Print Friendly and PDF

NAKŞİBENDİLİK...Abdurrahman ed-Dımeşkıyye


TAKDİM

Bir olan Allah’a (celle celâlühü) hamdolsun. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salatu selam olsun.

Muhterem kardeşimiz Abdurrahman Dimeşki’nin Nak­şibendilik tarikatı hakkında yazdığı bu küçük araştırmayı okudum. Bu küçük araştırmanın hedefine vardığını gör­düm ve gereken hakkını verdiğini buldum. Bu küçük araş­tırmasında tasavvufi ekollerden biri olan Nakşibendiliği ve içinde bulunduğu bid’atları, hurafeleri ve sapmaları en gü­zel şekilde açıklamıştır. Bütün bunların sünnetten uzaklığı­nı, selefi salihinin inanç ve akidesiyle bir alakasının olma­dığını açığa çıkarmıştır. Böyle yaparken sevgili kardeşi­miz sahih kaynaklara ve izahlara dayanmış, naklettiği yer­leri baskılarıyla birlikte belirtmiştir. Aynı zamanda söyle­diklerini kitap ve sünnetten apaçık delillerle desteklemiş, böylece yazdığı bu küçük araştırma okuyucuya Nakşiben­di’lik hakkında kesin bir fikir vermiştir. Tabi ki bu araştır­mayı anlayarak, insaflıca, heva ve hevesten, taassupluktan uzak bir şekilde okunursa bu kitaptan faydalanacağından kuşku duyulmaz.

Allah (celle celâlühü) yaptığı bu amelinden dolayı kardeşimize sevabını esirgemesin. Çalışmasına karşılık Allah (celle celâlühü) on­dan razı olsun. İslamdan şüpheleri yok etmek için bu gibi ki­tapları yazmaya onu muvaffak kılsın zira İslama yöneltilen bu şüpheler müslüman topluluklar arasında oldukça yayıl­mış ve bir çok İslam ülkelerinde bu şüpheler yerleşmiştir. Bu şüpheleri kabul edip ona inanan ve ona boyun eğen halk yı­ğınları oluşmuştur ve bu şüphelerin doğrunun bizzat kendi­si olduğuna inanmışlar açık sünnet ve tevhidi de şirk ve de­lâlet saymışlardır. Allahu tealadan sapıtan müslümanları doğru yola erdirmesini ve bu küçük araştırma ile onlara faydalı olmasını dileriz.

Selat ve selam Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ailesine ve arkadaş­larının üzerine olsun.

Abdullah Abdurrahman el-Cibri

ÖNSÖZ

Hamd sadece Allah’adır (celle celâlühü). Ona hamdeder ondan yardım, hidayet ve mağfiret dileriz. Nefsimizin işlediği kö­tülüklerden ve çirkin amellerimizden Allah’a (celle celâlühü) sığını­rız. Allah (celle celâlühü) kimi hidayete erdirirse onu saptıracak hiç kimse yoktur. Şehadet ederim ki Allah’tan (celle celâlühü) başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun kulu ve Rasuludur. Allah (celle celâlühü) onu insanlara müjdeleyici ve korkutucu ve hakka davet edici olarak gönderdi. O Allah’ın (celle celâlühü) kendisine verdiği bu emaneti hakkıyla eda etti. Risaletini tebliğ etti ve bütün bunlara insanlığı şahit tuttu. On­lar da Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emaneti eda ettiğine, gönderil­diği risaleti tebliğ ettiğine şahit oldular. Artık bundan son­ra hiçbir kulun Allah (celle celâlühü) katında delili ve özrü olamaz. Zi­ra Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizi öyle bir hidayet yolu üzere bırak­tı ki onda asla gizlilik yoktur. O şöyle buyurdu:

“Sizi apaçık bir yol üzere bıraktım gecesi gündüzü gi­bidir. Benden sonra o yoldan sapan helak olur.”[3]

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizi cennete yaklaştıracak hiçbir şe­yi açıklamadan bırakmadı ve onları yapmamazı emretti ve yine cehenneme yaklaştıracak hiçbir şeyi bırakmadı ki, bi­zi ondan sakındırdı ve işlemekten nehyetti. Allah (celle celâlühü) onun hayrını ve sevabını verip mükafatlandırsın.

Bu konunun yanımdaki değeri ve önemi büyüktür. Çün­kü son zamanlarda bu konu hakkında çok sözler söylendi. Özellikle Nakşibendi’lik tarikatının sünnetle olan bağlantı­sı konusunda çok şeyler söylendi.

Ben de şunu iyi biliyorum ki bu tarikata bağlı olan çoğu kimseler kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Kimisi bu ta­rikatın sünnete uygun olduğunu ve her halükarda sünneti araştırdığını virdlerinin ve zikirlerinin sünetten alındığını söylemektedirler. Buna karşılık diğer bir taife de kendilerin­ce yeni virdler ve hizipler oluşturmuşlardır. Gizli zikir “Hacegan Hatmesi” gibi zikirler ve virdler ortaya çıkarmışlar­dır. Bunun sünnetle hiç bir bağlantısı olmayıp yeni ortaya çıkartılmış bid’atlardır.

İşte bu nedenle biz de bu tarikatın hakikatini ve üzerine bina olduğu temel prensiplerini açıklamak istiyoruz. Bu konuda Allah’ın (celle celâlühü) bize yardim etmesini diliyoruz.

GİRİŞ

Değerli okuyucudan bu kitabı okuduğu süre içerisinde şu üç sözü hatırlamalarını ve unutmamalarını tavsiye ediyorum. Çünkü bu üç söz bu taifenin en büyüklerinin sözü olup bu tarikatın temelini teşkil eden ve onu savunan kimselerin sözleridir ve bu tarikatın temelinde sünnete dayandığını içinde asla bid’atların olmadığını söylemektedirler.

1-    Tenviru’l-Kulub adlı kitabın sahibi şeyh Muhammed Emin el-Kurdi şöyle diyor:

“Nakşibendi’lik tarikatının yolu Ehl-i sünnet ve’l-cemaat inancının yoludur. Ehl-i sünnet ve’l-Cemaat’m inan­cı ise, temelinde sahabenin yoludur. Ona hiçbir şey ziyade etmeyip ondan hiçbir şey de eksiltmediler.”

2-    Yasin b. İbrahim es-Senhuti şöyle dedi:

“Şunu bil ki Nakşibendi’lik tarikatı sahabenin yoludur. Temelinde onlara dayanmaktadır. Hiçbir şeyi eksiltmeyip ona hiçbir şey eklemediler.”

3-   Şeyh Muhammed Barisa (ki bu şeyh Nakşibendi’nin evlatlarından birisidir) şöyle diyor:

“Höcanm (şahı Nakşibendi kastediyor) tarikatı bütün tarikatlardan üstün olup onlar da bunu kabul etmektedirler. Çünkü o tarikatını doğruluk, vefa, şeriata ittiba, Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olma, bid’atlardan kaçınma ve hevaya muhalefet etme üzerine kurmuştur.”

İşte biz bu küçük araştırmamızda bu sözlerin gerçekliği­ni ve hakikatini araştırmak ve açıklamak istiyoruz. Bu söz­lerin gerçekten doğru olduğunu süzmek ve beyan etmek istiyoruz. Okuyucudan yukarda zikrettiğimiz bu sözleri da­ima zihninde bulundurmasmı rica ediyoruz. Ta ki onların ta­kip ettiği yol ile bu sözler arasında bir mukayese yapabilsin ve gerçek ortaya çıksın ve şunu öğrensin ki gerçekten şeyh Nakşibend bid'atlardan kaçınıp şeriata ve Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olduğunu öğrenebilsin. înşaallah biz­de bunu öğreneceğiz ve bileceğiz.

Abdurrahman Dimeşki

Günümüz Nakşibendiliği Hakkında

Kısa Bir Kaç Kelime:

Bugünkü Nakşibendilik dünkünün aynısıdır. Hiçbir şey değişmemiştir. Bu nedenle aralarında hiçbir ayırım yap­madık. Fakat önümüzde Nakşibendi’lerden birine ait iki makale vardır.

1-    Allah’a (celle celâlühü) çok ibadetin (nafilelerde) bid’at olma­dığına dair deliller.

2-    Velilerle ve mürşidi kamillerle savaşmanın tehlikesi.

Birinci makale çok ibadet yapmanın caiz olduğunu ispat­lamak istemiştir ve bundan nehyedildiğine dair hiçbir delil bulunmadığını söylemek istemiştir. İbadetlerde sınırın olma­dığını ispatlamaya çalışmıştır.

Buna cevabımız: “Evet ibadet şer’i bir iş olup güzeldir. Tabiki bu nafileler yönünden böyledir. Zira farzların hük­mü vaciptir yerine getirilmesi gerekir. Ancak çok ibadet yap­manın sınırı olmadığını söylemek ve şeriatın buna bir sınır­lama getirmediğini söylemek yanlıştır. Çünkü sahih sünnet­lerde bu açıktır ve sahih sünnetler yukardaki sözü söyleyen kimselerin aksini ispatlamaktadır. Sahih hadislerde çok ibadet yapmanın (nafilelerde) sahih olmadığını ancak Al­lah'ın (c.c) belirlediği ölçülerde sahih olduğunu bize bildir­mektedir.

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sürekli oruç tutmayı yasaklamıştır. Halbuki oruç tutmak bir ibadettir ibadet ise bid’at değildir. Ancak orucun peşpeşe tutulması ve iftar etmeden ertesi günde oruç tutulmasında Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine muhalefet vardır. Çünkü o şöyle buyurmuştur:

“Ebedi olarak (herzaman) oruç tutan oruç tutmam tır.”

Ve bu sözü iki defa tekrarladı. İşte oruç ibadet olmasuia rağmen devamlı tutmaktan nehyedilmiştir.

El-Hilye sahibinin rivayet ettiği:

“Osman (r.a.) ebedi orucu tutardı”

şeklindeki rivayeti sahih değildir. Çünkü sahabeler sün­nete en çok tabi olmaya çalışan kimselerdi. Ayrıca el-Hilye adlı kitapta sayılamayacak kadar çok uydurma hadisler vardır. Yine makalenin sahibi Ebu Hanife’nin Kur’an-ı Kerim’i iki rekatta okuduğunu söylemektedir. Bunun Ebu Hanife’ye nisbet edildiğinin'sâhih olduğunu asla bilmiyorum. Tek bildiğim şey Allah (celle celâlühü) Rasulunun Abdullah b. Amr’ı üç günden daha az bir surede Kur’an’ı okuyup hatmetmesin­den nehyettiğini biliyorum. Ve ona Kur’an’ı haftada bir hatmetmesini emretmişti. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:

“Kur’an’ı ayda bir hatmet” demiş. O da:

“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm ye­ter” demişti. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“O halde her yirmi günde bir Kur’an’ı hatmet” dedi.

O:

“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm ye­ter” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“O halde on günde bir Kur’an’ı hatmet” dedi. O:

“Ya Rasulallah benim bundan daha fazlasına gücüm ye­ter” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“O halde onu haftada bir hatmet ve bundan daha aza da inme. Çünkü hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerinin senin üzerinde hakkı vardır. Cesedinin senin üzerinde hakkı vardır.”[4] buyurdu.

Aynı şekilde Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Osman b. Mazun adlı sa­habenin kadınlardan uzaklaşmasını ve onlarla yatmamaktan nehyetmiştir ve ona:

“Ey Osman! Ben ruhbanlıkla emredilmedim. Benim sünnetimden yüz mü çeviriyorsun?” dedi. Bir diğer riva­yette de:

“Ey Osman! Bize ruhbanlık farz kılınmadı. Senin için ben güzel bir örnek değil miyim?”[5]

Bu iki hadisten daha kapsamlı olan bir başka hadis te var­dır ve bu hadisler makalenin sahibinin Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolundan ve müsamahakar öğretilerinden ne kadar uzak olduğunu okuyucuya göstermektedir.

Enes b. Malik anlatıyor. Üç kişilik bir grup Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zevcelerinin evlerine geldiler. Onlara Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadetinden soruyorlardı. Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zevceleri onlara Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadetini ha­ber verince gelenler sanki bunu az buldular ve şöyle dedi­ler:

“Biz nerede, Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nerede. Onun geçmiş ve gelecek günahları affedilmiştir.” Birisi:

“Ben geceleyin hep namaz.kılacağım ve hiç uyumayaca­ğım” dedi. Diğeri:

“Ben ise gündüzleri asla yemek yemeyeceğim ve hep oruç tutacağım” Üçüncüsü de:

“Ben de hiç evlenmeyip kadınlardan uzak duracağım.” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların yanına geldi ve onlara:

“Şöyle şöyle söyleyenler sizler misiniz?” diye sordu.

“Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki Allah’tan (celle celâlühü) en çok korkanınız benim ama yine de bazen oruç tutar, bazen tutmam, geceleri bazen uyur, bazen namaz kılarım ve ben kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”[6]

İşte Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnet budur. Çok ibadet ya­pan kimseler onun bu sünnetini az buldular. İşte Abdullah b. Amr Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona bir gün oruç tut bir gün iftar et yani tutma demiş o da:        

“Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter” dediği hal­de Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:

“Bundan daha faziletlisi yoktur” demiştir.

Elbette ibadete mani olan engeller ve duvarlar vardır. Bu­nu kulların rabbi olan Allah (celle celâlühü) koymuştur. Bu sınırları aş­mak helede daha çok hayra ulaşmak niyetiyle bunu yapmak asla caiz değildir. Zira şeytan nice ihsanları hayır kapıların­dan gelerek onları kötülüklere bulaştırmıştır. Zira şeytan na­maz kılan kimseye gelir ve ona hayırlı bir işi hatırlatır. Na­mazı bitirir bitirniez hemen filana sadaka vermek için ace­le etmesi gibi. Evet işte bu düşünce namazını eda ettiği sü­rece onun zihnini meşgul eder ve namazını güzel bir şekil­de eda etmesine mani olur. Aynı şekilde şeytan kullara çok ibadet yapmakla da oyun oynar ve onları tuzağına düşürür. Eğer Allah (celle celâlühü) Rasulu çok ibadetin daha faziletli olduğu­nu bilseydi oruç ve benzeri gibi ibadetler için Abdullah b. Amr’a.

“Bundan daha faziletlisi yoktur”

demezdi. İşte bu hadisler makale sahibinin sözlerinin doğru olmadığına delil olarak yeter. Rabbani şöyle diyor:

“Şeriat Allah’ın (celle celâlühü) kâtımızdaki emanetidir. Onun yo­lunda yürümemiz için onu bize bağışlamıştır. Yoksa onda ta­sarruf etmek onda tadilatlar ve kelimeler yapmak bizim işi­miz değildir. Allah’ın (celle celâlühü) dili boynumuzda bir emanettir. Onda olmayan şeyleri ona eklemek ve ziyadeler yapmak abestir, emaneti kaybetmektir ve şeriati hafife almaktır, îbn Mes’ud’un söylediği söz ne güzeldir.”

“Sizler şeriata tabi olunuz yeni bid’atlar çıkarmayınız. O size yeter.” Evet uyacağımız şeriata uygun az bir şey yeni ortaya çıkardığımız çoğu bid’atlerden daha hayırlıdır.-

îkinci makale ise, -ki velilerle ve mürşidi kamillerle sa­vaşmanın tehlikesi başlığı ile idi. Makalenin sahibi bunun­la velilere bağlanmaya davet etmektedir ve onların yaşan­tılarına azı dişleriyle sarılmamızı söylemektedir. Çünkü Allah Teala kulları arasında onları büyük nimetlere ve nurani feyzlere ulaştırmıştır.

Allah Teala şu ayeti:

“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla be­raber olun”         (Tevbe: 9/119)

Velitere has olduğunu delil olarak getirmiş ve onların sa­dıklardan olduğunu söylemiştir. Halbuki onlar ayetin zahi­rine göre bunun insanlar için acil bir nida olduğunu ve in­sanların makalenin sahibinin şeyhine -ki o şeyh Osman Siracuddin’diryönelmelerine davet etmiştir.

Makale sahibinin ümmetin böyle kişilere bağlanmaları­nı ve onların yaşantılarına azı dişleriyle sarılması gerekti­ğini söylemesi ise tamamen yanlıştır. Çünkü böyle bir da­vet insanları kişilere davet etmektir yoksa dine davet etmek değildir. Çünkü makale sahibinin insanları Allah'ın (celle celâlühü) ki­tabına ve Rasulunun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tutunmaya davet et­mesi gerekirdi. Bu ikisinin dışındaki herşeyin bid’atları onlara muhalif olanları müslümanlarm içine düştüğü muha­lif şeyleri arkaya atmalarına davet etmesi gerekirdi. Ama o şeriatın bid’atlerden nehyettiğini dinde yine şeyler çıkarma­nın yasak olduğundan hiç bahsetmemiştir. Çünkü Nakşiben­dilik bid’atlerle hurafelerle doludur. İnsanları bir kulun şahsında yok olmaya davet etmektedirler. Öyle ki onlardan biri: “Hak benim” diyebilmektedir. Gerçekte onların çok zik­re davet etmesi kalplerinde korkunun peyda olması için de­ğil aksine kendi zanlarınca Allah’ın (c.ç.) dışındaki masivadan yok olmak içindir. İşte o zaman kendilerinin o olacağı­nı söylerler. Yani kendileri ve rableri aynı,şey olurlar. Oku­yucudan sofilerin fena inancı hakkmdaki bölümünü özellik­le okumalarını tavsiye ediyoruz ki kendisi de bunu yakini olarak farkedebilsin. Şeyh Osman Siraceddin’in Allah’ın (celle celâlühü):

“Sadıklarla beraber olunuz”

dediği kimseler arasına katmasına gelince bunda da dü­şünmek lazımdır. Çünkü o şeyh insanlara muskalar dağıt­makta ve o muskalarda İbranice rumuzlar ve rakamlar bu­lunmaktadır. Davud’un (aleyhisselâm) yıldızına benzer yıldızlar o muskalarda mevcuttur. Böyle bir kimse veya şeyh nasıl olurda sadıklardan olur. O bu tılsımları nerede buldu. Bu tıl­sımlar Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir vasiyeti midir? Yoksa saha­be ve tabiinler o tılsımlarla mı şifa buluyorlardı?

Böyle kimseler nasıl sadıklardan olurlar ki onlar muska ismiyle insanların göğüslerine nazarlıklar takmaktalar ve bu­nun Allah’ın (celle celâlühü) kelamı olduğunu söylemektedirler. Bu ke­sinlikle doğru değildir. Çünkü o muskaları gören kimse on­larda çok garipliklerin olduğunu görecektir. Büyük imam­lardan kim böyle yapmıştır. Şafii mi? Ebu Hanife mi? Ma­lik mi? Ahmed mi? Hangisi insanlara bu çeşit muskalar dağıtmaktaydı. Bunlar sadıkların en sadıkı ve evliyanın en üstünü idiler. Bunlar ise evlerine kapanıp insanların gö­ğüslerine nazarlık takmakta ve muskalar dağıtmaktadırlar na­sıl bir olabilirler. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmamış mı­dır?:

“Kim nazarlık asar veya takarsa Allah’a (celle celâlühü) şirk koşmuş olur.”[7]

Yine Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmamış mıdır?:

“Büyü yapmak nazarlık takmak ve tılsımlı şeyler yapmak şirktir.”[8]

Bu şeyh Osman Riyad’dan geldi ve insanların bir çoğu­na muskalar dağıttı öyle ki insanlardan bir çoğu ona aldan­dı. Aldananlara bu muskaların açılmasını tavsiye ettik. Muskada karşı sayfaya suretini koyduğumuz muskanın ay­nısı çıktı.

Acaba bu muskaları Allah’ın (celle celâlühü) kendilerine sadık de­diği kimseler mi yapıyordu yoksa sihirbazlar mı yapıyordu? Sihirbazlık asla sadıkların sıfatı ve ahlakı değildir.

Şeyh Osman Suudi’de İslam hakkında hiçbir konferans vermedi insanları ilim ve fıkıh halkaları üzerine toplamadı. Aksine o insanları medet, teberrük üzerine ve böyle şirki şey­ler üzerine topladı. Bunu da teberrük adına yapıyordu. İnsan­larla rableri arasına giriyordu.

Allah’ın (celle celâlühü) kendileriyle beraber olmamızı emrettiği sa­dıklar insanları kitaba ve sünnete davet eden ve bunları kendi nefislerinde tatbik eden kimselerdir. Yoksa kitap ve sünnete ittiba ettiğini zannedip sonra da Allah (celle celâlühü) Rasulunun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şirk dediği şeyleri insanlara dağıtanlar değil­dir.

İşte biz bunları söylemek istiyoruz insanları bunlardan sa­kındırmak bizim üzerimize vaciptir ve bir görevdir. Okuyu­cu bir sonraki sayfada göstereceğimiz şeyi söylediklerimi­ze en güzel delil olduğunu görecektir. Allah Teala’nın bize gerçekleri göstermesini diliyor. Nefislerimizin meylettiği şeyleri savunmamayı aksine kitap ve sünneti savunmayı bize nasip kılmayı diliyoruz. Ayrıca sadece onun için buğzetmeyi nasip kılsın. Yoksa herhangi bir taifeye, şahsa ve­ya şeyhe kin ve buğzumuz yoktur. Ama kitap ve sünneti şa­hıslara tabi olmaktan daha üstün tutmak hidayette olmanın en belirgin özelliğidir. Allah (celle celâlühü) bizi doğru yola iletsin.

Konuya girmeden önce bu çalışmamı yazarken dayandı­ğım Nakşibendi’lerin bazı kitaplarını söylemeyi uygun gö­rüyorum, Bu kitaplar bu tarikata mensup olan kimselerin ya­nında temel kaynaklardır:

1-   el-Mevahib es-Sermediye. Şeyh Muhammed Emin el-Kurdi.

2-    Tenvir el-Kıîlub. Şeyh Muhammed Emin el-Kurdi.

3-    Şifa’ul AliT. Şeyh Veliyullah Dehlevi.

4-    El-Envar el-Kudsiye. Şeyh Yasin İbrahim Senhuti.

5-    Cami keramat el-Evliya. Yusuf Nebhani.

6-    Levakih el-Envar. Abdulvahhab Şarani.

7-    Şeyh Muhammed Hamid. Abdulhamid Tahmaz.

Nakşibendi’ler arasında günümüzde kitabı en çok kaynak olarak gösterilen ve benimde en çok üzerimde durduğum Şeyh Muhammed Emin el-Kurdi’nin kitaplarıdır. Eğer ben sadece onun Tenviru’l-kulub adlı kitabına dayansaydım bi­le bu benim için bu araştırmayı yazmamda yeterli gelirdi. Çünkü bu kitap günümüze kadar bu taifenin dayandığı temel bir kitaptır.

Ben bu kitabımı kimseyi razı etmek veya kızdırmak için yazmadım. Tek gayem Allah’ın (celle celâlühü) rızası sonra da hakkın apaçık ortaya çıkması içindir. Benim yanımda öncelik bu ta­ifeye şahsi bir kin ve hasetten dolayı hucum emek değildir. Aksine katımdaki öncelik bu dine hakkını vermektir. Böy­le bir şey benim için herşeyden daha pahalı ve herşeyden da­ha üstündür. Yoksa mesele bir gruba saldırmak değildir. Asıl mesele kötü anlaşılmış bir dini savunmak ve yanlış anlaşı­lan yerleri düzeltmektir.

Benim bu araştırmam bir muhakeme değildir. Aksine kardeşleri hatalarına dikkat etmelerine davet etmek ve on­ları işlemelerinden sakmdırmaktır. Nakşibendi’ler arasında arkadaşlık bağıyla birçok kimselerle ilişkim vardır. Onların beni bu konuda mazur görmelerini ve bu amelimi takdir et­melerini rica ediyorum. Kitabıma mutedil ve insaflı bir gözle bakmalarını rica ediyorum. Çünkü ben onları yarala­mak istemiyorum. Çünkü hepimiz hatalı kimseleriz. Fakat en hayırlımız hatasını dikkat edip kabul eden ve ondan kur­tulmaya çalışandır. Bu kitabın bu taifeye mensub olan kim­seleri İslam milletinin dışına çıkarmak değildir. Bu asla benim yolum değildir. Benim tek gayem insanların avretle­rini açmak ayıplarını bulup çıkarmak değildir. Gayem insanlann hatalarına dikkat etmeleri ve işlememeleridir. Bunun­la birlikte ben sonradan İslam’a sokulmuş fikirlerin getiril­mesine ve bunların İslam’da olduğunu söylemeye asla razı değilim. İşte bu hastalık bu bahsi yazmama en büyük etken­dir. Okuyucu bu söylediklerimde ne derece doğru olduğu­mu görecektir.

Onların içinde bulunduğu şeylerden dolayı bana kızma­malarını tavsiye ediyorum. Sakın ola ki böyle yapmasınlar ancak sevgileri ve buğuzları Allah (celle celâlühü) için olsun. Çünkü buğuz ve sevgi ancak Allah (celle celâlühü) için olur nefis için değil. Bu inanç ehl-i sünnetin temel inancıdır. Çünkü olabilir ki bu­ğuz şeytanın bir tuzağıdır. Onunla insanların hakka daveti işitmesine mani olur sonra buğuz hakikatin araştırılmasına yardım etmez. İnsanı insaflı olmaya ulaştırmaz. Kim ki sa­dece Allah (celle celâlühü) için buğzederse o kimse bu kitabın yazılı­şından dolayı asla bana buğzetmeyecektir. Çünkü o kimse delille sünnete tabi olmuştur. Ama eğer kişinin buğzu nef­si için veya içinde bulunduğu grubu için ise o zaman ona yüzbin delil de getirsen o bu delillere aldırmaz ve bildiği­ni okur. O zaman o kişi Allah’tan (celle celâlühü) daha çok hevasına yakın olur. O zaman da bizim yardımcımız ancak Allah’tır (o.c.) ondan başka hiçbir kuvvet ve kudret sahibi kimse yoktur.

Nakşibendi’lerin yanında zikir usulu

Nakşibendi’lerin yanında zikrin usulu dil ile olan zikri terketmek ve kalp ile olan zikr alternatif olarak buna tercih et­mektir. Tenviru’l-kulub’un sahibi dille yapılan çok zikiri be­nimsemiyor ve bu hoşuna da gitmiyor.[9] Halbuki bu kitap ve sünnetten delili olmayan bir bid’attır. Zira kitap ve sün­nette bunun aksi bulunmaktadır.

Abdullah b. Busur anlatıyor. Bir adam Rasululah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına gelerek:

“Ya Rasulallah İslam şeriatının amelleri çoğaldı. Bana öy­le birşey söyleki ona tutunayım ve devamlı olarak yerine ge­tireyim.” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“Dilin devamlı olarak Allah’ın (celle celâlühü) zikri ile ıslak bu­lunsun”[10] dedi.

Bir diğer rivayette Ebu Hureyre Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöy­le buyurduğun nakletti:

“Allahu teala şöyle buyuruyor:

“Kulum beni zikrettiği ve dudakları benim için hare­ket ettiği müddetçe ben onunla beraberim”[11]

Bir diğer rivayette Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Her biriniz şükreden bir kalp, zikreden bir lisan ve ahiret işine kendisine yardımcı olacak mü’mine bir zev­ce edinsin.”[12]

Evet Tenviru’l-kulub’un sahibi bunu beğenmese de sün­nette lisan ile zikrin mekruh olduğuna dair veya zikrin kalp­le yapılması gerektiğine dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Zikrin kalp ile tahsis edilip dil ile olmamasını söylemek ve kalbi zikir ile yeni bir yol ortaya çıkarmak ve bunu da zikir yolu diye isimlendirmek bid’atın ta kendisidir. Onu işleme­mek ve ondan yüz çevirmek gerekir. Zira şeriat Allah (celle celâlühü) ve Rasulunun koyduğu şeyler ile belirlenir. Yoksa şah-ı Nakşibend’in koyduğu usullerle değil. Allah’ın (celle celâlühü) kita­bında Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da sünnetinde bizim için belir­lediği bir şeyi elbette yapar ve buna tabi oluruz yapmadığı ve emretmediği bir şeyi de asla yapmaz ve tabi olmayız>Ki­tap ve sünnete tutunmaya hırslı olan kimse bu sözlerimize asla itaraz etmez. Bilakis bunları kabul eder ve tabi olur. Nefiy ve ispat zikri olarak adlandırılan bu tarikatın kaynağı Nakşibendi’liği anlatan kitaplarda mevcuttur. Biz de bura­da kısaca bahsedeceğiz. Şeyh Abdulkadir Gucdevani şeyh Sadrettin’in yanında Kur’an okuyordu. A’raf: 7/56 ayete ula­şınca:

“Korkarak ve ümit ederek rabbinize dua edin zira o aşırı gidenleri sevmez.”               (Araf: 7/56)

Şeyhine şöyle dedi:

“Gizli zikrin hakikati nedir ve buna ulaşmanın yolu na­sıldır” Çünkü kul açıktan zikrettiği zaman ve azalarını ha­reket ettirerek rabbini zikrettiği zaman insanlar bunu görür­ler. Eğer kişi kalbiyle rabbini zikrederse bu seferde şeytan onu görür. Çünkü Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadisinde şöyle buyu­ruyor:

“Kanın damarlarda dolaştığı gibi şeytan da insanoğ­lunun kanında dolaşır.” dedi. Şeyhi ona şöyle dedi:

“Bu ledünni bir ilimdir, Eğer Allah (celle celâlühü) dilerse seni ve­lileriyle bir araya getirir ve o veli sana gizli zikrin nasıl ol­duğunu öğretir” dedi. Şeyh Abdulkadir Gucdevani hocası­nın kendisine söylediği bu sözlerden dolayı bu müjdenin ger­çekleşmesi için beklemeye başladı. Ta ki Hızır (aleyhisselâm) ona gel­di ve ona gizli zikrin hangi sayıda duracağını öğretti. Suya dalmış cesedi ile kalbinden ‘la ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’T söylemeyi ona öğretmiştir. O da Hızır’ın (aleyhisselâm) bu tavsiyelerini yerine getirince ona büyük fetihler ve kayyumi cevzeler peyda olmuştur.

ÇBen bu kıssanın uydurulmuş olacağını tahmin ediyo­rum. Bu kıssa gizli zikir diye isimlendirilen bid’ata bir sebeb teşkil etmesi için uydurulmuştur. Çünkü müslümanlar katında teşrinin kaynağı kitap ve sünnettir. Sonra Hızır (aleyhisselâm) bu ümmetin peygamberi değildir ve bu dinde kanun­da koyamaz. Sofiler Hızır'ın (aleyhisselâm) şahsiyetini kendi emel­lerine ne kadar da çok kullandılar ve onun etrafında birçok hikayeler uydurdular) Şunu iyi bilmemiz gerekirki eğer Muhammed’den başka peygamberlerden biri bize gelir ve* ona tabi olursak sapıtanlardan olurduk. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyuruyor:

“Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki eğer Musa tekrar aranıza gelir ve siz de beni bırakıp ona tabi olsaydınız elbette siz büyük bir sapıklığın içine düşerdiniz. Ümmetler arasında benim payıma siz düştü­nüz. Ben de peygamberler arasında sizin payınıza düş­tüm.”[13]

O halde tarikatı Hızır’dan (aleyhisselâm) veya Musa’dan (aleyhisselâm) ve­ya İsa’dan (aleyhisselâm) veya bunların dışında herhangi bir peygam­berden almak asla caiz değildir. Çünkü bu ümmetin dini ki­tap ve sünnetle bağlıdır bu bağlılığı hiçbir peygamber ve ve­li çözemez. Sonra suya batmış bir cesedin kalbiyle rabbini zikretmesi peygamberlerin dini değildir. Bilakis Hint sofist­lerinin riyazetleridir. Bu nedenle Hızır’ı (aleyhisselâm) bu tür hura­felerden ve yalanlardan tenzih etmek gerekir.

Allah Tealanın “Rabbinize huşu ile ve gizlilikle dua edin” ayeti ise dil ile zikir yapmayı yasaklamamaktadır ve bunu kalbe haşretmemektedir. Çünkü burada gizliliğin ma­nası dil ile zikri menetmek değildir. Bilakis bu ayet dua es­nasında bağırıp çağırmayı ve yüksek sesle dua etmeyi yasak­lamak için inmiştir. Çünkü yüksek sesle dua etmeye ge­nellikle riya bulaşır. Hatta kişi yalnız başına bile olsa sesi­ni kaldırarak bağırıp çağırarak dua etmesi uygun değildir. Çünkü bu Allah’a (celle celâlühü) karşı zelil olmayı ve kalpte itmina­nın oluşmasını engeller. Alçak sesle rabbe dua etmek güzel düşünmeye ve tefekküre daha yakındır.

İbni Cüreyc der ki: “Dua esnasında bağırıp çağırmak ve yüksek sesle dua etmek mekruhtur. Böyle yapan kişiye hu­şu ile ve alçak sesle dua yapması emredilir.”[14]

İbn Cerir et-Taberi bu ayetin ardından şöyle der:

“Ebu Musa anlatıyor. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabıyla birlik­te bir savaştaydı. Bir vadiye yaklaşınca sahabeler yüksek ses­lerle tekbirler ve tehliller getiriyorlardı. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara şöyle buyurdu:

“Ey insanlar nefislerinize acıyın, sîzler sağır olan bi­rine dua etmiyorsunuz. Aksine siz işiten ve size yakın olan birisine dua ediyorsunuz. O şize sizden daha yakın­dır.”[15]

Müslim sahihinde bu hadisi alçak sesle zikretmenin müstehap oluşu bölümünde zikreder. Tasavvufçuların dediği gibi kalp ile zikrin dil ile olana üstün oluşu adlı bir bölüm­de zikretmedi. Çünkü ayetten maksat dua yaparken alçak ses­li olmaktır. Bu nedenle Allah Teala bir diğer ayette şöyle bu­yurur:

“Rabbini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret ve gafillerden de olma”                                              (A’raf: 7/205)

İşte A’raf: 7/56’da geçen ayetten kasıt budur. Dua yük­sek olmayan bir sesle yapılmalıdır. Çünkü böyle bir dua hu­şunun sükunetinin ve itminanın hasıl olması için en uygun olan şekildir.

Taberi “Yüksek olmayan bir sesle rabbine dua et” ayeti hakkında şöyle der:

“Allah’ı (celle celâlühü) dil ile açıktan değil gizliden zikredip ona dua etmektir.” ,

Nesefi ise şöyle der:

“Açık olmayan bir sözle Allah’a (celle celâlühü) dua etmektir. Çünkü gizlilik güzel düşünmeye ve tefekküre daha yakın olup İhlasın daha çabuk peyda olmasına şebeb olur.” Hiçbir alim yukarda geçen ayeti ağızdaki lisanın susturulup kalp li­sanı ile Allah’ı (celle celâlühü) zikretmenin gerektiğini anlamamıştır. Çünkü ayet apaçıktır: “yüksek olmayan bir sesle...” bu söz açıktan zikri menetmediği gibi sessiz zikri de menetmemiştir. Bu gizli zikir bid’atında bir çok adap ve müstehaplar belirlenmiştir. Bir kısmı şöyledir: İki rekat namaz, namaz­daki oturuşun aksine bir oturuş, kıbleye yönelmek, gözleri yummak, yirmibeş defa istiğfar çekmek, Fatihayı okumak ve fatihadan hasıl olan sevabı peygamberin ve bütün tarikat şeyhlerinin özellikle de Nakşibendi şeyhlerinin ruhuna he­diye etmek, şeyhin resmini hafızasında tutup sürekli olarak onunla rabıta kurmak ve kalple ondan bereket dilemek gi­bi edep ve müstehaplardır. Sonra da kişi şöyle der:

^jEy ilahi! Maksudum sensin, aradığım rızandır” Garip olan şey şudur ki kişi şeyhinin resmini ve suretini beynine yerleştirip ona tam adapte olduğu halde rabbine seslendiği­ni zannetmesidir. Halbuki o kişinin yaptığı dua kimedir. Al­lah’a (celle celâlühü) mı yoksa şeyhe mi? Allah’a (celle celâlühü) dua ederken ihlaslı olmak nasıldır? Halbuki o kişi Allah’la (celle celâlühü) birlik­te şeyhini de ortak etmektedir ve hatta şeyh dua sahibinin bü­tün hayalini kaplamaktadır. İşte şimdi gizli şirkin nasıl ya­pıldığını birlikte görelim.^

Sonra mürid dişlerini ve dudaklarını birbirine yapıştırır. Dilini de üst damağına yapıştırır sonrada:

“İlahi maksudum sensin, aradığım rızandır.” der ve bu­nu yirmibir defa bir nefeste söyler.

Onlar dilini üst damağa yapıştırmakla zikir esnasında ha­reket etmemesini sağlamak içindir. Çünkü onların dile ih­tiyacı olmayıp onların yanında kalbin de bir dili vardır. O halde ağızdaki dile ihtiyaçları yoktur.

Şeyh Muhammed Mustafa Ebu’l-A’la şöyle der: “Kalbi en güzel şekilde tasfiye etmek ve arındırmak Nakşibendi ta­rikatının zikriyle meşgul olmaktır o da zikreden kişi kalp di­li ile Allah (celle celâlühü) lafzını söyler. Çünkü kalbin hepsi lisandır ve hepsi kulak ve gözdür.”

Onun bu sözü tamamen safsata bir sözdür ve doğru de­ğildir. Çünkü kalp kalptir, kulak kulaktır, göz gözdür, dil ise dildir. Onun “Çünkü kalbin hepsi lisandır...” sözü garip bir sözdür. Bu bid’atm Allah’ın (celle celâlühü) dinine sokulmasının hiç­bir gerekçesi yoktur.

Elbette dilin ağırlığı büyüktür onunla çoğu kimseler cennete girdikleri gibi çoğu kimseler de onunla cehenneme girerler. Kulun amelleri üzerinde dilin etkisi büyüktür bu kimseler acaba neden onu susturmak ve görevinin haricine çıkarmak istiyorlar.

Biz biliyoruz ki söylediği zaman lisana hafif gelen ama buna karşılık mizanda ağır gelen Allah (celle celâlühü) katında iki ke­lime vardır. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Dile hafif ama mizanda ağır ve Rahman’a sevimli olan iki kelime vardır. Bunlar; subhanallahi ve bihamdihi, subhanallahil azimdir.”[16]

Bir diğer rivayette Ebu Said el-Hudri Rasululah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“İnsanoğlu sabahladığı zaman onun bütün organla­rı dile: “Bizim için Allah’tan (celle celâlühü) kork çünkü biz senin­leyiz eğer doğru olursan biz de doğru olur, eğer yan çi­zersen biz de yan çizeriz” derler.”[17]

Bir diğer rivayette Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Kulun doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.”[18]

Evet dil kıyamette kafirlerin aleyhine şahitlik edecek organların başında gelir. Bu demektir ki dilini Allah’ın (celle celâlühü) zikrinde kullanan mü’minlerin de lehinde şahitlik ya­pacaktır. Çünkü bütün hadisler dil ile zikre delalet etmek­tedir ve Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadislerinin çoğu kavi sözcü­ğüyle rivayet edilmektedir. “Kim şöyle derse” arapçada kavi kelimesi ancak dil ile olan şeylere söylenir. Felsefeci­lerin zannettiği gibi kalp lisanı ile değil.

Şah-ı Nakşibend’in kerametleri ve menkıbeleri:

Bizler bu taife hakkında konuşurken bu taifenin büyük­lerinden olan Şah-ı Nakşibend hakkında az da olsa bir kaç söz söylememiz gerekir. Çünkü bu tarikat ona nisbet edil­di ve onun isminden türetildi ve o Nakşibendi’ler yanında büyük bir delil ve kaynaktır. Hatta tarikatlarının temeli ona dayanmaktadır. Çünkü onlar onu övüyor ve onu yüceltiyor­lar. Şeyh Muhammed Emin onun hayat hikayesinin başın­da şöyle der:

“O en büyük ğavs ve nüzunları en iyi bilen kimsedir. Onun hidayet nuruyla insanlar sivadan ayrıldılar ve uzaklaş­tılar. Kötüler onun sırlarının bereketi ile hayırlara döndü­ler.”[19]

Onun hayat biyogrofisinde şeriata muhalif öyle sözler ve durumlar vardır ki onun bu muhalefetleri tarikatının haki­katini açıkça gözler önüne sermektedir. Mevahib adlı kita­bın sahibi onun şöyle anlattığını nakleder:

“Ben Halil adında bir dervişle arkadaşlık yaptım. O ba­na hayvanlara hizmet etmemi emretti. Öyle ki yolda bir köpekle karşılaşınca ilk önce o geçinceye kadar durur ta ki onun önüne geçmiş olmayayım. Yedi yıl bu hal üzere devam ettim. Ondan sonra tekkenin köpeklerine hizmet etmekle meşgul olmamı bana emretti ve bunu şevkle huşuyla ondan medet beklemekle yapmamı söyledi. Şeyhim şöyle dedi:

“Sen bir köpeğe yapacağın hizmetle büyük mutlulukla­ra ulaşacaksın. İşte şeyhimin bu sözünden dolayı bu hizmet nimetini fırsat bildim ve onu yerine getirmekte hiçbir gev­şeklik göstermedim. Onun söylediğini yerine getirmek ve ba­na verdiği müjdesine ermek için böyle yapıyordum. Öyle ki bir defasında bir köpeğin yanından geçtim. Onunla karşılaş­mam bende büyük bir hal yarattı önünde durdum ve bana şid­detli bir ağlama hakim oldu. Köpek hemen sırtı üzerine uzandı dört ayağını göğe doğru kaldırdı ondan hazin ve şefkatli bir ses işittim. Ben de tevazu ve inkisarla elimi kaldırdım köpeğin yaptığı duaya amin, amin dedim. Ta ki kö­pek susup tekrar ayakta duruncaya kadar.

Aynı adam daha sonra aynı durumun bir güneş keleriy­le karşılaştığında kendisine peyda olduğunu söyler. Hatta ha­tırına ondan şefaat istemek bile gelir. Bunun üzerine keler sırt üstü döndü ellerini kaldırdı ve göğe yükseltti bense ay­nı şekilde onun yaptığı duaya: Amin, amin dedim.”[20]

Subhanallah, şefaatm kapılan buna kapandı mı ki onu bir köpek veya kelerden dilemeye kalkıyor. Köpeğin sırt üstü uzanıp dört ayaklarını göğe yönelterek dua ettiğini kim söylüyor. Eğer o medet ve şefaati bir insandan dileşeydi bu­nu hoş görmeyecekti ama onu bir köpek ve kelerden dileme­de bir beis görmüyor.

Buhara’da bazı arkadaşları onu çağırdılar. Akşam ezanı okununca Necmettin Dadrek ona:

“Sana söyleyeceğim ve emredeceğim herşeyi yapacak mı­sın? dedi. O:

“Evet” dedi. Şeyhi:

“Eğer sana hırsızlık yapmam emretsem yapar mısın?” de­di. O:  “Hayır” deyince şeyhi:

“Niçin” dedi. O:

“Çünkü Allah’ın (celle celâlühü) hukukuna bağlı olan şeyler tevbe ile silinir. Ancak senin söylediğin kul hakkında bağlıdır.” de­di. Şeyh:

“Madem emrimizi yerine getirmeyeceksin o halde bizim­le beraber olma” dedi. Bunun üzerine o şiddetlice korktu ve genişliğine rağmen yeryüzü ona dar geldi. Ancak daha son­ra tevbe ve pişmanlığını açığa vurdu ve emrine hiç isyan et­meyeceğine azmetti. Bunun için orada bulunanlar ona mer­hamet ettiler ve ona şefaat ettiler ve şeyhin onu bağışlama­sını dilediler.[21] [22]

İşte bu şekilde şeyh öğrencisini kör bir itaate alıştırma­ya çalıştırmaktadır ve bu açık bir şekilde okuyucuya görün­mektedir. Allah ve Rasülunun itaatini terketmek bile olsa şeyhi emrettiği zaman bunu yapmakta tereddüt etmeyecek­tir. İşte tasavvuf şeyhlerinin adeti böyledir. Onlar müritle­rini kör bir itaatle kendilerine bağlamakta kendilerine itiraz etmeyi söylediklerini inkar etmeyi onları sakındırmaktadır. Aksi halde onları Allah’ın (celle celâlühü) huzurundan kovmak beklemektedir. Bütün bunlar gariplik değildir çünkü onlar şu meşhur sözün sahibidirler. İtiraz etme ki kovulmayasın.

Halbuki biz çok iyi biliyoruz ki Allah ve Rasulu başka­sına itaat etmekten daha itaate layıktır. Görmüyormusun Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Allah’a isyanda itaat yoktur. İtaat iyilik olan şeyler­dedir.”1

Aynı şekilde Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Müslüman kişinin imamın sözünü işitip itaat etme­si gerekir. Sevdiği ve sevmediği şeylerde bile ona itaat et­mesi gerekir. Ancak ona Allah’a (celle celâlühü) isyan etmesini emredince ona itaat etmez. Çünkü isyanda sözü dinleyip itaat etmek yoktur.”[23]

Garip olan şu ki, yukarda bahsettiğimiz mürit şeyhine ita­at etmediğinden dolayı tevbe ve pişmanlık göstermekte yoksa işlediği bir günahtan dolayı değildir. Halbuki Al­lah’a (celle celâlühü) isyanda mahluka itaat yoktur.

Şeyh Nakşibend şöyle anlatır:

“Biz maarif ile birlikte müzakere yapıyorduk. B izler ko­nuşurken sözler bizi ubudiyet hakkında konuşmaya getirdi. Bana şöyle dedi:

“Ubudiyet nerede biter?” Ben:

“Öyle bir derecede biter ki o derecede olan kişi birisine ben öldüm deyince hemen ölür.” dedim. Sonra bana o an öl­düm dediğini hissettim ve hemen orada öldü ve ölü olarak kaldı. Ben buna çok sıkıldım ve şaşırdım. Sonra yanına tekrar döndüğümde ona baktım vücut sıcaklığının değişti­ğini görünce sıkıntım daha da arttı. İşte o zaman bana:

“Ey Muhammed onu dirilt” denildi. Ben de ona üç defa:

“Diril” deyince hayat yavaş yavaş ona gelmeye başladı ve gözümün önünde ilk haline tekrar döndü.” [24]

Bu demektir ki şeyh efendi ölüleri öldürüp diriltmekte­dir. Hatta gaybi bildiğini de belirtmektedir. Müritlerin gö­ğüslerinde gizlediklerini bilmekte ve açık bir şekilde ken­di büyüklüğünün Allah’ın (celle celâlühü) büyüklüğünde olduğunu söylemektedir. Bunu bazı insanların onun kibirlendiğini ve büyüklendiğini söylediklerini işitince o da şöyle der:

“Bizim kibirliliğimiz onun kibirlilik ve büyüklüğündendir.” Aynı sözü şeyh Muhammed Seyfeddin de müritlerin­den birinin hatırına onun kibirli olduğu gelince aynı sözü söylemiştir.

Onların Allah’a (celle celâlühü) karşı olan bu cüretlerine bakınız.

Allah Teala kibirlenen kimselere şiddetli bir azap yadederken bunların söylediğine bakınız. Ebu Hureyre’den Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Allah Teala şöyle buyuruyor:‘İzzet benim izarım kibriya ise benim ridamdır kim bunlarda benimle çeki­şirse ona azab ederim.’[25]

Onların yukarda geçen sözlerinine şeriate açıkça muha­lif olduğu görülmüyor mu?

Şeyh Selah Şah-ı Nakşİbend’in birgün ashabıyla birlik­te otururken şöyle dediğini nakleder:

“Masivaya bağlanmak salik için büyük bir hicabtır.” Sonra da şöyle şiir okudu:

“Masivaya bağlılık kuvvetli bir hicabtır

Ondan kurtulmak ise vuslatın başlangıcıdır.”

Şeyh Salah şöyle anlatmaya devam eder:

“O zaman aklıma iman ve İslama bağlanmanın da aynı ol­duğu geldi. Hemen bana döndü gülümsedi sonra da şöyle de­di:

“Sen Hallaç’m şu bey itini işitmedin mi:

“Allah’ın (celle celâlühü) dinini inkar ettin ve inkar etmek katım­da vaciptir

Bu ise müslümanlann katında çok çirkindir.”

Bu çirkin şiirden sonra artık Hallac’a Allah (celle celâlühü) rahmet eylesin Allah (celle celâlühü) ruhunu takdis eylesin denilemez. O bu­nu hakeder mi? Alim ve cahil herkes bu şiirin küfür olduğu­nu bilir. Şah-ı Nakşibend’de bu beyti delil olarak getir­mektedir. Aynı beyiti Nakşibendi’lerin büyüklerinden olan Şah Veliyullah Dehlevi’de delil olarak getirmektedir.

Bu söz şeriatın zahirine göre küfür olsa da hakikatinde sa­dece muhakkik havasın bildiği manalar vardır denilemez. Çünkü Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanlar arasında Allah’a (celle celâlühü) en çok ibadet eden ve Allah’ı (celle celâlühü) en çok seven ve O’ndan en çok korkan kimseydi. Bununla beraber ondan zahiri küfür olan hiçbir söz işitmedik aksine ondan bize en güzel sözler ulaştı. Yine onun kendinden geçecek kadar Allah’a (celle celâlühü) iba­det ettiğini haber almadık. Bu bize ulaşmadı. Böyle bir iba­det şekli ibadet olmayıp küfürdür. Çünkü ibadetin neticesin­de ancak güzel ve hayırlı şeyler meydana, gelir yoksa ibadet ile insan küfrü bevah (tevil kabul etmez küfür) olan sözle­ri dilleriyle söylemez. Bunu da kendinden geçme yok olma ve vücd ile ifade edemez. Böyle yalan sevgi hiçbir pey­gamberin katmda bilinmedi. Bu ümmetin peygamberinin ya­nında da böyle bir şey bulunmadı. Sahabe ve tabiinlerde de böyle bir durum hasıl olmadı. Onlardan hiç şaibeli sözler bi­ze gelmedi. Kim onlardan daha çok Allah’ı (celle celâlühü) sevdiğini iddia edebilir ve cüret edebilir. Bunlar süslü ve sevgi mas­kesine bürünmüş zındıklardır.

Şah-ı Nakşibend’e edebin ne olduğu soruldu. O da şöyle de­di:

“Edeb edebi terketmektir.” Yine müritlerinden birisi ona selam verdi ancak selamını almadı. Sonra da şöyle dedi:

“Ona söyleyin ki o selam verdiği anda ben bütünümle rabbimden gelen kelamı dinliyordum. Hakkın kelamını dinle­mem beni halkın selamını almaktan meşgul etti.”[26]

Bizler Musa’dan (aleyhisselâm) başka Allah’la (celle celâlühü) konuşan kimse bilmiyorduk. Ta ki Şah-ı Nakşibend bunu söyleyinceye kadar. Eğer Şah-ı Nakşibend’de Allah’la (celle celâlühü) konu­şuyorsa ve bu konuda Muşa (aleyhisselâm) ile çekişiyorsa o zaman in­sanlar onların arasını nasıl ayırt edecekler.

Ru’yetullah:

Buhara alimleri arasında Allah’ın (celle celâlühü) görülüp görüle­meyeceği konusunda ihtilaf çıktı. Onlar da Şah-ı Nakşibend’in yanında mahkeme olmaya karar verdiler. Allah’ın (celle celâlühü) görülemeyeceğini söyleyenlere:

 “Üç gün temiz olarak yanımda durunuz” dedi. Üç gün ge­çince onlara şiddetli ve güçlü bir hal hasıl oldu ve yıkıldı­lar. Tekrar ayıldıklarında Şah-ı Nakşibend’in ayaklarını öpmeye başladılar ve ona:

“Allah’ın (celle celâlühü) görülmesi haktır biz buna inandık” dedi­ler. Sonra da onun hizmetini bırakmayıp onun kapısının eşiğini öpmeye devam ettiler.”[27]

Bu inkar edilmesi gereken bir sözdür. Allah (celle celâlühü) adına uydurulmuş büyük bir yalandı^yAllah Teala şöyle buyuru­yor:

“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. Ancak ya vahiy yoluyla ya da perde arka­sıyla konuşur yahutta bir elçi gönderir izniyle dediğini vahyeder. O şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir hikmet sahibidir.”                  (Şura: 42/51)

Rasulullah’da (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Şunu iyi biliniz ki, hiç biriniz ölmedikçe rabbini gö­remez.”[28]

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözü Ebu Zer kendisine:

“Rabbini gördün mü?” diye sorduğu zaman Rasula İlah:

“O bir nurdur nereden göreyim”[29]

demiş ve yukardaki hadisi söylemiştir.

Aişe’ye “Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rabbini gördü mü?” diye sorulunca o:

“Subhanallah söylediğinden başımdaki kıllar diken diken oldu.” dedi.[30]

Yine Aişe şöyle der: “Kim Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rabbini gördüğünü zanneder ve iddia ederse Allah’a (celle celâlühü) bü­yük bir iftirada bulunmuş olur. Ona:

“Allah Teala onu ufukta apaçık olarak gördü.”

(Tekvir: 81/23)

demiyor mu? Sonra Allah (celle celâlühü):

“O bir defa daha gördü”                                (Necm: 53/13)

demiyor mu? denilince. O da şöyle dedi:

“Bu ümmet arasında Rasulullah’a (sa.v.) bu soruyu ilk soranlardan biriyim. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ayette geçenin Cib­ril (a. s.) olduğunu ve onu gerçek suretinde ancak iki defa gör­düğünü söyledi. Gökten inerken onu gördüm kemiklerinin büyüklüğü gökle yer arasını kapsıyordu. Sonra da Aişe şöy­le ekledi sizler Allah’ın (celle celâlühü) şu ayetini işitmiyor musunuz?:

“Gözler onu idrak edemez fakat o bütün gözleri idrak eder. O latiftir herşeyden haberdardır.” (En’am: 6/103)

Sonra sen,

“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. O ancak ya vahiyle veya perde arkasından veyahutta bir elçi göndererek dilediğine vahyeder. O şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir.”

(Şura: 42/51)[31]

O halde bir kimsenin rabbini gördüğünü iddia etmesi asla caiz değildir. Halbuki Şah-ı Nakşibend’in hikayesinde bu konuda zamanında ihtilafa düşen kimseleri bizzat onla­ra Allah’ı (celle celâlühü) göstererek onun görülebileceğinin hak ol­duğunu göstermeye çalışmıştır. Bu öyle büyük bir yalandır ki Aişe anamızın tüyleri bundan titremiştir. Allah Tealanm Musa’ya (aleyhisselâm):

“Beni asla göremezsin”

deyip kendisini böyle kimselere göstermesi akledilip düşünülebilir mi? Bu durum taifeden bir kişinin içine düş­tüğü münferid bir hata değildir. Bilakis bu akidelerinden bir parçadır. Çünkü onların yanında zikrin semeresi (nefiy ve ispat yoluyla) zikredilenin müşahede edilmesidir. Hatta in­sanların önünde bile zahiri eşyalarda onun görülmesi ve müşahede edilmesidir.

Nakşibendilik tarikatının şarihi Muhammed Emin elKurdi şöyle diyor:

“Eğer zikirde hakkı ile mücahede eder ve bunda sadık olursa netice hemen peyda olur. O da Allah Tealanın basi­ret gözüyle devamlı olarak müşahede edilmesidir. Mücahedeyle birlikte buna devam etmek ile sürekli olarak Allah’a (celle celâlühü) yakınlaşmak içerisindedir. Ta ki onu sever murakebesi hicabsız olarak müşahedeye dönüşmesiyle sonuçlanır. Çünkü mücahede müşahedenin tohumudur. Kim mücahede tohumunu hazırlanmış toprağa ekmezse tecellilerdeki mü­şahedeyi biçemez.”[32]

İşte bu sözler şeriata, RasulullahTn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tamamen muhaliftir. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizzat kendisi şöyle buyuruyor:

“Şunu iyi biliniz ki hiçbiriniz ölmedikçe rabbini gö­remez.”

İbn Abbas’ın şu ayet hakkındaki sözü,

“Elbette onu bir defa daha gördü.” (Necm: 53/13)

ise onu kalbiyle gördü ve iki defa bu şekilde rabbini gördü. Bu sözün iki yönü vardır.

Birincisi: Onun nurunu görmüştür zira ona:

“Muhamed Rabbini gördü mü?” diye soruldu O:

“Evet” demiş. Soranlar ise:

“O halde,

“Gözler onu idrak edemez o gözleri idrak edebilir”

(En’am: 6/103)

ayeti nasıl olacak” dediler. İbn Abbas:

“Annen yok olsun; ayette geçen Allah’ın (celle celâlühü) bizzat nu­rudur o nuruyla tecelli ettiği zaman hiçbir şey onu idrak ede­mez” dedi. İşte Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“Rabbini gördün mü?” diye sorulduğu zaman:

“Ben bir nur gördüm”

diye cevapladığı sözün manası budur.

Ebu’l Aliye

“Seni tenzih ederim yarab. Sana döndüm ve ben sa­na inananların ilkiyim.”    (A’raf: 7/143)

ayeti hakkında şöyle dedi:

“Kıyametten önce seni kimsenin göremeyeceğine inanan kimselerin ilkiyim” demektir.

İbni Abbas ise,

“Ben inananların ilkiyim...”

kelimesinin seni mahlukatından hiçbir şey göremeye­ceğine inanan kimselerin ilkiyim demektir” dedi.

Mücahid ise:

“Seni tenzih ederim yarab, seni görmek istediğimden dolayı tevbe ediyorum” dedi.

İkincisi: Aişe anlatıyor. Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

“Onu bir defa daha gördü..” (Necm: 53/13)

ayetinin manasını sordum. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun Ceb­rail olduğunu söyledi. İşte Aişe’nin bu rivayeti İbni Abbas’ın o ayeti mücerred manada içtihadı ile tefsir etmesinden da­ha evladır.

Artık Nakşibend’i taifesinin Allah’ın (cc.) görelebileceğini caiz görmeleri iddiası tamamen Allah’ın (celle celâlühü) Rasulunun sünnetine, sahabenin, tabiinin ve bütün ümmetinin icmaına muhaliftir, terstir.

Mevahib’in sahibi müşahedenin hicapsız olacağını söy­lerken Allah Teala bunun hicabın gerisinde olduğunu söy­lemektedir.

“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. O ancak ya vahiyle veya perde arkasından veyahutta bir elçi göndererek dilediğine vahyeder. O şüphesiz herşeyi hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir.”

(Şura: 42/51)

Bu nedenle onların bu iddiası kitap ve sünnetin icmaın de­laletine apaçık muhaliftir.

Dolayısıyla Mevahib’in sahibinin kitabında söylediği “Nakşibendi’lerin yolu ve inancı Ehl’i sünnet ve’l cemaatın inancıdır. Takip ettikleri yolun aslı sahabenin yoludur ona hiçbir şey eklenmemiş ve eksiltilmemiştir” iddiası doğru ol­mayıp sahibine tekrar iade edilir. Çünkü onların bu sözü ge­tirdiğimiz apaçık delillere ittiba etmeyi gerekli kılmaktadır. Zira getirdiğimiz deliller onların iddiasının tam aksini ispat etmektedir.

Tevekkül:

Şeyh Nakşibend’in müritlerinden biri şöyle dedi:

“Ben şeyhin muhabbetine erişince başkasını kendime tercih etmek ve harcamak bana çok kolay geldi. Bir gün ya­nımda yüz dinar birikti ailem onu saklamamı söylediler. Ben­de yakinimin zayıflığından onların dediğini kabul ettim. Sonra da Buhara’ya gittim. Orada kendime mest ve bazı şey­ler aldım dönüşümde Arif an sarayında olan şeyhimi ziyaret etmek istedim. Gelip onun önünde durduğumda bana:

“Buhara’ya neden gittin” diye sordu. Ben:

“Bazı ihtiyaçlarımı gidermek için gittim” dedim. O:

“Bana mestlerini ve aldığın şeyleri getir” dedi. Ben de he­men aldıklarımı getirdim sonra:

“Geri kalan yüz dinarı da getir” dedi. Onları da getirdim. Sonra bana dönüp baktı ve şöyle dedi:

“Dileseydim şu dağı Allah’ın (celle celâlühü) kuvvetiyle sana al­tın yapardım. Ancak bizim bu fani aleme iltifat etmemiz bi­ze yakışmaz. Çünkü bu taifenin bakışı bu alemin daha öte-

sindedir. Sen nasıl bunu saklarsın çünkü biliyorsun ki senin olan şey asla eksilmez ve sana gelme de gecikmez bir daha böyle yapmamanı sana tavsiye ediyorum.”[33]

Bu hikayede önemli iki mesele ortaya çıkmaktadır. Bi­rincisi, şeyhin gaybı bildiğidir. Çünkü müridinin sakladığı ve satın aldığı şeyleri bilmiştir. Yanında ne kadar kaldığı­nı ona söylemiştir. Biz bu konuyu bir başka yerde tartıştık. Fakat burada gaybi bilmenin Nakşibendi şeyhlerinin tabi bir inancı ve itikadı olduğunu bilmemiz ve buna işaret etmemiz yeterlidir. Bunun da şeriata muhalif olduğunu herkes bilir. Velev ki şeyhe böyle bir şeyin hasıl olduğunu farzetsek bi­le şeyhin bunu ortaya çıkarması ve söylemesi bunu insanla­ra bildirmesi asla doğru değildir. Çünkü sahabe ve tabiinlerden bir çoğunda da kerametler meydana gelmiş ancak riya­ya düşmekten korktuklarından onları gizlemişler ve buna özen göstermişlerdir. Ta ki insanlar kendilerini yüceltmesin­ler ve haketmediği saygıyı görmesinler. Ancak zaruret ha­sıl olduğu zaman bunu söylemişlerdir. Ömer’in (r.a.) sava­şan ordusunda Sariye’ye minberin üzerinden dağa çekil di­ye seslenmesi gibi. Çünkü düşmanların oradan müslüman or­dularına saldırmalarından korkuluyordu.

İkincisi: Şeyh müridinin yüz dinarı saklamasından do­layı onu azarlamıştır. Çünkü onlara göre saklamak tevekkül inancına zıttır. Nakşibendi ve diğer mutasavvıflar katında azığı saklamak tasavvuf kanunun şiddetlice cezalandırdığı büyük bir suçtur.

Mevahib’in sahibi, Şeyh’il-Kurdi bir grubun Cüneyd’iBağdadi’nin yanma girdiğini anlatır. Ona:

“Rızıklarımızı istiyoruz” derler. Cüneyd:

“Rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız onu arayıp bulun” der. Gelenler:

“Biz rızkımızı Allah’tan (celle celâlühü) istiyoruz” dediler. Cü­neyd:

“Eğer onun sizi unuttuğunu sanıyorsanız ona hatırlatın” dedi. Gelenler:

“O halde evlerimize kapanıp ona tevekkül edelim” dedi­ler. Cüneyd:

“Allah’ı (celle celâlühü) denemek tehlikeli bir tereddüttür” dedi. Gelenler:

“Çözüm nedir?” dediler. Cüneyd:

“Çözümü aramayı bırakmaktır” dedi.[34]

Yine şeyh’il Kürdi şöyle anlatır. Zinnuni Mısri şöyle dedi:

“Tevekkül tedbir almayı bırakıp güç ve kuvvetten soyun­maktır.”

İbrahim Havvas şöyle dedi:

“Hızır (aleyhisselâm) benim ile karşılaştı. Benimle birlikte sohbet yapmayı istedi. Ben işe beni, tevekkülümü ve sükunetimi bozmasından korktum onunla beraber olmaktan uzaklaşıp yanından ayrıldım.”

Bu taifenin ileri gelen şeyhlerinden birisi anlatıyor. Şeyh Habibullah arkadaşlarıyla beraber azıksız ve bineksiz yol­culuklara çıkardı. Bir yerde konakladıklarında kendilerine gaybtan sofralar gelirdi.

Yine nakşibendi şeyhlerinden Abdullah Dehlevi şöyle dedi:

“Nasıl ki mü’minlerin helal rızık aramaları farzsa aynı şe­kilde ariflerin de helal rızkı bırakıp terketmeleri farzdır. İşte bu tevekkül değil tevakül (başkasının sırtından geçin­me) dür. Çünkü eğer bu yol ve yöntem islamda istenilen yön­tem olsaydı bu dinin ayakta kalması ve yaşaması asla müm­kün değildi. Eğer yeryüzündeki herkes tasavvufçuların de­diği şekildeki dini kabul etselerdi ve bu yıkıcı tevekkülün ar­dından yürüselerdi hepsi İslama girmelerinin ardından bir kaç gün içerisinde açlık ve susuzluktan ölürlerdi. Çünkü bu kimseler tevekkülün azmi bırakmak olduğunu söylüyorlar. Allah (celle celâlühü) ise,

“Azmedince Allah’a dayan ve tevekkül et.”

(Al-i İmran: 3/159)

buyurmaktadır. Sonra Allahu teala cuma günü namazı kıl­dıktan sonra onlara yeryüzüne dağılın ve Allah’ın (celle celâlühü) fazlından arayın diye namaz kılanlara emretmektedir. Bir di­ğer ayette de:

“Yeryüzünün etrafında dolaşın verdiğimiz rızıklardan yiyin.”             (Mülk: 67/15)

buyurmaktadır.

Enes b. Malik anlatıyor. Bir adam Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına geldi devesini mescidin kapısının yanında bıraktı. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:

“Deveni bağla sonra rabbine tevekkül et”[35] dedi.

Şeyh nakşibend müridinin bir kısım malını saklamasına neden cevaz vermemekte ve bunu haram kılmaktadır. Bu islamın görüşü müdür? İslamın bu konudaki görüşüne bakı­nız.

Sa’d b. Ebu Vakkas hastalığında bütün malını Allah ve Rasulunun yolunda bağışlamak ister ancak Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu kabul etmez. Sa’d:

“O halde yarısı” der. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yine kabul etmez. Sa’d:

“O zaman üçte birini bağışlayayım” der. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“Üçte bir, ama o da çoktur. Çünkü varislerini zengin bırakıp kimseye muhtaç etmemen onları fakir bırakıp in­sanlara muhtaç etmenden daha hayırlıdır.”[36] der.

Bir diğer rivayet te Ata b. Said’den Ebubekir (r.a.) hali­fe seçilince ertesi gün boynuna elbiseler atıp pazara gitti. Yolda Ömer (r.a.) ve Ebu Ubeyde onunla karşılaştılar. Ona:

“Nereye gidiyorsun?” diye sordular. O da:

“Pazara gidiyorum” dedi. Onlar:

“Ne yapacaksın?” dediler. Ebubekir:

“Bana müslümanlann işi yüklendi, ailemi nereden yedi­rip içireyim” dedi. Bunun üzerine Ömer ve Ebu Ubeyde onun ticarete bulaşmasını nehyettiler ve her sene ona altıbin dir­hem vermeyi kararlaştırdılar.[37]

İbni Cevzi bu kıssanın ardından şöyle der:

“Eğer sofilerden birisi: ailemi nereden besleyeyim? de­se ona şirk koştun derler. Eğer ticaret yapmak için pazara çı­kan birini sorsalar o kimse tevekkül sahibi değildir yakini kıttır derler. Halbuki bu onların tevekkülü ve yakinin mana­larını bilmediklerini gösterir. İşte İslam bununla gelmiştir. Gerçek tevekkül kulun gücünün yetmediği şeyi Allah’a (celle celâlühü) bırakmasıdır. İslamda tevekkül tedbir almaya ve sebeblerden tutunmaya mani değildir. Sofilerin tevekkülü ise sa­daka sahiplerinin verecekleri şeylere dayanmaktır. Allah’ın (celle celâlühü) vereceklerine değil. Çünkü onlar kazanmak için çalış­mıyorlar. Evlerine kapanıp oturuyorlar. Kendilerine güzel bir ekmek kızartılmış bir balık vermek için kapıyı çalacak kimseyi beklemektedirler. Bu konuda onların hikayeleri oldukça çoktur.”

İşte bu çeşit tevekkül toplundan yıkmak için ve araların­da fakirliğin yayılmasına yeterli tek sebebtir. Fakirlik insan­ları helaka götürür. Kim eğer Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fakirliği se­viyordu derse. Şunu iyi bilsin ki aynı zamanda Rasulullah fakirliğin fitnesinden Allah’a da (celle celâlühü) sığmıyordu. Aişe anlatıyor. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dua ederdi:

“Ey Allah’ım ateşin, kabrin, zenginliğin ve fakirliğin fitnesinden sana sığınırım”[38]

Bir diğer hadiste Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a (celle celâlühü) sığınınız.”[39]

Ayrıca Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı sahabelerine çok mal için dua etmiştir. Enes b. Malik’e şöyle duada bulunmuştur:

“Ey Allah’ım onun malını ve çocuklarını çoğalt”[40]

Sonra sahabelerin çoğu zengindiler. Ebubekir (r.a.) zen­gindi ve çok mal sahibiydi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunda hiçbir beis görmemişti. Aksine şöyle demişti:

“Ebubekrin malının bana fayda verdiği kadar kimse­nin malı bana fayda vermemiştir.”[41]

Osman’ın (r.a.) savaşta verdiği sadakalar gerçekten çok meşhurdur. Abdurrahman b. Avf ta zenginler arasındaydı. Bütün malını ve mülkünü Mekke’de bırakıp Allah ve Rasulune hicret etmişti. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhacirlerle ensarlarm arasında kardeşlik ilan edince Abdurrahman b. Avf’ın kardeş olduğu ensarlı malını ve evini yarıya bölmüş ve ona karıları arasında en sevdiğini seçmesini söylemişti. Ancak Abdurrahman b. Avf şu meşhur sözünü söylemişti. Allah (celle celâlühü) malına ve ailene bereket versin fakat sen bana paza­rın yolunu göster demişti. Abdurrahman bu düşüncesiyle hic­retten önce Mekke’deki mal varlığından daha çok mala sa­hip olmuş ve zenginleşmişti. Halbuki bana pazarı göster sö­zü sofilerin yanında büyük bir sözdür. O sözü söyleyen kimse asla tasavvufla bağdaşmaz. Çünkü pazara inip rızık taleb etmek ve kazanç sağlamak tasavvufun haricindeki bir yoldur. Ebu Turab en-Nehşebi üçgün boyunca aç kalmış bir sofinin bir karpuz kabuğuna elini uzatığını görünce ona ta­savvuf sana gelmez sen pazara git diyebilmiştir.

Ebu Ala Rozebari şöyle der:

“Sofi beşgün sonra sana ben açım derse onu pazara gön­der ticaret yapmasını emret. Çünkü önün ıslahı mümkün de­ğildir.”

Habib Acmi’ye neden ticareti terkettin diye sorulunca şöyle dedi:

“Ben kefilimi kendimden daha güvenilir buldum.”

Zinnuni Mısri’ye tevekkülün ne olduğu soruldu. O da şöyle dedi:

“Sebebleri bırakmak ve kesmek efendilerden soyunup yardım beklememektir.” dedi.

Kim kime sadaka veriyor, kim kime infak ediyor, eğer toplumun hepsi bu prensipler üzerinde olsaydı sağlam bir topluma ulaşmak mümkün müydü? Çünkü sağlam ve geli­şimini tamamlamış bir toplumun ayakta durabilmesi ke­sinlikle tembellik ve pısırıklıkla meydana gelemez. Hayat­taki rolünü eda edemez. Onların prensipleri tembelliğin ve pısırıklığın prensipleridir dedi. Böyle bir düşünce ve inanç bir toplumu yıkmaya kafidir. Gayret etmek sebebleri tutun­mak çözümler aramak İslam cesedinde çok önemli bir un­surdur. Aksi halde İslamiyet nasıl bu kadar yer fethedebilirdi. Eğer islamiyetin bütün orduları mutasavvıflardan ol­saydı yahudiler hristiyanlar mecusiler ve diğer milletten kimseler asla islamı inkar etmezlerdi.

Ebu Yezid el-Bestami’ye arif kişi isyan eder mi? diye so­ruldu. O da:

“Allah’ın (celle celâlühü) emri takdir edilmiştir.” dedi. Demek ki kulun Allah’a (celle celâlühü) isyan etmesi ve onun emrine itaat etme­mesi Ebu Yezid’in katında Allah’ın (celle celâlühü) bir takdiri ve emridir. Bize göre ise bu kişinin tamamen kendi ihtiyari ile­dir. Ebu Yezid el-Bestami’nin sözleri Nakşibendi kitapları

arasında çokça zikredilir. Onun bu sözlerini reddetme kasdıyla değil. Aksine ona muvafakat ettikleri için zikrederler. Şeyh’ul-Kurdi tevekkül konusunda birçok kimselerin söz­lerinden delil getirir. Zinnuni Mısri’nin tevekkülü şöyle ta­rif ettiğini anlatır:

“Tevekkül tedbiri bırakmak güç ve kuvvetten soyutlanmaktır. Öyle ki çözümün Allah’tan (celle celâlühü) başka kimsede olduğunu görmemektir.

Sonra Şeyh’ul-Kurdi şöyle der:

“Tevekkül eden kimsenin alameti kimseden birşey iste­memesi kendisinden istenilen bir şeyi reddetmemesi ve vermemezlik etmemesidir. Tevekkül eden kimsenin en ke­mal ve olgun hali yıkayıcının elindeki ölü gibidir dilediği ye­re onu evirip çevirir ve onun buna hiçbir hareketi ve karşı­lığı olmaz.”[42]

Bu ibareler onun değildir bilakis o bu ibareleri Kuşeyrinin risalesinden almıştır. Bu ibare Sehl b. Abdullah Tusteri’ye nisbet edilir. îşte Şeyhu’l Kürdi de bu ibareyi ondan al­mıştır.

Yukarda söylenilen sözün manası kulun yaptıklarında as­la ihtiyar sahibi olmadığını göstermektedir. Daha açık bir ifa­deyle kül esen rüzgardaki bir kıl ve tüy gibidir. Rüzgar onu dilediği yöne evirip çevirir. Haşa ki tevekkül bu olsun. Bu mutlak bir cebir mantığıdır. Çünkü bu kelamın varacağı yer şudur:

“Kafir ihtiyari Olmadan kafir olmuştur. Çünkü Allah (celle celâlühü) onun kafir olmasını istemiştir. O da kafir olmuştur de­mektir. Halbuki Allah Teala kitabında,

“Allah kullarının küfrüne asla razı değildir.”

(Zümer: 39/7)

buyuruyor. Bir diğer ayette ise Rasulune hitaben,

“Rabbinden sana gelen hakkı söyle, dileyen iman et­sin dileyen de inkar etsin.”             (Kehf: 18/29)

O halde kul nasıl hareketsiz bir ölü gibi olabilir. Allah Tala şöyle buyurmuyor mu:

“Biz ona yolu gösterdik dilerse şükreder dilerse nan­körlük.”              (İnsan: 76/3)

Buradaki hidayet kelimesi bir şeye delalet etmek manasmdadır. Allah Teala bizim için iki yol belirlemiştir ve bi­ze iki yoldan birine tabi olmamazı mecbur kılmayıp bizi di­lediğini seçmede serbest bırakmıştır. Eğer bize bir yolu mecbur kılsaydı o zaman bizi hesaba çekmemesi gerekirdi. Çünkü ihtiyarı olmayan bir şeyden nasıl sorguya çekilebi­lir. Şeytan bile kulun günah ve küfrü kendi ihtiyarı ile yap­tığını, onları buna zorlamadığını Kur’an-ı Kerim’de belirt­mektedir ve onlara:

“Allah size hak olan bir vaatte bulundu. Ben de size vaatte bulunmuştum. Fakat ben şimdi sözümden dönü­yorum. Benim sizin üzerinizde herhangi bir kuvvetim ve egemenliğim yoktu ancak ben sizi davet ettim siz de ba­na icabet ettiniz. Bu nedenle beni değil kentlinizi kötü­leyip kınayın ben sizi kurtaramam siz de beni kurtara­mazsınız.”  (İbrahim: 14/22)

der.

Şeyh’ul Kürdi gibi kimseler de kulun her yaptığı kötülü­ğün ve fuhşun Allah’tan (celle celâlühü) geldiğini Allah’ın (celle celâlühü) bir kaderi olduğunu zannetmektedir ve kulun yıkayıcının elin­deki bir ölü gibi olduğunu söylemektedirler. Halbuki kul ölü değildir, o diridir günah işlemektedir nasıl ölüm muamele­si yapılabilir. O bu kötülükleri işlerken ölü olduğunu söy­lememektedir. Kulların hareketlerindeki tasarruf kulların iş­lediği iyilik ve kötülük Allah’tandır (celle celâlühü). Ama kul bünu kendi istek ve ihtiyarıyla yapar şeytan bile insanlara zorla günah işletemediğini açık bir dille Kur’an’da belirtirken Şeyh’ul Kürdi ve benzerleri bunu Allah’a (celle celâlühü) nisbet etmek­tedir.

Nakşibendi şeyhlerinden sözler ve kerametler:

Şeyh Muhammed Masum şöyle dedi:

“Ka’be’nin benimle kucaklaştığını ve beni tam bir özlem­le öptüğünü gördüm. Ziyaret tavafını bitirdikten sonra me­leklerden birisi haccm Allah (celle celâlühü) tarafından kabul edildi­ğine dair bana bir mektup getirdi.”

Yine onun:

“Ben yeryüzüyüm ben gökyüzüyüm” dediği nakledilir.

Bir başka sözünde de şöyle der:

“Ben nefsimi bir nur olarak görüyorum, o nur alemdeki her zerrenin içine sızmaktadır ve alem güneş gibi o nurla nurlanmaktadır.

Habibullah Cancanan şöyle dedi:

(.“Kamil sofi hiçbir hayrı kendisine nisbet etmeyen nefsi­nin asla kemale ermediğini söyleyen kimsedir. O çok iyi bi­lir ki burada bir emanetçidir. İşte hak budur. Tam yok olma­nın ve müşahedeye ermenin manası budur. Hallac’ın sözü­nün sırrı “hak benim” budur >

Biz yok olma ile ilgili bölümü yalnız olarak zikrettik. Orada okunulması tavsiye edilir. Bu kimseler varlık alemin­de Allah’tan (celle celâlühü) başka bir şeyi göremezler. Hallac’ın sö­zünün delil olarak getirmelerinin illeti de budur. Çünkü o nefsini Allah’ın (celle celâlühü) nefsi olarak sayıyordu (haşa). Bu Habibullah denilen kimse vefat ettiği zaman “Kur’an’ın yarısı göğe yükseldi dinde çatlaklar meydana geldi” denil­di. Senhuti Nakşibendi’lerin menkıbelerini anlatırken Envar el-Kudsiye adlı kitabında bunu zikreder.

Şeyh Ahmed Faruki şöyle dedi:

“Nice zamanlar ben Arş’m üzerine çıkarılırdım. Bir de­fasında yine Arş’ın üzerine çıkarıldım yerle gök arası kadar oranın üzerinde yükselince şah-ı Nakşibend’in makamını gördüm. Onun da biraz üzerinde bazı şeyhlerin makamları­nı gördüm ve ben her çıkmak istedikçe bu bana kolaylaştı­rılıp»

Bir başka sözünde de şöyle der:

“Ka’be’nin etrafında dönüp tavaf ettiğini gördüm. Bu Al­lah’ın (celle celâlühü) bana bir ikramı ve teşrifi idi.”

Yine Şeyh Ahmed Diyauddin’in kerametlerinden birisi­de müritlerden biri kendi kendine şeyhinin bir keramet gös­termesini istemeyi içinden geçirdi. Ancak bunu söylemeye cesaret edemedi. Mübarek şeyhi onun içinden geçirdiğini he­men bilip keşfetti ve şöyle dedi:

“İstikamet bin kerametten daha hayırlıdır.”

Şeyh Mustafâ Hani ise, bir şey olmadan evvel onun ola­cağını haber verir ve o şey haber verdiği gibi gerçekleşirdi. Müritlerinin aklından geçen şeyleri parlak bir ayna gibi hisseder en düşük akla gelen şeylerden en büyüğüne kadar hepsini bilebilirdi. Müritlerine hallerinden sual sormaz ak­sine müridin geçirdiği evreleri o ona haber verirdi.

Şeyh Tacuddin Zekeriyya’nm küçük bir kızı vardı. Kızı hastalanmıştı abdest aldığı esnada Allah Teala kıza şeyhin ayaklarını yıkadığı zaman suyu içmesini ilham etti. Kız şeyh abdest aldığı sırada ayağını yıkadığı suyu içti ve Al­lah’ın (celle celâlühü) izniyle şifa buldu. Bir defasında şeyh arkadaş­larıyla birlikte gülüyor ve onlarla şakalaşıyordu. Bazısının akima şeyhlik makamımı! şakalaşmayla bağdaşmadığı gel­di. Şeyh onların aklına gelen bu düşünceyi gördü ve şöyle dedi:

“Şakalaşmak Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetlerindendir.”

Yine şeyh Kasım anlatıyor. Ubeydullah Ahrar hastalan­dı şeyh Kasım yanına gelip ona:

(40)    Mevahib: 184.

“Nefsimi sana feda ettim” dedi. Şeyh Ubeydullah:

“Öyle yapma çünkü bağlıların çoktur ve sen daha genç­sin” dedi. Ancak şeyh Kasım bu konuda seninle istişare et­mek için gelmedim. Bilakis ben bunu kendi nefsimde karar­laştırdım ve bunda ısrarlıyım. Ben bu halde yanına geldim. Allah da (celle celâlühü) bunu kabul etti dedi. Ertesi gün olunca şeyh Ubeydullah’m hastalığı şeyh Kasım’a geçti ve şeyh Ubey­dullah hastalığından iyileşti. Artık doktora hiçbir ihtiyacı kal­madı.

İşte Nakşibendi şeyhlerinin sözlerinden ve fiillerinden bir parça naklettik. İnsaflı bir okuyucuya söylediklerinin ne derece şeriate muhalif olduğu gizli kalmaz onlara göre şeyhler insanların aklına ve hatırına gelip dolaşan şeyleri bi­lebilirler. İlerde ne olacağını bilebilirler. Hatta kimisi Arş’m daha da üstüne çıkabilir. Kimisi nefsini bir nur olarak görüp kainattaki her zerrenin içine sızdığını söyleyebilirler. Onlar­dan çoğu bir kişi ile çok kişi arasında hiçbir fark gözetmez. Onlar için halik ile mahluk aynı şeylerdir ve buna zındıkla­rın emiri Hallac’m sözünü delil olarak getirirler Müritlerin kavuştuğu her nimet ve bereket şeyhlerden gelmektedir, bu bereketlerde Allah’ın (celle celâlühü) zikri asla dolaşmaz Allah’tan (celle celâlühü) olduğu söylenmez. Hep şeyhin bereketini şeyhden bilirler acaba Tenvir el-Kulub’un sahibinin dediği gibi Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olmak sahabenin yoluna bağlılık bu mudur

Nakşibendi şeyhlerinden yardım ve medet dilemek:

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“(Onlar mı daha hayırlıdır?) yoksa kendilerine dua et­tiğiniz zaman, darda kalana yardım eden, sıkıntıyı gide­ren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah ile birlikte bir de ilah mı? Ne kadar az düşünüyorsunuz?”

(Nemi: 27/62)

Bu ayet ne güzeldir. İnsanların nefislerine ne derece et­ki etmektedir. Mü’min kişi için bu ayetten başka yönelece­ği hiçbir şey yoktur ve onun ihtiyaç anlarında Allah’tan (celle celâlühü) başkasından yardım dilemesi veya medet umması beklenemez. Sonra Allah Teala bize korkunç bir sahne gös­termektedir ki bu durum insanın başına çokça gelir. O du­rumda hiç kimse onun yardımına koşamaz bilakis o, durgun­dur. Başkasına sığınmak başkasından yardim dilemek müm­kün değildir. Beklediği sadece Allah’tan (celle celâlühü) gelecek bir yardımdır.

“Orada daimi ve ebedidirler. Şüphesiz en büyük mü­kafat Allah katindadır.” (Yunus: 10/22)

Bu ayetteki ibret insanın bu en sıkıntılı anında sadece ve sadece ihlasla rabbine yalvarması hiçbir puttan, kabirden, ve­liden ve benzeri şeylerden hiç birinden yardım dilemeyip sa­dece rabbinden kendisini yaratandan yardım dilemesidir. Bu korkunç anda ihtiyaç sahibi kimse sadece Allah’a (celle celâlühü) yö­nelir ve ondan yardım diler. İşte ayette geçen dini ona ha­lis kılarak ibaresinin manası budur. Buna rağmen Allah (celle celâlühü) onlara yardımını gönderip onları içinde bulundukla­rı sıkıntılardan ve tehlikeli anlardan kurtardığı zaman o kimseler tekrar ibadette Allah’la (celle celâlühü) birlikte eşler ve or­taklar koşarlar. Ondan başkasına dua ederler, ondan başka­sından yardım ve medet umarlar.

“Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman tekrar ona şirk koşarlar.”    (Ankebut: 29/65)

Nakşibendi’likteki hasıl olan ayıp ise onlar en sıkıntılı an­larında bile şeyhlerinden yardım ve medet umarlar. Çünkü Nakşibendi kitaplarının sahipleri bu konuları ve şeyhlerinin meziyetlerini anlattıkları zaman bu konuda oldukça geniş davranırlar ve daldıkça dalarlar. Onların gaybı bildiğini kainatta tasarruf sahibi olduklarını filanın yardımına koştuk­larını filanı cezalandırdıklarını bela ve musibetleri hastalıklan defettiklerini söylerler. Bu nedenle böyle bir ana düştük­lerinde onlardan yardım ve medet beklerler. Dinlerini onla­ra halis kılarak onlara yönelir kainatın sahibi ve yegane mutasarrıfı Allah’a (celle celâlühü) yönelmezler. Ellerini göğe kaldı­rıp rablerine yalvarmazlar. Aksine hemen zihinlerine şeyh­lerinin medetleri ve yardımları gelir. İşte sana bunun izahı.

Şeyh Muhammed Masum’un müritlerinden biri ata bin­mişti atı tökezleyince o yere düştü ancak bir ayağı atın üzengisine takıldı. At ürküp kaçtı ve dolaştıkça dolaştı ar­tık o öleceğine kesin inanınca şeyh Muhammed Masum’dan yardım diledi ve ondan medet bekledi. Sonra kendisi şöyle dedi:     .

“İşte bu esnada şeyhin geldiğini atı durdurduğunu ve beni tekrar ata bindirdiğini gördüm.” Aynı mürit yüzme bilmiyordu denize düşünce nerede ise boğulacakken şeyhi­ne medet diye dua etti. Şeyhi hemen onun imdadına yetiş­ti onu eliyle alıp boğulmaktan kurtardı.

Aynı şekilde bir gemide nerede ise boğulmak üzere olan adamlardan biri şeyhten yardım diledi şeyh elini uzattı -o es­nada arkadaşlarının arasında oturmaktaydıve eliyle ge­miyi doğrulttu. Ancak elbisesinin kolu ıslandı. Halbuki yardım dileyen ve şeyhin bulunduğu yer arasında oldukça uzak bir mesafe vardı. Öğrencileri ve arkadaşları şeyhin kolunun ıslandığını görünce buna şaşırdılar.

Bir defasında Şeyh Arif’in köyüne büyük bir sel geldi köy sakinleri boğulmaktan korktuklarından hemen onun evine sı­ğındılar. Şeyh çıktı ve suyun aktığı yere oturdu ve ona:

“Eğer gücün varsa beni taşı” dedi ve sel geri döndü.

İşte insanlar bu sıkıntılı anlarında ellerini göğe kaldırıp rablerine dua edeceklerine şeyhlerinden medetler bekliyor­lar. Tarikat şeyhlerinden yardım dilemeye koşuyorlar. İslam ve tevhidin bu kimseler arasında nerede olduğunu bilmiyo­rum. Allah’ın (celle celâlühü) bu kimselerin nefislerindeki değeri ne­rededir. Bu kimselerin kalplerinde ilahlaştırdıklan şeyler ne­lerdir görmüyor musunuz?

Nakşibendi kitaplarının müellifleri ne istiyorlar? İnsan­ların Allah’tan (celle celâlühü) başka bu şeyhlere ibadet etmelerini mi istiyorlar yoksa onları da Allah’la (celle celâlühü) beraber ortak ilah mı yapmak istiyorlar?

İş bununla da bitmiyor onlar şeyhden yardım ve medet is­temenin hayatında ve ölümünden sonra olması arasında hiçbir fark görmüyorlar. Şeyh Muhammed el-Kurdi şöyle di­yor:

“Şahı Nakşibend’in arkadaşlarına ve bağlılarına medet ve yardımı hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da onlara ulaşır. Onun arkadaşlarına her türlü yardım ve mededini yap­mada ölümüyle hayatı arasında hiçbir fark yoktur. Bu sözü­ne delil olarak da şu ayeti getiriyor.

“Eğer o ölür veye öldürülürse sîzler tekrar gerisin ge­riye mi döneceksiniz?” (Al-i İmran: 3/144)

Halbuki bu ayet Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hastır Buna rağmen bunu kendi şeyhlerine yormakta hiçbir mani görmüyorlar ve bunda bir beiste görmezler. Onlar Allah’ın (celle celâlühü) kendisine has kıldığı sıfatları ve harikulade halleri kendilerine de nisbet ediyorlar. Dolayısıyla ayetin hususiyetini bütün şeyhle­rinin geneline yormalarında bir zorluk çekmezler. Sonra ayeti başka bir manaya ve mecraya çekiyorlar. Ölüden yar­dım dilemeye ve medet ummanın cevazına delil olarak ge­tiriyorlar. Tefsir kitaplarını okuyan kimse onların bu sapık tefsirine delalet eden hiçbir şey bulamaz. Sonra onlar ölmüş Nakşibendi şeyhleriyle oturmayı onlarla bir arada bulunma­yı onlardan velayet ve sorumluluk almada bir beis görmü­yorlar. Şahı Nakşibendi teklif ve sorumluluğun ölen nakşibendi şeyhlerinin kabirlerinde bir araya gelmekle hasıl ol­duğunu söyler. Aynı şekilde gizli zikir yolunu Şeyh Abdulhalık Gucdevani’nin ruhaniyetinden aldığını söyler. Çünkü ruhaniyetler rüyada birarada toplandığı gibi ölümden son­ra da toplanırlar. Çünkü ruh alemi lahuti (ilahi) bir alem olup cisimlerin alemlerinin dışındadır.

Alimler dirilerin ölülerin ruhlarıyla karşılaştığını ve on­larla bir araya geldiğini söyleyen kimseleri tekfir ederler. Fetevayı Bezzaziye’de şöyle denilir:

“Kim şeyhlerin ruhlarının hazır olup bildiğini söylerse tekfir edilir.” Şeyh Fahreddin ise şöyle der:

“Kim ölünün Allah’ın (celle celâlühü) dışında işlerde tasarruf sa­hibi olduğunu söylerse ve buna inanırsa kafir olur.”[43]

Şeyh Hamiduddin Nakuri ise şöyle der:

(.“Tasavvufçulardan bazıları ihtiyaç ve musibet anlarında velileri ve peygamberleri çağırıyorlar. Onların ruhlarının he­men hazır olduğunu, nidayı işittiğini, ihtiyaçlarını bildikle­rine inanıyorlar. Bu ise çirkin bir şirk olup açık bir cehalet­tir.^

Onların bu ruhlar alemiyle sıkı bağlantıları nereden ge­liyor. Onlar ruhların gelip gittiğin bir yerden bir yere inti­kal ettiklerini dilediği dirilerin yanına gelip onlarla konuş­tuklarını ve sohbet ettiklerini nereden biliyorlar.

Ölümden sonra ruhun mahiyeti nereye vardığı ve nere­de yerleştiği hakkında sorular çoğalınca Allah’ın İsra 85'te­ki ayeti hemen gelir ve sorulan bütün sorulara cevap verir. Bu taifeye bağlı olanlar gerçekten çok hayale yakındırlar. Gerçeklere çok uzaktırlar. Allah’ın (celle celâlühü) şeriatına bağlılık­tan uzaktırlar. Fena, hulul düşüncelerini iddia eden şeyhle­rin hurafe ve hayallerine ne kadar da yakındırlar.

Şeyhlerinin kabirlerini takdis etmeleri:

Keşke iş bu hadde dursaydı, hatta iş onların kabirlerini öpmeye ve onlara sürünmeye kadar vardı. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise kabirlerin yanında namaz kılmaktan, üzerlerine binalar yapmaktan veya oturmaktan nehyetti. Bunu yapan bir pey­gamber eğer insanların onların kabir topraklarından bereket umduklarını eşiklerini öptüklerini ve teberrük dilediklerini bilseydi ne olurdu? Şeyh’il Kürdi Tenvirul Kulub adlı kita­bında şöyle der:

“Avamın yaptığı velilerin eşiklerini öpmek tabutlarına sü­rünmekte bir beis yoktur. Tabi bununla teberrüğü kastedi­yorlarsa bir beis yoktur. Onlara itiraz etmemek gerekir. Çünkü onlar bunu yapanın ve etki edenin Allah (celle celâlühü) oldu­ğuna inanıyorlar bunu ise yani evliyaların eşiğini öpmek, topraklarından bereket ummak Allah’ın (celle celâlühü) kendilerini sevdiği için yapıyorlar. Okuyucunun şunu unutmaması ge­rekir ki şeyh efendi kabir sahiplerinin ihtiyaç sahiplerinin du­alarına icabet ettiğini, ihtiyaçlarını giderdiğine inanmakta­dır. İş sadece teberrük meselesi değildir. Aksine o ihtiyaç­ların giderildiğinede inanmaktadır. Bundan daha büyük şirk olur mu? Şeyh’il Kürdi şöyle diyor:

“Bazı şeyhler şöyle dediler:

“Allahu teala veli kulunun kabrine bir melek vekil kılar o melek ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderir. Bazen de velinin bizzat kendisi çıkar ve ihtiyaç sahibinin ihtiyacını kendisi giderir.”[44]

Şeytanın tuzaklarından biri de işte budur. Müslümanlara putlara tapmayı süslemekten vazgeçip bunun eski bir mesele olduğunu müslümanları artık bu şekilde etkileyemeyeceğini, Mekke’nin fethi ile putların yıkıldığını görünce bi­raz düşündü ve putlara alternatif olarak kabirlerin yeni bir tuzak olabileceğini buldu. Bu nedenle insanlara kabirleri süs­lemelerini, üzerine binalar yapmalarını, kabir ziyareti için yolculuk yapmalarını özellikle de ihtiyaç ve sıkıntı zaman­larında böyle yapmalarını onlara vesvese ile fısıldadı.

Halbuki kabir bina edilmiş taşlardan ibarettir. Putlar da aynı maddeden yapılmıştı aralarındaki fark sadece şekildi. Put insan suretinde yapılmış kabrin ise sureti yoktu. Bu ise şeytanı ilgilendirmezdi şeytanı tek ilgilendiren şey putlara tapmaktan elde edilen neticenin bunda da elde edilmesiydi. Çünkü putlar kimseye fayda ve zarar veremezler. Aynı şe­kilde kabirler de kimseye fayda veya zarar veremezler. Ka­birler şeytanların yeni tuzak yerleriydi. İnsanlardan çok az kimse buna dikkat ederdi.

Rasulullah (s.a.y.) şeytanın bu tuzağını iyi bildiği için in­sanların dikkatini buna çekmiş ve onları şeytanın bu tuza­ğına düşmekten sakındırmıştı. Bunu da son nefesinde söy­lemişti. Ölüm sarhoşluğunde iken her ayıldığında ve kendi­ne geldiğinde şöyle diyordu:

“Allah (celle celâlühü) Yahudi ye Hristiyanlara lanet etsin pey­gamberlerinin kabirlerini mescidler edindiler.”[45]

Aişe şöyle der:

“Eğer insanların onun kabrini mescid edinmesinden korkmasaydım onun kabrinin bariz olmasını isterdim.”

Yine Aişe anlatıyor. Rasulullah’a (s.a.y.) vefat geldiği zaman yüzüne gömleğinin bir parçasını örtüyor kederlendiği zaman da yüzünden o gömleği çekip yukardaki sözleri söy­lüyordu.

Cündub b. Abdullah’tan Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından ön­ce şöyle buyurdu:

“Dikkat ediniz sizden öncekiler peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini mescidler edinyorlardı. Şu­nu iyi bilin kabirleri mescidler edinmeyin sizi böyle yap­maktan nehyediyorum.”[46]

Aynı şekilde Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kabirlerin üzerine bina yapılmasını ve kabirlerin üzerine oturulmasını nehyetti.

Kabirleri öpen, onun eşiğine sürünen toprağıyla bereketle­nen kimselerin hali nicedir. Hetede eğer bunun fayda ve za­rar verdiğine inanıyorsa bütün bunların haram olması daha evla değil'midir?

Şeyh’il Kürdi şöyle diyor:

“Şahı Nakşibend Ölünce tabileri kabrinin üzerine büyük bir kubbe bina ettiler ve orayı geniş bir mescid yaptılar.”[47]

Bir diğer yerde ise şöyle denilir; bugüne kadar hala onun ruhaniyetinden yardım dilenir, toprağıyla bereketlenir ve onun kapısına iltica edilip sığınılır.

Ey okuyucu! Allah (celle celâlühü) için bana göster bu fullerde şe­riata ittiba ve sünnete uyma nerededir. Sahabenin yolu bu yaptıkların neresinde vardır. Sahabenin yolu kabirleri öpmek oralara sürünmek onlardan yardım dilenmek miydi, yoksa bu hareketlerden putçuluğun kokusu mu gelmektedir? Bu ta­ife ibadetlerini Allah’ın (celle celâlühü) kitabından ve Rasulununu sünnetinden alıp buna şiddetle sarıldıklarım zannediyor­lar. Halbuki gerçek bunun tam aksinedir.

Fena (yok olma) ve vahdet-i vucut Nakşibendiliğin

* en tehlikeli inançlarından birisidir:

Nakşibendilerin yanında en tehlikeli olan şeylerden bi­ri de fena (yok olma) ve vahdet-i vucud itikadıdır. Çünkü on­lara öyle bir hal arız olur ki bütün mahlukatta ve yapılarda Allah’ı (celle celâlühü) görürler. Allah (celle celâlühü) aynı anda ibadet edilen ve ibadet eden olur.

Hristiyanlar Allah Teala’nın İsa’nın (aleyhisselâm) şahsına hulul ettiğini söylemelerinden dolayı kafir oldular. Peki hulul düşüncesini kabul eden ve söyleyen Nakşibendi’lere ne oluyor? Allah Teala’nın bu alemde gördüğümüz herşeye hulul ettiğini ve Allah’ın bu şeylerde fena olduğunu söylü­yorlar. Onların yanında kainat Allah’ın (celle celâlühü) isimlerinden ve sıfatlarından olan bir aynadan ibarettir. Nakşibendi şeyh­leri bu konuda konuştukları zaman Ebu Yezid el-Bestami’nin şu sözünü delil getiriyorlar.

“Sübhani ma azeme şe’ni (Ben ne yüceyim ki bütün noksan sıfatlardan münezzehim ve bütün kemal sıfatlarıy­la muttasıfım benim şanım ne büyüktür).” Yine Hallac’ın şu sözünü delil getiriyorlar:

“Hak benim (ene’l-hak)”, bu gibi sözlerle Nakşibendiler kendilerine delil bulmaktalar fakat biz Nakşibendi şeyhle­rinin bu konuya bağlı olarak söyledikleri her sözü ayrıntılı bir biçimde zikredeceğiz.

Ahmed Faruki şöyle diyor:

“Allah Tealanın eşyaların bizzat kendisi olduğunu bul­dum. Sofilerin son halkalarında olan vucudi tevhidin sahip­lerinin söylediği gibi Allah (celle celâlühü) eşyaların aynısıdır. Son­ra Allah Tealanın eşyalara hulul etmeden ve sızmadan var olduğunu buldum sonra bekaya yükseldim ki o velayette ikinci bir basamaktır eşyaların ise sonradan geldiğini gör­düm. Öyle ki Allah Tealanın bizzat o eşyaların kendisi ol­duğunu, hatta bizzat kendi nefsim olduğunu buldum. Son­ra Allah Tealanın eşyalarda olduğunu hatta kendi nefsimde olduğunu sonra da eşyalarla beraber ve hatta nefsimle bera­ber olduğumu gördüm.”[48]

Şah-ı Nakşibend’e bazı kimselerin söylediği şu sözden so­ruldu:

“Fakirlik kemale erince işte Allah odur.” O.ise şöyle cevap verdi:

“Bu söz fenaya ve sıfatların silinişine delalettir.” Sonra­da şöyle dedi:

“Hiç kimse yokken o vardı sadece Allah (celle celâlühü) vardı. Herşey yok olunca o kaldı sadece Allah (celle celâlühü) kaldı.”

Ubeydullah Ahrar arifin vasıflarını söylerken şöyle de­di:

“Arif o kimsedir ki, zatı ve sıfatı Allah’ın (celle celâlühü) zatında ve sıfatında yok olan kimsedir. Onun hiç bir ismi ve resmi kalmamıştır.”

Şeyh Muhammed Barisa -Şah-ı Nakşibendin arkadaşla­rından birişöyle dedi:

“Zikrin hakikati Allah Tealanm kendi zatıyla kulun ken­disinde tecelli etmesinden ibarettir.” Yani zikreden kişi zikredilenin bizzat kendisi olur. Bunun aksi de doğrudur.

Şimdi bu kimselerin zannettiği gibi sünnete tabi oimak bu sözlerin neresinde mevcuttur.

Ubeydullah Ahrar şu ayet hakkında,

“Bizim zikrimizden yüz çeviren kimselerden sen de yüz çevir.”           (Necm: 53/29)

Yani Allah’ın (celle celâlühü) zatında yok olan ve onun zatında bo­ğulandan yüz çevir. Zira eğer onu zikretmeye devam eder­se Rabbini müşahede de kendisine bıkkınlık gelir. İşte o za­man ey Muhammed sen o kimseyi zikir ile mükellef kılma.

Musannif der ki:

“Muhyiddin-i Arabi bu nedenle şöyle şiir okudu:

“Allah’ın zikriyle günahlar artar.

Kalp basiretler körelir ve söner.

Zikri terketmek daha efdal bir haldır.

Çünkü güneşin batışı yoktur.”

Yine Muhyiddin-i Arabi:

“Biz sana kevseri verdik...”

ayeti hakkında şöyle dedi:

“Biz sana çoklukta tekliğin müşahedesini verdik.”

Mevahib kitabının sahibi şöyle devam eder:

“Nakşibendilerin yanındaki zikir yolu zikredenin kalbin­de tevhid sırrının oluşmasını sağlar. Öyle ki kişinin nazarın­da bütün yaratıklar yok olur ve görünen şeylerde mutlak var olan Allah Tealayı görür.

Onların bu sözlerine karşılık Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Şunu iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle itmi’nan ve sükunete erer.”              (Ra’d: 13/28)

Şeyh el-Kurdi ise: Allah’ın zikriyle kişinin günahları artar diyor. Acaba biz kimi doğrulayıp kimi yalanlayalım. Allah’ı mı (celle celâlühü) doğrulayalım yoksa mutasavvıfçıları mı? Bu eski şeyhlerin sözlerine binaen çağdaş şeyhlerden Muhammed Mustafa Ebu’l Ala ise şöyle diyor:

“Mürid murakabeye devam ettiği zaman müşaheae mer­tebesine yükselir. O zaman onun basiret gözü açılır ve Al­lah Teala’nın zâtının birliği ve nuru bütün eşyaları kuşattı­ğını ve Allah’ın (celle celâlühü) isim ve sıfatlarıyla yaptıklarında te­celli ettiğini görür.”

Tenviru’l Kulub’ta şöyle bir rivayet vardır: Ebu Said Harras şöyle dedi:

“Allah Teala kullarından biriyle dost olmak istediği za­man ona kendisini zikir kapısını açar. O kul zikirle lezet bu­lunca bu sefer ona kendisine yakınlık kapısını açar. Daha sonra da o kulunu ünsiyet meclislerine yükseltir. Ardından onu tevhid kürsüsüne oturtur. Sonra da hicap perdesini on­dan kaldırır ve onu ferdaniyet evine koyar. Kendi azamet ve celalinin perdesini ona açar. Kulun gözü onun azamet ve celaletini görünce kul onsuz kalır. İşte o zaman kul fani bir za­mana girer.”

Tenviru’l-Kulub’un sahibi sonra da şöyle der:

“Allah’ta (celle celâlühü) yokoluşdan sonra istediğin şekilde ol o zaman ilmin cehalet olmaz yaptıkların günah olmaz.”

Onların bu sözlerine karşılık Allah (celle celâlühü) kulunun arasın­daki perde asla açılmayacak ve kaldırılmayacaktır. Zira Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Allah’ın bir insanla karşılıklı konuşması asla olacak şey değildir. Ancak ya vahiy yoluyla ya da perde arka-

smdan konuşur yahut bir elçi gönderir ve izni ile diledi­ğini ona vahyeder.”           (Şura: 42/51)

O halde Allah (celle celâlühü) zalimlerin söylediklerinden beri­dir. Yine şeyh Ubeydullah Ahrar şöyle diyor:

“Hamdin kemali kulun onu hamdetmesidir ve ondan başka hamdeden kimsenin olmadığını bilmesidir ve kul kendisinin hiç olmadığını isminin ve resminin yaptıkların­ın olmadığını bilmesidir. Kul ancak Allah’ın (celle celâlühü) kendi sı­fatlarının onda tecelli etmesinden sevinmelidir.

Onların şeyhi imamı ve fena akidesinde yegane örnekle­ri olan Ebu Yezid el-Bestami şöyle diyor:

“Allah’ı (celle celâlühü) altmış sene aradım. Baktım ki ben oyum.”

Sonra şeyh Ahrar şöyle dedi:

“Allah Teala salikin kalbine tecelli ettiği zaman o kim­sede masivayı siler ve ondan başka hiçbir şey o kişinin kal­binde kalmaz. İşte o zaman o kalpte bugün mülk kimindir vahid ve kahhar olan Allah’ındır (celle celâlühü) diye işitilmesinde bir günah olmaz.”

İşte bu taifenin sözlerinden bir kısmını yukarıda zikret­tik. O sözlerden hangisi Muhammed Mustafa’nın şeriatine muafıktır. İşte ulemanın söyleyen kimseyi tekfir “ettiği Vahdet-i vücud düşüncesi budur. Allah Teala Allah’ın (celle celâlühü) Mesih’le (aleyhisselâm) birleştiğini söyleyenleri tekfir ettiğini söy­ledik. Şöyle buyurdu:

“Allah Mesih’in kendisidir diyen kimseler elbette ka­fir olmuşlardır.”              (Maide: 5/72)

O halde Allah’ı (celle celâlühü) zikreden kimsenin bizzat zikredi­lenin aynısı olduğunu zanneden ve bunu iddia eden kimse­nin durumu nasıl olur. Veya çok zikir zikreden kimsenin yokluğuna, sıfatlarının yokluğuna veya o kimsenin zikredi­lenin isim ve sıfatlarında yok olduğuna götürür diyen kim­selerin durumu ne olur.

Eğer bu sözler onların kendinde olmadığı ve akıllarının

başlarında bulunmadığı, kendilerine hakim olamadıkları bir halde söylediklerini söyleseler onların bu şüphelerine ce­vap vermek pekte zor değildir. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanla­rın en abidi ve Allah’tan (celle celâlühü) en çok korkanı idi. Sahabe­ler o namazda iken ona yaklaştıklarında ondan kazanın kay­naması gibi bir ses işitirlerdi. Onun da ibadet ettiği esnada kendisine çok haller peyda olurdu. Kur’an okuduğu zaman kendisine ağlama gelir ve vahiy inerdi ama buna rağmen onun kendinden geçtiğine dair hiçbir şey bize nakledilme­di, Zahiri küfür olan bir sözün ondan sadır olduğunu duyma­dık. Eğer tasavvuf ehli kimseler kendilerinin Allah’la (celle celâlühü) beraber oldukları zaman başlarına gelen haletlerin olduğu­nu, hayatlarını unuttuklarını ve herşeyi unuttuklarını unutu­yorlarsa ve kendilerine gaybet anlarının geldiklerini iddia ediyorlarsa söylediklerini farkında olmadıklarını söylüyor­larsa buna cevap daha kolaydır. Allah Teala sahabeleri sar­hoş oldukları zaman namaza yaklaşmamalarını emretti. Bu içkinin haram oluşundan önce inen bir ayetti. Bundaki illet ise Allah Tealanın dediği gibi ne söylediğinizi bilinceye ka­dardır. Bu kimseler ne söylediklerini bilmedikleri şeylerle nasıl rablerine ibadet ediyorlaıÇ Rablerine içkiden daha sar­hoş olan bir şeyle nasıl ibadet ediyorlar. Sonra bu din ifrat­la tefrit arasında orta yollu bir dindir. Dinde aşırılık kesin­likle övünülen birşey değildir. Her ne kadar kişinin isteği da­ha fazla hayır işlemek olsa bile aşırılığı asla tasvip etmezŞ

Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına gelen üç kişilik grubun söyledikleri hadis meşhurdur Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sormak için gelmişler kendilerine Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadeti ha­ber verilince de bunu azımsamışlardı. Bunun üzerine biri­si;

“Ben geceleri hiç uyumayıp hep namaz kılacağım” demiş. Diğeri de:

“Ben de gündüzleri hiç yemek yemeyip hep oruç tutaca­ğım demiş.” Üçüncüleri de:

“Ben de kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğim” demişti. Onların bu sözlerini işiten Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yan­larına gelmiş ve:

“Şöyle şöyle diyen kimseler sizler misiniz?”

demişti. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki Allah’tan en çok korka­nınız ve ona en ibadet edeniniz benim. Buna rağmen ben gündüzleri bazen oruç tutar ve bazen yemek yerim, geceleri bazen namaz kılar bazen uyurum ve kadınlar­la evlenirimKim benim sünnetimden yüz çevirirse ben­den değildir.”

Oruca devam etmek hayırlı bir ameldir gece namazına de­vam etmek te hayırlı bir ameldir kendisini ibadete vermek için evliliği terketmek te kişiye hayırlı bir ahıel olarak gö­rünebilir. Ancak bu hayırlı amelin arkasında kötülük yatmak­tadır. Çünkü kişi devamlı oruç tutmakla vucudu zayıflar, vucudu zayıflayınca da Allah (celle celâlühü) yolunda cihad etmeye gü­cü yetmez işte kişinin nafile oruca devam etmesi İslam’ın farzlarından olan birisini ihmal etmesine neden olur. Bir na­file için ise farz terkedilemcz. Sonra kuvvetli mü’minin zayıf mü’nünden daha hayırlı olduğunu yine Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize bildirmektedir. Aynı şekilde gece namazına devam etmek kişinin ailesinin rızkını aramaktan ve onları ye­mekten alıkoyup onu tembelliğe sevkedebilir veya sürekli gece namazına kalkması cisminin yorgunluğuna sebeb olur. O zaman da uykuya dalar ve farz olan bir namazı kaçırır. Böylelikle nafile bir ibadet yapayım derken yapması farz olan bir ibadeti kaçırabilir.

Kadınlardan uzak kalıp evlenmeyen kimse buna dayana­mayıp harama düşebilir ve en büyük günahlardan olan zina­yı işleyebilir. O ne kadar bununla mücadele ederse de kadın­lara olan meylini yenemez. Çünkü sahabeler harama düşme korkusuyla evlenmede acele davranıyorlardı onların salahi­yetine, takvasına rağmen şeytan bazı kimseleri aldatmış ve onların zinaya düşmesine neden olmuştu. Bu kimseler saha­belerin takvasına ve salahına ulaşmadıkları halde nasıl bu­na cüret edebilirler.

Eğer çok zikretmek böyle açık küfre götürecek sözler söy­lemeye neden oluyorsa evla olan bunu terketmektir çünkü her ne kadar zikir kulun rabbine yaklaşması için en fazilet­li bir şey isede Allah’ın (celle celâlühü) eşyaya hulul ettiğine, onlara karıştığına ve kendilerini Allah’ta (celle celâlühü) yok olduğuna işa­ret eden sözleri söylemeye götürdüğü için bunu terketmek en doğru olan harekettir.

Sonra sahih bir ibadetin kişiyi bu hallere düşüreceğini as­la tastik etmem. Çünkü kitap ve sünnete ittiba ile yapılan bir ibadet hristiyan ve benzerlerinin söyleme cüretinde bulun­dukları sözleri söylemeye götüreceğini asla ihtimal ver­mem. Hangi ibadet olursa olsun sevabı ne olursa olsun eğer sahibini bu tür sözleri söylemeye sevkediyorsa o asla ibadetdeğildir. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iftarsız oruç tutmayı (visal orucu) şiddetli bir şekilde nehyetmiştir ve şöyle buyurmuş­tur:

“Devamlı oruç tutan oruç tutmamıştır.”[49]

Bunu üç defa tekrarlamıştır. Halbuki oruç bir ibadet ve itaattir.

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kadınlardan uzak durmayı nehyetmiş ve bunun Hristiyanlığa ait bir ruhbanlık olduğunu belirtmiş­tir. Halbuki evlenmeyi bırakmak kişinin vaktini daha çok ibadete vermesine fırsat tanıyan bir iştir. Fakat bunda büyük bir tehlike zinaya düşme tehlikesi olduğu için bundan nehyedilmiştir ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyordu:

“Evleniniz çünkü ben kıyamet günü ümmetlere kar­şı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Hristiyanlardaki ruh-

banlar gibi olmayınız.”[50]

Kendilerinden geçecek ne dediklerini anlamayıncaya kadar zikre devam eden kimselerin açıkça küfür sözlerini söylemeleri “hak benim şanım ne yücedir günahlardan ve ku­surlardan münezzehim” veya “cübbemde ancak Allah (celle celâlühü) vardır” gibi küfür sözlerini söylemeleri böyle bir çeşit zikir kesinlikle sakıncalıdır ve uzak durulmalıdır. Bunu da ebe­di olarak oruç tutmaya, kadınlardan uzak kalmaya ve gece­leri uykusuz kalıp teheccüd kılmaya kıyasen söylüyoruz. Şah-ı Nakşibend ve Dehlevi gibi bu tarikatın önde gelen büyük şeyhlerinin şu sözleri söylemeleri İslam dininde var mıdır?

Allah’ın (celle celâlühü) inkar ettim ve inkar etmek yanımda vacip­tir. Halbuki müslümanlarm katında o çirkin bir iştir.[51]

Her riekadar bu sözlerin zahiri küfür ilham etse de batı­nında sadece marifet ehlinin bilebileceği ve ulaşabileceği çe­şitli manalar vardır deseler de bu onları kurtaramaz ve on­lara şu cevabı veririz:

“Bizler her işimizi şeriatın ölçüsüyle ölçmekle emrolunduk zira o ölçüyü Allah Teala insanlara indirdi ki insan­lar onun ışığında yürüsünler şeriat ise kaynağını Allah’tan (celle celâlühü) alan fakat tasavvufçuların zemmettiği bir ölçüdür. Kim şeriata muhalefet ederse şeriatın sahibi Allah’a (celle celâlühü) muhalefet etmiştir. İnsanlar şeriata uymak ve onunla amel etmekte birbirlerine eşittirler. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanlar ara­sında şeriatın uygulanmasına en çok hırslı olan bir kim­seydi öyle ki şöyle demişti:

“Allah’a yemin olsun ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa Muhammed onun da elini keser­di.”

Bununla beraber o bütün mahlukatm en efdali ve efendi­leri idi. Bunda kimsenin şüphesi yoktu. Buna rağmen Aldah’ın (celle celâlühü) kendisini görevlendirdiği bu şeriatte kendisi için hiçbir ruhsat kabul etmiyordu. Sonra Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) za­hiri küfür, batını itaat olan hiçbir kelime söylemediği gibi hiçbir iş te yapmamıştır. Aksine Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her ke­lamı zahiren ve batınen sözlerin en güzeli idi. Ya Rasulul­lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu tarikat sahiplerinin ulaştığı vücd, gaybet, Al­lah’ın (celle celâlühü) zatında yok oluş gibi hallere ulaşmayıp o bu ha­yırdan yoksün oldu tasavvufçular ona ulaştı, veyahutta tasavvufçular bu gibi şeylerle yoldan çıkıp şeytan onları sap­tırmış ve onların kötü amellerini onlara süsleyip güzel gös­termiş ve aldanmışlardır.

Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez:

Şah-ı Nakşibend’e tarikatta teklif ve velayet hasıl oldu­ğu zaman bu tarikatın önceki arkadaşlarıyla ve sahipleriy­le kabristanda bir araya geldi. Onlar ölü idiler ve şah-ı Nak­şibend’e veliliğin alametlerini verdiler. Şeyh Abdulhalık Gucdevani’nin halifelerinden birisi ona şöyle dedi:

“Yarın Mevlana Şemseddin’in yanma gidersin ve ona: Fi­lan Türk’ün iddia ettiği şeyin doğru olduğunu Türk’ün hak­lı olduğunu söylersin. Eğer o bunu inkar ederse yanımda iki şahidim var dersin. Birincisi, ona sen Yasikan ve susuzsun dersin. O bu kelimenin manasını çok iyi bilir. İkincisi, ona sen yabancı bir kadınla cima ettin senden hamile kalınca ço­cuğun düşmesi için gayret ettin sonra da onu filan yere gömdün dersin” dedi.

Daha sonra seyid Emir Kelale’ye hizmet etmek için Nesef’e git onu filan yerde göreceksin sana sıcak bir ekmek ve­recek onu al ve hiç konuşma. Sonra yoluna devam et bir ka­filenin yanında geçeceksin. Sen onları geçince bir atlı sana doğru yönelecek işte o atlıya nasihat et çünkü o atlının tevbesi senin elinle olacaktır... O kişinin şah-ı Nakşibend’e söy­lediği bu şeylerin hepsi gerçekleşti.

Bakınız kabirlerinde olan bu kimseler neleri biliyorlar bir adam zina etmiş hamile kalan kadının çocuğunu düşürmüş ve onu defnetmiş işte bu kabirdeki adam o defin yerini bil­di ve atlının filan günde filan kişinin eliyle Allah’ın (celle celâlühü) onun kalbini imana döndereceğini bildi. Ve daha neler...

Şeyh Muhammed Kadi Şeyh Ubeydullah Abrar ile kar­şılaştı bu ikisi de Nakşibendi’lerin en meşhur şeyhleridir. Şaduman denilen köyde birbirleriyle karşılaştılar. Şeyh Ubey­dullah bütün sırrını tek tek ona söyledi. Şeyh Muhammed Kadi ise şöyle dedi:

“Şunu kesinlikle bildim ki hatıra gelen herşeyi o muhak­kak gördü. Yine Mevlana Arif velilerle birlikte kırk gün mescidde insanların hatırına gelen şeyleri murakabe etmek için kaldı. Şeyh Muhammed Seyfettin’in önünde ayakta duran­lardan birinin aklına bu şeyhin kibirli olduğu geldi. Bu şeyh Nakşibendi büyüklerinden biridir. Şeyh o kişiye dön­dü ve akimdan geçeni okuyup keşfetti sonra da şöyle dedi:

“Benim kibirlenmem Allah’ın (celle celâlühü) kibrindendir.”5®

Yine Şeyh Abdullah Dehlevi’nin kerametlerinden birisi de müritlerinin batınlarında tasarruf sahibi olması, onların gönlüne ve kalplerine feyiz ve esrarı atmasıdır.5*

Yine bu şeyhin kerametlerinden bir arkadaşının hanımı hastalandı arkadaşı hanımının hastalığını hafifletmesi için ona hayır duada bulunması için huzuruna geldi, Fakat o ar­kadaşının bu isteğini yapmadı arkadaşı bunda ısrar edince ona şöyle dedi:

“Bu kadın onbeş günden fazla yaşamayacak.”

Allah ’m (celle celâlühü) izniyle o kadın onbeşinici gününde vefat etti.

(50)    Mevahib: 215.

(51)    Mevahib: 249.

Muhterem okuyucular bu büyük yalandan daha büyük bir muhalefet var mıdır? Bu veli kişi nasıl oldu da bu kadının onbeş gün sonra öleceğini bildi bu kişi gaybı mı biliyor? yok­sa Allah (celle celâlühü) katında bir ahid mi almıştır? Bu keramet zannedilen şeyde şeriata muhalif çok şeyler bulunmaktadır. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kıyamet gününün vakti hakkındaki bilgi şüphesiz Allah katindadır. Yağmuru o yağdırır, rahimlerdekini ancak o bilir, hiçkimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğinide bilmez. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir ve haberdardır.”

(Lokman: 31/34)

Allah Teala kişinin yarın ne kazanacağını bilemeyeceği­ni söylerken Abdullah Dehlevi hasta kadınm yarın başına ne geleceğini bilmektedir. Öyle ki onun ne zaman öleceğini bi­le belirlemiştir. Şimdi kimi doğrulayalım Allah’ın (celle celâlühü) ayetinde belirttiğini mi doğrulayalım? yoksa Nakşibendi tarikatının sahiplerinin yazdıklarını mı doğrulayalım? şeyh­lerinin gaybı bildiklerine mi inanalım?

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Gaybın anahtarları beştir. Onları Allah’tan başka kimse bilemez yarın ne olacağını kimse bilmez ve hiç kim­se rahimlerdekinin ne olduğunuda bilmez hiçbir nefis ya­rın ne kazanacağını bilemediği gibi nerede öleceğini de bilemez. Ve hiç kimse yağmurun ne zaman geleceğini bil­mez.”[52]

Yine Mesruk anlatıyor: “Aişe bana şöyle dedi:

“Kim yarın ne olacağmı haber vereceğini iddia ederse Al­lah’a (celle celâlühü) büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“De ki: Gökyüzünde ve yeryüzünde Allah’tan başka

gaybı bilen kimse yoktur ve kimse onu bilemez.”

Bütün bunlardan daha garibi şeyh Dehlevi Nakşibendi ta­rikatının usulunu ve özelliklerini anlatıyor ve şöyle diyor:

“Nakşibendi’lerin istenilen bir şeyde himmetini toplama­ları konusunda acayip tasarrufları vardır. Bu sayede o iş top­lanılan himmete uygun halde olur. İnsanların kalbi üzerine tasarruf yapmak insanların akıllarından geçenleri bilmek gö­nüllere gelip giden şeyleri bilmek gelecek vakaaları keşfet­mek inecek bela ve musibetleri defetmek hastalıkları defet­mek gibi garip işlerde bulunurlar.”[53]

Muhterem okuyucum görüyor musunuz onun bu parag­raftaki sözlerine bakınız. İnsanların sinelerine gelip giden şeyleri ilerde gerçekleşecek vakaaları bildiklerini ve bilebi­leceklerini söylüyorlar. İslam’a bundan daha büyük bir mu­halefet var mıdır? Artık bundan sonra onların sinelerde giz­li olan şeylerin ve gizliden bakılan şeyleri biliyoruz deme­lerinden başka bir eksiklikleri var mıdır?

Bu Tarikatın Şeyhlerinin Hayatını Anlatırken

Aşırılığa Kaçmaları

(Nakşibendi tarikatının müellifleri şeyhlerinin hayatını ya­zarken garip ve şaz bir uslup kullanırlar. Bu kimseler bazı Kur’an ayetlerini yerinde olmayan bir şekilde şeyhlerini tezkiye etmek ve arındırmak için istiareli olarak kullan­maktan kaçınmazlar örneğin tarikat şeyhlerinden ikisinin ha­yatına bakalım Şeyh el Kürdi Mevahib adlı kitabında Der­viş Muhammed hakkında şöyle anlatıyorfy

“Dağınık olan hatıraları topladı, bütün azimetleri bir araya getirdi, ölü nefisleri diriltti ve onlara hayırdan olan azıklarını takdir edip taksim eyledi.[54]

İkincisi ise Muhammed Hevaciki’dir onun hakkında da şöyle diyor:

“Başlangıcından beri hidayette olduğunu mülahaza eder ve şeyhinin terbiyesinden haz alırdı. Öyle ki menkıbelerinden Levh-i Mahvuz oluştu. Hiçbir faziletli ameli terketmeyip hepsini orada saydı. Güneşe ve aydınlığına, onu takip eden aya, güneşi çıkaran gündüz gibi babasının ardından geliyor­du. Alemdeki her zerreyi o ruhanetiyle destekliyordu.

Yasin Senhuti Ubeydullah Ahrar’ı anlatırken şöyle diyor­du:

“Onun gaybı keşfedip bilmesi gizlilikleri haber verme­si sayılamayacak ve smırlandırılamayacak krfdar çoktur.” Yakub Cerhi hakkında ise şöyle der:

“O gayb ilimlerinin varisidir.”

Artık Şah-ı Nakşibend’in arkadaşlarından olan Şeyh Muhammed Barsa’nın bu tarikat için kızması ve bu tarika­tın Muhammed’in şeriatından alındığını söyleyip onu müdafa etmesi düşünülemez. Buna hakkı yoktur. Çünkü bu tarikat hakkında şimdiye kadar zikrettiğimiz herşeyin şeri­atla bir bağlantısı olmadığını ispat edip ortaya koyduk.

Hallaç ve Onun Nakşibendi’lerin Yanındaki Konumu:

Nakşibendi’lerin kitapları Hallac’ın sözleriyle delil ge­tirmekten hali değildir. Onun sözlerini överler ve küfür zındıklığına karşılık asılıp öldürülmesine çokça üzülürler. Şeyh Ali Rameydi şöyle der:

“Şayet Şeyh Abdulkadir Gucdevani’nin evlatlarından biri yeryüzünde bulunsaydı Hallaç aşılmayacaktı.” Gucdevani Nakşibendi tarikatının dayandığı temellerden birisidir. Hallaç gibi bir adama bu şekilde üzüntüyü belirtmenin se­bebi nedir? Bu adam Vahdet-i vücud ve hulul akidesini sa­vunan kimselerin başında geliyordu. Bu düşüncesini insan­ların gözü önünde açıkça söyler onu ilan edecek kadar cü­ret sahibi biriydi. Rububiyet iddia eder, tevhidi söyleyen her­kesin müşrik olduğunu söylerdi. İblis ve Firavun’u savu­nurdu. Çirkin ve kötü bir insandı onun yemek ve meyve çe­şitlerini bir yere defneder sonra da arkadaşlarına dilerseniz seyahate çıkalım derdi. Ve kalkar isanlarla beraber yürürler­di. O yere yaklaşınca arkadaşlarından birisi biz şu an şu şu meyveleri ve yemekleri yemek istiyoruz. İştahımız bunu çe­kiyor derlerdi. “Tabi sakladığı şeyleri bazı arkadaşlarına ha­ber verirdi söylerdi” arkadaşlarının bu istekleri üzerine Hallaç onlardan biraz uzağa çekilir eşyaları sakladıkları yerin üzerine gelir iki rekat namaz kılar ve arkadaşlarının is­tediklerini onlara getirirdi.[55]

Ebubekif Dimuri anlatıyor. Yanımıza dinura bir adam geldi. Gece gündüz yanından hiç ayırmadığı bir heybesi vardı. Onu aradıklarında Hallac’ın yazdığı bir mektup çık­tı. Mektup şu başlıkla başlıyordu Rahman ve Rahim’den fi­lan oğlu filana bunun üzerine adam mektupla birlikte Bağ­dat’a gönderildi Hallaç çağırıldı ve kendisine mektup gösteridi. Hallaç

“Evet bu benim mektubumdur onu ben yazdım” dedi. Oradakiler:

“Sen şimdiye kadar nübüvvet iddia ediyordun. Bundan sonra rububiyet mi iddia ediyorsun?” dediler. Hallaç

“Ben rububiyet iddia etmiyorum. Fakat yanımızda cem düşüncesinin bizzat kendisi budur. Onu Allah yazmıştır el ise sadece bir aletten ibarettir.” İşte bu asılmasının sebebiy­di.

Bu adam zındıklığını açığa vurmakta ki cüreti öyle bir de­receye ulaştı ki Allah’ın (celle celâlühü) ayetlerinden okuyan bir ada­mı işitince şöyle dedi:

“Bunun bir mislini ben de yazabilir ve onu okuyabili­rim”[56]

Yine Hallaç arkadaşlarından birine bir mektup gönder­di ona şöyle diyordu:

“Allah (celle celâlühü) seni şeriatın zahirinden korusun ve sana küf­rün hakikatini keşfetsin. Çünkü şeriatın zahiri gizli küfür­dür. Küfrün hakikati ise yüce bir marifettir.”[57]

Hallaç haccetmek isteyip te bu imkanı bulamayan kim­seye şöyle fetva verir. Evinin bir odasını temizlesin ve ona güzel kokular sürsün sonra da Kabe’yi tavaf ettiği gibi onu tavaf etsin işte onun böyle yapması Kabe’yi haccetmiş gi­bi olur. îbni Kesir bu rivayetin ardından şöyle der Hallaç kendisine tabi olanlara şöyle diyordu:

“Kim iftar etmeden üçgün peşpeşe oruç tutar ve dör­düncü günde iftarını yapraklarla açarsa bu Ramazan orucu­na karşılık ona kafi gelir.”[58]

Hallaç İblis’i çok metheder ve şöyle derdi:

“Göktekiler arasında İblis gibi bir muvahhid yoktur. Be­nim arkadaşım ve üstadım İblis ve Firavun’dur. İblis ateş­le tehdit edildiği halde davasından vazgeçmedi. Firavun denizde boğulduğu halde iddiasından vacgeçmedi. Onlar as­la aracılığı kabul etmediler.[59]

Hallaç hulul düşüncesini halikın mahluk ile mezcolduğunu savunanların en büyüğüydü Allah (celle celâlühü) bu zındığın söy­lediklerinden münezzehtir. Şöyle diyordu Hallaç:

Senin ruhunu kendi ruhuma meczettim. Nasıl ki maya saf suyla meczoluyorsa”

“Sana birşey dokunduğunda bana dokunmuştur. Bak­tım ki her halükarda sen benim”[60]

Sonra Hallaç Allah’ın kendisine hulul ettiğini ve onun­la bir bedenin içerisindebulunduğunu söyler.

Ben ondan o da bendendir ve biz bir bedene girmiş iki ru­huz.

Beni gördüğünde ben de onu görürüm. Onu görünce bi­zi görürsün.[61]

Nakşibendi’lik Hallac’m bu küfürlerinden nasıl salim ola­bilir. En büyük şeyhlerin şah-ı Nakşibend Hallac’ın söyle­diği küfür dolu olan şiir ve mısralarıyla nasıl delil getirebi­lir. Şah-ı Nakşibend masivaya bağlanmanın hicap «Iduğunu ve ondan kurtulmanın da vuslatın başlangıcı olduğunu söyler sonra da:

“Sen Hallac’m şu sözünü işitmedin mi?” derdi “Allah’ın dinini inkar ettin ve katımda inkar vaciptir.

Müslümanların katında ise bu çirkin bir iştir.”[62]

Habibullah Cancanan Vahdet-i vücud ve hulul ile ilgili sözler söyledikten sonra şöyle der:

“işte Hallac’m hak benim demesinin sırrı budur” Tarikat ehlinin bu zındığı savunmaları onun sözleriyle yardım dile­melerinin tek sebebi kulun zatının mabudun zatında yok ol­ma meselesinde birbirlerine mauafık oldukları içindir. Sizler temelleri ve esasları böyle olan bir tarikattan ne bekliyor­sunuz? Bunlar Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şeriatından mı? Şeriat nerede sünnet nerede. Onların şeyhinin şu sözü,

“Allah'ın dinini inkar ettin ki bu benim katımda vaciptir.

Müslümanların katında ise çirkindir”

Demesi şeriatın neresinde vardır. Ve daha diğer şeylerin “Hak benim şanım ne yücedir noksan sıfatlardan münezze­him her iki dünyada benden başkası yoktur.” Gibi sözler Al­lah’ın (celle celâlühü) şeriatında Rasulunun sünnetinin neresinde var­dır.

Nakşibendi’lerin yanında Ebu Yezid ei-Bestami:

Bu tarikatın müellifleri katında Ebu Yezid Nakşiben­dilik silsilesinin ilklerinden olduğu için daima onu müsta­kil bir halde anlatırlar. Onun hakkında çok sözler söylerler ve bu sözleri onun menkıbeleri ve kerametleri olduğunu söylerler. Halbuki zikredeceğimiz gibi onun o sözleri men­kıbe ve keramet değil onun birer hatası, ayıbı, küfrü ve musibetleridir. En büyük musibetlerinden biri sürekli ola­rak söylediği şu sözdür:

“Şanım ne yücedir ve ben noksan sıfatlardan münezze­him bütün kemal sıfatlarına muttasıfım.”[63]

Ebu Yezid insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra onlara yönünü dönüp şöyle dedi:

“Muhakkak ben Allah’ım benden başka hiçbir ilah yok­tur. Bana ibadet ediniz.”

Bu sözleri üzerine insanlar onu bıraktılar; “miskin ve de­li” dediler.[64]

Bir adam Ebu Yezid’in yanına geldi ve kapıyı çaldı Ebu Yezid:

“Kimi istiyorsun?” diye sordu. Adam:

“Ebu Yezid’i istiyorum” dedi. Ebu Yezid:

“Evde Allah’tan başka kimse yoktur” dedi.[65]

Ebu Yezid yine şöyle der:

“Allah’ın üzerindeki nimetleri çoktur birisi de insanla­ra olan şefkatinden ve merhametinden dolayı onlara bedel olarak ateşte yanmaya razı olmamdır.”[66]

Bu söz hristiyanların şu sözüne ne kadar benzemektedir:

“Mesih îsa insanları hatalarından arındırmak ve kurtar­mak için darağacında çarmıha gerildi.”

Yine papa Bolis’in şu sözüne ne kadar benzemektedir: “Çarmıha gerdirilip öldürülen Yasu bizi kurtarmak için kendi nefsini feda etti ve şimdi o cehenenemde yanmakta­dır.”

Yine Ebu Yezid’in bu sözü Rahip Filips’in şu sözüne ne kadar benzemektedir :

“Yasu bizi kurtamak için azap ve acılar çekti. Bu neden­le o cehenneme indi.” Yine rahip Cevat b. Sabat’ın Namaz adlı kitabında söylediği şu söze ne kadar benzemektedir:

“Nasılki Mesih bizim için öldü ve bizi kurtarmak için kendisini feda etti ve defnedildi ise bizim de onun cehenne­me girdiğine inanmamız zorunludur.”

Demek ki Ebu Yezid’in parlak görünen bu sözü hristiyanların ruhbanlarının ve felsefecilerinin söylediği söze ne ka­dar benzemektedir. Sanki o bu sözüyle hristiyanlardaki kur­tarıcı teorisini İslam dinine taşımak istiyor.

Ebu Yezid Zühd’de öyle bir dereceye ulaştıki artık Al­lah’ın (celle celâlühü) katında olan şeylerden de zühd eder oldu. Zira şöyle diyordu:

“Allah beni önünde durdurdu ve bana bütün nimetlerini ve mülkünü takdim etti. Fakat ben hep “istemiyorum iste­miyorum” diyordum. Allah:

“Peki ne istiyorsun” diye sordu. Ben:

“İstememeyi istiyorum” dedim.”[67]

Ebu Yezid’in gururu öyle arttı ki şöyle der oldu:

“Ben abidlerin arasına katıldım fakat onların arasında ye­rimin olmadığını gördüm. Sonra mücahidlerin arasına katıl­dım onların arasında da yerimin olmadığını gördüm. Sonra namaz kılan ve oruç tutanlarla beraber oldum. Onların ara­sında da yerimin olmadığını gördüm. Sonra da şöyle dedim:

“Yarab sana ulaşmanın yolu nasıldır” Allah bana:

“Nefsini bırak ve gel” dedi.[68]

Ebu Yezid namaz, oruç, cihad gibi ibadetlerden nasıl münezzeh olmasın ki o yüce makamın ve yüksek derecele­rin sahibidir. İbadet etmek onun şanına yakışırını o ibadet, korku ve ümit olmadan Allah’a aşık olmuş birisidir. O hiç­bir ibadet namaz ve şeriata uymaya ihtiyaç duymadan bu sev­giyi elde etmiş birisidir. O bununla kalmadı hatta, o Al­lah’la karşılaştığında hesaba çekilmeyi bile temenni etti ve şöyle dedi:

“İnsanlar Allah’ın huzurunda hesaba çekilmekten kaçı­nıyorlar. Ben ise bunu temenni ediyorum. Umulur ki Allah bana; “ey kulum” der ben de; “buyur yarab” derim. Sonra­da bana dilediğini yapar.[69]

Ebu Yezid ibadetle uğraşmanın ikinci derecedeki insan­ların huyu ve ahlakı olduğunu zannediyor ve böyle diyor:

“Allah Teala veli kullarının kalplerine nazar etti. Mari­feti taşıyamayacaklarını bildiği kimseleri ibadetle meşgul et­ti. Onlara ibadetle meşgul olmalarını emretti.”[70]

Yine Ebu Yezid insanları günah işlemelerine teşvik edi­yor ve onlara itaatlerde birçok afetin bulunduğunu söylüyor ve şöyle diyordu:

“İtaatlerde öyle afetler vardır ki günah işlemenizi gerek­tirmez.”[71]

İşte bu sözler Nakşibendi’lerin kitabında bulunmaktadır. Tabi bu sözleri reddetmek ve inkar etmek amacıyla kitapla­rına almadılar. Aksine o sözleri doğrulamak ve onlarla uyum içinde olduğunu göstermek için kitaplarına nakletti­ler. İşte Ebu Yezid’den naklettiğimiz ve Nakşibendi’lerin ki­taplarında bulunan bu sözlerin hepsinin Ebu Yezid’in söy­lediğinden en ufak bir şüphe yoktur ve bütün bunlar şeriate muhalif olan sözlerdir. Bunlara rağmen şeyh Muhammed Kürdi nasıl olur da Nakşibendi tarikatının sünnetten bir ka­rış dahi ayrılmadığını iddia edebilir. Nasıl olur Nakşibendi’liğin sahabelerin yolu olduğunu söyleyebilir. Onun kita­bında bulduğumuz bu sözler onun iddiasını ve davasına ta­mamen terstir. Allah Teala da beni ve bu tarikattakileri sünnete tabi olmaya hidayet etsin ve muvaffak kılsın sünne­tin aslını araştırmaya Ebu Yezid’in söylediği fasid sözler­den bizi korusun.

ŞEYHLERE HİZMET

Müridin Şeyhiyle olan edebi:

Şeyhlerin bir çoğu tevekkülü iddia ederler. Onların ya­nında tevekkülün manası pazara inmemek ve kazanmayı terketmektir. Çünkü onlara göre pazara inmek ve ticaretle uğraşmak Allah’a (celle celâlühü) olan güvenin olmadığmı gösterir. Bu nedenle şeyhler müritlerinin yanında olan mallara ve yemek­lere kastederler. Mürit ise malı ve bedeni ile şeyhine hizmet eder ve şeyhini razı etmek için gayret gösterir tâki şeyhin­den teklif ve velayet izni alabilsin. Fakat şeyh bunu kolay­lıkla ona vermez çünkü şeyhin ona bunu vermesi demek şey­hin rızkını kendi eliyle kesmesi demektir. Bu nedenle o başka bir mürit buluncaya kadar ona bu izni vermez. Başka bir mürit bulunca ilk müride gereken izni verir. Bu yeni ge­len artık şeyhinin hizmetinde bulunur onun yemek ve giyin­mek ihtiyaçlarını karşılar. Şeyhin müritle olan ilişkisi bir­çok şeyhlerin makam ve mevkiye ve mal sahibi olmaya şevketti. Öyle ki şeyhler padişahlara benzer oldular ve bü­tün tasavvuf tarikatları müridin şeyhine hizmet etmesine teş­vik ederler. Şeyhe itiraz etmemeyi ona söylerler. Şeyh mü­ridinin bütün malını alsa bile ona asla itiraz etmemesini tavsiye ederler. Çünkü onlara göre şeyhin böyle yapması mü­ridini imtihan etmektir. Eğer müridi buna karşı çıkarsa bil­meden imtihanı kaybetmiş demektir.

îşte Nakşibendi’lik te bu taifelerden biridir müritleri­nin şeyhlerine mallarıyla, bedenleriyle hizmet etmelerini ve onlara karşılığı ne olursa olsun her yönde harcamayı teşvik ederler. Onların yanında müridin edeplerinden birisi şu­dur:

Mürit şeyhe tamametn teslim olup her dediğine boyun eğer, şeyhin yaptığı bütün tasarruflara razı olur. Mürit ma­lıyla ve bedeniyle şeyhine hizmet eder. Çünkü irade ve muhamrnet cevheri ancak bu yol ile elde edilebilir.[72]

Yine Nakşibendi’lerin büyüklerinden Ubeydullah Ahrar şöyle der:

“Bazı insanlar nafile ibadetlerle uğraşmanın şeyhe hiz­metten daha evla olduğunu söylüyorlar. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü hizmetin neticesi sevgidir, muhabbettir, kalplerin meylidir. Çünkü kalpler kendisine iyilik edene meyledip onu severler. İşte nafile ibadetlerin semeresi ile hizmetin semeresi arasındaki fark budur.[73]

İşte bu söz açıkça bir hatadır. Evet her ne kadar kalpler kendisine ihsan edene sevgi beslese ve meyletse de o kalp­ler kendisini yaratana daha çok meyleder ve sever ve bu sev­gi şeyhin sevgisinden daha üstündür. Çünkü Allah’ın (celle celâlühü) kullan üzerindeki ihsanı ve nimeti sonsuzdur, sayılamaz. Al­lah’ın (celle celâlühü) kulları üzerindeki fazileti şeyhin fazileti ile kıyaslanamaz. Nasıl olur nafile ibadetler -ki onlar Allah’ın (celle celâlühü) sayısız nimetlerine karşı bir şükürdürterkedilip şey­hin hizmçti ile meşgul olunur ve şeyhin hizmeti Allah’a (celle celâlühü) ibadet etmekten daha evla olur.

Şeyh el-Kurdi şöyle der:

“Bazı kimseler hizmetin onlar yanında en efdal salih amel olduğunu söylerler.”

Bu sözü reddedip cevap vermeye hiç gerek yok çünkü her akıllı kimse bilir ki şeyhin hizmeti kesinlikle ameli salihten üs­tün değildir ve bunu asla kabul etmez. Çünkü kul ile Allah (celle celâlühü) birbirine asla kıyaslanmaz. Yine Şeyh’ul Kürdi şöyle di­yor:

“Şeyhlere mal ve bedeninle hizmet et ve onların yaptık­larını kınama çünkü onları kınayan ve inkar eden asla kur­tulamaz.”[74]

Sonra da müridin şeyhiyle olan alakasını bazı temellere dayandırıyor ve şöyle diyor:

1-    Her nimetin şeyhinden geldiğini görüp bilmesi gere­kir.[75]

İşte buradan şirk kokusu gelmeye başladı Allah’ın (celle celâlühü) nimetlerini konuşmak ve anlatmak İslam’da teşvik edilen bir iştir. Ancak bütün nimetlerin şeyhden geldiğini görüp bil­mek işte bunda bir yanlışlık vardır. Düşünmek gerekir.

2-    Şeyhinin yaptıklarına asla itiraz etmemek. Zahiri ha­ram olan bir şey yapsa bile bunun neden yapıldığını sorma­mak. Çünkü kim şeyhine “niçin” diye sorarsa asla iflah ol­maz. Çünkü şeyhin yaptıklarının zahirinde zemmedilen bir şey batınında övülen birşey olabilir ve bu manada şöyle bir beyit okur:

“Onun yanında yıkayıcının elindeki bir ölü gibi ol dile­diği şekilde onu çevirir ve o ona uymak zorundadır.

Bilmediğin bir şeye itiraz etme çünkü itiraz hayır getir­mez.

Meşru olmasada gördüğün bir şeyi neden olduğunu ona sorma çükü bu bir aldatıcıdır.”

Tenvir el-Kulub adlı kitabın sahibi bizi hayretlere düşür­mektedir. Bazen müridin Allah'ın (celle celâlühü) önünde ve elinde yı­kayıcının elindeki bir ölü gibi olması gerektiğini söylerken bazen de bunun şeyhin elinde olması gerektiğini söylüyor ve müridin şeyhinin elinde yıkayıcının elindeki bir ölü gibi ol­ması gerektiğini söylüyor. Acaba mürit kimin elinde bir ölü gibi olup hiç hareket etmeyecek ve tedbir almayacaktır. Allah’ın (celle celâlühü) önünde mi yoksa şeyhinin önünde mi bu şe­kilde olması gerekiyor.

Yine müridin şeyhiyle olan edeblerinden birisi de Nak­şibendi’lere göre şeyhinin yaptığı birşeye hiç itiraz etmemek zahiri haram bile olsa.

Nasıl olur da mürit ona itiraz edemez. Çünkü bu dini di­ğer dinlerden ayıran şey münkeri asla kabul etmemesidir. Münkere itiraz etmemek bunu yapmayanların helak olma­sına ve Allah’tan (celle celâlühü) gazabın gelmesine nedendir. Çünkü itiraz ve inkar rabbani bir emir olup bunu yapmak vaciptir. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sîzler insanlar arasında çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.”    (Al-i İmran: 3/110)

Allah Teala bize kötülükten nehyetmeyi emrediyor. İs­ter bu kötülüğün zahiri haram olsun isterse batını haram ol­sun farketmez. Çünkü Allah (celle celâlühü) kullarının gücünü ve kudretini bilir. Allah (celle celâlühü) kullarının zahiri haram olan birşeyin hakikatinin veya batının ne olduğunu bilemeyeceği­ni bilir. O kullarını bununla mükellef kılmamıştır. Zira in­san birbirinin batını ve gizliliklerini bilmez. Zahirde münker o’arak gördüklerini münker görüp ondan nehyetmeleri gerekir. Sonra zahiri haram olan şeyleri inkar etmek zorun­ludur. Çünkü zahir yakini bir emirdir. Batının zahirinde günah olan bir şeye muhalefet etmesi ise şüpheli bir iştir. O halde yakini şüpheye tercih etmek gerekir. Halbuki onlar bu­nun aksini yapıyorlar. Sonra şeyhlerin kendilerinin kınan­masından korkmaları dinden değildir. Eğer onlar güzel amel işleseler kınanmaktan korkmazlardı ve böylece bu sözleri söylemezlerdi. Ömer halifeliği üstlenince insanlara münke­re düştüğü zaman susmamalarını ve kendisini doğrultmala­rını emretti. Öyle ki bir adam kalktı ve:

“Ey Ömer Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki eğer sende bir eğ­rilik görürsek şu keskin kılıçlarınızla seni düzeltiriz” dedi. Ömer bu adamın sözüne kızmadı ve kötü şeyhlerin kendi­lerine itiraz edenlere söyledikleri gibi bir söz o adama söy­lemedi. Şeyhler kendilerine itaraz eden kimseye:

“Sen rububiyetin huzurundan kovuldun” derler. Ama Ömer bunu söylemedi bilakis adamın söylediğini memnu­niyetle kabul etti. Aynı şeyi Ebubekir halife olduğu za­man da söylemişti ve şöyle demişti:

“Ey insanlar aranızda Allah’a (celle celâlühü) itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Eğer ona isyan edersem o zaman bana ita­at etmeyiniz.

Bu şeyhler kınanmaktan ve inkar edilmekten neden kor­kuyorlar. Onların inkar edilmekten korkmaları sünnetin üzerinde olmadıklarının en açık bir alameti ve büyük bir de­lilidir. Çünkü kim dosdoğru yol üzerinde yürürse itiraz edilmekten korkmaz kim de yüzü koyun yürürse o kimse in­kar edilmekten kurtulamaz. Çünkü bu ümmetin en bariz bir özelliğidir.

Sonra Mevahib’in sahibi Şeyh Kürdi şöyle diyor:

“Şunu iyi bil ki müritler için konulan her edep zikir anında gözleri yummak murakebe için kapıları kapatmak gi­bi edepleri güzellikle kabul etmen gerekir. Çünkü onların bu­nu sünnetin ışığından aldıklarını bilmelisin. Eğer onların edeplerinden birinin sünnetten delilini veya oradan alınıp alınmadığını bilmesen buna itiraz etmekle dilini ona uzat­mamaksın.[76]

Onların yaptığı bir şeye itiraz etmek dinin haricinden birşey değildir ve bu onlara dil uzatmak ta değildir. Bilakis böy­le yapmak, şeriatı korumak ve bu dini yüceltmektir. Tasavvufçuların yaptığı hristiyanlığın kişileri afaroz etmele­rinden hiçbir farkı yoktur. Şeyhe itiraz Allah’ın (celle celâlühü) huzu­rundan kovulmayı gerektiriyorsa bunun hiristiyanlardan ne farkı vardır. Şeyhlerin kendilerine itiraz eden müritleri Al­lah’ın (celle celâlühü) huzurundan kovmaları Kilise adamlarının orta çağlarda dilediği kimseleri afaroz etmelerini bize hatırlatı­yor. Kendilerine her itiraz eden kimseye afaroz belgesi çı­karıyorlardı bu ise cennete girmekten mahrum bırakılmak ve cehenneme atılmak demekti. Tasavvufçuların yaptığıda bunların yaptığından pek uzak değildir.

Zikir esnasında müridin gözlerini yumması Nakşibendi şeyhlerinin koyduğu bir edeptir sözü ise tamamen sünnetin hilafınadır ve bu asla Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolu değildir.

İbni Kayyım Zad’ül Mead adlı kitabında şöyle der:

“Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazda gözlerini yumması takipettiği bir yol değildi. Sonrada Buhari’de geçen şu hadisi nakleder. Aişe’ye nakışlı bir örtü verildi. O da bununla evi­nin bir tarafını örttü..Rasulullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namaza durunca Ai­şe’ye:                 

“Bu nakışlı örtüyü kaldır. Çünkü namazda olduğum sürece üzerindeki nakışlar hep dikkatimi çekiyordu”

dedi. İbni Kayyım şöyle der:

“Eğer namazda gözleri yurtımak doğru bir hareket olsay­dı Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazında bu şekilde bir hal arız ol­mazdı.”

Yine Aişe’ye anlatıyor:

“Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzerinde bazı nakışlar olan bir örtü­sünün üzerine de namaz kıldı örtünün üzerindeki nakışlara baktı sonra da kalktı ve şöyle dedi:

“Bu örtüyü Ebu Cehm’e götürün ve onun yerine sa­de bir örtü getirin çünkü az önce namazımda beni meş­gul etti” dedi.[77]

Sonuçta adam şeyhlere ikram amacıyla sünneti ve deli­li görmemezlikten gelmeyi bir marifet sanıyor bizim böyle yapmamız bize vacip değildir. Bilakis bize vacip olan şey şe­riatın ölçüsüne uymayan kendilerince ortaya koydukları bir edebe uymamaktır. İşte bu kimselerin yanındaki bid’at bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu kimseler aklın koydukları ku­ralları kabul etmediğini ve şeriatın da buna muhalif olduğu­nu görünce hemen aklı atıp şeyhlere itiraz etmeyi yasakla­dılar. Bunu da salikin yolunu tamamlamasına bir mani ola­rak gördüklerini söylediler. Müridin edeplerinden bir diğe­ri de şeyhinin evlenip boşadığı bir karıyla evlenmemektir. Hatta şeyhinin nefsinin meylettiği kadınla bile evlenme­mektir.[78]

' Nakşibendi şeyhlerine hizmet etmenin salih amelden daha üstün olduğunu hatta nafile ibadetlerden daha üstün ol­duğunu bildikten sonra haram bile işleseler onlara itiraz etmenin caiz olmadığını öğrendikten sonra buna şimdide mü­ridin şeyhinin boşadığı bir kadınla evlenmenih caiz olmadı­ğını ekliyorlar. Acaba bunun haram oluşunun yönü nedir. Yoksa şeyhlerini peygamberin makamına mı koyuyorlar Çünkü Allah (celle celâlühü) sahabelere rasulunun boşadığı kadınlar­la evlenmemeyi haram kıldı ve şöyle buyurdu:

“Rasulullah’a eziyet etmeniz ve ondan sonra onun eşlerini nikahlamanız size asla helal değildir. Çünkü bu Allah katında büyük bir iştir.”        (Ahzab 33/53)

Ama bu Rasulullah’a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) has bir olaydı çünkü bir çok sahabe diğer sahabenin karısını boşamasından veya vefat et­mesinden sonra onun karısıyla evlendiği sabit olmuştur. Örneğin Esma binti Umeyr ilk kocasının vefatından sonra Cafer b. Ebi Talib onunla evlenmiş oda ölünce Ebubekir onunla evlenmiş o da vefat edince Ali onunla evlenmişti. Bu kimseler Allah’a (celle celâlühü) en sevimli olan ve kendilerinden sonrakilerin en büyüğü olan kimselerdi. Yine ensardan bi­ri zevcelerinden birini Abdurrahman b. Avf’a teklif etmiş ve istediğini seçmesini söylemişti. Bütün bunlara rağmen Nak­şibendi şeyhlerinin kendilerini peygamberlik mertebesine yükseltmeleri asla doğru değildir. Çünkü bir kadının boşan­dıktan sonra başkasıyle evlenmesinin haram oluşu sadece peygambere has bir olaydı. Hiçbir sahabeye tabiine ve on-

lann dışındaki kimselere böyle bir haramlılık yoktur. Bu şeyhler de peygamberlerden sonra insanlığın en faziletlisi olan sahabe ve tabiinlerden daha üstün derecede ve yüksek mertebede değildirler.

Yine müridin şeyhiyle olan edeblerinden birisi de şeyhi­ne hiçbirgörüş belirtmemesidir. Bilakis işi tamamen şeyhi­nin görüşüne bırakmalıdır ve bunu da şeyhinin kendisine is­tişare etme ihtiyacının olmadığına ve şeyhinin işleri en iyi şekilde bildiğine inanmasıdır.

Müellif bu şaz kaideye şu ayeti delil getirmektedir:

“Onlarla istişarede bulun.” (Al-i İmran: 3/159)

Evet gerçekten Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ahlakı Kur’an’dır Aişe’nin dediği gibi. Bedir savaşı günü ensarla istişare et­miş ve şöyle diyordu:

“Ey insanlar !(ensarı kastederek) bana görüş bildirin.”

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bedir günü kuyunun en altına gelip ko­nakladı. Habbab b. Munzir ise:

“Ya Rasulallah bu konakladığın yere Allah mı (celle celâlühü) sa­na buraya konaklamanı emretti de biz ne ileri nede geriye gi­delim yoksa bu senin bir görüşün ve savaş hakkındaki bil­gin midir?” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“Aksine bu benim görüşümdür” dedi. Habbab:

“Ya Rasulallah o halde buraya konaklamamız uygun değildir. İnsanları kaldır ve kuyunun başına gidip orada konaklayalım. Tâki bir havuz yapıp suyun önünü keselim ve savaştığımız zaman bizler suyu kullanıp onlar kullanamasınlar” dedi. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

“Gerçekten güzel bir görüş belirttin” dedi ve kalktı Habbab’ın dediği şekilde yaptı ve bu en doğru olan bir gö­rüştü.

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile masum olmasına rağmen sahabe­leriyle istişare etmekten çekinmiyor ve buna ihtiyaç duyu­yordu Nakşibendi şeyhleri nasıl olur da müritlerin şeyhle­rine görüş belirtmelerini haram kılıyorlar.

Eğer onlar her ne kadar bu görüşümüz zahirinde garip gi­bi görünüyorsa da “Batınında herkesin bilemediği bazı sebebler ve nedenler vardır” derlerse biz de onlara deriz ki:

“Bize delilinizi getirin ki iş apaçık ortaya çıksın sonra eğer biz işleri şeriatın ölçüsüyle ölçmezsek ne ile ölçeceğiz felsefecilerin koyduğu kurallara göre mi veyahut hristiyanların söyledikleri şeylere göre mi ne ile işleri ölçeceğiz bizler ihtilaf ettiğimiz her konuda rabbani şeriata dönüp başvurmakla emrolunmadık mı ki rabbani şeriat işlerin ger­çek ölçüsünü ve değerini verir.”

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Eğer birşeyde çekişir ve ihtilaf ederseniz onu Al­lah’a ve rasulune havale ediniz. Şayet Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bu daha hayırlı ve daha güzel­dir.”   (Nisa: 4/59)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:

“İhtilaf ettiğiniz bir şeyin hükümünü Allah’a havale ediniz.” (Şura: 42/10)

O halde Allah’ın (celle celâlühü) hükmüne mahalif bulduğunuz bir şeyi asla kabul etmeyin velev ki o hükmü bize süsleseler ayyıldızlı sözlerle onu güzelleştirseler bile asla kabul et­meyiz.

Eğer birisi “Şeyhin müritleriyle istişare etme ihtiyacı yoktur” derse o zaman o kimse bütün mahlukatın en efdali olan kimsenin münezzeh olmadığı bir şeyle şeyhini mü­nezzeh kılmış olur ve şeyhini ondan üstün tutmuş olur. Bu ise muhaldir.

Şeyhin Allah’la mürit arasında vasıta olması:

Şeyh’ul Kürdi şöyle der:

“Şeyhi aramak Allah’ı (celle celâlühü) aramanın bizzat kendisidir.

Zira Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Ona ulaşmak için vesileler arayın”

(Maide: 5/35)

Yani evvela arkadaş sonra yol gelir. Ve şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.[79]

Sonra da şöyle diyor:

“Şeyh aranılan ve istenilen bir kimsedir. Şeyh Kabe gi­bidir. Secde yalnız Allah’a (celle celâlühü) olduğu halde oraya dönü­lerek secde yapılır şeyh te böyledir.”

Bakınız ayetlerin manasını nasıl tahrif ediyorlar:

Böyle yapmakla mallarının revaca ulaşmasını ve insan­ların şeyhlerinin etrafında toplanmasını istiyorlar. Çünkü ayetin manası kişinin kendisiyiyle Allah (celle celâlühü) arasında bir vasıta araması değildir. Kesinlikle kişinin kendi görüşüyle ayeti tefsir etmesi caiz değilir. îbni Abbas ayette geçen “vesile” kelimesinin yakınlık olduğunu söyler. Mücahid, Ebu Vail, Haşan, Katade, İbni Kesir, Süddi ve îbni Zeyd gibi müfessirler, İbni Abbas’ın bu görüşünü kabul ederler. Yakın­lık manası ise Katade’nin söylediği gibi şudur:

“Yani Allah’a (celle celâlühü) itaat etmekle onu razı edeecek salih ameller işlemekle Allah’a (celle celâlühü) yaklaşın demektir.”

İbni Kesir ise şöyle der:

“Tefsir imamlarının söylediği bu sözde hiçbir ihtilaf yoktur ancak ayette geçen vesilenin bir diğer manası da vardır. O da cennetteki bir mertebedir. O mertebeye Allah’ın (celle celâlühü) dilediği kullar ulaşır ve Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle de­miştir:

“Vesileye ulaşanın ben olmayı ümit ederim ve kim be­nim vesileye ulaşmam için dua ederse şefaatim ona do­kunur.”[80]

Demek ki vesile salih amellerle Allah’a (celle celâlühü) yaklaşmak­tır. Yoksa Şeyhel-Kurdi’nin dediği gibi Kabe mesabesinde olan şeyhle ona yaklaşmak değildir. Çünkü onun bu sözü Al­lah’ın (celle celâlühü) Kur’an’da müşriklerin dili ile söylediği şu sö­ze daha çok yakındır.

“Biz onlara bizi Allah’a daha da yaklaştırması için ibadet ediyoruz.”              (Zümer: 39/3)

Bu aracılık sistemi hristiyanlığın yanında bilinmekte­dir. Onların yanında tevbekar kimsenin tevbesi ancak papa­zın vasıtasıyla kabul edilir. Günahkar kişi işlediği günahı ge­lip rahibe anlatır itiraf eder ve rahipte onun bu tevbesini ka­bul edip onun için duada bulunur. Sonrada tövbekar kişi ma­lının bir kısmını rahibe verir. Halbuki Allah Teala kula ra­hipten ve şeyhten daha yakındır. Şöyle buyurur:

“Kullarım senden beni sorarlarsa ben onlara yakınım dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim. O hal­de onlar da emrime icabet etsinler ve bana iman etsinler ki belki doğruluğa ererler.”                                                                                (Bakara: 2/186)

Evet ilim talebesinin elbette kendisine yol gösteren bir şeyhinin (hocasını) olması ve onun ilminden faydalanması kaçınılmazdır ve bu meşru bir iştir. Hatta hiçbir sakıncası ol­mayan müstehap bir ameldir. Fakat bu şeyhler Nakşiben­di’lerin şeyhleri gibi değildirler. Onlara tabı olan müritler akidevi fıkhi açıdan yeterli kültüre sahip olmadıkları gibi şeyhlerin de böyle bir amaçları yoktur. Onların amacı ken­disine tabi olan müritleri Allah’ın (ç.c.) zatında yok olma­ya ulaştırmak onları belirli zikirler ve uydurulan virdler üzerinde toplamak tek amaçlarıdır. Böyle bir şeyhlik siste­mi ise ilim talebesinin arayacağı bir çeşit şeyhlik değildir. Nakşibendi’lerin yaninda şeyhlik sistemi diktatörlük bir sistemdir. Müridin alışveriş yapmasını, evlenmesini, alıp ver­mesini, şeyhin izni olmadan yapmasını yasaklar onun şey­hine görüş belirtmesini, ona itiraz etmesini meneder, sürek­li olarak şeyhine hizmet etmeyi, onun uğrunda malını har­camayı meneder ve bunu salih amellerden daha faziletli olduğunu söylerler. Bu şeyhlik midir yoksa sömürgecilik mi­dir?

Sonra onlar müridin şeyhin vasıtası olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemeyeceğini söylüyorlar Şah-ı Nakşibend şöy­le der:

“Zikrin edeblerinden birisi de şudur. Mürid şeyhine yö­nelerek ondan medet ister ve bekler ve o olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemeyeceğini buna gücünün yetmediğini hayal eder.”[81]

Demek kı mürit yalnız olarak şeyhi olmadan Allah’a (celle celâlühü) yönelemiyor, ona dua edemiyor halbuki bu gibi şey­ler hristiyanların dinlerinde vardır. İslam dininde kesinlik­le böyle bir şey yoktur. Onların şirkini arttıran ve zikrin rü­künlerinden olan bir diğer şey de şudur:

“Mürit Allah’a (celle celâlühü) yönelmek ve dua etmek istediği her vakitte şeyhinin suretini hayalinde canlandırır ve ondan medet isteyerek rabbine yalvarır. Bu kimse nasıl ihlasla ve samimiyetle rabbine yönelebilir.”

Müridin devamlı olarak şeyhinin suretini iki gözünün ara­sında düşünmesi Nakşibendi’lerin yanında zikrin temelle­rinden biridir. Bu ise müridin yalnız olarak Allah’a (celle celâlühü) yö­nelmesine mani olur. Yoksa bu kimseler namazın yarısını Al­lah’a (celle celâlühü) diğer yarısını da şeyhe vermek istiyorlar. Halbu­ki namaz kılan kimse namazında riyakarlık yapmaktan nehy edilmiştir. Yine o kişi birisinin kendisine baktığını hissetiğinde süslü olarak namazını kılması veyahut ta huşulu imiş gibi namazı kılmaktan nehyedilmiştir. Akıllı kimse namazının sevabının azalmamasına gayret eder ve namazıy­la Allah’ın (celle celâlühü) rızasından başka kimsenin rızasını aramaz. Namazında dünyevi hiçbir şeyi düşünmez öyle ki öncekiler şöyle dediler:

“Namaz uhrevi bir iştir ona girdiğin zaman dünyadan ke­silirsin ve bu sadece namaza has olan bir olay değildir. Ak­sine bütün iyi işlerde bu şekilde olmak gerekir. Riyakarlık­tan uzak sadece Allah’ın (celle celâlühü) rızasını düşünmek gerekir.”

Bizler namaza girdiğimiz zaman dünyaya ait işlerin fik­rimizde dolaşmasından ve düşünmekten nehyedildik. Çün­kü o ânda yüzümüzü çevirdiğimiz tüm kainatın sahibi bir olan Allah’adır (celle celâlühü) kıblemiz onadır. Bu konuda hiçbir şeyh, veli, peygamber veya hiçbir mahluk fikrimizde olma­ması gerekir.

ÇNasıl ki namazda Allah’a (celle celâlühü) yöneliyoruz ve bu İhla­sın garantisi için zaruri ise aynı şekilde Allah’ı (celle celâlühü) zikir ve dua esnasında ve bütün iyi amallerde sadece onu dü­şünmek ve onun rızasına muvafık olmasını dilemek gerekir. Kim Allah’a (celle celâlühü) yaklaşmak için bir şeyh edinmemizi şart koştu ve onu namaza durmak için Kabe’ye yöneldiğimiz gi­bi şeyhi de Kabe’nin mesabesine koymasını söyledi. Kim şeyhin suretini kendi hayalimizde canlandırıp Allah’a (celle celâlühü) yöneldiğimiz her vakitte böyle yapmamızı emretti. Bu İslam dininde asla yoktur. Bu düşünce ancak Mazdek’lilerin ve de­ğişik şirk dinlerine sahip olanların ve hristiyanların inancı­na göre sahihtir?)

Şeyhler bu egemenlikten daha fazla ne istiyorlar. Onlar müritleri mallan ve canlarıyla esir alıyorlar ve şer’an caiz olan ve olmayan şeylerde onlar hakkında tasarrufta bulunu­yorlar. Onlardan kendilerine hizmet etmelerini, itaat etme­lerini istiyorlar şeriata muhalif bile olsa kendilerine itiraz et­memelerini söylüyorlar kendilerinin Allah’la (celle celâlühü) onlar arasında bir vasıta olduğunu Allah’a (celle celâlühü) yönelen kimse­lerin hayallerinde onların sürerini yerleştirmesini söylü­yorlar. Acaba hangi sultanlık bu makam ve mevkiyi sağla­yabilir. Böylelikle onlar bütün istediklerine kavuşuyorlar fa­kat bütün bu kazandıklarının arasından bir tek şeyi kaybe­diyorlar o da Allah’ın (celle celâlühü) rızasını kaybediyorlar. Bütün ka­zandıklarıyla Allah’ın (celle celâlühü) gazabını kazanıyorlar. Çünkü onlar böyle yapmakla hristiyanlıktaki rahip ve günahkar ikilemini İslam’da diriltiyorlar. Bu ise onlara günah olarak yeter ve bunu en kötü şekilde fırsat bilip kullanıyorlar. Al­lah bizi onların bu oyunundan korusun.

İlmin kerahiyeti:                                                     s

Daha önce de belirttiğimiz gibi Nakşibendi taifesinin şeyhleri ilim halkası sahipleri değildirler. Fıkıh, akide ve ha­dis hakkında bilgileri pek yoktur. Onlar tarikatın şeyhleri­dirler. Müridi kendi üsluplarına göre Allah’ın zatında yok olmaya ulaştırırlar. Bu konuda ilme karşı takındıkları tavır diğer sofilerle aynıdır. Çünkü onlar, ilmi kendilerini ibadet­ten meşgul eden birşey olarak görüyorlar. Çünkü ilmin yo­lu gerçekten uzun ve zordur. Sofilerin yolunun aksine ilim yolu onlara ağır gelir. Çünkü onlara göre mürit, ilmi vası­tasız olarak Allah’tan (celle celâlühü) alabilir. Ona tecelliler peydah olur böylece başkasının uzun bir zaman harcayarak kazan­dığı ilmi onlar bir saatte kazanabilirler ve bunu ilahi tecel­liler yoluyla elde edebilirler. Bu nedenle kitaplar yoluyla il­im elde etmek onların yanında musibetlerdendir. Kuşeyri ri­salesinde Ebubekir Varak’ın şöyle dediğini nakleder: '

“Müridin afeti üçtür: evlenmek, hadis yazmak ve ilim yol­culuklarına çıkmak.”[82]

Ebu Yezid el-Bestami hadis ehline hitap ederek şöyle de­di:

“Siz ilminizi Ölüden onlar da ölüden aldılar. Biz ise il­mimizi hiç ölmeyen hep diri olan (Allah (celle celâlühü)) dan aldık.”[83]

n

Acaba Ebu Yezid’in bahsettiği hadis ehli kimselerin kendilerinden ilim aldığı ölüler kimlerdir onlar ilimlerini tabiinlerden, onlar da sahabelerden, sahabeler de Rasulullah’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu ilmi aldılar. Allah (celle celâlühü) Rasulu hakkın­da şöyle buyurdu:

“Eğer ona itaate ederseniz hidayetfe erersiniz.”

(Nur: 24/54)

Demek ki hidayet ancak hadis ehlinin yoluyla olur kim bu yolun dışında bir yol ararsa ve bu yolun dışında bir din edinirse bu ondan asla kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kim İslam’dan başka bir din isterse bu ondan asla kabul edilmez ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olur.”                                   (Al-i İmran: 3/85)

Mümin kişi Allah Tealanm şu nidasını işitince:

“Allah’a ve raulune itaat ediniz”

O kimse eğer Allah ve rasulunun emir ve yasaklarını bilmezse bunu nasıl yapacaktır. Çünkü sünnette olan çok iş­ler Kur’an’da bulunmamaktadır. Allah Teala kitabında,

“Namazı kılınız.”                                                (Nur: 24/56)

buyuruyor. Namazın nasıl kılınacağını ve keyfiyetini ayette izah etmiyor yine Allah Teala:

“Namaz mü’minler üzerine belirli vakitlerde farz kı­lınmıştır.”           (Nisa: 4/103)

Buyuruyor ve bu namaz vakitlerini belirlemiyor. Bizler eğer namazın nasıl kılınacağını ve namaz vakitlerinin ne za­man olduğunu sünnet yoluyla bilmezsek nereden bileceğiz demek ki hadisi yazmak ve onunla uğraşmak müridin bir mu­sibetidir demek doğru değildir. Ve İslam dininin iki din ol­ması asla sahih değildir. Birisi Ebu Yezid’in Allah Tealanm rasulu vasıtasıyla gönderdiği dine muhtaç olmayıp bizzat onu rabbinden alması diğeri de Allah’ın (celle celâlühü) Rasulune indirdi­ği dindir. Allah Teala rasulune indirdiği din hakkında şöy­le buyuruyor:

“İşte benim dosdoğru yolum budur ona tabi olunuz. Başka yollara tabi olmayınız ki sizi onun yolundan sap­tırmasın.”                                      (En’am: 6/153)

îşte bu ayeti, .

“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) kendisinden asla kabul edilmeyecektir. O kimse, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”

(Al-i İmran: 3/85)

Ayeti ile ele almak gerekir bu iki ayet kendisine başka bir din edinene ve bu yoldan başka bir yol ile din edindiğini söy­leyen kimselerin önünü kesmektedir Allah’ın kitabında ve rasulunun sünnetinde belirttiği yoldan başka din yoktur. Bu konudaki minnet Allah’ındır (celle celâlühü). Allah (celle celâlühü) pey­gamberler göndermiş onlarla birlikte kitaplar indirip bu di­ni sabit kılmıştır. O böyle yapmakla insanları cehenneme düşmekten korumuş ve cennete girmelerine sebep olmuştur. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Allah kendilerine içlerinden ayetlerini okuyan, on­ları arındıran ve onlara kitap ile hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle müminlere şüphesiz büyük bir lütuf ve minnette bulunmuştur.” (Al-i İmran: 3/164)

İbni Kesir ayette geçen hikmet kelimesinin sünnet oldu­ğunu söyler Allah'ın (celle celâlühü) kullarına en büyük nimeti de ken­disine inananlara Allahın kitabını okuması için peygam­ber göndermesi ve ona sünnet yoluyla mücmel olan şeyle­ri izah etmesidir. Sünnet onun sözlerinde ve fillerinde belir­ginleşir. Kur’an-ı Kerim bunun büyük bir nimet olduğunu açıklarken Ebu Yezid el-Bestami ise bu yolu hor ve hakir gö­rüp onu ölülerin ilmi diye isimlendiriyor. Ebubekir Varak ise bunu müridin afeti olarak sayıyor. Onlar bu sözleri ile şeri­ata en büyük darbeyi vurmakta ve insanların şeriatten yüz çevirmelerine davet etmektedirler.

Hatta Kuşeyri sofilerin meşhur olanlarından birinden şöyle anlatır ona:

“Sofilerin Allah’la (celle celâlühü) beraber olmalarının edeb sorul­du o meşhur kişi şöyle dedi:

“Hakikat aleminden ilme inmeleridir.”[84]

Yine Cüneydi Bağdadi’nin şöyle dediği rivayet edilir sofiyle kaşrılaştığmda ona yumuşaklıkla muamele et ve ona ilimle karşılık verme çünkü o yumuşaklıkla ünsiyet eder ilimden ise kaçar.

Yine Cüneyd’e birinin şu sözünden soruldu. Kari’den uzaklaş ve onunla ilişkini kes. Sofiye ise yaklaş ve onunla ilişkini kesme; Ona Sofinin ve Kari’nin kim olduğu sorul­du. Cüneyd şöyle söyledi:

“Kari isimle uğraşan kimsedir sofi ise müsemma ile uğ­raşan kimsedir” dedi.

Demek ki ilim talabesi Cüneyd’in yanında Allah’tan (celle celâlühü) meşgul olmakta ve Allah’ın (celle celâlühü) isimlerini ve sıfat­larını öğrenmekle vakit kaybetmektedir. Sofi kimse ise Al­lah’ın (celle celâlühü) zatıyla uğraşmakta ve meşgul olmaktadır ve di­ğerinin yaptığı gibi isimle uğraşmamaktadır. Hatta Cüneyd bir başka yerde daha açık bir şekilde şöyle der:

“Yeni yola başlayan kimsenin kendisini bu üç şeyle uğ­raştırmamasını tavsiye ederim eğer bunlarla uğraşırsa mak­suduna (Allah’ın (celle celâlühü) zatında yok olmayan) eremez.

1-     Geçimini sağlamak için çalışmak.

2-     İlim tahsilinde bulunmak.

3-     Evlenmek.

Ve ben sofinin okumamasını ve yazmamasını tavsiye ederim çünkü böyle yapması onun için durumunun dağılma­masına daha yakındır.

Ebu Süleyman Dara’ni ise -ki oda sofilerin büyüklerin­dendirşöyle der:

“Eğer kişi ilim tahsilinde bulunursa veya geçimini sağ­lamak için çalışırsa. Veya evlenirse dünyaya meyletmiş olur.

Ebu Yezid el-Bestami şöyle der:

“Allah’la (celle celâlühü) aralarında hicap olanlar üç kişidir. Zahit kimse zühdü ile, abid kimse ibadeti ile, alim kişi de ilmi ile Allah’tan (c.c) mahcuptur.”               »

Bu kimselerin yanında ilim kişiyi meşgul eden ve vakit kaybına neden olan bir şeydir hatta ilim kişi ile Allah (celle celâlühü) arasında bir perdedir. Halbuki İslam dininde ilim övülen bir şeydir bu nedenle muhadisler kitaplarında ilim tahsiline teşvik etmişler ve onu yazdıkları kitapların ilk bölümü yap­mışlardır. Tahsil edilmesi nehyedilen ilim Allah’tan (celle celâlühü) başka gayelerle tahsil edilen veya kendisiyle amel edilme­yen ilimlerdir.

Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse Allah (celle celâlühü) o kimseye cennetin yolunu kolaylaştırır.”[85]

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadiste de şöyle buyurur:

“İlim öğrenmekle elde edilir.”[86]

Yine Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadiste şöyle buyurur:

“Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakih kı­lar.”[87]

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir diğer hadsite de şöyle buyurur:

“Alim kişinin abid olan kişiye üstünlüğü benim sizin en düşünüğüze olan üstünlüğüm gibidir.”[88]

Demek ki ilim kişiyi Allah’tan (celle celâlühü) meşgul eden birşey değildir aksine cennete götüren bir yoldur. Karanlıkları nu­ra çeviren bir nurdur. Tasavvuf sahiplerinin insanların avamini çağırdıkları zulmet hiç değildir. Çünkü ilimle insanla­rın yolu aydınlanır ve insanlar ilimle onların yanlış olduğu­nu,aldatıcı sözlerini tanırlar ve bilirler.

İlimle kötülükler bilinir ve öğrenilen lim ile amel et­mek sayesinde o münkeri tamamen tanımış olur. Madem ki ilim sofilerin önünde duran bir taştır onları bu yüzden uy­ku almamaktadır ve yollarına devam etmeleri için bir engel­dir bu nedenle yazdıkları kitaplarında ilim tahsilini terketmeye, ondan usandırmaya teşvik ettiğini görürsün. Halbu­ki ilim olmadan kişi iyi ile kötüyü birbirinden ayırdedemez. Onlar bildiği için insanları ilimden soğutuyorlar. Ve onla­rı raks halkalayrıyla meşgul ediyorlar. Bizi onların bulaştır­dığı şeyden koruyan Allah’a (celle celâlühü) sonsuz hamdü senalar ol­sun.

Korku ve ümit olmadan Allah’ın (celle celâlühü) sevgisini iddia ederler:

Onların nazarında kim mücerred olarak ateşten korktu­ğu için veya cennete girmeyi istediği için Allah’a (celle celâlühü) ibadet ettiğini söylerse o kimse yanılmıştır. Eğer yaptığı iba­detten muradı onun sevgisine ulaşmaksa artık bu sevgiye ulaşmak için hiçbir maslahat onu ilgilendirmez ateşten korkması kişiyi ibadete zorlamaz çünkü böyle bir durumda kulun rabbiyle olan ilişkisi korku ve saygı üzerine bina edilmiştir. Yine kulun rabbine olan muhabbeti bu korkudan ve saygıdan dolayı oluşmaz. Bizim Allah’ı (celle celâlühü) sevmemiz birbirimizi sevmemiz gibi değildir. Allah Tealaya ibadet kor­kuyla umut arası bir ibadettir. Sürekli olarak Allah’ın (celle celâlühü) mekrinden ve tuzağından korkmak korkmaktır. Çünkü kişi mümin olarak sabahladıysa onun kafir olarak akşamlayaca­ğında bir güvencesi yoktur. Eğer kişi ibadetinde en güzel hal üzere bulunsa bile Allah’ın (celle celâlühü) cezalandırmasından ve aza­bından korkması gerekir. İşte Ömer cennetle müjdelenen on kişiden biri olduğu halde şöyle diyordu:

“Keşke Ömer’in annesi onu doğurmasaydı Ömer’in ha­ricinde birçok sahabeler kullar arasında en hayırlı kimse ol­dukları halde Allah’ın (celle celâlühü) azabından emin değildiler. Al­lah Teala şöyle buyuruyor:

“Onun rahmetini umuyor ve azabından korkuyor­lar.”           (İsra: 17/57)

Bir diğer ayette de şöyle buyurur:

“Ayetlerimize ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapananlar büyüklük taslamadan hamd ile rablerini teşbih edenler, korkarak ve ümit ederek rablerine yalvarmaktan yanları yataklarından uzak ka­lanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yo­lunda sarfedenler inanır.”                                               (Secde: 32/16)

İslam’ın bu hükmüne rağmen şeyh Muhammed Emin el-Kurdi kitabı Tenvir el-Kulub’ta şöyle diyor:

“Seni seviyorum bununla cennetini ummadığım gibi ate­şinden de sakınmıyorum maksadım sensin.

Eğer mevlam sen olursan hangi cennetten ve hangi ateş­ten korunup isteyeyim.” Yasin b. İbrahim’in söylediği ise bundan çok daha kötüdür.

“Allah’ın (celle celâlühü) fehli kimseler işlediklerine bakmazlar onlar hep Allah’a (celle celâlühü) bakarlar”

Rabiat’ül Adeviye şöyle der:

“Cennetini umduğumdan ve ateşinden korktuğumdan sana ibadet etmiyorum fakat senin kerim yüzünden dolayı sana ibadet ediyorum.” Sonra da şöyle dedi:

“Kim birşeyden korkarak veya bir şeyi umarak Allah’a (celle celâlühü) ibadet ederse o Allah’a (celle celâlühü) gizli bir şirk koşmuş olur”

Arslan Dimeşki’den de şöyle bir söz nakledilir:

“İhlaslı kimselerin onu inkar etmeleri vaciptir çünkü kim cennet veya ateşten dolayı ona ibadet ederse o kimse cennet ve ateşe tapmış olup tağuttur.”

Böyle Allah’ın (celle celâlühü) korkusundan soyutlanmış bir sev­gi ve Allah’tan (celle celâlühü) korku ve ümitten soyutlanmış her iba­det kesinlikle doğru birşey değildir ve Allah (celle celâlühü) sevgisi­nin ona yapılan ibadetin korku ve ümitten soyutlanmama­sı gerekir. Zira Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Allah (celle celâlühü) bir kulun kalbinde canı boğaza dayandı­ğı zaman korku ve ümidi bir arada bulundurmaz. Böy­le bir anda Allah (celle celâlühü) ona umduğunu verir, korkuların­dan da emin kılar.”[89]

İbadette korku ve ümit bir terazinin iki kefesi gibidir. Ga­rip olan şu ki şeyh Arslan Dimeşki Allah’a (celle celâlühü) ibadet eden her kimsenin cennetini umarak veya cehenneminden korunmak için ona ibadet edeni tağut diye isimlendirmesi ne kadar gariptir. O Allah Tealanın şu ayetine,

“Korku ve ümitle ona dua ediniz.”

Muhalefet etmekle yetinmediği gibi bu şekilde korku ve ümitle ibadet eden herkesi tağutların zümresiyle haşrolacağını söylüyor. Taberi yukarıda geçen ayetin ardında şöyle der:

“Allah (celle celâlühü) için işlediğiniz amellerde Allah’tan (celle celâlühü) başka putları ye ilahları ona ortak koşmayın yaptığınız amel Allah’ın (celle celâlühü) cezalandırılmasından korkmak ve sevabını ummakla olsun. Çünkü kim bunun haricinde bir şekilde Allah’a (celle celâlühü) dua ederse o ahirette yalancılardan olacaktır. Kim Allah’ın (celle celâlühü) cezalandırmasından korkmaz ve seva­bını ummazsa Allah’ın (celle celâlühü) razı olmadığı, hatta gazab et­tiği bir işi işlemeğe aldırmaz ve kaçınmaz.”[90]

Allah (celle celâlühü) Taberi’ye rahmet etsin ne kadar doğru söy­lüyor çünkü korku olmadan yapılan ibadet takvanın azlığı­na ve Allah’ın (celle celâlühü) emrini hafife almaya götürür bu neden­le Şibli şöyle dedi:

“Allah’ın (celle celâlühü) öyle kullan vardır ki cehenneme tükür­dükleri zaman o tükürükleri cehennemi söndürür”

Ebu Yezid el-Bestami ise şöyle diyor:

“Kıyametin kopup çadırımı cehennemin üzerinde kurma­yı ne kadar isterdim.” Bir adam ona;

“Neden ya Ebu Yezid” diye sordu. O şöyle dedi:

“Çünkü ben biliyorum ki cehennem beni gördüğü zaman hemen sönecektir ve ben böylece bütün muhlukata rahmet olmuş olurum.”

Bir başka sözünde de şöyle der:

“Ateş ne ki Allah’a (celle celâlühü) yemin olsun ki eğer onu görür­sem onu cübbemin bir parçasıyla söndürürüm”

Bir başka sözünde de şöyle der:

“Ey Allah’ım (celle celâlühü) eğer geçmiş ilmimde mahlukatindan birini ateşle cezalandırmak varsa benim vücudumu öyle büyült ki ateş benden başkasını içine almasın.”[91]

Ebu Yezid cennetin ise çocukların oyuncağı oduğunu söy­lüyordu ve şöyle diyordu:

“Seni istiyorum sevabı umduğumdan dolayı değil fakat beni cezalandırman için seni istiyorum”

Muhterem okuyucum sevgi iddia eden ve bunu dillerin­den düşürmeyen kimselerin Allah’a (celle celâlühü) karşı olan cüreti­ni görün. Onların bu cüreti cennet ve cehennemleri hafife al­malarına götürdü. Hatta bazen onlarla alay etmeye kadar gö­türdü. Böyle bir korku ve ümitten boş olan bir sevgi nasıl ola­bilir. Böyle kimselerin cenneti ummamaları ye ateşten kork­mamalarından dolayı cennet ve cehennemi hafife alıp hat­ta alay etmeleri garipsenmez ve şaşılmaz. Halbuki gerçek sevgi bu iki faktörden hali olamaz. Çünkü Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahabelerinin duası şöyle idi:

“Ey Allah’ım (celle celâlühü) senden cennetini istiyor ve ce­henneminden de sana sığınıyoruz.”[92]

Hatta bu dua bizzat Rasulullah’m kendi dusaydı.

Buhari korku ve ümitle ilgili hadisleri kitabında bir bö­lüm altında topladı Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Eğer kafir Allah’ın (celle celâlühü) katındaki rahmetin ne de­rece olduğunu bilse onun cennetine girmekten asla ümi­dini kesmezdi. Eğer mümin Allah’ın katındaki azabı bilse onun cehennemine girmekten emin olmazdı.”[93]

Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözünün gereğince Ebu Yezid ve benzerleri gibi mutasavıflar Allah’ın (celle celâlühü) ateşinden ve azabından emin olmamaları gerekirdi. Tabi eğer gerçekten mü’min kimselerden iseler.

Ebu Yezid’in garip olan sözlerinden bir başkası:

“Allah’ın (celle celâlühü) öyle kulları vardır ki eğer cennette onu görmekten mahrum bırakılsalar cehennem ehlinin ateşten çıkmak için yardım diledikleri gibi onlar da cennetten çık­mak için yardım dilerler.”

Sözde geçen lev (eğer) kelimesi işin gerçekleşeceğine yormak mümkün değildir. Allah Teala cennet ehli kulları­na kendisini görecekleri ve onlardan hiç kimseyi kendi gö­rünmesinden mahrum bırakmayacağını vaadetti.

Dolayısıyla Ebu Yezid’in eğer cennette Allah’ı (celle celâlühü) görmekten mahrum bırakılan kullar olsaydı sözü tamamen manasızdır ve böyle bir şeyi farzetmek bile abestir. Bu söz ancak Mazdek gibi İslam dinin dışındaki görüşlerde doğru olabilir yoksa İslam dininde böyle bir söz asla doğru olamaz. Cennet ehlinin -Allah’ı (celle celâlühü) görmekten mahrum bırakıldık­larından dolayıcennetten çıkmak için yardım dilemeleri­ni farzetsek bile bulundukları cennet veya cehennemden başka bir cennet ve cehennem yoktur ki nereye gidecekler cenneti bırakıp cehenneme mi razı olacaklar yoksa Ebu Yezid onları cehennemin üzerinde kuracağı çadırının içine mi alacak.”

Allah’a aşık olma:

Sofilerin konuştuğu aşık olma halindenTenvirel-Kulub’un sahibi şöyle bahseder:

“Şunu iyi bil ki muhabbet üç bölümdür.

Avamın muhabbeti, Havasın muhabbeti, Havas’ul-Havas’ın muhabbetidir.

Avamın muhabbeti; avamın Allah’a (celle celâlühü) olan muhab­beti Allah’ın (celle celâlühü) onlara nimetler vermesinden dolayı meydana gelen muhabbettir.

Havasın muhabbeti ise, her türlü şüpheden arınmış bir muhabbettir.

Havas’ul-Havas’m muhabbeti ise, aşk olma halinden ibarettir. Öyle ki böyle bir kişi aşık olduğu kimsenin nuru­nun tecellisinin karşısında erir ve silinir.[94]

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün İnsanlardan daha çok Allah’ı (celle celâlühü) severdi. Onun Allah’a (celle celâlühü) olan bu sevgisinde hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ama mutasavvıfların bahsettiği sevgiye insanların ulaşması aşık olan kimsenin aşık olduğu kimsenin nurundan erimesi derecesi ise şüphelenilecek bir durumdur. Onların bu sözü gösteriyor ki onların Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisi Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisinin daha üzerindedir. Halbuki insanlar arasında rabbini en çok seven Rasulullah’dı (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Ondan daha çok se­ven Rabbini bulunamazdı. Buna rağmen onun tasavvufçularm dediği gibi rabbine aşık olduğu söylenemedi ve nakle­dilmedi. Allah Teala bazı kulları için kendisinin onları sev­diğini ve onların da kendisini sevdiğini anlatırken bile bu ke­limeyi kullanmadı ve,

“Onlar onu, o da onları sever.” (Maide: 5/54)

Buyurdu ve onlar ona o da onlara aşık oldu lafzını kul­lanmadı Allah Teala rasulune bey at eden, onun uğrunda malını ve canını feda eden çoluk çocuğunu bırakıp onun pe­şinden giden kimselere olan sevgisini açıklarken şöyle bu­yurdu:

“Allah onlardan onlar da Allah’tan razı oldular.”

(Mücadele: 58/22)

Bir diğer ayette de Allah Teala şöyle buyurur:

“Ağacın altında sana beyat eden müminlerden Al­lah elbette razı olmuştur.”  < (Fetih: 48/18)

Cennetle müjdelenen on sahabi tüm mahlukat arasında peygamberler hariç Allah’ın (celle celâlühü) en sevimli kullarıydı. Buna rağmen Allah Teala onları aşık olmakla vasıflandırma­dı. Bilakis onlar Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve Bedir’de onun uğruna savaşan müminlerin cümlesinden say­dı.

Acaba Nakşibendi taifesi bu ilk faziletli kimselerden daha mı çok Allah’a (celle celâlühü) yakındırlar Allah (celle celâlühü) onları da­ha mı çok seviyor ki bu sevgilerini aşık olma hali diye isimlendirdiler. Yoksa bu şeriata bağlı olmayan, şeriatın değer vermediği ve ölçmediği, esen bir salt duygu ve rüzgar mıdır? Şu da herkesçe bilinir ki şeytan insanın duygularını sömürdüğü gibi hiçbirşeyi sömürmez. Çünkü duygu aklı selim üzerinde bina edilen birşey değildir.

Ebu’l Haşan en-Nuri bir adamın şöyle dediğini işitti:

“Ben Allah’a (celle celâlühü) aşığım o da bana aşıktır.” Adamın bu sözüne karşılık en-Nuri şöyle dedi:

“Allah Teala onları, o da onları sever buyuruyor. Aşık ol­mak muhabbetten daha üstün birşey değildir” dedi. Bundan sonra İbni Cevzi şöyle der:

“Dil bilimcilerin yanında aşık olmak ancak kendisiyle evlenilebilen şeylerde olur.”

Kuşeyri Dakkak’ın şöyle dediğini nakleder:

“Allah Teala’ya aşık olunduğu söylenemez ve Allah (celle celâlühü) bu şekilde vasıflandırılınamaz ,ne de kul kendi sıfa­tıyla Allah’a (celle celâlühü) aşık olabilir. Dolayısıyla aşık olma diye bir hadise yoktur. Bu nedenle ne Hak Teala’nm kullarına ne­de kulların Hak Teala’ya aşık olması mümkün değildir.

Şayet aşk kelimesinin gerçek manasını bilmek istersen o da Arş’tır. Bu kelimenin genellikle aşıkların lugatında bu­lunduğunu görürsün. Allah Teala ise onların bu terimle­rinden münezzehtir. Genellikle aşk sevgi duygusu ve cinsel ilişkiler konusunda kullanılır.

Allah (celle celâlühü) sevgisi kulun mabuduna olan sevgisidir yok­sa aşık olanın maşukuna olan sevgisi değildir. O öyle bir sev­gidir ki sevilenin cezalandırılmasından korkulur. Fitneye düşmekten ve kötü akibetten kurtulur. Yine o öyle bir sev­gidir ki ahirette Allah’ın (celle celâlühü) katında olan sevaplar umu­lur. Güzel sonuçlar umulur yoksa Leyla’nın Mecnun’a olan sevgisi veyahut Anter’in ablasıne olan sevgisi gibi asla de­ğildir.

Sofilerin Allah’a (celle celâlühü) olan sevgisinde nameler, raksetmeler, kendinden geçmeler, sevdiğini övmeler yer alır. Bu çeşit bir sevgi ise Allah Teala’nm şanına yakışmaz. Aziz ve Cebbar olan Allah’ın (celle celâlühü) heybetine yakışmaz. Bu ancak aşıkların kitaplarına yazdığı bir aşk olabilir. Sofilerin aşk zannetikleri şey onların dişilik zamiri ile Allah’a (celle celâlühü) hi­tap etmelerine kadar götürdü. Bu noktada İbni Farik’in bir kadına hitaben söylediği ancak kadından maksadının Allah (celle celâlühü) olduğunu beyan ettiği meşhur bir şiiri vardır. Ona göre Allah’ı (celle celâlühü) sevmek ile bir kadını sevmek arasında hiç­bir fark yoktur. Bilakis ona göre Allah Teala muhtelif görün­tülerle görünmektedir. Bazen bir kadının suretinde de görü­nebilir.

Muhterem okuyucu bu aldatıcı sevgiye dikkatlice ba­kın ve onun sözünün böyle bir sevgide zerre kadar Allah (celle celâlühü) korkusu var mıdır? Böyle bir şey ancak insanların göz­lerinden uzak iki kişi arasında geçen bir aşk olayıdır ve bundan ileriye geçemez. Çünkü korku ve ümidin olmadığı bir ibadet kesinlikle ibadet olamaz onun gözünde Allah’a (celle celâlühü) aşık olmak bir kadına aşık olmak gibidir. Bu kimse­ler ibadetin sevgisini bilemezler. Çünkü onların nazarında ibadet ilahi aşktan mahrum olan kimselerin yaptığı şeyler­dir. Bundan sonra Envar adlı kitabın sahibinin Rabia’nm şu sözünü nakletmekte şaşılacak bir durum olmaz:

“Seni kalbime koyup seninle konuştum cismimin be­nimle oturmayı isteyenlerle oturmasına müsaade ettim.”

Ey Allah'ın (celle celâlühü) kulları bu hristiyanvari sevgiyi iyice dü­şünün. Öyle ki o kendisiyle oturmak isteyen herkesle cese­dinin oturmasını mübah sayıyor. İşte bu sevgi kesinlikle kor­ku ve ümidin bulunduğu bir sevgi değildir. Aksine bu şeh­vet ve aşık olmanın içinde bulunduğu bir korkudur. Allah Teala böyle kimselerin yolundan uzaktır ve haşa ki Allah (celle celâlühü) böyle kimselerin söyledikleri vasıflarda bulunsun.

Son söz:

Bu kısa gezintiden sonra hakkı arayan herkesten ricam da­ha önce düşündüğü şeyleri tekrar gözden geçirmesidir. Özellikle bu kitabı okuduktan sonra bunu yapmasını rica edi­yorum. Tâki bu hızlı tekrarda tarikatların üzerinde bulundu­ğu durum ile Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzerinde bulunduğu bir durum arasında mukayese etsin. Şuna kesinlikle güvencim tamdır ki arada çok farklar görecektir.

Biz bu kitabı yazmakla ihtilafları körüklemek veya fit­neyi uyandırmak veya bazılarının zannetiği gibi müslümanların arasında tefrika çıkarmak için yazmadık. Çünkü İs­lam ümmeti zayıf ve oldukça dağınıktır. Sanki ümmet yiyi­cilerin üzerine çullandığı bir hale gelmiştir. Ancak İslam aki­desini yanlış anlamak bazı müntesiplerinin bid’atlere sap­malarına mani olamamak. Bu dinde yine bid’atlerin ortaya çıkarılmasına mani olamamak ümmetin içine düştüğü zillet ve güçsüzlüğün temel sebeblerinden bir tanesidir. Bu neden­le böyle bir kitapçık yazmaya kendimizi zorunlu hissettik. Böylelikle bu hacmi küçük kitapla müslümanların yanlış dü­şüncelerinden birçoğunu düzeltmeyi umuyoruz. Tabi ki on­lar da bunu kabul ederlerse biz müslümanların sağlam ve sa­hih bir akideye sahip olmasını Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) asha­bının sahip olduğu akideden sapmamalarını istiyoruz. Yok­sa müslümanların diğer milletlerin ve dinlerin mezheblerin mensuplarının sahip olduğu akidenin müslümanların arasın­da olmasını asla istemiyoruz. Müslümanların mecusilerden ve mazdeklilerden etkilenmesini hiç mi hiç istemiyoruz.

Bu konuda vereceğimiz eh güzel örnek Ömer’in hilafe­ti zamanında müslümanların misvak gibi bir sünneti işleme­meleri ve ihmalkarlıkta bulunmaları, müslümanların zafe­re ulaşmasını geçiktirmiştir. Bugün müslümanlar bu halle­riyle nasıl Allah’tan (celle celâlühü) zafer beklemektedirler. Çünkü on­lar İslami anlayışlarını İslam’dan olmayan bir çok kavramlarla arıştırdılar ve kirlettiler. Yunan’lıların felsefi okulla­rından, Hinduslarm ve Budistilerin öğretilerinden birçok şe­yi dinlerinde olmayan İslam’a soktular. Bu bahsimiz ümme­tin fırkalaşmasma davet değildir. Aksine selefi salibinin, sa­habenin, tabiinin ve mezheb İmamlarının üzerinde bulundu­ğu sağlam akideye tekrar dönmenin bir davetidir. Çünkü biz şunu iyi biliyor ve inanıyoruz ki inancın sağlamlılığı ve sahih oluşu zaferin başlıca sebebidir ve yine biz inanıyoruz ki eğer biz inancımızı ilk kaynaklardan -kitap ve sünnet kaynağındanalırsak aramızdaki tefrikaların gideceğine ve ittifakın hasıl olacağına içten inanıyoruz ama eğer her taife kendisinin ortaya çıkardığı şeylere tutunup ilk kaynağı bı­rakırlarsa işte o zaman özlenen ittifak ve vahdet elde edile­meyecektir. Her işte İslam’ın ilk kaynağına dönmeye mani olan nedir ki müslümanların kendi aralarında söz birliğine çağırmaları başkalarının ittifak etmelerinden daha evla de­ğil midir? Dinde hiçbir şeyi ortaya çıkarmasınlar çünkü din kemale ermiştir onda hiçbir noksanlık yoktur sonradan bid’atler ortaya çıkarmak dinin kemal sıfatına terstir. Çün­kü bid’at şey de fazlalık ve noksanlığın olmasını gerektirir. Halbuki dinimiz İslam böyle bir fazlalık ve noksanlıktan uzaktır çünkü böyle bir şeyi iddia etmek Allah’ın (c.e.) şu ayetini yalanlamak demektir.

“Bugün size dininizi tamamladım ve üzerimizdeki ni­metimi tamamladım ye din olarak sizin için İslam’ı seç­tim.”                                                         (Maide: 5/3)

Bu nedenle selefi salibinden biri şöyle demekle ne kadar doğru söylemiştir:

Rasulullah’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ibadet etmediği ve yapmadığı hiç­bir şeyi siz de yapmayın İmamı Malik şöyle der:

“Kim dinde bir bid’at ortaya çıkarır ve bunun güzel ol­duğunu söylerse Muhammed’in gönderildiği risalete hıya­net ettiğini iddia etmiş olur dilerseniz şu ayeti okuyunuz:

“Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzeriniz­deki nimetimi tamamladım size din olarak İslam’a razı oldum.”

O gün dinden olmayan birşey bugün de kesinlikle dinden olamaz ve bu ümmet başlangıcına yeterli gelen şey sonun­cularına da yeterli gelmedikçe ıslah olamaz.

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisine verilen risaleti insanlara tebliğ etti Allah ta (celle celâlühü) bu risaletini kemale erdirip tamam­ladı onda hiçbir ziyadelik ve noksanlık yoktur. İbni Mesud’dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Sizi cennete yaklaştıracak bütün amelleri yapmanızı emrettim ve bildirdim sizi cehenneme yaklaştıracak bütün amelleri bildirip onları işlemekten sizi nehyettim.”[95]

Artık bundan sonra bir kişinin dinde yeni birşey ortaya çıkarmasının ne faydası vardır yoksa o Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine olan sevgisinden daha mı çok bu ümmeti sevmek­tedir. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu ümmeti cennete yaklaştıracak ve onları cehennemden uzaklaştıracak her şeyi onlara bildirmiş­tir. Yoksa bid’at çıkaranlar Rasulullah’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha çok bu ümmeti sevemezler veya bu ümmetin başına gelecek şeylerden Rasulullah’tan daha çok korkamazlar çünkü bid’atın lisanı hali bu manaya gelmektedir. Bid’at eksik olan birşeyi tamamlamaya Allah (celle celâlühü) ve Rasulunun noksan­lığını kemale erdirmeyi hedeflemektedir. Her nekadar bu bid’atın ortaya çıkaranı maksadı olmasa da bid’at bu an­lama gelmektedir. Bu nedenle bid’atten Allah’a (celle celâlühü) sığınırız.

Muhterem kardeşim gazabın ve kızgınlığın sadece Allah ve Rasulu için olsun Allah’ın (celle celâlühü) kitabı ve Rasulunun sünneti için olsun yoksa filan şeyhin veya filan şeyhin hatırı için olmasın, bundan sakın çünkü kitap ve sünneti koru­mamız onları yüceltmemizle mümkündür. Bu dini yücelt­mekle görevlisin, bu din için çalışmakla yükümlüsün yok­sa diğer insanlardan farkı olmayan kimseleri yüceltmekle yükümlü değilsin çünkü onlar da insanlar gibi hata ettikleri gibi doğru da yapabilirler. İşte ben bunu okuyucularıma açıklamak istedim.

Sözümüzün sonunda Allah Tealadan sinelerimizi hakka açmasını ve bizi kitabına ve Rasulunun sünnetine tutun­makla rızıklandırmasını kitap ve sünnette olmayan bid’atler çıkarmaktan bizi lüffuyla korumasını diliyorum.

Elbette o duaları işiten ve kabul edendir.

Allah’a (celle celâlühü) sonsuz hamdu senalar olsun. Rasulune ebede kadar selatu selam olsun bizi onun yolundan ayır­masın. Cennette beraber olmayı bizlere nasip etsin. Amin.



[3]    İbn Mace: 35; Hakim: 1/96.

[4]    Müslim: 182; Buhari: 6/113; Nesai: 1/325.

[5]    Ebu Davud: 1369.

[6]    Buharı: 6/116; Müslim: 1401; Ahmed: 3/285; Beyhaki: 7/77.

[7]    Ahmed: 4/156; Hakim: 4/384.

[8]    Ebu Davud: 3883; İbn Mace: 3576; Ahmed: 1/381.

[9]    Tenviru’l-kulub: 44.

[10]  Tirmizi: 3372; Ahmed: 4/188; İbn Hibban: 2318;

İbn Mace: 3838; Hakim: 1/495.

[11]  Buhari: 8/308; İbn Mace: 3837. İbn Hibban sahih.

[12]    İbn Mace: 1861; Tirmizi: 3094; Ahmed: 5/278

Albani’nin sahihinde 5231 nolu hadis.

[13]    Darimi: 1/115; Ahmed: 3/387.

[14]    İbni Kesir: 2/221; Taberi: 8/147.

[15]    Bühari: 7/162; Müslim: 2704; Taberi: 8/147.

[16]    Buhari: 7/168; Müslim: 2694; Tirmizi: 3463.

[17]    Tirmizi: 3409 ve İbn Huzeyme’nin Sahih’i.

[18]    Ahmed: 3/198.

[19]    Mevahib: 108.

[20]    Mevahib:118.

[21]    Mevahib: 118.

[22]    Müslim: J440; Buharı: 8/106.

[23]    Müslim: 1839; Buhari: 8/106.

[24]    Mevahib: 133.

[25]    Müslim: 2620; Ebu Davud: 4090.

[26]    Mevahib: 130.

[27]    Mevahib: 145.

[28]    İbn Huzeyme: 185.

[29]    Müslim: 291.

[30]    Müslim: 289.

[31]    Müslim: 287.

[32]    Mevahib: 317.

[33]   Şahı Nakşibend’in kendisi Arifan saraylarında oturmayı caiz gö­rüyor da müritlerinden birinin yüz dinar sahibi olmasını caiz görmüyor.

[34]   Tenviru’l-Kulub: 482.

[35]    Ahmed: 5/286.

[36]    Buhari: 8/5; Müslim: 1627.

[37]   Taberi Tarihi: 3/54.      '

[38]    Buhari: 7/161; Müslim: 589; Nesai: 2/315; Tirmizi: 2/263.

[39]    îbn Mace: 3842; Hakim: 1/531.

[40]    Buhari: 7/161; Müslim: 2840.

[41]    Sahih el-Cam’i: 5684.

[42]    Tenvirul Kulub: 479.

[43]    el-Bahr er-Raik: 3/94.

[44]    Tenvirul Kulub: 534.

[45]    Buhari: 2/90; Müslim: 530; Ahmed: 6/146.

[46]    Müslim: 532.

[47]    Mevahib: 142.

[48]    Mevahib: 182.

[49]    Buhari: 2/246; Müslim: 186;

[50]   Beyhaki: 7/78.

[51]    Mevahib: 134.

[52]   Buharı: 2/23; Ahmed ve İbni Mace’de de aynı rivayet bulunur.

[53]    Şifa’ul-Alil: 104.

[54]   Mevahib: 177.

[55]    Telbisu iblis: 386

[56]   Kuşeyri risalesi: 151; Tarihi Bağdat: 8/121.

[57]   Ahbar Hallaç: 35.

[58]   Tabakat el-Kubra: 1/16; Bidaye ve’n-nihaye: 11/140.

[59]   Tavasin Hallaç: 42.

[60]   Bidaye ve’n-Nihaye:l 1/134; Tarih Bağdat: 8/115.

[61]    Ahbar Hallaç: 16; Tevasin Hallaç: 134; Tarih Bağdat: 8/129.

[62]   Envaru’l Kudsiye: 134; Ahbar Hallaç: 53

[63]   Mevahib: 48.

[64]    Mevahib: 57.

[65]    Mevahib: 47.

[66]   Envar’ul Kudsiye: 103.

[67]    Mevahib: 55.

[68]   Tenvirul Kulub: 469.

[69]   Envar’ul-Kudsiye: 100.

[70]   Mevahib: 61.

[71]    Mevahib: 50.

[72]   Tenvirul kulub: 578.

[73]    Mevahib: 163.

[74]    Mevahib: 79.

[75]    Mevahib: 494.

[76]    Mevahib: 323.

[77]   Buhari: 1/98; Müslim: 556; Ebu Davud: 914; Ahmed: 6/37.

[78]    Tenvirul kulup: 578.

[79]    Mevahib: 313.

[80]    İbni Kesir: 2/52; Fethul kadir: 2/38; Taberi Tefsiri: 6/146.

[81]    Mevahib: 170.

[82]   Risale-i Kuşeyriye: 92.

[83]    Mevahib: 49; Tabakati Şarani: 1/5.

[84]   Risalei Kuşeyri: 126

[85]    Buhari: 1/25; İbn Mace: 236.

Ebu Davud ve Tirmizi İlim bölümünde hadisi zikrederler.

[86]    Buhari: 1/25.

[87]    Buhari: 1/25; İbn Mace: 208.

[88]   Tirmizi: 2686.

[89]   Tirmizi: 1/183.

[90]    Taberi Tefsiri: 8/147.

[91]    Telbisu İblis: 341.

[92]   Buhari: 7/159; Müslim; 2690; Ebi Davud Sünen: 1127.

[93]   Buhari: 7/182.

[94]   Tenvir’ul Kulub: 487.

[95] Hakim: 2/4; Taberani: 2/166.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar