OTUZ BİRİNCİ SİFİR 2.Bölüm
BEŞ YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Menzili'Rabbinin
makamından korkana gelirsek...'168 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Rabbin makamı; emanı yok onun Gözlerin gördüğü delildir ona
Ondan kork! Tehlikedir o makam Korkarsan emniyet bulursun
Senin nefsin her işten daralır ve sıkıntı çeker Senden korkması nedeniyle
İçinde bulunduğun bir zamanı kınama
Kınanan sen olursun, zaman değil
İçinde bulunmadığın mekânı doldurma
Evin sahibinin mekânı yok
Sen O’nun benzeri, sen O’nunla
oturan Seninle ünsiyet eden şefkat ve ilgi sahibi
Kalıcılık ve korunmuş huriler orada
Bunun için ‘menzilimiz cennetler’ denildi
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki; ilahî-rabbanî makam, Allah Teâlâ’nın kendisini onunla
nitelediği makamdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildiği için Allah
Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle demiştir: ‘Senden sana sığınırım.’
Bilmelisin ki, her inanç sahibine
göre her efendi makam, o kişinin inancında inşa ettiği tasavvurla ortaya çıkar.
Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine izafe ederek ‘rabbinin makamı’ demiş, makamı
kayıtsız olarak zikretmemiştir. Kur’an-ı Kerini’de Rab ismi sınırlı ve
tamlamalı olarak gelmiş, bağımsız olarak gelmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘vaz1’
itibarıyla rabdir. Rab ismi ise -kelimenin ilk konuluş anlamı
itibarıylahakkındaki inançları içerebilecek ve sahibinin inancında o surede
zuhur edebilecek bir anlama sahiptir. Arif gerçekte arif ise Allah Teâlâ
hakkındaki belirli bir inançla sınırlı kalmayacağı gibi herhangi bir kimsenin
inancını öteki adına eleştirmeye kalkmaz. Gerçek arif (hakkındaki) bütün
inançları toplayan hakikati dikkate alır. Sonra Allah Teâlâ hakkındaki bütün
inançlara şamil bir gözle vâkıf olmakla birlikte, onlardan birisinin inancının
rab hakkındaki bütün inançların benzeri olmasından korkar. Böyle birisi rab ile
beraber olduğunu zannetse bile ‘kendi rabbi’ ile beraberdir, yoksa Rab ile
beraber değildir! Bununla birlikte serbesdiği, herhangi bir (surede)
sınırlanmaması, Hakla her surette ve inançta kabul etmesi ve buna inanmasıyla
birlikte, korkmaya devam eder. En sonunda dünya hayatında gerçeğin onun
söylediği gibi olduğunu belirten müjdeler gelir.
inançta kulun kayıtsızlığının tanımı
budur. Hakk bütün inançlara böyle nüfuz etmemiş olsaydı kenarda bulunmuş olur
ve rablerin çokluğunu dile getirenler doğru söylemiş olurdu. ‘Rabbin
kendisine ibadet etmenize hükmetti.’’169 Yani Allah Teâlâ inanılan her şeyin
aynı olduğu için, her inanılan şeyde kendisine ibadet etmenizi emretti. Sonra Allah
Teâlâ arif için onun kendinden bir delil ortaya koymuştur: Bu delil arifin her
surete girmesi ve her inanç sahibinin inşa ettiği suretleri kabul etmesidir.
Bu kabiliyet ‘Dilediği her surette seni terkip
eder’170 ayetinde belirtilir; bu yorum tefsir değil
işarî bir yorumdur. Tesviye ve düzenleme esnasında her sureti kabul etmemiş
olsaydın, ‘Dilediği her surette seni terkip
eder’171 ayeti
gelmezdi. Hiç kuşkusuz ayet sahih ve söz sabittir. Buradan Allah Teâlâ’nın
inanç suretlerinde tecellisi olduğu ve inkâr edilemeyeceği anlaşılmıştır. Allah
Teâlâ’yı böyle tanımayan kişi, kendisini nitelediğinde rablerden ayrılmış bir
sınırlı rabbe ibadet eder ve her inanç sahibinin nefsinde bulunan, rablerden
hangisinin gerçekte rab olduğunu bilemez.
Allah Teâlâ’nın bu zikirde nefse
hevayı yasaklaması, belirli bir inanç suretiyle sınırlanmayı yasaklamaktır,
çünkü böyle bir insan hevaya ibadet eder. Sonra ‘Rabbinin
makamından korkan’172 arif hakkında zikri tamamlamıştır.
Nitekim ‘Nefsi hevadan uzaklaştıran’173
diye de onu tarif etmiştir. Yani açıkladığımız üzere arzudan uzak kalan
demektir. ‘Cennet onun varacağı yerdir.’174 Allah Teâlâ onun makamının elde
ettiği marifeti örteceğini söylemiştir. Çünkü sınırlı inanç sahibi ona
geldiğinde, kendisini inkâr edecekken nazarî düşünce sahibi onu anlamayacak
veya mümin onu tekfir edecektir. Binaenaleyh ‘rabbinin makamından korkan’
kişiyi ancak kendi ‘rabbinin makamından korkan’ tanıyabilir, başkası değil!
Emniyette olmalısın, sözünüzü
söylemesinden
Sıradan bir insan, Rabbi hakkında
sınırlı inanç sahibi
Allah Teâlâ hakkında açıkladığım
üzere inancı olan kişi
Allah Teâlâ’nın bir mekri ve
tuzağıdır (sınırlı inanç sahibi için)
Mutlak olan sınırlılığı nasıl görür
ki?
Hakkın dilediği işte başlangıç ve
sonuç O’na ait
Kulun mudaklığı Hakkın kendisini onda
izhar etmeyi murat ettiği her sureti kabul etmek iken mutlak meşiyetin sahibi
olan Yaratan hakkında ne düşünürsün? O, zatı nedeniyle suretlerde halden Hakk
girer ve bu konuda bir meşiyeti yoktur. Çünkü meşiyetin konusu yokluktur. Allah
Teâlâ ise varlıktır ve dolayısıyla O’nun meşiyetinin taalluk edeceği bir şey
yoktur. Allah Teâlâ kendinde kuluna tecelli ettiği üzere bulunur. O’nun
meşiyeti Hakkın kendisinde onu görmek istediği bir surette Hakkı görmesi
amacıyla kuluna taalluk eder. Kul sureti gördüğünde, onunla nitelenir ve onu
giyer. Hakk ise onu o surette terkip eder. Bu yorum, ‘Dilediği
her surette’175 yani
halden Hakk girdiği suretlerde ‘seni
terkip eder’176
ayetinin işarı yorumudur. Bu yorum marifet ve inançlarla ilgilidir. Yaratma
ise Allah Teâlâ’nın dilediği bir varlık suretinde terkip edilmekle gerçekleşir.
‘Rabb’in makamından kork, O’nu izafe
etmişsen Fakat O’nu tanımışsan kendinden korkma
Sınırlayandan başkası korkmaz rabden
Dilersen O’nu tamlama yap, dilersen yapma
Çünkü gördüğünün ta kendisidir
O’nu niteleyince O’nunla nitele . -
Gördüğünle sınırlı kalma Keşif
sahibiysen keşfe ilave yapma
. O’nunla ol ve de olma O’nunla
İnsafı bilirsen;
insaf bu demek ,
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Menzili 'De ki;
denizler rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkep olsaydı, rabbinin
kelimeleri bitmeden denizler biterdi, bir o kadar daha yardıma gelse bile...'17? Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Denizler bizim için mürekkep Ağaçlar
bizim için kalem
Onların cızırtıları levhada duyulsa
Kulaklarımız o sesleri duysa
Rabbimin kelimeleri tükenmezdi Hakkı
övmede dağ ile vadi eşitlenir di
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzündeki
ağaçlar kalem, denizler ise ona yardım etseydi, rabbinin kelimeleri tükenmezdi.’178 Başka bir ayette Hz. İsa hakkında ‘O’nun
kelimesidir, Meryem’e atmıştır ve kendinden bir ruhtur’179 buyurur. Allah Teâlâ’nın kelimeleri
mümkünlerin suretlerinden başka bir şey değildir ve onlar sonsuzdur. Sonsuz
olan tükenmeyeceği gibi varlık da onu sınırlayamaz. Demek ki sonsuz olan,
sübutu bakımından tükenmezdir. Bu itibarla sübut (sabidik) hâzinesi,
sınırlılığa imkân tanımaz, çünkü onun genişliğinin ulaşılabilir bir sonu
yoktur. Bu hazine, genişliği hakkında vehminde vardığın her sonun ardındadır.
Bu hâzineden Allah Teâlâ’nın kelimeleri peş peşe ve ardışık tarzda bireyler
olarak tezahür eder. Kelimeler de önceki kelimelerin eserleridir. Öncekiler
ortaya çıktığında, varlık bakımından sonra gelenler onları takip eder. Denizler
ve kalemler de kelimeler arasında bulunur. Denizler mürekkep olsaydı,
kalemlerle onlardan başka tur şey yazılmayacak, kalemler ile varlıkta meydana
gelen kelimeler -varlığa girmiş olmakla mütenahi olsalar biletükenmeyecekti. Hal
böyleyken varlığın kendisini sığdıramadığı mümkünlerin bireyleri hakkında
nasıl hüküm verilebilir ki? İşte mümkünün hükmü budur. Durum böyleyken
mümkünlerin bir parçası oldukları malumlar hakkında ne düşünürsün? Bu husus,
parçanın ve kısmın
sonluluk hükmünü taşımada bütüne eşit
olmasına dair sorutabilecek en garip sorudur. Bununla birlikte malumlar ve
mümkünler arasında derecelenme malumdur. Sonra bilinenlerden her biri veya her
bir mümkünün sürekliliği sonsuzdur. Yine de onların bir kısmı diğerlerinden
sonra gelirken sonra gelen öncekinden eksik, önce gelen üstündür. Her birisi
süreklilikte sonsuzdur. Üstünlük ve eksiklik sonsuz olanda gerçekleşmiştir.
Hakkın varlığı ise kendine mürûr eden bir şey olmadığı için sonluluk veya
sonsuzlukla nitelenmez. O varlığın kendisidir ve varlık kendine mürûr etmekle
nitelenendir. Kendisine mürûr etmenin sonsuz olduğu şey, gerçekte mevcut olması
bakımından sonludur, çünkü kendinde aynı hakikate sahip olmayandan
farklılaşmasını sağlayan bir hakikate sahiptir. O hakikat sayesinde o şey
kendisidir ve bu hakikat onun hüviyetidir. Bu durumda o mevcuttur ve sonlulukla
nitelenmeyeceği gibi varlığı nedeniyle sonsuz olmakla da nitelenemez. Bu
nedenle sonluluğu olması bakımından sonsuz iken bu durum yaratılmışların bu
konudaki durumundan farklıdır. Hâdis olan şeyler onun hakikatine ancak bir gök
kuşağını bilmeleri bakımından bilebilirler. Gök kuşağının renginin değişmesi
yaratılmışların suretlerinin değişmesine benzer. Sonra da bütün bunları
görmekle birlikte renklenen bir şey veya renk diye bir şey olmadığını bilirsin.
Yaratılmışların suretlerinin Hakkın varlığında -ki O varlıktırgörülmesi
böyledir. Bu esnada ‘ortada bir şey yoktur ve vardır’ dersin. Çünkü görüyorken
gördüğünü inkâr edemeyeceğin gibi bildiğin halde bildiğini bilmezlikten gelemezsin.
Bu meselede bilinen görülenden farklıdır. Baş gözü ‘bir şey var’ derken kalp
gözü ‘bir şey yok’ der; birisi verdiği haberde ötekini yalanlamaz. Allah
Teâlâ’dan başka kimse yokken O’nun tükenmeyen kelimeleri nerededir? Müşahede ve
bilgi arasında kalan kişi bu ikisi arasındaki tereddüdü nedeniyle hayrette
kalmışken onlardan birisini tercih eden hayretten kurtulur ve tercih ettiği
yöne -hangisi olursagider.
Hakk şunu ve bunu veren '
Sen bunu al onu da al - •
Sana verdiği her şeyi al
Hayrete düşme.
Bunu bilen kişi Yüce bir imam olur
Bunu söyleyen kişi Onu da söylemeli
Aralarında ortaya çıkar Şundan ve bundan yüz çevirme
Bir kavim bunu söylemiş Bir kavim şunu
demiş
Eşyayı böyle biliniz Hakk olarak bu
şekilde
O halde bütün varlık harfler,
kelimeler, sureler ve ayetlerden ibaret olduğu gibi aynı zamanda cKendisine bâtılın önünden veya
ardından gelemediği’180 büyük Kur’an’dır. Bu itibarla varlık
cevheri korunmuş olandır, dolayısıyla yoklukla nitelenmez, çünkü yokluk
şeyliğin olumsuzlanmasıdır. Şeylik ise varlık ve sübut bakımından bilinendir,
üçüncü bir rütbe yoktur. Şeyliğin olumsuzlanmasını duyunca, bilmelisin ki,
olumsuzlayan kişi sübut şeyliğinden varlık şeyliğini olumsuzlamıştır (bilgide
var olmaktan dışta var olmayı olumsuzlamıştır). Hâlbuki sübut şeyliğini varlık
şeyliği ortadan kaldırmaz. ‘Bir şey değildin’181 ayetinde geçen ‘şeylik’ varlık
şeyliğidir, çünkü ayette varlık bildiren ‘kane’ kelimesi gelmiş, onu olumsuzluk
edatıyla olumsuzlamıştır. Aynı şey ‘Zikredilen
bir şey değildi’182 ayetinde geçer.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Allah Teâlâ’nın
sınırlarını aşan kimse kendine zulmetmiştir, bilemezsin, belki Allah Teâlâ
bundan sonra bir iş yapa/183 Ayeti
Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Varlıklar Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşınca Yargı günü
onların durumu hüsran
Allah Teâlâ’dan başkasının bilmediği hüküm yenilenince Onu
bir terazi de bilmez
İlahi varlıktır o, sana gelmiş olan Hakk İlah’tan inayetle furkan
getirdi
Varlık olmasaydı, hikmetin sırrı
olmasaydı Alemde varlıklar ortaya çıkmazdı
Varlıktır o, onu bilemez
Nakıs olan Hakkın kemalini nasıl
bilsin ki?
Allah Teâlâ bize ve sana Ruhu’l-kuds ve Ruhu’l-emin ile
yardım etsin, bilmelisin ki:
Allah Teâlâ’nın bilinen sınırları
var Onları bilen yüz çevirmez '
Hükmüne bakar, güç alır Durduğu her
halde onlara dayanır
Onları inceleyin, sınırlarında durun
Hakkın şanı için ihlal etmeyin
Sırrı onlarda aleni görürsünüz Bunun
için aşırı gidenler bilmiştir
' Allah Teâlâ’nın yasaklarına düşerseniz Bir de keşif sahibi
olduğunuzu iddia edersiniz
Kendilerine zulmetmiş ve
perdelenmişler İtiraf ettiklerinde Allah Teâlâ’nın muradını
Allah Teâlâ’nın kelamında umut vaki
ve gerçekleşir demektir Öyleyse o sınırda durunuz
Söylediğimi alın ve niteliğiniz
olsun Allah Teâlâ’nın niteliği olduğu gibi umut
O benim katımda zannıma göre bulunur
Allah Teâlâ hakkında hayır zanda bulunun
Allah Teâlâ’nın sınırları, O’nun
yükümlülerin fiillerinde üzerindeki hükümleri demektir. O hükümlerden herhangi
biri ancak başka bir hüküm nedeniyle aşılabileceği gibi ilahi bir hüküm
olmaksızın aşılması ve ihlali mümkün değildir. Demek ki ilahi bir hükmün ve
sınırın aşılması, bizzat başka bir hüküm ve sınırda durmak demektir. Böyİece Allah
Teâlâ’nın hükmü olmaksızın işler hakkında hüküm verilir ki böyle olması gereklidir.
Bu işin ne kadar sırlı olduğuna bakınız!
‘Allah Teâlâ’nın sınırları’ demek
olan hükümler vacip, haram, mekruh, mendup ve mubahtır. Hareket veya durmak
gibi bir tasarrufta bulunan kişi ya vacipte ya haramda ya mekruhta ya mubahta
ya mendupta hareket eder ki bu durum kaçınılmazdır. Tasarruf yapılması vacip
bir işte olup onu terk ederse, yapılması gereldi bir işi terk ettiği için Allah
Teâlâ’nın sınırlarını aşmış demektir. Onu terk ederken bir de vacip olmadığım
ileri sürerek terk etmişse, bu kez vacibi inkâr edecek şekilde haddi aşmış
demektir. Bu konuda Allah Teâlâ’nın hükmünden başka bir hükümle hüküm verilmiş
olması gerekir ve kişi Allah Teâlâ’nın hükmünden yine O’nun olan -fakat o iş
hakkında değil, başka bir durum hakkındaki hükmüdür* başka bir hükme geçer.
Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın yapmasını vacip kıldığı işi terk eder veya terk
etmesini yasakladığı bir işi terk eder. Şeriatın yapmasını vacip kıldığı bir
işi terk etmeyi zorunlu ve vacip saymak, büyük ve aşırı bir ihlal, Allah Teâlâ’nın
yolundan saptıracak şekilde arzuya uymak anlamına gelir. Binaenaleyh yapmak
veya terk etmek suretiyle haddi aşmak günah iken, inanarak haddi aşmak
küfürdür. Bu
itibarla Allah Teâlâ’nın hükümlerini
değiştiren kişi kâfir olmuş ve hüsrana' uğramıştır. ,
Allah Teâlâ’nın sınırlarım aşmanın
başka bir tarzı daha vardır ki, o da hakikatleri değiştirmek demektir. Haddi bu
şekilde aşan insan cahil diye isimlendirilirken bu davranış cehalettir. Cehalet
eşyanın zatî tanımlarını ve sınırlarını bilmemek demektir. Bunlar Allah
Teâlâ’ya izafe edilmiştir, çünkü eşyaya ait sınırlar Allah Teâlâ’nın
öğretmesiyle öğrenilir. Allah Teâlâ bize eşyayı kendileriyle öğreneceğimiz
güçleri verendir; bunlar akıl ve teorik düşünce gibi sayesinde tanımlara
ulaşabileceğimiz güçlerdir. Aynı zamanda tanımlamış olduğumuz şeyler, makul
veya mahsus mazharlarda ortaya çıkan varlıklara ilave bir durum değillerdir;
zuhur eden işe Hakk’tır. Öyleyse akılda veya duyuda zuhur eden şey, bizim
tanımladığımız olduğu kadar, o da Allah Teâlâ’dan başkası değildir.
Binaenaleyh bizim ulaştığımız tanımlar, Allah Teâlâ’nın tanımları ve
sınırlarıdır.
Tanımlananlar bazı özelliklerde ortak
iken bazı özelliklerde birbirinden farklı olabilirler. Tanımları ayrıştıran
fasıllar kendilerini ortaklardan ayrıştıran tanım demektir. Sayesinde
ortaklığın ve ayrışmanın gerçekleştiği her şey, bir varlığın tanımı ve haddi
demektir. O tanımları ve sınırları aşan kişi, hiç kuşkusuz, bilgisizlik ve hakikatleri
değiştirmek diye isimlendirilen bir zulümle kendine zulmetmiş demektir. Hakikatleri
değiştirmek ya onların cevherlerini bütünüyle veya kurucu unsurlarını
değiştirmek suretiyle gerçekleşir. Her durumda insan Allah Teâlâ’nın
sınırlarını aşmış, cahil olmuş; bu itibarla yaratılmışa ait olan tanımla
Yaratan’ı tanımlamaya kalkmıştır. İşleri kendinde olduğu durumdan değiştirmiş,
insanı atın kurucu unsuruyla tanımlamış demektir. Bu durumda bazı kısımlarında
hata yapar ve yanılır, bir kısmını bilir. Bunlar hükümlerin aşılmasında olduğu
gibi gerçekte cahil kimselerdir. Ya da Şâri’nin getirdiği vahyin bir kısmına
iman edip bir kısmını inkâr eden, gerçekte kâfir olan ve kâfirliği imanına
baskm gelen kimselerdir. Tanımlananda kurucu unsurun ortadan kalkması, ortak
özelliğinin ortadan kalkması demektir. Mesela insanın hayvan oluşu,
tanımlananın bireyselliğine göre, atm hayvan oluşuyla bir değildir. Bu nedenle
parçanın ortadan kalkması nedeniyle bütün ortadan kalkmıştır.
Allah Teâlâ peygamberine ‘Sakın cahillerden olma,m ve ‘Sana cahillerden olmamanı
tavsiye ederim’185 diye emretmiştir.
Bu zikirde Allah Teâlâ ‘Bilemez,
belki Allah Teâlâ ondan sonra bir iş ihdas eder’186
buyurur. Çünkü insanın güçleri içinden Allah Teâlâ bize ancak onda yaratmış
olduklarını bildirmiştir. Belki Allah Teâlâ’nın bilgisinde veya imkânda henüz
bizde yaratılmamış güçler bulunur. Öyle ki (var sayalım ki) ata sayesinde
insanın ondan ayrıştığı güçlerden söz edilse, bunları inkâr ederdi. Allah Teâlâ’nın yollarında tarikat ehlinin, aklın
yeteneğinin üzerinde bulunan bir makamın ispatı hakkında söyledikleri sözler
vardır. O makama ulaşmak, Allah Teâlâ’nın peygamber, nebi, veli gibi bazı
kullarında yaratmış olduğu güçle mümkündür ve söz konusu güç aklın verdiğinden
farklı bir bilgiyi insana kazandırır. Bu nedenle akıl sahiplerinin bir kısmı o
gücün verisini inkâr ederken, şeriat bu verileri kabul eder. Bu itibarla biz,
ahiret yaratılışında dünya yaratılışında bulunmayan bazı güçlerin bulunduğunu,
aklın burada o güçlere göre hüküm veremeyeceğini biliriz. Allah Teâlâ’nın bu
güçleri yarattığı bazı kimseler ise zevk yoluyla onlara ulaşır ve dünya
hayatında onlar adına bu durum gerçekleşebilir. Bu nedenle nefs kendisi adına
cennette gizlenmiş ve ‘göz aydınlığı’ mesabesindeki nimetleri bilemez. Cennette
gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın kalbine gelmeyen
nimetler vardır. Binaenaleyh cennette bulunan nimetlerden belirli bir şeyi
belirlemek aklın bilgi imkânının dışına çıkarken aklın ‘imkân’ hükmü vermesinin
sınırı dışında kalmaz. Çünkü aklın Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu hususlar
hakkındaki hükmü bilhassa imkândır veya o konuda hayrete düşer. Bu nedenle
ayette ‘umulur ki’187 edatı gelmiştir. Bu edat (yaratılmış
için) beklenti anlamı taşırken Allah Teâlâ’ya izafe edildiğinde hiç kuşkusuz
gerçekleşmiş (vaki) anlamı kazanır. Bu, dünya yaratılışında Allah Teâlâ’nın
meydana getirdiği durumdur. Bu itibarla hükümlere gelirsek, bu durum, kıyamete
kadar zahirî ilimde malumdur. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi müçtehidin
hükmünün geçerliliğini onaylamıştır ve bu sayede şeriatın hükmü, Allah Teâlâ
katından müçtehiderin kalbine kıyamete değin iner durur. Bazen müçtehit daha
önce aynı hükmün bulunmadığı bir konuda hüküm verebilir ve o hükmü miiçtehidin
Kitaptan, Sünnetten, icma veya açık kıyastan ortaya çıkan delili
gerektirmiştir. İşte bu, hükümler alanında Allah Teâlâ’nın ihdas ettiği yeni
durumdur. Müçtehit veya onun taklitçisi bu hükmü aştıklarında, hiç kuşkusuz,
kendilerine zulmetmiş olurlar.
Bu zikir bu ve benzeri konularda
bilgiler verir. Bu zikir hakkında bu kadar işaret yeterlidir, çünkü bu zikrin
verdiği bilgiler hakkında pek çok tafsilat ve misaller vardır, biz sadece
onların kaynaklarına dikkat çektik. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Menzili'Seni sabit
kılmasaydık, sen de bir miktar onlara meyletmiş olurdun'm
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Dinde başkalara
yönelmek bir mahrumiyet Sonunda ise hüsran var
Azabı
şeriat bildirmiş zaten 1
İki katıyla hem; kalbim iman ve ıhsan
Bu
konuda maslahat gören için iş böyle
Hali
yalan ve iftira olanın durumu nasıl olabilir?
' Allah Teâlâ bilir ki ben ‘O’nunla’
demem -
Rükünlerim
ve eklemlerim kesilse bile .
Vallahibu hüküm
sadece bize ait
Burhanın hakkında
hüküm verdiği kuşku ve şirk gibi
Onu söyleyen kişi masum ve sözünde
de Allah Teâlâ katında delili var
Allah Teâlâ böyle bir hususta, hatta
bizzat bu konuda ‘De ki, ey kâfirler!’189 suresini indirmiştir. Bu sure
Kur’an-ı Kerim’in dörtte birine denktir. Nitekim Kur’an-ı Kerim üçe taksim
edildiğinde İhlas Suresi Kur’an-ı Kerim’in üçte birine denk olduğu gibi ikiye
bölündüğünde Zilzal Suresi onun yarısına denktir.
Bilmelisin ki, bu zikir sana keşif
yoluyla yükümlülük organlarını öğretir. Bunlar sekiz tanedir: Kalp, kulak, göz,
dil, el, mide, cinsel organ ve ayak. Dokuzuncu bir organ yoktur ve yükümlü
organların sayısı cennet derecelerinin sayısı kadardır. Kul ibadetini yaparken
cennetin dilediği kapısından içeri girebileceği gibi dilerse aynı vakitte
bütün kapılardan birden girer. Hz. Ebu Bekir tek bir gün içinde cennetin bütün
kapılarından girer. Öte yandan her organa mahsus bir amel olduğu gibi her amele
de yaratılış âleminden mahsus olan ve keramet denilen bir neticesi vardır;
amelin hali kerameti meydana çıkartır ve keramet yükümlü organla ve o organa
mahsus amelin du: rumuyla ilişkilidir. Her organın amelinde bir
tafsilat ortaya çıkar. Aynı zamanda amelin Hakkın mertebesinden olan bir
neticesi vardır. Bu netice menzil diye isimlendirilir ve amelin makamı onu
meydana getirir. Her menzil Allah Teâlâ katında yükümlü organla ilişkilidir.
Her organa mahsus makamın tafsilatı ise farklılıklarına göre menzilleri
ayrıştırır. Bütün bu hususları Mevakiu’n-Nücûm adlı
kitabımızda açıklamıştık. Mürid için bu kitap, şeyhi mesabesindedir. Mürid her
sürçtüğünde şeyhi elinden tutar, saptığında ve şaşırdığında ise doğru bilgiye
yönlendirir. Kitap müride bu zikirden ortaya çıkan ve kendisiyle doğru yolu
bulacağı organlar üzerinde taksim edilen nurların mertebelerini öğretir. Bunlar
hilal, kamer, dolunay, yıldız, ateş, güneş, kandil ve şimşeğin ışıklarıdır. O
nurların her birisiyle ilahi isimler ve zata ait sıfadar ortaya çıkar. Sıfadar
hayat, bilgi, irade, kudret, kelam, duyma ve görmedir; ilahi zat ise bu
sıfadarla nitelenendir. Her sıfatm bu nurlardan bir ışığı vardır. Ölçülebilir
eşya arasındaki ölçüler ve ilişkiler, buradan öğrenilir. Artık hiçbir husus bu
zikrin sahibine gizli kalmaz, çünkü o bütünüyle nur olmuştur! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’m! Beni nur yap’ hadisinde
belirttiği duası bununla ilgilidir.
Bu zikirden güç sahipleri öğrenilir.
Bunlar sekiz güçtür: Beşi duyu güçleri, diğerleri ise akıl, fikir ve hayal
güçleridir. Bu güçlerin dışındaki güçler, sekiz gücün yardımcısı
mesabesindedir. Bu sekiz güç -ana güçler olsalar bileiçlerinde yardımcı veya
anahtar mesabesinde menzilleri olan güçler de bulunur. Böylece türler
içerisindeki derecelenme süreklidir. Mevakiu’n-Nücûm’da
zikretmiş olduğumuz bu hususlar, bu zikrin vermiş olduklarının bir kısmidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Sabah
akşam rablerinin rızasını arayarak, dua edenlerle birlikte sabret, gözlerini
onlardan ayırma’m Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var ki yaratılış gayelerini yerine
getirmişler
Bir sınıf gidince başka bir sınıf gelir
Onlarla birlikte sabırlı ol! Onların hakkını bilmezsin .
Onlara verilen
rızık sana da verilmezse
İnkisar, zillet ve
yoksul iken verilir sana
Misk kokuları
bulunur, her yandan yayılır
Vasıfların seni
aldatmasın, onların yerleri var
Sufiler işte
bunlardan konuşmuşlardır
Allah Teâlâ sana ve bize o insanların
da desteklediği Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’nın
öyle kulları vardır Ki onların halleri ve fiilleri, Allah Teâlâ’ya
yaklaşmalarını sağlayan bir zikirdir. Bü zikir, Allah Teâlâ’ya dair marifetten
sadece tadanın bilebileceği hususları izhar eder. Bu zikri yaparken sabırlı
davranan, onlara katılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberine emrettiği veya
yasakladığı her davranış, onların hal ve fiillerinin aynıdır. Bununla birlikte
Kur’an-ı Kerim’in içlerine indiği Allah Teâlâ peygamberinin sahabesi olan bu
grup ulaştıkları her şeye ancak peygambere uymak ve ondan dinlediklerine
anlamak suretiyle ulaşmıştır. Allah Teâlâ onlardan dolayı kendi peygamberini
kınamıştır. Bundan sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlardan
birisiyle karşılaşsa veya onların bulunduğu bir meclise otursa, onlar
oturdukları sürece kendisi de oturur, onlar ayrıldığında Allah Teâlâ’nın
peygamberi de kalkıp ayrılır, gözlerini onlardan ayırmazdı. O insanlar
kendisine geldiğinde veya onlarla karşılaştığında ‘Merhaba! Ey Allah Teâlâ’nın
kendilerinden dolayı beni azarladığı kimseler!’ derdi. Onlar da -Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendini konuşmak zorunda hissettiğini
bildilderi içinyanında kısa bir süre kalır, onu meşgul etmezlerdi. Kim bu
zikre devam ederse, bu zikir ona her şeyde Hakkın yüzünü görme bilgisi
kazandırır. Söz konusu zâkir her neyi görürse Hakkın yüzünü onda görür. Onlar
rablerine gece ile gündüz dua edenler değillerdir. Bu vakit rızık elde etme
vaktidir. Allah Teâlâ ‘Sabah akşam onların rızıkları bu
vakitlerdedir’191 buyurur. Kastedilen rızık Araplara
göre sabah ve akşam içilen süttür. Söz konusu insanların sabah ve akşam olari
rızıkları, talibi oldukları Hakkın veçhini bilmekle gerçekleşen bilgidir. Allah
Teâlâ ‘O’nun veçhini (yüzünü) ararlar’192 buyurur. Yani sabah ve akşam
yaptıkları duayla Hakkın yüzünü talep ederler. Onlar, ‘O’nun yüzü
dışında her şey helak olacak’193 ayetinde belirtildiği üzere, her
şeyin helale olacağını bilmiş, baki olanı aramış ve bakiyi faniye tercih etmişlerdir.
Hakkın yüzü eşyada kendilerine tecelli ettiğinde, bu zikri yapan zâkir,
gözlerini O’nun yüzünden başkasına çevirmeyeceği gibi Hakkın yüzü bakan herkesi
sınırlayacağı için çevirmesi de mümkün değildir. Bu zikirde bir yasaklama
gelmiştir (‘gözlerini ayırma’194 ayeti); bunun nedeni onların yüzün
kendisi değil, yüzü müşahede edenler olmalarıdır. Bu zikri yapanların
arasından kendisi için vecih (yüz) tecellisinin gerçekleşip hala zikre devam
eden kişi, sürekli ilahi veçhi müşahedeyi talep etmektedir. Bunun nedeni
mümkünün durumu hakkındaki bilgi ile Allah Teâlâ’nın şanına yakışan edebe
riayettir. Allah Teâlâ kendisi bir hüküm vermiş olsa bile, herhangi bir varlık
O’nun üzerinde hüküm veremez. İlahi edep budur. Bu zikrin ardından aradığı
yüzün/vecih (tecellisinin) ortaya çıkmadığı insan ise zikriyle, duasıyla onun
adına irade edilen yüzün (tecelli etmesini) talep eder. Her halükarda huzurunda
bulundukları sürece Allah Teâlâ’nın peygamberi gözlerini onlardan alıp
başkalarına bakmamıştır.
Buradan hareketle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın velilerini tavsif ederken şöyle
der: ‘Onlar görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir.’ Onlar
görülünce Allah Teâlâ hatırlanır, bunun nedeni muradarı olan ilahi yüzün
nurunun onlar için gerçekleşmiş ve tecelli etmiş olmasıdır. Hakkın yüzünün
tecelli ettiği insanda belli bir eserinin olması gerekir ve bu durum
kaçınılmazdır. Söz konusu eserlerin bir kısmı başkasının görebileceği kadar
açıkken, bir kısmı sadece keşif ehlinin görebileceği kadar kapalıdır; bazen de
onu hiç kimse göremez. Bu kısım en kapalı ve gizli kısım olmakla birlikte
kendiliğinde açıktır ve sahibi onu görür. Nebilerin dışındaki kimselerin böyle
durumlar hakkındaki hükümleri nebilerin (verdiği) hükümlerinden farklıdır.
Nebiler dualarıyla Allah Teâlâ’dan talep ettikleri yüzü müşahede ederken söz
konusu insanları görseler bile, kulların maslahadarı için gönderilmiş olmaları
itibarıyla mutlak anlamda onlarla sınırlanmazlar. Onlar, sadece gönderilme sebepleri
olan maslahadarla sınırlanırlar. Bu nedenle bazen bu ayette ve âmâ hakkındaki
ayette görüldüğü gibi maslahat olmakla birlikte azarlanırlar. Söz konusu
ayette Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Yüzünü
astı ve yüz çevirdi’195 diye hitap eder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın azarına maruz kalmasına yol açan
âmâdan, İslam’a girdiği takrirde pek çok insanın İslam’a girmesine vesile
açacak bir kişinin hidayete ermesiyle ilgili arzusu ve hırsı nedeniyle yüz
çevirmiştir. Söz konusu kişi, Allah Teâlâ’nın kendisi vesilesiyle dinini
güçlendirebileceği birisiydi. Buna rağmen bu bakımdan değil, başka bir hakikatle
ilgili olarak azarlanmıştı. ‘Müstağniye
gelince, sen ona destek çıkıyorsun’196 ayeti buna işaret eder. Allah Teâlâ
ayette şahsın kendisini değil, niteliği zikretmiştir. Bu yönüyle zenginlik
ilahi bir niteliktir. Demek ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gözü
muhtaçlıkla tam olarak nitelenmiş olduğu için ilahi bir sıfata kaymış, Allah
Teâlâ ise onun dikkatini ilahi ihataya çekmeyi murat etmiş, bir sıfatın
kendisini öteki sıfatı görmekten sınırlamamasını istemiştir. Başka bir ifadeyle
‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir’197 ayetinde Hakkın müstağniliğini müşahede
etmek ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım’198 ayetinde tezahür eden Hakkı talep
edici olarak müşahede etmekten daha üstün değildir. Hâlbuki müstağnilik makamı
nerede, bu talep nerede? Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’ya iyi borç veriniz’199 buyurur. Her halükarda Allah Teâlâ
peygamberini belirli bir niteliğin sınırlamasına karşı gayrete gelmiştir: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (birini ötekine tercih etmek yerine) herkese layık
olduğu üzere tebessümle davranmalı, yanındaki zalimler adına bir maslahatın gerçekleşeceği
ölçüde âmânın (gelişi) nedeniyle sevindiğini göstermelidir. Bu itibarla güzel
ahlakın bir parçası olan tebessüm ve tevazu herkesçe sevilen iki davranıştır. Allah
Teâlâ ilahi edep makamına ulaşıncaya kadar peygamberine edep öğretmeyi
sürdürmüş, o makama ulaşınca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Allah
Teâlâ edeplendirdi, ne güzel edeplendirdi’ demiştir. Bu itibarla Allah
Teâlâ’nın zenginlere dönük bir nispeti ve ilişkisi olduğu kadar fakirlere
dönük bir nispeti ve ilişkisi de vardır. Arif insan ise herhangi bir varlıkta
ve işte Hakk’tan gelen tecilliyi kaçırmamalıdır. Allah Teâlâ’nın kullarına
talimi ne güzel! Basiretimiz ve idrak gözümüz açıldığında, Allah Teâlâ’nın
peygambere mertebeler hakkındaki edebi nasıl öğrettiğini, bu öğretimde bizim
de dikkate alındığımızı gördük. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
öğretilen edeple ilişkimiz, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit’ deyimiyle
ifade edilebilir. Allah Teâlâ edebi öğretirken peygamberini dikkate almış olsa
bile, biz de peygamberi örnek alıp ona uyduğumuz için, bu talimin maksadı
sayılırız. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın
peygamberinde güzel örnek vardır.’200 Allah Teâlâ’nın peygamberine yönelik
her eğitici hitabına bizim de ortaklığımız vardır ve bunun böyle olması
kaçınılmazdır.
Ey dostum! Bu zikrin meydana getirdiği pek çor hayrı
incelemelisin. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Menzili'Kötülüğün
karşılığı onun gibi bir kötülüktür, kim affeder ve arayı düzeltirse, onun
ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştıZ201 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Çirkin belli kısımlara bölünmüş Örfe göre ve şeriata göre
taksim edilmiş
Kendine kötülük yapanı affeden kişi
Cezadan uzaklaşmış demektir; kötülük onun kendisi
Çirkinin ve kötünün bulunduğu
yer olma
Allah Teâlâ yüce sıfatla onu
süslemiş
Allah Teâlâ şöyle der: ‘En
güzel isimler 0’nundur.,m Her
yoksulun müsemmasına (isimlendirilen) muhtaç olduğu isimler O’na aittir ve Allah
Teâlâ’nın dışında muhtaç olunan kimse yoktur. Allah Teâlâ ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’203 buyurur. O’na ise ancak örfe veya
şeriata göre güzel isimler verilebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ isimlerini
‘hüsna (güzel)’ diye nitelemiş, bize ‘O isimlerle dua ediniz’ demiş, sonra bize
tavsiye etmek üzere, Allah Teâlâ’nın isimleri hakkında ‘Yanlış yöne
sapanları bir yana bırakın’204 diye emretmiştir. Yani Allah
Teâlâ’ya isim vermek üzere güzel olmayan isimlere yönelenleri dikkate almayın.
Gerçi o isimler de anlam bakımından O’nun isimleri olsalar bile, örfe ve
şeriata göre iyi-güzel olarak nitelenmedikleri için Allah Teâlâ’ya isim olarak
verilmemişlerdir. Allah Teâlâ ‘Onun gibi
bir günahtır’205 der.
Birinci günah sahibinin Allah Teâlâ katında günahkâr olduğu dinî günah ve
kötülük iken karşılık vermekten kaynaklanan ikinci günah şeriata göre kötü
olmasa bile cezaya maruz kalanı üzen bir fiil olması bakımından kötüdür. Misal
olarak şarta bağlı olarak affetme yetkisinin bulunduğu kısası verebiliriz. Allah
Teâlâ ehli Allah Teâlâ’nın kötülüğe karşılık vermeye ‘kötü’ dediğini ve ‘Onun
gibi kötü’ buyurduğunu görmüşlerdir. Böyle bir davranışı yapan insan da o davranışın
kötü diye isimlendirilmesi ölçüşünce ‘kötülük yapan’ diye isimlendirilir. Bu
nedenle Allah Teâlâ ehli kötülüğün bulunduğu bir mahal olmaktan kaçınmış, Allah
Teâlâ’nın kendisini takdis ve tenzih etmek için zatı hakkında -güzel isimleri
kullandığı gibikullanmadığı bir isimden (kötü) nefislerini korumak iradesine
uyarak, misliyle cezalandırmaya karşı affı yeğlemişlerdir. Allah Teâlâ
kötülüğün bırakılıp cezalandırmaya kalluşılmamasına dikkat çekerek ‘Kötülüğün
karşılığı onun gibi bir kötülüktür’206 buyurmuştur. Ayette ‘kötülük yapanın
cezası’ denilmemiştir. Kötülük yapan kişi yaptığı kötülük ölçüşünce kötülükle
cezalandırılır. Kötülük ise ortadan kalkmıştır ve -kendisi mevcut olsaydı
bilebir karşılık kabul etmez. Karşılık kabul etseydi, kendisi de ortadan kalkardı.
Mesela saldırıya maruz kalan kişinin yaralandığını düşünelim. Yaralanan kişi
kısas hükmüyle saldırganı yaralarsa, o da yaralanmış olur, fakat kendisi
yaradan kurtulmaz. Binaenaleyh kötülük karşılığı kabul etseydi, hiç kuşkusuz
kendisi ortadan kalkardı; hâlbuki kalkmamıştır. O halde ceza yükümlüde
kalmıştır. Kötülük yükümlünün fiili olup mefulü olmasa bile, fiil zamanın
geçmiş olmasıyla birlikte ortadan kalkmıştır, dolayısıyla ona karşılık vermek
mümkün değildir. Çünkü kötülük yok olmuş, geride günah işleyen mahal kalmıştır.
Bıı durumda kötülük yapan insan günahın mertebesine yerleştirilmiş, onun adıyla
adlandırılmış, ceza kötülüğe izafe edilmiştir. Bu nedenle kötülük yapan kişi,
kötülüğün hükmüne sahiptir. ‘Kim
size karşı haddi aşarsa siz de size yapılana göre onlara cevap veriniz.,20? Sözün
en doğrusu budur. Bununla birlikte bütün ilahi sözler doğru ve sahihtir. Fakat
sözlerin arasında bize nispede doğru ve daha doğru olanları vardır. Çünkü daha
önce de ifade ettiğimiz üzere, benzerlerin bulunduğu bir şeyde derecelenmenin
bulunması kaçınılmazdır. Hiçbir şey Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden yukarıda
değilken ilahi isimler, ihatalı olanlar ve olmayanlar diye derecelenmiş, bir
ilahi isim ötekinden aşağı, öteki diğerinden üstün olmuştur.
Ceza her zaman misle göre verilirken
ölçü ve tartının dışında kalan kısım -eksiklik olarak değil, fazlalık
şeklindecezanın dışında kalır. Bu nedenle Hakk iyiliktekinden farklı olarak
kötülüğe misliyle döner. İyiliğe karşı daha fazlasını vermek verenin
övülmesini sağlayan bir erdemdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dokuz
kişiyi öldüren hakkında ne güzel buyurmuştur. Dostum, iyi dinle! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ona kısas cezası hükmü vermiş, sonra cBu
adamın öldürülmesi onun öldürmeleri gibidir’ demiştir. Hadis ‘kötülüğün
cezası kötülüktür’208 ayetini tefsir ederek kısası
uygulayanı katil diye isimlendirmiş, onu bırakmış ve bağışlamıştır ki, bu
davranış siyasetin en büyüğüdür.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Temiz şehrin
bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkaZ209
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Hakka muvafakat kökleri temiz olanın
işi Allah Teâlâ dilediği üzere şeriatı getirince uyar
Şeriata karşı direnmek ise doğadaki habislikten direnir
Çalman kapıları açan bilir
bunu
Doğanın bilinmezliklerinde bulunan
sırlara sahip O’nun sanatından, yaratırken izhar ettiği şeydeki sırları
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in çağırdığı bir insan gibi Daha önce topladığı her şeyi getirmiş
Başkası ise kazandığının yarısını
getirmiş Hepsinin ellerinde olana karşı tamahı vardı •
Onların sözlerini söylediğimizde
Rabbinin çağrısına uyan bir kul dedim
O kul emre koştu, kimseye bakmadan
Veya gecikmede zarar veya faydaya bakmadan
Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve
bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ bizi davet edip biz de davet
edildiğimiz işe icabet ettiğimizde bu zikir bir süreliğine Allah Teâlâ
tarafından bize verilmişti. Sonra bizde Allah Teâlâ ehlinin bu yolda aşina
olduğu bir fetret devri ortaya çıktı; yola giren herkes o fetrede karşılaşır.
Fetret gerçekleştiğinde, onun ardından ya daha önceki ibadet ve gayret hali
geri gelir veya fetret hali kişiyi bırakmaz. Fetret halinden dönenler Allah
Teâlâ’nın kendilerine ilgi gösterdiği ilahi inayete mazhar olanlardır. Fetret
hali bizde etkin Hakk gelince, bir vakıada Hakkı şu ayederi bize okurken
gördük: ‘O rüzgârları rahmetinin önünde
müjdeci olarak gönderendir, yüklü bulutları sevk ettiklerinde o bulutlar ölü
bir toprağın üzerine gelir ve oraya yağmur
indirirler.’210 Sonra
şöyle buyurur: ‘Temiz
şehrin bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkar.’211 Ayetle kastedilenin kendim olduğumu
anladım ve şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ bize okumuş olduğu ayede, daha önceki
tevfik haline dikkatimizi çekmiştir.’ Daha önce Allah Teâlâ, Hz. İsa, Hz. Musa
ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in eliyle bizi o tevfike, yani razı
olacağı işleri yapma makamına erdirmişti. Bu itibarla bu yola girmemiz Hz. İsa,
Hz. Musa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in görüldüğü bir rüyayla
gerçekleşmişti ki o rüya Allah Teâlâ’nın bize dönük rahmetinin bir neticesi ve
inayetiydi. ‘Rüzgârlar yüklü bulutları hareket
ettirdiğinde.. .’212 ifadesi tevfik ile
eş anlamlıdır. ‘Onu ölü bir toprağa sevk ettik.’213 Ölü toprak bendim. ‘0 suyla ölümünden sonra toprağa hayat
veririz.’214
Kastedilen bizde tecelli eden tövbenin kabulü, salih amel ve ona bağlanmanın
nurlarıydı. Sonra misal vererek şöyle der: ‘İşte
bu şekilde ölüleri çıkartırız, belki öğüt alırsınız.’215 Burada bir rivayete işaret edilir.
Cisimlerin yaratılışı hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen
bir rivayette ‘Allah Teâlâ göğün tıpkı erkekten çıkan meni gibi yağmur yağdırmasını
sağlayacaktır.’ Sonra şöyle eklemiştir: ‘Temiz
şehrin bitkileri rabbinin izniyle (temiz) çıkar.’216 Kastedilen temiz (idrak) mahalli
nedeniyle Hakka uymak, O’nun sözünü duymak ve O’na itaattir. Ayette geçen
temizin zıddı, nefsin ve tabiatın hâkim olduğu kişidir. Böyle biri gerçekte
inayete mazhar olsa bile kendinden çer-çöp çıkan bir yere benzer. ‘Allah Teâlâ’nın
zincirlerle cennete sevk edilecek kulları vardır’ hadisiyle ‘Göklerde
ve yerlerdeki her şey dileyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder’217 ayederi bu konuya işaret eder. Biz de
bu hitaba karşı ‘Ey Allah Teâlâ’m! Severek geldik’ dedik.
Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ bu insanın
varlığını kendine ibadet etsin diye yarattığında, onu önce zayıf ve muhtaç
yaratmış, bu esnada insanın ibadeti zorunlu ibadet olmuş, yaratılışı bu hal
üzere devam ederken sonra kendisine güç vermiş, kendilerini kullandığında
kuvvet kazanacağı sebepleri izhar ederek bu sebeplerin ardına gizlenmiştir.
Artık sadece perdeleri gören insan Hakk’tan habersiz kalmış, O’nu müşahede
edememiştir. Allah Teâlâ, kendini yükümlü kıldığı amellerle sebeplerin ardından
insana nida etmiş, ameller ‘ibadet’ diye isimlendirilmiş, bu sayede insanın
dikkati aslına çekilmiştir. İnsanın aslı, zatından kaynaklanarak zevk yoluyla
aşina olduğu zorunlu kulluğunu inkâr etmez.
Ardından zorunlu bir şekilde bildiği
sebepleri görmekle baş başa kalır. Başka bir ifadeyle sebepleri tabiî bir
şekilde kabul ederken kendisini davet eden gayb âlemindedir. Bu esnada ortada
zahir veya bâtın ya da gayb veya şehadet bir şey bulunduğunu anlar. Sonra
kendine bakar ve görür ki nefsi de gayb ve şehadet özelliğinde bileşik bir
varlıktır. Onu, bu sebeplerin ardından, muhtaçlığını (hatırlamaya) davet eden
de görünmez ve gaybdır. Onun nefsi üzerinde gaybın şehadetle ilişkisi
güçlenirse ‘Bitkileri rabbinin izniyle ortaya çıkan temiz bir şehir’ haline
gelir ve davetçiye icabete koşar. Böyle biri, haklarında ‘İyiliklere
koşanlar, onlar iyilikler için yarışanlardır’218
denilen nefislerdendir. Söz konusu nefis sebeplerin birbirinden farklı
olduğunu ve hangi sebep ortaya çıkarsa ötekini gereksiz Hakk getirdiğini
görmüştür. Bu durumda zatı gereği belirsiz bir şeye muhtaç olduğunu anlayarak
ona yönelir. Nefis sebepleri görmüş, onların birbirinden meydana geldiklerini
ve bir kısmının ötekilerden müstağni kaldığını öğrenmiştir. Bu itibarla bazı
sebepler gizlenirken bazen bir sebep ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. İbrahim’in
aklına gelmiş olan şu söz onun da akima gelir ‘Ben
kaybolanları sevmem’219 der. Aynı zamanda nefs bazı
sebepleri meydana getirebildiğini görmüştür. Bunlar, kendisine yönelmiş olduğu
o sebebin varlığı nedeniyle, yükümlü olduğu zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak
üzere kullandığı sebeplerdir. Bunun üzerine nefis var olmak için kendisine
muhtaç kalan ve bu nedenle de ona beiızeyen sebeplerin onu köleleştirmesini
kabullenmemiş, hiçbir şekilde muhtaç olmayan zengin ve müstağniye dayanmak
istemiştir. Öyle birine dayanma arzusunun nedeni ise nefsin izzeti, kendini
beğenme duygusu, Allah Teâlâ’nın onun tabiatında yaratmış olduğu yeryüzünde
büyüklenme ve hemcinslerine karşı egemen olma arzusudur. Bütün bunların
ardından nefis şöyle der: ‘Bu görünmeyen davetçiye uyayım, belki ne olduğunu
görürüm, belki de aradığımın ta kendisidir.’ Böylece davete icabet etmiş, onun
gereğine göre davranmış, toprağı rabbinin nuruyla aydınlanmış, ‘bitkileri rabbinin
izniyle çıkan temiz bir şehir’ haline gelmiştir.
Başka bir nefis davete uyan nefsin
tersine hareket ederek, görüneni görünmeyene tercih etmiş ve üstün tutmuş, asıldaki
muhtaçlığı sebeplerin farklılığını ve her sebebin başka bir sebepten meydana
geldiğini ona göstermemiş, şöyle demiştir: Belki beni davet eden görünmez
varlık görünen sebepler gibi pek çoktur. Onlardan biri ötekini gereksiz Hakk
getirir. Ona uyacağıma, bulunduğum halde kalayım ve zan uğruna kendimi
yormayayım.’ Böyle diyerek, davetçiye uymak yerine, yerinde çakılır kalır. Allah
Teâlâ hikmetiyle belli bir vakit bütün sebepleri ondan keserek onu muhtaç
halde bırakır. Böyle bir nefs görünüşte dayanabileceği bir sebep bulamayınca,
belki elinde kendisini bulunduğu darlıktan çıkartacak bir imkân vardır umuduyla
kendisini çağıran görünmeyene yönelir ve zorunlu bir şekilde onun davetine
icabet eder. Böyle biri verimsiz çer-çöpten başka bir şey yetişmeyen verimsiz
bir toprağa benzer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Denizde
size bir sıkıntı ulaştığında.. .’220 Burada Allah Teâlâ
sebeplerin ortadan kalktığı yere dikkat çekmiştir. ‘Dua
ettikleriniz ortadan kaybolur.’221 Yani sebepler kaybolur. ‘Geride
sadece O kalır.’222
Sebepler kalkınca, Allah Teâlâ kurtarıcı sebep olur. Sonra da o insanı
kurtarıp selamete çıkarttığında, kişi şöyle der: ‘Beni kurtaran birbirinden
meydana gelen sebeplerden biridir.’ Allah Teâlâ’yı sebeplerden birisi yapan bu
kişi, kendisinden ancak çer-çöp çıkan bir müşriktir ve bu nedenle süratle
görünür sebebe koşar.
Böylece iki grup birbirinden ayrışır.
Bu yönüyle asıl böyle hüküm verdiği için âlemde bu konumdaki iki fırka vardır.
Nitekim asılda da cebir ve ihtiyar, yani zorlanma ve seçim vardır. İhtiyar
nedeniyle elli vakit namaz onar onar azalarak beş vakte kadar inmişken ihtiyar
olmadığında onları beş vakit olarak belirlemiştir, ardından ‘Benim
nezdimde söz değişmez’223 buyurur. Burada O’nu icbar eden
malumun verdiği bilgiydi ve Allah Teâlâ herhangi bir şey hakkındaki bilgisini
aşmaz. Zorunluluk ve zaruret halinde Allah Teâlâ’ya yönelenler, farkında
değilken bu asla yönelmişlerken öteki grup ‘Dilediğini
yapandır’224 olması
bakımından ihtiyar (seçim) hükmüne dayanır. Hakka dönerken zorunluluk halindekiler
daha doğru iken ihtiyar ve seçimle hareket edenler muvaffak ve mutlu
kılınmışlardır. Çer-çöpten başka bir şey çıkartmayan yerin ilahi hallerden
karşılığı ‘Yaptığım bir işte mümin kulumun canını alırken gösterdiğim tereddüdü
göstermedim, o ölümü sevmezken ben gecikmesini sevmem, onun bana kavuşması
kaçınılmazdır’ ifadesinde dile getirilen tereddüttür. Kutsi hadisin anlamı
şudur: Ben istemesem bile onun canını almalıyım ve buna zorlayan odur. Ben
ondan ölümünün gerçekleşeceğini öğrendim. Allah Teâlâ’taki bilgi, bulundukları
hal üzere mümkünlerden meydana gelmemiş olsaydı tereddüt ortaya çıkmayacağı
gibi Allah Teâlâ fiillerinin bir kısmını istemeden yapmazdı.
Bu zikrin vermiş olduğu yaklaştırıcı
bilgiye dikkade bakınız. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM
Menzili'İnsanlardan
gizlerler, Allah Teâlâ’dan gizlemezler, Allah Teâlâ onlarla beraberdir, Allah
Teâlâ onların yaptıklarını biliZ225
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah
Teâlâ’yı bilmemek beni bilmemek ,
Bunun için nefsim gizlendi benzerlerimden
Bildim ki Allah Teâlâ bana bakar ' , .
Akla gelmediğini söylediği
bir hususta
Yüce İlah bize sorunca cevap verilir
‘Niçin
yaptınız?’ diye biz deriz ki ‘hüküm Hakk ait’ ,
Hal vergidir, sen verirsin onu
Varlığımı korumadın mı benzerlerim gibi
Beni kınama,
bildiğini kına sen
Sen onu bilirsin,
sözün ve ifadenin rabbini
Allah Teâlâ bize ve sana kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’yı bilmemek kendini
bilmemenden kaynaklanır. O kendisine dair delili senin kendini bilmen kılmış,
ayeti nefsine yerleştirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’dan aktarırken ‘Kendini bilen rabbini bilir’ demiştir. Allah Teâlâ ne
güzel buyurur! ‘İnsanlardan gizlerler.’226
İnsanlar yaratılışları gereği unuturken unutmayan ve zayi etmeyen Allah
Teâlâ’dan ise gizlemezler; hâlbuki işin tam tersini yapmak daha uygundur.
Bununla birlikte herhangi bir varlığın ve işin Allah Teâlâ’ya gizli kalması
mümkün değildir. İnsanlardan gizlemenin sebebi ise hal ve imkân ölçüşünce
tahakküm özelliğini sevmek, övülmek ve methedilmek arzusunun insanın yaratılış
özelliği olarak bilinmesidir. Bir insanın (gizlemek istediği) işaret edilen
davranışı öğrendiklerinde, onu yapanın saygınlığı kendini görenin gözünden
düşer ve kişi kınanır ki bunun nedeni aynı cinsten olmaktır. Bununla birlikte
insan o işi yaparken Allah Teâlâ’nın kendisini ihata ettiğini bilir. Amel
sahibi ilahi isimlerin o işi yaparken onun adına sıralandıklarını, bilhassa
el-Halim ve es-Sabur isimlerini görür. Anlar ki Allah Teâlâ’dan gizlemek,
imkânsızdır ve dolayısıyla yapılan işin yerine getirilmesi kaçınılmazdır. Böyle
bir insan inançlıysa istemeden o işi yapar. Onun durumu Hakkın mümin kulunun
canını istemeden alışına benzer ve kendinde hareket edebileceği bir genişlik
bulur. Hatta şöyle de diyebilir: ‘Burada ben Hakk ile eşitim.’ Böyle bir sözü
edepsizden başkası söylemez. Bakınız! Allah Teâlâ ayetin devamında şöyle der: ‘Allah
Teâlâ onların yaptıkların kuşatır.’227 Allah Teâlâ kişinin içinde bulunduğu
ameli kendi nefsinden ihata ettiğine dikkat çeker. Başka bir ifadeyle bazı
şeyleri kerih görmekle birlikte onları yarattım, bazı şeyleri de (yaratırken)
sevdim. Böyle demesinin nedeni mümin kulu için mazeret tespit etmektir. Çünkü Allah
Teâlâ’dan gizlenilen ve bu nedenle gizli yapılan bir işi sadece mümin nahoş
bulabilir. Başka bir ifadeyle yapılan işin dirice caiz olmadığına inanan mümin
onu nahoş bulur. O halde Allah Teâlâ’nın eşyayı ihata etmesi bizdeki ‘zevk’
bilgisinin benzeridir. Zevk yoluyla bilmek demek eşyayı ‘kendinden’ bilmen
demektir. Yani ‘zevk’ itibarıyla onlarla nitelendiğinde (kendilerini bilmiş
olursun). Bilinen şeyin (malum) bilenin hali olduğu kimseyle, öyle olmayan
bilenin arasında büyük fark bulunur. İkinci kişi bilinen hakkında sahih
bilgiye sahip değildir. Allah Teâlâ ayette ‘O’nun
razı olmayacağı sözleri söylerler’228 der. Kastedilen açıkça söylenen kötü
sözlerdir. Allah Teâlâ kötülüğün açıktan söylenmesini istemez. Bir sözün kötü
olduğu hükmü ancak sözden öğrenilebilir; söz olmasaydı, ona dair bilgi bize
ulaşmayacaktı. Kötü olduğunu bildirmek üzere kötüyü söylemek, iyi bir sözdür ve
onu söylemek, öğretim amacı taşıdığı için hayırlı bir davranıştır. Allah Teâlâ
yükümlünün bunu kullanmasına hükmettiğinde, kötü sözü açıkça söylemez. O halde
âlemde amelde ortaya çıkan her hükmün ilahi bir dayanağı vardır. Amel hayırlı
ise dayandığı ilahi isim onun karşılığını artırırken, amel kötü ise dayanağı
kötü fiile şefaat ederek sahibinin mazeretini Allah Teâlâ katında ortaya koyar.
Bu nedenle yükümlü kulların varacağı yer her şeyi kuşatan rahmettir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
BEŞ
YÜZ OTUZ BİRÎNCİ BÖLÜM
Menzili'Bulunduğunuz her
işte veya okuduğunuz Kur'an'da veya yaptığınız işte biz sizi görürüz'229
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Kul bir işte Rahman bir işte
Hakkın olduğu iş benim işim değil
Bir ömür O’nun işinde fani olmalıyım
Onun işine işle karşılık vermeliyim
O olmasaydı gözüm başkasına bakmazdı
Bildik ki O benim aynım, gözüm! .
Ben O’nu görünce
unuturum kendimi
Hatta ben unutmam;
unutmak beni unutur
Bu düstur uzun süre benimsediğim bir
düsturdu. Öyle ki onun adıyla isimlenmiş, farkında değilken onunla bir
olmuştum. O düsturun saymaya gücüm yetmeyecek berekederini gördüm. Allah
Teâlâ’ya vekil olarak nefsim üzerinde gözetmen ve murakıp iken kendisinden
murakabeyi öğrendiğim düstur oydu. Vekildim, çünkü nefsi masum peygamberin
diliyle indirilen temiz şeriatta belirlenmiş özel niteliğe sahip olmasını
emreden Allah Teâlâ’tı. Bunun yanı sıra kalbime gönderdiği ilhamlar ile tüm
hareketlerimde ve duruşlarımda olduğu kadar kullarında belirlemiş olduğu sınır
ve ölçülerinde rabbimi ve O’nun emirlerini murakabe ediyordum. Ben O’nun emir,
yasak ve iradesi arasına bir terazi olarak yerleştirilmiş, emre aykırı
gelenlerde aykırılıkları, uyanlarda da uyum yerlerini görebiliyordum. Bu makama
beni yerleştiren ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i yaşlandıran sure
(içindeki bir ifadeydi). O ifade -benim bilgime göre‘Sana emredildiği gibi
dosdoğru ol’230 ayetidir. Allah Teâlâ’nın emri iradesine uygun
olduğunda, emrettiği üzere istikamet ve uyum gerçekleşirken emir iradeye
uymadığında iradenin hükmü gerçekleşir ve emrin memurda hükmü ortaya çıkmaz.
Bu haldeyken kendisine karşı gelinmeyen ilahi emrin mahiyeti ile onunla kimin
yükümlü olduğunu öğrendim. Öte yandan kendisine bazen itaatsizlik yapılabilen
emrin mahiyetini de öğrendim. Gördük ki, o emir vasıtayla gelen emirdir. Başka
bir ifadeyle o emir, lafzı ve surî bir emirdir. Bu emir -emrin kendisi değilonun
kipidir. Kendisine karşı gelinmeyen ilahi emirle memur olan kişinin ise
mümkünün hakikati (ayn-ı sabite) olduğunu gördüm. Allah Teâlâ ona ‘ol’ sözüyle
yaratmak üzere yönelmiş, ‘o da
meydana gelmiştir.’231 Böyle bir emir muhatabın herhangi
bir şekilde karşı gelemeyeceği emirdir. Yükümlü insan ise (emirle) var olan
şeyin ortaya çıkacağı mahal iken var olan da tekvinin mahallidir. Böylece Allah
Teâlâ şahitliğe ‘ol’ der, o da ölür. Onun bulunduğu yer, kendisini söyleyen
şahidin dilidir ve bu nedenle şahidik -onun tarafından yaratılmış olmasa
bileortaya çıktığı yere nispet edilir. Şahitlik o yer tarafından yaratılmamış,
Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır ve yükümlülerin bütün fiilleri böyledir.
Söz konusu fiilin itaat veya günah olması, o şeyin kendisi değil, Allah
Teâlâ’nın fiil hakkındaki hükmüdür.
Bu halde iken eşyanın benim zatımda
veya başkalarının zatında Allah Teâlâ’yı zikreden, O’nun hamdini tespih eden
somut varlıklar olarak yaratıldıklarını müşahede ediyordum. Bununla birlikte
onlara günah veya itaat ismi veriliyordu. Allah Teâlâ’dan ‘günah’ denilen şeyin
gerçek varlığının olup olmadığım öğrenmek istedim. Acaba günah denilen şey ile
itaat denilen arasında fark var mıdır, yoksa hükümleri bir midir? Mesela Allah
Teâlâ taşkınlığı emretmez, fakat meydana gelen bir şey O’nun emrinden meydana
gelir. Acaba günahın yaratılması söz konusu mudur, değil midir? Allah Teâlâ
bana ‘günah’ denilenin terk, terkin ise la-şey, yani
hakikati olmayan hiç olduğunu öğretti. Biz de günahın, işaret ettiği gerçek bir
varlığı bulunmayan yokluk gibi olduğunu gördük. Bu itibarla (günah veya iyi)
yapılmayan emirle uyulmayan yasakla sınırlıdır ve bunun dışında bir şey söz
konusu değildir. Bana ‘namazı kıl!’ diye emredilip namazı kılmazsam, Allah
Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş, asi olmuş olurum. Binaenaleyh ‘yapmadım, muhalif
oldum’ sözünün altında varlığı olmayan madum bir şeyden başkası yoktur. Aynı
şey bana ‘yapma’ denilen yasak için geçerlidir. Allah Teâlâ ‘Birbirinizin
gıybetini yapmayın’232 buyurmuş, ben ise O’nun yasağına
uymamışımdır. Uymamanın karşılığı ise varlıkta bulunan bir şey değil,
yokluktur, çünkü o bir olumsuzlamayken ben emre uymayıp gıybet ettim. ‘Gıybet
ettim’ demek, benim dilimde Allah Teâlâ’nın tekvini emirle var etmiş olduğu
bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Var olan o şey gıybet denilen özel bir yolla benim
dilimde mevcut olmuştur. Bu itibarla o söz, ‘of diyen yaratıcısının ve
efendisinin sözüne uymuşken, bana o sözle ilgili olarak efendimin yasağına
uymamak izafe edilmiş ve emre uymak hali benden olumsuzlanmıştır. O halde her
iki durumda da var olmayan bir şeyi almış oldum; emri terk ve yasak! Benim her
nefes bir işte (şe’n) bulunmam kaçınılmazdır, fakat içinde bulunduğum iş bana
ait değildir. Çünkü benim varlığımda ortaya çıkan şey Allah Teâlâ’ya aittir. Bu
durum ‘O her gün bir iştedir’233 ayetinde belirtilir. Söz konusu
işler bizde ortaya çıkarken bizim hakikatlerimiz onlardan meydana gelir. Allah
Teâlâ, bizde ve bizden yarattığı şeyleri görendir. Bu durum ‘O’na
gidersiniz’234
ayetinde belirtilir. Kastedilen Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış olduğu
cebirdeki iradedir (mecburî özgürlük). Biz Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış
olduğu şeyin mahalliyiz. Demek ki yükümlü insan seçmede mecburdur. Sonra Allah
Teâlâ bizde bir mana yaratmış, onun bizim üzerimizdeki hükmünü ise şe’n, yani
iş denilen bir şeye yönelmek olarak tespit etmiştir.
Allah Teâlâ bize bu müşahedeyi işin
nasıl olduğunu öğrenelim diye bildirmiştir. Bu sayede kendi durumumuz ve
işimiz hakkında rabbimizden açık bir delile sahip oluruz. Nitekim Allah Teâlâ
peygamberine bilgisinin artırılmasını talep etmeyi emretmiştir. Bu itibarla
işleri bilmek, bilgisizlik ölümünü izale eden hayatın sebebidir ve hayat ise
nimettir. O halde bilgili ve kendine karşı adil davranan insan, işlerinde Allah
Teâlâ’yı unutmayıp sürekli O’nu murakabe eden kimsedir. Böyle biri kendisinde
ve kendisinin dışında gökte, yerde, mele-i a’lâda ve mele-i esfelde O’ndan
meydana gelen işleri görür. Kendi görme gücüyle değil, Hakkın hüviyetiyle
gördüğü bu varlıkların ise O’nun şe’nleri olduklarını anlar. Allah Teâlâ’nın
hüviyetini de O’nun sıfatı olarak görür. Böyle bir durumda insan Allah Teâlâ’yı
Allah Teâlâ ile görmüştür. Bu murakabenin kazandırdığı bilgi budur ve o bilgi
Dehr’in hükmüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize ‘Dehr'e sövmeyin,
O Allah Teâlâ'tır’ demiştir. _
Dehr’den safa vereni al Bırak! Dehr
hüküm versin
Dehr bizim rabbimiz el-Alî ve el-Mukaddim
Gördüğüyle hüküm verir Fasihtir,
anlaşılmaz değil dili
Bir şeye ol derse, olur o şey Edepli
ol, sakın iddia etme
Ben işi daha iyi biliyorum deme Allah
Teâlâ’ya varır bizim işimiz
Sen de dön ve teslim ol; işi en iyi
bilen O işi en sağlam yapan da O’dur
Perdelerin kalkmasıyla birlikte bu
gerçek ortaya çıkmıştır. Perdeleri öğrendiğin gibi uymanın ve karşı gelmenin
ne demek olduğunu da öğrendin. Kimin gördüğünü ve kimi gördüğünü, kim olduğunu,
varlığın yolunun ne olduğunu öğrendin. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkında ‘mahiyeti
vardır’ denilemez. O’nun hakkmda mahiyet sorusuna tenzih sıfatıyla veya fiil
sıfatıyla cevap verilebilir, başka bir cevap verilemez.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Kuşkusuz namaz
müminler üzerinde vakti belirlenmiş olarak farz kılınmıştır'2™
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Namazın bir vakti
var
Güneş ve izleri belirler onu, demek ki hüküm güneşin .
Işıldadığında kalp gözüyle bir bak güneşe!
Veya aydınlattığında; nefs ve duyu gözüyle bakma
Öğlen vakti feleğimde güneşin zeval
vakti İkindimiz akıl ve duyunun birleşmesiyle çıkar ortaya
Akşam Hakkın düşüncemden kaybolmasıyla çıkar -
Kuşku ve karıştırma
ortadan kalkar demektir bu
Çünkü sözler bir delil ve istidlal
edilir onlarla Bilgi ve sezgi ayrıştırılsın diye
Sonra yatsı gelir; kızıllığı
gittiğinde güneşin Eşyayı duyuyla yok edenin gidişidir o
Işıkları çıktığında ve gözüktüğünde
Sanki kabir karanlığından çıkmış gibidirler .
Gün batımı tekrar doğum vaktine
ulaşır Güneş Arş ve Kürsü için doğuş yerine döner
Onunla sohbet
ettim, kesintisiz bir müşahedede.
Açık ve fısıltı
arasında desteklenmiş bir konuşmayla
Sayıdaki bu beş şey muhafaza
edicidir Benim varlığımı da beş şey korur
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namazları muhafaza ediniz.’236 ‘Namazlar’ vakti belirlenmiş, farz kılınmış ve yazılmış beş vakit namazdır. Beş sayısı kendini ve diğer sayıları korur. Diğer sayı yirmidir. Yirmi on sayısının iki katıdır. On ise çift haneli sayıların birincisidir. Basamakların en azı ise iki sayı arasında meydana gelir. Benzer şekilde, Allah Teâlâ namazı da ikiye ayırmıştır: Yarısı O’na ait iken yarısı kuluna aittir. Allah Teâlâ namazda yasaklar ve helaller belirlemiştir. Mesela kul namaza başladığında, yüzünü başka bir amele çeviremez. Diğer farz ameller böyle değildir. Böylece namaz kendini korumuş, salât adını Hakk etmiştir; çünkü salâtta meşguliyet vardır. Namaz başkasını da muhafaza eder ki, o da namaz kılandır. Böylece ona namaz kılan adını ve onun hükmünü kazandırır. Bu nedenle Allah Teâlâ namazı beş vakit olarak farz kılarak vakiderini belirlemiştir. Birisi çıkar vitir namazının beşe ilave olduğunu, bu nedenle namazın altı tane olduğunu ileri sürerse şöyle deriz: Vitir beşin kendim sini koruduğu bir sayıyı eklemiştir ki o da altıdır. Altı ise ilk kâmil sayıdır. Demek ki, korumak bakımından ona uygun bir şeyi namaz vakitlerine eklemiştir. (Sahabe) ‘Beş vakit namazdan başka üzerimde bir farz var mı’ diye sormuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Hayır! Nafile kılarsan, o başka’ demiştir. Ardından onun için açık ve gizli okumayı bir araya getirmiş (nafile namazı da farzlara benzetmiş), aynı zamanda söz, fiil, hal ve hareketlerdeki ayakta durma, rükû, secde, oturmak gibi bütün davranışları toplamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunları yerine getirip haklarını zayi etmeyeni namazı sürekli kılmak ve huşu sahibi olmakla övmüş, bereketi zamanı kuşatsın diye gece ve gündüze namaz yayılmıştır. Namazın sırları hakkında Allah Teâlâ’nın dilediği hususları elinizdeki kitabın namaz bölümünde açıklamıştık. Aynı zamanda et-Tenezzülatü’lMusuliyye adlı kitabımızda da namazın durumunu açıklamıştık.
Allah Teâlâ namaz için yapılacak
temizliğin (abdest) suyla veya toprakla yapılmasını emretmiştir. Çünkü insanın
yaratılışı Âdem’de olduğu üzere ya topraktan veya Âdemoğullarında olduğu gibi
sudan meydana gelir. Allah Teâlâ ‘Sizi
topraktan yarattı’237 buyurur. Aynı zamanda su ve toprağın
karışımından ortaya çıkmıştır. Bu ise toprağın suyla karışımı demektir. Demek
ki Allah Teâlâ namaz için yapılacak temizliğin kendisinden yaratılmış olduğumuz
şeyden olmasını bize emretmiştir. Demek ki temizlik kendimizdendir; suyla -ki
abdest demektirve toprakla teyemmüm demektir-. Öyleyse biz -Allah Teâlâ’ya
hamdolsunnur üstüne nuruz! Allah Teâlâ namazı müminlere farz kıldı. Mümin ilahi
çokluğun (sıfatlar) birliğini tasdik eden demektir. Bu çokluk Allah Teâlâ’nın
güzel isimleri ve farklı hükümleridir. Başka bir ifadeyle her ilahi isim zata
delil iken aynı zamanda başka bir ismin göstermediği anlama delildir ve bu nedenle
ilahi isimlerde çokluk tezahür eder. Dolayısıyla her isim hakikat bakımından
birdir. Namaz kılan kişi ise (çokluğun birliğine iman ettiği kadar) hakikatin
birliğine iman eder. Böyle bir imana sahip olmayan kişi, Allah Teâlâ’nın namazı
kendisine farz kıldığı bir mümin değildir.
Allah Teâlâ namazı -imanın genelliği
nedeniyleâlime değil, müminlere farz kıldı. Mümin taklitçi demektir. Başka bir
ifadeyle mümin, ihtimale açık olan haberi tasdik eden kişidir. Böylece mümin
aslı üzere kalır. Buna mukabil alime işleri bulundukları hal üzere bilmesi
haberi -onun zatına göreihtimalden uzaklaştırma imkânı verir. Böyle bir insan
belirli bir haberin doğruluğunu bilendir. Çünkü haberin kendisi ihtimale açık
olsa bile, kendiliğinde iki ihtimalden birisiyle nitelenmiş olmalıdır; doğruluk
ve yalan. Haberin bu iki nitelikten hangisine sahip olduğu ise delille
bilinebilir. Alimin payı budur ve alim kişi belirli bir haberin yalan değil,
doğru olduğunu tasdik etmiş, mümin ise tasdikinde kendisini taklit etmiştir.
Alim-mümin, haber verenin doğru söylediği hakkında bilgiye ve delile sahip
kişidir ve ona göre bu belirli haber doğrudur. Böyle bir insan, hiç kuşkusuz,
mümindir. Âlim kendisine bilgiyi cehalete çevirmeye karşı güvence (eman)
vermişken taklitçi haber verenin doğruluğu hakkmdaki sözünde âlimi tasdik
etmiş, her ikisi de iman niteliğinde ortak olmuştur.
Allah Teâlâ namazı müminlere değil de
âlimlere farz kılmış olsaydı, taklitçilere farz olmazdı. Buna mukabil alimler
iman niteliğine sahiptir. Binaenaleyh Allah Teâlâ namazı genel bir niteliği
dikkate alarak farz kıldı. Allah Teâlâ kullarına tenezzül etmemiş olsaydı,
onları kendisini bilmek ve O’na iman etmekle nitelemezdi. Hâlbuki onlar
kendisini bilmede O’nun kendisini bilmesinden daha Hakk sahibidir. Bu itibarla
yaratılmışların O’nu bilmesi zorunlu bir bilgiyken aynı zamanda mümkünün
zatının bir tercih edene dayanmasının ortaya çıkardığı zatî bir ihtiyaçtır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bize tenezzül etmesiyle O’nu bildik. Allah Teâlâ
bizimle zuhur ederken bizim O’nunla zuhur etmemiz mümkün değildir. Böylece Hakk
efendilerin ve kulların niteliklerini birleştirirken kullar bazı durumlarda ve
vakitlerde Efendinin özellikleriyle zuhur edebilseler bile kendiliklerinde rab
olma imkânına sahip değillerdir. Burada biz işin gerçeği hakkında konuşuyoruz,
yoksa kulların belirli vakiderde buldukları hallerden söz etmiyoruz. Allah
Teâlâ’ya ait kısım bu taksimden bilinirken kula ait olan da bellidir. Ortak
kısma gelirsek, Allah Teâlâ’ya ait kısım, ortaklığında O’na aittir; kula ait
olan kısım da ortaklık esnasında kula aittir ve bu kısım da gerçekte
belirlenmiştir. Ortaklık gerçekleşirse, bu ortaklık ortaklığı gösteren lafızlarda
söz konusudur. Gerçekte ise herhangi bir şekilde ortaklık yoktur. Çünkü her
birisi kendisine ait kısımdadır. Böyle olmasaydı, hakikatler birbirine
karışırdı. Zaten karışmalar genellikle birbirlerine karşı haddi aşmakla ortaya
çıkar. 7man
eden ve salih amel işleyenler müstesna...’238 Onların sayısı pek azdır. Onlar
zaten pek azdır.
Namazını vaktinde kıldığı halde namaz
insanı elinizdeki kitabın farklı pek çok yerinde ve değişik biçimlerde dikkat
çektiğimiz kader sırrının bilgisine ulaştırmamışsa, böyle bir insan namazını
vaktine göre kılmamıştır. Allah Teâlâ ibadetleri onların dış şekillerini
meydana getirelim diye farz kılmamıştır; ibadeder, Allah Teâlâ hakkında ve
O’nun katından bir marifete ulaştırmaları ve delil teşkil etmeleri için farz
kılınmışlardır. Bu yönüyle tilavet esnasında namazın suretine ona hayat verecek
ruh üflemezse, namaz bu bilgiyi temin etmez. Namaza ruh rabbin izniyle
üflenir. Allah Teâlâ ‘Topraktan kuş sureti yarattığında...’239 der. Bu ifadede Hz. İsa suret
yapıcılara ortak kılınmışken, onlar gibi kınanmamıştır. Çünkü Hz. İsa o sureti Allah
Teâlâ’nın izniyle yapmıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘O
surete üflersin ve benim iznimle kuş olur’240
der. Kuş sureti, (kendisine üflenen ve ona hayat veren ruh vasıtasıyla) suret
olmaktan ayrılıp uçan kuşa döndüğü gibi kulun ameli de öyledir. Kul Hakkın
emrettiği ameli iman ederek yerine getirdiğinde, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ o
sureti inşa etme izni vermiş demektir. Bununla birlikte sureti inşa ederken
münafıkla ortaktır. Nitekim Hz. İsa da topraktan kuş sureti yaparken suret yapıcılarla
ortaktır. Hâlbuki Allah Teâlâ münafığa amelin suretini bu haldeyken inşa etme
izni vermemiş, amellerin suretlerini inşayı müminlere emretmiştir. Binaenaleyh
mümin ile münafık arasında görünüşte ortaklık gerçekleştiğinde, mümin imanla
surete ruh üfler ve o suret kendisini yapandan başkasının göremeyeceği bir
hayata kavuşur. Böyle biri mümindir ve kıyamette amelin hayatını kendisine
şefaat edip elinden tutan olarak bulur. Münafık ise amelinin suretini ölü
olarak bulur, ona ‘amelin suretine hayat ver’ denilecek, o ise
başaramayacaktır. Bununla birlikte gerçekte münafığın amelinin sureti de
canlıdır, fakat Hakkın hayat vermesi nedeniyle canlıdır ve Allah Teâlâ
münafığın gözünü o surete verdiği canlılığı görmekte perdelemiştir. Nitekim Allah
Teâlâ bizim gözlerimizi de donukların veya bitki denilenlerin canlılığını
algılamaktan perdelemiştir. Yine de onların canlı olduğuna inanır ve bunu
biliriz. Çünkü her şey Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih eder, zira sadece canlı
ve konuşan tespih edebilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır
BEŞ
YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Kullarım beni sana
sorduklarında, ben onlara yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm'241
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Dua görülmeyenin perdesi İnkâr edilmeyen hakikat
bu
0 yakındır,
bilgisiyle ve görmesiyle
Her durumda görülen O
.
Fakat seni duaya çağırdığında Sana,bu müşahedeyi vermezden önce
Fakat sonradan öğrenirsin ki:
Dua ettiğin ve yöneldiğin O’dur
O’na her durumda dua et ve düşünme
ki:
Dua en uzak perdedir
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardim etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’nın peygamberine bir şey
isteyen kullarının isteklerine karşılık vermek üzere onlara yakın olduğunu
bildirmesi, O’nu bilmede bu yönden eşit kılınmamız demektir. Taleplere icabet
etmedeki ilahi yakınlıkla ilgili olarak insana ‘şah damarından daha yakın’
olduğunu belirttiği mesafe yakınlığı bile söylenmiş olsaydı, (söylediğimize
delil olarak) yine de yeterli gelirdi, çünkü bu yakınlığın gerçekleşmesi için
duymak zorunlu değildir. Nitekim talebi ve dileği duymak da icabet etmeyi
zorunlu kılmaz. Öyleyse Hakkın bunu bildirmesinden üç fayda gerçekleşir;
yakınlık, duymak ve icabet. Bu itibarla Allah Teâlâ kulunda kendine karşı
delilin olmasına müsaade etmemiştir. Zaten ‘Kesin
delil Allah Teâlâ’ya aittir.’242
Bu zikre yerleştirilen kulda zikrin
ilk neticesi, Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylere karşı zahit olmak ve onları
değersiz bulmaktır. Böyle biri Allah Teâlâ’dan başkasına tevessül etmez. Tevessül
Allah Teâlâ’ya yaklaşma talebidir, hâlbuki Allah Teâlâ bize yakın olduğunu
söylediğine göre, öyle bir talebin faydası yoktur. Allah Teâlâ’nın haberi
doğrudur. Sonra Allah Teâlâ bize isteklere karşılık vereceğini bildirmiştir ki,
bunun anlamı, her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu bildirmesidir. Allah
Teâlâ dua edeni korumak ve istediğini gözetmek üzere icabet edeceğini
bildirmiştir, çünkü icabet zorunludur. Kul ise bazen -maslahatın ne olduğunu
bilmediği içinhayrın bulunmadığı bir işi isteyebilir. Bu durumda icabetin
bildirilmesi, dünya ve ahirette Allah Teâlâ katında bol hayır ve maslahatın
bulunduğu işleri istemesiyle ilgili bir uyarı ve ikazdır. Bu zikri bu uyarıyla
birlikte düstur edinen kişi, dünyevi ihtiyaçlardan birisini belirleyerek, Allah
Teâlâ’dan bir şey istemek yerine, Allah Teâlâ’nın belirsiz bir şekilde bildirip
tam olarak belirlemediği hayrın bulunduğu şeyleri ister. Allah Teâlâ hayrın
bulunduğu işi belirlerse, bu kez daha hayırlıyı ve dinine zarar vermeyecek
olanı istemelidir. Dinle ilgili konularda da talebini belirleyerek zikredebilir
ve bir bunda bir tuzak ve sorun yoktur. Aynı şey ahiretle ilgili hususlardaki
talepler için geçerlidir. Bununla birlikte insanların rablerinden istedikleri
hususların çoğuna icabet edilmediğini bir vakıa olarak gördüğümüz için, bu
zikirle ilgili olarak açıklamamız gereken bir şart vardır:
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ duaya
icabet edeceğini bildirmiştir. Dua herhangi bir ismiyle nida ederek ‘Ey Allah
Teâlâ, ey Rab veya Rabbim veya ey kerem ve azamet sahibi’ demektir. Bu itibarla
dua bir nidadır ve Allah Teâlâ’ya nida ve hitap etmektir. İcabet ise duaya
verilen karşılıktır. Dua nedeniyle İtişi, dua eden diye isimlendirilmiştir.
Nidaya karşılık Hakk kuluna ‘buyur’ diyerek karşılık verir. O’nun bütün talep
sahiplerine böyle demesi kaçınılmazdır. Nidanın ardından gelen ifadeler ise duanın
dışında kalır; bazen -Allah Teâlâ’nın buyurduğu üzereicabet gerçekleşir ve nida
ettikten sonra aklına gelen ihtiyaçlar sahibine ulaştırılır (bazen
ulaştırılmaz). Demek ki bu zikirde Allah Teâlâ’nın kulun hakkında dua ettiği
işe ve talebine karşılık vermesi zorunlu değildir; dilerse ihtiyacını karşılar,
dilerse karşılamaz! Başka bir ifadeyle talep edilen her işi Allah Teâlâ kulu
için yerine getirecek değildir. Üstelik bu durum, Allah Teâlâ’nın kula dönük
bir rahmetidir. Çünkü kul bazen bir hayrın bulunmadığı bir talepte bulunabilir.
O talebe icabet edilip o iş gerçekleşseydi, kulun dinine ve ahiretine zarar
verecek bir sonuç meydana gelirdi; kul bazen farkında olmadan dünyasına zarar
verebilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın keremi, icabetin talepte bulunulan işte
değil -bilhassa açıkladığımız üzereduaya (buyur diyerek) icabede sınırlı
kalmasında tezahür etmiştir. Bu durum, varlıklarını baki kıldığı için,
Efendisinin kölesine dönük en büyük keremidir.
Bu zikir kulun Hakkın icabetini
duymasını sağladığında, zikir sahibi icabeti duyar ki bu kaçınılmaz bir
neticedir. Fakat zikir sahiplerinin icabeti duymadaki zevkleri birbirinden
farklıdır; bazen bir duyma ötekinden farklı olarak gerçekleşebilir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’nın bu zâkire vermiş olduğu bir alamet olmalıdır ve kul
söz konusu alamet sayesinde duasına icabet edildiğini öğrenir. Malum olduğu
üzere, Allah Teâlâ onun duasına icabet etmiştir. Burada kastettiğimiz, kişinin
hakkında talep ettiği işin -gecikerek bile olsayerine getirildiğini öğrenmesidir.
Gerçi talebin yerine getirilmesi gecikebilir veya talebin yerine daha hayırlı
bir karşılık verilerek değiştirilebilir. Bazen hal zaman ve mekânların
özellikleri o kişiye gösterilir. Bunlar, dua edenin dilekte bulunduğu şeyde
hükmü olan hususlardır. Talepte kendisi adına bir hayır bulunmazsa, vebal
kişiye döner ve bu durumda kişi kendisine karşı suç işleyen biridir. Allah
Teâlâ kişiye (zaman, mekân vb. özellikleri) hakkındaki böyle bir keşif ihsan
ettiğinde, duasında ve dileğinde dikkatle davranır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ
kendisiyle dua ettiği isimlerin ve kelimelerin özelliklerini de kula gösterir.
Bakınız! Allah Teâlâ, İbn-i Baur’a -veya her kim iseayetlerinden birisinin
özelliğini vermiş, o da bu ayet vasıtasıyla Hz. Musa’ya ve kavmine beddua
etmiş, Allah Teâlâ onun duasına icabet etmiş, fakat kendisi bedbaht ölmüş, Allah
Teâlâ da bu ilmi ondan çekip almıştır. Bu durum ‘Onlara
ayetlerimizi verdiğimiz, sonra çekip aldığımız kimselerin haberini oku’243
ayetinde belirtilir. Böyle insanlar köpeğe benzetilmiştir. Allah Teâlâ bu zikri
düstur edinen kimseye inayetiyle bu bilgiyi verir. Çünkü burada farkında
olunmayan ilahi bir tuzak vardır. Özellikle nefis, hemcinslerine baskın gelme
arzusunda ve Allah Teâlâ katındaki değerini izharı sevmek özelliğinde
yaratılmıştır. Bu nedenle büyük veliler, kendilerini göstermeyen gizli
kimselerdir. Onların üzerinde makamlarının veya yaratıkların bakışlarının
onlara çevrilmesini sağlayacak kurbiyet (yakınlık) izleri görülmez ve onlarla
sıradan insanlar arasında fark yoktur. Hallerin hakim olduğu kimseler ise
keramet sahibidirler ve dikkat çekerler. Fakat içerdiği tuzak ve aldatma
nedeniyle bunu ifa etmez. Çünkü bu davranış gözükmesi zorunlu olmayan bir
kimseden -ki velidirve olması gereken yerin dışında ortaya çıkmıştır. Bu konuda
en çetin iş, nefsin tadını almaktır. Böyle bir insan asla kurtuluşa eremez.
Hatta bütün âlemi ve varlığı hükmüyle yönetse bile, felaha eremez.
Allah Teâlâ’dan bir şey isterken,
O’nu razı edecek işleri yapmayı, afiyet ve muduluğu sağlayacak inayet
isteyiniz. ‘De ki, Rabbim, bilgimi artır.’244 Bilgi ancak mutluluk getirir.
Peygambere emredilen şey bilginin artışını talep etmesidir. Bunun nedeni
istenilen bilginin gerçekleşmesinin tuzak veya aldanmanın bulunmadığı mutluluk
demek olmasıdır. Böyle bir bilgi matematik, geometri veya astronomi değil,
bilhassa Allah Teâlâ hakkındaki bilgidir. Onları da bilse bile, o bilgi de Allah
Teâlâ’yı bilmek hakkındaki delili bilmek olurdu. Dolayısıyla böyle bir bilgi
onun sınırında durma imkânı tanımaz.
Bu zikir faydası çok bir zikirdir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Sen
büyük bir ahlak üzeresin'2*5 Ayeti Olan . Kutub'un Halinin Bilinmesi
Büyük bir ahlaka
kabiliyetli olmak
Kerim rabbin bir
müjdesi
Hal elçisi koşarak getirir sana
el-Alîm’in inayet ayetlerini
Onlarda Hakkın makamında bulun
Hâdis, kadim’in
yerini almış gibi
Her
yönden senin için övgü bir Hakk olur -
Güzel
ahlakla saygın oldun
Artık
tek vârissin
İyi
ve Rahim diye hep dua ederiz
Kuşku
olmayan bilgi senin .
Kelîm’in
kardeşi sana getirdi onu
Halil
ve Nedim diye çağrılırsın
Hamım
ve Kâsım diye çağrılırsın _
.
Ayet surenin başından ‘kaba
ve kötü (zenim).. .’246 kısmına kadar
ilahi bir tenezzülle bize okunmuş, tilavet esnasındaki bir rüyada Allah Teâlâ
katındaki menzili bize bildirmiştir. Bu tarz sahih rüyalar, Allah Teâlâ’nın nebevi
bir miras olarak bizim adımıza vahiyden bıraktığı kısımdır ve bundan dolayı
O’na hamd olsun. Ben de ‘Onların mekirleri nedeniyle
gönlün daralmasın’247 ayetinde bu mirasa vâris oldum.
Rüyada tevarüs ettiğim başka iki ayette ‘Gönlünün
onların söyledikleri söz nedeniyle daraldığını biliriz,24S ile ‘Zikrimizden
yüz çevirip dünya hayatını isteyenden yüz çevir’249 denilir. Nebevî mirasın hakikatlerini
hakka’l-yakîn olarak öğrenmemi ihsan etmesine karşılık Allah Teâlâ’ya
şükrettim. Umut ederim ki, nefsin arzusundan konuşmayanlardan olurum! Allah
Teâlâ bizi nefsinin ar-
zusundan konuşmayanlardan eylesin.
Böyle bir ihsan ‘ilahi koruma’ demektir. Allah Teâlâ bu zikir sahibine hayır
ulaştırmayı irade edince, bir hadisin (anlamını) ilham eder. Hz. Ayşe ‘Allah Teâlâ’nın
peygamberinin ahlakı nasıldı?’ diye sorulduğunda ‘Onun ahlakı Kur'an'dı’ demiş
ve bu ayete işaret etmiştir. Allah Teâlâ’nın yücelttiği her işin büyüklüğü,
müminler üzerinde ortaya çıkar. Bu zikri düstur edinmiş insan, Kur'an’ı inceler
ve Allah Teâlâ’nın övdüğü her niteliği veya bu nitelik nedeniyle övülen her
grubun durumuna bakar. Öyle bir niteliği Allah Teâlâ’nın övdüğü bir nitelik
olarak görür, onunla vasıflanmak amacıyla çalışır. Allah Teâlâ kitabında kullarından
bir grubu kınamak üzere kötü bir özellik zikrettiğinde ise söz konusu
özellikten uzak durması gerekir. Binaenaleyh bu zikri düstur edinen kişi
Kur'an’ı sadece kendine inmiş ve Allah Teâlâ başka birisine hitap etmemiş gibi
telakki eder. Böyle davrandığında, onun ahlakı Kur’an olur. Hakk onu yüceltir,
büyüklüğün fayda verdiği yerde kendisi de yücelir.
Güzel ahlak, akıl ve örf tarafından
bilinirken güzel ahlaka göre davranmak ve hareket etmek dince bilinen bir
husustur. Şeriatın belirlediği tarzda güzel ahlakla nitelenip kendisini
tamamlayan bir unsuru ki kötü (diye bilinen) ahlakı (belirli bir yorumla)
onlara katmak demektirahlakına ekleyen kişi Hakk’tan gelen bütün övgülerle
nitelenmiş demektir. Bu durumda bütün ahlak, meşru ve makul bir kullanıma göre,
güzel ahlaka döner. Bu zikir sahibine en yetkin tarzda inen surenin ayetlerinin
manaları açılırken (fetih) aynı zamanda o sürekli düşmanlık duygusuyla haset
edilen ve (düşmanlığın) yöneldiği biri olur. Ahiretin durumu ona açıkça
gösterilir.
Bu sureden Allah Teâlâ’nın
peygamberi, kendisinden öncekilerin ve sonra geleceklerin bilgisini
öğrenmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştın r.’
Menzili 'Allah
Teâlâ’yı ayakta, oturarak ve yatarak zikredenler'250 Ayeti
Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Her halde rablerini
zikredenler »
Alemdeki bütün faziletin sahibidir
Varlıklarında O’ndan başkasını görmezler Onlar sürekli
varlıkta hükümran olanlar
Haklarını değil, Allah
Teâlâ’nın haklarım gözetirler Uyanıkken veya otururken veya ayaktayken
Kemali elde etmişler; başkaları ise
mahrum kalmış Hâkim îlah’ın ihsan ettiği makamdan
Sıfatlarının konulan üzerinde
düşünürler Varlıklarını ve âlemin varlığını düşünürler
Allah Teâlâ bize ve sana kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; yaratılmışta asıl olan, Hakk kaldırana
kadar, uyku halidir. Hakk onu bazen otursun da rahmetten payına ulaşsın diye
kaldırır. Allah Teâlâ ‘Ölü idiniz, size hayat verdi’251 der. Bazen de ‘Ayağa
kalkıp kazandıklarına karşılık her nefs üzerinde kaim olan kimdir?’252 ayetinde belirtilen nasibi elde
etmek üzere onu kaldırır. Allah Teâlâ şöyle der ‘Rahman
Arş üstüne istiva e^’253 bir ayette ‘Allah
Teâlâ kendisinden başka bir ilah olmayandır, O elHay ve el-Kayyum’dur’254 buyrulur. Arkadaşlarımız arasından
âlimler, insanın ‘kayyum olmak’ özelliğiyle nitelenip nitelenemeyeceği üzerinde
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bize göre bütün isimlerde olduğu gibi el-Kayyum
ismiyle ahlaklanmak geçerli ve mümkündür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Erkekler
Allah Teâlâ’nın kendilerine olan ihsanıyla kadınlar üzerinde kaimdir.’255 İşbiliyye’de ziyaretimize gelen Ebu
Abdullah b. Cüneyd’e bu konudaki görüşünü sorunca şöyle demişti: ‘el-Kayyum
ismiyle ahlaklanmak mümkündür.’ Sonra bu görüşten döndü, fakat neden döndüğünü
bilemiyorum. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Erkekler
kadınlar üzerinde
Allah Teâlâ’nın onlara olan ihsanı
ile kaimdir.’256 Adı
geçen Ebu Abdullah b. Cüneyd, Endülüs’ün Runde şehrine ait bir kasaba olan
Kabirfîki’dendi. Ben de kendi şehrindeki arkadaşları ve tabileri hakkında
latife ediyordum. Kendisi Mutezile mezhebindendi. Gerçeği öğrenince ilahi
tehdidin mudaka uygulanacağını ve fiillerin insan tarafından yaratıldığını
ileri süren Mutezile mezhebinden vazgeçmiş, bu görüşlerin hangi durumda
geçerli olduğunu anlamış, onları yerli yerine koyniuş ve başka bir yere
taşırmamış, bu nedenle bana teşekkür etmiş, kendisi döndüğü için bütün
arkadaşları ve tabileri Mutezile’den dönmüş, ben de o süreçte kendisinden
ayrılmıştım.
İşte bu, hallerin zikridir ve özel
bir zikirle sınırlı kalmaksızın Hakk göre ortaya çıkar. Bu üç hali (aşağıda
zikredilen) elde eden kişi varlığı elde etmiş sayılır. Bu zikirde bütün halleri
kuşatan ayet ‘Her nerede olursanız, O sizinle
beraberdir’257
ayetidir. Bütün halleri kuşatan genel zikir budur ve onun dışında özel zikir
vardır. Ayaktaki kişinin zikri ‘Rahman
arş üstüne istiva etti’258 ayetiyken oturanın zikri ‘Göktekinden
emin misiniz?’259 ayeti,
uzananın zikri ‘Yeryüzünde ilahtır’260 ayetidir. Bu ayetlerin tevili
hususunda âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır. Sen himmetini bir işe ver
ki, dağınıklık senden uzaklaşsın! Dilersen ‘Rahman
arş üstüne istiva etti’261 ayetini, dilersen ‘Göktekinden
emin mi oldunuz?’262 ayetini murakabe et! Allah Teâlâ
gökte olduğunda şöyle der: ‘Tövbekâr var mıdır, bağışlanma dileyen var mıdır,
dua eden var mıdır?’ Dilersen Allah Teâlâ göklerde ve yerde iken ‘Sizin
gizliden ve açıktan yaptığınızı bilir’263 ayetini murakabe edersin. Yemeğin
yağ olsun istersen ‘Her nerede olursanız, O sizinle
beraberdir’264 ayetini
murakabe edersin. Bir yerde bulunmamız mahsus ve manevi bulunmayı içerir.
Mahsus (duyusal) olarak yeryüzünde bulunup orada organlarımızla meşgul olduğumuz
işlerdeyken manevi olarak himmet, maksat ve düşüncelerimizle bulunuruz. Allah Teâlâ’yı
meşguliyetimizde fail olarak ve niyetimizde niyetin sahibi olarak müşahede
ederiz. Sonra iş tersine döner ve O neredeyse orada oluruz. Çünkü bulunduğumuz
her yerde ve durumda sadece O vardır.
En güzel durumda ol ki mutlu olasın
En kâmil halde ol ki doğruya ulaşasın
Söz ile değil halle orada bulun
Kaza sahibinin hükmünde bulun ki
maksat olasın
Bu kadar ima kalbi olan veya şahit
iken kulak veren için ilahi bir nasihat olmak üzere kâfidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM
Düsturu 'Dünya nimetini
(hars) isteyene onu veririz, onun ahirette nasibi kalmaz'265
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Hars (ekin)
ikidir; övülen ve kınanan Sen O’nun ekincisisin, rızık
paylaşılmış
Terk ettiğini katımızda arama
Onun peşinden gidersen kınanmış olursun
Fani olanın peşinden
gitme, ona ait değilsin Bakinin peşinden git; iş anlaşılmış
Sakın yönelme, faniye eğilme
Kaybolur gider fani; Allah Teâlâ’nın mekri malum
Allah Teâlâ onu sana öğretir Varlığa
güvenme! madumdur
Akıllıysan ahiretin harsi peşinden
git ~
Hayırlarla nitelenenler gibi
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim iyilik
getirirse onun on katı karşılığı vardır.’266 Dünyadaki iyilik ahiretin ekinidir. ‘Kim ahiret iyiliğini isterse, onun iyili-
ğini arttırırız.’267 Yani ona salih amel yapma imkânı
ihsan ederiz. Böylece bir hayırdan başka bir hayra koşarken hayır içindedir.
Başka bir ifadeyle bir iyilikten başka bir iyiliğe koşar. Ahireti kazandığında,
amelin gerektirdiği sevaba ve fazlalığa ulaşır. Ulaştığı karşılık, hiçbir
gözün görmediği, kulağın duymadığı, kimsenin kalbine gelmeyen nimettir ki
‘zevk’ demektir. Ahiret hayatında ekindeki fazlalık budur. İnsan ahirette bütün
amaçlarına ulaşırken amacının ulaşamadığı bir fazlalık elde eder. İlim sahibi
bir şeyhe ‘iyilik yapanlar için fazlalık vardır’268 ayetinde geçen fazlalığın ne olduğunu
sorduğumda, şöyle demişti: ‘Fazlalık akla gelmeyen şeylerdir.’ Neyi
kastettiğini anladım, başka bir şey de sormadım. Dünya ekini ise öyle değildir,
çünkü dünya her insanın tüm maksatlarına ulaşmasına mümkün kılacak bir mizaçta
değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen sevdiklerine
hidayet edemezsin.’269 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem amcası Ebu Talib’in iman etmesi için çok hırslıydı, fakat iman etmemiş, Allah
Teâlâ’nın bilgisi ve hükmü onda müessir olmuştu. Dünya hayatının gerektirdiği
durum bu iken ahiret hayatı -bir gecikme ve duraksama olmaksızınbütün gayelere
ulaşmayı gerektirir. ‘Ahiret5 derken cenneti ve cennete girenleri
kastediyorum, yoksa diriliş gününü kastetmiyorum. Allah Teâlâ bedbahtlar
hakkında şöyle der: ‘Onlara şefaatçilerin şefaati fayda
vermemiştir.’270
Kıyametin hükümleri kıyamet vaktiyle sınırlıdır. Biz bunu iman ile ve keşif
yoluyla öğrendik. Allah Teâlâ her şeyin hâzinelerinin kendi katında olduğunu,
dünyada ise onları belirli bir ölçüyle indireceğini bildirmiştir. Ahiret hayatı
gelince, O’nun katındaki hâzinelerin içermiş olduğu şeylere dair hüküm arif
kula döner. Allah Teâlâ’nın muduluğunu kemale erdirdiği kimse demek olan arif
kul, o hâzinelere hüküm sahibi olarak girer, dilediklerini -bir hesap veya
belli bir ölçü olmaksızınortaya çıkartır, o esnada dilemesine göre hüküm verir.
Bunun anlamı ahirette saadete eren insana tekvin (var etme) gücü verilip Allah
Teâlâ’nın katındaki hâzinenin kendisi demek olduğunun çünkü o Allah Teâlâ
katindadırgösterilecek olmasıdır. Bu sayede arif kul, aklına hangi şeyi yaratma
düşüncesi gelirse, onu meydana getirir ve dolayısıyla ahirette sürekli yaratıcı
olur ye ölçü-takdir ortadan kalkar. Böyle bir insan cennetin götürüldüğü bir
yerinde değil, dilediği herhangi bir yerinde konaklar. Cennette eşyaya dönük
dolaylı ve geçici ihtiyacı ondan kalkmıştır, artık sadece Allah Teâlâ’ya
muhtaçtır. Eşyaya geçici olarak muhtaç olma halinin kalkmış olmasının nedeni,
onun içermiş olduğu zillet, kırıklık ve muhtaçlıktır. Hâlbuki cennet bunların
olacağı bir yer değildir. Muhtaçlığın yeri genel itibarıyla dünya iken ahirette
muhtaçlığın yeri ateştir. Zillet de böyledir. Allah Teâlâ cennetteki insanlara
el-Muzill (zelil kılan) isminde tecelli etmeyeceği için zelil olmazlar. Aynı
şekilde, Allah Teâlâ kendilerini zelil kılacak tarzda el-Aziz isminde de
tecelli etmez. Buna mukabil Allah Teâlâ, meydana getirdikleri varlıklara karşı
izzetli olmalarını sağlayan izzet elbisesi giydirir; ailelerine veya yanlarında
bulunanlara karşı izzet elbisesi giymezler. Onların otorite ve izzederi ancak
kendilerinden meydana gelen şeylere karşı ortaya çıkar. Onlardan meydana gelen
ise onlardandır. Dolayısıyla söz konusu şeyi yaratılışından önce müşahede
ederlerken onun yaratılma iradesi kendilerine taalluk eder. Bu taalluk o şeyin
var olmasının aynıdır. Geride kalanın durumu ise göz açıp kapatmaktan daha
hızlıdır.
Bu menzilde bu zikrin kazandırmış
olduğu faydaları iyice düşünmelisin. Bilmelisin ki dünyanın ve ahiretin
oğulları olduğu gibi her ikisin birden oğulları vardır. Saadete ermiş insan iki
oğulluğu bir araya getiren kâmil vâris, aynı anda yakın-uzak olandır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
BEŞ
YÜZ OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM
Düsturu 'İnsanlardan korkarsınız, Allah Teâlâ’dan korkun'271 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Bu ayet garip bir ayettir.
Vakıa gördüm,
sanki ben Yeryüzündekileri yeryüzüyle döndürüyorum
Onların bir himmetleri yok ki
Aşağı âlemden yukarı çıkabilsinler
Onlar hayret
içinde, bir ayırıcı yok
Emri ve teklifi
ayıran
Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından korkmayan kimdir:
Sünnet ve farz
makamına yerleştirilen kişi
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müminler
üzerinde evlatlarının eşleri hakkında bir yükümlülük olmasın diye...’272 Bilmelisin ki, kâmil adam, örfün
belirlediği mürüvvetin ve erdemin sınırlarında durandır. Orada dururken Allah
Teâlâ’nın kesin emri gelir, bu kez ilahi emre göre hareket eder. Emir teklif ve
arz ise hal karinelerine bakar. Hal karinesi kesin emrin hükmünü ona vermişse,
kesim emri yerine getirmek üzere sürade koşar ve emrin karşısında başka bir iş
yapması mümkün değildir. Hal karinesi onu serbest bırakmışsa, güzel ahlak
sahibi olmakla hakkında şahidik eden örfe göre davranır. Allah Teâlâ şöyle der:
‘Muhammed adamlarınızdan birisi değildir, fakat Allah
Teâlâ’nın peygamberi ve nebilerin sonuncusudur.’273 Peygamber Allah Teâlâ’nın hükmüne
göre hareket eder. Kâmil iman sahibi mümin de sıradan bir insan değildir. Kâmil
mümin, Allah Teâlâ’nın peygamberinin diliyle kendisine iman etmek hükmünü
verdiği ve ona iman eden biridir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’ya iman eden kişi hakkında ‘bana ve benim getirdiğime iman eden (kişi
mümindir)’ der. Allah Teâlâ onu güzel ahlakı tamamlamak üzere göndermiştir.
Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün halleri güzel
ahlaktır ve peygamber ahlakı haliyle açıklamıştır. Hal ile açıklamak, söz ile
açıklamaya göre daha tam, ölçülü ve etkindir. Çünkü Hakk:
Kullarına tenezzül eder Biz O’na
doğru yükselemeyiz
Çünkü O sürekli
el-Alî
Karışık bilgi sahibi bilemez O’nu ,
O’nu göreceğin bir
mekân yok
Ne girme ne çıkma
var
Biz bazen bir
mekândayız
O mekâna girmemiz
mümkün
Cisimler arzında
O’ndan çıktı
Güzel her şey, çift
çift
Kâmil müminin ve peygamberin
yaratıklar karşısındaki durumu kadir gecesiyle diğer gecelerin ilişkisine
benzer. Allah Teâlâ kadir gecesinin değeriyle ilgili ‘bin ay’ derken süreyi
kastetmemiş, kadir gecesinin hangi varlıkta olursa olsunbütün gecelerden üstün
olduğuna dikkat çekmiştir.
Sende her iş ortaya
çıkınca
Bin aydan daha hayırlı
olursun
Bir
gece ki sabahı yok .
Fecrin
nuru ortadan kaldırır onu .
Ruh varlığında benden başka değil
Ey
kadir gecesi! Benim kadrim sende .
Kadir gecesinde
benim varlığımdan
Hakk her işi
indirir durur
Hakkın indirdiklerinden birisi de ‘İnsanlardan
korkarsınız, Allah Teâlâ’dan korkmanız daha uygundur’274
ayetidir. Ayet Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Yusufun yerinde
olsaydım, davetçinin davetine uyardım’ sözüne karşılık olarak indirilmiştir.
Yani kendisini hapisten çıkmaya davet eden hükümdarın elçisine icabet ederdim.
Buna mukabil Hz. Yusuf hapisten çıkmamış, kendisini hapseden yöneticiyi
kastederek ‘Rabbine dön, ona kadınların halini sor’275
demiş, hükümdar nezdinde suçsuzluğunu sağlamak istemiştir. Böylece hapisten
çıkartarak kendisine iyilik etmemiş olur. Aksine ‘Size ihsanda
bulunan Allah Teâlâ’dır.'276 Geride bir ihtimal kalsaydı, hiç
kuşkusuz, YusuPun güvenilirliğine tesir ederdi. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın elçisinin
güvenilir birisi olduğu insanların kalplerine yerleşmeliydi. Bu nedenle Hakkın
davetini reddetmesin diye korku meydana gelmiştir.
Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i ise evlat edindiği birinin karısını nikâhına almak suretiyle
imtihan etmiştir. Araplara göre böyle bir davranış onun makamına zarar
verebilirdi. Hâlbuki o Allah Teâlâ’nın peygamberiydi ve Allah Teâlâ insanlara
bu iradedeki maksadı açıklamıştır. Bu maksat, böyle davranışlarda müminlerin
üzerinden sorumluluğun kaldırılmasıdır. Ardından elçilik görevi ve sonuncu
peygamber olmakla kendisini onlardan ayırmıştır. Allah Teâlâ cihetinden bu
hadise Peygamber için hükümdarın davetine icabet etmeyen Yusufun yaşadığı
hadisenin aynıydı. Peygamberlerin hidayetinin bir yönü de budur. Allah Teâlâ
peygamberlerinden söz ederken, söz konusu hidayet hakkında Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetine uy!’277 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Hz. Yusufun bulunduğu halde olsaydı, davetçiye icabet etmez, onun
söylediği sözün benzerini söylerdi. Demek ki ‘Ben olsaydım davetçiye uyardım’
sözü Hz. Yusufu yüceltme amacıyla söylenmiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem başka bir hadiste ‘Biz kuşkulanmaya İbrahim'den daha yakınız’
demiştir. Hâlbuki Hz. İbrahim veya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
insanların zannettiği üzere bir kuşkuya sahip değillerdi ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir kuşkuyu kast etmemiştir. Hz. İbrahim
(insanların zannettiği gibi) bir kuşkuya kapılmış olsaydı, kendisine
peygamberlerin hidayetine uyması emredilmiş olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem kuşku duymada ondan öncelikli olurdu. O halde peygamberler ve kâmil
müminler, nazarî düşüncenin hükmüne göre değil, rablerinden gelen vahye göre
davranırlar. Onlara Allah Teâlâ’dan gelen ise daha önce söylediğimiz üzere
bazen emir, bazen teklif ve arz olabilir. Emrin yerine getirilmesi zorunluyken
arz söz konusu olunca daha önce söylediğimiz gibi serbesttir. Onların Allah Teâlâ’yı
bilmedeki halleri ise bir kasidemizde ifade ettiğimiz gibidir.
Hakkın marifetleri kimseye gizli
değil Bir’i bilmeyen mahrum kalır
Başka
bir şiirde şu beyitleri yazmıştık: .
Benim müşahede ettiğim keyfiyet ve kemiyet ise Bilgi
değildir o! Vehim ve kuruntu denilir onlara
Kendinde şeyi bilmek değildir vehim Hakk
nicelikli bir işte tecelli eder mi?
Hakk gerçekte açık
ve belli
Fakat üzerinde
mührümüz olan hakikat
Benimle niçin, nasıl, ne kadar ve ne
sorularından münezzehtir ‘-mıdır’ sorusu hüküm sahibidir
Mümkün bir varlık var mı? Fazladan
Neyi eklersen vehmin meydana getirdiğidir o
Kur’an -düşünürsenbunu der İman
edenlere de anlayış verilmiş
İşte bu hikmetli insanın zikridir.
Ona hitabın sığamayacağı kadar marifet ve adabın özü verilmiştir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ '
BEŞ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Sana
emredildiği gibi dosdoğru ol'2™ Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Kimdir müstakim! Kıyameti kopan kişi
Henüz ölmemiştir yine de, kimse
bilemez
Ne aile ne çocuk; hiçbir yaratılmış Onu Yaratan’ın emrinden
uzaklaştıramaz
Alemin varlığında yegâne dayanağı Kendisine dayandığı İlah
Âlemdeki bütün ihtiyaçlar O’na
yükselir İhsan sahibidir, muhtaç olmayan Efendi
O bilgileri sınırsız el-Müheymin
Ölçülü giden ye yarışan kişi bilir bunu
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Hûd suresi ve kardeşleri beni yaşlandırdı’ demiştir. Hûd suresinin
kardeşleri, içinde istikametin zikredildiği surelerdir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ve müminlere istikamet üzere olmak emredilmiştir. Hüküm emre
değil bilgiye aittir ve Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir. Çünkü Allah
Teâlâ onlardan onların kendileri hakkında verdikleri bilgiyi bilmiştir. Öyleyse
bilgi maluma tabidir. Bir şey varlıkta ancak kendinde bulunduğu duruma göre
ortaya çıkar. Öyleyse ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’279 Gerçeği böyle bilmeyen kişi, işin
kendindeki durumu hakkında bir bilgi ve habere sahip değildir. İnsan dışta var
olmazdan önce kendinden meydana gelen şeyleri bilmez. Ondan meydana gelen işler
Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki bilgisine göre gerçekleşirken Allah Teâlâ
bilineni (malum) bulunduğu hal üzere bilir. Böylece ‘Allah
Teâlâ kullarının inançsızlığına razı gelmez’280 ayeti anlammı bulur. Rıza bir
iradedir. Bu itibarla emir ile irade arasında çelişki bulunmazken çelişki emir
ile bilinene tabi olan bilginin verdiği şey arasında ortaya çıkar. Allah Teâlâ
dilediğini yapan iken ancak bilginin hükmüne göre irade eder. İlahi emirden
bize ait kısım, emrin kipinden ibarettir. O kip Allah Teâlâ’ya davet edenin
lafzında yaratılmış olan şeyler arasında bulunur. Başka bir ifadeyle emrin
kipi, O’na davet edenin ağzında meydana gelip bilinen ve irade edilen husustur.
‘Rabbim bilgimi artır’281 ayetini dikkatle incelemek gerekir.
Kimin bilgisi artarsa, hükmü de artar. Emrin ve yasağın varlığının ortaya
çıkacağı bir yer olman itibarıyla, sana emredilen veya yasaklanan hususları
iyice düşünmelisin.
Emrin varlığının mahalli olmak
itibarıyla bu düşünce sahibinin görüşünde emrin konusu beklemek üzere mahalli
hazırlamaktan ibarettir. Tekvinle ilgili ilahi emir doğrudan (vasıtasızca)
geldiğinde, onun kalpteki eserine bakılır: Kalpte emre karşı direnmenin ortaya
çıktığı görülürse, kişi hüsrana uğrayanlardan olduğunu öğrenirken hüsrana
uğraması kendindendir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’ya kendisi hakkındaki bilgiyi
veren bilgi mertebesindeki sabit hakikatinin bu şekilde olmasıdır. Kalpte
direnme yerine kabul bulunursa da durum böyledir (kendindendir). Bu kez söz
konusu meşru emrin kendinde meydana geleceği organa bakmak gerekir. Bu itibarla
meşru emrin kendinde meydana geleceği organlar kulak, göz, el, ayak, dil, mide
veya cinsel organdır. Organlara bakmak gerekir, çünkü kalpte direnme veya kabulün
varlığını görüp ayrıldıktan sonra Hakkın bilgisinin bizdeki hükmünü murakabe
etmeyi sürdürürüz. Böylece içinde bulunduğumuz durumu öğrenmiş oluruz.
Binaenaleyh Allah Teâlâ bizde ancak bizim vasıtamızla hüküm verir. Aşağıdaki
beyiderde bunu açıkladık:
Ey suçlanan fakat netice olan azap!
Ey yüceler yücesi
dolunay! '
Biz kendimiz hakkmda hüküm verdik
istersen aleyhimizde veya lehimizde
hüküm ver
Bizde hüküm verince sen ,
‘ .
Ancak bizimle hüküm verirsin
Murakabesinde böyle bir Hakk sahip
birinden verilen emre aykırı davranışın gerçekleşmiş olması kendisine zarar
vermeyeceği kadar Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olarak -yoksa zorlama değilO’nun
katındaki değerini eksiltmez. Çünkü muduluğu kazandıran maksat gerçekleşmiştir.
Söz konusu maksat yaratma fiilinde Allah Teâlâ’yı murakabedir. Bu bilgi,
değerini ancak onu hal edinenin bilebileceği zevk olduğu gibi aynı zamanda
anlayan kimse adına kaderin sırrıdır. Zayıf imanlıların maruz kalacağı zararlar
nedeniyle, insanlar kaderin bilgisinden engellenmişlerdir. Binaenaleyh bilgisi
bütün âlemden gizlenen ‘kader sırrı’, bilginin bilinene tabi olmasından başka
bir şey değildir. Demek ki, kader sırrından daha açık bir husus olmadığı gibi
kula daha yakın birisi de yoktur. Kimin hali böyleyse, hiç kuşkusuz, sayesinde
emir alınan istikamet derecesini elde etmiştir. O emir, murakabeyle
gerçekleşen emirdir.
Hüküm, var olana tabi
Zorluk bunu anlayınca kolaylaşır
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in saçlarının beyazlığı çok değil, yirmiye ulaşmayacak
şekilde sayılı saçları beyazlamıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Benim saçlarımı beyazlattı (beni yaşlandırdı)’ demiştir. Bu düşünce olmasaydı,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in saçları beyazlamazdı. Durum söylediğimiz
üzere kendisine açıklanınca, saçların beyazlaması kesilmiş, kendisinde tasa
bulunmamış, hadiselerin kaynağını anlamış, kendisine emredildiği üzere dosdoğru
olmuştur. Allah Teâlâ bize kendilerine nimet verdiği nebilerin, sıddıkların,
şehitlerin ve salihlerin yolunu nasip etsin!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
Menzili 'Allah
Teâlâ’ya kaçınız'282 Olan Kutub'un
Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’ya kaçan herkes isabet
etmiş Rahman’dan kaçan hüsrana uğramış
Kendisine yakın kıldığının hayatı düzelmiş O’nunla ve O’nda
hayatı hoş olmuş
Sana gösterdiği kimsenin halinin görünce Seraba tecelli ettiğinde
Onun umudunda kanmayı görürsün Saki
ise perdenin ardındadır
Oraya geldiğinde susamış bir
haldeydi Kâse ve şarap elinde
Onu bol bir su olarak bulmadı Sadece
bulmuş ve yitirmiş
Ab-ı hayat onun kendisiydi Buna
muhalif olan isabet etmedi
Hz. Musa, dilediğini yapan ve Allah
Teâlâ’nın kendisine musallat etmesinden korktuğu Firavun’dan kaçarken; Allah
Teâlâ ona peygamberlik ve risalet demek olan hüküm vermiş, daha önce korkarak
kaçtığı Firavun’a elçi olarak göndermiştir. Kendi canı hakkında bir
yaratılmıştan korkarak kaçmak Hz. Musa’ya (bu yüce görevi) kazandırmişken kendilerine
Allah Teâlâ’ya kaçmak emredilen bir Muhammedi olarak neredesin? Allah Teâlâ
seni birinci maksatta sonlanma bildiren edada sınırlamış, başlangıcı ve sonu
seni için birbirine bağlamıştır. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’ya kaçınız.’283
Musevî olan -den/-dan (Firavun’dan) kaçarken, Muhammedi olan Allah Teâlâ’nın
kaçmayı kendisine emretmesiyle -e/-a (Allah Teâlâ’ya) kaçar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı ne kadar mükemmel, mertebesi ne kadar
yücedir. Hüküm kesilmiş, peygamberlik bitmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Risalet ve nebilik kesilmiş, benden sonra nebi
yoktur’ demiştir. Meşru hüküm ise dünyanın sona ermesiyle birlikte biterken
hüküm -vasıtasız olarakkendisine kaçtığımız Allah Teâlâ’ya döner.
Allah Teâlâ’ya kaçmanın neticelerinin
değeri takdir edilemez. Bu keşif Muhammedi bir keşif olması itibarıyla sırf
peygamber olmaları bakımından peygamberlerin keşiflerinden üstündür. Allah
Teâlâ’ya kaçan kişi onları kendi mekânlarında sabit tutarken keşfiyle birlikte
yükümlülük hitabınm üzerine geçebilir ve hakikatin birliğini görüp orada durur.
Oradan çokluğun birliğini öğrenir. Bu durumda kendisini çokluğun birliğinde
onlarla birlikte görür ve rabbinden bir delil ve basirete sahip olarak nefsine
yükümlüler arasına katılmasını emreder. Duyulur nefisler, orada kendi
işlerinden Allah Teâlâ’ya kaçanlardan ayrılır. Onları masum ve korunmuş bir
halde görür. Onların içinden peygamberler, günahtan korunmuş kimseler iken
veliler de muhalefet etme hususunda muhafaza edilmiş kimselerdir. Bu nedenle
peygamberler teşri (hüküm koyma) yetkisine sahipken veliler orada müşahede
ettikleri şeye göre edilgen kalırlar. Böylece onlar muhalefet ederken basirete
sahiptirler. Onlar bu muhalefete çağırmaz, peygamberlerin yaptığı gibi sadece Allah
Teâlâ’ya davet ederler. Allah Teâlâ peygamberine şöyle demeyi emretmiştir: ‘Ben
ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz5284 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem burada kendisini yalnız zikretmemiş, kendisiyle
birlikte tabilerini zikretmiştir. Onlar, kademinde (ayak izinde) bulunmadıkları
sürece, tabileri olamazlar. Kademinde bulunduklarında ise onun müşahede
ettiğini müşahede eder, gördüğünü görürler. Siz de Allah Teâlâ’yı bilen ve Allah
Teâlâ’ya davet edenlerin sözlerini alın, onların hallerine ve fiillerine
bakmayınız. Onlar Hakkın bu hususta açıklamış olduğu bilgiye göre davranırlar,
onlardan başka bir işin gerçekleşmesi mümkün değildir. Salih bir insan
salihlerle oturanlar hakkında ‘Onlarla oturup da hakka’l-yakin olarak
öğrendikleri hususlarda kendileriyle ters düşenin kalbinden Allah Teâlâ iman
nurunu çekip alır’ demişti. Onlarla oturanın onlar gibi davranma hakkı yoktur.
Onlarla oturanların görevi, kendilerinde tecelli eden hakikat ilimlerine dair
salih insanlarla tartışmamaktır. Onların halleri hakikate göre yürür. Bu
nedenle söz konusu kişi (salih insanlara itiraz eden hakkında) ‘Allah Teâlâ
iman nurunu onun kalbinden çekip alır’ demiştir. Kalbinden iman nuru alman
insan ise Hakka bu derece yakın olanların O’na dair bilgilerini ve haberlerini
tasdik edemezler.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ KIRKINCI BÖLÜM
Menzili 'Onlar yanlarına
çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için daha iyi olurdu'2™
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’ya
yönel sen, bırak sebepleri!
Barış yolunu tut, girme savaşa
Varlıktaki her bir sırrı iyi düşün Bir güçlük ve zorluk
olmadan kolayca gelir sana
Rahman’a itimat
ettiğinde bir kez Her sebepte Rahman’ın karşısında bulun
O’nunla birlik ol, nicelikle
bulunma, görürsün Dilediğin suretleri ve sebepleri
Bilmediğin bir işe serii davet
edince /cabei etme, çünkü bilgi nispetlerde
Tartışma! Bütünüyle Allah Teâlâ’ya
bağlan Savaş çıkarma, Allah Teâlâ’nın hilesi talepte
İsimleri yüce ve münezzeh Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ sabredenlerle
beraberdir.’286 Her
işin esası bu beraberliği görmektir. Binaenaleyh ‘Allah
Teâlâ takva sahipleriyle ve iyilik yapanlarla beraberdir.’287 Allah
Teâlâ sabredenler, takva sahipleri ve O’nu görür gibi ibadet edenlerle
beraberdir.
Bu zikir Allah Teâlâ’nın bilhassa
sabredenlerle beraber olmasının müşahedeyi sağlar. Buradaki sabır yanlarına
çıkana kadar peygamberin beklenmesiyle ilgilidir. Peygâmber’e karşı sabırda
durum böyleyken, Allah Teâlâ’ya karşı sabretmede durum nasıl olabilir? Allah
Teâlâ’nın peygamberi her nefesinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Allah Teâlâ ise
O’nu zikredenle birlikte oturur. Demek ki Allah Teâlâ peygamberi her daim Hakk
ile oturmaktaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birinin yanına
geldiğinde, ya müjde vermek veya tavsiyede bulunmak üzere rabbinin katından
çıkarak gelirdi ve bu nedenle ‘Onlar
adına daha hayırlı olurdu’288
demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onların yanma ahiretlerine
dair onları üzecek bir durumla çıkmış olsaydı, bu durum ‘onlar adına’ hayırlı
olmazdı. Allah Teâlâ peygamberin onların yanına çıkmasının daha hayırlı
olduğuna şahitlik ettiğine göre, hayrm gerçekleşmesi kaçınılmazdır; söz konusu
hayır söylediğimiz üzere iyiliğin müjdelenmesi, tavsiye, nasihat veya onları
saadete yaklaştıracak bir emri açıklamaktır, bunun dışında bir iş değildir. Bu
itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in lisanıyla gönderilen şeriat
hakkında nefsini sabra alıştıran birinin yartına Allah Teâlâ mutlaka
peygamberini ‘çıkartır.’ Bu çıkma o kişinin Allah Teâlâ katında hayrına olacak
bir işle ya göreceği bir rüyada veya keşfinde gerçekleşir. Rüyada dedik, çünkü Allah
Teâlâ’nın peygamberinin suretine başkası giremez. Kim peygamberi görürse, hiç
kuşkusuz onu görmüş sayılır. Buna mukabil Hakkı rüyada görmek öyle değildir. Allah
Teâlâ bütün eşyanın suretlerinde tecelli eder ve eşya ancak O’nun vasıtasıyla
ortaya çıkar. Binaenaleyh arif de gördüğü her şeyin Hakk olduğunu bilirken
böyle bir bilgi insana mutluluk ve bedbahdık kazandırır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise böyle değildir. Bu nedenle peygamberin görüldüğü rüyaya
itimat edilirken Hakkın görüldüğü rüyaya itimat edilmez. Dikkat çektiğimiz bu
nedenle insanlardan ve cinlerden bazıları ilahlık iddiasında bulunmuş, bu
iddiaları kabul edilmiş, Allah Teâlâ’nın dışında onlara ibadet edilmiştir.
Hâlbuki hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberi Abdullah oğlu Muhammed olduğunu
iddia etmemiştir. Bu itibarla peygamberlik iddiasında bulunanlar, Muhammed
olduklarını değil, Allah Teâlâ’nın peygamberi olduklarını ileri sürmüş,
iddialarına karşılık delil getirmeye çalışmışlardır. Demek ki keşfinde veya
uykusunda Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiç kimsenin şekline giremeyeceği bu
özel adın korunmuşluğuna dikkat ediniz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
rüyadaki sureti uyanıkken olan suretiyle birdir. O’nu rüyada gören kendisini
görmüştür. Bununla birlikte görüldüğü rüyada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sureti gerçek suretinden başka olduğu halde iyi bir surette
görülürse bu durum görenin haline dönebileceği gibi rüyanın görüldüğü mekânda
insanların işlerini deruhte eden yöneticiler nezdinde şeriatın uygulanma
tarzına döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin suretindeki başkalaşma
kötü bir hal almışsa, bu durum da görenin haline ve rüyanın görüldüğü mekâna
göre değerlendirilir. Bunu bilmelisin! O halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in rüyadaki suretindeki iyi veya kötü tarzdaki başkalaşma, kendisi
hakkında ve bulunduğu mekânda görevli valiler hakkındaki gerçeği ve durumu
bildirmesi ve söylemesidir. Allah Teâlâ’yı rüyada görmek ise öyle değildir,
çünkü O’nun dışında hiçbir şey yoktur ve Hakk’ta her şey güzeldir, herhangi bir
çirkinlik söz konusu değildir. Bir şeyin çirkin veya kötü olması şeriat ile
veya gayelerle veya mizaca yatkın olup olmamayla ilgiliyken nazarî düşünce
sahiplerine göre kemal ve eksiklikle ortaya çıkar.
Bu
düsturun sahibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e çok salâvat getirir.
O zikri yaparken kendini zorlar ve peygamber kendine çıkıncaya kadar sabretmesi
gerekir. ,
Bu kademde bulunan bir adamla
karşılaştım. O da İşbiliyye’de büyük bir demirciydi ve kaynak işleri yapardı. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e salâvat getirir, bu isimden başka bir
şey bilmezdi. Onu gördüm, bana dua etti, ben de ondan faydalandım, sürekli Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e salâvat getirmekle meşguldü, insanlarla
ihtiyaç ölçüşünce konuşuyordu. Biri gelip demirle ilgili bir iş yapmasmı
istediğinde, ona bu şartı söylüyor ve başka bir söz eklemiyordu. Bu nedenle
yanında duran kadın, erkek, çocuk, herkes ayrılıncaya kadar Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e salât ü selam getirirdi. O adam şehirde bu
özelliğiyle maruf olan Allah Teâlâ ehlinden biriydi. Bu zikrin sahibine
kazandırdığı bütün bilgiler masum ve doğru bilgilerdir. Ona bu hususta gelen
her bilgi, peygamber vasıtasıyla gelmiş, kendisine tecelli eden ve haber veren
o olmuştur.
Ebu Yezid el-Bestamî zamanında bir
adam başka biriyle karşılaşıp ona ‘Ebu Yezid'i gördün mü?’ diye sorunca, adam
şöyle cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’yı gördüm, Ebu Yezid'i görmeme gerek kalmadı!’
Bunun üzerine soruyu soran adam şöyle demiş: ‘Ebu Yezid'i bir kere görmen Allah
Teâlâ’yı bin kere görmenden daha iyidir.’ Bu sözü duyunca kendisine doğru
gitmiş ve adamla birlikte yolda oturmuş. Ebu Yezid omuzları üzerinde abası
bulunduğu halde oradan geçerken kendisini görmüşler. Ebu Yezid’i tanıyan adam
kendisine ‘İşte Ebu Yezid’ deyince, adam Ebu Yezid’i görür görmez düşmüş ve
ölmüş. Yanındaki adam ölenin durumun Ebu Yezid’e bildirince Ebu Yezid şöyle
demiş: ‘O adam kendi ölçüsüne göre Allah Teâlâ’yı görüyordu. Bizi gördüğünde Allah
Teâlâ ona bizim ölçümüzce tecelli etti ve bu tecelliye güç yetiremedi, öldü.’
Ebu Yezid’de hal böyleyken, Allah Teâlâ’yı Muhammedi surette ve Muhammedi gözle
görmemizin olabilecek en kâmil görme olduğunu anladık, insanları hem
konuşmalarımız hem kitaplarımızla bu işe teşvik ettik.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştır ir.’
Menzili'Sizden
zalim olanlara büyük azap tattırırız'289 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Zalimin nefsine
karşı Allah Teâlâ’nın yardımı
Kimsenin artık galip gelemeyeceği bir yardım
Başkası O’nun adına zulme uğrarsa
Ayırıcı bir hükümle dilediğine hükmeder
Önce Allah Teâlâ’nın hakları .
Akıllı için nefsin
hakkı sonra gelir
Sonra derece derece
başkalarınmki
Alim ve fazıl insan
böyle bilir bunu
■
Zulüm azabı bir zevktir, sakınınız
Hem dünya ve hem
ahirette
Zevk ilimlerini
bilemez
Dünyada hükümlerini
gören kişi
Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve
bize yardım etsin, bilmelisin ki; burada zulüm ‘İman
edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar’290 ayetinde
gelen zulümle aynı anlama gelir. Bu zulüm hakkında Hz. Lokman (as.) oğluna ‘Allah
Teâlâ’ya şirk koşma, kuşkusuz şirk
büyük zulümdür’291
demiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de zulmü böyle
yorumlamıştır. Bu ayete göre bu zikre devam eden insanı Allah Teâlâ âlemde onun
makamına yerleştirir, kullarının işini ona yükler. Kul ulaşması umulan her
dereceye ulaşsa bile, yine yaratılmış (kul) olarak kalır. Mümkünün hakikati ise
acizliktir. O halde tasarruf mertebesinde ‘zevk’ itibarıyla bir eksikliğin
olması kaçınılmazdır ve bu nedenle nefsin hissettiği (psikolojik) azaptan
büyük bir zevki yaşamış olmalıdır. Allah Teâlâ hepsini razı etmeyeceğine göre
insanın bütün âlemi razı etmeye gücü yoktur. Allah Teâlâ kulun sahip
olamayacağı bir genişliğe sahiptir. Halife olabildiği ölçüde geniş olsa bile
tabiatın darlığının onun üzerinde hüküm vermesi gerekir. Bu
durumda halifenin genişliği ilahi
genişlik karşısında daralır, büyük azabı tattığı ölçüde azap hisseder. Bu kişi Allah
Teâlâ katından Allah Teâlâ’nın emriyle vali olmuştur. Allah Teâlâ kâmil
peygamber hakkında şöyle der: ‘Gönlünün
onların sözleri karşısında daraldığını biliriz.’2'92
Yani onların Allah Teâlâ hakkında söyledikleri sözler ve peygamberi
tekziplerine karşı peygamberin gönlü daralır. Peygamberin tatmış olduğu büyük
azap budur.
Bu zikirde söylenen zulüm ilahi
arzdan kaynaklanan valilik gerçekleşmezden böyle bir görevin ortaya çıkmasıyla
ilgilidir. O vali emir karşısında daralır ve zalim diye isimlendirilmez. İlahi
görevlendirme varken zalim olabilir ve büyük azabı tadar. ‘Kuşkusuz
biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk’293
Kulları içerisinde Hakkın vekili olmaktan daha büyük bir emanet olabilir mi!
Dolayısıyla Hakkın vekili, kullarını Hakk vasıtasıyla yönlendirir ve yönetir. O
halde sürekli huzur hali ve yönetimin murakabe edilmesi kaçınılmazdır. Ayette ‘emaneti
taşımaktan çekindi ve korktular’294
denilir. Yani emanetin hakkını ödemekten korktular ve kendilerini emanetten
uzak tuttular. İnsan ise arz ve sunum şeklinde ortaya çıkan emaneti üstlendi.
Bunun nedeni onun üzerinde yaratılmış olduğu suretin gücüdür. Bu yönüyle insan
nefsine karşı zalimdir. Bu durum ‘Sizden
zalim olanlara büyük azap tattırırız’295 ayetinde
belirtilir. İnsan kendisine sunulmuş olan vekilliği kabul etmekle nefsine
zulmettiğinde Allah Teâlâ ona Ebu Yezid’e söylemiş olduğu şeyi tattırır. Allah
Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle demiş: ‘Kullarıma benim suretimle görün.’ Yani halife
olarak görün! ‘Kim seni görürse, Beni görmüş demektir.’ Bir adım attığında
baygınlık gelmiş. Bunun üzerine Hakk şöyle demiştir: ‘Sevgilimi bana döndürün,
onun benden ayrılmaya gücü yok!’ Demek ki emir ve görevlendirmeyle gerçekleşen
vekâlette güçlük ve darlık bulunurken, arz ve sunumla gerçekleşen vekâlette
nasıl bulunmasın ki? Kendisine teklif edilen halifeliğe karşı zahit davranan
(onu değersiz gören) kişi bu zikir nedeniyle zahit davranmış, onu terk etmiş,
görevi kabul etmemiş, ondan çekinmiştir. Bu zikir sahipleri arasından
halifeliği kabul edenler, bu zikre ilk girişleri esnasında onlara gelen azap
kelimesi hakkındaki bir teville kabul etmişlerdir. Azap bir şeyden haz almak
anlamındaki ‘uzubet’ kelimesinden türetilmiştir. Bu durum Ebu Yezid’in bir hali
hakkında söylediği şu beyitte dile getirilir:
Bütün arzulanma ulaştım artık Bir azaptan
haz almam kaldı
Ebu Yezid ‘elemler’ dememiş, azap
demiştir. Bunun nedeni azaptaki uzubet anlamıdır. Uzubet lezzetin hazzına
varmak demektir. Başka bir ifadeyle Ebu Yezid eşyadan haz almayı değil,
lezzetten haz almayı istemektedir. Benzer bir durum akılcılar tarafından bilgi
hakkında söylenmiştir: Bilgi bilgiyle bilinir, görmek görmeyle görülür. Bu durum
kelamcılara göre böyledir. Lezzet de lezzetle algılanır. Bunu bilmelisin,
çünkü bu konu zikirde sırlı bir bölümdür.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Kim bu dünyada âmâ ise ahirette de âmâ ve yolunu şaşırmıştıZ296 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Gönüllerdeki kalpler körleşir ancak .
O kalpler ki sadırlardır barınakları
Bu hüküm kimde ortaya çıkmışsa
işler ondan meydana gelir
Ondan çıkan kör olmaz .
Kendisi apaçık olan
nasıl kör olabilir ki?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat
gönüllerde bulunan kalpler kör olur.’297 Ayet
iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi sınırlama, İkincisi rücu demektir.
Bilmelisin ki, körlük hayret
demektir. Hayretin en büyüğü ise Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki hayrettir. Allah
Teâlâ’yı bilmek iki şekilde gerçekleşir: Birincisi teorik (nazarî) düşünme
yoludur. Bu yolu benimseyen insan teorik düşünceye hakkını verdiğinde, ölene
kadar hayrette kalır. Bunun nedeni hayal âleminin genişliği nedeniyle her
delile karşı bir kuşkunun ileri sürülebilmesidir. Müfekkire gücü hayal
mertebesinde tasarruf eder. Başka bir ifadeyle müfekkire gücü ya duyu
güçlerinin verileriyle veya musavvire gücünün tasavvurlarıyla hayal âleminde
etkindir. Böyle bir düşünce sahibi dünyada ‘âmâ’ ise, yani hayrete düşüp hayret
halinde ölmüş olabilir. Bu itibarla insan ancak yaşadığı Hakk göre öleceği
için o kişi hayret halinde yaşamış, dolayısıyla ahirette de o hayret hali
içinde getirilir. Orada hakikat ortaya çıktığında, hakkındaki suretlerin
değişmesi nedeniyle hayreti daha da artar. Böyle biri dünyada olduğundan daha
çok dalalete ve hayrete düşer. Çünkü dünyadayken kendisine keşif gelirse
hayretinin kalkacağını umut ediyordur.
Allah
Teâlâ’yı bilmede ikinci yöntem tecelli yönünden O’nu bilmektir. Allah Teâlâ bir
surette iki kere tecelli etmeyeceğine göre bu bilgi sahibi tecelli suretlerinin.
farklılaşması nedeniyle -ahiret hayatında birinci kişinin suretlerin değişmesi
nedeniyle hayrete düşmesi gibiAllah Teâlâ hakkında hayrete düşer. Binaenaleyh
ahiret hayatında böyle birinin karşılaştığı hayret ötekinin dünyada yaşadığı
hayretin aynıdır. Allah Teâlâ’ya davet eden davetçinin sahip olduğu basiret ve
kesin delile gelirsek, bu basiret, davet edilen hakkındadır. Başka bir ifadeyle
basiret ve kesin delil, bilgi hakkında değil, saadete götüren yol hakkındadır.
Davetçi (basirete sahip iken) bilgiye çağırsaydı, yine hayrete davet etmiş
olurdu. Başka bir ifadeyle davetçi Allah Teâlâ hakkında hayretten başka bir şey
olmadığına dair basirete sahiptir, çünkü iş pek çetin olduğu gibi davet
edilenin sınırlanması ve tanımlanması mümkün değildir. Bu hususta elimizden
hiçbir şey gelmez. O halde sadece her tecellide gördüğün Hakk vardır. Kâmil
kişi, cevherde suretlerin değişmesini gören kişidir ve bu yönüyle bukalemuna
benzer. Allah Teâlâ’yı bukalemunu bildiği üzere bilmeyenin ayağı, tek hakikati
ispatta sabit noktada karar kılamaz. Binaenaleyh tecelli sahipleri için ahiretteki
bilgi dünyada öne alınır. Onlar dünya hayatında kör oldukları gibi akılcılara
göre daha hayrettedirler. Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında tecellinin ardında
talep veya tasavvur edilebilecek herhangi bir şey yoktur. .
Bu kadar açıklama akıl sahipleri için
yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ Bu zikir hakkında söz uzar gider.
Menzili 'Peygamber
size neyi verirse onu alın'29* Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Risalet nedir? Peygamberlerin
getirdiğinin aynı Ey insan! Onu al ve tereddüde düşme
sakın
Sen peygamberin kendisine geldiği bir kölesin Onun hükmüne
göre davran ki amelin
yükseltsin seni
Allah Teâlâ’ya doğru, mertebede
kesinti olmaksızın Vehimlere düşmek bir hata
O’na yüksel ki beka mertebesine eresin , .
Oturup kalırsan hayaller
ve bayılmalar gelir
Zarflar yerleştiği kimseleri ihata
eder Emir (iş) benzeri olmayacak kadar münezzeh
En yüce menzil sana yakışır, oraya
yerleş Gayeler ve illetler kesrfıesin sizi
O nitelikten ve sıfattan münezzeh
Emniyet veya korku bulunmaz O’nda
Sen ise sensin;
onun sahibi isen
Kendin için
yapmalısın, onun sahabesinin yaptığını
Senin yaptığın işte sende acizlik
olmasın Tembellik ve bıkma bulunmasın sende
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ kullarına kendinden
onlara ve peygamberlerinin elleriyle ihsandan bulunur. Peygamberin eliyle bir
şey geldiğinde, bir teraziye bakmadan, onu almalısın. Bun mukabil Allah Teâlâ’nın
elinden bir şey geldiğinde, onu bir teraziyle değerlendirerek almalısın. Çünkü
Allah Teâlâ bütün verenlerin aynı olduğu halde verilen her şeyi almanı
yasaklamıştır. Bu
durum ‘Size
neyi yasaklarsa, ondan uzak durun’299
ayetinde belirtilir. Binaenaleyh peygamberden bir şeyi alman senin için daha
yararlı olduğu gibi saadeti de daha güçlü bir şekilde meydana getirir. Demek
ki peygamberden -kayıtsız olarakher şeyi alman gerekirken Allah Teâlâ’dan
sınırlı bir tarzda almalısın. Başka bir ifadeyle peygamberin kendisi
sınırlıyken ondan almak sınırsız iken Allah Teâlâ’nın kendisi sınırlılığa karşı
mutlak iken O’ndan almak sınırlanmıştır. İşin ne kadar garip olduğuna
bakmalısınız! Bu durum aynı anda'Evvel, Ahir, Zahir ve Bâtın olmanın
benzeridir. Böylece her iki tarafta sınırlılık ve mudaklık ortaya çıkar. Bunun
nedeni Allah Teâlâ’nın peygamberini bize, yani ümmetine tuzak kurmak üzere
değil, indirilen vahyi açıklamak üzere göndermiş olmasıdır. Bu nedenle Allah
Teâlâ peygamberden alacağımız şeyleri sınırlamamış, onun sözüne uymak -bir
sınırlama olmaksızınbize emredilmiştir, çünkü peygamberin getirdiği vahiyde Allah
Teâlâ’nın tuzağının bulunmayacağından eminiz. Allah Teâlâ’dan bir şeyi almak
ise öyle değildir, çünkü Allah Teâlâ’nın kullarında -kulun fark
etmediğituzakları vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk, onlar farkında değillerdir.’300 Başka
bir ayette ‘Bilmedikleri yönden onları tuzağa
düşüreceğiz’301
denilirken başka bir ayette ‘Ben
de tuzak kuracağım’302, ‘Benim tuzağım pek güçlüdür’303
denilir. Allah Teâlâ ‘tuzak kuranların en hayırlısıdır.’304
Buna mukabil Allah Teâlâ peygamberleri için bu nitelikte ortaklık
yaratmamıştır. Onlar açıklayıcı olarak gönderilmiş, müjdelemiş ve
korkutmuşlardır ve bunların hepsi doğrudur. Peygambere ise öyle bir terazi
vermiştir ki, Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak isteyen kişi sürekli
elinde o meşru teraziyi tutmalıdır. Söz konusu teraziyi insan peygamberden
almış, ona vâris olmuştur. Demek ki Allah Teâlâ’nın katından insana gelen her
şey, o teraziye konulmalıdır; terazi onu kabul ederse, almak gerekirken kabul
etmezse Allah Teâlâ’ya havale edip bırakmak gerekir. Böyle bir işi bırakmak
bizzat ilahi emre göre davranmak ve kendini (terazinin kabul etmediği) o işi
kabul edecek bir mahal, haline getirmemek demektir. Cüneyd-i Bağdadî şöyle der:
‘Bizim bü bilgimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır.’ Bunlar terazinin iki
kefesidir. Bu sözün anlamı tasavvuf (ilminin) Kitap ve Sünnete göre amelin
neticesi olmasıdır. Allah Teâlâ’nın verdiği (her şeyi) almak hususunda kararlı
davranırsan, üzerinde baskın bir hal olmalıdır ve o Hakk göre (aldığın şeyin
senin için) cazip olmadığını söylemen gerekir. Böyle dediğinde ve o iş Allah
Teâlâ katından sabit olup onu alırsan, O’nun tuzağından bile olsa tuzak önünden
kaybolur gider ve sen onu ‘cazip değil’ sözü vesilesiyle bulamazsın. Çünkü burada
söz konusu olan bir alışveriştir ve Allah Teâlâ şart altına sokulamaz. Hakkın
makamının -zevk bilgisine göregereği budur. Hakka karşı şart ileri süren ise
O’nu bilmeyen veya O’na delil getiren kişidir. Böyle biri hakîm ve habîr (her
işi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar) olan Allah Teâlâ’nın o işi kendisini
hazırlamak üzere gönderdiğini bilirse, emredildiği üzere, Allah Teâlâ hakkında
hüsnüzanda bulunmuş olur. Yine de Allah Teâlâ’yı başka bir yaratılmışla
kıyaslamamak gerekir! Yaratılmış olan senin hakkında olduğu gibi kendisi
hakkında da pek cahil iken Allah Teâlâ öyle değildir ve bu nedenle şart ileri
sürmenin faydası yoktur. Hz. Musa peygamber olarak gönderilirken şöyle
demiştir: ‘Rabbim! Benim gönlümü aç, işimi
kolaylaştır, dilimden ukdeyi çöz, sözüm anlaşılsın, ailemden bana bir vezir
ver, kardeşim Harun’u, onunla beni destekle, işimde bana ortak kıl.’305 Allah
Teâlâ da ona bütün bunları vermiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem bunlardan hiçbirisini söylememiştir. Binaenaleyh en uygun davranış,
Muhammedi olmaktır. Allah Teâlâ’nın bize Hz. Musa’nın sözlerini aktarmasının
sebebi, kendisini halife atayana karşı şart ileri sürmenin caiz olduğunu
bildirmektir. Başka bir ifadeyle görevlendirilen insanın şartlar ileri sürmesi
bir sorumluluk doğurmaz. Bakınız! Hz. Musa isra gecesinde Allah Teâlâ namazı
farz kıldığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir:
‘Rabbine dön, ümmetin bu kadar namaza güç yetiremez!’ Sonra sebep gösterip
şöyle demiştir: ‘Ben İsrailoğullarını sınadım.’ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem ise (Hz. Musa’nın sözü üzerine değil) Allah Teâlâ’nın emrine uyarak
O’na başvurmuştu. Allah Teâlâ peygamberleri zikrederken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e şöyle der: ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uy!’306 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem dönerken Allah Teâlâ’nın emrine uymuş, daha çok
hayır ortaya çıkmıştır. Tasavvufta şeyh edinmenin bir yararı da budur, bunu
bilmelisin!
Tâbi isen, verdiğini almalısın
Çekimser olma, çekimserlik
zorlaştırır işi
Akıl, bilgi ve zekâ sahibiysen Talep
ettiğin emir sana gelmiştir
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Düsturu 'O'nun
nezdinde güçlü gözetmenler vardır/30? Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Dil üzerinde vekil
gözetmen var
Dilin söylediği sözleri gözetir durur
Bakış sahibiysen sen de onu söyle
Tam da hakikate göre amel eyle
Bütün güçlerin de öyle olsun
Hepsi O’nun aynı,
hakikat bilinmeyen şey
Nasihatimi öğrenip
müşahede edersen
Gönderilmiş gözetmenin kim olduğunu da anlarsın ,
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin
üzerinizde gözetmenler var, saygın yazıcılar, yaptıklarınızı bilirler.’308 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ her söz söyleyenin
dilindedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimseyi ayırmadan bu
cümleyi söylemiş, kelimeyi belirsiz kullanmıştır. Buna göre dili olup da konuşan
herkes Allah Teâlâ katında bulunurken ‘Allah
Teâlâ katında olan bakidir.’309 Her
söz söyleyen sözünü Allah Teâlâ’ya nispet ederek söylemez. Sözü Allah Teâlâ’ya
nispet etmeye misal olarak ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ’O kendine hamd edeni
duydu1 demiştir’ hadisini verebiliriz. Nafile ibadederi yerine
getirmekle Allah Teâlâ tarafından sevilen kul, Allah Teâlâ’nın dili (ve bütün
güçleri) olduğu kimsedir ve böylece mertebeler derecelenir: Yazıcı ve koruyucu
melek her insanda bulunur ve onun söylediği her sözü yazar. Demek ki melek
ancak insanın söylediğini yazar. Kişi sözünü söyleyip ortaya attığında, melek
onu alır. Hâlbuki Allah Teâlâ sözü söylerken onun nezdindedir. Melek de o sözü
‘nur’ olarak görür. Başka bir ifadeyle Hakkın dilinde bulunduğu kişinin
kendisine attığı bir nur olarak alır. Melek her zaman o sözü alır ve kıyamete
kadar o sözü yanında saklar, insan bir işi yaptığında, melek onun belirli bir
iş yaptığını bilir, fakat onu telaffuz edene kadar yazmaz. Koruyucu melekler
ise kulun fiillerini bilir, fakat onlar da söyleyinceye kadar onun amelini
yazmazlar. İnsan amelini telaffuz ettiğinde, melekler ameli yazar. Binaenaleyh
melekler, kulun davranışındaki niyetini bilemedikleri için, sadece ‘ikrar
şahideridir.’ Bu nedenle amelleri alarak yükselen melekler, kulun ameliyle
yükselirlerken o ameli küçümserler. Hâlbuki onların küçümsediği amel, kendilerinden
alınır, kabul edilir ve ‘illiyyîn’ derecesine kaydedilir. Buna mukabil
meleklerin kıymedi kabul ettikleri bazı ameller için kendilerine şöyle denilir:
‘Bu ameli sahibinin yüzüne çarpınız, o bu amelle benim rızamı amaçlamadı.
Hâlbuki onlara ‘Harıijler olarak dini Allah Teâlâ’ya
tahsis etmeleri emredildi.’310
Kul amelini icra ederken koruyucu
melekler onun niyetini bilselerdi, böyle bir ifade gelmezdi. Binaenaleyh
amelde niyet kula ancak özel yönden (vech-i has) meydana gelebilir ve bu
nedenle kulun niyetini sadece Allah Teâlâ bilebilir. Amel sahibi dilediği
maksada niyetlenirken melek kulun hareketini gözler, telaffuz ettiğinde dilin
hareketini yazar. Allah Teâlâ ise (her şeyi gören anlamında) şahittir. Başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ (melek gibi) kulunun yanında değil, gerçekte kulun
sözünün nezdinde bulunur. Bu ilahi bulunuş sözün hâdisliği nedeniyle ortaya
çıkar. Bunun sebebi onun bir tekvin olması ve tekvinin de her zaman ve var
olan her şeyde ilahi sözden (ol emri) meydana gelmesidir. Binaenaleyh varlıkta
meydana gelen her iş ilahi sözden ve emirden meydana gelmiştir. Kul ile Hakkın
arasında söz bağından daha güçlü ve daha yetkin bir bağ yoktur ve bu nedenle Allah
Teâlâ söyleyen herkesin dilindedir. Çünkü söz, söyleyeninden ayrı bir
varlıktır. Allah Teâlâ onun yanında bulunmasaydı, söz zayi olacaktı. Allah
Teâlâ yaratılışı tamamlanmış ve bilfiil var olan suret şeklinde inşa etmek
üzere onun yanında (nezdinde) bulunur. Çünkü Allah Teâlâ’nın o sözle
zikredilmiş olması gerekir ve bu durumda o sözde kulun eksik bırakıp da sözün
varlığının Hakk ettiği kemali tamamlar. Nitekim Allah Teâlâ cesametli bir
dağdan daha büyük oluncaya kadar artırmak üzere sadakayı kulundan alır ve kabul
eder. Bu durum ilahi gayretle ilgiliyken birincisi (Allah Teâlâ’nın her sözün
nezdinde bulunması) kemalle ilgilidir. Uygun olan, ilahi mertebe hakkındaki
gayretin mutlak kemalin sahibi Allah Teâlâ’dan kaynaklanmasıdır. Bu itibarla
eksikliğin suretin kemalinden değilvarlığın kemalinin bir parçası olduğunu
bilmelisin, bu ince meseleye dikkat etmelisin!
Varlıkta bir eksiklik olmasa Kemal
mertebesini yitirirdi
Fakat o eksik iken izhar etti
Kemalini onda Zü’l-celâl ,.
Her yaratıktan ortaya çıkan her
fiili Allah Teâlâ güzellikten yoksun bırakmadı
Çünkü her fiil döner O’na Bütün hallerde
ve inançlarda
Ne kemal var ne cemal Hepsi yücelik
sahibi Allah Teâlâ’ya raci
Her şekilde ve her şahısta Fiilde,
sözde ve halde
Ey beni Hakkın
gözüyle gören!
Hükmü hayale
bırakma sen, sakın!
Çünkü her rehberin
inancı
Hatta dalaletten
hidayete erenin inancı
Hal böyleyken, söz ve amelde kemal
üzere yaratılışını buİan bir suretin kendinden zuhur etmesi için çalışmalısın!
Eksikliğin varlığın kemalinin bir parçası olması seni aldatmasın. Eksiklik
senden var olanın kemalinin parçası değil, varlığın kemalinin parçasıdır.
Karşılaştığımız insanlardan bir grup bu konuda hataya düşmüşlerdi.
Bu zikir, sahibine sözünde ve sözünü
kabul edişinde Hakkı müşahede imkânı sağlar. Koruyucu melekleri müşahede eden
onları bu makamdan müşahede etmiştir. Allah Teâlâ bana onları gösterdiğinde,
onları görmekle acı duydum, fakat Rabbi gördüm diye acı duymadım. Onları
görmeyeyim ve kendileriyle konuşmayayım diye Allah Teâlâ’dan sürekli olarak
onları benden perdelemesini istedim, O da dileğimi kabul etti, onları gözümden
perdeledi. Bu esnada Hakkı görmekle azap duymamıştım, çünkü kul Hakkı müşahede
ederken ‘şâhid ve meşhûd (gören ve görülen)’ olarak görür. Meleği görmek ise
öyle değildir. Kul, meleği yabancı olarak görür. Hakk onun gözü olsa bile,
meleğin yabancılığı artarken meleği gören insandaki daralma ve sıkıntı hali de
pekişir. Çünkü melek kendisi gözetmen ve murakıp olan Allah Teâlâ üzerinde gözetmen
değildir. Dolayısıyla meleğin bu esnada Allah Teâlâ’dan perdelenmiş olması ve
O’nu kulun sıfatı olarak müşahede etmemesi gerekir. O’nu görmüş olsaydı, kul
üzerinde murakıp olamazdı. Binaenaleyh kulun meleği görmek nedeniyle sıkıntı
çekmesi kaçınılmazdır. İnsan duyu âleminden habersiz kalıp sırrı ile rabbiyle
birlikte kalır ve Allah Teâlâ meleğe yazdırmayı murat ettiğini yazdırır. Allah
Teâlâ her şeyin üzerindeki gözetici olurken melekler O’nun emriyle insanı
korur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Önünde
ya da ardında takipçiler vardır, Allah Teâlâ’nın emrini korurlar.’311 Onlar
kulun üzerinde bulunduğu her durumda kulla birlikte olan amade meleklerdir.
Başka bir ifadeyle onlar kula tâbi meleklerdir. Bu melekler ile hükümdarın bir
şahsı başka bir şahıs üzerinde görevlendirdiği vekil arasındaki fark budur:
Vekiller kendisiyle görevli oldukları kimse üzerinde hüküm verirken hükümdarın
belirlediği sınırı aşmış olmazlar. Hakkın koruyucu melekleri tasarruf ederken
kula tâbidirler. Kul iradesinde kayıtsız anlamda tasarruf sahibidir. Bu
itibarla kulun tasarrufu belirli bir ölçüde sınırlansa bile, sınırlanmış alanda
da tasarrufta bulunabilir. Melek iki nedenle onu engelleyemez: Birincisi Hakkın
kulu meleğin sözünü duymayacak ve kendisini görmeyecek şekilde perdelemiş olmasıdır.
Başka bir ifadeyle kul meleğin sözünü duyamaz ve kendisini göremez. İkinci
sebep ise kulla görevli koruyucu meleğin tasarruflarında Hakkı kulla birlikte
görmeleridir. Meleklere kulu korumayı emreden Hakkın kendisidir ve bu nedenle
melek kulun tasarrufunu sınırlayamaz. Yaratılmışın vekil kılınması öyle
değildir. Onu görevlendiren hükümdar, üzerinde vekil atanın yanında değildir.
Hakkın vekilleri ile yaratılmışın vekil olması arasındaki fark budur. Başka bir
ifadeyle yaratılmış vekiller insanı tasarruftan alıkoyarken Hakkın vekilleri
onu tasarrufta bulunurken muhafaza eder.
Bu
zikirle ilgili bu kadar uyarı yeterlidir, ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .
BEŞ
YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM
Düsturu 'Secde
et, yaklaş'312 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Nefse itaat etme,
onun özelliği nedir?
, Sana perde çekmek; sen secde et ki
yaklaş
Nefsin arzusuna uyma, ehli değil o
Kuşatıcı ve hakim olan nura yönel!
O cömertliğiyle varlık veren .
Varlığına verdiğine
göre amel et ki yaklaş
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; bu zikir kulu kendi hakikatine vakıf
kılar. Kul hakikatine vakıf olunca, kendini tanımış, kendini tanıyınca, rabbini
tanımış olur. Bu itibarla kul her zaman hareketleriyle rabbini arar, en sonunda
O’nu her şey olarak müşahede eder: (Her şey) O’ndan çıkmıştır. Kul kendisi Hakk
ile beraberken, her şeyin O’ndan sudur edişini görür. Tasarrufunda da Hakkın
kendisiyle beraber olduğunu müşahede eder. Öyleyse insanın O’nu müşahedeyi
istemesi gerekir. Tasarrufunun kendinde nihayete vardığı iş, kulun talebinin
gayesi ve maksadıdır. Yükseklik örfe ve bilgiye göre Allah Teâlâ’ya ait iken
(Hakkın her işte kuluyla beraberliği anlamındaki) maiyet -örfe göre değilbilgi
ve şeriata göre Allah Teâlâ’ya aittir. Bu itibarla Allah Teâlâ hükmünü gayede
görmek istemiştir, çünkü genel anlayışa göre secde etmek, O’nun yüksekliğinin
(bilinmesinden) sonra ortaya çıkar. Bakınız! İbn Atâ devesinin ayağının
battığını görünce şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ yücedir.’ Bunun üzerine deve şöyle
demiş: ‘Allah Teâlâ yücedir.’ Ayak ancak rabbini aramak üzere batmıştı, çünkü
ayağın batması Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşma amaçlı bir secdeydi. Deveyi gören
İbn Atâ ise bu davranışıyla ayağın rabbini aradığını anlamamışken deve şöyle
demiş: ‘Allah Teâlâ senin marifetinin sınırlamayacağı kadar yücedir. Senin
inancında Allah Teâlâ’ya ait nitelik yükseklik olabilir. Aşağı ciheti muhafaza
eden kimdir ki? Ben bir ayağım, baş değilim! Rabbimi hakikatimle aramam
gerekir ki o da secdedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Bir ip sarkıtmış olsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi ’ Bu hadis, devenin
söylediğinin ta kendisidir. Her kim secde ederse, zorunlu olarak, Allah
Teâlâ’ya yaklaşmış demekken secde eden kişi yüceliğinde Allah Teâlâ’yı müşahede
eder. Bu nedenle Allah Teâlâ kuluna secdesinde ‘Yüce olan rabbimi tenzih
ederim’ demeyi emretmiştir. Yani rabbinin o nitelikten tenzih eder. Kul
secdenin hakikatine erdiğinde, Hakkın Arş’tan yakın semaya inişini öğrenir. Bu
secde kalbin secdesidir: Allah Teâlâ tenezzül edişinde ve inişinde kulunu
ararken kul da secdesinde O’nu arar.
Kim bu zikirde dikkat çektiğimiz gibi
veya onun benzeri bir halde bulunmazsa, bu düsturun sahibi olmadığını
bilmelisin. '‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM
Menzili ve düsturu'Zikrimizden yüz çevirenden sen de
yüz çevir'313 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Yüz çeviren ne kadar da cahil!
Yöneldiği kimseden habersiz '
O’nu bir göz kendiliğinden görseydi O’nu belirler ve yüz
çevirmezdi
Kim bir azap tatmışsa Yüz çevirdiğinde tatmıştır
O’nu görmüş olsaydı görürdü O’ndan
tecelli eden ve yaklaşanı
O’ndan başka bir varlık yok ki ,
O tevelli (yüz çeviren/dost edinen) kimse
. En garip söz şu bence
Biz O’nu veli edindik, O değil
İşleri O’na havale edersen sen
Onlarda seni görevlendirir ve yardım eder
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu yöneldiği
işe yönlendirdik.’314 Allah
Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; ayetteki
‘yüz çevirmek’ O’na izafe edilen zikirden yüz çevirmektir. Allah Teâlâ
zikrinden yüz çevirmeyi belirsiz kullanmamış, ardından ‘Sadece
dünya hayatını isteyen’315
diyerek onu belirlemiş ve sınırlamıştır. Peygambere verilen emir, bütün
bunlarla birlikte yüz çevirmenin gerçekleşmesiyle ilgilidir.
Bu zikir arife genel olarak ayetten
anlaşılandan farklı bir netice kazandırır, şöyle ki: Allah Teâlâ kula son derece
yakındır. Ayette ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’316
buyurur. Dünya hayatı kulun şanına yaraşır bir şekilde en yakın bir durumda
bulunan Rabbiyle nimedenmesinden ibarettir. Bu yakınlığa rağmen zikri
hatırlatanın muradı, O’ndan gafil olanı kendisine çağırmaktır. Zikreden gelip
zikriyle (gafil insanı) çağırdığında, davet edilen kişi onu duyar. Bu durumda
insan inayete mazhar birisiyse, zikir yaparken dünya hayatında zikredileni
müşahede eder. (Ayette geçen ‘yüz çevir’ emrine dönersek) Allah Teâlâ bu insana
zikri hatırlatan kişiye ondan yüz çevirmeyi emretmiştir. Bunun gayesi zikirle
birlikte zikrettiği kimseyi görüp O’ndan nimetlenmekten alıkonmamasıdır. Bu
yorumla Hakk şöyle der:: ‘Zikrimizden
yüz çevirenden sen yüz çevir.’317 Zikir
zikredilenin bıılunmadığı bir yerde olabilir. Zikirden yüz çeviren, dünya
hayatını isteyerek yüz çevirmiştir ve orası ‘yakınlık nimeti’ demektir. Bu
yorum bu makamdaki için -tefsir değilişarî bir yorumdur. Sonra sözünü
tamamlayarak şöyle der: ‘Onların bilgiden ulaştıkları budur.’318
Öyleyse söz konusu ayet, tefsir ilmine göre kınama anlamı içerirken, işarî
yorumuyla yüz çevrilenin övülmesi ve onun Allah Teâlâ hakkındaki marifet
derecesine dikkat çekmek amacı taşır. Ayetin içerdiği övgü söz konusu insanın
Hakka yakınlık makamında O’nu müşahede halinde bulunmasıdır. Binaenaleyh
yakınlıkta fani olduğu için peygamberin ‘zikir5 ile kendisinden
talep etmiş olduğu yükümlülüğü yerine getiremez. Bu durumda hatırlatıcı
peygamber, sözünü dinleyecek bir kabiliyet bulamadığı için adeta boşa kürek
sallamış olur. Allah Teâlâ bu halde gerçekleşen zikirde zahirî zikre karşı
saygısızlık bulunduğu için ondan yüz çevirmeyi emretmiştir. Peygamberin
zikrini duyan insanda Hakkı her şeyde görebilecek bir güç bulunsaydı, (peygamberin
söylediği) zikirde de O’nu müşahede edebilirdi. Bu durumda Hakk peygambere
ondan yüz çevirmeyi emretmeyeceği gibi dinleyen insan da peygamberin sözünden
yüz çevirmezdi. Bu da ilgili ayette onun derecesinin bir yönü iken bilgiden
ulaşmış olduğu derecedir.
Bu zikir sahibine söylediğimiz
neticeleri meydana getirirse, böyle bir insan o zikrin sahibidir. Buna mukabil
söylediklerimizden habersiz kalıp ayeti kınama anlamında yorumlarsa, bu
düsturun sahibi değildir. Çünkü bu zikirde kınama ilk anlamı olduğuna göre
böyle bir durumda bu yorumu benimseyen kişi insanların genelinin anlayışı
seviyesindedir. Hâlbuki bu düstur sahibinin sıradan insanlardan farklılaşacağı
özel bir niteliği olmalıdır ki o da bizim söylediğimizdir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Emredilen
yerine getir'319 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Rabbine yönel veya
O’nun emrini yerine getir
Yönelirsen Rahman
seninle açıkça konuşur
Sana gelen emirlerinde O’na teslim ol
Varlıklardaki hükümlerinde tam teslim ol
Bir nur verir sana,
yokluktaki hakikati gösterir
Varlıkta hükümleri ve hikmeti gösterir '
Onlar Hakkın nezdinde seni bir yere yerleştirir .
Kimse ulaşmamış
oraya veya ayak basmamış
Sana bilmediğin bir
bilgiyi öğretir
Adap verir ve bilgi
kazandırır
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ ile
karşı konulabilirken, bu durumda kendine mukavemet eden bizzat Allah Teâlâ’dır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senden sana sığınırım’ derken
kastettiği budur. Kul ceberut ve büyüklük (kibriya) özelliğiyle nitelendiğinde,
Hakk onu cezalandırır. Allah Teâlâ kendisi karşısında tartışana karşı
büyüklenir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisiyle tartışmayan ve didişmeyen arife
el-Kahir isminde tecelli etmez. Buna mukabil arif ise el-Kahir ismiyle tecelli
eder, fakat Hakk bu isimle ona tecelli etmez. Yaratılmışlarda bu nitelik, bir
hakikate dayalı olarak ortaya çıkmaz. Onlar acizliklerini ve eksikliklerini
bilirler. Onlarda büyüklük, sadece yağmursuz buluttan çıkan şimşek suretinde
gözükür. Bunun yanı sıra söz konusu nitelikten ortaya çıkan Hakk göre ilahi
kahır ve şiddetli cezalandırma tecelli eder. Sıfatı kabul etmede mahal
farklılaştığı için, daha güçlü olan zayıf olanda ortaya çıkmıştır. Bu itibarla
derecelenme mahalde gerçekleşir, sıfatta gerçekleşmez. Peygamber Allah
Teâlâ’nın emriyle hareket ettiğinde, kahır Allah Teâlâ’nın emrine aittir, yoksa
O’na ait
değildir. Bu nedenle emir karşı
çıkanda etkin olur. Allah Teâlâ ona ‘fesda' (yerine getir)’ demiştir: Nüfiız
edeceği şekilde kendisini kabul edecek bir yerin bulunması kaçınılmazdır. Bu
sayede o yer masdu' (yerine getirilen) âiye isimlendirilir. Nüfuzu kabul
etmemiş olsaydı, bu emir anlamsız kalırdı. Allah Teâlâ’nın ‘Müşriklerden
yüz çevir’320
ayetine bakınız! Çünkü emir müşrikte etkin değildir; etkin olsaydı müşrik
birliği kabul ederdi. Bunun üzerine peygambere ‘yüz çevir’ demiştir. Onlar bir
mahal değildir. Peygamber müşrike kendisine emri nüfuz etmeksizin emreder.
Emre icabet edeceğini ve istemeden de olsa sözünü kabul edeceğini bildiği
kimseye ise ‘yerine getir’ emrine göre tebliğ eder.
Kul bu zikrin hakikatine erip
rabbinin emrini kabul edeceklerle etmeyecekler kendisine görünmezse, her yönde Allah
Teâlâ’ya basiret üzere davet edenlerden birisi değildir. Basiretle O’na davet
edenin bir grup hakkında emredici, bir grup hakkında emri uygulayıcı olması
gerekir. Böyle biri emrinin kime tesir edip kime etmeyeceğini bilir. Bu zikrin
faydası, basiretleri nurlandırmak, Allah Teâlâ’ya daveti kemale erdirmektir.
Burası Allah Teâlâ’ya davette peygamberlerin ve kâmil vârislerin derecelendikleri
yerdir. Bu bağlamda onların sözlerini eskimeden yenilenen Kur’an olarak
görürsün. Mümine ise Kur’an’ın manaları sürekli olarak açılır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Düsturu ve
Menzili' Beni zikredin ki sizi zikredeyim'321 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Kim Allah Teâlâ’yı hallerde zikrederse
Allah Teâlâ da onlarda kendisini zikreder; bu zikirden ayrılma
Senin zikrin Hakkın zikri! Başka bir şey değil Keşifte benim
söylediğimi görürsün
Hakk âlemin
varlığı, işin hakikatini görün
Göz görür, vehim
sınırlar
Akıl fikrin
hükmüyle sureti olumsuzlar O’ndan
Fikir örter, keşif
izhar eder
Akıl fikir ile
keşif arasında kalır; düşünceler hayrette kalır
Fikir O’nu tenzih
eder, vehim tasvir eder
Taklit eden O’nu
bilemez
Allah Teâlâ ir şad
eder onu ve yardım eder ona
Akıl söylediğimizi
görünce ,
Büyük bir iş ve
susturucu bir nur görür
Bütün bunlar hadlerin haddi . .
Eşyadan hiçbiri
sınırlamaz O’nu
Şanı yüce Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘O salât eder.’322
(Kutsi hadiste ise) Allah Teâlâ kendisini kulun kendisini zikretmesinden sonra
onu zikredici olmakla nitelemiştir. Başka bir ifadeyle kulun Hakkı zikri Hakkın
içinden kulunu zikretmesini sağlamıştır. Dua eden de Hakta icabeti meydana
getirir. Bu mertebeden âlemin Hakkın varlığındaki tesiri ortaya çıkar.
Zikrin sahih olabilmesi zikirde
zikredileni duymaktır. Allah Teâlâ ise kul kendisini zikredince onu
zikredeceğini söylerken doğru söyler! O halde kul Allah Teâlâ’yı zikrettiğinde
O’nun kendini zikrini duymuş olması gerekir. Çünkü Hakk doğru sözlüdür. O halde
kendisini zikrettiği rabbinin onu zikrettiğini duymayan zâkir, zikri hususunda
kendini kınamalıdır. Böyle biri rabbinin onu zikretmesini gerektirecek bir
şekilde zikrin şartını yerine getirmemiştir. Burada iddia anlamına geleceği
için açıklanması mümkün olmayan bir sır vardır. Allah Teâlâ bize kendisini
zikredeceğimiz tekbir, tehlil, tespih, takdis, tahmid, temcid gibi zikirleri
bildirmiştir ve bütün bunlar malumdur. Fakat Allah Teâlâ bize O’nun bizi nasıl
zikredeceğini belirtmemiştir. Bu zikir sahibi, Allah Teâlâ’yı zikredip zikrin
şartlarını teşkil eden ihlas ve huzuru tam yerine getirdiğinde, rabbinin onu
nasıl zikredeceğini duyar. Başka bir ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in diliyle rabbini hangi zikirle zikredeceği kendisine öğretildiği gibi
rabbinin onu neyle zikredeceğini de kendisi öğrenir. Bunu öğrenmediği takdirde,
bu düstur sahibi zâkir olmadığı gibi bu zikri yapan biri de değildir. Demek kİ
söylediğimize dikkat etmek zorunludur. Zikrin doğruluk alameti,
söylediğimizden başka bir şey değildir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ KIRK
DOKUZUNCU BÖLÜM
Menzili'Müstağni
olana gelirsek, sen ona destek çikmaktasın'323 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Hakkın sıfatları birinde tecelli ederse
Keşif O, Tek ve Bir’i yüceltir (tecelli edileni
değil)
Bu hususta tenzih ettiği Hakk kendisini kınasa da Gelen kınamayı da kabul eder bu yolda
Çünkü o ifadenin niye geldiğini
bilir Kınamadaki maksadı anlar
İşler yolları kapattığında
Onları ancak vecd
sahibi açabilir -
Yaratılışında ortaya çıkan sıfatlar
olmasaydı Ne mal ne çocuk olarak onlara bağlanmazdım
Veya ailenin varlığını barınak
edinmezdim Hükümdarlar veya sebepler dayanağım olmazdı
Bu gayelere ulaşmak zor
Onları ancak müşahede eden bilebilir
Allah Teâlâ sana ve bize kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ âlemin Hakk ettiği
özelliklerle zatın veya ilahi mertebenin Hakk ettiği özellikleri ayırdığında,
Hakkın niteliği ariflere ağır gelmiştir. Bu nedenle O’nu her nerede görürlerse,
kendilerine tecelli eden izzeti nedeniyle, doğrudan kendisine yönelmişlerdir.
Arif bu konuda kınandığında, kınamayı özellikle kabul etmiş, onu bir kenara
atmamıştır. Bu nedenle arife ilahi bir özellik tecelli ettiğinde, hemen ona
yönelmiş, kendisini yüceltmiştir. Kınandığındaki durumu da birinci hali
gibidir. Herhangi bir nitelikte kendinden kınamayı uzaklaştıran kişi, böyle bir
zevk sahibi değil, (Allah Teâlâ) yolunda kıyasla hareket eden biridir. Böyle
bir insan ihtisas kulları arasında hiçbir zaman temayüz edemez. Bu kınamayı
kendinden uzaklaştırdığında, Hakkın özelliğine yakışmayan bir şekilde karşılık
vermiş demektir. Burada şeriata uyan bir grubun ayakları kaymıştır, hâlbuki
böyle bir hal kendilerine yakışmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
söylediğimiz hususa dikkat çekmiş, ifade ettiğimiz görüşü deliUendirme imkânı
vermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size kavmin büyüğü
geldiğinde, ona ikramda bulununuz’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ sizi dinde kendileriyle savaşmadığınız kimselerden uzak tutar, onlar sizi
evlerinizden çıkartmamış, onlara karşı adil
davranın.’324
Bilmelisin ki, halkı arasında
otoritesi olan bir hükümdar gelip sana konuk olduğunda, otoritesini ardına
bırakmış olabileceği gibi belki de senin ondaki otoriten ve saygınlığın onun
kendi otoritesinden daha güçlüdür. Her durumda, o kişi senin konuğundur. Bu
durumda onu memnun edecek şekilde kendi mertebesine yerleştirmelisin. Böyle
yapınca, hikmete göre hareket etmiş olursun. Allah Teâlâ peygamberini âmâ ve
köleler hakkında iki grubun huzurunda uyarmıştır. Binaenaleyh uyarı toplamla
birlikte gerçekleşmiştir, yoksa tek başına gerçekleşmemiştir. Benim görüşüm
budur. O halde hükümdarlara ve başkanlara saygı göstermek, rabbe saygının bir
tezahürüdür. Fakirlere saygı göstermek ise sadece onların kırıklıklarını
telafi etmek (gönül almak) demektir. Onların fakirliklerinde düşkünlülderi
vardır. Fakirler Allah Teâlâ yolundaki fakirler ise onlara saygı göstermek
telafi ve gönül alma sayılamaz. Çünkü senin Allah Teâlâ yolundaki bir fakire
saygı gösterip onu kabul etmen ve kendisine yönelmen, onun fakirliğini
gidermez. Onun müşahede ettiği kimse rabbi olduğu gibi öyle fakirlerin gönlünü
almak Allah Teâlâ’nın yapacağı bir iştir.
Bu zikri yapan kişi için bu zikir her
nerede ortaya çıkarsa çıksın Hakkın bir sıfatıdır. Kınanmış olsa bile,
başkasıyla değil, o şahısla ilgilidir. Bunun farkına varmalısın. ‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM
Menzili ‘Rabbi dağa tecelli
ettiğinde onu paramparça etti'™ Ayeti
Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ birine tecelli ederse
Bayıltır onu o tecelli
Birine yaklaşırsa Nurlandırır onu bu yakınlık
Tecelli ettiği kimseyi gördüğünde Beni onda gölgem olarak izhar etti
Allah Teâlâ kendinden başkasına
zahir değil Her zıtta ve her benzerlikte bu böyledir!
Birinden yüz çevirirse Bu yüz
çevirme helak eder onu
Sizin duymuş
olduğunuz bu söz
Allah Teâlâ’ya
yemin olsun ki O’nunla söylenmiştir
Her cins ve her tür Her vasıl ve her fasıl
Her duyu ve her akıl
■
Her cisim ve her şekil
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki; tecellideki durum bazen alışık olunan hikmetin
tertibinden farklı olarak gerçekleşir. Daha önce tecelliyi kabul edenin
istidatlarını açıklamış, ortada bir engellemenin bulunmadığını söylemiştik.
Aksine sürekli bir akış, önüne geçilmeyen veriş söz konusudur. Tecelli edilen
tecelliyi ortaya çıkartan bir istidada sahip olmasaydı, onun adına tecelli
gerçekleşmez, onun da parçalanma veya bayılmakla tecelliye karşılık vermemesi
gerekirdi. Bu görüş bize itiraz edenin görüşüdür. Ona şöyle deriz: Bizim sözünü
ettiğimiz istidat Hakkın sürekli tecelli ettiği istidattır. Kabiliyetler,
tecelliyi kabul etmek için her zaman özel bir istidada sahiptir. Bu istidat
gerçekleştiğinde, o şey için tecelli de gerçekleşmiş olur. Bu esnada tecelli
esnasında varlığın ya beka istidadı vardır veya böyle bir istidadı yoktur.
Böyle bir istidadı varsa, onun baki kalması kaçınılmazdır; böyle bir istidadı
yok ve sadece tecelliyi kabul istidadı olup beka istidadı olmazsa, onun baki
kalması söz konusu değildir. Böyle bir durumda tecelliye mazhar olan şeyin
parçalanması veya bayılması veya fena haline girmesi veya gaybet ve bayılma
haline girmesi kaçınılmazdır. Böyle bir mahal için müşahede esnasında müşahede
ettiğinden başka bir şey geride kalmaz. O halde arzulanmayacak bir işi
arzulamamalısın. Bazı sufıler şöyle demiştir: ‘Hakkı müşahede etmek fena
halidir. Onda dünyada veya ahirette hiçbir haz ve lezzet bulunmaz.’ Dolayısıyla
tecellide derecelenme veya üstünlük söz konusu değildir. Üstünlük ve derecelenme
Allah Teâlâ’nın tecelligâha verdiği istidattan kaynaklanır. Tecellinin
gerçekleşmesi bilginin gerçekleşmesinin ta kendisidir. Onların arasında uzaklık
düşünülemez ve bu itibarla delil de delilin yönüne benzer. Hatta tecellideki
durum hüküm itibarıyla delildekinden daha yetkin ve hızlıdır. Kendisiyle
birlikte beka, anlama, haz, konuşma ve kabulün bulunduğu tecelliye gelirsek,
böyle bir tecelli surî tecellidir. Başkasını görmeyen kişi, bazen tecelli
hakkında bir sınırlama olmaksızın mutlak olarak hüküm verir. Her ikisini tatmış
olan ise ayırt eder ve bu durum kaçınılmazdır.
Kardeşimin oğlu Ebu Necib Şeyh
Şihabüddin es-Sühreverdî’nin müşahede ile konuşmayı birleştirdiğini söylediğini
aktarmıştır. Bu söz üzerine onun bu konudaki makamını ve zevkini anladım. Ancak
daha sonra yukarı mertebeye çıkıp çıkmadığını bilmiyorum. Onun tahayyül
mertebesinde bulunduğunu anladım. Bu makam herkese ulaşan genel bir makamdır.
Seçkinler ise tahayyül mertebesini bildikleri gibi sıradan insanların zevk
edemediği başka bir şeyi ona eklerler. es-Seyyarî, biz ve bizimle birlikte
tahkik yolunda yürüyen Allah Teâlâ adamları bu makama işaret etmişlerdir. '
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
BEŞ YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ, peygamberi ve müminler sizin amelinizi görecekti/326
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Yükümlü olduğu her işi yerine getiren
Gerçekte mutlu olur, dikkat et ,
Şâri’nin ona bir bakışı var
O ameli getiren kişiyi görür Allah Teâlâ
Adil olan gayret ederek koşar
Her akıllı ve
dikkatli böyle
Daha çok azık elde
etmek üzere koşar durur
Kuşkulu azık değil,
helal bir azık
Bizim amellerimize
nazar eder
Hüküm sahibi olan
verdiği hükümle
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’327 Her
görenin kendine yakışan bir gözü vardır ve onun görme gücünün verisine göre
görüleni algılar. Bu bağlamda görüleni bütünüyle ihatayı sağlayan bir göz de
vardır. Öyle bir göz Allah Teâlâ’nın gözüyken peygamberin ve müminlerin
görmeleri ise ihatanın bulunmadığı özel bir görmeden ibarettir. Peygamber
gönderildiği maksada göre onu görürken mümin ise peygamberden öğrenmiş olduğu
bilgi ölçüşünce görür. Demek ki müminin gözü, mertebe bakımından peygamberin
gözünün idrakine ulaşamaz. Çünkü müçtehit hata edebileceği gibi doğru içtihatta
da bulunabilirken, görevi şeriatı getirmek olan peygamber bütünüyle hakikati
söyler. Delaleti arayan adına arzulanan göz budur.
Amelin sureti kâmil bir yapı
kazandığında, yükümlüden meydana gelen o ameli Allah Teâlâ görür. Allah Teâlâ
onu hem peygamberlere ve müminlere gösterdiği yönden hem onların amelin
suretini görmedikleri yönden görür. Peygamber de müminlerin gördüğü yönden
ameli gördüğü gibi aynı zamanda onların görmediği yönden de görür. Müminler ise
ameli gördükleri yerden görürler, fakat peygamberin gördüğü yerden göremezler.
Peygamber müçtehiderin hükmünü onaylayandır: İki müçtehit birbiriyle tartışır
ve biri ötekini verdiği hükümde suçlar. Her göz sahibinde görmek hali eşit
olsaydı, âlemde tartışma ve kavga ortaya çıkmazdı. Bu konuda bütün iş Allah
Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ işler hakkında hüküm verdiğinde, acaba neye göre
hüküm verir? Kendi gördüğüne göre mi, peygamberin gördüğüne göre mi, yoksa
müminlerin gördüğüne göre mi? Bu zikir sahibi Allah Teâlâ’nın amelde gördüğü
şeye göre hüküm verdiği kıyametteki bazı mertebeleri görür. Bazı yerlerde de Allah
Teâlâ kendisinin gördüğüne göre değil, peygamberin gördüğüne göre hüküm verirken
bazı mertebelerde de -peygamberin gördüğüne göre değilmüminlerin amelde
gördüklerine göre hüküm verir; bazı yerlerde de toplama göre hüküm verir.
Bu zikir sahibi söz konusu hükümleri
öğrenip o mertebeleri müşahede ederse, bu zikrin sahibidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Onlar nefislerine zulmettiklerinde
sana gelmiş olsalardı'™ Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Tasarrufunda babası (Adem) gibi olan
kimse Nefsine zulmetmiş olsa bile
Günahı nedeniyle Allah Teâlâ’dan bağışlanma diler Değerine
değer katar da yükselir
Sonra tahsisiyle onu
seçer ve hidayet eder Verdiği hükümle ona döndü diye
Şeriatın onda adil terazileri var ki
Hakkı bilen insan o terazilerle hüküm verir
Adalet ve ihsan halinde onu talep
eder Anlayışlı insan ihsan ile ortaya çıkar
Allah Teâlâ Hz. Âdem’den haber
verirken şöyle demiştir: ‘Rabbimiz! Kendimize zulmettik.’329
Nefsine zulmeden -yoksa nefsi nedeniyle zalim olan değilrabbine dönendir. Buna
mukabil nefsi nedeniyle zalim olan ise rabbinin katından çıkmamıştır ki, oraya
dönsün; o seçilmişlerdendir. Nefsine zulmeden kendisi için belirlenmiş meşru Hakk
(hakikat) nedeniyle gelir. Söz konusu Hakk, yaşarken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in onun suretiyle göründüğü haktır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemi tanıtmak üzere sadece ‘Muhammed’ değil, Allah Teâlâ’nın
peygamberi denilirdi. Allah Teâlâ da ‘Muhammed
Allah Teâlâ’nın peygamberidir’330
diyerek bu duruma dikkat çekmiştir. Başka bir ayette ‘O Allah
Teâlâ’nın peygamberi ve peygamberlerin sonuncusudur’331
buyurur. Zalim günümüzde elimizde bulunan meşru hakka geldiğinde, bu Hakk ona
uykuda veya uyanıklıkta Muhammedi surette bedenlenirse bu zikrin mensuplarından
olduğunu anlar. Buna mukabil bedenlenmezse, bu zikrin sahibi değildir. Meşru Hakk
ona böyle bedenlendiğinde, nefsine zulmeden kişi ya bağışlanma diler veya
dilemez. Allah Teâlâ’dan bağışlanma dilerken peygamberin suretinin de onun
adına mağfiret dilediğini görmezse
-ki peygamber müminlere karşı rauf ve rahimdirAllah Teâlâ’ya gerçek anlamda
istiğfar etmediğini anlar. Çünkü onun bu esnada Allah Teâlâ’dan mağfiret
dilemesi, peygambere onun hakkında mağfiret dilemeyi hatırlatır. Bu esnada Allah
Teâlâ’yı ise ‘et-Tevvab ve er-Rahim’332
olarak bulur.
Bir kez nefsime zulmetmiş olarak Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kabrine geldiğimde, işin söylediğim gibi
olduğunu gördüm. Allah Teâlâ ihtiyacımı yerine getirdi, oradan ayrıldım.
Peygambere gelişimdeki yegâne gayem bu düsturdu. Kabrinde kendisini ziyaret
ederken bu zikri peygambere okudum. Kabul gerçekleşti, ben de ayrıldım. Hadise
601 yılında gerçekleşmişti. Kendine zulmedenin nasıl geldiğini açıklamış
oldum.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .
BEŞ
YÜZ ELLİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Allah
Teâlâ onları artlarından ihata ede/333 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
. Rahman için ihata bir sınırlama
Yaratıkları sınırlar, tecrit hüküm verir
Varlığının çeperlerinden soyutlanırsa bir insan Aklında Allah
Teâlâ adına sınırlama kalmaz
Allah Teâlâ, hakkında hüküm
verilemeyecek kadar münezzeh Celalinin kabul etmeyeceği bir övgüyü reddeder
O’nun kemali âlemin bütün yönlerini
kuşatır Tespih, hamd, tehlil ve övgü olarak
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şey O’nun/onun hamdini tespih eder.’334 Allah
Teâlâ varlığın kendisi olunca, bilgiyle ihata etmek özelliğiyle nitelenmiştir.
Ayette ise ‘artlarından’ diyerek, ilahi koruma amaçlı ihatayı arka cihete
tahsis etmiştir. Bunun nedeni insanda iki göz yaratıp onları ön tarafı olan
yüzüne yerleştirmesidir. Bütün bunlar adet denilen ve vakıa haline gelmiş
durumlardır. Yoksa arka cihet, kendisiyle ön ve yüz tarafın korumasını
sağlayacak belirli bir sebebe sahip değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onu
zatıyla muhafaza etmiş, kendinden başka koruyacak sebep yaratmamış, insanın
yaratılışı kendi önüyle Hakkın önü arasında gerçekleşmiştir. Onun karşısında
bulunan şehadet ve ardındaki gaybdır. İnsan önünden kendi kendisiyle korunurken
ardından Rabbi vasıtasıyla korunur. Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye olmadığı
gibi onları artlarından ihata etmemiş olsaydı insan arkasından
cezalandırılırdı. İnsan Allah Teâlâ’nın onu ihata etmesi nedeniyle kendini
korkutacak işlerden emin olmuş, önünde gördüğü şeyle Allah Teâlâ’nın korumasına
itimat etmiştir. Bu durumda hem gayb hem şehadet olarak emniyet elde etmiştir.
Başka bir ifadeyle önünden kendi kendisiyle emniyet gerçekleşirken ardından (Allah
Teâlâ’nın korumasına) iman ederek emniyet gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ hangi
yönden onu cezalandırırsa, güven halindeyken cezalandırır. Nitekim Allah Teâlâ
(ayette geçtiği üzere) ‘köyleri cezalandırırken’ böyle yapar. Onlar zalim
köylerdir ve Allah Teâlâ onları artlarından cezalandırır.
Genel ihataya gelirsek, bu ihata,
tümel cezalandırma demektir ve ‘Allah
Teâlâ kâfirleri ihata edendir’335
ayetinde belirli bir yönle sınırlanmaksızm zikredilir. Fakat bu bir sıfatla
sınırlayarak cezalandırmadır. Söz konusu sıfat ise kâfir olmaktır. ‘Kâfir
olmak’ örtmek demektir ve bu anlamıyla arda benzer, çünkü insan kendisini
algılayamaz. ‘İhata’ özelliğine sahip bu cezalandırmanın -her nerede gelirse
gelsingörerek gerçekleştiğine şahit olmadık. Allah Teâlâ velilerinden birini
cezalandırdığında, ürkmesin diye ardından cezalandırır ve kendisi fark etmesin
diye yumuşakça cezalandırır. Farkına vardığında ise bu kez cezanın içerdiği
hazzı görüp ünsiyet eder. Çünkü o lezzeti kendini kendinden geçiren bir
müşahededen elde etmemiştir. Bu nedenle ‘bel (aksine)’ edatı kullanılmıştır ve
şöyle der: ‘Aksine o meciâ Kur’an’dır.’336
Yani üzerinde bulunduğu isim ve nitelikleri toplayan kıymedi kitaptır. ‘Levh-i
mahfiızda'dır.’ İşarı ve bâtını yorumuyla kastedilen insandır. İnsan/sen bir
yönde kendinde değilken, bütün yönler şendedir ve senin dışında bir şey yoktur.
Böylece arka yön bu ifadede olumsuzlanırken bir yönden
olumsuzlanmaz, çünkü o sensin. Varlıkta tek hakikat vardır
ki, o da sensin.
Bu misallerle ima ettiğim hususların
farkına varmalısın.4Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'
BEŞ YÜZ ELLİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Zannetme ki
kendilerine verilenlerle sevinenler ve yapmadıkları işlerle övülmeyi sevenler,./337 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Yaptıkları işlerle sevinenler için düşünme
Yaptıkları işlerde bir payları yok onların
Onlar
insanlarca övülmeyi severler !
Fiilden
onlara ait olan yokluk ve yitirme .
Hatmü’l-evliya’nın
düsturudur bu ,
Böyle
bir nitelik sahibi yok olur .
O görevleri
sağlamca dikilen imam
Temiz, ihsan
sahibi, pak imam
Mülkün yönleri ona
bakar
Halk, kalem ve
levha onu ifade eder
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki; uzun seneler bu zikre bağlanmış ve
onu düstur edinmiştim. Öyle ki kendi şehrimde başka zikirlerle tanındığım gibi
bu zikirle de maruf olmuştum. Onun açık bereketlerini görmüştüm. ‘Kendilerine
verilenler’ kısmında geçen olumsuzluk edatı ile ‘yapmadıkları işler’
kısmındaki ifade ‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah
Teâlâ öldürdü’338 ile ‘Attığında
sen atmadın, Allah Teâlâ attı’339 ayederiyle aynı
anlamdadır. İnsan fiilin kendisinde ortaya çıkması nedeniyle bir davranışı
meydana getirir, yaptığı iş
nedeniyle övülmek ister, hâlbuki fiil
ona ait değildir. Bu hususta insan iddiası ölçüşünce haz alabilir. Fakat bu haz
gerçeğin iddia ettiğinden farklı olduğu için rahatsız edicidir. Bu çelişik
duruma misal olarak, kibrinin kendisini zorunlu ihtiyaçlarından veya acısını
ortadan kaldıracak en basit vesileye muhtaç olmasından müstağni bırakmayan
zorba ve kibirlinin durumunu verebiliriz. Allah Teâlâ ‘Zannetmesinler
ki azaptan kurtulacaklardır’340
buyurur. Bunun anlamı şudur: Zannetme ki onlar bundan haz alacaklardır. Bu
yorum gerçek değil işarî bir yorumdur. Ve ondan tat almak isterler. Daha
doğrusu -arif iselerbundan dolayı haz alma/acı çekme arzuları vardır. Böylece
bu zevkte azap ve elemi birleştirirler. Başka bir ifadeyle bir açıdan nimette,
bir açıdan acı veren elemdedirler. Şair şöyle der:
Duydunuz mu şöyle bir bela:
Bir tarafı iyi bir tarafı hastalık
Azap verir nimet verir Nimet ile
azap verir
Bilmelisin ki, birinci anlamının
aksine bir netice veren her zikir, zikredenin haline göre netice vermiş demektir.
Nitekim büyük tefsirimizde (Tefsir-i
Kebir) bunun şartlarını ortaya koymuştuk. Adamlardan kâmil
olanları için durum farklıdır. Kâmil zikrin bütün neticelerini bilir. Bunun
nedeni onun sınırlanmaması ve ‘Allah Teâlâ’ isminin idaresi ve velayeti altındaki
isim ve sıfatların dışına çıkmış olmasıdır. İlahi isimler karşısında insan-ı
kâmil Allah Teâlâ ismi mesabesindedir. Bu isim mudaklık sahibi olsa bile, hal
veya lafızla sınırlanmış olarak dile getirilir ve bunun böyle olması
kaçınılmazdır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.'
Zamanımızdan
Kıyamete Kadarki Diğer Kutupları Zikretmemi Engelleyen Sebebin Bilinmesi
Her
engellemenin açık, bir sebebi olur '
Bir
engel başkasından ortaya çıkar Bir engel kendinden ortaya
çıkar
Bazen
engel yakınlıktan olur Bazen uzaklıktan ;
Bazen aklın varlığından ve fikirden
Hakkı bulur kendi tenzihinde
İnsanın süsü kendinden
Süsü idrak etmek de onun özelliği ,
Allah Teâlâ seni ve bizi razı olduğu
işleri yapmaya muvaffak kılsın, bilmelisin ki; kitaplar Allah Teâlâ yeryüzüne
ve üzerinde bulunanlara varis oluncaya kadar âlemde bulunur ve her devirde o
devrin ehlinin kitapları bilmesi gerekir. Bu itibarla her devirde bir kutbun
bulunması da gereklidir. Kutup içinde bulunduğu zamanın etrafında döndüğü kişidir.
Biz onu isimlendirdiğimiz ve belirlediğimizde, bazen kendi devrinde yaşayanlar
onu adıyla ve sanıyla tanır, mertebesini bilmezler. Bunun nedeni Allah
Teâlâ’nın velayeti yaratıkları içinde gizlemiş olmasıdır. Bazen insanların
gönüllerinde ve bilgilerinde kutup gerçekte sahip olduğu mertebede bulunmaz.
Onlar bu kitabımda kutuptan söz edildiğini duyunca, onu araştırmaya koyulur, Allah
Teâlâ ise kalplerinden iman nurunu çekip alır -nitekim Rüveym böyle demiştir-,
ben ise Allah Teâlâ’nın onların cezalandırmasının sebebi haline gelirim. İşte
Muhammed ümmetine duyduğum şefkat nedeniyle kıyamete kadarki kutupların adlarını
zikretmedim. Ben insanların kalplerinde veya gerçekte kendisine ve
söylediklerime iman edilmesi gerekli bir peygamber mesabesinde
değilim. Üstelik Allah Teâlâ beni
böyle bilgileri izhar etmekle görevlendirmemiştir ki, yapmadığımda günahkâr
olayım! Öte yandan bu konu ‘Rabbinizdetı gelen hakkı söyleyin,
dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin’341 ayetinde
belirtilen durumla bir de değildir. Öyleyse bütün insanlığa rahmetin yayılması
bizim hakkımızda daraltılmasından iyidir. Kuşeyrî Risale’nin başında bu
adamları zikrederken aynı yolu takip etmiş, Hallac’ı ise hakkında ortaya çıkan
görüş ayrılığı nedeniyle kitabında zikretmemiştir ki kitabında zikredilen
adamlar hakkında bir itham ve suçlama meydana gelmesin! Bunun yanı sıra
Risaîe’nin başında bazı insanların içlerindeki kötü zannı ortadan kaldırmak
üzere tevhit inancını zikretmiştir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM
Menzili 'Mülkün
elinde olduğu Allah Teâlâ münezzehti/342 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Bu Kutup (ra.) şeyhlerimizdendi ve 58ç’da
vefat etmişti.
Mülk ve imam mübarek
Keşif hal ve makam ile
O her zaman melik
Her durumda ve sürekli olarak
Gördüğün kemalin
sahibidir
Yaratıkların kendisi olduğu için
Senin gördüğün kemalin de sahibi
Onun değeri tamlığa ilave
Keşifle işleri düzenlemek üzere .
Nur ve karanlık âleminde
Uyanıklıkta müşahede edilir Uykuda
olan şeyin aynı
Allah Teâlâ’nın
kelamını vahiyle ararız Vahyi kelamda ihsan etti .
Bu düstur ve makam Şeyhimiz Ebu
Medyen’e aitti. O ‘Benim Kur'an'dan surem Mülk suresidir’ derdi. Bu sure iki
imamdan birisine ait iken dünyada ve ahirette sürekli bir artışı vardır. Çünkü
o sure mülke tahsis edilmiştir ve artış mülkten ortaya çıkabilir. Tekrar edilince,
Allah Teâlâ’nın kuluna ihsan ettiği nimete göre, zikredende fazlalık ve artış
gerçekleşir, insanlar farklı mertebelerdedir ve artışları da bulundukları duruma
göre gerçekleşir. Kim mana ehli ise artış manalardan ortaya çıkar; kim duyu
ehli ise artış duyulardandır. Binaenaleyh herkes kendi meşrebini bilmiştir. Allah
Teâlâ kişinin kendisinde bulunduğu mertebenin gereği olmayan artışı verip nimet
kendiliğinden onda bulunmazsa, bu durum edepsizliğe nispet edilir. Mertebesine
uygun olduğunda, kişiden sevinç, kabul ve şükürde artış gerçekleşirken bunun
neticesinde onun için daha çok çoğalma ve amş meydana gelir.
Bilmelisin
ki, bu özel zikri yapan zâkire gözlerinin Hakkın eli -ki mülk o eldedirolduğu
bilgisinin açılması gerekir. Hakkın kendisini O’nun eli olarak görmeyene mülkü
verdiğini görürken Hakk ise söz konusu zâkir yönünden nimet verilenler nezdinde
şükredilen olur. Nimete mazhar olan herkes nimetin meyvesini devşirir ve hangi
yoldan ve türden elde edilirse edilsin bütün nimederde onları ortak kılar. Bu
durum ancak Allah Teâlâ’nın adamları arasından kâmiller için meydana gelebilir. ,
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Genel Anlamıyla
Hatmü'l-Evliya'nın Bilinmesi
Hatmü’l evliya bir resul İki âlemde
de yok bir dengi
O, ruh, ruhun oğlu; anne de Meryem
Bu ulaşılacak bir yolu olmayan makam
Adaletle hüküm vermek üzere aramıza iner Bütün hüküm sahiplerinin hükmü ortadan kalkar
Domuzu öldürür veya onu bâtıl yapar
Onun Allah Teâlâ’dan başka delili yok
Her durumda ayetle destekler onu
Gözüyle görür o ayeti, kefildir
Hidayet işaretleriyle Ahmed’in
şeriatını ikame eder Onun tarafından kendisine söylenen söz vardır
Mülkünün vesilesinden ona feyiz akar
Fakat her durumda konuktur
Allah Teâlâ bizi ve seni muvaffak
eylesin bilmelisin ki, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ
katındaki değerinin ve üstünlüğünün bir tezahürü de ümmeti içinden resuller
yaratmış olmasıdır. Allah Teâlâ beşeriyete nispeti uzak olan bir peygamberi
Muhammed ümmetine tahsis etmiştir. O peygamberin yarısı beşer, diğer yarısı
temiz ruh ve melektir. Çünkü Cebrail Hz. İsa’yı Meryem’e ‘Yakışıklı
bir adam olarak’3*3
görünerek vermiştir. Ardından Allah Teâlâ onu kendisine yükseltmiş, ahir
zamanda da ümmeti içinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına
göre hüküm vermek üzere hatmü’l-evliya (velilerin sonuncusu) olan bir veli
olarak indirir. Binaenaleyh onunla birlikte sona eren, sadece peygamberlerin
ve nebilerin velayetidir. Muhammedi velayetin hatemi ise velilerin velayetini
bitirir. Bu sayede velinin velayetiyle peygamberlerin velayeti arasındaki mer-
tebeler ayrışır. Hz. İsa veli olarak
indiğinde hatmü’l-enbiya ‘bu ümmetten birisi ve başkasının şeriatıyla hüküm
veren olması’ bakımından Hz. İsa’nın velayetinin hatemidir. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem de Hz. İsa kendisinden sonra inecek olsa bile
bütün peygamberlerin hatemidir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın velayetteki durumu
böyledir. O, zaman bakımından Hz. İsa’nın kendilerinden birisi olduğu velilerin
velayetinin hateminden önce gelmiştir. Onun mertebesini Anka-i
Muğrib adlı kitabımızda belirtmiştik. Orada Hz. İsa ve
peygamberin kendisinden söz ettiği Mehdi’den söz edilmiştir. Bu nedenle bu
kitapta ondan söz etmeye gerek görmedik. Onun menzili hakkında bir belirsizlik
yoktur, çünkü Hz. İsa, Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi, ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberi ve Meryem’e ilka ettiği kelimesi, kendinden bir ruhtur.’344
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ Otuz birinci sifir sona ermiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar