Print Friendly and PDF

OTUZ BİRİNCİ SİFİR 2.Bölüm

 


 

BEŞ YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Menzili'Rabbinin makamından korkana gelirsek...'168 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Rabbin makamı; emanı yok onun Gözlerin gördüğü delildir ona

Ondan kork! Tehlikedir o makam Korkarsan emniyet bulursun

Senin nefsin her işten daralır ve sıkıntı çeker Senden korkması nedeniyle

İçinde bulunduğun bir zamanı kınama Kınanan sen olursun, zaman değil

İçinde bulunmadığın mekânı doldurma Evin sahibinin mekânı yok

Sen O’nun benzeri, sen O’nunla oturan Seninle ünsiyet eden şefkat ve ilgi sahibi

Kalıcılık ve korunmuş huriler orada Bunun için ‘menzilimiz cennetler’ denildi

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki; ilahî-rabbanî ma­kam, Allah Teâlâ’nın kendisini onunla nitelediği makamdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildiği için Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle demiştir: ‘Senden sana sığınırım.’

Bilmelisin ki, her inanç sahibine göre her efendi makam, o kişinin inancında inşa ettiği tasavvurla ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisi­ne izafe ederek ‘rabbinin makamı’ demiş, makamı kayıtsız olarak zikretmemiştir. Kur’an-ı Kerini’de Rab ismi sınırlı ve tamlamalı olarak gelmiş, bağımsız olarak gelmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘vaz1’ itibarıyla rabdir. Rab ismi ise -kelimenin ilk konuluş anlamı itibarıylahakkındaki inançları içerebilecek ve sahibinin inancında o surede zuhur edebilecek bir anlama sahiptir. Arif gerçekte arif ise Allah Teâlâ hakkındaki belirli bir inançla sınırlı kalmayacağı gibi herhangi bir kimsenin inancını öteki adına eleştirmeye kalkmaz. Gerçek arif (hakkındaki) bütün inançları toplayan hakikati dikkate alır. Sonra Allah Teâlâ hakkındaki bütün inançlara şamil bir gözle vâkıf olmakla birlikte, onlardan birisinin inancının rab hakkındaki bütün inançların benzeri olmasından korkar. Böyle birisi rab ile beraber olduğunu zannetse bile ‘kendi rabbi’ ile beraberdir, yoksa Rab ile beraber değildir! Bununla birlikte serbesdiği, herhangi bir (surede) sınırlanmaması, Hakla her surette ve inançta kabul etmesi ve buna inanmasıyla birlikte, korkmaya devam eder. En sonunda dün­ya hayatında gerçeğin onun söylediği gibi olduğunu belirten müjdeler gelir.

inançta kulun kayıtsızlığının tanımı budur. Hakk bütün inançlara böyle nüfuz etmemiş olsaydı kenarda bulunmuş olur ve rablerin çok­luğunu dile getirenler doğru söylemiş olurdu. ‘Rabbin kendisine ibadet etmenize hükmetti.’’169 Yani Allah Teâlâ inanılan her şeyin aynı olduğu için, her inanılan şeyde kendisine ibadet etmenizi emretti. Sonra Allah Teâlâ arif için onun kendinden bir delil ortaya koymuştur: Bu delil arifin her surete girmesi ve her inanç sahibinin inşa ettiği suretleri kabul etmesi­dir. Bu kabiliyet ‘Dilediği her surette seni terkip eder170 ayetinde belirti­lir; bu yorum tefsir değil işarî bir yorumdur. Tesviye ve düzenleme esnasında her sureti kabul etmemiş olsaydın, ‘Dilediği her surette seni terkip eder171 ayeti gelmezdi. Hiç kuşkusuz ayet sahih ve söz sabittir. Buradan Allah Teâlâ’nın inanç suretlerinde tecellisi olduğu ve inkâr edileme­yeceği anlaşılmıştır. Allah Teâlâ’yı böyle tanımayan kişi, kendisini nitelediğin­de rablerden ayrılmış bir sınırlı rabbe ibadet eder ve her inanç sahibi­nin nefsinde bulunan, rablerden hangisinin gerçekte rab olduğunu bilemez.

Allah Teâlâ’nın bu zikirde nefse hevayı yasaklaması, belirli bir inanç sure­tiyle sınırlanmayı yasaklamaktır, çünkü böyle bir insan hevaya ibadet eder. Sonra ‘Rabbinin makamından korkan172 arif hakkında zikri tamam­lamıştır. Nitekim ‘Nefsi hevadan uzaklaştıran173 diye de onu tarif etmiş­tir. Yani açıkladığımız üzere arzudan uzak kalan demektir. ‘Cennet onun varacağı yerdir.’174 Allah Teâlâ onun makamının elde ettiği marifeti örteceğini söylemiştir. Çünkü sınırlı inanç sahibi ona geldiğinde, ken­disini inkâr edecekken nazarî düşünce sahibi onu anlamayacak veya mümin onu tekfir edecektir. Binaenaleyh ‘rabbinin makamından kor­kan’ kişiyi ancak kendi ‘rabbinin makamından korkan’ tanıyabilir, baş­kası değil!

Emniyette olmalısın, sözünüzü söylemesinden

Sıradan bir insan, Rabbi hakkında sınırlı inanç sahibi

Allah Teâlâ hakkında açıkladığım üzere inancı olan kişi

Allah Teâlâ’nın bir mekri ve tuzağıdır (sınırlı inanç sahibi için)

Mutlak olan sınırlılığı nasıl görür ki?

Hakkın dilediği işte başlangıç ve sonuç O’na ait

Kulun mudaklığı Hakkın kendisini onda izhar etmeyi murat ettiği her sureti kabul etmek iken mutlak meşiyetin sahibi olan Yaratan hak­kında ne düşünürsün? O, zatı nedeniyle suretlerde halden Hakk girer ve bu konuda bir meşiyeti yoktur. Çünkü meşiyetin konusu yokluktur. Allah Teâlâ ise varlıktır ve dolayısıyla O’nun meşiyetinin taalluk edeceği bir şey yoktur. Allah Teâlâ kendinde kuluna tecelli ettiği üzere bulunur. O’nun meşiyeti Hakkın kendisinde onu görmek istediği bir surette Hakkı görmesi amacıyla kuluna taalluk eder. Kul sureti gördüğünde, onunla nitelenir ve onu giyer. Hakk ise onu o surette terkip eder. Bu yorum, ‘Dilediği her surette175 yani halden Hakk girdiği suretlerde ‘seni terkip eder176 ayetinin işarı yorumudur. Bu yorum marifet ve inançlarla ilgi­lidir. Yaratma ise Allah Teâlâ’nın dilediği bir varlık suretinde terkip edilmekle gerçekleşir.

‘Rabb’in makamından kork, O’nu izafe etmişsen Fakat O’nu tanımışsan kendinden korkma

Sınırlayandan başkası korkmaz rabden Dilersen O’nu tamlama yap, dilersen yapma

Çünkü gördüğünün ta kendisidir

O’nu niteleyince O’nunla nitele .                                        -

Gördüğünle sınırlı kalma Keşif sahibiysen keşfe ilave yapma

. O’nunla ol ve de olma O’nunla

İnsafı bilirsen; insaf bu demek                 ,

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'De ki; denizler rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkep olsaydı, rabbinin kelimeleri bitmeden denizler biterdi, bir o kadar daha yardıma gelse bile...'17? Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Denizler bizim için mürekkep Ağaçlar bizim için kalem

Onların cızırtıları levhada duyulsa Kulaklarımız o sesleri duysa

Rabbimin kelimeleri tükenmezdi Hakkı övmede dağ ile vadi eşitlenir di

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler ise ona yar­dım etseydi, rabbinin kelimeleri tükenmezdi.’178 Başka bir ayette Hz. İsa hakkında ‘O’nun kelimesidir, Meryem’e atmıştır ve kendinden bir ruhtur179 buyurur. Allah Teâlâ’nın kelimeleri mümkünlerin suretlerinden başka bir şey değildir ve onlar sonsuzdur. Sonsuz olan tükenmeyeceği gibi varlık da onu sınırlayamaz. Demek ki sonsuz olan, sübutu bakımından tüken­mezdir. Bu itibarla sübut (sabidik) hâzinesi, sınırlılığa imkân tanımaz, çünkü onun genişliğinin ulaşılabilir bir sonu yoktur. Bu hazine, geniş­liği hakkında vehminde vardığın her sonun ardındadır. Bu hâzineden Allah Teâlâ’nın kelimeleri peş peşe ve ardışık tarzda bireyler olarak tezahür eder. Kelimeler de önceki kelimelerin eserleridir. Öncekiler ortaya çıktığında, varlık bakımından sonra gelenler onları takip eder. Denizler ve kalemler de kelimeler arasında bulunur. Denizler mürekkep olsaydı, kalemlerle onlardan başka tur şey yazılmayacak, kalemler ile varlıkta meydana gelen kelimeler -varlığa girmiş olmakla mütenahi olsalar biletükenmeyecekti. Hal böyleyken varlığın kendisini sığdıramadığı müm­künlerin bireyleri hakkında nasıl hüküm verilebilir ki? İşte mümkünün hükmü budur. Durum böyleyken mümkünlerin bir parçası oldukları malumlar hakkında ne düşünürsün? Bu husus, parçanın ve kısmın


sonluluk hükmünü taşımada bütüne eşit olmasına dair sorutabilecek en garip sorudur. Bununla birlikte malumlar ve mümkünler arasında derecelenme malumdur. Sonra bilinenlerden her biri veya her bir mümkünün sürekliliği sonsuzdur. Yine de onların bir kısmı diğerlerin­den sonra gelirken sonra gelen öncekinden eksik, önce gelen üstündür. Her birisi süreklilikte sonsuzdur. Üstünlük ve eksiklik sonsuz olanda gerçekleşmiştir. Hakkın varlığı ise kendine mürûr eden bir şey olmadı­ğı için sonluluk veya sonsuzlukla nitelenmez. O varlığın kendisidir ve varlık kendine mürûr etmekle nitelenendir. Kendisine mürûr etmenin sonsuz olduğu şey, gerçekte mevcut olması bakımından sonludur, çünkü kendinde aynı hakikate sahip olmayandan farklılaşmasını sağla­yan bir hakikate sahiptir. O hakikat sayesinde o şey kendisidir ve bu hakikat onun hüviyetidir. Bu durumda o mevcuttur ve sonlulukla nite­lenmeyeceği gibi varlığı nedeniyle sonsuz olmakla da nitelenemez. Bu nedenle sonluluğu olması bakımından sonsuz iken bu durum yaratıl­mışların bu konudaki durumundan farklıdır. Hâdis olan şeyler onun hakikatine ancak bir gök kuşağını bilmeleri bakımından bilebilirler. Gök kuşağının renginin değişmesi yaratılmışların suretlerinin değişme­sine benzer. Sonra da bütün bunları görmekle birlikte renklenen bir şey veya renk diye bir şey olmadığını bilirsin. Yaratılmışların suretleri­nin Hakkın varlığında -ki O varlıktırgörülmesi böyledir. Bu esnada ‘ortada bir şey yoktur ve vardır’ dersin. Çünkü görüyorken gördüğünü inkâr edemeyeceğin gibi bildiğin halde bildiğini bilmezlikten gelemez­sin. Bu meselede bilinen görülenden farklıdır. Baş gözü ‘bir şey var’ derken kalp gözü ‘bir şey yok’ der; birisi verdiği haberde ötekini yalan­lamaz. Allah Teâlâ’dan başka kimse yokken O’nun tükenmeyen kelimeleri nerededir? Müşahede ve bilgi arasında kalan kişi bu ikisi arasındaki tereddüdü nedeniyle hayrette kalmışken onlardan birisini tercih eden hayretten kurtulur ve tercih ettiği yöne -hangisi olursagider.

Hakk şunu ve bunu veren '

Sen bunu al onu da al                                               -              

Sana verdiği her şeyi al

Hayrete düşme.

Bunu bilen kişi Yüce bir imam olur

Bunu söyleyen kişi Onu da söylemeli

Aralarında ortaya çıkar Şundan ve bundan yüz çevirme

Bir kavim bunu söylemiş Bir kavim şunu demiş

Eşyayı böyle biliniz Hakk olarak bu şekilde

O halde bütün varlık harfler, kelimeler, sureler ve ayetlerden iba­ret olduğu gibi aynı zamanda cKendisine bâtılın önünden veya ardından gelemediği180 büyük Kur’an’dır. Bu itibarla varlık cevheri korunmuş olandır, dolayısıyla yoklukla nitelenmez, çünkü yokluk şeyliğin olumsuzlanmasıdır. Şeylik ise varlık ve sübut bakımından bilinendir, üçüncü bir rütbe yoktur. Şeyliğin olumsuzlanmasını duyunca, bilmelisin ki, olumsuzlayan kişi sübut şeyliğinden varlık şeyliğini olumsuzlamıştır (bilgide var olmaktan dışta var olmayı olumsuzlamıştır). Hâlbuki sü­but şeyliğini varlık şeyliği ortadan kaldırmaz. ‘Bir şey değildin181 aye­tinde geçen ‘şeylik’ varlık şeyliğidir, çünkü ayette varlık bildiren ‘kane’ kelimesi gelmiş, onu olumsuzluk edatıyla olumsuzlamıştır. Aynı şey ‘Zikredilen bir şey değildi182 ayetinde geçer.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili'Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan kimse kendine zulmetmiş­tir, bilemezsin, belki Allah Teâlâ bundan sonra bir iş yapa/183 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Varlıklar Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşınca Yargı günü onların durumu hüsran

Allah Teâlâ’dan başkasının bilmediği hüküm yenilenince Onu bir terazi de bilmez

İlahi varlıktır o, sana gelmiş olan Hakk İlah’tan inayetle furkan getirdi

Varlık olmasaydı, hikmetin sırrı olmasaydı Alemde varlıklar ortaya çıkmazdı

Varlıktır o, onu bilemez

Nakıs olan Hakkın kemalini nasıl bilsin ki?

Allah Teâlâ bize ve sana Ruhu’l-kuds ve Ruhu’l-emin ile yardım etsin, bilmelisin ki:

Allah Teâlâ’nın bilinen sınırları var Onları bilen yüz çevirmez '

Hükmüne bakar, güç alır Durduğu her halde onlara dayanır

Onları inceleyin, sınırlarında durun Hakkın şanı için ihlal etmeyin

Sırrı onlarda aleni görürsünüz Bunun için aşırı gidenler bilmiştir

' Allah Teâlâ’nın yasaklarına düşerseniz Bir de keşif sahibi olduğunuzu iddia edersiniz


Kendilerine zulmetmiş ve perdelenmişler İtiraf ettiklerinde Allah Teâlâ’nın muradını

Allah Teâlâ’nın kelamında umut vaki ve gerçekleşir demektir Öyleyse o sınırda durunuz

Söylediğimi alın ve niteliğiniz olsun Allah Teâlâ’nın niteliği olduğu gibi umut

O benim katımda zannıma göre bulunur Allah Teâlâ hakkında hayır zanda bulunun

Allah Teâlâ’nın sınırları, O’nun yükümlülerin fiillerinde üzerindeki hü­kümleri demektir. O hükümlerden herhangi biri ancak başka bir hü­küm nedeniyle aşılabileceği gibi ilahi bir hüküm olmaksızın aşılması ve ihlali mümkün değildir. Demek ki ilahi bir hükmün ve sınırın aşılması, bizzat başka bir hüküm ve sınırda durmak demektir. Böyİece Allah Teâlâ’nın hükmü olmaksızın işler hakkında hüküm verilir ki böyle olması gerek­lidir. Bu işin ne kadar sırlı olduğuna bakınız!

‘Allah Teâlâ’nın sınırları’ demek olan hükümler vacip, haram, mekruh, mendup ve mubahtır. Hareket veya durmak gibi bir tasarrufta bulunan kişi ya vacipte ya haramda ya mekruhta ya mubahta ya mendupta ha­reket eder ki bu durum kaçınılmazdır. Tasarruf yapılması vacip bir işte olup onu terk ederse, yapılması gereldi bir işi terk ettiği için Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmış demektir. Onu terk ederken bir de vacip olmadığım ileri sürerek terk etmişse, bu kez vacibi inkâr edecek şekilde haddi aşmış demektir. Bu konuda Allah Teâlâ’nın hükmünden başka bir hükümle hüküm verilmiş olması gerekir ve kişi Allah Teâlâ’nın hükmünden yine O’nun olan -fakat o iş hakkında değil, başka bir durum hakkındaki hükmü­dür* başka bir hükme geçer. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın yapmasını vacip kıldığı işi terk eder veya terk etmesini yasakladığı bir işi terk eder. Şeriatın yapmasını vacip kıldığı bir işi terk etmeyi zorunlu ve vacip saymak, büyük ve aşırı bir ihlal, Allah Teâlâ’nın yolundan saptıracak şekilde arzuya uymak anlamına gelir. Binaenaleyh yapmak veya terk etmek suretiyle haddi aşmak günah iken, inanarak haddi aşmak küfürdür. Bu

itibarla Allah Teâlâ’nın hükümlerini değiştiren kişi kâfir olmuş ve hüsrana' uğramıştır.        ,

Allah Teâlâ’nın sınırlarım aşmanın başka bir tarzı daha vardır ki, o da hakikatleri değiştirmek demektir. Haddi bu şekilde aşan insan cahil diye isimlendirilirken bu davranış cehalettir. Cehalet eşyanın zatî tanımları­nı ve sınırlarını bilmemek demektir. Bunlar Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir, çünkü eşyaya ait sınırlar Allah Teâlâ’nın öğretmesiyle öğrenilir. Allah Teâlâ bize eşyayı kendileriyle öğreneceğimiz güçleri verendir; bunlar akıl ve teo­rik düşünce gibi sayesinde tanımlara ulaşabileceğimiz güçlerdir. Aynı zamanda tanımlamış olduğumuz şeyler, makul veya mahsus mazharlarda ortaya çıkan varlıklara ilave bir durum değillerdir; zuhur eden işe Hakk’tır. Öyleyse akılda veya duyuda zuhur eden şey, bizim tanımladı­ğımız olduğu kadar, o da Allah Teâlâ’dan başkası değildir. Binaenaleyh bizim ulaştığımız tanımlar, Allah Teâlâ’nın tanımları ve sınırlarıdır.

Tanımlananlar bazı özelliklerde ortak iken bazı özelliklerde birbi­rinden farklı olabilirler. Tanımları ayrıştıran fasıllar kendilerini ortak­lardan ayrıştıran tanım demektir. Sayesinde ortaklığın ve ayrışmanın gerçekleştiği her şey, bir varlığın tanımı ve haddi demektir. O tanımla­rı ve sınırları aşan kişi, hiç kuşkusuz, bilgisizlik ve hakikatleri değiştir­mek diye isimlendirilen bir zulümle kendine zulmetmiş demektir. Hakikatleri değiştirmek ya onların cevherlerini bütünüyle veya kurucu unsurlarını değiştirmek suretiyle gerçekleşir. Her durumda insan Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmış, cahil olmuş; bu itibarla yaratılmışa ait olan tanımla Yaratan’ı tanımlamaya kalkmıştır. İşleri kendinde olduğu du­rumdan değiştirmiş, insanı atın kurucu unsuruyla tanımlamış demek­tir. Bu durumda bazı kısımlarında hata yapar ve yanılır, bir kısmını bilir. Bunlar hükümlerin aşılmasında olduğu gibi gerçekte cahil kimse­lerdir. Ya da Şâri’nin getirdiği vahyin bir kısmına iman edip bir kısmı­nı inkâr eden, gerçekte kâfir olan ve kâfirliği imanına baskm gelen kimselerdir. Tanımlananda kurucu unsurun ortadan kalkması, ortak özelliğinin ortadan kalkması demektir. Mesela insanın hayvan oluşu, tanımlananın bireyselliğine göre, atm hayvan oluşuyla bir değildir. Bu nedenle parçanın ortadan kalkması nedeniyle bütün ortadan kalkmıştır.

Allah Teâlâ peygamberine ‘Sakın cahillerden olma,m ve ‘Sana cahillerden ol­mamanı tavsiye ederim’185 diye emretmiştir.

Bu zikirde Allah Teâlâ ‘Bilemez, belki Allah Teâlâ ondan sonra bir iş ihdas eder’186 buyurur. Çünkü insanın güçleri içinden Allah Teâlâ bize ancak onda yarat­mış olduklarını bildirmiştir. Belki Allah Teâlâ’nın bilgisinde veya imkânda henüz bizde yaratılmamış güçler bulunur. Öyle ki (var sayalım ki) ata sayesinde insanın ondan ayrıştığı güçlerden söz edilse, bunları inkâr ederdi. Allah Teâlâ’nın yollarında tarikat ehlinin, aklın yeteneğinin üzerinde bulunan bir makamın ispatı hakkında söyledikleri sözler vardır. O makama ulaşmak, Allah Teâlâ’nın peygamber, nebi, veli gibi bazı kullarında yaratmış olduğu güçle mümkündür ve söz konusu güç aklın verdiğin­den farklı bir bilgiyi insana kazandırır. Bu nedenle akıl sahiplerinin bir kısmı o gücün verisini inkâr ederken, şeriat bu verileri kabul eder. Bu itibarla biz, ahiret yaratılışında dünya yaratılışında bulunmayan bazı güçlerin bulunduğunu, aklın burada o güçlere göre hüküm veremeye­ceğini biliriz. Allah Teâlâ’nın bu güçleri yarattığı bazı kimseler ise zevk yoluy­la onlara ulaşır ve dünya hayatında onlar adına bu durum gerçekleşebi­lir. Bu nedenle nefs kendisi adına cennette gizlenmiş ve ‘göz aydınlığı’ mesabesindeki nimetleri bilemez. Cennette gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın kalbine gelmeyen nimetler vardır. Binaenaleyh cennette bulunan nimetlerden belirli bir şeyi belirlemek aklın bilgi imkânının dışına çıkarken aklın ‘imkân’ hükmü vermesinin sınırı dışında kalmaz. Çünkü aklın Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu hususlar hakkındaki hükmü bilhassa imkândır veya o konuda hayrete düşer. Bu nedenle ayette ‘umulur ki187 edatı gelmiştir. Bu edat (yaratılmış için) beklenti anlamı taşırken Allah Teâlâ’ya izafe edildiğinde hiç kuşkusuz gerçek­leşmiş (vaki) anlamı kazanır. Bu, dünya yaratılışında Allah Teâlâ’nın meydana getirdiği durumdur. Bu itibarla hükümlere gelirsek, bu durum, kıya­mete kadar zahirî ilimde malumdur. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi müçtehidin hükmünün geçerliliğini onaylamıştır ve bu sayede şeriatın hükmü, Allah Teâlâ katından müçtehiderin kalbine kıyamete değin iner durur. Bazen müçtehit daha önce aynı hükmün bulunmadığı bir ko­nuda hüküm verebilir ve o hükmü miiçtehidin Kitaptan, Sünnetten, icma veya açık kıyastan ortaya çıkan delili gerektirmiştir. İşte bu, hü­kümler alanında Allah Teâlâ’nın ihdas ettiği yeni durumdur. Müçtehit veya onun taklitçisi bu hükmü aştıklarında, hiç kuşkusuz, kendilerine zul­metmiş olurlar.

Bu zikir bu ve benzeri konularda bilgiler verir. Bu zikir hakkında bu kadar işaret yeterlidir, çünkü bu zikrin verdiği bilgiler hakkında pek çok tafsilat ve misaller vardır, biz sadece onların kaynaklarına dikkat çektik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

Menzili'Seni sabit kılmasaydık, sen de bir miktar onlara meyletmiş olurdun'm Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Dinde başkalara yönelmek bir mahrumiyet Sonunda ise hüsran var

Azabı şeriat bildirmiş zaten                                         1

İki katıyla hem; kalbim iman ve ıhsan

Bu konuda maslahat gören için iş böyle

Hali yalan ve iftira olanın durumu nasıl olabilir?

' Allah Teâlâ bilir ki ben ‘O’nunla’ demem                                                          -

Rükünlerim ve eklemlerim kesilse bile                                         .

Vallahibu hüküm sadece bize ait

Burhanın hakkında hüküm verdiği kuşku ve şirk gibi

Onu söyleyen kişi masum ve sözünde de Allah Teâlâ katında delili var

Allah Teâlâ böyle bir hususta, hatta bizzat bu konuda ‘De ki, ey kâfir­ler!’189 suresini indirmiştir. Bu sure Kur’an-ı Kerim’in dörtte birine denktir. Nitekim Kur’an-ı Kerim üçe taksim edildiğinde İhlas Suresi Kur’an-ı Kerim’in üçte birine denk olduğu gibi ikiye bölündüğünde Zilzal Suresi onun yarısına denktir.

Bilmelisin ki, bu zikir sana keşif yoluyla yükümlülük organlarını öğretir. Bunlar sekiz tanedir: Kalp, kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ ve ayak. Dokuzuncu bir organ yoktur ve yükümlü organların sayısı cennet derecelerinin sayısı kadardır. Kul ibadetini yaparken cen­netin dilediği kapısından içeri girebileceği gibi dilerse aynı vakitte bütün kapılardan birden girer. Hz. Ebu Bekir tek bir gün içinde cen­netin bütün kapılarından girer. Öte yandan her organa mahsus bir amel olduğu gibi her amele de yaratılış âleminden mahsus olan ve keramet denilen bir neticesi vardır; amelin hali kerameti meydana çıkartır ve keramet yükümlü organla ve o organa mahsus amelin du: rumuyla ilişkilidir. Her organın amelinde bir tafsilat ortaya çıkar. Aynı zamanda amelin Hakkın mertebesinden olan bir neticesi vardır. Bu netice menzil diye isimlendirilir ve amelin makamı onu meydana geti­rir. Her menzil Allah Teâlâ katında yükümlü organla ilişkilidir. Her organa mahsus makamın tafsilatı ise farklılıklarına göre menzilleri ayrıştırır. Bütün bu hususları Mevakiu’n-Nücûm adlı kitabımızda açıklamıştık. Mürid için bu kitap, şeyhi mesabesindedir. Mürid her sürçtüğünde şeyhi elinden tutar, saptığında ve şaşırdığında ise doğru bilgiye yön­lendirir. Kitap müride bu zikirden ortaya çıkan ve kendisiyle doğru yolu bulacağı organlar üzerinde taksim edilen nurların mertebelerini öğretir. Bunlar hilal, kamer, dolunay, yıldız, ateş, güneş, kandil ve şimşeğin ışıklarıdır. O nurların her birisiyle ilahi isimler ve zata ait sıfadar ortaya çıkar. Sıfadar hayat, bilgi, irade, kudret, kelam, duyma ve görmedir; ilahi zat ise bu sıfadarla nitelenendir. Her sıfatm bu nur­lardan bir ışığı vardır. Ölçülebilir eşya arasındaki ölçüler ve ilişkiler, buradan öğrenilir. Artık hiçbir husus bu zikrin sahibine gizli kalmaz, çünkü o bütünüyle nur olmuştur! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’m! Beni nur yap’ hadisinde belirttiği duası bununla ilgilidir.

Bu zikirden güç sahipleri öğrenilir. Bunlar sekiz güçtür: Beşi duyu güçleri, diğerleri ise akıl, fikir ve hayal güçleridir. Bu güçlerin dışındaki güçler, sekiz gücün yardımcısı mesabesindedir. Bu sekiz güç -ana güç­ler olsalar bileiçlerinde yardımcı veya anahtar mesabesinde menzilleri olan güçler de bulunur. Böylece türler içerisindeki derecelenme sürek­lidir. Mevakiu’n-Nücûm’da zikretmiş olduğumuz bu hususlar, bu zikrin vermiş olduklarının bir kısmidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Sabah akşam rablerinin rızasını arayarak, dua edenlerle birlikte sabret, gözlerini onlardan ayırma’m Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var ki yaratılış gayelerini yerine getirmişler

Bir sınıf gidince başka bir sınıf gelir

Onlarla birlikte sabırlı ol! Onların hakkını bilmezsin                            .

Onlara verilen rızık sana da verilmezse

İnkisar, zillet ve yoksul iken verilir sana

Misk kokuları bulunur, her yandan yayılır

Vasıfların seni aldatmasın, onların yerleri var

Sufiler işte bunlardan konuşmuşlardır

Allah Teâlâ sana ve bize o insanların da desteklediği Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır Ki onların halleri ve fiilleri, Allah Teâlâ’ya yaklaşmalarını sağlayan bir zikirdir. Bü zikir, Allah Teâlâ’ya dair marifetten sadece tadanın bilebileceği hususları izhar eder. Bu zikri yaparken sabırlı davranan, onlara katılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygam­berine emrettiği veya yasakladığı her davranış, onların hal ve fiillerinin aynıdır. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’in içlerine indiği Allah Teâlâ pey­gamberinin sahabesi olan bu grup ulaştıkları her şeye ancak peygambe­re uymak ve ondan dinlediklerine anlamak suretiyle ulaşmıştır. Allah Teâlâ onlardan dolayı kendi peygamberini kınamıştır. Bundan sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlardan birisiyle karşılaşsa veya onların bulunduğu bir meclise otursa, onlar oturdukları sürece kendisi de oturur, onlar ayrıl­dığında Allah Teâlâ’nın peygamberi de kalkıp ayrılır, gözlerini onlardan ayır­mazdı. O insanlar kendisine geldiğinde veya onlarla karşılaştığında ‘Merhaba! Ey Allah Teâlâ’nın kendilerinden dolayı beni azarladığı kimseler!’ derdi. Onlar da -Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendini konuşmak zorunda hisset­tiğini bildilderi içinyanında kısa bir süre kalır, onu meşgul etmezler­di. Kim bu zikre devam ederse, bu zikir ona her şeyde Hakkın yüzünü görme bilgisi kazandırır. Söz konusu zâkir her neyi görürse Hakkın yüzünü onda görür. Onlar rablerine gece ile gündüz dua edenler değil­lerdir. Bu vakit rızık elde etme vaktidir. Allah Teâlâ ‘Sabah akşam onların rızıkları bu vakitlerdedir191 buyurur. Kastedilen rızık Araplara göre sabah ve akşam içilen süttür. Söz konusu insanların sabah ve akşam olari rızıkları, talibi oldukları Hakkın veçhini bilmekle gerçekleşen bilgidir. Allah Teâlâ ‘O’nun veçhini (yüzünü) ararlar192 buyurur. Yani sabah ve akşam yaptıkları duayla Hakkın yüzünü talep ederler. Onlar, ‘O’nun yüzü dışında her şey helak olacak193 ayetinde belirtildiği üzere, her şeyin helale olacağını bilmiş, baki olanı aramış ve bakiyi faniye tercih etmiş­lerdir. Hakkın yüzü eşyada kendilerine tecelli ettiğinde, bu zikri yapan zâkir, gözlerini O’nun yüzünden başkasına çevirmeyeceği gibi Hakkın yüzü bakan herkesi sınırlayacağı için çevirmesi de mümkün değildir. Bu zikirde bir yasaklama gelmiştir (‘gözlerini ayırma194 ayeti); bunun nedeni onların yüzün kendisi değil, yüzü müşahede edenler olmaları­dır. Bu zikri yapanların arasından kendisi için vecih (yüz) tecellisinin gerçekleşip hala zikre devam eden kişi, sürekli ilahi veçhi müşahedeyi talep etmektedir. Bunun nedeni mümkünün durumu hakkındaki bilgi ile Allah Teâlâ’nın şanına yakışan edebe riayettir. Allah Teâlâ kendisi bir hüküm vermiş olsa bile, herhangi bir varlık O’nun üzerinde hüküm veremez. İlahi edep budur. Bu zikrin ardından aradığı yüzün/vecih (tecellisinin) ortaya çıkmadığı insan ise zikriyle, duasıyla onun adına irade edilen yüzün (tecelli etmesini) talep eder. Her halükarda huzurunda bulun­dukları sürece Allah Teâlâ’nın peygamberi gözlerini onlardan alıp başkalarına bakmamıştır.

Buradan hareketle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın velilerini tavsif eder­ken şöyle der: ‘Onlar görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimseler­dir.’ Onlar görülünce Allah Teâlâ hatırlanır, bunun nedeni muradarı olan ilahi yüzün nurunun onlar için gerçekleşmiş ve tecelli etmiş olmasıdır. Hakkın yüzünün tecelli ettiği insanda belli bir eserinin olması gerekir ve bu durum kaçınılmazdır. Söz konusu eserlerin bir kısmı başkasının görebileceği kadar açıkken, bir kısmı sadece keşif ehlinin görebileceği kadar kapalıdır; bazen de onu hiç kimse göremez. Bu kısım en kapalı ve gizli kısım olmakla birlikte kendiliğinde açıktır ve sahibi onu görür. Nebilerin dışındaki kimselerin böyle durumlar hakkındaki hükümleri nebilerin (verdiği) hükümlerinden farklıdır. Nebiler dualarıyla Allah Teâlâ’dan talep ettikleri yüzü müşahede ederken söz konusu insanları görseler bile, kulların maslahadarı için gönderilmiş olmaları itibarıyla mutlak anlamda onlarla sınırlanmazlar. Onlar, sadece gönderilme se­bepleri olan maslahadarla sınırlanırlar. Bu nedenle bazen bu ayette ve âmâ hakkındaki ayette görüldüğü gibi maslahat olmakla birlikte azar­lanırlar. Söz konusu ayette Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Yüzünü astı ve yüz çevirdi’195 diye hitap eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın azarına maruz kal­masına yol açan âmâdan, İslam’a girdiği takrirde pek çok insanın İs­lam’a girmesine vesile açacak bir kişinin hidayete ermesiyle ilgili arzusu ve hırsı nedeniyle yüz çevirmiştir. Söz konusu kişi, Allah Teâlâ’nın kendisi vesilesiyle dinini güçlendirebileceği birisiydi. Buna rağmen bu bakım­dan değil, başka bir hakikatle ilgili olarak azarlanmıştı. ‘Müstağniye gelince, sen ona destek çıkıyorsun196 ayeti buna işaret eder. Allah Teâlâ ayette şahsın kendisini değil, niteliği zikretmiştir. Bu yönüyle zenginlik ilahi bir niteliktir. Demek ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gözü muhtaçlıkla tam ola­rak nitelenmiş olduğu için ilahi bir sıfata kaymış, Allah Teâlâ ise onun dikka­tini ilahi ihataya çekmeyi murat etmiş, bir sıfatın kendisini öteki sıfatı görmekten sınırlamamasını istemiştir. Başka bir ifadeyle ‘Allah Teâlâ âlemler­den müstağnidir197 ayetinde Hakkın müstağniliğini müşahede etmek ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım198 ayetinde tezahür eden Hakkı talep edici olarak müşahede etmekten daha üstün değildir. Hâlbuki müstağnilik makamı nerede, bu talep nerede? Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç veriniz199 buyurur. Her halükarda Allah Teâlâ peygamberini belirli bir niteliğin sınırlamasına karşı gayrete gelmiştir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (birini ötekine tercih etmek yerine) herkese layık olduğu üzere tebessümle davranmalı, yanındaki zalimler adına bir maslahatın ger­çekleşeceği ölçüde âmânın (gelişi) nedeniyle sevindiğini göstermelidir. Bu itibarla güzel ahlakın bir parçası olan tebessüm ve tevazu herkesçe sevilen iki davranıştır. Allah Teâlâ ilahi edep makamına ulaşıncaya kadar peygamberine edep öğretmeyi sürdürmüş, o makama ulaşınca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Allah Teâlâ edeplendirdi, ne güzel edeplendirdi’ demiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın zenginlere dönük bir nispeti ve ilişkisi olduğu ka­dar fakirlere dönük bir nispeti ve ilişkisi de vardır. Arif insan ise her­hangi bir varlıkta ve işte Hakk’tan gelen tecilliyi kaçırmamalıdır. Allah Teâlâ’nın kullarına talimi ne güzel! Basiretimiz ve idrak gözümüz açıldı­ğında, Allah Teâlâ’nın peygambere mertebeler hakkındaki edebi nasıl öğretti­ğini, bu öğretimde bizim de dikkate alındığımızı gördük. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e öğretilen edeple ilişkimiz, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit’ deyimiyle ifade edilebilir. Allah Teâlâ edebi öğretirken peygamberini dikkate almış olsa bile, biz de peygamberi örnek alıp ona uyduğumuz için, bu talimin maksadı sayılırız. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır.’200 Allah Teâlâ’nın peygamberine yönelik her eğitici hitabına bizim de ortaklığımız vardır ve bunun böyle olması kaçınılmazdır.

Ey dostum! Bu zikrin meydana getirdiği pek çor hayrı incelemeli­sin. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Menzili'Kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür, kim affeder ve arayı düzeltirse, onun ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştıZ201 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Çirkin belli kısımlara bölünmüş Örfe göre ve şeriata göre taksim edilmiş

Kendine kötülük yapanı affeden kişi

Cezadan uzaklaşmış demektir; kötülük onun kendisi

Çirkinin ve kötünün bulunduğu yer olma

Allah Teâlâ yüce sıfatla onu süslemiş

Allah Teâlâ şöyle der: ‘En güzel isimler 0’nundur.,m Her yoksulun müsemmasına (isimlendirilen) muhtaç olduğu isimler O’na aittir ve Allah Teâlâ’nın dışında muhtaç olunan kimse yoktur. Allah Teâlâ ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız203 buyurur. O’na ise ancak örfe veya şeriata göre güzel isimler verilebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ isimlerini ‘hüsna (güzel)’ diye nitelemiş, bize ‘O isimlerle dua ediniz’ demiş, sonra bize tavsiye etmek üzere, Allah Teâlâ’nın isimleri hakkında ‘Yanlış yöne sapanları bir yana bırakın204 diye emretmiştir. Yani Allah Teâlâ’ya isim vermek üzere güzel ol­mayan isimlere yönelenleri dikkate almayın. Gerçi o isimler de anlam bakımından O’nun isimleri olsalar bile, örfe ve şeriata göre iyi-güzel olarak nitelenmedikleri için Allah Teâlâ’ya isim olarak verilmemişlerdir. Allah Teâlâ ‘Onun gibi bir günahtır205 der. Birinci günah sahibinin Allah Teâlâ katında günahkâr olduğu dinî günah ve kötülük iken karşılık vermekten kay­naklanan ikinci günah şeriata göre kötü olmasa bile cezaya maruz ka­lanı üzen bir fiil olması bakımından kötüdür. Misal olarak şarta bağlı olarak affetme yetkisinin bulunduğu kısası verebiliriz. Allah Teâlâ ehli Allah Teâlâ’nın kötülüğe karşılık vermeye ‘kötü’ dediğini ve ‘Onun gibi kötü’ buyurduğunu görmüşlerdir. Böyle bir davranışı yapan insan da o dav­ranışın kötü diye isimlendirilmesi ölçüşünce ‘kötülük yapan’ diye isim­lendirilir. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli kötülüğün bulunduğu bir mahal ol­maktan kaçınmış, Allah Teâlâ’nın kendisini takdis ve tenzih etmek için zatı hakkında -güzel isimleri kullandığı gibikullanmadığı bir isimden (kötü) nefislerini korumak iradesine uyarak, misliyle cezalandırmaya karşı affı yeğlemişlerdir. Allah Teâlâ kötülüğün bırakılıp cezalandırmaya kalluşılmamasına dikkat çekerek ‘Kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötü­lüktür206 buyurmuştur. Ayette ‘kötülük yapanın cezası’ denilmemiştir. Kötülük yapan kişi yaptığı kötülük ölçüşünce kötülükle cezalandırılır. Kötülük ise ortadan kalkmıştır ve -kendisi mevcut olsaydı bilebir karşılık kabul etmez. Karşılık kabul etseydi, kendisi de ortadan kalkar­dı. Mesela saldırıya maruz kalan kişinin yaralandığını düşünelim. Yara­lanan kişi kısas hükmüyle saldırganı yaralarsa, o da yaralanmış olur, fakat kendisi yaradan kurtulmaz. Binaenaleyh kötülük karşılığı kabul etseydi, hiç kuşkusuz kendisi ortadan kalkardı; hâlbuki kalkmamıştır. O halde ceza yükümlüde kalmıştır. Kötülük yükümlünün fiili olup mefulü olmasa bile, fiil zamanın geçmiş olmasıyla birlikte ortadan kalkmıştır, dolayısıyla ona karşılık vermek mümkün değildir. Çünkü kötülük yok olmuş, geride günah işleyen mahal kalmıştır. Bıı durumda kötülük yapan insan günahın mertebesine yerleştirilmiş, onun adıyla adlandırılmış, ceza kötülüğe izafe edilmiştir. Bu nedenle kötülük yapan kişi, kötülüğün hükmüne sahiptir. ‘Kim size karşı haddi aşarsa siz de size yapılana göre onlara cevap veriniz.,20? Sözün en doğrusu budur. Bunun­la birlikte bütün ilahi sözler doğru ve sahihtir. Fakat sözlerin arasında bize nispede doğru ve daha doğru olanları vardır. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz üzere, benzerlerin bulunduğu bir şeyde derecelenmenin bulunması kaçınılmazdır. Hiçbir şey Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden yuka­rıda değilken ilahi isimler, ihatalı olanlar ve olmayanlar diye derece­lenmiş, bir ilahi isim ötekinden aşağı, öteki diğerinden üstün olmuş­tur.

Ceza her zaman misle göre verilirken ölçü ve tartının dışında kalan kısım -eksiklik olarak değil, fazlalık şeklindecezanın dışında kalır. Bu nedenle Hakk iyiliktekinden farklı olarak kötülüğe misliyle döner. İyili­ğe karşı daha fazlasını vermek verenin övülmesini sağlayan bir erdem­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dokuz kişiyi öldüren hakkında ne güzel buyur­muştur. Dostum, iyi dinle! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona kısas cezası hükmü vermiş, sonra cBu adamın öldürülmesi onun öldürmeleri gibidir’ de­miştir. Hadis ‘kötülüğün cezası kötülüktür208 ayetini tefsir ederek kısası uygulayanı katil diye isimlendirmiş, onu bırakmış ve bağışlamıştır ki, bu davranış siyasetin en büyüğüdür.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili'Temiz şehrin bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkaZ209 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Hakka muvafakat kökleri temiz olanın işi Allah Teâlâ dilediği üzere şeriatı getirince uyar

Şeriata karşı direnmek ise doğadaki habislikten direnir Çalman kapıları açan bilir bunu

Doğanın bilinmezliklerinde bulunan sırlara sahip O’nun sanatından, yaratırken izhar ettiği şeydeki sırları

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in çağırdığı bir insan gibi Daha önce topladığı her şeyi getirmiş

Başkası ise kazandığının yarısını getirmiş Hepsinin ellerinde olana karşı tamahı vardı •

Onların sözlerini söylediğimizde Rabbinin çağrısına uyan bir kul dedim

O kul emre koştu, kimseye bakmadan Veya gecikmede zarar veya faydaya bakmadan

Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ bizi davet edip biz de davet edildiğimiz işe icabet ettiğimizde bu zikir bir süreliğine Allah Teâlâ tarafından bize verilmişti. Sonra bizde Allah Teâlâ ehlinin bu yolda aşina olduğu bir fetret devri ortaya çıktı; yola giren herkes o fetrede karşılaşır. Fetret gerçekleştiğinde, onun ardından ya daha önceki ibadet ve gayret hali geri gelir veya fetret hali kişiyi bı­rakmaz. Fetret halinden dönenler Allah Teâlâ’nın kendilerine ilgi gösterdiği ilahi inayete mazhar olanlardır. Fetret hali bizde etkin Hakk gelince, bir vakıada Hakkı şu ayederi bize okurken gördük: ‘O rüzgârları rahmeti­nin önünde müjdeci olarak gönderendir, yüklü bulutları sevk ettiklerinde o bulutlar ölü bir toprağın üzerine gelir ve oraya yağmur indirirler.’210 Sonra


şöyle buyurur: ‘Temiz şehrin bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkar.’211 Ayetle kastedilenin kendim olduğumu anladım ve şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ bize okumuş olduğu ayede, daha önceki tevfik haline dikkatimizi çek­miştir.’ Daha önce Allah Teâlâ, Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in eliyle bizi o tevfike, yani razı olacağı işleri yapma makamına erdirmişti. Bu itibarla bu yola girmemiz Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in görüldüğü bir rüyayla gerçekleşmişti ki o rüya Allah Teâlâ’nın bize dönük rahmetinin bir neticesi ve inayetiydi. ‘Rüzgârlar yüklü bulutları hareket ettirdiğinde.. .’212 ifadesi tevfik ile eş anlamlıdır. ‘Onu ölü bir toprağa sevk ettik.’213 Ölü toprak bendim. ‘0 suyla ölümünden sonra toprağa hayat veririz.’214 Kastedilen bizde tecelli eden tövbenin kabulü, salih amel ve ona bağlanmanın nurlarıydı. Sonra misal vererek şöyle der: ‘İşte bu şekilde ölüleri çıkartırız, belki öğüt alırsınız.’215 Burada bir rivayete işaret edilir. Cisimlerin yaratılışı hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayette ‘Allah Teâlâ göğün tıpkı erkekten çıkan meni gibi yağmur yağdır­masını sağlayacaktır.’ Sonra şöyle eklemiştir: ‘Temiz şehrin bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkar.’216 Kastedilen temiz (idrak) mahalli nede­niyle Hakka uymak, O’nun sözünü duymak ve O’na itaattir. Ayette geçen temizin zıddı, nefsin ve tabiatın hâkim olduğu kişidir. Böyle biri gerçekte inayete mazhar olsa bile kendinden çer-çöp çıkan bir yere benzer. ‘Allah Teâlâ’nın zincirlerle cennete sevk edilecek kulları vardır’ hadisiy­le ‘Göklerde ve yerlerdeki her şey dileyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder217 ayederi bu konuya işaret eder. Biz de bu hitaba karşı ‘Ey Allah Teâlâ’m! Severek geldik’ dedik.

Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ bu insanın varlığını kendine ibadet etsin diye yarattığında, onu önce zayıf ve muhtaç yaratmış, bu esnada insanın ibadeti zorunlu ibadet olmuş, yaratılışı bu hal üzere devam ederken sonra kendisine güç vermiş, kendilerini kullandığında kuvvet kazana­cağı sebepleri izhar ederek bu sebeplerin ardına gizlenmiştir. Artık sadece perdeleri gören insan Hakk’tan habersiz kalmış, O’nu müşahede edememiştir. Allah Teâlâ, kendini yükümlü kıldığı amellerle sebeplerin ar­dından insana nida etmiş, ameller ‘ibadet’ diye isimlendirilmiş, bu sayede insanın dikkati aslına çekilmiştir. İnsanın aslı, zatından kaynak­lanarak zevk yoluyla aşina olduğu zorunlu kulluğunu inkâr etmez.

Ardından zorunlu bir şekilde bildiği sebepleri görmekle baş başa kalır. Başka bir ifadeyle sebepleri tabiî bir şekilde kabul ederken kendisini davet eden gayb âlemindedir. Bu esnada ortada zahir veya bâtın ya da gayb veya şehadet bir şey bulunduğunu anlar. Sonra kendine bakar ve görür ki nefsi de gayb ve şehadet özelliğinde bileşik bir varlıktır. Onu, bu sebeplerin ardından, muhtaçlığını (hatırlamaya) davet eden de görünmez ve gaybdır. Onun nefsi üzerinde gaybın şehadetle ilişkisi güçlenirse ‘Bitkileri rabbinin izniyle ortaya çıkan temiz bir şehir’ haline gelir ve davetçiye icabete koşar. Böyle biri, haklarında ‘İyiliklere koşan­lar, onlar iyilikler için yarışanlardır218 denilen nefislerdendir. Söz konu­su nefis sebeplerin birbirinden farklı olduğunu ve hangi sebep ortaya çıkarsa ötekini gereksiz Hakk getirdiğini görmüştür. Bu durumda zatı gereği belirsiz bir şeye muhtaç olduğunu anlayarak ona yönelir. Nefis sebepleri görmüş, onların birbirinden meydana geldiklerini ve bir kısmının ötekilerden müstağni kaldığını öğrenmiştir. Bu itibarla bazı sebepler gizlenirken bazen bir sebep ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. İbrahim’in aklına gelmiş olan şu söz onun da akima gelir ‘Ben kaybo­lanları sevmem’219 der. Aynı zamanda nefs bazı sebepleri meydana geti­rebildiğini görmüştür. Bunlar, kendisine yönelmiş olduğu o sebebin varlığı nedeniyle, yükümlü olduğu zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullandığı sebeplerdir. Bunun üzerine nefis var olmak için kendi­sine muhtaç kalan ve bu nedenle de ona beiızeyen sebeplerin onu köle­leştirmesini kabullenmemiş, hiçbir şekilde muhtaç olmayan zengin ve müstağniye dayanmak istemiştir. Öyle birine dayanma arzusunun nedeni ise nefsin izzeti, kendini beğenme duygusu, Allah Teâlâ’nın onun tabi­atında yaratmış olduğu yeryüzünde büyüklenme ve hemcinslerine karşı egemen olma arzusudur. Bütün bunların ardından nefis şöyle der: ‘Bu görünmeyen davetçiye uyayım, belki ne olduğunu görürüm, belki de aradığımın ta kendisidir.’ Böylece davete icabet etmiş, onun gereğine göre davranmış, toprağı rabbinin nuruyla aydınlanmış, ‘bitkileri rabbi­nin izniyle çıkan temiz bir şehir’ haline gelmiştir.

Başka bir nefis davete uyan nefsin tersine hareket ederek, görüneni görünmeyene tercih etmiş ve üstün tutmuş, asıldaki muhtaçlığı sebep­lerin farklılığını ve her sebebin başka bir sebepten meydana geldiğini ona göstermemiş, şöyle demiştir: Belki beni davet eden görünmez varlık görünen sebepler gibi pek çoktur. Onlardan biri ötekini gereksiz Hakk getirir. Ona uyacağıma, bulunduğum halde kalayım ve zan uğru­na kendimi yormayayım.’ Böyle diyerek, davetçiye uymak yerine, ye­rinde çakılır kalır. Allah Teâlâ hikmetiyle belli bir vakit bütün sebepleri on­dan keserek onu muhtaç halde bırakır. Böyle bir nefs görünüşte daya­nabileceği bir sebep bulamayınca, belki elinde kendisini bulunduğu darlıktan çıkartacak bir imkân vardır umuduyla kendisini çağıran gö­rünmeyene yönelir ve zorunlu bir şekilde onun davetine icabet eder. Böyle biri verimsiz çer-çöpten başka bir şey yetişmeyen verimsiz bir toprağa benzer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Denizde size bir sıkıntı ulaştığında.. .’220 Burada Allah Teâlâ sebeplerin ortadan kalktığı yere dikkat çekmiştir. ‘Dua ettikleriniz ortadan kaybolur.’221 Yani sebepler kaybolur. ‘Geride sadece O kalır.’222 Sebepler kalkınca, Allah Teâlâ kurtarıcı sebep olur. Sonra da o insa­nı kurtarıp selamete çıkarttığında, kişi şöyle der: ‘Beni kurtaran birbi­rinden meydana gelen sebeplerden biridir.’ Allah Teâlâ’yı sebeplerden birisi yapan bu kişi, kendisinden ancak çer-çöp çıkan bir müşriktir ve bu nedenle süratle görünür sebebe koşar.

Böylece iki grup birbirinden ayrışır. Bu yönüyle asıl böyle hüküm verdiği için âlemde bu konumdaki iki fırka vardır. Nitekim asılda da cebir ve ihtiyar, yani zorlanma ve seçim vardır. İhtiyar nedeniyle elli vakit namaz onar onar azalarak beş vakte kadar inmişken ihtiyar olma­dığında onları beş vakit olarak belirlemiştir, ardından ‘Benim nezdimde söz değişmez223 buyurur. Burada O’nu icbar eden malumun verdiği bilgiydi ve Allah Teâlâ herhangi bir şey hakkındaki bilgisini aşmaz. Zorunlu­luk ve zaruret halinde Allah Teâlâ’ya yönelenler, farkında değilken bu asla yönelmişlerken öteki grup ‘Dilediğini yapandır224 olması bakımından ihtiyar (seçim) hükmüne dayanır. Hakka dönerken zorunluluk halin­dekiler daha doğru iken ihtiyar ve seçimle hareket edenler muvaffak ve mutlu kılınmışlardır. Çer-çöpten başka bir şey çıkartmayan yerin ilahi hallerden karşılığı ‘Yaptığım bir işte mümin kulumun canını alırken gösterdiğim tereddüdü göstermedim, o ölümü sevmezken ben gecik­mesini sevmem, onun bana kavuşması kaçınılmazdır’ ifadesinde dile getirilen tereddüttür. Kutsi hadisin anlamı şudur: Ben istemesem bile onun canını almalıyım ve buna zorlayan odur. Ben ondan ölümünün gerçekleşeceğini öğrendim. Allah Teâlâ’taki bilgi, bulundukları hal üzere mümkünlerden meydana gelmemiş olsaydı tereddüt ortaya çıkmayaca­ğı gibi Allah Teâlâ fiillerinin bir kısmını istemeden yapmazdı.

Bu zikrin vermiş olduğu yaklaştırıcı bilgiye dikkade bakınız. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

Menzili'İnsanlardan gizlerler, Allah Teâlâ’dan gizlemezler, Allah Teâlâ onlarla beraberdir, Allah Teâlâ onların yaptıklarını biliZ225 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’yı bilmemek beni bilmemek                    ,

Bunun için nefsim gizlendi benzerlerimden

Bildim ki Allah Teâlâ bana bakar       ' , .

Akla gelmediğini söylediği bir hususta

 Yüce İlah bize sorunca cevap verilir

‘Niçin yaptınız?’ diye biz deriz ki ‘hüküm Hakk ait’                                          ,

Hal vergidir, sen verirsin onu Varlığımı korumadın mı benzerlerim gibi

Beni kınama, bildiğini kına sen

Sen onu bilirsin, sözün ve ifadenin rabbini

Allah Teâlâ bize ve sana kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’yı bilmemek kendini bilmemenden kaynaklanır. O kendisine dair delili senin kendini bilmen kılmış, ayeti nefsine yerleştirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan aktarırken ‘Kendini bilen rabbini bilir’ demiştir. Allah Teâlâ ne güzel buyurur! ‘İnsanlardan gizlerler.226 İnsanlar yaratılışları gereği unuturken unutmayan ve zayi etmeyen Allah Teâlâ’dan ise gizlemez­ler; hâlbuki işin tam tersini yapmak daha uygundur. Bununla birlikte herhangi bir varlığın ve işin Allah Teâlâ’ya gizli kalması mümkün değildir. İnsanlardan gizlemenin sebebi ise hal ve imkân ölçüşünce tahakküm özelliğini sevmek, övülmek ve methedilmek arzusunun insanın yaratılış özelliği olarak bilinmesidir. Bir insanın (gizlemek istediği) işaret edilen davranışı öğrendiklerinde, onu yapanın saygınlığı kendini görenin gözünden düşer ve kişi kınanır ki bunun nedeni aynı cinsten olmaktır. Bununla birlikte insan o işi yaparken Allah Teâlâ’nın kendisini ihata ettiğini bilir. Amel sahibi ilahi isimlerin o işi yaparken onun adına sıralandıkla­rını, bilhassa el-Halim ve es-Sabur isimlerini görür. Anlar ki Allah Teâlâ’dan gizlemek, imkânsızdır ve dolayısıyla yapılan işin yerine getirilmesi kaçınılmazdır. Böyle bir insan inançlıysa istemeden o işi yapar. Onun durumu Hakkın mümin kulunun canını istemeden alışına benzer ve kendinde hareket edebileceği bir genişlik bulur. Hatta şöyle de diyebi­lir: ‘Burada ben Hakk ile eşitim.’ Böyle bir sözü edepsizden başkası söylemez. Bakınız! Allah Teâlâ ayetin devamında şöyle der: ‘Allah Teâlâ onların yaptıkların kuşatır.’227 Allah Teâlâ kişinin içinde bulunduğu ameli kendi nef­sinden ihata ettiğine dikkat çeker. Başka bir ifadeyle bazı şeyleri kerih görmekle birlikte onları yarattım, bazı şeyleri de (yaratırken) sevdim. Böyle demesinin nedeni mümin kulu için mazeret tespit etmektir. Çünkü Allah Teâlâ’dan gizlenilen ve bu nedenle gizli yapılan bir işi sadece mümin nahoş bulabilir. Başka bir ifadeyle yapılan işin dirice caiz olma­dığına inanan mümin onu nahoş bulur. O halde Allah Teâlâ’nın eşyayı ihata etmesi bizdeki ‘zevk’ bilgisinin benzeridir. Zevk yoluyla bilmek demek eşyayı ‘kendinden’ bilmen demektir. Yani ‘zevk’ itibarıyla onlarla nite­lendiğinde (kendilerini bilmiş olursun). Bilinen şeyin (malum) bilenin hali olduğu kimseyle, öyle olmayan bilenin arasında büyük fark bulu­nur. İkinci kişi bilinen hakkında sahih bilgiye sahip değildir. Allah Teâlâ ayette ‘O’nun razı olmayacağı sözleri söylerler228 der. Kastedilen açıkça söylenen kötü sözlerdir. Allah Teâlâ kötülüğün açıktan söylenmesini istemez. Bir sözün kötü olduğu hükmü ancak sözden öğrenilebilir; söz olma­saydı, ona dair bilgi bize ulaşmayacaktı. Kötü olduğunu bildirmek üzere kötüyü söylemek, iyi bir sözdür ve onu söylemek, öğretim amacı taşıdığı için hayırlı bir davranıştır. Allah Teâlâ yükümlünün bunu kullanma­sına hükmettiğinde, kötü sözü açıkça söylemez. O halde âlemde amel­de ortaya çıkan her hükmün ilahi bir dayanağı vardır. Amel hayırlı ise dayandığı ilahi isim onun karşılığını artırırken, amel kötü ise dayanağı kötü fiile şefaat ederek sahibinin mazeretini Allah Teâlâ katında ortaya ko­yar. Bu nedenle yükümlü kulların varacağı yer her şeyi kuşatan rahmet­tir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

BEŞ YÜZ OTUZ BİRÎNCİ BÖLÜM

Menzili'Bulunduğunuz her işte veya okuduğunuz Kur'an'da veya yaptığınız işte biz sizi görürüz'229 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kul bir işte Rahman bir işte

Hakkın olduğu iş benim işim değil

Bir ömür O’nun işinde fani olmalıyım

Onun işine işle karşılık vermeliyim

O olmasaydı gözüm başkasına bakmazdı

Bildik ki O benim aynım, gözüm!                                    .

Ben O’nu görünce unuturum kendimi

Hatta ben unutmam; unutmak beni unutur

Bu düstur uzun süre benimsediğim bir düsturdu. Öyle ki onun adıyla isimlenmiş, farkında değilken onunla bir olmuştum. O düsturun saymaya gücüm yetmeyecek berekederini gördüm. Allah Teâlâ’ya vekil olarak nefsim üzerinde gözetmen ve murakıp iken kendisinden murakabeyi öğrendiğim düstur oydu. Vekildim, çünkü nefsi masum peygamberin diliyle indirilen temiz şeriatta belirlenmiş özel niteliğe sahip olmasını emreden Allah Teâlâ’tı. Bunun yanı sıra kalbime gönderdiği ilhamlar ile tüm hareketlerimde ve duruşlarımda olduğu kadar kullarında belirlemiş olduğu sınır ve ölçülerinde rabbimi ve O’nun emirlerini murakabe ediyordum. Ben O’nun emir, yasak ve iradesi arasına bir terazi olarak yerleştirilmiş, emre aykırı gelenlerde aykırılıkları, uyanlarda da uyum yerlerini görebiliyordum. Bu makama beni yerleştiren ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i yaşlandıran sure (içindeki bir ifadeydi). O ifade -benim bil­gime göre‘Sana emredildiği gibi dosdoğru ol’230 ayetidir. Allah Teâlâ’nın emri iradesine uygun olduğunda, emrettiği üzere istikamet ve uyum gerçek­leşirken emir iradeye uymadığında iradenin hükmü gerçekleşir ve em­rin memurda hükmü ortaya çıkmaz. Bu haldeyken kendisine karşı gelinmeyen ilahi emrin mahiyeti ile onunla kimin yükümlü olduğunu öğrendim. Öte yandan kendisine bazen itaatsizlik yapılabilen emrin mahiyetini de öğrendim. Gördük ki, o emir vasıtayla gelen emirdir. Başka bir ifadeyle o emir, lafzı ve surî bir emirdir. Bu emir -emrin kendisi değilonun kipidir. Kendisine karşı gelinmeyen ilahi emirle memur olan kişinin ise mümkünün hakikati (ayn-ı sabite) olduğunu gördüm. Allah Teâlâ ona ‘ol’ sözüyle yaratmak üzere yönelmiş, ‘o da meyda­na gelmiştir.’231 Böyle bir emir muhatabın herhangi bir şekilde karşı gelemeyeceği emirdir. Yükümlü insan ise (emirle) var olan şeyin orta­ya çıkacağı mahal iken var olan da tekvinin mahallidir. Böylece Allah Teâlâ şahitliğe ‘ol’ der, o da ölür. Onun bulunduğu yer, kendisini söyleyen şahidin dilidir ve bu nedenle şahidik -onun tarafından yaratılmış olma­sa bileortaya çıktığı yere nispet edilir. Şahitlik o yer tarafından yara­tılmamış, Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır ve yükümlülerin bütün fiilleri böyledir. Söz konusu fiilin itaat veya günah olması, o şeyin kendisi değil, Allah Teâlâ’nın fiil hakkındaki hükmüdür.

Bu halde iken eşyanın benim zatımda veya başkalarının zatında Allah Teâlâ’yı zikreden, O’nun hamdini tespih eden somut varlıklar olarak yaratıldıklarını müşahede ediyordum. Bununla birlikte onlara günah veya itaat ismi veriliyordu. Allah Teâlâ’dan ‘günah’ denilen şeyin gerçek var­lığının olup olmadığım öğrenmek istedim. Acaba günah denilen şey ile itaat denilen arasında fark var mıdır, yoksa hükümleri bir midir? Mese­la Allah Teâlâ taşkınlığı emretmez, fakat meydana gelen bir şey O’nun em­rinden meydana gelir. Acaba günahın yaratılması söz konusu mudur, değil midir? Allah Teâlâ bana ‘günah’ denilenin terk, terkin ise la-şey, yani hakikati olmayan hiç olduğunu öğretti. Biz de günahın, işaret ettiği gerçek bir varlığı bulunmayan yokluk gibi olduğunu gördük. Bu iti­barla (günah veya iyi) yapılmayan emirle uyulmayan yasakla sınırlıdır ve bunun dışında bir şey söz konusu değildir. Bana ‘namazı kıl!’ diye emredilip namazı kılmazsam, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş, asi olmuş olurum. Binaenaleyh ‘yapmadım, muhalif oldum’ sözünün altında varlığı olmayan madum bir şeyden başkası yoktur. Aynı şey bana ‘yapma’ denilen yasak için geçerlidir. Allah Teâlâ ‘Birbirinizin gıybetini yap­mayın232 buyurmuş, ben ise O’nun yasağına uymamışımdır. Uymama­nın karşılığı ise varlıkta bulunan bir şey değil, yokluktur, çünkü o bir olumsuzlamayken ben emre uymayıp gıybet ettim. ‘Gıybet ettim’ de­mek, benim dilimde Allah Teâlâ’nın tekvini emirle var etmiş olduğu bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Var olan o şey gıybet denilen özel bir yolla benim dilimde mevcut olmuştur. Bu itibarla o söz, ‘of diyen yaratıcısının ve efendisinin sözüne uymuşken, bana o sözle ilgili olarak efendimin yasağına uymamak izafe edilmiş ve emre uymak hali benden olumsuzlanmıştır. O halde her iki durumda da var olmayan bir şeyi almış ol­dum; emri terk ve yasak! Benim her nefes bir işte (şe’n) bulunmam kaçınılmazdır, fakat içinde bulunduğum iş bana ait değildir. Çünkü benim varlığımda ortaya çıkan şey Allah Teâlâ’ya aittir. Bu durum ‘O her gün bir iştedir233 ayetinde belirtilir. Söz konusu işler bizde ortaya çıkarken bizim hakikatlerimiz onlardan meydana gelir. Allah Teâlâ, bizde ve bizden yarattığı şeyleri görendir. Bu durum ‘O’na gidersiniz234 ayetinde belirti­lir. Kastedilen Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış olduğu cebirdeki iradedir (mec­burî özgürlük). Biz Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış olduğu şeyin mahalliyiz. Demek ki yükümlü insan seçmede mecburdur. Sonra Allah Teâlâ bizde bir mana yaratmış, onun bizim üzerimizdeki hükmünü ise şe’n, yani iş denilen bir şeye yönelmek olarak tespit etmiştir.

Allah Teâlâ bize bu müşahedeyi işin nasıl olduğunu öğrenelim diye bil­dirmiştir. Bu sayede kendi durumumuz ve işimiz hakkında rabbimizden açık bir delile sahip oluruz. Nitekim Allah Teâlâ peygamberine bilgisinin artırılmasını talep etmeyi emretmiştir. Bu itibarla işleri bilmek, bilgi­sizlik ölümünü izale eden hayatın sebebidir ve hayat ise nimettir. O halde bilgili ve kendine karşı adil davranan insan, işlerinde Allah Teâlâ’yı unutmayıp sürekli O’nu murakabe eden kimsedir. Böyle biri kendisin­de ve kendisinin dışında gökte, yerde, mele-i a’lâda ve mele-i esfelde O’ndan meydana gelen işleri görür. Kendi görme gücüyle değil, Hak­kın hüviyetiyle gördüğü bu varlıkların ise O’nun şe’nleri olduklarını anlar. Allah Teâlâ’nın hüviyetini de O’nun sıfatı olarak görür. Böyle bir du­rumda insan Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile görmüştür. Bu murakabenin kazandırdığı bilgi budur ve o bilgi Dehr’in hükmüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize ‘Dehr'e sövmeyin, O Allah Teâlâ'tır’ demiştir.   _

Dehr’den safa vereni al Bırak! Dehr hüküm versin

Dehr bizim rabbimiz el-Alî ve el-Mukaddim

Gördüğüyle hüküm verir Fasihtir, anlaşılmaz değil dili

Bir şeye ol derse, olur o şey Edepli ol, sakın iddia etme

Ben işi daha iyi biliyorum deme Allah Teâlâ’ya varır bizim işimiz

Sen de dön ve teslim ol; işi en iyi bilen O işi en sağlam yapan da O’dur

Perdelerin kalkmasıyla birlikte bu gerçek ortaya çıkmıştır. Perdele­ri öğrendiğin gibi uymanın ve karşı gelmenin ne demek olduğunu da öğrendin. Kimin gördüğünü ve kimi gördüğünü, kim olduğunu, var­lığın yolunun ne olduğunu öğrendin. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkında ‘ma­hiyeti vardır’ denilemez. O’nun hakkmda mahiyet sorusuna tenzih sıfatıyla veya fiil sıfatıyla cevap verilebilir, başka bir cevap verilemez.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Kuşkusuz namaz müminler üzerinde vakti belir­lenmiş olarak farz kılınmıştır'2 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Namazın bir vakti var

Güneş ve izleri belirler onu, demek ki hüküm güneşin .

Işıldadığında kalp gözüyle bir bak güneşe!

Veya aydınlattığında; nefs ve duyu gözüyle bakma

Öğlen vakti feleğimde güneşin zeval vakti İkindimiz akıl ve duyunun birleşmesiyle çıkar ortaya

Akşam Hakkın düşüncemden kaybolmasıyla çıkar              -

Kuşku ve karıştırma ortadan kalkar demektir bu

Çünkü sözler bir delil ve istidlal edilir onlarla Bilgi ve sezgi ayrıştırılsın diye

Sonra yatsı gelir; kızıllığı gittiğinde güneşin Eşyayı duyuyla yok edenin gidişidir o

Işıkları çıktığında ve gözüktüğünde Sanki kabir karanlığından çıkmış gibidirler .

Gün batımı tekrar doğum vaktine ulaşır Güneş Arş ve Kürsü için doğuş yerine döner

Onunla sohbet ettim, kesintisiz bir müşahedede.

Açık ve fısıltı arasında desteklenmiş bir konuşmayla

Sayıdaki bu beş şey muhafaza edicidir Benim varlığımı da beş şey korur

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namazları muhafaza ediniz.’236 ‘Namazlar’ vakti belirlenmiş, farz kılınmış ve yazılmış beş vakit namazdır. Beş sayısı kendini ve diğer sayıları korur. Diğer sayı yirmidir. Yirmi on sayısının iki katıdır. On ise çift haneli sayıların birincisidir. Basamakların en azı ise iki sayı arasında meydana gelir. Benzer şekilde, Allah Teâlâ namazı da ikiye ayırmıştır: Yarısı O’na ait iken yarısı kuluna aittir. Allah Teâlâ namazda yasaklar ve helaller belirlemiştir. Mesela kul namaza başladığında, yü­zünü başka bir amele çeviremez. Diğer farz ameller böyle değildir. Böylece namaz kendini korumuş, salât adını Hakk etmiştir; çünkü salâtta meşguliyet vardır. Namaz başkasını da muhafaza eder ki, o da namaz kılandır. Böylece ona namaz kılan adını ve onun hükmünü kazandırır. Bu nedenle Allah Teâlâ namazı beş vakit olarak farz kılarak vakiderini belir­lemiştir. Birisi çıkar vitir namazının beşe ilave olduğunu, bu nedenle namazın altı tane olduğunu ileri sürerse şöyle deriz: Vitir beşin kendim sini koruduğu bir sayıyı eklemiştir ki o da altıdır. Altı ise ilk kâmil sayıdır. Demek ki, korumak bakımından ona uygun bir şeyi namaz vakitlerine eklemiştir. (Sahabe) ‘Beş vakit namazdan başka üzerimde bir farz var mı’ diye sormuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Hayır! Nafile kılar­san, o başka’ demiştir. Ardından onun için açık ve gizli okumayı bir araya getirmiş (nafile namazı da farzlara benzetmiş), aynı zamanda söz, fiil, hal ve hareketlerdeki ayakta durma, rükû, secde, oturmak gibi bütün davranışları toplamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunları yerine getirip haklarını zayi etmeyeni namazı sürekli kılmak ve huşu sahibi olmakla övmüş, bereketi zamanı kuşatsın diye gece ve gündüze namaz yayıl­mıştır. Namazın sırları hakkında Allah Teâlâ’nın dilediği hususları elinizdeki kitabın namaz bölümünde açıklamıştık. Aynı zamanda et-Tenezzülatü’lMusuliyye adlı kitabımızda da namazın durumunu açıklamıştık.

Allah Teâlâ namaz için yapılacak temizliğin (abdest) suyla veya toprakla yapılmasını emretmiştir. Çünkü insanın yaratılışı Âdem’de olduğu üzere ya topraktan veya Âdemoğullarında olduğu gibi sudan meydana gelir. Allah Teâlâ ‘Sizi topraktan yarattı237 buyurur. Aynı zamanda su ve toprağın karışımından ortaya çıkmıştır. Bu ise toprağın suyla karışımı demektir. Demek ki Allah Teâlâ namaz için yapılacak temizliğin kendisinden yaratılmış olduğumuz şeyden olmasını bize emretmiştir. Demek ki temizlik kendimizdendir; suyla -ki abdest demektirve toprakla teyemmüm demektir-. Öyleyse biz -Allah Teâlâ’ya hamdolsunnur üstüne nuruz! Allah Teâlâ namazı müminlere farz kıldı. Mümin ilahi çokluğun (sı­fatlar) birliğini tasdik eden demektir. Bu çokluk Allah Teâlâ’nın güzel isimleri ve farklı hükümleridir. Başka bir ifadeyle her ilahi isim zata delil iken aynı zamanda başka bir ismin göstermediği anlama delildir ve bu ne­denle ilahi isimlerde çokluk tezahür eder. Dolayısıyla her isim hakikat bakımından birdir. Namaz kılan kişi ise (çokluğun birliğine iman ettiği kadar) hakikatin birliğine iman eder. Böyle bir imana sahip olmayan kişi, Allah Teâlâ’nın namazı kendisine farz kıldığı bir mümin değildir.

Allah Teâlâ namazı -imanın genelliği nedeniyleâlime değil, müminlere farz kıldı. Mümin taklitçi demektir. Başka bir ifadeyle mümin, ihtimale açık olan haberi tasdik eden kişidir. Böylece mümin aslı üzere kalır. Buna mukabil alime işleri bulundukları hal üzere bilmesi haberi -onun zatına göreihtimalden uzaklaştırma imkânı verir. Böyle bir insan belirli bir haberin doğruluğunu bilendir. Çünkü haberin kendisi ihti­male açık olsa bile, kendiliğinde iki ihtimalden birisiyle nitelenmiş olmalıdır; doğruluk ve yalan. Haberin bu iki nitelikten hangisine sahip olduğu ise delille bilinebilir. Alimin payı budur ve alim kişi belirli bir haberin yalan değil, doğru olduğunu tasdik etmiş, mümin ise tasdikin­de kendisini taklit etmiştir. Alim-mümin, haber verenin doğru söyle­diği hakkında bilgiye ve delile sahip kişidir ve ona göre bu belirli haber doğrudur. Böyle bir insan, hiç kuşkusuz, mümindir. Âlim kendisine bilgiyi cehalete çevirmeye karşı güvence (eman) vermişken taklitçi haber verenin doğruluğu hakkmdaki sözünde âlimi tasdik etmiş, her ikisi de iman niteliğinde ortak olmuştur.

Allah Teâlâ namazı müminlere değil de âlimlere farz kılmış olsaydı, tak­litçilere farz olmazdı. Buna mukabil alimler iman niteliğine sahiptir. Binaenaleyh Allah Teâlâ namazı genel bir niteliği dikkate alarak farz kıldı. Allah Teâlâ kullarına tenezzül etmemiş olsaydı, onları kendisini bilmek ve O’na iman etmekle nitelemezdi. Hâlbuki onlar kendisini bilmede O’nun kendisini bilmesinden daha Hakk sahibidir. Bu itibarla yaratılmış­ların O’nu bilmesi zorunlu bir bilgiyken aynı zamanda mümkünün zatının bir tercih edene dayanmasının ortaya çıkardığı zatî bir ihtiyaç­tır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bize tenezzül etmesiyle O’nu bildik. Allah Teâlâ bizimle zuhur ederken bizim O’nunla zuhur etmemiz mümkün değil­dir. Böylece Hakk efendilerin ve kulların niteliklerini birleştirirken kul­lar bazı durumlarda ve vakitlerde Efendinin özellikleriyle zuhur edebilseler bile kendiliklerinde rab olma imkânına sahip değillerdir. Burada biz işin gerçeği hakkında konuşuyoruz, yoksa kulların belirli vakiderde buldukları hallerden söz etmiyoruz. Allah Teâlâ’ya ait kısım bu taksimden bilinirken kula ait olan da bellidir. Ortak kısma gelirsek, Allah Teâlâ’ya ait kısım, ortaklığında O’na aittir; kula ait olan kısım da ortaklık esnasın­da kula aittir ve bu kısım da gerçekte belirlenmiştir. Ortaklık gerçekle­şirse, bu ortaklık ortaklığı gösteren lafızlarda söz konusudur. Gerçekte ise herhangi bir şekilde ortaklık yoktur. Çünkü her birisi kendisine ait kısımdadır. Böyle olmasaydı, hakikatler birbirine karışırdı. Zaten ka­rışmalar genellikle birbirlerine karşı haddi aşmakla ortaya çıkar. 7man eden ve salih amel işleyenler müstesna...’238 Onların sayısı pek azdır. On­lar zaten pek azdır.

Namazını vaktinde kıldığı halde namaz insanı elinizdeki kitabın farklı pek çok yerinde ve değişik biçimlerde dikkat çektiğimiz kader sırrının bilgisine ulaştırmamışsa, böyle bir insan namazını vaktine göre kılmamıştır. Allah Teâlâ ibadetleri onların dış şekillerini meydana getirelim diye farz kılmamıştır; ibadeder, Allah Teâlâ hakkında ve O’nun katından bir marifete ulaştırmaları ve delil teşkil etmeleri için farz kılınmışlardır. Bu yönüyle tilavet esnasında namazın suretine ona hayat verecek ruh üf­lemezse, namaz bu bilgiyi temin etmez. Namaza ruh rabbin izniyle üflenir. Allah Teâlâ ‘Topraktan kuş sureti yarattığında...’239 der. Bu ifadede Hz. İsa suret yapıcılara ortak kılınmışken, onlar gibi kınanmamıştır. Çünkü Hz. İsa o sureti Allah Teâlâ’nın izniyle yapmıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘O surete üflersin ve benim iznimle kuş olur240 der. Kuş sureti, (kendisine üflenen ve ona hayat veren ruh vasıtasıyla) suret olmaktan ayrılıp uçan kuşa döndüğü gibi kulun ameli de öyledir. Kul Hakkın emrettiği ameli iman ederek yerine getirdiğinde, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ o sureti inşa etme izni vermiş demektir. Bununla birlikte sureti inşa ederken münafıkla ortaktır. Nitekim Hz. İsa da topraktan kuş sureti yaparken suret yapı­cılarla ortaktır. Hâlbuki Allah Teâlâ münafığa amelin suretini bu haldeyken inşa etme izni vermemiş, amellerin suretlerini inşayı müminlere em­retmiştir. Binaenaleyh mümin ile münafık arasında görünüşte ortaklık gerçekleştiğinde, mümin imanla surete ruh üfler ve o suret kendisini yapandan başkasının göremeyeceği bir hayata kavuşur. Böyle biri mü­mindir ve kıyamette amelin hayatını kendisine şefaat edip elinden tu­tan olarak bulur. Münafık ise amelinin suretini ölü olarak bulur, ona ‘amelin suretine hayat ver’ denilecek, o ise başaramayacaktır. Bununla birlikte gerçekte münafığın amelinin sureti de canlıdır, fakat Hakkın hayat vermesi nedeniyle canlıdır ve Allah Teâlâ münafığın gözünü o surete verdiği canlılığı görmekte perdelemiştir. Nitekim Allah Teâlâ bizim gözleri­mizi de donukların veya bitki denilenlerin canlılığını algılamaktan perdelemiştir. Yine de onların canlı olduğuna inanır ve bunu biliriz. Çünkü her şey Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih eder, zira sadece canlı ve ko­nuşan tespih edebilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

BEŞ YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Kullarım beni sana sorduklarında, ben onlara ya­kınım, dua edenin duasına karşılık veririm'241 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Dua görülmeyenin perdesi İnkâr edilmeyen hakikat bu

0 yakındır, bilgisiyle ve görmesiyle

Her durumda görülen O                                                            .

Fakat seni duaya çağırdığında Sana,bu müşahedeyi vermezden önce

Fakat sonradan öğrenirsin ki:

Dua ettiğin ve yöneldiğin O’dur

O’na her durumda dua et ve düşünme ki:

Dua en uzak perdedir

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardim etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’nın peygamberine bir şey isteyen kullarının isteklerine karşılık vermek üzere onlara yakın olduğunu bildirmesi, O’nu bilmede bu yönden eşit kılınmamız demektir. Taleplere icabet etmedeki ilahi ya­kınlıkla ilgili olarak insana ‘şah damarından daha yakın’ olduğunu belirttiği mesafe yakınlığı bile söylenmiş olsaydı, (söylediğimize delil olarak) yine de yeterli gelirdi, çünkü bu yakınlığın gerçekleşmesi için duymak zorunlu değildir. Nitekim talebi ve dileği duymak da icabet etmeyi zorunlu kılmaz. Öyleyse Hakkın bunu bildirmesinden üç fayda gerçekleşir; yakınlık, duymak ve icabet. Bu itibarla Allah Teâlâ kulunda ken­dine karşı delilin olmasına müsaade etmemiştir. Zaten ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’242

Bu zikre yerleştirilen kulda zikrin ilk neticesi, Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylere karşı zahit olmak ve onları değersiz bulmaktır. Böyle biri Allah Teâlâ’dan başkasına tevessül etmez. Tevessül Allah Teâlâ’ya yaklaşma talebidir, hâlbuki Allah Teâlâ bize yakın olduğunu söylediğine göre, öyle bir talebin faydası yoktur. Allah Teâlâ’nın haberi doğrudur. Sonra Allah Teâlâ bize isteklere karşılık vereceğini bildirmiştir ki, bunun anlamı, her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu bildirmesidir. Allah Teâlâ dua edeni korumak ve istediğini gözetmek üzere icabet edeceğini bildirmiştir, çünkü icabet zorunludur. Kul ise bazen -maslahatın ne olduğunu bilmediği içinhayrın bulunmadığı bir işi isteyebilir. Bu durumda icabetin bildirilme­si, dünya ve ahirette Allah Teâlâ katında bol hayır ve maslahatın bulunduğu işleri istemesiyle ilgili bir uyarı ve ikazdır. Bu zikri bu uyarıyla birlikte düstur edinen kişi, dünyevi ihtiyaçlardan birisini belirleyerek, Allah Teâlâ’dan bir şey istemek yerine, Allah Teâlâ’nın belirsiz bir şekilde bildirip tam olarak belirlemediği hayrın bulunduğu şeyleri ister. Allah Teâlâ hayrın bulunduğu işi belirlerse, bu kez daha hayırlıyı ve dinine zarar vermeyecek olanı istemelidir. Dinle ilgili konularda da talebini belirleyerek zikredebilir ve bir bunda bir tuzak ve sorun yoktur. Aynı şey ahiretle ilgili husus­lardaki talepler için geçerlidir. Bununla birlikte insanların rablerinden istedikleri hususların çoğuna icabet edilmediğini bir vakıa olarak gör­düğümüz için, bu zikirle ilgili olarak açıklamamız gereken bir şart vardır:

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ duaya icabet edeceğini bildirmiştir. Dua her­hangi bir ismiyle nida ederek ‘Ey Allah Teâlâ, ey Rab veya Rabbim veya ey kerem ve azamet sahibi’ demektir. Bu itibarla dua bir nidadır ve Allah Teâlâ’ya nida ve hitap etmektir. İcabet ise duaya verilen karşılıktır. Dua nedeniyle İtişi, dua eden diye isimlendirilmiştir. Nidaya karşılık Hakk kuluna ‘buyur’ diyerek karşılık verir. O’nun bütün talep sahiplerine böyle demesi kaçınılmazdır. Nidanın ardından gelen ifadeler ise dua­nın dışında kalır; bazen -Allah Teâlâ’nın buyurduğu üzereicabet gerçekleşir ve nida ettikten sonra aklına gelen ihtiyaçlar sahibine ulaştırılır (bazen ulaştırılmaz). Demek ki bu zikirde Allah Teâlâ’nın kulun hakkında dua ettiği işe ve talebine karşılık vermesi zorunlu değildir; dilerse ihtiyacını karşı­lar, dilerse karşılamaz! Başka bir ifadeyle talep edilen her işi Allah Teâlâ kulu için yerine getirecek değildir. Üstelik bu durum, Allah Teâlâ’nın kula dönük bir rahmetidir. Çünkü kul bazen bir hayrın bulunmadığı bir talepte bulunabilir. O talebe icabet edilip o iş gerçekleşseydi, kulun dinine ve ahiretine zarar verecek bir sonuç meydana gelirdi; kul bazen farkında olmadan dünyasına zarar verebilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın keremi, icabe­tin talepte bulunulan işte değil -bilhassa açıkladığımız üzereduaya (buyur diyerek) icabede sınırlı kalmasında tezahür etmiştir. Bu durum, varlıklarını baki kıldığı için, Efendisinin kölesine dönük en büyük keremidir.

Bu zikir kulun Hakkın icabetini duymasını sağladığında, zikir sa­hibi icabeti duyar ki bu kaçınılmaz bir neticedir. Fakat zikir sahipleri­nin icabeti duymadaki zevkleri birbirinden farklıdır; bazen bir duyma ötekinden farklı olarak gerçekleşebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bu zâkire vermiş olduğu bir alamet olmalıdır ve kul söz konusu alamet sayesinde duasına icabet edildiğini öğrenir. Malum olduğu üzere, Allah Teâlâ onun duasına icabet etmiştir. Burada kastettiğimiz, kişinin hakkın­da talep ettiği işin -gecikerek bile olsayerine getirildiğini öğrenmesi­dir. Gerçi talebin yerine getirilmesi gecikebilir veya talebin yerine daha hayırlı bir karşılık verilerek değiştirilebilir. Bazen hal zaman ve mekân­ların özellikleri o kişiye gösterilir. Bunlar, dua edenin dilekte bulundu­ğu şeyde hükmü olan hususlardır. Talepte kendisi adına bir hayır bu­lunmazsa, vebal kişiye döner ve bu durumda kişi kendisine karşı suç işleyen biridir. Allah Teâlâ kişiye (zaman, mekân vb. özellikleri) hakkındaki böyle bir keşif ihsan ettiğinde, duasında ve dileğinde dikkatle davranır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ kendisiyle dua ettiği isimlerin ve kelimelerin özelliklerini de kula gösterir. Bakınız! Allah Teâlâ, İbn-i Baur’a -veya her kim iseayetlerinden birisinin özelliğini vermiş, o da bu ayet vasıtasıy­la Hz. Musa’ya ve kavmine beddua etmiş, Allah Teâlâ onun duasına icabet etmiş, fakat kendisi bedbaht ölmüş, Allah Teâlâ da bu ilmi ondan çekip al­mıştır. Bu durum ‘Onlara ayetlerimizi verdiğimiz, sonra çekip aldığımız kimselerin haberini oku243 ayetinde belirtilir. Böyle insanlar köpeğe benzetilmiştir. Allah Teâlâ bu zikri düstur edinen kimseye inayetiyle bu bil­giyi verir. Çünkü burada farkında olunmayan ilahi bir tuzak vardır. Özellikle nefis, hemcinslerine baskın gelme arzusunda ve Allah Teâlâ katın­daki değerini izharı sevmek özelliğinde yaratılmıştır. Bu nedenle büyük veliler, kendilerini göstermeyen gizli kimselerdir. Onların üzerinde makamlarının veya yaratıkların bakışlarının onlara çevrilmesini sağla­yacak kurbiyet (yakınlık) izleri görülmez ve onlarla sıradan insanlar arasında fark yoktur. Hallerin hakim olduğu kimseler ise keramet sahi­bidirler ve dikkat çekerler. Fakat içerdiği tuzak ve aldatma nedeniyle bunu ifa etmez. Çünkü bu davranış gözükmesi zorunlu olmayan bir kimseden -ki velidirve olması gereken yerin dışında ortaya çıkmıştır. Bu konuda en çetin iş, nefsin tadını almaktır. Böyle bir insan asla kur­tuluşa eremez. Hatta bütün âlemi ve varlığı hükmüyle yönetse bile, felaha eremez.

Allah Teâlâ’dan bir şey isterken, O’nu razı edecek işleri yapmayı, afiyet ve muduluğu sağlayacak inayet isteyiniz. ‘De ki, Rabbim, bilgimi artır.’244 Bilgi ancak mutluluk getirir. Peygambere emredilen şey bilginin artışı­nı talep etmesidir. Bunun nedeni istenilen bilginin gerçekleşmesinin tuzak veya aldanmanın bulunmadığı mutluluk demek olmasıdır. Böyle bir bilgi matematik, geometri veya astronomi değil, bilhassa Allah Teâlâ hakkındaki bilgidir. Onları da bilse bile, o bilgi de Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki delili bilmek olurdu. Dolayısıyla böyle bir bilgi onun sınırında durma imkânı tanımaz.

Bu zikir faydası çok bir zikirdir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili'Sen büyük bir ahlak üzeresin'2*5 Ayeti Olan .  Kutub'un Halinin Bilinmesi

Büyük bir ahlaka kabiliyetli olmak

Kerim rabbin bir müjdesi

Hal elçisi koşarak getirir sana

el-Alîm’in inayet ayetlerini

Onlarda Hakkın makamında bulun

Hâdis, kadim’in yerini almış gibi

Her yönden senin için övgü bir Hakk olur                                       -

Güzel ahlakla saygın oldun

Artık tek vârissin

İyi ve Rahim diye hep dua ederiz

Kuşku olmayan bilgi senin                                                              .

Kelîm’in kardeşi sana getirdi onu

Halil ve Nedim diye çağrılırsın

Hamım ve Kâsım diye çağrılırsın                                                               _ .

Ayet surenin başından ‘kaba ve kötü (zenim).. .’246 kısmına kadar ilahi bir tenezzülle bize okunmuş, tilavet esnasındaki bir rüyada Allah Teâlâ katındaki menzili bize bildirmiştir. Bu tarz sahih rüyalar, Allah Teâlâ’nın ne­bevi bir miras olarak bizim adımıza vahiyden bıraktığı kısımdır ve bundan dolayı O’na hamd olsun. Ben de ‘Onların mekirleri nedeniyle gönlün daralmasın247 ayetinde bu mirasa vâris oldum. Rüyada tevarüs ettiğim başka iki ayette ‘Gönlünün onların söyledikleri söz nedeniyle da­raldığını biliriz,24S ile ‘Zikrimizden yüz çevirip dünya hayatını isteyenden yüz çevir249 denilir. Nebevî mirasın hakikatlerini hakka’l-yakîn olarak öğrenmemi ihsan etmesine karşılık Allah Teâlâ’ya şükrettim. Umut ederim ki, nefsin arzusundan konuşmayanlardan olurum! Allah Teâlâ bizi nefsinin ar-


zusundan konuşmayanlardan eylesin. Böyle bir ihsan ‘ilahi koruma’ demektir. Allah Teâlâ bu zikir sahibine hayır ulaştırmayı irade edince, bir hadisin (anlamını) ilham eder. Hz. Ayşe ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin ahla­kı nasıldı?’ diye sorulduğunda ‘Onun ahlakı Kur'an'dı’ demiş ve bu ayete işaret etmiştir. Allah Teâlâ’nın yücelttiği her işin büyüklüğü, müminler üzerinde ortaya çıkar. Bu zikri düstur edinmiş insan, Kur'an’ı inceler ve Allah Teâlâ’nın övdüğü her niteliği veya bu nitelik nedeniyle övülen her grubun durumuna bakar. Öyle bir niteliği Allah Teâlâ’nın övdüğü bir nitelik olarak görür, onunla vasıflanmak amacıyla çalışır. Allah Teâlâ kitabında kul­larından bir grubu kınamak üzere kötü bir özellik zikrettiğinde ise söz konusu özellikten uzak durması gerekir. Binaenaleyh bu zikri düstur edinen kişi Kur'an’ı sadece kendine inmiş ve Allah Teâlâ başka birisine hitap etmemiş gibi telakki eder. Böyle davrandığında, onun ahlakı Kur’an olur. Hakk onu yüceltir, büyüklüğün fayda verdiği yerde kendisi de yücelir.

Güzel ahlak, akıl ve örf tarafından bilinirken güzel ahlaka göre davranmak ve hareket etmek dince bilinen bir husustur. Şeriatın belir­lediği tarzda güzel ahlakla nitelenip kendisini tamamlayan bir unsuru ki kötü (diye bilinen) ahlakı (belirli bir yorumla) onlara katmak de­mektirahlakına ekleyen kişi Hakk’tan gelen bütün övgülerle nitelenmiş demektir. Bu durumda bütün ahlak, meşru ve makul bir kullanıma göre, güzel ahlaka döner. Bu zikir sahibine en yetkin tarzda inen sure­nin ayetlerinin manaları açılırken (fetih) aynı zamanda o sürekli düş­manlık duygusuyla haset edilen ve (düşmanlığın) yöneldiği biri olur. Ahiretin durumu ona açıkça gösterilir.

Bu sureden Allah Teâlâ’nın peygamberi, kendisinden öncekilerin ve sonra geleceklerin bilgisini öğrenmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaş­tın r.’

Menzili 'Allah Teâlâ’yı ayakta, oturarak ve yatarak zikredenler'250 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Her halde rablerini zikredenler                                        »

Alemdeki bütün faziletin sahibidir

Varlıklarında O’ndan başkasını görmezler Onlar sürekli varlıkta hükümran olanlar

Haklarını değil, Allah Teâlâ’nın haklarım gözetirler Uyanıkken veya otururken veya ayaktayken

Kemali elde etmişler; başkaları ise mahrum kalmış Hâkim îlah’ın ihsan ettiği makamdan

Sıfatlarının konulan üzerinde düşünürler Varlıklarını ve âlemin varlığını düşünürler

Allah Teâlâ bize ve sana kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; yaratılmışta asıl olan, Hakk kaldırana kadar, uyku halidir. Hakk onu bazen otursun da rahmetten payına ulaşsın diye kaldırır. Allah Teâlâ ‘Ölü idiniz, size hayat verdi251 der. Bazen de ‘Ayağa kalkıp kazandıklarına karşılık her nefs üzerinde kaim olan kimdir?’252 ayetinde belirtilen nasibi elde etmek üzere onu kaldırır. Allah Teâlâ şöyle der ‘Rahman Arş üstüne istiva e^’253 bir ayette ‘Allah Teâlâ kendisinden başka bir ilah olmayandır, O elHay ve el-Kayyum’dur254 buyrulur. Arkadaşlarımız arasından âlimler, insanın ‘kayyum olmak’ özelliğiyle nitelenip nitelenemeyeceği üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bize göre bütün isimlerde olduğu gibi el-Kayyum ismiyle ahlaklanmak geçerli ve mümkündür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Erkekler Allah Teâlâ’nın kendilerine olan ihsanıyla kadınlar üzerinde kaimdir.’255 İşbiliyye’de ziyaretimize gelen Ebu Abdullah b. Cüneyd’e bu konudaki görüşünü sorunca şöyle demişti: ‘el-Kayyum ismiyle ahlaklanmak mümkündür.’ Sonra bu görüşten döndü, fakat neden döndüğünü bilemiyorum. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Erkekler kadınlar üzerinde


Allah Teâlâ’nın onlara olan ihsanı ile kaimdir.’256 Adı geçen Ebu Abdullah b. Cüneyd, Endülüs’ün Runde şehrine ait bir kasaba olan Kabirfîki’dendi. Ben de kendi şehrindeki arkadaşları ve tabileri hakkın­da latife ediyordum. Kendisi Mutezile mezhebindendi. Gerçeği öğre­nince ilahi tehdidin mudaka uygulanacağını ve fiillerin insan tarafından yaratıldığını ileri süren Mutezile mezhebinden vazgeçmiş, bu görüşle­rin hangi durumda geçerli olduğunu anlamış, onları yerli yerine koyniuş ve başka bir yere taşırmamış, bu nedenle bana teşekkür etmiş, kendisi döndüğü için bütün arkadaşları ve tabileri Mutezile’den dön­müş, ben de o süreçte kendisinden ayrılmıştım.

İşte bu, hallerin zikridir ve özel bir zikirle sınırlı kalmaksızın Hakk göre ortaya çıkar. Bu üç hali (aşağıda zikredilen) elde eden kişi varlığı elde etmiş sayılır. Bu zikirde bütün halleri kuşatan ayet ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir257 ayetidir. Bütün halleri kuşatan genel zikir budur ve onun dışında özel zikir vardır. Ayaktaki kişinin zikri ‘Rahman arş üstüne istiva etti258 ayetiyken oturanın zikri ‘Göktekinden emin misiniz?’259 ayeti, uzananın zikri ‘Yeryüzünde ilahtır260 ayetidir. Bu ayetlerin tevili hususunda âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır. Sen himmetini bir işe ver ki, dağınıklık senden uzaklaşsın! Dilersen ‘Rah­man arş üstüne istiva etti261 ayetini, dilersen ‘Göktekinden emin mi oldu­nuz?’262 ayetini murakabe et! Allah Teâlâ gökte olduğunda şöyle der: ‘Tövbekâr var mıdır, bağışlanma dileyen var mıdır, dua eden var mıdır?’ Di­lersen Allah Teâlâ göklerde ve yerde iken ‘Sizin gizliden ve açıktan yaptığınızı bilir263 ayetini murakabe edersin. Yemeğin yağ olsun istersen ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir264 ayetini murakabe edersin. Bir yerde bulunmamız mahsus ve manevi bulunmayı içerir. Mahsus (du­yusal) olarak yeryüzünde bulunup orada organlarımızla meşgul oldu­ğumuz işlerdeyken manevi olarak himmet, maksat ve düşüncelerimizle bulunuruz. Allah Teâlâ’yı meşguliyetimizde fail olarak ve niyetimizde niyetin sahibi olarak müşahede ederiz. Sonra iş tersine döner ve O neredeyse orada oluruz. Çünkü bulunduğumuz her yerde ve durumda sadece O vardır.

En güzel durumda ol ki mutlu olasın En kâmil halde ol ki doğruya ulaşasın

Söz ile değil halle orada bulun

Kaza sahibinin hükmünde bulun ki maksat olasın

Bu kadar ima kalbi olan veya şahit iken kulak veren için ilahi bir nasihat olmak üzere kâfidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM

Düsturu 'Dünya nimetini (hars) isteyene onu veririz, onun ahirette nasibi kalmaz'265 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Hars (ekin) ikidir; övülen ve kınanan Sen O’nun ekincisisin, rızık paylaşılmış

Terk ettiğini katımızda arama

Onun peşinden gidersen kınanmış olursun

Fani olanın peşinden gitme, ona ait değilsin Bakinin peşinden git; iş anlaşılmış

Sakın yönelme, faniye eğilme Kaybolur gider fani; Allah Teâlâ’nın mekri malum

Allah Teâlâ onu sana öğretir Varlığa güvenme! madumdur

Akıllıysan ahiretin harsi peşinden git ~

Hayırlarla nitelenenler gibi

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim iyilik getirirse onun on katı karşılığı vardır.’266 Dünyadaki iyilik ahiretin ekinidir. ‘Kim ahiret iyiliğini isterse, onun iyili-

ğini arttırırız.’267 Yani ona salih amel yapma imkânı ihsan ederiz. Böy­lece bir hayırdan başka bir hayra koşarken hayır içindedir. Başka bir ifadeyle bir iyilikten başka bir iyiliğe koşar. Ahireti kazandığında, ame­lin gerektirdiği sevaba ve fazlalığa ulaşır. Ulaştığı karşılık, hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı, kimsenin kalbine gelmeyen nimettir ki ‘zevk’ demektir. Ahiret hayatında ekindeki fazlalık budur. İnsan ahirette bütün amaçlarına ulaşırken amacının ulaşamadığı bir fazlalık elde eder. İlim sahibi bir şeyhe ‘iyilik yapanlar için fazlalık vardır268 ayetinde geçen fazlalığın ne olduğunu sorduğumda, şöyle demişti: ‘Fazlalık akla gelmeyen şeylerdir.’ Neyi kastettiğini anladım, başka bir şey de sormadım. Dünya ekini ise öyle değildir, çünkü dünya her insa­nın tüm maksatlarına ulaşmasına mümkün kılacak bir mizaçta değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin.’269 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem amcası Ebu Talib’in iman etmesi için çok hırslıydı, fakat iman etmemiş, Allah Teâlâ’nın bilgisi ve hükmü onda müessir olmuştu. Dünya hayatının gerektirdiği durum bu iken ahiret hayatı -bir gecikme ve duraksama olmaksızınbütün gayelere ulaşmayı gerektirir. ‘Ahiret5 derken cenneti ve cennete girenleri kastediyorum, yoksa diriliş gününü kastetmiyorum. Allah Teâlâ bedbahtlar hakkında şöyle der: ‘Onlara şefaatçi­lerin şefaati fayda vermemiştir.’270 Kıyametin hükümleri kıyamet vaktiy­le sınırlıdır. Biz bunu iman ile ve keşif yoluyla öğrendik. Allah Teâlâ her şeyin hâzinelerinin kendi katında olduğunu, dünyada ise onları belirli bir ölçüyle indireceğini bildirmiştir. Ahiret hayatı gelince, O’nun ka­tındaki hâzinelerin içermiş olduğu şeylere dair hüküm arif kula döner. Allah Teâlâ’nın muduluğunu kemale erdirdiği kimse demek olan arif kul, o hâzinelere hüküm sahibi olarak girer, dilediklerini -bir hesap veya belli bir ölçü olmaksızınortaya çıkartır, o esnada dilemesine göre hüküm verir. Bunun anlamı ahirette saadete eren insana tekvin (var etme) gücü verilip Allah Teâlâ’nın katındaki hâzinenin kendisi demek olduğunun çünkü o Allah Teâlâ katindadırgösterilecek olmasıdır. Bu sayede arif kul, aklına hangi şeyi yaratma düşüncesi gelirse, onu meydana getirir ve dolayısıyla ahirette sürekli yaratıcı olur ye ölçü-takdir ortadan kalkar. Böyle bir insan cennetin götürüldüğü bir yerinde değil, dilediği her­hangi bir yerinde konaklar. Cennette eşyaya dönük dolaylı ve geçici ihtiyacı ondan kalkmıştır, artık sadece Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Eşyaya geçici olarak muhtaç olma halinin kalkmış olmasının nedeni, onun içermiş olduğu zillet, kırıklık ve muhtaçlıktır. Hâlbuki cennet bunların olacağı bir yer değildir. Muhtaçlığın yeri genel itibarıyla dünya iken ahirette muhtaçlığın yeri ateştir. Zillet de böyledir. Allah Teâlâ cennetteki insanlara el-Muzill (zelil kılan) isminde tecelli etmeyeceği için zelil olmazlar. Aynı şekilde, Allah Teâlâ kendilerini zelil kılacak tarzda el-Aziz isminde de tecelli etmez. Buna mukabil Allah Teâlâ, meydana getirdikleri varlıklara karşı izzetli olmalarını sağlayan izzet elbisesi giydirir; ailelerine veya yanla­rında bulunanlara karşı izzet elbisesi giymezler. Onların otorite ve izzederi ancak kendilerinden meydana gelen şeylere karşı ortaya çıkar. Onlardan meydana gelen ise onlardandır. Dolayısıyla söz konusu şeyi yaratılışından önce müşahede ederlerken onun yaratılma iradesi kendi­lerine taalluk eder. Bu taalluk o şeyin var olmasının aynıdır. Geride kalanın durumu ise göz açıp kapatmaktan daha hızlıdır.

Bu menzilde bu zikrin kazandırmış olduğu faydaları iyice düşün­melisin. Bilmelisin ki dünyanın ve ahiretin oğulları olduğu gibi her ikisin birden oğulları vardır. Saadete ermiş insan iki oğulluğu bir araya getiren kâmil vâris, aynı anda yakın-uzak olandır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

BEŞ YÜZ OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM

Düsturu 'İnsanlardan korkarsınız, Allah Teâlâ’dan korkun'271 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Bu ayet garip bir ayettir.

Vakıa gördüm, sanki ben Yeryüzündekileri yeryüzüyle döndürüyorum

Onların bir himmetleri yok ki

Aşağı âlemden yukarı çıkabilsinler

Onlar hayret içinde, bir ayırıcı yok

Emri ve teklifi ayıran

Allah Teâlâ’nın yaratıklarından korkmayan kimdir:

Sünnet ve farz makamına yerleştirilen kişi

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müminler üzerinde evlatlarının eşleri hakkında bir yükümlülük olmasın diye...’272 Bilmelisin ki, kâmil adam, örfün belir­lediği mürüvvetin ve erdemin sınırlarında durandır. Orada dururken Allah Teâlâ’nın kesin emri gelir, bu kez ilahi emre göre hareket eder. Emir teklif ve arz ise hal karinelerine bakar. Hal karinesi kesin emrin hük­münü ona vermişse, kesim emri yerine getirmek üzere sürade koşar ve emrin karşısında başka bir iş yapması mümkün değildir. Hal karinesi onu serbest bırakmışsa, güzel ahlak sahibi olmakla hakkında şahidik eden örfe göre davranır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Muhammed adamlarınızdan birisi değildir, fakat Allah Teâlâ’nın peygamberi ve nebilerin sonuncusudur.’273 Peygamber Allah Teâlâ’nın hükmüne göre hareket eder. Kâmil iman sahibi mümin de sıradan bir insan değildir. Kâmil mümin, Allah Teâlâ’nın peygam­berinin diliyle kendisine iman etmek hükmünü verdiği ve ona iman eden biridir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya iman eden kişi hakkında ‘bana ve benim getirdiğime iman eden (kişi mümindir)’ der. Allah Teâlâ onu güzel ahlakı tamamlamak üzere göndermiştir. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün halleri güzel ahlaktır ve peygamber ahlakı haliyle açıklamıştır. Hal ile açıklamak, söz ile açıklamaya göre daha tam, ölçü­lü ve etkindir. Çünkü Hakk:

Kullarına tenezzül eder Biz O’na doğru yükselemeyiz

Çünkü O sürekli el-Alî

Karışık bilgi sahibi bilemez O’nu                                                    ,

O’nu göreceğin bir mekân yok

Ne girme ne çıkma var

Biz bazen bir mekândayız

O mekâna girmemiz mümkün

Cisimler arzında O’ndan çıktı

Güzel her şey, çift çift

Kâmil müminin ve peygamberin yaratıklar karşısındaki durumu kadir gecesiyle diğer gecelerin ilişkisine benzer. Allah Teâlâ kadir gecesinin değeriyle ilgili ‘bin ay’ derken süreyi kastetmemiş, kadir gecesinin hangi varlıkta olursa olsunbütün gecelerden üstün olduğuna dikkat çekmiştir.

Sende her iş ortaya çıkınca

Bin aydan daha hayırlı olursun

Bir gece ki sabahı yok                     .

Fecrin nuru ortadan kaldırır onu                                                  .

Ruh varlığında benden başka değil

Ey kadir gecesi! Benim kadrim sende                                         .

Kadir gecesinde benim varlığımdan

Hakk her işi indirir durur

Hakkın indirdiklerinden birisi de ‘İnsanlardan korkarsınız, Allah Teâlâ’dan korkmanız daha uygundur274 ayetidir. Ayet Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Yusufun yerinde olsaydım, davetçinin davetine uyardım’ sözüne karşılık olarak indirilmiştir. Yani kendisini hapisten çıkmaya davet eden hükümdarın elçisine icabet ederdim. Buna mukabil Hz. Yusuf hapisten çıkmamış, kendisini hapseden yöneticiyi kastederek ‘Rabbine dön, ona kadınların halini sor’275 demiş, hükümdar nezdinde suçsuzluğunu sağlamak iste­miştir. Böylece hapisten çıkartarak kendisine iyilik etmemiş olur. Aksi­ne ‘Size ihsanda bulunan Allah Teâlâ’dır.'276 Geride bir ihtimal kalsaydı, hiç kuşkusuz, YusuPun güvenilirliğine tesir ederdi. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın elçi­sinin güvenilir birisi olduğu insanların kalplerine yerleşmeliydi. Bu nedenle Hakkın davetini reddetmesin diye korku meydana gelmiştir.

Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i ise evlat edindiği birinin karısını nikâhına almak suretiyle imtihan etmiştir. Araplara göre böyle bir davranış onun makamına zarar verebilirdi. Hâlbuki o Allah Teâlâ’nın peygamberiydi ve Allah Teâlâ insanlara bu iradedeki maksadı açıklamıştır. Bu maksat, böyle davranışlarda müminlerin üzerinden sorumluluğun kaldırılmasıdır. Ardından elçilik görevi ve sonuncu peygamber olmakla kendisini on­lardan ayırmıştır. Allah Teâlâ cihetinden bu hadise Peygamber için hüküm­darın davetine icabet etmeyen Yusufun yaşadığı hadisenin aynıydı. Peygamberlerin hidayetinin bir yönü de budur. Allah Teâlâ peygamberlerin­den söz ederken, söz konusu hidayet hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetine uy!’277 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Yusufun bulunduğu halde olsaydı, davetçiye icabet etmez, onun söylediği sözün benzerini söylerdi. Demek ki ‘Ben olsaydım davetçiye uyardım’ sözü Hz. Yusufu yüceltme amacıyla söylenmiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başka bir hadiste ‘Biz kuşku­lanmaya İbrahim'den daha yakınız’ demiştir. Hâlbuki Hz. İbrahim veya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanların zannettiği üzere bir kuşkuya sahip değillerdi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir kuşkuyu kast etmemiştir. Hz. İbrahim (insanların zannettiği gibi) bir kuşkuya kapılmış olsaydı, ken­disine peygamberlerin hidayetine uyması emredilmiş olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kuşku duymada ondan öncelikli olurdu. O halde peygamber­ler ve kâmil müminler, nazarî düşüncenin hükmüne göre değil, rablerinden gelen vahye göre davranırlar. Onlara Allah Teâlâ’dan gelen ise daha önce söylediğimiz üzere bazen emir, bazen teklif ve arz olabilir. Emrin yerine getirilmesi zorunluyken arz söz konusu olunca daha önce söyle­diğimiz gibi serbesttir. Onların Allah Teâlâ’yı bilmedeki halleri ise bir kasi­demizde ifade ettiğimiz gibidir.

Hakkın marifetleri kimseye gizli değil Bir’i bilmeyen mahrum kalır

Başka bir şiirde şu beyitleri yazmıştık:                                                        .

Benim müşahede ettiğim keyfiyet ve kemiyet ise Bilgi değildir o! Vehim ve kuruntu denilir onlara

Kendinde şeyi bilmek değildir vehim Hakk nicelikli bir işte tecelli eder mi?

Hakk gerçekte açık ve belli

Fakat üzerinde mührümüz olan hakikat

Benimle niçin, nasıl, ne kadar ve ne sorularından münezzehtir ‘-mıdır’ sorusu hüküm sahibidir

Mümkün bir varlık var mı? Fazladan Neyi eklersen vehmin meydana getirdiğidir o

Kur’an -düşünürsenbunu der İman edenlere de anlayış verilmiş

İşte bu hikmetli insanın zikridir. Ona hitabın sığamayacağı kadar marifet ve adabın özü verilmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaş­tırır.’ '

BEŞ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Sana emredildiği gibi dosdoğru ol'2 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kimdir müstakim! Kıyameti kopan kişi Henüz ölmemiştir yine de, kimse bilemez

Ne aile ne çocuk; hiçbir yaratılmış Onu Yaratan’ın emrinden uzaklaştıramaz

Alemin varlığında yegâne dayanağı Kendisine dayandığı İlah

Âlemdeki bütün ihtiyaçlar O’na yükselir İhsan sahibidir, muhtaç olmayan Efendi

O bilgileri sınırsız el-Müheymin Ölçülü giden ye yarışan kişi bilir bunu

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hûd suresi ve kardeşleri beni yaşlandırdı’ demiş­tir. Hûd suresinin kardeşleri, içinde istikametin zikredildiği surelerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve müminlere istikamet üzere olmak emredilmiştir. Hüküm emre değil bilgiye aittir ve Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir. Çünkü Allah Teâlâ onlardan onların kendileri hakkında verdikleri bilgiyi bilmiştir. Öyleyse bilgi maluma tabidir. Bir şey varlıkta ancak kendin­de bulunduğu duruma göre ortaya çıkar. Öyleyse ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’279 Gerçeği böyle bilmeyen kişi, işin kendindeki durumu hakkın­da bir bilgi ve habere sahip değildir. İnsan dışta var olmazdan önce kendinden meydana gelen şeyleri bilmez. Ondan meydana gelen işler Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki bilgisine göre gerçekleşirken Allah Teâlâ bilineni (malum) bulunduğu hal üzere bilir. Böylece ‘Allah Teâlâ kullarının inançsızlı­ğına razı gelmez280 ayeti anlammı bulur. Rıza bir iradedir. Bu itibarla emir ile irade arasında çelişki bulunmazken çelişki emir ile bilinene tabi olan bilginin verdiği şey arasında ortaya çıkar. Allah Teâlâ dilediğini yapan iken ancak bilginin hükmüne göre irade eder. İlahi emirden bize ait kısım, emrin kipinden ibarettir. O kip Allah Teâlâ’ya davet edenin lafzında yaratılmış olan şeyler arasında bulunur. Başka bir ifadeyle emrin kipi, O’na davet edenin ağzında meydana gelip bilinen ve irade edilen hu­sustur. ‘Rabbim bilgimi artır281 ayetini dikkatle incelemek gerekir. Ki­min bilgisi artarsa, hükmü de artar. Emrin ve yasağın varlığının ortaya çıkacağı bir yer olman itibarıyla, sana emredilen veya yasaklanan hu­susları iyice düşünmelisin.

Emrin varlığının mahalli olmak itibarıyla bu düşünce sahibinin görüşünde emrin konusu beklemek üzere mahalli hazırlamaktan iba­rettir. Tekvinle ilgili ilahi emir doğrudan (vasıtasızca) geldiğinde, onun kalpteki eserine bakılır: Kalpte emre karşı direnmenin ortaya çıktığı görülürse, kişi hüsrana uğrayanlardan olduğunu öğrenirken hüsrana uğraması kendindendir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’ya kendisi hakkındaki bilgiyi veren bilgi mertebesindeki sabit hakikatinin bu şekilde olmasıdır. Kalpte direnme yerine kabul bulunursa da durum böyledir (kendindendir). Bu kez söz konusu meşru emrin kendinde meydana geleceği organa bakmak gerekir. Bu itibarla meşru emrin kendinde meydana geleceği organlar kulak, göz, el, ayak, dil, mide veya cinsel organdır. Organlara bakmak gerekir, çünkü kalpte direnme veya kabu­lün varlığını görüp ayrıldıktan sonra Hakkın bilgisinin bizdeki hük­münü murakabe etmeyi sürdürürüz. Böylece içinde bulunduğumuz durumu öğrenmiş oluruz. Binaenaleyh Allah Teâlâ bizde ancak bizim vası­tamızla hüküm verir. Aşağıdaki beyiderde bunu açıkladık:

Ey suçlanan fakat netice olan azap!

Ey yüceler yücesi dolunay!                                          '

Biz kendimiz hakkmda hüküm verdik

istersen aleyhimizde veya lehimizde hüküm ver

Bizde hüküm verince sen                                                      , ‘ .

Ancak bizimle hüküm verirsin

Murakabesinde böyle bir Hakk sahip birinden verilen emre aykırı davranışın gerçekleşmiş olması kendisine zarar vermeyeceği kadar Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olarak -yoksa zorlama değilO’nun katındaki değe­rini eksiltmez. Çünkü muduluğu kazandıran maksat gerçekleşmiştir. Söz konusu maksat yaratma fiilinde Allah Teâlâ’yı murakabedir. Bu bilgi, değerini ancak onu hal edinenin bilebileceği zevk olduğu gibi aynı zamanda anlayan kimse adına kaderin sırrıdır. Zayıf imanlıların maruz kalacağı zararlar nedeniyle, insanlar kaderin bilgisinden engellenmiş­lerdir. Binaenaleyh bilgisi bütün âlemden gizlenen ‘kader sırrı’, bilgi­nin bilinene tabi olmasından başka bir şey değildir. Demek ki, kader sırrından daha açık bir husus olmadığı gibi kula daha yakın birisi de yoktur. Kimin hali böyleyse, hiç kuşkusuz, sayesinde emir alınan isti­kamet derecesini elde etmiştir. O emir, murakabeyle gerçekleşen emir­dir.

Hüküm, var olana tabi

Zorluk bunu anlayınca kolaylaşır

Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in saçlarının beyazlığı çok değil, yir­miye ulaşmayacak şekilde sayılı saçları beyazlamıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim saçlarımı beyazlattı (beni yaşlandırdı)’ demiştir. Bu düşünce olmasaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in saçları beyazlamazdı. Durum söylediği­miz üzere kendisine açıklanınca, saçların beyazlaması kesilmiş, kendi­sinde tasa bulunmamış, hadiselerin kaynağını anlamış, kendisine emredildiği üzere dosdoğru olmuştur. Allah Teâlâ bize kendilerine nimet verdiği nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolunu nasip etsin!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’ya kaçınız'282 Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’ya kaçan herkes isabet etmiş Rahman’dan kaçan hüsrana uğramış

Kendisine yakın kıldığının hayatı düzelmiş O’nunla ve O’nda hayatı hoş olmuş

Sana gösterdiği kimsenin halinin görünce Seraba tecelli ettiğinde

Onun umudunda kanmayı görürsün Saki ise perdenin ardındadır

Oraya geldiğinde susamış bir haldeydi Kâse ve şarap elinde

Onu bol bir su olarak bulmadı Sadece bulmuş ve yitirmiş

Ab-ı hayat onun kendisiydi Buna muhalif olan isabet etmedi

Hz. Musa, dilediğini yapan ve Allah Teâlâ’nın kendisine musallat etme­sinden korktuğu Firavun’dan kaçarken; Allah Teâlâ ona peygamberlik ve risalet demek olan hüküm vermiş, daha önce korkarak kaçtığı Firavun’a elçi olarak göndermiştir. Kendi canı hakkında bir yaratılmıştan korkarak kaçmak Hz. Musa’ya (bu yüce görevi) kazandırmişken kendi­lerine Allah Teâlâ’ya kaçmak emredilen bir Muhammedi olarak neredesin? Allah Teâlâ seni birinci maksatta sonlanma bildiren edada sınırlamış, başlan­gıcı ve sonu seni için birbirine bağlamıştır. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya kaçınız.’283 Musevî olan -den/-dan (Firavun’dan) kaçarken, Mu­hammedi olan Allah Teâlâ’nın kaçmayı kendisine emretmesiyle -e/-a (Allah Teâlâ’ya) kaçar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı ne kadar mükemmel, mertebesi ne kadar yücedir. Hüküm kesilmiş, peygamberlik bitmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Risalet ve nebilik kesilmiş, benden sonra nebi yoktur’ demiştir. Meşru hüküm ise dünyanın sona ermesiyle birlikte biterken hüküm -vasıtasız olarakkendisine kaçtığımız Allah Teâlâ’ya döner.

Allah Teâlâ’ya kaçmanın neticelerinin değeri takdir edilemez. Bu keşif Muhammedi bir keşif olması itibarıyla sırf peygamber olmaları bakı­mından peygamberlerin keşiflerinden üstündür. Allah Teâlâ’ya kaçan kişi onları kendi mekânlarında sabit tutarken keşfiyle birlikte yükümlülük hitabınm üzerine geçebilir ve hakikatin birliğini görüp orada durur. Oradan çokluğun birliğini öğrenir. Bu durumda kendisini çokluğun birliğinde onlarla birlikte görür ve rabbinden bir delil ve basirete sahip olarak nefsine yükümlüler arasına katılmasını emreder. Duyulur nefis­ler, orada kendi işlerinden Allah Teâlâ’ya kaçanlardan ayrılır. Onları masum ve korunmuş bir halde görür. Onların içinden peygamberler, günahtan korunmuş kimseler iken veliler de muhalefet etme hususunda muhafa­za edilmiş kimselerdir. Bu nedenle peygamberler teşri (hüküm koyma) yetkisine sahipken veliler orada müşahede ettikleri şeye göre edilgen kalırlar. Böylece onlar muhalefet ederken basirete sahiptirler. Onlar bu muhalefete çağırmaz, peygamberlerin yaptığı gibi sadece Allah Teâlâ’ya davet ederler. Allah Teâlâ peygamberine şöyle demeyi emretmiştir: ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz5284 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada kendisini yalnız zikretmemiş, kendisiyle birlikte tabilerini zikretmiştir. Onlar, kademinde (ayak izinde) bulunmadıkları sürece, tabileri ola­mazlar. Kademinde bulunduklarında ise onun müşahede ettiğini mü­şahede eder, gördüğünü görürler. Siz de Allah Teâlâ’yı bilen ve Allah Teâlâ’ya davet edenlerin sözlerini alın, onların hallerine ve fiillerine bakmayınız. On­lar Hakkın bu hususta açıklamış olduğu bilgiye göre davranırlar, on­lardan başka bir işin gerçekleşmesi mümkün değildir. Salih bir insan salihlerle oturanlar hakkında ‘Onlarla oturup da hakka’l-yakin olarak öğrendikleri hususlarda kendileriyle ters düşenin kalbinden Allah Teâlâ iman nurunu çekip alır’ demişti. Onlarla oturanın onlar gibi davranma hakkı yoktur. Onlarla oturanların görevi, kendilerinde tecelli eden hakikat ilimlerine dair salih insanlarla tartışmamaktır. Onların halleri hakikate göre yürür. Bu nedenle söz konusu kişi (salih insanlara itiraz eden hakkında) ‘Allah Teâlâ iman nurunu onun kalbinden çekip alır’ demiştir. Kalbinden iman nuru alman insan ise Hakka bu derece yakın olanların O’na dair bilgilerini ve haberlerini tasdik edemezler.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRKINCI BÖLÜM

Menzili 'Onlar yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, kendi­leri için daha iyi olurdu'2 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’ya yönel sen, bırak sebepleri!

Barış yolunu tut, girme savaşa

Varlıktaki her bir sırrı iyi düşün Bir güçlük ve zorluk olmadan kolayca gelir sana

Rahman’a itimat ettiğinde bir kez Her sebepte Rahman’ın karşısında bulun

O’nunla birlik ol, nicelikle bulunma, görürsün Dilediğin suretleri ve sebepleri

Bilmediğin bir işe serii davet edince /cabei etme, çünkü bilgi nispetlerde

Tartışma! Bütünüyle Allah Teâlâ’ya bağlan Savaş çıkarma, Allah Teâlâ’nın hilesi talepte

İsimleri yüce ve münezzeh Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ sabredenler­le beraberdir.’286 Her işin esası bu beraberliği görmektir. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ takva sahipleriyle ve iyilik yapanlarla beraberdir.’287 Allah Teâlâ sabre­denler, takva sahipleri ve O’nu görür gibi ibadet edenlerle beraberdir.

Bu zikir Allah Teâlâ’nın bilhassa sabredenlerle beraber olmasının müşa­hedeyi sağlar. Buradaki sabır yanlarına çıkana kadar peygamberin bek­lenmesiyle ilgilidir. Peygâmber’e karşı sabırda durum böyleyken, Allah Teâlâ’ya karşı sabretmede durum nasıl olabilir? Allah Teâlâ’nın peygamberi her nefesinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Allah Teâlâ ise O’nu zikredenle birlikte oturur. Demek ki Allah Teâlâ peygamberi her daim Hakk ile oturmaktaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birinin yanına geldiğinde, ya müjde vermek veya tavsiyede bulunmak üzere rabbinin katından çıkarak gelirdi ve bu nedenle ‘Onlar adına daha hayırlı olurdu288 demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onların yanma ahiretlerine dair onları üzecek bir durumla çıkmış olsaydı, bu durum ‘onlar adına’ hayırlı olmazdı. Allah Teâlâ peygamberin onların yanına çıkma­sının daha hayırlı olduğuna şahitlik ettiğine göre, hayrm gerçekleşmesi kaçınılmazdır; söz konusu hayır söylediğimiz üzere iyiliğin müjdelenmesi, tavsiye, nasihat veya onları saadete yaklaştıracak bir emri açıkla­maktır, bunun dışında bir iş değildir. Bu itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in lisanıyla gönderilen şeriat hakkında nefsini sabra alıştıran birinin yartına Allah Teâlâ mutlaka peygamberini ‘çıkartır.’ Bu çıkma o kişinin Allah Teâlâ katında hayrına olacak bir işle ya göreceği bir rüyada veya keşfinde gerçekleşir. Rüyada dedik, çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberinin suretine başkası giremez. Kim peygamberi görürse, hiç kuşkusuz onu görmüş sayılır. Buna mukabil Hakkı rüyada görmek öyle değildir. Allah Teâlâ bütün eşyanın suretlerinde tecelli eder ve eşya ancak O’nun vasıtasıyla ortaya çıkar. Binaenaleyh arif de gördüğü her şeyin Hakk olduğunu bilirken böyle bir bilgi insana mutluluk ve bedbahdık kazandırır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise böyle değildir. Bu nedenle peygamberin görüldüğü rüyaya itimat edilirken Hakkın görüldüğü rüyaya itimat edilmez. Dikkat çek­tiğimiz bu nedenle insanlardan ve cinlerden bazıları ilahlık iddiasında bulunmuş, bu iddiaları kabul edilmiş, Allah Teâlâ’nın dışında onlara ibadet edilmiştir. Hâlbuki hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberi Abdullah oğlu Mu­hammed olduğunu iddia etmemiştir. Bu itibarla peygamberlik iddia­sında bulunanlar, Muhammed olduklarını değil, Allah Teâlâ’nın peygamberi olduklarını ileri sürmüş, iddialarına karşılık delil getirmeye çalışmışlar­dır. Demek ki keşfinde veya uykusunda Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiç kimsenin şekline giremeyeceği bu özel adın korunmuşluğuna dikkat ediniz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in rüyadaki sureti uyanıkken olan suretiyle birdir. O’nu rüyada gören kendisini görmüştür. Bununla birlikte gö­rüldüğü rüyada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sureti gerçek suretinden başka ol­duğu halde iyi bir surette görülürse bu durum görenin haline dönebi­leceği gibi rüyanın görüldüğü mekânda insanların işlerini deruhte eden yöneticiler nezdinde şeriatın uygulanma tarzına döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin suretindeki başkalaşma kötü bir hal almışsa, bu durum da görenin haline ve rüyanın görüldüğü mekâna göre değerlendirilir. Bunu bilme­lisin! O halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in rüyadaki suretindeki iyi veya kötü tarzdaki başkalaşma, kendisi hakkında ve bulunduğu mekânda görevli valiler hakkındaki gerçeği ve durumu bildirmesi ve söylemesidir. Allah Teâlâ’yı rüyada görmek ise öyle değildir, çünkü O’nun dışında hiçbir şey yoktur ve Hakk’ta her şey güzeldir, herhangi bir çirkinlik söz konusu değildir. Bir şeyin çirkin veya kötü olması şeriat ile veya gayelerle veya mizaca yatkın olup olmamayla ilgiliyken nazarî düşünce sahiplerine göre kemal ve eksiklikle ortaya çıkar.

Bu düsturun sahibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e çok salâvat getirir. O zikri yaparken kendini zorlar ve peygamber kendine çıkıncaya kadar sab­retmesi gerekir.             ,

Bu kademde bulunan bir adamla karşılaştım. O da İşbiliyye’de bü­yük bir demirciydi ve kaynak işleri yapardı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e salâvat getirir, bu isimden başka bir şey bilmezdi. Onu gördüm, bana dua etti, ben de ondan faydalandım, sürekli Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e salâvat getirmek­le meşguldü, insanlarla ihtiyaç ölçüşünce konuşuyordu. Biri gelip demirle ilgili bir iş yapmasmı istediğinde, ona bu şartı söylüyor ve başka bir söz eklemiyordu. Bu nedenle yanında duran kadın, erkek, çocuk, herkes ayrılıncaya kadar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e salât ü selam geti­rirdi. O adam şehirde bu özelliğiyle maruf olan Allah Teâlâ ehlinden biriydi. Bu zikrin sahibine kazandırdığı bütün bilgiler masum ve doğru bilgi­lerdir. Ona bu hususta gelen her bilgi, peygamber vasıtasıyla gelmiş, kendisine tecelli eden ve haber veren o olmuştur.

Ebu Yezid el-Bestamî zamanında bir adam başka biriyle karşılaşıp ona ‘Ebu Yezid'i gördün mü?’ diye sorunca, adam şöyle cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’yı gördüm, Ebu Yezid'i görmeme gerek kalmadı!’ Bunun üzerine soruyu soran adam şöyle demiş: ‘Ebu Yezid'i bir kere görmen Allah Teâlâ’yı bin kere görmenden daha iyidir.’ Bu sözü duyunca kendisine doğru gitmiş ve adamla birlikte yolda oturmuş. Ebu Yezid omuzları üzerinde abası bulunduğu halde oradan geçerken kendisini görmüşler. Ebu Yezid’i tanıyan adam kendisine ‘İşte Ebu Yezid’ deyince, adam Ebu Yezid’i görür görmez düşmüş ve ölmüş. Yanındaki adam ölenin du­rumun Ebu Yezid’e bildirince Ebu Yezid şöyle demiş: ‘O adam kendi ölçüsüne göre Allah Teâlâ’yı görüyordu. Bizi gördüğünde Allah Teâlâ ona bizim ölçümüzce tecelli etti ve bu tecelliye güç yetiremedi, öldü.’ Ebu Yezid’de hal böyleyken, Allah Teâlâ’yı Muhammedi surette ve Muhammedi gözle görmemizin olabilecek en kâmil görme olduğunu anladık, insan­ları hem konuşmalarımız hem kitaplarımızla bu işe teşvik ettik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştır ir.’

Menzili'Sizden zalim olanlara büyük azap tattırırız'289 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Zalimin nefsine karşı Allah Teâlâ’nın yardımı

Kimsenin artık galip gelemeyeceği bir yardım

Başkası O’nun adına zulme uğrarsa

Ayırıcı bir hükümle dilediğine hükmeder

Önce Allah Teâlâ’nın hakları                                          .

Akıllı için nefsin hakkı sonra gelir

Sonra derece derece başkalarınmki

Alim ve fazıl insan böyle bilir bunu

            Zulüm azabı bir zevktir, sakınınız

Hem dünya ve hem ahirette

Zevk ilimlerini bilemez

Dünyada hükümlerini gören kişi

Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; bu­rada zulüm ‘İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar290 ayetinde gelen zulümle aynı anlama gelir. Bu zulüm hakkında Hz. Lokman (as.) oğluna ‘Allah Teâlâ’ya şirk koşma, kuşkusuz şirk büyük zulümdür291 demiş­tir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de zulmü böyle yorumlamıştır. Bu ayete göre bu zikre devam eden insanı Allah Teâlâ âlemde onun makamına yerleş­tirir, kullarının işini ona yükler. Kul ulaşması umulan her dereceye ulaşsa bile, yine yaratılmış (kul) olarak kalır. Mümkünün hakikati ise acizliktir. O halde tasarruf mertebesinde ‘zevk’ itibarıyla bir eksikliğin olması kaçınılmazdır ve bu nedenle nefsin hissettiği (psikolojik) azap­tan büyük bir zevki yaşamış olmalıdır. Allah Teâlâ hepsini razı etmeyeceğine göre insanın bütün âlemi razı etmeye gücü yoktur. Allah Teâlâ kulun sahip olamayacağı bir genişliğe sahiptir. Halife olabildiği ölçüde geniş olsa bile tabiatın darlığının onun üzerinde hüküm vermesi gerekir. Bu


durumda halifenin genişliği ilahi genişlik karşısında daralır, büyük azabı tattığı ölçüde azap hisseder. Bu kişi Allah Teâlâ katından Allah Teâlâ’nın em­riyle vali olmuştur. Allah Teâlâ kâmil peygamber hakkında şöyle der: ‘Gönlü­nün onların sözleri karşısında daraldığını biliriz.’2'92 Yani onların Allah Teâlâ hakkında söyledikleri sözler ve peygamberi tekziplerine karşı peygam­berin gönlü daralır. Peygamberin tatmış olduğu büyük azap budur.

Bu zikirde söylenen zulüm ilahi arzdan kaynaklanan valilik gerçekleşmezden böyle bir görevin ortaya çıkmasıyla ilgilidir. O vali emir karşısında daralır ve zalim diye isimlendirilmez. İlahi görevlendirme varken zalim olabilir ve büyük azabı tadar. ‘Kuşkusuz biz emaneti gökle­re, yere ve dağlara sunduk293 Kulları içerisinde Hakkın vekili olmaktan daha büyük bir emanet olabilir mi! Dolayısıyla Hakkın vekili, kullarını Hakk vasıtasıyla yönlendirir ve yönetir. O halde sürekli huzur hali ve yönetimin murakabe edilmesi kaçınılmazdır. Ayette ‘emaneti taşımak­tan çekindi ve korktular294 denilir. Yani emanetin hakkını ödemekten korktular ve kendilerini emanetten uzak tuttular. İnsan ise arz ve su­num şeklinde ortaya çıkan emaneti üstlendi. Bunun nedeni onun üze­rinde yaratılmış olduğu suretin gücüdür. Bu yönüyle insan nefsine karşı zalimdir. Bu durum ‘Sizden zalim olanlara büyük azap tattırırız295 ayetinde belirtilir. İnsan kendisine sunulmuş olan vekilliği kabul et­mekle nefsine zulmettiğinde Allah Teâlâ ona Ebu Yezid’e söylemiş olduğu şeyi tattırır. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle demiş: ‘Kullarıma benim suretim­le görün.’ Yani halife olarak görün! ‘Kim seni görürse, Beni görmüş demektir.’ Bir adım attığında baygınlık gelmiş. Bunun üzerine Hakk şöyle demiştir: ‘Sevgilimi bana döndürün, onun benden ayrılmaya gücü yok!’ Demek ki emir ve görevlendirmeyle gerçekleşen vekâlette güçlük ve darlık bulunurken, arz ve sunumla gerçekleşen vekâlette nasıl bulunmasın ki? Kendisine teklif edilen halifeliğe karşı zahit davranan (onu değersiz gören) kişi bu zikir nedeniyle zahit davranmış, onu terk etmiş, görevi kabul etmemiş, ondan çekinmiştir. Bu zikir sahipleri arasından halifeliği kabul edenler, bu zikre ilk girişleri esnasında onlara gelen azap kelimesi hakkındaki bir teville kabul etmişlerdir. Azap bir şeyden haz almak anlamındaki ‘uzubet’ kelimesinden türetilmiştir. Bu durum Ebu Yezid’in bir hali hakkında söylediği şu beyitte dile getirilir:

Bütün arzulanma ulaştım artık Bir azaptan haz almam kaldı

Ebu Yezid ‘elemler’ dememiş, azap demiştir. Bunun nedeni azap­taki uzubet anlamıdır. Uzubet lezzetin hazzına varmak demektir. Başka bir ifadeyle Ebu Yezid eşyadan haz almayı değil, lezzetten haz almayı istemektedir. Benzer bir durum akılcılar tarafından bilgi hakkında söylenmiştir: Bilgi bilgiyle bilinir, görmek görmeyle görülür. Bu du­rum kelamcılara göre böyledir. Lezzet de lezzetle algılanır. Bunu bil­melisin, çünkü bu konu zikirde sırlı bir bölümdür.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Kim bu dünyada âmâ ise ahirette de âmâ ve yolu­nu şaşırmıştıZ296 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Gönüllerdeki kalpler körleşir ancak                                                               .

O kalpler ki sadırlardır barınakları

Bu hüküm kimde ortaya çıkmışsa

işler ondan meydana gelir

Ondan çıkan kör olmaz                                                                                   .

Kendisi apaçık olan nasıl kör olabilir ki?

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat gönüllerde bulunan kalpler kör olur.’297 Ayet iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi sınırlama, İkincisi rücu de­mektir.

Bilmelisin ki, körlük hayret demektir. Hayretin en büyüğü ise Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki hayrettir. Allah Teâlâ’yı bilmek iki şekilde gerçekleşir: Birincisi teorik (nazarî) düşünme yoludur. Bu yolu benimseyen insan teorik düşünceye hakkını verdiğinde, ölene kadar hayrette kalır. Bunun nedeni hayal âleminin genişliği nedeniyle her delile karşı bir kuşkunun ileri sürülebilmesidir. Müfekkire gücü hayal mertebesinde tasarruf eder. Başka bir ifadeyle müfekkire gücü ya duyu güçlerinin verileriyle veya musavvire gücünün tasavvurlarıyla hayal âleminde etkindir. Böyle bir düşünce sahibi dünyada ‘âmâ’ ise, yani hayrete düşüp hayret halin­de ölmüş olabilir. Bu itibarla insan ancak yaşadığı Hakk göre öleceği için o kişi hayret halinde yaşamış, dolayısıyla ahirette de o hayret hali içinde getirilir. Orada hakikat ortaya çıktığında, hakkındaki suretlerin değişmesi nedeniyle hayreti daha da artar. Böyle biri dünyada oldu­ğundan daha çok dalalete ve hayrete düşer. Çünkü dünyadayken ken­disine keşif gelirse hayretinin kalkacağını umut ediyordur.

Allah Teâlâ’yı bilmede ikinci yöntem tecelli yönünden O’nu bilmektir. Allah Teâlâ bir surette iki kere tecelli etmeyeceğine göre bu bilgi sahibi tecel­li suretlerinin. farklılaşması nedeniyle -ahiret hayatında birinci kişinin suretlerin değişmesi nedeniyle hayrete düşmesi gibiAllah Teâlâ hakkında hayrete düşer. Binaenaleyh ahiret hayatında böyle birinin karşılaştığı hayret ötekinin dünyada yaşadığı hayretin aynıdır. Allah Teâlâ’ya davet eden davetçinin sahip olduğu basiret ve kesin delile gelirsek, bu basiret, davet edilen hakkındadır. Başka bir ifadeyle basiret ve kesin delil, bilgi hakkında değil, saadete götüren yol hakkındadır. Davetçi (basirete sahip iken) bilgiye çağırsaydı, yine hayrete davet etmiş olurdu. Başka bir ifadeyle davetçi Allah Teâlâ hakkında hayretten başka bir şey olmadığına dair basirete sahiptir, çünkü iş pek çetin olduğu gibi davet edilenin sınırlanması ve tanımlanması mümkün değildir. Bu hususta elimizden hiçbir şey gelmez. O halde sadece her tecellide gördüğün Hakk vardır. Kâmil kişi, cevherde suretlerin değişmesini gören kişidir ve bu yönüyle bukalemuna benzer. Allah Teâlâ’yı bukalemunu bildiği üzere bilmeyenin aya­ğı, tek hakikati ispatta sabit noktada karar kılamaz. Binaenaleyh tecelli sahipleri için ahiretteki bilgi dünyada öne alınır. Onlar dünya hayatın­da kör oldukları gibi akılcılara göre daha hayrettedirler. Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında tecellinin ardında talep veya tasavvur edilebilecek herhangi bir şey yoktur.      .

Bu kadar açıklama akıl sahipleri için yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Bu zikir hakkında söz uzar gider.

Menzili 'Peygamber size neyi verirse onu alın'29* Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Risalet nedir? Peygamberlerin getirdiğinin aynı Ey insan! Onu al ve tereddüde düşme sakın

Sen peygamberin kendisine geldiği bir kölesin Onun hükmüne göre davran ki amelin yükseltsin seni

Allah Teâlâ’ya doğru, mertebede kesinti olmaksızın Vehimlere düşmek bir hata

O’na yüksel ki beka mertebesine eresin ,                          .

Oturup kalırsan hayaller ve bayılmalar gelir

Zarflar yerleştiği kimseleri ihata eder Emir (iş) benzeri olmayacak kadar münezzeh

En yüce menzil sana yakışır, oraya yerleş Gayeler ve illetler kesrfıesin sizi

O nitelikten ve sıfattan münezzeh Emniyet veya korku bulunmaz O’nda

Sen ise sensin; onun sahibi isen

Kendin için yapmalısın, onun sahabesinin yaptığını

Senin yaptığın işte sende acizlik olmasın Tembellik ve bıkma bulunmasın sende

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ kullarına kendinden onlara ve peygamberlerinin elleriyle ihsandan bulunur. Peygamberin eliyle bir şey geldiğinde, bir teraziye bakmadan, onu almalısın. Bun mukabil Allah Teâlâ’nın elinden bir şey geldi­ğinde, onu bir teraziyle değerlendirerek almalısın. Çünkü Allah Teâlâ bütün verenlerin aynı olduğu halde verilen her şeyi almanı yasaklamıştır. Bu


durum ‘Size neyi yasaklarsa, ondan uzak durun299 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh peygamberden bir şeyi alman senin için daha yararlı oldu­ğu gibi saadeti de daha güçlü bir şekilde meydana getirir. Demek ki peygamberden -kayıtsız olarakher şeyi alman gerekirken Allah Teâlâ’dan sınırlı bir tarzda almalısın. Başka bir ifadeyle peygamberin kendisi sınırlıyken ondan almak sınırsız iken Allah Teâlâ’nın kendisi sınırlılığa karşı mutlak iken O’ndan almak sınırlanmıştır. İşin ne kadar garip olduğuna bakmalısınız! Bu durum aynı anda'Evvel, Ahir, Zahir ve Bâtın olma­nın benzeridir. Böylece her iki tarafta sınırlılık ve mudaklık ortaya çıkar. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın peygamberini bize, yani ümmetine tuzak kurmak üzere değil, indirilen vahyi açıklamak üzere göndermiş olma­sıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberden alacağımız şeyleri sınırlamamış, onun sözüne uymak -bir sınırlama olmaksızınbize emredilmiştir, çünkü peygamberin getirdiği vahiyde Allah Teâlâ’nın tuzağının bulunmayaca­ğından eminiz. Allah Teâlâ’dan bir şeyi almak ise öyle değildir, çünkü Allah Teâlâ’nın kullarında -kulun fark etmediğituzakları vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk, onlar farkında değillerdir.’300 Başka bir ayette ‘Bilmedikleri yönden onları tuzağa düşüreceğiz301 deni­lirken başka bir ayette ‘Ben de tuzak kuracağım’302, ‘Benim tuzağım pek güçlüdür303 denilir. Allah Teâlâ ‘tuzak kuranların en hayırlısıdır.’304 Buna mu­kabil Allah Teâlâ peygamberleri için bu nitelikte ortaklık yaratmamıştır. Onlar açıklayıcı olarak gönderilmiş, müjdelemiş ve korkutmuşlardır ve bunların hepsi doğrudur. Peygambere ise öyle bir terazi vermiştir ki, Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak isteyen kişi sürekli elinde o meşru teraziyi tutmalıdır. Söz konusu teraziyi insan peygamberden almış, ona vâris olmuştur. Demek ki Allah Teâlâ’nın katından insana gelen her şey, o teraziye konulmalıdır; terazi onu kabul ederse, almak gerekirken kabul etmezse Allah Teâlâ’ya havale edip bırakmak gerekir. Böyle bir işi bırakmak bizzat ilahi emre göre davranmak ve kendini (terazinin kabul etmedi­ği) o işi kabul edecek bir mahal, haline getirmemek demektir. Cüneyd-i Bağdadî şöyle der: ‘Bizim bü bilgimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır.’ Bunlar terazinin iki kefesidir. Bu sözün anlamı tasavvuf (ilminin) Ki­tap ve Sünnete göre amelin neticesi olmasıdır. Allah Teâlâ’nın verdiği (her şeyi) almak hususunda kararlı davranırsan, üzerinde baskın bir hal olmalıdır ve o Hakk göre (aldığın şeyin senin için) cazip olmadığını söylemen gerekir. Böyle dediğinde ve o iş Allah Teâlâ katından sabit olup onu alırsan, O’nun tuzağından bile olsa tuzak önünden kaybolur gider ve sen onu ‘cazip değil’ sözü vesilesiyle bulamazsın. Çünkü burada söz konusu olan bir alışveriştir ve Allah Teâlâ şart altına sokulamaz. Hakkın makamının -zevk bilgisine göregereği budur. Hakka karşı şart ileri süren ise O’nu bilmeyen veya O’na delil getiren kişidir. Böyle biri hakîm ve habîr (her işi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar) olan Allah Teâlâ’nın o işi kendisini hazırlamak üzere gönderdiğini bilirse, emredildiği üzere, Allah Teâlâ hakkında hüsnüzanda bulunmuş olur. Yine de Allah Teâlâ’yı başka bir yaratılmışla kıyaslamamak gerekir! Yaratılmış olan senin hakkında olduğu gibi kendisi hakkında da pek cahil iken Allah Teâlâ öyle değildir ve bu nedenle şart ileri sürmenin faydası yoktur. Hz. Musa peygamber olarak gönderilirken şöyle demiştir: ‘Rabbim! Benim gönlü­mü aç, işimi kolaylaştır, dilimden ukdeyi çöz, sözüm anlaşılsın, ailemden bana bir vezir ver, kardeşim Harun’u, onunla beni destekle, işimde bana ortak kıl.’305 Allah Teâlâ da ona bütün bunları vermiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bunlardan hiçbirisini söylememiştir. Binaenaleyh en uygun davranış, Muhammedi olmaktır. Allah Teâlâ’nın bize Hz. Musa’nın sözlerini aktarmasının sebebi, kendisini halife atayana karşı şart ileri sürmenin caiz olduğunu bildirmektir. Başka bir ifadeyle görevlendirilen insanın şartlar ileri sürmesi bir sorumluluk doğurmaz. Bakınız! Hz. Musa isra gecesinde Allah Teâlâ namazı farz kıldığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş­tir: ‘Rabbine dön, ümmetin bu kadar namaza güç yetiremez!’ Sonra sebep gösterip şöyle demiştir: ‘Ben İsrailoğullarını sınadım.’ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise (Hz. Musa’nın sözü üzerine değil) Allah Teâlâ’nın emrine uyarak O’na başvurmuştu. Allah Teâlâ peygamberleri zikrederken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetle­rine uy!’306 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dönerken Allah Teâlâ’nın emrine uymuş, daha çok hayır ortaya çıkmıştır. Tasavvufta şeyh edinmenin bir yararı da budur, bunu bilmelisin!

Tâbi isen, verdiğini almalısın

Çekimser olma, çekimserlik zorlaştırır işi

Akıl, bilgi ve zekâ sahibiysen Talep ettiğin emir sana gelmiştir

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Düsturu 'O'nun nezdinde güçlü gözetmenler vardır/30? Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Dil üzerinde vekil gözetmen var

Dilin söylediği sözleri gözetir durur

Bakış sahibiysen sen de onu söyle

Tam da hakikate göre amel eyle

Bütün güçlerin de öyle olsun

Hepsi O’nun aynı, hakikat bilinmeyen şey

Nasihatimi öğrenip müşahede edersen

Gönderilmiş gözetmenin kim olduğunu da anlarsın                       ,

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin üzerinizde gözetmenler var, saygın yazıcı­lar, yaptıklarınızı bilirler.’308 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ her söz söyleyenin dilindedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimseyi ayırmadan bu cümleyi söylemiş, kelimeyi belirsiz kullanmıştır. Buna göre dili olup da konu­şan herkes Allah Teâlâ katında bulunurken ‘Allah Teâlâ katında olan bakidir.’309 Her söz söyleyen sözünü Allah Teâlâ’ya nispet ederek söylemez. Sözü Allah Teâlâ’ya nis­pet etmeye misal olarak ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ’O kendine hamd edeni duydu1 demiştir’ hadisini verebiliriz. Nafile ibadederi yerine getirmekle Allah Teâlâ tarafından sevilen kul, Allah Teâlâ’nın dili (ve bütün güçleri) olduğu kimsedir ve böylece mertebeler derecelenir: Yazıcı ve koruyucu melek her insanda bulunur ve onun söylediği her sözü yazar. Demek ki melek ancak insanın söylediğini yazar. Kişi sözünü söyleyip ortaya attığında, melek onu alır. Hâlbuki Allah Teâlâ sözü söylerken onun nezdindedir. Melek de o sözü ‘nur’ olarak görür. Başka bir ifadeyle Hakkın dilinde bulun­duğu kişinin kendisine attığı bir nur olarak alır. Melek her zaman o sözü alır ve kıyamete kadar o sözü yanında saklar, insan bir işi yaptı­ğında, melek onun belirli bir iş yaptığını bilir, fakat onu telaffuz edene kadar yazmaz. Koruyucu melekler ise kulun fiillerini bilir, fakat onlar da söyleyinceye kadar onun amelini yazmazlar. İnsan amelini telaffuz ettiğinde, melekler ameli yazar. Binaenaleyh melekler, kulun davranı­şındaki niyetini bilemedikleri için, sadece ‘ikrar şahideridir.’ Bu neden­le amelleri alarak yükselen melekler, kulun ameliyle yükselirlerken o ameli küçümserler. Hâlbuki onların küçümsediği amel, kendilerinden alınır, kabul edilir ve ‘illiyyîn’ derecesine kaydedilir. Buna mukabil meleklerin kıymedi kabul ettikleri bazı ameller için kendilerine şöyle denilir: ‘Bu ameli sahibinin yüzüne çarpınız, o bu amelle benim rızamı amaçlamadı. Hâlbuki onlara ‘Harıijler olarak dini Allah Teâlâ’ya tahsis etmeleri emredildi.’310

Kul amelini icra ederken koruyucu melekler onun niyetini bilse­lerdi, böyle bir ifade gelmezdi. Binaenaleyh amelde niyet kula ancak özel yönden (vech-i has) meydana gelebilir ve bu nedenle kulun niye­tini sadece Allah Teâlâ bilebilir. Amel sahibi dilediği maksada niyetlenirken melek kulun hareketini gözler, telaffuz ettiğinde dilin hareketini yazar. Allah Teâlâ ise (her şeyi gören anlamında) şahittir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ (melek gibi) kulunun yanında değil, gerçekte kulun sözünün nezdinde bulunur. Bu ilahi bulunuş sözün hâdisliği nedeniyle ortaya çıkar. Bu­nun sebebi onun bir tekvin olması ve tekvinin de her zaman ve var olan her şeyde ilahi sözden (ol emri) meydana gelmesidir. Binaenaleyh varlıkta meydana gelen her iş ilahi sözden ve emirden meydana gelmiş­tir. Kul ile Hakkın arasında söz bağından daha güçlü ve daha yetkin bir bağ yoktur ve bu nedenle Allah Teâlâ söyleyen herkesin dilindedir. Çün­kü söz, söyleyeninden ayrı bir varlıktır. Allah Teâlâ onun yanında bulunmasaydı, söz zayi olacaktı. Allah Teâlâ yaratılışı tamamlanmış ve bilfiil var olan suret şeklinde inşa etmek üzere onun yanında (nezdinde) bulunur. Çünkü Allah Teâlâ’nın o sözle zikredilmiş olması gerekir ve bu durumda o sözde kulun eksik bırakıp da sözün varlığının Hakk ettiği kemali tamam­lar. Nitekim Allah Teâlâ cesametli bir dağdan daha büyük oluncaya kadar artırmak üzere sadakayı kulundan alır ve kabul eder. Bu durum ilahi gayretle ilgiliyken birincisi (Allah Teâlâ’nın her sözün nezdinde bulunması) kemalle ilgilidir. Uygun olan, ilahi mertebe hakkındaki gayretin mut­lak kemalin sahibi Allah Teâlâ’dan kaynaklanmasıdır. Bu itibarla eksikliğin suretin kemalinden değilvarlığın kemalinin bir parçası olduğunu bilmelisin, bu ince meseleye dikkat etmelisin!

Varlıkta bir eksiklik olmasa Kemal mertebesini yitirirdi

Fakat o eksik iken izhar etti Kemalini onda Zü’l-celâl ,.

Her yaratıktan ortaya çıkan her fiili Allah Teâlâ güzellikten yoksun bırakmadı

Çünkü her fiil döner O’na Bütün hallerde ve inançlarda

Ne kemal var ne cemal Hepsi yücelik sahibi Allah Teâlâ’ya raci

Her şekilde ve her şahısta Fiilde, sözde ve halde

Ey beni Hakkın gözüyle gören!

Hükmü hayale bırakma sen, sakın!

Çünkü her rehberin inancı

Hatta dalaletten hidayete erenin inancı

Hal böyleyken, söz ve amelde kemal üzere yaratılışını buİan bir suretin kendinden zuhur etmesi için çalışmalısın! Eksikliğin varlığın kemalinin bir parçası olması seni aldatmasın. Eksiklik senden var ola­nın kemalinin parçası değil, varlığın kemalinin parçasıdır. Karşılaştı­ğımız insanlardan bir grup bu konuda hataya düşmüşlerdi.

Bu zikir, sahibine sözünde ve sözünü kabul edişinde Hakkı müşa­hede imkânı sağlar. Koruyucu melekleri müşahede eden onları bu makamdan müşahede etmiştir. Allah Teâlâ bana onları gösterdiğinde, onları görmekle acı duydum, fakat Rabbi gördüm diye acı duymadım. Onları görmeyeyim ve kendileriyle konuşmayayım diye Allah Teâlâ’dan sürekli ola­rak onları benden perdelemesini istedim, O da dileğimi kabul etti, onları gözümden perdeledi. Bu esnada Hakkı görmekle azap duyma­mıştım, çünkü kul Hakkı müşahede ederken ‘şâhid ve meşhûd (gören ve görülen)’ olarak görür. Meleği görmek ise öyle değildir. Kul, mele­ği yabancı olarak görür. Hakk onun gözü olsa bile, meleğin yabancılığı artarken meleği gören insandaki daralma ve sıkıntı hali de pekişir. Çünkü melek kendisi gözetmen ve murakıp olan Allah Teâlâ üzerinde gö­zetmen değildir. Dolayısıyla meleğin bu esnada Allah Teâlâ’dan perdelenmiş olması ve O’nu kulun sıfatı olarak müşahede etmemesi gerekir. O’nu görmüş olsaydı, kul üzerinde murakıp olamazdı. Binaenaleyh kulun meleği görmek nedeniyle sıkıntı çekmesi kaçınılmazdır. İnsan duyu âleminden habersiz kalıp sırrı ile rabbiyle birlikte kalır ve Allah Teâlâ meleğe yazdırmayı murat ettiğini yazdırır. Allah Teâlâ her şeyin üzerindeki gözetici olurken melekler O’nun emriyle insanı korur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Önünde ya da ardında takipçiler vardır, Allah Teâlâ’nın emrini korurlar.’311 Onlar kulun üzerinde bulunduğu her durumda kulla birlikte olan amade melekler­dir. Başka bir ifadeyle onlar kula tâbi meleklerdir. Bu melekler ile hü­kümdarın bir şahsı başka bir şahıs üzerinde görevlendirdiği vekil ara­sındaki fark budur: Vekiller kendisiyle görevli oldukları kimse üzerin­de hüküm verirken hükümdarın belirlediği sınırı aşmış olmazlar. Hak­kın koruyucu melekleri tasarruf ederken kula tâbidirler. Kul iradesinde kayıtsız anlamda tasarruf sahibidir. Bu itibarla kulun tasarrufu belirli bir ölçüde sınırlansa bile, sınırlanmış alanda da tasarrufta bulunabilir. Melek iki nedenle onu engelleyemez: Birincisi Hakkın kulu meleğin sözünü duymayacak ve kendisini görmeyecek şekilde perdelemiş olma­sıdır. Başka bir ifadeyle kul meleğin sözünü duyamaz ve kendisini göremez. İkinci sebep ise kulla görevli koruyucu meleğin tasarrufların­da Hakkı kulla birlikte görmeleridir. Meleklere kulu korumayı emre­den Hakkın kendisidir ve bu nedenle melek kulun tasarrufunu sınırlayamaz. Yaratılmışın vekil kılınması öyle değildir. Onu görevlendiren hükümdar, üzerinde vekil atanın yanında değildir. Hakkın vekilleri ile yaratılmışın vekil olması arasındaki fark budur. Başka bir ifadeyle yara­tılmış vekiller insanı tasarruftan alıkoyarken Hakkın vekilleri onu tasar­rufta bulunurken muhafaza eder.

Bu zikirle ilgili bu kadar uyarı yeterlidir, ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğ­ru yola ulaştırır.’ .

BEŞ YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM

Düsturu 'Secde et, yaklaş'312 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Nefse itaat etme, onun özelliği nedir?

, Sana perde çekmek; sen secde et ki yaklaş

Nefsin arzusuna uyma, ehli değil o

Kuşatıcı ve hakim olan nura yönel!

O cömertliğiyle varlık veren                                                                    .

Varlığına verdiğine göre amel et ki yaklaş

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; bu zikir kulu kendi hakikatine vakıf kılar. Kul hakikatine vakıf olunca, kendini tanımış, kendini tanıyınca, rabbini tanımış olur. Bu itibarla kul her zaman hareketleriyle rabbini arar, en sonunda O’nu her şey olarak müşahede eder: (Her şey) O’ndan çıkmıştır. Kul kendisi Hakk ile beraberken, her şeyin O’ndan sudur edişini görür. Tasarrufun­da da Hakkın kendisiyle beraber olduğunu müşahede eder. Öyleyse insanın O’nu müşahedeyi istemesi gerekir. Tasarrufunun kendinde nihayete vardığı iş, kulun talebinin gayesi ve maksadıdır. Yükseklik örfe ve bilgiye göre Allah Teâlâ’ya ait iken (Hakkın her işte kuluyla beraberli­ği anlamındaki) maiyet -örfe göre değilbilgi ve şeriata göre Allah Teâlâ’ya aittir. Bu itibarla Allah Teâlâ hükmünü gayede görmek istemiştir, çünkü genel anlayışa göre secde etmek, O’nun yüksekliğinin (bilinmesinden) sonra ortaya çıkar. Bakınız! İbn Atâ devesinin ayağının battığını gö­rünce şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ yücedir.’ Bunun üzerine deve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ yücedir.’ Ayak ancak rabbini aramak üzere batmıştı, çünkü aya­ğın batması Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşma amaçlı bir secdeydi. Deveyi gören İbn Atâ ise bu davranışıyla ayağın rabbini aradığını anlamamışken deve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ senin marifetinin sınırlamayacağı kadar yüce­dir. Senin inancında Allah Teâlâ’ya ait nitelik yükseklik olabilir. Aşağı ciheti muhafaza eden kimdir ki? Ben bir ayağım, baş değilim! Rabbimi haki­katimle aramam gerekir ki o da secdedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir ip sarkıtmış olsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi ’ Bu hadis, deve­nin söylediğinin ta kendisidir. Her kim secde ederse, zorunlu olarak, Allah Teâlâ’ya yaklaşmış demekken secde eden kişi yüceliğinde Allah Teâlâ’yı müşa­hede eder. Bu nedenle Allah Teâlâ kuluna secdesinde ‘Yüce olan rabbimi tenzih ederim’ demeyi emretmiştir. Yani rabbinin o nitelikten tenzih eder. Kul secdenin hakikatine erdiğinde, Hakkın Arş’tan yakın semaya inişini öğrenir. Bu secde kalbin secdesidir: Allah Teâlâ tenezzül edişinde ve inişinde kulunu ararken kul da secdesinde O’nu arar.

Kim bu zikirde dikkat çektiğimiz gibi veya onun benzeri bir halde bulunmazsa, bu düsturun sahibi olmadığını bilmelisin. '‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM

Menzili ve düsturu'Zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir'313 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Yüz çeviren ne kadar da cahil!

Yöneldiği kimseden habersiz                                 '

O’nu bir göz kendiliğinden görseydi O’nu belirler ve yüz çevirmezdi

Kim bir azap tatmışsa Yüz çevirdiğinde tatmıştır

O’nu görmüş olsaydı görürdü O’ndan tecelli eden ve yaklaşanı

O’ndan başka bir varlık yok ki                                            ,

O tevelli (yüz çeviren/dost edinen) kimse

. En garip söz şu bence

Biz O’nu veli edindik, O değil

İşleri O’na havale edersen sen Onlarda seni görevlendirir ve yardım eder

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu yöneldiği işe yönlendirdik.’314 Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; ayetteki ‘yüz çevir­mek’ O’na izafe edilen zikirden yüz çevirmektir. Allah Teâlâ zikrinden yüz çevirmeyi belirsiz kullanmamış, ardından ‘Sadece dünya hayatını iste­yen315 diyerek onu belirlemiş ve sınırlamıştır. Peygambere verilen emir, bütün bunlarla birlikte yüz çevirmenin gerçekleşmesiyle ilgilidir.

Bu zikir arife genel olarak ayetten anlaşılandan farklı bir netice ka­zandırır, şöyle ki: Allah Teâlâ kula son derece yakındır. Ayette ‘Biz ona şah damarından daha yakınız316 buyurur. Dünya hayatı kulun şanına yaraşır bir şekilde en yakın bir durumda bulunan Rabbiyle nimedenmesinden ibarettir. Bu yakınlığa rağmen zikri hatırlatanın muradı, O’ndan gafil olanı kendisine çağırmaktır. Zikreden gelip zikriyle (gafil insanı) ça­ğırdığında, davet edilen kişi onu duyar. Bu durumda insan inayete mazhar birisiyse, zikir yaparken dünya hayatında zikredileni müşahede eder. (Ayette geçen ‘yüz çevir’ emrine dönersek) Allah Teâlâ bu insana zikri hatırlatan kişiye ondan yüz çevirmeyi emretmiştir. Bunun gayesi zikirle birlikte zikrettiği kimseyi görüp O’ndan nimetlenmekten alıkonmamasıdır. Bu yorumla Hakk şöyle der:: ‘Zikrimizden yüz çevirenden sen yüz çevir.’317 Zikir zikredilenin bıılunmadığı bir yerde olabilir. Zikirden yüz çeviren, dünya hayatını isteyerek yüz çevirmiştir ve orası ‘yakınlık nimeti’ demektir. Bu yorum bu makamdaki için -tefsir değilişarî bir yorumdur. Sonra sözünü tamamlayarak şöyle der: ‘Onların bilgiden ulaştıkları budur.’318 Öyleyse söz konusu ayet, tefsir ilmine göre kınama anlamı içerirken, işarî yorumuyla yüz çevrilenin övülmesi ve onun Allah Teâlâ hakkındaki marifet derecesine dikkat çekmek amacı taşır. Ayetin içerdiği övgü söz konusu insanın Hakka yakınlık makamında O’nu müşahede halinde bulunmasıdır. Binaenaleyh yakınlıkta fani olduğu için peygamberin ‘zikir5 ile kendisinden talep etmiş olduğu yükümlü­lüğü yerine getiremez. Bu durumda hatırlatıcı peygamber, sözünü dinleyecek bir kabiliyet bulamadığı için adeta boşa kürek sallamış olur. Allah Teâlâ bu halde gerçekleşen zikirde zahirî zikre karşı saygısızlık bulun­duğu için ondan yüz çevirmeyi emretmiştir. Peygamberin zikrini du­yan insanda Hakkı her şeyde görebilecek bir güç bulunsaydı, (pey­gamberin söylediği) zikirde de O’nu müşahede edebilirdi. Bu durumda Hakk peygambere ondan yüz çevirmeyi emretmeyeceği gibi dinleyen insan da peygamberin sözünden yüz çevirmezdi. Bu da ilgili ayette onun derecesinin bir yönü iken bilgiden ulaşmış olduğu derecedir.

Bu zikir sahibine söylediğimiz neticeleri meydana getirirse, böyle bir insan o zikrin sahibidir. Buna mukabil söylediklerimizden habersiz kalıp ayeti kınama anlamında yorumlarsa, bu düsturun sahibi değildir. Çünkü bu zikirde kınama ilk anlamı olduğuna göre böyle bir durumda bu yorumu benimseyen kişi insanların genelinin anlayışı seviyesinde­dir. Hâlbuki bu düstur sahibinin sıradan insanlardan farklılaşacağı özel bir niteliği olmalıdır ki o da bizim söylediğimizdir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili'Emredilen yerine getir'319 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Rabbine yönel veya O’nun emrini yerine getir

Yönelirsen Rahman seninle açıkça konuşur

Sana gelen emirlerinde O’na teslim ol

Varlıklardaki hükümlerinde tam teslim ol

Bir nur verir sana, yokluktaki hakikati gösterir

Varlıkta hükümleri ve hikmeti gösterir                                               '

Onlar Hakkın nezdinde seni bir yere yerleştirir                                   .

Kimse ulaşmamış oraya veya ayak basmamış

Sana bilmediğin bir bilgiyi öğretir

Adap verir ve bilgi kazandırır

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ ile karşı konulabilirken, bu durumda kendine mukavemet eden bizzat Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senden sana sığınırım’ derken kastettiği budur. Kul ceberut ve büyüklük (kibriya) özelliğiyle nitelendiğinde, Hakk onu cezalandırır. Allah Teâlâ kendisi karşı­sında tartışana karşı büyüklenir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisiyle tartışma­yan ve didişmeyen arife el-Kahir isminde tecelli etmez. Buna mukabil arif ise el-Kahir ismiyle tecelli eder, fakat Hakk bu isimle ona tecelli etmez. Yaratılmışlarda bu nitelik, bir hakikate dayalı olarak ortaya çıkmaz. Onlar acizliklerini ve eksikliklerini bilirler. Onlarda büyüklük, sadece yağmursuz buluttan çıkan şimşek suretinde gözükür. Bunun yanı sıra söz konusu nitelikten ortaya çıkan Hakk göre ilahi kahır ve şiddetli cezalandırma tecelli eder. Sıfatı kabul etmede mahal farklılaştı­ğı için, daha güçlü olan zayıf olanda ortaya çıkmıştır. Bu itibarla dere­celenme mahalde gerçekleşir, sıfatta gerçekleşmez. Peygamber Allah Teâlâ’nın emriyle hareket ettiğinde, kahır Allah Teâlâ’nın emrine aittir, yoksa O’na ait


değildir. Bu nedenle emir karşı çıkanda etkin olur. Allah Teâlâ ona ‘fesda' (yerine getir)’ demiştir: Nüfiız edeceği şekilde kendisini kabul edecek bir yerin bulunması kaçınılmazdır. Bu sayede o yer masdu' (yerine getirilen) âiye isimlendirilir. Nüfuzu kabul etmemiş olsaydı, bu emir anlamsız kalırdı. Allah Teâlâ’nın ‘Müşriklerden yüz çevir320 ayetine bakınız! Çünkü emir müşrikte etkin değildir; etkin olsaydı müşrik birliği kabul ederdi. Bunun üzerine peygambere ‘yüz çevir’ demiştir. Onlar bir ma­hal değildir. Peygamber müşrike kendisine emri nüfuz etmeksizin emreder. Emre icabet edeceğini ve istemeden de olsa sözünü kabul edeceğini bildiği kimseye ise ‘yerine getir’ emrine göre tebliğ eder.

Kul bu zikrin hakikatine erip rabbinin emrini kabul edeceklerle etmeyecekler kendisine görünmezse, her yönde Allah Teâlâ’ya basiret üzere davet edenlerden birisi değildir. Basiretle O’na davet edenin bir grup hakkında emredici, bir grup hakkında emri uygulayıcı olması gerekir. Böyle biri emrinin kime tesir edip kime etmeyeceğini bilir. Bu zikrin faydası, basiretleri nurlandırmak, Allah Teâlâ’ya daveti kemale erdirmektir. Burası Allah Teâlâ’ya davette peygamberlerin ve kâmil vârislerin derecelendik­leri yerdir. Bu bağlamda onların sözlerini eskimeden yenilenen Kur’an olarak görürsün. Mümine ise Kur’an’ın manaları sürekli olarak açılır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Düsturu ve Menzili' Beni zikredin ki sizi zikredeyim'321 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kim Allah Teâlâ’yı hallerde zikrederse

Allah Teâlâ da onlarda kendisini zikreder; bu zikirden ayrılma

Senin zikrin Hakkın zikri! Başka bir şey değil Keşifte benim söylediğimi görürsün

Hakk âlemin varlığı, işin hakikatini görün

Göz görür, vehim sınırlar

Akıl fikrin hükmüyle sureti olumsuzlar O’ndan

Fikir örter, keşif izhar eder

Akıl fikir ile keşif arasında kalır; düşünceler hayrette kalır

Fikir O’nu tenzih eder, vehim tasvir eder

Taklit eden O’nu bilemez

Allah Teâlâ ir şad eder onu ve yardım eder ona

Akıl söylediğimizi görünce ,

Büyük bir iş ve susturucu bir nur görür

Bütün bunlar hadlerin haddi                           .                                .

Eşyadan hiçbiri sınırlamaz O’nu

Şanı yüce Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O salât eder.’322 (Kutsi hadiste ise) Allah Teâlâ kendisini kulun kendisini zikretmesinden sonra onu zikredici olmakla nitelemiştir. Başka bir ifadeyle kulun Hakkı zikri Hakkın için­den kulunu zikretmesini sağlamıştır. Dua eden de Hakta icabeti mey­dana getirir. Bu mertebeden âlemin Hakkın varlığındaki tesiri ortaya çıkar.

Zikrin sahih olabilmesi zikirde zikredileni duymaktır. Allah Teâlâ ise kul kendisini zikredince onu zikredeceğini söylerken doğru söyler! O halde kul Allah Teâlâ’yı zikrettiğinde O’nun kendini zikrini duymuş olması gerekir. Çünkü Hakk doğru sözlüdür. O halde kendisini zikrettiği rabbinin onu zikrettiğini duymayan zâkir, zikri hususunda kendini kınamalıdır. Böy­le biri rabbinin onu zikretmesini gerektirecek bir şekilde zikrin şartını yerine getirmemiştir. Burada iddia anlamına geleceği için açıklanması mümkün olmayan bir sır vardır. Allah Teâlâ bize kendisini zikredeceğimiz tekbir, tehlil, tespih, takdis, tahmid, temcid gibi zikirleri bildirmiştir ve bütün bunlar malumdur. Fakat Allah Teâlâ bize O’nun bizi nasıl zikredece­ğini belirtmemiştir. Bu zikir sahibi, Allah Teâlâ’yı zikredip zikrin şartlarını teşkil eden ihlas ve huzuru tam yerine getirdiğinde, rabbinin onu nasıl zikredeceğini duyar. Başka bir ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in diliyle rabbini hangi zikirle zikredeceği kendisine öğretildiği gibi rabbinin onu neyle zikredeceğini de kendisi öğrenir. Bunu öğrenmediği takdirde, bu düstur sahibi zâkir olmadığı gibi bu zikri yapan biri de değildir. De­mek kİ söylediğimize dikkat etmek zorunludur. Zikrin doğruluk ala­meti, söylediğimizden başka bir şey değildir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM

Menzili'Müstağni olana gelirsek, sen ona destek çikmaktasın'323 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Hakkın sıfatları birinde tecelli ederse

Keşif O, Tek ve Bir’i yüceltir (tecelli edileni değil)

Bu hususta tenzih ettiği Hakk kendisini kınasa da Gelen kınamayı da kabul eder bu yolda

Çünkü o ifadenin niye geldiğini bilir Kınamadaki maksadı anlar

İşler yolları kapattığında

Onları ancak vecd sahibi açabilir                          -

Yaratılışında ortaya çıkan sıfatlar olmasaydı Ne mal ne çocuk olarak onlara bağlanmazdım

Veya ailenin varlığını barınak edinmezdim Hükümdarlar veya sebepler dayanağım olmazdı

Bu gayelere ulaşmak zor

Onları ancak müşahede eden bilebilir

Allah Teâlâ sana ve bize kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ âlemin Hakk ettiği özelliklerle zatın veya ilahi mertebenin Hakk ettiği özellikleri ayırdığında, Hakkın niteliği ariflere ağır gelmiştir. Bu nedenle O’nu her nerede görürlerse, kendilerine tecelli eden izzeti nedeniyle, doğrudan kendisine yönelmişlerdir. Arif bu konuda kınan­dığında, kınamayı özellikle kabul etmiş, onu bir kenara atmamıştır. Bu nedenle arife ilahi bir özellik tecelli ettiğinde, hemen ona yönelmiş, kendisini yüceltmiştir. Kınandığındaki durumu da birinci hali gibidir. Herhangi bir nitelikte kendinden kınamayı uzaklaştıran kişi, böyle bir zevk sahibi değil, (Allah Teâlâ) yolunda kıyasla hareket eden biridir. Böyle bir insan ihtisas kulları arasında hiçbir zaman temayüz edemez. Bu kınamayı kendinden uzaklaştırdığında, Hakkın özelliğine yakışmayan bir şekilde karşılık vermiş demektir. Burada şeriata uyan bir grubun ayakları kaymıştır, hâlbuki böyle bir hal kendilerine yakışmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem söylediğimiz hususa dikkat çekmiş, ifade ettiğimiz görüşü deliUendirme imkânı vermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size kavmin büyüğü geldiğinde, ona ikramda bulununuz’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi dinde kendileriyle savaşmadığınız kimselerden uzak tutar, onlar sizi evleri­nizden çıkartmamış, onlara karşı adil davranın.’324

Bilmelisin ki, halkı arasında otoritesi olan bir hükümdar gelip sana konuk olduğunda, otoritesini ardına bırakmış olabileceği gibi belki de senin ondaki otoriten ve saygınlığın onun kendi otoritesinden daha güçlüdür. Her durumda, o kişi senin konuğundur. Bu durumda onu memnun edecek şekilde kendi mertebesine yerleştirmelisin. Böyle yapınca, hikmete göre hareket etmiş olursun. Allah Teâlâ peygamberini âmâ ve köleler hakkında iki grubun huzurunda uyarmıştır. Binaenaleyh uyarı toplamla birlikte gerçekleşmiştir, yoksa tek başına gerçekleşme­miştir. Benim görüşüm budur. O halde hükümdarlara ve başkanlara saygı göstermek, rabbe saygının bir tezahürüdür. Fakirlere saygı gös­termek ise sadece onların kırıklıklarını telafi etmek (gönül almak) de­mektir. Onların fakirliklerinde düşkünlülderi vardır. Fakirler Allah Teâlâ yolundaki fakirler ise onlara saygı göstermek telafi ve gönül alma sayı­lamaz. Çünkü senin Allah Teâlâ yolundaki bir fakire saygı gösterip onu ka­bul etmen ve kendisine yönelmen, onun fakirliğini gidermez. Onun müşahede ettiği kimse rabbi olduğu gibi öyle fakirlerin gönlünü almak Allah Teâlâ’nın yapacağı bir iştir.

Bu zikri yapan kişi için bu zikir her nerede ortaya çıkarsa çıksın Hakkın bir sıfatıdır. Kınanmış olsa bile, başkasıyla değil, o şahısla ilgilidir. Bunun farkına varmalısın. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM

Menzili ‘Rabbi dağa tecelli ettiğinde onu paramparça etti'™ Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ birine tecelli ederse Bayıltır onu o tecelli

Birine yaklaşırsa Nurlandırır onu bu yakınlık

Tecelli ettiği kimseyi gördüğünde Beni onda gölgem olarak izhar etti

Allah Teâlâ kendinden başkasına zahir değil Her zıtta ve her benzerlikte bu böyledir!

Birinden yüz çevirirse Bu yüz çevirme helak eder onu

Sizin duymuş olduğunuz bu söz

Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki O’nunla söylenmiştir

Her cins ve her tür Her vasıl ve her fasıl

Her duyu ve her akıl

                    Her cisim ve her şekil

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki; tecellideki durum bazen alışık olunan hikmetin tertibinden farklı olarak gerçekleşir. Daha önce tecelliyi kabul edenin istidatlarını açıklamış, ortada bir engelle­menin bulunmadığını söylemiştik. Aksine sürekli bir akış, önüne ge­çilmeyen veriş söz konusudur. Tecelli edilen tecelliyi ortaya çıkartan bir istidada sahip olmasaydı, onun adına tecelli gerçekleşmez, onun da parçalanma veya bayılmakla tecelliye karşılık vermemesi gerekirdi. Bu görüş bize itiraz edenin görüşüdür. Ona şöyle deriz: Bizim sözünü ettiğimiz istidat Hakkın sürekli tecelli ettiği istidattır. Kabiliyetler, tecelliyi kabul etmek için her zaman özel bir istidada sahiptir. Bu isti­dat gerçekleştiğinde, o şey için tecelli de gerçekleşmiş olur. Bu esnada tecelli esnasında varlığın ya beka istidadı vardır veya böyle bir istidadı yoktur. Böyle bir istidadı varsa, onun baki kalması kaçınılmazdır; böy­le bir istidadı yok ve sadece tecelliyi kabul istidadı olup beka istidadı olmazsa, onun baki kalması söz konusu değildir. Böyle bir durumda tecelliye mazhar olan şeyin parçalanması veya bayılması veya fena ha­line girmesi veya gaybet ve bayılma haline girmesi kaçınılmazdır. Böy­le bir mahal için müşahede esnasında müşahede ettiğinden başka bir şey geride kalmaz. O halde arzulanmayacak bir işi arzulamamalısın. Bazı sufıler şöyle demiştir: ‘Hakkı müşahede etmek fena halidir. Onda dünyada veya ahirette hiçbir haz ve lezzet bulunmaz.’ Dolayısıyla tecel­lide derecelenme veya üstünlük söz konusu değildir. Üstünlük ve dere­celenme Allah Teâlâ’nın tecelligâha verdiği istidattan kaynaklanır. Tecellinin gerçekleşmesi bilginin gerçekleşmesinin ta kendisidir. Onların arasında uzaklık düşünülemez ve bu itibarla delil de delilin yönüne benzer. Hatta tecellideki durum hüküm itibarıyla delildekinden daha yetkin ve hızlıdır. Kendisiyle birlikte beka, anlama, haz, konuşma ve kabulün bulunduğu tecelliye gelirsek, böyle bir tecelli surî tecellidir. Başkasını görmeyen kişi, bazen tecelli hakkında bir sınırlama olmaksızın mutlak olarak hüküm verir. Her ikisini tatmış olan ise ayırt eder ve bu durum kaçınılmazdır.

Kardeşimin oğlu Ebu Necib Şeyh Şihabüddin es-Sühreverdî’nin müşahede ile konuşmayı birleştirdiğini söylediğini aktarmıştır. Bu söz üzerine onun bu konudaki makamını ve zevkini anladım. Ancak daha sonra yukarı mertebeye çıkıp çıkmadığını bilmiyorum. Onun tahayyül mertebesinde bulunduğunu anladım. Bu makam herkese ulaşan genel bir makamdır. Seçkinler ise tahayyül mertebesini bildikleri gibi sıradan insanların zevk edemediği başka bir şeyi ona eklerler. es-Seyyarî, biz ve bizimle birlikte tahkik yolunda yürüyen Allah Teâlâ adamları bu makama işaret etmişlerdir.      '

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

BEŞ YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ, peygamberi ve müminler sizin amelinizi görecekti/326 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Yükümlü olduğu her işi yerine getiren

Gerçekte mutlu olur, dikkat et                                                                      ,

Şâri’nin ona bir bakışı var

O ameli getiren kişiyi görür Allah Teâlâ

Adil olan gayret ederek koşar

Her akıllı ve dikkatli böyle

Daha çok azık elde etmek üzere koşar durur

Kuşkulu azık değil, helal bir azık

Bizim amellerimize nazar eder

Hüküm sahibi olan verdiği hükümle

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’327 Her görenin kendine yakışan bir gözü vardır ve onun görme gücünün verisine göre görüleni algılar. Bu bağlamda görüleni bütünüyle ihatayı sağlayan bir göz de vardır. Öyle bir göz Allah Teâlâ’nın gözüyken peygamberin ve mü­minlerin görmeleri ise ihatanın bulunmadığı özel bir görmeden ibaret­tir. Peygamber gönderildiği maksada göre onu görürken mümin ise peygamberden öğrenmiş olduğu bilgi ölçüşünce görür. Demek ki müminin gözü, mertebe bakımından peygamberin gözünün idrakine ulaşamaz. Çünkü müçtehit hata edebileceği gibi doğru içtihatta da bulunabilirken, görevi şeriatı getirmek olan peygamber bütünüyle hakikati söyler. Delaleti arayan adına arzulanan göz budur.

Amelin sureti kâmil bir yapı kazandığında, yükümlüden meydana gelen o ameli Allah Teâlâ görür. Allah Teâlâ onu hem peygamberlere ve müminle­re gösterdiği yönden hem onların amelin suretini görmedikleri yönden görür. Peygamber de müminlerin gördüğü yönden ameli gördüğü gibi aynı zamanda onların görmediği yönden de görür. Müminler ise ameli gördükleri yerden görürler, fakat peygamberin gördüğü yerden göre­mezler. Peygamber müçtehiderin hükmünü onaylayandır: İki müçtehit birbiriyle tartışır ve biri ötekini verdiği hükümde suçlar. Her göz sahi­binde görmek hali eşit olsaydı, âlemde tartışma ve kavga ortaya çık­mazdı. Bu konuda bütün iş Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ işler hakkında hüküm verdiğinde, acaba neye göre hüküm verir? Kendi gördüğüne göre mi, peygamberin gördüğüne göre mi, yoksa müminlerin gördüğüne göre mi? Bu zikir sahibi Allah Teâlâ’nın amelde gördüğü şeye göre hüküm verdiği kıyametteki bazı mertebeleri görür. Bazı yerlerde de Allah Teâlâ kendisinin gördüğüne göre değil, peygamberin gördüğüne göre hüküm verirken bazı mertebelerde de -peygamberin gördüğüne göre değilmüminlerin amelde gördüklerine göre hüküm verir; bazı yerlerde de toplama göre hüküm verir.

Bu zikir sahibi söz konusu hükümleri öğrenip o mertebeleri mü­şahede ederse, bu zikrin sahibidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaş­tırır.’

Menzili'Onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelmiş olsalardı'™ Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Tasarrufunda babası (Adem) gibi olan kimse Nefsine zulmetmiş olsa bile

Günahı nedeniyle Allah Teâlâ’dan bağışlanma diler Değerine değer katar da yükselir

Sonra tahsisiyle onu seçer ve hidayet eder Verdiği hükümle ona döndü diye

Şeriatın onda adil terazileri var ki Hakkı bilen insan o terazilerle hüküm verir

Adalet ve ihsan halinde onu talep eder Anlayışlı insan ihsan ile ortaya çıkar

Allah Teâlâ Hz. Âdem’den haber verirken şöyle demiştir: ‘Rabbimiz! Kendimize zulmettik.’329 Nefsine zulmeden -yoksa nefsi nedeniyle zalim olan değilrabbine dönendir. Buna mukabil nefsi nedeniyle zalim olan ise rabbinin katından çıkmamıştır ki, oraya dönsün; o seçilmişlerden­dir. Nefsine zulmeden kendisi için belirlenmiş meşru Hakk (hakikat) nedeniyle gelir. Söz konusu Hakk, yaşarken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onun suretiyle göründüğü haktır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi tanıtmak üzere sadece ‘Muhammed’ değil, Allah Teâlâ’nın peygamberi denilirdi. Allah Teâlâ da ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir330 diyerek bu duruma dikkat çekmiştir. Başka bir ayette ‘O Allah Teâlâ’nın peygamberi ve peygamberlerin sonuncusudur331 buyurur. Zalim günümüzde elimizde bulunan meşru hakka geldiğinde, bu Hakk ona uykuda veya uyanıklıkta Muhammedi surette bedenlenirse bu zikrin mensuplarından olduğunu anlar. Buna mukabil bedenlenmezse, bu zikrin sahibi değildir. Meşru Hakk ona böy­le bedenlendiğinde, nefsine zulmeden kişi ya bağışlanma diler veya dilemez. Allah Teâlâ’dan bağışlanma dilerken peygamberin suretinin de onun


adına mağfiret dilediğini görmezse -ki peygamber müminlere karşı rauf ve rahimdirAllah Teâlâ’ya gerçek anlamda istiğfar etmediğini anlar. Çünkü onun bu esnada Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemesi, peygambere onun hakkında mağfiret dilemeyi hatırlatır. Bu esnada Allah Teâlâ’yı ise ‘et-Tevvab ve er-Rahim332 olarak bulur.

Bir kez nefsime zulmetmiş olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kabrine gel­diğimde, işin söylediğim gibi olduğunu gördüm. Allah Teâlâ ihtiyacımı yerine getirdi, oradan ayrıldım. Peygambere gelişimdeki yegâne gayem bu düsturdu. Kabrinde kendisini ziyaret ederken bu zikri peygambere okudum. Kabul gerçekleşti, ben de ayrıldım. Hadise 601 yılında ger­çekleşmişti. Kendine zulmedenin nasıl geldiğini açıklamış oldum.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .

BEŞ YÜZ ELLİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ onları artlarından ihata ede/333 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

. Rahman için ihata bir sınırlama

Yaratıkları sınırlar, tecrit hüküm verir

Varlığının çeperlerinden soyutlanırsa bir insan Aklında Allah Teâlâ adına sınırlama kalmaz

Allah Teâlâ, hakkında hüküm verilemeyecek kadar münezzeh Celalinin kabul etmeyeceği bir övgüyü reddeder

O’nun kemali âlemin bütün yönlerini kuşatır Tespih, hamd, tehlil ve övgü olarak

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey O’nun/onun hamdini tespih eder.’334 Allah Teâlâ varlığın kendisi olunca, bilgiyle ihata etmek özelliğiyle nitelenmiştir. Ayette ise ‘artlarından’ diyerek, ilahi koruma amaçlı ihatayı arka cihete tahsis etmiştir. Bunun nedeni insanda iki göz yaratıp onları ön tarafı olan yüzüne yerleştirmesidir. Bütün bunlar adet denilen ve vakıa haline gelmiş durumlardır. Yoksa arka cihet, kendisiyle ön ve yüz tarafın korumasını sağlayacak belirli bir sebebe sahip değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onu zatıyla muhafaza etmiş, kendinden başka koruyacak sebep yaratmamış, insanın yaratılışı kendi önüyle Hakkın önü arasında ger­çekleşmiştir. Onun karşısında bulunan şehadet ve ardındaki gaybdır. İnsan önünden kendi kendisiyle korunurken ardından Rabbi vasıtasıyla korunur. Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye olmadığı gibi onları artlarından ihata etmemiş olsaydı insan arkasından cezalandırılırdı. İnsan Allah Teâlâ’nın onu ihata etmesi nedeniyle kendini korkutacak işlerden emin olmuş, önünde gördüğü şeyle Allah Teâlâ’nın korumasına itimat etmiştir. Bu durum­da hem gayb hem şehadet olarak emniyet elde etmiştir. Başka bir ifa­deyle önünden kendi kendisiyle emniyet gerçekleşirken ardından (Allah Teâlâ’nın korumasına) iman ederek emniyet gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ hangi yönden onu cezalandırırsa, güven halindeyken cezalandırır. Nitekim Allah Teâlâ (ayette geçtiği üzere) ‘köyleri cezalandırırken’ böyle yapar. Onlar zalim köylerdir ve Allah Teâlâ onları artlarından cezalandırır.

Genel ihataya gelirsek, bu ihata, tümel cezalandırma demektir ve ‘Allah Teâlâ kâfirleri ihata edendir335 ayetinde belirli bir yönle sınırlanmaksızm zikredilir. Fakat bu bir sıfatla sınırlayarak cezalandırmadır. Söz konusu sıfat ise kâfir olmaktır. ‘Kâfir olmak’ örtmek demektir ve bu anlamıyla arda benzer, çünkü insan kendisini algılayamaz. ‘İhata’ özel­liğine sahip bu cezalandırmanın -her nerede gelirse gelsingörerek gerçekleştiğine şahit olmadık. Allah Teâlâ velilerinden birini cezalandırdığın­da, ürkmesin diye ardından cezalandırır ve kendisi fark etmesin diye yumuşakça cezalandırır. Farkına vardığında ise bu kez cezanın içerdiği hazzı görüp ünsiyet eder. Çünkü o lezzeti kendini kendinden geçiren bir müşahededen elde etmemiştir. Bu nedenle ‘bel (aksine)’ edatı kul­lanılmıştır ve şöyle der: ‘Aksine o meciâ Kur’an’dır.’336 Yani üzerinde bulunduğu isim ve nitelikleri toplayan kıymedi kitaptır. ‘Levh-i mahfiızda'dır.’ İşarı ve bâtını yorumuyla kastedilen insandır. İnsan/sen bir yönde kendinde değilken, bütün yönler şendedir ve senin dışında bir şey yoktur. Böylece arka yön bu ifadede olumsuzlanırken bir yönden

olumsuzlanmaz, çünkü o sensin. Varlıkta tek hakikat vardır ki, o da sensin.

Bu misallerle ima ettiğim hususların farkına varmalısın.4Allah Teâlâ hak­kı söyler ve doğru yola ulaştırır.'

BEŞ YÜZ ELLİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Zannetme ki kendilerine verilenlerle sevinenler ve yapmadıkları işlerle övülmeyi sevenler,./337 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Yaptıkları işlerle sevinenler için düşünme

Yaptıkları işlerde bir payları yok onların

Onlar insanlarca övülmeyi severler                                                        !

Fiilden onlara ait olan yokluk ve yitirme                 .

Hatmü’l-evliya’nın düsturudur bu                                                            ,

Böyle bir nitelik sahibi yok olur                                   .

O görevleri sağlamca dikilen imam

Temiz, ihsan sahibi, pak imam

Mülkün yönleri ona bakar

Halk, kalem ve levha onu ifade eder

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki; uzun seneler bu zikre bağlanmış ve onu düstur edinmiştim. Öyle ki kendi şehrimde başka zikirlerle tanındığım gibi bu zikirle de maruf olmuştum. Onun açık bereketlerini görmüştüm. ‘Kendilerine verilen­ler’ kısmında geçen olumsuzluk edatı ile ‘yapmadıkları işler’ kısmındaki ifade ‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü338 ile ‘Attığında sen atmadın, Allah Teâlâ attı339 ayederiyle aynı anlamdadır. İnsan fiilin kendisin­de ortaya çıkması nedeniyle bir davranışı meydana getirir, yaptığı iş

nedeniyle övülmek ister, hâlbuki fiil ona ait değildir. Bu hususta insan iddiası ölçüşünce haz alabilir. Fakat bu haz gerçeğin iddia ettiğinden farklı olduğu için rahatsız edicidir. Bu çelişik duruma misal olarak, kibrinin kendisini zorunlu ihtiyaçlarından veya acısını ortadan kaldıra­cak en basit vesileye muhtaç olmasından müstağni bırakmayan zorba ve kibirlinin durumunu verebiliriz. Allah Teâlâ ‘Zannetmesinler ki azaptan kurtulacaklardır340 buyurur. Bunun anlamı şudur: Zannetme ki onlar bundan haz alacaklardır. Bu yorum gerçek değil işarî bir yorumdur. Ve ondan tat almak isterler. Daha doğrusu -arif iselerbundan dolayı haz alma/acı çekme arzuları vardır. Böylece bu zevkte azap ve elemi birleştirirler. Başka bir ifadeyle bir açıdan nimette, bir açıdan acı veren elemdedirler. Şair şöyle der:

Duydunuz mu şöyle bir bela:

Bir tarafı iyi bir tarafı hastalık

Azap verir nimet verir Nimet ile azap verir

Bilmelisin ki, birinci anlamının aksine bir netice veren her zikir, zikredenin haline göre netice vermiş demektir. Nitekim büyük tefsiri­mizde (Tefsir-i Kebir) bunun şartlarını ortaya koymuştuk. Adamlardan kâmil olanları için durum farklıdır. Kâmil zikrin bütün neticelerini bilir. Bunun nedeni onun sınırlanmaması ve ‘Allah Teâlâ’ isminin idaresi ve velayeti altındaki isim ve sıfatların dışına çıkmış olmasıdır. İlahi isimler karşısında insan-ı kâmil Allah Teâlâ ismi mesabesindedir. Bu isim mudaklık sahibi olsa bile, hal veya lafızla sınırlanmış olarak dile getirilir ve bu­nun böyle olması kaçınılmazdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'

Zamanımızdan Kıyamete Kadarki Diğer Kutupları Zikretmemi Engelleyen Sebebin Bilinmesi

Her engellemenin açık, bir sebebi olur                                     '

Bazen de gizlidir o sebep                      .

Bir engel başkasından ortaya çıkar Bir engel kendinden ortaya çıkar

Bazen engel yakınlıktan olur Bazen uzaklıktan          ;

Bazen aklın varlığından ve fikirden Hakkı bulur kendi tenzihinde

İnsanın süsü kendinden

Süsü idrak etmek de onun özelliği ,

Allah Teâlâ seni ve bizi razı olduğu işleri yapmaya muvaffak kılsın, bil­melisin ki; kitaplar Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara varis oluncaya kadar âlemde bulunur ve her devirde o devrin ehlinin kitapla­rı bilmesi gerekir. Bu itibarla her devirde bir kutbun bulunması da gereklidir. Kutup içinde bulunduğu zamanın etrafında döndüğü kişi­dir. Biz onu isimlendirdiğimiz ve belirlediğimizde, bazen kendi dev­rinde yaşayanlar onu adıyla ve sanıyla tanır, mertebesini bilmezler. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın velayeti yaratıkları içinde gizlemiş olmasıdır. Bazen insanların gönüllerinde ve bilgilerinde kutup gerçekte sahip olduğu mertebede bulunmaz. Onlar bu kitabımda kutuptan söz edil­diğini duyunca, onu araştırmaya koyulur, Allah Teâlâ ise kalplerinden iman nurunu çekip alır -nitekim Rüveym böyle demiştir-, ben ise Allah Teâlâ’nın onların cezalandırmasının sebebi haline gelirim. İşte Muhammed üm­metine duyduğum şefkat nedeniyle kıyamete kadarki kutupların adla­rını zikretmedim. Ben insanların kalplerinde veya gerçekte kendisine ve söylediklerime iman edilmesi gerekli bir peygamber mesabesinde


değilim. Üstelik Allah Teâlâ beni böyle bilgileri izhar etmekle görevlendirmemiştir ki, yapmadığımda günahkâr olayım! Öte yandan bu konu ‘Rabbinizdetı gelen hakkı söyleyin, dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin341 ayetinde belirtilen durumla bir de değildir. Öyleyse bütün insanlığa rahmetin yayılması bizim hakkımızda daraltılmasından iyidir. Kuşeyrî Risale’nin başında bu adamları zikrederken aynı yolu takip etmiş, Hallac’ı ise hakkında ortaya çıkan görüş ayrılığı nedeniyle kitabında zikretmemiştir ki kitabında zikredilen adamlar hakkında bir itham ve suçlama meydana gelmesin! Bunun yanı sıra Risaîe’nin başında bazı insanların içlerindeki kötü zannı ortadan kaldırmak üzere tevhit inan­cını zikretmiştir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM

Menzili 'Mülkün elinde olduğu Allah Teâlâ münezzehti/342 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Bu Kutup (ra.) şeyhlerimizdendi ve 58ç’da vefat etmişti.

Mülk ve imam mübarek

Keşif hal ve makam ile

O her zaman melik

Her durumda ve sürekli olarak

rdüğün kemalin sahibidir

Yaratıkların kendisi olduğu için

Senin gördüğün kemalin de sahibi

Onun değeri tamlığa ilave

Keşifle işleri düzenlemek üzere                                                   .

Nur ve karanlık âleminde

Uyanıklıkta müşahede edilir Uykuda olan şeyin aynı

Allah Teâlâ’nın kelamını vahiyle ararız Vahyi kelamda ihsan etti       .

Bu düstur ve makam Şeyhimiz Ebu Medyen’e aitti. O ‘Benim Kur'an'dan surem Mülk suresidir’ derdi. Bu sure iki imamdan birisine ait iken dünyada ve ahirette sürekli bir artışı vardır. Çünkü o sure mülke tahsis edilmiştir ve artış mülkten ortaya çıkabilir. Tekrar edilin­ce, Allah Teâlâ’nın kuluna ihsan ettiği nimete göre, zikredende fazlalık ve artış gerçekleşir, insanlar farklı mertebelerdedir ve artışları da bulundukları duruma göre gerçekleşir. Kim mana ehli ise artış manalardan ortaya çıkar; kim duyu ehli ise artış duyulardandır. Binaenaleyh herkes kendi meşrebini bilmiştir. Allah Teâlâ kişinin kendisinde bulunduğu mertebenin gereği olmayan artışı verip nimet kendiliğinden onda bulunmazsa, bu durum edepsizliğe nispet edilir. Mertebesine uygun olduğunda, kişi­den sevinç, kabul ve şükürde artış gerçekleşirken bunun neticesinde onun için daha çok çoğalma ve amş meydana gelir.

Bilmelisin ki, bu özel zikri yapan zâkire gözlerinin Hakkın eli -ki mülk o eldedirolduğu bilgisinin açılması gerekir. Hakkın kendisini O’nun eli olarak görmeyene mülkü verdiğini görürken Hakk ise söz konusu zâkir yönünden nimet verilenler nezdinde şükredilen olur. Nimete mazhar olan herkes nimetin meyvesini devşirir ve hangi yol­dan ve türden elde edilirse edilsin bütün nimederde onları ortak kılar. Bu durum ancak Allah Teâlâ’nın adamları arasından kâmiller için meydana gelebilir.      ,

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Genel Anlamıyla Hatmü'l-Evliya'nın Bilinmesi

Hatmü’l evliya bir resul İki âlemde de yok bir dengi

O, ruh, ruhun oğlu; anne de Meryem Bu ulaşılacak bir yolu olmayan makam

Adaletle hüküm vermek üzere aramıza iner Bütün hüküm sahiplerinin hükmü ortadan kalkar

Domuzu öldürür veya onu bâtıl yapar Onun Allah Teâlâ’dan başka delili yok

Her durumda ayetle destekler onu Gözüyle görür o ayeti, kefildir

Hidayet işaretleriyle Ahmed’in şeriatını ikame eder Onun tarafından kendisine söylenen söz vardır

Mülkünün vesilesinden ona feyiz akar Fakat her durumda konuktur

Allah Teâlâ bizi ve seni muvaffak eylesin bilmelisin ki, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ katındaki değerinin ve üstünlüğünün bir tezahürü de ümmeti içinden resuller yaratmış olmasıdır. Allah Teâlâ beşeriyete nispeti uzak olan bir peygamberi Muhammed ümmetine tahsis etmiştir. O peygamberin yarısı beşer, diğer yarısı temiz ruh ve melektir. Çünkü Cebrail Hz. İsa’yı Meryem’e ‘Yakışıklı bir adam olarak3*3 görünerek vermiştir. Ardından Allah Teâlâ onu kendisine yükseltmiş, ahir zamanda da ümmeti içinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına göre hüküm vermek üzere hatmü’l-evliya (velilerin sonuncusu) olan bir veli olarak indirir. Binae­naleyh onunla birlikte sona eren, sadece peygamberlerin ve nebilerin velayetidir. Muhammedi velayetin hatemi ise velilerin velayetini bitirir. Bu sayede velinin velayetiyle peygamberlerin velayeti arasındaki mer-


tebeler ayrışır. Hz. İsa veli olarak indiğinde hatmü’l-enbiya ‘bu üm­metten birisi ve başkasının şeriatıyla hüküm veren olması’ bakımından Hz. İsa’nın velayetinin hatemidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de Hz. İsa kendi­sinden sonra inecek olsa bile bütün peygamberlerin hatemidir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın velayetteki durumu böyledir. O, zaman bakımından Hz. İsa’nın kendilerinden birisi olduğu velilerin velayetinin hateminden önce gelmiştir. Onun mertebesini Anka-i Muğrib adlı kita­bımızda belirtmiştik. Orada Hz. İsa ve peygamberin kendisinden söz ettiği Mehdi’den söz edilmiştir. Bu nedenle bu kitapta ondan söz et­meye gerek görmedik. Onun menzili hakkında bir belirsizlik yoktur, çünkü Hz. İsa, Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi, ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi ve Mer­yem’e ilka ettiği kelimesi, kendinden bir ruhtur.’344

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Otuz birinci sifir sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar