Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri : TARİKATLAR ve Türkler Üzerindeki Müspet Tesirleri
Yazan :Sosyoloji
Doktoru: Hasan Küçük Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim üyesi
Gayemiz;
sîzlere faydalı olmaktır.
İthaf :
«Evliya-i tahte
kibabi lâ ya'rifühüm gayri» Hadis-i kudsisinin sırrına muhatap bilcümle
evliyanın, hasseten vatanımızın mânevi bekçileri ve gönül sultanları, bütün
Islâm velilerinin aziz ve mübarek hatıralarına...
— Prensip —
«İlim adamı
zan etmez, fakat bilir. İkna etmeğe çalışmaz çünkü ispat eder. Muhatabından
itimat dilemez, bilakis onun dikkat etmesini ve gerçeği iyi anlamağa
çalışmasını tavsiye eder!..»
TARİKAT
MEKTEBİNİN DERSİ, ŞERİATTIR.
TAKDİM
Bir toplum
için en hayırlı ve faydalı olabilecek neşriyat, o toplumun gerçek meselelerine
eğilip, bunları yansıtabilen, toplumun bütününü teşkil eden fert ve zümrelerle,
bilhassa devletle vatandaşın karşılıklı hak ve ödevlerini, gerçekçi, tarafsız,
ahlâk ve faziylet duygula-riyle, bilhassa uyanık, metodlu, dinamik ve müsbet
ilim gözü ve kafa-siyle topyekün vatan problemlerini sosyal bir incelemeye tâbi
tutarak bunları her sınıf vatandaş kitlesinin hizmetine sunabilen neşriyattır.
Yoksa kendi
toplumunun asıl ve önemli bir çok meselelerinden habersiz, birtakım yabancı
fikirlerin mahsûlü olan eserlerin tercemele-ri, herhangi bir İlmî değer ve
hüviyete sahip olsalar, hatta kendi toplamları için çok ideal de sayılsalar
bile; çoğu zaman din, dil, ırk, milliyet mefhumlarından tutun da, fizyonomileri
ve hançere yapılarına varıncaya kadar farklı olan milletimiz ve devletimiz
vatandaşları için, bu tür tercemeler ne dereceye kadar faydalı olabilir?
Maalesef ki,
bugün Türkiye’deki neşriyatın önemli bir kısmı, kendi sosyal meselelerimizi
araştıran te’liflerden çok, yabancı fikir mahsullerinin tercemeciliği yönünde
faaliyet göstermektedirler. Hele bir de tanınmış bir imza oldu mu, muhteva ne
olursa olsun önemli değil, yeter ki kitap alıcı bulsun, bütün mesele
tamamdır... (1)
İşte elinizdeki
bu kitap, memleket gerçeklerinden ve millî menfaatlerden çok, günlük çıkarlar
peşinde koşan ve alışılagelmiş terceme eserlerden biri olmayıp, ifade ve
üslûbuyle de tamamen vatan ve
milletimizin
inanç ve sosyal gerçeklerine uygun, vatanım ve milletini seven ve dâima o’nun
kutsal menfeatlerıni kendi kişisel menfeatlerin-den üstün tutan, hatta kendi
varlığının ve yaşayabilme hayâllerinin dâima devletinin ve milletinin bakasiyle
gerçekleşebileceğine inancın sağduyulu okuyucularının hissiyatlarına tercüman
olabilme düşüncesiyle hazırlanmıştır.
Bununla
beraber eserin hiç noksansız olduğu iddiasında değiliz; üstelik yukarıdaki
duygu ve anlayışla okuyup, eksiklerinin tespiti ve uyarıcılığı yazarı için en
samimî teşekkür vesilesi olacaktır.
İhtiva ettiği
meselelerin sosyal hüviyet ve nitelikleri daima toplumdaki her sınıf vatandaşın
merak duyduğu hususlardır. Muhterem okuyucularını son derece etkileyen bu
meraklarını bertaraf edecek olan bu eser, beklenen ölçülerin belki de çok
altında kalabilir; ama Türk İslâm toplumunda tarikatların mahiyeti ve bilhassa
Osmanlı İmparatorluğu boyunca devletin ve milletin var olma ve yok olma
mücâdelelerinde oynadığı müsbet rolü merak edenlere, gerçeği bir nebzecik olsun
gösterebilirse gâyesine ulaşmış sayılabilir. Eksikleri tamamen yazarına ait
sebeplerden ileri gelmektedir.
Hiç bir şeyin
değil, ancak saf ve temiz bir yürekle faydalı davranışların imdada yetişeceği
gün gelmeden önce yüreklerimizi arıtma ve davranışlarımızı doğrultmada yalnız
Allah (C.C.)’tan yardım dileriz.
Çalışmalarım
esnasında bana güven veren, uyaran, güçlendiren ve bütün emeği geçenlere
teşekkürlerimi tekrarlarım.
Sosyoloji
Doktoru
Hasan Küçük
ESER HAKKINDA
:
Ahmed DAVUDOĞLU
Tarikatların
istinat ettiği menba' dinî inançlardır. Nitekim tarikatlar, inançlarla
beslenebildikleri nispette güçlenmişlerdir, inanç, insanoğlunun fıtrî ve rûhî
mevcûdiyetinin zarûrî bir iktizası olarak yeryüzünde imrarı hayat eylediği her
yerde ve her devirde en emin bir teminat ve teselli kaynağı olarak kendisine
sarıldığı mânevî bir silâhtır. Bu fıtrî ihtiyacın mevcûdi-yeti iptidaî
kavimlerin hayatları tetkik olunduğunda daha da iyi anlaşılacaktır. Nitekim
tarih boyunca İlâhî bir hâmi, kendi mevcudiyetini imkân sahasına koyan bir
hâlık aramamış tek bir fert ve milletin bulunmayışı bunun en bâriz bir
delilidir.
Diğer taraftan
insanoğlunun mukaddes duygularını ve kutsal inançlarını tatmin etmek ve tâlim
buyurmak üzere yüce Mevlâ peygamberler göndermiş, bu mübarek zevat vasıtasıyla
hem İlâhî emirlerini biz kullarına tebliğ etmiş, hem de insan ruhundaki bu
fıtrî ihtiyacı karşılamıştır. Ne var ki, insanoğlunun peygamberden mahrum
kaldığı devirler de olmuştur. Meselâ Beniisrail devri peygamberlerinin
sonuncusu Hz. İsa (S.A.) ile âhir zaman peygamberi (bizim peygamberimiz) Hz.
Muhammed (S.A.) arasında geçen ve «Fetret Devri» denen beşbuçuk asırlık zaman
süresi içerisinde beşeriyet böyle bir İlâhî mürşidden mahrum kalmış olup, iki
cihan serveri Hz. Muhammed (S.A.)'in son peygamber olarak tarafı İlâhîden
gönderilmesiyle nübüvvet kapısı da kapanmış bulunduğundan başka peygamber
gelmeyecektir.
işte bin üç
yüz küsur seneden beri yine insanoğlu İlâhî bir mürşidden mahrum demektir.
Elhamdülillâh ki yüce Mevlâ âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed (S.A.)
vasıtasıyla beşeriyet® gönderdiği emirlerinin kıyamete kadar baki kalacağını,
O'nun vasıtasıyla gönderdiği şeriatın insanlığı hidâyete sevketmeye kâfi
geleceğini de bildirmiştir. Nitekim Peygamber (S.A.) efendimiz de kendisinden
sonra gelecek ümmetinin içinden yetişecek âlimler vasıtasıyla inlanlığa emaneti
olan şeriatının kıyamete kadar devam edeceğini müjdelemişlerdir.
Diğer taraftan
İslâm dünyasında Peygamberimiz zamanında tarikat yok iken Peygamberimizin
dâribeka'ya intikalinden sonra insan ruhunda mevcut bulunan fıtrî ihtiyacın temini
için tamamen İslâmî umdelere sadık kalarak zuhur eden tarikatlar, islâmın yüce
Peygamberinin emirleri uğruna hayatlarını vakfetmiş tarikat uluları zevatı
âliye'nin kerametleri ve insan üstü gayretleriyle meydana gelmiş bu mübarek
müesseseler, tarih boyunca İslâm dünyasında maddî ve mânevî birlik ve
beraberliğin temininde' pek büyük ve müspet hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunun
en bâriz neticelerini bilhassa dünya yüzünde 600 yıl gibi en uzun süre
mevcudiyetini idame ettirmiş ve tarihin en güçlü devleti haline gelmiş bulunan
«Osmanlı imparatorluğumun vücût buluşunda açıkça müşahede edebilmek mümkündür.
İşte değerli
talebem Dr. Hasan Küçük Bey «TARİKATLAR» isimli bu kıymetli eserde tarikatların
menşe'leri ve zuhûr edişlerinden itibaren geçirdikleri safahatı mufassal bir
şekilde ele almış, bu arada Tarikat, Şeriat, Tasavvuf, Mezhep vb. gibi
kavramlardan her birini lügavî ve ıstılah! mânâlarıyla birlikte incelemiş,
ayrıca tarikat ve şeriat kavramlarının birbir-leriyle olan münasebetlerini de
en ince teferruatlarına kadar büyük bir dikkat ve itina ile tetkik etmiştir.
Daha sonra
tarikatları müstakilen ele alan müellif, tarikatlara ait bel-libaşlı usûl, âdap
ve erkânı, tedrisat usûllerini en ince teferruatlarına kadar inceledikten
sonra, bu mübarek müeseselerin, Osmanlı devletinin kuruluş ve idamesinde ifa
eyledikleri çok önemli ve müspet hizmetleri müşahhas misâllerle izah ve ispat
etmiştir. Öyle sanıyorum ki, bugüne kadar İslâm dünyasında bu sahada
derli-toplu ve bütün tarikatları bir arada tetkik edip mânevî tatmine daima
ihtiyaç hisseden kariiyne takdim kılınmış bir eser vücûda getirilememiştir. Bu
sebepledir ki, eserin değerli müellifi kıymetli talebem Dr. Hasan Küçük Bey’i
can-u gönülden tebrik eder, eserin matuf bulunduğu samimî gayelere hizmeti ile
mumaileyhin daha nice kıymetli eserlerle Müslüman milletimize âlem-t İslama ve
insanlığa hayırlı hizmetlere müyesser buyurmasını «Cenabı Hak»tan niyaz
eylerim.
Bu Eser
Hakkında
Hekimoğlu İsmail
Bir zamanlar
«Meşhur Olan Fakir Çocuklar» isimli bir eser elime geçmişti. Bu eserde
çalışkan, kabiliyetli çocukların, fakirliğin zincirini kırıp, imkânsızlıkların
şeddini aşıp, başarıya ulaştıklarını gördüm. Bir çok gence, faydalı olabilirim
diye, bu eseri hediye ettim, istifade eden oldu mu, olmadı mı bilmem. Fakat bir
gün Muhterem Hasan Küçükle tanışınca, sanki o eserdeki şahsiyetlerden bîri
karşıma dikilmişti.
Hasan Küçük
Bey, ancak ilkokul sıralarına oturabilmiş. Daha sonra okul vasfını hiç bir
zaman kaybetmeyen camilerimizden Yeni Cami'ye gelip, imam Efendiden ders almaya
başlamış. Sonra ortaokul ve imam - Hatip Lisesini dışarıdan bitirip, Edebiyat
Fakültesine devam etmiş. Şimdi de Felsefe Doktoru.
Yüksek İslâm
Enstitüsünde öğretim üyesi olan Hasan Küçük, çekirdekten HOCA!. Bu sebeple ona
da «hocam» diye hitap ediyorum.
Öyle
zannediyorum ki okul binaları Hasan Küçük Hocama dar gelmiş, vatan sathını bir
mektep kabul edip; eserleriyle, bütün millete hitap etmeye çalışmaktadır.
Zaten
çalışkanlığı sayesinde, hayat merdiveniyle de başarının zirvesine tırmanmaya
çalışan Hoca, çok okuyan, çok yazan bir kimsedir. Mümkün olsa bu şahsın hayat
hikâyesini yazıp, bütün gençlere dağıtmalıdır. Tâ ki, oturup halinden şikâyet
edenler, çalışarak mesut olmasını öğrensinler diye...
işte bu eserin
bir önemi de yazarından gelmektedir. Yazar, caminin gölgesinde büyümüş,
hocalarla dizdize oturmuş, bir bakıma muallim talebe, bir bakıma şeyh mürid
nizamı içinde hayatını sürdürüp, böylesine eserler hazırlamış. Yani sadece
okuyup, yazmamış, aynı zamanda yaşamış...
Eserin ismi:
«Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri TARİKATLAR ve
Türkler üzerindeki Müsbet Tesirleri». Bu isim, sanki eseri hulâsa ediyor, öyle
hulâsa ediyor ki, sanki tarikatlar, devlet denilen sarayın orta direği... Bu
direk, diğerleriyle birlikte Devleti yüceltmiş; bu direk OsmanlIları, tarihe
mal etmiş... Sonra Türk denince nasıl Müslüman akla geliyorsa, Müslüman denince
de akla mutlaka tarikatlar gelir.
Evet Türk,
ırkıyla dinini bir teknede yoğurup, onlardan bir bütün meydana çıkaran
kimsedir. Çünkü bütün Türkler Müslüman olmuş, Müslüman olmayan Türk, Türklükten
de çıkmış: Bulgar, Macar, Fin gibi...
Müslüman,
kafasına olduğu kadar kalbine de önem veren kimsedir. Nasıl ki kafa ilmin
midesi ise, kalb de imanın hâzinesidir. Kafa ne kadar medrese ise, kalb de o
kadar tekkedir. Dolayısı ile, ilim elde eden Müslüman, bunu iman ile
birleştirir, Kur'an caddesinde böylece yürüyebilir. Zaten İslâmî anlayan
medrese kalbi, tekkede kafayı ihmal etmemiştir. Kafa haramı, helâli öğrenir.
Kalb de haramlardan müteessir olur, bir nevi acı duyar, işte imanın alâmeti
budurl.
Halbuki bir
müsteşrikin kalbi, bir Müminin kalbi gibi acı duymaz. Çünkü o İslâmî öğrenmiş,
imanı tatmamıştır. imana pencere açmayan kalb, bir bakıma et parçasıdır, hatta
Akif'in dediği gibi «sinede yük!»
Akla şöyle bir
soru gelebilir: «Acaba tarikata girmeyen kimse, imandan yoksul mudur?»
Asla!..
Tarikat, imanı
kuvvetlendiren müesseselerden biridir. Bu müesseseye dahil olunsun’veya
olunmasın, imanını kuvvetlendiren herkes, tarikattan payım alıyor, o da tariki Kur’an'da
yürüyor, demektir.
Tarik,
yol'dur. Bu yolda kalb ayağı ile yürünür. Kur'an caddesinde ilerleyen herkes,
imanla ilim kanatlarına sahip bir mümindir.
Eseri, sîzlere
tanıtmak için bir şey söylemiyeceğim. Çünkü şu anda bir ilim sarayının
kapısında bulunuyorsunuz. Burada durup, sîzlere sarayı anlatmaktansa «buyurun»
deyip, sarayı gezmenizi rica etmem, daha yerinde olacaktır.
Öyle ise:
— Buyurun!.
Saygılarımla...
ÖNSÖZ
Tarikatlar
Türk toplumunda sadece bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda objektif
birer gerçek olarak da, tarih boyunca varlıklarını kabul ettirmiş bulunan
sosyal kuruluşlardır.
Mistik birer
inanç sistemi olmaktan başka sosyal yönleriyle ele alındıklarında, tarikatların
toplumdaki her sınıf ve zümreyi doğrudan veya dolaylı olarak etkiledikleri
görülür.
Bu
araştırmanın konusu islâmda Tarikatlar ve Türk toplumu üzerindeki etkilerini
incelemektir. Günümüz Türkiyesinde kendi mütevazı hayatını yaşayan vatandaş
kitlesi kadar, sosyal problemlerle meşgul olan diğer çevreler ve tarikatların
mahiyetleri hakkında merak duyanlar için de bilhassa özel bir önem ve değer
arzeden bu konu, vakıa ilk defa olarak ele alınıyor değildir.
Fakat ne var
ki, bu sahada şimdiye kadar yapılan çalışmalar «Tarikatların bir bütün halinde
sosyal fonksiyonlarını» yansıtmaktan uzaktırlar.
Nitekim bu
güne kadar-doğrudan veya dolaylı olarak-tasavvuf ve tarikatlarla bunların
kurucuları ve mensuplarından bahseden bir çok biyografiler ve menâkıplar hazırlanmış,
kitaplar, makaleler yazılmak, mevziî şekillerde de olsa bir takım araştırmalar
yapılmak suretiyle tarikatlarla ilgili bir çok eserler yazılmıştır.
Bu cümleden
olmak üzere konuya girmeden önce tarikatlarla ilgili olarak bu güne kadar
yapılmış bulunan İlmî çalışmaların kısa bir kritiğini yapacak olursak, ortaya
şöyle-üç maddelik-bir tablo çıkar:
·
1 —
Biyoğrafiler, menâkıplar ve ansiklopedik bilgiler.
2— Tasavvuf ve
tarikat faaliyetlerini birlikte mütalaa eder mahiyetteki eserler.
3 — Sâdece
bazı tarikatları sathî olarak inceleyen eserler.
Birinci
maddedeki belli başlı kaynaklardan konuyu ilgilendirenlerini şöy-lece
özetleyecek olursak deyebiliriz ki: Bu cümleden olmak üzere müracaat ettiğimiz
kaynakların başında ansiklopedik mahiyette olanlar gelir.
Nitekim
konu'nun muhtevasıyle ilgili olarak çeşitli maddelerindeki bilgilerden başka,
özellikle İslâm Ansiklopedisindeki (C. XII. cüz 120) tarikatlar ve tasavvuf
maddeleriyle, Brockelmann, İstanbul Ansiklopedisi, Hayat ve Türk
Ansiklopedileri ile Kamusu'i-A'lâm gibi belli başlı ansiklopedilerle, en
muteber menâkıp kitapları ve bu konu ile ilgili çalışmalardan Nefehâtü'l-Üns,
Menâkıbü'l-Ârifîn, Risâle, (El-Kuşeyrî) Osmanlı müellifleri, (Muham-hammed
Tahir Türk Azizleri, (M. Ali Aynî) Mevlâna Celâieddin, Yunus ile Âşık Paşa ve
Yunus'un Bâtınîliği (Abdülbâki Gölpınarlı), ve daha bibliyoğraf-yada gösterilen
bir çok eser taranmış olup, bu tür kaynaklardan ancak tarikat şeyhlerinin
kimliklerini ve menkıbevî hayatlariyle ilgili malûmatlar edinme yönünden yararlanılabilmiştir.
Halbuki bizim
gayemiz sâdece tarikatların ve onların mensuplarının tarihî ve menkıbevî hayat
hikâyeleri olmayıp, bilhassa bunları tesir sahaları yönünden sosyal bir
incelemeğe tabi tutmak sûretiyle nicelik ve nitelikleri bakımından özellikle müslüman
Türk (Osmanlı) devleti üzerindeki müsbet sosyal fonksiyonlarını göstermektin
Görüldüğü gibi bu sahadaki eserler konumuz açısından faydalı olmakla beraber
yeterli değildir.
ikinci maddeye
gelince:
Burada işaret
etmek istediğimiz eserler dizisi daha da kabarıktır. Ne var ki, bu tür
eserlerde de genellikle tasavvuf, tarikatlar ve bazen mezhepler dahi birlikte
mütâlaa olunmuş, birinden söz ederken ötekisine geçilmiş, tarikatları —diğer
iki sahadan ayrı olarak— incelemek adetâ imkânsızlaşmıştır.
Gerçi mahiyet
yönünden mezhepler, tasavvuf ve tarikatlar birbirleriyle çok yakından
ilgilidirler; fakat yine de her birini kendine has özellikleri içinde mütâlaa
etmek mümkündür.
işte, müracaat
ettiğimiz bu tür kaynaklar arasında da yine ansiklopedik mahiyette olanlardan
başka, menkıbevî hayatından bahsedilen bir mutasavvıfın, aynı zamanda bir
tarikatın kurucusu olarak da gösterildiğini belirtmek istediğimiz eserlerden
bazılarına ve aynı zamanda birer tarihî kaynak olarak da bilinenlerine işaret
edelim:
Evliya Çelebi
Seyahatname adlı eserinde ve, İbn Batuta Seyahatnamesinde bilhassa Ahilikten
uzun söz ederler. Şekâik-ı Nu'mâniyye, Naî-mâ tarihi, ve Fezleke (Kâtip Çelebi)
gibi eserlerde de muhtelif vesilelerle ta savvuf ve tarikatlarla ilgili
hâdiselere temas edilmiş olup, ayrıca Hadîkatü'l-Evliya (Ahmed Hilmi), Mevlâna
Celâleddin Rûmî ve Şems-i Tebrizî (Salih Sami-İmamzâde-), İslâmın geliştirdiği
tasavvuf (Ömer Rıza Doğrul), Tasavvuf Tarihi (M. Ali Aynî), Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar (Ord. Prof. M. Fuat Köprülü), İlâhiyat Fakültesinde Kemâl
Edip Kürkçüoğlu Tasavvufa dâir (inceleme), Mahir iz Tasavvuf ve Abdulbâki
Gökpınarlı'nın 100 soruda tasavvuf adlı eserini bu cümleden olarak
zikredebiliriz. ■
Bu eserlerden
her birinde tasavvuf ve tarikatlara dâir geniş bilgiler olmakla beraber,
meseleye sâdece muayyen açılardan ve birbirleri içinde mütâlâa eder bir gözle
bakılmış olduğundan, tarikatların sosyal fonksiyonları ve Türk toplumu
üzerindeki etkileri yönünden isteneni bulmak yine mümkün olamamaktadır.
Üçüncü maddede
ise: Burada da yine tarikatlarla ilgili bir çok eser görüyorsak da, bunlardan
her biri sâdece bir veya bazen birkaç tarikatı ele almış olup, tarikat'ın
şekli, zikir usûlü, erkânı ve silsilelerinden bahseden eserlerdir.
Nitekim
Menâkıb-ı Şerif ve Tarikatnâme-i Pirân ve Meşâyıh-ı Tarikat-ı Aliyye-i
Halvetiyye (Ahmet Fehim), Onaltıncı Asırda Rafizîlik ve Bektâşilik (Ahmed Refik
Atılay), F. M. Hasluck Bektâşilik Tetkikleri, Baha Said'in «Bektâşiler ve
Nuseyrîler» üzerine yaptığı araştırmalar (Türk Yurdu Mec-mûası 1927-29), Sadık
vicdânî Tomar-ı Turuk-ı Aliyye ve Mir'atu't-Turuk, Tibyanü'l-Vesâili'l-Hakâik
fi Beyan-ı Selâsili't-Tarâik (Harîrî zâde Kemâled-din), Mevlânadan sonra
Mevlevilik (A. Gölpınarlı) ve 100 soruda Türkiyede Mezhepler ve Tarikatlar adlı
eserler de bu cümledendir.
Materyal
toplama esnasında, bu üç grupta-ana hatlariyle-kritiğini yaptığımız eserlerden
başka, tarikatlardan dolaylı olarak bahseden bir başka tür eserler serisi daha
gördük ki, bunlar «Fütuvvetnâmeîer'dir. Tarikatların sosyal fonksiyonları
yönünden «Fütüvvetnâmeler üzerinde özellikle durduk. Bu sahada da bir çok eser
mevcûd olmasına rağmen, dolayısiyle A. Gölpmarlı'nın «Türk ve İslâm illerinde
Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları, İK. F. Mc. C.XI S. 1-103» adlı araştırması ve
Reşat Ekrem Koçu'nun «Tarihte İstanbul Esnafı» (tefrika Tercüman gazetesi 12
Ekim, 5 Kasım 1970 tarihleri arası) konulu araştırması da dahil, yine sosyal
fonksiyonları bakımından tarikatlar hakkında tatmin edici bir bilgi bulmak
mümkün değildir; çünkü fütüvvetnâmelerde de yine sâdece Ahilik ve Fütüvvet
teşkilâtı, Loncalar, tarik-i fütüvvatler ve bunlarla ilgili hususlar tarihî
seyri içinde anlatılmışlardır.
Bütün bu
hususlar bir bakıma normal kabul olunmalıdır. Çünkü her İlmî faaliyet bir
gayeye bağlı olacaktır. Halbuki, kritiği yapılan eserlerden her hangi birinin
«tarikatların toplumdaki sosyal fonksiyonları» gibi bir a-maçiarı yoktur. Bu
yüzden izledikleri metodlar ve vardıkları sonuçlar da başka, başkadır.
Halbuki bu
araştırmada, yukarıda işaret ettiğimiz hususlar da dikkate alınmak süratiyle
tarikatlar önce bir bütün olarak - kökleri itibâriyle-ele alınmışlar, sonra da
aralarındaki ortaklaşa ve özel olan prensipleri de tesbit etmek süratiyle
sosyal bir bütünleme yapılarak toplumdaki kollektif ve sosyal fonksiyonları
tesbit edilmeğe çalışılmıştır.
Konunun bu
derece dikkat, sabır ve cesaret isteyen bir problem olduğunu biliyordum. Ne var
ki, karşıma çıkan güçlükler cesaret ve azmimi söndürecek yerde kuvvetlendirdi.
Çalışmalarım
boyunca herkes gibi ben de dostça teşvikler, kardeşçe yardım ve alâkalar
gördüm. Bütün bunların derin minnetdarlığını dâimâ gönlümde yaşatacağım.
İçlerinden birini sayarken unuturum endişesiyle burada teker teker adlarını
amma zevkinden kendimi mahrum ediyor ve bütün dostlara, kardeşlik ve arkadaşlık
ilgisi gösterenlere, özellikle eserin sosyolojik yönden kusursuz olması için
yardımlarını esirgemeyen hocam Pro. Dr. Cahit Tanyol'a en derûnî teşekkürlerimi
sunuyorum. Eserler hazırlanır, kitaplar yazılır, yayınlanır ve önemsizieşir.
Tarikatlar da kurulur, kurucuları ölür, fonksiyonlarını kaybederler ve
unutulurlar. Kısaca yeryüzünde ne varsa hepsi fâni'dir Ancak ululuk ve kerem
ıssı «Allah»ın zâtı kalıcıdır. (1)
Yardım
ondandır, hamd de ancak ona'dır. «Allah kuluna yetmez mi?» (2)
·
1)
Kur’an-ı Kerim Rahmân sûresi, âyet 26-27
·
2)
Kur’an-ı Kerim Zümer sûresi, âyet 36.
GİRİŞ
Tarikatlar
çeşitli yollardan incelenebilirler: Dinî, siyasî, tarihî ve sosyal mülâhazalar
mümkün olduğu ölçüde bir yana bırakılır da, konuya sırf pozitif sosyolaji
tekniği açısından bakılacak olursa, tarikatların toplum üzerindeki sosyal
fonksiyonları'nın eleştirilmesinde üç ayrı problem'in ortaya çıktığı görülür.
·
1
— Tarikatlar'ın doğuşu ve bu doğuş'un arkasında bulunan dinî inanç sistemi'nin özelliği.
Şöyle ki : Tarikatlar önceleri bir mâbed havası içinde, Allah ile kul arasında
sâdece inanca dayanan mânevî bir bağ iken, zamanla maddî birer şekil kazanmaya
başlayışı ve bu şekil kazanış'ın hızla gelişerek kökünden ve asıl amacından
zaman zaman uzaklaşma derecesine varması ve bunun dinî oluşunun yanında siyasî,
iktisâdî, ekonomik ve sosyal sebeplerin de bulunuşu.
·
2
— Herşeyden önce sosyal birer kuruluş olan tarikatların, aynı zamanda sosyal birer
realite olarak da var olan dış görünüşleri, organizasyonlardaki özellikler,
sosyal varlıklarını sürdürebilmeleri için gereken disiplin ve âsâyiş'in temin
edilişi, en önemli olanı ise, alınan tedbirlerin yüz yıllar boyunca devam
etmesi, fonksiyonel özelliklerini muhafaza etmesi ve' tarikat prensiplerinin
kişinin gözünde en kutsal değerler olarak büyümesi ve kişiyi içten gelen bir
duygu ile etkilemesi.
·
3
— Tarikatların incelenmesinde üçüncü ve en önemli bir başka yön de, o'nun
kendini her çevreye, her sınıf ve zümre'ye hatta toplum yönetiminde birinci
derecede söz ve yetki sahibi olan yönetici kadroya dahi kabul ettirerek, toplum
içindeki bütün sosyal değer ve kurumlan gölgeleyecek derecede fonksiyonel bir
özelliğe sahip oluşu, hatta zaman zaman devletin temel unsurları olarak kabul
olunup, devletin bütünlüğünün o'nun sosyal varlığı içinde düşünülecek kadar
değer kazanmış olması (3) vs.
·
3) Prof. Dr.
Cahit Tanyol, «Osmanlı Devleti’nin temelinde .iki kuvvet vardır, bunlardan biri
şeriat, ötekisi ise tarikattır». (Kuruluş ve Fetih Destanı S. 6-7)
İşte,
tarikatların genel anlamda toplum üzerindeki sosyal fonksiyonları yönünden bir
incelenmesi söz konusu olursa, yukarıdaki sahalardan birine ağırlık vermek
gerekir.
Buna göre
birinci safha ile ilgili bir araştırma’nın yapılacağı düşünülürse, olaylara
bakış açısı değişir. Şöyle ki: Tarikatlar bu durumda sadece doğuşları ve
gelişimlerini buldukları inanç ortamları içinde düşünülebilirler. Ne var ki,
sadece bu saha ile yetinmek esasen sosyal ve İlmî bir araştırma olamıyacağı
gibi, tarikatların toplum üzerindeki fonksiyonları bakımından bekleneni
vermekten de çok uzak ve yoksun kalır. Böyle bir araştırma belki sadece dinler
ve mezhepler, veyahut da tasavvuf tarihleri için bir başlangıç niteliği
taşımaktan da ileri geçemez.
İkinci saha
ise, tarikatları sosyal birer kuruluş olarak tanımakta biraz daha yararlı
olabilir. Nitekim bugüne kadar tarikatların toplum üzerindeki sosyal
fonksiyonları ele alınmamış olmakla beraber, çeşitli açılardan bazı tarikatlar,
belirli yönleriyle çok az ve tatminkâr olmaktan da çok uzak olmalarına rağmen
ele alınmışlardır. (4)
Fakat sadece
bir tek yönüyle toplum üzerinde bu derece tesiri bulunan bir kuruluşu izah
etmeğe değil, anlamağa bile çalışmak, boşuna kaybedilmiş zamandan başka bir
kazanç sağlamayacaktır. Gerçekten de tarikatları gerek geçmişte, gerekse
günümüzde bu şekilde düşünenlerin vardıkları sonuç bundan başka olmamıştır.
Oysa ki
tarikatlar en azından bir inanç sistemi olarak, sosyal birer kuruluş olarak ve
tarihî gelişim içindeki sosyal fonksiyonları yönünden bir bütün halinde ete
alınmayı gerektiren sosyal ve gerçek birer varlıktırlar.
Problem en
basit şekliyle bu olduğuna göre, toplum üzerindeki sosyal sentezde özleştiğini
ve bir atılıma çevrildiğini bilip iyice anlamadan bu ülkedeki siyasî ve sosyal
devlet kuruluş ve düzeni'nin olduğu gibi, tarikat kuruluşlarının da
anlaşılmasına ve sosyal fonksiyonları yönünden incelenmesine imkân yoktur.
Gerçekten
dünya'nın en büyük ve en kudretli, aynı zamanda en uzun ömürlü imparatorluğunu
kurmuş bulunan Türk - İslâm töplumu'nun oluş di-yâlektiğini bir tarih serüveni
olarak yorumlamak, hem bilgisizlik ve hem de
·
4) Gerçekten, bu
türden yazılmış Menâkıbnâme, Fütüvvetnâme, Biyoğrafi vb. gibi birçok eserler
mevcut olmasına rağmen, toplum üzerindeki sosyal fonksiyonları yönünden
tarikatların bütün halinde vasıflarını yansıtacak tek bir eser bile bulmak son
derece güç ve hatta imkânsızdır da. İşte bu araştırma bu güç işi başarmayı ilk
plânda gâye edinmiştir ki, yedi sene süren uzun bir materyal toplama safhasında
elde ettiğimiz dağınık kaynaklardan bunu başaracağımızı ümid ediyoruz. Çalışmak
bizden, yardım Allah (C.C.)’tandır.
büyük bir
haksızlık olur. Hatta bu sebepten ötürü Türklerin en büyük başarılarından biri
olan «İstanbul'un fethi» dahi bir tarihî olay değil, belki Anadolu Türklüğünde
devlet bilinci'nin bir örgütlenişiydi. (5)
Kısaca
Anadolu'da kurulmuş bulunan Türk «Osmanlı» devletinin temelinde iki büyük
kuvvet vardı ki, çağdaşı öteki devletlerde rastlanmayan bu iki önemli unsurdan
biri «Şeriat», ötekisi ise «Tarikat»tır... (6)
Tarikatların,
Anadolu'nun bağrında bir ağ gibi örülmüş olmasının gerçek ve sosyal
sebeplerinden bir tanesi ise şudur: XIII. yüzyıllarda Anadolu halkı korkunç bir
Moğol istilâsına uğramıştı. Bu saldırı karşısında halk ve devlet müthiş bir
paniğe kapılmış, hatta Selçuklu devleti reisleri Moğol valilerinin birer uşağı
haline gelmişlerdi. Bu durum karşısında Anadolu'nun Müslüman Türk halkı
sahipsiz ve himayesiz kalmış, bu yüzden de kendini koruyup kurtaracak bir
mûcize güneşinin doğmasını sabırsızlıkla bekliyordu. (7)
işte Anadolu
Türklüğü tarihi'nin bu döneminde, Ahmed Yesevî'ler, Ha-cıbektaş-ı Veli'ler,
Sultanü'l - Uîemâ'lar, Yunus Emre'ler ve daha birçokları bu esrarengiz ülkedeki
ruh ve mâneviyat dünyası'nın padişahları ve kurtarıcıları olmuşlardır.
Gerçekten bu
büyük şahsiyetler Anadolu halkı'nın ruhunu ve toprağını öylesine üstün bir
güçle mayalamışlardır ki, Osmanlı Devleti işte' bu maya-lanışın tarih sahnesine
çıkmış müşahhas bir görüntüsüdür. (8)
Ve nihayet
deyebiliriz ki, Anadolu'nun Müslüman Türk halkı üzerinde tarikatların göstermiş
olduğu geniş çaptaki sosyal fonksiyonlar, böyle bir oluşum'un tabiî
birikiminden başka bir şey değildir.
Nitekim daha
sonraları Anadolu'nun bu sıcak kanlı Müslüman - Türk halkı, kendilerini her
türlü tehlikeden koruyan bu mâneviyat kahramanı veliler ve onların kurdukları
tarikatlarla öylesine kaynaşmışlardı ki, bunun bir örneğinin daha başka
herhangi bir toplumda görülebilmesi imkânsızdır.
Diğer taraftan
Anadolu, çeşitli kavimlerin veı uygarlıkların konup göçtüğü ve her birinin,
tarihin değişik dönemlerinde iz bırakıp yok olduğu bir ülkedir. İşte bütün bu
uygarlıkların izlerini silerek onların üzerinde son olarak yeni bir Türk -
İslâm medeniyetinin kuruluşunda, Türklüğün ve İslâmın gerçek armasının bu
ülkenin bağrına yeniden bir nakış gibi işlenmesinde manevî dayanışma'nın ve
bilhassa tarikatların büyük rolü olmuştur.
·
5)
Prof. Dr. Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı, S. 8-9
·
6)
Prof. Dr. Cahit Tanyol, Aynı eser, S. 11 vd.
·
7)
Prof. M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, S. 23-59 (T.T.K.
Yayını)
·
8)
Prof. Dr. Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı, S. 6, 11, 42 (Osman
Gaz’, oğlu Orhan Gazi’ye şöyle nasihatta bulunmuştu: «Oğlum, bir kimse sana
Tanrı buyurmadığı sözü söylerse, anı kabul etme ve eğer bilmez .isen Tanrı
ilmin bilene sor» İşte devletin temel politikası!) Aynı eser S. 42, C. Tanyol.
Böylece
Anadolu'nun Müslüman - Türk halkı bu topraklar üzerinde yepyeni bir sentez
vücûde getirmiş, karakterinde zaten yaratılıştan mevcud olan kabiliyet ve
maharete bir de tarikatların verdiği manevî ruh ve enerjiyi katarak, «Osmanlı
Devleti» adıyla tarihe uzanan somut bir örnek halinde ortaya çıkmıştır.
İşte bu kaynaşmanın temelinde şeriatçıların yanında onlardan daha kuvvetli
fonksiyonlara sahip «Tarikat uluları» da vardır. O kadar kı, Osmanlı
devletinde padişahların ünvanlariyle tarikat şeyhlerinin ünvanları birbirlerine
karışmıştır. (9)
İşte bu
araştırma —ilk iki maddedeki özelliklerin de ışığı altında— konunun da gereği olarak,
üçüncü maddeye ağırlık vermek suretiyle «tarikatların sosyal fonksiyonel
yönlerinin analizini ön görmekte olup, böylece konunun kesin bir şekilde
sınırlanması da sağlanmış bulunmaktadır. Şu kadar ki, tarikatların bütünü
hakkında bir fikir sahibi olmadan, sosyal fonksiyon-lan'nın incelenmesi
imkânsız olduğundan, ilk iki maddeye de —ana hatla-riyle— temas edilmiştir.
Esasen Türk
Osmanlı Devleti'nin, kuruluşundan itibaren geçen 600 yıllık tarihi boyunca,
yönetici kadroyu fonksiyonel yönden önemli bir şekilde etkilemiş bulunan
tarikatlar incelenirken, OsmanlIlardan önceki Türk top-lumlarına da gereği
kadar değinmek, bu arada Cumhuriyet sonrası Türkiye-sindeki manzaraya da —genel
açıdan— bakmakla beraber, esas araştırma sahamızı, Osmanlı devleti'nin kuruluşu
ile Cumhuriyetin ilânı devirleri arasına teksif etmiş bulunuyoruz.
Fakat
araştırma hududumuzu sınırlandırmak için sarf etmiş bulunduğumuz bunca
gayretlere rağmen, yine de Türk toplumunun birer unsuru bulunan, hele
Anadolu'nun; yüzyılların ötesinden gelen dinî inanç, örf, âdet, gelenek ve
görenekler gibi sosyal değerlerle hafızaları bezenmiş bulunan Müslüman - Türk
halkı'nın genç, ihtiyar, kadın, erkek tek bir ferdi yoktur ki, tarikat lâfını
duyduğu zaman birden irkilip, bu sihirli kelime'nin câzibe^-siyle cereyana
kapılmış gibi bütün benliğiyle sarsılıp duygulanmasın!..
Çünkü
Anadolu'nun kendine has iklim ve havasiyle yuğrulmuş bulunan tipik halkının
dinî, siyasî ve sosyal yaşayışıyle, damarlarında dolaşan sıcak kan, ciğerlerine
doldurduğu temiz hava ve midesine indirdiği helâl lokma kadar hayatına girmiş
bir kelime'dir tarikat.
·
9) Esasen
Osmanlı padişahları her nekadar şekil bakımından Halife iseler de, gerçekte
mutlak bir halifelik iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü Osmanh devletinde
Halifeden ayrı olarak Şeyhü’l - İslâm vardır. Şeyhüî - İslâm protokol
bakımından Sadrazamdan sonra gelmekle beraber, siyasî fonksiyon bakımından
Padişahtan sonra gelir, hatta kendisini bu makama getiren padişah hakkında bile
fetva verebilir! (Prof. Dr. Cahit Tan-yol, 1966-1967 seminer notları)
Tarikat
kelimesi'nin, Anadolu köylüsünün günlük yaşayışının her zerresinde özel bir
yeri vardır. Nitekim tarlasına giden çiftçi, toprağını kabartmağa veya tohumunu
saçmağa başlayacağı zaman, piri'nin ruhundan izin alacak, ürünü'nün bol olması
için pirine duâ ettikten sonra tohumunu tarlasına saçacaktır! Aynı şekilde her
çeşit sanat'ın kendine mahsus bir «pir»inin bulunduğuna da inanan bu samimî
insanlar, (10) başarı veya başarısızlık sebepleriyle, ürünlerinin bol veya kıt
oluşunu şu veya bu sebepten değil de, sanat ve mesleklerinin pirlerinden
bileceklerdir. (11)
Ne var ki,
Anadolu'nun tarih ve etnoğrafyasının olduğu gibi, her ulu ağacının dibinde bir
yatır bulunan evliyalar otağı bu ülkede, tarikatların bugüne kadar —sosyal
anlamda— bir araştırmasının yapıldığına rastlanama-maktadır. Hatta birçok
tasavvuf ve tarikat liderleri'nin nerelerde yaşadıkları, mezarlarının dahi
nerelerde bulunduğu bilinememektedir!.. (12)
işte bu derece
önemli bir konunun ilginç olduğu kadar, zor bir saha olduğunu da biliyordum.
Fakat çalışmalarım esnasında karşıma çıkan güçlüklerin çokluğu cesaret ve
azmimi azaltacak yerde artırdı. Çünkü küçük yaştan beri hayâl ettiğim bir konu
idi tarikat. Bu bakımdan beklenen amacın gerçekleşmesine küçücük bir katkıda
bulunabilirsem kendimi mutlu kişilerden sayacağım.
Bu bölümdeki
sözleri bitirirken bir noktaya daha işaret etmek istiyorum. Şöyle ki:
Anadolu'nun Türkler tarafından istilâ edilişinden bu yana süregelen ve
özellikle hicretin VII. yüzyıllarından başlayarak 400 sene gibi uzun bir süre
bütün şiddetiyle devam eden dinî hareketleri, bu arada mahiyetleri itibariyle
güçlerini dinden alıp, sosyal birer kuruluş olarak ortaya çıkan tarikatları,
fonksiyonel bir analize tâbi tutabilmek için, birbirlerine bağlı halkalardan
meydana gelen bir zincir gibi, herhangi bir yerinden ko-parıldığında tamamını
incelemenin mümkün olamayacağı bir gerçektir. Bu itibarla onları bölünmez bir
bütün olarak mütalaa etmek zorunluluğu vardır.
işte bu
düşünceden hareket edilerek araştırma boyunca şu metod takip olunmuştur:
·
1 — Tarikatlar,
mezhepler ve tasavvufla ilgili ve güvenilir nitelikte bulunan belli başlı
orjinal kaynaklara baş vurulmuş, bu arada aynı söz veya görüşlerin başka bir
açıdan ifadesinden ibaret bulunanlara itibar edilmemiş, ancak orjinal özellik
ve nitelikte olanlar tercih edilmiştir.
·
10)
Bk. beride sanatların pirleri bölümü.
·
11)
Bk. Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar, S.
234-241 vd.
·
12)
Yunus Emre’nin bile Türkiye’de 7-8 yerde mezarı vardır!... (Yunus Emre
bölümü)
·
2
— Hazırlayacağımız eserin ciddî ve İlmî bir hüviyete sahip bulunmasını
arzuladığımızdan, bazı İlmî ve meslekî kelime, terim ve kavramlar aynen
alınmış, fakat mantıkî münasebetler muhafaza olunmak ve akıcılığın devamı da göz
önünde tutulmak şartiyle, umumî efkâra ve günlük dile yabancı gelen bu tür
kelime veya kavramların mânâları tırnak içinde ve hemen önünde verilmiştir.
Esasen yabancı ve meslekî terimler, deyimler ve özel isimlerin mahiyeti
hakkında zihinlerde herhangi bir istifham ve tereddüd kalmaması için ayrıca son
kısma geniş bir «Özel isimler ve deyimler indeksi» de konmuştur.
·
3
— Tarikatların toplum üzerindeki fonksiyonlarının teorik yanlarından çok,
pratik yanları, halk dilinde dolaşan söylentiler, âdet ve gelenekler halinde
halk arasında yaşayan, fakat kaynağı itibariyle bir inanç mahsûlü olan
yaşantılar, kerametler, efsâneler, rivâyetler vb. inançlar üzerinde özellikle
durulmuştur.
·
4
— Yabancı ve ansiklopedik kaynaklara dayanan bilgilere, genellikle bellibaşlı tarikat
ye tasavvuf cereyanlarının etkisinde kalmış kişiler ve çevrelerce yansıtılan
indî mütâlaa ve rivâyetlerden daha fazla itimad edilmiş; bu arada sâdece halk
ağzında dolaşan, kulaktan dolma efsânelerle ye-tinilmeyerek, genellikle
tasavvuf ve tarikat kuruluş ve faaliyetlerinin merkezleri bulunan Konya, Bursa,
Eskişehir, Ankara, Kastamonu, Edirne, İstanbul, Kayseri, Kırşehir, Bayburt,
Erzurum, Sivas gibi kasaba ve şehirler te-ker teker dolaşılarak buralardaki
tekke, türbe, zâviye, Hankâh, Çilehâne, Mescid vb. yerler mahallinde
incelenerek, ansiklopedik bilgiler yanında bu bölgeler halkı arasında yaşayan
efsânevî bilgi ve rivâyetler de toplanıp, değerlendirilerek genel bir sentez
yapılmıştır.
·
5
— Araştırma boyunca tarikatların yanında birtakım sahte ve uydurma dinler ve
bunlara ait batıl inançların halk üzerindeki etkileri de dikkatten uzak
tutulmamıştır, özellikle Selçuklular tarafından Anadolu'nun işgalinden itibaren
bu ülkede ve o'nunla sıkı bir şekilde alâkadar olan İran, İrak, Suriye ve Mısır
dolaylarında faaliyet gösteren tarikatlar ve öteki kuruluşları ki, bunlar
(Kalenderliik, Haydarîlik, Babaîlik, Ahîlik vb. gibi sahte dinlerdir. Bk. A.
Gölpınarlı, (Türkiye'de mezhepler ve tarikatlar, S. 143 -180)'ın birbirleriyle
olan ilişkileri de gözden uzak tutulmamıştır. Çünkü bunların mahiyetleri
bilinmeden Anadolu halkının tarikatlara karşı olan aşırı eğilimini de anlamak
mümkün değildir.
·
6
— Yine bu araştırmada, hemen tarihin her döneminde insanlığın en önemli
problemlerinden birisi olagelen İktisadî problemlerin de, tarikatlarla veya bir
başka ifade ile, tarikatların iktisâdî problemlerle olan ilişkileri de geniş
ölçüde hesaba katılmıştır. '
Nitekim
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu gibi cihan tarihi yönünden son derece önemli
olan hâdise ile, ondan iki asır sonraki Safevî (İran) imparatorluğunun
kuruluşunda da, mahiyetlerin iyice anlaşılabilmesi için, dinî yaşayışın
tetkikiyle birlikte, iktisâdî hayatın da iyi bilinmesi en azından hesaba
katılması gereken bir durumdur. (13)
Osmanlı
İmparatorluğu'nda ordu teşkilâtı, İslâm ordularında fetih zamanlarındaki
ganimet dağıtımı vb. meseleler hep iktisâdî zaruretin doğurduğu formüllerdir.
(14)
Öteyandan
asırlar boyunca Anadolu'daki Türk bütünlüğünü silâh gücüyle bozamadığı
zamanlar, o'nu birtakım kamplara bölmek ve parçalamak amacında olan dış
tesirler de, en kesin neticeleri Anadolu halkı üzerinde uyguladıkları iktisâdî
savaşlardan elde etmişlerdir. (15) Çağımızda da Kapitalizm, Emperyalizm,
Sosyalizm, Komünizm vb. gibi ideolojiler de üstünlüklerini iktisâdî formüllere
ve güçlere dayandırmaktadırlar. (16)
Şimdi, giriş
mahiyetindeki bu açıklamalardan sonra konumuzu bir daha sınırlandıracak olursak
diyebiliriz ki; bu araştırmada «Tarikatların Türk toplumu üzerindeki sosyal
fonksiyonları» ağırlık merkezi olarak alınacaktır.
Araştırma,
plânı gereği üç ana bölüme ayrılmış olup, I. Bölümde tarikatlarla bunların
ilgili bulundukları öteki bilim sahaları ve aralarındaki etki ye tepki
ilişkileri üzerinde durulmuştur.
·
II.
Bölümde ise, tarihî gelişim içinde tarikatlar ele alınmış, başlıca büyük
tarikatlarla her birinin ayrıldıkları ana kollar şematik olarak gözden
geçirilmiş, bunlardan sadece Türk toplumu için ilginç olanlar üzerinde
durulmuştur.
·
III.
Bölümde tarikatlar doğrudan sosyal fonksiyonları yönünden ele alınmış olup, esasen
araştırmanın ağırlık merkezini teşkil eden bu bölüme hacım itibariyle daha
geniş yer ayrılmıştır. İktisadî problemler ve özellikle ekonomi ve kültür
emperyalizmi yönünden tarikatların yabancı amaçların gerçekleştirilmesi için
birer vasıta olarak kullanılışları, özellikle bu bölümde ele alınmıştır. Bu
bölümde yine tarikatların siyasî fonksiyonları, devlet erkânının tarikatlarla
ilgi kurmaları vb. gibi, plân gereği araştırma'nın en ağırlık noktasını teşkil
eden hususlarla sonuç ve özet yer almış olup, en sona ise başvurulan
kaynakların bibliyoğrafyası ile, eserde geçen İlmî deyim ve kavramların
mufassal bir cedveli ve sözlük eklenmiştir.
·
13)
Fazla bilgi için Bk. Tarikatların ekonomik fonksiyonları bölümü
·
14)
Prof. Ömer Lütfi Barkan, Vakıflar Dergisi C. II, S. 278-386 vd.
·
15)
Gerhard Köhnen, Dünya Ekonomi Tarihi (Dr. Tunay Akoğlu), S. 95-122
·
16)
Gerhard Köhnen, Aynı eser, S. 190, 197, 266-268
Böylece
tarikatların doğuşları ve bu doğuşları hazırlayan sebeplerle, yine tarikatların
münâsebette bulundukları öteki bilim sahalarını, (17) aynı şekilde konu ile
ilgili bulunan tarihî ve sosyal mülâhazaları da kesin olarak bir yana bırakmak
imkânı da olmadığından, plân gereği konu'nun ağırlık merkezini kaybetmemek
şartiyle, bazı yan meselelere de —özellikle dipnotlarda— yer verilmiştir.
Bu mecburiyet
ise, toplumun bünyesindeki her sınıf insanı, Türk top-lumunun siyasî ve sosyal
tarihinin her döneminde —doğrudan veya dolaylı olarak— etkilemiş bulunan
tarikatların bizzat kendi bünyelerinde mevcud olan özellikten ileri
gelmektedir.
Dr. Hasan Küçük
·
17) Mezhepler,
Tasavvuf, Kelâm, Felsefe vb. gibi inanç kurallarıyla ilgili bilim dalları
kastolunmaktadır.
·
I
. BÖLÜM
Tarikatların İlgili Bulunduğu Diğer
Bilim Sahaları
(MEZHEPLER ve
TASAVVUF)
Mezhepler ve
tarikatlar :
Başlrbaşına
bir inceleme konusu olarak tarikatları ele alıp bütün de-taylariyle —tek
başına— incelemek imkânsızdır. Çünkü tarikatlar kendilerinden başka mezhepler
ve tasavvuf gibi iki tane, daha temel sütuna sahip, piramit biçimi bir manzara
arzeden ruhî yaşantılar âbidesi'nin ancak tek bir cephesi durumundadırlar.
Böyle olunca
asıl araştırma konumuz olan tarikatlara doğrudan girebilmek için, baştan sona
kadar onlarla içli dışlı olmuş, kaynaşmış, hatta tarikatların doğuşuna uygun
ortamı hazırlamış ve dâima tarikatlarla işbirliği halinde bulunmuş olan mezhep
ve tasavvuf deyimlerini de kısaca gözden geçirmek zorundayız.
Mezhep,
maiyeti ve tarikatlarla ilgisi:
Mezhep: Arapçada
gidilen yol anlamına gelen bir deyimdir. (18) Kelâm ilminde ise, inanca,
bedenî, malî, hem bedenî ve hem malî ibadetlere, muâmelâta, dünyaya ait
evlenme, boşanma, alım-satım, borç alma, vaatlerde bulunma, söz verme vb.
şeylerle dinî cezalara ait İlâhî vahiyle bildirilen hükümlerin tümüne; kısaca
şeriat'ın emirleri üzerine gidilen yol anlamına gelmektedir. (19)
Mezhep
kelimesi, halk arasında da birtakım sosyal davranışlara konu teşkil eden özel
mânâlara da gelmektedir. Nitekim bu kelime'nin «Mille-Millet» anlamında
kullanıldığı, eskiden kafa kâğıdı veya nüfus kâğıdı da denen «Hüviyet
cüzdanlarına «Milleti nedir?» denen kısma İslâm. sözü'nün yazılışı terim'in bu
anlamda kullanılışının tipik bir örneğidir. (20)
·
18)
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki (mezhep maddesi) S. 1317
·
19)
İsi. Ansk. C. IV, S. 601 -622 (Fıkıh maddesi) ve Kamus-ı Türki aynı madde
1455 Bk.
·
20)
A. Gölpınarh, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, S. 9-10 vd.
Diğer taraftan
çeşitli fıkıh kitaplarındaki —birbirleriyle tutarlı görünen-— tanımların
ortaklaşa sonuçlarına göre, dinî hükümlere uygun olarak meydana gelmiş olan
usûl ve furu', dinin esaslarını teşkil eden inanç ve ibadetler ile muâmele ve
cezalara ait birbirlerinden farklı olarak kabul edilen tarzlar'ın tümüne de
mezhep ve «Nıhle» denmiştir. (21)
Nıhle de;
tutulan, gidilen yol olarak mezheple aynı anlamdadır. Mez-heb'in çoğulu mezâhip,
Nihle'nin çoğulu ise «Nihâi» olup, bu bakımdan şeriatlara ve mezheplere
«Milel'ü. Nihâi» de denilmektedir.
Diğer taraftan
«Cami-'US-sağıyr» adlı kitaptaki bir rivayete göre Hz. Mu-hammed'in, israiloğulları'nın
yetmişbir, Hıristiyanlar'ın ise yetmişiki bölüğe ayrıldıklarını, kendi
ümmeti'nin —Müslümanlar—ın da yetmiş üç bölüğe ayrılacağını bildirdiği rivayet
edilmektedir. (22) Hatta bu hadîs türlü şekillerde rivayet edilmiş ve
yorumlanmıştır. Nitekim güvenilir Hadis kitaplarından biri olan Tirmizi'ye
göre: Peygamber Hz. Muhammed, Müslümanların şu şekilde bölüneceklerine işaret
etmiştir: Müslümanlar iki bölüğe ayrılacaklar, bir bölüğü kendi kendisi'nin ve
eshabı'nın (23) yoluna gidecekler olup, bunlar'ın kurtulacaklarını, öbür
bölüklerin ise cehennemlik olacaklarını söylemiştir.
Bu Hadîs
hakkındaki rivayetlerden bir başkası da şöyledir: Kurtulacak olanlar kimlerdir?
diye soran Hz. Ali'ye, Hz. Muhammed «senin ve sana uyanlar'ın yolunda
gidenlerdir» cevabını vermiştir. (24)
Sefiynetü'l -
Bihâr ve Medinetü'l - Hikem-i ve'l -Âsâr adlTkitaptaki bir başka rivayete göre
Hz. Ali'nin de Hıristiyanlar'ın ve İsrailoğulları'nın bölüklere ayrıldıklarını,
Muhammed ümmetinin de bölüklere ayrılacağını, hepsinin de sapıklığa düşeceğini,
ancak kendisi'nin ve kendisine uyanlar'ın kurtulacaklarını söylediği ileri
sürülmektedir. (25)
Kur'an-ı
Kerim'de ise bu konu «Hep birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, bölük bölük
olmayın» anlamındaki bir emir mahiyetindedir. (26)
Peygamber Hz.
Muhammed'in bir başka hadîsinde ise «Ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum,
gökle yer arasında uzatılmış bir ip, Allah kitabı ve soy'um, ehlibeytim. İkisi
iki havuz kenarında bana ulaşıncaya kadar bir-
·
21)
A. Gölpınarlı, Aynı eser S. 9-16 ve Hy. Ansk. C. V, S. 2416-2417 (mezhep
maddesi Bk.)
·
22)
Cami’- ussağıyr, Kahire 1331, S. 40 vd.
·
23)
Sefinet’ül - Bihar ve Medinet'ül - H.ikem-i ve'l-âsâr, Necef 1335, C. !,
S. 360
·
24)
Aynı eser, C. I, S. 360
·
25)
Cami'- ussağıyr, C. I, S. 87
·
26)
Kur'an-ı Kerim, Âli-İmran sûresi, âyet 103 birlerinden
ayrıîmazlar (27) anlamındaki işaretten çıkarılan sonuç. Hadîs bilginleri
tarafından, Kur'an'.ın emirlerine uyma'nın ve bölünmeme'nin İs-’âm'ın temel
prensiplerinden sayılması şeklinde yorumlanmıştır.
Yine bir başka
hadîste, İslâmda hür düşüncemin mümkün olduğu hatta rahmete vesile teşkil
edeceği için de teşvik edildiğini görüyoruz. Bu konuda İslâm'ın peygamberi Hz.
Muhammed, «Ümmetimin bir şeyde ayrı ayrı hükümlere uyması bir rahmettir (28)
buyurmuştur. Buradaki ayrı hükümlere uyma, yani hür düşünme de diyebileceğimiz
fikir özgürlüğü şekli'nin, dinin esasında değil de teferruata ait meselelerde
olması görüşü kabul edilmiştir.
MEZHEP SÖZÜNÜN HALK ARASINDAKİ
SOSYAL ANLAMI
Mezhep sözü
halk arasında da çeşitli anlamlarda, bazen örf ve âdetlerle ilgili olarak,
bazen de mecâzî olarak kullanılagelmektedir. Nitekim okur - yazar olan, her
havaya gelen, her fikre, her söze uyan ve doğru olsun, yanlış olsun evet
efendim, münâsip efendim!., diyen kimseler için halk arasında her yola gider,
her mezhebe uyar, kendisinin ne yolu bellidir ne mezhebi, küllü mezheb'in
yezhep vb. gibi ata sözü halini almış deyimler de halk arasında çok
kullanılmaktadır.
Yine aynı
düşünce ile halk arasında ne olduğu, hangi fikre sahip bulunduğu, hangi şekli
tercih ettiği belli olmayanlara da «Mezhebi, meşrebi belirsiz», mezhepsizin
birisi şeklinde, çoğu zaman imandan ve vicdandan yoksun kişi anlamı
kastedilerek ifade edilir. (29)
Mezhepler
arasındaki ayrılık da halk arasındaki bu yorumları geniş çapta etkilemiştir.
Yukarıda
anlamları üzerinde yeteri kadar durduğumuz mezhepler, aynı zamanda birtakım
bölümlere de ayrılmışlardır. Bir kısmı hak, doğru; bir kısmı ise batıl
mezhepler olarak nitelendirilen ve sayıları hakkında esasen kesin bir rakam'ın
verilmesi imkânsız bulunan mezheplerden dört tanesi, ehl-i sünnet mezhebine
mensup olan bütün Müslümanlar tarafından «Hak mezhepler» olarak kabul
edilmiştir. (30)
·
27)
Cami’-ussağıyr, C. I, S. 87, C. II, S. 4 vd.
·
28)
Cami’ - us-sağıyr, C. 1, S. 11, Mevzuat, S. 19, 34
·
29)
Caıtıi’-us-sağıyr haşiyesi (Künûzü’I - Hakaik, C. II, S. 128’den rivâyet.
A. Göl-pınarh 100 soruda mezhepler ve tarikatlar, S. 10-11
·
30)
Neşet Çağatay, İslâm Mezhepleri Tarihi C. I, S. 3, 12-47 vd. ve Hy. Ansk.
C. V, S. 2416-2417 (Mezhep maddesi)
islâmda «Hak»
olarak kabul edilen bu mezheplerin neler olduğuna geçmeden önce bir de, İslâmda
mezhep fikri'nin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını görmemiz, ileride
tarikatların analizi için de gerekmektedir. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim'i olduğu
gibi kabul eden, yorumlanmasında aynı inanç ve fikirlere sahip bulunan bütün
Müslümanlar, iman esaslarında, Allah'ın varlığında, birliğinde, ondan başka
yaratıcı ve hüküm sahibi bulunmadığında, Hz. Muhammed (S.A.)'in gerçek ve Hak
peygamber olup, peygamberliğin onunla sona ermiş olduğunda aynen
birleşmektedirler.
İslâmın inanç
esasları ile ilgili bulunan yukarıdaki prensipler üzerinde en küçük bir ayrılık
yoktur.
Diğer taraftan
aynı şekilde; Namaz, Oruç, Haç, Zekât, gerektiğinde vatanın savunması için
savaşmak, bilenlerin bilmeyenlere İslâmın esaslarını öğretmesi, zinadan,
hırsızlıktan sakınmak vb. gibi bedenî ve mâlî kulluk ödevlerinin de tam olarak
yapılmasında yine Müslümanlar birlik halindedirler.
Yine;
nikâhlanmak, evlenmek, boşanmak, alım- satım, borç, faiz, tefecilik vb. dünyaya
ait olan işlerde yapılan suçlara karşılık verilen ceza ve yüklenen
sorumlulukların esaslarında da —bazı küçük farklılıklar hariç tutulursa— esaslı
bir ayrılık görülmez. Nitekim zinayı hoş gören, hırsızlığı suçsuz bırakan,
cinâyete göz yuman, tefeciliği iyi karşılayan ve aynı zamanda «Hakk» olarak
kabul eden herhangi bir mezhep yoktur islâmda.
Esasen «Hak»
mezhepler olarak bilinen dört mezhep (31)'ten her birinde görülen ayrılık;
inançlarda, ibadetlerde ve dinin esaslarında değil, belki görüş ayrılıklarından
ve yorumlamalardan doğan teferruattadır. Nitekim Allah'ın sıfatları, Kur'an-ı
Kerim'in mahlûk olduğu (yaratılmış olmak) veya olmadığı, namazda el bağlamak
veya bağlamamak, hırsızlık edenin elinin bileğinden kesilmesi (32) yahut baş parmağından
başka parmağının ikinci boğumundan kesilmesi, kardeşler arasında evliliğin
yasak oluşu (33) vb. gibi ayrılıklar bu cümledendir.
Fakat farz
namazların rek'at adedinde, yahut ramazan orucu'nun farz oluşunda hiç bir görüş
ayrılığı ve1 ihtilâf söz konusu değildir. (34)
·
31)
Hakk mezhepler: Hanefî, Malikî, Şafiî, Hanbeli mezhepleridir.
·
32)
Kur’an-ı Kerim, Mâide sûresi, âyet 38 (Hırsızlık yapanın elinin
kesilmesini emreder, Bk. H. B. Çantay, Kur’an-ı Hâkim ve Meâl-.i Kerim, C. I,
S. 164- 165)
·
33)
Nûr sûresi, âyet 30, 31, 32 ve 33. İslâmda kadının süslenmesi, örtünmesi
ve nikahlanma meselelerinden bahseder. Bu konuda geniş bilgi için Bk. H. B.
Çantay, Kur’an-ı Hâkim ve Meâl-i Kerim, C. 11, S. 632, 633, 634
·
34)
Tabiî ki bu birlik Hakk mezhepleri içindir, yoksa batıl mezhepler değil.
MEZHEPLERİN BÖLÜMLERİ ve
TARİKATLARDA İLK FARKLILAŞMAYA GEÇİŞ
Mezheplerdeki
ayrılıklarda da bazı yönleriyle tarikatlardaki ayrılıklara benzer yanlar
vardır. Şu kadar ki, mezheplerdeki farklılaşmada —kuruluşta olduğu gibi—
tarikatlardan önce olmuştur.
Şöyle ki: Hz.
Muhammed (S.A.) hayatta iken ne mezhep, ne tarikat ve ne de bir ayrılık söz
konusu idi. Çünkü Müslümanlar öğrenmek istedikleri meseleleri bizzat
peygamberin kendisinden öğrenebiliyorlardı.
işte Hz.
Muhammed'in ölümünden sonraki yıllarda, İslâm ülkelerinin de sür'atle
genişlemesi, siyasî ve sosyal teşkilâtlanmada meydana gelen mecburî
değişiklikler, İslâmın bünyesinde hemen ilk yıllarda birtakım yeniliklerin
ortaya çıkmasına sebep olmuş; siyasî, sosyal, tarihî, ekonomik ve İdarî
alanlarda kendini gösteren bütün problemler karşısında İslâm devletinin
yöneticileri yeni yeni hükümler aramak mecburiyetinde kalmışlardır, işte bu
hükümlerde en önemli rol'ü oynayan faktör ise akıl olmuştur. (35)
Siyasî,
sosyal, İdarî, inanç ve muâmelât meselelerinde ortaya çıkan ayrılıkların en
önemlilerinden birisi, hatta ilk günlerden itibaren ortaya çıkan ihtilâf
«İmamet meselesi», yâni Müslümanlara kimin imam olacağı idi. Çünkü Hz. Muhammed
(S.A.) kendi ölümünden sonra yerine1 imamlık yapacak kimseyi ne
tayin ne de vasiyet etmişti. (36)
Hatta daha
cenâze'nin defin işi bitmeden imamlık seçimi için derhal kulis faaliyetlerine
başlanmıştı. Cenâze'nin yıkama işi ehl'i beytine bırakılmıştı ki, cenaze ile bu
suretle yakınları ve aile efradından başka kimse meşgul olmuyordu. Bir yandan
cenâze'nin —yakınları tarafından— teçhiz ve tekfin işleri devam ederken, yıkama
ve kefenleme ile defin töreninden önce imamlık işinin bir sonuca bağlanması
uygun görülmüştü ki, Müslümanlar daha o gün üç ayrı guruba ayrılmışlar ve, her
biri birer aday göstermişlerdi. (37)
Birindi aday
Ebû Talib'in oğlu Ali (Hz. Ali), ikinci aday Hazreç kabilesinden Ubâde oğlu
Sa'd, üçüncü aday ise Ebû Bekr (Hz. Ebûbekir) idi. Seçim demokratik usullerle
yapılmış olup, taraflar bir tane fazla oy temin
·
35)
Künûzü'l - Hakâik, C. II, S. 94
·
36)
Gerçi Şi'îler vedâ haccından dönerken Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi halife
tayin ettiğini iddia ederlerse de bu iddia tarafsız Müslümanlarsa kabul
edilmez. (Fazla bilgi için Bk. Ö. R. Doğrul, Asrı Saadet, S. 73- 104)
·
37)
A. Gölpınarh, 100 soruda mezhepler ve tarikatlar, S. 12-14 vd.
için yataktaki
hastaları sedye ile seçim mahalline getirmişlerdi. Seçim sonunda Ebûbekir'in
halifelik makamına seçildiği anlaşıldı. (38)
Ne var ki, Hz.
Ebûbekir'in seçimle Halifelik makamına gelmiş olmasına rağmen siyasî mücadele
sona ermiş değildi. Sa'd ve taraftarları Hz. Ebû-bekr'in halifeliğini kabul
etmediler, hatta siyasî düşmanlıklarını —Hz. Ebû-bekir'den sonra— Hz. Ömer
zamanında da sürdürdüler. Ancak H. 15 senesinde meçhul bir kişi tarafından
Sa'd'ın öldürülmesiyle mücâdele yavaşladı ise de, taraftarları o'nun hayatını
efsâneleştirdiler ve islâmdaki ikiliği sürdürdüler. (39)
öte yandan Ali
taraflarına ise bugünden itibaren Ali Şiası veya sadece «Şia» dendi ki, bundan
da Şi'î - Sünnî mezhepleri ayrılığı doğmuştur. Bu durum da yine tamamen siyasî
sebeplere dayanır. Nitekim Şi'îlik Hz. Ömer'den sonra Halife olan Hz. Osman
öldürüldükten sonra tamamen Hz. Ali'yi tutanlar tarafından siyasî maksatlarla
ortaya çıkarılmış bulunan bir parola'dır. Zaten Şia sözü Arapça uymak, tâbi
olmak anlamlarına gelmektedir. Bir nevi mezhep haline gelmiş bulunan bu kelime,
Ali - Muâviye taraftarları arasındaki siyasî çekişmelerle daha da yayılmış,
özellikle Emevi-ler devrinde Ali taraftarlarına yapılan ağır zulümler yüzünden
Şi'îler birbirlerine daha da sarılmışlar, hatta Sünnî - Şiî ayrımı ve' böylece
başlayan siyasî mücadele OsmanlIlar devrinde bile Osmanlı - İran münasebetleri
ve birtakım iç meseleler halinde devam etmiştir ki, ileride (Bektâşiîer ve
Yeniçeriler bölümünde) bu konuya temas edilecektir.
Kısaca, daha
çok siyasî sebeplerle ortaya çıkan bölümlere paralel olarak, çeşitli din ve
ırklara mensup bulunan milletlerin İslâm idaresi altına girmeleriyle de dinin
esaslarına müteallik olarak ortaya çıkan birtakım meseleler de bunlara
eklenince, adı geçen ayrılıkların birtakım prensiplere bağlanması düşüncesiyle
sözü edilen mezhep deyimine bîr şekil verme yoluna gidilmiş olup, başlıca
itikada ve amele ait olmak üzere mezhepler iki ana bölümde ortaya çıkmıştır.
MEZHEPLERİN BÖLÜMLERİ ve TARİKATLAR
ALANINDA İLK FARKLILAŞMA
Mezhepler
genel olarak iki kısma ayrılırlar:
A — itikada
ait mezhepler, B — Amele ait mezhepler
itikada ait
mezhepler de iki kısımda incelenebilirler:
·
38)
İslâmda halife tâbiri hakkında fazla bilgi için Bk. İ. Ansk. C. 5/I, S.
148-155 (Halife maddesi)
·
39)
Hz. Peygamberin vefatı, teçhiz ve tekfini ile bu esnada cereyan eden
olaylar hakkında daha geniş bilgi için Bk. Sahihi Buhari muhtırası tecridi
Sarih tercümesi, C. II, S.4-34
·
a)
Maturidiyye mezhebi: Bu mezhep, kurucusunun adını taşır. Asıl
amacı İslâm
inançlarını yabancı cereyanlardan korumaktır. Müslümanların büyük çoğunluğu —özellikle
Türkler— itikad bakımından bu mezhebe bağlıdırlar. (40)
I,
,
·
b)
Eş'arî mezhebi: Bu mezhep, itikad meselelerinde Ebu'l-Hasen Eşarî'ye
uyanların mezhebi olup, esas bakımından Maturidî ile aynı görüşte olmakla
beraber, teferruatta bazı ayrılıkları görülür. (41)
Amele ait
mezhepler: Bunlar da dört kısma ayrılırlar.
Doğuşları ve
özellikleri itibariyle itikada ait mezheplerden farklıdırlar. Çünkü, amele yani
Allah'a karşı kulluk ödevlerine ait olan mezhepler, aynı zamanda pratik hayata
da müdahale ederler. Bu mezhepler de kronolojik esasa göre şöyle
özetlenebilirler:
·
1
— Hanefî Mezhebi: Kurucusu
büyük bir İslâm fıkıh âlimi olan İmam Azam'dır. Asıl adı Numan, babasının adı Sabit
olan bu zat, H. 80 tarihinde Kûfe'de doğmuştur. Devrindeki bütün bilimleri
öğrenmiş; esas mesleği ticaret olduğundan, aynı zamanda devrinin en büyük
zenginlerindendi de. İslâm dünyasında hukuk öğretimi yapan ilk akademiyi
kurmuş, böyle-ce talebeleri aracılığıyla kendi mezhebi İslâm dünyasının dört
bucağına rahatça ve sür'atle yayılma imkânı bulmuştur. (42)
özellikle
Milâdî VIII. yüzyıldan itibaren bu mezhep, Türk topîumları arasında hızla
yayılmaya başlamıştır ki, bunun sebebi de kendisinin Türk asıllı bir aileye
mensup oluşu ve mezhebinin pratik hayatta tatbikat bakımından öteki
mezheplerden daha kolay oluşundandır. (43)
·
2
— Şafî Mezhebi: Mezhebin
kurucusu H. 150 tarihinde doğmuş bulunan İmam Şafi'dir. Askalanda
veya Şam beldelerinden Gazze'de doğmuş olan İmam Şafi nesepçe Kureyş kabilesine
mensup olup 204 H.'de Mısır'da vefat etmiştir. Mezhebi; daha çok Mısır, Irak,
Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yayılmıştır. (44)
·
3
— Malikî Mezhebi: Kurucusu
İmam Malik'tir. Bu zat H. 93 senesinde Medine'de doğmuş olup, 179 H.'de
aynı yerde ölmüştür. Mezhebi ise Ispanya'da Endülüs Emevileri arasında
yayılmıştır. İmam Malik aynı zamanda büyük bir hadis bilgini olarak tanınır.
·
40)
Bilmen Ömer Nasuhi, Muvazzafı ilm-i kelâm, S. 14-15
·
41)
Bilmen Ömer Nasuhi, Aynı eser S. 14-15 vd. ve Hayreddin Karaman, Fıkıh
usûlü (İslâm hukukunun kaynakları, metodu ve felsefesi) S. 20-22
·
42)
Prof. M. Hamidullah, İslâmın Hukuk ilmine yardımları, S. 119-130
·
43)
Prof. M. Hamidullah, Aynı eser S. 124- 125 ve Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük
İslâm İlmihali, Cüz 2, S. 50-54 vd.
·
44)
Ebû Zehra, İslâmda fıkhî mezhepler tarihi, C. 1, S. 159-265
4 — Hanbelî
Mezhebi: Bu mezhebin
kurucusu ise Ahmed ibn Han-bel'dir. H. 164'te Bağdad'da doğmuş olan İbn Hanbel,
devrinin sayılı bilgin ve müctehidlerindendir. İmam Azam'ın talebelerinden ders
okumuştur. Müsnet adlı mühim bir de eseri vardır. 241 H.'de Bağdad'da ölen
Hanbe-lî'nin mezhebi ise genellikle Şam, Necid, İrak bölgelerinde yayılmıştır.
(45)
MEZHEPLERİN KAYNAKLARI ve
TARİKATLARIN İLK FORM (ŞEKİL) KAZANIŞI
Yukarıda da
işaret edildiği gibi, Hz. Muhammed (S.A.)'in devrinde dine dayanan hükümlerin
iki kaynağı vardı:
·
1
— Kitap (Kur'an-ı Kerim)
·
2
<— Sünnet (Hz. Muhammed'in hadîsleri, —sözleri— ve işleri)
Daha sonraları
bu iki kaynağa iki daha eklenmiştir. Bunlar da; Kıyas: Hz. Muhammed daha
hayatta iken kendisinden sonrakilere, Kur'an'da ve sünnette bir olay hakkında
açık bir hüküm bulamayınca içtihatla hükmedilmesin© izin vermişti. (46)
İcma: Adı
geçen hükümlerinden dördüncüsü ise icma, veyahut da «icmal ümmetstir. Bu da
müctehid yani Kur'an ve hadisten hüküm çıkarmaya yetkili bulunan din
bilginlerinin şer'i bir meselede ittifak etmeleri idi ki.
·
45)
Ebû Zehra, Aynı eser, S. 159-265
Not: Hanefî
mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam, bir mezhep imamı olduğu kadar halk arasında
efsaneleşmiş şahsiyetiyle de sosyal bir fonksiyonu bulunan ünlü bir kişidir.
Nitekim onunla ilgili şu kıssa Müslüman halk arasında el’an sıcaklığını
muhafaza etmektedir. Ticaret hayatında da Müslümanlara örnek olan bu zat zahire
tüccarlığı da yaparmış. Bir gün zahire sattığı mağazasına bir müşteri gelir.
Kendisi yoktur. İşçisi, tulumlarda bulunan yağları müşteriye gösterir, fakat
pazarlığı bir türlü bitirmek istemez. Halbuki malı satıp parayı almağa
yetkilidir. Müşteri de bu durumu bilir! Şüphelenen müşteri niçin tereddüd
ettiğini sorar! ve tam o sırada İmam Âzam da çıkagelir. İşçi İmam Âzam’ın
kulağına gizlice bir şey söyler, hâdise şudur; Yağ tulumlarından birinin içine
bir fare düşmüştür. Necis olduğu için işçi bunu müşteriye vermek .istememiştir.
İmam Âzam, iarenin tulumlardan hangisine düştüğünü sorar, işçi bunu ayırd
edemeyince, şüpheli kalan bu durum karşısında 40 tulum yağı döktürür!.. (Bu
hikâye halk arasında, özellikle Müslümanların ticâret ahlâkı anlayışını ifade
etmek .için sık sık tekrarlanır)
·
46)
Bunun en somut örneğini şu hâdise gösterir: Hz. Muhammed (S.A.), Muaz
isimli bir zatı Yemen’e Vali olarak gönderirken ona şöyle sorar: ‘
·
—
Ne ile hükmedeceksin?
·
—
Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim.
·
—
Bulamazsan?
·
—
Allah’ın resulünün sünneti ile hükmedeceğim.
·
—
Bulamazsan.
·
—
Re’yim, tefekkür ve görüşümle içtihad edeceğim (ATâmu’l - muvakkıîyn I/202) aynı
asırda yaşayan İslâm bilginleri kitap ve sünnette bulunmayan şer'i bir mesele
üzerinde birleşmek suretiyle dinî hükme varabileceklerdi. (47)
İşte Peygamber
Hz. Muhammed (S.A.)'in ölümünden sonra Müslü-manlar gerek hukuk alanında,
gerekse şer'i bir mesele için kendilerinden hüküm istenen büyük İslâm bilgini
ve mezhep kurucuları olan müctehidle-rin arasındaki akıl yürütmeye ve kıyasa
dair ictihad farkları amelî mezheplerin doğuşuna yol açmıştır. Esasen adı geçen
mezheplerin kurucuları olarak söz edilen bilginlerin başlangıçta bir mezhep
kurma diye fikir ve herhangi bir iddiaları da görülmemektedir. Şu kadar ki,
zamanla bunların yapmış bulundukları kıyaslar ve içtihadlar birer mezhep halini
almıştır.
Esasen daha
birçok mezhep varsa da, biz sadece ehl-i sünnet mezhebine bağlı Müslümanların
çoğunluğu tarafından «Hak» olarak kabul olunan ve asıl araştırma konumuz olan
tarikatlarla da birçok yönleriyle de ilişkileri bulunan dört mezhebe kısaca
işaret ederek yetiniyoruz.
Mezhepler
yönünden konumuzla ilgili o’lan bir başka husus da; böy-iece çeşitli mezhepler
halinde ortaya çıkmış bulunan dinî ve sosyal gruplaşmalar, daha sonraları
mistik birer yaşantı şeklinde ve kısaca «Tarikat lar» olarak (şekil)
kazanmışlardır.
TASAVVUF, MAHİYETİ ve TARİKATLARLA
OLAN SOSYAL İLİŞKİLERİ
Tarikatların
analizine girmeden bir de, tasavvuf'un ne olduğunu kısaca gözden geçirmemiz
gerekmektedir. İleride görüleceği gibi tasavvuf da en az mezhepler kadar
tarikatları ilgilendirir durumda bulunan bir sahadır. Buna göre:
Tasavvuf'un
kelime olarak kökü: Hemen işaret edelim ki; Kur'an-ı Ke-rim'de tasavvuf, sûfi,
mutasavvıf vb. tek kelimeye rastlanmamaktadır. öte yandan sûfiler, Hz. Muhammed
(S.A.) tarafından «Allah'la oturup kalkmak isteyen sof (yün) giyenlerle düşüp
kalksın» anlamında söylenmiş bir hadisten söz ederlerse de, bu hadisin sahih
olup olmadığı ihtilâflıdır. (48)
Şu kadar ki,
sûfiler kelimenin İslâm'ın aslında mevcut olduğu iddialarını kuvvetlendirmek
için daha başka deliller de gösterirler. Nitekim tasavvuf mesfeğine mensup
olanların sof (yün) elbise giydikleri, Hz. Muhammed (S.A.) zamanında mescidin
kapısının içeri kısmında (sofa kıs-
·
47)
Sabri Şakir Ansay, İslâm Hukuku, S. 63-76 ve Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük
İslâm İlhimali, S. 52-57
·
48)
Süyûtî'nin «al - Lâ'alel - masnû'a fi’l - Ahâdîsi'l - mevzû’a (C. II, S.
142) adlı eserindeki kayda göre bu hadis uydurmadır.
mı) yatıp
kalkan yoksul kimselere sofa ehli anlamına gelen «ashab-ı softa» dendiği (49)
ve bu gibilerin yoksulluğu, fakirliği, ahiretin ebedî hayatını dünyanın geçici
hayatından üstün tuttukları için, kendilerine sâfi, gittikleri yola da tasavvuf
dendiği;
Öte yandan
bazılarına göre ise, tasavvuf «saf» kelimesinden türemiş olup, kendilerini
Allah yoluna adayanlar, manen Müslümanların ön safında bulunduklarından sofi
adını aldıkları, mesleklerine ise «Tasavvuf» dendiği; (50)
Tarikattaki
uzlet ve halvet hayatiyle çok içli dışlı olan tasavvuf sözü, kaynak itibariyle
çok tartışılmıştır. Bir başka yorumlama da tasavvuf, sofuya, yani kalb
temizliğine ihlâsa sahip olduklarından kendilerine sâfi, mesleklerine de
tasavvuf denmiştir.
Ne var ki,
bütün bu söylenenler birer rivayet, ispat edilemeyen birer görüş' ve hipotezden
ibarettir. Durum böyle olunca şimdiye kadar söylenenlerin dışında bir başka
ihtimâl varsa o da, kelime'nin Yunanca «Sofos» sözünden Arapçaya geçmiş
olmasıdır. (51)
Şu kadar ki,
tasavvufun çeşitli görüşler arasındaki yorumlamaları oldukça çekişmeli ve
tartışmalı ihtilâflara da yol açmıştır (52). Bu tartışmalar gerekli olmamakla
beraber konumuza ışık tutanları da vardır.
·
49)
Avârifü’l - Maârif, S. 337 (İsmail Hakkı Bursevî) Şerhi Mesnevi, C. I, S.
333
·
50)
İsmail Hakkı İzmirli Ceride’i ilmiyye, S. 72, S. 233
·
51)
Şemseddin Sami Kaamus-i Türkî’de bu görüşü savunmuştur. Bk. Tasavvuf ve
sûfî maddeleri.
·
52)
Sûfi deyiminin Yunancadan gelmiş olduğu göıüşünü eleştirip, şiddetle
karşı çıkanlar arasında İzmirli İsmail Hakkı da bulunmaktadır. Konuyu
eleştirirken adı geçen müellif şu mütâlâayı ileri sürmektedir.
İslâmda
tarikatçıların söfî ismiyle tanınmaları, Yunan felsefesine ait eserlerin
tercümelerine başlanmazdan, yani İslâm dünyası ile Yunan felsefesinin temasa
geçmelerinden önceleri idi.
Nitekim H.
131'de ölen Malik b. Dinar, H. 135'de ölen Rabiatü’l - Adevî, Horasan’da ilk
önce tarikat ve ilm’i ahvâl hakkında söz söyleyen ve H. 153’de ölen Şakik
Belhî, H. 161'de ölen ve Edhemiyye tarikatının kurucusu bulunan meşhur söfî
İbrahim Edhem, H. 178'de ölen Fudayl bin İyad vb. gibi tasavvuf ve tarikat
mensupları hep sûfiyye diye adlandırılmışlardır.
Yine
Nefehat'ın rivayetine göre ilk önce söfî adiyle anılan zat «Ebu Haşim’dir». Bu
zat H. 150’de ölmüştür ki, bu tarihlerde İslâmta Yunan felsefesinin , teması
söz konusu değildi.
İsmail Hakkı
İzmirli’nin bu konudaki iddiası Ceride’i ilmiyye Sa. 72, S. 2345-2346 şöyle
devam etmektedir: Söfiyye ismi Yunan kitaplarından alınmış olsaydı, bu iş Yunan
felsefesine ait eserlerin tercümelerinden ve İslâmda bu ismin yayılmasından
sonra olacaktı. Hatta söfiyye tarikatının felâsife ile karşılaştırılması
gerekirse, görülecektir ki söfiyye tarikatı «Felâsife»den çok uzaktır. Hatta
felâsifeyi en çok inkâr eden bunlardır.
TASAVVUFLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLER
ve ARALARINDAKİ , SOSYAL FARKLILIKLAR
İslâm
Dünyası'nın tanınmış mütesavvıflarından bazılarının tasavvuf ve sofî kavramları
hakkındaki görüşleri:
Ebû Mahfûz
Ma'rûf b. Fîrûz el - Kerhî (ölm.
200 H.)'nin tasavvuf anlayışı: Ağır hastalığında kendisinden vasiyet
etmesi istenir. O da: ölünce gömleğimi sadaka olarak verin, çünkü ben dünyaya
çıplak olarak geldim, yine öyle gitmek isterim der. (53)
Ebu Turâb
Asker b. Husayn en Nahşebî (ölm.
245 H. 859-860 M.) Hicret'in üçüncü asr'ında yaşamış ve daha çok «Nahşebî» diye
şöhret bulmuş bu zat tasavvufu şöyle tarif eder: «Fakirin azığı bulduğu şeydir,
yani ne bulursa yer. Elbiseyse, her ne olursa olsun vücudunu örten şeydir.
Meskenine gelince, her neresi olursa olsun konduğu yer onun meskenidir. Kişi
amelinde samimî ise o amelin tatlılık ve tadını o işe giriştiği zaman bulur.
(54)
Ebu'l - Hasan
Serî b. el - Mugalles es - Sakatî (ölm.
257 H.) İslâm tasavvuf dünyası'nın ünlü simalarından Cüneyd'in dayısı ve aynı
zamanda hocası da olan ve «Seriyyi Sakatî» adiyle ün yapmış bulunan bu büyük
mutasavvıf ise tasavvuf'un mahiyeti hakkındaki görüşlerini şu üç noktada
toplamaktadır:
·
a)
Marifetin nûru vera'nın nûrunu söndürmez.
·
b)
Kitap ve sünnet'in zahirine aykırı olacak şekilde ilm'i batından
bir söz ile konuşmaz.
·
c)
Kerametleri kendisini Allah'ın mahrem olan sırlarını belirtmeye
teşvik etmez.
işte bu üç hal
tasavvufî hayatın özü, bu ruh hallerini nefsinde toplayan kişi de
mutasavvıftır. (55)
Nitekim Molla
Cami (Vef. 898) söfiyyenin felâsifeyi inkârını anlatan şöyle bir beyt de
yazmıştır ki, aslı Farsça olan mezkûr beyt’in Türkçedeki anlamı aşağıdadır:
Beytin anlamı:
«Felsefe kelimesi beş harflidir.
Bunun çoğunu sefeh teşkil eder. Ekser için ise hükm’ü kül vardır, umumî
kaidesince felsefe de kâmilen sefahetten ibarettir.
Gerçekten
Müslümanlar arasında felsefeye karşı bir soğukluk ve felsefecilere ise dinî
inançları zayıf kimseler gözüyle bakılması da bu anlayıştan ileri gelmiş olsa
gerektir.
Hammer de bu
kelimenin Yunancadan geldiğini söylediği halde, Nöldeke bu görüşte olmadığını
söyler. (Et-tasavvufu’I - İslâmiyye, Mısır, S. 24)
·
53)
Risâle- El- Kuşeyrî (Tere. Prof. Dr. Tahsin Yazıcı, S. 34)
·
54)
Aynı eser S. 62
·
55)
Aynı eser S. 35
Ebu Muhammed
Sehl b. Abdillâh et - Tusterî (ölm.
tarihi ihtilaflı olup bazılarına göre H., bazılarına göre ise 273 H. —983— M.—
dir). Devrinde kendisinin üstünlüğünü bütün ilim çevreleri kabul etmişlerdir.
Bu büyük âlim ve mutasavvıf, sûfîye ait hallerden bahsederken şöyle der: Gıdamı
o dereceye indirdim ki, bir ratl (Batman) arpa'nın on ikide biri ile tuzsuz ve
katıksız olarak her gece sahurları iftar ederdim. Bir dirhem bana bir yıl
yeterdi. Sonra üç, beş, yedi ve yirmi gecede bir iftar etmeye karar verdim.
Yirmi yıl bu şekilde yaşadım. (56)
Ebûl - Huseyn
Ahmed b. Muhammed en - Nûrî) (ölm.
295 H. — 907 — 908 M.) İbadet ve amelindeki samimîyet ve tatlı
dilliliğiyle şöhret yapmış bulunan bu büyük mutasavvıfa göre ise «tasavvuf
nefse ait bütün istekleri ve zevkleri bırakmaktır. Tasavvuf ne şekil, ne
ilimdir. O sadece güzel ahlâktan ibarettir». El - Kuşeyri'nin rivayetine göre
Nûrî evinden her gün elinde bir ekmek ile çıkar onu yolda rastladığı fakirlere
sadaka olarak dağıtır, sonra da mescide gider bir miktar namaz kıldıktan sonra
dükkânına giderdi. O'nun hiç yemek yediğini gören olmazmış. Ev halkı onu
dükkânında, dükkânındaki komşuları da evinde yemek yediğini sanırlarmış. O
böylece yirmi yıl yemek yediğini kimse görmeden yaşamış. (57)
Cüneyd Boğdâdî
(297 H. - 909 M.) İslâm
Dünyası'nın tasavvuf çevrelerinde büyük bir mevkii bulunan ve tasavvuftan söz
edildiğinde ilk akl'a gelen bu isim, gerçekten insan zihnindeki merak ve mistik
inanç sistemleriyle ilgili olarak getirdiği orijinal görüşleriyle günümüzde
bile tasavvufî fikir ve görüşleri sıcaklığını aynen muhafaza eden bu büyük
mutasavvıf, bu konudaki görüşlerini şu kısa ve veciz ifadeleriyle dile getirir.
Ona göre «tasavvuf kişi'nin varlığından ölmesi, Allah ile dirilmesidir.
Cüneyd'in bu
konudaki fikirlerini biraz daha açıklamada konumuz yönünden faydalar vardır.
Nitekim o devamlı der ki; Tasavvuf iyi huydur. Kişi iyi huylarda ne kadar
ilerlerse tasavvufta da o kadar ilerlemiş olur.
Bir başka
sözünde Cüneyd şöyle der. Sûfi yeryüzüne benzer, ona her şey atılır, fakat buna
karşılık ondan ancak güzel ve faydalı şeyler biter. Üstünde iyi de gezer, kötü
de. Sûfî bulut gibidir, herkesi sular, her şeye, her yere gölge salar. Sûfî'yi
dışı bezenmiş olarak gördünrnü, bilki içi harap olmuştur (58). Kısaca tasavvuf,
görünürde bir bağla bağlı olmadığın halde Allah'la bir oîmandır.
·
56)
Aynı eser S. 53 (Tusterî'nin hayatı ve tasavvufa dair görüşleri hakkında
daha geniş bilgi .için Bk. aynı eser S. 51-54
·
57)
Risâle - El - Kuşeyrî (tere. Prof. Dr. Tahsin Yazıcı) S. 72-73
·
58)
Mecmüat'ü-I Risâil S. 27
Cüneyd'in
çağdaşı olan Sümnûn da «Tasavvuf, kişi'nin bir şeye sahip olmaması, herhangi
bir şeyin kişiyi kendisine kul etmesi»dir der, (59)
Daha birbirlerinin
benzeri veyahut bazı farklılıklar olmakla beraber insandaki ruh halini dile
getiren binlerce mutesavvıftan değişik tarifler görmemiz mümkünse de,
konumuz olan tarikatlardaki ruh hayatına ışık tutacakları düşüncesiyle sadece
birkaç örnekle yetinirken diyebiliriz ki, bu tariflerden her biri
bir tarif olmaktan çok birer tavsîf mahiyetindedir. Tasavvufun gerçek tarifi
ise yapılamamakta olup, o ancak yaşanmakla anlaşılabilir.
Tasavvufun
tarikatlarla ilgili yönünün kısaca gözden geçirilmesine dair olan sözleri
burada bitirirken, sûfîlerle ilgili sözlerin sosyal açıdan bir özet ve
eleştirisini yapmamız gerekirse; diyebiliriz ki, Sûfîlerin büyük bir kısmının
gezip dolaştığı ve fikirlerini yaymak için herhangi bir yerde vatan
tutmadıklarından, bu gibilere «gureba» (garipler) veya seyyahîn (gezginler)
denildiği; nefisle mücadele amacıyle az yemek yemeyi âdet edindikleri ve çoğu
zaman aç bulundukları için de açlar anlamına gelen «Cûiyye»; mala- mülke sahip
olmayı hoş görmediklerinden yoksullar anlamına gelen «Fukara» (fakirler);
çöllerde mağaralarda yaşadıkları, ev, bark sahibi olmadıkları için de «Mağara
ehli» anlamına gelen «Şüküftiyye» gibi adlar da tasavvufla meşgul olanlara
verilen lâkaplardandır. (60)
TASAVVUFTA NEFİSLE MÜCADELE METODU
ve BUNUN TARİKATLARA ZEMİN HAZIRLAYIŞI
Tasavvufta da
tarikatlarda olduğu gibi nefisle mücadele esas prensip olarak kabul olunmuştur.
Çünkü nefis insanı daima kendi arzu ve isteklerine hizmet etmeye zorlar.
Halbuki tasavvuf kendi isteklerini bırakıp «Hakk»ın takdirine razı olmaktır.
Çünkü insanın arzu ve isteklerinin sonu yoktur. Nitekim insan emellerinden
birini elde etse, gönlü bir başkasına takılır. Arzu ve ihtiraslar sınırsızdır.
Bu yüzden «Hakk»tan uzaklaşıldıkça arzulara ket vurabilme, ihtirasları kontrol
altına alabilme imkânları daha da azalacaktır. Bu bakımdan tasavvufçular emele
elem bozuntusu demişlerdir. Bu görüşe göre her emel ve arzu gerçekleşinceye
kadar insana elem ve ıstırap verir. Her emelin bidâyeti (başlangıcı) başka bir
emelin nihayet (sonu) idir. Böylece de elemler ve emeller zinciri insan ömrü
boyunca devam edip gidecektir (61). (Yani insan ömrü emel ve elemlerin
birbirlerini
·
59)
Nefehat’ü-I Ons tere. 144-147
·
60)
Bu deyimler hakkında geniş bilgi için Bk. Avârifü’l - maarif C. I, S. 231
-232 vd.
·
61)
Et-Taarruf li mezheb’i Ehl’it-Tasavvuf, S. 6 ve Avârifü’l - maarif, C. I,
S. 332 vd. takip ederek
geçer; en sonunda insan adına yaşamak denen ve bitmek tükenmek bilmeyen bir
dertle başbaşa olduğunun farkına varır ki, bu farkedi-şin adına ise «ölüm»
denir.)
İşte tasavvufta
metot, emellerin eleminden kurtulabilmek için «Hakk»a tam mânâsıyle
bağlanmaktır, ileride görüleceği gibi tarikatlarda da esas bakımından aynı tema
(kök) bulunmaktadır. Bu bakımdan İslâm ruh terbiyesinde tasavvuf, önce kişiyi
hammadde halinden mamul madde haline getirir, tarikat ise mamul madde haline
gelmiş bu kişiye istediği nakışı (işareti) vurur. Şu kadarki bu metot tarikatta
daha sistemli bir şekilde yürütülür. Bunun en basit şekli, mürid ve dervişe
zikir ve İlâhî aşkı sistemli bir şekilde tekrarlattırmak suretiyle dünya
muhabbetini gönlünden nasıl çıkaracağı ve «Hakk»a tam mânâsıyle teslimiyeti
öğreten ve bu teslimiyetin, kişinin benliğinden sıyrılma şeklinde tezahür
ettiğine kanaat getirilince şeyh'i tarafından müride icazet verilir.
İSLÂM'IN SOSYAL HAYAT ANLAYIŞI ve
TASAVVUF
Tasavvufun
nefisle mücadele metodunda emellerin eleminden kurtulmak için «Hakk»a tam
mânâsıyle teslimiyetin gerektiğini gördük. Halbuki İslâmiyet ahiret hayatının
yanında dünya hayatını da kazanmayı ön gören, hatta ikisi arasında bir muvazene
unsuru teminini de zaruri sayan bir dindir. Bu durumda İslâm'ın dünya görüşü
ile tasavvuftaki nefisle mücadele metodu arasında esas bakımından kısmî bir
çatışma var gibi görünüyorsa da, aslında böyle bir çatışma söz konusu değildir.
Şayet böyle
bir çatışma söz konusu olsaydı bu takdirde İslâm'da tasavvuf'un yeri yok demek
olacaktı. Halbuki islâmda tasavvuf'un hedef ve nefisle mücadele metodu «Mâsivâ»
(dünya) dan ilgiyi kesmek, maddeye tam mânâsıyle gönül vermemek, o'na tam
mânâsıyle bağlanmamak, kısaca maddeye körü körüne esir olmamak demektir. Yoksa
İslâm'da tasavvufu, madde ile asla meşgul olmamak anlamına yorumlamak lâzımdır.
Aslında İs-lâma uygun her iş ibadettir. Yeter ki niyet de bu yönde olsun.
Nitekim herhangi
bir mutasavvıf da başka insanlar gibi mensûbu bulunduğu toplumun bir ferdi
olarak yaşayacak, toplumunda sosyal ve meslekî durumu ve branşına göre bir rol
alacak ve umumî hayata karışacak; gerektiğinde kendi işiyle birlikte
başkalarının işlerini de yapacak, mümkünse zengin olacak fakat hiç bir surette
bu işleri yaparken «Hakk»tan ayrılmayacaktır. Dünya servetine gönlünü
kaptırmayacak, kendi elinde bulunan bir servetin muhafazası için onun sadece
bir bekçisi ve koruyucusundan ibaret bulunduğunu daima düşünecek, servetin
gerçek sahibi olan «Allah» tarafından elinden alındığında da asla müteessir
olmayacak ve kısalcaı, Kur'an-ı Kerim'in de emri gereğince (62). Allah'tan her
gelene razı olacaktır.
İslâm
Dünyası'nın ünlü mutasavvıflarından El - Kuşeyrî lakabı ile meşhur Ebu'l -
Kasım Abdu'l - Kerim b. Havâzîn, tasavvuf dünyası'nın en muteber kitaplarından
olan «Risale» adlı eserinde büyük Sûfi Cüneyd'den naklen şöyle der: Tasavvuf
sulh ile değil cenk ile olur (63). Ona göre bu mücadelede kişinin düşmanı önce
dünya malı, sonra da nefsidir. Mal ile mücadele zaruri ihtiyaçlarının dışındaki
servetini Allah rızası için muhtaç olanlara vermektir. Mal ile mücadele fikrine
ışık tutan hüküm ise Kur'an-ı Kerim'de şöyledir: «Ya Muhammed sana ne
vereceklerini sordukları zaman sen onlara (zaruri ihtiyacından) fazlasını
vereceklerini söyle» (64)
Yine büyük
sûfî Cüneyd'den nakledildiğine göre nefisle mücadele ise: Nefs'in meşru olmayan
bütün isteklerine karşı gelmektedir. (65)
Kısaca İslâm
tasavvufundaki ortak görüşlerden çıkarılacak sonuç özetlenecek olursa
diyebiliriz ki; tasavvuf veya tasavvufî hayat toplulukla birlikte zikir,
dinleyenlerle birlikte vecd, işlemek suretiyle de ameldir.
İslâm tasavvuf
dünyasına nefisle mücadele metodunun uygulanışı ve düşünce ile aksiyonu; sosyal
yaşayış boyunca kaynaştırma pratiğinin uygulanışını getirmiş bulunan büyük
veli, aynı zamanda Bayramiyye Tarikatı'nın da kurucusu bulunan Hacıbayram; (833
h./1429 m.) tasavvufta bilgiden çok duyuş, görüş ve oluş esastır, (66) der.
TASAVVUF’UN MEVZUU ve GAYESİ
YÖNÜNDEN TARİKATLARLA İLGİSİ
Tasavvuf,
mevzu ve gaye bakımından da tarikatlarla ilgilidir. Şimdi ana hatlarıyle her
iki sahanın da tarikatlarla ilgisini gözden geçirelim.
·
62)
Zuhruf sûresi, âyet 32. (Rızk olarak Allah tarafından kendisine ayrılana
razı olacaktır.)
·
63)
Cüneyd’in hayatı ve tasavvufa dair sözleri hakkında geniş bilgi için Bk.
Nefe-hatü’l-üns (tere.) S. 144-147 ve muhtelif vesilelerle kendisinden naklen
söylenen sözler için de Kuşeyrî (tere.) mutasavvıflar arasında kullanılan tabirler
bölümü, S. 135-348
·
64)
Kur’an-ı Kerim Bakara sûresi, âyet 219 (âyetin anlamı şöyledir: Yine sana
hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki «ihtiyacınızdan artanı (verin)»
Allah size böy-lece âyetlerini pek güzel açıklar. Olur ki dünya hususunda da
âhiret işlerinde de iyi düşünürsünüz. Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, C. I, S.
58-59, H. B. Çantay)
·
65)
Tasavvuf (Mahir İz) s. 43
·
66)
A. Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, İ.Ü. Türkiyat Enst. Mec. (1931’de
yayımladığı makale) C. III, S. 124-147
Tasavvufun
mevzuu: Yaşadığı hayat gereği doğumundan ölümüne kadar yeni şeyler öğrenmekle
yükümlü bulunan insanın bilmesi gereken ilim zahirî ilimler ve batınî ilimler
olmak üzere iki kısımdır.
·
a)
Zahirî ilimler. Bu tür ilimlere aynı zamanda pozitif ilimlerde
denmektedir. Bunlar daha çok canlı ve cansız tabiata ait bulunan eşya ve
olayları deney ve gözlem metodlarıyle inceleyen ilimlerdir.
·
b)
Batınî ilimlere gelince, bunlar psişik ve mistik
yaşantılarımızla, haz ve elem duygularımızla ve sadece yaşanabilmek suretiyle
varlıklarından haberdar olunabilen bilimlerdir. (67)
işte
tasavvufun mevzuunu teşkil eden; nefsini bilmek, kalbini bilmek, nefsini ve
kalbini temizlemek, mükâşefe, müşahede, makam, kurb, vusul, fenâ, beka, sekr
vb. gibi deyimler ve bunlara ait yaşantıların açıklanabilmesi ancak batınî
ilimlerle kısmen mümkün olabilmektedir ki, tarikatlarda da izlenebilen yol
ancak budur.
Tasavvuf'un
gayesi:
Tasavvufun ana
gayesi insanları ruhî olgunluğa eriştirmek ve mâsi-vâdan uzaklaştırmak
suretiyle ahlâkî ve mistik yaşantı bazlarının en enginlerine daldırıp, kişiyi
iç ve dış dünyası içerisinde ruhî Kemâl'in en yüksek mertebesine ulaştırmaktır.
Belli başlı
mutasavvıfların ortak görüşlerine göre insan iki ayrı hakikatten müteşekkildir.
Ceset ve ruh.
Ceset, insanda
kesif et ve kemikten ibaret bir yığındır.
Ruh ise: Yine
insanda latif bir cevherdir. Latif bir cevher olan ruh, kesif bir külçeden
ibaret olan bedene girince uzuvların ruh üzerinde yaptığı tesirler ruh'un asıl
saf ve temizliğini bozar (68), halbuki insanın olgunluğu ve kemâli ancak ruh'un
safveti (berraklığı) ni ve temizliğini muhafaza etmekle mümkün olabileceğinden,
ruh'un bir cisimden ibaret olan beden üzerine galibiyetini temin etmek için
alınan tedbirlerin tümü işte tasavvufun ana gaye ve hedefini teşkil etmektedir.
(69)
Kısaca
tasavvuf ile mistisizm; insan ruhu ile gerçek varlığın esası arasındaki
birleşme ve bir yerde —vahdefi vücûd—- aynîleşme'nin mümkün olabileceğine
inanmaktadırlar. (70)
Bazı
psikologlar ise bunu, ruh'un hedefiyle birleşmesi, ikisinin ara-
·
67)
Mistisizmin ana hatları, S. 103- 129, Cavid Sunar.
·
68)
Gazali Risîet’ûn - Ledûnniye S. 32
·
69)
Hasan Küçük İ. Ht. Okulu İsi. Fel. ders notlan S. 68-77
·
70)
Peyami Safa Mistisizm S. 32-37 sında
herhangi bir vasıta kalmamasıdır şeklinde izah ederler (71). Tasavvufun yapmak
istediği şey işte insandaki ruh'u asıl hedefine kavuşturmaktan ibarettir.
Nitekim ileride görüleceği gibi tarikat da aslında amacını gerçekleştirmek için
aynı metoda baş vurmakta ve gerçek amacı olan ruh olgunluğuna erişmek için
bütün prensiplerini bu yöne teksif etmiş bulunmaktadır.
TASAVVUF'UN KAYNAKLARI İTİBARİYLE
TARİKATLARLA OLAN SOSYAL İLİŞKİLERİ
Tasavvuf'un
kaynakları:
Tasavvuf'u
kaynakları itibariyle esaslı bir şekilde inceleyebilmek için, şeriat, tarikat
ve hakikat kelimelerinin tasavvuf ıstılahındaki anlamlarını iyi bilmek
gerekmektedir.
Buna göre
şeriat, karanlık gecede aydınlık temin eden ve gidilecek yolu gösteren bir mum
olarak düşünülürse; dolayısıyla karanlıkta yola çıkacak kişi nasıl eline bir
mum ya da fener almadan yola çıkamayacaksa, işte kişinin eline alarak yoluna
devam etmesi bu anlamda «Tarikattır». Gideceği yere sağ salim olarak vardımı,
varılan bu son durak ise «Hakikat»-tır. (72)
İşte tasavvuf,
kişiye ışık kaynağı olan bu mum'u ya da nûr'u bir başka deyimle ruh'un aynasını
temin eden vasıtadır. Şu halde mutasavvıflara göre tasavvuf «Ruh'un aynasısdır.
Mutasavvıflara göre İslâm âleminde ruh hayatı'nın belirtileri dünya'dan yüz
çevirmek, eli eteği çekmek, kendini sırf ibadete vermek, kısaca dinin bütün
buyruklarına sarılmaktır ki, esasen mutasavvıflar Peygamber Hz. Muhammed ve
ashaplarını bu tür yaşayış'ın örnekleri olarak gösterirler ve bu yüzden de
ileride görüleceği gibi bütün tarikatlar iki ana koldan (73) yürümek suretiyle
Peygamber Hz. Muhammed (S.A.)'e kadar ulaşırlar.
Fakat daha
sonraları bu esasa başka unsurlar da karışmıştır. Nitekim dinî ve felsefî
mahiyette bulunan bu unsurların büyük bir kısmı İslâmiye'te yabancıdır.
Nitekim bu konuda
büyük İslâm filozof ve sosyoloğu İbn. Haldun (El -Mukaddime adlı eserinde S.
328) tasavvuftan söz ederken şöyle der: «Tasavvuf, İslâm milletinde sonradan
peyda olan şer'i ilimlerden biridir». Esası ashap ve tabiîn ile onlardan sonra
gelenlerin hak ve hakikate uyan halle-
·
71)
Emil Boutıouz Fransız Psikoloji Enstitüsü 1902 tarihli bültenindeki
«Misticisme» adlı inceleme S. 22-29
·
72)
A. Gölpınarlı Türk ve İslâm illerinde fütüvvet teşkilâtı İ. Ü. İk. Fak.
Mec C. XI. S. 18
·
73)
Bu kollardan biri Hz. Ebubekir, diğeri Hz. Ali’ye ulaşmaktadır. ridir.
Temeli ibadetle meşgul olmak, kendini Allah'a vermek, dünya âlâyiş-lerinden ve
süslerinden yüz çevirmek, herkesin dadandığı mal ve meîâl'dan el etek çekmek,
halktan ayrılmak ve halvete çekilerek ibadete dalmaktır. (74) Görüldüğü gibi
İbn. Haldun tasavvufu bir nevi tarikat'ın ön hazırlığı ve ilk safhası olarak
tarif etmekte ve yorumlamaktadır.
Esasen
İslâm'daki ruh hayatı'nın (yani tasavvuf'un başlangıç ve gelişme seyrini daha
iyi anlayabilmek için tasavvuf'a mahsus riyazetlerle savaşların, vecd ve.
istiğrâk hallerinin, tasavvuf? bir hayat yaşamak suretiyle kalbi saran
perdeleri açma'nın ve böylece birtakım hakikatlere âşinâ olmanın kısaca
tasavvuf hayatına ait gelişmelerin iyi tetkik edilmesi gerekmektedir. Ne var
ki, bu husus konumuz dışında kalmakta olup, ayrı bir araştırma sahası olarak
ancak ele alınabilir.
Halbuki bizim
araştırma sahamız, tasavvuftan daha da ötede top-lum'un bünyesinde sosyal bir
realite ve her şeyden önce sosyal bir kuruluş ve örgütlenişiyle; yöneten ve
yönetilenler'in ayrılmış bulunduğu ve top-lum’un bünyesinde devlet'in millî
gücüne karşı bile varlığını kabul ettirmiş bulunan tarikatların sosyal
fonksiyonlarıdır.
Fakat
kesinlikle birbirlerinden bağımsız olarak incelenmeleri mümkün olmayan mezhep,
tasavvuf ve tarikat üçlüsü'nün en yaygın ve en güçlüsü bulunan tarikatları
kendi sosyal fonksiyonları açısından incelemek için, ilk ikisine temas etmeden
sonuncuya geçmenin imkânsızlığını bu bölümde bir daha ifade etmiş bulunuyoruz.
Öte yandan
tarikatların metod ve gayeleri bakımından tasavvufla işbirliği halinde
olmaları, tarikatların mezheplerle olan ilişkilerinden daha da sıkıdır. Bu
yüzdendir ki, bir yanıyîe sosyal bir kuruluş, öbür yanıyle ruhî ve mistik bir
yaşantı demek olan tarikatlara girebilmek için İslâm'ın bizatihi bünyesinde
mevcut olan ruhsal yaşantı prensipleri yanı sıra, varlıkları bir gerçek olan
yabancı unsurların tesirlerini de tarihî gelişim içinde kısaca gözden geçirmek
zorundayız.
İşte bu
gerekçeden hareket ederek şimdi çeşitli müsteşrik (75) oryantalistler
tarafından ileri sürülmüş bulunan ve en yaygın olan rivayetlerden birkaçını da
bu bölümde görelim. Buna göre tasavvufun başlıca kaynakları şöylece
sıralanabilir: İslâm kaynağı, Hind kaynağı, İran kaynağı, Hıristiyan kaynağı.
İslâm kaynağı:
Bu görüşe göre İslâm'da tasavvuf'un ve ruhî hayat'ın kaynağı, peygamber Hz.
Muhammed ile ashabının hayatlarında yaşadıkları hayata hâkim olan vasıflarında
aranmalıdır. Çünkü Hz. Muhammed de as-
·
74)
ibn. Haldun El- Mukaddime S. 173 -378
·
75)
Müsteşrik deyimi burada Şark ilimlerini inceleyen «oriyantalist»ler için
kulla-nılmıştrr.
habı da
hayatla mücadele etmekle beraber dünya hayatının cazibesine kapılmamak için
bütün güçleriyle mücadele etmişlerdir.
Meselâ Hz.
Muhammed kendisine Allah tarafından vahiy gelmeden önce de, evini barkını terk
ederek Mekke şehri yakınındaki Hira dağına gider, oradaki bir mağaraya çekilir
ve günlerce, bazen hatta haftalarca ibadetle meşgul olurdu ki, o, bu sayede
«Hakk»a ermiş, Allah'ın birliğini tanımış, hiç hoca görmediği, ümmi, okuma
yazma bilmediği halde, Allah kendisine zahiri ve batınî bütün ilimleri bir anda
öğretmiş, O'nun (Allah'ın) adına okumuş, o zat'ı kadîmin hidâyetine böylece bir
anda ermişti. (76)
Gerçi Hz.
Muhammed (S.A.)'in bu hali O'nun diğer sofîlerle tam mukayesesinin yapılmasını
gerektirmez. Şu kadar ki, daha sonraki mutasavvıflar O'nun bu hayatını
kendilerine örnek olarak almışlardır. Nitekim Hz. Muhammed (S.A.)'in ashabı da
aynı yolu takip etmek için nefisle mücadele ve dünya hayatına karşı aşın muhabbet
bağlamamak hususunda âdeta yarışmışlardır.-
Daha sonraki
devirlerde mutasavvıfların kendilerine örnek olarak seçtiklerine işaret
ettiğimiz Hz. Muhammed (S.A.)'in bu mistik hayat tarzı peygamberliğinden
önceleri olduğu gibi, peygamberlik devrinde de aynen devam etmiştir. (77)
Meselâ rivayet
olunduğuna göre Hz. Muhammed (S.A.) bir gün uzun süren bir vecd hali yaşamış,
bu arada kendisinden geçmişti; bu hal üzere iken eşi ve Hz. Ebubekir’in kızı
Hz. Âyişe yanına girmiş ve gözleri açık* durumda bulunan Hz. Muhammed (S.A.)
O'nu görünce «sen kimsin?» diye sormuştu! O'da «Âyişeyim!» diye cevap vermişti.
Hz. Muhammed (S.A.) tekrar sormuştu «Âyişe» kim? Sıddrk'ın kızı! (78) Fakat Hz.
Muhammed tekrar sormuştu «Sıddık kim?» O'da Muhammed'in kaynatası demişti. Hz.
Muhammed (S.A.) devamla Muhammed kim? diye sormuş ve Âyişe susmuştu. Çünkü
Peygamberin her zamanki hali'nin üzerinde olmadığını anlamıştı.
İşte mistik
hayatın ve mistisizmin esasını teşkil eden vecd ve istiğrak hallerini şayet
doğru ise bu rivayete dayandırırlar.
Şu kadar ki,
Hz. Muhammed (S.A.)'in hayatında görülen ruh hallerinin izleri sadece bundan
ibaret değildir. Hatta ruh hayatı bakımından çok daha mühim ve mutasavvıflar
üzerinde tesirli olan «MİRAÇ» hadisesidir ki, Kur'an-ı Kerim'de (79 bahsedildiği
gibi hadis ve sîret kitaplarında da
·
76)
Kısas’ı Enbiya ve Tevârih’i Hulefa A. C. Paşa, S. 55-87
·
77)
Aynı eser S. 75 - 83
·
78)
Sıddık eh yakın dost anlamında olup, Hz. Ebubekir’e Hz. Muh. tarafından
özel olarak verilen bir lakaptır.
·
79)
Kur’an-ı Kerim İsra sûresi âyet 1., necim sûresi âyet 9. uzun
uzadıya anlatılmaktadır. Gerçi miraç hadisesi'nin ruhla mı cesetle mi, yoksa
ruhla birlikte cesetle mi vuku bulduğu meselesi üzerinde çeşitli tartışmalar
yapılmışsa da biz bu tür tartışmaların ele alınmasında fayda görmüyoruz.
Diğer taraftan
Hz. Muhammed (S.A.)'in ruhî yaşayışı yanında hayat tarzı’nın bütünü, özellikle
giyinişi de sofîler'ın örnek aldıkları önemli kaynaklardan sayılmıştır. Meselâ
Hz. Muhammed (S.A.) son derece sâde giyinir, çoğu zaman bir yün, (Sof) bir
keten ya da bir pamuklu bezden yapılmış gömleği veya bir hırkayı sırtına
geçirir, ondan sonra da bütün geceyi ibadetle geçirirdi ki, Hz. Ayişe bir
rivayetinde, (80) Hz. Peygamber (S.A.) ayakları şişinceye, kanayıncaya kadar
Allah'ın huzurunda dururdu diyor.
Yine Hz. Ayişe
bir gün kendisine; Allah senin gelmiş, geçmiş bütün günahlarını affettiği halde
niçin böyle yapıyorsun? dedim, bana «Allah'ın şükredici bir kulu olmayayım mı?»
diye cevap verdi diyor. (81)
İşte böylece
başlayan İslâmda ruhî hayat'ın ve tasavvuf'un kaynağı hakkında ilk teorilerden
her birisi başlıbaşına belki birer araştırma konusu olduklarından, uzun boylu
tartışıldıklarını görüyorsak da bu tartışmalara girmeyeceğiz. Şu kadar ki,
tarikatların fonksiyonları yönünden konumuza ışık tutacak nitelikte bulunan bir
iki tanesini kısaca gözden geçirmekte fayda umuyoruz şöyle ki:
Bu tür
teorilerden bazılarına göre tasavvuf'un kaynağı doğrudan doğruya Hz. Muhammed
(S.A.)'in hayatından alınma ve İslâmî mahiyettedir. Bir kısmına göre ise, Onun İslâm'ın
dışında kalan İranlı, Hindli, Yunanlı, Hıristiyanlık vb. gibi kaynaklardan
geldiklerini ileri sürmektedirler.
Bu arada rûhî
hayatın asıl kaynağının İslâmın bizatihi kendisinde bulunduğunu ilk söyleyenler
mutasavvıfların bizzat kendileridir. Hatta bu hususta belli başlı bütün
mutasavvıflar birlik halindedirler.
Buna göre
tasavvuf'un Müslümanlar arasında ilk zuhuru Hicrî II. yüzyılın ortalarında
olmuştur.
Nitekim bu
husustaki meşhur olan bir rivayete göre sofi ismini taşıyan ilk kişi H.
150'lerde ölmüş bulunan Ebû Haşim'dir. Bu zatın Suriye'de Ram-le şehrinde ilk
defa bir zaviye (tekke) meydana getirdiği ve bu tekke'nin müdâvimlerine de sofi
ismini verdiği rivayet edilmektedir. (82)
·
80)
Peygamber Efendimizin giyinişleri ve zühd hallerine dair fazla bilgi için
Bk. Sahih-i Buhari muhtırası Tecrid-i Sarih tere. C. XII. S. 408-410
·
81)
Meşhur olan bu rivayetin muhtevası hakkında fazla bilgi için Bk.
EI-Kuşeyri tercümesi C. I. S. 323-324
·
82)
Ö. Rıza Doğrul İslâmiyet'in geliştirdiği tasavvuf S. 61 vd. Ebû Haşim'in
hayatı için Bk. Nefehat S. 97
öte yandan
yine İslâm tasavvuf dünyasında büyük bir şöhreti bulunan Süfyan'ı Sevri (ölm.
H. 161) de Ebû Haşim hakkında «ben Ebû Haşim'i görmeden önce söfî’nin ve
tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum demektedir ki, bu zat hicrefin 161. yılında
ölmüştür. Esasen söfî deyimi Kur'an-ı Ke-rim'in aslında bulunmadığına yukarıda
da işaret etmiştik ki, bu kelime'nin bu yüzden Hz. Peygamber zamanında da
bulunmadığını çıkarabiliyoruz böy-lece. Şu kadar ki, söfî kelimesinin ilk defa tabiîn
devrinde kullanılmağa başlandığı kuvvetle muhtemeldir.
Nitekim Hz.
Muhammed (S.A.)'in vefatından sonra Müslümanlar arasında baş gösteren şaşkınlık
ve panik havasından yararlanmak isteyen bozguncular ve birtakım sahte
peygamberler İslâm birliğini tehlikeye sokacak derecede bölücü birtakım
faaliyetlerde bulunmağa başlamışlardır ki, bu durum karşısında Müslümanlar
birlik ve sükûneti sağlamak amacıyle ortaya atılan ve samimî olduklarına
Müslümanlarca inanılan kimseler, Müslümanları teselli için zühd ve takvâda daha
da ileri giderek veya zâviye denen yerlerde ibadet ve zikirle meşgûl olmaya
başladılar.
işte bu
şekilde hareket eden kimselere «Söfî» denmeye başlandı. (83)
Diğer taraftan
Kuşeyri, (Vef. H. 465) Suhreverdî, (539- 632 H.) ve Gazalî (vef. 505 H.) vb.
gibi ünlü mutasavvıf ve İslâm âlimleri de tasavvuftan bu şekilde
bahsetmişlerdir. (84)
Hind kaynağı:
Büyük
müsteşrik —din felsefecileri— lerden bir kısmı ise İslâmdaki ruhî hayata ana
kaynak olarak Hind ilim ve hikmetlerini gösterirler.
Bunlar daha çok
İslâm tasavvufundan ve bu tasavvufun nazarî ve amelî gösterişleri ile, Hind
bilim ve hikmetlerinde! göze çarpan dînî itikatlarla, yine Hindli
fakirlerle zahitler'in (kendini Allah'ın zikrine verenler) ibadet ve tefekkür, zikir
ve mârifet, Allah'ı bilme bakımından tuttukları yolu aynı paralelde göstermek
isterler ki, bu düşüncede olanların başında aslen büyük bir Türk ve İslâm
bilgini olan Harzemli Ebû Reyhan Bîrûnî (vef. 973- 1051 H.) gelmektedir. (85)
Bîrûnî, Hind
bilim ve hikmeti hakkında yazdığı «Tahkîk'u maiil - Hind» adlı büyük eserinde
Hintlerin bilim ve hikmetlerinden uzun uzun söz ettikten sonra, Hind'lerin
îtikat, inanç ve yaşayışlarını inceden inceye tetkik etmiş bulunan bu büyük
bilgin, Hintlilerin itikatlarını ve felsefelerini sadece tetkik etmekle
kalmamış, aynı zamanda bir taraftan Yunan görüşü ve Felsefesiyle, diğer
taraftan da İslâm felsefe ve tasavvufuyla ve söfîlerin hâl ve
·
83)
M. Ali Aynî Hücret’ül - İslâm imam Gazâlî S. 185 vd.
·
84)
M. Ali Aynî Aynı eser S. 186-193
·
85)
Ebû Reyhan Bîrûnî Tahkîk’u ma-Lil-Hind S. 27-43 vd. riyazat hakkındaki hareket tarzlarıyla
karşılaştırmak suretiyle aradaki
benzerlik ve ayrılıkları da açıklayarak, araştırma konumuz yönünden enteresan
olan şöyle bir iddiada bulunmaktadır.
Bîrûnî'ye göre
İslâm tasavvufu esas itibariyle Hind'den gelmektedir. Gerçi bu görüşte bulunan
daha birçok İslâm ve Batılı ve müsteşrik vardır.
Bîrûnî'nin bir
taraftan Hint ve Yunan felsefesi, diğer taraftan da İslâm tasavvufu ile
arasındaki benzerliği açıklamak için ileri sürdüğü iddia şudur: illet'i ûlâ
(büyük sebep) ya bütün varlığıyla tutunanlar'ın bütün alâka ve engellerden
halâs olmak (kurtulmak) süratiyle o illetle ittihat ettikleri (birleştikleri)
ne dâir söylenen söz. (86)
Bîrûnî'nin
ileri sürdüğü diğer bir nokta da tenasüh meselesidir. Yâni bâkî cisimler'in
(canlar) fânî cisimlerde dönüp dolaşması ve bir bedenden başka bir bedene
geçmesine inanmak ve bu inanç yoluyla hulûl itikadına yol açmak. (87)
Bîrûnî'ye göre
mutasavvıflar için de «Dünya uyuyan bir can, âhiretse uyanık bir can»dır,
diyenler bu yolu tutmuşlardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın sema (gökyüzü) gibi arş
(yeryüzü) arasındaki boşluk gibi kürsü gibi me-kân'a hulûl etme (geçme) .'sini
mümkün görürler. (88)
Diğer taraftan
Patencel (patenkal) adı verileri Budizm felsefesi'nin de büyük İslâm
mutasavvıflarından Bayezîd'i Bistâmî (Vef. 234-848 veya 261 -875), Hallaç
Mansûr (Vef. 922 H.) ve Mahmut Şibesterî'ye tesir ettiği de yine Bîrûnî
tarafından ileri sürülmektedir. (89)
Şu kadar ki bu
son iddia'nın zayıf ihtimâllerden ileri geçmediği meydandadır. Çünkü Patenceli
adı geçen İslâm filozoflarından çok sonra derlenmiş bir sistemdir. Sonra bu
görüş İslâm itikadına da tam mânâsıyle aykırıdır. Çünkü, varlığı kabûl, yokluğu
ise reddeder, islâmda dünya'ya gönü! bağlamamak) mutlak varlık olan ve asla yok
da olmayacak olan bir tek Allah'a yaklaşmak içindir.
Bu konudaki
bazı rivayetler de Müslümanların Hindistan'a harp yoluyla girdikleri ve Hind
hikmetleri ile temas kurarak bu hikmetlerin tesiri altında kaldıkları
şeklindedir ki, bu iddialar da tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü
Müslümanlar Hindistan'a harp yoluyla değil, tasavvuf ve tarikatlar kuvvetiyle
girmişlerdir. Adı geçen tarikatlar'ın en önemlileri Kübrevi-ye, Şettariyye,
Nakşıbendiyye, Rûşeniyye vb.'feridir. (90)
·
86)
Ebû Reyhan Bîrûnî, Tahkîk’u ma lil-Hind, S. 53
·
87)
Aynı eser, S. 47, 62, 69
·
88)
Aynı eser, S. 74
·
89)
Ö. R. Doğrul, Yeryüzünde Dinler Tarihi, S. 24-28
·
90)
Prof. M. Fuat Köprülü, Türk edebiyatında ilk mut. S. 11-14
Esasen burada bu
konunun tartışılmasında da bir yarar görmüyoruz ve bu kadarla yetinerek, bir de
İran tesirini göreceğiz.
İran tesiri:
İslâm
tasavvufu'nun İran bilim, hikmet ve felsefesi tesirinde kaldığını iddia
edenler, .çok eskiden beri İranlIlarla Araplar arasındaki siyasî, sosyal ve
kültürel ilişkilere işaret ettikten sonra birçok büyük İslâm mutasavvıflarının
İranlı olduklarını, bu yüzden de İslâm tasavvufu'nun ister istemez İran
tesirinde kaldığını ileri sürerler.
Özellikle
AvrupalIlar doğudaki İslâmî ilim ve felsefe ile ilgilenmeye başladıktan sonra
en çok İslâm tasavvufu ile ilgilenmeyi tercih etmişler ve İslâm tasavvufuna
İran (Fars) kaynaklarının geniş şekilde etkide bulunduğunu söylemişlerdir.
Meselâ
Avrupa'nın ünlü ırkçılarından Sosyal Antropolog Comte de Gobineau İran tesiri
adlı eserinde bu görüşü savunurken şöyle demektedir: Araplar felsefî düşünceye
karşı kabiliyetsiz, Aryalar ise bu kudrete sahip bir ırktırlar. Halbuki, ince
bir düşünce sistemi olan tasavvufun Araplara bunlardan geçmiş
olabileceği apaçık bir gerçektir. Esasen Arya'lar dünya'nın en girişken ve
üstün bir ırkıdırlar. (91)
öte yandan
İran'ın edebiyat, tarih, sanat ve fikir araştırıcılarından Prof. Bravn da
Gobineau'nun görüşlerine katılmıştır. (92)
Şu kadar ki,
İslâm tasavvufu'nun birçok ünlü şahsiyetlerinin Farslı (İranlı) olmalarına
bakıp da bu şekilde bir yargıda bulunmak kanaatimizce yanlıştır. Çünkü
İranlIlarla Müslüman Türkler ve Araplar arasındaki münâsebetler, siyasî ve
sosyal yönlerde o derece kuvvetli olmuştur ki, bu kaynaşma tabiî olarak
tasavvufu da etkilemiştir; ama hiç bir zaman kendi nev'i şahsına münhasır bir
düşünce sistemine sahip bulunan, Türk toplumundaki fikir akımlarını bu
şekildeki basit hesaplarla yorumlamak isabetli bir yorum olmayacağı
kanısındayız. 1
İ. Goldhizer.
(Le Dogme et la Loi l'islâm, Paris, 1920. PP. 122- 123) ise Hıristiyan
tasavvufunun İslâmın başlangıcında âşikâr bir numune teşkil ettiği
kanaatindedir. O'na göre Hz. Peygamberden öncesinden beri bazı Hıristiyan
rahipleri Araplara zaten zâhidâne hayat fikrini öğretmiş ve birçok cahiliye
şairlerinde dahi bunun izlerine rastlanmıştır.
·
91)
Arya: Kuzey İran’da bir bölge idi. Burada yaşayanlara Arya denirdi. Bugün
bu lakap H.indî-Avrupa’î ırklar ıtlak olunmaktadır. Esasında Hindistan'dan göç
eden ve sanskritçe konuşanlara verilen bir addır. Eski İranlIlar da bu ismi
benimsemişlerdir. İ. Ansk. Yine rivayetlere göre üç - dört bin sene evvel aynı
ırka mensûb birkaç kabîle Hindukuş dağlarıyle Hazar denizi arasında yaşamakta
ve kendilerine Aryalar denmekte idi. T. İ. Ansk. Arya Mad. C. 1, S. 515
·
92)
Prof. N. Ş. Kösemihâl, Sosyoloji Tarihi, S. 57-69
Hıristiyanlığın
tesiri :
İslâm
tasavvufunu ve islâmdaki rûhî hayatı Hintli ve iranlı bilim, felsefe ve hikmet
esaslarına bağlamağa çalışanlar bulunduğu gibi, onu Hıristiyanlığa bağlamağa
çalışanlar da vardır.
Hatta İslâm
tasavvufu üzerindeki tesirlerin ötekilerden çok daha kuvvetli olduğunu iddia
edenler kendilerinden daha da emin olarak görüşlerini cesaretle savunurlar. Bu
tür fikirlere sahip bulunanlar daha çok İbranî Hıristiyan muhîtinin tesiri
üzerinde durmaktadırlar.
Halbuki gerek
Mûsevî (Yahudilik), gerekse Hıristiyanlık inanç ve iti-kadları İslâmî îtikada
bir defa tam mânâsıyle zıt durumdadırlar. Meselâ, Musevîlikte ahiret inancı
yoktur. Hıristiyanlıkta ise islâmdaki tek Tanrı inancına karşı teslis (üçlü
tanrı) (93) inancı vardır. Her iki dinin de temel inançlarını teşkil eden bu
görüşler islâmın ruhuna aykırı bulunduğu gibi, İslâm tasavvufu'nun temel
prensipleriyle de taban tabana zıttır. Çünkü İslâm; tasavvuf ve tarikatlarının
ana amaç ve gayeleri baştan sona kadar kişinin dikkatini bu geçici dünyadan
öbür (ebedî, sonu olmayan, ahiret âlemi) dünyaya çekmek, orada kişinin ruhunu
gerçek hedefiyle birleştirmek, kısaca onun fenâ fillâh (Allah'da Allah, yani
Allah'la bir) olmasını temin etmektir. (94)
Hatta İslâm
tasavvufu'nun en kısa ve açık tarifi şöyiedir: «İslâm dininde nefisleriyle
fânî, Allah Teâlâ ile bâkî, hakikatlerin hakikatine vasıl olmuş olan zümre'i
havasa'a (ruh temizliğine erişmiş seçkin kimseler) mahsus bir mezheptir» (95)
Görülüyor ki
İslâm tasavvufunun kendine has prensipleri O'nun daha ilk bakışta
Hıristiyanlıkla bir ilişkisinin düşünülemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki
iddia sahiplerinden Von Kremer, İslâm mutasavvıflarının çoğunun Hıristiyan
olduklarını, bir kısmının da papazlık ve rahiplik yapan cahiliye devri
Araplarının tesiri altında kalmış bulunduklarını söyler. (96) Keza Goldhizer,
Hıristiyanlığın fakirliği üstün tutması ve teşvik etmesi üzerinde durarak, Hz.
Muhammed tarafından bu konuda söylenen bütün sözlerin ve verilen öğütlerin
aslında Hıristiyanlıktan mülhem olarak söylen-
·
93)
Kur’an-ı Kerim, Mâide sûresi, âyet 73
·
94)
Hıristiyanlığın tesiriyle ilgili iddia ve rivayetler hakkında fazla bilgi
için Bk. Ö. R. Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, S. 31-39
·
95)
Tasavvufa dair bu tarif, M. İz, Tasavvuf, S. 89'dan adı geçen müellifin
ifadesi olarak alınmış bulunan tariftir.
·
96)
Fazla bilgi için Bk. Ö, R. Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, S.
31 vd. diğini ileri
sürer, böylece de İslâm tasavvufundaki ruh hayatına ait belli başlı
prensiplerin Hıristiyanlıktan önce gelmiş olduğu sonucuna varır.
Nöldeke ise
sof (yün giyme'nin Hıristiyanlara mahsus bir âdet olduğunu, İslâm
mutasavvıflarının ise sükût ve zikretme gibi hallerinin de yine Hıristiyanlıktan
kalma âdetler olduğunu iddia eder.
Nickolson da
İslâm tasavvufundaki sükûnet ve zikir konusunda Nöl-deke'in görüşüne
katılmaktadır. (97)
İslâm
tasavvufunu mukayeseli bir analize tabi tutan büyük müverrihlerden İsmail Hakkı
Bursevî de yukarıdaki görüşleri tartıştıktan sonra, şerh'i mesnevisinde İslâm
tasavvufunun İran'daki meşhur bir lakap olan «Safavî» kelimesinden galat olarak
gelmiş olabileceği meselesine yeniden temas ederek, Safavî kelimesinin
telaffuzu (söylenişi) zor olduğundan vav ile fa harflerinin yerleri
değiştirilmek suretiyle «söfî» şeklini aldığını, böylece de İslâm tasavvufunda
daha isminden başlayarak İran tesirinin Hıristiyanlık ve daha başka tesirlerden
daha da kuvvetli olabileceğini ileri sürer. (98)
İslâm tasavvufu'nun
zikir, ibadet, zâhitlik, giyim-kuşam vb. şekilleri hakkındaki bu benzetme ve
mütalaalardan daha önemlisi ise, İslâm mutasavvıflarının felsefî temayülleri,
amelî ve ruhî yaşantılarıdır. Bu konuda da mutasavvıfların tasavvufî
yaşantılarının birçoğunun da yine Hıristiyanlıktan geçme olduğunu ileri
sürenler vardır.
Meselâ bu tür
iddialardan bazılarına göre İslâm mutasavvıflarının birçoklarına ait olduğu
görülen sözler, aslında onların kendi sözleri olmayıp, bu sözlerin daha önce
Hz. İsa tarafından söylenmiş bulunan sözler olduğu ve Hz. İsa tarafından
söylenmiş bulunan bu tür sözlerden birçoklarının İslâm tasavvufu'nun
kaynaklarını teşkil etmekte olduğu iddia edilmiştir.
Nitekim bu
konudaki iddiaları kuvvetlendirmek için Hz. İsa ile ilgili bazı rivayetlerden
de söz edilmektedir. Meselâ Hz. İsa bir gün yolda giderken Allah'ı düşüne
düşüne halsiz, bîtâb kalmış, baygın halde duran bazı kimselere rastlar ve
onlara «siz kimsiniz?» diye sorar. Onlar da biz ibadetle meşgulüz, derler. Hz.
İsa niçin ibadet ediyorsunuz? der, onlar, da Cenâb'ı Allah bizi ateşinden
korkuttu biz de korktuk! demişler. Hz. İsa daha sonra kendilerini bunlardan
daha da fazla ibadete vermiş bulunan bir başka grup kimselere rastlamış, aynı
şekilde bunlara da sormuş «Ne diye ibadet ediyorsunuz?» Bunlar da cevap
vermişler; Allah cennetler yarattı, bunları da Veli kullarına vereceğini
va'detti, bize de bunu müjdeledi, bunun için ibadet yapıyoruz derler. Hz. İsa
ise cevabında «Umduğunuzu vermesi
·
97)
Avarifül - maârif, S. 337 ve Şerh'i Mesnevî, C. 1, S. 233 (İsmail Hakkı
Bursevî)
·
98)
İsmail Hakkı Bursevî, Şerh'i Mesnevî, C. I, S. 233 vd. gerek»
der. Bu defa onlardan da ayrılarak bir başka gruba rastlar ki, bunlar bütün
öncekilerden daha da fazla olarak tamamen kendilerini ibadete vermişlerdir.
Nihayet Hz. İsa onlara da sorar «Siz kimlersiniz?» Onlar da «Biz Allah'ı seven
kimseleriz» diye cevap vermişler ve O'na ateşinden korktuğumuz, veya cennetini
özlediğimiz için değil, fakat o'nu sevdiğimiz ve cemâline saygı gösterdiğimiz
için ibadet ediyoruz» demişlerdir.
İşte o zaman
Hz. İsa da onlara «Siz Allah'ın hakikî velilerisiniz» demiştir.
Ebû Tâlip
Mekkî, bu rivayetin bir başka şekline göre der ki, Hz. İsa ilkin-kilere «Bir
mahlûkattan korktunuz ve bir başka mahlûku sevdiniz», İkincilere de «Allah'ın
yakınları sîzlersiniz» demiştir. Cennet ve cehennemi kas-detmeden Allah'ın
celâline saygı gösterdikleri için ibadet ettiklerini söyleyen sonunculara ise,
«Allah'a en yakın olan sîzlersiniz» (99) demiştir.
Bir kısım
araştırıcılar da bu rivayeti, İslâm tasavvufu'nun en büyük ve önemli
nazariyelerinden biri olan «İlâhî aşk» nazariyesinin kaynağı olarak kabul
etmişlerdir.
Kısaca İslâm
tasavvufundaki sofilerin, zâhitlerin yaşayışları, giyinişleri ve ibadet riyâzât
şekilleriyle, aşk'ı İlâhi yolundaki mezhepleri aynı şekilde Hıristiyan
rahiplerinin yaşayış ve giyinişleri, Hz. İsa ile havarileri (100) tarafından
ruh hayatı'nın muhabbeti ile diğer konular hakkında söylenen sözleri arasında
gerçekten büyük benzerlikler bulunduğu muhakkaktır.
Fakat bütün
bunlar İslâm tasavvufundaki ruhî hayatın mutlaka Hıristiyanlığa dayandığı
iddiasını ispat için yeterli değildir. Şu kadar ki, câhili-yet devrinin
Araplarından bir kısmı Hıristiyandırlar. Hatta içlerinde papaz ve rahipler bile
vardı. (101) Hatta Hıristiyan Arapların manastırlar kurdukları ve manastır
hayatı yaşadıkları da vâkîdir. Nitekim Tayy kabilesinden olan Hanzala'nın,
kendi zâhitliğe müptelâ olduğu ve Fırat nehri kıyısına bir manastır kurarak
ölünceye kadar orada yaşadığı, ünlü Arap şairi Kuss İbn Saide'nin de çöllerde
dolaşarak hiç bir yerde yerleşmeden durmadan gezen, çok az yiyen, hatta yırtıcı
ve yabanî hayvanlarla dostluk kuran bir zahit olduğu rivayet edilmektedir.
(102)
·
99) İslâmda
Felsefe Tarihi, Prof. Dr. T. J. de Boer (Çev. Yaşar Kutluay) S. 3-12
·
100)
Havariler: İsa’nın göğe çekilmesi (veya ölümü)nden sonra Hıristiyanlığı
yayan ve sayıları oniki olduğu sanılan şahıslardır. Ö. R. Doğrul, Yeryüzündeki
Dinlerin Tarihi, S. 72-117
·
101)
Kuvvet-el - Kulûb, C. 3, S. 80 (Ebû Talip Mekkî) (Bu eserin KOI - el Kulüp
olarak telâffuzu da ileri sürülmektedir)
·
102)
İslâmda Felsefe Tarihi, Prof. Dr. T. J. de Boer (Çev. Dr. Yaşar Kutluay)
S. 5, 12, 25, 31, 45, 77
Gerçi bütün bu
söylenenlerde gerçek payı olabilir ama, araştırmacıların sadece Hz. İsa’nın
hayatı ve sözleriyle veyahutta Hıristiyan rahiplerinin halleriyle yetinerek
İslâm tasavvufunu Hıristiyan kaynaklarına götürmeye çalışmalarının, İslâm
tasavvufu'nun kendine özgü nitelikleriyle bağdaştırı-lamayacağı kanısındayız.
Bu arada
Arabistan topraklarının verimsizliği, Arap halkının büyük bir kısmı'nın
zahitlik ve ahiret hayatına dönük, çileli bir yaşayış tarzını zorunlu olarak
kabul etmek mecburiyetinde oluşları, onların düşünce tarzlarının da bu işe
dönük yaşayış tarzına uygun oluşunun tabiî bir sonucu olduğu ve yaşayışlarının
da bu düşünce tarzına uygun düşen bir sosyal teşkilâtlanmayı gerektirdiği,
sosyocoğrafî açıdan bakıldığında da bir dereceye kadar uygun düşmektedir. Fakat
ne var ki, Hıristiyan manastır hayatı Arap milletlerinde görülen ve İslâm
tasavvufunu geniş çapta etkileyen yaşayış tarzından çok farklıdır.
Nihayet
İslâm'daki ruhî hayatın Hıristiyanlık yerine tamamen cahiliyet devrinde
aranması gerektiği görüşünü ileri sürenler varsa da burada bu hususların daha
fazla teferruatına girmeyeceğiz.
Yunan Kaynağı tesiri :
İslâm
Tasavvufuna en çok tesir ettiği ileri sürülen kaynaklardan biri de, Yeni
Eflâtunculuk da denen «Yunan felsefesidir».
Bir bakıma bu
görüşü savunanların ellerinde oldukça kuvvetli sayılabilecek deliller de
vardır. Meselâ Büyük İskender’in doğudaki zaferleri ve birçok şark (Doğu)
ülkelerini fethetmesiyle bu tarihten itibaren Yunan bilim, kültür ve felsefesi
de (bunun sonucu olarak) doğuda hâkim duruma geçmeğe başlamıştır. (103)
Yine bu görüşe
göre doğudaki Müslümanlar da Yunan kültür ve felsefesi tesiri altına girmeğe
başlamışlardı. Hatta Hıristiyanlardan Nasturî-lerle Yakubîler, müşriklerden
Sabiîler, öte yandan Yahudiler ve Zerdüştî-ler de bu hususta Müslümanlara
yardım etmişlerdi. (104)
İşte böylece
başlayan batı (Yunan) ve doğu (İslâm) felsefî ve tasav-vufî ilişkileri,
Emevîler saltanatı'nın sonlarında ve Abbasîlerin en parlak devirlerinde İslâm
dünyası; dînî itikatlar, felsefî görüşler ve İlmî araştırmalarla dolup taşmış,
ruh hayatını canlandıran türlü faaliyetlerle İslâm dünyasında muhteşem ve baş
döndürücü bir gelişme'başlamış, belki de İslâm tasavvufu ve ruh hayatı en
parlak devrini yaşamağa böylece başlamıştı. (105)
Esasen İslâmda
tasavvuf, bir bâtın ilmi olarak zahirî bir ilim olan
·
103)
İslâmda Felsefe Tarihi, Prof. Dr. T. J. de Boer (Çev. Dr. Yaşar Kutluay)
S. 19-21
·
104)
Aynı eser, S. 17-18
·
105)
Ö. R. Doğrul, İslâmın Geliştirdiği Tasavvuf, S. 68-79
«Frkh»ın
karşısında bulunan ve islâmdaki ruhî hayatın bütün gelişmelerini yansıtan en parlak
bir ayna olarak kabul ediliyordu ki, bu özelliğiyle tasavvuf oldukça geniş bir
kitleyi kolaylıkla kendi üzerine çekebiliyordu.
Bir başka
husus ise, İslâm dünyasında maddî hayatın haddinden fazla ilerlemiş olması ve o
devirdeki Müslümanların refah ve sefahate dalmış olmaları ise buna mâni
olmuyordu. Artık İslâmdaki ruh hayatının desteği cahiliyet devrinde olduğu gibi
sadece zâhitlik, fakirlik ve takva değildi. Belki bu hususlar maddî hayatın
verdiği refah içinde nefislerini dizginlemeyi bilen tasavvuftan ve daha başka
kaynaklardan yararlanan ve zevk mahiyetinde yaşayan yüksek ruhlu kimseler için
birer fantazi (ya da özenti) idi.
Esasen tarihî
kaynaklara göre Müslüman Arapların Yunan kültür ve felsefesi ile temasa
geçmeleri Arabistan'da yayılan eski Yunan asıllı mezhepler aracılığıyle
olmuştur, örneğin; Arabistan'ın Hiyre taraflarında yayılmış bulunan
«Nasturîler», Gassan ile Şam kabileleri arasında yerleşmiş bulunan «Yakubî»ier
bunlardandı. (106)
Bu husustaki
görüşlerden bir başkası ise, «Yeni eflâtunculuk da defnen bu akımı şu şekilde
izah eder; bu akım doğrudan doğruya değil, ancak Mısır ve güney Suriye'de
gelişen «Neopiatonizm» ve Jrak'ta «Harran Mektebi» îtikatları'nın süzgecinden
geçtikten sonra İslâm dünyası ile temasa başlamıştır. (107) Eski maniheizm
dîninin de buna etkisi olmuştur.
Bu görüşe göre
Yunan felsefesi'nin İslâm tasavvufu üzerinde doğrudan doğruya bir tesiri
yoktur. Yani sözü edilen bu tesir doğrudan olmayıp, dolaylı şekilde olmuştur.
Tarafsız İslâm
tasavvufu araştırıcılarına göre ise, İslâm tasavvufu'nun Yunan felsefesi ile
hiç bir ilgisi yoktur. Hatta İslâm sofileri (Mutasavvıflar) felsefeyi
reddederler. Nitekim İslâm tasavvufu'nun ilk devirlerinde İslâm âlemine henüz
Yunan felsefesi girmemişti.
Bu hususlara
dair tartışmalar oldukça uzun olmakla beraber bu tartışmalar, konumuzu birinci
derecede ilgilendirmemektedir. Şu kadar ki. Tarikatları sosyal fonksiyonları
açısından inceleyebilmek için, mezhepler, tasavvuf ve tarikatlara temel prensip
ve metodları yönünden bu kadarıyle temas etmek zorunda idik.
İşte bu vesile
ile bir noktayı daha nazarı dikkate almak zorunluluğu karşısındayız. Şöyle ki,
bazı tarikatlarla da bilfiil meşgûl olmuş bulunan bazı ünlü İslâm
mutasavvıfları'nın tasavvufî görüş ve düşünceleriyle, özellikle dünya
görüşlerinden malûmat sahibi olmamız, araştırmamıza geniş ölçüde
·
106)
Baha Said, T. Y. Mec. C. V, S. 6-26
·
107)
İslâmda Felsefe Tarihi, Prof. Dr. T. J. de Boer (Çev. Dr. Yaşar Kutluay)
S. 5, 18, 21, 22
ışık tutacaktır.
Bu gerekçeden hareket ederek şimdi, İslâm dünyasındaki ilk mutasavvıflar ve
bunların dünya görüşlerine de kısaca bu bölümde bir göz atacağız.
İSLÂMDA İLK
MUTASAVVIFLAR ve
BUNLARIN DÜNYA
GÖRÜŞLERİ
Tarih boyunca
tarikatlarla işbirliği halinde bulunan ve bu işbirliği ve içli, dışlı oluşun
sebeplerini yukarıda da yeteri kadar açıklamış bulunduğumuz tasavvuf, daha çok
Türklerin islâmiyete girmeleriyle süratle yayılma ‘.emâyülü göstermiştir.
Böylece
diyebiliriz ki, tarikatların Türk toplumu üzerindeki fonksiyonel etkilerini
daha iyi bir şekilde inceleyebilmek için Türklerin Müslüman Arap dünyası i)e(olan
ilk temas ve sosyal ve siyasî ilişkilerini, özellikle daha ilk kuruluş
devrelerinde tasavvuf ve tarikatların yayılma ve teşkilâtlanmalarında oynadıkları
rol'ün önemini göz önünde tutarak Türklerin İslâm tasavvuf dünyasıyle olan ilk
ilişkileri üzerinde bir nebzecik durmak istiyoruz.
Şöyle ki,
Köktürk denen ilk Türk kavimleri daha M. VI. yüzyıllardan îtibâren Sibiryadan
Baykal gölüne kadar Asya kıt'asının ortasında büyük bir Hakanlık kurarak bir
yandan Çin ülkesini, diğer yandan Sâsânî hükümdâr-larını şiddetle tehdide
başlamışlar, hatta Kisrâ, Nûşirevân vb. gibi devrin büyük Kıral ve
imparatorları aleyhine Bizans İmparatorluğu ile müzâkere-’erde bile bulunmuşlardı
ki, bu yüzyıl henüz islâmiyetin ön Asya'da doğduğu yüzyıldır. (108)
Fakat Mîlâd'ın
581. yılında verâset meseleleri yüzünden Bizans İmparatorluğu parçalanmış, bu
parçalanma sonunda ilk plânlar değişmiş ise de, daha sonraki yüzyıllarda, yeni
bir dîni yaymak amacıyle örgütlenen Arap ordulafı, Emir Kuteybe'nin kumandası
altında Mavera'ünnehr'e girmişlerdi. (109) Bu tarihte Maverâ'ünnehr denen ülke,
Şarkî Köktürkler ve Garbî Köktürkler adiyle Türklerle meskûn bulunuyordu.
Bunlar önceleri Kuteybe'nin ordularına şiddetle karşı koydularsa da yeni bir
din'in (İslâmiyet) sür'at-le yayılmağa başladığını gören Köktürklerin.
moralleri bozuluyor ve mukavemet güçleri de azalıyordu.
Gerçi
Türklerin bu ilk mukavemet yıllarında büyük başarılar elde ettikleri de görülüyordu;
nitekim M. 712'de Kuteybe'nin işgal ettiği yerlerin hepsi geri alınmış,
Türklerle birlikte Arap ordularına karşı ayaklanan yerli
·
108)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Ed.’da ilk Mutasav. S. 8-17
·
109)
Aynı eser, S. 10-12
halk'ın da
katılmasıyla Semerkand'dan başka bütün şehirler Araplardan geri alınmıştı.
Fakat ertesi yıl Araplar bu havaliyi tekrar ve tamamen istilâ ettiler. (110)
Müslümanların
böylece başlayan İslâmî yayma ve devletin sınırlarını genişletme politikası
durmadan devam ediyordu ki, Emevîler devrinde bu iş devletin başlıca amacı
olmuştu. Hatta Ömer b. Abdül - Aziz zamanında İslâma girenlerden haraç almamak,
her tarafa kervansaraylar yapmak, has-tahaneler ve kimsesizler yurtları açmak
suretiyle İslâm'ın yayılması için her türlü çarelere baş vuruluyordu. (111)
Büyük bir
tolerans ve teşvik edici politika ile geniş halk kitlelerini kendine çeken ve
ısındıran İslâm liderlerinin bu sempatik tutumları bu arada Türkleri de derin
bir muhabbetle etkilemişti. Böylece islâmiyete karşı derin bir ilgi ve sempati
duymaya başlayan Türkler, M. IX. asırdan îtibâren kitleler halinde İslâmiyete
girmeye başlamışlar, hatta Sâsânîler devleti zamanında Türklerle meskûn bulunan
Mâverâ'ünnehr tamamen Müslüman olmuştu. (112)
Müslümanların yabancıları
İslâmlaştırma politikaları bu kadarla da kalmamıştır. Şöyle ki; Müslümanlar
yerli halk'ın ileri gelenlerini büyük hediyelerle kendilerine çekiyorlar, hatta
önemli devlet hizmetlerine ve yüksek mevkilere bile Müslüman olmayanları
getirmekte bir sakınca görmüyorlardı.
Bu arada Türk
hassa askeri adıyla bir de ordu kuruldu ki, burası için yetiştirilen askerler
tamamen Türk çocuklarından meydana geliyordu. Bu şekilde başlayan Türk - Arap
ilişkileri Hicretin III. ve IV. asırlarında daha da gelişti, özellikle birçok
İslâm bilgin ve tasavvufçusu'nun yetiştiği ve hatta ileride Türk toplumu
üzerindeki sosyal fonksiyonlarını inceleyeceğimiz
·
110)
Aynı eser, S. 8 ve bu dönemlerde İslâm ordularındaki şuurlu ve kararlı
hare ketler ile inanç ve disiplin hususlarında bilgi için Bk. Medeniyeti
İslâmiye Tarihi, C. I, S. 137-181 Corci Zeydan (Zeki Meğamez tere.)
·
111)
Rivayetlere göre İslâmî yayma çabalarının karşısında bulunanlardan biri,
İslâm olmayanlardan vergi ahndığı için vergi kaynakları’nın azalacağı endişesiyle
kitle halinde İslâmiyeti kabul edenlere karşı izlenen haraç denen verginin
alınmama politikası karşısında devletin mâlî gücünün sarsılacağı görüşünü ileri
sürer.
Bunun üzerine
devrin büyük İslâm Halife (Hükümdâr)’si Ömer b. Abdül-Aziz «Evet İslâmiyeti
kabul eden yabancılardan vergi alınmayacaktır». Çünkü İslâmın peygamberi vergi
tahsîli için değil hak din olan İslâmiyeti yeryüzüne yaymak için
gönderilmiştir, biz de O’nun yolundan gitmekteyiz cevabını verir. F. Köprülü,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 10-11
·
112)
Nitekim Halife Me’mun bu işi organize etmek için buralardaki Türk asıllı
yerli halk’ın ileri gelenleriyle temaslar kurmak için elçiler görevlendirmişti.
Böylece birtakım Türkler İslâm ordu ve devletinin önemli kademelerine girmeğe
başlamışlardı. A. Cevdet Paşa, Kısas’ı Enbiya, C. II, S. 64-70
büyük
tarikatların bir çoğunun da merkezi bulunduğunu göreceğimiz Şaş (Taşkent),
Farab, Kaşgar, Balasagun, Semerkant, Buhara vb. gibi büyük merkezler tamamen
Müslüman Türklerin bir vatanı haline gelmişti.
Böylece
önceleri siyasî, askerî ve politik şekillerde başlayan Türk-Arap ilişkileri,
Türklerin Müslüman devlet idaresinde büyük bir nüfûz da kazanmalarından sonra
sür'atle gelişmeye başlamıştı. Çünkü o devrin en bâriz modası felsefe ve
tasavvuf idi ki, bu tutum biraz da Türklerin micâz ve hissî duygularına uygun
düşüyordu.
TASAVVUFÎ CEREYANLARIN İLK BAŞLAYIŞI
İslâm
dünyasında daha Hicrî II. yüzyıllardan îtibâren düşünce alanında Hz. Muhammed
(S.A.) zamanına nisbetle önemli renklilik ve farklılıklar görünür. Bu husus
esasen biraz tabiî (doğal) ve hatta zorunludur da. Çünkü dünya'nın çeşitli
ülkelerinde asırlar boyu kendi inanç, kültür ve gelenekleriyle kaynaşmış ve
yaşamış bulunan çeşitli milletler, İslâm'ın çemberi içerisine girince durum
birdenbire değişmişti.
örneğin, İran
gibi çok eski ve köklü bir medeniyete sahip bulunan bir millet, çölden çıkıp
gelen ve karşı konamaz bir durumda bulunan amansız bir kuvvete karşı hiç
olmazsa manevî istiklâl ve inançlarını muhafaza edebilme çabasına
düşmüştü. (113)
Esasen
Müslümanların temasları sâdece İranla da değildi, örneğin; Hint bilim, hikmet
ve medeniyeti, Hıristiyanlık, eski ve antik çağ Yunan bilim ve felsefî
çevrelerinin fikirleri ve bu çevrelerdeki tasavvufî cereyanlar da islâmdaki
tasavvufî gelişmeleri oldukça renklendiriyordu. (114)
Böylece ilim
ve düşünce esasına dayanan İslâm tasavvufu, İslâm dünyasının her tarafına aynı
zamanda sür'atle yayılıyordu da. Bunun neticesi olarak da birçok tasavvufî
mezhepler ve dînî meslekler açıktan açığa «Tasavvuf meslekleri» olarak
gelişmeye başlamıştı ki, birçok hükümdârların ve devlet büyüklerinin şahsî ve
politik ihtirasları da esasen bu mesleklerin tutunma, yayılma ve güçlenmesine
zemin hazırlıyor ve onları teşvik ediyordu.
Diğer taraftan
tasavvufî faaliyetlere İslâmiyet'in ilk yıllarında hiç rast-lanmazken, yukarıda
da sebeplerine işaret edildiği tarzda söfî adını ilk kullanan ve ilk zâviyeyi
kuran kişi'nin Küfeli Ebû Haşim olup, bu zat'ın H. II. yüzyıl-da (H. 150'lerde)
öldüğü sanılır. (115)
·
113)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 8-13
·
114)
Aynı eser, S. 17
·
115)
Carra de Veaux, Gazali - Gazali’den Evvel Tasavvuf, S. 175-200
Bundan sonra
Süfyan Sevrî gelir ki bu zat da H. 168, Milâdî 784-785'lerde yaşamıştır. (116)
Yine bu
cümleden olmak üzere, eski Hıristiyan keşişlerinin yetiştiği Mısır'da H. 245,
M. 859-860 tarihlerinde yaşamış olan Zünnûn(117), (Bu zât Zünnûn-u Mısrî adîle
de meşhurdur) H. 261, M. 874 - 875'lerde yaşamış bulunan Bayezîd'i Bistamî
(118), aynı şekilde hakkında türlü fikir ve kanaatler ileri sürülmekte olan ve
tasavvufî fikirleri yüzyıllardır bütün tasavvuf çevrelerinde devamlı şekilde
tartışma konusu olan ve nihayet halen daha tartışılan bu fikirlerinden dolayı
feci bir şekilde işkencelere tabi tutulduktan sonra öldürülmüş bulunan Hallaç
Mansûr, (H. 309, M. 921 -922) (119) İslâm tasavvuf dünyası'nın ünlü
sîmâlarından Cüneyd Bağdâtî, (120) vb. gibi büyük mutasavvıflar, bütün karşı
koymalara ve şeriatçılar tarafından gösterilen direnmelere rağmen mesleklerini
devam ettirmeye çalışmışlar ve muvaffak da olmuşlardır.
Burada adı
geçen mutasavvıfların birçoklarını aynı zamanda bazı büyük tarikatların
kurucuları olarak da göreceğiz. Bu bakımdan burada tasavvufî görüşleri üzerinde
uzun uzadıya durmayacağız.
Araştırmamızın
giriş kısmında işaret ettiğimiz bir hususu bu vesile ile bir daha hatırlayalım;
tarikatları mezhepler ve bilhassa tasavvuftan ayrı olarak inceleme'nin mümkün
olamayacağına işaret etmiştik, işte bu zorunluluk buradan ileri gelmektedir.
Yani şu yukarıda işaret ettiğimiz ünlü mutasavvıflardan her birisi aynı zamanda
bir tarikat'ın kurucusu veya mensubudur da.
Şu kadar ki,
tarikat ve tarikatçılar her devirde her zaman her sınıf ve zümre'nin
dikkatlerini daima üzerlerinde toplamışlardır, örneğin, birçok şeriatçılar tasavvuf
ve tarikatçıları küfürle itham ederlerken, (ileride bu konu ayrıca ele
alınacaktır) birçok İslâm din bilginleri ve şeriat âlimleri, hatta birçok
devlet reisleri ve hükümdarların bir mutasavvıfa veya bir tarikat şeyhine
intisap edişleri, hatta tarikatçılara hoş görünmek için tekke ve zâviyeler
yaptırmaları veya türlü lütuflarda bulunmaları, tekke ve dervişlerin iaşe ve
iskânları için gayret sarf etmeleri, tarikat şeyhlerinin ölümlerinde büyük
törenler düzenlemeleri vs. hep tarikatların sosyal fonksiyonel
hususiyetlerindendir.
·
116)
Aynı eser, S. 124-153
·
117)
El-Kuşeyri, Risâle (tere. Prof. T. Yazıcı) S. 28-30
·
118)
Nefehatü’l - üns, S. 122
·
119)
Aynı eser, S. 213
·
120)
Nefehatü’l - üns, S. 144
TÜRKLERDE İLK TASAVVUF HAREKETLERİ
Türklerin İslâmiyet'le
temasları sonunda, birdenbire sosyal temayüllerine de uygun düşen birtakım yeni
sistemler ve özellikle tasavvuf cereyanları hararetle benimsenmiş, özellikle
İslâmiyet'le temaslarından sonra büyük Türk şehirleri tasavvuf faaliyetlerinin
belli başlı merkezleri haline gelmeye başlamıştı. Meselâ Horasan, Herat,
Nişabur, Meru, Buhara, Fer-gana gibi Türk şehirleri bunlardan bazılarıdır.
(121)
Daha sonraları
Buhara ve Semerkant gibi merkezlerse mutasavvıf ve derviş yetiştiren birer
tasavvuf ve tarikatlara malzeme imâl eden fabrikalar haline gelmişlerdi ki,
(ileride görüleceği gibi) işte Anadolu'da faaliyet gösteren büyük tarikatların
bir kısmı, (hatta dolaylı olarak hemen hemen hepsi de denebilir) çoğu zaman bu
merkezlerden birinden gelme veya onlardan birine bağlı bulunmakta idi. (122)
Öte yandan
esaslarının Hz. Ebûbekir veya Hz. Ali vasıtasıyle Hz. Mu-hammed (S.A.)'e kadar
ulaştırıldığı görülen sofîliğin Türkler arasında yayılması ve tekkelerin siyasî
kuvvetler tarafından resmen tanınması, birçok devlet büyükleri ve sultanların
tasavvuf ve tarikat şeyhlerine bağlanmaları onlara üstün ve mânevî birer güç
kazandırıyordu.
Esasen bu
tutum sebepsiz de değildi. Çünkü halk çoğunluğunun genel eğilimi bu yönde
olduğundan şarap içmeyecek kadar dinî hükümlere bağlı bulunan Karahanlılar,
İslâmiyet'i hararetle müdafaa eden Selçuklular, âlimlere ve şeyhlere karşı
büyük saygı gösteriyorlar, onlar adına yaptırdıkları camiler, medreseler,
hankâhlar vb. gibi türlü mistik eserlerle İslâm dünyasını süslemek için âdeta
yarış ediyorlardı. (123)
Diğer taraftan
tasavvufî fikirleri büyük şehirlerden uzak bölgelerde göçebe Türk t^umları ve
Müslüman muhitlerinde İlâhileri ve şiirleriyle .yaymaya çalışan ve Allah rızası
için halka hizmette bulunduklarını söyleyerek halka cennet ve kurtuluş
yollarını öğreten dervişler ve halk ozanları da yine devlet adamlarından büyük
himayeler ve yardımlar görüyorlar, bunlar da devlet reisi'nin pâyidâr olması ve
çok yaşaması, saltanatı'nın bekası için halktan dua etmelerini istiyorlardı.
·
121)
Carra de Vaux, Gazâli (Gazâli’den Evvel Tasavvuf) S. 175 -195
·
122)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 11-15
·
123)
Alparslan, İmam Âzam’ın Bağdad’daki tüfbesi ve câmiinin tâmiri için Ebû
Sa’id Muhammed b. Mansûr el- Mülk el Harezmi'yi görevlendirdiği gibi, meşhur
Timurleng de Şeyh Ahmed Yesevî için muazzam bir türbe yaptırmıştır. Schefer,
Siyasetnâme, tere. S. 2'den rivayeten Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, S. 13, dipnot 16)
Bu tür Ozan ve
Dervişlere «Pir» de deniyordu ki, rivayetlere göre bunlar Türkistan'dan
Cezîretür Arab'a (Arap yarımadası) gelmiş ve Hz. Ebûbe-kir ile görüşerek
İslâmiyet! kabul etmiş olan ve Ozanlar piri olarak kabul edilen meşhur «Korkut
Ata» ve «Çoban Ata»nın yolundan gidiyorlardı. (124)
·
124) Hatta ileride
(Yesevîye Tarikatını incelerken) göreceğimiz gibi Ahmed Yese-vî’nin zuhuru
zamanında göçebe Türk kabileleri arasında yâni Sîr’i Derya kenarlarında veya
bozkırlarda kendi anladıkları bir lisanla (yâni basit Türkçe ile) halka hitâp
ederek İslâm akidelerini ve ananelerini yaymağa çalışan dervişlerin bulunduğu
bir gerçektir. İşte adı geçen ünlü mutasavvıf ve Yesevîye Tarikatının şeyhi
Ahmed Yesevî’nin, kendisinden önce gelen dervişlere daha üstün, daha kuvvetli
bir şahsiyeti bulunduğunu kabul etmek zorunludur. Şu kadar ki, işte kendisinden
önce gelen nesiller bu yolda bir zemin hazırlamamış olsalardı, yani o böyle bir
tasavvuf! mirasa konmamış olsaydı, muvaffakiyeti de bu kadar büyük
olamıyacaktı. İşte bu gerçek durum yukarıdaki rivayetin doğruluğunu göstermektedir.
Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihine Medhâl, S. 61-62
·
11. BÖLÜM
Tarihi Gelişim İçinde Tarikatlara
Umumî Bakış
Tarikat'ın
tarif ve mahiyeti:
Şimdi, ancak
tarikat'ın tarif ve mahiyeti nedir? diye sorabiliriz. Nitekim yukarıda da
tarikatların objektif olarak, doğrudan doğruya ele alınmalarının
imkânsızlıkları üzerinde yeteri kadar durduk. Mezhepler ve Tasavvufu da yeteri
kadar, hatta belli başlı mutasavvıfların hal ve hareketleri, dünya görüşleri,
düşünüş, davranış ve hayat tarzlarından bazı örneklerle görerek mahiyetleri
itibariyle tarikatları ele alabilecek ön bir hazırlık yapmış bulunuyoruz. Buna
göre tarikat sözü'nün nereden geldiğini şimdi inceleyelim:
Tarikat sözünün
menşe'i: Kelime'nin aslına bakıldığında Arapça kökten geldiği açıkça görülür.
Buna göre kelimenin Arapçadaki kelime olarak anlamının tam karşılığı «yol»,
gidilen veya tutulan yol anlamındadır. (125)
Nitekim
yukarıda görüldüğü gibi «mezhep» de aynı anlama gelmekte idi. Şu halde şimdi
karşımıza bir mesele çıkmış bulunmaktadır. Mezheple Tarikat'ın farkı. O halde
mezheple tarikat'ın farkı nedir? Mademki ikisi de aynı anlamdadırlar, mademki
ikisi de dinî birer sistemdirler, neden ayrı ayrı kuruluşlardır?, neden ayrı
ayrı araştırma konusu oluyorlar?
Sözgelimi
kelime olarak «Tutulan, gidilen yol» anlamına gelen mezhep ve tarikat
sözlerinin gerçekte yani pratik tatbikatdaki anlamlan tamamen başka başkadır,
işte öncelikle bu başkalığın iyi analizi gerekmektedir. Buna göre:
Mezhep:
İtikatta yani inançta, amelde yani ibadet - Allah'a karşı olan kulluk
ödevlerinin yerine getirilmesinde, muamelâtta yani dünyaya ait dinî emirlerde
uyulması gereken yol ve emirlerin tümü'dür. (126)
·
125)
Mecmua el resâil, C. I, S. 68
·
126)
Ö. Nasuhi Bilmen, Muvazzafı ilmi Kelâm, S. 14-15. Mezhep kelimesinin daha
başka şekilleri hakkında falza bilgi için Bk. Ş. Sami, Kaamus-ı Turkî mezhep
maddesi, S. 1317
Bu emirlere uyulmadığı
takdirde mükellef sorumlu, uğrayacağı cezalar da başta Kitap «Kur'an-ı Kerîm»
olmak üzere sırasıyle sünnet «Hadis», icmâ'i ümmet yani reylerin toplamı ve
kıyas'ı fukaha yani akılla varılacak hükümleri de bunlara katarak
sorumlulukların tayin ve tespit edildiği sistemlerin bütünü «Mezhep»! meydana
getirir.
Bir başka
deyimle müctehid (yani yukarıdaki dört esasa dayanarak dinde bir hükme
varabilen kişi)'in kurduğu esasları içine alan ve bu esaslara göre izlenmesi
gereken yoldur mezhep. (127)
Tarikata gelince:
Tarikatta da
dinin usûl ve furû'u (yani dinî inanç ve ameller) bakımından mezheplere benzer
sistemler mevcuttur. Şu kadar ki tarikat, mezheplerin pratik hayata daima
müdahale edişleri ve yol gösterişleri yanında «doğrudan doğruya kişiyi Allah'a ulaştıran
zevk, neş'e, irfan, İlâhî aşk ve cezbe yoludur» denebilir (128), ki aslında
tarikat'ın en kısa şekliyle tanımı da budur.
Şimdi bu
noktayı biraz daha açıklamamız gerekmektedir. Şöyle ki: Tarikat yolunu tutan ve
ona bağlanan kişi söfîlere göre varlığını kayıtsız şartsız «Allah»a adar. Şimdi
kendini her türlü kayıt ve şarttan uzak olarak Allah'a adamış bulunan bu kişi
tabiî olarak her şeyde onun kudret ve hikmetlerini görür. Tuttuğu yola göre
kendini fani varlığını ve bütün fani varlıkları gerçek ve ebedî olan Allah'da
yok eder, kî bu duruma da en son merhale demek olan «Fenâ fillâh» (Allah'da
Allah olma) mertebesi denir. (129)
Böylece
Allah'ın varlığıyle ancak var olduğuna inanır. Bilişi görüş, görüşü ise oluş
haline gelir. Bundan sonra bütün yaşayış ve davranışlarında, duygu ve
düşünüşlerinde daima işte o kendisini adadığı varlık için duyar, düşünür, onun
için görür ve işitir, onun için yaşar ve nihayet onun için ölür. Bu ikisi artık
kendi başına yok demektir. Var oluşu hep onanladır. O yüce varlık kendisinden
hiç bir zaman ayrılmaz, ne yaptığını ne düşündüğünü, hatta kalbinden dahi ne
geçirdiğini bilir, görür, duyar, haberdar olur. (130)
Tarikatların
bu temel prensiplerini kısaca gördükten sonra yukarıda verdiğimiz tarifi bir
daha özetlemek gerekirse diyebiliriz ki: Mezhep = İlim
·
127)
S. Vicdânî Tumar’ı Turukü alıyye, S. 100 Cüz I.
·
128)
Nefehatü’I - üns, S. 91 vd.
·
129)
Sofiye ıstılahları (İ. Hakkı İzmirli) S. 72 vd.
·
130)
Vahdet’i vücûd ve mevcûd (Yeşilzâde Muhammed Salih) S. 44-45 yoludur.
Tarikat ise = irfan yoludur, sezgi ve ruhî yaşayış ve nefisle mücadele yoludur.
(131)
Gerçi tarikat,
mezhep ve hatta tasavvufla ilgili olarak çeşitli kaynaklardaki tanımlardan
birbirlerinden farklı olanlar bulunduğu gibi, birbirlerinin aynı olanlar da
varsa da, aslında bunların hemen hemen hepsi de yine mahiyet itibariyle bir
hedefe yönelmiş olarak düşünülebilirler. Hepsindekî ana esas ve tema kişinin
dikkatini bu fâni âlemden ebedî olan âleme çekmektir. Farklılık olarak görünen
taraflar ise esasta olmayıp, sadece dış görünüş ve form yönünden, metot ve
terim, şive, dil ve terkip farklılıklarından ileri gelmedir denebilir.
Şu kadar ki,
bizim araştırmamızın amacı mezhep, tasavvuf ve tarikatların karşılaştırması
olmadığından, esasen mezhep ve tasavvuf üzerinde de yukarıda yeteri kadar
durulmuş bulunulduğundan burada konuyu tekrar uzatmayacağız.
TARİKATLARIN DOĞUŞU
Mezhepler ve
tasavvufla ilgili bölümlerde de dolaylı olarak işaret edildiği gibi, İslâm'da
«Ruhî» hayat'm başlangıcının, İslâm dini'nin kurucusu bulunan Hz. Muhammed ile
başladığı kabul edilmektedir. (132)
Gerçi bir
bakıma hatta genel anlamda hem bir din'in kurucusu, hem de mânevî hâkim tek
kudret’in sahibi yüce «Allah» tarafından görevlendirilmiş olması bakımından Hz.
Muhammed'in herhangi bir insandan farklı olarak, ruhî ve mistik bir hayat
yaşaması elbette normal ve tabiî idi.
Şu kadar ki
araştırma konumuz Hz. Muhammed (S.A.)'in hayatı veya yaşayış tarzı değildir. Bu
bakımdan özel anlamda İslâm'daki bireysel problemler üzerinde de
durmayacağımızdan, sadece sosyal realitede var oluş-larıyle aynı zamanda birer
kuruluş halindeki tarikatları inceleyeceğimiz için, daha çok Hz. Muhammed
(S.A.)'in ölümünden sonra ortaya çıkmış bulunan ve tarikatlar olarak şekil
kazanmış olan ruhî yaşantı'nın şekil ve mahiyetini inceleyeceğiz.
İşte İslâm
peygamberi Hz. Muhammed (S.A.)'in ölümünden sonra H. II. yüzyılın sonlarına
doğru ortaya çıkmış ve hızla yayılmaya başlamış bulunan tarikatların, âdet ve
gelenekleri yönünden silsile yoluyla Hz. Muhammed (S.A.)'e kadar ulaştığı
rivayet edilmektedir. (133)
·
131) Vahdet’!
vücûd risâlesi (Yusufzâde Abdullah) S. 12-13
,
132) Bu konuda; «Tasavvufun kaynaklan itibariyle tarikatlarla
olan sosyal ilişki
leri» kısmına
bak.
·
133) Kürkçüoğlu
Kemal Edib, I. F. Mc. C. IV, S. 40 vd.
Esasen
tarikatları doğuşları itibariyle, tasavvuf! form içerisinde görüyoruz. Bu
noktada tarikatla tasavvuf'u birbirlerinden ayrı düşünmek bir nevi imkânsız
gibi görünmektedir. Bu yüzden de tarikatları, tasavvufî gelişmelere paralel
olarak birtakım dönemler içerisinde ele almak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Buna göre:
·
a)
Tarikatların doğuşunda birinci dönem: Bu dönemde tarikat ve tasavvuf
birbirleriyle tamamen iç içe olup, bir söfî aynı zamanda bir tarikat'ın kurucusu,
bir tarikat şeyhi olarak da görülebilmektedir. (134)
·
b)
İkinci dönem: Tarikatların sosyal birer kuruluş olma yoluna girmeleri ve
birtakım kimselerin belirli kişiler «Tarikat şeyhleri» etrafında toplanmaları
ve bu toplanışın birtakım prensiplere bağlanışı bu dönemdir. İşte, tarikatları
sosyal fonksiyonları itibariyle ancak bu dönemden itibaren inceleme imkânı
bulabiliyoruz.
Şimdi,
yaklaşık olarak H. II. yüzyıllardan itibaren birtakım prensipler koyarak ve
tasavvuftan ayrılıp tarikatlar olarak ortaya çıkan adı geçen sosyal
kuruluşları, kurucuları ve tarihî gelişim içerisindeki genel prensipleriyle
inceleyelim.
TARİHÎ GELİŞİM
İÇİNDE BAŞLICA BÜYÜK TARİKATLAR ve
KURUCULAR!
Birinci bölümde
tasavvuf'u mahiyet itibariyle ve çeşitli yönleriyle gördüğümüz şekilde, işte
büyük İslâm söfîleri devrinde tasavvuf, birçok büyük şahsiyetler bulmuş ve bu
kişiler elinde İslâm ruh hayatı sistemli bir hale getirilmiş, daha ilk yıllarda
süratle gelişme temayülü gösteren bir teşkilâtlanma başlamış olup, birçok
dergâhlar, Hankâhlar, tekke ve zâviyeler kurularak ruhî hayatta iç
yaşantılardan farklı olarak bir faaliyet başlamıştı.
Böylece daha
ilk yıllarda ekilen manevî ve tasavvufî tohumlar geniş alanlara serpilmiş olup,
tasavvuf ve tarikatlar alanında bu şekilde başlamış bulunan teşkilâtlanma
faaliyetleri, İslâm dîninin de yayılma hızına paralel
·
134) Meselâ H.
110’da vefat eden Hasan Basrî, Mısır’da en öpce ahvâl ve makamat hakkında söz
söyleyen Zünnûn Mısrî (v. 245 H.) yine fenâ ve bakâ âlemleri hakkında ilk önce
söz söyleyen Ebû Saîd el-Harrâz, (v. H. 287) Bağdad’da ilk defa tevhîd hakkında
konuşan Seriyyi Sakatî, (v. H. 251) ilk tasavvuf cereyanlarını başlatan Fudayl
b. İyâd (v. 187 H.) Nişabur şehrinde Melâmiye tarikatını yayan Ebû Ali Muhammed
b. Abdil-Vah-hab Sekafî (p. 328 H.) ve Suriye'de ilk defa tasavvufî
faaliyetlerde bulunan İbrahim b. Edhem vb.’leri hep bu dönem söfîleri ve
(ileride görüleceği gibi) bazı tarikatların da kurucularıdır. K. E. Kürkçüoğlu,
İ. F. Mc. Tasavvufa dair, C. IV, S. 40 ciarak hemen İslâm dîninin
girdiği her yerde tasavvuf ve tarikatlar alanında da büyük şahsiyetler yetişmiş
olup, esasen İslâmiyetin duyurulması ve geniş halk kitlelerine benimsetilmesi
için devlet ileri gelenleri tarafından tarikat liderlerinden azamî derecede
yararlanılma ciheti de ihmâl edilmemeğe çalışılmıştır.
Gerçekten bu
rivayetler, siyasî ve sosyal bir kuruluş olan İslâm devletinin bu özelliği
yanında, dînî ve mistik değerlere de gereğinden daha fazla önem vermesi ve
geniş bir müsamaha ve (tolerans) ile ileride de görüleceği gibi tarîkat
liderlerine aşırı bir şekilde iltifat gösterilmesi şeklindeki devlet
politikasıyla uyuşmaktadır.
Böylece Basra
ve dolaylarında başlayan teşkîlâtlanma faaliyetleri, daha sonraları
Türkistan'da ve Doğu Asya kıtasının bir çok bölgelerinde de sistemli bir
şekilde gelişmeğe başlamış, hatta ilk akla gelen büyük tarikatların birçokları
ilk önceleri buralarda kurulmuş olup, teşkilatlarını İslâm dünyasının dört
bucağına buralardan yaymışlardır ki, konumuz sâdece tarikatların Türk toplumu
üzerindeki sosyal fonksiyonları olduğundan buralardaki gelişmelerin detaylarına
inmiyoruz.
Şu kadar ki,
konumuzun özünü teşkil eden ve özellikle Türk toplumu-nun öz yurdu olan
Anadolu'da faaliyet gösteren başlıca tarikatlar işte dün-ya'nın bu müstesnâ
bölgesine adı geçen yerlerden geldikleri için bu kadar temas etmek zorunda
bulunduğumuza işaret etmek isterim.
TARİKATLARIN MENŞ'ELERI İTİBARİYLE
ANALİZLERİ
Doğrudan
doğruya veya dolaylı olarak Türk toplumunu sosyal fonksiyonel yönden etkilemiş
bulunan tarikatların sayılan oldukça kabarıktır. Gerçi sofiler arasında aslî ve
başlıca tarikatların on iki olduğu ileri sürülürken, «Tibyân'u vesâil'il -
Hakâik fî beyân'ı selâsil'it - Tarârk» adlı kitapta bu sayı yüz yetmiş dörde
ulaşır. Esasen tarikatların sayıları hakkındaki ihtilâflar oldukça kabarık ve
birbirlerini nakzeder durumdadırlardır ki, bu husus biraz daha aydınlığa
kavuşturulacaktır.
Bu hususun
daha iyi anlaşılabilmesi için, tarikatların analizinde şu iki nokta'nın göz
önünde bulundurulması gerekmektedir.
·
1
— Gerçek anlamda veya tam tarîkat da diyebileceğimiz «Esma yolunu» esas alan
tarikatlar.
·
2
— Zikre lüzum görmeden de «Cezbe yoluyla» Allah'a ulaşılabileceğini kabul eden
tarikatlar.
x
Birincilere
tam tarîkat da denebileceğini söylemiştik. Nitekim tam an-lamıyle «Pîr» denen
tarîkat'm bir kurucusundan başka halîfeleri, halîfeler'in irşada me'zun ettiği
(yo) göstermek için izin verdiği) şeyhleri ve bu şeyhlere intisab etmiş bulunan
mürîdleri ve bu müridlerle mürşidler arasında birtakım davranışların belirli
ölçü ve kurallara göre yapılması esası öngörülen tarikatlardır.
Diğer taraftan
sosyal bir kuruluş olarak da bu tür tarikatlarda, âstân denen «pir makamı» (pir'in
yattığı tekke), Hankâh denen büyük tekkeler, makam bakımından tekkeden biraz
daha aşağı sayılan dergâhlar (toplantı ve zikir yerleri), konukları ve diğer
yabancıları misafir etmek ve ağırlamak için özel surette kurulmuş bulunan
zâviyeler, tarikat mensuplarının özel kıyafetlerinin hazırlandığı dikimhaneler
vb, teşkilâtlar birinci guruba giren tarikatlar için esas olan unsurlardır.
Yine zikri
esas alan bu birinci tür tarikatta belirli zikir tarzı, zikredilen belirli
elfaz (zikir esnasında tekrarlanan Allah'ın doksandokuz ismi), kendisine mahsus
disiplin kuralları, âdâp ve erkân, müridler arasında derece sırasına göre
nakîyb, meydancı vb. gibi derece farkları, ayrıca tekkelerde kahveci, ferraş
(temizlikçi), türbedâr, (Türbelere bakan) çerâğ) gece lâmbalarının bakım ve
temizlikçisi), ahçı başı ve yamaklardan müteşekkil mut-bak erkânı vb.'leri gibi
özel hizmetleri gören dervişler bulunur ki, bunlar da dışardan rastgele
olmayıp, dervişler arasından kabiliyetlerine göre ayrıca özel sûrette
eğitilerek bu tür hizmetler için hazırlanırlardı.
Bir de âstân
ve zâviyeler de dahil olmak üzere adı geçen tarîkat mensuplarının toplantı
yerlerini ve buralarda hizmet edenlerin ücretlerini karşir iamak amacıyle özel
vakıflar kurulmuştur (135) kî, özellikle bu yönden tarikatlar rahatlıkla kendi
kendilerini iaşe ve iskân edebilecek malî ve maddî güce de sahiptirler.
ikinci tür
(Zikri esas olmayan) tarikatlara gelince: Bunlar birinci guruba giren
tarikatlarda olduğu gibi zikri esas olarak kabul etmedikleri gibi, tekke
kurmayı, vakıfla idâre edilme sistemini, giyim kuşam gibi özel âdet ve
kıyafetler taşımak suretiyle halktan ayrılmayı kabul etmeyen, çalışmayı ve
özellikle aralarından sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı esas alan kısaca aşk ve
cezbe yoluyla Allah'a ulaşılabileceğine inanan, tören, âyin vb. gibi kuralları
reddeden ve hatta kökü ve menşe'i itibariyle tasavvufa dayandığı halde
tasavvufu dahi reddeden tarikatlar olup, bunlara «Şuttar (şakraklar)» da denir
ki bunlar kendilerini melâmet ehli sayıp tasavvuftan uzaklaşmak isterler ve
hatta bunlar esmâcıların son vardıkları durak, bizim sü-'ûke ilk başladığımız
duraktır derler. (136)
·
135)
Berki Ali Himmet, Vakıflar'ın tarihî mahiyeti, inkişâfı ve tekâmül’i
cemiyet ve fertlere sağladığı faydalar V.D.S. 9-15 C. VI.
·
136)
A. Gölpınarlı Türkiye'de mezhepler ve tarikatlar S. 185-191
Bir de hâl
erbabını şu üç kısma ayıranlar vardır:
·
1
— Ahyâr: Hayırlılar. Bunlar şeriata uyanlar olup, tarîkata asla girmeyenlerdir.
·
2
— Ebrâr: özü sözü doğru olanlardır. Bunlar zikir ve riyâzatla Allah'a ulaşmağa
çalışanlar (genellikle sûfîler)'dır.
·
3
— Şuttâr: Şakraklar. Bunlar zikir yerine aşk ve cezbeyi kabul eden melâmet
ehlidir. (137)
Şimdi
tarikatlarda esas prensipler mahiyetinde görülen yukarıdaki iki ana temayı
şöylece özetleyecek olursak diyebiliriz ki, birinci guruba giren yani tekke
kurma, ayrı giyim kuşam, tören, vakıftan geçinme, halktan ayrılma, tasavvufa
karşı olma, Allah'a zahitlik ve riyâzetle (yani az yemek, az içmek, az uyumak,
devamlı ibadet etmek sûretiyle) nefisle mücâdele yoluyla esmâül hüsnâ (Allah'ın
99 ayrı ismini zikretmek) yoluyla Allah'a ulaşılabileceğine inananlar olup,
işte bunların yoluna esmâ yolu, tarikatlarına da Sûfî tarikatı deniyor.
Buna karşılık
halktan hiç bir sûretle ayrılmayı kabul etmeyen, vakıfla geçinmeyi kati surette
reddeden, Allah'a riyâzatla ve zikirle değil, aşk ve cezbe ypltfyla
ulaşılabileceğine inananlar ise (yukarıda da işaret edildiği gibi) ikihci
gurubu teşkil ederler ki, bunların yoluna da «Müsemmâ» yolu denir. Esmâ
Allah'ın isimlerini, müsemmâ ise bu isimlere sahip olan anlamına gelmektedir.
İşte bu bakımdan İkinciler, birinciler için, «onların son vardıkları durak
bizim ilk başladığımız duraktır» derler.
Böylece bütün
tarikatların temelinde yatan bu iki ana görüşü tespit ettikten sonra,
tarikatların adedi hakkında hâkim durumda bulunan kanaat ve rivâyetlere göre
adetleri oniki olan tarikatlar başlıca şu iki kola ayrılırlar:
·
1.
kol : Hz. Ebûbekir'e bağlanan tarikatlardır ki bunlar Hz. Ebûbekir aracıliğiyle
Hz. Muhammed'e, oradan da Allah'a kadar ulaşılabileceğine inanırlar. Bu kola
mensub olanların inançlarına göre Hz. Ebûbekir, Hz. Mu-hammed'le birlikte
Medine'ye göç ederken (138) (Hicret esnasında) düşmandan korunmak için bir
mağaraya saklanmışlar, orada gizlice zikretmişler, Hz. Muhammed işte bu
mağarada Hz. Ebûbekir'e gizli zikr’i öğretmiştir. Bu inanca sahip olan (ileride
de görüleceği gibi gizli zikir usûlünü esas alan) tarikatlara «Bekri» (Hz.
Ebûbekir'e bağlı olan) tarikatlar da denir. (139)
·
2.
kol : Hz. Ali'ye bağlanan tarikatlar olup, bazı sûfîlere göre Hz.
·
137)
A. Gölpınarh aynı eser S. 189
·
138)
Kur’an-ı Kerîm Tevbe sûresi ayet 40
·
139)
A. Gölpınarh Türkiye'de mezhepler ve tarikatlar S. 187 -188
Ali'ye aşikâr ve
gizli zikir usullerini peygamber Hz. Muhammed (S.A.) öğretmiştir. Böylece de
Hz. /\li vasıtasıyle Hz. Muhammed'e, oradan da Allah'a ulaşılmak mümkün
olacaktır. (140)
Son olarak
diyebiliriz ki, bu birbirlerinden oldukça farklı görünen inanç, görüş ve yorumlar
konunun son derece kompleks (karmaşık) oluşundan ve toplum içerisindeki her
sınıf insanı doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendirir durumda olmasından ileri
gelmektedir.
Bütün bu temel
prensiplere ait rivayetlerden sonra başlıca tarikatların adetleri üzerindeki
kanaat ve rivayetler de oldukça birbirlerinden farklıdırlar. Bu konudaki
rivayetler çoğunlukla başlıca büyük tarikatların adet itibariyle oniki olduğu
merkezindedir ki, bunun oniki oluşunun birtakım sebepleri olduğunu ileri
sürenler de vardır. Meselâ Müslümanları irşâd etmekte (yol göstermek) sözleri
muteber sayılan oniki imam'ın bulunuşu, dolayısıyla bunlardan her birine atfen
oniki tarikat'ın bulunuşu (yani oniki adedinin tarikatlardan önce imam
sayısıyle ilgili oluşu) rivayetinin yanında; bir de Allah'a varan yollar
halk'ın solukları sayısıncadır şeklinde bir başka inanç daha vardır ki, ileride
de görüleceği gibi tarîkatlar'ın birçok kollara ayrılarak sayısız şekil
kazanmış olmaları bu ikinci görüşü biraz daha doğrular mahiyettedir. (141)
Bu husustaki
kanaatimiz, yaptığımız mukayeseli araştırmalar sonunda başlıca tarîkatlar'ın
adet itibariyle oniki olduğu ve fakat herbirisinin birtakım kollara ayrıldığını
ileri süren görüşlerin realiteye daha uygun olduğu doğrultusundadır ki, şimdi
bunları görelim.
SÖZÜ EDİLEN ONİKİ BÜYÜK TARİKAT ve
KURUCULARI
Haklarındaki
en güvenilir kaynakların bile verdikleri rivayetler birbirlerini tutmamakla
beraber tarihî gelişim içerisinde varlıkları ve faaliyetleri görülen ve
izlenebilen başlıca büyük tarikatlar ve kurucuları şöyledir:
·
1
— KADİRİYYE TARİKATI Kurucusu = Abdü'l - Kadir Gîlânî (vef.
470-561 H.)
·
2
— YESEVİYYE TARİKATI » = Ahmet
Yesevî (Hoca Ah
met Yesevî
adiyle de meşhur olup vef. 562 H., 1166 M.'dir.
·
140)
D. Ömer Rıza İslâmiyet’in geliştirdiği tasavvuf S. 57-82
·
141)
A. Gölpınarlı, Türkiye'de mezhepler ve tarikatlar, S. 168-188
o 3 — RİFAİYE TARİKATI
o 4 _ KÜBREVİYYE TARİKATI
o 5 _ MEDYENİYYE TARİKATI
o 6 — DESÛKİYYE TARİKATI
o 7 — BEDEVİYYE TARİKATI
o 8 — ŞAZELİYYE TARİKATI
o 9 — EKBERİYYE TARİKATI
o 10 — MEVLEVİYYE TARİKATI
o 11 — SA'DİYYE TARİKATI
o 12 — NAKŞİBENDİYYE
TARİKATI
Kurucusu =
Ahmet Rifaî (512 - 578 H. vef.)
»
= Necmüddin el - Kübra (vef.
540- 1145/618-
1226 H. ve M.) olup Şeyh Necmüddin adiyle de meşhurdur.
»
= Ebu'I - Medyan b. el - Hu-
seyn, vef. 590
veya 594 H.
»
= İbrahim el - Desûkî (vef.
676 H.)
»
= Şeyh Ahmqt Bedevi (vef.
675) H.)
»
= Ebû Hasen Takuyiddin Ali
b. Abdillah eş
- Şazelî (vef. 656 H.)'dir.
»
= Muhyiddin İbnü'l - Arabi
(vef. 560 - 638
H.) olup Şeyhu'l - ekber lakabıyle de meşhurdur.
»
= Mevlâna Celâlü'ddin Rumî
(604- 672 H.)
» =
Sa'düddîn Muhammed el -
Cebbavî (vef.
792 H.)
»
= Bahauddin Nakşibend (vef.
718 - 792 H.)
(142)
·
142) Yukarıda da
işaret edildiği gibi başlıca tarikatları on iki olarak kabul edenlerden
bazılarına göre bu sıralanış şöyledir: Kadiriyye, Rifaiyye, Bedeviyye,
Desûkiyye, Sa,-diyye, Şaziliyye, Halvetiyye, Mevleviyye, Betaşiyye, Bayramiyye,
Celvetiyye, Nakşibendiy-ye A. Gölpmarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, S.
187-188
Bu konudaki
görüşler ve kanaatler çok farklıdır. Bunlardan bazılarına göre işte yukarıdaki on
iki tarikattan Bayramîlik Halvetîlikten ayrılmadır; Celvetîlik ise
Bayramîliğin bir koludur. Kısaca bu sıralanışı başka türlü yorumlayanlar da vardır
ki, bu ifadelerde kesinlik aramak mümkün olamamaktadır. Nitekim Tibyân’u
Vesâil’il - Hakaık fî beyân'ı Selâsil’it-Tarâık adlı eserde tarikatlar ve
kollarının sayısı 174 tane olduğu yazılıdır. Fakat bunların içinde İran'daki
Zehebiyye, Haksariyye, Ni’metiyye tarikatlarıyla Bektaşiler tarafından temsil
edilip bilâhare ortadan kaldırılan Abadallar, Haydariyye, Camiyye vb. gibi
tarikatlar ve bugün adı duyulan Yezidî mezhebi, hatta din haline gelmiş olan
Ada-viyye tarikatı yoktur. A. Gölp. Türkiye'de Mezhepler ve tarikatlar S. 188
Bu arada şu
noktaya da bilhassa işaret etmek isteriz ki, adı geçen bu tarikatlardan her
biri muhtelif kollara ayrılmış olup, (143) bir anda bir tarikatın çok küçük
farklarla (144) yeni yeni kollara ayrıldığını görüyoruz.
Gerçi biz bunların
her birisi üzerinde derinliğine durmayacağız, fakat sosyal fonksiyonları
yönünden büyük önem taşıyan ve birçok yeni tarikatlara da kaynak teşkil etmiş
bulunan büyük tarikatları ana hatlarıyle görmemiz, sosyal fonksiyonların
layıkıyle analizi için tetkik işimizi kolay-iaştıracaktır. Buna göre büyük
tarikatları biraz tanıyalım.
BAŞLICA BÜYÜK TARİKATLAR ve
KURUCULARI
Yukarıda da
bir nebze işaret edildiği gibi, başlıca büyük tarikatları, özellikle Türk
toplumlar! arasında kurulmuş ve yayılmış bulunanların kurucuları, kuruldukları
bölgelerin özellikleri, yayılma ve teşkilâtlanmalardaki sosyal özellikler,
geniş halk kitleleri ve toplum yöneticileri ile tarikat liderleri ve diğer
tekke mensupları arasındaki etki ve tepki ilişkileri açısından:
·
143)
Bir tarikatta kol kurmak o kadar basittir ki, sözgelimi tac’m üstü
dümesiz-dir, birisi bir düme koyar ve böylece kol kurulmuş olur. Veya tac'ın
üstüne daire şeklinde bir bez parçası dikilir kol kurulur. Nitekim Üsküdar
Rifâî âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarı-er'e, Edirne Rifâî şeyhi Niyazi’nin «Âh, âh,
âh» diye zikrettiği Abdulkadir Gölpınarh tarafından söylenir ve bunu duyan şeyh
(Allah, Allah» der. İşte bu şeyhe mensûb olanlara bilâhare «âhiyye» denmiştir.
A. Gölpınarh şifaî rivayettir.
·
144)
işte bu gibi küçük farklarla meydana gelen ayrılıklar sonucu meydana
gelen kollar ve bağlı bulundukları tarikatları bir fikir vermiş olmak .için
buraya alıyoruz:
Kadir,iyye
tarikatı on kola
ayrılmıştır: Esediyye, Ekberiyye, Mükaddesiyye, Garibiyye, Eşrefiyye, Rûmiyye,
Yafiyye, Hamadiyye, Hilâliyle, Hind.iyye. Bandırmahzâde Ahmet Mü-nip
Mir’atür’I-Turuk İst. 1306 S. 6.
Rifaiyye’mn
kolları: Harraririyye,
Keyaliyye, Sayyadiyye, Aziziyye, Cendeliyye, Ac-lâniiyye, Katnâniyye, Fazlıyye,
Vâsıtıyye, Cebertiyye, Zeyniyye, Nûriyye, Mağrûfiyye. Mir’atü’t-Turuk S. 8
Medye'nin
şubeleri ise beş
tanedir: Cebertiyye, Meymuniyye, Deccaniyye, Ulvaniy-ye, Hameviyye. Aynı eser
S. 10
Kürreviyye’nin
kolları: Bahaiyye,
Halvetiyye, Firdevsiyye, Nûriyye, Rukniyye, Heme-daniyye, Nurbahşiyye,
Berzenciyye. Aynı eser S. 12
Sühreverdiyye'nin
kolları: Bedriyye,
Zeyniyye, Bahaiyye, Kemaliyye, Ahmediyye, Ne cibiyye. Mir’atü’t-Turuk S. 13
Şâzeliyye’nin
on üç tane şubesi vardır: Desukıyye,
Ahmediyye, Vefaiyye, Ruzikıyye, Hanefiyye, Cezûliyye, Gaziyye, İseviyye,
Nasırıyye, İlmiyye,1 Mustariyye, Afifiyye. Aynı eser S. 18
Desukiyye’rtin
iki kolu vardır ki, bunlar
da Şernûbiyye, Âşuriyye’dir. Aynı eser S. 20 Sa'dByye'nin kolları: Tağlebiyye,
Vefaniyye, Âciziyye, Selâmiyye'dir. Mir’atü’t-Turuk .S. 22
KADİRIYYE TARİKATI :
Tarikat'ın
kurucusu Abdü'l - Kadir Gîylânî (470/1077 - 561/1166) olup, bu zat aynı zamanda
tarikat'ın piridir de. Gavs'ı A'zam diye de şöhret bulmuş olan pîr'in asıl adı
ve künyesi Muhyiddin b. Ebî Salih'dir. Abdü'l - Kadir Gîylânî, nesebi
itibariyle İmam Huseyn b. Ali b. Ebîbekr'e uzanır. Hazar denizinin güneyinde
Gîylân eyâletinin Nıyf köyünde 470 H. tarihinde doğmuştur. Ölümü, ise 561 H.
tarihinde Bağdad'tadır. (145)
Hanbeli
mezhebine mensûb olan Abdü'l - Kadir Gîylânî fıkıh, hadis gibi devrinin önemli
ilim dallarında otorite sayılacak dereceye yükseldikten sonra kendini tasavvufa
vermiş, uzun müddet çöllerde yalnız başına dolaşarak nefisle mücâdelede büyük
başarılar elde ettikten sonra irşada başlamıştır. (146)
Bir başka
rivayete göre, Ebu - Hanîfe (İmam A'zam)'nin türbedârlı-ğını da yapmış bulunan
Gîylânî, Hanbelî fakihlerinden büyük Sûfî Ebu -Saîd (veya Sa'd) Mubarek'i
Muharremi (yahut Mahzûmî)'den irşâda mezun olmuştur.
GenpHIkie Türkler
arasında yaygın bulunan Kadiri tarikatının ana prensipleri Gtylânî'nin «Gunye
li tâlib'il - Hakk, el - Feth'ur- rabbani, Hızbu Be-şâir'il - Hayrat, Celâl'ül
- Hatır, Fuyûzât» gibi risâlelerinde yer almaktadır. Bu risâlelerdeki
ifadelerin çoğu esasen o'nun vazlarını ihtivâ etmektedir.
Tarikatta
nefisle mücâdele metodu'nun esası, mürid'in bir müddet çile devresini geçirerek
dünyadan tamamiyle el çekmesi, bundan sonra
·
145)
Meşhur olan bir rivayete göre Abdü’l - Kadir Gîylânî ilim tahsil
etmek için Bağdad’a gitmek ister. Annesi kocasından miras kalan seksen dinar’ı
harçlık verir ve parayı hırkası’nın koltuğunun altına diker. Anne’nin oğluna
tek nasihati «Yalan söyleme» olmuştur.
Bir kafileye
katılır ve yola koyulur. Yolda kafile eşkiya hücumuna uğrar, eşkiyalar bütün
yolcuları soyarlarken Abdü’l - Kadir’e de parası olup olmadığını sorarlar, o’da
sek sen dinarının koltuğu altında dikili bulunduğunu söyleyince şaşıran
eşkiyalar çocuğu çete reisinin huzuruna götürürler. Reis sorar paranı niçin
saklamadın? Kimse bulamazdı söylemeseydin der. Çocuk «ben yalan söylemem annem
tembihledi. O’na asla yalan söylemeyeceğime söz verdim» der. Bunun üzerine
eşkiya çetesi reisi bu küçük çocuğun ahde sadakati (sözünde durması)’na hayran
olmuş ve kendisi de «küçücük çocuk annesine karşı yalan söylemediği halde biz
nasıl olur da Allah'a karşı bunca yalan ve kötü şeyleri yapabiliriz» diyerek bu
kötü huyundan vaz geçmiş, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte bir daha bu işleri
yapmayacaklarına söz vermişler, tevbekâr olmuşlar, aldıkları bütün para ve
eşyaları sahiplerine vermişlerdir. (A. K. Giylânî'nun hayatı ve tarikatı
hakkında daha fazla bilgi için BK. İsi. Ansk. C. I, S. 80-83. Abdül - Kadir
maddesi)
·
146)
İslâm Ansiklopedisi O. I. S. 80-82
da yeniden
dünyaya dönüp ondan haz ve nasibini alarak başkalarını irşâd etmesi
şeklindedir. (147)
Ayrıca
Gîylânî'ye «Allah'a birtakım sorular sorup Ya Gavs'el A'zam» diye cevaplar
alınmasından ve bunları yazmasından meydana gelmiş âdetâ vahy'e dayanan (İlahî
vahy'e mazhar olduğunu iddia eden) bir risâle nis-bet edilmektedir ki, bu
risâle dolayısıyle ona daha sonraları birçok kerametler de atfedilmiştir.
Nitekim Yafî, O'nun pişmiş ve yenmekte olan bir tavuğu dirilttiğini, Şa'ranî,
Hızır'la görüştüğünü, bir yıl Medâin harabelerinde içmeden, bir yıl da yemek
yemeden yaşadığını ve daha birçok kerametlerini nakleder.
Tefrîh'ulhatır
fi tercemeti Abdü'l - Kadir gibi kitaplarda da daha birçok kerametlerinden
bahsedilir. Meselâ kendisine hizmet eden birisi ölünce Azrail'e o'nun rûhu'nun
verilmesini buyurmuş, Allah emriyle aldığını söyleyen meleğe de kızınca
fırlayıp göğe çıkmış, Azrail'in o gün aldığı ruhları doldurduğu zembili çekip
almış, içinde ne kadar ruh varsa hepsini dağıtmış, onlar da gidip cesetlerine
girmişler, o gün ölenlerin hepsi dirilmiş. (148)
Kadirîlik
tarikatını Türkiye'de Eşrefîzâde'den sonra yayan ismâil'i Rûmî'dir. Bu
tarikat'ın bilhassa Rumeli'de daha fazla yayılması da bundan olsa gerektir.
İleride görüleceği gibi Kadirîler'de de Rifaîler kadar olmamakla beraber
vücûduna şiş saplamak, kızgın fırına girmek, ateşle oynamak gibi «bürhan
göstermek» denen birtakım acayip âdetler vardır. (149)
YESEVİYYE TARİKATI
Tarikat, adını
kurucusu bulunan büyük Türk ve İslâm velisi Şeyh Ahmet Yesevî'den almaktadır.
Ahmet Yesevî, Çin'in doğu Türkistan havalisinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu
sancağının 176 Km. Kuzeydoğusunda Sayram kasabasında doğmuştur. (150) Doğum
yeri hakkında birbirine
·
147)
Kadiriyye tarikatı’nın prensipleri daha çok uzundur. Bununla beraber
ileride prensipler yönünden bazı mukayeseler yaparken tekrar ele alınacağı İçin
bu bahsi uzatmıyoruz. Daha fazla malumat için Bk. Bandırmalızade Ahmet Münip
Mir’atü’l-Turuk S. 6
·
148)
El-Gadîr XI. S. 170-174’den naklen A. Gölpmarlı Türkiye’de mezhepler ve
tarikatlar S. 192 -193
·
149)
Kadirîliği Türkiye'de 874 (1964’de İznik'te ölmüş bulunan Eşrefoğlu veya
Eş-refzâde adı ile de meşhur olan Abdullah’ı Rûmî yaymıştır, Hacıbayram
Veli’nin damadı da olan bu zat, Kamaya gidip Hüseyin Hamevi’ye intisap etmiş,
hilâfet alıp Anadolu'ya dönmüş ve Anadolu’da Kadirîliğin Eşrefiye kolunu
kurmuştur. A. Gölpmarlı, Türkiye’de mezhepler ve tarikatlar S. 192-i 193
·
150)
Bu konudaki rivayetlerin bir başkası ise mukayeseli bir şekilde İ.
Ansiklopedisi tarafından ileri sürülmektedir ki, akla en uygun düşeni de
kanaatimize göre uymayan
rivayetler de vardır. Nitekim Hazinî'nin Cevâhirü'l - Ebrâr min Emvâci'l -
Bihâr adlı menkıbevî eserindeki bu rivayete karşılık O'nun 562 H. tarihinde
Türkistan'da «Yesi» kasabasında doğmuş, Yesevî lakabını da bu kasaba'nın
adından almış olduğu (151) da ileri sürülür.
Öğrenimi'nin
büyük bir bölümünü, devrinin en büyük ilim ve kültür merkezlerinden olan
Buhara'da yaptı, böylece de en büyük ilim adamları ve mutasavvıflarla sık sık
görüşme imkânı buldu, nihayet şeyh «Yusuf He-medânî»ye intisap etti.
Ahmet
Yesevî'nin ünü daha çok Türkistan havalisinde Müslüman Türk toplumları arasında
yayılmıştı. O'nun en büyük özelliği ise halk'ın kolayca anlayabileceği tarzda
tasavvufî fikirlerini sade ve veciz manzûme-ler şeklinde söylemesi, böylece de
halkın seviyesine kolayca inebilmeyi iyi başarmasıydı. O'nun bu tarz tasavvufî
şiirleri «Divan'ı Hikmet» adlı bir kitapta toplanmıştır. (152) Şu kadar ki,
bugün Ahmet Yesevî tarafından yazılmış bir kitap elde mevcûd değildir. Bununla
beraber o, belki de hayatından ve kerametlerinden en çok söz edilen velî ve
şeyhlerden birisidir.
Ahmet Yesevî
hakkında bilgi veren kaynakların ekserisine göre, bütün Islâm tahrikatlarında
mevcud gelenek ve usûllere uyarak kendisi henüz hayatta iken tarikatını kurmuş
ve çeşitli ülkelere halifeler göndermiş kurduğu tarikatın şöhret ve yâyılışını
bizzat görmüştür.
Ahmet Yesevî,
esasen daha doğuşundan itibaren tasavvuf'un manevî havasını teneffüs etme
imkânına sahipti, çünkü babası Şeyh İbrahim de sayısız kerametleriyle muhitinde
tanınmış bir mutasavvıftı. (4)
budur. Buna
göre, Ahmet Yesevî XI. asrın .ikinci yarısında gafbî (Batı) Türkistan’da
şimdiki Çimkent şehrinin biraz doğusunda bulunan Sayram kasabasında doğmuştur.
İ. Ansk. C. I, S. 210
·
151)
Ahmet Yesevî’nin bu lakabı almasının sebebi hakkındaki bir rivayet ise, o
devirde Türkistan’da Yesevî adlı bir hükümdar vardı. Bu adam avlanmak istediği
dağın ortadan kaldırılmasını ister ve bütün velîleri davet eder, bu .işi ancak
küçük bir çocuk olan Ahmet yapabilir ve böylece de Hükümdar kendi isminin
yeryüzünde baki kalmasını küçük Ahmed’den niyaz eyler, Ahmed de Hükümdarın bu
dileğini kabul ettiğini bildirince Hükümdar şöyle der: «Âlemde her kim bizi
severse senin adınla beraber yâdeylesin». İşte o günden beri «Hoca Ahmed
Yesevî» adiyle anılır oldu. Ceva-hirü’I-Ebrâr min Emvâci'l - Bihâr (S. 67-70)
·
152)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 21-24
4) Cevâhirü'l
- Ebrâr min Emvâci’l - Bihâr adlı eserde (S. 74) ki rivayete göre Hızır
aleyh,i’s-selâm Hace'nin (Ahmed Yesevî) babası şeyh İbrahim ve o’nun on bin
mürîdi ile müsahip (dost) olmuştu. Şeyh İbrahim, ileri gelen Halifelerinden
Mûsa şeyh’in kızı Ayşe Hatun ile evlenmişti. Bu izdivaca bilhassa Hızır
Aleyhi's - selâm sebep olmuştu. İşte Yesevî böyle bir mânevi mirasa sahip
bulunduğundan pekçok kerametleri mevcuddur.
Ahmet Yesevî
tarikatının esasları daha çok Türkler arasında yayılmıştır ki, bunda o'nun Türk
asıllı oluşu'nun ve Türkçeyi rahat bir şekilde kul-lanışı'nın da büyük rolü
olsa gerektir.
Esasen dokuz
asra yakın bir zamandır bilinen Ahmed Yesevî'nin şöhret ve nüfuzu, sadece
coğrafî bakımdan Türkistan sahasına bağlı kalmayıp, hemen hemen Türk
toplumlarının yaşadığı bütün sahalara yayılmış, hatta, tarihî şahsiyeti çoktan unutulmuş
olmasına rağmen, menkıbevî ve tasavvufî şahsiyeti bugün dahi bütün sıcaklık ve
tazeliğiyle yaşamaktadır. Nitekim bu inançla Cihangir Timurlenk tarafından
yaptırılan muhteşem türbesi el'an derin bir huşu ile ziyaret edilmektedir.
(153)
Son derece renkli
hayatiyle devrindeki birçok devlet adamlarının da dikkatini çekmiş bulunan
Ahmed Yesevî, bunlardan birçoklarını kendisine çekmeyi başarmış, nitekim birçok
devlet adamları o'nun tarikatına girerek mürid olmakla iftihar etmişlerdir.
Nitekim
mutasavvıfların ve tarikat şeyhleri'nin halk üzerindeki nüfuzlarını bilen ve
bundan istifade etmeyi oldukça iyi değerlendiren büyük imparator ve «Cihangir
Timurleng» de bu amaçla, bütün siyasî hayatı boyunca İslâmî bir politika takip
etmiş ve eski Cengiz yasalarını kaldırarak yeni bir teşkilât kurmuş olup, H.
799, M. 1396- 1397 tarihinde Taşkent dolaylarına doğru giderken Seyhun nehrini
geçip o civardaki kasabalarda Ordu'nun kışlamasını emreder ve kendisi de
Türkistan'da ve Kırgız dolaylarında büyük şöhreti bulunan Şeyh Ahmed Yesevî'nin
mezarını ziyaret eder ve Ahmed Yesevî'nin mezarı üzerine şanına lâyık şekilde
eşsiz bir imâret yapılmasını emreder. (154)
Timurleng'in
büyük bir îtina ile yaptırdığı btı muhteşem eser, kubbe ve duvarları'nın nefis
çinilerle süslenmesi ve Şeyh Ahmed Yesevî'nin mezar taşının en kıymetli nakış
ve mücevherlerle işlenmiş oluşu, büyük Cihangir'in özel ihtimamının bir
neticesi olarak, dünyada mevcud sayılı dinî sanat eserleri'nin müstesnâ bir
bölümünü teşkil etmiştir ki, bu da Ahmed Yesevî'nin, devrinin büyük Cihangir
İmparatoru Timurleng üzerindeki etkisini göstermektedir.
Gerçekten bu
anıta bu kadar önem verilmesindeki siyasî amaçlar ilk bakışta kendini
göstermektedir. Nitekim İmparator Timurleng türbe'nin bir
·
153)
I. Ansk. C. I, S. 211 -213
·
154)
Bugün dahi bütün ihtişamıyle ayakta duran bu amfin yapılışı için
İmparator Timurleng azamî derecede îtina göstermiş olup, eser, büyük bir kubbe
ile iki minâre ve sayısız sofalardan, hücre ve kümbetlerden ibaret muhteşem bir
külliye halindedir. Eserin bir yandan mîmârî zarafeti, öte yandan büyük bir
velî’nin türbesi olarak taşıdığı değer ve anlam yüzyıllardan beri hususiyetini
muhafaza edegelmiş, milyonlarca in-san’m bugün bile ziyaret yeri olarak
gençlerin, her türlü dilek ve adak sahiplerinin teselli kaynağı bir şifa ve
mânevî bir feyz menba’ı olarak yaşamaktadır, M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, S. 64-65 yanına
da Kazakistan'ın ve hatta Türkistan'daki bütün ünlü Hükümdârlar'ın mezarlarını
da yaptırmıştır ki, bu durum daima Hükümdârların tarikat liderleriyle beraber
olma arzusunda bulunduklarını, onlarla bir arada olmaktan gurur duyduklarının
açık bir ifadesidir.
Hatta Cihangir
Timurleng bu büyük velî'nin müridlerinin ve kendini sevenlerin muhabbet ve
sempatilerini daha yakından kendi üzerine çeke-bilmek için, kendi torunu ve
Uluğ Beyin kızı olup, 1485 tarihinde vefat etmiş bulunan «Rabia Sultan Bekim»
için de aynı kubbe'nin altına bir mezar yaptırmıştır. (155)
Ayrıca
türbe'nin ziyaretine gelenler için 50.000 (elli bin) şişe su alacak hacımda
pirinçten dökme büyük bir kazan yaptırmış olup, rivayetlere göre buradaki sudan
içenlere türlü şifalar va'd eden birçok yazılar da nefis bir tablo halinde
sandukanın bulunduğu yerin duvarlarına yerleştirilmiştir. (156)
Öteyandan
Türkler arasında en çok yaygın olarak görülen efsanevî inançların büyük bir
kısmı'nın, Yesevî tarikatı şeyhlerinin keramet örnekleri oluşu, bu tarikat'ın
Türk toplumu üzerindeki etki ve fonksiyonlarını açıkça gösterir. Söz gelimi
Türklerde öküz kurban etme'nin, geyiğin kutsal sayılması'njn sebeplerini hep
Yesevî tarikatı kerametleri arasında görüyoruz.
Şimdi
bunlardan bir iki örnek görelim. Rivayetlere göre Türklerde dokuz öküz kurban
edilişi'nin kutsal bir inanç sayılması, islâmiyetten önceki Türklerde de mevcud
olan bu inanç'ın Yeseviye tarikatı şeyhlerinin kerametleri arasında görülerek
yerleşmesindendir.
Şöyle ki: Eski
Türklerde dokuz öküz'ün birden aynı anda kurban edilip, halkın dâvet edilmesi,
etlerinin tamamının yenip bittikten sonra, şeyh'in duâsı ile öküzlerin yeniden
diriltilmesi, İslâmdan önceki Türkler-deki şölen âdetlerini andırmaktadır.
(157)
İşte bu konuda
bir hâdise: Yesevî tarikatı şeyhlerinden Hakîm Ata bir gün bütün müridlerini
toplayıp, dokuz öküzü halkın gözleri önünde kestirir. Etler herkesin gözü önünde
parçalanır, ziyafete bütün halk çağrılır, etler ve diğer yemekler yenilip
içildikten sonra şeyh' kesilen öküzleri kerametiyle tekrar diriltir. (158)
Aynı şekilde
Türkler arasında geyiğin uğurlu ve kerametli bir hayvan sayılması da, yine
Yeseviye tarikatı şeyhleri'nin kerametleriyle eski
·
155)
Alman şark cemiyeti mecmuası’nın 1897 tarihli cildindeki Vambery’nin
Timur menkıbelerine dâir bir makalesinden (S. 215-232) naklen M. F. Köprülü
Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, S. 66-68
·
156)
Rivayetlere göre bu şaheser son defa olarak Abdullah Han tarafından tamir
olunmuştur. Schuyler, Türkistan Seyahat-Nâmesi (S. 94)
·
157)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihine Medhal, S. 101-102
·
158)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 76-77 Türklerdeki
inançların yerleşmiş bulunması olarak düşünülebilir. Nitekim yine Yeseviye
Tarikatının büyük şeyhlerinden Hakîm Ata bir gece dostlarından Hoca Celâleddin
adında bir başka Velî'nin rü'yasına girer. Hakîm Ata öleli çok olmuştur. Dostu,
rüyasında ona, benim mezarımı ara bul, üzerime bir imaret yap!., der. Bu mânevi
işaret üzerine Hoca Celâl, Şeyh Hakîm Ata'nın mezarını bulmak için Türkistan'a
gider. Günlerce süren meşakkatli bir yolculuktan sonra o'nun memleketine vasıl
olur .Fakat mezarın nerede olduğunu kimse bilemez. Çünkü mezarın bulunduğu
bölgeyi sel basmış, buralarda ne varsa hepsini alıp götürmüştür, bütün yaşlılar
da bunu böyle bilirler.
Nihayet Hoca
Celâleddin büyük bir dağın üzerine çıkar, karşıda da büyük bir dağ, dağın
tepesinde ise bir kadın görünür. Kadına şeyhin mezarını sorar, o da ben bilmem
ama benim ihtiyar bir annem var belki o bilir istersen gel gidelim o'na sor
der. ihtiyar kadın da buralarını hep sel götürdü bir şey bırakmadı ama şu
yakında bir süs ağacı vardır, gece olunca etrafına geyikler toplanıp tan yeri
ağarıncaya kadar zikrederler, belki aradığınız türbe burada olabilir, der.
Hoca
Celâleddin bu söz üzerine gece olunca oraya gider, gerçekten geyikleri görür,
zikirlerini işitir ve heyecanından kendinden geçerek oracıkta uyur kalır. Uyku
arasında Hakîm Ata'yı tekrar rü'yasında görür, şeyh «Yattığın yerden yedi ayak
ileri gel orasını kaz bir hasır çıkacaktır, hasırın altında ise bir deste gül
göreceksin işte türbem orasıdır!» der.
Hoca
Celâleddin uykudan sevinç ve dehşetle uyanır, rü'yada gördüklerini aynen yapar,
oraya bir muazzam türbe, bir de tekke yapılır, kendisi de buranın şeyh'i olur
ünü her tarafa yayılır. (159)
Yeseviye
tarikatı öteki tarikatlardan usûl ve âdâb bakımından bazı ayrılıklar gösterir,
ileride tarikatlarda ortaklaşa bulunan usûl ve âdâb bölümünde de görüleceği
gibi bu husus, daha çok Türklerin ciddî ve vakûr bir karakterde yaratılmış
olmalarından ileri geldiği şeklinde yorumlanabilir. Çünkü Yeseviyye tarikatı
kurucusunun da Türk asıllı oluşu dolayısıyle tamamen Türk ırkı'nın duygu,
düşünce, inanç ve mistik eğilimlerine uygun bir tutum içerisinde bulunmaktadır
ki, bu tarikatın diğerlerine nazaran daha çok Türkler arasında yayılmış olması
da bu kanıyı doğrulamaktadır.
İşte Yeseviyye
tarikatının âdâbından birkaç örnek: Mürid şeyhine son derece bağlı olmalıdır.
Bütün mal, mülk nesi varsa şeyhine teslime, veya şeyhinin emri gereğince o'nu
başkalarına dağıtmağa âmâde (hazır) olma-iıdıf. Şeyh'in sırlarını hiç bir
surette yaymamalıdır. Her haliyle düşünme-
·
159) Reşehat
tercemesi, (S. 16-17)
Türkistan’da
Yesî şehrinde bulunan ve İmparator Timurieng tarafından Yesevîye tarikatının
kurucusu Şeyh Ahmed Yesevî adına yaptırılmış olan imaret, türbe, cami ve külliye’nin
umumî görünüşüdür. Timurleng'in torunu Rabia Sultan Bekim’in mezarı da bu türbe
içindedir. (Ord. Prof. M. F. Köprülü « Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflardan
alınmıştır. S. 65
den şeyhinin
hareketlerini kendisine örnek edinmelidir, aksi halde bütün emekleri boşa
gider. (160)
Bu tarikatta
halvet esnasında nefse ait bütün arzu ve istekler yanıp mahvolur ve mürid
bunların tesirlerinden kolayca kurtulma imkânı bulur. Böylece de İlâhî kalb
gözü açılarak hakikat âlemini görebilme imkânı hasıl olur. (161)
Zikr'i Erre:
Yeseviyye tarikatı'nın bir başka özelliği de zikir esnasında müridlerin
hançerelerinden çıkan ve «Erre» denen bir sestir. Rivayetlere göre Yesevî
dervişleri ve şeyhlerinin zikir esnasında boğazlarından düdük sesi gibi bir ses
çıkar ki, bunun sebebi şöyle izah edilmektedir: Bir gün Hızır Aleyhi's - selâm
Ahmed Yasevî'yi ziyarete gelir ve her günkünün aksine Hocayı o gün müteessir ve
üzgün bir halde bulur. Sebebini sorar. Bu yüksek makamlara ermişken «nedendir
üzüntünüz?» der. Hoca şu cevabı verir: «Rufeka ve fukara'nın batınlarını kasvet
kabzetmiş» (arkadaş ve fakirlerin kalblerini telâş almış) izalesini imkânsız
gördüğüm için keder ve sıkıntı içinde kaldım. O zaman Hızır Aleyhi's - selâm
«Ah, ah!» diye zik-rullah'a başlar ve mevcud sıkıntı ortadan kalkar.
Böylece de
Yeseviyye tarikatı'nın zikir usûlünü. Hızır Aleyhi's - selâm koymuş olur. Bu
bakımdan zikir esnasında her müridle Hızır beraberdir. Zikir esnasında
hançereden ses çıkıncaya kadar çalışmalıdır. En makbul zikir en çok ses
çıkarabilen dervişin zikridir,
RİFAİYYE TARİKATI
Tarikatın
kurucusu bulunan Ahmed Rifâi'nin doğumu ve hayatı hak-kındaki rivâyetler de
muhteliftir. Bu tür rivayetlerden, bazılarına göre Ahmed Rîfâî 22 - Cemâziülevvel
- 578 (23 - Eylül - 1183)'de Vâsıt bölgesinde Umm Âbîda da ölmüştür. Bazı
rivâyetlere göre ise. Muharrem- 500 (Eylül - 1106) tarihinde, meşhur olan
rivayetlerden bazılarına göre de Recep-512 (Teşrin I. teşrin II. 1118)'de Basra
bölgesinde, Karyat Hasan köyünde doğmuştur. (162)
Hayatı
hakkındaki rivâyetlere —bir tasavvuf tarihi yapmamış olmamıza rağmen— biraz
fazla yer vermek ihtiyacını duyduğumuz Rifâî, kurduğu tarikatın halk arasında
yaygın halde bulunan ve el'an günümüzde da-
·
160)
Cevahirü’I - Ebrâr miri Emvâci’I - Bihâr adlı eserde (S. 120) bu
prensipler maddeler halinde sıralanmış olup, bunlardan bir tanesinin eksikliği
halinde müridin bütün emekleri heba olur gider.
·
161)
Yine aynı eser (S. 108- 114)’de belirtildiğine göre Hoca Ahmed Yesevî’ye
göre yetmiş ilim okumadan ve yetmiş makam geçmeden şeyhlik mükarrer olmaz,
bunları bilmeden şeyhliğe kalkan ehlüllâh’ın nefretine uğrar.
·
162)
İ. Ansk, S. 203-204 (C. I,)
hi bütün
sıcaklığıyla yaşayan ve böylece de geniş halk kitlelerini etkileyen birtakım
acayip prensipleriyle bir bakıma yaşayan bir kişi oluşundandır.
Rifâî, küçük
yaşta babasını kaybetmiş olup, dayısı'nın yanında büyütülmüştür. Dayısı Ebû
Bekir el - Vasıtî ise devrinin ünlü alim ve mutasav-vıflarındandı. Bu sayede
iyi bir tahsil yapma imkânını bulmuş olan Ah-med Rifâî, 27 yaşına geldiği zaman
devrinin en büyük alimleriyle boy ölçüşecek dereceye gelmişti, işte bundan
sonra kendini tamamen tasavvuf ve riyâzata vermiş olan Rifâî, kendi adıyla
tanınan tarikatını kurmuş ve H. 540 tarihinde bir tarikat şeyhi olarak ortaya
çıkmıştır. (163)
Ahmed
Rifâî'nin sohbetleri; bir kısım vâz, hutbe örnekleri ve şiirler halinde olup,
bunlar birkaç eserinde toplanmıştır. O'nun fikirleri eserlerinden çok
kerametleri ve riyâzata ait sohbetleri vasıtasıyla geniş halk kitlelerine
intikal etmiştir. (164)
O'na Rifâî
lakabının verilmesi'nin sebebi, Rifaa denen kabileye men-sub oluşu, yahut
atalarından birinin adının Rıfaa oluşudur. Rifâî tarikatına mensub olanlar ise
O'nun iki kerre kutupluk makamını kazanmış olduğuna inandıklarından «iki bayrak
sahibi» anlamına gelen «Ebu'l - Alemeyn» diye anarlar. (165) Soyu'nun imam
Mûsâ'l - Kâzım'a ulaştığı rivâyet edilmiştir.
555 H.
tarihinde hacca gittiği ve orada Hz. Peygamberi (S.A.) ziyaret ettiği zaman,
«Uzaktayken ruhumu gönderirdim, benim adıma senin huzurunda yeri o
öperdi;^şimdi ise artık bedenimle geldim; elini uzat da dudaklarım da nasîbini
alsın» anlamında iki beyt söylediği, bunun üzerine kabr'i saâdetten (Hz.
Peygamber'in mezarından) peygamber'in (S.A.) sağ elinin uzandığı, Rifâî'nin bu
eli öptüğü, bu durumu —aralarında Ab-dü'l - Kadir Gîylânî'nin de bulunduğu—
birçok kişinin gördüğü, kendisine atfedilen kerametlerindendir, (166) hatta bu
yüzden Rifâîler, orada bulunanlarla birlikte bu büyük kerameti Abdü'l - Kadir
Gîylânî'nin de gördüğünü ve Ahmed'ür - Rufâî'ye intisab ettiğini bu yüzden de
Kadirî tarikatı'nın, Rifâî'nin kollarından birisi olduğunu iddia ederler. (167)
Bu tarikat
daha çok Rifâî'den sonra sür'atle gelişmiş olup, ateşle oynamak, ateşte
kızdırılmış yassı ve ince ucu olan demir şişlerin yassı yerlerini yalamak,
(bunlara Rifâîlerce gül denir), vücutlarının bazı yerlerine, omuzbaşları,
yanakları vb. gibi yerlerine şiş saplamak, ateşte kızdırılmış saçtan yapılmış
serpuş (fes)'u başlarına giymek, kılıcın keskin yerine bas-
·
163)
Aynı eser, S. 203
·
164)
Menâkıbü’l -Ârifîn, Tahsin Yazıcı tashihleri ve haşiyeleriyle T.T.K.Y.
1961,
(C. II, S.
715-717)
S,115
·
165)
Aynı eser, S. 915 vd.
·
166)
Menâkıb’ül- Ârifin, T. Yazıcı, T.T.K.Y. C. İl, S. 715-717
·
167)
Aynı eser, S. 915
mak, yılan ve
akreplerle oynamak vb. gibi hareketler Rifâîlerin kerametlerinden bazılarıdır.
(168)
Öte yandan Ahmed
Rifâî'nin, cinler, yırtıcı ve türlü zehirli hayvanlarla dost olduğuna inanırlar
ki, bu yüzden de özellikle şeriatçılar bunları hoş görmediklerinden Rifâîleri
dinsizlikle itham ederler. (169)
Nitekim
Mevlâna, Konya'ya Seydî Tâcuddin b. Şeydi Ahmed'ür-Ri-fâî ile gelen, ateşe
giren, kızgın demiri yalayan, yılan yiyen, kaynar yağla abdest alan (I),
kamçıdan kan damlatan Rifâîleri seyretmek için Karatay medresesine izinsiz
giden zevcesine darılmış, onların da bu hareketlerini hoş görmemiştir. (170)
Rifâîlik Türk
toplumu üzerindeki etkilerini daha çok fütüvvet teşkilâtı yoluyla göstermiştir.
Nitekim bu tarikat Anadolu'ya yayılır yayılmaz geniş çapta fütüvvet
teşkilâtı’nın tesirinde kalmış, Rifâî tarikatı mensupları âdetâ fütüvvet
erkânıyle yoğrulmuşlardır. (171)
Diğer taraftan
Rifâîlik —özellikle Rumeli bölgesinde!— Bektaşîliğin tesiri altında da
kalmıştır ki, Rifâîliğin de Bektaşiler gibi içkili, sazlı muhabbet meclisleri
kurdukları bunun açık delilidir. Nitekim Sultan II. Mahmut, Yeniçeri katliamı
sırasında amansız mücadele plânına Rifâîleri de almış olup, Rifâîler bugün
âdetlerini ancak gizli gizli yaşatabilmektedirler. Şu kadar ki Rifâî tarikatı
da zamanla ve haricî tesirlerle yer yer bozulmuş olabilir, yoksa tarikatın
banîi ve şerefli mazisi hakkında kimsenin en küçük bir tereddüdü yoktur.
KÜBREVİYYE TARİKATI
Tarikatın
kurucusu Şeyh Necmüddin Kübra'dır. (540/1145-618/ 1226) XII - XIII. asır İran
sûfilerinin en mühim şahsiyetlerinden olan bu zatın, H. 540 tarihinde doğmuş
olduğu rivayet olunmakla beraber, hayatı hakkındaki bilgiler ihtilâflıdır. Şu
kadar ki, sûfîliğin yayılmasında büyük rolü olmuş, hatta yetiştirdiği
talebeleri arasında birçok sûfî ve tarikat şeyhleri çıkmıştır. (172)
Münakaşa ve
münazarayı çok seven ve dâima karşısındakini mağlûp etme çabası içinde bulunan
ateşli bir ruha sahip bu büyük velî'nin şöhreti daha çok «Kübra» olarak
yayılmıştır,
Devri'nin
bütün bilimlerini öğrenmiş olan Necmüddin, önce Ammâr'ı
·
168)
A. Gölpınarh, Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar, S. 195-196
·
169)
A. Gölpınarh, Mevlânâ’dan sonra mevlevîlik. S. 160-163
·
170)
A. Gölpınarh, Aynı eser, S. 187-198
·
171)
A. Gölpınarh, İslâm ve Türk illerinde füt. teş. ik. F. M. C. XI. Sa. 1
-4, S. 70-76 vd.
·
172)
Kamusu’) -A’lâm, C. VI, S. 4568 (Ş. Sami)
Yâsir'e
intisâp etmiş, yine O'nun tavsiyesi üzerine tam bir sûfî olabilmek için Şeyh
İsmail Kasrî ile tanışmış ve ondan hırka giymiştir. (173)
Daha sonra
şeyh Ruzbihan Necmüddin'e, anayurdu olan Harezm'e gidip oradaki insanları irşâd
etmesi için tavsiyede bulunmuş, bu tavsiyeye uyan Necmüddin ailesi ile birlikte
Harezm'e gidip yerleşmiştir, işte orada büyük bir Hankâh kurup kendi adıyla
tanınan «Kübreviyye» tarikatını kurmuştur.
Bir tarikat
şeyhi olmakla beraber aynı zamanda büyük bir müellif de olan Necmüddin Kübra,
irşadlarını daha çok yazılı eserler halinde yapmış, birçok risâleler ve eserler
yazmıştır.
Eserlerini
Arapça yazmış olup, Keşfü'z - Zunûn da bildirilen ve O'na ait olan eserler yedi
tanedir ki, eserlerinin hemen hepsinde tasavvuf! konuları işlemiştir. (174)
Kübreviyye tarikatı daha çok tasavvuf çevrelerinde kalmış olup, pratikte geniş
halk tabakaları arasına yayılamamıştır. Bu tarikat genellikle tasavvuf
çevrelerinde tasavvuf! bir fantazî olarak yerleşmiş, bu arada birçok kerametler
de göstermiştir.
O'nun
kerametlerinden birkaç örnek: Bir gün bir tâcir yanlışlıkla şeyh'in tekkesine
girer, şeyh bir anda yanına gelen yabancıya tesir ederek O'nu valilik
mertebesine ulaştırır. Şeyh tâcire sorar «hangi vilâyettensin?» Tâcir:
— Falan
memlekettenim, cevabını verir.
Derhal halkı irşad
etmek için O'na icazetnamesini yazar. (175)
Bir gün şeyh
yine dostlarıyla birlikte oturmuşlardı, o anda havada bir doğan küçük bir
kuşu önüne- katmış kovalıyordu. Ansızın şeyh'in bakışı kuşa erişti, kuş
dönüp o doğanı şeyh'in önüne getirdi. (176)
Bir gün yine
ashab'ı kehf (177) hakkında tartışıyorlardı. Şeyh Sadettin'! Hamevî'nin «acaba
bu ümmetin içinden de bir kimse var mı ki, köpeğe sohbeti tesir edebilir?» diye
bir düşünce gelmişti içine. Şeyh Nec-
·
173)
İ. Ansk. C. IX, S. 163-164
·
174)
Mir’atü't-Turûk (Ahmed Münib - Bandırmahzâde) S. 8
·
175)
Nefehatü’l-Ûns, tere. S. 482-487
·
176)
Nefehatü’l Üns, Tere. S. 482-486
·
177)
Ashab'ı Kehf: Mağara ashabı (yârânı) «Epehesus’un yedi uyuyanı» denilen gençler
için kullanılan bir terim olup, Kur’an-ı Kerim’de (Kehf sûresi, âyet 1-9) aşağı
-yukarı şu tarzda anlatılır: Rivayetlere göre bir putperest şehirde birkaç kişi
bir tek Allah’a itikat etmemektedirler. Bunlar hükümdâr'ın korkusundan ağzı
kuzeye bakan bir mağaraya gizlenirler. Cenâb-ı Hak onları yanlarındaki
köpekleriyle birlikte orada uyutur. «Şayet onların yanına varabilmiş olsa idin
dehşet içinde kalarak kaçardın». Bu vaziyette 309 sene uyurlar ve nihayet
uyanırlar. İçlerinden birini kasabaya ekmek almağa gönderirler. Fakat
ellerindeki parayı fırıncı geçmez diyerek alıp ekmek vermek istemez. Onlar ise
vaktin ne kadar geçtiğini bilmezler. Hatta henüz korktukları olayın tesiri
altındadırlar. Fırıncı ise bu işten haberdârdır. Tabiî ki 309 senelik para geçmeyecektir!
Muhtelif rivayetlere göre Allah bu gençleri insanları öldükten sonra nasıl
dirilteceğini göstermek için ibret olarak uyutmuştur. İ. Ansk. C. IV, S. 371
vd. müddin'i Kübra feraset
nûru ile bu düşünceyi sezdi. Hemen yerinden kalkıp tekke'nin kapısına doğru
yürüdü, ansızın uzaklardan bir köpek çıkageldi.
Bir yerde
durup kuyruğunu salladı. Şeyh'in bakışı o'na derhal ilişti. Derhal şaşakaldı.
Yüzünü şehirden çevirip kabristana gitti. Bundan sonra çoğu zaman nereye
giderse etrafında 50- 60 köpek dolaşır, ellerini ellerine koyup ulumazlardı.
Köpekler hiç bir şey yemezler, devamlı hürmette bulunurlardı. (178)
MEVLEVİ YE TARİKATI
Altı asırlık
Osmanlı imparatorluğu boyunca Türk toplumunu belki de en yakından ilgilendirmiş
bulunan tarikatlardan bir tanesi de «Mevlevîlik» veya «Mevleviyye» adlarıyle
tanınan tarikattır.
Mevleviyye
tarikatı, efendimiz anlamına gelen ve «Mevlânâ» adiyle tanınan Belh'li
Celâlüddin Muhammed'e nisbet edilen bir tarikattır.
Celâlüddin
Rûmî adiyle de meşhur olan Mevlânâ, Ahmed Hatibî oğlu Huseyn Hatibî'nin oğlu
Belh'li Bahaüddin Muhammed Veled'in oğludur. Bahaüddin Muhammed Veled,
«Sultan'ül - Ulemâ - bilginler pâdişâhı» diye anılan büyük bir şöhrete sahip
bulunan mutasavvıf bir şahsiyettir. (179)
Meşhur olan
rivâyetlere göre Mevlânâ Celâlüddin Rûmî6-Rebiu'l-evvel - 604 (30 - Eylül -
1207) tarihinde Belh şehrinde doğmuştur. (180) Ölümü ise 5 Cemâziye'lâhir - 672
(16 - Kasım - 1273) olduğu rivayet olunan Mavlâna'nın türbesi, her yönüyle
dünyaca meşhur olan Konya'daki der-gâhındadır.
Hayatı'nın
başlangıcı hakkında muhtelif ve birbirini tutmayan rivayetler bulunan Mevlânâ
hakkındaki en güvenilir kaynak olarak oğlu Sultan Veled'in yazdığı «Ibtidânâme»
kabul edilmektedir. Fakat bu eserdeki ifadeler de oldukça kısadır. Bununla
beraber denebilir ki, hayatından en çok bahsedilen mutasavvıf ve tarikat
şeyhlerinden birisi, belki de başta geleni «Mevlânâ»dır. Çünkü Mevlânâ; sadece
bir mutasavvıf, bir tarikat şeyhi olmaktan öte, iç dünyasındaki derin haz,
geniş ve toleranslı din ve dünya görüşü, üstün kabiliyeti ve mütekâmil
şahsiyeti ile de sadece İslâm dünya-sı'nın değil, aynı zamanda bütün insanlığın
ortaklaşa bir değeri, bir mürşidi olmuştur, işte bu itibarladır ki Mevlevîlik,
temsilcisinin bu özellikle-
·
178) Nefehatü’l -
Üns, ter. S. 482-486
179}
Mevleviliğin Mevlânâ Celâlüddin Rûmî tarafından kurulduğu rivayeti üzerinde
ihtilâflar varsa da burada bu ilhtilâflara girmiyoruz.
·
180) Aynı şekilde
Mevlânâ’nın doğum tarihi de ihtilaflıdır. Kuvvetli iddialardan birine göre de
H. 604 olmayıp, H. 580 (1184 M.J’dir (A. Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve
Tarikatlar, S. 279-283) fakat bu ihtilâflara da girmiyoruz. Çünkü bizim
amacımız mukayeseli bir tasavvuf olmayıp, tarikatların fonksiyonlarıdır. rinden dolayı,
doğrudan veya dolaylı olarak belki de sosyal fonksiyonu itibariyle konumuzu en
yakından ilgilendiren bir tarikat olacaktır.
Eflâki'de
rivayet olunduğuna göre Mevlâna'nın babası Bahaüddin Ve-led Hüseyin b. Hatîbî,
Belh ülkesinin sayılı bilginlerindendi. Bir gün Belh halkı ve Harzem şah'a
kızarak bu şehirden ayrılıp gitmeye karar verir. Kendisini geri çevirmek için
yapılan ricalar fayda vermez. Gerçekten de ayrılıştan kısa bir müddet sonra
şehir Moğollar tarafından istilâ olur. (181)
Böylece
Bahaüddin Veled, yanında küçük oğlu Celâlüddin (Mevlânâ) olduğu halde önce
hacca gitmiş, bu arada meşhur şair Attar ile görüşmüş, rivayetlere göre Şair
Attar küçük Celâlüddin'e «Esrarnâme»sini vermiştir. (182)
Daha sonra
Sultanü'l - Ulemâ hicazdan Şam yolu ile Anadolu'ya gelir ise de önceleri hangi
şehre gittiği bilinmemektedir. Bilâhare Konyaya gelen Sultanü'l - Ulemâ burada
büyük bir alâka görmüş ve bizzat Selçuk Hükümdârı Alâuddin Keykubat kendisine
derin bir ilgi ve hürmet göstermiş, vaz ve sohbetlerine devam etmiştir. (183)
Nihayet Konya’daki ikâmetinin ikinci senesi sonunda (18 - Rebiulâhir - 628 -
1220) tarihinde vefat etmiştir. İşte bundan sonra Mevlânâ Celâlüddin, babasının
ölümü üzerine dersleri bizzat yönetmeye başlamış ve kısa zamanda büyük bir
takdir toplayıp, şöhreti de babasını dahi geçerek çok uzak çevrelere kadar
süratle yayılmağa başlamıştır.
Böylece
başlayan İlmî faaliyetleri yanısıra tasavvufa da merak etmiş olan Mevlânâ, ilk
defa Konya'da bulunan meşhur mutasavvıf Çelebi Hüsâ-meddin'e intisab etmiştir.
Daha sonraları ise, Şemsi Tebrizî ile tanışması O'nun hayatında büyük bir dönüm
noktasının başlamasına sebep olmuş, zahirî ilimleri tamamen terk eden Mevlânâ
bundan sonra kendisini büsbütün tasavvufa ve münzevî bir hayat yaşamağa terk
etmiştir. (1-84)
Kısaca Şemsi
Tebrizî O'nun ruhunda dönülmesi imkânsız bir coşkunluk vücûde getirmiş, böylece
de kendini tamamen İlâhî zevk ve cezbeye kaptırmış olup, ileride detaylarıyla
göreceğimiz Mevlevîliği sistemleştir-miştir.
·
181)
Ariflerin menkıbeleri (Tahsin Yazıcı ter.) C. I, S. 14-15, Bahaüddin
Veled’in hayatı ve kerametleri hakkında fazla bilgi için Bk. aynı eser
S. 5-53 (C. 1)
·
182)
Devlet Şah, Tezkeretü’ş - Şuarâ, S. 193
·
183)
Lügat’ı Tarihiyye, C. Jll, S. 41-42
·
184)
Mevlâna’nın Şemsi Tebrizî ile gezip dolaşması ve bu yüzden de
talebelerini ihmal ve hatta derslerini bile tamamen terk etmesi birtakım
dedikodulara yol açmışsa da, Şems’in Konya’yı terk etmesi neticesinde durum
biraz düzelir gibi olur, fakat Şemsin ayrılığına daha fazla tahammül edemeyen
Mevlânâ, Tebriz'e kadar gidip O'nu tekrar Konya'ya getirir. Bir müddet sonra
yeniden Konya’dan ayrılan Şems, bir daha bulunmamak üzere izini kaybeder, bu
durum Mevlâna’daki aşk ateşini daha da artırır ve kendini tamamen mâneviyata
terk eder. (Nefehat, ter. S. 523 - 529)
BEKTAŞİLİK TARİKATI
Türk toplumu'nun
siyasî, sosyal, dinî, ahlâkî bütün yaşantılarına girmiş, hatta ciğerlerine
çektiği temiz hava, midesine indirdiği lokma kadar Türk toplumunun her ferdi
için âşinâlık kazanmış, yabancı olmaktan çıkmış bulunan bir kelime vardır ki,
bilindiği gibi mizahlarıyle, hikâyeleriyle, fıkralarıyla, hatta folkloruyle her
ferdin hatırasına ve yaşantıları arasına girmiş olan kelime «Bektaşi»lik.
Anadolu'da
gerek yaşamış, gerekse uğramış geçmiş olsun, okuyup yazabilen ve hiç değilse
Türk mizahını seven ve ondan haberdar olan tek kişi düşünülemez ki Bektâşi ya
da Bektaşilik lâfını duymamış olsun. Çünkü Türk çocuğunun daha bebek iken
kulağına fısıldanan ninniden, elinde okuduğu küçük hikâye kitabından, ya da
ninesinin anlattığı masaldan tutun da kitaplığındaki romanlarına,
kütüphanesindeki kataloglarına, arşivlerindeki vesikalarına varıncaya kadar her
yerde karşılaşacağı, her fırsatta mutlaka duyacağı kelime «Bektaşilik»
olacaktır.
Gerçi biz bu
araştırmamızda Bektaşîliği tarihî gelişim ve oluşumu içerisinde inceleyecek
değiliz. Ne var ki, sosyal fonksiyondan söz edildiğinde nasıl olur da bu
konudaki sözlerin en çoğu Bektaşîliğe ayrılmaz? İşte bu gerekçeden ötürü
Bektaşîliği birazcık tanımak zorundayız, fonksiyonel yönünü daha iyi
anlayabilmemiz için.
Şimdi, Horasan
dolaylarından kalkıp gelen ve Anadolu'ya karargâh kuran Bektaşîliği daha iyi
anlayabilmek için Anadolu'nun bilinen ya da bilinmeyen yönlerine şöyle kuş
bakışı da olsa bir göz atmamız gerekmektedir.
Hemen şu
noktayı belirtelim ki, Anadolu'nun tarih ve etnoğrafyasına ait İlmî bir
tetkikatın, sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da sayılı kimseler tarafından
oldukça yetersiz şekilde yapılmış bulunduğu bir gerçektir. Hatta tam anlamıyla
esaslı ve İlmî bir tetkikin yapıldığından söz etmek bile yanlıştır. Nitekim birçok
tasavvuf ve tarikat liderleriyle, yine birçok tarihî değerlerin nerelerde
bulundukları, nerelerde doğup yaşadıkları ve öldükleri, mezarlarının nerelerde
bulunduğunun hâlâ daha münakaşa mevzuu oluşu bu görüşü doğrulayan en basit ve
ilk akla gelen kanıtlardan bazılarıdır. (185)
İşte
Türkiye'de tarikatlar gibi kökleri mazi'nin çok derinliklerine kadar uzanan
kuruluşların toplum üzerindeki sosyal fonksiyonlarını araştırırken, bu hususu
dikkatten uzak tutmadığımızı bir daha tekrarlamış olalım.
·
185) İşte büyük
mutasavvıf Yunus Emre’n.in Anadolu'nun 7-8 yerde mezarının bulunduğunun iddia
edilişi çeşitli şehir kaleleri etrafında uydurulmuş efsânelerin devamlı
tekrarlanışı bu cümledendir.
Bu noktadan
hareket ederek yaptığımız araştırmalarımızda vardığımız sonuç şu olmuştur ki,
belki de Türk toplumunu siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vb. gibi yönlerden
etkileyen tarikatların en geniş alanlı olanı «Bektaşilik» olduğu sonucuna
varılmıştır.
İşte bu
bölümde bir tarikat kuruluşu olarak Bektaşîliği ele alırken, aynı zamanda O'nun
sosyal bünyesindeki örgütlenme özelliklerini ve metod-larını, bu arada
özellikle baştanbaşa Anadolu'daki 700 (yediyüz)den (186) fazla tekke ve
Hankâhlarıyle teşkilâtlanmasındaki disiplin ve yönetim sistemlerini ve böylece
de icra ettiği tesir sahalarını ve sosyal fonksiyonlarını inceleyeceğiz.
Burada önemli
bir nokta'nın öncelikle bir daha hatırlanması gerekmektedir. Şöyle ki
Anadolu'nun Türkler tarafından istilâ edilişinden bu yana yüzyıllar boyunca
süregelen ve özellikle Hicretin yedinci yüzyılından başllayarak 400 sene gibi
uzun bir süre bütün şiddetiyle devam eden dinî hareketleri, bu arada
mahiyetleri itibariyle güçlerini dinden alarak sosyal birer kuruluş şeklinde
ortaya çıkan tarikatları lâyıkıyle inceleyebilmek için onların dâima birbirleriyle
bağlı bulunduklarını dikkatten uzak tutmamamız gerekmektedir.
İşte bu
sebepten Bektaşîliği, örgütlenişindeki özellikler ve kuruluşunu tamamlayıp
varlığını sürdürebilmek için koymuş bulunduğu disiplin kuralları ve diğer
prensipler açısından ilgi kurduğu öteki tarikatlar ve hatta tarikatların
dışındaki kuruluşlarla da münasebette bulunduğunu görüyor ve adı geçen tarikatı
bu özellikleri içerisinde ele alıyoruz. O'nu daha İyi anlayıp eleştirebilmek
için sahayı geniş tutmamızın sebebi budur.
BEKTAŞÎLİĞİN TEŞKİLÂTLANIŞl
Bektaşîliği;
dinî bir kuruluş oluşunun yanında, coğrafî bölgelere göre aynı zamanda siyasî
bir örgüt olma havası içerisinde de görebiliyoruz, işte aşağıdaki kroki bu
kuruluşu sosyal fonksiyonlarıyla daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. (187)
Sahife 86'daki
kroki Bektaşî Tarikatı’nın sadece Anadolu'daki merkezlerini göstermektedir.
Halbuki bu tarikat sadece Anadolu'da teşkilâtını kurmakla kalmamış, Avrupa'nın
hatta Afrika'nın birçok bölgelerine de teşkilât kurmuştur. (188)
·
186)
Uzun zaman Anadolu'da incelemeler yapmış bulunan F. M. Hasluck’un
Bektaşilik tetkikleri (tere. Ragıp Hulûsi) eserinden alınmıştır. S. 5-27
·
187)
Aynı müellifin aynı eserindeki «Bektaşiliğin Anadolu’daki yerleşme
bölgelerini gösteren» krokisidir.
·
188)
Bu cümleden olmak üzere Arnavutluk, Mora yarımadası, Girit, Kıbrıs
sayılabilir. Bugün dahi Avrupa'da İslâmiyet! kabul etmiş bulunan Hıristiyanlar
arasında yer yer kuvvetli şekilde görülmektedir. Buralarda Bektaşiliğin girip
tutunması ise Müslü-
Bektaşîliğin
Anadolu’daki yerleşme bölgelerini gösterir krokidir. Kroki, T.C.’nin
kuruluşundan önceki Osmanlı İmparatorluğu zamanına ait glarak hazırlanmış bir
nevi plân mahiyetinde olup, F. W. Hasluck (Bektaşî Tetkikleri, S. 49)’dan
alınmıştır, fakat harita bugünün coğrafyasına göre çizilmiştir.
En güvenilir
durumda bulunan kaynaklara göre Bektaşîliğin ilk önce Anadolu'daki kızılbeş ve
Şiî Müslümanların yaşadıkları mıntıkalarda teşkilâtlanma imkânı bulduğunu
görüyoruz, özellikle Ankara, Sivas, Konya ilk devirlerde Bektaşîliğin en önemli
merkezleridir. Şu kadar ki, Bektaşî-ierin kızılbaşlar ve Şiîlerle olan
yakınlıklarının nereden ileri geldiği kat'i olarak bilinemiyor. Ancak
Bektaşîlerin Şiîlere olan yakınlıklarını ve geniş bir sahaya yayılmış bulunan
Şiî toplumlarının ise Bektaşî dedelerinin nüfuzları altına girdiklerini
görüyoruz. (189)
Anadolu,
Rumeli ve Arnavutluk gibi bölgelerdeki Bektaşî evliyalarının kıyafetlerinde ve
tiplerinde her birine mahsus özel değişiklikler fark edilmektedir. Evliya
Çelebi'nin bu konudaki ifadesine göre Anadolu'da bulunan yüzlerce Bektaşî
tekkesi ve bunlar arasındaki kılık kıyafet farklılığı, Hacı Bektaş'ı Veli'nin
kılık kıyafetinde zaman zaman farklılıklar bulan müridlerinin eseridir. (190)
Bektaşîliğin
yayılma ve teşkilâtlanma propagandaları genellikle ciddî ve oldukça planlı bir
şekilde yürütülmüştür. Bilhassa müridler ve evliyalar genellikle halk arasında
isim yapmış ve büyük nüfuz sahibi olmuş kimselerden seçilirdi ki, bu hususta
Bektaşîlik öteki tarikatlardan ayrılır. Çünkü öteki tarikatlarda yükselmek
ancak taliplik ve müridlik devreleri ile başlar ve böyle mümkün olur.
Özellikle
onsekizinci asırdan itibaren Kuzey Arnavutluk'ta ve Batı Anadolu'da, İstanbul
ve havalisinde yürütülen propagandalarda bu metot uygulanmıştır. (191)
Bektaşîliğin
öteki tarikatlara nispetle daha çok yayılma imkân ve şansına sahip bulunuşunun
sosyal sebeplerinden birisi de Bektaşî tekkelerinin kurulacağı yerlerin öteki
tarikatlarda olduğu gibi birtakım zorluk ve külfetlere sebep olmayışıdır.
Nitekim öteki tarikatlar ekseriyetle şehirlerde, veya şehir içindeki birtakım
müstesna yerleri seçmede azamî titizlik gösterirlerken, Bektaşî dergâhları tam
aksine tenha, münzevi yerlere, köylerin ve kasabaların dış kenarlarına
kurulmaktadır ki, bu husus saf ve mistik duygu ve inançlara sahip geniş halk
kitleleriyle teması daha da kolaylaştırmıştır. Bunun da sebebi yok değildir,
çünkü Bektaşîler örgütlenmelerinde propagandayı esas prensip olarak kabul
etmişlerdir ki, bu tür pro-
manlar
vasıtasıyla olduğu gibi Asya kıtasından göç eden göçmen halk 'tarafından
yapılan propaganda ile de olmuştur. (Hasiuckh, Bektaşi Tetkikleri, Ter. Ragıp
Hulusi, S. 31 -49)
·
189)
Baha Said, Bektaş.iler Türk Yurdu İst. 1927/28, S. 314 vd.
·
190)
Evliya Çelebi, Seyahatname, C. I, S. 487-505 (ikdam mat. 1682-82 basımı)
·
191)
Baha Said, Bektaşiler Türk Yurdu, 1927/28, S. 314 vd. pagandalar
için tenha yerler daha elverişli oluyordu (192). Çünkü dinî ve siyasî baskı
buralarda yoktu.
Diğer taraftan
Bektaşîler propaganda faaliyetlerini daha çok köylüler, inanç bakımından saf ve
samimî fakat kültürden yoksun bulunan halk tabakasına yöneltmeyi de ihmal
etmemişlerdir. Nitekim propoganda esnasında birçok dinî emir ve kuralları
çiğneyerek halkı cezbetmek için her şeyi mubah saymakta bir mahzur
görmemişlerdir. Hatta (ileride görüleceği gibi) kuruluşunda Bektaşîlikle hiç
bir alâkası bulunmadığı halde, Yeniçeri ocağına Bektaşîliğin hâkim oluşunun
sebebi bu şekilde sürdürülen ustalıklı propaganda sayesinde olmuştur (193).
Çünkü devşirme yoluyla Yeniçeri ocağına alınan acemi oğlanlarının büyük
çoğunluğunu, daha önce Bektaşîlerle dost olmuş, onlara manen bağlanmış bulunan
geniş halk tabakalarından seçilen ve toplanan çocuklar teşkil ediyordu. Yani
Yeniçeri ocağına bir nevi acemi oğlanları Bektaşîler eğiterek gönderiyorlardı.
Gerçi zahirde bu bilinmiyordu başka.
Bu planlı
çalışmanın doğal bir sonucu olarak 1590 tarihlerinde Bek-taşîlerin gerçekten
Yeniçeri ocağına tamamen hâkim olmaya başlamaları ve idareyi de ellerine
geçirmelerindeki bir başka önemli faktörde; Sultan Mahmut İL tarafından
gerçekleştirilen 1826 imha planıyle yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına kadar,
gerek İstanbul'daki ve gerekse diğer vilâyetlerdeki Yeniçeri kıt'alarının
kışlalarında daima bir Bektaşî şeyhinin bulunuşu, Bektaşî tarikatı'nın Osmanlı
sarayında oynadığı rolün ve fonksiyonun açık bir örneğidir. (194)
BEKTAŞÎLİĞİN
BELLİ BAŞLI MERKEZÎ TEŞKİLÂT YERLERİ
Ankara Vilâyeti :
Ankara
vilâyeti Bektaşîliğin Anadolu'daki ilk merkezidir. Çünkü tarikatın kurucusu
olarak bilinen Hacı Bektaş'ı Veli'nin, orta Anadolu'da An-
·
192)
Baha Said, Bektaşîler, T. Yurdu, 1927/28, S. 314 vd.
·
193)
Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, S. 32-54
·
194)
Nitekim zaman zaman kendilerini devletin dahi üstünde gören Yeniçeriler,
Bektaşîler tarafından devamlı surette kışkırtılıyorlardı ki, Yeniçerilerin 1826
imha tarihi olan ve «Vak'a-i hayriye» denen olay sırasında bütün Bektaşilerin
de ortadan kaldırılmış olması bunun bir sonucudur. Bektaşîler Sünnî
Müslümanlara düşman olan Aîe-vîlerle de çok sıkı, bir işbirliği halindedirler
ki, Bektaşîliğin Alevîler arasında yerleşmiş oluşu da bunu gösterir. Bu
bakımdan Anadolu ve Rumeli'de Bektaşîler gizli gizli İran Safavîleri lehine
propagandalar yapıyorlardı, hatta İran Şahını meşru Hükümdar olarak
tanıyorlardı. O'na her hususta yardım ediyorlar, O'nun adına kıyam ediyorlardı.
Bu yüzdendir ki, kasaba ve şehirlerde bulunan Bektaşilere pek dokunulmamakla
beraber, Alevîler ve onlara yakınlık gösteren Bektaşilere karşı taa Y. S. Selim
zamanında başlayan bir tenkil siyaseti sezilmektedir. Hatta Hurufîler ve
Kalenderîler de Yavuz'un bu tenkil plânına dahildir. Bu hususa ileride
döneceğiz.
kara merkezi
yakınlarında ve bugün Kırşehir'e bağlı bir ilçe merkezi olan (aynı zamanda
kendi adını taşıyan) Hacıbektaş (köyü) kasabasında karargâh kurduğu, yaşadığı
bilinmektedir ki, mezarı da buradadır. (195)
Mezarın
bitişiğinde «Pir evi» denen bir tekke vardır ki, burası Bektaşî tarikatının
sevk ve idare edildiği, müridlerin ilk huzura kabul olundukları yerdir. Burada
ayrıca Hacı Bektaş'tan başka Balem Sultan adıyla tanınan ve tarikatın
yayılmasında ve kuruluş -faaliyetlerinin yürütülmesinde en büyük hizmeti geçmiş
bulunan ve ilk dört koldan birinin de kurucusu olan büyük bir Bektaşî azizi
daha yatmaktadır.
Bu mezar
mücerred denen ve tekke'nin bekâr dervişlerine tahsis edilen kısımdadır. Bundan
başka çok dikkate değer bir durumda tarikatlardan «Nakşibendî» tarikatına
mensup bir şeyh'in imamlık yaptığı bir de cami vardır ki, özellikle
minaresindeki zarafet insanı âdeta büyülemektedir.
1968 senesi
Ağustosunda mahallinde tetkik için buraya gittiğimde yerli ihtiyarların
ağızlarından dinlediğim rivayetlere göre vaktiyle bu tekke halkı Bektaşî
tarikatına mensup bulunan 326 köyün varidatıyle geçini-yormuş. Bu köylerin adedi
çeşitli vesilelerle muhtelif tarihlerde azalarak 24'e kadar indirilmiş. (196)
İdarî
taksimat: (İş bölümü)
Merkezden
başlayarak bütün şubelerde ayrıca sekiz kol bulunur ki, bunlar kiler, (erzak
işlerini düzenleyen Kilerci Baba) fırın işlerini düzenleyen Ekmekçi Baba,
mutbak işlerini yoluna koyan Ahçı Baba, ahır işleriyle meşgul olan Atçı Baba,
misafir işleriyle meşgul olan Mihmandar (misafir karşılayıcı) Baba vb. gibi
isimler alırlar.
Dergâhta bir
de çelebi vardır ki, bu zat Hacı Bektaş Veli'nin fiilen halefi, hukuken de
tarikatın en büyük reisi olduğunu iddia eder. Fakat bu görev her ne kadar irsî
(babadan oğula geçer) mahiyette ise de, daha sonraları ölen bir çeîebi'nin
yerine hayatta bulunan büyük kardeşin geçtiği görülmektedir. (197)
·
195)
Mezarın bulunduğu yer hakkındaki rivayetler bildirleriyle
çelişmektedirler. Nitekim Evliya Çeîebi’nin, Hammer tercümesinde, Hacı Bektaş,
Sultan Orhan zamanında vefat etmiş olup Kırım’ın Başkentinde gömülmüştür.
Burada bir Tatar melikesi de mezarın üzerine bir abide inşa ettirmiş, bilâhare
harabe hale gelen bu bina, Kanunî zamanında Kayseri beyi olan Şeytan Murat
tarafından onarılmıştır. Bugün tekkenin mutbağındaki kazanların da Tatar Han’ı
tarafından verildiğinin söylentisi bu rivayeti kuvvetlendirmekte ise de bu hususun
eleştirisine girmiyoruz. (F. M. Hasluckh, Bektaşi Tetkikleri, Ter. R. Hulûsi,
S. 53-77 vd.
·
196)
Tarikatın 60.000 lira kadar olan geliri de tarikat reisleri olan dede
veya dede baba ile çelebi arasında pay edilirmiş. Ahî dede Hacı Bektaş’ı
Veli'nin mânevî ir-şâd halifesi olduğu .iddiasındadır iki, bu zat teşkilât
üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurar. Nitekim Arnavutluk ve Girit Bektaşileri
bunu en yüksek başkanları olarak tanımaktadırlar. F. M. Hasluckh, Bektaşi
Tetkikleri, S. 6-13 vd.
·
197)
Hasluckh, aynı eser, S. 37
Çelebi ile
Dede Baba arasındaki ilişkiler ekseriye soğuk ve ciddî olup, disiplini
genellikle ortaklaşa sağlamaya azamî derecede gayret ederler. Bu arada bekâr
dervişlerin daha çok Çelebiye değil de Dede Baba'ya hürmet ettikleri görülür.
Nitekim 1562- 1567 tarihlerinde Ankara civarında derviş ve Türkmen isyanlarıyle
başlayan ve «Derviş ve Türkmen isyanları» diye tarihe geçen isyan
hareketlerinin elebaşıları «Kalender oğlu» adiyle bilinen Çelebi'nin
başkanlığında diğer dört tane daha Türkmen aşireti reisi olan çelebi vardır. Bu
aşiretler, Çiçekçi, Akçakoyunlu, Masatlı, Bozoklu adlarını taşıyan Türkmen
aşiretleridir (198). Buradan şu sonucu çıkarabiliyoruz ki, zaman zaman
çelebilerle Ahi dede ve dede baba'lar arasındaki rekabet isyan halini bile alabiliyor.
Kısaca Ankara
vilâyetine bağlı bulunan belli Başlı Bektaşî tekkeleri ve teşkilâtın idare
merkezleri şuralarda bulunmaktadır: Ankara Beypazarı'nın Batı tarafında «Emrem
Yunus» Sultan'ın (199) mezarının bulunduğu yerde. Ayrıca Çorum'un 10 km. batısında
Hasan dağı üzerinde, Bektaşîler tarafından kahraman bir veli olarak kabul
edilen Arap şeyhi’nin türbesi bulunmaktadır. Kırşehir dolaylarında Mucur
yakınlarında da birçok yerlerde çeşitli adlarla tanınan Bektaşî türbe ve tekke
kalıntıları da vardır.
Konya vilâyeti :
Bektaşîliğin
Konya ve dolaylarında da teşkilâtlandığını görüyorsak da, bu bölgedeki durumu
pek o kadar kuvvetli değildir. Bunun da sebebi, Konya'da daha başka
tarikatların da bulunuşu olarak izah edilebilir. Nitekim Konya her şeyden önce
Mevleviliğin merkezidir. Halbuki Bektaşîler daima her bakımdan tenha yerleri
seçerlerdi ki bunun sebebini yukarıda gördük.
Anadolu'da
ruhî hayatın ve mistik yaşantıların göründüğü bir bölge olarak tarih boyunca
bilinen Konya'nın bu hususiyeti, Bektaşîlikten değil de, Mevlevilikten
gelmedir. Ayrıca Edirne, Bursa, İzmir, Kastamonu, Çorum, Sivas, Erzurum,
Erzincan dolayları da Bektaşîliğin önemli merkezle-rindendir.
İstanbul :
İstanbul'a
gelince, burası OsmanlI devletinin payitahtı (Başkenti) olunca, Bektaşîlik tarikatı
da mutadı'nın hilâfına (teşkilâtlanma prensiplerinin aksine) türlü şekillerde
bu bölgeye de teşkilâtını kurmaya başlar. -
.198)
Hasluckh, aynı eser, S. 6
·
199) Yunus Emre
hakkında daha birçok rivayetlerin bulunduğunu ileride göreceğiz. Bektaşîler de
onu kendilerine mensup olarak kabul ederler ve türbesinin de bir Bektaşi
dergâhında bulunduğunu söylerler. Bu rivayet Evliya Çelebi'nin Hammer ter. S.
223'dedir.
Nitekim
Osmanlı devleti İdarî merkezleriyle ilişki kurmak amacıyle, İstanbul'un başkent
oluşundan sonra süratle teşkilâtını geliştirmeye çalışan Bektaşîlik,
İstanbul'un belli başlı semtlerinden Anadolu ve Rumeli yakalarında çeşitli
semtlere yerleşmiş olup, daha çok Rumeli yakasını müsait bulmuş olduğu göze
çarpar.
Anadolu
yakasındaki Bektaşî tekkeleri :
Çamlıca
Merdiven Köy tekkesi: Burası Bektaşîlerce önemli bir yer olarak kabul edilir.
Rivayetlere göre, Kostantin ile savaşırken şehit olup buraya gömülen «Şahkulu»
adında bir dervişin mezarı bulunup, aynı yere bilâhare tekke yapılmıştır.
Tekkenin kurucusu ise «Mehmet Ali Baba» adında bir Bektaşî şeyhidir ki,
Bektaşiler daima bu şeyhin ruhunun kendileriyle beraber olduğuna inanırlar.
(200)
Rumeli yakası:
Bektaşîler
daha çok bu semtte toplanmışlardır. Bu semtteki Bektaşî tekkelerinin en
önemlilerinden birisi, Sultan Ahmet I. devrinde vefat etmiş bulunan ve
gemici olan «Durmuş Dede» adlı Bektaşî şeyhi adına yaptırılmış bulunan bir
tekke vardır ki bu tekke şimdi Halvetilere geçmiştir. (201)
Üsküdar'daki
Mevlevihane adıyla meşhur olan Bektaşî tekkesi ise halen İstanbul halkı
tarafından devamlı ziyaret edilmekte olup ihtilâfIıdır. Ayrıca birçok
İstanbullu tarafından yine kutsal bir ziyaret mahalli olarak bilinen «Karaca
Ahmet» türbesi de Bektaşîlerce kendilerinin olduğu iddia edilen tekkelerden
birisidir. (202)
Bunlardan
başka bir de Istranca dağları üzerinde bir Bektaşî tekkesinin bulunduğu ve
buralarda ormanlardan geyik, karaca, tavşan vb. hayvanlar avlanarak padişahlara
pastırma ve kavurma yapıldığı ve ikram olunduğu Hasluckh tarafından rivayet
olunmuşsa da başka bir kaynakta böyle bir rivayete rastlanmadığı gibi. Istranca
tepeleri üzerinde böyle bir tek-ke'nin bulunduğu da bilinememektedir.
Özellikle
yeniçeriler yüzünden adı birçok kirli işlere karıştırılmış bulunan Bektaşîliğin
de muhakkak müsbet tarafları hiç yok değil. Şu kadar ki, her tarikatın olduğu
gibi, Bektaşîliğin de bu yönlerini sosyal fonksiyonlarını incelerken
göreceğimiz için, şimdilik sözü uzatmıyacağız. Yalnız sırası gelmişken bir de
Bektaşîlik ile yeniçeriliğin ilişkilerine göz atalım.
·
200)
F. V. Hasluckh, Bektaşilik Tetkikleri (Çev. R. Hulûsi), S. 23-57
·
201)
İleride de görüleceği gibi 1826 vak’a-i hayriye (Yeniçerilerin imhası)
olayı sırasında Bektaşiler de imha plânına alınmış olup, Bektaşilerin tekkeleri
ya tamamen yıkılıp ortadan kaldırılmış veyahut da başka mazbut tarikatlara
devredilmiştir ki bu tekke de bu münasebetle Halvetilere verilmiştir. R. E.
Koçu, Yeniçeriler, S. 325-331
·
202)
Hasluckh, Bektaşilik Tetkikleri, (Ter. R. Hulusi) S. 21 vd.
YENİÇERİLER ve BEKTAŞÎLİK
OsmanlI
devletinin kaderine hükmetmiş, devletin varlığı için sihirli bir anlam kazanmış
isimdir yeniçerilik. Yeniçeriler Hacı Bektaş Veli'ye «Pirimiz» derler. Fakat
tarihî kayıtlara göre bu düşünce hakikate uymamaktadır. Nitekim yeniçerilerin
pirimiz dedikleri Hacı Bektaş Veli onüçün-cü asrın ikinci yarısında ölmüştür.
Buna göre H. B. Veli Osmanlı devler tinin kurucusu Osman Gazi'yi bile
görmemiştir. (203)
Yine Bektaşî
inançlarına göre H. B. Veli'nin ilk yeniçerilerin başlarına beyaz keçeden
yapılmış «Börk» denen bir külâh giydirmiş olması ve onlara «Kazan'ı şerif»
denen bir kazandan kendi eliyle çorba dağıtması tamamen birer efsanedir. Çünkü
Yeniçeri ocağının kuruluş tarihi çok daha sonradır, hatta bu ocağın kuruluşu
fikrini ilk defa ortaya atan ise Karamanlı Molla Rüstem adında birisidir ki, bu
şahs'ın doğum tarihi biiine1-memektedir (204). Şu kadar ki, ilk
Osmanlı tarihi yazarları ondan daniş-ment (bilgili adam) diye söz ederler.
Rumeli'nde Edirne'nin, ondan bir müddet sonra da Zağra’nın fethi üzerine
Karaman'dan buraya gelen bu zat. Sultan Murat I. Hüdâvendigâr'ın kadıasker (Baş
müşavir)'! Çandarlı Kara Halil- ile buluşur. (205)
İşte bu tarihî
buluşma şöyle olmuştur:
Molla Rüstem,
Kara Halil'e; akıncı gazilerin aldıkları esirlerin beşte biri Allah'ın buyruğu
olarak padişahındır, niçin almıyorsunuz? der.
Kara Halil de
bu teklifi Osman Gazinin torunu Hüdâvendigâr Sultan Murat (I.) arz eder. Sultan
Murat da «Allah'ın emri ne ise O'nu yapın» der. (206)
Bunun üzerine
akıncı gazilerin elindeki esirlerden her beş tanede bir tanesinin padişah adına
alınmasına karar verilir. Alınacak esiri seçme hakkı ise padişaha aittir. Esir
başına 125 akçe kıymet biçilir.
Böylece
Allah'ın emri gereğince alınan bu vergiye, beşte bir anlamına gelen «Pençik»
resmi adı verilir. Pençik resmine bağlanan esirler, önce erkek ve kadın, sağlam
ve sakat oluşlarına göre ayrılırlar, sonra sağlam olan erkekler altı sınıfa
ayrılarak aşağıdaki şekilde adlandırılırlar:
·
203)
R. E. Koçu, Yeniçeriler, S. 90-92
·
204)
R. E. Koçu, aynı eser, S. 9-11 vd.
·
205)
R. Ekrem Koçu, Yeniçeriler, S. 10-17
·
206)
Kendi adına nisbetle anılan meşhur Âli Osman tarihinin müellifi olan
Âşık-paşazâde Derviş Ahmed Âşıkî Yeniçerinin vazifesini şöyle anlatmaktadır:
Gereklidir
Yeniçeri kapuda
Ki Han’ı gözieyeler
her Tapuda
Burada kapu =
Devlet, Tapu ise = Padişahın hükümdârlık ve tasarruf hakkıdır. R.E.K. S. 16
·
1
— Şirhor = Süt çocuğu, en çok üç yaşına kadar olanlar
·
2
— Beççe = Yavru, üç - sekiz yaş arasında olanlar
·
3
— Gulâmçe = Oğlancık, 8 yaşından 14-15 yaşına kadar olanlar
·
4
— Gulâm = Oğlan tüysüz erkek, bülûğ çağından 18 yaşına ka
dar olanlar.
·
5
— Sakallı = Tüylenmiş gençlerle olgun erkekler
·
6
— Pîr = ihtiyarlar.
işte padişah adına
alınacak esirler ile padişahın hükümdarlık haklarını koruyacak bir asker
ocağının kurulmasına böylece karar verilir, bu askere de yeni asker anlamında
«Yeniçeri» denir.
Bizim
amacımız, bu kadar söz etmekle yeniçerilikle Bektaşîliğin esas bakımından hiç
bir ilişkilerinin bulunmadığını göstermektir. Yoksa yeniçeriliğin tarihçesini
eleştiriyor değiliz. Ama yine de ileride yeri geldikçe gereği kadar
değinilecektir.
Fakat bu
bölümle ilgili sözleri bitirirken bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor,
şöyle ki: Aşk ve sadakat yolunda mertliği pek iyi bilen Bektaşî babalarının,
ilk devirlerden itibaren devşirme yoluyla Yeniçeri ocağına alınan çocuklara
İslâm, din ve inançlarını en pratik yoldan telkin etmekte son derece maharet
sahibi oluşlarıdır.
Bektaşî babalarının
bu telkin işi o derece önemli ve verimli idi ki, yeni odalar kışlasındaki
postunda oturan bir ocak şeyhi vardı. Buna büyük baba denirdi. Biri yeni
odalarda, dördü de eski odalarda olmak üzere beş tekke ve bu tekkelerin de
birer baba efendisi vardı ki; burada sözü edilen tekke, mescid yeni odalardaki
orta cami'nin (207) imam, müezzin vb. din görevlileri hep ocaktan yetişme
kimselerdi. Böylece de Bektaşî babaları, dinî bilgilerle birlikte onlara
istedikleri fikirleri de kolayca aşılama imkânını buluyorlardı.
işte Bektaşî
babalarının bu şekilde başlattıkları yeniçerilerin Bektaşîlik ile olan
münasebet ve bağlılıkları, 1826 vak'a-i hayriye'ye (Yeniçeri ocağının
kaldırılmasına) kadar sürmüştür. Hatta Yeniçerilerin Bektaşîlerle olan manevî
bağlantıları o derece idi ki, Sultan Mahmut II., Yeniçeri ocağını kaldıran
şehir içi muharebelerinin ikinci günü, Türkiye'deki bütün Bektaşî tekkelerini
de kapatma emrini vermiş, böylece yeniçerilerle birlikte Bektaşîliğin de bir
nevi imhasına gidilmişti. Hatta İstanbul'daki Bektaşî babalarından canlarını
kurtarabilenler kaçmışlar, birçoğu da idam edilmiş veya sürgüne gönderilmiş ve
böylece fiilen Bektaşîliğe son verilmişti.
·
207) Yeniçerilerin
isyan hareketlerine başladıkları devirlerde isyanlarla ilgili kararlar hep orta
cami denen burada alınır, kellesi istenen vezirler ve paşalar önce buraya
getirilir, sonra buradan idam mahalline götürülürdü. R. E. Koçu, Yeniçeriler,
S. 179-181
Yeniçerilerle Bektaşîlerîn
kaynaşması:
Beştaşî
tarikatı belki de en büyük sosyal fonksiyonunu yeniçerilerle göstermiştir. O
halde yeniçerilerle Bektaşîlerîn bu derece kaynaşmalarının gelişimini biraz
daha açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Yukarıda da gördüğümüz gibi
yeniçeriler ocaklarına «Hacı Bektaş ocağı» dediler. Kendileri de Hacı Bektaş köçeğiyiz
diye övünmeye başladılar. Halk da kendilerine «Zümre'i Bektaşiyan», taife'i
bektaşiyan gibi adlar verdi. Yeniçerileri sevmeyen, onların kaba, zorbalığa
varan hareketlerini tasvip etmeyenler ise, «Gürûh’ı Bektaşiyan» (Bektaşîler
gürûhu) derlerdi. Kısaca halkın nazarında yeniçerilik, Bektaşîlik demek
olmuştu.
Diğer taraftan
yeniçeri ocağının önceleri askerî disiplini o derece sıkı idi ki; sarhoşluk,
ayyaşlık, kumar vb, hareketler ağır suçtu. (208)
Fakat Bektaşî
babalarınca yeniçeri için, bâdeye el atmada, nefs lezzetleri (tatları)'nin
çeşidini tatmada hiç bir sakınca yoktu. Hatta yeniçeri neferleri için
evlenme yasağı ile Bektaşî rindliği birleşince yeniçerilerin soysuzlaşmaya
başladıktan sonra kullandıkları kendi deyimleriyle ortaya bir «Hacı Bektaş köçeği»
çıkmıştı.
Bektaşîliğin
bu sistemli ve fakat lâubali propagandaları sonunda yeniçerilerdeki ocak
disiplininin bozulması sonucunda, yeniçeri kışlaları ile kolluklar akıl
almayacak rezaletlere sahne olmuştu. (209)
Nitekim 19.
yüzyıl müverrihlerinden birçoklarının, yeniçerilerin kopukluk, sarhoşluk,
külhanbeylik, fuhuş, türlü rezaletlerle ilgili hareketleri üzerine pek çok
vak'alar naklettikleri meydandadır. Ne var ki bu .husus araştırma sahamızın
sınırı dışında kaldığından teferruata girmiyoruz.
Bektaşîlerle
olan ilişkilerinden dolayı bir nebzecik değindiğimiz yeniçerilerin, Osmanlı
tarihindeki yerleri oldukça geniştir. Şimdi bu cümle-
·
208)
Hatta o kadar ki, ocağın kuruluşunda kurucuları tarafından yeniçerilerin dînî
terbiyesi, İslâmiyet) pratik yollardan gayet iyi bilip, onları ruhen doğma,
büyüme, asker olarak eğitmek esasına dayanıyordu. Bu ruhla eğitilen
yeniçerilerin tek hünerleri demir pençelerindeki palayı hedefine pek yaman ve
amansız bir şekilde indirmeleriidi; ki işte o zağlı pala’nın karşısında cihan
tam üç asır titremişti. Esasen yeniçeri ocağının bir numaralı nefer.i ise,
Osmanlı İmparatorluğünun kurucusu Osman Gazi’nin torunu Sultan Murat I. idi.
·
209)
Ne var ki, insanoğlu hem yapıcı, hem yıkıcıdır. Daima silâh altında
bulunan yeniçeriler çelik bir kuvvettiler. O’nu siyasî ihtirasları
yolunda kullananlar ise bilmeden ateşle oynadılar ve belki de Âl.i Osman
devletine böylece de en büyük kötülüğü yaptılar. Bu yanlış gidişin doğal bir
sonucu olarak o disiplinli asker cenk yollarında serdarlarına ayak diremeye,
karşı koymağa başladı. Padişah, vezir kelleleri istedi! Nihayet 18. asrın
sonlarında ise yeniçeri ocağının kapusu herkese ardına kadar açılınca o kutsal
ocak birtakım haşerat gürûhiyle doldu, böylece asker olmaktan çıkıp bir şehir
eşkiyası hşline gelen bu kitle kendi mezarını kendi eliyle kazmış oldu. den
olan sözlerimizi de bitirirken, tarihî gelişim içerisindeki müspet durumlarını
şöyle bir daha özetleyelim.
Gerçekten
OsmanlI tarihinde bir asker türü vardır. O'nu dünya milletleri şu işaretle
tanır: Pirleri Hacı Bektaşi Veli idi. Maharet ve hünerleri, demir
pençelerindeki .palayı hedefine ara vermeden indirmekti. Türk tarihini çok iyi
bilen ve dile getiren büyük şair Yahya Kemâl Beyatlı meşhur gazellerinden biri
ile Yeniçeri şanını ifade ederken şöyle der:
Vur pençe'i
Âlideki şemşir aşkına Gülbankı âsümânı tutan pir aşkına Vur ruhu pür fütûhu
Muhammedle yekzebân Fecri hücûm içindeki Tekbir aşkına
Yeniçeri yaya
askerdi. Asırlar boyunca İstanbul'dan kalkarak doğu -batı demeden dünyanın her
tarafına yaya olarak gittiler, herkes orduda atlı iken onlar yine yaya idiler.
Seferler bazen uzun bazen kısa sürdü; beş ay, sekiz ay, bir yıl, iki yıl, üç
yıl... dahası var;
Olup Yeniçeri
çekdim cefâyı
Piyade eyledim
nice gazâyı diyen koca Mimar Sinan ağa bile bir yeniçeri idi. O ocak bu kadarla
da kalmadı, birçok sadrazamlar, emsalsiz bir cihan imparatorluğunun en yüksek
kadamelerine erişmiş devlet adamları yetiştirdi.
Yeniçeri ocağı
kabiliyetli olanlara İlmî sahada da yükselme imkânı veriyordu ki, bu ocaktan
yetişmiş birçok ilim adamları da mevcuttur. Onlardan biri de Şeyh Hızır
efendidir ki, burada bu zat hakkında birkaç söz etmeden geçemeyeceğiz. Şeyh
Hızır efendi devşirme yoluyle Bosna taraflarından Yeniçeri ocağına girmiştir.
16-17 yaşlarına gelince devr'in meşhur âlimlerinden «Mâlülzâdesnin derslerine
devam etmiş, daha sonra hocasının ricası ve isteği üzerine ocaktan ayrılarak
Halvetiyye şeyhlerinden şeyh «Vişne efendisnin müridi olmuş. Bu şekilde
yükselerek sırasıyle yeniçeri kışlalarındaki Orta camiye, daha sonra da
Çarşamba'da Mehmet ağa dergâhına şeyh olmuştur.
Daha sonra
Sultan Mehmet III. ile birlikte Macaristan seferine gitmiş ve Eğri kalesinin
fethinde bulunmuş, nihayet Haçova meydan muharebesinde şehit olmuştur. (210)
Esasen O'nun
şehit oluşu sahnesi konumuz açısından enteresandır. Şöyle ki. Muharebe parlak
bir Türk zaferiyle bitmiştir. Fakat muharebe'nin ilk saatlerinde Türk askerleri
bozguna uğramışlar, Hızır Efendi ise kaçışmaya başlayan askerleri cesaret ve
nasihatla geri çevirmek için elinde yalınkılıç en ön saflara atılmış, böylece
de kanlı bir girdap içinde kaybolu-vermişti.
·
210) R. E. Koçu,
Yeniçeriler, S. 91-92
Zaferden sonra
müridleri tarafından kan ve çamura gömülmüş olan cesedi paramparça bir
halde bulunmuştu. Bulunduğu zaman sol avucu'nun yumulmuş olduğu görüldü.
Avucunun içinde bir düşman askerinin saçları vardı, ki nasıl kavrayıp çekmiş
ise kafa derisi ile birlikte yolup koparmıştı.
Nâşı İstanbul'a
getirilirken müridlerinden birinin gördüğü bir rüya üzerine Tatarpazarcığı
kasabasında Dülbendzâde Camii mezarlığına gömüldü. (211)
işte Yeniçeri
ocağının kuruluşunda taşıdığı ruh ve mânâ anlayışı ve yine işte dejenere
olduktan sonraki aynı ocağın perişan akıbeti.
NAKŞIBENDİYYE TARİKATI
Tarikatın
kurucusu Bahauddin Muhammed b. Muhammed el - Buhari'-dir. H. 718'de Buhara
yakınlarında «Kasr'ı Ârifân» denen yerde doğmuştur.
Henüz üç
günlük bir bebek iken, devrinin ünlü veli ve sûfîlerinden Muhammed Baba Simâsi
tarafından manevî evlâtlığa kabul edilmiş olup, böylece koyu bir tasavvuf ve
keramet atmosferi içerisinde hayata gözlerini açmış olur. 791 H.'de öldüğü
zaman şöhreti İslâm dünyasının her yanında duyulmuştu.
Kurduğu
tarikat, bir yandan Hz. Ebûbekir'e, bir yandan da Hz. Ali'ye kadar ulaşarak Hz.
Muhammed'le birleşir ki, bu inanca sahip olanlara göre bu tarikatın zikir
usulünü bizzat Hz. Muhammed (S.A) Hz. Ebûbekir'e talim etmiştir.
Nakşibendi
tarikatında zikir usulü oldukça değişiktir; Bu tarikatta zikir temiz elbise ile
kimsenin bulunmadığı yerde bilhassa geceleri başa be-yaz bir örtü alıp, kıbleye
karşı oturularak ölümü, öldükten sonra kefene sarılıp mezara gömülmek, soru
meleklerinin gelişleri, kıyametin kopuşu, mahşer ve ahiret ahvali düşünülerek
gözler yumulup kalbten ve gönülden dünyaya ait bütün arzu ve istekler her türlü
dünya işleri çıkarılıp, şeyh'in (mürşidin) yüzü iki kaş arasında farz edilerek
ve her an şeyh'in huzurunda olduğunu hayal ederek yirmi kere tevbe istiğfar
yapılır. Zikir muayyen sayıda, bazen bayılıp düşünceye ve kendisinden geçinceye
kadar ism'i a'zam (Allah'ın 99 ismi) tekrarlanır. (212)
Ayrıca
nakşıbendi tarikatında toplu halde yapılan ve «Hatmi hâce-gân»' denen bir zikir
usulü daha vardır ki, bunda da yedi tane fatiha ve yüz adet salevat duaları
okunur. (213)
·
211)
R. E. Koçu, Yeniçeriler, S. 92
·
212)
Reşehat tercümesi S. 80
·
213)
Mir'âtu’t-Turuk, S. 26
Nakşibendiyye
tarikatı öteki tarikatlara nispetle daha aşırı mistik bir özelliğe sahip bu
yüzden de daha çok yayılma şansına sahip olmuştur.
Nakşibendiyye
tarikatının kollarından Müceddidiyye ve Halidiyye kolları daha çok Hanefî
mezhebine mensup bulunan Müslümanlar arasında yayılmıştır. Müceddidiyye
kolu'nun kurucusu İmam Rabbani adiyle tanınan Ahmed Farukiyyi Serhendî'dir. Bu
zat mektubat adlı eserinde vahdet'i vücudun şiddetle aleyhinde bulunmuştur. Bu
arada Muhyiddin'i Arabi, Mevlâna gibi mutasavvıfları da tenkit eder. (214)
İmam Rabbani,
Hz. Peygamber'in bir hadisine dayanarak, Hicret'in 2000. yılında O'nun dinini yenileyen
kişi anlamına gelen «Müceddid'i elf'i «Sâni» adıyla şöhret bulmuş olup,
özellikle İlmî münazaralara katılmaktan zevk duyan bir kişi oluşuyla da daha
çok Türkler arasında şöhreti yayılmış bir kişidir.
imam
Rabbani'nin «Mektubat» adıyla tanınan ünlü eseri, Müstekim-zâde ismiyle tanınan
«Sadettin Süleyman» tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve 1277'de İstanbul'da
basılmıştır. Bundan sonra bu eser, özellikle birçok kimseler tarafından
tasavvufî sohbet ve konulara kaynak olarak alınmış, hatta günümüzde dahi
tasavvuf ve tarikatla ilgilenen çevrelerde bir el kitabı olarak dolaşmaktadır.
En son olarak da «Hüseyin Hilmi Işık» tarafından sadeleştirilerek tefrika ve
ışık yayınları arasında neşredilmiştir. (1968 İst.)
Halidiyye
kolu:
Nakşibendiyye
tarikatı'nın Halidiyye kolu, Ziyauddin bin Ahmet bin Huseyn tarafından
kurulmuştur. İslâm dünyası'nın birçok yerlerini dolaşmış olan bu zat, en
sonunda Şam'a yerleşerek tarikatını burada kurar ve irşada başlar, 1242
(1826)'da Şam'da ölür. (215)
Halidiyye
kolunu Anadolu'da Abdulvahhap adlı birisi yaymıştır. Bu zat daha tarikatın
kurucusu hayatta iken İstanbul'a gelir ve faaliyetlere başlar. Fakat bu
tarihlerde Osmanlı devletinde Batı'ya karşı bir yönelme başlamıştır, bu yüzden
Halidîlerin faaliyetleri dikkati çeker ve yenilik hareketlerine karşı oldukları
iddiasıyle şiddetli bir takibata başlanırlar, hatta. Abdulvahhap İstanbul'dan
çıkarılır. (216)
Haklarındaki
bütün koğuşturma ve takibatlara rağmen Halidîler İstanbul'da, özellikle Doğu
Anadolu illerindeki Şafiîler arasında sür'atle yayılmış ve tutunmuştur.
Ancak
Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraları muhtelif olaylarda me-
·
214)
Silsile’! âliyye’i nakşibendiyye’! Halidiyye (Takvimhane’i âmire İst.
1275) S. 17-34 vd.
·
215)
Silsile’i âliyye’i Nakşibendiyye’i Halidiyye S. 43-51
·
216)
A. Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, S. 219-221 selâ
(1925'lerde) Erzurum'da şapka reformuna karşı olan harekete «İslâm teâli
cemiyeti» ile «Muhafaza'! mukaddesat cemiyeti»nin kuruluşunda, 1930 senesi
Aralık ayında meydana gelen Menemen olayında, 1 - Şubat -1933'te Türkçe ezana
karşı direnişte, 1935'te Siirt'teki harekette, 1936'da İskilip'te Ahmet Kalaycı
adında birisinin önayak olduğu olayda, kısaca günümüze kadar edegelmiş her
çeşit irtica olaylarında bu tarikatın rolü olduğu ileri sürülmektedir (217).
Fakat bu tür olaylara tarikatların karıştırılması sunî olarak hazırlanmış bir
tertiptir. Bir din ve mukaddesat düşmanlığıdır. Yoksa yukarıdan beri çeşitli
hususiyetleriyle izaha çalıştığımız hiç bir tarikat mensubu, millet ve vatan
aleyhine olan hadiseye iştirak etmemiş, bu tür hadiseleri tasvip etmemiş fitne
ve fesada âlet olmamıştır. Amma her Müslüman, dinini öğrenmek ve yaşamak
zorundadır. Ve, dinini koruyacaktır da... Halbuki durum böyle olmasına rağmen
birtakım din ve mukaddesat düşmanı çevreler, din ve mukaddes duygulara karşı
kinlerini kusmak için tarikatları vasıta olarak kullanmak istemişlerdir. Çetin
özek isimli kişinin «Türkiye'de Gerici Akımlar» adlı kitabındaki hezeyanlar da
bu kabilden mesnetsiz ve hissi peşin hükümlerin bir mahsulüdür!..
HALVETİYYE
TARİKATI
İşte, sosyal
fonksiyonel yönden Türk toplumunu, özellikle aydın çevreleri yüz yıllardan beri
hatta günümüzde dahi en yakından etkilemiş ve etkileyen, kültürlü çevrelerde
bir nevi dinî protokol prensipleri halinde yaşayan bir başka tarikat daha
vardır ki, bazı sofilerce «Tarikat fabrikası» diye de adlandırılan bu kuruluş
«Halvetiyye tarikatı» veya «Halvetîlik»tir.
Halvetîlik
veya Halvetiyye tarikatı, şimdiye kadar göıdüklerimizden tamamen başka
özelliklere sahiptir. Gerçi hemen esas bakımından bütün tarikatların aralarında
ortaklaşa prensipler bulunduğunu çeşitli vesilelerle :fade ettik, şu
kadar ki; Halvetîlik, öteki tarikatlara nisbetle geniş halk kit-leleri'nin
özellikle aydın çevrelerin dikkatini ve sempatisini toplayacak prensiplere daha
da fazla önem vermiştir. 0 halde bu tarikatı biraz tanımamız ilerideki
analizlerimize ışık tutacaktır, şöyle ki:
Halvetiliğin
en tipik özelliklerinden bir tanesi bîr tarikat fabrikası oluşudur. Gerçekten
yumurtadan civciv çıkar gibi Halvetîlik de durmadan çeşitli adlar altında yeni
kollar halinde, her sınıf ve zümrenin dinî, psikolojik ve sosyal eğilimlerine
uygun düşen prensipleriyle memleket sathına sür'at-le yayılmasını ve hızla
teşkilâtlanmasını bilen bir tarikattır.
Halvetiyye
tarikatı. Hicretin 717/1317 yıllarında, bir başka rivayete göre 750/1349, diğer
bir rivayete göre ise 800/1397 - 98 tarihlerinde öl-
·
217) Çetin Özek,
Türkiye'de Gerici Akımlar, S. 152 vd. müş olan Ebû Abdillâh
Siracüddin Ömer b. Ekmelüddin El - Gilânî El - Halveti tarafından kurulmuştur.
(218)
Tarikatın
kurucusu ve ilk şeyhi bulunan Ebû Abdillâh Siracüddin Lah-can'da doğmuş, orada
yetişmiş ve daha sonra Hârezm'e giderek amcası Âhî Muhammed b. Nûri'l - Halvetî'ye
intisap etmiştir. Böylece 717 (1317)' de amcası vefat edince yerine geçerek
tarikatın şeyhi olmuştur. (219)
Halveti
tarikatı ilk defa şeyh Yahya Şirvânî'nin Bâkû'da H. 868 veya 869'da ölümünden
sonra kollara ayrılmağa başlamıştır.
Yukarıda Halvetiyye
tarikatı'nm öteki tarikatlardan birtakım farklılıklar göstermiş olduğuna, bu
farkların en önemli olanının ise, kolayca teşkilâtlanmasına ve özellikle aydın
çevrelerde daha fazla ilgi gördüğüne işaret etmiştik. Şimdi bu tarikatın ana
prensiplerini belli başlı kolları ile görelim.
Halveti
tarikatında ilk kol. Şeyh Yahya Şirvânî'nin ölümünden sonra Dede Ömer'i Rûşenî
ile kurulan «Rûşenîyye» koludur. Dede Ömer Aydtn-lıdır; Ruşenî mahlasının da
bundan ileri geldiği sanılır. Bursa'da tahsilin tamamladıktan sonra Bâkû'ya
gitmiş ve Halvetiyye Şeyhi Seyyit Yal ya y intisap etmiş, daha sonra Akkoyunlu
Hükümdarlarından Sultan Hasan (871 882, H. 1453- 1478) ve Sultan Yakub’un (883-
896 H. 1378- 1490) da vetiyle Tebriz'e gitmiş ve 892 tarihinde Tebriz'de
ölmüştür. (220)
Gülşenî kolu :
Halvetiyye
tarikatı bu kol'un kuruluşundan sonra Anadolu'nun dört bucağına yayılmağa
başlamıştır. Gü.lsenî kolunu aslen Diyarbakırlı İbrahim Gülşenî adlı bir şeyh
kurmuştur. İbrahim Gülşenî, Tebriz'e kadar gidip Dede Ömer'i Rûşenî'ye intisap
etmiş ve şeyhinden hilâfet alip Mısır'a giderek orada yerleşmiştir. Kanunî
Sultan Süleyman zamanında İstanbul'a çağrılan Gülşenî, tekrar müsaade alarak
Kahire'ye dönmüş ve 935 H. (1528-1529) tarihinde Mısır'da ölmüştür. (221)
İbrahim
Gülşenî, Halvetîlikle Mevlevîliği birleştirmek istemiştir. Daha sonra Sezaiyye
ve Haletiyye adlarında iki kola daha ayrılmıştır.
·
218)
Sadık Vicdani, Tomar’ı Turuk’i Aliyye’den Halvetiyye, S. 20 vd.
·
219)
Tarikatın kurucusu Şeyh Siracüddin Ömer, bir çınar ağacının kovuğunda
halvet ettiğinden, yani yalnızca zikir ve ibadete koyulduğundan, bir başka
rivayette de kırk erbaini birbiri üstüne çıkardığından (yani kırk gün yalnız
olarak ibadeti kırk kere birbirine uladığından) yalnızlık anlamına gelen
«Halveti» diye anılmıştır. (A. Gölp. Mezhepler ve tarikatlar S. 205)
·
220)
Mir’atu’t-ıTuruk, S. 27 vd.
·
221)
940 H.'de Kahire’de ölen Gülşeni, Mevlânâ'nın Mesnevisi’ne nazire olarak
kırk bin beyitlik «Mânevî» adlı bir divan yazmıştır.
Cemaliyye kolu:
Bu kol. Çelebi
Halîfe diye tanınan AmasyalI Cemâlüddin'i Aksaray! tarafından kurulmuş olup,
bundan da, Merzifon'un Bolu kasabasında yetişen ve İstanbul'un Kocamustafapaşa
semtinde şeyh olan ve bugün dahi İstanbul halkı'nın olduğu kadar, Anadolu'nun
dört köşesinden gelenlerin de yabancısı olmayan ve günde binlerce kişi
tarafından türbesi ziyaret edilen «Yusuf Sünbü.1 Sinan» tarafından kurulmuş
bulunan «Sünbüliyye kolu» doğmuştur. (222)
Şabaniyye
kolu:
Özellikle orta
Anadolu'da büyük bir mânevî tesir bırakmış ve iç Anadolu'nun belli başlı
mâneviyyat kalelerinden biri olarak tanınan «Şabaniyye Kolu», Kastamonu'nun
Taşköprü kasabasında doğup, tahsilini İstanbul'da tamamladıktan sonra
Halvetiyye şeyhlerinden Cemalî Halvetî halifesi Hayruddin Tokadî'ye intisap
eden ve daha sonra da kendi memleketi olan Kastamonu'ya giderek Hisar Ardı
denen yerde kendisi için özel surette yapılan muhteşem bir Tekke'de irşada
başlayıp, çevresinde derin bir tesir bırakarak H. 976 (1568)'de aynı yerde
vefat eden «Şeyh Şaban'ı Veli» tarafından kurulmuştur. Bu tarikat daha sonra
Şeyh Şaban'ı Veli'nin mürid-lerinden Mustafa el - Bekrî tarafından Hicaz
bölgesine de yayılmıştır. (223)
Şeyh Şaban'ı
Veli'nin halk üzerindeki manevî tesiri bugün dahi sıcaklığını aynen muhafaza
etmektedir. Nitekim mahallinde tetkik için gittiğim zaman, O'nun türbe ve
yanındaki camisine en küçük bir hizmet ve yardımda bulunabilmek için halkın
âdeta yarış halinde olduklarını gördüm. Bunun sebebini sorduğum zaman ağızlarda
şöyle bir efsane'nin dolaştığını işittim: Tekke ve camisinde hizmet eden ve
yardımda bulunanlara Şeyh Şaban'ı Veli Hazretleri Hızır Aleyhisselâmı
gönderirmiş!.. Hızır Aleyhisse-lâm'm ne zaman geleceği belli olmazmış ama
ekseriya günün dar zamanlarında, akşam vakti veya sabah şafak sökmeden önce,
çoğu zaman gece yarısında gelebilme ihtimali daha da kuvvetli imiş, işte bu
inançla Hızır Aleyhisselâmı yakalayıp dileklerinin yerine gelmesi ümidiyle
kadın, erkek birçok kimseler günün her saatinde (gece ve gündüz) bu türbe'nin
etrafında dolanmakta ve duada bulunarak şeyh'in merhametini kazanmağa
çalışmaktadırlar. (224)
·
222)
Mir’atüt-Turuk S. 27-29 vd.
·
223)
Menâkıb’ı Şerifi pîr Halvetî Hazret’! Şaban’ı Veli (Ömer Fuadî Kastamonu
1294) S. 7 vd.
·
224)
Halk üzerindeki hâkim inanca göre Kastamonu'daki Şeyh Şaban'ı Veli ile Ankara’daki
Hacı Bayram Veli varken bu iki şehre düşman giremezmiş, nitekim Anadolu’nun
birçok yerleri işgale uğradığı halde bu iki şehir korunmuş ve sebebi bu büyük
velilermiş! (.inanç)
Şeyh Şaban'ı
Veli'nin manevî şahsiyeti etrafında yerleşmiş pek çok rivayetler
nakledilmektedir ki, onlardan bir tanesi de şöyle: Şeyh'in türbesinin kapısı
önünde gümüş bir poyradan akan ince parmak kalınlığında bir su var, bu su yaz -
kış ne artar, ne de eksilir hep böyle kalırmış. Bu suyu şeyh'in dileği üzerine
Allah cennetten göndermiş, bundan kırk gün içenlerin dilekleri kabul olurmuş
ki, aynı inançla ekserisi gençler olmak üzere birçok insanların suyun başında
sıra bekledikleri cidden merak edilecek bir husus.
Ibrahimiyye kolu :
Halvetiyye
tarikatı'nın Ibrahimiyye kolu, Kuşadası'nın Çınar köyünde 1178 tarihinde doğmuş
bulunan Şeyh İbrahim adında bir zattır. Kuşadalı diye de meşhur olan şeyh, iyi
bir tahsil gördükten sonra kendisini tasavvufa verir, daha sonra Mısır'a gider
ve dönüşünde Aksaray'da Sinekli Bakkal semtinde Usturacı Halil adlı birinin
yaptırdığı dergâhta irşada başlar ve kısa zamanda şöhreti etrafa yayılır.
Yapılışından
on iki yıl sonra dergâh yanmış olup, devrin padişahı Sultan H. Mahmut dergâhı
yeniden yaptırmak istemişse de şeyh, dergâhlardan feyz kalktı diyerek
yaptırmamıştır. (225)
Mısrıyye kolu :
Mısrıyye yahut
Niyaziyye diye de tanınan bu kol, Halvetiyye tarikatından doğan kolların sosyal
fonksiyonel yönden belki de en. önemli olanlarından bir tanesidir.
Adından da
anlaşılacağı gibi kol'un kurucusu Türk asıllı sofi şairler-dan Niyazi'dir.
Niyazı Mısrî diye de meşhur olan şeyh, 1027 (1618) tarihinde Malatya'nın
Soğanlı köyünde doğmuştur. Gençliğinde iyi bir öğrenim gördükten sonra Mısır'a
gidip dört yıl da Ezher'de tahsiline devam ettikten sonra, Bağdad ve Kerbelâ
gibi şehirlerde kadılıklarda bulunmuştur. Daha sonra İstanbul'a gelerek Sokullu
Mehmet Paşa Medresesinde ders vermeğe başlamıştır, işte ilk defa bu sırada
irşad faaliyetlerinde de bulunduğu rivayet olunur ki, burada ders verdiği rahle
ve hücre kendi adiyle bilinmekte olup, halk bu inançla burasını ziyaret
etmektedir. (226)
1669 tarihinde
Bursa'ya giden Niyazı Mısrî, irşadlarına burada devam ederken Köprülü Fazıl
Ahmet Paşa, O'nu Edirne'ye çağırır, Köprülü'nün bu daveti üzerine Edirne'ye
giderse de orada Sadrazamla geçinemeyerek Rodos'a sürülür. Dokuz ay sonra
affedilerek Bursa'ya döner.
·
225)
Vâridâtü'l-»Veli fî Menakıb'i: Kuşadalı (İst. 1273) S, 13 vd.
·
226)
Tuhfetü’l ■> asrî fî Menakıbı’l - Mısrî (1309 Bursa)’den rivayeten A.
Gölpınarlı Mezhepler ve tarikatlar S. 212-213 (yurakıdaki kitabı Bursa
Kütüphanesinde bulamıyoruz)
II. Ahmet
zamanında Avusturya seferine gidileceği sırada sefere katılmak istediğini
bildirerek kalabalık bir mürid kitlesi ile harekete geçti ise de, hükümete
karşı koyabileceği düşüncesiyle Bursa'da kalıp ordunun zaferi için dua etmesi
kendisinden rica olundu; o, bu ricayı dinlemedi ve sefere kendi arzusuyle
katılmak için Edirne'ye kadar gitti, fakat oradan Lim-ni'ye sürüldü ve 1694’te
sürgünde iken öldü.
Türk Islâm
tasavvuf ve tarikatlar dünyasında Niyazı Mısrî'nin hayatı oldukça renkli ve
istikrarsızdır. Nitekim O, kendisini İsa ve Mehdî tanır, daha da ileri giderek
peygamber olduğunu iddia eder, zaman zaman kendisine vahy geldiğini söyler.
O'nun bu fikirleri davranışlarıyla de tutarlıdır. Bu bakımdan Halveti
şeyhlerinden Nazmî «Hediyyetü'l - İhvan» adlı eserinde Niyazi'nin halini
«mertebe'i cünûn» (delilik mertebesi)a varmış der. (227)
Ne var ki,
halk bu gibilere normal kimselerden daha fazla iltifat göstermektedir. Bu hep
tarihteki örnekleriyle böyle olageldiği görülen hadiselerdendir. işte Niyazı
Mısrî da bu derece anormal fikir ve hareketlerine rağmen büyük ve geniş bir
kitleye tesir etmiş olup, O'nun yanlış tutumları halk üzerinde müsbet sahada
daha da fazla ilgi toplamış, kendisinin sürgün edilişi âdeta onu bir iman
kahramanı olarak göstermeğe yetmiştir.
BAYRAMİYYE TARİKATI
Ankara,
kendine has bir tavır içinde bulunan bu şehir dâima emniyet altındadır. Çünkü
O'nu koruyan büyük ve manevî bir bekçi vardır. Hem de o bekçi burası'nın «bir
zaman gelecek Ankara payitaht (başkent) olacaktır» müjdesini veren bekçidir.
Tıpkı İstanbul'un bir gün gelip mutlaka BizanslIlardan alınıp Müslümanların
olacağını bildiren müjde gibi.
İşte, Ankara en
azından beş asırdır bu müjdeyi beklemiş, bu manevî özleyişin hayali içerisinde
her yıl yerini bir yenisine bırakan ihtiyar tarihin zaman bölümünü gösteren
şifrelerinden 1923 rakamına gelmiş çatmış ve böylece de AnkaralIların büyük
hami koruyucuları Hacı Bayram Veli'nin kerameti gerçekleşmiş ve Ankara başkent
olmuş.
Gerçekten
Anadolu'nun bozkırları üzerinde sinesini sonsuzluğun ufuklarına açmış ebedî bir
bekleyiş içerisinde imiş hissini veren bu şehir, gerek Cumhuriyetten sonra, gerekse
çok eski yüzyıllardan beri Türk toplu-munun siyasî hayatında değer ve öneminden
daima söz edilen ve hakkında birçok efsâneler söylenegelmiş bulunan saf ve
mütevâzi bir Türk şehridir.
İşte, bir
efsaneler diyarı olan bu şehrin adı etrafında dolaşan rivayetlerin çözüm
noktasına gelmiş bulunuyoruz. Ankara'dan söz açıldığında ilk
·
227) İsi. Ansk. C.
IX. S. 305-306 akla
gelen isim «Hacı Bayram Velisdir. Kimdir bu zat, ne yapmıştır? görelim.
Hacı Bayram
Veli kendi adiyle bilinen Bayramiyye tarikatı'nın kurucusudur. Ankara, ortaçağ
Anadolu'sundaki stratejik durumu yanında, Bayramiyye tarikatının da merkezi
oluşuyla bir kat daha önem kazanmıştı.
Hacı Bayram
Veli, H. 833 (1430) bir rivayete göre H. 753 (1449) tarihinde Ankara'nın
Çubuksuyu kıyısındaki Solfasol (Zü'l-fazl) köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı
Numan olup, şeyhleri ve hocaları O'nun müte-vazî halinden dolayı, aynı zamanda
mürşidi olan Hâmid Aksarayî ile karşılaşmaları da bir Kurban Bayramına
rastladığı için «Bayram» adını vermişlerdir. (228)
O'na bu adı
vermiş olan şeyhi «Emir Buharî» (Bursa'daki Emir Sul-tanjdir ki, Hacı Bayram
Veli'nin Osmanlı siyasî hayatı üzerindeki nüfuzu, esasen şeyhi Emir Sultan'ın
Yıldırım Bayezit'le olan münasebetlerinden ileri gelmektedir. (229)
Tarikatların
Türk toplumu üzerindeki siyasî ve sosyal fonksiyonlarından söz ederken Hacı
Bayram Veli bütün yan mülahazaların dışında özel olarak düşünülmelidir. Çünkü
O, henüz kuruluş döneminde bulunan istikbâlin cihangir bir imparatorluğuna
namzet durumdaki Osmanh devleti Padişahlarından Sultan II. Murat'ın düşünce
hayatına tesir etmekle, devletin var olma ve yok olma meselelerinin söz konusu
olduğu devirlerde bile, Hü-kümdâr'ın dikkatinin maddî hayattan manevî hayata
çevrilmesine sebep olmuş ve ondört yaşındaki bir çocuğa devletin bütün yükünü
bırakarak inzivaya çekilme ve devleti manevî güçle idare edebileceği inancını
devrin en büyük hükümdarına vermeğe muvaffak olmuş bir Velidir.
Halbuki tarihî
gerçeklerin ışığı altında tasavvufî düşünce ve pratik hayat anlayışını ele
aldığımızda görüleceği gibi, gerek hususî hayatında, gerekse devlet erkânıyla
olan siyasî ilişkilerinde Hacı Bayram Veli'yi, maneviyata aşırı düşkün mistik
bir mutasavvıf olmaktan çok, hayatın pratik ve aktüalitik realitesine kolayca
intibak edebilen, popüler, dünyayı asla ihmal etmeyen, hatta bütün müridlerini
son derece disiplinli bir şekilde çalışmağa ve hayat mücadelesine alıştıran,
gününün büyük bir kısmını tarlada, bağda, bahçede çalışarak geçirip zamanında
işini, zamanında da ibadetini muntazam, plânlı ve disiplinli bir şekilde
geçirmeyi ve değerlendirmeyi daima prensip edinmiş bulunan bir hayat adamı
olarak görüyoruz. (230)
Hacı Bayram
Veli yaşadığı devrin gerektirdiği şekilde öğrenimini tamamladıktan sonra Ankara
ve Bursa'da Kadılık, Kayseri'de de Müderris-
·
228)
Ş. Sami Kaamusu’l - A’lâm C. II. S. 1428 vd.
·
229)
Ş. Sami KaamusuT-A’lâm C. 2. 1428
·
230)
Bu konudaki teferruata ileride II. Murat ve Hacı Bayram Veli
münasebetleri oahsinde tekrar döneceğiz.
lik yapmış
olup, Bursa'da iken Emir Sultan'ia, Kayseri'de de Şeyh Hâmîd Aksarayî ile
tanışmıştır. Şeyhi Hâmîd Aksarayî'den manevî feyzi aldıktan sonra Ankara'ya
dönerek vaz ve irşada başlamıştır. Kendi idaresini tarlasına ektiği burçak ve
bazı tahıllarla temin eder, zenginlerden toplanan para ile de yoksulların ihtiyaçlarını
giderir, böylece islâmda zekât müessese-sini amacına uygun bir şekilde tatbike
çalışırdı.
SULTAN VE ŞEYH
Bir kapıda
Akçakoca padişah Elinde burçak sakalı nur nur Bir kapıda Yunus Emre'm oturur
Bilesiz bu benim Anadolu'mdur.
Dediler kim
gelecektir iki er Biri Sultan, biri şeyh-i ekber Biri Sultan kılığında derviş
Biri derviş kılığında sultan Biri devlet kuran işçi Biri millet, biri devlet
Maksudumuz
nefes değil Sesinden özge ses değil Keramet bir heves değil Ululuğun hikmetini
Sınadık erenler sınadık Haram su ile yunanı (1) Kınadık erenler kınadık.
Hacı Bektaş-ı Veli
Hayatında
birçok kereler siyasî hasımlafi'nın iftiralarına maruz kaldığı halde, doğruluk,
samimiyet ve kerametleriyle hepsini mahcup ve mağlup etmiş, sınırlı ömrünü
etrafına mânevî feyz ve hayat enerjisi vermekle /doldurduktan sonra H. 833
tarihinde Ankara'da vefat etmiş ve halen kendi adiyle bilinen Camiinin
yanındaki türbesine gömülmüştür. Kendisinden sonra Bayramiyye tarikatı altı
tane kola ayrılmıştır ki, bunlar üzerinde durmayacağız.
1) Yıkanan
elemektir.
Hacı Bayram
Veli, irşadlarınm bazılarını manzumeler halinde söylediği rivayet olunur ki,
şiirlerinden bir kısmı zamanımıza kadar gelmiştir.
«Çalabrm bir
şâr yaratmış iki cihân aresinde Bakıcak didâr görünür ol şârın kenaresinde»
Ankaravi'den
rivayet olunan bir başka şiir de şöyledir:
«Bilmek
istersen seni Geç canından bul ânı Kim bildi ef'âlini Anda gördü zâtını
Kim ki hayrete
vardı Tevhid'i zatı buldu Bayram özünü bildi Bulan o kendi oldu
Türbesinin başındaki
kitabede ise şu ibare yazılıdır:
Şark'u garba
nûru olmuş münceli
Hissemend'i
feyzidir Anadoli
Râh'ı irfânı
küşâde eylemiş
Hazret'i el -
Hâc Bayram Veli (231)
Kısaca gönlünü
Türklüğün ve Anadolu'nun sevgisiyle doldurmuş bulunan Hacı Bayram Veli'nin
hayat hikâyesi. O'nun kerametleri ve tesirlerini ileride göreceğiz. Şimdi
tarikatlarda ortaklaşa bulunan temel kuralları görelim bir nebzecik de.
TARİKATLARDA USÛL'Ü AŞERE (ON TEMEL
KURAL)
Her tarikatın
kendine mahsus birtakım âdap ve prensipleri olmakla beraber, aslında birer ruhî
eğitim müesseseler! olan tarikatların ortaklaşa uyguladıkları kurallar da
vardır ki, büyük tarikatlardan Kübreviyye tarikatının kurucusu da bulunan büyük
mutasavvıf ve şeyh «Necmüddin. Kübra» bu ortaklaşa kuralları şöyle sıralamıştır:
1. Tevbe
4. Kanaat
·
2.
Zühd
o 5. Uzlet
o 6. Zikir
·
3.
Tevekkül
·
231) Daha fazla
bilgi .için I. Ansk. C. II. S. 423-426
·
7.
Tamamıyle Hakk'a dönmek
9.
Murakabe
10.
Rıza
·
8.
Sabır
Bazı tarikatlardaki
küçük nüans farklarını ve şeyhlerin kerametlerini daha iyi anlayabilmek için
şimdi bu kuralları ana hatlarıyle kısaca açıklayalım:
·
1
— Tevbe : Tarikata
intisap etmek (girmek) isteyen kişinin her şeyden önce bütün günahlarından
sıyrılması, arınması gerekir. Nasıl kirleri temizlenmemiş olan bir kabın
üzerine vurulacak kalay tutmazsa, günahlarından tevbe yoluyle arınmamış olan
kişinin de tarikata girip mânevî nimetlerden yararlanması mümkün olamaz. Bu
mânevî temizlenme işi; bir kimsenin insan olması gereği Allah'a, peygambere ve
öteki insanlara karşı sorumlu bulunduğu kulluk ödevlerinde noksanlıklar
bırakmış ise, bunlara tevbe ederek yerine getirmek üzere bir daha yenilememeye
Allah'a söz vermesi demektir. (232)
Bir tarikata
girecek kimsenin tevbeyi tam bir samimiyetle yerine getirmesi gereklidir. Aksi
halde durum tarikat Şeyhine malûm olduğundan, samimî olmayan bir kimsenin
tevbesi kabul olmayacağı gibi hiç bir zaman tarikata da alınmaz.
·
2
— Zühd: Tarikatta
tevbeden sonra gelen ikinci basamaktır. Bu, her türlü abes (boş, mânevî faydası
olmayan) şeylerden sakınmak üzere kuvvetli bir irade eğitimi sonucu kazanılan
başarıdır. (233)
·
3
— Tevekkül : Günlük hayatta
çoğu zaman kısır tartışmalara ve çeşitli yorumlamalara sebep olan tevekkül,
sosyal fonksiyon açısından tarikatlar için de özellikle son derece önemlidir,
islâmdaki tevekkül anlayışı, her işte bütün sebepleri yerine getirerek gerekli
tedbirler de alındıktan sonra Hakk'tan gelecek tecelliye boyun eğmektir. Yani,
görelim mevlâ neyler, neylerse güzel eyler şeklinde tevekkül bir nevi
tedbirsizlik anlamında düşünülmemelidir. Nitekim İslâm'ın peygamberi Hz.
Muhammed (S.A.) ziyaretine gelen bir misafirine deven nerede diye sorar, o da
dışarıda diye cevap verir, bağladın mı? diye tekrar sorunca, misafir; Allah
korur der. is-lâmm peygamberi git deveni bağla da Allah'tan korumasını öyle
bekle buyurur ve ilâve ederek; tevekkül, deveyi bağladıktan sonra Hakk'a
bağlanmaktır, der. (234)
Tevekkül'ün
tasavvuf ve tarikattaki anlamı da bundan farklı değildir. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de «Allah'a güvenene Allah kâfidir» (235) anla-
·
232)
İ. Hakkı Bursevi Şerh'i Usûlü’l - Aşere S. 11-13
·
233)
Zühd'ün muhtelif tarifleri olup, en meşhur olanı: Zühd dünyaya ait olana
sevinmemek, elden gidince de üzülmemektir. Böyle hareket edebilene ise zâhit
denir. Risale 0 * Kuşeyri (Prof. T. Yazıcı tere.) S. 229 - 231 vd.
·
234)
Bu rivayetin muhtevası için Bk. Risâle El - Kuşeyri Tere. S. 306 -307
·
235)
Kur'an-ı Kerim Talak süresi ayet 3.
mındaki hükme
uygun bir tevekkül bütün İslâm düşüncesinde hâkimdir. İslâm dünyasının ünlü
mutasavvıflarından İbn Ata'dan, tevekkül nedir? dn ye sorulduğunda şöyle cevap
verir: Kendisine şiddetle muhtaç olduğun sebeplere eğilme sende gözükmemeli ve
sebep üzerinde durmanla beraber, Yüce Allah'a meyletmekten kaybolmayasın, dedi.
(236)
·
4
— Kanaat: Kanaat, belki
de tarikatlardaki ortaklaşa prensip ve disiplin örneklerinin en önemlilerinden
biridir. Çünkü tarikatlarda nefis terbiyesi ve nefisle mücadele'nin en iyi
şekli kanaattir.
Fakat
tevekkülde olduğu gibi kanaat da çoğu zaman yanlış anlaşılmaktadır. islâmda
kanaat kısaca şu anlamdadır: Kanaat çalışıp çabalayarak bütün cehdini
sarfettikten sonra eline geçene razı olmaktır. Kur'an-ı Ke-rim'de «Cenabı Hakk
herkesin erzakını birer sebebe bağlayarak taksim etmiştir» anlamındaki emir,
her kimsenin eline geçecek mükâfat ve kazancın bir emek karşılığı olduğuna da
işaret edilen bir başka hükümle kanaat konusu da açığa kavuşmaktadır. (237)
Yukarıda
işaret edildiği gibi tarikatta kanaat nefsi mağlup etmek için en müessir bir
silâh olarak kullanılmaktadır. Çünkü kalb, beşerî arzulardan uzaklaşıp, gaybet
ve huzur derecesine yükselmek için, dolayısıyle bedenin içindeki dünyaya ait
duygulardan ve isteklerden de sıyrılabilmek için mutlaka az yemek, az içmek, az
uyumak kısaca dünyaya ait bütün istek ve arzulara karşı amansız bir savaş açmak
zorundadır. Kuşeyrî'deki bir rivayete göre kanaat alışılanların yokluğu yanında
huzurdan ibarettir. (238)
El -
Kuşeyri'den bir başka rivayete göre ünlü mutasavvıf Ebû Hazım'-dan sormuşlar,
kanaat nedir diye. O, şöyle cevap vermiş. Kanaat: halkın içinde halka yardım
bakımından en çok ve azık bakımından en az olanıdır». (239) Davut peygambere
inen kutsal kitap Zebur'da da «Aç olsa da kanaat eden zengindir» hükmü
bulunduğu rivayet edilmektedir. (240)
·
5
— Uzlet : Tarikatlardaki
ortaklaşa prensiplerin en tipik olanıdır. Kişi'nin halktan uzaklaşıp bir köşeye
çekilerek ibadet ve zikirle meşgul olması demektir. Kelimenin basit şekliyle
anlamı bu olmakla beraber, bu hep aynı şekilde yorumlanmamalıdır. Nitekim bir
tarikat lideri de halkın arasında bulunmak, halka faydalı olmakla sorumludur.
Belki bir mutasavvıf için uzlet, iş zamanlarının haricinde vaktini boş şeylerle
geçirmeyip zikirle meşgûl olmak ve gerek kendisi için, gerekse başka insanlar
için faydalı olacak şeylerle meşgûl olmak anlamına kullanılmalıdır, bu kavram.
·
236)
Risâle El-Kuşeyri (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 305-307.
·
237)
Kur'an-ı Kerim Zuhruf süresi ayet 32, Necm süresi ayet 39.
·
238)
Risâle EI-lKuşeyri (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 301.
·
239)
Aynı eser S. 301.
·
240)
Aynı eser S. 301.
Yoksa herkes
halktan uzaklaşıp, bir köşeye çekilecek olursa toplumun hali ne olacaktır?
Tabii olarak bir mutasavvıf, bir tarikat şeyhi için de bu söz konusudur.
Nitekim hayatlarından bazı örnekler gördüğümüz büyük veliler, Hacı Bayram Veli
ve daha başkaları, bir halk adamı olarak halkın içe^-risine karışmışlar,
çalışmışlar, kazançlarını temin etmişler, başkalarına yük olmamışlardır.
Şu kadar ki,
bir mutasavvıfın hali elbette bir sıradan kişiden farklı olacaktır. Çünkü en
azından ikisinin dünya görüşleri arasında oldukça büyük farklar vardır. Nitekim
uzlet «yerilen hasletlerden uzaklaşmadır» diye tarif edilmiştir. (241
Tasavvufun nazarında ârif, halk ile beraber olup, sırrı ile halktan ayrılan
kişidir.
·
6
— Zikir : Bütün
tarikatlarda ortaklaşa bulunan kurallardan ilk akla gelenidir. Zikir, sadece
tarikat dilinde değil, İslâm dininin genel emirleri arasında da üzerinde önemle
durulmuş bulunan bir husustur. Nitekim Kur'-an-ı Kerim'de «Beni zikrediniz ki,
ben de size verdiğim nimetlerimi arttırmak suretiyle sizi zikredeyim (242)
anlamındaki emir, Müslümanların dikkatini çok çekmiş bulunmaktadır. Bu anlamda
zikir, Allah'ı daima hatırlamak ve verdiği sayısız azıkları hatırlayarak
karşılığında şükre hazırlanmaktır.
Tarikatta asıl
amaç ise, aslında Allah'a yaklaşmaktır. Bu itibarla Allah'a yaklaşmak isteyen
bir mutasavvıf ve mürid için zikir, en önemli bir araç durumundadır. Esasen
Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerlerinde insanların türlü hallerinde zikri ihmal
etmemeleri hatırlatılmaktadır. Nitekim bir başka ayette (243) «Unuttuğun zaman
rabbini zikret», Âli imrân sûresi 191. ayetinde ise «Ayakta, otururken ve
yattıkları zaman Hak'kı ananlar, yerin ve göğün sebebi hilkatini (yaratılış
sebebini) düşünerek ya Rabbi! görülüyor ki sen bunları boş yere yaratmadın,
hepsinin muhakkak sebepleri vardır? Biz hata edersek, sen bizi azaptan koru»
(244) anlamındaki emirde de sarahaten (açıkça) görülüyor ki, zikir sonsuz
kudretini düşünerek Allah'ı anmaktır. Yoksa hiç bir fikre dayanmadan, ne yaptığını
bilmeden «esmâi hüsnâ»yı çekmek Kur'an-ı Kerim'deki zikirle ilgili hükümlere
uygun düşmez.
işte, bir
talib'in müridliğe kabul olunduğu zaman şeyhi tarafından kendisine usûlüne göre
vereceği ilk ödev'in sayılı bir miktarda zikir ve teşbih olması'ntn sebebi de
zikre olan ihtiyacın açık bir delilidir. (245)
·
7
— Tamamiyle Hak'ka yöneliş : Tarikatta
esas amaç, kişi'nin bütün dünyevi (dünyaya ait) arzu ve isteklerden
sıyrılarak bütün benliğiyle Al-
·
241)
Aynı eser S. 209-211.
·
242)
Kur’an-ı Kerim Bakara sûresi ayet 152.
·
243)
Kur'an-ı Kerim Kehf sûresi ayet 24.
·
244)
Kur’an-ı Kerim Âli İmran sûresi ayet 191.
·
245)
Tarikata ilk defa girmek isteyen bir talib'e, şeyhi'nin vereceği zikir
ödevi ve diğer nasihatlar hakkındaki bilgiler ileride görülecektir. (Bk. Tarikatlarda
dereceler bahsi).
lah'a
yönelmesi, bir başka deyimle kendisini Allah'a adamasıdır. Böylece kişi,
kalbinde Allah sevgisinden başka ne varsa hepsini atmış olacaktır. Bu ise
Allah'dan başka hiç bir kimseye ümit bağlamamakla mümkün olabilmektedir. Nitekim
bunu bir tasavvuf şairi şöyle ifade eder:
«Ahenden olsa
da feleğin çek kemânını Çekme cihanda siflelerin imtihanını.»
Anlamı : Eğer
feleğin yayı demirden de olsa O'nu bükmeğe gayret et, yani hayatın
zorluklarına, acılıklarına göğüs ger, yeter ki bu cihanda alçakların (Allah
muhabbetinden yoksun olanların) minnetini çekme.
Bu şekilde bir
ruh terbiyesi almış olan kimse, ilm e)-yakîn, ayn el-ya-kîn ve hakk el-yakîn
mertebelerine ulaşabilir. Bu ifadeler açık olarak bilinen eşyaya ait olarak
kullanılır. Şu kadar ki ilmü'l-yakin burhan (delil) yolu, aynu'l-yakîn açıklama
yolu, hakku'l-yakîn ise bizzat görme ile elde edilen bilgi olup bu üçüncü
mertebe ancak marifet sahiplerine mahsustur. (246)
·
8
— Sabır : Sabır, belki
de bütün din ve inanç sistemlerinde en önemli yeri işgal eden bir deyimdir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de yüz üç yerde (247) çeşitli vezinlerle geçen sabır
kelimesine Allah, özellikle insanların dikkatlerini çekmektedir. Bunlardan bir
tanesi «Allah sabredenlerle beraberdir» (248) anlamındadır ki, zaten insan için
en son amaç Allah'la beraber olabilmek olduğuna göre bu müjde kâfi gelmektedir.
İslâm
peygamberi Hz. Muhammed'de «Sabır müminin silâhıdır», «Sabreden kurtuluşa
erer.» (249) gibi sözleriyle sabrın önemine işaret etmişlerdir.
Şu kadar ki
İslâm'ın anladığı sabır, aczle, meskenetle, ihmalkârlık, korkaklık, her türlü
hakarete tahammül göstermek şeklinde anlaşılmamalıdır. Tam tersine İslâm'ın
ruhuna uygun ve teşvik ettiği sabır, insanlık şeref ve haysiyetini lekeleyecek
olan zararlı tehlikelere karşı girişilecek her türlü mücadelede karşılaşılacak
olan güçlüklere göğüs germek ve bu yolda her türlü mahrumiyete katlanmak
demektir.
Tasavvufta
sabır, «Şehevat'ı nefs (nefsin arzuları)e sabır yolu ile karşı koymak, nefsin
hoşlandıklarını terk etmekte ısrar etmektir.» (250)
·
246)
Risâle El - Kuşeyri (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 184.
·
247)
A. F. Yavuz Kur’an-ı Kerim ve meali âlisi Bakara sûresi 45, 153.
·
248)
Bakara sûresi âyet 153..
·
249)
İslâm tasavvufunda sabr’rn önem ve mahiyeti hakkında fazla bilgi Bk.
El-Ku-şeyrî Ter. S. 339-348.
·
250)
Necmüddin Kubra, Şerh'ü usûli'l - Aşere (Ter. İ. H. Bursevî) S. 67.
El-Kuşeyrî'den
bir rivayete göre, büyük mutasavvıf Cüneyd-e sabır nedir? diye sormuşlar O da: «Sabır,
yüzü ekşitmeden, acıyı yudumiamak-dır» diye cevap vermiştir. (251)
Yine
El-Kuşeyrî',n.in bir başka rivayetine göre Ali B. Ebî Talib (R.A.) «Cesedde baş
ne ise, îmanda da sabır O'dur» demiştir. (252)
Büyük Sofi
Zu'n-Nûn Mısrî'den sabır nedir diye sorulmuş. O da: «Sabır, karşı gelmelerden
uzaklaşmak ve belâ demir leblebilerini yutarken ses çıkarmamaktır» diye cevap
vermiştir. (253)
·
9
— Murakabe : Murakabe,
nefsi kontrol etmek demektir. Bu niçin ve nasıl olacaktır? kişinin dünya ve
ahirete ait olan işlerini bitirdiği zaman, yaptığı işlerin iyi veya fenalığını
düşünüp iyi işler yaptığı zaman şükür, kötü, hareketlerde bulunduğu zaman da
tevbe etmek süratiyle, kötü olanları tekrarlamaktan kendini koruması için
kişinin Allah'a dua etmesidir.
iâte asıl
amacı nefse ait arzularla mücadele etmek olan tarikatta, murakabe çok
önemlidir. Bu anlamda murakabe nefisle mücadelenin bir nevi bilançosudur.
Tarikattaki
inanca göre kişinin, her günü sonunda murakabenin yapılması zorunludur. Aksi
halde murakabesiz geçen günün ertesi günü insan gaflet perdesi arkasında kalır
ve böylece de hakikatten nasibini alamaz. (254)
·
10
— Rıza: Tasavvuf ve
tarikatta bu makam en son mertebedir. Hakk'a vasıl olmak için öteki dokuz tane
basamağın aşılarak rızayı kazanma derecesine ulaşmak gerekir. Bu hale gelmiş
kişi artık Allah'tan her ne zuhur ederse içinden O'na boyun eğecektir. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de «Her şeyin bir sebebi vardır» (255) anlamındaki âyetteki
hikmeti anlamaya çalışacaktır, rıza mertebesine ulaşabilmiş kişi.
Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de bütün öteki kurallar için olduğu gibi sabır ve rıza için, de,
beşeriyetin kıyamete kadar ibret dersi almaları için Hızır ile Musa kıssası
bildirilmiştir. (256)
·
251)
Risale EhıKuşeyrî (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 340.
·
252)
Aynı eser S. 340.
·
253)
Aynı eser S. 340.
·
254)
M. İz Tasavvuf S. 110.
·
255)
Kur’an-ı Kerim Kehf sûresi âyet 84.
·
256)
Kur’an-i Kerim Kehf sûresi 2 âyet 60-82 arasında bildirilen kıssa: Musa
peygamber Hızır ile iki denizin birleşeceği yerde buluşacaktı. Musa yanındaki
adamına, zenbile tuzlanmış bir balık koymasını tambihlemişti. Onlar sahraya
vardıklarında balık dirilmiş, denize giderek kaybolmuştu ki, burası
buluşacakları yeri bildiren parola’nın açıklandığı yerdi. Fazla bilgi için Bk.
Kehf H. B. Çantay Kur’an-ı Hâkim ve meâii kerim C. II. 544-547.
TARİKATLARDA DERECELER
Şimdi bir de
tarikatlarda terbiye kuralları ve kerametlere geçmeden önce, dereceleri
görelim.
Tarikatlarda
derece bakımından küçükten büyüğe doğru bir sınıflandırma yapılacak olursa,
bünyesinde binlerce hatta milyonlarca insanı toplayıp, mükemmel şekilde
disiplinin sağlanışını temin eden şu dört dereceyi görüyoruz.
·
1
— Talib : Herhangi bir
tarikata girmek isteyen kişidir ki, hüviyeti ciddî bir şekilde tetkik edilerek
ehil olup olmadığına şeyh tarafından karar verilir. Tarikata alınmasında bir
sakınca görülmediği takdirde, tarikatın en yetkilisi olan şeyh tarafından kabul
işareti verilerek, tâlip böylece mürid olma hakkını kazanır.
·
2
— Mürid : Tarikata girmeğe aday yani namzed olduğu şeyh tarafından uygun
görülmüş olan kişidir.
·
3
— Sâlik: Müridin, şeyhi
tarafından gösterilen şekilde tarikat'ın usul ve adabını öğrenip, seyr'ü-sülûk
(tarikatın usullerini tatbik edebilme) e (üstün vasıflara sahip olma derecesine
gelmesidir.
·
4
— Vasıl : Tâlip için en son aşama'dır. Bu basamağa «Mevt'i - iradî» de
deniyor ki, ölümden önce ölmek diye ifade edilebilir. Bu ölüm, hakikî mânâda
olmayıp, insanı nefs'in isteklerine zorlayan iradeden ölü gibi sıyrılıp, Hakk'a
tam olarak teslim olmak demektir. Bu durumdaki kişi, yalnız Onun dediğini
yapacak, her çeşit geçici heveslere ve nefs'in isteklerine karşı koyacaktır.
Ancak bu sayededir ki, şeyhinden zuhur eden kerametleri anlayabilsin ve kendisi
de o mertebeye yükselebilsin.
Nitekim büyük
sofilerden İbrahim b. Ethem'den Kuşeyri'nin bir rivayetine göre bu zat demiş
ki: insan salih kişiler (kalb gözü açık) derecesine ancak şu altı sarp yolu
aştıktan sonra ulaşabilir: 1. Nimet kapısını kapayıp şiddet ve sıkıntı kapısını
açmak, 2. İzzet kapısını kapayıp zillet kapısını açmak, 3. Rahat kapısını
kapayıp çalışıp didinme kapısını açmak, 4. Uyku kapısını kapayıp uyumamak
kapısını açmak, 5. Zengin olma hırsı kapısını kapayıp fakirlik kapısını açmak,
6. Emel (arzu) kapısını kapayıp ölüme hazırlık kapısını açmak. (257)
TARİKATLARDA ÂDAP VE TERBİYE
KURALLARI
Bütün
tarikatlarda göze çarpan en önemli özelliklerden birisi de hiç şüphesiz âdâp ve
terbiye kurallarıdır. Küçük çapta da olsa bazı farklılıklar
·
257)
Risâle ENKuşeyrî (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 203-204.
·
258)
i. Hakkı Bursevî Sûfiyye istilâhları S. 3S vd.
·
259)
Aynı eser S. 34 vd.
bulunmakla
beraber, genellikle bütün tarikatlar terbiye ve disiplin prensiplerini şu
kurallara bağlamışlardır. Sırasıyle görelim:
·
1
— Şeyh'e biat: Herhangi bir tarikata girmek isteyen talip her şeyden önce o
tarikatın şeyhine «inâbe» etmesi (şeyh'in önünde eğilmesi ve teslim olması
lâzımdır. Buna muahede (sözleşme) de derler.
Bu muahede'nin
özeti şöyledir: Mürid, şeyhine yalan söylemeyeceğine, gıybet etmeyeceğine,
iftirada bulunmayacağına, kimsenin ayıp ve kusurlarım araştırmayacağına,
namazını vaktinde kılacağına, mâlâyani (boş sözler) den vaz geçip işi ve
gücüyle meşgul olurken kalble de zikirden fariğ olmaya (geri kal maya) cağına,
az yiyip az uyuyacağına, nefs'i emmâre (dünyaya ait aşırı arzular) nin hilâfına
hareket edeceğine ve kendisinden hiç bir varlık görmeden tam bir teslimiyette
bulunacağına dair söz vermesi demektir. (258)
·
2
— Sülük: Mürid'in şeyhine intisap ettikten sonra başlayan ilk saf-ha'dır. Büyük
mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevî sülük halini tarif ederken şöyle der: Sülük,
cehilden ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçerek Hakk'ın
varlığına doğru ilerleyen bir harekettir. (259)
Büyük
mutasavvıf ve İslâm filozofu Muhyiddin İbnü'l-Arabi (560-638 H.) ise sülük tabirini
şöyle ifadelendirir: Sâlik, makamâta ilmiyle değil, hal ile giden kimse'dir.
(260)
Görüldüğü gibi
mânevîyat yolculuğuna çıkmış bulunan bir mürid bu yolda ilerledikçe her geçen
gün biraz daha hakikate doğru yaklaşmış oluyor ki, tarikatın asıl amacı bu
sayede fani varlıktan sıyrılarak Hakk'a doğru mesafe ilerledikçe, kişinin
hakikati görmesine mâni olan perde çekilmekte ve insan böylece «Fenâfillâh»
sırrına ermektedir.
·
3
— Âyin ve sema: Tarikatlarda âyin, âdet, usul, zinet kaanun ve dinî merasim
anlamlarına gelir. Âyin kelimesi diğer bazı kelimelerle terkip haline
getirilerek başka anlamlarda da kullanılmaktadır. Nitekim şehrâyin, âyin-i
sükvâri, âyin-i cem, âyin-i ehlullah gibi. (261)
Sosyolojik
araştırmalar, özellikle din sosyolojisi açısından tarihî gelişim içinde ele
alındığında, toplumlardaki dinî hayatın evrimleşmesine paralel olarak «âyin»
adı verilen türlü şekillerdeki dinî törenleri çok eski top-lumlara kadar
indirmek mümkündür. Nitekim totemizm, fetişizm, Anamizm, Naturizm vb. gibi en
eski dinlerde de tanrılar adına kurbanlar kesmek, to-tem'in cinsini çoğaltmak
veya neslini yaşatmak için sene'nin belirli mevsimlerinde âyinler
tertiplendiği, öte yandan eski Türklerde verilen yuğ ve
·
260)
M. Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye adlı ünlü eserinde tasavvuf! fikirleri
arasında sülük halini de yukarıdaki şekilde izah eder. 1. A. C. VIII. S. 533
vd. M. Arabî maddesi.
·
261)
T. î. Ansk C. I. S. 676 vd.
şölenler ve
yine eski Yunan'daki Baküs âyinleri ve benzerleri ile daha birçok örnekler
zikretmek mümkündür. (262)
Yukarıda
verilen genel örneklerin yanında bu kadar derin bir anlamı bulunan âyin
kelimesi tarikat için kullanıldığında, tarikat mensupları'nın tekkelerde icra
ettikleri bir nevi zikir şeklidir. (263)
İslâm
fakihleri ise âyin kelimesini kabul etmeyerek bunun yerine «ic-rây'ı zikrullah»
tabirinin kullanılmasını caiz görmüşlerse de, tekkelerde yapılan bu tür
zikirlere âyin demek bir âdet olagelmiştir.
Şu kadar ki,
çeşitli tarikatlar yaptıkları âyinlere bu genel tabirin dışında başka başka
isimler vermişlerdir ki, Mevlevîlerin âyinlerine «semâ», Kâdirîlerinkine
«Devrân», Rifâîler ve Sadîlerin âyinlerine «Zikr-i kıyam», Halvetîlerde «Darb'ı
semâ», Nakşıbendîler de ise «Hatm-i hâcegân» gibi isimler verilirdi. (264)
Tarikatlardaki
terbiye kuralları hakkında bir fikir sahibi olmak için, bunlardan sadece
Mevlevi âyinlerinden biraz söz etmemiz gerekmektedir. Esasen âyin denildiğinde
Türkler arasında Mevevlîliği hatırlamayan hemen yok gibidir!..
Semâ halinde
yapılan Mevlevi âyinleri, daha çok aristokratik bir hüviyete sahip bulunan bu
tarikatta son derece cazip (ilginç) bulunduğundan özellikle OsmanlI
imparatorluğu zamanında birçok devlet adamlarıyle, aristokratik sınıfı yakından
ilgilendirmiştir. Nitekim OsmanlI padişahlarının ilk tahta çıkışlarında yapılan
kılıç kuşanma törenlerinin Konya Mevlevihanesi postnişîn-i Çelebi Efendi
tarafından yapılışı bu hususun en açık bir delilidir. (265)
Mevlevî
âyinleri tekkelerin semâhane denen, ortası cilâlı düz bir döşeme ile kaplı
bulunan meydan, etrafı parmaklıklarla ayrılmış sofalar ve onlar üzerinde
mahfiller bulunan çeşitli motiflerle işlenmiş yerlerde yapılırdı.
Mevlevîlikte
terbiye âdâp kurallarının en çok dikkat edildiği safha âyinden önceki hazırlık
safhasıdır. Bu sırada âyinden önce cemaatle namaz kılınır, bilâhare herkes
yerini alır ve sema başlamak üzere huşû (derin bir sessizlik) içinde şeyh
efendinin zuhuru (çıkışı) beklenir. (266)
Mevlevî
dervişleri «tennûre» denilen bellerinde «elif-lâm» dedikleri kuşak, arkalarına
da mintan giymiş olarak, üzerine ise gül deste denilen kolsuz ve yakasız ceket,
başlarına da «sikke» denen keçeden yapılmış uzun
·
262)
E. Dürkheim Les Formes Elementaires de la vie Religieuse (Çev. H. Cahit
Yalçın) C. I. S. 27-54.
·
263)
A. Gölpınarlı Mevlevî âdâb ve erkânı S. 48 vd.
·
264)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 64.
·
265)
A. Gölpınarlı Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 367-389.
·
266)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 375-377.
Dal
sikke
ve sivri
külâh'ı giyerek, üzerlerine de derviş hırkasını almış oldukları halde çıplak ayak
ile semâhane'nin etrafına dizilip ayak üzerinde sistemli bir şekilde dururlar
ki, bu sırada mutrib de hazır vaziyettedir. (267)
Hazırlıklar
böylece kemali dikkat ve itina ile tamamlandıktan sonra şeyh efendi semâhane
kapısından görünür, meydana çıkarak ve etrafına selâm vererek yerine doğru
ilerler, semâzenbaşı bu arada selâma mukabe*
·
267) A. Gölpınarlı
Aynı eser S. 367-389.
lede bulunur.
Şeyh postuna oturunca etrafındaki dervişler de diz çöküp oturarak yeri öperler.
Bu esnada ortalığı derin bir sessizlik kaplar, bir iki dakikalık sessizliği,
mutrib'in manzume'yi yavaş yavaş ahenkle okumaya başlaması açar. Bu durumda
okunan beste rast makamındadır. Neyzân, Ku-dûm-zen, nât-hân, âyin-hândan
meydana gelen «Mutrıp» buna yön verir.
Nât okunduktan
sonra o gün hangi âyin yapılacaksa, o'nun bestesi olan makamdan Nây-zen başı
bir taksim geçer. Bu taksim o derece içlidir ki, herkes tamamen masivadan uzak
ve dünyevî arzulardan kurtulup mânevî ve ruhî hazları duymaya çalışır.
Gerçekten hislere tercüman olan tatlı nâmeler kalblere derin bir huzur ve sükûn
verir.
Taksim
bittikten sonra semâzenler aynı tempo ile ellerini yere vurarak semâa
kalkarlar. Kudümler usulüne göre vurulmaya, Neyler, hangi âyin okunacaksa onun
makamının peşrevini çalmaya başlarlar.
Semâzenler kollarını
çapraz şekilde omuzlarına bağlayıp, şeyh'in başını eğerek verdiği selâma aynı
şekilde eğilerek karşılık verirler.
Böylece selâm
görevi ifa edildikten sonra semâzen başı, yüzü şeyhe dönük olduğu halde üç adım
geri çekilir. Semâzenler de sıra ile bu açıklığa gelerek şeyh'in elini öpüp
semâa başlarlar. Semâzen başı semâ devam ettiği müddetçe semâzenlerin arasında
dolaşır, bu arada mihverlerinin bo-zulmamasına dikkat eder.
Selâm
merasiminin bitimi olan dördüncü selâm'ın semâma bizzat şeyh ve varsa öteki misafir
şeyhler de girerler, böylece dördüncü selâmın sonunda artık mutrıp susar, semâ
biter ve semâzenler huşû içinde yerlerine otururlar. (268)
Daha sonra
mutrip mahallinde aşr'ı şerif okunur, (269) aşrı şerifi müteakip de fatiha
sûresi okunarak duahan dede şeyh'in huzurunda dua yapar ve hep bir ağızdan
«Huuuu...» diyerek âyine son verilir.
Öteki
tarikatların âyin şekillerinde de terbiye kuralları azamî titizlikle uygulanır.
Şimdi ana hatlarıyle büyük tarikatlardan bir iki tanesini daha -görelim.
Devran: Yukarıda
da işaret edildiği gibi Kadirî tarikatının âyin şeklidir. Âyine hazırlanan
dervişler burada şeyhlerin huzurunda ayakta dururlar ve ayakta oldukları halde
«Esma'i-ilâhiyye» (Allah'ın isimleri) yi tekrarlayarak birbirlerine sarılmış
vaziyette' devreder (döner)ler. (270)
Zikr'i kıyam:
Rifâ'î Sa'dilerin âyinleri olduğunu söylemiştik. Burada da semâhane toplanan
dervişler ayakta oldukları halde ve dalga dedikleri
268} A.
Gölpınarlı Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 367-389.
·
269)
Aşr’ı şerif: Kur'an-ı Kerim’den okunan iki durak arasındaki kısım olup,
bu duraklar «Ayn» harfi ile başlar ve biter.
·
270)
Kadiriyet tarikatı ve âyin şekilleri hakkında fazla bilgi için Bk. İsi.
Ansk. C. VI. S. 50-54.
şekilde
sallanarak zikir ve tevhid çekerek âyin yapılır, aynı zamanda belinde kılıç
kayışı bağlanmış oldukları halde iki mürid âyin boyunca şeyh'in önünde saygı
ile beklerler. (271)
Halvetîlerin
âyini olduğunu söylediğimiz «Darb-ı esmada da mürid-’er halka halinde oturarak
zikrederler. Zikir esnasında vücudun hareket etmesi masivadan kolaylıkla
sıyrılıp kurtulabilmek için bir vesile olarak kabul edilir. (272)
Nakşibendî
tarikatı'nın kabul ettiği âyin şekli olan Hâcegân, veya Hatm'i Hâcegân'da ise,
müridler şeyh'in huzurunda diz üzerinde oturup ■fikir ve düşüncelerini dünyevî
arzulardan uzaklaştırarak şeyh'e ve dolayı-sıyle asıl amaç olan Hakk'a
yöneltirler. Şeyh'in de iştirakiyle fatiha, ihlâs ve elemneşrah sûreleri
belirli sayıda okunur, bir yandan da değişik usûl tarz ve makamlarda okunan
İlâhiler ve müridlerin şeyhlerinin huzurunda derin bir huşû içinde
durmaları orada bulunan halkı vecd'e getirir ve böylece âyin sona erer. (273)
VAHDETİ VÜCUT
NAZARİYESİ'NİN MAHİYETİ ve TARİKATLARDAKİ ANLAMI
Vahdet'i vücut
nazariyesi, tasavvufta esas amaç, tarikatta ise son hedef ve en ulvî mertebe
olarak kabul edilen bir nazariye'dir.
Vahdet'in özü,
esası olan tevhid, lügatta birlemek, bilmek, şeriatta ise Allah'ın varlığını,
birliğini, kemal sıfatlarla bezenmiş, noksan sıfatlardan da uzak olduğunu, eşi,
benzeri, ortağı bulunmadığını bilmek ve böylece aynı zamanda inanmak demektir.
(274)
Hemen şu
noktayı belirtelim ki, belki yedi asırdan beri İslâm uleması ile meşayih
(tasavvuf ve tarikat ehli) arasında birtakım ihtilâflara yol açan vahdet'i
vücut fikri hakkında esasen ilim dünyasında iki ayrı akım dikkati çekmektedir.
Birincisi:
Vahdet'i vücut fikri'nin Hint'ten, Mısır'dan, Yunan'dan yani eski dinlerden
geçmiş bulunan varlığın mahiyeti veya başlangıcı etrafındaki nazariyelerden
gelişmiş bulunan bir düşünce sistemi;
İkincisi;
Doğrudan doğruya İslâm'daki tasavvuf ehli'nin Kur'an-ı Ke-rim'deki işaretlere
istinaden meydana getirdikleri bir nazariye'dir.
Araştırmamızın
konusu gereği bunlardan ikinci görüş üzerinde
biraz duracağız: Buna göre sûfilerce tevhid'in anlamı, Allah'dan başka bir var
·
271)
İsi. Ansk C. I. S. 202-203.
·
272)
S. Vicdâni Tomarı Turuk-ı Aliyye’den Halvetiyye S. 20 vd.
·
273)
M. İz Tasavvuf S. 131 (Halil Can Beyin notlarından rriervi).
·
274)
A. Gölpınarh. Varidat Ter. S. 55-56 vd.
olan bilmemek,
tanımamak, kabul etmemek ve bütün varlıkları O'nun varlığında yok bilip O'nun
varlığıyle var olmaktır. Bu da önce bilgi, sonra görüş, daha sonra da oluşla
gerçekleşecektir.
işte
tarikattaki sülük yani (mânevî yolculuk) bu bilgi, biliş ve görüş ile bu
anlamdaki oluş'a erebilmek için aşılması gereken mânevî bir yoldur, vahdet'!
vücut. (275)
Tarikatta
tevhid'in üç aşaması vardır:
·
1.
Tevhid'i ef’âl
·
2.
Tevhid'i sıfât
·
3.
Tevhid'i zât
Tevhid'i
ef'âl: Her yapılan işi Allah işi olarak bilip, öyle kabul etmek ve O'nu görüş
ve oluş haline getirmektir.
Tevhid'i sıfât
ise: Bütün sıfatları Allah'ın sıfatları olarak bilmek ve bu bilgiyi görüş ve
oluş haline getirmektir.
Tevhid'i zâte
gelince: Her şey'in izâfî (mutlak olmayan) bir varlığa sahip olduğunu, gerçek
varlığın ancak kâinata mutlak şekilde hâkim bulunan Allah varlığı olduğunu,
diğer bütün varlıkların ancak O'nun varlığında zuhur ettiğini bilmek ve bu
bilgiyi oluşla gerçekleştirmektir. (276)
Vahdet'i vücut
teorisi hakkındaki görüşleri biraz daha incelememiz gerekmektedir. Çünkü, biraz
sonra göreceğimiz gibi tarikatlarda dünya görüşü, zaman ve mekân tasavvurları
ile nihayet en önemlisi olan «Keramet» ve mahiyeti hakkındaki hususları daha
iyi kavrayabilmek için.
Buna göre,
İslâm tasavvufundaki tevhid anlayışı ve «Vahdet'i vücut» kavramı mahiyet
itibariyle aşağı yukarı aynı idi. Gerçi bunların derinliğine bir analizi, bizim
konumuzdan çok felsefe tarihçisini ilgilendirmekte ise de, zaten biz burada
konumuzu aydınlatma bakımından yeteri kadarına işaret edeceğiz.
Nitekim
Hindistan'daki «Veda» mezhebine tabiat diye bir şey yoktur, var olan ancak
yaratıcı güç ve kudrettir. Sanhiya mezhebinde ise yaratıcı olan ancak
«Madde»dir. Madde'den ilk tecelli eden (çıkan) de «Akıladır. (277)
Eski Yunan
felsefesinde de eşya bölünmez bir bütün olarak düşünülür. Fakat daima evrende
bir oluş halinin hâkim olduğu kabul edilir. Nitekim «Heraklitos» insan bir
nehirde iki kere yıkanamaz demiştir. (278) O'na göre kâinatın aslı ateştir. Tüm
akıl adını verdiği bu esas unsur evreni ve on-daki değişmeyi ve oluşu meydana
getirmekteydi. (279)
·
275)
A. Gölpınarh. 100 soruda tasavvuf S. 42-58 vd.
·
276)
A. Gölpınarh Tasavvuf S. 43 - 64.
·
277)
A. Gölpınarh Ayni eser S. 44.
·
278)
İsmail Tunah Prof. Felsefe S. 35-37.
·
279)
İsmail Tunah Aynı eser S. 37 (Malter Kranz- Antik Felsefeden naklen bir
parça).
İskenderiye
Medresesi de vahdet (yani birlik) in kesret (çokluk) e meyli olduğunu, bu
meylin aklı, aklın da ruh'u meydana getirdiğini, kısa' ca bütün âlemin bu üç
unsurun şekillere bürünerek görünüşünden ibaret olduğunu kabul etmişti. (280)
Mısır ve
Suriye de, İskenderiye mektebi'nin tesirinde meydana gelen Yeni
Eflâtuncular da ide nazariyesini kabul ediyorlar ve insanın gerçeğe ancak aşkla
ulaşabileceğini söylüyorlardı. (281)
Vahdet'i
vücud'un İslâm'daki açık anlamını şöylece özetlemek1 istersek
diyebiliriz ki: Kâinatta görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, yerde ve
gökte, ne varsa hepsini yaratan ancak «Allahstır. Âlem ve ondaki bütün
varlıklar hep mahlûk yani sonradan yaratılmıştırlar. Allah kendi yarattığı her
şeyden ve eşyadan herhangi birisine benzemekten ve benzetilmekten münezzeh
—uzak— tır. Esasen evrende var olan her şeyi Allah, kendini tanısınlar ve
kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. (282)
İslâm'daki
vahdet'i vücut anlayışı kısaca şu iki şekilde izah edilebilmektedir:
Birincisi :
Heme ûst: Ne varsa O'dur.
İkincisi :
Heme ez ûst: Ne varsa ondandır.
Bu iki
ifade'nin açık anlamı şudur: Kâinatta varlık olarak ne bulunursa hep O'nun
kendisidir. İkinci görüşte ise, kâinatta ne varsa ondandır.
İşte yüzlerce
yıldan beri süregelen Tasavvuf, tarikat ve şeriat mücadelesi bu iki kavramın
türlü şekillerde yorLmlanmasından ileri gelmiştir.
Buna göre:
Yukarıdaki görüş'ün yorumlanışı ehli sünnet bilginlerine göre şöyledir: Şayet
bu görüşü savunanlar Hz. Ali'nin yolunda bürünüyorlarsa, maksatları da; görünen
bütün eşya hep tek olan Allah'ın esma ve sıfatlarının tecellisinden ibaret
olarak kabul ediliyorsa öyle'dir, doğrudur. Çünkü tek ve mutlak hâkim olan
Allah'ın sonsuz olan kudreti her yaratılmışa ayrı ayrı tecelli etmiştir. Bu
durumda biz eşyaya bakarken O'nun kudretini ve yüceliğini temaşâ (seyr) ederek
O'nun yüceliğini kavrarız. Bu düşünüş esasen Kur'an-ı Kerim'deki ifadeye uygundur.
(283) Kur'an-ı Ke-rim’deki bu ifade ise «Cemi'i eşya helâk (yok) olucu,
fanidir, ancak zât'ı hudâ baki (kalıcı) dir, hüküm ve ferman O'nundur»,
anlamındadır. Rahman sûresi ayet 26. da bu anlamdadır. (284)
işte bu
suretledir ki, bu görüş ve inançta olanlar her yerde ve her şeyde hep Allah'ın
tecellisi mevcut olduğuna inanırlar. Nitekim Ene'l Hakk diyen Hallaç, Leyse fî
cübbetî sivallah diyen büyük mutasavvıf Bayezid
·
280)
Prof. Dr. T. J.’de Boer (Ter. Yaşar Kutluay) İslâm’da Felsefe Tarihi, S.
10-19 vd.
·
281)
Prof. Dr. T. J.’de Boer, Aynı eser, S. 19-20
·
282)
Kur’an-ı Kerim Ezzâriyat sûresi âyet 56.
·
283)
Kur’an-ı Kerim Kıssas sûresi 2 âyet 88.
·
284)
Kur’an-ı Kerim Rahman sûresi 2 âyet 26.
Bistamî vb.'nin
bazı sözleri İslâm dünyasında aktüalitik tartışma konusu olacak şekilde
sıcaklığını hâlâ muhafaza edenlerinden bazılarıdır. (285)
Şayet
«sırtımdaki cübbe'min içinde Allah'tan başka bir şey yoktur» diyen sûfî, bana
bak da Hakk'ın kudretini gör demek istiyorsa doğru ve yerinde bulunmuştur.
Çünkü, önce en mükemmel bîr yaratık olan insan (286) için Hakk'ın tecellisini
görüp O'nun kudretini düşünmekten daha tabiî bir şey olamaz.
Yine ileride
görüleceği gibi Hallac'ı Mansur'un ölümüne sebep olan «Ene'l-Hakk» (ben
Hakk'ım) sözü de, şayet Hsllac'ın hayat tarzı sünnet'i seniyye'ye (Hz.
Peygamber'in emirlerine) uygun idiyse bu sözün de menfî şekilde yorumlanmasına
lüzum ve hatta imkân da olmaması gerekirdi. Yani Hallaç demek istedi idiyse ki;
ben Hakk'ın aynasıyım, Allah beni ve benim cinsimden olan insonoğlunu
yaratmakla kudretini kâinata tecelli ettirmiştir!... burada şahıs mevzubahis
değildir, aslında insanoğlunun cinsi kastedilmiştir...
Ama buna
rağmen Hallaç feci şekilde akıl almaz işkencelere maruz bırakılarak
öldürülmüştür. Şu halde bu olayda samimî bir inanç ve Allah sevgisinden ve
muhabbetinden öte, siyasî, sosyal veya kişisel şahıs ve zümre çıkarları gibi
sebepler akla gelebilir ki, bunlar üzerinde ileride biraz durulacaktır.
Esasen büyük
mutasavvıfların birçoğu, İslâm'ın asıl ruhunda mevcut olan müsamahayı cömertçe
değerlendirerek O'nun cazibesinden insanlığı hissedar etmek istemişlerdir ki,
bu sayede belki de İslâm birtakım kör, mutaassıp ve kaprisli kimselerin
inhisarında kalmaktan kurtulmuştur.
Nitekim büyük
mutasavvıf ve Mevlevî tarikatının ünlü lideri «Mlevlâ-na» da İslâm dininin
aslında zaten var olan bu gerçek tolerans'ı bütün açıklığıyla cihana ilân edişi
yüzünden bazı aşırı ve koyu mutaassıp çevrelerin tenkitlerine hedef olmuştur.
Mevlâna’nın, mesnevisindeki
bu konuda birtakım ithamlara sebep olan meşhur rubaisi özetle şöyledir;
Sen gel, ne
olursan ol yine gel. Kâfir, ateşperest, putperest, hasılı her ne mezhepten
olursan ol yine gell... Zira bizim dergâhımızda ümit kapısı kapalı değildir,
ye'is (ümitsizlik) yoktur. Sen günahkâr da olabilirsin, belki yüz kere tevbeni
bozmuş olabilirsin, ümitsizliğe düşme yine gell... (287)
·
285)
Burada adı geçen mutasavvıflarla ilgili olaylar ileride «tarikat ve
şeriat mücadelesi» bahsinde gelecektir.
·
286)
Kur'an-ı Kerim Tin sûresi âyet 4 (Muhakkak insanı ben en güzel biçimde
yarattım, veya biz hakikat insanı en güzel biçimde yarattık) Kur'an-ı Hakîm ve
meal’i Kerim H. Basri Çantay C. III. S. 1197. Daha bu anlamda bir çok âyete
rastlanmaktadır.
·
287)
Mevlâna, Mesnevi.
Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de de «Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz» (288)
anlamındaki ayette de genel bir müjde vardır ki, işte Mevlâna yukarıdaki geniş
bir dünya görüşü ile Allah'ın kutsal kitabındaki bu müjdeyi açıklamak ve
muhitine duyurmak istemiştir ve bu yüzden de kendi aleyhinde birtakım yersiz
isnatları duyarak onları şöyle susturmuştu:
«Ben yaşadığım
müddetçe Kur'an-ı Kerim'in bendesiyim ve O'nun emirlerine amadeyim. Ben
Muhammed Muhtar (seçkin) ın yolunun toprağıyım. Eğer benim sözlerimden bunun
dışında bir söz nakleden olursa, hem sözden, hem de nakledenden ezâ duyarım.»
(289)
işte büyük
mutasavvıf Mevlâna bu derece açık sözleriyle de hakkında-ki yanlış kanaatleri
bertaraf etmiş, sükût'u hayale uğratmıştır.
İslâm
dünyasında tasavvuf ve tarikatların, devrin en geçerli değerlerinden biri
olduğu asırlarda daha başka büyük mutasavvıflar da yetişmiş olup, bir yandan
manevî bir desteğe muhtaç bulunan toplumda her biri birer teselli ve güven
kaynağı olan bu büyük kişiler, zaman zaman bazı yersiz ithamlara da maruz
kalmışlardır demiştik, işte onlardan bir tanesi ve ismi etrafında yüzyıllardan
beri türlü efsaneler uydurulmuş bulunanı da «YUNUS EMRE»dir.
YUNUS EMRE ve VAHDETİ VÜCÛD
Vahdeti vücûd,
İslâm tasavvuf ve tarikatlar dünyasında başlıbaşına bir araştırma konusudur.
Biz burada vahdeti vücûd kavramının tam bir analizini yapmıyoruz. Fakat toplum
üzerindeki sosyal fonksiyonlarını incelemekte olduğumuz tarikatların genel
olarak dünya görüşlerini ve kerametlerin mahiyetini biraz olsun kavrayabilmek
için büyük mutasavvıf ve tarikat şeyhlerinin vahdeti vücûd hakkındaki
görüşlerini kısaca-da olsa eleştirmemiz gerektiğine işaret ettik. Şimdi bu
cümleden olmak üzere tasavvuf dünyasının müstesna simalarından «Yunus Emre»yi
kısaca görelim.
Gerçekten yedi
yüz yıldır bütün İslâm dünyasının, özellikle Anadolu halkının gönül sultanı
olmuş, sultanlık tahtını Anadolu'nun içli insanının gönlüne kurmaya ve
yaşatmaya muvaffak olmuş ve bu büyük işi en güzel şekilde başarmış bulunan
Yunus'a göre de Allah «Vücûd'ü mutlaktır». Bunun böyle olduğu iman yoiuyle
kabul olunduktan sonra hadiseler âleminin nasıl vücûde geldiğini anlamak
gerekir.
Şöyle ki:
Zaman tahaddüs etme (yaratılma)den önce Hakteâlâ ceberût'i gaybiye'sinde
yalnızca gizli ve mevcud idi. Bu sebeple O'na müncezip olacak (O'nu
görebilecek) bir göz, vecde gelecek bir gönül yoktu. İşte insan-
·
288)
Kur’an-ı Kerim Ez-Zümer sûresi, âyet 53.
·
289)
Mevlâna, Mesnevi.
oğlunun
hilkati (yaratılışı) hakkında Hz. Davud'un suâline verilen cevab bunu gösterir.
(290)
İşte
insanoğlu, yaratılışı gereği O'nun varlık ve sonsuz kudretini düşünmek zorunda
ve bununla yükümlü olması hasebiyle, içinde bulunduğu bu hadiseler âlemine
benzetilecek olursa, varlık unsurlarıyla yokluk unsurlarından müteşekkil olduğu
kolayca görülür. Böylece insandaki bu unsur, vücûd'u mutlak'a ulaşmağa ve
O'nunla kaynaşmağa çalışır. Lâkin vü-cûd'u mutlaktaki bakâ unsuruna karşılık
insandaki âdem (yokluk) buna mânidir. İşte bu yüzdendir ki, insanoğlunun en
mühim görevi bu âdem unsurunu kaldırmağa çalışmaktır. İşte «fenâ fillâh»
mertebesi budur. Gerçi bu biraz imkânsız gibi görünürse de büsbütün de imkân
dışı değildir. (291)
Şu kadar ki,
Yunus'a göre buna muvaffak olabilmek için nefse tam bir hâkimiyet lâzımdır.
Bunun için de İlâhî aşk lâzımdır. Bunun gerçekliğini yaşayan kişi, baktığı her
şeyde «Hüsn'ü mutlak»ı görür. (292)
Yunus, şeriat
emirlerine tam mânâsıyle bağlı ve saygılıdır. Yalnız bazı hallerde bundan
korktuğu için O'nun sıkıcılığına daha fazla tahammül edemeyeceğini söyleyerek
bazı hallerde İlâhî bir cezbe ile şeriat sınırlarının dışına çıkarak, kendisine
aşk mezhebinin din olduğunu, şeriat ehlininse o menzile eremeyeceğini, namazsız
ve abdestsiz de dost mihrabına varılabileceğini (ve kendinin vardığını) itiraf
eder. (293)
Yunus'ıın
esasen çoğu zaman zahir ehli ve fakihlerle işi yoktur. Çünkü onlar sırf akıl
yoluyle Hakk'ı bilmek ve O'na vasıl olmak iddiasındadırlar. Halbuki bu gidiş
çok zor, tehlikeli ve karanlıktır da. Yunus'a göre bu iş ancak vecd ve İlâhî
aşk yoluyle mümkün olabilecektir. (294)
·
290)
Hz. Davud’un insanın yaratılışındaki sebep ve hikmeti anlamak için
sorduğu suale karşılık Cenabu Hak: «Ben hidâyette gizli bir hazine idim,
bilinmekliğimi murad ettim, beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım»
buyurmuştur. (M.A’rabi Fusûs şerhi S. 15)
·
291)
Çünkü İslâm’ın peygamberi de «Ölmeden önce ölünüz» buyurmuştur ki, bu
ölüm hakikî ölüm olmayıp, bu anlamda mecazîdir.
·
292)
Nitekim zahir ehli bilgin ve fakirlerin itirazlarına karşı Yunus’un şu
cevabı kesindir:
Bana namaz
kılmaz deyen, ben kılarım namazımı
Kılur isem,
kılmaz isem ol Hak bilür niyazımı
Hak'tan artık
kimse bilmez; kâfir müslüman kimdürür
Ben kıluram
namazımı Hak geçirdiyse nâzımı
·
293)
Yunus bunu şöyle dile getirir:
Hakikat bir
denizdir şeriat ânın gemisi
Çoklar gemiden
çıkıp denize dalmadılar
Dört kitabı
şerheden hakikatte âsidir Zira tefsir edip mânâsın bilmediler
·
294)
Türk Edebiyatı’nda ilk mutasavvıflar adlı eserinde Ord. Prof. M. Fuat
Köprülü merhum bu hususta Yunus ile Mevlâna’yı aynı paralelde mütalaa eder. T.
Ed. İlk mutasavvıflar S. 272-273.
Not: Beytler
Yunus divanı (Atıf Ef. Küt. No: 1047)nından alınmıştır.
İşte Yunus,
«aşk şarabını içtim içeli ne olduğumu bilmiyorum; sana irmek içün kendi
varlığımdan geçtim (yani nefse galip gelerek yokluk unsurunu ortadan kaldırdım),
artık bana görün!» diye haykırıyor ve aşk meclisinin mahiyetini şu beytleriyle
dile getiriyor:
Bir sâkiden
içtim şarap arştan yüksek meyhanesi
Ol sâkî'nin
mestleri yüz canlar ânın peymânesi
Bunda daim
yananların külli vücûdü nûr olur Ol od bir Od'a benzemez hiç belürmez rennânesi
Bu meclisin mestlerinin ene'l - Hak demeleri olur Yüz Hallâc - Mansur gibi en
kemdürür dîvânesi Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söyleme gel Bilmezmisin
cahillerin nice geçer zamânesi (295)
Yunus bu
arada, aşk yolunun kolay varılabilecek bir yol olmadığını ve maksûde erişinceye
kadar birçok meşakkatların çekilmesi gerektiğini de itiraf ediyor. Ama O'na
göre bir kere o yolla Hakk'a eriştikten sonra artık bütün müşküller ortadan
kalkacak, kubh (fenâlıklarj âdem (yokluk) vb. şeylerin hepsi yok olup gidecek,
böylece kişi her tarafta her şeyde Hakk'ı görecek ve her şeyi vücûd'u mutlakta
hazır bulacaktır, işte o, bu düşüncelerini de şöyle dile getirir:
Ma'nâ bahrine
daldık Vücûd seyrini kıldık
İki - Cihan
serteser cümle vücûdda bulduk
Gece ile
gündüzü gökte yedi yıldızı
Levh'te
yazılan sözü cümle vücûd'da bulduk Mûsâ çıktığı Tûr'u gökte Beytü'l - Ma'mûru
İsrâfildeki Sûr'u cümle vücûdda bulduk Tevrât ile İncil'i Furkan ile Zebûr’u
Bunlardan hem
beyânı cümle vücûd'da bulduk (296)
Böylece Hakk'ı
dışarda arayanlara karşı Yunus'un «Hakk cihanda doludur, kimler Hakk'ı bilmezse
O'nu dışarda aramak beyhûdedir» dedikten sonra Hakk'ı arayanlara en kestirme
yolu şu beytleriyle gösterdiğini de görüyoruz:
İstediğimi
buldun âş(i)kâre cân içinde
Taşra isteyen
kendin kendi pinhân içinde
Bu tılısımı
bağlayan cümle dili söyleyen
Yere göğe
sığmayan girmiş bir cân içinde (297)
·
295)
Ord. ‘Prof. M. F. Köprülü Türk Ed. İlk Mutasavvıflar S. 268
·
296)
Yunus divanı (Atıf ef. Küt. No: 1047)’den
·
297)
Aynı eser S. 37, 69, 71 vd.
Mevlâna’da
rastladığımız şu husus Yunus için de aynıdır. Derler ki, âşıkların halini zahir
ehli bilmez, dillerini anlamaz, âşıka esasen dünyada rahat yoktur, sebebi:
«anların kendi cinslerinden olmayan mahlûkat arasında, yani kendilerine ait
olmayan bir âlemde yaşamaları büyük bir azâbdır». İşte Yunus bu huzursuzluğunu
da şöyle ifade eder:
Ben bunda
garib geldim ben bu ilden bezerem Bu tutsaklık tuzağın demi geldi üzerem Yetmiş
iki millete suçum budur hak dedim Kırkı hiyânet durur ya ben niçin kızaram (298
Böylece,
kendini yaratanla birleştirdiğine inanan Yunus, bu mevkideki yerini de şu
beyitleriyle haykırır:
Hem bâtınem
hem zâhirem hem evvelem hem âhirem
Hem ben Oi'um
hem ol benem Ol Kerîm'i Subhan benem
Yoktur arada tercemân
andagı iş bana beyân
Oldur bana
veren lisân oldeniz ve umman benem
Bu yeri gökü
yaratan bir arş ve kürsi devriden
Binbir adı
vardır Yûnus ol sâhib'i Kur'an benem (299)
İşte,
Anadolu'da devrinin bir bakıma en büyük tasavvuf ve tarikatlar felsefesini
kurmuş ve vahdet'i vücûd burçlarında İlâhî aşk sancağını yediyüz yıldanken
dalgalandırmağa muvaffak olmuş Yunus bu kişidir!., ileride kişilik ve
düşüncelerindeki özellikler —sosyal çevresi içinde1— tekrar ele
alınacaktır.
TARİKATLARDA DÜNYA GÖRÜŞÜ, ZAMAN ve
MEKÂN TASAVVURLARI
Vahdet'i vücûd
nazariyesine göre âlemde var olan her şey Hakk'ın mazharı olunca her şeyde tek
bir Allah'ın kudret ve sıfatları görünüp, o sıfatlara göre her şey zuhur
edince, evrendeki zaman ve mekân unsurlarının kavramı nasıl olacaktır?
İşte,
tarikatlar için en önemli özelliklerden birisi olan kerametler bölümüne
geçmeden önce bir de bu noktayı açıklamamız gerekmektedir. Şöyle ki:
Vahdet'i vücûd
nazariyesine göre mutlak var olan Allah'ın zâtî bir iktizası vardır. Bu noktayı
bir bakıma Pozitif Felsefe ekolünün kurucusu bulunan Ogust Comthe'un Üç hal
kanununda ifadesini bulan «Metafizik saf-ha»nın açıklanışı şeklinde ifade
edebiliriz. (300)
·
298)
Ord. Prof. M. F. Köprülü Türk Edebiyatı’nda ilk mutasavvıflar S. 254-279
·
299)
Aynı eser S. 279- 280
·
300)
Auguste Comte ,Cours de Philosophie Positive’den Prof. N. Ş. Kösemihal
Sosyoloji Tarihi S. 153-159
Ogust Comthe,
bu dönemde felsefî olayları içlerinde bulunan gizli birer hasse ile
açıklandığını kabul etmektedir. Yani ateş yakıyorsa içinde yakıcılık hassesi
bulunduğundan, rüzgâr esiyorsa kendisinde esme hassesi bu-lunduğundandır. Yani
insanlar olayları bu şekilde açıklamışlardır der.
Vahdet'i
vücûdçulara göre de bir bakıma böyledir. Su nasıl boğar, ateş nasıl yakar, ışık
nasıl aydınlatırsa ve boğma, yakma, aydınlatma sıfatları nasıl suyun, ateşin ve
ışığın zatında mevcud ise ve onlardan bu sıfatları ayırmak da nasıl mümkün
değil ise, mutlak varlığın zatı iktizası olan zuhur etmek varlığını da ondan
ayırmak imkânsızdır. (301)
Buna göre
evrende var olan her şey o'nun ilminde mevcuddur. Ahadiy-yet âleminden sonra
Allah'ın bilgisinde bilgi sûretleri olarak sabit olan âleme, daha doğrusu her
şeyin o'nun ilmindeki mevcûdiyetine mücerret ruhlar ve melekût âlemi de âhenkliIikleri
içinde hep o'nun birer delilidirler.
Fakat bütün bu
âlemler insanda toplanmıştır. Bu bakımdan oluş ve bozuluş âlemi dediğimiz şu
madde âleminde insan cesedi ve bedeni bakımından bu âleme, yani mülk ve şahadet
âlemine, ruhu bakımından da melekût âlemine ve bu iki âlem arasında bir geçit
olan sıfatlar âlemine mensup olup nihayet tek varlık ve malikil - Mülk olan
Allah'ın zatı iktizasına mazhar olan tek yaratıktır.
İşte,
mutasavvıflara göre bu oluş zaman bakımından mütâlaa edilmemelidir. Çünkü o, müstesna
kudretin bizatihi zuhuru, kâinatı izhar ettiği gibi düşünülemez. Kısaca mutlak
varlık her an bütün âlemlerden münezzehtir. Bütün kayıtlardan âzâde ve her an
zatı gereği zuhur etmeğe olan meyli, O'nun bütün varlıkların bilgisindeki
subûtunu meydana getirir.
- Böyle olunca
Allah'ın zaman bakımından evvelinde bir öncü olan dü-şünülemediği gibi sonunda
da bir son düşünülemez. O, böylece önsüzlük ve sonsuzluk anlamında olan ezelî
ve ebedîdir. (302)
Zam.an ve
mekân için oluş tasavvuru:
Sofiler
kâinatın yeniden yaratılmakta ve bir yandan da hemen yok olmakta bulunduğunu
kabul ederler ki, buna göre zaman ve mekân olarak evren devamlı değişim
halindedir. Yani evren her an gaybden ayne, ayn'den de gayb'e gelip
gitmektedir. Böylece mutlak varlık sıfatlarının her an zuhur etmesine rağmen
tecellide tekrar bulunmadığını ileri sürerler.
Esasen
mutasavvıfara göre geçmiş zaman diye bir şey yoktur. Çünkü zaman unsuru ancak
zihinde vardır. Böyle olunca zaman unsurunun gerçek ile alâkası olmaması
gerekir; çünkü tan yeri gibi biz gittikçe o da gider. İçinde bulunduğumuz zaman
ise zaten durmaz. Kısaca zaman olayları zihindeki nisbetindcn doğan mücerret
bir mefhumdur. Böyle olunca sofi, geçmişi geleceği değil içindeki anı düşünür.
Yani sâfi içinde yaşadığı ânın gerektirdiği gi-
·
301)
A. Gölpınaıiı 100 soruda tasavvuf S. 60-65
·
302)
A. Gölpınarlı Mesnevi C. II. S. 311’den (şerh) bi
hareket eder, o andaki İlâhî tecelliye uyar, boyun eğer. Tabiî şeriat
emirlerini de terk etmez. Büyük âlim El - Kuşeyrî'den bir rivayete göre «Vakit
keskin bir kılıçtır» sözü (303) sofiler arasında âdeta bir parola gibidir.
Kısaca sofilere göre zamanın gerçek olanı, bölünmeyecek kadar az olan «an»-dır
ki, an da boyuna durmadan yemlenmektedir. Msvlâna'ya göre zaman hep nehir gibi
akar gider ama akan su hiç geri dönmez, gelen su hep yenidir. Biz onlara bir ad
vermişizdir hep o adla anar dururuz.» (304)
Mevlâna zaman
ve mekân hakkındaki tasavvurlarına devamla şöyle der: «Cihan başka bir cihan
doğurur, bu mahşer başka bir mahşer meydana çıkarır, kıyamete kadar bu kıyameti
anlatsam gene bitmez.» (305)
O, devamla,
kâinatın bir savaş âlemi olduğunu, her zerrenin öbür zerre ile savaştığını, bu
zıtlar âleminde böylece savaşın sürüp gittiğini söyleyerek insanın fikir bakımından
da bir konağa konup göçmenin, zaman ve mekân yönünden dâima değişmenin akar su
gibi donup kalmamanın lüzumuna işaretle, (306) ölümünden yüzyıllarca sonra
sadece Türk ve İslâm dünyasının değil belki de bütün insanlığın diğer
cihetleriyle olduğu gibi, zaman ve mekân tasavvuru yönünden de fikir ve ideal
sembolü olarak müstesna şahsiyetini, insanın felsefesiyle uğraşan bütün
çevrelere kabul ettirmiş bulunmaktadır.
Veîed Çelebi
ise bu konuda: «Dün de geçti, düne dâir sözde dün gibi geçip gitti; bugün yepyeni
bir söz söylemek gerek» (307) diyerek Mevlâ-na'nın zaman tasavvurunu gelecek
nesillere aktarır.
Kısaca bütün
sofilerce önemli olan geçmiş, gelecek değil belki içinde bulunduğumuz «ânadır.
Sofi içinde bulunduğu «ân»ın gerektirdiği şekilde hareket eder.
Aynı şekilde
Sofilerce mekân da «Kevn»e (yani var oluşa), zamandaki akıcılığa tâbidir. Zaman
nasıl olayların kıyaslanmasından doğan mücerret bir mefhumsa, mekân da var olan
şeyden doğan mücerret bir mefhumdur. Var olan bir şey olmasa onun mekânı da olamaz.
(308)
Gerçi bu
anlamda «Var olan nedir?» problemi binlerce yıldan beri felsefenin de uğraştığı
sahalardan bir tanesidir. Nitekim var olan nedir?, ya da var olanın
tanımlanması ile ilgili tartışmalara derinliğine girmeyeceğiz, ama şu kadarına
işaret edelim ki, modern antoloji de varlığı bu şekilde tanımlamıştır. Nitekim
varlık problemi ilk olarak nedir? şeklinde ünlü filozof Aristoteles tarafından
ortaya atılır «ti esti» (var olan nedir?) Buna yine Aris-
·
303)
El-Kuşeyrî Risâle (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 137
·
304)
Mevlâna Mesnevi C. I. S. 70-71 beyt 1345 71349
·
305)
Mevlâna Mesnevî C. II. S. 311, beyt: 1187-1188
·
306)
Mevlâna Mesnevî 2 beyt 1188 vede.
·
307)
A. Gölp. Mevlâna’nın rubaileri tere. «N» harfi S. 179
·
308)
A. Gölp. Mevlâna Celâleddin III. Basım S. 177 vd. toteles
şöyle cevap verir: to de tı'dir (vardır). Burada var olanın var olan bir şey
olarak belirlendiğini görüyoruz.
Aristoteles'in,
ilk felsefe adlı kitabında bu şekilde tanımladığı var olan nedir? problemi, var
olanı ve varlığın bütününü kendine konu olarak alan ve ünlü Alman estetikçisi
«Nicolai Hartmann»ın öncülüğüyle kurulmuş bulunan «Modern Ontoloji»de şöyle
izah edilir: «Var olan süjeden bağımsız olarak vardır. (309) Yani O'nu bir süje
aigılasa da algılamasa da, veyahut var olanı algılayacak bir süje (insan)
bulunsa da bulunmasa da o yine vardır. Kısaca var olanın varlığı süjenin
varlığına bağlı ve muhtaç değildir!..
Görüldüğü gibi
buradaki varlık anlayışı İslâm tasavvufundaki varlık kavramıyle uyuşmaktadır.
Modern ontolojide var olan süje ile örtüşmez. Var olan şey bir bilgi objesi
olmadan da vardır. (310)
Mutasavvıflara
göre de Allah vardır ve birdir. Fakat o yarattığı mahlû-kata muhtaç değildir.
O'nun varlığı, kendisini tanıyan olsa da olmasa da vardır. Yarattığı mahlûkat
kendisiyle hiç bir zaman örtüşmezler, yani aralarında uylaşma, karışıp görüşme
söz konusu değildir.
Yeni çağın
ünlü rasyonalist filozoflarından Leibniz de mutlak varlık ile bir Yaratıcı'nın
yaratmasına muhtaç olan varlıkların birbirleriyle örtüşme-diklerini, mutlak varlığın
mutlak olmayan yaratılmış varlıklara muhtaç olmadan da var olduğunu, felsefe
lügatine ilk defa kazandırdığı «Monad» deyimiyle izah etmiştir. Nitekim ona
göre iki türlü monad vardır:
·
1
— Yaratıcı monad: Bu, mutlak varlık olan, varlığı başkalarına muhtaç olmayan
«Tanrı»dır.
·
2
— Yaratılmış monad'lar: Bunların varlıkları bir yaratıcıya muhtaçtırlar ki,
mutlak varlığın dışında kalan ve yaratılmış olan öteki varlıklardır. (311)
İşte İslâm
mutasavvıflarına göre de Allah yarattıklarından her an haberdârdır, fakat
onlarla aynı değildir. Çünkü birleşme ve ayrılma noksan sıfatları taşıyan
yaratıklara mahsusdur. Şu kadar ki, insan «fenâfillâh» makamına ulaştığında bu
ayrılık aradan kalkar. Bu görüş Kur'an-ı Kerimedeki bir hükme dayanır ki, bu
hüküm şöyledir:
«Evvel ve
âhir, zahir ve batın (âşikâr ve gizli) ancak yüce Allah olup, her şey O'nun
sonsuz ilmiyle olduğunu kabul edip, O'na boyun eğmekle kişi kendi vücûdünü hiçe
saydığını bilmek (ârif olmakjtir.» (312)
Bir tasavvuf
şairi de bu mertebeye yükselmiş kişinin ruh halini şöyle dile getirir:
·
309)
Prof. İsmail Tunalı Sanat Ontolojisi S. 2h13.
·
310)
Prof. İsmail Tunalı Aynı eser S. 14, 46 vd.
·
311)
Prof. Macit Gökberk Felsefe Tarihi S. 311 -'331
·
312)
Kur'an-ı Kerim El - Hadid suresi ayet 3. Bu ayetin anlamı H. B. Çantay'da
şöyledir: O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır, o her şeyi
kemaliyle bilendir. Kur'an Hakim ve meali Kerim C. III. S. 1005
Eyle ıskat-ı
izafet hüviyyet birdir Nazar-ı ehl-i hakikatte hakikat birdir Vahdet âsârıdır
eşyadaki renk-i kesret Hakşinâsına göre vahdet ve kesret birdir. (313) işte bu
mertebeye yükselebilen kişinin bakışında Allah'ın dışında bir şey kalmaz. Bu
kişide artık öyle bir hâl tecelli eder ki, o kişi ancak bir sofi edasıyle şöyle
haykırmak suretiyle deşarj ola (boşana)bilir:
Ben bilmez
idim gizli iyan hep sen imişsin Canlarda ve tenlerde nıhan hep sen imişsin
Senden dû cihan îçre nişan ister idim ben lÂher bunu bildim ki cihan hep sen
imişsin (314)
Yine sofilere göre
artık bu kişi için göz iki ise de.göreceği nur birdir. Zerreler hadsiz ve
hesapsız iseler de, güneş birdir ve hepsi onun ışınlarıdır. Aynaya bakıldığında
çeşitli şekiller görünür ise de ayna da birdir, aynen denizin dalgaları ve
katre (damlaları)leri sayılmadığı halde deniz bir olduğu gibi.
İşte
insanların her biri bağımsız bir hayat sahibi iseler de, Kur'an'daki bir hüküm
gereğince «Bütün ruhlar İlâhî ruhtan üfürülmüştür», (315) anlamındaki âyette,
ferdî ruhların yine asıllarına (İlâhî ruha) dönebileceklerini, onunla
birleşerek «Vahdet-i vücûd» mertebesine erişmek suretiyle kendi benliklerinde
onu her an görüp onunla olabileceklerine işaret olunmaktadır.
Büyük İslâm
mutasavvıf ve filozofu Muhyiddin Arabî vahdet-i vücûd nazariyesini daha da
genişleterek ruhî olgunluğu insanlığın müşterek ideali haline getirmiş, böylece
de insanlarda din ve inançların birliği nazariyesini ortaya koymuştur. Nitekim
o, bu görüşlerini şöyle dile getirir:
«Kalbim her
sûreti alabilecek hale geldi. Onun için kâh âhûlar otağıdır, kâh rahipler
manastırıdır. Kâh mü'minler evidir, tavaf edenlerin kâbesi'dir. Kâh Tevrat
levhalarıdır, kâh Kur'an Mushafı'dır.» (316)
Benim dinim
sevgi dinidir. Onun kervanı nereye yönelirse ben de beraberim ve dinim o
dindir, imanım o imandır. (317)
Görüldüğü gibi
insanlığa ve evrene bakış açışı bir yanıyla Mevlâna, diğer yanıyla Hallaç
Mansur ile aynı paralelde olan Muhyiddin Arabî, şeriat çevrelerinin birtakım
tenkid ve ithamlarına da hedef olmuştur, özellikle O’nun insanlık sevgisi,
anlayışı Mevlâna ile aynı olup, bu bakımdan da şeriatçılar ikisini aynı
paralelde mütalaa ederler. (318)
·
313)
H. Reşit Paşa Tasavvuf ve tarikatlar silsilesi S. 60
·
314)
Aynı eser S. 61 vd.
·
315)
Kur’an-ı Kerim Hıcır suresi ayet 26
·
316)
Ö. R. Doğrul İslâm’fn geliştirdiği tasavvuf S. 107
·
317)
Muhyiddin Arabî Zahirül - A’lâk S. 394
·
318)
İsi. Ansk. C. VIII. S. 533-İ555
TARİKATLARDA KERAMET ve MAHİYETİ
Kerim (cömert)
anlamına gelen kelime, her ne kadar Kur'an’da (Allah'ın diğer sıfatları
arasında) (319) geçerse de, tarikattaki anlamıyle yani «Keramet» şeklinde
rastlanmaz. (320) Şu kadar ki, bu kelime din ve inançla ilgili olarak
düşünüldüğünde «Allah'ın bir kimseye cömertliğini, lütfunu, himayesini ve
yardımını göstermesi» anlamında kul lan ı lageimiştir. (321)
Bununla
beraber İslâm müfessirleri arasında bu kelimeyi başka başka şekillerde anlayan
ve yorumlayanlar da olmuştur.
Nitekim Gâdî
Beydâvî'ye göre keramet: Hususî olarak Allah'ın velî (üstün vasıflı) kullarına
bol bol verdiği mucizeli lütuf ve ihsanlardır. (322)
Yine bazı müfessir
(Kur'an yorumcuları)le de Kur'an-ı Kerim'de geçen bazı kıssaları keramet için
yukarıdaki anlamda esas alırlar. Nitekim Ni-sâ sûresi'nin 32. âyetindeki Hz.
İsa'nın annesi Hz. Meryem hakkında geçen bir hikâye ile. Nemi sûresi'nin 40.
âyetinde geçen Saba Melikesi Belkıs ve Hz. Süleyman'la ilgili kıssalar İslâm
tasavvufu ve tarikatlarda kerametlere kaynak olarak gösterilirler. (324)
Bir de mûcize
vardır ki, burada hemen işaret edelim, bunu kerametle karıştırmamak gerekir.
Çünkü bu doğrudan doğruya peygamberlere mahsus bir olaydır. (325)
Şu kadar ki
Hz. Meryem ve Süleyman peygamber kıssalarında peygamber olmayanlarda da
görüldüğü gibi, bu şekil olağanüstü hallerin görünmesi bazen peygamber
olmayanlar için de düşünülebilmektedir!..
Esasen bu konu
oldukça uzun tartışmalara yol açmış olup, biz burada bu tür tartışmaların
kritiğine girmeyeceğiz. Şu kadar ki konumuzu ilgilendirdiği şekliyle
tarikatlarda keramet inancının varlığı tereddütsüz kabul edilmiş bir gerçektir.
Bu yüzden biz tarikatta kerametin mahiyetini inceleyeceğiz:
Keramet
meselesine felsefeciler de çeşitli açılardan bakmış olup, filozoflar arasında
da kerameti kabul ya da inkâr edenler olmuştur.
·
319)
İsi. Ansk. C. VI. S. 577-578 (Keramet maddesi)
·
320)
Aynı eser aynı madde S. 577
·
321)
Aynı eser aynı madde S. 577
,
·
322)
Aynı eser aynı madde S. 578
·
324)
Bu kıssalardan birincisi şöyledir: Kapatılmış bulunduğu bir mihrapta Hz.
Meryem'e «Mucize» olarak Allah tarafından nefis yemekler gönderilmiş ve o'da
yemiştir!.. İkinci kıssa ise şöyledir: Saba ülkesi'nin Hükümdarı (Melikesi)
Belkıs’ın tahtı’nın, Süleyman Peygamberin adı bilinmeyen bir arkadaşı
(rivayetlere göre çok âlim olan) tarafından bir anda çok uzak mesafelerden
getirilmiş olması ve bunu oradakilerin hep birlikte görmeleri olayıdır.
·
325)
İsi. Ansk. C. VIII. S. 444-(445 mucize mad.
Tarikat
dilinde kerametin anlamına geçebiliriz artık: Tarikat dilinde kerametin anlamı:
Yolda bulunan bir sâlik (maneviyat yo!cusu)den zuhur eden fevkalâde hâl'dir.
(326) Bu hâl, o kişiye Hakk'ın bir lütfudur ki, onun kimde tecelli edeceği
önceden bilinmez. Hatta bazen şeyh'in kerameti olmaz da müridlerinden birinde
bile görünebilir!...
Keramet hali
ekseriyetle rü'ya ile başlar, zaman zaman Allah'ın inayetine mazhar olur, kalb
perdesi açılır ve keşf (mânevî görüş) başlar.
Şu kadar ki,
keramet sahiplerinin derece ve mertebeleri de bilinmez. Çünkü o, gizli bir
sırdır. Hatta yine tarikat inançlarına göre keramette, aynen maddî varlıklarda
olduğu gibi ancak lâyık olanlara Allah'ın bir lütfudur, onun da maddî vergiler,
türlü rızıklar gibi hesabı sorulacaktır. Nitekim Allah'ın verdiği nimetlerin
şükrünü yerine getirmeyenden bu rızıklar nasıl geri alınıyorsa, sabır ve
nefisle mücâdele ve riyazâtle başarı kazanıp, keramet lütfunu devam ettiremeyen
dervişten de keramet sırrı geri alınır. Kerametinden dolayı kimsenin kendisini
başkalarından üstün tutması da doğru değil ve hatta çok tehlikelidir. Çünkü bir
daha kerametini izhar ede(göstere)-mezl...
Mürşid (yol
gösteren) bîr ârif, bilgin kişidir. En yüksek bir derecede bulunduğu halde
keramet gösteremeyebilir! Bu yüzdendir ki, mürşidle derviş arasında dâima
hesaplı ve ölçülü davranmayı ihmâl etmemelidir.
Şeyhlik ve
mürşidlik bu yüzden şahsîdir, babadan oğula geçmez. O ancak şahsî gayret ve
rûhî olgunluk mertebesine erişmeğe bağlıdır. Yoksa bir kimsenin babasının ehli
kerametten olması hiç bir şey ifade etmez! Bu bakımdan tarikatta «Aristokrasi»
olamaz. Bir şeyhlik makamı'mn türlü sebeplerle boşalması halinde, müridlerden
kim liyakatli ise makama o geçer. Liyakatli kimse yoksa her mürid başka bir
mürşid (şeyh) aramak için başının çaresine bakar. (327)
Keramet
göstermek sûretiyle büyüklü(mürşit)ğü.nü ispat etmiş bulunan bir şeyh,
müridlerine yapacakları mânevî hizmetlere ait direktiflerini, dergâha ait
işlerin dışında verir. Yoksa dünyaya ait işler arasında bu gibi meseleler
tartışılmaz!
Bu esasa göre
tarikatlarda görev taksim(iş bölüm)i şöyledir: 24 saatlik bir günün 8 saati
lüzumlu işlere, 8 saati uyku ve istirahata, geri kalan 8 saat de ibadet ve
zikir için ayrılacaktır.
Şu kadar ki,
mürid lüzum görüldüğünde uyku ve istirahat saatlerinden bir kısmını ibadet ve
zikre aktarabilir. Esasen ruh terbiyesinde en önemli prensip az yemek az içmek
ve az uyumaktır. (328)
·
326)
İsi. Ansk. C. VI. S. 577-578
·
327)
A. Gölp. 100 soruda tasavvuf S. 114-117
·
328)
A. Gölpınarh Türkiye’de mezhepler ve tarikatlar S. 185-193
KERAMETLERİN BELLİ BAŞLI
ÇEŞİTLERİNDEN BAZILARI
Bütün tarikatlarda
ortaklaşa kabul edildiği üzere, Allah'ın veli kullarından zuhur eden
kerametlerin çeşitleri o kadar çoktur ki, bunların hepsini bir arada zikretmek
(saymak) imkânsızdır.
Şu kadar ki,
bazı mutasavvıflara göre kerametler şekil itibariyle sayısız olarak zuhur
edebilmelerine rağmen, mahiyet itibariyle onları sınırlandırmak mümkündür ve bu
husus «Risâle'i bahriyyedeki bir sınıflama»ya göre 25 kadardır. (329)
·
1.
Kabir haline ve ölülerin durumuna vakıf olmak, aynı zamanda ölülerle
konuşmak.
·
2.
Taş, ağaç, toprak ve her çeşit eşya ile hayvanlar âleminin Allah'ı teşbih
ve zikretmelerini duyabilmek ve onlarla konuşmak.
·
3.
Bütün canlıları emrine boyun eğdirip, meyvasız ağaçları bir anda
meyvalandırmak.
·
4.
Diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek
·
5.
Nurdan bir cisim gibi cesetlere ve diğer katı maddelere girmek.
·
6.
Su üzerinde yürümek ve havada uçmak
·
7.
Uzak mesafeyi yakın, yakın mesafeyi uzak yapmak
·
8.
Uzun zamanı kısaltmak, kısa zamanı uzaltmak
·
9.
Varlıkların seçkinlerini bilmek ve gizli bilimlere şahit olmak
·
10.
Deli ve mecnûn(ruh hastası)larr iyileştirmek
·
11.
Allah katında duası ve isteği kabul olmak
·
12.
irticâlen konuşmak ve şiir söylemek
·
13.
Hakikatin sırlarından haber vermek, dargın kişilerin kalblerini bir-biriyle
bağlamak ve düşmanlığı dostluk haline getirmek
·
14. Yemek ve
içmekten vazgeçip uzun zaman yiyip içmeden, soğuk ve sıcak farkı gözetmeden
tahammül edip durabilmek
·
15.
Hiç yoktan rüzgârı estirmek, esen rüzgârı durdurmak
·
16.
Az bir yemekle çok kişiyi doyurmak, ortada bir şey yokken yemek ve su
bulmak
·
17.
Az bir ordu ile kat kat üstün düşman ordusunu mağlup etmek
·
18.
Ateşte yanmamak ve ateşin yakıcılığından müteessir olmamak
·
19.
Kayb'ı bilmek ve başkalarının kalbindeki niyet ve sırlara vakıf olmak
·
20.
Gaipten haber vermek, uzakta konuşulanları duymak ve sözünü
uzaklardakilere duyurmak
·
21.
Bir anda birkaç yerde görünmek ve halkın gözünden gizlenmek
·
329) Nefehat ter.
S. 79-’95 ve İsi. Ansk. C. VI. S. 577 vd.
·
22.
Kasvetli ve kederli gönülleri, nefislerinin arzularına uyanları,
yolunu sapıtmışlar, teselli ederek doğru yola koymak
·
23.
Melekler âlemine nüfuz edip tasarruf edebilmek
·
24.
Gözden uzak olanlarla ilgilenmek, olağanüstü haller göstermek sûretiyle
onları doğru yola ve ibadete yöneltmek
·
25.
Eşyayı olduğundan başka şekillerde göstermek, cansız cisimleri canlı gibi
göstermek ve hareket ettirmek.
İşte tarikat
mensuplarının inançlarına göre peygamberler nasıl peygamberliklerini ispat
etmek ve kabul ettirmek için «Mûcizesler gösteriyorlarsa, ulu kişiler «Tarikat
şeyhleri» de normal olan her insanın gösterebilmesi imkânsız olan kerametleri
gösterirler.
Şurada bir
noktayı daha açıklayalım: Çoğu zaman bir kerametin birçok veli'ye ait olduğu da
rivayet olunmaktadır. Nitekim büyük velilerden Lokman'ı Serahsi'nin uçtuğu,
Hacı Bektaş Veli'nin güvercin şekline büründüğü, Abdal Musâ Veli'nin geyik
şekline girdiği, Budhalarm istedikleri zaman fil şekline girebildikleri bu tür
rivayetlerin meşhur olanlarından bazılarıdır. (330)
Hayvanlara iş
gördürmek, yırtıcı bir hayvana binmek, büyük veli Baye-zid'i Bistamî'ye
atfedilmiştir. Az ekmekle çok kişiyi doyurmak, elinin parmaklarından su
akıtarak başkalarına içirmek, denizdeki balıklarla konuşmak vb.'leri bu türden
rivayetlerin bazılarıdır. (331)
İşte bu
cümleden olmak üzere, birçok devlet erkânını tarikat ve kerametlerin içli ve
derin etkisi altında bırakan ve asırlar boyunca kulaktan ku-
·
330)
A. Gölp. Velâyetnâme Menâkıbı Hacı Bektaş Veli S. 105-120
·
331)
Tarikatlarla ilgili olarak halk ağzında dolaşan rivayetleri zaman zaman
mahallinde incelemek üzere çıktığım gezilerden bir tanesinde, 1970 senesi
temmuz ortaları idi. Gümüşhane'ye yolum düşmüştü. O muhitte Geyikli Baba
namıyle tanınan ve kerametlerinden bazıları halk ağzında hâlâ dolaşan bir
veli’yi çok evvel, daha İstanbul'da iken duymuştum. Ben esasen Kırşehir
yakınlarındaki Hacı Bektaş külliyesini görmek üzere yola çıkmıştım. İşte 'bu
münasebetle Gümüşhane'ye de geçtiğimde Geyikli Baha'nın türbesini sordum ve
beni oraya götürdüler. Sanki bütün yaşama güçlerini bu maneviyat kahramanı
veliden alırmışçasına tarlasına, bağına, bahçesine, pazarına giden her köylü
sabah olunca ilk iş olarak Geyikli Baha'nın türbesini ziyaret etmektelerdi.
Misafir kaldığım hane sahibinden beni erken kaldırmasını rica ettim, sabah saat
güneşin doğuşundan öncesi idi, ki yüzlerce kişi şeyh'in manevî huzurunda huşu
içinde bekleşiyorilardı.
Bana orada
Geyikli baba ile ilgili şu hikâyeyi anlattılar: Şeyh'in bir tek kızı varmış,
şeyh tarlada çift sürer, hanımı da evde yemeğini yaparak kızıyla gönderirmiş.
Yalnız kızına tembihlermiş ki, yemeği getirdiğinde tarlaya kadar gelme, falan
ağacın dibine koy, ben oraya gelir alırım! Kız her gün böyle yaparken bir
defasında bunu dinlememiş, tarlaya babasının yanına kadar gitmek istemiş. İşte
ne oldu ise o zaman olmuş. Bir de ne görsün babası öküzlerin yerine Geyikleri
koşmuş onlarla çift sürmektedir! Bu defa kızının anîden yanına gelerek
kerametinin sırrına vakıf olduğunu gören şeyh kızarak «Senden sonra bu aile kız
yüzü görmesin» der. Gerçekten de iki asırdır bu ailenin hiç kız çocukları
olmazmış!...
lağa, nesilden
nesîle intikalen günümüze kadar gelmiş bulunan büyük bir veli olan ve aynı
zamanda devrinin «Belh ülkesi» Prensi iken varisi bulunduğu bütün saltanatı
terk ederek kendini tasavvuf ve tarikat'ın mânevî zevkine kaptıran İbrahim b.
Edhem ile ilgili bir keramet. (332)
Birçok büyük
veli ve tarikat şeyhlerinin kendisine bağlılıkla övündük-eri büyük İslâm velisi
ve Edhemiyye tarikatının kurucusu İbrahim b. Edhem, H. 161 -778 tarihlerinde
Türkistan'da Belh Sultanı'nın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Belh ülkesinin
rakipsiz veliahd'ı (Prensi) olarak bir gün babasının vezirleri ve öteki
adamlarıyle avlanırken, gaibten bir ses O'na, «İbrahim sen bunun için mi
yaratıldın?» der. İbrahim b. Edhem birdenbire hakikatin sırrına ererek her şeyi
anlar, avdan derhal döner ve kimseye söylemeden sarayın hizmetinde
bulunanlardan ve kendisinin de itimat ettiği sadece birine durumu açar, kimseye
söylememesini tembihler ve elbiselerini de değiştirerek gece yarısı ıssız bir
anda saraydan uzaklaşır. Artık bundan sonra O'nun için dünya saltanatının bir
anlamı yoktur. O, kendisini uyaran bu sesin sahibini bulmak ister! Hatta o,
Budizm'in kurucusu Buda Gotama Çakyamoni gibi, hakikî aşk'ın kaynağını tenha
yerlerde aramağa başlar. (333)
Bütün ülke
halkı ise gece gündüz demeyip sevgili prenslerini aramak için yollara
düşmüşlerdir, işte o hummalı arama faaliyetlerinin devam ettiği günlerden birinde
idi ki, artık İbrahim b. Edhem aradığını da bulmuş olmanın zevki içinde, bir
nehir kenarında oturmuş, aylardır üzerinden çıkarmadan dere tepe dolaşarak
yırtılmış bulunan eski elbisesini iğne ile dikerek tamir ediyordu.
Tam bu sırada
idi ki, kendini arayanlardan bir grup, O'nun bu perişan halini gördüler, yanına
yaklaşarak selâm verdiler ve kendisinden sarayına dönmesini rica ettiler. Bu
arada sarayındaki bütün yeni elbiselerinin, altın yaldızlı tacının, tahtının
kendisini beklediğini, ülke halkının yas ve matem içinde olduğunu sayıp
duruyorlardı. O ise konuşulanlara hiç aldırış etmeden eski elbiselerini
elindeki iğnesiyle dikerek tamirlemeğe devam ediyor ve yanındakilerin yüzlerine
bile bakmıyordu. İşte tam bu sırada elindeki iğne birden nehrin derin suları
içine düşerek gömüldü gitti!..
İbrahim b.
Edhem müteessir olmuştu, yanındakiler bunu fırsat bilerek yeni elbiselerinin
sarayında kendisini beklediğini, atlara binerek bir an evvel saraya dönmelerini
kendisinden rica edici sözleri sıralayıp duruyorlardı ki, bir de ne görsünler,
nehrin mavi suları içinden büyükçe bir balık, biraz önce denize düşen iğneyi
ağzına almış olarak kenara doğru yaklaşır ve ağzındaki iğneyi İbrahim 6.
Edhem'e uzatır! İbrahim iğneyi balığın ağzından alır ve balık tekrar döner sulara
gömülerek kaybolur gider!.. Manzara dehşet vericidir! oradakiler hayrette
kalmış, dilleri tutulmuştur. Şimdi İbrahim
·
332)
Risâle EltKuşeyrî (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 26-28
·
333)
Nefehâtü’l-Ons. ter. S. 106-107
kısa ve öz
konuşur. «Bırakın beni hayatımdan memnunum!» Artık tek kelime bile söylemeden
hepsi kaybolur, döner giderler.
Gönüller
sultanı İbrahim b. Edhem'in efsâneleşmiş hayatıyla ilgili birçok keramet
örnekleri vardır. Nitekim İbrahim sarayını terkedeli 17 - 18 sene olmuştur ki,
kendisi ayrıldığında hamile olan karısının bir oğlu olmuştur. Oğlu babasının
hayat hikâyesini öğrenmiş O'nu arayıp bulmak için yola çıkmış, bir hac mevsimi
olduğu için de Mekke'ye gelmiştir.
0 sırada
Mekke'de Beytullah'ın kapısı önünde oraların bakım ve temizliği ile meşgul olan
bir ihtiyar görür ve selâm vererek ona durumu anlatır, ihtiyar adam delikanlıya
«Babanı görsen tanır mısın?» diye sorar. Delikanlı cevap verir:
— Ben onu hiç
görmedim ki!
İhtiyar, hızla
yerinden kalkar, senin baban benim! sen benim ciğer paresi evlâdansın! der, bir
anda manzara değişir. Baba oğul öpüşüp koklaşırlar ve nihayet saraylarına
dönmeye karar verirler. İbrahim b. Edhem oğlunun hatırını kırmak istemez ama,
oğlunun teklifine gönülden razı da olmaz ve Allah'a şöyle dua eder. Bu evlâd
sevgisi beni senden ayıracak, ya benim ruhumu al ya onun. Gerçekten bir iki
saat sonra çocuk hastalanır ve kısa zamanda ölür.
Rivayetlere
göre İbrahim b. Edhem hep şöyle dua edermiş: «Ya Rabbi, beni sana âsi olmaktan
taatinin izzetine götür». Bir gün O'na et pahalılaştı demişler, O da onu ucuza
satın alın (yani terk ediverin) demiş. (334)
Bu çeşit
keramet örneklerinden yeri geldikçe söz edilecektir. Şimdi bir de bazı
sofilerce yapılan kerametlerin sınıflamasını görelim:
Bazı sofilerce
kerametler ikiye ayrılır.
i — Keramet'i
kevniyye: Yukarıda da örneklerini gördüğümüz gibi bazı velilerden zuhur eden
kerametler olup kısa sürerler.
il — Keramet'i
ilmiyye: İlâhî bilgi yönünden ve devamlı olan kerametlerdir. Esas olan ikinci
grup (İlmî) kerametlerdir.
Nitekim büyük
velilerden Bayezid'i Bistamî'ye bir gecede Mekke'ye gidip gelen birisinden
bahsetmişler, O da şeytan da bir anda doğudan batıya gidiyordu ama yine de
Allah ona lânet etmiştir, der. (335)
Yine O'na
falan kişi keramet sahibi, havada uçuyor, derler, kuş da aynı şeyi yapıyor,
diye cevap verir. (336)
Mevlâna da
muhtelif zamanlardaki sohbetlerinin toplanarak bir araya getirilmesinden
meydana gelmiş bulunan eseri «Fîh-i mâfiyh»de, birisi bir solukta Kâbe'ye
gider, bu o kadar şaşılacak şey değildir, zira sam yelinde
·
334)
Risale El-IjKuşeyrî (Ter. Prof. T. Yazıcı) S. 27
·
335)
A. Gölpınarh, 100 Soruda Tasavvuf, S. 115-117
·
336)
A. Gölpınarh, Mevlâna Celâleddin, S. 228-231
de bu kadar
keramet vardır! der. O, devamla keramet ona derler ki, seni bilgisizlikten
akl'a, cansızlıktan canlılığa getirebilsin. (337)
Burada dikkati
çeken bir husus var ki, o da tarikat mensupları arasında —tıpkı filozoflar
arasında olduğu gibi— birbirlerini ustalıklı şekilde ten-kid ediş havası
sezilmesidir. Gerçekten de bu böyle olagelmiştir. Zaman zaman tarikat şeyhleri
birbirlerine keramet göstermek sûretiyle üstünlüklerini karşısındakine kabul ve
teslim ettirme fantezisine özenmişlerdir. Nitekim bu konudaki meşhur
rivayetlerden bir tanesi şöyledir:
Dost iki veli varmış,
bunlardan birisi kalabalık şehirde, ötekisi de tenha köyde otururmuş. Şehirdeki
mest yaparak, köydeki de çiftçilikle geçinirlermiş. Köylü velî bir gün
şehirliye bir ziyaret, bu arada da kerametini göstermek ister. Sıcaklı bir gün
bohçaya kar doldurarak şehire iner, şehirli veli misafirine hoş geldin der ve
dibi delikli bir süzgece soğuk su doldurarak arkadaşına ikrâm eder!
Tam bu sırada
ayakkabıcılık yapan şehirli velinin dükkânına zarif bir hanım gelir pabucunu
tamirlettirmek ister. Bu arada hanıma gözü takılan köylü şeyh'in bohçasından
kar suları damlamağa başlar, çünkü keramet bozulmuştur. Şehirli veli şöyle der
«Kerameti dağ başında değil, şehirde (güzel hanımlar arasında) gönlündeki İlâhi
muhabbeti yaşatarak göstermeli!...
·
337) A.
Gölpınarlı, Aynı eser, S. 229 vd.
·
III.
BÖLÜM
Tarikatların Sosyal Fonksiyonel
Yönleri
TARİKATLARDA
TEŞKİLÂTLANMA, YÖNETİM ve DİSİPLİNİN SAĞLANIŞI, GELİR KAYNAKLAR!, TEKKE,
ZAVİYE, HANKÂH ve ÇİLEHÂNELER, TARİKAT MENSUPLARININ
GİYİM -
KUŞAMLARI vs.
Bir tarikat kuruluşunun
dış görünüşü :
Sosyal bir
kuruluş olan tarikat için, benzeri diğer sosyal kuruluşlarda olduğu gibi bir
müteşebbis (öncü) bulunması gerekir. İşte bu kişi tarikatta «Şeyhstir.
Şeyh veya
mürşid, bir bölgede irşada başlamak üzere me'zun olup karar verdiğinde
yapılacak ilk iş, zikir ve ibadetlerin, tarikatın ruhî eğitim ve öteki disiplin
ve terbiye kurallarının uygulanabilmesi için mâbed, çilehâ-ne, halvet mahalli,
hamam, namazgâh, aşhane, kiler, fırın, ahır, misafirhane vb. gibi yerlerden
meydana gelen bir tekke ya da Hankâh teminidir.
Görüldüğü gibi
bir tarikatın faaliyet gösterebilmesi için lüzumlu olan ihtiyaç ve teşkilât bir
camiden çok farklıdır. Nitekim camilerin sadece namaz kılınacak bir yer
olmasına karşılık tekkeler öteki sosyal hizmetlerin yerine getirilmesi
zaruretini de beraberlerinde bulundururlar.
Böyle olunca
da bu gibi yerlerde her şeyden önce bir disiplin ve yönetim problemi olduğu
dikkati çeker.
işte biz
araştırmamız gereği, bu işin nasıl sağlandığına öncelikle eğilmek durumundayız.
TARİKATLARDA
YÖNETİM ve DİSİPLİNİN SAĞLANIŞ!
Tarikatlarda
yönetim ve disiplinin sağlanışı iş bölümü esasına dayanmaktadır. Nitekim idare
edenle idare edilenlerin bulunduğu her türlü sosyal kuruluşta bu böyledir. Şu
kadar ki, tarikatlardaki iş bölümü, herhangi bir kuruluştakinden farklıdır.
Çünkü tarikatlarda yönetim kuralları yazılı kanunlar, tüzükler ve
yönetmeliklerle değil, tamamen gönül fermanlarıyledir.
Tarikatta
bütün yetkileri elinde bulunduran en yüksek rütbeli kişi «Şeyh»dir. Şeyhler
«Pîr» makamını işgâl ederler. Aktüalitik (günlük) işlerde her türlü programı
düzenlemek üzere kurulmuş bulunan «Dergâh» zabıtanı, her hususta şeyhe karşı
sorumludur. (338)
Mevcud
tarikatlar içerisinde en mükemmel şekilde bir iş bölümü yapılmış bulunan ve
hemen her tarikatta aşağı yukarı görülen, şeyhden başka şu kişiler tarikatta
asayişi temin ederler.
Muhip ve
halife:
Muhip,
tarikata intisap etmiş ve şeyh tarafından müridiiğe kabul olunmuş kişidir.
Muhip olabilmek için önce şeyh'e müracaat edilir, şeyh müracaatı uygun bulursa
muhib adayı'nın abdest alarak temizlenmiş olduğu halde gelmesini emreder.
Yalnız bazı tarikatlarda bu randevu işi oldukça uzun sürer. Çünkü muhib, mürid
olabilmek için oldukça zor ve uzun imtihanlardan geçirilir.
Hatta muhibbin
abdestli olarak yatması, gece uykuda gördüğü rüyayı aynen şeyh'e anlatması
gerekirdi. Muhib adayı olan mürid, rüyanın mânâ ve mahiyetinin ne çıkacağını
bilmediği için gördüğü rü'yaları aynen şeyh'e nakleder ve bazan şeyh lüzum
görürse rü'yaları birçok defalar tekrarlata-bilirdi. (339) Yalnız Mevlevîlikte
bu iş o kadar uzatılmazdı, çünkü Mevlevîlikte mürid'in imtihan ve ruhî olgunluk
derecelerinin tayini daha sonraya bırakılırdı. (340)
Müridlik
derecesinde başarı gösterenler yapılan bir törenle muhibli-ğe terfi ettirilir
ve şeyh tarafından dergâhtaki dedelerden birisine teslim edilirdi. Muhibbin
teslim edildiği dede, şeyh'e karşı onun terbiyesinden sorumlu tutulurdu.
Böylece müridlikten muhibliğe terfi etmiş olan kişi tarikatın bütün âdâbını
artık dede'den öğrenirdi. (341)
Halife:
Tarikatlarda
halifelik makamı, disiplinin temini yönünden önemli olduğu kadar, mânevî yönden
de oldukça önemli bir makamdı. Nitekim Mevlevîlikte hilâfet (halifelik)
makamını işgâl eden kişi, doğrudan doğruya tarikatı temsil de edebilirdi.
Esasen Mevlevîlikte halife: Tarikatın yeni şubeleri açılacağı zaman şeyh
tarafından her hususta bu yeni kurulan şubede tarikatı temsil etmeğe yetkili
kılınmış kimsedir. (342)
·
338)
F. M. Hasluch, Bektaşî Tetkikleri (Çev. R. Hulûsi), S. 33-57
·
339)
Aynı eser, S. 49
·
340)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 367-389
·
341)
A. Gölpınarlı, Aynı eser, S. 371, 379, 382
·
342)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 367-388
Bir kimsenin
halife olabilmesi ise o kadar basit bir iş değildir. Nitekim halifelik makamının
namzedi sayılabilecek kimsenin uzun yıllar aynı tarikata mensub olarak hizmet
etmiş, müridlik ve muhiblik devrelerini daima iyi siciller alarak doldurmuş,
dedelerin ve şeyhlerin sempatilerini kazanmış olması ve irşada da kabiliyeti
bulunması gerekirdi.
Tarikatın yeni
şubelerinin açılması düşünüldüğü âcil hallerde halifelere icazet verme yetkisi
tanındığı da görülür ki, aslında pratik bir çare olarak düşünülmüş bulunan bu
usul, özellikle Mevlevîlikte şeyhlik makamı ile halifelik makamı arasında rekabet
ve huzursuzuklara yol açtığı görülmektedir. Nitekim halife, önceleri şeyh
tarafından kendisine sadece yeni bir şube açması için yetki verilmiş bir kişi
iken, zamanla teşkilât tarafından halifelere de şeyh gözüyle bakılmağa
başlanmıştır. Bu durum ise merkezle şubeler arasındaki bağlantının zamanla
zayıflamasına yol açmıştır. (343)
Şeyhlik makamı
ile halifelik makamı arasındaki huzursuzluğun bir başka sebebi de, halifelerin
kendi başlarına hareket ederek, bir tarikat liderinden çok bir kabile reisi
gibi davranmalarıdır.
' Halbuki, bir
tarikat liderinin görevi sadece bir yöneticilik değil, aynı zamanda dinî ve
ruhî bir eğiticiliktir de. Böyle olunca halife olabilecek kişinin mutlaka uzun
süren ve ciddî bir ruh eğitiminden geçmesi gerekmektedir. Halbuki son
yüzyıllarda özellikle Mevîevî halifelerinin tayinlleri şeyhlerin
muvafakatlarına müracaat olunmadan çelebiler tarafından yapılmağa başlanmıştır
ki, bu durum da tarikatlarda ruh eğitiminin zayıflamasına yol açmıştır. Nitekim
tarikatlar böylece kendi akıbetlerini kendileri hazırlamışlardır!... (344)
DERGÂH ZABITANI :
Tarikatta
haricî işlerin yürütülmesi ve dahilî disiplinin sağlanmasıyle görevli bulunan
personelin hepsine birden «dergâh zabıtânı» denirdi. (345)
Disiplin işinin
her tarikatta muntazaman yürütüldüğü herkes tarafından bilinen bir husustur. Şu
kadar ki) bu işin yürütülüşü bazı tarikatlarda farklı şekiller arzeder. Nitekim
öteki tarikatlarda genellikle disiplin işlerine şeyhler nezaret ederlerken,
Mevlevîlikte bu işi daha çile çıkarma devresinden itibaren birtakım iş bölümü
şeklinde sağlanma yoluna gidilmiştir.
Şöyle ki: Çile
çıkarma devresini tamamlamış olan bir derviş veya mu-hib, belirli bir hizmet
süresini tamamlayınca «Muhib dede veya ahçı dede»
·
343)
A. Gölpınarlı, Aynı eser, S. 390-408
·
344)
Tarikatların batmasına ve fonksiyonlarını yitirmelerine, sebep olan belki
de bu en önemli iç kavgalarla öteki sebepler üzerinde ileride ayrıca
durulacağından (tarikatların kapanışı bölümü) burada sözü uzatmıyoruz.
·
345)
S. M. Hasluch, Bektaşî Tetkikleri (Çev. R. Hulûsi), S. 41-77 lakabını
alarak öteki çilekeşlere nezaret etmeğe başlardı. Yani o andan itibaren
disiplin işlerinde önemli bir rol almış bulunurdu!.. (346)
Çilekeşlik
dönemi, tarikatlarda belki en önemli bir devredir. Şimdi özellikle Mevlevîlikte
uygulanan çilekeşlik metodlarından bir ikisini (bir fikir edinmiş olmak için)
görelim:
Bu iş
ekseriyetle şöyle olurdu: Taa Eyüp sırtlarındaki tepelerden birinde bulunan
Bahariye tekkesinde çile çıkarmakta bulunan bir mürid, Ba-yezit meydanındaki
bir tütüncüye gönderilir ve bir paket tütün alması söylenir. Mürid hemen gider
tütünü alır getirir. Fakat bu hareket zaten kasıtlıdır ya!, onu bu sefer de;
aldığın tütün yanlış, git bunu değiştir ve Eminönü'n-dekinden başka bir tane al
gel denir. Asıl önemli olanı ise derviş, bütün bu işleri sayılı dakikalar
içinde yapmak zorundadır!...
Şimdi burada
önemli olan «Can» denen çilekeşin bu işleri yapıp yapmaması değil, kendisine
maksatlı olarak birtakım zorlukların çıkarılışı karşısında takındığı tavırdır!
O'nun bu tavrı ve hareketi samimiyetinin bir kriteri ölçü)idir. Bazı hallerde
kendisini arkasından takip eden gözcüler de gönderilirdi ki, gidip gelirken ve
alışveriş yaptığı yerlerdeki tutumları, konuşup görüştüğü kimseler vs. hep değerlendirilirdi.
Bu arada ona bazı ağır ve hakaret mahiyetinde sözler de söylenerek sabır ve
tahammülü denenir, böylece karakter ve şahsiyeti ölçülürdü. (347)
Çile devresi
bu kadarla da bitmezdi. Bazı hallerde derviş herhangi bir görevle dışarıya
çıktığında kendisine rastlayan birisi ona meyhaneye gidip birkaç kadeh atalım!
ya da biraz gezip dolaşalım, boşver bu işlerin başına çıkılmaz ve o kadar
uğraşmaya da değmez, bu işlerin sonu yoktur aldırma!., şeklinde tarikat
disiplin kurallarına aykırı şekillerde birtakım tekliflerde bulunurdu. Bu kişi
aslında onu deneyen birisi olabilirdi. Ne var ki saf mürid bunun farkında
olmazdı çoğu zaman!
Kısaca çile
doldurmakta bulunan mürid, bütün bu sınavları başarı ile veremezse, kendisine
bu işi yapamayacağı, yükselmeye lâyık olamadığı bildirilirdi. Böylece dergâhtan
uzaklaşmak zorunda kalan mürid için düşünü-lebilen cezaların en ağırı idi bu
durum. (348)
Birinci defa
çile çıkarma sınavını başaramamış olanlar yeniden müracaatta bulunduklarında
müracaatları yeniden kabul olunurdu ki, bu durumlarda çile çıkarma sınavları
yeniden başlardı. Yani sınav kapısı dâima açık tutulurdu. Tekrar müracaatta
bulunma haline Mevlevîlikte «Çile kırmak» denirdi ki, bir mürid için çok büyük
bir sorumluluk yüklenmek demekti bu durum. (349)
·
346)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 390-408
·
347)
A. Gölpınarlı, Aynı eser, S. 391 -395
·
348)
A. Gölpınarlı. Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 391 -398
·
349)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 393-395
Çile çıkarma
sınavını başarmış olanlar öncelikle dedelerin nezaretinde; dışarı meydancılık,
dergâhın dış kısımlarının temizliği ve bakımı, dedelerin ve müridlerin
çamaşırlarının yıkanması, âb-rîz işleri, abdest yerlerinin, şadırvan ve
helaların temizliği, şerbetçilik, dedeler matbağa geldiklerinde onlara
sunulacak şerbetlerin hazırlanışı, bulaşıkçılık, dolapçılık (kazan, tencere,
maşraba vb. kapların dolaplara yerleştirilmesi) pazarcılık, (sabahları pazara
çıkıp erzak ve her türlü eksiklerin mübayaası, sofraların kurulup kaldırılması
demek olan «sonatçılık», kahvelerin pişirilmesi ve tekkelerin ve dergâhların
kandil ve şamdanlarının bakım ve temizliği ile meşgul olan «içeri meydancılık»
gibi işler hep çile çıkarma imtihanını veren müridlerin ilk hizmete giriş
safhasında yaptıkları işlerdendir. (350)
Aşağı yukarı
da bütün tarikatlarda görülen bu tür ortaklaşa hizmetlerin dışında Mevlevîlikte
bir de müzik faaliyetleri vardı kî, bu bakımdan Mevlevi tekkeleri esasen birer
tekke olmaktan öte birer müzik yurdu durumunda idiler. Durum böyle olunca
Mevlevi tekkelerinde, yukarıdaki hizmet çeşitlerinden ayrı olarak. Neyzen,
Kudûmzenbaşılıklar da bulunurdu ki, bunlar da dergâh zabıtânı (disiplini
sağlamakla görevli memurlar)ndan sayılırlardı. (351)
Kudûmzenbaşı :
Belirli gün ve
gecelerde kudüm ile usûl tutarak mutrıpları (yani musiki icra heyetini) idare
ederdi.
Neyzenbaşı:
Devirlerden
önce ve sonraki ney taksimini geçer, âyinlerde öteki neyzenlerle beraber ney
üflerdi. (352)
Ayrıca bu iki
musiki üstadı, müridler arasından kabiliyetli olanları seçip âyinhanlar ve neyzenler
yetiştirmekle de görevli idiler.
Böylece
bilinçli bir iş bölümü ve ciddî bir görev anlayış ve şuuru içinde aynı zamanda
ahlâk ve disiplin kurallarına bağlı, ast ve üst rütbelilerin birbirleriyle
karşılıklı sevgi ve saygı anlayışı içinde kaynaşmış oldukları halde, bünyesinde
binlerce, onbinlerce kişiyi toplamış bulunan tarikatlarda disiplin mükemmel bir
şekilde sağlanmış oluyordu. (353)
TARİKATLARIN GELİR KAYNAKLARI
Tarikatların
fonksiyonel yönden analizinde önemli olan bir başka husus da gelir kaynakları
meselesidir.
·
350)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 396-397
·
351)
A. Gölpınarlı. Mevlâna'dan sonra Mevlevilik S. 397
·
352)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 406-408
·
353)
A. Gölpınarlı. Aynî eser S. 399-405 vd.
Her ne kadar
tarikatlarda esas olan öbür dünya olup, bu dünya ikinci plânda bulunursa da;
binlerce, onbinlerce kişiyi bir arada barındırmak; böy-lece de yemek, içmek,
giyim kuşam, konut vb. gibi birçok sosyal ihtiyaçların bulunuşu kaçınılmaz bir
zaruretti de.
İşte
tarikatlardaki bu tür sosyal ihtiyaçların kaynaklarını eleştirdiğimizde şu üç
gelir kaynağının bulunduğunu görmekteyiz:
·
1
— Vakıflar
·
2
— ihsanlar ve atıyyeler (yani özel bağışlar)
·
3
— Devlet erkânı tarafından yapılan yardımlar
VAKIFLAR :
İslâm
dünyasında vakfın toplum düzeninde özel bir yeri vardır. Vakıf her şeyden önce
bir hayır kuruluşudur, islâmdaki hayır kuruluşlarının başında ise, dinî
faaliyetlere hizmet amacını güden kuruluşlar gelir. İşte Cami, Medrese, Tekke,
Hankâh, Sebil, Hastahane, Hamam, Kışla vb. yerler bu cümledendir.
Tarikatlara
gelince; bunlar her şeyden önce dinî, ya da dine hizmet amacını güden birer
kuruluş hüviyetine sahip bulunduklarından, aynı zamanda toplum üzerinde büyük
bir etkisi de bulunduğundan, türlü vesile ve amaçlarla tarikatlara intikal
etmiş bulunan vakıflar özellikle dikkati çekmektedir.
Esasen
tarikatlar toplum bünyesinde sosyal, siyasî ve dinî alanda topladıkları sempati
ölçüsünde halktan maddî yardımlar görmüşlerdir. Özellikle zenginler ve aydın
zümreler, vakfın gerçek amacının ötesinde şahsî çıkarları için de tarikatlara
yakınlık gösterme gayreti içinde bulundukları olmuştur.
:
Vakıflara
yapılan nakdî, menkul (taşınabilir) ve gayrimenkul (taşınamaz) bağış ve
vakıflar yanında tekke ve zâviyelerin yapımı için âdeta yarışa girildiğini bile
görüyoruz. Bu konudaki teferruatı ileride göreceğimiz için burada üzerinde
fazla durmayacağız.
Şu kadarına
işaret edelim ki, vakıf yoluyle sahip bulundukları emlâk, özellikle bazı
(Bektaşîlik, Mevlevîlik gibi) tarikatlar için o derece çoğalmıştı ki, bunun
idaresi oldukça zorlaşmış, tarikatlar devlet içinde devlet gibi hareket eder
duruma gelmiş, vergi tahsili problemleri içinden çıkılmaz bir hâl almıştı.
Tarikatların ilgası (kapatılışı) bölümünde görüleceği gibi, kendi akibetlerinin
kendileri tarafından zaten hazırlanmış bulunduğu tarikatların bütün emlâki de
artık kamulaştırılmıştır. (354)
·
354) R. E. Koçu
Yeniçeriler S. 325-331
ÖZEL BAĞIŞLAR :
Tarikatların
yaşayışı sadece vakıflara bağlı kalmamıştır, özellikle Mevlevîlik, Kadirîlik,
Nakşibendîlik, Halvetîlik gibi zengin çevrelerin sempatisini toplamış bulunan
tarikatlara varlıklı kişiler bol miktarda maddî yardımlarda bulunuyorlardı.
Aşhanelerde kaynayan kazanlar, hâli vakti yerinde olan kimseler tarafından
haftalarca, hatta aylarca önceden sıraya girmek suretiyle donatılır, tekke ve
ha'nkâhların iaşe yardımında bulunabilmek için zenginler âdeta yarış ederlerdi.
Ayrıca
ramazanlarda toplanan sadaka ve zekâtlar da tarikat mensuplarının ihtiyaçlarını
seneden seneye karşılayacak yekûna ulaşırdı. Bunlardan başka beklenmedik anda
ânî gelen bağış ve zuhuratlar da ayrıca bir yekûn teşkil eder ve ayrı bir fonda
toplanırdı.
Mevlevîlikte
bu tür bağışlar özel bir deftere kaydedilirdi ki, elde mev-cûd kayıtlara göre bunlardan
bazıları şöyledir:
Nafizpaşa
defteri dervişanındaki (355) kayıtlara göre Mevlevî şeyhlerinden Nasır
Abdüibâki Dede'ye 1800 senesi Rebiülahır (gün belli değil) günü bin kuruş
atiyye'i hümâyûn gelmiş, tarikatçı adıyla meşhur Mehmet Dede ile Derviş İsmail
Hammamî büyük dede yine^ 1800 yılında aynı tarihlerde huzur'u hümâyûna kabul
edilip her ikisine de 13O'ar kuruş atiyye ihsan olunmuş bulunduğu yine aynı
kaynakta mevcuddur. (356)
özel bağışlar
çoğunlukla tekkelere yapılmakla beraber bazen doğrudan doğruya şeyhlerin
kendilerine ve yakınlarına da yapılabilirdi. Nitekim Amasya Mevlevî şeyhi
Mehmet Efendiye dergâhın tamiri için 900 kuruş ihsanda bulunurken, evinin
tamiri için padişaha bir arzuhal (dilekçe) veren Ermenek Mevlevî şeyhinin bu
dileği yerine getirilerek evinin onarımı sağlanmıştır. Aynı şekilde padişah
Selim İli. Mevlevî dergâhını tamir ettirmiş, şeyh makamıyle hücrelerin oniki
tanesini de çuha kumaşlarla döşeterek, ayrıca şeyhe nakdî ihsanların yanında
bir de kürk hediye etmek suretiyle sempatisini izhar etmiştir. (357)
Sultan İl.
Mahmut, 1810 senesinde Galata Mevlevîhanesine bir ziya-lette bulunmuş ve şeyhe
sof (yün) bir ferace (hırka) hediye etmiş, dervişlere de türlü ihsanlarda
bulunmuştur. (358)
Öte yandan
yine 1858 senesinde Padişah Abdülmecid, Kasımpaşa Mev-levîhanesi şeyhi Alirıza
Dede'ye atiyye'i şahâne İhsan buyurmuş, (359)
·
355)
Başvekâlet Devlet Arşivi Nafizpaşa Def. Dervişan 18. a
·
356)
Başvekâlet Devlet Aynı defter No: 18. a
·
357)
B. Bk. Arşivi Defter’i dervişan No: 22. a
·
358)
B. Bk. Arşivi Defter’i dervişan No: 63. a
·
359)
B, Bk. Arşivi Dahiliye iradeleri 29 - Şevval -1274 No: 26481 yine
arşiv kayıtlarına göre Padişah Abdülmecid, Beşiktaş şeyhi Nafiz De-de'ye 1500
kuruş maaş bağlatmıştır. (360)
Tarikat
mensuplarına cazip görünmek ve onların desteğini sağlamak amacıyle gösterilen
alâkalar bu kadar da değildir. Nitekim son zamanlarda, İttihatçılar zamanında
bütün tarikat erbabından köprüden geçiş parası almamak suretiyle tarikatlara
karşı sempatik görünmek eğilimi politikası gü-dülmüştür. (361)
DEVLET ERKÂNI TARAFINDAN TARİKATLARA
YAPILAN YARDIMLAR
Yukarıda
örneklerini gördüğümüz yardımlar, daha çok özel bağış niteliğini taşıyan
sembolik mahiyetteki yardımlardır. Halbuki devlet erkânı (Padişahlar, vezirler,
paşalar vb.),nın tarikat liderleriyle olan ilişkileri bu kadarla bitmemiş,
onlara yakınlık göstermek suretiyle her devirde tarikat şeyhlerinin siyasî ve
sosyal nüfuz ve fonksiyonlarından yararlanma cihetine gidilmiş olduğu
görülmektedir.
Nitekim bu
amaçla; tekke ve dergâhların onarımı, teşkilâtın genişletilmesi için
yenilerinin yapımı, kısaca tarikatların yaşaması için alınacak uzun vadeli
proje uygulamalarında daima devlet erkânı tarikat şeyhleriyle birlik ve
beraberlik politikası gütmüşlerdir.
İşte bu
amaçladır ki, özellikle XVI. yüzyıllardan itibaren tekke ve zâ-viyelerin
beyler, paşalar, vezirler tarafından yaptırılması bir yarışma halini almıştır.
Bu görüşü
doğrulayan binlerce eser görmek mümkünse de, bir fikir sahibi olabilmek için
birkaç tanesine işaret edeceğiz:
Başbakanlık Devlet
arşivindeki kayıtlara göre, Peçoy Mevlevîhânesi 1665'te Gazi Hasan Paşa
tarafından, Kayseri Mevlevîhânesi 1675'te Bayram Paşa tarafından, Kilis
Mevlevîhânesi de 1676 tarihlerinde Ali Ağa adında bir saray ağası tarafından,
yine arşiv kayıtlarına göre Selânik Mevlevîhânesi Ahmet Paşa adında bir vezir
tarafından yaptırılmışlardır. (362)
Böylece tekke
ve dergâhlar ekseriyetle vezirler, beyler ve paşalar tarafından yapılırken, bu
gibi yerlerin onarırdan, tefriş (döşeme) ve tezyini (süslenmesi) de padişahlar
tarafından irade buyrulan fermanlarla ayrıca yapılıyordu. İşte bu konudaki
enteresan örneklerden birkaçı daha:
Tophane
yangınında yanan Kulekapısı (Galata) Mevlevîhânesi Padişah Mustafa (lll.)'nın
emriyle (Yenişehirli Osman Efendi adında birisi bi-
·
360)
B. Bk. Arşivi Dahiliye iradeleri 26 - Ramazan - 1274 No: 26593
·
361)
A. Gölpınarlı Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 258-259
·
362)
Sırasıyle B. BK. Dev. Arşivi 1. Şevval-1901, Bab’ı âsafi (numarası), Ali
Emîrî Mehmed IV. 1086 No: 3359 ve 3-Safer-1170 Alî Emîrî tasnifi Osman III. No:
330 na emini tayin edilmek
sûretiyle) yeniden yaptırılmış ve 1765'te tamamlanarak tekrar zikre açılmıştır.
(363)
Burada bir
noktaya işaret edelim ki, tarikatlar içerisinde devlet erkânını en yakından
ilgilendiren ve bu ilgiyi en uzun sürdürmeyi başaran Mevlevîlik olmuştur.
Özellikle XVII. yüzyıllardan itibaren Mevlevîlik âdeta resmî bir devlet kurumu
haline gelmişti. Nitekim zaman zaman padişahlar, vezirler, beyler ve paşalar
Mevlevîliğin sempatisini kazanmada yarış halindeydiler. Bu durum öyle bir hâl
almıştı ki, öldürülmesini emrettiği adamın her hangi birinin şefaatiyle
kurtarılmasına mâni olmak için namaza duran ve zalimliğiyle tanınmış bulunan
Sadrazam Sofi Mehmet Paşa (ölümü 1649) bile Yenikapı şeyhi Doğanî Ahmet Dede'ye
mensuptu. (364)
Selim (İli.)
ve Mahmut (il.) de Mevlevîliğe karşı son derece bağlı oldukları, özellikle
Halet Efendi gibi devletin tek adamı durumunda bulunan siyasetçilerin bile
tarikatların mânevî potası içinde eridikleri, özellikle Mevlevîliğin siyasî
alandaki formu içinde gerçek kişiliklerini unuttukları gözden kaçmaz.
Nitekim
Padişah Mahmut II. ve devrin bir numaralı siyasetçisi bulunan Halet Efendi,
Mevlevî tarikatının birer müridi haline gelmişlerdi. (365)
Aynı zamanda
müzisyen ve şair ruhlu olan Selim III.'in Şeyh Galib'e hayran oluşu, Mevlevî
çelebilerinden Mehmet Emin Çelebi'nin Nizam'ı Ce-did'e karşı Konya'da
tertiplenen isyana âdeta öncülük etmesine rağmen, bu tutum dahi Selim III.'in
Mevlevîliğe karşı olan bağlılığını gevşetmemiş, hatta Selim III. devrinde
Mevlevîlik münevver zümre arasında en yüksek mevkiyi almış, dergâhlar tamir
edilmiş, vakıflar çoğaltılmıştı. (366)
Fakat bu arada
tarikatlar (özellikle Mevlevîlik) için hiç de hoş olmayan bir durum kendini
hissettirmeye başlamıştı.
Şöyleki: Devlet
erkânının tarikatlarla bu derece yakından ilgilenmeleri, tekke, zaviye, hankâh
vb. yerlerin devlet erkânı tarafından yapılması ve onarılması, özellikle
şehzadeler, sultanlar, paşalar, vezirler ve başkaları tarafından türlü
şekillerde yapılan vakıf ve özel bağışlarla tarikatların geniş ölçüde manevî
güçlerine paralel olarak maddî güç de kazanmış olmaları, bu arada özellikle
kendi içlerine kapalı muhtar birer kuruluş halinde devlet içinde devlet gibi
hareket etme temayülleri, onların bu tutum-
·
363)
Başb. Arş. Eski maliye defterleri tasnifi muvakkat No: 3160, 1178-1182
tarihli defter S. 618
·
364)
Uzun müddet Mevlevihanede oturduğu için «Sofi» lakabıyle tanınan bu zat
hakkında Nâima: «Nice zulm’ü fesâdâtı enüp sofîlik yüzünden görünüp halk’ın
mâl’ü canına ısrarda rahmetmeyüp salah’u takvâsı, dâm-ı tezvir-ü riya idi» der.
Hadikat-al-Vüzerâ C. IV. S. 403 409 (aynı eserin ceride’i havadis matbaası
baskısı S. 88 -89)
·
365)
Halet Efendi'den deride söz edilecektir.
·
366)
A. Gölpmarlı. Mevlâna'dan sonra Mevlevilik S. 248-249 vd. larından
endişe duyan devlet erkânının hoşnutsuzluklarını hissettiren tutumları tarikat
şeyhlerini tedirgin etmeye başlamıştı.
Nitekim,
önceleri tamamen tarikatların yararına terkedilmiş bulunan vakıflara, sonraları
«Makam'ı meşihat» (şeyhü'l - İslâmlık makamı)ın müdâhale etmek istemesi,
tarikat şeyhlerinin hoşnutsuzluklarını daha da arttırmış ve tarikatçılarla
şeyhü'l - İslâmlık makamının arasını açmıştı. Hatta şeyhü'l - İslâmlık makamı
Mevlevî çelebilerine açıktan açığa müdâhale etmek istiyordu.
öte yandan
tarikatlar, zaman zaman bazı şahsî çıkarlara da alet edilmek isteniyordu.
Nitekim yukarıda da işaret edildiği gibi Osmanlı devletinin bu döneminde her
istediğini aynı anda yaptırabilecek kadar siyasî bir güce sahip olan Halet
Efendi adında bir adam görülür ki, hemen hemen bütün tarikatlara karşı
sempatisi bulunan bu adam Mevlevîliğe daha da yakındır. Sebebi, bu devirde
artık Mevlevîlik tamamen aristokratik çevrelerce tutulmaktadır.
Büyük Osmanlı
devlet adamı ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, Halet Efendiden uzun uzun söz
eder. Konumuzu ilgilendiren yanlarıyle bu hususta birkaç örnek görelim:
O devirlerde
İstanbul sıkıntılı günler yaşamaktadır. Şöyle ki, bir yanda sık sık çıkan
yangınlar yüzünden şehir yer yer bir kül yığını haline gelmekte, diğer yandan
Arabistan'da Vahhabîler (ileride gelecek) Yemen'de Zeydîler, Anadolu'da
birtakım, iç karışıklıklar devleti uğraştırıp durmadadır.
İşte bu arada
adından sık sık söz edilen birisi ortaya çıkar ki, bu şahıs Kırımlı Kadı
Hüseyin'in oğlu olan ve gençliğinde Reisü'l - Küttâp mü-hürdârlığının
yamaklığında ve bazı kitabet işlerinde bulunmuş, bir ara da Paris'e Osmanlı
Devleti Sefiri olarak gitmiş olan Divan-ı hümâyûn beylik-çisi ve daha sonra da
Rikâb'i hümâyûn reisi olup bir yıl kadar da Kütahya'da sürgün hayatı geçirerek
en sonunda «Tevkıy'î-i Divân'ı hümâyûn» mevkiini ele geçirmeğe muvaffak olan
«Halet Efendi»dir. (367)
Halet Efendi,
devletin bu buhranlı devrinde bîr yandan Mevlevîlik sempatizanı olarak, bir
yandan yeniçeri ocağının da desteğini sağlayarak padişahın üzerindeki nüfûzunu
arttırmış, zekâsıyle padişahın politikasını idare edebilmek için şahsî
düşmanlarını temizlemeğe karar vermiştir. Hatta ilk iş olarak dâima çekindiği
Tepedelenli Ali Paşa'yı idâm ettirmesi (1822) belki de biraz gecikecek olan
Mora isyanını birden alevlendirmiş, yer yer isyanlar başlamıştır. (368)
Bütün bu
olayların müsebbibi bulunduğundan dolayı şaşkın bir hâle düşen Hâlet Efendi,
İstanbul'da Rum patriğini Fener kilisesinin kapısı önün-
·
367)
A. Cevdet Paşa Tarih',! Cevdet C. XI. S. 40-41
·
368)
A. Cevdet Paşa Aynı eser S. 42 C. XI de
astırıyor. Boğaz'da bulunan bütün Rum yalılarını kurşunla delik deşik
ettiriyor, suçu varmış, yokmuş hiç bakmadan zengin Rumları öldürtüyor, Kayseri,
Edremit, Tarabya metropolleriyle Edirne'de oturmakta olan eski Rum patriğini de
aynı akibete uğratıyor.
Gençleri ve
külhanbeylerini de uyanık olmaları için devamlı kışkırtıyor, bunlar savaş
talimi yapmak için devamlı keçelere pala sallıyor, sokaklarda gösteri
yapıyorlardı. (369)
Bizi
ilgilendirir yanıyle bunlardan daha enteresan olan bu şaşkınlıkları
değerlendirerek Halet Efendi'nin şahsî düşmanlarını ortadan kaldırabilmek için
tasarlayıp durduğu imha plânlarını uygulayışı ve bunun için de tarikatlardan
yararlanışı idi.
Gerçekten
Halet Efendi, hareketlerinin Mevlevîler ve diğer tarikat mensupları tarafından
da tasvip edildiğini ileri sürerek devamlı panik meydana getiriyor ve suçlu
suçsuz demeden gözüne kestirdiği kimseleri rahatça ortadan kaldırıyordu. (370)
Sultan Mahmut
(ll.)'un yeniçerileri imha plânına da karşı çıkan Hâlet Efendi, bu hareketiyle
birdenbire gözden düşmüş ve Bursa'ya sürülmesi için ferman çıkmıştı ki, ricası
üzerine Konya'ya sürülmüştür. (371) Fakat idâm fermanı kendisinden bir gün önce
Konya'ya vardığından, efendi çelebi dâiresinde otururken fermanı getiren Ârif
Ağa içeri girmiş, kılıç kaytaniyle Hâlet Efendiyi boğarak kellesini kesmiş
(1823) gövdesi Mevlâna türbesinin ön tarafındaki avluya gömülmüş, başı da
Kulekapısı Mevlevîhanesine kendisi için evvelce hazırlattığı mezara gömülmüş ve
Hâlet Efendi dramı da böylece bitmiştir. (372)
Hâlet
Efendinin bir tarikatçı olarak oynadığı birtakım siyasî oyunlar da vardır.
Nitekim Defter'i dervişanda onunla ilgili bulunan bir vesikadan anlaşıldığına
göre:
Hâlet
Efendi'nin oturduğu konaktaki kapısı önünde tennûreli iki Mev-levî dervişi
daima niyazda durur, erenlerin hizmetini görürlermiş. Hatta bu yüzden bir gün
Hâlet Efendiyi öven ve konağında bile Mevlevîlere hizmet gördürmekte diyen
birisine Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ali Nutkıy dede, «icâzetnâme alamaz
olsaydı» dervişleri evliya kapısından vazgeçirip ağniya
·
369)
A. Cevdet Paşa Aynı eser S. 42-43 C. XI
·
370)
A. Cevdet Paşa Tarih’i Cevdet C. XI. S. 40-41
·
371)
Çünkü Mevlevilerin merkezi olan Konya’yı kendisi için daha emniyetli
buluyordu.
·
372)
A. Gölpıharlı. Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik S. 251 - 254
Not: Bir
gün Halet efendinin aklına bir şey gelir «Şimdi okçular başındaki berberiîn
başı kesilsün, saire havf’ü dehşet gelür ve erâcifin-tedhişçilik- arkası
kesilür» Mecliste bulunanlardan biri, aman efendim o benim berberimdir
bağışlayın der! Halet efendi hiç istifini bozmadan emrini değiştiriverir: «O’na
mahsus değil-a öte taraftaki berberin boynu vurulsun » Tarih’i Cev. C. XI. S.
40-41
(zenginler) kapısına
alıştırdı. Yâr-ü ağyâr (sevilenler - sevenler) içinde sikkeli, tennûreli
Mevlevîye hizmet ettirmekten utanmıyor,» demiştir. (373)
Esasen
Mevlevîler de buna rağmen bu adamı tutuyor ve siyasî gücünden yararlanmak
istiyorlardı. Hatta çelebisinden muhib'ine kadar bütün Mevlevîler bu devlet
kethüdasını âdeta bir tarikat kethüdası olarak görüyorlardı ki, bunun sebebi de
yok değildi. Çünkü Hâlet Efendi hazine'i hümâyûndan bir hayli maddî yardım
temin ediyordu.
TARİKAT
MENSUPLARININ KILIK KIYAFETLERİ
ve
BUNUN SOSYAL ANLAMI
Her tarikat
kendine özgü (mahsus) bir kıyafete sahipti. Böyle olunca ilk bakışta
tarikatların iktisâdî problemlerle de ilişkileri akla gelmektedir. Nitekim bir
tarikat mensubu öyle öteki vatandaşlar gibi rastgele bir kumaş, ya da rastgele
bir pabuç alıp giyemeyecektir. O, ancak mensup bulunduğu tarikatın kabul ettiği
kılık kıyafete uymak zorundadır.
Bu
farklılıklar esasen tarikatların inanç sistemleriyle ilgilidir.
Şu kadar ki, kılık
kıyafet hususunda daha ciddî olan tarikat Mevlevîliktir. öteki tarikatlarda
mutlak değişmez olarak kabul edilmiş zorunlu bir kıyafet görülmemektedir.
Onlardaki ayrılıklar kılık kıyafetten çok, zikir usullerindedir. (374)
Mevlevîlikteki
kılık kıyafet şekilleri:
Elbisenin
şekli: Eiifî denen, ağı pantolon ağından biraz geniş şalvar, yakası bir parmak
eninde ve sol taraftan iliklenen, bele yahut belden biraz aşağıya kadar inen
dar kollu ince bir gömlek, gömleğin üstünde kolsuz, yakasız, omuzlara gelen yerlerinde
omuz başlarını örtecek şekilde ve gittikçe ensizleşen, bele kadar inen önü açık
yelek, hepsinin üstünde de yakasız ve enseden göğüse kadar inen ve yanlarda
(çoğunlukla on iki İmama işaret olarak) on iki tane, özellikle Mevlevîlerde
kutsal sayılan onsekiz ma-kina dikişi bulunan ve hırkanın yakasındaki makina
dikişleri arasında bu
lunan şu şekli
alırdı.
(375)
Bu, daha çok
dışarısı için kullanılan kıyafetlerdir. Aşağı yukarı bütün tarikatlar ufak
farklarla aynı kıyafeti benimsemişlerdir.
Başta ise
«Sikke» denen bir fes bulunurdu. Şu kadar ki, şeyhler merasim sırasında farklı
sikkeler giyerlerdi. Hatta merasim esnasında bir mü-
·
373)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 252-255
·
374)
A. Gölpınarlı. Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 426-430
·
375)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 429
rid şeyhin
sikkesini taşır, işaret verilince hangi sikke giyilecekse onu takdim ederdi.
(376)
Mevlevîlikte
gerek iç gerek dış elbisesi olsun hiç birisinde düğme yoktu. Genellikle düğme
yerine aynı kumaştan yapılmış kulplar birbirlerine bağlanmak suretiyle
kapatılırdı.
Arakıye : Başa
giyilen ve dövme yünden yapılmış beyaz renkli, sikke kadar uzun olmayan bir
serpuş(fes)tur. Çoğu zaman şeyh tarafından kadınlara ve çocuklara hediye
edilir, üst kısmı yukarıya doğru sivri ve dar, yassı vaziyette olup, önden
arkaya doğru sert ve yüksek bir çizgi teşkil eden şekillerine «Arapça alfabemin
ilk harfine benzediği için «Elif'i araki-ye» denirdi. (377)
Sikke : İç
içe geçmiş iki kat ve koyu kahverenginde olup, Mevlevî-lerde «Külâh'ı Mevlevî»
de denirdi. Rengi bazen bal rengi veya beyaz da olurdu. Ortalama 45 - 50 cm.
uzunluğunda dövme yünden yapılmış bir külâhtı.
Bazen
kenarlarından itibaren üste doğru basık ve tepesi keskin olanları yapılırdı ki,
bunlara kılıç anlamına gelen «Külâh'ı seyfî» (kılıca benzer külâh) denirdi.
(378)
Destâr : Sarık
anlamında bazen giyilen külâh olup, çok çeşitleri yapılırdı. Mevlevîlerde geniş
bir tülbendin kenarlarında hiç bir kıvrık olmamak şartıyle soldan sağa
bükülerek yukarıya meyilli bir şekilde büklümler halinde sarılan gösterişli bir
biçimi olan sarıktır. OsmanlIlar zamanında genellikle padişahlar ve büyük
devlet erkânında kullanılması âdet haline gelmiş ve «Örfî sarık» denen bir
sarık vardı ki, bunun Mevlevîliğe karşı sempati duyan devlet erkânı tarafından
kullanılmasıyla moda haline geldiği sanılır. (379)
Bir de sikkeli
düvâzde denilen sarık şekli vardı ki, bu on iki dilimli kalenderi tacına
benzerdi. Düvâzde Farsça on iki anlamına geldiğinden bütün tarikatlarca kabul
edilen on iki imamı temsil ederdi.
Bu tip tacın
dışında önceleri dikiş yoktu. Dikişler daha sonraları Bek-tâşîler tarafından
ilâve edilmiştir ki, halk arasında bu tip giyinenlere ka-iendermeşreb,
kalenderi tavırlı, kalender kimsedir gibi sözlerle tanımlamak âdet halini
almıştır. (380)
İstiva : Tarikatta
hilâfet makamının sembolü olup, sikke'nin üstüne önden arkaya doğru çekilen iki
parmak genişliğinde dar ve yeşil renkli bir
·
376)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 428
·
377)
A. Gölpınarlı Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 426-427
·
378)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 427
·
379)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 427-428
·
380)
A. Gölpınarlı. Aynı eser S. 428-429 çuhadır.
Sikkesi'nin üstüne istiva çekmiş olan şeyh, üst dereceye yüksek iniş olarak
kabul edilirdi.
Daha çok
Kalender? ve Haydarîlerle eski Bektâşîlerde bulunan bir nevi fistan denebilecek
kolsuz, yakasız, göğüse kadar önü açık ve bele kadar olan kısmı dar olup,
belden aşağıya doğru gittikçe genişleyen bir elbisedir. Etekleri üst kısmiyle
kıyaslanamayacak kadar geniş, altı parçadan meydana gelirdi. Renkli olabileceği
gibi çoğu kere beyaz da olabilirdi.
Mevlevîlerde
ise semâzen sema esnasında bunu giyer, hafif bir dönüşle açılan etek, bundan
sonra ise semazen'in dengeyi temin ederek rahatça dönüşünü idare ve temin eder.
Semazen artık kendini onun dönüşüne uydurur!
t
Tennure : Arap
alfabesindeki lâm - elif ( /V ) harfinin ters çevrilmiş şekline benzerdi. Bunu
giyen kişi harfin ortasına çekilmiş «elif» gibi görünürdü. Bu suretle ters lâ
«bir» yani ( )
«Iİlâ» şeklini alırdı ki, bu
«Allah'tan
başka yoktur tapacak anlamına gelen «Lâilâhe illal'lah» cümlesindeki lâ ve
illâ'ya işaret sayılırdı. (381)
Bütün bu
özellikleri ana hatlarıyle gördükten sonra diyebiliriz ki, bütün bunlar
tarikatların birer sosyal değer olduklarını göstermektedir.
Şimdi
tarikatları bir de doğrudan doğruya fonksiyonları yönünden ele alalım.
TARİKATLARIN SİYASÎ, SOSYAL ve
EKONOMİK YÖNDEN FONKSİYONLARINA GENEL BAKIŞ
Siyasî fonksiyonlar :
Devlet
erkânının tarikatlarla ilgi kurmaları:
Tarikatların toplum
üzerindeki sosyal fonksiyonları çeşitli açılardan düşünülebilir, nitekim
olmuştur da. Fakat bunların en önemlisi ve ilk akla geleni, elbette ki toplumun
yönetici kadrosunun tarikatlarla olan ilişkileridir. Zaten bir toplum onu
yönetenin kişiliğinde temsil edilmiştir uzun yüzyıllar. Nitekim demokratik bir
toplum yönetimi dönemine geçilmeden önce Türk toplumu da, mutlakıyet rejimiyle
idare edildiği devirlerde tek hü-kûmdârın (Padişah) şahsında temsil yeteneğini
buluyordu.
Buna göre
hükümdar yani Osmanlı padişahının şahsî tutumu toplumun tutumu demekti. Şu
kadar ki, OsmanlIlarda bütün imparatorluk bo-
·
381) A. Gölpınarh.
Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 387-430 yunca dâima ruhunu dinî
inançlardan alan içedönük bir politika hâkim olmuştur. Esasen şeriat ahkâmı(emirleri)na
dayalı bir devlet düzeninde başka türlüsü de düşünülemezdi. Çünkü bu tür
devlette mülk bölünmez bir bütündür ve her şey Allah'ındır. Hükümdar ve onun
tebeası ise o İlâhî mülkün geçici bekçileridirler, hepsi O'nundur, her şey
O'nun için olacaktır.
İşte devlet
yönetimine hâkim olan bu inancın yanısıra bir de Osmanlı padişahlarında
hilâfetin (hükümdarlık makamı), el değiştirmesi de yukarıdaki anlayışa uygun
olurdu ki, devletin yönetimine sahip çıkacak kişi, her şeyden önce büyük bir
mânevî sorumluluk altında bulunacağını peşinen düşünerek hareket etmek zorunda
idi. Bunun için de daima din ve tarikat ulularının dua ve mânevî desteğine
muhtaç olduklarına inanırlardı. Nitekim bu düşünceyi OsmanlIlardan önceki Türk
hükümdarlarında da görüyoruz.
Şimdi
bunlardan bazılarını görelim. Bir Türk hükümdârı olarak;
TİMURLENG ve ŞEYH AHMED YESEVÎ
Türk
milletinin tarihinde olduğu kadar, cihan tarihinde de müstesna bir yeri bulunan
büyük cihangir Timurleng'in gıyabî ilgisi bulunan ve «Ye-seviyye» tarikatının
da kurucusu olan şeyh Ahmet Yesevî'ye karşı olan bağlılığından yukarıda bir
nebzecik (Yeseviyye tarikatından söz ederken) bahsetmiştik. (382) Bir noktaya
daha işaret edelim, hocaların ve şeyhlerin halk üzerindeki mânevî nüfuzlarından
istifade etmek maksadıyle bütün siyasî hayatı boyunca İslâmî bir politika takib
eden ve eski Cengiz yasalarını kaldırarak İslâmî ideolojiye uygun düşen yeni
bir teşkilât kuran İmparator Timurleng (H. 799, M. 1396-97) bütün tebeasını
şeriat ahkâmınca emr'i bil - ma'ruf ve nehy'i ani'l - münkerle amel ettirdiğini
ve zamanında, ehli İslâm ve imanın revnâk'ı tam bulduğunu «Şahrûh sultan» Çin
imparatoruna gönderdiği bir mektubunda kaydetmiştir. (383)
Diğer taraftan
Cevahirü'l - ebrâr min emvâci'l - Bihâr (S. 103 - 105) adlı eserdeki rivayetlere
göre Timurleng'in hoca Ahmet Yesevî'ye çok iti-kad ettiğinden uzun uzadıya söz
edildikten sonra devamla şöyle denilmektedir: Osmanlı hükümdârı I. Sultan
Bayezit (Yıldırım) ile harb için Anadolu'ya yürüdüğü zaman Timurleng, hoca'nın
makamatından tefe'ül etmişti. (384)
Bu kayda göre
Timurleng'in ifadesi aynen şöyledir: «Rum dîaru'l -
·
382)
Aradan asırlık ıbir zaman geçmiş olmasına rağmen Timurleng, Ahmed
Ye-sevi'nin mânevî nüfuzundan istifade etmek istiyorduk. Bk. Yesevî’ye tarikatı
bölümü S. 57-63
·
383)
Millî tetebbu'lar mec. No: 5, S. 356-357
·
384)
‘ Cevâhir’ül-Ebrâr min emvâci'l - Bihâr S. 103- 1-05'den Prof. Köprülü Türk
Edebiyatında ilk mutasavvıflar S. 32-33)
mülküne
(diyarına) teveccüh ettiğim zaman hazreti şeyh Yesevî makama-tından tefe'ül ettim.
Bu beşâret(müjde)i buldum ki, her ne zaman müş-kilâta uğrarsanız bu rubai'yi
okuyunuz:
Yeldâ giceni
şem'i şebistan itkân Bir lâhzada âlemi gülistân itkân Bes müşkil işim düşüpdür
âsân itkân Ey barçanı müşkilini âsân itkân (385)
Timur der ki,
ben bu rubai'yi ezberledim. Kayseri Rum askeriyle karşılaştığımda bunu yetmiş
defa okudum, zafer hasıl oldu.' (386)
Daha sonraki
OsmanlIlara karşı olan tutumuyle, özellikle Yıldırım Ba-yezıt'la yaptığı savaş
sonunda Anadolu'da Osmanlı hâkimiyetine son verme derecesine kadar işi götüren
Timur, kendi ırk ve dindaşı olan Anadolu Türklerine reva gördüğü bu insafsız
muamele yanında, yukarıda işaret edilen mistik tutumuyla da hâlâ birtakım
çevrelerin merakını çekmekte devam etmektedir!..
Not: Tarihî
hayatı hakkındaki rivayetler birbirlerine uymamakla beraber Şeyh Ahmed Yesevî,
Türkistan'da Sayram kasabasında doğmuş (Ce-vâhirü'l - Ebrâr min Emvâci'l -
Bihâr S. 40) ve ananevî rivâyetlere göre yüz-yirmi yaşından sonra H. 562 (M.
1166- 67)'de vefat etmiştir ki, Cihangir Timurleng, Ahmed Yasevî adına
yaptırdığı ve S. 62/1'de :—umumî şeklini— gösterdiğimiz Cami, türbe ve
külliye'nin yapılış tarihi ise —tarihçiler arasında ihtilâf bulunmakla
beraber— Şerefüddin Yezdî'nin «Zafernâ-me-i Timur» adlı eserindeki rivâyete
göre H. 799 (M. 1396 - 97)'dir ki, takriben arada iki, ikibuçuk asırlık bir
zaman vardır. Buna rağmen Timurleng, Ahmed Yesevî'nin mânevî nüfuzundan
faydalanmayı bilmiş, Cengiz yasalarını kaldırarak bunlar yerine mânevî havası
olan yeni bir teşkilât kurmuştur. (Fazla bilgi için Bk. Prof. Köprülü, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 49-71)
OSMAN GAZİ, MEVLEVÎLİK ve MEVLÂNA
Gelip geçen
bütün medeniyetlerin izlerini gölgeleyerek, insanlık tarihinin bu döneminde
Anadolu'ya Türk'ün gerçek imzasını koymaya muvaffak olan ve kurduğu
imparatorluğa da kendi adını veren büyük Türk kumandan ve devlet adamı Sultan
Osman I. Anadolu halkının muhayyilesindeki Selçuklu sembolünü unutturarak onun
yerine hafızalara «Osmanlı» deyimini nakşetmeyi başarmıştı.
·
385)
Vakıât’ı Timur Taşkent 1308 (Köprülü T. Ed. İlk Mut. S. 33)
·
386)
Timur’un bu ifadesinin aslı Hucendli Kadı Mahdum Nebi Can Hâtif
tarafından Türkçeye tercüme edilen Vâkı’at-ı Timur. Taşkent 1308 adlı
eserdedir. (Köprülü Türk Ed., ilk mutasavvıflar S. 33 dip not)
Sultan Osman
l.'ın bu büyük işi nasıl başardığını anlamak onun ruh hayatım bilmeden mümkün
değildir. İşte o, kendisi gibi cihan tarihinin unutulmaz simalarından ve
Mevlevi tarikatının lideri de bulunan «Mevlâ-na»nın önünde derin bir huşû ve
ta'zimle eğiliyor.
Şöyle ki: Rivâyetlere
göre Mevlâna, Konya'daki Selçuklu Sultanı Ruk-neddin Kılıçarslan'ın, Bâbây'ı
Merendî adh birisini kendisine baba edinmesine gücenmiş ve sarayı terk edip
dışarı çıkmıştı. Bu sıralarda saraya gelmekte olan Osman I. Mevlâna'yı görünce
niyaza durmuştu. İşte onun bu hareketinden hoşlanan Mevlâna Osman’ın belindeki
kılıcı çözüp tekrar bağlamış, bu kılıcı Selçuklulardan aldık, sonra senin
soyuna verdik, demişti. (387)
Efsâneleşmiş
rivâyetler bir yana, bilinen bir şey varsa o da, OsmanlI imparatorluğunun temelinde
böyle mânevî bir mayanın bulunuşudur.
Esasen Osmanlı
devletini gerek Selçuklulardan, gerekse onlardan sonraki diğer Anadolu
beyliklerinden ayıran temel nitelik, ne1 Selçuklu devletinin mirasçısı
olması, ne de Anadolu beyliklerini birleştirmedeki maharetleriyle
açıklanabilir. Bu devlet sâdece İslâm devletinin bir devamı da değildir. Çünkü
devletin temelinde şeriat'ın imamları kadar tarikat'ın uluları da vardır. (388)
işte Sultan
Osman I. Devletin temelinde potansiyel olarak var olan bu iki büyük gücü devlet
reisliğine elverişli bulunan mümtaz şahsiyetinde birleştirmesini bilen bir
adamdır.
Biz bu büyük
Türk ve Devlet adamı'nın kronolojik bir hayat eleştirisini yapmıyoruz. Şu kadar
ki, gerçekleştirdiği büyük başarının tahakkuku için kuvvet aldığı kaynaklara
ışık tutacak bir iki olaya da değinmeden geçemeyeceğiz:
Osman I.
(Osman Bey) gençliğinde Eskişehir'e yakın İt-Burnu denilen bir köyde oturan bir
şeyhi sık sık ziyaret edermiş. Edebâli ismiyle meşhur olan bu şeyh; İlmî,
irfanı ve kerametleriyle ün yapmıştı. Ziyaretlerinden birisinde Osman Bey
Şeyh'in kızı Mal Hatun'u görmüş, beğenmiş ve babasından Allah'ın emri üzere
istemişti. Kızı aynı zamanda aralarında Eskişehir hakimi de bulunan başkaları
da istemektedir. Bu vaziyet karşısında müşkil durumda bulunan şeyh Edebâlî, o
günlerde bir rü'ya görür. Türlü şekillerde rivayet edilen rü'ya hadisesinden
sonra şeyh kızını Osman Beye nikâhlar. Bazı kaynaklara göre ise rüyayı gören
Osman Beydir. Hatta Osman Beyin babası Ertuğrul Beye de izafe edilen rü'yanın
aslı kısaca şöyledir: (389)
·
387)
Mevlevilik etrafında uydurulmuş birçok efsaneler vardırki bu da onlardan
bir tanesidir denmektedir. (A. Gölp. Mevlâna Celâleddin ikinci basım S. 241)
Ayrıca Osman Gazi’ye kılıcı kuşatanın Ahi Evran olduğu şeklindeki rivayet de
halk dilinde meşhurdur.
·
388)
Tanyol Cahit Prof. Kuruluş ve fetih destanı S. 9-11
·
389)
İSİ. Ansk. C. 1. S. 431 -443
Osman Bey
rü'yasında şeyh Edebâli'nin gövdesinden bir ağaç zuhur ederek dal - budak
saldığını ve bağlar, dereler içinde genişleyen bu ağacın taa Kostantaniyye
cihetine de yayıldığını görür.
Bu konudaki
bir başka rivayete göre Şeyh Edebâli'nin göğsünden bir nur çıkarak kendisine
gelmekte, müteakiben Osman Beyin de gövdesinden evvelâ hilâl, sonra Bedir
halinde ay gibi çıkmaktadır... (390)
Edebâli, Osman
Beyin bu rü'yasını duyunca onu müjdeler ve: — Kızım Mal Hatun sana helâl olsun,
sizden kemâl sahibi bir evlât doğacak — der. Nikâhı şeyhin müridlerinden derviş
Turgut akteder. Bilâhare bu izdivaçtan Orhan Bey dünyaya gelmiştir. (391)
Bir hükümdar
için aranan bütün vasıfların yanında engin bir ruh olgunluğuna da sahip bulunan
Osman Bey, tarikat liderlerine olduğu kadar şeriata da bağlı idi. Nitekim
rivayet edildiğine göre bir gece kayınpederi Şeyh Edebâli'nin evinde misafir
bulunduğu sırada, odanın bir duvarında bir adet Kur'an-ı Kerim'in bulunduğunu
görür. Ona karşı saygısızlık yaparım endişesiyle bacaklarını uzatıp yatmadan
sabaha çıkar!
Osman Bey
kurduğu devletin hızla büyümesini ve genişlemesini istiyordu ki, devleti için
mutlaka lüzumlu gördüğü ve mutlaka fethedilmesi gerektiğini devamlı
tekrarladığı Bursa'nın fethi haberini ölüm yatağında almıştı. (392)
Şeyhinin işareti
üzerine zaten oğlu Orhan'a güveniyordu ve endişesi yoktu. Orhan Beyi ölümünden
önce yanına çağırarak bazı öğütler vermek istemişti. Esasen Orhan Bey de tam o
sıralarda Bursa'nın fethi müjdesini vermek üzere babasını ziyarete gelmişti.
Orhan Bey gibi değerli bir halef bırakan büyük hükümdar oğluna şu nasihatlarda
bulundu: (393)
Oğlum, ben
ölüyorum fakat müteessir değilim, çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum. Âdil
ol, merhametli ol, iyi adam ol. Bütün reâyayı eşit olarak himaye et; ancak bu
suretle Allah'ın lütfuna nâil olursun. Bilmediklerini ulemâya danış, onların
hayır dualarını al! Beni Bursa'da Gümüşlü kubbeye (Gümüşlü künbet) defnet.
(394)
·
390)
Aynı eser C. 9. S. 434-435
·
391)
Aynı eser C. 9. S. 434, 441, 442
·
392)
İsi. Ansk. C. 9. S. 442
·
393)
Yukarıda da işaret edildiği gibi şeyh Edebâli Kızı Mal Hatun’u Osman beye
nikahladığı zaman hayırlı bir evlâdları doğacağına kerametiyle işaret etmişti.
·
394)
Osmanbeyin vasiyeti aynen yerine getirilmiş, teçhiz ve tekfini, Çandarh
Kara Halil ve İmamı Yahşi fakih tarafından yapılmış, evvelâ Söğüt'te muvakkaten
defnedil* dikten sonra (1326), vasiyeti gereğince bilâhare Bursa'daki Gümüşlü
Künbet'teki yerine konulmuştur. Vefatında 69 yaşında olduğu ve 27 şene hüküm
sürdüğü kabul ediliri (İsi. Ansk. C. 9. S. 442-443)
YILDIRIM BAYEZİT ve EMİR SULTAN
Yıldırım
Bayezit, Niğbolu zaferini kazandıktan sonra bir şükür nişanesi olarak Bursa'da
büyük bir cami yaptırmak ister. Nihayet 798 tarihinde caminin inşasına
-başlanır. (395)
Rivayetlere
göre Yıldırım Bayezit Han, devrinin âlim ve şeyhlerinden olan ve «Emir Sultan»
adiyle tanınan Şeyh Şemseddin Muhammed Buharî ile (K.S.) birlikte caminin
yapılışı sırasında inşaatı kontrol ederler. Hükümdar Yıldırım, Şeyh Emir
Sultan'a «Camiyi nasıl buldunuz, beğendiniz mi?» diye sorar. Şeyh, evet güzel
olmuş, ama bir noksanı var. Yıldırım:
— Emir
buyurunuz tamamlansın, der.
Şeyh devamla:
— Caminin dört
tarafına birer tane de meyhane yapılsa daha iyi olur! der. Yıldırım, bu
beklenmedik söze ne cevap vereceğini bilemez, bir an duraklar, kendini toparlar
ve:
— Efendi
hazretleri der, ne buyuruyorsunuz, nasıl olur caminin yanında meyhane? Burası
Allah'ın evi değil midür?
Şeyh Emir
Sultan, «evet» der, «asıl beytuliah mü'minin kalbidir padişahım». Niçin kalb'i
şerifinizi menâhi ve melâhi ile (haram kılınan şeylerle) âlûds edersiz? (396)
Derin bir
saygı duyduğu şeyhin bu ihtarı karşısında mahcup olan Yıldırım, bilcümle
muharramata (haram kılınan şeyler) tevbe eder ve bir daha hiç birini kullanmaz.
(397)
Bundan sonra
derin bir saygı ile bağlandığı, hatta kızı Hundî Hatun'u da kendisine
nikahlamak suretiyle tam anlamıyla şeyhe bağlanan Yıldırım'ın hayatında önemli
bir devir başlamıştır.
Evliya Çelebi,
Şakayık'ı Numaniyye ve daha birçok menakrpçıların Emir Suitan'dan söz
ettiklerini görürüz. Şakayık'ı Numaniyye'nin rivayetine göre Emir Suitan'dan
söz edilirken şu ifadelere rastlanır: «Kendüleri Nur-bahşîdir. Babaları Seyyid
Ali Bısharî hazretleri hoca İshak Hattanî'den, ol dahi Seyyit Ali Hemedânîden
mücâzdır. (398)
Kamûsu'l -
Â'lâm'a göre ise Emir Sultan, Halvetî tarikatının uluların-dandır. Yıldırım
Bayezit üzerinde çok derin bir etki bırakmıştır. Bunun neticesi olarak padişah,
kızı Hundî Hatunu ona nikahlamak suretiyle kendisine damat yapmıştır. (399)
·
395)
İ. H. Danişmend Os. Ta. Kronolojisi C. 3. S. 137 vd.
·
396)
Bu rivayet çeşitli şekillerde ağızdan ağıza dolaşarak günümüze kadar
gelmiş olmakla beraber, kaynaklardaki ifadeler birbirlerinden ayrılmaktadırlar
da.
·
397)
İsi. Ansk. C. 4. 261 -263
·
398)
Şakayık’ı Numaniye (Mecid ef. ter.) S. 76
·
399)
Ş. Sami Kamûsu’l ı-Â’lâm C. II. S. 104
Bu hadise bir
de şöyle nakledilmektedir: «Maksat'ı resi olan Buhara'-dan iktisab'ı keramet
eyledikten sonra diyar'ı Rum'a hicretle Yıldırım Sultan Bayezit Han
Hazretlerine intisab ederek padişah müşarun-ileyh (adı geçen) hakkında pek çok
hürmet ve riayet etmiş ve hatta kerimesini de kendisine vererek damat etmişti.
(400)
Sicilli
Osmanîde de «Yıldırım Sultan Bayezit Han Hazretleri kendisine evlâd gibi
muhabbet edip, kerimesini dahi tezviç etmiştir» denmektedir. (401)
Evliya
Çelebi'den bir rivayete göre ise, Emir Sultan Yavuz Sultan Se-lim'e de Mısır
Fethini müjdelemiştir. Bu kıssa şöyle hikâye edilmektedir: S. Selim'i evvel (Yavuz)
Bursa Yenişehirinden geçerken ecdâdı'nın kabirlerini ziyaret eder. Andan
Hazreti Emir'in (Emir Sultan) âsitâne'i saadetine gelüp ruhaniyetinden istimdat
ederken merkad'ı cenâb’ı emir (Emir Sul-tan'ın mezarı )den Ya Selim! «uhdulû
Mısa inşaallah'ü âminîn» sadâyr mü-barekini işitir! istima eden diğer huzzar
(hazır bulunup işiten ötekiler) «Müjde padişahım sana Mısır Fethi tebşir
olundu» derler. Kemalpaşazâde Ahmet Efendi bu niyetle «El - fatiha» der.
Filhakika Sultan Selim, Mısır'a giderek Mısır'ı fethedüp, emin ve selim olarak
şehre dahil olur. İşte hazret bu mertebede ulu bir sultandur. (402)
SULTAN II. MURAT ve HACIBAYRAM VELÎ
Türk
toplumunun siyasî ve sosyal kaderinde oynanan en önemli dramlardan birine
gelmiş bulunuyoruz. Hatta bu durum sadece Türk toplumu açısından değil, bütün
cihan tarihi yönünden de büyük bir önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi
cihan tarihinde yeni bir dönemin başlatıcısı olacak büyük Türk Hakanı Mehmet
II. (Fatih)'in şehzâdelik eğitim ve öğretiminde ve istikbâl (gelecek) İçin yetiştirilmesinde
gerekli formüllerin, aynı zamanda büyük bir tarikat lideri olan şeyh «Hacı
Bayram Veli» tarafından hazırlandığını görüyoruz.
Bu bakımdan
araştırma'nın bu bölümünde beş asırdan beri bütün zihinlerde canlılık ve
sıcaklığını muhafaza edegelen bir sorunun cevabını da bulmağa çalışacağız.
A,dı geçen
soru şudur: Acaba Osmanlı Padişahı Sultan Murat II. neden on iki yaşındaki
(bazı kaynaklara göre bu on dört olarak geçer) bir çocuğa devletin bütün
umûru(işleri)nu bırakıp kenara çekildi? Yoksa Sul-
·
400)
Şakayık’, Numaniye (Mecdi ef. ter.) S. 76
·
401)
Kunter Halim Baki Emir Sultan Vakıfları ve Fatih'in Emir Sultan vakfı V.
D. C. IV. S. 39
·
402)
Evliya Çelebi Seyahatname C. II. S. 49 vd.
tan Murat II.
korkak, cesaretsiz, vatanını sevmeyen veya hükümdârlık yapabilecek kabiliyette
bulunmayan, veyahutta zevk'ü sefaya düşkün bir adam mıydı?.. Değil idiyse
bilmiyor mu. idi ki, devletin en kritik bir zamanında on iki yaşındaki bir
çocuğa (403) bütün yükü bırakıp Manisa'ya çekiliyor!..
iHaklı olarak
Türk toplumunun siyasî ve sosyal tarihini bilen her kişi 500 seneden beri
devamlı olarak bu soruyu soragelmiş, öte yandan Murat II. gibi mümtaz bir
devlet adamına yukarıdaki olumsuz sıfatlardan hiç birisi de yakıştırılamadığı
için, zihinlerde bu esrarengiz durum bir türlü ^giderilememiştir.
Çünkü Murat
II. en azından Osmanlı imparatorluğu'nun Trakya ve Avrupa'ya sıçrayıp
yayılmasında en büyük hizmet payı bulunan bir hüküm-dârdı! (404) Bu durumu
bilen hiç kimse O'nun, gönlünü vatanına tam an-lamıyle bağlamış, vatanı için
daha iyi yarınların özlemini çeken bir padişah olduğundan şüphe edemezdi de.
Ama bütün
bunlara rağmen o, yine de suçlu idi. Çünkü bir millet ve devletin mukadderatı
söz konusu idi. O günkü şartlar altında on iki yaşındaki bir çocuğa devlet terk
edilemezdi! .?
Peki ama akla
ne gibi bir ihtimâl gelebilirdi? Mümtaz bir devlet adamı olan Murat II. neden
bu işi böyle yaptı? Hatta O, İslâmın peygamberi Hz. Muhammed (S.A.)'in «Kostantiniyye
bir gün mutlaka fetholunacaktır, O'nun kumandanı ne güzel kumandandır, O'nun
askeri ne güzel askerdir» anlamındaki müjdeyi almak için devamlı hayâller
peşinde değil miydi?
Kısaca bütün
bu soruların cevabını, tarikatların Türk toplumu üzerindeki sosyal
fonksiyonları açısından bir analizini yaptığımızda ve Osmanlı siyasî tarihine
sosyal perspektiften tarafsız bir gözle baktığımızda göreceğiz ki, beklenmedik
bir tesadüf bu büyük Osmanlı Hükümdân'nın politika ve dünya görüşüne önemli
derecede etki etmiş, Ankara yakınlarındaki bîr köyde faaliyette bulunan bir
tarikatın lideri olan Şeyh Hacı Bayram Veli ile tanıştıktan sonra siyasî
hayatında ve dünya görüşünde önemli bir dönüm noktası başlamıştı.
Şimdi bu
hadiseye biraz açıklık kazandıralım ve Murat ll.'nin politika ve ruh hayatını
biraz eleştirelim:
Hadisenin
başlayışı:
Vakit gece
yarısını çoktan geçmişti, Edirne'deki Osmanlı sarayının büyük sofasındaki saz
takımı, güftesi hünkâr'ın olan:
Saki getir,
getir yine dünkü şarâbımı Söylet, dile getir yine çeng'i rubâbımı mısralarıyle
başlayan şarkıyı hânendelerin eşliğinde Sultan Murat II.'a din-
·
403)
İsi. Ansk. C. VIII. S. 609-613 (Murat II. maddesi)
·
404)
Aynı eser C. VIII. S. 613-614
(ettikten
sonra susmuştu. Hünkâr'ın işaretini bekleyen hânendeler ve saz takımı, çıt
çıkarmadan O'nun yeniden başlamalarını bildiren bir harekette bulunmadığına
kanaat getirince oturdukları yerde kalmışlardı.
II. Murad'ın
hareketsiz kalmakta devam ettiğini gören perde çavuşu padişahla Sadrazam Hızır
Dânişmendoğlu Mehmet Paşa'nın oturdukları sedire doğru ilerledi. Sadrazam,
perde çavuşunun kendisine doğru ilerlediğini görünce dikkatini toplayarak
hafifçe doğruldu.
Esasen o gün
Meriç nehri üzerindeki Kirişçi adasında bir gezinti yapmış bulunan padişah
hayli yorgundu ve zihni de başka şeylerle meşgul olduğundan çavuşun kendisine
doğru ilerlediğini görmemişti. (Farkına varmamıştı)
Sadrazam
Mehmet Paşa, çavuşa doğru biraz daha uzanınca, il. Murat başını onlardan yana
çevirdi, fakat Sadrazam'a anlatılanların kendisine tekrarlanacağını bildiği
için yüz ifadesinde bir değişiklik oimadı.
Perde çavuşu
sadrazama söyleyeceklerini bitirdikten sonra arka arka çekilerek sofanın
kapısından çıktı ki, II. Murat'ta hâlâ bir değişiklik yoktu. Ancak sadrazamı
kendisine doğru saygı ile yaklaşınca hafif gülümseyerek bakışlarında bir ifade
ve pırıltı belirdi.
Sadrazam, padişaha,
aralarında öiçülü bir saygı mesafesi bırakarak hafif bir sesle:
— Devletlüm,
dedi; Amasya sancak beyi kulunuz gelmişdür, perde çavuşuna ılgar geldüğünü ve
siz padişahımıza mühim bir arz'ı olduğunu söylemiş, (405)
Ilgar kelimesi
padişahın yüzündeki dikkat ifadesine hafif bir endişe gölgesi düşürmüştü!
Sedirden sert bir hareketle kalktı, sadrazama dönerek aceleci bir tavırla:
— Gidip
görüşelim, dedi.
Sofada salona
giden koridorun kenarında duvarlarda asılı duran lâmbaların dibine iç oğlanları
sıralanmışlardı. Padişah düşünceli ve kederli bakışlarını ileriye dikmiş, büyük
salona girince sedef kakmalı sedire ilişeceği sırada sadrazamına:
— Mehemmed,
dedi, haber itsen de bey gelse!..
Sadrazam geri
döndü ve kapıyı açarak, kapı önünde nöbet tutan çavuşlardan birine padişah'ın
emrini tekrarladı. II. Murat'ın merakı o derece idi ki, nefes alıp verişi bile
değişmişti!
Birkaç dakika
sonra çavuşun açtığı kapıdan Amasya sancak beyi giriyordu. Çok kısa süren
merasimin hemen ardından hünkâr'ın işareti üzerine derhal konuya geçildi:
·
405) Ilgar
kelimesi: Genellikle olağanüstü hallerde ve büyük bir tehlike vukuunda acele
olarak haber ulaştırmak maksadıyle gönderilen elçi veya haberciler için,
durumun vehametini bildirmek amacıyle kullanılırdı ki, bu bir nevi alarm işareti
anlamına gelebilirdi de.
Sancak beyi:
Devletlüm, dedi, Ankara ve çevresi Hacı Bayram'ın adamlarıyie dolmuştur. Bunlar
binlerce hatta sayılamayacak kadar çokturlar!
Padişah,
sancak beyini dikkatle dinliyordu ki, sertlikten çok teces-süs(merak)ün hâkim olduğu
bir edâ (ses) ile:
— Bunlar nasıl
kişilerdir, ne ile iaşe edilirler, nerede mekân bulurlar? diye sordu.
Sancak beyi
cevap vermek üzere iken II. Murat sanki birden hatırlamış gibi:
— «Bey, sen
ılgar gelmişsin ve yorgunsun, devletin hatırı için zahmetler çekmîşsün, oturup
da konuşasun» dedi. (406)
Gerçekten üstü
başı toz toprak içinde görünen sancak beyi (407) yan taraftaki sedire ilişti ve
sesini hafifçe yükselterek padişahın sorularını cevaplandırmağa başladı.
— Bunlar
Türkmen kişilerdür. Bunlar Hacı Bayram'ın geliri, herkesin ve fakirlerin
tarlalarında çalışırlar. İmaret misâli tekkelerinde kakırlar. Görünüşte
Hacıbayram'ın rabıtalı kimseleri imişler, ama herkeste bir merak vardur, bunca
kalabalık niçündür derler?
II. Murat,
birden ayakta duran sadrazamına döndü:
— Ankara'dan
ve Anadolu Beylerbeyinden bu meâl üzre hiç bir malûmat aldın mı? diye sordu.
Sadrazam Hızır
Dânişmend oğlu Mehmet Paşa:
— Ankara'dan
haberim yoktur, dedi. Anadolu Beylerbeyi Şarapdar ilyas kulunuz ise hayli
zamandır saray'ı hümâyununuz müsafiridür devletlüm, dedi.
Şimdi II.
Murat'ın zihninde, O'nu geçmişin gâilelerine doğru yönelten bir haberdi bu.
Sadrazam,
padişahın yüzüne kısaca baktı ve Amasya beyinin söyledik-'eri üzerinde
düşünmeye başladı.
II. Murat
perde çavuşuna emretti, ilyas Beyi çağırınız!.. (408)
Padişah birden
başını sadrazama çevirdi ve:
— Siz dahi
oturasız, dedi. Amasya beyinin oturduğu sedirin baş tarafını işaret etti.
Gözlerini birden avluya açılan pencereye çevirdi, o anda hayalinden devletin
muhataralı devirleri bir bir geçiyor gibiydi. Biraz sonra ilyas Beyin dışarı
çıkmış olduğu, sarayda bulunmadığı haberi geldi. Padişah biraz kederli idi.
Onun, mizacını çok iyi bilen sadrazam bunun farkındaydı zaten.
·
406)
Çünkü o, ta Amasya'dan Edirne'ye gece gündüz demeden, durup dinlenmeden
ılgar gelmişti, at üzerinde olarak. Henüz o anda zaten yorgunluğu bile
çıkmamıştı.
·
407)
Bu vaziyette huzura girmek o devirde meselenin ehemmiyetine alâmetti.
·
408)
Birçok yararlıklar gösterdikten sonra Anadolu beylerbeyliği payesine yükselmiş
bulunan Şarabdâr lakabıyle meşhur İlyas beydir. (Ş. Sami Kamus'ı Türki Ş.
maddesi)
II. Murat
çocukluğundaki hatıralara dalmış, o günleri yaşıyor ve kendini Bizans surları
önünde hissediyordu. Sadrazam söze başlamak istedi, takat bu ince ruhlu padişahı
hayallerinden ayırmak istemedi.
Padişah o anda
birdenbire sadrazama dönerek:
— İlyas, dedi,
acaba paşalardan biriyle midür?
Sadrazam;
bilmem ki devletlüm, dedi. Saz dinlemek içün dahi ken-disüne haber ilettüm, o
zaman da sarayda değildi.
II. Murat:
—
Misafirimizdür, diye mırıldandı. Sonra âni bir kararla yerinden hızla kalktı,
içini yeniden dolduran endişe ile:
— Siz dahi
çekilesüz, dedi. Sonra sancak beyine dönerek:
— Bey de ılgar
gelmişdür, anrncün bîtap(yorgun)dır, diye ilâve etti.
Padişah
sadrazamına, beyin istirahatı ihmal edilmeye diye tembihledi.
II. Murat
artık tenha kalmıştı. Bir .müddet gözlerini zemin üzerine dikti kaldı, sonra
geri döndü ve ağır ipeklerden yapılmış minderlerden biri üzerine kendini
bıraktı. O anda babası Çelebi Mehmed'i hatırladı. Çünkü devleti durmadan tehdid
eden hadiselerle uğraşmak bakımından babasıyla aralarında bir benzerlik vardı.
(409)
Birden aklına
bir şey geldi, yerinden ok gibi fırlayarak sedirin öbür ucunda ıhlamur
ağacından yapılmış dolabı açtı ve oradaki bir Bizans tarihçisinin yazdığı
(dedesi Yıldırım ile Timurleng arasındaki Ankara savaşım anlatan) tomarı çekti.
Bu tomarda dedesi Yıldırım'ın Bizans'ı niçin alamadığı, Timurleng'e niçin ve
nasıl yenildiği, dedesi Yıldırım ile devrinin büyük şeyhi Emir Sultan arasında
geçen hadiseler uzun uzun anlatılıyordu. (410)
Şayet
Timurleng olmasaydı, şimdi Osmanlı payitahtı Edirne yerine Kostantiniyye
olacaktı. Dalmıştı, acaba dedesi Yıldırım mânevi bir hata mı yapmıştı? Emir
Sultan acaba ona beddua mı etmiş olabilirdi? Bu arada Timurleng'in tutumu ne
idi? Hatta Yesevîye tarikatı şeyhi Ahmet Ye-sevî'ye manen bağlı olan Timurleng,
O'na emsalsiz bir anıt da yaptırmıştı. Gerçi Yıldırım da Bursa'da büyük bir
cami yaptırmıştı ama, samimiyet ve büyük velilere içten gelen bir bağlılık
olmazsa gösteriş için yapılan İşlerin bir önemi olabilir miydi?..
Tomarı elinde
karıştırıp dururken dedesi Yıldırım'ın, Timur'un adamları tarafından Ankara
ovasında esir edilişi bölümü gözüne çarptı, bu bölümü belki yüzüncü defa
okumuştu, fakat bir kere daha öncekilerden farklı bir ruhla bu bölümü okumaktan
kendini alamadı.
Tomardaki şu
satırlara dalmıştı: «Bu vaziyete düşen Yıldırım Baye-
·
409)
İsi. Ansk. C. V1JI. S. 598-608
·
410)
Bu konuda yukarıda (Yıldırım Bayezıt-Emir Sultan bölümüne bak. zıt'ın
kulları iskitlere karşı arslanlar gibi hücum ediyorlar, ölenlerin yerlerini
derhal yenileri alıyordu. Zaten on Türk askerine karşı yüz İskit askeri vardı.
Bayezıt'ın hali o dereceye vardı ki, iskitler kendisine yaklaşarak «Ey Bayezıt
Bey! atından in de buraya gel, seni Timur han davet ediyor» diyorlardı.
Bayezit
istemeyerek atından indi, bu at çok kıymeti" bir arap atı idi. Onlar
Bayezit'i çok zayıf ve ufak bir ata bindirip Timur un yanına götürdüler. Timur,
Bayezit'in yakalandığını haber alınca hemen bir çadır kurulmasını emretti,
çadırın içine girerek «Zatrikion» oynamağa başladı. (411) Timur'un bu hareketi
Yıldırım Bayezit'in tutulmasına güya ehemmiyet bile vermek istemediğini
göstermek içindi. (412)
II. Murat'ın
elindeki bu tomarda BizanslI tarihçinin yazdığı bu satırlar böyle devam edip
gidiyordu. Birden kâğıtları toparlayıp yanındaki sehpanın üstüne koydu, içinde
o anda Timur'a karşı bir nefret yeniden belirmişti, dedesi Yıldırım'a reva
görülen bu mürailik, ve küstahlığı bir türlü af-fedemiyordu.
Şu kadar ki,
onun gurura kapıldığı kendini aşırı derecede işret ve eğ lenceye vermiş olduğu,
hatta bu yüzden de şeyh Emir Sultan Hazretleri tarafından ikaz bile edildiğini
de biliyordu. Acaba işlemiş bulunduğu hataların mânevî bir cezası mı idi bu
akıbet?..
II. Murat
bütün geceyi bu hayallerle geçirmiş, vakit sabahı bulmuş», ezan sesleri
geliyordu. İç oğlanlarına seslendi:
— Perde çavuşu
gelsün. Çavuş derin bir saygı ile girdi.
— Gidip
bakasın ilyas Bey gelmiş midür? dedi. Şimdi o artık yeniden bütün dikkatini Ankara'daki
Hacı Bayram meselesi üzerine toplamıştı.
Tam o anda
aklına bir şey geldi. Edirne sarayında Akşemseddin isimli bir kişi vardır ki,
bunun Hacı Bayram'ın müridi olduğu da daha evvelce mevzubahs olmuştu, bu zattan
da Hacı Bayram hakkında bilgi alınabilirdi! Ama Akşemseddin ne dereceye kadar
hakikati söyleyebilirdi? Hacı Bay-ram'ın müridi ve talebesi olduğuna göre
hocası ve şeyhi hakkında doğru bir bilgi verebilir miydi? Hülâsa birtakım kötü
ihtimâller sıralanıyordu hayalinde hep.
·
411)
Bu oyuna İranlılar satranç, Lati-nlerse skakon diyorlarmış.
·
412)
Timur’un askerleri Bayezid’ı çadırın kapısı önüne getirdiklerinde Timur
güya satranç oyununun müşkillerini halletmekle meşgulmüş gibi görünerek
kendisini metheden askerlerine dönüp bakmadı. Askerlerse durmadan Timur’u
methüsena eden bir tempo tutmuşlardı. Bir ara Timur satranç oyununda güya oğlu
tarafından yenilmişti. Gözlerini askerlerine çevirip, Yıldırım’ı askerleri
arasında bir câni gibi görünce «Savaşmak için karşısına çıkmayacak olursak
karılarımızdan boş olacağımızı bir müddet evvel söyleyen adam bu mudur?» diye
sordu. Yıldırım, «evet benim» dedi ve devamla «Düşkünlere bu derece -hakaret
etmemelisiniz, hakaret ettiğiniz adam da biliniz ki bir beydir» dedi. (İsi.
Ansk. C. II. S. 367-391)
Bu arada yıllarca
evvel kendisi küçük bir veliahd iken Serez çarşısında sadrazamla birlikte şeyh
Bedreddin'i astıklarını da hatırladı. (413)
Padişah o anda
hep Hacı Bayram meselesini de bu hadiselere bağlıyor, fakat sonunun böyle
çıkabileceğini hep zihninden uzaklaştırmağa çalışıyordu. Kararını vermiş
Akşemseddin ile görüşecekti.
Perde çavuşunu
çağırıp emrini verdi:
— Akşemseddün
Hazretlerine gidüp buraya teşriflerine muntazır bulunduğumu söyleyesüz. Aradan
çeyrek saat geçmemişti ki, bir şeyden habersiz olduğu halde Hacı Bayram'ın bu
ünlü müridi, OsmanlI sarayı hünkâr salonundan içeriye giriyordu.
İL Murat
esasen saygı duyduğu bu nur yüzlü kişiyi görür görmez hemen yerinden kalkmıştı,
birkaç adım atarak —mâni olmasına rağmen— şeyhin elini tutup saygı ile
dudaklarına götürdü, sonra sediri işaret ederek oturmasını bekledi, kendisi de
saygı ile yanına oturdu.
Akşemseddin'in
bembeyaz, nurlu yüzüne baktı, derin bir saygı duyduğu bu adamı müteessir
edeceğinden korkuyormuş gibi ürkek bir sesle konuşmağa başladı:
— Efendi hazretleri
sizi rahatsız mı ettim acep?
Akşemseddin,
asalet ve vakarına olduğu kadar, tevazuuna da yakışan tavrıyle:
—
Estağfirullah Sultanım, diye karşılık verdi.
Padişah bu
sözlerden biraz cesaret almış gibi bir sevinçli edâ ile, Amasya sancak beyinin
Hacı Bayram hakkında verdiği bilgiyi —hiç bir tarafını saklamadan—aynen
anlattı.
Akşemseddin,
anlatılanları kendisinden emin insanların serin kanlı duruşu içerisinde gayet
sâkin bir şekilde dinliyordu.
Padişah sözünü
bitirince istifamlı bir tavırla önce Akşemseddin'in yüzüne baktı, yeni bir
tebessümle tekrar baktı ve birkaç saniye kadar ses-
·
413) İslâm
tasavvuf dünyasının renkli ve maceralı şahıslarından birisi de, Bedred-din
Simavî, Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin veya sadece «Şeyh Bedreddin»
adlarıyle tanınmış olan, zamanına göre âlim1, mutasavvıf, fakat bu
arada önemli bir ihtilâl hareke--tinin de lideri bulunan bir zattır. Yıldırım
Bayezıd'ın oğlu Musa Çelebi tarafından Kazasker tayin olunan Simavî, Çelebi
Mehmed'in durumuna hâkim olarak kardeşlerini mağ-lub etmesi üzerine İznik'e
sürülür. Fakat bundan sonra rahat durmayan şeyh, birtakım maceralar peşine
düşer. Birkaç tane de becerikli adamı vasıtasıyle birtakım ihtilâl haj yalleri
peşindedir. Şeyh daha müsaid gördüğü için Isfendiyar beyin yanına gider, fakat
bey, Çelebi Mehmet’ten çekindiği için şeyh'e yüz vermez. Bu defa şeyh Bedreddin
Rumeli'ne geçer. Zağra ve dolaylarında büyük bir nüfuz kazanır ve oldukça
tehlikeli olmaya başlar. Nihayet Çelebi Mehmet tarafından üzerine gönderilen
kuvvetlerce yakalanın ve o sırada Serez'de bulunan Padişâh'ın huzuruna
çıkarılır. Padişah bu işi İlmî bir heyete havale eder, Mevlâna Haydar Acemî’nin
verdiği «Malı Haram, kanı helâl» yollu bir fetva ile idam edilir. (İsi. Ansk.
C. II. 445ı-446 Bedreddin Simavî maddesi) siz kaldı. Düşündüklerini
toparlamanın gayreti içinde idi. Sağ eliyle bir samimiyet belirtisi olarak
Akşemseddin'in elini tuttu ve:
— Efendi
hazretleri dedi, Hacı Bayram Veli Hazretleri hakkında sizin nazarınız bizce
ehemmiyetlüdür, ne buyurursuz?
Akşemseddin'in
yüzünde ve bakışlarında tam bir sükûnet vardı, içinde en ufak bir heyecan
kıpırdanışından bile eser yoktu ki, hafifçe doğruldu ve:
— Bilürsüz
Sultanım, dedi «mürşid elinde mürid, ğassal elinde meyyit gibidür».
Bu beklenmedik
sözler, aynı zamanda ince ruhlu bir şair olan II. Murat'ı bir anda ürpertmişti!
II. Murat
kendisine açındıran bir yüz ifadesiyle:
— Doğrudur
efendi hazretleri, dedi. Ama bizim de, pederim Mehem-med Han zamanından
başlayarak bu türlü hallerden neler çöktüğümüz bilürsüz ve devletin dahi ne
denlü müşkilât içre kaldığun bilürsüz, bağışlaya-suz ısrarım anınçündür.
Büyük veli
padişahı derin bir saygı ve anlayışlı bîr tavırla süzüyordu ki, ellerini
kenetleyerek bir an sustu ve sonra yavaş yavaş:
— Hacı Bayram
Hazretleri diye başladı, nezdinde gelenleri reddetmez, onları bir sanat sahibi
kılmak ister. Ama istidâtlı bulduklarını da tasavvufta, Allah sevgisinde
olgunlaştırır. Ben dahi nezdinde öyle yetişenlerden biriyim. (414) Benim bu
yoldaki çalışmalarımı bildiklerinden efendi hazretleri önce beni yanlarına
almakta istiğna gösterdiler. (415)
II. Murat bu
anlatılanlardan öylesine duygulandı ki, gözleri yaşardı, ağlayacakmış gibi
oldu, sohbetin mânevî zevkini ihlâl etmemek için âdeta nefes almaktan çekiniyor
gibiydi.
Akşemseddin,
«Ama ne dürlü davranmak gerektür, bunu tabiî sultanım bilür» ama bir iyi tahkik
edesüz, ki indallahta yüzünüz kara olmaya. Bence en rûşeni kendisi ile rûberû
(yüz yüze) görüşmekdür.
II. Murat bu
fikri yerinde bulmuştu. Tam cevap vereceği sırada perde çavuşu içeri girerek sadrazam
ile Anadolu beylerbeyinin, Sultanın ken-
·
414)
Asıl lakabı Muhammet) b. Hamza olup Şam'da doğmuş olan Akşemseddin
Osmancıklı Şeyh Hacı Bayram Veli ve Şeyh Zayn al-Lîn Hâfî’nin müridlerindendir.
isi Ansk. C. I. S. 230-231
·
415)
Akşemseddin şöyle diyor: Ben bir hasat vaktinde gittim. Efendi hazretleri
müridleriyle tarlada orak biçmiş, sonra taama (yemeğe) oturmuş idi. Köpeklere
dahi karavanalarda yiyecekler verilmiş idi. Ben hemen köpeklerin karavanalarına
gidüp orada yemek istedim. Hacı Bayram Veli hazretleri beni görünce,
müridleriyle taam itdüğü sof-radan kalkıp benim yanıma geldiler —Ah çopur dedi,
benim gönlümü aldın, kalkta bizimle sofraya otur. (Bursah Tahir bey H. Bayram
risâlesi S. 6-26), Zeria Karadeniz Hacı Bayram Veli S. 51 -94 vd.
dilerini
görmek isteyip istemediğini öğrenmek murad ettiklerini bildirdi. Padişah:
— Yalnız
Mehmet Paşa Hazretleri (Sadrazam) buyursunlar, dedi. İl-yas Bey de ortadan
nihan olmayup (kaybolmayup) emrim üzre bulunsunlar.
Sadrazam içeri
girince önce padişahı selâmladı, sonra şeyh Akşem-seddin’in elini derin bir
saygı ile öptü.
— Akşemseddin
sadrazamı işaret ederek, «sultanım, kararınızı Dâ-nişmend oğlu Mehemmed Paşa
Hazretlerine dahi bildiresüz, kendileri âkil bir devlet hizmetkârıdır», dedi.
Padişah
Akşemseddin'le aralarında geçen hadiseleri kısaca sadrazamına nakletti.
Sadrazam da aynı kanaatte idi. II. Murat gereğinin tezelden yapılması için
sadrazama emrini verdi. «Bir ulakla kendisüne bir hattı hümâyun gönderesüz».
Padişah,
Akşemseddin'e dönerek:
— Sizi dahi
bîhuzûr eyledük, affedesüz efendi hazretleri dedi ve bu-/ur istirahat edesüz,
diye gelişinde olduğu gibi saygı ile veliyi uğurladı.
Bu sırada
padişah Anadolu Beylerbeyi İlyas Beyi çağırarak onun bu hususta ne bildiğini
sordu, o bir şeyden haberi olmadığını beyan edince, acele görevi başına
dönmesini emretti ve ilâve ederek «maslahat bildiğün gibi değildür. Ama ki Hacı
Bayram Hazretlerinin gıyabında (arkasında) ve vicahında (yüzünde) saygıda kusur
etmeyesünl ilyas Bey: Hay hay Sultanım, kendülerine zaten saygım büyükdür diye
kekeleyerek ilâve etti.
Saat öğle
vaktini biraz geçiyordu ki, sadrazam da hazırlıklarını ikmâl etmiş; al bir ata
binmiş olan bir ulak çavuş, yıldırım gibi bir hızla saray kapısından çıkmıştı,
ki bu adam Hacı Bayram Veli'ye Osmanlı Sultanının fermanını götürüyordu.
Ulak çavuşu
kendisine verilen talimat gereğince gece gündüz durmadan fermanı vaktinde
Ankara beyine ulaştırmıştı. Bir şeyden haberi olmayan Ankara beyi hayli korkmuş
ve heyecanlanmıştı. Çavuşun yanına bir atlı daha kattı ve Ankara'dan bir iki
konak ayrı bulunan «Sol - fasol kö-yü»ne doğru iki atlı yol almağa başladılar.
Biraz ilerlediler. Ulak çavuş da Edirne'den beri hayalinde yaşattığı
düşüncelerle meşguldü ki, birdenbire yemyeşil arazileri, bağları ve
bahçeleriyle cennet gibi bir köye yaklaştıkla-ı mı farketti.
Ankara beyinin
ulak çavuşun yanına kattığı adam Hacı Bayram Veli'yi çok iyi tanıyordu. Ulak
çavuş rehber arkadaşına sordu:
Veli
hazretlerini köyde bulabilir miyiz? Rehber: Şimdi hasat zamanıdır, Veli
hazretleri hasatla meşguldürler çavuş kardeş) dedi.
Ulak çavuşun
gördüğü manzara dehşetti. Anlatılanlar tamamen ya yanlış veya maksatlı idi.
Köyde büyük bir âhenk, herkes işinde gücünde, çavuş bir an önce fermanı sunarak
büyük veliyi bu bahane ile yakından görmenin özlemi içinde idi.
Ta Edirne'den
gelmiş bulunan yabancının maslahatı müridler arasında merak uyandırmıştı. Şeyh
ise bunu zaten kerametiyle biliyordu ki, ihtiyar bir dervişe işaret ederek
«dışarıda müsafirler vardur, çağırasuz buyursunlar» dedi.
Ulak çavuş
ihtiyar dervişi takip etti. Tertemiz bir odada, köşedeki bir buhurdanlıktan
havaya süzüldüğünü tahmin ettiği garip bir koku, köşede bembeyaz sakalı ile nur
yüzlü yaşlı bir zat yanında birkaç müridi ile sohbet halinde idi.
Büyük veli
cübbesinin bol yeninden çıkardığı bembeyaz eli ile derin bir saygı duyduğu
padişahının fermanını getiren elçiye saygı ile yer gösterdi.
Çavuş:
Sultanım Sadrazam Dânişmend oğlu Mehemmed Paşa Hazretleri sizinçün bir hattı
hümâyûn gönderdiler, ellerinizden öperler, dedi.
Velinin
yanındakiler onları başbaşa bırakmak gerektiğini anlayarak teker teker
ayrıldılar. Hacı Bayram fermanı saygı ile aldı ve dikkatle okudu.
Veli, sanki
elindeki padişahın hattı hümâyunu değil de alelâde bir mektup varmış gibi
endişesiz, gayet rahat ve sakin bir tavırla, Murat Beyin arzusuna uyarum, beni
Edirne'ye ister. Ne zaman istersen yolculuk üzre oluruz, dedi. Çavuş dehşet
içinde:
— Sultanım siz
bilürsüz, ne zaman isterseniz, dedi.
Veli ayağa
kalkarak, «berhüdâr olasın, kim bana bırakırsun. Birkaç hasta vardur kendilerüne
ilâç etmem gerekir, sabah namazını edâ edüp yolculuk üzre oluruz» dedi.
Hacı Bayram
Veli Edirne'de :
Bir bakıma
endişeli bu haber, bir anda bütün Ankara dolaylarına ve Bayramiye tarikatı
teşkilâtına yayılmıştı. Daha sabah namazı vakti idi ki, onbinlerce mürid
şeyhlerini uğurlamak üzere dolmuşlardı. Namazı müteakip yola çıkıldı. Büyük
veli şimdi Edirne yolunda idi. Yol boyunca bazen yakından bazen uzaklardan
maneviyat ordusunun neferleri kendilerini takip ediyorlar, veli ise Anadolu'nun
içlerinden Rumeli'ye doğru feyz ve mânevi neşe taşıyordu. Yol boyunca devamlı,
çavuşun hatırını soruyor, gönlünü alıyordu. Çavuş bir ara «Efendi hazretleri
dedi, el itsenüz de ben dahi müridiniz olsam». Veli: Gam itmeyesün sen zâten
tarikat içresün diyerek çavuşun kalbini sanki okumuş gibi söyledi. Veli
devamla:
— Sen tarikat
içresün, çünkü harama el sürmemişsün! Haset ve münafıklık nedür bilmezsün. Bir
ulu kişinin emri altındasun. Murat Bey bir ulu kişidir. Ve şu şiiri okudu:
Muradı
gönlümün senden vefadur
Ki ol çevrile
çoktan müptelâdur
Kimin kim bir
but'i sîmîni vardur Eğer şâh'ı cihan ise gedâdur.
Çavuş meraktan
çatlıyor gibi idi ki, Veli onu daha fazla üzmeden, «bu şiiri Murat Bey
yazmışdur» dedi.
Veli'nin Edirne'ye
varışı oldukça uzamıştı. Çünkü araba çok ağır gidiyordu. II. Murat merakta idi.
Akşemseddin'! tekrar huzura dâvet etti. Esasen Akşemseddin de merakta idi ve
dâvete icabetle padişah, Akşemseddin'i muhabbetle karşıladı ve «Efendi
hazretleri tarikatınızın aslını öğrenmek muradımdur» dedi.
— Akşemseddin
bu beklenmedik soru karşısında, bir an durakladı ve «Nakşıbendîyye ile
Halvetîyye'yi bir araya getürmişdür» dedi.
Nihayet Edirne
sabahın erken saatlerinden itibaren müstesna günlerinden birini daha yaşıyordu.
Bütün şehir hareket halinde idi.
Şehirdeki
fevkalâde durum Padişaha haber verilmişti. Sadrazam ulak çavuşa, dönüşte şehre
gün ışımadan girmeleri talimatını vermişti. Tasarlanan saatte araba sarayın
büyük kapısından içeri girince, başta Padişah II. Murat olmak üzere, Sadrazam,
Vezirler, Paşalar ve Velinin değerli müridi Akşemseddin dahi bir anda arabayı
dolayı almışlardı.
Büyük velinin
arabadan inmesine yardım edildi, Padişah ise:
— Hoş geldiniz
efendi hazretleri, diye büyük misafirini karşıladı. Nihayet uzun koridorlardan
geçerek hünkâr salonundaki sedire karşılıklı oturdular. Bazı vezirler dâvet
sebebini bildikleri için Padişahın bu kadar iltifatını bir türlü
anlayamıyorlardı.
Sadrazam,
vezirler hatta Akşemseddin bile ayaktalardı. Padişah bir ara Akşemseddin'©
hürmetle «Mürşidinin yanına oturmasını» işaret etti. Sonra Hacı Bayram'a
dönerek:
·
—
«Sizi bîhuzûr eyledük efendi hazretleri» dedi. Veli ise cevaben olgun kişilere
özgü tatlı bir tebessümle karşılık vermekle yetindi. Murat Han devamla:
·
—
«Yolculuk meşakkatlü mü geldi?» diye sordu. Veli, biraz önceki tebessümle: «iyi
bir vesile oldu Devletlü» diye karşılık verdi. Hayli diyar ve ihvan gördük.
Bu sırada iç
oğlanları ellerinde gümüş tepsilerle içeriye giriyorlardı. Tepsilerde bardakları
buğulamış turunç şerbetleri vardı.
Önden
ilerleyen oğlan alışkanlık gereği Hünkâr'ın önüne gitti. Padi-şah'ın bir
saygısızlık olduğu düşüncesiyle yüzü kızardı ve oğlana «efendi hazretlerine
ikram edesüz» dedi. Veli büyük bir nezaketle bardağı aldı, fakat hünkârın da
bardağını almasını bekledi.
Oldukça
tecrübeli olan Hünkâr II. Murat, Hacı Bayram Veli'nin ne büyük kişi olduğunu
çoktan, hatta ilk anda anlamıştı. Veli ile konuşmak, bir şeyler anlamak
istiyordu ve devamla:
— Bu yıl
mahsul nasıldu efendi hazretleri, dedi. Veli yine tatlı te-_ bessümüyle
«Allah'a şükürler» diye cevap verdi ve ilâve ederek: Bekledü-ğümüzden dahi âlâ
itdüîer.
II. Murat,
«efendi hazretleri hayli zahmetlere sebep olduk» diye gönül alıcı ifadesini
tekrarladı. Veli, Hünkârın sözlerini sonuna kadar dinledikten sonra:
— İyi
neticelerde sebeplerin, vesilelerin ehemmiyeti zâil olurl diye cevap verdi.
Salondakilere
teker teker bakan hünkâr onların kendilerini yalnız bırakmasını işaret eder
gibi bir tutum içinde iki ki, sadrazamına «Lala sen kalasın» dedi.
Padişah bir an
sessiz kaldı, sonra gözlerini büyük veliye çevirerek ürkek bir ifade ile «Sizi
yol meşakkatine mecbur etmekten duyduğumuz üzüntü haddinden fazladur. Bunun
sebebin diyeyün, gelmenizden önce nakledilenler gelmenüz"’gerekdürürdü.
Allah'ın bildüğün kuldan saklamak mutadımız değildür. İçimüz şüphe ile meşbû
idi.»
Sözlerinin
burasında duran hünkâr, minnet dolu ifadelerle bakışlarını Akşemseddin'e
çevirerek:
— Ama efendi
hazretleri, ef'âli kemâliniz üzerine nakledilenler içimizdeki cümle şüpheye
muhabbete tahvil etmişdür, dedi.
Hacı Bayram
Veli, elini teşekkür makamında göğsüne doğru getirerek boynunu hafifçe büktü.
Velinin bu mütevazi hali II. Murad'm çok hoşuna gitmişti ki, bu gelişten türlü
maslahatımı iyiiük dahi gelecekdür, dedi.
Büyük veli,
cümlemiz devlet kuluyuz, Allah'a ibadetle halka hizmetü yek (bir) tutarız dedi
ki, bu söz üzerine II. Murat, yerinden ok gibi fırlayarak büyük velinin elini
hürmetle tutup öpmek istedi. Veli tevazu dolu bir davranışla elini çektiği sırada:
— Lütfedün!
diye hafifçe seslenmekle yetindi. Murat Han dönerek yerine oturdu ve «Şimdi
istirahat edün, akşam taamda burada buluşalım. Yatsu namazından sonra uzun
görüşmemüz gerekür.»
Yanındakilere
«efendi hazretlerinin istirahatlarıyla iştiğa! edesüz» diye talimat verdi.
Şimdi zihnindeki bütün şüpheler gitmiş ve tam bir iç huzuruna kavuşmuştu.
Fırsat eline geçmiş iken büyük veliden azamî derecede istifade etmek istiyordu.
Akşam
kararlaştırılan vakit gelmişti, II. Murat büyük velinin dillere destan olan
kerametlerini görmek istiyordu. II. Murat ilk fırsatta efendi hazretleri dedi,
«Hazreti Mevlâna üzerine bir süâlim vardur». Hacı Bayram:
— Buyrunuz
hünkârum, dedi. Murat Han; Efendi hazretleri Şemsi Tebrizî Mevlâna'nın müridi
midür, mürşidi mi? Hacı Bayram:
— Şemseddin
çok diyar görmüş, türlü eyyam yaşamış bir düşünce eridür, kendi başına zahiri
ilimlerde ilerlemiş ve bir gün bu ilimlerden sı-kılmışdur. Kendininkine benzer
bir engin ruh aramışdur. Bir gece rüyasında bîr ses işitür, bu ses O'na
«Konya'ya git orada Celâleddin'i bul» der. Şems meşakkatlu bir yolculuktan
sonra Konya'ya gelür ve Mevlâna'nın geçeceği yol üstünde durur. Celâleddin
müridlerinin ortasında bir katır üstünde geçmektedür. Şems yanına yaklaşır,
kılık kıyafeti pejmürdedür. Mev-lâna ise bu kıyafetten hoşlanmaz, ama Şems bunu
bilür fakat mahsus yapar ve Mevlânadan sorar «Muhammed mi, Bayezid Bistamî mi
büyüktür?» (416)
Celâleddin
yoluna devam etmez ve düşünceye dalar, sonra şu cevabı verir: «Muhammed fahr'i
âlemdür, peygamberdür. Bayezit ise kuldur», öyle ise Muhammed, Ya Rabbi biz
seni hakkıyle bilmedük diye neden demiş? Halbuki Bayezit ise «Benim azametim
şanını ben bilürüm, ben sultanlar sultanıyım» demişdür. (417)
II. Murat
sordu, «Efendi hazretleri Şemsi Tebrizi'nin Mevlevîlik içre mertebesi nedür?»
Hacı Bayram Veli, kesin bir ifadeyle «Şems olmasaydı Mevlevîlik dahi olmazdı»
der.
Vakit gece
yarısını çoktan geçmişti. Hünkâr büyük misafirinin istirahatını istirham etti. Yanındakilere
«Efendi hazretlerini nasıl bulursuz?» diye sordu. Sadrazam Dânişmend oğlu
Mehmet Paşa «ömrüm ziyan oldu acırım» dedi ve ilâve etti: Bu olgunlukta bir zat
ile ilk defa karşılaşurum, dedi ve kısa kesti.
II. Murat: Sen
Bedreddin ile dahi görüştün, (418) ikisi arasında fark var mı? Sadrazam «azim
(büyük) fark var,» diye cevap verdi.
Ertesi gün
yine sohbet başlamıştı, II. Murat sanki çocukluğundan beri
birikmiş problemlerini halletmek istercesine veliye her fırsatta sorular
yöneltiyor, o da memnuniyetle cevaplandırıyordu: «Efendi hazretleri» diye devam
etti «Tarikatınızla Hz. Mevlâna'nın tarikatı arasında ne fark vardur?» Veli:
Bilindiği gibi Mevlevîlik Acemden Türklere intikal etmişdür, Celâleddin,
Mevlevîliği orada olduğu zamana ait bir ulu pîrdir. Bunu kullandığı dilden,
hemen her mezhepten insanı çağırışından dahî anlarsuzl Farkımız bundadur ki,
biz Türküz, Türkçe konuşur, yazaruz ve Türkleri çağıru-ruz!
Sultan Murat
birden ayağa kalkmıştı, sadrazam ve öteki paşalar da
·
416)
Mevlevilikte başlıca iki kol kabul edilir ki, Şems kolu, Veled kolu, Şems
kolu Şemsi Tebriziye izafe edilen ve Hz. Ali’ye ehli beytine bağlı olarak kabul
edilir. (A. Gölp. Mez. ve Tar.lar S. 289-291)
·
417)
Mevlâna ile Şemsi- Tebrizî arasındaki gönül maceraları hakkında fazla bilgi
için Bk. İsi. Ansk. C. VIII. S. 164-171 ve Nefehat tere. S. 522-530
·
418)
Yukarıda geçtiği gibi, devlet aleyhine faaliyetlerde bulunduğundan dolayı
idam edilen Bedreddin Simavî’dir. (Bk. 413 dip not)
şaşırmışlardı.
Hacı Bayram ile Akşemseddin vakarla yerlerinde oturuyorlardı. Hünkâr Hacı
Bayram Veli'ye doğru ilerledi, elini saygı ile tuttu, gözleri yaşla dolmuştu ve
yanaklarına doğru süzülüyordu. II. Murat tarlalarda çalışmaktan nasırlanmış
velinin mübarek elini ağzına yaklaştırırken:
·
—
«izin veresüz efendi hazretleri» dedi. Hacı Bayram yine tevazu içinde idi.
Hünkâr onun elini bırakırken:
·
—
«Hüdâya şükürler olsun» dedi. Siz mertebede bir sultan'ı ruh görmeyi ben kuluna
nasîyb eyledi. O anda sanki devlet reisi II. Murat değil. Hacı Bayram Veli idi.
Veli bu garipliği ortadan kaldırmak için hemen konuştu:
— Siz dünya
umurunun devJetlü beyisüz. Devletimize nizam korsuz, bizim dahi işimüz
insanları devlete lâyık kılmakdur. Murat Han son derece sevinçli idî. Veli:
«işlerinizde duacınız olarak kafuruz» dedi ve «halka hizmeti büyük ibadet
bilürüz. Size gelince büyük dedenizün buyurduğu «attan inmeyesüz» sözüne
uyduğunuzda diyar'ı Rum'u geride bırakacaksuz». Veli bu sözleri söylerken
Hünkâr ve öteki devlet erkânı dudaklarını kımıldatarak dua ediyorlardı.
İşte beş
asırdır cevap beklediğine işaret ettiğimiz sorunun cevabı, ve işte II. Murad'ın
içinde bulunduğu rûhî hayat! ...
Nitekim II.
Murat'ın kendi ifadesinde de görüldüğü gibi hayatında yeni bir devir başlamış,
başlangıçta endişe verici bir durumda iken bu vesile, onun ruhuna ve haz
dünyasına büyük velinin muhabbetinin zevkini doldurmuştu. Artık şimdi o, önceki
Sultan Murat değildi belki de. O'nun fani varlığı madde âleminde olmasına
rağmen, gerçek varlığının ebedî âlemdeki ruhuna erişmenin özlemini çekmeye başlamıştı.
Şimdi o artık bir hünkâr değil, Hacı Bayram Veli'nin bir sadık müridi
sayıyordu kendini!..
Gerçi büyük
veli onun bu aşk dolu halini anlıyor idi ama, hiç bir zaman hünkârın devlet
umûrunu ihmâl etmesine rıza gösteremezdi. Vakıa bu hususta aralarında henüz bir
mevzu geçmiş de değildi. (419)
Şu kadar ki;
Hacı Bayram, Kostantiniyye'nin fethi hususunda bir işarette bulunmuştu ki, bu
işaret II. Murat'ın küçük yaştan beri hayalinde potansiyel olarak bulunan büyük
ideal ve özleyiş kıvılcımını ateşlemişti... (420)
Hünkâr salonu
bir an sessiz kalmıştı, birden kapı açıldı ve iki iç oğlanı, içinde bir çocuk
bulunan (ve çocuğun uyumakta olduğu) beşiği getirip padişaha yakın bir yere
dikkat ve itina ile koydular.
Veli başını
birden çevirip beşiğe dikkatle baktı ve sûre’i Feth-i —ora-
·
419)
Aynı şekilde Akşemseddin de Fatih'in bu husustaki arzu ve ısrarlarını
reddetmiş, devlet hizmetinin daha hayırlı olduğunu söylemişti. (Bk. Fatih
Akşemseddin bölümü)
·
420)
Hacı Bayram ii. Murad'a, «Bey, sen Kostantiniyye’yi alamayacaksın ama
orası alrnacakdur, bunu sen dahi göremeyeceksün» demişti. (Tafsilât ileride
gelecek.) dakilerin de
işitecekleri hafif bir sesle— okumağa başladı. Fetih sûresi bitince başını II.
Murad'a çevirerek, «siz bir zât'ı kâmilsüz» dedi ve devamla «Şehzâdenüz içün
olan o güzel mısra'ı okusanuz» dedi ve mütebes-sim bir ifade ile beklemeye
başladı.
II. Murat o
anda şaşkına dönmüş, hayretler içinde idi. Çünkü beşikte kimin yattığını
anlamadan sûre'i fethi okumağa başlamasının sebebi ne olabilirdi? Sonra şehzade
için Murat Han'ın şiir okuduğunu ne biliyordu? Çünkü bu şiiri henüz kimseye
okumamış, sâdece kendi kendine mırıldan-mıştı! 'Demek oluyor ki, büyük yeli
kalb gözü ile her şeyi biliyor ve okuyordu.
II. Murat,
beşiğe uzun uzun baktı ve derin bir saygı ifadesiyle velinin arzusunu yerine
getirmek üzere mısra'ı okumağa başladı. Hançeresi kurumuş, sesi çıkmaz olmuştu
âdeta!..
......«Ravza'i
Murad'da bir gül'i Muhammedi açtı» diye başlayan mıs-ra'ın okumasını hünkâr
zorla tamamlayınca, Veli tekrarladı biraz önceki sözünü, «Siz bir kâmilsüz»...
II. Murat,
«Efendi hazretleri, bana hayatımın en büyük mükâfatını lüt-federsüz» diyebildi
zorla. II. Murat bir şey söyleyecek gibi oldu, Veli «bu-yurasuz» deyince hünkâr
«Buyuramam efendi hazretleri!..»
Diyebildi ve:
— Benim
huzur'u hümâyunumda değilsüz, ben sizin huzur'u ruhani-yetinizdeyüm, dedi.
(421)
Bu sırada Hacı
Bayram bir noktada II. Murad'ı aydınlatma ihtiyacını duymuştu: Esasen veli,
hünkârın dikkatini devlet işlerinden uzaklaştırmasına taraftar değildi.
— Bayezit Han
amucanuz ve muhasaranuz zamanında elden gelen yapılmışdur ve rûşendür. Ama
feth'in müyesser olmayışı, feleğin yâr olmayışı ve vakt'in hitam bulmayuşundandur.
Böyle muhasaralar esasen hatalı olmuşdur! demişti ki, bu cümle II. Murad'ı
şaşkına çevirmişti. «Efendi hazretleri muhasara hatalı mı olmuşdu » diyebildi.
Veli, kesin
bir ifade ile:
— Azim (büyük)
hata olmuştur, diye devam etti. Bayezit Han amucanuz Kostantiniyye'yi
kuşattuğunda etrafın ahvalini iyi bilmek gerekirdü, halbuki gururu onu ve
Türk'ü perişan etmişdür!.. (422)
II. Murat,
dehşet içinde kalmıştı ve büyük velinin anlattıkiarıyle, BizanslI yazarın
dolabdaki tomarda (423) bulunan ifadeleri arasında bir mukayese yapmağa
çalışıyor, ikisinin de aynı noktada birleştiğini gördükçe, veliye karşı olan
hayranlık duyguları biraz daha coşuyordu.
·
421)
Bu ifade II. Murad’ın politikasının özü niteliğindedir.
·
422)
Danişmend İ. H. İst. Fethinin manevî kıymeti S. 7-51 vd.
·
423)
Bu husustaki tafsilât için bak bu bahsin baş tarafına ve İsi. Ansk. C.
VII. S. 506-535 (Mehmet II. Maddesi)
Hacı Bayram
ayağa kalkarak elini Edirne'den İstanbul'a doğru çevirdi ve:
— Kayser'in
şehrinde bugün yüz yüzeli i bin kişi yaşamaktadur ki, o kendi içinde dahi kendi
elinden çıkmışdur. II. Murat yerinden fırlayarak «Bütün ahvali benden iyi
biiürsüz efendi hazretleri» dedi. Büyük veli:
— «Bey, sen
Kostantinîyye'yi almayacaksun, amma orası alınacak-dur, bunu ben dahi göremeyeceğim.
Orası:
Veli sağ
tarafına dönerek eliyle gösterdiği sırada bir şeyden habersiz olarak uyumakta
olan beşikteki bebeği işaretle, «Şu beşikte yatan çocuk tarafından ve bizüm
Akşemseddin tarafından alınacakdur!» dedi.
Bir anda
herkes şaşkınlık içinde, gözlerini bir beşiğe, bir Akşemseddin'e çevirip
duruyorlardı.
II. Murad,
«Efendi hazretleri bizi ruşen kıidınuz, kuvvetlendirdinüz, benim ve Mehemmedüm
içün dahi nasihatlarınuzu dinlemek arzumdur,» dedi.
Akşemseddin,
Şehzâde'nin eğitimi için görevlendiriliyor:
Hacı Bayram,
«Mehemmedümüzü hocasına (Akşemseddin'i işaret ederek) bırakmak gerek», dedi ve
bu sözleri söylerken başını değerli müridi Akşemseddin'e çevirerek hafifçe
gülümsedi.
Akşemseddin,
başını öne eğerek mürşidinin emrini kabul eder bir ifade içinde idi ki, II.
Murad, Akşemseddin'e velinin gösterdiği değer karşısında gizleyemediği
hayretiyle bir an durakladı, son derece memnundu ki, Veli:
Akşemseddin'i
kasdederek, «kendülerün liyakatin biz dahi bilende-nüz» diye ona karşı olan
iltifatını daha da artırıyordu.
Böylece
Akşemseddin, istikbalin cihangirinin hocası olmuştu.
Veli ağır ağır
konuşuyordu ki, ağzından çıkan her söz II. Murad'ın kalbine saplanan ok
gibiydi, dikkat kesilmiş dinliyordu.
Veli şöyle
konuştu: «Size gelince, sizinçün nasihat yoktur. Devlete söylenen sizedür»
dedi. II. Murat:
Kendi mizaç ve
sıhhatinin devlet işleriyle meşgul olmağa müsait olmadığını söylemek ister gibi
bir ifade kullanmıştı ki, Veh birden atıldı:
— Ama Allah
indinde makbulsüz, halk için çalışırsuz ve halkın ise Allah'a yakınlığın
biiürsüz! dedi. II. Murad sevincinden uçuyor gibiydi. Veli şöyle devam etti:
Biz halkı yetişdürür elinize verürüz, onu sevk'u idare ise size aittür dedi ve
devamla görürsüz ki aramızda fark yoktur. Arzumuz İslâm’ın ve Türkün berhüdâr olmasıdur.
Padişah, büyük
velinin bu müthiş siyasî ve vatanperver düşünceleri karşısında hayretten
hayrete düşüyor, ondan ayrılmanın ıstırabını âdeta duyuyor gibiydi. Çünkü
velinin dönmesi yaklaşmıştı.
II. Murad,
«Efendi hazretleri» dedi, «sizi azim (çok) bîhuzur itdük (huzursuz ettik),
velâkin bir maruzatım dahi vardur.»
Veli, sanki
onun ne demek istediğini biliyormuş gibi manâlı bir bakışla gülümsedi, Padişah
ise telâşlı görünüyordu. Hediyyem şudur ki, Ümmeti Muhammed'e rızkını veren
tarlalarınız ve cümle müridânınız vergiden âzâdedür.
Büyük veli
başıyle bir tasdik işareti yaparak, «Bu hediyyenüzün de-ğerinü hasada demet
adediyle ölçmek gerekür!» demekle yetindi. II. Murat, bundan isteğinin kabul
edildiğini tahmin ederek «Hediyyemi kabul etmenüz dahi bize azim bir hediyye
olmuştur» dedi.
II. Murat
şimdi, büyük veli hakkındaki iftiralara ihtimâl dahi vermediğinden üzülüyordu.
Bir yandan da, bu büyük insanın da en az kendisi kadar memleketini sever bir
kişi olduğundan kendisini hoş göreceğini düşünerek teselli bulmaya çalışıyordu.
Osmanh
hükümdârı II. Murat'ın son bir arzusu daha vardı ki bu engin dünya görüşlü
veliye bunu bir türlü açıklayamıyordu; nihayet kararını vermişti:
— Efendi
hazretleri dedi, sizden bir dileğim dahi vardurl Büyük veli, tatlı bir tebessümle,
«anlarum» dedi. Sizin bu isteğinize mezhebimizin banii kurucusu İmam A'zam
bakâsuz tilmizi (talebesi) Ebû Yusuf Hazretlerine ne buyurur; dedi ve bu
nasihati baştan sona kadar anlattı. (424)
II. Murad o
hale gelmişti ki, artık evren gözüne başka bir renkte görünüyordu. Ne vardı ki,
şehzâde ne ola bir an önce büyüse idi, belki de büyük veli tarafından verilen
Hz. Peygamber (S.A.)'in müjdesini görebilmek kendisine nasib olabilirdi!
Böylece II. Murat daha şimdiden beşikte uyuyan şehzâdenin emrine girmişti. Bir,
on, oniki yaşlarına gelse de ona devlet umurunu devretse ve büyük velinin
kerametinin zahir olmasını gıyaben seyretse idi. Hep bunu düşünüyordu, işte bu
yüzdendi ki, beklediği gün gelir gelmez on iki yaşındaki çocuğa devleti teslim
etmişti. (425)
Padişahlığının
bundan sonraki günlerini, kendisine —Macar kralının cülusunu tebrik için—
gönderdiği üstü altın kakmalı yazı masasının başında hep bu hayalleri
yaşıyordu.
Hacı Bayram
Ankara'da :
Büyük veliyi
taşıyan çift atlı araba Sol - fasol (Zül - fadıl) köyüne girdiği zaman,
tarlalardan dönmüş binlerce müridi şeyhlerini bekliyorlardı. Veliye olan
hediyyesiyle ilgili fermanın derhal Ankara beyine verilmesini ise. Sadrazam
ulak çavuşa sıkı sıkıya tembihlemişti. Esasen Hünkârın Hacı Bayram'a olan vergiden
muaf tutulması hakkındaki hediyyesi çoktan duyulmuştu. Ankara beyi ise özgündü.
Çünkü Ankara vilâyeti varidâtında önemli miktarda azalma olacaktı öyle ya!
·
424)
İmam Azam’ın, talebelerine böyle bir nasihatinden söz edilirse de aslını
bulmak mümkün olamamıştır. Ancak İmam Azam’ın hayat ve enerji dolu fikirleri
herkesin malûmudur.
·
425)
İsi. Ansk. C.-VIII. S. 599-614 (bk. geniş bilgi için Murat II. Maddesi)
Diğer taraftan
birtakım açıkgözler de devamlı olarak bu fırsattan yararlanmak için Bayramiyye
tarikatına giriyorlardı. Veli esasen bu durumun farkında idi ki, çok yakında bu
hususu iyi bir imtihanla açıklığa kavuşturacaktı, nitekim öyle yaptı. 0,
tarikatının devlet aleyhine istismar edilmesine asla razı olamazdı.
Harmanlar
kaldırılmış, vergi zamanı gelmişti. Sıcak bir yaz gecesi idi. Veli akşamdan
Ankara istikametine doğru gidip, orada büyük bir çadır kurup bütün müridlerini
bu çadırda yakından görmek, onlara nasihatta bulunmak istediğini bildirdi,
işaret olunan yere çok büyük bir çadırTkuruldu. sabahın erken saatlerinden
itibaren bütün müridler akın etmeğe başladılar. Veli ve yakınları çadıra
girmişlerdi. Ortalık mahşerî bir kalabalıktı. Ankara beyi ise endişe içerisinde
idi! Hatta uzak tepelere gözcüler koymuş neticeyi bekliyordu.
Vakit kuşluk
zamanını biraz geçmişti ki, veli çadırdan çıktı, ortalıkta çıt çıkmıyordu;
etrafına şöyle bir baktı ve konuşmağa başladı:
— Şimdi burada
tarafı İlâhîden dervişlerimi kurban etmem emr-i İlâhisi gelmişdür, hepiniz sıra
ile çadıra girecek ve kurban edileceksüzl
Manzara bir
anda değişmiş, yüzlerde bir korku ifadesi belirmişti. Herkes birbirinin yüzüne
şaşkın şaşkın bakıyor, her zaman velinin derhal yerine getirilen emirlerine
karşılık bir kıpırdanma olmuyordu.
Nihayet
çadırın orta yerlerinden bir kadınla bir erkek, muvafakat ettiklerini, kurban
olmak istediklerini bildirdiler, çadıra alındılar. Büyük veli onların gönlünü
almış, kendilerini tebrik etmiş ve plânın uygulanması için emrini vermişti.
Aradan az bir zaman geçmişti ki, önceden hazırlanmış ve kesilmiş koyunun kanına
bulanmış olarak biraz evvel çadıra alınanların eşyaları dışarıdakilere
gösterilmişti. Bir anda dehşet ve panik havası başlamıştı dışarıda. Yer yer,
«Bizim şeyh şaşırmış, delirmiş insan kesilir mi?» gibi sesler yükseliyordu.
Yarım saate kalmamış koskoca meydan boşalmış, Ankara beyinin adamları bu işi
bir türlü anlayamamışlardı. Büyük veli gerçeği görmelerini istermiş gibi
yakınlarının yüzüne mânâlı bir tebessümle baktı. Vakit akşama yakındı. Büyük
veli köye yöneldi, tam o sırada Ankara beyinin de Sol - fasol köyü meydanına
geldiği haberi veliye ulaştırıldı. Bey hadisenin mahiyetini öğrenmiş ve veliyi
ziyarete gelmişti.
Ankara beyi
derin bir saygı ile velinin elini öptü ve meseleyi öğrenmek istediğini
açıkladı. Veli:
Olanları bir
bir anlattı ve «Endişe etmeyesüz bizim sâdece vergiden âzâde bir buçuk
dervişimiz vardur, bundan böyle herkes tekâlif mertebe-sünü (vergisini) vermesü
gerekür» dedi.
Bey şaşkına
dönmüş, Osmanlı hünkârının fermanına karşılık bu kadar büyük bir vatanseverlik
örneği veren büyük veliyi çok yakınında olmasına rağmen neden tanımamıştı.
Büyük bir saygı ile şeyhin elini öptü, ve «af idesüz efendi hazretleri»
diyebildi. Sevincinden kuş gibi uçuyordu sanki. İtiraf ederüm ki, ben başka
ihtimaller üzre endişelerle âlûde idim, rûşen oldum ki, azmü gaflet içre
imişüm, diyerek devam etti:
Hattimüz
değildür amma efendi hazretleri, ifasına muktedir olduğumuz bir maslahat
(emriniz) var mıdur? diyebildi.
Büyük veli
vakarla, «Bundan böyle vergiyü vaktinde alasuz, yolunuz lûşen olsun» diye
karşılık verdi.
Bey durumu
süratle Edirne'ye ulaştırdığında II. Murat zaten gönlünü dolduran velinin
muhabbeti içinde idi ki; ah dedi ne ola bir kerre Mehem-medüm büyüse!.. (426)
Büyük veli
Hacı Bayram Hazretlerinin Edirne'ye dâveti sebep ve hadisenin şekli ve seyri
etrafında birçok tahminler ve bu tahminlerle ilgili olarak daha başka birçok
rivayetler de yüzyıllardan beri ağızdan ağıza dolaşmaktadır.
Nitekim, büyük
veliyi, Edirne'ye varışında hakikaten bir keramet ehli olup olmadığını imtihan
için şöyle bir tertip hazırlarlar. Halk arasında çok yaygın olan bu hadise
şöyle olmuştur: Hacı Bayram Hazretlerinin Edirne'ye varışının ilk günüdür.
Tabutun içinde canlı birisi vardır, veliye «Efendi bir cenazemiz vardır
namazını kıldırıveriniz!..» derler. Büyük veli, bir imtihan geçirmekte
olduğunun farkındadır! Pekâlâ ama der; «namazı ölü niyetine mi kıldırayım diri
niyetine mi?..»
Etraftakiler
şaşkınlık içindedirler! Bir şey söyleyemezler. Veli ise hiç bozuntuya vermeden
merhum ... falan kişi niyetine der namazı kıldırır! Tabutu açarlar, ^bilâhare,
bir de ne görsünler adam hakikaten ölmüş ve sessiz yatmaktadır!.. (427)
İşte OsmanlI
İmparatorluğu'nun ünlü padişah ve sultanı II. Murat'ı çılgına çeviren yüce
gönüller fatihi Hacı Bayram Veli Hazretlerine Anadolu halkı bu duygu ve inançla
bağlanmış, büyük hünkâr II. Murat da OsmanlI tahtını 14 yaşındaki çocuğa bu
duygularla bırakmış ve gönül sultanının deryasından kana kana nasibini almak
istemişti!..
Heyhaatt!..
Koca Sultan Murat ne ulvî bir feyz menba-ı bulmuştun. Senin de üstadın gönüller
sultanı Hacı Bayram Veli'nin de ruhlarınız şâd olsun, (âmin)
·
426)
Bundan sonra hep şehzade Mehmed’in büyümesini ve Hacı Bayram Veli’nin
—Kostantiniyye’nin fethi hakkmdaki— kerametini dünya gözüyle görebilmenin
özlemi içerisinde yaşadı ve fakat felek aman vermedi, zaten Veli de işaret
etmişti ki, O’nu sen ve ben dahi göremeyecegüz. II. Murat Edirne’de bir ulu
çınar ağacı gibi kendi gölgesinde öldü. (Prof. C. Tanyol Kuruluş ve fetih
destanı S. 73 vd.)
·
427)
Fatih ser türbedarı Ahmet Amiş efendi hazretlerinin feyz ve velayetlerini
devam ettiren şeyh Mustafa efendi hazretlerinden bizzat dinlediğim bu canlı
hâdiseyi, şeyh Hacı Bayram Veli hazretlerinin huzuru meânilerinde teeddüben
aynen aldım. (Dr. H. Hasan Küçük)
FATİH -
AKŞEMSEDDİN ve MOLLA GÜRÂNÎ
«Berideki bu
sevinci görürsüz, Kostantiniyye fethine sevinür sanman. Akşemseddin benim
zamanımda olduğuna sevünü-rüm. (428)
FATİH»
Hacı Bayram'ın
Edirne'den ayrılışından birkaç gün sonra Akşemseddin, şehzâde Mehmed'in eğitimi
için daha münasip görülen Manisa'ya gitmişti. Fakat bu sıralarda ölmüş bulunan
diğer şehzâde Aiâuddin'in cenaze namazını kılmak ve hünkârı teselli etmek için
Edirne'ye dönmüştü.
II. Murad'ın
canı çok sıkıntılı idi, içoğlanını çağırdı, «gidip bakasuz, efendi hazretleri
meşgul değil iseler çağırasuz» dedi. Kısa bir müddet sonra hünkâr salonuna
giren Akşemseddin, II. Murad'ı çok üzgün buldu ve:
— Hayırdur
inşaallah hünkârum dedi. Padişah:
— Hayrunuz
beri ola efendi hazretleri, dedi. Dün gece düşümde Alâuddin'i gördüm, bir tepe
üzerinde idü. Karşıda da bir tepe görünürdü ki, burada da Veli (Hacı Bayram)
Hazretleri görünürlerdi.
Derin bir ruh
mütehassısı olan Akşemseddin, «Şehzâdenizün Veli hazretleriyle bile görünüşü,
onun veli hazretlerine garib olacak kadar temiz oluşuna işaretdür» dedi.- Hünkâr
çok sevinmişti:
— Eksik
olmayasuz efendi hazretleri, dedi. Kederüm dağıttuz.
Akşemseddin
yine Manisa'ya dönmüştü, hünkâr onun (şehzâdenin) kusursuz yetişmesini çok arzu
ediyordu. Türlu vesilelerle Akşemseddin'i Edirne'ye çağırırdı ki, yine Akşemseddin
Edirne'de idi. Hünkâr salonuna girdiğinde II. Murat'ı çok müteessir gördü. Şeyh
Akşemseddin:
— Sultanum
hayattan gına getürmüş bir haiinüz vardur.
Padişah yorgun
bir sesle, «Müşahedenüz yeründedür efendi hazretleri» dedi ve ilâve etti:
Efendi hazretleri sîzlerle yer değiştirmek isterüm. Akşemseddin onun ne demek
istediğini çoktan anlamıştı. Onu bu fikrinden vaz geçirmek için bir şeyler
söylemek istiyordu ki, hünkâr kararlı idi. Yal-varışlı bir ifade ile: «Hayattan
gına götürdüğüm bilürsüz, hem de veli haz-. etlerinin ilerüyü görüşlerine dahi
yol açmış olurum.» (429)
Akşemseddin,
«fakat o henüz bir gonca güldür sultanum» dedi. II. Mu-
·
428)
Prof. Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı S. 19 vd.
·
429)
Hacı Bayram Veli, Kostantiniyye’nin şehzade Mehmet tarafından
fetholuna-câğına işaret etmişti. (Bk. 169 *■ 170) rat,
Akşemseddin'in fikrini anlamıştı ama ısrarlı bir ifade ile, «Efendi hazretleri
şehzâdenin sıhhatin nasıl bulursuz» dedi.
Akşemseddin
kısaca, «Mükemmeldür» diye cevap verdi. II. Murat:
— BİIgisün
nasıl bulursuz? dedi. Akşemseddin yine kısaca:
— Yaşınca
mükemmeldür, dedi. 11. Murat: «Görürsüz ki efendi hazretleri, Mehmed
himmetünüzle iyi bir taht adamı olmuştur. Pederüm Me-hemmed Çelebi beni Şeyh
Bedreddin hailesi içre bırakduğunda ben dahi şehzâdem Mehemmed kadar idüm.
(430)
Akşemseddin,-
II. Murat'ı can damarından yakalamıştı. Ama dedi hün-kârum doğru söylersüz.
Fakat bugünkü bezgünlük bundandur! Zira ruhun küçüğüne hadisâtın büyüğüne komak
aklun kâru değildur, ama ki yine taht sultanun, şehzâde dahi sultanundur.
Hamza çavuş
telâşla koynundan bir kâğıt çıkarmış hünkâra uzatmıştı, Padişah kâğıdı telâşla
aldı, baştan sona süzdü ve bir anda kalbindeki hüzün yüzündeki ifadeyi teessüre
boğdu, şalının arasından çıkardığı ipekli mendili ile gözlerini sildi, aahh...
dedi, fâni âlem demişler buna!..
Hacı Bayram Veli ölmüştü!
1444 senesi
Ağustos ayı idi. Şeyhinin ölümü acısından çökmüş olan Padişah, Edirne'ye dâvet
ettiği Akşemseddin ile karşı karşıya idi. Velinin ölüm haberinin de kendisini
bitab bıraktığını ileri sürerek, evvelki isteğini ona yeniden açmıştı, siz de
dâhi şehzâdenin yanında olursuz efendi hazretleri, dedi. Akşemseddin;
Ben Ankara'ya
bir dahi gitmelüyüm, oradaki işler yüz üstü kalmışdur. Bilâhare şehzâde ile
Manisa'dan bile gelürüz, dedi.
Sevincinden
göz yaşları döken hünkâr, velinin muvafakatini almış idi ki, yalvarışlı bir
ifade ile «Beni intizarda bırakmayasuz efendi hazretleri» dedi.
Şehzâde Mehmet
II. on iki yaşlarına basmıştı ki, şimdi fiilen OsmanlI padişahı idi. (431)
Diğer yandan
haçlılar ve bütün Osmanlı düşmanları bunu kendileri için büyük bir fırsat
sayıyorlardı. Nitekim II. Murat'ın Yanko Hünyad ve Ladislâsla yaptıkları
Şeminli Szegedin muahedesini bozmuşlar ve Türkleri katliâma başlamışlardı.
(432)
Bu hareket
Edirne'de büyük bir endişe meydana getirmişti. Küçük padişahın başkanlığında
yapılan toplantıda devlet ileri gelenleri Manisa'daki II. Murad'ı derhal iş
başına çağırmaktan başka çare olmadığına karar ver-
·
430)
Bk. Şeyh Bedreddin hadisesi 413. dip not)
·
431)
İsi. Ansk. C. VIII. S. 599-613 (Murat II. Maddesi)
·
432)
Aynı eser C. VIII. S. 608-610 (Murat II. Maddesi) diler.
Bir ulakla kendisine haber iletilen Murat II. «Padişahları vardur, ken-dü
işlerünü kendüleri görsünler» cevabını verdi.
Halbuki durum
vahimdi. Tecrübeli bir devlet adamı olan Halil Paşa, genç padişahın ağzından
II. Murat'a yazdığı bir tezkerede: «Kendisini padişah saydığı takdirde devletün
tehlükeden kurtarmağa ğelsün, ben padişahsam bir tebea sıfatıyle padişahının
emrine uyarak âcilen yola çıksun» demişti. (433)
Bu mantık
oyunu aslında şair ruhlu padişahın çok hoşuna gitmiş, tehlikeyi de anlayarak
derhal yola çıkmıştı. Yanında hocası Akşemseddin olduğu halde çocuk padişah
babasının çadırına giderek «Hoş geldiniz» demiş, elini öpmüştü. II. Murat düşmana
bozduğu muahede'nin hesabını sormağa kararlıydı, vakit kaybedilmeden işe
girişildi. Murat Han bozulan muahedeyi bir mızrağın ucuna taktırmış, doğacak
vebâlin düşmana ait olduğunu bildiriyordu.
Birdenbire
Macar millî kahramanı Yanko - Hünyad'ın hücûma geçtiği görüldü. Osmanlı
ordusunda bir telâş başlamıştı.
Murat Han,
korkunç bir öfke ile emir verdi: MehterTerüm sussun!.. Türk askeri şimdi geri
çekiliyordu. Ta uzaklarda bulunan Karaca Paşa Hünkâra yaklaşmış, «Hünkârum Türk
İslâm askerinin düşmana sırt çevirdüğü vaki midür? neylersüz? dedi. Murat
Han'ın plânı başka idi amma, bir anda değiştirerek «Peki Karaçam dileğün
kabuldür» dedi, Mehterler çalsun diye yeniden kükredi.
Bir anda
orduya yeni bir kuvvet ve cesaret gelmişti. Biraz önce Lehistan kralı Ladislas
küstahça atını Türk askerlerinin üzerinei doğru sürerken şiddetli bir Türk oku
ile alnından vurularak yere yuvarlanmıştı. Koca Hıdır adındaki yaşlı bir Türk
askerinin kestiği başı, padişaha takdim edildikten son-bir mızrağın ucuna
takılarak ön saflardaki düşman askerlerine gösterilmişti. Vaziyeti gören düşman
amansız bir paniğe kapılmış ve zafer bir anda Türk'ün lehine dönmüş, II. Murat
artık görevini ikmâl etmişti. Sevgili şehzadesine artık İstanbul'un yolu
açıktı, Haçlı ordusu imha olmuştu. (434)
II. Murat
tekrar Manisa'ya dönmek istiyordu ki, bütün saray erkânını son bir defa topladı
ve:
Tahtın varisi
şehzâdem Mehemmed'dür. Anın başlıca umuru (işi) Kostantiniyye'yi —hocalar,
beyleri, paşalarıyla— fethetmekdür. Cümle vezirim, beylerim ve paşalarum şahit
olalar... Mezarumun toprağına daim hüdânın rahmeti yağa... Bütün servetüm
parmağımdaki şu yüzük satıla ve parası bitinceye kadar baş ucumda Kur'an okuna.
·
433) Bir Balkanlı
tarihçiye göre bu Varna savaşı Bizans’ın kaderini tayin etmişti. Çünkü Balkanlarda
Türk hâkimiyetinin tayini yalnız OsmanlIlar için değil, bütün dünya için önemli
idi. İsi. Ansk. C. VIII. S. 609 ve Fatih devri I. 70-75
434} İsi.
Ansk. C. VIII. S. 609-610
Bu bir nevi
vasiyetname idi, orada bulunanlar göz yaşlarını tutamıyorlardı.
II. Murat
birdenbire: «Efendi hazretleri gelürün» diye seslendi. Oradakiler hep birden
feryada başladılar. «Vah hünkârımuz bizi brrakur gider...»
Ve sultan
Murat II. dârı dünyadan dârı ukbaya göçtü!...
Edirne'de bir
ulu çınar ağacı gibi kendi gölgesinde öldü.
Ve batan
güneşle gömüldü.
Sultan Murat
Han
Sultansuz bir
saltanat bıraktı
Yüzü veliler
gibi nurlu ve aktı (435)
Genç padişah
Mehmet II. sordu
Lalam Halil
paşa kandedür imdi?
İhtiyar vezir
kıyam etti
diz döktü
baş koydu
(436)
İstanbul'un ünlü,
ve genç fatihi Sultan Mehmed II. ordusu surları aşarak vakarla şehre girerken,
devlette fikri, inancı ve yaşantıyı temsil eden hocası Akşemseddin'e karşı
şükranlarını belirtmek için çadırına varır. Kuru toprak üstünde oturan şeyhin
önünde diz çökerek ellerini öper, «Ben-deki bu sevinci görerek Kostantiniyye
fethine sevinür sanman. Akşemsed-din benim zamanımda olduğuna s&vünürün»
der. (437)
Padişah,
kendisini müridliğe de kabul etmesini niyaz eder, o kabul etmeyerek, «Adalette
öyle mertebeler vardur ki, ona ulaşmak sana yeter» der. Esasen Akşemseddin'in
kişiliğindeki üstünlüğü kavramadan, ne OsmanlI devletinin temelindeki yüksek
ruhu, ne de İstanbul'un fethindeki gerçek kudreti anlamağa imkân yoktur. (438)
Onun müstesnâ şahsiyetini
kuruluş ve fetih destanı müellifi içli mıs-ralarıyle şöyle dile getirir.
Uzaklarda bir
veli görüyorum
Göynükteki
türbesinde oturmuş
Duasız bir
yüz, ne canı düşünüyor artık ne teni
Kaskatı kemik
kesilmiş Göynükteki türbesinde oturan
Akşemseddin'in
ak bedeni
435) Prof.
Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih destanı S. 73, 74, 75 )436) Prof. Cahit Tanyol.
Aynı eserden kısaltılarak alınmıştır.
·
437)
Prof. Cahit Tanyol. Aynı eser S. 19 vd.
·
438)
Prof. Cahit Tanyol. Aynı eser S. 21
Ne başın
kaldırıp bir kerecik duâ etti
Ne yerlere
kapanıp secde etti.
Ne tacı vardı
başında ne hırkası
Bir ses
duyuldu derinden, kıyamet alâmetleri görüyorum dedi. (439) işte bu Akşemseddin,
kıymetli talebesi Fatih'e pek çok vazifeler emanet etmişti. Nitekim Trabzon'un
fethi için yola çıktığında Uzun Hasan'ın belki merhamete gelir de vazgeçer
diye— kayın validesi Sara Hatun'un ricacı olarak gönderildiğini öğrenince,
huzurunda yalvaran ihtiyar kadına: «Onun fatihi biraz yorgun bulunduğu bir
sırada bunu fırsat bilerek «Sulta-num bir Trabzon kal'asu bunca zahmete değer
mi?» sözü üzerine, genç padişah vakarla başını kaldırarak: «Valide, garazım
kal'a zapdetmek değildür, bana teslim edilen şeriat ve adâlet kılıcının hakkını
yerine getirmek ve vazifemi tamamlamakdur» dedi. (440)
İstanbul'un
Edirne kapısından içeri girdikleri gün, genç Rum kızlarının padişah sanarak
çiçek buketlerini sundukları hocası Akşemseddin'i, bir an bile yanından ayırmaz
olmuş ve İstanbul'un gerçek fatihi'nin kendisi değil hocası olduğunu söylemek
suretiyle hocasına olan şükrân borcunu ödemek istemişti.
Yabancı devlet
elçileri de aynı şekilde padişah sanarak ellerindeki iti-madnâmelerini genç
çocuğun yanında oturan nur yüzlü şeyh Akşemsed-din'e sunuyorlardı. Fatih
devletin geleceğiyle ilgili bütün müzakere ve kararlarda hocasının bulunmasını
arzu ediyordu.
Bir Cuma günü
Ayasofya'da Cuma namazını kılmışlar ve dönüyorlardı ki, Fatih uzun zamandır
içinde gizlediği bir arzuyu hocasına açmak istemişti. Birden karar vererek
hocasına «Tarikata girmek istediğini» açıkladı. Akşemseddin: Kendisi böyle bir
şeyin aleyhinde olduğunu bildirdikten başka, Hacı Bayram'ın dahi, babası II.
Murad'a rıza göstermediğini hatırlattı!..
Fatih,
hocasının fikirlerine saygı duymakla beraber, tarikata girme fikrinden bir
türlü vazgeçmek istemiyordu. Fetih günlerinden biriydi, dünyada bir benzeri
daha görünmeyen elli üç günlük muhasaradan sonra bir akşam vakti idi ki, genç
hükümdar hocasına:
— İstanbul'da
sizün semtinüz neresi olacakdur? diye sordu:
Büyük veli,
parmağıyle Haliç'in dip tarafını göstererek, Oradadur amma ben âciz bir
vasıtayum! dedi.
Velinin
işareti boş değildi, çünkü orada İstanbul'un manevî bekçisi, Kostantiniyye'nin
fatihine ve askerlerine hediyyelerini verecek olan Hz. Ha-lit (Ebâ Eyyub
el-Ansarî) yatıyordu. (441) Esasen Hz. Muhammed'in on
·
439)
Prof. Tanyol'un kuruluş ve fetih destanından kısaltılarak alınmıştır. S.
19-23
·
440)
Prof. Cahit Tanyol. Kuruluş ve fetih destanı S. 25-26
·
441)
Hz. Halit Konstantiniyye'nin fethi ümidiyle birkaç defa daha gelmiş olup,
sonuncu gelişinde H. 50 senesinde şehadet şerbetini içtiği rivayet olunmakta
olup, imam Ahmed ibn. Hanbel'in rivayetine göre (Ebu'l-Fidâ İbn Kesir C. VIII.
S. 59) Ebû Eyyüb üç sene
sancakdarlığını (442) yapmış bulunan Hz. Halid'in nerede yattığı da o güne
kadar meçhuldü. Bütün Müslümanlar Mekke'den Medine'ye göç ederken Hz.
Peygamberin ev sahipliğini yapmış bulunan Hz. Halid'i özlüyor-lardı. Büyük veli
Akşemseddin aynı zamanda kerametiyle bu büyük problemi çözmüş oluyor, yüz
yıllardan beri kaybolmuş mezarın yerini işaret ediyordu. (443)
Fatih'in hayâl dünyası ve ruh âlemi
:
Onun taa
şehzâdeliğinden beri aklı gece gündüz Kostantiniyye'de idi. Varna savaşında Rum
kâfiri İslâm askerinin karşı yakaya geçmesine katî zorluk vermişti. Sultan
Murat II. (Babası) Rumeli yakasına bir sur yapmayı düşünmüştü amma, Hacı Bayram
Veli'nin işareti üzerine bu işi oğluna ısmarlamıştı. (444) Yıldırım Han'ın
yaptırdığı hisar(Anadolu hisarı)ın karşısı Boğaz'ın en dar yeri idi. (445)
Kararlıydı,
tam oraya bir hisar yaptıracaktı. Anadolu'dan ustalar getirildi, iki bin
duvarcı, dört bin marangoz, beyler, paşalar binlerce işçi çalıştı, hisar dört
ayda tamamlandı. Boğaz'dan geçen gemilerden baç alındı, dinlemeyenler
batırildı. Ol sebepten adına Boğazkesen denildi. (446)
Kâfirin yüreğine
korku girdi, Sultan Mehmed'e yemekler armağanlar yolladı, niyaz etti fayda
çıkmadı, hiç biri kâr etmedi.
Bu manzarayı
bir Türk tasvir ve yorumcusu şöyle dile getirir:
Rumeli
hisarının kurulduğu tepeler üzerindeyiz. Genç cihangir onbeş irtihal
ettikten sonra Yezid teçhiz ve tekfinini emretti, etraftaki bütün ecnebiler de
büyük İslâm askeri ve kumandanının cenaze namazına koştular.
·
442)
Müslümanlar Kostantiniyye’yi kuşatmışlardı, muharebe bütün şiddetiyle
de-vam ediyordu. III. Kostantin Yugunat .ise bugünkü harabeleri bulunan Tekfur
sarayından vaziyeti kontrol ediyordu. O anda Müslümanlar ön safta başlar
üzerinde bir cenaze taşıyorlardı ki, bunu görmüş ve öğrenmek istemişti. İslâm
Orduları Baş Kumandanı Yezid'e haber göndererek bunu sordu: Yezid, bu cenaze
bizim Peygamber efendimizin mihmen-dârı (Sancakdârı) dır, vefatından evvel
bize, senin memleketinin en ileri bir yerine gömülmesini vasiyyet etmişti diye
cevap verir. Kayser önce bu işe hayret etmiş, sonra Yezid’le karşılıklı konuşup
bu mübârek zatın cesedini muhafaza edeceğine söz vermiş ve bir de üzerine kubbe
yaptırmış. Müverrih Ahmed Abdü Rabbihi’den bir rivayete göre H. 328 tarihine
kadar Hıristiyan âdetine göre türbenin üzerinde mum bile yaköırimış! (Aiasonyah
H. C. Öğüt Meşhur Eyyub Sultan C. I. S. 141-143
·
443)
Rivayetlere göre Akşemseddin mezarın yerini rüyasında görmüş, tahmin
ettiği yere bir çubuk diktirmiştir ki, bugün Eyüp camiinin avlusundaki ulu
çınarın bu çubuk olduğu söylenmektedir!..
·
444)
Hacı Bayram Veli Kostantiniyye’yi şu beşikteki çocuk fethedecek, o’nu sen
ve ben göremeyeceğüz demişti Murat ll.’ye Bk.
·
445)
Yıldırım bir de hisarla birlikte İslâm mahallesi ve Cami yaptırmıştı ki
bugün dahi hisar civarında bu mahallenin kalıntıları bulunmaktadır.
·
446)
Prof. Cahit Tanyol. Kuruluş ve Fetih Destanı. S. 77 bin
amelenin arasında vezirleriyle beraber —adını bir mühür gibi Boğaz'ın sarp
kayasına işlemek için— harç taşıyordu! (447)
Hisarın
yapılışı :
Çalışan
işçiler arasından kuru ve kartal burunlu bir genç, kireçli ellerini silkerek doğruluverdi
şöyle:
İşçi değildi,
işçiydi, işçiye benzemezdi
Dediki dedi,
git efendine söyle, bu padişah
bildüğü
padişahlara hiç benzemez,
Bizim
kılıcımüzun yettiği yere varamaz cedlerinüzün
umudu bile!...
Bu yer benim
yerim, bu su benim suyum!...
Ve dahî bu
dolaylarda yabanın yeli bile olmadan buyruğumuz esemez kendü bildügüne’
Elçiye zevâl
olmaz, yoksa boynun üstünde duran şu kelle
yürüyüp
gidemezdi seninle!...
Beliiii...
Haydi hoşça
var duyduğunu duyduğun, bildügünü. bildügün gibi ilet! Ve zira kim bizim gadaba
bile vaktimüz yok. Göstererek kireçli ellerini, görürsüz işimüz acele!...
OsmanlI
sarayının —kartal burunlu— genç padişahı, bir amele gibi toz toprak içindeki
kıyafetiyle bu sözleri Bizans imparatoru'nun vakur elçisine söylüyordu!
Nitekim fecir
sökmek üzereydi söktü, surlardaki gedikler yerle bir oldu ve Bizans iman'ı
Muhammed (S.A.)'le yoğrularak ebediyyetlere gömülüp gitti.
Genç padişah
derin bir nefes aldı. Ulular ulusu Akşemseddin kemikli elleriyle tel tel nurlu
sakalını sıvazladı, padişahın huzuruna durdu ve şöyle buyurdu:
— Padişahum,
Şehbazlarum bilesüz bu tekbir bildüğünüz tekbir den ğül, senin bayrağın gök
olsun senin bayrağın ateş, senin bayrağın altında batmasın güneş. (448)
Bir kısım
vezirler kuşatmanın kaldırılmasını dilediler, bir kısımları savaşa devam
dilediler. Hünkâr, Akşemseddin'in yüzüne baktı; Veli, «Zafer nasipdür» dedi,
Molla Gürânî'ye soruldu, «Zafer nasipdür» dedi. (449)
·
447)
5-Mayıs-1951 tarihli Yenisabah gazetesinden (Dr. Cahit Tanyol,
İstanbul’un fethi üzerine bir makalesinden kısaltılmıştır)
·
448)
Menâkıpnâme’j Akşemseddin Üniv. Küt. el yazma eser S. 676
·
449)
Akşemseddin’le beraber, Molla Gürâni de Şehzade Mehmed ll.’nin öğrenimi
.için Murad II. tarafından görevlendirilmiş, fıkıh, hadis sahalarında dirayetli
olan Molla Gürâni, II. Murad’la tanıştıktan sonra padişahın birçok ihsanlarına
mazhar olmuş, şehzadeye de müall.im tayin edilerek, icabında dövebileceğine de
müsaade olunduğunu bildirmek için bir de sopa hediyye edilmiştir. (İsi. Ansk.
C. VIII. S. 406-408
Hünkâr bu
işarete inanmakla beraber kanaat etmedi, varup efendi haz-,retleründen «vaktin
saatin sorasuz» dedi. Akşemseddin «görürüm ki padişah hazretleri dardadur»
dedi. Başın secdeye koyup dua etti, padişahın .çadırına girdi, bütün vezirler
oradaydı. Akşemseddin: «Bu gece her tayfta ateşler yakıla ve askere zafer
tebşir oluna!» dedi.
Sabah tan yeri
ağarıyordu. Ve güneş gördüklerini bir daha görmemek üzere batmıştı. Yarınki
değişecek devran alaca karanlıkta bir masal tanrısını andırıyordu.
Sultan Murad
Han oğlu Mehemmed Han; «Akşemseddin günleri bir bir saydı» dedi. Mayıs 29, gün
Salı, vakit fecir, son tarih 1453, cihan tarihi yeniden başlayacaktı.
Başkumandan Akşemseddin, Hacı Bayram Veli ve Sultan Murad II., Ulubatlı Hasan'ı
tebrik ediyorlardı. (450)
«Bendeki bu
sevinci görürsüz, Kostantiniyye fethine sevinür sanman. Akşemseddin benim
zamanımda olduğuna sevinürün».
FATİH
YAVUZ SULTAN SELİM ve SÜNBÜL SİNAN
EFENDİ
İslâmiyet!
bütün cihana yaymak ve onun yüce prensiplerinin, insanlığın ortaklaşa idealleri
haline getirilmesi için âdeta birer fazilet yarışına girmiş olan Osmanlı
padişahları, hep aynı standart metodlara bağlı ruh eğitimi içinde
yetişmişlerdir.
Gerçi bunda,
devlet idaresinin babadan oğula geçen iktidar olma geleneğinin de payı yok
değildi. Ne var ki, bir padişah için en önemli olanı yine de halkının genel
eğilimini iyi bilmek, onun psikolojisini yerinde bir analizle, umumî arzulara
hürmetkâr olarak hükümet edebilmek için —her devirde olduğu gibi— OsmanlIlarda
da şart olmuş gibiydi!..
Padişah, hem
devletin lideri, hem de ordunun Başkumanı durumunda bulunduğundan, (451)
hünkârın ordu birlikleri üzerindeki otoritesi, halk üzerindeki otoritesinden
daha da önemli idi.
Nitekim asker
padişahın kulları sayılırdı, hatta bununla öğünürdü OsmanlI askeri daima.
Esasen askerin büyük çoğunluğu da mutlaka bir tarikata mensuptu. Böyle olunca
padişahın da tarikata bağlı olması veya hiç değilse tarikat mensuplarına karşı
sempatizan görünmesi bir nevi izleyeceği politikanın zorunlu bir neticesiydi.
Bununla
beraber, Yıldırım Bayezit gibi siyaseten tarikat sempatizanı olanlar
bulunabileceği gibi, Murat II. gibi, Fatih gibi gerçekten tarikata âşık ve
bağlı olanlar da vardı. (452)
·
450)
Prof. Cahit Tanyol. Kuruluş ve fetih destanı S. 19
·
451)
A. Cevdet Paşa Tarih’i Cevdet C. I. S. 33-42 vd.
·
452)
Bk. Murat II. —Hacı Bayram Veli ve Fatih— Akşemseddin bahisleri.
işte Yavuz
Sultan Selim, çağdaşı bulunan büyük veli Sünbül Sinan (bugün dahi Sünbül Efendi
diye tanınan) Efendi diye meşhur olan şeyhe mensuptu. (453)
Şimdi bu büyük
veli ile Osmanlı Imparatorluğu'nun ünlü padişahı Yavuz arasındaki gönül
maceralarını görelim:
önce Sünbül
Sinan Efendiyi biraz tanıyalım:
Sünbül Sinan
Efendi, Halvetiyye tarikatı şeyhlerindendir. Merzifon'da doğmuştur. Menâkıb'ı
şerif ve tarikat'ı pirân ve meşayıh'ı tarikat'ı halvetiyye adlı eserde bu
zâtdan şöyle bahsedilir: Zahirdeki ilmi çok engindi, Hidâye şerhi, mevakıf
ezberinde idi. Türlü kerametler göstermiş olup, ilmi bâtında da çok ileri idi.
(454) Bir gün bir vak'aya şahit olur; halk bir kuyudan su alır, bu da almak
ister. Fakat su kuyunun ağzına kadar gelir ve birden kaybolur! Vaziyeti şeyh
çelebi efendiye arzederler. (455) Çelebi Efendi Sünbül Sinan Efendiye hitaben
«Mevlâ, vücûdunda mevcûd olan fu-yûzatı ilâhiyye'nin galeyana gelmesiyle bu hal
zuhur etmiştir, neden kuvvetini fiile getürmezsün?» diyerek onda mânevi bir
kuvvetin varlığına işaret eder ve onu bağrına basarak sende rayıha'i
muhabbetullah (Allah muhabbetinin kokusu) var der. Bunun üzerine Sünbül Sinan
Efendi nefisle mücadele kemerini beline bağlar. (456)
Kısa bir
müddet sonra S. Sinan Efendi o hale gelir ki, şeyh Çelebi Efendi kendi
makamında rahat edemeyip, bitişiğindeki S. Sinan Efendinin hücresine gelir. Bir
müddet sonra şeyh Çelebi Efendi Mekke'ye, oradan da Mısır'a gider ve S. Sinan
Efendiye, küçük bir hizmet var acele Mekke'ye gelsün diye mektup yazar. Nitekim
S. Sinan Efendinin Mekke'ye vardığında Çelebi Efendi mevlâsına kavuşmuş, meğer
Çelebi Efendi, S. Sinan Efendiyi cenazesinde bulunsun diye çağırmıştır.
(Kerameti) (457)
Böylece
Mekke'den dönüşünde büyük bir törenle karşılanır ve Çelebi Efendinin yerine
irşada başlar. Karşılama töreninde bilumum devlet erkânı vezir vüzerâ hazır
bulunurlar. Şeyhin vasiyeti üzerine kızı Safiyye Hanımı nikâh eder ve 33 sene
irşada devam eder. (458)
Bir rivayete
göre de S. Sinan Efendi fukara halkın halini düşünerek hiç sırt üstü yatıp
uyumaz, devamlı kuru tahtaya oturur öyle vakit geçirirmiş.
·
453)
Menâkıb'ı şerif ve tarikat'ı piranve meşayıh’ı tarikatı halvetiyye S. 32
vd. (Bel. Küt. No: 3020’de)
·
454)
Menâkıb'ı şerif ve tarikat'ı piran ve meşayıh'ı tarikatı halvetiyye S. 32
vd.
(Bel. Küt. No:
3020)
·
458)
Çelebi efendinin damadı olduğu başka kayıtlarda da mevcuddur.
Yavuz S. Selim'le münâsebeti :
Yavuz,
önceleri şeyhi pek tanımazmış. Sarayburnu'ndaki köşkü yapmayı tasarladığı zaman,
Mustafa Paşa camii içinde bulunan yeşil renkli mermer direkleri almak ister.
Mimarlar direkleri sökmeğe geldiklerinde Şeyh Sünbül Sinan öfkeli halde âsâsı
ile çıkar ve mâni olur. Yavuz, bunu duyunca vazgeçmelerini emreder ve İmrahor
camiinin direklerini almağa karar verilir ki, halen köşkteki direkler onlardır.
(459)
Mısır ve Şam
fatihi Yavuz S. Selim Şam seferine çıktığı zaman Şam'da Beni Ümeyye camiine
gider. Orada minberin altında ibadetle meşgul olan birisini görür. Bu zat Yavuz
S. Selim'e «İstanbul'a avdetinize sakın Sünbül Sinan Efendiden gafil olmayasuz,
istifade edesüz» der. Bu zat S. Sinan Efendiyi asla görmemiştir.
işte bu
tarihten sonradır ki, Yavuz S. Selim tebdil'i kıyafet ederek (kıyafetini
değiştirerek) sık sık S. Sinan Efendinin sohbetlerine iştirak eder, şeyhe büyük
iltifatlarda bulunurmuş. (460)
936 senesinde
öldüğü zaman S. Sinan Efendi için büyük bir cenaze töreni yapılmış ve bugün
«Sünbül Efendi» diye meşhur olan dergâhtaki türbesine gömülmüş olup, her gün
binlerce kişi tarafından dergâhı ve türbesi ziyaret edilir, adaklar adanır,
kurbanlar kesilir ve kerametleri halk ağzında dolaşır.
Aslen
Halvetiyye tarikatına bağlı olmakla beraber, daha sonra kendi adıyla bilinen bu
tarikatın «Sünbüliyye» kolunu kurmuş olan Şeyh Sünbül Sinan Efendi, âdil, dini
bütün ve celâdet sahibi bir şeyh olup, Kocamusta-fapaşa camiindeki hücresinin
perde ile kapalı bulunan penceresinde yaşadığı, peygamber ve velilerin ruhları
ile dolu olduğuna inandığı hücresinin içini boş bıraktığı kaydolunmaktadır.
(461)
Şeyh Sünbül
Sinan Efendinin sohbetlerine daha birçok şeyh devam etmiştir ki, bunlardan
bazıları şunlardır: Merkez Efendinin oğlu Seyyid Ah-med, Şeyh Yakubî Germiyânî,
Şeyh Hasan Necmeddin, Şeyh Alâuddin Av-nuîlah ve daha birçokları sayılabilir.
(462)
Tarikat
şeyhlerine karşı derin bir saygı ve muhabbeti bulunan Yavuz, Iran seferi
sırasında Konya'ya da uğrayarak Mevlâna'nın mezarını ziyaret eder ve fukaraya
büyük tasadduk ve ihsanlarda bulunur. (463)
·
459)
Bu rivayeti doğrulayan başka delile rastlanamamıştır.
·
460)
Esasen İmparatorluk müddeti sekiz sene gibi kısa denecek bir süre devam’
eden Yavuz’un ruh hayatına dair kaynaklar pek azdır. Bu itibarla o’nun
hakkındaki bilgiler daha çok zahiri faaliyetleri yönüne dairdir. (İsi. Ansk. C.
X S. 423-433)
·
461)
İsi. Ansk. C. XI. S. 236-237 (Sünbüliyye maddesi)
·
462)
Tahsin Yazıcı. İstanbul’da ilk halveti şeyhleri. İst. Enst. dergisi S.
II., 98 ve sadık Vicdani Tomar’ı Turukı aliyyeden halvetiyye S. 60-61
·
463)
Yavuz'un dağıttığı bu sadakanın yüz bin akçe olduğu rivayet edilir.
(Prof. M.
C. Ş. Tekindağ
T. Mec. C. XVII. Sayı 22. S. 59 vd.)
KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN ve MERKEZ
EFENDİ
Fasılasız
olarak kırkaltı sene imparatorluk tacını muhafaza etmek su-.etiyle Türk'ün
adını bütün cihâna tanıtmış ve efsâneleştirmiş bulunan büyük Türk hükümdârı
«Kanunîsye gelmiş bulunuyoruz. Bu bölümde onun, çağdaşı bulunan ünlü şeyhlerden
Merkez Efendi ile gönül esprileri ve dostluklarını göreceğiz.
Merkez Efendiyi biraz tanıyalım :
Merkez
Muslihiddin Efendi diye de meşhur olan bu zat, Şeyh Sünbül Sinan Efendi'nin
halifelerindendir. Anadolu'da Germiyanoğulları ili olan Uşak'ta doğmuş olan
Muslihiddin Efendi, zikir ve her türlü ibadetin cemaatle toplu halde
yapılmasını teşvik etmiştir. Bunu temin için cebindeki pahasını dağıtarak
cemaat temin etmeğe çalıştığı rivayet olunur. (464)
Önce iyi bir
tahsil yaptıktan sonra Bursa'da Mütfü bulunan Veliyyüd-din oğlu Ahmed Paşa
hizmetine giren Muslihiddin Efendi'nin zekâ ve hafızası o derece kuvvetli idi ki,
üç ayda Kur'an-ı Kerim'i tefsiriyle birlikte ezberlediği rivayet olunur. (465)
önceleri
Sünbül Efendiyi sevmez, tenkit de edermiş. Bir gece rüyasında acayip bir hadise
görür, kime söylediyse kendisini tatmin edemezler. Aynı günlerde bir başka rüya
daha görür ki, bu rü'yada Sünbül Efendi kendi odasına girmiştir, görüşmek ve
rü'yasını tabir etmek ister, fakat, bu kapıyı açmaz. Kapıyı zorla açıp içeri
giren Sünbül Efendi, gördüğün rü'yayı anlat der. Sünbül Efendi rü'yayı tabir
edince onun büyüklüğünü anlar ve muhabbete başlarlar.
Böylece Sünbül
Efendi kendisine irşat için hilâfet verir ve bu sıralarda Kanunî'nin annesi
tarafından Manisa'da yaptırılan Cami ve Hankâhta, ir-şâd için bir şeyh istenir,
böylece Sünbül Efendi onu Manisa'ya gönderir ki, Kanunî ile ilk teması böylece
başlar. (466)
Onu daha ilk
görüşte ruhen bağlanan Kanunî, rivayetlere göre zaman zaman sohbetlerine
iştirâk eder ve ağlarmış, Şeyh o derece hitabet gücüne sahipmiş ki, üç gün üç
gece devamlı konuşsa irticâlen yaptığı konuşmada bir kelimeyi iki kere
tekrarlamazmış!..
Sultan,
Süleyman daha şehzâdeliğinde manevî zevkin adını tatma fırsatı bulmuştu.
Nitekim o, daha Manisa’da İken muhabbet bağladığı şeyhe, her sefere çıkışında
ziyarete gider, hayır duâ ve muvafakatini alırmış.
Va'z ve
sohbetlerine yeşil bir sarıkla başlar, bir müddet sonra sarığın rengi
siyahlaşırmış. (467)
·
464)
Meşayıh’i tarikat’ı pirandan Halvetiyye, S. 32, 47, 73 vd. (Bel. Küt. No:
3020)
·
465)
Aynı eser, S. 49-53
·
466)
Ahmet Taib Hadigatü’l - Mülûk, S. 73 vd.
·
467)
Meşayıh’i tarikat’ı pirandan Halvetiyye, S. 66-67
Kerametlerinden
bazıları hâlâ halk arasında dolaşır. Meşhur olanlarından bir tanesi şöyledir:
Bir merkebi varmış merkez Efendi'nin, bir yere gideceği zaman biner gidermiş.
Yola çıkacağı zaman merkebi çağırır, o da gelirmiş. Bir gün yine çağırmış,
fakat merkep biraz ağır gelmiş. Nefesin kesilsin demiş ve hayvan bir daha iflah
olmamış. (468)
H. 959
senesinde 90 yaşında olduğu halde vefat etmiş olup, namazını Fatih camiinde
Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi kıidırmıştır. Devrin ünlü şeyhülislâmı «dünyada
riyasız bir tek adam görmüştük o da gitti» diyerek bağırarak ağlamıştır. (469)
Mahşeri bir
kalabalık cenazesini, Yenikapı dışındaki bugün kendi adiyle anılan «Merkez
Efendi» denilen yerdeki türbesine kadar götürmüştür. Türbesi halen binlerce
kişi tarafından günün her saatinde ziyaret olunur, adaklar adanır, kurbanlar
kesilir. Hindistan havalisinde 500'den fazla müridi bulunduğu rivayet edilir.
Müstesna
kişiliğiyle Kanunî'yi derin bir duygu ile etkileyen Merkez Efendi, onun politikasına
bazı katkılarda da bulunmuş olup, bundan sonra Kanunî fırsat buldukça büyük din
ve tasavvuf ulularını ziyaret, eserlerinin bakım ve onarımını asla ihmal
etmemiştir. Nitekim Bağdad'da şi'îler tarafından yıkılmış olan İmam Azam'ın
türbesini, yanında bir imaret ve bir de camisini yeniden inşa ve tamir
ettirmiş, yine Bağdad'daki Kadiriyye tarikatı kurucusu Şeyh Abdu'l - Kaadir
Gîlânî'nin türbe ve camisini, Konya'da Mevlâna türbe ve küiliyesini, Seyyit
Gazi kasabasındaki Seyyit Battal Gazi türbesini de tamir ederek tekkeyi
Bektâşilere vermiş, bu arada Kabe'ye karşı aşırı bir bağlılık göstermiş,
Mekke'nin en büyük ihtiyacı olan su yolları için tahsisat ayırmış, Kâbe
örtüleri için vaktiyle Mısır Sultanları tarafından konulan vakfiyelere
yenilerini ilâve etmiştir. (470)
Kanunî'yi
derin bir şekilde etkileyen tarikat şeyhlerinden biri de —Bay-ramiyye Melâmî
şeyhlerinden —Pir Ali Aksarayî'dir. «İbrahim Edhem Fa-kir'in zamanında gelse
idi terk'i saltanat etmesine rıza göstermezdim, (471) yine kemâle erişür, dünya
ve ahiret saltanatını cemederdi, mürid'i sadık'a saltanatı terk lâzım değildir»
gibi sözlerle dikkati çeken bu şeyh, kendisine mehdilik süsü veriyor diye
Kanunî'ye şikâyet edilmiş; önce gadaba gelen Kanunî, bilâhare İran seferine
çıkarken kendisiyle görüşmek istemiştir.
Beklenen gün
gelir, Kanunî şeyhi evinde ziyaret ederek fikrini öğrenmek ister ve:
— Sen, zamanın
mehdisiyim,cennetin dört ırmağı bendedir!., demiş-sün, bu sözleri söyledüğün
doğru mudur? der. Şeyh:
·
468)
Aynı eser, S. 67 (Bel. Küt. No: 3020)
·
469)
Aynı eser, S. 67, 68, 69
·
470)
İsi. Ansk. C.' XI, S. 148- 153 (Süleyman I. Maddesi)
·
471)
İbrahim Edhem için Bk. (Kerametler bahsi)
— Padişahım,
şimdilik zahirde Mehdi sensün, ırmaklar ise cenneti âlâdadur, fakat insan âlem'i
şuhûd ve melekût'ün nümûnesi olduğundan orada hasıl olan ilim ve marifet, aşk
ve hakikat o ırmaklara dahi teşbih olu-nabiiür. işte bizüm ırmaklarımuz
bunlardur.
Diye huzur'u
padişahi'ye bal, süt ve su getirir. Padişah alıp içtikten sonra:
— Bunlar pek
güzel amma velâkin şarap ırmağı yok mu? demesiyle şeyh, «o da var padişahım!»
deyüp ayakta duran (Portu Paşa)’ya bakar ki, paşa o anda «Allah» deyip yere
düşer bayılır. Padişah dahi kemâli teessürle ağlamaya başlar ve halvet emredüp
pîr ile bir müddet tenha görüştükten sonra, duâsını ve oğlu ile birlikte
İstanbul'a gelmelerini rica eder. (472)
Şeyh; «ben
kendüm mazurum amma, oğlumun adı Ismail'dür, kurban olmaktan çekinmez, o (473)
gider,» der.
Hakikaten
şeyhin oğlu İstanbul'a gelince kısa zamanda şöhreti her tarafa yayılır,
kerameti halkın ağzında dolaşmağa başlar ve durum hoş olmayan bir manzara
arzeder. Kanunî memleketine dönsün diye ferman çıkar-dıysa da «Ben İsmail gibi
kaderime razıyım» diyerek Padişahın fermanına aldırış etmez, araya münafıkların
da girmesiyle iş büyür, nihayet şeyhülislâm Kemalpaşazâde'nin fermanıyle
Sultanahmet’te Üçler camiinin bulunduğu yerde idam edilir. (474)
AHMED I., MURAT IV. ve AZİZ MAHMUD
HÜDÂÎ
Osmanlı İmparatorluğu'nun
parlak devirlerindeki şöhretine renklilik veren büyük velilerden biri de «Aziz
Mahmud Hüdâ'îsdir.
Bugün dahi
günün her saatinde binlerce kişi tarafından ziyaret edilen gönüller sultanı
Şeyh Aziz Mahmud, Halvetiyye tarikatı şeyhlerindendir.
Onaltıncı
yüzyılda şöhreti hemen İslâm dünyasının dört bucağına yayılmış olan bu zat, H.
948 (M. 1541 )'de Koçhisar'da doğmuş olup, devrinin icaplarına göre mükemmel
bir öğrenim gördükten sonra Bursa'ya kadı, ferhadiye medresesine de Müderris
olmuştur.
Müderris
olarak bulunduğu sıralarda bir gece bir rü'ya görür ki, bu rü'ya onun hayatında
önemli bir dönüm noktası teşkil edSf ""
Halvetiyye
tarikatına yeni girmiş, fakat tam bir sadakatle bağlanmıştı
·
472)
Sadık Vicdâni Tomar'ı Turuk'ı aliyyeden Halvetiyye, S. 50, 51, 52
·
473)
Aynı eser, S. 50, 51'de geçen bu kıssa, araştırmamız açısından ilginç
olan taraf, her devirde zaman zaman nifak hareketlerinin eksik olmayışı ve
birtakım fitnelerin ortaya çıkarılmasıyle bozgunculuktan kendilerine pay
çıkarma düşünenlerin bulunuşudur. Yoksa Kanunî’nin tutumu meydandadır. Ama bir
yerde devletin yüksek menfaatleri her şeyin üstündedir.
·
474)
İsi. Ansk. C. III, S. 67 -69 (Celvetiyye maddesi) ki,
gördüğü rü'ya cehennem ahvalidir, korku ve dehşet içinde uyanır. Ertesi gün bütün
malını ve servetini fakirlere dağıtarak Şeyh Muhyiddin Üftade'-nin sadık bir
müridi olur.H. 988'lerde Şeyhinin ölümü üzerine onun makamına geçer ve Payitaht
İstanbul'a gelerek Üsküdar'a yerleşir. (475)
1628’de öldüğü
zaman bütün İstanbul halkı sokağa dökülmüştü. Halen türbesi ve çevresi aynı
mânevî ruhaniyetini muhafaza etmektedir. Çünkü kendisine hizmet edenlere,
öldüklerinde şefaat edeceği inancı hâkimdir. Bu bakımdan semt halkı ve hatta
uzak yerlerden gelip, temizliğinde ve ziyaretçilerinin hizmetinde bulunabilmek
için halk gece ve gündüz sıra bekler.
Şeyh Aziz
Mahmud, I. Ahmed devrinin saray erkânı tarafından da büyük saygı görmüştür. Bu
hâdise, Osmanlı padişahı Ahmed L'in gördüğü bir rü'yayı tabir ettirmek için
büyük veliyi ziyaretiyle başlar. Rü yanın tabirinden son derece memnun ve şeyhe
hayran olan padişah, velinin elini öper ve kendisini müridliğe kabul etmesini
rica eder. Şeyh, «bizim tarikatımızda rütbe ve mansıp farkı yoktur» diyerek
padişahın dileğini kabul ettiğini bildirir. (476)
Bu tarihten
sonra da artık padişah Ahmet I. öteki müridlerle birlikte alelâde bir dervişten
farksız olarak mutad zikirlere muntazaman katılır. (477)
Aynı şekilde
yine Osmanlı padişahlarından Murad IV. de Şeyh Aziz Mahmud Hüdâî'ye mürid
olmuş, hatta şeyh Murad IV.'e Eyüp türbesinde yapılan törenle kılıç
kuşatmıştır. (478)
Şeyh Aziz
Mahmud Hüdâî'nin birçok kerametleri naklolunmaktadır. Bunlardan bazıları
şöyledir:
Bir gün
velinin kerametini anlamak isteyen bir zengin, şeyhe müracaat eder. Şeyhi
ziyaretle elini öper ve yanından ayrılmak ister. Şeyhin haberi olmadan
seccadesinin altına gizlice bir çıkın altın koyar.
Şeyh,
«bıraktığınuz akçe ile hem dünya, hem ukba yapılur, o deliye de veliye de
lâzımdur. Bundan dolayı, hayr'a sarfolunmak üzere kabulünde bir mahzur görmüyorum»
der. (479)
Halk arasında
dolaşan kerametlerinden bazıları da şöyledir. Birçok geceler kandilinde yakacak
yağ bulunmazmış, ışıksız otururmuş. O, bu duruma bütün malını ve servetini
fakirlere dağıttığı için düşmüştür. Nefsini ka-tiyyen düşünmezmiş, o hakikî
ışığın iman ışığı olduğunu söyler, imanı sönük olanların her tarafını
kandillerle aydınlatsan da yine hakikatte karanlıktadırlar, dermiş. Bu kadar
yakınlığına karşılık sarayın dahi hiç bir hediye-
·
475)
Aynı eser, C. III, S. 67
·
476)
Osmanlı müellifleri, S. 28-32’den naklen A. Gölpınarlı, Türkiye’de
Mezhepler ve Tarikatlar, S. 239-241
·
477)
İstanbul Ansk. C. İti, S. 1728 vd.
·
478)
Aynı eser S. 1726, C. İlli
·
479)
Aynı eser, S. 1727, 1728, C. III.
sini kabul
etmezmiş! Çoğu zaman karanlıkta yapılan zikirler arasında Padişah I. Ahmed'in
dahi bulunduğu olurmuş!...
Şimdi ünlü
Osmanlı vak'anüvist (tarihçi) lerinden Naima'nın, I. Ahmet ile Aziz Mahmud
Hüdâi arasındaki gönül maceralarını anlatışını kendi ifadelerinden dinleyelim:
Hüdâi,
Onaltıncı asr'ın ikinci yarısında ve onyedinci asr'ın başlarında yaşamış, büyük
bir mutasavvıf ve celvetiyye tarikatının da kurucusudur.
·
(480)
Rumeli kazaskeri Sunullah Efendi'nin himayesiyle Fatih vaizi olduktan sonra
şöhreti artmaya başlamıştır.
Yine Naima'dan
bir başka rivayete göre; padişah I. Ahmed Şeyh Aziz Mahmud Hüdâi'nin eline su
dökmüş, valide sultan da peşkir tutmuştur!
·
(481)
Şeyh Aziz
Mahmud Hüdâi'yi bizzat görmüş olan ünlü tarihçi Peçevi'li İbrahim Efendi de
«Bunların menâkıb'ı celâlisi bu hakirin kalem'i gencâyi-şinden bîrûndur»
dedikten sonra, asrında kutb'u zeman idüğunde istibah olunmaz der. (482)
Sultan I.
Ahmed'le Aziz Mahmud Hüdâi arasındaki mânevî bağlantının gerçek sebepleri
üzerinde birçok efsaneler de türetilmiştir. Biz belgelere dayanan birkaç
tanesini özetleyerek göreceğiz. Şöyle ki:
Sultan Ahmed
I., daha önce gördüğü bir rü'yayı tabir etmesi üzerine şeyhe bağlanmış,
şeyhi'nin eline abdest alırken su dökmüş, valide sultan da peşkirini tutmuş;
nihayet genç padişah şeyh'e o derece bağlanmıştı ki, o'na karşı âdâbta kusur
bırakmamak için İstanbul'la Üsküdâr arasına bir köprü kurmayı bile
tasarlamıştır. Bazen meşguliyeti sebebiyle şeyhi'nin ziyaretine gidemezse
yerine mutlaka nedimelerinden birini vekil olarak gönderir, kendi yerine elini
öpüp duâsını almasını rica edermiş.
Yine bir gün
vekil olarak gönderdiği nedimelerden biri Şeyh hazretlerini makamında
bulamayınca Bulgurlu'daki çilehanesine gitmiş, bir de ne görsün, pir karşısına
gözler kamaştırıcı bir genç almış o'nunla sohbet eder!
Nedime vezir
hemen bir baş kesip selâmı tebliğ eder ve oradan uzaklaşır, doğruca padişaha bu
tuhaf hadiseyi anlatır. Bu durumu haber alan padişah da veziri gibi şeyh'e
karşı bir hoşnutsuzluk tavrı takınmaya başlar, fakat durumu bizzat müşahede
etmeyi de ihmal etmez, bu husus için gittiğinde o'da görür ki, durum aynıdır!
Kısa bir
ziyaretten sonra hemen müsaade ister, fakat şeyh;
·
480)
Naima tarihi,C. I, S. 168, 173 vd.
·
481)
O gün padişah son derece duygulanır ve şeyhten bir keramet göstermesini
ister. Bunun üzerine şeyh, «Padişah'ı cihanın, eline su dökmesinden ve
validelerinin de peşkir tutmalarından daha büyük bir keramet ne olsa gerek,
der!.. (Naima Tarihi C. I, S. 174 vd.)
·
482)
İst. Ansk. C. III, S. 1726, 1728 vd.
— Biz de
karşuya geçmek isterüz, kayığa kabul olunursak bile geçe-lüm! deyince, padişah,
ister istemez;
— Buyurunuz,
demek zorunda kalır. Şimdi Sultan Ahmed Han'la Şeyh Aziz Mahmud yan yana, sözü
edilen gençse karşılarında olduğu halde saray burnuna varılınca, padişahın
kıymetli yüzüğü denize düşüverir! Çocuk derhal denize atlayıp yüzüğü padişaha
uzatır! ve gözden kaybolur!... Padişah:
— Aman çocuk
boğuldu! diye bağırınca şeyh, padişaha dönerek:
— Senin su'i
zanla gördüğün bu çocuk Hızır aleyhisselâmın kardeşi-ilyas'dur! cevabını
verince, yaptığı hatanın ehemmiyetini anlayarak şeyh'i-ni yeni baştan bir daha
tanır ve bütün ömrü boyunca bu hata'nın telâfisi (afvi) için kendisini büyük
şeyh ve gönül sultanı Aziz Mahmud Hüdâi'ye karşı suçlu hissederek yaşar. (483)
Şeyh Aziz
Mahmud Hüdâi, devrinin aynı zamanda en büyük bestekâr-larındandı da. Nitekim
teşvih, İlâhi, Na't vb. gibi her birisi klasik Türk mûsikisi'nin en ağır
türlerinden olan eserleri vardır. Carigâh, düyek, teşvih gibi dinî Türk
mûsikisi'nin bugün elde mevcud en eski şaheserlerindendir ki, bunlardan bir
parçayı hatırasına hürmeten alıyoruz:
«Kudümün
rahmet'! zevk'u safâdır yâ-Resûl'allah
Zuhûr'un
derd'i uşşaka devadır yâ-Resul'allah Hüdâyî'ye şefaat kıl eğer zahir, eğer
bâtın Kapına intisap etmiş gedâdır yâ-Resûl'allah (484
Bundan sonra
mânevî zevkin derinliklerine dalan Ahmed l.'in Mevleviliğe karşı da derin
sempati duyduğundan bahsedilir. Nitekim Sultan I. Ahmed'in, devrinin Mevlevi
çelebilerinden Bostan Çelebi'ye kalben çok bağlı olduğu ve esasen gördüğü bir
rü'ya üzerine o'na bağlandığı rivayet olunmaktadır. (485)
Sultan Ahmed
l.'in, Mevleviliğe karşı olan muhabbetini dile getiren şu beyt, bu rivayetlerin
en açık bir örneğidir:
Mesnevisin
işidüp Hazret-i Mevlânâ'nın
Gûşvâr oldu
kulağımda kelâmı ânın
Def-ü ney nâle
kılup Mevlevîler etti semâ
Eyledik yine
safasını bu gün devrânın
Emr-i mevlâ
ile bir himmet ede Mevlâna
·
483)
İst. Ansk. C. III, S. 1726, 1728 (Peçevi İbrahim efendiden kısaltılarak
alınmıştır) Peçevi Tarihi, C. II, S. 290-360.
·
484)
İst. Ansk. C. III, S. 1728
·
485)
Sultan Ahmed I., Şeyh Aziz Mahmud Hüdâî'nin bu son kerametine şahit
olduktan sonra tamamen değişmiş olup, kendini tatmin etmek istemiş oiduğu
anlaşılmaktadır.
Gele ayağıma
kim kelleleri a'dânın (486) Cedd-i a'lâlarıma himmet edegelmiştir Ben de umsam
ne acep himmetin ol sultânın Bahtiyâ bendesi ol dergeh-i Mevlânâ'nın Taht-ı
ma'nîde odur pâdişah-i dünyânın (487)
MEVLEVİLİK, SİYASÎ ve SOSYAL
FONKSİYONLARI
Mevlevilik,
başlangıçta (yani Mevlânâ'nın zamanında) olduğu gibi, Mevlânâ'nın ölümünden
sonraki (çelebiler) devirlerinde de devletin siyasî sahnesinde daima önemli
roller oynamayı başarmış bir tarikattır. Mevleviliğin bu marifetini Fatih,
Bayezıt II., Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Sultan Ahmed I.
devirlerinde özellikle görüyoruz.
Bu noktada biraz
duracağız, şöyle ki: Mevlevilik tarikatının lideri ve birinci çelebi olarak
kabul olunan Mevlâna'dan itibaren onbirinci çelebi olan «Pir Âdil Çelebimden
sonra çelebilik makamına geçen oğlu Cemaled-din Çelebi, Fatih Sultan Mehmed
II.'ye şehzâdesi Bayezıd'-in (Bayezıt II.) doğumunu müjdelemek suretiyle bir
keramet göstermiş ve böylece de Fatih'in derin teveccühünü kazanmıştı. (488)
Daha sonra
Bayezıt II.'ın Mevlânâ'nın türbesini tamir ettirdiği ve nakışlarının ise
Mevlevi şeyhlerinden Abdurrahman ibn. Muhammed el-Halebî tarafından işlendiği,
halen Sultan Veled'in sandukasının bulunduğu kısmın kıble tarafındaki
pencerenin altında bulunan kitabeden anlaşılmaktadır. (489)
Cemaleddin
Çelebi'nin yerine geçen Hüsrev Çelebi ise, Bayezıt II.'ın ilk devirleriyle Yavuz
Sultan Selim ve Kanuni zamanında çelebilik yapmıştır ki, bu çelebi zamanında
Yavuz S. Selim Mevlevî dergâhına sık sık gidermiş, birçok vakıflar bırakmış,
türbeye su getirtmiş ve bir de şadırvan yaptırmıştır, bu şadırvanın havuzu Ulu
Ârif Çelebi'ye Kütahya'dan hediye edilen ve Mevleviler tarafından «Havz-ı
cinân» (cennet havuzu) adıyla anılan havuzdur. (490)
Diğer taraftan
Evliya Çelebi'nin naklettiğine göre Kanuni de Mevleviliğe karşı sempati duymuş
ve Mevlâna dergâhıyla ilgilenmiş, hizmet etmiş,
·
486)
Düşmanın kehleleri sultanın ayağına gelsin! demektir.
·
487)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 155- 157 vd.
·
488)
A. Gölpınarlı, Mevlâna'dan sonra Mevlevîlik, S. 153-155 vd.
·
489)
Bu kitabenin bir kısmı tamiratlar esnasında bozulmuş olup okunamamakta-dır.
Kitabe halen yerindedir.
·
490)
Bu şadırvanın üzerinde bir nefis sayvan varmış, dergâhın eski
Müdürlerinden Mehmet Yusuf Akyur adında biri tarafından burasının yıktlrıldığı
söylenmektedir. (Ağızdan dinlediğim rivayettir)
semahâne ve
mescidi yaptırmış bu arada Mevlâna ve oğlu için birer de mermer sanduka
yaptırmış ve Mevlâna'mn sandukasını babası SultanüT ulemanın üstüne
naklettirmiştir. (491)
Diğer taraftan
II. Selim devrinin sonları ile, III. Murat ve III. Mehmed zamanlarında Mevlevi
çelebisi bulunan Ferruh Çelebi ise, özellikle III. Mu-rad'ın büyük takdir ve
muhabbetini kazanmış, buna karşılık İli. Murad Mev-levihaneyi genişletmiş,
derviş hücrelerini yeniden yaptırmış, bu işler yapılırken de bizzat dergâha
gelip sohbetlerde bulunur, yapılan işlere nezaret edermiş... (492)
Ferruh Çelebi
oldukça vakarlı bir adam olduğundan herkesle görüşmez ve her zaman ziyaretçi
kabul etmezmiş. O'nun bu tutumu öteki çelebiler arasında da iyi karşı lanmazmış
ki, bilâhare saray bu çelebiyi azletmiş-tir. Bundan çok müteessir olan çelebi
üzüntüsünü, şu beytle dile getirir:
Yâ-Rab bize
bir tesliyet-i hâtır olur mu?
Yoksa bu fütur
ile dem-i âhir olur mu? (493)
Anlamı: Bizim
bir hatırımızı soran çıkar mı? Yoksa bu kederle mi ömrümüz sona erecek?
Ferruh Çelebi'nin
yerine geçtiği sanılan Bostan Çelebi, padişah Sultan Ahmed I. zamanında
İstanbul'a gelip evkaf işleriyle uğraşıyor ve muvaffak olarak Konya'ya dönüyor.
«Sefine-i Nefise-i Mevleviyân —Mısır Matbaa-i Vehbiyye 1283 Türk—» adlı
eserdeki bir ifadeye göre Sultan Ahmed I. Ferruh Çelebi'nin vakıflarla ilgili
dileklerini aynen kabul etmiş, kendisine de iltifatlarda bulunmuştur. (494)
Bu kısa ifade
ve delillerin de gösterdiği gibi, Osmanlı imparatorluğunun en güçlü
padişahlarının söyledikleri son söz, tarikat liderlerinin mânevi ve üstün
şahsiyetleri karşısında teslim olmak ve saltanatlarının gerçek sahibi olarak
kendilerini değil, tarikat liderlerini göstermekle, gerçeği ifade etmiş olmanın
huzurunu duymaya çalışmışlardır.
Osmanlı
sultanlarının gönül maceraları bu kadarla da bitmez. Nitekim yine Osmanlı
padişahlarından Murat IV. Bağdad seferine giderken Mevlâna'mn türbesine
çizmesiyle girmek ister, fakat türbedâr mani olmak isteyince kuvveti dillere
destân olan padişah, öpmek bahanesiyle türbedâ-rın elini tutar, sıkıp
kemiklerini kırmak ister. Bunu anlayan türbedâr, bu defa padişahın elini
sıkmaya başlar ve aman ölüyorum! diye bağırtır... (495)
O anda
padişahın inci taneli kıymetli teşbihi Mevlâna'mn mezarının yanındaki bir
delikten aşağı düşer. Padişah IV. Murad Ebubekir Çelebi'ye
·
491)
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İkdam Mat. 1314 C. İli, S. 21-26
·
492)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 155-158
·
493)
A. Gölpınarlı, Aynı eser, S. 156
·
494)
Sefine-i nefise-i Mevleviyân, S. 153-156 vd.
·
495)
Bk. Aynı eser, S. 165- 169 (Sefine-i nefie-i Mevleviyân) teşbihin
çıkarılmasını emreder. Çelebi kapıyı açamayacağını söyler. Bunun üzerine
padişah çelebiye kızıp İstanbul'a sürgün eder, küçük bir çocuğu da aşağıya
indirip teşbihi almak isterler. Fakat çocuğun, çıktığı zaman dilinin
tutulmuş-konuşamaz hale gelmiş-olduğunu görürler. Padişah da bû kararından vaz
geçerek çelebiyi affeder... (496)
Bu arada Murad
IV. devrinde yaşamış enteresan bir adam daha vardır ki, bu zat «Kadızâde»
lakabıyle meşhur olan ve BalIkesirli Doğanizâde Mustafa adlı bir Kadı'nın
oğludur.
Tarikat'ı
Muhammediyye adlı kitabiyle birçok hususlarda fikir mücâdelesi yapmak hevesinde
bulunan Kadızâde, bir ara tarikata da merak etmiş olup, Hamzavilerden idris'i
Mahfi'ye intisap etmiş ise de mizacı sert ve dervişliğe elverişli olmadığından
tarikatı terk etmiştir. (497)
İşte bu
tarikata intisap ettiği günlerde (1630) Sultan Murad IV.'e hitaben şu beyti
söylemiştir:
Hâb-ı
gafletten uyan ey âl-i Osman bilmiş ol
Aç gözün elden
gider taht-ı Süleyman bilmiş ol (498)
Padişaha bu
ağır hücumlarda bulunacak kadar cesaretli görünen bu adam, muhakkak ki,
padişahın tarikat mensuplarına karşı olan yumuşak tutumundan ve hoşgörüsünden
cesaret alıyordu.
Daha sonraları
bu adam, tarikat şeriat ayırımı ve bu iki zümre arasında birtakım
çekişmelere'de yol açmıştır. Bu ve daha bu konudaki diğer tartışmaları,
araştırmamızın «Tarikat-şerîat mücâdelesi» bölümünde göreceğiz.
·
II.
SOSYAL FONKSİYONLAR
SELÇUKLULARDAN
SONRA ANADOLU'DA TARİKATLARIN HIZLA ÇOĞALIŞI ve
BUNUN SOSYAL
SEBEPLERİ
Araştırmamızın
sınırı, her ne kadar Anadolu ve özellikle OsmanlI Türk toplumu olarak
belirlenmiş ise de, kaynakları yönünden tarikatları ele almak zorunda
bulunduğumuzdan, araştırma sınırının dışına çıkmak zorunluluğu da doğmaktadır
bazen.
Nitekim adı
geçen tarikatlar genellikle Anadolu'nun dışında Uzak Do-ğu'da, Türkistan'da,
(Semerkant, Buhara gibi merkezlerle) Hindistan'da,
·
496)
Sefine-i nefise-i Mevleviyan, S. 165-169
·
497)
A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 159-160
·
498)
Sultan Murad IV.’a atfedilen bu şiirin tamamı Osmanh Tarih ve Edebiyat
Mecmuasında (sayı II, S. 278-282) 30 Nisan 1335’de neşrolunmuştur. (Ali Emiri
tarafından) Fakat Sultan Murad IV.’ın ne gibi bir tutum içinde olduğundan söz
edilmemektedir.
Arabistan'da
ve daha birçok Anadolu sınırları dışında kalan ülkelerle doğmuş olup, kökleri
itibariyle Anadolu'ya buralardan gelmişlerdir. Şu kadar ki, biz tarikatların
sadece Anadolu'daki aktif faaliyetlerine dikkat etmekteyiz.
öte yandan
tarihî gerçeklere göre Anadolu'da Türklük ilk kez Selçuklularla başlar.
Selçukluların tarih sahnesindeki siyasî ve sosyal fonksiyonlarını yitirmeleri
sonucu bu defa da OsmanlIların yine aynı ülke (Anadolu) de Türk hâkimiyetini
yeniden kurmalarıyle devam eder. Fakat Oşmanlıların tarih sahnesindeki nöbet
değişiminden sonradır ki, Türk'ün bu öz yurdu üzerinde, o'nun gerçek sahipleri
olan Türkler «Cumhuriyet Türkiyesi» olarak hâkimiyetleri devam ettirirler ve
devam ettirmektedirler.
Tarikatların
doğuş yıllarında Anadolu'nun siyasî
ve
sosyal manzarasına
genel bakış
Özellikle
XIII. yüzyılın ikinci yarısından sonrası ve XIV. yüzyılın başlarındaki seneler,
Anadolu'nun siyasî ve sosyal tarihi için bir felâket dönemi olarak
vasıflandırılır. (499)
Çünkü,
Selçuklu medeniyetinin çökmesi, merkezî birliğin çözülmesi, her biri bir büyük
medeniyetin merkezi bulunan mamûreler ve topyekûn sanat eserlerinin harap
olmaya yüz tutmuş bulunması, kısaca bütün bir Selçuklu medeniyetinin üzerine
kâbus bulutlarının çökmeye başlaması hep bu döneme rastlar.
Fakat çilekeş Anadolu'nun
kaderindeki bu tür siyasî ve sosyal dramlar bu kadarla da bitmez. O'nun siyasî
ve sosyal kaderinde daha pek çok oyunların provaları yapılacak, perdeleri
açılacaktır. Çünkü o, Asya ile Avrupa kıtalarını birleştiren zarif bir köprü
durumunda olmaktan öte, tabiatın bütün güzellikleri ve nimetlerini de
kendisinde toplamış bulunan bir hayat hâzinesidir. Bu yüzdendir ki, siyasî bir
güçle tarih sahnesine çıkmış bulunan her millet mutlaka Anadolu'ya göz atmış,
sahip olmak istemiştir.
işte bu amaçla
boyunu ölçmek isteyenler uzun veya kısa vadeli de olsa orada bir iz
bırakmışlardır. Etiler, Hititler, Bizanslar, Moğollar, İlhanlIlar, Selçuklular
ve nihayet OsmanlIlar.... (500) işte bunlardan her biri, kendi kültürünü, kendi
medeniyetini, kendi inancını, kısaca kendi varlığını ve kendi imzasını dünyanın
bu eşsiz ülkesine atmak istemişlerdir.
Aynı anda üç
iklimi (sıcak, soğuk, mutedil) birden yaşayan bir ülke’-nin özlemini
çekenlerden bir sonraki, bir öncekinden daha etkili olmuş ve günümüzde yapılan
arkeolojik araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, her
·
499)
Ord. Prof. M. Fuad Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S.
163-179 vd.
·
500)
Tafsilât için Bk. Osman Gazi-Mevlevîlik bölümü biri
sekiz on katlı birer şehir kalıntısı olan bir Alaca Höyük, Bir Alişar, bir
Efes, bir Bergama vb.'leri hep Anadolu'nun gerçek hüviyetini andıran belgeler
olmuştur.
Gerçi
Türklerin özellikle islâmiyeti kabul edişlerinden sonra siyasî ve sosyal
telakkilerinde gerçekten çok büyük değişiklikler olmuştu. Aslında bu duygu OsmanlIlardan
önce Selçuklularda da vardı. Ne var ki Selçuklular bir devlet düzeni olarak o
derece kökleşmiş olarak kendilerine güveniyorlardı kî, onları bu inançlarından
tarikatlar değil, hiç bir kuvvet ayıramazdı. Gerçi Selçuk hükümdarlarından
Kiyasettin Keyhüsrev, Ruknettin Kılıças-lan gibileri bazı tarikat liderlerinden
istifade etmek, onların mânevi nüfuzlarını sağlamak istemişlerdi amma çok geç
kalmışlardı. (501) Nitekim kaba yel denen rüzgârla eriyen kar gibi koskoca
Selçuklu imparatorluğu erimiş, ortada bir iskelet kalmıştı, ki en sonunda o'da
parçalanmış, enkazı parsellenerek gözünü açabilen herkes kendisine ondan bir
pay koparma sevdâsına düşmüştü, işte ilk kez OsmanlIlar, ellerinde bir
maneviyat fila-ması oldukları halde ortaya çıktılar.
Nitekim Osman
Gazi (Osman l.)'nin Mevlâna ve Şeyh Edeb-âii'ye karşı olan ölçülü, ve saygılı
tutumu, daha sonraları Yıldırım Bayezıt, II. Murad, II. Mehmet (Fatih), Yavuz
S. Selim, Kanuni S. Süleyman vb. (502) ferinde de hep böyle devam etmişti.
OsmanlI
hükümdarları devletin bekasını, mutlaka mânevi temellere oturtmakta
görüyorlardı.
Diğer taraftan
yüzyıllar boyu, türlü şekillerdeki isyanlar istilâlar ve felâketlerden bıkmış
olan halk ise, bir tarikata girerek hiç değilse tarikat şeyhi'nin mânevi
desteğini kazanmak istiyordu.
Gerçekten
Anadolu'da kurulmuş bulunan belli başlı şehirler ve yerleşme merkezlerinin
mistik karakteristikleri hep bıFgörüşleri doğrulamaktadır. Nitekim bir Harput,
bir Kastamonu, bîr efsâneler diyarı olan Diyarbakır, bir Van, bir Ankara ve
daha birçokları hep bu türdendirler. Buralardaki kalelerin ekserisi
tarikatlardaki prensiplere de uygun düşmektedir. Çünkü tarikatlarda dergâh ve
çilehanelerin her türlü tehlikeden uzak olması da lâzımdı.
Nitekim
önceleri küçük bir duvar içerisine alınmış bir çilehane ya da dergâh, zamanla
o'na komşu olmak, yakın olmak isteyen halkın aşırı gayretiyle koskoca bir şehir
haline geliyordu ki, şehirlerin kuruluşundaki
·
501)
Ord. Prof. M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 172,
175 vd.
·
502)
Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, Osmanh Devletinin Doğuşu, T.T.K. Yay. 1959
Ank. (Mukaddeme kısmı)
Bu konularda
geniş bilgi için yukarıda her şahısla ilgili bölümlere ayrı ayrı bakılmalıdır.
genel
sosyolojik araştırmalar daha başka sebeplerin de bulunmasıyle beraber bu hususun
ehemmiyetini öncelikle dikkate almaktadırlar.
Genel
anlamdaki korunma tedbirleri olarak Senyörlerin ve derebeyle-rin himayesini
sağlamak amacıyle veyahut ticaret merkezi ve panayır yeri olarak kale
şehirlerinin kurulduğu görüşü varsada, bu görüşlerde de gerçek payı olmakla
beraber, temelinde biri tarikat diğeri şeriat gibi iki ana unsur bulunan (503)
Osmanlı devletinin kuruluşundan sonraki gelişmeleri sadece bu açıdan mütalaa
etmek büyük hata ve yanlışlık olur kanısındayım.
TARİKAT
LİDERLERİNİN SİYASÎ GÜÇ KAZANMALARI ve
BUNUN SOSYAL
SEBEPLERİ
Yukarıdan beri
görüldüğü gibi OsmanlIlarda devletin çatısı, kökünü dinden alan, tarikatlar
vasıtasıyle de sistemleşen ve yurt sathında düzenli bir şekilde halkı birlik ve
beraberliğe çağıran mânevî inanç temelleri üzerine kurulmuştu.
Anadolu'da
gelmiş geçmiş devletlerin sürekli olamadığını da gören OsmanlIlar, bu özel
metoda ayrıca önem vermişler ve daha Osman I. (Osman Gazij'den itibaren tarikat
şeyhlerine geniş imtiyazlar vermişlerdi. Hat ta bu kadarla da kalmayıp,
tarikatların süratle teşkilâtlanmalarına devletin maddî imkânlarıyle de bizzat
hükümdârlar yardımcı olmuşlar, teşvik etmişlerdi. (504)
Bu arada
birçok Osmanlı padişahlarının şahsiyetleri etrafında da —tarikatlara karşı olan
sempatilerinden dolayı birtakım efsaneler uydurulmuştu ki, bu husus bilhassa
önemli idi. Çünkü halk nazarında padişah kutsal bir isimdir. Esasen O, Hz.
Peygamber'in halifesi (hem devletin, hem de dinin reisi)dir. Bu bakımdan
padişah ismi halk nazarında peygamber ismi gibi kutsaldır. (505)
işte kökünü
tarikatlara karşı olan sempati ve muhabbetten alan bu tutum İmparatorluk
boyunca devlet başkanlarını tarikat liderlerine karşı bir nevi borçlu kılmış,
bir bakıma devlet reisi için tarikat şeyhine sempati duymak, yakınlık göstermek
mecburiyet haline gelmişti.
·
503)
Prof. Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı (Osmanlı devletinin
temelinde şeriat imamlarından çok tarikat uluları vardır. O kadar ki, Osmanlı
padişahlarının ünvan-farıyle tarikat ulularının Unvanları birbirine
karışmıştır! Destan, S. 9-10)
·
504)
Bu konuda geniş bilgi için Bk. Yukarıda «Devlet erkânı tarafından
tarikatlara yapılan yardımlar» bölümü
·
505)
Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethettikten sonra İslâmın kutsal
emanetlerini de İstanbul’a getirmiş, kendisi de halife olarak, bundan sonra
padişah hem dinin, hem de devletin reisi olmuştur.
Bu hususta
dikkati çeken bir başka yan da, zaman zaman görüldüğü gibi, geniş bir çevresi
bulunan tarikat şeyhi, lüzumunda bir güçtü de. O halde bu güç iyiye
kullanılırsa kendisinden istifade edilebilir, iyiye kullanılmadığında devletin
başına tehlikeler dahi açabilirdi... (506)
Bu hususu
daima göz önünde bulunduran padişahlar, tarikat liderlerinin siyasî güçlerinden
de yararlanma yoluna gitmişlerdir. Çünkü tarikat şeyhleri bazen bir fitnenin çıkarılmasında,
bazen de bastırılmasında önemli rol oynayabiliyorlardı. (507)
OSMANLI
DEVLETİNDE ISLÂHAT HAREKETLERİ ve
TARİKATLARIN
ROLÜ
Sosyal birer
hayat yaşamak zorunda bulunan insan toplulukları bütün tarih boyunca aşağı
yukarı hemen her devirde aynı mücâdeleyi veregel-miştir.
Çoğu zaman
görülmüştür; bir sınıf türer, toplum içinde halk çoğunluğu tarafından veya
bazen de bir kısım halk tarafından tutulur. Bu sınıf zamanla belirli bir kuvvet
haline geldi mi, bu kere içinde yaşadığı topluma şu veya bu yönde etkide
bulunur.
Genellikle
durum böyle olunca, kökleri toplumun çok derinliklerine kadar inen tarikatların
da elbette ki, toplumun aktifliği üzerinde önemli rolleri olacaktır, nitekim
olmuştur da!..
Şimdi işte bu
fikirlerin ve realitedeki bu durumun ışığı altında, tarikatların Osmanlı
devletinin ıslahat hareketleri ile olan etki, tepki ilişkilerini inceleyelim.
Fakat bu incelemeye girebilmek için gene biraz daha gerilere dönmemiz
gerekmektedir.
Şöyle ki:
Selçuklu devletinin sonlarında görünen Babalılar isyanı, tamamen Tasavvuftan
güç alan bir halk ayaklanmasıdır. (508)
Yine aynı
dönemlerde görünen ve «Cimri isyanı» diye tarihe geçmiş olan isyan da onun bir
devamı niteliğindedir. (509)
Diğer taraftan
Osmanoğulları beyliğinin güçlenerek OsmanlIlar adiyle tarih sahnesine
çıkışlarında ise en büyük hizmet payı fütüvvet teşkilâtı-nındır. (510) Fütüvvet
teşkilâtı ayrıca ele alınacağından üzerinde fazla durmayacağız, şu kadarına
burada işaret edelim ki, fütüvvet teşkilâtına bağlı olan tarikat mensupları
devamlı olarak Osmanoğullarının güçlenmesine
·
506)
Bk. ileride Bektaşîler ve Yeniçerilerle ilgili bölüm.
·
507)
Bk. Mahmut II. ve Vak'a-i hayr.iye bölümü
·
508)
A. Gölpınarlı Mevlâna Celâleddin giriş kısmı S. 3-21.
·
509)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 3-21 ve Mevlâna'dan sonra Mevlevîlik. S. 4-13
·
510)
Bu konuda araştırmamızın ilerideki fütüvvet teşkilâtı ile ilgili bölümüne
bakınız. yardım
etmişler, fütüvvet teşkilâtının en güçlü kolu olan Alp Erenler, Ankara'yı
Ahîler tarafından kendilerinden saydıkları Sultan Murad I. (Hüdâ-vendigâr)'a
savaşsız teslim etmişlerdir. (511)
Murat l.'ın
oğlu olan Yıldırım Bayezit zamanında ise, Bursa çarşısındaki bilumum esnaf ve
sanatkârlar hükümete karşı ilk direnişi yapmışlardı. Murat II. ise, bütün
fütüvvet ehli tarafından reis tanınmıştı.
Osmanlı
imparatorluğu bütün 600 yıllık tarihi boyunca şöhretin zirvesine kadar
yükselmiş, nihayet imparatorluğun kaderinde kötü bir talih dönemi baş
göstermiştir, önce bir duraklama, hemen arkasından da amansız bir gerileme
dönemine girmiş bulunan Osmanlı devleti, bu dönemlerden her birinde
tarikatlardan medet ummuştur. Tarikatların rollerini, devletin yükseliş
devirleri içerisindeki şekilleriyle gördük. (512)
Şimdi artık
koskoca Osmanlı imparatorluğu'nun gerileme ve yok olmağa yüz tuttuğu devirlere
dönüyoruz.
Gerçekten bir
zamanlar bütün evrene hâkim olma gücünü kendinde gören devlet adamları
yetiştirmiş bulunan bu dünyanın en muhteşem ve uzun ömürlü imparatorluğu artık
ayakta duramaz hale gelmiştir. Ne var ki o, yine de bütün vücûdu yaralarla
kaplı olduğu halde dış görünüşü itibariyle hayatından bir müddet daha ümit
beklenen hastadan farksızlaşmıştı. Gerçi bu dönemlerde de uyanık, ilerisini
görebilen namuslu devlet adamları yok değildi amma, köhneleşmiş, kuru bir
iskelet haline gelmiş koskoca imparatorluğu yeniden hayata kavuşturmak için
yapılan gayretler bosuna idi. Amma hiç değilse onu acaba yıkılmadan şimdi
olduğu haliyle ayakta tutabilmek imkânları bulunamaz mıydı?
İşte Murad
IV., Selim İli., Mahmud II. gibi Osmanlı padişahlarının ıslahat döneminde düşündükleri
ve başarmak istedikleri tek iş bu idi. Bu düşüncenin gerçekleşeceğine de
inanıyorlardı.
Şimdi bu
teşebbüsler nasıl başladı, nasıl gelişti, bunlar karşısında tarikatların
tutumları ne idi veya bu dönem devlet erkânı tarikatlara karşı nasıl bir tutum
aldılar, bunu görelim.
Bu dönemin en
renkli olayları, muhakkak ki Yeniçerilerle ilgili olanlarıdır. Nitekim Mahmud
II. Yeniçeri ocağını ortadan kaldırmağa karar verdiği zaman, belki toplumun
tarikatlara olan duygu ve bağlılığım birden sarsmamak için, belki de içten
gelen bir samimiyetle koyu bir Mevlevî olmuştur. Bununla beraber şeriat
adamlarının fetvalarına da dayanarak Bektaşîliği de tamamen ortadan kaldırmış
ve tekkelerini de bütün teşkilâtıyle beraber Nakşıbendîlere vermiştir!.. (513)
·
511)
A. Gölpınarh İslâm ve Türk illerinde fütüvvet teşkilâtı ve kaynakları ik.
F. Mec. C. XI S. 70-93 vd.
·
512)
Bk. S. 145’den 197’ye kadar olan kısım;
·
513)
Sultan Mahmud II.'un tutumu hakkında birtakım ihtimaller hatıra
gelebilirse de (ileride de görüleceği gibi) bu ihtimaller üzerinde
durmayacağız. Şu kadar ki O, Ye-
Sultan
Abdülmecid Padişah olunca, bir gün son zamanların en meşhur mesnevihan'ı olarak
kabul edilen Hâce Hüsam'ı görmek ister. Birkaç defa haber gönderdiyse de şeyh
gelmez. Bunun üzerine padişah, müsaade buyururlarsa ben geleyim der, fakat Hâce
Hüsâm her defasında duâsıyle meşgûlüz» der ve kabul etmez. (514)
Sultan
Abdü.laziz padişah olunca, «ben bu zatı mutlaka göreceğim» der ve şeyhi saraya
dâvet eder. Onun davetine de kulak asmayan Hâce Hü-sam, bir gün saray
civarından geçerken bir yaver tarafından görülüp padişaha haber verilir.
Padişah, «seni ernirü'l-mü'rninin çağırır, şer'an emrine uymak gerektir» diye
haber gönderir. Gözleri â'ma olan şeyh, buyruğu duyunca değneğini yere vurarak
kendi kendine, «ey nefis şimdi en büyük imtihanı veriyorsun» demiş ve sonra
sesin geldiği tarafa dönüp, «efendinize haber verin ben onu emir'ül-mü'minin
tanımıyorum!» deyip gitmişti. (515)
Yine padişah Mahmud
II.'un kızı Şaire Âdile Sultan Eyüp Nışancası dergâhı şeyhi Seyyid Abdülkadir
Belhi'yi ziyaret etmek ister. Yanma da bir câriye alarak saray arabasıyle
dergâha gider. Cümle kapısından içeri girince şadırvanda abdest almakta olan
birini görür ve kendini tanıtarak
niçerileri
ortadan kaldırıp Bektaşi meselesini de hallettikten sonra Mevlevifere,
Nakşı-bendilere hatta öteki tarikatlara da hoş görünmek için sık sık yenikapı
Mevlevihanesine gider, padişah geldiği için de birtakım faaliyetler başlarmış.
Bu duruma Şeyh Afadül-bâki Dede'nin bir hayli canı sıkılırmış. Lâkin bir
sırasını bulupta bunu padişaha açamazmış. Bir gün gene padişah Mevlevihaneye
gelmiş, özel bir karşılama yapılmış, mukabeleden sonra şeyh’in odasına gelen
padişah şeyh’e hitaben:- «Şeyhim bugün öyle bir feyz’i Mevlâna tecelli etti ki,
yaktın beni, dile benden ne dilersen» der.
Şeyh,
«gerçekten dileğimi kabul edecek misin devletlum» der. Padişah, «derhal şeyh’im
deyince şeyh: «Öyle ise ne olur bir daha bu dergâha gelmeyin» deyince, Padişah bu
beklenmedik söz karşısında bir an şaşırmış, sonra toparlanarak;
— «Şeyh’im
beni bab-ı Mevlâna'dan mı kovuyorsunuz,» deyince, Şeyh: «Hayır demiş buralardan
kimse kovulmaz! fakat siz geliyorsunuz, giderken de dervişlere para
veriyorsunuz, onları dünyaperest yapıyorsunuz. Sizden istirhamım bir daha
dergâha «Sultan Mahmud olarak değil, Mahmud Efendi olarak gelini, hatta her
vakit buyurun» der.
Padişah
şeyh’in maksadını anlayıp yeri öperek «eyvallah» demiş ve şeyhi haklı
bulmuştur. Fakat şeyh ne de olsa padişaha bir hata -işlediğinin farkına
vararak, öteki Mevlevi şeyhleriyle de görüşmek suretiyle İstanbul’daki beş tane
Mevlevihane'nin her birisinde sıra ile padişah için mukabele (karşılama) günü
tertiplenmesini emretmiş ve program Sultan Mahmud 11.’a gönderilmiş ve ilâveten
de ne zaman Mevlâna aşkı zuhur ederse buyurasız şeklinde gönlü alınmıştır.
(Abdülbaki Gölpınarh 100 soruda tasavvuf S. 162- 165)
·
514)
Bu devirde bir tarikat şeyhinin, bir padişahın teklifini rahatça
reddedebilmesi, tarikatların fonksiyonları yönünden son derece enteresandır,
çünkü padişah artık bu durumu sineye çekmek ihtiyacını duymaktadır. (Geniş
bilgi için Bk. A. Gö'p. 100 soruda tasavvuf S. 164- 165)
·
515)
Gerçekten Abdülaziz bu olaydan beş on gün sonra indirilmiş olup bu olay
şeyhin kerameti olarak gösterilmiştir. A. Gö'lpınarlı, Tasavvuf, S. 164-165 maksadını
söyler. Abdest almakta olan kişi, Seyyid Hazretlerini bugün
göremezsiniz, der. Âdile Sultan önceden hazırladığı atlas kese içindeki ihsanı
abdest almakta olan zâta uzatıp «lütfen bunu kendilerine veriniz. Hırka bahadur
(hırka parası)» der. O, «Seyyid Hazretlerinin sizin ihsanınıza ihtiyacı yoktur,
kabul etmezler» der.
Âdile Sultan
müteessir olarak döner. Halbuki, abdest almakta olan ve konuştuğu şeyhin
kendisidir, fakat sultan bunun farkında değildir.
Bir başka gün
bir halk kadını gibi çarşafa sarınıp, yanına da yine aynı kıyafette bir saraylı
kadın alarak yaya olarak dergâha varır. Seyyid Ab-dü'l-kadir, oğlu Seyyid Ahmet
Muhtarl gönderir ve Âdile Sultanı karşılatır. Halbuki, Sultanın geleceğinden
şeyhin önceden haberi falan yoktur. Adile Sultan şeyhin huzuruna girince görür
ki, Seyyid ilk gelişinde abdest alırken gördüğü ve konuştuğu şahıstır.
Bir anda
şaşkına döner ve bu hal içerisinde iken şeyhin şu sözlerini duyar:
— Âdile Sultan
olarak gelirseniz bu kapıdan içeri giremezsiniz! Amma Âdile Hanım olarak
geldiniz mi kapıda karşılanırsınız! der, gönlünü alır kendisine duâ eder. (516)
Kısaca
imparatorluğun çöküş yılları öncelerinde, derdi olan yılana sarılırcasına uçan
kuştan medet bekleyen Osmanlı sarayının uçan kuştan medet bekleyen
padişahları, bir yandan imparatorluğun bakası için zararlı gördükleri bazı
tarikatların taraftarlarıyle mücadele etmişler, buna mukabil bazı tarikatlardan
da medet ummuşlardır.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılmağa yüz tuttuğu devirlerde aldığı köklü. ıslahat
tedbirleriyle, onu hiç olmazsa biraz daha ayakta tutmak için olanca gücüyle
çalışan padişahların başında —hiç şüphe yok ki— Sultan Selim III. gelmektedir.
Gerçekten de
en ileri hamleleri yapan, en şuurlu ve cesaretli yenilik faaliyetlerine girişen
III. Selimin Nizam-ı cedid hakkındaki tutumu devrin bütün şairleri, hatta
Mevlevi ve divan edebiyatlarının en kudretli mümessili «Şeyh Galip» dahi:
Müceddid
olduğu Sultan Selimin dîn-ü .dünyaye Nümayandır bu nev pûşîdesinden kabr-i
Mollaya diye devam eden beytleriyle III. Selimi büyük bir takdir
duygusuyle medhe-der. (517)
·
516)
A. Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, S. 160-165
·
517)
Bu beyit Şeyh Galibin bir terci-i bendi’nin terci beytidir. Şeyh Galip
Divanı, S. 63-64 (Selim lll.’in Mevlâna’ya göndermek istediği pûşîdeye
—sandukanın üzerine örtülecek örtü— işlenmek üzere şairler tarafından yazılan
şiirler arasından bu beyit beğenilip örtüye işlenmiştir). A. Gölpınarlı,
Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, S. 171-173
Konya'da
bulunan ve Mevlevîlerin önemli şeyhlerinden olan ve aynı zamanda Mevlâna'nın
torunu bulunan Mehmet Çelebi ise, Nizam-ı Cedid aleyhinde amansız bir
mücadeleye girişmişti.
Onun bu
mücadelelerinden bazı örnekleri bir fikir olsun diye Arşivden çıkararak burada
zikrediyoruz:
Başbakanlık
Devlet Arşivindeki vesikalardan Mehmet Çelebi'nin Ni-zam-ı Cedid aleyhindeki
faaliyetlerini gösterir vesikanın örneğidir:
VESİKA I.
Tarihi: 2 —
Zilhicce 1218 (1804)
Vesika No: 34,
dolap 2, sandık 34
Ağır bir
Osmanlıca ile yazılmış bulunan vesikayı günümüz Türkçesiy-le muhteva yönünden
özetleyerek alıyorum:
2 Zilhicce
1218 tarihini taşıyan ve doğrudan doğruya Çelebi'ye yazılan bu mektupta,
Konya'da bazı aşağılık adamların padişahın emrine aykırı hareket ettikleri cihetle,
bunların te'dibi (terbiye ve düzene konması), Karaman beylerbeyi Abdurrahman
Paşaya yazılmış olduğundan, Çelebi'nin bu kargaşalık zamanda şehirde
bulunmaması, Karahisar’a yahut Kütahya'ya gitmesi uygun görülmüş ve bu hususta
kendisine mektup yazılmış olduğu halde gitmemesine şaşılmakta ve padişah da
bunu emrettiğinden kendisine isnad edilen bu isyandan uzak kalması için emir
gelir gelmez hemen yukarıda adları geçen iki şehirden birine gitmesi tavsiye
olunmaktadır.
VESİKA II.
Vesika No: 15
dolap, sandık 49
Tarih: 8
Zilhicce 1218 (1804)
II. Vesika da
Abdurrahman Paşa'ya gönderiliyor. Bu vesikada da Çelebi ile Müftünün isyana
önayak oldukları, asker yollandığı ve Cebbarzâde Süleyman Beyin de yardıma
me'mur edildiği bildirilmektedir. (518)
VESİKA 1(1.
Vesika No: 123
dolap, 2. sandık 49
Tarih: 29
Zilhicce 1218 (1804)
Bu mektupta
ise, Nizam-ı Cedid aleyhinde vuku bulan isyana ait Karaman Valisi Abdurrahman
Paşa'nın tutumu eleştirilmektedir. Abdurrahman Paşanın, KonyalIların asker
yazılmasına karşı geldiği, bazı kimselerin hücum edip savaşa kalkıştıkları,
Çelebinin de bunda geniş çapta dahli
·
518] Baş. Dev.
Arş. Sandık 49 Vesika No: 15 (alâkası) bulunduğu,
Abdurrahman Paşa’nın Konya'ya iki saat mesafede Kavak köyünde oturduğu,
Çelebinin Konya'dan sürülmesini ve asilerin tedip (terbiye) edilmesine emir
verilmesini istediği anlaşılıyor.
Buna cevaben
yazılan mektupta ise, menşe'i ihtilâl (ihtilâlin kaynağı) Çelebi Efendi
olduğundan evvel be-evvel mumailleyh(adıgeçen)in Konya'dan defolunması lüzumlu
ise de, sülâle'i tahire’i Mevlâna'dan (Mevlâ-na'nın temiz sülâlesinden)
olduğundan kendisine bir zarar gelmeden, kendiliğinden Karahisar'a, yahut
Kütahya'ya gitmesi hakkında mektup yazıldığı, Müftülüğe ise Şeyhülislâm
tarafından emir gönderildiği, böylece Konya'ya savaşsız girmenin münasip
olacağı, ancak buna imkân bulunmazsa zora başvurulacağı bildiriliyor. (519)
Ayrıca 9
Zilhicce tarihli vesikada ise, tarikatçı dede ile bazı kişilerin
şikâyetnâmelerle İstanbul'a geldiklerine, fakat bunların tomruğa vurulup
nefyedildiklerine ve asker toplanması lüzumundan bahsedilmektedir.
Aynı tarihli
bir başka vesikadan da Çelebinin bu adamlarla şikâyetname gönderdiği, Sadrazam
Yusuf Ziya Paşa da Çelebiye bu işe karışmaması tavsiyesinde bulunduğu
zikredilmektedir. (520)
Bu arada 15 Zilhicce
tarihli bir başka vesikadan da anlaşılıyor ki, KonyalIlar, Abdurrahman Paşayı
şehre sokmuyorlar. Nitekim Sadrazam Yusuf Paşa bu hususta Cebbarzâdeye bir
mektup da gönderiyor. (521)
Nihayet 24
Şavval 1218 (1804)de Aladağ âyânına Hadım Müftüsü vasıtasıyla ve Müftüye
hitaben âsilere yardım edilmemesi hakkında gönderilen emirden anlaşılıyor ki,
Nizam-ı Cedid'i hedef alan bu isyan bir yıla yakın sürmüş bulunuyor!.. (522)
Şimdi acaba
başta Çelebi olmak üzere bütün Konya Mevlevîleri neden Nizam-ı Cedide karşı
geliyorlar? Bunun sebebini 8 Rebiülahır 1216 tarihli Hatt-ı Hümayundan kısmen
anlayabiliyoruz. Adı geçen Hatt-ı hümayuna göre, Mehmet Çelebinin Çelebilik
makamının nüfuzuna dayanarak Sultan Selim ve Sultan Alaeddin Camilerine
vakfedilmiş bulunan arazi üzerine kurulmuş bulunan Sille ve Tat köylerinden
yılda 506 kuruş istediği, halbuki bu köyler halkı camilerin bakımına tayin
edilmişler, ellerinde de vergi vereceklerine dâir toprak ve mülkleri de yok.
Sadece Mevlâna dergâhı vakfın şartları arasında yıldan yıla dergâh mensuplarına
elli (50) araba odun vermeleri zikredilmiş, padişah da elli araba odun
verildikten sonra Çelebinin köylülerden bir şey istemek hakkı olmadığını
bildirmiş, bunu böylece Karaman Valisine de emretmiştir. (523)
·
519)
Baştı. Dev. Arş. Dolap 2, Sandık No: 49 Vesika No: 123
·
520)
Başb. Arş. 49 No:h sandık, vesika No: 196 dolap 2
·
521)
Başb. Arş. 49 No:lı sandık vesika No: 81 dolap 2
·
522)
Başb. Arşivinde daha birçok vesikalar vardır ki fazla uzatmıyoruz.
·
523)
Bu fermanın aslı A. Gölpınarlı'dadır.
Görülüyor ki,
devletin yüksek menfaatleri hesabına girişilen ıslahat hareketlerine karşı
direnmelere şahsî çıkarlar ve küçük hesaplar sebep olmaktadır. Burada varılacak
sonuç, Mevlevî Çelebilerinin keyfî hareket etmek istedikleridir. Buna mâni olacak
yeni tedbirlere karşı direnmek ise, normaldir!
Bütün nahoş
tutumlarına karşı Selim III. yine de Çelebiye bir zarar vermek istemiyor,
vaziyeti idare ediyor, hatta onu yine Çelebilik makamında bırakıyor. Gerçi
bunda Çelebilik makamından çekinmiş olması ihtimali hatıra gelebilmekle
beraber, Şeyh Galip'le arası çok iyi olan Selim
·
III.'in,
bundan başka Mevlevî musikisine karşı derin bir bağlılığı öteden beri
bilinmektedir. Bütün ıslahatçı tutumuna karşı ruhî zaafının ağır bastığı
sanılmaktadır onun bu tutumunda. Hatta giriştiği ıslahat hareketlerinin yarım
kalışının da en önemli amil(sebep)!erinden biri olarak onun bu tutumu
gösterilmektedir. Gerçekten şair ruhlu ve içli bir adam olan Selim III. bunca
hatalı tutumlarına karşılık Mevlevîleri dâima affetmiştir.
Esasen Osmanlı
İmparatorluğu'nun çökmeye yüz tuttuğu bu devirlerde köklü bir ıslahatı
gerektiren belki birçok yanlar vardı, ama bunların en önemlisi hatta başta
geleni muhakkak ki —Devlet içinde devlet gibi— başlı başına hareket etmeyi âdet
haline getirmiş bulunan yeniçeriler, bir de onlara yataklık yapan bazı
tarikatlardı. Bu yöndeki ıslahat esasen gözden kaçmıyordu ve bu işin
halledilmesine de mutlak surette karar verilmişti. Nitekim Sultan Mahmud II. bu
işi büyük bir maharet ve cesaretle başarmıştır ki, Vak'a-i hayriye diye tarihe
geçen bu olaydan bahsedilecektir. Şimdi buna geçmeden önce biraz da Yeniçeri
teşkilâtını ve onunla ilgisi bulunan tarikatların bu yanlarını gözden
geçirelim.
YENİÇERİLER ve TARİKATLA İLİŞKİLERİ
Deli
rüzgârların kamçısı altında kudurmuş, köpürmüş denizin korkunç dalgalarının
pervasızca yalçın kayalara gürül gürül atılışı gibi, her biri ejderha misâli
onbinlerce bekâr adam ağzından çıkan tek ses, bir «GÜLBANK»; yeniçerilerin
sesi:
Allah Allah
eyvallah
Baş üryan, sine
pûryan kılıç alkan
Bu meydanda
nice başlar kesilir hiç olmaz soran
Eyvallah!..
Eyvallah!..
Kahrımız
kılıcımız düşmana ziyan
Kulluğumuz
pâdişâha ayan
Üçler,
yediler, kırklar
Gülbank-ı
Muhammedi, nûr-i Nebi, Kerem'i Âlî
Pirimiz, hünkârımız
Hacı Bektâşı Velî
Demine devrana
hû diyelim!..
Huuuuuuuuu!..
(524)
Dörtbuçuk asır
boyunca zaman zaman kendi kışlalarında, padişahın sarayında, cenk meydanlarında
ve İstanbul sokaklarında yükselmiş olan ve cihana meydan okuyan büyük lâf:
— Pirleri Hacı
Bektaş'ı Velî idi. Bu asker ocağının kurucuları tarafından Yeniçerilerin dînî
terbiyesi, islâmiyeti gayet pratik yollardan telkin etmesini bilen ve her türlü
hatayı, kusuru rindâne bir felsefe ile örtmesini bilen «Bektâşi dervişlerinin»
eline bırakılmıştı. (525)
Tarihî
kaynaklarda «Zümre-i Bektâşiyan» veya «Dûdemân'ı Bektaşiyan» diye anılan
Yeniçeriler, yüz çizgileri ve beden yapıları ile seçme ve güzel insanlardı.
Bunlar önceleri sıkı bir disiplin altında yetiştirilirler, çelik gibi
tavlanırlardı. Kendilerini Âl'i Osman tahtında oturan Padişahın kulları
bilirler ve kullukları ile de övünürlerdi.
Padişahlık
müessesesi de Yeniçerileri öylesine benimsemişti ki. Yeniçeri ocağının kütük
defterine (1) bir numaralı nefer olarak daima OsmanlI tahtına oturan padişahın
adı yazılırdı!.. (526)
Yeniçerilerin
en mükemmel hünerleri demir pençelerindeki palayı hedefine pek yaman bir
şekilde indirmeleri idi. İşte bu hedefini şaşırmayan dehşetli palanın
karşısında cihan tam üç asır titredi.
OsmanlI
tarihindeki parlak zaferler belki tamamen Yeniçerilerin eseri değildi, amma bu
devletin tarihini bilen herkes için şurası muhakkaktır ki, zaferlerin
kazanılmasında Yeniçerilerin payı büyüktür.
Nitekim
Osmanlı tarihini çok iyi bilen büyük şair Yahya Kemal Be-yatlı da gazellerinden
birinde Yeniçerilerin şanını dile getirirken şöyle der:
«Vur pençe'i
Âlideki şemşir aşkına Gülbank-ı âsümânı tutan pir aşkına Vur ruh'u pürfütûh-u
Muhammetle yekzebân Fecr'i hücum içindeki TEKBİR aşkına» (527) Hatta olup
Yeniçeri çektim palayı Piyade eyledim nice gazâyı
diyen ve elli
yaşlarından sonra başlayıp Kanunî Süleyman'ın baş mimarı olan ve Türk'ün şanını
bütün kâinata tanıtan Mimar Sinan bile bir Yeniçeri idi.
Yeniçerilerin
içinden çıkan kahramanların, Osmanlı tarihinde birer hamaset destanı olduğu
cümlenin malûmudur.
·
524)
Gülbank, Büyük tarihçi R. E. Koçünun Yeniçeriler adlı eserinden
alınmıştır, S. 7 vd.
·
525)
Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, S. 8-10
·
526)
Reşat Ekrem Koçu, Aynı eser, S. 9
·
527)
Yahya Kemal Külliyatından kısaltılarak alınmıştır (Yahya Kemal'in
«İstanbul’u fetheden yeniçeriye» şiirindendir.)
Gücünü Bektaşî
tarikatından almış gibi görünen bu ocaktan daha nice büyük devlet adamlar*
yetişmiştir ki, bunların hepsini saymağa zaten imkân yoktur.
Ne var ki,
insan eli hem kurucu hem yıkıcıdır. Dâima silâh altında bulunan Yeniçeriler bir
hazır kuvvetti. Ne yazık ki onu siyasî ihtiraslarına alet olarak kullanan gözü
dönmüş, hırslı, menfaatperest birtakım politikacılar zaman zaman ateşle
oynamışlar, böylece de Osmanlı devletine belki de en büyük ihanette
bulunmuşlar, en büyük kötülüğü yapmışlardır.
İşte birtakım
siyasî ihtiraslara alet edildikten sonradır ki, bir zamanlar şöhreti cihanı
tutmuş olan o disiplinli asker, cenk yollarında serdarlarına karşı ayak
diremeye, padişahtan vezir kelleleri istemeye ve hatta padişaha karşı bile
isyan etmeye başlamışlardı. Bütün bunları yaparken de kendini dâima Hacı Bektaş
Veli'nin müridi olarak kabul ederlerdi. Tasarladıkları türlü fenalıkların
plânlanmasında dâima Hacı Bektaş Veliyi ve tarikatını istismar ediyorlardı.
(528)
Başlangıçta
ilâ'i kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için kurulmuş bulunan Yeniçeri
ocağı, gün geçtikçe bozulmağa yüz tutmuş, hele onseki-zinci yüzyılın ortalarına
doğru yeniçeri yapılmak üzere oğlan devşirme usûlü de kaldırılarak ocağın
kapıları herkese ardına kadar açılmış, ocak bir ha-şerat yuvası halini almıştı.
Böylcce o güzide asker artık bir şehir eşkiyası haline gelmiştir. (529)
Nihayet
Osmanlı İmparatorluğu'nun şeref sayfalarına altın kalemlerle destanlar yazan bu
ocak, bir sürü yeniçeri isyanlarına ve ihtilâllere başlamış, artık şanlı
mazisini iğrenç maceralarla tamamen kirletmiştir.
Cehalet ve kör
taassubun yüzünden bütün ileri hamleleri kösteklemek, bütün yeniliklere karşı
çıkmak isteyen vatan hainleri yeniçeri kılığına bürünerek bu menfur emellerini
rahatça gerçekleştirebiliyorlardı onlar sayesinde.
İşte Osman
II., Murad IV., Selim III. gibi padişahların yaptıkları her teşebbüs,
yeniçerilerin itirazıyle daha başlamadan bitmişti. Nihayet Sultan II. Mahmud,
mazisiyle hali arasında derin bir uçurum meydana gelmiş bulunan Yeniçeri
ocağını bir daha anılmamak üzere ortadan kaldırdı!.. (530)
VAK'A-İ HAYRİYE
Vak'a-i
hayriye diye adlandırılan ve Yeniçerilerin tarihe gömülüşlerini akıcı bir
üslûpla anlatan ünlü Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa, bu konudan söz
ederken şöyle der:
·
528)
A. Gölpınarlı, Mevlâna'dan Sonra Mevlevîlik, S. 299-304
·
529)
R. Ekrem Koçu, Yeniçeriler, S. 184, 289, 307, 314, 316 vd.
·
530)
R. Ekrem Koçu, Aynı eser, S. 287, vd. (Son Yeniçeriler bölümü)
Osmanlı
hükümeti tarafından girişilen yenilik hareketlerine ve Avrupa usûlü askerî
talime karşı gelen yeniçeri ağaları şöyle diyorlardı:
— Ayakdaşlar,
futur getirmeyin, sûreti tçreddüd göstermeyin. Yeniçeri ocağı namı kıyamete
kadar bakidir!.. Bu arada ayak takımı Yeniçerileri de kışkırtarak «göreyim sizi
Hacı Bektaş ocağını uyandırın!..» diye onları isyana teşvik ediyorlardı. (531)
Ahmed Cevdet
Paşa, Vak'a-i hayriye sırasında Bektaşî babalarının tutumundan da şöyle söz
eder: «Bektaşi babalarının birtakımı Et meydanında, teberler dilerinde
zorbaları tahrik ve teşci etmekte idiler. Birtakımı da eşkiya cemiyetini
çoğaltmak için Boğaziçi'ne vesair yerlere koşmakta idiler. Hatta o sabah
(Vak-a'i hayriye sabahı) erkenden kayıkla Anadolu Hisarına gelen bir Bektaşî babası,
bazı kalem efendilerine «Bre buralarda dolaşmayın, evlerinize gidin, yoldaşlar
uyandı erkân'ı saltanatı bitirdiler! ben de kelle neferlerini uyandırmağa
gidiyorum» gavur talimi için fetva ve hüccet yazanları ve bize muhalefet
edenleri ve cümle başı kavukluları kahredeceğiz! evlât ve iyallerini esir edüp,
bâkirelerini onar kuruşa, dullarını beşer kuruşa satacağız! diye alabildiğine
bağırıyormuş, ayrıca dellâllar ba-ğırtıyorlarmış. (532)
Esasen
yeniçerilerin fitne ve fesat yuvaları haline gelmiş bülunan Bektaşî tekkeleri
bu tutumlarıyle kendi akıbetlerini kendileri hazırlamış bulunuyorlardı. Nitekim
Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyle, kuruluşundan beri yeniçerilerin yanında
bulunan Bektaşîlerin bir anda kendilerini onlardan ayrı tutmalarına imkân yoktu.
Hatta yeniçerilerin kışlalarıyla, Bektaşîlerin tekkeleri farkedilmez hale
gelmişti.
Bütün bunların
tabiî bir sonucu olarak yeniçeriler toplu halde imha edilince, sıra Bektaşîlere
de hesap sormaya gelmişti. Nitekim, Bektaşî babalarının birçokları bu hesabı
kellelerini vererek ödediler. Birçokları da başka yerlere
nefyedil(sürüldüler)diler. Yeniçerilerle birlikte Bektaşîler de tarihe karışmış
oldu. (533)
Devrin ünlü
şairlerinden Keçecizâde İzzet Molla hâdiseyi şöyle anlatır:
Tecemmu eyledi
meydan-ı lahme
İdüp küfran-ı
nimet nice bâğı Koyup kaldırmadan ikide birde Kazan devrildi söndürdü ocağı
(534)
·
531)
A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. XII, S. 165-166
·
532)
A. Cevdet Paşa, Aynı eser, C. XIII, S. 166 vd.
·
533)
Fazla bilgi için Bk. (Bektaşîlik bölümü)
·
534)
A. Cevdet Paşa, İzzet Molla’dan pek fazla söz etmez, fakat İsmet Beyzâde
Arif Hikmet Beyin de vak-a’i hayriyeyi şöyle bir beytle tarih düşürdüğünü
zikreder: «Yandı hizem gibi külliyen ocağı» Tarih'i Cevdet, C. XII, S. 165
Vak'a-i
hayriye başarı ile sonuçlanınca o derece bir yeniçeri kıyımı başlamıştı ki;
Sultan Ahmet meydanında Vakvak ağacı denen büyük bir ağaç varmış, ağacın altı
başsız cesetler ve yeniçeri kelleleri ile dolmuş. Yine şair izzet Molla bu
hadiseyi de şöyle anlatıyor:
Bir zamanlar
ehl-i fitne Cami'i Han Ahmedde
Bigünah asmış
idi kullarını Hallâkın
Şimdi erbab'ı
şikakın dökülüp kelleleri
Meyva vaktine
yetiştik seçeri Vakvak'ın!.. (535)
Böylece
Yeniçeri ocağı resmen lağvedilince, ocakla sıkı sıkıya bağları bulunduğu için
Türkiye'de mevcûd bütün Bektaşî tekkeleri de kapatılmış, tekkeler
Nakşıbendîlere verilmiştir. (536)
Kılıçtan
kurtulabilen Bektaşî ve Yeniçeriler çil yavrusu gibi dağılmışlar, Belgrad
ormanlarına gizlenerek bir müddet sonra bazı yol kesme, eşkıyalık, soygunculuk
gibi hareketlere başlamışlardı. Sultan Mahrhud II. yeni kurulan «Asakir-Î
Mansura'i Muhammediyye» adını verdiği askerler vasıtasıyle Belgrad ormanlarında
amansız bir arama faaliyetine girişmiş, takat kesin sonuç alınamamıştı.
Bu işi mutlaka
halletmek kararında olan padişah bütün ormanların yakılmasını emreder! Olayın
bu safhasını, XIX. asrın ünlü İngiliz tarihçisi Miss Julia Pardo,
«Costantinople» adlı eserinde uzun uzun anlatırken şöyle der:
«Başta
İstanbul'a en yakın Belgrad ormanları, muhtelif istikametlerden tutuşturuldu.
Civardaki tepeleri askerle doldurarak ateşten kaçanları aman vermeyip vurdular.
(537)
Miss Julia
Pardo devamla şöyle diyor: Asırlardan beri heybetli bir şekilde duran ve
esrarengiz derinliklerine güneş ışıklarını bile sokmayan bu korkunç ormanlar,
birdenbireTateş çemberi ile kuşatıldı. Karadeniz'den esen rüzgârlar ateşi o
derece büyüttü ki, Boğaz'ın methalindeki kayaları döven deniz kıpkırmızı
alevlerle pembe bir renge boyanırken, yuvası da-
·
535)
A. Cevdet Paşa, Vakvak ağacı hakkında şu bigiy.i de verir: Bu ağaç ol
şecere’! melunedir ki, 1066 tarihinde zorbalar erkânı saltanattan idam
ettiklerini a’nın altına asup, o zaman şecere’! vakvak deyu maruf ulmuştu. Bu
defa zorbaların İaşeleri anın altına atıldı. (Tarih’i Cevdet, C. XII, S. 166,
vd.)
·
536)
Aynı eser, C. XII, S. 167 vd.
·
537)
Miss Julia Pardo’nun verdiği malûmat gerçeklere uygun. bulunmaktadır. (R.
E. Koçu, Yeniçeriler, S. 328-331) Çünkü yazarın olaylar hakkında doğru bilgi
edinebilme imkânları vardı: Şöyle ki: Bir defa İngiliz sefareti aracılığıyle
hadiselere vakıf olabileceği gibi, ayrıca Belgrad ormanları içerisindeki
«Belgradcık» köyü tamamen Rumdu. Müellifin, bu köy halkının ağzından da
hadiseleri dinlemiş olması gayet mümkündür. Esasen bu köy, zengin ecnebi
turistler ve İstanbul’daki sefaret erkânının sayfiye yeri idi. Bu bakımdan
Belgrad ormanlarının ortasındaki bu köy, yeniçeri felâketlerine en müsaid
şekilde şahit olma imkânlarına sahip bir yerdi ki, yazarın doğru bilgi almış
olması mümkündür.
ğıtılmış
fareler gibi sağa sola koşuşan yeniçeriler ve Bektaşî babaları da Sultan Mahmud
II.'un askerlerinin kurşunlarına hedef oluyorlardı. (538)
YENİÇERİLER SONRASI HALKIN
REAKSİYONU
Yeniçerilere
karşı halkın nefreti o dereceye varmıştı ki, kökleri kurutulduktan sonra da bir
kısım halkın yeniçerilere karşı olan kin ve nefretleri devam etti. Hatta
onların ölmüş cesetlerinden ve ruhlarından bile intikam almak istiyorlardı.
Nitekim
Vak'a-i hayriyeden yedi sene falan sonra (H. 1249) M. 1833'-lerde, o zamanlar
Osmanlı idaresinde bulunan Bulgaristan'ın Tırvana kasabasında cereyan eden bir
hadise; bu konuda enteresan bir örnek olarak dikkati çekmektedir.
Kasabanın
kadısı Ahmed Şükrü Efendinin resmî bir yazı ile Bab'ı Âli'ye bildirdiği hâdise
şöyledir: «O devrin resmî organı olan Takvim'! vakaa'yi'-nin 19 Rebiulevvel
1249 tarih ve 68 numaralı nüshasında yayınlanan yazının özeti:
Tırnava'da
cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmaya taşladı. Zahireye dâir
un, yağ, bal vs. gibi şeyleri birbirine katar ve kâh içlerine toprak
karıştırır. Evlerin yüklüklerinde bulduğu yastık, yorgan ve bohçaları didikler
ve dağıtır, insanların üzerine saldırır. Tecavüze uğrayanlar çağrıldı soruldu:
— Üstümüze
sanki bir manda çökmüş sandık! dediler. Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini
bırakıp kaçtılar! Kasaba halkı bu işlerin «cadı» denilen habis ruhların eseri
olduğunda ısrar etti!..
islâmiye
kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola adındaki adam Tır-nava'ya getirildi,
kendisiyle 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta
vardı. Mezarlığa gider tahtayı parmağı üzerinde çevirip mahut resim hangi
mezara karşı gelirse, o mezardaki mevtanın ruhu habis
·
538) Ahmed Cevdet
Paşa, Yeniçeri katliamı .ile birilkte Bektaşîlerin de imha edilişi hakkında
bilgi verirken bu sahneyi şöyle tafsilatlândırıyor:
Garipdir ki,
bu sırada Anadolu gayelilerden Melekpaşazâde Abdülkadir Bey ve Mek-ke’i
Mükerreme payelilerden Vak’anüv.ist (tarihçi) sabık Şânizâde Muhammed Ataullah
Efendi dahi Bektaşîlikle ittiham olunarak; Abdülkadir Bey Manisa'ya, Şânizâde
de Menemen'e ve Ferruh Efendi ise Bursaya’ya nefyolun (sürüldüler) dular. Fakat
Ferruh Efendi o zaman tefsir-i mevakibi telif ile meşgul olduğundan bâ irade’i
seniyye anı itmam eylemek üzere menfası Kadıköy'ünü tahvil buyurulmuştur.
(Tarih’i Cevdet, C. XII, S. 183)
Ahmed Cevdet
Paşa devamla diyor ki: Halbuki bunların Bektaşîlikle hiç taalluk ve
münasebetleri dahi yoktu. Hatta Bektaşîlere dair Saray'ı Hümayun Camiinde
akdolunan meclisi meşverette Abdülkadir Bey, Bektaşîler aleyhinde atıp tutmuş
ve o kadar ileri gitmiş idi ki, baya keramet'i evliyayı inkâr mertebesine
varmıştı. Hatta bir ara heyeti meşveret arasından Rahmi Bey ona «Abdülkadir Bey
neylersin ehlullaha iftira olur mu?» diye itiraz etmişti (Ta, Aynı eser,
S. 183)
imiş. Büyük
bir kalabalık ile mezarlığa gidildi, Cadı Nikola resimli tahtayı çevirmeye
başlayınca resim, sağlığında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından Ali Alemdar
ile Abdi Aiemdar'ın mezarlarına karşı durdu. Mezarlar açıldı, iki şakinin
cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları taa üçer dörder parmak
uzamış, gözleri patlamış, gayet korkunç idiler. O gün mezarlığa gidenlerin
hepsi bunları gördü.
Bu iki
yeniçeri zorbası her nasılsa yaşlarına hürmeten olacak herhalde kılıçtan
kurtulmuşlar, cellâda verilmeyip ecelleri ile ölüme terk edilmişlerdi.
Sağlıklarında yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de halka ruh'u habis birer
cadı olarak musallat olmuşlardı. (539)
Cadıcı
Nikola'nın tarifine göre bu habis ruhları def edip şerlerinden kurtulmak için mezarları
bulunup cesetleri çıkarıldıktan sonra cesetlerin göbeğine birer ağaç kazık
çakılır ve yürekleri de kaynar su ile haşlanır.
Ali Alemdar
ile Abdi Aiemdar'ın da cesetleri mezarlarından çıkarıldı, göbeklerine birer
ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı fakat hiç bir
tesir etmedi!..
Bu defa Cadıcı
«bunları yakmak lâzım!» dedi. Bu hususta şeran de izin verildi ve iki şerir
Yeniçerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta bir odun yığını
üzerine konularak yakıldı. Çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu!..
(540)
Halkın devlete karşı tutumu:
Yeniçerilerin
durumları genellikle halkın nefretini kazanmış olmakla beraber, Bektaşîlerin bu
konudaki sorumlulukları geniş halk kitleleri tarafından pek iyi bilinemiyordu.
Şonra bu husus birtakım kimseler tarafından geniş çapta istismarcıların işini
de kolaylaştırmıştı.
Bu durum
karşısında halktaki haya! kırıklığını gidermek için saray erkânı, bir yandan
bazı padişahların bazı tarikat şeyhlerine karşı olan sempatilerinden ve yakınlıklarından
olmasa bile vaziyeti idare etmek için birtakım tarikatlara aşırı iltifat
göstermeye başlamışlardır.
Gerçi bu
dönemdeki Osmanlı padişahları aslında bütün tarikatlara karşı değillerdi, hatta
Selim III. Mevlevîliğe karşı duyduğu gerçek muhabbetten dolayı Çelebiyi —büyük
hatalarına rağmen hoş görmüştü. (541) Ama artık Bektaşîliğin kırdığı yumurta
kırkı geçmişti ki, bu tarikat bütün sevgisini yeniçeri maceraperestliği ile
yitirmişti.
Ne var ki, yarı
bilinçli, yarı bilinçsiz dindar halk üzerinde özellikle
·
539)
Cadı, fena ruh anlamında olup, insanlar çok eskilerden beri bu gibi iyi
veya fena ruhların bulunduğuna inanmışlardır.
·
540)
Takvim’i vakayi 19 Rebiülevvel 1249 tarihli No: 68 nüsha
·
541)
Bk. fazla bilgi için S. 197 vd.
Bektaşîliğin
öteden beri derin bir nüfuzu vardı ve sonra bu tarikatın kökü çok eskilere
iniyordu!.. (542) Şimdi birdenbire böyle bir tarikatın kökten imhasına girişmek
halk üzerinde ne gibi bir etki yapabilirdi , bu du-runhda hükümet gerçekten
dine ve tarikatlara karşı olmadığını, hatta onu koruduğunu ispat zorunda
kalmıştı.
Nitekim fes
kabul olundu, birçok sahabe ve şehit türbelerinin tamiri, camiler, sebiller,
çeşmeler, Bektaşîliğin dışındaki öteki tarikatlara ait tekkeler vb. yerlerin
tamirine ve her türlü eksiklerinin tamamlanmasına başlandı.
Nitekim Sultan
Mahmut II. Sadrazamın teklifi ve Şeyhülislâm'ın da sunduğu bir tezkere üzerine,
baba soyundan Mevlâna'ya mensub olan bütün çelebilere dağıtılmak üzere Konya
mukataasından yıldan yıla 1500 kuruş verilmesini ve her birine ayrı ayrı beraat
tanzim edilmesini, İstanbul'daki Mevlevî şeyhlerinden haraç alınmamasını, Said
Çelebiye 1000 kuruş, İstanbul'a gelen diğer çelebilere 3000 kuruş verildiğini
ve bu paranın defterdardan alınıp paylaştırılması için Bektaşî dergâhı şeyhi
Yusuf Efendiye gönderilmesini, Said Çelebinin de Bab'ıâli'ye çağırılarak samur
kürk giydirilip bir an önce Konya'ya gitmesinin teminini bir hattı hümayunla
emretmişti. (543)
Çelebi, vezir
ve padişaha sunduğu arizada, baba tarafından Mevlâna soyuna mensup olanlara
mukataa malından —yıldan yıla— 1350 kuruş tayin edildiğini, bu paranın bütün
çelebilere verilmesi, yahut gelen dokuz kişiye taksimi hususunda reyini
sormuştu. (544)
Said Hemdem
Çelebiye 1230 Rebiul'ahın'nın 26. Cuma günü çelebilik tevcih edilmiş, aynı ayın
yirmidokuzuncu günü sadrazamın huzuruna çıkmış, kendisine samur kürk, Ferruh
Çelebi adlı bir çelebiyle Tarikatçı Hasan Dede'ye de birer sincap kürk
giydirilmişti. Dergâhın işlerine bakmak üzere de Ferruh Çelebi mürid tayin
olunmuştu. (545)
Hemdem Çelebi
ise hükümetin bu siyasetinden azamî derecede istifade etmesini becermiş,
böylece Konya'daki evinin inşaat masrafı Padişahın bir iradesiyle Maliye
nezareti tarafından ödenmişti. (546)
Görüldüğü gibi
yeniçerilerin ortadan kaldırılması ve Bektaşîliğin de uğradığı sert takibat
karşısında toplumun genel reaksiyonuna hükümet azamî derecede toleranslı bir
tutumla mukabelede bulunmak mecburiyetini duymuş ve böylece tarikatlar bu
devirlerde fonksiyonlarını -rahatça ve açıkça göstermişlerdir.
·
542)
Bk. Bektaşî Tarikatı bölümü.
·
543)
Başb. Arşivi U. M. No: 31768
·
544)
A. Gölpınarh Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 173- 175.
·
545)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 174.
·
546)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 175.
ANADOLU'DAKİ
CELÂLİ İSYANLARININ GERÇEK SEBEPLERİ ve
TARİKATLARIN
ROLÜ
Anadolu'da
mutlak Türk hâkimiyetini kurmuş bulunan Osmanlı siyasî ve sosyal tarihinde
«Celâli İsyanları» adiyle bilinen ve uzunca bir süre devam etmiş olan bir
isyanlar serisi vardır ki, çeşitli şekillerde ele alınmış bu hadiseler, normal
bir tarihî hadise gibi düşünülmüştür.
Oysa ki Celâlî
isyanlarının herhangi bir isyan hareketinden ayrıldığı birçok yanları vardır,
özellikle sosyolojik perspektiften bakıldığında isyanların sebepleri olarak
birçok haricî faktörlerin bulunduğu göze çarpar.
Gerçekten
Celâlî isyanları diye bilinen bu seri isyanlar, özellikle XVIII. yüzyıllardan
önceki Vak'anüvist(tarihçi)ler, her çeşit ayaklanma olaylarını —sebep ve
mahiyet farkı gözetmeksizin— Celâlî isyanı olarak göstermişlerdir.
Bu durum 1595
tarihinde Mehmet III.'in tahta geçmesine kadar böyle devam etmiş, bu tarihten
sonra da —özellikle— 1598'de Karayazıcı’nın ortaya çıkmasıyla Anadolu'da
belirli karakterdeki isyanlara topyekûn «Celâlî isyanları» demek âdet haline
gelmiştir.
Halbuki XVI.
asrın ortalarından evvel Şeyh Celâl, Baba Zinnûn, Kalender vb.'leri gibi
tarikat ahli oldukları sanılan bazı şahısların çıkarmış oldukları isyanlara bu
tarihlerden sonra Celâlî adı verilmediği görülüyor. Demek oluyor ki, asıl
Celâlî isyanları diye bilinen isyanlarda tarikatların bir rolü bulunmadığı
ortaya çıkıyor. (547)
Tarikatlarla
ilişki dereceleri bilinmeyen bu adamlardan Şeyh Celâl, Baba Zinnûn ve daha
bazıları Osmanlı tebeasından olan ve Şi'î mezhebine bağlı bazı halkı
ayaklandırmışlar ve devletin sosyal müesseselerine vakıa cephe almışlardı. Bu
hadiseler genellikle Osmanlı devleti siyasî kadrosuna karşı cereyan ediyordu,
isyancıların hedefi, özellikle saray hanedânının ortadan kaldırılması idi.
(548)
Halbuki, asıl
Celâlî isyanları olarak bilinen seri isyanların bununla ne şekil ve ne de
mahiyet itibariyle ilişkisi vardır. Celâli isyanları denince, Kanunî devrinin
sonlarından beri başlayan ikinci nevi isyanlar olup, bu devre isyanlarının
kahramanı ise bir sekban bölükbaşısı olan «Karayazıdadır.
Asıl adı
Abdu'l - Halim olmakla beraber Karayazıcı diye şöhret bulmuş olan bu adamın
herhangi bir tarikatla uzaktan yakından ilişkisi bulunduğuna dair bir kayda
rastlanamamaktadır. (549) Esasen o, tarikat şeyhlerinden destek sağlama
ihtiyacını da duymamıştır, çünkü başlıbaşına bir
·
547)
Mustafa Akdağ Prof. Celâli İsyanları (D.T.C.F.D.) Sa: 1-2 S. 53-107.
·
548)
Mustafa Akdağ Prof. Celâli İsyanları S. 1-3.
·
549)
İslâm. Ansk. C. VI. S. 339-343 (Karayazıcı maddesi). güce
ve o devirde Anadolu'nun en güzide bölgesi sayılan Amasya, Çorum, Merzifon
dolaylarına tamamen sahip, devlet içinde devlet gibi bir durumu vardı, (550)
Osmanlı
Devleti esasen o devirlerde bir çok isyan hareketleri ve karışıklıklar içinde
idî ki, bir çok isyancılar — özellikle Karayazını— devlet erkânından önemli
kişileri rüşvetle eTde etmişlerdi. Hatta devrin Şeyhülis-lâmı'nın kardeşi
Çelebi Kadı bile Karayazıcı'dan rüşvet almış bulunduğundan devletin en yetkili
organı olan Şeyhü'l - İslâm'lık makamı dahi Kara-yazıcı'yı iltizam ediyordu.
Karayazını meselesini uzun uzun anlatırken Nai-ma şöyle der:
«Anadolu'da bu
kıyamı idare edenlerin gayeleri esasen soygunculuk değildi. Devlet'!
Osmaniyan’ı ol taraflardan bil külliyye münkat'ı eylemekti. Anadolu halkının mühim
bir kısmi Osmanlı idaresinden halas olmak (kurtulmak) istiyordu. Çekilen
zulümler hakikaten çekilecek gibi değildi. OsmanlI idaresine husûmet o derece
idiki, Karayazıcı ölür ölmez, mezbûrun meyyitin pâraleyüp her paresin bir
cânibe defnetmişler, tâki Osmanlı bulup ateşe yakmayalarl... (551)
Celâl? isyanlarının gerçek amacı
neydi?
Suhteler denen
birtakım medrese talebelerinin de geniş çapta rol aldığı (552) bu isyanların
belli bir gayelerinin bulunup bulunmadığı, veya-hutta şuurlu ve plânlı bir
şekilde yönetilmiş bir isyan hareketi olup olmadığı, bugün bile tam olarak
aydınlanmış değildir.
Nitekim İslâm
Ansiklopesidine Karayazıcı maddesini yazmış olan Kra-mers, Celâlilerin Şiî
tarikatının (553) altında hareket etmiş olmaları ihtimalini ileri sürmektedir. (554)
Cavit Baysun
ise, İslâm Ansiklopedisine yazdığı Ahmed l. maddesin-
·
550)
İslâm Ansk. C. VI. S. 340-341 aynı madde).
·
551)
Nâima Tarihi C. 1. S. 231 -232 vd.
·
552)
Celâli isyanlarında, suhte adı verilen ve medrese talebesi olarak bilinen
birtakım kimselerin de önemli derecede rol oynadığı tarihi bir gerçektir.
Gerçekten devletin topyekûn bir sosyal bunalım içinde bulunduğu bu devirlerde
köylerden kalkıp şehirlere akın eden bir sürü işsiz güçsüz kimseler medreselere
sızmışlar ve talebe hüviyetine girmişlerdi. Bu durumun farkına varan hükümet
durumun ıslâhına gitmek ister. Bu durum hakiki Medrese talebesi tarafından arzu
edilmesine rağmen, bundan hoşlanmayan ve talebe olmayan zorbalar isyancılarla
işbirliği yaparlar. Devlet için mühim, bir mesele olan suhte meselesi için bir
çok ıslahat tedbirleri de alınmıştır. Bk. Müh. Def. No: 26 Ş. 49, 81 246, 270
(İslâm Ansk. C. VI. S. 341).
·
553)
Kramers, bir ihtimâl olarak söz ettiği bu görüşünü .ifadelendirirken Şii
mezhebi yerine Şii tarikatı ifadesini kullanmış. Çünkü Anadolu’da faaliyette
bulunan Şiilik bir tarikat olarak değil de mezhep olarak bilinmektedir.
Kremers’in adı
geçen makalesi Islâm Ansk. C. VI. S. 339 - 343’de (Prof. Mustafa Akdağ
tarafından açıklanarak bulunmaktadır.
·
554)
İsi. Ansk. C. VI. S. 339 - 341 ve İsi. Ansk. C. I. S. 161 -164. de
Celâli isyanlarına da temas ederek bu isyanların tarikatlarla bir ilgisinden
söz etmemiş olduğu gibi, hadiselerin herhangi bir dinî tesirler meydana gelmiş
olmasının imkânsızlığını özellikle belirtmiştir. Adı geçen tarihçi bunun
sebebini; uzun süren savaşların meydana getirdiği memnuniyetsizlikle, bu
devirlerde çok fazla türemiş olan sekbanların birinci derecede rol
oynadıklarına bağlamaktadır (555) ki, esasen tarafsız gözlemcilerin de
varacakları sonuç bu olmalıdır.
Diğer taraftan
Amasya tarihi müellif (yazarı)i Hüseyin Hüsamettin, Celâlilerin daha geniş
gayelerinin bulunduğunu tasavvur ederek şöyle diyor: «Şayan'ı dikkattir ki,
zaman'ı fetrette ihtilâlden bazılarının ilân'ı istiklâl ederek namlarına sikke
darb ettirdik (kendi adlarına para bastırdık)leri bilinmektedir (556)
Adı geçen
yazar, bu son cümle ile Celâli şeflerinin esas gayelerinden saparak devletten
ayrılma temayülü göstermeye başladıklarına işaret ediyor.
Yine Kramers
ise, Asilerin Şiî tarikatının etkisi altında hareket etmiş olmalarını sadece
bir ihtimâle dayandırıyor ki, bu kanaat bir ihtimalden öte geçmediği için
tatmin edici değildir.
Profesör
Mustafa Akdağ ise, Celâli isyanları adlı araştırma eserinde, devletin İçtimaî
(sosyal) ve İktisadî düzenine karşı büyük bir tehlike teşkil eden sekban
kitlelerinin ve Bölükbaşlarının herhangi bir siyasî gayeleri olmadığını ileri
sürüyor ve devamla; Onlar (sekban ve bölükbaşılar) kendilerine kim fazla ücret
ve yağma hissesi verirse o'nun emrine girmeyi tercih ediyorlardı. (557)
Profesör Akdağ
devamla; Celâli isyanlarının elebaşılarından bir çokları ya devletin verdiği
resmi sıfatı taşıyor, veyahut da isyanın gerçek elebaşıları tarafından rüşvetle
satın alınmış devlet erkânı yakınları oluyorlardı, diye devam ediyor, öte
yandan Celâliler arasında Enderuna mensup olup çoğunluğu Türk olmakla beraber
Sırp, Boşnak, Arnavut, Rum, Kürt vb. gibiler de vardı ki, bunlar zaten devletin
bütünlüğünü hazmedemeyen muzır kimselerdi!...
Kısaca Celâli
isyanlarının asıl sebepleri tarikatlarda değil, devrin sosyal, ekonomik
bozukluklarıyla, yabancı unsurların zararlı maksatlarında aranmalıdır.
Osmanlı
İmparatorluğu tarihinin bu dönemlerinde derin yankılar bırakmış olan bu çok
renkli olaylar «Celâlî isyanları» esasen başlı başına bir araştırma konusu
olduğundan, biz sadece adı geçen olayların tarikatlarla ilişkilerine kuş bakışı
değinmekle yetindik.
·
555)
Hüseyin Hüsamettin Amasya Tarihi C. III. S. 342-355.
·
556)
Mustafa Akdağ Prof. Celâli İsyanları S. 72, 75, 246 vd.
·
557)
Mustafa Akdağ Prof. Aynı eser S. 246 vd.
Celâlî
isyanları hakkındaki kanaatimiz odur ki; bu hareketler devrin siyasî, sosyal,
ekonomik birtakım bunalımlarıyla birlikte, aynı zamanda her devirde olduğu gibi
birtakım yabancı ve devlet bütünlüğünü hazmedemeyen unsurların da maksatlı ve
plânlı gayretleri sonucu ortaya çıkmış olaylardır. Yakın tarihin her döneminde
daima bozguncu hareketlerin karşısında, yapıcı ve faydalı hareketlerin ise
yanında bulunan tarikatların Celâlî is-yanlariyle de asla bir ilgisi yoktur.
Esasen bu konuda yukarıda (11. TARİKATLARIN SİYASÎ FONKSİYONLARI) Celâlî
isyanları yönünden tarikatların hadiselerle ilgili muhtemel ilişkileri müşahhas
delillerle incelenmiş ve adı geçen olaylarla tarikatların asla bir âlâkaları
bulunmadığı ispatlanmıştır. Bir daha hatırlamak için ilgili bölüm gözden
geçirilmelidir.
YABANCI EMPERYALİSTLERİN
TARİKATLARDAN FAYDALANMA TEŞEBBÜSLERİ
İslâmiyet! ve
özellikle Türk Devletini bölerek kuvvetten düşürmek, zayıflatmak, neticede
ortadan kaldırmak için girişilmiş her harekette, mutlaka yabancı parmağı
olabileceği ihtimâli dikkatten uzak tutulmamalıdır.
özellikle dînî
inanç sistemlerine dayanan doğu İslâm milletleri için bu husus daha da önem
arzeder. Hele tarikat gibi mistik bir hüviyeti bulunmakla beraber, toplumu bir
anda aksiyona geçirebilecek kadar sosyal fonksiyona sahip kuruluşlar, yabancı
emellerin gerçekleşmesi için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü onların içlerine
kolayca sızmak ve sonra da onları dejenere etmek suretiyle amaçların
gerçekleştirilmesi çok kolay ve mümkündür.
Nitekim
tarikatların yaşadıkları tarih boyunca, bu husus hiç ihmâl edilmemiş,
Müslümanlığı parçalamak için Şeyhilik, Babîlik, Bahailik, Kaadı-yânilik vb.
gibi bir çok sahte din ve mezhep kurulmak suretiyle İslâm dünyasının hemen her
yanında, özellikle Islâmın kalesi bulunan Arabistan ve Anadolu'da bir sürü
isyanlar ve gizli ayaklanmalar çıkarılmak suretiyle denemeler yapılmıştır.
Gerçekten bir çok isyan hareketlerine ekseriya bir tarikat şeyhinin adının
karışması veya bizzat isyanın tarikat mensupları tarafından tertiplenmiş gibi
görünmesi, aslında Islâmdaki tarikatların gerçek amaçlariyle bağdaşmayacağı
için üzerinde durulmağa değer hususlardır.
Şimdi yukarıda
işaret edilen sahte dinî kuruluşları biraz tanıyalım :
Bahailik :
Tamamen yabancı emellerin gerçekleşmesi için Müslümanları tuzağa düşürmek üzere
kurulmuş uydurma bir dindir. Şöyleki: Bu din Hıristiyanlıktaki Babîliğin
yeniden canlandırılmış bir şeklidir. (558) Nitekim Hıristiyanlıktaki meşhur
rivayetlere göre Bâb öldürüldükten sonra o'nu ve o'nunla birlikte
öldürülenlerin cesetlerini atılan hendekten Rus Konsolosu
·
558) İsi. Ansk. C.
II. S. 179- 180 Bâbiler maddesi çıkartmış, güya resimlerini de
aldırtmıştır. Baha ise Rus elçiliğine sığınmıştır. Esasen Nasıruddin Şah'a
su'ikastten suçludur. Baha. Babailiğin kurucusu olarak meşhur olan bu şahıs Rus
İmparatoru'na bir hitabede bulunur ve Rus İmparatoru'nu kendi dinine dâvet
eder. Daha sonra Akka'ya sürülür ki burası aslında Ingiiizler'in ötedenberi göz
diktikleri bir yerdir. Böylece Baha da İngilizler'e arkasını verir, onların
hesabına dînî propagandaya başlar. Şimdi yeni bir dinin kurucusu olarak bu
adamı İngilîzler devamlı propaganda ile büyütürler. Hatta ölümü dolayısıyle
Çorçil, Abdü'l-Baha'ya ve bu arada bütün Bahailere baş sağlığı dilemiştir.
Faaliyetleri
şüpheli görülen Bahailer, Osmanlı Devleti tarafından şiddetle takip olunmuşlar,
bu yüzden OsmanlIlarla İngilizlerin zaman zaman siyasî ilişkileri bile bozulma
tehlikeleri ile karşılaşmıştır. (559)
Baha İngiltere
İmparatoru'na yazdığı mektuplarında, «Allah'ım İngiltere İmparatoru V. Jorj'u
sen kuvvetlendir», o'nun yüce gölgesini bu ülkede daimi kıl şeklinde dualar
etmiştir. Ama aynı şahıs OsmanlIlar için de dua etmiştir. Çünkü bulunduğu yer
«Akka» o zamanlar OsmanlIların elindedir!... (560)
Görülüyor ki,
bu sahte dindar şahsi çıkarı nerede ise o tarafa dönüyor. Daha sonra Amerika'ya
giden bu adam, bu defa da Amerika'da İran aleyhine ve Amerika hesabına
propagandaya başlıyor.
İran
servetinin yeraltında bulunduğunu, bunun ancak Amerikan sayesinde yeryüzüne
çıkabileceğini umduğunu bir keramet olarak sık sık tekrarlıyor ki, bu durum
Amerikan emperyalizminin öteden beri arzu ettiği bir husustur.
Oldukça
dalavereci ve fakat becerikli olan bu adama İngilîzler «Sir»lük payesi
vermişler ve nişan takmışlardır. (561)
Bu sahte dinde
kıyametten bahsedilmez. Sadece bir peyagmberden sonra gelen öbür peygamberin
zuhuru ile bir önceki peygamberin ümmetleri için kıyamet kopmuş demektir. En
son olarak Bab'ın ve Bahailerin zuhuru ile de Hz. Muhammed'e uyanların kıyameti
kopmuş demektir!...
Bu sahte dinin
kurucusu birtakım keramet kırıntılarından bahsetmekle beraber, herhangi bit
tarikatçılık iddiasında değildir.
Bugün
Türkiye'de Babailiğin varlığından söz edilirse de bu gibi faaliyetler yasak
olduğundan açıktan açığa varlıklarını gösterememektedirler. Nitekim 1945, 1955,
1959 ve 1961 yıllarında Adana ve Ankara dolaylarında sıkı bir takibata
uğramışlar, hatta A.ü.İ.L.F. öğretim üyeleri bu hususta bir de bilirkişi raporu
vermişlerdir. (562) Fakat biz burada bu dinin derinliklerine inmiyoruz.
·
559)
A. Gölpınarh. 100 soruda Türkiye’de mezhepler ve tarikatlar S. 176.
·
560)
A. Gölp. Aynı eser S. 176- 177.
·
561)
Keşfü’l-Hıyel C. II. S. 123-126.
·
562)
Dr. N. Özçuka, Bahai dini (Ansk. 1967) S. 66 - 73 vd.
KAADİYAN İLİK DİNİ ve MAHİYETİ
İslâm
ülkelerinde faaliyet göstermiş ve emperyalistlerin emellerine hizmet amaciyle
kurulmuş sahte dinlerden biri de Kaadiyaniliktir. Doğrudan doğruya
İngilizler'in tertiplemiş oldukları bu sahte dinin doğuşu ve mahiyeti şöyledir:
XIX. yüzyılda
Pencap'ta Kaadiyan şehrinde doğan Mirza Gulâm Ah-med'i Kaadiyan adlı açıkgöz
birisi, yeni bir dinin kurucusu olarak onaya çıkmıştır. Bu sahte peygamber! Hz.
Muhammed'in «Gerçekten Allah her yüz yılın başında bu ümmete dinini yenileyen
birisini gönderir» anlamındaki (563) hadisine dayanarak kendisinin İslâmın
mücahidi olduğunu ileri sürer. (564)
O'na göre İsa
öldürülmemiş, Hindistan'a gitmiş, Keşmir'de dinini yaymış, yüzyirmi yaşlarında
orada ölmüştür. Mezarı malûmdur, fakat başka peygamberlerin mezarı sanılarak
ziyaret edilmektedir. Kendisi ise, hem İsa'nın zuhurudur, hem de Mehdidir ve
hem de şeriat sahibi peygamberlerin en sonuncusudur!... (565) .
Bu dinde savaş
yasaktır! Sadece düşmana dostça karşı durmak ve o'nu bilgi ile öğütle yola
getirmek vardır. Esasen dinin esaslarını İngilizler kendi politik çıkarlarına
göre hazırlamışlar, bu adam'ın eline vermişlerdir! Daha sonraları lüzum
gördükleri değişiklikleri de yeni vahiy olarak değiştirtmiş-lerdir. Bu son
peygamberin (!) dinini yayabilmesi için İngilizler el altından bol bol her
türlü imkânı temin etmişlerdir tabiî!...
O da buna
karşılık, şimdilik İngilizler'in Hindistan'ı terk etmeleri, Müslümanların bunun
için anlayış göstermeleri ve dua etmeleri lâzım geldiğini ısrarla söyler ve
ister. Hatta ingilizler'in Hindistan'dan çıkmaları Allah'ın emri gereği
olduğunu, onların bu ülkeden çıktıklarında da şimdilik Allah'ın '.akdirinin
değiştiğini fakat gene geleceklerini alenen söylemekte bir sakınca bile
görmemiştir. (566)
·
563)
Cami'us - sagıyr C. I. S. 62.
·
564)
A. Gölpınarlı 100 soruda mezhepler ve tarikatlar S. 178- 179.
·
565)
A. Gölpınarlı Aynı eser S. 178.
·
566)
Hatta İngilizlerin genel çıkarları açısından bu tür sahte dindarlar ve
peygamberler işi o dereceye vardırmışlardır kİ, İnek cinsinin etini
kutsallaştırarak yemeği dinen yasaklarlar ki, ıböylece bol sığır yetişen bu
ülkeden İngiltere'ye sığır ihracatı çok olsun ve İngiltere’de sığır yetişmediği
için et ihtiyacı rahatça temin edilsin!... Nitekim bugün dahi Hindistan’da
sığır kutsal olduğundan eti yenmez! Ama ihraç edilebilir! Bu herkesin bildiği
durumdur.
ŞEYH SAID İSYANI
Uzun süren
mücadelelerden sonra Ösmanlı İmparatorluğunun çöküşünü müteakip yeniden kendini
toplayarak tarih sahnesine Türkiye Cumhuriyeti biarak çıkan milletimizin
kaderinde tekrar birtakım dramlar oynanmak istenmiştir ki; işte bunlardan bir
tanesi de Şeyh Said isyanıdır.
İsyanın
başlayışı, gelişmesindeki safhalar ve detaylar konumuzu ilgilendirmemekte ise
de isyanın kahramanı olarak bilinen kişinin her şeyden önce şeyh oluşu,
tarikatların toplumdaki fonksiyonlarını araştırmayı amaç edinmiş bulunan
konumuzu ilk bakışta ilgilendirir görünmektedir.
Hemen
bilinmelidir ki bu isyan, bir avuç kişinin çıkarlarını düşünerek başlattıkları
basit bir olay olmayıp, belki o Türk halkının yeniden dirilip tarih sahnesine
zinde bir güç olarak çıkışını bir türlü hazmedemeyen ve ona yüzyıllardır hasta
adam gözü ile bakanların uğradıkları hayal" kırıklığının intikamını Türk
milletinden almak amacıyla girişilmiş plânlı bir harekettir. (567)
Halbuki Türk
milleti Millî Mücadeleye sadece yabancıları vatanından kovmak gibi basit bir
gaye için değil, millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız ve bağımsız yeni bir Türk
devleti kurmak için ve bu karar ve azimle işe başlamıştı. (568)
Nitekim
Cumhuriyet’in ilânını takip eden günlerde umduklarını bulamayan bazı kimselere
menfaatini düşünen, işinin sonunu hesaplayamayan hatta yabancılara âlet olan
bir avuç kimse tesir ederek onların isyan etmelerine sebep olmuştur. Asırlar
boyu Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında bir bütün olarak, bir millet
olarak hatta kardeş olarak yaşadığımız kavimler! isyana sevk edenler elbetteki
memleket menfaatlarını gözönünde bulunduramayan kimselerdi,
İşte Şeyh Said
İsyanının iyi anlaşılabilmesi için Cumhuriyet öncesi ve sonrası, tarihimizde iç
ve dış politik durumların iyi bilinmesi gerekir. Ne var-ki araştırmamızın amacı
belirli ve sınırlı olduğundan teferruata inemiyoruz.
İsyanın gerçek
amacı:
Mahiyet itibariyle
isyanın gerçek amacını uzun uzun düşünmeye lüzum yoktur. O, genç Türkiye
Cumhuriyeti'ni parçalamak, yabancıların da istedikleri gibi birtakım küçük
küçük devletler kurmaktır ki işte Şeyh Said isyanı bunlardan biridir. Bir
milleti parçalamak, küçük küçük devletler kurmak, bir ekmeği parçalayıp,
lokmalar haline getirmeye benzer ki böylesine lokmalar herkesten önce
İngilizlerin, Fransızların ve Rusların işine yarardı.
·
567)
Mustafa Kemal, Nutuk C. 1 S. 12
·
568)
Mustafa Kemal, Nutuk C. I S. 13 vd.
Anadolu'da
Ermeni hareketi başlamış, Rusların yardımı ile bir Ermeni devleti kurulmak
istenmişti. Osman!ı İmparatorluğu Ermeni devletinin kurulmasını önlemekte Şark
vilâyetlerinde yaşıyan, ekserisi Şafiî olan vatandaşlarımızdan istifade
etmişti. (569)
Yine Şark vilâyetlerinde
Şafii olan ve ekseriyeti tarikat ehli bulunan vatandaşlarımız «Müminler
kardeştir.» âyet mealine sıkısrkıya sarılırken, Kürt Teali Cemiyeti kuran ve
sayıları çok az olan kimseler de vardı. (570)
Nasılki; bir
teneke şerbete bir damla zehir atıldımı, bir teneke zehir elde edilmiş olursa,
işte birkaç kişi de Şark'ı kana bulamış, ve devletin başına büyük gayileler
açmıştı. Bunlar cemiyetin başkanı Vanlı Seyyid Abdül-kadir, yardımcısı Mustafa
Zihni Paşa ve Emir Avni idi. (571)
Bunların
niyetleri ne olursa olsun neticede hem Türkiye Cumhuriyeti zarar görmüş, hem de
Şark vilâyetlerindeki birçok kimseler zor durumlara düşmüştü, isyan, toplu bir
hareket olduğu için, isyanı durdurmak isteyenler de toplumu hedef almak zorunda
kalır, bu arada kuruların yanında yaşlar da yanar. Bunun vebali dahilde isyan
çıkaranların boynundadır. Nitekim bazı kitaplar daha da ileri giderek bu
hareketin bir Ingiliz oyunu olduğunu (572) öne sürüyorlarki biz, ingilizlere
alet olacak vatandaşlarımızın bir elin parmakları kadar az olacağına
inanıyoruz. Fakat bilhassa şu hususa çok dikkat etmelidir:
En büyük
isyanlar bile üç-beş kişiyle başlatılıp ve başarılmıştır, aynen bir kıvılcımın
bir büyük yangın çıkarması gibi...
Kürt Teali Cemiyeti
mensupları İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın Şark Şubesi memurları ile
görüştüğü ve onlardan bazı isteklerde bulunduğu bir kısım tarihi kitaplarda yer
almıştır. (573)
Bunlar şuurlu
Müslümanların yapacağı iş değildir. Çünkü Müslüma-nın dostu yine Müslümandır.
Hiç bir zaman İngiliz'den, Fransız'dan, Ya-hudiden, Rustan dost olmaz. Olsa
olsa millî menfaatlarımız gözönünde bulundurularak devlet kanalı ile bunlarla
muahadeler ve anlaşmalar imzalayabiliriz. Bunun dışında yabancıların
parmaklarının karıştığı her iş mutlaka millî menfaatimizin aleyhine olacaktır.
Yoksa İngiliz isteğine göre memleketin parçalanmasını istemek vatandaşlık
sıfatıyla asla bağdaşamaz. Bu isyanın sonuçları hakkında bilgi veren Bahçet
Cemal (574) belki faydalı olabilir.
569}
·
570)
·
571)
·
572)
·
573)
·
574)
Behçet Cemal,
Şeyh Said İsyanı S. 12-13
Aynı kitap S.
13
Aynı kitap S.
14
Aynı kitap S.
16-18
Aynı kitap S.
18-20
Aynı kitap S.
20-24
Şeyh Said'in
hakiki hüviyeti:
Şeyh Said, bir
tarikatla alâkalı olsa bile, bu hareketiyle İslâmiyet! iyi anlamadığl açıkça
ortadadır. Nasılki bitkiler denince akla çayır otu da ve çınar da gelirse aynı
şekilde tarikat mensupları arasında çayır otu gibi oian da ve çınar gibi olan
da vardır. Çayır otuna bakıp bütün bitkileri küçük, ufak kabul etmiyorsak Şeyh
Said ve onun gibilerine bakıp bütün tarikat mensuplarını ithama kalkışmak
akılla ve ilimle bağdaşmaz.
Bu isyanın
müsebbibi olan Şeyh Said ile Said Nursi'yi karıştıranlar vardır. Bediüzzaman
Said Nursi Şarklı olmasına rağmen hiç bir isyana katılmamıştır ve bu isyan
hareketlerini de tasvip etmemiştir. Üzülerek söyleyelim ki Şeyh Said isyanı
isimli tarihi bir kitap yazan Behçet Cemal dahi Şeyh Said'le Said Nursi'yi
birbirine karıştırmış, bunların arasındaki büyük farkı görememiştir. (575)
Şeyh Said,
zengin ve Şark vilâyetlerinde nüfuzlu bir kimsedir. Asıl memleketi Palu
olmasına rağmen sonradan Erzurum'un ilçesi olan Hınıs'a göç etmiştir. (576)
Şeyh Said'in
siyasetle meşgul olmadığı İstanbul'a hiç gelmediği, fakat Halep, Şam ve Bağdat
gibi yerlerle temas kurduğu zikredilir. (577)
Şeyh Said'in
fiilen isyana karıştığı ve o sıralarda 60 yaşını geçmiş olduğunu 4 Mayıs 1975
tarihinde Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinden Yusuf Mashar yazmaktadır. (578)
Hemen şunu kaydedelim ki sıhhatli bir tarihin yazılabilmesi için, tarihi
yapanların ölmüş olmaları gerekir. Tarihi yapanlar sağ iken yazılan tarihler
mutlaka tarafgirlik havası içinde gelişir. Bunun için gerek Behçet Cemal'in ve
gerekse Cumhuriyet Gazetesi gibi neşriyatın değerlendirmelerine bağlı
kalmayarak ilmin ve aklın rotasında yürüyüp, hadiseleri gün ışığına çıkarmak
gerekmektedir. Böylece hem Şark vilâyetlerinde yaşayan Müslümap.
kardeşlerimizin gönüllerini kırmamış oluruz, hem de hakkı, haklıya teslim etme
imkânını buluruz. Çünkü biz Müs-lümanlar, Hak'a inandığımız için, her zaman
hakkı haklıya vermek mecburiyetindeyiz. Bu, sadece bir vazife değil aynı
zamanda bir ibadettir. Daha fazla teferruata girmeden bu bahsi bitirmeye
çalışalım:
Bazı
Müslümarjların hataları ile İslâmiyet! ve İslâmî bir müessese olan tarikatları
suçlamak akla ve ilme aykırı düşer. Hatalı kim ise, hatayı onun üzerinde
bırakmak gerektir. Bir başkasını onun hatasından mesul tutamayız.
·
575)
Aynı kitap S. 38
·
576)
Aynı kitap S. 20 Vd.
·
577)
Aynı kitap S. 37 Vd.
·
578)
4 Mayıs 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi
TARİKAT - ŞERİAT MÜCADELESİ ve BU
MÜCADELENİN KIZIŞTIRMASINDAKİ SİYASÎ ve SOSYAL MÜLÂHAZALAR
İslâm
dünyasında tarikatları kuruluşları ve sosyal fonksiyonları açısından ele
alırken, en önemli bir problem de, tarikat ve şeriat taraftarları arasındaki
amansız mücadeledir.
Adı geçen her
iki zümre de aynı inanca sahip bulunduklarına ve aynı dine mensup olduklarına
göre, birbirleriyle kıyasıya mücadele etmelerinin gerçek sebebini ilk bakışta
kavramak oldukça zor bir durumdur.
Fakat meseleye
tarafsız bir gözle bakıldığında bu mücadelenin altında gerçekten birtakım
siyasî ve sosyal amaçların gizli bulunduğu da gözden kaçmamaktadır.
Tarikat -
Şeriat taraftarları arasındaki mücadelenin başlangıcı ne zaman ve nasıl oldu?
Bu hususu iyi anlayabilmek için şeriat ilminin ne olduğunu bilmek
gerekmektedir, şöyleki:
Şeriat ilmi:
Zahir ilmi ve batın ilmi diye ikiye ayrılmaktadır, Şimdi batın ilmine mensup
olan tasavvufçular fakih (İslâm fıkhına dayanarak Kur'-an ve hadisten hükümler
çıkarmağa yetkili bulunan bilginlerjlere zahir ehli gözüyle bakıyorlar,
kendilerini Le batın ehli, hakikate vakıf kimseler ola->ak kabul ediyorlar
ve kendilerini onlardan daha makbul ve üstün tutuyorlardı. (579)
Daha İslâm
dünyasında tasavvuf faaliyetlerinin ilk yıllarında, mutasavvıflar tarafından
şeriat taraftarlarının hakir görülüşü ve küçümsenişi gibi bir hava seziliyordu.
Buna karşılık fakihler de mutasavvıflara karşı içten içe, hatta onlardan daha
da ileri giderek alenen mücadeleye başlamışlardı. Nitekim tasavvufla uğraşanları
kâfirlik, dinsizlikle itham etmişler, mutasavvıfların mezhepleri ve kişilikleri
aleyhinde ne söylemek ve yazmak gerekirse pervasızca söylemiş ve yazmışlardır.
(580)
Nitekim
mutasavvıflar, kalp gözüyle hasıl olan batınî ma'rifetten bahsediyorlar, fakihlerse
onları, Kur'an-ın esaslarını ve Allah'ın insanlardan gizli tuttuğu ilim
sahalarına ■—hak ve yetkilileri olmadığı halde^ el atmak ve Müslümanların
inançlarını sarsmak ve zihinlerini bulandırmakla suçluyorlardı. (581)
·
579)
Ömer Rıza Doğrul islâmın geliştirdiği tasavvuf S. 11-67 vd. A. Gölpınarh
100 soruda tasavvuf S. 160-163 vd.
·
580)
Doğrul Ömer Rıza İslâmın geliştirdiği Tasavvuf S. 79 vd.
. 581)
Fakihlere göre mutasavvıflar içten ve vicdândan ve bir fiilin hayır yahut şer olması
hakkındaki ilhamından bahsetmişlerdi. Halbuki, Kur’an zahire (dış görünüşe)
bakarak hayır yahut şer yapanı mükâfatlandırmakta, kötülük yapanı ise
cezalandırmaktaydı! (İsterse bu fiiller zerre miktân olsun)!... (Kur’an-ı Kerim
Zülzile sûresi ayet 7-8.) Şu halde mutasavvıflar Müslümanların inançlarını
böylece bozmuş oluyorlardı.
Bu durum
karşısında aynı din ve inanca sahip oldukları halde, tarikat ve şeriat
taraftarlarının anlaşmalarına imkân olamıyordu. Esasen iş bu kadarla da
bitmiyor, İslâm'ın bünyesinde baş gösteren bu tür fikir ve görüş ayrılıkları,
İslâm bütünlüğünün bozulmasını arzu eden dış düşmanların da azamî derecede
işlerine geliyor, devamlı surette iki tarafı birbirleri aleyhine
kışkırtıyorlardı. İdâri mekanizma ise, şeriatçıların elinde bulunduğundan
tarikat ve tasavvufçulara her türlü baskıyı yapma imkânlarına sahiptiler. Ele
geçen her fırsatı ihmal etmeden değerlendiriyorlardı. (582)
Nitekim bir
çok kişileri feci şekillerde idam etmişlerdi ki işte onlardan bir tanesi
Hallac-ı Mansur idi.
HALLAÇ-! MANSUR'UN İDAMI
Tarikat -
Şeriat taraftarları arasındaki mücadelenin en kanlı safhası «Hallac-ı Mansursun
öldürülmesidir. Gerçekten, İslâm dünyasını yüzyıllar boyunca bir inanç olmaktan
çıkararak, geri dönülmez bir kin ve nefret ortamına götüren bu olay, günümüzde
bile halen tartışılmaktadır.
İslâm
dünyasının ünlü mutasavvıf ve tarikatçılarından olan ve asıl adı «Hüseyn bin
Mansur el-Hallac» olup, (583) genellikle «Hallac-ı Mansur» diye tanınan bu
zatın doğum yeri ihtilâflıdır. Küçük yaştan itibaren tasavvuf! bir terbiye
altında yetişmiş olup, 16 yaşlarında iken ünlü mutasavvıf «Abdullah Tusterî»
ile tanışmış, daha sonra da bir çok tarikatların öncüsü bulunan «Cüneyd
Bağdâdî»ye intisap etmiştir. (584)
Bir çok
kereler.seyahatlar yapmış, gezdiği yerlerde fikirlerinden dolayı bazı
takibatlara uğramış, İsfahanlı İbn. Dâvûd'un çıkardığı bir fetva üzerine
yakalanarak ilk defa zindana atılmış ise de H. 298'de zindandan kurtularak bir
müddet izini kaybetmiş, H. 301'de tekrar yakalanmıştır. (585)
Hicretin 309.
senesinde tekrar mahkemeye verilen Hallaç, bu keme hakkında çıkarılan bir fetva
üzerine yeniden idama mahkûm olmuş ve elleri, ayakları, başı gövdesinden
(kesilmek süreliyle) ayrılarak feci şekilde öldürülmüştür!... (586)
·
582)
Nitekim hicretin III. yüzyılının li. yarısından .itibaren fukaha ile
mutasavvıf ve tarikatçılar arasındaki amansız mücadelenin kanlı safhaları
görünmeye başlamıştı. Bu yüzden Zünnû E!-Mısrî, EHNûri, Ebû Hamza, Hallâc
Mansûr vb. gibi ünlü mutasavvıflar ölüm cezasıyle cezalandırılmak üzere Bağdat
kadılarına şikâyet edilmişler, mahkemeye, verilmişlerdi. Fakat bu tutum halkın
tasavvuf ve tarikatlara karşı ilgisini azaltmak yerine daha da artırıyordu!...
·
583)
Mansur’un hayatı ve kerametleri hakkında fazla bilgi için Bk. Nefehat
Ter. s. 213-216.
·
584)
Kitab al-Tavâsin Paris 1931 S. 41-48 L. Massignon bas.dan.
·
585)
Aynı eser S. 101.
·
586)
A. Göipınarlı 100 soruda tasavvuf S. 100 -102.
İslâm
dinindeki büyük tolerans ve afvedicilik anlayışı karşısında, her-şeyden önce
bir Müslüman olan kişi'nin bu derece feci şekilde öldürülmesi olayı, bir
inançtan öte siyasî maksatlar açısından da değerlendirilmiştir. Bu konudaki
tartışmaların derinliklerine inmeyeceğiz, yalnız o'nun ölüm sebebi olarak
gösterilen meşhur sözünü görelim: O'nun idam fermanı «Ene el - Hakk» (Hakk
ben'im) sözü üzerine çıkarılmıştır. (587)
Şimdi bu
sözden neyi kastediyordu Hallaç? Tasavvuf ve tarikat çevrelerine göre o bu
sözüyle Allah'a itaat etmiş olduğunu anlatmış oluyordu. Yani kendisi ile zât'i
kibriya bir olmuştu. Esasen tasavvuf ve tarikatlardaki asıl amaç «Fena fillâh»
(Allah'da yok olmak) mertebesine ulaşmaktır. Böyle olunca kişi baktığı,
gördüğü, duyduğu ve yaptığı her şeyde Allah'la bir olacaktır. Bunu her tasavvuf
ve tarikat erbabı da aslında böyle biliyordu. O halde ne zararı vardı Hallaç'ın
bu sözünün? O, bilakis Allah'a daha çok yaklaşıyor, daha içten bağlanıyor, bunu
müridlerine de böyle anlatıyordu.
Hallaç'ın
müridleri kısa zamanda çoğalmış, onun ölüleri dirilttiğini, hastalan
kurtardığını, türlü türlü kerametler gösterdiğini iddia etmeğe başlamışlardı.
Onun meşhur kerametlerinden bir tanesi ise, Hallaç adını alı-şıyle ilgilidir.
Şöyle ki: Mansur bir gün Hallaçlık yapan bir dostunun dükkânında oturmakta
iken, onu bir işe gönderir. Hallaç dostuna; «senin işini göreyim, dikkat et,»
der ve parmağı ile işaret eder. Pamuklar çekirdeğinden ayrılır!.. Bundan dolayı
da adı Hallaç kalır. (588)
Hallacın
aleyhinde bir çok ağır ihtamlar da vardır ki, onun Halifelik makamı ile sıkı
münasebeti bulunduğundan siyasî basımları da oldukça çoğalmışlardı. Bu yüzden
de akla gelmedik iftiralar uydurmuşlardır. (589)
Diğer taraftan
Mevlâna başta olmak üzere birçok tarikat ehli ise, Hal-lac'ı Mansur'u büyük bir
minnet ve saygı ile anmaktadırlar. Hallacı tutan tarikat çevrelerine göre o,
ölüme bile hakikat uğrunda mertçe karşı koyusuyla bütün tarikatlar ve tasavvuf
dünyasına ilham kaynağı olmuştur. (590)
Mevlâna
Haliac-ı Mansur için «Ben Hakk'ım» sözü Mansurun dudağın- , da nur'du; «Ben
Allah'ım» sözü firavunun dudağında ise yalandı demiştir.
Yunus Emre ise
Hallac'ı kastederek bir seslenişinde şöyle der:
Sen seni elden
bırak dost yüzüne sensüz bak
Mansur'leyn
ene'l - Hakk dahi sebühbar gerek (591)
Tarikat -
şeriat mücadelesinin maksatlı kızıştırılmasına dair biraz da somut örnekler
görelim.
·
587)
Bu sözün aslı şöyle rivayet edilir: Hallaç, Cüneyd'in kapısını çaldı,
Cüneyd kimsin dedi, O'da «Hakk» dedi. Cüneyd, Hakk değilsin belki Hakk ilesin
dedi. Nefekatü'l-Üns S. 214-215.
·
588)
Nefehatü'l- Üns Ter. 213-215.
·
589)
Ö. R. Doğrul İslâmın geliştirdiği tasavvuf S. 80-103 vd.
·
590)
46 Mevlâna Mesnevi beyt 264. C. II.
·
591)
Ord. Prof. M. Fuat Köprülü T. Ed. İlk mutasavvıflar S. 268.
Tarikatçılar aleyhine va'z verenler:
Tarikat ve
şeriat mücadelesi, Müslümanlarca en kutsal sayılan mabetlere (camiler) de
girmiş, camilerde va'z veren hocalar en ağır bîr dille ta-îikat mensuplarım
—kâfirlik, dinsizlik, zındıklık vb.— gibi sözlerle suçlamaya başlamışlardı.
(592)
Nitekim
Ayasofya'da bir direk dibinde devamlı vaz ettiği için «Ustuva-nî Hoca» diye
şöhret bulmuş olan tarikat aleyhdârı bir hoca (593) ile, ocak ağalarının akıl
hocası ve Fatih Camii vaizi şeyh Veli Efendi, Çavuşzâde adiyle tanınan Vaiz
Hurşit Efendi, iç oğlanları hocası ve Süleymaniye Vaizi Osman Efendi ve daha
birçokları tarikatçıların kâfir olduklarını, âyin yapılan bilcümle tekâya
(tekkeler) ve zevâya(zâviler)nın yıkılıp temeli birkaç arşın kazılıp çıkan
toprak denize dökülmedikçe orada namaz dahi kılınmaz diyorlardı. (594)
Şeriatçılar
Muhyiddin-.i Arabi'yi de şiddetle tenkit etmişler, hatta Fi-rav'nın (Mısır
Kralı) imanla ölmüş olduğunu söylediği ve fiilleri ile sözleri arasında bir
tutarlılık bulunmadığı iddiasıyle dinsiz ya da sapık olduğunu söylüyorlardı.
(595)
Bir kısım
şeriatçılar ise, işi daha ileri götürerek tekkeleri yıkıp, büyük camilerde
sadece bir tane minâre bırakıp, peygamber zamanında olmayan ve dine sonradan
giren her şeyi kaldırmak istiyorlardı. (596)
·
592
A, Gölpınarlı. Mevlâna’dan sonra Mevlevilik S. 165-177 vd.
·
593
Bu zat hakkında Atayî (Şakayık zeylinde C. II. S. 602-603) şu bilgiyi
verir. Asıl adı Kadızâde olan ve Ayasofya Camiinde bir direk dibinde vaaz
verdiği ve etrafına büyük bir kitleyi toplayan Kadızâde, BalIkesirli Doğanizâde
Mustafa adlı bir Kadının oğludur. Birgivi Mehmet Efendi’den okumuştur. Bu
bakımdan Kadızâde’nin fikirleri hocasının fikirleri olsa gerekir. Birgivi ise,
bir çok bilginler tarafından şerh edilen Tarikatı Muhammediye adlı
Müslümanlığın ilk saf (berrak) haline gelmesini istiyordu. Mev-lût okutmak,
ölüye kırk töreni yapmak, lokma dökmek vb. gibi şeylere şiddetle karşı idi.
Kısaca bu adam Osmanlı ülkesinde bir hamle yapmak düşüncesinde idi. Kadızâde
hakkındaki geniş bilgi için Bk. S. 193 vd.
·
594)
Bu görüşte olanlar da aslında Kadızâde’nin fikriyle hareket ediyorlar,
ondan f;kir ve ilham alıyorlardı ki, O’da hocası Birgivi’nin
fikirlerini yaşatmak istiyordu. Birgivi hakkında malûmat için Bk. S. 229’da dip
not No: 49.
·
595)
İslâm dünyasının yetiştirmiş bulunduğu en büyük tasavvıflardan birisi
olan Muhyiddin-i Arabi; kendisinden en çok bahsedilen ve fikirleri türlü
şekillerde yorumlanmış olan bir kişidir. O'nun leyhinde ve aleyhindeki
tartışmalar günümüzde dahi devam etmektedir. Kadızâde de o’nun kişisel
muarızlarından olsa gerektir. (Ord. Prof. M. F. Köprülü T. Ed. ilk mutasavvıflar
S. 167 dip not).
·
596)
Nitekim Naimâ'nın rivayet ettiğine göre müfrit şeriatçılardan Türk Ahmed
adlı birine bir adam şaka olarak «Peygamber zamanında don da yoktu o'nu da
giymeyelim mi?» der. Türk Ahmed: Evet «halk peştamal kuşansın, sırtına da bir
başka peştamal örtsün» der. «Adam, peki peygamber zamanında kaşık da yoktu,
o'nu ne yapalım? deyince, Türk Ahmed: «el ne güne duruyor, elle yesinler» der.
O da peki sultanım kaşıkçı esnafı ne ile geçinsin deyince, Misvak ve teşbih
yapsınlar» cevabını
Tarikat -
Şeriat mücadelesini daha da ileri götüren şeriatçılar, öyle görüşler ileri
sürüyorlardı ki, bunların —şeriat yasalarının hâkim olduğu— Osmanlı ülkesinde
tatbikine maddeten imkân dahi yoktu. Nitekim «Fakih-(şeriatçılar) terin tesiri
siyasî mülâhazalarla devletin icraatına da tesir etti» diye Naimâ bu hususta
şöyle der:
1637'de konağı
üsküdâr'da olan ve padişaha uydurma rü'yalar anlatan, bilhassa Yeniçerilerin
aleyhinde bulunup «keçe ve üsküf adını rüzgârdan kaldırmamız mühim olmuştur,
Âlem-i gayb'den bu husus için tenbih ve işaret vardır» diye padişahı sıkıştıran
Kayserili Emir Şah öldürülmüştü. (597)
Naimâ devamla,
1638'de Bağdat seferine gidilirken llgın'da Eskişehir Kadısı orduya gelip,
Sakarya şeyhi diye tanınan ve Mehdiliği söylenen Şeyh Ahmed'i şikâyet etmişti.
Şeyh Ahmed'se 70- 80 kadar dervişini Eskişehir'e göndermiş, halkı devlet
aleyhine ayaklandırmaya davet etmişti. Padişah bu şeyhi tenkil için Anadolu
Beylerbeyi Vardar Ali Paşayı yolladı. Fakat 7-8 bin dervişiyle karşı duran
Sakarya Şeyhi orduyu mağlûp etti! Nihayet şeyhin dostlarından Osman Ağa
gönderildi ve şeyh aldatılıp yakalandı. Konya'ya getirildi. Padişah, sen
İsa'yım demişsin doğru mu? deyince, Ümmeti Muhammeddenim ve İsa'yı
bekleyenlerdenim demişse de dinlenmedi, şeyhlerine kurşun işlemez diye inanan
müritlerinin gözleri önünde derisi yüzülerek feci şekilde öldürüldü. Hatta
derisi yüzülürken cellât Kara Ali'ye, acele etme cellât ağa demiştir!.. (598)
TARİKATÇILAR ALEYHİNE ÇIKARILAN
FETVALAR
Şeriat -
tarikat taraftarları arasındaki mücâdele daha dâ ileri giderek inanç mahsulü
olmaktan çıkmış, birtakım şahsî kin ve ihtiras halini almıştı. Mücâdelenin daha
sonraki safhalarında ise şeriatçıların ağır basmaları neticesinde,
tarikatçıların topyekûn imha edilmeleri hususunda fetvalar dahi çıkarılmıştı.
Bu mücâdelenin
en ateşli taraftarlarından biri ve aynı zamanda tasavvuf ve tarikatçıların en
koyu düşmanlarından olan Şeyhülislâm Takuyiddin İbn Teymiyye (ölm. 725)'dir.
Şeyhülislâmlık makamının yetkilerine de dayanarak tasavvuf ve tarikatçılara karşı
var kuvvetiyle; saldırmış, bu amaçla birçok fetvalar çıkarmış, kitaplar
yazmıştır.
verir.
Gerçekten Önasya'nın yerli Müslüman arapları arasında halen kaşık
kullanılmadığı, sulu yemeklerin içilerek, susuz yemeklerin de elle yenildiği, hatta
İstanbul'da oturan arap mahallelerinde bu adetin aynen yaşadığı özel olarak
yaptığım incelemelerimde tespit ettiğim hususlardandır. (Naimâ’nın rivayeti:
Naimâ tarihi C. V. S. 54-59 ve C. VI. S. 222-241 Matbaai Âmire basımı)
·
597)
Naimâ tarihi C. ili. S. 333 vd.
·
598)
Naimâ tarihi Aynı eser C. III. S. 336-338 vd.
Nitekim 716
tarihinde bilumum türbelerin ziyaretini yasak eden, avam(halk)ın evliya yüzü
suyu hürmetine duâlarda bulunmasını, evliyalara adak adayıp onlardan mânevî
yardım beklemeyi yasaklayan fetvasını yayınlamıştır. Bu fetvadan sonradır ki,
tarikatçılar ile şeriat taraftarları arasındaki mücâdele büsbütün şiddetlenmiş,
hatta şeyhülislâmın bu tutumu fukaha arasında da birtakım ihtilâflara yol
açmıştır. (599)
ibn Teymiye bu
tutumuyle çok aşırı gidiyordu. Gerçi o, imam Gazza-li'nin fikirlerini ve
İsiâmda ihya hareketlerini devam ve tamamlamak iddiasında idi. (600) Ama
evliyaya saygı ve onlar (evliyalar) adına Allah'tan dilekte bulunmak, birçok
fukahaca da dinen mahzuru olmayan ve hatta lüzumlu bir meseleydi. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'in birçok yerlerinde Allah, veli kullarını methetmişti. (601)
Kur'an'daki bu işaretler tasavvuf ve tarikatçıların tezlerini kuvvetlendirdiği
gibi, fukahadan bazılarının dikkatinden de kaçmıyordu. Halbuki, ibn Teymiye
tarafından ileri sürülen fikirler ise Kur'-an-ı Kerim’deki açık hükümleri inkâr
anlamına geliyordu.
Not: Şeriat
hükümlerine göre idare edilen OsmanlI devletinde hükümdarın alacağı kararlar
şeyhülislâmlık makamının da fetvasıyle yürürlüğe girerdi. (Prof. Muhammed
Hamidullah, isiâmda Devlet idaresi, S. 20 ve İsi. Ansk. C. XI, S. 485-489, J.
H. Kramers - Şeyhü'l - İslâm maddesi). İşte konumuzla ilgili olmamakla beraber,
Yavuz Sultan Selim'in Anadolu'da Şi'î faaliyetine kesin olarak son vermek
düşüncesi üzerine 24 Nisan 1512'-de tahta çıkar çıkmaz Şi'îler hakkındaki kesin
imha kararı, devrin Sünnî ulemalarının en meşhurlarından olan «Müfti Hamza»
(eş-sehîr bi Saru Gö-rezj'nın verdiği —açık ifadelerle Şi'îlerin katledilmesini
câiz gören— fetva ile meşrûiyyet kazanmıştı. Bir fikir olsun diye fetvadan
birkaç cümle —kı-
·
599)
İsmi etrafında en çok münakaşalar yapılan kişilerden birisi olan İbn.
Tey-miye’nin asıl adı: Ebû’I-Abbas Ahmed bin Abdu’l - Halim’dir. M. XIII.
yüzyılda yetişmiş 11263- 1328) ünlü bir Arap kelâmcısı ve fakihi olan İbn.
Teymiye devrinin icaplarına göre .ilimde otorite sayılacak dereceye geldiği
zaman henüz 20 yaşma basmamıştı. İmam Gazzali’nin vefatından 150 sene sonra
dünyaya gelmiş olup, O’nun fikirlerini devam ettirmek’ istemiş, bir çok kereler
takibata uğramış, hapsedilmiş, Şeyhülislâmlık makamına kadar yükselmişse de
hayatı zindanda sona ermiştir. Şam kalesindeki hücresinde öldüğü zaman
cenazesine 200. bin erkek, 150. bin kadın iştirak ettiği tahmin olunmaktadır.
Hanbeli mezhebine mensup olan İbn. Teymiye, ehli sünnet ulemasınca Rafızîlikle
itham olunmuştur. (İsi. Ansk. C. V/ll S. 825-829)
·
600)
Her ne kadar O, İmam Gazzali’nin fikir ve inançlarının devamcısı olduğunu
iddia ederdiyse de, İmam Gazzali’ye karşı tam bir muhabbet ve saygı ile— bağlı
bulunan İslâm âlimleri İbn Teymiye’nin dindarlığı ve samimiyeti hususunda aynı
fikirde değillerdi. Hatta O’nu rafizî kabul edenler arasında; İbn Battûta, İbn.
Haccar el-Haytamî, Ebû Hayyan el Zahirî gibi şahsiyetler de bulunmaktadır.
[İsi. Ansk. C. V/il. S, 827 ibn Teymiye maddesi).
·
601)
K. Kerim Yûnus sûresi âyet 62. Bilmiş olunuz ki, Allah teâlânın dost, ve
yakınları (evliyaları)na, gelecek tehlikelerden korku, geçmişi özleyişten de
korku ve keder yoktur. H. Basri Çantay, Kur’an-r Hâkim ve meali kerim C. I. S.
317).
saltarak—
alıyorum: Kemâlpaşazâde'nin bahsettiği bu fetva'nın hülâsası şöyledir: Ulmây-ı
millet ve fudalây-ı ümmet küfr-ü ilhâd ve katl'ü ifnasına hükm idüp heme-i
â'dây-ı dîn-ü devletten bunun iftâ-i şirer-jî şerareti akdem idüğüne biesrihim
fetâvây-ı sahiha virdilerdi». Müfti Hamza ise: «Bilcümle bu taife hem kâfirler
ve mülhidlerdür ve hem de ehl-i fesaddur, iki cihetden katil (leri) vâcipdür.»
der. (Bu konuda mufassal bilgi ve fetvanın tamamı için Bk. Prof. M. C.
Şebabettin Tekindağ, Tarih Mec. C. XVII, Sayı 22, S. 49-78, «yeni kaynaklar ve
vesikaların ışığı altında Yavuz Sultan Selim'in İran seferi» başlıklı makale)
111. EKONOMİK FONKSİYONLAR
TARİKATLARIN AHİLİK ve FÜTÜVVET
TEŞKİLÂTI OLARAK ESNAF KURULUŞLARI ÜZERİNDEKİ EKONOMİK FONKSİYONLARI
Tarikatların,
toplumdaki fonksiyonları yönünden en önemli bir başka yanı da —kökünü türlü
inanç sistemlerinden alarak geleneksel birtakım kurallar halinde, türlü
ekonomik kurumlar üzerinde önemli şekilde etkide bulunan— İktisadî ve ekonomik
baskılarıdır.
Tarikatlar bu
yöndeki fonksiyonlarını ahilik ve fütüvvet teşkilâtları halinde
göstermişlerdir.
Şimdi bu iki
ayrı kuruluşu biraz açıklamamız gerekmektedir.
AHİLİK : Bazı
bilginlere göre bu söz, Türkçedeki cömert, eli açık, yardımsever anlamlarına
gelen «akı»dan bozularak ahilik şeklini almıştır. Nitekim Türkçe'nin orjinal
kaynaklarından biri olarak kabul edilen Kaşgarlı Mahmud'un «Divan-ı Lügât-ı
Türk» adlı eserinde «K» harfinin «H» gibi te-leffuz edildiği görülmektedir ki,
yukarıdaki görüşü doğrulamaktadır. (602)
Ahi deyiminden
türemiş bulunan «ihvan» (kardeş olma) duygusu tarikat çevrelerinde o derece
kuvvetlenmiştir ki, hatırı sayılır bir tarikat mensubu tarafından «ihvanım»
veya «sen bizim ihvandansın» şeklinde ilgi görmek en büyük şeref ve meziyet
sayılırdı. (603)
·
602)
Hatta bugün dahi Anadolu’da okumak yerine ohumak, bakmak yerine bah-mak
tarzında söylendiği meydandadır. Diğer taraftan «Ahi» kelimesinin arapçada
kardeş anlamına gelen «Akı»dan geldiği rivayetleri de vardır. Nitekim H. 457’de
ölen şeyh Fereci Zincânî ile 736 h.de ölen Aiâ-al-Devle Halifesi Aliyyi
Mısrî’nın da »Ahi» lakabiyle anıldıklarına ve kelimenin oldukça eski
fütüvvetnâmelerde geçtiğine ve fütüvvet ehlinin de birbirlerini kardeş
saydıklarına (ileride görülecek), hatta Melâmilerde falan şeyh’in müridi yerine
«filân’ın ihvanından» sözünün kullanıldığına bakılırsa, kelimenin arapçadan
geldiği hakkındaki kanaat daha akla uygun düşmektedir. Tarikat mensupları
arasında, aynı tarikata bağlı ve mensup olmanın gerektirdiği bir kavram olarak
kullanılan ihvan sözü aynı anlamdadır.
·
603)
A. Gölpınarlı. İslâm ve Türk illerinde fütüvvet teşkilâtı İk.F.M. C. XI
S. 43, 57, 78 vd.
Bu konuda
bilgi veren çeşitli kaynaklar (fütüvvetnâmeler) a göre, tarikatta ihvan olmanın
ilk şartı, gerektiğinde diğer ihvanı için her türlü fedakârlığı gösterebilmek,
hatta canını dahi verebilmektir. (604)
Tarikat
çevrelerinde bu derece önem kazanan ahi deyimi, zamanla daha da kıymet
kazanarak bir nevi umumi lakap haline gelmiş olup, kişinin asıl adından önce
söylenmek âdet haline gelmiştir. (605)
Ahi deyimi,
ekonomik fonksiyon yönünden tarikatların teşkilâtlanmasında da önemli rol
oynamıştır. Nitekim bir tarikatın yeni bir şubesi açılmak istendiğinde
kendisine bu iş için şeyhi tarafından yetki verilmiş bulunan derviş, ilk önce o
yerdeki ihvanla temasa geçip ön hazırlıklar hakkında onlarla istişareler
yapıyordu ki, bu durum günümüzdeki siyasî örgütlerin davranışlarıyla de
bağdaştınlabilir.
Öte yandan
«Ahi» deyiminin ilk defa Abbasiler zamanında kullanılırken, oradan İran'a geçtiği
ve Moğol istilâsîyle de Anadolu’ya yayıldığı kanısında bulunanlar da vardır.
(606)
Moğol
istilâsı, Anadolu'daki siyasî ve sosyal düzeni alt-üst ettiği gibi; Anadolu
halkının bu korkunç istilâ karşısında birbirlerine dayanmak ihtiyacını
duymalarıyle, ahilik ve fütüvvet kavramlarının Anadolu’da yayılıp yerleşmesine
hizmet de etmiştir. (607)
Anadolu'daki
Ahilik teşkilâtı hakkında geniş bilgi veren kaynaklardan birisi de ünlü Türk
gezgini İbn Battuta'dır. Bu ünlü gezgin Ahilikten söz ederken, Antalya'dan
başTayarak Burdur, Gölhîsar, Lâdik, Milâs, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri,
Sivas, Erzincan, Erzurum, Sinop, Kastamonu vb.
·
604)
I. Ü. Küt. Farsça yazmalar bölümündeki bir eserde (No: 275) b. 67 69 fütüv-vetnâmedeki
bir rivayete göre, Rum ülkesinde ahi olan bir gencin şeytana uyup hırsızlık
eden ahi arkadaşının yerine kendi elini kestirdiği naklolunur. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de (Maide sûresi âyet 41) hırsızlık edenin elinin kesilmesi
emrolunmaktadır.
·
605)
H. VIII. yüzyılda yaşamış, devrinin ünlü şeyhlerinden sayılan şeyh
Safiyyü’d-Din Erdebilî’nin dervişleri arasında ahi deyimi başa alınmak
suretiyle, Ahi Mirmir, Ahi Emir, Ahi Şihab-ı Tebriz! şeklinde kullanıldığı
rivayet olunur. A. Gölpınarlı Ik. F. M. C. XI. S. 78-79 vd.
·
606)
A. Gölpınarlı. İk. M. O. XI. S. 79, 81 vd.
·
607)
Nitekim bu tarihlerden sonra ahi ünvanı tarikat şeyhleri arasında
kullanılmağa başlanıldığı gibi, devrin şairlerinin şiirlerine de konu olmaya
başlamıştır: Nitekim Sultan Veled Dinanda Ahi Ahmed Zekiyeddin adlı birisine
bir medhiye yazmış bulunmaktadır. Kayseri büyüklerini medheden bir başka şiirde
de, Ahi Emir Hac adlı birisinden bahsolunmaktadır ki, bu kişiler devr’in ünlü
simalarıdır. (A. Gölpınarlı, İk. F. M. C .XI, S. 79)
Yunus Emre’nin
de Ahî redifli, biri oniki, diğeri altı beytlik iki şiirinin bulunuşu,
yukarıdaki kanaati kuvvetlendirmektedir.
Sûfilere
sohbet gerek ahılara ahret gerek ,
Mecnûnlara
Leylâ gerek bana seni gerek (Yunus Divanı, S. 117. A. Gölpınarlı, İstanbul, 1943)
Anadolu
şehirlerini gezmiş ve buralarda misafir olmuş bulunduğunu anlatırken, edindiği
intibaları şöyle dile getirir:
Ahiler, bilâdı
Rumda sâkin Türkmen akvamı'nın her vilâyet, belde ve karyesinde mevcuddur.
Beldelerine bir kimse gelirse onu mihman (misafir) ederler. Müsafir gelmezse
ekl'i taam (yemek yemek) için toplanırlar, teğanni ve raksederler ve sabahleyin
icray'ı sanata giderek ba'delasr (ikindiden sonra) kazandıklarını Ahi baba
(reis) ya teslim ederler. Bunların gençlerine «fityan», reislerine de «Ahi»
derler... (608)
İbn Battuta
Lâdik Sultanı İnanç Bey'in bir Bayram alayını tasvir ederken de şu bilgiyi
veriyor: Namazgâha azim ol (hareket ettik)duk. Her nevi sanat erbabının tabi
âlem neferi olup, erbabı sanat sığır ve koyunları ve ekmek yükleri ile
çıkarlar. Mekâbir (mezarlıklar)de behaim zebhederek (hay» vanlar keserek)
etleriyle ekmekleri fukaraya tasadduk ederler. Bunlar ibti-dâ makbere gidip,
ba’dehû (sonra) namazgâh (namaz kılınan yer)a gelirler. (609)
FÜTÜVVET TEŞKİLÂTI
Fütüvvetin kelime anlamı :
Kelime olarak
«fetâ» (yiğit), Allah'a itaat eden, kötülükten çekinen anlamlarına gelmekle
beraber fütüvvet, tarikatta daha çok, mürüvvet ve Ahi değimleriyle birlikte
kullanılmakta ve bu anlam kastedilmektedir. (610)
Nitekim,
adamlık ve erlik anlamına gelen «Mürüvvet» kelimesiyle, gençlik, yiğitlik ve
cömertlik anlamlarını ifade eden «fütüvvet» kelimesi, kök itibariyle tasavvufa
dayanan, fakat İktisadî kuruluşları da kavraması, böylece ekonomik bir hüviyet
de kazanmış olduğundan fütüvvet ehli tarafından daha geniş anlamlarda
kullanılmış, böylece de genel bir terim haline gelmiştir. (611)
Elde mevcut
olan en muteber fütüvvetnâmelerden Harputlu Nakkaş II-yasoğlu Ahmed fütüvveti
şöyle tanımlar: Kardeşler bilinki fütüvvet yerli bir köktür. Gelişen dal budak
ise lezzetli meyvedir, ince nükteler ve gizli mânâlar başlangıcı Tanrı'dandır,
(*) sonu da Tann'ya varır. O, Tanrı sıfatlarından bir sıfattır. Tanrı fütüvvet
libasını giydirmek için tarikat mensupla-
·
608)
ibn. Battuta seyahatnâmesi, M. Eğt. Bas. S. 16-19)
·
609)
İbn. Battuta seyahatnamesinden gerekli açıklamalar yapılarak ve kısmen de
kısaltılarak aldığımız bu ifadelerde İbn. Battuta, Ahilerin büyük bir kısmının
Bıçakçı esnafından olduğuna da işaret eder. Fakat bu ifade Ahilerin başka
sanatla uğraşmamaları anlamına alınamaz. Nitekim Şakayık tercümesindeki bir
kayda göre «Debbağ» tabakçılar kendilerine Ahi Ören'.i pir seçmişlerdi. (C. I,
S. 23)
·
610)
A. Gölpınarh, İk. F. M. C. XI, S. 74 vd.
·
611)
A. Gölpınarh, Aynı eser, S. 6-7
(4)
Tanrı yerine Allah demek daha yerinde olur.
rina
gerçeklere ait mânâları ince nükteleriyle işaret etmiştir. Fütüvvet hükümleri
şeriatten seçilmiştir, yolu ise hakikate aittir. Akıl sahipleri o'na döner,
edepliler o'na yapışır, âlemi nizama sokma yolunda fetâiara anlayışla bakmak gerektirl...
(612)
Arapçada
fütüvvet ehline fetâ, fityan, şeyhlerine ise: Ebu'l-fityan, sey-yid'l-Fütüvve
dendiği gibi, Farsçada da fütüvvet ehline: «Fütüvvetdâr, Cü-van-merd, fetâ»
gibi ifadeler kullanılmıştır. (613)
Fütüvvetnâmelerdeki
ortaklaşa görüşler, bir fütüvvet ehlinde şu vasıfların bulunması gerektiğini
kabul ederler:
·
a)
Fütüvvetin üç esası vardır:
·
1
— Allah'ın emirlerini tutmak
·
2
— Peygamberin sünnetlerine uymak
·
3
— Tanrı ehliyle sohbet etmek.
·
b)
Fütüvvetin hakikati, Allah muhabbetinden başka her şeyi terk etmektir.
·
c)
Fütüvvet kimin koruyucusu olursa o kişi her işte maksatına ulaşır.
·
d)
Fütüvvet kendiliğinden insaf geliştirir, insafı, olmayan dâima
feryad eder.
·
e)
Fütüvvet, mânâ pazarında iyi hazlardan düzülmüş bir kervandır.
·
f)
Fütüvvet, bedenle can'ın denk oluşudur.
·
g)
Fütüvvet, can gözü açık olan kişi görür ki, o herşeyde yürüyüp
gitmiştir.
·
h)
Fütüvvet, bir bahçe, şeriat o bahçedeki tohum, tarikatsa o bahçedeki
ağaca benzer.
·
i)
Her ikisi de taşdır ama, inci ile kara boncuğun arasında fark vardır.
işte o inci fütüvvettirl
·
j)
Fütüvvet sahibi o kimsedir ki, malı mı var canı mı?, hepsini ortaya
koyar. (614)
Fütüvvet
deyimi, mazisi itibariyle oldukça eskidir. Nitekim ilk olarak fütüvvet, H.
475'lerde (1082-1083) Ziyar oğullarından (615) Emir Unsur al-Maâlî Keykavus
tarafından oğlu Gıyan Şah'a yazılan ve Sâsâniler devrinin siyasî, sosyal, örf
ve âdetlerinden de geniş şekilde bahsettiğinden, aynı zamanda önemli bir belge
durumunda bulunan «Kaabus-nâme»nin krrk-dördüncü babı olan «Cüvanmertliksde
kullanılmıştır. (616)
·
612)
A. Gölpınarh, Aynı eser, S. 74-75
·
613)
A. Gölpınarh, İslâm ve Türk illerinde füt. teş, İk. F. M. C. XI, S. 6-21
·
614)
Tuhfat-a! vasaya (Harputlu Nakşi İlyasoğlu), S. 108
·
615)
Ziyaroğulları hakkında geniş bilgi için Bk. Lane-Poele Halil Edhem
Düvel’i İslâmiye Devlet Mat. İst. 1927 (1345) S. 183- 184 vd.
·
616)
A. Gölpınarh, İk. F. M. Ç. XI, S. 74 Vd. (Kaabusnâme ter. S. 289-290’dan
.iktibas edilmiştir.)
Bu eserde;
bütün insanların akıl, doğruluk, mertlik ve erlik sıfatlarına sahip
olduklarını, fakat herkesin bu güzel sıfatlardan eşit derecede nasîbi
olmadığını, halkın bir kısmının sadece bedene, bir kısmının yalnız can'a, bir
kısmının ise hem bedene ve hem can'a, bir başka kısmının ise hem bedene, hem
can'a, hem de duygulara sahip olduğunu ve aynı zamanda mânâlara da mazhar
olduğunu ifade ederek devamla; bedene sahip olanlar: Ayyarlar, sipahiler,
pazarcılar, vb.leridir ki, halk bunlara «Cüvanmerd» adını verir, der.
Tene ve can'a
sahip olanlara gelince bunlar zahiri bilgi sahipleriyle tasavvuf ehlidir.
Tene, can'a ve
duygulara sahip olan üçüncü zümre ise, Hakîmler, peygamberler ve temiz
kişilerdir. (617)
Cüvanmertliğin
üç esası vardır:
·
a)
Dediğini yapmak
·
b)
Sözünde durmak
·
c)
Sabırlı olmak. (618)
Fütüvvet teşkilâtının Anadolu'ya
yerleşmesi :
Fütüvvetin
Anadolu'ya yayılıp yerleşmesi Abbasilerin son devirlerine rastlamaktadır. Nitekim
Moğol istilâsîyle bir çok fütüvvet erinin de Anadolu'ya akın etmesinden
fütüvvet erbabı bu bölgeye yayılma ve tutunma imkânını bulmuş, özellikle Ankara
ve Konya dolaylarını kendilerine merkez olarak seçmişlerdir.
Fütüvvet
deyimi Selçuklular zamanında çok önem kazanmıştır. Hatta bu dönemlerde fütüvvet
ehlinin önderi olmak büyük bir şeref sayılıyordu. (619)
OsmanlIlar devrinde fütüvvet:
Selçuklulardan
sonra Anadolu'da Türk birliğini yeniden kurmağa muvaffak olan OsmanlIlar,
kurdukları devletin bakası için manevî unsurlara çok önem veriyorlardı. Nitekim
bir şeriat idaresi olan Osmanlı Devletinde, şeriat imamları kadar tarikat
ulularının da rolü Bulunuyordu!... (620)
·
617)
A. Gölpınarh, Aynı eser S. 74 - 75 (Fütüvvetnâme’i Zerkûb S. 219'dan
iktibasen alınmıştır.)
·
618)
A. Gölpınarlı, Aynı eser, S. 75 vd.
·
619)
Selçuk Hükümdârı İzzeddln Keykavus, Melik Eşrefin bir turnayı Halife
adına vurup halifeye gönderdiğini, halifeden de karşılığında hediyeler
geldiğini duyunca, Mecal - Din İshak adında bir şeyh vasıtasıyle Bağdat'taki
halife tarafından padişaha fütüvvet icazeti, fütüvvet şalvarı ve birçok
hediyeler gönderilmişti!.. (İbn. Bibi M. Th. Houtsma baskısı Liden E. J. Brill
1920, S. 139-141)
·
620)
Prof. Cahit TanyoJ, Kuruluş ve Fetih Destanı, S. 6-9, Osmanlı devletinin
temelinde şeriat imamları kadar' tarikat uluları da vardır.
Nitekim Osman
Gazi'nin kayınpederi Şeyh Edebâli'nin kardeşi Şem-şeddin ile yeğeni Hasan'ın
Ahi oluşu, yine Gazi Orhan'ın da Bursa'nın fethinde Ahi Hasan'a gösterdiği
derin saygı, (621) OsmanlIlardaki manevî politikanın basit örneklerinden
bazılarıdır.
Çanakkale
yakınlarındaki Ezine'de Ahi Yunuslar tekkesinde yatan ve bu tekkeye adını veren
Ahi Yunus da Şehzade Süleyman PaşaTıın savaş arkadaşıydı. (622)
Ahi'lik ve
fütüvvet teşkilâtları hissedilir derecede bir güç kazandıktan sonralarıdır ki,
zaman zaman devletin bütünlüğü bakımından bu unsurların tehlikeli olacağı da
düşünülmüştür. Nitekim bu inançla;
Ankara'yı
Ahilerden temizlemek için amansız bir mücadeleye girişen Sultan Murad. I. (Hüdâvendigâr)ın
Ahilere büyük tavizler verdiği bilinmektedir. (623)
Önceleri
Ahiler ve fütüvvetçilere karşı sert bir politika düşünen Sultan Murad î/ln,
birdenbire büyük bir dönüş yaparak geniş tavizler verme yoluna gitmesi,
herhalde tarikatların siyasî ve sosyal birer güç oluşlarını biraz geç fark
etmiş olmasından ileri gelmektedir. Nitekim Osmanlı tarihinde benzeri
politikaların bulunuşu da bu şekilde yorumlanabilir ve aslında da böyledir.
Esasen Ahi ve fütüvvet teşkilâtının devlet erkânı üzerindeki baskıları açıkça
görülmektedir de. Bunlardan bir iki örnek daha görelim:
Önce Sultan
Osman Gazi ile başlayıp, oğlu Orhan Gazi ve Şehzâde Süleyman ile devam eden ve
Sultan Murad I. devrinde de aynı şekilde fonksiyonlarını kabul ettiren fütüvvet
erbabı, Sultan Murad II. zamanında da; Kadem Ahi, Ahi Yakub vb. gibi şahıslar
ileri birer mevki sahibiydiler. Hatta dükkânlarını kapamak ve silâha sarılmak
suretiyle bir grev yapmışlar ve 20 gün süren grev sonunda fütüvvetçiler
isteklerini kabul ettirmişlerdi!... (624)
İbn. Battuta,
bir memlekette Sultan bulunmazsa duruma şehr'in Ahisinin hakim olup padişah
gibi hüküm sürdüğü ve gelip gidenlere ihsanlarda bulunduğunu kaydetmektedir. Bu
da gösteriyor ki, Şehr'in Ahisi denen
·
621)
Âşıkpaşazâde’nin rivayetine göre Şeyh Ahî Hasan'ın camii Bursa’da Saray
yakınında idi. Orhan Gazi, Ahî Hasan adına cami yakınlarına bir mescid ve bir
de zaviye yaptırmıştır. Âşıkpaşazâde Mat. Âmire, S. 124
·
622)
Âsâr'ı atika Şehbâl Mec. 1328, S. 58 (Mehmet Ziya imzası var)
·
623)
Sultan Murat I. «Sahib-al - Futuvvat'ı vel Muruvva Ahi Musa»ya kaydiyle
kendisinden sonra erkek ve kız evlâtlarına kalmak, nesiller boyunca
dokunulmamak şartiyle Malkara'da bir miktar arazi vakfettiği ve «Hısımım Şeydi
Sultanın kızcağızın alıvirdüm ve Ahılarımdan kuşanduğum kuşağı Ahi Musa'ya
kendü elümle kuşadup Malkara’ya Ahi dikdüm» sözleri ile de Ahi ve fütüvvet
erbabının devlet erkânı üzerindeki etkisini açıklayan bir belgedir. (Maarif V.
Tarih vesikaları, C. I, S. 241 vd.)
·
624)
Maarif vekâleti Tarih vesikaları, C. I, Sayı 17, S. 101 vd. kişi
bir şeyh olduğuna göre, gerektiğinde Sultan'ın (Padişah) sahip bulunduğu
yetkililere sahip olabiliyor!... (625)
Diğer taraftan
Anadolu'nun bir çok yerlerinde köylerin ve bazı bölgelerin adı da Ahılardan
kalıntı olarak görülmektedir. Nitekim Ahılar, Ahı-yuvası, Ahımeydanı, Ahıçelebi
köyü, Ahımerdan köyü vb. gibi köyler özellikle Ankara ve Konya civarlarında sık
sık rastlanan köy ve mahalle isim-lerindendir.
Kısaca
diyebiliriz ki, fütüvvet VIII. yüzyıldan itibaren Horasan, İran, Irak ve Şam
bölgelerinde doğmuş, VIII. yüzyılın İL yarısından itibaren de Moğollarla
Anadolu, Suriye ve Mısır'a yayılmış, XIII. yüzyıllarda Konya ve Ankara
dolaylarına yerleşmiş, OsmanlIlarla da Rumeliye sıçramış bu arada Rifailik
tarikatı ile kaynaşarak bu yönden geniş etkilerde bulunmuş, XVIII. yüzyıllardan
sonra da yeni doğan endüstri ve ekonomi çağındaki İktisadî etkilerle ekonomik
fonksiyonlarını esnaf teşkilâtlarına bırakmıştır. (626)
Nihayet yavaş,
yavaş gerileyip sönmeye başlayan fütüvvet teşkilâtı, 1908 inkılâbı ve o'nu
takip eden Cumhuriyet devri yenilik hareketleriyle de iyice zayıflamış ve
birtakım mistik inançlardan ibaret kalan bu muazzam devir kapanmış olup, bugün
sadece dükkânların duvarlarında veya kapılarının üzerinde asılı duran
levhalardaki bir kaç sözden ya da yaşlı ustaların hafıza dağarcıklarında
yaşayan hatıralardan ibaret kalmıştır.
Fütüvvet
teşkilâtının ekonomik bünyesindeki birlik ve beraberlik ile sosyal ilişkilerin
düzenlediği yerler «Lonca»lardır.
Loncalar :
Lonca, fütüvvet
teşkilâtının esnafının toplanma yeri demek olan ve İtalyanca «Hücre», oda
anlamına gelen «Loggia» kelimesinden alınmıştır. (627) Bunun tam türkçe
karşılığı, esnaf odası olarak ifade edilebilir. İşte «Tarik'ı Hırfat» denen
esnaf teşkilâtının, (628) mensupları, tarik'ı fütüvvet, tarik'ı hırfet gibi
adlar altında mertlik, yiğitlik yolu, yahut zanaat yt»lu, esnaflık vb. ahlâk ve
disiplin kurallariyle ilgili konuların tartışılması için gerekli toplantılarını
tekke veya zâviyeierde yaparlardı.
Hatta çırağa
peştamal kuşatma, çırak çıkarma (kalfayı usta yapma) gibi törenler de yine
tekke ve zâviyeierde yapılırdı. (629)
·
625)
İbn. Battuta Seyahatnamesi tere. C. I, S. 313-314
·
626)
Gerhard Köhnen, Dünya Ekonomi Tarihi, (Çev. Dr. Tunay Akoğlu, S. 64, 66,
69, 71, 95, vd.
·
627)
Ş. Sami Dictionnaıre Françaıs-Türe S. 1084.
·
628)
R. E. Koçu tarihte İstanbul esnafı Tefrika tercüman 1970 sayı 3’den
kısaltılarak alınmıştır.
·
629)
R. E. Koçu aynı tefrikadan.
İşte XVIII.
yüzyılın başlarında Tarikler kaldırılıp yerlerine Loncaların kurulmasının
başlıca sebebi, esnaf zümrelerinin içinde bulunan ve büyük bir ekseriyet teşkil
eden gayri müsiim (müslüman olmayan) esnaf ve zanaat erbabının durumudur.
Burada gerekçe olarak Müslüman ve gayri müsiim esnaf zümrelerinin toplanıp konularının
tartışılması için tekkeler gibi dîni olmayan ve serbestçe tartışılabilen yerler
istenmeye başlanmıştı. Kısaca din ve inanç baskısı olmayan yerler bulunması
isteniyordu ki, bu amaçla kurulan yeni toplantı yerleri «Lonca»lar oldu. (630)
Fütüvvet teşkilâtı ve Loncalarda
yönetim :
Loncaların
kuruluşundan önceki devirlerde yönetim, doğrudan doğruya tarikatiardakinin aynı
idi.'Çünkü fütüvvet teşkilâtı da nihayet tekkelerden yönetiliyor ve oralardan
direktif alıyordu. Halbuki tekkelerin kaldırılıp, yerlerine Loncaların
kurulmasiyle fütüvvet teşkilâtında yüzyıllardanberi süregelen birtakım
gelenekler de yavaş, yavaş yerlerini yeni yeni değişikliklere bırakmağa
başlamıştı. Bu değişiklikleri ana hatlariyle şöylece özetleyebiliriz:
XVII. yüzyıl
sonlarına kadar OsmanlIlarda —tarik-i fütüvvet ve hır-fetler devrinde— esnaf
teşkilâtı şöyle idi:
Şeyh :
Teşkilâtın başında bir şeyh bulunup, ayrıca Nakib, duacı, Ça-«zuş, Kâhya vb.
gibi yöneticiler de bulunurdu. Şeyh, tarik'in mutlak reisi, tariki kuran kişi
olup, kaydıhayat şartiyle (ölünceye kadar kalmak üzere) seçilirdi' (631)
Nakib : Fütüvvet
teşkilâtında şeyhden sonra gelen en yetkili idâre âmiri idi. Teşkilât içinde
her haliyle kendisini kabul ettirmiş kişiler arasından seçimle iş başına
getirilirdi. Tarikler kaldırılıp yerlerine Lonca'lar kurulunca, Nakiblikler de
kaldırılarak yerine Kâhya adı verilen ve devlet tarafından tayin yoliyle!
görevlendirilen kimseler getirilmeğe başlanmıştır. (632)
.
Duacı : Duâcı'nın
esnaftan olması şart değildi. Salih (doğru) bir kimse olarak tanınan din
bilginleri arasından seçilir ve kendisine tarik sandığından ücret ödenirdi.
Görevi çırakların peştamal kuşanma ve kalfa çı-
·
630)
Loncalar beynelmilel birer kuruluşturlar. Fakat uyguladıkları terbiye
kuralları farklıdır. Gerhard Köhnen Dünya ekonomi tarihi S. 64-71.
·
631)
Evliya Çelebinin verdiği bilgiye göre şeyh seçimine tarike bağlı olan
yamak esnaf katılamazdı. Şeyh namzetlerinin de namlı, yaşlı ve faziletli kimseler
olmaları gerekirdi. XVIII. yüzyıl ortalarında İstanbul’da 105 tane esnaf
şeyhinin bulunduğunu kaydeden Evliya Çelebi, şeyhler fazilet-i ahlâkiye sahibi
kimseler olmaları çok önemli idi der. (R. E. Koçu tarihte İstanbul esnafı
Tefrika tercüman 1970/2)
·
632)
Daha sonraları fütüvvetin yerini Loncalar alınca duacıdan söz edildiği
görülüyorsa da bundan sonra dua işi merasimsiz, kısa şekilde esnafın içinden
herhangi biri tarafından yapılagelmiştir.
karma
törenleri ile sabahları dükkânlar açılmadan önceleri duâ okumaktı. (633)
Çavuş : Tarik'in
bir nevi inzibat zabiti idi. Tarik prensipleri ve ahlâk kurallarına uymayan
esnafı, şeyh'in başkanlığından nakib ile esnaf ihtiyarlarının teşkil ettiği
«Esnaf divanısnda sorguya çekilmek üzere gereken işlemi yürütürdü. (634)
Kâhya : önceleri
tarik ve fütüvvetle devlet erkânı arasında, sonraları da Loncalarla devlet
erkânı arasında gerekli ilişkileri sağlayan ve devlet tarafından tayin yoluyie
görevlendirilen kişi idi. Tarik ve Lonca sandığından gündelik hesabiyle aylık alırdı.
Sonradan Loncalar kurulunca, fütüv-vetteki nakiblik kaldırılmış, nakiblerin
görevleri de kâhyalara verilmiş böy-lece kâhyalık Lonca'nın en külfetli ve aynı
zamanda câzip memuriyeti haline gelmiştir.
Esnaf
kâhyalarını esnaf kendi içinden seçer, seçim sonuçları vilâyet kadılığına
sunulurdu. Esnafın kâhya seçimine devlet müdâhale etmez, yalnız bazı
tavsiyelerde bulunabilirdi. (635)
FÜTÜVVET ve LONCALARIN GELİR
KAYNAKLARI
Fütüvvet
erbabının sanat ve İktisadî yönden teşkilâtlanmaya başladığı ilk devirlerden
itibaren teşkilâtın İktisadî yönden kuvvetlenmesi için çok ciddi tedbirlerin
alınmış bulunduğunu da görüyoruz.
Nitekim her
esnaf zümresinin bir yardımlaşma sandığı vardı ki, bu sandık tarik
(fütüvvet)lerde şeyh ile nakib'in, Loncalarda ise kâhya ile yiğitbaşı'nm
denetim ve sorumluluğu altında bulunduruluyordu.
Esnaf
sandıkları adı verilen bu sandıkların gelir kaynaklan şu yollardan
sağlanıyordu:
·
1
— Çırağın kalfalığa, kalfanın ustalığa peştamal kuşanmalarında ustaların verdiği
«mürüvvet paralarından toplanan miktar. (636)
·
2
— Çırak, kalfa ve ustaların kudretleri miktarında ödedikleri muayyen
aidâtlardan sağlanan paralar.
·
633)
Sadece berber esnafında çıraklar peştamal kuşanıp kalfa çıkacakları
sırada yapılan tören ve duayı müteakip çırak oğlan ilk önce duacı efendiyi
tıraş ederdi. (Ev. Çelebi seyahatname C. I. S. 57, 63).
·
634)
Evliya Çelebi XVII. yüzyılda 105 tane esnaf şeyhinin bulunduğundan söz
ederken, 415 tane nefer, 310 tane de esnaf çavuşunun bulunduğunu da kaydetmektedir
ki, Loncalar devrinde Çavuşların yerini Yiğitbaşılar almıştır. (R. E. Koçu
Tarihte İstanbul Esnafı Tefrika 2)
·
635)
XVII. yüzyılda devrin büyük musiki bilgini Mustafa Itrî Çelebiye dolgun
ücretle bir iş aranmış, ve tarik loncaları zengin esirciler kâhyalığına tayin
edilmiştir. Ev. Çe. C. I. S. 62.
·
636)
Ustanın çırağına bahşiş vermesi bir gurur ve şeref sayılırdı.
·
3
— Loncalar devrinde ikraz edilen (borç verilen) paralardan sağlanan %1
faizlerden. (637)
·
4
— Zengin esnafın vasiyet yoluyle sandığa bıraktığı bağışlar.
·
5
— Vâris bırakmadan ölen esnaftan kalan menkul ve gayrimenkul varidattan
sağlanan gelirler.
·
6
— Hiç umulmayan yerlerden «Tayyarât» denen bağışlar.
·
7
— Tarik ve Loncalarda lüzumunda kullanılmak üzere demirbaş olarak dâima
bulundurulan kazan, tencere, sahan, güğüm, ibrik, maşraba vb. gibi aletler
bulunurdu ki, bunlar aynı zamanda peştamal kuşatma ziyafetlerinde, kır
gezintilerinde, düğün, mevlüt vb. halka toplu olarak verilen ziyafetlerde arzu
edenlere kiraya da verilerek sandığa bu yoldan da gelir temin edilirdi. Hatta
Loncalara'demirbaş olabilecek eşya hediye etmek âdetâ bir fazilet yarışı
sayılırdı!... (638)
FÜTÜVVET TEŞKİLÂTINDA SOSYAL
İLİŞKİLERİN SAĞLANIŞI
Tarik ve
Loncalara mensup bütün tarikat erbabı yönetim ve disiplin'in kolayca sağlanabilmesi
için, genellikle aynı işle meşgul olan esnaf ve zanaat erbabı, ya büyük bir han
içinde, yahut bir çarşı içinde veyahut da büyük bir bina'nın içinde toplanmış
olarak bulunurlardı ki, özellikle İstanbul'da büyük Saraç Hanı, Ketenciler
Hanı, Yağ kapanı. Bal kapanı, örücüler Hanı,Sırmakeş Hanı vb. (639) gibi hanlar
fütüvvet ve Loncalara mensup esnaf sınıfının barınma yerleri idi.
·
637)
Loncalardan önceki fütüvvet teşkilâtında faiz alınmazdı. Borç para
vererek karşılığında faiz alma usulü loncalarla başlamıştır. (R. E. Koçu
Tarihte İstanbul Esnafı Tefrika 2. Tercüman 1970).
·
638)
Evliya Çelebi'nin kuyumcu esnafından bahsederken naklettiğine göre,
gençliğinde kuyumculuk zanaatını öğrenmiş bulunan Kanuni S. Süleyman, mensup
bulunduğu kuyumcular tarikne 10.000 adet sahan, 500 kazan ve tencere vs. kap
kacak hediye etmiştir. Bugün dahi eski hurdacılarda satılan ve nadiren
rastlanan eski bakır eşya üzerinde bu tür vakıf yazıh ibarelere
rastlanmaktadır. Büyük bir bakır maşraba üzerinde «Berber İsmail bin Mehmed min
şakirdâni Berber Hasan 1008 (1600)» yazılı idi ki, yüksek bir fiatla kapahçarşı
mezat pazarında satıldığına bizzat şahit olmuştum. Ayrıca «Saraçlar Kethüdası
Koca fesli denmekle maruf Ömer Usta'nın Lonca vakfıdır.» ibareli ve 2 metre
ebadında büyük ve kalın dövme bakırdan yapılmış tarihi bir sini de 1224 (1809)
tarihli olarak bir tanıdığım dostun evinde hâlâ mevcuddur.
·
639)
Son yıllarda üzerinde en çok münakaşa edilen Sırmakeş Han Bayezittan
Aksaray istikametine doğru giderken Küllük kahvehanesini geçince sol tarafta
restore edilmeğe başlanmış bulunan Han olup, rivayetlere göre bekâr esnafın en
güzide zanaat erbabı olanlarından büyük bir kısmı bu handa yatarmış. Bu yüzden
de bu han esnaf çevrelerinde hâlâ bu kudsiyyetini muhafaza etmektedir ki, yıkılacağı
söz konusu olduğu zaman bir hayli itirazlar yükseltilmiştir. İtirazlar
genellikle esnaf çevrelerinden gelmiştir. Bu da gösteriyor ki, binanın sanat
değeri açısından taşıdığı önemden çok esnaf zümresi nazarında taşıdığı
kudsiyyet baskın çıkıyor!...
Diğer taraftan
esnafın zanaat ehli olanları ile bekâr uşakları da «Bekâr Hanları» denen özel
hanlarda kalırlardı. Ayrıca bekâr esnafın isimleriyle anılan saraç odaları,
pabuççu odaları debbağ (tabakçı) odaları, yelkenci odaları vb. gibi yerler de
vardı ki, bekâr esnaf bu odalara önceleri tariklerin, sonraları da Loncaların
kefilliği altında alınırlardı. Buraların kapıları yatsı namazından sonra
kapanır, sabah namazından sonra açılırdı ki, bu odalarda kalanlar hiç bir
surette geceyi dışarıda geçiremezlerdi! Bu kurala uymayan bekâr esnaf, esnaf
namusunu lekelemiş olmakla suçlanır, disipline verilir ve bir daha hiç bir
surette kendisine iş verilmemek üzere memleketine şevke d i lirdi. (640)
Fütüvvet
teşkilâtındaki bekâr esnaf, lüzumunda mükemmel bir hazır kuvvet olarak
kendilerinden istifade edilebilecek nitelikte de bulunduklarından, devlet
erkânı bunların bedeni güçlerinden de gerektiğinde yararlanmayı düşünürler, bu
yüzden de bunların bazı hallerinin hoş görülmesi tavsiyesinde bulunabilirlerdi.
Çünkü bu dönemlerde daima devleti düşündüren bir kuvvet vardı, Yeniçeriler.
Bunlara karşı pratikte kullanılmak üzere bir hazır kuvvetin varlığı arzu
edilirdi!... (641)
İLK ESNAF NİZÂMNÂMELERİ, SANATLARIN
PİRLERİ ve SANAT AHLÂKINA UMUMİ BAKIŞ
ilk esnaf
teşkilâtında esnaf ile zanaat erbabının İslâm akide (inanç) ve terbiyesine göre
uymakla yükümlü bulunduğu nizamname (yönetmelik) lere; Loncalardan önceki
«Tarik-i fütüvvet» devirlerinde bu isme izafeten «Fütüvvetnâme denmişti ki,
esnafın uyması gereken bütün prensipler he^ men hemen bu eserlerde toplanmış
vaziyette idi. (642)
Bu bakımdan
fütüvvetnâmeler, bütün esnaf ve zanaat erbabının olduğu kadar, halk tabakası
için de bir nevi ilmühal kitabı durumunda idi, çünkü fütüvvetnâmeler halka
verdikleri geniş bilgi yanında pratik birtakım fay-
·
640)
Bu gibiler hakkındaki Evliya Çelebi’nin ifadesine göre, isterse «on
parmağında on hüner olsun» esnaflık ahlâkını ihlâl etmiş olan kimseye hayat
hakkı tanınmazdı. Ev. Çelebi. Sey. C. I. S. 83, 88, 102 vd.
·
641)
Birgün Kanuni S. Süleyman Han Yeniçerilere kızmış: Terbiyeli olun! Yoksa
sizi Mercan çarşısındaki Pabuççu bekârlarına kırdırırım!... demişti. Bu sözü
pabuççu bekârları duyunca hemen pürsilâh eli muştalı bir alay bekâr; Allah,
Allah diyerek Bab ı Hümayun (Sarayın büyük kapısınjdan içeri girerler. Bunu
duyan Kanuni: «Ne istersiniz Şahbazlarım» diye sorar. Cevap verirler:
Yeniçeriyi kırdırmak içün Pabuççu bekârlarını istemişsün, ferman senindür.
Duyunca işte geldük, kırk bin yiğit şu anda şeriat emri üzre hazı'rdur!»
derler. Padişah memnun bir ifade ile «Dileyin benden ne diler senüz» der. Onlar
da, Malımız değeri pazarlarda belli olsun, bir pabuçla bir mest pazarlarda
yüzerden ikiyüz akçeye satıisun» derler. Evliya Çelebi «Halâ da narh öyledir
diye ilâve eder». (Seyahatnâme C. I. S. 83, 104. 112 vd.)
·
642)
A. Gölpınarlı, İslâm ve Türk illerinde fütüvvet teşkilâtı ve kaynakları
Ik. F. M. C. XI. S. 26, 70, 89.
dalar da
sağlıyorlardı. Bu kitaplarda aynı zamanda herhangi bir işin ilk önce kim
tarafından ne şekilde icad edildiği de yazılırdı ki, işte o sanatın ilk icad
edicisi durumunda bulunan kişi o sanat erbabı zümre'nin «Pir»i sayılırdı.
Bazı
sanatların pirleri :
Tuzcuların
piri İbrahim peygamberdir. Çünkü Kâbeyi'ilk kez kurarken kerpicine tuz
katmıştır!...(643) Ayrıca İslâmiyetin ilk yıllarında Hz.’Mu-hammed (S.A.V.)
zamanında Ebû Melleh adında birisi Yemen'den Medine'ye tuz getirip satmıştır
ki, bu zat da tuzcu esnafının İslâmî piri olarak kabul edilir!... (644)
Macuncuların
piri ise Hz. Peygamber zamanında sıhhî macunlar yapmış olan «Ubeyd Attar»dır.
(645)
Ekmekçilerin
pirine gelince: Cennetten dünyaya ilk indiğinde Buğday ile karnını doyuran Hz.
Âdem'dir. Ayrıca İslâm Peygamberi Hz. Mu-hammed (S.A.V.) zamanında bilinmeyipte
sonradan icad edilen sanatların pirleri ise, herhangi bir zanaat erbabına kendi
devirlerindeki ünlü ve yaşlı bir kişi «Pir» olarak kabul ettirilmiş olduğu
sanılmaktadır. (646)
Sanatların
pirleri hakkında birbirlerinden farklı rivayetlere de rast-lanmaktadır. Değişik
fütüvvetnâmelerdeki ortaklaşa kayıtlara göre belli başlı sanat ve mesleklerin
pirleri de şöyîedir:
Kasap
esnafının piri: Ebû Muhcin, Bakkal ve yemişçilerin piri Adiyy ibn Abdullah,
Sakaların piri Selman-ı Kûfî, Sünnetçilerin piri Ubeyd-i Mısri, Hacamat( kan
alıcı)çıIarın piri Mansur bin Kasım, Debbağlar Ahi Evren, Terzilerin piri
Davud-ı Berberi, Şairlerin piri Hasen bin Sabit, Musikicile-rin piri Ebû Habib,
Nalbantların piri Ebû Süleyman bin Kasım, Kuyumcuların piri Nasır bin Abdullah
olarak kabul edilmiş olup, ayrıca halk arasında Terzilerin piri îdris
peygamber, Berberlerin Selman Farisi, Çiftçilerin Âdem peygamber, Çuhacıların
Şit peygamber, Demircilerin Davut peygamber olarak söylenegeldiği, arabacılığa
ise pirsiz sanat dendiği bilinmektedir!... (647)
Her zanaat ve
meslek erbabı pirinin adını nefis bir taoloya yazar ve dükkânının en göze
çarpan yerine (çoğunlukla kapı üzerine) asar.
Ayrıca pir'in
adı yazılı bulunan tablolara edebî değeri haiz şiirler de yazılırdı ki,
özellikle berber dükkânlarında şu tarz levhalara rastlânırdı:
«Her sabah
besmele ile açılır dükkânımız Hazreti Selman Pâk'dır pirimiz üstadımız»
·
643)
Aynı eser S. 88-89.
·
644)
Aynı eser S. 74.
·
645)
Aynı eser S. 66-72.
·
646)
Fütüwetnâme-1 Nasırî S. 72 vd. (Köprülü Küt. No: 1597 89 a)
·
647)
A. Gölpınarh Türkiye'de mezhepler ve tarikatlar S. 252-257.
Hamamlarda ise
şu şiirin yazılı olduğu göze çarpardı:
«Her sabah
besmele ile açılır Hamamımız
Hazreti Muhsin
bin Osman'dır pirimiz üstadımız» (648)
Herhangi bir
sanat okulunu seçecek olan çırak adayı, o zanaatın piri hakkında kendince ciddi
birtakım araştırmalar yapar, düşünür ve kararını ondan sonra verirdi! (649)
Esnafın uymağa mecbur olduğu
nizâmnâmeler :
Esnaf
şeyhlerinin yapacakları şifahi (sözlü) telkinler ve nasihatler dışında esnafın
uyması gereken hareket tarzlarını düzenleyen birtakım yazılı kurallar da vardı,
özellikle Vilâyet Kadılıkları tarafından hazırlanan ve esnaf kâhyaları
aracılığıyle esnafa ulaştıran, bir nevi günümüzdeki Belediye Zabıtası
tâlimatnâmesi diyebileceğimiz bu tür yasalar şu iki grupta toplanabilir:
·
1
— Esnaf nizâmnâmeleri
·
2
— Narh defterleri
Esnaf
nizâmnâmeleri: Günün şartları değişip, yeni ihtiyaçlar duyuldukça içindeki
tambihler ve kararlar da değişebilen ve Vilâyet Kadılıkları adına «Ayak nâibi» denen
bir yüksek memur ile yeteri kadar yardımcı tarafından uygulanışı kontrol edilen
emirler ve yasaklar topluluğu idi. (650)
·
648) İk. F. M. C.
XI. S. 94-98 vd. (A. Gölpınarlı Fütüvvet teşkilâtı).
648) Çünkü
çırak ilerideki başarı veya başarısızlığını kendinde olduğu kadar pirinin ulvî
bir kişi olduğunda da arardı! Nitekim çiftçi de tohumunu tarlasına attıktan
sonra ürünün bol olmasını pirinden (pirine karşı olan bağlılık derecesinden)
beklerdi.
·
650) H. 1040
(1630- 1631) tarihli esnaf nizâmnâmelerinden bazı esnafa ait bir kaç örnek
görelim: Abacılar: Aba’nın sıkım, iyisini satacaklar. Ahçılar: Yemekler çiğ ve
tuzlu olmayacak, kâseler temiz, kazanlar kalaylı olacak. Bakkallar malın
iyisini - kötüsünü ayırıp satacaklar, terazileri doğru olacak asla eksik tartmayacaklar!..
Berberler: Esvapları temiz, usturaları keskin, elleri ayakları dahi pir pâk
(temiz) olacak. Börekçiler: Kıymalı börekte koyun eti kullanacaklar, yufka
arasında ekseri yeri boş olmayacak, içyağı kullanılmayacak. Debbağ: Taşradan
getirilmiş deriyi ve kurban derilerini işleyemezler. Ekmekçiler: Ekmekler,
çörekler çiğ, kara ve noksan olmayacak, noksan olursa beher dirhem için bir
akçe ceza alınır! Ekmekler kepekli olursa ekmekçiye siyaset yapılır! (siyaset
yapılmak: Zindana atılmak ve idam edilmek gibi haller için kullanılan bir
ifadedir) Hallaçlar pamuğu iyi atacaklar 50 dirhem pamuk bir akçeye
atılacaktır. Hamamcılar, hamamları pirpâk tutacaklar, suyu mutedil (çok sıcak,
çok da soğuk olmamak) olacak dellâklar ellerine çabuk olacaklar, muhkem kese
sürecekler, peştamallar temiz ve kurutulmuş olacak. Helvacılar helvanın her
çeşidine balın en iyisini koyacaklar. Kasaplar koyunu keçiden, erkeği dişiden
ayırıp satacaklar! Koyunun semizi saklanıp arığı (zayıfı) kesilmeyecek.
Kaymakçılar: Kaymağa nişasta katmayacaklar. Lokmacılar: Lokmanın hamurunu çiğ
yapmayacaklar. Oduncular: Odunun boyu deve yükü olursa dört, katır yükü olursa
altı karış yapacaklar. Terziler: Dikişleri sık dikecekler ve esvab (elbiseyi)ı
vâd ettikleri vakitte teslim edecekler. Turşucular: Turşuları iyi ve âlâ sirke
ile yapacaklar, kepek ekşisi bulunmayacak. Yoğurtçular: Su katılma-
Narh
defterleri: Türlü ihtiyaç ve gıda maddeleri için lüzumlu narh, Vilâyet Kadılık
makamı tarafından —günün icaplarına göre— hazırlanır, ana defter kadılıkta
kalır çeşitli esnaf zümrelerini ilgilendiren kısımların sureti ise kâhyalar
aracılığıyla esnaf şeyhlerine gönderilirdi. (651)
Fütüvvet
teşkilâtında kılık kıyafet şekli :
Fütüvvet
teşkilâtında esnaf ve zanaatkârların türlü sosyal faaliyetle-Hnden olduğu gibi,
kılık kıyafetleri de 'belirli kurallara göre düzenlenmişti. Esasen Osmanlı
Devletinde Tanzimattan önceki toplum yaşayışında halk, müslim ve gayrı müslim
(Müslüman olan ve Müslüman olmayan) olarak
yacak ve su
katılmış sütte asla yoğurt yapılmayacak, yoğurda nişasta dahi katılmayacak. H.
1040 (1630- 1631) tarihli bu nizamnâme'nin bazı yerleri okunamaz hale gelmiş
olup, kısaltılarak alınmıştır. İst. Belediye Küt. Eski yazı el yazmalar
bölümü).
·
651) H. 1050
(1640) tarihli bir narh defterinden bir kaç örnek: Berberler: Adem başına bir
akçe, mürüvvet bir akçeden ziyade veren olursa gül suyu ziyade serpilir, ayak
berberleri i'le seyyar berberler dahi böyledir! Hamamcılar: Yıkanmak için
girenden bir akçe, kese sürüp tıraş olandan iki akçe alacaklar. Kadınlar hamamında
saçları topuğa kadar inen kadınlar leğen başına iki akçe, saçını leğene koyup
yıkarsa beş akçe alınır!.. Yine İstanbul Kadılığı 1640 tarihli narh
defterindeki kayıtlara göre bazı esnafa uygulanan narhlar şöyledir:
Ahçıiar:
Yemeğin
cinsi |
Fiatı
(Akçe olarak) Yemeğin cinsi |
Fiatı
(Akçe) |
|
Koyun
yahnisinin okkası |
18 akçe |
Sığır
yahnisinin okkası |
9 akçe |
Koyun kebabı
20 dirhemi |
1 akçe |
Sığır
etinden köfte 10 dir. |
1 akçe |
Lahana
sarması (20 aded) |
1 akçe |
Pirinç pilavı
(100 dirhem) |
1 akçe |
Ciğer kebabı
(40 büyük lokma) 1 akçe |
Şehriye
pilavı (90 dirhem) |
1 akçe |
|
Şiş kebabı
(yarımı zira- |
arşın)lık
bir şiş |
dolusu kebap
1 akçe'dir. (İst. Kadılığı 1050 |
|
(1640)
tarihli bir narh defteri İst. Müf. |
Şeri
siciller dairesindeki defterlerden özetle- |
||
nerek
alınmıştır). |
|||
Yine H. 1091
(1680) |
tarihli bir
narh |
defterinde
ise bazı gıda maddelerinin narh- |
|
ları
şöyledir: |
|||
Ekmek 150
dirhem |
1 akçe |
Kaba çörek
150 dirhem |
1 akçe |
Yağlı çörek
80 dirhem |
1 akçe |
Halka simit
90 dirhem |
1 akçe |
Küçük halka
simit |
1 akçe |
Börek
60 dirhem |
1 akçe |
Etler |
Yağlar |
||
Koyun eti
okkası |
9 akçe |
Tereyağı
(tazesi) okkası |
24 akçe |
Sığır eti
okkası |
4,5 akçe |
Tereyağı
(adisi) okkası |
16 akçe |
Dana eti
okkası |
7 akçe |
Sade yağı
okkası |
20 akçe |
Kuyruk yağı
okkası |
14 akçe |
||
Zeytin yağı
okkası |
20 akçe |
||
Kuru
erzak |
Balıklar |
||
Pirinç
kilesi |
42 akçe |
Levrek balığı
okkası |
9 akçe |
Mercimek
kilesi |
50 akçe |
Küçük kaya
balığı okkası |
9 akçe . |
Nohut kilesi |
60 akçe |
Kefal balığı
okkası |
8 akçe |
Sultan bakla
kile |
42 akçe |
İri lüfer
balığı okkası |
8 akçe |
Böğrülce |
50 akçe |
Uskumru
balığı okkası |
2 akçe |
Mısır |
40 akçe |
Palamut
balığı okkası |
2 akçe |
kılık kıyafet
bakımından dış görünüşü yönünden ayırdedilebilecek şekilde belirlenmişti. Ayrıca
İmparatorluğun Müslüman tebeası da Askeriye, Mülkîye İlmiye, esnaf ve avam
sınıfları olarak ayrılmıştı. (652)
Fütüvvet
teşkilâtında sanat ve meslek ahlâkı :
Herhangi bir
çırak, kalfa yahut usta fütüvvet yoluna ve tarikat ahlâkına aykırı bir davranışta
bulunursa, bilhassa müşteriyi kandırır yalan söylerse mahkemeye verilmez,
sorgusu Ahi Baha'nın yahut o'nu temsil eden esnaf şeyhinin bulunduğu mahfelde
diğer ihvanın huzurunda yapılırdı. Şahitler dinlenir, kendisi de savunmasını
ayak üstü yapar, neticede kendisine lâyık olduğu ceza tayin olunurduki bu
cezanın şekilleri hafiften başlayarak işlenen fiilin durumuna göre değişirdi.
(653)
Suç işlemiş
kişinin suçunu ancak şeyh, yahut da Ahi Baba bağışlayabilirdi. Bağışlama
halinde ise bir miktar maddî ceza alınırdı.
Fütüvvet
teşkilâtı esnafın pazarlık yasak lığ ı :
Tarikat
mensubu esnaf alışverişlerinde pazarlık yapmayı da ahlâksızlık ve aşağılık
sayardı, özellikle Türk asıllı esnaf alıp vereceğinde o derece titizlik gösterirdiki,
Hıristiyan tefeciler Müslüman türklerin bu halinden
·
652)
H. 1190 (1776)’ tarihli bir nizâmnâmedeki kayıtlara göre bazı esnaf
kıyafetleri şöyle düzenlenmişti: «Uşak ve hademe takımı, esnaf ve zanaat erbabı
bir zamandanberi devlet ricaline mahsus çeşitli kürkler, çiçekli kaftan ve
entariler giymeğe başlamışlardır. Bunların kazandıkları para süslerine
yetmediğinden işlerinde hile ve ihtikâr yollarına sapmışlardır. Uşak ve hademe
makulesi de para için hizmetinde bulundukları kimseleri taciz eder olmuşlardır.
Bundan böyle o makûlelerin Samur kürkler, Hind malı çiçekli kumaşlardan
entariler giymeleri H.ind şalı kuşanmaları yasaktır. O makuleler İstanbul
şalisi, Ankara şalisi, Bursa kutnu (pamuklu)su ve Sam alacası kumaşlardan esvap
giyecekler ve Hama kuşağı saracaklardır!.. (H. 1190- 1776 tarihli nizâmnâmeden
naklen R. E. Koçu tarihte İstanbul esnafı tefrika tercüman 1970 11.13’ierden
alınmıştır.)
Aynı şekilde
Selim III. devrindeki bir nizâmnâmede de esnaf ve zanaat erbabının ahlâk
yönünden kılık kıyafetleri üzerinde ısrarla durulduğu kaydolunmaktadır. İfade
aynen şöyledir: «Bir müddetten beri yine sefahat düşkünlüğü başladı. Giyim -
kuşamda herkes haddini tecavüz etti. Bundan böyle esnaftan ve avam —halk—dan
olan kimseler, kendileri için tespit edilmiş kumaşlardan gayrı kumaştan esvap
yaptıramayacaklardır! Herkes kadim (eski)denıberi kendi sınıfının kıyafeti ne
ise o kılıkta dolaşacaktır. Bir kimsenin esnaftan mı, avamdan mı olduğu derhal
kıyafetinden anlaşılacaktır!... (H. 1217 tarihli Sultan Selim İli. devrine aid
olan bu nizâmnâme ile tespit edilmiş bulunan bu kıyafet mecburiyeti daha sonra
25 Şaban 1255 (1838) tarihli Gülhane fermaniyle kaldırılmıştır. İsi. Ensk. C.
XI. S. 769-765).
·
653)
Ceza şekilleri: Ya bir müddet mahfile giremez, usta ise dükkânı
kapatılır, dükkân kapatma işi dükkârtıin önünde ve ihvanın huzurunda yapılır,
kilit şeyhin işaretiyle «yed emin» denen kişiye teslim edilir, suçlunun da sağ
ayağındaki pabuç çıkartılarak esnaf şeyhi tarafından dükkânın damına atılırdı
ki, halk dilinde «pa-buçu dama atıldı» sözü bundan kalma olsa gerektir. Bu kişi
için artık ceza şekillerinin en ağırı idi bu. Çoğu kere böylelerinin hayatı
sönmüş sayılırdı. istifade
ederek onlara bol miktarda borç para vermek suretiyle devamlı onları esir
hayatı yaşatmak isterlermiş. (654)
Türklerde kökü
dini inanç ve tarikat ruhuna dayanan ahlâk anlayışı o derece idi ki, İstanbul
Kadılığı sicil defterleri bunun örnekleriyle doludur. Bunlardan bir tanesini
bir fikir vermiş olmak için buraya alıyorum:
Bir tarihte
kılıççı esnafı Kethüdâsı bir kaç usta ile birlikte Kadının huzuruna gelerek
Kılıççı esnafından Hasanoğlu Hüseyin'in Sakız ağacından yaptığı kılıç
kabzalarını siyaha boyayarak Abanoz kabzalı kılıç diye sattığını ve
müşterilerini aldattığını bildirirler. Yapılan tahkikat sonunda bu şahsın suçu
sabit görülmüş ve Kılıççı esnaflığından çıkarılmıştır. (655)
FÜTÜVVET AHLÂKİNİN BOZULUŞU
Yukarrdanberi
anahatları ve bazı örnekleriyle gördüğümüz fütüvvet ahlâkında; özellikle XVIII.
yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın başlarında (bu müstesna ahlâk anlayışında)
önemli ölçüde bozulmalar görülmeğe başlamıştır. Bu tür ahlâkî bozuklukların ilk
şekilleri «Yeniçeri taslakçılığı» şeklinde başlamıştır. Şöyle ki:
Tarik ve
Loncaya mensup bir esnaf henüz daha çocukluk veya gençliğinde bile işlediği bir
suçtan dolayı bir ceza almış veya dayak yemiş ise, bunun manevî lekesi ömür
boyu silinmeyecek bir ahlâkî leke olarak kalıyordu, işte esnaf ve zanaatkârlar
zümresi arasındaki bu ahlâk anlayışı; esnaf, çırak ve kalfaların yeniçeri
taslakçı 1 ığına başlamalarlyie bozulmaya yüz tutmuştur. (656)
·
654)
Ünlü İtalyan edebiyatçısı Edmonda de Amicis «İstanbul seyahatnamesi» adlı
eserinde İstanbul esnafından söz ederken şöyle der: «Türklerle pazarlık
etmeyin!» Ünlü yazar fütüvvet ahlâkına sadık Müslüman Türk esnafının bir çok
meziyetlerini sıraladıktan sonra devamla «Türkler müşteriyi seslenip çağırır,
eliyle koluyla işaretler yaparak davet eder, Ermeni biraz daha temkinlidir.
Yahudiye gelince malının fiatını kulağa fısıldayarak söyler. Bir Türk'e söylediği
fiat için sakın «biraz aşağı olmaz mı?» diye pazarlığa girişmeyin!... bunu
kendisine bir hakaret sayar ve;
—' Ben hırsız
mıyım? ki, önce hakkım olmayan fahiş bir para isteyeceğim ve sonra da pazarlığa
girişeceğim» der!... (Edmonda de Amicis İstanbul seyahatnamesi S. 37-92 vd.)
Merhum R.
Ekrem Koçu ise Osman Nuri Ergin'den şöyle bir hatıra naklediyor: Osman Nuri
diyormuş ki, mühendis Edhem isimli bir arkadaşım yüksek tahsili için
Ingiltere'ye gitmişti. O İngiltere'nin büyük merkezlerinden «Birmingham»
şehrinin ticaret odasında bir duvarda şu levhanın asılı olduğunu görmüş:
«Hakiki Türklerle herhangi surette olursa olsun istediğiniz ticareti
yapabilirsiniz, fakat şarkın Rumları ile Ermenilerinden katiyyen sakınınız.»
(R. E. Koçu tarihte İstanbul esnafı tefrika No: 4 tercüman 1970)
·
655)
İstanbul Kadılığı şer'i sicilleri defterlerinden H. 1138 (1726) tarihli
defterden muhtelif bölümlerden kısaltılarak alınmıştır.
·
656)
R, . Koçu Yeniçeriler S. 185-190.
Nitekim İslâm
dininde haram olarak bilinen sekir verici (sarhoş edici) içkilerin içilmesi
fütüvvet teşkilâtı esnaf ve zanaatkârları arasında da şiddetle yasaklanmış
iken, esasen bu devirlerde tamamen bozulmuş bulunan yeniçeri zorbalarının esnaf
zümresi içine sızmalarıyle esnaf çırak ve kalfaları arasında onları taklid
etmeğe heveslenenler de görülmeğe başlamıştı, önceleri içki içen, beşvakit
namazlarda ihmali görülen esnaf çırak ve kalfaları derhal kovulurlar, bekâr
iseler kız bulamazlar, kimse onlara kızlarını lâyık görmez iken, bütün bu
prensipleri zayıflamağa başlamıştı. (657)
Yeniçeri
zorbaları esnaf çırak ve kalfalarını öylesine bozmuşlardı ki, daha dükkânlar ve
imalâthaneler kapanır kapanmaz genç, tüysüz, bıyığı yeni terlemeye başlamış
bulunan esnaf çırak ve kalfaları meyhaneleri doldurmağa başlamıştı! Es'asen
Tariki fütüvvetler kapanıp Loncalar açılınca, (658) müslim ve gayri müslim
esnaf da bazı bakımlardan kendi dinlerinde serbest hareket etme imkânı
bulmuşlardı. Müslüman olmayanlarca içki haram olmadığından bu fırsattan
istifade ederek gizli gizli' de olsa içki içmeye başlamışlardı! Zamanla esnaf
teşkilâtında özel surette öğretilen din eğitimi de Loncalardan sonra
zayıflamağa başlamıştı. Kısaca; içki, kumar, zina, vb. gibi tarikat ve fütüvvet
ahlâkîyle bağdaşmayan hareketler esnaf arasına girmeğe başlamıştı. (659)
FÜTÜVVET TEŞKİLATININ DAĞILIŞI
Fütüvvet
teşkilâtında önceleri gizli gizli başlayan ahlâkî çöküntüler, yeniçeri
tasîakçılığıyle de su yüzüne çıkmağa başlamıştı ki, bu durum esnaf ve zanaatkâr
zümre arasında kökünü tarikatlardan almakta bulunan çok kuvvetli şekildeki
ahlâk ve disiplin'in önemli şekilde bozulmağa başlamasına yol açmıştır.
öte yandan
küçük sanatlar ve özellikle el tezgâhları'nm yerlerini büyük makina sanatının
almasryle modern endüstri çağının da hızla gelişmesi neticesi, esasen fütüvvet
teşkilâtı esnaf ve zanaatkârlarının istikbâlini geniş ölçüde etkilemiş
bulunuyordu. (660)
Diğer bir
husus da, fütüvvet teşkilâtı esnafının bir yandan mensub olduğu Loncaya, öbür
yandan da hükümete vergi verme, mecburiyeti, fütüvvet esnafını çok müşkil bir
durumda bırakmıştı. Böylece ağır bir maddî kü.l-
·
657)
R. E. Koçu Aynı eser S. 186, 187, 193.
·
658)
Bk. Tariki fütüvvet teşkilâtı kaldırılıp, yerlerini Loncaların alışı
bölümüne.
·
659)
Loncalarda disiplin her ne kadar devam ediyor gibi görünüyor idiyse de,
tariki fütüvvetteki tarikat mensubu idarecilerdeki titizlik artık kalmamıştı.
Kısaca yeniçeri taslakçılığı ahlâk yönünden Loncaları tamamen
soysuzlaştırmıştı. Şimdi artık esnaf teş-kilâtıyle yeniçeri kışlaları
birbirinden ayırd edilemez hale gelmişlerdi. (R. E. Koçu tarihte İstanbul
esnafı tefrika N: 4, 7, 8 tercüman 1970)
·
660)
Gerhard Köhnen Dünya ekonomi tarihi (Çev. Dr. Tunay Akoğlu) S. 58, 71. fet
altında bulunan esnaf, makina sanayiinin seri imalâtı karşısında esasen sesini
duyuramaz hale gelmişti. (661)
Bunlardan daha
da önemli olanı, birdenbire Avrupa ile temasa geçilmesi neticesi halkta geniş
çapta bir batı taklitçiliği başlamış, böylece Avrupa damgalı eşyayı gören halk
yerli sanata itibar etmez bir tutum içine düşmüştü. Esasen makina sanayii
mamulü eşya maliyet bakımından da el sanatlarından daha ucuza mal oluyordu ki,
halk özellikle bu hususu da değerlendiriyordu. (662)
Gerçi batı ile
olan ilişkiler ilerledikçe, nakışçılık, tesbihçilik, oymacılık, motifçilik,
süslemecilik vb. gibi dini ve mistik sanatlara karşı olan ilgi de devam etmekle
beraber, hızla gelişen makina sanayii karşısında çok sabır ve uzun emek isteyen
bu sanatlara esasen talip olanlar da azalmıştı. Bütün bu sebepler birleşince köklü
bir mazisi bulunan fütüvvet teşkilâtı esnaf ve zanaatkârlarına dair hatıralar
da bir kaç tane koleksiyoncunun mahzeninde veya yine bir kaç tane yaşlı sanat
erbabı esnafın hafızasında kalmağa mahkûm olmuştu.
YENİÇERİLERİN İMHASINDAN SONRA ESNAF
ÇIRAKLIĞININ YENİDEN EĞİTİLMESİ
1826 tarihinde
Sultan Mahmud II. tarafından yeniçeriler ortadan kaldırıldıktan sonra, esnaf
çıraklarının yeniden eğitilmesi ve geleneksel ahlâk ve disiplin kurallariyle
yeniden teşkilâta kazandırılmaları düşünülmüştür.
Bu amaçla önce
esnaf çıraklarının sıbyan-mekteplerine devam ettirilmeleri kararlaştırılmış,
daha sonra da özel surette esnaf çırakları için «çırak mektepleri» açılmıştır.
(663)
Nitekim 1820
(1864) de Yusuf Ziya Bey, (664) Ahmed Muhtar Bey, (665) ve Tevfik Bey (666) çarşı
boylarında dükkân, kapıları önlerinde ustalarından önce koşup gelen gayretli
çırakların dükkânlar ve çarşılar açılıncaya
·
661)
Çünkü hızla gelişmekte olan makine endüstrisi, geniş ölçüde iş bölümü ve
teknik maharete ihtiyaç gösteriyordu. Halbuki Loncalar ananevi Çah'şma tarzım
devam ettirmekte ve geleneksel kurallarla yönetilmekte idiler. Eskiden elde
ettikleri hukuka dayanarak varlıklarını sürdürmeğe çalışıyorlardı ki, ekonomik
ve mali refahlarının da tehlikeye düşmesi sonucu Lonca mensuplarının aralarının
açılmasına da sebep olunca birlik tamamen bozulmağa yüz tutmuştu!.. (Dünya
ekonomi tarihi G. Köhnen S. 69, 70, 71 vd.)
·
662)
Çünki el sanatları kıymetini muhafaza etmekle beraber halk tabakasının
kullanabileceği bir eşya olmaktan çıkmış, aristokratik sınıfın elinde sadece
antika veya süs eşyası olarak kalmıştı.
·
663)
(Maârif tarihi Osman Ergin C. I. S. 77- 142 vd.
·
664)
Bu zat Maliye nazırı Yusuf Ziya Paşa’dır.
·
665)
Meşhur Gazi Ahmet Muhtar Paşa.
·
666)
Ünlü matematikçi —Vidinli— Tevfik Paşa.
kadar avare
vakit geçirdiklerini görmüşler, bunların hem bos vakitlerini değerlendirmek
hemde bozulmuş olan esnaf ahlâkını yeniden ıslâh etmek için «Cemiyyet-i
tedrisiye-i islâmiye» adıyla bir de cemiyet kurmak suretiyle faaliyete
geçmişlerdir. (667)
Adıgeçen
cemiyet kısa zamanda faaliyetlerini genişletmiş, hatta açılan mekteplere devam
için maddî imkân bulamayan fakir çocuklar için de «Daruşşafaka»yı kurmuştur.
(668)
Alınan bütün
bunca tedbirlere rağmen artık tarihi gelişim içindeki fonksiyonunu yitiren fütüvvet
teşkilâtı, tarihe karışmaktan kendini kurta-ramamıştır.
TARİKATLARIN KAPANIŞI ve SONRASI
Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilânından sonra 16 - Teşrin-1 sâni - 1341 (1925) tarihinde T.C.
sınırları içinde bulunan bilumum tarikatların ilgasîyle; şeyhlik, dervişlik,
müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakip-lik, Halifelik
vb. ünvanlarla falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaybdan haber vermek, keramet
göstermek, insanları murada kavuşturma iddiasında bulunmak, mushacılık vb. gibi
faaliyetler bunlara bağlı ünvan ve sıfatlara, bunlara ait her türlü hizmetin
men edilmesine, türbelerin kapanmasına, tekke ve türbe açanlarla tarikatlara
ait kıyafetleri giyenlerin, yahut âyin yapanların, yahut da tekke ve âyin için
yer verenlerin üç aydan eksik olmamak üzere cezalandırılmalarına, elli liradan
aşağı olmamak üzere de para cezasına çarptırılmalarına, vakıf yahut mülk olarak
şeyh'in tasarrufunda bulunan yahut da başka tarzlarda kurulan tekkelerle
zaviyelerin, mülkse tasarruf ve temellük hakları (669) belli kalmak şartiyle
tamamiyle kapatılmasına;
Cami ve mescid
olarak kullanılanların ise yine aynı amaçla kullanılmalarına dair Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne Kanun lâyihası (teklif) sunulmuş, lâyıhâ aynen kabul edilerek
resmiyet kazanmış ve böylece de ya-
·
667)
Bu cemiyetin mahiyeti, tüzüğü ve tafsilâtı hakkında malûmat için Bk.
Tas-fir-i efkâr gazetesi 12 Nisan 1820 tarihli nüsha.
·
668)
Bu gün İstanbul'da özel eğitim kurumlan statüsüne tabi olarak orta
dereceli okullar mahiyetinde tedrisat yapmakta olan «Darüşşafaka lisesi» adlı
özel okul bu okuldur. Buradan mezun olanlar kendi okullarının açılmasına sebep
olan «çırak mektebi»nde fahri olarak öğretmenlik yapmayı kendilerine amaç
edinmişlerdir ki, adı geçen bu çırak mektepleri Cumhuriyet devrinde ilk okul tahsilinin
mecburi oluşuna kadar devam etmiştir. (Darüşşafaka salnamesi: Darüşşafaka
Türkiye’de ilk halk mektebi —Darüşşafaka nasıl doğdu, ne hizmetler etti, nasıl
yaşadı?— Cemiyet-i tedrisiyye-i islâmiyye— tarafından bastırılan 1927 tarihli
nüsha S. 3, 25, 44, 78, 103, 111 vd.)
·
669)
Tasarruf ve temellük, taşınabilir veya taşınamaz mallarda kişinin
istediği gibi kullanma ve o’na sahip olma yetkisi demektir.
yınlanma
tarihi olan 13-Kânûn-u evvel- 1341 (1925) tarihinde resmî gazete ile neşir ve
ilân edilerek yürürlüğe girmiştir. (670)
Böyîece türlü
entrika ve siyasî oyunlara adları karışmış bulunan ve özellikle İmparatorluğun
çöküntü devirlerinde, kuruluşlarındaki gerçek gayeden ve takip ettikleri
yüzlerce yıllık gâyelerinden uzaklaşarak her yönüyle devletin başına bir gâile
haline gelmiş bulunan, hele yeniçerilerin dejenere olmalarından sonraki
dönemlerde ise birtakım işsiz, güçsüz kimselerin ve zorbaların barınmaları,
bedavadan yiyip içmeleri için birer barınak ve tembelhane haline gelmiş bulunan
tekke ve zaviyeleriyle de tarikatlar bir bakıma kendi akıbetlerini kendileri
hazırlamış bulunuyorlardı!... (671)
Bu konudaki
sözleri bitirirken bir noktayı hatırlamamız gerekmektedir. Şöyleki:
Tasavvuf ve
tarikatların tarih boyunca devam edegelen saf, temiz ve berrak hayat anlayışına
daha sonraları —dejenere oluş dönemlerinde— karışan kibir, gurur, sahte
gösteriş, tahakküm ve bilhassa tarikatların, birtakım sahtekârlar elinde halkı
sömürme aracı haline getirilmesi, nüfuz ve ikbâl vasıtası olarak kullanılmak
istenişi, yeniçeri zorbalarının tarikatlar içine geniş ölçüde sızma imkânı
bulmaları... (672) tarik-i fütüvvetlerdeki ciddi sanat, ahlâk ve esnaf
disiplininin yerini Loncalar devrinde daha gevşek ve müsâmahakâr kuralların
alışıl... (673) vs.
·
670)
Bu Kanunun Sayısı: 243, Kanun No: 677 olup, Kanun 13-Kânûn-u evvel-1341
(1925) tarihinde neşir ve ilân edilmiş, Kanunun tam metni ise bilâhare üçüncü
tertip düstur Ankara Devlet Matbaası (1944 C. VII. S. 113’deki şekillejnda
basılmıştır.
·
671)
Bu akibeti daha önceden sezen Mevlevi şeyhlerinden Ferruh Çelebi,
endişesini şöyle dile getirmişti:
Yârab bize bir
tesliyet-i hâtır olur mu?
Yohsa bu futûr
ile dem-i âhir olur mu:
Koş tut
görelim hele dâmeni elde Tâğy.ir-i hüdâda adüvv kaadir olur mu? (A. Gölpınarlı
M. S. Mev. S. 156-157).
·
672)
Hatta Sultan Mahmud II. tarafından 1826’da Yeniçeri ocağı kanlı bir şehir
muharebesi ile kaldırılmıştı. Bu sırada fütüvvet teşkilâtı mensuplarından
vücudunun muhtelif yerlerine yeniçeri nişanı vurdurmuş esnaf çıraklarından
yeniçeri taslakçılan da ele geçmişti ki, bunlar da imha edilmişlerdi. Biri
şekerci çırağı diğeri de helvacı çırağı olan iki yeniçeri taslakçısı dikkati
çekmiş, bunlardan şekerci çırağı olan Mehmet, esnafın kendisini ele verecekleri
korkusu ile bir gemiye binerek kaçmak ister. Fakat gemi Sarayburnunda kayaya
çarparak batmış, yolcuların çoğu boğulmuş, yeniçeri tas-lakçısı çırak ise
yüzerek çıkmayı başarmıştır. Fakat vücudunu deniz suları soyduğu için
baldırındaki nişan görülmüş ve derhal Sultan Mahmud’a haber verilmiş, Padişah
da derhal «Cellâdı» emrini vermiş, yeniçeri taslakçısı çırak ecelin elinden
canını kurta-ramayarak denizden çıktığı yerde hemen idam olunmuştur! (R. E.
Koçu tarihte İst, Esnafı tefrika 18. 1970)
·
673)
Bu konudaki tefsilâth bilgi için Bk. yukarıda Loncalar ve tarik-.i
fütüvvetlerin kaldırılışı bölümü.
Bütün bunların
daha da ötesinde birtakım tarikat mensupları olarak geçinen samimiyetsiz
kimseler birtakım hırs ve maddî arzular peşine düşmüşlerdi ki, tarikatları
belki de gerçek amacından uzaklaştıran en önemli âmil bu olmuştu. Artık
tarikatların feyz ve ilham kaynağı olan tekkeler birer esrar yuvası ve birer
tembelhane haline getirilmişti. Tasavvuf ve tarikatlar da böylece birer atâlet,
meskenet ve rezâlet vasıtası haline getirilmişlerdi!... (674)
Tarikatların
tarihî gelişim içindeki durumlarını tarafsız bir gözle eleştirdiğimizde şunu
söyleyebiliriz ki, bu son durum yine de tarikatların dış (form) yönüdür. Yoksa
onlardaki yüksek ideal ve ulvî ruh hiç bir zaman değerini kaybetmemiştir, hatta
ebedi hayata namzettir o!..
Kanaatimiz
o'dur ki, saf gönüller, pâk yürekler ve aydın basiretlerde o muhabbet dâima
yaşamaktadır, işte bu amaçlarına onlar nitekim içten içe devam etmektedirler,
insandaki sevgi, muhabbet ve üstün bir kuvvete teslimiyet duyguları yaşadığı müddetçe
bu böylece devam edecektir de.
CUMHURİYETİN İLANINDAN SONRA GÖRÜLEN
AKIMLAR :
Cumhuriyetin
ilânından sonra çıkarılan özel bir kanunla Türkiye'deki bilumum tarikatların ve
bunlara bağlı teşkilâtın kapatıldığını gördük. (675)
Şu kadar ki,
toplum içinde aktif faaliyetleriyle dikkati çeken her olay ve o olayın
kahramanı durumunda bulunan kişi, ya da kişiler, sosyoloji için bir anlam ifade
ederler. İşte bu tür olaylar bîr ideoloji, inanç, aptitüd veya kollektif şuur
niteliği taşıyacak olursa sosyolojiyi daha da yakından ilgilendirirler.
Esasen
sosyolojik perspektiften bakıldığında bir toplumda büyük devrimler yapmış,
toplumun nazarında şu veya bu şekilde bîr ideoloji sembolü olmuş bir halk veya
vatan kahramanı kişinin durumu ne ise, aynı şekilde düşünce ve inançlarının
gerçek mahiyeti ne olursa olsun, toplum içinde varlığını kabul ettirmiş, geniş
halk kitlelerini arkasında sürükleyebilen kişinin durumu da -—bütün değer
yargıları dışında tarafsız bir gözle bakan sosyoloji için— aynıdır.
Daha açık bir
deyimle, Cihan tarihinde eşsiz inkılâpîariyle yer almış bulunan Fatih Sultan
Mehmed'in durumu ne ise Osmanlı tarihinin yüz karası olan Patrona Halil'in
durumu da —sosyolojiye materyel olma bakımından— aynıdır. (676)
·
674)
Bu durumu bir tasavvuf şairi şöyle dile getiriyor: Tasavvuf bir hal idi,
bir kâr oldu—■ —Fedakârlıktı bir kazanç yolu oldu— Kanaakârlrktı israf yolu
oldu— Ahlâktı ahlâksızlık oldu!... (Ö. R. Doğrul İslâmın geliştirdiği tasavvuf
S. 126 vd.)
·
675)
Bk. Tarikatların kapanışı bölümü.
·
676)
Sosyoloji için milyonlarca kişiyi ilgilendiren bir büyük siyasî partinin
durumu ne ise, parti tabelâsını bir ağacın dalına asan ve 3-5 kişiyi etrafına
toplayıp onlara nu-
Bütün
araştırmamız boyunca izlediğimiz tarafsız tutumun bir devamı ola-lak, şimdi
günümüz Türkiyesi'nde isimlerinden sık sık söz edilen ve birtakım takibatlara
uğrayarak dikkati çeken Ticânilik, Süleymancılık ve Nurculuk gibi akımlarında
ne olduğunu, birer tarikat niteliği taşıyıp taşımadıklarını da kısaca
eleştirerek sözlerimizi bitirmek kararındayız.
TİCANİLİK : Tarikatlar
silsilesinde Halvetiyye tarikatının bir kolu halinde Seyyid Ahmed'i Ticânî
tarafından kurulmuş ve Ticanîlik adını taşıyan bir kol varsa da, (677)
Türkiye'de son çeyrek asırda sözü edilen Ticanîliğin bununla bir ilgisi yoktur.
(678)
Burada sözü,
edilen Ticanîlik, esasen Türk toplumunu ilgilendirmediğinden üzerinde fazla
durulmamıştır; Çünkü bu tarikat 1151 (1738) tarihinde Fas'da Tîcan kasabasında
doğup, 1230'larda ölen Ebu'l-Abbas Ah-med b. Muhammed b. Muhtar b.
Ahmed'itticânî'ye atfedilen bir tarikat olup, Hidâyetü'l-Arifin ve'l-Müellifin
ve'l-Musannıfiyn adlı eserdeki rivayete göre bu tarikat Kadiriyye ile
Nakşıbendiyyenin birleştirilmesinden meydana gelmiş ve daha çok Trablusgarp,
Senegal, Mısır ve Hicaz taraflarında yayılmıştır.
Türkiye'deki
Ticânîlik ise, henüz 1930'Iarda Kemâl Pilâvoğlu adında bir zatın Medineli
Abdü'l-Kadir isimli şir şeyhten aldığı bir hilâfetle faaliyet göstermeye
başlamıştır. Daha çok Nakşibendiliğin taraftarlarınca desteklenen Ticânîlik
mensupları, 1949 yılından sonra heykel kırarak ve Arapça ezan okuyarak,
dolayısı ile haklarında kanuni işlem yapılarak, herkes tarafından duyulup ve
tanınmışlardır.
Mehmed Kemâl
Pilâvoğlu'nun eserlerinden bazıları şunlardır:
Eûzü
Beslemenin Mânâ ve Esrarı
Kur'ân-ı
Kerîm'e Göre Cihad
Kur'ân-ı
Kerîm'e Göre îman ve Âmeli Salih
Kur'ân-ı
Kerîm’e Göre insan
Kur’ân-i
Kerîm'e Göre Benî İsrail
Fâtiha
Sûresinin Mânâ ve Tefsiri ve Ondan Alınacak Dersi ibretler /aratılışa Sebep
Olan Nur
Muhammed
Aleyhisselâm'ın Ahlâk ve Âdetleri
Muhammed
Aleyhisselâm ve Mûsa Aleyhisselâm'ın Mûcizeîeri Muhammed Aleyhisselâm ve İsa
Aleyhisselâm'ın Mucizeleri Resûlullah'ın iştirak Ettiği Harpler Resûlullah'ın
Asırlara Hitabı
tuk çeken
kişinin durumu bu anlamda aynıdır. Aralarındaki fark sadece fonksiyon yönün-dendir!..
(Prof. Dr. Cahit Tanyol 1965-1966 seminer notlan (özel defterimizjndan);.
·
677)
Bk. Halbetiyye tarikatı bölümü.
·
678)
Hilyetü’l-Arifin, esmaü’l - müellifin vel musannifin C. I. S. 183.
BEDIÜZZAMAN SAID NURSİ ve
NURCULUK (679)
(1873- 1960 Hi:
1290- 1379) Babası Mirza, annesi Nuriye olan bu büyük mütefekkir Bitlis
Vilâyetimizin Hazan Kazası Nurs köyünde doğdu. Kendisi hakkında edinilen
malumatlara göre bu zat ateşin zekâsı, takvası ve dinine sadakati sayesinde
kısa zamanda etrafta tanınmıştır. Yine kendisi hakkındaki bilgilere göre bir
müddet Van'da kaldı. Başta Vali Tahir Paşa olmak üzere bütün halk kendisine
hürmet ediyordu. Kısa zamanda üstün kabiliyet ve ilmi ile en meşhur hocalara
ders verecek hale gelmişti. Islâmiyete bütün varlığıyla hizmet etmek cehdi
içersinde idi. Bir İhsan-ı İlâhî olan harika zekâ ve kabiliyeti sayesinde
mütalâa ettiği kitapları kısa zamanda ezberden okuyabiliyordu. Cesaret ve
şecaatte harikaydı. Rusların şark vilâyetlerimize tecavüzü sırasında Enver Paşa
Kumandasında Milis Teşkilâtı Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle
birlikte harbe iştirak etti. Büyük fedakârlıklar gösterdi. Hiç bir zaman birlik
ve İslâmî beraberlikten ayrılmadığı gibi daima Millî vahdetimiz için bütün
gücüyle çalışıyordu. Kahramanlıkları dillere destan olmuştu. Şarkta çıkan isyan
hareketlerine hiç bir zaman katılmadığı gibi bu şekilde kötü emeller peşinde
koşanları isyandan ve fitne çıkarmaktan men ediyordu. Diyarbakır havalisinde
hükümete isyan eden ve din namına ihtilâle teşebbüs eden Şeyh Said (15 Şubat
1925), (680) Bediüzzaman'ın büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake
davet ettiğinde cevaben onlara mektubunda şöyle demişti:
«Yaptığınız
mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir, ve neticesizdir. Çünkî, Türk milleti
bin sene islâmiyete bayraktarlık etmiş, din uğrunda yüzbinier, milyonlar ile
şehid vermiş ve milyonlarla veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve
fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına yani Türk Milletine kılınç çekilmez ve
ben de çekmem.» (Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı Mesleki, Tercüme-i Hali
1958. Doğuş Matbaası, Ankara)
Diğer Bazı İlmî ve İçtimaî
Faaliyetleri :
1327 (Mi:
1911) tarihinde Şam'da Cami'ül Emevi'deki hutbesinde Islâm âlemindeki
hastalıkları teşhis ederek anlatıyor ve birbir tedavi çare-
·
679)
Bu yazının hazırlanmasında istifade edilen eserler:
a — İslâmî,
İlmî, Edebî, Felsefî Yeni Lügat. Yazan Abdullah Yeğin, 3. Baskı, İstanbul, Said
Nursi Maddesi.
b — Bilinmeyen
Taraflaniyle Said Nursî, yazan Necmeddin Şahiner. Bir ve ikinci baskıları.
c — Risale-i Nur
külliyatı.
·
680)
Şeyh Said isyanı olarak bilinen bu hareket hakkında ve adı geçen isyanın
ele-lerini söylüyordu. O
hutbede hülâsa olarak İslâmî uyanışı ve çarelerini de anlatmıştır. O hutbeden
birkaç satır: «Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şakirdleri (talebeleri) olan
Müslümanlar bürhana (delile) tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle
hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları
taklid için bürhan bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği
istikbâlde elbete bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit
ettiren Kur'an hükmedecek.» Bediüzzaman Said Nursi İstanbul'da 25 Ağustos
1918'de kurulan «Dar-ül Hikmet-il islâmiye'ye Er-kan-ı Harbiye-yi Umumiye'nin
tekliff neticesinde aza kabul edildi. Bu yüksek ilmi hey'ette bütün İslâm
âlemini alâkadar eden meseleler görüşülüyordu. Devrin hastalığını ve milletin
maddî manevî ihiyaçlarını o zamanda bile teşhis eden bu zat, eserlerini
neşretmeye başladığı andan itibaren İçtimaî meselelere eğilmeyi ihmal etmemiştir,
işarad-ül i'caz, Münazarat, Mu-hakemat, Tülûat, Lemeât, Nokta, Rumuz, Hutuvat-ı
Sitte, Sünûhat, Şuaat gibi eserlerinde, ecnebilerin İslâm âlemini parçalamak
mânen ve maddeten yıpratmak için ortaya attıkları batıl fikirleri çürüten
Kur'anî ve İslâmî hakikatleri neşrediyor, hatta ilân ediyordu, özellikle
Münazarat'tan şu cümleler şayan-i dikkattir: «Hayatımızın bekası imanın ve
sıdkın ve tesanüdün de-vamıyladır.»
«Vicdanın
ziyası, ulum-u diniyedir, aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacıyla
hakikat tecelli eder. 0 iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder, iftirak
ettikleri vakit birincisinde taassub, İkincisinde hile ve şübhe tevellüd eder.»
(*)
Padişah
Abdülhamid devrinde ve Sultan Reşad zamanında İçtimaî sahada büyük hizmetleri
görülmüştür, islâmiyetin maddî, mânevî bütün terakkilere ilerlemelere müsait
olduğunu İlmî delillerle izah ve neşrediyordu. (Tarihçi C. Kutay'dan hülâsa)
31 Mart isyan
hareketinde yatıştırıcı ve ^nüspet rol oynamtş, verdiği bir nutukla isyan eden
8 taburu itaate getirmiştir,
«Hülâseten
Otuzbir Mart olayı 1970 S.B.F. yayınları sh: 129- 253 Doktor Sina Akşih'in
eserinden»
Kendisini
verdikleri divan- Harb-i örfi'de mahkeme reisi Hurşit Paşa'nın «Sen de şeriat
istemişsin» sualine karşı şöyle cevap veriyordu:
«Şeriatın bir hakikatına
bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb i saâdet ve adalet-i
mahfz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin iste-yişi gibi değil.»
Yine Hurşid
Paşa'nın «Sen ittihad-ı Muhammediye'ye dahil misin?» sualine karşı «maaliftihar
en küçük efradındanım. Fakat benim tarif etti-
başı olan Şeyh
Said ile Said Nursi'nin hiç bir alâkası bulunmadığına dair yukarıda geniş
malûmat verilmiştir. (Bk. Şeyh Said İsyanı Bölümü)
(")
Said-i Nursi, Risale i Nur Külliyatından Münazarat ğim
veçhile o ittihaddan olmayan dinsizlerden başka kimdir. Bana gösterin» cevabını
vermiştir.
Aynı zamanda
şark vilâyetlerinde müspet ilimlerle ve dinî bilgilerle mücehhez
Medreset-üz-Zehra namında büyük bir üniversite açılmasına çalışıyordu ve Sultan
Reşad kendisine bu iş için 19 bin altın lira vermeyi kabul etmişti. Van gölü
kenarında Artemid'de temeli atılan bu müessese umumî harp sebebi ile geri
kalmıştır.
Millî
hükümetin Ankara'da teşkiline ve İstanbul'daki kuvvetlerin bu hükümete
yardımlarına bütün gücüyle çalışıyordu, İngiliz ve Fransız gibi
Emperyalistlerin ye's verecek fikirlerine, neşriyatlarına karşı milleti
uyandıracak faaliyette bulunarak «Hutuvat-ı Sitte» gibi neşriyatıyla millî
birlik ve beraberliğe, İslâmî gayret ve şecaata kuvvet vermeye çalışıyordu.
Said-i Nursi'nin gözüyle Batı Tesiri
:
En büyük
tehlikenin ilim namı altında Avrupa Emperyalistlerinin ortaya attıkları milleti
birbirine düşürecek, imanı zedeleyecek, Kur'an'dan ve imandan, millî birlik ve
beraberlikten ayıracak fikirler olduğunu biliyor ve bunların İlmî esaslarla
çürütülmesi yolunda çalışıyordu. (2)
Ecnebilerin
propagandasının tesiri altında kalanlar bu büyük mücahide çeşitli iftiralarda
bulundular. Fakat O hakikatları ilândan, millî birlik ve beraberliği te'mine
çalışmaktan asla vazgeçmedi. 130 parçadan fazla olan bütün eserlerinde
siyasetten tecerrüd ederek «Siyasetten ve Şeytandan Allah'a sığınırım» diyerek
İslâma ve imana kuvvet veriyordu. İslâmî iman esaslarını esas mevzu yaparak
Avrupa'nın ve Batı'nm diğer bütün dinsiz Feylesofların batıl fikirlerini
çürütüp Kur'an hakikatlarını apaçık bir şekilde ispat ediyordu. Kendisi
sağlığında müteaddid mahkemelere verildi. Cemiyet kurmak, dini siyasete âlet
etmek, şahsî nüfuz teminine çalışmak gibi bütün ithamlardan mükerrer d falar
beraet etti; çünkü, İslâmî birlik ve beraberliği bozacak ve ihlası kıracak hiç
bir hareketi yoktu.
Son derece
mütevazi ve fakirane bir hayat yaşadığı, maddî ve mânevî hiç bir makam iddia
etmediği halde yabancıların tesiri altında ve hariçten içimize girmiş
cereyanlar sebebiyle muhtelif yerlere nefy edildi. Fakat yine o kendisini
münevver telâkki edenlerin, batıl fikirlerini köküyle ortadan kaldıracak İlmî,
aklî, müspet delilleri yazmak ve neşretmekten bir an bile geri durmadı.
Eserleri köy odalarından başlayarak üniversite muhitlerine kadar elden-ele,
dilden-dile dolaştı. Kur'an-ı Kerim ve onun tefsiri etrafında bir «Hizb'ül
Kur'an» meydana geldi. İslâmî imanı bütün vesvese ve şüphelerden ve yabancı
fikirlerden temizleyecek’, daima imana, ihlasa okundukça kuvvet verecek ve
devamlı surette kendi kendini okutturan ve okutturacak olan bu eserler Avrupa,
Amerika ve Âlem-i Islâm'da da tanınmaya ve neşrolunmaya başladı. (*)
Eserlerinden
misâl olarak birkaç satır : ,
«....Ben itiraf
ediyorum ki; böyle makbul bir eserin mazharı olmak hiç bir vecihle o makama
liyakatim yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir
ağacı halketmek kudret-i ilâhiyenin şe'ninden-dir ve âdetidir ve azametine
delildir. Ben kasemle te'min ederim ki; Risalemi Nuru senadan maksadım
Kur'an’ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini te'min ve isbat ve neşirdir.
Halık-.ı Rahimime hadsiz şükür olsun ki; kendimi kendime beğendirmemiş ve
nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i Emmareyi
başkalarına beğendirmek arzusu kalmamış.
Evet kabir
kapısında bekleyen bir adam arkasında fani dünyaya riya-kârane bakması acınacak
bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. Cenab-ı Hak beni böyle hasaretlerden
muhafaza eylesin, amin.»
«Baki bir
hakikat, fani şahsiyetler üzerine bina edilmez. Edilse hakika-ta zülumdur. Her
cihetle kemâlde ve devamda bulunan bu vazife, çürümeye ve çürütülmeye ma'ruz ve
müptela şahsiyetlere bağlanmaz. Bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır.»
Görüldüğü gibi fikirlerde büyük bir tesir câ-zibesi mevcuttur.
«Evet Risale-i
Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikata yol açmıştır.»
Said Nursî,
Mektubat Kitabı’nın ikinci mektubunda; dini hiç bir şeye âlet etmemek hususunda
şöyle demektedir:
«Ehl-i
dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. 'İlmi ve dini
kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar.' deyip insafsızcasına onlara hücum
ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır....
....işte şu
zamanın insanları hırs ve tama yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı
satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi salih veya veli tasavvur ederek,
sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer haşa! Ben kendimi salih bilsem; o alamet-i
gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi salih bilmezsem o malı kabul
etmek caiz değildir. Hem ahirete müteveccih a'ma-!e mukabil sadaka ve hediyeyi
almak ahiretin baki meyvelerini dünyada fani bir surette yemek demektir.» (*)
«Hatta hadis-i
Sahihle ahir zamanda İsevilerin hakikî dindarları Ehl-i Kur'an ile ittifak edip
müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi
eh-i diyanet ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı mes-îektaşı, kardaşı olanlarla
samimî ittifak etmek belki, Hıristiyanların hakikî dindar ruhanileriyle dahi
medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten, medar-ı münakaşa ve niza etmiyerek,
müşterek dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.» (20. Lem'adan)
Kısaca tarih
boyunca insanlığın gönlüne muhabbet tahtını kurmasını başarmış ehl-i ilim ve
ehl-i aşk, çeşitli vesileler ve zorlamalarla şöhrete ulaşmış bulunanlardan çok
daha uzun ömürlü olmuşlardır. İşte sosyal fonksiyon yönünden Said Nursi'de
Müslüman Türk toplumunun tefekkür tarihine intikal etmiş
bulunanlardarTbirisidir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin eserleri
:
Sözler ....................................
845 sahife
Şualar
.................................... 693
Tarihçe-i
Hayat .............................. 692
Mektubat ...
.............................. 536
Lem'alar
................................. 426
Sikke-i
Tastik-i Gaybi ............. ... ...... 259
Mesvnevî-i Nuriye
........................... 252
işarat'ül İcaz
.............................. 238
Hutbe-i Şamiye
........................... 158
Münazarat ve
Lahikalar (Birkaç kitap) ............ 94
SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (*)
1888'de
Silistre'de doğdu. Babası, Fatih Sultan Mehmet tarafından «Tuna Hanı» tayin
edilmiş köklü bir aileye mensup Osman Efendi'dir. Bu sebeple Süleyman
Efendi'nin soyadı Tunahan şeklindedir.
Osman Efendi,
İstanbul'da tahsil ederken bir rüya görüyor: «Vücudundan bir parça kopup göğe
yükselmiş, oradan ışık saçmakta...» Bunu, kendi çocuklarından birinin İslâma
hizmet edeceği mânâsında tabir ediyor. Ve, Silistre'ye döndüğünde evleniyor.
Çocukları arasında, gördüğü rüyaya namzet, küçük Süleyman... Bunu anlayınca,
oğluna hürme etmeye başlıyor, hatta oğlu içeri girdikçe ayağa kalkıp:
— Buyur
Süleyman Efendi oğlum
Diyor. Elbette
ki Süleyman Efendi bu durum karşısında mahcup oluyor, babasını ayağa
kaldırmamak için tedbirli hareket ediyor, meselâ babası bir işle meşgul iken
onun yanına giriyor...
Süleyman
Efendi Silistre Rüştüyesi'nde ve bir müddet de Satirli Med-resesi'nde okuduktan
sonra İstanbul’a gönderiliyor. Babası:
— Oğlum usul
ilmine iyi çalış dininde kuvvetli olursun, mantığa da iyi çalış ki fikrinde
kuvvetli olasın.
Bu öğütle
İstanbul'da Fatih Camii hocalarından Bafralı Ahmet Hamdi Ffendi'den ders alıyor,
din ilimlerini ve Arapçasını ilerletiyor, birincilikle de icazet alıyor.
Sonra
Süleymaniye Medresesi, onu takiben de Medrese-tül Kuzat'a giriyor. Medrese-tül
Kuzat, bugünkü Hukuk Fakültesi'ne denk... Oradan kadı yetişirdi. Bunu duyan
Osman Efendi oğluna bir telgraf çekiyor:
— Süleyman,
ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim.
Bununla «Üç
kadıdan ikisinin cehennemde, birinin cennette olacağını bildiren Hadis
hatırlatılmış oluyor.
Süleyman
Efendi, Medrese-tül Kuzat'ta Fıkhî bilgilerini iyice güçlendirdikten sonra,
İslâmî ilimlerdeki tetkik ve tetebbularına devam ediyor.
Sonra İstanbul
camilerinde verdiği vaazlarla dikkati çeken Süleyman Efendi, eser yazmamış,
Kur'an kurslarına önem vermiş ve talebe yetiştirmiştir.
İlk olarak
1939'da tevkif ediliyor. 3 gün nezarette kalıyor, aylarca süren muhakemeden
sonra beraet ediyor.
1957'de
Bursa'nın LUu Camisinde bir şahıs kendisini Mehdi ilân edince ortalık karışıyor
ve Süleyman Efendi de tevkif edilerek Kütahya hapishanesine gönderiliyor. Fakat
ilk muhakemede tahliye ediliyor.
Süleyman
Efendi Nakşi Tarikatına mensuptur.
16 Eylül 1959
yılında 71 yaşında vefat etti.
Süleyman
Efendi'ye bağlı olanlara «Süleymancı» derler. Fakat bunlara «Süleyman
Efendi'nin Talebeleri» demek daha yerinde olur. Hepsinin ve hepimizin gayesi:
islâmiyeti öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır.
SÖZÜ BİTİRİRKEN
Bu
araştırmanın asıl amacının «Tarikatların Türk İslâm toplumundaki sosyal
fonksiyonları»™ incelemek olduğunu belirtmiştik.
Tarikatlar
çeşitli yönleriyle ele alınabilirler. Burada genel mülâhazalar (dim, siyasî,
tarihî, ekonomik vb.) da dikkate alınmakla beraber, tarikatlar «Türk
toplumundaki sosyal fonksiyonları» yönünden incelenmişlerdir.
Araştırma
sırasında başlıca iki güçlükle karşılaşılmıştır:
·
1
— Tarikatların bir bütün olarak mı, yoksa ayrı ayrı mı incelenecekleri;
·
2
— Türk toplumu denince burada kastedilen hangi Türk toplumu olabileceği.
Şu kadar ki,
birinci maddedeki güçlüğü ortadan kaldırmak için tarikatlar arasında benzer ve
ortaklaşa olan prensipler esas alınmak suretiyle bir sentez yoluna gidilmiş,
sâdece isim bakımından bir tarikat olarak duyulanlar değil de, özellikle
topumda sosyal varlığını hissettirebilmiş ve bir fonksiyon meydana
getirebilmiş, geniş teşkilâtı (tekkeleri, zâviyeleri, han-kâhları, çilehaneleri
vb.) ve türlü sosyal faaliyetleriyle binlerce mürid ve mensubu bulunan; kısaca
«Büyük tarikat» hüviyetine sahip olanlara ağırlık verilmiş, bu arada sosyal
fonksiyonları bakımından da sâdece Türk toplum-larını ilgilendiren tarikatlar
üzerinde durulmuştur. (699)
İkinci husus'a
gelince: Türk toplumu denince bu ifadenin genişliği ilk bakışta şunu
hatırlatıyor: Tarihin hangi döneminde ve hangi ülkede yaşamış bulunan hangi
Türk toplumu?
Gerçi
tarikatların doğuşu itibariyle, konunun Müslümanlığın doğuşundan daha geri
götürülemeyeceği meydandadır; çünkü İslâm'da tarikat denilen ruhî yaşayış
şekli, İslâm'ın doğuşundan iki asır sonraları —mezhepler ve tasavvuf'un da form
(şekil) almasıyle— ortaya çıkmıştır. (700) Bu durumda en azından Türklerin
İslâmiyet'e girmelerinden sonraki Türk top-lumları düşünülebilir.
Halbuki burada
okuyucunun zihnini daha da berraklığa kavuşturabilmek için meseleye biraz daha
açıklık kazandırılmış ve konunun kapsamı içerisine sâdece, Anadolu'da
Selçuklulardan sonra Türk birliğini yeniden kurmuş bulunan OsmanlIlardan
başlayarak, Cumhuriyet'in ilânına kadar geçen dönem alınmak suretiyle konu
—kesin olarak— sınırlandırılmıştır.
önce
tarikatların kökleri, doğuşları ve şekil kazanışları bakımından ilgili
bulundukları diğer sahalar, özellikle mezhepler ve tasavvufla olan ilişkileri
üzerinde durulmuştur.
Daha sonra
tarikatlar, tarihî gelişim içindeki durumlarıyla ele alınmışlardır ki, bu
bölümde tarikatların doğuşları, kuruluşlarını tamamlamaları ve teşkilâtlarını
genişletme yönünden izledikleri politika ve metotlar eleştirilmiş ve
görülmüştür ki, tarikatların ortaya çıkışı gelişi güzel değil, bilhas-ha tarihî
tekâmül'ün tabiî bir sonucudur.
Gerçi Islâm
dünyasında tasavvuf ve tarikatların doğuşu, Peygamber Hz. Muhammed (S.A.)'in
bizzat yaşadığı hayat tarzını örnek almakta, hatta bütün tarikatların, iki ana
kaynak aracılığıyla Peygamber'e kadar ulaştığına inanılmakta ise de, (701)
bunun dışında tarikatların doğup, gelişip,
(1) Sur
Mecmuası 15.7.1976 tarihli ve 5'inci sayı.
·
699)
Bk. Giriş Bölümü.
·
700)
Bk. Tarikatların ilgili bulunduğu diğer bilim sahaları (mezhepler ve
tasavvuf) bölümü.
·
701)
Geniş bilgi için Bk. ilgili bölüme.
güçlenmesini
teşvik eden daha başka (siyasî, sosyal, ekonomik vb.) sebepler de
düşünülebiîmektedir. (702)
Hatta
Anadolu'da tarihin belirli bir döneminde tarikatların hızla çoğalmasının gerçek
sebebi'nin, bir dinî inanç meselesi olmaktan çok, siyasî, sosyal ve ekonomik
bunalımlara dayanmakta olduğu görülmektedir.
Nitekim
tarikatların, —özellikle Selçukluların çöküşünden sonra— Anadolu'nun bağrında
bir ağ gibi örülmüş olmalarının gerçek ve sosyal sebeplerinden biri, Anadolu
Türk-Müslüman halkının siyasî, sosyal ve ekonomik yönden amansız bir bunalım
içine düşmüş bulunmasıdır.
Şöyle ki:
XIII. yüzyıllarda Anadolu korkunç bir Moğol istilâsına uğramıştı. Bu amansız
saldırı karşısında halk, hatta devlet müthiş bir paniğe kapılmış, Selçuk
hükümdarları Moğol Valilerinin birer uşağı haline gelmişlerdi. (703)
Diğer
taraftan, zaten fonksiyonunu yitirmiş bulunan devletin pasif ve güçsüzlüğü karşısında,
dahilî huzursuzluklardan da bıkmış ve usanmış olan halk, büsbütün sahipsiz ve
himayesiz de kalınca, kendini koruyacak bir mucizenin zuhurunu —şaşkınlık
içinde— beklemeye başlamıştı.
işte Anadolu
Türklüğü tarihinin bu döneminde Hacı Bektaş-ı Veli'ler, Sultanü'I-Ulema'lar,
Mevlâna'lar, Yunus Emre'ler, Hacı Bayramı Veli'ler, Akşemseddîn'ler ve daha
birçokları bu ülkedeki ruh ve mâneviyat dünyasının padişahları ve kurucuları
olmuşlardır. (704)
Çaresizlik
içinde kıvranan Anadolu halkı'nın en sıkıntılı zamanında imdâdına yetişen bu
büyük şahsiyetler, toplumun ruhunu ve Anadolu'nun toprağını öylesine üstün bir
güçle sarmış ve mayalamışlardı ki, bu mânevî sentezin sonucu olarak tarih
sahnesine «Türk Osmanlı devleti» adıyla büyük ve güçlü bir devlet çıkmıştı.
(705)
Gerçekten
Anadolu'nun bu sahipsiz halkı, kendilerini himaye eden bu mâneviyat kahramanı
veliler ve onların kurdukları tarikatlarla öylesine kaynaşmışlardı ki, onlar
için herhangi bir tarikata bağlanmadan yaşamanın bir mânâ ve değeri yoktu.
Nitekim bu
samimî duygularla tarikatlara sarılmış olan Anadolu halkı, bu kutsal topraklar
üzerinde yepyeni bir sentez meydana getirmiş, karakterinde zaten potansiyel
olarak mevcûd olan kabiliyet ve maharete, bir de tarikatlardan aldığı mânevî
enerjiyi katarak «Osmanlı devleti» adıyla tarihe uzanan somut bir örnek halinde
ortaya çıkmıştır. (706)
·
702)
Bk. Giriş bölümü.
·
703)
Bk. Giriş bölümü.
·
704)
Bk. Selçuklulardan sonra Anadolu’da tarikatların çoğalışı bölümü.
·
705)
Bk. Prof. Dr. Cahit Tanyol Kuruluş ve Fatih destanı S. 5-11
·
706)
Bk. Prof. Dr. Cahit Tanyo! Aynı eser S. 9 vd.
işte bu
örgütlenişin temelinde şeriat imamlarının yanında, onlardan daha kuvvetli
fonksiyonlara sahip tarikat uluları da vardır, hatta o kadar ki, Osmanlı
devletinde padişahların ünvanlarıyle tarikat şeyhlerinin unvanları birbirlerine
karışmıştır. Nitekim «Hünkâr, Padişah, Sultan, Tâc vb. gibi» isim ve sıfatlar
tarikat şeyhleriyle padişahlar arasında ortaklaşadır. (707)
Osmanlı
Devleti'nin kuruluşu ve temel yapısında bu derece rolü bulunan tarikatlar, 600
yıllık imparatorluk tarihi boyunca da bu fonksiyonla-nı sürdürmüşlerdir.
Nitekim devletin zayıf zamanlarında olduğu gibi, en güçlü zamanlarında da en
kudretli padişahların bile, tarikat şeyhlerinin önünde diz çökerek müridler
arasında zikrettikleri, abdest alırken şeyhlerin ellerine su döktükleri!...
(708) kısaca bu uğurda her türlü fedakârlığa katlandıkları, tarikatların siyasî
ve sosyal foknsiyonlarını gösteren hadiselerdir.
Son zamanlarda
bir kısım tarikatlar yabancı emperyalist emellerin gerçekleşmesi için vasıta
olarak kullanılmak suretiyle de önemli rol oynamışlardır.
Nitekim
ingilizlerin, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde çıkarılan isyanlardaki kışkırtma,
bozgun ve tahrik faaliyetleri, (709) Fransızların «Nusey-rilik» denen sahte
dindarlık perdesi altındaki faaliyetleri. (710)
XVIII.
yüzyıldan itibaren fütüvvet teşkilâtında, tarik-i fütüvvetlerin kaldırılıp
yerlerine Lonca'ların kurulmasıyle, gayrimüslim esnaf ve zanaat-kârların
tarikat ahlâkını bozmaya başlamaları. (711)
Kısaca
tarikatlar, yabancılar tarafından türlü şekillerdeki menfî emellere âlet olarak
kullanılmak istenmişlerdir.
Tarikatlar
Türk toplumunda müspet oluşlarının yanında —vatan bütünlüğünü tehlikeye
düşürücü faaliyetler içerisine itilmek suretiyle— menfî şekillerde de rol
oynamışlardır ki, bu yüzden de şöhretli bir maziye sahip olmalarına rağmen,
gerek halk, gerekse devlet nazarında kıymet ve itibarlarını zedeleyecek
durumları da olmuştur.
Nitekim
Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal eden Yeniçeriler meselesinde, adı geçeri
bu zümrenin dejenere olduktan sonraki devirlerine rastlayan bozguncu
faaliyetlere «Bektâşilik» tarikatının da adı karışmış, 1826 tarihinde Sultan
Mahmud II. tarafından imha edilen Yeniçerilerle birlikte Bektâşilik de ortadan
kaldırılmıştı. (712) Bu yüzden öteki tarikatlara da —Yeniçerilerden nefret
eden— halk tarafından kötü gözle bakılmaya başlanmıştı.
·
707)
Bk. Prof. Dr. Cahit Tanyol Aynı eser S. 9-11
·
708)
Geniş bilgi için Bk. Devlet erkânının tarikatlarla ilgi kurmaları
kısmına.
·
709)
Bk. Yabancı emperyalistlerin tarikat'ardan faydalanma teşebbüsleri
kısmına.
·
710)
. Bk. Nuseyrilik (Biberdik) bölümü.
·
711)
Bk. Fütüvvet ahlâkının bozuluşu kısmına.
·
712)
; Bk. Vak’a-i hayriye kısmına.
Ne var ki, türlü
medeniyetlerin konup göçtüğü bu çilekeş Anadolu'nun samimî insanları için; su,
hava, ekmek gibi tabiî gıdalar kadar maddî hayatına da girmiş bulunan
tarikatlar, mazideki bütün şöhret, meziyet ve niteliklerine rağmen artık tarihî
gelişim içindeki fonksiyonlarını yitirmeye başlamışlardı.
Esasen maddî
gücünü kaybetmiş bulunan devlet bünyesindeki türlü olaylara adlarının
karışmasından başka, birtakım kimselerin elinde şahsi ve siyasî istismar
vesilesi oluşlarıyle de günden güne kötüye giden durumları yüzünden, artık
kendi akıbetlerini kendileri hazırlamış oluyorlardı.
Türkiye'de
devlet düzenin de tamamen değişip, Cumhuriyet'in ilân edilmesiyle çıkarılan
özel bir kanunla tarikatlar artık tamamen mazideki hayal dünyalarına
terkedilmiş(kapatılmış)lerdir. (713)
Kısaca bütün
bu söylenenlerden sonra kanaatimizi bir daha belirtmemiz gerekirse diyebiliriz
ki, Osmanlı Devleti'nin temelinde iki unsur vardır. Biri şeriat, diğeri
tarikat. Sosyal fonksiyon yönünden tarikatlar daha etkili olmuşlardır. (714)
Nihayet Osmanlı
Devleti ile, Anadolu'da tarikatların varlığı, tarih sahnesinde görünüşleri,
fonksiyonlarını ve varlıklarını yitirecek yine tarih sahnesinden
çekilişleriyle, var olma ve yok olma mücâdeleleri, Anadolu Türklüğü'nde devlet
bilincinin örgütlenmesiyle, tarikatların bu ulke'nin bağrında manevî tahtlarını
kurmaları ve nihayet bir gün daha ayakta kalabilme çabaları, tarih boyunca
yapmış bulundukları kader birliğinin tabiî bir sonucu olmuştur ki;
Osmanlı
Sultanları kendilerini ve devletlerini kurtacak bir mucize beklerken, aynı ümit
ve inançla bir tarikat şeyhi de şöyle söyleniyordu:
Yâ Rab bize
bir tesliyet-i hâtır olur mu
Yoksa bu fütûr
ile dem-i âhır olur mu? (715)
Günümüzde ise,
Türkiye'de resmen faaliyette bulunan bir tarikat mev-cûd olmamakla beraber,
zaman zaman isimleri duyulan Ticânilik, Süley-mancılık, Nurculuk vb, gibi
mevziî faaliyetlerin varlığı da bir gerçektir.
Şu kadar ki,
bugün bunların en güçlüsü durumunda bulunan Nurculuk olup, bu cereyanın öncüsü
bulunan Said-i Nursî dahi, tarikatçılık veya tarikat kurma gibi bir iddiada
bulunmamıştır. Fakat gerek Said-i Nursîyi,
·
713)
Bk. Tarikatların kapanışı ve sonrası kısmına.
·
714)
Prof. Dr. Cahit Tanyol Kuruluş ve Fetih destanı S. 6, 9, 11, 40-42
·
715)
Bu beyt 'Mevlevî çelebilerinden «Ferruh Çelebinindir. (A. Gölpınarlı
Mevlâ-na’dan sonra Mevlevilik S. 156) Çelebi her ne kadar bu beyti makamından
azledilmesi üzerine teessürünü ifade için söylemiş ise de, bütün tarikat
mensuplarının da doğacak bir mucize güneşini bekledikleri muhakkaktır.
gerekse
diğerlerini geniş çapta siyasî ve kişisel menfaatler açısından istismar
vesilesi yapmaya çalışan bir zümre mevcuttur.
Bu da
gösteriyor ki, en gayrı müsâid şartlar altında dahi tarikatlar toplumdaki
sosyal fonksiyonlarını sürdürmektedirler ve kanaatımızca dün'ün OsmanlI
sultanları ve çevrelerinin tarikat liderlerine geniş müsamahalar göstermeleri
ve tavizler vermeleriyle, bugünün Süleymancılık, Nurculuk vb. akımları bayrak
yaparak siyasî yatırım ve şahsî menfaat peşinde koşan: zümrelerinin amaçları
aynıdır.
Kısaca, Türkiye'de
tarikatlar zahiren kapatılmışlardır ama, siyasî ve sosyal fonksiyonlarından
faydalanmaya çalışan zümrelerin varlığı devam etmektedir. Esasen insanoğlundaki
sevgi, saygı, haz, elem ve üstün bir kuvvete teslimiyet duyguları tabiî olarak
devam ettiği müddetçe, ondaki bu manevî tatmine ihtiyaç duyma arzusu da devam
edecektir. Kısaca bu, insan için hava, su, ekmek kadar tabiî bir ihtiyaçtır. Ne
mutlu insanlığın kalbinde bu gibi mânevî tahtlarını kurarak ebediyyen
yaşayabilen gönül sultanı velilere. Ruhları şad olsun.
BİBLİYOGRAFYA
Abdullah
el-Ansârî
Alâaddin Ali
Çelebi (Kınalızâde)
Ahmet Eflâkî
Ahmet Hilmi
(Hâcezâde)
Ahmet Hilmi
(Hâcezâde)
Ahmet Hilmi
(Hâcezâde)
Ahmet Cevdet
(Paşa) Ahmet Cevdet (Paşa)
Ahmet Fehim
Ahmet Refik (Atılay)
Ahmet Refik (Atılay) Ahmet Refik (Atılay) Ahmet Refik (Atılay) Ahmet Rıfaî
Ahmet Rıfat
Ahmet Rifat
(Efendi) Ali Canip Ali Haydar
Akdağ Mustafa
(Prof.)
Akdağ Mustafa
(Prof.) Akdağ Mustafa (Prof.)
Akşemseddin
Aktepe Münir Ansay Sabri Şakir
Armaner Nedâ
Arsal Sadrı
Naksûdî
Arseven Celâl
Esat
: Nasâyıh-u
münâcât İst. 1301
: Ahlâk-ı
Alâ-Î Kahire (Bulak Mat.) 1248 C. I., III. Menâkıbü’I -Arifin (Çev. Prof. Dr.
Tahsin Yazıcı) Millî Eğt. Yay. C. I., II. 1966 İst.
:
Hadigatü’l-Evliya İst. 1318.
: İmam Gazzalî
Huccetü’l - İslâm Gazzalî hazretleri ile bazı ecille-i ricâl-i sûfiyye’nin
teracüm-i ahvâli İst. 1322.
: Ziyaret-i
Evliya Dersaâdet ve civarında hâk-i gufran olan evliya'nın kiram hazaratiyle
tarikat-ı aliyye-i halvetiyye ve şuabat-ı meşayihinin ter-cüme-i ahvâl ve
menâkrb-ı ahvâlini havidir. İst. 1325.
:
Tarih-i Cevdet (Matbaa-i Osmaniye İst. 1309
:
Kısas-ı Enbiya (Peygamberler Tarihi) Bedir Yay.)
İst. 1966.
: Menâkııb-ı
şerif ve tarikatnâme-i pîrân ve meşâ-yih-ı tarikat-ı aliyye-i halvetiyye İst.
1290. Onaltıncı asırda Rafızilik ve Bektaşilik İst. 1923.
: Fatih Sultan
Mehmed ve ressam Bellini İst. 1325
: Osmanlı
devrinde zorbalar İst. 1932.
: Anadolu'da
Türk aşiretleri İst. 1930.
: Bülhanü'l -
Müeyyed.
:
Mir'âtü'I - Makasıf fî def’il - Mafâsid İst. 1293.
:
Lügat-i tarihiyye ve coğrafiyye İst. 1291.
: Naimâ tarihi
(Devlet Mat.) İst. 1927.
: Dürerü'l -
Hukkâm şerh’i Mecellütü’l-Ahkâm (Mekteb-i sanayi-i şâhâne mat.) İst. 1319.
: Türkiye'nin
ictimâ'î ve İktisadî tarihi C. I. Ank. 1953.
■ Celâli İsyanları
A.Ü.D.T.C.F. Yay. Ank. 1963.
: Yeniçeri
ocak nizaminin bozulması D.T.C.F. Yay. Ank. 1945.
Makamat-ı
Evliya Millî Eğt. Bak. İst. 1966. Patrona Halil İsyanı İ.Ü.Ed.F. yay. İst.
1958. Hukuk tarihinde İslâm hukuku 1. Kısım A.Ü.İI.Fk. Yay. Ank. 1954.
: Nurculuk
(İI.F. Yay 7 Ank. 1965.
: Teokratik
devlet, lâik devlet, Tanzimat (yüzüncü yıldönümü münâsebetiyle) İst. 1940.
: Türk sanatı
tarifli M. Eğt. Bak. Yay. İst. 1966.
Arvâsîzâde
(Abdü'l - Hakim)
Atalay Besim
Atatürk (Gazi
Mustafa Kemal)
Aybar Celâl
Aynî Mehmet
Ali
Aynî Mehmet
Ali
Aynî Mehmet
Ali
Ayvansarâyî H.
Hüseyin bin el - Hac İsmail
Aziz Mahmud
Hüdâ’î (Şeyh)
Başbakanlık
Devlet Arşivi
Başbakanlık
Devlet Arşivi
Baha Said
Baha Said
Barkan Ömer
Lütfi (Prof.)
Barkan Ömer
Lütfi (Prof.)
Barkan Ömer Lütfi
(Prof.)
Barkan Ömer
Lütfi (Prof.)
Bandırmalızâde
(Ahmet Münip)
Bayrı Mahmud
Hayrı
Bayrı Mehmet
Halit
Behçet Cemal
Belâzürî
Berki Ali
Himmet
Berki Ali
Himmet
Bert hold
Bilmen Ömer
Nasuhî
Bilmen Ömer
Nasuhî
Bilmen Ömer
Nasuhî
Bilmen Ömer
Nasuhî
Bîrûnî (Ebû
Reyhân)
Bursevî
(İsmail Hakkı) Bursevî (İsmail Hakkı) Bursa Müzesi
; Tarikat-ı
Aliyye-i Nakşıbendiyye'nin âdâbını mü-beyyinf bir mektup sureti)dir. (Fatih
Küt. Şeriy-ye kısmı) İst. 1342.
: Bektaşilik
ve edebiyatı İst. 1940.
: Söylev ve
demeçleri T.T.K.C. II. Ank. 1959 (2 Baskı).
: Osmanlı
imparatorluğu’nun ticari müvazenesi Ank. 1913.
Hacı Bayram-ı
Veli İst. 1343.
Türk Azizleri
(İsmail Hakkı) İst. 1944.
Tasavvuf
tarihi İst. 1341 (Vatan Mat.)
Hadigatü'l -
Cevâmi İst. 1281.
Keşfü’l - Kına
an vechi-s-Sema İst.
Divan kalemi
kayıt defterleri No: 129, 132, 138, 150, 155, 157.
Mühimme
defterleri No: 1 - 79' kadar (Ali Emiri tasnifi 3-5).
:
Bektaşiler (T.Y.Mc. İst. 1927-29 nüshalar).
:
Nuseyriler aynı mecmua 1927, 28-29 yılları sayıları.
Kolonlzatör dervişler
V.D.C. İL, III. Ank 1942.
İktisat tarihi
İk. Fk. Yay. İst. 1950.
istilâ devri
kolonizatör dervişleri ve zâv,iyeleri V. D. Sa. 2. İst. 1942.
:
Malikâne divan sistemi T. H. ve ik. T. Mc. İst. Darülfünûn Türkiyat Enst. C. I.
:
Mir'atü't-Turuk İst. 1306.
;
Türk Ansiklopedisi.
:
Halk âdet ve inançları İst. 1939 (Burhanettin basımevi).
: Şeyh Said
isyanı İst. 1955.
: Fütûhü'l -
Büldân C. I. M. Eğt. Bak. Yay. Şark Klasikleri İst. 1955.
: Vakıflar
(Aydınlık Mat.) İst. 1946.
: Vakıfların
tarihi mahiyeti, inkişafı ve tekâmül-i cemiyet ve fertlere sağladığı faydalar
V. D. C. IV. İst. 1965.
: İslâm
Medeniyeti tarihi (Köprülü M. Fuat tarafından yapılan açıklamalarla birlikte)
Ank. 1963.
: Hukuk-u
islâmiyye ve ıstılâhüt-ı Fıkhıyye kamusu I. ve İli. C. İst. 1967-70.
: Kur’an-ı
Kerim'in türkçe meâl-i âlisi ve tefsiri 1 -8 ciltler İst.
: Muvazzah i
İm-i Kelâm (Yeni Mat.) İst. 1959.
: Büyük İslâm
ilmihâli 1953 İst.
: Tahkık-u
Ma-Lil-Hind.
: Şerh'u
Usûli’l - Aşere İst. 1256.
: Rûhu'l -
Mesnevî (l„ II. C.) İst. 1287.
: Bursa
Kadılığı XVI. Yüzyıl şer’iyye sicilleri.
Bursalı
(Muhammed Tahir)
Bursalı
(Muhammed Tahir) Brockelmann (çev. Neşat Çağatay)
Cami (Mevlâna
Abd’al - Rahman)
Corci Zeydan
Çağatay Neşat
(Prof.)
Çağatay Neşat
Çubukçu
Çantay (Hasan
Basri)
Çetiner Yılmaz
Dânişmend
(İsmail Hâmi)
Dânişmend
(İsmail Hâmi)
Diyarbakır
müzesi
Doğrul Ömer
Rıza
Doğrul Ömer
Rıza
Dürkheim Emile
(Çev. Hüseyin Cahit
Yalçın)
Ebû Zehra
Ebû
Abd’I-Rahman es-Sülemî
Ergin Osman
(Kitapları)
Ergin Osman
(Kitapları)
Ergin Osman
(Nûri)
Ersoy Mehmet
Akif
Esnaf
dernekleri federasyonu tüzüğü
Encyclopedie
de L'ıslâm
Evliya Çelebi
F. M. Hasluck
Fenni (İsmail)
Fetâvâ-i Ali
Efendi
Fezleke-i
tarih-i Osmani
Fütüvvetnâmeler
Gençlik
Rehberi
Gerhard Köhnen
Godelier
ıMaurıce
Gökberk Macit
(Prof)
Osmanh
müellifleri İst. 1333-1342.
Hacı Bayram
Veli Risâlesi İst. ?.
İslâm
milletleri ve devletleri tarihi A.Ü.Ii.F. Yay. Ank. 1964.
Nefehatü'l -
Üns (Ter. Lâmi Çelebi Bursevî) İst. 1289 h. (Fatih Küt. Tarih Bölümü No: 1218).
Medeniyet-i
İslâmiye tarihi Dersaadet (İst.) 1328. İslâm mezhepleri tarihi (İl. F. Yay.)
Ank. 1965. İbrahim Asaf: İslâm Mezhepleri tarihi Ank. 1964. Kur’an-ı Kerim ve
Meâl- Hakim C. I., III. İst. 1959 İnanç sömürücüleri (Varlık Yay-) İst. 1964.
İzahlı Osmanlı
tarihi Kronolojisi İst/ 1947 -1950. İstanbul fethinin mânevî kıymeti İst. 1953.
Harput ve
Mardin kadılıklarının h. 1012 yılına kadar olan şer'iyye sicilleri.
İslâmiyetin
geliştirdiği tasavvuf İst. 1948. Yeryüzündeki dinlerin tarihi İst. 1947.
Din hayatının
ibtidâi şekilleri İst. 1923-24 (Tanın matbaası).
Ebû Hanife
(Ter. Keskioğlu Osman) Ank. 1962. Tabakatü’ s-Sofiyye Mısır1953.
Menakıb-ı
şerif ve tarikat-ı piran ve meşayıh-ı tarikat-ı halvetiyye Belediye Küt. No:
3020) İst. Türkiye Maarif tarihi İst. 1939-1943.
Türk
şehirlerinde imaret sistemi İst. 1939. Safahat (Mehmet Akif'in eserleri
külliyatı) İst. Esnafın riayete mecbur olduğu evamir-i Belediye hakkında
tâlimat İst. 1335.
Edmonda de
amicis italia 1846 -1908.
Seyahatnâme C.
I., X. (1094 h.) İst. 1682-83 ve 1314.
Dersaadet İkdam
Matbaası baskılarıyle, R. Ekrem Koçu C. I., IV. Tan basımevi İst. 1949
(nüshaları). Bektaşilik tetkikleri (Ter. Ragıp Hulusi) İst. 1928. Lügatçe-i
Felsefe İst. 1341.
4. Baskı 1272
İst.
(Ali Tevfik)
I., İli. cildler İst. 1313.
·
a)
Harputlu Nahşî İlyasoğlu Ahmet, Tuhfat-al-Va-saya Ayasofya Küt. No: 2049 108
a., 117 6. İst.
·
b)
Abdürrezzak Kâsânî Tuhfet - al - İhvan Ter. Murat Molla Abdu'l-Hamid I.) 1447
(352 b.) İst.
·
c)
A. Gölpınarh İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet teşkilâtı İk. F. Mc. C. XI. Sa. 1
- 4 İst. 1949-1950. Said-i Nursî (Risâle-i Nur külliyatından).
Dünya ekonomi
tarihi (Başlangıcından bu güne) Çev. Tunay Akoğlu İst. 1965.
Asya tipi
üretim tarzı (Çev. Atilla Tokatlı) İst. 1966.
Felsefe tarihi
İ. Ü. Ed. Fak. Yay. İst. 1961.
Gölpınarh
Abdülbâkı
Gölpınarh
Abdülbâkı
Gölpınarh
Abdülbâkı
Halil Edhem
Hamidullah
Muhammed (Prof.)
Hamidullah
Muhammed (Prof.)
Hamidullah
Muhammed (Prof.)
Hoca Ishak
(Efendi)
Hüseyin
Hüsamettin
İbn Batuta
(Şemseddin Ebû Abdullah
İbn Kemâl
İnalcık Halil
İlâhiyat
Fakültesi Mecmuası
İmam Kuşeyri
İsmail Hakkı
(Erzurumlu)
İslâm
Ansiklopedisi
İstanbul
Müftülüğü
İzbudak Velet
iz Mahir
J. J. Rousseau
Kalkan Ahmet
Vefik
Kararnâme
Karal Enver
Ziya
Karadeniz
Zeria
Kâtip Çelebi
Keskioğlu
Osman
XV. ve XVI.
asırlarda Edirne ve Paşa Livası İst. 1952.
Mevlânâ’dan
sonra Mevlevîlik İst. 1953.
Simavda Kadısı
oğlu Şeyh Bedreddin İst. 1966.
100 soruda Türkiye'de
mezhepler ve tarikatlar İst. 1969 ve 100 soruda tasavvuf İst. 1969.
Tarih-i Edyan
İst. 1338 ve Maziden âtiye Dersa-âdet İst. 1339.
Tarihi Osmani
Encümeni mecmuası (ahilikle ilgili iki kitâbe) İst. 1932.
Düvel-i
İslâmiye (Devlet Mat.) İst. 1345.
İslâmda devlet
idaresi İst. 1963.
Modern iktisat
ve İslâm İst. 1963.
İslâmın hukuk
ilmine yardımları (Makalelerden derleyen Dr. Salih Tuğ) İst. 1962.
Din
sosyolojisi (Çev. Turgut Kalpsiz) Ank. 1964. Tibyan-ı Vesâile-el - Hakâik, fî
beyan-ı selâsili’t-Tarâik İst. 1882.
İmam-Hatip
okulu İsi. Felsefesi ve Din Sosyolojisi ders notları 1969- 1970 ders yılı İst.
Kâşifü’l-esrar ve Dâfiu'l-Eşrar İst. 1290.
Amasya tarihi
C. III. İst. 1927.
Seyahatnâme
(Ter. Mehmet Şerif) Matbaa-i Â-mire İst. 1333.
El- Mukaddime
(Ter. Pir.izâde Mehmet Sahîb-i-Mükaddime-i İbn Haldun) C. I., II. İst. 1275.
Tevarih-i Âl-i Osman Nşr. Şerafettin Turan Ank. Mehmet II. isi. Ansk. C. VII.
S. 506-535 1954.
Sa. II., III.,
IV., IX. İst. Darülfünûnu 1926 - 28 Risale-i Kuşeyri (Ter. Prof. Tahsin Yazıcı)
Millî Eğt. Basımevi 1964- 66 C. I., II. İst.
Marifetnâme
İst. 1924.
I'de XI. cilde
kadar ilgili maddeler
XV., XVI.
yüzyıllara ait şer’iyye sicilleri (şer'i siciller dâiresi) İst.
Atalar sözü
T.D.K. İst. 1936.
Tasavvuf İst.
1969.
Toplum sözleşmesi
(Çev. Vedat Günyol) İst. 1965.
Anadolu
Evliyaları Ank. 1965.
«Bilumum
tekâya ve zevâya’nm şeddine, Devlet me’murlarının şapka giymesine dair «ikdam
Mat. İst. 1341.
Selim İli.'in
Hatt-ı Hümayunu (Nizam-ı Cedid) T.T.K. Yay. Ank. 1946 ve Ingilizlerin Akdeniz
hâkimiiyeti hakkında vesikalar Maarif Mat. İst. 1941.
Hacı Bayram-ı
Veli İst. 1964.
Fezleke C. I.,
İM. İst. 1286- 1287.
İslâm dünyası
dün ve bugün Ank, 1964. (il. F. Yay.)
Kitab-ı
Mukaddes
Kınahzâde Ali
Efendi
Koçu Reşat
Ekrem
Koçu Reşat
Ekrem
Koçu Reşat
Ekrem
Köprülü M.
Fuat (Ord. Prof.)
Köprülü M.
Fuat (Ord. Prof.)
Köprülü M.
Fuat (Ord. Prof.)
Köprülü M.
Fuat (Ord. Prof.)
Köprülü M.
Fuat (Ord. Prof.)
Kösemihal
Nurettin Şazi (Prof.)
Kussinen
Kuran Ahmet
Bedevi Kutluay yaşar (Dr.) Kürkçüoğlu Kemal Edip Lâlizâde Abd'ül - Baki Mahmut
Kaşgarh
Marie de Lanne
- Bunkoveski Menâkıpnâme'i Akşemsettin Mengüşoğlu Takiyettin (Prof.) Meslek
Mecmuası Mete İzzettin
Muhyiddin
İbnü’l-Arabî
Naimâ
Naimâ
Necip Asım
Nûrl (Hafız)
Nûri Gün - Yalçın
Çeliker Nizamü'l Mülk
Norman L. Munn
Olgun Tahirü'l
- Mevlevî
Orkun Hüseyin
Namık Ozanoğlu İhsan Özkök Burhan
Pakalın Mehmet
Zeki
Pazarlı Osman
Peçevili (İbrahim Efendi) Perviz Hüseyin Hatemi
: Ahd-i Atik
ve Ahd-i Cedid İbrâni, Geldânî ve Yunan lisanlarından tercüme İst. 1885
(Boyacıyan Agop Matbaası).
: Ahlâk-ı
Alâ'î İst. 1012.
: İstanbul
Ansiklopedisi C. I., III., V. İst. 1958.
: Yeniçeriler
İst. 1964.
: Tarihte
İstanbul esnafı (Tercüman'da tefrika edildi) İst. 1970 (12 Ekim-5 Kasım arası).
: Türk
edebiyatında ilk Mutasavvıflar İst. 1919.
: Türk
Edebiyatı Tarihi İst. 1928.
: Ortazanan
Türk Hukukî müesseseler! İst. 1937.
: OsmanlI
Devleti’nin kuruluşu T.T.K.Y. Ank. 1959.
: Bizans
müeseselerinin Osmanh müesseselerine tesiri hakkında bazı mülâhazalar T.H. ve
İk. T. Mc. C. I.’de.
: Sosyoloji
tarihi Ed. F. Yay. İst. 1956
: Diyalektik
Materyalizm (Çev. K. Sahir Sel) İst. 1965.
İnkılâp
tarihimiz ve Jön Türkler İst. 1945.
: İslâm ve
Yahudi mezhepleri İl. F. Yay. Ank. 1965.
: Tasavvufa dair
İl. F. Mc. C. IV. Ank. 1953.
: Tarikat-ı
Bayramiyye’i melâmiyye İst. 1156.
: Divan-ı
Lügât-i Türk C. I., II., III. İndeks (Çev. Besim Atalay) T.D.K. Ank. 1939-1943.
Bursa ve cıvan
(Çev. Ahmet Ata) İst. 1928.
: Üniversite
Kitaplığı No: 676 İst.
: Felsefeye
giriş Ed. F. Yay. İst. 1968.
: Mazide esnaf
işleri Sa. 2. İst. 1925.
Kâinat ve
tarihin felsefesi İst. 1966.
: Fütûhat-ı
Mekkiyye Bulak Mat. 1293.
:
Hadigatür’l-Vüzerâ (Ceride-i Havadis Mat.) İst. 1271.
: Naimâ tarihi
C. I„ III. İst. İst. 1280 (Bel. Küt. No: 0/149).
Bektaşi
İlmihali İst. 1925.
: Mir'at-ı
Ahmed-al-Rufaî İst. 1310.
: Masonluk ve
Masonlar İst. 1968 (yağmur Yay.)
: Siyasetnâme
(Çev. Muhammed Şerif Çavdaroğ-lu) İst. 1954. İ. .0 Hk. F. Yay.
: İnsan
intibakının esasları (Psikoloji) Çev. Nahit Tander C. I. İst. 1965.
: Mevlâna
Celâleddin Şerh'i Mesnevi C. I-V 1963 İst.
: Türk
Efsâneleri (Çınar Yay.) İst. 1943.
: Kastamonu
Kütüğü İst. 1952 (Şirket-ıi mürettibiye)
: Osmanh
devrinde Dersim İsyanları İst. 1937. Tarihe mal olmuş fıkralar ve nükteler İst.
1273.
: Din
Psikolojisi İst. 1968.
: Peçevi
tarihi İst. 1283.
: İslâm
açısından Sosyalizm İst. 1966- 1967.
Perviz Hüseyin
Hateml
Platon
(Eflâtun)
Pol Hori
Prens
Sabahattin
Rıfkı Melül
Meriç
Sadık Vicdânî
Sadık Vicdânî
Safa Peyami
Said Nursi
Salih Sami
(İmamzâde)
Sarı Abdullah
Efendi Sunar Cavid (Doç.) Şavsuvaroğlu Halûk Şemseddin Sami Şemseddin Sami
Tanyol Cahit (Prof.) Tanyol Cahit (Prof.) Tanyol Cahit (Prof.)
Tanyol Cahit
(Prof.) Tabirnâme-i Tarikat Tanya Hikmet (Dr.)
Takvim-i
Vakayi
Tekindağ M. C.
Şebabettin (Prof.)
Tekindağ M. C.
Şebabettin
T J.'de Boer
(Prof)
Taplamacıoğlu
Mehmet (Prof.)
Tarım Cevdet
Hakkı
Timurtaş Faruk
Kadri (Prof)
Togan Zeki
Velidi (Ord. Prof.)
Topçu Nurettin
(Doç.)
Tuğ Salih
(Doç.)
Tunalı İsmail
(Prof.)
Turan Osman
(Prof.)
Turhan Mümtaz
(Prof.)
Türk Yurdu
Mecmuası
Türkiyat
Mecmuası
Önceleri ve
bugünkü Türk hukukunda vakıf I. Ü. Hk. F. Yay. İst. 1969.
Devlet (Çev.
S. Eyüboğlu M. Ali Cimcoz) İst. 1962.
Dârülfünun muallimlerinden
Türkiye nasıl paylaşıldı? İst. 1326.
Türkiye nasıl
kurtarılabilir? İst. 1965.
Akşehir türbe
ve mezarları (Türkiyat Mc. C. IV. İst.)
Miratü'I-Turuk
İst. 1306 (1888)
Tomar-ı
Turuk-ı Aliyye İst. 1338-1340.
Mistisizm İst.
1961 (Bab-ı Âli Yayımevi)
Risale-i Nur
külliyatı.
Mevlâna
Celâleddin Rûmi ve Şems-i Tebrizi İst. 1332.
Mesnevi şerhi
İst. 1287.
Mistisizmin
ana hatları İl. F. Yay- Ank. 1966.
Tarih boyunca
İstanbul İst. 1932.
Kamusu'l-Â'lâm
İst. 1894 (1311).
Kamus-ı Türki
İst. 1316-1317 (İkdam Matbaası) Sosyal Ahlâk. İ.Ü.Ed.F. Yay. İst. 1960.
Kuruluş ve
Fetih destanı İst. 1969.
Sosyolojik
açıdan din, ahlâk, lâiklik ve politika üzerine diyaloglar İst. 1970.
Sosyoloji
seminerleri ders notları 1965- 1968 İst. Fatih Küt. Şer'iyye kısmı No: 1312/2
Ankara
çevresinde adak ve adak yerleri İl. F. Yay. Ank. 1967.
Osmanlı
Devleti resmî yayın organı 1240 senesi sayıları.
İsi. Ansk. C.
VII. S. 183- 188 Mahmut Paşa Maddesi.
Yeni kaynak ve
vesikaların ışığı altında Yavuz Sultan Selimin İran seferi T. Mc, C. XVII. Sa.
22. S. 49 - 78.
İslâm’da
felsefe tarihi (Çev. Yaşar Kutluay) Ank. 1964.
Din
sosyolojisine giriş İl. F. Yay. Ank. 1968.
Tarihte
Kırşehri, Gülşehri, Babâiler, Ahiler, Bek-taşiler İst. 1948 (Yeniçağ mat.)
Mehmet Âkif ve
Cemiyetimiz 1962 İst.
Umûmi Türk
tarihine giriş İst. 1946.
Tasavvufun
merhaleleri ve Mevlâna (T. Olgu’un şerh-i mesnevisine yazdığı önsöz) İst. 1963.
İslâm ülkelerinde Anayasa hareketleri İst, 1969. Sanat Ontolojisi İst. 1965
(Ed. Fak. Yay.) Milliyet ve insanlık mefkûresinin tarih tedrisatında
ahenkleştirilmesi Ankara 1952.
Kültür
değişmeleri İst. 1969 (100 temel eserden). 1926-27-28 seneleri sayıları İst.
C. I., IV., V.
Türkiyat Enstitüsü İst.
T.B.M.M.
Zabıtaları
Urıat<
Reşit Faik
Uzunçarşılı
İsmail Hakkı Uzunçarşıh İsmail Hakkı
Ülken Hilmi
Ziya (Prof.) Ülken Hilmi Ziya (Prof.)
Ülken Hilmi
Ziya (Prof.) Vakıflar Dergisi
Yazıcı Tahsin
(Prof.)
Yazıcı Tahsin
(Prof.)
Yazıcı Tahsin
(Prof.)
Yazıcı Tahsin
(Prof.) Yazır Muhammed Hamdi
Yaltkaya
Şerafettin (Prof.) Yaman Talat Mümtaz Yetkin Suûd Kemal (Prof.)
Yeşilzâde
Muhammed Sait Ziya Gökalp
Ziya Gökalp
T. Büyük
Millet Meclisi Zabıtları genel fihristi Ank. (B.M.M. Küt.)
Hicri
tarihleri Milâdi tarihe çevirme kılavuzu.
T.T.K. Yay.
Ank. 1959.
Osmanlı
Devleti’nin ilmiye teşkilâtı Ank. 1965.
Osmanh Devleti
teşkilâtında kapıkulu ocakları, acemi ocağı ve Yeniçeri ocağı Ank. 1943.
İslâm
felsefesi kaynakları ve tesirleri İst. 1907, Dinî sosyoloji 1943 İst. Varlık ve
oluş Ank. 1968 İslâm Felsefesi tarihi İst. 1957.
C. I., III.,
IV., V. Vakıflar Gnl. Md. Ank.
Ariflerin
Menkıbeleri I., II. (tercüme) M. Eğt. Basımevi İst. 1964- 1966.
Risâle
(El-Kuşeyrî) Tere. M. Eğt. Bas. İst. 1966. İstanbul’da ilk Halveti Şeyhleri
İst. Enst. Dergisi C. II. İst. 1956.
İran edebiyatı
ders notları (1966-1968) İst.
Hak dini
Kur'an dili (Yeni mealli Türkçe tefsir) Matbaa-i Ebuzziya İst. 1935.
Simavna Kadısı
oğlu Şeyh Bedreddin İst. 1924.
Kastamonu
tarihi İst. 1935.
İslâm mimarisi
Ank. 1954.
Vahdet-i vücûd
ve mevcûd İst. 1339.
Türk medeniyeti
tarihi T.C. Maarif Vekâleti neşriyatı (Matbaa-i âmire) İst. 1341.
Türk töresi
«T.B.M. Meclisi Hükümeti Maarif vekâleti neşriyatından No: 12) İst. 1339.
ÖZEL İSİMLER
ve DEYİMLER İNDEKSİ
— A —
Abâ : Dervişlerin
giydiği, kaba yünden yapılmış, önü açık ve yakasız hırka. 'Peygamber de abâ
giyer ve kendi ev halkını abası altına alırmış. Bunun için o'nun ev halkına
Âl-i Abâ denir (Kamus-i Türkî)
Abdal : Bir
şeyin yerini tutan, karşılığı anlamına gelen bedel veya bedîl'in çoğulu olup,
tasavvufta halk tarafından bilinmeyen fakat dünya nizamını koruyan veliler
grubundan (ricâlu'l-Gayb) birinin adıdır. Birbirlerinin yerine geçebildikleri,
yahut aynı şekil ve görünüşte birini bedel (karşılık) bırakarak istedikleri
yere gidebilmek kudretine sahip oldukları için kendilerine bu ad verilmiştir.
XII. asırda bu tabir derviş yerine kullanılmış olup, Türkler arasında daha çok
serseri ve dilenci dervişlere bu ad verilmiş olup, İran'da ise bu ad kalender
olanlara verilir. (İsi. Ansk. C. IV. S. 3-4)
Ad : Kur'an-ı
Kerim'de ve peygamberler tarihinde adı sık sık geçen bir kavmin adıdır. Bu
kavim hakkındaki bilgi sâdece rivayetlere dayanır. (Ariflerin menkıbeleri S.
557 - 558)
Âdem : ilk
insan ve ilk peygamber'in adıdır. Künyesi Ebu'l-Beşer, lakabı ise
«Safiyyu'llahsdır. Topraktan yaratılmış olan Âdem Peygamber'e bilâhare Havva
adındaki ilk kadında eş olarak yaratıldı ve böylece ikisi insanlığın üremesini
sağladılar. (Krsaı'l-Enbiya C. I. S. 1 vd.)
Ahî:
Türkçedeki akı (cömert, yiğit, er kişi) dan gelen bu kelime XIII. ve XIV.
asırlarda Anadolu'da görülen bir esnaf teşkilâtının reisi için kullanılan bir
tâbir haline gelmiştir. (A. Gölpınarlı İslâm ve Türk illerinde fütüvvet
teşkilâtı ve kaynakları Ik. F. Mc. C. XI. 79 -83 vd.)
Ahmet Rıfâî : Rifaiyye
tarikatı'nın kurucusu ve büyük İslâm mutasavvıfıdır. H. 512-578 tarihleri
arasında yaşadığı rivayet olunursa da hayatı hakkında kesin bilgi yoktur.
Kurduğu tarikat Türkler arasında çok ilgi görmüştür, (isi. Ansk. C. I. S. 202
ve Kamusu'l-Â'lâm C. III. S. 2290)
Ahmet Yesevî: Yaseviyye
tarikatı'nın kurucusu ve büyük İslâm mutasav-vıflarındandır. Türkistan'da Yesi
kasabasında doğmuş olup, ismi bu kasabaya izafe edilmiştir. H. 562(1166)de ölen
Ahmet Yesevî tasavvuf ve tarikatlar dünyasında büyük bir şöhret yapmış olup,
bilhassa Cihangir Timurleng, kurduğu tarikata yakınlık göstermek suretiyle
manevî nüfuzundan faydalanmak istemiş ve muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
(Prof. M. Fuat Köprülü Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar S. 13-201)
Aktab : Kutup
kelimesinin çoğuludur. Kendisinden manevî yardım beklendiği için kutb'a GAVS da
denir. ~Suf ilere göre tanrının yeryüzünde bir halifesi vardır; bu, dünyanın
kalbi mesabesinde olan ve kutupların kutbu mânâsına gelen «Kutbu'l-Aktabsdır.
Bazı tarikat şeyhlerine «Gavs-ı A'zam» denir. Kadiriyye tarikatı kurucusu
Abdulkadir Gey-lânî gibi. (Nefehat ter. S. 26 vd.)
Akl-i kül : Bazı
İslâm filozoflarına göre insanın Allahı, nefs'i ve yaratana muhtaç olduğunu
bilmesine yarayan akıldır. Farabî ve o'nun gibi düşünen filozoflara göre
Allah'dan ilk zuhur eden bu akıldır. Daha sonra ise. diğer akıllarla dört unsur
(Ateş, su, toprak ve hava) teşekkül etti. (İsi. Ansk. C. IV. S. 462)
Arakıye : Mevlevilerde
başa giyilen, dövme yünden yapılmış, beyaz renkli fes olup, şeyh tarafından ekseriyetle
kadınlara ve çocuklara hediyye edilirdi. (A. Gölp. Mevlâna'dan sonra Mevlevilik
S. 426-438)
Arasat : Kıyamette
bütün ölülerin dirilip toplandıkları meydan (Mahşer meydanı (Kamus-ı Türki C.
II. S. 932)
Arif : Bilen,
tanıyan demektir. Tasavvufta ise Allah'ın birliğini, kendisi ile kaim olduğunu,
hiç bir şeye benzemediğini, kısaca Allah'ın bütün noksan sıfatlardan münezzeh
(uzak) olduğunu bilen kişiye denir. (Ariflerin menkıbeleri S. 563)
Arş : Tavan,
Çadır, Köşk, Pâdişâh tahtı vb. mânâlarda kulllanılmakta ise de, tasavvufta
Allah'ın isimlerinin karar kıldığı yere, veya insan-ı kâ-mil'in kalbine denir.
(Ariflerin menkıbeleri S. 583)
Âsitâne : Eşik
anlamına gelen bu kelime, tarikatlar için kullanıldığında, Mevlevilerde
tarikata yeni giren dervişlerin terbiye gördükleri dergâha denir ki, dervişler
burada matbah (Mutfak) hizmeti görmek suretiyle terbiye edilirler. (Mevlâna'dan
sonra Mevlevilik S. 230-234)
Aynü'l-Yakîn :
Gözle gördükten sonra bir
şeyin niteliğini ve ne olduğunu yakinen bilmek olup, Hakku'l-Yakin ise, insanın
kendi nefsinde ispatlanmış bilgi demektir. (Ariflerin menkıbeleri S. 564)
Âzâd : Hür,
serbest ve esir olmayan insan anlamına gelen bu kelime, tasavvufta, dünya ve
dünya ile ilgili her türlü bağlardan kurtulup, mâ-nevî hürriyetini kazanmış
kimse mânâsındadır. (isi. Ansk. C. II. S. 83 vd.)
Azamet-i
Kibriya : Yücelik, ululuk, Allah'ın büyüklüğü mânâsınadır. (Ariflerin
menkıbeleri S. 565)
— B —
Basiret : Kalp
(gönül) gözüyle görme anlamına olup, tasavvufta ise, Allah'ın nuruyla
aydınlanmış olan gönlün mânevî olarak görme kuvvetine denir. Nefis göz
kuvvetiyle yalnız eşyanın şekillerini gördüğü halde, basiret sayesinde eşyanın
hakikatlerini ve içini de görür. (Ariflerin menkıbeleri S. 565)
Bâtın : Zâhir
ve âşikâr olanın zıddı. Tasavvufta şeriat emirlerine bağlanmayanlara verilen
isim olup, bunlara «Batınıyye» denir. Bunlarsa kendilerinin, asıl batını
bildiklerini, şeriatçıların ise ancak zahiri kavraya-bildiklerinden batini
hakikatlara nüfuz edemediklerini iddia ederler. (Ariflerin Menkıbeleri S. 566)
Bayezid-i
Bistamî: H. III., M. IX. asırda yaşamış en ünlü sûfilerdendir. Asıl adı Ebû
Yezid Tayfûr bin İsâ b. Surûşân olup, İran’da Kumis eyâletinin Bistam
bölgesinde doğmuştur. Hayatı hakkında güvenilir bilgi ve kendisine ait eseri de
yoktur. Ancak vecd halinde söylediği İlâhi aşkı terennüm eden sözler zamanımıza
kadar gelmiş olup, o'nun derisinden sıyrılan bir yılan gibi kendi şahsiyetinden
sıyrılarak İlâhi sıfatlara bürünmüştür ki, bu halini kendisine ait olduğu
söylenen sözlerde ifade eder. (İsi. Ansk. C. II. S. 398-400)
Beka :
Allah'ın mutlak olan varlığı ile edebiyete kadar kalmaya denir. Tasavvufta ise,
kul'un övünülecek vasıflarının yaşaması anlamındadır. Bunun karşılığı olan fena
ise, (yok olma) kul'un zemmedilen vasıflarının yok olmasıdır. (El - Kuşeyrî
Risâle S. 156- 159)
Berat Namazı :
Peygamber'e Kur'an'ın indiği Şaban ayının 15. gecesi kılınan namazdır. (Ömer
Nasuhi Bilmen Büyük İslâm ilmihâli S. 268)
Beytuliah :
Allah'ın evi mânâsına gelen bu kelime ile Kâbe (Müslümanların Hacı oldukları
yer) kastedilir. Mânevî değeri'nin büyüklüğünü ifade etmek için «Kâbe-i
muazzama» da denir. (İs. Ansk. C, VI. S. 9-15)
Beyt'ül -
Ma'mur : Dördüncü kat gökte ve tam Kâbe'nin karşısında zümrütten ve yakuttan yapılmış
bir mescid'in adıdır. (Ariflerin menkıbeleri C. II. S. 393)
Bid'at :
Benzeri daha önce mevcud olmayan yenilik anlamında olup, Peygamberin ölümünden
sonra İslâm dininde icad edilen birtakım ibadet şekilleri olup iyi ve kötü
olanlar olmak üzere sınıflandırılmışlardır. (İsi. Ansk. C. II. S. 599 Bid'at-i
Hasene, Bid'at-i seyyie)
Burak : Peygamber'in
Miraç gecesinde bindiği rivayet edilen, katırdan küçük, merkepten büyük olan
bir nevi binek hayvanıdır. Mirâcı tasvir eden minyatürcüler bu hayvanı kadın başlı,
tavus kuşu gibi kuyruklu olarak düşünmüşlerdir, (isi. Ansk. C. II. S. 804)
Burhan fAçık
ve kesin delil anlamına olup, delil ile aralarındaki fark ise, burhan'ın özel,
delil'in genel anlamda olmalarıdır. (Ariflerin menkıbeleri C. II. S. 393)
— C —
Cem : insanın
kendi varlığını ve halikın varlığını kabul etmekle beraber, bunların
mevcudiyetinin Allah ile kaim olduğunu müşahede etmesi cem, sâdece nefs'in ve
halk'ın varlığının Tanrı ile kaim oldukları na-zar-ı itibare alınmadan müşahede
edilmesi ise, Fark'tır. (El-Kuşeyrî Risâle Ter. C. 152-154)
Celvet : Kul'un
Allah'ın sıfatlarıyle Halvetten (Halvete Bk.) çıkmasına denilir. Bu durumdaki
kişi, tasavvufa göre Allah'ın varlığında yok oluşudur. (Şeyh Aziz Mahmud Hüdâ'î
Celvetî tarikatı adiyle bir tarikat kurmuştur.) İsi. Ansk. C. III. S. 67)
Cemâl : Güzel
olmak, yüz ve huy güzelliğidir. Yaratana mahsus sıfatlardan biridir ki,
Allah'ın bu güzelliği ezelî ve ebedî olup, içindeki bu güzelliği temaşa etmek
için âlemi yaratmıştır. Tasavvufta ise, gaybden kalbe gelen ilham'a, âşıkın aşk
ve isteğine karşı sevgilinin olgunluk göstermesine de cemâl denir. (Ariflerin
menkıbeleri Ter. C. I. S. 569) Cennet-i Â'lâ : Yedi cennetten
sonuncusudur. Salih kişilerin amellerine göre gidecekleri öteki cennetlerin
isimleri ise şöyledir: Sıra ile; Cenne-tü’l - Firdevs, Cennetü'l - Aden,
Cennetü'n - Naim, Dârü-I-Huld, Cen-tü'i - Me'vâ, Dârül's - selâm, Cennetü'l -
Â'lâ'dır. (Ariflerin menkıbeleri C. II. S. 394)
Cüneyd : Cüneyd-i
Bağdâdî diye de meşhur olan bu zat, Islâm dünyasının en büyük sofilerindendir.
Hatta zamanında bütün sûfilerin reisi olarak «Seyyidu't - tâife» unvanı
verilmiştir. Bağdat'ta doğmuş ve H. 297 veya 298 tarihinde yine orada vefat
etmiştir, (isi. Ansk. C. III. S. 241 vd.)
— D —
Dânişmend: Bilgili
kişi anlamına gelen bu kelime ile daha çok Medrese talebesi ve medreseden
yetişen şeriat bilginleri anlaşılır. (Ariflerin Menkıbeleri Ter. C. I. S. 570)
Dâvud : İsrail
peygamberlerinden birinin adı olup, bu zat peygamberlikle saltanatı
birleştirmiştir. Bugünkü Kudüs şehrini kendisine Başkent yapmış 40 sene
hükümdârlık sürmüş olup, Zebur adındaki kutsal kitap o'nun adına Allah
tarafından gönderilmiştir. (A. Cev. Paşa Kısas-ı enbiya C. I. S. 29- 31)
Dergâh : Kapı
yeri veya sadece kapı anlamına olup, tarikatlarda kullanıldığında, dervişlerin
ve muhiplerin toplu olarak zikrettikleri ve dervişlerle şeyh'in toplu olarak
oturdukları yer anlamına kullanılır. (Kamus-ı Türki C. I. S. 606)
Derviş : Tasavvuf
ve tarikatlarda; hakikat yolcusuna, varlığından geçen ve kendisini yok eden kişiye
verilen bir lâkaptır. Mevlevi ve Bektâşîlerde tarikata giren bir derviş'in
muayyen bir çile devresini geçirmesi lâzımdır ki, tarikata ancak bundan sonra
girebilir. (Mevlâna'dan sonra Mevlevilik S. 390 - 408)
Divan : Devlet
işlerinin idaresi ile alâkalı kurul; kayıt defteri, edebiyatta ise herhangi bir
mevzu üzerinde tedvin edilmiş eser anlamındadır. Daha çok bir şair'in manzum
yazılarını toplayan kitap mânâsına gelmektedir. (İsi. Ansk. C. III. S. 595)
— E —
Ebû Bekir : Hazreti
Peygamber'in ölümünden sonra Islâm devletinin başına geçen ve Sıddık lâkabıyle
de tanınan ilk Halife'dir. Islâm'ca tarikatlardan bir kısmı Ebû Bekir
vasıtasıyle Hz. Muhammed (S.A.)'e bir kısmı da Hz. Ali vasıtasıyle yine Hz.
Muhammed (S.A.)'e kadar ulaşır. (isi. Ansk. C. V/1 S. 148 vd. Halife maddesi)
Elest: «Allah'ın
insanları yarattığı «Elestü birabbiküm» Ben sizin rabbiniz değil miyim? diye
buyurduğu zaman; yani insanların yaratılmasının başlangıcıdır. (Kamus-ı Türki
C. I. S. 156)
Elif : Arap
alfabesinin ilk harfi olan bu işaret, sûfilerce Allah'ın mutlak varlığını
gösterir. Mevlevilerde «Elif-i nemed» denen bir buçuk metre uzunluğunda bele
sarılan bir kemer vardı (Mevlâna'dan sonra Mevlevilik S. 430)
Emr-i Ma'ruf :
Kur'an-ın muhtelif
yerlerinde geçen bu tâbir, İslâm dininde Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Kelime'!
şehadet gibi Allah'ın emirleri anlamına gelir. Zıddı ise Nehy-i ani'l-münker»
(Allah'ın yasak ettiği şeyler)dir. (ö. N. Bilmen Büyük İslâm ilmihâli S. 6-49)
Ensâri : Yardım
anlamında olup, Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicretlerinde muhacirlere
yardım eden Medineli Müslümanlardır. (İsi. Ansk. C. IV. S. 276)
Eshab : Arkadaş,
sahabe kelimesinin çoğulu olup, Hz. PeygamberTn sohbetinde bulunan, onunla
arkadaşlık edenlere denir (isi. Ansk. C. IV. S. 370 vd.)
Eshâb-i Kehf :
Mağara arkadaşları
«Ephesus’un yedi uyuyanı» denilen gençlere Kur'an-ı Kerim'de —Kehf sûresi—
verilen addır. Kur'an'dakî sarahate göre, putperest bir şehirde birçok genç tek
tanrıya inanırlar. Bunların üç, beş veyahut yedi kişi oldukları rivayet olunur.
Yanlarında bir de köpekleriyle beraber bir mağaraya gizlenirler. Burada Allah
bunları uyutur. 309 sene aynı yerde uyuyup kalırlar. Günün birinde bir sürü
sahibi bu duvarı yıktırır. Duvarı yıkanların içeride uyuyanlardan haberleri
yoktur. Puta tapmak istemediklerinden putperest Hükümdar Baykus'un zulmünden
kaçan bu gençler Allah'ın kararlaştırdığı saatte uyanırlar. Hâlâ maruz
kaldıkları tehlikenin korkusu içindedirler. içlerinden birini ekmek almak üzere
şehre gönderirler. Ekmekçi, gencin verdiği parayı almak istemez ve onu zamanın
hüküm-dârı'nın yanına gönderir. Böylece her şey anlaşılır!... (isi. Ansk. C.
·
IV. S. 370 vd.)
Evtad : Veted-in
çoğulu olarak, kazıklar, direkler dernek olup, tasavvufta halk tarafından
bilinmeyen, fakat kudretli nüfuz ve tesirleriyle dünya düzenini koruyan ve
«Ricâlü'l-gayb» denilen Allah'ın has kullarından üçüncü mertebede bulunan bir
zümreye verilen addır. (Ariflerin menkıbeleri S. 576)
Ezei : Başlangıcı
olmamakla beraber, sonsuz da olmayan bir süre. Filozoflar ve sûfiler tarafından
kullanılan bu tabire karşılık, aynı anlamı kastederek İslâm Kelâmcıları «Kıdem»
tabirini kullanırlar, (isi. Ansk. C.
·
IV. S. 433)
— F —
Fakıh : ilim
ile aynı anlamda, bir şey bilen ve anlayan kimse olarak kullanılırsa da, daha sonraları
şeriat ilmi ve bunun dallarından biri olan Islâm hukukunu bilen kimse için
kullanılmıştır, (isi. Ansk. C. IV. S. 449)
Fâssk : Allah'a
itaat yolundan çıkan (sapan) kişi, günâhkâr anlamındadır. Fasık'ın her türlü
şehadeti kabul olunmaz (İsi. Ansk. C. IV. S. 516)
Fereci : Göğsü
açık uzun kollu cübbe. Sûfiler arasında yaygın olan bir rivayete göre,
sûfilerden birine bir sıkıntı gelmiş, cübbesinin önünü ta-mamıyle yırtmış,
sıkıntıdan kurtularak ferahlığa kavuşmuştur. Bu hâdiseden sonra da göğsü açık cübbe
giymek âdet olmuş. Bir de fere: Kederden sonra gelen sevinç mânâsınadır.
(Ariflerin menkıbeleri S. 579)
Fetret:
Gevşeklik, iki peygamber (İsa ile Hz. Muhammed) arasında geçen zaman. İsa'nın
ölümüyle, Hz. Muhammed’in peygamber oluşuna kadar geçen zaman süresinde vahiy
ve İlâhî hükümler kesilip, gevşeklik baş gösterdiği için arada geçen zamana bu
ad verilmiştir, (isi. Ansk. C. IV. S. 582)
Fıkıh : Anlayış
inceliği, bilgi anlamına olup, İslâm hukuku ilmine özel isim olmuştur, (isi.
Ansk. C. IV. S. 60)
Fışkı Allah'a
itaatten çıkma, Allah yolundan sapma demektir. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S.
580)
Fütüvvet: Yiğit
bir delikanlıda (fetâ) bulunan övünmeye değer cömertlik ve kerem mânâsına gelen
bu kelime, tasavvufta insanın, dünya ve ahiret hususunda halkı kendi nefsine
tercih etmesi mânâsına kullanılır. Tarikatlarda ise, esnaf ve zanaat erbabının
teşkilâtlanmış şekli olarak geniş anlamda kullanılır. (A. Gölp. İslâm ve Türk
illerinde fütüvvet teşkilâtı ve kaynakları ik. F. Mc. C. XI. S. 6 vd.)
G *—
Gayb : Allah'ın
insandan gizlediği her şey. Birlik şuuruna dalıp bir daha çıkamayacak şekilde
kaybolma (Ariflerin menkıbeleri C. II. S. 399) demektir.
Gark: insanın
kendinden tamamen habersiz bir hale gelmesine denir. (Ariflerin menkıbeleri C.
II. S. 399)
Gaybet ve Huzur:
Gaybet: Kalbin, içine
gelen şey sebebiyle hiss uğraştığı için halk'ın hallerinden cereyan edeni
bilmesinden kaybolmasıdır. Huzur ise: Hakk ile hazır olma'dır. Yani kul,
halktan kaybolunca hakk ile hazır olur. (Risâle El - Kuşeyrî S. 159- 162 ter.)
Gazzalî: Dünyaca
meşhur İslâm âlimi ve mutasavvıf filozoflarından biridir.
Guyende : Saz
çalan, şarkı söyleyen, hikâye anlatan kişidir.
— H —-
Habib : Sevgili,
Habibullah, Allah'ın sevgilisi anlamında olup, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed
(S.A.) için kullanılan bir sıfattır. (M. Zekâi Konrapa Peygamberimizin hayatı
S. 22 vd.)
Hadis: Peygamber'in
sözleri, işleri ve hareketleridir, (isi. Ansk. C. V/1 S. 47 vd.)
Hadîs-i Kutsi:
Allah'a nispet edilenlere
«Hadîs-i İlâhî = Hadîs-i Kutsî» denilir. Demek oluyor ki; Kutsî Hadîs,
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Rabbinden rivayet ettiği sözdür. (Kırk
Kudsî Hadis A. Fikri Yavuz)
Hakîm : Sözünde
ve işinde isabeti olan, nefsini her türlü, arzudan men eden, bilgisiyle amel
eden kişidir. (Ariflerin menkıbeleri S. 582 C. 1.)
Haî : Kulun
müdâhalesi olmadan Allah tarafından kalbe gelen neşe, hüzün, gönül ferahlığı ve
darlığı gibi haller olup, sûfiler arasında o'nun bir şimşek gibi çakıp
kaybolduğunu söyleyenler olduğu gibi, devamlı olduğunu kabul edenler de vardır.
(El -Kuşeyrî Risâle 140- 142 ter.)
Halvet : Bir
kimse ile yalnız kalmak demektir. Tasavvuf ve tarikatta, Allah'tan başka hiç
bir kimse, hatta meleğin dahi bulunmadığı bomboş bir yerde ruh'un gizlice Allah
ile konuşması anlamında kullanılır. (El-Kuşeyrî Risâle S. 209- 210)
Hankâh :
önceleri yemek yenen yer anlamına gelen bu kelime, sonraları bir şeyh'in
başkanlığı altında bulunan dervişlerin kaldıkları, zikir ve ibadet ettikleri
tekke ve dergâh anlamına kullanılmıştır. Genellikle büyük tekkeler için
kullanılır. (Mevlâna'dan sonra Mevlevilik 329-363)
Hannâne : Peygamberin
minber yapılmadan önce sırtını dayayıp hutbe okuduğu yer. (direk) (Ariflerin
menkıbeleri C. I. S. 583)
Haşir : Toplanma
veya toplama demektir. İslâm inancına göre Allah insanları öldükten sonra kıyamet
gününde tekrar toplayacak(haşredecek)tır. Bu toplanmanın yapılacağı yere ise,
Mahşer (toplanma) yeri denilir. Tasavvufta ise mahşer, ana rahmi'dir.
(Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 584)den kısaltılarak alınmıştır.
Harîm : Herkese
girmesi yasak olan yerdir.
Havf : Korku,
dünya âhirette Allah'ın azâp ve işkencesinden korkmak. Tasavvufta, sâlik
Allah'ı ne kadar çok bilirse, korkusu da o nispette artar. Sûfilere göre asıl
korku, Allah'ı bilip tanımadan önceki korkudur. (El - Kuşeyrî Risâle S.
244-254)
Hikmet: İnsan
gücü nispetinde, dış eşyanın hakikatini olduğu gibi bilip o'na göre hareket
etmekten bahseden bir ilimdir. Tabiî, riyazî ve İlâhî olmak üzere üç kısma
ayrılır. (Ariflerin menkıbeleri C. II. S. 401)
Hızır : Müslümanlara
göre ölmez bir peygamber olup, o'nunla ilgili efsânelerin Yunan mitolojisinden
geldiği ileri sürülmektedir. Hızır inancı Islâm'da geniş yer tutar. Kur'an-ı
Kerim'de de geçen bir bahiste Hızır Musa ile arkadaşlık yapmıştır. Kıssa özet
olarak şöyledir. Musa hizmetçisine «ben iki denizin birleştiği yere varmayınca
dinlenmeyeceğim» der. Söylenen yere geldiklerinde yanlarındaki balıkları
unuturlar. Balık burada dirilip denize girer. Oradan ayrıldıktan sonra Musa
hizmetçisine, yemeğimizi getir yiyelim der. Hizmetçi de «Gördün mü yaptığımızı?
Kayanın yanında oturduğumuz zaman ben balığı unuttum. O'nu bana şeytan
unutturdu. Balık da şaşılacak şey denize gitti» der. Musa, «İşte istediğimiz bu
idi» der ve geri dönerler.
iki denizin
birleştiği yerde «îlm'i ledünn'ü» bilen birini bulurlar. Bu zat Musa ile
beraber yola çıkar. Yolda birçok marifetler yapan gemileri delip batırır,
yıkılan duvarları onarır, işte Müfessirlere göre bu kişi «Hızır»dır. Karada ve
denizde yolunu şaşıran Müslümanlara yardım eder. Şu kadar ki, Hızır'ın kime ne
zaman yardım edeceği bilinemediği için herkes o7nun yardımını
sağlamak için içten gelen inanç dolu bir özleyiş duyar. (İsi. Ansk. C. V/1 S.
457 vd.)
Hikmet: ilmin
hakikatini araştırmakla ameli sağlamlaştırmak anlamına gelmekle beraber, Allah'ın
sıfatlarından olan eşyanın hikmetini bilip, hayırlı işlerde bulunmak anlamına
da kullanılır, (isi. Ansk. C. V/1 S. 481)
Hücre : Oda,
çardak, küçük oda. Tarikatlarda dervişlerin çile çıkardıkları ve riyâzete
çekildikleri odadır. (Kamus-ı Türki C. I. S. 541)
— i —
iblis: Şeytan'ın
özel adıdır. Allah'ın Âdem'i yaratmasına muhalefet ettiği, Havva'yı kandırdığı
ve Âdem'e secde etmediği için cennetten koğul-muştur. (isi. Ansk. C. V/2 S. 690
vd.)
icâbet: Cevap
vermek, kabul etmek anlamına olup, kulun Allah'a icabeti emirlerini yapmak,
Allah'ın kuluna icabeti ise, istediği şeyi vermektir. (Ariflerin menkıbeleri C.
I. S. 589)
Iclâs töreni :
Tarikat şeyhlerinin posta
oturacakları zaman yapılan törendir. Osmanlı padişahları için de cülûs
törenleri yapılırdı. Mevlevilerde bu törenler çok parlak olup post duası
okunurdu. (Mevlâna'dan sonra Mevlevilik S. 373 vd.)
İhlâs : Kişinin
amelinde Allah'dan başka bir şahit aramamasıdır. Sûfilere göre ihlâs ise, şirk
ve riyadan kurtulmaktır. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 589)
İnfisâl : Salik'in
müstakilen irşâd sahibi olması, dünya ve ahiretten ilgisini kesmesi ve bütün
arzularından vaz geçmesidir. (Ariflerin menkıbeleri S. 407 C. II.)
İmam Azam: Hanefi
mezhebinin kurucusu, aynı zamanda büyük Islâm fa-kîh (hukuk bilgini) idir. Asıl
adı Numan, babasının adı ise Sabit olup, H. 80. yılında Kûfe'de doğmuş, 150.
yılında Bağdat'ta ölmüştür. (İsi. Ansk. C. IV. S. 21 vd.)
İmam Şafiî
: Islâm'da dört mezhepten biri olan Şafiî mezhebi'nin kurucusudur. Asıl adı
Muhammed bin İdris olup, H. 150'de Gazze'de doğmuş ve 204 tarihinde Mısır'da
(Fustât) denen yerde ölmüştür. (Büyük Islâm ilmihâli S. 52 vd.)
İsrafil : Dört
büyük melekten biri'nin adı olup, ayakları yedi kat yerin altında, başı aşrın
direklerine erişecek kadar büyük olan bu melek, kıyamet kopacağı vakit bir boru
(sûr) üfürecek ve bütün insanlar ölecektir. (Kr. Kerim Zümer sûresi âyet 68.)
istiğrak : Bir
şeyi baştan aşağı kaplamak, tasavvufta ise sûfilerin Allah'tan başka her şeyden
ilgilerini kesip vecd ve hâle dalmaları anlamına kullanılır. (Ariflerin
menkıbeleri C. I. S. 593)
— K —
Kabz : Daralma,
sıkılma anlamına gelip, tarikatlarda sâlik'in havf halinden sonra hâsıl olur.
Başlangıçla müridde havf ne ise, ârifte de kabz o'dur. Aralarındaki fark ise;
havf gelecek, kabz ise şimdiki zamanla ilgilidir. (El-Kuşeyrî Risâle S.
142-145)
Kalender : Dünyadan
el çekip hiç bir şeye önem vermeyen kişi.
Kayyûm : Zâtiyle
kaim (duran) ve başkasının varlığı o'nunla olan demektir. Tarikatta sâlik,
Allah'ın kayyûmiyyetini eşyada gördükten sonra, kendi kuvvet ve kudretinden
sıyrılıp, eşyadaki hakikî failin Allah olduğunu bilmeye çalışır. (Ariflerin
menkıbeleri C. II. S. 409)
Keramet : Yaratılıştan
cömertlik, şereflilik vb. gibi anlamlara gelen bu kelime ile tarikatlarda,
bilhassa velilerde gözüken olağanüstü bir hal veya işler kastedilir. (İsi.
Ansk. C. VI. S. 577- 578)
Keşif : Bir
şeyi örten, gizleyen anlamlarına gelen bu ifade, tarikatta ve tasavvufta, sırlı
şeyleri meydana çıkarabilme anlamına kullanılır, (isi. Ansk. C. VI. S. 600)
Konak : Şeriattan
hakikata ulaşmak için mânevî yolculuğa çıkan kimsenin kendi gayretiyle elde
ettiği tarikat âdâbından her birine delâlet eden merhalelerdir. Bu anlamda
tasavvuf ve tarikat âdâbından her biri, Allah'a yaklaşmak için yolculuğa
çıkanların her uğrayacakları yer bir konak olacaktır. Bu merhaleler muhtelif
kimseler tarafından çeşitli şekillerde sınıflandırılmış ve sıralanmıştır.
(Ariflerin menkıbeleri C.
·
I. S. 597)
Kutup : Aslında
değirmen taşının üzerinde döndüğü mil, kutup yıldızı, bir kavmin işlerinin
döndüğü yer olan, reis ve kumandan anlamlarına gelmekle beraber, tasavvufta
Allah’ın hususî nazarına mazhar olan yer demektir. (Ariflerin menkıbeleri C. I.
S. 598)
Küfr : örtmek,
gizlemek mânâlarına olup, dindeki anlamı Allah'ın emirlerini ve şeriatını inkâr
etmek anlamına imanın zıddıdır. (isi. Ansk. C. VI. S. 61)
—- L —
Lâhza : Göz
ucu ile bakma. Tasavvufta Allah'ın zâtının güneşine parlaklığından Ötürü
bakamayıp, göz ucu ile bakmaya denir. (Ariflerin menkıbeleri C. 11. S. 410)
Levh-i Mahfuz
: iyi korunmuş
levha. Gökte bulunduğuna inanılan bu levhalar; bazan vahy-in ilk metni, bazan
da kader levhası olarak kabul edilmektedir. (is!. Ansk. C. VII. S. 49)
— M —
Makam :
Sûfiler, ruhî ilerlemeyi bir yolculuğa benzetirler, işte kişi tevbe, tevekkül, hamd
vb. gibi derecelerin hangisinde buluyorsa, o derece kişinin makamıdır. Her
makam bir cehid ve gayret sarfı ile elde edilir. (El- Kuşeyrî S. 139- 140)
Mansûr (al-
Hallâc): Asıl adı Abu'l
- Mugıs al - Huseyn b. Mansûr al-Bayzavî olup 244 H. de doğmuş ve 309 H.
tarihinde tasavvuf! fikirlerinden dolayı feci şekilde idâm edilmek suretiyle
öldürülmüştür. Hal-lac-.ı Mansûr adiyle tanınan bu zatın idam sebebi olarak
«Ene'l-Hakk» Ben hakk'ım sözü gösterilmiştir, (isi. Ansk. 0. IV. S. 167 vd.)
Mekân : Oluş
yeri anlamına gelip, Tasavvufta Allah'ın halkla birleşmekten uzak olan zatının
çevrelemesi, yani hakikî âlemin mekânsızlık (lâme-kân) âleminden zuhur ettiği
anlaşılmaktadır. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 602)
Mir'ac : Çıkılacak
ve yükselecek yer. özel anlamı ise, Peygamber Hz. Muhammet! (S.A.)'in göğe
çıkması, Allah'ın davetine mazhar olmasıdır. Muhtevası Kur'an-ı Kerim'de isra
sûresindedir.
Muhyiddin-i
Arabi : İslâm tasavvuf
ve felsefe dünyasında şöhret yapmış büyük şahsiyetlerdendir. H. 560’da
ispanya'nın Mursiye şehrinde doğmuş, 638 H.'de Şam'da ölmüştür. En meşhur eseri
Fütûhat-ül-Mekkiyye ile Fusûsu'l-hikem'dir. (isi. Ansk. C. VIII. S. 533)
Mücâhede : Allah
yolunda din düşmanlarıyla savaş anlamına olup, sûfilerce kişinin kendi
nefsindeki istek ve hevese karşı savaşmasıdır. (El-Kuşeyrî Risâle S. 201 - 206
tere.)
— N —
Nakib : Bîr
tekkede sema ve mukabelede şeyhe yardım ve vekâlet eden en kıdemli derviş veya
dede'dir. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 609)
Nefs : Lügatta
varlık, ruh anlamlarına gelir. Tasavvufta ise, kişinin kötü vasıflarını ve
fiillerini kastederek heva ve hevesin mayası olan fena unsur anlaşılır, (isi.
Ansk. C. IX. S. 178)
— R —
Rabia : H.
II. asırda yaşamış bulunan zâhid, dindar ve sûfi bir Arap kadınının adıdır. H.
95- 185 tarihleri arasında yaşamış kerametleri bütün ilim âlemince yaygın olan
bir kadındır. (İsi. Ansk. C. IX. S. 588)
Rıza : Hoşnut
olmak, beğenmek anlamlarında olup, tasavvufta, kişinin, Allah'ın
takdirine itiraz etmemesidir. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 613) Riyazat :
Alıştırma, temrin. Tasavvufta ise, nefsi küçültüp gönül saflığını sağlamak
için az yemek, az uyumak ve nefsin isteklerine karşı koymaktır. (Ariflerin
menkıbeleri C. I. S. 613)
— S —
Sâlik : Zahirden
batına varmak için bir mürşide uyarak muayyen kaidelere rivayet etmek suretiyle
manevî bîr yolculuk yapan kimsedir. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S. 614)
Seriyyu's -
Sakatî : H. 297 tarihinde ölmüş olan büyük sûfiierden birisidir, ünlü Sûfi
Cüneyd'in de dayısıdır. Birçok kerametleriyle tanınmıştır. (El-Kuşeyrî Risâle S.
34-39 ter.)
Sülük : Bir
yola girme, bir sıraya dizilme. Tasavvufta bir tarikata intisap etmek, bir
mürşide uymak anlamındadır. Bu yola girenlere ise, sâlik denir. (Ariflerin
menkıbeleri C. I. S. 621)
— T —
Tevekkül : Kul,
kendisine düşen vazifeleri gereği gibi yaptıktan sonra, gerisini Allah'a
bırakmasına tevekkül denir. Tasavvufda ise müridin, mürşidine itimadı ve ona
itaatidir.
— V —-
Vecd : Bulma,
ruhunda rastlamadığı bir şeyi bulma. Cehd ve gayret sar-fetmeden kalbe' gelen
şeye denir. Bazılarına göre vecd hemen çıkıp kaybolan şimşeğe benzetilir.
(Peyami Safa Mistisizm S. 16)
Vird : Muayyen
vakitlerde okunması manevî görev sayılan Allah'ın isimlerine, Kur'an âyetlerine
ve duâlara denir. Çoğulu evrâd olup, tarikat mensupları belirli zamanlarda
belirli miktarda evrâd çekerler. (Suriyye ıstılahları İsmail Hakkı Bursevî)
— Z —
Zâhid: Ahiretteki
hayatın güzelliklerini kavrayıp, bu fani dünyadan yüz çeviren kişi. Bunlar
sûfiierden aşağı bir derecede kabul edilirler. (Ariflerin menkıbeleri C. I. S.
627)
Zâviye : Yolcu
dervişleri misafir etmeye mahsus olan küçük tekke.
Zikir : Anma,
Süfilerin inancına göre Hz. Peygamber (S.A.) Mekke'den Medine'ye hicret
ettikleri sırada gizlendikleri bir mağarada Hz. Ebu Bekir'in kulağına gizlice
bir şey(Tevhid kelimesini)! üç kerre fısıldamış. Hz. Ebu Bekir'e bütün keşifler
müyesser olmuş. (Ariflerin menkıbeleri S. 627 - 628)
Zühd :
Dünyadan yüz çevirmek, gönlünde dünya malına karşı bir istek bulundurmaktadır.
(El-Kuşeyrî Risâle S. 229- 236)
Yalnız burada
insanlığın ve bütün Müslümanların ortaklaşa yararına olan dinî ve İlmî eserleri
kasdetmiyoruz; Çünkü bu tür eserler falan veya filân milletin değil, bütün
insanlığın ve Müslümanlığın yararına ise, telif ve tercemeleri değil, asıl
gâyeye hizmetleri söz konusudur. Bu bakımdandır ki, bu kabil eserler bizim
açımızdan da saygı değerdir.
(Tarihçi Cemal
Kutay’ın 1966 neşrolan Tarih Sohbetleri Cilt 4.’de bu konuda geniş malûmat
mevcuttur.
(‘J (S. N.
Hayatı, Mesleği, Tercüme-i Hali, 1958 Doğuş Matbaası, Ankara.)
(")
Görüldüğü gibi Said-i Nursi hiç bir zaman ne tarikatçılık, ne de başka
şekillerde olduğundan, başka görünme .iddialarına tevessül etmemiştir. Nitekim
yukarıdaki ifadeler kendisinin samimi kişiliğinin bir .ispatıdır.
(") Sur
Mecmuası, sayı 5
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar