Print Friendly and PDF

ONUNCU SİFR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ BİRİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM

Hac ve Sırları

Hac Allah Teâlâ’nın insanlara bir emridir

‘Unutkan’ diye nitelenmiş babamızın verdiği söz nedeniyle.

Hepimize farzdır, fakat biz yerine getirmeyiz Farzın gereği, ‘baş üstü’ edilmektir

‘İhram’ (giyme) nedeniyle kendine yasaklarsan

Ve bir yoksul ve fakir kalarak, soyutlanırsan her şeyden.

Onun hali, her menzilde ve durakta seni davet eder:

Giyinik ve soyunuk bir halde, menzillerin her birine.

Hacda Rahman’a yakından' icabet edilir;

Ledünni bir kulun (Hızır) ve llyas’ın niteliğiyle.

Oruç ve sıla-i rahim gibi ibadetler ondadır .

Ve de namaz; cömertlik ve üzülmenin hükmü ondadır.

Tavafta öyle anlamlar vardır ki, hiçbir şey benzemez ona 

Cinlerin ve insanların Rabbinin tereddüdünden başka.

Ben düşkün olduğum halhallerin katiliyim (onları öldürdüm)

Tavaf esnasında; küpelerin ve vesveselerin de (katiliyim). '

Muhassab’ta, el-Ferd’in yasasına uygun düşer.

Taş atmak, kuruntularla vesvese veren şeytana.

Allah Teâlâ onu tahsis etti annesinin karnında.

Giyinerek ve horlanarak, vakfe (duruş) gününde.

Müzdelife’de ise, cem içinde fark (ayrım) halinde ol!

Bu fark nedeniyle sana bir sorumluluk yoktur.

Allah Teâlâ ile değil de Allah Teâlâ için hac yapan kimse

Kendi karanlığı nedeniyle, lambanın ışığıyla koşan adama benzer.

Sımsıcak ve bulutlu bir günde, ibret alınız!

Nefeslerimin insanlara söylediği hususlarda.

İşleri başıyla sonuyla düşünebilirsen eğer

İlâhî bir düşünme ile duyumsama arasmda olursun.

Üzüntüyü görmekten sakın, sonra korkuyu.

Tıpkı yer ve gök gibi, sa’y ederken.                                         .

Mina’da kurbanı öyle bir nitelikle kes ki

Kurban esnasında o nitelikle şiddetle çağrılasın.                                         '

Zat tekliğini bozacak bir ikilik ve çiftlik yoktur.                                    .

Bekçiler ve koruyucular arasında, sakınılmıştır o.

Koku yayar, öpen sanki bal tatmıştır

Çiçeğin ve bahçenin güzellikleriyle kuşatılmış bir halde.

Niteliğimin ulaştığı kimseyle yaralanmıştır.

Bu yaradan ise kurtuluş yoktur.

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, sözlükte hac, maksada ve amaca yönelmeyi yinelemek; umre ise ziyaret demektir. Allah Teâlâ dostu İbrahim’e hitap ederken ‘Evimi, kendisini tavaf ve secde edenler için temizle’202 diyerek (Kâbe anlamındaki) Ev’i kendisine ait yapmış, ardın­dan o evin insanlar için yapılmış ilk ibadethane olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: ‘İnsanlar için yapılmış ilk mescit, mübarek Mek­ke’dedir. Orası insanlar için hidayet kaynağıdır. Orada apaçık ayetler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren kimse güvendedir. İnsanların, evini ziyaret etmeleri Allah Teâlâ’nın onlarm üzerindeki hakkıdır.’203 Bu nedenle Allah Teâlâ onu Arş’ının benzeri ve örneği yaptığı gibi onu tavaf eden insanları da (ayette zikredildiği gibi) ‘Arş’ın etrafında dönerek O’nu öven204 meleklere benzetmiştir. Başka bir ifadeyle melekler, Allah Teâlâ ve Tebareke’nin övgüsünü dile getirir. Bizim tavaf esnasında Allah Teâlâ’yı övmemiz ise, onla­rın Allah Teâlâ’yı övmeleriyle karşılaştırılmayacak kadar üstündür. Fakat Ka­be’yi tavaf eden herkes, bizim burada anlatmak istediğimiz övgünün farkına varamaz.

Şöyle ki, Allah Teâlâ’yı bilenler ‘Subhanallah (Allah Teâlâ’yı tespih ederim)’ veya ‘Elhamdülillah (hamd Allah Teâlâ’ya aittir)’ veya ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur) dediklerinde, iki mertebeyi ve iki sureti kendinde toplayan özellikleriyle bunu söylerler. Böylelikle âlemde kendisini zik­reden her bir parçayla Allah Teâlâ’yı zikrederlerken aynı zamanda kendisine ait isimleriyle de O’nu zikretmiş olurlar. Sonra, onlar (zikrederken kul­landıkları) bu kelimelerle akıllarına gelen anlamları değil, bizzat Kur’an-ı Kerîm’de belirtilen anlamları kastetmişlerdir. Onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyruğuyla Allah Teâlâ ehlidir, çünkü onlar, Kur'an ehlidir ve (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in de buyurduğu gibi) ‘Kur'an ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir.’ Başka bir ifadeyle onlar, kendisini överken Allah Teâlâ’nın vekil­leridir. Onların övgüleri, nefsanî bir çıkarım veya dünyevî bir seçimle kirlenmediği gibi aynı zamanda kendiliklerinden bir övgü ortaya koy­muş da değillerdir. Öyleyse Allah Teâlâ, onların övgülerinden sadece kendi­sine yaptığı övgüyü işitir. Bu durumda söz konusu övgü, Allah Teâlâ’ya ait, nezih, temiz, dünyevî kirlerden arınmış bir övgüdür. Allah Teâlâ Peygamber’ine şöyle hitap eder: ‘Allah Teâlâ’nın sözünü duyması için onu komşu edin.’205 Burada da sözü, Peygamber’ine değil, kendisine tamlama yap­mıştır.

Allah Teâlâ, mümin kulunun kalbini saygın bir ev ve büyüle bir harem yapmış, gök ve yer kendisini sığdıramazken bu kalbin Allah Teâlâ’yı sığdırabildiğini belirtmiştir. Buradan, müminin kalbinin bu Ev’den (Kâbe) kesin olarak daha üstün olduğunu anladık. Kalbe gelen düşünceleri ise, (Kâbe’yi) tavaf edenlerle bir tutmuştur. Tavaf edenler içerisinde (tavaf ettiği Kâbe anlamındaki) Ev’in saygınlığını ve değerini bilip layık ol­duğu şekilde kendisine davrananlar bulunduğu gibi bu değeri bilmeyip gafil ve dikkatsiz kalpler, Allah Teâlâ’dan başkasını zikreden dillerle onu tavaf edenler de vardır. Hatta bu insanlar, çoğunlukla gereksiz ve yalan söz­leri (söyleyerek) tavaf eder. Aynı şekilde müminin kalbine uğrayan dü­şüncelerin bir kısmı kınanan (kötü) düşünceler iken bir kısmı ise övü­len düşüncelerdir.         "

Allah Teâlâ, tavaf eden hangi durumda olursa olsun, her tavafı sahibine yazıp kendisinden meydana gelen hataları silerken hükümleri dış or­ganlar vasıtasıyla duyu âleminde görünmediği sürece kötü düşünceleri de siler. Allah Teâlâ’nın evinde kendisine biat etmek üzere ‘Allah Teâlâ’nın sağ eli’ bu­lunduğu gibi kulun kalbinde -bir teşbih ve niteleme olmaksızınşanına yaraşır şekilde Hakkın kendisi bulunur. Çünkü bu kalp O’nu sığdırmıştır. Tek başına sağ el ile Hakkın kendisi karşılaştırılabilir mi? Mümin kulda ‘iki eli’ diye isimlendirilen sağ el bulunur. Öyleyse kalp bilgi ba­kımından daha büyüle ve daha kuşatıcıdır. Çünkü orası, bütün nitelik­lerin toplandığı yerdir. Allah Teâlâ kendisi hakkındaki marifeti yerleştirdi­ğinde ise kalp, Allah Teâlâ katındaki manevi mertebeye yükselir.

Allah Teâlâ, İlâhî bir sır nedeniyle, Ev’ine dört rükün yerleştirmiştir. Kâbe altıgen olduğu için, gerçekte bunlar üç rükündür. Birinci rükün, görünüşte topuğa benzeyen taşı takip eder. Bu taş, küp şeklindedir ve bu nedenle küpe benzetilerek ‘kâbe’ diye isimlendirilmiştir. Ev’deki bu üç rüknün bâtınî yorumunu yaparsan, onları Hakk kaynaklı düşüncenin karşılığı sayabilirsin. Diğer rükün ise (bâtınî yorumda) melek kaynaklı düşüncedir. Üçüncü rükün ise, nefs kaynaklı düşüncedir. Öyleyse Hakk kaynaldı düşünce, (zâhirde) Hacer(-i esved’dir). Melek kaynaklı düşün­ce ise, Rükn-i Yemanî’dir. Nefs kaynaldı düşünce ise, başka bir şey de­ğil, sadece Hacer’de bulunan altıgendir. Şeytan kaynaldı düşüncenin oraya girmesi söz konusu değildir. Nebilerin kalpleri de böyledir: tıpkı Kâbe’nin şekli gibi üçgen şeklindedir.

Allah Teâlâ dördüncü rüknü izhar etmekle her neyi dilemişse, onu şey­tan kaynaklı düşüncelere ait yapmıştır. Bu rükün, Rükn-i Iraleî’dir. Şam rüknü ise, nefsanî düşünceye ait kalmıştır. Şeytan kaynaldı düşün­ceyi Irale rüknüne ait saydık, çünkü Şari orada şöyle denilmesini em­retmiştir: ‘Bölücülükten, iki yüzlülükten ve kötü ahlâktan Allah Teâlâ’ya sığı­nırım.’ Her rükünde emredilmiş olan zikirle, rükünlerin konumlan öğ­renilir. Müminlerin kalpleri ile peygamber-nebilerin dışındaki korun­muş kimselerin kalpleri de bu dörtgen şeklindedir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın peygamber ve nebilerini, kendilerine vermiş olduğu ve onlara giydirdiği korunmuş özelliğiyle diğer müminlerden ayırt etmek iste­mesidir.

Bir peygamberin üç düşüncesi olabilir: Hakk kaynaklı, melek kay­naklı ve nefs kaynaklı. Bazen bu durum, nebilikten büyük pay sahibi veliler için de gerçekleşebilir. Örnek olarak, bu hal sahiplerinden biri olan ve kendisiyle tanışma imkânı bulduğum Selman ed-Dünbülî’yi ve­rebiliriz. Kendinden söz ederek, elli küsur yıldır aklına kötü bir düşün­ce gelmediğini belirtmişti. Velilerin büyüle kısmında bu üç düşünce meydana geldiği gibi buna bir de Irak kaynaklı şeytanî düşünceyi de eklerler. Bu bağlamda bir kısmında düşüncenin hükmü zahirde ortaya çıkar ki bunlar çoğunluktur. Bir kısmına ise düşünce gelir ve zâhirlerinde bir etki meydana getirmez. Bunlar ise, Allah Teâlâ’nın korunmuş velile­ridir.

Allah Teâlâ Ev’e (Kâbe) ait ilk şekli dikkate alarak, onun adma kendi su­retinde bir hicr yaratmış, nebi ve peygamberlerden başkasmm ulaşma­sını engellediği için onu ‘hicr’ diye isimlendirmiştir. Bu, Allah Teâlâ’nın bir hikmetidir. Veliler Allah Teâlâ tarafından korunurken (hıfz) peygambeıler ise masumdur. Allah Teâlâ ehlinden bir veli -Abdullah b. Üstad el-Mevrûrîşöyle bir hadise anlatmıştı: Şeyh Abdürrezzale veya bir başkası -kuşku bana aittir, hatta hatırladığım kadarıyla bir başkası olmalıİblis’i gö­rünce kendisine sormuş: ‘Şeyh Ebu Medyen ile ilişkin nasıl?’

Ebu Medyen, tevhit ve tevekkül konusunda önder, Bicaye’de yaşa­yan salih bir kuldu.

Bu soruya karşılık İblis ‘Onun kalbine attığım vesveselerde kendi­mi şöyle bir adama benzetirim: Okyanusa küçük abdestini yapan birine ‘niçin böyle yaptın?’ diye sorulduğunda ‘kirleteyim de, kendisiyle te­mizlik yapılamasın’ (diye karşılık vermiş. Böyle birinden daha cahilini gördünüz mü? Ebu Medyen’in kalbinin karşısmda benim durumum da budur. Onun kalbine her ne attıysam, değiştirdi ve başkalaştırdı.’ Bu sözden İblis’in velilerin kalplerine vesvese aktardığını bildirmiştir ki, bu belirttiğimiz husustur. Onun peygamberlere ulaşmasına imkân yoktur.

Ev’in yüksekliği, yirmi yedi arşm, hicr’in tepesinin yüksekliği ise yirmi sekiz arşındır. Her arşm, sadece keşf sahiplerinin bilebildiği İlâhî emre ait bir ölçüdür. Bu ölçüler, nefste gerçekleşen hadiseleri uygula­mak üzere, ‘seyyar iman gezegenlerinin’ kendisini katettiği kalbin men­zillerinin bir benzeridir. Bu menziller, unsurlar âleminde gerçekleşecek olayları izhar etmek üzere ayın ve gezegenlerin katettiği menzillerin tam bir benzeridir. Bu ikisinin arasındaki benzerlik, harf harf, anlam anlam gerçekleşir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Kâbe’ye bir hazine yerleştirdi. Allah Teâlâ’nın Peygamber’i bu hâzineyi ortaya çıkartmak ve infak etmek istemiş, bir yarar görerek bundan vazgeçmişti. Ardından Ömer o hâzineyi ortaya çıkartmak istemiş, Allah Teâlâ’nın Peygamber’ine uyarak arzusundan imtina etmişti. Söz konusu hazine, şimdi de oradadır. Bana gelirsek, o hâzi­neden Tunus’tayken 598 yılında getirilen altın bir levha bana da göste­rildi. Levhada bir yarık vardı. Genişliği bir parmak, uzunluğu bir karış veya biraz daha fazlaydı. Benim bilmediğim bir kalemle kendisine (bir şeyler) yazılıydı. Bunun nedeni, benim ile Allah Teâlâ’nın arasında kalmış bir şeydi. Peygamber’e saygınm bir gereği olarak, Allah Teâlâ’dan o levhayı ken­di yerine döndürmesini istedim. Onu insanlara göstermiş olsaydım, hiç kuşkusuz, kızılca kıyamet kopardı (büyük bir fitne ortaya çıkardı). Ben de aynı yararı gözeterek onu bıraktım, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem anlamsız yere onu bırakmış değildi, ahir zamanda ‘el-Kaim bi-emrillah’ (Allah Teâlâ’nın emrini uygulayan, Mehdi) çıkartsın diye bırakmıştı. Söz konusu kişi, ‘daha önce yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolmuşken orayı adalet ve ba­rışla doldurur.’ O hâzinenin bu halife eliyle ortaya çıkartılacağı hakkın­da belirttiğimiz anlamda bir hadis vardır. Burada hadisi öğrendiğim kimseyi de gördüğüm parçasını da zikretmeyeceğim.

Aynı şekilde Allah Teâlâ, ârifın kalbine ‘Allah Teâlâ’yı bilme’ hâzinesini yerleş­tirmiştir. Arif, bu sayede Allah Teâlâ’nın kendisi hakkmda gördüğünü görür. Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında gördüğü şey, O’ndan başka ilah olmadığıdır. Ârif, bu konuma Allah Teâlâ’dan başka kimsenin sahip olamayacağını bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, melekler ve ilim sahipleri, Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanıklık etmiştir.,106 Böylelikle Allah Teâlâ, kendisini bilmeyi Allah Teâlâ’yı bilenlerin kalplerine bir hazine olarak yerleştirmiştir. (Tevhit tanıklığı) Bir hazine olduğu için, kıyamet günü teraziye girmemiş ve ‘beyaz kesib’ten başka bir yerde varlığı ortaya çıkmamıştır. Söz konusu yer, (Cennetliklerin Allah Teâlâ’yı) ziyaret gününde (gidecekleri yerdir). Tevhidin cismi ortaya çıkar ki, bu da onun söylenmesinden ibarettir. Bu durum, ‘siciller sahibi’ne dönük ilâhî bir inayettir. Bu kişi için -başka bir iyiliğe sahip olmadığındanterazisine kelime-i şehadeti söylemek konulur. Onun sadece sözüne bile hiç bir şey denk gelemezken ruhu ve anlamı hakkında ne söylenebilir? Öyleyse bu söz, dünya ve ahirette sürekli sak­lanan bir hazinedir. Varlıklarda ve hakikatlerde ortaya çıkan her iyilik, onun hükümlerinden ve hakkının bir yönüdür.

Allah Teâlâ bu evi -Ki Allah Teâlâ isminin zikredildiği yerdirdört rükün üze­rine inşa ettiği gibi kalbi de kendisini taşıyan dört doğa üzerinde ya­ratmıştır. Kalbin yapısı bunlara dayanır. Bu durum, günümüzde Ev’in (Kâbe) dört duvara dayanmasına veya Arş’ın dört taşıyıcının üzerinde durmasına benzer. Bir rivayette şöyle denilir: ‘(Arş'ı taşıyanlar anla­mında) Onlar bugün dört, kıyamet günü ise sekiz kişidir (melek).’ Çünkü ahirette hem dünya hem de ahiretin hükmü bulunur. Bu ne­denle Arş’ın taşıyıcıları yarın sekiz kişi olacaktır. Böylelikle ahirette di­ğer dört kişinin de otoritesi ortaya çıkar. Aynı şekilde, kalbi de ahirette sekiz şey taşır. Dördü zikrettiklerimiz, diğer dördü ise görünmeyenler­dir. Bunlar, bilgi, kudret, irade ve kelamdır. Bundan başka bir şey söz konusu değildir.

Şöyle denilebilir: Günümüzde de mevcut olan bu dört şeyi niçin ahirete ait saydın ki? Şöyle cevap veririz: ‘Sekiz taşıyıcı (melek) şimdi de vardır, fakat onların taşımadaki etkileri özellikle yarm (kıyamette) görünecektir. Aynı şey, zikrettiğimiz nitelikler için de geçerlidir. Bu ni­teliklerin dünya hayatında sürekli işlerlikleri olan bir hükümleri yoktur. Onların ahiretteki hükümleri ise, mutlulara ait olacaktır. Bu evin doğa­sı olan diğer dördün hükmü ise, bedenlerinde hükümleri ortaya çıkar.

‘'Hükümleri' demenin anlamı nedir?’ denilirse, şöyle yanıt veririz: Bilgi söz konusu olduğunda, bilen bildiğini ancak ahirette görebilir. Kudretin hükmü, ancak ahirette ortaya çıkar. Binaenaleyh, Mutlu ahirette bir şeyi yapmaktan aciz kalmayacağı gibi onun iradesi de eksik olmayacaktır. Mutlu, bir şeyin bulunmasını istediğinde, o şey hemen bulunur. Aynı şekilde, sözü de işlevseldir. Bir şeye ‘ol’ dediğinde, o şey oluverir. Öyleyse bilginin gerçek etkisi, ahirette ortaya çıkacaktır. Dünya hayatında ise, bu nitelilder genel anlamda bu özelliklere sahip değildir. Bunu bilmelisin! Öyleyse insanın kudreti, gerçekte ahirette iş­levseldir.

Allah Teâlâ’nın evi, mümin kulunun kalbidir. Ev, O’nun isminin evidir. Arş ise, Rahman’ın istiva ettiği yerdir. ‘Hangi isimle dua ederseniz (edin), en güzel isimler O’na. aittir,’207 ‘Duanı ne çok sesli ne de bütünüyle içinden oku.’208 ‘Çünkü Allah Teâlâ gizliyi de açığa da bilir.’ Aynı zamanda Allah Teâlâ ‘giz­leneni ve daha da gizliyi de bilir.’209 ‘Daha gizli’, bu ikisinin arasmda bir yol benimse210 ayetinde belirtilen durumdur. Çünkü sözü edilen yol, sırdan daha gizlidir, yani daha açıktır. Çünkü iki uç arasında engel olup ikisini belirleyen ve ikisini ayırt eden orta, o iki şeyden daha gizlidir. Örnek olarak, güneş ile gölge arasındaki ayrım çizgisini veya acı ve tatlı deniz­ler arasındaki berzahı veya bir cisimde siyah ile beyaz arasındaki ayırı­cıyı verebiliriz. Biliriz ki, ortada bir ayırıcı vardır, fakat göz algılaya­maz. Ne olduğunu, başka bir ifadeyle mahiyetini bilemezse de, akıl onun varlığına tanıktır.

Kalp ile Arş arasındaki konum farkı, Allah Teâlâ ismiyle Rahman ismi arasındaki farktır. Gerçi ‘Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’na aittir.’211 Fakat kimse Allah Teâlâ’yı inkâr etmezken Rahman’ı inkâr eden­ler vardır. Bu bağlamda inkârcılar şöyle der: ‘Rahman nedir ki?’212 Her­kes kendisini onayladığı için, (Allah Teâlâ isminin mertebesi olan) ulûhiyetin kapsamı daha geniştir. Çünkü ulûhiyet, hastalık ve afiyeti içerir. Bunlar ise, âlemde mevcuttur, dolayısıyla kimse onları inkâr edemez. Rahmanlığı ise, sadece iman ile kendisine merhamet edilenler müşahede edebilir, (imandan) mahrum kalanlar ise, mahrum olduklarım hissetmeksizin kendisini inkâr eder. Çünkü rahmanhk, afiyet ve sırf iyilikten başka bir şey içermez. Öyleyse Allah Teâlâ (herkesin içinde bulunduğu) hal gereği bilinirken Rahman hal gereği inkâr edilir. Buna rağmen insanla­ra ‘Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’na aittir213 denilir. Belaya uğrayanlar, bela perdesinin ardından Allah Teâlâ’nın kendisini tanıtma­sı nedeniyle, (Peygamber’i) taklit ederek Rahman’ı tanır. Anlayınız! Kuşkusuz bir takım şeylere dikkatini çektim. Bunları takip edersen, değerini Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilemeyeceği İlâhî ilimler sana açılır. Çünkü belirttiğimiz hususların değerini zevk yoluyla bilen kimseler, günümüzde azdır.

Hac bu Ev’in belirli bir zamanda sürekli ziyaret edilmesi anlamına geldiği gibi kalp de belirli bir halde İlâhî isimlere ulaşmak ister. Çünkü her ismin kendisine özgü özel bir hali vardır. Söz konusu hal her ne vakit kuldan ortaya çıksa, kendisine ait İlâhî ismi aradığı gibi o isim de bu hali arar. Bu nedenle İlâhî isimler kalp evini ‘hacceder’ (sürekli ziya­ret eder). Bazen bu isimler, kalbin Hakkı sığdırması bakımından ken­disini ziyaret eder. Bunun yanı sıra İlâhî isimler, isimlendirilenlerini arar ve onların isimlendirilenlerini ziyaret etmeleri kaçınılmazdır. Bu amaçla İlâhî isimler, Hakkın bildiği bir genişliğe sahip bu evi ziyaret ederler. İlâhî isimlerin kalbe yönelmelerinin nedeni, onun varlıklardan talep ettikleri hallere doğru yönelmiş olmasıdır. İlâhî isimlerin hüküm­leri söz konusu varlığa işlediğinde, bu kez isimlendirilenini aramak üzere geri döner. Bu kez, mümin kulun kalbini arar ve ona yönelir. İsimlerin yinelenen bu yönelişleri ve ziyaret (bâtınî yorumda) ‘hac’ di­ye isimlendirilir.

Her yıl insanların, cinlerin ve meleklerin farz ve nafile hac nede­niyle Kâbe’yi ziyaretleri de yinelenir. Hac zamanının ve durumunun dışında bu yöneliş hac olarak değil, sadece ziyaret diye isimlendirilir ki, bunun adı umredir. Umre, ziyaret demektir. Bununla birlikte umrede ihram giymek, tavaf etmek, (Safa ile Merve arasmda) koşmak, saçları kesmek veya kısaltmak, sonra da ihramdan çıkmak gibi uygulamalar bulunduğu için ‘küçük hac’ diye isimlendirildi. Yine de, umre hacdaki bütün uygulamaları içermediği için bütün uygulamaların yerine geti­rildiği büyük hacca kıyasla küçük hac diye isimlendirildi. ‘Kıran haccı’ yaparak ikisini birleştiren kişinin tek bir tavaf ve tek bir sa’y (koşma) yapması yeterlidir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, veda haccında kıran haccı yaparken böyle yaparak şöyle buyurdu: ‘Hac uygulamalarınızı benden öğrenin.’

Ahirette genel ziyaretteki durum da böyledir. Bu ziyaret, dünya hayatındaki hac konumundadır. Umre haccı ise, her insana özgü ziya­rete benzer. Kim ne kadar (kalbini) imar ederse, Rabbini de o ölçüde ziyaret eder. Belirli bir zamanda yapılması gerekli olan genel ziyaret ise, büyük haccın karşılığıdır. Özel ziyaret ise -ki umre demektirher­hangi bir zamana özgü değildir. Öyleyse onun hükmü, zaman bakı­mından büyük hacdan daha etkindir. Büyük haccın hükmü ise, uygu­lamaları yerine getirme halamından umreden daha etkindir. Bu du­rum, hac ile umre arasında üstünlük ilişkisini sağlamak içindir. Bu sa­yede üstünlük karşılaştırması yapılamayacak kemal Allah Teâlâ’ya özgü kalır. Allah Teâlâ’nın dışındakiler ise böyle değildir. Hatta İlâhî isimler -ki üstün olanlardır onlarüstünlük karşılaştırmasına konu olur. Biz bu husüsu (bu ve bunun dışındaki kitaplarda) açıklamıştık. Aynı şey makamlar, haller ve bütün varlıklar için geçerlidir. Öyleyse özel ziyaret -ki umre demektirzaman bakımından özel bir tarzda belirsizdir.

Allah Teâlâ izin verirse, seçkin ve sıradan insanlara ait dince belirlenmiş konuyla ilgili zâhirî fiilleri şekilci bilginlerin dilleriyle naslarla anlataca­ğım. Ayrıca bu hususlara ait bâtın yorumlarını anlaşılır kılacak şekilde, özeüe, imayla ve değinerek anlatacağım. Nitekim daha önceki ibadet­lerde de böyle davranmıştık. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, O doğru yola ulaş­tırır.’ ‘Dileseydi, hepinizi hidayete ulaştırırdı.’ Fakat ‘Allah Teâlâ ‘dilediğini yapar.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Haccın Farz Olması

İslam bilginleri arasında haccın farz olduğu hususunda bir görüş ayrılığı yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kendisine güç yetirebilenler için Ev’i ziyaret etmek Allah Teâlâ’nın insanlar üzerindeki hakkıdır.’214 Hac, küçük-büyük, erkek-kadın, özgür-köle, müslüman olan-olmayan; kendi­sine gitmeye güç yetirebilen bütün insanlara farzdır.

Hac, kendisine özgü bir takım belirli şardarla yerine getirilebilir. Çünkü iman etmek ve müslüman olmak, her insana farzdır. Bütün farz hükümler de, her insana farzdır. Fakat bunların kabul edilmesi ve insan tarafından uygulanması, Müslümanlık şartına bağlanmıştır. Öyleyse in­sanın bunlardan herhangi birini kabul edebilmesi, Müslüman olması şartına bağlıdır, iman etmemişse, kıyamet günü iki farzı yerine getir­memiş olmak nedeniyle cezalandırılır: (Bu iki şart) Bu ibadederi kabul edebilmeyi sağlayacak şartın farz olması (iman etmek), diğeri ise bu ibadederden ibaret olan şartlının farz olması.

Ayette (hac kelimesi) ‘hıc (hac etmek)’ ve ‘hac’ şeklinde de okun­muştur. Bu ise, mastardır. Kelimeyi kim ‘hac’ şeklinde okursa, Ev’i zi­yaret etmesi farzdır. Böylelikle, kendisine ulaştığında yapması gereken şeyleri yerine getirir. Bazıları ise, ‘hic’ şeklinde okuyup ismi kastetmiş­tir. Bunun anlamı, Ev’i ziyaret etmeyi dikkate almak demektir. Böylelikle, Ev’in kastettiği şeyi amaçlamış olur. Bunların arasında büyük bir fark vardır. Çünkü kul -hac şeklinde okuduğundaEv’i; ‘hıc’ şeklinde okunduğunda ise, Ev yönünü amaçlar. Bu durumda kesre halinde (hic) Ev’in yerini tutarken fetha halinde (hac) ise evin hizmetçisi makamına yerleşir. Böyle bir durumda hac yaparken kulun durumu, Hakkın kendişini yerleştirdiği müşahedeye göre ortaya çıkar.

Doğruyu gösteren ve doğru yola ulaştıran Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.

Ev’e niyetlenmek, bir hal niyetlenmesidir. Çünkü Ev, varlığıyla (kendisine) yerleşeni arar. ‘Allah Teâlâ’nın insanlar üzerindeki hakla’, kalpleri­ni bir ev gibi yapmalarıdır. Bu durumda kalpler, (lisan-ı) halleriyle Hakkın kendilerine yerleşmesini ister. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni, o beni bilenlerin kalplerinde arayınız.’ İşte ‘hıc’ şeklinde okuma­nın anlamı budur. Bu, kalbin bir niteliğe uygun Hakk gelmesi demektir. Söz konusu nitelik hakkında Allah Teâlâ, kalbin ancak onunla kendisine uy­gun Hakk geleceğini belirtmiştir. ‘Hac’ şeldinde okuyan kimse ise, Rab­binin eserlerini kendisinde görmek için kalbini aramalıdır. Bu durum­da, kendisinde gördüğü İlâhî eserlere göre hareket eder. İşte bu, birin­ciden farklı olan kişinin durumudur. Kul ‘hıc’ şeklinde okuduğunda, Allah Teâlâ’ya yönelirken belirttiğimiz nedenle ‘hac’ şeklinde okumayla da kalbe yönelir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Haccın Geçerlilik Şartları

Haccın geçerlilik şartlarından birinin Müslümanlık olduğunda gö­rüş ayrılığı yoktur, çünkü Müslüman olmayan birinin hacca gitmesi geçerli değildir. İslam (Müslüman olmak), iç ve dışta Allah Teâlâ’nın insanı çağırdığı şeye olumlu karşılık verirken bulunman gereken özellikte ol­man demektir. Söylenenden başka bir tarzda geldiğinde ise, seni çağı­ran İlâhî isme olumlu karşılık vermiş olamayacağın gibi ona boyun eğmiş de sayılmazsın.

Burada ince bir bilgi vardır, şöyle ki: ‘Allah Teâlâ’dan sana dönük çağrı, (Allah Teâlâ ismi genel ve toplayıcı isim olduğu gibi) toplu (ve genel) olarak mı gerçekleşmiştir? Bunun anlamı, sen ve niteliğin birlikte zikredilme­sidir. Yoksa çağrının amacı, nitelik midir (söz gelişi Müslüman olmak), sen ise bu özel nitelik kendi başma bilfiil var olamayacağı için dolaylı olarak mı oradasın? Bu dununda amaçlanan sen değilsin. Fakat bu ni­telikten (Hakkın kendisiyle) seni çağırdığı sana özgü bir isim olmalı­dır. Ya da, sen çağrılmış olmaksın. Nitelik ise, çağrıda amaçlanan şey değildir. Çünkü nitelik bu özel çağrıda herhangi bir şekilde zikredil­medi!

A m    ...

Ariflerden niteliği değil de varlığın kendisini dikkate alanlar, haccı herkesin üzerine farz sayar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘insanlar üze­rinde Allah Teâlâ’nın bir hakkıdır.’215 Allah Teâlâ, ‘müslümanlar üzerinde’ demediği gibi onların varlıklarına ilave bir nitelik de zikretmedi. Meseleye böyle bakanlar, bu çağrıyı herkesin üzerinde bir yükümlülük sayar. Bu isim sahibi -ki onlar ‘insanlardır’bu çağrıyı yerine getirdiğinde, doğrudan çağrıya karşılık verdi denilir. Olumlu karşılık vermenin ödülü ise, onu çağıranın kendisine tecellisidir; bir zata karşılık bir zat.

Hakkın insanı ‘zat5 olması yönünden değil, ‘konuşan’ olması ba­kımından çağırdığı da söylenebilir: Çağrılan kişiden çağrıya icabet eden şey de onun varlığı değil, niteliğidir. Böyle düşünenlere şu deni­lir: Çağrılan kişinin de niteliği çağrıya olumlu karşılık vermiştir, çünkü çağrılanın zatı, çağıranın bir niteliğidir. Bu nitelik, ‘çağrılanın zatı’ diye isimlendirilir. Çünkü (hacca) çağrılan kişi, kendisine ait bir takım nite­liklerin toplamıdır ve ancak bu toplam sayesinde insan haline gelir. Bu ise, onun ‘düşünen canlı’ olmasıdır. Öyleyse bu toplam, onun zatından ibarettir. Bu nedenle, çağıranın çağrısı da ‘toplayıcı isim’ (Allah Teâlâ) yö­nünden gerçekleştirmiştir ki, o da Allah Teâlâ ismidir.

Şöyle denilebilir: Çağıranın çağrısı, bu toplayıcı ismin hakikati olamaz, çağrıyı yapan çağrılan insanın halinin belirlediği ve ona özgü ismin tayin ettiği özel isimdir. Örnek olarak, (acıkmış insanın) ‘Ey Allah Teâlâ! beni doyur’ demesini verebiliriz. Öyleyse çağıran, Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ ismi, el-Mu’ti (Veren) ve el-Mani' (Engelleyen) isimlerini içerir. Bu durumda çağıran kişi, bu ismin gösterdiği şeyi kastettiğinde, çağrıya olumlu karşılık vermek imkânsız Hakk gelir. Davetçi, el-Mut’im (yedi­ren), el-Mu’ti (veren) ve er-Rezzak (rızıklandıran) isimlerini kastetmiş­tir, yoksa el-Mani' (engelleyen) ismini kastetmemiştir. Allah Teâlâ bu dua üzerine aç insanı yedirirse, el-Mut’im ismi kendisine karşılık vermiş demektir.

Aynı şey, ‘Kabe’yi haccetmek Allah Teâlâ’nın insanlar üzerindeki hakkıdır216 ayetinde geçerlidir. Bu isimle kastedilen şey, ismin delalet ettiği şey değildir. Çünkü bu isim öyle isimlere delalet eder ki, bunlar yükümlü­nün olumlu karşılık vermesini imkânsızlaştırdığı gibi bazı ilâhî isimler yükümlünün olumlu karşılık vermesini gerektirir. Öyleyse bu isim, çağrılan yükümlünün olumlu karşılık vermesini gerektiren isimlerden­dir. Bu nedenle çağrıya olumlu yanıt vermeyen kimse, durum kanıtları nedeniyle, günahkârdır. Çağrı Allah Teâlâ ismi yönünden gerçekleşseydi, olumlu karşılık vermeyen kimse günahkâr olmayacağı gibi olumlu kar­şılık veren de itaatkâr olmazdı. Böylece işler birbirinin karşıtı olmuştur ve bu nedenle bu ismin hakikati bakımından kimsenin Allah Teâlâ’ya daveti düşünülemez. Bu isim de hakikati bakımından kimseyi davet etmez. Bununla birlikte, bu ismin içermiş olduğu ve hal ile bilinen özel bir isim bakımından davet edilir ve kendisi adına davet yapılır.

Bilmelisin ki, her iki yönden de zat talep edilemez. Çünkü zat mevcuttur, talebin konusu ise var olması istenilen var olmayan bir şey­dir (madum). Öyleyse ancak var olmayan çağrılabilir, çünkü dua, bir taleptir ve talep isteğin kendisidir; istek ise, var olmayanla ilgili olabi­lir.

Şöyle deriz: Nitekim böyle de oldu. Çünkü çağrılan kişiden olum­lu karşılık ortaya çıkmıştır ki, o da mevcut değildi. Halbuki çağrılan ki­şinin zatı çağrıldığı yerde mevcuttu. Bu durumda, çağrılan kişinin olumlu karşılığı daha önce yok iken ortaya çıktı. Olumlu karşılık (çağ­rıya icabet), ancak çağırıcının çağrısıyla çağrıyla gerçekleşir. Bu çağrı­lan şeyin -ki sabit madumdan (yok olan) söz ediyoruz (ayn-ı sabite)çağrılanın zatından var olması mümkün değildir. Çağrılan âlemden bir şey ise, çağrılanın zatında mevcut olabilir. Bu durumda çağıran kişi ona şöyle demek durumundadır: ‘Ol.’ O şey de emrine olumlu karşılık vererek, bu sözle kendisine yönelenin (Hakk) zatında meydana gelir. Şu halde, ortaya çıkan işte çağrılanın zatı ona olumlu karşılık vermemiştir. İcabet, kendisinde ortaya çıktığı nitelikten kaynaklanmıştır. Bu du­rumda, öyle değilken, çağrılanın zatının göründüğü zat, yaratma emri­nin verildiği şey olduğu zannedilir.

Görünüş başka bir durumu verse bile, gerçekte ilâhı ve kevnî (var olan, âlem) varlıkta da durum böyledir. Âlemdeki her şey dil bakımın­dan ‘teslim olmuştur (müslümandır)’ çünkü herkes İlâhî emre yönel­miştir. Kendisine ‘ol’ denilip de, bu emre direnen hiç kimse yoktur. Her şey, direnç olmaksızın, bu emrin sonucunda meydana, gelir.. Bun­dan başka bir şey düşünülemez! Hac, ancak (sözlükte teslim olan kişi anlamındaki) bir müslümandan meydana gelebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hakim b. Hizam’a, ‘Geçmişte yaptığın iyilikler nedeniyle müslüman oldun’ demişti. Halbuki onun daha önce yaptığı iyilikler, cahiliye dö­neminde ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğinden önce olduğu için Allah Teâlâ katından belirlenmiş iyililder değildi. Yine de Allah Teâlâ, mümkünün hakikatinin gereği olan ‘aslî boyun eğme’nin etkisi nedeniyle, onları geçerli saymıştır. Bu yorumuyla mümkünün İlâhî emre boyun eğmesi, ‘genel teslimiyet’ demektir.

Öyleyse sıfat ile birlikte zatı dikkate alan kimse, (gerçeği) bulmuş­tur. Sıfatı dikkate alan bulduğu gibi zatı dikkate alan da bulmuştur. Her birinin özel bir bilgiden kaynaklanan belli bir zevki ve tecrübesi (içme anlamında şirb) vardır. Örfte bilinen zâhir ve bâtında hüküm sa­hibi bu özel İslam (teslimiyet), bu konuya girer. Zâhirde hüküm sahibi olup bâtında olmasaydı, dış varlığını dünyada korumak için korkuyla müslüman olan münafık gibi kalırdı. Böyle bir münafık, iyi oldukları için çağrıldığı iyilikleri yapar, halbuki herhangi bir sevaba sahip değil­dir. İyi davranışları ‘iyi’ oldukları için yapan müşrik (Allah Teâlâ’ya ortak ko­şan) ise, niyetlendiği iyilik nedeniyle yararlanır. Öyleyse bâtın ve zâhirin birlikte boyun eğmesi gerekir ve bu ikisiyle birlikte yetkin yarar gerçekleşir. Çünkü insanı iyiliğe çağıran (Hakk), onu toplayıcı isim (Allah Teâlâ) ile çağırmıştır. Çağrılan ise, toplayıcı bir nitelik nedeniyle toplayıcı isimden çağrılmıştır ki, o da haccetmektir (toplayıcı bir ibadet). Hac, niyetin yinelenmesiyle gerçekleşir. Öyleyse hac, anlam bakımından bir toplamadır. Âlemdeki her şey ise, (emre boyun eğen anlamında) ‘müslüman’dır. Bu nedenle de, hac bütün ‘müslümanlar’ üzerine farz­dır ve şekilci bilginler ile hakikat bilginleri arasında bu konuda bir gö­rüş ayrılığı düşünülemez. Hakikatleri bilen ise, bu ve benzeri konular­da daha yetkin görüş sahibidir.

Öyleyse, süt emen bir çocuk bile hacca gitse onun haccı geçerlidir. Halbuki o, Müslüman olduğunu dile getiremeyeceği gibi hac niyetini de bilemez. Bize göre böyle bir çocuk, yetişkinlik çağına girmezden önce ölseydi, Allah Teâlâ onun haccını farz hac olarak yazardı. Bu konuda yetişkinliğe ulaşmamış çocuk ve köle hakkında itibar ettiğimiz bir hadis vardır. Süt emen çocuk, muhakkiklerin kabul ettiği şeriatm da onayla­dığı genel İslam’a (teslimiyet) dâhildir. Bir kadın bebeğini kaldırarak, ‘Bu da hacca gidecek mi?’ diye sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Evet ve sana da sevap vardır’ demişti. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, haccı bu konuda ni­yeti olmayan kimseyle ilişkilendirmiştir. Bebeğin keşf sahibi Şari’in bil­diği bir şekilde niyeti olmasaydı, haccı onunla ilişkilendirmesi doğru değil, yanlış olurdu.

Kadının biri bebeğini emziriyormuş. Yakışıklı ve yapılı bir adamla karşılaşınca, ‘Allah Teâlâ’m! oğlumu da bu adam gibi yap’ diye dua etmiş. Bebek annesinin memesini bırakarak, adama bakıp şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’m! Beni bunun gibi yapma.’ Yoluna devam ederken, dövülen bir kadın görmüş. İnsanlar ona ‘zina ettin, hırsızlık yaptın’ diyormuş. Ka­dın ‘Allah Teâlâ’m oğlumu böyle yapma!’ diye dua etmiş. Bebek tekrar an­nesinin memesini bırakıp kadına bakarak şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’m beni onun gibi yap!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu iki kişi hakkında ‘Adam kibirli ve günahkârdı; kadın ise kendisine yapılan iftiradan masumdu’ demişti. Benim de, henüz yaşını doldurmamış süt emen bir kızım vardı. ‘Kızım’ dedim. Bana kulak verdi. ‘Eşiyle cinsel ilişkiye girip boşalmayan bir adam hakkında ne dersin? Ne yapması gerekir?’ Bunun üzerine kızım, ‘Yıkanması gerekir’ dedi. Onun konuşması karşısında dedesi bayılıp düştü. Bunu bizzat kendim yaşadım. İşte, deli ye bebekler için fitre ze­kâtının gerekli olmasının nedeni (bu genel teslimiyete dâhil olmaları anlamında) budur.

Çocuğun Haccı

Bazı bilginler, bunun caiz olduğıinu söylemişken bir kısmı caiz olmadığı görüşündedir. Caiz görenler, hem dince hem hakikat hala­mından bu konuda haklıdır. Çünkü şeriat çocuğun hac yapabileceğini "onaylamıştır. Bir başkası adına hac yapmak mümkün iken, doğrudan doğruya hac yapan çocuk için bu imkânın olması her bakımdan daha yerindedir. Allah Teâlâ izin verirse, hacda vekillik konusu daha sonra gele­cektir.

Küçük çocuk ve bebek için İslam nerededir? Acaba gerçekten de bebek, zâhir ehlinin dediği gibi (anne ve babası nedeniyle) dolaylı ola­rak mı müslümandır? Bize göre çocuk hem asıl bakımından hem (anne ve babası nedeniyle) dcjlaylı olarak müslümandır. Öyleyse İslam, küçük hakkında iki, büyük hakkında bir yolla sabittir ki, o da asalet yoluyla Müslümanlıktır. Bu yoruma göre iman, bebekte daha sabittir, çünkü bebek iman fıtratı üzerinde doğmuştur. Fıtrat, bebeğin Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki Rabliğini onaylamaktır. Allah Teâlâ, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp kendilerini tanık tutarak şöyle demişti: ‘Rabbin Âdemoğullarmın sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine tanık tu­tarak ‘sizin Rabbiniz değil miyim’ diye sormuş, onlar da evet diye cevap vermişlerdir.’217 Düşünemiyor olsalardı, bu hitaba mazhar olmayacakları gibi cevap da veremezlerdi. Zünnûn el-Mısrî şöyle demiştir: ‘Sanki o hitap şimdi de kulağımdadır.’ Zürriyeti bu kabulden çıkartan ve onun doğruluğundan uzaklaştıran herhangi bir nedenin meydana geldiği ak­tarılmamıştır.      .

Bir çocuk doğduğunda bu ilk fıtrata göre doğar (Tanrı’nın rabliğini kabul edicidir). Öyleyse her çocuk, asalet bakımından mü­mindir. Ardından, anne ve babasının inancı dünyevi işlerde onu etkisi altına alır. Allah Teâlâ, ‘İman edenler ve imanda zürriyetlerine uyanları, zürriyetlerine kaitık,21s buyurur. Burada ‘iman’ derken fıtrat imanını kasteder. Böylelikle bebekler, iman eden anne ve babalarına varis ol­muş, öldüklerinde namazları kılınmış, İslam’ın bütün hükümleri kendi­lerinde uygulanmıştır. Bununla birlikte onlar, tek bir cümle bilemeye-


cek durumdaydılar. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların amellerinden hiç bir şey zayi etmedik.’219 Ayetin anlamı şudur: ‘Biz onların amellerin­den hiçbir şeyi eksiltmedik.’ Burada Allah Teâlâ, ameli küçüklere tamlama yapmıştır. Kastedilen ise, onların ‘evet5 demeleridir. Bu söz, yetkin bir şekilde onlar adına geride kalmış ve kendilerini bu ilk onayın dışına çı­kartacak herhangi bir davranış ortaya çıkmadığı için hiç bir şey bu söz­lerini eksiltmemiştir. Halbuki, yetişkin ve akıllılara böyle davranışlar ilişebilir. Böyle bir davranış ortaya çıktığı ölçüde de onlarm davranışı eksilir. Allah Teâlâ ise, onların eksik bıraktığı ölçüde kendilerini eksiltir.

Öyleyse bebeğin imanı, hiç kuşkusuz, büyükten daha tam olduğu gibi haccı da büyüğün haccından daha yetkindir. Çünkü bebeğin haccı, fıtraten yapılan hacdır. Bebek, gerçekten de durum öyle olduğu gibi -çünkü bütün fiiller Allah Teâlâ’nındırdavranışlarında edilgin olsa bile fiille­rini doğrudan yerine getirir. Bir çocuğun haccı, hakikate ve dine göre her yönden geçerlidir. Çocuk, hiç kuşkusuz, doğrudan yapandır. Aynı zamanda çocuk, büyüğün geçerli saydığı bir akla sahip olmadığı gibi Müslümanlığını söyleyebilecek veya orta inanabilecek veya bilebilecek bir durumda da değildir. Burada, şekilcilerin terimsel olarak bildikleri inanç ve bilgiyi kastediyoruz. Bütün bunlar, süt emen bir çocukta bu­lunmaz.

Edilgin olduğu halde, bebek bir davranış yapabilir ve Şari haccı kendisine izafe eder. Çocuk edilgin istidadıyla haccm bütün davranışla­rını yerine getirebilir. Bu durumda çocuk, amelin gerçekleştiği bir ko­numdadır. Bebek, tıpkı bir bineklinin hayvanıyla Arafat’ta durdurulup vakfe yapması gibi, Arafat’ta durdurulup vakfe yapabilir (durmak) ve vakfe, kendisine nispet edilir. Binekli, binek üzerinde tavaf eder, Safa ve Merve arasında koşar. Bütün bu durumlarda koşan, tavaf eden ve vakfe yapan insan değil, binektir. Bu davranışlar ise, doğrudan binene nispet edilir ve o, haccın fiillerini doğrudan yapan kişidir. Küçük bir bebek de, tavaf eder, koşar ve vakfe yapar. Bu durumda çocuk, haccın fiillerini yerine getirmiş saydır. Şu halde çocuk belirttiğimiz yönden is­tidat sahibidir. Bu istidat, kendisine yapürılan şeyi kabul ediciliktir. Aynı şekilde, binek üzerindeki büyük de bineğinin yaptırdığı durmak, hareket etmek gibi fiilleri kabul eder. Fakat bu fiiller, bineğe değil, kendisine nispet edilir. Burada, asd hükme göre iş gerçekleşir. O İlâhî asıl ise, fid ve davranışların kullara nispet edilmesidir. Bunların yara­tılması ise, gerçekte Allah Teâlâ’ya aittir. Kullar, bu fiillerin ortaya çıktığı yer­lerdir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Güç Yetirme

Bazı bilginler, yiyecek ve binek derken bazı binginler yürüme im­kânı olduğunda bineği şart görmemiştir. Aynı şekilde, kafilede -isteni­lerek bile olsakazanılma imkânı varken yiyecek de şart görülmemiştir.

Binek, bedenin kendisidir. Çünkü beden, ruhun bineğidir. Bu ruh, nefse üflenmiş insan hakikatidir. Ruhtan bu beden vasıtasıyla namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek, kötülüğü ortadan kaldırmak ve zikretmek gibi Allah Teâlâ’ya ve ebedi muduluğa ulaştıran kimi ameller ortaya çıkar. Beden bunlara girişen, ruh ise beden vasıtasıyla onları yapandır. Öyleyse bu şekildeki özel bir amelde bineğin şart koşulması bir gerekli­liktir.

(İbn Arabî besin anlamındaki zâd ile artış ve fazlalık anlamındaki ziyadelik arasındaki ilişkiden hareket etmektedir). Besine gelirsek, bazı bilginler onda fazlalığı dikkate almıştır. Besin, varlığıyla bu fiillerin gerçekleşmesini sağlayan gücün kaynağı olan beslenme aracıdır. Bu gücü sağlayan her ne ise, besindir. Bu besin özü gereği gücü sağlayabi­leceği gibi buna vesile de olabilir. (Burada artış anlamı) Allah Teâlâ’nın besin­de perdeyi artırmış olmasıdır. Bu nedenle güç elde edişinde nefs, be­sinle ilgilidir ve bulunduğunda dinginleşmiş, mutmain olmuş, bu saye­de Allah Teâlâ’dan, perdelenmiştir. Nefs, bu perde bulunduğunda mutludur, çünkü nefs besin sayesinde dinginleşebilir. Çünkü hareket, iç ve dış ba­kımından yorucudur. Besin bulunmadığında ise, insanın içi kargaşaya düşer, doğası ve nefsi bakımından zorda kalır ve ‘besin’ diye isimlendi­rilen sebebin yoksunluğunda sıkıntıda kalır, dinginliği ve itminan orta­dan kalkar. Öyleyse insanı dinginleştiren her şey besindir. Besin Hak­kın bilfiil var ettiği şeriatın ise hüküm balcımından onayladığı bir per­dedir. Öyleyse onun esası sağlamdır. ,

Bu nedenle sebeplerin eddsi, onlardan soyutlanmaktan daha güçlüdür. Sebeplerden soyudanmak hikmete, onlara bel bağlamak ise bil­giye aykırıdır. İnsanın sebepleri kabul edip onlara göre davranması, fa­kat onlara bel bağlamaması gerekir. Sağlam adam, budur. Fakat sebep­lerin etki edemeyeceği şekilde böyle güçlü bir makamın bir adam adma gerçekleşmesi, denenme ve alışılagelmiş sebeplerden soyutlanıp onları dışından atmadan ve göz ardı etmeden sonra mümkün olabilir. Bir in­san için bu ille durum gerçekleştiğinde, sebeplerin etkin olmadığı diğer güce geçer. Bundan önce ise, kulun bunu dile getirmesi kabul edilmez. İşte, zevk bilgisi ve hali budur. Kendisinde sıkıntı ve dinginsizlik bulan bir bilginin ilmi, amaçlanan ve hakkında konuşulan bilgi değildir, öyle bir bilgi muteber değildir. Onu iyice incelediğinde, onun ne bir bilgi ve ne de bir inanç olduğunu görürsün. Bu nedenle onun herhangi bir etkisi veya zevk ve hal bilgisinden meydana gelmiş bu güçte bir etkisi yoktur. Nefsin hastalığı budur. Açlık, yorgunluk gibi maddi acıların varlığını hissetmek ise insana zarar vermez. Çünkü bu, doğanın gereği olan bir davranıştır. Nefsin bu konuda bir gayreti olmadığı gibi bunlar nefsâni bir acı da değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Yapma İmkânı Olmayanın Vekil Edinmesi

Bazı bilginler vekil edinmenin zorunlu olduğunu belirtmişken bazı bilginler doğrudan yapma imkânı yokken bile vekil edinmenin gerek­mediği görüşündedir. Bize göre, velisi için güç yetiremeyen kimsenin veya -zengin iseparayla yerine adam tutabilecek kimsenin adam tut­ması gerekir. Allah Teâlâ izin verirse bu meselenin ayrıntıları daha sonra ele alınacaktır.  -

Bilmelisin ki, vekillik geçerli bir iştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ kendisi­ni öven kulu duydu’ demiştir. Burada kul Allah Teâlâ’nın yerini almıştır. Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duyması için onu komşu edin220 der. Burada Peygamber, sözü doğrudan söylese bile, Hakkın yerini almıştır. Allah Teâlâ vekillik hakkında şöyle der: ‘Ey Davud seni yeryüzünde halife yaptık.’221

Genel hakkında ise şöyle der: ‘Sizi halife yaptığımız şeylerden infak edi­niz222 Halife yapılmak, bir tür vekilliktir, çünkü mal Allah Teâlâ’ya ait iken malı kullanmak seni vekil ettiği tarzda sana aittir. Bütün bunlar, kulun eşyada Allah Teâlâ’nın vekili olmasıdır.

Hakk da kuluna vekil olabilir. Örnek olarak, Allah Teâlâ’nın İsrailoğullarına söylediği ‘Benden başka vekil edinmeyin223 ayetiyle emir kipinde söy­lediği ‘Allah Teâlâ! O’ndan başka ilah yoktur, O’nu vekil edin224 ayetlerini vere­biliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Rabbine hitap ederken ‘Allah Teâlâ’m! Sen yolcu­lukta arkadaş, ailede vekilsin’ demişti. Vekillik, vekil olunan işte vekil bırakanın yerini almaktır. Allah Teâlâ, senin bir şeye sahip olduğunu ifade etmiş, ardından vekillik yoluyla O’nu vekil edinmeni senden istemiştir. Öyleyse her balomdan vekillik meşru bir davranıştır.

Acaba, hakikat yönünden vekillik olabilir mi, olamaz mı? Bazıla­rımız, hakikat bakımından vekilliğin olabileceğini düşünür. Çünkü mallar bizim için yaratıldı, Allah Teâlâ’nın onlara bir ihtiyacı olmadığı için mallar gerçekte bizimdir. Sonra, Hakkı o mallarda kendi adımıza kul­lanması için vekil yaptık, biliriz ki, O bizim yararımızı (bizden) çok daha iyi bilmektedir. Böylece Hakk, kendisini vekil edinene bir yararın dönmesini sağlayacak hikmete göre, mallarımızda tasarruf eder. Söz gelişi Hakk, kendisini vekil edinen birinin malını boğarak veya yakarak veya yere batırarak veya dilediği bir ticaret yoluyla yok eder ve bu sa­yede insan, ahiret hayatında daha fazlasını kazanır. Halbuki, görünüşte bunun bir yok oluş olduğu söylenir, gerçekte ise böyle değildir. Bilakis o, zaman koşuluyla yapılmış bir ticarettir. Böyle bir ticaret, ‘zarar tica­reti’ diye isimlendirilse bile kazancı büyüktür. İşte bu, müvekkilin de­ğil, vekilin bildiği bir husustur. Vekil, kişinin malını o konudaki bilgi­sinin gerektirdiği bir yarar için saklar.

İçimizden bazıları ise, Allah Teâlâ’yı vekil edinir. Vekil edindikleri Allah Teâlâ ise, yararı bilen vekilin belirlediği tarzda kullanmak üzere, vekil edineni halife atar. Bu durumda müvekkil kişi, vekilinin vekili haline gelir. Bu ise, tasarrufunda meşru emri aşmayan kişinin durumudur. Mal böyle bir insana ait olsa bile, o konuda tasarruf vekilin hükmüne bağlıdır. Bu da, tuhaf bir bakıştır.

İçimizden bazıları ise şöyle demiştir: Hakikat bakımından vekillik geçersizdir. Çünkü Allah Teâlâ eşyayı -ki mal bir eşyadırkendisini tespih et­sin diye kendisi adına yaratmıştır. Dolaylı olarak da biz onlardan yarar­lanırız. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder’225 buyu­rur. Allah Teâlâ, eşyayı bizim için değil, kendisi için yarattığına göre bizim herhangi bir işte O’nu vekil edinmemiz söz konusu değildir. Fakat biz eşyada Allah Teâlâ’nın vekilleriyiz. Allah Teâlâ bize eşyada bir takım sınırlar belirle­miş, biz de belirlendiği şekilde onları kullanırız. Belirlenende bir eksik­lik veya ona eldeme yaparsak, cezalandırılırız. Mallar bizim olsaydı, serbest hareket ederdik. Halbuki iş öyle değildir. Aksine mallardaki kullanımımız sınırlanmıştır. Öyleyse söz konusu olan bize bırakılmış bir vekile değil, bilakis mal sahibi tarafından belirli şekillerle sınırlandı­rılmış bir vekilliktir. Mal sahibi ise bizi vekil yapan Haktır. Her du­rumda vekillik ya Allah Teâlâ’dan veya bizim tarafımızdan gerçekleşmiştir. Hangi taraftan olursa olsun, vekillik vardır.

Altmış birinci kısım sona erdi, onu altmış ikinci kısım takip ede­cektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar