Orhan Okay
Sevgi
Dünyada
her şeyin ölçüsü vardır.: Sevgininki de fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların
sevgisine inanılmaz. “ABDÜLAZIZ BEKKİNE”
Yaşamak,
hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir. “RAHMİ ERAY”
Dostlar! İnanmak, ummak ve sevmek gibi saadet yoktur. “NURETTİN TOPÇU”
"Orhan Okay" Hakkında
“Erzurum’a gidiyorsun, orada bizim Orhan’ı bul. Çok
iyi yetişmiştir. İyi anlaşırsınız, sana da faydalı olur” diyen Hocam Nurettin
Topçu 1961’de Orhan Okay’la tanışmama sebep oldu. Erzurum’da bir Ayhan Yücel
bir Sıtkı Evren buldum. Türkiye’yi kurtarmak üstümüze vazife imiş gibi 27 Mayıs
havasında tanıştık. Uzun zamandan beri tanışıyormuş gibiydik.
Orhan Ağabey Vefa’dan, bense İstanbul Erkek
Lisesi’nden Nurettin Topçu Bey’in talebesiydik. Milliyetçiler Derneği kurucusu
olan Orhan Okay Ağabeyle Derneğin Erzurum Şubesini kurduk. Rahmi Ağabey
“dergâh”ı Erzurum’daydı. 1963’de telaşlı bir Paris yolculuğu arefesinde yine
memleket dertleri ile ortaklaştık. Paris dönüşü, çektiği slaytlarla bize Paris
müzelerini, sanat eserlerini hatta sokak ve meydanlarını anlattı. 1966 yılı Hareket
dergisi için yazı yazmaya ikna etmekle geçti. İlk yazı Nesillerin Ruhu’nu
tanıtmak için. Daha sonra ilk birkaç yazıda S. F. Kâhyaoğlu imzasını kullandı.
Yazı yazmaktan çekinir gibiydi. Uzun bir süre yazıya ara verdiler, fakat bu
arada Mustafa Kutlu’yu bize tanıttılar. Beşir Fuad’ın yayını, Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi'ne az da olsa madde yazımı, Dergâh
dergisinde sonu gelmeyen Tanpınar ve Necip Fazıl Kısakürek tahlilleri, edebiyat
ve sanat yazıları kitabının yayını, yeni kitap projeleri...
Para, şöhret, devlet, muvaffakiyet, ünvan, insanların
önünde ve onları kuşatan sedlerdir. Orhan Okay için bu sedler yoktur. Mecbur
olmasa akademik Unvanları almayacaktır. Kitabın son bölümünde, 1956’da dernekte
verdiği seminer metnini okuduğunuzda olgun ve yetişmiş bir üniversite hocasını
-ta o zamanlarda- bulacaksınız. Etrafından bir şey isterken çekingendir.
Devletli arkadaşlarına oğlunun tayinini bile söyleyemeyecek mizaçtadır. 37 yıl
sonra Istanbul’a dönmek isteyince, bu kadarcık bir istek, arkadaşlarınca çok
görülüyor. Erzurum’dan ayrılmadan önce teklif edilen dekanlığı kabul etmrz.
Hocası Nurettin Bey gibi o da bir muallimdir. Rahmetli
Hoca-*mız muallirm tarif ederken^ Orhan Okay’ı tanıyabilirsiniz: “Muallim,
ruhları işleyen sanatkârdır. Muallim öğreten, irşad eden, yol gösteren,“terbiye
eden kısaca emin, mürebbi ve veli vasıflarına sahip insandır. Muallim
nakledici, gençlere bilmediklerini öğreten değildir. “Muallim tüccar değildir.
Muallim sadece memur da değildir. Devletleri ve medeniyetleri kuran, yapan da,
yıkan da muallimlerdir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü
milletler düşmüştür, alçalmıştır, parçalanmıştır. Muallim, geçeceği yol bütün
engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesini seven idealisttir.
Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Muallim toplumun muhtaç olduğu
doktordur. O hakikat aleminden haber, ruhlarımızı doyuran bilgiler verir.
Muallim bizim ruh yapımızın sanatkârıdır. Muallim toplumda en fazla hür olan
insandır.” Hocamızın yaptığı bu muallim tarifine Orhan Okay Ağabeyimizin
uyduğunu onun öğrencilerinin şahadet edeceği kanaatindeyim. Kendisi “mektep
insanlar” nehrinden geliyor. Toplumun gizli/görünmez kahramanlarından Rahmi
Ağabey (Eray) başka bir muallimdi. “Eşyayı dahi incitmemek”, israf haram olduğu
için “son fayda teorisi” ondan öğrenilmiş. Dayanılmaz maddi ve bedeni
sıkıntılarına rağmen ağzından bir “of çıkmayan bu mütebessim ve mütevazi
insanın yanında uzun yıllar kalmış. Bir İslâm âlimi olan Celâl Hoca (Ökten)’nın
derslerinde bulunmuş. Ve tabi Abdülaziz Bekkine Hazretleri. “Para ateştir,
ateşe rufailer karışır. Bizim parayla işimiz, alışverişimiz yoktur” diyen,
etrafına “feragat”, sadakat, kanaat” aşılayan büyük zat. Orhan Okay bu
mekteplerden geliyor.
Telaşsız ve tevazu içinde bir dindarlık. Toplumla,
muhiti ile, üniversite ile didişmeyen, rahatsızlık duydukça içine kapanan bir
mizaç. Ay sonlarında maaşı tüketenler için başvurulan “gizli yardım sandığı”.
Bilgisini sunmaktan çekinen, sanki utanan bir halet-i ruhiye. Orhan Okay’ın
Erzurum’daki odası bir ilim, öğrenme, öğretme mekânı olduğu gibi ihtiyaç
sahiplerinin uğrak ve sığınma yeridir.
Muhakkak ki Orhan Ağabey de eşyayı, parayı sever. Ama
başkası bunları verirse alır. Muammer Çelik kardeşimin “Orhan Ağabey’e ne bir
tavuk ne bir kitap satamadım, benden almadı” burukluğu müstesna.
28 Haziran 1997. Aynı jüri önünde ve aynı dönemde
doçent olan Orhan Okay ve înci Enginün, bu iki meslektaş, aynı gün ve
toplulukta “armağan kitap”larmı alıyorlar. Bu bizi mutlu ediyor.
Eğer elinizdeki kitap daha mükemmel değil ve hatalar
varsa benim yetersizliğimdendir. Bu kitabın güzel ve doğruları yazarlarına
aittir. Yazı gönderen ve göndermeyenlere teşekkür ederiz.
EZEL ERVERDİ
HAYAT HİKÂYESİ VE ESERLERİ
DOPDOLU
BİR ÖMÜR
Yazan: DR. HÜSEYİN YORULMAZ
Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi
Orhan Okay, üç kuşaktan beri İstanbul’da yaşayan
Arapgirli bir ailenin çocuğu olarak 1931 yılında bu şehirde, Balat’ta doğdu.
Şimdi İstanbul’un orta yerinde bulunan Balat, o zamanlar kenar semtlerden
biriydi. İstanbul’a yerleşmiş üçüncü neslin çocuğu. Büyük dedenin Arapgir’de
kumaş boyacılığı yaptığı ve yaklaşık olarak 1860’larda İstanbul’a gelerek
boyacılar kâhyası olduğu biliniyor. Aradan iki nesil geçtiği için ata diyârına
karşı herhangi bir duygu hissetmez, ancak lise öğrenciliği yıllarında Fethi
Gemuhluoğlu’nu tanıdığı zaman, hemşehrisi olan bu kişinin yüzü suyu hürmetine
Arapgir’i yeniden tarif eder, memleketine karşı için için bir sempati duymaya
başlar. Ancak asıl memleketi, yani ata diyârı daha yukarılarıdır. Anne
tarafından Kafkasya Kütayis’ten geldikleri hakkında müphem bilgiler var
zihninde.
Babası Salih Bey mütecessis bir insandır. Oğlunun
doğumu üzerine, o güne ait takvim yaprağına kendi el yazısıyla bir not düşer.
Bu takvim Osmanlı mozayiğinin bir kalıntısı olarak o yıllardaki usûle göre, bir
tarafında 25 ikinci Kanun 1331, bir tarafında 6 Ramazan 1350, bir ,tarafında 25
Janvier, bir tarafında da Rumca olarak yine aynı günü gösteren ifade olmak
üzere, dört dilde verilmiş, dört kültürde belirtilmiştir. Doğum günü 26 Ocak
olup, saat üç sularıdır. Hatta Salih Bey oğlunun doğumunu dakika olarak da
kaydederek bu sevincini tescil etme gereği bile duymuştur: 3.45.
Irklar mozayiği bir semt: Balat
Fatih’ten Edimekapı’ya doğru giden ve Suriçi’nin en
uzun caddelerinden biri olan Fevzi Paşa Caddesi, İstanbul’un yedi tepesinden
birine tırmanır. Sağ tarafta eski bir Bizans sarnıcı olan Vefa Stadyumu vardır.
Bu stadyumun bittiği yerden bir yokuş Haliç istikametine iner. Bu yolun adı
Salmatomruk Caddesi-’dir. Bir süre gittikten sonra adı Sultan Çeşmesi Caddesi
olarak devam eder. Salih Bey ile Naciye Hanım’ın oğlu işte bu cadde üzerinde 58
numaralı, zamanına ve biraz da semtine göre epey göz alan üç katlı bir hânede
doğdu. Bu ev, bundan on-on beş yıl öncelerine kadar duruyordu. Şimdi
İstanbul’da her evin başına gelen dert onu da alıp götürdü, yerine şekilsiz
kocaman bir apartman dikildi. Bizans’ın artıklarıyla, OsmanlI’nın ilâveleri
arasında bir mekân olma özelliğini son zamanlara kadar taşıyabilen bu cadde,
sonra Kürkçü Çeşmesi adını alarak Balat’a ve Vodina Caddesi adıyla da Fener’e,
dolayısıyla Haliç’e uzanır.
Semtteki evler genellikle bugün olduğu gibi yapışık
nizamdı. Bununla beraber bahçeli evler de çoktu. Orhan Okay’a göre, asıl eski
Bizans, yani OsmanlI’nın da şehir olarak iskân ettiği suriçi İstanbul da
dışarısı kadar tabiat içinde yaşamakta idi. En kalabalık ve sıkışık bölgeler
Beyoğlu, Eminönü, Bayezid, Haliç kıyılarında bile hemen her evin, evden daha
büyük bahçesi olduğu gibi, evler arasında ekili bahçeler, bostanlar çoktu.
Orhan Okay, evlerinin hemen karşısında, gündüzleri çocukların oynadığı, kuzu
otlattığı kırlık tepeleri, mayıs gecelerinde rüyalı pırıltılarla aydınlatan
ateş böceklerini tatlı bir anı olarak hatırlıyor. Salih Bey’in evinin tam karısına
düşen hâzineye ait boş bir arazinin yanında Molla Aşkî Camii vardır. Bu camie
doğru yükselen ve Bizans istinad duvarlarıyla destekli, cünbüşlü, girdili
çıktıh, oyuklu, mağaralı tepeler vardı. Bugün insana hayâl gibi gelen,
Suriçi’nde yürüyebileceğiniz, koşup oynayabileceğiniz mağaralar. .. Renk renk
kelebekler, çekirgeler, duvar diplerinde dolaşarak eksik olmayan
kertenkeleler... Rivayete göre aynı zincirin uzantısı olarak Sur’un hemen
dışında Eğrikapı civarında da varmış benzer mağaralar.
Vefa stadyumunun bittiği noktadan başlayıp aşağıya
doğru kıvrıla kıvrıla uzanan ve birbirinin devamı olan caddeler adetâ iki tepe
arasında bir dere yolu gibi Haliç’e inerdi. Sözkonusu evin arka yüzü de,
değişik mahallelerin yer aldığı kısa bir düzlükten sonra Draman’a ve Fatih’e'
doğru yükselen diğer bir tepeye bakardı.
Balat semtinin öteden beri sakinleri bakniıından son
derece zengin ırk ve din karışımı bir özelliği vardı. Yahudi, Rum ve Ermeni
cemaati ile içiçe yaşanılırdı. Osmanlı imparatorluğunun mütemmim cüzü olan
azınlıklarla ilgili olarak, ilkokula başlamış olan Orhan’ın zihnindeki çocukluk
fotoğrafları şunlar: istediği gibi yaşayan bu insanlar belli günlerde güzel
kıyafetlerini giyerek mabedleri-ne koşarlardı... Onlar müslümanların
bayramlarını kutlamaya gelir, müslüman-lar da onların Noellerini tebrike
giderlerdi... Kendilerine mahsus yiyecekleri, şekerleri olurdu... Öyle ki,
onların inançlarından dolayı toplum içerisinde değil küçük düşürülmesi, gayri
müslim oldukları müslümanlar arasında hiçbir zaman hissedilmezdi bile.
Rum cemaatinin ve bütün Ortodoks dünyasının merkezi
olan patrikhane buradaydı ve Fener’de bulunuyordu. Fener ve Balat’ta
Yahudilerin de yoğunluklu olarak yaşadığını düşünürsek, bu bölgenin OsmanlI’nın
bakiyesi olarak yüzyıllardır müslüman toplumun sırrını teşkil ettiğini
söyleyebiliriz. Büyük bir imparatorluğun şon temsilcileri grup grup olarak
yıllar yılı içiçe yaşamış. Yahudiler ayrıca bu .bölg'eden başka Beyoğlu,
Büyükada ve Kuzguncuk’ta da yaşardı. Ancak Balat ye Kuzguncuk’ta yaşayan yahudiler
diğerlerine nazaran bu cemaatin en fakiri olanlardı.* 1930’lu 4O’Iı yıllarda
Balat’ta üç sinagog vardı. Burada ve tiftnİstanbul’da yaşayan Yahudiler, 1948
yılında İsrail devleti kurulduktan sonra, yıllardan beri sanki uzun bir
hazırlık içindeymişler gibi gruplar halinde akın akın İsrail’e göçtüler
Sözkonusu cemaatlerin dışında, son yüzyılın savaş
artıkları olan Giritli, Arnavut ve Romanya Türkleri de semtin diğer
sakinleriydi. Hatta Acem denen, Azeri Türk’ü olan kahveciler,
büfeciler,"aktarlar bile vardı bunlar arasında. Kırım ve Romanya Tatarları
ise bu zengin mozayiğin bir başka yönünü oluşturuyordu.
Orhan Okay çocukluğu Balat ve Surdışı’nda Otakçılar’da
(Eğrikapı) oynamakla geçti. Rami’de alabildiğine geniş bir arazide yetişen üzüm
bağlarını hatırlıyor. Çocukluğunda tadı damağında kalan üzüm cinsleri: Parmak,
çavuş, pembe çavuş, rezaki, misket... ilk aklına gelenlerden. Şimdi bize Fatih
dönemi kadar uzak olan bu üzümler lezzetleriyle beraber kokularıyla da tanınan
İstanbul’un yerli üzümlerindendir. Edimekapı’dan Topkapı’ya giderken, halen
belediye otobüslerinin garajı olan yer marul ve bakla tarlası imiş. Sözkonusu
sebzeler, gözleri bağlı merkeplerin bir daire etrafında gıcırtılı bir sesle
döndürdükleri dönme dolaplarla çıkarılan suyla besledikleri bu topraklardan
yetişirdi. Sadece burası değil, Ayvansaray, Eğrikapı, Mevlânâkapı ve Yedikule
gibi sur kapılarından çıkar çıkmaz alabildiğine ekili bir arazi uzanırdı.
Mecidiyeköy’deki uçsuz bucaksız dut ağaçlarını, alabildiğine geniş çilek
tarlalarının uzandığı bomboş arazileri unutamıyor. Osmanlı çileği denilen ve
bambaşka bir lezzeti olan pembe, kokulu çilekleri bugünkülerle karşılaştırmıyor
bile. Orhan Okay’a göre, bundan yarım asır önce nüfusu 850 bin olan
İstanbul’da, atlı arabaları ve bir miktar otomobili, çoğu OsmanlI’dan kalmış
taş ve ahşap evleriyle belki şimdikinden daha fakir, fakat daha bahtiyar
insanlar, bugünün insanının tasavvur edemeyeceği kadar baş başa, iç içe
yaşıyordu.
Orhan Okay, Otakçılar’da oynadığı bir gün, yanından
geçen sepetli motosikletlerden bir alarm sesi duyar. Arkasından hemen bir
camiye sığınır. Devir, ikinci Dünya Savaşı yılları. Türk hükümetinin savaş için
aldığı tedbirlerden biri de, herkesin kendi bahçesinde iki metre derinliğinde
ve genişliğinde çukurlar kazmasını mecburi tutması idi. Bunun için polis ve
muhtarlar geziyor, ortalığı sık sık kontrol ediyordu. Edimekapı, Süleymaniye
gibi camilere asker girmiş ve bu mabedler kışla olarak kullanılıyordu. Sultan
Ahmed ve Yeni Camii’in kapılarında ise “şu kadar kişilik sığınaktır” gibi
levhalar asılıydı. Ayrıca halka karne ile ekmek dağıtılıyordu. Almanlar
ortalığa inanılmaz bir şekilde korku salıyordu. Rusya korkusu ise harbin
sonunda başladı. Kişi başına yarım ekmek dağıtılırdı. Ancak Salih Bey polis
olduğu için ağır işçi sayılıyordu ve bir kilo ekmek alma hakkı vardı. Birinci
Dünya Savaşı’nı da yaşamış olan baba Salih Bey, tecrübesine dayanarak daha
karne sistemi başlamadan dışardan aldığı ekmekleri dilim dilim keser, tavan
arasında kuruturdu. Kıtlık yıllarıydı ve tavanda çuvallar dolusu kuru ekmek
asılı dururdu. Kurtlanmasın diye de arada bir güneşlendirilirdi. Karnelerini
satan insanlar olurdu. Ekmeğe ihtiyacı olduğu halde Millî Şef döneminde başka
ihtiyaçları için zaruri olan hakkını satan insanlar...
Taş mektebin yollarında
Polis bir babanın oğlu olan kahramanımız, babasının
memuriyeti dolayısıyla dört-beş yaşlarını sürdürdüğü 1930’lu yılların
ortalarında Ankara’da bulunur. Çocukluğunun en verimli yıllarını İstanbul’da
geçiren Orhan Okay için, Ankara, o yıllarda yavaş yavaş gelişmeye başlayan bir
kasabadır. Okul öncesi bir çocuğun zihnine akseden film şeritlerinden arda
kalan enstantaneler: Tâ Taşhan’dan (Ulus) Çankaya’ya kadar kalın taş duvarlı
evlerin yerini yeni yeni dolduran apartmanlar, sıra sıra yükselen biçimsiz
binalar işgal etmeye başlamıştı. Ve insanlar! Ünlü Ankara kalesinin altında
bulunan Samanpazarı’nda sabahları birer ikişer dükkânlarını açan esnaf... Namaz
vakti dükkânlarını bırakıp giden bu insanların bir kaç kuşak önceki dedeleri de
onaltıncı, onyedinci asırlarda mutlaka yine bunlar gibidir. Geçmişi fazla
derinlere gitmeyen silik bir kasaba hüviyetindeki Ankara’ya, dışarıdan
getirilen şehir planlamacılarının, yabancı mimarların bugünkü şekli verdiği
kabul edilir.
Çevresinde gördüğünü tanımak isteyen ve mütecessis bir
yapıya sahip olan Orhan Okay, ilkokula İstanbul’da doğduğu semtte bulunan ve
Taş mektep diye de anılan okulda başladı(1938). O zamanlar okulların numaraları
vardı ve bu okul 17. İlkokul idi. Daha sonraları ise Muallim Naci İlkokulu
adını almıştır. Ahşap binalara mukabil, Abdülhamid devrinin son zamanları veya
Meşrutiyet binalarından biri olan bu yapı, şimdi Milli Eğitim Bakanlığı’na
bağlı bir takım büro hizmetleri için kullanılıyor. Bölgede yaşayan Ermeni ve
Rumların kendi okulları bulunduğu için, Orhan Okay, bu azınlıklara mensup okul
arkadaşlarının olduğunu hatırlamıyor. Ancak buna rağmen birkaç Yahudi
arkadaşının varlığını ve onlarla iyi geçindiğini belirtiyor.
Orhan Okay’ın annesinin hem annesi, hem de babası
Erzurumludur. On-on iki yaşma kadar anneannesinin bulunduğu evde yetişen torun
Orhan’ın zihninde onunla unutulmaz anılar var. Anneannesiyle elele tutuşur,
pazara gider, o Kara-gümrük pazarının hemen içinde bulunan bir mescitte ikindi
namazını edâ ederken, kendisi dişarda oyalanır, birlikte tekrar eve dönerlerdi.
Çocukluk arkadaşı olarak, tarif ettiği anneannesine özenerek namaz kılmağa
başladığını söylüyor. Tabii hareketlerini kadınların namaz kılışlarına
bepzeterek ellerini göğüs hizasında birleştirmesini, iki ayağını da sağa doğru
yaymasını tebessümle hatırlıyor. Çok sevdjği mütedeyyin, sabırlı bir kadın olan
çocukluk arkadaşını 80 yaşlarında 196.1 yıhnda yitirir.
1943 yılında ilkokulu bitirdikten sonra ise ortaokula
zahiren bir ev görünümünde olan ve-müdürlüğünü ortaokul Türkçe kitaplarının yazan
Baha Dürder’ijı •yaptığı Edimekapı Ortaokulu’nda devam etti Orhan Okay. Bu
okul, bitirdiği ilkokulun hemen karşısındaki sokakta, herbiri İngilizce ve
Fransızca olmak üzere ikişer sınıflı, yani toplam altı dershaneli bir mektepti.
Bir Rum vakfına ait olan bu binanın karşısında bir de kilise vardır. Bugün bu
bina yipe aynı Rum vakfına aittir.
Orhan Okay’ın bütün bir hayatına yansıyan kişiliğinin
ilk tomurcuklarını, Taş mektebin ve Edimekapı Ortaokulu’nun yollarım yürüdüğü
yıllarda görüyoruz. Devrin şartlarının aksine, belki de muhalefet olarak
içinden gelen tarifi güç bir iştiyakla, amcasının Çarşamba karakolunun hemen
yan tarafında bulunan helvacı dükkânının arka kuytu bir köşesinde Kur’ân
okumayı öğrendi. Böyle bir eylemin polis takibini gerektirdiği bir zamanda,
yeğen Orhan Okay, amcasının cesaretini muhtemelen karakoldaki polislerle
kurduğu diyaloga bağlıyor.
Sahhafların Keşfi
İnsanın içine bir kere kitap kurdu düşmeyegörsün,
-yetmiş yılına merdiven dayamış hocamızı yakından tanıyanların bizzat şahit olduğu
üzere-: sırnaşık bir tiryakilik gibi ömür boyu yakasını bırakmaz. O artık kendi
çoğu yaş grubu arkadaşlarının aksine eski yazılı kitapları yavaş yavaş
okuyabiliyordu. Bir insan eski yazı okur ve İstanbul Suriçi’nde oturur da
Sahhaflar çarşısını tanımaz olur mu? insanın önüne bir define adası gibi açılan
Sahhaflar’ı bu definenin yerlerini gösteren kitapları ve bunu tiryakilerine
nikotin gibi alıştıran kitapçıları tanımak da aynen öyle bir alışkanlıktır..
Anne ve ablasının Kapahçarşı’daki olağan işleri dolayısıyla
kendisinin de onlara refakati neticesinde tanıdı Sahhaflar’ı. O devirde
Balat’ta oturan bir ailenin Eminönü’ne, Kapahçarşı’ya gitmek gibi ayda bir
yapılması zorunlu olan rutin işleri vardı. Bayezid’e kadar tramvayla, oradan
Sahhaflar’m içinden geçerek Kapahçarşı’ya gidilirdi. Ancak dükkân dükkân gezmek
onun için sıkıcı idi ve fazla da umurunda değildi. Anne ve ablasına refakat
bedeli o günün rayicinde bir buçuk kuruşa alınan bir simitten ibaretti. Bir de,
aybaşı gibi özel günlerde Çukur Muhallebici’de yemlen döner kebap. Fakat gözü
kaldırım kenarlarına ve vitrinlere dizilen kitaplarda olduğu için, ayda
biır-iki kez yapılan Kapalıçarşı seyahatlerinin asıl kazancı kitapları tanımak
olmuştur. Çok kere ilgisiz, bazan merakla, sonra da tecessüsle oraların ne
olduğunu boyuna kendi kendine ve yakınlarına sormuştur. Bu kazancı edinene
kadar kim bilir kaç defa geçilmiştir asma yaprakların loşlaştırdığı yerlerden?!
Ve kim bilir su sam kokulu gevrek kaç sıcak simit yenilmiştir?!
Ortaokul sıralarında artık ailesinin yardımına gerek
duymadan da Sahhaflar’a gitmeye başlamıştır. Orada genç, yaşlı insanların
peykelere, tezgâhlara eğilerek, yerlere konmuş kitapları ellerine alıp
karıştırmaları lezzetli, tadına doyum olmayan bir şey gibi gelirdi ona. O
insanların kitabın sayfalarını ağır ağır çevirmeleri, bazan dükkânın kapısında
bir sahhafla uzun süreceği belli olan bir sohbete dalmaları, sanki ona birden
bire farklı ve bambaşka bir alış-veriş dünyasının kapılarını aralamıştı. Ne
berikiler herhangi bir müşteri, ne de ötekiler sıradan bir esnaftı.
Ortaokul yıllarından bir mahalle arkadaşı vardır:
Karadenizli Dursun. Tuhaf bir merakla Dursun, yaşı ve dönemine rağmen Osmanhca
okumasını da öğrenmiştir. Tarihe meraklı ve başta Ahmet Refik’e ait ollmak
üzere eski harfli pek çok kitabı vardır. 13-14 yaşlarındaki bu çocuk, arkadaşı
Orhan’a göre sanki büyümüş de küçülmüş! Dursun, yaşadığı yüzyılın ikinci
yarısında bir kaç edebiyat otoritesinden biri olacak bu arkadaşına elifba
tedarik ederek onun Osmanlıcasmı ilerletir. Haydar’m bulduğu bu elifba,
Cumhuriyet devrinde, eski harflerimizin son yıllarında Hattat Hamid Aytaç’m
düzenlediği son elifbalardan biridir. Orhan Okay, biraz da rik’a ile yazmak
suretiyle okumayı hayli geliştirir. Sahhaflar çarşısının ikinci safhası onun
için bundan sonra başlamıştır. Resimli kıraat kitapları, kolay okunur cinsten
tarih kitapları, polis, macera ve seyahat romanları türünden akla hayâle
gelmeyen bir sürü kitap... Edebiyatımızdaki Orhan Okay isminin yönelişlerini
biraz da bu yıllarda aramak gerekir. O, hikmetinden sual olunmayan kaderin
insanı hangi yolda yürüteceğini bilmediği gizli bir güçle edebiyata yönelir.
Sahhaflar artık onun için haftada bir kaç kere mutlaka
ziyaret edilmesi gereken bir uğrak yeridir. Sahhaflarla dostluk ve samimiyet
ilerletilmiş, vitrinlerdeki kitapların sayfaları bir selamla hemencecik
zorlanmadan açılır olmuştur. Bu Sahhaflar şimdikinden daha dar, ahşap, küçük
dükkânlardı. Sonra bir yangında, geçmişin soluğunu serinletici bir meltem gibi
yanıbaşımızda hissettiren Sahhaflar, bu efsunlu çarşı birdenbire kayboldu.
Tabii içindeki bütün o yazmalar hâzinesi ile beraber. Galiba şimdiki
Sahhaflar’ın giderek yeni kitapçılar çarşısı haline gelişi bu uğursuz yangının
sonucudur.
Osman Nuri Ergin’in Şehir Rehberi’nde
Sahhaflar, Kapalıçarşı içinde bir sokağın adıdır. Bugünkü Sahhaflar çarşısı da
Hakkâklar sokağı olarak görülmektedir. Kim bilir ne zamandan beri Sahhaflar
adını aldı?!
Orhan Okay’a göre yangından önceki Sahhaflar çarşısı
da bugünkünün ye-rindeydf ve birbirine paralel iki sokaktan teşekkül ediyordu.
Sol tarafa ve biraz geriye doğru dian sokakta kitapla ilgili bir dükkân yoktu.
Umumi tuvaletler ve bir kaç bakırcı dükkânı vardı. Asıl Sahhaflar dar ve uzun
bir koridor halinde so-kağıntalt ucuna kadar uzanıyordu. Belki üç
metreden daha dar bir sokaktı. Yaşlı bif asma' gökyüzünü göstermeyecek şekilde
sokağın üzerini kaplıyor, yolun iki tarafındaki dükkânları samimi bir dostluk
bağı gibi birbirine rabtediyordu. Istan-bul-. Belediye Mecmuasında,
Ertan Ünal, Sahhaflar Çarşısı’nı tanıtırken, bugün Beyazıt Camii arkasında
küçük bir alan üzerinde kurulmuş olan bu çarşının eskiden Kapalıçarşı’nın
içinde bugünkü Yorgancıların bulunduğu yerde olduğunu söyler. Osman Nuri
Ergin’in görüşü de aynı doğrultudadır. Kıymetine paha biçilemeyen el yazması
kitaplar burada alınır, satılırdı. Özellikle salı ve cuma günleri yapılan kitap
mezatları, kitapsever her İstanbullu için kaçırılmaz bir fırsattı. Mezada
çıkarılacak kitaplar önce Sahhaflar kâhyasinın dükkânına getirilirdi. Kâhya
kitapların değerini anlamak için kitap mütehassısı diyebileceğimiz birkaç
kişinin fikrine başvurur, sonra kitap biçilen fiyat üzerinden satışa
çıkarılırdı. Kapalıçarşı içindeki sahhaflarm son kâhyası “Sağır” namı ile
tanınan ve bir oturuşta bir kuzu yediği söylenen şişman ve bütün
Istanbullularca tanınan bir zat idi. Yine aynı devirde yaşayan en büyük kitap
mütehassısı da Kütahyalı İsmail Efen-di’ydi. Özellikle tarihî kitaplar üzerinde
büyük ihtisası vardı. Sahhaflarm en enteresan tiplerinden biri de bohçacılardı.
Bunlar çarşıda ele geçirdikleri nadir yazmaları, minyatürlü eserleri, ya bir
bohçaya sararak, ya da koyunlarında saklayarak devrin zengin kitap
meraklılarının konaklarını teker teker gezerdi. Özellikle zenginler bu
eserleri, kıymetine bohçacıyı memnun bırakacak bir meblağ ekleyerek alır, ancak
onun devamlı olarak kendisine çalışması, bulduğu nadide eserleri kendisine
getirmesi için paranın hepsini birden ödemez, taksite bağlardı. Çarşı içindeki
dükkânlar bir süre sonra birer ikişer Hakkâklar çarşısına (bugünkü yerine) taşınmağa
başladı.
O yıllarda Orhan Okay’ın tanıdığı birkaç kitapçı
arasında en profesyoneli Nizamettin Bey’di. Yabancılara meramını anlatacak
kadar bir kaç dili, bir kitapçıya yetecek seviyede konuşurdu. Geçen asrın
meşhur şairlerinden Yenişehirli Avni Bey’in yeğeni olurdu. Nizamettin Bey’de
pek yazma kitap yoktu, buna mukabil Türkiye ile ilgili yabancı tarih ve
seyahatname kitaplarının zengin olduğu muhakkaktı. Müşterilerinin olmadığı
zamanlarda kapı komşularıyla tavla oynamak onun en büyük zevki idi. Onun yanı
başında İsmail Hakkı Bey diye diğer bir sahhaf daha vardı. Muzaffer Özak Hoca
ise cüsseli yapısı ve gür sesiyle hoşsohbet tiplerden biriydi. Bayağı gençti,
Karagümrük’teki Cerrahî tekkesinin şeyhi Fahreddin Efendi’ye müntesipti.
Vezneciler’de, şimdi yıkılmış olan küçük bir mescidde de imamlık yapıyordu.
Profesör Faruk Sümer kendisine veya kardeşine ait bir küçük kitapçı dükkânında
bulunuyordu. Eski alay müftüsü Şakir Çö-rüş Hoca daha çok dinî kitaplar
satardı. Kendisinin de halk için yazdığı bazı küçük dinî kitapları vardı. Bir
kaç yıl önce vefat eden Necati Bey’in kayın pederi Raşid Efendi de eski
sahhaflardandı. Necâti Bey, dükkânının üzerinden onun adını eksik etmemiştir.
Tokgözlü, herkesin ihtiyacını karşılayacak kitaplar bulunduran Necâti Bey, orta
halli kitap müşterisini en kolay memnun eden bir kitapçıydı. Necâti Bey, Orhan
Okay’ın dükkânını istediği gibi taradığı bir sahhaftı. Bir başka sahhaf olan
Hulûsi Efendi ise tabela yazar, mürekkeb, kamış, kalem, lika gibi hat malzemesi
satardı. Onun oğlu Ekrem Karadeniz de sıhren sahhaf oldu. Ekrem Bey’in
meslekdaşlarma göre farklı meziyeti, Türk musikîsine ait değerli bilgilere
sahip olmasıydı. îş Bankası Yayınları arasından çıkan o büyük hacimli musiki
nazariyatı kitabı, bu mütevazi sahhafm eseridir.
Şeyhü’l-Sahhâfîn Raif Yelkenci’yi de mutlaka anılması
gereken bir kişi olarak görüyor Orhan Okay. Ancak onun asıl Sahhaflar çarşısı
içinde olmadığını söylüyor. Onun dükkânı, Sahhaflar’m alt ucundan çıktıktan
sonra hemen Kapa-lıçarşı’mn duvarına bitişik, muhtemelen kapının birkaç dükkân
solunda bulunuyordu. Raif Bey bir sahhaf değil, aynı zamanda engin bilgisi olan
bir Osmanlı aydını idi. Pek çok araştırmada onun bilgisinden istifade
edildiğini ilgililer bilir. Pek çok önsözde de, bilgisini ve elindeki yazmaları
esirgemeden veren bu alicenap insanın adı geçer. O kitap satmaz, edebiyat,
tarih vs. araştırıcılarına adata kitap bulurdu. Kitapçı dükkânı değil,
kütüphanesi olan bir insandı demek daha doğru olur. Çoğu kitap meraklısının,
tarihçinin, edebiyatçının onun rahle-i tedrisinden geçtiğini söylemek mübalağa
zannedilmesin. Orhan Okay’ı, bir gün eline “Hâmil-i kart.ibareli küçük bir
pusula sıkıştırarak Hattat Halim Hoca’ya meşk için gönderen de Sahhaflar’m bu
bilge kişisi yine Raif Yelkenci’dir.
Bugün okul araç-gereçleri ile, üniversiteye hazırlık
ve ders kitaplarının satıldığı kırtasiye dükkânları haline gelen Sahhaflar’m
eskiden şüphesiz daha ek-zotik bir havası vardı. Yağmur yağsa yere damla
düşmeyecek gibi sıklıktaki asma yaprakları, sarmaşıklar o sevimli mekânın
alışık olunan dekoruydu.
Bâbıâlî, Sahhaflar’a göre daha yüksek bir kitapçılar
sınıfı idi. Orada da eski kitaplar bulunsa bile daha çok yeni kitapçılar vardı.
Büyük kitapçılar ekalliyetlerdendi, Tahsin Demiray’ın Türkiye Yayınevi vardı.
Bir ara Köylü Partisi’ne girdi. Daha sonra DP’ye geçti. 1928’den sonra alfabe
basma imtiyazını almış ve zengin olmuş bir kişidir. Garbis Fikri’nin hâlâ devam
eden İnkılap Kitabevi, 11-yas Bayar’ın Kanaat Kitabevi, Semih Lütfi’nin
Tefeyyüz Kitabevi’ni de bu arada sayabiliriz. Semih Lütfi Kayserili bir
Ermenidir. Karısı da Rumdur. Necip Far zıl’ni kitaplarını o basmıştır. Bunların
dışında Zaman Kitabevi, Gayret Kitabevi de vardır. Gayret, yıllarca Samiha
Ayverdi’nin romanlarını basmıştır.
Buna mukabil Ermeni ve Rumların dışında da memleket
kültürüne iyi hizmet etmiş.ve başarılı yayıncılık yapmış Remzi, İbrahim Hilmi,
Arif Bolat, Tahsin Demiray gibi kitapçı ve yayıncıları da tanımıştır Orhan
Okay. Remzi’nin sahibi Remzi Bengi’dir. Sahhaflar’daki Elif Kitabevi’nin sahibi
Aslan Kaynardağ onun yanında yetişmiştir. İbrahim Hilmi’nin kitabevinin ismi
Hilmi Kitabevi’dir. İbrahim Hilmi Bey, yıllar yılı Ahmed Rasim’in, Hüseyin
Rahmi Gürpınar’ın romanlarını basmıştır. Sirkeci’ye giderken sol tarafta Ahmed
Halid Kitabevi bulunurdu. Vilayetin orada, sağ tarafta ise Hilmi ile beraber
Türkiye Yayınevi yer alırdı. Beyoğlu’nda ise müslümanların açtığı Beyoğlu Kitap
Sarayı göze çarpardı. Ağa Camii’in sırasından başlar ve şimdiki iki-üç dükkânı
içine alırdı. Sahipleri Vecihî Görk, Ebuzziya ve Osman Nebioğlu’dur. Haşet
şimdikinden daha büyük bir yayınevidir. Yine Beyoğlu tarafında Tünel’de Kohen
hemşirelerin sahibi olduğu Kitab-ı Mukaddes’in de iki katlı bir yeri vardı.
Sahhaflar’ın ve Bâbıâlî’nin kitaplar konusundaki eski
zenginliğini uçup gitmiş bir Anka kuşu gibi hatırlayan Orhan Okay, bu kültür,
önce şehrin sokaklarında, vitrinlerinde ve kitapçı dükkanlarmdadır, diyor.
Belki çoğumuzun adını duymadığı, kütüphanelerde bakmayı akıl bile edemediği pek
çok kitabı ve dergiyi, o, böyle kitapçı raflarında, peykelerde karıştırarak
okuma fırsatını bulmuştur. Tabii çoğunu almıştır da.
Vefa yollarında
1947 yılında Edimekapı Ortaokulu’ndan iyi bir derece
ile mezun olan Orhan Okay, Vefa Lisesi’ne kaydını yaptırır. Kuruluşu 1876 yılma
dayanan bu okul, ortaokulu Suriçi’nde bitiren çoğu talebenin rağbet ettiği
iki-üç liseden biridir. İstanbul’da her okulun yöneldiği bir istikamet vardır.
Edimekapı Ortaoku-lu-nu bitirenlerin yöneldiği lise de Vefa idi. O zamanlar
Suriçi’nde beş lise vardı ve henüz “bir müdür, bir mühür” modası
yaygınlaşmamıştı. Bunlar Vefa, Per-tevniyal, İstanbul Erkek, İstanbul Kız ve
Cumhuriyet Kız Lisesi’dir. Bu okullarda kız ve erkek öğrenciler yüzde seksen
ayrı okurlardı.
Maarif’e bağlı bu devlet okullarının yanında bir de
özel okullar vardı. Orhan Okay’m belirttiğine göre Horhor’da bulunan bir
lisenin ismi Hayriye Lisesi’dir. Hatırlayabildiği kadarıyla Kenan Rifai bu
lisenin ya müdürü, ya da hocasıydı. Hayriye Lisesi’nin Çarşamba’da da bir
şubesi vardı ve paralı olması yüzünden halk “Şirket-i Hayriye” ismini koymuştu.
Ayrıca bugünkü belediyenin yanında bir de istiklâl Lisesi bulunuyordu. Bu
lisenin müdürlüğünü ise, eski Türk edebiyatı üzerine çok değerli çalışmaları
olan Âgah Sırrı Levend yapıyordu. Hiçbir mektepte dikiş tutturamayan, bir yerde
okuyamayan bu liseye gelir ve oradan kolaylıkla mezun olurdu. Bir gün birisi
Âgah Sırrı’ya, “Siz ne yapıyorsunuz, başka yerde okuyamayan gelip sizde liseyi
bitiriyor, böyle giderse siz eşeklere de diploma vereceksiniz” demiş. Âgah
Sırrı da yarı şaka yarı ciddi bir şekilde, “Biz zaten eşeklere diploma
veriyoruz” demiş ve bir hikâye anlatmış: Bir karı-koca İsviçre’ye seyahate
gitmiş. Giderken bir istasyonda tren birkaç saat mola vermiş. Dinlenme
esnasında yolculardan birisi, orada para ile diploma veren bir üniversitenin
bulunduğunu söylemiş. Adam bu sözün arkasını takip ederek, Türkiye’de bir türlü
alamadığı üniversite diplomasını orada para ile almaya karar vermiş ve hemen
elde etmiş diplomayı. Karısı, buraya kadar gelmişken bari ben de alayım, demiş
ve o da almış bir diploma. Sonra adam, iki çocuğumuz var, ne olur ne olmaz,
onlara da devlet kapısında iş bulabiliriz belki diyerek iki diploma daha
tedarik etmiş aileye. Diploma almak problem değil, parayı yatırana hemen
veriyotlarmış matbu bir kağıt parçasını. Kadın bu sefer, dünyada olmaz demiş,
bizim evdeki eşeğe de diploma alacağız, almadan katiy-yen gitmem, diye
tutturmuş. Adam çaresiz okul müdürüne gitmiş, böyle böyle demiş, ta Türkiye’den
buraya kadar geldik, hanım ille de tutturdu evdeki eşeğe de diploma alacağız
diye. Adamcağız nasıl bir cevapla karşılaşacağını kestire-mediğinden bu
düşüncesini müdüre ıkına sıkına anlatmış. Müdür işi bozuntuya vermeden yerinden
şöyle bir doğrularak, yok demiş, sıkılmanıza hiç gerek yok, biz zaten eşeklere
diploma veriyoruz.
Vefa Lisesi son sınıfta Mehmet Kaplan’ın eşi Behice
Kaplan, Orhan Okay’ın edebiyat dersine girmiş, eski harfleri öğrenmiş bir kimse
olarak onun dikkatini çekmiştir. Sınıfın göze batmayan arka sıralarında
otururdu. Behice Hanım, derste Divan edebiyatından bir şiir okuduktan sonra
talebelerine okuduğu şiirin veznini sorardı. Sınıfın çoğunluğu okunan şiirin
veznini bulamaz, ya kem küm ederdi, ya da uzun bir hesaplamadan sonra zor
bulurdu. Orhan Okay’a gelince, şiirin veznini okunur okunmaz anında cevaplandırırdı.
Bir böyle, iki böyle, üç böyle... Behice Hanım, edebiyata karşı bir lise
talebesindeki bu şevki görünce uzun vadede onu test etmeye kalkışır. Yine bir
gün Divan edebiyatından okuduğu bir şiirin veznini sordu hocası. Orhan Okay
tereddütsüz hemen cevap verince, “Kitabında mı yazıyor?” dedi asabi bir
şekilde. Tabii onun aruza hakimiyetini sonradan öğrenince, aralarında
öğretmen-öğrenci ilişkisi yerini yıllar boyu süren kalıcı bir dostluğa
terketmeye başlamıştı. Sınıfta Behice Hanım’ın Orhan Okay’a sorduğu beyitlerin
vezni “mef’ûlü” ile başlamış olacak ki, sınıfın muzip kızları, kıskançlıkla
karışık bir sevgi belirtisi olarak arkadaşları Orhan’a “Mef’ûlü’ ismini
takmışlardı.
Orhan Okay edebiyatı ortaokuldan beri seviyordu ve
arkadaşları arasında dersinde çok başarılıydı. Öyle ki Reşat Nuri Güntekin’in
bile takdirini kazanmıştı. Edebiyat dersinde sınıfın çalışkan öğrencisi olan
Orhan Okay’ın bir Yahya Kemal defteri vardır. Bilindiği gibi büyük şairin
ölümüne kadar şiir kitabı ba-sılmamıştif. Yahya Kemal’in dergi ve gazete
sayfalarında kalan şiirlerini sevenler, ancak bu'yolla okuyup zevk
alabiliyorlardı. Okay, hâlâ sakladığı bu defterinde,'Yahya' Kemal’in
yayınlanmış olup da gördüğü bütün şiirlerini kaydetmişti. Tabii yadlar eski
harflerle rik’a yazı ile kaleme alınmıştır. Reşat Nuri Güntekin bir gün sınıfa
müfettiş olarak girer. Edebiyat ho'cası Behice Kaplan, “abes-muktebes”
farklılığını öğrencilerine göstermek için s ınıfm çalışkan öğrencisi Orhan’ı
tahtaya kaldırır ve bu iki kelimeyi eski harflerle yazdırır. Orhan Okay tahtaya
yazıyı yazdıktan sonra, Behice Hanım, öğretmen masasında oturan Reşat Nuri’nin
yanına kadar giderek, “Orhan eski yazıyı da biliyor, hatta Osmanlıca ile
tutulmuş Yahya Kemal defteri bile var” der. Çalıkuşu yazarı masadan kalkarak arka
kuytu bir köşede Orhan Okay’ın oturduğu sıraya kadar gelir ve ünlü şairin
şiirlerini yazdığı defteri ister. Reşat Nuri, okuna okuna cildi oldukça
yıpranmış defteri şöyle bir karıştırdıktan sonra, Behice Hanım’a dönerek,
“Yazısı da benimkinden güzelmiş” diye Orhan Okay’a hayatı boyunca unutamadığı
bir iltifatta bulunur.
Yine lisede derslerine giren hocalar arasında Nurettin
Topçu da vardır. Top-çu’nun derslerini büyük bir dikkat ve hayranlıkla
dinlerdi. Bu dikkat ve hayranlık Nurettin Topçu’nun ölümüne kadar sürdü ve ona
b ağlanarak yakınlarında yer aldı. Orhan Okay’a göre hocası Nurettin Topçu,
milliyetçi, dindar ve muhafazakâr bir dünya görüşünün insanı idi. Bununla
beraber bu görüşün mensuplarını da tenkit etmiş, hatta zıt görüşlere mensup
olanlara da gerektiğinde haklarını vermiştir. Bu davranış tarzı onun İlmî
zihniyetinin ve hasbî vatanseverliğinin tabii bir tezahürüdür. Orhan Okay,
Nureddin Topçu’yu 1946 yılında tanıdı. 1949 yılında da talebesi oldu. Gerek
kendi gözlemi, gerekse bütün öğrencilerinin intibaları, başlangıçta onun
öğrenci üzerinde sert, haşin ve müs'.amahasız bir öğretmen olarak görünmesidir.
Fakat zamanla, öğrencilerine karşı derin ve gerçek bir sevgiyle dolu olduğunu
farketmemek mümkün değildi. Bir mâbede girer gibi sınıfa girer, bir mihrâb
önünde hissedilecek vecdi, kürsüde yaşardı. Cemiyetin başıboşluğundan doğan
ıstırablarını, kürsüde, bir anda unutuverdiğini defalarca söylemiştir.
Nurettin Topçu’nun Vefa Lisesi’nde verdiği bir
konferansı hatırlar Orhan Okay. Konu “Büyük Adam”dı ve konferansta ideal
şahsiyetler, ruh adamları ele alınmıştı. Reşat Ekrem Koçu da liseden tarih
hocasıdır. Kısacık boylu olan Koçu olağanüstü derecede güzel konuşur,
öğrencilerini ders boyunca adeta kendisine hayran bırakırdı. Fecr-i Âtî üzerine
bir kitabı ve ayrıca rubaileri de bulunan-Rifat Necdet Evcimen de derslerine
girmiştir. Hocaları arasında Vefa Kulü-bü’nün bir numaralı üyesi Saim Turgut
Aktansel de vardır. Turan Oflazoğlu kendisinden bir sınıf alttadır.
Orhan Okay, Vefa Lisesi’nde iken iki kanattan ibaret
bu okulun Süleymaniye tarafında, bugünkü İlim Yayma Yurdu’nun yerinde Zeyrek
Ortaokulu vardı. İmam-Hatip okullarının kurucusu Celâl Hoca adıyla maruf
Celâleddin Ökten’in uzun çalışmaları neticesinde orası ilk İstanbul Imam-Hatip
Okulu oldu ve eğitim ve öğretim bir süre bu binada devam etti. Bu binayı
Topbaşlar’m de içinde bulunduğu birkaç zenginin yaptırdığını hatırlıyor. Bu
arada Orhan Okay kendisinden yaşça çok çok büyük hocası Celâl Hoca ile
üstad-çömez yakınlıkları içinde arkadaş olmuş, Îmam-Hatip okulu için bina
temininde onunla İstanbul’u karış karış gezmiş, Eyüp’ten Edimekıpı’ya kadar
metruk binalar, yıkık medreseler tek .tek dolaşılmıştır. ÜşenilmedenBeyoğlu’nda
Galata Mevlevihanesi’ne bile gidil-mişdir. Celâl Hoca bunu yakınlarına “Bir
yanımda bizim Orhan, bir yanımda da şu emektâr baston Imam-Hatib’e yer bulmak
için yazın sıcağında çök dolaştık” der dururmuş.
Bilindiği gibi İlim Yayma Yurdu’nun Fatih tarafına
düşen yönünde tarihî Vefa Bozacısı vardır. Suriçi’nde oturan ailelerin
akşamları buraya kadar aheste aheste yürüyerek boza içmeye gelmeleri özel
zevkleri arasında idi. Yine aynı şekilde serin ve temiz havada yürüye yürüye
evlere dönülürdü. Vefa’dan başka yerde de boza satılmazdı. Boza sıcak leblebi
ile içilir ve leblebici de hemen karşısında bulunurdu. Boza şarapsa leblebi
onun mezesi sayılırdı. Vefa Bozacısı’nın içi sütunlu aynalı bir yerci. Bugün
olduğu gibi muşamba koltuklar vardı. Atatürk’ün bizzat oraya kada' gelerek
içtiği boza bardağı hâlâ yerinde durur. Orhan Okay’m hatırladığına göre, şimdi
aynı yerinde durmayan bir de Celâl Bayar’ın içtiği boza bardağı vardı Adnan
Menderes’in asılmasından sonra bir gün bardağın kaybolduğunu görür Mütecessis
lise öğrencisi oradaki görevlilere, “Burada Celâl Bayar’ın boza içtiği bir
bardak vardı, şimdi göremiyorum” diye sorunca, görevli de, 27 Mayıs’tın sonra
bir subayın gelip o bardağı oradan kaldırdığını söyler.
Vefa’da bozacının hemen yanı başında şirin mi şirin
ufacık bir mescid de vardır. Mescidin kendisiyle mütenasip küçük bir de
minaresi mevcuttur. 1930’larda camilerin tasfiye edildiği sıralarda bu mescid
at nallayan bir demirciye vakıflar tarafından bir kaç yıllığına kiraya verilmiş
ve nalbantlar burada yıllarca hayvan nallamış. Aradan zaman geçmiş, 1950’li
yıllarda burası yeniden eski fonksiyonuna dönnüş ve ibadete açılmış. Bu mübarek
mekânın nalbant dükkânı olarak kullanıldğı yıllarda duvarlara yer yer demir
halkalar da asılmış. Orhan Okay seneler soıra bir gün bu camiye girdiğinde
duvarda bir zamanlar atların bağlı olduğu halfalardan birinin hâlâ durmakta
olduğunu görür. Çok dikkatini çeker ve heyecanlanır; buna bir türlü anlam
veremez. Sonra ne olduğunu ve o halkanın ne zamar oraya asıldığını öğrenir ve
hayreti büsbütün artar. O halka, işte o meş’um zamanın bir nişânesi olarak cami
ibadete açıldıktan sonra orada unutulmuş kalmış. Bütün bir tarihin sayfaları
gözlerinin önünden hızlı hızlı çevrilmişti. Böyle bir manzara karşısında,
sadece bakmakla yetinmeyip baktığı bir şeyi aynı zamanda “gören” nüfûz-ı nazar
sahibi Orhan Okay’m aklından kim bilir-neler geçmiştir: Yıllar boyu bu mübârek
mekân bir nalbant dükkânı idi ve hayvan pishklerinin^sindiği şu duvarlarda
çekiç, kerpeten ve çivi sesleri çınlamıştı.
Yol ayrımı ! Felsefe mi, edebiyat mı?
Orhan Okay liseyi bitirdikten sonra 1950 sonbaharında
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydını yaptırdı. Burada bir sömestr
felsefe okudu. Yüksek Öğretmen Okulu da Vefa Lisesi’nin şimdiki merkez
binasının yerinde bulunuyordu. Orhan Okay’m orada tanıdıkları da vardı. Meselâ
Ahmet Kabaklı bunlardan biri idi. Tahsin Banguoğlu’nun Maarif Vekilliği
zamanında bir takım siyasî kliklerin yuvası olduğu gerekçesiyle Yüksek Öğretmen
Okulu lağvedilmişti'. Son öğrecilerine burs verilerek sadece fakültelerine
devam imkânı gösterildi. 1951 şubatında Yüksek Öğretmen Okulu yeniden Çapa’da
açıldı. İşte Orhan Okay, diğer altı arkadaşı ile beraber yeni açılan bu okulun
ilk öğrencisi oldu. Numarası da: 2.
Eski adı DârüT-Muallimîn-i Âliye olan Erkek Yüksek
Öğretmen Okulu’nun Çapa’daki binasının mimarı ünlü mimar Kemalettin Bey’dir. Sirkeci’deki
PTT binası ile Lâleli’deki Tayyare bloklarının (şimdiki Merit Oteli) da mimarı
olan Kemalettin Bey’in bu eseri, yeni devirde geliştirdiği neo-klasik
yapılardan biridir. 1891’de idadilere, yani liselere öğretmen yetiştirmek üzere
açılmış bir okuldur.
Çapa’ya ilk yıl iki öğrenci Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’ne, iki öğrenci Tarih Bölümü’ne, üç de Biyoloji olmak üzere yedi, ikinci
sene benzer şekilde sekiz öğrenci alındı. Orhan Okay oradan iyi derece ile
mezun olurken öğrenci sayısı 50’yi bile bulmamıştı.
Ancak Orhan Okay, Felsefe Bölümü’nde okumuştu ve
Yüksek Öğretmen Okulu her nedense bu bölüme öğrenci almıyordu. O da ister
istemez bölümünü değiştirerek, 1951 şubatında yine çok sevdiği Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’ne kaydını yaptırdı. Buraya girmek için ön şart lise mezunu
olmak gerekti. Yani meselâ lise seviyesinde olan öğretmen okulu mezunu
alınmıyordu. Onlar için iki yıllık eğitim enstitüleri vardı. Okula alınacağı
bölümle ilgili bir fakülte öğrencisi olmak gerekiyordu. Bu şartları haiz olanlar
için hem yazılı, hem de sözlü olarak bir yabancı dil, bir de kendi alanı ile
ilgili birer imtihana tâbi tutuluyordu. Orhan Okay, Fransızca’da Cevdet
Perin’in, edebiyatta Nihat Sami Banarlı ve Mehmet Kaplan’m kendi imtihanında
bulunduğunu söylüyor.
Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi, aynı zamanda
fakültenin de tam öğren-çişiydi. Yalnız diğer fakülte öğrencileri gibi öğretim
lisansı yapmazlardı. Yani fakültelerin verdiği pedagoji derslerini takip
etmezler, buna mukabil bu gibi dersleri Yüksek Öğretmen Okulu’nda okurlardı.
Tabii bu öğretimin kendi içerisinde bir takım zorlukları da bulunuyordu.
Değişik fakülte ve bölüm öğrencilerinin boş saatlerini hesap edip hepsinin
takip edebileceği ders saatleri bulmak kolay değildi. Bunun için bu derslerin
çoğu akşam saat yediden sonra geceye kadar uzardı. Bunlar o yıllarda
fakültelerde de okutulan eğitim tarihi, genel ve özel öğretim metotları gibi
derslerdi. Bugün artık öğrenciler için de, öğretmenler için de, hatta eğitim
kurumlan için de katlanılması güç bir yük olan uygulama, yani son sınıf
öğrencisinin öğretmenlik tatbikatı o yıllarda çok güzel ve zevkle beklenen bir
hadise idi. Ama burada Çapa’nm ayrı bir özelliği de vardır. Bu bina içinde
Yüksek Öğretmen Okulu, Eğitim Enstitüsü ve îlköğretmen Okulu bulunuyordu. Ayrıca
okul müdürlüğü ile bir organik bağı bulunan şimdi arka taraflarda Devlet
Kitapları binasının yerindeki ortaokul da aynı bünyenin içinde idi. Bir de
okulun dışında, fakat hemen yanında Çapa İlkokulu vardı. Bu okul îlköğretmen
Okulu’nun tatbikat okulu idi. İçerideki ortaokul, Eğitim Enstitüsü’nün;
îlköğretmen Okulu da (lise seviyesinde olduğu için) Yüksek Öğretmen Okulu’nun
tatbikat alanları idi. Böylece yalnız son yılın birkaç haftasında değil, idare
uygun gördükçe, bir öğretmen adayı her zaman uygulama dersi verebilecek imkâna
sahipti. Orhan Okay’a göre sınıf öğretmeninin ve arkadaşlarının
değerlendirmeleri ile bu dersler gerçekten başka bir önem kazanırdı.
Yüksek Öğretmen Okulu’nun bir takım cazip tarafları
vardı. Önce o yıllarda lise sayısı çok azdı. Ortaokullara eğitim enstitüsü
mezunları hoca oluyordu. Fakülte mezunlarının hocalık şansı yok denecek kadar
zayıftı. Orhan Okay felsefe tahsiline devam ettiği zaman, yakınları hocalık
yapamayacağını düşünerek ona acıyorlardı. İşte Yüksek Öğretmen Okulu’nu bunun
için tercih etti ve mecburî hizmetle öğretmenliği garanti altına almış oldu.
İstemediği halde, sırf geleceğini garanti altına almak için, ailesinin
İstanbul’da oturmasına rağmen yatılı öğrenci oldu. Tabii bu şartlar bir
İstanbulludan çok Anadolu’dan gelen bir öğrenci için aranıp da bulunamayacak
bir fırsattı.
Neden felsefe değil de, edebiyat? Bu sorunun altım
deşelediğimizde, Orhan Okay’ın küllenmiş hatıralarından şunu çıkarıyoruz:
Ortaokuldan itibaren Türk-çesi hep iyidir. Ancak lise son sınıfta edebiyata
olan ilgisinin yanında felsefe de yerini alır ve tercihini felsefeden yana
yapar. Bu tercihinde şüphesiz hocası Nurettin Topçu’nun etkisinin büyük
olduğunu söylüyor. Ancak hocasının etkisi hiçbir zaman telkin şeklinde
olmamıştır. Liseden sonra felsefe tahsili yapması da Topçu’yla doğrudan doğruya
alâkalıdır. Bir sömestr boyunca devam ettiği felsefeyi bırakıp edebiyata
geçmesinin sebebine gelince... Vefalı (kelimeyi tevriyeli olarak da
düşünebiliriz) Orhan Okay, liseyi bitirdikten sonra da zaman zaman hocası
Behice Kaplan’ı ziyaret ediyordu. Onunla beraber bir gün Karaköy Köp-rüsü’ne
kadar uzun bir yürüyüş yaptı. Mehmet Kaplan da Fransa’dan yeni dönmüştü.
Yanlarında Oktay Aslanapa da olduğu halde köprünün altında bulunan bir kahvede
epey süre'oturdular. Bu arada bir vesile ile söz, Behice Hanım’m 19 yaşındaki*
yanlarında bulunan öğrencisine geldi. Behice Hanım, Orhan Okay’m edebiyatı çok
sevdiğini, lisede en parlak talebelerinden olduğunu, ayrıca idealist bir
kişiliğe sahip bulunduğunu ifâde ettikten sonra felsefe bölümünde okuduğunu
belirtti. Kaplan, Orhan Okay’m felsefe tahsili gördüğünü öğrenince yüzünü biraz
ekşiterek, idealist falan ama istikbali karanlık, bitirince ne yapacak,
öğretmen olamayacak... gibi sözler söyler. Öğretmen olamayacağı için ona acıyanlar
listesine Mehmet Kaplan da katılır böylece. Bu arada Kaplan, Çapa Yüksek
Öğretmen Okulu’nun şubatta öğrenci alacağını söyler ve isterse müracaat
edebileceğini dile getirir. Çapa’daki okul bir süre önce kapatılmıştı ve şimdi
yeniden açılıyordu, işin garibi açılan bölümler arasında felsefe yok, tarih,
coğrafya, fen bilimleri ve bir de edebiyat vardı. O da, şahsına acıyanlar
listesini daha da kabartmamak için mecburen kendine en yakın bulduğu edebiyata
girdi.
Orta halli bir ailenin çocuğu olan Orhan Okay
gelecekte hayatını garanti altına almak için edebiyatı seçti ama, ilk gözağrısı
felsefeden de ömrü boyunca hiç kopmadı ya da kopamadı. Talebeyken fırsat
buldukça estetik derslerine de girerdi. Oktay Aslanapa’nın, M. Şevket
İpşiroğlu’nun derslerine edebiyatın yanında bu yönünün gelişmesi için devam
etti. Hatırlayabildiği kadarıyla bu derslerden birinin adı Avrupa ve Türk
Sanatları idi. Böylece felsefeden estetike, estetikten poetikaya atlaması hiç
de zor olmadı. Necip Fazıl ve Orhan Veli’nin poetikası gibi, edebiyatın daha
çok teorik tarafıyla ilgilenmesini muhtemelen onun aynı yıllardaki bu tür
aktivitesine bağlayabiliriz.
Orhan Okay’m liseden sonraki öğrenciliği yıllarında,
Yüksek Öğretmen Okulu’nda bugünün okur-yâzarlarmın da bir kısmının isimlerini
duyduğu, eserlerinden tanıdığı bir takım ünlü simalar vardır: Nihat Sami
Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Enver Naci Gökşen, Hüviyet Bekir Örs, izzet Hâmit,
Süleyman Nazif’in oğlu Sait Nazif, iyi bir eğitimci olan Vedide Baha Pars,
resim öğretmeni Haşan Kavruk, îlhami Demirci, müzik öğretmeni Ekrem Zeki Ün
(İstiklâl Marşı bestekârı Osman Zeki Bey’in oğlu) vesaire. Okul müdürü
Almanya’da tahsil görmüş ve Alman pedagoji okuluna bağlı, son derece otoriter
bir eğitimci olan Kemal Kaya idi. O yıllarda fakülte-eğitim enstitüsü çekişmesi
olduğundan üniversitedeki hocaların Çapa’da ders vermeleri düşünülmemiş. Fakat
Orhan Okay’ın mezun olduğu yıllardan sonra Mehmet Kaplan, İbrahim Kafesoğlu
gibi fakültedeki hocalar da Yüksek Öğretmen Okulu’nda ders vermeye
başlamışlardı.
Yüksek Öğretmen Okulu müdürü Kemal Kaya’nm ismi
zikredilince Orhan Okay unutamadığı bir anısını hatırlıyor: Çapa’ya zaman zaman
konferans vermeye gelen ünlü hocalar, yazarlar, şairler olurdu. Bir defa Behçet
Kemal Çağ-lar’ı çağırmışlardı. Çağlar, şairliğinden çok heyecanları ve hatta
biraz da şarlatan tarafı olan bir insandı. Konuşmasında konuyu dönüp dolaştırıp
Mehmed Akif’e ve onun Çanakkale için yazdığı parçaya getirdi. Kendine özgü bir
takım abuk-sabuk delillerle güya bu şiiri gözden düşürmeye çalıştı. O sırada
Çanakkale’de bir âbide yapma teşebbüsü ve Akif’in şiirinin orada taşa
hâkkedilmesi söz-konusu oluyordu. Behçet Kemal de, belki kendisinin yazacağı
bir şiir için her zamanki gibi spekülasyon yapıyordu. Anlatılanlardan fena
halde sıkıldım ve dışarı çıktım. İşte o anda şiddetle bir zelzele olmuştu.
Sınıfların demir vasistas pencerelerinin açılıp açılıp kapandıklarını dehşetle
gördüm. Bu, o zaman epey zayiata sebep olan meşhur Adapazarı depremi idi. Bir
de baktım, konferans salonu-nunun kapısı açılmış, o kürsülerin yiğit
hatibi.Behçet Kemal konuşmasını kesmiş, elindeki çantasını bırakmayarak bir
kaçışı vardı ki, görmeye değerdi. Mehmed Akif’in dünyasına pek de yakın
olmadığını zannettiğim okul müdürü Kemal Kaya bile dehşet içinde şöyle diyordu:
“Akif’in ruhu gazaba geldi.”
Taşrada bir İstanbullu
Renkli ve dolu dolu geçen bir eğitim ve öğretimden
sonra Orhan Okay, Yüksek Öğretmen Okulu’ntı 1955 şubatında bitirdi. O sırada
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
kıdemli hocalarından Ahmet Hamdi Tanpınar yurtdışında bulunmaktadır. Yüksek
Öğretmen Okulu’ndan parlak bir dereceyle mezun olan Orhan Okay’m Türkoloji
çevresi ile iyi bir diyalogu vardır. Mehmet Kaplan’la da öteden beri yakınlığı
bilinmektedir. Kaplan bir gün, dönemin düşünce kutbundan Nurettin Topçu’ya
yakınlığını bildiği Orhan Okay’a fakültede asistan olarak kalmak isteyip
istemediğini sorar. O da, son derece saygı duyduğu hocasına, “Biz hocalarımıza
tâbiiz!” cevabını verir. Lise son sınıfta hanımının talebesi olduğu yıllardan
beri Orhan Okay hakkındaki müsbet kanaati değişmeyen Mehmet Kaplan, daha sonra
Tanpınar’m yurtdışında bulunduğunu, böyle bir şey için onun dönmesini beklemek
gerektiğini söyler.
1950’li yılların ortalarında İstanbul diye bir
dergi çıkıyordu. Mehmet Kaplan, Âsaf Halet Çelebi, Mümtaz Turhan, Peyami Safa
hep burada yazıyorlardı. Türkoloji öğrencisi Orhan Okay’a orada bir iş düştü.
“Dergiler, yayınlar, olaylar” diye bütün bir ayın kritiğinin yapıldığı bir
köşeydi bu. İyi bir kitap okuyucusu olan Orhan Okay için bu köşe, yayın
dünyasını tanımak bakımından iyi bir fırsat oldu. Bir buçuk sene bu dergide
yazarak kalem tecrübesini oldukça geliştirdi. Dergiyi bıraktıktan sonra uzun
bir süre yazmadı. Hele üniversiteye geçtikten sonra tamamen yoğunluklu olarak
akademik çalışmalara kendisini verdiğinden aktüel yazarlığı, dergiciliği geri
planda kaldı.
Orhan Okay yine öğrenciliğinin son yıllarında Zeki
Velidî Togan’r. başkanlığını ve Fuad Sezgin’in de yardımcılığını yaptığı İslâm
Tedkikleri Enstitüsü’ne girmiş, Arapça ve Farsça’sı iyi olduğu için Sezgin’in
geniş çaplı bir çalışmasına yardım ediyordu. Fuad Sezgin, Buhârî’nin kaynakları
üzerine doktora çalışması yapmış, onu da Müslim’in kaynakları üzerine
çalıştırmak istiyordu. Orhan Okay’.daki yeteneğrkeşfeden Sezgin, “Gel seni
buraya asistan olarak alalım!” de-di’bir gün ona. O da bu teklifi memnuniyetle
kabul etti. Gazeteye ilân verildi, müracaat ettj, imtiljana'girdi ve kazandı.
Ancak kaderin cilvesine bakın ki, bitirince işim hazır, boşta kalmam endişesi
ile girdiği Yüksek Öğretmen Okulu’nun diploması buna engel oldu. Bir sömestr
devam ettiği felsefe tahsilini bırakıp, mecburî hizmet şartı ile girmişti
Yüksek Öğretmen Okulu’na. işin bürokratik işlemlerini çözmek için Ankara’ya,
Milli Eğitim’de sözü geçen Demokratik Parti milletvekili Kasım Küfrevî’nin
ayağına iki defa gitti. Sonra fazla üzerine düşmedi ve işi oluruna bıraktı.
Bazı arkadaşları bu engeli aşarak, yani muvâfakat belgesi alarak üniversitede
kalmanın yollarını bulmuşlardı ama kendisi bu işi bir türlü çözemedi.
Neye karar vereceğini bilemediği bir hengâmede Orhan
Okay’m ibresi Anadolu’yu gösterir. Ne de olsa Mükrimin Halil Yınanç, Hilmi Ziya
Ülken, Hüseyin Avni Ulaş, Remzi Oğuz Arık’la başlayan ve Ahmet Hamdi Tanpmar,
Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan’la devam eden serde Anadoluculuk vardır. Ve, ver
elini Artvin! Beklemekte olduğu öğretmenlik tayini buraya çıkmıştı. Asistanlık
işinin olmaması onu biraz üzmüştü ve hatırlayınca içinde cızz eden bir ukde
olarak kalmıştı. Doğma büyüme İstanbulluydu ve insan doğup büyüdüğü, okuduğu
memleketini kolay kolay bırakmak istemezdi. Ankara seferlerinin sonuncusunda,
muvâfakat için bakanlığa gittiğinde, o zamanki Ortaöğretim müdürü Mehmet Dobada
isimli bir zat ondan adeta özür dilercesine, “Uzak ama, ne yapacaksınız, gittiğinizde
mutlaka memnun kalacaksınız!” kabilinden tesellî edici bir şeyler söylemişti.
Müdürün tesellilerine aldırış bile etmedi. Çünkü İstanbul’da asistanlık işi
olmadıktan sonra onun için Artvin’le Aydm’m, Edime ile Diyarbakır’ın hiç farkı
yoktu. Anadolu’nun bu doğu köşesinde'yüksünmeden bir sene lise öğretmenliği
yaptı. Hayatının en güzel bir yılı olarak bakar Artvin’deki öğretmenlik
yıllarına. Artvin, her tarafından sular akan, bir yamaç üzerine serpilmiş küçük
ağaçlar arasındaki beyaz evleri ile şirin mi şirin bir şehirdi o zamanlar.
Marmara Üniversitesi eski rektörü merhum Hakkı Dursun Yıldız Artvin’den ilk
gö-zağnsı öğrencilerindendir.
İstanbul’dan vapurla üç günde Hopa’ya, sonra bir gece
kalıp ertesi gün ye-di-sekiz saatlik bir otobüs yolculuğu ile Artvin’e
gitmek... Bugünün insanının sabır ve tahammül sınırlarını zorlayan ne
sıkıntılara gönül rızasıyla katlanmak ve bundan da memnun olmak... Haftada
bir-iki gün deniz yoluyla gelen üç-dört gün önceki gazeteleri okumak...
Televizyonun değil, radyonun bile zor dinlendiği bir yerde dünya ile ilişkinizi
kesmek... Radyo dinlenemiyordu, çünkü zayıf bir hidro-elektrik santrali o
zamanki üç bin nüfuslu şehre bile yetmiyordu. Pilli radyolar henüz yoktu. Onun
yerine bir çeşit pilli demek olan ve hantal anot-ka-tod bataryalarıyla işleyen
radyolar ise herkeste bulunmuyordu. Ama bir tabiat var ki, diyor Orhan Okay,
bugünkü Artvinlilerin onu bir daha göremeyeceklerini düşünürek kahroluyorum.
Bir kaç yıl önce gittiği Artvin’in, diğer vilayetlerimizde olduğu gibi apartman
denilen medeniyet belâsı tarafından kuşatıldığını görünce, ne desem ben orada
Senfoni Pastorali mi, yoksa Pan’ı mı yaşamıştım, demekten kendini alamaz.
Bu ilk öğretmenliğinin ardından bir yılın sonunda
askerlik için Artvin’den ayrılır. Uzun bir kamyon yolculuğu ile Erzurum’a,
oradan da Ankara’ya döner. O da selefleri gibi Anadolu’yu böylece tanır ve
sever.
Askerliğinin okul dönemini Polatlı Topçu Okulu’nda
geçirdi. 1956 aralığında Merzifon Assubay Okulu’na teğmen rütbesi ile Türkçe
dersleri hocası olarak atandı. Tabii ki Anadolu’nun en mutena köşelerinden biri
olan Merzifon’u da sevdi. Vaktiyle burada bayağı muhteşem binalarıyla bir
Amerikan koleji varmış. Düşününüz, bir Osmanlı kaza merkezinde kolej! Tanzimat
sonrası Batılılaşmanın geçirdiği seyri gözönünde bulundurmak gerekirse,
üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve ibret alınması lâzım gelen bir konu. îşte
Amerikalılar ve Avrupalılar görevlerini başarıyla yerine getirdikten sonra
sözkonusu kolej çekilince, o görkemli binalar Assubay Okulu’nun olmuş. Kolejin vaktiyle
kilisesi ve çan kulesi de varmış. Ancak, mütedeyyin bir aile ortamında yetişen
Orhan Okay’m önemle belirttiğine göre adı geçen askerî okulun maalesef mescidi
yokmuş.
Orhan Okay askerliğini bitirdikten sonra öğretmenlik
tayini Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ne çıktı. Anadolu’nun bu güneydoğu
köşesinde bir buçuk yıl kaldı (1958-59). O zamanlar Diyarbakır, çok hoş evleri
olan bir suriçi şehri idi ve avlu içinde kapalı bir avlu özelliği taşıyordu.
Yani eski tarihî özelliğini koruyordu. Surun dışında da yavaş yavaş yeni şehir
kurulmaya başlamıştı. Ancak burası Artvin’i arattı ve Diyarbakır’dan memnun
kalmadı. Okul idaresinin zayıflığı yüzünden lisenin hayli problemi vardı. Bu
arada İstanbul’dan ayrıldığı günden beri hocası Kaplan’m, kulağına kar suyu
olarak kaçırdığı asistanlık meselesi zihninin bir köşesinde duruyor, aklından
hiç çıkmıyordu.
1958 yılında açılan Erzurum Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi’ne Mehmet Kaplan kurucu dekan olarak atanmıştı. Bir gün hocasından
hayatının yönünü değiştirecek bir mektup aldı. Erzurum mahreçli mektupta
Kaplan, fakülte bünyesinde bir Türkoloji bölümünün açılacağını yazıyor ve oraya
asistan olarak başvurmasını istiyordu. Kaplan’m güven verici cümlelerinden biri
de “Seni burada görmek istiyorum”du. Onun felsefeden edebiyata geçmesine sebep
olan Mehmet Kaplan, bu sefer de edebiyata asistan olarak girmesine vesile
oluyordu.
Gerekeni yaptı ve 1959 şubatında Erzurum’a gidip
imtihanlara girdi. Bir süre sonra da kazandığı haberini aldı. 1959 Ağustosunda
yine İstanbullu bir ailenin kızı olan‘Mübeçcel Hanım’la bir aylık evli olarak
Erzurum’a gitti. 31 Ağustos 1959 tarihinde işe başladı. Üniversitenin kurucu
hocaları arasında İbrahim Ka-fesöğlu, Adnan Erzi, Mustafa Akdağ, Berna Moran,
İsmail Tunalı ve Gündüz Akıncıda vardı. Orhan Okay’la aynı dönemde imtihana
girip de kazananlar arasında ilk âkla gelenlerden Mehmet Akalın, Halûk İpekten,
Orhan Türkdoğan, Şi-nasi Tekin.de bulanmaktadır.
Fransa yılları
Orhan Okay, hocalarından kendisine veraseten intikal
eden Anadoluculuk sevgisinin heyecanı ile Artvin-Merzifon-Diyarbakır üçgenini
tamamladıktan sonra üniversiteye geçti ve Erzurum’a yerleşti. Doktorasını
bitirdikten sonra da 1963 yılında “Bilgi, görgü ve ihtisas araştırma” adı
altında Fransa’nın başşehri Paris’e gitti. Bir çocuklu Okay ailesine Fransızlar
kiralık ev vermedi bir süre. Daha sonra öğrenildi ki Fransız milleti çocuklu
ailelere ev vermezmiş ve bu yüzden çoğu Fransızlar otelde kalırmış.
Yazımızın baş taraflarında bir Osmanlı mozayiğinden
bahsetmiştik. Bu mo-zayiğin önemli unsurlarından biri olan Ermeniler üzerinde
de durmuştuk. Orhan Okay’m çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Balat’ta,
diğer azınlıklarla birlikte Ermeni çocuklarla da yıllar yılı aynı mekânı
paylaştıklarını, aynı mahallede oynadıklarını ve gayet iyi anlaştıkları konusunu
da vurgulamıştık. Sözkonusu mozayik çatladıktan ve parçalandıktan sonra
Fransa’ya yerleşen Ermenileri birden yanında buldu Orhan Okay. Onların hiç
unutamayacağı yardımlarını gördü. Anlaşılan parçalanmış mozayiğin sırrı henüz
bozulmamıştı. “Fransızlar çocukluya ev vermez, köpekliye verir” diyen bir
Ermeni kadın evini Okay ailesine kiraya verir. Adı Madam Saadetyan olan bu
Ermeni Hendekli olup Türkiye’de yaşamış, sonra da Fransa’ya göçmüş dul bir
kadındır.
Fransa’ya tehcirle gitmiş Kayserili Tabibyan Efendi
adlı bir başka Ermeni-yi daha tanıdı. Güzel ud çalardı. Hele, “Gesi bağlarında
bir top gülüm var” türküsünü söylerken Okaylara gurbette olduklarını
unuttururdu. Gayrimüslim olmasına rağmen “rahmetli karım” derdi ve bu sözü bir
Ermeniden ilk defa duyan Orhan Okay hayret ederdi. Oysa bu sıfat müslümanlar
için kullanılırdı. Bu da, müslüman toplumlarla yıllarca iç içe yaşayan
azınlıkların ne kadar Osmanlılaş-tığmı gösteriyor. Ayrıca Tabibyan’ın eski yazı
bir şiir defteri de vardı. Güzel pastırma yapardı. Paris’te aynı binada
kaldıkları Erzurum’un Soğukçermik köyünden taa Fransalara kadar gitmiş bir
Ermeni daha tanıdı: Hapet. Hapet, Birinci Dünya Savaşı yıllarında 13-14
yaşlarında tehcir edilmiş, Suriye, Marsilya yoluyla Fransa’ya gitmiş, eski ekalliyetlerimizden
biridir.
Orhan Okay, Fransa’da sadece Ermenileri tanımadı
tabii. Şimdi protesör olan mimar Mehmet Çubuk, Okay ailesinin oturduğu odanın
bitişiğinde kalıyordu. Yine o yıllarda Tayyib Gökbilgin’in yeğeni İstanbul
Tarih Bölümü’nden mezun Özalp Gökbilgin de oradaydı. Sonra ilk ilahiyatçılar
geldi: Bugünün Darende İlahiyat Fakültesi dekanı Zahid Aksu, Ankara’da dinler
tarihi hocası Fahri Gökcan. Mehmet Maksudoğlu, Tunus’tan dönerken Paris’te bir
süre kaldı. Teknik Üniversitede matematik öğretim görevlisi Cengiz Aydın ve
Erdinç Tok-göz’ü de bu arada zikretmek gerekir.
Orhan Okay, Fransızca öğrenmek için gittiği Fransa’da,
Tanzimat yıllarına yakın dönemde Fransız hayatına yansıyan Türk yenileşme
hareketlerinin akisleri üzerinde çalıştı. Bir süre yabancılara Fransızca
öğreten bir okul olan Alyans Fransez’e (Fransız birliği) devam etti. Sorbon’da
yabancı dil derslerine girdi. Bunun yanında Lamartine’in Türkleri savunmasını
bir gazeteden günlerce dikte etti. Kıbrıs’ta olayların devam ettiği bir dönemde
Türkler hakkındaki tartışmalar Fransa’da ayyuka çıkmıştı. Fransa
parlamentosunda mebus plan Lamartine OsmanlIyı, dolayısıyla Türkleri tek başına
savunuyordu. Türk devleti de ona bunun karşılığı olarak Manisa taraflarında
büyük bir çiftlik vermişti.
Paris, Orhan Okay’ın dünyada sevdiği en önemli
şehirlerden biridir. Her tarafı kültür, her tarafı zevk dolu klasik bir şehir.
Bizim için İstanbul neyse, Fran-sızlar için Paris odun Aradan yıllar geçtikten
sonra 1978 yılında Paris’e birkaç aylığına yine gitmişti ama şehir büyüsünden
bir şey kaybetmemişti. Ya bizim îs-tanbulumuz öyle mi? Paris sabaha kadar
ayakta duran, uyanık bir şehir. Şehrin bütün caddeleri canlı. Paris
caddelerindeki vitrin zevki Avrupa’nın hiçbir yerinde yok, estetik zevkleri
emsalsiz. Paris’te eski Roma’dan, ortaçağ Fransa’sından kalma kütüphaneler,
müzeler mevcut. Birçok Fransız yazara has müzeler var. Orhan Okay bütün bu
gördüklerini tam 900 adet dia pozitif resimlerle ölümsüzleştirdi.
Kitaplara karşı özel bir ilgisi olan Orhan Okay,
elbette Paris sahaflarını da gezmiş ve tanımıştır. Paris’te çok büyük
kitapçıların olduğunu söylüyor. Sen nehri kıyısında eski kitap satan
bukinistler sıkça uğradığı yerlerdi. Nurettin Topçu bir gün öğrencisi Orhan
Okay’a mektup yazarak yayıncısına uğramasını ve basılmış olan eserinin
hesap-kitabmı istemişti. Ve mümkünse 20 tane de kitabından göndermesini
söylemişti. Bilindiği gibi Sorbon’da doktora yapan Topçu’nun tezi Paris’te
Fransızca olarak basılmıştı.
Bir müntehirin romanı
Beşir Fuad şiir, tiyatro, roman ve hikâye yazmadığı
için adı sanı fazla duyulmamış, çağdaşı çoğu yazarlara oranla şöhret kazanmamış
olmakla beraber, fikir ve tenkit tarihi bakımından Tanzimat döneminin en
dikkate değer simalarından biridir. Mehmet Kaplan’ın deyişiyle, bu son derece
dürüst, ateşli bir mizaca ve matematikçidir kafaya sahip olan Beşir Fuad,
fikirleriyle son çağ Türk edebiyatında bir devri kapatarak yeni bir devir
açmıştır. Orhan Okay’a göre, otuz beş seneyi geçmeyen bir ömür içinde yorulmak
bilmeyen bir çalışma ile kendisini muhitinin, ve neslinin Batı kültürünü en iyi
hazmetmiş bir ferdi olarak yetiştiren Beşir Fuad,'üç-dört seneyi ancak bulan
bir yazı hayatında yirmiye yakın kitap ve yüzlerce makale yazmak suretiyle
insan eneıjisinin kısa zamana teksif edilmiş bir örneğini vermiştir. Fakat fecî
ve manâlı bir şekilde intiharından bir müddet sonra unutulan muharririmizi
bugünkü nesil ne eseri, ne de ismiyle tanımaktadır. “Hakikatten başka hiç
bir şey güzel değildir, yalnız hakikat sevimlidir” diyen yazar, Diderot, Victor
Hügo, Emile Zola, Alphonse Daudet, Gustave Flaubert, Auguste Comte, Ludwig
Büchner, Charles Dickens gibi Batılı bilim, felsefe ve edebiyat adamlarını bize
tanıtan, eserlerini Türkçe’ye tercüme eden ilk yazardır.
Fransızca, İngilizce ve Almanca olmak üzere üç Batı dilini
iyi derecede bilen Beşir Fuad’ın bugün tanınmayışını, bir takım kutuplaşmalara
bağlar Orhan Okay. Bu kutuplaşmaya göre Beşir Fuad ya inancını kaybetmiş,
dinsiz, materyalist binaenaleyh merdud bir adamdır. Veya yine materyalizmin ve müsbet ilim zihniyetinin mübeşşiridir, dinî
taasubun yıkıcısıdır, binaenaleyh takdire layık bir insandır. Onu bu zıt
hükümler arasında bulmak güçtür, diyen Okay, o halde Beşir Fuad kimdir? diye
soruyor: Materyalist veya pozitivist midir? Natüralist midir, yoksa mutlak bir
edebiyat düşmanı mıdır? Bir âlim yahut mütefennin midir, yoksa polemist bir
şarlatan mıdır? Dinsiz ve milliyetsiz midir, yoksa laik ve vatanperver midir?
Orhan Okay, Beşir Fuad çalışmasına bütün bu soruların
cevabını bulamadığı ya da bir çırpıda ulaşabildiği kaynaklarda yeterli
materyale rastlayamadığı için girişmiştir. Kitabı okuyup bitirdiğimizde ister
istemez kafamıza takılan tüm bu soruların cevapsız kalmadığını görüyoruz.
Orhan Hoca’ya zaman zaman sorulan sorulardan biri de,
Beşir Fuad gibi inancını yitirmiş materyalist ve pozitivist bir insanı çalışma
alanı olarak niçin seçtiğidir. Bir gün Mehmet Kaplan edebiyat dersinde Sadullah
Paşa’nın Ondokuzuncu Asır kasidesini işlerken, metnin şairinin hava gazı ile
intihar ederek öldüğünü söyler. Sadullah Paşa’nın ölümü ile ondan yarım asır
sonra aynı şekilde fecî bir intiharla hayatına son veren Beşir Fuad’ın ismini
de mukayese ederek ilk defa zikreder. Beşir Fuad’ın da Sadullah Paşa gibi
intihar ettiği konusu üzerinde hocası bilhassa durur. Kaplan’ın bu görüşü herhangi
bir yerde daha yayınlanmamış, sözkonusu görüşünün yer aldığı Şiir Tahlilleri
henüz çıkmamıştır.
Bu intihar olayı, Türkoloji alanında daha sonraki
yıllarda önemli tezlere imza atan mütecessis, müdekkik Orhan Okay’ı epey
düşündürür. Bir aydının intiharı onu araştırmaya sevkeder, olayın arka-planı
üzerinde sık sık düşünmeye başlar.
Ona göre
intihar olan yerde bir problem de var demektir. İntihar, biraz daha derinde bir
takım rahatsızlıkların bulunduğunun işaretidir. Bu olay, bir
dönem felsefe tahsili gören Orhan Okay’ın zihninin bir köşesine rezerv olarak
akseder. Ve orada zamanla yavaş yavaş cevabını bulmaya çalışır. Mehmet
Kaplan’la konuyu enine boyuna konuşur. Ancak, bu ikinci sınıf Tanzimat
aydınının intihan hakkın-daki mevcut bilgileri de sınırlı bulur, anlatılanlar
kendisini tatmin etmez. Beşir Fuad ona çalışmasından önce çok marjinal, hatta
paradoksal bir insan olarak göründü. Tezini bitirdiği zaman ise bu düşüncesinde
herhangi bir değişiklik olmadı.
Hocasıyla kararlaştırdıktan sonra Beşir Fuad’ı inceleme
alanı olarak seçince konusunu sevdi ve üzerinde zevkle çalışmaya başladı.
Bulduğu her yeni bilgi, her ipucu onu heyecanlandırdı; adeta unutulmuş, tarihin
dehlizlerinde bırakılmış bir insanı derin bir kuyunun dibinden yeryüzüne
çıkarırcasına sevindirdi.
Ona göre İlmî araştırmalarda sempati-antipati olmaz.
Bu bakımdan sevdiğimiz insanı yüceltmekle sevmediğimizi yerden yere vurmak
arasında bir fark yoktur. Üzerinde çalıştığınız bir kişiyi sevmeniz, sevmemeniz
önemli değildir. Önemli olan konuyu sevmenizdir. Çiçeği burnunda genç Türkoloji
araştırmacısı Orhan Okay, Beşir Fuad konusunu sevdi ve meseleye idealist İlmî
bir zihniyetle yaklaştı. Beşir Fuad kitabı üzerine eleştirel yazılar kaleme
alan, dünya görüşü Beşir Fuad’a yakın olan eleştirmenlerin öyle yazıları oldu
ki, o zaman “iyi ki bu konuyu ben ortaya koymuşum” diye düşünmekten kendini
alamadı. Hatta Beşir Fuad hakkında hocanın en “tarafgirâne” görüşü
diyebileceğimiz şu cümlesi solcu eleştirmenler tarafından eleştiri olarak her
fırsatta dile getirilmiştir: “Son olarak onu bedbinliğe sürükleyen, buna
mukabil hayatı sevme ve bağlanma duygusu veremiyen materyalizm ve onun tabiî
bir neticesi olan dinsizliğin -bahasus dinin hayatta mühim bir fonksiyon icra
ettiği o devirde- intihara kadar götüren bir iç buhranına sebebiyet vermiş
olmasının çok mümkün olduğunu söylemeliyiz”. Bunun aksine, Yazko Felsefe
Yazıları’nda çıkan bir yazıda Okay’ın çalışmasının “nesnel” olduğunu
söyleyenler de vardır: “Felsefî düşünce açısından Okay’ın idealist bir görüşe
sahip olduğu anlaşılıyor. Beşir Fuad gibi maddeci ve poziti-vist bir kişiyi
inceleme konusu yapması çok ilginç. Oldukça nesnel bir yaklaşımla konusuna
eğildiğini de belirtmek gerek. Farklı görüşlere sahip birine karşı bu kadar
nesnel davranması, doğrusu, pek alışkın olmadığımız bir durum”. İşini
ciddiye alan ve altından yüzakı ile kalkan Orhan Okay’m bu çalışması bugüne
kadar Beşir Fuad üzerine yapılmış ilk ve son akademik çalışma olmuştur.
Orhan Okay üniversiteye adım attığı ilk yıllarda Beşir
Fuad’la adeta yattı kalktı. Öyle ki rüyalarına bile giriyordu. Bu yıllardan
birinde ilk oğlu dünyaya geldi. Oğlunun doğumundan sonra bir gün rüyasında
kulağına bir isim fısıldandı: Fuad. Bu hangi Fuad’dı? Bir kaç yıl önce Fuad
Sezgin’le birlikte çalışmıştı. Ali Fuad Başgil’i yakından takip ediyor ve bir
takım çıkışlarından dolayı ona sevgi duyuyordu. Beşir Fuad, Fuad Sezgin, Ali
Fuad Başgil... Olsun! O üçünü de sevmişti, 1,962 doğumlu olan Fuad bugün 35
yaşındadır ve Doğu Akdeniz Üniversitasi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır/
Taşranın İstanbul’u: Erzurum
Ahmet Harpdi Tanpınar, Beş Şehir’de, Erzurum’u
anlatmaya şu cümle ile başlar: “Erzurum’a üç defa, üçünde de ayn yollardan
gittim.” Orhan Okay, ho-casının bu “gittim” fiilini “geldim” şekline çevirir.
Çünkü Tanpınar “gittim” derken İstanbul’daydı; Orhan Okay da “geldim” derken,
otuz yıldan fazla yaşadığı Erzurum’da.
Orhan Okay’ın Erzurum’a ikinci girişi üç ayrı yoldan
ve üç ayrı maksatla olmuştur. İlkinde, 1956 yılında ilk hocalığının birinci
yılını, daha yeni bitirmiş, Artvin’den İstanbul’a dönerken Artvin-Tortum yolu
üzerinden geldi. Külüstür bir kamyonun şoför mahallinde geçmiş yorucu bir
yolculuktu bu. Bir gün bu şehre yerleşerek ömrünün otuz senesini burada
yaşamayı aklının ucundan bile geçirmeden. Erzurum’a ikicni gelişi ise,
Diyarbakır’da öğretmenlik yaptığı sırada, hocası Mehmet Kaplan’m yazdığı
hayatını değiştiren mektup üzerine olmuştur. 1959 şubatında, posta treni ile
Diyarbakır yolunda 3Ö saat süren bir yolculuktan sonra Erzurum’a asistanlık
imtihanı için gelmişti, Nihayet bu kadîm şehre üçüncü gelişi, asistan olarak
İstanbul treni ile ayak basışı olmuştur. 31 Ağustos 1959 günü bir akşam üzeri
mütevazi ev eşyası ile Erzurum’daydı artık. Kendisinden önce Halûk İpekten ve
Mehmet Akalın varmışlardı. Kaldıkları lojman şimdiki Örnek Otel’in bir
odasıydı. İlk üniversite binası da, bugünkü Şair Nef’î Ortaokulu’dur.
Rektörlüğü, dekanları, personel büroları, sınıfları ve hoca odaları ile bütün
bir Ziraat ve Edebiyat fakülteleri binası burası idi. Sekiz-on asistan ve
öğretim üyesi bir odada, çok defa da masasız bulunuyordu.
Orhan Okay, 1959-1994 yılları arasında tam 36 sene,
Beşir Ayvazoğlu’nun Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sından mülhem deyişle
“Erzurum’un ‘İstanbullu Hoca’sı” olarak bu şehirde çalıştı. Aşağı yukarı 25
yılı bir nesil kabul edersek, 36 yıl, bir buçuk nesil eder. Öğrencilerinin
öğrencilerini okutmuşun Öğrencilerinin çocuklarını okutmak gibi bir mürüvvete
sahip oldu mu bilmiyorum ama, son emekli olduğu üniversitedeki öğrencilerinin
yaş ortalaması 18-19 du ve hoca bunu da görebilecek yaştaydı.
Orhan Okay’a göre, her şehir gibi Erzurum’un da şehre
ve insanlara en bü- , yük özelliklerini kazandıran hiç şüphesiz coğrafyasıdır.
Batı’dan tren ve karayolu ile aracın içinde oturan yolcunun bile nefesini
tıkayan sürekli, uzun bir tırmanıştan sonra önünüze birden genişleyen Erzurum
Ovası açılır. 2000 metre yükseklikteki bu yaylayı, 1200 metre daha yükselen
Palandöken silsilesi, çetin ve haşin görünüşlü bir dekorla güneyden çevirir.
Batı yolundan gelirken, dağın geniş yamacında, adeta dağa gömülmüş ve sinmiş
gibi görünen şehir, ancak içine girince varlığını ve büyüklüğünü sezdirir.
Ovadan bakınca şehri ezmek ister zannını uyandıran Palandökenler, ancak dağın
yukarı yamaçlarına tırmandıkça Erzurum’u seyircisine gösterir. Dağlar, şehrin
hemen her noktasından görülür. Yeni yapılanma bazı şehirlerde olduğu gibi, bu
özelliği değiştirmemiştir. Bu bakımdan, hiçbir şehrimizde dağlar ve şehir
buradaki kadar içiçe değildir. Buna uzun süren kışın sertliğini de eklemek
mümkündür. Diğer taraftan rutubetsiz hava, uzun kış aylarında bile gündüzleri
güneşli, geceleri bol yıldızlı bir gökyüzünü size bağışlamıştır. Bu coğrafya,
Erzurum insanının karakterinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Çok defa zayıf
ve dik duruşlu, sert profilli, suskun tavırlı, değişmelere dirençli görünen bu
insanların güven duyduklarına açıldıkları zaman, içten hiçbir hesabı olmayan,
duru ve berrak kalplerini adeta gözlerinizle görürsünüz.
Bir şehrin anatomisini böylesine sanatkârâne bir dille
çizen Orhan Okay’ın, bu görüşlerini tamamlar nitelikte olan şu sözlerini de
buraya almak hiç de fazlalık olmasa gerektir: Kendileri gülmeksizin yaptıkları
şakalar, latifeler ve taklitlerde ben hep bu birbirine zıt gibi görünen
karakteri birleştiren hemşehrileri düşünmüşümdür: Ciddi, sert, iğneleyici,
alaycı şiirleri, hiçbir çelişki hissettirmeden veren Nefî’den, İbrahim Hakkı
Efendi’ye ve Ketencizâde Rüşdî’ye kadar bir şairler zinciri. Buna, yakın
tarihimizden, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde aynı karakteri aksettiren Hüseyin
Avni ve Calâleddin Ârif gibi birkaç ismi daha katalım. (...) Böylece,
Erzurum’da gittikçe kaybolmakta olan esnaf ve zenaat sahiplerine geçebiliriz.
Bugün, hemen tamamen derme-çatma ve şahsiyetsiz bir yapılaşmaya girmiş olan taş
mağazalar da, 1960’lara kadar ilk şekillerini korumaktaydılar. Eski kalenin
hemen dışında, güneyden kuzeye doğru hafif, bir meyille inen bu çarşı
caddesinin iki yanında, muhtemelen Abdülaziz veya Abdülhamid devrinde,
şehirdeki pek çok mimari ve yerli yapılar gibi siyah, dayanıklı Erzurum
taşlarından, tek katlı olarak veya şuurlu bir mimari form gözetilerek yapılmış
dükkânlar vardı. Yolun baş tarafında kuyumcu, kumaşçı gibi daha soylu ve temiz
dükkânlar, aşağıya doğru yerlerini bakırcı, derici, koşumcu, marancı esnafına
terketmişti. Tanpmar, ilk defa 1913’te gördüğü Erzurum’da, geleneğe göre otuz
iki esnafın bulunduğunu yazar. Görüyorum ki bunların çoğu kaybolmuş, azalmış
veya fonksiyonunu kaybetmiş. Çünkü sattıkları veya imal ettikleri nesneleri ya
kullanan kalmamış veya sanayii merkezlerinden daha ucuzu, tabii plastik vs.’den
yapılanı gelir olmuştur. 1960’lara kadar köylerden gelen ve sokaklarda gıcırtı
ile dolaşan kağnılardan; ilk gördüğüm zaman Tolstoy’un romanlarından çıkmış
zannettiğim, iki atın çektiği bir çeşit fayton-kızak olan zankalar; fenerli,
çan-çanlı, aynalı açılıp kapanan körüklü faytonlar ve bütün bu geçim kaynağının
altyapısı diyebileceğimiz öteki zenaatlar... Ahşap kısımlarını yapan
ma-rancılar, takımlarını hazırlayan koşumcular, atlar için nalbantlar, hayvan
yemi satan alaftaflar ne zaman ve nasıl kayboldular, anlayamadım. Yazın yaylaya
çıkmak yerinç' deniz kıyısı alışkanlığı başlayınca çadırcılara yapacak ne iş
kalır? Parlak ve £İaha ucuz skay, sun’i deri bavul ve çantalar daha ucuzken
saraç ne yapacak? Belediye ekmeği, hele lüks francalar, tandır-lavaş
fırıncılığıyla beraber nasıl yürür? Oltu taşının gözü kör edecek kadar dikkat
sarfettiren işçiliği kolay ve ucuz bakalite karşı nasıl direnecek? Önce fabrika
gümüşü, derken Alman gümüşü zuhur edince gümüş telkârî ustalığı ne işe
yarayacak? Büyük şehirlerde bile birçok geleneği yok eden televizyon, şimdi
resmî desteklerle son yıllarını yaşayan âşık kahvehanelerini de yok ediyor.
Gerçekten yaratıcı muhayyilelere yol açan hikâye geleneği çoktan kayboldu.
Erzurum değişiyor... Muhakkak gelişiyor da. Onun, bu değişme vetiresine 15-20
sene geç ulaşması, bana artık çok uzaklarda kalmış gibi görünen bir eski
Osmanlı şehrini yakından tanımak fırsatını verdi. Bu değişme tabii idi ve
olacaktı. Bana asıl ağır gelen, Erzurumlunun Erzurum’u terketmesi. Bu da bütün
Türkiye’ye, özellikle doğuya mahsus bir hadise. Ama, otuz yılı aşkın bir
süreden beri severek, şikâyet etmeksizin bu şehirde yaşamayı tercih edişim
bana, “Quo Vadis?” sorusuna cevap veren Hazret-i İsa’nın gururunu içten içe
yaşatıyor.
Orhan Okay, Erzurum’daki kültürel faaliyetlerin
azlığından ve yetersizliğinden de her zaman üzülerek bahseder. Kendisiyle
yapılmış konuşmalarda, çeyrek asırdan fazla geçmişi olan bir üniversitenin
bulunduğu şehirde, hiç değişmeyen seviyeleriyle mahallî gazetelerin ve birkaç
sayıda kaybolan dergilerin üzüntüsünü dile getirir hep. Bir kültür merkezi
olması gereken Erzurum’da sağlam bir kütüphanenin olmadığını belirtir. Bütün
bunları üniversitenin gelişmişliği ile çelişkili görür. Türkiye’nin en iyi
üniversitesinin, bugün yeni açılan üniversitelere öğretim üyesi ve hoca ihraç
eden bir kurumun yöre halkıyla iyi bir diyalog ku-ramayışına bir türlü akıl
erdiremez? Kültürün sadece kitap ve gazetelerden ibaret olmadığını, tiyatro,
konser, konferans, sergi gibi etkinliklerin bunu beslediğini de söyler.
Kültürün biraz da sokakta olduğunu, yollardan, caddelerden adeta aktığını, buna
mukabil taşranın da çalışmak isteyen insana zaman kazandırma, gürültüden uzak
tutma imkânları verdiğini belirtir. Fakat bunun için bile o büyük şehrin
verdiklerinin birikimine sahip olmak lâzımdır, diyerek bu konudaki görüşlerini
şöyle sürdürür: Aslında, bugünkü komünikasyon vasıtalarının getirdiği
imkânlarla bunun bir dereceye kadar telâfisi de mümkündür. Yani günlük gazete,
radyo, bilhassa televizyon gibi harikulâde bir âletin, büyük metropoliten
kültürü taşraya yayması, böylece taşrayı taşra olmaktan kurtarması
beklenebilir. Fakat maalesef bizim bu araçlarımız da, kendi kültürümüzün değil,
yabancı ve yoz bir kültürün, dejenere bir sanatın, hatta kültür ve sanatın
değil de vakti boş geçirmenin yollarını keşfetmişe benzerler. Yabancı kültürle,
aslında insan olmağa bile yabancı olan, alelade eğlencelik kültürü kastettim.
Yoksa insanoğlunun yarattığı büyük beşerî değerler hiçbir insanın vazgeçmemesi
gereken büyük sanat eserlerine de elbette yabancı kalmamak lâzımdır. Bütün bu
şartlar yerine getirilmeyince, tabiatıyla sanat, bâhusus edebiyat alanında
taşra, taşra olarak kalmaya mahkûm görünüyor
Bir devrin şahidi
Cumhuriyet Halk partisi’nin 27 yıllık tek parti
döneminden sonra 1950 yılında Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidar
olmuştur. Ancak bu tarihten önce 1946 yılında, dinî konularda daha müsâmahalı
davranmaya söz veren muhafazakâr diyebileceğimiz 50-60 milletvekili Halk
Partisi’nden meclise girmiş, halkın dinî talebleri hakkında bir takım kararlar
almıştır. Onların amacı, iktidarı DP’ye kaptırmaktansa, halkın dinî hissiyatını
okşayarak bu hususta biraz daha hoşgörülü davranarak muhalefetin elindeki
kozları almaktı. Tahsin Banguoğlu ile birlikte meclisteki milliyetçi ve
muhafazakâr milletvekillerinin başında Kasım Gülek, Şemseddin Günaltay, Şevket
Raşid Hatiboğlu gibi isimleri saymak mümkündür Çeyrek yüzyıl sonra ilkokullara
seçmeli din derslerinin konulması, ölüleri yıkayacak gassal kalmayacağı
endişesi ile on aylık İmam-Hatip kurslarının açılması, Bakanlar Kurulu
kararıyla Kur’an kurslarının faaliyetine müsâade edilmesi, yine halkın hac
ibadetini yerine getirebilmesi için hacca gitmelerine izin verilmesi, başta
Mustafa Reşit Paşa’nın olmak üzere bazı türbelerin ziyarete açılması, Ankara
Üniversitesi’ne bağlı bir ilahiyat Fakültesi’nin kurulması... gibi maddeleri bu
kararlar arasında saymak mümkündür. Bu arada bir takım dinî mecmuaların çıkmasına
da izin verildi. Bunlar arasında Ömer Rıza Doğrul’un çıkardığı Selâmet mecmuası
ile. Hakyolu, Sebilürreşad gibi dergileri saymak mümkündür. Okullarda seçmeli
olarak okutulan din dersi kitabı Çengelköy’de bulunan Afganî Tekkesi şeyhi
Nureddin Sevin ve Nureddin Artan tarafından yazılmıştır. Tahsin Banguoğhı,
ilkokullara din dersi konulmasının altında zamanın Milli Eğitim Bakam olarak
kendi imzasının bulunduğunu iftiharla söylerdi. Îmam-Hatip kurslarına ilk
açıldığı zaman yaşını başını almış insanlar devam ederdi. Amaç ölü yıkamak ve
cenaze namazı kıldırmak için adam yetiştirmekti. İstanbul Üniversitesi,
girişinin hemen üstünde bulunan eski yazının açılışı da aynı karârların bir
devamı olarak sayılabilir. Bu yazı yıllarca köşelerinde vidaları olan bir mermerle
kapatılmıştı.
Büiün bu kararlar 1946 ilâ 50 yılları arasında
alınıyor ve mevcut iktidar bunları ayaklarının altından daha büyük şeylerin
kaymasını önlemek ve ömrünü uzatmak için, -deyim yerindeye- taviz olarak
veriyor. Daha doğrusu artan taleb-lerin bir kısmını karşılamak için vermek
zorunda kalıyor. Devrin nabzını tutanlar, bunlara tek parti iktidarı için bir
taviz, halk içinse zorla koparılmış bir hak gözüylö bakmışlardır. Ancak
insanlar bunun oy uğruna yapıldığını anladığı için, Tek Parti, düş'üncesini
bugüne kadar yalnız başına iktidara
getirmemek üzere 1950 yılında muhalefeti ezici bir çoğunlukla iktidar yapar.
Demokrat Parti’yi iktidara getiren halk 400’ün
üzerinde milletvekili ile Adnan Me'nderes’e olanca kredisini açtı. Ve
Menderes’ten çok şey bekledi. Adnan Menderes seçimlerden sonra geçmişin
özlemini çekenlere ilk defa “inkılâp softaları” deyimini kullandı. Bu ifade,
eskiye sünger çekmek isteyen insanlar tarafından sahici bir hesaplaşmanın
sinyali olarak yorumlandı. Bunun yanında Adnan Menderes, zamanında bazı parti
sempatizanlarına hoş gelmeyecek icraatlara da girişir. Başını dindar ve
muhafazakâr insanların çektiği Türk Milliyetçiler Derneği kapatılır, CHP ile
birlikte “inkılâplara bağlıyız” mesajının verildiği meşhur 12 Temmuz
Beyannâmesi imzalanır, Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarılır vesaire. Millet
Partisi’nin başında bulunan Osman Bölükbaşı bütün bu olup bitenleri ele alırken
her iki partiyi de “muvazaa partileri” olarak niteler.
Bütün bu gelişmeler, değişiklikler, olup bitenleri
ilgiyle ve merakla takip eden Orhan Okay’ın ortaokul, lise ve üniversite
yıllarında meydana gelmiştir. O, yukarıda sözkonusu ettiğimiz bütün bu gelişme
ve değişmeleri görmüş ve yaşamıştır.
Orhan Okay, sessiz ve mütevazi kişiliğinin arkasında
çocukluğundan beri yaşanan kimi olumsuzluklara karşı tepkisini her zaman diri
tutmuştur. Bu muhalif yanını, bir atımlık barutu olan insanlar gibi sloganvarî
ve tezcanlılıkla hemen sergileyerek değil, yerinde ve zamanında göstermiştir.
Şüphesiz onun bu yönünü besleyen bir takım manevî dinamikleri vardır. Başka bir
yazımızda sözkonusu ettiğimiz bu dinamikleri genç yaşında diyalog kurduğu
Abdülaziz Bek-kine Hazretleri, Nurettin Topçu ve Celâl Hoca oluşturur.
Bir zincirin son halkası
Emin Işık, “Nurettin Topçu’ya Armağan”da Hocayı
anlatırken şöyle der: “İstanbul Erkek Lisesi öğretmeniydi. İmam-Hatip Okulu’na
da fazladan derse geliyordu. Fazladan geldiği dersler için ücret alması
gerekiyordu. Maaş memuru ücret bordrolarını hazırlamış ve Nurettin Bey’e
ücretlerinin hazır olduğunu hatırlatmıştı. Fakat Nurettin Bey oralı olmamıştı. Maaş memuru durumu okul müdürüne
bildirmiş. O zaman İstanbul İmam-Hatip Okulu müdürü olan rahmetli Mahir İz Bey
de hocaya niçin bordroları imzalamadığını sormuş. Hoca, “Burası din mektebi,
ben buraya ibadet için geliyorum, ibadetten para alınır mı?” demiş. Müdür, “Ne
yapıyorsun Nurettin Bey, sen devletten zengin misin? İhtiyacın yoksa sen alma
okulda bu kadar fakir talebe var. Sen bordroyu imzala, ben o parayı alır fakir
çocuklara dağıtırım” demiş. Hoca da, “Ben o imzayı attıktan sonra parayı kabul
etmiş olurum. O zaman almışım veya dağıtmışım farketmez” deyince, Mahir Bey
“Pes doğrusu!” demiş ve bu hareketinin sebebini sormuş. Nurettin Topçu da, “Din
görevi hasbî olmalıdır. Buradan yetişenler din adamı olacaklar. Ben hasbî olmalıyım ki, onlar
da hasbî olsunlar” cevabını vermiş.
“Hasbî” kelimesini Şemseddin Sâmî “karşılıksız,
ivazsız, meccânen” anlamları ile ele alıyor ve “hasbî çalışıyor, hasbî
muharebeye gidenler (gönüllü olarak)” şeklinde cümlede kullanıyor. Atalarımız
asırlardır “Ilâ-yı kelimetullah” için savaş meydanlarında çarpışmışlardır ve
tarihimiz bu anlamda hasbîliğin nice bin örnekleriyle doludur. Ancak o iklimden
uzaklaşalı beri, herşeyin kendisini Allah’tan uzaklaştırmak için seferber
olduğu günümüz insanı için bunu kavramak, geniş kalabalıklara inandırmak deveye
hendek atlatmak kadar zordur. Hasbîliğin temelinde, yapılan bir iyiliğin boşa
gittiği sanılıp denize de atılsa karşılığını görmek için acele etmeme, ecrini
Allah’a havale etme vardır. Çünkü geri planında Allah rızasının yattığı o
iyilik boşa gitmiyor. Denizin diplerinde kaybolan o iyiliği balık bilmeyebilir.
Ancak her şeye kadir olan Hâlık mutlaka biliyor. insanın hasbîliği de zaten
Hâlık’m o bilgisinden ileri gelmiyor mu?
Şüphesiz Nurettin Topçu kelimeyi tam anlamında
kullanmıştır ve öyle yaşamıştır.
Orhan Okay’ın, gençliğinde son derce etkisinde kaldığı
Rahmi Eray’ı anlattığı bir toplantıda “hasbîlik” anahtar kavramlardan biridir.
Orada şöyle demişti hoca: “Eski vokabülerimizde hasbî diye bir kelime vardı.
Karşılık beklemeden gösterilen sevgi için, hizmet için kullanılırdı. O kavram,
kelimesi ve medlulüyle, yani delâlet ettiği, ifade ettiği manâ ile hayatımızdan
çekilip gitti. Ben hayatımda hasbî olmanın ilk örneğini Rahmi Ağabey’de buldum.
Galiba son örneği de o idi.”
Gerçekten de, “aramızdan ifade ettiği mâna ile çekilip
giden” hasbîlik ne idi? Bugünkü kuşağın hemen hemen hiç tanımadığı Rahmi
Eray’la beraber mi gitmişti hasbîlik? Bu soruyu cevaplamak için önce Rahmi
Eray’ı tanımamız gerek:
1918 Maraş doğumlu. İlk ve orta tahsilini Elbistan ve
Maraş’ta tamamladı. 1937’de Adana Fen Lisesi’ni bitirdi. Bir yıl sonra İstanbul
Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Fakültenin üçüncü sınıfında yakalandığı bir
damar hastalığı onu yatağa bağladı ve ömrü boyunca bu illetin pençesinden
kurtulamadı. 1958 yılında öldü. Arkadaşları arasında “Rahmi Ağabey” diye anılan
Rahmi Eray, amansız hastalığın kendisini yatağa çivilediği yıllarda her alanda
bol bol okuyarak kendisini yetiştirmiş seçkin bir kişidir. Keskin zekâsının,
muhakeme gücünün ve olayları algılama yeteneğinin kendisine bahşettiği bu
seçkinlik, arkadaşları arasında onu “ağabey” konumuna yükseltmiştir.
Kişiliğinin en bariz tarafı tevazu, samimiyet, hasbîlik, fikre ve varlığa
hürmet, olayları tahlil ederken kendine has anlatış biçimi ve üslûbu idi. Bu
üstün hasletlerinden dolayı çevresindekilerin dikkatini üzerinde toplamış ve
konuştuğu zaman kendisini dinleten mümeyyiz biri olmuşttmBunda, tanınmış ve
varlıklı bir ailenin çocuğu olarak taşradan kalkıp İstanbul’a gelmesinin ve
burada yeni yeni arkadaş çevresi edinmesinin payı büyüktür.^
Orhan Okay’a*göre, adeta bir ağlama duvarı, bir günah
çıkarma zaviyesi haline gelen Rahmi Eray’ın evi bir tekke gibiydi. Kapısı
sanatseverlere günün her saatinde-açıktıJBu'yönüyle kendi dönemindeki müslüman
okur-yazarlar üzerindeki ağırlığı, 1960-70’li yıllarda Fethi Gemuhluoğlu’nun
müslüman aydınlar üzerindeki .etkinliğine benzetilebilir. Günün ve gecenin
belirsiz zamanlarında dertlerine ortak arayanların, sadece sohbet etmek için evine
uğrayanların haddi hesabı yoktu. Arkadaşlarının sıkıntısına ortak olur, onların
dertleriyle dertlenir-di. Onları kendi onulmaz derdinin önüne alırdı. Kendi
ıstırabına kimseyi ortak etmeyen bilge bir kişiliği vardı. Bir işçinin geçim
sıkıntısı, taşradan İstanbul’a kalkıp gelen bir talebenin yurt meselesi, bir
tanıdığı esnafın dükkân açması, bir hastanın tedavisi mutlaka onun ilgi alanına
girerdi. Hepsini incitmemeye özen göstererek bıkmadan güler yüzle karşılar,
dinler ve gücü yettiğince bir çözüm yolu mutlaka bulurdu. Kader, irade, isyan,
itaat gibi karmaşık meseleler onun uzlaştırıcı sözleriyle çözülürdü. Nurettin
Topçu’ya göre de manevî bir lider, bir mürşid olarak etrafını çeviren
gençlerden mürekkeb halkaya devamlı ve sistemli bir akl-ı selim, sabır ve
karakter aşısı yapardı Rahmi Eray. Onlara ruha hürmeti, zalim ihtiraslara
isyanı öğretti. İnsanlığımızın dost düşman saflarını, akl-ı selimle kör nefsin
karşılaşması şeklinde düzenledi. Asıl zalim düşmanın içimizde nefis halinde
saklı duran canavar olduğunu tanıttı. Şiddetlere itidal, kindarlara insaf
tavsiye etti. Yalnızlığını kendine mürşid yapabilen Rahmi Eray, etrafındakilere
sorumluluğun ilmihâlini öğretti.
Nurettin Topçu ve Rahmi Eray’ın Orhan Okay üzerinde
kalıcı ve büyük bir etkisi görülür. Hatta denebilir ki, onun manevî
dinamiklerinden üç isimden ikisi mutaka Topçu ve Eray’dır.
Orhan Okay hocanın talebesi olanlar, onu yakından
tanıyanlar, mesai beraberliği bulunanlar, yukarıdan beri sözkonusu ettiğimiz
tılsımlı kavramın az önce isimlerini zikrettiğimiz hocalarından kendisine
tevârüs ettiğini mutlaka görmüşlerdir. Onun öğrencilerinden azami ilgiyi
esirgememesi, yüzünden eksik etmediği tebessümü, bir karakter âbidesi olarak
çevresine karşı yakın ilgisi bunun bir ipucu sayılabilir. Bununla beraber
kendisinden ders almak zorunda olanlar bir yana, öğrencisi olmadığı halde
çalışmalarına yön vermek isteyen niceleriyle saatlerce ilgilenip onlara kendi
kütüphanesinden kitaplar, tuğla kalınlığında tezler getirip yardımcı olması
hasbîliğin henüz kaybolmadığını bize gösteriyor. Emekli olduğu bölümde bir
kütüphane kurmak için herkesten fazla çaba harcayıp, bunun için maddî ve manevî
olarak herkesten daha çok önayak olmasını başka bir kelime ile izah etmek
zordur. Onun bu hasletlerini şüphesiz, Necmeddin Türi-nay’dan Yılmaz Taşçıoğlu,
İsmail Toluay ve Melih Çilingir’e; Nazan Bekiroğ-lu’ndan Nezahat Atabey,
Firdevs Temizel ve Deniz Serbest’e kadar yetiştirdiği, dersine girdiği binlerce
öğrencisi daha iyi takdir eder.
Rahmi Eray ben doğmadan 4 yıl önce dünyadan ayrılmış.
Nurettin Topçu öldüğünde Maraş’ta henüz ortaokul öğrencisiydim. Yıllar yılı
Osmanlı Arşi-vi’nde eski belgelerle haşir-neşir olduktan sonra, 1993’ten beri
çalışmaya başladığım Sakarya Üniversitesi’ndekj ilk yıllarımda, hocalığının
sonlarında Orhan Hoca’yı bir nebze olsun tanıdığımı söyleyebilirim. Nasıl
bilirsin? diye soracak olursanız, ona da büyük Divan şairi Bâkî’nin bir beyti
ile cevap verebilirim:
Seni Yûsufla güzellikte sorarlarsa bana
Yûsuf’u görmedim amma seni ra’nâ bilirim.
-
ORHÂN OKAY’LA ÎLGİLÎ KISA BİLGİLER
Adres: Krizantem 26, 80620 Levend/îstanbul
Tlf: 0-212-280 91 75
Doğum Yeri ve Tarihi: İstanbul 26.01.1931
Akademik Ünvanlar
·
A) Profesörlük:
1988
·
B) Doçentlik:
1975
·
C) Doktora: 1963
Öğrenim durumu
·
A) Yüksek
Öğrenim: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü
1955
İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü 1955 Sertifikalar: Türk Dili, Türk Edebiyatı, Arap Dili ve
Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı
·
B) Ortaöğrenim:
İstanbul Vefa Lisesi 1950
İstanbul Edirnekapı Ortaokulu 1947
·
C) ilk Öğrenim:
İstanbul 17. ilkokul 1943
Akademik tezler:
·
A) Profesörlük:
Necip Fazıl Kısakürek
·
B) Doçentlik:
Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi
·
C) Doktora: İlk
Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuad
·
D) Bitirme Tezi:
Abdülhak Hamid’in Eserlerinde Muhayyilenin Tezahür şekilleri
Yurtdışı akademik çalışmalar
1963-1965 Paris; 1978 Paris
Yabancı dil: Fransızca
Çalıştığı yerler: 1955-1956 Artvin Lisesi Edebiyat
Öğretmeni
1957 Merzifon Assubay Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
·
1958- 59
Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi Edebiyat Öğretmeni
·
1959- 1967
Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı
Asistanı
1967-1975 Yeni Türk Edebiyatı Öğretim Görevlisi
1975-1988 Yeni Türk Edebiyatı Doçenti
(1978-1979 Elağız Fırat Üniversitesi Misafir Öğretim
Üyesi)
(Değişik yıllarda Erzurum Eğitim Enstitüsü, Erzurum
Yüksek İslam Enstitüsü ve
Erzurum İlahiyat Fakültesi’nde ek görevler)
1988-1994 Yeni Türk Edebiyatı Profesörü
1994-1996 Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Profesörü
İlmi ve mesleki kuruluşlarda üyelik
·
* Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü
·
* Türk Dil Kurumu
·
* Türkiye
Yazarlar Birliği
·
* İLESAM (İlim ve
Sanat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği)
·
* Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi
·
* Merkez
Redaksiyon Kurulu
Ödüller
Türkiye Milli Kültür Vakfı inceleme Ödülü 1976
Türkiye Yazarlar Birliği Araştırma Ödülü 1991
Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Kültür Adamı 1996
M.
ORHAN OKAY BİBLİYOGRAFYASI
DR. ERDOĞAN ERBAY
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi
·
A. KİTAPLAR
·
1. Sanat ve
Hayat, Milliyetçiler Derneği 1956, 35 s.
·
2. Beşir Fuad-tlk
Türk Pozitivist ve Natü-ralisti, Hareket Yay., İst. 1969, 243 s.
·
3. Abdülhak
Hamid’in Romantizmi, Atatürk Üniv. Basımevi, Erz. 1971, 58 s.
·
4. Batı
Medeniyeti Karşısında Ahmed Mid-hat Efendi, 1. Baskı:
Atatürk Üniv. Basımevi, 1975, XV+431 s.; 2. Baskı: Milli Eğitim Basımevi, İst.
1989, 12+424 s.
·
5. Şeyh Galib,
Hüsn ü Aşk (Hüseyin Ayan’la) 1. Baskı: Dergâh' Yay., İst. 1975,47+352 s.;
2. Baskı: Dergâh Yay., İst. 1992,47+352+104 s.
·
6. Necip Fazıl
Kısakürek, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ank. 1987, VI-II+149 s.
·
7. Mehmed
Akif- Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yay., Ank. 1989,143 s.
·
8. Sanat ve
Edebiyat Yazıları, Dergâh Yay., İst. 1990, 234 s.
·
9. Safahat (Mustafa İsenTe), Diyanet İşleri Baş. Yay., Ank. 1990, LXIV+504 s.
·
10. Edebiyat ve
Kültür Dünyamızdan- Ma-kaleler-Denemeler-Sohbetler, Akçağ Yay., Ank. 1991, 355 s.
·
B. DERS VE KİTAP
NOTLARI
·
1. Lise Sınıflan
İçin Edebiyat (Kredili Sisteme göre-Bir heyetle beraber)
·
2. Şiir Sanatı
Dersleri
·
3. Cumhuriyet
Devri Hikâye ve Romanı
·
4. Meşrutiyet
Sonrası Türk Edebiyatı
·
5. Servet-i Fünun
Şiiri
·
6. Tanzimat
Edebiyatı
·
C. KISACA
KİTAPLARI
·
1. Sanat ve
Hayat, Milliyetçiler Derneği, 1956, 35 s.
·
2. Beşir Fuad-ilk
Türk Pozitivist ve Natü-ralisti, Hareket Yay., ist. 1969, 243 s.
Beşir Fuad, edebi türlere, -hikâye, roman, şiir ve
tiyatro gibi- ilgi göstermediği için, Türk edebiyatında fazla dikkate
alınmamıştır. Ama o, romantizmin tesiri altındaki bir edebiyatın, realizme
geçişine, yazıp söyledikleri ile yol gösteren bir şahsiyettir.
M. Orhan Okay, Beşir Fuad adlı eseri ile, hem
Beşir Fuad, hem de Türk edebiyatının Tanzimat’tan sonraki serüvenine ışık
tutmuştur. Eser, 34 sayfalık geniş bir giriş, üç esas bölümden müteşekkildir.
Giriş bölümünde 19. asırda Türkiye’de İlmî ve edebî faaliyeti anlatan yazar,
eserin birinci bölümünde Beşir Fuad’ın hayatım, ikinci bölümde Beşir Fuad’ın
eserlerini, üçüncü bölümde de Beşir Fu-ad’m tesirleri’ni işlemiştir. Netice
kısmında ise, Beşir Fuad hakkındaki umumî kanaatlerini dikkatlere sunmuştur.
·
3. Abdülhak
Hâmid’in Romantizmi, Atatürk Üniv. Basımevi, Erz. 1971, 58 s.
Eser, beş ana bölüm ve bir netice’den müteşekkildir.
Abdülhak Hâmid’in romantizmini, doğu-batı kültürü çerçevesinde ele alan yazar,
kitabın birinci bölümünde “Tabiatın İdrâk ve Tefsiri”, ikinci bölümde “Objesiz
Tahayyül”, üçüncü bölümde “Muhayyilenin Patolojik Tezahürleri”, dördüncü
bölümde “Rüyâlar”, beşinci bölümde “Muhayyilenin Zaman ve Mekân Mefhumlarını
Aşması” meselesini işlemiştir. Netice kısmında ise, Abdülhak Hâmid’in
muhayyilesini besleyen kültür ve kaynaklan ortaya konulmuştur.
·
4. Batı
Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Milli Eğitim
Basımevi, İst. 1989, 12+424 s.
Eser, “Ahmed Midhat Efendi’nin Batıyı Tanıması”nı
anlatan “Giriş” kısmı ile yedi bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde
Ahmed Midhat Efendi’nin “Doğu ve Batı Medeniyeti Hak-kındaki Umumi Görüşleri”,
ikinci bölümde “İlim ve Teknik”, üçüncü bölümde “Yaşayış Tarzı”, dördüncü
bölümde “Kadın ve Aile”, beşinci bölümde “Din, Felsefe ve Ahlâk”, altıncı
bölümde “Kültür, Güzel San’atlar ve Edebiyat”, yedinci bölümde “Roman ve
Tiyatrolarındaki Tipler” ele alınmıştır.
·
5. Şeyh Galib,
Hüsn ü Aşk (Hüseyin AyanTa), Dergâh Yay., İst. 1992, 47+352+104 s.
Kitabın baş tarafında, M. Kaya Bilge-gil’in “Hüsn ü
Aşk’a Dâir” adlı uzunca bir değerlendirmesi vardır. Daha sonra, Hüsn ü Aşk’ın
günümüz Türkçesi ile yazılmış aslı ile, beyitlerin anlamları dipnot tarzında
sayfanın altına nesir halinde konulmuş, kitabın üçüncü ve son bölümü ise Hüsn ü
Aşk’ın Arap alfabesiyle verilmiş asıl metne ayrılmıştır.
·
6. Necip Fazıl
Kısakürek, Kültür ve Turizm Bak.Yay., Ank. 1987, VIII+149 s.
Orhan Okay, kitabın birinci bölümünde Necip Fazıl’ın “Resmî Biyografisi”,
İkincisinde “Yayın ve Sanat Hayatı”, üçüncüsünde “Eserleri”, dördüncüsünde
“Dergiciliği”, beşincisinde “Şiirleri ve Şiir Sanatı”, akıncısında “Tiyatrosu”,
yedincisinde “Hikâye ve Romanla-rı”nı ele almıştır. Bibliyografyadan sonra
Necip Fazıl’ın şiir, tiyatro, hikâye ve makalelerinden seçmeler verilmiştir.
·
7. Mehmed
Âkif-Bir Karakter Heykeli ’nin Anatomisi, Akçağ Yay., Ank. 1989, 143 s.
Orhan Okay, eserin ilk bölümünde “Mehmed Akif’in Resmî
Biyografi-si”ni ele almıştır. İkinci bölümde Mehmed Akif’in “Karakteri” üçüncü
bölümde “Tarihî ve Siyasî Şahsiyeti”, dördüncü bölümde “Edebî Hayatı ve Sanatı”
işlenmiştir. Beşinci bölümde Safahat bütün bölümleriyle tahlile tabi
tutulmuştur. Altıncı bölümde Akif’in “Cemiyet Meseleleri Karşısında”ki tavrı
ele alınmış, yedinci bölümde Mehmed Akif’in “İslâm ideali” üzerinde durulmuş,
sekizinci bölümde “Kader ve İrade Meseleleri Karşısında Mehmed Akif” ele
alınmıştır. Dokuzuncu bölümde “Destan ve Hamaset Şairi Akif’ dikkatlere
sunulurken, onuncu bölümde “Dinî Lirizim Yahut Duânın Şiiri” mevzuü üzçrinde
durulmuştur.
·
8. Sanat ve-
Edebiyat Yazılan, Dergâh Yay., İst. 1990,234 s.
Orhan Okay’ın bu «eseri, iki bölümden müteşekkildir.
Birinci bölüm “Estetik-Güzel Sanatlar ve Edebiyat”, ikinci bölüm “Eski ve Yeni
Edebiyatımız Üzerine incelemeler” adını taşımaktadır. Birinci bölümdeki
yazılar, hemen hemen her zaman münakaşası yapılan edebiyatımızın batılılaşması,
millî edebiyat gibi konulara ayrılmıştır, ikinci bölümde ise Yunus Emre’den
Peyami Safa’ya kadar, şahısların ve o şahıslara ait eserlerin ele alındığı
yazılar ağırlıktadır.
·
9. Safahat (Mustafa îsen’le), Diyanet işleri Baş. Yay., Ank. 1990, CIX+ 504 s.
Bu eserde daha çok dikkat çeken, eserin başına konulan
Orhan Okay’ın incelemesidir. incelemede, Mehmed Akif’in resmî hal tercemesiyle
birlikte Safahat, Safahat’ tâki şiirler ve Mehmed Akif’in bazı
meselelere bakış açısı değerlendirilmektedir.
·
10. Edebiyat ve
Kültür Dünyamızdan -Ma-kaleler-Denemeler-Sohbetler, Akçağ Yay., Ank. 1991, 355 s.
Eser, yazıların karakterine göre muhtelif bölümler
halinde tanzim edilmiştir.
·
7. sayfadan 74.
sayfaya kadar olan kısımda kültür, medeniyet, gençliğin çeşitli meseleleri, dil
ve edebiyat gibi konulara üzerinde durulmuştur. 75 sayfada “Edebiyatçılar”
başlığı ile tanzim edilen bölümde, Namık Kemâl eser ve fikirleri etrafında genişçe
ele alınırken, Mehmed Akif, Necip Fazıl, Kemalettin Kamu, Ahmed Hamdi Tanpınar
ve Mehmet Kaplan ele alınmıştır. Bu kısım 212. sayfaya kadar devam etmektedir.
212. sayfadan itibaren “Nekroloji” bölümü başlamaktadır. Bu bölümde Nurettin
Topçu, Kaya Bilgegil, Necip Fazıl, Erol Güngör, Mehmet Çavuşoğlu gibi son
devrin ilim ve fikir adamlarına dair Orhan Okay’ın intihalarını ihtiva edeh
yazılar sıralanmıştır. 242. sayfadan itibaren “Soruşturma-Sohbet-Anket” kısmı
başlamaktadır. Eserin bu bölümünde kültür ve edebiyatımızda millî kaynaklara
yönelmeden, edebiyatımızın teorik meselelerini, yeni Türk Ede-biyatı’ndan Necip
FazılTa ilgili birçok konuda sohbetler, soruşturmalar ve anketler söz
konusudur.
·
D. MAKALELER
·
1. ifadenin Masuniyeti, Türk Sanatı mec., N.7, Nisan 1953 s.5.
·
2. Dergiler-Yaymlar-Olaylar: Georges Du-hammel/Dergiler, İstanbul mec.,
N.7, Mayıs 1954, s. 48-50.
·
3. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Remzi Oğuz /Şair Bolluğu/Gurbet/Batıya Doğru ve
Düşünen Aydın/Gelenekler, İstanbul mec., N. 8, Haziran 1954, s. 48-50.
·
4. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Sait Faik/ Türk Dili Nasıl Zenginleşir?
/Yeşilır-mak/ Türk Sanatı/ Tür Folklor Araştırmaları/ izlerimiz, İstanbul
mec., N. 9, Temmuz 1954, s .48-50.
·
5.
Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Erzurum Bilmeceleri/Yazı Dilimiz/ Sanatta Realizm
/Steinbeck/Sanat ve Cemiyet/ Dergiler, İstanbul mec., N. 10, Ağustos
1954, s. 49-50.
·
6. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Tek Adam/ Türk Sanatı/ Tarihi Mevlid/ Yine
Gelenekler/ Hikâye/Şiir/Yine Sanatın Ne için Olduğu ve Batılı Olmak Dâvaları/
Dil Kurultayı, İstanbul mec., N. 11, Eylül 1954, s. 48-50.
·
7.
Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Collet-te/Modern Sanatların Kaderi / Dile Mü-dahele/
Divan Edebiyatı / Tek Taraflı Garpçılık / Tevfik Fikret / Neside Konuşur
Gibilik, İstanbul mec., N.12, Ekim 1954, s. 48-50.
·
8. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Tamamlanan Bir Lügat/ Konuşma Dili-Yazı Dili/
Şiir/ Anadoluda Sanat Dergileri/ Sanat Dergilerinde Başka Mevzular/ İstanbul, İstanbul
mec., N. 13, Kasım 1954, s. 48-50.
·
9. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Türk Yurdu/ Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri/
Halledilen Bir Maarif Davası/ imla Kılavuzu/ Şiir/ Şafaklar Dolusu, İstanbul
mec., N. 14, Aralık 1954, s. 47-49.
·
10. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Romantik Milliyetçilik/ Milli Sanat/ Türkçe’de
(Ayın) Yoktur, İstanbul mec., N. 1, Ocak 1955, s. 49-50.
·
11. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Mevlânâ, İstanbul mec., N. 2, Şubat
1955, s. 48-50.
·
12. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Manevi Terbiye Meselesi/ Sonsuzluk Kervanı/
Röportaj/ Yüz Kızartan/ Yeni Dergiler/ Saadet Şiirleri Antolojisi, İstanbul
mec., N. 3, Mart 1955, s. 49-50.
·
13. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Şiir Kitap-ları/Claudel, İstanbul mec.,
N. 4, Nisan 1955, s. 48-50.
·
14. Dergiler-Yayınlar-Olaylar: Remzi Oğuz/ istiklâl Marşı/ Sahne
Işıkları/ Hisarın Altıncı Yılı/ Edebiyatçı Bollu-ğu/Yeni Erciyes, İstanbul
mec., N. 5, Mayıs 1955, s. 48-50.
·
15. ZiyaGökalp ve Türk Dili, Kümbet mec.(Erz.), N. 4, Temmuz 1965, s.
4-14.
·
16. Niçin Komünist Oluyorlar?, Hürsöz Gazetesi (Erz.), N. 2986, 3-4
Kasım 1965, s. 1.
·
17. Nesillerin Ruhu, Hareket mec., N. 3, Mart 1966, s. 7-8.
·
18. Komünizmin Millisi Olur mu?, Aziziye Postası (Erz), 22 Mart, 15
Nisan 1966.
·
19. Georges Duhammel, Kitaplar ve Yaşamamızın Reçeteleri (trc.), Hareket
mec., N. 9, Eylül 1966, s .20-21.
·
20. Mehmet Akif’e Dair..., Mehmet Akif, Erzurum 1967, s.8.
·
21. Georges Duhammel, Zihin Çalışkanlığı Tembelliği (trc), Hareket mec.,
N-14, Şubat 1967, s. 12-13.
·
22. Georges Duhammel, Düşünmek ve Seçmek (trc.), Hareket mec., N. 16,
Nisan 1967, s. 9-10.
·
23. Georges Duhammel, Sözle Müziğin Karışıklığı (trc), Hareket mec., N.
17, Mayıs 1967, s. 12-13.
·
24. Dergilere Dair Sohbet, Kümbet mec. (Erz.), N. 1, Haziran 1967, s.
2,16.
·
25. Georges Duhammel, Söz Sanatı ve Sinema (trc), Hareket mec., N. 21,
Eylül
·
1967, s. 9-10.
·
26. Kitaplara Dair ve Nesillerin Ruhu, Yeni Kitaplar mec., N. 1, Aralık
1967.
·
27. Köle Bacası’na Dair/ Dr. S. F. Kâhya-oğlu imzasıyla, Yeni Kitaplar
meçi, N. 1, Aralık 1967, s. 6.
·
28. Asım’ın Nesli, Kümbet mec. (Erz.), N. 3, Mart 1968, s. 2-3.
·
29. 19. Asırda Türkiye’de İlmî ve Edebî Faaliyet, Hareket mec., N. 34,
Ekim
·
1968, s. 15-22.
·
30. Türk Şiirinde içtimai Meseleler/ Dr. S.
F. Kâhyaoğlıi. imzasıyla, Hareket mec., N..41,
Mayıs 1969, s. 16-23.
·
31. îbrahim*Hakkı ve^Marifetnâmeye Da-df/Dr. S. F. Kâhyaoğlu imzasıyla, Hareket
mec., N. 42, Haziran 1969, s. 16-23.
·
32. İbrahim Hakla, Hareket mec., N..'42, Haziran
1969, s. 22-24.
·
33. Edebiyat Fakültesi, Atatürk Üniversitesi Araştırma ve Haber Bülteni,
N. 4, Temmuz 1975, s. 1-6.
·
34. Nurettin Topçu, Bir idealistin Ölümü, Hareket mec., N. 112, Ocak
1976, s. 42-47.
·
35. Abdullah Cevdet, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.l, s.
11-12, İst. 1977.
·
36. Ahmet Haşim, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.l, s. 62-65,
İst. 1977.
·
37. Beşir Fuad, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.l, s. 408-409,
İst. 1977.
·
38. Ahmed Midhad Efendi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 1, s.
68-70, İst. 1977.
·
39. Ahmed Haşim’in Şiirlerinin Sembolizm Açısından Yorumu, Türk Dili ve
Edebiyatı mec., C. 22, İst. 1977, s. 191-203.
·
40. Gençliğimizin Meseleleri, Yağmur mec. (Erz.), N. 1, Nisan 1977, s.
12-14.
·
41. Türkiye Millî Kültür Vakfı Edebiyat Ödülünü Kazanan Doç. Dr. Orhan OkayTa
Bir Konuşma: Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Bayrak gaz.,
Haziran 1977, s. 8.
·
42. Edebiyatımızın Dev Şairi: Yunus Emre, Yeni Aziziye mec., N. 1,
1979, s. 7-9.
·
43. Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir isim: Ahmed Midhat
Efendi, Birinci Türkoloji Kongresi-Tebliğler, Kervan Yay., İst. 1980, 599 s.
(Teb. s. 169-176).
·
44. Necip Fazıl’m Şiiri-1, Burak mec. (Burdur), N.3-4, Ocak-Şubat 1980,
s. 7-12.
·
45. Necip Fazıl’m Şiiri- II, Burak mec. (Burdur), N.5, Mart 1980, s.
5-12.
·
46. iktisatta Millî Düşünceye Doğru-Ilk Görüşlerin 100. Yılı, Türk Kültürü
mec., N. 207-208, Ocak-Şubat 1980, s. 8-34.
·
47. Kaybolan Nüanslar, Tercüman gaz., 19 Şubat 1980, s. 9.
·
48. Sanat ve Edebiyata Dair- I: Estetik ve Güzel Sanatlar, Hareket mec.,
N. 11 -12, Ocak-Şubat 1980, s. 26-29.
·
49. imlâmız, Tercüman gaz., 20 Mart 1980, s. 9,
·
50. imlâmız: Yabancı Özel isimlerin Yazılışı, Tercüman gaz., 26 Mart
1980, s. 9.
·
51. Sanat ve Edebiyata Dair- II: Edebiyatın Üstünlüğü, Hareket mec.,
N.13, Mart 1980, s. 28-31.
·
52. imlâmız: Batı Dillerinden Gelen Özel isimler, Tercüman gaz., 3
Nisan 1980, s. 9.
·
53. imlâmız: Fonetik imlâ mı?, Tercüman gaz., 4 Nisan 1980, s. 9.
·
54. Sanat ve Edebiyata Dair- III: Edebiyatın Gücü, Hareket mec., N. 14,
Nisan 1980, s. 31-35.
·
55. Sanat ve
Edebiyata Dair-IV: Edebiyatın Za’fı, Hareket mec., N. 15, Mayıs 1980,
s.22-27,
·
56. T.D.K.’nun Açmazı, Tercüman gaz., 28 Kasım 1980, s.2.
·
57. T.D.K.’nun
Hizmetleri, Tercüman gaz., 13 Ocak 1981, s.2.
·
58. İhtilâl, İnkılâp ve Devrim’e Dair, Tercüman gaz., 14 Ocak 1981,
s.2.
·
59. Bazı Uydurma
Kelimelerin Akıbeti, Tercüman gaz., 25 Ocak 1981, s.2.
·
60. Yeni Bir Siyasî Argo, Tercüman gaz., 27 Ocak 1981, s.2.
·
61. Yeni Uydurma Kelimelerde Mâna Sapmalarına Dair, Tercüman gaz., 28
Ocak 1981, s. 2.
·
62. Necip Fazıl Kısakürek, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.V,
s.329-333, İst. 1982.
·
63. Milli Edebiyata Dair, Yönelişler mec., N. 11-12, Şubat 1982,
s.25-28.
·
64. Bitmeyen Kavga: Eski-Yeni, Dergâh mec., N. 1, Mart 1982, s. 12-13.
·
65. Islâmi Edebiyat ve Sanat, Suffe Kültür ve Sanat Yıllığı, 1983, s.
324-327.
·
66. Bâki’nin Kanunî Mersiyesine Dair, Şükrü Elçin Armağanı, Ahk. 1983,
Hacettepe Edebiyat Fakültesi Yay., s.235-240.
·
67. Mektup, Yönelişler nıec., N.21, Mart 1983,s.26-29.
·
68. Fikret-Âkif Taraftarlığı Meselesine Bir Bakış, Kültür ve Sanat mec.,
(Kayseri), N. 27, Haziran 1983, s.2-4.
·
69. Şairin Karnındaki Mâ’ na, Yönelişler mec., N. 23-24, Mayıs-Haziran
1983, s. 42-45.
·
70. Mehmet Akif’in İçtimaî Bir Şiirinin incelenmesi, Kültür ve Sanat
mec., (Kayseri), N. 27, Haziran 1983, s. 2-4.
·
71. Necip Fazıl Kısakürek/Poetikası ve Şiiri- I: Poetikaya Kadar, Yönelişler
mec., N. 25, Temmuz 1983, s. 18-19.
·
72. Birkaç Hatıra...Birkaç Intibâ..., Türk Edebiyatı mec., N. 117,
Temmuz 1983, s. 18-19.
·
73. Necip Fazıl Kısakürek ve Dergileri-I: Ağaç, Kültür ve Sanat mec.,
N. 28-29, Temmuz-Ağustos 1983, s. 19-20.
·
74. Üniversitelerde Dil Eğitimi, Türk Edebiyatı mec., N.
118, Ağustos 1983, s. 52-53.
·
75. Mehmed
Âkîf’in Bazı Şiirlerinde Şe-kiI-Muhteva Münasebetleri, Mehmet Kaplan’a
Armağan, İst. 1984, s.211-220.
·
76. (Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Şiiri), Suffe Kültür ve Sanat Yılığı,
1984, s. 162-186.
·
77. Şahıs Zamirlerinin Yüklendiği Mânalar ve Yahya Kemâl’in Şiirleri, Doğumunun
100. Yılında Yahya Kemâl Be-yatlı, İst. 1984, s. 114-128.
·
78. Ahmed Hamdi Tanpınar ve Rüyalar Hikâyesi, Milli Kültür mec., N. 44,
Mart 1984, s. 53-58.
·
79. VI. Millî Türkoloji Kongresi’nden Bir Tebliğin Özeti: Necip Fazıl’ın
Şiirlerinin Poetika Açısından Tekevvünü, Türk Edebiyatı mec., N. 133,
Kasım 1984, s. 29-30.
·
80. Naci Elmalı, (Takriz), Erzurumlu Ke-tencizade Mehmet Rüştü Efendi, Ank.1985.
·
81. Tanıdığım Yönleriyle Erol Güngör, Konevi mec., N. 26,
Nisan 1985, s. 9.
·
82. Şehitlikte Bir Şair: Mehmet Âkif, Türk Kültürü mec., N.
265, Mayıs 1985, s. 313-331.
·
83. Nef’î’nin Şiirlerinde Ses Unsuru, Türk Edebiyatı mec., N. 140,
Haziran 1985, s. 21-23.
·
84. Necip Fazıl Kısakürek’in Şiirlerinin Poetika Açısından Tekevvünü, Milli
Kültür mec., N. 49, Temmuzl985, s.'43-47.
·
85. Elti Beş Y-ıl Sonra Filme Alınırken Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Milli
Kültür mec., N.51, A&lık*1985, s. 3-9
·
86. Tevfik Fikret ve Şiir Sanatı, Türk Dili' ■ mec., N. 4J0, Şubat 1986, s.
213-220.
·
87. Büyük Hocanın Hatırasına, Türk Edebiyatı mec., N. 149, Mart 1986,
s. 31-32.
·
88.
(Taşralılık Üzerine Bir Soruşturma Başlıklı Ankete Cevap), Türkiye
Kültür ve Sanat Yıllığı, (Ankara) 1986.
·
89. (Dergilerle İlgili Ankete Cevap), Türkiye Kültür ve Sanat Yılığı,
(Ankara)1986.
·
90. (Tanzimattan Sonra Çıkan Şiir, Tiyatro, Hikâye, Roman Filim
Olarak Dereceleme Yapmak Üzere Açılan Ankete Cevap), Türkiye Kültür ve Sanat
Yıllığı, (Ankara) 1986.
·
91. Bir Muallim ve Maarifçi Olarak Nurettin Topçu, Türkiye Kültür ve Sanat
Yıllığı, (Ankara) 1986.
·
92. Önsöz, Nurullah Genç, Çiçekler Üşümesin, 1986 (Erzurum).
·
93. Türklük Araştırmalarının Taç Adamı: Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı mec., N.152,
Haziran 1986, s. 8-9.
·
94. Edebiyatımızın Teorik Meseleleri ve Metod, Boğaziçi mec., N.47,
Mayıs 1986, s. 22-28.
·
95. Orta Öğretimin Bazı Temel Meseleleri ve Türk Dili ve Edebiyatı Öğretimi, Boğaziçi
mec., N. 48, Haziran 1986, s. 14-16.
94.Edebiyatımızda Batılılaşma (Tanzimat Edebiyatı
Üzerine Bazı Dikkatler), İlim ve Sanat mec., N. 10, Kasım-Aralık1986, s.
18-23.
P7.Tarih-i Kadim Münakaşaları Dışında Tevfik Fikret ve
Mehmet Akif, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniv.
Fen-Ed.Fak. Yay. No. 5, İst. 1986, Ed. Fak. Mat., s .67-88.
·
98. Saray Karşısında Mehmed Akif, Türk Kültürü mec., N.284,
Aralık 1986, s. 749-756.
·
99. Duâmn Şiiri, Türk Dili mec., N. 420, Aralık 1986, s. 505-511.
·
100. Mehmet Akif’in Şiir Sanatı, Mehmet. Akif Araştırmaları der., N.l,
s. 24-25.
·
101. Ölümünün 25. Yılında Ahmed Hamdi Tanpınar, Zaman gaz-, 26-27 Ocak1987,
s. 7.
·
102. Kader ve İrade Problemi Karşısında Mehmed Akif, Türk Kültürü mec.,
N. 286, Şubat 1987, s. 65-73.
·
103. Edebiyat Dünyasında Çoçuk, Çocuk Edebiyatı Yıllığı, 1987, s. 61-65.
·
104. (Doç. Dr .Orhan Okay ile Necip Fazıl Üzerine Bir Mülâkat),(Konuşan: Mehmet
Merçen), Dolunay mec., N. 17, Mayıs 1987, s. 24-25.
·
105. Sözün Demini Bilen Kişi: Necip Fazıl ve Şiiir Sanatı, Zaman gaz.,
25-29 Mayıs 1987, s. 2.
·
106. Yunus Emre’nin Çağdaş Bir Yorumcusu: Mehmet Kaplan, Kaynaklar mec., N.
5, Kış 1987, s. 5-11.
·
107. (Doç.Dr.Orhan Okay île Mülâkat: Millî Kaynaklara Yönelme), (Hazırlayan:
Ramazan Korkmaz), Türk Edebiyatı, N.167, Eylül 1987, s. 57-58.
·
108. Poetika Denemeleri: Kelimeler...Kelimeler..., Yedi îklim mec., N.8,
Ekim 1987, s. 4.
·
109. Poetika Denemeleri: Poetikalar, Yedi İklim mec., N.9, Kasım 1987,
s. 6-7.
·
110. Poetika Denemeleri: Kategoryalar, Yedi İklim mec., N.10, Aralık
1987, s. 11-12.
·
111. Poetika Denemeleri: Pozitivist, Fakat Negatif Bir poetika: Garip Önsözü, Yedi
İklim mec., N.ll-12, Ocak-Şubat 1988, s. 7-8.
·
112. Şiir Sanatı Üzerine, Mehmet Kaplan İçin, TKAE, Ank. 1988, s.
177-183.
·
113. Poetika Denemeleri: Garip Önsözü Etrafında, Yedi İklim mec., N.13,
Mart 1988 s. 5-6.
·
114. Poetika Denemeleri: Şiir Dilinin Yapısı, Yedi İklim mec., N. 14,
Nisan 1988, s. 4-5.
·
115. Poetika Denemeleri: Şiir Kime Hitap Edecek?, Yedi İklim mec., N.
15, Mayıs 1988, s. 9-10.
·
116. Çavuşoğlu’nun Divanları Arasında, Yedi İklim mec., N.17-18,
Temmuz-Ağustos 1988, s. 2-3.
·
117. Edebiyatımızın Batılılaşması Yahut Yenileşmesi, Büyük Türk Klasikleri, C.3,
İstanbul 1988, s. 310-316.
·
118. Poetika Denemeleri: Haşim’in Poeti-kası Karşısında, Yedi İklim mec.,
N.20-21, Ekim-Kasım 1988, s. 2-4.
·
119. intibah ve “Türk Romanının Doğuşu” Adlı inceleme Üzerine, Türk
Edebiyatı mec.,TA. 182, Aralık 1988, s. 45-47.
·
120. İslâmî Asrın İdrâkine Söyleten Şair: Mehmed Akif, Zaman gaz., 20-29
Aralık 1988a
·
121. intibah Romanı Etrafında, Ölümünün Yüzüncü Yılında Namık Kemâl,
1988, s. 127-147.
·
122. Kültür ve Medeniyet, Millî Eğitim mec., N.81, Ocak 1989, s. 17-20.
·
123. Milli Kültür ve Halk Kültürü, Milli Eğitim mec., N.82, Şubat 1989,
s. 3-5.
·
124. Prof.Dr. KayaBilgegil için, Türk Dili mec., N. 431, Kasım 1989, s.
263-265.
·
125. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: Mehmet Akif, Millî
Eğitim mec., N.83, Mart 1989, s. 5-11.
·
126. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: Mehmet Akif, Millî Eğitim
mec., N.84, Nisan 1989, s. 15-20.
·
127. Dergilerimiz, Mina mec. (Erz.), Mart 1989, s.1-2.
·
128. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: Ahmed Haşini, Millî
Eğitim mec., N.85-, Mayıs 1989, s. 17-21.
·
129. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: Ahmed Haşim, Millî
Eğitim mec., N.86, Haziran 1989, s. 1-2.
·
130. (1987’de Kültür ve Sanat Olayları Soruşturmasına Cevap), Sufe Kültür ve
Sanat Yıllığı, 1987-1989, s. 101-106.
·
131. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: A. Ş. Hisar, Millî
Eğitim mec., N.87, Temmuz 1989, s. 15-16.
·
132. Okul Sıralarında ve Kürsülerde Büyük Yazarlarımız: A. Ş. Hisar, Millî
Eğitim mec., N.88, Ağustos 1989, s. 17-18.
·
133. Âfâk, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.I, s. 396.
·
134. Ağaoğl, Samed, TDV Islâm Ansiklopedisi, C. I, s. 496-497.
·
135. (Orhan Ökay’la Yeni Türk Edebiyatı (Üzerine* ,Mülakat (B.Oğuzbaşaran), Türk
Edgbiyatı mec., N.189, Temmuz 1989, s. 22-25.
·
136. Tanzimat ve Edebiyatı, Türkiye Günlüğümde., N.8f Kasım 1989, s.
18-26.
·
137. Ahmed Haşim, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.II, s*. 88-89.
·
138. Ahmed Midhat Efendi, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.II, s.100-102.
·
139. Mehmed Akif ve Safahat, Türkiye gaz., 22-30 Aralık 1989.
·
140. Tanzimat Devri, Büyük İslâm Tarihi, C.15, 1989, s. 565-582.
·
141. (Mehmed Akif’in Düşünce ve Sanatı [mülâkat]), Millî Kültür mec.,
N.64, Nisan 1989, s. 63-69.
·
142. Bir Mektup, (Dr. S .F. Kâhyaoğlu imzasıyla), Türk Edebiyatı mec.,
N.195, Ocak 1990, s. 14-15.
·
143. Yirminci Asırda Türk Edebiyatı, Büyük Türk Klâsikleri, C.10, İst.
1990, s. 228-236.
·
144. Musahipzâde Celâl (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C.10, îst. 1990, s. 296-304.
·
145. Abdullah Cevdet (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C.10, İst. 1990, s.296-304.
·
146. IbnüTemîn Mahmud Kemâl (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 10, îst. 1990, s. 334-339.
·
147. Mehmet Akif Ersoy (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 10, İst. 1990, s. 340-391.
·
148. Abdülaziz Efendi’den Birkaç Hatıra, Zaman gaz., 12 Nisan 1990, s.
2, 10.
·
149. Dergi koleksiyonları Arasında: Bir Zamanlar Dergiler..., Mina mec.,
N.14, Nisan 1990, s. 3-4.
·
150. Necip Fazıl’ın Şiir Nedir, Ne Değildir? (Mülâkat), Dergâh mec.,
N.3, Mayıs 1990, s. 12-14.
·
151. Dergi Koleksiyonları Arasında: Necip Fazıl ve Ağaç Mecmuası, Mina
mec., N.15, Mayıs 1990, s. 5-7.
·
152. Senfonyadan Çileye-1: Batının izleri, Dergâh mec., N. 5, Temmuz
1990, s. 14-15.
·
153. Senfonyadan Çileye- II: Şair ve Musikî, Dergâh mec., N.6, Ağustos
1990, s. 9-10.
·
154. Senfonyadan Çileye- III: Bir Şiirin Müzik Anatomisi, Dergâh mec.,
N.7, Eylül 1990, s. 10-11,18.
·
155. Orhan OkayTa Edebiyat Üzerine (Mülâkat: Rıdvan Canım), İslâmî Edebiyat
mec., N. III/2, Ekim-Kasım-Aralık 1990, s. 25-27.
·
156. Önsöz-Mehmed Akif ve Safahat-Is-tiklâl Marşımız ve Mehmed Akif, Safahat,
Ank. 1990, Sevinç mat., 64-504 s., Diyanet Yayın., (5=64; 443-46).
·
157. Orhan Okay ile Orhan Veli ve Garip Şiiri Üzerine, Ayane mec., N.35,
Kasım 1990, s. 1-2.
·
158. Dergi Kolleksiyonları Arasında: Ağaç Dergisinde Neler Vardı?, Mina mec.
N. 17, Ocak 1991, s. 9-11.
·
159. Prof. Dr. Orhan OkayTa Şiir Üzerine Sohbetler (Mülâkat: Turan Karataş), Mina
mec., N.13, Mart 1991 s. 2-4.
·
160. Divan Yoluna Doğru, Dergâh mec., N.13, Mart 1991, s. II.
·
161. Dergi Koleksiyonları Arasında: Büyük Doğu, Mina mec., N. 19, Mart
1991, s. 5-7.
·
162. Mehmed Akif’in Milliyetçiliği, Türk Yurdu mec., N.45, Mart 1991, s.
42-46
·
163. Sûz-ı Dilârâ İçin (Takriz) İsmail Hakkı Aydın, Sûz-ı Dilârâ, Erz.
1991, s. 5-6.
·
164. Tenkitçi, Sanatkâra yol gösterici bile olsa...(Soruşturma) Millî Kültür
mec., N.85, Haziran 1991, s. 24-25.
·
165. Aziz Ali Efendi, TDV Islâm Ansiklopedisi, C.IV, s. 333-334.
·
166. Vefatının 211. Yılında İbrahim Hakkı Hazretlerini Anarken, Karçiçeği
mec., (Erz.), N. 2, Temmuz 1991, s. 8-10.
·
167. Değişen Erzurum, ll-ll Büyük Türkiye Ansiklopedisi, C.II, Erz.
1991, s. 386.
·
168. Batılılaşma Edebiyat, TDV Islâm Ansiklopedisi, C.V, s. 167-171.
·
169. XX. Yüzyılın Başından Cumhuriyete Yeni Türk Şjiri, Türk Dili mec.,
N.481-482, Ocak-Şubat 1992, s. 286-564.
·
170. Ben ve Ötesi, TDVIslâm Ansiklopedisi, C. V, s. 428-429.
·
171. Bir Monografi Denemesi: Ahmed Hamdi Tanpınar, Dergâh mec., N.25,
Mart 1992, s.8-9.
·
172. Beş Şehir, TDV Islâm Ansiklopedisi, C. V, s. 548-549.
·
173. Beşâir-i Sıdk-ı Nübüvvet-i Muham-mediyye, TDV İslâm Ansiklopedisi,
C. V, s. 549.
·
174. Bir Monografi Denemesi: Ahmed Hamdi Tanpınar- Bir Hülya Adamı, Dergâh
mec., N. 26, Nisan 1992, s. 89.
·
175. Şiirimizde Aile, Tanzimattan Günümüze Aile Ansiklopedisi, 1992, C.
2, s. 413-421.
·
176. Dergi Koleksiyonları Arasında: Büyük Doğu Birinci Devre, Mina mec.,
N. 26, Nisan 1992, s. 6-7.
·
177. Tanpmar’dan Acı Bir İroni: Acıba-dem’deki Köşk, Yedi İklim mec., N.
1, Nisan 1992, s. 8-10.
·
178. BeşirFuad, TDVİslâm Ansiklopedisi, C.VI, s. 5-6. '
·
179. Beyatlı Yahya Kemâl, TDVİslâm Ansiklopedisi, C.VI, s. 35-39.
·
180. Bir Monografi Denemesi: Ahmed Hamdi Tanpınar- Kitaplar ve Hüzünlü Yıllar, Dergâh
mec., N.27, Mayıs 1992, s.8-9.
·
181. Bilgegil, Mehmed Kaya, TDV Islâm Ansiklopedisi, C. VI, s. 156-157.
·
182. Bir Adam Yaratmak, TDV İslam Ansiklopedisi, C. VI, s. 185-186.
·
183. Poetika Denemeleri- 9: Tentikçi Karşısında Ahmet Haşim, Yedi İklim
mec., N. 2, Mayıs 1992, s. 8-9.
·
184. Poetika Denemeleri- 10: Şiir: Şu Bilinmeyen, Yedi İklim mec., N. 3,
Haziran 1992, s. 6-8.
·
185. Geçmişten Günümüze Doğru Türk Şiirinin Macerası, Yedi iklim mec.,
N.3, Haziran 1992, s. 84-89.
·
186. Bir Monografi Denemesi: A. H. Tan-pmar- Efsanevî Çağda Antalya, Dergâh
mec., N. 28, Haziran 1992, s. 8-9.
·
187. Bir Monografi Denemesi: A. H. Tanpı-nar- Melankolik, Zayıf Bir Çocuk, Dergâh
mec., N. 29, Temmuz 1992, s. 8-9.
·
188. Poetika Denemeleri- 11: Ruhun Sesi, Yedi İklim mec., N.5, Ağustos
1992, s. 6-7. .
·
189. Poetika 'Denemeleri- 12: Şiirde ’Ma’na, Yedi İklim
mec., N. 5, Ağustos
1992, s.*8-9.-
19(). Bir Monografi Denemesi: A. H .Tan- ‘ pınar- İkbâl
Ydlarmda..., Dergâh mec., N. 30, Ağustos 1992, s. 8-9.
191; Büyük Doğu, TDVİslâm Ansiklopedisi, C. VI,
s'513-514.
·
192. Büyük Kapı, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.VI, s. 515-516.
·
193. Bir Monografi Denemesi: A. H. Tanpı-nar- Çocukluk ve Gençlik İstanbul’u, Dergâhmec.,
N. 31, Eylül 1992, s. 10-11.
·
194. Poetika Denemeleri- 13: Okuyucu, Tenkitçi ve Ötesi..., Yedi İklim mec.,
N. 32, Ekim 1992, s. 3-4.
·
195. Bir Monografi Denemesi: A. H. Tan-pınar- Bir Edebiyat Mualliminin
Erzu-rumu, Dergâh mec., N.33, Kasım 1992, s. 9-11.
·
196. Poetika Denemeleri- 14: Resûllerin Sözü Gibi..., Yedi İklim mec.,
N. 32, Kasım 1992, s. 6-7.
·
197. Bir Dostun Ardından, Yedi İklim mec., N.32, Kasım 1992, s. 64-65.
·
198. Celâl SâhirErozan, TDVİslâm Ansiklopedisi, C. VII, s. 245-246,
·
199. Zarif Bir Mesnevihân, Yedi İklim mec., N. 33, Aralık 1992, s.
88-89.
·
200. Neyzen Tevfik Kolaylı (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 11, s. 40-48.
·
201. Halil Nihad Boztepe (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 11, s. 49-59.
·
202. Fazıl Ahmed Aykaç (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 11, s. 187-194.
·
203. Şahabeddin Süleyman (Biyografi, değerlendirme,
seçmeler), Büyük Türk Klâsikleri, C. 11, s. 302-303.
·
204. Cemil Süleyman Alyanakoğlu (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük
Türk Klâsikleri, C. 11, s. 336-342.
·
205. Abdülhak Şinasi Hisar (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 11, s. 391-436.
·
206. Ahmed Haşim (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 11, s. 11-63.
·
207. Tahsin Nâhîd (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 12,'s. 64-73.
·
208. Osman Cemâl Kaygılı (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 12, s. 281-295.
·
209. Enis Behiç Koryürek (Biyografi, değerlendirme, seçmeler), Büyük Türk
Klâsikleri, C. 12, s. 381-408.
·
210. Poetika Denemeleri- 15: Ütopya Düzeni içinde Bir Poetika, Yedi İklim
mec., N. 35, Şubat 1993, s. 3-4.
·
211. Poetika Denemeleri- 16: Poetika Öncesinde Şiir Üzerinde, Yedi İklim
mec. N.36, Mart 1993, s. 3-5.
·
212. Bir Mektup: İstanbul Yangınları, Yedi İklim mec., N. 36, Mart 1993,
s. 80-81.
·
213. Poetika Denemeleri- 17: Mahkemelerde ve Akademyada Şairler Sorgulanıyor, Yedi
İklim mec., N. 37, Nisan 1993, s. 9-11.
·
214. Okuma Alışkanlığına Dair, Karçiçeği mec. (Erz.), N. 10, Mayıs 1993,
s." 3.
·
215. (Necip Fazıl’da) Dinî Duygunun Gelişmesi, Türk Yurdu mec., N.69,
Mayıs 1993, s. 22-25.
·
216. Poetika Denemeleri- 18: Piramidin Zirvesine Doğru, Yedi İklim mec.,
N.38, Mayıs 1993, s. 3-4.
·
217. Siyâsî ve Fikrî Yazıların Dışında Büyük Doğu, Yedi İklim mec.,
N.38, Mayıs 1993, s. 53-55.
·
218. Çile, TDVİslâm Ansiklopedisi, C. VI-II, s. 316-317.
·
219. Çöle inen Nur, TDVIslâm Ansiklopedisi, C. VIII, s. 379-380.
·
220. Edebiyat, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. X, s. 395-397.
·
221. Edebiyat-ı Cedîde, TDV Islâm Ansiklopedisi, C. X, s. 398-399.
·
222. Edebiyat Tarihi, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. X, s. 403-405.
·
223. Edhem Pertev Paşa, TDV Islâm Ansiklopedisi, C. X, s. 420-421.
·
224. İsmail Hakkı Eldem, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XI, s. 21-22.
·
225. Eski Şiirin Rüzgârıyle, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XI, s. 393-394.
·
226. Eşber, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XI, s. 459-460.
·
227. Fatih-Harbiye, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XII, s. 249.
·
228. Fecr-i Âtî, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XII, s. 287-290.
·
229. Felâtun Bey ile Râkım Efendi, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XII, s.
302-303.
·
230. ZiyaGökalp, TDVİslâm Ansiklopedisi, C. XIV, s. 124-128.
·
231. Güneş, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XIV, s. 296-297.
·
232. Güneş, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. XIV, s. 297.
·
233. iki Ölüm Yıldönümünde iki Mizaç, Zaman gaz., 28 Ocak 1996.
·
234. Endüstri ve Güzel Sanatlar, Zaman gaz-, 25 Şubat 1996.
·
235. Habitat’ın Gündemine, Zaman gaz., 24 Mart 1996.
·
236. Kesriyeli Sıdkı Bey’in Küllüknatnesi, Zaman gaz., 21 Nisan 1996.
·
237. Necip Fazıl ve Yahya Kemal, Zaman gaz-, 19 Mayıs 1996.
·
238. Osman Nuri Ergin’i Tanıyor musunuz?, Zaman gaz., 16 Haziran 1996.
·
239. Nurettin Topçu için, Zaman gaz., 14 Temmuz 1996.
·
240. Kapitalist Karıncalar, Zaman gaz., 11 Ağustos 1996.
·
241. Bir Halim Hoca Vardı, Zaman gaz. 8 Eylül 1996.
·
242. Bir Şehzade Hocası, Zaman gaz., 6 Ekim 1996.
·
243. Celal Hoca, Zaman gaz., 3 Kasım 1996.
·
244. Osmanlı ve Cumhuriyet Arasında, Zaman gaz., 1 Aralık 1996.
·
245. Mehmet Âkif ve Haşan Basri Hoca, Zaman gaz., 5 Ocak 1997.
·
246. Bir Müze Adam: Süheyl Ünver, Zaman gaz-, 2 Şubat 1997.
·
247. Yabancı Dille Eğitim ve Usul Hakkında, Zaman gaz., 2 Mart 1997.
·
248. Seyfettin Özeğe: Bir Kitap Dostunun Hatırasına, Zaman gaz., 6 Nisan
1997.
·
249. İstanbul’un Öyledir Baharı, Zaman gaz., 4 Mayıs 1997.
·
250. Bir DeVr-ı, Kadim Efendisi, Zaman gag., 1 Haziran 1997.
·
251. 28 Ekini 1996, Mesaj TV de program.
·
252. 2 Kasım 1996, Akra FM’de Zirvedekiler programında Abdülaziz Bekkine
üzerine konuşma.
t
·
253. 25 Şubat 1997, Samanyolu 7V‘de, Ömür Dedikleri adlı program.
PROF.DR.ORHAN
OKAY’IN ATATÜRK ÜNÎVERSİTESİ’NDE YÖNETTİĞİ LİSANS, YÜKSEK LİSANS, DOKTORA TEZLERİ VE DOKTORA ÖN ÇALIŞMALARI
ÖMER SELİM
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü
Araştırma Görevlisi
I. LİSANS TEZLERİ
1968
·
1. BARAZ, M. Turhan, Edebiyatımızda Jön Türkler, Erzurum, 1968,
II+54+2 s.
·
2. CENGİZ, Halis, Nâbizâde Nâzım’da Realizm, Erzurum, 1968, 52 s.
·
3. DERİCİ, Reşat, Ömer Seyfettin ’de Milliyetçilik, Erzurum, 1968,
II+51+3 s.
·
4. DEVİRMİŞ, Sıtkı, Nâbizâde Nâzım’m Romanlarında Realizm, Erzurum,
1968,11+82 s.
·
5. DİKMEN, Zeki, Refik
Halid Karay’da Peyzaj, Erzurum, 1968,11+67 s.
·
6. DOĞAN, Selahaddin, Sait Faik Abası-yanık’ın Hikâye Tekniği,
Erzurum, 1968, 73 s.
·
7. EJDER, Saliha, Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan'ında Türk Dünyası,
Erzurum, 1968,11+63 s.
·
8. GENÇELLÎ, Gülhan, Peyami Safa’nm Romanlarında Erkek ve Kadın Tiplerinin
Karakter Tahlili, Erzurum, 1968, III+81+2 s.
·
9. GÖKTUĞ,
Mübeccel, Recaizade Mahmut Ekrem 'in Şiirlerinde Tabiat Unsurları,
Erzurum, 1968, IV+125 s.
·
10. GÜNER, Atilla, Semiha Ayverdi, Hayatı,-Sanatı-Eserleri, Erzurum,
1968, V+127 s.
·
11. GÜRERGENE, Turgut, Halit Fahri Ozansoy ve Tiyatroları, Erzurum,
1968, 11+62 s.
·
12. KUTLU, Mustafa, Sait Faik’te Plâstik . Dünya, Erzurum, 1968, 46 s.
·
13. NURHAT, Nergül, Reşat Nuri ’nin Romanlarında Erkek Tipleri,
Erzurum, 1968, VI+134 s.
·
14. ÖĞÜN, Elgiz, Halit Ziya Uşaklıgil’in Hikâyeleri, Erzurum, 1968,
III+175, s.
·
15. VANGÖLÜ, Adanan, Yahya Kemal’in Şiirlerinde Tarih Duygusu, Erzurum,
1968,11+66 s.
1969
·
16. AKYÜZÜN, Neşe, Necati Cumalı ve Tiyatroları, Erzurum, 1969,11+66 s.
·
17. ALTUN, Mehmet, Enis Behiç Koryü-rek’in Hayâtı-Sanatı-Eserleri-Şiirlerin-deki-
Şekil ve ‘Temler, Erzurum, 1969, 52 s. '
·
18. CEM1EOĞLU, İsmet, 1940’dan Sonra Türk R&man ve hikâyeciliğinde Köy
ve Köylünün Durumu, Erzurum, 1969, 47+2 s.
·
19. GÜRSEL, Mahinur, Halide Edip Adı-var’ın Eserlerinde Milli Mücadele
Tipleri ve MHli Mücadele Yankıları, Erzurum, 1969,11+65 s.
·
20. KARAKAMIŞ, Veli, Bekir Sıtkı Kunt’un Hikâyeciliği, Erzurum,1969,
11+57 s.
·
21. MEZARARKALI, Hakkı, Peyami Safa’nın Düşünce Unsuru, Erzurum, 1969,
IV+64+1 s.
·
22. MİT, Duygu, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında Halk İnanışları, Erzurum,
1969, III+95 s.
·
23. NURCAN, Suat, Ahmet Haşim’de İstanbul, Erzurum, 1969,V+100+3 s.
·
24. SÖNMEZ, Nebahat, Aka Gündüz’ün Sekiz Romanındaki Tipler ve Sosyal
Meseleler, Erzurum, 1969,11+75 s.
·
25. ŞAHİN, Fazlı, Halide Edib’in Romanlarında Doğu ve Batı Kültürü,
(Edebiyat, Resim, Müzik, Mimari, Sosyal Hayat), Erzurum, 1969,11+46 s.
·
26. ŞAKRAK, Lütfiye, Cevat Fehmi Baş-kut’un Tiyatrolarında Şahıs Repertuarı
ve Problemler, Erzurum, 1969, X+119s.
1970
·
27. ERKAN, Nermin, Servet-i Fünun Şiirinde Gökyüzü (Tevfik Fikret ve
Cenab Şahabettin), Erzurum, 1970, 56 s.
·
28. ERTEKİN, Fikri, Cengiz Dağcı, Hayatı-Sanatı-Eserleri, Erzurum, 1970
II+52.S.
·
29. NAR, ^Mustafa, Necip Fazıl Kısakü-rek’in Eserlerinde Ölüm Duygusu,
Erzurum, 1970, 41 s.
·
30. ÖNEN, Nezihe, Tanzimat Şiirinde Aziz Efendi, Erzurum, 1970, XV+121
s.
1971
·
31. DOĞAN, Mehmet, Türk Romanında İstiklâl Harbi, Erzurum 1971,11+43 s.
·
32. EROL, Güner, Servet-i Fünun Muharriri Olarak Hüseyin Cahit Yalçın,
Erzurum, 1971, 69s.
·
33. KAYA, Cemal, Servet-i Fünun Şiirinde Kaçış ve Sığınma Duygusu,
Erzu-rum,1971, H+68 s.
·
34. KOÇ, Hatice, 1900-1920 Arasında Doğan Cumhuriyet Devri Şairlerinde
Ölüm, Erzurum ,1971, III+75 s.
·
35. TEMEL, Tahsin, Cemil Süleyman’ın Hayatı ve Eserleri, Erzurum, 1971,
33 s.
1972
·
36. ABDÜSSELAMOĞLU, Ökkeş, Tahsin Nahid'in Şiirleri, Erzurum, 1972, 153
s.
·
37. AYTAÇ, İzzettin, Süleyman Nazif, Hayatı ve Eserleri, Erzurum,
1972,11+134 s.
·
38. BAŞ, Ali Fuat, Tanzimat Edebiyatında Alafrangalık,
Erzurum,1972,11+122 s.
·
39. ÇİLİNGİR, Naile, Mahmut Yesari’nin Romanları, Erzurum, 1972, 83 s.
·
40. ERDEM, Halil Cahit, Tarih-i Kadim Münasebetiyle Mehmed Akif-Tevfik
Fikret Mücadelesi, Erzurum, 1972, 192 s.
·
41. KAHRAMAN, Hüseyin, Selahaddin Enis, Hayatı ve Eserleri, Erzurum,
1972, 83 s.
·
42. KARLIKAYA, Özden, Servet-i Fünun Edebiyatında Kıyafet, Erzurum,
1972, XVIII+148+2 s.
·
43. KAYMAZ, Rıfkı, Cumhuriyet Devri Şiirinde Sonsuzluk, Erzurum, 1972,
111 s.
·
44. ÖZDEMİR, Ufuk, Halit Ziya ’nm Romanlarında Kahramanların Ruh Halleriyle
İlgili Tezahürleri, Erzurum, 1972, III+120 s.
·
45. SARAÇ, Adil, Hikâyeleriyle Necip Fazıl
(Hikâyeler-Problemler-Kahraman-lar), Erzurum, 1972, IV+125+2 s.
·
46. ŞAHİN, Mehmet Ünal, Orhan Ve-li’nin Şiirlerinin Üslubu, Erzurum,
1972, 52 s.
·
47. UZEL, Mehmet, Peyami Safa ’nm Romanlarında Doğulu ve Batılı İsimler, Erzurum
1972, VI+177 s.
·
48. YILMAZ, A. Hüveyda, Yahya Kemal’in Şiirlerinde Mazi Özlemi,
Erzurum, 1972, III+69 s.
1974
·
49. HAKAN, Rauf, Şair-i Mader-zâd İsmail Safa
(Hayatı-Şahsiyeti-Şiirleri), Erzurum 1974, V+113 s.
·
50. KAÇTIOĞLU, Hikmet, Ahmed Mid-hat’ın Yirmi Eserinde Batı Menşeli
Kelimeler, Erzurum, 1974, III+61 s.
1975
·
51. AYTEPE, Mehmet, Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Mistik Yönelişler,
Erzurum, 19.75, 42 s.
·
52. KALEMER, Neş’e, Cahit Sıtkı Taran-cı (Hayatı-Şiirlerinde Temler),
Erzurum, 1975, 42 s.
·
53. KIZIL, Mustafa, Bir Adam Yaratmak-Necip Fazıl Kısakürek
(Inceleme-Tah-lil), Erzurum, 1975, IV+66 s.
·
54. UYSAL, Hikmet, Memduh Şevket Esendal (Hayatı ve Edebi Kişiliği),
Erzurum 1975, 76 s.
·
55. ÜNGÖR, Nuri, Ali
Ekrem Bolayır’ın (Ayın Nadir) Hayatı, Sanatı, Eserleri, Erzurum
1975, 108 s.
1976
·
56. BAĞILTAŞ, Ahmet, Necip Fazıl’ın Değişiklik Yapılan Şiirlerinin
Mukayesesi, Erzurum, 1976, 66 s.
·
57. BAYRAK,
Tunay, Garipçilik ve Ga-ripçiler, Erzurum, 1976, 56 s.
·
58. ÇAKIR, Şerafettin, Mehmet Akif’in Fikirleri Üzerinde Bir İnceleme,
Erzurum, 1976, IX+191 s.
·
59. GÜRTUNALI, Sevgi, Kemalettin Kamu, Erzurum, 1976, 179 s.
·
60. KAHRAMAN, Mehmet, Ahmet Ham-di Tanpınar’ın Tarih Görüşü, Erzurum,
1976, IV+114 191 s.
·
61. KALAYCIOĞLU, İrfan, Servet-i Fünun Romanında Hayal Hakikat Çatışması,
Erzurum, 1976, 114 s.
·
62. ÖZGENÇ, Halil, Osman Celal Kaygılı, Hayatı Sanatı ve Eserleri,
Erzurum, 1976, II+VI+332 s.
·
63. SAYGIN, Veli, Tercüman Gazetesi (Gaspıralı İsmail) 1896 Yıllığı
Üzerinde Bir Çalışma, Erzurum, 1976, IV+285 s.
1977
·
64. AÇIKEL, Ömeı' Peyami Safa ’mn Romanlarına Göre Fikir Cereyanları
Erzurum, 1977^11+96 s.«
·
65. AEKIŞ, Mehmed, Anadoluculuk ve Nurettin Topçu, Erzurum,1977,11+101
s. .
·
66. Ç.ÖKREN, Salih, Akif Paşa, Hayatı-Edebi Şahsiyeti-Eserleri,
Erzurum, 1977, 102 s. * .
·
67. DURAN, Hüseyin, Mehmed Akif ve Muarızları, Erzurum, 1977, VI+294 s.
·
68. GENELÎOĞLU, Mehmet, Atillâ Ilhan ve Romanları, Erzurum, 1977, IV+
115 s.
·
69. IŞIK, Abdülkadir, Necip Fazıl Kısakü-rek’in Tiyatrolarında Tipler,
Erzurum, 1977, 139 s.
·
70. PÎR, Haşan, Sırat-ı Müstakim Dergisinin İzahlı Fihristi (1 ve 1.
Ciltler), Erzurum 1977, 132 s.
1978
·
71. KUMANDAŞ, Niyazi, Sırat-ı Müstakim, Erzurum, 1978, III+116 s.
·
72. YILDIZ, Abdürrezak, Peyami Safa ’mn Romanı ve Fikri, Erzurum,
1978,11+66 s.
1979
·
73. AYHAN, Mehmet Kemal, Tevfik Fikret, Mizacı, Sanatı ve Şiirlerinde
Tabiat Unsurları, Erzurum, 1979, II+207+3 s.
·
74. BAKIR, Osman, Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Tabiat, Erzurum, 1979,
VI-II+62+2 s.
·
75. CİHANGİR,
İsmail, Kemal Tahir’in Romanlarında Karakteristik Tipler, Erzurum, 1979/;
116 s.
·
76. ÎNAN, Nuh, Peyami Safa’nın Romanlarında Mekan, Erzurum, 1979,11+235
s.
·
77. İNCE, Mehmet,
Tanpınar’da Kültür ve Sanat Meselesi, Erzurum, 1979, 11+235 s.
·
78. KÜÇÜKER, Mustafa, Faruk Çamlı-bel’in Şiiri ve Bazı Temalar,
Erzurum, 1979, III+86, s.
·
79. SOYSAL, Bekir Sıddık, Türk Mizahı ve Cem Mecmuası, Erzurum, 1979,
212, s.
·
80. ŞİMŞEK, Mehmet Selahattin, Türk Şiirinde Ölüm, (Enis Behiç
Koryürek, Kemalettin Kamu, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli
Kanık), Erzurum, 1979, IV+87 s.
·
81. YILDIRIM, Ihsan, Ahmet Ihsan (Tok-göz)ın “Avrupa’da Neler Gördüm"
Adlı Seyahat Eserinin incelenmesi, Erzurum, 1979, 87 s
·
82. YILMAZ, Ali Rıza, Peyami Safa’nın Romanlarında İstanbul (Sözde
Kızlar-Mahşer-Canan-Bir Akşamdı-Şimşek-Dokuzuncu Hariciye Koğuşu), Erzurum,
1979, 87 s.
1980
·
83. AÇAR, Basri, Türk Yurdu Mecmu-ası’nın 1/21. Cildi Üzerinde Bir
İnceleme, Erzurum, 190,11+125 s.
·
84. ASLANTAŞ, Mehmet, Beyanü’l-Hak’da Yayınlanan Edebi Metinler,
Erzurum, 1980, III+106 s.
·
85. BALLI, Nadir, Hüseyin Cahit Yalçın in Hayatı, Eserleri ve
Hikâyelerinin incelenmesi, Erzurum, 1980, 76 s.
·
86. BEKTAŞ, Mevlüt, Dağarcık Dergisi ve Edebi Muhteviyatı (Ahmed
Midhat), Erzurum, 1980, 103 s.
·
87. ÇETİN, Ergün, Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid Tarhan ’ın
Şiirlerinde Ölüm ve Ebediyet Düşüncesi, Erzurum, 1980, 109 s.
·
88. ÇETlŞLİ, İsmail, Cumhuriyet Şiirinde Gurbet, Erzurum, 1980, IV+66+2
s.
·
89. DtDlN, Muzaffer, Hamid ve Ekrem ’in Şiirlerinde Ölüm, Erzurum,
1980, V+62+9 s.
·
90. DURMUŞ, Nuri, Ahmet Midhat Efendi Avrupa’da Bir Çevelan-lnceleme, Erzurum,
1980, 53 s.
·
91. SEVİNÇ, Bekir, Şinasi-Namık Kemal ve Ziya Paşa ’da Ölüm ve Edebiyat
Düşüncesi, Erzurum, 1980, III+97+2 s.
·
92. KUTLU, Mustafa, Düşünce Tarihimizde "Hareket Dergisi” nin Yeri ve
Aııa-doluculuk, Erzurum, 1980, VIII+357 s.
·
93. TERZt, Mehmet, Asaf Halet Çelebi’nin Kişiliği, Sanatı ve Şiiri,
Erzurum, 1980, 118 s.
1981
·
94. ÇİFTLİKÇİ, Ramazan, Fahri Celal Göktulga, Hayatı-Edebi
Şahsiyeti-Hi-kayeleri, Erzurum, 1981, V+78+2 s.
·
95. ERTOP, Önder, Yavuz Bülent Bakiler, Şiirlerindeki Bazı Unsurların
İncelenmesi, Erzurum, 1981, III+66 s.
1982
·
96. BERTAN, İsmet, Halit Ziya’nm Romanlarında Kadına Verilen Değer,
Erzurum 1982, III+85 s.
·
97. ÇETlNKAYA, Zemçi, Sezai Kara-koç’un Medeniyet Anlayışı, Erzurum,
1982, VIII+126s.
·
98. KILIÇ, Olcay, Cezmi Üzerinde Bir Tahlil Denemesi, Erzurum, 1982,
VI-11+64 s.
·
99. TURHAN, Ahmet, Aşk-ı Memnu’nun İncelenmesi ve Madarne Bovary İle
Karşılaştırılması, Erzurum, 1982, V+130 s.
1983
·
100. DEVECİ, Mustafa, 1908’den Sonra Türk Edebiyatında Bestelenmiş Şiirler, Erzurum,
1983,11+75 s.
·
101. FARKILI, Hacer, Mehmet Vecihi, Ha-yatı-Eserler-Sanatı, Erzurum,
1983, 11+127 s.
·
102. ŞAHİN, Halil, Rengarenk, Mirza Hüseyin Kerimi, Erzurum, 1983,
X+110s.
1984
·
103. PİRiMOĞLU, Ayla, Süs Mecmu-ası’nm İncelenmesi, Erzurum, 1984, 89s.
·
104. TOKSOY, Tamamgül, Süs Mecmuası’ nııı İncelenmesi, Erzurum, 1984
IV+147 s.
1985
·
105. AÇIK, Kazım, Mecmua-i Ebüz-ziyâ, Fihrist-Metin (8. Cilt), Erzurum,
1985, VII+80 s.
·
106. ALACAOGLU, Tuğrul, AfakMecmıı-ası’nın İncelenmesi, Erzurum, 1985,
121 s.
·
107. ÇELİK, Zeynep, Mecmua-i Ebüz-ziyâ, Fihrist-Metin (5. Cilt),
Erzurum, 1985, 130 s.
·
108. ERBİL, Mehmet, Mecmua-i Ebüz-zi-yâ, Fihrist-Metin (2. Cilt),
Erzurum, J9S5, XXVIII+158 s.
·
109. EVRAN, Emine^ Mecmua-i Ebüz-zi-„yâ, Fihrist-Metin (6. Cilt),
Erzurum,
1985, II+92s.
·
110. KARÂDAVÜT, Zekeriya, Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Renk ve İşık,
Erzurum, 1985, IV+100 s.
·
111. KİREÇ, Necdet, Yeni Kitap Mecmu-ası’nın İncelenmesi, Erzurum, 1985,
III+94 s.
·
112. YILMAZ, Arife, Mecmua-i Ebüz-zi-yâ, Fihrist-Metin (7. Cilt),
Erzurum,
·
1985,
XXVIII+107s.
1986
·
113. AKBAŞ, Hurşit. Musavver Muhit Dergisi’nin İncelenmesi, Erzurum,
·
1986, III+112 s.
·
114. ALA, Osman, Şebâb Mecmuası’nın İncelenmesi, (Fihrist-Metin)
Erzurum, 1986,11+14 s.
·
115. BAYRAKTUTAN, Tilda, Güneş Mecmuası, Erzurum, 1986JV+233 s.
·
116. DEĞER, Hüseyin, Milli Mecmua’nın İncelenmesi, Erzurum, 1986, V+227
s.
·
117. ERŞAHÎN, îbrdahim, Mecmua-i Ebüz-ziyâ, Fihrist-Metin (5-6. Cilt),
Erzurum, 1986, XV+128 s.
1987
·
118. AKARSU, Sevim, Ahmed Midhat Efendi’nin Menfa Adlı Eseri’nin
İncelenmesi, Erzurum , 1987,11+164 s.
·
119. AKSAKAL, Neş’e, Falih Rıfkı Atay’ııı Monografisi, Erzurum, 1987,
111+60 s.
·
120. BALABAN, Eyüp, Ahmet Midhat Efendi, Jpn Türk "Çeviri ve Tahlil” , Erzurum,
1987, 257 s.
·
121. ÇELÎK, Arif, Ali Kemal Paris Musahabeleri (I), Erzurum, 1987,11+85
s.
·
122. ESÎR, Haşan Ali, Terceme-i Telemak, Erzurum, 1987, 85 s.
·
123. FERİTOĞLU, Özden, Orhan Şaik Gökyay, Hayatı, Bütün Şiirleri ve
Şiirlerinin İncelenmesi, Erzurum, 1987, 85 s.
·
124. KAHRAMAN, Mehmet, Utarid Mecmuası (2-19 sayılar), Fihrist-Metin,
Erzurum, 1987, XIV+86 s.
·
125. KARAPINAR, Cengiz, Musavver Muhit Mecmuası ’nın İncelenmesi,
Fihrist-Metin, Erzurum, 1987, 128 s.
·
126. LEYLAK, Hafize, “Gönüllü”, Recep Köso, Erzurum, 1987, V+189 s.
·
127. KÖKTEKÎN, Kâzım, Paris Muhasebeleri (3. Cilt), Ali Kemal Bey,
Erzurum, 1987, III+110 s.
·
128. ÖZATA, Celalettin, Ahmet Midhat Asara Ta’mim-i Enzar, Erzurum,
1987, IX+61 s.
·
129. ÖZDEMÎR, Süleyman, Halit Ziya Uşaklıgil-’’Hikaye" Adlı Risalenin
Metni ve Fihristi, Erzurum, 1987, 88+6 s.
·
130. SÖYLEMEZ, Ali, Anadolu Mecmuasının İncelenmesi, Erzurum, 1987,
11+85 s.
·
131. TEKCAN, Münevver, Mâi ve Siyah Romanının Dilinin Değişmesi,
Erzurum, 1987, 130 s.
·
132. UMAÇ, Nafiye, Servet-i Fimin Der-gisi’nin 9-10. Ciltlerindeki Paris
Muhbirinin Yazıları, Erzurum, 1987, 96 s.
·
133. YAVAŞOĞLU, Muammer, Acâib-i Âlem, Erzurum, 1987,V+207 s.
1988
·
134. ALTINOK, Mustafa, Mektubat, Erzurum, 1988,11+89 s.
·
135. KIRCA, İhsan Tevfik, Yavuz Bülent Bakiler, Erzurum, 1988, 76+2 s.
·
136. ÖZCAN, Salim, Erol Güngör’de Dil ve Edebiyat Meseleleri, Erzurum,
1988, VII+124s.
·
137. ÖZDEMÎR, Ekrem, Avrupa’da Bir Cevelan Üzerinde İnceleme, (400-500
sayfalar arası), Erzurum, 1988, 118-11 s.
1989
·
138. ARSLAN, Sadık, Rübâb-ı Şikeste'de Hüzün, Erzurum, 1989, 95 s.
·
139. BOZOĞLU, Ömer, Avrupa’da Bir Cevelân (900-1027), Erzurum, 1989,
11+144 s.
·
140. BÜYÜKDÜĞ, Osman, Engizisyon Tarihi, Ziya Paşa, Erzurum, 1989, IV+44
s.
·
141. ÇEVİKER, Leyla, Avrupa’da Bir Cevelân, Erzurum, 1989, 68 s.
·
142. GÖKÇAN, Ümit, Avrupa ’da Bir Cevelân, Erzurum, 1989,11+104 s.
·
143. KADAK, Mikail, Avrupa’da Bir Cevelân, (103-104 sh.) Erzurum, 1989,
11+105 s.
·
144. ÖZCAN, Haşim, Sadullah Paşa Ya-hud Mezardan Nida, Erzurum, 1989,
11+73 s.
·
145. SAY, Hüseyin, Ahmet Midhat Efendi’nin Bahtiyarlık Romanı (Metin-Tah-lil),
Erzurum, 1989, XV+62 s.
·
146. TAŞ, Şahin, Cahit Külebi’nin Şiir Sanatı, Erzurum, 1989, 62 s.
·
147. ULUDAĞ, Erdoğan, Abdülhak Ha-mid’in Garâm’ı (Metin ve Hakkında
Yayınlar), Erzurum, 1989,11+675 s.
·
148. YURDUŞEN, Nebahat, Siyah Gözler (Cemil Süleyman Alyanakoğlu),
Erzurum, 1989,11+67 s.
1990
·
149. MERMİ, Ayfer, Suut Kemal Yetkin, Hayatı-Sanatı-Eserleri, Erzurum,
1990, 68+32 s.
1991
·
150. DEMİR, Eşref, Mustafa Kutlu’nun Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme,
Erzurum, 1991, 76 s.
·
151. KABAYEL, Şenay, Dünya’ya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş, Erzurum,
1991, IV+96 s.
·
152. KÜTAHYALI, Ali, Mehmet Celal'in İsyan Romanı, Erzurum, 1991, 60 s.
·
153. KURT, Nagihan, Cahit Sıtkı Taran-cı’nın Şiir Teorisi, Erzurum,
1991, 59 s.
·
154. YILMAZ, Melih, Şemsi Belli, Yaşamı-Yapıtları-Sanatı, Erzurum, 1991,
59 s.
1992
·
155. BOSTANCI, Dursun, Arziler, Erzurum, 1992, 51 s.
·
156. ESEN, Mine, Âlem Mecmuası’nın incelenmesi, Erzurum, 1992, 109 s.
·
157. GÖKMEN, H. Canan, Mehmet Celâl- Bir Kadının Hayat Romanı (14.
Bölümden itibaren Çevirisi), Erzurum, 1992, 59 s.
·
158. GÜLTEN, Gülnaz, Hayat-ı Edebiyye, Raif Necdet, E/zurum, 1992, 138
s.
·
159. KILIÇ, Nurdan, Afâk Mecmuası, (1-7. 'Aylar- (Fihrist-Metin),
Erzurum, 1992,
76 ş. * . ' ,
·
160. SOLA, Bilsen, Recaizade Mahmut
Ekrem.(Hay ve'Eserleri), Erzurum,, 1992, 705 s.
·
161. YILMAZ, Saime, Mehmet Celâl- Bir Kadının Hayatı (Roman) 14.
Bölümüne Kadar Çevirisi, Erzurum, 1992, 99 s.1993
·
162. MKÇPCi, Kerime, Bir Tövbekar, Ahmet Midhat, Erzurum, 1993, 32 s.
·
163. AKYÜZ, Seyfullah, Rûh-ı Kemal, Ali Ekrem Bolayır, Erzurum, 1993, 49
s.
·
164. ALKAN, Fatma, Ahmet Midhat Efendi, Ana-Kız, Erzurum, 1993, 38 s.
·
165. ALTINSOY, Semra, Tırpan Üzerine Bir İnceleme, Erzurum, 1993, 38 s.
·
166. ALYAR, Abdülkadir, Miras, Enis Be-hiç Koryürek, Erzurum, 1993, 63
s.
·
167. BALLI, Meleksima, Lâne-i Melal (Hüseyin Suad), Erzurum, 1993, 44 s.
·
168. BOZ, Mehmet, Göktepe, Hüseyin Ümran Erzurum, 1993, 54 s.
·
169. BULUT, Ayşe, Usûl-i Tenkit ve Tertib, Erzurum, 1993, 57 s.
·
170. BULUT, Nurettin, Vecihi, Sevda-yı Masume, Erzurum, 1993, 35 s.
·
171. BULUT, Rukiye, Kara Kitap Üzerine Bir inceleme, Erzurum, 1993, 30+7
s.
·
172. CANDEMlR, Neclâ, Falih Rıfkı Atay, Ateş ve Güneş, Erzurum, 1993, 97
s.
·
173. ÇAĞLAYAN, Vildan, Gönül Sarmaşıkları, Selami İzzet, Erzurum, 1993,
61s.
·
174. ÇETİN*, Himmet, Halid Fahri Ozan-soy, Cenk Duyguları ve Efsaneler,
Erzurum, 1993, VII+25+28 s.
·
175. ÇINARCI, Fadıl, Aşk ve İhanet, Erzurum, 1993, 54 s.
176. CONOĞLU, Salim, Aka Gündüz, Kurbağacık (1-195
Varakların Latin Harflerle Çevirisi), Erzurum, 1993, 88 s.
·
177. DALDAL, Asuman, Vicdan Alevleri, Ali Ekrem Bolayır, Erzurum, 1993,
47 s.
·
178. DANÎŞ, Resul, Kâzım Karabekir, Öğütlerim, Erzurum, 1993, 76 s.
·
179. DURDU, Tahsin, Menfî, Fazıl Necib, Erzurum, 1993, 77 s.
·
180. DURU, Fatma, Hüzün ve Tebessüm, İzzet Melih, Erzurum, 1993,68 s.
·
181. EKİCİ, Cengiz, İsmail Safa Muhake-mât-ı Edebiyye, Erzurum, 1993, 72
s.
·
182. EMEKLİ, Senem, Kayseri Gülleri Hüseyin Suad-Münir Nigar, Erzurum,
1993, 58 s.
·
183. EMlNAĞAOĞLU, Nazmiye, Ağustos Böceği, Selami izzet, Erzurum, 1993,
58 s.
·
184. ERCAN, Mehmet Emin, Ada’da Söylediklerim, Mehmet Celâl, Erzurum,
1993, 44 s.
·
185. EROL, Rukiye, Selahaddin Enis, Bataklık Çiçeği, Erzurum, 1993,
VI+78 s.
·
186. ERTÜRK, Beyhan, Define, Mehmet Rauf, Erzurum, 1993, 96 s.
·
187. GÖKER, Serkan, Genç ve Güzel, Orhan Midhat, Erzurum, 1993, 98 s.
·
188. GÖZÜBÜYÜK, Süleyman, Perviz, Celâl Nuri, Erzurum, 1993, 36 s.
·
189. KARABUĞA, Nilgün, Yusuf Ziya Ortaç, Akından Akına ve Cenk Ufukları,
Erzurum, 1993, 25+14 s.
·
190. KARAKÜÇÜK, Bülend, Selahattin Enis, Zâniyeler, Erzurum, 1993, 77 s.
·
191. KAYA, Ayhan, Menfi, Fazlı Necip, Erzurum, 1993, 77 s.
·
192. KILIÇ, Ihsan, Aşıkane Mektuplar, Alexandre Dumas Fils, Erzurum,
1993, 47 s.
·
193. KOÇ, İlknur, Mehmet Celâl, Kuş Dilinde, Erzurum, 1993,63 s.
·
194. KORKMAZ, Murat, Selahaddin Eni, Zâniyeler, Erzurum, 1993, 86 s.
·
195. KUTLUOĞLU, Narin, Kirli Çamaşırlar, Hüseyin Suad, Erzurum, 1993, 55
s.
·
196. KUZGUN, Mümin, Tefekkür, Reca-izade Mahmut Ekrem, Erzurum, 1993, 23
s.
·
197. MELEKOĞLU, Güler, Sahir Efen-di'nin Gelini, Ercüment Ekrem Talîı, Erzurum,
1993, 79 s.
·
198. ÖZER, Hüseyin, Peyami Safa, Gençliğimiz, Erzurum, 1993, 48 s.
·
199. SELİM, Ömer, M. N. Sepetçioğlu’mın Romanlarında Folklorik Unsurlar
(Kilit), Erzurum, 1993, 19 s.
·
200. SEMİZ, İsa, Takdir-i Elhâıı, Recaizade Mahmut Ekrem, Erzurum, 1993,
40 s.
·
201. ŞENER, Mustafa, Dilâra, Mehmet Asâf Erzurum, 1993, IV+25 s.
·
202. TAŞOGLU, inayet, Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, Erzurum,
1993, 100 s.
·
203. TOP, Fatma, Timsâl-i Aşk, Cemil Süleyman, Erzurum, 1993, 44 s.
·
204. ÜÇÜNCÜ, Kemal, Saffeti Ziya, Silinmiş Çehreler, Erzurum, 1993, 50
s.
·
205. YAMAN, Hülya, Gençliğimiz, Peyami Safa, Erzurum, 1993, 122 s.
·
206. YAVUZ, Sunay, Ahmet Rasim, Ciddü Mizah, Erzurum, 1993, 122 s.
·
207. YENER, Sakine, Ateşpâre, Muallim Naci, Erzurum, 1993, 111 s.
·
208. YILDIZ, Emine, Buhran, Celâl Sahir Erozan, Erzurum, 1993, 55 s.
1994
·
209. ARSLAN, Abdullah, Mavera Dergisi’nde Şiir, Şair ve Şairle İlgili
Yazılar, Erzurum, 1993, 157.
·
210. BAYRAK, Sefer, Falih Rıfkı Atay, Ateş ve Güneş, Erzurum, 1994,
104+3 s.
·
211. BULUT, Nuran, Tefekkür-Şemsa, Recaizade Mahmut Ekrem, Erzurum,
1994, 53 s.
·
212. BÜRKÜK, Sacide, Altun Kuvveti, Ahmet Reşat, Erzurum, 1994, 70 s.
·
213. DEMİRAL, Şule, İzzet Melih’ten Ser-met, Erzurum, 1994, 42 s.
·
214. DİŞÇİ, Nevzat, Sermet, İzzet Melih Devrim, Erzurum, 1994,54 s.
·
215. ERKAYA, Ali, Ateş Kızı, Reşid Süreyya, Erzurum, 1994, 32 s.
·
216. KAVZOĞLU, Hüseyin, İkinci Gençlik, Ali Süha Delilhaşı, Erzurum,
1994, 57 s.
·
217. ÖCAL, H. Yelda, Mehmet Emin Yurdakul, "İsyan ve Dua”
(Tercüme), Erzurum, 1994, 43 s.
·
218. SET, Cahit, Karnaval, Ahmet Midhat Efendi', Erzurum, 1994,182 s.
·
219. SOLMAZ, îzgi, Bi-Vefâ, Mehmet Celâl, Erzurum, 1994,
- 220.- SOYUCA-K, Nun, Tasvir-i Sebat, Yusuf Neyyir,
Erzurum, 1994, 64 s.
·
221. ŞAHİN, Leylâ, (Hatice Akgün ile Or-tak Çalışma), Mesude Vecihi,
Erzurum, 1994, 94 s..,
·
222. TOPAL, Perihan, Odun Kokusu, Aka Gündüz, Erzurum, 1994, 68 s.
·
223. TÜYSÜZ, Battal, İsmet Özel, Hayatı-Sanatı-Eserleri, Erzurum,
1994,55+5 s.
·
224. VERİM, Engin, Abdullah Zühtü’niin Hayatı-Sanatı-Eserleri ve
Hikâyeciliği Üzerine Bir Deneme, Erzurum, 1994, 53+5 s.'
·
225. YILMAZ, Nuri, İsmet Özel'in Şiir Anlayışı ve Şiiri Üzerine Bir Deneme, Erzurum,
1994, 60 s.
·
226. ZELYURT, Nurgül, Bozgun, Aka Gündüz, Erzurum, 1994, 79 s.
·
II. YÜKSEK LİSANS
TEZLERİ
1986
o
1. KARPUZ, Hacı Ömer, Hazine-i Fünun Mecmuası Inceleme-Fihrist Metinler, Erzurum,
1986, 331 s.
1987
o
2. TÖRENEK, Mehmet, 1908-1918 Arası Türk Hikayeciliği, Erzurum, 1987,
VII+212 s.
1988
o
3. PİRİMOĞLU,' Ayla, Ebubekir Hazım Tepeyran, “Hayatı-Eserleri",
Erzurum, 1988,11+155+28 s.
1989
o
4. KARATAŞ, Turan, Hüseyin Siret, Hayatı ve Eserleri Üzerine Monografik
Bir Çalışma, Erzurum, 1989, 194 s.
1994
o
5. ERBAY,
Erdoğan, Maarif Mecmuası-Tafsilli Fihrist ve Bütün Metinler, Erzurum,
1994, 12+590 s.
o
6. ÖZARSLAN, Ersin, Ara Nesil Edebiyatçısı ve Gazetecisi Mustafa Reşid
Bey, Hayatı ve Eserleri, Erzurum, 1994, III+l 43+12 s.
o
7. TÜMER, Cem Şems, “Mektep" Mec-muası-Tahlilî Fihrist, İnceleme ve
Seçilmiş Yazılar, Erzurum, 1994, V+560 s.
1996
o
8. SELÎM, Ömer, 1860-1928 Yıllan Arasında Düzenlenen Türk Edebiyatı
Antolojileri, Erzurum, 1996, V+170 s.
·
III. DOKTORA
TEZLERİ
1984
o
1. POLAT, Nâzım, Hikmet, Fecr-i Ati Şairi Şahabettin Süleyman,
Erzurum, 1984, XII+235 s.
1986
o
2. BÎLGEGİL, Zöhre, Aşk-ı Memnu Romanında Üslûp Çalışması, Erzurum,
1986, IV+VII+348 s.
o
3. KARAKAŞ, Şuayb, Süleyman Nazif, Hayatı ve Eserleri, Erzurum, 1986,
XX+374 s.
o
4. TEKİN, Mehmet, Peyami Safa ’nın Romanlarının Yapı ve Anlatım Teknikleri
Açısından İncelenmesi, Erzurum, 1986, IV+332 s.
o
5. TÜRİNAY,
Necmettin, Abdülhak Şinasi Hisar, Erzurum, 1986, 320 s.
1987
o
6. BEKİROĞLU, Nazan, Halide EdibAdı-var’ın Romanlarının Roman Tekniği
Bakımından İncelenmesi, Trabzon (Erzurum), 1987, XI+613+12 s.
1989
o
7. KAHRAMAN,
Mehmet, Divan Edebiyatı Tartışmaları, (1930-1940), Erzurum, 1989,
III+304+9 s.
1993
o
8. ÇALIK, Etem, Mustafa Necati Sepetçi-oğlu, Hayatı, Sanatı ve Eserleri,
Erzurum, 1993, V+429 s.
1994
o
9. KABADAYI, Hayriye, 1908-1923 Yılları Türk Şiiri ve Teorisi,
Erzurum, 1994, IX+545 s.
o
10. KARATAŞ, Turan, Sezai Karakoç, Ha-yat-Sanat-Tenkit, Erzurum, 1994,
VI+435 s.
o
11. KIRIMLI, Bilal, Asaf Halet Çelebi, Hayatı, Eserleri, Sanatı,
Erzurum, 1994, VI+435 s.
1995
o
12. KOLCU, Ali Ihsan, Tanzimat ve Ser-vet-i Fünun Devirlerinde Batı
Edebiyatından Yapılan Şiir Tercümeleri Üzerinde Bir Araştırma (1859-1901),
Erzurum, 1985, XI+645 s.
o
13. PARLAK, Mustafa, Sadri Ertem Üzerine Monografık Bir Çalışma,
Erzurum, 1995, XXI+888+16 s.
1996
o
14. ERBAY, Erdoğan, Divan Edebiyatı Üzerine Tenkid Değerlendirme ve
Tartışmalar (1866-1901), Erzurum, 1996 , VII+602 s.
·
IV. DOKTORA ÖN
ÇALIŞMALARI
·
1. KAVAZ , İbrahim, Necip Fazıl 'm Şiirlerinde Değişmelerin İncelenmesi,
Elazığ, 1985, XV+427 s.
·
2. UÇ, Himmet, Malûmat Mecmuası I-V1I Ciltlerindeki Edebî Makaleler ve
Tahlilî Fihrist, Erzurum, 1978, XVIII+564 s.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar