SAPIKLARLA DİNSİZLERİN ÇEŞİTLİ MEZHEPLERİ
Ebu Muhammed Osman B. Abdullah B. El
Hasen El-lrakî El-Hanefî
SAPIKLARLA
DİNSİZLERİN
ÇEŞİTLİ MEZHEPLERİ
(EL-FİRAKU’L-MUFTERİKA BEYNE EHLİ'Z -ZEYG
VE Z - ZANDAKA)
Neşre Hazırlayan: İslâm Dini ve Mezhepleri
Tarihi Asistanı
Dr.
Yaşar KUTLUAY
BİRKAÇ
SÖZ
Birkaç
ay önce arapçası İlahiyat Fakültesince yayınlanmış bulunan bu eserin aslı
Süleymaniye Kütüphanesi 791 numarada kayıtlı olan bir yazma nüshadır. Bu
nüshayı istinsah ederek neşre hazır hale getirme ve türkçeye çevirme hususunda
kıymetli yardım ve irşadlarmdan faydalandığım hocam Prof. Muhammed Tar;cî ile
yaptığımız bütün arama ve araştırmalarımıza rağmen eserin yazarı hakkında
hiçbir kaynakta bilgiye rastlayamadık. Arapça baskısının önsözünde de
belirtilmiş olduğu üzere yazar, eserini arapça yazmış olmakla beraber bu dilin
yabancısıdır. Yaptığı /'birçok gramer ve sarf yanlışları bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Hocasının ve zikrettiği raviler içinde bazılarının taşıdığı «Osman et-Türkî»,
«Yenal» gibi adlar müellifimizin türk asıllı olduğu intibaını kuvvetlendirmektedir.
Eserin
muhtevasından, hicri altıncı yüzyıldan sonraki devre ait olduğu anla- siliyorsa
da, kesin olarak [bir tarih ve yüzyıl zikretmemize (yetecek malzemeye sahip
bulunmamaktayız.
Eser
genel olarak milel ve nihai kitaplarından birkaç noktada farklılık gös-
terfmektedir :
1
— Ehli
sünneti de bir «fırka» kabul ederek müstakillen ,ele almamaktadır.
2
—
Fırkaların görüşlerini naklederken, delillerini de beraber zikretmekte ve
bunların münakaşasını yapmaktadır.)
3
—ı
Diğer dinleri ve onların fırkalarını uzun uzun ahlatmayıp birler satırla
bahsedip geçmektedir.
Eser,
fırkaların dayandıkları delilleri zikretmesi yönünden bu sahada orijinal bir
yer işgal etmektedir. Fakat bu delilleri tenkid ederken tamamen tarafsaz davranmamaktadır.
Eserde
adı geçen fırkaların bir kısmı diğer kaynaklarda ya hiç bulunmamakta yahut
farkh anlatılmaktadır. Bu farklar, geçen zaman içinde fırkaların görüş ve
iddialarında meydana gelen değişmeleri tesbite imkân verecek mahiyettedir.
Dr.
Yaşar KUTLUAY
RAHMAN
VE RAHİM OLAN ALLAHIN ADİYLE
Âlemlerin
Rabbına hamd ve yaratıklarının en hayırlısı, ünımî: arabî, haşimî
Peygamber Muhammede, âline, ashabına, zevcelerine, zürriyetine ve bütün ehli
beytine salat olsun.
Bu
kitap, fırkaları ve kâfirlerin çeşitli sınıflarını - Allah bizi onlardan
muhafaza etsin - anlatmak için yazılmıştır.
İmam,
âlim, allâme, muhakkik, müdekkik, anlayış sahibi Şeyh Ebu Muhammed Osman b.
Abdullah b. el - Haşan el - Irakî el - Hanefî - Allah ona rahmet etsin ve bizi
ilminden faydalandırsın - şöyle söylemiştir: Çeşitli fırkaları, helak edici,
doğru yoldan sapıtıcı, heva ehlinin fikirlerini, kâfirlerin sınıflarını, fâcir
sapık tâifeleri anlatan bir (eser) görmedim. Zamanımızda insanların çoğu saçma
şeylere meyledip, batılın her sahasında şaşkın şaşkın gidiyorlar. Bunlar
kendilerinin ilim adamlarının ileri gelenleri, köy ve şehirlerde Allahın seçkin
kimseleri olduklarına inanıyorlar. Bilgisizlik ve körlük bütün benliklerini
kaplamış, akıl ve fikirlerini alıp götürmüş; bunun sonucu olarak boş şeylere
uyup, sünnete karşı gelerek kendilerini tehlikeye atmışlardır. Bunlar, her
meselede ayrılık ve tartışma çıkarmayı alışkanlık haline getirdiler. Her iyi
şey onların gözünde kötü ve her kötü şey de iyi oldu. Kendilerine gerekli
olmayan şeylerle uğraştılar; fayda yerine zarar getirecek şeyleri - kötüye
doğru gitme ve rezilliklerinin ve bu uğursuz yolda işlediklerinin ve
yalancılığa devam etmelerinin gizli kalacağını sanarak - elde etmeye
çalıştılar.
Bir
kısım insanlar zındıklık ve felsefeyle uğraşıp buna «hikmet», «cehaletten
kurtulma» adını verdiler. Diğer bazıları safsata ve batıllarla uğraşıp, sonu
küfür ve Allahı inkâra varan süslü sözlerle meşgul olup, buna «hakikat» ve
«marifet» dediler. Bazıları zâhirî hükümleri kabul etmeyerek İslâm yolundan yüz
çevirdiler. Hz. Peygamberin, «müminin içine haram girmez» sözünü değiştirerek,
yasak ve Jıaram yoluna saptılar. Hadîsi, delâlet ettiği anlamdan başka anlama
alarak yanlış istikamete yönelttiler. Halbuki - hadîs şayet sahîh ise - anlamı
şöyle olmak lâzım jelir: Müminin imanı onu, haram olan şeyleri yapmaktan
alıkoyar, hiçbiri harama meylederek kirlenmez, buna karşılık ondan tamamen
kaçınır, kolay kolay işlemez. Kendine mümin deyip de, imanına güvenerek, hayvan
gibi, nereden geldiğini düşünmeyerek
her gördüğünü yiyenlerden olmaz. Zira, bu ibaheye haramı helâl saymaya ve mal
mülkiyetini otadan kaldırmaya götürür. Böylece bunlar şeriatı kaldırıp iptal
etmeye çalıştılar. Halbuki Allah şöyle buyurmaktadır: «Birbirinizin mallarını
haram sebeplerle yemeyin...» (1).
Bazıları
da gayesiz, sadece midelerini düşünen, akıl ve zekâdan mahrum, tembellik ve
uyuşukluğa alışmış olanlardır. Sapıklık ve bilgisizlikten Allahın Kitabını
arkalarına atacak derekeye düşmüşlerdir. Bunlar kazançlarını, saçlarını
yolmak, kafalarını sağa sola sallamak ve eşek anırması gibi bağırarak temin
etmişlerdir. Şeytanlarının (reislerinin), «mahabbet kemale erince ibadet
(teklifi) kalkar» sözüne bağlanarak, namaz ve orucu bırakıp kendilerine fısk u
fücuru meslek olarak seçmişlerdir. Bu hareketleri tam mânâsıyla küfür ve
sapıklık, sözleri de bâtıl ve muhal bir iddiadır. Çünkü mahabbet gerçekleşip
yerle şirse, ibadet, edep ve saygının artmasına sebep olur. Halbuki mahabbet,
kötüye doğru gitmek ve başarısızlığa uğramak korkusunun sonucu olarak heyecan
ve sarsıntı doğurur. Gerçek onların iddia ettikleri gibi değildir. Mahabbet
besleyen kimse bir tek saatini dahi ibadet ve taat siz geçirmekten çekinir.
Nitekim Muaz b. Cebel - R. A önceleri kapıları ve sokakları dolaşarak «gelin
bir saat ibadet edelim» diye çağırırdı. Keza âriflerin önderi olan Şeyh
Bayezîd Bistâmî - Allah ruhunu takdis etsin - de bir gün birkaç dostuyla bir
tanıdığını ziyarete gitti; yanma girdiklerinde onun kıbleye doğru sümkürdüğünü
gördüler. Şeyh: «Allah size doğru yolu göstersin. Dış görünüşü (zahiri)
şeriatın kontrolündü olmayan ve Peygamberin emirlerine uymayan kimsenin
batını, hakikat sırlarından, İlahî lütuflardan mahrumdur» dedi.
Bu
konuda çok düşündük, fakat şeref bakımından daha yüksek, rütbe bakımından daha
üstün, Allaha mahabbeti daha fazla olarak Peygamberlerden - Allahın selâmı
onlara olsun - başkasını bulamadık. Onlardan hiçbirinden teklifin
kaldırıldığım veya farzlarında en küçük bir azaltma yapıldığını işitmedik.
Bunun aksine olarak, teklifin artması gerçeğe daha yakın ve doğrudur. Görmüyor
musunuz ki Hz. Peygamberin, ümmeti değil, kendisine farz olan teheccüd
namazlarını kılmaktan ayakları şişerdi. Allah şöyle buyurmuştu: «Gecenin
bir kısmında da uyanıp Sırf sana mahsus fazla (bir ibadet) olmak üzere, onunla
(Kur’an ile) gece namazı kıl» (2). Hz. Peygamber şöyle demiştir: «Biz
Peygamberlere bela kat kat verilir».
Peygamberlerin
yüksek kıymetleri ve Allaha olan muhabbetlerinin kemali, Allah katındaki
rütbelerine rağmen ibadeti terk ve şeriatın zâhirî
emirlerini ihlâl etmelerine müsaade edilmemiştir. Durum böyle iken, bu rütbe ve
dereceye yükselememiş birinin böyle âdi ve alçakça bir iddiada bulunması nasıl
tecviz edilebilir?
Hulasa,
bunu söyleyen ve ona meyleden sapıtıcı ve sapıktır. Tabi aten miskin olanları
avlayıp dinelen çıkarmak için ağ kurmuştur.
İşte
bu zaruretler ve kaçınılması gereken hareketlerin vukuu, bizi, onlarıh
fikirlerinin saçmalıklarını ve gayelerini belirtmeye, gafil olanları uyarıp
âkil olanlara da, Allahın, din düşmanlarını kalır ve ateşlerini söndürmek için
nasıl silâhlanıp gayret sarfedilmesi hususundaki emirlerini hatırlatmaya
şevketti.
Allah
şöyle buyuruyor : «Siz de onlara düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allahın
düşmanım, kendi düşmanınızı ve bunlardan başka, sizin bilemeyip de Allahın
bildiği diğerlerini korkutasınız...» (3). Buradaki hitap umumidir, (toplumu)
idare edenleri ve idare edilenleri içine alır. Silâhlar da çeşitlidir.
İnsanların herbiri de bu silâhlarına emrine muhataptır. Melik ve sultanların
silâhı talimli askerler, çelik kılıçlar ve bakımlı atlar; zayıf ve fakirlerin
silâhları hayır duada bulunmak; zenginlerin silâhı, fakirleri, düşkün insanları
muhtaç olmaktan korumak; ilim sahiplerinin silâhı, bid’atleri imha ve sünneti
ihya ile İslâmî öğretilerin îlâsı, şeriat hükümlerini açık burhanlar ve sağlam
delillerle takviye etmektir.
Böyle
olunca, biz de bu hitaba muhatap olanlardanız. Bu sebeple bi# de kendimizi
âlimlerden sayarak, duaya ve hakkın zaferi ve gayeye ulaşmak için çalışmaya
başlarız. Tevfik Allahtan, O bize kâfi ve ne güzel vekildir.
Biliniz
ki, ümmet arasına ilk devirde, yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali - Allahın
rızası üzerlerine olsun nin zamanlarında, ayrılık girmedi. Ayrılık, Osman b.
Affân’ın katli üzerine ortaya çıktı; ümmet altı fırkaya ayrıldı: Nasibiyye,
Rafıza, Cebriyye, Kaderiyye, Müşebbihe ve Muattala. Sonra her fırka kendi
içinde on iki fırkaya ayrıldı ve hepsi 72 oldu. Bunun böyle olacağını bize
Şeyh, İmam, Âlim Şemseddin Muharnmed b. İbrahim b. Osman et - Türkî, vaktinin
şeyhi allame Ebu Tahir Ahmed b. Muhammed b. Selefeti'l-I s f a h a n î ’ d e n,
o, Hafız Ebu’l-Feth Ahmed b. Muhammed b. Ahmedi’l-Mukrîi’l-H a d d â d ’dan, o,
İsmail b. Yenali’l-MahbûbîiT-Me r v e z î ’ den; Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Muhammedi’l-Mahbubî; İmam Ebû İsa Muhammed b. İsa et-Tir mizî; el-Hasen b.
Hureys Ebû Ammar; Fudeyl b. Musa; Muhammed b. Muhammed; Ebû Seleme; Ebû H
üre y re -R. A. den gelen bir rivayetle haber verdi: Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: «Yahudiler yetmiş iki fırkaya bölündüler, hırıstiyanlar da öyle
oldular. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır». Başka bir rivayette :
«Yahudiler yetmiş bir, hı rıstiyanlar yetmiş iki fırkaya bölündüler. Ümmetim,
yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunun yetmiş ikisi cehenneme bir tanesi de
cennete gire çektir». Başka bir rivayette «Hepsi sapıklık içindedir yalnız
Sevadu’l- Azam müstesna».
Abdull
ah b. Ömer – radiya'llâhü anh- şöyle demiştir: «Resulullah – salla'llâhü aleyhi
ve sellem - dedi ki: İsrail oğullarının başına gelenler aynen ümmetimin de
başına gelecektir; öyle ki, onlardan biri alenî olarak annesiyle yatmışsa,
ümmetimden de bunu yapan biri çıkacaktır. İsrail Oğulları yetmiş iki fırkaya
ayrılmışlardı, bir tanesi müstesna hepsi cehennemlik' nesi hangisi ya
Resulallah diye sordular, (şu cevabı verdi) : Benim ve esbabımın yolu».
Hulefayı râşidîne Naciye fırkasının (el - fırkatu’n - Naciyye) ne olduğu
soruldu, şöyle cevap verdiler: «sahabenin yoludur». Bir rivayete göre, Emiru’l
- Müminin Ali b. Ebî Talib demiştir ki: «Yahudiler 71 fırkaya ayrıldı, biri
müstesna hepsi helak oldu. Hırıstiyanlar 72 fırkaya bölündü biri hariç hepsi
helake uğradı. Bu bir tanesi on ikiye ayrıldı, biri hariç diğerleri doğru
yoldan saptılar». Bazı ilim sahipleri, bu sapıklığın tevhid’de değil
içtihadlarda olduğunu; ba- zılarıda bu sapıklıktan kastedilen mananın tevhidin
füruâtmdan olan.
cahil halkın imanı, emrin ifasından veya alışılmasından önceki nesh, Allahın
sıfatlarının ezeliliği gibi onbir meselede yanlış ve yanılma olduğunu
söylemişlerdir ki bu İkincisi doğruya daha yakındır. Zira birincisi bazı
imamların tenkidini gerektirir ki bu Ehli Sünnet ve Cemaat indinde pek hoş bir
hareket değildir. Bu sebeple hadîsleri çeşitli rivayetleri ve varyantlarıyla
ele almamız, böylece hakkı sapıktan ayırdet- memiz, bizim doğru yolda, bizden
başkalarının da sapıklıkta olduklarını anlatmamız gerekir. Nitekim sapmış
olanlar da hepsi kendilerinin doğru yolda başkalarının sapıklık içinde olduğunu
iddia ederler. Biz, Allahın tevfikiyle, şöyle söyleriz: Doğru yolu seçenler hak
ehli (en- Nâci), ondan sırt çevirenler de sapıklardır. Bizim hak üzre olduğumuzun
delili Allahın şu sözüyle kullarını davet ettiği yolda yürümekte ol- duğumuzdur
: «Şüphesiz ki (emrettiğim) bu (yol) benim dosdoğru volümdür. O halde ona
uyun. Başka yollara tâbi olup gitmeyin, sonra sizi O’nun yolundan ayırır» (4).
Rivayete
göre Abdullah b. Mesu’d -R. A.- şöyle demiştir: «Bu âyet nazil olduğu zaman Hz.
Peygamber bir çizgi çizdi ve ‘bu Allahın yoludur’ dedi; sonra -o ilk çizginin-
sağma soluna çizgiler çizdi ve ‘bu yolların herbirine sapılması için şeytan
davette bulunur’ dedi». Başka bir rivayette, «Bu âyet nazil olduğunda Hz.
Resulullah ashabının yanına gelerek aralarına oturdu, (kendine doğru) bir
çizgi çizdi sonra bunun bir tarafına otuz altı çizgi çizdi, aynen öbür tarafına
da çizdi, sonra şöyle söyledi: ‘Sevadu’l - A’zama sarılın’». Bilenlerin sözü ne
göre Sevadu’l - A’zam ortadaki çizgidir; bu, Allahın kullarını dâvet ettiği
yoldur. Bunun delili de Hz. Peygamberin onu kendisine doğru çizmiş olmasıdır.
Bunda, kim bu yolu takibederse bana gelir fikrine işaret vardır. Hazret!
Peygamber Allahın yolundadır, kim. ondan yüz çevirirse onun yolundan ayrılıp
diğerlerine sapmış ve şeytanın yoluna gitmiş olur.
Hazret!
Peygamber şu sözüyle de bunu tekid etmektedir: «Allahın dini ifrat ile tefritin
ortasmdadır. Diğer yollardan gidenlerin bazısı ifrata bazısı tefrite kaçarlar.
Allahın dininden olanlar böyle değildirler, onlar diğerlerine muhalif olan
yoldadırlar».
Nitekim
rivayete nazaran İmam A’zam Ebû H anif e’ den «Ehli Sünnet ve Cemaat nedir?»
diye sorulduğunda «Ne cebirçi, ne teşbihe!, ne tefvizci, ne ta’tilci, ne nasbcı
ve ne de dinsizdir» dedi.
Keza
Şa’bîden gelen bir rivayette, «Al-i Muhammedi sev, rafızî olma; işleri Allaha
döndür fakat mürcie’den olma; Allaha, taatte -bir-
(2)
En’am
153,
habeşli
de olsa- imamına uy ama haricî olma; ve bil ki iyi olan şeyler Allahtan,
kötülükler kendi nefsindendir, fakat kaderî olma». Bu saydıklarımız
ehlu’n-Nasb, rafz, cebr, kader, teşbih, ve ta’tîl’dirler ki Ehli Sünnet ve
Cemaat’tan değildirler, kesin olarak ortaya çıkmıştır ki, Ehli Sünnet ve
Cemaat bunlara muhaliftir ve yolları onların yollarından ayrıdır. Biz Allahın
lutfuyla Ehli Sünnetteniz, onlar ise muhaliftirler; bu sebeple biz Al-i
Muhammedi severiz, Ebû Bekir ve Ömer’den nefret eden ve bu ikisine uydukları
için sahabeyi tekfir eden rafızîlerden değiliz. Ehli Ridde harplerinden
kaçınmalarından. dolayı Hazreti Ali ve Ehli Beyt’i sevmeyen haricîlerden de
değiliz. Bu fırkalardan kendimizi ayırır ve onlardan başka mesleklere sülük
edersek Ehli Sünnet ve Cemaattan oluruz.
Böylece
Cebriyye ve Kaderiyye’ye de muhalefet ederiz. Çünkü Ceb- riyye, insanda fiil,
kisb ve ihtiyar olmadığı iddiasındadır. Bunlar kötü işleri (kabaih) Allaha
nisbet eder ve Allahın kullarının küfür ve isyanları dolayısiyle onları
cezalandırmasını hikmete aykırı görürler. Bunların karşıtı Kaderiyye ise, her
kulun kendi fiilinin yaratıcısı olup, burada Allahın meşiyyet takdir ve
iradesinin rolü olmadığını iddia ile Allaha acz isnat ederler.
Biz
bu fırkaların hepsine muhalefet ederek deriz ki, kulların fiillerinin hepsi,
ister hayr ister şer olsun, Allahın takdiri, meşiyyeti ve iradesi iledir. Kulun
kisb ve ihtiyarı vardır ve bunlar dolayısiyle sevap ve ikaba müstehak olur.
Kisb ve ihtiyar onda, Allahın meşiyyet ve İra desinden hariç olmamak üzere
Allah tarafından halkedilmiştir. Allahtan olan herşeyde adalet ve. hikmet
vardır.
Aynı
şekilde Müşebbihe ve Muattıle’ye de muhalefet ederiz. Zira Müşebbihe, Hâlik’ı
mahluka benzeterek Onu rububiyyetine yakışmayacak şekilde tavsif ederler.
Bunların karşıtı da Muattıle’dir. Allahı ve sıfatlarını nefyederler ve şöyle
derler : «Biz O şeydir veya O mevcuttur demeyiz; zira O şeydir, onun gayrı da
şeydir, yahut O mevcuttur,. O’nun gayrı da mevcuttur, dersek, O’nun başkasıyla
iştiraki icabeder, bu sebeple O şeydir veya gayrı şeydir, yahut o mevcut veya
gayrı mevcuttur demeyiz». Biz, Allahın avn ve tevfikiyle bu iki fırkanın da görüşünü
kabul etmez, hepsine muhalefet eder ve şöyle deriz: «O şeyler gibi olmayan bir
şeydir». Nitekim Allah da kendisini öyle vasfetmiş- tir: «O’nun benzeri
hiçbirşey yoktur. O İşiten ve Görendir» (5) ve «De ki şahit olmak bakımından
hangi şey daha büyük, de ki, benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şahittir»
(6). «O şeydir» sözümüz, Muat-
tıle’yi,
«O şeyler gibi olmayandır» sözümüz de Müşebbihe’yi reddeder Aynı şekilde, sair
sıfatları için de, kendisi yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatlan da
yaratıkların sıfatlarına benzemez deriz. Zira O’nun zâtı ezelîdir ve sıfatları
da ondan gayrısında yoktur.
Yukarıda
söylediklerimizle bizim bütün heva ehline muhalif olduğumuz ortaya
çıkmış oluyor. Sülük ettiğimiz yol Allahın kullarını davet ettiği ve Hz.
Peygamberin Sevadu’l-A’zam deyip «Sevadu’l-Aza ma sanlın» sözüyle insanları
teşvik ettiği yoldur.
Allahtan,
bizi Ehli Sünnet ve Cemaat’ten ayırmamasını, bütün hayr ve taatta muvaffak
kılmasını niyaz ederiz. O, kalpten yapılan duaya icabet eder.
Mennânu’l-kadîrdir.
*
EHLU’L-EHVA’NIN
BÖLÜMLERİ, FİKİRLERİ VE
BUNLARA CEVAPLAR
Nasıbiyye
: Bunlara Haruriyye, Acaride, Hariciyye ve Mârıkiyye de denilir. Haruriyye,
Harura’ya mensup olmalarından dolayıdır. Bu rası B ah r e yn ’de bir yer
ismidir. Haruralılar Ehli Sünnet ve Cemaatı ayıplarlar ve onlara sual sorarak
ta’n ederlerdi. Rivayete göre bir kadın Hazreti  i ş e ’ye gelerek «Hayızlı
kadın namazı kaza etmediği halde orucu niçin kaza eder?» diye sorduğunda, «Ey
Haruralı, biz Hazreti Peygamber zamanında iken, hayızdan kurtulduğumuzda orucu
kaza eder, namazı etmezdik» diye cevap verdi. Zannımızca «ey Haruralı» diye
hitap etmesi, onun sualde ısrar ve şeriati ta’yip etme- sindendir.
Acaride
denmesinin sebebi, bunların Haricîlerden Ab d ü 1 k e r i m b. Acred’e mensup
olmalarındandır.
Hariciyye, İmam Ali b. E b î T
a 1 i b -R.A.- zamanında ondan ay r ilanlar a denir. -
Mârıkiyye
denmesinin sebebi, okup yaydan çıktığı gibi dinden çıkmış olmalarındandır.
Hazreti Peygamber, «Ahir zamanda .boş hayal peşinde koşacak türedi bir kavim
gelecek, bunların okudukları Kur’an sadece ağızlarında kalır daha ileri gitmez,
böyle olduğu halde ‘bizden hayırlı kim vardır’ diyerek okun yaydan fırlayıp
çıkışı gibi dinden çı kacaklardır» diye bunları işaret etmiştir. Bu rivayeti
İbn Mes’ud -R. A.- Hazreti Peygamberden nakletmiştir. Ebû İsa Muhammed b. İsa
et - T i r m i z î’ nin Sunen’inde vardır ve diğer sahih hadîs kitaplarında da
bu rivayet mevcuttur.
T
i r m i z î Sunen’inde, yaydan çıkan ok gibi dinden çıkanlar sözüyle
vasfedilenler Haruriyye’dir, bunların dışındakiler Haricîlerdir. «Dinden
çıkmak» demekle, imama itaat etmemeyi kastederler. Bazıları ise, dinî amelleri
terketmektir derler. Doğrusunu Allahu Tealâ bilir.
İddiaları
Ali’den teberri ve onu tekfire dayanır. Bazıları da müs- lümanlardan küçük günah
işleyenleri ve namaz kılmayanları kâfir sayarlar.
Bu
asıl kol bölünmüş ve on iki fırka meydana gelmiştir : Ezra- kiyye, İbadiyye,
Hamziyye, Halîfiyye, Kûziyye, Kenziyye, Şemrâhiyye, Ahnesiyye, Muhakkime,
Meymuniyye, Hariciyye, Saltiyye. Sonradan Şeybaniyye ve Yezidiyye de
eklenmiştir.*
Bunlar
Ebû Raşid Nafi’ b. il-Ezrak’a mensupturlar. Bu zat İ b n A b b a s ile
münakaşalarda bulunmuş, mağlup olunca ondan ayrılarak el-Ehvaz’a gitmiş,
bidatlerini orada ortaya atmış ve yine orada ölmüştür. İleri sürdükleri
meseleler beş tanedir. Bunlar :
a)
Kim ve ne kadar uzaklarda olursa olsun, kendilerine iltihak etmezse kâfirdir.
b>
Muhsin erkeğe haddi kazî tatbik edilemez, fakat ayni vasfı taşıyan kadına
edilir.
c)
Muhsin
olanın recmi caiz değildir.
d)
Çaldığı
az da çok da olsa hırsızın elinin kesilmesi şarttır.
e)
Sultana
itaat, verdiği emir haklı da haksız da olsa, farzdır. Sultanın emrine karşı
gelen kâfirdir, idamı gerektir.
Bu
iddialara şöyle cevap veririz : Görüşleri son derece yanlış olup küfür ve ilhada
yakındır. Zira ileri sürdükleri iddialar Kur’an-ı red ve Sünnetle İcmaa aykırı
gelecek mahiyettedir. Sıfatı böyle olan bir kimsenin ise gerçek İslâmlıkta
yeri yoktur. Meymun b. Mihran’a Ezra kiyye hakkında fikri sorulduğunda şöyle
demiştir: «İtikadlarmca, sultanın emrine muhalefet eden kâfir ve idamı
vaciptir» ve devamla «Haccac Ezrakiyye’nin görüşünde olduğu için bu te’vile
dayanarak birçok müslümanı katletmişti; Emiru’l-Müminîn Ali b. Ebî Talib’e kızgınlığından
ismini zikretmez sadece Ebû Türab der, onun katilini överdi. Allah’ın ve
Resulünün sevdiği birisine buğz eden kimseye bu şekavet ve hüsran kâfidir».
Allah
Kitabı Kadîm’inde ondan razı olduğunu haber vermiş, Haz reti Peygamber onun
cennete gideceğine şehadet etmiştir. Allah şöyle buyurmuştur: «And olsun ki
Allah müminlerden -seninle ağacın altın
da biat ederlerken- razı olmuştur» (7). Hiç şüphesiz Ali -R. A.- de onların
arasındaydı. Esasen o cennet ile müjdelenen on kişiden biridir.
Hazreti
Peygamber, «Haşan ve Hüseyn cennet ehlinin genç lerinin seyyididir, onların
babası ise her ikisinden de hayırlıdır» bu yurmuştur. Binaenaleyh Ali’ye söven
ve onu iyi şekilde anmayan kim se Allaha ve Resuluna karşı gelmiş sayılır.
Azîzuntikam olan Allah ondan intikam alacaktır.
Kendilerine
iltihak (hicret) etmeyenin kâfir olduğu şeklindeki id diaları yanlıştır. Zira
Hazreti Peygamber «(Mekkenin) fethinden sonra hicret yoktur» ve «Hicret
ikidir; birisi kötü amellerden hicret, di ğer Allaha ve Resulüne hicrettir.
Birincisi masıyeti terk İkincisi taat- tir» buyurmuştur. Ezrakiyye’ye olan
hicret bu iki hasletten de mahrumdur. Bu hicrette birşey yoktur ve onların
sözlerine itimad edilemez
Muhsin
olan erkeğe haddi kazfin tatbik edilmeyeceği meselesine gelince; bunun şartları
bellidir: Hür, âkil, baliğ, müslüman ve zina fiilinden uzak olmaktır. Bu
şartlar kimde bulunursa o kimse -ister erkek ister kadın olsun- muhsindir ve
iftira halinde hadd icabeder. Ümm,et bu konuda ittifak etmiş ve icma meydana
gelmiştir.
Muhsin
olan insanın recmeledilmesini uygun görmemeleri konusunda bizim fikrimiz şudur
: Bu görüşleri de yanlıştır, zira Hazreti Peygamber Maiz’i recmetmiştir.
Hazreti Ömer b. il-Hattab şöyle söylemiştir : «Allahın Kitabına göre recm,
erkek veya kadın muhsin de olsa, zina ettiğine dair beyyine veya itiraf veya
gebelik varsa haktır» ve «Allahın Kitabına (erkek ve kadın için) hadd
bulmuyoruz diyerek recm âyetinin anlamında doğru yoldan sapmayasınız.
Resulullah -S. A.- m recmi tatbik ettiği bir vakıadır, biz de recmederiz ve ben
nefsim elinde olan (Allahla yemin ederim ki, eğer insanlar, Ömer Ki tabullaha
ilâve yaptı demeseler, oraya, ihtiyar kadın ve erkek zina ederse ikisini de
recmedin, diye yazardım.» Bu doğrudur ve biz bunu okumuş bulunuyoruz.
Hırsızın
kayıtsız ve şartsız elinin kesilmesi hakkmdaki görüşlerine gelince; bu da
Sünnet ve İcmaa aykırıdır. Zira Hazreti Peygamber, İ b n Ö m e r -R. A.- in bir
rivayetine göre, kıymeti üç dirhem olan biı kalkanı çalanın elini kestirmiştir.
Başka
bir rivayete göre Hazreti Peygamber şöyle söylemiştir; «Hırsızın çaldığı
eşyanın kıymeti bir kalkan kıymetinde ise eli keşi lir». Burada «kalkan»
kelimesi «harfi târif» ile zikredildiğine nazaran belirli bir kalkan
kastedilmiştir. Bu sebeple bilinmesi gerekir.
Selef,
Hazreti Peygamberin, çalındığı için çalanın elini kestirdiği
kalkanın
kıymeti konusunda ihtilâf etmişlerdir. İbn A b b a s «on dirhem», İbn Ömer, «üç
dirhem». E n e s «beş dirhem» demişler, âyet mutlakdır dememişlerdir.
Allah’ın
bu konuda kavli şöyledir : «Erkek hırsızla kadın hırsızın -o irtikâp ettiklerine
bir karşılık ve ceza, Allahan ibret verici bir ukubet olmak üzere- ellerini
kesin» (8), görülüyor ki emir çoğa da aza da şâmildir. Bu sebeple görüşümüzü
şöyle ifâde edebiliriz: Elleri kesmenin vücubu konusunda âyet mücmeldir. Allah
Hazreti Peygamberi, mübhem şeyleri beyan ve mücmelleri tafsille
görevlendirmiştir. Nitekim bu hususta bize beyan ve yukarıda zikrettiğimiz
gibi âyetin anlatmak istediği tafsil edilmiştir. Bunun başka türlü olmasına da
imkân yoktur. Bu, Allah’ın şu emri gibidir : «Namaz kılınız, zekât veriniz».
Nasıl yapılacağı anlatılmadan, mutlak olarak namaz kılmamız ve zekat vermemiz
emredilmekte, sonra Hazreti Peygamber bunların kem miyet ve keyfiyetlerini
beyan etmektedir.
Bahsettiğimiz
konu da bunun gibidir. Elleri kesmeği icabettirecek nisab ve bu nisabın altında
kalıp da kesmeyi gerektirmeyecek mikdaı hususunda icmaı ümmet vardır.
Sultana
kayıtsız şartsız itaatin farz olduğu hakkındaki görüşleri de Sünnet ve İcmaa
aykırıdır. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: «Halika isyan olan yerde
mahluka itaat edilmez». Bu konuda İcmaı ümmet de vardır ki bu hadîs ile amel
edilmiş ve terk edilmemiştir.
Şimdiye
kadar anlattıklarımızla Ezrakiyye’nin bütün iddialarının saçma, bid’at, Kitap
ve Sünnete aykırı oldukları meydana çıkmış oluyor.
A
b d u 1 a h b. i 1 - İ b a d ’a mensup olanlardır. İleri sürdükleri başlıca
iddia ve görüşleri şudur: «Biz hiç kimse için o mümindir veya kâfirdir demeyiz,
zira artık vahy gelmemektedir, Ebû Bekir ve Ömer bu dünyadan ayrılmışlardır,
bugün bize hakikatları açıklayacak ve mümini kâfirden ayırdedecek bir kimse
kalmamıştır. Kimseye mümindir veya kâfirdir demeyiz».
Ortaya
attıkları meselelerden biri de şudur :. «Büyük günah işleyen insana mümin de
müşrik de demeyiz». Bunlar anne ve kızkar- * deşlerle nikâhı tecviz ederler.
Bu
iddiaya şöyle cevap veririz :
Bu
taifenin akidesi yanlış ve dâvetlerine icabet edenler de azdır.
Onlar
ve Mecusîler anneler ve kızkardeşlerle nikâhı tecviz konusunda birleşmişlerdir.
Allah’ın emrini inkâr etmektedirler: «...analarınız ve kızkardeşleriniz size
haram kılındı» (9). Bu konuda Katade şöyle diyor : «İbadiyye bu ümmetin
Mecusileridir».
«Kimseye
mümin de kâfir de demeyiz» görüşlerine gelince, bu, hakikatten uzak bir
vehimdir, kalpleri körleşmiştir. Allah şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler,
mümin kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah
onların imanlarını çok iyi bilendir» (10), imtihan emrinin yanısıra onları
«mümin kadınlar» diye adlandırıyor.
Ömer
b. il-Hattab şöyle söylemiştir: «İnsanların içini Allah, dışını insanlar bilir»
ve «Resulullah –salla'llâhü aleyhi ve sellem- dünyadan göçtü ve vahy kesildi,
kim bizimle namaz kılarsa onun mümin olduğuna hükmederiz».
Büyük
günah işleyene mümin veya müşrik diyemeyiz,» görüşleri ne cevabımız şudur :
Büyük günah, onu işleyenden imanı selbetmez, görmüyor musunuz Allahu Tealâ Ü s
a m e b. Zeyd ve arkadaşları İslama sığmanı katlettikleri zaman ne buyurmuştu
: «Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman tam açıklanmasını
bekleyin. Size selâm verene dünya hayatının menfaatini arayarak sen mümin değilsin,
demeyin» (11). Onları bir müslümanı katlettiken sonra da «iman edenler»diye
adlandırıyor ve müslümana müminden başka bir- şey nisbetini nehyediyor.
Böylece, âyetler ve rivayetler bize, bâtının değil zahirin muteber olduğunu
öğretiyor. Bâtını bilmek Allaha mah sustur, O’nun yaratıklarından hiçbirinin
bâtını bilmesi için yol yoktur. Bu husus Hazreti Peygamberin «İnsanlar
Allahtan başka İlah yoktur deyinceye kadar savaşmakla emrolundum, öyle
derlerse kanları ve malları emniyettedir, sözlerinin doğru olup olmadığı ve
sonuçları Allaha bağlıdır» sözüyle de tfekid edilmiştir.
Böylece
İbadiyye’nin fikirlerinin boş saçma ve bid’atlerden ibaret olduğu ortaya çıkar.
Bunlar
Allah’ın isimlerini bilmeyenin imanının sahih olmıyacağmı iddia ederler.
Bunlara göre tevhîd, kimsenin ulaşamıyacağı bir bilgidir. Tevhîd’in ne olduğunu
bilmeyen insanları mâzur görürler. H a m z a b. Evrek’e mensup olduklarından
Hamziyye diye adlandırılırlar.
(
9) Nisa, 23
Bu
bid’ati ilk ortaya atan Hamza b. Evrek’dir. Bunlar ganimeti helâl saymaz ve
kâfirlerin köle edinilmesini tecviz etmezler.
İddialarına cevap olarak
deriz ki: Allah’ın şu emirleriyle O’nu ve birliğini bilmek farzdır ve bu
hususta ümmet ittifak etmiş, icma.vâki olmuştur : «...biliri ki şu Allah’tan
başka hiçbir Tanrı yoktur» (12) ve «Ben cinleri de insanları da ancak Bana
kulluk etmeleri için yarattım» (13) yani, Benim bir olduğumu kabul etmeleri
için yarattım.
O’nun bilgisi ve birliğine
nazar ve istidlalden başka yolla gidilemez. İnsanlar da bununla
mükelleftirler. Allah şöyle buyuruyor : «Göklerde ve yerde olana bakın de»
(14) ve «Allah’ın rahmetinin belirtilerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra
nasıl diriltiyor?» (15) ve «Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah’ın
yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihimalini düşünmüyorlar mı?
Bundan sonra hangi söze inanacaklar?» (16) ve «Kesin olarak inananlara,
yeryüzün de ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez
mi siniz?» (17) ve «Kendi kendilerine, Allah’ın gökleri yeri ve ikisinin
arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını
düşünmezler mi?» (18) ve «Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir
bakmazlar mı?» (19). Bu anlamda varit olmuş diğeı âyetler ve yukarıdakiler
nazar ve istidlali emir şeklinde'muradederler; yani, bakınız, bunları
düşününüz, benim vahdaniyet ve kudretimi bili niz anlamını ifâde ederler.
Yaratılmış
olanlara bakan ve deliller üzerinde düşünen, bütün bu yapılmış şeylerin bir
yapıcısı olduğunu anlar, buna inanır, birliğini ikrar ve O’nun peygamberini
tasdik ederse mümindir; imanı ve tevhidi sahihtir. Allah’ın, peygamberlerin ve
ecdadının isimlerini bilmemenin bir mahzuru olmadığı hususunda Ehli Sünnet ve
Cemaat müttefiktir.
Tevhidin,
anlaşılması imkânsız olduğu iddialarına gelince, şöyle deriz : Eğer gerçek
sizin zannettiğiniz gibi olsaydı, Allah kulla rina tevhidi emretmezdi. Öyle
olsa Allah’ın, kullarının yapamıyacağı bir şeyi onlara yüklemiş, teklif etmiş
olması gerekirdi. Halbuki bu ko-
(19)
Gaşiy®,
17-20 ;
nuda
Allah şöyle buyurmuştur: «Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler»
(20).
Yukarıda
zikri geçen âyetlerde görüldüğü gibi, Allah kullarına Kendisini ve bir olduğunu
bilmelerini emretmiştir. Eğer birliği bilin mez olsaydı bunu emretmezdi;
böylece, tevhid’in bilinemez olmadığı ortaya çıkmış oluyor.
Ganimetlerin
taksimi konusunda da Kitap ve Sünnet onları yalanlamaktadır. Kitab’da Allah’ın
sözü şöyledir : «...bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın,
Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır» (21).
Sünnet’te
Resulullah -A. S.-: «Beşte birin verilmesini emrettim, bunu benden önce kimse
dememişti» sözüyle ganimeti mübah saymaktadır.
Kâfirlerin
köle edinilmesini tecviz etmeme görüşleri de hazreti Peygamberin: «Birini
katledenin yok edilmesi lâzımdır, kim bir esiı alırsa o esir önündür» sözüyle
ibtal edilmiştir. Buradaki «lâm» harf: «temlik» içindir.
Böylece
Hamziyye’nin ileri sürdüğü iddiaların hepsinin boş, bid’aı ve sapıklık olduğu
meydana çıkmış oluyor. Hidayet ancak Allah’tandır.
Dinden dönenlerle yapılan
harpten imtina ettikleri, Ebû Bekir’ in bu husustaki dâvetine hazreti
Peygamberin vefatında ve İslâm’ın sarsıntıya uğradığı sıralarda özür beyan edip
veya hastalandıklarını söyleyip icabet etmedikleri için bütün sahabeyi kâfir
sayanlardır. Bun lar bu zamanda, kadın olsun erkek olsun, cihaddan kaçınanları
da tekfir ederler.
Cevap:
Dinden
dönenlerle yapılan harpten imtina eden sahabenin kâfir sayılması konusunda
deriz ki: Bu boş bir sözdür; çünkü sahabiler harpten kaçındıklarından kâfir
olmuş olsalardı Ebû Bekir -R.A. dinden dönenlerden önce onlarla kıtale
başlardı. Zira onların küfre sapmalarıyla açılacak belâ ve fesat daha genel ve
büyük olurdu. Nitekim onlarla kıtale girişmemiş ve «Dinden dönenlerle tek
başıma ve benimle gelenlerle savaşırım» demiştir. Bu da sahabenin kâfir olmadıklarına
delâlet eder.
Cihaddan
kaçanların tekfiri konusuna gelince, bu da bâtıldır. Bir rivayette şöyle
denilmektedir: «Bir adam Hazreti Peygambere geldi ve cihad etmek, gazveye
gitmek için müsaade istedi. Hazreti Peygamber sordu :
—
Annen baban var im?
Evet
—
Öyleyse onlar için çalış.
ve
ona cihada gitmeyerek anne babasının hizmetinde çalışmasını emretti». Gazve
farz olsaydı onu ebeveynine hizmet için bundan men eder miydi? Nitekim namaz,
oruç v.s. den menetmemiştir.
Hazreti
Peygamberin, «yeryüzü bana temiz bir mescit kılınmıştır» hadîsine dayanarak,
yeryüzüne küçük ve büyük abdest bozulmasını caiz görmeyerek, bu ihtiyaçları
için nehirleri ve çömlekleri (kûz) kullananlardır. Bu sebeple Kûziyye diye
adlandırılmışlardır. Bir insan bu. taifeden birinin elbisesine veya bedeninin
bir tarafına dokunsa, ora smm yıkanması gerektiğine hükmederler.
Keza,
tenasül âletlerinin elbiselerine temas etmesini önlemek için bir kese
kullanırlar. Namazı elbiseyle kılmazlar.
Bunların
itikadları son derece yanlıştır. Çünkü onların sözleriyle kıyas edilirse, cünüb
ve hayızlı olanların da yere ayak basmamaları icabeder, zira böyle olanların
mescide girmesi yasaktır. Çömlek kullanmak da böyledir. Aynı şekilde bir
erkeğin yeryüzünün hiçbir yerinde eşiyle münasebette bulunmaması lâzımdır, zira
insanlar bu fiili mescitlerde yapmaktan menedilmişlerdir. Allah’ın Kitabındaki
şu buyruğundan dolayı bunların görüşleri Kitaba aykırıdır: «Din (işlerin) de
üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi...» (22). İnsanın küçük abdestini tutması,
hacet halinde bir nehir veya çömlek araması kadar büyük güçlük olabilir mi?
Allah onun aklını ve akidesini alsın.
Tenasül
organları için kese kullanmak hakkmdaki görüşlerine gelince; bu da müslümanlarm
icmama aykırıdır. Zira müslümanlar elbise ile namaz kılınması hususunda
müttefiktirler. Hattâ elbise ile kılmak daha efdaldir ve tenasül organları için
kese kullanmazlar.
Bu
taifenin görüşleri bid’at, istedikleri şeyler güç ve faydadan ziyade zararlıdır.
(22) Hacc, 78
Bu.zamanda
zekât verilmesinin farz olmadığını söyleyenlerdir. İddialarına göre zekâtın
şartı gerçek mümine sarf edilmesidir. Bu se heple, «biz bugün birisinin gerçek
mümin olup olmadığını bilmeyiz, dolayısiyle zekâtın da kimseye verilmemesi
gerekir; öyleyse- Allah, müstehak olana kısmet edinceye kadar zekâtı yer altına
gömeriz» der ler ve onun için de Kenziyye adını alırlar.
Bunlar
zekâtın farziyyetini inkâr ettikleri için küfre dalmışlardır. Allah «namaz
kılınız zekât veriniz» sözüyle zekâtı emretmiş ve Kitabında «fakirler ve
miskinler» (23) sözüyle de zekâtın kime verileceğini beyan buyurmuştur. Asıl
şiddetli tehdit, zekâtı vermeyip onu gömen lere (saklayanlara) ve yerli yerince
sarf etmeyenleredir : «Altın ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah
yolunda harcamayanları pek acıklı bir azap ile muştula» (24). Böylece sabit
oluyor ki bu fikir sahipleri sapıklık içindedir.
Abdullah
b. Ş e m r a h ’a mensup olanlardır, kendilerini Hubbiyye diye;
de adlandırırlar. İddialarına göre, eğer mahabbet sahih olursa ibâdet, emr ve
nehy kalkar. Mahabbet ehli namaz ve orucu terk ile is yanda bulunurlarsa
mazurdurlar. Ecnebi kadınlarla nikâhsız ve onla rı cariye edinmeksizin cinsî
münasebette bulunmakta mahzur yoktur zira Allah onları bunun için yaratmıştır.
Cevap
olarak şöyle deriz :
Söyleyip
hikâye ettikleri küfür ve ibahedir. Çünkü Allahın Kitabını inkâr ile O’nun
haram kıldıklarını helâl saymışlardır. Kur’an-ı inkâr ve Allah’ın haram
kıldıklarını helâl saymak ise icma ile küfürdür. Allah şöyle buyurmuştur:
«Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını
korusunlar» (25) ve «Öyle müminler ki, onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki
zevcelerine, yahut kendi cari yelerine karşı olan durumları müstesnadır» (26).
Allah
Kitabı Kerîminde, evli olan insana tatbik edilecek zinâ ce zası olarak recmi
beyan etmiştir.
(23) Tevbe, 60: «Sadakalar,
Allahtan bir farz olarak, ancak fakirlere miskinlere, (sadakaların) üzerine
memur olanlara... mahsustur» âyetine işaret edi-* liyor.
,(24) Tevbe, 34
Mahabbet
ehlinden emr ve nehyin kalkacağına dair sözlerine ge linçe; bu icmaa aykırı ve
bâtıldır. Peygamberlerin hiçbirinden fazla Allahı seven bir yaratık tasavvur
edilemez ve Allah indinde onlardan şerefli mevkide kimse yoktur. Böyle olduğu
halde onların, hiçbiri ken dişinden teklifin kaldırıldığını söylememiştir.
Hazreti Peygamber şöy le söylemiştir : «Biz Peygamberler gurubuna belâ kat kat
gelir».
Böylece,
akıllarının kısalığı yüzünden görüşlerinin bâtıl olduğu meydana çıkmış oluyor.
Tevfik ancak Allah’tandır.
Bunlara
Ma’bediyye de denir. A h n e s ve M a’ b e d, Abdülkerim b. Acred ve Sa’lebe b.
Miskan’a mensup haricîlerdendir. Bunla rm iddialarına göre, taat ve sadakaların
sevabı, ancak bizzat yaparsa insana ulaşır. Sevabın ulaşması da ancak hayatta
iken olur, öldükten sonra ona ne kendisinin yaptığı taatin ne de başkalarının
yaptığı hacc, umre, dua, istiğfar, sadaka v.s. nin faydası dokunmaz. Buna delil
ola rak «iman»ı gösterirler ve derler ki: «Eğer hayatta bulunanların işledikleri
amellerin ölülere faydalı olması caiz olsaydı, imanlarının da ölülere
faydalılığının caiz olması gerekirdi; halbuki birisinin başkası namına imanı
ittifakla caiz görülmez. Diğer taatler de böyledir. Nitekim Allah şöyle
buyurmaktadır.: ‘Hakikaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur’
(27)».
Bunların
söyledikleri, Kitap, Sünnet ve İcmaa aykırı olduğu için tamamen bâtıldır.
Kitap’ta
Allah şöyle buyuruyor: «İman edip de zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi
olanlar (yok mu?) biz onların nesillerini de kendilerine kattık» (28). Zürriyet
kelimesi hem evlad hem âba, hepsini içine almak üzere kullanılıyor. Ayet her
ikisine de şâmildir. Nitekim Allah, mümin kulunu cennette sevindirmek için
çocukları babalarıyla, anaları, babaları ve anaların evlatlarıyla cennette bir
araya koyuyor, derece olarak hiçbirini uzak tutmuyor. Böylece cennette mümine
ni metlerini tamamlıyor. Zira orası «Daru’l-Kerame» ve nimetlerin tamam olduğu
yerdir.
Saîd
b. Cubeyr, İbn Abbas -R. A.- dan rivayet ediyor: «Hazreti Peygamber şöyle
buyurmuştur: Allah müminin zürriyetini, amelce geri de olsa, sevindirmek için
kendi derecesine yükseltir».
Dahhak’tan
rivayet edildiğine nazaran o şöyle demiştir : «‘Biz onların nesillerini de
kendilerine kattık’ sözünden murad, henüz iman
(28)
Tur, 21
mertebesine
ulaşmamış çocuklardır, onlar büyüklerinin imanı dolayı- siyle onlara ilhak
edilir».
Bu
konuda sünnet’in hükmüne gelince; Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Adem oğlu
ölünce artık ameli kesilir, yalnız şu üçü kalır: devamlı sadaka (sadaka i
cariye), faydalanılan bilgi ve kendisine dua eden hayırlı evlat».
Keza,
Amr b. Şuayb’m babası ve ceddi yoluyla rivayet ettiğine na zaran: Âs b. Vail
kendisi için yüz kölenin azad edilmesini vasiyet etmiş, oğlu Hişam elli
tanesini azad etmiş, oğlu Ömer de diğer elliyi azad etmek istemiş ve bu hususu
Hazreti Peygambere sormuş: Ya Re- sulallah, babam yüz köle vasiyet etti, Hişam
ellisini azad etti, bana elli tane kaldı, onları azad edeyim mi? Şöyle cevap
vermişler : Eğer o müs- lim ise onları azad et veya sadaka olarak dağıt veya
onun namına hacc et, ona ulaşır».
Hayatta
olanların dua ve sadakalarının ölülere faydalı olduğu ve onlara ulaştığı
hususunda müslümanlar icma etmişlerdir. Bu konuda haberler ve âsar vâki ve
varid olmuştur. Hazreti Peygamber, sahabe ve tabiîn ölüler için dua ve
istiğfarda bulunmuşlar ve onlar adına sadaka vermişlerdir. Eğer bunların
ölenlere faydası olmasaydı hiç yaparlar mıydı?
Delil
olarak kullandıkları âyet şu zikredeceğimiz âyetle mensuh- tur. Bunu İbn Abbas
-R.A.- rivayet etmiştir. Mamafi bunun mensuh olmadığına hükmetsek bile yine de
onların anladıkları şekilde delil olamazdı. Zira biz şöyle diyoruz : İnsanın
çalışmasına bağlı olarak sevabın vusulunu kabul ederiz. Kim devamlı sadaka,
başkalarının faydalandıkları ilim, ve hayırlı evladın (ölen kimsenin)
çalışmasından (sa’yinden) olmadığını söyleyebilir? Çalışmasının eseri baki
kaldıkça sevap insandan kesilmez. Görmüyor musunuz Allah ne buyuruyor: «O gün
insana önden yolladığı ile geri bıraktığı ne varsa hepsi haber verilecek» (29)
ve «Her nefs önden ne yolladığını ve geriye ne bıraktığını bilmişti» (30) ve
«Önden gönderdikleri şeyleri ve eserleri yazmakta bulunan biziz» (31). Bu üç
âyetin kasteddiği iyi ve kötü hareketlerdir. İbn Abbas -R. A.- Hazreti
Peygamberin şü sözüne işaret eder : «Kim iyi iş işlerse onun ecri vardır ve bu
kıyamet gününe kadar devam eder; kim kötü iş işlerse, onun da karşılığı vardır
ve bu kıyamet gününe kadar devam eder». Bu hususa Allahu Tealânm şu sözü de
delâlet eder: «Çünkü onlar kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini kamilen
(31)
Yâsin,
12 '
taşıdıktan
başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmım da
yükleneceklerdir. Dikkat et ki onların sırtlayacakları bu yükler ne kötüdür»
(32).
Böylece
Ahnesiyye’nin sözlerinin yanlış ve boş şeyler oldukları ortaya çıkmış oluyor.
Bir
hâdise hakkında hüküm veren kimsenin kâfir olduğunu iddia edenlerdir. Ebû Musa
el-Eş'ari’yi kendisi ile halk arasında hakem kabul ettiği için Ali’yi -R.A.-
tekfir ederler. Bu hususa da «Hüküm de Allah’tan başkasının değildir» (33)
âyetini delil gösterirler. Keza Osman, T a 1 h a, Zübeyr, Âişe, Muaviyeve
askerlerini, müslüman olup da küçük günah ve measi işleyenleri tekfir ederler.
Cevap
olarak şöyle deriz :
Bu
taifenin iddiası yanlıştır, zira Allah’ın tahkimi tecviz hatta emrettiği
Kitabını, Kelam-ı Kadîmini inkâr ederler. Allah şöyle buyuruyor: «(eğer karı
ile kocanın) aralarının açılmasından endişeye düşerseniz o vakit (kendilerine
erkeğin) ailesinden bir hakem, (kadının) ailesinden bir hakem gönderin» (34) ve
sahabe hakkında «And olsun ki Allah müminlerden seninle ağacın altında biat
ederlerken razı olmuştur» (35).
Hiç
şüphesiz Osman, Ali Talha ve Zübeyr, cennetle müjdelenen on kişi arasındadır ve
ağacın altında biatleşenlerdendir. Onlara cennet ve mağfiret vâdedildiğine
Allahu Tealâmn şu sözüyle herkes şahittir ; «İslâmda birinci dereceyi kazanan
muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu?). Allah
onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. (Allah) bunlar
için kendileri içinde ebedi kalıcı olmak üzere altlarından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. İşte bu en büyük saadettir» (36).
Kendi
lehlerine delil zannettikleri âyet, bilâkis, aleyhlerine delildir. Çünkü bizim
görüşümüze göre hakem göndermek Allah’ın hüküm ve emri iktizasıdır. Nitekim
«Hakem gönderin» (37) emri onlar için delil ve hüccet olamaz.
Küçük günah işleyenlerin
tekfiri meselesini İbadiyye’de ele aldığımız için tekrara lüzum
görmüyoruz.
Kitab’ta nass ile haram
kılınmamış olduğunu iddia ederek büyükanneler ve çocukların kızlarıyla nikâhı
caiz görenlerdir. Bunlara göre - dünya kat’iyen imamsız kalamaz; Ebû B e k i r
’in hilafete lâyık olduğunu kabul edip Ali b. Ebî Talib’den uzaklaşan kimse,
ister Ku- reyşten ister başka kabileden olsun, Hilâfet ve İmamete lâyıktır.
Yusuf
sûresini inkâr ile onun Kur’andan olmadığını kabul ederler.
Allah’ın meşiyyeti
hakkındaki görüşleri Kaderiyye’nin aynıdır.
Bu
sapık fırkaya adını veren M e y m u n, Acaride’dendir.
Bizim
görüşümüze göre bunların itikadları son derece yanlıştır Çünkü bir taraftan
küfre, bir taraftan mecusiliğe, bir taraftan da dinsizliğe meyletmektedir.
Küfre
meyletmeleri, Yusuf Sûresini inkârlarmdandır. Zira ümmet, Allah’ın Kitabından
bir âyeti bile inkâr edenin küfründe müttefiktir, bir sure nasıl inkâr
edilebilir?
Mecusiliğe
meyletmeleri, büyük anneler ve çocuklarının kızları ile nikâhı, bunlarla
evlenmenin haramlığınm nass ile sabit olmadığını de lil göstererek tecviz
etmelerindendir.
Bu iddialarına şöyle cevap
verebiliriz :
Adı
geçenlerle evlenmek, Kitab’da nass ile haram kılınmıştır. Bu husus iki şekilde
beyan edilebilir :
a)
Büyük anne,
gerçekte anne demektir; zira «anne» nin mânası asildir, anne büyükanne olmasa
olur muydu? Büyükanne, anne’nin aslıdır. Bu bakımdan büyükanne de gerçek anne
gibidir.
b)
Şayet
büyükanne’nin gerçekten anne olmadığını kabul edersek, o mecazen de anne değildir
denebilir mi? Çünkü lafz, bazan gerçek bazan da mecazî manâsına kullanılır. O
zaman şöyle deriz: Büyükanne, mecazen de anne kabul edilebilir. Nitekim
araplar amcaya baba, teyzeye de anne demişlerdir. Bu Allahın şu kavlinde de
böyledir : «Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu» (38), o
günlerdeki Y a k u b . -S.A.- un zevcesi Yusuf -S.A.- un teyzesi idi. Bununla
beraber anne menzilesinde zikredilmiştir. Teyzenin anne sayılması caiz
olduğuna göre, büyük anne daha önceden sayılır. Çünkü anne, büyük annenin bir
cüzüdür ve bir şey ne ise cüzü de odur.
Kitap
ve mütevatir haber gibi kesin bir hüccet olan İcma da bizim sözlerimizi teyid
eder. Çocukların kızlan ile nikahlanmak hususunda da durum aynıdır. Büyükanne
meselesinde söylediğimiz gibi, cüzün asi ile aynı şey olması veya mecaz yoluyla
ya da icma dolayısiyle on larla nikahlanmak da Kitab’da nass ile haram
kılınmıştır.
Hilafete
Kureyş’ten olmayanların da geçebileceği hususuna gelince :
Bu
sünnete mugayirdir, çünkü Hazreti Peygamber : «İmamlaı Kureyştendir»
buyurmuştur. Amr b. il - Âs’dan gelen başka bir rivayette • «Hazreti
Peygamberin şöyle söylediğini işittim : Kureyş hayırda da şerde de kıyamete
kadar insanların önderleridir» denilmektedir.
Kureyş’ten
gelen bir heyet içinde bulunan Muhammed b. Cubeyr b. M ut’a m, Muaviye’nin
yanındayken -şahit olduğu bir olayı şöyle naklediyor-: Abdullah b. Amr b.
il-Âs’m Kahtan’dan’ birisinin melik olacağı sözü Muaviye’ye ulaştığında, Mu a v
i y e kızdı, ayağa kalktı, Allahı yaraşır şekilde övdükten sonra, ne Allah’ın
Kitabında ne Peygamberin eserinde bulunan bazı sözleri içinizden bazılarınızın
söylediklerini duydum. Bunlar ancak cahil olanlarımzdır. Sahiplerini doğru
yoldan saptıracak arzulardan sakının. Ben Hazreti Peygamberin şöyle söylediğini
işittim : Dinî tuttukça bu iş (riyaset) Kureyşindir, bu na karşı geleni Allah
zelil eder». Bu rivayet Buhari’de vardır.
Buhari’de
İbn Ö m e r’den nakledilen bir rivayette : «Hazreti Pey gamber, Kureyş’ten iki
kişi kalana kadar (riyaset) işi onlarındır dedi» denilmektedir.
Keza
Hazreti Ebû Bekir’in Beni Sâide avlusuna Hazreti Öme i ile girdiğinde, Ensar’m
‘bir bizden bir sizden halife olsun’ sözü üzerine, ‘siz Hazreti Peygamberin
«İmamlar Kureyştendir» sözünü işitmediniz mi? demiş ve onların itiraf etmeleri
üzerine şöyle söylemiştir : «Emir ler bizden vezirler sizden olsun» ve bu fikir
üzerine ittifak etmişlerdir.
Böylece
Meymuniyye’nin görüş ve iddialarının zayıf ve temelsiz bulundukları sabit olmuş
oluyor.
Ali b. Ebî T a 1 i b zamanında
ona karşı huruç edenlerdir. İddialarına göre -ağızlarını toprak kapatsın-, A1
i -R.A.- dinsizin biridir. Akidelerine göre, küçük bir günah işleyen imandan
çıkmış olur; bu fikirleri dolayısiyle Hariciyye diye' isimlendirildiler.
Keza iddialarına göre
amelde kusur ve teati ihlâl eden dinsizdir.
Bunlara
cevap olarak ve iddialarını çürütmek için, aşağıdaki fasıllarda Hazreti
Ali’nin faziletlerini zikredeceğiz.
Hazreti
Ali’nin haklı olarak İmam ve Halife olduğunda ümmetin icmaı vardır. Ona buğz
edenler dinden çıkmış, noksan akıllı, kötü niyetli ahlâksızlardır.
Abdullah
b. Ahmed b. Hanbel babasından, o da Şafiî -R.A. den rivayet ediyor; O şöyle
demiştir; Malik b. E n e s -R.A.- in şöyle söylediğini işittim : Biz bir insanı
babası dolayısiyle değil ancak Ali b. Ebî Talibe olan kini ile biliriz.
Hazreti
Peygamber şöyle buyurmuştur : «Ya Ali, Allah Tealâ bana Ebû Bekir’i veled, Ö m
e r ’i müşir O s m a n ’ı senet ittihaz etmemi emretti; ve sen ey Ali, benim
zahnmsın, Sizin dördünüzden Umm'l-Kitap da misak almıştır. Sîzleri sevenler
mümin, kin besleyen ler facirdir. Sizler benim nübüvvetimin halifeleri,
ümmetimin üzerine benim delilim ve benim vekillerimsiniz. Birbirinizden
ayrılmayın, bozuşmayın, ^irlik olun.»
Küçük
günah işleyenlerin imandan çıkacakları görüşleri Allahın Kitabına, Resulünün
sünnetine ve ümmetin icmaına aykırıdır. Hiç kıymeti yoktur.
Allah
şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman
(meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (müslü- manca) >elâm verene
dünya hayatının geçici menfaatini arayarak ‘sen mümin değilsin’ demeyin» (39)
ve «Ey iman edenler, tam bir sıdk-u hulusa malik bir tevbe ile Allaha dönün.
Olur ki Rabbınız kötülüklerinizi örter ve sizi altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokar.. O gün Allah, Peygamberini ve iman edip onunla beraber
olanları rüsvay etmeyecek, nurları önlerinde ve sağlarında koşacak, ‘ey
Rabbimiz’ diye çekler, ‘bizim nurumuzu tamamla, bizi yarlığa. Şüphesiz ki sen
herşe- ye hakkıyla kadirsin’» (40).
Hazreti
Peygamber de şöyle buyurmuştur : «Günahına tevbe eden günah işlememiş gibidir».
«Amelde
kusur ve taatı ihlâl eden kimse dinsizdir» görüşüne gelince, bunun cevabı
zikrettiklerimizin içinde mevcuttur. Amelde ku sur, measi ve kebair
irtikabından ehvendir; büyük günahlar imanı yok etmediğine nazaran kusur hiç
etmez,
Osman
b. is-Salt ve es-Salt b. Ebî’s-Salt’a tâbi olanlardır.
Müminlerin
çocukları öldüğü zaman namazlarının kılınmasını caiz görmezler. Keza çocukların
büluğa ermeden nikâhlanmalarını tecviz etmezler.
Bize
göre sözleri yanlıştır, tutulacak tarafı yoktur. Çünkü, çocukların bu dünyaya
ait işlerde anne ve babalarının hükmünde oldukları hususunda icma vardır.
Hazreti Peygamber çocuklar için namaz kılardı, sahabe ve tabiîn de ondan sonra
buna devam etmiştir. Bu, müslü- manlar arasında öteden beri yapılan bir şeydir.
13
—
Şehbaniyye ve Yezidiyye :
Bunlar
kadınların Hilafet ve İmametini; zalim sultana hurucu caiz görürler. Şeyban b.
Seleme ve Şebîb b. Yezîd b. Nuaym eş - Şeybanî’ye mensubiyetlerinden dolayı
Şeybaniyye ve Yezidiyye diye isimlendirilirler.
Bunların
görüşleri yanlıştır, zira Hazreti Peygamber, «Emin kadın olan kavim iflah
olmaz» demiştir. Allahu Tealâ da kadınlara erkeklere karşı Örtünmelerini ve
evlerinde oturmalarını emretmiştir : «(vekar ile) evlerinizde oturun» (41).
İnsanlara
(imam) önder ye halife olacak kimsenin ortaya çıkması, kendini göstermesi,
tehlikelerle karşılaşması, kötülükleri ortadan kaldırıp sulhun muhafazası için
mücadele etmesi ve harbe girmesi lâzımdır. Kadının bunları yapması yasaktır ve
buna salâhiyeti yoktur, Öyle olunca da imamet ve hilâfeti caiz değildir.
Zalim
sultana hurucu bunlar caiz görürler, halbuki Ehli Sünnete göre caiz değildir.
Çünkü Allah şu sözüyle onlara mutlak olarak itaat edilmesini emretmektedir: «Ey
iman edenler, Allaha itaat edin. Peygambere ve sizden emir sahiplerine de
itaat edin» (42). İster taat ister masıyet olsun, emîrin verdiği emre uymak
ümmetin vazifesidir; ancak sünnet ve icma bu itaatte masıyeti ayırmıştır.
Masıyet dışında her şeyde uymak şarttır.
Sünnete
gelince, Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Halika is yanda mahlukun itaati
olamaz».
Eğer
sultan iyi ve doğru şeylerin (ma’ruf) yapılmasını emrediyorsa itaat farzdır;
şayet kötü şeyler (münker) ve isyan emrediyorsa itaat edilmez fakat huruç da
edilmez. Bu konuda icma vardır. Bunu Haz reti Peygamberin şu sözü de teyid eder
ki Buhari’de mevcuttur: «İster iyi, ister fena, isyan emretmeyen müslüman
erkeği (lideri) dinlemeli ve ona itaat etmelidir. İsyan emrederse ne dinlenir, ne
de itaat edilir».
Yine
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: «Emirinde kötü bir hal gören kimse
sabretsin. Cemaattan bir karış ayrılan kimse, öldüğü zaman, cahiliyye devrinde
ölmüş gibi olur».
Bazı
sahabiler de şöyle söylemişlerdir : «Tebaasına adaletle hareket eden imamlar
için tebaa şükreder, bunun ecri imamlarındır; eğer imamlar zulmederlerse
tebaaya sabretmek düşer, bunun vebali imamlarındır».
Allah’ın
tevfikiyle Nasıbiyye ve Havaric’in görüşleri burada tamam oldu.
RAVAFIZ’IN
SINIFLARI
VE GÖRÜŞLERİ
Bunlara
İmamiyye, Gulât ve Zeydiyye de denir. İmamiyye tesmiye edilmesinin sebebi,
dünyanın hiçbir zaman açık veya gizli (batın) bir imamdan mahrum bulunmayacağı
iddialarıdır. Hazreti A1 i ’den başkasının hak imam olmadığını söylerler Gulât
denmesi, A 1 i konusunda gulv’e gitmelerindendir; ona bir taraftan uluhiyet
bir taraftan nübüvvet ve bir taraftan da nübüvvette ortaklık nisbet
etmektedirler. Zeydiyye denmesi Zeyd b. Ali b. il-Hüseyn b. Ali’ye mensup
olmalarındandır.
İddialarının
esası Ebû Bekir ve Ömer’i tekfire dayanır. On lardan uzaklaşmayı dinî vecibe
bilirler. Onlar için tevelli edilecek yalnız ve yalnız Ali ’dir. Ali, Musa
’nın yahudilerden, İsa’nın nasa- radan berî olması gibi onlardan beridir.
Rivayete nazaran Hazreti A1 i şöyle söylemiştir: «Bu ümmet yetmiş küsur kısma
ayrılacaktır. Bunların en fenası, biz ehli beyti sevdiklerini söyleyip,
işlerimize muhalefet edenlerdir».
Keza,
Mücahid, İbn A b b as’tan, O da A1 i’den şöyle rivayet ediyor: «Yahudiler
yetmiş bir, hınstıyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır. Siz yetmiş üç
fırkaya ayrılacaksınız, bunların en sapık ve habîsi teşeyyü edenler veya
Şia’dır».
Hazreti
A1 i’nin şöyle söylediği rivayet edilir: «Hazreti Resulullah bana şöyle
söyledi: Sen bir bakıma Hazreti İsa’ya benzersin, yahudiler ona buğz ve
annesine iftira ettiler, hırıstiyanlar sevdiler fakat onu lâyık olmadığı bir
menzileye indirdiler. - Sonra A1 i için şöyle söyledi: - Senden dolayı iki
kısım insan helak olacaktır: müfrit muhabbet ve müfrit kin besleyenler». Bir
rivayette şu ibare ilâve ediliyor: «Bir taife ona muhabbet bağladı ve bu
muhabbetinde itidal hudutlarını aşma dı, onlar necata erdi».
Birinci
rivayet M a c i d ve Hazreti A 1 i ’den R e b i a ’nındır: «Ebû Bekir ve Öme
r’den uzaklaşmak din ve İslâmdan uzaklaşmaktır» Amr b. Kays’dan rivayet
edilmiştir: Cafer b. Muhammed’in şöyle söylediğim işittim: «Ebu Bekir ve
Ömer’den uzaklaşanlardan Allah da uzaklaşır». Bunu el - Hafız Ebu Musa
sapıklarla münakaşasında delil olarak zikretmiştir.
Zeyd
b. A1 i’nin şöyle söylediği rivayet edilir: «Ebu Bekir ve Ömer’den uzaklaşmak,
Ali’den uzaklaşmaktır». İbn Abbas’ın rivayeti: «Hazreti Peygamber şöyle
buyurdu: Dininizde zorlukla karşılaşırsanız Ebu Bekir Sıddık’a gidin;
ümmetimden Ebû Bekirden hayırlı kimseyi bırakmadım. O iyi niyetlidir. Ömer’e
gelince, O îslâmm kalesidir. Bu ikisinden uzaklaşana Allah cennetini haram
kılar». Bunun alâmetleri cemaata uyarak bid’atlere tabi olmaktır. Ali’ye
muhabbeti sebebiyle canını kurtarıyor. Bu Ali sevgisi yalandır, eğer Ali’yi
sevmiş olsalardı onun iki dostuna kin besleyemezlerdi.
IV.
BÖLÜM
Bu
asıldan hareketle bölünmüşler ve on iki fırka meydana getirmişlerdir. Bunlar:
Kâmiliyye, Gurabiyye, Şerîkiyye, İshâkiyye, İma- miyye, Zeydiyye, Sehabiyye,
Tenasuhiyye, Lâiniyye, Sebeiyye, Mansu- riyye, Hattabiyye’dir. Sonra iki fırka
daha meydana geldi: Mufavviza ve Nesebiyye.
Ebû
B e k i r ’e biati kabulleri dolayısiyle bütün sahabiyi; Ebû Bekir’in
hilâfetine rıza gösterdiği, onunla ve onun beraberindeki sahabe ile muharebeyi
terkettiği için tekfir edenlerdir. Kâmiliyye adını Rava- fız’dan Ebu Kâmil’e
uyduklarından almışlardır. Bu Ebu Kâmil, ateşin cevherinin çamur topraktan
efdal olduğunu, binaenaleyh İblis’in Adem’e secdeden imtina etmekle haklı
bulunduğunu söylüyor.
Cevap
:
Sahabenin
faziletlerini daha önce zikretmiştik. Tekrara hacet görmüyoruz.
Ateşin
cevherinin efdaliyeti görüşlerine gelince, bu konuda şöyle düşünürüz: Bu
sözleriyle İblis’e uyuyorlar. İblis onların dostudur. İblis secde etmekten
imtina edip mağrurlanmış, Allahın emrine karşı gelmiş ve inhinasına sebep
olarak da bunu göstermişti: «Ben ondan (Ademden) hayırlıyım. Çünkü beni bir
ateşten yarattın, onu bir çamurdan yarattın» (43). Hangi akide İblis’e uymakan
daha saçma ve kötü olabilir? Onu Rabbının emrine karşı gelmekte haklı
görüyorlar.
Bizim
görüşümüz şudur: Meleklerin Ademe secdeleri ibadet için değil (Allahın emrine)
itaat içindir. Zira ibadet için secdeye Vahidu’l- Kahhar olan Allahtan başkası
müstehak değildir. Bu secde, aralarında tanışıklık olan mütevazi kimselerin
birbirlerine karşı eğilmeleri gibi yapılan bir inhinadır.
Gulattandır.
Bunların iddialarına göre Allah Cebrail’i Hazreti Ali'-
ye
göndermiş, fakat o yanlışlıkla Hazreti Muhammed’e gelmiştir. Çünkü Muhammed,
bir karganın bir kargaya, bir sineğin diğer bir sineğe benzediği kadar Ali’ye
benziyordu. Bu iddiaları sebebiyle Gurabiyye diye isimlendirilmişlerdir.
Bunlar ezanda «tanıklık ederim ki Ali Resu- lullahtır» derler.
Bunların
dava ve iddiaları tamamen küfür ve dinsizliğe yönelmiştir. Çünkü bunlar
Allah’ın Kitabına inanmayıp onu inkâr etmektedirler. Allah şöyle buyurmuştur:
«Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinizin babası değildir. Fakat o Allah’ın
Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur» (44). Başka bir ayette: «Resulünü
hidayetle, hak din ile - sırf o dini her dine galip kılmak için - gönderen
O’dur» (45). Allah, Muham- med’in Resulullah olduğunu pekiştirerek beyan
ederken, onlar Ali’nin peygamber olduğunu iddia ediyorlar. Hazreti Muhammedin
risaletini inkâr eden kâfirdir. Bizzat Hazreti Ali kendi isteğiyle Hazreti
Muham- med’in nübüvvet ve risaletine iman etmiştir. Bununla övünmekte ve
cennetle müjdelerimektedir. Tevfik Allahtandır.
Bunlara
göre Hazreti A1 i, peygamberlikte, tıpkı Harun ile M u- sa’da olduğu gibi,
ortakdırlar. Çünkü Hazreti Peygamber, «Ya Ali, sen benim yanımda, H a r u n’un
M u s a’nın yanında olduğu gibisin» demiştir.
Bunların
sarılıp delil diye gösterdikleri hadîs, aslında aleyhlerine- dir. Nitekim
Hazreti Peygamber : «Sen benim yanımda, Harun’un M u s a’nın yanında olduğu
gibisin, ancak benden sonra nebi yoktur», buyurmuş ve Allah da Muhammedin
peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber vermiştir. Eğer ortağı olsaydı Hazreti
Muhammed peygamberlerin sonuncusu olmazdı, çünkü Hazreti Ali, Hazreti
Peygamberden sonra daha otuz yıl yaşamıştır.
Bu
taifeye «İmriyye» de denir. Çünkü bunlar Hazreti Muhammedle Ali arasındaki
nübüvvette ortaklık iddialarına yersiz bir delil göstermişlerdir. İmr, yersiz
(münker) söz demektir. Allah şöyle buyurmuştur : «Doğrusu şaşılacak bir iş
yaptın» (46) yani yersiz (münker) bir iş yaptın. Herşeyin doğrusunu Allah en
iyi bilendir.
Peygamberliğin
kıyamet gününe kadar kesintisiz devam edeceğini,
bugün
dahi dünyanın peygambersiz olmadığını, Kur’anın tefsirini ve ehli beyte has
ilmi bilen kimsenin peygamber olduğunu iddia ederler. Onlarca Allah verdiği
hükümlerde yanılıp onlardan dönebilir (yani bida edebilir).
İshakiyye
ismini almaları Ebû İshâk el-Muhtar b. Ebî Ubeydi’s-Sa- kaf’ye mensup
olmalarındandır. Keysaniyye de denir. Çünkü bu Muh- tar’m mezhebini Hazreti
Ali’nin kölesi Keysan’dan aldığı rivayet edilir. Muhtar önceleri Hüseyin b.
Ali’nin intikamını almak gayesiyle ortaya çıktı taraftarı çoğalınca peygamberlik
iddia etti.
Bu
taifenin inancının saçma olduğunu kimse saklayamaz. Zira Allah Hazreti
Resulullahm son peygamber olduğunu, ondan sonra peygamber gelmiyeceğini haber
vermiştir. Aynı şekilde Hazreti Peygamber de «Benden sonra nebi yoktur»
demiştir. Artık bunlardan sonra, ister kendisi ister başkasına Hazreti
Peygamberden sonra peygamberlik izafe eden kimse Kur’anu’l-Azim hükmünce
kâfirdir. Bunlar ancak, Hazreti Peygamberin şu sözüyle haber verdiği
deccallardır: «Otuza yakın yalancı devcal çıkıp kendilerinin Allahın resulü
olduklarını iddia etmedikçe kıyamet kopmayacaktır». Bu Buharide de mevcuttur.
Müslim,
Hazreti Peygamberden naklen Ebu Hureyre’den şu rivayeti zikretmektedir:
«Hazreti İsa’nın semâdan nüzulü ve nebi oluşu bizim söylediklerimizi ortadan
kaldırmaz», zira bizim görüşümüze göre Hazreti İsa peygamberimiz Hazreti
Muhammed’in şeriatına tabi olur ve onun şeriatının hükümlerini kabul eder, bu
ümmetten birisi olarak namaza uyar.
Gerçek
imam’ın mutlak surette Ali olduğunu iddia edenlerdir. O öldüğüne nazaran imamet
evlâdına kalmıştır; dünya ister gizli, ister açık, imamsız olamaz ve bu imam da
ancak Hüseyin b. A1 i’nin çocuklarından biri olabilir. Bu imamı kabul etmeden
(bilmeden) ölen kimse, tıpkı cahiliyye çağında ölmüş gibidir.
Fikirlerinin
saçma, küfür ve dinsizliğe yöneldiği açıktır. Çünkü bütün hükümleri bu imama
bağlamakta ve Kur’anın bütün hükümlerini inkâr ederek peygamberleri lüzumsuz
kılmaya varmaktadırlar. Biz bunlardan bu inançları dolayısiyle uzak durur ve
Allahın ismetine sığınırız. Bizim imamımız Allahın Kitabı olan Kitaptır «ki ne
önünden, ne ardından ona hiçbir batıl (yanaşıp) gelemez. O yegâne hüküm ve hikmet
sahibi (Allah) dan indirilmedir» (47). Allah şöyle buyurmaktadır:
«O gün insan sınıflarından herbirini biz önderleriyle çağıracağız» (48) yani
«kitaplarıyla» çağıracağız. Ayetin bu şekilde tefsiri hakkındaki rivayet İbn A
b b a s’dan gelmektedir.
Hazreti
Peygamberin şöyle söylediği rivayet edilmektedir: «Bir mü’min bir yahudi veya
hırıstiyanı gördüğünde, Allahı Rab, İslâmî din, Kur’anı imam, Muhammedi
peygamber, Kâbeyi kıble kabul etmekten memnunum derse, Allah onun elli yıllık
günahını affeder». Tevfik Allahtandır.
Gerçek
imam olarak A1 i’yi kabul edip, bununla beraber Ebu Bekir ve Ö m e r’den
uzaklaşmayarak, onlara sadece hata isnat edenlerdir. Bunların görüşüne göre,
Ali evlâdından gelen, hilâfet ve imamet isteyen kimse âlim ve basiret sahibi
ise halife ve imam olabilir; insanların ona muavenette bulunması gereklidir,
yardım etmeyen kâfir ve zalim olur. Ali evlâdı bulunmadığı takdirde Cuma ve
bayram namazlarını kılmak caiz değildir. Ali, ölümünden sonra Peygamberin
vasisidir, Ebu Bekir ve Ömer’den efdaldir.
Bizim
görüşümüze göre bu taifenin iddiası mezhepleri ve akideleri ile tezat halindedir.
Çünkü bunlar Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali’ye intisap edip Zeyd’in gittiği
yoldan gitmiyorlar. Nitekim Z e y d’e göre Ebu Bekir ve Ömer, her ikisi de âdil
insanlardır. Halbuki bunlar ikisine hata isnat ediyorlar. İki görüş arasında
zıtlık ve aykırılık vardır.
er
- Rebiî’el - B a r ı k k î ’nin şöyle söylediği rivayet edilir: «Zeyd’den Ebu
Bekir ve Ömer hakkındaki fikri soruldu, şöyle cevap verdi : Ali b. el-Hüseyn’in
ikisine de uyduğuna ve ikisinin de âdil imam olduğuna şehadet ederim.»
Hazreti
Âişe’nin rivayetine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur : «Ebu Bekir’in
bulunduğu kavmde ondan başkası imamlığa lâyık değildir»; bu, Hazreti
Peygamberin onun fazilet ve önceliğini açıklamasıdır.
Ali,
Ebu Bekir ve Ö m e r’den efdaldir görüşleri de İcma ve Sünnete aykırıdır.
Çünkü Hazreti Ebu B e ki r önce ümmet tarafından Halife kılınmıştır ve bu onun
efdal olduğunun delilidir.
Sünnete
gelince, Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: «Güneşin doğup battığı yerde,
peygamberlerden sonra Ebu Bekir’den efdali yoktur». İbrahim b. Abdurrahman b.
A v f babasından ve onun da dedesinden rivayetine nazaran Hazreti Peygamber,
«Ebu Bekir ve Ömer’i
(48)
isra,
71 -
ben
değil Allah diğerlerinin önüne koydu ve o ikisini bana yardımcı olarak
lütfetti; onlar, Allahın emirlerini yerine getirmede ve vahyinde bana yardım
ederler. Benden sonra yerime onlar geçeceklerdir; onlara uyunuz doğru yola
gidersiniz, emirlerine uyun hidayete erersiniz. Kim onlardan kötü şekilde
bahsederse, kim olursa olsun, beni ve İslâmî istiyorsanız, onu katlediniz»
demiştir.
Rivayet
edildiğine nazaran Hazreti Ali bir konuşmasında şöyle dedi: «Biliniz ki
Peygamberimizden sonra ümmetin hayırlısı Ebu Bekir ve Ömerdir. Allahın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onlara küfredenlerin üzerine olsun».
Ebu
Bekir ve Ö m e r’in menakıblerinde zikrettiklerimiz bu konuda yeterlidir. Keza
Hazreti A 1 i şöyle söylemiştir; «Beni Ebu Bekir ve Ömer’e tafdil eden kimse
görürsem ona iftiracılara verilen cezayı veririm».
Ali
evlâdından her kim imamet ve hilâfet iddiasına kalkarsa, bütün insanlar ona
yardımla mükelleftir şeklindeki iddialarına gelince, bu, görüşlerinin en yanlış
ve saçma olanıdır. Çünki ilim ve nesebde eşit ve onun evlâdından olan bir
gurup, hilâfet iddiasına hep birden kalkarsa, onlara yardım etmek imkânsızdır,
zira bu fesada varır. Hazreti Peygamber:, «Eğer iki halifeye biat edilmişse
İkincisini katledin» demiştir. hepsine yardım imkânsız olduğuna nazaran
bazısına yardım da imkansızlaşır, zira o, geri kalanların evveli olamaz. Bu
suretle görüşlerinin yanlış olduğu meydana çıkar.
Vasilik
hakkındaki iddiaları da yersizdir. Hazreti Âişe şöyle söylemiştir: «Hazreti
Peygamber ölümünde ne bir dinar ve dirham bırakmış ve ne de bir şey vasiyet
etmiştir». Hazreti Peygamber de «eBiz peygamberler zümresinin
terkettiklerinde mirasçı yoktur» buyurmuştur.
Yahut
şöyle söyleriz: Vasiyette bulunduğu doğrudur. Henüz hayatta bulunduğu zaman,
bir gazveye çıktığında (Ali’yi) vasi bırakmış, evinin ihtiyaçlarını görmesini
söylemişti. Fakat bu vasiyet, hilâfet ona vasiyet etmek değil sadece vekâlet
anlamındadır. Hazreti A1 i Hazreti Ebu Bekir’e şöyle söylemiştir: «Hazreti
Peygamber bizim dinimiz için senden razı idi, biz dünyamız için olmayacak
mıyız?». «Dinimiz» sözü Hazreti Peygamberin hastalıkları sırasında Ebu Beki r’i
namazları kıldırmaya memur etmelerine, «dünyamız» sözü de hilâfete işarettir.
Allah en iyi bilendir.
A1
i’nin bulutlarda olduğunu, gök gürültüsünün onun sesi olduğunu iddia
edenlerdir. Onlara göre Ali hazır bulunmadan nikâh olmaz nikâhlar ancak onun
şahitliği ile kıyılabilir. Bunların bir kısmının gö
rüşüne göre de Nikâhta Allahın ve peygamberin şahitliği kâfidir, insanların
şahitliğine lüzum yoktur.
Keza
iddialarına göre A1 i ölmemiştir, yakında dönecek ve düşmanlarından öcünü alacaktır.
Bunların
ileri sürdükleri iddiaların hepsi yanlıştır. Çünkü Hazreti Ali’nin öldüğü
muhakkaktır; Küf e’ye gömülmüş, pak türbesi Salih ve velilerin ziyaret yeri
olmuş, bıraktığı şeyler mirasçılar arasında taksim edilmiş, zevceleri onun
ölümünden sonra evlenmişlerdir. Abdullah b. Ca’fer onun eşlerinden biri ile
evlenmiştir. Abdullah b. Ab- b a s’a, insanlar A1 i kıyamet günü tekrar gelecek
diyorlar, denildiğinde, susun demiş ve devamla «mirası taksim edilmedi, eşleri
başkalariy- le evlenmedi mi?» sonra şöyle söylemiştir: «Siz Allahın Kitabını
okumuyor musunuz?» «Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi,
bunların bir daha onlara dönmemekte olduklarını görmediler mi?» (49).
Nikâh
Allahın ve reşulünün şahitlikleriyle caizdir şeklindeki iddialarına gelince;
bu Karamıta ve Zanadıka’nm sözüdür. Cahil halkı dinlerinde şüpheye düşürmek ve
şer’î hükümlere olan güvenlerini sarsmak için ortaya, atılmış meselelerdendir.
Bunlar aynı gaye için şunları da ileri sürmektedirler : Bir adamın sarığını zevcesinin
başına koyması haramdır. Eğer bir erkek, daha önce kainvalidesinin oturduğu
yere, sıcaklığı geçmeden oturursa zevcesi kendisine haram olur.
Bu
cins şeyleri ortaya atmaktan kasıtları insanları saptırmak ve onları
gafletleri yüzünden dinden çıkarmaktım. Melahide’den bahsederken bunların
ileri sürdükleri meselelerin bazılarını inşallah zikredeceğiz.
İnsanların
şahitliği olmadan nikâh kıyılmıyacağı hakkmdaki icmaı ümmet ve Hazreti
Peygamberin şu sözü vardır: «İki âdil şahit ve reşid bir veli olmaksızın nikâh
kıyılamaz».
Ruhların
cesedden cesede, kalıptan kalıba geçtiğini; salih ve iyi ruhların salih ve
iyilerin cesedlerine, şerli ve fasık ruhların da şerli ve fasıklarm cesedlerine
intikal ettiğini salih bir ruh intikal ettiği cesed- de razı, iyi ve hoş bir
şekilde, fasık ve şerir bir ruh da inikal ettiği ce- sedde mahzun ve kederli
bir şekilde yaşamasına devam ettiğine, ebediyen belâlarla karşılaşacağını, her
ruhun ukubete müstehak olduğunu, azabın da domuzların ve sineklerin cesedlerine
intikal suretiyle olacağını iddia edenlerdir. Böyle bir ruhun böyle bir
kalıpta bulunması ona cezadır.
Bu
taife şarap içmeyi, kızdardeşlerle mübaşereti bazı kadınların diğer kadınlarla
cinsî münasebette bulunmasını helal kılar. Kadınları bir yere toplarlar, sonra
hep birden üzerlerine hücum ederler, her erkek kadınlardan birini yakalar ve
bu yapılana «avlanma» adını vererek «av helaldir» derler.
Bu
taifenin ileri sürdüğü ve yaptığı her şey küfr ve ibahedir. Çünkü şarap içmeyi
helal kılmak müslümanların icmaı ile küfrdür. Kız- kardeşler ve kadınların
cinsî münasebetlerine dair olan görüşleri de böyledir, Mecusilik ve İbahiye’nin
görüşleridir.
Ruhların
bir cesedden diğerine intikaline gelince, bu konuda şöyle deriz: Bu söz
saçmadır; çünkü’ Allah, Ademi yaratmadan dört bin yıl önce ruhları yaratmış ve
onların rızklarını takdir etmiştir. Bunu İbn Abbas - R. A - Hazreti
Peygamberden rivayet etmiştir.
Âişe,
Talhave Muaviye’ye lanet okurlar ve bunu dinin esaslarında sayarlar.
Görüşümüze
göre bu taifenin dini bozuktur, görecekleri de Allahın gazap ve azabıdır.
Hazreti Ömer b. il-Hattab Hazreti Peygamberin şöyle söylediğini rivayet eder:
«Allah insanları yarın bir meydanda toplayacak, sonra onlardan benim sahabeme
iftira ve buğz edenleri ayırarak cehennemde haşredecektir».
Enes
b. M a 1 i k ’ i n rivayetine göre, «Allah böylece senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir»
(50) ayeti Hudaybiye dönüşü nazil olduğu zaman Hazreti Resulullah «yeryüzünde
sevdiklerimden daha sevdiğim bir âyet geldi» dedi ve bu âyeti okudu. Bunun
üzerine ashabı, mübarek ve hayırlı olsun, Allah sana ne yapacağını beyan
ediyor, biz ne olacağız? dediler. Bu defa «(bütün bu lütuflar) erkek
müminlerle, kadın müminleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere - içlerinde
ebedî ve sermedî olarak - sokmak, onların günahlarını bağışlamak içindir. İşte
bu Allah indinde en büyük kurtuluş ve saadettir» (51) âyeti nazil oldu. Ashab,
bu en büyük saadettir, Allah onların günahlarını bağışlayacağım, aralarında
çıkacak ihtilâflardan dolayı vâki olacak günahları affedeceğini haber veriyor
ve cenneti onlara vacip kılıyor dediler».
Buna
rıza göstermeyen, onlara küfretmekten vazgeçmeyerek lanet okuyan kimse,
cahillerin en cahilidir. Âlemlerin Rabbının gazabına uğrayacaktır.
Bir
rivayete göre Hazreti Ali b. Ebi T a 1 i b, Sıffîta dönüşü, bir adamın
Muaviye’yi tel’în ettiğini işittiğinde, «Sus ey adam, Muavi- ye’nin liderliğini
kötü görme. Eğer Muaviye’yi kaybederseniz, Ebu Cehil karpuzu gibi birçok başın
reislik iddiasına kalkıştığını görürsünüz» dedi ve gerçekten Emiru’l -
müminîn’in dediği gibi oldu.
Bir
rivayette; Ömer b. Abdülaziz, bir adamın Muaviye’ye küfrettiğini işittiğinde,
ona kırk kırbaç vurulmasını emretti denilmektedir.
Abdullah
b. S e b e’ye mensup olanlar bu isimle anılırlar. İddialarına göre Ali sağdır,
ölmemiştir, bulutlarda dolaşmaktadır, gök gürültüsü onun sesidir, yakında
dünyaya dönecek ve düşmanlarından öç alacaktır.
İbn
S e b e, Al i’nin âlemlerin ilâhı olduğunu iddia ediyordu.
A1
i sağdır ve bulutlarda dolaşmaktadır, şeklindeki fikre Sehabiy- ye’den
bahsederken temas etmiştik. Ali b. H ü s e y i n’den rivayet edildiğine
nazaran şöyle demiştir: «Bana Basra’lı bir adam geldi ve ne hacca ne de umre
için geldim dedi, öyleyse niçin geldin? dediğimde :
—
Hazreti Ali’nin dönüşü meselesini sormaya geldim.
—
Kıyamet gününde dönecektir, dedim».
Rivayete
göre, Hazreti A l i katledildiği zaman İbn Sebe, «Ali sağdır o bulutlardadır,
gök gürültüsü onun sesidir, dedi. Öyleyse rnel’un İbn Mülcem’in katlettiği
kimdir diye sorulduğunda,
—
Katledilen A1 i şekline girmiş şeytandı.
—
Eğer İbn M ü 1 c e m şeytanı katletmiş olsaydı medhe lâyık görülürdü. Öyleyse
niçin lanet okuyup onu zemmediyorsunuz? Bunun üzerine İbn Sebe şaşırdı ve cevap
veremedi. Tevfik Allahtandır.
Allah’ın
Kitabında yiyeceklerden hiçbirinin haram kılınmamış olduğunu söyleyenlerdir.
Bunların iddialarına göre Kur’an-ı Mecidde zikredilen bütün haramlar, onların
mahabbet besledikleri Ali, Fatıma. Haşan ve Hüseyin gibi kimselerden kinayedir.
İsimlerini Ebû Mansu- ru’l-İclî’den almışlardır.
Bizim
görüşümüze göre bu taifenin küfrü açıktır, gittikleri yol da Batniyye’nin
rumuzu ve Melahide’nin kelâmıdır. Çünkü bunlar Kur'- an’m zahirine, kötü
akidelerine uygun düşecek batini manâlar vermektedirler. Böylece dinî
hükümlerin zahirini, peygamberlerin inkârını ve şer’î imameti bâtıl kılmak
istiyorlar.
Muhammed
natık imam, Ali samit imamdır diyenlerdir. Bunlara göre, nebi olmayan kimse
asla imam olamaz, peygamberler isyandan masun değil fakat imamlar masundurlar.
Ebû’l-Hattabi’l
- E s e d î ’ye mensup olduklarından bu isimle anı lırlar. Bu adam önce
peygamberlik, daha sonra da Allahlık iddiasına kalkıştı. Ona göre, Haşan ve
Hüseyin, ikisi de, ilahtırlar, bunların çocukları da Allah’ın peygamberleri ve
dostlarıdırlar.
Görüşümüze
göre bu taife kâfirlerin en habislerindendir. Çünkü bunlar Allaha ortak
koşmakta ve ona iftira etmektedirler. Bu taife, Hazreti Peygamberin: «kıyamet
günü otuz yalancı çıkacaktır; bazıları nübüvvet bazıları uluhiyet iddiasında
bulunacaktır, bunların hepsi sahtekârdır ki ilki Müşeylimetü’l-Kezzâb ve
sonuncusu da Deccal’dir» sözüyle işaret buyurduklarındandır.
Bu
taife hâdiseyi bilmeksizin ve tarafları işitip görmeden haklarında şahitliği
tecviz ederek, sırf iddia sahibinin sözüne dayanarak şe- hadette bulunurlar.
Bunların cevabı Allah’ın Kitabında ve Resulünün Sünnetinde verilmiştir.
Bu
konuda Kitabında Allah şöyle buyurmaktadır: «Onlar ki yalan şahitlik etmezler,
boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit, şerefle ondan yüz çevirip geçerler»
(52). (Buradaki Yalan şahitlik etmezler) den kasıt, kizb olduğunu bildikleri
şeye şahit olmazlar demektir. Bunlar dinden istisna edilmiş kimselerdir, Allah
şu sözüyle onları tehdid etmektedir: «Bunları yapan günaha girmiş olur; kıyamet
günü azabı kat kat olur, orada alçaltılarak temelli kalır: Ancak tevbe eden,
inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir» (53). Yalan şahitlikte bulunmayanlar bunlardan uzak kalır, bulunanın
ise kıyamet gününde azabı katmerleşir ve o azab içinde hor ve hakir kalır.
Sünnete
gelince; Hazreti Peygamber şöyle söylemiştir: Yalancı şahit, kıyamet gününde
dili cehenneme sarkmış olarak ba’s edilecektir». Bir rivayete göre Hazreti
Peygamber, şahitlik etmek üzere gelen bir adama şöyle demiştir: «Sabah
aydınlığı gibi bildiğine kâni isen şehadette bulun, aksi halde vaz geç».
Allah’ın
Muhammedi, eşyanın yaratılışını tanzim ve rızkları
taksim
ve peygamberler göndermek v.s. hususunu kendisine havale etmek üzere
yarattığım iddia edenlerdir.
Bu
taifenin dâvası, yukarıda gördüğümüz ve ileride inşallah zikredeceğimiz üzere
Melahide’nin görüşlerine uymaktadır. Bu iddia yanlıştır; çünkü Peygamberimiz
«yaratılmış» (mahluk) tır, mahluk ise yaratıcı (halik) olamaz. Mufavviza
Allah’ın şu sözlerini inkâr etmektedir : «Her şeyi yaratan O’dur» (54). «Allah
yedi gök ve yerden de onların bir mislini yaratmış olandır» (55), «Allah sizi
yaratan, sonra rızkınızı veren, sonra sizi öldürecek, daha sonra da sizi
diriltecek olandır» (56). Bunlardan başka bu konuda varid olmuş birçok âyetler
vardır. Allah en iyi bilendir.
Hazreti
Ali’yi neseb bakımından Hazreti Ebû Bekir’den üstün görenler, «Ali Peygambere
en yakın olandır, bu sebeple de onun ilk halife olması lâzımdır» diyenlerdir.
Bunlara
cevap olarak şöyle deriz : Nesebin Hilafette rolü yoktur. Görmüyor musunuz
Hazreti Peygamber ne söylüyor? «Kur’an-ı en iyi okuyanınız ve en iyi bileniniz
size imam olur». Eğer nesebe itibar edilseydi hilafete Abbas’m geçmesi
gerekirdi; çünkü o Ali’den daha yakındır: Abbas amca, Ali ise amca oğludur ve
hiç şüphesiz amca, amca oğlundan daha yakındır. Aynı şekilde Patıma Hazreti
Peygambere Ali’den daha yakındı, bununla beraber Ali, bilittifak, Fatıma ve
Abbas’dan efdaldi. Hazreti Ali şöyle demiştir: «Kim beni Ebû Bekir’e tafdil
ederse iftira etmiş olur».
Böylece
Ravafız’m fikirlerini tamamlamış bulunuyoruz. Allah lütfü keremi ile bizi
onlardan korusun ve uzaklaştırsın.
(551
Talak, 12
KADERİYYE,
SINIFLARI VE GÖRÜŞLERİ
Bunların
iddialarının aslı, her kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğu görüşüne
dayanır. Küfür ve isyanın, Allah’ın takdir, meşiyyet ve iradesiyle olduğunu
kabul etmezler. Allahın bütün sıfatlarım, Ahırette Allahın görüneceğini, taat
ve masıyet işlemekle sevap ve ikaba nail olunacağını inkâr ile, bunu muhal
sayarlar. Katledilen bir kimsenin ecelinden önce öldüğünü söylerler. Zikredeceğimiz
üzere bunların görüşleri saçmadır. Bununla beraber kendilerini «Tevhid ve adi
ehli» olarak isimlendirirler.
Cevabımız:
Kul
işlediği fiilin yaratıcısıdır, sözleri Allahın Kitabına ve Sünnete aykırıdır,
bu sebeple bâtıldır.
Bu
hususta Allah şöyle buyuruyor: «Şüphesiz ki biz herşeyi bir ölçüye göre
yarattık» (57) ve «Her şeyi yaratan O’dur» (58) ve «Halbuki sizi de (elinizle)
yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır» (59). İster iyi, ister kötü
insanın yaptığı bütün fiiller bu âyetlerin şümulün- dedir.
Sünnetin
görüşü de şudur : Abdullah b. Ömer rivayet ediyor : «Hazreti Peygamberin şöyle
söylediğini işittim: Allah gökler ve yeri yaratmazdan elli bin yıl önce
kaderleri takdir etmiştir».
Allahın
ahirette görüleceğini inkârları da Kitap ve Sünnete aykırıdır. Allah şöyle
buyuruyor: «O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır» (60).
Hazreti
Peygamber de bir bedr gecesi aya baktığı sırada: «Rabbı- nızı tıpkı ayı
gördüğünüz gibi göreceksiniz» demiştir. Bu hadîsi Cubeyr b. Abdullah rivayet
etmiştir.
Sevab
ve ikaba vusulün muhal olduğu görüşleri de Kitab’a aykırıdır. Zira Allah:
«İman edip de güzel güzel amellerde bulunanlar için
(60)
Kıyamet,
22 — 23
yapmış
oldukları amellere mukabil konak olmak üzere Me’va cennetleri vardır» (61) iyi
amel işleyen karşılığını bulacaktır, buyuruyor.
Katledilen
kimse ecelinden önce ölmüştür, sözleri de Allahın Ki tabına aykırıdır. Allah
«Her ümmetin bir eceli vardır. Binaenaleyh o müddetleri gelince bir saat ne
geri bırakılabilirler, ne öne alınabilirler» (62) buyuruyor. Ölümün çeşitli
sebepleri vardır, kati de bunlardan biridir. Boğulma, enkas altında kalma,
hastalık v.s. de bunlardandır.
Söylediklerimizle,
akidelerinin bozukluğu, mezheplerinin ve gidişlerinin yanlışlığı ortaya çıkmış
oluyor. Hazreti Peygamber de «Kade- riyye bu ümmetin mecusileridir» sözüyle
bunları Mecusîlere teşbih etmiştir. Bundan başka, «Kaderiyye yetmiş peygamberin
diliyle lanetlenmiştir» ve «Ümmetimden iki sınıfın İslâmda yeri yoktur, bunlar
Mürcie ve Kaderiyye’dir» demiştir.
İbn
Ö m e r ’in rivayetine göre, «Ona bir adam gelerek, sana filân kimsenin selâmı
var, dedi, o da, o kimse (dinde yeri olmayan) şeyler ihdas etti, benden selâm
söyleme, dedi ve ben Hazreti Peygamberin şöyle söylediğini işittim: Bu ümmet
Kaderiyye yüzünden yıkılır, bozulur veya parçalanır». Başka bir rivayette,
«Ümmetimin yıkılması, bozulması, kader konusundaki yalancılar yüzündendir».
V.
BÖLÜM
Kaderiyye
bu asıldan hareketle on iki fırkaya ayrılmıştır : Aslahiy- ye, Vasıliyye -
Amriyye, Huzeyliyye, Hişamiyye,* Kasıtıyye, İvazıyye, Se- neviyye, Behaşimiyye,
Ravendiyye, Hayyatiyye, Nakısiyye, Nazzamiyyo.
Allahın
kulları için en iyi (aslah) olanı vermek zorunda olduğunu iddia edenlerdir.
Onlara göre, eğer böyle yapmazsa vacibi ihlâl ve zalim, cevredici olur; yaparsa
da vacibi yerine getirmiş sayılır. (Ehli Sünnet) cemaatından ayrılmış
olduklarından bunlara Mutezile de denilir.
Cevap:
Bizim görüşümüze göre bunların
fikir ve iddiaları saçmadır. Çünkü Allah kendi mülkünün Halikıdır, ona
istediği şekilde tasarruf eder, Ona vacip olan birşey yoktur. Kuldan sâdır olan
taat O’nun takdiri, meşiyyeti ve iradesi iledir. Bu hareketleri dolayısiyle
onlara sevap vermesi O’nun fazlı ve rahmeti dolayısiyledir. Kuldan masıyet
sâdır olursa, keza bu da O’nun takdiri, meşiyyeti ve iradesi iledir, fakat
bunda rızası yoktur. Bu hareketi dolayısiyle kulu cezalandırması, O’nun adalet
ve hikmeti, affetmesi de fazl ve rahmeti yüzündendir. O fazl ve rahmet
sahibidir, katiyyen hikmetten dışarda değildir. Görmüyor musunuz Allah ne
buyuruyor : «Rabbin dileseydi, yer yüzünde kim varsa hepsi, topyekûn elbette
iman ederdi» (63) ve «Eğer biz dileseydik herkesi elbette hidayete erdirirdik»
(64) ve «İşte O, dileseydi topunuzu birden elbette hidayete kavuştururdu» (65).
Allah iman ve hidayeti kendi meşiyyetine bağlıyor. Meşiyyetine bağlı
olmaksızın, kullarına hidayet ve iman vermesi vacip olsaydı bu asi olurdu.
Bunu meşiyyetine bağladığına, bir kavme verdiğine, diğerlerini menettiğine göre
bu, O’na vacip olmadığına delâlet eder. O, sevep hususunda rahim ve şefkatli,
ikab hususunda âdil ve hakimdir. -
Ubey b.
Ka’b ve İbn Mes’ûd’dan rivayet edildiğine nazaran bun lar şöyle söylemişlerdir
: «Allah yerlerin ve göklerin içindekilere azab verirse zalim olmaz. Şayet
mağfirette bulunursa bu da Allaha bağlıdır, O’na aittir».
Diğer
bir delil: "
Eğer en iyi olanı (aslah)
yapmak Allaha vaciptir dersek, bunun sonu Allah kul için en iyi olanı vermekle
onu nimetlendirmiş olmaz, dolayısiyle şükre lâyık ye görülüp, fazl sıfatıyla
sıfatlandırılamaz gö rüşüne varır. Bu da Allahı tekzip etmek demektir.' Zira
Allah şöyle buyuruyor : «İşte bu, Allahın fazlıdır onu kime dilerse ona verir.
Allah büyük fazl sahibidir» (66).
Bunlar büyük günah (kebire)
işleyenlere, iman kelimesinin ıtlaKi medh olacağı için, mümin denemiyeceğini,
böyle kimsenin medhe lâyık olamıyacağını; keza kâfir de denemiyeceğini, zira
kimin kâfir olacağını yalnız Allahın bildiğini, bu sebeple böyle kimselerin bu
iki menzile arasında başka bir menzilede olacaklarını söyleyenlerdir. Bunların
bazılarına göre büyük günah işleyen kimse ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Bazıları hayır ve taat Allahın meşiyyeti iledir, fakat şer ve maasi Allahın ne
takdiri ile ne de gayrı takdiri iledir diyerek, Allahtan boşu boşuna iş yapmak
ve aczi nefyederler.
Bu taifenin Vasıliyye ve
Amriyye diye isimlendirilmesi, Vasıl h. Ata ve Amr b. Ubeyd’e uymalarındandır.
Bunlar melaikeyi âdem oğullarına tafdil ederler. Bu taifeye Ehli Sünnet ve
Cemaat yolundan ayrılmaları dolayısiyle Mutezile de denir.
Cevap:
Büyük
günah işleyen ne mümindir ne de kâfirdir, görüşleri Allahın Kitabına
muhaliftir. Nitekim Allah, Üsame b. Zeyd ve arkadaşları, İslâma girdiklerini
söyleyenleri katlettikleri zaman şöyle bu yurmuştur : «Ey iman edenler, Allah
yolunda harbe çıktığınız zaman , (meselelerin) tam aydınlanmasını bekleyin.
Size (müslümanca) selâm î verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak,
'sen mümin değilsin’ demeyin» (67). Onları, kati hâdisesinin vukuundan sonra
«iman i edenler» diye isimlendirmiştir. Hangi günah müminleri katletmekten •:
daha, büyüktür? Dâvalarının bâtıl olduğu meydandadır. ,
(66) Hadid, 21
; (67) Nisa, 94
İddialarının bâtıl
olduğunu şöyle de açıklayabiliriz:
İnsanlar
Hazreti Peygamberin zamanında üç guruptular, bunlar : zahiren de batman da
mümin olanlar; Ebû Bekir, Ömer, Osman Ali ve sair sahabe gibi. Zahiren de
batının de kâfir olanlar, Ebû Cehil ve arkadaşları gibi. Ve, zahiren mümin,
batman kâfir olanlar; Abdullah b. Ubey b. S e 1 û 1 gibi.
Görülüyor
ki bir insan ya mümin, ya kâfir ya da münafıktır. Bunların üçü de değildir
olamaz. Böylece iddialarının batıllığı sabit olmuş olur.
Büyük
günah işleyen ebediyyen cehennemde kalacaktır iddiaları da Kitap, Sünnet ve
İcmaa aykırıdır.
Allah
Kitabında şöyle buyuruyor: «Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını
bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimse için bağışlar» (68) ve «Onlar
kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allahtan mağfiret dileselerdi,
onlara peygamber de mağfiret isteyiver- seydi, elbette Allah tevbeleri hakkıyla
kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı» (69).
Sünnete
gelince, Hazreti Peygamberin şu hadîsi vardır : «İslâm- dan nasibi olan kimse
nasipsizler gibi değildir». Bunun anlamı, müs- lüman ebedi olarak cehennemde
kalmaz demektir.
Ehli Sünnet ve Cemaat’ın
icmaı da bu şekildedir.
Eğer,
Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd, devrinin büyüklerinden ve keramet ehlindendi
denilirse, buna cevabımız şu olacaktır : Bu iddiayı kabul etmiyor, ortaya
saçma fikir ve bid’atler atan, Kitap ve Sünnete karşı gelen, cemaattan ayrılan
kimselerde hayr ve keramet görmüyoruz.
Ebu’l-Huzeyl
Muhammed b. il-Huzeyli’l - A11 â f’a mensup olanlardır. Allahın, arazlar
olmaksızın cisimlerin yaratıcısı olduğunu iddia ederler. Arazların yaratıcısı
cisimlerdir; her cisim, renkler, kokular, ıslaklık, kuruluk, sıcaklık, soğukluk
gibi, arazını kendisi yaratır.
Cevap:
Görüşümüze
göre bu dâva muhal ve saçma saparıdır. Çünkü, eğer insanda bir şeyi yaratma
kudreti olsa, kendi nefsindeki noksanlar ve illetleri ortadan kaldırırdı.
Kendindeki bu eksiklikleri bertaraf etme-
ye
gücü yetmeyene, eşyadan bir şeyi yaratma gücü nasıl izafe edilebilir? ,
Allah
şöyle buyuruyor: «Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır»
(70). Yukarıda zikredilen arazlar, cisimler ve bunların dışındakiler de bu
âyetin şümulüne girerler. Böylelikle görüşlerinin batıllığı sabit olur.
Kulların
işledikleri fiiller hakkında bir hüküm bulunmadığını iddia edenlerdir. Bunlar,
taat ve isyan filleri karşılığı vaad ve va’îd olmadığını söylerler ve Allahın
şu sözünden şüpheye düşerler: «De ki. Ben Peygamberler içinde ilk defa gelmiş
biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, bana vahy olunmakta
olunandan başkasına uymuyorum, Ben ‘Allahın azabıyla apaçık korkutandan başkası
da değilim» (71).
Cevap olarak şöyle deriz :
Kulların
fiillerine dair bir hüküm bulunmadığı hakkındaki iddiaları Kitap ve Sünnete
aykırıdır.
Allah
Kitabında şöyle buyuruyor : «Kim Allaha bir iyilikle, güzellikle gelirse işte
ona on katı var» (72) ve «Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır» (73) ve
«İyilik ederseniz o iyiliği kendinize etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o
kötülüğü yine kendinize etmiş olursunuz» (74).
Sünnete
gelince, Hazreti Peygamber: «Dünya bir rüyadan ibaret tir. İçindekiler
ettiklerinin karşılığını bulacak, ikaba uğrayacaklardır» demiştir.
Bahis
konusu âyeti anlayış şekilleri de yanlıştır. Âyete olduğundan başka türlü mânâ
vermişler, te’vilini tağyir etmişlerdir. «Bana ve size ne yapılacağını bilmem»
sözünden kasıt, Cibril vahy ile gelmezden önce, demektir. O vahyle geldikten
sonra bilinmedik şey kalmaz, nitekim âyetin sonu da buna delâlet etmektedir :
«Ben bana vahyolun- makta bulunandan başkasına uymuyorum».
Bu
âyetin nüzul sebebi de şudur: Hazreti Peygamber ashabının huzursuzluğunun
arttığı bir sırada bir rüya gördü. Rüyasında, hurma- lıklı, ağaçlıklı bir yere
hicret ediyordu. Bunu ashabına anlattı ve onları
(74)
îsra, 7
müjdeledi;
bunu müşriklerin ezalarından kurtuluşun yakınlığı ile yo- ! rumladı. Sahabiler
biraz durdular ve sordular: Ya Resulellah, gördü* ğün yere ne zaman hicret
edeceksin? O sustu ve Allah dâ bu âyeti inzal buyurdu: «De ki. Ben Peygamberler
içinde ilk defa gelmiş biri değilim.
Bana
ve size ne yapılacağını bilmem» (75). Bu, şu demektir: «Bana gösterilen yere
gidecek miyim, gitmeyecek
miyim, bilmiyorum». Son
ra şöyle söyledi: «Bana rüyamda gösterilen
şeye ancak bana vahye- dildiğinde ittiba ederim». ’!
- s
Bu taifeye Hişamiyye denmesinin
sebebi Hişam b. Ömer b. il- H i ş a m ’a uymalarmdandır. Bu Hişam, cennet ve
cehennemin henüz yaratılmamış olduğu iddiasında idi. Kendisine Allahın «Bunun
üzerine [j Şeytan onları oradan kaydırıp içinde bulunduklarından çıkarıvermiş-
( ti» (76) sözüyle işaret ettiği, Adem’i
çıkardığı, cennet ne idi? diye so- j rulduğunda, şöyle cevap vermişti: «Adem,
dünyadaki bostanlardan birinde mahbustu». Bu sözünde fesat olduğu ortaya
çıkmaktadır, nite- ; kim Allah «O ateş kâfirler için hazırlanmıştır» (77) ve
«... takva sahipleri için hazırlanmış olan cennete -ki eni göklerle yer K-* 1
f.rdır- koşuşun (78) sözleriyle, cennet ve cehennemden mazi sigasiyle haber
vermiştir. T
Sahih
bir hadiste şöyle denilmektedir: «Allah cenneti yarattığı zaman ona, «konuş»
dedi. O da üç defa ‘müminler felah buldu’ dedi. Sonra dördüncü defa ‘konuş’
dedi, o zaman cennet ‘Ben bütün bahîlle- re, mürailere haramım’ dedi».
Böylece
Hişamiyye’nin dâvasının bâtıl olduğu ortaya çıkıyor. Her şeyin doğrusunu en iyi
Allah bilir,
Haram'ın
rızk olmadığını, rızk’m helâl ve memluk olduğunu; ku- lun mesaisinin onda dokuzunu dünya, onda
birini de ibadete hasret- . mesi gerektiğini iddia edenlerdir. 'W
Cevap:
Haram
rızk değil, memluk olan şeydir, diyorlar. Bu yanlıştır, çün kü bunu kabul etmek
Allahın rızkın kazanılması konusundaki sözüne ' aykırı olur: «Yerde yürüyen
hiçbir canlı hariç olmamak üzere hepsinin ' .
(77)
Al-i
îmran, 133
rızkı
Allahın üstünedir» (79); çünkü yeryüzünde yürüyen her canlının mülkü olduğu
tasavvur edilemez.
Ehli
Sünnet ve Cemaata göre rızk, canlıların, haram veya helâı olarak gıdalandıkları
şeydir. Rızklar kullar içindir. Allah istediğine helâl, istediğine de haram
olarak rızk verir. Bunların hepsi de O’nun adalet ve hikmeti icabıdır.
Biliniz
ki, kula vacip olan, helali elde etmek için çalışmak ve haramdan kaçınmaktır.
Haram olanı seçmek hususunda ihtiyarını kötüye kullanırsa ikaba müstehak olur.
Allahın,
daha Önce taatte bulunmamış veya meşakkat çekmemiş birini cennete sokması caiz
değildir, diyenlerdir. Bunlara göre, doğum esnasında ölen çocuk, ölümünün
şiddetli olmasına ve hakkı bilememesine taviz olmak üzere cennete girer.
Cennet ve cehennem henüz ya ratılmamışlardır, ancak kıyamet günü
yaratılacaktır.
Bunlar
şefaat ve mîzan’ı inkâr ederler. İddialarına göre, şefaat bir tarafa
meyletmektir, halbuki orada meyi tasavvur edilemez. Mîzan'a gelince, bunun için
meçhul olanın beyanı ve bilgi mikdarına ihtiyaç vardır. Halbuki Allah indinde
kulların amelleri malûmdur; Ondan hiçbir şey gizli değildir, binaenaleyh Allah
mîzan’a muhtaç değildir.
Cevap:
Daha
önce taatta bulunmamış olanı Allah cennete sokmaz, sözleri saçmadır. Çünkü
Allah kullarım, kendi fazl ve rahmeti eseri cennete sokar. Nitekim Hazreti
Peygamber şöyle buyurmuştur: «Hiçbiriniz ilminizle felaha eremezsiniz»,
sahabîler sordular : «sen de dahil mi ya Resulellah?» ve cevap verdi: «Ben
bile. Biliniz ki, eğer Allah beni rahmetine garkederse (felaha erebilirim)».
Şurası bilinmelidir ki Allah onun taatini rahmetinin sebebi ve masıyetini
gazabının sebebi kılar.
Allah
şöyle buyuruyor : «Şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allahın rahmeti çok
yakındır» (80) ve «Kim de Allaha ve peygamberine isyan eder, (Allahın)
sınırlarını çiğneyip geçerse onu da -içinde daim kalıcı olarak- ateşe koyar.
Onun için hor ve hakîr edici bir azab vardır» (81) ve «Kim bir kötülük yaparsa
onunla cezalanır» (82).
Şefaat
ve mîzan’ı inkârları da Kitap ve Sünnet’e aykırıdır. Çünkü
Allah
şöyle buyuruyor: «Ümid edebilirsin, rabbm seni bir makam-ı mahmud’a
gönderecektir» (83). Müfessirler bunu «şefaat makamı» olarak açıklamışlardır.
Allah cehennem ehlinden haber vererek: «Ar. tık bizim için ne şefaat (çılardan
bir kimse) ne de candan bir dost yok»
(84)
ve
«Onun izni olmadıkça nezdinde şefaat edebilecek kim imiş»
(85)
diyor.
Bu da izinden sonra şefaat edenlerin bulunacağına delalet eder.
Sünnete gelince, Hazreti
Peygamber şöyle söylemiştir : «Benim şefaatim, ümmetimden kebîre işleyenler
içindir».
Mîzan’m var ve hak
olduğuna delil de Allahının şu sözüdür : «Biz kıyamet gününe mahsus adalet
mizanları koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğramayacaktır»
(86) ve «Artık kimin sevap tartıları ağır gelirse işte korktuklarından emin,
umduklarına nail olan lardır. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte
kendilerine yazık edenler bunlardır» (87) ve «İşte o gün kimin tartıları ağır
geldiyse, artık o, hoşnud olacağı bir yaşayıştadır, amma kimin de tartıları
hafif geldiyse artık onun anası Haviye (uçurum) dir» (88). Sabit oluyor ki
Mizan haktır, bir mahalde olmaksızın vardır.
Cennet ve Cehennem henüz
yaratılmamıştır, görüşlerine cevabımız, Hişamiyye’den bahsederken geçmişti.
Eğer, amel baki kalmayan
bir arazdır, amellerin ağırlığı nasıl tasavvur edilebilir denirse, şu cevabı
veririz : İçine amellerin yazılmış olduğu kitapların tartılması veya arazların
cevherlerin üzerine getirilip onların tartılması mümkündür. Zira arazların
iadesi, bize göre, caizdir. Bu hususu bildiren hadîsler olduğu için biz buna
inanırız. Eğer akla uymayan bir husus olursa ona sadece inanır, keyfiyeti ile
meşgul olmayız «bunların keyfiyeti' bize ayan olduğunda, gördüğümüzde ya- kîne
erişiriz» deriz. Allah en iyi bilendir.
Bunlara İvaziyye denmesi
cenneti taatm, cehennemi de masıyetin ivazı saymalarmdandır. Bu, yukarıda
bahsettiğimiz hadîse göre bâtıldır. Nitekim bir rivayete göre Hazreti
Peygamber şöyle demiştir : «Düşürülmüş olan çocuk cennetin kapısında kalır ve
ebeveynim, ebeveynim der». Keza bir rivayette de : «Cennet ehli istikrar
bulduğunda boş bazı yerler kalır, orada oturan kimse yoktur. Allah bazı
yaratıklar ya-
ratır ve oraları onlara verir.
Bunlar müminler için cennetin nimetle- rindendir» denilmektedir.
Söylediklerimizle
İvaziyye’nin görüşlerinin yanlışlığı ortaya çıkar.
Selefiyye, bu «yaratıklar»
konusunda ihtilâfa düşmüştü. Bazıları, Allah cennette komşu yaratarak fazl ve
rahmeti ile onlara cennet ikram eder, derken bazıları da, bu yaratmanın Adem
oğlundan çıkan fakat rahimlerde kalarak kemale gelemeyen veya düşen nutf'e
olabile ceği ihtimalini ileri sürerler, ki bu muhal olmadığı gibi Ehli Sünnet
ve Cemaat indinde de caizdir. Tevfik Allaha mahsustur.
7
—
Seneviyye veya Şerîkiyye :
Tıpkı
Mecusîlerin Hayr’ı Yazdan ve Şerr’i Ehrimen’e izafeleri gi . bi, Allah şerri ne
yaratmıştır, ne de şerr Allahın takdirindendir, Hayr’m yaratıcısı Lahut, Şerr’in
yaratıcısı Lâhî’dir, diyenlerdir. İddialarına göre hayr Allahtan, şerr ise
kendimizdendir. Nitekim şu. âyette Allah da böyle söylemektedir: «Sana
gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir» (89).
Cevap :
Allah şerr’in yaratıcısı
değildir sözleri Allahın Kitabmâ aykırıdır. Çünkü Allah : «Allah sizi ve
yaptıklarınızı yaratmıştır» (90) ve «Sizi gökten ve yerden Allahtan başka bir
yâratan mı rızıklandırır? (91) buyurmaktadır. Bunlar, Allahın hem hayrın ve hem
de şerrin yaratıcısı olduğuna delâlet eder ve görüşlerinin yanlışlığı ortaya
çıkar. Delil olarak sarıldıkları âyete gelince, o da onlara hak vermez. Çünkü
âyette zikredilen «iyilik» ten murad Bedr savaşındaki zafer ve ganimet; sey-
yieden muraddabirinçi gün katledilenlerle, hezimete uğrayanlardır. Tefsir
sahipleri bunu böylece nakletmişlerdir. Bu iki kelime Seneviy- ye’nin tevehhüm
ettiği gibi taat ve masıyet anlamına gelmemektedir. Bunun delili de şudur :
Araplar bu lafzı, onların zikrettikleri gibi kullanmazlar. «Taat işledim»
manâsına «bana iyilik geldi» demezler, «ben iyilik işledim» derler.
Böylece nakl ve istimal
bakımından âyeti anlayış şekilleri bâtıldır.
Bir rivayete göre
Gaylanu’l-Kaderi, İmam A’zam Ebû Hani- î e ’ye sordu :
İmam
A’zam şu cevabı verdi:
—
Evet,
bu caizdir. Görmüyor musun, Allah, Âdeme bir ağacın meyvesini yemeyi yasak
etti, sonra ondan yemesini irade etti, o da yedi. Firavun, Ebû Cehil ve Ebû
Leheb’e iman etmelerini emretti, fakat onların iman etmelerini irade etmedi,
onlar da iman etmediler. Eğer Allah onların iman etmelerini irade etmiş
olsaydı şüphesiz ederlerdi ve imandan imtinaları takdir edilmiş olmazdı.
Nitekim Allah şöyle buyuruyor ; «Rabbm dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi,
topyekûn, elbette iman ederdi» (92).
—
Allahın
bir şeyi nehyedip sonra o şeyin olmasını irade etmesi veya bir şeyi emredip
sonra bu şeyin yapılmamasını irade etmesi caiz midir?
Cafer b. Muhammed’i - S a d ı
k’tan kâfir’in küfrü, âsinin masıye- ti, Allahın iradesi ve meşiyyeti ile midir,
değil midir? diye sordular. Şu cevabı verdi:
«Eğer zorla isyan ettirilmişse,
yani, şayet masıyeti iradesi ile değilse onun makhur olması gerekir. Bu ise
Allahın sıfatlarına aykırıdır.»
Emirul’- Müminin Ali b. Ebî
Talib’e soruldu ve şöyle denildi.; Allah kulûna masıyet takdir edip sonra ona
ikab ediyor, bu nasıl olur?
— «Kader
derin bir denizdir, ona dalmayın» dedi. Sonra ikinci defa soruldu :
—
«Kader
karanlık bir yoldur, o yolda yürümeyin» dedi. Üçüncü defa sorulduğunda :
—
«Kader
Allahın sırrıdır. Onunla uğraşmayın. Ona hesap sorulmaz, istediğini yapar,
ancak insanlara yaptıklarının hesabı sorulur», dedi.
Bu.taifeye Seneviyye denmesinin
sebebi Mecusîler gibi iki Sani’in varlığını ileri sürmeleridir. Bunlara, halk
ve icadda İblis’e ortaklık tanımalarından dolayı Şerîkiyye de denilir. Tevfik
Allahtandır.
Mutezile reisi Ebû Haşim b. Ali
el-C ü b b a î ’ye mensup olanlardır. Bunların iddialarına göre, bir insan
kebîre işler, sonra buna tevbe eder, bu tevbenin üzerine bir küçük günah
işlerse, kebîre için yaptığı tevbe sahih olmaz. Keza, kebîre İşleyemeyecek
hale geldiğinde tevbe ederse, tıpkı ye’s halindeki kâfirin imanının sahih
olmadığı gibi, tevbesi sahih olmaz. Küfrün imanı izale edişi gibi, masıyet de
taatı izale eder. Allahın ilmi sıfatlarından değildir.
(92 ) Yunus, 99 .
.
Bunlar, ahırette Allahın
görüleceğini inkâr ederler. İddialarına göre müminin işlediği günahın mağfireti
yoktur; çünkü o Allahın emrinin mahabbet da’vasıyla halikıdır, tevbesi kabul
olunmaz.
Kur’an-m
mahluk olduğunu söylerler.
Cevap : Kebîreye tevbeden sonra
günah işleyen kimsenin tevbesi sahih değildir görüşleri Kitabullaha ve
Resulullahın Sünnetine aykırıdır.
Allah şöyle diyor : «Şüphesiz
ki Allah, kendine eş tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimseler
için bağışlar» (93) ve «Kullarının tevbesini kabul etmekte, kötü hareketlerini
(tevbede) bağışlamakta, ne işlerseniz bilmekte olan O’dur» (94).
Sünnete gelince, Hazreti
Peygamber : «Allah yalan söylemeyen kulunun tevbesini kabul eder» buyuruyor.
Saîd b. il-Müseyyib, Allahın bu
kavlinin anlama hakkında şöyle söylemiştir : «Allah kendisine dehalet eden,
günah işleyip tevbe etse, yine işlese yine etse, yine işlese yine etse, kimseye
mağfiret eder». Bu. acze düşen insanın tevbesinin kabul edilmeyeceği
iddialarına da cevaptır.
Küfrün imanı izalesi gibi,
masıyet de taatı izale eder, diyorlar; bu böyle değildir. Allahın şu sözü,
küfrün masıyete kıyas edilemiyeceğinin delilidir: «Öyle ya, biz müslümanları o
günahkârlar gibi yaparmıyız hiç? Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmedebiliyor
sunuz? (95). Bu, «müslümanları o günahkârlar gibi yapmayız» demektir. Masıyet
işleyen kimse de müslümandır. Vasıliyye’den bahsederken dediğimiz gibi,
İslâmdan çıkmış değildir. Zira küfr, şeriatın hududundan çıkmaktır, halbuki
masıyet bu hududlar içindedir. Bu mesele, küfr ve şirk’in affı meselesine
dayanır, af caiz midir, değil midir?
Bize göre, Allahın şu sözünün
delâletiyle caiz değildir: «Şüphesiz ki Allah kendine eş tanınmasını
bağışlamaz» (96). Bazılarına göre ise caizdir. Keza bunlar müminin cehennemde,
kâfirin de cennette ebedi kalmasını caiz görürler, ki bu apaçık fesattır, zira
hikmete aykırıdır. Hikmetin iyi kimse ile kötüsü arasında fark gözetmesi iktiza
eder.. Eğer kâfirin cennette ebedî kalacağını kabul edersek fark ortadan kalkar
ve bu da hikmete muhalif olur.
Allahın ilminin sıfatlarından
olmadığı görüşlerine gelince, bu kitabın birinci kısmında Allahın İlminin
O’nun ne aynı, ne gayrı ve ne de
ba’zı olduğunu, ancak ilminin
Zâtının verasmda bir mânâ olup Zat ile kaim bulunduğunu dolayısiyle de ezelî
safıtlarından olduğunu söylemiştik.
Allahın ahırette görülmesini
inkârları da,- Kaderiyye’yi anlatırken zikrettiğimiz gibi, Kitab ve Sünnete aykırıdır.
Müminin günahına mağfiret
olunmaz, iddiaları da, «Şüphesiz ki Allah kendine eş tanınmasını bağışlamaz.
O’ndan başkasını dilediği kimseler için bağışlar» (97) âyeti dolayısiyle
bâtıldır.
Kur’an-ın mahlûk olduğu
görüşlerine gelince, şöyle deriz: Kur'an Kelamullahtır ve Kelâm O’nun
sıfatıdır. Allah de bütün sıfatlarıyla ezelî ve kadîmdir, başlangıç ve sonu
yoktur. Bu Ehli Sünnet ve Cemaatın görüşüdür.
Böylece Behaşimiyye’nin
fikirlerinin muhal ve saçma olduğu sabit oluyor. Hidayet veren, kebîr ve muteal
olan Allahtır.
İşlenmesinden evvel nesh’in
caiz olmadığını iddia edenlerdir. «İşlenmesinden önce nesh, boşu boşuna
yapılmış bir iş (bida) olur, bu, ise Allah için tecviz edilemez» derler.
Abdulcebbâr er-Razî ise neshin
fiilden evvel olmasını caiz görür, fakat fiilin temekkününden önce olmasını
tecviz etmez.
Cevap:
Bu görüşleri Ehli Sünnet ve
Cemaat’m görüşüne göre yanlıştır. Çünkü fiilden önce nesh, Halilullah İbrahim
Peygamber’de olduğu gibi caizdir. Nitekim Allah ona oğlunu kurban etmesini
emretmiş, sonra da kurban etmesinden önce bu emrini geri almış, oğul kurban
etmeyi rieshetmiştir.
Keza fiilin temekkününden önce
de nesh caizdir. Nitekim Allah miraç gecesi elli vakit namaz emretmiş, sonra
kırkbeşini neshetmiş, geriye beş vakit kalmıştır. Aynı şekilde yılda altı ay
oruç emretmiş, sonra beş ayını neshetmiş, geriye bir ay oruç farz kalmıştır.
Bunlar fiil ve temekkünden önce neshdir. Böylece Ravendiyye’nin görüşünün bâtıl
olduğu ortaya çıkar.
Bu taifeye Ravendiyye denmesi
Abbasu’r - Ravendi adlı bir adama mensubiyetlerindendir.
Ma’dum’un cisim olmadığını
iddia edenlerdir. Bazıları «cisim de cevher de değildir, ancak şeydir» derler.
Bazılarına göre ma’dum, vü- cuddan sonra olan, yani şey’dir ve vücude gelmemiş
olan şey olamaz.
Cevap
:
Ehli Sünnet ve Cemaata göre
ma’dum bilinir, şey, cisim ve cev her değildir. Çünkü şey ile şey olmayan
arasındaki fark sabittir. Eğer, ma’dum şeydir dersek, ma’dum ile mevcud
arasındaki fark ortadan kalkar, bu ise muhaldir.
Bu taifeye, Ebû’l - Haseni’l -
H a y y a t’a uymalarından ötürü Hay yatiyye denir.
Bu taifenin iddiasına göre, bir
insanla ahid yapan kimse, bu ah dini yerine getirirse iyidir, fakat ahde vefa
göstermezse bir şey gerekmez, bundan ötürü ceza görmez ve bu günah da
değildir. Bunu, büyük abdest yapan kimsenin, taş ile istincayı müteakip su
bulmasına benzetirler : Su ile yıkaması iyidr, yıkanmazsa bir cezası yoktur.
Cevap
:
Dâvaları Kitabullaha muhalif
olduğundan bunlara uyulamaz. Zira Allah şu âyetiyle vefayı engreder : «Ey iman
edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin» (98) ve «Karşılıklı muahede
yaptığınız vakit Allahın ahdini' yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri
bozmayın» (99) ve «Bir ahdi de yerine getirin. Çünkü ahid (den cayanlar) sorumludur»
(100).
Allah, insanın vefa ve
ahidlerinden dolayı sorguya çekileceğini haber veriyor. Mes’ul olunan bir şeye
riayet ise vaciptir, vacibin terki günah ve ukubeti muciptir.
Böylece
Nakısiyye’nin görüşünün bâtıllığı ortaya çıkar.
Allaha şey’dir veya şey
değildir demek caiz değildir iddiasında olanlardır. Keza Allahın sıfatlarını da
ne ishat ve he de nefy ederler. Bunlar İbrahim b. Seyyar’a uyarlar.
Cevap
olarak şöyle deriz : Ehli Sünnet ve Cemaata göre bu şekilde inanan kimse
kâfirdir. Muattıla zümresindendir. Böyle söyleyen Allahın Kitabını inkâr etmiş
olur ve Kur’an-ı inkâr ise icmaaen küfürdür.
Allah
şöyle buyurmuştur : «De ki, şahit olmak bakımından hangi şey daha büyük? de ki,
benimle sizin aranızda hak peygamber olduğuma Allah hakkıyla şahittir» (101).
O’nun sözündeki «şey» lafzını inkâr eden Allaha iftira etmiş olur. Biz, O’na
şey değildir demenin caiz olmadığı hususunda ittifak etmiş bulunuyoruz. Bu
caiz olmadığına göre Onun şey olduğu tahakkuk eder. O eşya gibi olmayan şeydir,
deriz. Bu da Ehli Sünnetin mezhebidir. Tevfik Allaha mahsustur.
Böylece
Kaderiyye’nin görüşleri tamamlanmış oluyor. Allah bizleri bidat ve hevadan
korusun ve rahmetiyle sünnet ve cemaat ehli arasında kalmamızı nasip buyursun.
CEBRİYYE,
GÖRÜŞLERİ VE SINIFLARI "
Bunlara Mürcie ve Neccariyye de
denilir. İddialarının aslı şudur : Kulun fiili yoktur. O’na fiil izafe etmek,
cemadâta izafe, yani, duvar eğrildi, nehir akdi, rüzgâr esti demek gibidir.
Bunlar Allaha fevahiş izafe
ederler. İddialarına göre, Allah bir kulu masıyeti sebebiyle ikaba uğratırsa,
onu kendi fiilinden dolayı cezalan dırmış olur, çünkü kulun fiili yoktur. Sevap
için de durum aynıdır.
, Cevap olarak deriz ki: Bu
taifenin dâvası apaçık fesattır. Çünkü Allah mesubeti de ukubeti de kulların
amellerinin karşılığı olarak verir, onlara taat işlemeye çalışıp, masıyet ve
seyyiati işlemekten kaçınmayı emreder. Eğer kulun fiili ve ihtiyarı olmasaydı
çalışmakla ve maasiden geri durmakla emrolunmazdı.
«Rabbın ne
dilerse yaratır, ne dilerse ihtiyar eder. Onlar için işe Rablerine karşı böyle
muhayyerlik yoktur» (102) âyetini alarak, bu, kulun fiili ve ihtiyarı
olmadığına delâlet eder denilirse, şöyle cevap veririz: Burada kastedilen
nübüvvet ve risalet ihtiyarıdır, taat ve masıyet ihtiyarı değildir. Çünkü âyet
kâfirleri red için nazil olmuştur. Nitekim onlar, «on iki bin devesi olan el -
Velîd b. il -Mugîr e niçin bize risa- letle gönderilniedi» diyorlardı.
Allâh>«bu Kur’an memleketin ileri gelen bir adamına nazil olsaydı» sözleri
dolayısiyle onları reddetmektedir. Şöyle buyuruyor: «Rabbınm rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar?»
(103)
. Bu,
onlara nübüvvet kısmeti ve risalet ihtiyarı yoktur demektir. Onların,
resullerin gönderilmesinde seçme güçleri yoktur. Ancak Allah istediğini
halkeder ve istediğini peygamber seçmekte serbesttir.
Ehli Sünnet ve Cemaat mezhebine
göre, kulun hakikî fiili ve sahih ihtiyarı vardır. Bu sebeple ukubet ve
mesubete müstehaktır. Fiil ve ihtiyarı Allahın mahlukudur, O’nun meşiyyet ve
iradesinden hariç değildir.
Fiil iki fâil arasında nasıl
oluyor? denilebilir. Buna cevaben deriz ki: Ehli Sünnet ve Cemaata göre fiil
hasıl olur ve bu fiil, iki muhtelif vecih ile iki faile izafe edilir. Kulun
fiili, kisb cihetinden kendine, îcad ve yaratma cihetinden de Allaha izafe
edilir. Tevfik Allahtandır.
(103
), Zuhruf, 32
Rivayete
göre Hüseyin b. Ali, Hasanu’I-B a s r î ’ye şöyle yazmıştır : Allahın kaza ve
kaderine, hayr ve şerrin O’ndan olduğuna inanmayan kâfirdir. Günahını Allaha
yükleyen tacirdir. Kul Allaha zorla itaat ve isyan etmez, zira O mülkünün
Meliki, insanların kadir oldukları şeylerin en Kadiridir. Eğer insanlar taatte
bulunurlarsa onlarla, yaptıkları arasına girilmez. Şayet masıyet işlerlerse
yaptıklarını kendisi işlemiştir İşlemediği zaman Allah onları buna cebretmez,
eğer Allah yaratıklarını taata zorlarsa onlardan sevap, ve masıyete zorlarsa
azab sâkıt olmaz Eğer onları başıboş bırakmış olsaydı kudret sahibi olmamış
olurdu ki buna dair bir delilleri yoktur.
VI.
BÖLÜM
Bu asıldan hareketle on iki
fırkaya bölündüler : Muztariyye, Acziy- ye, Mefrugiyye, Neccariyye, Mennaiyye,
Sabıkıyye, Hubbiyye, Havfiyye, Fikriyye, Hasbiyye, Münkiriyye, Keseliyye.
Kulun fiili ve kisbi yoktur,
çünkü Allah şöyle buyurmaktadır iddiasında bulunanlardır : «Kullarımın işinden
hiçbir şey sana ait değildir»
(104)
, keza
bir başka âyette : «Önünde de sonunda da emir Allahındır»
Cevaben, iddialarının yersiz
olduğunu söyleriz. Çünkü Allah kula kisb ve bu kisbine bağlı olarak sevap ve
ikap vermiştir. Şu sözlerinde olduğu gibi: «İnsanların kendi ellerinin
kazandığı ihtiyarlarıyla yaptık lan şeyler yüzünden karada, denizde fesad
belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın» (106).
Keza, yaptığı işten dolayı
hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir : «Erkek hırsızla kadın hırsızın
ellerini kesin» (107) ve şöyle buyurmuştur : «... kötülük edenleri,
yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle
mükâfatlandırması s içindir» (108) Bunlarla sabit oluyor ki, kulun
kisb ve ihtiyarı vardır.
Ondan
sâdır olması cihetiyle kulun kisbi bulunduğunu, fakat on dan imtina
edemiyeceğini ve kulda bu fiili işlemekten imtinaya salâhiyet olmadığını bunu
istemeyerek, bilmecburiye, yularından çekilen deve gibi, işleyeceğini iddia
edenlerdir. Kulun hali bu deve gibidir, yuların dan çekilince yürür; yürümemek
elinde değildir.
Buna
cevabımız, iddialarının apaçık fesat olduğudur. Zira hem Kitaba ve hem de
Sünnete aykırıdır.
(104 Ali
İrnran, 128
Kitab’ında
Allah : «Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez» (109)
buyurmaktadır. Bu, kimseye takati dışında olanı yüklemez demektir.
Sünnete
gelince : İbn Ö m e r ’den rivayet edildiğine nazaran, Haz reti Peygamber şöyle
söylemiştir: «Kıyamet gününde Allah bazı kullarına şöyle hitap edecektir: Ey
âdem oğlu. Sana yetecek olanları ver) dim ve seni cehennemle korkuttum, sana
günah işleyebileceğin kadar mehil verdim, fakat cezalandırmakta acele etmedim.
Sana takatinin üstünde teklifte bulunmadım, niçin emrine karşı geldin?».
Kitap
ve Sünnet ile sabit oluyor ki, Allah kullarına, yapabilecekleri şeyleri
emretmiş, rahmeti ve fazlı dolayısiyle takatlerini aşan şeyleri yüklememiştir.
Biz
biliyoruz ki, altı vakit namaz emretmiş olsaydı, yine gücümüz dahilinde olur,
kudretimiz dışında kalmazdı. Keza, zekâtı iki yüzden altı dirhem vermekle
emrolunsaydık, bu da gücümüz dışında olmazdı. Bununla beraber böyle
emretmemiştir.
Onun
kula, takati olmayacağı şeyi yüklemeyeceğini isbat etmekle, kula emredilenlerin
kulun takati çerçevesi içinde olduğunu isbat etmiş oluruz. Buna takati
yettiğine göre de, onu işlememeye istitaası olmadığı cihetle istemiyerek ve
mecburen işler denilemez.
İstitaa, bize göre, fiile
mukarindir. Mutezilenin söylediğinin aksine, fiilden önce değildir. Çünkü fiile
tekaddüm eder dersek, vücud bulduğu zamana kadar baki kalması zaruridir dememiz
lâzımdır. Çünkü böyle olmasa, fiiln vücudu istitaasız olmuş olurdu. Beka,
arazlardan öncedir kudret arazdır ve bu arazın arazla kaim olmasına götürür, bu
ise mu haldir. '
Bunların
iddiaları şudur :
Allah
kalemi yarattığı zaman, ona kıyamet gününe kadar olacakları yazmasını emretti,
o yazdı ve Allah da mahlukatı yarattı, mevcu datı var etti, daha sonra bir şey
yâratmadı. Kalemin yazmasından sonra daha önce yaratılmış olanlar hergün
meydana gelir.
Buna
cevaben, görüşleri yanlıştır deriz. Çünkü Allahın Kitabının şu kavline
aykırıdır : «O hergün bir işdedir» (110). İşi, öldürmek, diriltmek, var etmek,
yok etmek, güldürmek, ağlatmaktır. Nitekim şöyle diyor: «Hakikat şu: Güldüren
de ağlatan da O’dur. Gerçek Öldürende dirilten de Odur. Hakikaten meniden
rahme döküldüğü zaman er-
kek
ve dişi iki çifti yaratan O’dur» (111) ve «De ki : Ey mülkün sa hibi Allah, sen
mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen O’ndan alırsın. Kimi
dilersen O’nun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın» (112), men ve
îta, izaz ve izlal da O’nun işidir.
Mefrugiyye, iddiaları
itibariyle yahudilere uymaktadır. Yahudile rin zannma göre Allah, bütün şeyleri
altı günde yaratmış ve Cumartesi günü boş kalmıştır. Allah, zalimlerin
söyledikleri şekildeki iştira- hatten beridir. Boş kalmak sâbık bir meşgalenin,
istirahat da sabık bir yorgunluğun varlığını gerektirir. Rabbımız ise
yorulmaktan mü nezzihtir. Bu hususta Allah şöyle buyurmaktadır : «And olsun ki
biz gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunan herşeyi altı günde yaratmı-
şızdır. Bize hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır» (113).
Bütün
olanların Levh-i Mahfuz’da bulunduğu yolundaki umumî söze gelince, bu, kabul
edilmesi imkânsız bir görüştür. Bir hadîs’e göre, kıyamet gününe kadar
olacaklar orada zahirdir. Allah’m makduratı sonsuz, Levk ise mahluk ve
sonlu’dur. Sonsuzun sonlu’dan çıkması ise tasavvur olunamaz.
îbn
Muhammed en - N e e c a r ’a tâbi olanlardır. Cismin, bir araya gelmiş
(müctemia) arazlar olduğunu, Kur'an-m yazılırsa cisim, okunursa araz olduğunu,
müminlerin çocuklarının cennete, müşriklerin çocuklarının cehenneme
gideceklerini iddia ederler.
Cevap: .
Cisim,
bir araya gelmiş arazlardır, sözleri boştur, deriz. Çünkü araz, zâtı ile kaim
olamayan, kaim olacak bir mahalle muhtaç olandır. Bu mahallin de arazdan başka
birşey olması şarttır, zira arazın araz ile kıyamı muhaldir.
Çocuklar
hakkındaki hükümlerine gelince; bu da Kitabullah ve İcmaı Ümmete aykırıdır
deriz. Binaenaleyh sahih değildir.
Allah
Kitabında: «Biz bir resul gönderinceye kadar (hiçbir kimseye ve kavme) azab
ediciler değiliz» (114) buyuruyor. Hangi çocuklara resuller göndermiş, nehy ve
emirlerde bulunmuştur? Yine şöyle buyuruyor: «İşte ben size alevlendikçe
alevlenen bir ateş haber verdim. Ki ona en bedbaht olandan başkası girmez.
Öyle bedbaht ki o,
"hakkı yalan saymış
imandan yüz çevirmiştir.» (115). Çocuğa hakkı yalan saymak, imandan yüz
çevirmek nasıl nisbet edilebilir? O daha âkil değildir. İddiaları doğru
değildir.
Muhammed b. il-Hasen ’den,
müşriklerin çocukları hakkında, ne düşündüğünü sordular, şöyle dedi: İmam A’zam
Ebû H a n i f e çocukların yanında duruyordu. Ben de durdum, dedi- ki: Ben
şüphesiz biliyorum ki Allah günahsız kişiye asla azap vermez.
Ehli Sünnet ve Cemaat,
işlerinde Allahın meşiyyetine mütevekkil olurlar. Allah en iyi bilendir.
Şu
iddiada bulunanlardır :
Tabiat ve hevese uymadıkça
Kur'an-ın emirleriyle amel etmek vacip değildir. Kalplerimiz ve hevamızm bize
emrettiği şekilde amel et.x memiz gereklidir. Görmüyor musunuz
Hazreti Peygamber Vabısa b. Ma’bed’e ne demiştir: «Elini göğsüne koy ve kalbinden
istifta et, bu konuda halk ne derse desin».
Yine iddialarına göre, mümin
için nur vardır, eşyayı onunla görür ve ona kalbinin ve sırrının emrettiğini
yapması vacipir. Bu taife şöyle der : «Bana nefsim kalbimden, sırrımdan,
Rabbimden haber verdi.»
Cevap olarak şöyle deriz: Bu
itikad son derece yanlış, küfr ve il hada meyillidir. Bu görüşleriyle
Kitabullahı arkalarına atmışlar, Re sulullahm Sünnetinden ve müslümanların
icmamdan uzaklaşmışlardır. Çünkü Kur’an-a uymak, neshedilmemek şartıyla
vaciptir. Onunla amel vacip değildir, sözü peygamberi inkâra götürür. Melahide
de bundan başka birşey iddia etmemektedirler.
Kalp ve hevamızm emrettiği
şekilde hareket etmemiz vaciptir, görüşlerinin de Kitabullaha aykırı olduğunu
söylemeliyiz. Nitekim Allah cennet ehlini tavsif ederken şöyle diyor : «Amma ki
Rabbımn makamından korktu, nefsini heva ve hevesinden alıkoyduysa, işte muhakkak
ki o cennet onun varacağı yerin tâ kendisidir» (116). Nehy ise emrin aksidir.
Böylece görüşlerinin bâtıllığı sabit olur.
Ma’bed’in hadîsine sarılmaları
da doğru değildir. Zira Hazreti Peygamber, İbn Ma’bed’e bir hâdise dolayısiyle
«elini göğsüne koy» demiştir. Esasen bu konuda Kitap, Sünnet veya İcma’da bir
hüküm yoktur. Eğer nass varid olaydı rey ve kıyasa lüzum kalmazdı. Nass ve icma
bulunmazsa işler reyle yürütülür.
Herkes de içtihadda bulunamaz,
bunu, yapmak için içtihada ehliyet ve salâhiyet gereklidir. Birisi içtihad
eder ve içtihadı da Kitab ve Sünnete uygun olmazsa, bu içtihada uyulmaz, o
sadece şeytanın vesvesesinden ibaret kalır. Görmüyor musunuz M u a z ’ı
Yemen’e gönderirken Hazreti Peygamber ne demiştir :
—
Ya Mu az, ne ile hükümde bulunacaksın?
—
Allahın Kitabı ile
— Eğer Allahın Kitabında bulamazsan?
—
O’nun Resulünün sünneti ile
—
Bulamazsan?
— Reyimle içtihad ederim
' — Resulu resulu
ile muvaffak kılıp onu razı eden Allaha hamd-
olsun.
6 — Sabıkıyye :
Şu
iddiada bulunanlardır :
İnsanlar iki kısımdır; saadet
ehli ve şekavet ehli. Saadet ehline maasi zarar, şekavet ehline de taat fayda
vermez.
Bunlar Hazreti Peygamberin şu
sözüne dayanırlar: «Saîd anasının karnında saîd, şakî de anasının karnında
şakidir».
Cevap:
Görüş ve iddiaları apaçık
fesattır, çünkü Kur’an-a karşı geliyor, amelleri faydasız sayıyor, âsî ile mutî
arasında fark görmüyorlar,
Allah şöyle
buyuruyor : «Yoksa kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip de iyi amel
ve hareketlerde bulunanlar gibi mi yapacağız, dirim ve ölümleri bir mi olacak
sandılar? Ne fena hükmediyorlar» (117) ve «Kötülüğün karşılığı ona denk bir
kötülüktür» (118) ve «Sonra kötülük edenlerin âkıbeti ateş oldu. Çünkü onlar
Allah’ın âyetlerini tekzip etmişlerdi. Onları eğlenceye alıyorlardı» (119) ve
«İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaptı ise onun karşılığını görecek»
(120). •
Bü âyetlerle sabit oluyor ki
Hazreti Peygamber (bu hadis münasebetiyle) «Öyleyse amelin sebebi ne?» diye
soran Ömer’e ne demişti : «Amel ediniz, her şey halkı üzere müyesserdir». Ömer
de şöyle demiştir : «Öyleyse bizim için doğru olan, amelde bulunmaktır».
; (117) Casiye,
21
j (118) Şura,
40
i (119) Rum,
10
Bu taifenin iddiası şudur
:
Mahabbet istikrar kesbettiğinde
ve kul nefsini kahredip ibadette gayeye ulaştığında ondan emir ve nehy kalkar.
Çünkü sevgili, sevgilisinin özrüne bakmaz. Görmüyor musunuz Allahtı Teala
kullarına namazı, orucu ve cenneti teklif etmemiştir, zira sevgili ile
sevgilisi arasında teklif yoktur.
Cevap olarak, bu taifenin
sözlerinin Kitaba ve akla aykırı olduğu nu söyleriz.
Allah Kitabında şöyle buyuruyor
: «De ki. Eğer Allahı seviyorsa nız hemen bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
suçlarınızı örtsün» (121). Allah, mahabbetin delili olarak resulünün emrine
uymayı gösteriyor. Kim daha çok seviyorsa Allaha ve resulüne daha çok itaat
eder, onun ibadetin müşakkatine tahammülü daha çok ve devamlı olur.
Bu konuda akla müracaat
edilirse, şöyle düşünülebilir : Hazreti Peygamber diğer yaratıklar içinde Allah
için en. kerim olandır ve onun Allaha olan mahabbeti diğerlerininki ile kıyas
kabul etmez. Bununla beraber sair farzlara ilâveten, geceleri kalkarak namaz
kılması emre-, bilmiştir. O da ayakları şişinceye kadar kılmıştır. Hazreti
Peygamberin (Allah indindeki) rütbesinin yüksekliği ve Allah sevgisinin kemaline
rağmen kendisine emr ve teklif edilenleri ihlâl etmemiş, ondan da emir ne
kaldırılmış ve ne de tahfif edilmiştir. Bu hususta rivayet edilen Allahu
Tealanm Hazreti Davud’a olan şu vahyi de delil teşkil eder: «Ya Davud, gecenin
kendisini uykuda bulduğu her kim benim sevgimi iddia ediyorsa o yalancıdır».
Keza bir rivayete göre de
Hazreti Lokman, oğluna şöyle demiştir: «Oğlum, Allah sevgisinin alâmeti üçtür.
Bunlar, çok namaz kılmak, çok oruç tutmak ve çok sadaka vermektir».
Mümin kimseye korku yoktur,
çünkü o habîbdir ve habîb habîbini korkutmaz diyenlerdir.
Bunların kavli fasittir, zira
Hazreti Peygamber şöyle demiştir : «Ben Allahı sizden iyi bilir ve sizden çok
korkarım». Hangi iman Hazreti Peygamberin imanından kuvvetlidir? İddiaları
bâtıldır. Sonra Allahın mekrinden emin olup, gufran ve rahmetinden ümitsizliğe
düşmek en kötü hasletlerdendir. Müslümanm yeri havf ile reca arasmda-
dır; Allahtan korkup ondan reca
isteyecektir, bu ibâdetlerin başıdır. Allah iman, ehlinin sıfatından
bahsederken şöyle buyurmaktadır: «Yanları yataklarından uzaklaşır, korku ve
ümid ile Rablarma dua ederler» (122) ve «Hakikat bunlar hayr işlerinde
yarışırlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bizim için derin saygı
gösterenlerdi» (123)
Bunların iddiaları şudur:
İlim öğrenen ve mütefekkir görünen
kimseden amel ve havf kalkar. Bütün insanlara o kimsenin istediklerini yapmak
vacip olur; o kimse, dünya ehlinin mallarının ortağıdır. Onu herhangi birşeyden
mahrum etmek zulümdür. Bizim görüşümüze göre iddiaları apaçık fesattır. Zira
ilmin fazileti amel ve korkunun artmasını gerektirir. Allah şöyle buyurmuştur :
«Allahdan, kulları içinde, ancak âlimler korkar» (124). Hazreti Peygamber de,
«Ben Allahı sizden iyi bilir ve O’ndan sizden çok korkarım» ve «Kim bilir ve
amel etmezse Allah yaklaşmaz, uzaklaşır» demiştir.
Böylece sabit oluyor ki ilmin
fazileti ameldir, amel, onun faydasının tam olmasını sağlar. Ameli terk
Allahtan ve rahmetinden uzaklaşma sebebidir. Amel ve havf, ilim ve tefekkürle
kalkmaz.
Âlim kimsenin insanların
mallarına ortak olması görüşlerine gelince, bu da küfür ve ibaheye yakındır.
Çünkü Allahın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak küfürdür. Allah şöyle
buyuruyor : «Aranızda birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin» (125).
Hazreti Peygam ber de: «Müslimin malı, tıpkı kanı gibi, haramdır» demiştir.
Bunların
iddialarının boş ve bid’at olduğu böylece sabit oluyor.
Bu taifenin iddiası şudur
:
Dünya mallarına bütün insanlar
ortaktır. Zira Âdem aleyhisselâm bu dünyadan göçtüğünde dünyayı çocuklarına
miras bırakmıştır. Bu sebeple bir kimsenin bu dünyaya ait bir şeyi diğerinden
sakınması caiz değildir. Zira bu diğer insamn o şeye ortaklığı sabittir. Bir
hakkı, o hakkın sahibine tanımamak caiz değildir.
Cevap:
Bu
itikad apaçık fesat olup, küfür ve ilhada denktir. Çünkü peygamberleri ve
şeriat hükümlerini sarahaten inkâr etmektedir. Fikriy- yeden bahsederken
zikrettiğimiz âyeti burada da gösterebiliriz: «Aranızda birbirinizin mallarını
haram sebeplerle yemeyin» (126). Bunların iddiaları şuna varır : Bir cariyeye
sahip olan bir kimse, ona sahip olamıyacaktır. Çünkü cariye iki ortağın
malıdır, bunların hiçbiri ona yakın olamıyacak ve temasta bulunamıyacaktır.
Dünya
Âdemin çocuklarına miras kalmıştır sözleri de birkaç şekilde iptal edilebilir:
1 —
Kur’an-a aykırıdır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır : «Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsi Allah’ındır» (127) ve «Şüphesiz ki yer Allah’ındır. O’na
kullarından kimi dilerse onu mirasçı yapar» (128).
2 —
Bir hadîste varid olduğuna göre: «Peygamberler ne bir dirhem ne bir dinar
miras bırakabilirler».
3 —
Şayet dünya miras kalmış ise, bu, o zaman mevcut olan ço cuklarınadır, daha
sonrakilere değil.
Bu
maddelerle gösterildiği üzere iddiaları bâtıldır. Allah her şeyi en iyi
bilendir.
Bunlar
Allahın isminin yanında mahlukatmdan hiçbirinin zikre dilemiyeceğini, kurban
esnasında Allahtan başkasının isminin zikrinin caiz olmadığım delil göstererek
iddia edenlerdir.
Cevap
olarak şöyle deriz :
Görüşleri
fasittir, zira Allah Peygamberini, onun ismini kendininki yanında zikretmekle
mükafatlandırmıştır. Şöyle buyuruyor : «Senin namını da yükselttik» (129). Bu,
kendi zikrimizle bir araya koyduk demektir. Keza tevhid kelimesinde de ismini
ismine Peygamberi tazim için yaklaştırmıştır. «La ilahe İllallah» dan sonra
«Muhammed Resulullah» gelir.
Keza
Allah şöyle buyurur : «Şüphesiz ki Allah ve melekleri pey gambere çok salat (ve
tekrim) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin, tam bir teslimiyetle
de selâm verin» (130).
(129
İnşirah, 4
(Ebû) Muhammed -Allah ona
rahmet etsin- şöyle demiştir: Eğer insanlar âyet ve delillerden gafil olmayıp
şüpheli ve bâtıl şeylere sap- masalardı böyle bir bab’a lüzum görmezdik; lâkin
boş fikirler onları kör ve sağır etmiştir. Allah onları irşad etsin ve hidayet
versin. O bize yeter ve ne güzel vekildir.
Bunlar
şu iddiayı ileri sürerler :
Kulun kisbi vardır fakat bu ona
ne fayda ve ne de zarar verir : zira rahat, nimet, ukubet ve şiddet ibadette taksim
edilmiştir. Cehd ve taat onu arttırmadığı gibi tembelliği de masıyeti azaltmaz.
Taatm sevabı ve isyanın cezası yoktur. .
Şöyle derler : Allahu Tealâ
bizim taatımıza muhtaç değildir. Bi zim masıyetimizden de zarar görmez. O halde
taat ve masıyete sevap ve ikabın terettüp edeceğine nasıl kail olabiliriz?
Cevap olarak
Allahın Kitabına ve Peygamberin sünnetine aykırı olduğundan iddiaları bâtıldır
deriz. Kur’an-a aykırı olan her hüküm merduddur. r
Allah şöyle buyuruyor : «Kim
iyi amel (ve hareket) de bulunursa (bu) kendi lehine, kim de kötülük ederse, bu
’da kendi aleyhinedir. Rabbırı kullarına zulümkâr değildir» (131) ve «Kim
savaşırsa ancak kendisi için savaşmıştır» (132) ve «kim inkâr ederse inkârı
kendi aley hine olur. Yararlı iş işleyen kimseler kendileri için rahat bir yer
hazırlanmış olurlar» (133).
Sünnete ra'" re, Enes b„
Malik, Hazreti Peygamberin şöyle söylediğini rivayet ediyor : «Kıyamet günü
geldiğinde Allah ümmetime şöyle diyecek : Anımla sıratı geçiniz, rahmetimle
cennete giriniz, dereceleri de benim feslim ve sizin amellerinizle taksim
ediniz».
İbn Mes’ud şöyle diyor : «Kim
hayır ekerse gıbta biçer ve kim şer ekerse nedamet biçer».
Böyle olduğuna göre, her amelin
bir karşılığı vardır. Âkil o kim sedir ki bir saat dahi tegafül, taat ve ibadette
tekasül göstermez. Tev- fik Allahtandır. '
Burada Gebriyye’nin görüşleri
ve sınıfları tamamlanmış oluyor. Allah veliyyul - hidayedir.
MÜŞEBBİHE
VE SINIFLARI
Dâvalarının esası şudur:
Halik’ı
mahluk’a benzetirler, Ona, büyüklük ve celaline yaraşmayacak şeyler izafe
ederler. El, ayak, saç, tırnak, kemik, et, ayakta durmak, oturmak, inmek,
çıkmak vs. gibi Onun Zâtını mahalli havadis, arşı mekânı, kürsîyi ayaklarını
koyduğu yer saymak gibi yakışıksız sözler söylerler.
Cevap
olarak fikirlerinin fasit olduğunu söyleriz. Çünkü Allah Ki tabında: «O’nun
benzeri yoktur. O İşitendir, Görendir» (134) buyurmakla mislinin ve benzerinin
bulunmadığını beyan etmiştir. Müfessirlerin kavline göre, âyetteki «kâf» «sile»
dir ve mânâsı «O’nun misli yoktur» dur. Bu âyet bütün Müşebbihe ve Muattıle’nin
aleyhine delildir. Çünkü âyetin başı «benzetmeyi» nefyeder, sonu da sıfatlan
ısbat eder ve o ta’tîlin nefyidir. Böylece her iki fırkanın iddiası da bâtıl
olmuş olur.
Onun
Zatı için cisim denilemez. Çünkü O cismin yaratıcısıdır. Bir şeyin yaratıcısı
ise o şey olamaz.
Belki
şöyle denebilir : «Siz Onun şey olduğunu teslim ediyorsunuz ve O, şey’in
yaratıcısıdır. Niçin cism olması caiz değildir? O, cismin de yaratıcısıdır.» •
Şu
cevabı veririz : Şey deyince mevcut kastedilir, cisimde ise te’lif ve terkip
vardır. Anlamıyor musunuz, «La Şey» dese yokluk (adem) kastedilmiş olurdu. «La
Cism» dese bundan yokluk mânâsı çıkmazdı. Çünkü cismin nefyi arazın ve cevherin
nefyi demek değildir. Netice olarak, Ona şey ıtlakı caizdir, zira O cismin
hilafına, mevcuttur. Cism ise mürekkeptir, Allahın sıfatları ise terkipten
beridir, Allah bunların üzerinde, yüksek ve büyüktür.
VIII.
BÖLÜM
Bu esastan hareketle on
iki fırkaya bölündüler: Müşebbihe, Mü- cessime, Hululiyye, Haddiyye, Tarikiyye,
Kavliyye, Valihiyye, Amriyye, Saibiyye, Sarıkiyye, Behşemiyye, Haşeviyye,
Kerramiyye.
1
Müsebbibe :
Bunlar
yaratanı (halik) yaratılana (mahluk) benzetirler ve Ona organlar, yönler nisbet
ederler. Onu mahalli havadis sayarlar.
Cevap : Zikrettiğimiz âyet
karşısında bunların fikirlerinin yanlışlığını kimse saklayamaz. Çünkü O Yapıcı
(sanî’) dır, yaptığına (masnû’) benzemez. Görmüyor musunuz, bir kuyumcu yüzüğe,
bir marangoz kapıya benzer mi? Öyleyse yaratanın da yaratılana benzetilmesi
doğru değildir. .
Şöyle
diyebilirler: Allahu Teala, Allaha değil de putlara tapılma- sının doğru
olmadığını beyan ederken, onlara yardım edecek el, ayak, göz, kulakları mı var,
demektedir: «Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri mi,
yahud görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulakları mı var?» (135). Bu
âyet, bütün bu şeylerin Allaha iza fesinin doğruluğuna delildir.
Şu
cevabı veririz:
Kur’an-ı
Kerimde bu neviden varid olanları teşbih etmeksizin ve organları tasvire girişmeksizin
kabul ve öylece iman ederiz. Onların keyfiyetini araştırmayız. Kur’an-da
zikredilmemiş olanları nefyeder ve RabbıTealayı bunlardan tenzih ederiz. O
kutsaldır ve bunlarla ilgisi yoktur, sıfatları kâmil, Zatı celîldir.
Bunların
delil gösterdikleri âyet putlara ibâdet edip onları ilah edinen kâfirleri
reddetmek için nazil olmuştur. Allah şöyle buyuruyor: «Öyleyse Allahı bırakıp
da size hiçbir şeyle ne faide ne zarar yapumı- yacak olan (bu put) lara hala
tapacak mısınız?» (136). (Burada anlatılmak istenen fikir şudur) Bazılarınızın
bazılarına faydası vardır, bununla beraber biribirinize tapmazsınız, fayda ve
zararı dokunduğu halde birbirinize ibâdet etmeniz doğru olmadığı halde ne
faydası ve ne de zararı dokunan şeylere ibadet doğru olabilir mi?
2
— Mücessime :
Şu
iddiada bulunan taifedir : O, şeylere benzemeyen bir şey’dir. nefslere
benzemeyen bir nefstir, âlimlere benzemeyen bir âlimdir dediğimiz gibi, Allah
cisimlere benzemeyen bir cisimdir diyebiliriz derler.
Cevap
olarak, bu taifenin görüşü fasit ve akidesi kötüdür deriz. Nitekim biraz
yukarıda, şey ve cisim arasındaki farkı beyan etmiştik: Şey, var olandır, cisim
ise telif ve terkip ifâde eder. Te’lif, iki şeyin ayrıldıktan sonra bir araya
getirilmesidir ki hudusun emarelerindendir. Zatı Bâri’ye uymaz, O bundan
beridir. Allah en iyi bilendir.
.
3 —- Hululiyye :
Her
güzel surete Allahın hulul ettiğini iddia edenlerdir. Bunlar, güzel çocuk ve
erkeklere meyleder, güzel yüzler ve erkekler arasında eğlenmek ve raksı hulul dolayısiyle
tecviz ederler.
Cevap
olarak bu taifenin inancının yanlış olduğunu söyleriz. Bunlarla putlara
tapanlar aynı mesabededirler. Çünkü bunlar, Allahtan başka herşeyin sonradan
yaratılmış (muhdes) olduğu hususunda bize uyuyorlar. Mekân ve yönlerden sıyrılmış
olmak ezelden sabittir, eğer yön ve temekkünü Zatının hadis olduğunu, ezelden
sabit olmadığını düşünerek izafe edersek, Onun mahalli havadis olması gerekir.
Bu ise muhaldir. Böylece iddialarının saçmalığı ortaya çıkar.
Allahın
bir sınırı vardır fakat kendisi sınırlanmış değildir iddia smda olanlardır.
Bunlar «arş» ı Allahın durduğu yer sayarlar ve «O çok acıyıcı olan (Allahın
emrü hükmü) arş’ı istila etmiştir» (137) âyetini kendi heveslerine göre tefsir
ederler.
Cevap:
İddiaları
apaçık fesattır. Çünkü, sınırı olanın mutlaka nihayeti olması gerekir,
nihayeti olan ise sınırlı olur ve ezelî olması caiz olamaz. Allah ise Zâtı ve
sıfatlan cihetinden ezelîdir. Onu yönler ve diyarlar istiab etmez, çünkü
Tebareke ve Teala arş’tan öncedir ve ondan münezzehtir; yarattıktan sonra
arş’a muhtaç olmaz. Çünkü Onun, arş’ı yarattıktan sonraki ile yaratmazdan
önceki sıfatları birbirinin aynıdır. Bu yaratma fiilinden dolayı yeni bir sıfat
eklenmemiştir. Allahın Zâtı, hâdiseleri (değişiklik) kabul etmez. O, bundan
uzak yüksek ve büyüktür.
Şu iddiada bulunan
taifedir :
Marifetullah
hayretten ibarettir, kimse Allahı gereği gibi bilemez, lâkin o kimse Allahı
bilmekten âciz olduğunu bilirse, asıl marifet budur.
Cevap
:
Bunların
görüşleri yanlıştır. Çünkü Allah kâfirler hakkında şöyle buyurmuştur : «Allahın
kadrini ona lâyık olacak bir surette hakkıyla takdir etmediler» (143).
Müfessirlere göre bunun mânâsı, Allahı hakkıyla bilmediler ‘dir. Âyette,
müminin O’nun hakkıyla bilebileceğine delâlet vardır. Böylece mümin ile kâfir
arasındaki zıtlık ortaya çıkar ve bu delalet doğrudur. Çünkü kâfir O’nu
hakkıyla bilemez, zira O’na ortak ve dostlar izafe etmekte, yani O’nun
rububiyyetine yakışmayacak isnatlarda bulunmaktadır; hakkıyla bilmiş olsaydı
bunları Ondan nef- yeder, O’na birşeyi ortak kılmaz, O’nu takdis eder,
büyüklüğünü kabullenir, O’nu evsafu’l-hudûs ile tavsif etmez. Böylece mümin,
O’nu hakkıyla bilen kimse olur, kâfir de bunun aksidir. Meleklerin kıyamet günü
söyleyecekleri «Ya Rab, sana lâyık olduğun şekilde ibâdet edemedik» sözü de
bunların fikirlerine delil olamaz. Burada bahsedilen «lâyık olunan ibadet»
O’nun rububiyyetine nazarandır, emrine nazaran değildir. O’nun emrine göre
hakku’l-ibadet yerine getirilebilir, bu tasavvur olunabilir, zira O tebarek ve
teala şu sözü ile ibadet ve taat emretmiştir: «O halde Allaha, dinde O’na ihlas
edici olarak, ibadet et» (144) ve «Halbuki onlar Allaha, O’nun dininde ihlas ve
samimiyet erbabı ve muvahhid olarak ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından,
zekâtı vermelerinden, başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi»
(145).
Bu
âyetlere göre gerektiği gibi veya bunun aksi şekilde ibâdetle emredilmiş
olmaktan başka ihtimal yoktur. Gerektiğinin aksi şekilde ibadetle emretti denmesi
caiz değildir; bu O’ndan menhîdir, böyle bir şeyle memur etmez. Böylece bu
kısım taayyün eder.
Diğer
bir cevap :
Allah
bize, kendisine lâyık olduğu şekilde ibâdette bulunmamızı emretmiştir. Eğer bu
bizim takatimizin üzerinde olsaydı emretmezdi. Zira «Allah hiçbir kimseye
gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez» (146). Mam afi şöyle söyleriz : Kul
yaptığı taat ve hidmette kendini da-
(144)
Zümer,
2 (146) Beyyine, 5 (146) Bakara, 286 72
ima
kusurlu görmelidir. Çünkü en küçük bir nimete dahi hakkıyla şük retmekten dahi
acizdir ve Allaha karşı yapılacak bütün taatleri ifâ edemez. Allah en iyi
bilendir.
ileri
sürdükleri iddia şudur :
Müminin.
işlediği measi ve irtikap ettiği günahlardan dolayı ceza görmesi vacip
değildir. Çünkü müminin işlediği masıyet yanlışlıkla ve gaflet yüzünden, kazaen
olmuş olabilir. Yoksa ondan, Allahın emrinin hilafı sadır olmaz, o zaman kâfir
sayılırdı.
Cevap
olarak, görüşlerinin yanlış olduğunu söyleriz. Çünkü Allah her suç için bir
ikab vacib kılmış, zina, şarap içmek, kazf v.s. için hadler beyan etmiştir.
Eğer bunlar kasd ve ihtiyarı ile olmuyorsa hadd niçin icabetsin?
Nitekim
Hazreti Peygamber şöyle diyor : «Ümmetim her ikisinden de tiksindiği için hata
ve nisyan onlardan kalkmıştır».
«Allah
yaratıkları yaratıp başıboş bıraktı, hiç kimseye Allaha, imandan başka birşey
teklif etmedi, kim O’na inanırsa cennete, kim inkâr ederse cehenneme gider»
diyenlerdir. Onlara göre namaz, oruç ve sair taat ve ibâdetlerin hepsi
fazladır, farz olmadığı halde yapılan ibâdetlerdir. Bunları Allahın şu kavlinde
olduğu gibi, isteyen yapar, isteyen terkeder : «Siz dilediğinizi işleyin»
(147).
Cevaben
şöyle söyleriz :
Bunların
itikadı şer’î hükümleri açıktan açığa kaldırıp, Kitap, Sünnet ve İcma ile
sabit ameli ibtal eylemesi dolayısiyle tamamen küfür ve ilhaddır. Kitabullahm
bir âyetini dahi inkâr edenin kâfir olacağı hususunda Ehli Sünnet ve Cemaat
indinde ihtilâf edilmemiştir. (Bir âyet için böyleyken) tamamen nasıl inkâr
edilebilir? Görmüyor musunuz, Ehli Ridde, zekatı vermekten imtina edince
Hazreti Ebû Bekir Sıddîk onlarla mukateleye girişmiştir.
İddialarına
delil getirdikleri âyet de onların fikirlerini desteklemez, zira âyetin
mânâsında ibahe değil, azarlama ve tevbih vardır. Allah şöyle buyurmaktadır:
«Artık dileyen iman etsin,, dileyen gâvur olsun» (148).
(147
Fussılet, 40
Bunların
ileri sürdükleri iddia :
Çaldığı
on şeyin birini sadaka olarak veren kimse için, bu çında bir, çalınmış olan
on’un kefareti olur. Çünkü Allah’ın buyurduğu gibi, bir hasen sadakanın on katı
verilir : «Kim Allaha bir iyilikle, güzellikle gelirse işte ona on kat var.
Kim de bir kötülükle gelirse bu, o mikdardan fazlasıyla cezalanmaz» (149).
Keza,
bir kadınla zina eder, sonra guslederse, bu iğtisal o zinanın kefareti olur,
ceza terettüp etmez, dünya ve ahırette muaheze görmez.
Bu
taife, taate teşvik için Hazreti Peygambere nisbetle, ortaya uydurma hadîsler
atmayı tecviz ederler. Bu konuda birçok rivayet zikrederler. Bununla,
insanları ibâdet ve taata rağbet ettireceklerini zannederler.
Cevap
olarak deriz ki, bu taifenin görüşü yanlış ve akidesi akidelerin en bozuğudur.
Allah
şu kavli ile hırsızın elinin kesilmesine hükmetmiştir :. «Erkek hırsızla kadın
hırsızın ellerini kesin» (150) ve zina için de hadd ile hükmetmiştir : «Zina
eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun» (151). Eğer
onda bir’i tasadd.uk etmek ve iğtisal bu iki hareketin, kefareti olsaydı, niçin
«kesmek» ve «hadd» ile hükmedecekti? Görüşleri bâtıldır.
Diğer
bir cevap :
Çalınmış
malın sahibine iadesi vaciptir. Ondan verilecek sadaka sahih değildir. Hazreti
Peygamber şöyle buyurmuştur : «Meşru olma yandan sadaka verilemez» ve «Haram
parayı almayı reddetmek, Allah indinde kabul olunmuş yetmiş haccdan efdaldir».
Hazreti
Peygambere yalan hadîs izafesinin cezası ise cehennemdir. Nitekim Hazreti
Peygamber : «Kim, bilerek bana yalan izafe ederse, cehennemdeki yerine hazır
olsun» buyurmuştur. Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bunların
iddiasına göre, imanın sıhhatinin şartı, helâl ve harama imanın marifetidir.
Bunların hepsini bilen, haram ve helala ister inansın ister inanmasın,
mümindir. Bunlardan birini bilmeyenin imanı sahih değildir.
Cevap
:
İtikadları
Ehli Sünnet ve Cemaat indinde fasittir; çünkü, ikrar ve itikad olmaksızın
mücerred ilim iman olamaz. Görmüyorlar mı ki, İblis imanın hak olduğunu biliyor
ve fakat mücerret ilim iman sayılmadığından bu ilmi ona fayda vermiyordu.
Keza
yahudiler de biliyorlardı ki «Muhammed Allah’ın Resulüdür», nitekim Allah da
bunu belirtmiştir : «Kendilerine Kitap verdiklerimiz onu (o peygamberi) öz
oğulları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh, kendileri bilip
durdukları halde yine de hakkı gizlerler» (152).
Mücerredu’l-ilm
ve bunun aksi; müminler biliyorlar ki küfr »bâtıldır ve böylece ilim sahipleri
kâfir olmuyorlar. Sabit oluyor ki mücerred ilmin küfre ve imana tesiri yoktur.
Şayet
imanı bilmeyi onun sıhhati için şart saysaydık, Allahın âleminde bir tane
mümin bulunmazdı.
Bunlara
göre şer’î hükümlerde kıyas’m kullanılması caiz değildir. Çünkü ilk kıyası
yapan İblis’tir ve bundan bir hayr,ve iyilik bulmamıştır. Kıyas yapan herkesin
hali de İblisin hali gibi olur. Vacip olan hükümlerin vücubu Hazreti
Peygamberin kavli- iledir. Kıyasın hükümlerde yeri yoktur. •
Ömer’in
şöyle söylediğini rivayet ederler : Rey ashabı sünnetin düşmanlarıdır. Bu
taife, mezkûr görüşlerinin İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbel ve başkalarının
mezhebi olduğunu iddia ederler.
Cevap
olarak bunların görüşlerinin yanlış olduğunu söyleriz. Zira, Ehli Sünnete
mensup âlimlerin hepsi, hakkında nass, sünnet ve icma olmayan hâdiselerde
Kıyas’m kullanılmasının cevazı hususunda ittifak etmişlerdir.
Sahabenin
rivayetine göre Hazreti Peygamber Muaz’ı Yeme n’e gönderirken :
—
Ne ile hükmedeksin ya M u a z ?
—
Allahın Kitabı ile.
—
Eğer onda bulamazsan?
—
Resulullahm sünneti ile.
—
Eğer onda da bulamazsan?
—
Reyimle içtihad ederim.
Bunun
üzerine Hazreti Peygamber : «Resulunun resulunu, resulunun rızasına uygun olarak
muvaffak kılan Allaha hamd olsun, demiştir.
Görülüyor
ki Hazreti Peygamber onun sözünden memnuniyet duymuş, kıyas’ı kullanması
cihetinden onu medh etmiştir. Eğer kıyas caiz olmasaydı onu niçin medhedecekti
ve o medhe niçin lâyık olacaktı?
İblisin
kıyası ise Allah’ın emrini reddetmiş olması hasebiyle kıyas değildir. Esasen
bu konumuzun dışında kalır, zira biz kıyasın cevazına Kitapta nass ve sünnet
bulunmadıkça kail oluruz. İblis ise nassı bulduğu halde onu reddetmiş, onunla
amel etmemiştir. Bu yüzden de hayra ulaşamamıştır. Her şeyi en iyi bilen
Allah’tır ve tevfik ondandır.
ffıpkı
Müşebbihe gibi, Allahı yaratıklarına benzeten, O’nun cisimler gibi olmayan bir
cisim ve mahallu’l-havadis olduğunu iddia ve O’na inmek, çıkmak, oturmak ve
kalkmak nisbet edenlerdir.
Cevap
daha önceki fasıllarda geçmiş olduğundan tekrarına lüzum görmüyoruz. Haberlerde
varid olan inmek (nüzûl) ve mümasilleri için iki yol vardır :
1
—
Bunlara olduğu gibi inanıp keyfiyetini araştırmaktan vazgeçmek. Nitekim Selefi
Salihden böyle rivayet olunmuştur.
2
— Nüzûl
O’nun emrine, hikmetine ve rahmetine hamledilebilir. Doğrusunu ancak Allah
bilir.
Burada
Müşebbihe’nin görüşleri ve sınıflarının anlatılması sona erdi. Allah’tan bizi
Sünnet ve Cemaat üzere sabit kılmasını, fazlı ile bizi sapıtıcı şeylerden uzak
tutmasını niyaz ederiz.
MUATTILA
VE SINIFLARI
Bunlara Cehmiyye, Zenadıka
Karamıta da denilir. Dâvalarının aslı şu iddiaya dayanır :
Allah mevcuddur veya şeydir
demek caiz değildir. Zira, şayet O mevcuddur ve O’nun gayrı mevcuddur; veya O
şeydir ve O’nun gayrı şeydir, dersek bununla teşbihe gidilir. Keza «Le Şey» ve
«La Mevcud» demek de caiz değildir. Aynı şekilde diğer sıfatları üzerinde
dururlar, Kıdem’i konusunu ele alırlar ve : «O mahluk veya gayrı mahluktur di'
yemeyiz» derler. Sırat’ı, Mîzan’i, amellerin tartılmasını ve şefaati inkâr
ederler.
Cevaben dâvalarının yanlış
olduğunu söyleriz. Allah kendi nefsini şey olarak isimlendirmiştir : «De ki,
şâhid olmak bakımından hangi şey daha büyük? De ki, benimle sizin aranızda
Allah hakkıyla şahittir» (153).
Keza, O mevcuddur da... Şayet
mevcud olmasaydı ma’dum olur- ,du; ma’dum olsaydı âlem de ma’dum olurdu.
Halbuki Bârı azze ve celle ezelden ebede Vacibu’l - Vücuddur.
Âlem ise caizu’l - vücuddur. O
elan mevcuddur, benzeri ve naziri- nin bulunması imkânsızdır. Öyleyse deriz ki:
O, şeylere benzemeyen bir şeydir. Bu sözümüzle hem teşbih've hem de ta’tîl’den
uzak kalmış oluruz.
ÎT
VIII.
BÖLÜM
Bu asıldan on iki fırka
teşekkül etti: Cehmiyye, Mahlukiyye, Laî- zıyye, Vâkıfıyye, Mureysiyye,
Varidiyye, Kabriyye, Vezniyye, Meyliyye, Harkıyye, Fâniyye ve Zenadıka.
1
— Cehmiyye :
Cehm b. Safvan et- T i r m i z
î ’nin peşinden gidenlerdir. C e h m’e göre, Allaha «O şeydir ve la şeydir, La
Mevcud, Gayrı Mevcuddur demek caiz değildir». Diğer sıfatları için de aynı şey
varittir.
Sultana
karşı hurucu tecviz eder.
Kulların
istitaaya sahip olduklarını reddeder.
İmanın
mücerred bir bilgiden ibaret olduğunu söyler.
Cennet
ve cehennemin faniliğine kaildir.
Allah gayrı ma’lumdur, yaratıkların
ilmi O’nu istiab etmez görüşündedir.
Cevap
:
Allah Şeydir ve La Şey’dir
meselesinin cevabı daha önceki fasılda verilmişti. .
İman mücerred bilgidir
iddiasının cevabı da, Müşebbihe’den Beh- şemiyye anlatılırken zikredilmişti.
Keza cennet ve cehennemin fani oldukları ve sultana hurucun hak olduğu
iddiasına da cevap verilmişti.
Bunlar, «Beni katiyen
göremezsin» (154) âyetine dayanarak Ahı- rette Allahın görüleceğini inkâr
ederler. Buna şu cevabı veririz: «Beni göremezsin» den kasıt, bu dünyada göremezsin’dir.
Ahırette şu âyetin delaletiyle müminlerin O’nu görecekleri haktır: «Şüphesiz ki
onlar o gün Rablerini görmekten katiyen mahrumdurlar» (155). Kâfirler küfrleri
sebebiyle O’nu görmekten mahrum olacaklarına göre müminler, imanları
dolayısiyle bundan mahrum kalmayacaklardır. Çünkü mümin ile kâfir arasında tam
bir tezat vardır.
Allahın
şu kavli de buna delildir : «Yüzler (vardır) o gün ter-ü tazedir. Rablerini görecektir» (156).
.
(155) Tatfîf, 15
«O’na gözler erişemez (idrak
edemez)» (157) in anlamı nedir öyleyse, derlerse, cevabımız şudur: İdrak,
rüyetten ayrıdır. İdrak ihatayı gerektirir, ihata ise Allah’tan menfîdir. Bu
sebeple şöyle deriz : O görülür fakat idrak edilemez. Tevfik Allah’tandır.
2
— Mahlukiyye :
Bunlar, Kelamullah mahluktur,
kim gayrı mahluk olduğunu söylese, şirke sapmış olur, zira Allahın onunla
ezelî olduğunu söylemektedir. «Hakikat biz O’nu, anlıyasınız diye Arapça bir
Kur’an yaptık» (158) âyeti de mahlukiyetinin delilidir. Allah onu «ca’l = kılmak»
lafzı ile zikretmiştir, bu ise «halk = yaratma» dan ibarettir. Keza, Allahın
şu «Rab- lerinden kendilerine yeni bir (muhdes) ihtar gelmeye dursun, onlar
bunu hep ille istihza ederek ve kalpleri oyuna dalarak dinlemişlerdir» (159) ve
«Allah, kelamın en güzelini (ahsenu’l-hadîs) ahenkdar, katmerli bir kitap
halinde indirmiştir» (160) âyetlerinde varid olduğu gibi, «muhdes» ve «hadîs»
asla «kadîm» olamazlar. Kur’an’m mahluk olduğu da böylece sabit olur,
iddiasında bulunanlardır.
Cevap :
Daha önce beyan etmiştik ki
Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve Kelâm O’nun sıfatıdır; bütün sıfatları da
ezelîdir. Ezelî ise, mahluk, muhdes ve hadis olamaz. Dayandıkları âyeti anlayış
şekilleri doğru değildir. Nitekim, «Hakikat biz onu arapça bir Kur’an yaptık.»
dan kasıt «biz onu mânaları anlaşılsın diye arapça beyan ettik» demektir.
«Rablerinden kendilerine yeni
bir (muhdes) ihtar gelmeye dursun» âyetindeki muhdes’e gelince, bu, tenzil
cihetiyle muhdestir. Allah onlara hatırlatmak ve tavsiyelerde bulunmak için
inzal etmiştir.
Böylece görüşleri ve
zikrettikleri bâtıl olur.
Ebû Yusuf el - Magazî’den
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir : «Ebû Hanife ile Kur’an konusunda, altı
ay münazara ettim, sonunda şu hususta görüşlerimiz birleşti: Kim Kur’an-a
mahluktur derse sapıklık içindedir». Başka bir rivayette ise «Kim. Kur’an
mahluktur derse kâfirdir» denilmektedir ki bu Şafiî’nin sözüdür.
Kitabımızın baş taraflarında bu
konuda imamların görüşleri geçmişti. Bazıları, (Kur’an-a mahluk diyenler için)
kâfir, bazıları zındık ve bazıları da kâfir zındık demektedirler.
Lafz ve melfuz, kıraat ve
makrû aynı şeydir, birdir iddiasında bulunanlardır. Bunlara göre kulun Kur’an
okuması kıraati, Kur’an-m mahluk olmayışı gibi, mahluk değildir.
Cevap :
Görüşleri yanlıştır, zira
kıraat, kâriin sıfatıdır, Kari ise mahluktur; mahlukun sıfatı da mahluk olur.
Makrû ise, Kelâmu’l-Bâridir, O’nun Kelâmı ve sıfatları ezelîdir, ezelî olan da
mahluk olamaz.
Fiil ve mef’ul birdir
deyince ibâdet ve ma’bud da birdir demek icab- eder. Bu görüşün saçmalığını ise
kimse gizleyemez. Tevfik Allahtandır.
Şu
iddiada bulunan taifedir : «Kur’an-m mahlukiyeti ve kıdemi hakkında
konuşamayız, çünkü deliller mütearızdır, en iyisi kaçınmaktır. Kur’an Allah’ın
Kelamıdır der dururuz».
Bu
taifenin görüşü yanlıştır. Daha önce, Kur’an-m mahluk olduğunu söyleyenin ya
kâfir, ya zındık ya da sapık olduğunu söylemiştik; Vâ- kıfıyye’den olan,
Kur’an-m kıdemi meselesini kesin olarak söylemediği için onlardan (Kur’an-m
mahluk olduğunu söyleyenlerden) olur. Zira / kıdem ile hudus arasında bunları,
yerleştirecek üçüncü bir mertebe yoktur.
Bişr
b. Gıyas el-Mureysî’ye tâbi olanlardır. Bişr de Kur’an-m mahluk olduğunu iddia
ediyor ve dördü hariç -meşiyyet, ilim, kudret, tahlîk- AUahm sıfatlarını inkâr
ediyordu.
Cevap:
Daha
önceki fasıllarda gördüğümüz üzere, bu itikad Ehli Sünnet ve Cemaat indinde
apaçık fesattır.
Kur’an
muhakkak ki Allahın kelamıdır ve kelam O’nun sıfatıdır, Allahu süphanehu ve
tealâ bütün sıfatlarıyla kadîm ve ezelîdir.
Mişr’in
ileri sürdüğü bu görüş Halife M e m u n ’u da izlal ederek Kur’an-m
mahlukiyyetine meylettirmiştir. Bu kavli kabul etmeyen bir cemaat idam
edilmiştir.
Sonra
Abdulaziz b. Ebî Ruvvad, Bişr ile bu konuda münazarada bulunmuş, onu mağlup
etmiş, Bişr idam edilmiş, M e m u n da fikrinden rücu ile Allaha tevbe
etmiştir.
Şu iddiada bulunan
taifedir :
Mümin
cehenneme girmez, Kur’andaki bütün vaîdler kâfirler içindir. Mümin için vaîd
yoktur. Mümin cehenneme girmekten emindir, zira oraya giren için artık çıkış
yoktur.
Cevap :
Görüşleri iki cihetten Allahın
Kitabına aykırı olduğu için yanlıştır, deriz.
Allah şöyle buyuruyor : «Sizden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere ille oraya (cehenneme) uğrayacaktır. Bu,
Rabbimin uhdesine vacip kıldığı, kaza ettiği bir şeydir. Sonra takvaya
erenleri kurtaracağız» (161).
Allah haber veriyor ki,
cehenneme ille uğranılacaktır, sonra şirk ve isyandan ittika etmiş olanlar
Allahın kurtarmasıyla kurtulacaklardır.
Bu taife ise önce adem-i duhulü
iddia ediyor, sonra oradan hurucu inkâr ediyorlar. Âyet ise hem duhula hem de
huruca delalet etmektedir. Allah en iyi bilendir. ‘
Bunlar kabir azabını, Münkir ve
Nekir’in kabirdeki sualini inkâr ederek şöyle derler : İki tane meleğin,
''yanlarında iki yardımcısıyla dört arşmhk yere sığmaları nasıl tasavvur
olunabilir? Nitekim yırtıcı hayvanların yediği veya ateşin yaktığı veya suda
boğulanların cezalandırılması muhaldir.
Cevap:
. Bu
taifenin akidesi yanlıştır. Kabir azabı ve kabirdeki suale dair varid olmuş
haberler vardır ve ümmet bunda müttefiktir.
Allahın «Biz onları iki kerre
azaba uğratacağız. Sonra da daha büyük bir azaba döndürülecekler onlar» (162)
âyetiyle tekid edilmekte dir. İki azabın biri bu dünyada kılıç altında can
vermek, diğeri de kabirdeki azabdır. «Daha büyük bir azab» ise cehennem
azabıdır, Müfes- sirler de böylece zikretmişlerdir.
Keza şu âyet de: «(Azabdan biri
de) ateştir ki onlar sabah akşam buna arz olunacaklar» (163) buyurulmaktadır.
Yani kabirde, sabah akşam ateşe arz olunacaklardır. Böylece kabir azabının
lâyık olanlar, için mevcut bulunduğu sabit oluyor. Tevfik Allah’tandır.
Şu
iddiada bulunan taifedir :
Amellerin mizan ile tartılması
(vezn) muhaldir. Allah âlimu’l-gayb ve’ş-şehade’dir; mizan ise mikdarm
bilinmesi ve meçhulün beyanı için konulur. Kulların amelleri ise Allah için
gizli ve O mizana muhtaç değildir.
Cevap
:
Bu
taifenin iddiası yanlıştır. Allahın Kitabını inkâr etmektedirler. Allah, «Biz kıyamet
gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle
haksızlığa uğramayacaktır» (164) ve «Artık kimlerin terazileri ağır basarsa
işte onlar murada erenlerin ta kendileridir. Kimin de tartıları hafif gelirse
bunlar da âyetlerimize zul- ; meder oldukları için kendilerine yazık
etmişlerdir» (165) buyurmakta- i dır. Bu babda bu şekilde varid olmuş âyetler
vardır.
Şöyle
bir sual sorulabilir: Amellerin vezni nasıl tasavvur olunabi- î lir? Amel
arazdır, hâki kalmaz.
: Şu cevabı veririz : Kur’an-da varid olanları ve
haberleri ikrar va-
cibdir. O’nun keyfiyeti
müşahede ve muayene ile tahakkuk eder. Bazıları, Allah o gün cevheri yaratacak
ve arazları bunun üzerine koyacaktır, sonra cevher Allah nasıl isterse öyle
tartılacaktır, derler. Bazıları, amellerin kaydedildiği siciller tartılacaktır,
derler. Doğrusunu ancak Allah bilir.
Kıyamet gününde şefaatin
olmadığım iddia edenlerdir. Şefaat bir nevi «meyl»dir, kıyamet günü ise meyi
olmaz, derler. Allah şöyle diyor : «Ey insanlar, Rabbımzdan korkun. Babanın
evladına, bizzat evladın da babasına hiçbir şeyle faide veremiyeceği günden
korkun» (166) ve «kişinin kaçacağı gün, biraderinden, anasından, babasından,
karısından, oğullarından. O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır»
(167). Öyleyken şefaat olur mu?
Cevap:
İddialarının doğru olmadığı
kanaatmdayız. Çünkü kıyamet günü Enbiya, evliya ve salihînin şefaati olduğu
hususunda Kur’an-da âyet
; (165) A’raf, 8 — 9
ler, sahih eser ve haberler
vardır. Allah, «Ümid edebilirsin, Rabbın seni bir makam-ı mahmuda
gönderecektir» (168) buyurmuş ve müfessir- ler bundan muradın şefaat olduğunu
söylemişlerdir.
Diğer
bir âyette şöyle diyor : «Bunlar O’nun rızasına ermiş olan dan başkasına şefaat
edemezler» (169). Nefy’den istisna ise isbatı gerektirir.
Hazreti
Peygamber, «Şefaatim ümmetimden kebair işleyenler içindir» buyurmuştur.
Anlattıklarımızla
şefaati inkâr edenlerin iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.
İddiaları şudur :
Kâfirler
cehennemde ancak bir defa yanacaklardır. Bu yanıştan sonra cehennemde
bulundukları halde ateşi duymayacak, elem hisset- miyeceklerdir. Zira onlarda
bu yanıştan sonra hayat kalmayacaktır. Allah, «Kim Rabbine suçlu olarak gelirse
hiç şüphesiz ona cehennem var. O orada ölmez de dirilmez de» (170)
buyurmaktadır.
Diğer bir delil:
Onların
ateşte yanmalarına sebep küfürleridir. Halbuki onlar sadece bir defa kâfir
olmuşlar, sonra bu şekilde kalmaya devam etmişlerdir. Cezalarının da
hareketlerine uygun olması icabedecek, yani bir defadan fazla yanmayacaklardır.
Cevap :
Allahın
Kitabına muhalefetleri dolayısiyle görüşleri yanlıştır. Nitekim Allah şöyle
buyuruyor : «Onların derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini
yenileyeceğiz» (171) ve «Onların azabı asla hafifletilmez»
(172) ve
«Artık azabı tadınız, biz sizin azabınıza ancak azab katarız»
Bu âyetler azab’m cehennem
ehli için kesintisiz olduğuna delildir. «Oraya giren ne ölür ne de yaşar»
âyetine sarılışlarına gelince, şöyle deriz: Bundan murad ukubet ve azabın
devamlı ve baki oluşudur. Öl
(172)
Bakara,
86, 163 ve Ali İmran, 88
(173> Amme, 30
mezler ki istirahat etsinler ve
güzel bir hayat yaşamazlar, ancak ebe- diyyen Allahın azab ve ukubetinde
kalırlar. Nitekim Allah şöyle buyurur : «Onlar ateşten çıkmalarım isterler.
Halbuki onlar bundan çıkıcı- lar değildir. Onlar için kendilerini tutup
.durduracak (salıvermeyecek) bir azab vardır» (174). '
İddiaları şudur :
Cennet ve cehennem fanidirler,
zira bu ikisinin baki olduklarını söylersek, Allahın da bâki olduğunu
söylediğimizden, isim ve anlamda ortaklığı (şirk) icabettirir. Bu ise caiz
değildir, nitekim Allah şöyle buyurmuştur «O’nun hiçbir adaşı olduğunu bilir
misin?» (175), bunun anlamı, O’nun hiçbir adaşı yoktur demektir.
Hazreti Peygamber de
«cehennemin kapıları çarpar» buyurmuştur. Yani müddet uzar, zaman geçer de
cehennem boş kalırsa kapılarını çarpar, Bu da zeval ve fenaya delildir.
Cevap :
Bu itikad Ehli Sünnete göre
sahih değildir; zira cennet ve cehennem, fâni değil bakidirler. Allah :
«İçinde ebedî kalıcılar» (176) buyurmuştur. Cennetin nimetlerinden
«kesilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyveler arasında» (177) ve «Takvaya
erenlere vadedilen cennetin sıfatı şudur : Altından ırmaklar akar onun.
Yemişleri ve gölgeleri daimdir» (178) şeklinde bahseder.
Bir hadîste şöyle denilmektedir
: «Cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme yerleştiği zaman, ölüm güzel
bir koç şeklinde cennet ile cehennem arasına getirilir ve şöyle denir: ‘ey
cennet ehli ebedî kalın, orada ölüm yoktur ve ey cehennem ehli ebedî kaim,
orada ölüm yoktur’, sonra bu koç kurban edilir».
Böylece sabit oluyor ki
cennetle cehennem fâni değildir, bu taifenin dâvası bâtıldır.
«Bu ortaklığı icabettirir»
iddiaları da doğru değildir. Cennet ve cehennem, yoklarken sonradan
yaratılmışlardır. Bârî ise, Zâtı itibariyle kadîm, ezelî, ebedîdir. Sıfatları
lem yezel ve layezal’dir. Allah, «O
evvel ve ahirdir» (179)
buyurmuştur. Binaenaleyh ortaklığın tahakkukuna imkân yoktur.
Şöyle denebilir : Bir kâfir
küfründe elli ya da yüz yıl devam edebilir; bunun azab ve ukubeti ise ebedî
oluyor, bu nasıl olur?
Şöyle cevap veririz Bu kâfir
ebediyyen yaşasaydı bile küfründe sabit kalacaktı. Şu âyet bu hususa .delâlet
eder: «Geri dönseler bile yine, vaz geçirilmek istendikleri şeylere
döneceklerdir» (180). Mümin de şayet ebedî olarak yaşasaydı ebedî olarak iman
üzere kalırdı. Bu sebeple her birine itikadı üzere muamele tatbik edilir.
Şöyle denebilir : Şahidde
kâdî’nin ilmi ile, keza gaipte hükmetmesi caiz değildir.
Şu cevabı veririz : Böyle' bir
kıyas bâtıldır. Şahidde kâdînın ilmi, ta’n eden kimsenin ta’nmdan salim
değildir veya zıddı ya da kendisi doğru olmak ihtimali vardır. O’nun hakkında
şahidlere itibar ile bu ihtimal ortadan kalkar. Bu mânâ gaip diye
anlaşılmamalıdır.
Allahın sıfatlarından
hiçbirinin isbatını tecviz etmeyenlerdir. Şunu iddia ederler: Allahu teala
idrak olunamaz. Nitekim Allah «O’na gözler erişemez» (181) buyurmuştur. İdrak
edilemeyenin sıfat ve haberlerinden bahsetmek ise muhaldir.
Cevap :
İddiaları Allahın Kitabına
muhalif olduğu için onları küfre sürüklemektedir. Çünkü Allah kendi nefsim
Rububiyyet, Kudret, Hâlıkıyyet, Râzıkıyyet, İrade, İlim v.s. sıfatları ile
tavsif etmiştir. Allah şöyle diyor : «O en güzel yaradanı, sizin de evvelki
atalarınızın da Rabbı olan Allahı» (182), ve «Âlemlerin rabbı Allaha hamdolsun»
(183) ve «De ki, O sizin üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azab
göndermeye veya sizi birbirinize katıp, kiminizden kiminin hıncını tattırmaya
kadirdir» (184) ve «O öyle Allahtır ki, vücude getireceği herşeyi hikmeti
muktezasınca takdir edendir. Onları var edendir» (185) ve «Allah sizi yaratan,
sonra rızkınızı veren, sonra sizi öldürecek, daha sonra da sizi
(180>
En’am; Bı8
diriltecek olandır» (186). Bu
mânaya gelen daha başka âyetler de vardır.
Zenadıka’dan bazıları Sani’i
değil fakat onun resuller göndermesi hususunu inkâr ederler. Bu Berahime’nin
kavlidir. Onlar ba’s ve irsali inkâr ile «M u h a m m e d -S.A.- hakim bir
insandı; Kur’an-ı daha önce gelmiş olanların sözlerinden bir araya toplamıştır»
derler. Aynı şeyi yahudiler de söylemiş «Muhamm e d -S. A- Abdullah b. S e- 1 a
m ’dan işitiyor, onu fasihleştirip cemediyor» demişlerdir.
Bu iddia fesadın son
mertebesidir. Allah şöyle buyuruyor: «De ki. ey insanlar, şüphesiz ben göklerin
ve yerin mülküne malik olan, kendinden başka hiçbir tanrı olmayan, diriltmekte
öldürmekte bulunan Allahın size, hepinize gönderdiği Peygamberim» (187).
Sahabîler
şöyle söylerlerdi: «O seni hak nebî olarak gönderdi».
Böylece iddiaları tard ve aks
yoluyla ibtal edilmiş oluyor. Bunların halleri şöyle oluyor : Bu âyetleri ya
tasdik ya tekzib ederler; tasdik ederlerse, Hazreti Peygamber «Allahın size
gönderdiği peygamberim» diyor, bu dâvalarını ibtal eder. Tekzib ederlerse, yine
ibtala uğrarlar, zira «Muhammed hakim bir insandır» deyip sonra onu tekzib
ediyorlar, halbuki yalancı insan hakim olamaz.
Allah başka bir âyette diyor
ki: «İnsanlar tek bir ümmetti. (Kimi iman etmek, kimi küfre sapmak suretiyle
ihtilâfa düştüler). Binaenaleyh Allah rahmetinin müjdecileri azabının
habercileri olmak üzere onlara peygamberler gönderdi» (188). Tevfik ye ismet Allahtandır.
Heva ve bid’a ehlinin bahsi
burada söna eriyor. Allahtan, kendi yolundan ayrılmış yollara uymaktan bizi
esirgemesini diler, Allahtan başka ilah olmadığına, O’nun bir ve şeriksiz, bir
ve samed olduğuna, doğurmamış ve doğurulmamış; hiçbir şeyin de O’nun dengi ve
benzeri olmadığına şehadet ederiz.
Allahtan niyazımız, bizi Ehli
Sünnet ve Cemaat itikadı üzere tes- bit buyurması, bid’at ve sapıklıktan fazlı
ve rahmetiyle bizi uzak tutmacıdır. Allah bize yeterlidir. O ne güzel vekil,
velî ve yardımcıdır.
Seyyidu’l-murselîn,
hâtemu’n-nebiyyîn, Resulu Rabbi’l-âlemin Muhammed efendimize, âline, ashabına
Rabbu’l-âlemîn devamlı ve bol şa- lat ve selam etsin.
(186> Rum, 40
IX
BÖLÜM
Bunlar yirmi sınıftırlar :
Bunların dini mahsusatm
inkârıdır.
Yerler, gökler ve bunların
dışında ne varsa, âlemin kadîm olduğunu söylerler.
Her şey için kadîm bir
Heyûla yani asi bulunduğunu iddia ederler.
4. — Ashabu’t-Tabai:
Dört unsurun -ateş su, hava,
toprak- kadîm olduğunu iddia ile, bunun yanında dört kadîm tabiat vardır :
Hararet, burudet, rutubet ve yubuset, ve âlemde bulunan herşey bu dörtlerden
mürekkeptir derler.
Tabaii inkâr ile âlemin
kıdemini ileri sürenlerdir. Bazıları, Sanı’ mutasavverdir, lâkin kadîm illet,
kadîm malulun vücudunu gerektirir derler.
t
Feleklerin,
yıldızların kadîm olduğunu söyleyenlerdir. Bunların iddialarına göre olayların
sebepleri yıldızların hareketleridir. Bir kısmı insan başına, bir kısmı
meleklere tapar ve melekler Allahın ona çocuk yapacak kızlarıdır. ,
Allah her güzel yüz ve
güzel şekle hulul etmiştir diyenlerdir.
İddialarına göre ruhlar bir
kalıptan diğerine intikal ederler. Sevap ve ikabı da ikinci kalıpta bulurlar.
Sani’in varlığı ile âlemin
sonradan yaratılmış olduğunu kabul, fakat Allahın peygamber göndermesi
hususunu reddedenlerdir.
Bunlar da saniin varlığını ve
misilsiz olduğunu ikrar ederler lâkin şunu iddia ederler: Sani’ felek’i
halketmiştir, «felek», hayy, nâtık, semi’ ve basîr, âlemi idare edendir.
Sani’ mevcuttur derler, fakat O
hayy, kadir, semi’, haşirdir demeyip, ölü, âciz, cahil, sağır değildir derler.
Bunlar üç vakit namazı güneşin tuluunda, zevalinde ve gurubunda olmak üzere
farz sayarlar.
Bıınlarca âlemin iki kadîm aslı
vardır; biri nur diğeri zulmettir. Nur’dan hayr, ve sürür, zulmetten fitne, gam
ve şürûr gelir. Bu iki asıl ayrı ayrı iken imtizaç etmişler, bu birleşmeden
âlem ortaya çıkmıştır.
Putların, âlemin idaresinde
Allahın ortakları olduğunu iddia edenlerdir. Bunlardan bazıları «bu putlar
bize Allah nezdinde şefaat edecektir» derler.
Bunların dinlerine göre arzu ve
hevesleri neye meylederse, yabancılar ve akrabalarla cinsî temas, şarap içmek,
ölü eti yemek... herşey onlara helâldir. Namaz, oruç veya herhangi bir ibadet
kendilerine var cip değildir.
Revafızdandır ve bu
itikattadır.
Birçok
fırkaya ayrılmışlardır. Ekserisi Musa’dan sonra dokuz peygambere inanır ve
Hazreti Muhammedin nübüvvetini inkâr ederler.
; : VWWOOB®ŞB^
: /
Bunlar
onun nübüvvet ve risaletini ikrar fakat beni İsrail olmaksızın yalnız araplara
tahsis ederler.
Keza
bunlar da çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Hepsi de Allaha ortak koşarlar.
Bunlara
göre âlemin iki yapıcısı vardır. Yezdan ve Ehrimen. İddialarına göre, Yezdan
hayr’m Ehrimen de şerr’in yaratıcısıdır. Bunlar haram kılınanlarla, şarap
içmeyi, ölmüş hayvan eti yemeyi tecviz ederler.
Bunların
aslı Mecus’tur. Halife M e m u n zamanında hicretten ikiyüz küsûr yıl sonra
toplanıp «Felasife» ve «Mailiyye» ile Peygamberimiz Hazreti Muhammed hakkında
konuşmuşlar ve şöyle demişlerdir:
«Muhakkak
ki Muhammed resul ve nebi değildir. Sahih bir din de ortaya atmamıştır. İlim,
hikmet, felsefe, ilm-i nücum, devlet idaresi ve devirlerinden haberleri olmayan
araplar arasında zuhur etmiş bir insandır. Onların bazısını lutf, bazısını
müdara, bazısını da kahr ile dinine sokmuştur. Halen giriştiği iş kuvvet
kazanmış, şanı yü- celmiş, bize, memleketimize ve mallarımıza galebe etmiş,
taraftar ve yardımcısı artmış, galebe ve istilalarına mukavemet etmemiz imkânsız
hale gelmiştir. O halde, yolumuz şu olacaktır: Beyan ettiğimiz düşmanlığı
zahiren reddedip onlara yaklaşacak M u h a m m e d ’in dinine girecek, iman
edecek, sonra da dinlerini güzel hilelerle ifsad edeceğiz. Kahr ve galebe ile
yapamıyacağımızı idrak ediyoruz.»
Bu
şekilde ittifak ettikten sonra Seneviyye’den bir adamdan yardım istediler. Bu,
Abdullah b. Meymun el-Kaddah el-E h v a z î, dininde hazık, elçabukluğunda
mahir bir zat idi. Bunlara parası, malı, kafası ile yardımda bulundu.
Sufiye’nin Mutenemmise tarikatının halleriyle halleniyordu.
Bunun
üzerine insanları dinine davete başladı. Bir taife de ona uydu. Sonra ortaya
çıkınca insanlar onu katletmek istediler; o da Basra’ya kaçtı, Ukeyl köylüleri
arasına indi ve Şiîliğini ilan etti. Bu onun en büyük hilelerinden biriydi
Şia’ya girip, onları sahabeye küfretmeye teşvik etti. Sahabeye küfür etmeleri
ise ilhada giden yolun en kötüsü ve en şerlisidir.
Nitekim Hazreti Peygamber de
«Ümmetimin şerirleri ashabıma küfredenlerdir» ve «Ashabımın kötülüklerini
zikretmeyiniz, yoksa kalplerinizde ihtilâflar vukua gelir, onların iyiliklerini
anın ki kalpleriniz teellüf etsin» demiştir.
Sonra Basra’yı hali üzere
bırakıp Bağdad/a, sonra Şam’a geçti, Selemiyye adı verilen bir karyeye indi,
dâvetini orada bir çocuğu olana kadar neşretti. Çocuğu büluğa erince onu kendi
yerine bıraktı ve Irak’a gitmek istedi. Karmat b. el-Eş’as isimli bir zattan
bir hayvan kiraladı. Çöle geldikleri zaman Karmat’a «yaptığın hizmet ve sohbet
dolayısiyle bana hakkın geçti; sana bir mükâfat vermem ve hakkını kaza etmem
gerekir; en evla hukuk ise dünya ve ahiret necatı olan bir dine dâvettir» dedi,
ona dinini anlattı ve davet etti, o da kabul etti.
Sonra karyesinin halkı da
dinini kabul etti.i Melahide’den olan Karamıta bu Karmat b. el - E ş’ a s ’a
mensuptur.
Yine bunlardan olan Batmiyye,
şeriat ve dinimizin her zahirinin bir batını vardır, bu da başkalarına üstün
olanlarca bilinir, derler. İleri sürdükleri her iddianın peşine şunu da ilâve
ederler: «Bu öyle bir ilimdir ki ancak masum olan imam anlatabilir.» Böyle
hareketlerinin gayesi insanları imam tesmiye ettikleri Alamut Kalesindeki
mel’- una itaat ettirmektir. Allah fazlı rahmeti ile bizi onların şer ve ezasından
korusun,
Şurası bilinmelidir ki,
bunların hepsi bir tek asla irca edilebilecek çeşitli sınıflardır. Bu da, iki
sani’ olduğunu söyleyen Mecusilerdir. Çünkü bunlar «sani’, ruhanî iki asidir,
her ikisi âlemu’l-ulvî ve âle- mu’s-sufl’yi idare ederler. Bu iki asıldan
birine Sabık, diğerine Tâli denir. Sabık, şekil ve cisim, hayy ve kadir olarak
Tâli’yi halkeder. Tâlinin halkından sonra birşey halketmez. Tâli de gökleri,
yeri ve bu ikisinde olanları yaratır» iddiasındadırlar.
Bazıları el-Aklu’l-Evvel ve
el-Aklu’s-Sânî’yi, bazıları, Heyûla ve Su- ret’i- ki bunlar Felasife’dir- ve
bazıları da İllet ve Malul’u ortaya atarlar.
j XI. BÖLÜM
Zuhur eden ilk ilhad hareketi
Karmat b. el-Eş’as’ın Kuhis- tan’da meydana getirdiğidir. Sonra her memlekete
dâîler gönderdi. Irak dâîsi Abdan isimli bir adamdı, din ve itikadına dair
kitap ve teli- 3 fatı vardı. İran dâîsi: Abdan’ın kardeşi Me’mun
idi. Rey dâîsi Hallaç, Gürcan dâîsi Ebû Ali Muallim Eş’ar ed-Deylemî, Horasan
dâîsi Şa’rânî idiler. Bunların hepsi Alamüt ve dağlardaki diğer kalelere
sığınana ka- dar davetlerini gizli gizli
yapıyorlardı. Şimdi işlerini açığa vurdular. Şer ve fesadları arttı, fitneleri
müslüman diyarlarda zuhur etti, müs- lümanlarla suyun suya karışması gibi
karıştılar, birçok müslümanın dinini teşviş ettiler, cahil halkın arasına,
fıkıh ve fukahayı, sultanları ve ulemayı zemmedip küçük düşürecek meseleler
attılar. Kendilerinin 3 de onları zühd ve inzivayı terkettiklerinden dolayı
zemmettiklerini açıkladılar. Onlar yalnız zahir ilimle iştigal ettikleri için
bunlar fıkhı, hile, fukahayı muhtellîn diye isimlendirip halkın gözünden
düşürmek, sultanların hakaretine uğratmak istediler.
Bu kaideyi ortaya attıktan
sonra meselelerini getirdiler ve hedeflerine eriştiler. İleri sürdükleri
meselelerin bazıları şunlardır :
1
—
Birisi zevcesini üç defa boşar; sonra bu boşanan kadın bir erkek çocuk doğurursa,
ilk kocasına helâl olur, ondan başkasına ni- kâhlanmaya muhtaç olmaz; şayet kız
çocuk doğurursa helâl olmaz.
2
— Üç
defa boşanmış kadın irtidat eder, sonra yeniden İslama girerse ilk kocası için
tereddütsüz helâl olur.
3
— Bir
adam zevcesine «seni bir defa boşadım» derse hiçbir şey olmaz.
4
— Bir
adam zevcesine veya zevce zevcine «sen kızkardeşimsin» | veya «sen
biraderimsin» derlerse, birbirlerine yabancı ve dolayısiyle
naram
olurlar.
5
— Kadın
hayızlı olursa zevcinin onu arkadan kullanması helal olur.
’ 6 — Nefsler her on günde bir yıkanırlar ve on rekât namaz kı
larlar.
7 — Allah yolunda katledilen
kimsenin zevcesinin başkası ile evlenmesi caiz değildir, zira şehid diridir.
8
— İki bayram arasında kıyılan nikâh kıyılmamış sayılır.
Bunu ortaya atmaktaki kasıdlan
doğrudan doğruya Hazreti Peygamber ve Hazreti Aişe’dir. Çünkü ikisinin nikâhı
Şevval’de kıyılmıştı.
Bu mülevves adamların bu hayalî
ve şeytanî fikirleri ortaya atmaktan maksadları İslâmî zayıflatmak, hükümlerin
zahirlerini ibtal etmektir. Bu ise İslâmî ta’tîle ve nübüvveti inkâra götürür.
Bundan dolayı müslümanlar için onlardan sakınmaya, esrarlarını keşfe, hilelerine
ıttılaya, mantıklarındaki remzleri açıklamaya ve onların davet yollarını beyana
çalışmak vaciptir. Böylece, kimse onların süslü, sözlerine ve korkunç
hayallerine kanmaz; dininde,. imanında ve yakînen bildiklerinde şüpheye düşmez.
Allahın tevfiki ye korumasıyla bu kolay olur.
Hükümlerin zahirlerine
sarılmak, haram ve helali birbirinden ayırmakta İslâm Şeriatinin medarıdır.
Onların genel olarak kasıtları, zahiri ibtal ile yerine batın hükmü koymaktır,
böylece resulleri ta’tîle varacaklardır. Çünkü resuller ancak zahir ile
gelmişlerdir ve insanlar da ancak zahir ile mükelleflerdir. Batın olan işler
Allaha bırakılmıştır. İnsanlardan kimsenin onu bilmeye gücü yetmez.
Hazreti'Peygamber şöyle diyor :
«La İlahe illallah deyinceye kadar insanlarla mukatele ile emrolundum. Bunu
dedikleri anda kanları ve malları emindir, yalnız şeriatın hakkı mahfuzdur.
Onların hesabı Allah’ındır».
Zahirî amelleri tenkid ile
hükmü batma göre veren, fitne ve fesat kapısını çalmış demektir. Böylece küfr
ve dinsizlik de teyid edilmiş olur. Allahu tealadan, bunların fesat ve
şerlerinden bizi korumasını, hile ve desiselerinden masun kılmasını;
niyaz ederiz. Çünkü küfür ve fesat bakımından bu taifeden daha habisi yoktur.
Onlardan başkaları İslâma girip, Allaha ve Peygamberine' inandıkları vakit,
müslümanlık- ları tasdik ve kabul olunur, İslâma girdikleri hususunda itminan1
hasıl olur. Halbuki Melahide böyle değildir; çünkü onlar Sani’i inkâr ve tslamm
zahiri ile gayelerini tahsile,, başkalarının dinini -ifsada^ daha önce
zikrettiğimiz gibi kendi konularında şer ve fitne çıkarmağa -çalı- şırlar.
Felasife ve Mailiyye ile
müşaverelerinde, evvelemirde bunların fikirlerine itimad edilmez, İslâm
olduklarına ve izhar ettikleri zühdün gerçekliğine inanılmaz. Onların
söyledikleri her kelimenin altında hile vardır. Ebediyyen bir din veya akideye
sahip olamazlar.
XII.
BÖLÜM
Bilinmelidir ki onlar, «Sani’in
varlığına iman ederiz» dedikleri zaman, «Sabık, Tâli, Heyûla ve Suretni
sınıflarını anlatırken zikrettiğimiz şekilde, kastederler.
«Resule iman ederiz»
dediklerinde; Tâli cihetinden gelen «madde» ve «kuvvet»! irade ederler.
İmam Ma’sum ve marifetullah Resulun
kavli ile husule gelir, fikirlerinden maksad Resulun yerine İmam’ı
geçirmektir. Çünkü şöyle söylerler : Marifetullah ancak Resulun kavli ile
husule gelir. Resul ölünce onun yerine kaim olacak birisine muhtacızdır ki o
da masum İmam’ dır. Böylece bu İmam’in sözü Resul’un sözü gibi olur. O’nun
zahirdeki emirleriyle amel vacip olduğu gibi batmî işlerdeki emrine de uymak
icabeder.
Böylece âyetlerin ve haberlerin
zahirleri ile amel hususunu ibtal, peygamberleri tatil ederler.
Keza şöyle derler:
•Kur’an-daki bütün «Nahnu»
(Biz) ve «Ene» (Ben) 1er, Sabık ve Tâli’ye işarettir. «Rabbının o çok yüce
adını esbih et» (189), Sadık’ı teşbih ve «O halde Rabbını o büyük adıyla teşbih
et» (190) Tâli’yi teşbihtir.
Mucize hüccetten ibarettir ve
Allahın şu kavli: «Bunun üzerine (Musa) asasını bıraktı; bir de ne görsünler. O
apaçık bir ejderhadır» (191), Musa'nın Firavun ve kavmine hüccetine işarettir
ki apaçık bir ejderha gibi olmuştur. Böylece Firavun’un bütün hüccetlerini
ibtal etmiştir.
İsa’nın ölüleri diriltmesi de,
halkın zahirden batma dâvet edildiği ilme işarettir.
i (189) A’lâ. ı
Hazredi Resul’ün parmakları
arasından su kaynaması dünyaya azar azar ilmin dağılmasına işarettir.
Güneşin battığı taraftan
doğması Mehdî’nin o taraftan hurucuna işarettir.
Ye’cuc ve Me’cuc zahir
ehline işarettir.
Zahire, imama uyup zahir
ehlinden kaçınmaya; taharetin yenilenmesi tevbenin ve imama bağlılığın
yenilenmesine; Su, imamdan aldığımız ilme; teyemmüm, imamdan gayrıdan ve imam
tarafından mezun kılınmamış kişilerden aldığımız ilme; namaz, imamı övmeye;
zekât, malın beşte birini imama vermeye; oruç, sırrı muhaliflerden saklamaya;
zina, sırrın muhaliflere açıklanmasına; kıyamet, zaman bittikten sonra feleğin
yeniden devre başlamasına; cennet ilme; cehennem bilgisizliğe; ba’s ve nüşûr,
ruhun bir kalıptan diğerine intikaline; Cibril ve Mika,il, büyük imamlara;
şeytan, onların muhaliflerine; İblis, muhaliflerin bilginlerine; cenabet,
ahdini yenileyecek ilmin kişiye ulaşmamasına; bu cünüblükten gusül, ahdin tecdidine;
hayvanlarla müca- maa, ilme ehil olmayandan ilim tahsiline işarettir. Keza
ihtilam da böyledir. Böyle mücamaa ve ihtilam vukuunda gusl icabeder.
Gusül, bu gibi tahsillerden
tevbeye; cünübü mescide girmekten menetmek, mezhebinin sırrını başkasına açan
kimsenin tevbe etmeksizin imama yaklaşamıyacağına; hacc’daki mîkat da’vetin
esasına; telbiye, davete icabete; ihrama girmişken dikişli elbiseden soyunma,
muhaliflerden beri olmaya; ihram, imamın izni olmadan dinlerinin sırrı hakkında
konuşmanın tahrimine; Kabe’yi tavaf, imamın ve mezhebinin etrafında dönmeye
işarettir.
Hezeyanları, bu sayılan ve
anlatılanlardan çoktur. Bütün bunlardan gayeleri resulleri ta’tîl ve zahir ile
hükmü ibtaldir. Allah bizi onlardan masun kılsın, fazlu ihsanı ile bizi şerlerinden
korusun.
DÂVET
ŞEKİLLERİ VE HİLELERİNİN ÇEŞİTLERİ
Bilinmelidir ki, bunların
davette kullandıkları ilk yol şu idi: İşi, ancak her zahir hükmün bir batınını
bulabilecek kabiliyette olanlara veriyorlardı. Dâîler davetlerini erkeklere
yapıyorlardı. Kaba insanları, sahra sakinlerini ve etrafındakileri, devletleri
yıkılmış olup da tekrar bu devletin kurulmasını isteyenleri tespit eden dâî,
bunların yanma geliyor, onlara muhabbet izharı ile zafer ve düşmanlarını kahr,
devlet ve hakimiyetlerini ele geçirmek için onlara yardım vadediyordu.
Dâî bundan başka, onların hiç
ulaşmamış oldukları bir ilme ulaştırmayı vadederdi. Bu kelimecikte bütün
sözleri hülâsa edilmiştir; gayelerinin tamamı da buna taalluk etmektedir; bu
ilhadın tesisi demektir. Zira onlar bu ilm ile, ilmu’l-batm’ı ve zahiri ibtali
kastederler. Onların gayesi bundan başka birşey değildir. Çünkü zahiri ibtal
edebilirlerse resulleri de ta’tîl etmiş olurlar. Tevfik ve ismet Allah’tandır.
Dâî’ye tavsiyelerinden bir
şudur : Davet edilenin yapamıyacağı şeyleri teklif etmemek; önce kulağına bir
şey sokarak hafif bir davette bulunmak; sonra biraz mühlet vermek; sonra
yeniden bir mühlet vermek; tâki yavaş yavaş «hal’»e ulaşsın; sonra «hal’» den
«selh»e götürmektir. Hal’ taattan men, selh ise imandan ihraç ile ilhada idhal
etmek demektir. Allah bizi bundan korusun.
Bir tavsiyeleri de şudur : Eğer
bir kimse, dininden, mezhebinden ve mail olduğu şeylerden nefret etmiyorsa, ona
muvafakat etsin, ona tamamen uysun ve kendine itimad telkin edene kadar vakit
bıraksın. O zaman yavaş yavaş telkine başlayarak onu «selh»e ulaştırsın.
Eğer bir kimse, zühd ve ibadete
mailse; zühd ve ibadeti övüp, melikleri, âlimleri dünyayı talebleri
dolayısiyle zühd ve ibadetle meşgul olamayan dünya ehlini, mevki ve makam
peşinde koşmayı zemme başlasın.
Eğer birisi fitne fesatlığa
mailse, bırak yapsın. Dâî,'ibadeti kötülemeye başlasın, ibadet ahmaklık ve
aptallıktır; akıllı olan kimse din ve taat sebebiyle nefsini lezzet ve
şehvetten mahrum bırakmaz desin.
Bir
tavsiyeleri de şudur :
Eğer birisi Şia’ya uymuşsa, sen
de meylet ve kendini onlardan göster; dinde ve. itikadda ilhada. gittiğini
açıkla, onlara Ehli Beyt’e ne yapıldığını, nasıl katledildiklerini,
çocuklarının ve kadınlarının nasıl esir edildiklerini anlat; onlara göre
sahabenin ayıplarını yaz.
Onlardan biri rafızîliğe
meyyal, «din yoktur ancak Teyyim, Ady, Ümeyye, Abbas Oğullarına ve
taraftarlarına ve onlara uyanlara kin vardır» diyorsa, o da Ehli Beyte tevelli
etmeyip, hepsinden teberri etsin. Keza «bizim Mehdî’nin ve Kaimu’z-Zaman’m
huruç edip bu muhaliflerden intikam almalarına intizarımız gerekiyor» desin.
Nasıbiyye’ye meyleden birini
görürse bu sözün aksini yapsın, Ebû Bekir ve Ömer’i kabulden başka din yoktur,
bu ikisi sair sahabeden hayırlıdır, ikisi de âdil imamlardır, hak
halifelerdir» desin.
Vasiyetlerinden
biri de şudur:
Dâî, davet ettiği kimseyi
kendisine iimad ettirmek için, ona, 'yapacağı ilk şeyin taharet, namaz, oruç,
emanetin yerine getirilmesi, doğru sözlü olmak, iyi muamele etmek, haramdan
kaçınmak, oturma
adabı, iyi huy ve tevazu sahibi olmak, cemaatın lüzumuna kail olmak.' emr
bilma’ruf ve nehy ani’l-münkeri kabullenmek, haramlardan sakınmak, dedi kodu,
yalan, fesat v. s. yi terketmesini öğrenmek olduğunu söyler. Bütün bunlardan
maksadı, onu kendine tamamen uydurup itimad telkin etmektir. Sonra,
imamlarının Allahın şu kavli hak- kındaki tefsirini rivayet eder: «Biz ise
istiyorduk ki, o yerde zaafa uğratılanlara lutf edelim, onları (hayrda) imamlar
yapalım, onları firavun mülkünün varisleri kılalım» (192). Onlara şöyle der:
Bu iki âyetten murad bu davettir.
Sonra onunla gece gündüz
arkadaşlık eder, ona Kur’an okuma7 sini söyler, ta’zim gösterir.
Kur’an-ı hüzn ve rikkatle okur. Ahdine vefa göstermeyeni zikreder, onu, dünya
(île meşgul olup .Hazreti Peygamber ve Sahabenin sîretinden gitmeyen âlimler
ve melikleri zemmeder.
Dâî, bu mukaddimelerden sonra
davet edilenden (med’û) ahd ister ve şöyle başlar :
«Muhakkak ki sen Allahın
vahdaniyetini, Hak dinini, Muhammedin risalet ve nübüvvetini biliyorsun. Kim
Muhammedin dini hilafına birşey söylerse, o, sana göre, sapıklık içindedir».
Sonra asıl gayesine gelir ve buna ilâve eder: «Zahir ve batın, bu ikisi birdir,
ancak batında, herkesin bilmeyip ancak havassın bileceği sırlar vardır». Sonra
dâvet edilene zahiren tezatlarla dolu görünen halli güç sualler sorar, meselâ
şöyle der: «Hayızlı kadına niçin oruçun kazası iktiza eder de namazın etmez?
Niçin meni çıkınca gusl gerekir de, ondan daha pis olan idrarın hurucunda
sadece abdest gerekir? Niçin necasetin hurucunda huruç yerinin yıkanması vacip
değildir de, necaset çıkmayan yerin gasli vaciptir? Niçin cennetin kapıları
sekizdir de cehennemin yedidir? Ruhun ceseddeki yeri neresidir, aralarında
fasıl var mıdır, yok mudur? Kabir azabı nasıl olur ve mânası nedir? Elif Lam
Mîm, Elif Lam Mim Râ, Elif Lâm Mîm Sâd, Kâf He Ya Ayn Sâd, Hâ Mîm Ayn Sîn
Kâf’ın mânası nedir?».
Bunlar gibi şeylerle onu, din,
Kitap v.s. hükümlerinde şüphe içinde bırakır. Eğer ondan bir şeyin anlamını ve
açıklanmasını sormuşsa ona cevap vermez ve kalbinin müşevveş ve muallak kalması
için olduğu gibi bırakır. Sonra onu bir kere daha çağırır, şöyle der: «Acele
etme, muhakkak ki Allahın dini tembellikle açıklanmıyacak veya ehil olmayan
kimse tarafından bilinemeyecek kadar celîl ve a’zamdır. Allah’ın Dinini alay ve
oyuna almamak lâzımdır. İlmi, ehil olmayana
bezletmek caiz değildir.
Halbuki ehil olan için bu caizdir». Bu ehliyet de Allahın nebilerden aldığı
ahdü misak gibi ahd ile tahassül eder: «Hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden
misaklarmr almıştık. Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa ile Meryem’in
oğlu İsa’dan da, biz onlardan sapasağlam bir misak aldık» (193). Bundan
sonra şu âyetleri okur: «Karşılıklı muahede yaptığınız zaman Allahın ahdini
yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın» (194) ve «Müminler
içinde Allaha verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler vardır. İşte
onlardan kimi adadığım ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiç bir surette
(ahidlerini) değiştirmediler» (195), sonra da şöyle söyler : «Ebedî saadet,
aslî hayat cehennemden necat, yüksek fevz ve derecat istersen, ehliyet
kâzanmaya bak. Ehliyet, kadınla erkeğin nikâh akdindeki ahd ve misak
menzilesindedir. Eğer sen ehliyeti kazanırsan biz sana kapalı olanları açar,
seni hayr yoluna yede- riz. Sonra, söyleyeceklerimizi kabul etmekte seni
zorlamayız, istersen kabul edersin, aksi takdirde duymamış sayarsın. Seni
istediğimiz, davet ettiğimiz bu ahid öyle bir ahiddir ki, onu Allah
peygamberlerden, nebiyullah dost ve yardımcılarından 'almıştır. Eğer sen
bizimle ahid-, leşirsen, bu, bir erkekle kadın arasında akdedilen ahid gibi olacaktır.
O zaman, bir tek nefsmiş gibi bizimle olacaksın; nefsimiz senin nefsin,
malımız senin malın, kanımız senin kanın olacaktır. Biz senin düşmanlarını
katledeceğiz, sen de imamı bileceksin».
İmama ahd ve yeminlerini
şu sözlerle yaparlar:
«Senin nefsini Allahın ahd ve
misakı ve resulunun zimmeti olarak ilzam ettim. Allahın nebilerine ahd ve
misak ile vacip kıldıklarını, bizden işittiklerini veya işiteceklerini, bizden
bildiklerini veya bileceklerini, bizim ahvalimiz, dostlarımızın ahvali,
Mehdinin ashabının ahvali, evladlarmın, dostlarının, yardımcılarının,
tabilerinin, arkadaşlarının, ehli beytinin, sevdiklerinin, erkeklerden ve
kadınlardan, büyüklerden ve küçüklerden yakınlarının ahvali hakkında
bildiklerini ve bileceklerini saklarsan, bundan az veya çok birşey
açıklamazsan, buna delalet eden birşey yapmazsan, bunu yalnız bizden veya bu
beldede mukim naibimizden alacağın izin ve icaze mikdarınca yaparsan ve haddi
aşmazsan, ahd ve misaka icabet ve Allah önünde, bizi sana söyleyeceklerimizi,
isimlerini vereceklerimizi, kendi nefsin gibi muhafaza ve bize yardım
edeceğini; zahiren ve batman emanet nasihatini mu-
(19$) NahI, 91
(195) lAhzab, 23
hafaza eyliyeceğini kabul
ettin. İmama ve onun kardeşlerinden, dostlarından birine veya bizden veya,
ondan bir kimseye din, mal, aile, nimet dolayısiyle ihanette bulunmayacak, ona
aykırı bir reye inanmayacaksın. Bu şekilde birşey yaparsan bileceksin ki bu
ahdimize karşı gelmektir. Şimdi, evet de» ve «evet» deyince ona şöyle der :
Sen, enbiya, önceki ve sonraki
peygamberler, melaiketu’l-mukar- rebûn, nebilere inzal edilmiş Allahın
Kitaplarından ve bütün dinlerden beri oldun. Allahın ve resulunun zimmetinden
çıkıp şeytanın ve onun dostlarının tarafına girdin. Allah seni mahzul ve matrud
etti. Eğer yemin ettiğin hususa aykırı bir şey yapar, tevilli tevilsiz bir
harekette bulunursan Allahın ceza, ukubet ve gazabı üzerine olsun; şayet böyle
bir muhalefette bulunursan sana bunun nezri olarak, kırk defa baş açık, çıplak
ayak yürüyerek Beytullahı haccetmektir. Eğer buna muhalefet edersen sana ait
olan mallar, sana hiç yakınlığı olmayan fakir ve miskinlere sadaka; sana ait
köleler hür; ömrünün sonuna kadar, evlendiğin evleneceğin bütün kadınlar
talak-ı selase ile boş olur. Muhalefet sadece niyetinde ise de, bütün bu
saydıklarımız hakkidir. Allah senin niyetinin doğruluğuna şahiddir ve seninle
bizim aramızda Allahın şehadeti kâfidir. «Evet de». O da evet der. Ondan ahd ve
misak aldıktan sonra onun zihnini karıştırırlar, şöyle derler :
«Din işi öyle birşeydir ki ona
kolaylık ve hoş görürlük girmez. Allahın sırrı herkese açıklanmaz. Bu sır
ancak, nefsini riyaziyete vakfetmiş olan kula açıklanır. Allah onun salih bir
mümin olduğunu bilir. Bu kul da Allahın nâtık resulun ilmi için kapı (bab)
kıldığı, masum İmamdan başkası değildir. Allah onu, her ahvalde rücu edilen asi
kılmıştır. İnsanlar arasındaki ihtilaflar, imama itaat etmemelerinden dolayıdır.
Bunun için de bereket kalkmıştır. Hilafların sebebi imamlara bağlılığın azlığı
ve herkesin kendi aklına uyması, din işlerinden kendileri için gizli olan
şeyleri ortaya çıkarmaya çalışmalarıdır. Halbuki bu işlerde ancak İmam bilgi
sahibidir. Allah herkesin ilim almasına razı değildir. Eğer herkesin batını, ve
herkesin batınının tevili ve her tevilin tevili olursa, bunu ancak, Allahın
dini üzere emin kıldığı kimse bilebilir. Allah onun derecesini yükseltir».
Şöyle derler : «Zahir âlimleri
eşeklere benzerler; kitapları yüklenirler, lâkin mânalarını, güzelliklerini,
hükmünü bilmezler».
En büyük hilelerinden birisi
şudur : Evvela şeriatın zahirine tazim gösterirler ve halkı ona dâvet ederler.
Sonra batın' ilim zahir ilmi te- kid eder; ikisi arasında aykırılık yoktur,
ancak batın sözün ve mâ nanm hakikatma ulaşmaktır, derler.
Hilelerinden biri de şudur :
Filan davetimizi kabul etti; filan bizimledir diye rüesadan, ileri
gelenlerden, ekâbirden bahsederler. Dâvetlerini kabul edenlerin yanlarında uzun
uzun kalmazlar, ayrılırlar; kıyafetlerini, suretlerini, isimlerini -tanınmamak,
kimsenin hallerini bilmemesi için- değiştirirler. Sonra asıl işlerine girişir,
zahiren güzel, batınen küfre meyyal mukaddimelere başlarlar. Gayeleri insanları
küfre sokmak ve onları bu ciheti düşünemez hale getirmektir. Zira
müslümanlardan birine önce, hiç girişe, mukaddimeye kalkışmadan «Allahı inkâr
et» derlerse, o buna itaat ve sözlerine iltifat ve Allahı inkâr etmez. Bu
sebeple, karışık ve hileli bir yolla insanları küfre davete başlarlar. Gafil
kimseler de onlara uyarlar. Hazreti Peygamber bu mânada şöyle buyurmuştur : «En
çok korktuğum, ümmetimin bilmediği şeyleri söylemesi, bilmeden sapıklığa
düşmeleridir».
Batmiyye’nin iddiasına göre
zahir kabuk, batın ise öz’dür. Hiç şüphe yok ki öz, kabuktan hayırlıdır.
Keza şöyle iddia ederler: Zahir
remz, batın mânadır ve şüphesiz maksud lafz ve remz değil mânadır.
Bu mukaddimelerden gayeleri işi
«hal’»e getirmektir. Bu mertebeye getirip amelleri terkettirdikten sonra şöyle
derler: «Zahir, batın olan mânaya işarettir; mâna ise lafzdan ayrı olan
maksuddur sözü doğru ise zahir ile amel vacip değildir».
Bir erkek bu makama gelmişse
îslamdan soyunup küfre girmiş olur. Bundan Allaha sığınır, bizi İslâm, Sünnet
ve Cemaat üzere tespit etmesini, bütün fitnelerden korumasını, iyi amellerde
muvaffak kılmasını, her iki dünyada da münteha-i emele ulaştırmasını niyaz ederiz.-
O Cevad ve Kerîm kulları için Raûf ve Rahimdir. O bize yeter ve ne güzel
vekildir.
Seyyidimiz O’nun yaratıklarının
hayırlısı, nebilerinin seyyidi, resullerinin ekremi, efendimiz Muhammede salat
ve kıyamete kadar bol bol selam, olsun.
Bu kitabın ta’liki 9 Şevval 904
tarihinde Allahın en fakir ve affına en muhtaç kullarından Ali b. Yasin b.
Muhammed et-Trablusî el- Hanefînin eliyle tamamlandı. Allah onu, ebeveynini,
şeyhlerini, kardeşlerini, bu kitabı okuyanı, ona dua edeni ve bütün
müslümanları mağfireti, rahmeti ile affetsin. Seyyidimiz Muhammede, âline ve Ashabına
salat ve selâm etsin. Allah bize yeter, O ne güzel Vekildir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar