ON YEDİNCİ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ YİRMİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
İBADETİ EMİR TEVHİDİ
Rahman’ın nefesinden onuncu tevhit: Bu tevhit ‘Onlara
sadece bir îlah’a ibadet etmek emredildi, O’ndan başka ilah
yoktur, O, ortak koşulanlardan münezzehtir’1
ayetinde dile getirilir. Bu, ‘ibadeti emretme tevhidi’dir ve garip işlerdendir.
Çünkü emredilen için zatî olan bir hususta emretme nasıl olabilir ki? Allah
Teâlâ bir grup hakkmda ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman diye
dua edin, hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler Ona aittirn buyurur.
Bir İlah’a ibadet etmeleri emredilen bu grup da kimdir? Farklı anlamları
göstermeleri yönünden ilahi isimleri incelemeyin, yoksa onların (gösterdikleri
zata değil), isimlerin (bağımsız) anlamlarına ibadet edersiniz! Böyle bir
ibadet, maluldür (nedenli). Çünkü her hakikatin ilahi bir hakikatle irtibatlı
olduğunu ve o kendisindeki muhtaçlığın söz konusu hakikate dönük bir muhtaçlık
olduğunu görürler. Onlar ise pek çoktur, çünkü -söz gelişirızkı talebin
hakikati, er-Rezzak (rızık veren) ismine ibadet ederken afiyeti talep edenin
hakikati, eş-Şafi (şifa veren) ismine ibadet eder. Bu nedenle onlara ‘bir
İlah’a ibadet edin’ denilmiştir. Buna göre her ilahi isim diğerinin anlamından
farklı bir anlamı gösterse bile, aynı zamanda farklı nispederin kendisini
talep ettiği tek zatı gösterir. Burada ibadeti ‘ameller5 anlamında
yorumlayanın, dil hakkmda bilgisi yoktur. Buna göre amel suret, ibadet ise,
yükümlünün kendisini inşa ettiği amel suretinin ruhudur. Mümin olmayanlar ise,
müşriklerdir. Müşrikler, ilahlığı Hakk sahibinden başkasma bağlayan, O’nun
ismini isimlendirilenden başkasma veren ve isimlerde çokluğu
iddia edenlerdir. Nitekim onlar,
insanlık hakikatinde de çokluk iddiasında bulunmuştur ve bu konudaki iddiaları
geçerlidir. Fakat ilahlıkta çokluğun geçersizliğini anlamamışlardır. Bu nedenle
O’nu birlemekte şaşkınlığa düşerek, şöyle demişlerdir: ‘İlahları
tek bir ilah mı yapacak? Şal şilacak bir iş bu!’3 Hâlbuki onlar, ilahlığı pek çok şeye
izafe etmenin daha / şaşılacak bir iş olduğunu anlamamışlardır. Onlara şöyle
demek gerekir: / ‘İbadet ettiğiniz her şeye ilahlığın onun bir niteliği
olduğunu tahayyül İ ederek
ibadet ettiyseniz, başkasma tapmamışsınızdır. Hâlbuki gerçek I öyle değil!
Çünkü siz, ibadet edilen şeylere sizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaşj tırsmlar
diye ibadet ettiğinizi söylediniz. Bu durumda, pek çok ilahı şirk ' koşmanıza
rağmen, ilahlara Allah Teâlâ’ya yaklaşmak üzere ibadet ettiğinizi onaylamış
oldunuz. Bu ise, delilsiz bir iddiadır. Bu durum ‘Delili
olmadığı halde, Allah Teâlâ karşısında başka bir ilah’a dua eden kimsenin.. .**
ayetinde belirtilir. Müşrik için bu ayet, bütün gücünü harcayarak ve kuşkusunun
kanıt olduğunu zannederken en umudu ifadedir. Bu sayede Allah Teâlâ nezdinde
onun mazereti ortaya çıkar. Çünkü onlar, kendilerini Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar
diye, ortak koştukları şeye ibadet ettiklerini itiraf etmiştir. Bu itiraf ise,
müşrike itiraz kapısının açılmasını sağlar. Ona şöyle denilir: ‘Bu taşların
veya tapılan diğer şeylerin -Allah Teâlâ’nın sizin adınıza mabud yapacağı
kadarO’nun nezdinde bir itibarları olduğunu da nereden biliyorsunuz? Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Konuşabilirlerse sorun onlara*
Konuşabilen ve ilah olduğunu iddia eden birine ibadet insan, duymayan, görmeyen
ve kendilerine fayda vermeyen bir şeye ibadet edenlerden daha yakındır. Hz.
İbrahim’in babasma söylediği söz buydu. Allah Teâlâ onun hakkında ‘Bu
İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir’6 buyurdu. Babası da kavminden
birisiydi. Bu ve diğerleri, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği delillerdir. Allah
Teâlâ bir İlah’a ibâdet etmelerini emretti. Gerçekte de O’ndan başka ilah
yoktur. Allah Teâlâ, münezzehtir. Başka bir ifadeyle ilahlıkta kendisine ortak
koşulmasından münezzehtir. İşte ‘emir tevhidi’ budur.
Rahman’m nefesinden on birinci
tevhit, ‘Yüz çevirirlerse, de ki, bana Allah Teâlâ yeter, Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’na tevekkül ettim, O, yüce Arş’ın rabbidir’7 ayetinde geçer. Bu tevhit, ‘yeterli
bulma’ tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Çünkü Allah Teâlâ ‘İyilik
ve takva konusunda yardımlaşın’8 buyurarak bizi
kendimize yönlendirmiştir. Biz de, O’nun emrine bağlanmak üzere koştuk. Bir
kısmımız şöyle der: ‘Allah Teâlâ bizi yükümlü
tuttuğu bilgi ve takvayı
gerçekleştirmede bir katkımız olduğunu bilmiyor olsaydı, bizi kendimize
yönlendirmezdi.’ Bir kısmımız şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın iyilik ve takva
konusunda bize emrettiği yardımlaşma, her birimizin arkadaşını bu konuda
Rabbine yönlendirmesi ve yükümlü olduğu konuda Rabbinin (yardımıyla)
yetinmesini tavsiyedir. ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin”, -ki bu
bir tahkik hitabıdır‘Namaz ve sabır
ile yardım dileyin’10 ayetinde belirtilir.
Bu ise, bir sınama hitabıdır.
‘Amele gerçek bir katkımız vardır ve
bunun için Allah Teâlâ bize yardımlaşmayı emretti’ diyenler, ayeti bir sınama
hitabı sayıp işi Allah Teâlâ’ya havale etmenin gerektiği anlamında
yorumlayanların görüşlerini duyduklarında onlardan yüz çevirirler ve
görüşlerini kabul etmezler. Söz konusu grup bize ‘Senden
yardım dileriz’11 ve ‘Allah
Teâlâ’dan yardım isteyin’12 dememizin
emredildiğini öğrenirler. Bu, Musa’nın kavmine söylediği sözdür. Onlar,
içlerinde bir tür iddia varken Allah Teâlâ’dan yardım istemişlerdi. Bu
görüşteki kişi, birinci makam sahibinden üstün ve Hakka daha yakındır. (Amelde
katkımız vardır diyenler) Diğer grup ise, bu bakış açısında onlardan yüz
çevirir ve bu yorumu kabul etmezler. Peki ‘Bütün
iş O’na döner, O’na ibadet ve tevekkül et’13 ayetini
müşahede eden kimsenin karşısında onların dunumu nasıl olabilir? Allah Teâlâ
‘Yüz çevirirlerse’14, yani onları
davet ettiğiniz şeyden, ‘De ki, Allah Teâlâ bana yeter’15 buyurdu.
Yani yeterli olan, Allah Teâlâ’dır. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O’na tevekkül ettim, O, yüce Arş’ın Rabbidir.’16
Allah Teâlâ
Arş’ın rabbidir. Arş cisimler âlemini kuşatan şeydir ve sen de i cisimlik
yönünden onların en küçüğüsün. Böyle bir Arş’ın, Rabbi olan \ Allah Teâlâ ile
yetinmelisin! Allah Teâlâ kime yeterse, o, Allah Teâlâ’dan bir nimet ve iyilik
elde eder. Artık, kötülük ona bulaşmaz, bu konuda Allah Teâlâ’nın razı ol, duğu
şeyi yerine getirir. Kime Allah Teâlâ yeterse, ona karşı büyük ihsan saj hibi
olur ki ihsan artış demektir. Yani kendisine verdikleri, amelinin \
karşılığında değildir. Aksine, zevk yoluyla kendisini gördüğünde gö, zünde
büyüyeceği şekilde, daha çoğunu verir. I
Allah Teâlâ ehli olan şeyhlerde
gördüğüm en garip işlerden birini, halinI de Ebu Yezid gibi, hatta ondan bile
daha temkin sahibi olan birisinde 1
görmüştüm. Bu şahısla bir gün Dımaşk camiinde oturmuştuk.
Bana Al\ lah karşısındaki halini ve vakıalarında yaşadıklarını anlatıyordu. Bir
deI fasında Hakk, kendisine mülkünün büyüklüğünü bildirmiş. Şeyh olayı I
| şöyle
anlattı: ‘Ben de kendisine şöyle dedim: ‘Benim mülküm senin
| mülkünden
büyüktür.’ Allah Teâlâ bana ‘Nasıl böyle bir şey dersin?’ Hâlbuki
\ O,
en iyi bilendir. Ben de şöyle dedim: Rabim! Çünkü benim mülküme
| senin
gibi biri dahildir. Sen benimsin. Dua edince bana cevap verirsin,
\ bir
şey isteyince verisin. Senin mülkün içinde senin gibi biri yoktur.’ Bu
\ söz
üzerine Rabbim ‘Doğru söyledin’ demiştir.
Bu yönteme benzeyen veya onun aynısı
bir yol tutan kimse görmemiştim. Bunun istisnası, Muhammed b. Ali Hakim
et-Tirmizi idi. O bu makam hakkında ‘mülkün mülkü’ terimini kullanmış, biz de
onu bu kitapta Tirmizi’nin Hatmü’l-Evliya isimli
eserinde Allah Teâlâ ehline sorduğu soruları ele aldığımız bahiste
açıklamıştık. Sonra bu şeyh, Allah Teâlâ karşısında edebin gereğiyle
ağlamıştı. Şöyle derdi: ‘Kardeşim! O, beni ödüllendirir ve beni nazlandırır.’
Ben de kendisine şöyle demiştim: ‘Allah Teâlâ I kulunun
tövbesiyle seviniyorsa -ki peygamberi O’ndan böyle aktarmış| tır-, kendisini
bilenlere bakışı nasıldır?’
i
Rahman’ın nefesinden on ikinci
tevhit, ‘Boğulma ona ulaştığında,
'Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını
bildim ki 0, Israiloğullarının iman ettiğidir’17 ayetinde geçer. Bu, yardım dileme ve
kavuşma tevhididir. Çünkü bu tevhitte ‘ellezî (ki o)’ ism-i mevsulu
zikredilmiştir. Bu edatı kullanmanın nedeni, dinleyenlerin kuşkusunu giderme
amacı taşır. Nitekim âlemlerin Rabbine iman ederken sihirbazlar da böyle
yaparak ‘Musa ve Harun’un Rabbi’18 demişlerdi. Böyle söylemenin amacı,
dinleyenlerin zihinlerinden kuşkuyu kaldırmaktı ki bundan dolayı Firavun da
onları tehdit etmişti. Sonra sözünü tamamlayarak, ‘ben
Müslümanlardanım (boyun eğen)’19 demiştir.
Çünkü o, İlah’ın -kendisi kimseye boyun eğmezkenkendisine boyun eğilen kimse
demek olduğunu anlamıştı. Ali b. Ebu Talib şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in kendisiyle tehlil getirdiği ifadelerle ben de tehlil
getirdim.’ Hâlbuki Ali bu esnada neyle tehlil getirdiğini bilmiyordu. Bu
nedenle, gerçek bir bilgiye sahip olmaksızın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sözlerini tekrar ederek tehlil getirmesi kabul edilmiştir. Kesin bir
bilgiyle bunu yapmak ise, daha da makbuldür. Bunu bilmelisin. Firavun, bu
davranışıyla kavminin onların arasında iddia ettiği şeyden vazgeçtiğini
öğrenmelerini sağlamıştır. Onların içinde ‘en üstün rableri’ olduğunu iddia
etmişti. Onun durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Çünkü o sıkıntıyı gördüğünde
iman etmişti. Böyle bir imanın fayda verip de dünya azabının kendisinden
kaldırıldığı kimseler, sadece Yunus’un
kavmi idi. Fakat bu iman, ahiret
azabına ulaşmamıştır. Allah Teâlâ Firavun’un imanını doğrulayarak ‘şimdi mi
inandın, önce asi idin’20 buyurmuştur. Bu ifade, Firavun’un
imandaki ihlasını gösterir. Ilhlaslı olmasaydı, ‘Bedeviler
iman ettik dediler, de ki iman etmediniz, müslüman olduk deyin, iman
kalplerinize henüz girmemiştir’21 diyen Allah Teâlâ onun için de
benzer şeyi söylerdi. Öyleyse Allah Teâlâ, Firavun’un imanına şahitlik etmiştir.
Bir kimsenin tevhidindeki doğruluğuna Allah Teâlâ tanıklık ederse, onu imanı
nedeniyle ödüllendirir. Firavun, iman ettikten sonra günahkar olmadı ve Allah
Teâlâ kalbi temiz bir halde onu kabul etti. Kafir Müslüman olunca, boy abdesti
almalıdır. Firavun’un boğulması, onun adına bir boy abdesti ve temizlenmeydi. Allah
Teâlâ onun canını bu esnada ‘dünya ve ahiret cezası olarak aldı.’12 Bunu ise ‘korkanlar
için bir ibret yaptı.’23 O halde
Firavun’un imanı, can çekişen kimsenin imanına benzemez. Öyle biri, kesin
olarak dünyadan ayrılacağından emindir. Boğulma ise, öyle değildir, çünkü
Firavun, müminler için denizin çekilmiş olduğunu görmüş, imanları nedeniyle
böyle olduğunu anlamış, kesin olarak öleceğine inanmamıştı. Aksine ona hakim
olan inanç, hayatta kalmaydı. Onun durumu, ölüm anındaki kişinin durumu gibi
değildir. Bu nedenle de ‘şimdi tövbe ettim’2* demiştir.
Firavun inançsız ölenlerden de değildi. Onun durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır! Allah
Teâlâ ise kendisine şöyle demiştir: ‘Şimdi
seni bedeninle kurtaracağız ki, geridekilere bir ayet olasın.’25 Yunus’un
kavminin durumu da öyleydi. İşte bu, (ism-i) mevsul (kavuşma) edatıyla betimlenen
imandır ve zamiri uzak olduğu için hüviyetin önüne getirilmiştir ki hüviyet
tevhidine katılsın.
Rahman’m Nefesinden on üçüncü tevhit,
‘Olumlu karşılık vermezlerse, biliniz ki, o, Allah Teâlâ’nın
bilgisiyle indirildi, O’ndan başka ilah yoktur, müslüman oldunuz mu?’26 ayetinde
dile getirilmiştir. Bu, olumlu karşılık verme ve hüviyet (hüve, O) tevhididir.
Bu tevhit, garip bir tevhittir, çünkü ‘olumlu
karşılık vermezlerse’27 ifadesinde davet edenler, yani çağıranlar
kastedilir. ‘Biliniz ki’2S ayetindeki
zamir ise çağıranlara döner. Onlar, Kuran’ın Allah Teâlâ’nın bilgisiyle
indirildiğini bilenlerdir. Aksi halde ayet, ‘bilsinler5 şeklinde
gelirdi. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ve O’ndan başka ilah yoktur’29 buyurur.
Burada üçüncü şahıs zamiri gelerek şöyle demiştir: ‘O’ndan
başka ilah olmadığına...’30 Yani
biliniz ki, O’ndan başka ilah olmadığı gibi Kuran’ın Allah Teâlâ’nın
bilgisiyle indirildiğini de biliniz. Sonra şöyle der: ‘Müslüman
oldunuz mu?’31 Hâlbuki
onlar, Müslüman idi. Bütün bunlar, dua edenlere yönelik hitaptır. Bu durum, ‘İnsanın
üzerine gelmiş midir?32 ayetine
benzer. Bu ifade, hal karinesine itimada söylenmiştir ve soru sormanın dışına
çıkar. Aksi halde dua edenlere dönük hitap, ‘kızım sana diyorum, gelinim sen
işit5 anlamında olabilirdi. Başka bir ifadeyle Zeyd’e hitap ederken,
Amr kastedilir. ‘Şirk koşarsan, amelin boşa gider.”3 Başka bir
ayette ‘Sana indirdiğimizden kuşkudaysan, daha önce kitabı okuyanlara sor’34
denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş ve müstakbel günahlarının
bağışlandığı malumdur. Bu yönüyle Peygamber, istikbali hakkında Rabbinden açık
bir delile sahipti. Hal karinesiyle, hitabın peygambere, kastedilenin ise
başkası olduğunu anladık. Böyle bir üslubun seçilmesindeki hikmet, yüz
çevirmeye yüz çevirmeyle karşılıktır, çünkü onlar, davetçilerin davetini
kabulden yüz çevirmiş ve bu nedenle Allah Teâlâ da hitabıyla onlardan yüz
çevirmiştir. Burada amaçlanan ise, onlardır. Böylece Allah Teâlâ, başkalarına
söyleyerek, onlara duyurmuştur.
Bu konuda bilginin yararı ise şunu
söylemendir: Allah Teâlâ iman etmeyen bir grubun varlığını bilince, onlara
hitabın anlamı ortadan kalkar ve kendilerine hitap anlamsızlaşır. Bu nedenle Allah
Teâlâ bize şunu bildirmiştir: Allah Teâlâ’nın bilgisinde kendisini kabul
etmeyen (olarak belirlenmiş kimseleri) davet etmek üzere hitabm inmesi, O’nun
bilgisiyle gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hitabm indirilmesi Allah Teâlâ’nın
bilgisinde takdir edilmiştir ve bu zorunludur. Çünkü bilinenin değişmesi, imkânsızdır.
Allah Teâlâ ‘Benim nezdimde söz değişmez’ buyurur. Söz gelişi Allah Teâlâ’nın
bilgisinde ‘yapmak’ üzere beş, sevabı yönünden elli vakit namaz takdir
edilmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bilgisinde namaz, beş vakti belirleyene
kadar elli vakit yazılmaya devam etmiştir. Bu nedenle ilahi bilgi, eksiltmeyi
kabul etmeyerek şöyle buyurmuştur: ‘Benim nezdimde söz değişmez.’ Allah Teâlâ’nın
eşya hakkındaki bilgisi ezelidir ve O’nun adına bilgi yenilenmez. Bilginin
değil, bilginin ilgisi yenilenir ve ortaya çıkar. Bilgi yenilenseydi, Allah Teâlâ’nın
vaadine güvenilemezdi, çünkü bu vaat için neyin ortaya çıkacağını bilemezdik.
Şöyle diyebilirsin: ‘Aynı durum Allah Teâlâ’nın tehdidi için geçerli
olmalıdır.’ Şöyle deriz: ‘Evet, onu da söyledik! Fakat Allah Teâlâ’nm
peygamberini ‘kavminin diliyle”5 ve onlarm aşina olduğu övgü
nitelikleriyle gönderdiğini öğrendik. Peygamberler şeriadarmda insanlara böyle
davranır ve bu da Allah Teâlâ’nın bilgisinde takdir edilmiştir. Kuran dili,
açık ve seçik bir Arapçadır. Bu dil uzmanlarının övündüğü hususlardan birisi,
hatta bütün toplumlarda övgü konusu bir husus, suçluya yapılan tehdidi
gerçekleştirmemek ve onu bağışlamak iken iyiliğe karşı verilen sözü yerine
getirmektir. Arap şairi bu konuda şöyle der:
Onu tehdit ettiğimde ya da vaatte
bulunduğumda
Tehdidimden vazgeçerim de vaadimi
yerine getiririm
Öyleyse Allah Teâlâ’nın tehdidini
indirmesi de, indirmesinin kendisiyle takdir edildiği bilgisiyle gerçekleşir.
Fakat belli bir topluluk hakkında tehdidi gerçekleştirme, Allah Teâlâ’nın
bilgisinde (takdir edilmemiştir). Allah Teâlâ’nın bilgisinde belirlenmiş
olsaydı, iyilik karşılığında vaadi gerçekleştirdiği gibi onu da gerçekleştirir
di. Tehdit kötülüğe karşı olabilirken vaat hem iyilik hem kötülüğe karşı
olabilir. Şöyle denilir: ‘Onu yaptığı kötülük karşılığında tehdit ettim.
Kötülüğü ve iyiliği karşılığında vaatte bulundum.’ Allah Teâlâ ‘Her
peygamberi kendilerine açıklasın diye kavminin diliyle gönderdikbuyurdu. Allah
Teâlâ, günahkarlar için günahların bağışlanmasını ve dilediği kullarını
cezalandırmayı onlara açıklamamıştır. Aynı şeyi iyiliğe karşı verilen vaatte
ise, yapmamıştır. Buradan, Allah Teâlâ’nın bilgisinde neyin bulunduğunu
öğrendik. Allah Teâlâ ilahhğmda bir iken emrinde de birdir. Tehdit, uygulansa
da uygulanmasa da, O’nun bilgisiyle indirilmiştir.
Rahman’ın nefesinden on dördüncü
tevhit, bu tevhit, ‘Onlar Rahman’ı inkâr eder, de ki O
benim Rabbimdir, O’ndan başka ilah yoktur, O’na tevekkül ettim ve dönüşüm
O’nadır’37 ayetinde
dile getirilen ‘dönüş’ ve hüviyet tevhididir. Allah Teâlâ, onların Rahman’ı
inkâr ettiklerini bildirmiştir, çünkü onlar bu ismi söylemişlerdir. Böyle bir
isim kendilerinde bulunmadığı ve daha önce duymadıkları için, ‘Rahman’a
secde edin?538 denilince, ‘Nedir
Rahman?”9 demişlerdir.
‘Rahman’ ismi, onların sadece nefretlerini artırmıştır. Çünkü onlar,
kendilerini Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ortaklara ibadet
ederken, sadece Allah Teâlâ’yı biliyorlardı. Nitekim onlara ‘Allah Teâlâ’ya
ibadet edin’ denilince, ‘Allah Teâlâ nedir?’ diye sormamışlardı, sadece
birliğini inkâr etmişlerdi. Arapların bu ismi Bale-bekke ve Rame-hürmüz
kalıbında Rahmanürrahim şeklinde bileşik bir isim olarak bildikleri aktarılır.
Bu isim tek başına zikredildiğinde ve bir nispet olmaksızın zikredildiğinde,
inkâr etmişlerdir. Çünkü nispette ‘âlî’ diye söylenir. Davetçi onlara ‘Rahman
Rabbimdir’ demişti. Hâlbuki ‘o Allah Teâlâ’dır’ dememişti. Onlar Rabbi inkâr
etmiyordu. Rahman nefesin sahibi olup nefes hayatlarının kaynağı olduğu için,
onu ‘Rab’ ismiyle yorumlamıştır. Çünkü Rab, besleyendir ve beslemek hayatın
sebebidir. O halde onlar Rab’den ayrılamazken Allah Teâlâ’dan ayrılabilirler.
Bu nedenle Allah Teâlâ katında kendilerine şefaat etsinler diye ortaklara
ibadet etmişlerdir. İlahi iktidar Allah Teâlâ’nın elinde olduğu gibi şiddede
cezalandırma da O’nun yetkisindedir. Allah Teâlâ, onların gözünde Büyük ve
Müteal olandır. Yani onlar, Allah Teâlâ’yı bilen ve kabul eden kimselerdir. Bu
nedenle elçi, Rab ismini kullanarak, onlara incelik göstermiştir ve ona
dönmelerini sağlamak istemiştir. Çünkü peygamber, Rahman ismiyle daha yakın
ilişki içindedir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Musa ve Harun’a şöyle emretti: ‘Ona
yumuşak söz söyleyin, umulur ki, öğüt alır veya korkar.’40 Allah
Teâlâ’nın ‘umulur ki (lealle)’ ifadesi, gerçekleşmiş demektir. Aynı şeyi ‘asa
(umulur ki)’ edatı hakkında söylenir. Her iki edat da, bir beklentiyi ve umudu
anlatır. Hâlbuki Allah Teâlâ onlara Firavun’un bulundukları mecliste (hemen)
korkacağını ve öğüt alacağını söylememişti. Ya da onun öğüt almasını bütünüyle
ahiret hayatına da bırakmamıştı. Çünkü ahirette herkes Allah Teâlâ’dan
korkacaktır. Bu nedenle ayette ‘korkar5 ifadesi, dünya ile ahrete
erteleme arasında ihtimale açık kalsın diye geniş zaman kipinde gelmiştir.
Böyle bir ifade gelecek zamana sadece ‘sevfe (cek)5 ekiyle tahsis
edilebilirdi. Öyleyse Firavun’dan umut edilen şey, gerçekleşmiştir, çünkü Allah
Teâlâ için ummak gerçekleşmek demektir. Firavun iman etmiş, öğüt almış ve Allah
Teâlâ’nın bildirdiği gibi korkmuştur. Böylece Hz. Musa ve Harun5un
yümuşak sözü kendisine etki etmiş, ilahi umut gerçekliğe dönüşmüştür. Bu
durum, onun imanının kabulünü gösterir. Çünkü Allah Teâlâ zamanı bildirmeden
öğüt almanın ve korkunun gerçekleşmesini ifade etmiştir. Fakat bu öğüt alma ve
korkma, davet vakti olan dünya hayatında gerçekleşir. Allah Teâlâ peygamberine
onların duyacağı şekilde şöyle demeyi emretti: ‘De ki,
o benim rabbimdir, O’ndan başka ilah yoktur, O’na tevekkül ettim.'’41 Yani sizin
durumunuz hakkında tevekkül ettim. ‘Dönüşüm onadır.’42 Yani sizin
durumunuz hakkında, Allah Teâlâ’ya dönerim. Belki sizi imana ulaştırır.
Peygamber onlara kaba söz söylemedi, aksine bu da kendilerine söylenen sözü
daha iyi düşünmeleri için etkenleri artıran yumuşak sözün bir yönüdür. Çünkü
peygamber onlara kahır niteliğiyle hitap etseydi -ki o esnada kahır görünmez,
kaba söz onu gösterir-, onların doğaları bu sözden kaçar, ilah yaptıkları şeye
dair bilgisiz hamasetin etkisi altına girerlerdi. Hâlbuki peygamber, onları
sakınmıştır. ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik543 ayetinde
onun bu yönü dile getirilir. Burada ‘müminler için’ dememiştir. Ayetin iniş
sebebi ise, Ra’l, Zekvan ve Asiyy kabilelerine tam bir ay boyunca her namazdan
sonra beddua etmesiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ
onları cezalandırsın’ diye beddua ederken Allah Teâlâ kendisini uyarmıştı.
Burada, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük rahmetine dikkat çekilir. Çünkü onlar
her durumda Allah Teâlâ’nın kuludur. Onlar, Allah Teâlâ’yı kabul eden,
büyüklüğüne inanan ve O’na yaklaşmak isteyenlerdir. Fakat yaklaşma yolunu
bilmedikleri gibi teorik araştırmaya da hakkını vermez, kesin delil suretinde
güçlü kuşkulara sahip olmamışlardır. Böyle olsaydı, ‘Kesin
bir delile sahip olmadan Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilaha dua eden’44 ayetinin kapsamına girmişledir.
Ayet, ‘kesin delil’ derken araştıran kimsenin inancına göre kesin delili
kastetmiştir. Yoksa başka bir ilahın varlığına delil olamaz. O halde geride
sadece kesin delil şeklinde ortaya çıkan kuşku kalmıştır, insanlar da onun
kesin delil olduğunu zanneder, hâlbuki o kuşku, daha fazla bir güce sahip
değildir.
Rahman’m nefesinden on beşinci
tevhit, ‘Melekleri bir ruh ile dilediği kullarına indirir,
onlara benden başka ilah yoktur, benden korkun, derler™ ayetinde
dile getirilen uyarma ve dönme tevhididir. Bu tevhit hakkındaki inişte, beşer
peygamberler ile gönderildikleri kimseler eşittir. Çünkü Allah Teâlâ’nın
emriyle kendilerini korkutmak üzere inenler, bu kez meleklerdir. Burada ruh,
kendisiyle indikleri korkutmadır. Cisimler ruhlar vasıtasıyla hayat bulduğu
gibi onu kabul eden kullar da hayat bulur. indirilen bu ruh ile beşer
peygamberler hayat bulur ve ardından onunla korkuturlar.
Bu tevhit, yüce bir tevhittir ve
el-Cebbar ve el-Aziz’in katından korkutma ve -gizli bir lütuf içermekle birliktetehditle
inmiştir. Gizli lütuf‘benden korkun*46 ayetinde ifade edilir. Bunun anlamı,
sizi kendisiyle korkuttuğum şeyi uzaklaştırmak üzere ‘ben’i siper edin,
demektir ve bu Allah Teâlâ’nın bir lütfudur. Yoksa ayetin anlamı ‘Benden
korkun’ demek değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmet ve lütfün hiçbir şekilde
bulunmadığı şiddetli ve kayıtsız bir cezalandırması ve tehdidi yoktur. Ebu
Yezid elBestami bir okuyucunun ‘Rabbinin cezalandırması şiddetlidir347 ayetini
okuduğunu duyunca, ‘Benimki daha şiddetlidir’ demiş. Çünkü kulun
cezalandırması, rahmetten yoksundur. Öyle ki, cezalandıran kişi, intikam
duygusunun gücüyle cezalandırdığı kişinin ölümüne yol açabilir. Ebu Yezid,
rahmet cezalandırmasından soyutlanmış iken ‘Benim cezalandırmam daha
şiddetlidir’ demişti. Bunun nedeni, yaratılmışın darlığıdır, çünkü o, ilahi
genişliğe sahip değildir. Allah Teâlâ’nın cezalandırması ise, şiddetli olsa
bile, bir rahmet içerir. Yaratılmışın cezalandırması ise, bizzat kendisinin
çektiği darlıktan ve sıkıntıdan -ki cezalandırılan bu sıkıntıyı ona
vermiştirrahadama amacı taşır. Böylece cezalandırırken, kendisine merhamet
etmek ister. Bazen bütünüyle rahatlığa ulaşamaz. Hakk ise öyle değildir. Çünkü Hakk,
ezeli bilgisinde takdir edildiği için cezalandırır. Hakk, cezalandırılan
kimseyi cezayı gerektiren bir nedenle cezalandırır, başka bir şey için değil!
Başkası için intikam alan, kendi adına intikam alana benzemez.
Rahman’ın nefesinden on altıncı
tevhit, ‘O gizli ve açığı bilir, Allah Teâlâ kendisinden başka
ilah olmayandır, en güzel isimler O’na aittir’48
ayetinde dile getirilen Abdal’ın (bedeller) tevhididir. Burada ‘Allah Teâlâ’,
Rahman isminin bedelidir. Bu, anlamda daha iyi bilinen bir şeyin bilinmeyenin
yerini alması iken -çünkü onlar Rahman’ı inkâr etmişlerdi-, lafızda bilinen
bilinenin yerini alabilir. Bu tevhit, güzel isimlerin hükümleriyle ortaya
çıkan hüviyet tevhidindendir. Bunun anlamı, güzel isimlerin anlamlarının
onunla var olması demek değildir. Aksine hüviyet, isimlerin anlamları üzerinde
kaimdir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Kazandığı her şey karşılığında her nefs üzerinde
kaimdir’ buyurur. Aynı şekilde Allah Teâlâ, gösterdiği şeye göre, bütün
isimlerle kaim olandır. Bu, kapalı bir bilgidir ve bu nedenle bu tevhit
hakkında ‘gizliyi’ ‘sözü açık ettiklerinde549 dediğinde ‘daha
kapalı olanı da bilir’50 buyurdu. Sır
sahibinden daha gizli olan, özel olarak bilmesi gerektiği şeyden bilmediği
kısımdır. Allah Teâlâ’nın özel olarak onu da biliyor olması gerekir. Allah
Teâlâ, ancak anlam yoluyla fiillerinin hükümleriyle isimlendirilmiştir.
Öyleyse hepsi de, güzel isimlerdir. Bir kısmı telaffuz edilirken, bir kısmı
örfte öyle kınanmış oldukları için bilinmez Allah Teâlâ’ya verilmez. Çünkü Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ona günahını ve takvasını ilham
etmiştir*' Burada, son nefes ve iyiliğe ulaşmak için bize bir lütuf
olsun diye, günah takvanın önüne geçirilmiştir. Günahı takvadan sonra
getirseydi, duyduğumuz en çetin şeylerden birisi olurdu. Günah sınanma için
varken takva rahmeti meydana getirir. Takva geride bırakılmıştır, dolayısıyla
sadece iyilik olabilir. ‘Allah Teâlâ onlarla alay eder’52
buyurur. Burada zikrettiğimiz nedenle Allah Teâlâ adına ‘alaycı’ diye bir isim
türetilmemiştir. Hâlbuki örfte ‘En güzel isimler’ O’na aittir. Diğer isimlerin
güzelliği ise örfte gizlidir ve bilinmez! Onları sadece Allah Teâlâ’yı bilenler
bilebilir. Kapsam bildiren belirlilik takısı geldiği için, bu bilgiye kendisine
‘sır’ denilen veya bu sırdan daha gizli her şey dahildir. Bu sırrın birisi,
evliliktir (nikah). Allah Teâlâ cFakat
onu sır olarak vaatîeşmeyin™ buyurur. Burada nikah kast edilir.
Çünkü Allah Teâlâ, onu da bilir. Gerçi ayet, zahiri anlamıyla kişinin iç
konuşmasını belirtir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Sözü
açıktan söylerse, Allah Teâlâ onu da bilir*4 buyurur. Allah
Teâlâ o sözü bildiği gibi kişinin içinden söylediklerini de bilir. Bu ise, ‘Nefsinin
fısıldadığım bilir155 ayetinde belirtilir. Bununla
birlikte, belirlilik takısının genel anlamda sır bilgisinde bir hükmü vardır.
Böylece nikahın meydana getirdiği şeyi Allah Teâlâ bilir. Bu ise ‘Rahimlerdekini
bilir’“ ayetinde dile getirilir, çünkü Allah Teâlâ, rahimlerdekini
yaratandır. ‘Yaratan bilmez mi, o latiftir*7 Çünkü sırrı
bilir. ‘Haberdardır.** Daha gizli
olanı bildiği için de, ‘haberdardır.’
Bu mertebeden Allah Teâlâ, kendisini
bilmeye deliller ortaya koymuş, özel bir tarzda ve şarta göre öncüllerin
düzenlenmesini bilginlerin zihinlerine yerleştirmiştir. Bu öncüller, bir sonuç
meydana gelsin diye karı kocanın cinsel ilişkiye girdiği ‘nikaha’ benzer. Özel
yön, iki öncülü birbirine bağlar. Bu, iki öncüldeki (terimlerden) birisinin
diğer ikisinde tekrarlanarak, sonuç meydana getirmek üzere onları birbirine
bağlamasıdır. Özel şart ise, hükmün nedenden ve illetten genel veya -amaçlanan
sonucu da kapsasın diyedenk olmasıdır. Hüküm daha özel olsaydı, netice çıkmaz
ve kapsam dışında kalırdı. Söz gelişi şöyle denilir: ‘Hadislerden yoksun
olmayan her şey, hadistir.’ Burada ‘hadis’ hükümdür. Diğer öncül ise ‘Cisimler
hadislerden yoksun olamaz’ önermesidir. Öyleyse ‘hadisler5, iki
öncülü birleştiren ‘özel yöndür* ve böylelikle cismin hadis olduğu sonucu
ortaya çıkmıştır ki, bu, zorunludur. Burada hüküm daha geneldir, çünkü illet
ona dayanan ‘hadislerdir (sonradan olanlar).’ Hüküm ise o şeyin hadisliğidir.
Her hadis için ‘hadislerden yoksundur’ denilemez. İşte bu, illetten daha genel
hükümdür. Öyleyse sonuç doğrudur.
Sonra, iki öncülün doğrulanmasını
araştırmanın yöntemi de bellidir. Burada bir örnek vermeyi amaçladık, yoksa
cisimlerin hadisliğini veya başka bir bilgiyi verme amacımız yoktur. Öyleyse
var etmenin söylediğimiz şekilde geçerli olabileceğini -ki o nikahta ‘sır’
konumundadıranlamış olduysan, şimdi de ‘sır’dan daha gizli olanı öğrenmeye
geçersin. Verdiğim örnekten ise Hakkın âlemi böyle yarattığı sonucuna geçersin.
Âlem, kudret ve iradeyle nitelenen bir zattan ortaya çıkmıştır. İrade bir
varlığı var etmeye meyleder ki, bu, ‘yönelme’ demektir ve iki eşin bir araya
gelmesine benzer. Bu durumda kudret nüfuz ederek irade edileni var eder. Bu
yönelişin zat ile ilişkisini veya nispederin zat ile ilişkisini bilemediğimiz
için, ‘sırdan daha gizli’ bir şey olmuştur. Çünkü biz zatı bilemeyiz ve bize
meçhuldür. Öyleyse yönelme ve nitelik, kendileri bakımından bilinirken
nispetin keyfiyetini -nispet edildiği kimseyi bilmediğimiz içinbilemeyiz.
Nispetlerinin çokluğuyla birlikte, eşyayı var edenin birliği budur. O, çoklukta
bir’dir. Bu bilgi ise, bilinen hakkında şaşkınlığa yol açmıştır. Sadece Allah
Teâlâ’nın gözünden örtü perdesini kaldırdığı kimse bu şaşkınlığa düşmez. Allah
Teâlâ ona işin kendiliğindeki durumu göstermiş, o da gördüğüne göre hüküm
vermiştir, insanlar ise, böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı hakkında görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
Rahman’ın nefesinden on yedinci
tevhit, ‘Ben seni seçtim, vahye kulak ver, Ben Allah Teâlâ’m!
Benden başka ilah yoktur, bana ibadet et’59
ayetinde geçen duyma, yönelme ve güçleri bir araya toplama tevhididir. Bir kıraatte
‘Ben seni seçtik’ şeklinde okunmuştur. Böylece
‘kuşkusuz ben’ demiştir. Burada ‘inne’, kesinlik bildirir ve (innenî’den türetilen)
‘enniyet’ hakikat demektir. Ye harfiyle (nî şeklinde) ifade edilen zamir
hakikat suretinde etkili olduğu için, kinaye harfi, ‘varlıkta kendi suretine
göre kim vardır’ diye bakmıştır. Nun harflerinden birini bularak ona şöyle
demiştir: ‘Sen varlığınla beni Ya zamirinden koru ki hakikatimin suretine etki
etmesin. Yoksa duyan ve gören, hakikatte başkalaşma olduğunu zannederek,
Ya’nın hakikat olduğunu düşünür.’ Bunun üzerine koruma (vikaye) Nun’u gelmiş,
Ye harfi ile hakikat nun’u arasına girmiş, Ye harfi kendisine bitişik olan
Nun’u kesre yapmıştır. Nun ise ‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir, çünkü o
varlığıyla hakikati korumuş, hakikat bulunduğu hal üzere kalmış,
başkalaşmamışlar. Sonra şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ olanım!’60 Koruma
harfi olmasaydı şöyle diyecekti: ‘Ben Allah Teâlâ’m.’ Harf onu değiştirmiştir.
‘Ene’deki (ben) zamir ile hakikatin başkalaşması, kıyamet günü Hakkın
suretlerdeki tecellisine benzer. Hâlbuki ortada sadece özel olarak iki suret
vardır, üçüncüsü yoktur! Birisi inkâr edilen, diğeri kabul edilen suret.
Sonsuz suretler olsaydı, onlar da bu hükümde sınırlanırdı; ya inkâr edilen veya
bilinen suretler. Bu durum kaçınılmazdır.
Ayet ‘Seni seçtim’ şeklinde okunursa,
ayete daha uygun ve daha ilgili olduğu kadar başkalaşmayı daha iyi ortadan
kaldırır. Çünkü tevhit,
‘bana ibadet et*1 ayetinde ayetin sonuna kadar ona
eşlik eder. Ayet çoğul okununca (ben, seçtik), bir hakikatte çokluktan birliğe
doğru intikal nedeniyle, başkalaşma gerçekleşirdi. Ayetin bağlamı, ‘ben, seni
seçtik’ ifadesini güçlendirir. Çünkü Allah Teâlâ, farklı isimleri talep eden
pek çok şeyi zikretmiştir. Bir başkalaşma ve kendisine çağıran her surette
tecelli zorunludur.
Rivayete göre Hz. Musa için bu
vakıada gerçekleşen suretlerin toplamı, on iki bin idi ve her surette Musa’ya Allah
Teâlâ ‘Ey Musa!’ diye hitap etmişti. Böylece Musa’nın dikkati şuna çekildi: Tek
bir surete yerleşseydi, o suret sözü taşıyamaz ve her kelimede ‘Ey Musa’
demezdi. Bunu bilmelisin! Çünkü ayetteki bu birlik ve tevhit, olabilecek en
çetin tevhitlerdendir. Çünkü ‘ben, sizi seçtik’ der. Çoğul yapmış, sonra tekil
zamir getirilmiş, sonra Musa’ya söylediklerini çoğul zamirle söylemiştir. İşte
bu her okumaya göre, ‘çokluğun birliğidir.’ ‘Ben, seni seçtik’ okuyuşunu
kıraat bilgini Hamza uykusunda Allah Teâlâ’nın huzurunda okumuş, Rabbi de
kendisine şöyle demiştir: ‘Ben, seni seçtik.’ Bu, berzahtaki bir okumadır ve
bu nedenle çoğul gelmiştir. Çünkü bu, uykudaki surî bir tecellidir ve
dolayısıyla okumanın da öyle olması gerekir. Çoğuldan sonra gelen kelimeyi
tekil yapması ise, çokluğun birliğinden kaynaklanır, başka bir nedenden değil!
Rahman’ın nefesinden on sekizinci
tevhit, ‘Sizin ilahınız, Allah Teâlâ’dır, O’ndan başka ilah
yoktur, bilgisiyle her şeyi kuşattı’62 ayetinde dile getirilen genişlik tevhididir
ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu tevhit, ‘genişlik’ derken âlem için olan
mekân genişliği anlaşılmasın diye bir tenzih tevhididir. Âlem için genişlik,
el-Bâtın, ez-Zâhir isimlerinden ve Rahman’ın nefesi ile sonsuz kelimelerinden
kaynaklanır. Şöyle der: ‘Onun genişliği her şeyi bilmesidir. Yoksa bir şey için
mekân olması anlamına gelmez. Bu tevhidin sebebi, Cebrail’in ayak izinden bir
tutamı kendisine attığında buzağı hakkmda söylediği sözle ilgili olarak
Samiri’nin hikâyesinde geçer. Buzağı kendisine atılan şeyin mekânı ve zarfı
olmuştur. Buzağı böğürünce, Samiri şöyle demişti: ‘İşte bu
sizin ve Musa’nın ilahıdır.’63 Allah
Teâlâ ise ‘Sizin ilahınız tek ilahtır’64 buyurdu. Onda bileşiklik yoktur, her
şeyi bilgice kuşatmıştır. Yani O, her şeyi bilendir. Böylece Allah Teâlâ,
buzağının böğürmesine rağmen Samiri’yi yalancı yapmış, onun yalancılığını
gösteren deliller ortaya koymuş, İbrahim’in putlar hakkında söylediği sözün
bir benzerini söyleyerek ‘Onlara sözle dönmediğini görmezler mi?*5 buyurmuştur. Yani, soru sorulunca
konuşamaz. Allah Teâlâ ise, konuşmayla nitelenmiştir. Buzağı onlara ne fayda ne
zarar verebilir, başka bir ifadeyle ondan yararlanamazlar. Çünkü Allah Teâlâ ‘Onu
yakacağız, sonra küllerini savuracağız*6 buyurdu. Kendinden bir zararı
uzaklaştıramayan bir şey, başkasından nasıl uzaklaştırır ki? Buzağı yakılıp
külleri savrulunca, kendisine bir fayda veremedi. Çünkü onu geride bıraksaydı,
insanlar hayvandan gerçekleşen zarar ve fayda hakkında kuşkuya kapılırdı. .
Bu delillerin ortaya konulmasında,
pek büyük meseleler vardır. Allah Teâlâ Yahudilerin şöyle dediğini aktarır: ‘Allah
Teâlâ’nın eli kapalıdır.*7 Yahudiler ‘Allah
Teâlâ yoksul, biz zenginiz*8 demişlerdi. Allah Teâlâ ise ‘İrade
ettiğimiz bir şeye sözümüz, ol demektir, o da olur*9 buyurur. Allah Teâlâ -iman yolunun
dışındaki bir yoldanbizi bu sözü duymaktan sağır etmiş, eşyayı var etmeye yönelişinden
ortaya koyduğu sebeplerden perdelemiştir. Yağmuru indirmiş, yağmur yağmış;
yeryüzü ekin vermiş, tohumu saçmış, güneş yayılmış, tohum çıkmış, hasat
edilmiş, buğday öğütülmüş, un yapılmış, ekmek pişirilmiş, dişlerle çiğnenmiş,
yutulmuş, midede hazmedilmiş, ciğer kendisini almış kana çevirmiş, sonra
damarlara göndermiş, kan bedene yayılmış, oradan buhar yükselmiştir. Bedenin
hayatı, söz konusu nefesten meydana gelmiştir. Bütün bunlar, feleklerin
hareketi, yıldızların yürümesi ve ışıkların yerlerine aktarılmasıyla birlikte,
‘ana sebeplerdir.’ Bununla birlikte tümel nefs, Allah Teâlâ’nın izniyle onlara
bakar, akıl nefse yardım eder. Bunlar, ortaya konulan ‘ana perdelerdir.’ Fakat
bunların arasında ince sebepler vardır. ‘Ol’ sözünü duymak, tüm bu perdelerin
parçalanmasını gerektirir. Bu (mümkün olmayınca), Allah Teâlâ müminde iman
gücünü yarattı. Bu güç, onun kulağına nüfuz edince, ‘ol’ sözünü duymuştur. Aynı
güç gözüne işlemiş, sebepleri var edeni görmüş. Bütün bunları Allah Teâlâ,
Rahman’ın nefesinden yapmıştır. Bu sayede Rahman, Allah Teâlâ’dan başkasına
ibadet edenlere merhamet eder. Ortak, kıyamet günü kendilerinden kaçan ortak
koştukları şeylerin haklarını ceza çekerek ödediklerinde, kul yalnız kalır ve
iş Allah Teâlâ’ya döner. Bu durumda Allah Teâlâ, zikrettiğimiz perdeler
nedeniyle kendi hakkı hususunda onlara merhamet eder. Çünkü Allah Teâlâ neyi
ortaya koyduğunu bilir ve onların dilleriyle söylettiği şeyi bilir. Allah
Teâlâ onların içlerinde hangi hayalleri yarattığını da bilir. Adil, lütufkar,
haberdar Allah Teâlâ münezzehtir. O, gerekeni, gereken sebeple ve gerektiği
şekilde yapandır. O’ndan başka ilah yoktur. O dilediğini yapandır.
Rahman’ın nefesinden on dokuzuncu
tevhit, ‘Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ‘benden başka
ilah yoktur, bana ibadet edin diye vahyettik,?0 ayetinde
dile getirilen iktidar ve tarif tevhididir. Bu tevhit, benlik tevhidinin bir
kısmıdır ve şaşılacak bir tevhittir. Böyle bir şey, ‘tariz’ diye
isimlendirilir. Yani, sen de sana söylenen gibi ol. Sana söylenen, senden
önceki peygamberlere söylenendir. Ayette ibadet zikredilmiş, belirli ameller
zikredilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her
biriniz için belli bir şeriat ve yöntem belirledikm buyurur.
Bu, amellerin belirlenmesidir. Her şeriattaki ameller, şeriat bilginlerinin
dilinde ‘nesih’ diye ifade edilen hükmün müddetinin kendilerinde bittiği
şeylerdir. Bütün şeriadarda geçerli olan genel amel, ‘dinin uygulanması’, bu
konudaki görüş birliği ve tevhit vardır. Bu husus ‘Sizin
için dinden daha önce Nuh’a vasiyet ettiği şeyi
şeriat yaptı, aynı şeyi İbrahim, Musa ve İsa’ya dini uygulayın ve onda görüş
ayrılığına düşmeyin’ diye vahyetmişti,’72 Buhari, ayetten hareketle
(eserine) peygamberlerin getirdiği dinlerin tek olduğunu belirttiği bir başlık
açmıştır. Söz konusu din, tevhit ile dindarlığı ve kulluğu yerine getirmektir.
Bütün nebiler bu hususta ortaktır.
Bu vahyin benliğe (ayette geçen
benden başka ilah yoktur) tahsisi, onun vasıtaların kalktığı ilahi bir söz
olduğunu gösterir. Allah Teâlâ onlara ‘kendilerinden’ vahiy göndermemiştir,
çünkü ‘ben’, konuşan diyebilir. Şöyle denilebilir: ‘Allah Teâlâ böyle bir vahyi
meleklerin indirdiğini de söylemiştir.’ Bu durumda peygamberlerin vahyi iki
şekilde olması ihtimal dışı değildir. Vahyi melekler indirdiğinde, aktarım
yoluyla gerçekleşir. Nitekim şair şöyle der:
İnsanların (nasü) gizlice
fısıldaştıklarım duydum.
Saydah’a dedim ki, Bilal diye bağır
Burada hikâye yoluyla insanlardan
‘sin’ ötre okunmuştur. Onların fısıltısını duyan kişi olsaydı, mansup okuyarak
meful yapardı. Bu durum ‘Benden başka ilah yoktur diye
korkutun diye, benden sakının’73 ayetinde belirtilir. Melekler bu
ayeti indirmiştir. Böyle bir vahiy karinelerden yoksun ya da hakkında hüküm
verilmeksizin inerse, aslın bulunduğu anlama göre, yorumlanır. Öyleyse ‘ben’
sözünü konuşan söyleyebilir. Bakınız! Daha önceki hadiste Allah Teâlâ’nın bir
yerde kulunu doğruladığını zikrettik. Kul ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Allah
Teâlâ en büyüktür’ deyince, Allah Teâlâ kendisini doğrulamak amacıyla öyle der:
‘Benden başka ilah yoktur, Ben en büyüğüm.’ Başka bir ifadeyle ‘ben’ zamirini
sadece Allah Teâlâ kullanır.
Söylenenin hikâye edilmesi ise, ‘Üzülme, Allah
Teâlâ bizimle beraberdir’7İ ayetinde belirtilir. Burada söz
olduğu gibi aktarılmıştır. Anlamın hikâye edilmesi, Firavun’un ‘Hâmân!
Benim için bir merdiven yap’75 ifadesinin
aktarılmasıdır. Firavun bu cümleyi Kıptîce söylemiş, Arapçaya aktarılmıştır.
Anlam ise birdir. İşte anlamın aktarımı böyledir. Öyleyse her nerede ortaya
çıkarlarsa, işleri böyle öğrenmelisin. Bu sayede Allah Teâlâ’nın insanın
söylediği bir lafzı veya anlamı nasıl aktardığını ayırt edersin. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Allah Teâlâ peygamberlerden söz almıştır ki, size bir
kitap veya hikmet verdiğimde, sonra size sizdekini doğrulayan bir peygamber
geldiğinde, ona inanacak ve yardım edeceksiniz. Onlar da kabul ettik dediler.’76 ayet
burada biter. Sonra Allah Teâlâ, onların sözlerinin anlamını ‘kabul ettik’ şeklinde
aktarmıştır. Aynı durum şu ayette geçerlidir: ‘İman
edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler, şeytanlarıyla baş başa
kaldıklarında ise... alay ederler.’77 Bu da bir
anlatımdır. Allah Teâlâ bu ifadeleri zikrederken, kimin diliyle zikrettiğini
bilmelisin. Okuduğunda ise, kimin diliyle okuduğunu, ne okuduğunu ve kimden
aktardığını bilmelisin.
Rahman’m nefesinden yirminci tevhit, ‘Balık
sahibi öfkeli bir şekilde gittiğinde, ona güç yetiremeyeceğimizi sandı,
karanlıklar içerisinde Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, seni tenzih ederim,
ben zalimlerden oldum’78 ayetinde dile getirilen üzüntü ve
ikinci şahıs tevhididir. Bu tevhit, rahatlatma tevhididir. Nitekim Rahman,
Ensar Müslümanları vasıtasıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
sıkıntıdan kurtarmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rahman’ın
nefesinin Yemen yönünden geldiğini hissetmekteyim’ demişti. Rahman’ın nefesi,
aynı nefesten meydana gelmiş Ensar idi. Onlar, Hakkın kelimeleridir. Nitekim Allah
Teâlâ Hz. Yunus’u da balığın karnından kurtarmıştı. Kavmine ise gelişini
gördükten sonra azabı onlardan uzaklaştırarak muamele etmiştir. Onlar da iman
etmiş, Yunus’u kavmi hakkında memnun etmişti. ‘İmanları
onlara fayda verdi.’79 Allah
Teâlâ böyle bir şeyi daha önce başka bir ümmete yapmadı. Çünkü Yunus’un öfkesi,
Allah Teâlâ için idi ve O’ndan dolayıydı. Rabbi hakkındaki zannı ise, Rabbinin
kendisini sıkıntıya sokmayacağı şeklindeydi. Nitekim Allah Teâlâ da öyle
yaptı. Allah Teâlâ onu sıkıntıdan kurtardı ki, ‘zevk’ yoluyla kendisine ihsan
ettiği nimetin kadrini bilsin. Şöyle denilir: ‘Korku güvenden daha tatlı!’ Bu
durum, Yunus’un Allah Teâlâ tarafından sevildiğini gösterir, çünkü Allah Teâlâ,
Yunus’tan dolayı kavmine daha önce kimseye tahsis etmediği bir ayrıcalık
vermişti. Şöyle der: ‘İmarı edip de imanlarf kendilerine
fayda verenler Yunus’un kavmidir. İman ettiklerinde, kendilerinden dünya
hayatında azabı kaldırdık ve bir süreliğine erteledik.m Allah
Teâlâ azabı gördüklerinde yaşadıkları üzüntünün karşılığında, bir süre
nimetlenme mühleti vermiştir. Çünkü insanlar bilir ki, gerçekte uzun olsalar
bile ünsiyet ve beraberlik geceleri kısadır. Gerçekte kısa olsalar bile,
ayrılık ve azap geceleri uzundur. Deccal’ın gününü yorumlarken bu husus
belirtilmiştir. Onun ilk günü, belanın insanlara uzun gelmesi nedeniyle bir
sene gibidir. Sonra bir ay, sonra bir hafta gibi olacaktır. İnsanlar kendisine
alıştıklarında ise herhangi bir halin kısaltmadığı veya uzatmadığı bilinen
diğer günler gibi olacaktır. Kıyamet gününün süresinin elli bin sene olduğu
söylenmiştir. Bu uzunluğun nedeni, oradaki korku, insanların kıyamet günü
karşılaşacakları güçlüklerdir. Aynı süre, büyük korkunun kendilerini üzmediği
güvendeki insanlar için ise sabah namazının iki rekatının kılınma süresidir.
Sabah namazının iki rekatı nerede, elli bin sene nerede?
Yunus’un kavminin çektiği bela
şiddetini artırıp da azabı gördüklerinde bir an bir sene veya daha uzun
olunca, Allah Teâlâ içlerinde yaşadıkları bu uzun sürenin karşılığında onlara
belirli bir zamana kadar süre verdiğini zikretti. Böylece, dünya hayatının
nimeti içinde uzun süre kaldılar. Çektikleri bela olmasaydı, böyle bir şey
onlar için gerçekleşmeyecekti. İşlerde ölçünün ne güzel uygulandığına bakınız!
Denilir ki, Allah Teâlâ’nın onlara verdiği nimedenme süresi kıyamete kadardır.
En iyisini Allah Teâlâ bilir! Onlardan birisini gören bir adam görmüştüm. Ayak
izini sahilde gördük. Biraz önümdeydi, fakat kendisine yetişemedim. Ayağının
uzunluğu ölçtüm, üç buçuk karış idi. Adam Yunus’un kavmindendi. Bize (kendisini
gören kimse vasıtasıyla) Endülüs’te gerçekleşecek hadiseleri aktardı. O esnada
beş yüz seksen beş yılındaydık. Söylediği her şeyin söylediği gibi
gerçekleştiğini gördük. Allah Teâlâ’nın bu peygambere tahsis ettiği inayete ve
onun tevhidinde getirdiği marifete bakınız!
Rahman’ın nefesinden yirmi birinci tevhit, ‘Melik ve Hakk Allah Teâlâ münezzehtir, yüce Arş’ın
Rabbinden başka ilah yokturm ayetinde dile getirilen
Hakkın ve hüviyet tevdidir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Gökleri, yeri ve ikisinin
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.’*2 Bu ayet,
‘Sizi boş yere mi yarattık’*3 ayetiyle aynı anlama gelir. Öyleyse
‘O’ndan başka ilah yoktur5 Hakkın bir niteliğidir. Alemin varlığının
kendisinde ortaya çıktığı varlık, Haktır. Alem, Rahman’m nefesinde zuhur
etmiştir ki, o da, Amâ’dır. Öyleyse O, her şeyi ihata ettiği için kuşatıcı
şeklin kendisine verildiği Arş’ın Rabbidir. Âlemin suretlerinin kendisinde
ortaya çıktığı asıl, âlemdeki bütün cisimleri içerir. Bu asıl, yaratmada vasıta
olan Hakk’tır. Suretleri kabul etmesi nedeniyle ise, bir zarfa benzer, içerdiği
şeyler, bir hikmete göre dizilerek, peş peşe, hakikat hakikat, tabaka tabaka
var olur. Böylece kendisinde görünmez halde bulunan şeyleri, görmek üzere izhar
eder. Ortaya çıkan ise, kendisinden çıkmış olmakla birlikte, O’nu birler. (Var
olanlar) Sayılsaydı, hayrete düşülürdü, hâlbuki O’ndan başkası yoktur. Hakkı
birlemiş olsa bile, Hakk olmadığını görür. Hakk iki uç ve bir hakikatte
varlıklar farklılaşsın diye ‘orta’ meydana getirmiş, suretler çoğalmış, fakat
(bu suretlerin maddesi olan) ahşap ve tahta çoğalmamıştır. Ahşap her surette
bölünme olmaksızın kendi hakikatiyle bulunur. Bir suret öteki suret olmadığı
gibi ahşaplığa ilave bir durum da yoktur. Bu nedenle şöyle denilir: ‘Bir şey
yoktur.’ Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Göğü
yeri ve ikisinin arasındakileri batıl diye yaratmadık.’*4 Başka bir
ayette ise ‘O ikisini Hakk ile yarattık’*5 denilir. Sorulur: ‘Nerede?’ Der ki:
Temyizin kendisinde!5 Temyizi inkâr edemediğim gibi bir hakikatten
başkasmı da ispadayamam. ‘Yüce Arş’ın Rabbinden başka ilah yoktur.’*6
Rahman’m nefesinden yirmi ikinci
tevhit, ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır, yüce Arş’ın
rabbidir’87 ayetinde dile getirilen ‘tohum
tevhididir.’ Bu tevhit, hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bitki tohumunu güneş, Allah
Teâlâ’nın kendisine verdiği sıcaklık ile kendisine yaşlık verdiği suyun yardımıyla
topraktan çıkartır. Böylece sıcaklık ile yaşlığı bir araya getirir. Bunun
amacı, güneşin tek başına fail olmasını engellemektir. Bu durumda ise unsurdan
oluşan canlıda hayat ortaya çıkar. Kuşların arasmda sadece Hüdhüd’e suları
algılama gücü tahsis edilmiştir. Hüdhüd, kendini koruma ve makamını himaye
etmek amacıyla suyun diğer unsurlar üzerinde otorite sahibi olduğunu görür -çünkü
Hüdhüd’ün özelliği, suyu bilmektir.Hüdhüd, eşyanın en değerlisini bilgisiyle
ona tanıklık eder. Suyun en değerli şey olması, Rahman’m yerleştiği Arş’ın su
üstünde bulunmasından kaynaklanır. Makamını himaye ederken, güneşe ibadet eden
bir topluluk bulur. Güneş Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisinden canlı yaptığı
suyun doğasına aykırı bir doğaya sahiptir. Anlamış ki, güneşin sıcaklığı
olmasaydı, tohum çıkmazdı. Sıcaklık suyun yardımcısıdır. Kıskançlığa
kapılarak, yardımcılarıyla birlikte Süleyman’a gelmiş. Öfkesi ‘Allah
Teâlâ’dan başkası™ sözü nedeniyle artmıştı. Bu ayet,
onun dikkatini gayretin yerine çeker. Güneş sıcaklığıyla topraktaki tohumu
ortaya çıkarttığı gibi ışığıyla da yıldızları gizliyordun Yeryüzündeki
duyulurlar güneşin aydınlığıyla gözükür. Öyleyse gizlenme ve izhar ona aittir.
Gece ve gündüz güneş nedeniyle ortaya çıkar. Bunun üzerine güneş, ‘Göklerde
ve yerde tohumu çıkartan’ ve ‘Onların gizlediğini ve sakladığını bilen’ Allah
Teâlâ ile didişmiş. Allah Teâlâ ise, suyu sınamış, onu yere batırmış; güneşi
sınamış, o da ‘batan’ olmuştur. Ardından suyun gizliliğini ortaya çıkartan
pınarlar fışkırmış, ocak tutuşmuş güneşin gizliliğini ortaya çıkartmıştır.
Böylelikle Allah Teâlâ, göklerde ve yerde tohumu çıkartmış, her şeyi rahmeti ve
bilgisiyle ortaya kuşatmış, kendisi yüce Arş’a yerleşmiştir. Çünkü Arş
dönüşüyle güneş feleğine, üzerine karar kılmasıyla da suya hakimdir. Öyleyse
güneş ve sıi, gizlenme ve gözükmede aynı derecededir. Zuhur ederek zuhur (eden
şey) O’nu birlemiş iken gizlilik de perdelerini yırtarak'O’nu birlemiştir. Allah
Teâlâ onların gizlediklerini ve açıktan yaptıklarını bilir. Allah Teâlâ ‘Kendisinden
başka ilah olmayan’ ve ‘Yüce Arş’ın Rabbidir,’89
Rahman’ın nefesinden yirmi üçüncü
tevhit, ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır,
dMy^vfahîrTFtTMmd'O’m bittir,'hüküm de O’na aittir, O’na döndürüleceksiniz590 ayetinde
belirtilen ihtiyar ve dileme tevhididir Bu tevhit, hüviyet tevhidinin bir
yönüdür. Âlem Allah Teâlâ’nın kelimeleri olduğu için bütün bu kelimelerin
kendisinden ortaya çıktıkları Rahman’ın nefesiyle ilişkileri bir ve aynıdır.
Bu delil, âlemde bir derecelenmenin bulunmadığını ve Allah Teâlâ’nın katında
kimsenin kimseye karşı bir üstünlük sahibi olamayacağını gösterir. Hâlbuki işin
başka olduğunu gördük. Varlıklar arasında derecelenme genel olarak ortaya
çıkmıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kuşkusuz ki Âdemoğullarmı üstün kıldık
ve karada ve denizde onları taşıdık. Onları temiz şeylerden rızıklandırdık.
Onları yarattığımız şeylerin çoğundan üstün yaptık.’91 Başka bir
ayette ise ‘Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün
yaptık592 veya ‘Nebilerin
bir kısmını üstün tuttuk393 denilir.
Bir ayette ise ‘Yiyeceklerin bir bölümünü
diğerlerinden üstün yap
tık™ denilir. Hâlbuki bütün besinler, aynı suyla sulanır. O halde
varlıktaki dereceli yapıyı daha açık anlatan bir ayet yoktur, çünkü Allah
Teâlâ ‘tek bir su ile sulanırlar™ buyurur.
Öyleyse üstünlük yoluyla yiyeceklerde farklılık Bir’den ortaya çıkar. Öte
yandan her cinsin diğerinden üstün olduğunu belirten pek çok ayet vardır. Kuran
-ki Allah Teâlâ’nın kelamıdırindirilmiş diğer kitaplardan üstündür, hâlbuki
onlar da Allah Teâlâ kelamıdır. Kuran’ın bir kısmı diğer kısımlarından daha
üstündür, bununla birlikte bütün Kuran -kelamı olması bakımındanAllah Teâlâ’dandır.
Ayete’l-kürsi Kuran ayetlerinin efendisidir. Hâlbuki diğerleri de Kuran’dır.
Borçlanma ayeti de Kuran’dır. Bundan daha garip bir sır var mı? Buradan ise,
akli düşüncenin gerektirdiği hikmetin doğru olmadığını öğrendik. Allah
Teâlâ’nın eşyadaki hikmeti ise, bilinmeyen doğru hikmettir. Bu hikmet, akıl
yoluyla bilinmese bile, meçhul değildir. Söz konusu hikmetin fikir gücüyle
veya teorik araştırmayla tam tespiti mümkün değildir. ‘Allah
Teâlâ dilediğine hikmeti verir. Kime hikmet verilmişse, çok iyilik verilmiştir
ona.’96 Derecelenmeyi
bildiren bu tevhidi yazarken, garip bir vakıa gördüm. Açılmış bir sayfa
verildi bana. Genişliği, gözün görebildiği şekilde, yirmi zira, uzunluğunu ise
tam anlayamadım. Aşağıdaki şekle benziyordu. Gördüğüm, koyun derisine benzeyen
bir deriydi. Okurken
niryazısıyla yazılmıştı. Onu büyük kadı Bahaüddin b. Şeddad’ın yazdırmasıyla
yazmıştı. Mihir ise, başından sonuna kadar V ve açık ‘h’ uyaklı bir kafiyeyle
süslenmişti. Besmeleden sonra şunu okudum: ‘
Allah Teâlâ’ya hamd
ki, Kuran’ı, Tevrat’ı, Furkan’ı, Incil’i ve Zebur’u (zebûru) Saydı bu gizli
kitabın yazıları ve satırları (sütûra)
Bütün ayetleri ona
koydu kitaplardaki ve surelerdeki (sûre)
Onu izhar etti
varlıkta en nefis suretlerde (sûveruh)
Alametleri oldu ulvi
ve süfli âlemde meşhur (meşkûra)
Ayetleri sonsuz ve
sınırsızdır (gayr-1 mahsûra)
Tüm dillerde kelimeleri
zamanın içinde ve dışında zikredilir (mezkûra)
Bu şekilde, sanki bir altın
yazısıyla, sonuna kadar -bir sonu var ise‘r’ uyağıyla sürüyordu. Duyu âlemine
döndürüldüğümde, kendimi tevhit bahislerinden bu bölümü yazarken buldum.
Meğerse o, ihtiyar tevhidi idi. Anladım ki, gördüğüm, bu bölümün ta
kendisiydi. Ailem adına bu bölümden bol miktarda pay ve nasip vardı.
Daha önce belirttiğimiz gibi, meşru
ilahi zikirlere varıncaya kadar, âlemde bir derecelenme ve seçimin (ihtiyar)
gerçekleşmiş olduğunu görünce, anladık ki, ‘nefesin ne aynı ne ondan başka
olan’ akledilir bir şey vardır. Söz konusu nefeste kelimeler oluşmuştur.
Kelimeler ise, var olanların hakikatleridir. Meğerse söz konusu şey, meşiyetin
kendisiymiş! Bir’deki ve eşidikteki bu derecelenme o meşiyette ortaya çıkar.
Bir ise, derecelenmeyle nitelenmediği gibi, eşit olan da derecelenmeyle
nitelenemez. Buradan da, Allah Teâlâ’nın sırrının meçhul olduğunu ve onu sadece
kendisinin bilebileceğini anladık. Anladık ki bu tevhit sır mertebesinde ‘ihtiyar
tevhidi’dir. ‘Ondan başka ilah yoktur. Başlangıçta ve sonda hamd O’na aittir.’
Başlangıçtaki hamd genel, diğeri ise ayrıntılı hamddir. Böylece bir hakikatte
hamdler birbirinden ayrışır. Böylece onun Hamdi, kendisi olmuştur. Kendisini
müşahede eden için bu tevhit makamı ne gariptir!
Vakıada ailemin ismi nedeniyle
şaşırdım. Adı Meryem idi. Bu ismin anlamı, kendisinde isim yapıldığı dilde
malumdur. Meryem, kendisini Allah Teâlâ’ya adayan, O’nun ruhunu taşıyan,
kelimesinin mahalli, Allah Teâlâ’nın sözüyle övülen, kurumuş dalını kendisine
doğru çektiğinde dalından hurmanın düşmesinin tanıklığıyla iffetli olan
kimsedir. Oğlu beşikteyken Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu söylemişti. Her ikisi
de, Allah Teâlâ’nın nezdinde adil iki tanıktır. Meryem her şeyiyle Allah Teâlâ
için, Allah Teâlâ ile ve Allah Teâlâ’dandı. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın
peygamberi Zekeriya kendisine gıpta ederek ve onun gibi olmayı arzulamıştı. Allah
Teâlâ ise, onun benzeri olarak Yahya’yı kendisine vermişti. Allah Teâlâ
Yahya’ya daha önce hiçbir peygambere verilmemiş bir ad verdi. Bu nedenle Allah
Teâlâ onu kendi isimlerinden ilk olmaya tahsis etti. Allah Teâlâ’nın kulları
hakkında bu ismin bereketine bakınız. İşte bu Allah Teâlâ’nın ihtiyarının bir
yönüdür. ‘Rabbin dilediğini seçer ve yaratır.’97 Onların
seçimi yoktur. Seçim Allah Teâlâ’ya kalmıştır. ‘Allah
Teâlâ dilediğini yapandır.’9'1
Rahman’ın nefesinden yirmi dördüncü
tevhit, ‘Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilaha dua etme,
O’ndan başka ilah yoktur, O’nun yüzü hariç her şey helak olacaktır’99 ayetinde belirtilen hüküm
tevhididir. Bu, çokluğun kendisine döndüğü -çünkü onun aynıdırtevhitle (Allah Teâlâ’yı
birlemektir). Bu tevhit, hüviyet tevhididir. Allah Teâlâ, kendisiyle birlikte
başka bir ilaha dua edilmesini yasaklamıştır. Yasaklanan, belirsiz
zikredilmiştir (ilahen ahar), çünkü o yoktur. Var olsaydı, taayyün ederdi.
Taayyün etseydi, belirsiz kalmazdı. Bu durum, Allah Teâlâ ile birlikte başka
bir ilaha dua edenin kimsenin boş bir iş yaptığını ve havaya kürek salladığını
gösterir. Onun duası, hiçbir fayda vermeyecek bir şekilde yapılmıştır. Bu
duanın ilgili olduğu belirli bir varlık veya açığa çıkacak ve görülecek bir
hakikati yoktur. Bu dua sırf yokluğa delalet eder. Geride sırf varlığın ait
olduğu kimse kalmıştır! ‘Şeydir’ diye tahayyül edilen her şey, şeyliğini
değil, ilahlıkla ilişkisini yitirecektir. Hakkın yüzü bakidir. ‘O,
celal ve ikram sahibidir.’100 Dua eden,
bilinen birine dua etmiştir. Belirsiz olanın ise, zikredilebilecek bir hakikati
yoktur. Mutlak Hakk, zatında bilinen ve meçhul olmayandır. Aynı zamanda
bilinmez ve bilgi bakımından kuşatılamaz. Allah Teâlâ, bilgiyle ihata edilemez
oluşunun (bilinmesi) yönünden bilinirken, bilginin kendisini kuşatamayışı
nedeniyle de bilinemezdir. O halde O, bilinmediği yönden bilinendir. O’nu
bilmek, kendisini bilmemenin ta kendisidir. Allah Teâlâ’dan başka, zıdarı
kabul etme niteliğine sahip kimse yoktur!
Rahman’ın nefesinden yirmi beşinci tevhit, ‘Allah Teâlâ’dan başka yaratan var mıdır, sizi gökten ve
yerden rızıklandırır, O’ndan başka ilah yoktur’101 ayetinde
dile getirilen illet tevhididir. Bu tevhit, hüviyet tevhidinin bir yönüdür.
Başka şeylerle birlendiği gibi illet nedeniyle de birlenmeseydi, ilah olamazdı.
Çünkü ilahın bir özelliği de, herhangi bir şeyin varlığının O’nun dışında
kalmamasıdır. Bir şey O’nun dışında kalsaydı, o şeyde hükmü olmazdı. Allah
Teâlâ ‘İşin bütünü O’na döner’102
buyurdu. Öyleyse illet tevhidinin de O’na ait olması gerekir. Bu ise, kulun bu
tevhide göre bir sebeple ibadet etmesidir. Bir sebeple ibadet etmek, kulun
asılda sebebe muhtaç olmasından kaynaklanır. Böyle yapmakla kul, kendi
hakikatinin dışına çıkmamış olur. İbadet sebebi ise varlığının bekasının
kendisine bağlı olduğu rızkıdır. Hâlbuki perdeli insan, rızkının sebeplerde
bulunduğunu zanneder ve bu zan, sebeplerde rızkın bulunması anlamında doğru
bir tahayyüldür. Fakat rızık, sebeplerde özü gereği değil, yaratılma yoluyla
bulunur. Onları rızık olarak yaratan, ‘Gökten sizi rızıklandıran’103 Allah Teâlâ’dır.
Gökten rızıklandırmak, ruhların rızıklarını indirmesidir. ‘Ve yerden.’104 Yerden
ise bedenlerin rızıklarını çıkartır. Allah Teâlâ bu rızkı elinde tutan
er-Rezzâk’tır. Allah Teâlâ, kullarının bir kısmının gözlerine perde çekmiştir.
Onlar, er-Rezzâk diye isimlendirileni değil, rızık denilen şeyi anlamış ve bu
sözü söylemişlerdir. Bunun üzerine onlara şöyle denildi: Rızık, sizin rızık
sandığınız değildir. Rızık o sebepte yaratılan şeydir ve sizi yaratan onu
yaratmıştır. Allah Teâlâ nasıl ki sizi yarattı, aynı şekilde sizi
rızıklandırdı. Artık O’na ait ve O’ndan olan bir şeyle kendisini bir tutmayın!
Siz ve bel bağladığınız şeyler, eşittir. Kendiniz gibi olanlara bel bağlamayın,
yoksa çokluğa itimat etmiş olursunuz. Çokluğa itimat, itimat konusunun
gerçekleşmemesine yol açar, çünkü onlardan her biri, ‘benden başkası onu yapar’
diyerek (işi başkasına havale eder). Sonuçta herhangi biri onu var etmez.
Doğru hal, insanı (sebeplerden) ve O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirmeye ve
-Bir hakkmdaki doğru bilgisine göreBir’e yönelmeye çağırır. Bir de onun rızkını
verir. Bu durum, bir grup için perdenin ardından başka bir grup hakkında
müşahede ve keşfe göre maksadın gerçekleşmesini sağlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın
ehli ve seçkinleridir.
Rahman’ın nefesinden yirmi altıncı
tevhit, ‘Onlar ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ denilince,
büyüklenirler’105 ayetinde
dile getirilen şaşırma tevhididir. Bu tevhit, hüviyet değil, Allah Teâlâ’nın
tevhididir. ‘Büyüklenirler’106, ‘âlemde Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur hükmü nasıl gerçekleşir?’ diye hayrete düşerler ve
bunu büyük görürler demektir. Bir şey, bir surette ve tek hakikatte olabilir.
Suretler, tanım ve hakikat bakımından çok ve farklıdır. Engelleme Onlarm eliyle
vermek ve engellemek, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘İlahları
tek bir ilah mı yaptı? Şaşılacak bir iştir bu.’107 Yani bir
hakikatte çokluk, şaşılacak bir iştir. ‘Bunu
daha önce ilk babalarımızdan duymamıştık.’1011 Bu durumu
inkâr etmemiş veya reddetmemişler, sadece büyük görmüş, yüceltmiş ve eşyanın
tek bir şey nasıl olacağı hakkında şaşkınlığa düşmüşlerdir. Böyle bir şahsın
böyle bir sözünü ise büyük görmüşlerdir. Çünkü onlara göre o şahıs
kendilerindendir ve kendi gördüklerinden başka bir şey görmemiştir. Peki iddia
ettiği bu şey nereden gelmektedir? Duyu nefsi bilmekten ve ilahi tahsisten
onları perdelemiş, farkında olmadıkları yönden Allah Teâlâ’nın emrine
bağlanmışlardır. Çünkü Allah Teâlâ kullarına ibret almayı emredendir ki, bu
‘şaşırma’ demektir. Allah Teâlâ ‘Bu konuda basiret sahipleri için
ibret vardır’109 buyurur.
Başka bir ayette ise ‘Basiret sahipleri, ibret alın’110 buyurur.
Yani size emrettiği gibi ibret alınız! Onlar, basiret sahibidir. Ardından
içlerinden birinin eliyle bilgi geldiğinde, ‘Bu bir
uydurmadır’111 demişler,
ilahi inayeti ve Rabbani tahsisi bilememişlerdir. ‘Uydurma’ hakkında
şaşkınlığa düştükleri işte gerçekleşmemiştir. Çünkü onu bütünüyle imkânsız
saysalardı, hayrete düşmezlerdi. Onlar ‘uydurma’yı bilgiyi getirene nispet
etmişlerdi, çünkü peygamber, onlarm hemcinsidir. Aynı zamanda o, mucizeleri
görüp kendileri için ayan beyan ortaya çıkana kadar, peygamberliğin hakkında
imkân dahilinde olduğu kişilerden biridir. Mucizeleri gördüklerinde,
peygamberin bir şey uydurmadığını ve bilgiyi Allah Teâlâ’dan getirdiğini anlarlar.
O, kendisine yaklaşmak amacıyla ‘ilah’ diye isimlendirdikleri bu ilahlara
ibadet ettikleri büyük ve yüce Allah Teâlâ’dır. Böyle yaparak onlar ilahları
hükümdar için teşrifatçı konumuna yerleştirmişler, sonra da onlara hükümdarın
admı vermişlerdir. Nitekim bütün valilere ‘vali’ adı verilir. Gerçekte valiler
pek çok iken Vali Allah Teâlâ’dır. Peygamber onlara Allah Teâlâ’dan adeta şöyle
aktarmıştır: ‘Bu ibadet ettikleriniz, vali değildir. Onları babalarınız ilah
saymıştır. Benim sizi çağırdığım bu İlah’ı ise tanırsınız. Adı Allah Teâlâ’dır.
O’nu inkâr etmezseniz, çünkü siz ‘Bizi Allah Teâlâ’ya daha çok
yaklaştırsınlar diye, putlara ibadet ederiz’112
diyenlersiniz. Siz O’nun adını verdiniz ve ilahlarınızı da isimlendirdiniz.
Artık gerçeğin kimde olduğunu öğrendiniz mi? Sizde mi, bende mi? Bunu peygamber
söyler.
Onlar, peygamberin sözünü öğrenip
hakkıyla kavradıklarında tam bir saçmalık içinde bulunduklarını anlarlar. Çünkü
ilahlarını isimlendirdiklerinde onlara ‘Allah Teâlâ’ adını vermedikleri gibi
onların isimlerinden ‘Allah Teâlâ’ denileni de anlamazlar. Çünkü onların
isimlerini bilirler. Böylelikle İbrahim’in kavminin söylediğinin benzerini
söylerler. ‘Bilirsin ki onlar konuşamaz:111 İşte bu,
onlardan gelen ilahi bir delildir. Allah Teâlâ onlara kendilerinden delil
getirmiştir: ‘Bu, bizim İbrahim’e kavmine karşı
verdiğimiz delilimizdir:114
Rahman’ın nefesinden yirmi yedinci
tevhit, ‘0 sizin
Rabbinizdir, mülk O’na aittir, başka ilah yoktur, nasıl yüz çevirirsiniz?”15
ayetinde dile getirilen işaret tevhididir. Varlıkta Allah Teâlâ’dan başka
işaret edilen yoktur. ‘Nasıl döndürülürsünüz:116 İşaret,
ancak işaret edende meydana gelmiş yeni bir durumdan kaynaklanabilir. Bununla
birlikte o'şey kendiliğinde meydana gelmemiş plabilir. Fakat o kişinin nezdinde
meydana gelmiş olduğunu bilir. Her kimin nezdinde bir durum meydana gelirse,
onun nezdinde meydana gelişi esnasında o şeyin halini bilmemesi gerekir. Çünkü
söz konusu şeyin gerçekleşmesiyle ve kendisine etki etmesiyle ilgilidir. Bu
esnada o şeye işaret eder. Bu halde bir refiki vardır ki, iki durumda olabilir.
Çünkü onun iki refakatçisi olabilir: selim aklı veya masum şeriat. Bundan
başkası yoktur. Bu işarette ona ‘İşte sizin rabbiniz! Mülk O’na
aittir, O’ndan başka ilah yoktur’117 diyen
kimse, iki dosttan birisidir; selim aklı veya masum şeriat. Bu isinden başkası
değildir. Bunlardan başkası ona bu iki dostun söylediğinin zıddını söyleyerek
şöyle derler: ‘Fail, zaman ve onun tasarrufudur.’ Başka birisi ‘doğadır ve onun
hükümleridir’ der. Bir başkası ‘devrin hükmüdür’ der. Herkes onu kendi görüşüne
yönlendirir. Bu durumda bu iki dostun sözü ise ‘Nasıl
döndürülürsünüz’1111 olur. ‘Allah
Teâlâ dilediğini saptırır ve hidayet eder.’119 Allah Teâlâ
Kuran vasıtasıyla hidayet eder. ‘Saptırdıkları ancak /asıklardır:120 Onlar bu
iki dostun dışına çıkanlardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’121 .
Rahman’ın nefesinden yirmi sekizinci
tevhit, ‘Güç ve şiddet sahibidir, nimet sahibidir, O’ndan
başka ilah yoktur, dönüş O’nadır’122 ayetinde
dile getirilen dönüş tevhididir. Bu tevhit, hüviyet tevhidindendir ve gerçek
iman makamıdır. Çünkü mümin, ümidi ve korkusu eşit olan kimsedir ve onun
ayakları bu inançta sabittir. (O’na göre) Allah Teâlâ’nın ihsanı adaletinde
hüküm sahibi olmadığı gibi adaleti de ihsanında hüküm sahibi değildir. Ona göre
Allah Teâlâ Şedidü’l-ikab (şiddede cezalandıran) isminde tecelli ettiği gibi
‘Nimet sahibi’ isminde de tecelli edebilir ki bu isim, ‘günahları bağışlayan’
ve ‘tövbeyi kabul eden’ isimleriyle desteklenmiştir. Hâlbuki Şedidül-ikab için
böyle bir yardımcı belirlememiştir. Bu durum, (yardımcıya gerek olmayacak
şekilde) güçteki iddiadan kaynaklanır. Böylece iddia ettiği şeye işi havale
etmiştir. Söz konusu isim, yardımcısızdır. Hâlbuki iddiası olmayan yardımcıya
sahiptir. Çünkü isimler, yaratılmışlar içindeki valilerdir. Allah Teâlâ
cezalandırmada şiddeti zikretmiş, nimette zikretmemiş, bu ismi ‘günahları
bağışlayan’ ve ‘tövbeyi kabul eden’ isimleriyle desteklemiştir. Burada Allah
Teâlâ, Şediü’l-ikab ismine karşı Zi’t-tavl ismine ‘günahları bağışlayan’ ve
‘tövbeyi kabul eden’ ismiyle yardım etmekle anlayışlı kullarının dikkatini
iddiada bulunmamanın gereğine çekmiştir. Çünkü güçlü olan, insanın anlayışına
göre, karşı konulamayandır. Karşı koyan birinin varlığını bildiğinde, böyle bir
iddiada bulunmaz. Allah Teâlâ kullarını iddiayı terk hususunda uyarmış, tek
başına onların işlerini üstlenmiş, hareket ve duruşlarında bu sınırda kalıp
O’nun Hakk olduğunu öğrensinler diye kendilerini sakınır.
Rahman’ın nefesinden yirmi dokuzuncu
tevhit, ‘Sizin rabbinizdir, O’ndan başka ilah yoktur, nasıl yüz
çevirirsiniz’123 ayetinde
dile getirilen ihsan tevhididir ve hüviyetin bir yönüdür. Çünkü bu ayet ‘Allah
Teâlâ insanlara karşı ihsan sahibidir’124 ayetinden
sonra gelmiştir. Bu tevhit, Allah Teâlâ’nın insanlara olan ihsanları nedeniyle
bir şükür tevhididir. Bununla birlikte Allah Teâlâ ‘Göklerin
ve yerin yaratılması insanınkinden büyüktür, fakat insanların çoğu bilmez’125 buyurur.
Burada, mertebe kast edilmiştir, çünkü cismi herkes bilir. Fakat insanlar,
insan olmak bakımından, ‘insanlarınkinden daha büyüktür’126 ayetini
dikkatle incelememişlerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ, söz gelişi, ‘Adem’den veya
halifelerin yaratılışından büyüktür’ demedi. Çünkü Allah Teâlâ onları ‘insan
olmaları’ bakımından suretine göre yaratmadı. Öyle olsaydı, insanlar
birbirlerine karşı üstün olamayacağı gibi peygamberler arasında da bir
derecelenme olamazdı. Öyleyse suret üstünlüğünün karşısında duracak bir
üstünlük yoktur. Allah Teâlâ ‘İnsanlara karşı büyük ihsan sahibidir’127 buyurur. O
halde üstün olan, aynı zamanda bu isme sahip olandır. ‘İhsan’ derken
kastedilen, genel ve özel ihsandır. Genel ve özelin diliyle O’nu birlemiş,
ihsan tevhidi cömertlik ve ikram mertebesinden ortaya çıkmıştır.
Rahman’ın nefesinden otuzuncu tevhit, ‘O kendisinden başka ilah olmayandır, dini O’na tahsis
ederek dua edin, hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır’12S ayetinde belirtilen hayat ve bütünün
tevhididir. Bu tevhit, sırf hüviyet tevhidinin bir parçasıdır. Hayat, nefes
alıp veren herkeste gerekli bir şarttır ve âlem kendisinden yükselen buharlar
nedeniyle diridir. Öyleyse hayatın tevhidi, bütünün tevhididir. Her şey
canlıdır ve Haktan başka bir şey yoktur. Her şey, Rahman’ın verdiği ilahi
kelama göre, Hakkı tespih eder. Allah Teâlâ ‘izzet sahibi Rabbin münezzehtir"29, başka bir
ayette ise ‘Kulunu geceleyin
yürüten münezzehtir’130, başka bir ayette ‘Sabahladıklarında ve akşamladıklarında Allah Teâlâ münezzehtir’131
buyurur. Alemden başka bir şey yoktur. Alemdeki her şey O’nun övgüsünü tespih
eder. Mutlak birliği övmekten daha yetkin bir övgü yoktur, çünkü mutlak
birlikte ortaklık olamaz. O halde tevhit, en üstün övgüdür ve ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur’ demektir. Bu nedenle bu tevhidin hayat tevhidi ve bütünün
tevhidi olduğunu belirttik. O, Allah Teâlâ’dan ve âlemden tevhidin Allah
Teâlâ’ya tahsisidir.
Rahman’ın nefesinden otuz birinci
tevhit, ‘O’ndan başka ilah yoktur, diriltir ve öldürür,
Rabbiniz ve önceki atalartnızın Rabbidir’132 ayetinde
belirtilen bereket tevhididir. Bu tevhit, Allah Teâlâ’nın kendisini mübarek
bir gecede indirdiğini söylediği surede geçer. O gece, ecellerin belirlendiği
Şaban’ın ilk yarışma denk düşen kadir gecesidir. Bu nedenle bu tevhidi dirilten
ve öldüren diye nitelenmiştir. Bu durum ‘Onda
her hikmetli iş ayırt edilir’133 ayetinde
belirtilir. Yani her muhkem iş ayırt edilir! Böylece Allah Teâlâ’nın
gönderdiği peygamberlerin getirdiği ve ilahi kitapların getirdiği hükümler
onda ortaya çıkar. Bu, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük genel ve özel rahmetidir
ve her varlık onu idrak eder. Hâlbuki her varlık, bu hikmetin nereden çıktığını
bilemez. Bu hikmet, hüküm bakımından genel iken, öğrenilme bakımından özeldir.
Çünkü kabiliyetlerin istidatları farklı farklıdır. Aydınlatma bakımından
güneşin ışığı nerede, kandilinki nerede? Bununla birlikte güneş adını kandilden
(sirac) alır ve kedisinden daha parlak iken ona muhtaç olur. Allah Teâlâ,
peygamberini bu makamda ‘aydınlatıcı kandil’ yapmış, göklerin ve yerin
kendisiyle aydınlandığı nuru hakkmda onu örnek vermiştir. Böylece Allah Teâlâ
(göklerin ve yerin nuru olan) ışığın niteliğini lambaya benzetmiştir. Ardından,
benzetmenin diğer unsurları olan ve güneşte bulunmayan yardım ve -farklılığın
varlığıyla birliktedengeyi zikretmiştir. Bunu ise, (çatışma anlamındaki)
‘teşacür’den türetilen ‘ağaç’ örneğiyle zikretti. Ağaç (âlemdeki çatışma
anlamındaki) teşacür’den türetilmiştir. Bu çatışma,
Allah Teâlâ’nın kendilerinde
yaratıklarındaki bazı ayetleri meydana getirdiği renklerin ve dillerin
farklılığından kaynaklanır. Sonra kandili zikretti ki, güneşe ait değildir.
Öyleyse Allah Teâlâ’nın nurundan ibaret olan göklerin ve yerin nurunun bir
kandilliği vardır ki, onu ancak bu ‘mübarek tevhit5 ile O’nu
birleyen bilebilir. Söz konusu tevhit, ‘bereket tevhididir.’ Bu kandillikte
bir lamba vardır. Lamba, kandilliğin kendisini titremekten koruduğu ışığın
kendisidir. Kandillik onu kendisinde gerçekleşebilecek hareket ve titreşime
karşı güçlendirir. (Bir anlamı da düşmek olan heva’yla irtibada) Arzuların
güçlenmesi lambanın sönmesine yol açtığı gibi iki çatışan (ağaç ile çatışma
anlamındaki teşacür ilişkisi) arasında da hakikat kaybolur, gizlenir, hakkında
hayret ortaya çıkar. Nebiler, apaçık nur demek olan hakkı getirir. Bu nedenle
peygamber, ‘Bir nebinin tartışması uygun değildir’ buyurmuştur. Nura sahip
olan, tartışmaz. Sonra, nurun bir fanusu vardır ki, örnekte zikredilmiştir.
İlahi nurun da bir fanusu vardır ve bu tevhit onun mahiyetini sana bildirir. Bu
fanus güneşe ait değildir. Fanus inci gibi olan yıldıza benzer. Lambanın kendisinde
ortaya çıktığı yer, inci gibi yıldıza -ki güneştirbenzetilirken ev sahibi
konumundaki siracın değeri ne kadardır? Sonra bu siracın ‘mübarek
bir zeytin ağacından’'34 yandığı ve
aydınlık verdiğini söylemiştir. Öyleyse ilahi nurun bir hakikati olmalıdır ki,
bu hakikat, ağaca (şecereteşacür, çatışma) benzetilmiştir. Nitekim ilahi
isimler arasında da edDar-en-Nafı, Muiz-Müzil, Muhyi-Mümit gibi karşıt anlamlı
isimlerde bir farklılaşma zikredilmiştir. ‘Bu ağaç
doğulu veya batılı değildir.’m Böylece,
onu itidal özelliğiyle nitelemiştir. Bu nedenle benzetmeye konu olan bu sirac,
fanustaki siracın kendisidir. Ağaç, doğulu ve batılı olmadığı için, hareket ve
titreşimden korunmuştur. Bütün bunlar, lambadan başka bir şeyde bulunmaz ve
bütün bunların ilahi nurda dikkate alınması gerekir.
Rahman’ın nefesinden otuz ikinci
tevhit, ‘Bil ki, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur,
müminler için bağışlanma dile’136 ayetinde
belirtilen öğüt tevhidi ve Allah Teâlâ’nın tevhididir. Bilmelisin ki Allah
Teâlâ, kendisinden bir rahmet olarak, insanı gaflet sahibi olarak yarattı.
İnsan her an yaratılışın vesileleriyle gerçekleştiği sebepleri görmekle Allah
Teâlâ’nın birliğini görmekten gafildir, hâlbuki yaratılışın kendilerinden
gerçekleştiği sebeplerde Hakkın ‘yüzünü5 görmeyi sağlayan idraki
yoktur. Bu idraksizlik ise, gafletin egemen olmasından kaynaklanır. Bu örtü,
yaratılışın sebeplerden oluştuğunu zannettirir. Herhangi bir tarzda bir öğüt
kendisine geldiğinde ise, sebeplerin sadece Allah Teâlâ’dan başka ilah
olmadığını gösterdiğini öğrenir. Kendilerinde Hakkın yüzü olmasaydı veya ilahi
emrin kendisi olmasaydı sebeplerden bir şey meydana gelmezdi. Bu tevhit,
öğüdün kendisini ortadan kaldırdığı bir (hakikat üzerindeki bir) örtüden sonra
gerçekleştiği için, Allah Teâlâ’dan kadın-erkek müminleri örtmesini dilemeyi
gerektirdi. Çünkü örtünün ortadan kalkmasının ya da bu kalkma esnasında O’nun
örtünün kendisi olduğunu bilmenin ve keşfetmenin öyle bir hazzı vardır ki,
değer takdir edilemez. Bu haz, Allah Teâlâ’nın kuluna dönük ihsanlarından
biridir.
Rahman’m nefesinden otuz üçüncü
tevhit, ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmayan, gaybı ve
şehadeti bilendir'’137 ayetinde
belirtilen bilgi tevhididir. Bu tevhit, hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu
tevhit, ayrışma (tefrika) yönünden Hakkın birlenmesidir. Çünkü burada Allah
Teâlâ gaybı ve şehadeti ayrıştırmış, bilgi ve rahmeti birleştirmiştir. Böyle
bir şey, sadece ledünni bilgide gerçekleşebilir. Ledünni bilgi sahibine fayda
veren bilgidir. Allan kulu Hızır hakkında ‘Ona
katımızdan bilgi verdik’13* buyurdu. Kastedilen rahmet, ‘Rahmanü’r-rahim’139
ayetindeki rahmettir. Sonra şöyle der: ‘Ona
katımızdan bilgi öğrettik.’140 Bu ise, ‘gayb ve
şehadeti bilendir’141 ayetiyle
ilgilidir. Rahmeti bilmeye, bir yumuşaklık ve merhamet eşlik eder. Bu, onun
nezdinden olan şeydir. Ledün dalı, yaştır zira! ‘Ona
nezdinden büyük bir ecir vermiştir.’142 Böylece
onu yüceltmiştir. ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’143 Allah
Teâlâ ancak bilgiyle gönderir. Böylece Allah Teâlâ, peygamberini göndermeyi
‘rahmet5 yapmıştır. Bu ise, yumuşaklıkta mutluluk veren bilgidir. ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın.’144 O halde
bilgi üstün olsa bile, onun kaynakları vardır. En şereflisi ise, Allah Teâlâ
katından olandır. Çünkü rahmet ona bitişmiştir. Söz konusu rahmet ise, Allah Teâlâ’nın
kendisiyle kullarındaki güçlüğü kaldırdığı Nefese aittir.
Rahman’m nefesinden otuz dördüncü
tevhit, ‘O Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ilah yoktur, Melik ve
Kuddus’tur’145 ayetinde
belirtilen ‘niteliklerin tevhididir5 Bu tevhit, kuşatıcı hüviyet tevhidinin
bir yönüdür. Bütün nitelikler, celal nitelikleri olarak O’na aittir. Çünkü
tenzih nitelikleri ‘sübuta’ imkân vermez. Hâlbuki (varlık anlamında) iş, vardır
ve sabittir. Bu nedenle hüviyet öne alınmış, nitelikler sonraya bırakılmıştır.
Öyle ki, olumsuzlama nitelikleri gelip dinleyenin kalbinde hayret gerçekleştiğinde,
ihata özelliğiyle hüviyet dinleyenin yokluğa çıkmasını engeller. Yokluğa
ulaşmış olsaydı, şöyle diyecekti: ‘Var olan bir şey yoktur.’ Çünkü o aklın ve
duyunun varlığının dışına çıkmış, yokluğa katılmış, hüviyet ise yokluğu
imkânsızlaştırmıştır. Çünkü zamir (O), sabit bir şeye dönebilir. Bunu
anlamalısın!
Rahman’ın nefesinden otuz beşinci
tevhit, ‘Rahman O’ndan başka ilah olmayandır, müminler sadece Allah
Teâlâ’ya tevekkül etsin'146 ayetinde
belirtilen üzüntü ve üzüntülerin ortadan kalkması için bunlarda Allah Teâlâ’ya
dönme tevhididir. Çünkü insan, kendisine isabet eden sıkıntının varlığını
koruyanın eliyle gerçekleştiğini bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, bir musibetin
ulaştığı kimsenin ‘Biz Allah Teâlâ’ya aidiz ve O’na
döneceğiz’147 demesini
övmüştür. Onlar, bulundukları halde Allah Teâlâ’ya ait iken o halden
ayrılırken de Allah Teâlâ’ya dönerler. Öyleyse kimin varlığı korunur
kendisinden ayrılan şey de korunur. Böyle birinin yanında bulunanlar, belli bir
vakte kadar ‘emanet’ olarak kendisinde bulunur. O halde bir bela ve sıkıntı
yoktur.
Üzüntü tevhidi, (sıkıntılara karşı)
kullanılabilecek en yararlı ilaçtır. Bu konuda Allah Teâlâ onlar adına meydana
gelecek şeyi bildirerek şöyle demiştir: ‘Onların üzerinde Rablerinin rahmeti
vardır.’ Rahmet ile birlikte acı yoktur. ‘Elif
Lam Mim! Onlar, hidayete ulaşanlardır.’148 Onlara
salt gerçek, iki durumda olarak görünmüştür: Birincisi, kendi hakkında
musibettir. Bunun nedeni, kendisine inmesidir. Bu zevk sahibi olmayana ise,
acısının kalbine inmesi şeklindedir. Böylelikle ondan haz alır fakat
iyiliğinden mahrum kalır.
Rahman’ın nefesinden otuz altıncı
tevhit, ‘Doğunun ve batının rabbi, O’ndan başka ilah yoktur,
O’nu vekil edin’149 ayetinde
belirtilen vekalet tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu tevhitte Allah
Teâlâ’nın insan âlemi için yarattığı bütün yararları tahsis ettiği (öğrenilir).
Ardından bu hususta Allah Teâlâ’yı vekil edinmesini insana emretti. Bunun
nedeni, insanı kendisi için yaratıldığı Rabbine ibadete yönlendirmektir.
Yaratılış sebebi hakkında Allah Teâlâ ‘Ben
insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım’150 der. Bu
makam nerede, ‘Allah Teâlâ’nın sizi halife yaptığı
şeyleri infak edin?’151 ayeti
nerede! Allah Teâlâ, mülkü kendisine ait iken, harcamayı insanlara
bırakmıştır. Infakı emrettiği ölçüde bile, Allah Teâlâ kendisini vekil edinmeyi
emretti. Dolayısıyla iki durum arasında bir çelişki yoktur. Mülkiyet Allah
Teâlâ’ya, harcama kula ait! Öyle ki Allah Teâlâ kuluna harcamayı emretmiş,
fakat serbest bırakmamıştır. Harcamada da Allah Teâlâ’yı vekil edinmeyi
emretti. Çünkü Allah Teâlâ insana mal sahibini memnun edecek şekilde nerelere
harcayacağını göstermiştir. Bu amaçla şeriadar inmiş, insana malı harcayacağı
yerleri belirtmiştir. Bu sayede insan, basiret üzere harcar ve infak eder.
Vekilin emretmediği bir konuda arzusuyla infak eden, mal sahibinin malından
zayi olan kısmı tazmin itmelidir. Çünkü o, esasta müflistir ve yetkiye sahip
değildir. Bu tevhit, mal sahibinin malından (izinsiz olarak) telef ettiği
kısımdaki yükümlülüğü üzerinden atma imkânı verir.
Bu,
Kuran’da bize ulaşan son tehlildir. Bütün bunlar, otuz altı makamdır ve
hepsini -Kuran’a dayanarak-açıkladık. Allah Teâlâ bunlarla kendisini zikretmiş,
bize de kendisini onlarla zikretmeyi emretmiştir. Biz de emre uyduk. Allah Teâlâ’yı
bu tehlil ifadeleriyle zikrettiğimizde, O’nun nezdinden bilgi öğrendik.
Bunların zikredilmesi Allah Teâlâ’dan bize dönük bir rahmettir. Biz üzerimize
düşen görevi tam olarak yerine getirdik ve artık Hakkın eline ulaşmıştır. Allah
Teâlâ da kavuşma vaktine kadar onu bereketlendirir ve emanetleri sahiplerine
ulaştırır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır:ıs2 .
I .
ONUNCU
FASIL
Havkale Zikri (La Havle ve la Kuvvete illa
Billah)
. j
Havkale zikri, ‘Allah Teâlâ’dan başka
güç ve kudret sahibi yoktur’ (La Havle ve la Kuvvete
İlla Billah) demektir. Bu, taşıyacağı ölçüde herkesin zikridir. Bu zikri
yapanlar derece derece olduğu gibi zikrin tarzında da derece derecedir. Kim
daha çok bu zikre katılırsa, onu daha çok düstur edinir. Bu zikirde kemale
ulaşmanın şartı, sözle zikre ara vermemek olduğu gibi hal şahidiyle de bu
zikirden bıkmamaktır. Bu zikri yapanlar, âlemdeki bütün yükümlülerdir ve bütün
âlem yükümlüdür. Âlemin bir kısmı yükümlü olduğu hususta mecburdur. Bu
kısımdaki yükümlülük, farz-ı ayn (herkesin yapması gereken farz) ve farz-ı
kifaye denilen şeylerdir. Farz-ı kifâye, îbir grubun yapmasıyla diğerlerinden
düşen farzlardır. Âlemin bir kısmı ise, yükümlülükte mecbur değildir. Bu kısma
yükümlülük sunulmuştur. Yükümlülüğü kabul ederse, taşıdığı şeyin değerini
bilmediği için kabul etmiştir. Örnek olarak, emanet kendisine sunulunca insanın
durumunu verebiliriz, insanın emaneti taşıması, kendisine bir zulüm ve taşıdığı
şeyin değerini bilememektir. Göklere, yere ve dağlara emanet sunulunca onu
taşımaktan kaçınmışlar ve -neyi taşıdıklarının değerini bildikleri
içinkorkmuşlar, kendilerine haksızlık yapmamışlardır. ‘Fakat
insanlar kendilerine zalimdir.’153 İnsanın
dışında yaratıklardan hiç biri, kendine zulmetmekle nitelenmedi. Bu nedenle
‘Göklerin ve yerin yaratılması’ -mertebe bakımından‘insanınkinden daha
büyüktür.’ Çünkü onlar, emanetin değerini insandan daha iyi biliyordu. Bu
nedenle bilgi konumu bakımından, insanın yaratılışından daha büyük olmuş, insan
gibi bilgisizlikle nitelenmemişlerdir. Öte yandan Allah Teâlâ, gelmelerini
emredip de gelmediklerinde ‘zorla’ getirileceklerini söylemiştir. Onlar ise, ‘İtaat
edici olarak geldik’154
demişlerdir. Çünkü onlar, emir verenin zorla getirme gücüne de sahip olduğunu
bilir ve bu nedenle ‘itaat edici olarak geldik’155
demişlerdir. Gelme gerçekleşmiş, iddialarında doğru olup olmadıkları hususunda
gönüllülükleri ihtimale açıktır. Bu sözü söyleyen Hakk ise, yalan söylememişler,
aksine doğru söylemişlerdir. Söz vasıtayla söylenmişse, söylediğimiz durum
geçerlidir.
Aramızdan bilgililer, ‘La havla ve la
kuvvete illa billah’ dediklerinde, ilahi emre uymak ve bağlanmak amacıyla
söylemişlerdir. Uymak ‘Ancak senden yardım dileriz’156 ayetinde
belirtilir. Söyleyen Hakk ise -ki bu ortadan kaldırılmaları mümkün olmayan ve
sebeplinin varlığının kendilerine bağlı olduğu sebeplerden yardım
dilemediruyulan emir, ‘Allah Teâlâ’dan yardım dileyin ve sabredin’157 ayetinde
belirtilir. Burada sabır, ‘La-havle ve la kuvvete illa billah’ ifadesiyle
güçlüklere sabretmektir.
Yüz yirminci kısım sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar