köhnemiş muharref dinden vazgeçmek. Onlar üstünlük mücadelesinden vaz geçmediler. Seçeneğin ikinci şıkkını kullanarak 'din'den vaz geçmeyi daha uygun buldular. İtalya'da başlayıp Fransa'da sonuçlanan KiliseSaray çatışması sarayın galibiyetiyle bitiyordu. Aynı süreç Bizans'ta da farklı bir üslupla işledi.

Batı, İslâm'la olan mücadelesini 'din' temeli üzerine kurmaktan vazgeçmişti. Çünkü bu temel üzerine kurduğu mücadelelerden sürekli yenilgiyle çıkacağını anlamıştı. İşte bunu anladığı gün . 'laisizm'i icad etti. Laisizmi; yani din dişiliği...

Rönesans adını verdiği bir süreçte sosyal ve siyasal tüm kuramlarını yeniledi. Bu yenileştirmeden elbet siyasal sistem de nasibini alacaktı. Kanlı Fransız İhtilali'yle, krallıktan cumhuriyete bedeli pek ağır bir geçiş yaptı. Kilisenin temsil ettiği dinden boşalan yere daha önce bu dinin yok saydığı aklı getirip yerleştirdi. Din'i 'akıl' olan bir medeniyete bir de put. lazımdı, o da madde oldu.

Batı artık kendisine rakip gördüğü güçlerle dindışı alanda çarpışmak istiyordu. Kendi geleceğinin emniyeti için geliştirdiği bu din dişiliği, maddeye dayalı gücü iyice eline geçirdikten sonra başkalarına da empoze etmeye başladı. Tabi laisizmi empoze edeceği ilk coğrafya dinler mücadelesinde kendisini sürekli yenen İslam'ın hakim olduğu coğrafyaydı. Şimdilerde laisizm, söz konusu coğrafyada ateizmin pazarlama şirketi gibi faaliyet göstermektedir.

Batı, dinamiği din olmayan bir mücadeleyi kazanacağını iyi biliyördu. Bildiği gibi de oldu. Uzun i çabalar sonunda ezeli rakibi Anadolu İslâm toprakla’rmı kendi uşakları aracılığıyla din dışı bir zemine çekmeyi başardı. Artık kurallarını kendisinin koyduğu bir oyunun namağlup oyuncusuydu. Mücadele tekrar 'din' zeminine, yani mindere çekilinceye kadar da bu böyle devam edecek; batı hep galip, onun dışındakiler de hep mağlup olacaklardı. Çünkü müslümanlar, hatta Batı dışındaki hiç bir millet, siyasal ve ekonomik gücü elde tutabilmek pahasına tüm İnsanî ve ahlâkî değerleri yok eden, eşyanın insanın ve tabiatın doğasını bozan, insanlığın geleceğini tehdit eden modernizmin anavatanı Batı kadar alçalmaya cür'et göstermeyecektir.

İşte bu nedenledir ki, mücadeleyi laik zeminden tekrar mindere yani din zeminine çekmek, insanlık ailesini kendi felaketi demeye gelen bu alçaklık yarışından da kurtarmak anlamım taşıyacaktır. İslâmî hareketin asıl görevi de bu olmalıdır. Çünkü İlahî öğ ’ retinin değişmez değerleri adına yapılmayan her mücadele insanlık namına utanç verici ve haysiyet dü ? şürücü olacaktır. İlâhî öğretinin değişmez değerlerinin temel esprisi ise insanın, yeryüzü ölçeğinde mahlukatm en şereflisi olduğu gerçeğidir.

·        3. ÖVGÜ VE SÖVGÜ ARASINDA OSMANLI GERÇEĞİ

cVsmanlıBatı ilişkilerini, hiç kuşkusuz İslâmBatı ilişkilerine eşitlemek mümkün. Çünkü Batı için ' Osmanh eşittir İslâm demekti. Batı’nın bu görüşü aynen 'batıcılar'a da yansıdı. İslam düşmanı çağdaş bâtıperestlerin Osmanlı düşmanlıkları gerçekte, kronik İslâm düşmanlığının bir devamından başka bir şey değildi.

Batı’nın Osmanlı'yı İslam'la eşitlemesi bir yerde mazur görülebilir. Osmanh hangi yandan bakılırsa bakılsın, Batı'ya bir müslüman güç olarak girmiş ve Batı için de tehike olma özelliğini hep bu yüzden korumuştur.Çünkü Osmanlı’nın sahip olduğu değerler, İslâm'ın bizatihi kendi özgün değerlerinden başkası değildi. Batı da bunu böyle anlıyor, ona karşı kendini savunurkensaldırırken "İslâm’a saldırıyorum" diye saldırıyordu. Yani Batı Osmanlı'dan değil, Osmanlı’nın görece'temsil ettiği dünya görüşü olan 'İslâm' dan korkuyordu. Bunu da her fırsatta açıklamaktan geri durmuyordu. Özetle Batı için Osmanh önemliydi ve onun öneminin sırrı da bu noktada yatıyordu.

Batı’nın Osmanlı'yı İslâm'la eşitlemesi mazur görülse de batıcıların Osmanlı'yı İslam'la eşitlemesi mazur görülemez. Çünkü Osmanh bir tarihten sonra bu topraklara İslam'ı taşıyan güç olmaktan daha çok, Batı'yı ve Batı'lı değerleri taşıyan bir güç olarak önümüze çıkıyordu. Tarih boyunca yazgısı ahmaklık ve ihanet olan batıcılar, bu gerçeği anlamaktan ne kadar da uzak duruyorlar. Onları böylesine zavallı duruma düşüren sadece Batı'yı maymunvari taklitleri değil, biraz da saltanatla imameti birbirine karıştıran muhafazakar mantığa gösterdikleri aptalca tepkiydi.

Osmanlı'yı İslâm'la eşitleyen Batı ve batıcılar dışındaki bir üçüncü kesim de bu sözünü ettiğimiz muhafazakar mantık sahipleriydi. Ancak bu üçüncüsünü diğer iki kesimden kesin batlarıyla ayırmak gerekiyordu. Osmanlı'yı İslam'la eşitleyen Batı ve batıcılar hain düşmanlar, aynı işi yapan muhafazakarlar cahil ve ahmak dostlardı. Birisinin illeti İslam'a ihanet, diğerinin ki dînî cehaletti. Bunca aykırılıklarına rağmen Osmanlı'yı değerlendirme konusunda ikisi de aynı gözede buluşabiliyorlardı. Birinciler, OsmanlI'nın bir dönemden sonra ırzım kayıtsız şartsız Batı'ya teslim edip siyasi ve kültürel irtidata sapacak kadar Batı'nın maşukası olduğunu görmezden gelerek hain tabiatı gereği Osmanlı. düşmanlığına soyunacak, İkinciler de bu gerçeğin üstünü örtüp nostaljilerini kışkırtarak diğerlerine tepki olsun diye Osmanlı hayranlığına soyunacaktı.

Sövgü ve övgüye dayalı bu iki yanlış arasında kaynayıp giden şey Osmanlı gerçeğiydi. Sövgüler ve övgülerden örülü sis perdesini araladığınızda karşınıza çıkan gerçek her iki yaklaşımın da ne kadar sakat olduğunu ayanbeyan ortaya koyuyordu.

Takbih ve tel'ine muhtaç olan Batı'lı ve batıcı mantığı bir yana bırakırsak, tashihe muhtaç olan muhafazakar mantığın açmazının şu noktada yattı,ğmı görürüz: Osmanlı devlet yönetimini Islâm’ın siyasî ilkeleri önünde sîgaya çekebilecek âdil ve mutedil bir bakış açısından yoksunluk... Bu bakış açısı da elbette ilkelerle olguların birbirine karıştırılmadığı ciddi ve İlmî bir ortamda elde edilir. .

Osmanlı'yı İslâm'la eşitleyen muhafazakar mantığın en ayırıcı özelliği, Osmanlı yönetimine karşı yapılan hareketlerin tümünü aynı kefede değerlendirmektir. Bu yaklaşım, Osmanlı yönetimine karşı İslâmî muhtevalı haklı bir direniş olabileceğini akima dahi getirmek istemez. Öte yandan, OsmanlI'yla İslâm'ı eşitleme konusunda muhafazakarlarla aynı görüşü paylaşan batıcı mantık da OsmanlI'daki kimi hukuk dışı uygulamaları İslâm'a malederek suyu bulandırmaya çalışır. Bundan maksat, müslümanlarm gerilemelerinden dini sorumlu tutup ilerlemek istiyorlarsa dini terketmeleri gerektiği görüşünü empoze etmektir. Tabi bu durumda mecburî istikamet de Batı olacaktır. Bu görüşü sık sık tekrar etmelerinin nedeni Anadolu'daki batıcılığın 270 yıllık tarihinin ihanetlerle dolu olan sayfalarını gürültüye getirerek açtırmamaktır. Bir gün bu sayfalar açıldığında dehşetle görülecek olan gerçek, müslüman halkların sömürülmesinde maşalık yapanların Batı’nın içimizdeki bu devşirmeleri olduğu gerçeğidir.

·        4. İLK ADIM: BATI'NIN İÇİMİZDEKİ DEVŞİRMELERİ

üşlümanlann ve döneminde müslümanların siyasal gücünü temsil eden Osmanlı'nın gerilemesinde ve çökmesinde Batı’nın ve batıcıların oynadığı rol sanıldığından kat kat fazladır. Öz halkına ihanetin bu topraklardaki iki yüz yetmiş yıllık temsilcisi olan batıcılık karşısında müslüman halk, canı ve kam pahasına inancını ve kendi değerlerini savunmuştur.

'Lale Devri' adıyla tarihe geçen dönem, OsmanlI'da batıcılığın ilk nüvelerinin atıldığı dönemdir. Bu nedenle ^batıcılar söz konusu dönemi 'çağdaşlaşma'nın 'ilk adım'ı sayarlar.1 Bizde çağdaşlaşma, muasır medeniyet, uygarlık gibi farklı isimler altında pazarlanan batıcılığın hangi temeller üzerinde yükseldiğini bilmek için bu dönemi didik didik etmek zorundayız. Batıcıların ilk adım kabul ettiği Lale Devri, toplumsal sapıklığın bir çiçeğin adında somutlaşmasıydı. Almteri taciri bir avuç mutlu azınlığın halktan çaldıklarını içki, işret ve fuhuş meclislerinde harcamasıydı. Bu sefahatin senaryosunu yazan sadrazam Damat İbrahim Paşa "halkı aldatacak nesne lazımdır deyu" diye İstanbul'un çeşitli semtlerine atlı karıncalar, dolaplar, beşikler ve salıncaklar kurdurmaya başlamıştı. İki ay gibi kısa bir zamanda Kağıthane sırtlarına kondurulan yüzü aşkın kasr ve bu kasrlar arasındaki lale bahçelerinde düzenlenen geceli gündüzlü eğlenceler. Halk açlıktan kırılırken bir lale soğanına ödenen, servet. Sefahatin ve ahlaksızlığın halka yansıması sonucu tarihçinin "ehli ırz diyecek her mahallede beş hatun kalmadı" diyeceği kadar bozulan toplumsal ahlak ve İbrahim Paşa ve ekibi tarafından ülkenin Batı'ya satılan çıkarları...

İlerde ayrıntılarıyla ele alacağımız bu ve buna benzer özellikleri olan Lale Devri, aynı zamanda bu memleketin başına iki yüz yetmiş yıldır musallat olan bir zihniyetin de modelidir. Bunca süredir halkın sırtına bir asalak gibi yapışıp kanını emen bu ihanet kadrosu tarihte ve günümüzde sömürülerini teceddüt, batıcılık, çağdaşlık, uygarlık, medenilik, ilericilik vs. gibi adlar altında sürdüregelmişlerdir. Ümmetin servetini kendi aralarında yağmalamışlar, halkın değerlerine hoyratça saldırmışlar, çıkarları için vatanlarının ırzını dahi Batı'ya peşkeş çekmekten utanmamışlar, milletin namusuna tecavüz etmişler, bütün bu yapılanlara karşı halkın tepkisi demeye gelen kıyamları da 'baldırıçıplaklık, sergerdelik, irtica, gericilik, çağdışılık' vs. diye isimlendirmişlerdir. îşte Patrona Halil isyanı da batıcı kadroya karşı halkın tepkisini dile getirdiği için batıcılar ve onlarla kimi zaman aynı gözede buluşan muhafazakar saltanatçılar tarafından mahkum edilen kıyamlardan biridir.

·        5. DÜŞEN TAKKE GÖRÜNEN KEL

Üzatrona Halil batıcıların hiç sevmediği bir tip. Onun bu zümre nezdindeki en büyük kusuru başkaldırısının Osmanlı'da gerçekleştirilen diğer başkaldırılardan her bakımdan farklı olması. Bu farklılığın en can alıcı yanı da Patrona Halil Ağa’nın ülkedeki iki yüz yetmiş yıllık batılılaşma sapkınlığının 'pîr'i İbrahim Paşa’nın şahsında tüm batıcıların ve batıcılığın maskesini düşürmüş olması. Resmi memurlar eliyle her yıl sistemli bir biçimde tutulan vekayinameler in kıyam yılını önceleyen yılda tutulmamış ya da ortadan kaybedilmiş olması bir tesadüf. olmasa gerek.

Kıyamın başarıya ulaşmasından sonra serdengeçtilerin isim listesinin başında olan İbrahim Paşa, kayınpederi III. Ahmed'in fermanıyla boğdurulduktan sonra, cesedi sarayın orta kapısından bir öküz arabasıyla Et Meydanı'na yollanır. Maddi manevi değerlerini yıllardır sorumsuzca yağmalayan bu adama karşı kinini teskin edemeyen halk, hıncını cesetten çıkarmak ister. Cesedin elbiseleri parçalandığında ortaya çıkan durum herkesin ağzını açık bırakmıştır: O güne kadar insanların müslüman olarak bildiği İbrahim Paşa sünnetsizdir. Voyage Sandwich ve Hammer gibi yabancı, Suphi ve Abdi gibi yerli ilk kaynaklar bu konuda ittifak halindedirler.

Evet, bu tarihi hakikat bizdeki batıcılığın gerçek kimliğini gözler önüne sermesi açısından hayli anlamlı. Takke düşmüş kel görünmüştü. Bir Osmanlı batıcısının deyişiyle "zevki saltanatla türklere hayatın saadetlerini anlatarak Türkiye tarihinde önemli bir devir açan"2 İbrahim Paşa’nın eteğini kaldıracak bir Patrona Halil çıkmıştır. Ya bu "paşa"nm açtığı batıcılık çığırından yürüyüp milletin değerlerini talan edip çalıpçırptıktan sonra iz bırakmadan giden diğer paşaların eteğini kim kaldıracak? Gerçek kimliklerini gözler önüne kim serecek?

"Kimlik gizleme" bizdeki batıcıların hemen tümünün ortak yanıdır. Batıcılığın bu ülkedeki prototipi olan İbrahim Paşa’nın devleti ele geçirinceye kadar kimliğini gizlemesi bu geleneğin ilk örneğini oluşturur.

Onların takkelerini düşürüp eteklerini kaldıracak her girişimi isterik bir edayla "gericilik" ve "irtica" diye nitelemeleri gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasını biraz daha geciktirebilmek içindir. Tarihin kollarına vurulan kelepçeler bir gün çözülürse, tarih, maharetli elleriyle bu batıcılarin gerçek kimliklerini bulup çıkaracaktır. Ve aynı tarih, kendisini değişik isim ve kisveler altında gizleyen Batı'nın içimizdeki devşirmelerinden ilkinin tanınmasına yardımcı olduğu için "Patrona Halil" gibi isimleri minnetle anacaktır.

 

III.KIYAMI ORTAYA ÇIKARAN NEDENLER

·        1. OSMANLUBATI İLİŞKİLERİ YA DA YILANLA ÇUVALA GİRMEK

Evrensel İslâmî hareketin tekerine batının soktuğu çomak olan balcıların sözlüğünde uygarlaşmanın, medenileşmenin, ilericiliğin karşılığı tarih boyunca ahlaksızlık, sefahat, sömürü ve körü körüne taklit olmuştur.

Onların Anadolu'daki tarihlerini başlattıkları devir olan Lale Devri de bu sayılan olumsuzlukların bir sembolüdür. Söz konusu devir incelendiğinde batıcıların 'ıslahat' ve 'reform'dan ne anladıkları daha iyi açığa çıkacaktır. Bu anlamda Osmanlı batıcılarıyla Cumhuriyet batıcıları arasında herhangi bir fark yoktur. Tek fark kullandıkları jargondur. Osmanlı batıcıları ihanet veirtidatlarını 'teceddüt', 'terakki', ‘ınedeniyeti muasıra' kavramlarıyla ifade ederken, Cumhuriyet batıcıları aynı şeyi çağdaşlık, ilericilik, demokratlık, laiklik gibi kavramların arkasına sığınarak yapıyorlardı. Gerçekte ikisinin de ortak özelliği kendi öz değerlerine düşman olmaları ve yerli değerlerin Batı tarafından sömürülmesine taşeronluk yapmalarıydı. Batı, sömürüsünde piyon olarak kullandığı bu güruha hizmetinin karşılığı olarak zevk ve safa içerisinde bir hayat vaadediyordu. Tabi bunun faturasını da kendi cebinden değil batıcılar vasıtasıyla soyduğu halkın kesesinden ödüyordu. Piyonlar bu alışverişe dünden razıydılar ve bu ticaretin sürmesi için yapmayacakları ihanet yoktu.

Söz konusu güruhu bu milletin başına bela eden ilk batılı devlet Fransa olmuştu.

OsmanlıFransız ilişkileri daha Kânûnî döneminde başlamıştı. Tabi OsmanlI'nın o dönemdeki siyasal egemenliğini tanıyan Fransa, bu dostane ikili ilişkilerden yararlanarak çok geçmeden burnunu OsmanlI'nın 'harimi ismetine' sokmaya başladı. Büyükelçilerine, OsmanlI'yla harp halindeki Avrupa devletlerine casusluk yaptırıyor,1 saray kadınlarını yüklü paralarla satın aldırıyor3 4, cezaevlerinden batılı ya da yerli hıristiyan mahkumları kaçırtıyordu. Bundan daha vahimi gönderdiği Cizvit papazları aracılığıyla Osmanlı ermeni ve ramlarını Katolik yapmak için misyonerlik faaliyetleri yaptırıyordu.

İlerde göreceğimiz üzere, İbrahim Paşa gibi gizli inanç taşıyan adamların saraya alınıp yüksek nokta\ lara getirilmelerinde Fransa'nın rolü araştırılmaya • değer.

Osmanlı-Fransa arasındaki ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde diğer devletlerden ayrı olarak Osmanlı Fransa'ya bir takım imtiyazlar vermiş ve bu imtiyaz. lâr 'Ahidname'lerle taahhüd altına alınmıştı. Sonradan 'kapitülasyon' adını alacak olan bu Ahidname'ler Osmanlı’nın yıkılışında en büyük âmil olacaktır.

Bu imtiyazlara rağmen Fransa Osmanlı'ya her vesileyle ihanet etmekten geri durmamış, Girit harbinde ve Kandiye kuşatmasında Venedik ve Avusturya ordusuna her türlü lojistik ve askeri desteği sağlamıştır. Söz konusu Ahidname'ler Fransız ekonomisinin belkemiğini oluşturduğundan bunların yenilenmesi için Fransa'nın Osmanlı dostu olduğunu ileri sürerek Fazıl Ahmet Paşa'yı sıkıştıran Kont Novantel, Paşa'dan şu cevabı alacaktır:

"Siz bana sürekli Fransa'nın dostluğundan sözetmektesiniz. Buna karşın ben her savaşta kralınızın askeriyle karşılaşmaktayım?'

Bu azara rağmen isteğinden vaz geçmeyen elçi dürüst asker Fazıl Ahmet Paşa’nın katledilmesi üzerine Ahidname'yi yeniletmeyi başaracaktır.1

' Lale Devri arefesinde sadrazam olan Şehid Ali Paşa’nın batıcı olmamasından ürken Fransız elçisi, krala yazdığı mektubunda şöyle diyordu: "Bu adam iki üç yıl daha kalsaydı belki de imtiyazlarımızı (kapitülasyonlar) kaybedecektik. İmtiyazların devamı için sürekli uğraşmak gerek. Ali Paşa bunu anlamıştır."5 6 7 Elçi iki görevinden birinin, söz konusu ticari imtiyazların devamını sağlamak, diğerinin de Ermeni ve Rumlar arasında katolikliği yaymak olduğunu, çünkü Fransız ticareti için en elverişli kişilerin bunlar olduğunu yazacaktık Batıcı olmadığı için Batıkları korkutan Ali Paşa’nın 1716'da şehadeti onlara derin bir soluk aldırmış, bundan böyle Osmanlı bürokrasisini daha iyi kontrol etmeleri gereğine de dikkatlerini çekmişti.

Yukarıda sözünü ettiğimiz Ahidname'lerle OsmanlI'nın Fransa'ya verdiği imtiyazlar sayesinde, sonuçta Osmanlı bir batı sömürgesi durumuna düşmüştü. 1783 yılında Fransa'nın en çok mal ihraç ettiği ülke 3 884 576 sterlinle Osmanlı devleti olacaktır.1 Buna karşılık Fransa'nın OsmanlI'dan ithalatı çok küçük bir rakamdı. Lale Devri'nden elli yıl sonra İstanbul'a elçi olarak atanan Saint Priest'e göre: "İstanbul'a güçlü bir hükümet yerleşirse /.../ kurulacak esaslı sanayi de Türkiye'nin hammaddelerini işler ve böylece Fransız sanayii bundan mahrum olur." Ondan sonraki elçiyse "Şu Türkler akıllı insan olsa ipek, pamuk' yün, yağ gibi maddeleri ucuz satıp bizden kumaş, sabun gibi mamulleri yüksek fiyatlarla satın almağa razı olmaz, sanayii bizzat kurarlardı."8 9 diyecektir.

Osmanh'dan kıymetli madenleri hammadde olarak alan Batı bunu işledikten sonra çok pahalı bir değerle OsmanlI'ya satıyordu. Osmanlı mâliyesinin XVUI. yüzyılın ilk yansında çektiği aşın para darlığı ve darphanenin akça basmak için hammadde bulamamasının sebebi de yine Batı'nın uyguladığı bu ticaret politikası sebebiyledir.

Fransa'nın Osmanlı'ya ihraç ettiği şey yalnızca işlenmiş mamuller delildi. Fransa Osmanlı'nın kendisine 'hammadde' halinde gönderdiği elçileri de işleyerek Osmanlı'ya 'ihraç' ediyordu. Paris'e gönderilen bu adamlar bilimsel ve teknik projelerle değil XIV. Lui'nİn Versailles'inin projeleri ve portakal ağacı fidanlarıyla dönüyorlardı ülkelerine. Bunların başında Osmanlı'nın Paris'e elçi olarak gönderdiği Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi gelmekte.

·        2. SEFAHAT VE İSRAF İTHAİATI

irmisekiz Çelebi elçi olarak gittiği Paris'ten tipik bir batıcı olarak döner. Yirmisekiz Çelebi'riin Fransa'ya elçi olarak gidiş sebebi de hayli ilginç. İbrahim Paşa'nın sadrazam olduğunun birinci yılı henüz tamamlandığında (1719) Paşa'nın belki de bir teşekkür nişanesi olarak Fransızlar için padişahtan koparttığı Kudüs'teki bazı imtiyazları Mehmed Çelebi XIV Lui'ye tebliğ edecekti.10 İbrahim Paşa'nın gerçek kimliğini ortaya koyması açısından Kudüs'te Fransa'ya

* verilen bu imtiyazların niceliği de önemli: Hıristiyanların Kudüs'teki mukaddes emanetlerinin ve dini mahallerin bakım ve tasarrufunun Fransa'ya devri...

Dönüşünde saray, bahçe ve köşk resimleri ve planlarıyla portakal fidanları getiren Yirmisekiz Çelebi, RÖnesansı yaşamış, bilim, ve teknikte hayli ileri gitmiş bir ülkeden memleketine götüreceği hediye olarak bula bula bunları bulmuştur. Yirmisekiz Çelebi mantığı o günden bu güne tüm batıcıların ortak tavrı halini almış, Batı’ınn hep saltanatına, fuhşuna ve sefahatine vurulmuşlardır.

Avrupa'yı taklide saraylardan başlayan Osmanlı XIV. Lui'nin Versailles'inin bir kopyesini Kağıthane sırtlarına dikmekte gecikmedi. Yirmisekiz Çelebi'nin Fransa dönüşünün hemen ertesi saraya sunduğü rapor tarihinin 8 Ekim 1721 ve iki aylık müddetin de MayısTemmuz 1722 tarihleri arasına rastgeldiği gözönünde tutulursa Batı'yı taklid etme konusunda ne kadar acele edilmiş olduğu daha iyi anlaşılır.1 Ahmed Refik ise köşklerin planlarını bir batıcının değil bir batılının getirdiğini söyler. Bu batılı, batıcılarla batılılar arasında köprü görevi yapan saray tercümanlarından M. Le Noir'dır.

Damat İbrahim Paşa tüm mesaîsini bu planlara uygun kasırlar yapmaya ayırıyordu. Sâdabâd bunlar içerisinde en gözdesiydi. Fermanla getirttiği ustalara, yapılan kasrın şimdiye kadar yapılmış olanlardan çok daha güzel olmasını emretmişti. Çengelköyü'nden çektirilerle, inşa edilen saraya mermer Sütunlar taşıttı. Kağıthane deresinin yatağını sarayın çevre güzelliği için değiştirtti.11 12 Derenin kenarına otuz sütun diktirdi. Sarayın Önüne mermer bir havuz yaptırarak nehri çağlayanlar halinde o havuza akıttı. Ameleler gece gündüz çalışıyorlardı. O kadar ki, bu denli muazzam bir yapı kompleksi altmış günde tamamlandı. Adını ise İbrahim Paşa’ınn kendisi koymuştu: Sâdabâd.13

Bir dönemdeki sapkınlığın adı olmuş 'Sâdabâd' kasrının bulunduğu bölgeye irili ufaklı kasrlar, saray yavrulan konduruluveriyordu. Tabi söz konusu yapıların kon durulduğu arazi, hazine arazisiydi ve İbrahim Paşa bu kıymetli araziyi bir avuç mutlu azınlığa hiç bir bedel karşılığı olmaksızın peşkeş çekiyordu. Yapılan bu kasrlara farsçadan alman Kasrıneşad, Kasrıcihan, Çeşmeinur, Hürremabad, Cisrisürur, Cetvelisîm vs. gibi şiirsel isimler veriliyordu.

Bir batıcı "Bütün bu kasrlar, III. Ahmed'in sefaperestane z.evkini anlayan İbrahim Paşa’nın sanatperverane gayreti ile yapılmıştı" diyor.1 Venedik balyosu Giovanni Emo. gönderdiği raporlarda III. Ahmed'in, Yirmisekiz Çelebi'nin Fransa'dan getirtmiş olduğu saray ve bahçelerin resim ve planlarına göre yapılan her şeyden derin bir zevk ve haz duyduğunu, Kağıthane'de yapılan saraylar kadar hiç bir şeyin onu ilgilendirmediğini, Hüsrevabad'ın bir kısmına sayısız ağaç diktirdiğini, geri kalan arazinin de vezirler arasında bölüştürülerek her birinin burada ayrı ayrı köşk yapmalarının sağlanacağını yazıyordu.14 15

Söz konusu yağma bu kadarla kalmıyordu. Damadının ızisıra giden III. Ahmed'le İbrahim Paşa benzeşen mizaçları yardımıyla ‘ınuhteşem ikili'yi oynuyorlar, her hafta ayrı bir yeri ziyaret ederek sürekli yeni eğlence ve sefahatler düzenlemek için yeni binalar yapılmasını emrediyorlardı.16 Her yapılan sarayla birlikte mazlum halkın kini ve nefreti bir kat daha artıyordu.

İbrahim Paşa 1719 ilkbaharında bir yandan Kandilli sarayı ve bahçesini onarırken, diğer yandan da hanımı Fatma Sultan’ın konağını tadile başlamıştı. Bir yıl sonra ise sadrazamın Beşiktaş'taki sahilsarayının yapımı sona erdiğinde, Padişah Çırağan safâları için buraya davet edilmeye başlanmıştı. Tersane Bahçesi, Haşan Paşa Bahçesi gibi yerler sefahat alem' leri için yetmemiş olacak ki, aynı yılda kağıthanenin tamamıyla bu işe tahsis edilmesi planı yürürlüğe kondu. On yıl süren sefahat çılgınlıklarına adını veren Sâdabâd da bu semtte kuruldu.1

Bu sefahat yuvaları yapılırken bir çok zaman arazi ve özel mülk müsaderesi de yapılıyor, Sadrazam’ın bu zulmüne kimse ses çıkaramıyordu. Eski devlet adamlarına ait köşk ve yalılar ailelerin elinden zorla almıyor, Padişahın ya da vezirlerin hoşuna giden herhangi bir yere saray yapılması için özel dükkanlar yıktırılıyordu. Örneğin 1725 yılında III. Ahmed, Tophane ile Salıpazarı arasındaki yere iltifat gösterdi diye Sadrazam buradaki Osmanbey sahilsarayını ailelerin elinden bir bahaneyle zorla aldı, ardından Gümrükçü Hüseyin Paşa Yalısı’nın başına da aynı kaza geldi. Bunların yerine Emnabâd sarayı yapılarak Sadrazamın karısı Fatma Sultan'a 'ihsan7 edildi.17 18

^Milletin sırtına yüklenen vergiler ve diğer gelir kalemleriyle yapılan bu eşi menendi görülmemiş savurganlık karşısında ekmek bulamayan halkın gün gün büyüyen intikam hisleri Patrona Halil isyanıyla dile geldi. İsyanın başarıya ulaştığının hemen ikinci günü kıyam liderlerinin isteğiyle bu kasrlar yıktırıldı.)

Hemen burada birilerinin o engin sanatseverlikleri kabararak halkın imar faaliyetlerinin düşmanı olduğunu, bu, dünyanın en güzel sanat eserlerini yerle bir etmenin 'yobazlık' ve 'gericilik' olduğunu söyleyecek Lale Devri kafalı batıperestlere sormak gerek: Dünyanın hangi bölgesinde, hangi halk, gerçek bir imarlık ve bayındırlık faaliyetine karşı çıkar? Bu yapıları, halk, bir bayındırlık faaliyeti değil, mutlu azınlığın koca bir milleti sömürüsünün nişanesi olarak görüyordu. Bu yapılar ayakta kaldıkça, elini kolunu sallayarak gözü önünde dolaşan baba katilini sürekli görmek zorunda bırakılan bir yetim duyarlığı içerisinde, acınacak ve öfkesi dinmeyecekti. Namuslu bir akademisyenin dediği gibi: "Bu yapılar halka her gün sömürgecilerden neler çektiğini hatırlatacak zulüm anıtları ise, bunları yok etmek ve böylece de halkın acı anılarından uzaklaşmak istemesini doğal karşılamak gerekir. Lale Devri yapılarının, İstanbul kentini bayındırlaştırmak için değil fakat tufeyli bir sınıfın sefahatine bir dekor sağlamak amacı ile yapılmış olmaları, bu sefahate son verilirken dekorların da kaldırılmasına yol açmıştır."1

Aslında bu dönemde yapılan cami, çeşme, hamam vs. gibi mimarî yapılar kentin bayındırlığından daha çok söz konusu sefih zümrenin sefahat ve.menfaatine hizmet ediyordu. Genellikle bu yapılar hanım sultanlara ve damatlara ait konak ve sarayların çevresinin imarı içindi.19 20

Özellikle Padişahın ve Sadrazamın mensup olduğu iki ailenin keyifleri için yapılan onlarca saray, köşk ve kastların parasının tümüyle devlet kasasın dan çıktığı düşünülürse yapılan sömürü ve zulmün boyutları daha iyi anlaşılır. Evet, cami ve mescit yapımı dışındaki tüm inşaat faaliyetlerinin faturası yönetimin "zulm ü çevrinden perişan" olmuş halka kesiliyordu.1

Bu dönemi ‘ınedeniyetin ilk adımı olarak gösterenlerin dillerine doladığı matbaa ve itfaiye gibi yenilikler üç günde bir saray yaptıracak kadar21 22 sefahatine düşkün olan yönetimin hiç bir mali katkısı olmadan biri bir şahsın evinde, diğeri (itfaiye) de idareten Yeniçeri Kışlalarında barınmaktaydı.23

İmâra bu kadar meraklı olan İbrahim Paşa, İstanbul'un kadîm derdi olan yangınlara karşı esaslı çözüm tekliflerini kulak ardı ediyordu. Fransız mühtedisi Gerçek Davud Ağa o zamana kadar bilinîneyen tulumba sisterfıini kurmuş ve bir de tuîuıribacı ocağı oluşturmuştu. Ne ki halkın sırtından yapılan çengiliköçekli, içkiliişretli eğlencelere gösterilen özenin binde biri bu işe gösterilmiyor, bir günlük zevk hatırına saraylar yaptıran yönetim Tulumbacı Ocağı'na özel bir itfaiye binası yaptırmak yerine Şehzadebaşı'ndaki eski odalar içinde köhne bir yer ayırıyordu.24

Bu dönemde Damat İbrahim Paşa’nın inşa ve tamir ettirdiği mescidler için kendi kesesinden harcadığı bu kadar yüklü parayı nasıl bulduğu da merak konusu. Mısır'dan hâzineye konulmak üzere gönderilen iki bin kese paranın ancak üç yüz kesesini hâzineye verip gerisini yanında alıkoyan İbrahim Paşâ’nın ölümünde bir hazine değerindeki serveti kıyam lideri Patrona Halil'in eline geçmiş, o da bu paraya el sürmeyerek devlet hâzinesine iade etmişti. Halbuki Damat Paşa sadaretinin ikinci yılında tamir ettirdiği bir mescidin borcunu ödeyecek mâlî güce dahi sahip olmadığından hâzineden bin altın borç almıştı. Kadınlara düşkünlüğünden dolayı onlarla oya yapıp dikiş dikmesiyle ünlü1 III. Ahmed, "elleri, zarif ve nermin bir kadın eli gibi elmas ve zümrüt yüzüklerle süslü"25 26 olan Damadı’ınn bu borcunu defterde görünce üzerine kalem çektirmişti.27 Ümmet malının eşdost arasında böylesine yağmalandığı haberi Fransız elçisi Marguis de Bonnac’ın kulağına gider de halktan gizli kalır mı? Elbet halk da duyduğu bu haberler karşısında infiale kapılıyor, bu durumun sorumlularına karşı diş biliyordu. Sadrazamın, kendisine verilen bir ziyafette, sadece ziyafet sahibinin maiyyetine verdiğibahşiş o zamanın parası ile 6521 kuruşa ulaşıyordu. Tamiri gereken camilerin taksimi sırasında kendi payına düşen bir camii onaracak para bulamayıp hâzineden borç alan Sadrazamın bir tek ziyafette bu kadar para dağıtması herkesi şaşkına çeviriyordu.

Peki bu kasrlar, saraylar ve bunların etrafını süsleyen 'lalezâr'lar ne işe yarıyordu? İşin önemli yanı da burasıydı zaten. Evet, bütün bu yapılar masum bir çiçeği az rastlanır bir sefahatin adı haline getiren fuhuş ve işret alemlerine mekanlık ediyordu.

Halkı aldatıp oyalayacak nesne arayan İbrahim Paşa sahip olduğu kimliğin gereği olarak koca bir milleti yıllarca uyutacak 'nesne'yi bulmakta gecikmedi. Bu nesne 'lale'ydi.

Lale Devri, sefihlerin sefahatlerine alet ettikleri lalenin adıyla simgeleşmişti. Bu dönemde, bir süs bitkisi olarak kullanılan lale, sünnet edilen çocuklara uygulanan yöntemle, mutlu azınlığın ‘ınalı götürmesi' amacıyla yöneticilerin halkı avutmak için buldukları bir araçtı. Ülkelerinin başına musallat edilen zalimler, zulüm ve sömürülerini gönül rahatlığıyla yapabilmek için halkı aldatacak oyuncaklar bulmakta zorluk çekmemişlerdi. III. Ahmed ve damadı’nın o gün laleyle yaptıklarını, çağdaş sistemler bugün futbol, müzik, piyango ve televizyonla yapıyorlar.

İbrahim Paşa’nın halka, kendi sefaletini ve yöneticilerin sefahatini unutturmak, İran'da birbiri ardına alman yenilgileri gözlerden saklamak için başvurduğu bu dahiyane uyutma yöntemi bayağı tutmuştu.(Yurt içinde yetiştirilen bin bir çeşit lale yetmiyor, özel kuryelerle Hollanda ve İran'dan lale soğanları getirtiliyordu. Hatta devlet, müslüman halkın üstüste yığılan sorunlarını yoluna koyacak bir çok kurumdan yoksunken 'başlalecilik' (serşükufecilik) kurumu oluşturuluyordu. Lülüi Erzak adı verilen laleden yetiştirene İbrahim Paşa ödül veriyor, Mahbub Lale adı verilen bir cins lale soğanı beş yüz ila bin altına gidiyordu. Tacı Kayser adı verilen ve tek bir soğanı bulunan lale kaybolunca Sadrazam sokaklara tellallar çikartarak İstanbul'un her yanını aratıyordu.28'7'

·        3. LALE KARNAVALLARI

J^jalelerden oluşan lalezârlar arasında geceli gündüzlü düzenlenen Sâdabâd alemleri tam anlamıyla bir Osmanlı karnavalıydı. Lale bahçeleri arasında sırtına renkli mumlar yerleştirilen kaplumbağalar tef ve tambur eşliğinde yürürken bir yandan da çengiler köçekler dönüyor, kadehler dolupboşalıyordu. Karnavalların tarihiyle ilgilenen meraklılar bu işin Brezilya'nın ünlü Rio Karnavalı'ndan önce İstanbul'da icad edildiğini hayretle göreceklerdir.

"O tarihten itibaren Sâdabâd, zevk ve hubur, raks ve sürür mahalli olmuştu. İlkbaharda çiçekli çayırların üzerinde, rengin gölgeli sahillerinde, zuma sesleri ortasında, zarif endamlı kadınların kol’ kola oynadıkları bu sulh ve müsalemet devrini1 aşklarıyla, danslarıyla, şarkılarıyla tebcil ettikleri görülüyordu."29 30

Müslümanların halifesi III. Ahmed'in ve diğer devlet adamlarının da katıldığı bu "Sulukule sakinlerine has" manzaralar her gece bir başka mekanda tekrarlanıyordu.

İran harplerinde Eşref Şah ile yapılan savaşların sonuçsuz kalması, hatta sık sık yenilgi haberlerinin alınması Padişah'ı ve bu hezimetin gerçek sorumlusu olan damadım zevk alemlerine daha fazla düşürmüştü. Cumhuriyet tarihinde konu hakkında yapılan çok az çalışmalardan biri olan 'Patrona îsyanı'nda yazar şöyle der: "Daha doğrusu damadı İbrahim Paşa III. Ahmed'i bir eğlenceden diğerine sevketmek suretiyle uğranılan başarısızlığı unutturmak istiyordu."31 Dönemin tüm sefahat âlemlerine katılan tarihçi Küçükçelebizade Âsim Efendi de görgü tanığı olarak aynı gerçeğe parmak basıyordu.2

Lale Devri'ni bize aktaran birkaç kaynaktan biri olan vak'anüvis Raşit Efendi'nin yazdıklarından bu âlemlerin ilkinin 15 Nisan 1719 günü başladığını öğreniyoruz. Sadrazamın koordine ettiği bu zevk âleminde Şeyhülislam, Kaptan Paşa, ve diğer damat paşalar hazır bulunmuşlardı. İkincisi bundan on gün sonra Beşiktaş'ta yapıldı. Bu karnaval geceli gündüzlü tam bir hafta devam etti. Eğlencelere yalnız devlet ricali değil Yahudi sarraflar, zengin Rumlar, Batı devletlerinin büyükelçileri ve İstanbul'un aristokrat tabakası da katılıyordu. Raşid Efendi bu eğlence sırasında "Padişah yalıda dinlendi, geceleri çırağanı lalezarı seyrederek gündüzleri saz ve söz dinleyerek zevklendi" diyor. Bir haftalık karnaval yetmemiş olacak ki bir yıl sonraki lale karnavalı on güne çıkarılmıştı. Devlet erkânı, binbirgece masallarını hatırlatan zevk ve neş'e içerisinde vur patlasın çal oynasın âlem yaparken, Osmanhİran savaşlarında oluk oluk müslüman kanı akıyordu. Cephede 'din ü devlet' için canını sebil eden asker dînin ve devletin Lale devri'nin en ünlü sanatçısı Levni'nin albümünden bir minyatür. Topkapı sarayı müzesi, İstanbul. kimlerin elinde nasıl oyuncak edildiğinden bihaberdi. Dışarda durum buyken III. Ahmed yapılan Sâdabâd karnavallarından fazlasıyla sermest bir halde damadına şu dörtlüğü yazıp yolluyordu:

Kemerler seyrine azm eyledik ey âsafı dânâ

Hemîşe zevk u şevkin dâim etsin Hazreti Mevlâ

Bir an dûr etmesin Allah seni sadrı vezaretten

Vücudun hıfzide Bârî bihakkın kabei ulyâ32

Sultan’ın, damadının kurduğu 'şirket'in devamı için ettiği dua tutmamış olacak ki İbrahim Paşa sadrı vezarette kalamadıktan gayrı canını da kurtaramayacak, bu zulüm, ve sefahata ortak olanların tümü yaptıklarının cezasını şu veya bu şekilde çekeceklerdir.

O dönemde basının işlevini üstlenen ve çağlarının aydınları sayılan şairler de ucundan kıyısından yararlandıkları bu sefahate medhiye dizme görevini üstlenmişlerdi. Nedim, Seyyid Vehbî, Ali, Nahifi, Sâmî bunlardan bir, kaçıydı. Sadrazamın .isteğiyle Seyyid Vehbî öyle manzumeler diziyordu ki, insanın tek başına dahi yüzünün kızarmadan okuyamadığı bu baştan sona ters ilişki ve pomo kokan manzumeler tüm alemcilerin huzurunda işret ve çengi eşliğinde okunuyor, bu şeyler Osmanlı pomo katalogu olan Bahnâmeler'de ilk Sayfaları işgal ediyordu. Şair Nedim işret alemlerinin ardından kendinden geçerek sanat dünyamıza 'ölümsüz eserler' kazandırıyordu. İşte, böyle bir anında söylediği bir kasidenin iki dizesi:

Bu şehri Sitanbul ki bîmislü behadır

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Şair Nedim Efendi'nin bu dizeler karşılığında sultandan ve sadrazamdan ne kopardığını kesin rakamlarıyla tesbit edemesek de bir tek taşma OsmanlI'nın harp halinde olduğu tüm İran'ı feda ettiği İstanbul'un söz konusu âlemlerine hayran olduğu kesin. Damat Paşa’nın zevk ve sefahatle avuttuğu padişahı o da şiirleriyle avutmaya çalışmış, fakat bunlar gerçeği değiştirmeye yetmemiştir.

Bunun yanında Şair Taib gibi saltanatın yüksek çıkarlarına değil halkın hâli pür melaline tercüman olan şairler de çıkmış, İstanbul'da fakir fukaranın halinin perişan olduğunu, yakacak kömür bulunamadığını, bulunsa göze sürme diye çekileceğini, kahve yerine nohut kavrulup içildiğini dile getirmişti.

·        4. BOZULAN SOSYAL AHLAK

» stanbul'un aristokrat tabakasının bu zevk ve sefahat düşkünlüğü orta kesimden halka da yansımış, Sadabâd âlemlerine katılmak isteyen aile fertlerinin masraflarını karşılayamayan aile reisleri bu durumdan şikayetçi olmuşlardı.

Söz konusu ahlaksızlığın halka da yansımasıyla devlet 'kıyafet kanunu' çıkarmak zorunda kalmıştır. 1726 tarihli bu fermanda İstanbul kadınlarının 'ruhsatı şer'iyye'ye ve 'kavânîni hikmet'e aykırı elbise giydiklerini, bazı "yaramaz avratlar" m halkı saptırmak için "kefere avratlarını takliden" açılıp saçılarak sokaklarda dolaştıklarını, bu durumu gören namuslu ve hayalı kadınların da bu kefere taklitçilerine özendiği vurgulanmaktadır.33

İstanbul Müftülüğü arşivindeki bu belgede müslüman kadınların “kefere avratlarını" taklid ettiklerinden dem vuruluyor. Bu bir suçsa bu suçu bizzat bu. fermanı yazan ve yazdıran insanlar hem de en ağırıyla zaten işliyorlardı. Sultan ve avanesi yaptırdıkları sarayların mimarisine ve düzenledikleri işret alemlerinin usûlüne varana dek Fransız keferesini taklit ederken, İstanbul kadınlarının 'kefere avratlarını taklit' etmelerinden şikayete haklar! olmasa gerek.

"Ümmeti Muhammed'i fesada ve dalalete sürükleme" işini bizzat yönetim üstlenmişken halka bu konuda fermanla öğüt vermeye kalkışmak düpedüz ikiyüzlülüktü. Şemdanîzâde'nin şu satırlarını bugün bile yüzü kızarmadan okuyabilen kaç kişi çıkar:

"... Sadabat'ı şenlendirmek için bina olunan köşklerde fısk u fücûra ruhsat verdi, hatta Sadabâd'ı bina ederken kereste ve taşların nakline görevlendirilen payzenleri yahudi avratlarına havale ve icrayı mel'anet ettiklerini temaşa ettiği için çok zaman cehûd karılarına "yalı mı yaparsın kazık mı kakarsın payzen çelebi" diye takılırlardı."34

Patrona Halil kıyamının en büyük sebeplerinden biri olarak ahlaksızlık ve fuhşun bizzat devlet eliyle işlenmesini gösteren tarihçi Şemdanîzâde, İbrahim Paşa'ya bütün bu rezaletlerin baş sorumlusu olarak dikkat çeker:

"... Bu vezir mirasyedi meşreptir. Gece ve gündüz zevk ve sürür icad eder ve kendi yakınlarının safasına kanaat etmeyip 'halkı aldatacak nesne lazımdır' deyu bayramlarda At Meydanı, Sultan Mehmed ve Bayezid avluları ve Yenibahçe, Yedikule, Bayrampaşa, Eyüp, Kasımpaşa, Tophane, Sadabat, Dolmabahçe, Bebek, Göksu, Çubuklu, Beykoz ve Üsküdar'da Harmanlık isimli mahallerde dolaplar, beşikler, atlı karıncalar ve salıncaklar kurdurup, erkek ve kadın karışık, kadıncıklar salıncağa binip inerken hubbaz yiğitler kadınları kucağına alıp salıncağa koyup çıkarıp, kadınların salıncakta uçkurları meydanda hoş şada ile şarkılar çağırttığında aklı kıt nisvan taifesi mâil olup kimi kocasından izinli kimi izinsiz, izni âm'dır1 diyerek seyrana gidip, zorla seyir akçesi alıp, olmazsa boşanma talep eder. /.../ Boşanma avratların elinde olup ehli ırz diyecek her mahallede beş hatun kalmadı. İbrahim Paşa halkın nizamında olan ailesini, yiyecek ve giyeceğini baştan çıkardı."35 36

İbrahim Paşa’nın kendisi de hovardalıkta mahirdi. Sadabad karnavallarında havaya attığı parayı kadınların başmakları ayakkabıları içine düşürmekteki ustalığını Netayicü’lVukuat'tan öğreniyoruz. Aynı kaynak onun zevkperestliğinin İstanbul kadısı Zülalî Haşan Efendi'nin güzel karısına taarruz edecek derecede ileri gittiğini kaydeder.37 İsyandan çok kısa bir süre önce yayılan bu haber bardağı taşıran son damla olmuştur. Şair Nedim de bu işte Damat Paşa'dan geri kalmıyordu:

"Anda seyret kim ne fırsatlar girer cânâ ele Gör ne dilcûlar ne mehrûlar he ahular gele Tıflı nâzım, sevdiğim bir iki gün sabret hele Seyri Sâdâbâd'ı sen bir kerre îyd olsun da gör."

1726 Ramazanı, Çırağan eğlencelerine denk gelmişti. Ümmetin dînî önderliği olan 'hilafet'i de elinde bulunduran III. Ahmed temsil ettiği makamın görece ağırlığından bile habersiz işret meclislerinde safa sürüyordu. Olayı ağzının suyunu akıtarak anlatan bir Lale Devri hayranından dinleyelim:

"Şaban’ın 26. Guma günüydü. Ferahabâd sarayı muhteşem bir gün yaşıyordu. III. Ahmed, Sadrazam, Şeyhülislam, Kazaskerler, Defterdarlar, Reisülküttap, Defteremini, özetle ülkenin tüm gelir kaynaklarını ellerinde tutan, halkın yoksulluk ve sefaletinden habersiz, gecelerini saz ve ahenk içinde 'Çıragan fasılları'yla geçiren devlet adamları hep oraya toplanmışlardı. Padişah Cuma'dan beri Ferahabâd'daydı. Vezirler ve devlet adamları ise Pazartesi günü gelmişlerdi. Müneccimlerin hesabına göre Ramazanin Pazartesi günü olması mümkün değildi."

"Gece Çırağan eğlenceleri yapılmaya, laleler karşısında piyaleler dönmeye, tef, tanbur ve keman Ferâhabâd korularını inletmeye başladı. Kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Yatsıya doğruydu. Devlet büyüklerinin içkinin verdiği sarhoşlukla sermest bakışları birdenbire hayretler içinde kaldı.. Minarelerin kandilleri tamamen yanmıştı. İstanbul Ramazan neş'eleri içindeydi. Meclise ânî bir soğukluk geldi. Baharın en safalı bir gününde devlet ricalini ansızın bastıran bu Ramazan kimseyi memnun etmedi."!

Evet, Lâle Devri'ni batıcılık yolunda 'ilk adım' olarak değerlendirmelerinde batıcıların ne kadar haklı oldukları şimdi daha iyi anlaşılıyor. Batıcılığın bu memleketteki iki yüz yetmiş yıllık tarihi, sarhoş ve ayyaş 'ilericilerde onları uyaran, bu yabancılaşmış güruha kendi öz değerlerini hatırlatan halk arasındaki, mücadelenin tarihidir. Alıntıladığımız satırlarda tasvir edilen mecliste önlerinde köçek, ellerinde kadeh, ney ve tambur eşliğinde demlenen kadro ihanetin bu ülkedeki öbür adı demeye gelen 'ilericilik' ve 'batıcılığı'; onları daldıkları işret aleminden Ramazan coşkusuyla rahatsız eden kesim de halkı ve 'gericiliği' temsil ediyordu. Bütün bir halkın maddi ve manevi değerlerini aralarında yağmalayan bu mutlu azınlık ‘ınedeniyetin temsilcisi', bunların sömürdüğü ve tüm yoksulluk ve sefaletine rağmen kendi değerlerine sahip çıkan halk ve onu/destekleyen ulema ise 'yobaz', 'zorba', 'baldırıçıplak' idi. Ne tutarlı mantık, değil mi?

Gerçeklerin bu kadar çarpıtılmasına, hakikatin bunca tahrifine gönlü elvermemiş olacak ki, henüz fikir namusunu ilericilik ve çağdaşlık adına işportaya çıkarmamış bir Cumhuriyet aydını dahi bu alçakça saptırmaya karşı sesini yükseltme ihtiyacı hissedecektir:

"Halk kitleleri için bu soysuzlaşmış yaşantı, belki de bir dinden çıkmadır. Egemen çevrelerin yoksul insanı hiçe sayan bu yaşayışı karşısında halk, ideolojik planda onların yaptıklarına karşı çıkarak kendi kişiliğini korumak'istemiştir. Yoksul halk böyle düşünceye sarılmasaydı, hiç bir yolla ve ne yaparsa yapsın erişemeyeceği bu yaşantı düzeyinin38 döğruluğunu kabul etseydi, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, bu kez kişisel gerçekliğini yadsımış olacaktı. Bu nedenle 'teceddüt' sözcüğü onda olsa olsa bir nefretin simgesiydi. Böylece 'teceddüt' (yenileşme) gerçekte bir sömürünün, buna karşılık bu yenileştirmeden yana olanların 'irtica' olarak nitelendirdikleri halkın toplümsal davranışları, onun son sığmağının bir anlatımıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki bu kavram karışıklığını ortaya çıkaranlar, niteliği belirtilen bu 'teceddüt'çülerdir. Nitekim 1726 yılında Ramazan ayının geldiğinden habersiz, içki masalarında 'işret'te bulunanlar bu yenilikçi batıcılar, onlara Ramazan’ın geldiğini haber verenler ise 'gerici' denilenler olmuştur."39

Doğru görmek için doğru bakmak gerektiğini bir kez daha pekiştiren bu objektif yaklaşımı ne yazık ki Patrona Halil isyanını değerlendiren adı 'tarihçi'ye çıkmış müslümanlarda göremiyoruz. Gerek batıcı gerek muhafazakar çevrelerde, olayı kaleme alan yanlı saray tarihçilerinin çizdiği "iptenkazıktan halas olmuş, zorba, baldırıçıplak, tellakı nâpâk" şablonundan dışarı adım atamayan ucuzcu yaklaşım pek hüsnü kabul görmüştür.

Kıyamı öğreneceğimiz temel kaynaklardan biri olan tarihçi Küçükçelebizade Asım Efendi de olayı bizzat yaşayan biri. Ramazanın geldiğine onun da canının ne kadar sıkıldığını, hilalin görgü tanığı olan Ayasofya Camii kayyumbaşısı için kullandığı gayz ve nefret kokan cümlelerinden anlıyoruz:

  "Ayasofyai kebirin kayyumbaşısı olan mürâiyi I merdud mutaassıp Arnavudun iyikötü ahvalini tasI dike, mutad olan biriki ırgat ile 'elhamdülillahi teâlâ f ramazan hilali göründü7 deyu yol üzerindeki işaat ve i; rical ve etfalden güruhı enbûh ile kadı efendinin huzurunda şahadet etmeleriyle ramazan sabit oldu.1

İşret meclisi bozulduğu için çilingir sofrasına düşen bir yıldırım olan ramazanın geldiğine canı sıkılan saray tarihçisi hilalin görgü şahitlerini tasvir için 'ırgat7 yorumunda bulunarak intikamını alıyor.40 41 Asım Efendi bu noktada bir teklif de getiriyordu:

"Meselâ Halife-i enamdan izin istenseydi, o gecenin zevk ve hazları şerefine ramazan bir gün sonraya da kalabilirdi."42 Çilingir sofralarını başlarına geçiren Patrona Halil'den de nefret ettiğini tarihini okuyunca anladığımız Asım Efendi, Padişahın 'halifei

i enam7 olduğunu tam zamanında hatırlamıştı. Bu vesileyle hem nice yıldır varlığıyla yokluğu bir olan "hilafet makamı" bir işe yaramış olur, hem de halk karşısında daha fazla kepaze olmak istemeyen bu ayrıcalıklı sınıf rahatlatılmış olurdu.

Bu örnek o çağın bir çok özelliğini gözler önüne sermeye yeter. Bu topraklardaki siyasal ve sosyal irtidat anlamına gelen batıcılığı başlatan kadronun nasıl bir kafa yapısına, nasıl bir din ve hilafet anlayışı

na sahip olduğunun en güzel belgesidir bu. Söz konuşu Osmanlı batıcısı bu arzusunu o gün gerçekleştirememiş lâkin onun fikirdaşları ondan tam iki yüzyıl sonra değil ramazanın günlerini tüm ramazanı, hatta dîne ilişkin her ne varsa hepsini yıllar yılı erteleyerek işret alemlerinin huzurunu bozacak unsurları kamilen temizlemişler, asayişi darağaçları, takriri sükun kanunları ve istiklal mahkemeleriyle berkemal hale getirmişlerdir.

Lale Devri aydını şair Nedim de ramazanın gelişine ağıt yakanlardan:

Bir iki meblağı berş ile urub öldüricek

Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm43

Osmanlı’nın prototipini daha o zamandan çıkardığı halka yabancı aydın tipinin temsilcisi Nedim Efendi, Ramazanı çaresi bulunmaz bir şey gibi görerek şöyle teselli olur:

"Olacak oldu heman çare ne şimden geri"

Bu zamana kadar olan biteni biraz hayret, biraz dehşet, biraz da kin've nefretle takip eden halk, sabrının taşmak üzere olduğunun işaretlerini vermeye başlamıştı. Osmanlı aile yapısının temeli İslam ahlakına dayanıyordu. Ailenin harcı bu ahlakın fertlerde uyandırdığı edep ve haya, sevgi ve şefkatle katılmıştı. Lale Devri sefahatinin halka yansıması demek bu > harcın çözülmesi anlamını taşıyordu. Aslında söz konusu felaket gerçekleştiğinde ilk başı ağrıyacak olan devletin bizzat kendisiydi. Sosyal ahlakın bozulmasına en çok tepkiyi aile reisleri gösteriyordu. Bu ahlaksızlığa karşı ilk tepkilerini sarayı taşlayarak dışa vurdular. Bu protesto öyle bir noktaya geldi ki 1138'in Zilhicce ayında (Ağustos 1726) Beşiktaş sarayında Padişah ile damadı ve diğer saraylarda dönemin ileri gelen devlet adamları günlerce taşlandı.

Yapılan bütün araştırmalara, alman çök yönlü tedbirlere karşın hiç kimse yakalanamamıştı. Protestocular nihayet seslerini sultana duyurmuşlar, sultan Beşiktaş sarayını terketmek zorunda kalmıştı.44

Bu taşlar dört yıl sonra ortaya çıkan Patrona Halil kıyamının ilk habercisiydi. Zaten bu kıyamı diğer yeniçeri vs. kıyamlarından ayıran yön de burasıydı. Bu taşlamaların dikkat çekici bir yanı da sarayların günlerce taşlanmasına, alman onca emniyet ve güvenlik tertiplerine ve yapılan onca aramalara rağmen bir tek kişinin ele geçirilememesiydi. Öyle ya, taşlanan Ahmed Ağa’nın evi değil, Sultan Ahmed'in sarayıydı. Buradan çıkarılabilecek sonuç, protestonun çok organizeli ve örgütlü bir birim tarafından yapıldığıdır. Aynı cemaat kıyamdan sekiz ay önce de buna benzer bir eylem yapacak, işret ve fuhuş yuvalarına karşı düzenlediği saldırı bostancılar tarafından püskürtülerek iki taraftan da ölenler olacaktı. Patrona Halil kıyamında, başka hiç Bir başkaldırıda görülmeyen disiplin ve organize de bu görüşü güçlendiriyor.

Şöyle ya da böyle, halkın bu protestosundan Padişah ve damadı fazlasıyla tedirgin olmuştu. Onları teselli etmek de şair Nedim Efendi'ye düşmüştü:

"Sarayı şehriyarî bir acep bağı meserrettir Kurulmuştur esası izz ü cahı iftihar üzre

O bağın her dırahtı meyvedarı izz ü devlettir Atarlar tâşı elbette dırahtı meyvedâr üzre."

Tabi bu tesellinin etki alanı Padişah ve Damat Paşa'yla sınırlıydı. Halkı da teselli edecek bir şeylere gerek vardı. Damat Paşa keskin zekasıyla onun da yolunu buldu. Çeşitli altın ve gümüş paralan doldurup büyük bir özen içerisinde, gizli dairelerde saklattığı sıra sıra dizili vazolardan sözediyor Mignot. İşte onların ağzını açarak halka bedava ekmek ve diğer gıda maddeleri dağıttırıyordu. Özellikle bazı dükkanların tereklerine mal yığıyor, gezdiği yerlerde ve bulunduğu meclislerde türlü bahane ve fırsatlarla bol bol 'bahşiş' dağıtıyordu. Fgkat yine de halk memnun olmuyor, kendi kesesinden bir kaç katıyla tekrar çıkartılacak olan bu paraların bir avuç tatminsiz adamın zevk ve salasına harcanmasına tahammül edemiyordu.

Tarihçilerin bu yıllardaki yazdıklanna bakılırsa, bütün bu çabalara rağmen yönetim açısından durum hiç de iç açıcı değildi. İbrahim Paşa'nın adamlarından ve aynı zamanda o dönemde sarayda görev yapan Destari Salih Efendi bile bu gerçeği gizleme gereği duymuyordu:

"Sarayda eğlenip kalan vezir İbrahim Paşa kendi. âlemine meşgul olup çeşitli kabahat ile mâlâmâl olduğundan başka, Padişahı âlempenahı dahi iğfal etmekten geri durmayıp* Allah'ın kullarına şefkat nazarıyla bakmadığından dolayı memaliki Turan'dan Anadolu eyaletinde asker akışıyla bir miktar karışıklık çıkıp, haddi aşan zulmünden dahî feryadkar ve şekvagüzar olduğu..."45

·        5. SEFAHATİN HALKA KESİLEN FATURASI

atı elçilerinin bile şaşkınlıktan ağzını açık bırakan bu tantana ve israfın muazzam bir mali kaynak gerektirdiği ortada. Peki, değirmenin suyu nerden geliyordu?

Şu bir gerçek ki, bu sorunun cevabı 'devlet hâzinesinden' değil. XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı ekonomisi incelendiğinde, devletin ekonomik açıdan en zayıf dönemlerinden birini yaşadığı görülecektir. Son yıllardaki başarısız seferler ve Avrupa'da alman yenilgiler hâzineyi boşaltmıştı. Zaten gelir kalemlerinden birincisini harplerde alman ganimetler oluşturuyordu. Bu da kesilince ekonominin can damarlarından biri tıkanmış oldu. XVII. yüzyılın sonlarında sık sık görülen tahta çıkışlara sarayın israfı da eklenince OsmanlI'daki ekonomik kriz doruğa tırmandı.

Vergilerin toplanması da, ihtilaflar ve suiistimaller dolayısıyla güçleşiyor, savaş sırasında halka yüklenen bid'at vergiler halkı canından bezdiriyordu. Bunun sonucunda da köyden kente göç akını başlıyor ve sosyal yapının kontrolü devletin elinden çıkıyordu. Göçe muhatap olan kentlerin başında İstanbul geliyordu. Bunun nedeni de İstanbul esnafının ve sanatkarının bir kısım vergilerden muaf tutulmasıydı.

Toprak sorunu da karma karışıktı. İkta sistemi adaletli işlemediğinden dolayı II. Mustafa zamanında değiştirilerek Şam, Halep, Diyarbakır gibi kimi eyaletlerde ‘ınalikane7 sistemine geçildi. Bu sistem de çabuk kokuştu. Yeni sistemde üç beş kişiniri'tekelinde toplanan mülkler belli bir ücret karşılığında başkasına kiraya veriliyor (iltizarçri. o alan kişi de daha başkasına yüksek bir fiyatla devrediyor, böyle üç beş el değiştiren mülkün son kiracısı verdiği parayı çıkarmak için halka gücü yettiğince zulmediyordu.

Kıyam başarıya ulaşır ulaşmaz, arzusunu soran padişahtan Patrona Halil'in yapılmasını istediği konulardan biri de bu ‘ınalikane' usulünün kaldırılmasıydı. Patrona Halil, bir kaç zenginin elinde zulüm ve sömürü aracına dönüşen söz konusu usulün kaldırılmasını isteyince, Padişah da bu isteği derhal yerine getirmişti.

Bir ara ulufelerin ödenmesindeki yolsuzluklar üzerinde duran III. Ahmed, bunun önüne geçmeyi bir parça başarmış ve hâzineye tasarruf bile sağlamıştı. Nitekim 1721 yılındaki bütçede 5675 dîvanî keselik bir tasarruf sağlanmıştı. Ancak sağlanan bü tasarrufun üç beş kişinin zevki için Sadabad eğlencelerinde harcandığı da bir gerçek. Bir yanda lale fasılları, işret meclisleri, kasr ve saray inşaatları, sünnet ve düğün törenleri için su gibi para harcanırken öte yanda halka yeni yeni vergiler konuluyordu.

Rusya'ya savaş açma bahanesiyle, daha ortada hiç bir şey yokken halktan seferî vergiler toplanmaya başlanmıştı. Halk vergileri ödeyecek durumda değildi. Yaşayabilmek için, vergi muafiyeti tanınan İstanbul'a göç etmekte, devlet de tüm vergileri göç etmeyenlerin sırtına vurmaktaydı. Anadolu padişaha çok uzaktı. Onun için kimsenin sesi çıkmıyor, sesini çıkaranlar da padişaha ulaştır amıyorlârdı. Ekonomik sıkıntı çok geçmeden İstanbul halkını da sarınca zaten fırsat bekleyen halk hoşnutsuzluklarını değişik biçimlerde dışa vurmaya başladı. Bunun üzerine 1727 yılında sultan tüm seferi vergileri iptal edip borçlarını da affettiğini açıklamak zorunda kaldı.

Ne ki, bu da derde derman olmadı. Halk ekmek peşine düşmüştü. Osmanlı aristokrasisi halkı çoğu zatnan kapılarında karın tokluğuna çalıştırıyorlardı.

·        II. Tahmasb, Eşref Şah'ı yenip Osmanlı'nın önceden İran'dan almış olduğu kentleri geri isteyince, iptal edilen vergiler çok daha ağırıyla yeniden konulmuştu. Tabi halkın vergi ve borçlarının iptali bir 'devlet şakası'ndan öteye gitmemişti.

İsyan görece başarıyla sonuçlanıp yeni sultan Patrona Halil'den ne istediğini sorduğunda, onun isteklerinden biri de halkın altından kalkamadığı bu vergilerin halkın sırtından kaldırılması olmuştur.46

Bu dönemde ortaya çıkan ekonomik sıkıntılardan biri de düşük ve eksik ayarlı akçenin tedavüle sürülmesi. Özellikle Mısır'da basılan paraların kenarı belli belirsiz kırpılarak akça, bir kuşa çevriliyor ve piyasaya ayarı bozuk para sürülüyordu.

Padişahla damadının İran'a açılan 'seferi hümayun' kastıyla Üsküdar'a geldiği halde bir türlü sefere çıkamaması bütün bu ekonomik yaraların üzerine tuzbiber ekiyordu. Halbuki esnaf ve küçük sanat sahiplerinden vergi alınmış, sefere çıkılmadığını gören bu zümreler yönetim tarafından aldatıldıkları hissine kapılmışlardı. Osmanlı ordu sisteminde usûl, savaş zamanı askerin her türlü ihtiyacını karşı

lamak için her meslekten bir grup sanatkar ve esnaf gerekli malzemeleriyle birlikte orduya çağrılır, bunlardan da peşinen bir vergi alınırdı. Bu sefer esnasında esnaf ve sanatkarlardan istenen paranın toplamı üç milyon küsüldü ki; o zaman ki değerle bu astronomik bir rakamdı. Elde edilen bir belgeden anlaşıldığına göre toplanan bu meblağın büyük bir bölümünün yerine teslim edilmeyip "eki ü bel,'" (yenilip yutulmuş) olunduğu ortaya çıkmıştı.47

Eki ü bel' olunan bu ve buna benzer nice paraları kimlerin yeyip yuttuğu Patrona Halil isyanında günyüzüne çıkacaktır.

·        6. BATIYLA BARIŞ DOĞUYLA SAVAŞ

brahim Paşa Osmanh’nın fetih siyasetini batıdan doğuya kaydırarak batıkların çıkarlarına en büyük hizmeti yapmıştı.

1718 Pasarofça antlaşmasıyla Batı karşısındaki yenilgisini tescilleyen Osmanlı, burada uğradığı toprak ve prestij kaybını ve bundan doğan ekonomik açığı kapatmak için kendisine daha mülayim ve güçsüz bir düşman seçti: İran.

İran bu sırada iç karışıklıklar yaşıyordu. Afgan kabile reislerinden Mahmud Han İran'a saldırarak Isfahan bölgesini işgal etmişti. Bu fırsattan istifade OsmanlI da toprak telafisi için kolları sıvamaya başlamıştı. Osmanlı Pasarofça'yla ümmetin hâmiliği rolünü kaybettikten sonra bir de sünni dünyanın hâmiliği rolünü elinden kaçırmak istemiyordu.

Bu arada yapılan bir yığın barış görüşmeleri bir işe yaramayarak Osmanlı orduları İran'a girdiler. Uzun savaşlar sonunda Hemedan, Gence, Loristan, Ürmiye, Tebriz, Erdebil, Revan ve Karabağ bölgeleri ele geçirildi. Aslında bütün bu savaşları yöneten ve kazananlar sınır valileri, bu zaferlerin parsasını toplayan ise Padişah ve Damat Paşa'ydı. Her devirde yaptıkları gibi çağın zevkperest 'aydm'lanndan Nedim, Nâhifî, Sâmî gibileri cephenin önündeki komutanları değil, ihsan alacağı isimleri medhediyor ve öne çıkarıyorlardı. Doğu sınırında yıllarca süren savaşlara rağmen ne Padişah ne de Sadrazam İstanbul'dan dışarı bir adım atmamışlardı.

1726 yılında Eşref Şah’ın Ahmed Paşa komutasındaki orduyu bozguna uğratıp ele geçirilen bazı bölgeleri geri aldığı haberi sadrazamın kulağına gelince, önceleri başkalarının kazandığı zaferleri kutlamak için âlemler düzenlerken,, bu kez de yenilgiyi Padişah ve halktan gizlemek için işret meclisleri kurdurmaya başlamıştı.

Dışarda bütün bunlar olurken İstanbul içten içe kaynıyordu. Çünkü, evvelce Osmanlı'dan İran'a karşı yardım isteyen sünni Şirvan, Ruslar tarafından işgal edilmişti. Devletin dış politikasını haklı göstermek için oynadığı Sünnilik kartına rağmen bu propagandaya aldırmayan halk, ulema ve ordu, İbrahim Paşa’nın yıllardan beri sünni türklerle meskun Kafkas bölgesini, Dağıstan, Derbent ve Bakü'yü direniş göstermeden Ruslara terk ederek batı İran'daki kentleri uzun savaşlar vererek almasını ve bu yüzden binlerce can kaybına sebep olmasını şiddetle eleştiriyorlardı. Döneme ait kaynaklardan biri olan Crouzenac, Osmanlı’nın askeri gücünü hıristiyanlar için bir tehdit unsuru olmaktan çıkartarak müslüman halkları birbirine kırdırma siyaseti güden yönetimin bu haince politikasını ilim adamlarının ve askerin farkettiğini yazar. Aynı kaynak söz konusu sınıflara mensup olan aklı başında insanların takip edilen dış politikayı şöyle yorumladıklarını nakleder:

"Allah"bizi, haklı bazı taleplerde bulunmuş olan İrahlılara karşı yaptığımız savaşlarda işlenen korkunç cinayetlerden dolayı pek haklı olarak cezalandırdı. Peygamber gazaba gelmiştir. O dahi bu yenilgi ile bize ordumuzu hırıstiyanlar üzerine sevk etmemizi ihtar ediyor."1

Hatta bu kanaatlerle, bir 'akşamcılar takımı' haline gelen saraya duyulan tepki de birleşince, İran tarafına geçen yüksek bürokratlar bile oluyordu. Bu cümleden olarak Nihavend komutanı Osman Ağa dış politikada İran'dan yana tavır koymuş, hatta İran elçisi olarak Tahmasb Kulu tarafından serdar Ahmed Paşa'ya yollanmış,.bu duruma bozulan Ahmed Paşa Bağdat'tan çıkar çıkmaz Osman Ağa'yı gönderdiği adamlara katlettirmişti.48 49

Yukarıda da değindiğimiz gibi yenilginin tescili demeye gelen Pasarofça Antlaşması İbrahim Paşa’nın batılılara yaptığı en büyük ikramdı. Paşa bu ihanetini örtbas etmek için başlatmıştı Osmanlıİran harplerini. Ne ki ihanetin kokusu fazla geçmeden ortaya çıktı. Saray uleması aracılığıyla halkın mezhep taassubunu körükleyerek ihanetini gözlerden gizlemeye çalışan bu sünnetsiz 'Sünni'nin söz konusu çabalarından sonuç çıkmamış, ulema ve ordu mensupları Damat Paşa'yı Pasarofça antlaşmasını yaparak Rusya ve Avusturya'dan intikam almadığı için sorumlu tutmuşlardı. Bu sınıfların düşüncesine göre her ne şekilde olursa olsun İran seferlerine bir son verilip, derhal Avusturya üzerine savaş açılmalıydı.50

Kimin ne istediği ve ne yaptığı oldukça açık bir biçimde ortadaydı. Bir yanda Osmanlı’nın batıya yönelmiş üç buçuk asırlık geleneksel 'fetih politikası'nı gizli hesaplarla tersine döndürüp mezhepçiliği körükleyerek müslümanı müslümana kırdıran batıcılar, öbür yanda oynanan ihaneti tüm saptırmalara rağmen görerek buna karşı çıkan ulema, asker ve halk. Temel özelliği halka ve yerli değerlere ihanet olan İbrahim Paşa politikası Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde batıcıların şaşmaz dış politikası olmuş, bu politika her dönemde batının maşaları olan mutlu azınlık tarafından desteklenmiştir.

İran yenilgileri üzerine dalga dalga yayılan hoşnutsuzluğu bastırmak için Padişah'ı bir 'seferi hümayun'a zorla razı eden İbrahim Paşa, Üsküdar'daki ordugaha gelmek istemeyen III. Ahmed'i çeşitli oyunlarla Üsküdar'a gelmeye mecbur etmişti. Bu sefer sayesinde iktidarını biraz daha uzatacağını umuyordu. Kadınlarla oturup oya örmek ve işleme yapmak gibi ince işlerle yıllarını geçiren padişahın gücüne gidiyordu sefere çıkmak. Haftalar geçtiği halde bir türlü yola koyulamayan ordu, huzürsuzlanmaya başlamıştı... Bu sırada İran şahı Tahmasb’ın topraklarını birbiri ardınca OsmanlI'nın elinden geri aldığı haberleri geliyordu.

Batıcıların ihaneti yukarda anlatıldığı kadarla da kalmıyor, Damat Paşa baştan yanlış tutulan bir politikanın icracısı olarak uzun savaşlar ve binlerce cap karşılığında ele geçen İran kentlerini başı sıkışınca yaptığı gizli pazarlıklarla satıyordu. Abdi Tarihi'nden okuyalım:

"... tarafı Devleti aliyyeden Şahı Acem Tahmasb Şah tarafına gönderilen elçi ile gizlice Tebriz muhafızı Mustafa Paşa'ya emr ü fermanlar irsal eylemiş kim; "Kaleyi boşaltıp Tahmasb Han'ın tayin ettiği hanına teslim edesin. Bir türlü muhalefet etmeyesin, sonra cevaba kadir olamazsın" dedikte, ol dahi çaresiz sadır olan bu yüce emri açıklamağa bir veçhile kadir olamayıp gizlemiştir."1

Elbette binlerce insanın kanıyla alınmış toprakları satmak sadece Lale Devri batıcılarına özgü bir davranış değildi. Bugüne kadar gelmiş, milletin tepe' sine oturan batıcı yöneticilerin bir çoğu 'vatan satmak'ta batıcılığın piri olan İbrahim Paşa'dan hiç de geri kalmamışlar, buna rağmen kendilerini en büyük kurtarıcı ilan etmişlerdir.

"Sadrazam, Hemedan, Kirmanşah ve Tebriz'i îranlılara satmış, bundan dolayı sefere çıkılamıyormuş" haberi Üsküdar'da beklemekten yorulan orduyu galeyana getirirken, Tebriz'e giren Tahmasb Kulu Han'ın orada direnen üçyüz Osmanlı askerinin burun ve kulaklarını keserek kendi muhafızlarıyla İstanbul tarafına yollaması da halkın hissiyatını körüklemişti.51 52

·        7. DAMATLAR ANONİM ŞİRKETİ

^E^evleti özel çiftliği haline getiren İbrahim Paşa, daha sadrazam olmadan kendisine zemin hazırlamağa başlamıştı. Müslüman halkın nefretini körükleyen konuların başında, onun bu 'tek adam' olma ihtirası sonucunda devleti bir aile şirketine çevirmesi gelmekte.

Damat İbrahim Paşa, o zamanki adı Muşkara olan Nevşehir doğumlu olup, Enderun Tarihi ve Marquis de Bonnac'a göre aslı ve nesebi meçhuldür.1 Onunla çağdaş olan batılı yazarlar ise, onun aslen Muşkara'h bir Ermeni olduğunu, hiç bir dîne sahip olmadan İstanbul'a geldiğini ve burada gerçek kimliğini gizlemeyi başararak etrafına kendisini müslüman gibi gösterdiğini yazar.53 54

Bütün saltanatı boyunca yaptıkları, yerli ve yabancı kaynakların bu görüşünü pekiştirmektedir. Dahası, boğdurulduktan sonra, hıncını alamayan halk tarafından cesedi soyulunca sünnetsiz olduğunun ortaya çıkması bu konuda şüpheye meydan vermemektedir. Ayrıca batıkların bu konuda, söylediklerini doğru saymak zorundayız, çünkü İbrahim Paşa hem bunlardan bazılarının çok iyi tanıdığı özel dostu, hem de Osmanlı ricali içerisinde batıkların en çok sempati besledikleri isimlerden biridir.

1688 yılında saraya bir dostunun sayesinde helvacı olarak girmiş, şehzadeliğinde IH. Ahmed'le arkadaş olmuş, o padişah olunca da yıldızı parlamıştır. Daha sadrazam olmadan önce istemediği adamları saraydan uzaklaştırıyor, onların yerine önceden sürülmüş olan sempatizanlarım getiriyordu. Kendisine sadrazamlık teklif edildiği halde reddeden İbrahim Paşa bir gün nasıl olsa sadrazam olacağına kesin gözüyle baktığından, ortamı kendisine hazırlamakla meşguldü.

İş yapan ve göz dolduran vezirleri bir bahaneyle birer birer sürdürdü. Merzifonlu ailesinden Abdullah Paşa ve kardeşi Esad Bey bunlardan ikisi. Bu iki isim de devşirmekul kökenli değil. Daha başkent kaymakamı iken eski sadrazamlardan Numan Paşa'yı Belgrad'a, Kayseri'li Osman Paşa'yı tenzili rütbe ile Vidin'e, denizcilikten yetişme Canımhoca Mehmed Paşa'yı kapdanı deryalıktan yedikule zindanlarına55 göndermişti. Yine kapdanı deryalıktan Azak muhafızlığına gönderilen Aşçı İbrahim Paşa ve Kadri Efendi, Haydar Ağa, Hısım Mehmed Ağa gibi dirayetli bürokratları da kendine özgü yöntemlerle İstanbul'dan uzaklaştırdı. Bütün bunları sadrazamlığının arefesinde yapıyordu.

Sürdüğü bu adamların yerine Süleyman Ağa, Mustafa Efendi gibi kale hapsinde bulunan cezalı personeli yerleştiriyordu. Bu şekilde onların kendisine minnettar kalarak icraatına karışmamalarını sağlayacaktı. Sadrazamlığından dört gün evvel yaptığı son tasfiye pek diş geçiremediği Şeyhülislam İsmail Efendi'ydi. Onu Sinop'a sürdürmüş, yerine elinin altında büyüyen Yenişehirli Abdullah Efendi'yi getirmişti. Harp yenilgiyle sonuçlanıp, bu da bir anlaşmayla tescil edildiğine göre, Damat Paşa artık rahat rahat koltuğuna oturabilirdi.

Bürokrasinin tepesine (başbakanlık) oturduğunda kendisine ses çıkaracak bir tek kul kalmamıştı. Bunun yanında tüm hükümet üyeliklerine, en sadık adamlarını ve akrabalarını yerleştirmişti. Damadı Mustafa Paşa'yı tevkiîliğe, kapısında yetişen Hacı Mustafa Efendi'yi defterdarlığa, diğer damadı Mehmed Paşa'yı kethüdalığa, adamlarından Mehmed Ağa'yı bostancıbaşılığa, onun kardeşlerinden birini nalbantlıktan Rumeli Beylerbeyliğine, bir diğerini mehterlikten cizye tahsildarlığına, on dört yaşındaki oğlunu da iki tuğlu rumeli payesiyle Amasya valiliğine atadı.56

Diğer yandan İbrahim Paşa, kardeşi Halil Ağa'nın oğlu Ah Paşa'ya vezirlik verdirerek padişahın kızını ona nikahlıyor, yeğenlerinden Sinek Mustafa Bey'i de Zeynep Sultan'a damat adayı gösteriyordu. Tüm soyunu önemli makamlara yerleştirerek devleti bir aile çiftliği haline getiren Damat Paşa, kızlarını yakınlarına almak suretiyle Padişahı da bağlıyordu.

·        III. Ahmed'i kendisine hayran eden İbrahim Paşa onu avutmanın çeşitli yollarını bulmuştu. Bu yollar arasında paraya karşı zaafı olan padişahı çil çil altınlarla aldatmak da vardı. Mustafa Nuri Paşa anlatıyor:

"Nevşehir'i! Damat İbrahim Paşâ’nın oğlu Genç Mehmed Paşa’nın İbrahim Bey adında çok uzun süre yaşamış bir oğlu vardı. Babasından kalma yalısında oturup dededen kalma vakıf artıklarıyla geçinirmiş. Bu İbrahim Bey'in arkadaşlarından olup şeyhü'lHarem iken ölen Ziver Paşa şunları anlatırdı: III. Sultan Mustafa Han zamanında, Damat İbrahim Paşa’nın torunu İbrahim Bey enderûnı hümayun ağalarındanmış. Rahmetli Sultan Mustafa kendisine: Senin deden (İbrahim Paşa) pek kalleş bir herif idi. Babama (III. Ahmed) her zaman torba torba altınlar getirip verir ve babam da 'eniştenizin elini öpün' diye bize emrederdi, dermiş."1

Sarayda bütün bunlar olurken halk yönetiminin "zulm ü çevrinden perişan olmuştu."57 58 Şemdanizade'nin de vurguladığı gibi "fukaranın hakkı" taşrada gözetilmiyordu. Taşra derebeylerinin zulmünden şikayet için saraya gelen mazlum, o derebeyinin adamı olan vezirlerden biri marifetiyle yakapaça tutulup zincire vurularak, zulmünden şikayet ettiği beyin ellerine teslim ediliyordu. O isterse öldürüyor, isterse bırakıyordu."59

Padişah artık çizmeyi aşıp ulemanın haremine tecavüze kadar varan İbrahim Paşa'yı kendisine şikayet edip muhtemel olaylara karşı onu uyaran Şeyhülislam ve Şehzade Süleyman'ı dinlemediği gibi Abdullah Efendi'nin sözlerini aynen damadına yetiştirerek ne yapılması gerektiğini soruyordu. Şehzade Süleyman'ın babasını şöyle uyardığı nakledilir: "Bu vezirin tüm devlet işlerini kendi tekeline almış, hem kendisine, hem şevketli padişahıma, hem bize, hem Devleti Aliyyeye yazık eder" demişti.60

İbrahim Paşa’nın bütün bunlarla da yetinmeyip şahsi bir takım yolsuzluklara ve ahlaksızlıklara karışmasını, bardağı taşıran son damla olarak nitelemiştik. Netayicü 7 Vuku at' ta da vurgulandığı gibi İstanbul'da Çirağan alemlerinde fuhuş alenen yapılıyordu.1 İbrahim Paşa Kağıthane'de kadınlara altın saçıp başmaklarının içine düşürmekte maharetliydi. Aynı kaynak şöyle devam eder: "O daha ileri giderek, İstanbul kadısı Zülali Haşan Efendi'nin pek güzel olan karisinin uydurma bir düzenle ırzına geçmesi tam anlamı ile hazır olan fitne ve ayaklanma fitilinin alevlenmesine neden oldu."61 62

On iki yıl ipini eline geçirdiği padişahın da yardımıyla devleti çiftliği gibi yöneten sadrazam Damat İbrahim Paşa ve ekibi, maddesiyle manasıyla yıllar, dır sömürdüğü müslüman halkın patlayan öfkesi önünde dayanamamış, çağdaşı tarihçilerin "tacı Cemşid bezmi işretinde bir zerrin câm ve malı Karun desti tasarruf u itibar nazarında bir avuç dirhem idi"63 diye tanımladıkları İbrahim Paşa "bir baldırıçıplak dellakı sadeten eliyle üryan olup hâki mezellette helak"64 olmuştur.

Bizim kaynak olarak kullandıklarımız da içinde, o çağda yazılan hemen tüm tarihlerin saray görevlileri tarafından yazıldığı gerçeği göz önünde tutulursa, bunların ilmi ve objektif olmaktan daha çok indî ve hissi görüş ve kanaatlerin biraraya toplandığı hatıratlar olduğu ortaya çıkar. Bu tarihlerin kimilerinde üslup öylesine yanlıdır ki, bu yanlılık sayesinde ak kara, kara ak görünür. Böyle olması da bir yerde anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bu dönemi yazan tarihçilerin hemen tamamı saray görevlisi, dolayısıyla İbrahim Paşa'nın adamıdırlar.. Söz konusu duruma rağmen bu tarihçilerin de gizleyemedîği gerçekleri bir araya getirdiğimizde olayların iç yüzü görülebilmektedir. Biz de, nâçar, bunu yapmaya çalıştık.

Destarî Salih Efendi ya da metin yazarı Salahi Efendi kıyam sonrasında tahta çıkan yeni padişaha yaranmak için, "Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır, ona kullarından dilediğini varis kılar" (Araf; 127) ayetini hatırlarken, iktidarın değişmesine sebep olan Patrona Halil'i "can be cehennem ten be türab"1 diye anmaktaydı.65 66 Tarihçi Abdi de sadrazamın başına gelenleri, derin bir tevekkül gösterip "Olacak olur ana ne çare> Hak Sübhanehu ve Teâlâ hazretleri her ne ki takdir eylemiştir ol olur" sözleriyle karşılarken, aynı mütevekkil tavrını kıyamdan ve kıyamcılardan esirgeyerek "bîdin, bîîman"67 gibi pek ağır ifadeler1” kullanıyordu.

Bütün bu sis ve duman perdesi arkasından, olayların gerçeğini çekip çıkarmak, biraz da araştırmacının basiret ve ferasetine kalmış bir şey. Eğer uyanık olunmazsa bir çok tarihçi gibi saray vak'anüvislerinin söz konusu tuzağına düşmek işten değil. Nitekim olaydan yüzyıllar sonra bile bir çok batıcı ve muhafazakar tarihçi, bir saray memuru ağzıyla Patrona Halil isyanım ele almış, sonraki kuşaklara da o ‘ınalum' ağızla aktarmışlardır.

·        8. SERDENGEÇTİLER HAREKETİ BÎR İSLÂMÎ HAREKET MİDİR?

czatrona Halil hareketinin İslâmî hareketler içerisinde değerlendirilmesi, bu hareketin yüzyılımızda gerçekleşen organizeli İslâmî hareketlerle kıyaslanmasını gerektirmez. Bu hareketi o çağın kendine özgü sosyokültürel, psikososyal ve siyasal şartları içerisinde değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan gerçekler maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

·        1. Bu hareket, OsmanlI'da sık görülen 'yeniçeri, celali' vs. gibi sıradan bir başkaldırı değildir. Onlardan tamamen farklı özelliklere sahiptir. Hareketin lider kadrosuna, bu kadronun eylemlerine, düşüncelerine ve ideallerine baktığımızda bu gerçeği açık bir biçimde görürüz.

·        2. Bu hareket, batıcıların ilk adım saydıkları 'Lale Devri' ve bu devrin ayırıcı özelliği olan BATICILIK aleyhine yapılmış bir karşıdevrim hareketidir. Bu hareket aynı zamanda, batıcılığın daha ilk günden itibaren halkla, halkın değerleriyle ters düştüğünün ve halka karşı, halka rağmen yerleştirilmeye çalışıldığının da bir göstergesidir.

·        3. Bu hareket, Osmanlı sarayının ve onu destekleyen bürokrat've aydınların ideolojik tercihlerine karşı, halkulemaasker üçlüsünün koordineli bir tepldsidir ve aynı zamanda yerli güçleri' temsil eden 'ulema' sınıfının, yerlileştirilmiş yabancıları temsil eden 'devşirme/kul' bürokrasisine başkaldırısıdır.

·        4. Bu hareket dinamikleri, yönelişleri ve hedefleri açısından İslâmî bir harekettir. Şöyle ki: Harekete karşı çıkanlar ülkenin maddi ve manevi değerlerini talan eden ‘ınutlu azınlık' iken, harekete katılanlar maddi ve manevi değerlere sahip çıkan ezilmiş ve mustaz'âf kitledir. Osmanlı'da kitlelerin sahip olduğu tüm manevi değerlerin tek dinamiği ise 'din'dir. Bu din İSLAM'dan başkası olmadığı için, bu hareket, temelde İslâmî kaygılardan yola çıkan kitlenin mensup oldukları dine dayalı manevi değerlerini, o değerleri aşağılayan bir avuç azınlığa karşı korumayı amaçladıkları bir harekettir. Bütün bunlardan dolayı Patrona Halil hareketini İslâmî hareketler serisi içerisinde ele almayı uygun gördük.

III SAFHA SAFHA BAŞKALDIRI

Patrona Halil Diye Biri /yenliler 12 Rebiulevvel 1143 (25 Eylül 1730)'ü göstermektedir. Yani viladet kandili. Padişah kandil mevlidini ordugahın bulunduğu Üsküdar'da, annesi Gülnuş Sultanin yaptırdığı camide okutacaktır.

Damat Paşa’nın on iki yıllık iktidarında içte sefahat ve ahlakî ekonomik sefalet, dışta ise yenilgi ve ihanet birbirini kovalamış, Çırağan fasılları adıyla düzenlenen eğlenceler bir fuhuş ve işret alemine dönüşmüş, yokluk ve açlık içerisinde kıvranan halk salıncak, dolap, lale vs. ile kandırılmaya çalışılarak devlet bir aile şirketi haline getirilmişti.

O günü kendine özgü üslubuyla anlatan Abdi Efendi, "meğer ol gün bu gavga zuhura gelsün için eşhas meşveret eylemişler" dedikten sonra dönemin kısa bir özetini verir:

"Vakıa Sadrı azamı âsaf perver İbrahim Paşa Hazretleri bir zevk u safaya mail, gece gündüz hay huy ile şafada ve ocaklarda subaylar birbirine uygun, Devleti Âli Osman da bu şekilde hareket etmiştir. Sadrazam gedikli subayların her birisine birsuç uydurup onun gediğini iptal ettirip, onun tek geçim kaynağı olan zeameti kendi yakınları arasında paylaştırıp, kendisini sürgün ya da zincire vurdurup beş on senelik zeametinin tüm hasılatını almayı alışkanlık haline getirmişti. Ve taşrada olan varlıklı vilayet ağalarının her biri defaaten birer bahane ile suçlu gösterilip sürülmüştü. Ve reaya fukarası zulm ü çevrinden perişan olmuştu."68

Abdi Efendi "Sadrı Azamı âsaf perver hazretleri"nin soygun, zulüm ve ahlaksızlıklarını hem nalına hem mıhına vurduğu bu üslûbuyla şöyle sürdürüyor:

"Âlem hayrette kalmıştı. Makam mevki sahibi olanların çoğu gece gündüz zevk u safa, çeng u çegane ile toplantı düzenliyordu. Osmanlı devleti değil harap olmak dört bir yanından Allah korusun düşman istila etmek istese belki biz zevkimizde olalım derlerdi."1

İşte görgü tanıklarının böyle tasvir ettiği bir günde yönetimin gidişatından hoşnut olmayan âlimlerin önderliğinde toplanan kıyam ekibi Valide Camii'nde yaptıkları istişare sırasında isyânı başlatma kararını kandilden üç gün sonraya ertelediler. Kararlarını değiştirmelerinde en büyük sebep yeniçeri, sipahi vs. tüm ordunun o anda Üsküdar'da toplu halde bulunmaları, onların müdahalesiyle isyanın başarısız kalma ihtimaliydi. Fakat fazla beklemeye de tahammülleri kalmamıştı.69 70

Olayların seyrinden de anlaşılacağı gibi isyan daha önceki yeniçeri ayaklanmalarında görüldüğü üzre, devletten bir miktar fazla cülus bahşişi koparmaya dayalı sıradan bir başkaldırı değildi. Dört yıl önce, Padişahla Sadrazam ve ekibinin saraylarının günlerce taşlanması ve onca emniyet ve güvenlik tertibine, arama ve taramalara rağmen kimsenin ele geçirilememesi, bu isyanın nüvelerinin daha o zamandan atıldığı izlenimini veriyor.

Bayezid Medresesi hariç müderrislerinden İbrahim Efendi ve Başmakçızade Abdullah Efendi gibi alimler isyanın beyin takımını oluştururken, onu bizzat sevk ve idare etme işini de Arnavutluk'tın Horpeşte kazasından olup İstanbul'da esnaflık yapan ve gerek halk arasında gerek diğer devlet adamları arasında nüfuzlu biri olan Patrona lakaplı Arnavut Halil Ağa üstlenmişti.

Halil Ağa'nın aile kökeni ve memleketinden nasıl ayrıldığı konusunda tarihlerin hiç birinde sadra şifa bir bilgi yok. Ona 'patrona'1 lakabı verilmesinin sebebi olarak daha önceleri Osmanlı deniz filosuna bağlı bir amiral gemisinde görev yapması gösteriliyor. Osmanlı deniz gücünde filo komutanına ya da komutan gemisine 'Patrona' adı veriliyordu.

Batılı bir kaynak onun bu gemide bir isyana karıştığını, bu yüzden idama mahkum olduğunu, ancak kapdanı derya tarafından idamdan kurtarıldığını yazıyor.71 72 Ne İd, isyanın nedenini, gemide isyan çıkartan Halil'i deniz kuvvetleri komutanının niçin ölümden kurtarmak istediğini, onu nereden tanıdığını ve söz konusu bilgileri nereden aldığını söylemiyor. Üstelik bu bilgilerin hiçbiri ne yerli ne yabancı her hangi başka bir kaynakta var. Kaldı ki bunları yazan tek kaynak olan Sandwich rivayet ettiği olayın tarihini de Karlofça antlaşmasından öncesi olarak verir. Bu durumda kıyam sırasında Patrona'nın yaşı en az 5560 olması gerekiyor. Halbuki, Van Moor'un yaptığı tablosunda patrona 35 yaşlarında biri olarak görünüyor. Anlaşılan o ki, bu batılı tarihçi söylentilerle gerçekleri birbirine karıştırmış.

Patrona Halil Ağa Arnavutluk'tan Niş kentine geçmiş. Orada askerliğe yazılmış. 17. yeniçeri ortasında 1718 Pasarofça antlaşmasına kadar askerlik yapmıştır.1 1718 antlaşmasıyla Niş'ten Vidin'e aktarılan kale muhafızları arasında o da vardır. Vidin kalesinde ulufe yüzünden çıkan bir kargaşadan sonra askerliği terk ederek önce memleketine, ardından İstanbul'a geçmiştir.

Ömrünün büyük bir kısmı askerlikle geçen ve daha orta yaşlarında olan Halil Ağa İstanbul'da geçimini sağlayacağı bir meslek edinmeye çalışır. Patrona'nın ne iş yaptığı konusunda yerli kaynaklarda hiç bir bilgi yok; Yabancı kaynaklar da bu konuda farklı rivayetler aktarırlar. Kimisi ona yüzük, düğme, iğne, iplik vs. sattırırken (Sandwich), kimisi de elbise pazarlatır. Özetle Patrona İstanbul'da ticaretle meşgul ölmüştür.

Tarihlerin kaydettiğine göre Patrona, Abdi Paşa ve Mustafa Paşa gibi devlet adamlarıyla tanışıp görüşüyordu.73 74 Bu iki paşa da kaptanı deryalık yapmışlardı. Bu bir tesadüf olmasa gerek. Patrona’nın lakabı da amiral gemisinde hizmet yaptığı için verilmiş olduğuna göre bu paşalar, sınıfında mahir olan Patrona’ınn tecrübesinden yararlanmak için onunla tanışıp görüşmüş olabilirler.

Patrona'yı karalayıcı ve küçümseyici bir üslupla tanıtma konusunda ağız birliği etmişçesine ortak bir üslup kullanan yerli ve yabancı tarihçiler, bir "serseri, tellak, baldırıçıplak"m nasıl olup da devletin en yüksek kademelerinde bulunan bu insanlarla konuşup görüştüğünü açıldayamamaktadırlar. Olaya kendi perspektifinden yaklaşan bir Cumhuriyet dönemi araştırmacısının büyük hayal gücü sarfederek oluşturduğu 'komplo' senaryosu ise, komplonun planlayıcısı olarak gösterdiği Mustafa Paşa’nın da kıyam sonrası kellesini kurtaramayan üç kişiden biri olmasıyla suya düşmekte, yazarın onca çabası ise boşa gitmektedir.1 \

Patrona'nın halk arasında nasıl tanındığına dair çok kıt bilgiler var elimizde. Tarihçiler daha çok sarayla, sultanla ilgilenmişler. Ancak Feraizizade'den nakledilen şöyle bir haber var: "Patrona Halil halk arasında gaipten haber veren biri olarak ünlenmişti." Gülşeni Maarif sahibi bununla Patrona'nın mistik bir boyutu olduğunu mu vurgulamak istedi bilemiyoruz ama buradan onun karizmatik bir kişiliğe sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Halk arasında onu meşhur eden şeyin başkası değil 'gaipten haber verme' olayı olması en azından görünürde onun dinine bağlı, züht ve. ihsan sahibi biri olmasını da gerekli kılmaktadır ki halk ona teveccüh ve hürmet gösterebilsin. Bunun dışında, bir de ‘ıneczub' olabilir ki, en azılı düşmanlarının dahi böyle bir iddiası yoktur. Kıyam boyunca halkın verdiği hayret edilecek desteğin ve hatta saray tarafından Sancakı Şerif çıkarıldığı halde altına halktan kimsenin gelmemesinin sebebi de bu olmalı. Kıyamı tutarsız bir 'komplo' teorisiyle açıklayan Aktepe dahi, Patrona'nın halk nezdindeki itibarını kabul ederek şöyle der: "Crouzenac, Patrona Halil'in gayet güzel ve coşkulu konuştuğunu kaydediyor. Demek ki halkı peşinden sürükleyecek kudrette bir insan idi."75 76

Evet, binlerinin veli birilerinin baldın çıplak dediği bu insanı, en iyisi, eylemlerinden ve yaptıklanndan/söylediklerinden yola çıkarak tanımak. Onun hakkında bir yargıya varmak için bundan başka çıkar yolumuz yok. Zaten bunun dışında onun' hakkında söz söyleyenler de bildiğinden ve aklından değil, karnından konuşanlardır.

Ayaklanmanın İlgi Alanı ve Çapı

Portresini yukarda çizmeye çalıştığımız kendilerine 'SERDENGEÇTİ' adını veren Patrona Halil önderliğindeki isyan komitesinin, öteden beri ilgilendikleri olayların başında bir fuhuş ve işret yuvası halini alan Sâdabâd gelmektedir.

Sonraki araştırmacıların gözünden her nasılsa kaçan bir gerçek var: Abdi tarihinde değinilip geçilen bu olay kıyamın mantığına ışık tutucu mahiyette: "Sekiz ay önce daim bu mahalle gelüp, bu fitne için daim meşveret eylemekte, hatta Sâdabâd'da bostancılar ile bir kavga peyda edüp ara yerde vafir adem telef ve zayi oldu. Edemediler, def oldu."77 Abdi, edemediklerinin ne olduğunu açıklamasa da belli oluyor: Sâdabâd fuhşunu sabote etmek...

Buradan anlaşılan bir gerçek daha var: Tüm diğer halk hareketlerinde olduğu gibi bu hareketin de komuta merkezi 'cami'. Abdi'nin aylardır, belki de hakikatte yıllardır "daim meşverette" olduklarını bildirdiği cemaatin istişare toplantılarını yaptığı yer cami olmuş, isyanın başlama mahalli olarak da Bayezid Camii öngörülmüştü.

Abdi Efendi'nin aktardığı haber, bizim olayın düzenli ve örgütlü bir başkaldırı olduğu ve öncesi bulunduğu tezimizi güçlendirin ektedir. Daha kıyamdan sekiz ay önce müslüman halkı fazlasıyla rahatsız eden Çırağan alemlerine müdahale edip, o günün polisi olan bostancılarla Sâdabâd'da çatışmaya giren serdengeçtiler, iki taraftan da kayıp verilmesi üzerine geri çekilmişler ve ortamın olgunlaşmasını beklemişlerdi. Buradan da anlaşıldığı gibi kıyamın ilk hedefi, bir fuhuş, ve işret merkezi haline gelen Sâdabâd alemleriydi.

Camide yapılan son istişare toplantısında isyan günü olarak 28 Eylül Perşembe günü sabah namazından sonrası kararlaştırılmıştı. Kıyamın manevi boyutunu temsil eden ulema, serdengeçti ağalara, böylesi bir durumda emri bi'lma'ruf nehyi ani'lmünker'in farz olduğunu, güçleri yeterse şeriata aykırı bu işlerin ortadan kaldırılmasının müslümanlarm boynuna bir borç olduğunu söylemişler, öteden beri dindarlıklarıyla tanınan ve İstanbul'daki vaizlik, imamlık, müderrislik, müezzinlik gibi din hizmetlerini üstlenen Arnavutlar’ın çoğunlukta olduğu bu cemaati oluşturmuşlardı.

28 Eylül Perşembe sabahı hareketin vurucu gücünü oluşturan yeminli 17 serdengeçti1 başlarında Patrona Halil, İstanbul'da meyve ve sebze toptancılığı yapan Muslu Beşe78 79 Ve İstanbul kahveci esnafından Emir Ali olduğu halde üç bayrak altında üç gruba ayrıldılar. Bunların dışında kıyamın çekirdek kadrosunu oluşturanların hemen tamamının İstanbul esnafından olduğu isimlerinden anlaşılıyor: Ali Usta, Oduncu Ahmed, Kutucu elHac Hüseyin, Manav İsmail, Turşucu İsmail...

Bu isimlerin her biri meslek sahibi olan insanlar. Bu insanların kurulu tezgahlarını terkedip sonucu belli olmayan bir serüvene can ve malları pahasına atılmalarını öyle basit ve sıradan sebeplerle açıklayanlayız. Bunlar yeniçeri de olmadığına göre, işin ucundaki ölüm ihtimali yüzde doksan dokuzdur. Bu 17 kişi içerisinde çevrelerinde aşırı dinî hassasiyetleriyle tanınan Derviş Mehmed, Salih Ağa, o tarihte çok az kimseye nasip olan hac farizasını eda etmiş Hacı Hüseyin gibi insanların da olduğu düşünülünce, serdengeçtilerin portresi aşağı yukarı ortaya çıkar. Bu noktada çekirdek kadroda salt sıradan insanlar değil orta seviyeli bürokratların da varlığına dikkat çekilmeli. Kethüda Salih Ağa ve cebeciler kethüdası Recep Ağa da bu sınıftandı.80

Burada dikkati çeken bir nokta var ki üzerinde önemle durülması gerekmektedir. Bu da çekirdek kadroda, hâlen görev yapmakta olan hiç bir yeniçerinin ve yeniçeri subayının olmaması. Bu, gerçek kıyamın bir yeniçeri ayaklanması olmadığının bir başka delili. Üstelik o anda tüm yeniçeriler sefer için orduyla birlikte Üsküdar'da bulunuyorlardı. Eğer serdengeçti ağalar yeniçeriye dayalı bir ayaklanma düşünselerdi yeniçerilerin İstanbul'da olmadığı bir zamanı, isyan tarihi olarak seçmezlerdi.

Serdengeçtiler Patrona Halil, Muslu ve Emir Ali Ağalar komutasında üç ayrı koldan "Allah Allah deyüp, şeri Muhammedi üzre davamız vardır" sedalar rıyla çarşıya daldılar. Dükkanlarını kapamalarını istedikleri çarşı halkını "şeriatı Muhammedi'yi tatbik için" bayrak altına çağırıyorlardı. Çarşı halkı daha önceden tanıdığı, sevıpsaydığı bu simaların davetine tereddüt göstermeden icabet etti. Bu gerçeği Abdi Efendi de şöyle vurgular: "...anî saatte cümle çarşı ehli bedesteni, çarşı ve pazarı kapayıp herkes güruh güruh, fevc fevc evli evine gidüp kapıları seddeylediler."81

Halbuki daha önceki isyanlarda üzerlerine yalın kılıç binlerce yeniçeri geldiği halde esnaf dükkan kapatmayıp direnir, kapatanlar' da yağma korkusuyla kapatırdı. Bu kez topu topu iki dizmeye varmayan bir grubun davetine hemeninde boyun eğmeleri, kıyamı desteklediklerinin bir deliliydi. Eğer isteseler üçe bölünmüş bu bir avuç serdengeçtiyi oracıkta temizleyiverirlerdi. Bu çıkış esnasında hiç bir yağma teşebbüsünün olmaması da dikkat çekiyor. Hatta söz konusu çıkışı anında haber alan yeniçeri ağası Haşan Ağa üç yüz kişiyle çarşıya gelip; "Dekakini açın. Bir şey yoktur. Altı nefer eşkiya idi. Dördü ahz olundu, ikisi dahi şimdi yakalanır, deyu her ne kadar kim feryad eylediyse de bir türlü çare ve imkan edemedi", esnafa çarşıyı açtırmayı başaramadı. Hayret edilecek şey, üç yüz kişilik devlet gücüyle açılmayan çarşı, üçbeş kişinin çağrısıyla anında kapatılıvermesiydi. Haşan Ağa'nıri asayişi sağlamak için arkasına aldığı insanlar da yönetimden şikayetçiydiler. Çarşıyı açtırmak için gayret eden Haşan Ağa’nın adamları aksine kıyamın başarıya ulaşması için can atıyorlar, dükkan sahiplerine dükkanlarını kapamakla iyi ettiklerini söylüyorlardı. Hatta içlerinde Ağalarına, topluca kıyamcılara katılma teklif edenler oldu. Bir ara Patrona ile karşı karşıya gelen Ağa'yı Patrona Halil sözleriyle fena halde sıkıştırınca, Haşan Ağa çareyi kıyafet değiştirerek kaçmakta bulacaktı.1 Ahmed Refik bu olayı şöyle anlatır:

"Patrona Halil yeniçeri ağasına doğru ilerledi. Maksadlarınm hükümetin ıslahı ve zalimlerin cezalandırılması olduğunu, binaenaleyh kendisinin de Ümmeti Muhammed'e iltihak etmesi lazım geleceğini anlattı. Yeniçeri ağası, Patrona makulesi bir şahsın bu hitabından pek müteessir oldu. Evvela maiyyetindeki subaylara karşı nüfuzunu muhafaza eylemek için Patröna'ya şiddetlice söz söylemek istedi. Fakat Patrona sertleşerek Ağa'ya susmasını, aksi takdirde elbisesini kanlara boyayarak Ümmeti Muhammed'e bayrak yapacağını söyleyince, yeniçeri ağası bu tehdit üzerine ne yapacağını şaşırdı."82 83

Bu olayda halkın katılımının yüksekliği sadece genel durumdan rahatsız olmakla açıklanamaz. Aynı zamanda onlar serdengeçti ağaların güvenilir insanlar olduklarını biliyorlar ve onlara olan güvenlerini böyle isbat ediyorlardı. Hatta bu sırada iki kayıkla Üsküdar'a, ordugahın bulunduğu yere siperle geçen bir grup tesbit edilen bir kaç kişiyi ortadan 'kaldırarak geri dönmüş, bunu gören asker, çadırlarını boşaltarak her biri bir tarafa kaçmıştı.84 Çarşı dışında birleşen üç grup Eski Odalar önünden Saraçhane'ye girerek bu çarşıyı da kapatmıştı.85 Oradan yeniçeri odalarının bulunduğu Etmeydanı'na geldiler. Meydan kapısını kapıcıya para vererek açtırıp içeri girdiler. Asker tümüyle ordugahta olduğu için içerisi boştu. Etmeydanı’nın ortasına bayraklarını dikip orayı karargah edindiler.

Kıyamcılar, Osmanlı başkentinde hayatı felce uğratarak hükümeti zor durumda bırakıp düşürmek için gerekli olan iki zümreye seslerini ulaştırmak istemişlerdi. Bunların biri ekonomik hayatın can daman olan çarşı, diğeri ise karakteri icabı hiyerarşik bir yapıda olan ve siyasi hayatın nabzını elinde tutan ordu. Ulemanın zaten başından beri desteklediği serdengeçtiler, seslerini çarşı esnafı eliyle halka duyurduktan sonra gelip yeniçeri ortalarının bulunduğu Etmeydanı'na yerleştiler. Onların bundan öte yapabilecekleri pek bir şey kalmamış, artık olayların doğal seyri içerisinde gelişmesini beklemeye koyulmuşlardı.

Kıyam Günü Sarayda Durum

Kıyam gününün haftalık resmi tatil günü olması dolayısıyla devlet izindedir. Zaten Padişah, Sadrazam ve ekibi sefer dolayısıyla Üsküdar'ı mekan tutmuşlardı. Başkentin asayişinden sorumlu olan Kaymakam Paşa ise bahçesinde lale dikmekle meşguldü. O günü anlatan Abdi Efendi, İstanbul'un asayişini sağlayacak yeterli adamın olmadığını, başkentin ağzına kadar insanla dolu olduğunu, bütün bu işlerin sorumlusu olan sadrazamın "ehli zevk bir devletlü" olduğunu, onun sefasına baktığını gören subayların da ona özenip zevk ve sefaya daldıklarını kaydederek bütün bu sebeplerden dolayı "hali âlem böyle oldu" der.

Kıyam haberini alan Sadrazamdın kethüdası ilk elde bu haberi Üsküdar'daki efendisine uçurur. 'Kara haber'i alan Sadrazamın betibenzi atar, dili tutulur86 87 kendine geldikten sonra sorar: "Ya Kaimmakam Paşa niçin bu şahısların hakkından gelmedi?" Kızıp köpürerek "abes sözler" eder.

İbrahim Paşa’ınn damat ve yardımcısı Mehmet Paşa dünürünün verdiği ziyafete giderken olayı haber almış, isyanı bastırmak için yola çıkmışsa da bir şey yapamadan geri dönmüş, yolda görüştüğü kimselerden isyancıların kendisini ve sadrazamı istemediklerini öğrenince Eyüp taraflarına kaçarak şimdilik canını kurtarmıştır. Kentin güvenliğinden sorumlu olan Kaymakam Paşa'ya olayı haber veren de bu adam olmuştur. Kaymakam Paşa sevimli lalelerini ve Boğaziçi'ndeki yalısını alelacele terk' ederek önce annesini ziyaret etmiş ardından Üsküdar'a geçmişti. Kıyafet değiştirerek kaçabilen yeniçeri ağası Haşan Ağa da Üsküdar'a geçmiş, bu ikisi biraz da korkularından, Sadrazam'a olayı küçülterek anlatmışlardı.

Padişah ve damadı; saltanatları süresince yap. tıkları icraat gözlerinin önüne gelmiş olacak ki, çok korkmuşlar hemen bir danışma meclisi toplanmasını emretmişlerdi. Sadrazam, İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Kaptan Mustafa Paşa'yı Padişah’ın huzurunda paylayarak III. Ahmed'den onun kellesini istiyordu: "Sultanım bu korkak adamları nasıl oluyor da hâlâ yanınızda ve hayatta tutuyorsunuz!" Evet, İbrahim Paşa’ınn söylediği gibi bu adamlar korkaktı, korkaklıkları sayesinde İbrahim Paşa'yla birlikte şimdiye kadar çalışabilmişlerdi. Olay günü de İbrahim Paşa'nın şerrinden korktukları için olayı zamanında bildirmemişlerdi.1

Perşembe günü akşam Üsküdar'da geniş çaplı bir istişare toplantısı yapılması kararlaştırıldı. Toplantıya İstanbul'daki tüm devlet erkanı da çağrıldı. Saray Ağalan'na da Sancakı Şerif ve Hırkayı Saadet 'i alıp Üsküdar'a gelmeleri emredildi.

Bu sancak ve Hırka mukaddes emanetlerdendi. Halkın dinine bağlılığı sayesinde devlet, başı sıkıştığı zaman milletin saf ve samimi inancından bunlar aracılığı ile yararlanıyor; her darda kalışında bir can simidi gibi bu mukaddes emanetleri tedavüle sürüyordu. Aslında yönetimlerin sefahat, saltanat ve zulümlerine mukaddesatı alet etmeleri yeni bir şey değildi. Zamanın halifesi Hazreti Ali'ye isyan ederek ona karşı savaş açan Şam valisi, Sıffin'de yenileceğini anlayınca adamlarından birinin tavsiyesine uyarak Kur'an ayetlerini kılıçların ucuna geçirmiş, Raşid Hâlife'ye karşı kurdukları tuzağa Kur'an'ı alet etmişlerdi.88 89 O gün bu gündür, bu bir gelenek olarak başı darda kalan saltanatçı sistemler tarafından kullanılagelmiştir. Dinle uzak yakın ilgisi bulunmayan bugünkü sistemler bile, adını "milli birlik ve bütünlük" koydukları çıkarları tehlikeye girdiği zaman, halkın inancından yararlanmanın yollarını aramakta ve bulmaktadır da...

Perşembe akşamı yapılan toplantıda savaşa gitmemek için bin bir bahane bularak orduyu aylardır bekleten İbrahim Paşa arslan kesilmiş, dış düşmana karşı hazırlanan askerle İstanbul üzerine yürümek istiyordu. Gerektiğinde zevki ve saltanatı için koca bir milleti doğrayabilecek karakterde çok zalim görmüştü bu memleket. İbrahim Paşa da böyle yapmak istiyor, fuhuş ve işret alemlerini sürdürebilmek için paranın, tehdidin ve satın almanın geçmediği yerde hiç çekinmeden halkın ordusunu halka karşı kullanmayı teklif ediyordu.

Batıcıların iki yüz yetmiş yıldır uyguladıkları ortak özelliklerden biri de, dış düşmanları sindirmek için hazırlanıpbeslenen orduyu hep halkı sindirmek ve susturmak için kullanmalarıdır. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü batıcılar tarih boyunca tüm değerlerini reddettikleri, tahkir ettikleri halkı, kendilerinin asıl düşmanı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle de bir 'azınlık' olarak başına çöreklendikleri topraklardaki siyasi nüfuzlarını kaybetmemek için, orduyu halka karşı bir kalkan olarak kullanmışlardır.

İbrahim Paşa’nın bu teklifi ekibi tarafından da kabul görmüş, fakat halk ile orduyu karşı karşıya getirme teklifine mecliste şiddetle karşı çıkan tek isim, ulema sınıfından olan Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi olmuştur. Yapılmak istenen ihaneti anlayıp böyle bir hareketin hukuka (şeriata) aykırı olacağını, müslüman kanı dökmenin doğru olmayacağını, böyle yapılması halinde önü alınmaz bir ihtilaliıj kopacağını söyleyerek oyunu bozmuştur.90

Sultan Ahmed, Abdullah Efendi'nin tüm meclisi karşısına alarak yaptığı bu sert çıkış karşısında,

damadının görüşünü de kabul etmeyerek meclisi terk etmiş ve İstanbul'da toplanılmasını emretmişti.

Tüm meclis erkanı Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece büyük bir korku ve telaş içinde boğazı geçerek saraya döndüler. Bu sırada Padişah’ın çok saygı beslediği ablası Hatice Sultan onu bir odaya çekerek, Abdullah Efendi'nin görüşlerine yakın sözler söylemiş, halkı askere kırdırmamasını ihtar etmiş ve özellikle bir konuyu da sıkı sıkı tembih etmişti: "Böylesi zamanlarda vezirlerinden hiçbirini yanından ayırma ve gerekirse onları feda et."91 Bundan sonra vezirler arasında bir kaç toplantı daha yapılmışsa da bir sonuç çıkmadı.

Kitle Psikolojisinin Değişmez Tezahürleri

Perşembe akşamına doğru serdengeçti ağaların etrafına, kimi merak, kimi çapul, kimi de üydum kalabalığa' niyetiyle biriken güruh, küme küme gizlice sıvışarak Etmeydanı'nı terkedince meydanda yine bir avuç yeminli serdengeçti kaldı. Kitle hareketlerinin en büyük zaafı buydu ve bu zaaf tüm yığınsal çıkışların yumuşak karnı olmuştur. Bu nedenle kitle hareketlerinde kalabalıklar başarının asal unsuru değil yan unsurudurlar. Böylesi hareketlerde başarının asal unsuru "çekirdek kadro"dur. Başarıyı ya da başarısızlığı kalabalıkların değil çekirdek kadronun tavır ve davranışları belirler.

İşte Perşembe akşamı da bu sosyal kural yeniden yaşanmış, ilk çıktıklarındaki sayı kadar kaldıklarını gören bazı serdengeçtiler: "Bizlere bunda karar eylemek akıl işi değildir" diyerek hükümet güçlerinin, durumlarını haber alıp üzerlerine gelmesinden ve kendilerini kılıçtan geçirmesinden korkarak aralarında tartışmaya başlamışlardı.92

O ana kadar olan biteni ağırbaşlılıkla takip eden kıyamın lideri Patrona Halil Ağa, metanetli tavırlarıyla. onları sükunete davet etmiş, tane tane ve tok bir sesle niçin yola çıktıklarını, amaçlarının "rızayı Bârî" olduğunu, bu yolda yaşamak kadar ölmenin de şerefli olduğunu açıkladıktan sonra onları şöyle uyarmıştır: "Eğer direniş göstermez de dağılırsak ölüm bizim için kaçınılmazdır.. Kurtuluş ancak sebat ve azim göstermededir. Eğer direnişte sebat gösterecek olursak başarımız da Allah'ın izniyle kaçınılmazdır." Bu sözler gevşeklik gösteren kimi arkadaşlarını sakinleştirmeye yetmiş ve bir daha da can kaygısına düşmemişlerdir.

Cuma sabahı serdengeçtilere bir şey olmadığını gören tereddütlü zümre onların hareketine katılmakta bir sakınca görmemiş, etraflarındaki kalabalık gittikçe büyümüştür. Cuma namazını Orta Camii'de kılan serdengeçtiler, camide amaçlarını açıklayan konuşmalar yapıp cemaati ikna etmişler, namazdan çıkanları isyanlarını desteklemeye çağırmışlar, bir çok yeniçeri subayı da bu davete icabet etmiştir.

İsyanın seyri Cuma namazından sonra tamamen değişmiş, işin içine yeniçeri unsuru girdiği için klasik yeniçeri başkaldırısında kullanılan yöntemler icra edilmeye, kazanlar meydanlara çıkarılmaya başlanmıştır. Akşama doğru Cephane ve Tophane askerleri de birliklerini terkederek Etmeydanı'na gelmişlerdi.

Cuma akşamı kıyam halka mal olunca kıyamın yer altındaki beyni olan ulema bir bir ortaya çıkarak açıktan kıyamı yönlendirmeye başlamışlardır. İbrahim Paşa’nın on iki yıldır uyguladığı ihanet politikasına son vermeyi'kafalarına koymuş olan kıyam ekibi, bu1 kıyamlarını adım adım, çok planlı ve programlı bir biçimde yürürlüğe koymuşlardır. Bu kıyam sırasında, hükürhetin güvenlik ve asayiş birimlerinin tamamen işlevsiz kaldığı günlerde, sadece serdengeçtilerin elinde kalan İstanbul'daki asayişin olağanüstü ortama rağmen korunabilmesi bir çok tarihçiyi hayrete düşürmüştür.

İsyanın Beyin Kadrosu: "Ulemâ”

İsyanın beyin kadrosunu oluşturan isimlerin hepsi de ilmiyye sınıfından olan üç isim. Bunlar Bayezid medresesi hariç müderrislerinden İbrahim Efendi, İstanbul eski kadısı Zülali Haşan Efendi ve Rumeli kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi'dir.

^İbrahim Efendi o güne kadar resmi görevde bulunmayan, tok sözlü, hakikati eğip bükmeden söyleyen, cesur ve atak bir mizaç sahibiydi. Tarihlerin hakkında fazla bilgi vermediği bu âlimin İbrahim Paşa’nın uyguladığı ihanet politikasına karşı olduğu biliniyor. Tahminimiz o ki yıllardır organizeli bir biçimde planlanan, 1726 yılında sarayların taşlanmasını, 1729'da Sadabâd’ın basılmasını ve nihayet 1730 olaylarını gerçekleştiren cemaatin. lideri İbrahim Efendi'dir. Olayların akışı tahminimizi güçlendirmektedir. Zaten Cuma akşamından itibaren de İbrahim Efendi serdengeçtilerin İstanbul Kadısı olarak mahkeme haline getirdiği 49. cemaat kışlasında göreve başlamış ve görevini I. Mahmudtahta geçince de sürdürmüş, Patrona ve arkadaşlarının tuzağa düşürülüp öldürülmesinden sonra ise diğer iki alimle birlikte alınıp zindana götürülmüş ve bir daha da akıbetinden haber almamamıştııy Ulaşabildiğimiz hiç bir kaynakta İbrahim Efendi'nin sonunun ne olduğu konusunda bir bilgiye rastlayamadık. Şu kesin ki, serdengeçtiler yaptıkları hiç bir eylemi İbrahim Efendi fetva vermeden yapmıyorlar, ondan aldıkları emirleri harfiyyen uyguluyorlardı.

Kıyamda büyük rolü bulunan âlimlerden İkincisi ise Zülâlî Haşan Efendi'dir. Aslen Arnavut olan Haşan Efendi ilmiyye sınıfından yükselerek h. 1114 (1728) yılında İstanbul Kadısı olmuştur. Kadılığı sırasında hükümetin sebep olduğu ayarı bozuk para sebebiyle İstanbul'da kıtlık başgösterinee İbrahim Paşa bunu Kadı Efendi'nin uğursuzluğuna mal ederek onu görevden aldı.1 Gerçekte iş daha başkaydı. İbrahim Paşa Çırâgân'da düzenlediği içki ve fuhuş alemlerinde bir çok kadını çeşitli düzenlerle aldattığı gibi Zülali Haşan Efendi'nin çok güzel olan karısını da aldatıp bir düzenbazlıkla ırzına geçmişti. Olayın dilden dile yayılması üzerine kendisine karşı ırz düşmanı gözüyle bakıp fırsatını kollayan Kadı'yı azlettirerek evinde göz hapsine aldırdı.93 94 Zülâlî Haşan Efendi'ye yaptığı bu ihanet yüzünden ondan çok çekinen İbrahim Paşa isyanın ikinci günü onu, mecburî.ikamete tabi tutulduğu Florya'daki konağından zorla saraya getirtmiş, ipin ucu elinden kaçana kadar da orada eğlemişti.1 Harekete biraz da Damat Paşa'ya olan kininden dolayı sonradan katıldığı anlaşılan Zülâlî Haşan Efendi isyandan sonra Anadolu Kazaskeri olmuş, İbrahim Paşa ve diğer iki maktulün ölüm fetvalarında onun da imzası alınmıştı. Tuzaktan sonra tutulup zindana atılan Haşan Efendi, oradan Girit'e sürülmüş, öldürülerek cesedi denize atılmıştır.95 96

İsyanın üçüncü ismi Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi ise serdengeçti cemaatının kıyamdan sonra İstanbul Efendisi yaptıkları bir âlim. Bu zat geniş nüfuzu ve saygın kişiliği ile tüm ilmiyye mensuplarının isyanı desteklemelerini sağlamıştır. Daha önce de sarayda yapılan bir toplantıda tek başına İbrahim Paşa’nın oyununu bozmuştur. Damat Paşa ve rezaletlerinin yok olması için onca yaşma rağmen sonuna kadar direnç gösteren Abdullah Efen•di, tuzak günü İbrahim ve Zülâlî Efendilerle birlikte tutuklanıp zindana tıkılmış, daha sonra o da Zülâlî Haşan Efendi gibi boğularak cesedi denize atılmıştır.

Bunların dışında isyanı destekleyen bir çok alim sayılabilir. Bunların başında Ayasofya vaizi İspirizâde, eski Kudüs müftüsü Samancızâde ve kıyamdan sonra şeyhülislam olan Mirzazâde Şeyh Mehmed Efendi gibi isimler gelmektedir.

Pazarlıklar, Mukaddesler ve Halk

Serdengeçti ağaların Cuma günü yaptıkları bir başka iş ise isyan lideri İbrahim Efendi'nin verdiği 'genel af' fetvasını uygulamaya koyarak Baba Cafer, Ağakapısı, Hisarlar ve Galata zindanlarıyla Tersane ve taşgemilerindeki mahkum ve esirlerin tümünü şartlı salıvermek olmuştur. Şart ise "Şeriatı Muhammediyye'nin tatbiki, zalimlerin mücazatı" için çalışmak ve çalışanlara yardım etmek.

Bu arada bir yığın İbrahim Paşa mağduru eski bürokrat ve asker gönüllü olarak gelip isyana katılmış, İbrahim Efendi'nin gözetimi altında, bunlardan liyakatli olanlar hemen bir göreve atanıvermiştir. Özellikle yeniçeri ocağının yönetici kadrosu baştan sona değiştirilmiş ve bundan başka, Cebeciler, Silahtarlar ve Sipahiler'e de yeni ağalar atanmıştır.

29 Eylül 1730 Cuma günü saray aldığı bir kararla ilk kez serdengeçtilerle temasa geçer. Haseki Ağa kıyam liderlerini para ve makam vaadiyle satın almaya çalışarak olmazsa onları tehdit edecekti. Yanında otuz muhafızıyla birlikte gelip Patrona Halil Ağa’nın huzuruna çıkınca, yeniçeri ağası Haşan Ağa’nın aldığı cevabı o da alacaktı:

"Efendi, bizler Dîni Mübîn'in gayretiyle metin olan Şeriat’ın hükümlerinin tatbik edilmesini ve Dindevlet haini olan, Şeriat ve mü’ıninlere ihanet eden İbrahim Paşa’nın da katledilmesini talep ediyoruz."97

Haseki Ağa onlara para ve makam ima edince kıyamcılar sarayın zor durumda kaldığını anlamışlardı. Reddettiler. Ağa’nın tehdide başlaması üzerine buna hiç aldırış etmeyen isyancılar "bizim de Padişaha arz olunacak haklı şikayetlerimiz var" diyerek Sadrazamı, Şeyhülislamı, İbrahim Paşa damatları Kethüda Mehmed ve Kaptan Mustafa Paşa'yı istediler.

Yeniçeri Ağası Haşan Ağa'ya ve Haseki Ağa'ya serdengeçtilerin verdikleri cevap, isyanın hangi, amaçla yapıldığını ortaya koymak, açısından önemli birer belgedir.

Haseki Ağa kıyamcılarla pazarlığa gönderildiği sırada sarayda da tartışmalar sürmektedir. Bu oturum sırasında müftünün "Nefsü'lemr böyle ise buna söz olmaz, mukatele caiz olur" demesiyle İbrahim Paşa yine celallenerek "ümmeti Muhammed, ne korkarsınız? Elhamdülillahi teala Sancakı Şerif ve Hırkayı Mutahhara bizde olduktan sonra hemen fetvayı yerine getirelim" vs. yollu konuşunca Kaptan Mustafa Paşa da "ben dahi üç bin kadar kalyoncu hazırlayabilirim" demiştir. Bütün bu konuşmalardan sonra mecliste bulunan Kazasker Mirzazade Efendi müftüye: "Behey Efendi! Henüz yollanan Haseki Ağa dönmeyip, düşünce ve davaları ve bu topluluğun tümünün fısk ü fücur ehli olduğu bilinmiyorken ne suretle öldürülmelerine fetva verebiliyorsunuz?"98 demiş, fakat Haseki Ağa’nın dönüşüyle kıyamcıların üzerine asker gönderip onların tümünü öldürmek hususunda kesin bir karara varılmıştı.

Haseki Ağa'yı daha kapıdan girer girmez heyecanla karşılayıp tek başına "ne istiyorlar?" diye soran İbrahim Paşa listenin başında kendisinin olduğunu öğrendiğinde Ağa'yı sıkıştırarak bunu kesinlikle Padişah'a söylememesini tembih etmişti.1 Şimdi iş kıyamcılara kılıç çekecek adamları bulmaya kalıyordu. Fakat asker elden çıkmış, sarayda beslenen asalak takım da bir işe yaramaz olmuştu. Bu durumda yıllardır unutulan bir şey akla geldi: Halk...

Yönetim her fırsatta ezip sömürdüğü halkı başı darda kalınca hatırlayıvermişti. Yıllardır Öz değerlerine hakaret ve ihanet ettikleri halktan yardım isteyecek duruma düşmüşlerdi. Ama halkın kendilerinden nefret ettiğini de bilmiyor değillerdi. Bu nedenle doğrudan yardım dilemenin fiyaskoyla sonuçlanacağından haberdardılar. Ancak onlar bunun da kolayını buldular. Halktan doğrudan yardım istemeyeceklerdi. Halkın kutsiyetine inandığı Sancakı Şerif 'i çıkarıp dînî duygularını tahrik edeceklerdi. Saltanatları sırasında milletin mukaddes bildiği değerlerle dalga geçen, işret meclisinin sürmesi için "halifei enam" eliyle ramazanı bir gün ertelemeyi düşünen bu halk düşmanları, başları sıkışınca halkın mukaddes bildiği değerlerle onu kendi saltanatlarına kaldıraç olarak kullanmayı deniyorlardı.

Sancak1 Şerif çıkarılarak Babı Hümayun kulesine dikildi. Tellallar çıkartılarak sancak altına gelene "para" verileceği vaad edildi. Sultanı dahi parayla satın alan İbrahim Paşa, önüne çıkan her güçlüğü parayla yeneceğine baştan beri inanmıştı. Tellallar: "Ümmeti Muhammed'den olan pîşi sancaklı şereffezayı bahru'lEnbiya'ya gelsin" diye99 100 çağırmış, Muhammed (a) ümmeti ise yıllardır kanını emen bu adamların para ve maaş destekli bu çağrışım cevapsız bırakmıştı.

Bu olay sırasında halkın gösterdiği bir tavır vardı ki, hayli anlamlı olan bu tavır sosyal psikoloji açısından da incelenmeye değerdi. Halk gerçekten hürmet gösterdiği Sancakı Şerifi göz ziyaretine geliyor, Allah Rasulüne salat ve selam getiriyor ve geldiği gibi dönüp gidiyordu.1 Yani ne zalimlere meylediyor, ne de mukaddes değerlerine hürmeti elden bırakıyordu. Bu, halkın bulduğu dahiyane bir yöntemdi ve ma'şeri vicdanın da uyandığının bir deliliydi.

Yönetim büyük bir fiyaskoyla sonuçlanan son kozunu da oynadıktan, sonra saraym tüm imkanlarının kendilerine açık olduğu Bostancılar'a başvurmuş, onlar dahi "biz müslümanlarla savaşmayız" diyerek kestirip atmışlardı. Serdengeçtileri, diğer başka insanlar gibi onlar da iyi niyetli ve dindar kişiler olarak tanımaktadırlar. Bir başka kaynak ise, altı yüz Bostancıdan ancak otuzu toplanabilmişti, diyor.101 102 İbrahim Paşa son bir umutla "bari içağaları silahlansın" deyince bu teklifi de Padişah reddetmişti.103

Bu girişimlerin sonuçsuz kalmasının ardından Damad’ın damatları Mehmet ve Mustafa Paşa'lar gizlice çağırttıkları yeniçeri önderlerine maaş zammı ve 'bahşiş' teklif ederek "erlerinizi içeri.alasınız" önerisini yapmışlarsa da yeniçeri subayları "Ferman efendimizin, lâkin askerin cevabı şudur ki şimdi geri dönülse bizi kılıçtan geçirirler" cevabıyla da bu teklife yanaşamamışlardır.104

Serdengeçtiler ve Adalet

Böylesi ayaklanmaların tek ortak özelliği karışıklıktan istifade ile keselerini doldurmak isteyen çapulcularla/ şahsi kin ve ihtiraslarını doyurmak isteyen insanların toplumun genel güvenliğini bozucu davranışlar içine girmeleridir. Bir isyan ne kadar soylu olursa olsun, eğer kalabalıklara yaslanıyorsa, bu tipler muhakkak ortaya çıkarlar ve mel'anetlerini irtikap ederler. Çünkü toplum, içerisinde her türlü canlının yaşadığı okyanus gibidir, elbette zararlı unsurlar asayiş ve güvenliğin en zayıf olduğu böylesi anlarda ortaya çıkarak etrafa zarar vermeyi deneyeceklerdir.

Serdengeçtiler isyanında da bu gibi olaylar yaşanmış, fakat kıyam önderlerinin basireti sayesinde kısa zamanda önü alınarak şaşılacak bir emniyet ortamı hasıl olmuştur.

Bir mahallede biri hırıstiyan dört evin basılması üzerine mahalle imamı ve ileri gelenlerinin toplanıp olayı serdengeçti ağalarına iletmeleriyle Muslu Ağa şöyle talimat vermişti:

"Sizlere izin, gece ve gündüz her kim gerek bayraklı gerek bayraksız, yağma için, her kimin mahallesine varıp bir zarar eylemek isterse, hemen varıp helak edesiniz, onlar bizden değildir."

Ayaklanma liderlerinden Muslu Ağa’nın bu kadar kendinden emin konuşması isyanın ahlaki boyutunun da bir göstergesi. Doğaldır ki genel af ilan edilip içlerinde katili, hırsızı, arsızı da olan tüm mahkumların serbest bırakıldığı bir ortamda halkın emniyet ve güvenliğini sağlamak örgütlü kolluk güçlerinin dahi başa çıkamayacağı bir olay. Bütün bu olumsuzluklara karşın isyanın hayret edilecek kadar sakin geçmesini Ahmet Refik/ ulemanın başkaldırının önünde yer almasına bağlıyor ve diyor ki: "Fakat isyan büyük bir inzibat dahilinde icra ediliyordu. Bunda isyanı idare eden vaiz ile kadının büyük tesirleri görülüyordu."1

İsyanın ikinci günü halkın zor durumda kalmaması için sokaklara tellallar çıkaran serdengeçtiler şu ilanı yaptılar: "Ekmekçi, bakkal, manav, kasap dükkanlarını açıp herkes işiyle meşgul olsun. Ehli ırza taarruz olunmaz." Aynı kaynak şu tesbiti yapar: "Filhakika hiç bir dükkan yağma edilmiyordu, hırıstiyanlara dahi hiç bir tecavüz vaki olmuyordu."105 106

Cumhuriyet döneminde, kendine özgü laik mantığıyla, kıyam üzerine yapılan tek ciddi araştırmanın sahibi olan M. Münir Aktepe de bu gerçeği kabul eder:

"İsyanın olduğu sırada şehrin asayişine oldukça büyük bir önem vermişlerdi. Her ne kadar vak'anm ilk günü ve akşamı gelişigüzel bir İki ev yağma edilmiş ise de, bilahare Patrona Halil çapulculara şiddetle karşılık yerdiğinden kimse yağmacılığa cesaret edememişti. Bütün hapishane ve zindanlar açılarak İstanbul'da ne kadar haşarat varsa hepsinin serbest kalmasına rağmen, Patrona’nın bunlar üzerinde esaslı bir hakimiyet tesis ettiğini görüyoruz ki bu da onun saygınlık ve iktidarına delil teşkil ediyordu."

Aslında bu olumlu durum Patrona'dan da öte, onun da sözünden dışarı çıkmadığı kıyamın alim önderlerinin hassasiyetinin bir sonucuydu. Bu gerçeği Aktepe göremese de son dönem Osmanlı tarihçilerinden Ahmed Refik farkına varıyordu. Aslında kentteki bir kaç konağın serdengeçtiler nezaretinde basılarak boşaltılması, "ömürlerini ümmeti Muhammed'in malını gasbetmekle" geçiren ve idam fetvası onaylanan İbrahim Paşa ve ekibinin konaklarıydı. Bu işlem de öyle batıcı ve saltanatçıların dediği gibi bir soygun ve çapul değil kıyamın İstanbul Kadısı İbrahim Efendi'nin verdiği müsadere emriyle gerçekleştirilmişti. Bu emir tamamen serdengeçtilerin kontrolünde icra edilerek, alman mal ve paralar zabta geçirilip isyan defterdarına teslim ediliyordu. Bu cümleden olarak, İbrahim Paşa’nın bir devlet hâzinesi tutarındaki servetine el sürmeyen Patrona Halil bu serveti doğrudan hâzineye aktaracaktır.

Bilinen bir şey var ki, isyan tamamen halkın eseridir ve müslimgayrı müslim halka zararı dokunan kim olursa olsun bağışlanmamaktadır. Bu durumu diğer araştırmacılar da kabul etmektedirler:

"Hakikatte isyan günlerinde şehirde tam bir asayişin hüküm sürdüğünü söylemek lazımdır. Yani zorbalar belirli şahıslar üzerinde duruyor, fakat özellikle halk tabakasına hiç dokunmuyordu. Fransız elçisi Marquis de Villenuve'ün raporlarından ve daha başka bazı batılı yazarlardan anlaşıldığı üzere bu durum isyan günleri için hayretle karşılanacak bir vaziyet idi."107

Bu arada şunu da unutmamak gerektir ki başkaldırı saray dışında tüm organlarıyla bir geçici hükümet kurmuş, kolluk kuvvetleri oluşturmuş, kentin asayişinin sağlanması için kadılık, subaşılık gibi gerekli makamlara atamalar yapmış, ordunun tüm üst kademe komutanlarını yenilemiş, dolayısıyla bütün bunların maaşını vermek üzere geçici bir hazine de oluşturulmuştur. Değilse bütün bu işlerin yapılabilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Kadının emriyle müsadere edilen tüm mallar da söz konusu geçici hâzineye aktarılmıştır. Bunun dışında gerçekleşen ender soygun ve çapullar da çok şiddetli bir biçimde cezalandırılmışlardır.

Başkaldırının manevi lideri İbrahim Efendi'nin yeniçeri ağası olarak atadığı Mehmed Ağa, bütün gayretini kentin gıda sıkıntısı çekmemesi için seferber etmişti. Bu zat esnafın güvenliği ve yağmanm engellenmesi için her yana karakollar kurmuş, isyan liderinin koyduğu kurallara aykırı davrananı, nizam ve intizamı bozanı isterse ayaklanmayı destekleyenler arasında bulunsun şiddetle cezalandırmıştı. Bu cümleden olarak Ali Usta isimli ilk isyan ekibinden biri 14 Ekim günü İstanbul gümrüğüne gelerek, sandık eminine dayak atmak suretiyle ağanın paralarını, “ kürkünü, köle ve cariyelerini almış, olay serdengeçti liderlerine duyurulunca derhal Patrona, Muslu ve Mehmed Ağa olay yerine gelerek Ali Usta'yı sorgulamışlar, Ali Usta önceden sandık emini Mehmed Ağa'ya garazı olduğunu söylemiş, gasbettiği mallar elinden alınarak kendisi şu sözlerle azarlanmıştır:

"Biz söz verdik ki bundan sonra bizim tarafımızdan ev basılmaya ve sadrazam, defterdar ve şeyhülislam kapılarına varıp üzerimize lazım olmayan yolsuz işlere karışılmaya ve hiç bir kimseden akça istenmeye. Eğer içimizden birisi bu nizama aykırı iş yaparsa onu yakalayıp cezasını vermek gerektir. Sen ise aklı başında âdem olasın, böyle işte bulunmak münasip midir?"

Tarihçi Abdi diyor ki: "Ellerinden mallar alındıktan sonra hemen konağına gelip, yol hazırlığı ne ise görüp, kararı firara tebdil eyleyip daha İstanbul'da durmadı."108

Patrona bu olaya hayli üzülmüş ve içerlemişti. İçlerinden birinin andına sâdık kalmayarak ihanet etmesi üzerine, tüm kentte bir kez dalja tellallar dolaştırdı. Bu kez mesaj daha net ve kesindi: "Serdengeçti ağalardan her kim haksız yere dögerse, zorla ve tehditle dükkandan, evden ya da elden bir şey alırsa veya kendisi için para talep eder, bir şey isterse kesinlikle vermeyesiniz. Eğer alabilirse alsın."2

Bu ve buna benzer şekilde halkı sık sık uyarmak ve uyanık olmaya çağırmak zorunda kalan isyan liderleri, birkaç kendini bilmezin yüzünden kamuöyunun aleyhlerine dönmesinden çekiniyorlardı. Bunun için de bu gibi olaylarda çok sert ve hoşgörüsüz davranıyorlar, haksızlık yapan kendi içlerinden biri de olsa ona gereken cezayı veriyorlardı. Tabi bu arada halkın da gönlünü alıp, yaralarını sarmaktan geri durmuyorlardı.

Patrona Halil Ağa, kendilerini paracı ve fırsattan istifadeyle servet yapan biri olarak gösterecek her hareketten şiddetle kaçınıyordu. Müsadere yoluyla toplanan ve büyük rakamlara varan servetin bu nedenle birikmesine izin vermiyor, bu konuda kendisini uyaran beytülmalci Mustafa Ağa'yı herkesin gözü önünde cezalandırıyordu. Kendisine yeni padişah tarafındanteklif edilen makam ve parayı her defasında reddederek ne istediği sorulduğunda, halkın isteklerini sıralıyordu.

Bu arada hırıstiyan ahali içerisinde kendi dindaşlarını soyan Voyvodaları da boş bırakmıyordu. Gayrı müslim ahaliye yaptıkları zulümle tanınan Galata ve Beyoğlu Voyvodalarının mallarını müsadere için kadıdan izin almış, bu iki konaktan aldırdığı büyük miktarda serveti hırıstiyan mahallelerine şu sözleri anons ederek dağıttırıyordu: "İşte bu hırsız heriflerin sizden çaldıkları paralar. Gelip alınız."1

30 Eylül 1730 Cumartesi günü III. Ahmed, ulema ile yaptığı bir toplantı sonunda bu kez ciddi olarak serdengeçtilerin niyetini öğrenmek üzere Etmeydanı'na bir kurul gönderdi. Bu kurulda ulemadan İmadzade Mehmed Efendi ve Yenicami şeyhi Nureddin. Efendi vardı. Kıyamcılar bu kurula Padişah'tan hoşnud olduklarını ancak sadrazam, şeyhülislam ve damat paşaların kendilerine teslim edilmesi gerektiğini söylemişler, bu istekleri yerine gelinceye kadar da dağılmayacaklarını ihtar etmişlerdi. Destari Salih Efendi, öncekiler gibi bu isteğin de İbrahim Paşa'dan korkulduğu için Padişah'a ulaşmadığını yazıyor. Tabi İbrahim Paşa dışındaki isimler Padişah'a bir bir sayılıyor.109 110

' Fakat bir süre sonra, sarayda mecburi ikamete tabi tutulan Zülâlî Haşan Efendi saray ricali önünde Damat İbrahim Paşa'nin da istenilenler arasında olduğunu söylemesiyle olayın gizli boyutu da ortadan kalkar.

Kendi isminin anılmasını arabulucu heyetlere yasaklayan İbrahim Paşa, damatlarının kellesini kıyamcılara vermeye hazırlanmaktâydı. Orada bulunan ulema kuruluna şöyle diyordu: "Efendiler, bunlara karşı durmak mümkün değil. İstediklerini hemen verelim, ümmeti Muhammed'e zahmet ve meşakkat çektirmeyelim!" O anda kendisi kastedilen damadı Kaptan Mustafa Paşa "istedikleri kimdir?" diye sorunca İbrahim Paşa "biri sensin, biri kethüdamızdır, biri de müftü efendidir" diyerek Şeyhülislam'ı Bursa'ya gönderdi, diğer ikisini bostancıbaşıya verip katle hazır hale getirilmelerini emretti. Zülâlî Haşan Efendi ulemaya "İbrahim Efendi'yi de istiyorlar, onu vermeden bu olay bitmez" deyince bu genel istek Padişah'a iletildi. Padişah damadını vermekte tereddüt gösterince tümü birden "Efendim, kul Paşa'yı ister, vermemek olmaz" diyerek onu razı ettiler.111

Siyaset Çeşmesi ve Düşen Maskeler

Aynı gün düşen hükümetin yerine kıyam liderlerinin benimsediği isimler atanıvermişti. Sadabâd şeyhülislamı Abdullah Efendi'nin yerine Mirzazade Şeyh Mehmed Efendi geçti.’ Diğer ulemanın genel onayı ve Mirzazade'nin de fetvası, fermanı yazdırmak için fetva bekleyen Padişah'a iletildi. Padişah da damatların katline ferman kıldı.

İbrahim Paşa ölüm gerçeğiyle başbaşa kalınca gerçek kimliğini sergileyici tavırlar gösterir ve olayların canlı şahidi Destârî Salih Efendi'ye göre intihara teşebbüs eder,1 Kendisinden ölmeden önce mal beyanında bulunması istenildiğinde "Hazinedarımda on iki bin keselik zolata ve iki sandık altun ve yalıda dahi iki sandık altun ve derunı hâzinemde gizli olan taş odada bakırdan mebni on iki sandık altun vardır." diyerek servetini bir bir saydı.112 113 Sadrazamlığının başlangıcında devlet hâzinesinden borç alacak kadar mali durumu zayıf olan Paşa’nın bu muazzam serveti nasıl biriktirdiği elbette merak konusu. Bir devlet hâzinesine eş olan bu büyük servete kıyamcılar el sürmeyerek hâzineye teslim etmişlerdir. Bu paranın hâzineye teslim edildiği Ruznamecibaşı’nın bir koçan halinde düzenlediği makbuzlardan anlaşılmaktadır.114

Damat İbrahim Paşa’nın nasıl öldüğü çok tartış, ma konusu olmuştur. İbrahim Paşa fermanın infazı sırasında cesaretini kaybetmiş ve "ahireti hatırına getirmeyerek" bir an önce katledilmesini istemiştir. Courzenac, İbrahim Paşa’nın kıyamcılara sağ teslim edilmekten korktuğu için daha boğulmadan kendisini zehirlediğini yazar. İntihar olayını ya da teşebbüsünü Destari Salih Efendi en ince ayrıntılarına kadar aktarır. Anlaşılan o ki İbrahim Paşa damadı Mustafa Paşa gibi ne abdest almış, ne iki rekat namaz kılıp Allah'a yönelerek son deminde günahlarına af dilemiştir. Bazıları da İbrahim Paşa’nın katledilmeden hemen önce korkuyla aniden öldüğünü söylerler.1

Kaptan Mustafa Paşa beş yüz kese parası olduğunu söylemiş, ancak bunun da çarşıya olan borçlarını ödeyemeyeceğini hatırlatmış, fakat sonradan çok sayıda kıymetli mücevherleri bulunmuştur.115 116 Bu zat ölümünden önce metanetini kaybetmeyip abdest almış ve iki rekat namaz kıldıktan sonra öldürülüp cesedi teslim edilmiştir. Destari Salih Efendi, kaymbabası İbrahim Paşa’nın iğvasma kapılan bu zatın ölmeden önce Allah'a yöneldiğini ve işlediği günahlar için O'ndan af dilediğini naklettiklerini yazar.117

Diğer damat Mehmet Kethüda ise malı sorulduğunda "mahzenimde yirmi bin kese akçe olduğunu hazinedarım haber verdi, geri kalan malımın hesabını bilmem" cevabını vermiş ve o da aynı acıklı akıbete uğramıştır.118

Asıl olay bundan sonra başlıyordu. 1 Ekim Pazar gecesi Ortakapı önündeki Siyaset Çeşmesi'nden kim bilir kaçıncı kez yine kan akacak, 'saltanat' kurbanları niçin öldüklerinden habersiz can vermeye devam edeceklerdir. Evet, bu çeşme önünde yapılan infazlardan sonra, sabaha 4°ğru üçü üç ayrı öküz arabasına yüklenerek Babı Hümayun'dan Sultan Ahmed meydanına sürüldüler. Naaşm geldiğini gören halk büyük bir galeyan içinde İbrahim Paşa’nın cesedi üzerine atıldı. Herkes bir tarafından çekiştirirken bir çığlık işitildi:

"Bu lâşe bizim matlabımız olan İbrahim Paşa İaşesi değildir."1

Binlerce kişi donmuş kalmıştı, çünkü önlerinde boylu boyunca uzanmış ceset sünnetsizdi.119 120 İbrahim Paşa’nın müslüman olmayacağını akıllarına dahi getiremeyen kalabalık yorum yapmaya başladı: "Bu ermeni kafiridir, başının ortası dahi tıraşlıdır ve bazıları derler ki bu rum keferesidir."121 Bir başkası daha başka bir yorum getirdi: "İbrahim Paşa’nın kürkçü haşişidir. Boyda ve şekl ü şemailde ve sakalda kendü ile asla bir fark olmayıp hemen sanki ikisi anadan birden doğmuş karındaş gibidir."122

Gerçekte ise İbrahim Paşa’nın kürkçübaşı Manol'a benzemesi mümkün değildi. Sadrazam ak sakallı hırıstiyan kürkçübaşı Monal ise sakalsız ve sarı bıyıklı, gök gözlü bir adamdı.123

Evet, Sandwich ve Hammer gibi yabancı Subhî ve Abdi gibi yerli tarihçilerin de ortaklaşa belirttiği gibi sünnetsiz olan bu adam gerçekte Osmanlı devletinde yıllarca çeşitli kademelerde görev yapmış, 12 yıl sadrazamlıkta bulunarak "Osmanlı Hilafeti"nin dizginlerini elinde tutmuş, Kudüs'te ve İstanbul'da hırıstiyanlara imtiyazlar tanımış, devletin imkanlarını kapitülasyonlarla Batı'ya peşkeş çekmiş, zevk ve sefada Fransa'yı taklid etmiş, Osmanlı ordularını Batının sırtından indirerek doğudaki müslüman halklar üzerine yürütmüş, koca bir devleti kendi eseri olan Çerağan fasıllarında sarhoş ederek milletin malım gizli hâzinesine aktarmış, toplumun genel ahlakını bozduğu yetmiyormuş gibi kendisi de bilfiil bir takım ahlaksızlıklara ve yolsuzluklara soyunmuş olan İbrahim Paşa'nın ta kendisiydi ve batılı kaynakların hemen tümünün ittifak ettiği gibi "gizli bir hırıstiyan"dı.1

Halk bu sünnetsiz cesedin İbrahim Paşa'ya ait olmadığım kararlaştırdıktan sonra ceset bir hamal beygirine yüklenerek Turşucu İsmail adlı bir serdengeçti aracılığıyla saraya geri gönderildi. İbrahim Paşa’nın sünnetsiz çıkması Padişah’ın da durumunu tehlikeye sokmuştu. Kıyamcılar Padişah’ın kendilerini aldattığını düşünerek onun aleyhine dönüyorlardı. Halkın saraym pencereleri altına gelip "Asıl İbrahim Paşa'yı isteriz!" diye bağırmaları üzerine Alay Köşkü'nde bulunan Padişah köşkün penceresini açarak "Ol değilse yarın asıl kendün verelim" demişti.124 125 Padişah da bu işten şüphelenmiş, olayın doğruluğunu araştırmak için infazı gerçekleştiren kapıcılar Kethüdası Mustafa Ağa'yı çağırtmıştı. Mustafa Ağa bu cesedin İbrahim Paşa'ya ait olduğunu delilleriyle açıklayıp Sultan'ı ikna etti. Ama Sultan'da şafak yeni atmiştı. Yıllardır kendisini parmağında oynatan adamı nasıl olmuştu da tanıyamamıştı?

"Sultan Öldü Yaşasın Sultan"

Pazartesi akşamı Şeyhülislam İspirizade'yi artık kıyamı bitirmelerini söylemesi için serdengeçtilere gönderen Padişah, tahtını da kaybedeceği endişesine kapılmıştı. Serdengeçtilerle pazarlıktan gece yarısı dönen İspirizade bu Sultan’ın artık tahtında kalamayacağını, kıyamcıların da böyle istediğini, ortalığın Şehzade Mahmud'un cülusu ile ancak yatışacağını kendisini bekleyen ulemaya açıkladıktan sonra ulema meclisi, durumu Padişaha bildirme görevini de kendisine vermiştir. Durum Padişah'a aktarıldığında düş kırıklığına uğrayan III. Ahmed ne yapacağını şaşırarak derhal harem dairesine .gitmiş, yeğeni Şehzade Mahmud'u kendi elleriyle alıp getirmişti.

Sultan III. Ahmed'in yeni Padişah'a orada söylediği sözler hayli anlamlı:

"Vezirine teslim olma ve sürekli önün halini gözetle. Bir kişiyi beş on sene vezaretle başı boş koyverme ve sözlerine güvenme. Merhametli ve cömert ol lâkin tasarrufu elden bırakma. Ele itimad etme, işte pederinizin sonu Ve işte benim sonum. Bunlar size iyi bir öğüt ve ders olsun. İşlerini bizzat kendin gör ve olgun, gün görmüş, dindar insanlara tevdi et. Sırrını asla her adama açma, hatta evladına dahi. "Ben ve çocuklarım sana emanetiz, hoşça gözet."126

III. Ahmed'e atfedilen bu sözlerde çok şey saklı. Özellikle başına gelenlerin tümünün müsebbibinin III. Ahmed'İn Yirmisekiz Mehmed Çelebi eliyle Fransa Kralı'na hediye ettiği albümün ilk yaprağındaki kendi minyatürü.

' İbrahim Paşa olduğunu ve onun nasıl bir kimliğe sahip olduğunu iş işten geçtikten sonra anladığı seziliyor. Kendisinin kayıtsız şartsız teslim olduğu ve halini gözetlemediği İbrahim Paşa’nın neden hiç alakası olmayan Kürkçü Manol'â benzetildiğinin sebebini ve sünnetsizl’iğinin 'hikmetini' o da merak etmiş olmalı.

Saltanatın Aralanan Kapısı ve İçeriye Sızan Işık

·        I. Mahmud'un. tahta çıkışı serdengeçtileri rahatlatmış evvelce yaptıkları resmi olmayan atamalar şimdi yeni Padişah tarafından resmen onaylanmıştı. Kıyamı destekleyen ulema kritik görevlere yerleştirildiler. Bu cümleden olarak kıyamın manevi lideri İbrahim Efendi zaten gayrı resmi olarak üstlendiği İstanbul Kadılığına atanmış, Şeyhülislamlığa Mirzazade, Anadolu Kazaskerliğine Zülali Haşan Efendi, Rumeli Kazaskerliğine ise Başmakçızade tekrar getirilmiştir. Ayasofya vaizi İspirizade hiç bir görev almamış, var gücüyle kıyamı desteklemeye devam etmiştir.

Atamalar yapılırken kıyam ekibi aşırı davranmamışlar, önceki padişah döneminde görev yapmış olsa dahi eğer bir suçu yoksa kişiler ya görevlerine iade edilmişler ya da bir başka görevde istihdam edilmişlerdir. Örneğin kaptanı deryalık III. Ahmed'in iki damadı arasında el değiştirmiş, sadrazam yardımcılığı (Sadaret Kethüdalığı) II. Mustafa döneminin dürüst bürokratlarından Niğdeli Ali Ağa'ya verilmiş, maliye III. Ahmed dönemi memurlarından İzzet Ali Paşa'ya verilmiştir.

Bütün bu atamalara rağmen olayın dikkat çeken yanı Patrona Halil ve arkadaşlarının hiç bir görev almamalarıdır. Yeni sultan tahtını borçlu olduğu Patrona Halil'i çağırıp arzu ve isteklerini sorduğunda Patrona üç şey ister:

·        1. Eski vezirler tarafından konulmuş, halka çok ağır gelen ve bir çoğunun veremediğinden dolayı evini barkını terkettiği bid'at (sonradan konulmuş) vergilerin kaldırılması,

·        2. Tüm verimli toprakları halkın elinden çıkarıp üç beş kişinin elinde toprak kartellerine dönüştüren ve türedi zenginlerin ortaya çıkmasını sağlayan ‘ınalikane' usulünün kaldırılıp toprakların yine eski sahiplerine iadesi,

·        3. Yoksul halkın gözleri önünde, bir sömürü ve zulüm, fuhuş ve işret abidesi olarak yükselen ve halkın gördükçe rahatsız olduğu kasrlardan, mîrî arazi olduğu halde Damat Paşa'nın eşdosta devlet kesesinden dağıttığı Kağıthane bölgesinin temizlenmesi.

Bu istekleri dinleyen Sultan Mahmud tümünü de yerine getirdi. Bid'at vergileri ve malikane usulü kalktı.1 Bedavadan dağıtılan hazine toprakları üzerinde yükselen Kağıthane kastlarının yıkımı için de ferman çıkarıldı:

"Bu günden sonra üç güne dek cümle mevcut olan köşk sahipleri, köşkleri hedm edesiz. "127 128

Evet, her aklı başında insanın da kabul edeceği gibi dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir halkın mücerret bayındırlık faaliyetlerine karşı olduğu görülmemiştir. Bu yapılar ise mîrî arazi üzerine kurulduğundan başka, hemen tamamına yakını millet kesesinden yapılmış yapılardı. Bu nedenle halk sqz konusu yapıları benimseyememiş, hatta ilk elde padişahtan yakılmasını istemişlerdi. Padişah ise "yakılmasına rızayı hümayunum yoktur velakin yıkılmasına ruhsat verdim" diyerek fermanı imzalamıştır.1

İsyanın sürdüğü iki ayı aşkın bir zaman Osmanlı siyasal rejimi monarşi olmaktan çıkıp yeniden Fatih öncesi döneme, yetkilerin çeşitli güç odakladı arasında paylaştırılarak sultanın ‘ınonark'laşmasının önüne geçildiği gaziler dönemine dönülmüştü. Destarî Salih Efendi de bu gerçeği sanırız bilmeden ağzından kaçırarak Patrona için "reisicumhur" deyimini kullanıyordu.129 130 Ulema Çandarlı'dan bu yana devşirmekullara kaptırdığı siyasal yetkisine yeniden kavuşurken, halk da siyasal yönetimde temsilcileri olan serdengeçtiler aracılığıyla söz sahibi olmanın sevincini yaşıyordu. Kıyam önderi Müderris İbrahim Efendi Dursun Fakih, Molla İbn Hatib ve Güranî çizgisinin bir devamıyken Patrona Halil de Evranoz Bey, Mihal Gazi ve Konuralp çizgisinin bir kopyasıydı. Bunun için I. Mahmud'dan Rusya üzerine harp açılmasını istiyor, kendisi ve serdengeçtiler de dahil büyük bir orduyla Rusya üzerine yürünmesinde ısrar ediyordu. Kırım Han'ı bunun çok güç olduğunu, nasıl gidilebileceğini sorduğunda Patrona Halil'in verdiği cevap şu:

"Atalarımızın gittikleri gibi..."131

Patrona'nın saf ve sade mantığını gösteren bu cümle aynı zamanda onu isyana sürükleyen duygularm geçmişin gaza ve fütûhâtma olan hayranlığı ve bu idealleri yeniden gerçekleştirecek bir yönetime kavuşma arzusu olduğunu ortaya koyuyor.

Serdengeçtilerin dîne olan bağlılıklarını sömürenler de çıkmıyor değildi. Son yıllarda mağdur edilen ve Peygamber soyundan geldikleri iddiasıyla kendilerini 'sâdât' diye isimlendiren kimselere maaş bağlanması için isim tesbitine girişilince Arap kökenli ne kadar İstanbullu varsa hepsi de kendisini 'sâdât'tan sayıp isimlerini deftere yazdırmışlardı. Müriyyü’tTevaıîh, üç bin sandalcı Arabm kendilerini 'nâkib' olarak deftere kaydettirip, kıyamı desteklediklerini de ileri sürerek her birinin onar akçalık bir göreve tayin ve ayrıca da çülûsiye aldıklarını yazar.1 Hatta tüm Peygamber soyunun reisi sayılan "Nakibü'lEşraf" payeli biri kendisine tüm 'sâdât'a dağıtılmak üzere verilen yüklü bir miktar parayla kayıplara karışmış, bunun üzerine para yeniden ödenmişti.132 133 Tabi bu dağıtılan paraların çoğu vezirlerden müsadere edilen paralardı.

İsyan lideri Patrona Halil, iktidara ortak olduğu süre içerisinde halktan kopmamış, bunu da her vesileyle belli etmişti. 1 Ekim Cuma günü yeni padişahın tahta çıkışı dolayısıyla yapılan cülûs töreninde tören alayının önünde atma sade elbiseler ve ayakları çıplak olarak binmekle 'yalın ayaklıları' temsil ettiğini ima ve ihsas etmek istemişti.

Gerçekten bu dönemde halkın yüzüne kapalı olan sarayın kapıları nisbeten de olsa halka ya da halkın temsilcilerine açılmış, bir takım saltanat gelenekleri rafa kaldırılmıştı. Eğer bu çizgi, ilmi ve kültürel çalışmalarla da desteklenip Nebevi Siyaset7tekine benzer bir noktaya gelinceye kadar sürdürülseydi, insanlık ailesi bugün, 'insan hakları' ve 'siyasal katılım' derslerini sahtekar Batı'dan almak zorunda kalmazdı. Tabiatı gereği bünyesinde despotizmin hiç bir türüne yer vermeyen İslam'ın sırtına yüzyıllardır yamanan 'saltanat' yükü, insanlığın İslam'dan İslam'ın insanlıktan mahrum kalmasının en büyük sorumlusudur.

Batılı büyükelçiler geldiğinde ayağa kalkmayan Sadrazam’ın, Patrona Halil'in geleceğini haber alınca onu eşikte karşılaması ve o giderken onu karşıladığı yere kadar gidip uğurlaması buna alışık olmayan batılı ve görgü şahitlerinin de zoruna gitmişti. I. Mahmud'un annesi Patrona'ya "ikinci oğlum" diye hitap eder yüklü ihsanlarda bulunurdu. Halil Ağa da bu ihsanları hemen oracıkta fakir fukaraya dağıtıverirdi1                                •

Mutlak iktidarına engel teşkil eden Patrona Halil'i ve diğer kıyam önderlerini birer bahaneyle İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyen I. Mahmud, ona hangi görevi istediğini sordu. Halil Ağa, ne rütbede, ne mansıpda gözü olduğunu, yalnızca halkın ve ülkenin selameti için çalıştığını söyleyerek şunları eklemişti:

"Hayatımın nasıl sonuçlanacağını bilmiyor değilim. Şimdiye kadar padişah tahta çıkaranlardan hiç biri yatağındaölmemiş ki ben öleyim." 134 135

O, sistemi değiştiremeyeceğini daha baştan bilecek kadar akıllıydı. Günün birinde bir tuzağa düşürülüp öldürüleceğini bile bile iyi olduğuna inandığı şeyleri yapmaya gayret ediyordu. Yakardaki muhavere sırasında orada bulunan yeniçeri ağası, rütbeyi ve makam teklifini kabul etmeyen Patrona'ya bâri ihsan olarak para verilmesini söyleyince, başkaldırı ekibinden ve en çok güvendiği adamlarından biri olan Mehmed Ağa'ya "İstanbul'un tüm hâzineleri benim" diyerek sert bir biçimde işine karışmamasını söyleyen Patrona, arkadaşının ikram olsun kastıyla yaptığı bir teklife onu kıracak kadar sert mukabelede bulunuyordu.136

Cülus bahşişini ve maaş zammını alan yeniçeriler bu andan itibaren kıyamdan desteklerini çektiler. Onlar alacakları parayı bilirlerdi, onu da fazlasıyla almışlardı zaten. '                     .

Tabi yeniçeriler desteklerini çekmekle kalmamışlar, şimdiye kadar toplumsal ahlak açısından oldukça disiplinli geçen isyanın disiplinini bozucu hareketlere başvurmuşlardı. Kıyamın alnına leke kondurmaya çalışıyorlar, Osmanlı ayaklanmaları içerisinde müstesna bir yeri olan Patrona Halil ayaklanmasını da diğer yeniçeri başkaldırılarına döndürmeye çalışıyorlardı. Yolsuzluklarının önünde aşılmaz bir engel gibi gördükleri kıyam liderlerinin, özellikle İbrahim Efendi ve Patrona Halil'in varlığından rahatsız olanların sayısı günden güne çoğalıyordu. Çünkü Patrona gördüğü en ufak haksızlığa kim tarafından yapılıyor olursa olsun hemen müdahale ediyor, bunu yaparken de o kişinin mevkiine makamına bakmıyordu.

Ali Usta adlı kendi içlerinden çıkan birinin Gümrük Emini'nin evini basıp parasını, cariye ve kölelerini aldığı haberi kendilerine ulaşır ulaşmaz hemen olay yerine gelerek hadiseye el koymuşlar, gasbettiği malları Ali Usta’nın elinden alarak cezalandırılacağını söylemişler, yargıç İbrahim Efendi'nin huzuruna çıkacağını anlayan şahıs çareyi firarda bulmuştu.

Patrona’nın ve diğer kıyam ekibinin atamalarda aşırı davranmadığını, bu konuda liyakate önem verdiklerini, hatta önceki yönetimin adamlarından bile bazı kişilerin yüksek makamlara getirilmesine ses çıkarmadıklarını örnekleriyle vermiştik. Ne ki, liyakatli adam fazla çıkmıyor, güvenilir ve liyakatli olanlar da böylesi bir dönemde görev almaktan kaçınıyorlardı. Harplerde bir çok başarısı görülen Boşnak Rüstem Paşa'yı sadrazamlığa getirmek istediler. O ise bu teklifi kesinlikle reddetti.137 Atama konusunda Patrona’nın hoşgörüsü belki biraz fazla bile olmuş, icraatından dolayı nefret ettiği İbrahim Paşa'nın oğlu Mehmed Paşa'yı sadece üç gün evinde göz hapsinde tutup, sarayın İzmit'e sürdüğünü öğrenince, ona haksızlık yapılmasını engelleyerek sürgün yerini babasının memleketi Nevşehir'e çevirtmiş ve oranın geliri ile geçinmesini temin etmiştir.

Tabi bazen merhamet ettiği bu insanlardan mazarrat da görmemiş değil. Örneğin III. Ahmed dönemi devlet adamlarından olan kıyam döneminin Osmanlı mâliyesinin eline teslim edildiği İzzet Ali Paşa, kendisinden önce Defterdarlık yapmış olan merhum İbrahim Efendi'nin yaptırıp her nasılsa devlet hâzinesine geçen sarayını gasbederek içine çekilip oturmuştu. Olayı duyan Patrona Halil Ağa, derhal bugünün Maliye Bakanı’nın dengi olan Defterdar Paşa'ya sorar:

Senin bundan başka evin var mı?"

Var."

Ya bu evi niçin aldın?"

Bu ev benim değildir hâlâ hâzineye aittir."

Öyleyse bu ev bana lazımdır, bu günden sonra çıkıp evine gidesin. Bir girsem gerektir. Ancak odaların döşemesini kaldırma."

Bu şiddetli ihtar üzerine o gece Paşa'yı gasbettiği evden çıkmak zorunda bırakmıştı. Abdi Efendi diyor ki: "Ertesi boşadup evi hâli ködılar, ancak gelüp girmedi, öylece hali kaldı."138 Osmanlı maliye bakanının elinden evi ancak bu yöntemle kurtarmıştı Patrona.

Yukardan beri anlattığımız örnekler göz önünde tutulursa, malı müsadere edilip evi yağmalanan insanlar mimli insanlardı ve bu işlem çoğunlukla kadı İbrahim Efendi'nin izni ve fetvası üzerine yapılmakta, almanlar ise kişilerin cebine girmeyip ekseriyetle halka dağıtılmaktaydı. Tabi bazen de, paşası' böyle gâsıp olan bir toplumda, çapul yapıp kimi konaklara soygun düzenleyen, soysuzlar da çıkıyordu.

Suikasd

Yeniçerilerin isyana destek değil artık köstek olmaya başladıklarını belirtmiştik. Durum gittikçe aleyhlerine dönüyor, yeniçeriler ve İstanbul'daki zorba soyguncular kent halkına rahat vermeyip çeşitli soygun ve ahlaksızlıklara karışıyor, eskisi gibi kıyamcılar eliyle Etmeydanı'ndan değil artık saraydan yönetilmeye başlayan kentin bu sorunları halledilemiyordu. Durum yavaş yavaş yine eski halini almaya başlamış, bizzat yeniçeriler fırsat bu fırsattır deyip denk getirdikçe mal ve para gasbma yönelmişti. İbrahim Efendi ve Patrona bu duruma ellerinden geldiğince engel olmak istiyorlar, lâkin onlarla başa çı , kamıyorlardı. Kamuoyu bu yapılanların suçlusu olarak isyan ekibini görüyor ya da suçu yapan veya yaptıran birileri bunun böyle olmasını arzu ediyordu.

Padişah’ın yazdığı ferman kıyamcılarm da canına minnet olmuştu. Fermanı, ayaklanmanın manevi lideri İbrahim. Efendi bizzat kendisi Etmeydanı'nda tüm kalabalığın huzurunda okudu:

"Yeniçeri ve Cebeci ve Arabacı ve Sipah ve Silahtar ve sair kullarımın kanun üzre bahşişlerini sîzlere tamamen verdim. Bu günden sonra Etmeydanı'nda olan çadırları bozup herkes odalı odasına girsin."139

Bu fermanı dinleyen yeniçeriler ve diğer askeri birlikler "baş göz üstüne" diyerek çadırlarını söküp yerlerine taşındılar. Ancak bir kaç gün sonra ikindi sonu, maktul İbrahim Paşa'nın kethüdası Kara Mustafa ve Mumcu Uzun Abdi'yi meydanda parça parça ettiler. Bunun ardından, yaptıklarının cezasından korkarak Şeyhülislam'a varıp durumu arzedip yalvardılar. Kendilerine''bir zarar gelmemesini garanti ’ etmek için İbrahim Paşa döneminin azledilmiş ilmiye ricali eliyle isteklerinin kabulü halinde uslu duracaklarına dair "hucceti şeriyye" yazdırıp saraya gön

derdiler. Padişah da "ellerine verilen şer'î delil gereğince amel etsinler" kaydını düştüğü bir hattı İbrahim Efendi eliyle yeniçeri ağalarına gönderdi. Yeniçeri ağaları da bu sözleşmeye uyacaklarına dair yemin ettiler. Sözleşme şöyleydi:

"İçlerinden biri her hangi şekilde bir fesat ve zorbalık yapacak olursa o kişiyi kendi elleriyle yakalayıp fırsat vermeden subayları eliyle cezasını verdirecekler. Ve artık toplulukla Paşa Kapısı'na varıp devlet işlerine karışmayacaklar." Bu sözleşme "şer'î bir delil" sayılıp "şer'î sözleşmeler defteri "ne kaydolundu.140

Burada dikkat edilecek konu isyancılarla yeniçerilerin adeta karşı karşıya gelişleridir. İsyancılar artık halkı taciz etmeye başlayan yeniçerilerin bu hareketlerine bir son vermek istiyorlar ve bunu yapacak güçleri olmadığı için Padişah'a ferman yayınlatıyorlar. İsyan lideri İbrahim Efendi eliyle okunan bu ferman üzerine dağılan yeniçeriler bir kaç gün sonra meydanda bir kaç adamı parçalayarak verdikleri söze sadakat göstermiyorlar. Elbette bu durumda onları cezalandıracak olan isyanın İstanbul kadısı ve ayni zamanda isyanın manevi önderi olan İbrahim Efendi'dir. Onlar da zaten tavassut için İbrahim Efendi'ye değil öldürülen İbrahim Paşa'nın görevden alınmış 'lâleci' mollalarına gidiyorlar. Buranın altım çizmek gerek. Padişah ise yeniçerilere, bundan böyle yazılı şartlara'uydukları takdirde suçlarını bağışlayacağına ve canlarına dokunmayacağına ilişkin bir belge imzalıyor. Bu belgeyi de yine İbrahim Efendi aracılığıyla iletiyor. Bu demektir ki serdengeçtiler gerekli noktalara dürüst isimleri yerleştirip laleci iktidarı hükümetten uzaklaştırdıktan sonra ortalıktan çekilmek istiyorlardı.

Yeniçerilerin kadîm gelenekleri üzere huysuzluğu ve çapulu bırakmamaları, olurolmaz görevlilerin işlerine karışmaları, sonunda iki tarafı karşı karşıya getiriyor. Patrona Halil'e, bir ara yeniçerilerin serdengeçtilere karşı komplo kurdukları haberi gelir. Patrona Halil yeniçeri ağalarına:

"Odabaşılar ve ihtiyarlar! Bizler sizin yoldaşınız olduğumuzda ne şüpheniz vardır. İmdi öyle ise siz yeniçeri olasınız da Paşa Kapısı'nda ve Ağa Kapısı'nda her gün niçin varıp umurı Padişahîde 'şöyle olsun' dersiniz? Bundan sonra eğer yoldaşımız iseniz herkes odasına gelsün ve bir daha önemli devlet işlerine karışmak olmaz ve eğer sözümüz ısga olunmaz ise bizler dahi işimizi biliriz." deyip söz konusu komploculara cevap vermiş, onlar da başlarına gelecekten korkarak odalarına girmişlerdi.141

Abdi Tarihi'nden sadeleştirerek aynen aktardığım bu sözlerden de anlaşılacağı gibi Patrona Halil, İbrahim Paşa ve ekibinin tasallutundan kurtulan halkı bu kez de yeniçerilerin zulüm ve tasallutundan korumaya çalışıyordu.

Bütün bu çabalarının karşılığını, tarihi 'tahrif' etmeye memur tarihçilerce "zorba, baldırıçıplak ve yobaz" ilan edilerek görecekti. İhanet sadece bugüne has bir olay değil; ihanetlerin en büyüğü tarihe karşı işleniyor...

Patrona Padişah'a verdikleri ahdi bozan yeniçerileri uyarırken sanırım onların yaptığı her yanlışın faturasının kendisine çıkacağını biliyordu. Öyle de oldu. Tüm tarihte görüldüğü gibi sefihlerin yaptıklarının cezasını, ona layık olan bir başkaları, namuslu insanlara yüklediler.

Serdengeçtilerin varlığından rahatsız olan zümre sayısı üçe çıkmıştı; Padişah kendi iktidarına ortak oldukları için onları istemiyor, bürokratlar serdengeçtileri zevk, sefâ ve sömürülerine engel görüyor, yeniçeriler ise onlar yüzünden serbest hareket edemediklerinden yakmıyordu.

Padişah serdengeçtilere karşı komplo hazırlayacak ekibi oluşturma işini Daru'sSaâde Ağası Beşir Ağa'ya verdi. O da bu gibi karanlık işler için biçilmiş kaftan olan Kabakulak İbrahim Ağa ile anlaştı.

Koca devletin kimlere karşı kiminle anlaştığını öğrenmek için bu İbrahim Ağa’nın siciline bakmamız gerekiyor;

Eski sadrazam Mehmed Paşa’nın ve Köprülüzade Abdullah Paşa’nın Mısır valilikleri sırasında onların kahyalığını yapmış, hazine hesabına gasbettiği paraların tahsili ya da boynunun vurulması için III. Ahmed'in son günlerinde İstanbul'a davet edilmiş, tabi kıyam kargaşalığından yararlanarak boynu vurulmaktan kurtulmuş ve yaptıkları yanma kalmış. Mısır'da çeşitli valilere kethüdalık yaptığı sırada bir çok insanı öldürmesiyle tanınmış, Mısır'da hükümet hesabına bir hayli para müsadere ederek Yirmisekiz Çelebi'yle İstanbul'a göndermiş. Elinin uzunluğuyla bilinen Damat İbrahim Paşa, gönderilen bu iki bin kesenin ancak üç yüz kesesini hâzineye teslim etmiş. III. Ahmed> bu işte bir bit yeniği olduğunu paranın azlığından anlayarak hesabını sormak üzere İbrahim Ağa'yı İstanbul'a çağırmış, lâkin kente gelişinde en hareketli günlerini yaşayan kıyam, İbrahim Paşa’nın Padişah emriyle boğdurulmasıyla sonuçlanınca o ifade verememiş, İbrahim Paşa da teslim etmediği keselerin hesabım vermekten kurtulmuştu.142

İnsan öldürmekteki ustalığı sebebiyle komplo görevi işte niteliklerini özetlediğimiz bu adama verilmiştir. Planın başarıya ulaşması için ikinci bir kol da saray dışında eyleme geçmiş, bu kolun liderliğini yapan Kırım eski hanlarından Kaplan Giray, Patrona Halil'in kendisine olan hürmetini kötüye kullanmıştır.)

Bu arada sarayda, Rusya'ya harp ilan edilmesi gündeme gelmiş, ya da sûnî olarak getirilmiş, Patrona Halil ise bu fikri hararetle desteklemiştir. Sanırız kıyam lideri İstanbul'un entrika ve dalavere kokan ortamından uzaklaşıp, gönlünde yatan arslanı, yani büyük cedleri gibi serhadlerde kafirlerle savaşmayı istiyor, bunu da ancak bu yolla gerçekleştireceğini sanıyordu. Hatta kendisine ordu verilecek olursa, bu sefere seve seve katılacağını söylüyordu. Bu arada ZülâlıHaşan Efendi'nin şahsi intikam hisleri bir türlü bitmek bilmiyor, ha bire personel değişimi istiyordu. Tabi bunun faturası da Patrona'ya çıkarılıyordu. Nihayet kıyam liderlerinirf de katılacağı, sarayda yapılacak olan toplantı günü gelip çatmış, suikast uygulamakla görevli Kaptan Mehmed Paşa, Kaplan Giray, İbrahim Ağa, Pehlivan Halil Ağa gibi adamlar 25 Kasım 1730 günü toplantı saatiıİften önce baştan ayağa silahlı otuz kişiyi toplantının yapılacağı salonun çeşitli yerlerine saklamışlardı. Kimi tarihçiler suikastin bu tarihten önce planlandığını, ancak o gün gelmesine kesin gözüyle bakılan Patrona Halil'in her nasılsa toplantıya gelmemesi yüzünden planın ertelendiğini yazar.

25 Kasım tarihinde kıyamcılann manevi lideri İbrahim Efendi, Anadolu Kazaskeri Zülâlî Haşan Efendi, Rumeli Kazaskeri Başmakçızade Abdullah Efendi, serdengeçtilerden Patrona Halil, Muslu Beşe ve askerlerden Kel Mehmed Ağa, Sekbanbaşı Urlu Murtaza Ağa gibi isimler toplantıya gelmişlerdi. Bu arada İbrahim Efendi'yle Patrona Halil atları üzerinde yafıyana saraya gelirken tuzağı haber alan kadı yardımcısı Kudsîzâde bir pusula yazarak acele bunu Patrona'ya yetiştirmesi için uşağın eline verir. Uşak sarayın birinci avlusunda Patrona'ya yetişterek pusulayı teslim eder. İbrahim Efendi'nin pusulanın içeriğini sürekli sormasına rağmen "senin naibin iş istiyor herhal" diyerek pusulayı iltimas teskeresi zanneder ve okumadan cebine koyar.1

Sünnet Odası'nda toplanan tüm devlet adamları ve kıyamcılar yerlerini alınca toplantı başlamış, ilk elde İran sorunu görüşülüp karara bağlanmış, ardından serdengeçti liderlerine verilen yeni rütbe ve görevlerin dağıtımına sıra gelmişti. Hil'at giyme töreni için ayağa kalkıldığında önce Pehlivan Mehmed, ardından dolaplar, perdeler ve kapılar ardına gizlenmiş pürsilah adamlar İliç bir şeyden haberi olmayan serdengeçtilerin üzerine atılmış. Hil'at giyeceği için tüm silahlarını bırakan Patrona Halil Ağa, elbisesinin altında sürekli taşıdığı küçük bir hançerle kendini korumaya çalışmış, lâkin hep birden üzerine çullanan adamlardan biri önce sağ kolunu koparmış, daha sonra kafası gövdesinden ayrılarak öldürülmüştür.143 144

Diğer serdengeçtiler de aynı şekilde katledilmiş, İbrahim Efendi, Zülali Haşan Efendi ve Abdullah Efendi ise ulema sınıfından oldukları için yaka paça zindana götürülmüş, dışarıda liderlerini bekleyen serdengeçtiler ise göreve tayin edilme yalanıyla teker teker içeri alınıp boyunları vurulmuştur.1 Zindana götürülen ulemaya gelince; Bunların da öldürülmeleri önceden' kararlaştırıldığı halde her nedense önce zindana oradan da Abdullah ve Zülali Efendiler Marmara'ya doğru götürülürken yolda katledilip cesetleri denize atılmıştır.145 146 İbrahim Efendi'nin ise akıbetinden haber alınamamıştır.

Tepkiler

Bu resmi suikastın ardından İstanbul'da korkunç bir devlet terörü estirilmiş, halkın ve özellikle esnaftı Patrona'yr sevip desteklediği bilindiğinden, esnafın bu komployu protesto etmesi "her kim dükkanını kapar ise aman verilmeden dükkanının önüne asılır"147 diye tellallar çıkartılmış ve şiddette bun, dan aşağı kalmayan bir de "hattı hümayun" yazılmıştır: "Eşkiya reislerinin tümü padişah kılıcının gazabına uğramışlardır. Bundan böyle her nerede onlardan bir ferd ya da yardımcılarından bir namert bulunursa öldürüle, söz konusu taifeden bir kişiyi saklayanlar kapısının önüne aşıla."148

Halkın onlara yapacağı yardıma kesin gözüyle bakan yönetim, böylesine aşırı tehditlerden medet ummuştu.

Halk arasında bir destan olan serdengeçtilerin böyle hain bir komploya kurban gitmeleri unutulmamış, onların kanını dava etmek için aynı yılın Ramazan ayının on beşinde aniden başlayan isyan dalga dalga yayılmış kısa zamanda on bine ulaşan topluluk ancak Sancakı Şerif çıkarılıp asker sevkedilerek dağıtılmıştı.1 Bu başkaldırı denemesinin lideri Devri Can adında biriydi. O da ele geçirilerek öldürüldü.149 150 151             '

Serdengeçtilere kurulan tuzaktan az bir süre sonra Derviş Gonca adında bir kişi yanındaki arkadaşlarıyla birlikte "Ey Muhammed ümmeti! Şeriatın emri olmadan şahbazları katlediyorlar!" diye bağırarak kıyamcıların intikamını almak için 1143 yılı Ramazanının 17. Pazar gecesi ayaklanmışlardı. Bunlar Padişah’ın ve erkanının Hırkai Şerif ziyareti için saraydan çıktığı zaman sarayı basıp suikastin öcünü almayı düşünüyorlardı. Günlerce süren ayaklanma yine Sancakı Şerif ve asker şevkiyle bir gecede üç yüz kişi öldürülmek suretiyle bastırıldı. Derviş Gonca da sonuna kadar direnerek yakayı ele vermiş ve asılmıştık

Destari Salih bundan bir yıl sonra bir ayaklanma daha olduğunu yazar.152

Patrona Halil kıyamından çok sonraları kopacak olan Kabakçı İsyanı, Patrona Kıyamı'na benzemeşe de bu İsyan’ın da batıcılığa bir tepki olduğunu Ahmet Refik'in "garp medeniyetini arzu etmeyenler" değerlendirmesinden ve daha başka emarelerden anlıyoruz.1

Halkla ulemanın, batıcı bürokrat ve aydınlara karşı gerçekleştirdiği Patrona Halil Kıyamı Fransız İhtilali'nde olduğu gibi bir sistem değişikliğiyle sonuçlanmadı. Bu kıyam süresince İstanbul'da sarayın kaim duvarlarını delen serdengeçtiler, ulemayı ve halkı yönetimde söz sahibi etmişlerse de, bu durum kalıcı bir şekle dönüştürülemedi. Gazilik döneminin siyasal yapısına kısa bir dönüş' olan söz konusu başkaldırı, bu memleketin çağlarüstü İslâmî hareket tarihinde kayan bir yıldız olarak değerlendirilmelidir. Yine de bu yıldızın kısa süreli aydınlığında bir çok gerçek açığa çıkmış, karanlıkta iş gören karanlık güçlerin gerçek yüzü bir nebze de olsa görülebilmiştir. Bu sebeple başkaldırıdan en çok rahatsız olan 'yarasalar' olmuştur.

Bu yarasaları besleyip İslam topraklarına kendi adına koyveren Batı, bu ayaklanmayı hiç sevmemiş ve serdengeçtiler hakkında’ en hakaretamiz nitelemeleri onlar yapmış, attıkları iftiralarla, menfaatlerine kesat getiren kıyam liderlerini gözden düşürmek istemişlerdir:

"Bu ihtilale sebep olanlar her türlü hakaret ve sövgüye layıktırlar."153 154

Kafadarlarına bu komutu veren bir haçlı/Fransız aydını. Onun izinden giderek bir dediğini iki etmeyen, Batı’nın içimizdeki devşirmeleri olan batıcılarsa, efendilerinin emrini yerine getirerek Kıyam'ı yapanlara her türlü hakaret ve sövgüyü reva görmüşlerdir. Böylece efendilerine olan sadakatlerini isbatlamışlardır. Onun için bu hareketin liderlerine "yobaz" ve "gerici" damgası vurmak sonraki yıllarda moda halini almıştır.

Bütün bu saptırma yaygaralarından dolayı OsmanlI'daki bü başkaldırıları namusluca değerlendiren çok az insan çıkmıştır. Bunlardan biri olan bir Cumhuriyet aydını şu haklı tesbiti yapar: "OsmanlI'nın bütün reform ve batıcılık aldatmacaları arkasında, "gericilik" sıfatının asıl sahibi IIL Ahmed ve Damat İbrahim Paşa ve Şair Nedim Efendi gibi kişilerde simgeleşen Lale Devri zihniyeti ve bu zihniyetin temelini oluşturan sosyoekonomik düzendir. /.../• Son Osmanlı Padişahı’nın bir 'düşman' gemisine binerek ülkeyi terketmesi ve bu geminin bir 'batı' ülkesinin gemisi olması tarihsel bir raslantı değil, fakat Osmanlı’nın batıya gördüğü hizmetin bu padişahm kişiliğinde batılı güçler tarafından ödenen küçük bir karşılığıdır."155 Bu tesbitler hepten haksız değil; lâkin Yazar'dan 'düşman' gemisine binen bir kişiye karşı gösterdiği hassasiyeti koca bir ülkeyi ve halkını aynı 'düşman’ın gemisine zorla bindirenlere karşı da göstermesini beklerdik. Değilse ötekisi, tek yanlı ve 'ucuz yiğitlik' olarak değerlendirilecektir.

Batıcılardan biri olan Ahmed Refik, isyan sonrasını şöyle tasvir ediyor:

"Devletin haysiyetini kıracak isyanlardan artık eser görülmedi. Fransız elçisi Vilnöv'ün gayreti sayesinde Türklerin Rusya ve Avusturya ittifakına karşı Fransa ile birleşmesi Türk siyasetinin muvaffakiyetini temin etti. Sâdabâd ziyafetleri tekrar başladı. Gene eskisi gibi elçilere ve beyzadelere parlak ziyafetler verildi. İstanbul halkı felaket ve musibeti pek çabuk unutmuş/herkes zevk ve sefasına koyulmuştu. İbrahim Paşa’nın tantanalı saltanat kayıklarına, saray halkının sırmalı ve ipek esvaplarına mâkes olan sahiller, gene şevk ve neşat içinde medid teranelerle çınlıyor, Defterdar bağçelerinin gönül açan tarhlarını süsleyen rengin laleler İbrahim Paşa devrinin rengin birer hatırası gibi hisli gönüllerde sönmez teessürler uyandırıyordu."156

Bu satırlar 1912 yılında yazılmış. Bu satırların yazarının çok değil sekizon yıl içerisinde o çok sevdiği ve hayranlık beslediği batıklar tarafından, ülkesinin aç köpekler gibi parçalandığında, hâlâ hayranlığının sürüp sürmediği meraka değer doğrusu.

Gerçekte merak etmeye gerek yok. Biliyoruz ki o zihniyet, ırzına geçen zorbaya aşık olan aptal kız sendromuna tutulduğu için, hâlâ batıya hayrandı. İki yüz yetmiş yıllık bu sendromun kısa özeti şöyle:

Osmanlı'da Batılılaşma III. Ahmed döneminde İbrahim Paşa ve ekibi tarafından başlatılır.

Osmanlı isimli bu yaşlı güzel fethettiği beldede gördüğü bu genç Batı'ya âşık olur. Ne ki, sadece kendisine değil her şeyine âşık olduğu bu gencin gösterişli cüssesinin altında, ne zorba bir karakter yattığından haberi yoktur. Yasak aşkın basiretini bağladığı yaşlı güzel, maddimanevi tüm değerlerini, yani ırzını bu zorbanın hoyrat ellerine teslim eder. Osmanlı ile Batı arasında gerçekleşen bu yasak aşk Lale Devri'yle başlayıp yüz yıl süren bir gebelikle sonuçlanır. Tanzimat'la gelen doğumun adıdır batıcılık. Doğumundan bir yüz yıl daha geçtikten sonra'rüştünü ispatlayan bu çocuk, gözlerinin önünde, gayrı meşrû babası tarafından anasının öldürülmesine şahit olur. O anasına değil babasına çekmiştir. Bu nedenle anasının öldürülüşüne acımak şöyle dursun, ana katiline yardımcı bile olur. Kemalizmle anasından geriye ka: lan din, dil, ahlak, kıyafet, kültür, sistem vs. gibi tüm hatırayı reddi miras ederek gayrı meşrû babasının siyasal ve kültürel yönlendirmeleriyle söz konusu hatıraların ırzına dönüp bir de kendisi geçer. Bu cürmünü unutturmak için de tarihi tahrif ederek,, o da yetmezse yasaklayarak toplumu hafıza kaybına uğratır.

Şimdilerde gerçekleştirilmeye çalışılan Avrupa Topluluğu'na tam üyelik başvurusu, bu çocuğun mirastan pay kapabilmek için kendisini gayrı meşrû babasının nesebine kaydettirme çabalarından başka bir şey değildir. Kendisine teslim olanları, önce tecavüz edip sonra öldüren bir zamanların genç zorbası Batı ise şimdilerde ihtiyarlamağa yüz tutmuştur. Tek kaygısı var: Bir türlü unutamadığı o yaşlı maşukası Osmanlı’nın sahih evlatlarının, bir gün kendisinden analarının kanını ve namusunu dâvâ etmeye kalkmaları...

KAYNAKÇA

Abdf Efendi; Abdi Tarihi (1730 Patrona ihtilali Hakkında Bir Eser), Yay. Faik Reşit Unat, T.T.K. Yay., ANKARA1943.

Ahmed Refik; Lale Devri, Hilmi Kitaphanesi, 5. tab', İSTANBUL1932.

Ahmed Refik; Kabakçı Mustafa, Kitaphanei Askeri, üçüncü tab', İSTANBUL1331.

Ahmed Lütfi Efendi Tarihi; yayınlayan Prof. Dr. M. Münir Aktepe. E. Fak. Mat. İSTANBUL1984.

Aktepe, M. Münir; Patrona isyanı (1730), İ.Ü.E.F. Yay., İSTANBUL1958.               '

Baykal, Bekir Sıtkı; Patrona Halil Ayaklanması ile İlgili Kaynaklar Hakkında; IV. Türk Tarih Kongresi (1948) Kongreye Sunulan Tebliğler, T.K.H. Yay., ANKARA.

Berkes, Niyazi; Türkiye 'de Çağdaşlaşma, DoğuBati Yay., İSTANBUL1978.

Danişmend, İsmail Hami; izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yay., İSTANBUL1972.

Destan Salih Efendi; Tarih (Destari Salih Tarihi), Yayınlayan: Bekir Sıtkı Baykal, D.T.C.F. Yay., ANKARA1962.

Hammer, Joseph Von; Osmanlı Tarihi, çev. M. Ata, neş. A. Karahan. M.E.B. Yayi İSTANBUL1990.

İslamoğlu, Mustafa; İmamlar ve Sultanlar (Şehid imam Ebû Hanife), Denge Yay., İSTANBUL1990.

İstanbul Müftülük Arşivi, İstanbul Kadılığı Defterleri, No: I/24.

Koçi Bey; Koçi Bey Risalesi, sad. Zuhuri Danışman, K. ve T. B. Yay., ANKARA1985.

Küçükçelebizâde, İ. Asım; Tarih, İSTANBUL1982.

Lewis, Bernard; Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, T.T.K. Yay., 2. bsm„ ANKARA1984.

Mustafa Nuri Paşa; Netayicü'lVukûât, Kurumlan ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, haz. Neşet Çağatay, T.T.K. Yay., ANKARA1980.

Özek, Çetin; Deylet ve Din, Ada Yay., tarihsiz.

Pakalın, M. Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay. İSTANBUL1983.

Reşid Mehmed; Tarih, İSTANBUL1982.

Soysal, İsmail; Fransız İhtilali ve Türk Fransız Diplomasi Münasebetleri (17891802), T.T.K. Yay., ANKARA1964.

Şemdâhizâde Süleyman Efendi; Müriyyü'tTevârîh, Bayezid Küt., Türk Yazmaları Bölümü, No: 5144.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi, T.T.K. Bas. (Bas. tarihleri muh.), ANKARA.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; Osmanlı Devleti Saray Teşkilatı, T.T.K.‘bas., ANKARA1987.

Yetkin, Çetin; Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, Say. 3. bas., İSTANBUL1984.

Yurdaydın, H. Gazi; Osmanlı Devleti Saray Teşkilatı, 13001600, Cem Yay., İSTANBUL1988.

1

Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 4368; Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 4647; Çetin Özek, Devlet ve Din, s. 384.

2

Ahmed Refik, Lâle Devri, s. 23.~30

3

Fransız büyükelçisi Lanskom'un İspanya adına casusluk yaptığı anlaşılarak Galata'da hapsedilmiş, 1592'de serbest bırakılmıştır. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, lll/ll, 206.

4

Elçi Filip de Harley bu yüzden çok ağır borçlara girmiş, borcunu ödeyemediği için görevi bittiği halde İstanbul'daki alacaklıları tarafından rehin, alınmıştı. Uzunçarşılı, Age., lll/ll, 207.

5

Uzunçarşılı, Age., Ill/ll, 211.

6

Niyazi Berkes, Age., s. 50.

7

Age., s. 50.

8

İsma:' sal, Fransız İhtilali.ve Türk Fransız Diplomasi Münasebetleri (17891802),s. 43.

9

Age., s. 43.

10

. Ahmed Refik, Lale Devri,, s. 24.

11

Age., s. 51.

12

Age., s. 38.

13

Age., s. 39.

14

Age., s. 31.

15

M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı, s. 4849.

16

Age., 5. 53.

17

Age., s. 5054.

18

Age., s. 55.

19

Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, s. 206.

20

Hicrf 1134 yılında yapılan Ortaköy Camii İbrahim Paşa'nın damadı. Mehmed Paşa'nın yalısının çevresini kıymetlendirmek için, 1135'de İbrahim Paşa tarafından tamamlanan Sâdabâd Camii buradaki sarayların dekorunun bir parçası olması için, Bebek'te yapılan cami Hûmayunabad kasrının çevre düzenlemesi için, Hocapaşa'daki sebil, dğretmenevi, çeşme ve hamam, İbrahim Paşa'nın oğlu vezir Mehmed Paşa'nın konağı civarını imar için, 1140'da harabeye dönen Pırlağa Mescidi yerine kondurulan Fatma Sultan Mescidi, sözkonusu sultanın sarayının çevre düzenlemesi içindi. Aktepe, Ağe., s. 48.

21

Age., s. 46.

22

Age., s. 57.

23

Age., s. 46.

24

Age., s. 52.

25

İsmail Hami Danişmend, izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi; IV/19.

26

Lale Devri, s. 32.

27

Age., s. 17.

28

Age., s. 4546.

29

Ahmed Refik, galiba kafadarlarına iltimas geçiyor. Yoksa bir tarihçi olarak ilk defa Namık Kemal, tarafından tenkit maksadıyla Lale Devri diye adlandırılan bu dönemin hiç de "sulh ve müsalemet" dönemi olmadığını, aksine İran cephesinde hergün bir yenilgi haberinin alındığını bilmiyor olamaz.

30

Age., s. 41.

31

Aktepe, s. 64.

2'. Küçükçelebizade i. Asım Efendi, Tarih (Raşid Zeyli), s. 439.

32

Age., s. 613.

33

"... bâzı yaramaz avratlar intihazı fırsat ve sokaklarda halkı idlal kastına izharı zlb ü zfnet ve libaslarında gûnâgûn ihdâsı bid'at ve kefere avratlarını takliden serpuşlarında ucube hey'etler ile nice üslûbu ma'yûb ibda' ve âdâbı ismet bi'lkülliyye meslûb olacak mertebe kıyafetler ihtira' etmeleriyle... türlü türlü hey'eti şenia ve^kıyâfeti fazihaya mütesaddf ve birbirini görerek bu halet ehli ırz ve ismet olanlara da âdet olmak mertebelerine müeddf olmağla ümmeti Muhammed'i idlal ve ifsada sebep ve ehli ırz ve şahibei ismet olanlara dahf ittihadı kıyafetten nâşi şenâetleri sirayetine bâdf olduğundan maada, nisvan kocalarına teklifi ham ve muhılli edep olan bid'atı seyyieleri üzere elbisei nevzuhur tedarikine ikdam ederek zfkudret olanları zükûr ve nisâya haram olan israfı mal ve itlafı melal ile günahkar ve kudreti tılmayanlar ve olup bu hâlete rıza vermeyenler eyyamı mübarekede zevcelerinden müfarekat edecek rütbelere vardığı..." İst. Müftülük Arşivi, İst., Kadılığı Def. No: 1/24, Var. 12 a.

34

Şemdanîzâde Süleyman Efendi, Müriyyü'tTevârih, Varak 344 b.

35

İzni âm; İslâmf bir devlette devlet başkanının verdiği ve tüm müslûmanlar için dıru geçerliliği olan izin.

36

Şemdanizade, Age., Varak 34% a.

37

Mustafa Nuri Paşa, Netayiai'lVukûât, III/39.

1. Lale Devri, s. 60.

38

Bu yaşantı düzeyi erişilemeyecek bir 'düzey' değildir. Bu satırdaki 'erişmek' ve 'düzey' kelimeleri yazarın önkabul'ünün bir göstergesidir. Farkında ya da değil, yazar da bu tip bir yaşantıyı bir yücelik, bir yükseklik olarak görüyor. Bu yaklaşım da halkı tanımamanın bir sonucu, Mantık yanlış bir kere. Halk bu kepazelikleri 'erişilecek' bir 'düzey' olarak görmüyordu ki: inançlı halk için bütün bunlar bir rezalet, bir alçalış, bir bayağılık anlamını taşıyordu.

39

Çetin Yetkin, Age.,. s. 212.

40

Lale Devri, s. 61.

41

Saray tarihçilerinin çoğunlukla başvurdukları bu 'yorum' yöntemi, okuyucuyu, farkettirmeden şartlamaya yönelik bir taktik. Bu taktiğin çok sivri örnekleri var. Bir örnek: Konunun ilk kaynaklarından Destari Salih Tarihinde Patrona Halil'den "hammamı fısk u fücurun çıplaklarından" (s. 7) diye söz edilirken, olay günü çıkarılan sancağın altına gelen çok az insandan bazı tellak ve hamamcılar için ise "hamamı tabbahanei şehriyârî külhânîsi" (s. 42) biçiminde söz edilmektedir.

42

Lale Devri, s. 61.

43

Age., s. 62.

44

1. Küçükçelebizade, Tarih, Varak 397398.

45

Destarî Salih Tarihi; Tebyiz: Salahf Efendi, s. 3.

64

46

Aktepe, s. 18.

47

Age., s. 3839.

48

Crouzenac'tan nak. Aktepe, s. 100.

49

Abdî Tarihi (1730 Patrona ihtilali Hakkında Bir Eser), s. 2122.

50

Aktepe, s. 96.

51

Abdi Tarihi, s. 2627.

52

Aktepe, s. 96.

53

Aktepe, s. 109.

54

Age., s. 152153, 71. dipnot.

55

Daha sonra affa uğradığı halde İbrahim Paşa'nın korkusundan İstanbul'a gelemeyen bu zat, ancak Patrona Halil isyanıyla başkente .dönecektir.

56

Raşid Mehmed, Tarih, Varak 286.

57

M. Nûri Paşa, Age., III/40.

58

Abdi Tarihi, s. 26.

59

Şemdanizade, Varak 344 b.; Küçükçelebizade, Varak 327.

60

Şemdanizade, Varak 345 a.

61

M. Nuri Paşa, Age.r tll/38 "... bâ husus helva sohbetlerinin lâle çerağlarının tahtında bir takım fuhşiyyat mervf..."

62

Age., III/39.

63

Destari Salih, s. 2.

64

Age., s. 3.

65

"Canı cehenneme, teni toprağa."

66

Destarî Salih, s. 17, 28.

67

"dinsiz, imansız"

68

Ahdî Tarihi, s. 26.

69

Age., s. 26.

70

Age., s. 26.

71

Patrona: Bahriye feriki (Amiral) rütbesinden olanlara verilen unvandır. Latince "patranus"tan alınmadır. Osm. Tarih Ter. ve Dey. Sözlüğü, M. Zeki Pakalın.

72

Şandvvich'den nak. Aktepe,.s. 132.

73

Abdi Tarihi, s. 29.

74

Aktepe, s. 133.

75

M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı (1730), İ.Ü.E.F. Yay., İst., 1958.

76

Age., s. 157.

77

Abdi Tarihi, s. 29.

78

M. Nuri Paşa, Age., III/39.

79

Muslu Beşe aslen Niğbolu'nun Rusçuk kazasına bağlı Karalar köyıindendir. Abdi onun önceleri yeniçeri ocağında zağarcı bölüğüne mensup bir asker olduğunu, sonradan ocağı terkettiğini yazıyor.

80

Aktepe, s: 134.

81

Abdi Tarihi, s. 29.

82

Aktepe, s. 136.

83

Lale Devri, s. 128.

84

Abdi Tarihi, s. 30.                                         .

85

Destari Salih, s. 7.

86

Abdi Tarihi, s. 28.

87

Age., s. 30.

88

Destan Salih, s. 8.

89

İmamlar ve Sultanlar, s. 61.

90

Aktepe, s. 139.

91

Age., s. 139.

92

Abdi Tarihi, s. 31.

93

Destari Salih, s. 9.

94

M. Nuri Paşa, Age;, ill/39.

95

Destari Salih, s. 9.

96

Uzunçarşılı, O.T., IV/207.

97

Destan Salih, s. 10.

98

Age., s. 11.

99

Aktepe, s. 144.

100

Destari Salih, s. 11.

101

Age., s. 11.

102

Lale Devri, s. 137.

103

Destan Salih, s. 11.

104

Age., s. 12.

105

Lale Devri, s. 129.            • ■

106

Age., s. 129.

107

Aktepe, s. 157.

108

I?

109

Lale Devri, s. 138.

110

Destari Salih, s. 13.

111

Age., s. 14.’

112

Alaturka saatle saat on buçukta boğulup Babı Hümayun'dan dışarı atılmalarını emreden ferman görevlilere ulaşınca İbrahim Paşa'nın durumunu şöyle tasvir eder Destari: "İbrahim Paşa ölüm sarhoşluğunun acısını ve kederini dağıtmak için zehir bardağını şiddetle kavramış olarak ümidinin kesildiği son noktaya kadar bekledi. Ama can alan ip nefes borusuna dolanınca ölü bir yılan gibi büklüm büklüm olup ağzından köpükler saçarak çok zor bir biçimde can verdi, (s. 16.)

113

Age., s. 16.

114

Bekir Sıtkı Baykal, Patrona Halil Ayaklanması İle ilgili Kaynaklar Hakkında; IV. Türk Tarih Kongresi (1948). x

115

Aktepe, s. 152.

116

Age., s. 151.

117

"Lâkin demi âhirinde cânibi Perverdigâra tazarrû ve istiğfar eylediğin söylediler." Destari, s. 16.

118

Destari Tarihi, s. 16.

119

Age., s. 17.

120

Abdi Tarihi,, s. 39.

121

Age., s. 39.

122

Age., s. 39.

123

■ 5. Lale Devri (Dfvanı Hümayun Mühimme Defterinden nak.), s. 142.

124

Söz konusu kaynaklar için bak.: M. Münir Aktepe, Patrona isyanı, s. 152.

125

Abdi Tarihi, s. 40.

126

Abdi Tarihi, s. 41; Destan', s. 18; Lale Devri, s. 143144.

127

Destan, s. 21.

128

Abdi Tarihi, s. 45.

129

Lale Devri, s. 152.

130

Destari, s. 20.

131

Lale Devri, s. 158.

132

Şemdanizade, Müriyyü'tTevarih, Varak 348 b.

133

Abdi Tarihi, s. 4647.

134

Aktepe, s. 161.

135

Lale Devri, s. 150.

136

Age., s. 150.

137

Abdi Tarihi, s. 52.

138

Age., s. 5152.

139

Abdi Tarihi, s. 47.

140

Age., s. 48.

141

Age., s. 54.

142

Şemdanizade, Varak 350 a.

143

Abdî, s. 5657.

144

Destârî, s. 28; Abdî, s. 57.

145

Abdî, s. 57.

146

Uzunçarşılı, Zülâlf Haşan Efendi'nin Karadeniz’de değil de Girit’e sürgün edilip orada katledildiğini kaydeder.

147

Abdî, s. 58.

148

Destârî, s. 32.

149

Age., s. 3740.

150

Age., s. 41.

151

Abdî, s. 46.

152

Destârî, s. 43.

153

Ahmed Refik; Kabakçı Mustafa, s. 11. Ahmed Refik kitabının bir başka yerinde şöyle der: "Kabakçı, garb medeniyetini arzu etmeyen, ihtiraslarına mani olan erkanı devleti mahvetmek isteyen garazkar, aç ve cahil bir kitleye rehber oluyordu." (s. 1213.)

154

Graf Marsilli; İstanbul'da 1730 ve 1731 Senelerinde Vuku Bulan Kıyamlara Dair Malumat, s: 297.

155

Çetin Yetkin, Age., s. 222223.

156

Lale Devri, s. 164.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar