NAKŞİBENDİLİK...Abdurrahman ed-Dımeşkıyye
Bir olan Allah’a (celle celâlühü) hamdolsun. Muhammed’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salatu selam olsun.
Muhterem kardeşimiz Abdurrahman Dimeşki’nin Nakşibendilik tarikatı
hakkında yazdığı bu küçük araştırmayı okudum. Bu küçük araştırmanın hedefine
vardığını gördüm ve gereken hakkını verdiğini buldum. Bu küçük araştırmasında
tasavvufi ekollerden biri olan Nakşibendiliği ve içinde bulunduğu bid’atları,
hurafeleri ve sapmaları en güzel şekilde açıklamıştır. Bütün bunların
sünnetten uzaklığını, selefi salihinin inanç ve akidesiyle bir alakasının olmadığını
açığa çıkarmıştır. Böyle yaparken sevgili kardeşimiz sahih kaynaklara ve
izahlara dayanmış, naklettiği yerleri baskılarıyla birlikte belirtmiştir. Aynı
zamanda söylediklerini kitap ve sünnetten apaçık delillerle desteklemiş,
böylece yazdığı bu küçük araştırma okuyucuya Nakşibendi’lik hakkında kesin bir
fikir vermiştir. Tabi ki bu araştırmayı anlayarak, insaflıca, heva ve
hevesten, taassupluktan uzak bir şekilde okunursa bu kitaptan faydalanacağından
kuşku duyulmaz.
Allah (celle celâlühü) yaptığı bu amelinden dolayı kardeşimize sevabını
esirgemesin. Çalışmasına karşılık Allah (celle celâlühü) ondan razı olsun.
İslamdan şüpheleri yok etmek için bu gibi kitapları yazmaya onu muvaffak
kılsın zira İslama yöneltilen bu şüpheler müslüman topluluklar arasında oldukça
yayılmış ve bir çok İslam ülkelerinde bu şüpheler yerleşmiştir. Bu şüpheleri
kabul edip ona inanan ve ona boyun eğen halk yığınları oluşmuştur ve bu
şüphelerin doğrunun bizzat kendisi olduğuna inanmışlar açık sünnet ve tevhidi
de şirk ve delâlet saymışlardır. Allahu tealadan sapıtan müslümanları doğru
yola erdirmesini ve bu küçük araştırma ile onlara faydalı olmasını dileriz.
Selat ve selam Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ailesine ve
arkadaşlarının üzerine olsun.
Abdullah Abdurrahman
el-Cibri
Hamd sadece
Allah’adır (celle celâlühü). Ona hamdeder ondan yardım, hidayet ve mağfiret
dileriz. Nefsimizin işlediği kötülüklerden ve çirkin amellerimizden Allah’a
(celle celâlühü) sığınırız. Allah (celle celâlühü) kimi hidayete erdirirse onu
saptıracak hiç kimse yoktur. Şehadet ederim ki Allah’tan (celle celâlühü) başka
ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
onun kulu ve Rasuludur. Allah (celle celâlühü) onu insanlara müjdeleyici ve
korkutucu ve hakka davet edici olarak gönderdi. O Allah’ın (celle celâlühü)
kendisine verdiği bu emaneti hakkıyla eda etti. Risaletini tebliğ etti ve bütün
bunlara insanlığı şahit tuttu. Onlar da Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) emaneti eda ettiğine, gönderildiği risaleti tebliğ ettiğine şahit
oldular. Artık bundan sonra hiçbir kulun Allah (celle celâlühü) katında delili
ve özrü olamaz. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizi öyle bir
hidayet yolu üzere bıraktı ki onda asla gizlilik yoktur. O şöyle buyurdu:
“Sizi
apaçık bir yol üzere bıraktım gecesi gündüzü gibidir. Benden sonra o yoldan
sapan helak olur.”[3]
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizi cennete yaklaştıracak hiçbir şeyi
açıklamadan bırakmadı ve onları yapmamazı emretti ve yine cehenneme
yaklaştıracak hiçbir şeyi bırakmadı ki, bizi ondan sakındırdı ve işlemekten
nehyetti. Allah (celle celâlühü) onun hayrını ve sevabını verip
mükafatlandırsın.
Bu konunun
yanımdaki değeri ve önemi büyüktür. Çünkü son zamanlarda bu konu hakkında çok
sözler söylendi. Özellikle Nakşibendi’lik tarikatının sünnetle olan bağlantısı
konusunda çok şeyler söylendi.
Ben de şunu
iyi biliyorum ki bu tarikata bağlı olan çoğu kimseler kendi aralarında ihtilaf
etmişlerdir. Kimisi bu tarikatın sünnete uygun olduğunu ve her halükarda
sünneti araştırdığını virdlerinin ve zikirlerinin sünetten alındığını
söylemektedirler. Buna karşılık diğer bir taife de kendilerince yeni virdler
ve hizipler oluşturmuşlardır. Gizli zikir “Hacegan Hatmesi” gibi zikirler ve
virdler ortaya çıkarmışlardır. Bunun sünnetle hiç bir bağlantısı olmayıp yeni
ortaya çıkartılmış bid’atlardır.
İşte bu nedenle biz de bu tarikatın hakikatini ve üzerine bina olduğu
temel prensiplerini açıklamak istiyoruz. Bu konuda Allah’ın (celle celâlühü)
bize yardim etmesini diliyoruz.
Değerli
okuyucudan bu kitabı okuduğu süre içerisinde şu üç sözü hatırlamalarını ve
unutmamalarını tavsiye ediyorum. Çünkü bu üç söz bu taifenin en büyüklerinin
sözü olup bu tarikatın temelini teşkil eden ve onu savunan kimselerin
sözleridir ve bu tarikatın temelinde sünnete dayandığını içinde asla
bid’atların olmadığını söylemektedirler.
1-
Tenviru’l-Kulub adlı
kitabın sahibi şeyh Muhammed Emin el-Kurdi şöyle diyor:
“Nakşibendi’lik
tarikatının yolu Ehl-i sünnet ve’l-cemaat inancının yoludur. Ehl-i sünnet
ve’l-Cemaat’m inancı ise, temelinde sahabenin yoludur. Ona hiçbir şey ziyade
etmeyip ondan hiçbir şey de eksiltmediler.”
2-
Yasin b. İbrahim
es-Senhuti şöyle dedi:
“Şunu bil ki
Nakşibendi’lik tarikatı sahabenin yoludur. Temelinde onlara dayanmaktadır.
Hiçbir şeyi eksiltmeyip ona hiçbir şey eklemediler.”
3-
Şeyh Muhammed Barisa
(ki bu şeyh Nakşibendi’nin evlatlarından birisidir) şöyle diyor:
“Höcanm (şahı
Nakşibendi kastediyor) tarikatı bütün tarikatlardan üstün olup onlar da bunu
kabul etmektedirler. Çünkü o tarikatını doğruluk, vefa, şeriata ittiba,
Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olma, bid’atlardan
kaçınma ve hevaya muhalefet etme üzerine kurmuştur.”
İşte biz bu
küçük araştırmamızda bu sözlerin gerçekliğini ve hakikatini araştırmak ve
açıklamak istiyoruz. Bu sözlerin gerçekten doğru olduğunu süzmek ve beyan
etmek istiyoruz. Okuyucudan yukarda zikrettiğimiz bu sözleri daima zihninde
bulundurmasmı rica ediyoruz. Ta ki onların takip ettiği yol ile bu sözler
arasında bir mukayese yapabilsin ve gerçek ortaya çıksın ve şunu öğrensin ki
gerçekten şeyh Nakşibend bid'atlardan kaçınıp şeriata ve Rasulullah’ın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olduğunu öğrenebilsin. înşaallah
bizde bunu öğreneceğiz ve bileceğiz.
Abdurrahman Dimeşki
Günümüz
Nakşibendiliği Hakkında
Bugünkü
Nakşibendilik dünkünün aynısıdır. Hiçbir şey değişmemiştir. Bu nedenle
aralarında hiçbir ayırım yapmadık. Fakat önümüzde Nakşibendi’lerden birine ait
iki makale vardır.
1-
Allah’a (celle
celâlühü) çok ibadetin (nafilelerde) bid’at olmadığına dair deliller.
2-
Velilerle ve mürşidi
kamillerle savaşmanın tehlikesi.
Birinci
makale çok ibadet yapmanın caiz olduğunu ispatlamak istemiştir ve bundan
nehyedildiğine dair hiçbir delil bulunmadığını söylemek istemiştir. İbadetlerde
sınırın olmadığını ispatlamaya çalışmıştır.
Buna
cevabımız: “Evet ibadet şer’i bir iş olup güzeldir. Tabiki bu nafileler
yönünden böyledir. Zira farzların hükmü vaciptir yerine getirilmesi gerekir.
Ancak çok ibadet yapmanın sınırı olmadığını söylemek ve şeriatın buna bir
sınırlama getirmediğini söylemek yanlıştır. Çünkü sahih sünnetlerde bu
açıktır ve sahih sünnetler yukardaki sözü söyleyen kimselerin aksini
ispatlamaktadır. Sahih hadislerde çok ibadet yapmanın (nafilelerde) sahih
olmadığını ancak Allah'ın (c.c) belirlediği ölçülerde sahih olduğunu bize
bildirmektedir.
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sürekli oruç tutmayı yasaklamıştır. Halbuki oruç
tutmak bir ibadettir ibadet ise bid’at değildir. Ancak orucun peşpeşe tutulması
ve iftar etmeden ertesi günde oruç tutulmasında Rasulullah’ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sünnetine muhalefet vardır. Çünkü o şöyle buyurmuştur:
“Ebedi
olarak (herzaman) oruç tutan oruç tutmam tır.”
Ve bu sözü
iki defa tekrarladı. İşte oruç ibadet olmasuia rağmen devamlı tutmaktan
nehyedilmiştir.
El-Hilye sahibinin rivayet ettiği:
“Osman (r.a.) ebedi orucu tutardı”
şeklindeki rivayeti sahih değildir. Çünkü sahabeler sünnete en çok tabi
olmaya çalışan kimselerdi. Ayrıca el-Hilye adlı kitapta sayılamayacak kadar çok
uydurma hadisler vardır. Yine makalenin sahibi Ebu Hanife’nin Kur’an-ı Kerim’i
iki rekatta okuduğunu söylemektedir. Bunun Ebu Hanife’ye nisbet
edildiğinin'sâhih olduğunu asla bilmiyorum. Tek bildiğim şey Allah (celle
celâlühü) Rasulunun Abdullah b. Amr’ı üç günden daha az bir surede Kur’an’ı
okuyup hatmetmesinden nehyettiğini biliyorum. Ve ona Kur’an’ı haftada bir
hatmetmesini emretmişti. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:
“Kur’an’ı ayda bir hatmet” demiş. O da:
“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm yeter” demişti.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“O halde her yirmi günde bir Kur’an’ı hatmet” dedi.
O:
“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm yeter” dedi. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“O halde on günde bir Kur’an’ı hatmet” dedi. O:
“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm yeter” dedi. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“O halde onu haftada bir hatmet ve bundan daha aza da inme. Çünkü
hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerinin senin üzerinde hakkı
vardır. Cesedinin senin üzerinde hakkı vardır.”[4] buyurdu.
Aynı şekilde Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Osman b. Mazun
adlı sahabenin kadınlardan uzaklaşmasını ve onlarla yatmamaktan nehyetmiştir
ve ona:
“Ey Osman! Ben ruhbanlıkla emredilmedim. Benim sünnetimden yüz mü
çeviriyorsun?” dedi. Bir diğer rivayette de:
“Ey Osman! Bize ruhbanlık farz kılınmadı. Senin
için ben güzel bir örnek değil miyim?”[5]
Bu iki
hadisten daha kapsamlı olan bir başka hadis te vardır ve bu hadisler makalenin
sahibinin Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolundan ve müsamahakar
öğretilerinden ne kadar uzak olduğunu okuyucuya göstermektedir.
Enes b. Malik
anlatıyor. Üç kişilik bir grup Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
zevcelerinin evlerine geldiler. Onlara Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ibadetinden soruyorlardı. Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
zevceleri onlara Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadetini haber
verince gelenler sanki bunu az buldular ve şöyle dediler:
“Biz nerede,
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nerede. Onun geçmiş ve gelecek
günahları affedilmiştir.” Birisi:
“Ben
geceleyin hep namaz.kılacağım ve hiç uyumayacağım” dedi. Diğeri:
“Ben ise
gündüzleri asla yemek yemeyeceğim ve hep oruç tutacağım” Üçüncüsü de:
“Ben de hiç
evlenmeyip kadınlardan uzak duracağım.” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) onların yanına geldi ve onlara:
“Şöyle
şöyle söyleyenler sizler misiniz?” diye sordu.
“Allah’a
(celle celâlühü) yemin olsun ki Allah’tan (celle celâlühü) en çok korkanınız
benim ama yine de bazen oruç tutar, bazen tutmam, geceleri bazen uyur, bazen
namaz kılarım ve ben kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir.”[6]
İşte Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnet budur. Çok
ibadet yapan kimseler onun bu sünnetini az buldular. İşte Abdullah b. Amr
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona bir gün oruç tut bir gün iftar et
yani tutma demiş o da:
“Benim bundan
daha fazlasına gücüm yeter” dediği halde Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ona:
“Bundan
daha faziletlisi yoktur” demiştir.
Elbette
ibadete mani olan engeller ve duvarlar vardır. Bunu kulların rabbi olan Allah
(celle celâlühü) koymuştur. Bu sınırları aşmak helede daha çok hayra ulaşmak
niyetiyle bunu yapmak asla caiz değildir. Zira şeytan nice ihsanları hayır
kapılarından gelerek onları kötülüklere bulaştırmıştır. Zira şeytan namaz
kılan kimseye gelir ve ona hayırlı bir işi hatırlatır. Namazı bitirir
bitirniez hemen filana sadaka vermek için acele etmesi gibi. Evet işte bu
düşünce namazını eda ettiği sürece onun zihnini meşgul eder ve namazını güzel
bir şekilde eda etmesine mani olur. Aynı şekilde şeytan kullara çok ibadet
yapmakla da oyun oynar ve onları tuzağına düşürür. Eğer Allah (celle celâlühü)
Rasulu çok ibadetin daha faziletli olduğunu bilseydi oruç ve benzeri gibi
ibadetler için Abdullah b. Amr’a.
“Bundan
daha faziletlisi yoktur”
demezdi. İşte
bu hadisler makale sahibinin sözlerinin doğru olmadığına delil olarak yeter.
Rabbani şöyle diyor:
“Şeriat
Allah’ın (celle celâlühü) kâtımızdaki emanetidir. Onun yolunda yürümemiz için
onu bize bağışlamıştır. Yoksa onda tasarruf etmek onda tadilatlar ve kelimeler
yapmak bizim işimiz değildir. Allah’ın (celle celâlühü) dili boynumuzda bir
emanettir. Onda olmayan şeyleri ona eklemek ve ziyadeler yapmak abestir,
emaneti kaybetmektir ve şeriati hafife almaktır, îbn Mes’ud’un söylediği söz ne
güzeldir.”
“Sizler
şeriata tabi olunuz yeni bid’atlar çıkarmayınız. O size yeter.” Evet uyacağımız
şeriata uygun az bir şey yeni ortaya çıkardığımız çoğu bid’atlerden daha
hayırlıdır.-
îkinci makale
ise, -ki velilerle ve mürşidi kamillerle savaşmanın tehlikesi başlığı ile idi.
Makalenin sahibi bununla velilere bağlanmaya davet etmektedir ve onların yaşantılarına
azı dişleriyle sarılmamızı söylemektedir. Çünkü Allah Teala kulları arasında
onları büyük nimetlere ve nurani feyzlere ulaştırmıştır.
Allah Teala şu ayeti:
“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber
olun” (Tevbe: 9/119)
Velitere has olduğunu delil olarak getirmiş ve onların sadıklardan olduğunu
söylemiştir. Halbuki onlar ayetin zahirine göre bunun insanlar için acil bir
nida olduğunu ve insanların makalenin sahibinin şeyhine -ki o şeyh Osman
Siracuddin’diryönelmelerine davet etmiştir.
Makale sahibinin ümmetin böyle kişilere bağlanmalarını ve onların
yaşantılarına azı dişleriyle sarılması gerektiğini söylemesi ise tamamen
yanlıştır. Çünkü böyle bir davet insanları kişilere davet etmektir yoksa dine
davet etmek değildir. Çünkü makale sahibinin insanları Allah'ın (celle
celâlühü) kitabına ve Rasulunun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine
tutunmaya davet etmesi gerekirdi. Bu ikisinin dışındaki herşeyin bid’atları
onlara muhalif olanları müslümanlarm içine düştüğü muhalif şeyleri arkaya
atmalarına davet etmesi gerekirdi. Ama o şeriatın bid’atlerden nehyettiğini
dinde yine şeyler çıkarmanın yasak olduğundan hiç bahsetmemiştir. Çünkü
Nakşibendilik bid’atlerle hurafelerle doludur. İnsanları bir kulun şahsında
yok olmaya davet etmektedirler. Öyle ki onlardan biri: “Hak benim” diyebilmektedir.
Gerçekte onların çok zikre davet etmesi kalplerinde korkunun peyda olması için
değil aksine kendi zanlarınca Allah’ın (c.ç.) dışındaki masivadan yok olmak
içindir. İşte o zaman kendilerinin o olacağını söylerler. Yani kendileri ve
rableri aynı,şey olurlar. Okuyucudan sofilerin fena inancı hakkmdaki bölümünü
özellikle okumalarını tavsiye ediyoruz ki kendisi de bunu yakini olarak
farkedebilsin. Şeyh Osman Siraceddin’in Allah’ın (celle celâlühü):
“Sadıklarla beraber olunuz”
dediği
kimseler arasına katmasına gelince bunda da düşünmek lazımdır. Çünkü o şeyh
insanlara muskalar dağıtmakta ve o muskalarda İbranice rumuzlar ve rakamlar bulunmaktadır.
Davud’un (aleyhisselâm) yıldızına benzer yıldızlar o muskalarda mevcuttur.
Böyle bir kimse veya şeyh nasıl olurda sadıklardan olur. O bu tılsımları nerede
buldu. Bu tılsımlar Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir vasiyeti
midir? Yoksa sahabe ve tabiinler o tılsımlarla mı şifa buluyorlardı?
Böyle
kimseler nasıl sadıklardan olurlar ki onlar muska ismiyle insanların
göğüslerine nazarlıklar takmaktalar ve bunun Allah’ın (celle celâlühü) kelamı
olduğunu söylemektedirler. Bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü o muskaları
gören kimse onlarda çok garipliklerin olduğunu görecektir. Büyük imamlardan
kim böyle yapmıştır. Şafii mi? Ebu Hanife mi? Malik mi? Ahmed mi? Hangisi
insanlara bu çeşit muskalar dağıtmaktaydı. Bunlar sadıkların en sadıkı ve
evliyanın en üstünü idiler. Bunlar ise evlerine kapanıp insanların göğüslerine
nazarlık takmakta ve muskalar dağıtmaktadırlar nasıl bir olabilirler.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmamış mıdır?:
“Kim
nazarlık asar veya takarsa Allah’a (celle celâlühü) şirk koşmuş olur.”[7]
Yine
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmamış mıdır?:
“Büyü
yapmak nazarlık takmak ve tılsımlı şeyler yapmak şirktir.”[8]
Bu şeyh Osman
Riyad’dan geldi ve insanların bir çoğuna muskalar dağıttı öyle ki insanlardan
bir çoğu ona aldandı. Aldananlara bu muskaların açılmasını tavsiye ettik.
Muskada karşı sayfaya suretini koyduğumuz muskanın aynısı çıktı.
Acaba bu muskaları Allah’ın (celle celâlühü) kendilerine sadık dediği
kimseler mi yapıyordu yoksa sihirbazlar mı yapıyordu? Sihirbazlık asla
sadıkların sıfatı ve ahlakı değildir.
Şeyh Osman Suudi’de İslam hakkında hiçbir konferans vermedi insanları
ilim ve fıkıh halkaları üzerine toplamadı. Aksine o insanları medet, teberrük
üzerine ve böyle şirki şeyler üzerine topladı. Bunu da teberrük adına
yapıyordu. İnsanlarla rableri arasına giriyordu.
Allah’ın (celle celâlühü) kendileriyle beraber olmamızı emrettiği sadıklar
insanları kitaba ve sünnete davet eden ve bunları kendi nefislerinde tatbik
eden kimselerdir. Yoksa kitap ve sünnete ittiba ettiğini zannedip sonra da
Allah (celle celâlühü) Rasulunun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şirk dediği
şeyleri insanlara dağıtanlar değildir.
İşte biz bunları söylemek istiyoruz insanları bunlardan sakındırmak
bizim üzerimize vaciptir ve bir görevdir. Okuyucu bir sonraki sayfada
göstereceğimiz şeyi söylediklerimize en güzel delil olduğunu görecektir. Allah
Teala’nın bize gerçekleri göstermesini diliyor. Nefislerimizin meylettiği
şeyleri savunmamayı aksine kitap ve sünneti savunmayı bize nasip kılmayı
diliyoruz. Ayrıca sadece onun için buğzetmeyi nasip kılsın. Yoksa herhangi bir
taifeye, şahsa veya şeyhe kin ve buğzumuz yoktur. Ama kitap ve sünneti şahıslara
tabi olmaktan daha üstün tutmak hidayette olmanın en belirgin özelliğidir.
Allah (celle celâlühü) bizi doğru yola iletsin.
Konuya girmeden önce bu çalışmamı yazarken dayandığım Nakşibendi’lerin
bazı kitaplarını söylemeyi uygun görüyorum, Bu kitaplar bu tarikata mensup
olan kimselerin yanında temel kaynaklardır:
1-
el-Mevahib es-Sermediye.
Şeyh Muhammed Emin el-Kurdi.
2-
Tenvir el-Kıîlub. Şeyh
Muhammed Emin el-Kurdi.
3-
Şifa’ul AliT. Şeyh
Veliyullah Dehlevi.
4-
El-Envar el-Kudsiye. Şeyh
Yasin İbrahim Senhuti.
5-
Cami keramat el-Evliya.
Yusuf Nebhani.
6-
Levakih el-Envar.
Abdulvahhab Şarani.
7-
Şeyh Muhammed Hamid.
Abdulhamid Tahmaz.
Nakşibendi’ler
arasında günümüzde kitabı en çok kaynak olarak gösterilen ve benimde en çok
üzerimde durduğum Şeyh Muhammed Emin el-Kurdi’nin kitaplarıdır. Eğer ben sadece
onun Tenviru’l-kulub adlı kitabına dayansaydım bile bu benim için bu
araştırmayı yazmamda yeterli gelirdi. Çünkü bu kitap günümüze kadar bu taifenin
dayandığı temel bir kitaptır.
Ben bu
kitabımı kimseyi razı etmek veya kızdırmak için yazmadım. Tek gayem Allah’ın
(celle celâlühü) rızası sonra da hakkın apaçık ortaya çıkması içindir. Benim
yanımda öncelik bu taifeye şahsi bir kin ve hasetten dolayı hucum emek
değildir. Aksine katımdaki öncelik bu dine hakkını vermektir. Böyle bir şey
benim için herşeyden daha pahalı ve herşeyden daha üstündür. Yoksa mesele bir
gruba saldırmak değildir. Asıl mesele kötü anlaşılmış bir dini savunmak ve
yanlış anlaşılan yerleri düzeltmektir.
Benim bu
araştırmam bir muhakeme değildir. Aksine kardeşleri hatalarına dikkat
etmelerine davet etmek ve onları işlemelerinden sakmdırmaktır. Nakşibendi’ler
arasında arkadaşlık bağıyla birçok kimselerle ilişkim vardır. Onların beni bu
konuda mazur görmelerini ve bu amelimi takdir etmelerini rica ediyorum.
Kitabıma mutedil ve insaflı bir gözle bakmalarını rica ediyorum. Çünkü ben
onları yaralamak istemiyorum. Çünkü hepimiz hatalı kimseleriz. Fakat en
hayırlımız hatasını dikkat edip kabul eden ve ondan kurtulmaya çalışandır. Bu
kitabın bu taifeye mensub olan kimseleri İslam milletinin dışına çıkarmak
değildir. Bu asla benim yolum değildir. Benim tek gayem insanların avretlerini
açmak ayıplarını bulup çıkarmak değildir. Gayem insanlann hatalarına dikkat
etmeleri ve işlememeleridir. Bununla birlikte ben sonradan İslam’a sokulmuş
fikirlerin getirilmesine ve bunların İslam’da olduğunu söylemeye asla razı
değilim. İşte bu hastalık bu bahsi yazmama en büyük etkendir. Okuyucu bu söylediklerimde
ne derece doğru olduğumu görecektir.
Onların
içinde bulunduğu şeylerden dolayı bana kızmamalarını tavsiye ediyorum. Sakın
ola ki böyle yapmasınlar ancak sevgileri ve buğuzları Allah (celle celâlühü)
için olsun. Çünkü buğuz ve sevgi ancak Allah (celle celâlühü) için olur nefis
için değil. Bu inanç ehl-i sünnetin temel inancıdır. Çünkü olabilir ki buğuz
şeytanın bir tuzağıdır. Onunla insanların hakka daveti işitmesine mani olur
sonra buğuz hakikatin araştırılmasına yardım etmez. İnsanı insaflı olmaya
ulaştırmaz. Kim ki sadece Allah (celle celâlühü) için buğzederse o kimse bu
kitabın yazılışından dolayı asla bana buğzetmeyecektir. Çünkü o kimse delille
sünnete tabi olmuştur. Ama eğer kişinin buğzu nefsi için veya içinde bulunduğu
grubu için ise o zaman ona yüzbin delil de getirsen o bu delillere aldırmaz ve
bildiğini okur. O zaman o kişi Allah’tan (celle celâlühü) daha çok hevasına
yakın olur. O zaman da bizim yardımcımız ancak Allah’tır (o.c.) ondan başka
hiçbir kuvvet ve kudret sahibi kimse yoktur.
Nakşibendi’lerin yanında zikir usulu
Nakşibendi’lerin
yanında zikrin usulu dil ile olan zikri terketmek ve kalp ile olan zikr
alternatif olarak buna tercih etmektir. Tenviru’l-kulub’un sahibi dille
yapılan çok zikiri benimsemiyor ve bu hoşuna da gitmiyor.[9]
Halbuki bu kitap ve sünnetten delili olmayan bir bid’attır. Zira kitap ve sünnette
bunun aksi bulunmaktadır.
Abdullah b.
Busur anlatıyor. Bir adam Rasululah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına
gelerek:
“Ya
Rasulallah İslam şeriatının amelleri çoğaldı. Bana öyle birşey söyleki ona
tutunayım ve devamlı olarak yerine getireyim.” dedi. Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem):
“Dilin
devamlı olarak Allah’ın (celle celâlühü) zikri ile ıslak bulunsun”[10]
dedi.
Bir diğer
rivayette Ebu Hureyre Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğun nakletti:
“Allahu
teala şöyle buyuruyor:
“Kulum
beni zikrettiği ve dudakları benim için hareket ettiği müddetçe ben onunla
beraberim”[11]
Bir diğer
rivayette Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Her
biriniz şükreden bir kalp, zikreden bir lisan ve ahiret işine kendisine
yardımcı olacak mü’mine bir zevce edinsin.”[12]
Evet Tenviru’l-kulub’un sahibi bunu beğenmese de sünnette lisan ile
zikrin mekruh olduğuna dair veya zikrin kalple yapılması gerektiğine dair
hiçbir delil bulunmamaktadır. Zikrin kalp ile tahsis edilip dil ile olmamasını
söylemek ve kalbi zikir ile yeni bir yol ortaya çıkarmak ve bunu da zikir yolu
diye isimlendirmek bid’atın ta kendisidir. Onu işlememek ve ondan yüz çevirmek
gerekir. Zira şeriat Allah (celle celâlühü) ve Rasulunun koyduğu şeyler ile
belirlenir. Yoksa şah-ı Nakşibend’in koyduğu usullerle değil. Allah’ın (celle
celâlühü) kitabında Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da sünnetinde
bizim için belirlediği bir şeyi elbette yapar ve buna tabi oluruz yapmadığı ve
emretmediği bir şeyi de asla yapmaz ve tabi olmayız>Kitap ve sünnete
tutunmaya hırslı olan kimse bu sözlerimize asla itaraz etmez. Bilakis bunları
kabul eder ve tabi olur. Nefiy ve ispat zikri olarak adlandırılan bu tarikatın
kaynağı Nakşibendi’liği anlatan kitaplarda mevcuttur. Biz de burada kısaca
bahsedeceğiz. Şeyh Abdulkadir Gucdevani şeyh Sadrettin’in yanında Kur’an
okuyordu. A’raf: 7/56 ayete ulaşınca:
“Korkarak ve ümit ederek rabbinize dua edin zira o aşırı gidenleri
sevmez.” (Araf: 7/56)
Şeyhine şöyle
dedi:
“Gizli zikrin
hakikati nedir ve buna ulaşmanın yolu nasıldır” Çünkü kul açıktan zikrettiği
zaman ve azalarını hareket ettirerek rabbini zikrettiği zaman insanlar bunu
görürler. Eğer kişi kalbiyle rabbini zikrederse bu seferde şeytan onu görür.
Çünkü Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadisinde şöyle buyuruyor:
“Kanın
damarlarda dolaştığı gibi şeytan da insanoğlunun kanında dolaşır.” dedi.
Şeyhi ona şöyle dedi:
“Bu ledünni
bir ilimdir, Eğer Allah (celle celâlühü) dilerse seni velileriyle bir araya
getirir ve o veli sana gizli zikrin nasıl olduğunu öğretir” dedi. Şeyh
Abdulkadir Gucdevani hocasının kendisine söylediği bu sözlerden dolayı bu
müjdenin gerçekleşmesi için beklemeye başladı. Ta ki Hızır (aleyhisselâm) ona
geldi ve ona gizli zikrin hangi sayıda duracağını öğretti. Suya dalmış cesedi
ile kalbinden ‘la ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’T söylemeyi ona
öğretmiştir. O da Hızır’ın (aleyhisselâm) bu tavsiyelerini yerine getirince ona
büyük fetihler ve kayyumi cevzeler peyda olmuştur.
ÇBen bu kıssanın uydurulmuş olacağını tahmin ediyorum. Bu kıssa gizli
zikir diye isimlendirilen bid’ata bir sebeb teşkil etmesi için uydurulmuştur.
Çünkü müslümanlar katında teşrinin kaynağı kitap ve sünnettir. Sonra Hızır
(aleyhisselâm) bu ümmetin peygamberi değildir ve bu dinde kanunda koyamaz.
Sofiler Hızır'ın (aleyhisselâm) şahsiyetini kendi emellerine ne kadar da çok
kullandılar ve onun etrafında birçok hikayeler uydurdular) Şunu iyi bilmemiz
gerekirki eğer Muhammed’den başka peygamberlerden biri bize gelir ve* ona tabi
olursak sapıtanlardan olurduk. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki eğer Musa tekrar
aranıza gelir ve siz de beni bırakıp ona tabi olsaydınız elbette siz büyük bir
sapıklığın içine düşerdiniz. Ümmetler arasında benim payıma siz düştünüz. Ben
de peygamberler arasında sizin payınıza düştüm.”[13]
O halde tarikatı Hızır’dan (aleyhisselâm) veya Musa’dan (aleyhisselâm) veya
İsa’dan (aleyhisselâm) veya bunların dışında herhangi bir peygamberden almak
asla caiz değildir. Çünkü bu ümmetin dini kitap ve sünnetle bağlıdır bu
bağlılığı hiçbir peygamber ve veli çözemez. Sonra suya batmış bir cesedin
kalbiyle rabbini zikretmesi peygamberlerin dini değildir. Bilakis Hint sofistlerinin
riyazetleridir. Bu nedenle Hızır’ı (aleyhisselâm) bu tür hurafelerden ve
yalanlardan tenzih etmek gerekir.
Allah Tealanın “Rabbinize huşu ile ve gizlilikle dua edin” ayeti
ise dil ile zikir yapmayı yasaklamamaktadır ve bunu kalbe haşretmemektedir.
Çünkü burada gizliliğin manası dil ile zikri menetmek değildir. Bilakis bu
ayet dua esnasında bağırıp çağırmayı ve yüksek sesle dua etmeyi yasaklamak
için inmiştir. Çünkü yüksek sesle dua etmeye genellikle riya bulaşır. Hatta
kişi yalnız başına bile olsa sesini kaldırarak bağırıp çağırarak dua etmesi
uygun değildir. Çünkü bu Allah’a (celle celâlühü) karşı zelil olmayı ve kalpte
itminanın oluşmasını engeller. Alçak sesle rabbe dua etmek güzel düşünmeye ve
tefekküre daha yakındır.
İbni Cüreyc
der ki: “Dua esnasında bağırıp çağırmak ve yüksek sesle dua etmek mekruhtur.
Böyle yapan kişiye huşu ile ve alçak sesle dua yapması emredilir.”[14]
İbn Cerir
et-Taberi bu ayetin ardından şöyle der:
“Ebu Musa
anlatıyor. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabıyla birlikte bir
savaştaydı. Bir vadiye yaklaşınca sahabeler yüksek seslerle tekbirler ve
tehliller getiriyorlardı. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara
şöyle buyurdu:
“Ey
insanlar nefislerinize acıyın, sîzler sağır olan birine dua etmiyorsunuz.
Aksine siz işiten ve size yakın olan birisine dua ediyorsunuz. O şize sizden
daha yakındır.”[15]
Müslim
sahihinde bu hadisi alçak sesle zikretmenin müstehap oluşu bölümünde zikreder.
Tasavvufçuların dediği gibi kalp ile zikrin dil ile olana üstün oluşu adlı bir
bölümde zikretmedi. Çünkü ayetten maksat dua yaparken alçak sesli olmaktır.
Bu nedenle Allah Teala bir diğer ayette şöyle buyurur:
“Rabbini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle
sabah akşam zikret ve gafillerden de olma” (A’raf:
7/205)
İşte A’raf:
7/56’da geçen ayetten kasıt budur. Dua yüksek olmayan bir sesle yapılmalıdır.
Çünkü böyle bir dua huşunun sükunetinin ve itminanın hasıl olması için en
uygun olan şekildir.
Taberi “Yüksek
olmayan bir sesle rabbine dua et” ayeti hakkında şöyle der:
“Allah’ı
(celle celâlühü) dil ile açıktan değil gizliden zikredip ona dua etmektir.” ,
Nesefi ise
şöyle der:
“Açık olmayan
bir sözle Allah’a (celle celâlühü) dua etmektir. Çünkü gizlilik
güzel düşünmeye ve tefekküre daha yakın olup İhlasın daha çabuk peyda olmasına
şebeb olur.” Hiçbir alim yukarda geçen ayeti ağızdaki lisanın susturulup kalp
lisanı ile Allah’ı (celle celâlühü) zikretmenin gerektiğini anlamamıştır.
Çünkü ayet apaçıktır: “yüksek olmayan bir sesle...” bu söz açıktan zikri
menetmediği gibi sessiz zikri de menetmemiştir. Bu gizli zikir bid’atında bir
çok adap ve müstehaplar belirlenmiştir. Bir kısmı şöyledir: İki rekat namaz, namazdaki
oturuşun aksine bir oturuş, kıbleye yönelmek, gözleri yummak, yirmibeş defa
istiğfar çekmek, Fatihayı okumak ve fatihadan hasıl olan sevabı peygamberin ve
bütün tarikat şeyhlerinin özellikle de Nakşibendi şeyhlerinin ruhuna hediye
etmek, şeyhin resmini hafızasında tutup sürekli olarak onunla rabıta kurmak ve
kalple ondan bereket dilemek gibi edep ve müstehaplardır. Sonra da kişi şöyle
der:
^jEy ilahi! Maksudum sensin, aradığım rızandır” Garip olan şey şudur ki
kişi şeyhinin resmini ve suretini beynine yerleştirip ona tam adapte olduğu
halde rabbine seslendiğini zannetmesidir. Halbuki o kişinin yaptığı dua
kimedir. Allah’a (celle celâlühü) mı yoksa şeyhe mi? Allah’a (celle celâlühü)
dua ederken ihlaslı olmak nasıldır? Halbuki o kişi Allah’la (celle celâlühü)
birlikte şeyhini de ortak etmektedir ve hatta şeyh dua sahibinin bütün
hayalini kaplamaktadır. İşte şimdi gizli şirkin nasıl yapıldığını birlikte
görelim.^
Sonra mürid dişlerini ve dudaklarını birbirine yapıştırır. Dilini de üst
damağına yapıştırır sonrada:
“İlahi maksudum sensin, aradığım rızandır.” der ve bunu yirmibir defa
bir nefeste söyler.
Onlar dilini üst damağa yapıştırmakla zikir esnasında hareket etmemesini
sağlamak içindir. Çünkü onların dile ihtiyacı olmayıp onların yanında kalbin
de bir dili vardır. O halde ağızdaki dile ihtiyaçları yoktur.
Şeyh Muhammed Mustafa Ebu’l-A’la şöyle der: “Kalbi en güzel şekilde
tasfiye etmek ve arındırmak Nakşibendi tarikatının zikriyle meşgul olmaktır o
da zikreden kişi kalp dili ile Allah (celle celâlühü) lafzını söyler. Çünkü
kalbin hepsi lisandır ve hepsi kulak ve gözdür.”
Onun bu sözü
tamamen safsata bir sözdür ve doğru değildir. Çünkü kalp kalptir, kulak
kulaktır, göz gözdür, dil ise dildir. Onun “Çünkü kalbin hepsi lisandır...”
sözü garip bir sözdür. Bu bid’atm Allah’ın (celle celâlühü) dinine sokulmasının
hiçbir gerekçesi yoktur.
Elbette dilin
ağırlığı büyüktür onunla çoğu kimseler cennete girdikleri gibi çoğu kimseler de
onunla cehenneme girerler. Kulun amelleri üzerinde dilin etkisi büyüktür bu
kimseler acaba neden onu susturmak ve görevinin haricine çıkarmak istiyorlar.
Biz biliyoruz
ki söylediği zaman lisana hafif gelen ama buna karşılık mizanda ağır gelen
Allah (celle celâlühü) katında iki kelime vardır. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu:
“Dile
hafif ama mizanda ağır ve Rahman’a sevimli olan iki kelime vardır. Bunlar;
subhanallahi ve bihamdihi, subhanallahil azimdir.”[16]
Bir diğer
rivayette Ebu Said el-Hudri Rasululah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu nakleder:
“İnsanoğlu
sabahladığı zaman onun bütün organları dile: “Bizim için Allah’tan (celle
celâlühü) kork çünkü biz seninleyiz eğer doğru olursan biz de doğru olur, eğer
yan çizersen biz de yan çizeriz” derler.”[17]
Bir diğer
rivayette Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Kulun
doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.”[18]
Evet dil
kıyamette kafirlerin aleyhine şahitlik edecek organların başında gelir. Bu
demektir ki dilini Allah’ın (celle celâlühü) zikrinde kullanan mü’minlerin de
lehinde şahitlik yapacaktır. Çünkü bütün hadisler dil ile zikre delalet etmektedir
ve Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadislerinin çoğu kavi sözcüğüyle
rivayet edilmektedir. “Kim şöyle derse” arapçada kavi kelimesi ancak dil ile
olan şeylere söylenir. Felsefecilerin zannettiği gibi kalp lisanı ile değil.
Şah-ı Nakşibend’in kerametleri ve menkıbeleri:
Bizler bu
taife hakkında konuşurken bu taifenin büyüklerinden olan Şah-ı Nakşibend
hakkında az da olsa bir kaç söz söylememiz gerekir. Çünkü bu tarikat ona nisbet
edildi ve onun isminden türetildi ve o Nakşibendi’ler yanında büyük bir delil
ve kaynaktır. Hatta tarikatlarının temeli ona dayanmaktadır. Çünkü onlar onu
övüyor ve onu yüceltiyorlar. Şeyh Muhammed Emin onun hayat hikayesinin başında
şöyle der:
“O en büyük
ğavs ve nüzunları en iyi bilen kimsedir. Onun hidayet nuruyla insanlar sivadan
ayrıldılar ve uzaklaştılar. Kötüler onun sırlarının bereketi ile hayırlara
döndüler.”[19]
Onun hayat
biyogrofisinde şeriata muhalif öyle sözler ve durumlar vardır ki onun bu
muhalefetleri tarikatının hakikatini açıkça gözler önüne sermektedir. Mevahib
adlı kitabın sahibi onun şöyle anlattığını nakleder:
“Ben Halil
adında bir dervişle arkadaşlık yaptım. O bana hayvanlara hizmet etmemi
emretti. Öyle ki yolda bir köpekle karşılaşınca ilk önce o geçinceye kadar
durur ta ki onun önüne geçmiş olmayayım. Yedi yıl bu hal üzere devam ettim.
Ondan sonra tekkenin köpeklerine hizmet etmekle meşgul olmamı bana emretti ve
bunu şevkle huşuyla ondan medet beklemekle yapmamı söyledi. Şeyhim şöyle dedi:
“Sen bir köpeğe yapacağın hizmetle büyük mutluluklara ulaşacaksın. İşte
şeyhimin bu sözünden dolayı bu hizmet nimetini fırsat bildim ve onu yerine
getirmekte hiçbir gevşeklik göstermedim. Onun söylediğini yerine getirmek ve
bana verdiği müjdesine ermek için böyle yapıyordum. Öyle ki bir defasında bir
köpeğin yanından geçtim. Onunla karşılaşmam bende büyük bir hal yarattı önünde
durdum ve bana şiddetli bir ağlama hakim oldu. Köpek hemen sırtı üzerine
uzandı dört ayağını göğe doğru kaldırdı ondan hazin ve şefkatli bir ses
işittim. Ben de tevazu ve inkisarla elimi kaldırdım köpeğin yaptığı duaya amin,
amin dedim. Ta ki köpek susup tekrar ayakta duruncaya kadar.
Aynı adam daha sonra aynı durumun bir güneş keleriyle karşılaştığında
kendisine peyda olduğunu söyler. Hatta hatırına ondan şefaat istemek bile
gelir. Bunun üzerine keler sırt üstü döndü ellerini kaldırdı ve göğe yükseltti
bense aynı şekilde onun yaptığı duaya: Amin, amin dedim.”[20]
Subhanallah, şefaatm kapılan buna kapandı mı ki onu bir köpek veya
kelerden dilemeye kalkıyor. Köpeğin sırt üstü uzanıp dört ayaklarını göğe
yönelterek dua ettiğini kim söylüyor. Eğer o medet ve şefaati bir insandan
dileşeydi bunu hoş görmeyecekti ama onu bir köpek ve kelerden dilemede bir
beis görmüyor.
Buhara’da bazı arkadaşları onu çağırdılar. Akşam ezanı okununca Necmettin
Dadrek ona:
“Sana söyleyeceğim ve emredeceğim herşeyi yapacak mısın? dedi. O:
“Evet” dedi. Şeyhi:
“Eğer sana hırsızlık yapmam emretsem yapar mısın?” dedi.
O: “Hayır” deyince şeyhi:
“Niçin” dedi.
O:
“Çünkü
Allah’ın (celle celâlühü) hukukuna bağlı olan şeyler tevbe ile silinir. Ancak
senin söylediğin kul hakkında bağlıdır.” dedi. Şeyh:
“Madem
emrimizi yerine getirmeyeceksin o halde bizimle beraber olma” dedi. Bunun
üzerine o şiddetlice korktu ve genişliğine rağmen yeryüzü ona dar geldi. Ancak
daha sonra tevbe ve pişmanlığını açığa vurdu ve emrine hiç isyan etmeyeceğine
azmetti. Bunun için orada bulunanlar ona merhamet ettiler ve ona şefaat
ettiler ve şeyhin onu bağışlamasını dilediler.[21]
[22]
İşte bu
şekilde şeyh öğrencisini kör bir itaate alıştırmaya çalıştırmaktadır ve bu
açık bir şekilde okuyucuya görünmektedir. Allah ve Rasülunun itaatini
terketmek bile olsa şeyhi emrettiği zaman bunu yapmakta tereddüt etmeyecektir.
İşte tasavvuf şeyhlerinin adeti böyledir. Onlar müritlerini kör bir itaatle
kendilerine bağlamakta kendilerine itiraz etmeyi söylediklerini inkar etmeyi
onları sakındırmaktadır. Aksi halde onları Allah’ın (celle celâlühü) huzurundan
kovmak beklemektedir. Bütün bunlar gariplik değildir çünkü onlar şu meşhur
sözün sahibidirler. İtiraz etme ki kovulmayasın.
Halbuki biz
çok iyi biliyoruz ki Allah ve Rasulu başkasına itaat etmekten daha itaate
layıktır. Görmüyormusun Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyuruyor:
“Allah’a
isyanda itaat yoktur. İtaat iyilik olan şeylerdedir.”1’
Aynı şekilde
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Müslüman
kişinin imamın sözünü işitip itaat etmesi gerekir. Sevdiği ve sevmediği
şeylerde bile ona itaat etmesi gerekir. Ancak ona Allah’a (celle celâlühü)
isyan etmesini emredince ona itaat etmez. Çünkü isyanda sözü
dinleyip itaat etmek yoktur.”[23]
Garip olan şu
ki, yukarda bahsettiğimiz mürit şeyhine itaat etmediğinden dolayı tevbe ve
pişmanlık göstermekte yoksa işlediği bir günahtan dolayı değildir. Halbuki Allah’a
(celle celâlühü) isyanda mahluka itaat yoktur.
Şeyh
Nakşibend şöyle anlatır:
“Biz maarif
ile birlikte müzakere yapıyorduk. B izler konuşurken sözler bizi ubudiyet
hakkında konuşmaya getirdi. Bana şöyle dedi:
“Ubudiyet
nerede biter?” Ben:
“Öyle bir
derecede biter ki o derecede olan kişi birisine ben öldüm deyince hemen ölür.”
dedim. Sonra bana o an öldüm dediğini hissettim ve hemen orada öldü ve ölü
olarak kaldı. Ben buna çok sıkıldım ve şaşırdım. Sonra yanına tekrar döndüğümde
ona baktım vücut sıcaklığının değiştiğini görünce sıkıntım daha da arttı. İşte
o zaman bana:
“Ey Muhammed
onu dirilt” denildi. Ben de ona üç defa:
“Diril”
deyince hayat yavaş yavaş ona gelmeye başladı ve gözümün önünde ilk haline
tekrar döndü.” [24]
Bu demektir
ki şeyh efendi ölüleri öldürüp diriltmektedir. Hatta gaybi bildiğini de
belirtmektedir. Müritlerin göğüslerinde gizlediklerini bilmekte ve açık bir
şekilde kendi büyüklüğünün Allah’ın (celle celâlühü) büyüklüğünde olduğunu
söylemektedir. Bunu bazı insanların onun kibirlendiğini ve büyüklendiğini
söylediklerini işitince o da şöyle der:
“Bizim
kibirliliğimiz onun kibirlilik ve büyüklüğündendir.” Aynı sözü şeyh Muhammed
Seyfeddin de müritlerinden birinin hatırına onun kibirli olduğu gelince aynı
sözü söylemiştir.
Onların
Allah’a (celle celâlühü) karşı olan bu cüretlerine bakınız.
Allah Teala kibirlenen kimselere şiddetli bir azap yadederken bunların
söylediğine bakınız. Ebu Hureyre’den Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
“Allah
Teala şöyle buyuruyor:‘İzzet benim izarım kibriya ise benim ridamdır kim
bunlarda benimle çekişirse ona azab ederim.’[25]
Onların
yukarda geçen sözlerinine şeriate açıkça muhalif olduğu görülmüyor mu?
Şeyh Selah
Şah-ı Nakşİbend’in birgün ashabıyla birlikte otururken şöyle dediğini
nakleder:
“Masivaya
bağlanmak salik için büyük bir hicabtır.” Sonra da şöyle şiir okudu:
“Masivaya
bağlılık kuvvetli bir hicabtır
Ondan
kurtulmak ise vuslatın başlangıcıdır.”
Şeyh Salah
şöyle anlatmaya devam eder:
“O zaman
aklıma iman ve İslama bağlanmanın da aynı olduğu geldi. Hemen bana döndü
gülümsedi sonra da şöyle dedi:
“Sen Hallaç’m
şu bey itini işitmedin mi:
“Allah’ın
(celle celâlühü) dinini inkar ettin ve inkar etmek katımda vaciptir
Bu ise
müslümanlann katında çok çirkindir.”
Bu çirkin
şiirden sonra artık Hallac’a Allah (celle celâlühü) rahmet eylesin Allah (celle
celâlühü) ruhunu takdis eylesin denilemez. O bunu hakeder mi? Alim ve cahil
herkes bu şiirin küfür olduğunu bilir. Şah-ı Nakşibend’de bu beyti delil
olarak getirmektedir. Aynı beyiti Nakşibendi’lerin büyüklerinden olan Şah
Veliyullah Dehlevi’de delil olarak getirmektedir.
Bu söz
şeriatın zahirine göre küfür olsa da hakikatinde sadece muhakkik havasın
bildiği manalar vardır denilemez. Çünkü Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) insanlar arasında Allah’a (celle celâlühü) en çok ibadet eden
ve Allah’ı (celle celâlühü) en çok seven ve O’ndan en çok korkan
kimseydi. Bununla beraber ondan zahiri küfür olan hiçbir söz işitmedik aksine
ondan bize en güzel sözler ulaştı. Yine onun kendinden geçecek kadar Allah’a
(celle celâlühü) ibadet ettiğini haber almadık. Bu bize ulaşmadı. Böyle bir
ibadet şekli ibadet olmayıp küfürdür. Çünkü ibadetin neticesinde ancak güzel
ve hayırlı şeyler meydana, gelir yoksa ibadet ile insan küfrü bevah (tevil
kabul etmez küfür) olan sözleri dilleriyle söylemez. Bunu da kendinden geçme
yok olma ve vücd ile ifade edemez. Böyle yalan sevgi hiçbir peygamberin katmda
bilinmedi. Bu ümmetin peygamberinin yanında da böyle bir şey bulunmadı. Sahabe
ve tabiinlerde de böyle bir durum hasıl olmadı. Onlardan hiç şaibeli sözler bize
gelmedi. Kim onlardan daha çok Allah’ı (celle celâlühü) sevdiğini iddia
edebilir ve cüret edebilir. Bunlar süslü ve sevgi maskesine bürünmüş
zındıklardır.
Şah-ı
Nakşibend’e edebin ne olduğu soruldu. O da şöyle dedi:
“Edeb edebi
terketmektir.” Yine müritlerinden birisi ona selam verdi ancak selamını almadı.
Sonra da şöyle dedi:
“Ona söyleyin
ki o selam verdiği anda ben bütünümle rabbimden gelen kelamı dinliyordum.
Hakkın kelamını dinlemem beni halkın selamını almaktan meşgul etti.”[26]
Bizler
Musa’dan (aleyhisselâm) başka Allah’la (celle celâlühü) konuşan kimse
bilmiyorduk. Ta ki Şah-ı Nakşibend bunu söyleyinceye kadar. Eğer Şah-ı
Nakşibend’de Allah’la (celle celâlühü) konuşuyorsa ve bu konuda Muşa
(aleyhisselâm) ile çekişiyorsa o zaman insanlar onların arasını nasıl ayırt
edecekler.
Buhara
alimleri arasında Allah’ın (celle celâlühü) görülüp görülemeyeceği konusunda
ihtilaf çıktı. Onlar da Şah-ı Nakşibend’in yanında mahkeme olmaya karar
verdiler. Allah’ın (celle celâlühü) görülemeyeceğini söyleyenlere:
“Üç
gün temiz olarak yanımda durunuz” dedi. Üç gün geçince onlara şiddetli ve
güçlü bir hal hasıl oldu ve yıkıldılar. Tekrar ayıldıklarında Şah-ı
Nakşibend’in ayaklarını öpmeye başladılar ve ona:
“Allah’ın
(celle celâlühü) görülmesi haktır biz buna inandık” dediler. Sonra da onun
hizmetini bırakmayıp onun kapısının eşiğini öpmeye devam ettiler.”[27]
Bu inkar
edilmesi gereken bir sözdür. Allah (celle celâlühü) adına uydurulmuş büyük bir
yalandı^yAllah Teala şöyle buyuruyor:
“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey
değildir. Ancak ya vahiy yoluyla ya da perde arkasıyla konuşur yahutta bir
elçi gönderir izniyle dediğini vahyeder. O şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir
hikmet sahibidir.” (Şura:
42/51)
Rasulullah’da
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Şunu iyi
biliniz ki, hiç biriniz ölmedikçe rabbini göremez.”[28]
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözü Ebu Zer kendisine:
“Rabbini
gördün mü?” diye sorduğu zaman Rasula İlah:
“O bir
nurdur nereden göreyim”[29]
demiş ve
yukardaki hadisi söylemiştir.
Aişe’ye
“Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rabbini gördü mü?” diye sorulunca o:
“Subhanallah
söylediğinden başımdaki kıllar diken diken oldu.” dedi.[30]
Yine Aişe
şöyle der: “Kim Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rabbini gördüğünü
zanneder ve iddia ederse Allah’a (celle celâlühü) büyük bir iftirada bulunmuş
olur. Ona:
“Allah Teala onu ufukta apaçık olarak gördü.”
(Tekvir: 81/23)
demiyor mu? Sonra Allah (celle celâlühü):
“O bir defa daha gördü” (Necm: 53/13)
demiyor mu? denilince. O da şöyle dedi:
“Bu ümmet
arasında Rasulullah’a (sa.v.) bu soruyu ilk soranlardan biriyim. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ayette geçenin Cibril (a. s.) olduğunu ve onu
gerçek suretinde ancak iki defa gördüğünü söyledi. Gökten inerken onu gördüm
kemiklerinin büyüklüğü gökle yer arasını kapsıyordu. Sonra da Aişe şöyle
ekledi sizler Allah’ın (celle celâlühü) şu ayetini işitmiyor musunuz?:
“Gözler
onu idrak edemez fakat o bütün gözleri idrak eder. O latiftir herşeyden
haberdardır.” (En’am: 6/103)
Sonra sen,
“Allah’ın
bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. O ancak ya vahiyle
veya perde arkasından veyahutta bir elçi göndererek dilediğine vahyeder. O
şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir.”
(Şura: 42/51)[31]
O halde bir
kimsenin rabbini gördüğünü iddia etmesi asla caiz değildir. Halbuki Şah-ı
Nakşibend’in hikayesinde bu konuda zamanında ihtilafa düşen kimseleri bizzat
onlara Allah’ı (celle celâlühü) göstererek onun görülebileceğinin hak olduğunu
göstermeye çalışmıştır. Bu öyle büyük bir yalandır ki Aişe anamızın tüyleri
bundan titremiştir. Allah Tealanm Musa’ya (aleyhisselâm):
“Beni asla
göremezsin”
deyip
kendisini böyle kimselere göstermesi akledilip düşünülebilir mi? Bu durum
taifeden bir kişinin içine düştüğü münferid bir hata değildir. Bilakis bu
akidelerinden bir parçadır. Çünkü onların yanında zikrin semeresi (nefiy ve
ispat yoluyla) zikredilenin müşahede edilmesidir. Hatta insanların önünde bile
zahiri eşyalarda onun görülmesi ve müşahede edilmesidir.
Nakşibendilik
tarikatının şarihi Muhammed Emin elKurdi şöyle diyor:
“Eğer zikirde
hakkı ile mücahede eder ve bunda sadık olursa netice hemen peyda olur. O da
Allah Tealanın basiret gözüyle devamlı olarak müşahede edilmesidir.
Mücahedeyle birlikte buna devam etmek ile sürekli olarak Allah’a (celle
celâlühü) yakınlaşmak içerisindedir. Ta ki onu sever murakebesi hicabsız olarak
müşahedeye dönüşmesiyle sonuçlanır. Çünkü mücahede müşahedenin tohumudur. Kim
mücahede tohumunu hazırlanmış toprağa ekmezse tecellilerdeki müşahedeyi
biçemez.”[32]
İşte bu
sözler şeriata, RasulullahTn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tamamen
muhaliftir. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizzat kendisi şöyle
buyuruyor:
“Şunu iyi
biliniz ki hiçbiriniz ölmedikçe rabbini göremez.”
İbn Abbas’ın
şu ayet hakkındaki sözü,
“Elbette
onu bir defa daha gördü.” (Necm: 53/13)
ise onu
kalbiyle gördü ve iki defa bu şekilde rabbini gördü. Bu sözün iki yönü vardır.
Birincisi:
Onun nurunu görmüştür zira ona:
“Muhamed
Rabbini gördü mü?” diye soruldu O:
“Evet” demiş.
Soranlar ise:
“O halde,
“Gözler onu idrak edemez o gözleri idrak edebilir”
(En’am: 6/103)
ayeti nasıl olacak” dediler. İbn Abbas:
“Annen yok olsun; ayette geçen Allah’ın (celle celâlühü)
bizzat nurudur o nuruyla tecelli ettiği zaman hiçbir şey onu idrak edemez”
dedi. İşte Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Rabbini gördün mü?” diye sorulduğu zaman:
“Ben bir nur gördüm”
diye cevapladığı sözün manası budur.
Ebu’l Aliye
“Seni tenzih ederim yarab. Sana döndüm ve ben sana
inananların ilkiyim.” (A’raf: 7/143)
ayeti hakkında şöyle dedi:
“Kıyametten önce seni kimsenin göremeyeceğine inanan kimselerin ilkiyim”
demektir.
İbni Abbas ise,
“Ben inananların ilkiyim...”
kelimesinin seni mahlukatından hiçbir şey göremeyeceğine inanan
kimselerin ilkiyim demektir” dedi.
Mücahid ise:
“Seni tenzih ederim yarab, seni görmek istediğimden dolayı tevbe
ediyorum” dedi.
İkincisi: Aişe anlatıyor. Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)
“Onu bir defa daha gördü..” (Necm: 53/13)
ayetinin manasını sordum. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun
Cebrail olduğunu söyledi. İşte Aişe’nin bu rivayeti İbni Abbas’ın o ayeti
mücerred manada içtihadı ile tefsir etmesinden daha evladır.
Artık Nakşibend’i taifesinin Allah’ın (cc.) görelebileceğini caiz
görmeleri iddiası tamamen Allah’ın (celle celâlühü) Rasulunun sünnetine,
sahabenin, tabiinin ve bütün ümmetinin icmaına muhaliftir, terstir.
Mevahib’in sahibi müşahedenin hicapsız olacağını söylerken Allah Teala
bunun hicabın gerisinde olduğunu söylemektedir.
“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. O
ancak ya vahiyle veya perde arkasından veyahutta bir elçi göndererek dilediğine
vahyeder. O şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir.”
(Şura: 42/51)
Bu nedenle onların bu iddiası kitap ve sünnetin icmaın delaletine apaçık
muhaliftir.
Dolayısıyla Mevahib’in sahibinin kitabında söylediği “Nakşibendi’lerin
yolu ve inancı Ehl’i sünnet ve’l cemaatın inancıdır. Takip ettikleri yolun aslı
sahabenin yoludur ona hiçbir şey eklenmemiş ve eksiltilmemiştir” iddiası doğru
olmayıp sahibine tekrar iade edilir. Çünkü onların bu sözü getirdiğimiz
apaçık delillere ittiba etmeyi gerekli kılmaktadır. Zira getirdiğimiz deliller
onların iddiasının tam aksini ispat etmektedir.
Şeyh Nakşibend’in müritlerinden biri şöyle dedi:
“Ben şeyhin muhabbetine erişince başkasını kendime tercih etmek ve
harcamak bana çok kolay geldi. Bir gün yanımda yüz dinar birikti ailem onu
saklamamı söylediler. Bende yakinimin zayıflığından onların dediğini kabul
ettim. Sonra da Buhara’ya gittim. Orada kendime mest ve bazı şeyler aldım
dönüşümde Arif an sarayında olan şeyhimi ziyaret etmek istedim. Gelip onun
önünde durduğumda bana:
“Buhara’ya neden gittin” diye sordu. Ben:
“Bazı ihtiyaçlarımı gidermek için gittim” dedim. O:
“Bana mestlerini ve aldığın şeyleri getir” dedi. Ben de hemen
aldıklarımı getirdim sonra:
“Geri kalan yüz dinarı da getir” dedi. Onları da getirdim. Sonra bana
dönüp baktı ve şöyle dedi:
“Dileseydim şu dağı Allah’ın (celle celâlühü) kuvvetiyle sana altın
yapardım. Ancak bizim bu fani aleme iltifat etmemiz bize yakışmaz. Çünkü bu
taifenin bakışı bu alemin daha öte-
sindedir. Sen nasıl bunu saklarsın çünkü biliyorsun ki senin olan şey
asla eksilmez ve sana gelme de gecikmez bir daha böyle yapmamanı sana tavsiye
ediyorum.”[33]
Bu hikayede
önemli iki mesele ortaya çıkmaktadır. Birincisi, şeyhin gaybı bildiğidir.
Çünkü müridinin sakladığı ve satın aldığı şeyleri bilmiştir. Yanında ne kadar
kaldığını ona söylemiştir. Biz bu konuyu bir başka yerde tartıştık. Fakat
burada gaybi bilmenin Nakşibendi şeyhlerinin tabi bir inancı ve itikadı
olduğunu bilmemiz ve buna işaret etmemiz yeterlidir. Bunun da şeriata muhalif
olduğunu herkes bilir. Velev ki şeyhe böyle bir şeyin hasıl olduğunu farzetsek
bile şeyhin bunu ortaya çıkarması ve söylemesi bunu insanlara bildirmesi asla
doğru değildir. Çünkü sahabe ve tabiinlerden bir çoğunda da kerametler meydana
gelmiş ancak riyaya düşmekten korktuklarından onları gizlemişler ve buna özen
göstermişlerdir. Ta ki insanlar kendilerini yüceltmesinler ve haketmediği
saygıyı görmesinler. Ancak zaruret hasıl olduğu zaman bunu söylemişlerdir.
Ömer’in (r.a.) savaşan ordusunda Sariye’ye minberin üzerinden dağa çekil diye
seslenmesi gibi. Çünkü düşmanların oradan müslüman ordularına saldırmalarından
korkuluyordu.
İkincisi: Şeyh
müridinin yüz dinarı saklamasından dolayı onu azarlamıştır. Çünkü onlara göre
saklamak tevekkül inancına zıttır. Nakşibendi ve diğer mutasavvıflar katında
azığı saklamak tasavvuf kanunun şiddetlice cezalandırdığı büyük bir suçtur.
Mevahib’in
sahibi, Şeyh’il-Kurdi bir grubun Cüneyd’iBağdadi’nin yanma girdiğini anlatır.
Ona:
“Rızıklarımızı
istiyoruz” derler. Cüneyd:
“Rızkınızın
nerede olduğunu biliyorsanız onu arayıp bulun” der. Gelenler:
“Biz rızkımızı Allah’tan (celle celâlühü) istiyoruz” dediler. Cüneyd:
“Eğer onun sizi unuttuğunu sanıyorsanız ona hatırlatın” dedi. Gelenler:
“O halde evlerimize kapanıp ona tevekkül edelim” dediler. Cüneyd:
“Allah’ı (celle celâlühü) denemek tehlikeli bir tereddüttür” dedi.
Gelenler:
“Çözüm nedir?” dediler. Cüneyd:
“Çözümü aramayı bırakmaktır” dedi.[34]
Yine şeyh’il Kürdi şöyle anlatır. Zinnuni Mısri şöyle dedi:
“Tevekkül tedbir almayı bırakıp güç ve kuvvetten soyunmaktır.”
İbrahim Havvas şöyle dedi:
“Hızır (aleyhisselâm) benim ile karşılaştı. Benimle birlikte sohbet
yapmayı istedi. Ben işe beni, tevekkülümü ve sükunetimi bozmasından korktum
onunla beraber olmaktan uzaklaşıp yanından ayrıldım.”
Bu taifenin ileri gelen şeyhlerinden birisi anlatıyor. Şeyh Habibullah
arkadaşlarıyla beraber azıksız ve bineksiz yolculuklara çıkardı. Bir yerde
konakladıklarında kendilerine gaybtan sofralar gelirdi.
Yine nakşibendi şeyhlerinden Abdullah Dehlevi şöyle dedi:
“Nasıl ki mü’minlerin helal rızık aramaları farzsa aynı şekilde
ariflerin de helal rızkı bırakıp terketmeleri farzdır. İşte bu tevekkül değil
tevakül (başkasının sırtından geçinme) dür. Çünkü eğer bu yol ve yöntem
islamda istenilen yöntem olsaydı bu dinin ayakta kalması ve yaşaması asla mümkün
değildi. Eğer yeryüzündeki herkes tasavvufçuların dediği şekildeki dini kabul
etselerdi ve bu yıkıcı tevekkülün ardından yürüselerdi hepsi İslama
girmelerinin ardından bir kaç gün içerisinde açlık ve susuzluktan ölürlerdi.
Çünkü bu kimseler tevekkülün azmi bırakmak olduğunu söylüyorlar. Allah (celle
celâlühü) ise,
“Azmedince Allah’a dayan ve tevekkül et.”
(Al-i İmran: 3/159)
buyurmaktadır. Sonra Allahu teala cuma günü namazı kıldıktan sonra
onlara yeryüzüne dağılın ve Allah’ın (celle celâlühü) fazlından arayın diye
namaz kılanlara emretmektedir. Bir diğer ayette de:
“Yeryüzünün etrafında dolaşın verdiğimiz rızıklardan
yiyin.” (Mülk: 67/15)
buyurmaktadır.
Enes b. Malik anlatıyor. Bir adam Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) yanına geldi devesini mescidin kapısının yanında bıraktı. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:
“Deveni bağla sonra rabbine tevekkül et”[35] dedi.
Şeyh nakşibend müridinin bir kısım malını saklamasına neden cevaz
vermemekte ve bunu haram kılmaktadır. Bu islamın görüşü müdür? İslamın bu
konudaki görüşüne bakınız.
Sa’d b. Ebu Vakkas hastalığında bütün malını Allah ve Rasulunun yolunda
bağışlamak ister ancak Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu kabul
etmez. Sa’d:
“O halde yarısı” der. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yine
kabul etmez. Sa’d:
“O zaman üçte birini bağışlayayım” der. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
“Üçte bir, ama o da çoktur. Çünkü varislerini zengin bırakıp kimseye
muhtaç etmemen onları fakir bırakıp insanlara muhtaç etmenden daha
hayırlıdır.”[36]
der.
Bir diğer rivayet te Ata b. Said’den Ebubekir (r.a.) halife seçilince ertesi
gün boynuna elbiseler atıp pazara gitti. Yolda Ömer (r.a.) ve Ebu Ubeyde onunla
karşılaştılar. Ona:
“Nereye gidiyorsun?” diye sordular. O da:
“Pazara gidiyorum” dedi. Onlar:
“Ne yapacaksın?” dediler. Ebubekir:
“Bana müslümanlann işi yüklendi, ailemi nereden yedirip içireyim” dedi.
Bunun üzerine Ömer ve Ebu Ubeyde onun ticarete bulaşmasını nehyettiler ve her
sene ona altıbin dirhem vermeyi kararlaştırdılar.[37]
İbni Cevzi bu kıssanın ardından şöyle der:
“Eğer sofilerden birisi: ailemi nereden besleyeyim? dese ona şirk koştun
derler. Eğer ticaret yapmak için pazara çıkan birini sorsalar o kimse tevekkül
sahibi değildir yakini kıttır derler. Halbuki bu onların tevekkülü ve yakinin
manalarını bilmediklerini gösterir. İşte İslam bununla gelmiştir. Gerçek
tevekkül kulun gücünün yetmediği şeyi Allah’a (celle celâlühü) bırakmasıdır.
İslamda tevekkül tedbir almaya ve sebeblerden tutunmaya mani değildir.
Sofilerin tevekkülü ise sadaka sahiplerinin verecekleri şeylere dayanmaktır.
Allah’ın (celle celâlühü) vereceklerine değil. Çünkü onlar kazanmak için çalışmıyorlar.
Evlerine kapanıp oturuyorlar. Kendilerine güzel bir ekmek kızartılmış bir balık
vermek için kapıyı çalacak kimseyi beklemektedirler. Bu konuda onların
hikayeleri oldukça çoktur.”
İşte bu çeşit tevekkül toplundan yıkmak için ve aralarında fakirliğin
yayılmasına yeterli tek sebebtir. Fakirlik insanları helaka götürür. Kim eğer
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fakirliği seviyordu derse. Şunu iyi
bilsin ki aynı zamanda Rasulullah fakirliğin fitnesinden Allah’a da (celle
celâlühü) sığmıyordu. Aişe anlatıyor. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle dua ederdi:
“Ey Allah’ım ateşin, kabrin, zenginliğin ve
fakirliğin fitnesinden sana sığınırım”[38]
Bir diğer
hadiste Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Fakirlikten,
kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a (celle celâlühü)
sığınınız.”[39]
Ayrıca
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı sahabelerine çok mal için dua
etmiştir. Enes b. Malik’e şöyle duada bulunmuştur:
“Ey
Allah’ım onun malını ve çocuklarını çoğalt”[40]
Sonra
sahabelerin çoğu zengindiler. Ebubekir (r.a.) zengindi ve çok mal sahibiydi.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunda hiçbir beis görmemişti. Aksine
şöyle demişti:
“Ebubekrin
malının bana fayda verdiği kadar kimsenin malı bana fayda vermemiştir.”[41]
Osman’ın
(r.a.) savaşta verdiği sadakalar gerçekten çok meşhurdur. Abdurrahman b. Avf ta
zenginler arasındaydı. Bütün malını ve mülkünü Mekke’de bırakıp Allah ve
Rasulune hicret etmişti. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhacirlerle
ensarlarm arasında kardeşlik ilan edince Abdurrahman b. Avf’ın kardeş olduğu
ensarlı malını ve evini yarıya bölmüş ve ona karıları arasında en sevdiğini
seçmesini söylemişti. Ancak Abdurrahman b. Avf şu meşhur sözünü söylemişti.
Allah (celle celâlühü) malına ve ailene bereket versin fakat sen bana pazarın
yolunu göster demişti. Abdurrahman bu düşüncesiyle hicretten önce Mekke’deki
mal varlığından daha çok mala sahip olmuş ve zenginleşmişti. Halbuki bana
pazarı göster sözü sofilerin yanında büyük bir sözdür. O sözü söyleyen kimse
asla tasavvufla bağdaşmaz. Çünkü pazara inip rızık taleb etmek ve kazanç
sağlamak tasavvufun haricindeki bir yoldur. Ebu Turab en-Nehşebi üçgün boyunca
aç kalmış bir sofinin bir karpuz kabuğuna elini uzatığını görünce ona tasavvuf
sana gelmez sen pazara git diyebilmiştir.
Ebu Ala Rozebari şöyle der:
“Sofi beşgün sonra sana ben açım derse onu pazara gönder ticaret
yapmasını emret. Çünkü önün ıslahı mümkün değildir.”
Habib Acmi’ye neden ticareti terkettin diye sorulunca şöyle dedi:
“Ben kefilimi kendimden daha güvenilir buldum.”
Zinnuni Mısri’ye tevekkülün ne olduğu soruldu. O da şöyle dedi:
“Sebebleri bırakmak ve kesmek efendilerden soyunup yardım beklememektir.”
dedi.
Kim kime sadaka veriyor, kim kime infak ediyor, eğer toplumun hepsi bu
prensipler üzerinde olsaydı sağlam bir topluma ulaşmak mümkün müydü? Çünkü
sağlam ve gelişimini tamamlamış bir toplumun ayakta durabilmesi kesinlikle
tembellik ve pısırıklıkla meydana gelemez. Hayattaki rolünü eda edemez.
Onların prensipleri tembelliğin ve pısırıklığın prensipleridir dedi. Böyle bir
düşünce ve inanç bir toplumu yıkmaya kafidir. Gayret etmek sebebleri tutunmak
çözümler aramak İslam cesedinde çok önemli bir unsurdur. Aksi halde İslamiyet
nasıl bu kadar yer fethedebilirdi. Eğer islamiyetin bütün orduları
mutasavvıflardan olsaydı yahudiler hristiyanlar mecusiler ve diğer milletten
kimseler asla islamı inkar etmezlerdi.
Ebu Yezid el-Bestami’ye arif kişi isyan eder mi? diye soruldu. O da:
“Allah’ın (celle celâlühü) emri takdir edilmiştir.” dedi. Demek ki kulun
Allah’a (celle celâlühü) isyan etmesi ve onun emrine itaat etmemesi Ebu
Yezid’in katında Allah’ın (celle celâlühü) bir takdiri ve emridir. Bize göre
ise bu kişinin tamamen kendi ihtiyari iledir. Ebu Yezid el-Bestami’nin sözleri
Nakşibendi kitapları
arasında çokça zikredilir. Onun bu sözlerini reddetme kasdıyla değil.
Aksine ona muvafakat ettikleri için zikrederler. Şeyh’ul-Kurdi tevekkül
konusunda birçok kimselerin sözlerinden delil getirir. Zinnuni Mısri’nin
tevekkülü şöyle tarif ettiğini anlatır:
“Tevekkül tedbiri bırakmak güç ve kuvvetten soyutlanmaktır. Öyle ki
çözümün Allah’tan (celle celâlühü) başka kimsede olduğunu görmemektir.
Sonra Şeyh’ul-Kurdi şöyle der:
“Tevekkül eden kimsenin alameti kimseden birşey istememesi kendisinden
istenilen bir şeyi reddetmemesi ve vermemezlik etmemesidir. Tevekkül eden
kimsenin en kemal ve olgun hali yıkayıcının elindeki ölü gibidir dilediği yere
onu evirip çevirir ve onun buna hiçbir hareketi ve karşılığı olmaz.”[42]
Bu ibareler onun değildir bilakis o bu ibareleri Kuşeyrinin risalesinden
almıştır. Bu ibare Sehl b. Abdullah Tusteri’ye nisbet edilir. îşte Şeyhu’l
Kürdi de bu ibareyi ondan almıştır.
Yukarda söylenilen sözün manası kulun yaptıklarında asla ihtiyar sahibi
olmadığını göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle kül esen rüzgardaki bir kıl
ve tüy gibidir. Rüzgar onu dilediği yöne evirip çevirir. Haşa ki tevekkül bu
olsun. Bu mutlak bir cebir mantığıdır. Çünkü bu kelamın varacağı yer şudur:
“Kafir ihtiyari Olmadan kafir olmuştur. Çünkü Allah (celle celâlühü) onun
kafir olmasını istemiştir. O da kafir olmuştur demektir. Halbuki Allah Teala
kitabında,
“Allah kullarının küfrüne asla razı değildir.”
(Zümer: 39/7)
buyuruyor. Bir
diğer ayette ise Rasulune hitaben,
“Rabbinden sana gelen hakkı söyle, dileyen iman
etsin dileyen de inkar etsin.” (Kehf:
18/29)
O halde kul
nasıl hareketsiz bir ölü gibi olabilir. Allah Tala şöyle buyurmuyor mu:
“Biz ona yolu gösterdik dilerse şükreder dilerse nankörlük.” (İnsan: 76/3)
Buradaki
hidayet kelimesi bir şeye delalet etmek manasmdadır. Allah Teala bizim için iki
yol belirlemiştir ve bize iki yoldan birine tabi olmamazı mecbur kılmayıp bizi
dilediğini seçmede serbest bırakmıştır. Eğer bize bir yolu mecbur kılsaydı o
zaman bizi hesaba çekmemesi gerekirdi. Çünkü ihtiyarı olmayan bir şeyden nasıl
sorguya çekilebilir. Şeytan bile kulun günah ve küfrü kendi ihtiyarı ile yaptığını,
onları buna zorlamadığını Kur’an-ı Kerim’de belirtmektedir ve onlara:
“Allah size hak olan bir vaatte bulundu. Ben de size vaatte
bulunmuştum. Fakat ben şimdi sözümden dönüyorum. Benim sizin üzerinizde
herhangi bir kuvvetim ve egemenliğim yoktu ancak ben sizi davet ettim siz de bana
icabet ettiniz. Bu nedenle beni değil kentlinizi kötüleyip kınayın ben sizi
kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız.” (İbrahim:
14/22)
der.
Şeyh’ul Kürdi
gibi kimseler de kulun her yaptığı kötülüğün ve fuhşun Allah’tan (celle
celâlühü) geldiğini Allah’ın (celle celâlühü) bir kaderi olduğunu
zannetmektedir ve kulun yıkayıcının elindeki bir ölü gibi olduğunu
söylemektedirler. Halbuki kul ölü değildir, o diridir günah işlemektedir nasıl
ölüm muamelesi yapılabilir. O bu kötülükleri işlerken ölü olduğunu söylememektedir.
Kulların hareketlerindeki tasarruf kulların işlediği iyilik ve kötülük
Allah’tandır (celle celâlühü). Ama kul bünu kendi istek ve ihtiyarıyla yapar
şeytan bile insanlara zorla günah işletemediğini açık bir dille Kur’an’da
belirtirken Şeyh’ul Kürdi ve benzerleri bunu Allah’a (celle celâlühü) nisbet
etmektedir.
Nakşibendi şeyhlerinden sözler ve kerametler:
Şeyh Muhammed
Masum şöyle dedi:
“Ka’be’nin
benimle kucaklaştığını ve beni tam bir özlemle öptüğünü gördüm. Ziyaret
tavafını bitirdikten sonra meleklerden birisi haccm Allah (celle celâlühü)
tarafından kabul edildiğine dair bana bir mektup getirdi.”
Yine onun:
“Ben
yeryüzüyüm ben gökyüzüyüm” dediği nakledilir.
Bir başka sözünde de şöyle der:
“Ben nefsimi
bir nur olarak görüyorum, o nur alemdeki her zerrenin içine sızmaktadır ve alem
güneş gibi o nurla nurlanmaktadır.
Habibullah
Cancanan şöyle dedi:
(.“Kamil sofi hiçbir hayrı kendisine nisbet etmeyen nefsinin asla kemale
ermediğini söyleyen kimsedir. O çok iyi bilir ki burada bir emanetçidir. İşte
hak budur. Tam yok olmanın ve müşahedeye ermenin manası budur. Hallac’ın sözünün
sırrı “hak benim” budur >
Biz yok olma
ile ilgili bölümü yalnız olarak zikrettik. Orada okunulması tavsiye edilir. Bu
kimseler varlık aleminde Allah’tan (celle celâlühü) başka bir şeyi göremezler.
Hallac’ın sözünün delil olarak getirmelerinin illeti de budur. Çünkü o nefsini
Allah’ın (celle celâlühü) nefsi olarak sayıyordu (haşa). Bu Habibullah denilen
kimse vefat ettiği zaman “Kur’an’ın yarısı göğe yükseldi dinde çatlaklar
meydana geldi” denildi. Senhuti Nakşibendi’lerin menkıbelerini anlatırken
Envar el-Kudsiye adlı kitabında bunu zikreder.
Şeyh Ahmed
Faruki şöyle dedi:
“Nice
zamanlar ben Arş’m üzerine çıkarılırdım. Bir defasında yine Arş’ın üzerine
çıkarıldım yerle gök arası kadar oranın üzerinde yükselince şah-ı Nakşibend’in
makamını gördüm. Onun da biraz üzerinde bazı şeyhlerin makamlarını gördüm ve
ben her çıkmak istedikçe bu bana kolaylaştırılıp»
Bir başka
sözünde de şöyle der:
“Ka’be’nin
etrafında dönüp tavaf ettiğini gördüm. Bu Allah’ın (celle celâlühü) bana bir
ikramı ve teşrifi idi.”
Yine Şeyh
Ahmed Diyauddin’in kerametlerinden biriside müritlerden biri kendi kendine
şeyhinin bir keramet göstermesini istemeyi içinden geçirdi. Ancak bunu
söylemeye cesaret edemedi. Mübarek şeyhi onun içinden geçirdiğini hemen bilip
keşfetti ve şöyle dedi:
“İstikamet
bin kerametten daha hayırlıdır.”
Şeyh Mustafâ
Hani ise, bir şey olmadan evvel onun olacağını haber verir ve o şey haber
verdiği gibi gerçekleşirdi. Müritlerinin aklından geçen şeyleri parlak bir ayna
gibi hisseder en düşük akla gelen şeylerden en büyüğüne kadar hepsini
bilebilirdi. Müritlerine hallerinden sual sormaz aksine müridin geçirdiği
evreleri o ona haber verirdi.
Şeyh Tacuddin
Zekeriyya’nm küçük bir kızı vardı. Kızı hastalanmıştı abdest aldığı esnada
Allah Teala kıza şeyhin ayaklarını yıkadığı zaman suyu içmesini ilham etti. Kız
şeyh abdest aldığı sırada ayağını yıkadığı suyu içti ve Allah’ın (celle
celâlühü) izniyle şifa buldu. Bir defasında şeyh arkadaşlarıyla birlikte
gülüyor ve onlarla şakalaşıyordu. Bazısının akima şeyhlik makamımı!
şakalaşmayla bağdaşmadığı geldi. Şeyh onların aklına gelen bu düşünceyi gördü
ve şöyle dedi:
“Şakalaşmak
Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetlerindendir.”
Yine şeyh
Kasım anlatıyor. Ubeydullah Ahrar hastalandı şeyh Kasım yanına gelip ona:
“Nefsimi sana
feda ettim” dedi. Şeyh Ubeydullah:
“Öyle yapma
çünkü bağlıların çoktur ve sen daha gençsin” dedi. Ancak şeyh Kasım bu konuda
seninle istişare etmek için gelmedim. Bilakis ben bunu kendi nefsimde kararlaştırdım
ve bunda ısrarlıyım. Ben bu halde yanına geldim. Allah da (celle celâlühü) bunu
kabul etti dedi. Ertesi gün olunca şeyh Ubeydullah’m hastalığı şeyh Kasım’a
geçti ve şeyh Ubeydullah hastalığından iyileşti. Artık doktora hiçbir ihtiyacı
kalmadı.
İşte
Nakşibendi şeyhlerinin sözlerinden ve fiillerinden bir parça naklettik. İnsaflı
bir okuyucuya söylediklerinin ne derece şeriate muhalif olduğu gizli kalmaz
onlara göre şeyhler insanların aklına ve hatırına gelip dolaşan şeyleri bilebilirler.
İlerde ne olacağını bilebilirler. Hatta kimisi Arş’m daha da üstüne çıkabilir.
Kimisi nefsini bir nur olarak görüp kainattaki her zerrenin içine sızdığını
söyleyebilirler. Onlardan çoğu bir kişi ile çok kişi arasında hiçbir fark
gözetmez. Onlar için halik ile mahluk aynı şeylerdir ve buna zındıkların emiri
Hallac’m sözünü delil olarak getirirler Müritlerin kavuştuğu her nimet ve
bereket şeyhlerden gelmektedir, bu bereketlerde Allah’ın (celle celâlühü) zikri
asla dolaşmaz Allah’tan (celle celâlühü) olduğu söylenmez. Hep şeyhin
bereketini şeyhden bilirler acaba Tenvir el-Kulub’un sahibinin dediği gibi
Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olmak sahabenin
yoluna bağlılık bu mudur
Nakşibendi şeyhlerinden yardım ve medet
dilemek:
Allah Teala
şöyle buyuruyor:
“(Onlar mı
daha hayırlıdır?) yoksa kendilerine dua ettiğiniz zaman, darda kalana
yardım eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah
ile birlikte bir de ilah mı? Ne kadar az düşünüyorsunuz?”
(Nemi: 27/62)
Bu ayet ne
güzeldir. İnsanların nefislerine ne derece etki etmektedir. Mü’min kişi için
bu ayetten başka yöneleceği hiçbir şey yoktur ve onun ihtiyaç anlarında
Allah’tan (celle celâlühü) başkasından yardım dilemesi veya medet umması
beklenemez. Sonra Allah Teala bize korkunç bir sahne göstermektedir ki bu
durum insanın başına çokça gelir. O durumda hiç kimse onun yardımına koşamaz
bilakis o, durgundur. Başkasına sığınmak başkasından yardim dilemek mümkün
değildir. Beklediği sadece Allah’tan (celle celâlühü) gelecek bir yardımdır.
“Orada daimi ve ebedidirler. Şüphesiz en büyük mükafat Allah
katindadır.” (Yunus: 10/22)
Bu ayetteki
ibret insanın bu en sıkıntılı anında sadece ve sadece ihlasla rabbine
yalvarması hiçbir puttan, kabirden, veliden ve benzeri şeylerden hiç birinden
yardım dilemeyip sadece rabbinden kendisini yaratandan yardım dilemesidir. Bu
korkunç anda ihtiyaç sahibi kimse sadece Allah’a (celle celâlühü) yönelir ve
ondan yardım diler. İşte ayette geçen dini ona halis kılarak ibaresinin manası
budur. Buna rağmen Allah (celle celâlühü) onlara yardımını gönderip onları
içinde bulundukları sıkıntılardan ve tehlikeli anlardan kurtardığı zaman o
kimseler tekrar ibadette Allah’la (celle celâlühü) birlikte eşler ve ortaklar
koşarlar. Ondan başkasına dua ederler, ondan başkasından yardım ve medet
umarlar.
“Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman tekrar ona şirk
koşarlar.” (Ankebut: 29/65)
Nakşibendi’likteki
hasıl olan ayıp ise onlar en sıkıntılı anlarında bile şeyhlerinden yardım ve
medet umarlar. Çünkü Nakşibendi kitaplarının sahipleri bu konuları ve
şeyhlerinin meziyetlerini anlattıkları zaman bu konuda oldukça geniş
davranırlar ve daldıkça dalarlar. Onların gaybı bildiğini kainatta tasarruf
sahibi olduklarını filanın yardımına koştuklarını filanı cezalandırdıklarını
bela ve musibetleri hastalıklan defettiklerini söylerler. Bu nedenle böyle bir
ana düştüklerinde onlardan yardım ve medet beklerler. Dinlerini onlara halis
kılarak onlara yönelir kainatın sahibi ve yegane mutasarrıfı Allah’a (celle
celâlühü) yönelmezler. Ellerini göğe kaldırıp rablerine yalvarmazlar. Aksine
hemen zihinlerine şeyhlerinin medetleri ve yardımları gelir. İşte sana bunun
izahı.
Şeyh Muhammed Masum’un müritlerinden biri ata binmişti atı tökezleyince
o yere düştü ancak bir ayağı atın üzengisine takıldı. At ürküp kaçtı ve
dolaştıkça dolaştı artık o öleceğine kesin inanınca şeyh Muhammed Masum’dan
yardım diledi ve ondan medet bekledi. Sonra kendisi şöyle dedi: .
“İşte bu
esnada şeyhin geldiğini atı durdurduğunu ve beni tekrar ata bindirdiğini
gördüm.” Aynı mürit yüzme bilmiyordu denize düşünce nerede ise boğulacakken
şeyhine medet diye dua etti. Şeyhi hemen onun imdadına yetişti onu eliyle
alıp boğulmaktan kurtardı.
Aynı şekilde
bir gemide nerede ise boğulmak üzere olan adamlardan biri şeyhten yardım diledi
şeyh elini uzattı -o esnada arkadaşlarının arasında oturmaktaydıve eliyle gemiyi
doğrulttu. Ancak elbisesinin kolu ıslandı. Halbuki yardım dileyen ve şeyhin
bulunduğu yer arasında oldukça uzak bir mesafe vardı. Öğrencileri ve
arkadaşları şeyhin kolunun ıslandığını görünce buna şaşırdılar.
Bir defasında
Şeyh Arif’in köyüne büyük bir sel geldi köy sakinleri boğulmaktan
korktuklarından hemen onun evine sığındılar. Şeyh çıktı ve suyun aktığı yere
oturdu ve ona:
“Eğer gücün
varsa beni taşı” dedi ve sel geri döndü.
İşte insanlar
bu sıkıntılı anlarında ellerini göğe kaldırıp rablerine dua edeceklerine
şeyhlerinden medetler bekliyorlar. Tarikat şeyhlerinden yardım dilemeye
koşuyorlar. İslam ve tevhidin bu kimseler arasında nerede olduğunu bilmiyorum.
Allah’ın (celle celâlühü) bu kimselerin nefislerindeki değeri nerededir. Bu
kimselerin kalplerinde ilahlaştırdıklan şeyler nelerdir görmüyor musunuz?
Nakşibendi kitaplarının müellifleri ne istiyorlar? İnsanların Allah’tan
(celle celâlühü) başka bu şeyhlere ibadet etmelerini mi istiyorlar yoksa onları
da Allah’la (celle celâlühü) beraber ortak ilah mı yapmak istiyorlar?
İş bununla da bitmiyor onlar şeyhden yardım ve medet istemenin hayatında
ve ölümünden sonra olması arasında hiçbir fark görmüyorlar. Şeyh Muhammed
el-Kurdi şöyle diyor:
“Şahı Nakşibend’in arkadaşlarına ve bağlılarına medet ve yardımı
hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da onlara ulaşır. Onun arkadaşlarına her
türlü yardım ve mededini yapmada ölümüyle hayatı arasında hiçbir fark yoktur.
Bu sözüne delil olarak da şu ayeti getiriyor.
“Eğer o ölür veye öldürülürse sîzler tekrar gerisin
geriye mi döneceksiniz?” (Al-i İmran:
3/144)
Halbuki bu ayet Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hastır Buna
rağmen bunu kendi şeyhlerine yormakta hiçbir mani görmüyorlar ve bunda bir
beiste görmezler. Onlar Allah’ın (celle celâlühü) kendisine has kıldığı
sıfatları ve harikulade halleri kendilerine de nisbet ediyorlar. Dolayısıyla
ayetin hususiyetini bütün şeyhlerinin geneline yormalarında bir zorluk
çekmezler. Sonra ayeti başka bir manaya ve mecraya çekiyorlar. Ölüden yardım
dilemeye ve medet ummanın cevazına delil olarak getiriyorlar. Tefsir
kitaplarını okuyan kimse onların bu sapık tefsirine delalet eden hiçbir şey
bulamaz. Sonra onlar ölmüş Nakşibendi şeyhleriyle oturmayı onlarla bir arada
bulunmayı onlardan velayet ve sorumluluk almada bir beis görmüyorlar. Şahı
Nakşibendi teklif ve sorumluluğun ölen nakşibendi şeyhlerinin kabirlerinde bir
araya gelmekle hasıl olduğunu söyler. Aynı şekilde gizli zikir yolunu Şeyh
Abdulhalık Gucdevani’nin ruhaniyetinden aldığını söyler. Çünkü ruhaniyetler
rüyada birarada toplandığı gibi ölümden sonra da toplanırlar. Çünkü ruh alemi
lahuti (ilahi) bir alem olup cisimlerin alemlerinin dışındadır.
Alimler dirilerin ölülerin ruhlarıyla karşılaştığını ve onlarla bir
araya geldiğini söyleyen kimseleri tekfir ederler. Fetevayı Bezzaziye’de şöyle
denilir:
“Kim şeyhlerin ruhlarının hazır olup bildiğini söylerse tekfir edilir.”
Şeyh Fahreddin ise şöyle der:
“Kim ölünün Allah’ın (celle celâlühü) dışında işlerde tasarruf sahibi
olduğunu söylerse ve buna inanırsa kafir olur.”[43]
Şeyh Hamiduddin Nakuri ise şöyle der:
(.“Tasavvufçulardan bazıları ihtiyaç ve musibet anlarında velileri ve
peygamberleri çağırıyorlar. Onların ruhlarının hemen hazır olduğunu, nidayı
işittiğini, ihtiyaçlarını bildiklerine inanıyorlar. Bu ise çirkin bir şirk
olup açık bir cehalettir.^
Onların bu ruhlar alemiyle sıkı bağlantıları nereden geliyor. Onlar
ruhların gelip gittiğin bir yerden bir yere intikal ettiklerini dilediği
dirilerin yanına gelip onlarla konuştuklarını ve sohbet ettiklerini nereden
biliyorlar.
Ölümden sonra ruhun mahiyeti nereye vardığı ve nerede yerleştiği
hakkında sorular çoğalınca Allah’ın İsra 85'teki ayeti hemen gelir ve sorulan
bütün sorulara cevap verir. Bu taifeye bağlı olanlar gerçekten çok hayale
yakındırlar. Gerçeklere çok uzaktırlar. Allah’ın (celle celâlühü) şeriatına
bağlılıktan uzaktırlar. Fena, hulul düşüncelerini iddia eden şeyhlerin hurafe
ve hayallerine ne kadar da yakındırlar.
Şeyhlerinin kabirlerini takdis etmeleri:
Keşke iş bu hadde dursaydı, hatta iş onların kabirlerini öpmeye ve onlara
sürünmeye kadar vardı. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise kabirlerin
yanında namaz kılmaktan, üzerlerine binalar yapmaktan veya oturmaktan nehyetti.
Bunu yapan bir peygamber eğer insanların onların kabir topraklarından bereket
umduklarını eşiklerini öptüklerini ve teberrük dilediklerini bilseydi ne olurdu?
Şeyh’il Kürdi Tenvirul Kulub adlı kitabında şöyle der:
“Avamın
yaptığı velilerin eşiklerini öpmek tabutlarına sürünmekte bir beis yoktur.
Tabi bununla teberrüğü kastediyorlarsa bir beis yoktur. Onlara itiraz etmemek
gerekir. Çünkü onlar bunu yapanın ve etki edenin Allah (celle celâlühü) olduğuna
inanıyorlar bunu ise yani evliyaların eşiğini öpmek, topraklarından bereket
ummak Allah’ın (celle celâlühü) kendilerini sevdiği için yapıyorlar. Okuyucunun
şunu unutmaması gerekir ki şeyh efendi kabir sahiplerinin ihtiyaç sahiplerinin
dualarına icabet ettiğini, ihtiyaçlarını giderdiğine inanmaktadır. İş sadece
teberrük meselesi değildir. Aksine o ihtiyaçların giderildiğinede
inanmaktadır. Bundan daha büyük şirk olur mu? Şeyh’il Kürdi şöyle diyor:
“Bazı şeyhler
şöyle dediler:
“Allahu teala
veli kulunun kabrine bir melek vekil kılar o melek ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyaçlarını giderir. Bazen de velinin bizzat kendisi çıkar ve ihtiyaç
sahibinin ihtiyacını kendisi giderir.”[44]
Şeytanın
tuzaklarından biri de işte budur. Müslümanlara putlara tapmayı süslemekten
vazgeçip bunun eski bir mesele olduğunu müslümanları artık bu şekilde
etkileyemeyeceğini, Mekke’nin fethi ile putların yıkıldığını görünce biraz
düşündü ve putlara alternatif olarak kabirlerin yeni bir tuzak olabileceğini
buldu. Bu nedenle insanlara kabirleri süslemelerini, üzerine binalar
yapmalarını, kabir ziyareti için yolculuk yapmalarını özellikle de ihtiyaç ve
sıkıntı zamanlarında böyle yapmalarını onlara vesvese ile fısıldadı.
Halbuki kabir
bina edilmiş taşlardan ibarettir. Putlar da aynı maddeden yapılmıştı
aralarındaki fark sadece şekildi. Put insan suretinde yapılmış kabrin ise
sureti yoktu. Bu ise şeytanı ilgilendirmezdi şeytanı tek ilgilendiren şey
putlara tapmaktan elde edilen neticenin bunda da elde edilmesiydi. Çünkü putlar
kimseye fayda ve zarar veremezler. Aynı şekilde kabirler de kimseye fayda veya
zarar veremezler. Kabirler şeytanların yeni tuzak yerleriydi. İnsanlardan çok
az kimse buna dikkat ederdi.
Rasulullah
(s.a.y.) şeytanın bu tuzağını iyi bildiği için insanların dikkatini buna
çekmiş ve onları şeytanın bu tuzağına düşmekten sakındırmıştı. Bunu da son
nefesinde söylemişti. Ölüm sarhoşluğunde iken her ayıldığında ve kendine
geldiğinde şöyle diyordu:
“Allah
(celle celâlühü) Yahudi ye Hristiyanlara lanet etsin peygamberlerinin
kabirlerini mescidler edindiler.”[45]
Aişe şöyle
der:
“Eğer
insanların onun kabrini mescid edinmesinden korkmasaydım onun kabrinin bariz
olmasını isterdim.”
Yine Aişe
anlatıyor. Rasulullah’a (s.a.y.) vefat geldiği zaman yüzüne gömleğinin bir
parçasını örtüyor kederlendiği zaman da yüzünden o gömleği çekip yukardaki
sözleri söylüyordu.
Cündub b.
Abdullah’tan Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından önce şöyle
buyurdu:
“Dikkat
ediniz sizden öncekiler peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini
mescidler edinyorlardı. Şunu iyi bilin kabirleri mescidler edinmeyin sizi
böyle yapmaktan nehyediyorum.”[46]
Aynı şekilde
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kabirlerin üzerine bina yapılmasını
ve kabirlerin üzerine oturulmasını nehyetti.
Kabirleri öpen, onun eşiğine sürünen toprağıyla bereketlenen kimselerin
hali nicedir. Hetede eğer bunun fayda ve zarar verdiğine inanıyorsa bütün
bunların haram olması daha evla değil'midir?
Şeyh’il Kürdi
şöyle diyor:
“Şahı
Nakşibend Ölünce tabileri kabrinin üzerine büyük bir kubbe bina ettiler ve
orayı geniş bir mescid yaptılar.”[47]
Bir diğer
yerde ise şöyle denilir; bugüne kadar hala onun ruhaniyetinden yardım dilenir,
toprağıyla bereketlenir ve onun kapısına iltica edilip sığınılır.
Ey okuyucu!
Allah (celle celâlühü) için bana göster bu fullerde şeriata ittiba ve sünnete
uyma nerededir. Sahabenin yolu bu yaptıkların neresinde vardır. Sahabenin yolu
kabirleri öpmek oralara sürünmek onlardan yardım dilenmek miydi, yoksa bu
hareketlerden putçuluğun kokusu mu gelmektedir? Bu taife ibadetlerini Allah’ın
(celle celâlühü) kitabından ve Rasulununu sünnetinden alıp buna şiddetle
sarıldıklarım zannediyorlar. Halbuki gerçek bunun tam aksinedir.
Fena (yok olma) ve
vahdet-i vucut Nakşibendiliğin
* en tehlikeli inançlarından birisidir:
Nakşibendilerin
yanında en tehlikeli olan şeylerden biri de fena (yok olma) ve vahdet-i vucud
itikadıdır. Çünkü onlara öyle bir hal arız olur ki bütün mahlukatta ve
yapılarda Allah’ı (celle celâlühü) görürler. Allah (celle celâlühü) aynı anda
ibadet edilen ve ibadet eden olur.
Hristiyanlar
Allah Teala’nın İsa’nın (aleyhisselâm) şahsına hulul ettiğini söylemelerinden
dolayı kafir oldular. Peki hulul düşüncesini kabul eden ve söyleyen
Nakşibendi’lere ne oluyor? Allah Teala’nın bu alemde gördüğümüz herşeye hulul
ettiğini ve Allah’ın bu şeylerde fena olduğunu söylüyorlar.
Onların yanında kainat Allah’ın (celle celâlühü) isimlerinden ve sıfatlarından
olan bir aynadan ibarettir. Nakşibendi şeyhleri bu konuda konuştukları zaman
Ebu Yezid el-Bestami’nin şu sözünü delil getiriyorlar.
“Sübhani ma
azeme şe’ni (Ben ne yüceyim ki bütün noksan sıfatlardan münezzehim ve bütün
kemal sıfatlarıyla muttasıfım benim şanım ne büyüktür).” Yine Hallac’ın şu
sözünü delil getiriyorlar:
“Hak benim
(ene’l-hak)”, bu gibi sözlerle Nakşibendiler kendilerine delil bulmaktalar
fakat biz Nakşibendi şeyhlerinin bu konuya bağlı olarak söyledikleri her sözü
ayrıntılı bir biçimde zikredeceğiz.
Ahmed Faruki
şöyle diyor:
“Allah
Tealanın eşyaların bizzat kendisi olduğunu buldum. Sofilerin son halkalarında
olan vucudi tevhidin sahiplerinin söylediği gibi Allah (celle celâlühü)
eşyaların aynısıdır. Sonra Allah Tealanın eşyalara hulul etmeden ve sızmadan
var olduğunu buldum sonra bekaya yükseldim ki o velayette ikinci bir basamaktır
eşyaların ise sonradan geldiğini gördüm. Öyle ki Allah Tealanın bizzat o
eşyaların kendisi olduğunu, hatta bizzat kendi nefsim olduğunu buldum. Sonra
Allah Tealanın eşyalarda olduğunu hatta kendi nefsimde olduğunu sonra da
eşyalarla beraber ve hatta nefsimle beraber olduğumu gördüm.”[48]
Şah-ı
Nakşibend’e bazı kimselerin söylediği şu sözden soruldu:
“Fakirlik
kemale erince işte Allah odur.” O.ise şöyle cevap verdi:
“Bu söz
fenaya ve sıfatların silinişine delalettir.” Sonrada şöyle dedi:
“Hiç kimse
yokken o vardı sadece Allah (celle celâlühü) vardı. Herşey yok olunca o kaldı
sadece Allah (celle celâlühü) kaldı.”
Ubeydullah
Ahrar arifin vasıflarını söylerken şöyle dedi:
“Arif o
kimsedir ki, zatı ve sıfatı Allah’ın (celle celâlühü) zatında ve sıfatında yok
olan kimsedir. Onun hiç bir ismi ve resmi kalmamıştır.”
Şeyh Muhammed
Barisa -Şah-ı Nakşibendin arkadaşlarından birişöyle dedi:
“Zikrin
hakikati Allah Tealanm kendi zatıyla kulun kendisinde tecelli etmesinden ibarettir.”
Yani zikreden kişi zikredilenin bizzat kendisi olur. Bunun aksi de doğrudur.
Şimdi bu
kimselerin zannettiği gibi sünnete tabi oimak bu sözlerin neresinde mevcuttur.
Ubeydullah
Ahrar şu ayet hakkında,
“Bizim zikrimizden yüz çeviren kimselerden sen de yüz çevir.” (Necm: 53/29)
Yani Allah’ın
(celle celâlühü) zatında yok olan ve onun zatında boğulandan yüz çevir. Zira
eğer onu zikretmeye devam ederse Rabbini müşahede de kendisine bıkkınlık
gelir. İşte o zaman ey Muhammed sen o kimseyi zikir ile mükellef kılma.
Musannif der
ki:
“Muhyiddin-i
Arabi bu nedenle şöyle şiir okudu:
“Allah’ın
zikriyle günahlar artar.
Kalp
basiretler körelir ve söner.
Zikri
terketmek daha efdal bir haldır.
Çünkü güneşin
batışı yoktur.”
Yine
Muhyiddin-i Arabi:
“Biz sana
kevseri verdik...”
ayeti
hakkında şöyle dedi:
“Biz sana
çoklukta tekliğin müşahedesini verdik.”
Mevahib
kitabının sahibi şöyle devam eder:
“Nakşibendilerin
yanındaki zikir yolu zikredenin kalbinde tevhid sırrının oluşmasını sağlar.
Öyle ki kişinin nazarında bütün yaratıklar yok olur ve görünen şeylerde mutlak
var olan Allah Tealayı görür.
Onların bu sözlerine karşılık Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Şunu iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle
itmi’nan ve sükunete erer.” (Ra’d:
13/28)
Şeyh el-Kurdi ise: Allah’ın zikriyle kişinin günahları artar diyor. Acaba
biz kimi doğrulayıp kimi yalanlayalım. Allah’ı mı (celle celâlühü) doğrulayalım
yoksa mutasavvıfçıları mı? Bu eski şeyhlerin sözlerine binaen çağdaş şeyhlerden
Muhammed Mustafa Ebu’l Ala ise şöyle diyor:
“Mürid murakabeye devam ettiği zaman müşaheae mertebesine yükselir. O
zaman onun basiret gözü açılır ve Allah Teala’nın zâtının birliği ve nuru
bütün eşyaları kuşattığını ve Allah’ın (celle celâlühü) isim ve sıfatlarıyla
yaptıklarında tecelli ettiğini görür.”
Tenviru’l Kulub’ta şöyle bir rivayet vardır: Ebu Said Harras şöyle dedi:
“Allah Teala kullarından biriyle dost olmak istediği zaman ona kendisini
zikir kapısını açar. O kul zikirle lezet bulunca bu sefer ona kendisine
yakınlık kapısını açar. Daha sonra da o kulunu ünsiyet meclislerine yükseltir.
Ardından onu tevhid kürsüsüne oturtur. Sonra da hicap perdesini ondan kaldırır
ve onu ferdaniyet evine koyar. Kendi azamet ve celalinin perdesini ona açar.
Kulun gözü onun azamet ve celaletini görünce kul onsuz kalır. İşte o zaman kul
fani bir zamana girer.”
Tenviru’l-Kulub’un sahibi sonra da şöyle der:
“Allah’ta (celle celâlühü) yokoluşdan sonra istediğin şekilde ol o zaman
ilmin cehalet olmaz yaptıkların günah olmaz.”
Onların bu sözlerine karşılık Allah (celle celâlühü) kulunun arasındaki
perde asla açılmayacak ve kaldırılmayacaktır. Zira Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir.
Ancak ya vahiy yoluyla ya da perde arka-
smdan
konuşur yahut bir elçi gönderir ve izni ile dilediğini ona vahyeder.” (Şura: 42/51)
O halde Allah
(celle celâlühü) zalimlerin söylediklerinden beridir. Yine şeyh Ubeydullah
Ahrar şöyle diyor:
“Hamdin
kemali kulun onu hamdetmesidir ve ondan başka hamdeden kimsenin olmadığını
bilmesidir ve kul kendisinin hiç olmadığını isminin ve resminin yaptıklarının
olmadığını bilmesidir. Kul ancak Allah’ın (celle celâlühü) kendi sıfatlarının
onda tecelli etmesinden sevinmelidir.
Onların şeyhi
imamı ve fena akidesinde yegane örnekleri olan Ebu Yezid el-Bestami şöyle
diyor:
“Allah’ı
(celle celâlühü) altmış sene aradım. Baktım ki ben oyum.”
Sonra şeyh
Ahrar şöyle dedi:
“Allah Teala
salikin kalbine tecelli ettiği zaman o kimsede masivayı siler ve ondan başka
hiçbir şey o kişinin kalbinde kalmaz. İşte o zaman o kalpte bugün mülk
kimindir vahid ve kahhar olan Allah’ındır (celle celâlühü) diye işitilmesinde
bir günah olmaz.”
İşte bu
taifenin sözlerinden bir kısmını yukarıda zikrettik. O sözlerden hangisi
Muhammed Mustafa’nın şeriatine muafıktır. İşte ulemanın söyleyen kimseyi tekfir
“ettiği Vahdet-i vücud düşüncesi budur. Allah Teala Allah’ın (celle celâlühü)
Mesih’le (aleyhisselâm) birleştiğini söyleyenleri tekfir ettiğini söyledik.
Şöyle buyurdu:
“Allah Mesih’in kendisidir diyen kimseler elbette kafir
olmuşlardır.” (Maide: 5/72)
O halde
Allah’ı (celle celâlühü) zikreden kimsenin bizzat zikredilenin aynısı olduğunu
zanneden ve bunu iddia eden kimsenin durumu nasıl olur. Veya çok zikir
zikreden kimsenin yokluğuna, sıfatlarının yokluğuna veya o kimsenin zikredilenin
isim ve sıfatlarında yok olduğuna götürür diyen kimselerin durumu ne olur.
Eğer bu
sözler onların kendinde olmadığı ve akıllarının
başlarında bulunmadığı, kendilerine hakim olamadıkları bir halde söylediklerini
söyleseler onların bu şüphelerine cevap vermek pekte zor değildir. Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanların en abidi ve Allah’tan (celle
celâlühü) en çok korkanı idi. Sahabeler o namazda iken ona yaklaştıklarında
ondan kazanın kaynaması gibi bir ses işitirlerdi. Onun da ibadet ettiği esnada
kendisine çok haller peyda olurdu. Kur’an okuduğu zaman kendisine ağlama gelir
ve vahiy inerdi ama buna rağmen onun kendinden geçtiğine dair hiçbir şey bize
nakledilmedi, Zahiri küfür olan bir sözün ondan sadır olduğunu duymadık. Eğer
tasavvuf ehli kimseler kendilerinin Allah’la (celle celâlühü) beraber oldukları
zaman başlarına gelen haletlerin olduğunu, hayatlarını unuttuklarını ve
herşeyi unuttuklarını unutuyorlarsa ve kendilerine gaybet anlarının
geldiklerini iddia ediyorlarsa söylediklerini farkında olmadıklarını söylüyorlarsa
buna cevap daha kolaydır. Allah Teala sahabeleri sarhoş oldukları zaman namaza
yaklaşmamalarını emretti. Bu içkinin haram oluşundan önce inen bir ayetti.
Bundaki illet ise Allah Tealanın dediği gibi ne söylediğinizi bilinceye kadardır.
Bu kimseler ne söylediklerini bilmedikleri şeylerle nasıl rablerine ibadet
ediyorlaıÇ Rablerine içkiden daha sarhoş olan bir şeyle nasıl ibadet
ediyorlar. Sonra bu din ifratla tefrit arasında orta yollu bir dindir. Dinde
aşırılık kesinlikle övünülen birşey değildir. Her ne kadar kişinin isteği daha
fazla hayır işlemek olsa bile aşırılığı asla tasvip etmezŞ
Rasulullah’ın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına gelen üç kişilik grubun söyledikleri
hadis meşhurdur Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sormak için
gelmişler kendilerine Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadeti haber
verilince de bunu azımsamışlardı. Bunun üzerine birisi;
“Ben geceleri
hiç uyumayıp hep namaz kılacağım” demiş. Diğeri de:
“Ben de
gündüzleri hiç yemek yemeyip hep oruç tutacağım demiş.” Üçüncüleri de:
“Ben de
kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğim” demişti. Onların bu sözlerini işiten
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanlarına gelmiş ve:
“Şöyle
şöyle diyen kimseler sizler misiniz?”
demişti.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah’a
(celle celâlühü) yemin olsun ki Allah’tan en çok korkanınız ve ona en ibadet
edeniniz benim. Buna rağmen ben gündüzleri bazen oruç tutar ve bazen yemek
yerim, geceleri bazen namaz kılar bazen uyurum ve kadınlarla evlenirimKim
benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
Oruca devam
etmek hayırlı bir ameldir gece namazına devam etmek te hayırlı bir ameldir
kendisini ibadete vermek için evliliği terketmek te kişiye hayırlı bir ahıel
olarak görünebilir. Ancak bu hayırlı amelin arkasında kötülük yatmaktadır.
Çünkü kişi devamlı oruç tutmakla vucudu zayıflar, vucudu zayıflayınca da Allah
(celle celâlühü) yolunda cihad etmeye gücü yetmez işte kişinin nafile oruca
devam etmesi İslam’ın farzlarından olan birisini ihmal etmesine neden olur. Bir
nafile için ise farz terkedilemcz. Sonra kuvvetli mü’minin zayıf mü’nünden
daha hayırlı olduğunu yine Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize
bildirmektedir. Aynı şekilde gece namazına devam etmek kişinin ailesinin
rızkını aramaktan ve onları yemekten alıkoyup onu tembelliğe sevkedebilir veya
sürekli gece namazına kalkması cisminin yorgunluğuna sebeb olur. O zaman da
uykuya dalar ve farz olan bir namazı kaçırır. Böylelikle nafile bir ibadet
yapayım derken yapması farz olan bir ibadeti kaçırabilir.
Kadınlardan
uzak kalıp evlenmeyen kimse buna dayanamayıp harama düşebilir ve en büyük
günahlardan olan zinayı işleyebilir. O ne kadar bununla mücadele ederse de
kadınlara olan meylini yenemez. Çünkü sahabeler harama düşme korkusuyla
evlenmede acele davranıyorlardı onların salahiyetine, takvasına rağmen şeytan
bazı kimseleri aldatmış ve onların zinaya düşmesine neden olmuştu. Bu kimseler
sahabelerin takvasına ve salahına ulaşmadıkları halde nasıl buna cüret
edebilirler.
Eğer çok zikretmek böyle açık küfre götürecek sözler söylemeye neden
oluyorsa evla olan bunu terketmektir çünkü her ne kadar zikir kulun rabbine
yaklaşması için en faziletli bir şey isede Allah’ın (celle celâlühü) eşyaya
hulul ettiğine, onlara karıştığına ve kendilerini Allah’ta (celle celâlühü) yok
olduğuna işaret eden sözleri söylemeye götürdüğü için bunu terketmek en doğru
olan harekettir.
Sonra sahih bir ibadetin kişiyi bu hallere düşüreceğini asla tastik
etmem. Çünkü kitap ve sünnete ittiba ile yapılan bir ibadet hristiyan ve
benzerlerinin söyleme cüretinde bulundukları sözleri söylemeye götüreceğini
asla ihtimal vermem. Hangi ibadet olursa olsun sevabı ne olursa olsun eğer
sahibini bu tür sözleri söylemeye sevkediyorsa o asla ibadetdeğildir. Zira
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iftarsız oruç tutmayı (visal orucu)
şiddetli bir şekilde nehyetmiştir ve şöyle buyurmuştur:
“Devamlı oruç tutan oruç tutmamıştır.”[49]
Bunu üç defa tekrarlamıştır. Halbuki oruç bir ibadet ve itaattir.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kadınlardan uzak durmayı
nehyetmiş ve bunun Hristiyanlığa ait bir ruhbanlık olduğunu belirtmiştir.
Halbuki evlenmeyi bırakmak kişinin vaktini daha çok ibadete vermesine fırsat
tanıyan bir iştir. Fakat bunda büyük bir tehlike zinaya düşme tehlikesi olduğu
için bundan nehyedilmiştir ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyuruyordu:
“Evleniniz çünkü ben kıyamet günü ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla
övüneceğim. Hristiyanlardaki ruh-
Kendilerinden
geçecek ne dediklerini anlamayıncaya kadar zikre devam eden kimselerin açıkça
küfür sözlerini söylemeleri “hak benim şanım ne yücedir günahlardan ve kusurlardan
münezzehim” veya “cübbemde ancak Allah (celle celâlühü) vardır” gibi küfür
sözlerini söylemeleri böyle bir çeşit zikir kesinlikle sakıncalıdır ve uzak
durulmalıdır. Bunu da ebedi olarak oruç tutmaya, kadınlardan uzak kalmaya ve
geceleri uykusuz kalıp teheccüd kılmaya kıyasen söylüyoruz. Şah-ı Nakşibend ve
Dehlevi gibi bu tarikatın önde gelen büyük şeyhlerinin şu sözleri söylemeleri
İslam dininde var mıdır?
Allah’ın
(celle celâlühü) inkar ettim ve inkar etmek yanımda vaciptir. Halbuki
müslümanlarm katında o çirkin bir iştir.[51]
Her riekadar
bu sözlerin zahiri küfür ilham etse de batınında sadece marifet ehlinin
bilebileceği ve ulaşabileceği çeşitli manalar vardır deseler de bu onları
kurtaramaz ve onlara şu cevabı veririz:
“Bizler her
işimizi şeriatın ölçüsüyle ölçmekle emrolunduk zira o ölçüyü Allah Teala
insanlara indirdi ki insanlar onun ışığında yürüsünler şeriat ise kaynağını
Allah’tan (celle celâlühü) alan fakat tasavvufçuların zemmettiği bir ölçüdür.
Kim şeriata muhalefet ederse şeriatın sahibi Allah’a (celle celâlühü) muhalefet
etmiştir. İnsanlar şeriata uymak ve onunla amel etmekte birbirlerine
eşittirler. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanlar arasında
şeriatın uygulanmasına en çok hırslı olan bir kimseydi öyle ki şöyle demişti:
“Allah’a
yemin olsun ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa Muhammed onun
da elini keserdi.”
Bununla
beraber o bütün mahlukatm en efdali ve efendileri idi. Bunda kimsenin şüphesi
yoktu. Buna rağmen Aldah’ın (celle celâlühü) kendisini görevlendirdiği bu
şeriatte kendisi için hiçbir ruhsat kabul etmiyordu. Sonra Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) zahiri küfür, batını itaat olan hiçbir kelime
söylemediği gibi hiçbir iş te yapmamıştır. Aksine Rasulullah’m (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) her kelamı zahiren ve batınen sözlerin en güzeli idi. Ya
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu tarikat sahiplerinin ulaştığı
vücd, gaybet, Allah’ın (celle celâlühü) zatında yok oluş gibi hallere
ulaşmayıp o bu hayırdan yoksün oldu tasavvufçular ona ulaştı, veyahutta tasavvufçular
bu gibi şeylerle yoldan çıkıp şeytan onları saptırmış ve onların kötü
amellerini onlara süsleyip güzel göstermiş ve aldanmışlardır.
Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez:
Şah-ı Nakşibend’e tarikatta teklif ve velayet hasıl olduğu zaman bu
tarikatın önceki arkadaşlarıyla ve sahipleriyle kabristanda bir araya geldi.
Onlar ölü idiler ve şah-ı Nakşibend’e veliliğin alametlerini verdiler. Şeyh
Abdulhalık Gucdevani’nin halifelerinden birisi ona şöyle dedi:
“Yarın Mevlana Şemseddin’in yanma gidersin ve ona: Filan Türk’ün iddia
ettiği şeyin doğru olduğunu Türk’ün haklı olduğunu söylersin. Eğer o bunu
inkar ederse yanımda iki şahidim var dersin. Birincisi, ona sen Yasikan ve
susuzsun dersin. O bu kelimenin manasını çok iyi bilir. İkincisi, ona sen yabancı
bir kadınla cima ettin senden hamile kalınca çocuğun düşmesi için gayret ettin
sonra da onu filan yere gömdün dersin” dedi.
Daha sonra seyid Emir Kelale’ye hizmet etmek için Nesef’e git onu filan
yerde göreceksin sana sıcak bir ekmek verecek onu al ve hiç konuşma. Sonra
yoluna devam et bir kafilenin yanında geçeceksin. Sen onları geçince bir atlı
sana doğru yönelecek işte o atlıya nasihat et çünkü o atlının tevbesi senin
elinle olacaktır... O kişinin şah-ı Nakşibend’e söylediği bu şeylerin hepsi
gerçekleşti.
Bakınız kabirlerinde olan bu kimseler neleri biliyorlar bir adam zina
etmiş hamile kalan kadının çocuğunu düşürmüş ve onu defnetmiş işte bu kabirdeki
adam o defin yerini bildi ve atlının filan günde filan kişinin eliyle Allah’ın
(celle celâlühü) onun kalbini imana döndereceğini bildi. Ve daha neler...
Şeyh Muhammed Kadi Şeyh Ubeydullah Abrar ile karşılaştı bu ikisi de
Nakşibendi’lerin en meşhur şeyhleridir. Şaduman denilen köyde birbirleriyle
karşılaştılar. Şeyh Ubeydullah bütün sırrını tek tek ona söyledi. Şeyh
Muhammed Kadi ise şöyle dedi:
“Şunu kesinlikle bildim ki hatıra gelen herşeyi o muhakkak gördü. Yine
Mevlana Arif velilerle birlikte kırk gün mescidde insanların hatırına gelen
şeyleri murakabe etmek için kaldı. Şeyh Muhammed Seyfettin’in önünde ayakta
duranlardan birinin aklına bu şeyhin kibirli olduğu geldi. Bu şeyh Nakşibendi
büyüklerinden biridir. Şeyh o kişiye döndü ve akimdan geçeni okuyup keşfetti
sonra da şöyle dedi:
“Benim kibirlenmem Allah’ın (celle celâlühü) kibrindendir.”5®
Yine Şeyh Abdullah Dehlevi’nin kerametlerinden birisi de müritlerinin
batınlarında tasarruf sahibi olması, onların gönlüne ve kalplerine feyiz ve
esrarı atmasıdır.5*
Yine bu şeyhin kerametlerinden bir arkadaşının hanımı hastalandı arkadaşı
hanımının hastalığını hafifletmesi için ona hayır duada bulunması için huzuruna
geldi, Fakat o arkadaşının bu isteğini yapmadı arkadaşı bunda ısrar edince ona
şöyle dedi:
“Bu kadın onbeş günden fazla yaşamayacak.”
Allah ’m (celle celâlühü) izniyle o kadın onbeşinici gününde vefat etti.
Muhterem okuyucular bu büyük yalandan daha büyük bir muhalefet var mıdır?
Bu veli kişi nasıl oldu da bu kadının onbeş gün sonra öleceğini bildi bu kişi
gaybı mı biliyor? yoksa Allah (celle celâlühü) katında bir ahid mi almıştır?
Bu keramet zannedilen şeyde şeriata muhalif çok şeyler bulunmaktadır. Allah
Teala şöyle buyuruyor:
“Kıyamet gününün vakti hakkındaki bilgi şüphesiz Allah katindadır.
Yağmuru o yağdırır, rahimlerdekini ancak o bilir, hiçkimse yarın ne kazanacağını
bilmez ve hiç kimse nerede öleceğinide bilmez. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla
bilendir ve haberdardır.”
(Lokman: 31/34)
Allah Teala kişinin yarın ne kazanacağını bilemeyeceğini söylerken
Abdullah Dehlevi hasta kadınm yarın başına ne geleceğini bilmektedir. Öyle ki
onun ne zaman öleceğini bile belirlemiştir. Şimdi kimi doğrulayalım Allah’ın
(celle celâlühü) ayetinde belirttiğini mi doğrulayalım? yoksa Nakşibendi
tarikatının sahiplerinin yazdıklarını mı doğrulayalım? şeyhlerinin gaybı
bildiklerine mi inanalım?
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Gaybın anahtarları beştir. Onları Allah’tan başka kimse bilemez yarın
ne olacağını kimse bilmez ve hiç kimse rahimlerdekinin ne olduğunuda bilmez
hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemediği gibi nerede öleceğini de
bilemez. Ve hiç kimse yağmurun ne zaman geleceğini bilmez.”[52]
Yine Mesruk anlatıyor: “Aişe bana şöyle dedi:
“Kim yarın ne olacağmı haber vereceğini iddia ederse Allah’a (celle
celâlühü) büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü Allah (celle celâlühü) şöyle
buyuruyor:
“De ki: Gökyüzünde ve yeryüzünde Allah’tan başka
gaybı bilen kimse yoktur ve kimse onu bilemez.”
Bütün
bunlardan daha garibi şeyh Dehlevi Nakşibendi tarikatının usulunu ve
özelliklerini anlatıyor ve şöyle diyor:
“Nakşibendi’lerin
istenilen bir şeyde himmetini toplamaları konusunda acayip tasarrufları
vardır. Bu sayede o iş toplanılan himmete uygun halde olur. İnsanların kalbi
üzerine tasarruf yapmak insanların akıllarından geçenleri bilmek gönüllere
gelip giden şeyleri bilmek gelecek vakaaları keşfetmek inecek bela ve
musibetleri defetmek hastalıkları defetmek gibi garip işlerde bulunurlar.”[53]
Muhterem
okuyucum görüyor musunuz onun bu paragraftaki sözlerine bakınız. İnsanların
sinelerine gelip giden şeyleri ilerde gerçekleşecek vakaaları bildiklerini ve
bilebileceklerini söylüyorlar. İslam’a bundan daha büyük bir muhalefet var
mıdır? Artık bundan sonra onların sinelerde gizli olan şeylerin ve gizliden
bakılan şeyleri biliyoruz demelerinden başka bir eksiklikleri var mıdır?
Bu Tarikatın
Şeyhlerinin Hayatını Anlatırken
(Nakşibendi tarikatının müellifleri şeyhlerinin hayatını yazarken garip
ve şaz bir uslup kullanırlar. Bu kimseler bazı Kur’an ayetlerini yerinde
olmayan bir şekilde şeyhlerini tezkiye etmek ve arındırmak için istiareli
olarak kullanmaktan kaçınmazlar örneğin tarikat şeyhlerinden ikisinin hayatına
bakalım Şeyh el Kürdi Mevahib adlı kitabında Derviş Muhammed hakkında şöyle
anlatıyorfy
“Dağınık olan
hatıraları topladı, bütün azimetleri bir araya getirdi, ölü nefisleri diriltti
ve onlara hayırdan olan azıklarını takdir edip taksim eyledi.[54]
İkincisi ise
Muhammed Hevaciki’dir onun hakkında da şöyle diyor:
“Başlangıcından
beri hidayette olduğunu mülahaza eder ve şeyhinin terbiyesinden haz alırdı.
Öyle ki menkıbelerinden Levh-i Mahvuz oluştu. Hiçbir faziletli ameli
terketmeyip hepsini orada saydı. Güneşe ve aydınlığına, onu takip eden aya,
güneşi çıkaran gündüz gibi babasının ardından geliyordu. Alemdeki her zerreyi
o ruhanetiyle destekliyordu.
Yasin Senhuti
Ubeydullah Ahrar’ı anlatırken şöyle diyordu:
“Onun gaybı
keşfedip bilmesi gizlilikleri haber vermesi sayılamayacak ve
smırlandırılamayacak krfdar çoktur.” Yakub Cerhi hakkında ise şöyle der:
“O gayb
ilimlerinin varisidir.”
Artık Şah-ı
Nakşibend’in arkadaşlarından olan Şeyh Muhammed Barsa’nın bu tarikat için
kızması ve bu tarikatın Muhammed’in şeriatından alındığını söyleyip onu müdafa
etmesi düşünülemez. Buna hakkı yoktur. Çünkü bu tarikat hakkında şimdiye kadar
zikrettiğimiz herşeyin şeriatla bir bağlantısı olmadığını ispat edip ortaya
koyduk.
Hallaç ve Onun Nakşibendi’lerin Yanındaki
Konumu:
Nakşibendi’lerin
kitapları Hallac’ın sözleriyle delil getirmekten hali değildir. Onun sözlerini
överler ve küfür zındıklığına karşılık asılıp öldürülmesine çokça üzülürler.
Şeyh Ali Rameydi şöyle der:
“Şayet Şeyh
Abdulkadir Gucdevani’nin evlatlarından biri yeryüzünde bulunsaydı Hallaç
aşılmayacaktı.” Gucdevani Nakşibendi tarikatının dayandığı temellerden
birisidir. Hallaç gibi bir adama bu şekilde üzüntüyü belirtmenin sebebi nedir?
Bu adam Vahdet-i vücud ve hulul akidesini savunan kimselerin başında
geliyordu. Bu düşüncesini insanların gözü önünde açıkça söyler onu ilan edecek
kadar cüret sahibi biriydi. Rububiyet iddia eder, tevhidi söyleyen herkesin
müşrik olduğunu söylerdi. İblis ve Firavun’u savunurdu. Çirkin ve kötü bir
insandı onun yemek ve meyve çeşitlerini bir yere defneder sonra da
arkadaşlarına dilerseniz seyahate çıkalım derdi. Ve kalkar isanlarla beraber
yürürlerdi. O yere yaklaşınca arkadaşlarından birisi biz şu an şu şu meyveleri
ve yemekleri yemek istiyoruz. İştahımız bunu çekiyor derlerdi. “Tabi sakladığı
şeyleri bazı arkadaşlarına haber verirdi söylerdi” arkadaşlarının bu istekleri
üzerine Hallaç onlardan biraz uzağa çekilir eşyaları sakladıkları yerin üzerine
gelir iki rekat namaz kılar ve arkadaşlarının istediklerini onlara getirirdi.[55]
Ebubekif Dimuri anlatıyor. Yanımıza dinura bir adam geldi. Gece gündüz
yanından hiç ayırmadığı bir heybesi vardı. Onu aradıklarında Hallac’ın yazdığı
bir mektup çıktı. Mektup şu başlıkla başlıyordu Rahman ve Rahim’den filan
oğlu filana bunun üzerine adam mektupla birlikte Bağdat’a gönderildi Hallaç
çağırıldı ve kendisine mektup gösteridi. Hallaç
“Evet bu benim mektubumdur onu ben yazdım” dedi. Oradakiler:
“Sen şimdiye kadar nübüvvet iddia ediyordun. Bundan sonra rububiyet mi
iddia ediyorsun?” dediler. Hallaç
“Ben rububiyet iddia etmiyorum. Fakat yanımızda cem düşüncesinin bizzat
kendisi budur. Onu Allah yazmıştır el ise sadece bir aletten ibarettir.” İşte
bu asılmasının sebebiydi.
Bu adam zındıklığını açığa vurmakta ki cüreti öyle bir dereceye ulaştı
ki Allah’ın (celle celâlühü) ayetlerinden okuyan bir adamı işitince şöyle
dedi:
“Bunun bir
mislini ben de yazabilir ve onu okuyabilirim”[56]
Yine Hallaç
arkadaşlarından birine bir mektup gönderdi ona şöyle diyordu:
“Allah (celle
celâlühü) seni şeriatın zahirinden korusun ve sana küfrün hakikatini
keşfetsin. Çünkü şeriatın zahiri gizli küfürdür. Küfrün hakikati ise yüce bir
marifettir.”[57]
Hallaç
haccetmek isteyip te bu imkanı bulamayan kimseye şöyle fetva verir. Evinin bir
odasını temizlesin ve ona güzel kokular sürsün sonra da Kabe’yi tavaf ettiği
gibi onu tavaf etsin işte onun böyle yapması Kabe’yi haccetmiş gibi olur. îbni
Kesir bu rivayetin ardından şöyle der Hallaç kendisine tabi olanlara şöyle
diyordu:
“Kim iftar
etmeden üçgün peşpeşe oruç tutar ve dördüncü günde iftarını yapraklarla açarsa
bu Ramazan orucuna karşılık ona kafi gelir.”[58]
Hallaç
İblis’i çok metheder ve şöyle derdi:
“Göktekiler
arasında İblis gibi bir muvahhid yoktur. Benim arkadaşım ve üstadım İblis ve
Firavun’dur. İblis ateşle tehdit edildiği halde davasından vazgeçmedi. Firavun
denizde boğulduğu halde iddiasından vacgeçmedi. Onlar asla aracılığı kabul etmediler.[59]
Hallaç hulul
düşüncesini halikın mahluk ile mezcolduğunu savunanların en büyüğüydü Allah
(celle celâlühü) bu zındığın söylediklerinden münezzehtir. Şöyle diyordu
Hallaç:
Senin ruhunu
kendi ruhuma meczettim. Nasıl ki maya saf suyla meczoluyorsa”
“Sana birşey
dokunduğunda bana dokunmuştur. Baktım ki her halükarda sen benim”[60]
Sonra Hallaç
Allah’ın kendisine hulul ettiğini ve onunla bir bedenin içerisindebulunduğunu
söyler.
Ben ondan o
da bendendir ve biz bir bedene girmiş iki ruhuz.
Beni gördüğünde
ben de onu görürüm. Onu görünce bizi görürsün.[61]
Nakşibendi’lik
Hallac’m bu küfürlerinden nasıl salim olabilir. En büyük şeyhlerin şah-ı
Nakşibend Hallac’ın söylediği küfür dolu olan şiir ve mısralarıyla nasıl delil
getirebilir. Şah-ı Nakşibend masivaya bağlanmanın hicap «Iduğunu ve ondan
kurtulmanın da vuslatın başlangıcı olduğunu söyler sonra da:
“Sen Hallac’m şu sözünü işitmedin mi?” derdi “Allah’ın
dinini inkar ettin ve katımda inkar vaciptir.
Müslümanların
katında ise bu çirkin bir iştir.”[62]
Habibullah
Cancanan Vahdet-i vücud ve hulul ile ilgili sözler söyledikten sonra şöyle der:
“işte
Hallac’m hak benim demesinin sırrı budur” Tarikat ehlinin bu zındığı
savunmaları onun sözleriyle yardım dilemelerinin tek sebebi kulun zatının
mabudun zatında yok olma meselesinde birbirlerine mauafık oldukları içindir.
Sizler temelleri ve esasları böyle olan bir tarikattan ne bekliyorsunuz?
Bunlar Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şeriatından mı? Şeriat
nerede sünnet nerede. Onların şeyhinin şu sözü,
“Allah'ın
dinini inkar ettin ki bu benim katımda vaciptir.
Müslümanların
katında ise çirkindir”
Demesi
şeriatın neresinde vardır. Ve daha diğer şeylerin “Hak benim şanım ne yücedir
noksan sıfatlardan münezzehim her iki dünyada benden başkası yoktur.” Gibi
sözler Allah’ın (celle celâlühü) şeriatında Rasulunun sünnetinin neresinde vardır.
Nakşibendi’lerin yanında Ebu Yezid ei-Bestami:
Bu tarikatın
müellifleri katında Ebu Yezid Nakşibendilik silsilesinin ilklerinden olduğu
için daima onu müstakil bir halde anlatırlar. Onun hakkında çok sözler
söylerler ve bu sözleri onun menkıbeleri ve kerametleri olduğunu söylerler.
Halbuki zikredeceğimiz gibi onun o sözleri menkıbe ve keramet değil onun birer
hatası, ayıbı, küfrü ve musibetleridir. En büyük musibetlerinden biri sürekli
olarak söylediği şu sözdür:
“Şanım ne
yücedir ve ben noksan sıfatlardan münezzehim bütün kemal sıfatlarına
muttasıfım.”[63]
Ebu Yezid
insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra onlara yönünü dönüp şöyle dedi:
“Muhakkak ben
Allah’ım benden başka hiçbir ilah yoktur. Bana ibadet ediniz.”
Bu sözleri
üzerine insanlar onu bıraktılar; “miskin ve deli” dediler.[64]
Bir adam Ebu
Yezid’in yanına geldi ve kapıyı çaldı Ebu Yezid:
“Kimi
istiyorsun?” diye sordu. Adam:
“Ebu Yezid’i
istiyorum” dedi. Ebu Yezid:
“Evde
Allah’tan başka kimse yoktur” dedi.[65]
Ebu Yezid
yine şöyle der:
“Allah’ın
üzerindeki nimetleri çoktur birisi de insanlara olan şefkatinden ve
merhametinden dolayı onlara bedel olarak ateşte yanmaya razı olmamdır.”[66]
Bu söz
hristiyanların şu sözüne ne kadar benzemektedir:
“Mesih îsa
insanları hatalarından arındırmak ve kurtarmak için darağacında çarmıha
gerildi.”
Yine papa
Bolis’in şu sözüne ne kadar benzemektedir: “Çarmıha gerdirilip öldürülen Yasu
bizi kurtarmak için kendi nefsini feda etti ve şimdi o cehenenemde yanmaktadır.”
Yine Ebu
Yezid’in bu sözü Rahip Filips’in şu sözüne ne kadar benzemektedir :
“Yasu bizi
kurtamak için azap ve acılar çekti. Bu nedenle o cehenneme indi.” Yine rahip
Cevat b. Sabat’ın Namaz adlı kitabında söylediği şu söze ne kadar
benzemektedir:
“Nasılki
Mesih bizim için öldü ve bizi kurtarmak için kendisini feda etti ve defnedildi
ise bizim de onun cehenneme girdiğine inanmamız zorunludur.”
Demek ki Ebu
Yezid’in parlak görünen bu sözü hristiyanların ruhbanlarının ve felsefecilerinin
söylediği söze ne kadar benzemektedir. Sanki o bu sözüyle hristiyanlardaki kurtarıcı
teorisini İslam dinine taşımak istiyor.
Ebu Yezid
Zühd’de öyle bir dereceye ulaştıki artık Allah’ın (celle celâlühü) katında
olan şeylerden de zühd eder oldu. Zira şöyle diyordu:
“Allah beni
önünde durdurdu ve bana bütün nimetlerini ve mülkünü takdim etti. Fakat ben hep
“istemiyorum istemiyorum” diyordum. Allah:
“Peki ne
istiyorsun” diye sordu. Ben:
“İstememeyi
istiyorum” dedim.”[67]
Ebu Yezid’in
gururu öyle arttı ki şöyle der oldu:
“Ben
abidlerin arasına katıldım fakat onların arasında yerimin olmadığını gördüm.
Sonra mücahidlerin arasına katıldım onların arasında da yerimin olmadığını
gördüm. Sonra namaz kılan ve oruç tutanlarla beraber oldum. Onların arasında
da yerimin olmadığını gördüm. Sonra da şöyle dedim:
“Yarab sana
ulaşmanın yolu nasıldır” Allah bana:
“Nefsini bırak ve gel” dedi.[68]
Ebu Yezid namaz, oruç, cihad gibi ibadetlerden nasıl münezzeh olmasın ki
o yüce makamın ve yüksek derecelerin sahibidir. İbadet etmek onun şanına
yakışırını o ibadet, korku ve ümit olmadan Allah’a aşık olmuş birisidir. O hiçbir
ibadet namaz ve şeriata uymaya ihtiyaç duymadan bu sevgiyi elde etmiş
birisidir. O bununla kalmadı hatta, o Allah’la karşılaştığında hesaba çekilmeyi
bile temenni etti ve şöyle dedi:
“İnsanlar Allah’ın huzurunda hesaba çekilmekten kaçınıyorlar. Ben ise
bunu temenni ediyorum. Umulur ki Allah bana; “ey kulum” der ben de; “buyur
yarab” derim. Sonrada bana dilediğini yapar.[69]
Ebu Yezid ibadetle uğraşmanın ikinci derecedeki insanların huyu ve
ahlakı olduğunu zannediyor ve böyle diyor:
“Allah Teala veli kullarının kalplerine nazar etti. Marifeti
taşıyamayacaklarını bildiği kimseleri ibadetle meşgul etti. Onlara ibadetle
meşgul olmalarını emretti.”[70]
Yine Ebu Yezid insanları günah işlemelerine teşvik ediyor ve onlara
itaatlerde birçok afetin bulunduğunu söylüyor ve şöyle diyordu:
“İtaatlerde öyle afetler vardır ki günah işlemenizi gerektirmez.”[71]
İşte bu sözler Nakşibendi’lerin kitabında bulunmaktadır. Tabi bu sözleri
reddetmek ve inkar etmek amacıyla kitaplarına almadılar. Aksine o sözleri
doğrulamak ve onlarla uyum içinde olduğunu göstermek için kitaplarına naklettiler.
İşte Ebu Yezid’den naklettiğimiz ve Nakşibendi’lerin kitaplarında bulunan bu
sözlerin hepsinin Ebu Yezid’in söylediğinden en ufak bir şüphe yoktur ve bütün
bunlar şeriate muhalif olan sözlerdir. Bunlara rağmen şeyh Muhammed Kürdi nasıl
olur da Nakşibendi tarikatının sünnetten bir karış dahi ayrılmadığını iddia
edebilir. Nasıl olur Nakşibendi’liğin sahabelerin yolu olduğunu söyleyebilir.
Onun kitabında bulduğumuz bu sözler onun iddiasını ve davasına tamamen
terstir. Allah Teala da beni ve bu tarikattakileri sünnete tabi olmaya hidayet
etsin ve muvaffak kılsın sünnetin aslını araştırmaya Ebu Yezid’in söylediği
fasid sözlerden bizi korusun.
Şeyhlerin bir
çoğu tevekkülü iddia ederler. Onların yanında tevekkülün manası pazara inmemek
ve kazanmayı terketmektir. Çünkü onlara göre pazara inmek ve ticaretle uğraşmak
Allah’a (celle celâlühü) olan güvenin olmadığmı gösterir. Bu nedenle şeyhler
müritlerinin yanında olan mallara ve yemeklere kastederler. Mürit ise malı ve
bedeni ile şeyhine hizmet eder ve şeyhini razı etmek için gayret gösterir tâki
şeyhinden teklif ve velayet izni alabilsin. Fakat şeyh bunu kolaylıkla ona
vermez çünkü şeyhin ona bunu vermesi demek şeyhin rızkını kendi eliyle kesmesi
demektir. Bu nedenle o başka bir mürit buluncaya kadar ona bu izni vermez.
Başka bir mürit bulunca ilk müride gereken izni verir. Bu yeni gelen artık
şeyhinin hizmetinde bulunur onun yemek ve giyinmek ihtiyaçlarını karşılar.
Şeyhin müritle olan ilişkisi birçok şeyhlerin makam ve mevkiye ve mal sahibi
olmaya şevketti. Öyle ki şeyhler padişahlara benzer oldular ve bütün tasavvuf
tarikatları müridin şeyhine hizmet etmesine teşvik ederler. Şeyhe itiraz
etmemeyi ona söylerler. Şeyh müridinin bütün malını alsa bile ona asla itiraz
etmemesini tavsiye ederler. Çünkü onlara göre şeyhin böyle yapması müridini
imtihan etmektir. Eğer müridi buna karşı çıkarsa bilmeden imtihanı kaybetmiş
demektir.
îşte
Nakşibendi’lik te bu taifelerden biridir müritlerinin şeyhlerine mallarıyla,
bedenleriyle hizmet etmelerini ve onlara karşılığı ne olursa olsun her yönde
harcamayı teşvik ederler. Onların yanında müridin edeplerinden birisi şudur:
Mürit şeyhe
tamametn teslim olup her dediğine boyun eğer, şeyhin yaptığı bütün tasarruflara
razı olur. Mürit malıyla ve bedeniyle şeyhine hizmet eder. Çünkü irade ve
muhamrnet cevheri ancak bu yol ile elde edilebilir.[72]
Yine Nakşibendi’lerin büyüklerinden Ubeydullah Ahrar şöyle der:
“Bazı insanlar nafile ibadetlerle uğraşmanın şeyhe hizmetten daha evla
olduğunu söylüyorlar. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü hizmetin neticesi
sevgidir, muhabbettir, kalplerin meylidir. Çünkü kalpler kendisine iyilik edene
meyledip onu severler. İşte nafile ibadetlerin semeresi ile hizmetin semeresi
arasındaki fark budur.[73]
İşte bu söz açıkça bir hatadır. Evet her ne kadar kalpler kendisine ihsan
edene sevgi beslese ve meyletse de o kalpler kendisini yaratana daha çok
meyleder ve sever ve bu sevgi şeyhin sevgisinden daha üstündür. Çünkü Allah’ın
(celle celâlühü) kullan üzerindeki ihsanı ve nimeti sonsuzdur, sayılamaz. Allah’ın
(celle celâlühü) kulları üzerindeki fazileti şeyhin fazileti ile kıyaslanamaz.
Nasıl olur nafile ibadetler -ki onlar Allah’ın (celle celâlühü) sayısız
nimetlerine karşı bir şükürdürterkedilip şeyhin hizmçti ile meşgul olunur ve
şeyhin hizmeti Allah’a (celle celâlühü) ibadet etmekten daha evla olur.
Şeyh el-Kurdi şöyle der:
“Bazı kimseler hizmetin onlar yanında en efdal salih amel olduğunu
söylerler.”
Bu sözü reddedip cevap vermeye hiç gerek yok çünkü her akıllı kimse bilir
ki şeyhin hizmeti kesinlikle ameli salihten üstün değildir ve bunu asla kabul
etmez. Çünkü kul ile Allah (celle celâlühü) birbirine asla kıyaslanmaz. Yine
Şeyh’ul Kürdi şöyle diyor:
“Şeyhlere mal ve bedeninle hizmet et ve onların yaptıklarını kınama
çünkü onları kınayan ve inkar eden asla kurtulamaz.”[74]
Sonra da
müridin şeyhiyle olan alakasını bazı temellere dayandırıyor ve şöyle diyor:
1-
Her nimetin şeyhinden
geldiğini görüp bilmesi gerekir.[75]
İşte buradan
şirk kokusu gelmeye başladı Allah’ın (celle celâlühü) nimetlerini konuşmak ve
anlatmak İslam’da teşvik edilen bir iştir. Ancak bütün nimetlerin şeyhden
geldiğini görüp bilmek işte bunda bir yanlışlık vardır. Düşünmek gerekir.
2-
Şeyhinin yaptıklarına asla
itiraz etmemek. Zahiri haram olan bir şey yapsa bile bunun neden yapıldığını
sormamak. Çünkü kim şeyhine “niçin” diye sorarsa asla iflah olmaz. Çünkü
şeyhin yaptıklarının zahirinde zemmedilen bir şey batınında övülen birşey
olabilir ve bu manada şöyle bir beyit okur:
“Onun yanında
yıkayıcının elindeki bir ölü gibi ol dilediği şekilde onu çevirir ve o ona
uymak zorundadır.
Bilmediğin
bir şeye itiraz etme çünkü itiraz hayır getirmez.
Meşru
olmasada gördüğün bir şeyi neden olduğunu ona sorma çükü bu bir aldatıcıdır.”
Tenvir
el-Kulub adlı kitabın sahibi bizi hayretlere düşürmektedir. Bazen müridin
Allah'ın (celle celâlühü) önünde ve elinde yıkayıcının elindeki bir ölü gibi
olması gerektiğini söylerken bazen de bunun şeyhin elinde olması gerektiğini
söylüyor ve müridin şeyhinin elinde yıkayıcının elindeki bir ölü gibi olması
gerektiğini söylüyor. Acaba mürit kimin elinde bir ölü gibi olup hiç hareket
etmeyecek ve tedbir almayacaktır. Allah’ın (celle celâlühü) önünde mi yoksa
şeyhinin önünde mi bu şekilde olması gerekiyor.
Yine müridin
şeyhiyle olan edeblerinden birisi de Nakşibendi’lere göre şeyhinin yaptığı birşeye
hiç itiraz etmemek zahiri haram bile olsa.
Nasıl olur da mürit ona itiraz edemez. Çünkü bu dini diğer dinlerden
ayıran şey münkeri asla kabul etmemesidir. Münkere itiraz etmemek bunu
yapmayanların helak olmasına ve Allah’tan (celle celâlühü) gazabın gelmesine
nedendir. Çünkü itiraz ve inkar rabbani bir emir olup bunu yapmak vaciptir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Sîzler insanlar arasında çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran: 3/110)
Allah Teala bize kötülükten nehyetmeyi emrediyor. İster bu kötülüğün
zahiri haram olsun isterse batını haram olsun farketmez. Çünkü Allah (celle
celâlühü) kullarının gücünü ve kudretini bilir. Allah (celle celâlühü)
kullarının zahiri haram olan birşeyin hakikatinin veya batının ne olduğunu
bilemeyeceğini bilir. O kullarını bununla mükellef kılmamıştır. Zira insan
birbirinin batını ve gizliliklerini bilmez. Zahirde münker o’arak gördüklerini
münker görüp ondan nehyetmeleri gerekir. Sonra zahiri haram olan şeyleri inkar
etmek zorunludur. Çünkü zahir yakini bir emirdir. Batının zahirinde günah olan
bir şeye muhalefet etmesi ise şüpheli bir iştir. O halde yakini şüpheye tercih
etmek gerekir. Halbuki onlar bunun aksini yapıyorlar. Sonra şeyhlerin kendilerinin
kınanmasından korkmaları dinden değildir. Eğer onlar güzel amel işleseler
kınanmaktan korkmazlardı ve böylece bu sözleri söylemezlerdi. Ömer halifeliği
üstlenince insanlara münkere düştüğü zaman susmamalarını ve kendisini
doğrultmalarını emretti. Öyle ki bir adam kalktı ve:
“Ey Ömer Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki eğer sende bir eğrilik
görürsek şu keskin kılıçlarınızla seni düzeltiriz” dedi. Ömer bu adamın sözüne
kızmadı ve kötü şeyhlerin kendilerine itiraz edenlere söyledikleri gibi bir
söz o adama söylemedi. Şeyhler kendilerine itaraz eden kimseye:
“Sen rububiyetin huzurundan kovuldun” derler. Ama Ömer bunu söylemedi
bilakis adamın söylediğini memnuniyetle kabul etti. Aynı şeyi Ebubekir halife
olduğu zaman da söylemişti ve şöyle demişti:
“Ey insanlar aranızda Allah’a (celle celâlühü) itaat ettiğim sürece bana
itaat ediniz. Eğer ona isyan edersem o zaman bana itaat etmeyiniz.
Bu şeyhler kınanmaktan ve inkar edilmekten neden korkuyorlar. Onların
inkar edilmekten korkmaları sünnetin üzerinde olmadıklarının en açık bir
alameti ve büyük bir delilidir. Çünkü kim dosdoğru yol üzerinde yürürse itiraz
edilmekten korkmaz kim de yüzü koyun yürürse o kimse inkar edilmekten
kurtulamaz. Çünkü bu ümmetin en bariz bir özelliğidir.
Sonra Mevahib’in sahibi Şeyh Kürdi şöyle diyor:
“Şunu iyi bil ki müritler için konulan her edep zikir anında gözleri
yummak murakebe için kapıları kapatmak gibi edepleri güzellikle kabul etmen
gerekir. Çünkü onların bunu sünnetin ışığından aldıklarını bilmelisin. Eğer
onların edeplerinden birinin sünnetten delilini veya oradan alınıp alınmadığını
bilmesen buna itiraz etmekle dilini ona uzatmamaksın.[76]
Onların yaptığı bir şeye itiraz etmek dinin haricinden birşey değildir ve
bu onlara dil uzatmak ta değildir. Bilakis böyle yapmak, şeriatı korumak ve bu
dini yüceltmektir. Tasavvufçuların yaptığı hristiyanlığın kişileri afaroz
etmelerinden hiçbir farkı yoktur. Şeyhe itiraz Allah’ın (celle celâlühü) huzurundan
kovulmayı gerektiriyorsa bunun hiristiyanlardan ne farkı vardır. Şeyhlerin
kendilerine itiraz eden müritleri Allah’ın (celle celâlühü) huzurundan
kovmaları Kilise adamlarının orta çağlarda dilediği kimseleri afaroz etmelerini
bize hatırlatıyor. Kendilerine her itiraz eden kimseye afaroz belgesi çıkarıyorlardı
bu ise cennete girmekten mahrum bırakılmak ve cehenneme
atılmak demekti. Tasavvufçuların yaptığıda bunların yaptığından pek uzak
değildir.
Zikir
esnasında müridin gözlerini yumması Nakşibendi şeyhlerinin koyduğu bir edeptir
sözü ise tamamen sünnetin hilafınadır ve bu asla Rasulullah’ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yolu değildir.
İbni Kayyım
Zad’ül Mead adlı kitabında şöyle der:
“Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazda gözlerini
yumması takipettiği bir yol değildi. Sonrada Buhari’de geçen şu hadisi
nakleder. Aişe’ye nakışlı bir örtü verildi. O da bununla evinin bir tarafını
örttü..Rasulullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namaza durunca Aişe’ye: ■ •
“Bu
nakışlı örtüyü kaldır. Çünkü namazda olduğum sürece üzerindeki nakışlar hep
dikkatimi çekiyordu”
dedi. İbni
Kayyım şöyle der:
“Eğer namazda
gözleri yurtımak doğru bir hareket olsaydı Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) namazında bu şekilde bir hal arız olmazdı.”
Yine Aişe’ye
anlatıyor:
“Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzerinde bazı nakışlar olan bir örtüsünün
üzerine de namaz kıldı örtünün üzerindeki nakışlara baktı sonra da kalktı ve
şöyle dedi:
“Bu örtüyü
Ebu Cehm’e götürün ve onun yerine sade bir örtü getirin çünkü az önce
namazımda beni meşgul etti” dedi.[77]
Sonuçta adam
şeyhlere ikram amacıyla sünneti ve delili görmemezlikten gelmeyi bir marifet
sanıyor bizim böyle yapmamız bize vacip değildir. Bilakis bize vacip olan şey
şeriatın ölçüsüne uymayan kendilerince ortaya koydukları bir edebe uymamaktır.
İşte bu kimselerin yanındaki bid’at bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu kimseler
aklın koydukları kuralları kabul etmediğini ve şeriatın da buna muhalif olduğunu
görünce hemen aklı atıp şeyhlere itiraz etmeyi yasakladılar. Bunu da salikin
yolunu tamamlamasına bir mani olarak gördüklerini söylediler. Müridin
edeplerinden bir diğeri de şeyhinin evlenip boşadığı bir karıyla
evlenmemektir. Hatta şeyhinin nefsinin meylettiği kadınla bile evlenmemektir.[78]
' Nakşibendi şeyhlerine hizmet etmenin salih amelden daha üstün olduğunu
hatta nafile ibadetlerden daha üstün olduğunu bildikten sonra haram bile
işleseler onlara itiraz etmenin caiz olmadığını öğrendikten sonra buna şimdide
müridin şeyhinin boşadığı bir kadınla evlenmenih caiz olmadığını ekliyorlar.
Acaba bunun haram oluşunun yönü nedir. Yoksa şeyhlerini peygamberin makamına mı
koyuyorlar Çünkü Allah (celle celâlühü) sahabelere rasulunun boşadığı kadınlarla
evlenmemeyi haram kıldı ve şöyle buyurdu:
“Rasulullah’a eziyet etmeniz ve ondan sonra onun eşlerini
nikahlamanız size asla helal değildir. Çünkü bu Allah katında büyük bir iştir.” (Ahzab 33/53)
Ama bu
Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) has bir olaydı çünkü bir çok sahabe
diğer sahabenin karısını boşamasından veya vefat etmesinden sonra onun
karısıyla evlendiği sabit olmuştur. Örneğin Esma binti Umeyr ilk kocasının
vefatından sonra Cafer b. Ebi Talib onunla evlenmiş oda ölünce Ebubekir onunla
evlenmiş o da vefat edince Ali onunla evlenmişti. Bu kimseler Allah’a (celle
celâlühü) en sevimli olan ve kendilerinden sonrakilerin en büyüğü olan
kimselerdi. Yine ensardan biri zevcelerinden birini Abdurrahman b. Avf’a
teklif etmiş ve istediğini seçmesini söylemişti. Bütün bunlara rağmen Nakşibendi
şeyhlerinin kendilerini peygamberlik mertebesine yükseltmeleri asla doğru değildir.
Çünkü bir kadının boşandıktan sonra başkasıyle evlenmesinin haram oluşu sadece
peygambere has bir olaydı. Hiçbir sahabeye tabiine ve on-
lann dışındaki kimselere böyle bir haramlılık yoktur. Bu şeyhler de
peygamberlerden sonra insanlığın en faziletlisi olan sahabe ve tabiinlerden
daha üstün derecede ve yüksek mertebede değildirler.
Yine müridin
şeyhiyle olan edeblerinden birisi de şeyhine hiçbirgörüş belirtmemesidir.
Bilakis işi tamamen şeyhinin görüşüne bırakmalıdır ve bunu da şeyhinin
kendisine istişare etme ihtiyacının olmadığına ve şeyhinin işleri en iyi
şekilde bildiğine inanmasıdır.
Müellif bu
şaz kaideye şu ayeti delil getirmektedir:
“Onlarla
istişarede bulun.” (Al-i İmran: 3/159)
Evet
gerçekten Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ahlakı Kur’an’dır
Aişe’nin dediği gibi. Bedir savaşı günü ensarla istişare etmiş ve şöyle
diyordu:
“Ey
insanlar !(ensarı kastederek) bana görüş bildirin.”
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bedir günü kuyunun en altına gelip konakladı.
Habbab b. Munzir ise:
“Ya
Rasulallah bu konakladığın yere Allah mı (celle celâlühü) sana buraya
konaklamanı emretti de biz ne ileri nede geriye gidelim yoksa bu senin bir
görüşün ve savaş hakkındaki bilgin midir?” dedi. Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem):
“Aksine bu
benim görüşümdür” dedi. Habbab:
“Ya
Rasulallah o halde buraya konaklamamız uygun değildir. İnsanları kaldır ve
kuyunun başına gidip orada konaklayalım. Tâki bir havuz yapıp suyun önünü
keselim ve savaştığımız zaman bizler suyu kullanıp onlar kullanamasınlar” dedi.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Gerçekten
güzel bir görüş belirttin” dedi ve kalktı Habbab’ın dediği şekilde yaptı ve
bu en doğru olan bir görüştü.
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile masum olmasına rağmen sahabeleriyle
istişare etmekten çekinmiyor ve buna ihtiyaç duyuyordu Nakşibendi şeyhleri
nasıl olur da müritlerin şeyhlerine görüş belirtmelerini haram kılıyorlar.
Eğer onlar her ne kadar bu görüşümüz zahirinde garip gibi görünüyorsa da
“Batınında herkesin bilemediği bazı sebebler ve nedenler vardır” derlerse biz
de onlara deriz ki:
“Bize delilinizi getirin ki iş apaçık ortaya çıksın sonra eğer biz işleri
şeriatın ölçüsüyle ölçmezsek ne ile ölçeceğiz felsefecilerin koyduğu kurallara
göre mi veyahut hristiyanların söyledikleri şeylere göre mi ne ile işleri
ölçeceğiz bizler ihtilaf ettiğimiz her konuda rabbani şeriata dönüp başvurmakla
emrolunmadık mı ki rabbani şeriat işlerin gerçek ölçüsünü ve değerini verir.”
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Eğer birşeyde çekişir ve ihtilaf ederseniz onu Allah’a
ve rasulune havale ediniz. Şayet Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bu daha
hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa: 4/59)
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
“İhtilaf ettiğiniz bir şeyin hükümünü Allah’a havale
ediniz.” (Şura: 42/10)
O halde Allah’ın (celle celâlühü) hükmüne mahalif bulduğunuz bir şeyi
asla kabul etmeyin velev ki o hükmü bize süsleseler ayyıldızlı sözlerle onu
güzelleştirseler bile asla kabul etmeyiz.
Eğer birisi “Şeyhin müritleriyle istişare etme ihtiyacı yoktur” derse o
zaman o kimse bütün mahlukatın en efdali olan kimsenin münezzeh olmadığı bir
şeyle şeyhini münezzeh kılmış olur ve şeyhini ondan üstün tutmuş olur. Bu ise
muhaldir.
Şeyhin Allah’la mürit arasında vasıta olması:
Şeyh’ul Kürdi şöyle der:
“Şeyhi aramak Allah’ı (celle celâlühü) aramanın bizzat kendisidir.
Zira Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Ey iman
edenler! Ona ulaşmak için vesileler arayın”
(Maide: 5/35)
Yani evvela arkadaş sonra yol gelir. Ve şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.[79]
Sonra da şöyle diyor:
“Şeyh aranılan ve istenilen bir kimsedir. Şeyh Kabe gibidir. Secde
yalnız Allah’a (celle celâlühü) olduğu halde oraya dönülerek secde yapılır
şeyh te böyledir.”
Bakınız ayetlerin manasını nasıl tahrif ediyorlar:
Böyle yapmakla mallarının revaca ulaşmasını ve insanların şeyhlerinin
etrafında toplanmasını istiyorlar. Çünkü ayetin manası kişinin kendisiyiyle
Allah (celle celâlühü) arasında bir vasıta araması değildir. Kesinlikle kişinin
kendi görüşüyle ayeti tefsir etmesi caiz değilir. îbni Abbas ayette geçen
“vesile” kelimesinin yakınlık olduğunu söyler. Mücahid, Ebu Vail, Haşan,
Katade, İbni Kesir, Süddi ve îbni Zeyd gibi müfessirler, İbni Abbas’ın bu
görüşünü kabul ederler. Yakınlık manası ise Katade’nin söylediği gibi şudur:
“Yani Allah’a (celle celâlühü) itaat etmekle onu razı edeecek salih
ameller işlemekle Allah’a (celle celâlühü) yaklaşın demektir.”
İbni Kesir ise şöyle der:
“Tefsir imamlarının söylediği bu sözde hiçbir ihtilaf yoktur ancak ayette
geçen vesilenin bir diğer manası da vardır. O da cennetteki bir mertebedir. O
mertebeye Allah’ın (celle celâlühü) dilediği kullar ulaşır ve Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
“Vesileye ulaşanın ben olmayı ümit ederim ve kim benim vesileye
ulaşmam için dua ederse şefaatim ona dokunur.”[80]
Demek ki vesile salih amellerle Allah’a (celle
celâlühü) yaklaşmaktır. Yoksa Şeyhel-Kurdi’nin dediği gibi Kabe mesabesinde
olan şeyhle ona yaklaşmak değildir. Çünkü onun bu sözü Allah’ın (celle
celâlühü) Kur’an’da müşriklerin dili ile söylediği şu söze daha çok yakındır.
“Biz onlara bizi Allah’a daha da yaklaştırması için
ibadet ediyoruz.” (Zümer:
39/3)
Bu aracılık sistemi hristiyanlığın yanında bilinmektedir. Onların
yanında tevbekar kimsenin tevbesi ancak papazın vasıtasıyla kabul edilir.
Günahkar kişi işlediği günahı gelip rahibe anlatır itiraf eder ve rahipte onun
bu tevbesini kabul edip onun için duada bulunur. Sonrada tövbekar kişi malının
bir kısmını rahibe verir. Halbuki Allah Teala kula rahipten ve şeyhten daha
yakındır. Şöyle buyurur:
“Kullarım senden beni sorarlarsa ben onlara yakınım
dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim. O halde onlar da emrime
icabet etsinler ve bana iman etsinler ki belki doğruluğa ererler.” (Bakara:
2/186)
Evet ilim talebesinin elbette kendisine yol gösteren bir şeyhinin
(hocasını) olması ve onun ilminden faydalanması kaçınılmazdır ve bu meşru bir
iştir. Hatta hiçbir sakıncası olmayan müstehap bir ameldir. Fakat bu şeyhler
Nakşibendi’lerin şeyhleri gibi değildirler. Onlara tabı olan müritler akidevi
fıkhi açıdan yeterli kültüre sahip olmadıkları gibi şeyhlerin de böyle bir
amaçları yoktur. Onların amacı kendisine tabi olan müritleri Allah’ın (ç.c.)
zatında yok olmaya ulaştırmak onları belirli zikirler ve uydurulan virdler
üzerinde toplamak tek amaçlarıdır. Böyle bir şeyhlik sistemi ise ilim
talebesinin arayacağı bir çeşit şeyhlik değildir. Nakşibendi’lerin yaninda
şeyhlik sistemi diktatörlük bir sistemdir. Müridin alışveriş yapmasını,
evlenmesini, alıp vermesini, şeyhin izni olmadan yapmasını yasaklar onun şeyhine
görüş belirtmesini, ona itiraz etmesini meneder, sürekli olarak şeyhine hizmet
etmeyi, onun uğrunda malını harcamayı meneder ve bunu salih amellerden daha
faziletli olduğunu söylerler. Bu şeyhlik midir yoksa sömürgecilik midir?
Sonra onlar
müridin şeyhin vasıtası olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemeyeceğini
söylüyorlar Şah-ı Nakşibend şöyle der:
“Zikrin
edeblerinden birisi de şudur. Mürid şeyhine yönelerek ondan medet ister ve
bekler ve o olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemeyeceğini buna gücünün
yetmediğini hayal eder.”[81]
Demek kı
mürit yalnız olarak şeyhi olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemiyor, ona dua
edemiyor halbuki bu gibi şeyler hristiyanların dinlerinde vardır. İslam
dininde kesinlikle böyle bir şey yoktur. Onların şirkini arttıran ve zikrin rükünlerinden
olan bir diğer şey de şudur:
“Mürit
Allah’a (celle celâlühü) yönelmek ve dua etmek istediği her vakitte şeyhinin
suretini hayalinde canlandırır ve ondan medet isteyerek rabbine yalvarır. Bu
kimse nasıl ihlasla ve samimiyetle rabbine yönelebilir.”
Müridin
devamlı olarak şeyhinin suretini iki gözünün arasında düşünmesi
Nakşibendi’lerin yanında zikrin temellerinden biridir. Bu ise müridin yalnız
olarak Allah’a (celle celâlühü) yönelmesine mani olur. Yoksa bu kimseler
namazın yarısını Allah’a (celle celâlühü) diğer yarısını da şeyhe vermek
istiyorlar. Halbuki namaz kılan kimse namazında riyakarlık yapmaktan nehy
edilmiştir. Yine o kişi birisinin kendisine baktığını hissetiğinde süslü olarak
namazını kılması veyahut ta huşulu imiş gibi namazı kılmaktan nehyedilmiştir.
Akıllı kimse namazının sevabının azalmamasına gayret eder ve namazıyla
Allah’ın (celle celâlühü) rızasından başka kimsenin rızasını aramaz. Namazında
dünyevi hiçbir şeyi düşünmez öyle ki öncekiler şöyle dediler:
“Namaz uhrevi
bir iştir ona girdiğin zaman dünyadan kesilirsin ve bu sadece namaza has olan
bir olay değildir. Aksine bütün iyi işlerde bu şekilde olmak gerekir.
Riyakarlıktan uzak sadece Allah’ın (celle celâlühü) rızasını düşünmek
gerekir.”
Bizler namaza
girdiğimiz zaman dünyaya ait işlerin fikrimizde dolaşmasından ve düşünmekten
nehyedildik. Çünkü o ânda yüzümüzü çevirdiğimiz tüm kainatın sahibi bir olan
Allah’adır (celle celâlühü) kıblemiz onadır. Bu konuda hiçbir şeyh, veli,
peygamber veya hiçbir mahluk fikrimizde olmaması gerekir.
ÇNasıl ki namazda Allah’a (celle celâlühü) yöneliyoruz ve bu İhlasın
garantisi için zaruri ise aynı şekilde Allah’ı (celle celâlühü) zikir ve dua
esnasında ve bütün iyi amallerde sadece onu düşünmek ve onun rızasına muvafık
olmasını dilemek gerekir. Kim Allah’a (celle celâlühü) yaklaşmak için bir şeyh
edinmemizi şart koştu ve onu namaza durmak için Kabe’ye yöneldiğimiz gibi
şeyhi de Kabe’nin mesabesine koymasını söyledi. Kim şeyhin suretini kendi
hayalimizde canlandırıp Allah’a (celle celâlühü) yöneldiğimiz her vakitte böyle
yapmamızı emretti. Bu İslam dininde asla yoktur. Bu düşünce ancak
Mazdek’lilerin ve değişik şirk dinlerine sahip olanların ve hristiyanların
inancına göre sahihtir?)
Şeyhler bu
egemenlikten daha fazla ne istiyorlar. Onlar müritleri mallan ve canlarıyla
esir alıyorlar ve şer’an caiz olan ve olmayan şeylerde onlar hakkında
tasarrufta bulunuyorlar. Onlardan kendilerine hizmet etmelerini, itaat etmelerini
istiyorlar şeriata muhalif bile olsa kendilerine itiraz etmemelerini
söylüyorlar kendilerinin Allah’la (celle celâlühü) onlar arasında bir vasıta
olduğunu Allah’a (celle celâlühü) yönelen kimselerin hayallerinde onların
sürerini yerleştirmesini söylüyorlar. Acaba hangi sultanlık bu makam ve
mevkiyi sağlayabilir. Böylelikle onlar bütün istediklerine kavuşuyorlar fakat
bütün bu kazandıklarının arasından bir tek şeyi kaybediyorlar o da Allah’ın
(celle celâlühü) rızasını kaybediyorlar. Bütün kazandıklarıyla Allah’ın (celle
celâlühü) gazabını kazanıyorlar. Çünkü onlar böyle yapmakla hristiyanlıktaki
rahip ve günahkar ikilemini İslam’da diriltiyorlar. Bu ise onlara günah olarak
yeter ve bunu en kötü şekilde fırsat bilip kullanıyorlar. Allah bizi onların
bu oyunundan korusun.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi Nakşibendi taifesinin şeyhleri ilim halkası sahipleri
değildirler. Fıkıh, akide ve hadis hakkında bilgileri pek yoktur. Onlar
tarikatın şeyhleridirler. Müridi kendi üsluplarına göre Allah’ın zatında yok
olmaya ulaştırırlar. Bu konuda ilme karşı takındıkları tavır diğer sofilerle
aynıdır. Çünkü onlar, ilmi kendilerini ibadetten meşgul eden birşey olarak
görüyorlar. Çünkü ilmin yolu gerçekten uzun ve zordur. Sofilerin yolunun
aksine ilim yolu onlara ağır gelir. Çünkü onlara göre mürit, ilmi vasıtasız
olarak Allah’tan (celle celâlühü) alabilir. Ona tecelliler peydah olur böylece
başkasının uzun bir zaman harcayarak kazandığı ilmi onlar bir saatte
kazanabilirler ve bunu ilahi tecelliler yoluyla elde edebilirler. Bu nedenle
kitaplar yoluyla ilim elde etmek onların yanında musibetlerdendir. Kuşeyri risalesinde
Ebubekir Varak’ın şöyle dediğini nakleder: '
“Müridin
afeti üçtür: evlenmek, hadis yazmak ve ilim yolculuklarına çıkmak.”[82]
Ebu Yezid
el-Bestami hadis ehline hitap ederek şöyle dedi:
“Siz ilminizi
Ölüden onlar da ölüden aldılar. Biz ise ilmimizi hiç ölmeyen hep diri olan
(Allah (celle celâlühü)) dan aldık.”[83]
n
Acaba Ebu Yezid’in bahsettiği hadis ehli kimselerin kendilerinden ilim
aldığı ölüler kimlerdir onlar ilimlerini tabiinlerden, onlar da sahabelerden,
sahabeler de Rasulullah’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu ilmi aldılar.
Allah (celle celâlühü) Rasulu hakkında şöyle buyurdu:
“Eğer ona itaate ederseniz hidayetfe erersiniz.”
(Nur: 24/54)
Demek ki hidayet ancak hadis ehlinin yoluyla olur kim bu yolun dışında
bir yol ararsa ve bu yolun dışında bir din edinirse bu ondan asla kabul
edilmeyecektir. Çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Kim İslam’dan başka bir din isterse bu ondan asla
kabul edilmez ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olur.” (Al-i İmran:
3/85)
Mümin kişi Allah Tealanm şu nidasını işitince:
“Allah’a ve raulune itaat ediniz”
O kimse eğer Allah ve rasulunun emir ve yasaklarını bilmezse bunu nasıl
yapacaktır. Çünkü sünnette olan çok işler Kur’an’da bulunmamaktadır. Allah
Teala kitabında,
“Namazı kılınız.” (Nur:
24/56)
buyuruyor. Namazın nasıl kılınacağını ve keyfiyetini ayette izah etmiyor
yine Allah Teala:
“Namaz mü’minler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” (Nisa: 4/103)
Buyuruyor ve bu namaz vakitlerini belirlemiyor. Bizler eğer namazın nasıl
kılınacağını ve namaz vakitlerinin ne zaman olduğunu sünnet yoluyla bilmezsek
nereden bileceğiz demek ki hadisi yazmak ve onunla uğraşmak müridin bir musibetidir
demek doğru değildir. Ve İslam dininin iki din olması asla sahih değildir.
Birisi Ebu Yezid’in Allah Tealanm rasulu vasıtasıyla gönderdiği dine muhtaç
olmayıp bizzat onu rabbinden alması diğeri de Allah’ın (celle celâlühü)
Rasulune indirdiği dindir. Allah Teala rasulune indirdiği din hakkında şöyle
buyuruyor:
“İşte benim dosdoğru yolum budur ona tabi olunuz.
Başka yollara tabi olmayınız ki sizi onun yolundan saptırmasın.” (En’am:
6/153)
îşte bu ayeti, .
“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) kendisinden
asla kabul edilmeyecektir. O kimse, ahirette de hüsrana uğrayanlardan
olacaktır.”
(Al-i İmran: 3/85)
Ayeti ile ele almak gerekir bu iki ayet kendisine başka bir din edinene
ve bu yoldan başka bir yol ile din edindiğini söyleyen kimselerin önünü
kesmektedir Allah’ın kitabında ve rasulunun sünnetinde belirttiği yoldan başka
din yoktur. Bu konudaki minnet Allah’ındır (celle celâlühü). Allah (celle
celâlühü) peygamberler göndermiş onlarla birlikte kitaplar indirip bu dini
sabit kılmıştır. O böyle yapmakla insanları cehenneme düşmekten korumuş ve
cennete girmelerine sebep olmuştur. Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Allah kendilerine içlerinden ayetlerini okuyan, onları arındıran ve
onlara kitap ile hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle müminlere şüphesiz
büyük bir lütuf ve minnette bulunmuştur.” (Al-i İmran: 3/164)
İbni Kesir ayette geçen hikmet kelimesinin sünnet olduğunu söyler
Allah'ın (celle celâlühü) kullarına en büyük nimeti de kendisine inananlara
Allahın kitabını okuması için peygamber göndermesi ve ona sünnet yoluyla
mücmel olan şeyleri izah etmesidir. Sünnet onun sözlerinde ve fillerinde belirginleşir.
Kur’an-ı Kerim bunun büyük bir nimet olduğunu açıklarken Ebu Yezid el-Bestami
ise bu yolu hor ve hakir görüp onu ölülerin ilmi diye isimlendiriyor. Ebubekir
Varak ise bunu müridin afeti olarak sayıyor. Onlar bu sözleri ile şeriata en
büyük darbeyi vurmakta ve insanların şeriatten yüz çevirmelerine davet
etmektedirler.
Hatta Kuşeyri
sofilerin meşhur olanlarından birinden şöyle anlatır ona:
“Sofilerin
Allah’la (celle celâlühü) beraber olmalarının edeb soruldu o meşhur kişi şöyle
dedi:
“Hakikat
aleminden ilme inmeleridir.”[84]
Yine Cüneydi
Bağdadi’nin şöyle dediği rivayet edilir sofiyle kaşrılaştığmda ona yumuşaklıkla
muamele et ve ona ilimle karşılık verme çünkü o yumuşaklıkla ünsiyet eder
ilimden ise kaçar.
Yine Cüneyd’e
birinin şu sözünden soruldu. Kari’den uzaklaş ve onunla ilişkini kes. Sofiye
ise yaklaş ve onunla ilişkini kesme; Ona Sofinin ve Kari’nin kim olduğu soruldu.
Cüneyd şöyle söyledi:
“Kari isimle
uğraşan kimsedir sofi ise müsemma ile uğraşan kimsedir” dedi.
Demek ki ilim
talabesi Cüneyd’in yanında Allah’tan (celle celâlühü) meşgul olmakta ve
Allah’ın (celle celâlühü) isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle vakit
kaybetmektedir. Sofi kimse ise Allah’ın (celle celâlühü) zatıyla uğraşmakta ve
meşgul olmaktadır ve diğerinin yaptığı gibi isimle uğraşmamaktadır. Hatta
Cüneyd bir başka yerde daha açık bir şekilde şöyle der:
“Yeni yola
başlayan kimsenin kendisini bu üç şeyle uğraştırmamasını tavsiye ederim eğer
bunlarla uğraşırsa maksuduna (Allah’ın (celle celâlühü) zatında yok olmayan)
eremez.
1- Geçimini sağlamak için çalışmak.
Ve ben
sofinin okumamasını ve yazmamasını tavsiye ederim çünkü böyle yapması onun için
durumunun dağılmamasına daha yakındır.
Ebu Süleyman
Dara’ni ise -ki oda sofilerin büyüklerindendirşöyle der:
“Eğer kişi
ilim tahsilinde bulunursa veya geçimini sağlamak için çalışırsa. Veya
evlenirse dünyaya meyletmiş olur.
Ebu Yezid
el-Bestami şöyle der:
“Allah’la (celle celâlühü) aralarında hicap olanlar üç kişidir. Zahit
kimse zühdü ile, abid kimse ibadeti ile, alim kişi de ilmi ile Allah’tan (c.c)
mahcuptur.” »
Bu kimselerin
yanında ilim kişiyi meşgul eden ve vakit kaybına neden olan bir şeydir hatta
ilim kişi ile Allah (celle celâlühü) arasında bir perdedir. Halbuki İslam
dininde ilim övülen bir şeydir bu nedenle muhadisler kitaplarında ilim
tahsiline teşvik etmişler ve onu yazdıkları kitapların ilk bölümü yapmışlardır.
Tahsil edilmesi nehyedilen ilim Allah’tan (celle celâlühü) başka gayelerle
tahsil edilen veya kendisiyle amel edilmeyen ilimlerdir.
Zira
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kim ilim
tahsil etmek için bir yola girerse Allah (celle celâlühü) o kimseye cennetin
yolunu kolaylaştırır.”[85]
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadiste de şöyle buyurur:
“İlim
öğrenmekle elde edilir.”[86]
Yine
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadiste şöyle buyurur:
“Allah
kimin için hayır dilerse onu dinde fakih kılar.”[87]
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadsite de şöyle buyurur:
“Alim
kişinin abid olan kişiye üstünlüğü benim sizin en düşünüğüze olan üstünlüğüm
gibidir.”[88]
Demek ki ilim
kişiyi Allah’tan (celle celâlühü) meşgul eden birşey değildir aksine cennete
götüren bir yoldur. Karanlıkları nura çeviren bir nurdur.
Tasavvuf sahiplerinin insanların avamini çağırdıkları zulmet hiç değildir.
Çünkü ilimle insanların yolu aydınlanır ve insanlar ilimle onların yanlış
olduğunu,aldatıcı sözlerini tanırlar ve bilirler.
İlimle kötülükler bilinir ve öğrenilen lim ile amel etmek sayesinde o
münkeri tamamen tanımış olur. Madem ki ilim sofilerin önünde duran bir taştır
onları bu yüzden uyku almamaktadır ve yollarına devam etmeleri için bir engeldir
bu nedenle yazdıkları kitaplarında ilim tahsilini terketmeye, ondan usandırmaya
teşvik ettiğini görürsün. Halbuki ilim olmadan kişi iyi ile kötüyü birbirinden
ayırdedemez. Onlar bildiği için insanları ilimden soğutuyorlar. Ve onları raks
halkalayrıyla meşgul ediyorlar. Bizi onların bulaştırdığı şeyden koruyan
Allah’a (celle celâlühü) sonsuz hamdü senalar olsun.
Korku ve ümit olmadan Allah’ın (celle
celâlühü) sevgisini iddia ederler:
Onların nazarında kim mücerred olarak ateşten korktuğu için veya cennete
girmeyi istediği için Allah’a (celle celâlühü) ibadet ettiğini söylerse o kimse
yanılmıştır. Eğer yaptığı ibadetten muradı onun sevgisine ulaşmaksa artık bu
sevgiye ulaşmak için hiçbir maslahat onu ilgilendirmez ateşten korkması kişiyi
ibadete zorlamaz çünkü böyle bir durumda kulun rabbiyle olan ilişkisi korku ve
saygı üzerine bina edilmiştir. Yine kulun rabbine olan muhabbeti bu korkudan ve
saygıdan dolayı oluşmaz. Bizim Allah’ı (celle celâlühü) sevmemiz birbirimizi
sevmemiz gibi değildir. Allah Tealaya ibadet korkuyla umut arası bir
ibadettir. Sürekli olarak Allah’ın (celle celâlühü) mekrinden ve tuzağından
korkmak korkmaktır. Çünkü kişi mümin olarak sabahladıysa onun kafir olarak
akşamlayacağında bir güvencesi yoktur. Eğer kişi ibadetinde en güzel hal üzere
bulunsa bile Allah’ın (celle celâlühü) cezalandırmasından ve azabından
korkması gerekir. İşte Ömer cennetle müjdelenen on kişiden biri olduğu halde
şöyle diyordu:
“Keşke Ömer’in annesi onu doğurmasaydı Ömer’in haricinde birçok
sahabeler kullar arasında en hayırlı kimse oldukları halde Allah’ın (celle
celâlühü) azabından emin değildiler. Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Onun rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar.” (İsra: 17/57)
Bir diğer ayette de şöyle buyurur:
“Ayetlerimize ancak kendilerine hatırlatıldığı
zaman hemen secdeye kapananlar büyüklük taslamadan hamd ile rablerini teşbih
edenler, korkarak ve ümit ederek rablerine yalvarmaktan yanları yataklarından
uzak kalanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda
sarfedenler inanır.” (Secde:
32/16)
İslam’ın bu hükmüne rağmen şeyh Muhammed Emin el-Kurdi kitabı Tenvir
el-Kulub’ta şöyle diyor:
“Seni seviyorum bununla cennetini ummadığım gibi ateşinden de
sakınmıyorum maksadım sensin.
Eğer mevlam sen olursan hangi cennetten ve hangi ateşten korunup
isteyeyim.” Yasin b. İbrahim’in söylediği ise bundan çok daha kötüdür.
“Allah’ın (celle celâlühü) fehli kimseler işlediklerine bakmazlar onlar
hep Allah’a (celle celâlühü) bakarlar”
Rabiat’ül Adeviye şöyle der:
“Cennetini umduğumdan ve ateşinden korktuğumdan sana ibadet etmiyorum
fakat senin kerim yüzünden dolayı sana ibadet ediyorum.” Sonra da şöyle dedi:
“Kim birşeyden korkarak veya bir şeyi umarak Allah’a (celle celâlühü)
ibadet ederse o Allah’a (celle celâlühü) gizli bir şirk koşmuş olur”
Arslan Dimeşki’den de şöyle bir söz nakledilir:
“İhlaslı kimselerin onu inkar etmeleri vaciptir çünkü kim cennet veya
ateşten dolayı ona ibadet ederse o kimse cennet ve ateşe tapmış olup tağuttur.”
Böyle
Allah’ın (celle celâlühü) korkusundan soyutlanmış bir sevgi ve Allah’tan
(celle celâlühü) korku ve ümitten soyutlanmış her ibadet kesinlikle doğru
birşey değildir ve Allah (celle celâlühü) sevgisinin ona yapılan ibadetin
korku ve ümitten soyutlanmaması gerekir. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Allah
(celle celâlühü) bir kulun kalbinde canı boğaza dayandığı zaman korku ve ümidi
bir arada bulundurmaz. Böyle bir anda Allah (celle celâlühü) ona umduğunu
verir, korkularından da emin kılar.”[89]
İbadette
korku ve ümit bir terazinin iki kefesi gibidir. Garip olan şu ki şeyh Arslan
Dimeşki Allah’a (celle celâlühü) ibadet eden her kimsenin cennetini umarak veya
cehenneminden korunmak için ona ibadet edeni tağut diye isimlendirmesi ne kadar
gariptir. O Allah Tealanın şu ayetine,
“Korku ve
ümitle ona dua ediniz.”
Muhalefet
etmekle yetinmediği gibi bu şekilde korku ve ümitle ibadet eden herkesi
tağutların zümresiyle haşrolacağını söylüyor. Taberi yukarıda geçen ayetin
ardında şöyle der:
“Allah (celle
celâlühü) için işlediğiniz amellerde Allah’tan (celle celâlühü) başka putları
ye ilahları ona ortak koşmayın yaptığınız amel Allah’ın (celle celâlühü)
cezalandırılmasından korkmak ve sevabını ummakla olsun. Çünkü kim bunun
haricinde bir şekilde Allah’a (celle celâlühü) dua ederse o ahirette
yalancılardan olacaktır. Kim Allah’ın (celle celâlühü) cezalandırmasından
korkmaz ve sevabını ummazsa Allah’ın (celle celâlühü) razı olmadığı, hatta
gazab ettiği bir işi işlemeğe aldırmaz ve kaçınmaz.”[90]
Allah (celle
celâlühü) Taberi’ye rahmet etsin ne kadar doğru söylüyor çünkü korku olmadan
yapılan ibadet takvanın azlığına ve Allah’ın (celle celâlühü) emrini hafife
almaya götürür bu nedenle Şibli şöyle dedi:
“Allah’ın (celle celâlühü) öyle kullan vardır ki cehenneme tükürdükleri
zaman o tükürükleri cehennemi söndürür”
Ebu Yezid el-Bestami ise şöyle diyor:
“Kıyametin kopup çadırımı cehennemin üzerinde kurmayı ne kadar
isterdim.” Bir adam ona;
“Neden ya Ebu Yezid” diye sordu. O şöyle dedi:
“Çünkü ben biliyorum ki cehennem beni gördüğü zaman hemen sönecektir ve
ben böylece bütün muhlukata rahmet olmuş olurum.”
Bir başka sözünde de şöyle der:
“Ateş ne ki Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki eğer onu görürsem
onu cübbemin bir parçasıyla söndürürüm”
Bir başka sözünde de şöyle der:
“Ey Allah’ım (celle celâlühü) eğer geçmiş ilmimde mahlukatindan birini
ateşle cezalandırmak varsa benim vücudumu öyle büyült ki ateş benden başkasını
içine almasın.”[91]
Ebu Yezid cennetin ise çocukların oyuncağı oduğunu söylüyordu ve şöyle
diyordu:
“Seni istiyorum sevabı umduğumdan dolayı değil fakat beni cezalandırman
için seni istiyorum”
Muhterem okuyucum sevgi iddia eden ve bunu dillerinden düşürmeyen
kimselerin Allah’a (celle celâlühü) karşı olan cüretini görün. Onların bu
cüreti cennet ve cehennemleri hafife almalarına götürdü. Hatta bazen onlarla
alay etmeye kadar götürdü. Böyle bir korku ve ümitten boş olan bir sevgi nasıl
olabilir. Böyle kimselerin cenneti ummamaları ye ateşten korkmamalarından
dolayı cennet ve cehennemi hafife alıp hatta alay etmeleri garipsenmez ve
şaşılmaz. Halbuki gerçek sevgi bu iki faktörden hali olamaz. Çünkü
Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahabelerinin duası
şöyle idi:
“Ey Allah’ım (celle celâlühü) senden cennetini
istiyor ve cehenneminden de sana sığınıyoruz.”[92]
Hatta bu dua
bizzat Rasulullah’m kendi dusaydı.
Buhari korku
ve ümitle ilgili hadisleri kitabında bir bölüm altında topladı Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Eğer
kafir Allah’ın (celle celâlühü) katındaki rahmetin ne derece olduğunu bilse
onun cennetine girmekten asla ümidini kesmezdi. Eğer mümin Allah’ın katındaki
azabı bilse onun cehennemine girmekten emin olmazdı.”[93]
Rasulullah’m
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözünün gereğince Ebu Yezid ve benzerleri
gibi mutasavıflar Allah’ın (celle celâlühü) ateşinden ve azabından emin
olmamaları gerekirdi. Tabi eğer gerçekten mü’min kimselerden iseler.
Ebu Yezid’in
garip olan sözlerinden bir başkası:
“Allah’ın
(celle celâlühü) öyle kulları vardır ki eğer cennette onu görmekten mahrum
bırakılsalar cehennem ehlinin ateşten çıkmak için yardım diledikleri gibi onlar
da cennetten çıkmak için yardım dilerler.”
Sözde geçen
lev (eğer) kelimesi işin gerçekleşeceğine yormak mümkün değildir. Allah Teala
cennet ehli kullarına kendisini görecekleri ve onlardan hiç kimseyi kendi görünmesinden
mahrum bırakmayacağını vaadetti.
Dolayısıyla
Ebu Yezid’in eğer cennette Allah’ı (celle celâlühü) görmekten mahrum bırakılan
kullar olsaydı sözü tamamen manasızdır ve böyle bir şeyi farzetmek bile
abestir. Bu söz ancak Mazdek gibi İslam dinin dışındaki görüşlerde doğru
olabilir yoksa İslam dininde böyle bir söz asla doğru olamaz. Cennet ehlinin
-Allah’ı (celle celâlühü) görmekten mahrum bırakıldıklarından dolayıcennetten
çıkmak için yardım dilemelerini farzetsek bile bulundukları cennet veya
cehennemden başka bir cennet ve cehennem yoktur ki nereye gidecekler cenneti
bırakıp cehenneme mi razı olacaklar yoksa Ebu Yezid onları cehennemin üzerinde
kuracağı çadırının içine mi alacak.”
Sofilerin konuştuğu aşık olma halindenTenvirel-Kulub’un sahibi şöyle
bahseder:
“Şunu iyi bil ki muhabbet üç bölümdür.
Avamın muhabbeti, Havasın muhabbeti, Havas’ul-Havas’ın muhabbetidir.
Avamın muhabbeti; avamın Allah’a (celle celâlühü) olan muhabbeti
Allah’ın (celle celâlühü) onlara nimetler vermesinden dolayı meydana gelen
muhabbettir.
Havasın muhabbeti ise, her türlü şüpheden arınmış bir muhabbettir.
Havas’ul-Havas’m muhabbeti ise, aşk olma halinden ibarettir. Öyle ki
böyle bir kişi aşık olduğu kimsenin nurunun tecellisinin karşısında erir ve
silinir.[94]
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün İnsanlardan daha çok
Allah’ı (celle celâlühü) severdi. Onun Allah’a (celle celâlühü) olan bu
sevgisinde hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ama mutasavvıfların bahsettiği sevgiye
insanların ulaşması aşık olan kimsenin aşık olduğu kimsenin nurundan erimesi
derecesi ise şüphelenilecek bir durumdur. Onların bu sözü gösteriyor ki onların
Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisi Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisinin daha üzerindedir. Halbuki
insanlar arasında rabbini en çok seven Rasulullah’dı (salla’llâhü aleyhi ve
sellem). Ondan daha çok seven Rabbini bulunamazdı. Buna rağmen onun
tasavvufçularm dediği gibi rabbine aşık olduğu söylenemedi ve nakledilmedi.
Allah Teala bazı kulları için kendisinin onları sevdiğini ve onların
da kendisini sevdiğini anlatırken bile bu kelimeyi kullanmadı ve,
“Onlar onu, o da onları sever.” (Maide: 5/54)
Buyurdu ve onlar ona o da onlara aşık oldu lafzını kullanmadı Allah
Teala rasulune bey at eden, onun uğrunda malını ve canını feda eden çoluk
çocuğunu bırakıp onun peşinden giden kimselere olan sevgisini açıklarken şöyle
buyurdu:
“Allah onlardan onlar da Allah’tan razı oldular.”
(Mücadele: 58/22)
Bir diğer ayette de Allah Teala şöyle buyurur:
“Ağacın altında sana beyat eden müminlerden Allah
elbette razı olmuştur.” < (Fetih:
48/18)
Cennetle müjdelenen on sahabi tüm mahlukat arasında peygamberler hariç
Allah’ın (celle celâlühü) en sevimli kullarıydı. Buna rağmen Allah Teala onları
aşık olmakla vasıflandırmadı. Bilakis onlar Allah’ın kendilerinden razı olduğu
ve Bedir’de onun uğruna savaşan müminlerin cümlesinden saydı.
Acaba Nakşibendi taifesi bu ilk faziletli kimselerden daha mı çok Allah’a
(celle celâlühü) yakındırlar Allah (celle celâlühü) onları daha mı çok seviyor
ki bu sevgilerini aşık olma hali diye isimlendirdiler. Yoksa bu şeriata bağlı
olmayan, şeriatın değer vermediği ve ölçmediği, esen bir salt duygu ve rüzgar
mıdır? Şu da herkesçe bilinir ki şeytan insanın duygularını sömürdüğü gibi
hiçbirşeyi sömürmez. Çünkü duygu aklı selim üzerinde bina edilen birşey
değildir.
Ebu’l Haşan en-Nuri bir adamın şöyle dediğini işitti:
“Ben Allah’a (celle celâlühü) aşığım o da bana aşıktır.” Adamın bu sözüne
karşılık en-Nuri şöyle dedi:
“Allah Teala onları, o da onları sever buyuruyor. Aşık olmak muhabbetten
daha üstün birşey değildir” dedi. Bundan sonra İbni Cevzi şöyle der:
“Dil bilimcilerin yanında aşık olmak ancak kendisiyle evlenilebilen
şeylerde olur.”
Kuşeyri
Dakkak’ın şöyle dediğini nakleder:
“Allah
Teala’ya aşık olunduğu söylenemez ve Allah (celle celâlühü) bu şekilde
vasıflandırılınamaz ,ne de kul kendi sıfatıyla Allah’a (celle celâlühü) aşık
olabilir. Dolayısıyla aşık olma diye bir hadise yoktur. Bu nedenle ne Hak Teala’nm
kullarına nede kulların Hak Teala’ya aşık olması mümkün değildir.
Şayet aşk
kelimesinin gerçek manasını bilmek istersen o da Arş’tır. Bu kelimenin
genellikle aşıkların lugatında bulunduğunu görürsün. Allah Teala ise onların
bu terimlerinden münezzehtir. Genellikle aşk sevgi duygusu ve cinsel ilişkiler
konusunda kullanılır.
Allah (celle
celâlühü) sevgisi kulun mabuduna olan sevgisidir yoksa aşık olanın maşukuna
olan sevgisi değildir. O öyle bir sevgidir ki sevilenin cezalandırılmasından
korkulur. Fitneye düşmekten ve kötü akibetten kurtulur. Yine o öyle bir sevgidir
ki ahirette Allah’ın (celle celâlühü) katında olan sevaplar umulur. Güzel
sonuçlar umulur yoksa Leyla’nın Mecnun’a olan sevgisi veyahut Anter’in ablasıne
olan sevgisi gibi asla değildir.
Sofilerin
Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisinde nameler, raksetmeler, kendinden
geçmeler, sevdiğini övmeler yer alır. Bu çeşit bir sevgi ise Allah Teala’nm
şanına yakışmaz. Aziz ve Cebbar olan Allah’ın (celle celâlühü) heybetine
yakışmaz. Bu ancak aşıkların kitaplarına yazdığı bir aşk olabilir. Sofilerin
aşk zannetikleri şey onların dişilik zamiri ile Allah’a (celle celâlühü) hitap
etmelerine kadar götürdü. Bu noktada İbni Farik’in bir kadına hitaben söylediği
ancak kadından maksadının Allah (celle celâlühü) olduğunu beyan ettiği meşhur
bir şiiri vardır. Ona göre Allah’ı (celle celâlühü) sevmek ile bir kadını
sevmek arasında hiçbir fark yoktur. Bilakis ona göre Allah Teala muhtelif
görüntülerle görünmektedir. Bazen bir kadının suretinde de görünebilir.
Muhterem okuyucu bu aldatıcı sevgiye dikkatlice bakın ve onun sözünün
böyle bir sevgide zerre kadar Allah (celle celâlühü) korkusu var mıdır? Böyle
bir şey ancak insanların gözlerinden uzak iki kişi arasında geçen bir aşk
olayıdır ve bundan ileriye geçemez. Çünkü korku ve ümidin olmadığı bir ibadet
kesinlikle ibadet olamaz onun gözünde Allah’a (celle celâlühü) aşık olmak bir
kadına aşık olmak gibidir. Bu kimseler ibadetin sevgisini bilemezler. Çünkü
onların nazarında ibadet ilahi aşktan mahrum olan kimselerin yaptığı şeylerdir.
Bundan sonra Envar adlı kitabın sahibinin Rabia’nm şu sözünü nakletmekte
şaşılacak bir durum olmaz:
“Seni kalbime koyup seninle konuştum cismimin benimle oturmayı
isteyenlerle oturmasına müsaade ettim.”
Ey Allah'ın (celle celâlühü) kulları bu hristiyanvari sevgiyi iyice düşünün.
Öyle ki o kendisiyle oturmak isteyen herkesle cesedinin oturmasını mübah
sayıyor. İşte bu sevgi kesinlikle korku ve ümidin bulunduğu bir sevgi
değildir. Aksine bu şehvet ve aşık olmanın içinde bulunduğu bir korkudur.
Allah Teala böyle kimselerin yolundan uzaktır ve haşa ki Allah (celle celâlühü)
böyle kimselerin söyledikleri vasıflarda bulunsun.
Bu kısa gezintiden sonra hakkı arayan herkesten ricam daha önce
düşündüğü şeyleri tekrar gözden geçirmesidir. Özellikle bu kitabı okuduktan
sonra bunu yapmasını rica ediyorum. Tâki bu hızlı tekrarda tarikatların
üzerinde bulunduğu durum ile Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
üzerinde bulunduğu bir durum arasında mukayese etsin. Şuna kesinlikle güvencim
tamdır ki arada çok farklar görecektir.
Biz bu kitabı yazmakla ihtilafları körüklemek veya fitneyi uyandırmak
veya bazılarının zannetiği gibi müslümanların arasında tefrika çıkarmak için
yazmadık. Çünkü İslam ümmeti zayıf ve oldukça dağınıktır. Sanki ümmet yiyicilerin
üzerine çullandığı bir hale gelmiştir. Ancak İslam akidesini yanlış anlamak
bazı müntesiplerinin bid’atlere sapmalarına mani olamamak. Bu dinde yine
bid’atlerin ortaya çıkarılmasına mani olamamak ümmetin içine düştüğü zillet ve
güçsüzlüğün temel sebeblerinden bir tanesidir. Bu nedenle böyle bir kitapçık
yazmaya kendimizi zorunlu hissettik. Böylelikle bu hacmi küçük kitapla
müslümanların yanlış düşüncelerinden birçoğunu düzeltmeyi umuyoruz. Tabi ki onlar
da bunu kabul ederlerse biz müslümanların sağlam ve sahih bir akideye sahip
olmasını Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabının sahip olduğu
akideden sapmamalarını istiyoruz. Yoksa müslümanların diğer milletlerin ve
dinlerin mezheblerin mensuplarının sahip olduğu akidenin müslümanların arasında
olmasını asla istemiyoruz. Müslümanların mecusilerden ve mazdeklilerden
etkilenmesini hiç mi hiç istemiyoruz.
Bu konuda vereceğimiz eh güzel örnek Ömer’in hilafeti zamanında
müslümanların misvak gibi bir sünneti işlememeleri ve ihmalkarlıkta
bulunmaları, müslümanların zafere ulaşmasını geçiktirmiştir. Bugün müslümanlar
bu halleriyle nasıl Allah’tan (celle celâlühü) zafer beklemektedirler. Çünkü
onlar İslami anlayışlarını İslam’dan olmayan bir çok kavramlarla arıştırdılar
ve kirlettiler. Yunan’lıların felsefi okullarından, Hinduslarm ve Budistilerin
öğretilerinden birçok şeyi dinlerinde olmayan İslam’a soktular. Bu bahsimiz
ümmetin fırkalaşmasma davet değildir. Aksine selefi salibinin, sahabenin,
tabiinin ve mezheb İmamlarının üzerinde bulunduğu sağlam akideye tekrar
dönmenin bir davetidir. Çünkü biz şunu iyi biliyor ve inanıyoruz ki inancın
sağlamlılığı ve sahih oluşu zaferin başlıca sebebidir ve yine biz inanıyoruz ki
eğer biz inancımızı ilk kaynaklardan -kitap ve sünnet kaynağındanalırsak
aramızdaki tefrikaların gideceğine ve ittifakın hasıl olacağına içten
inanıyoruz ama eğer her taife kendisinin ortaya çıkardığı şeylere tutunup ilk
kaynağı bırakırlarsa işte o zaman özlenen ittifak ve vahdet elde edilemeyecektir.
Her işte İslam’ın ilk kaynağına dönmeye mani olan nedir ki müslümanların kendi
aralarında söz birliğine çağırmaları başkalarının ittifak etmelerinden daha
evla değil midir? Dinde hiçbir şeyi ortaya çıkarmasınlar çünkü din kemale
ermiştir onda hiçbir noksanlık yoktur sonradan bid’atler ortaya çıkarmak dinin
kemal sıfatına terstir. Çünkü bid’at şey de fazlalık ve noksanlığın olmasını
gerektirir. Halbuki dinimiz İslam böyle bir fazlalık ve noksanlıktan uzaktır
çünkü böyle bir şeyi iddia etmek Allah’ın (c.e.) şu ayetini yalanlamak
demektir.
“Bugün size dininizi tamamladım ve üzerimizdeki nimetimi
tamamladım ye din olarak sizin için İslam’ı seçtim.” (Maide: 5/3)
Bu nedenle selefi salibinden biri şöyle demekle ne kadar doğru
söylemiştir:
Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadet etmediği ve yapmadığı
hiçbir şeyi siz de yapmayın İmamı Malik şöyle der:
“Kim dinde bir bid’at ortaya çıkarır ve bunun güzel olduğunu söylerse
Muhammed’in gönderildiği risalete hıyanet ettiğini iddia etmiş olur dilerseniz
şu ayeti okuyunuz:
“Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi
tamamladım size din olarak İslam’a razı oldum.”
O gün dinden olmayan birşey bugün de kesinlikle dinden olamaz ve bu ümmet
başlangıcına yeterli gelen şey sonuncularına da yeterli gelmedikçe ıslah
olamaz.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisine verilen risaleti
insanlara tebliğ etti Allah ta (celle celâlühü) bu risaletini kemale erdirip
tamamladı onda hiçbir ziyadelik ve noksanlık yoktur. İbni Mesud’dan rivayet
edilen bir hadiste Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Sizi
cennete yaklaştıracak bütün amelleri yapmanızı emrettim ve bildirdim sizi
cehenneme yaklaştıracak bütün amelleri bildirip onları işlemekten sizi
nehyettim.”[95]
Artık bundan
sonra bir kişinin dinde yeni birşey ortaya çıkarmasının ne faydası vardır yoksa
o Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine olan sevgisinden daha
mı çok bu ümmeti sevmektedir. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
ümmeti cennete yaklaştıracak ve onları cehennemden uzaklaştıracak her şeyi
onlara bildirmiştir. Yoksa bid’at çıkaranlar Rasulullah’tan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) daha çok bu ümmeti sevemezler veya bu ümmetin başına gelecek
şeylerden Rasulullah’tan daha çok korkamazlar çünkü bid’atın lisanı hali bu
manaya gelmektedir. Bid’at eksik olan birşeyi tamamlamaya Allah (celle
celâlühü) ve Rasulunun noksanlığını kemale erdirmeyi hedeflemektedir. Her
nekadar bu bid’atın ortaya çıkaranı maksadı olmasa da bid’at bu anlama gelmektedir.
Bu nedenle bid’atten Allah’a (celle celâlühü) sığınırız.
Muhterem
kardeşim gazabın ve kızgınlığın sadece Allah ve Rasulu için olsun Allah’ın
(celle celâlühü) kitabı ve Rasulunun sünneti için olsun yoksa filan şeyhin veya
filan şeyhin hatırı için olmasın, bundan sakın çünkü kitap ve sünneti korumamız
onları yüceltmemizle mümkündür. Bu dini yüceltmekle görevlisin, bu din için
çalışmakla yükümlüsün yoksa diğer insanlardan farkı olmayan kimseleri
yüceltmekle yükümlü değilsin çünkü onlar da insanlar gibi hata ettikleri gibi
doğru da yapabilirler. İşte ben bunu okuyucularıma açıklamak istedim.
Sözümüzün
sonunda Allah Tealadan sinelerimizi hakka açmasını ve bizi kitabına ve
Rasulunun sünnetine tutunmakla rızıklandırmasını kitap ve sünnette olmayan
bid’atler çıkarmaktan bizi lüffuyla korumasını diliyorum.
Elbette o duaları işiten ve kabul edendir.
Allah’a (celle celâlühü) sonsuz hamdu senalar olsun. Rasulune ebede kadar
selatu selam olsun bizi onun yolundan ayırmasın. Cennette beraber olmayı
bizlere nasip etsin. Amin.
[3] İbn
Mace: 35; Hakim: 1/96.
[4] Müslim: 182; Buhari: 6/113; Nesai: 1/325.
[5] Ebu
Davud: 1369.
[6] Buharı:
6/116; Müslim: 1401; Ahmed: 3/285; Beyhaki: 7/77.
[7] Ahmed: 4/156; Hakim:
4/384.
[8] Ebu
Davud: 3883; İbn Mace: 3576; Ahmed: 1/381.
[9] Tenviru’l-kulub: 44.
[10] Tirmizi:
3372; Ahmed: 4/188; İbn Hibban: 2318;
İbn Mace: 3838; Hakim: 1/495.
[11] Buhari:
8/308; İbn Mace: 3837. İbn Hibban sahih.
[12] İbn
Mace: 1861; Tirmizi: 3094; Ahmed: 5/278
Albani’nin sahihinde 5231 nolu hadis.
[13] Darimi:
1/115; Ahmed: 3/387.
[14] İbni Kesir: 2/221;
Taberi: 8/147.
[15] Bühari: 7/162;
Müslim: 2704; Taberi: 8/147.
[16] Buhari: 7/168;
Müslim: 2694; Tirmizi: 3463.
[17] Tirmizi: 3409 ve İbn
Huzeyme’nin Sahih’i.
[18] Ahmed: 3/198.
[19] Mevahib:
108.
[20] Mevahib:118.
[21] Mevahib:
118.
[22] Müslim:
J440; Buharı: 8/106.
[23] Müslim: 1839;
Buhari: 8/106.
[24] Mevahib: 133.
[25] Müslim:
2620; Ebu Davud: 4090.
[26] Mevahib:
130.
[27] Mevahib:
145.
[28] İbn Huzeyme: 185.
[29] Müslim: 291.
[30] Müslim:
289.
[31] Müslim: 287.
[32] Mevahib: 317.
[33] Şahı
Nakşibend’in kendisi Arifan saraylarında oturmayı caiz görüyor da
müritlerinden birinin yüz dinar sahibi olmasını caiz görmüyor.
[34] Tenviru’l-Kulub:
482.
[35] Ahmed:
5/286.
[36] Buhari:
8/5; Müslim: 1627.
[37] Taberi Tarihi: 3/54. '
[38] Buhari: 7/161;
Müslim: 589; Nesai: 2/315; Tirmizi: 2/263.
[39] îbn Mace: 3842;
Hakim: 1/531.
[40] Buhari: 7/161;
Müslim: 2840.
[41] Sahih
el-Cam’i: 5684.
[42] Tenvirul
Kulub: 479.
[43] el-Bahr
er-Raik: 3/94.
[44] Tenvirul Kulub: 534.
[45] Buhari:
2/90; Müslim: 530; Ahmed: 6/146.
[46] Müslim:
532.
[47] Mevahib: 142.
[48] Mevahib:
182.
[49] Buhari:
2/246; Müslim: 186;
[50] Beyhaki:
7/78.
[51] Mevahib: 134.
[52] Buharı: 2/23; Ahmed ve İbni Mace’de de aynı
rivayet bulunur.
[53] Şifa’ul-Alil:
104.
[54] Mevahib:
177.
[55] Telbisu iblis: 386
[56] Kuşeyri
risalesi: 151; Tarihi Bağdat: 8/121.
[57] Ahbar Hallaç: 35.
[58] Tabakat
el-Kubra: 1/16; Bidaye ve’n-nihaye: 11/140.
[59] Tavasin
Hallaç: 42.
[60] Bidaye
ve’n-Nihaye:l 1/134; Tarih Bağdat: 8/115.
[61] Ahbar
Hallaç: 16; Tevasin Hallaç: 134; Tarih Bağdat: 8/129.
[62] Envaru’l
Kudsiye: 134; Ahbar Hallaç: 53
[63] Mevahib:
48.
[64] Mevahib:
57.
[65] Mevahib:
47.
[66] Envar’ul
Kudsiye: 103.
[67] Mevahib: 55.
[68] Tenvirul
Kulub: 469.
[69] Envar’ul-Kudsiye:
100.
[70] Mevahib:
61.
[71] Mevahib: 50.
[72] Tenvirul kulub: 578.
[73] Mevahib: 163.
[74] Mevahib: 79.
[75] Mevahib: 494.
[76] Mevahib: 323.
[77] Buhari: 1/98; Müslim: 556; Ebu Davud: 914;
Ahmed: 6/37.
[78] Tenvirul kulup: 578.
[79] Mevahib: 313.
[80] İbni
Kesir: 2/52; Fethul kadir: 2/38; Taberi Tefsiri: 6/146.
[81] Mevahib:
170.
[82] Risale-i
Kuşeyriye: 92.
[83] Mevahib: 49;
Tabakati Şarani: 1/5.
[84] Risalei
Kuşeyri: 126
[85] Buhari: 1/25; İbn
Mace: 236.
Ebu Davud ve Tirmizi İlim bölümünde hadisi zikrederler.
[86] Buhari:
1/25.
[87] Buhari: 1/25; İbn Mace: 208.
[88] Tirmizi:
2686.
[89] Tirmizi:
1/183.
[90] Taberi
Tefsiri: 8/147.
[91] Telbisu
İblis: 341.
[92] Buhari:
7/159; Müslim; 2690; Ebi Davud Sünen: 1127.
[93] Buhari:
7/182.
[94] Tenvir’ul
Kulub: 487.
[95] Hakim: 2/4; Taberani: 2/166.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar