SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ BAĞLAMINDA OSMANLININ SON DÖNEMİNDEKİ KELAMİ TARTIŞMALAR
Hazırlayan
: ABDULLAH DUMAN
GİRİŞ
·
I. XIX. YÜZYIL KELÂM İLMİ ÜZERİNE
XIV.
ve XV. yy.’larda iyice belirginleşen Rönesans ve Reform sonuçlarının, XVII.
yy.’a kadar devam eden Coğrafi Keşiflerin, XVIII. yy.’dan itibaren gelişen
Sanayi Devrimi’nin ve Marksist, Pozitivist, Darwinist, Psikanalist fikir
ve felsefe akımlarının etkisiyle dinin sosyal değişmeye paralel olarak değerini
yitireceği ve modern insanın dine ihtiyacının eskisi gibi olmayacağı bazı
çevrelerde oldukça yaygın bir kanaat haline gelmeye başlamıştır. Ancak bu iddia
bir yandan doğrulanamayan bir varsayım olarak kalırken diğer taraftan bu
söylemin tam anlamıyla yanlışlanamadığı da görülmektedir. Zira din olgusu bu
iddiada olduğu gibi tamamen yok olmamıştır. Diğer bir değişle din toplumsal
görevini ve işlevini tamamen yitirmemiş olup onun anlaşılıp değerlendirilmesinde
oldukça büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır1. Din ve felsefenin belirlediği kültürü sona
erdirme çabası olan Rönesans ve XVII. Yüzyıl Felsefesi XVIII. yy.
aydınlanmasıyla laik, seküler ve düalist bir dünya görüşü şeklinde karşımıza
çıkmış ve Batı dünyasındaki bu değişim, XIX. yy.’da kendini hissedilebilir bir
şekilde katı pozitivizm, materyalizm vb. akımlar şeklinde göstermiştir.
Bunun yanında Batı’da Pascal (d.1623-ö.1662), Kierkegard (d.1813-ö.1855)
ve Bergson (d.1859-ö.1941) gibi muhafazakâr isimler varlığını sürdürmüş
fakat bunlar diğerlerine göre o kadar da etkili olamamıştır2. Yeni ve Yakınçağ Düşüncesi maddeci ve
inkârcı görüşleri benimsemiş olsa da ilk ve ortaçağın düştüğü aşmazdan çıkamamıştır.
Neticede gerçek ve mutlak hürriyetin insandan bağımsız gerçeklerle
temellendirilmesinin aklın gücü ve sınırı dışında olduğundan bu konunun bir sır
olarak devam edip gideceğini itirafa mecbur kalmışlardır3.
Bizde
ise Tanzimat’tan II. Meşrutiyet dönemi aydınlarına gelinceye kadar Doğu Batı
medeniyetinin telifi ve memleketin nasıl kurtarılacağı şeklinde iki temel
problem bulunmaktaydı. II. Meşrutiyet döneminde bu problem daha derinden daha
temellendirici daha felsefî arka plana dayandırılarak ortaya konmak zorunda
kalınmıştır4. 3
Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat’la5 birlikte, Batı’ya kapılarını açan Osmanlı
İmparatorluğu’na önce XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Devri Devlet Felsefesi
daha sonra Romantizm, Yeni Pozitivizm, Yeni Realizm, Tarihi Materyalizm,
Entiüsyonizm (evrimcilik), İdealizm, Materyalizm, Fenomonoloji ve Egzistansiyalizm
gibi çeşitli felsefe akımları girmiştir. Doğu ve İslâm ülkeleri Ortaçağ’dan
kurtulma ve akla önem vermede Batı’ya göre çok geç kalmıştır. Aydınlanma
Osmanlı’daki etkisini ancak XIX. yüzyılda gösterebilmiştir6 7.
Ali Suavi (Ö.1877) gibi istisnaları olmakla beraber Türk fikir hayatında
ilk defa Ahmet Mithat (Ö.1912) ile Batı’nın felsefe problemleri üzerinde
daha yeni yeni düşünülmeye başlanmıştır .
İslâmî
ilimler içinde ise yenilik ihtiyacı ve yeni problemlere verilecek cevap ile
ilgili yoğun çaba ve ısrar daha çok kelâm ilminde söz konusu edilmiştir.
Kelâmın doğrudan akide ile ilgisi olması bakımından gerek muhatap aldığı
akımlar gerekse dayandığı ilmî-felsefî veriler bakımından zamanın gerisinde
kaldığı düşüncesi bunun temel gerekçesi olmuştur8. Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de gayb
âlemini ve gaybî bilgileri dışlayan bir akılcılık ve bilimcilik felsefesi olan
moderniteye boyun eğmeme ve modernitenin hâkim olduğu dünyada vahyi ihmal
etmeyen bir akılcılık geliştirme çabasının var olmasıdır9. Bizde modernleşme dönemi, acil çözümler dönemi
olduğundan acil çözüm arayışları da genellikle bir felsefi dinamiğe ve uzun
vadeli kurumsal yapılanmaya imkân vermemiştir10.
Osmanlı
Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’e geçiş sürecinde kelâmcıları etkileyen
modern dünya görüşü, bilim ve felsefedeki açılımların kelâm ilmi ile olumlu ya
da olumsuz ilişkisini gündeme getirdiğinden sosyo-politik şartlar yanında
zihniyet dünyasında meydana gelen değişimler kayda değer bir atılıma neden
olmuştur. İnsanlığın maddi hayatının değişimi onun manevi yönünde birtakım
dönüşümler içine girmesine neden olmuştur. Dini anlayış bütün bu değişimlerden
etkilenerek dar anlamda İslâm akaidini anlama ve anlatma, geniş anlamda İslâmî
ilimlerin modern zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda yeni bir yönteme
göre ele alınıp alınamayacağını tartışma konusu olmuştur.
Bilindiği
gibi insanî anlayış ve bilimsel alanlardaki yapısal değişimlere kaynaklık eden
her çağın ürettiği problemler çeşitli özellikler arz etmektedir. İlim
dallarının gelişme süreçlerine bağlı olarak muhtevasında yeni değişimlere
gitmesine paralel olarak kelâm ilmi de değişen şartlara bağlı olarak
muhtevasında farklı söylem ve açılımlar yapma gereği duymuştur. Örneğin,
mütekaddimîn diye adlandırılan kelâm döneminin konusu “zat-sıfat”
ilişkisiyken; müteahhirîn kelâm döneminin konusu, İslâm filozoflarının ilahiyat
konusundaki görüşleri ile mücadele olmuştur11. Kelâm ilminde, İslâm akaidini savunmak ve
açıklamak için İslâm âlimlerinin metotlarında daima değişiklikler yaptığı
bilinen bir husustur. Bu değişiklikler aynı zamanda dönem dönem ortaya çıkan
ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla yapılmıştır ve yapılmaktadır.
XII.
yy. öncesi ve sonrasına bakıldığında akaid ve kelâm ilminin temel konuları olan
iman esasları hakkında hiçbir fırka ziyadelik ve noksanlık iddia etmemiştir.
Fakat iman esaslarının anlaşılma tarzı ile izah ve ispat metotları fırka ve
dönemlere göre farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri de zamanın
ihtiyaçlarına göre metotlarında değişiklik yaparak müteharrik bir sistem takip
etmişlerdir. Selef, mütekaddimîn ve müteahhirîn ilm-i kelâmı, bu müteharrik
sistemin değişik safhalarını oluşturmuş ve çağımızda da şimdiye kadar yazılmış
kelâm kitaplarındaki bazı görüş ve fikirler geçerliliğini yitirmiştir12. XVII. yy. Osmanlı
İmparatorluğu’na bakıldığında imparatorluk o eski parlak yıllarını geride
bırakmaya başlamış13,
genel olarak sistemin ve kelâm ilminin yenilenme ihtiyacı ortaya çıkmış fakat
devletin statükocu yapısı ve medreselerin mevcut durum ile paralel giden tavrı,
arzu edilen hamlelerin gerçekleştirilmesine olanak sağlamamıştır. Kelâm ilminin
zihinsel bir faaliyet olma yerine çağın problemlerinden uzaklaşarak salt teorik
hale gelmiş olması ve teorik hale geldikçe de insanların kelâm ilmine değil,
idarenin de işine geldiği gibi fıkha yönelmesine neden olmuştur. Gerçekte ileri
seviyede bir kelâm tabii ki sorgulayıcı bir özelliğe sahip olacaktı ancak bunu
o dönem için söylemek zordur. Kelâm’ın önündeki diğer bir engel de bazı
tasavvufi akımlar olmuştur. Bütün bunların neticesinde XX. yy.’a kadar kelâm
öğretimi günlük hayattan uzak, ülke sınırlarının dışındaki gelişmelerden
habersiz, içe dönük ve geçmişin problemleri ile uğraşır hale gelmiştir14.
Dolayısı
ile XIX. yy.’da Kelâm ilmi ile ilgili bu boşluğu doldurmaya yönelik çabalar
kendini göstermiş müteharrik sistem varlığını sürdürmüştür. Bacon ile
Descartes’in metot hakkındaki yeniliklerini ortaya koyarak felsefi bir çığır
açmış olmaları bununla beraber birçok kuvvetli filozofla kendilerini
yenilemeleri İslâm âleminde de yayılan bu düşüncelerin bizde kelâm ilminin metodu
üzerine düşünmeyi hâlihazırdaki metodun değiştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Ekseri kelâm kitapları ortaçağ döneminde bütün dünyada dinlerin hâkimiyetinin
olduğu bir zamanda yazılmıştır. Bugün yaygın olan Allahsızlık cereyanı (ilhad)
o zamanlar oldukça zayıf bir seviyede olduğundan kelâmcılar isbât-i vâcib
konusuna daha çok âlemin kadim olmadığını ispat ederken temas etmişlerdir. Bir
de Muattıla, Maddiyye, Tabiiyye gibi isimlerle anılan Dehriyye'yi15 reddetmek için isbât-i
vâcib konusunu işlemişlerdir. Bugün ise Allah’ın varlığı ve birliği kelâmın
en önemli problemlerinden birini oluşturmaktadır. Çeşitli görüntülerde ilhad
cereyanları İslâm coğrafyasında varlığını hissettirmektedir. Bütün bunlara
karşı XI-XX. yy.’da başlayan bu ispat ve izah çabası yeni devir ilm-i kelâmının
özelliklerinden olmuştur16.
Osmanlı
döneminde kelâm kitablarının sayısı çok az olduğundan daha çok şerh, haşiye ve
ta’likat yazıldığı görülmektedir. Ancak şerh, haşiye ve ta’likat yazanlar
eskiden yazılmış olan görüşlerin tekrarını yapmamışlar kendilerine özgü
görüşleri ortaya koymuşlardır. Bu dönemde kelâm kitabı yazmak yerine o gün için
gündemde olan bir problemle ilgili risale yazmak daha yaygın bir tutumdur17.
Osmanlı modern döneme büyük bir bunalım yaşayarak diğer taraftan dini anlayışı
hayatın içine indirgemek için büyük çabalar harcayarak girmiştir. Bu durumu
tezimize konu edindiğimiz SR dergisinin gündeminde görüyoruz. İzmirli
İsmail Hakkı (Ö.1946), Abdüllatif Harputî (Ö.1914), Filibeli
Ahmed Hilmi (Ö.1914) gibi kelâmcıların da İslâm inançlarını güne hitap
eder seviyeye getirmek amacıyla eserler ortaya koydukları görülmektedir. Yine
500-600 sene öncesinin kelâm kitaplarının günün şartlarına hitap etmediği
kanaati bu dönemde varlığını iyice hissettirmeye başlamıştır18. Bu
yüzyılda İslâm Dünyası’nda tesirlerini hissettiren ve hissettirmeye devam eden Materyalizm,
Tekâmül Nazariyesi, Pozitivizm ve Freudizm gibi ilhad cereyanlarına
ait tenkit ve cevapları eski kelâm kitaplarında bulmanın imkânı olmadığından
yeni ilm-i kelâm bu cereyanları da ele almıştır19. Bununla beraber
akaidi ilgilendiren dolayısıyla kelâma konu olan yeni meseleler kelâm ilmine
girmeye başlamıştır.
Öte
yandan dine yöneltilen eleştiriler kelâm ilmini ilgilendirdiğinden, bu dönemde
kelâm ilmi ile ilgili olarak; “kelâmın kendini yenileyemediğk”, “ortaya yeni
bir kelâm sistemi konulamadığı" ve bunların tabiî sonucu olarak “kelâmın
kendi misyonunu icra edemediği" şeklinde özetlenebilecek üç temel
problem öne çıkmaktadır17.
Bu çalışma ile ortaya konmak istenen SR Dergisi (1912-1925) bağlamında
XIX. yy.’da kelâm ilmi hakkında zikredilen bu problemlerin o gün ve günümüzde
ne anlam ve değer ifade ettiğidir.
·
II.
SON DÖNEM OSMANLIDA DERGİCİLİK
·
A. Dergicilik Faaliyetleri
Francis
Bacon (d.1561-ö.1626), modern çağları açan üç öğe basımevi, barut ve
pusuladır, der. Bu üç öğe gerçekte Doğulu toplumlarca icat edilmiştir. Fakat
üçünden de gerçek yararı sağlayan Batılı toplumlar olmuştur. Doğunun bugünkü
geriliğinin arkasında yatan en önemli nedenlerden biri de basımevinin
Avrupa’dan üç dört yüzyıl sonra kullanılmış olmasıdır. Örneğin, Çin’de devlet
resmi bir gazete bile yayınlamış olduğu halde bu gazete halka değil seçkin
kişilere ve bölge yöneticilerine bilgi vermeyi amaçlamıştır. Oysa Avrupa’da
basımevi faaliyetleri yönetime ortaklığını ilan eden bir sınıfın, burjuvanın
aracı olarak ortaya çıkmıştır. Tabandan gelen ve yayılma imkânı bulan bu durum
ne Çin’de ne de Doğu ülkelerinde vardı. 1450’lerde beliren basımevi
faaliyetleri, 1500’lerde Avrupa’nın çoğu yerlerine yayılmış, 1600’den itibaren
süreli yayınlar belirmiş, 1700’lerde günlük gazete deneyimi gelişmiş ve
1800’lerde yeni teknik buluşlarla yüksek tirajlara ulaşılmıştı. Bu dört yüz
yıllık süreçte kapitalizm, getirdiği değişime kendi dinamizmini de eklemiştir.
XIX. yy.’da Osmanlı toplumunun birdenbire karşı karşıya geldiği basın kurumu o
kendi dinamizmini Osmanlı’ya hissettirmiştir18. Gutenberg’in modern anlamda ilk matbaayı
bulmasından yaklaşık iki yüz yıl sonra bilinen en eski dergi 1665 yılında
Paris’te çıkan Journal des Savantdır.
Bu
dergiyi aynı yıl yayımlanan Philosophical Transactions (Acta Philosophica) izlemiştir.
Amerika’da ise Avrupa’dan yüz yıllık bir gecikmeyle 1741 yılında American
Magazine ve General Magazine adlı iki dergi çıkmıştır. Osmanlı
Devletinde ise ilk dergi 1831 yılında yayımlanan ilk Türk gazetesi olan Takvim-i
Vakâyi’den19 18
yıl sonra çıkan Vakâyi-i Tıbbiye20’dir. Altı yüz kadar abonesi olan Vakâyi-i
Tıbbiye üç sene sonra kapatılmıştır. 1850’li yıllarda Osmanlı Devleti’nde
toplam otuz bir süreli yayın bulunmaktadır. Bu yayınların çoğu yabancı
dillerdedir. Örneğin, İstanbul’da yayımlanan on üç süreli yayının dördü
Fransızca, dördü İtalyanca, biri Rumca, biri Ermenice ve biri Bulgarca’dır.
1871 yılından itibaren ise dergicilikte önemli bir artış gözlemlenmektedir. II. Meşrutiyet ile 31 Mart (1909) Vakası’na kadar geçen sürede yüzlerce dergi ortaya çıkmıştır. 1908 yılının ortasından Mütareke’ye (30 Ekim 1918) kadar geçen sürede süreli yayın binin üzerindedir21. 1908’den önce ağırlıklı olarak İstanbul’da merkezlenen basın, Meşrutiyet’le birlikte Anadolu’ya kaymıştır. Ancak bu, süreklilik arz etmemiş dergiler ve gazeteler ayaküstü hazırlanarak basıldığı için kısa bir süre sonra ortadan silinip kalkmıştır. 1908’in ilk altı ayında süreli yayın için iki yüzden fazla ruhsat alınmıştır22. Bu sayı 1909’da üç yüz elli üç, 1910’da yüz otuz, 1911’de yüz yirmi dört ve 1912’de elli dörde kadar düşmüştür23. Son dönem Osmanlı’da süreli yayın faaliyetine önem verilmiş ancak bu geç kalan bir önem verme olmuştur 27.
İslâmcı
Dergiler; SM/SR Dergisi, Ceride-i İlmiye (1915-1922), Cemiyet-i
Hayriye-i İslamiyye, el-Medaris (1913'),2 üst düzeyde
medrese ilmini ihtiva eden Ceride-i İlmiye, İslâm’a tasavvuf açısından
yaklaşan Mahfil, Modernist İslâmcı görüşlere yer veren İslâm Mecmuası
(1914), daha aşağı seviyede fakat aynı çizgide sayabileceğimiz Volkan
(1908-1909), dinsel konuların yanı sıra güncel siyasal ve toplumsal
sorunlara da eğilen ticaret, şirket vb. konulara geniş yer veren Beyanü’l-Hak
(1908-1912) ve gelenekçi İslâmcılığı savunan Saday-ı Hak
dergileridir. Pozitivist görüşü benimseyen dergiler; Servet-i Fünûn
(1891-1942), Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâdiye (1908-1910), İçtimaiyat (1917)
ve Bilgi Mecmuası (1913)’dır. Türkçülük düşüncesinde olan
dergiler; Türk Derneği Dergisi, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Genç Kalemler’dir.
Sosyalist düşüncesinde olan dergiler; İştirak ve Felsefe Dergisi’dir.
Modernistler; İslâm Mecmuası, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, İçtimaiyat Mecmuası
ve Milli Tetebbular Mecmuası’ dır24.
M.
Akif (Ö.1936), II. Meşrutiyet sonrası gazeteciliğin aldığı durumu şu
şekilde değerlendirmektedir: Hürriyetin ferdâ-yı i’lânından i’tibâren
nâmütenahî risâleler, gazeteler, kitablar meydana çıktı. Bunların hepsi için
faydalı demek dalkavukluk olacağı gibi, hepsi için faydasız demek de pek
bayağılık olur. Evet, bîtarafâne, munsîfâne bir hüküm vermek îcâbederse, iki
seneden beri pek nâfi, pek âlî eserler intişâr eylemekle beraber, pek muzır,
pek rezîl cinâyetnâmeler de ortaya kondu. Meşrûtiyyet’in, serbestî-i matbûâtın
feyzi de her tabakada başka başka âsâr husûle getiriyor. Nemize lâzım! Biz
Osmânlıların menfaati gözetilerek yazılan eserlerin sahiblerine samîmî
teşekkürlerimizi, hürmetlerimizi arz ederiz, ahlâk-ı milliyyemizi alt üst etmek
için çıkarılan mülevves sahîfelerin de yüzüne tükürür geçeriz25. O dönemde önemli
bir görev olarak milletin terakki edebilmesi gazetelerin çokluğuna bağlanmış,
onların ucuz olmasının gerekliliği üzerinde durulmuş26 ve SM Dergisi’nde gazete ve yazarların
ikiyüzlülüğü ve gayr-i milli oluşu tenkit edilmiştir27.
SM
Dergisi’ nde gazete ve
dergilerden nelerin beklendiği konusu özetle şöyledir: Gazeteler ülkenin
yararına olacak işlerde kamuoyu oluşturacak, köylere de ulaştırılarak milletin
tek vücut olmasını temin edecek, sadece Osmanlı’ya değil tüm İslâm Âlemi’ne
neşriyatlarda işlenen konular aktarılacak, İkdam, Tayin ve Yeni
Gazete gibi gazetelerin kendi köşelerinden bir sütunu da İslâm’a hizmet
için açarak ümmetin hukukunu muhafaza ve müdafaa edecek neşriyatın varlığı ile
ümmetin iftihar edebilmeleri sağlanacaktır28.
·
B. Sebîlürreşad Dergisi
II.
Meşrutiyet döneminde İslâmcı Dünya görüşünü benimseyenler yaygınlaşarak çok
sayıda süreli yayın çıkarmıştır. Bu yayınlar içinde en önemlisi SM/SR’dır29 30 31.
İlk sayısı 1908’in Eylül ayında çıkan ve haftalık bir dergi olan SM/SR
Dergisinin sahibi Eşref Edib (Ö.197/)’dir35.
SM/SR kendisine gazete diyorsa da terkibi, boyutları ve yayın şekli
itibari ile tam bir dergi özelliğini taşımaktadır31.
SM Dergisinin ismi 1912’den sonra Sebîlürreşad olarak
değiştirilerek 1925 yılına kadar yayın hayatına devam etmiştir. 1925 yılından
sonra uzun süre yayın hayatından çekilen SR Dergisi aynı ad ile birlikte
(1948-1965) yılları arasında tekrar ve bu defa yeni harflerle
yayınlanmak üzere neşriyatını tamamlamıştır. Sonradan dergiler 48 cilt halinde
toplanmıştır32.
Eşref Edib’in (1940-1948) yılları arasında çıkardığı ikinci devre SR
ile ayını mahiyet ve şekilde olmak üzere İslâm Türk Ansiklopedisi Mecmuası
SR’ın bir devamı sayılmalıdır33. Yayın hayatı boyunca birkaç kez kapatılan SR
bu kapatılmalardan birinde yayınına ara vermemek için ismini Sebîlünnecât
olarak değiştirmiş ve iki sayı (no.300 ve 301, Haziran 1914) bu isimle
basılmıştır34.
Dergi bazı sayılarında birkaç kez baskı yapmış ve bu sayılarda üzerine kaçıncı
baskı olduğuna dair ibareleri koydurmuştur. Dergi Anadolu’ya halkı abone
yapacak memurlar da göndermiştir. İslâm Dünyası’nın birçok yerinde bilhassa
Türkçe konuşan Müslümanların yaşadığı yerlere gönderilen derginin Rusya
Hükümeti tarafından bir süre sınırları içine sokulmasının yasaklandığı da
bilinmektedir40. Derginin sansüre uğrayarak bazen tamamen boş çıkan
sayfaları bulunmakla beraber dergi basıldıktan sonra sansür geldiği için üzeri
boya ile kapatılmış yerleri de vardır41. Tüm bu zorluklara rağmen
dergi faaliyetlerine hiç yılmadan devam etmiştir.
Dönemin
önde gelen İslâmcı yazarların yazıları SM/SR Dergisi’nde
yayımlanmıştır. Derginin yazarları arasında M. Akif Ersoy “derginin isim
babası olarak bilinir", Manastırlı İsmail Hakkı, Şeyhülislam Musa
Kâzım, Babanzade Ahmet Naim, Bursalı Mehmed Tahir, Ebülûla (Mardin),
Mithat Cemal (Kuntay), Halim Sabit (Şibay),
Aksekili
A. Hamdi (Ö.1951), Mahmut Esat, İzmirli İsmail Hakkı, Tahir el-Mevlevi,
Ali Ekrem, Ferit, Şerafeddin, Abdürreşid İbrahim, M. Şemseddin, Abdüllatif
Nevzat (Nevzat Ayasbeyoğlu), Peyami Safa, Bereketzade İsmail Hakkı,
Cevat Rifat Atilhan, Kâmil Miras, H. Basri Çantay, Ömer Rıza, Raif Ogan, Prof.
Dr. A. Fuat Başgil, Kadircan Kaflı ve birçok isim zikredilebilir. Dergide, Ş.
Reşid Rıza ve M. Ferid Vecdi’yi Akseki Ahmet Hamdi Abdülaziz Çaviş’i Mehmet
Akif ve Mehmet Şevket, Ş. M. Abduh’u Hüseyin Mazhar çevirmişlerdir.35. Yazılarının
Osmanlıca’ya çevrildiği bu isimlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı’dan daha önce
işgale uğradığı için Osmanlı’dan önce intibah ve teceddüt bu bölgelerde
başlamış ve Osmanlı aynı problemleri yaşadığından ve şartlar da birbirine benzediğinden
hazır reçeteleri bu isimlerden almak suretiyle kendi problemlerini çözme yoluna
gitmiştir. Dergide bu isimlere yer verilmesinin önemli bir etkeni bu
zikrettiğimiz nedendir.
SR’da
yazı yazan yazarların bazıları yazılarının altında ya mahlaslarını ya da kısa
adlarını kullanmışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ali Ekrem (Namık
Kemal), Âsım (Mustafa Âsım), Âynî (Mehmet Ali Aynî), Bâkî (Mehmet
Bâkî), Behçet (Mehmet Behçet), Bedreddin (Mehmet Bedreddin),
Cevdet (Ahmet Cevdet), Fatin (Mehmet Fatin), Hakkı (İspartalı
Hakkı), Hamdi (Mehmed Hamdi), Hilmi (Ahmed Hilmi), Hüsnü (Hüseyin
Hüsnü), Nazmi (Ahmet Nazmi), Nazif (Süleyman Nazif), Nusret
Kâzım (Halide Nusret Kâzım)dır36. Dergi dış ülkelerdeki basını ve belli başlı
yazarları bilim adamlarını ve tartışılan konuları yakından takip etmektedir. Times,
Lajournal, el-Menar, Fransa Enformasion Gazetesi, Bombay; Kronikl Gazetesi’nden
ve R. C. Barsewens, C. V. Lichtner, Cenova’da Prof. Edward Monte gibi
kişilerden alıntılar yapmaktadır.
SR
ihtiva ettiği konuları ise şu şekilde belirtmektedir; SR iki kısımdan
ibâret olup birinci kısım ilmî, ikinci kısım ise siyâset ve hayât-ı
İslâmiyyeden bâhisdir. Birinci kısmın içerdiği konular: Tefsîr-i şerîf -
Hadîs-i şerîf - Felsefe - İctimâiyyât - Fıkıh ve fetâvâ - Edebiyyât - Târih -
Terbiye ve ta’lim - Hutbe ve mevâiz - Makalât. İkinci kısmın muhtevî olduğu
mebâhis: Makalât - Siyâsiyât - Hayât-ı akvâm-ı İslâmiyye -Harekât-ı ilmiyye ve
fikriyye - Mekâtîb - Matbûât - Şu’ûn. Bir de ilâve kısmı vardır ki -Tenkîd ve
takriz- ile -İslâm ticâretgâhları, âsâr ve erbâb-ı sanâyii’ne muhtevîdir. Her
kısım hakkında ta’kîb olunacak program kısm-ı mahsûsunda beyân olunmuştur37.
Başlangıçta
modernist İslâmcıların görüşlerine de yer veren ve daha sonra çıkan görüş
ayrılıkları sonucu bu grubun İslâm Mecmuası’nda toplanmasıyla gelenekçi
İslâmcı bir havaya bürünen SR Dergisi etkinliğini Cumhuriyet döneminde
de sürdürmüştür38.
Ferid Vecdi gibi modernistlerin dergide yazılarının yayınlanması Batı
medeniyetinden haberi olan modernist Türk İslâmcılarının faaliyetlerini
kuvvetlendirdi. Fakat şeyhülislamlığın ağır fetvalarına bağlı kalan derginin
umumi havası yine eski gergin ve saldırıcı ruhu saklamaktaydı39.
İslâm Mecmuası
etrafında bir araya gelen Türkçüler, İttihat ve Terakki’nin sosyal ve siyasal
alanda yapacağı bazı yeniliklere teorik destek sağlamak amacıyla pek çok
yazılar yazmışlardır. Ziya Gökalp (Ö.1924), Şerafeddin Yaltkaya (Ö.1947)
ve Halim Sabit’in başını çektiği bu akıma mensup yazarlar, dinin temel
esaslarını göz önünde bulundurmakla beraber yeniliklere ve fıkhın bazı
kavramlarına yeni yorumlar getirme taraftarıdırlar40.
Dergide
yayımlanan çeşitli yazılarda, Mısır’da meydana gelen intibah ve teceddüdden
övgü ile söz edilmekte ve İstanbul ile İslâm Dünyasının önemli merkezleri
Mısır’ın durumu ile mukayese edilerek İstanbul’un ilmi ve fikri açıdan geri
kalması II. Abdülhamid döneminin baskıcı yönetimine bağlanmakta idi41. Dergide Mısır
kaynaklı birçok tercümenin bulunması derginin bu kaynakları kendi fikri gibi
sahiplendiğini de göstermektedir42 43 44.
İslâmcı
hareketin kuvvetli yayın organı olan SM in karşısında Avrupa fikir
hayatını aksettiren ve Batı’nın yeni edebiyat anlayışına uyan Servet-i Fünun
Dergisi (1891-1944)5
yer almaktaydı. Bu durum bize Abdülhamid’in maarif hayatında autocratiquesr
idareye zararı dokunmamak şartıyla doğu ve batı fikirlerinin paralel
gelişmesine imkân verdiğini göstermektedir45. SM/SR Dergisinde hemen hemen her
sayısında Batıcılarla girişilen tartışmalar görülür46 47 48. İslâmcılar, Batıcıların
kısmî ve tam batıcılar diye ayrılan iki kutbunu da şiddetli bir biçimde
eleştirmişlerdir. Tam batıcıları -bunlar Celal Nuri’nin (Ö.1938)
liderliğindeki kişilerdir- toplumdaki bütün değerleri tahrip etmeye
çalıştıklarından, kısmi batıcıları dediğimiz îctihâd Dergisi (1904-1932) etrafındakiler
değerlerden yararlanabilmek amacıyla kendi kendilerinin değerlerini ve yeni bir
din yaratmak içine girdiklerinden eleştirmişlerdir47.
îctihâd
Dergisi etrafında
toplanan Batıcılar, dini sosyal hayattan tamamen tecrit etmemekle beraber onun
sosyal fonksiyonunu daraltma cihetine gitmişlerdir. Mevcut din anlayışını
Arapların devr-i istilasında oluşmuş ve hurafelerle dolu, ilerlemeye engel
olarak tanımlayan bu akım, mezheplerin birleştirilmesini, ictihad kapısının
yeniden açılmasını ve mevcut din anlayışının değiştirilmesini teklif
etmektedir. Bu akımın önemli kalemlerinden olan Kılıçzade Hakkı (Ö.1960),
mevcut din anlayışının softaların, dervişlerin ve şeyhlerin tesiriyle
oluştuğunu iddia etmiş, kendilerini, hakikat-ı Kur’aniyye dindarı, ilim, fen ve
kültür taraftarları olarak nitelemiştir. Aynı fikir akımına mensup Abdullah
Cevdet’e (Ö.1932) göre ise, Osmanlı Müslümanlığının kurtuluşu,
çağdaşlaşmasına bu amaç için başka bir toplum haline gelmesine ve Batı
düşüncesini benimsemesine bağlıydı. Gerekirse İslâmi kalıplar ve gerekçeler
kullanılarak bu sağlanmalıydı48.
îctihâd’ın
bütün yayın hayatında din konusunda sistemli bir programın olduğu dikkat
çekicidir. Dergi, Meşrutiyet’ten itibaren genel olarak dinlerde, özel olarak da
İslâmiyet’te bir takım sosyal konularda yenileştirme ve değiştirmelerden
başlayarak sonuçta inanç meselelerinde şüphe ve tereddüt uyandıracak yayımlara
girişmiş, zaman zaman deist bir din telakkisine kapılmıştır. 1918’den sonra
yeni bir din anlayışı telkinine çalışmış, ardından Bahaîliği49ve Cumhuriyet devrinde laiklik kanısında katı
bir devrimciliği savunmuştur50.
Abdullah Cevdet din konusundaki görüşünü şöyle ifade etmektedir: Bizde i’tinâ
ve muhâfazaya lâyık dîn yoktur ve usûl dâhilinde verilecek birterbiye-i
vicdâniyye sayesinde milletimizi dînin bu ma’nevî kıymetleriyle dîndâr kılmak
vezâif-i âliyyesi huzûrundayız51.
İctihâdcılara
göre doğudan gelen her şeyi geri, Batı kökenli olanları ileri idi. İlericilik-
gericilik İctihâdcıların Osmanlı fikir hayatına kazandırdıkları sözcüklerdir.
Onlara göre Medreseye karşı çıkılmalı, laikleşme önerilmeli, gelenek
dışlanmalı, kadın hakları ve çağdaş aile modeli savunulmalıdır. Arap
harflerinin değiştirilmesi, uluslar arası tartı ve ölçü sisteminin benimsenmesi
İctihâd’ın gündemindeki diğer konulardır52. SR Dergisi’nde İctihâdcı Abdullah
Cevdet’e yapılan eleştiriler mevcuttur. Örneğin: ma’hûd mecmûa sâhibi ve
sâhih-i müdîri Abdullah Cevdet Bey’in son zamanlarda bazı icrââtını görüyoruz
ki bunları meskût geçmek kâbil değildir53.
SM/SR
Dergisi’nin medeniyet
çerçevesinde kısmî Batılılaşmaktan yana, modernist, telifçi ideolojisini
anlamayı sağlayacak temel konulardan bazıları şöyledir: İslâm Dünyası gerileme
ve çöküş içindedir. Bunun nedeni Avrupalılar’ın dediği gibi İslâm Dini’nin
terakkiye mani olduğu değildir. Gerçekte Müslümanlar ilmin hamisidir.
Avrupa’nın kültür ve yaşama tarzı hariç diğer Avrupa’da ortaya çıkan ve gelişen
değerlerin müsbet kısımları alınabilir. Müslümanlar İslâm hakkındaki bilgi,
anlayış ve bakış açılarını değiştirmeleri ve tashih etmeleri gerekir. İctihad
kapısının kapatılması ile taklid ön plana çıkmış bidat, hurafe ve batıl
inançlar Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. İctihâd kapısı açılmalıdır.
Kur’an Müslümanlara düşmanlarına karşı kuvvet hazırlamasını emretmektedir.
Bugun için de “kuvvet”; harp vasıtaları ve teknolojide ilerlemedir. Bunun için
ise eğitim ve öğretimin tüm yönüyle yeniden ele alınarak ıslahı gerekmektedir.
Yeryüzünde çoğu esir olarak yaşayan Müslümanların tek tek güçleri hem
kurtulmaları hem de ilerlemeleri için yeterli olmadığından İttihad-ı İslâm tüm
Müslüman ülkeler için ortak takip edilmesi gereken siyasi ve kültürel anlayış
olmalıdır. Şu anda siyasi birlik mümkün değilse de kültürel birlik ve dayanışma
öğeleri ortaya çıkarılmalıdır. Mezheplerin birliği ve tarikatlerin çıkardığı
bazı kopukluk ve ayrılıkların giderilmesi gibi. Siyasi yapı ve devlet anlayışı
konusunda derginin tutumu, idare tarzı yönünden klasik, kavram ve prensipler
açısından modern sayılır54.
Böylelikle SM/SR Dergisi; kurtuluş savaşında birlik beraberlik
konularını ele alarak tüm millete destek vermiş ve milletin motivasyonunu
güçlendirmiştir, diğer Müslüman ülkeler arasında köprü vazifesi yaparak
Müslümanların sesi olmuştur, Avrupa’daki ve dünyadaki fikri gelişmeleri
yakından takip ederek çağın ihtiyaçları noktasında yönlendirici fikirler ortaya
koymuş ve milli, dini, ilmi, ictimai, edebi ve siyasi konularda yazılar
yayınlayarak çok geniş kitlelere seslenmiştir, o dönemde ortaya konulan
eserlerin tanıtılmasıyla ilim hayatına canlılık kazandırmıştır, yazar kadrosu
zamanının seçkin kalemlerinden oluşması sebebiyle yazılarının ilgiyle
okunmasını sağlamıştır.
Görüldüğü
üzere SM/SR Dergisi kendi dönemindeki çözüm arayışları için
temsil kabiliyeti yüksek bir dergi olduğundan dergi bağlamında yapılacak
yorumlar o dönemin genel anlayışını yansıtacaktır55.
Hem
fikrî hem de siyasî buhran ortamında SM/SR Dergisi kendine düşen
görevi yerine getirerek çözüm yolları üretmiştir. Derginin aktivitist havasını
yansıtması açısından kendi ile ilgili bazı yazılarını vererek bu bölümü
bitireceğiz.
Geçenlerde
taşradaki kariîn-i kirâmımıza gönderdiğimiz beyannâmede demiştik ki;
SM’nin
neşrinden yegâne maksad Müslimânların intibâhına Müslimânlığın teâlîsine
hizmettir. Onun için bu husûsda elden gelen fedâkârlığın dirîğ olunmayacağı
tabîîdir. Ancak bu gâyeye vusûl için aynı fikrin, aynı maksûdun hâdimi bulunan
zavâtın elbirliğiyle çalışması lâzım geliyor ki, bu da cumhûr-i kâriînin
teksîrine himmetten ibârettir. Bunun üzerine her taraftan öyle iltifatlara,
teşviklere mazhar olduk ki, bu tûfân-ı teveccühe karşı teşekkürden âciz kaldık.
Bir ay zarfında birçok abone geldi. Kendilerinden beşer abone kaydı recâ’
olunan zevat telgraflarla yirmişer abone senedi taleb ettiler. Anlaşıldı ki
Müslimânların intibâhına, Müslimânlığın teâlîsine her tarafta şiddetli iştiyâk
var; bu uğurda kerkes elinden gelen fedâkârlığı îfâya bin can ile müştâk. Şu
halde yapılabilecek şeylere hemen teşebbüs etmek lâzım geldi. Bir taraftan
maârif-i İslâmiyye’nin terakkisine, uhuvvet-i İslâmiyye’nin te’yîdine hâdim bir
hey’et, bir cem’iyyet teşkîli için lâzım gelen program hazırlanıp, ber mûceb-i
kanûn Dâhiliyye Nezâretine derdest-i takdim olduğu gibi, diğer taraftan da
risâlemizin hem hey’et-i tahririyyesinin, hem münderecâtının tanzimine teşebbüs
olundu. Bunu haber alan büyük bir Müslimân da cenab-ı âtıfetini risâlemizin
üzerine gerdi. Çalışmak için bize pek azîm bir itmînân verdi. Fî-sebîlillâh
Müslimânlığa hizmet uğrunda garazsız, ivâzsız çalışan fedakâr muharrirlerimizden
başka, ulûm-i şer’iyye ve âlem-i İslâm hakkında vukûf-i küllîleri olan diğer
bâzı büyük İslâm muharrirlerine de mürâcaat olundu. Müslimânlığın intibâh ve
teâlîsi uğrunda hiçbir muâvenetten geri kalmayacaklarına dâir kendilerinden
va’d alındı. Bunun üzerine bütün milletce tanınmış olan âtîdeki zavât-ı
muhteremeden mürekkeb bir hey’et-i tahririyye teşkiline inâyet-i Hak’la
muvaffakıyyat hâsıl oldu. Üç buçuk seneden beri risâlemizin dîne, vatana, ilm-i
ma’rifete, âlem-i İslâm’ın oldukça tearüfüne, intibâh ve tevhîdine âcizâne
ettiği hizmetler cümlenin ma’lûmudur. Kendisinin istikâmet ve ciddiyyeti,
Cenâb-ı Hakk’ın lûtfü ve inâyeti sâyesinde az zaman zarfında bütün âlem-i
İslâm’a intişâr etti. Sadâ-yı îkâzı bütün Rusya, Çin, Hindistan hatta Japonyalar’a
kadar in’ikâs eyledi56.
Dergi
cehaletle savaşarak garbdaki yeniliklerin takipcisi olacağını ve Müslümanların
birbirlerini tanımalarını sağlayarak aradaki bağları daha da güçlendireceğini
şu şekilde ifade etmektedir:
..
.Sebîliirreşad, yalnız dalâlete karşı mücâdele ile kalmayarak reşâd ve
salâh cereyânlarının keşâdına da çalışacaktır. Hiç şübhesiz garbda inkişâf ve
terakkî eden nice nice ulûm ve fünûn vardır ki onları iktibâs etmek bir
farîza-i hayâtiyyedir. Müslimânlar’ın yekdiğerlerini tanımalarını ve
yekdiğerlerine yardım etmelerini, aralarında revâbıt-ı muhabbet ve uhuvvetin
teşyîdine çalışacaktır57.
Avni
Hakk’la Sebîlürreşad bugün yirmi üçüncü merhale-i cihâdına vâsıl oluyor.
Memleketteki dalâlet cereyânlarıyla mücâdele ede ede, salâh ve felâh âfaklarını
tenvîre çalışa çalışa hayât-ı neşriyyesini ta’kîb eden Sebîlürreşad
Meşrûtiyyet’in i’lânından bu güne kadar nice nice inkılâbât-ı rûzmerreye şâhid
olmuş; fakat dâima memleketin ve millet-i İslâmiyye’nin ruh-u intibâhında
doğacak esâslı ve devâmlı inkılâb için çalışmıştır58.
Dergi
on altı yıl dine hizmet ederek amacını gerçekleştirme yolunda büyük adımlar
attığını şöyle vurgulamaktadır:
Sebîlürreşad
bu nüshasıyla yirmi beşinci cildine başlıyor. Cenâb-ı Hakk’ın bu lûtf-i
tevfîkine ne kadar şükretsek azdır. Çünki mecmûamız yevm-i intişârından bu güne
kadar imtidâd eden on altı senelik hayât mücâhedesini nûr-u ilâhiyyeden
istimdâd feyz ederek idâme etmiş, Furkan-ı Hakîm’in gösterdiği doğru yolda
yürümeğe ve ümmet-i İslâmiyye’yi bûra-i müstakîme, bu tarîk-i felâh ve salâha
dâvete hasr-ı faaliyet ederek merâhil-i hayâtını kat’ eylemiştir...59.
BİRİNCİ
BÖLÜM
İSLÂM
DÜNYASI VE BATI
·
I.
XIX. YÜZYIL BATI DÜNYASINDA MODERNLEŞMENİN GETİRDİĞİ FİKRÎ AKIMLAR VE BU
AKIMLARIN OSMANLI TÜRKİYESİ’NDEKİ ETKİLERİ
·
A. Pozitivizm
XIX.
yy.’ın ikinci yarısı ile XX. yy.’ın başlarında düşünce hayatında önemli rol
oynayan felsefi akımlardan biri pozitivizmdir61. Auguste
Comte (d.1798-ö.1857) tarafından sistemleştirilen pozitivizm
birçok ülkede yayılmış ve taraftar bulmuştur. Pozitivizm bilim, sanat,
edebiyat ve hukukta da belirli bir düşünce biçimini ifade etmek için
kullanılmıştır.
Modern
çağın etkisi ve bilime verilen değerin artmasıyla ortaya çıkan bir bilim
ideolojisi olan pozitivizm (klasik pozitivizm) uzun süre bilimin yerini
alarak kendi ilkelerini bilime yüklemek suretiyle bilimin ne olduğunu ve ne
olması gerektiğini belirlemiştir60 61.
Klasik pozitivizm daha sonra mantıkçı pozitvizm62 olarak devam etmiştir. Osmanlı’nın son
dönemine Klasik pozitivizm tekabül etmektedir.
Batıl
inançları, metafiziği ve dini insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi
düşünce tarzları ya da formları olarak gören modern bilimi temele alan bir
dünya görüşü olan pozitivizm 63; felsefi akım olarak XIX. yy.’ın ikinci
yarısında Fransa ve Avrupa’da, XX. yy.’ın ortalarına kadar da Latin Amerika ve
Orta Doğu’da etkili olmuştur. Batı dünyası bu etkilerin izlerini taşımaya devam
etmektedir. Günlük hayat halen bilim ve teknoloji ile iç içe olup her şey
rasyonel mantıkla ve mekanik modellerle izah edilmektedir64. Pozitivizm Comte’dan sonra Litre,
Tane, S. Mill, H. Spencer ve E. Durkheime gibi kişilerle varlığını değişik
biçimlerde sürdürmüştür65.
Comte’un
pozitivist sisteminin temel hareket noktası felsefeyi bilimselleştirmek
ve XIX. yy. Avrupası’nın içinde yüzdüğü sosyal bunalıma bir çare bulmaktır66. Bu akıma göre
toplumun sosyal dinamiğinin temel idesi ilerleme67olup bu da kendini Üç Hal Yasası’na göre
gerçekleştirmektedir68.
İzmirli
İsmail Hakkı, Pozitivizm hakkında şunları söylemektedir; îsbâtiyye hissden
başka vâsıta-i istihbar tanımaz, buna mebnî nefs-i nâtıkanın; (Cenâb-ı Hakk
olsun, madde olsun, kuvvet olsun, ne olur ise olsun mutlaka idrâke kâbiliyeti
yoktur) iddiâsında bulunur, asl-ı eşyâ, mebde ile meşgul olmadıkları gibi
gaye-i eşyâ mead ile de meşgul olmaz. Bunlar hakkında bizi cehl ile ithâm eder.
Bu bâbda dermiyân olunan iddiâların hepsini gayr-i yakîni görür69. A. Comte İsbâtiyye
Mezhebini îzâh, dîn tasavvurunu, felsefe-i ûlâyı ilm-i beşer hudûdu
hâricine ihrâç için tekâmül-i ilmî târihinden müstahreç olup hâlât-i selâse
kanûnun tesmiye ettiği şeye istinâden bir sebeb daha ityân ediyor. Şöyle ki:
Nefs-i nâtıka ale-t-teâkub üç muhtelif hâl geçirir: Hâl-i ilâhi, hâl-i
mâ-badü’t-tabiî, hâl-i ilmî veya hâl-i müsbet70.
Comte
pek çok düşünür gibi içinde yaşadığı kültürdeki dini krizleri, sosyal
çalkantıları, kilisenin nüfuzunu kaybetmesini ve bilim karşısındaki yenilgisini
polemik konusu haline getirmiştir78. Tanrı ve ilk sebep gibi
düşüncelerin boş düşünceler olduğunu söyleyerek bütün dini inançları bir kenara
itmiştir79. Ancak daha sonra kendisi de dinin çok öncelerdeki uzak
şeklini basit bir putperestliği, özlü ve kısa bir Yunan mitosu şeklini kabul
etmekteydi80.
Comte'un
Türkiye ile ilgisi, 3 Kasım 1839'da Gülhane Toplantısı ve arkasında idari
ıslahat ve Tanzimat işlerinin başlamasıyla bunun Avrupa'da özellikle Fransa'da
oldukça ilgi çekmesinden sonra Comte'un o sıralarda Mustafa Reşit Paşa'ya (Ö.1858)
gönderdiği bir mektupla başlar81. Dirayetli ve enerjik devlet
adamlarının tesiriyle oluşan Tanzimatçılık teşebbüsü sıkı bir sebatın sonucu
olmuştu. Henüz Rönesanssını gerçekleştirmemiş ve felsefi çağını yaşamamış bir
toplum için girişilen bu çaba tarihin de gösterdiği gibi istenileni tam olarak
verememiş neticede Tanzimat hakkında Namık Kemal (Ö.1888) ile başlayan
tenkitler ve 1876'da I. Meşrutiyet’in kısa ömürlü olması bunun net göstergeleri
olmuştur. Dolayısıyla Comte'un da önerdiği gibi bir bünye değişikliğinin
yapılması gerekmekteydi. Bu da Comte düşüncesinin yapı taşlarından olan
‘hadiselerin seyri gereğince beliren’ ve ancak insanlar tarafından kanalize
edilen bir istihalenin gerçekleştirilmesiyle olacaktı71. Pozitivizm kriz dönemindeki Osmanlı
için uygulanması düşünülen, daha çok siyasi yönlü bir reçetedir. Ülkede din ile
kurulmak istenilen bağlamı, tartışmalara neden olmuş ve tepkiler çekmiştir.
Yeryüzündeki
Allah inancını yıkmayı amaçlayan pozitivizmin yayılması için çok çaba
harcanmıştır. Bunun için her ülkede temsilciler bulmak üzere çalışmalar
yapılmıştır. Bu hususta üzerinde ısrarla durulan ülkelerden biri de Türkiye
olmuştur. Bunun nedeni, gerek Comte’un gerekse diğer pozitivistlerin, Türklerin
diğer Müslüman ülkeler üzerindeki nüfuzlarını bildikleri için bundan
faydalanmayı düşünmüş olmaları ve elde edebildikleri Türkler vasıtasıyla pozitivizmi
Müslüman ülkelerde yaymak istemiş olmalarıdır72.
Gelişme
fikrine duyulan imanın Avrupa’da çokça üzerinde durulduğu gerçeğiyle kaynağı
Comte’un pozitivizmi olan bu düşünceye göre teolojik ve metafizik çağ geride
kalmakla beraber aklın, mantığın ve bilimin egemen olduğu pozitivist çağ
başlamıştı. Bu fikrin Osmanlı aydınları arasında benimsenmiş olduğunu ve bunun
neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin şekillendirilmesinde pozitivizmin
etkilerini görmek mümkündür73.
Osmanlı, XIX. yy.’da yalnızca coğrafi parçalanmayı değil aynı zamanda zihni bir
parçalanmanın olduğu kritik bir dönemi yaşamaktaydı74.
Meşrutiyete
girerken Batıcılar, Osmanlıcılar, Türkçüler75 siyasi bakımdan aynı fikir etrafında
birleşebilmelerine rağmen dört yıl süren hürriyet hayali gölgelenince, bu fikir
akımları arasındaki anlaşma ve birlik bozuldu. Onlardan her biri siyasi yönde
kendi fikirleri çerçevesinde ayrı ayrı çıkar yol aramaya kalktılar. Bu devirde
Türkiye’de yeni bir sosyal reform yapma düşünceleri ve atılımları belirmeye
başladı. Artık Tanzimatçılar gibi yalnız medeniyetçilik ve terakki fikri ile
sorunların halledilebileceğine inanılmıyordu. Beklenen siyasi değişmenin
gerçekleşmesine karşın bu değişme toplumda hiçbir düzelmeyi doğurmamıştı. Öyle
ise siyasi değişmeden daha derinlere, toplumun yapısına inmenin gerekli olduğu
düşüncesi hâkim olmaya başladı76.
Aydınlarımızın
çoğunluğu, o zamanlar Batı’nın üstünlüğünün nedenini sorguladıklarında bunu
teknikte “uygulayımda” görüyorlar, uygulayımı da materyalist, pozitivist ve
natüralist düşüncelerin bağlamı içinde ele almaktaydılar77. Bunun için pozitivizm düşüncesi
ülkemizde yayılmak istendi. Pozitivizmdin yayılmasında diğer iki önemli
etken ise; ülkenin içinde bulunduğu kritik durum ve dış güçlerin iktidar
mücadelesidir.
Ülkemize
farklı yollardan giren bir düşünce akımı olan pozitivizm; Türkiye’ye
girişinde Fransızca tedrisat yapan okullar, Avrupa’ya gönderilen bazı
öğrenciler, çeşitli eğitim müesseselerimize gelen yabancı uzmanlar etkili
olmuşlarsa da en önemli etkinliği edebiyat ve İttihat-Terakki oynamıştır. O
dönemde felsefi bir kanal söz konusu olmadığı için pozitivizm ile ilgili
fikirler edebiyat yoluyla Türkiye’ye aktarılmıştır78. Bununla birlikte tercümeler, dernekler, Yeni
Osmanlılar Cemiyeti (1865) ve İttihat-Terakki Cemiyeti ile Türkiye’ye
giren pozitivizm; Servet-i Fünûn (1891-1942), Ulûm-u İktisâdiye ve
İçtimâdiye (1908-1910) ve İçtimaiyat (1917) Mecmualarında etkisini
net bir şekilde hissettirmiştir79.
Türkiye’de
Beşir Fuat (Ö.1942), Ahmet Rıza (Ö.1930), Salih Zeki (Ö.1921),
Rıza Tevfik (Ö.1949), Hüseyin Cahit Yalçın (Ö.1957), Ahmet
Şuayb (Ö.1910), Ziya Gökalp (Ö.1924) gibi taraftarları olan
maddeci, pozitivist ve tanrı tanımaz düşünce akımları ülkede çoğalıp
genişlemeye başlayınca bunlara karşı eleştiriler ortaya konulmuştur80. Bu eleştirilerde
bulunan başlıca düşünürlerimizden Şehbenderzâde Ahmet Hilmi81, İsmail Fenni Ertuğrul (Ö.1946) ve
Mehmet Ali Ayni (Ö.1945) yi sayabiliriz. Fındıkoğlu ‘Her metodoloji
sistemi, Türkiye'nin sosyal meselelerine aynen tatbik edilmemeli, edilmiş
olanları yeniden tenkit ve tetkik etmeli taklit ve pasif tatbikten kaçınılmalı.
Metotlar içinde en çok pozitivist metoda böyle yaklaşılmak' diyerek pozitivizmi
eleştirmektedir82.
Daha
teknik ve kapsamlı olarak; “modern dünya görüşünün94 erken döneminin
en etkili fikirleri olan tabii teoloji ve ahlâk teolojisi; dayandıkları
öncüller ve ulaştıkları sonuçlar ile içtimai fizik teolojisine kapı
açmışlardır. Dinin ve dinî olanın parantez içine alındığı süreç içtimai fizik
teolojisinin kuruluşu ile birlikte felsefi sistem olarak modern dünya görüşünün
yaygınlaştığı dönemi simgelemektedir. Artık bütün değerlerin kaynağı tabiatın
keşfini kurallara bağlayan bilimsel bilgi ile insanların bir arada yaşamaları
ve birbirleriyle olan ilişkiler biçiminin ürettiği tasarımlar biçimidir”83 şeklinde ifade
edebileceğimiz pozitivizm felsefi temellerini mantıkçı pozitivizmde
daha da olgunlaştırmıştır.
Kelâm
ilmi açısından ise durum diğer İslâmî ilimlerden faklı bir şekilde anlam bulmuş
ve tarihsel bir dönüşüm olarak adlandırabileceğimiz modern çağ ve bu süreçte
ortaya çıkan yeni düşünce akımları karşısında yetersiz kalan kelâm ilminin
yerini başka ilimler almıştır. Bu yer değiştirmenin farklı nedenlerini saymak
mümkündür. Bu nedenlerden biri insan hayatını bilimsel temele dayalı anlama ve
yorumlama çabası olan her şeye bilimsel açıklamalar yapmak, örneğin toplumsal
sorunları sosyoloji vasıtasıyla çözme düşüncesidir. Bir başka deyişle
teolojinin yerini sosyolojinin alması ve dinin sosyolojik açıklamaya tabi
bırakılarak indirgemeci bir yaklaşımla ele alınmasıdır84.
İnsanların,
Cenâb-ı Hakk’ı ve mefhumunu bilmelerinin ancak vahy-i ilâhiden sonra
gerçekleştiğini söyleyen SR Dergisi şunlara vurgu yapmaktadır;
Fakat
emin olmalı ki gerek ‘Descartes’ın85 gerek başka âlim ve filozofların isbât-i
vâcib maksadıyla ortaya koymuş oldukları delillerin kâffesinde dikkat
edilecek bir nokta vardır. Bu nokta çok dikkate şâyândır. Görülüyor ki bütün
filozoflar Cenâb-ı Hakk’ın vücûdunu hissediyorlar, Cenâb-ı Hakk’ı arıyorlar.
Varlığını muhtelif delillerle isbâta kıyâm ediyorlar. Delilleri kuvvetli,
makbûl oluyor yâhûd olmuyor. Bu ikinci asıl mes’ele Cenâb-ı Hakk ve mefhûmunun
zihinde husûlü, vücûdudur. Bu mefhûm ise zihn-i beşerde ancak ve ancak vahy-i
ilâhiyyeden sonra hâsıl olmuştur. Eğer vahy-i ilâhi olmamış olsa idi emin
olmalı ki beşeriyyet, vahy fikrini zihninden geçiremez, ma’lûm olan isbât-i
vâcib delillerini ortaya koyamaz, el-Vehiyyet mefhûmunun vücûdundan bile
haber-dâr olamaz idi. Tabiatın dârât ve ihtişâm-ı hârikü’l-âdesi onu mebhût
etmekle berâber beşer kendisini azim, nâ-mütenâhi, fakat dâimâ âsım ve ebkem
bir mihânikiyyet karşısında bulmaktan başka bir mertebeye vâsıl olamaz idi86. SR Dergisi’nin
üzerinde durduğu bir diğer husus da Pozitivizm’in iddia ettiği gibi
insanlık son terakkisini yaşıyorsa bu kadar sosyal ve psikolojik problemlerin
insanları neden sıkıntı içine sokmakta olduğu hususudur. Şöyle ki;
Fikr-i
insâniyyenin yükseldiği iddiâ’ olunan vicdân-ı insâniyyeyi böyle târıbar çenber
içine koyup beşeriyeti fir’avnlar devrine ircâ’ etmeğe çalışmak ne kadar
şâyân-ı teessüfdür. Sonra Spencer gelmiş, usûl-i diniyyenin bütün ulûm ve
felsefeye tevfik-i mütlâkını tesbit eylemiş ve Kibarlar Dîni nâmını alan
ve Fransa Hükümeti’ni bir vakitler lâ-diniliğe sevk eden pozitivist dininin
sahâfetini ayrıca beyân etmiştir... Terakkiyât-ı fenniyyenin nice nice merâhil
kat’ ettiği bu devirde beşeriyetin döktüğü kan, taşıdığı ihtirâs, çektiği
mezâlım, insâfdan tebâüd, nefret ve husûmette şiddet, hep bunlar ma’neviyâtta
vakı’ olan tezebzübün neticesidir87.
Devrin
fikir buhranı içinde körü körüne Batı hayranlığına düşmüş sözde aydınların
karşısında duran ve yabancı zararlı akımlarla mücadele eden SR Dergisi
gibi Hikmet Dergisi’nin de gündeminde aynı sorunlar vardı88. Hikmet
Dergisi, pozitivizme karşı SR’ın yaptığı benzer eleştiriyi
yapmaktadır.
Mucizeler
konusunda Reşid Rıza’nın artık “İslam’ın gelişi sayesinde insanlık olgunluğa
ulaştı ve mucizeler çağı sona erdi, bugün mucizelerden bahsetmek insanların
imanlarını da kuvvetlendirmiyor” demektedir89. Mucizeler konusunda Ferid Vecdi şunları
söylemektedir: Cenâb-ı Hakk kullarına merhamet ederek onları idrâk-ı hakîkatinde
efkâr-ı hayrân bırakacak bir takım hasâis ile meftûr peygamberler gönderiyor, o
insanlar da o peygamberlerin sıdkına, şerâitlerine mütâbaatın zarûretine
inanıyor ve bu mu’cizelerle istidlâl ediyordu. Lâkin bugün akl-ı beşer kemâli
bulmuş, insâniyet sinn-i rüşde erişmiş olduğu için artık mu’cizeler, hârikalar
devri geçmiştir90.
·
B. Materyalizm
Materyalizm913varlık
veya gerçeklik hakkında bir görüştür. Bu görüşe göre var olan veya gerçek olan
sadece maddedir. Madde evrenin aslî veya temel kurucu unsurudur. Sadece
duyumlarla algılanabilen varlıklar, süreçler veya muhtevalar vardırlar ve
gerçektirler. Evren: zekâ, gaye ve nihai sebepler tarafından yönetilmez veya
yönlendirilmez92.
Maddenin
parçalanamayan ve yok edilemeyen parçasının atom olduğu düşüncesinin kimya
alanında yapılan deneylerle daha da kuvvet kazanması, maddenin sakımı kanunu,
astronomideki keşifler, fizikteki hareket kanunları gibi materyaller ve
biyolojide tekâmül nazariyesinin değer kazanması düşünceye maddeci bir
perspektiften bakmaya ve olayları maddeci anlayışa göre değerlendirmeye neden
olmuştur.
Eski
atomculuk mezhebine dâhil olanlardan yeni materyalistlere kadar diğer ismiyle maddiyyûn
mezhebi temsilcileri her zaman fikrin tezahürlerini, madde ve maddenin
hareketiyle izah etmeye çalışmışlardır93. Tarihî Materyalizm, Darwinizm ve
Pozitivizm şeklinde yayılma imkânı bulan94 XIX. yy. materyalizmi Büchner (bizde
maddeciler arasında müşterek üstat olarak gösterilir), Heackel ve Karl Vogt
gibi maddeci düşünürlerle son şeklini almıştır.
Materyalizm,
Karl Marx (d.1818-ö.1883) ve Engels (d.1820-ö.1895 ile tarihi
maddeciliğiyle kuvvet kazanmış ve Komünizm yoluyla dünyaya yayılmıştır95.
SR
Dergisi'nde Meb’ûs Hoca
Şükrü Müslimânlıkla Komünistlik Kabil-i Te’lîf mi? adlı makalesinde
komünizmle Müslümanlığı karşılaştırmak suretiyle Müslümanlığın ilkelerinin daha
parlak ve orijinal olduğunu vurgulamaktadır96. Dergi komünizm hakkında Musa Carullah
Efendi’nin neşrettiği kitabın girişini okuyucularına aktarmaktadır97. Dergi, Abdürreşid
İbrahim Efendi’nin Rusya ve Çin’e yaptığı gezilerini topladığı hatıralarını Komünizm
ve Edyân adı ile yayımlayarak komünizm hakkında okuyucularını
bilgilendirmekte ve komünizmin dinlere özellikle de İslâm dinine nasıl
baktığını anlatmaktadır. Ayrıca Komünizm ve Dîn adlı makale ile komünizmin
dine karşı aldığı tutumun ne olduğunun ortaya konulması ve gençlerin
bilgilendirilmesi için dergide yayımlanmıştır98.
Osmanlı
Kültür hayatına ilk defa 1880'li yıllarda giren materyalizm gelişiminin
ilk evresini II. Meşrutiyet’in ilanıyla tamamlamıştır. Yaklaşık çeyrek yüzyıl
süren bu süreçte materyalizmin algılanış biçimi, onun bağımsız bir
felsefe sisteminden ziyade, diğer din dışı düşünce akımlarıyla organik bir
ilişki içinde bulunduğunu göstermektedir99.
Dünyanın
oluşumu ve insan varlığının teolojik olarak açıklanmasına karşılık, bilimsel
verilerin ışığında bir dünya ve insan tasarımı; gerçekliğin sezgiyle değil,
akılla algılanabileceğini öngören bir düşünce açısı; hayatın, manevi bir süreç
olmayıp, maddesel değişimin deney yoluyla kavranabilir gerçekliği olduğu
ilkesi, Osmanlı Materyalizmi" nin tanımını kolaylaştırabilecek
öğelerdir. Maddi ve manevi etkenlerin kaynaklık ettiği Osmanlı
Materyalizminin fikri kaynaklarını dolaylı ve dolaysız olarak ikiye ayırabiliriz.
Dolaylı kaynaklar XVIII. yy. aydınlanma felsefesini kuran Fransız
Ansiklopedistleri ve materyalistlerinin düşünceleridir. Dolaysız kaynaklar ise
Comte'un pozitivist düşünceleri, Claude Bernard'ın fizyolojik akımı ve Ludwing
Büchner'in biyolojik materyalizmidir. Osmanlı Materyalizmi"nin
oluşumunu hazırlayan maddi kaynaklar ise; Mekteb-i Tıbbiye, daha sonraları
Mekteb-i Tıbbiye’nin çekirdeği konumunda olacak Tıbhane-i Amire (1827),
Avrupa'ya öğrenime gönderilen öğrencilerin bu bilgi ve deneyimlerini Osmanlı’ya
aktarması bunun yanında çeşitli kuruluşlar, çeviriler, resmi-özel kütüphaneler
ve yabancı hocalar tarafından verilen dersleri sayabiliriz. Osmanlı
Materyalizmi’ni etkileyen bir başka kaynak da şehir hayatının fizyolojik
değişiminin çeşitli etkileridir. Dini yapıların din dışı yapılar karşısında
perdelenmesi iki mekân tipinin temsil ettiği düşünce evrenini yeniden bir önem
sırasına göre sıralanmasını zorunlu kılmıştır. Bu da Osmanlı aydınlarının
düşüncelerinde yerini almıştır. Bu kaynaklar II. Abdülhamid (ö.1918)’in
saltanatını kapsayan süreçte felsefenin temel konularının ayrıntılı bir biçimde
ele alınıp yeniden okumayı gerekli kılmıştı100.
Materyalizm'in
Türkiye'ye girişinde II. Meşrutiyetin fikir serbestliğini göz önüne alırsak
yapılan tercümelerin örneğin; Ludwig Büchner'in Madde ve Kuvvet isimli
eserinin Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından, Louis Büchner’in Madde ve
Kuvvet isimli eserinin Fenn-i Ruh ismiyle Dr. Abdullah Cevdet
tarafından ve Ernest Haeckel'in Vahdet-i Mevcut, Bir Tabiat Âliminin
Dini isimli eserlerini Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından tercüme
edilerek Türk okuyucularına sunmaları etkin olmuştur. Bununla beraber Cemiyet-i
İlmiye-i Osmaniye'nin (1860) Mecmua-ı Fünun'u101, Edebiyat-ı Cedide’den Servet-i Fünun
Dergisi, Dr. Abdullah Cevdet'in kurduğu İctihâd Kütüphanesin'den102 îçtihâd
Mecmuası (1904)103,
Teceddüd-i İlim ve Felsefi Kütüphanesinden (1326 h.) Piyano Mecmuası (1326
h.), Yirminci Asırda Zekâ Mecmuası (1328 h.) ve Felsefe
Mecmuaları (1329 h.) materyalizmin Osmanlı’ya girişinde etkili olmuş
yayın ve kuruluşlardandır.
Materyalizmin
Türkiye'ye girmesinde etkili olan fikir adamlarımız da erken dönemde tam olarak
materyalist olmamakla, dağınık ve metotsuz olmakla beraber materyalizmin
Türkiye'ye girişine zemin hazırlayanlar; Hoca Tahsin (d.1813), Beşir
Fuat (d.1852), Ahmet Mithat Efendi’dir. Sistematik şekilde savunarak
yayılmasını sağlayan temsilcileri: Baha Tevfik (d.1881), Suphi Erdem , Memduh
Süleyman, Doktor Edhem Necdet (Ö.1921), Celal Nuri (d.1877), Dr.
Abdullah Cevdet (Karlıdağ) (d.1869)’dır. Her ne kadar maddeci
görüşten etkilenen az sayıda fikir adamımız olsa da içlerinden savundukları materyalizm
düşüncesine orijinal katkılarda bulunduklarını söyleyebileceğimiz fikir
adamının olmaması şaşırtıcı bir durumdur. Bunun aksine maddeci görüşe yönelik
eleştiriler tutarlı ve orijinaldir. Materyalizm’in tecrübeyle, fenle ve
ilimle ilgisinin bulunmadığını felsefi bir çabayla doyurucu bir şekilde
eleştirmişlerdir104.
Materyalizm’e yapılan eleştirilerde Ahmet Mithat (ö.1912), İsmail
Fenni Ertuğrul, İsmail Ferit, Harputzade Mustafa Efendi, Şehbenderzade Ahmet
Hilmi105,
Arapgirli Hüseyin Avni, Halil Edip, Emin Feyzi, Ziya Gökalp, Ömer Ferit Kam, M.
Şemsettin Günaltay ve Ahmet Hamdi Aksekili isimlerini sayabiliriz. Namık
Kemal'in Renan Müdafaanamesi, İsmail Ferid'in İbtal-i Mezheb-i
Maddiyun, Harputizade Mustafa Efendi'nin Red ve İsbat,
Şehbenderzade'nin Huzür-ı Aklı Fende Maddiyün, Meslek-i Delaleti ve Allah'ı
İnkar Mümkün mü? ve İsmail Fenni'nin Maddiyyun Mezhebinin İzmihlali
materyalizme eleştiri olarak ele alınan eserlerdir. Materyalizm
varlığı tümüyle maddeye imdirgediğinden kelâmın en önemli ilkesi olan
yaratılışın dolayısı ile Allah’ın varlığının inkârı anlamına geldiğinden yeni ilm-i
kelâm dönem kelâmcıları ağırlıklı olarak mesailerini materyalizmin
reddine ayırmışlardır106.
SR
Dergisi, Batı’dan Kuvvet
ve Madde ve ona eşdeğer eserler nakledilirken neden bu eserlerin aleyhinde
olan eserlerin nakledilmediğini tenkid etmektedir;
Dînsizliği
ta’miye hâdim olan fikirler mevzû-i bahs edildikçe söylenen sözlerin garbda
muktebes ve âsar-ı garbdaki ârâ-yı sâibe ile müeyyed olduğu ileri sürülüyor. Ve
ale-l-ekser dinsizlerin ilm-i hâli hikeminde olan ‘kuvvet ve madde’ ile ona
mümâsil bir takım eserlerin münderecâtı red ve cerhi gayr-ı kâbil delâil
sûretinde ityân ediliyor. Filhakika Avrupa filozoflarından bazılarının bu
vadide yazılmış eserleri yok değildir. Fakat emîn olmalı ki bu fikr-i sakîmin
nâkizini iltizâm eden ve her biri âlemi ilm ve mârifette pek büyük bir şöhret
ve salâhiyyete sâhib olan diğer bir takım feylesoflarla onların eserleri de
vardır. Acebâ birinden bahs edildiği sırada niçin diğerlerinden bahs edilmiyor?
Birinin fikri nakl olduğu esnâda neden diğerlerinin efkârı meskût-u anh
kalıyor? Niçin yekdiğerine muhâlif olan efkâr nazar-i sahih ile tetkik ve
muhâkeme edilerek ortaya çıkarılmıyor yâhûd menfî bir netîce çıkarılmıyor da,
ilmen iki paralık kıymete hâiz olmayan ekvâl-i mücerrede ile iktifâ ediliyor?
Akıl ve insâf bunu mu iktizâ eder? Akıl, insâfı olan kimseler böyle gülünç ve
meshûra bir yola mı gider107?
SR,
maddeci düşünürlerin gerçekte bir tenâkuz içinde bulunduklarını söylemektedir:
... Ale-l-ıtlak dîni muarraza etmeğe çalışan feylesoflar bu hususta bir hakikat
gördükleri için değil, matlûb-ı hakkı göremedikleri için ve tâbir-i âharla
noksan idraklerinden dolayı o mücâdeleye sülûk ede gelmişlerdir. Avrupa’da
XVIII. asır mülâhidesi ve bütün mülâhide-i mâddiyyûn bunun en bâriz
misâlîdirler. Meselâ Bühner, maddeyi cüz-i ferdlerine ayıran nedir? Bunlar
arasındaki muvassalât ve münâsebât-ı harekiyye ve gayr-ı harekiyye hangi mebde
ile îzâh olunacaktır? Bu cihetleri asla idrâk edememiştir. Bunu idrâk eden mâddiyyûn
bile mâddiyyeye Vâcib-i Teala’ya istinâd ettirmeğe lüzûm görmüştür108.
Bu
tenâkuz SM' de de benzer bir şekilde ele alınmıştır: İşte mâddiyyûn
eczâ-yı ferdiyye ve madde hakkında bu vechle beyân ve iddiada bulunduktan sonra
biz madde ve kuvvetin fevkinde bir illet ve sebeb daha tasavvur edemeyiz. Zîrâ
biz gözlerimizle görmediğimiz şeyin mevcûdiyyetine hükmeylemeyiz demeleri
arasında açık bir tenâkuz bulunduğu şübhesizdir. Zîrâ bunların gözle görünmesi
mümkin olmayan zerrât-ı asliyyenin minelezel mevcûdiyyetine hükmetmeleri ve
âlemin şu he’yet üzere zühûr ve teşkîlini o zerrât miyânında birinin nasıl ise
muvâzenesine gaib ve diğerleriyle kesb-i ittisal ederek âlemin sâha-ârâya vücûd
olmasına sebeb olmuş bulunduğuna inanmaları hep gözle görmedikleri şeylerin
mevcûdiyyetini tasdîk ve i’tirâf değil midir? Ve işte bu tasdîk ve i’tirâfları
bize madde ve kuvvetin fevkinde bir sebeb ve illet daha tasvîr edemeyiz. Zîrâ
biz gözlerimizle gördüğümüz şeyin mevcûdiyyetine inanamayız demelerine münâfî
ve münâkız olmaz mı?109.
Daha
genel anlamda ve tarihsel olarak konuyu ele alan Ahmed H. Akseki şunları dile
getirmektedir110:
Materyalizm gibi cereyanlar toplumu terakkiye götüren değil, yok oluşa
götüren âmillerdir. Hangi milletin içine girmişlerse o millette ahlâkî bir
bunalım ve kargaşa yaşanmaktadır. Hâl böyle olduğu halde bu akımlar
kendilerinin ahlâkı ifsâd edici değil ahlâkı tamamladıklarını iddiâ
etmektedirler. İnsanlık tarihine baktığımızda kökenleri Dehriyyûri a
dayanan bu dînsizlik akımı mîlâddan önce III. ve IV. yy.larda ortaya çıkmıştır111. Bundan dolayı
maddecilik yeni bir fikir akımı olmayıp kökleri çok eskilere kadar
dayanmaktadır. Bu hususda istinadgâhımız tevârîh-i sahîhe ile Cemaleddin Afgani
(d.1838-ö.1897"), Şeyh M. Abduh, Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, ibn
Sinâ ve sâir-i hûkema ve felâsife-i hakikiyye tarafından bu babda te’lîf olunan
eserlerdir.
M.Ö.
III. ve IV. asırlarda Yunan Hükümetleri iki fırkaya ayrılmışlardı. Birincisi;
bir dîne mensûb olmadığı ve enbiyâyı tasdîk etmediği halde Cenâb-ı Bârî’yi
kabûl edenler idi. Bunlar vahyi hükmen kabûl ediyorlardı. Bunlara ilâhiyyûn
nâmı verilmişti. Bu fırkadan olanlar Fisagorat, Sokrat, Eflatun ve Aristo’dur.
İkincisi; maddenin ötesine geçemeyenler idi, bunlara mâddiyyûn denildi.
Bunlar Sâniî Teâlâ’yı kabûl etmiyorlardı. Bunların yanında ise bunları
düşündüren bir cihet vardı. O cihete göre maddelerin zâhir ve hâssalarında
ihtilâfın olduğuydu. Bu ihtilâfın kökeninde onların araştırmalarınca tabîat
kâil oldu. Tabîatın ismi Fransız Lügatinde ‘natür’ İngiliz Lügatinde ‘nature’
dir. İşte bunun içindir ki bu fırka Arapça’da tabîiyyûn, Fransızlarca natüralizm
yâhûd materyalizm diye tanınmıştır. Birincisi; tabîiyyûn ikincisi
mâddiyyûn demektir. Bu fırka mârazkar usûle i’timâd ettikten sonra
ma’deniyyât, hayvanât ve nebâtâtın ne sûretle meydana geldiğini îzâh konusunda
çeşitli fikirlere ayrıldılar. Bunlardan bir grub her şeyin tesadüfle oluştuğunu
söyleyerek Allah’a gerek olmadığını öne sürdü. Diğer bir grup icrâm-ı semâviyye
ve arziyyenin bu hey’et üzere vücûd-ı ezelîdir dedi. Her şeyin ezelî ve ebedî olduğunu
iddiâ ettiler. Bunlar bâtıldır. Çünkü miktar-ı mütenâhi içinde makâdır-ı gayr-ı
mütenâhiyyenin bulunmasını tecvîz etmek demektir. Hâlbuki mütenâhinin gayr-ı
mütenâhiye zarf olması aklen ve mantıken muhâldir112.
Üçüncüsü
ise; icrâm-ı ulviyye ve onun bulunduğu hey’et-i kadîm-i şahsiyye ile kadîm
olduğu gibi silsile-i hayvanât ile nebâtât da kadem-i nev’iyye ile kadîmdir
fakat nebâtât ve hayvanâtın cüz’iyyâtından hiçbir şey kadîm değildir. Bunlara
eleştiri olarak; yaratılışı nâkıs olan hayvanâtın pek çoklarından, tam hilkî
hayvanât tevellüd eylediği gibi, hilkati tam olan hayvandan da aslına muhâlif
olarak nâkıs-u’lhilka ve-yâhûd zâid-il-hilka hayvanlar meydana geliyor. İşte
silsile-i hayvanât üzerinde câri olan şu hâl bunların bâtıl da’vâlarının
sahâfetini tamamıyla ortaya koymaktadır. Burada anlatıldığı gibi materyalizm
bugün de devam etmektedir. Bu görüşü benimseyenler bu görüşe farklı bir vecih
ekleyememişlerdir. Günümüzde “ilm-i tabakat’ül arz” verileri bu
düşüncenin bâtıllığını ortaya koymakta tabîatın üzerindeki karanlık perdeleri
kaldırmaktadır.
Bunlardan
sonra müteahhirîn-i maddiyyûn önceki savundukları fikirlerden vazgeçerek bu
defa maddenin hâdis olduğunu söylediler. Bunda da iki farklı görüş ortaya
çıktı. Birincisi; arz güneşten ateş topu olarak kopup kendi etrafında
dönmesiyle içinde canlılar meydana gelmiştir. Bu dönme sonraları münkatı’
olduğundan tekvîni cerâsim de münkatı’ olmuştur. Diğeri ise buna tamamen
muhâlif olarak, tekvîni cerâsim münkatı’ olmamıştır, demektedir. Bunlara
eleştiri olarak şu iki fırkadan her birisi bu cerâsimin yaşamalarının sebebini
beyandan âciz kalmışlardır. Bunlardan bazıları ise şöyle idâre-i kelâm
ediyorlar. Küre koptuğunda ecsâm mevcuddu. Ayrıldıktan sonra bu gerçekleşmedi.
Arz güneşte iken ecsâm var idi. Buna eleştiri olarak; nasıl oluyor da yalın
ateş olan arzda bu ecsâm yanmadı.
İkincisi
ise; noksandan zirve-i kemâle suûd etme noktasındaki ihtilaftır. Birinci görüşe
göre canlılar yaşam sürecinde güçlü olan diğerini kendine cezp eder ve
noksandan mükemmele gider idi. Buna cevaben at, eşek ve himar neden farklı
olarak yaşamaktadırlar? İkinci görüşe göre canlılar cevher olarak aynı ve eş
değerdedir. Fakat zaman ve mekânın şartları, bulunduğu muhîtin te’sîriyle
oranın özelliğine göre değişim geçirmesi câizdir. Bu mezhebe uyanların reîsi
Darwin’dir113.
Maddecilik
düşüncesi ontolojik ve epistemolojik anlamda her şeyi kendine dayandırdığından
tüm sorunların maddeci perkspektiften okunması gerekliliğini doğurmuştur. Tanrı
inancı gibi manevi değerlerin ontolojik ve epistemolojik anlamda problem olarak
ortaya çıkarılmasında işte bu düşünce yapısı yatmaktadır. Dolayısı ile zararlı
akımlar içinde en çok maddecilik tenkid edilirken maddecilik akımı ile direk ya
da dolaylı ilişkisinden dolayı diğer zararlı akımlar da tenkide uğramıştır.
·
C. Darwinizm
Darwinizm,
ünlü İngiliz biyolog ve doğa bilimcisi Charles Darwin'in (d.1809-d.1882)114 doğal
ayıklanma, türlerin kökeni ve insanın türeyişiyle ilgili evrimci görüşünü, onun
insan da içinde olmak üzere, tüm canlı varlık türlerinin doğuşunu ve
gelişmesini yaşama savaşı ile açıklayan araştırmalarını ve görüşlerini
tanımlayan genel terimdir127. Darwin tıpkı Galile, Newton gibi
devrinin düşünce yönünü değiştirmiş ve onlar gibi ilahiyatla savaşa girmiş bir
düşünürdür. Darwin, teorisini ilmi bir biçimde sunmak istemiş ama bu teori bir
keşif özelliği taşıyamamıştır çünkü bu düşünce en az İyonya Felsefesi (Anaksimandoras)
kadar eskidir128. Darwinizm’in yeni bir akım olmadığı hususunda
İzmirli İsmail Hakkı söyle demektedir: Mahlûkatın yoktan yaradılmayıp daha
evvelce mevcut olan bir surette meydana gelmesi yani bir asıldan iştikak etmiş
olması bilâhare istihale (Metamorphose) etmesi keyfiyetine tekâmül usulü denir.
Tekâmül nazariyesi veya istihale usulü, zan olunduğu üzere Darvin-Darwin
tarafından ilk defa tesis edilmiş değildir. Pek eski zamandan beri vardır.
Yunan hakimlerinden Anaksimand (d.610,ö.547) Darvine isnat olunan tekâmül
mezhebini kabataslak çizmiş ve hattâ bunun reyine göre bütün hayvanlar yavaş
yavaş bir tahavvül ile husule gelir, insan hepsinden sonraya kalıyor, en eski
hayvan balıktır diyor; bu hakim daha fazla söz söylememiştir115. Darwinizm,
XVIII. ve XIX. yy.’larda materyalizm anlayışından da beslenerek
varlığını daha canlı bir şekilde hissettirmiş ve Semavi Dinlerin yaratılış
öğretisine aykırı bir tutum izlemiştir Türkiye’de Evrim Teorisini XIX.
yy. içinde ciddi bir şekilde ele alan bir eser bilinmemektedir. Ancak dergi ve
gazetelerde sansürden kaçılarak yayınlanmış makaleler vardır. 1861'de kurulan
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin dört yıl kadar yayınladığı Mecmua-i Fünun'da
fizik, kimya, astronomi ve tıptan bahseden makaleler bulunduğu halde, dönüşüm
konusuyla hiçbir makale bulunmamaktadır. Ancak Ahmet Mithat'ın 1872-1873
yıllarında Dağarcık adlı mecmuanın II. ve IV. nüshalarında Veladet
ve Duvardan Sada adlarıyla iki makalede insanın oluşum tarzına ait
düşünceleri ve bu düşünceleri Kur’ân ile uzlaştırılmak için bir bahis yazdıktan
sonra, İnsan-Dünya’da İnsanın Zuhuru adlı kısa bir makalede 14 yıl önce
yayınlanan Darwin'in ‘Evrim Teorisine değil de 64 yıl önce yayınlanan
Lamarck'ın Transformizm Teorisi’ne116 göre insanın kökeni hakkında bilgi vermiştir.
İnsan ile maymun arasındaki farkı birinin iki ayak üzerinde yürümesi, diğerinin
dört ayak üzerinde yürümesi şeklinde ortaya koyarken; orangutan maymunlarının
iskelet şekliyle insanın iskelet şekli arasında bir farkın olmadığını
söylemiştir.
İnsan
ile maymun arasındaki farkın yaşayış tarzının değişikliğine bağlayarak bu gibi
özelliklerin evlada intikal edemeyeceğini, işin gerçeğinin insanın doğrudan
doğruya bir cins maymun olduğunu dile getirmiştir. İşte bu makaleler
İstanbul'un din bilginleri çevresinde o vakit eleştiriler toplamış ve de
Mevlevi payeli Cahid-i Cahit takma adıyla bir zat Ahmet Mithat'ı tekfir
etmiştir117. Her
ne kadar Ahmet Mithat önceleri bu görüşte olsa bile daha sonraları bu
görüşlerinden vazgeçmiş ve bu görüşlere eleştirilerde bulunmuştur. Yaptığı
eleştirilere baktığımızda eleştiriler günlük hayattan misallerle meselelerin
izahı şeklinde bir özellik taşımaktadır.
Hoca
Tahsin (Ö.1881) âlemin yaratılışı, insan ve diğer canlıların oluşumu
konularında, Darwin’in mesleğinin bahsedilen yaratma ve hakiki felsefeye uygun
olarak tamamlanacağı şeklindeki açıklamasıyla beraber zaman zaman tekâmülcü
olarak o dönem içinde oldukça yeni denilebilecek bir fikir zemini oluşturmuştur118. Hoca Tahsin
daha çok materyalist eğilimler taşıyan bir düşünürdür de.
Suphi
Erdem (Ö.1921) canlıların iptidai bir unsurdan en gelişmiş canlılara
kadar tekâmül geçirdiklerinden, çevre şartlarından dolayı değişikliğe
uğradıklarından, tabiata yenik düşen nesillerin yok olup gittiklerinden, muhite
uyma neticesiyle o muhitin özelliğinin yavruya da geçtiğinden, cinsi
seçkinleşmenin erkekte göründüğünden bunlardan dolayı bir mücadele içinde
olunduğundan bahsetmesi Lamark'ın ve Darwin'in sistem haline getirdikleri Evolutionism’i
kabul ettiğini anlıyoruz119.
Memduh Süleyman tekâmülcülük fikrini benimseyenlerden olup bu hususta Lamarck,
Darwin ve Edward Von Hartman'dan etkilenmiştir. Darwinizm isimli tercüme
eseri Darwin'in hatalarını gösterip düzeltmek ve eksikliklerini gidermek için
yazılmış bir eserdir120.
Bunun yanında Baha Tevfik'in çıkardığı Felsefe Mecmuası ve Yirminci
Asırda Zekâ Mecmualarında yazıları vardır; bu yazılarda tekâmül fikrini
savunmaktadır. Doktor Edhem Necdet (Ö.1921) 'in Tekâmül ve Kanunlar
adlı eseri ve Abdullah Cevdet'in çıkardığı İçtihat Mecmuası’ndaki
yazıları tekâmülcülük fikriyle ilgilidir. Celal Nuri İleri (Ö.1939)
Darwin nazariyesinin İslâm'a uygulanabileceğini söylemektedir121. Dr. Abdullah
Cevdet (Ö.1932) Cabanis, Karl Vogt, Moleschot, Darwin ve Bühner gibi
düşünürlerden etkilenmiş o seyirde fikirler vermiştir122. Bu dönemde din dışı fikirlere yöneltilen
tenkitler Darmnizm’e de karşı gösterilmiştir.
SR
Dergisi’de, Darwinizm
akımı diğer zararlı akımlar içinde mütalaa edilmiş ve benzer eleştirileri
almıştır.
...işte
kavâid-i tabiîye üzerine yükselen mâddiyyûn mezhebinin binâsı bunlar ile tamam
oldu. Sonra C. Darwin gelerek felsefe-i tahvîl, yâhûd neşvâ ve irtikâ
felsefesiyle bu binâ-yı âliyyeyi tetvîc etti123. Akseki Ahmed Hamdi Mâddiyyûn mezhebini
anlatırken Darwinizm’e değinmektedir124. Akseki bu makalesinde Darmnizm’in
Mâddiyyûn Mezhebinin biyoloji konusunda tamamlayıcı ilişkisine vurgu
yapmaktadır. Bu makaleyi bir önceki bölümde ele aldığımızdan burada tekrara
kaçmamak için yer vermiyoruz.
·
D. Panteizm
Çeşitli
şekillerde tarif edilen Panteizm125 Tanrı-âlem ikililiğini kaldıran,
Tanrı’nın her şeyi ihtiva ettiğini, O’nun her şey olduğunu, ne tabiatın ne de
insanın müstakil varlıklar gibi görülebileceğini ve onların sadece ilahî
varlığın farklı tarzlardaki açılımlarından ibaret olduğunu ileri süren dinî ve
felsefî bir doktrindir126.
Meşrutiyetten sonraki Spiritüalist düşünürler materyalizmi ve ona yakın
düşünce akımlarını tenkit ve reddederlerken selameti Vahdet-i Vücûd’da127 bulmaktaydılar.
Ömer Ferid ve İsmail Fennî128
gibi Ahmet Hilmi de Vahdet-i Vücûd’u benimseyerek kelâmcıların
fikirlerini kabul etmemiştir. Bu sebeple memleketimizde Orta Çağ
kelâmcılığından modern felsefeye geçiş II. Meşrutiyet’ten sonraya tekabül
etmektedir129.
Bizde Vahdet-i Vücûd mezhebine kelamcı ve medrese mensupları tarafından çokça
eleştiriler yapılmıştır. Maddeci cepheden eleştiriler de gelmiştir. Baha Tevfik
‘Felsefe-i Fert adlı eserinin ‘Bir mukayese-i felsefiye’ başlıklı
kısmında Muhiddin Arabi’nin felsefesinin kendisinden 937 sene evvel yaşamış
Plotin’in felsefesi olduğunu söylemektedir130.
Dini
bir mezheb olan Vahdet-i Vücûd felsefi bir meslek olan panteizm ile
daima karıştırıldığından panteizme yapılan çeşitli eleştiriler ve hücumlar Vahdet-i
Vücud’a dolayısıyla tasavvufculara kadar gitmektedir. Bunun için İsmail
Fenni mutasavvıfları ve bu mezhebi savunmak için ‘Vahdet-i Vücûd ve Muhiddin
Arabî’ adında bir eser kaleme almıştır131.
Vahdet-i
Vücûd görüşünün Panteizm’e
benzetilmesi fikrine Ahmet Hilmi katılmayarak şu eleştiriyi ortaya koymaktadır;
Vahdet-i Vücûd olsun, panteizm olsun, bunların araştırma amacının
illeti, Cenâb-ı Hakk’ı bulmaktır. Fakat bu iki şeyin şekli benzerliklerinin
aynı olması, aralarındaki manevî farkın olmadığına delil değildir. Bu manevî
fark inanç ile inançsızlık arasındaki fark gibidir. Meselâ, hiçbir dîni kabûl
etmeyen bir takım felsefeciler vardır ki hakikat yolundaki aklî mücâhedeleri
sonucu, Allah’ın birliğine ulaşıyorlar. İslâm dîninin ilk esası da, Allah’ın
birliği değil midir? Bu durumda, aklen Allah’ın birliğini kabûl eden bir
filozof ile Müslüman bir hakîmi eşit mi görmek lâzım gelir132.
SR
Dergisi de M.
Şemseddin Vahdet-i Vücûd Diye Tercüme Edebileceğimiz Panteizmdin Neden
îbâret Olduğunu Araştıralım başlıklı makalesinde bizlere şunları
anlatmaktadır.
Panteizm
Hâlık’la mahlûkun ittihâdına kail olanların mezâhib-i felsefesi demektir. Panteizm’in
taraftarânı şu ittihâdı birbirlerine zıdd iki sûretle tefsîr eylemişlerdir. Bir
kısmı diyor ki; Panteizm, Cenâb-ı Hakk’ı ruh-ı kâinat, âlemi de bunun
tezahürâtı gibi i’tikad yani Zât-ı Bâri’nin tabiatte indimâcını ve her şeyin
Allah’dan ibâret olduğunu kabûl etmekten ibârettir. Nâ-mütenâhinin mütenâhide
indimâcını iddiâ’ eden bu fırka -Allah her şeydir- akîdesini besler. Derince
düşünülünce bu nev’î Panteizm’ in ilhâda -atheisme- müncer olduğu
anlaşılır.
Fil-hakîka
yalnız mevcûdâtın tahakkukuna kail olarak el-vehyete bir mânâ-yı mücerrede hasr
etmek, ilhâddan başka bir şey değildir. Bu fırkanın reîsi meşhûr Spinoza’dır.
Bu sebebtendir ki Spinoza, zamanında ilhâdla inham edilmiş ve bugünkü
münekkidlerin ekserisi Spinoza’nın kitaplarını âsâr-ı ilhâdiyye meyânına idhal
eylemişlerdir.
Diğer
fırka ise Panteizm’e büsbütün mukabil bir mânâ vermişlerdir. Bunlar
bilcümle mevcûdât-ı tabiîyyenin Vücûd-i Bâri’den başka bir hakikata mâlik
olmadığını ve tabîatın Cenâb-ı Hakk’da fâni olduğuna ya’nî mütenâhinin
na-mütenâhide indimâcına i’tikad ederler. Bu fırka netice-i akîdelerini -her
şey Allah’dır- cümlesiyle hulâsa ediyorlar.
Bu
tefsire göre Panteizm tasavvuf (mysticisme) ile karışmış oluyor.
Mutasavvıfîn-i İslâmiyye’nin vahdet-i vücud hakkındaki kanaatleriyle bu
sınıf Panteistlerin akideleri arasında pek dakik farklar, pek ince noktalar
vardır.
Acaba
bu iki tarz tefsirden hangisi felâsifenin Panteizm’ den kasd ettikleri
mânâ-yı asliyyeye daha yakındır: şüphe yok ki Panteizm, aynı zamanda
birbirlerine muhâlif bulunan ilhâd-ı mutlak (Patheisme absolu) ile
ale-l-ıtlak Cenâb-ı Hakk’ın isbâtından (absolu theisme) ibâret olan mugayir iki
mânâya birden şâmil olamaz. Hâl-bu-ki, Pülüton (Plotin)’in Panteizm
mesleği, tasavvufdan (mysticisme) pek de farklı değildir. Hegel ve
Spinoza’nın mesleklerinde ise ilhâd cürsûmeleri görülüyor. Bunun sebebi ne?
Malumdur ki, zihn-i beşer mevcûdâtı heyet-i mecmûasıyla daire-yi tefekküre
alırsa mütenâhi ve nâ-mütenâhi fikirleri gibi birbirine mukabil iki prensib
karşısında bulunur. İşte Panteizm mücadelât-ı nâ-mütenâhi ile mütenâhi
mes’elelerinin halli demektir. Ve ihtilaf da buradan neş’et ediyor133. Yazar bundan
sonra Pantezim’in tam olarak ne olup olmadığınının anlaşılması için
bakılacak hem İslâm Dünyasından hem de Avrupadan kitap ve yazarlarından
örnekler vererek yazısını bitirmektedir.
II.
İSLÂM DÜNYASINDA DEĞİŞİM
·
A. Tecdîd
Batı’nın
XVII. yy.’da yaşamaya başladığı entelektüel ve ekonomik değişimi Müslümanlar
ancak XIX. yy.’da, o da nisbî olarak yaşamaya başladılar. Bu dönemde Hindistan,
Mısır ve İstanbul gibi siyasi ve kültürel merkezlerde ortaya çıkan yenilik
hareketleri, hayatın diğer alanları gibi dini alanda da tecdidin başlangıcı
oldu134. İslâm’da
tecdîd135
hareketinin teorik temellerini ‘Allah, bu ümmete her asrın başında, kendine
olan imanı yenileyecek bir müceddid136 gönderecektir’137 hadisi oluşturur138.
Yeni
Osmanlılarda Modernleşme hareketi zaman zaman dini bir esasa dayandırılmıştır.
Meselâ “Yeni AsıY’ gazetesinin 1895 yılında çıkan ilk sayısında Osmanlı
asrîleşmesine yer verilerek altına şu cümleler yazılmıştır. “Bir hadiste, Allah
her asırda dinini yenilemek üzere bir yenileyici gönderir. Bu asırda İslâm’ı
yenileyecek -modernleştirecek olan- padişahımız Abdulhamid Han Hazretleridir”139. Teceddüd
kavramı çok çeşitli içtimai sebeplerden dolayı zaman zaman bid’at kavramıyla
karıştırılmıştır. Daha doğrusu birçok yenilik teşebbüsü daha işin başındayken
bid’at nitelemesiyle ortadan kaldırılmıştır. Bunun önüne geçmek için Müslüman
düşünürler bu kavram yerine bazen ıslahat, ihya, yeniden kurma vs. gibi
terimler kullanmıştır140.
Tecdîd
kavramının farklı algılanışı bir takım endişelerin göstergesi olmuştur. “Ben
Müslimânların maddeten ve ahlâken inhitâtını ve belki kısmen iflâsını inkâr
edenlerden ve buna çare sâz olacak intibah ve teceddüd yollarının önüne sedd
çekmek isteyenlerden değilim. Ancak, buna çare olacak diye açıktan veya
gizliden İslâm’ın tahrîb veya tahrîfine lüzûm gösterilirse o zaman ben,
Müslümanların bu hâli sefâlette kalmalarını, haklarında daha hayırlı görürüm”141. Müceddid
İslâm’ı bid’at ve hurafelerden temizleyerek onu saf haline götüren kişidir.
Tecdîd kendi başına bir yenilik olmaktan ziyade yeniden düzenleme veya yenileme
hareketidir. İslâm’da yenileşme hareketi Kur’an ve sünnette belirtilen esaslara
dayandığından sezgisel olmaktan ziyade vahiy merkezlidir. Temelde kutsal bir
ideali yeniden gerçekleştirme amacı olan müceddidlerin çağrısı şu üç yönü
kapsamaktadır.
·
1)
Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünnetine dönerek bunların harfiyen tatbik edilmesi.
·
2)
Önceki ulemanın otoritesine boyun eğmekten ziyade vahyi akılcı bir yolla ele
alıp, ictihâd hakkının savunulması.
·
3)
Sûfiliğin tekrar ele alınıp akıl ve vahiy ışığında yeniden düzenlenmesi ve
ferdi kurtuluştan daha çok toplumsal hayatın yeniden düzenlenmesidir142.
İslâm’da
yenileşme hareketlerinin tarihi incelendiğinde yukarıdaki amaçların
gerçekleştirilmesine yönelik çabalar olduğu görülür. Kelâm ilminin doğuşu,
tercüme faaliyetlerinin başlamasıyla yabancı kültürlerin İslâm fırkaları
üzerinde etkisinin başlaması ve kelâm ile felsefenin birbiriyle olan
ilişkisinin artması yenileşme hareketinin en önemli özelliğinin kendi iç
bünyemizden kaynaklanan problemlere cevap verilmesi olduğunu göstermekteydi.
Ancak, XIX. yy.’dan itibaren hatta daha geriye götürmek gerekirse XVII. yy.’dan
itibaren Batı’nın siyasi, sosyal ve kültürel alandaki üstünlüğü teceddüt
hareketinin daha çok dışarıdaki gelişmeler neticesinde meydana getirilmek
istendiği görülür.
Avrupa
son 400 yıl içinde, dinden dünya için faydalanmayı öğrenerek, dünya ile ahireti
ayırabilmiş ve dini, ilerleme yolunda büyük ve içtimai bir yardımcı müessese
olarak kullanmayı düşünebilmişti. Buna karşılık Osmanlı toplumu, ilim ve
teknikte, Kur’an’ın işaret ettiği yoldan da koparak, dini çıkarlarına göre
yorumlayan ve tanıtan medresenin muhafazakâr tutumundan dolayı hiçbir ilerleme
gösterememiştir. Hatta XVI. yy.’a göre gerilemişti143. Bu eksiklik bizde daha net olarak
Tanzimat’la başlayan bir süreçte giderilmek istenmiştir. Ancak daha başta
Tanzimat Fermanı’nın temel noktalarının şeriat kurallarına aykırı düştüğünü144 birçok Müslüman
söylemişti. Müslümanlara tanınan bütün hakların Hıristiyan olanlara da
tanınması bazı kesim Müslümanların ‘gâvur işi’ şeklinde tepkiler vermesine
neden olmuştu. Hıristiyan cemaatler daha sonra sık sık istekler ileri sürmüşler
ve Sadrazam Hüsrev Paşa Tanzimat’a karşı olmakla sürgüne gönderilmiştir145.
Her
ne kadar bu gibi gelişmeler toplum olarak bu değişime hazır olmadığımızı
göstermekte idiyse de Osmanlı’nın kurtuluşunu İslâmlaşmakta gören ve İslâm’ın
ilerlemeye engel olmadığı görüşünü savunan modernist İslâmcı kesim, Ferid
Vecdi’nin (Ö.1954) Meşrutiyet döneminde SR dergisinde yazdığı
yazılarla daha da güçlenerek bu yolda bir atılım içine girmiştir. İslâmcılık ve
İslâm dininin yeniliğe açık olduğu fikirleri doğrultusunda Ortadoğu
memleketlerinde Cemaleddin Afgani (Ö.1897)146, Ahmed Emin (Ö.1954); Mısır’da
Muhammed Abduh (Ö.1905) ve onun öğrencisi M. Reşid Rıza (Ö.1935);
Hint-Pakistan alt kıtasında Seyyid Ahmet Han (Ö.1898), Seyyid Emir Ali (Ö.1928),
Mevlana Muhammed Ali (Ö.1931) ve Muhammed İkbal (Ö.1938); Kazanlı
Musa Carullah Bigiyef (Ö.1949); Kırımlı İsmail Gaspıralı (Ö.1914)
gibi isimleri sayabiliriz.
Türkiye’de
ise Sait Halim Paşa (Ö.1921), Ahmet Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Mehmet
Akif Ersoy, Şemsettin Günaltay (Ö.1961), Halim Sabit, Ahmet Hamdi
Aksekili gibi isimlerdir147.
İslâmcılık bizde müstakil eserler yanında fikirleri SM, SR, Beyanul Hak,
Volkan ve Mahfel gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde
ortaya çıkıp gelişmiştir. İslâmcı modernistler Batı’nın ilim ve fenninin
alınması gerektiğini bunun yanında kültürel ve ahlakî değerlerinin
reddedilmesinin gerekliliğini vurgulamaktaydılar148.
İslâm’ın
çağdaş değerlere uyumlu ve yozlaşmadan kurtarılarak yeniden topluma hâkim bir
hale gelmesini istiyorlardı. İslâmcı modernistlerin yanında geleneksel
İslâmcılar, selefi reformcular ve batıcı reformistler de bulunmaktaydı.
Geleneksel İslâmcılar, İslâm dininin doğuşundan bu güne kadarki tarihsel
birikimi olduğu gibi kabul edip yaşamak isteyen kişilerdir. Selefi reformcular
Kur’an’ın, tarihsel mirasın işlerine gelen kısımlarını alarak geleneksel
İslâmcılardan farklı olarak da modernitenin getirdiği bilim ve tekniğe dayalı
bazı unsurları kabul edenlerdir. Batıcı reformistler ise ilerlemenin en büyük
engelinin İslâm’da olduğunu söyleyerek hedeflerinin İslâm’ı aslına döndürmek
değil149 onu
çağın şartlarına uygun komple bir forma tabi tutmak olduğunu vurgulamışlardır164.
Kelâm alanında ihya ve tecdid hareketlerinin erken dönemi sayabileceğimiz
bölgelerin başında Hint-Pakistan alt kıtası gelmektedir. Bölgedeki yenilik
hareketinin manevi lideri olarak kabul görmüş Şah Veliyullah (Ö.1762),
İslâm coğrafyasında ortaya çıkan düşünce ekollerini kültürel ve coğrafi
orijinine göre tasnif ederek aralarındaki farklılıkları ve benzerlikleri ortaya
koymuştur. Aynı çizgiyi takip eden diğer bir isim de Ubeydullah el-Hindî’dir.
Bu dönemde ortaya çıkan fikri akımlar insanın özgürlüğünü, akılcılığı ve
fıtratı öne çıkarmaktadırlar165 tabi ki bunda o dönemin konjoktürel
durumunun etkisi çoktur.
Hayır
ve şerri Cenâb-ı Hakk’tan bilmek, kadere iman, tevekkül etmek, kanaatkar olmak,
emir sahiplerine itaat etmek, şer’i vazifeleri içtimai maksatlar üzerine değil
de sevap ve azap gibi uhrevi gayeler üzerine bina etmek, Kur’an-ı tercüme
etmemek, içtihat kapısını kapatmak, dine muhabbet yerine korku hissi ile
bağlanmak, imanı dil ile ikrar kalp ile tasdike hasrederek İslâm’ı yeni nazari
ve farazi şeriat derecesine indirmek gibi Müslümanlar arasında hüküm süren hal
ve zihniyetler166 o dönemde tartışma konularının ele alınarak
değerlendirilmesi dini yenilenmeyi kuvvetlendirmiştir. Daha uç yaklaşım olarak
da; Mustafa Bigiyef Efendi gibi reformistler, hakiki bir itikat ile
inanmadıkları halde insanın ahlaki bir hayat yaşayabilmesi için kesinlikle dine
ihtiyaçlarının olduğunu dile getirmişlerdir167. Dine bu bakış
açıları dinin ontolojik ve epistemolojik boyutu ve ahlaki duruşu ile ilgili
sorunları gündeme getirmiştir. Asrın ihtiyaçlarına göre bir din anlayışı
İzmirli’nin Yeni İlmi Kelâm projesinde görülmektedir. Her ne kadar bu şekilde
teşebbüsler olsa da bunlara karşı eleştiriler de gelmiştir. Musa Efendi İlm-i Kelâm’a
nazariyat diyerek onu tezyif etmektedir150. Kelâm ilminin hicri VIII. asırdan XIX. asra
kadar katı bir gelenekçi anlayış içersinde olduğu onu tezyif noktalarından
birini oluşturmaktadır. Ancak Müslümanların müteahhir dönemlerde bağımsız bir
felsefî-ilmî düşünce ortaya koyamamaları sadece kelâm ilmiyle ilgili olmayıp
fıkıhla, hadisle ve diğer bilim dallarıyla da doğrudan ilgilidir. Hal böyle
olduğu halde İslâm dünyasının zayıflamasının faturası kelâm ilmine çıkarılmaktadır151. Namık Kemal,
Filibeli Ahmed Hilmi (Ö.1914), Musa Kazım Efendi (Ö.1920),
Abdüllatif Harputî (Ö.1916), Dardağanzade Ahmet Nazif, Celâl Nuri (Ö.1938),
İzmirli (Ö.1946) başta olmak üzere son dönem Osmanlı din bilgini ve
aydınların çoğunluğu kelâm problemlerinin günümüzle alakasının bulunmadığını,
eski muhataplar için ortaya konmuş cevapların bugunkü muhataplar için ortaya
konamıyacağını yeniden bir kelâm ilminin yazılması gerektiğini öne
sürmüşleridir152.
Kelâm
ilmi birçok ilimlerde olduğu gibi değişmeyen temel esaslarla değişen esaslar153 arasındaki bağın
sistematik bir şekilde kurulamayışından güncelleme sorunu yaşamaktaydı154 bu da kendisine
yöneltilen eleştirilerin haklı çıkmasına neden olmaktaydı. Kelâm ilminde
yapılacak tanımlama155
bu sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik olumlu bir adım olacakken o dönemde
bunu gerçekleştirmeye yönelik çabalar bireysel olmaktan öteye geçememiştir.
Bugün de olduğu gibi o günün problemlerinden biri olan kolektif çabanın önemi
ve değeri çok önemlidir.
İnkârcı
cereyanların dayandıkları temel felsefelerin İslâm açısından teker teker
tahlile tabi tutulması, bu cereyanların yayıldığı çevrelerin sosyolojik,
psiko-sosyal, sosyo-ekonomik, sosyo-politik şartlarının iyice incelendikten
sonra gerekli tedbirlerin ilmî esaslarının tesbiti zaruridir. Gayet tabiidir ki
bugün artık bu faaliyetler şahsi çalışmalardan ziyade, plânlı ve programlı,
kolektif çalışmalarla başarıya ulaşabilirler156 157.
Eşref
Edip tecdîdin garb perestlik halindeki bir tecdîd olmaması gerektiğini şöyle
ifade etmektedir;
Görülüyor
ki Tanzimat’ta olsun, istibdatta olsun, meşrûtiyyette olsun, hâsılı hangi türde
olursa olsun, biz de bir zümre vardır ki bunlar milletin içtimâiyyâtını
garblılaştırmak için muhtelif şekillerde sahneden sahneye atlayıp
durmaktadırlar. Bunlar elbise değiştirir gibi şekilden şekle girerler. Fakat
ruhları asla değişmez vasf-ı mümeyyizeleri sâbittir, garb perest! 175.
M.
Akif, tecdîd fikrinin dini ortadan kaldırmak anlamına gelmediğini vurgulayan
yazısında şunları dile getirmektedir:
Son
zamanlarda Müslümanlığı ya büsbütün oratadan kaldırmak yâhûd ötesini beri
ederek şerratte bir teceddüd husûle getirmek isteyenler türedi. Biz bu
adamların sözlerini işittik; yazdıklarını okuduk. Dîni kaldırmalı! Diyenlerin
dünyadan; teceddüd husûle getirmeli! Fikrini besleyenlerin dînden alabildiğine
gâfil olduklarına îmân ettik. Evet, bu adamlar milyonlarca halkın hissiyâtına,
harekâtına hâkim olan ruh-ı ezelîyi göremeyecek kadar gaflet göstermeselerdi;
dîni kaldırmanın ne lüzûmunu, ne de imkânını tasavvur edemezlerdi. Kezâlik
şerîatin hüviyyet-i hakikîsine dair azıcık ma’lûmât edinmiş olsalardı: dîne
yenilik sokmak şöyle dursun, onun en eski, aynı zamanda en sahîh şekline rücû
etmek ihtiyac-ı mübremini gözleriyle görürlerdi158.
·
B. Dinin Akıl İle İlişkisi
Modern
itirazlar doğrudan doğruya İslâm’ın sosyal kuramlarına, yani evlenme ve boşanma
ile ilgili kanunlara, kadının toplumdaki konumuna, bir takım ekonomik kanunlara
vs.’ye karşı olmasına karşılık yine de tam anlamıyla fikri boyutlar kazandı.
Çünkü sosyal davranışlarda yapılacak değişiklik sosyal adaletin temelindeki
içtimaî ahlakın yeniden düşünülmesini gerektirmektedir. Bütün bunlardan ayrı
olarak Allah’ın insan ve tabiat ile ilişkisi ve ahiret hayatı ile ilgili
muayyen dini inançlar hakkında Batı kaynaklı ilmî ve felsefî nazariyelerle bazı
problemleri doğurmaktaydı159.
Müslüman filozof ve kelâmcılar tarafından yüzyıllarca tartışılan bu problemler160 XVIII/XIX.
yy.’ın akılcılığı ve ilmi gelişmelerine paralel olarak yeni boyutlar kazandı.
Bütün bunların yanında ana mesele olarak da akıl161 ve dinin uzlaşıp uzlaşmayacağı konusunda olup
buna çözüm önerileri arandı162.
İslâm dini’nin akıl ve ilim hakkında kaideleri, bir dereceye kadar mezhep
ihtiyaçları sebebiyle ve diğer taraftan âlimlerden bir kısmının aldığı telâkki
tarzı sebebiyle zedelenmiştir163.
Dinamik bir yapıya sahip olan ilahi mesajdan herkes kendi kabiliyeti
çerçevesinde faydalanma imkânına sahiptir. Örneğin el-Enbiya suresinin 32.
ayetinde Cenâb-ı Hak: “Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar
ise, gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler12” buyurmaktadır.
Kur’an’ın ilk muhataplarına göre bu ayet cin ve şeytanların mele-i alada olup
bitenden haberdar olmalarının engellenmesi diye anlaşılmakta idi. Halbuki
günümüzde teknolojik gelişmeler neticesinde bu ayetin anlaşılma şekli ilk
dönemden farklı olarak dünyayı saran atmosferin hayata zarar verecek ışık ve
gök cisimlerinden korunmuş olması olarak değişmiştir. Dolayısı ile günümüzdeki
bu anlayışı terk ederek öncekilerin anlayışını benimsemenin anlamı yoktur164 165. Din ve bilim arasındaki çelişki hiyerarşik
üstünlüğü onayladığı, hakikate normal, gerekli ve paralel yaklaşıldığı sürece
din ve bilimin bizzat kendisinden kaynaklanmaz. Asıl çelişki ve çatışma
geleneksel ve ilerlemeci iki bakış arasındadır. Din ile bilim bunlardan biri ya
da diğerleri ile bağlantılı oldukları sürece çelişkiye düşerler. Öyle ki,
ilerlemeci ideoloji insanın mükemmel oluşunu onun dünyevi gelişiminde görür ve
geleceğe atıf yaparak bunu orada ararken, gelenek insanın mükemmelliğini onun
kurtuluşunda veya kötüden arınışında bulur ve bunu o anda
gerçekleştirebileceğini öne sürer166. Bilim kendi kendisiyle çelişebilir eğer
bilimde mutlak doğru diye bir şey olsaydı onun adı hakikat olurdu hakikat ise
karşıtı olmayan tek kavramdır. Dolayısıyla bilim sürekli yanlışlanabilirlik
üzerine inşa edilmiştir167.
Avrupa'da
ilk başlarda din ile bilim arasındaki çatışma yalnız Hıristiyan-Katoliklikle
sınırlı tutulurken daha sonraları bu bütün dinler için söylenen genelleyici bir
yargı olmuş bunu temellendirmek için de çabalar gösterilmiştir. E. Renan'ın
İslâm Dini'nin her türlü bilimsel ve akli gelişme için engel oluşturduğunu
söylemesi hem bizdeki hem de diğer ülkelerdeki pozitivist-materyalist
düşünceye sahip olanlar için oldukça ilgi çekmiştir. Bunun yanında Müslüman
düşünürlerin batı dünyasına ve modernleşmeye karşı tavırlarının belirlenmesinde
en önemli unsurlardan biri de böylesi düşünceler olmuştur186. Gazâlî
gibi büyük bir âlimin Eş’arîliği benimsemiş olması onun dinî konularda aklî
yaklaşımlara hep şüpheyle bakmasına neden olmuştu. Dini bilgiyi anlayıp
alabilecek aklî melekeyi gerekli gördüğü halde mutlak olarak hakikatin peşinde
olan aklı ise devamlı olumsuzlamıştır. Bunda onun mistik bilgiye verdiği önemin
etkisinin olduğunu da dile getirmek gerekir187.
İslâm
düşüncesi tarihinde ve özellikle sufiler arasında akıl çoğu zaman sezgi ve
keşfe nisbeten daha az bir kıymet görmüştür. Gazzali’nin Munkız’daki tartışma
çizgisi aklın hatalı ve yetersiz olmaya başladığı yerin ötesinde daha yüksek
bir aşamanın olduğunu savunması buna örnek gösterilebilir188.
Yüzyıllarca bilginin inanca bağımlı kılındığı aşağı yukarı fideist bir tutumla
sonuçlanan ve her şeyi şamil iradeciliğe dayanan Eş’arilik İslam dünyasında
Sünni Müslümanların hâkim kelam mezhebi olmuştur. Vehhabilik, Selefiyye vb.
hareketlerin doğuşu bu temayülün daha da kuvvetlenmesine yardımcı olmuştur.
Hatta Şii dünyasında bile ahbari-usûli (muhaddis ve kelamcıların)
tartışmaları ve Safevi döneminin sonlarında zahirciliğin hâkimiyeti, akli
ilimlerin (el-ulümu’l-akliyye) belli bir ölçüde onların gölgesinde
kalması sonucunu doğurmuştur. Bundan dolayı İslam düşünürleri modern batıya
karşı verdikleri cevaplar ya fanatizme dayalı bir muhalefete ya da tek başına
imanın hissi boyutuna sığınmak şeklinde kendini göstermiştir. İslâm’ın dini
ilimler dünyası İbn Sinalarını, Birunîlerini hatta Gazalîlerini bile
yetiştiremediğinden verilen tepki ve cevaplar dini öğretim merkezlerinde egemen
olan fideizm ve iradecilik şeklinde kendini göstermiştir189.
İslâm
dünyasının içinde bulunduğu Batı karşısındaki yeniklik durumu168 Müslüman
aydınların çalışmalarını bilgi referans sistemlerimiz üzerinde yeniden
düşünmeye sevk etmiştir. Naklin getirdiğini akılla savunmayı amaç edinen
Mu’tezile’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Müslüman dünya bir akıl
tutulması içine girdi. Mâturîdilik de istenilen ilgiyi yakalayamadı. Bunun
sebeplerini sadece Mâturîdi’nin eserlerinin muğlâk olmasına169 bağlamamak gerekir170. Eskiyi tekrara dayalı ve düşünmeden
şerhlere, haşiyelere ve ta’liklere kapanma âtıl aklı güçlendirmiştir. Özellikle
Eş’arî, selefî ve sûfi çevrelerde nas hamallığı yapmak alkış toplarken,
eleştirel akıl sahibi olarak düşünmek mürted muamelesi görmeye neden olmuştur.
Bütün bu içteki olumsuzluk durumundan Müslümanları uyandıracak yeni zihni
oluşumlar değişik coğrafyalarda seslerini yükseltmeye başlattılar. Bu kelâmcı
ve felsefeci düşünürlere göre İslâm’ın özü aklın tespitinde olup vahyin te’yid
ettiği şekliyle Allah’ın birliğine inanmaktır. İslâm, herhangi bir hükmü ve
akideyi körükörüne kabul etmeyi değil tefekküre dayalı bir biçimde algılamayı
emretmektedir171.
Kelâmcıların
çoğu aklı duyu organlarının ve beynin çalışmasından doğan maddi bir sonuç kabul
eden natüralist, materyalist ve sansüalist filozofların aksine, onu insanda
doğuştan mevcud olan ruhi bir güç olarak kabul etmişlerdir. Bu ruhi güç, İslâm
filozoflarının öne sürdüğü gibi varlığı meçhul bir faal aklın tesiriyle değil,
Allah’ın müdahalesiyle çalışır172. “.Aydınlanmacı evrensel akıl anlayışında
ahlaki bir kayıt tanımadan dünyaya/tabiata egemenlik kurma vardır. Kur’an’daki
‘akletme’ kalbin bir fonksiyonu/eylemi olup, Aydınlanma düşüncesindeki
‘pozitivist rasyonel aklın’ bir karşılığı değildir.”173.
Kur’an
insan aklına çok önem vererek onu övdüğü beşeri eylemlerin ilk sırasına koyar.
Olumlu ve gerekli bir davranış olan akletme eğer doğru bilginin sadece akıl
yoluyla bilinebileceğini savunursa olumsuz ve yerine göre zararlı bir davranış
haline gelir. Bu nedenle akletme ve akılcılık birbirinden farklı yönleri
içlerindebarındırır. İslâm dini, akletmeye mutlak surette olumlu ve gerekli
bakarken174 insan
aklının vahyin ışığında kullanılmaması olan izafi akılcılığa ise olumsuz
bakmaktadır175.
SR
Dergisi aklın din
için önemine ve akıl ile dinin çatışmadığına vurgu yapmaktadır, şöyle ki;
İnsanın
mâ-bihi’it-temâyüzü olan akıl kanûn-i ilâhi yani dîn ile mukayyed ve müeyyed
olmadıkça kalb akçe (sahte para) gibidir. hiçbir şeye yaramaz. İnsanları bir
râbıta ve zâbıta altına alan bu kuvvet behime-i hal esaslarını semâvî bir
menba’dan almaya, bu esasları rehber-i harekât ittihaz etmeğe mecbûrdur...
Diritnotlar
(büyük savaş gemisi) yapılır, şimendiveferler îcâd edilir, taht-ı bahrlar
vücûda getirilir. Bir orduyu bir dakikada adem-i abade gönderecek vâsıtalar,
silahlar meydana gelir. Fakat hakikî insâniyyet bu mudur? İnsanlar bunları
yapmakta hakîkaten insan olmuş olurlar mı? Bunların kâffesi beşer için âlem-i
maddiyyattan magdur olan tasrifâtın netâyic-i fi’liyyesidir. Maddeyi maddenin
tâbi’ olduğu kavânını usûl-i mahsûsası mucibince ta’mîk ve tetkîk ile bu
gayelere vüsûl her zaman için mümkündür. Nitekim mümkün de olduğu görülüyor.
Fakat
beşerin tasrifât-ı akliyyesi vücûda gelen yukarki şeylerle onların emsâli
insâniyet-i hakikîyyede mündemiç ve onunla kaim olan mânâlardan hiç birini
ifade 198 etmez
ve edemez .
Dergide
Reşid Rıza aklın din açısından öneminin altını şöyle çizmektedir;
Dîn
insanlar için ilâhî bir nûr olduğu gibi akıl da o nûrun ziyâsıdır; o nûru
parlatacak, onu lemeân eddirecek olan da ancak akıldır. Îmâna gelince: o da
şari’, Cenâb-ı Peygamber tarafından haber verilen şeylerin hepsinin hakk
olduğunu aklın tasdîk etmesidir. Binâenaleyh dîn-i İslâm ile akıl tev’emdir,
kardeştir. Eimme-i Kirâm Hazerâtı da dîni İslâm’da muhâlif akıl, aklın muhal
gördüğü hiçbir şey bulunmadığında icmâ’ etmişlerdir. Yine eimme-i kirâmca kabul
edilen kâideye göre, zâhiren akla muhalif olarak bulunması muhtemel olan
nukul-i sâhihanın her halde te’vil edilerek aklın kabul edebileceği bir vech-i
sâhih üzere tahrîç edilmesi lâzımdır. Eğer böyle olmasaydı akıl ile îmânın bir
arada bulunması müstahîl olurdu176 177.
·
C. İslâm’ın Mânî-i Terakki Olmaması
Terakki
medeniyetle ele alınan bir konudur. Birçok yerde bu ilişki ortaya
konulmaktadır.
Örneğin; sanayi, demir yolu, vapurlar, teyyareler, müntazam şehirler, servet ve
ticaret medeniyetin zahiri yönleridir. Medeniyeti yok edecek olan ise onun
ruhunu ihmal etmektir. Dolayısıyla terakkide ruhun ihmali terakkiyi mümkün
kılamamaktadır178.
Müslüman medeniyetinin terakki edememesi konusunda güya ortaya iki fikir
sürülmektedir. Birincisi, İslâm dininin bilgi ilerlemeleriyle bağdaşamamasıdır.
İkincisi ise, İslâm imparatorluğu idaresinin Türklerle Berberîlerin eline
geçmesinin zararlı tesirleridir179. Batının ilerlemiş olduğu kabulü180 ile başlayan
onlar gibi ilerlemişliği yakalama çabaları, beraberinde geri kalmanın
nedenlerini de sorgulamayı getirmiş ve özellikle Batı kaynaklı181 olarak İslâm’ın
ilerlemeye engel olup olmadığı meselesi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde
aydınlarımızın üzerinde önemle durdukları bir nokta olmuştur. Geri kalma bir
gerçekti fakat geri kalmanın nedenine182 yönelik verilen cevapların çoğunluğu İslâm
dinini temel almaktaydı. ‘İslâm aslında terakkiye mani olmamakla beraber...’
şeklinde başlayan yargılar neticede faturayı İslâm’a kesmekteydi183. Dinin terakkiye
engel olduğu iddiası Batıkların ortaya koydukları bir iddia olmasına rağmen
içimizden bu fikri daha katı savunan ve İslâm’a itiraz eden kişiler de vardır184.
SR
Dergisi’nden bir örnek
vermek gerekirse; Bugün, Müslümanlık âlemini güzelce tetkik edecek olursak;
derhal kendimizi iki müdhiş cereyân karşısında bulacağız. Hem de nasıl buluş?
Gafilâne, sanki böyle bir cereyânın mevcûdiyetinden bî haberiz ve-yâhût bu
cereyânların Müslimânlık âlemine hiç teallugu yokmuş! Hâlbuki bu iki cereyân
nefsel emirde pek mühim olduğu gibi millet-i İslâmiyye için de bir mâraz-ı
müzemmendir. Çünki bu cereyânlardan hiç birisi Müslimânlığın maddi ve mânevî
terakkisini tesri’ etmiyor; belki her ikisi de âlem-i İslâm’ın -maazah-
izmihlâlini hazırlıyor. Bunlardan birisi; ene vecednâ âbâenâ... ! fikr-i
sâkimini destûr hareket ittihaz ederek hiçbir hususta mâzîden kat’î alâka etmek
câiz olmadığını öne sürenlerdir. Bunlara karşı bir mütefekkir, bir sahib-i hamiyyet,
bir hakiki Müslimân çıkıp da ihtiyâcât-ı zamanîyyeyi anlatacak olursa derhal
ayağa kalkıp ne demek? Bizim bu kadar senedir âbâ ve ecdâdımızdan gördüğümüz
şeyi terk ettirerek âbâ ve ecdâdımızın işledikleri şeyleri mi işletmeğe
çalışacaksınız? Diye kıyameti koparırlar. Diğeri ise bu fikrin külliyen
hilâfınadır. Onlar, mâzîden tamamen kat’i alâka olunmasını, an’anât-i dîniyye
ve sâir-i husûsâtın hiç ehemmiyeti olmadığı iddiâyı bâtılını öne sürüyorlar. Bu
babda nokta-i nazariyyelerine bir az muhâlif görünen her sahib-i hamiyyete,
hiçbir zaman millet-i İslâmiyyenin terakkisinden başka emeli olamayan sahib ve
vicdana karşı fırlatacakları en büyük mermi, -kendilerinin de mânâsını
bilmedikleri- (müteassıb!) lafzıdır. Zîrâ birisi ene vecedna âbaena...
diyerek dîni pek basit bir süratte anlıyor, âbâ ve ecdâdından kalma olan her
şeyin doğruluğuna i’tikad ediyor; binâenaleyh kendisini edyânı tetkik
ihtiyacından vâreste buluyor. Diğerine gelince: bunlar zaten, bî halka, kulları
irşâd etmek için Sâni’ Teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygambere, bir dîne
adem-i ihtiyaç iddiasında bulunduklarından; beşeriyetin bir dîn ile mütedeyyin
olup olmaması lüzûmunu - velevki basit bir sûrette olsun- tetkik etmek
zahmetinde bile bulunmuyorlar. Bunların dîn hakkında bildikleri bir şey varsa o
da: dîn mânî-i terakkîdir! Kelâm-ı nâ-makûlîdir.... Bunların iddiâsınca
beşeriyeti gaye-i saadete erdirecek olan dînsizlik imiş! İnsanlar her türlü
kıvdet-ül-dîniyyeden tecrîd etmedikçe terakki edemezler imiş. Binâenaleyh
Müslimânlar eğer terakki etmek isterler ise i’tikâdât-ı dîniyyeyi terk etmek
lazım imiş, çünkü elyevm mevcûd olan dînlerin en yenisi dîn-i İslâm olduğu
halde o bile bin üç yüz senelik kıdeme mâlik olduğundan bu kadar kadîm
zamanlarda tetkik edilmek üzere vaz’ edilen bir kanun (?) şimdi kâbil-i
tetkik değilmiş!...”185.
SM/SR
Dergileri'nde “dinin mânî-i
terakki olmadığı” fikri etrafında yazılan makalelere baktığımızda konu birkaç
noktada toplanmaktadır. Bu noktalardan biri din ve fen arasında çatışmanın
olmadığı ve bundan hareketle dinin terakkiye engel olmadığıdır, şöyleki;
.Hayâtın
mebdei su olduğu hakkındaki nazariye âlem-i fenne atılalı daha ne kadar oldu?
Fakat Kur’an-ı Kerim, o kitab-ı mübin bize (her şeyi sudan canlı kıldık186) Âyet-i
Kerîmesiyle on dört asır evvel ihbar buyuruyor187.
İslâmiyet’in
başlıca esaslarından olan meleklerin varlığı konusunda, o varlıkları teleskop
ve mikroskop ile görmedikleri için inanmayanlara yönelik şu kritik
yapılmaktadır:
Acaba
mikroskoplar keşf edilmeden evvel bir şahıs kalkıp da muhtelif ettabiî birçok
cersûmeler vardır. Bunlar emrâz-ı müdhişenin başlıca âmilleridir, diye,
inanırlar mı idi? Ya evet ya hayır. İnanırlar idiyse, “niçin” şimdi melâike-i
kirâmın mevcûdiyetine inanmıyorlar? Eğer inanmaz idiyseler, “niçin?” Suâli var
olur. Bi’t-tabiî buna verecekleri cevab “nâ-sevab görmüyoruzdan” ibarettir.
Demek ki her görülmeyen şeyin mevcûd olmaması iktizâ’ etmez imiş. Belki bizim
havassımızdaki noksan o şeylerin ru’yet olunmasına mâni’ oluyor. İşte maddî bir
misâl arz ettik. Her ru’yet olunamıyan şeyin mevcûd olmaması iktizâ’
etmeyeceğini isbât ettik. Eğer kendileri bu kadarla iktifâ etmezler ise yine
sorarız: Bugün fezây-ı nâ-mütenâhiyi imlâ’ eden ve bütün zerrât arasında mevcûd
olan mesâmmâtı işgal eden esîr nâm-ı seyyâle-i latifin mevcûdiyetini nasıl
isbât ederler? Şüphesiz eserden müessire intikal tarikiyle. Demek izi görmeden,
havâs-ı hamsemizle hiss etmeden mevcûdiyetine inanıyoruz ve inanıyorlar da
melâike-i kirâm’ın mevcudiyetine, gerek kavlen gerek aklen isbât olunduğu halde
niçin inanmıyorlar? Bugün i’tikâdât-ı dîniyye ilm-i kelâmda pek güzel isbât
olunuyor. Zahmet buyurup da ilm-i kelâmı bir kerre olsun mütâlaa etseler veya
bir bilene sorsalar kendilerinin efkâr-ı bâtılalarına karşı nasıl cevâb
verildiğini anlarlar188
189.
Diğer
bir nokta ise;
Dîn-i
mübîn-i İslâm’a isnâd edilen tedennî sebeblerinden birisi de ‘din medeniyetimizin
siyasetine, hukukuna, aile hayatına, iktisâdiyatına hâkimdir. Uhrevî ve dîni
olduğu için dünya işlerinde muvaffak olamıyoruzdan ibarettir. Acaba böyle
mi?... İslâm’ın siyaset itibariyle tebliğ buyurduğu ahkam, dünyevîdir. Vaz
ettiği ahkâm uhrevî ve manevî değil, aklî ve maddîdir.
Bunda
iki esas göstermiştir: kuvvet-mücadele! Bunun haricinde İslâm siyasete 211
dair
bir şey dememiştir...
SM/SR’de
terakkinin gerçekleşmesi için şu şartlar üzerinde durulmaktadır: 1) Terakki
için sanayi, ilim ve yeni fenler şarttır. 2) Askerleri eğitmek ve askeri araç
gereçleri arttırmak 3) Avrupalıları taklit 4) İttihat etmek 5) Adalet 6)
Okulların ıslahı 7) Kadınların eğitimi 8) Gazetelerin artması ve ucuzlaması 9)
Noksanlarımızın doğru tespit edilmesi 10) Parlamento 11) Uhuvvet 12) Avamı
eğitmek 13) İçtihat 14) Yeraltındaki madenlerin işletilmesi 15) Ziraata önem
vermek 16) Vatan sevgisi 17) Aile hayatı ve nikâha önem vermek 18) Kutsal
topraklara (Mekke) önem vermek 19) Usulsüzlüğümüzü gidermek 20) Din dünya dengesini
gerçekleştirmek 21) Yeni ilm-i kelâm düşüncesini gerçekleştirmek.
Terakkinin
geçmişi topyekün silmek olmadığına vurgu yapan Elmalılı şunu söylemektedir;
Ma’lûm
ya, her ilmin bir nakliyeti, bir de akliyeti vardır. Ne ulûm-i nakliyye hâssa-i
akıldan âzâde, ne ulûm-u akliyye hâssa-i nakilden vârestedir. Terakki mazideki
kıymetlerden istigna değil, onları ta’dîlât ve keşfiyyât-ı cedîde ile daha
mütekâmil kıymetlere iblağ etmektir 190.
Dr.
Milaslı İsmail Hakkı ise Müslümanların geçmişteki terakkilerinden bahsederek
Müslümanlığın mânî-i terakki olmadığını söylemektedir.
...Geri
kalmak için bir kerre ileri gitmek lazım gelir. Evet, Müslimânlar bir vakitler
ileri gitmişler ve gayet esaslı bir medeniyet meydana getirmişler idi. Hatta
yalnız kendileri ileri gitmiş olmayıp başkalarının da ileri gitmelerine ve daha
doğrusu bugünkü medeniyetin zühûr ve hüsûlüne sebeb olmuşlardır. Eğer
Avrupalılar’ın terakkisi ancak tabâatın îcâdıyla başlamış olsa idi tabâatın
yeni îcâd olunduğu bir zamanda Cristof Colomp yetişmiş olabilir mi idi? Hâsılı
Avrupalılar hakiki devr-i intibahlarının Müslimânların Avrupa’ya geçtiklerinden
sonra hâsıl olduğunda ve bi husus ehl-i sâlib temasları üzerine kuvvet
bulduğundan şübhe yoktur. XV. ve XVI. asırdaki süratle terakki eden devr-i
terakkiyi hep evvelki intibaha ve pek doğru olarak tabâatın îcâdına merbuttur,
Avrupalıların Yunan âsâr-ı medeniyyesini tetkik etmeleri de yine Arab kitabları
vasıtasıyla olmuştur ki bu hakikat Avrupa tarihlerinde bir tafsîl-i mestur
olduğu gibi elyevm kütüphanelerinde mahfuz kitaplarla da sabittir191.
Medeniyetin,
dolayısı ile terakkinin sadece maddi alanda olmaması gerektiğini ifade eden
Hasan Hikmet bu konuda şöyle demektedir;
Zamanımızdaki
müessesat-ı sanaiyyeye, demir yollarına, müntazam şehirlere, servet ve
ticarete, büyük vapurlara, teyyarelere, madenlere, te’sisât-ı nâfiaye bakarak
hepimiz işte medeniyyet diyoruz. Hâlbuki bunlar bizzat medeniyyet değil,
zâhir-i medeniyyedir192.
SR
Dergisinde İslâm’ın
terakkiye engel olmasının nedenleri olarak İslâm’da adaletin, çalışmanın ve
birliğin olmadığı gibi ön yargılara M. Akif cevaplar vermekte bu iddiaları
çürütmektedir193.
Terakki
fikrinin felsefi yapısını çözümlemeye çalışan Elmalılı şunları söylemektedir;
...terakki
öyle bir mefhum-ı âmdır ki müteallıkına ve gayesine göre birçok medlullar ile
alakadardır. İnsaniyyetin bir gaye-i mutlakâsı olmalı ki ona doğru vaki’ olan
harekât-ı mütezâyideye ale-l-ıtlak bir terakki-î beşer nâmı verilebilsin.
Hâlbuki insanların ferdiyeti kadar ve belki daha ziyade gayeler tahmin
olunabilir ve herkes terakki denilince kendi nokta-i nazarına göre bir gayeye
vüsûl mânâsını kasd eder. Bu sûretle ale-l-umum insanlar için terakki, izafî
bir mânâya hâiz demek olacağından bu haysiyetle yalnız edyânın değil, âlemde
hiçbir şeyin ale-l-ıtlak âmili terakki olması hakkında bir hükm-i kat’i
verilemez.
Birçok
esbâb ve âvâmil vardır ki insanların ihtirâsât ve teşehhiyâtını tehyîc eder
vüsatte terakkisine badi’ olur. Bu ise hakikatte terakki değil, tedennîdir.
Âlemde diğer birçok esbâb ve âvâmil daha vardır ki bunlar da insanların fezâil
ve hasenatta terakkisini temin eder. İşte bizim nazarımızda terakki-î hakîki
budur. Dînleri mânî-i terakki görmek isteyenler gâye-i terakkiyi lizaid-i
şehvaniyyeyi vüsûlda arayan nüfûsu takiyye meyânında görülüyor. Bunlar saadet-i
hayatiyyi pek hususi ve ferdi bir nokta-i nazardan mütalaa edenlerdir194.
SM
Dergisi’nde din terakkiye
engeldir diyen sesler de vardır fakat bu, dinin bizzat kendisine yönelik değil,
onun yanlış anlaşılma biçimlerinedir.
·
D. İctihâd Kapısının Açık Olması
XIX.
yy.’da İslâm’ın geçirdiği tehlike ve uğradığı felaketlerle birlikte İslam
dünyasını bu durum karşısında onu kurtarmak ve korumak için bir takım samimi
düşünceler ortaya çıkmıştır. Bu İslâm’ın özüne dönmek ve İslâm adına bir
yenilik faaliyeti olarak kendini göstermiştir. Bunun siyasi karakteri
Pan-İslâmizm, dini ve fıkhî esası ile selef yolu ‘telfik’ şeklinde ortaya
çıkmıştır. İslâmî hayatın tekrar canlanması ve kurtuluş yollarındaki engellerin
açılması için de ‘ictihâd kapısının açılması’195 şart olarak ileri sürülmüştür196. İctihâd “nassın
lafız ve manasından hareketle, nassın bulunmadığında da çeşitli istinbat
metotları kullanılarak şer’i hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma çabasının genel
adıdır197.” İlk
nesil Hz. Peygamber zamanından başlayarak bütün nevileriyle ve serbestçe
ictihad etmiş değişen hayat şartlarına İslâm’ı zedelemeden onun zamana ayak
uydurmasını gerçekleştirmişlerdir198. Joseph Schacht’ın tesbitine göre, III. (IX.)
yy.’ın ortalarına kadar ictihâd konusunda bir kısıtlama yok iken IV. (X.)
yy.’ın başından itibaren önceki müctehidlerin ictihâd ehliyetine sahip
oldukları yönündeki anlayış değişerek fakihlerin bütün fonksiyonları önceki
imamların doktrinlerini yorumlamaktan ibaret kalmıştır. Bu husus literatürde
ictihâd kapısının kapanması şeklinde ifade edilmiştir199. Yaklaşık VII. (XIII.) yy.’dan
itibaren mutlak ictihâd ihtiyacı çekingen bir biçimde de olsa dile getirilmeye
başlanmıştır. İzzeddin İbn Abdüsselâm, Takıyyüddin İbn Teymiyye, İbn Kayyim
el-Cevziyye ve Takıyyüddin es-Sübkî bu söylemin başta gelen simalarındandır200. XIX. yy.’da M.
Abduh201 gibi
yenilikçiler, İslâm’ın öz itibariyle modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap
verebilecek kapasite ve potansiyele sahip olduğunu, İslâm dünyasının içinde
bulunduğu geri kalmışlığın sebeplerinin başında ictihâd kapısının kapatılması
ve taklidin yaygınlaşması olduğunu202 ileri sürerek yeniden ictihâd çağrısı
yapmışlardır203.
Her asırda bir müçtehidin olmasının felsefesi müçtehidin yaşayan bir insan
olduğundan yeni gelişmelere karşı cevap verip karışıklığı önlemektir. İctihâdın
karşısında olanlar bütün sözlerinde ictihâd yaptıkları halde kendi sözlerinin
içtihat olduğunu bilmemektedirler204.
“İctihâd
kapısını kapatmanın manası: a) Dinin nasslarına ve bu nassların mefhumlarına
muhalefet etmek demektir; b) Müslümanları, devamlı olarak bir noktada saplanıp
kalmaya, c) Yeniden doğmak ve ilerlemek çığırından uzaklaşmaya, d) Geçmiş
fukahanın kendi zamanlarındaki durum çizgisinde kalmaya, e) Onları kendileri ve
diğer müslümanlar için, hem kendi zamanlarında hem de kendilerinden sonra
kıyamet gününe kadar gelecek bütün zamanlar, nesiller ve asırlarda tatbiki
gereken formüllerine tabi olmaya... mahkûm eylemekten ibarettir”205. İslâm dünyasında
ve Osmanlı İmparatorluğunda bilginin temel kaynağı vahye dayanmakta bilgi
Müslümanların vahiyden akıl yoluyla anladıklarından ibaretti. Bilginin
kaynağının vahiy olduğu vurgulansa da; temellendirilmesi antropolojik,
sosyolojik, kültürel ve zihinsel bir durum arz edip tarihsel ve sınırlı olmayı
barındırmakta idi. Ancak Müslümanların gözünde yoruma dayalı bilgi ile vahyin
kendisi özdeşleştirildiğinden beşeri bilgi mutlak ve kesin olarak algılanarak
kutsallaştırıldı206.
Buna bağlı olarak yapılması gereken ictihadlarla yeni bilgi üretilemediğinden
Osmanlı’da epistemik bir bunalım yaşanmaktaydı207. Medreselerde bilgi üretilememekte ve düşünce
sistemi geliştirilememekte idi208.
Elmalılı,
...devr-i i’câz geçmiş ve devr-i ictihâd açılmıştır, ulûmun akliyyetini ve
faaliyet-i hâzırasını ihmal edip sırf nakliyyetini tesbit ile uğraşmak
skolâstik denilen taklid seviyesinde sayıp durmak demektir. Bu ise hakikatin hayâtiyyetinden
ve canlı noktaları bulunduğundan gaflet eylemektir. Bilakis ilimlerin nakil
yönünü ihmal edip sadece aklî yönü ile uğraşmak ölçütsüz, ölçeksiz, ilkel ve
çocuksu bir harekettir. Bunun yanında skolâstik reşit bir mahiyet-i ilmiyyeye
haizdir209,
diyerek ictihâd kapısının kapalı olmadığını ve ilimlerin dinamik bir yapıda
olduğuna vurgu yapmaktadır.
Yahya
Arif ictihâdın neden gerçekleştirilemediği üzerinden durur;
Müteahhirîn
fukahânın eimme-i mezâhibin “ikvâl”lerine karşı ikvâl diyememeleri “kal” ve
“kirlere bağlanıp kalmaları yüzünden ictihâd hareket-i fikriyyesinin tevkifa
uğramış olduğu doğrudur210.
M.
Şemseddin konuyu Hadis-i Şerif’ler ile değerlendirerek ictihâd kapısının
önceden beri açık olageldiğini söyler;
İctihâd’ın
lüzumuna dair, Hz. Peygamber’in bir müçtehid ictihâdında hata ederse bir
sevaba, isabet ederse on sevaba nail olacağı211 hakkındaki beyânât-ı nebeviyyelerinden daha
sarîh delîl olur mu?
Zamanın
ihtiyacına göre ictihâdda bulunmak hususunda en parlak örnek olarak;
Hz.
Peygamber: Ya Muaz (v.629)212
Yemen’de ne ile icrâ-yı ahkâm edeceksin?
Muaz:
Kitab-ı İlahiyye ile!
Hz.
Peygamber: Kitab-ı İlâhide bulamazsan...?
Muaz:
Sünnet-i Resûl ile!
Hz.
Peygamber: Sünnette de bulamazsan.?
Muaz:
Kendi rey’ ve ictihâdımla213.
İsabet-i
rey’ ve dîndeki vukuf ve salâbetiyle mümtaz olan Hz. Ömer, Ebu Musa
el-Eş’ari’yi me’mûr ta’yîn ettikleri zaman Kitab-ı İlahiyye ve Sünnet-i
Nebeviyye’de sarâhaten desteres olmadığı yerlerde ictihâda devam etmesini emir
ve tebliğ etmişlerdi.
Acaba
bâb-ı ictihâdı sım sıkı kapayanlar, ahkâm-ı dîniyyeyi tahdîd hususunda kendilerini
şari’î âzamdan daha ziyade salâhiyyetdâr, umûr-i dîniyyede Hz. Ömer’den daha
ziyâde salâbettar mı addediyorlar?
Bunlar
devr-i ashâbı tetkik etmiş olsalardı, irtihal-i nübüvvetten sonra zühûr eden
mesâilde uzemâ-yı ashâbın alabildiğine ictihâda devam etmiş olduklarına dair
binlerce şevâhid bulabilirlerdi214.
İzmirli
ictihâd kelimesinin kıyas ile karıştırıldığını bazılarının ise ictihâd örfe
intibak için doğmuştur dediğinden zihinlerde ictihâd kavramı ile ilgili belirginliğin
olmadığını ifade eden makalesinde ictihâdın iki durumda farz-ı ayn, iki durumda
farz-ı kifâye ve iki durumda mendub olduğunu anlatmaktadır215. O dönemde örneğin Hüseyin el-Cisr (v.1909)
ictihâdın önemini benimsemekle birlikte Müslümanlarda bir şahsiyet kaybına
sebebiyet vereceği kaygısı ile ictihâd kapısının açılmasını kabul etmemiştir.
Gerçi onun ictihâd dediği şeyin insanî faaliyet alanlarının bütününü
kapsamadığı da açıktır216.
Halim
Sabit ictihâdda ulema faktörünün altını çizmektedir; Medeniyetin terakkisi dâhi
efkâr-ı ulemada ictihadın rusûhuyle mütenâsib bir tarzda ilerliyor, efkârına
atalet çökmüş bir kavim inkiraza uğruyor217.
İKİNCİ
BÖLÜM
SEBÎLÜRREŞAD
DERGİSİNDE KELÂM İLMİ
I.
SEBÎLÜRREŞAD DERGİLERİNDE KELÂM İLMİ İLE İLGİLİ MAKALELERİ BULUNAN YAZARLAR
·
A. Belli Başlı Yazarlar
1. Muhammed Abduh
1849’da
Mısır’ın Buhayre’ye bağlı Mahallatünnasr köyünde doğdu. Tanta civarına yerleşen
ailesi, Mehmed Ali Paşa’nın baskısı nedeniyle Nil nehri civarına taşınmıştır.
Babasının teşvikiyle okuma yazmayı öğrenip hafızlığını tamamladıktan sonra ilim
tahsili için Tanta’ya gönderildi. Burada medrese eğitimi aldı fakat bu eğitimi
beğenmeyip köyüne döndü. Okumak istemediğini söyleyerek 1865’te evlendi. Fakat
babasının ısrarı üzerine ilim tahsili için Tanta’ya geri döndü. Yolu üzerindeki
Kineyse kasabasında babasının bir yakını olan Şeyh Derviş Hızır’la görüşmesi
onun ilim aşkını kazanması ve bunu devam ettirmesi adına bir dönüm noktası
oldu. Hatıralarında bunu dile getirmektedir. Daha sonra buradan Kahire’ye
gitti. Ezher Medresesi’nde öğrenim görmeye başladı. O sıralarda Cemâleddîn
Efgâni’den 1871 yılından itibaren riyâziye, felsefe ve kelâm dersleri aldı.
1877’de Ezher’den mezun olduktan bir yıl sonra Ezher’e hoca tayin edildi ayrıca
Kahire Dârülulûmu’nda tarih, Dârü’l-elsüni’l-Hidîviyye’de Arap dili ve
edebiyatı dersleri verdi.
Urâbi
Paşa’nın Hidiv İsmâil Paşa ve İngiliz sömürge yönetimine karşı başlattığı
direniş hareketine destek çıktığı gerekçesiyle 1882 yılında üç yıl süreyle
Beyrut’ta sürgüne gönderildi. 1883 yılından sonra Efgânî’nin daveti üzerine
Paris’e gitti ve O’nunla el- ‘Urvetü’l-vüskâ dergisini çıkarmaya
başladı. 1884 yılında Tunus’a oradan da Beyrut’a geçti. 1889’da Mısır’a dönen
Abduh 1895 yılında kurulan Ezher İdare Meclisine üye tayin edildi.
1899’da Mısır Müftülüğüne getirildi. 1903 yılında gittiği İngiltere’de filozof
Herbert Spencer’le görüştü. 1905 yılında Ezher İdare Meclisi üyeliğinden
ayrıldı. Aynı yıl hastalandı ve 11 Temmuz 1905 yılında vefat etti. Cenazesi
13
Temmuz 1905’te Karâfetü’l-mücâvirîn Mezarlığı’na defnedildi218.
Eserlerinden
bazıları şunlardır; Risâletü’t-tevhîd219, el-îslâm ve’n-Naşrâniyye ma’a’l-‘ilm
ve’l-medeniyye, Tefsîru cüz’i ‘Amme (Kahire 1322- eserdeki bazı sayılar
Sebilürreşad’ın mühtelif sayılarında dilimize çevrilmiştir) ve el-îslâm
ve’r-red ‘alâ müntekıdîh ’ dir220.
Muhammed
Abduh İslâm Dünyası’nın sorunlarını kendisine dert edinen düşünürlerdendir.
Abduh İslâm dîninin inanç esaslarının Tevhîd olduğunu akaid konusunda farklı
temellere dayanmadığını dolayısı ile bu dinde en güçlü kaynağın akıl en güçlü
rüknün de nakil olduğuna vurgu yaparak İslâm’da körü körüne taklitçiliğin
olmadığını aksine akli delillere dayanarak peygambere iman etmenin gerektiğini
vurgulamaktadır221.
M.
Abduh’un SR Dergisi’ndeki konumuzla ilgili makalelerine bakalım.
Yazar
Tevhîde Dâir’ de ele alacağı konulara geçmeden önce tevhîd kavramının ne
anlama geldiğini anlatmaktadır;
İlm-i
tevhîd avâlimi yaradan Allah’ın vücûduyla nefy ve isbât-i vâcib olan
sıfatlardan tevsîm ve te’cîli câiz olan vasıflardan, ümmetlere göndermiş olduğu
resûllerin isbât-i risâletleriyle meftûr ve me’mûr oldukları ahvâlden ve
kendilerine nisbet olunması lâyık ve mümteni’ olan şeylerden bahs eder. Tevhîd
ma’nâsının aslı Allah’ın birliğine ve şerîki olmadığına i’tikad etmektir. Zât
ve sıfât-ı ilâhiyyeden bahs olan bu ilme, ilm-i tevhîd ta’miye olunması
ilâhiyyâtın ehm-i eczâsına hâvi olmasındandır.
İlm-i
tevhîd ile iştihaldeki matlûbun gaye-i azamesi Allah’ın sıfat-ı zâtiyye ve
fi’liyyesini idrâk ile beraber İmam-ı Enbiyâ Efendimiz’in bâisine müteallik
makâsıd-ı Rabbâniyyenin istidlâl ve îzâhıdır. İş bu ilm-i tevhîd ve ilm-i
i’tikada ilm-i kelâm da denir. Hikmet-i nazariyye-i ulûmda mantık ne ise ilm-i
akâidde de ilm-i kelâm o menzildedir.
Yazar
tevhîd ilminin tarifini yaptıktan sonra tevhîd ilmininin nasıl çıktığını
kronolojik olarak izah etmektedir;
Nebî
zamanında herhangi bir mes’ele tereddüd edildiğinde kendilerine arz ile hall
olunurdu. Ebû Bekir ve Ömer zamanında da durum böyle idi. Sorunlar akîdeden çok
muâmelât ile ilgili idi. Bu durum üçüncü halîfenin fitne zamanına kadar böyle
devam etti. Vaktâ ki mezkûr fitne halîfenin katlini infâz etti. Bu da hilâfetin
bir rükn-i azîmini çökertti. Dîn-i İslâm ve sâlikleri de büyük bir sadmeye
uğradı, bu sûrette dîn-i mübînin emr ettiği tarîk istikametinden tebâüd olundu.
Hz.
Kur’an ise kendi sırâtı üzerine kaim ve pâyidâr kaldı. Çünki, “onu biz indirdik
biz koruyacağız222”
ayet-i kerîmesi’nde beyân buyurulduğu vecîhle hatt-ı ilâhî ile korunmuştur.
Bu
fitnenin sonucunda nâs onun ta’yîn ettiği hudûddan çıktı. Onu düşünmeyerek
teaddî vâdîsine koyuldu, hakkında bir hükm-i şer’î lâhik olmadan ve bir delîl-i
kat’iyyeye istinâd ettirilmeden halîfe öldürüldü. Îmânlı geçinen kimselerce
fıtratan necîb olanlara musallat olundu223.
Zikrolunan
fitnenin âmillerinin başlıcası ise Abdullah b. Seb’e idi.
Yahûdîlikten
İslâm’a gelmiş idi ...
Bu
verdiğim îzâhâtlar evvelâ kitâb-ı mübîne istinâden kavâid-i dîniyyenin nasıl
te’sis ettiğini ve bilâhire onun dâire-i münciyyesinden çıkmağa ve hüdûd-i
müştemilesinden uzaklaşmağa cür’et eden ehl-i tefrîkanın ellerinde ne gibi
muhtelit şekillere düştüğünü bildiren bir târih-i icmâliyyedir224.
Bize
i’tikadı vâcib olan şey, İslâm’ın akâidde tevhîd dîni olduğuna ve onun kavâidi
tefrîka gayr-ı müsâid bulunduğuna cezm ve hüküm etmektir. Bilinmelidir ki:
akl-ı mevhûb; ilm-i akâidin en kuvvetli yardımcısı, nakl-i meşru’ da onun en
mühim rüknüdür. Bunların hâricinde tevehhüm olunan şeyler, tesvîlât-ı
şeytâniyye ve şehevât-ı nefsâniyye mahsulüdür. Hz. Kur’an, akâid dîninin
kâffesine hüccet-i bâhiredir, herkesin amelinde musîb ve muhtâ olduğu sûretle
hakîmdir. İlm-i tevhîdin gayesi; onu ikame ve idâme etmek farz olduğunun
müttefik-i aleyh bulunmasıdır. Bu da Cenâb-ı Bârî’nin vâcib olan sıfat-ı
sübûtiyyesine ve tevsif-i gayr-ı câiz ve müstahîl bulunan sıfatlardan tenzîhine
hâdim sûrette kesb-i ma’rifetle onu te’yîd etmek ve gönderdiği resûlleri vech-i
yakîn ile tasdik eylemek keyfiyyetleridir. Nefsin bu hususda kuvvet-i itmînân
hâsıl etmesi ve emr-i i’tikadda taklîd deryasına düşülmemesi için Kur’an’ın
irşâd ve ihtivâ’ ettiği ahkâm ve delâil-i kat’i pek büyük istinâdgâhdır225.
Ef’âl-i
ibâd ve ef’âl-i ilâhiyye konuları226 kelâm ilminde insanın iradesi ve varoluşsal
yönünün anlamı üzerinde ele alınan önemli konulardandır. Dergide bu konular ele
alınmıştır. M. Abduh’un bu makalelerinden kısa bir alıntı yapmak süretiyle
örnek vermek istiyoruz:
Ef’âl-i
ibâd;
İnsan
kendi varlığını anlaması için bizzat kendi varlığı ona yeterlidir. Bunun için
başka bir delîl ve vâsıta aramasına gerek yoktur. Bunun gibi işleyeceği
fi’llerde ihtiyârına da müdriktir. Onlara ne sûretle başlayıp ne vecîh ile
netîceye îsâl edeceğini aklıyla muvâzene ve irade-i vicdâniyyesiyle takdîr
eder. Ondan sonra müstaid olduğu kudret-i sarf ile kasd ettiği fi’li hayz-ı
husûle getirir. İnsanın bu hassalarından birinin inkârı tekmil vücûdunu inkâra
müsâvî olur. Bu ise aklın bedâhetine muhâliftir... Kudret-i beşeriyyetin ve her
fi’lde tevessül olunması lazım gelen esbâb-ı zâhirenin isti’mâlinden sonra
bunların fevkinde husûle gelen netâyici sırf Allah’dan bilip O’nun gayrısından
intizâr ve i’tikad etmemek lazımdır227.
Tekrar
ederim ki; mükellef için Hâlık Teala’nın vahdâniyyetini tasdîk etmekle beraber
O’nun ihsân ettiği ve te’sîri kudretine tabi’ kıldığı a’zâ ve kuvve ile kesb-i
îmân ve tahsîl-i ef’âle çalışmak vücûbuna ve Allah’ın dîn-i levâzımından olarak
mükellef kıldığı sâir amellere ve abdın murâd ettiği bir şeyin itmâm ve
intâcına mani’ teşkil eden halleri def etmeğe ve abdin ilminin ihâtası
hâricinde olan ve dâire-i murâdına dâhil olmayan bir şeyi husûle getiren
esbâb-ı kâmileyi hatırlamaya gafil ve her kuvvetin fevkinde münferid ve pek âli
olan kudret-i ilâhiyyeye i’tikad etmektir228.
Ef’âl-i
ilâhiyye;
Allah’ın
ef’âl-i müktezâyı ilim ve iradesi üzerine sâdır olur ki evvelki bahislerde
beyân olunmuştu. Onun ilim ve irâdesiyle südûr eden her fi’l, O’nun ihtiyarına
tâbi’dir. İhtiyârıyla isdâr eylediği ef’âlden hiç biri, fâil-i mutlak
hazretlerinin zâtına vâcib değildir. Bunun gibi cemi’ ef’âlinden hiç birinin
südûru sıfat-ı zâtiyyesine ve halk, rızk, i’tâ ve i’tâyı men’, ta’zîb ve te’nîm
gibi şeylerde sıfat-ı ef’âliyyesine vâcib değildir.
Umûr-ı
kevniyyede Hakk Teâlâ’nın zâhir ve sâbit olan fi’lleri, imkân-ı hâs tarîkiyle
ya’nî bir emr-i mümkinin vücûd ve adem tarafları zât-ı ilâhiyyeye nisbetle
müsâvî olup her iki takdîr için zâtından selb zarûret olunması sûretiyledir.
Allah’ın
ilim ve iradesiyle fâil-i mutlak olduğunu teslim ettikten sonra O’nun ef’âlinden
hiçbir şeyin mâhiyât-ı levâzımının o mâhiyetin zevâtına vâcib olmaları, kezâlik
Vâcib Teâlâ’nın sıfat-ı ilmiyyesiyle ittisâfın vâcib olması gibi, zâtına vâcib
olduğunu tevehhüm edecek bir akl-ı âkil tasavvur olunamaz; çünkü evvelce derc
ve işâret olunduğu vechî ile ef’âl-i ilâhiyyeye selb-i ihtiyâr ile vücûb,
tecvîzi onun muktezâyı şân ve sıfatına tenâkuz teşkil eder, binâenaleyh böyle
bir vâcibin ıtlakı bedâhaten müstahildir229.
Yazar
yukarıda da bazı örneklerini gösterdiğimiz Tevhide Dâir başlığı
altındaki yazılarında Aksâm-ı mâlum, Müstahîl, Mümkünün Ahkâmı, İrâde, Kudret,
İhtiyâr, Vahdet, Sıfat-ı ilâhiyye Hakkında Bir Kelâm-ı İcmâli, İ’tikâd-ı Vacib
Olan Sıfat-ı Sem’iyye, İlim, Mümkün Kat’en Mevcûddur, Hayât, Ef’âl’in Hüsün ve
Kubhu, Ahkâmı Vâcib, Kıdem, Beka ve Nefy-i Terkîb gibi kelâm ilmi ile ilgili
konuları ele almıştır.
İmkân-ı
Vahiy konusu ile ilgili makaleler tezimizin ileriki bölümünde ele alınacağından
burada bu makalelere yer vermeyeceğiz.
·
2. M. Reşid Rıza
M.
Reşid Rıza aslen Bağdatlı olup 1865’te Suriye’nin bugünkü Lübnan bölgesine göç
ederek Kelemûn kasabasına yerleşmiş bir ailede 22 Ağustos 1865 yılında dünyaya
gelmiştir. R. Rıza okuma çağına geldiğinde ilk bilgilerini babasından ve kasaba
okulundan almıştır. Daha sonra Trablus’da Osmanlı Rüşdiye Mektebine girdi. R.
Rıza burada bir yıl okuduktan sonra Şeyh Huseyn el-Cisr’in kurduğu
el-Medresetu’l-vataniyyetu’l- İslâmiyyeye geçti. 1883 yılında 18 yaşında iken
girdiği bu okuldan 1896 yılında mezun oldu230. Gençliğinde tasavvufa merak sararak
Nakşibendî tarikatına girdi. el-Urvetü’l-Vüskâ dergisi aracılığı ile Cemaleddin
Afganî’yi tanıyarak ve Beyrut’ta sürgünde bulunan M. Abduh’la irtibata geçerek
kendisini Müslümanların ıslağı çalışmalarına adadı231. 1897’de Kahire’ye gitti ve 1898’de el-Menar
gazetesini kurdu. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra I. Dünya Savaşına
değin Suriye’de Adem-i Merkeziyet Partisi’nde çalıştı. 1912’de din görevlilerini
eğitmek amacıyla Darü’d-Da’ve ve’l-İrşad adlı bir okul kurdu. 1919’da Suriye
Kongresine başkanlık etti. 1921’de Suriye-Filistin delegesi olarak Cenevre’ye
gitti.1925—1926 Suriye Ayaklanması esnasında Kahire’de kurulan siyasi komitede
yer aldı. 1926 Mekke, 1931 Şsm İslâm Konferansına katıldı232. Reşid Rıza, dostu Şekib Arslan’a yazdığı son
mektuplarında hem rahatsızlığına rağmen dinlenmeye vakti olmadığından hem de
dergi ve kitab neşri uğrunda evini rehin edecek borçlarının olduğundan
bahsetmektedir. Ecelinin dolduğu gün, Kral Abdulaziz ile vedalaşmak için
Süveyş’e gitmiş işlerinin çokluğundan orada gece kalıp istirahat edemeden aynı
gün bozuk yolda otobüsle Kahire’ye dönmek üzere yola çıkmıştır. Yol
arkadaşlarının anlattığına göre Kur’an-ı Kerim okurken 22 Ağustos 1935’te
öğleden sonra ruhunu teslim etmiştir233. Eserlerinden bazıları ise şunlardır: Muhaveratü’l-Muslih
ve’l-Mukallid (1906), el-Vahhabiyyun ve’l-Hicaz (1925), Yusrü’l-İslâm
ve Usulü’t-Teşrü’l-Amm (1928), Tarihü’l-Ustadü’l-İmam eş-Şeyh Muhammed
Abduh (1931), es-Sünne ve’ş-Şia (ös 1947, 2 c.), el-Vahyü’l-Muhammedî
(ös 1947)’ dir.
SR
Dergisindeki Akâid-i İslâmiyye başlığı altında ele aldığı konuları ele
alalım.
Akâid-i
İslâmiyye’ye dair neşr edeceğimiz bu makaleler el-Menar234 Mecelle-i İslâmiyyesi sahibi Şeyh Reşid
Rıza Efendi Hazretleri’nin emâliye-i dîniyye ünvânı altında mezkûr
mecellede neşr eylemiş olduğu derslerden muktebestir. R. Rıza bu dersleri
Mısır’daki Şemsü’l-İslâm Cem’iyyetinin verdiği bir karar üzerine mezkûr
cem’iyyet tarafından haftada bir gün akd eyleyen ictimâî umûmiyyelerde takrîr
eylemişti. Fâzıl-ı müşârün ileyh takrîr etmiş olduğu bu derslerde Akâid-i
İslâmiyye’nin esaslarını teşkîl eden en mühim mes’eleleri mevzû bahis ederek
onları âyât-ı Kur’aniyye ve bürhân-ı akliyye ile tavzîh ve teşrîh eylemiş;
falan şöyle demiş diğeri de böyle cevâb vermiş gibi lüzumsuz kîl ve kallerden
tamamen ictinâb ile basît bir sûrette akâid-i İslâmiyyeyi anlatmıştır. Üstad-ı
muhterem takrîr etmiş oldu bu dersleri mes’ele şeklinde ifrâ ederek onları
yekdiğerine karıştırmaksızın her birisini bir ser levha altında ayrı ayrı îzâh
ve beyân etmiştir. Fevâid-i külliyyeye mûvcib olacağı mülâhazasıyla tercüme ve
iktibâsı münâsib görülmüştür.
·
1)
Birinci Mes’ele: Dîn
Dînin
tanımını yapan yazar ümmetin içinde bulunduğu durumun bu tarife uymadığını
beyanla dînin özüne uygun bir şekilde yaşanmasını va’z etmektedir. Dînin hem
âhiret hem de dünyaya bakan yönüne vurgu yapmaktadır235.
·
2)
İkinci Mes’ele: Ta’lîm
Yazar
dînin ta’lîm ile elde edilebileceğini, İslâm Dini’nin fıtrî bir dîn olduğundan
onun akâidinin ve ahkâmının kolayca anlaşılabileceğini ifade etmektedir.
·
3)
Dînde Basîret
Yazar
bazı kimselerin ulûm-ı dîniyyeyi tahsil için tefsir, hadîs, ahlâk, ilm-i nefs,
ilm-i ictima gibi önemli ilimleri ihmal ederek bu ilimler haricinde pek çok
fünûnu belleyenleri eleştirmektedir.
·
4)
Dînin Kavâidi
Cenâb-ı
Hakk dîni tahsîs-i akâid, tezhîb-i ahlâk, ıslah-ı amel için meşrû’ kılmıştır.
Bundan
dolayı ulûm-ı dîniyyenin maksadı üçtür.
·
a) Cenâb-ı Hakk hakkında
edilmesi lâzım olan,
·
b)
Enbiyâ-i Kirâm, Resûl-i Âzam hakkında i’tikadı lâzım olur,
·
c)
Âlem-i Gayb yani melâikenin, şeytân ve cinnin, cennet ve cehennemin... vücûdu
gibi bilinmesi yalnız sem’a mütevaffık olan ahbâr-ı dîniyye hakkında tafsîlen
i’tikadı lâzım olur236.
·
5)
Dîn ve Akıl
İslâm
dîni ile aklın birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu vurgulayan yazar
Kur’andaki Ayetlerden örnek vererek, “Batı İmran ve medeniyetini ıslah ettiği
ve bir düzene girdiği halde bizler bu imkânlarımıza rağmen bunu yapamadık”237 demektedir.
·
6)
Taklîd ve İctihâd
Dînde
basîret ve kitab-ı azîz taklîd ve ehl-i taklîdi nasıl zem ve takbîh eylediğini
anlattık.
Yazar
bu bölümde taklîd ile ictihâd ilişkisini anlatmakdatır238.
·
7)
Dîn Tevhîd’dir
Yazar
o dönemde de hassas bir konu olan Sünnî, Şiî, Vahhabi herkesin kardeş olduğunu
bunlar arasında hiçbir farkın olmadığını vurgulamaktadır239.
·
8)
Aklın Hükümleri
Yazar
“bir insanın aklın hükümlerinin çeşitlerini bilip onları tefrik etmeyen kimse
âkil değildir, vacîb müstahil cevâzını herhesin anlayabileceği gibi
açıklayacağız”, demektedir.
·
9)
Vücûb, Vâcib
·
10)
İstihâl, Müstehîl
·
11)
İmkân, Mümkün
·
12)
Bedîhî, Nazarî
·
13)
Tercih Bilâ Müreccih
·
14)
Âlemin Hudûsu
·
15)
Vâcib ile Müstehilin Hükmü
·
16)
Muhâl-i Aklî, Muhâl-i Âdî240.
·
17)
Vâcibin Vücûdu
·
18)
Vücûd-ı Bârîyei İ’tikad Fıtrîdir241.
Geçen
makalede vâcib mümkün müstehilin ma’nâlarını îzâh ettik. Sonra bu âlemin de
cümle-i mümkinattan olduğunu mümkünün nazar-ı akılda vücûd ve ademi mütesâvî
olduğu cihetle bîlâ (müreccih) bir tarafını tercih etmek mütesâviyenden
birini diğerine tercîh demek olup bu ise mahal olduğundan vücûdunu ademine
tercih edecek bir müreccihe her halde muhtâc olduğunu anlatmıştır. Şimdi de
diyoruz ki mümkinât cümlesinden olan bu âlemin vücûdunu ademine tercih eden
müreccih her halde vâcib olmak lâzımdır. Bunu da îzâh edelim.
·
19)
Tenzîh-i Bârî
Geçen
makalelerde anlattık ki; bu âlem mümkündür, mümkünün nazar-ı akılda vücûd ve
ademi müsâvî demek olduğu cihetle vücûdu zâtının muktezâsı değildir.
Binâenaleyh bu âlem var olanı bilmek için behîme-i hal vücûdunu ademine tercîh
edecek bir müreccihe muhtâc ve müreccih de her halde vâcib-ül-vücûd olması
lâzım gelir onun adı da Allah’dır. O hiçbir şeye benzemez.
·
20)
Kadîm ve Ezeliyyet
·
21)
Bekâ ve Ebediyyet
·
22)
Kıyâm bi-Nefs
·
23)
Vahdet ve Cenâb-ı Hakk’tan Terkibi Nefy Etmek242.
·
24)
Muhkem ve Müteşâbih
·
25)
Selef ve Halefin Mütesâbitdeki Mezhebleri243.
Muhkem
ve müteşâbih;
Bundan
evvelki makalede Kur’an ayetlerinin bir kısmı muhkem bir kısmı müteşâbihdir,
dedik. Müteşâbih konusunda ehil olmayan kişiler hataya düşmüşlerdir. Mücessime,
Müşebbihe taifeleri gibi244.
·
26)
Vahdâniyyet
·
27)
Hakikatte İbâdet Nedir245.
·
28)
İbâdet Nedir?
Bundan
evvelki makalede Cenâb-ı Allah’ın halk ve îcâdı hususunda şerik ve nezîri
olmadığı cihetle ibâdetin de yalnız kendisine mahsûs olacağını söylemiş hakikat
olarak ibâdet lafzının ne gibi ef’âl ve harekete ıtlak olunabileceğini îzâh
etmiştir.
Yazar
bu bölümde dua ibadetine vurgu yapmaktadır246.
·
29)
Ma’nâ-yı Tevhide Mugayyir Olan Şirkin Butlânı
Bundan
evvelki makalelerde bir tafsîl-i îzâh olunduğu üzere Cenâb-ı Hakk’ın halk ve
îcâd hususunda hiçbir sûrette şerîki yoktur, esbâb-ı zâhirenin verâsındaki
kuvve-i gaybiyye saltanatı yalnız Allah’a mahsûs olduğu cihetle tezellül ve
hudûun iksâyı gâyeti olan ibâdet de ancak O’nadır. Mahlûkat üzerine cârî olan
kavânin-i ilâhiyye ve esbâb-ı zâhirenin fevkinde bazı kimselerin de te’sîri
olduğuna i’tikad etmek şirktir, küfürdür247.
·
30)
Vahdâniyyet ve Aksâmı
Ulema-i
mütekellimînin müteahhirîni vahdâniyyet bahsini vahdâniyyet-i zât,
vahdâniyyet-i sıfat ve vahdâniyyet-i ef’âl olarak 3 kısma ayırmıştır.
·
31)
Cenâb-ı Hakk’ın Birliğine Bürhân
Bürhân-ı
Temânü’;
Biz
burada ekser mütekellimînin bahsettiği tarzda bu delîlden bahsetmeyeceğiz.
Çünki bu delîl ilâh-el-âlemin zâten vücûdunu bilip de mertebe-i vahdâniyyetin
azm-i şânını i’tirâf edenlere karşı ikame olunan bir şeydir. Hâlbuki bu asırda
mevcûdiyyet-i ilâhiyyeyi tasdîk edenler içinde Allah’ın iki yâhûd üç olduğunu
iddiâ’ edecek bir millet tasvîr olunamaz. Bir de mütekellimîn “lev kâne fîhima
âlihetün illallahü lefesedetâ: (eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar
olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu)248” nazm-ı celîlinden istinbât ederek adına da
bürhân-ı temânü’ nâmı verdikleri şey Kadı İbn Rüşd’ün îzâh ettiği vecihle pek
de yerinde değildir. Âyet-i Kerîme’nin tazmîn ettiği delîl -la ilâhe illallah-
kelime-i tevhidinin tazammun ettiği delîlin aynidir. Fakat buraya kadar serd
edilen delîli bütün bütün terk etmek istemediğimiz cihetle şu sûretle îzâh
edelim:
·
32)
Sıfat-ı Kemâliyye249.
·
33)
Sıfat-ı Sübûtiyyenin Taksimi
Ulema-i
mütekellimîn sıfat-ı ilahiyyeyi sıfat-ı selbiyye ve sübûtiyye diye ikiye
ayırmıştır.
Yazar
konuyu kendi görüşleri ile açıklayarak bitirmektedir.
·
34)
Hayât250.
·
35)
Hayât-ı İlâhiyye’nin hayât-ı mümkinâta mübâyyeneti ve bahs-i sâbıkın îzâhı
Bundan
evvelki makalenin nihâyetlerine doğru görmüş olduk ki, sıfat-ı ilâhiyyeden olan
hayât mümkinâtın hayâtına mübayyendir. Cenâb-ı Hakk’ın mutasavver olduğu hayât
hiç bir vecihle hayât-ı mümkinâta benzemez. Şimdi bu bahsi daha ziyâde îzâh
için hayât-ı mümkinâtın ne sûrette olduğunu hulâsen beyân edeceğiz.
·
36)
İlim
·
37)
İlm-i İlâhiyyenin Delîli
İstidlâlen
kâinatta bir hâlik-ı vücûdu isbât edip de onun her şeyi muhit bir ilminin
olmadığını söyleyecek var mıdır251?
·
38)
İrâde
·
39)
İrâde Sıfatının Cenâb-ı Hakk’ın Sübûtuna Delili252.
·
40)
Kudret:
·
41)
İhtiyâr, Nizâm253:
Görüldüğü
üzere yazar kelâm ilmini ilgilendiren kavram ve konuları sınırlı da olsa
sistematik bir şekilde ele alarak bizlere sunmaya çalışmaktadır. Çok kısıtlı da
olsa yazarın hangi konuları işlediğini ve nelerden bahsettiğini aktarmaya
çalıştık.
·
3. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
1878
yılında Antalya’nın Elmalı kazasında doğdu. Babası Hoca Numan Efendi, annesi
Elmalı ulemasından Esad Efendi’nin kızı Fatma Hanım’dır. Rüşdiye’yi Elmalı’da
bitirdikten sonra Arapça okumuş ve İslâmi ilimlerde ön bilgiyi almış bir
durumda dayısı Hoca Mustafa Sarılar’la birlikte İstanbul’a geldi (1895).
Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’nin Bayezid Camii’ndeki derslerine devam etmeye
başladı. Devrin diğer hocalarından da faydalanarak icazet aldı. 1905’te ruûs
imtihanını kazandı. Mekteb-i Nuvvab’a girdi ve buradan kadı icazetnâmesi aldı.
1905’ten 1908 yılına kadar Bayezid Camii’nde ders okuttu. Bu göreviyle birlikte
Meşihat Mektubî Kalemi’ne tayin edildi. Bir yandan da Mekteb-i Nuvvab’da
ahkâm-ı evkaf, Medresetu’l-Vaizin’de fıkıh, Medrese-i Süleymaniye’de mantık,
Mülkiye Mektebi’nde ahkâm-ı evkaf derslerini okuttu ve Meclis-i Maarif azalığı
yaptı. İki yıl da Huzur Dersleri’ne muhatab olarak katıldı. 1908’de dersiam
oldu. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebusan’a Antalya
mebusu olarak girdi. Daha sonra sırasıyla Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına,
ardından bu teşkilatın reisliğine tayin edildi. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
ilim şubesinde görev aldı254.
Cumhuriyet’in ilânı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar kapatılınca açıkta
kaldı. Milli Mücadele sırasında İstanbul hükümetlerinde görev yaptığı için
İstiklâl Mahkemesi’nce gıyabında idama mahkûm edilerek Fatih’teki evinden
alınarak Ankara’ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonucunda
suçsuz bulunarak İstanbul’daki evine geri döndü. Bundan sonra camiye gitme
dışında evinden dışarı çıkmadı. Bir geliri olmadığı için geçim sıkıntısı
çektiği bu dönemde Metâlib ve Mezâhib adlı tercüme eserini tamamladı.
TBMM’de Türkçe bir tefsir yazılması kararı alındı bu görev Diyanet İşleri
Reisliği tarafından Elmalılı’ya verildi, o da vefatına kadar Hak Dini Ku’ran
Dili adını verdiği bu eseri tamamladı. 27 Mayıs 1942’de uzun süre müptelâ
olduğu kalp yetmezliğinden Erenköy’de damadının evinde vefat etti ve
Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedilmiştir255. Eserlerinden bazıları; Hak Dini Ku’ran
Dili, Irşâdü’l-ahlâf fi ahkâmi’l-evkâf, Hz. Muhammed’in Dini Islâm, Metâlib ve
Mezâhib ve Istintâcî ve Istikrâî Mantık’tır256. Elmalılı’nın Beyanu’l-hak, SM ve SR
Dergileri’nde birçok makalesi yayımlanmıştır257.
Elmalılı’nın
Felsefe ve Dîn başlıklı makalesini genel bir bilgi vermesi açısından ele
alacağız.
Mütefekkirîn
Ulema-i İslâmiyye’den Elmalılı Hamdi Efendi Hazretleri tarafından neşr olunan Tahlili
Tarihî Felsefe; Metâlib ve Mezâhib-Mâ-ba’d-et-tabîiyye ve Felsefe-i Ilâhiyye
ünvanlı eserin mukaddimesinden;
İlm
ile hayâtın, vicdân ile vücûdun bu husûsi alâkası havâss ile avâmın içtimâ-i
vicdândaki birbirine uygunluk ve benzerlik derecesiyle mütenâsibdir. Bu ise
ilim ve fen ile felsefenin, felsefe ile dînin karşılıklı emniyyeti sâyesinde
husûle gelir. Bundan dolayıdır ki felsefenin sonu dîn felsefesi olmuştur. Bu
i’tibârla felsefe, hikmet nâmını almıştır. Dîn felsefesi yapmak bir dîn ortaya
koymak değildir. Dîne karşı çıkan feylesoflar Hakk’ı göremediklerinden ve
noksan idrâklerinden dolayı mücâdeleye girmişlerdir. Avrupadaki XVIII. yy.’daki
dînsizler ve bütün maddeci dînsizler bunun en bâriz örneğidir. Mesela; Büchner,
madde atomlarını ayıran nedir, bunlar arasındaki hareketli ve hareketsiz
münâsebetler ve bağlantılar hangi temel kavramı ile îzâh olunacaktır gibi
mes’eleleri aslâ idrâk edememiştir. Bunu idrâk eden maddeci feylesoflar bile,
maddeyi Cenâb-ı Hakk’a istinâd ettirmeğe lüzum görmüşlerdir.
Bu
kitabı takip ederken göreceğiz ki Kant gibi bazı feylesoflar tenkid yolu ile
felsefeyi fedâ etmiş olduğu halde dîni ihmal edememiştir. Dînin ahlâk ile
münâsebetini tesbît etmiştir. Bu mezhebe göre felsefenin dînle ilgisi ve dîne
dayanması ahlâk ilmi yani amel-i hikmet yolu ile muhâfaza edilmiş oluyor ki
bunun İslâm mutasavviflerinin üslûbuna benzeyen hayli tarafları vardır.
Sonraları pozitivist felsefe okulunun ilk devrelerinde dîni bir tarafa bırakmak
bu sûretle dînsizlerin gözlerine girilmek istenmiş ise de onların gözüne
gireyim derken kendi vicdânlarında mahkûm olmuşlar ve yeniden bir dîn ihtiyâcı
duyarak yeni bir dîn koymağa teşebbüs etmişlerdir. Allah’ı bırakmış mevcud-u
âzam, senem-i âzam, muhiî âzam ünvanlarıyla insâniyyet arz ve fezâdan ibâret
ekanîmi ile yeni teslis, üçlü dîn tasavvur eylemişler ve insanlıkta en ziyade
kadınlara tapınmağı esas sayarak bu sûretle güya hislerini tatmine bir yol
bulmak istemişlerdir. İşte feylesofun koyacağı dînin böyle uydurma ve kaba bir
tapışkan eski devirlerin paganizm devrine dönmekten başka bir şey olamayacağını
bununla isbât eylemişleridr. Sonra Spencer gelmiş, dîn esasının bütün ilimlere
ve felsefeye mutlak üstünlüğünü tesbit etmiş ve Kibar Dîni Namını alan Fransız
devletini bir zamanlar laikliğe sevkeden pozitivist dînin saçmalığını
ayrıca beyân etmiştir258.
Felsefenin
takip ettiği seyre bakıldığında dîn bahsinde felsefenin ciddî olarak
erişebildiği gaye Allah’ın birliğinin tesbîtidir. Demek oluyor ki diğer dînler
içinde dâimâ garîb kalmış olan felsefe; İslâmiyette aradığını bulacaktır.
Batıdaki
bu eksikliği Müslümanlar tamamlayacaktır. Ortaçağda Hristiyanlık felsefesi
hâkim idi. Gerek yokluktan halk akidesinde gerek Allah’ın varlığını gösteren
delîller konusunda bu felsefe İslâm esaslarına benzemekle baraber, ilâhi
hakîkat bahsinde, Hristiyan akidelerinden hiçbir şeyi isbâta yanaşmadığı gibi
bunda da Allah’ın birliğine varmaktan başka bir şey yapmıyor. Teslise felsefi
bir mevki’ vermiyor. Bugün garb metafizik felsefesi ulûhiyyet bahsinde pek
ciddî bir yola girmiş ve Allah’ın birliğine şüphe kalmamıştır. Ancak istiva
mes’elesi dediğimiz bilgi noktası üzerinde uğraşmaya devam etmektedir. Burada
vahdet-i vücûd veya müteal ilâh -transcendental-nazariyeleri karşı
karşıya getirip bahis mevzû’ yapıyor. Bu ikisi arasındaki münâkaşa sürüp
gidiyor. Ancak Avrupa felsefesinde henüz peygamberlik bahsi ve vahiy bahsinin
bulunmamış olması büyük bir noksanlıktır.
A.
Comte gibi kadın veya erkek insana tapanlar bile taptıkları insanların
arzularını dinlemek ve onu icrâ’ etmek mecbûriyyetinde değil midir? Evet,
Allah’a kulluk edebilmek için onun emirlerini kat’î bir vahiy ve o vahiyden
elde edilecek bilgi yolu ile almak ihtiyacındayız. Mademki hepimizin vahiy
sâhibi olamadığını görüyoruz, o halde peygambere ihtiyacımızı kabul edeceğiz259.
Hakikatte
nebîsiz bir dîn mümkün değildir. Bunun içindir ki Allah’ı bilmeyenler
ma’bûdlarını kendi önlerine dikmek ve ondan ilham almak isterler. İşte enbiyâya
istinâd etmeyen bütün edyân-ı bâtıla buradan çıkmıştır, çünkü dîn hissi
fıtrîdir260.
Avrupa’daki
son ilerlemeler, İslâm’la temastan sonra edindiği vicdânın te’sîriyle, aklı
Hristiyanlığın kör kulluğu karşısında sönmekten kurtarıp ayrıca faaliyetine
kıymet verebilmesi ve Hristiyanlığı hassasiyet dâiresi içinde durdurmağa
çalışması ile başlamıştır. Şu halde bugünkü Avrupa medeniyeti, zihniyet ve
hassaslığı birbirinden uzak böylece çatlak bir medeniyettir. İlm ile hiss
arasındaki bu çatlaklık Avrupa’yı insanlık kemâlinden mahrum bırakan ve bir gün
gelip bugünkü yapısını yıkacak olan en büyük yarasıdır. Avrupa’ya imrenirken bu
yaraya bakıp titremek de lâzımdır261.
İslâm’da
Felsefeyi üç kısımda inceleyen Elmalılı fenlerin bağımsız birer şube şeklini
almaya başladıklarını vurgulayan yazısında şunları söylemektedir:
İslâm’da
Felsefe üç mezhep esâs-ı sûretinde karâr kılınmıştır;
Feylezoflar
mezhebi, mütekellimîn mezhebi ve üçüncüsü sofiyyedir.
Zamanımızda
fenler birbirine yardımcı olmak ihtiyâcını muhâfaza etmekle beraber, felsefeye
karşı bir nev’î muhtariyet i’lân etmiştir262.
Yazar
diğer makalesinde ilmin kendine göre prensiplerinin olduğuna ve bunlara riayet
edilirse ilim yapılabileceğini ve ilimde ilerlenebileceğini vurgulamaktadır;
Eş’arî’yi
bilmeyen Râzîlikten dem vuramaz. Değişiklikler çabuk olabilir, fakat terakki
hayli muhâfazakârdır. Kuvvetlerin değişmesi kanunu, kuvvetlerin tahattusu ile
birlikte yürür. İşte felsefe, felsefe târihi değişiklikleri, felsefî meslek de
tahaffuzu temsil eder. Bu tehavvül ve tahaffuz sayesindedir ki; insan rûhu terakki
eder, fennî kemâle doğru gider263.
·
4. İzmirli İsmail Hakkı
İzmirli264, 1868’de
İzmir’de doğdu. Babası Yüzbaşı İzmirli Hasan Efendi, annesi Kandiyeli Hafize
Hanım’dır. İlk ve orta tahsilini İzmir’de İkiçeşmelik İbtidaî Mektebi ve
Rüşdiyesi’nde tamamladı.
Babasının
amcası Ama Hafız’dan Kur’an hıfzını tamamlayan İzmirli İsmail Hakkı medrese
derslerine de devam etti. Kâmil Efendi’den Farsça eğitimi alırken Şazeli
tarikatından icazet aldı. Rüşdiyeyi bitirdikten sonra İzmir’de Farsça
öğretmenliği yaptı ve Ahmed Âsım Bey adlı bir zattan on yıl kadar tasavvuf
eğitimi aldı265.
1894’te
İstanbul’da Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Yükseköğrenim süresince Hafız
Şâkir’in medrese derslerine devam etti. Maarif Nazırı Zühtü Paşa kendisini
İstanbul’da alıkoyarak onu çocuklarına öğretmen tayin etti. Mülkiye’de
Manastırlı İsmail Hakkı’nın yerine usûl-i fıkıh okuttu ve 1911’de Emrullah
Efendi Maarif Nazırı olunca onun yerine Dârülfünun Edebiyat Fakütesi’nde
felsefe, Hukuk Fakültesi’nde usûl-i fıkıh, Medreset-ül-mutehassisîn’de felsefe
ve 1915 Dârülfünun teşkilatında Edebiyat Fakültesi’nde İslâm Felsefesi Tarihi
müderrisi, 1933 Üniversite teşkilatında o fakültede aynı dersin Ord. Profesörü
oldu ve oradan emekliye ayrıldı. İzmirli öğretim hayatının yanında bazı idari
görevlerde bulunmuştur. Maarif Nezareti Maarif Encümeni üyeliği, Darüşşafaka
müdürlüğü, Yüksek Öğretmen Okulu müdürlüğü, İlahiyat ve Edebiyat Fakülteleri
müdürlüğü, İbrahim Paşa medresesi müdürlüğü, medreseler müfettişliği,
Darül-Hikme üyeliği ve başkanvekilliği, Ankara’da Şer’iye Vekâleti Tetkikat-ı
İslâmiye üyeliği ve daha sonra başkanlığı, üniversite reformundan sonra İslâm
Enstitüsü müdürlüğü bunlardandır. İzmirli İsmail Hakkı’nın üniversite öğretim
hayatının yanında idadi felsefe ve edebiyat öğretmenliği gibi ortaöğretimde de
hizmetleri olmuştur266.
Arapça,
Farsça, Fransızca, Rusça, Rumca ve Latince dillerini bilen İsmail Hakkı267 oğlunu ziyaret
için gittiği Ankara’da 31 Ocak 1946 tarihinde vefat etmiş ve 2 Şubat 1946’da
Cebeci Mezarlığına defnedilmiştir268.
Kur’an
İlimleri ve Hadis alanlarındaki eserleri; Siyer-i Celîle-i Nebeviye (İstanbul
1332), Târih-i Hadis (İstanbul 1340), Mustasvife Sözleri mi Tasavvuun
Zaferleri mi? , Hakkın Zaferleri (İstanbul 1341), Binbir Hadis
(İstanbul 1926), Meâni-yi Kur’an (İstanbul 1927), Târîh-i Kur’ân
(İstanbul 1956), Ahlâk ve Tasavvuf Kitaplarındaki Ahâdis Hakkında
(İbrahim Hatiboğlu giriş ve notlar ilave edilerek yayımlanmıştır. İstanbul
2001) Kelâm alanındaki eserleri; Muhassalü’l-kelâm ve’l-hikme (İstanbul
1336), Mülahhas İlm-i Tevhîd (İstanbul 1338), Yeni İlm-i Kelâm
(I-II, İstanbul), el-Cevâbü’s-sedîd fî beyâni dîni’t-tevhîd (Ankara 1339
r.-1341), Nârın Edebiyat ve Devamı Hakkında Tedkîkat (İstanbul 1341), Dürzî
Mezhebi (İstanbul 1926), Dîn-i İslâm ve Dîn-i Tabîî (Osman Karadeniz
tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. İzmir 1998), el-Furkân
beyne’t-tevfik ve’l-hızlân (Süleymaniye Ktp. , İzmirli İsmail Hakkı,
nr.3740) Fıkıh alanındaki eserleri; Hikmet-i Teşrî (İstanbul 1328), Usûl-i
Fıkıh Dersleri (İstanbul 1329), Usûl-i Fıkıh (İstanbul 1330), İlm-i
Hilâf (İstanbul 1330), Kitâbü’l-iftâ ve’l-kaz’â (İstanbul
1336-1338), Fıkıh Târihi i., el-İnâye fî Şerhi’l-Bidâye (Süleymaniye
Ktp. , İzmirli İsmail Hakkı, nr-3764) Felsefe ve Mantık alanındaki eserleri; Mi’yârü’l-ulûm
(İstanbul 1325), Mantık-ı Tatbîkî veya Fenn-i Esâlib (İstanbul
1327-1329), Muhtasar Felsefe-i Ûlâ (İstanbul 1329), Arap Felsefesi
(İstanbul 13291331), Fenn-i Menâhic: Methodologie (İstanbul 1329), Felsefe
Dersleri (İstanbul 1330), Felsefe-hikmet (İstanbul 1333), Müslüman
Türk Filozofları (İstanbul 1936), İhvân-ı Safâ Felsefesi (İstanbul
1337), İslâmda İlk Tercüme (İstanbul 1337), Felsefe-i İslâmiyye
Târihi (birinci kitap, İstanbul, 1338), Şeyhü’l-etıbbâ Ebû Bekir
Muhammed bin Zekeriyyâ er-Râzi (İstanbul 1341), İslâm Mütefekkirleri ile
Garp Mütefekkirleri Arasında Mukayese (Ankara 1952) Makalelerinin Bulunduğu
Süreli Yayınlar; Haftalık Merâm Dergisi, Sırât-ı Müstak-îm ve Sebilürreşâd
Mecmuaları, Cerîde-i İlmiyye, Mihrâb, Mahfil, Dârülfünün İlahiyat Fakültesi
Mecmuası, 940 yılında çıkan İslâm-Türk Ansiklopedileri, İkadam, Tasvir,
Ulus Gazeteleri^91. Özellikle Sebîlürreşad Dergisinde *292
tartışma
ve cevap türü neşrettiği makaleleri vardır.
Genel
bir fikir oluşturma amacıyla Sebîlürreşad Dergisi’ndeki bazı makalelerin
başlıklarını ve içeriğinden örnekler sunmak sureti ile bilgi vermeye
çalışacağız.
İslâmda
Felsefe;
·
1) İzâh-ı Merâm
Müslimânlar
arasında felsefe pek eskiden beri şüyû’ bulmuş, bin târihlerine kadar şanlı bir
sûrette mevki’ini muhâfaza etmiş idi, bin târihlerinde Avrupa’da zühûr eden
Felsefe-i Cedîde Müslimânlara intikal eylemiş olmakla yakın bir zamana kadar
Müslimânlar Felsefe-i Cedîde’ye karşı yabancı kalmışlardır. Bugün Felsefe-i
Cedîde memleketimize dâhil olmuş ve medâris-i İslâmiyye mekâtib-i umûmiyyemize
tedrîs olunmağa başlamış ise de henüz lâyık-ı vechle bir mevki’
tutturamamıştır. Bu gibi hâdisâtın karşısında bulunanlar felsefenin şimdiye
kadar Müslimânların elinde ne gibi safahât geçirdiğini, Müslimânlar arasında
nasıl tetebbu’ ve telâkki olunduğunu, ne gibi nazariyât-ı felsefiyyenin redd ve
cerh ve hangisinin kabûl olunduğunu, Müslimânların ellerinde bulunan ilm-i
kelâm ile ilm-i tasavvufun felsefe ile olan derece-i münâsebetini, felsefenin
bu iki ilimdeki derece-i te’sîrini, bu iki ilmin nasıl zühûr ve terakki
ettiğini, Felsefe-i Cedîde’nin Ehl-i İslâm arasında nasıl telâkki ve tetebbu’
olunabileceğini, mütefekkirin İslâmiyyenin terakkiyât-ı fikriyyelerini, Kadı
Adudeddin el- Îci’nin ta’bîr-i 269 270
vechle
müntemîn ile’l-İslâm olanların (Müslimân görünenlerin) ne gibi efkâr ve
makâsıd-ı mahsûsa ta’kîb ettiklerini elbette bilmek isteyeceklerdir.
Müslimânlık ile cidden alâkadâr olan bu gibi mesâilin halline bugün ihtiyâc-ı
kat’î görülmekle mahda ihvân-ı dînimize bir hizmet maksadıyla bu babda
tetebbat-ı mahsâsamızı sırasıyle intizâr-ı kâri’ne arz etmek istiyoruz. Ümîd
ediyoruz ki Müslimânlar, ba-husus Ulemâ-i İslâm hakkında deverân eden birçok
efkâr-ı fâsidenin kalkmasına, Ulemâ-i İslâm’ın terakkiyât-ı fikriyye, melekât-ı
felsefiyye, mücâhede-i ilmiyyeleri ve tahriî hak uğrunda ne kadar taab-ı
fikriyyede bulundukları husûsunda ârâ-i sâhibenin yerleşmesine bâdî olacaktır271.
·
2)
Nâs’ın Mezâhibe Göre Aksâmı
Yazar
burada insanları beş kısma ayırmıştır.
·
a)
Sofestaî’ler; bunlara göre ne ilm vardır ne îmân,
·
b)
Felsefe-i İsbâtiyye; bunlara göre esbâb-ı ilm ancak histir, metafizik yoktur,
·
c)
Felâsife-i İlliyyun; tahsîl-i saadet hususunda müstakil olan yalnız akıldır,
-Burada
meslek-i felsefe hitâm bulur-.
·
d)
Sabiîyye yâhûd Nasâra: -Hz. İbrahim’e tâbi’ olanlardır.- Bunlar hem mahsûs hem
ma’kul hem Cenâb-ı Hakk’ı hem bir Şerâit-i ahkâm-ı şer’îyyeyi ve hudûd-u
şer’îyyeyi kabûl eder ancak Şerâit-i Muhammediyye’yi kabûl etmezler.
·
e)
Ehl-i İslâm
-Burada
meslek-i Ehl-i Şerîat hitâm bulur-.
·
3)
Tarîkat-ı Enbiyâ’, Tarîkat-ı Hukemâ
Tarîkat-ı
Enbiyâ’ veya tarîk-i şer’î; tarîk-i şer’î hem hikmet-i nazariyyenin taharrî
eylediği Hakk’ı, hem hikmet-i ameliyyenin taharrî eylediği hayrı, akl-ı kâmil
ve re’yi râcih ile vahy ve nakl ile tetbî’ eylemek tarîkidir.
Tarîk-i
hukemâ veya tarîk-i felsefî; tarîk-i felsefî de hak ve hakîkati ancak akl-ı
kâmil ve re’yi râcih ile tahrî etmek tarîkidir.
·
4)
Tarîk-i Sünnî ve Tarîk-i Bid’î
Tarîk-i
şer’î iki sûrette telakkî olunmuştur; tarîk-i sünnî, tarîk-i bid’î.
Tarîk-i
Sünnî de iki kısma ayrılır. Tarîk-i bürhân ve tarîk-i vicdân. Tarîk-i bid’î;
mücerred nazar veyâhûd mücerred riyâzat ve mücâhede ile husûl-i maksadı keyfî
görmek tarîkidir. İki kısımdır;
Tarîk-i
bürhân veya tarîk-i ehl-i kelâm; mücerred nazar ile maksad hâsıl olur. İbâdete,
dîne, tezkiye-i nefse aslâ lüzum yoktur, diyenlerin sülûk ettikleri tarîktir.
Tarîk-i
vicdân veya tarîk-i ehl-i tasavvuf; mücerred mücâhede ve riyâzat ile maârif
hâsıl olur; ta’lîme, nazara, Kur’an ve Hadîs’i tedbîre aslâ lüzûm yoktur,
diyenlerin sülûk ettikleri yoldur.
·
5)
Tarîk-i Bürhân, Tarîk-i Vicdan
Tarîkat-ı
Enbiyâ’ nazar ve bürhân veya mücâhede ve vicdân i’tibâriyle iki tarîke münkasım
olur: tarîk-i bürhân, tarîk-i vicdan. Bunların her biri de iki kısma ayrılır.
Tarîk-i Sünni ve tarîk-i bid’î;
Tarîk-i
Sünniyye-i bürhân mucibince Enbiyâ’ mahâret-i ukûlu getirir, yoksa mahâlât-ı
ukûlu getirmez, enbiyâ’nın getirdiği şey akla hayret verir enbiyâ’ muhal olan
şeyi getirmez akıl en kuvvetli zâhir, nakl ise metin bir rükündür. Akl-ı
sahîhin ile nakl-i sahîh mütevaffıktır.
Tarîk-i
bid’iyye-yi bürhân mucibince ibâdete, dîne, tezkiye-i nefse lüzûm kalmıyor:
Tarîk-i
Sünnî vicdan mucibince mücâhede ve riyâziyyat ile birebir nazara ve Kur’an ve
Hadîs’i tedbîre lüzûm yoktur.
Tarîk-i
bid’î ve vicdân mucibince nazara, Kur’an ve Hadîs’i tedbîre aslâ lüzûm yoktur.
Tarîk-i
bid’î bürhân hem fesâd-ı ilim hem fesâd-ı amel i’tikatta bid’iyye ve ibâdât-ı
bid’iyye, tarîk-i bid’iyye-i vicdânda fesâd-ı amel ibâdet-i bid’iyye vardır.
·
6)
Bid’at Dalâlet ve Bid’at-i Gayr-ı Dalâlet
Yazar
burada Bid’at, Dalâlet ve Bid’at-i Gayr-ı Dalâlet kavramlarını açıkladıktan
sonra her bid’atin dalâlet olmadığını vurgulamaktadır272.
·
7)
Lâzım-ı Mezheb Mezheb Değildir
Kavâid-i
Şer’iyye hâricinde bir Müslimânı ikfâr etmek eser-i cehl ve taassubdur,
Şerîat-ı mutahharamız cehl ve taassub şâibelerinden ve her türlü nekâis
emârelerinden müberra ve münezzehtir.
Yazar
bu konuyu akli delillerle temellendirerek açıklamaktadır.
·
8)
Dalâlet ve Gavâyet
Dalâlet:
Hakk’tan sapmak, gavâyet azgınlıktır. Nebî bu ikisinden de münezzehtir. “mâ
dalle sâhibikum ve mâ gavâ: (arkadaşınız Muhammed haktan sapmadı ve
azmadı)"273'’9
.
Müslimânların
dalâlet ve gavâyette bulunmamaları için akl-ı kâmile ve basar-ı nazîfe
ihtiyâcları vardır. Cenâb-ı Hakk, salâtta mü’minlere “ihdina.. .274”demeyi emreder.
·
9)
Dalâlet-i İkab ve Dalâlet-i Gayr-ı İkab
Dalâlet
ve gavâyet Kitap ve Sünnet’e muhâlif olan ehl-i bid’atte bulunur. Her bid’at
dalâlette mûcib-i ukûbet değildir. İmâmü’l-ümmet-i Şeyh’ül-İslâm Ahmed b.
Temyiye’nin Mearic’ul Vüsul nâm-ı kitâbında tasrîh ettiği vechle Resûl-i
Kirâm bir Cuma hutbesinde “ve küllü bid’atin dalâletin275” buyurup ve “küllü dalâletin finnari276”
buyurmamaktadır. Çünki hakkı kasd iden kimse hakkı fevt edebilir hakdan
sapabilir277.
·
10)
İlmel Yakin, Aynel Yakin, Hakkal Yakin
·
11)
Sem’iyyat, Akliyyat, Hissiyyat, Zevkiyyat278.
·
12)
Sem’iyyat, Akliyyat, Hissiyyat, Zevkiyyat
-geçen
haftaki makalenin devamıdır-.
Yazar
bu bölümde Sem’iyyat, Akliyyat, Hissiyyat, Zevkiyyat kavramlarını teker teker
açıklamaktadır 279.
·
13)
Tarîk-i Ehl-i İlm ve Tarîk-i Ehl-i İrâde, Medâr-ı İlm ve Medâr-ı İbâdet Amel-i
Makbûl
Tarîk-i
Enbiyâ’ diğer bir i’tibâr ile iki tarîke ayrılır. Tarîk-i ehl-i ilm tarîk-i
ehli irâde; tarîk-i ehl-i ilm ehl-i kelâm tarîki, tarîk-i ehl-i irâde ehl-i
tasavvuf tarîkidir. Hakk olan tarîk hem ilme hem irâdeye ta’zîm edenlerin ehl-i
kelâm ile ehl-i tasavvuf arasındaki tenâfür ve tebâüdü men’ eyleyenlerin
tarîkidir. Hülâsa; ameli iki şey merdûd kılıyor. Riyâ’ ve süm’a, bid’at. Riyâ’
ve süm’a ile olan amel Allah için değildir. Belki nâsın görmesi veya işitmesi
içindir; bid’at ile olan amel Cenâb-ı Hakk’ın emir ve teşri’ ettiği vech üzere
değildir, hevâ ve hevesin, teşhînin muktezâsıdır.
·
14)
Vesâit-i Tebliğ ve Ta’lîm ve Te’yîd
Tarîkat-ı
Enbiyâ’da her halde bir vâsıta-yı tebliğ lazımdır, fakat tarîkat-ı hükemâda bir
vâsıta-yı tebliğe ihtiyâc yoktur280.
·
15)
Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid’at, Ehl-i Sünnet’in Hâssı ve Âmmı
Ehl-i
Sünnet iki kısma ayrılır;
Ehl-i
Sünnet’in hâssı; Selef-i Ümmet, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî.
Ehl-i
Sünnet’in âmmı; Külâbiyye, Eş’ariyye, Kerrâmiyye.
·
16)
Felsefenin Lisân-ı Araba Çevrilmesi
Felsefe
Me’mun zamanında Arap Lisânı’na nakil olunmuştur.
·
17)
Felsefe-i Mahzâ, Felsefe-i Kelâmiyye, Felsefe-i Karmatiyye, Felsefe-i Muaddile,
Kelâm Felsefe Mesleği, Tasavvuf Felsefesi Mesleği
·
a)
Felsefe-i Mahzâ Mesleği; bu meslek felsefeyi doğrudan doğruya tetebbû’ edip dîn
ve şerâitin taht-ı te’sîrinde bırakmayan meslektir. Önemli sîmâlarından Kindî,
Fârâbî...
·
b)
Felsefe-i Kelâmiyye Mesleği; bu meslek felsefeyi ilm-i kelâm ile beraber
tetebbû’ edip usûl-i felsefiyye ile usûl-i kelâmiyyeyi mezc ederek kavâid-i
kelâmiyye hâricine çıkan meslektir. Önemli sîmâları; Ebu Ali Cübbâî, Ebu Hâşim
b. Ebî A’lî Cübbâî, Ebu Hüseyn.
·
c)
Felsefe-i Karmatiyye Mesleği; bu meslek medârın felsefiyyeyi tahyilât ve ciddiye
ve şübühâtın-ı kelâmiyye ile mezc eden ve beyne’l-müslimîni ilhâd-ı neşr
eyleyen meslektir. Bu mesleğe sülûk edenlere karâmite denir. Önemli sîmâları
Ebu Saidi el-Cübbai, Hasan Sabbah.
·
d)
Felsefe-i Muaddile Mesleği; bu meslek şerîat ile felsefe ve teşeyyû’un
beyinlerini cem edib i’tikatlarınca kemâli bulan bir meslektir. İhvân-ı safa...
·
e)
Kelâm Felsefesi Mesleği; bu meslek mesâil-i felsefiyye ile mesâil-i kelâmiyyeyi
mezc edip her ikisini bir fen hikemine tutarak kavâid-i kelâmiyye hâricine
çıkmayan meslektir. Önemli sîmâları Gazâlî, Âmidî, Beyzavî.
·
f)
Tasavvuf Mesleği; bu meslek felsefeyi tasavvuf ile beraber tetebbû’ edip
medârın vahdâniyyelerini mesâil-i nazariyye sırasına idhâl eyleyen meslektir.
Önemli sîmâları, Şeyh Muhiddin-i Ârâbi, ibn Tufeyl.
-.mesâil-i
sitte arasında tedâhul bulunabilir. Bugün de felsefe-i cedîdeyi tetebbû’ etmek
isteyenler her halde mesâlik-i mezkûranın birine sülûk edeceklerdir-281.
·
18)
Selefiyye, Sofiyye, Kelâmiyye-i Sünniyye, Kelâmiyye-i Bid’iyye
Selefiyye;
Sahâbe-i Güzîn, tâbiîn, tebe-i tâbiîn olan selef-i ümmet mezhebinde bulunan
fukahâ’ ve muhâddisîn’dir.
Sofiyye;
ibâdet ve takvâda ihlâslıktır.
Kelâmiyye-i
Sünniyye; İbn-i Küllab ve daha sonra Eş’ariyye’ye intisâb edenlerin tarîkidir.
Kelâmiyye-i
Bid’iyye; meslek-i kelâmiyyelerine felsefe karıştırmayıp ancak Ehli- Sünnet’e
muhâlif ehl-i bidattir282.
·
19)
Selefiyye, Mütekellimîn, Mutasavvife, Felâsife, Karâmite
Yazar
bu kavramları açıkladıktan sonra Selefiyye haricinde diğer gruplarda ehl-i
bidat insanların olabileceğini söylemektedir.
·
20)
Selef Mezhebinin Hayât-ı Dâiresi
Selef
mezhebi Eş’ariyye mezhebinin zühûruna kadar Bilâd-ı İslâmiyye’nin her tarafında
pek ziyade sâyi iken Eş’ariyye mezhebinin yerleşmesi ile geride kalmıştır.
·
21)
Kudemâ-i Mütekellimîn İlm-i Kelâmı’nın İnkirâzı, MüteahhirînMütekel-limînin
İlm-i Kelâmı’nın İnkirâza Mahkûmiyyeti, Yeni İlm-i Kelâm283.
Yazar
kelâmda yenilik arayışlarının felsefe-i cedîdenin ülkemize girmesi ile
başladığını, yeni ilm-i kelâm için gerekçelerin neler olması gerektiğini
bahsettikten sonra kelâmın bugünün nazariyat ve felsefe-i cedîdesi ile
birleştirilerek bugünün kelâm meselelerinin çözümünü önermektedir.
·
22)
Yeni İlm-i Kelâm
Yazar,
İlm-i Kelâm’ın yeni felsefî gelişmelere göre yeniden ele alınması gerektiği
üzerinde durulur.
·
23)
Yeni İlm-i Kelâm’ın Programı284.
İzmirli,
burada on altı madde halinde yeni ilm-i kelâmın programını çizmektedir.
·
24)
Mütekellimîn, Mutasavvife ve Felsefenin Nokta-i Nazarları
Selefiyyenin
Netâyic-i İlmiyyesi;
·
1)
Zâhirî ve Bâtınî Amellere İ’tinâ’,
·
2)
Nazarda Kitâb ve Sünnete Temessük,
·
3)
Emir ve Nehyi İltizâm,
·
4)
Hâlik ve Mahlûk Arasında Fark,
·
5)
Muhabbetle Resûl-i Zî-şâna İttibâ’,
·
6) Abd, Âbid, Mâbud,
İbâdet285.
Yazar
bu kavramları açıklayarak İslâm’da Felsefe başlığı altında işlediği konuları
bitirmektedir. Yaptığımız bu incelemede İslâm’da Felsefe başlığı altındaki bazı
konularda yeni ilm-i kelâm düşüncesinin ele alındığını görmekteyiz.
Yazarın
ele aldığı diğer konular da şu şekildedir.
İzmirli’nin
Nübüvvet, Hz. Hızır ve Mehdi hakkında Muallim Ata Efendi’ye verdiği cevaplar daha
çok Kur’an, Hadîs ve Tefsir içeriklidir.
Şimdi
bu konular hakkında İzmirli İsmail Hakkı’nın verdiği cevaplara bakalım.
Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendi’nin Sualine Cevap;
Suâl;
Biz azâb edici değiliz...286
Âyet-i Kerîmesine istinâden Buda, Zerdüşt, Konfüçyüs ve emsâli zevâta
peygamberlik isnâd edilebilir mi?
Buda,
Zerdüşt vesâire gibi nübüvvetleri bir tâife tarafından kabul olan zevât:
Hâtem-î Enbiyâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’nin asr-ı
saadetlerinden evvel zühûr ettiklerinden nebî olabilirler. Fakat bil-fi’l nebî
olduklarına dâir elimizde edille-i kâfiyye bulunmadığından nebî olduklarına
hüküm edemeyiz287.
Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendi’nin İkinci Suâline Cevâb:
Soru;
Hz. Hızır hakkında hakikat nedir?
Hz.
Hızır’ın isminde, sebeb-i telkîbinde, nesebinde, asrında, nübüvvetinde ve
hayatında ulemâ-yı ümmet arasında ihtilaf vardır.
Yazar
bu ihtilafları teker teker açıklandıktan sonra Hz. Hızır hakkındaki hakikatin
ne olduğu konusunu Âyet-i Kerîme, Hadîs ve tefsir kaynaklı incelenmiştir. Ve
sonuç olarak şunu ifade etmiştir;
...
Hz. Hızır hakkında vârid olan hikâyeler asla kat’î naslara ve aklî delillere
muârız olamayacağından Hz. Hızır’ın hayatından ümit kesmek gerekir. Hz. Hızır
irtihâl-i dâr-ül-nâim eylemiştir. “Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük
vermedik288 289” 311
.
Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendi’nin Üçüncü Suâline Cevâb:
Suâl;
Mehdi hakkında hakikat nedir? Bu konuya tezimizin ileriki sayfalarında müstakil
olarak ele alınacağından burada yer verilmemiştir.
Ahmed
Naim, İzmirli’nin Siyer-i Celile-i Nebeviye adlı eserinde Hz. Davut’la
ilgili bölüm hakkında sorduğu soruya İzmirli’nin verdiği cevaplardan biri de
ilm-i kelâm ile isbât başlığı altındadır290. Burada yazar daha önceki kelâm düşünürlerine
atıf yaparak konuyu ele almıştır.
Dergide
Abdullah Afganın eserini eleştiren İzmirli Afgan’ın usulsüzlüğünü ortaya
koymuştur. Abdullah Afgani adında bir zat SR Dergisi idârehanesine
gelerek orada bulunan içlerinde İzmirli’nin de bulunduğu bir toplulukla
tartışmaya girer. Bu tartışmayı dergi nakletmiştir291. Burada İzmirli ile Abdullah Afgani
arasındaki söz düellosu hâkimdir. Olay îctihâd Dergisi’ne yansır.
İzmirli îctihâd Dergisi’ndeki Abdullah Afgani’nin müdafii M. C. Efendiye
cevap vermek için Abdullah Afgani’nin Kavm-i Cedîd ünvanlı eserini
eleştiren bir makale yazar292.
İzmirli’nin
Yeni İlm-i Kelâm ile ilgili makaleleri ve tartışmaları daha sonra müstakil
olarak ele alınacaktır.
·
5. Akseki Ahmet Hamdi
Ahmet
Hamdi Akseki 1887 yılında Güzelce/Akseki’de dünyaya geldi. Babası Mahmud Efendi,
annesi Hatice Hanım’dır. İlk bilgilerini babsındna aldı ve hafızlığını yaptı.
Köydeki Mecidiye Medresesi’ne devam etti, Abdurrahman Efendi’den Arapça ve dini
ilimler tahsil etmenin yanında daha sonraları geçimini temin edeceği mühür
kazmayı ve talik yazıyı öğrendi. On dört yaşında iken Ödemiş’e gitti ve
Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’nde tahsilini devam ettirdi. Arapça ve dini
ilimler yanında Farsça da öğrendi. Daha sonra yüksek tahsil yapmak için
İstanbul’a geldi (1905). Fatih’te Bayındırlı Muhammed Şükrü Efendi’nin
derslerini takip ederek icazetname aldı. Ayrıca Mehmet Akif’ten Arap Edebiyatı
dersleri okudu. Dârulfunûn Ulûm-ı Âliye-i Diniye Şubesi’nde üç yıl okudu,
Dâru’l-Hılafeti’l-Aliye Medresesi’nden mezun oldu (1914).
Medresetu’l-Mutehassısîn’in felsefe-kelâm ve hikmet kısmında okudu, “Ruh
Nazariyeleri” çalışması ile 1978’de mezun oldu. Ruûs imtihanını vererek
dersiamlığa yükseldi293.
1908’den sonra yayın hayatına başlayan Ahmet Hamdi Akseki’nin bazı makalleri Beyrut
ve mısır gazeteleri tarafından iktibas edildi. Balkan Harbi’nden önce SR
mecmuasının Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini yapmıştır.
Medresetü’l-Mütehassısîn’in son sınıfında iken Heybeliada’daki Mekteb-i
Bahriye-i Şâhâne’ye din dersleri, din felsefesi ve ahlâk dersleri hocası olarak
tayin edildi (1916). Aralık 1916-Kasım 1918 tarihleri arasında muhtelif
zamanlarda Aksaray Pertevniyal Vâlide Sultan, Dolmabahçe, Üsküdar Mihrimah
Sultan ve Hırka-i Saâdet camileri kürsü şeyhliklerinde bulundu. Ağustos 1919’da
Medresetü’l-İrşâd’ın Vâizîn Şubesi tarih felsefesi müderrisliğine, Şubat
1921’de İbtidâ-i Dâhil Medresesi ilm-i nefs müderrisliğine atandı ve aynı yıl
bu görevi içtimaiyat müderrisliğine çevirdi. Milli Mücadele için Anadolu’ya
geçen Ahmet Hamdi yazı, vaaz ve konferanslarında Milli Mücadele’ye destek
vermiştir. Ocak 1922 - Kasım 1923 tarihleri arasında Ankara Lisesi ulûm-i
dîniye muallimliği yaptı. Bu görevi sırasında Umûr-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti
Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi (Mart 1922). Şer’iyye
Vekâleti’nin kaldırılması üzerine Dârulfünun İlâhiyat Fakültesi hadis ve hadis
tarihi müderrisliğine getirildiyse de, aynı tarihte Diyanet İşleri Reisi Rifat
Börekçi’nin isteği üzerine Diyanet İşleri Reisliği Hey’et-i Müşâvere âzalığına
tayin edildi. 1920’de kurulan Tarîkat-ı Salâhiyye Cemiyeti’nin üyesi olduğu
ithamı ile 1925’te Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı. Daha sonra bu
cemiyetle bir ilişkisinin bulunmadığı tesbir edilince beraat etti. 1939’da
Diyanet İşleri reis muavinliğine ve M. Şerefettin Yaltkaya’nın ölümü üzerine
1947’de Diyanet İşleri Reisliği’ne getirildi. Bu vazifede iken 9 Ocak 1951’de
Ankara’da vefat etti ve Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedildi. Eserlerinden
bazıları şunlardır; Ruh ve Bekâ-yı Ruh, İslâm Dini, İslâm Dîni Fıtrîdir
(İstanbul 1341, 1966), Ahlâk Dersleri, Akâid-i İslâmiyyeye Bir Sual ve Abdullah
Guvilyam Efendi’nin Cevabı (Arapça’dan tercüme, İstanbul 1332), A Study on
Prophet Muhammed (2. bs., Ankara 1959), İslâm Âlemi’nin Gerileme Sebepleri (G.
Riviore’den tercüme, İstanbul 1966)’dir294.
SM
ekibinin içine katılan Akseki295
daha sonra SR Dergisi’nde birçok yazı yazdı296. Akseki’nin SR Dergisi’ndeki bazı
makalelerine bakalım.
İslâm
Dîni’nin diğer dînleri nesh etmesi konusunda ele alınan “Felsefe: Mühimm Bir
Suâl” başlıklı makalede; “Şerîat-ı Muhammediyye’nin geçmiş dînleri nesh etmesi
bundan sonra onun hiçbir şerâitle nesh edilmeyeceği bununla beraber Şerâit-i
Muhammediyye’nin tüm şerâitlerin ercah ve efdâli olması ne ile sâbit, bu babda
fennî aklî delil nedir?” sorusuna İngilizceye çevrilen Kur’an’la tanışan bir
İngiliz yazar cevap vermekte ve bu cevabın tercümesini Akseki yaparak dergi bu
yazıları yayımlanmıştır. Akseki’nin eleştirisi daha çok kahve köşelerinden
çıkmayıp kendilerinin peygamber mirascısı ve Kur’an’ın hâdimi olduğunu söyleyip
hiçbir gayret göstermeyen kişilere yöneliktir.
Garanik
Mes’elesi hakkında yazılan makaleler böyle bir kıssanın vuku bulmadığı ve dînin
doğru anlaşılması gerektiği üzerine yoğunlaşmaktadır. Yazarın Garanik meselesi
hakkında kaleme aldığı makalenin ilk satırında dîn konusunda vahyin dolayısı
ile peygamber ve nübüvvetin çok hassas konular olduğuna vurgu yaptığı ve
bunların doğru bir biçimde anlaşılıp ona göre değerlendirilme yapılmasının
gerektiğini anlatmaya çalıştığını görmekteyiz. Şöyle ki;
Bedîhi
bir hakikattir ki mesâil-i dîniyyenin en büyüklerinden biri, belki de birincisi
vahy mes’elesidir. Vahy mes’elesinde ufak bir şübhe, dîni esâsından yıkar.
Çünki dînin temeli vahiydir. Temeli sarsılınca onun üzerine kurulan binânın hîç
ehemmiyeti kalmaz. Kur’an’ı tedbîr edenler pek a’lâ bilirler ki Dîn-i İslâm enbiyânın
şânını pek ziyâde i’lâ eylemiş, hamele-i vahy olmaları i’tibâriyle onların
kader ve menziletlerinin pek yüksek olduğunu söylemiş; fezâilde sıdk ve
emanette emâl-i sâlihede beşeriyyet için bir numûne-i emsâl olduklarını
bildirmiş, onları husemâ-yı dînin isnâdâtından, dînlerine mensûbiyyet
iddiâsında bulunan kerev-i hamka ve cühelânın -herhangi bir sâikle- nisbet
eyledikleri muhterâat ve hurâfattan tamamıyla tenzîh eylemiştir... evet, tebliğ
anillahda ismet-i resül, usûl-i İslâmiyye’den bir asıldır ki buna bizzat Kur’an
şehâdet eddiği gibi, sünnet te’yîd etmiş, ümmet de bunun üzerine icmâ’
eylemiştir. Binâenaleyh Kur’an’ın şehâdeti, sünnetin te’yîdi, ümmetin icmâı ve
bunlara inzimâm eden aklın irşâdâtı ile anlıyoruz ki; Resûl-i Kiram vazîfe-i
tebliğde ma’sûmdur, Cenâb-ı Hakk’tan telakki buyurdukları ahkâmı aynen ve
tamamen tebliğ husûsunda her türlü zelîl ve hatadan korunmuş ve münezzehtir.
Onlar Cenâb-ı Hakk’tan telakki ettiklerinden başka şey söyleyememişler ve
telâkki eyledikleri şeyleri de Cenâb-ı Hakk’tan olduğuna cezmen ve yakînen
bildikleri halde bize tebliğ eylemişlerdir ki vahyin ma’nâsı da bundan başka
bir şey değilidir297.
Garanik mes’elesi ile ilgili diğer makalelerde konu yukarıda çizdiğimiz çerçeve
içersinde ele alınmaktadır298.
Akseki’nin
Materyalizm ve Ahlâkın Menşei hakkındaki makaleleri tezimizin farklı
bölümlerinde incelendiğinden burada bu makalelere yer verilmemiştir.
Akseki’nin
dergide yazdığı makaleleri üç mühim noktada toplamak mümkündür. Birincisi;
hurafe ve geleneklerden arındırılmış bir İslâm’ı anlatmak ve Müslümanların
böyle bir dini anlayışa hâkim olması. İkincisi; İslâm ülkelerinde aydınlar
arasında revaç bulan dinlere karşı olan pozitivist ve materyalist
akımların tenkid edilmesi. Üçüncüsü; gerek yabancılardan gerek İslâm
ülkelerindeki aydınlardan gelecek itiraz ve saldırılara cevap verebilmektir299.
·
B. Diğer Yazarlar
SR
Dergisi ’nde kelâm ilmi
ile ilgili makaleleri olan yazarlar elbette yukarıdaki yazarlarla sınırlı
değildir. Ele alınan konuların çok olmasından ve tezin çalışma alanını gereksiz
yere genişletmemek için bu bölümde diğer yazarların isimleri ve makalelerinin
içeriği hakkında genel bilgiler vermek suretiyle bu bölümü bitirmek istiyoruz.
M.
Şemseddin Günaltay dergide hacimli yazıları ile tanınan bir yazardır. İslâm’da
Fen ve Felsefe başlığı altında ele aldığı konuları incelediğimizde daha çok
tarihi seyirle konuların işlendiğini ve konuların bu şekilde işlenmesinin sistematik
bir yönü ihtiva ettiğini söyleyebiliriz. SM Dergisi’nde başladığı bu
makalelere SR Dergisi’nde son veren M. Şemseddin’in SR
Dergisi’ndeki makalelerine bakalım.
Yazar
derginin 10-192 sayısında Gazâlî ile ilgili ele aldığı konuları bitirir. Yazar bu
yazılarında Gazâlî’nin birçok yönüne değinerek temel olarak Gazâlî’nin
Şeriat’le hakikati, felsefe ile dini, fen ile tasavvufu mezc etmiş olmasına
vurgu yapmaktadır300.
Gazâlî;
Gazâlî gibi fıtratın ifrâdını çoğaltmakta pek az semâhatı görülen dâhîlerin
ruhunu anlamak, anlayabilmek için bunların sergüzeşt hayatlarını yakından
tetbî’ ve tetkik etmek îcâb eder. Büyük adamları daima ilcâât-ı muhîtiyye
yetiştirmiştir. Tarih bu babda bize müteaddid misâller gösterebilir. Kim bilir
ne kadar zengin dimâğlar, ne kadar cevval zekâlar feyizsiz bir sahada yetişmek,
âkim bir muhite düşmek bid buhtelkine mahkûm oldukları için beyhûde yere sönüp
gitmişler, irfân-ı beşeriyyete hiçbir şey ilavesine muvaffak olamadan üfûl
eylemişlerdir301.
M.
Şemseddin İslâm’da Fen Felsefe başlıklı yazılarına devam ederek geçmişte
yaşamış birçok önemli simaların unutulmaya yüz tuttuğunu eleştirerek bu
simaların önemine vurgu yaparak bu simaları ve eserlerini tanıtmaktadır. Bu
sîmâlardan Said (v.495), ibn Cezele (v.473), Ali b. İsa, İsa bin
Ali el-Asdî....’dir. Daha sonraki yazılarında başlıca İslâm Ülkelerini konu
edinen yazar tarihi bir dille konuları işlemektedir.
Yazar
derginin 236. sayısından 242. sayıya kadar Mutezile mesleği hakkında hem tarihi
hem teknik bilgiler vermektedir. Yazar son yazısında “mâmâfih Cebriyyun
Akîdesinin bugünkü Müslimânların kısm-ı a’zamında hakîmi yegâne olduğuna;
âlem-i İslâm’ın arz ettiği fecîanemâ manzara-i sefâlete bakarak; i’tirâf ve
kabul etmemek kabil olamaz302”
diyerek konuyu bitirmekte, Müslümanların salt kaderci bir anlayış içinde
olmamaları ve kendi iradelerini kullanarak içinde bulundukları durumdan
kurtulmaları gerektiğine işaret etmektedir.
M.
Şemseddin’in Panteizm konusunda ele aldığı makelesini tezimizin ilk
bölümünde ele aldığımızdan burada bu makaleye yer vermiyoruz.
Ömer
Rıza’ın Ferid Vecdi’nin Asarından: Ruhu însan başlıklı yazısında ruhun
mevcudiyeti, bedenin ruha ihtiyacı, bedenin ruh ile değer bulması ve ruhun
ölümsüzlüğü gibi konuları ele almaktadır.
H.
Mehmet Şevki Ernest Heğel’in makalesine yazdığı reddiyeyi SR Dergisine de
göndermiş dergi bu yazıları yayımlamıştır;
Yirminci
Asırda Zekâ Ceridesinin
18 Mart 328 Tarihli ve 2 numaralı nüshasında Ernest Heğel’in İslâmiyet
hakkındaki bir mütalaası tercüme ve neşr edilmiş ve ulema-yı İslâm tarafından
verilecek cevâbların da yazılacağı ilâveten dermiyân edilmiş olduğunu gördüm.
Mezkûr cerideye cevâblarımı göndermiş ise de umûm-u ihvân dînimize aczimle
beraber hidmet etmeye arzu ettiğimden ve en meşhur risâle-i dîniyyemiz olan Sebîlürreşad’ın
bil-cümle İslâmlarla muhârebe ve râbıtası bulunduğunu bildiğimden
cevâblarımızın bir sûretini de Sebîlürreşad’a takdim ediyorum303.
Mehmet
Akif’in çevirisini yaptığı Mısırlı Ferid Vecdi’nin Mâddiyyûn Meslek
Felsefesi’nin Edyâna Hücûmu adlı makalesinde mâddiyyûn mesleği ile rûhiyyûn
mesleği arasındaki çatışmanın devam ettiği, bu taraflardan birinin üstün
geleceği bu devirde en çok üzerinde durulan konunun bu olduğunu anlatmaktadır.
Ayrıca, yazar maddiyun mesleğinin önceki gibi olmadığını bazı yenilikleri
ihtiva ettiğini maddiyyuna karşı yeni yaklaşımların gerekliliğine vurgu
yapmaktadır;
Mâddiyyûn
meslek-i felsefiyyesinin asrımızdaki tecellîsi o bizim muhterem üstâdlarımızın
zamanlarında olduğundan büsbütün başkadır. Evet, bugün o meslek artık eski
Yunan feylosoflarından Aristoların mantığına, Epikürlerin usûlüne, Birûnîlerin
la-edriyyesine istinâd etmiyor. Hayır! Mâddiyyûn felsefesi kendi esaslarını
te’yîd husûsunda bugün makulât-ı nazariyyeye değil, belki ulûm-i tabiîyyeye,
tecârub-i tabiîyyeye istinâd ediyor. Bu haysiyyetle, bir felsefe-i ameliyyedir
ki erbâbının hâiz olduğu fünûnun kâffesini elde etmeyenler için çürütmeye
kalkışmak doğru olmaz.
Yazar
dinin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu mâddiyyûn eğer üstün gelirse insanın kurumuş
bir yaprağa döneceğini söyler326. Manastırlı İsmail Hakkı Tarih-i
İslâmiyete Dair, Dr. Dozy’nin Eser-i Garazkârına Karşı Reddiye başlıklı yazısı dergide
on beş sayı devam etmektedir327.
II.
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİNDE TARTIŞILAN KELÂMÎ KONULAR
·
A. İsbât-i Vâcib Bağlamında Fıtrat
Delili
Hem
İslâm âlimleri hem de Batı düşünürleri, tarih içinde gelip geçen tüm
milletlerin bir tanrı inancına sahip olduğunu tespit etmişler, buna bağlı
olarak da selim yaratılışını ve sağduyusunu koruyabilmiş insanların yüce
tanrının varlığını benimsediğini söylemişlerdir. Kabûl-i âmme328
veya fıtrat-i selime329 diye adlandırdığımız bu delile erken
dönemlerde dikkat çekenlerden biri olan Mutahhar b. Tâhir el-Maqdisî’ye (Ö.966)
göre ezeli bir yaratıcının varlığını, yeterli aklî kapasiteye sahip bütün
insanlar daima zaruri olarak kabul etmişlerdir330. Gazâlî (0.1111)
ve Descartes (Ö.1650) gibi büyük düşünürler ise Tanrı’nın varlığı ile
ilgili bir takım ispat şekilleri geliştirmiş olsalar bile bozulmamış insan
fıtratının331 inanmaya doğuştan yatkın olduğunu vurgulamışlardır332.
Mu’tezile ve Eş’arîler’e göre fıtrat İslâm’dır. Ehl-i Sünnet’e göre ise fıtrat
yaradılıştan ibarettir304.
Fıtrat
Delili,304 305 İzmirli İsmail Hakkı’ya göre306, halka daha
uygun ve halk tarafından anlaşılması daha kolay olan bir delildir307. Ayrıca bu
delilde bir fikir yürütmeye de ihtiyaç yoktur. İzmirli İsmail Hakkı bir takım
tahlil ve istikra sayesinde fıtrî olarak yaratıcıya ulaşılacağını vurgular.
Şibli Numanî (v. 1914) fıtrî inanca katkıda bulunmak için kâinattaki
nizam ve ahengi öne çıkaran Kur’an metodunu Newton (v.1727) ve
Spencer (v.1903) gibi düşünürlerin görüşlerine de yer vererek tercih
etmektedir308.
İmkân
ve hudüs delillerinde nazar-ı sahihe ihtiyaç hâsıl olduğu halde fıtrat
delilinde sahihe ihtiyaç yoktur. İzmirli İsmail Hakkı, dîni duyguların fıtrî
olduğunu söyleyen ancak mevcut dinlere de harp ilan eden Batı Filozofları’ndan
örnekler vererek bu filozofları tenkid etmektedir309. Kur’an-ı Kerim ise fıtrat310 deliline dikkat
çekmiş ve semavi dinlerin ortak noktasını oluşturan Hanif inancının Allah
tarafından insanın yaratılış özelliklerinden biri kılındığını ve bunun asla
değiştirilemeyeceğini haber vermiştir311.
Temelde
Allah’ın varlığını ispatlamak için kullanılan delillerin metot ve isimleri
farklı olsa da bu delillerin hepsi insanın fıtratında barındırdığı inanma
kabiliyetini destekler bir yapıdadır. Bu söz konusu inanma kabiliyetiyle doğru
inanca inanmaya müsait oluş kastedilmektedir312.
Fıtrat
delili daha ziyade psikolojik ve sübjektif karakter gösteren bir delildir.
Kelâm ilminin metodu ise daha ziyade objektif ve rasyonel olduğundan fıtrat
delili Kelâm’dan ziyade tasavvufta rağbet gören bir delil olmuştur313. Yakın dönemde
en fazla Fıtrat ve Nizam delillerine önem verildiği bir gerçektir314. Fıtrat delili,
materyalist ve pozitivist düşüncenin hayatın her ünitesini hâkimiyeti altına
aldığı bir asır olan XIX. yy.’da inkârcı akımlara karşı kullanılan delillerden
biri olmuştur.
Batıda,
Aydınlanma hareketi sonrasında insanların tabii ve rasyonel din arayışlarının,
Müslüman yazarların fıtrat söylemi üzerinde etkili olduğu da bir gerçektir315. Mesela; Seyyid
Ahmed Han, William Paley’in “Natural Theology” görüşünün de etkisiyle fıtrat
ile tabiat arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte, Allah’ın kelâmı olan vahiy ile
O’nun fiili olan tabiatın birbiri ile çatışmayacağını ve bunların özdeş
olduklarını savunmakta ve fıtrat dini olan İslâm’ın tabiata uygun olduğunu,
dolayısıyla bilimle çatışmasının söz konusu olamayacağını söylemektedir.316.
SR
Dergisi’nde İsbât-i Vâcib
delillerinin hemen hemen hepsi kullanılmaktadır fakat Fıtrat Delili o dönemde
daha önemli bir yere sahip olduğu için burada bu delil konusunda ele alınan
bazı makaleleri inceleyeceğiz.
Akseki
A. Hamdi SR Dergisi’nde fıtrat delili konusunda Reşit Rıza’dan yaptığı
çeviride;
İnsanlarda
Allah’a inancın fıtrî olduğu görüşü yanında örneğin bir kedinin çağrıldığı
tarafa yönelmesi gibi hayvanlarda da fıtrî eğilimlerin olmasının Allah’a
itikadın fıtriliği yönünde bir delilin olduğunu her fiilin bir failinin ve her
hâdisin bir muhdisinin olduğu bağlamında ortaya koymaktadır.
Devenin
gübresinin deveye, insanın ayak izlerinin oradan bir insanın geçtiğine delâlet
etmesi gibi semâvât ve arzdaki her şey de bir yaratıcıya delâlet etmektedir.
Tarihe bakıldığında en vahşi ve en medeni toplumlarda bir yaratıcı inancı var
olagelmiştir. Kur’an-ı Kerim'de İbrahim Suresi 9, 10 ve 11’inci
âyetleri, gelmiş geçmiş ümmetlerde Allah inancının olduğu fakat bu ümmetlerin
Allah ile insan arasındaki elçiye karşı bir inançsızlık içine girdiklerini
göstermektedir317.
Bu mes’ele akâid ilminde de önemli bir meseledir. Şu bir gerçektir ki Tevhîdin
varlığı Nübüvvetin varlığını isbât etmektedir. Âlemi yaratanın varlığını
i’tikad etmek fıtrî ise, nasıl olur da insanlardan bazıları kâinat için bir
hakikî yaratıcının varlığını inkâr etmektedirler? Bu mes’ele; Taftazani’ye (v.1389)
göre kişinin içine düştüğü bir azgınlık ve istisnâi bir durumdur318. Abduh’a göre
ise safrâvîye balı acı olarak tat alma, ahvele göre ise bir adet olanı iki
olarak görme durumu vardır. İnançsızlık içinde olanlar ise akıllarındaki
hastalıktan dolayı bu durumdadırlar. Çok zeki ve tanınmış filozoflardan
bazıları da âlemi yaratanı inkâr etmektedirler, bu nasıl olmaktadır dendiğinde
bunlarda da bu hastalık vardır denilir. Nasıl ki kuvvetli bir cismin bir tarafı
maraz olsa o tarafı bir iş yapamaz o kısım âtıl olur ancak diğer kısmı kuvvetli
bir şekilde vazifesini yapar işte akla ârız olan maraz da aklı bu hale getirir.
Hikmet-i Cedide'de sabit olduğu şekilde her nev-i idrak için dimağda
kendisine mahsus bir merkez vardır. Bu merkez maraz olursa bu merkez vazifesini
îfâ edememektedir fakat bu, tedavi edilerek giderilebilmektedir ve maraz olmuş
kişi eski haline dönebilmektedir. Sonra bazı mecnûnlar zekîlerin çözemeyeceği
hesapları çözebilmekte, zekîler ise o hesâbları çözmek için saatlerce
uğraşmaktadırlar. Sonuç olarak; Âlemi yaratanın vücûduna i’tikad etmenin fıtrî
olduğuna nazarî bürhânlar çoktur 348.
SR
Dergisi’nde Akseki A.
Hamdi, Reşit Rıza’dan yaptığı çeviriden başka kendine ait olarak yazdığı ve
Müslümanlığın fıtrî bir din olduğunu anlattığı makalesinde;
Bir
dînin fıtrî bir dîn olup olmadığını anlamak için o dîni her yönü ile çok iyi
tetkik etmek gerektiğini, o dînin bazı yönlerine ve müntesiblerinin ahlâkî
durumlarına bakıp o dînin fıtrî bir dîn olup olmadığına karar vermenin doğru
olmadığını söylemekte ve şöyle devam etmektedir.
Dînî
olmayan, dînî gibi gösterilmektedir. Avrupa, İslâm’ın terakkiye engel olduğunu
iddiâ etmektedir. Bu fikri ortaya atanlar, bazı Müslimânların yaşantılarına
kıyasla bunu ifade etmektedirler. Bu iddiâda bulunan kişiler dînin aslını
incelememişlerdir. Dînin terakkiye engel olduğu görüşünü savunan bizim
içimizden de bazı kimseler vardır. Zaman ilerledikçe ortaya atılan bu
iddiâların birer serâb olduğu anlaşılmaktadır. Bizim bu satırları yazmamıza
sebeb olan “İkdam Gazetesi” sahibi Abdullah Cevdet Beyin319 320 Lozan’dan kendi gazetesine göndermiş
olduğu, içkinin İngiltere ve Rusya’da yasaklandığını bizim de hükümetçe içkiyi
yasaklamamızın gerektiğini dile getirmesi olmuştur. Biz de bu mes’ele hakkında
birkaç söz söylemek istiyoruz. Ma’lûmdur ki, Müslimânlık bin üç yüz yıl evvel
içkiyi kesinlikle men’ ederek fâili hakkında maddî ve manevi pek çok cezalar
göstermiş idi. Şüphe yok ki, bunu men’ etmenin toplum için pek çok faydaları
vardı. Fakat son zamanlarda bizde ahlâk öyle bir dereceye geldi ki birçok
menhiyyat adeta mubah sırasına geldi. On dört asır evvel İslâmiyyet’in men’
ettiği içki bugün nizâm ve kanûn ile men’ olunmaya çalışılıyor. İşte bu gibi
gerçekler pek âla tezahür ediyor ki, İslâmiyyet dîn-i ibtidâi değil, dîn-i
umûmi ve fıtrîdir. Garb âleminin bir taraftan Müslimânlığın mânî-i terakki olup
beşeriyyet için bir saadet te’mînine gayr-ı kâfi bir dîn-i ibtidâi olduğu
kanaati neşredilmeye çalışılıyorken diğer tarafında da ahvâli ictimâiyyelerini
ıslah ve tanzim için İslâm’ın esâsî kavmine rücû ettiklerini görüyoruz. Batı
ise Müslimânlıkta bu yasağın olmasına rağmen içkinin Müslimânlar tarafından
neden kullanıldığını sormaktadır. Nasıl ki garb ve şarktaki harb-ı umûmiyyede
Rus ve İngiliz devletlerinin askerlerinin bize karşı daha sağlam bir vücûd daha
metin bir fikir ile muharebe edebilmelerini sağlamak için içkiyi men’ etmeye
çalışmış olmaları bu hakikati göstermektedir. Bu ise Şeriat-ı İslâmiyye’nin
sıdkına onun fıtrî bir dîn olduğuna pek açık bir şehadettir. Evet, içkiyi bütün
fenalığın başı olduğu hatta insanlığın zürriyyetine sirâyet eylediği cihetle
dîn-i fıtrî olan İslâmiyyet bunu men’ etmiş onu “ricsun min ameli’ş-şeytâni.- (...şeytan
işi birer pislik...)321”
ile vasıflandırmıştır. İslâm başka şekillerde de bu yasaklamayı yapmaktadır322. Akseki diğer
bir makalesinde Maddecilerin savundukları görüşlerin insan fıtratına aykırı
olduğunu da vurgulamaktadır323.
Ayrıca batının doğal din arayışı içinde olduğunun da altını çizmektedir324.
SR
Dergisi’nde Abdülaziz
Çaviş (v.1929)325
Müslümanlığın fıtrî bir din olduğu konusunu Akseki A. Hamdi’ye göre farklı bir
şekilde ele almaktadır;
Abdülaziz
Çaviş İngilterede Oxford’da bulunduğu sıralarda bir sohbet ortamında doğu ve
batı hakkında konuşurlarken konu İslâm’a geldiğinde sohbet yaptığı kişilerden
bazılarının İslâm hakkında yanlış bilgilere sahip olduklarını ve İslâm ile
ilgili doğru bilgileri o kişilere aktarması neticesinde içlerinden birinin
kalkıp o halde İslâm dîni hiçbir şekilde fıtrata aykırı değildir diyerek
karşılık verdiğini ifade etmektedir.
Çaviş,
fıtrat kavramını şu şekilde açıklamaktadır; nasıl bir koyun annesinden eksiksiz
şekilde ve değişikliğe uğramamış bir biçimde doğduktan sonra kulağı kesilir ve
değişikliğe uğrarsa her insan da İslâm fıtratı üzerine doğar ve daha sonra
ebeveyni tarafından Hıristiyan veya Yahudi yapılarak değişikliğe uğrar. Ayrıca
İslâm dîni, mirasta babaya bağlı olsa bile her çocuğu ergenlik çağına kadar
Müslüman olarak tanır326.
Tevhîd,
fıtratın kabul ettiği bir şeyse neden insanlar akaid hususunda bu derece
ihtilaf içindedirler? Bu ihtilaf içinde olan kişiler zihni bir karışıklık
içindedirler. Bir şeyin ademi vücûda bürhân-ı kat’î ile sâbit olmadıkça red’ ve
inkâr cihetine gitmek doğru değildir. Gözlerin göremediği, zan ve evhâmın ihâta
edemeyeceği bir mevcûd olsa olsa terbiye-i fikriyyeleri mükemmel felâsife ile
kâil olabilir. Akıl ve dirayetten nasibleri pek mahdud olan âvâm insanlarına
gelince, bunların saha-i efkârı kuvve-i hayallerinde hudud dairesinde ta’yin ve
tasvir edemedikleri bir ma’budun mevcudiyyetini ihataya kat’iyyen müsait
değildir. Böyle olduğu içindir ki bu sınıf halk gayr-ı mahsus ilâhlara i’tikat
ettiklerinden feylesofların hallerine acımışlar, gülüp eğlenmişler, onları
bilâhet ve kıllet izanı ile itham etmişlerdir327.
Çaviş
bir diğer makalesinde, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’ta dîni olmayan oluşumların
var olduğunu anlattıktan sonra Allah’a itikat insanın fıtratının temayülüne
bırakılmıştır, ancak bir takım telkin ve yönlendirme ile insan sapkınlık içine
düşürülmezse, vicdanını ondan başka bir yola sevk ve imale edebilmesine imkân
yoktur,328
demektedir. Bozulmamış fıtrat diyebileceğimiz insan fıtratı dergi tarafından
çokca kullanılan bir kavramdır. Mesela; hürriyet konusu işlenirken insan
fıtratına vurgu yapılarak hürriyet konusu ele alınmaktadır329.
Dergi
batının bazı evrensel değerleri Müslümanlardan aldığına ve bazı batılı
düşünürlerin Müsülümanlığın fıtrî bir din olduğunu söylemekte olduğuna dergi
vurgu yapmaktadır. Şöyle ki;
Teaddüd-i
zevcat, talak, sıhhat ve nezâfet, fakirperverlik, müsâvât, adalete dair
Kur’an’da var olan âyet ve ahkâm-ı ilâhiyye tamamıyla bugünkü Avrupa’nın işine
gelmektedir ve Avrupa bunları almaktadır330. Kant ve Jül Simon gibi büyük müellifler de
Müslimânlık’tan başka bir dînin dîn-i fıtrî olamayacağını söylemektedir331.
·
B. Nübüvvet Meselesi
1. Vahy’in İmkânı
Arapça’da
gizlice bildirmek, konuşmak, ilham etmek, emretmek, ima ve işarette bulunmak,
acele etmek, fısıldamak ve hızlı işaret gibi anlamlara gelen vahiy kavramının
İngilizce karşılığı olarak “revelation” kelimesi kullanılmaktadır. Terim olarak
vahiy, Allah’ın kullarından seçmiş olduğu kimselere insanın alışık olduğu
tarzın dışında gizli bir yolla onlara bildirmeyi istediği hidayet ve ilim gibi
şeyleri haber vermesidir.
Vahiy,
peygamberle Tanrı arasındaki bir münasebettir. O, İslâm, Hıristiyanlık ve
Yahudilik gibi üç büyük dinin merkezi yapısını oluşturmaktadır. Bu üç büyük
dinin her birinde iman, vahye yani Tanrı’nın kelâmını kaydetmek üzere ilham
ettiği insanlara kendini göstermesine, açığa vurmasına dayanmaktadır332. Dolayısıyla
Allah’ın varlıklarla ilişkisi onların her birinin kendilerine ait özellikteki
yapılarına ve ihtiyaçlarına göre iletişimi vahiy yolu ile olmaktadır333. Allah’ı tanımak
ve O’na kulluk etmek amacıyla yaratılan insan hem vahye hem de bizatihi onu
yaşayarak tebliğ etmekle görevlendirilen peygambere de ihtiyaç duymaktadır334.
Vahyin
imkânı, “Tanrı buyruklarını bir insan ile nasıl bildirebilir? Bu mümkün müdür?335” sorusuna
verilen cevapta aranmıştır. Vahiy fiziki dünyada duyuların yaptığını metafizik
âlemle ilgili olarak yapmakta, akla varlığın metafizik boyutuyla ilgili malzeme
sağlamaktadır. Akıl da fizik âlemde olduğu gibi bu malzemeleri kullanarak
yorumlar yapmakta, çıkarımlarda bulunmaktadır. Gerçi vahyin doğruluğu Allah’ın
kelâmı oluşuna, Allah’ın varlığı da vahye dayandırılacak olursa ortaya bir
kısır döngü durumu çıkmaktadır. Bunun önüne geçebilmek için hiç olmazsa birinin
akla dayandırılması gerekir. Peygamberin doğruluğu mucizeye dayandırıldığı
gibi, vahiy veya onu gönderenin de akla dayandırılması gerekir. Görülüyor ki en
azından vahyin açıklanması için akla ihtiyaç vardır. Yani vahiy kendisini akıl
yoluyla ifade edebilmektedir. Ancak akıl fiziki dünyada olduğu gibi metafizikte
de veriye dayanmadan kendi kendine kurgularda bulunamaz. Bulunursa da bu herkes
tarafından kabul edilebilecek delillerle temellendirilemez ve şahsî kalır336. Kişisel
heveslere dayanan hiçbir dini tez insanlığın uzun süre kabulünü
gerçekleştiremez337.
Vahyin akla dayandırılması konusu vahyin imkânını tartışmanın anlamının alanını
belirlemektedir.
Abdullah
Cevdet ve Celal Nuri (v.1938) peygamberlerin vahiy kaynaklı olmaksızın din
kurmada başarıya ulaşmalarını toplumsal şartlara bağlamaktadırlar. Abdullah
Cevdet Allah’tan başka bir de peygamberin olmaması gerektiğini, vasıta
kullanmanın insana özgü bir durum olduğunu söylemektedir. Hüseyin Cahit
(v.1957) ise Kur’an-ı Kerim’de “her kavme kendilerinden elçiler
gönderdik338”
mealindeki ayetlere dayanarak gelen peygamberin tüm insanlığa değil de sadece
kendi kavimlerine geldiğini ve diğer kavimlerin o peygamberin getirdiği
emirlere uyma konusunda bir zorunluluğun olmadığını söylemektedir339.
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır bir bilgi kaynağı olarak vahyin felsefi temellendirmesini
yaparken; “zekâların, akılların, fikirlerin kuvvet ve zayıflıkta, şiddet ve
süratte farklı olmaları gibi vicdanların kuvvet ve zayıflıkta farklı olmaları
da tamamen kazanılmış bir hal değil esasen bir Allah vergisi olduğu göz önüne
alınırsa, yaratılıştan bazı vicdanlara hakikat ile pek büyük ve çok güçlü bir
ilişkinin bahşedildiğini inkâr etmek için hiçbir sebep kalmaz. İşte bu vicdan,
İslâm felsefesinde kudsî yeti (kuvve-i kudsiyye) denilen yetidir. Bunun
en yüksek seviyesine mu’cize gücünü haiz olan Peygamberin vicdanını koymak çok
uygun olur340”
demektedir.
SR
Dergisi’nde M. Abduh341, Felsefe-Kelâm;
İmkânı Vahy (1) başlıklı makalesinde, İmkân-ı vahy’i açıklamak için
vahyi tarif etmek gerektiğini söyleyerek öncelikle vahyi açıklamaktadır. Vahy
kelimesini taglib yoluyla Cenâb-ı Hakk’tan enbiyâyı izâma ilga’ ve telkin
edilen şey olarak kullanılmıştır. Vahy ile ilham arasında fark vardır. Toplumun
saadeti için her zaman ve her ümmet içinde inâyet-i ezeliyyeye mazhar olan bir
takım zevât umûr-ı risâletin hitâmına değin, saha-i günde arz vücûd eder342. Gerek hissi
yönümüzle gerek eski ve yeni ilimlere ait birikimlerimiz maddeden daha latif
bir şeyin bize gayb olsa da mevcud olduğunu isbât ettikten sonra bu gibi kutsî
kaynakta vahyin mevcud olmasına engel ne olabilir? Vahye ve nübüvvete karşı
düşmanlık besleyen kimseler bile bazı dereceye has olan hastalıkların
mevcudiyyetine kâil bulunmakta, umûr-ı akliyyeye ait bazı şeyler bunların
kuvve-i hayallerinde mahsusât derecesinde bir kuvvet ve şiddetle temessül
ettiğini, hastanın ortada hakîki hiçbir şey yok iken bu gibi hayalleri görüp
işitmekte, hatta onlarla müsâraa ve mücadele etmekte olduğuna dair vâki’ olan
iddiâsının kabul ve teslimi lâzım geleceğini iddiâ etmektedirler. Böyle olunca
vahyin imkânı da ma’kul olur343.
Sebîlürreşad bir yazısında söyle demektedir; Peygamber Efendimiz’in bize
vahiy aracılığı ile getirmiş olduğu şeylerin en büyük mu’cize olup domuz
etinin, kan ve içkinin haram olması günümüzde fennin isbât ettiği gerçeklerdir.
Bu harb-i umûmi esnasında içkinin zararlarının ne kadar müdhiş olduğunu her
millet anlamış ve ona göre tedbirler almıştır344. Bu da vahyin imkânına bir başka yönden temel
teşkil eden bir husustur.
Abduh’un
bu konudaki görüşü ise şöyledir: Peygamberimiz döneminde vahy gerçeğini anlamak
o dönemde yaşayanlar için pek açıktır. Fakat ondan sonraki dönemlerde delîl ise
hakikat-i kat’iyye bildiren tevatürlerdir. Nebî’nin risâletini isbât etmek,
inanmamız gereken diğer peygamberlerin de nübüvvetlerini isbâta yeterlidir345. Netîce itibari
ile şunu belirtmek isterim ki; peygamberliği, peygamberlik durumlarını ve
müşahedelerini inkâr edenlerle onların getirdiklerine inananların arasını
çoğunlukla aklı alışılagelen şeyleri bile idrak etmekten alıkoymaya çalışan
basit bir perde ayırmaktadır346.
İnsandan akıl, nutuk ve kendine ait bazı özellikler alınmış olsa idi nev’î
insan sayılmazdı. Belki arı ve karınca yahud meleklerden bir nev’î melek olurdu347.
Abduh,
vahiy kavramını peygamberlikle özdeş olarak görür. Ona göre Peygamber’in
Allah’tan vahiy alması imkân dâhilindedir. Abduh, vahyi dolayısı ile
peygamberliği aklen ve naklen izah etmekle beraber vahye olan ihtiyaca vurgu
yaparak konuyu sosyolojik, psikolojik ve antropolojik açıdan
değerlendirmektedir348.
·
2. Mehdînin Zuhûru
XVI.
ve XVII. yy’da Osmanlı Anadolusu’nda ve merkezde görülen Mesiyanik hareketlerin
gerçek anlamda birer mehdilik hareketi olmadığı giderek çözülmeye başlayan
Osmanlı Anadolusu’nun sosyo-ekonomik yapısının ve buna teşhis koyamayan Osmanlı
merkezi yönetimine karşı birer tepki hareketi olarak çıktıkları görülür. Fakat
bu hareket başlı başına sosyo-ekonomik sebeplerle izah edilemez. XVII ve XX.
yy’da Osmanlı dini kurtuluş hareketlerinin dâhili iç huzursuzluklara ek olarak
batıyla girilen kültür temasının doğurduğu dış gerilime karşı olarak yerli
kültür kalıplarının yeniden düzenlenmesi, ihya edilmesi gibi bir işlevle
dini-sosyo-kültürel hareketler şeklinde tezahür ettikleri görülmüştür349. Mehdicilik (messianism),
İslâm’da var olmuş ne zaman İslâm ümmeti kendi değer ve anlam dünyasını bir
tehlike içinde gördüğünde ortaya çıkagelmiştir. Mehdi Allah’ın tarihe ilahi
müdahalesini simgeleyen karizmatik bir şahsiyettir. XIX. yy.’da İslâm
Dünyası’nın Avrupalılar tarafından istilası Batı Afrika’dan Sudan’a, İran’dan
Hindistan’a kadar mehdicilik dalgasının doğmasına neden olmuştur. Mehdilik Hz.
Peygamber’in ahir zaman alametleri hakkındaki bazı sözlerine uygun olarak
mutlaka kabaracak ve yükselecektir350.
II.
Abdülhamit’in hatıralarında Efgani’nin bir ara kendisine Mehdilik ilan ederek
Batı ve Rusya sömürüsüne karşı tüm Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı
teklif ettiğini yazmaktadır351.
Mehdicilik meselesi toplumsal nedenlerden dolayı ortaya çıkışı dinamik bir
özellikte olan konudur.
SR
Dergisi’nde İzmirli
konuyu hadîs kaynaklarında araştırmakta ve mehdi inancının hakikatini tespit
etmeye çalışmaktadır;
Mehdî
mes’elesi hakkında birçok görüş vardır bunlardan bazıları mehdîliği kabûl eden
bazıları da kabûl etmeyen görüştür. Kabûl eden görüş de mehdî konusunda kendi
içinde farklı yaklaşımlara sahiptir. Mehdî mes’elesi Hz. Hızır mes’elesi352 gibi bir mes’ele
değildir. Hz. Hızır mes’elesi tabiat dışında olan bir mes’eledir. Mehdî
mes’elesi ise tabiat dışında değildir. Ondan dolayı muhakkikîn ilmen Hızır’ın
hayatını kabûl etmedikleri halde bir kısmı mehdînin zühûrunu kabûl ediyor,
diğer bir kısmı kabûl etmiyor. Mehdî mes’elesi ahbâr-ı müstakbeledendir. Beni
zî-şan efendimizden birçok ahbâr-ı müstakbele nakl olunmuş, bir kısmı tamamıyla
zühûr etmiş, diğer kısmı da zühûr edecektir, mehdî de zühûr edebilir. Mehdî’nin
zühûrunu kabûl edebilmek için bazı şartlar vardır. Ya zayıf hadîsleri kabûl
etmek ya zikredilen hadîsleri tashîh etmek ya şeyhaynden rivâyet edilen hadîsle
istidlal etmek yâhûd keşfin ilzâmı ale-l-gayr ma’nâsına hüccet olduğunu kabul
etmek lazım gelecektir. Bu yollardan başka mehdîyi kabûl için bir yol yoktur353.
Mehdi
konusu, hadislerin müteşabihatı içine girdiği için; bu konuyu tüm
incelikleriyle anlamak kolay değildir. Bu konuda her çağa göre tutarlı ve
yerinde yorum ve tefsirlere ihtiyaç vardır. Ayrıca her asrın mehdi manasından
nasiplenmesi gerektiği için anlatım açık değildir354.
·
C. İttihad-ı İslâm Düşüncesinin Yeni
İlm-i Kelâm İle İlgisinin Olup Olmaması
XIX.
yüzyıl Avrupa’da yaygın olan ”pan” hareketi aydınlarımız tarafından pan- İslâm
değil de İttihad-ı İslâm şeklinde kavramsal olarak dile getirilmiştir. İlk
olarak İttihad-ı İslâm fikri yeni Osmanlılar’ın Avrupa’da yayınladığı Hürriyet
Gazetesi’nde işlenmiş, 1870’li yıllardan itibaren bir kitle ideolojisine
dönüşmüştür.384 1870’lerden sonra yeniden doğan batı düşmanlığında
ortak duygu Avrupa baskısına ve iç ayrılıkçılığa karşı kuvvetlenmekti. Batı
düşmanlığı Osmanlı yurtseverliğini, koyu İslâmî tutuculuğu ve hatta bir parça
pan-İslâmik duyguları da kapsamaktaydı.385
Tanzimat’ın
getirdiği medeniyetçilik fikrinin yanında Osmanlıcılık Tanzimat’ın resmi
ideolojisi oldu. Fakat 1877 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Kongresi sonunda
Hristiyan toplumların Osmanlı’dan ayrılarak kendi bünyelerinde varlık bulmaları
Osmanlıcılık fikrinin gerçekleşmesine perde düşürdü. Bunun yerine Osmanlıcılık
fikri ikinci planda kalmakla beraber İttihad-ı İslâm fikri oluştu. Bu fikrin
oluşmasında diğer bir etken ise mezhep ve tarikat ayrıcılığı olmuştur. Mezhep
ve tarikat ayrıcalığında en çok zarar gören Türkler olduğu halde bu konuda en
büyük hassasiyeti yine onlar göstermiştir. Türklerin İslâm dinine bağlılıkları
nasıl onları koca bir imparatorluk yapmışsa mesela Fatih’in Fatih olmasında
hocası Akşemsettin’nin temsil ettiği tevhit inancının ilk dönemlerdeki gibi
varlığı sebep olduğu gibi yine aynı samimiyet imparatorluğun yıkılmasının
önemli sebeplerinden biri de oldu. Vahdettin de böyle bir özellik görmek mümkün
değildir. Osmanlı hükümdarları kör taasuplarıyla mezhepçi kesilen diyanet
adamlarının etkisine girmiş ve bu şekilde Osmanlı Devleti gelişme gücünü
yitirmiştir386.
Namık
Kemal îbrefte İttihad-ı İslâm adlı yazısında, Memun zamanında İslâm
milletleri arasında var olan uyum ve birliğin, sonradan meydana gelen
parçalanmanın sebeblerini aramaktadır. Yazar eskiden Kaşgar, Semerkant, Maraga,
Bağdat, Kayrevan, Kurtuba, İstanbul birbirinden hemen haber alırdı, şimdi İslâm
şehirleri birbirine kapalı, habersiz demektedir. Burada Basiret
gazetesinin dileklerindeki hayali cihete işaret ederek İttihad-ı İslâm’ın
gerçek şartlarını araştırmaktadır355.
Diğer
taraftan Balkan Savaşları’nda Rumeliyi kaybettik kimse yardım etmedi. Çanakkale
savaşında Hintli Müslümanlarla savaştık. Suriye’deki baskında Müslüman
Araplarla savaştık. Bu, İttihad-ı İslâm’ın siyasi tarafını zayıflattı fakat bir
ideal olarak düşüncelerinin devamına engel olamadı. Sonra mütareke yıllarında
istilacılarla işbirliği yapan İslamcılar bütün milletin gözünden düştü.
“İslamcılığa ideolojik denmeye layık yeni bir ufuk aramak İslâm düşüncesini
çağdaş ilim ve felsefe düzeyine çıkarmak, İslâm inancını modern zihniyetle
savunmak, bugünün başta ele alacağı bir görev olmuştur”356.
Avrupa
ve Rusya ise İttihad-ı İslâm’a pan-İslâm demektedirler bunun sebebi, İttihad-ı
İslâm fikrinin etkinliğini azaltmaktır. Bunun için ortaya atılan suni
gerekçelerle beslenen bir kavramı, pan-İslâm’ı kullanmışlardır.
SM/SR’da
üzerinde durulan popülaritesi yüksek olan kavramlardan biri de İttihad-ı
İslâm’dır. Bu kavram Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya yarayacak sihir yüklü
bir kavram olarak dikkatimizi çeker. İttihad-ı İslâm kavramı ittihat kavramının
en önemli esasının din bağı olması gerektiğinden bu vasfı almıştır. SM’de Musa
Kazım’ın Kütüb-ü Kelâmiyenin İhtiyacât-ı Asra Göre İslah ve Te’lifi, Beyne’l
Müslimin Mezahib-i Muhtelifenin Tevhidi, Medreselerde Tedrisatın İslahı
ünvanlı makalesinde kelâm kitaplarının asrın ihtiyacına göre yeniden
yazılmasını işledikten sonra Şii, Sünni her müslümanın kardeş olduğuna vurgu
yapmaktadır.
SM/SR’de
İttihad-ı İslâm ve pan-İslâm terimlerini aynı anlamda kabul edenler olduğu gibi
bunların farklı anlamlarda olduğunu söyleyenler de vardır. Bunun yanında
pan-İslâm’ı bizim kültürümüze ait olmadığı nedeniyle tümüyle kabul etmeyen
yazarlarımız da mevcuttur.
a)
Birbirinden farklı kavramlardır diyenlere göre; örneğin Halil Halit,
Dersaadette Sırat-ı Müstakîm Risale-i Muteberesinde, İttihat-ı İslâm’ın
Muhammedi birlik olduğu pan-İslâm’ın ise Avrupa icadı siyasi gereklilik
olduğunu söyler. Kazan Milletvekli Sabri Efendi ise pan-İslâm birlik anlamında
ise biz zaten birliğiz demektedir.
b)
Birbirinden farklı kavramlar değildir diyenlere göre; örneğin Sadrettin Maksut,
Âlemi İslâm bölümünde yer alan Elvah-ı İntibah yazısında pan-İslâmizm’i
İttihat-ı İslâm ile birleştirerek kullanmaktadır357.
Dergide
İttihad-ı İslâm’ın Türkler, Müslümanlar ve bütün dünya için taşıdığı önem
üzerinde durulur. Beka için en tedbirli yol İttihad-ı İslâm’dır. Bu kavram
meşrutiyetin ilanından sonra daha da önem kazanmıştır.
SR
Dergisi’nde İttihad-ı
İslâm’ın dini ve siyasi iki yönü olduğuna bu kavramdan öncelikle anlaşılması
gereken şeyin dini yönü olduğuna ve siyasi ittihadın arzu edilse bile henüz
gerçekleşmekten uzak olduğunadır. İttihad-ı İslâm düşüncesinde Osmanlı Müslüman
birliği dünya Müslüman birliğine nazaran öncelikli bir yer tutmuştur358.
İzmirli,
İttihad-ı İslâm bağlamında konuyu şöyle değerlendirmektedir;
Evet,
pek doğru beyân edildiği vechle Müslimânların hayatı tevhide bağlıdır.
Müslimânları vahdet-i dîniyye ve i’tikâdiyye etrafında toplamak, aralarındaki
tefrikayı kaldırmaya çalışmak bir vecîbedir. Müslimânların asırlardan beri
saâdet-i hayattan, huzûr-ı kâlbden hâ’ib ve hâsir kalmaları, dînin
ma’ba’d-et-tabîiyyeye ait olan hükümlerini mantıka, akl-ı beşere tâbi’
bulunduran, nazar ve istidlâli Kur’ân-ı Mübîn’e tercih eden, nakli te’vîle
kalkışan kelâmiyyâttan neş’et ettiği dermiyân olunur. Saâdet-i hayatı, huzûr-ı
kâlbi temin eden dîn-i mübîn-i Ahmedî’nin ahkâmını ifsâd eden kelâmiyyât,
nazariyyât değil belki “mülûk-i zâlime” ile “ulemâ-i sû’ ”dır. Bu hüsrân-ı
elîme sâik olanlardır. Nitekim pek çok zaman evvel şöyle bir beyit
söylenmiştir:
Ve
hel efsede’d-dîne ille’l-mülûk
Ve
ahbâru sû’in ve ruhbânuhâ359
360 361.
Her
fenâlığı kelâmiyyâta atfetmek “ve ‘aynü’r-ridâ ‘an külli ‘aybin kelîletün
kemâ enne ‘ayne’s-sahti bi sedyi’l-mesâviyâ392” beytinin hükmüne
mâ sadak olmaktan başka bir şey olamasa gerektir361.
Görüldüğü
üzere kelâm ilminde yenilik arayışlarının nedenlerinden biri de İttihad-ı İslâm
fikrine duyulan inançtır.
·
D. Yeni İlm-i Kelâm Tartışmaları
1. Yeni İlm-i Kelâma İhtiyacın Olup
Olmaması
Batı’da,
Rönesans hareketleri ve buna bağlı olarak felsefenin yaygınlaşması yeni düşüce
akımlarını ortaya çıkarmıştır. Bunlardan inkârcılığa zemin hazırlayan
materyalist, tabiatçı ve pozitivist gibi akımlara ve İslâm’ı tehdit eden bütün
unsurlara karşı yeni metot ve tedbirler geliştirme gereği doğmuştur. Bu
zorunluluk İslâm dünyasında geniş ve ciddi bir çalışma dönemini başlatmıştır362. XIX. asrın
ortalarından itibaren Osmanlı âlimi genel olarak dini ilimlerin özellikle de
kelâm ilminin metot ve muhteva bakımından yenilenmesi gerektiğini
düşünmüşlerdir. Zihinlerde açık ve belirgin bir proje bulunmamakla beraber yeni
bir ilm-i kelâma ihtiyaç vardır noktasında bütün bu âlimler hemfikirdir363.
Kelâm
ilmi alanında yenilik düşüncesini savunan İslâm düşünürlerinden, bizde başlıca
Abdullatif Harputî (v.1916), Filibeli Ahmet Hilmi (v.1914) ve
İzmirli İsmail
Hakkı,
dışarıda ise Seyyid Ahmed Han (v.1898)364,Cemalüddin-i Efganî (v.1897)365, Şibli Nu’mani (v.1924),
Muhammed İkbal (v.1938) ve Muhammed Abduh (v.1905)’u sayabiliriz.
Bu
âlimler içinde öncü bir isim olarak, Yeni İlm-i Kelâm eseriyle o döneme
damgasını vurmuş bir âlim olan İzmirli İsmail Hakkı’dan da önce Tenkîhu’l-kelâm
eseriyle tanınan Harpûtî’yi sayabiliriz366. Mütekaddimîn ve müteahhirînden sonra üçüncü
bir ilm-i kelâm devrini, Tenkîhu’l-kelâm’ı yazarak bizzat kendisinin
başlattığını söyleyen Harpûtî, bu üçüncü devrin devam ettirilmesini kendisinden
sonrakilerden beklediğini ifade etmektedir367. Osmanlı âlimleri kelâm ilmini yenileme
ihtiyacı üzerinde dururken bu yenilenmenin klâsik kelâmı ihmal ederek bir
yenilenme olmamasını da özellikle vurgulamışlardır368.
İzmirli
İsmail Hakkı yeni ilm-i kelâma ihtiyacın olduğu konusunda şu gerekçeyi ortaya
koymaktadır: Müteahhirîn mütekellimîni altıncı asırdan itibaren devam edegelen
ve memleketimizde de yegâne ehl-i sünnet olmak üzere tanınmış olan ehl-i
kelâmdır. Müteahhirîn mütekellimîn ilm-i kelâm’ı bizim resmî ilm-i
kelâmımızdır. Fakat bugün bu ilm-i kelâm hâli tezebzübdedir... Felsefe-i
cedîdenin memleketimize duhûlundan evvel ilm-i kelâmın tecdîdi mes’elesi ortaya
konmuyor idi. Fakat felsefe-i cedîdenin duhûlu üzerine felsefe-i Yunan ile
memzûç (karışmış) olan ve nazariyât-ı kadîme-i felsefiyyenin taht-ı
te’sîrinde bulunan ilm-i kelâm’ın tecdîdi mes’elesi meydân bulmuştur... Bugün
müteahhirîn-i mütekellimîn ilm-i kelâmı kıymet-i târihiyyesini muhafaza
ediyorsa da kıymet-i ilmiyyesini zâyi’ etmiştir. Bugün kıymet-i ilmiyyesini
muhafaza eden resmî ilm-i kelâm değil, belki selef-i ümmetin ilm-i tevhîdidir.
Bugün felsefe ile kelâmın mezcî (katmak, karıştırmak) ciheti elzem ise
felsefe-i kadîme ile değil, belki felsefe-i cedîde ile mezcî iktizâ (gerektirme)
eder. şüphe yok ki felsefe-i cedîdenin istikrâda mebde’ olarak kabul ettiğini “
aynı esbab aynı netâyici tevellüd eder ” destûru mucibince ilm-i
kelâmdan munkarız olan felsefe-i Yunanîyi ref ederek yerine İngiliz, Fransız,
Alman felsefelerini ikame etmek daha doğrudur. Müteahhirîn mütekellimînin kabul
ettikleri usûl mucibince mesâil-i felsefiye-i cedîde mesâil-i kelâmiyye ile
tevhid olunarak, efkâr-ı ve mesâil-i cedîdeden usûl-i i’tikadiyye-i İslâmiyye
ile kabul-i tevfik olanları an bürhân kabul etmek ve kabul-i tevfik olmayanları
an bürhân red ve ibtal etmek daha münasibtir. Nazariyât-ı kelâmiyyeyi bir
felsefe-i cedîdeye göre tevsî’, ihtiyâcât-ı asriyyeye göre ta’dil etmek
meslek-i ehl-i kelâma daha layıktır369.
Diğer
bir makalesinde ise ilm-i kelâm’ın asrın yeniliklerine açık olduğunu
vurgulamaktadır;
Eski
ilm-i kelâm tabîiyyat ve felekiyyat mesâilini muhtevâ olduğu halde bugünkü
ilm-i kelâm mesâil-i mezkûraya doğrudan doğruya muhtevâ olmayacaktır; çünkü
vaktiyle tabîiyyat ve felekiyyât ilm-i küllî olan felsefe şu’bâtından idi.
İlm-i kelâm felsefe ile mezc olununca bi-tabi’ felekiyyât ile de mezc olunacak
idi. Böylece resmî ilm-i kelâmımız tabîiyyat ve felekiyyât mesâilinî doğrudan
doğruya muhtevâ olmuş idi. Terakkiyât-ı ulûm sayesinde tabîiyyat ile felekîyyat
felsefeden ayrılarak müstakillen bir ilim olmakla tabîiyyat ve felekiyyât ile
felsefenin mevzû’ları ayrılmış, felsefe evvelki gibi tabîiyyat ve felekiyyâtı
sadrında tutamaz olmuştur. Tabîiyyat ve felekiyyât yalnız hissen sabit olan
hâdisâta, felsefe tabîiyyat ve felekiyyât ile istihsal olunan netâyice taalluk
eder; tabîiyyat ve felekiyyât-ı hâdisat arasındaki nisbet-i sabiteyi işar eden
kavânini te’sîs eder, felsefe bu kavâninin kat’i veya zannî olduğunu ve âlem-i
tabiat hakkında ne gibi netâyici istintaç olunduğunu tetebbû’ eder. Tabîiyyat
ve felekiyyât-ı hâdisat ve kavânini tetebbû’ etmekle asla hâdisat-ı masusâya
tecavüz etmez, ancak ma’rifet-i hissiyyeye hasr tetebbû’ eder, felsefe hâdisatın
aslına, maddesine nüfûz ederek ma’rifet-i hissiyyede kalmaz, belki
mâ’ba’d-et-tabîiyye (fizikötesi) olan bir mevcûda kadar varır.. ..Yeni
ilm-i kelâm işte kâffe-i ulûmda hâkim olan felsefe-i cedîde mezc olunacak; her
ne kadar tabîiyyat ve felekiyyât ile istihsâl olunan netâyicini, hâdisat-ı
mahsûsanın aslını, maddesini taharrî (araştırmak) edecek; mesâil-i
mezkûreyi dolayısıyla ihtivâ etmiş olacaktır. (efelâ yenzurûne
ilel’ibili...)42 nazm-ı celîli mevcubunca tabîiyyat, (evelem
yenzurû fî melekûti es-semâvât)370 371 nazm-ı
celîli mevcubunca felekiyyât ilm-i şeraite, ilm-i tevhîde, ilm-i kelâm’a
hâdimdir. İlm-i kelâm’ın tabîiyyat ve felekiyyât ile başka ne işi olur? İlm-i
kelâm muârıf-ı hissiyyeyi, kavânin-i hâdisatı nasıl inkâr eder? İlm-i kelâm
mesâili ve kavâid-i riyâziyeden istiâne eder, hiçbir cihetle kavânîn-i
riyâziyyeye karşı gelmez, hulâsa ilm-i kelâm kavânin-i ilmiyyeye muhâlif olamaz372.
SR
Dergisi’nin İzmirli
İsmail Hakkı ile yaptığı bir röportajda yeni bir ilm-i kelâma ihtiyacın olup
olmaması konusunda İzmirli şu açıklamayı yapmaktadır:
Yeni
bir ilm-i kelâm’a ihtiyaç var mıdır?
—Evet
ihtiyaç vardır. Ma’lûm olduğu üzere ekseriyet-i uzmâyı teşkil eden Ehli Sünnet
ve Cemaat arasında iki nevi’ ilm-i kelâm vardır. Biri Kudemâ’nın ilm-i kelâmı,
diğeri Müteahhirîn’in ilm-i kelâmı beşinci asr-ı hicrînin nihâyetlerinde zuhûra
başlamış idi. Kudemâ ilm-i kelâmı ancak dördüncü asr-ı hicrînin nihâyetlerine
doğru, müteahhirînin ilm-i kelâmı ise altıncı asr-ı hicrînin sonlarında
istikmâl edilmiş idi. Hilâfiyyâtın başlıcası kudemâ kelâmında Mu’tezile ile
müteahhirîn kelâmında felâsife ile cereyân ederdi. Müteahhirîn kelâmında
felâsife ile cereyan ederdi. Müteahhirîn, mesâil-i mâ-ba’dettabî’iyyede Hazreti
Peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimize ittibâ’ ederek ma’kûlât nokta-i
nazarından usul-i felsefiyyenin usul-i dine mu’ârız olabilecek bir kıymet-i
ilmiyesi olmadığını irâe etmek, cedel tarikiyle mezâhib-i felsefiye arasındaki
tenakuzları meydana çıkarmak gayesini istihdaf etmiş idi. Kudemâ kelâmında
mebâdi ve vesâil, mantıka mübâyin olarak kabul olunmuş idi, müteahhirîn ilm-i
kelâmında bilakis mebâdî ve vesâil mantıka mutâbık idi. Ma’a’t-teessüf, bu
ilm-i kelâm erbâbı da kesb-i nedret etti. Mamafih erbâbı bulunsa da yine bu
asra göre kâfî gelmeyecek idi. Çünkü dâire-i şümûlüne aldığı felsefe üç asırdan
beri münkarız olmuş, yerine yeni bir felsefe ikâme olunmuştu. Bu halde ilm-i
kelâmın da yeni bir şekil iktisâb etmesi tabiî idi. İşte bu zarûreti nazar-ı
i’tibare alan Tedkîkât ve Te’lîfât-ı İslâmiyye Hey’et-i İlmiyesi yeni bir ilm-i
kelâmın yazılmasını taht-ı vücûbda görmüştür373.
Kelâm
ilmi alanındaki yenilik arayışlarının nedenleri kısaca şunlardır; Aristo
felsefesinin ve kadim Yunan düşüncesinin geçerliliğini kaybetmesi, çağdaş
inkârcılara karşı klasik kaynaklardaki argümanların yeterli olamaması, içeride
ciddi şekilde bid’at ve hurafelerin İslâm dinini tehdit etmesi dışarıda inkârcı
akımların tehdidini sürdürmesi, İslâm dünyasında İttihad-ı İslâm düşüncesi
etrafında Müslümanları tek ve doğru bir akide etrafında birleştirme arzusudur.
a. Kelâm Kitaplarının Asrın
İhtiyacına Göre Değiştirilmesinin Gerekliliği
Kelâmda
yenilik ihtiyacı çeşitli yazılarda gerekçeleri ortaya konulup savunulurken bu
görüşün başlıca temsilcileri ileriye yönelik model oluşturmak ve kendilerinden
sonra gelen kelâmcıları teşvik etme gayesiyle yeni kelâm eserleri ortaya
koydular. Bu eserlerden başlıcaları Abdüllatif Harpûtî’nin Tenkîhü’l-kelâm,
Filibeli Ahmed Hilmi’nin Üss-i İslâm: Yeni Akâid, İzmirli İsmail
Hakkı’nın Yeni İlm-i Kelâm, Hüseyin el-Cisr’in el-Huşûnü’l-hamîdiyye,
Muhammed Abduh’un Risâletü’t-tevhîd ve Şiblî Nûmânî’nin el-Kelâm
adlı eserleridir374.
SM
Dergisi’nde Kütüb-ü
Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asriyyeye Göre Islâh ve Te’lîfi Beynel Müslimîn
Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi, Medreselerde Tedrisâtın Islâhı başlıklı
makalede bu konu şu şekilde değerlendirilmektedir;
Sadr-ı
İslâm’da yalnız ehâdîs ve âyâtın maânî-i zahiresiyle iktifa olunurdu. Bilhassa
peygamber zamanında herkes şübhe ettiği mes’eleyi bizzat Hazret-i Rasûl’e
sorar, hal ederdi. Kitab yazmağa okumağa lüzum yokdu. Gerek dîne, gerek dünyâya
âid şeyler, her ne olursa olsun, böyle hal olunurdu. Kitab te’lîfine lüzum
görülmedi. Sonra tâbiîn zamanında ihtilâf zühûr etti. Bunun üzerine ittihâd-ı
İslâm için kitâblar yazılmağa başladı. Çünki eğer teşettüt ârâ (dağılma,
perişan olma) eğer vuku’ bulursa, ihtilâf ârâ hâsıl olursa; ehâlî-i
İslâmiyye arasında tefrika meydâna gelecek. Tefrika gelince kuvvet zâil olur,
sonra meâzallah bütün ümmet mahvolur. Onun içûn ihtilâfları kaldırmaya
çalıştılar. Hakkı batıldan tefriğe uğraştılar. İşte o vakit kitâblar te’lîfine
başlandı. Bilhassa ilm-i kelâm’da idi tefrika. Kitablar yazıldı. Erbâb-ı
basiret olanlar hakkı kabul etsin, denildi. Ve fâidesi görüldü. Fakat bunlarda
felsefeden bahs yoktu. Ulûm-u felsefiyye henüz İslâm’a intikal etmemişdi. Her
mes’ele bir âyet, bir hadîsle isbât olunurdu. Ulema-yı mütekaddimînin mesleği
bu idi. Çünkü ihtiyaç o nisbette idi. Sonra ulûm-ı felsefiyye Arabça’ya intikal
etti. Tercüme edildi. Bunun üzerine birçok meslekler, mezhebler daha zuhur
etti. Meselâ o vakte kadar meşşâiyyûn375mezhebini
bilmezlerdi. Çünki bahis yoktu. O, meydana çıktı. Sonra tabîiyyûn376ne demek
olduğunu kimse bilmiyordu, böyle bir fikir yoktu. Bu fikirler işte hep o
meslekler içinde görüldü. Saliki olanlar oldu. Ama az idi. Sonra meşşâiyyûn
mesleği en çok meydan aldı. Saliki olanlar pek çoğaldı. Onun üzerine onlara
karşı müdafaa lazım geldi. Böyle gerek işrâkiyyûn, gerek meşşâiyyûn
mesleklerine karşı müdafaa lüzumu hissedilince o yolda kitablar yazılmağa
başlandı ki işte ulemây-ı müteahhirînin ilm-i kelâm’ı odur. Yani ilmi kelâm’a
felsefe karıştırıldı, çünkü öyle icâb etti. Fakat bu, nasıl oldu? Evvelâ ulema
onları tahsil ettiler, sonra müdafaa eylediler. O yolda kitablar yazdılar. Bir
hayli zaman böyle devam etti. Sonraları işrâkiyyûn mezhebi pek revaç bulamadı.
En çok müdafaa meşşâiyyûna karşı idi. Kitablar gösteriyor. Bunlara
müdafaa için çok kitablar yazıldı. Nihayet meşşâiyyûn mesleği de
münkarız oldu. Yani fenler değişti. Fenler değişince meşşâiyyûnun istinâdgâhı
olan cihetler de alt üst oldu. Şu halde onlara karşı müdafaada da bir fâide
kalmadı. Çünkü o fenlerin mültezimi yok, o mesleği iltizam ve terviç eden kimse
bulunamıyor ki onlara karşı müdafaalar meydana koyalım da o sûretle ahkâm-ı
dîni muhâfaza edelim. Bunlar munkarız olunca yerine mâddiyyûn kaim oldu.
Şimdi bunlara karşı müdafaa lazım geldi. Nasıl ki ulemayı mütekellîmin ve bilhâssa
müteahhirîn hem tabîiyyûn, hem meşşâiyyûn, hem işrâkiyyûna377 karşı
müdâfaada bulundular ve muvâfık da oldular; şimdi bize de zamanımızdaki
muarızlara karşı müdâfaada bulunmak lazım gelir... Onun nazariyesince Allah yok.
Nerde kaldı ki mevcub yâhûd muhtar olsun şu halde bunlara karşı fâil-i mücib,
fâil-i muhtâr mes’elelerini zikirde fâide yoktur. Hükmen demişler ki: Cenâb-ı
Hakk’ın sıfatı yoktur. Kendisi vahid-i hakikîdir. Binaenaleyh onda bir takım
sıfat tasviri batıldır. Mademki vâcib-ül vücûddur, ihtiyaçtan vareste
(ilişiksiz)’dir. Eğer sıfat olursa nasıl vahidi hakikî olur? Sonra sıfata da
ihtiyacı lazım gelir. Hâlbuki ihtiyaç vücûb-ül vücuda münâfîdir. O bizatihi
kaimdir, bizatihi âlim, bizâtihi kâdir, bizâtihi merîddir. Elh.ilim zatının
aynı, kudret zatının aynı, bütün o sıfat dediğimiz şeyler zatının aynıdır. Mu’tezile
de buna sâlik oldular bunu kabul ettiler. Şimdi bu yolda müdafaada bulunsak;
hayır, vardır ilmiyle âlim, kudretiyle kâdir, hayatıyla haydır... Mesela
iradesiyle merîddir, kelâmıyla mütekellimdir. Diye muarızlarımıza karşı söz
söyleyecek olursak bize gülerler ve derler ki:
—Biz
esası kabûl etmiyoruz. Nerede kaldı zâtı, sıfatı mes’elesi!...
Hulâsa
bugün bizim muarızlarımız, yani felâsife fikr’ül vahdeti ve fikr-i nübüvveti
kabul etmiyorlar. Vakıa tabîiyyûndan bazıları vahdeti kabul etmişler,
lakin onu da ta’mik edersek (esasına varacak şekilde araştırmak, tahkîk
etmek) onların Allah dediği şey yine tabîat olur. Şu halde bize en lazım
cihet, ilm-i kelâm ciheti, yani ilm-i kelâm kitablarını ihtiyâcât-ı hâzıraya
göre te’lîf etmek. Bu da ne ile olur? Bir kere muarızlarımızın fünûnunu
bilmekle olur. Bilinmezse onlara karşı söz söylenemez. Nitekim ulemây-ı selef
öyle yaptılardı. Zamanlarındaki felâsifenin fenlerini tahsil ettiler, sonra
onların sözleriyle onları ilzam (cevap veremez hale getirme, susturma) ettiler.
Şu halde görülüyor ki ilm-i kelâmı ıslâh lazımdır. Mütekellimîn müteahhirîni
nasıl felsefenin Arapçaya intikâliyle bu ıslâha lüzum gördüler tabîiyyattan
ilâhiyâttan bir çok şeyler ilave ettiler; biz de aynı ihtiyaçtayız. Bize de
zamanımızın ihtiyacına göre ilm-i kelâm kitablarını ıslah lazımdır378.
SR
Dergisinde İzmirli bir
makalesinde yeni ilm-i kelâm’ın zaruriliğini şöyle dile getirmektedir: Akâid-i
İslâmiyye’nin mebnâsı olan vahyin imkânını, sem’iyyatın imkânını bugün
nazariyyât-ı kadîme-i felsefiyye ile isbât etmek abes, bilakis nazariyât-ı
cedîde-i felsefiyye ile isbât etmek muvâfık hikmettir379. Nazariyat-ı cedîde-i felsefiye ile menzûç ve
ihtiyâcât-ı asriye ile mütenâsib olacak olan yeni ilm-i kelâm, felsefe-i
cedîdenin ilmin-nefs, ilm-i mantık, ma’ba’d-et-tabîi, ilm-i ahlâk şubeleriyle,
târih-i edyân, târih-i felâsife ile mezc olunmak, hali hâzırda nusûsu
şer’iyyeye irâd olunabilen kâffe-i şubhâtı red ve ibtâl edilmek üzere mebâdisi
âtiyeyi muhtevâ olmak iktizâ eder380. İzmirli İsmail Hakkı bu girişi yaptıktan
sonra yeni ilm-i kelâm’ın programını on altı madde halinde belirtir381.
Harputi’den
günümüze yeni ilm-i kelâm ile ilgili birçok eser yazılmış ve bu alanda önemli
adımlar atılmaktadır382.
b. Şeyh Muhsin-i Fâni’nin İzmirli’ye
İtirazı
İzmirli
ve Şeyh Muhsin-i Fani arasındaki tartışma, İzmirli’nin SR Dergisi’ndeki
bir röportajda kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaptan sonra Şeyh
Muhsin’in dergiye gönderdiği bir makaleyle başlar.
·
1)
İlm-i kelâm asra göre tebeddül edebilir mi?
·
2)
İlm-i kelâm bugünkü kavâid-i ilmiyyeye karşı ne vaziyette bulunuyor?
·
3)
Yeni bir ilm-i kelâm’a ihtiyaç var mıdır?
·
4)
Yeni ilm-i kelâm ne tarz üzere tahrir olunmuştur?
·
5)
Yeni ilm-i kelâmdan hangi kısımlar tab’ olunuyor?
Bu
tartışmayı, Ahmed Nazif “yeni bir kelâm anlayışına ihtiyaç vardır” şeklinde
sona erdirmektedir383.
İzmirli
İsmail Hakkı’ya göre yeni bir ilm-i kelâm’a ihtiyaç vardır.
Ulûm-ı
asriye ilm-i kelâm’da müsta’mel olan edillenin ahvâlini ta’dîl eder, tevsî’
eder. İlm-i kelâm’ın mebâdîsi ve vesâili ihtiyac-ı asra göre değişir. Hasım
başkalaştıkça, mu’ânid değiştikçe ilm-i kelâm’ın sûret-i müdâfaası da
başkalaşır. Ancak ilm-i kelâm’ın makâsıdı asla değişmez, akâid-i asliye-i
İslâmiyye tebeddülden masundur383 384.
Şeyh
Muhsin-i Fani’ye göre yeni ilm-i kelâm’a ihtiyaç olmadığından kitaplar yazmaya
gerek yoktur.
...Resmî
ilm-i kelâm, bugün pek muhterem ve kadîm dostumuz, üstadımız İsmail Hakkı
Beyefendi’nin yazdıkları Yeni İlm-i Kelâm’a nisbetle daha az tehlikeli
olacaktı. Bu yeni eser, bizi ebediyyen uzaklaşmış olduğumuzu zannettiğimiz
cedeliyyât-ı kelâmiyye ve münâkaşât-ı lafziyyeyi âlem-i İslâm’da yeniden uyandırmış
olacaktır. Bugün kelâm tabirinin menşei bile bu ilmin (?) nereden meydana
çıktığını göstermeye kâfidir. Üstâdın müsadelerine mağrûren arzederim ki, kelâm
tabiri zannedildiği gibi -el kelâm fî kezâ- beyanlarından değil, bir lafz-ı
Yunânî olan “logos” kelimesinden alınmıştır ve tamamıyla bunun lafzen ve ma’nen
mukâbilidir.
Yirminci
asr-ı medeniyette Müslümanları vahdet-i dîniyye ve itikâdiyye etrafında
toplamak bir farîzadır ve bu ihtiyaç bugün her tarafta hissedilmektedir.
“Fıkıh”, “ilmü usûl-i fıkıh”, tefsîr ve ilmü usûli’t-tefsîr” gibi İslâmî
ilimler dururken ve Kur’an-ı Mübin’in ihiyâcât-ı asriyyeye muvâfık bir tefsîr
veya bir tercümesi bile henüz yapılmamış iken, zalâm-ı târîhe karışan
ihtilâfât-ı mezhebiyye ve cedeliyyât-ı kelâmiyyeyi yeniden ihyâ etmek ve fakat
bu defa muallim-i evvellere, Eflâtûn-i ilâhîlere, İmâm Calinouslar’a,
Porphhyrioslar’a... mukâbil Lock’a, Malbranch’a, Kant’a, Descartes’e, August
Comte’a daha bilmem kimlere başvurmak ve bu yabancıları harîm-i İslâm’a almak.
lüzumsuz ve faidesizdir. Dîni mübîni İslâm’ın garbın nazariyyât-ı
felsefiyyesiyle muhtâc-ı te’yîd ve tahkîm bir akîdesi yoktur. Diğer tarafdan
da, nusûs-i Kur’âniyyeyi te’vîle ve hatta ba’zân tamamıyla redde râci’ olan ve
âyât-ı hakkı re’y ve nazara tâbi’ bulundurup bunu da kitâb ve sünnete tercih
eden bir ilm-i kelâm’ın müslümanlıkda bir yeri olamaz... Bizim itikâdımızca,
memleketin ve bilhassa gençliğin muhtaç olduğu kitab bir ilmihâldir...
Kelâmiyâtın yeniden ihyâsı emeli, muhterem üstâdımıza atfen bâis-i hayret ve netice
itibariyle de mûcib-i teessûfdûr. İman ve İslâm, cedeliyyât-ı kelâmiyyenin
değil, Hakk’ın fazl ve ihsânı ve eser-i hüdâsıdır. “Yehdîllâhü li-nûrihi men
yeşâ: (Allah dilediği kimseyi nuruna iletir)385”386.
Diğer
bir makalesinde Şeyh Muhsin-i Fani felsefi temelli bir kelâm ilminin İslâm dini
karşısındaki geçersiz olacağına değinir;
...Yunan
felsefesine ait nazariyât-ı akliyyeyi, Aristo mantığının bütün cedeliyyâtını
kendisine mâl etmiş bulunan bir ilmi yani kelâmiyyâtın, Müslümanlığın şerâit-i
hâzıra-i ictimâiyyesinde ve bilhassa bütün akvâm-ı İslâmiyye’yi dinlerinin
emrettiği vahdet, tevhîd ve ittihâd etrafında toplamak mecburiyeti karşısında,
hiçbir suretle hakk-ı hayat ve bekâsı kalmamak lâzım gelir. Beyân-ı Kur’an’a
göre,
—“Ve
emmâ mâ yenfe’u’n-nâse fe yemküsü fi’l-erzi: (...insanlara yararlı olan ise
yerde kalır.)”387.
Ancak
nâsa nâfi’ olan ve bir fâide-i ictimâiyyeye vücûd veren bir şeyin hakk-ı hayatı
vardır. Mahzâ dîn-i İslâm’dan ahz-ı sâr eylemek veya dinde ihtilâflar ihdâsiyle
onun zevâl ve tereddîsine çalışmak maksadıyla ortaya atılan bir ilm-i kelâm
bizim için lüzumu ve faidesi yoktur388. Ahmet Nazif tartışmayı şu şekilde bitirir:
·
1)
Gençlerimiz her şeyi sebebiyle tasavvur ettiren bir meslek-i tahsîlde
bulunuyorlar. Her şeyi illetiyle anlamak istiyorlar.
·
2)
Her dînin mûdafaaya ihtiyacı vardır.
·
3)
Kur’ân kendinden evvel gelmiş ilâhi kitabların bazı ahkâmlarını aynen,
bazılarını ta’dîlen tasdik etmiş ve zaman içinde hikmet-i mevcûdiyeti kalmayan
bir kısım ahkâmı da fesheylemiştir. Biz de bu metot dairesinde asrın icabına
uygun yeni eserler ortaya koymalıyız389.
Hüseyin
Kazım Kadri (Şeyh Muhsin-i Fani), İslâm’ın gelişinden bu yana geçen
zaman diliminde dünyanın geçirdiği değişime paralel gelişmeyi müslümanların
göstermediklerini, hâlbuki bunun bir zaruret olduğunu söyleyerek Hz.
Peygamber’in bu ümmet için her asrın başında bir müceddidin gönderileceğini
haber verdiğini ancak yenilenecek hususların iman esasları, Allah’ın emir ve
yasakları gibi naslarla belirlenmiş ve dinde sabit olan hususlar olmadığını
çünkü bu hususlarda akla değil, ashap, tâbiîn ve selef-i sâlihînin yoluna tâbi
olmak gerektiğini, teceddüd-i din için sadr-ı evvel-i İslâm’a rücu etmekten
başka çare olmadığını kaydetmektedir. Ona göre tecdid usulu’d-dinde değil,
usul-i fıkıhta gerçekleşmelidir390.
·
III. SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİNDEKİ
KELÂMÎ PERSPEKTİFİN GÜNÜMÜZ KELÂM İLMİ AÇISINDAN ANLAMI VE DEĞERİ
Türkiye’deki
Çağdaş Türk Düşüncesi ve buna bağlı olarak Çağdaş İslâm Düşüncesi bizi inşa
eden ve bilfiil yaşayan bir varlık olarak değil de tarih olmuş, bizi
başarısızlığa uğratmış bir alan veya sadece Cumhuriyet idaresine kavuşmamızın
yolunu açan bir süreç olarak kabul edilmesi onun hala önemli bir kısmının sis
perdelerinin arkasında kalmış olmasını kolaylaştırmaktadır391. Bu dönem üzerinde yapılacak çalışmalar bu
meyanda önem taşımaktadır. Yaşadığımız yüzyıl gözlem ve tecrübelerimizle de
algılayabildiğimiz kadarıyla değişimler çağı diye adlandırılabilir. Bu yeni
yüzyılda en çok telaffuz edilen kavramların başında, değişim ve gelişim
gelmektedir. Sadece İslâmî ilimler alanında değil, pozitif bilimler alanında
bile zamanın ihtiyaçlarından dolayı metodlarında değişimlere gidilmekte,
muhtevalarında çıkarma ve ekleme yapma zorunluluğu duyulmaktadır. Bu bir
yenilenme girişimidir392.
Osmanlıdan
Cumhuriyete geçişte temsil kabiliyeti yüksek SR Dergisi’nde kelâm ilmi
ile ilgili bulunan makaleleri incelediğimizde bu değişimi görmek mümkündür.
Dergide doğrudan kelâm ilmi ile ilgili makaleler olduğu gibi doğrudan kelâm
ilmi ile ilgili olmayan makalelerin olduğu görülmektedir. Bu makaleler sadece
Maturidi özellikte olmayıp Eş’ari ve Mutezili izler taşımaktadır. Doğrudan
kelâm ilmi ile ilgili olan makaleler daha çok klasik kelâm ilmi çerçevesinde
değerlendirilebilecek yazılardır. Örneğin o dönemde Allah’ın varlığı ve
birliğini kanıtlamak için kullanılan deliller daha çok klasik kelâm ilminin
kullandığı delillerdir. Ancak fıtrat delili diğer deliller yanında hem
Avrupa’da üzerinde durulan bir delil olması hem de İslâm akaidinin halka
anlatımı daha kolay bir delil olması yönünden modern dönemde kelâmın önemli bir
delili olmuştur. Dergideki kelâm ilmi dışında yazılan bazı makalelerde de
insanın tabii yönü üzerinde durulduğu görülmekte ve bizzat insana vurgu
yapılmaktadır. Günümüzde ise Allah insan ilişkisi bağlamında insanın bu
fıtriliği önemli bir yer tutmakta ve yapılan kelâm çalışmalarında fıtrat
kavramının önemi bir kez daha gözden geçirilmelidir. Dergide ele alınan kelâm
ilmi ile ilgili makaleler yeni bir sistematik düşüncenin ürünü olmaktan ziyade
klasik dönemin bir tekrarı mahiyetindedir. Ayrıca bu makaleler günün temel
sorunlarına yönelik seçmeci bir özellik taşımaktadırlar. Dergide kelâm ilminin
tüm konularından ziyade o devrin gündeminde olan konular yoğunluk taşımaktadır.
Örneğin o dönemde İttihad-ı İslâm konusu Müslümanların birlik içinde olmaları
için kelâm ilmine teorik temellerini oluşturma yönünde adım atmıştır.
Seçmecilik
anlayışı dergide tefsir ile ilgili yapılan çalışmalarda ayetlerin de bu anlayış
içersinde ele alınmasında da kendini net bir şekilde göstermektedir393. Dergide kelâm
ilminde Mısır’daki Abduh ekolünden etkilenme görülmektedir. Aydınlanmayı
yaşayan ve gittikçe de bu yolda ilerleyen batının o dönemde ele aldığı konulara
dergi, bilgi anlamında vâkıf ancak bu bilgilerin sentezi anlamında nakilcilik
dışında ortaya koyabileceği pek bir şeyi yok gibidir.
Görüldüğü
üzere SR Dergisi bağlamında Osmanlının Son Dönemindeki kelâmi
tartışmalar temelde yeni bir kelâm ilminin ihdas edilmesi gerekliliği üzerinde
yoğunlaşan sosyolojik, psikolojik ve antropolojik değerleri bünyesinde
barındıran bir tartışma kompleksine sahiptir. Kelâm ilmindeki yenilik arayışlarının
Osmanlı Türkiyesi için yeni bir konu olduğu ancak dışarıdan bakıldığında daha
önce bu adımların atılmak istendiği görülmektedir. İnsanlık tarihinin en eski
medeniyetlerinden ve stratejik yönden önemi dünyaca bilinen Hint Alt Kıtası
XVIII. yy.’da batılılarca işgale uğramış ve batı medeniyeti karşısında kültür
ve inancın korunabilmesi için kelâm ilmi ikna ve yakini bilgilerle İslâm
inancını savunma yolunu seçmiştir. Bu da modern çağın problemlerine kelâm
ilminin kendini yenileyerek meselelere cevap vermesini gerekli kılmıştır. Yeni
ilm-i kelâmın tesis edilmek istenmesinin elbette birçok nedeni vardır fakat bu
nedenlerden en önemlisi kelâm ilminin çağın ihtiyacına göre fonksiyonel hale
getirilmek istenmesidir. Malum olduğu üzere üzerinde çalıştığımız çağ çok
sancılı ve sıkıntılı bir zamana denk düşmektedir. Yeni bir kelâm ilminin inşası
tabii ki önemli bir konudur fakat ülkenin içinde bulunduğu buhranlı durum çoğu
şeyi derinden etkilediği gibi kelâm ilmindeki tartışmaları da etkilemiştir. Bu
tartışmaların vardığı sonuç birlik ve beraberlik inşasında kelâm ilminin yeri
ve çağdaş olma yolunda yeni bir ilm-i kelâmdır.
O
dönemde yenilik arayışlarının hangi problemi çözeceği Osmanlı için hazır reçete
olarak ortada durmakta idi. Ancak kendi iç bünyesinden yükselen bir oluşum
yerine dış bünyeden yükselen bu yenilik oluşumunu taklid etmek lokal bir kelâm
ilminin tesisini zorunlu kılmıştır. Osmanlı’da XVII. yy.’da kelâm ilminde
yenilik arayışlarının var oluşu İslâm’a mâl edildiğinde ortak gayelerle yapılan
bir çalışmanın ürünüdür diyebiliriz. Globalleşen bu dünyada yerelleşmenin de
giderek hızlanması bu ihtiyacın ne derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Ancak yeni ilm-i kelâm modern çağın temel dinamiklerini yeterince
irdelemediğinden İslâm’a yöneltilen tenkid ve itirazlara münferid cevaplar
vermekten öte bir şey yapılamamıştır394. Dini ilimlerin yenilenmesi meselesi sadece
modern zamanlara has bir mesele olmayıp farklı ilgi ve amaçlar eşliğinde içerik
ve yöntem tartışmasının yapıldığı görülmektedir. Kelâm ilminde gelenek ve
tecdit meselesi, kelâm geleneğini anlamayı; tecdit ise dînin usûl boyutunu
anlamayı sağlayan bilgi süreçlerini ve araçlarını yeniden tartışmaya açmak
demektir395.
Harputî, insanın biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve inanç yapısıyla ilgili
açıklamalarda bulunarak, Tenkihu’l-Kelam’ın son bölümünde bu samimi arzu
ve iyi niyetine şu ayeti örnek göstermektedir396: “ Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana
kötülük dokunursa, kendindendir. Ey Muhammed; seni insanlara Peygamber
gönderdik, şahit olarak Allah yeter”397. Dolayısı ile kelâm ilmi hem tanımı ile hem
de konuları ile kapsayıcı ve insanın varoluşsal yönünü ihmale uğratmayan insanı
ve âlemi tüm kompartmanları ile ele alan bir ilim şeklinde olması onun anlam ve
değerine yönelik cevapları kolaylaştıracaktır.
SONUÇ
3
Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimatla birlikte birçok felsefe akımı ülkemize
girerek yayılma imkânı bulmuştur. Gazete ve dergicilik faaliyetleri bu imkânı
daha da güçlendirmiştir. XIX. y.y.’da basın kurumunun kendi dinamizmini
Osmanlı’ya böyle bir dönemde hissettirmiş olması bizde Batıya göre geç başlayan
süreli yayın faaliyetine büyük görevler yüklemiştir. SR Dergisinde bu
durumun sık sık dile getirildiği görülmektedir. Genel olarak İslâmcı kimliği
ile tanıdığımız dergi birçok konuda yazılar yayımlayarak bu boşluğu gidermeye
çalışmıştır. Dergide batıya verilen cevaplar yanında değişen dünyayı göz ardı
etmeyen, geleneğin anlam dünyasına inanan modern bir yaklaşım söz konusudur.
Derginin umumi havası bu şekilde olunca kelâm ilmi ile ilgili ele alınan
konular zikrettiğimiz havaya uygun bir biçimde kendini göstermektedir. Hem
zararlı akımlara karşı hem de günün problemlerine yönelik verilen cevaplarda
kelâm ilminin değişenlerin yanında değişmeyenlere önem verdiği görülmektedir.
Elbette
üzerinde bir sorunu çözmek üzere yola çıkıldığında sorunun tesbitinin ve
teşhisinin doğru bir şekilde yapılması gerekmektedir. Biz bu çalışmamızda SR
Dergisi döneminde yapılan tartışmaların temelde hangi meseleyi çözmeye
yönelik olduğu hususunda bir belirsizliğin olduğunu gördük. Bu belirsizliğin
nedenlerinin başında siyasi bunalımlar ve sadece kelâm ilminde değil tüm dîni
ve lâ-dîni ilimlerin içinde bulundukları donmuş ve yetersiz hale gelmiş yapı
gelmektedir. Kelâm ilminin geçirdiği duraklama devresinden sonra onun iç
bünyesine yahut temeline yönelik itirazlar onu zorlamakta ve ortaya içinde
bulunulan duruma uygun bir düşüncenin doğmasına neden olmaktadır.
Sonuç
olarak; Her dönemin, her şartın kendine mahsus bir takım özellikleri ve
sorunları vardır. İnsanlık var oldukça ortaya çıkan problemlere yönelik çözüm
yolları aranacaktır. Bununla beraber değişen değerler yanında bazı değişmeyen
insanî değerlerin var olduğunu da biliyoruz. İslâm düşünce tarihine
baktığımızda birçok probleme cevaplar verildiği görülmektedir. Osmanlının en
buhranlı günlerinde çıkan SR Dergisinde kelâm ilmi kendi dönemindeki
problemlere çözüm yolları aramıştır. Günümüzde kelâm ilmi üzerine düşen görevi
yerine getirerek zamanımızın problemlerini çözecek dinamiğe sahiptir. Bu
sebeble böyle bir mirası devralan bizler de zamanımızın problemlerine çözüm
yolları aramamız gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Abduh,
M. Tevhîd Risâlesi. Hizmetli, Sabri (çev.). Ankara: Fecr Yayınevi, 1986.
.............“Tevhîde
Dair I”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XV. Sayı.388, Ocak 1335, ss.
419-422.
.............“Tevhîde
Dair II”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XV. Sayı.389, Ocak 1335, ss.
430-434.
.............“Tevhîde
Dair III”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XVI. Sayı.391, Şubat 1335,
ss.3-4.
.............“Felsefe-Kelâm;
İmkân-ı Vahy”, SR. C.XIV. Sayı.348, Eylül 1331, ss.77-78.
.............“Felsefe-Kelâm;
İmkân-ı Vahy”, SR. C.XIV. Sayı.349, Eylül 1331, ss.86-87.
.............“Vahiy
ve Risâletin Vukuu”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XVIII. Sayı.443, Ekim
1335, ss.6-7.
.............“Beşerin
Vasıta-i Risâlete İhtiyâcı”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XVII. Sayı.
431-431, Temmuz 1335, ss.118-119.
.............“Ef’âl-i
İlâhiye”, Hüseyin Mazhar (çev.). SR. C.XVI. Sayı.400-401, Mart 1335 ,
ss.99-101.
.............“Ef’âl-i
İbâd”, Hüseyin Mazhar (çev.). SR. C.XVI. Sayı.406-407, Mart 1335,
ss.143- 144.
.............“Ef’âl-i
İbâd”, Hüseyin Mazhar (çev.). SR. C.XVI. Sayı.406-407, Mart 1335,
ss.147-148.
“Abdullah
Cevdet”. (t.y.) http://www.biyografi.net/
kisiayrinti .asp?kisiid =1631
(31 Aralık 2006).
Abdülhamid,
Muhsin. İslâm’a Yönelen Yıkıcı Hareketler. Yeprem, M. Saim. ve Güleç,
Hasan(çev.), 4. Basım. Ankara: DİB Yayınları, 1984.
Adıvar,
Abdülhak Adnan. Tarih Boyunca İlim ve Din. 2. Basım. İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1969.
“Ahmed
Hamdi Akseki”, Türkiye Ansiklopedisi. C.I. İstanbul: Kaynak Kitapları,
1974.
Akgün,
Mehmet. Materyalizmin Türkiye'ye Girişi ve İlk Etkileri. Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
Akif,
Mehmet. “Tefsîr-i Şerif”, SR. C.IX. Sayı.223, Aralık 1328, ss.261-262.
.............“
Müslimânların Terakkileri İslâm’a Sarılmalarına Bağlıdır”, SR. C.XVIII.
Sayı.465, Aralık 1336, ss.269-270.
.............“Gayet
Mühim Bir Eser”, SM. C.IV. Sayı.97, Temmuz 1326, ss.322-323.
Akseki,
Ahmet Hamdi. Garanik Efsanesi. Ertuğrul Özalp (sad.), İstanbul: Birun
Kültür ve Sanat Yayıncılık.
.............İslâmiyet
ve Terakkî. İstanbul:
Üçdal Neşriyat, 1966.
.............“Felsefe:
Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR. C.VIII. Sayı.19-201, Haziran 1328,
ss.357-359.
-------------
“Felsefe: Mâddiyyûn ve
Meslekleri”, SR. C.VIII. Sayı.20-202, Temmuz 1328, ss.376 —379.
.............“Felsefe:
Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR. C.VIII. Sayı.21-203, Temmuz 1328,
ss.396-397.
.............“Dîn-i
Tabu, Dîn-i Umûmi”, SR. C.XV. Sayı.377, Kasım 1334, ss.239-242.
.............“Garanik
Mes’elesi Hakkında”, SR. C.XVIII. Sayı.455, Ocak 1336, ss.151-154.
.............“Makalât:
Müslimânlık Fıtrî Bir Dîndir”, SR. C.XIV. Sayı.342, Mayıs 1331. s.30-32.
Albayrak,
Sadık. Son Devrin İslâm Akademisi. İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1973.
.............
Son Devir Osmanlı Uleması. C.II.
İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı
Yayınları, 1996.
.............Türkiye’de
İslâmcılık-Batıcılık. İstanbul:
Risale Yayınları, 1990.
“Allah
/ Varlığı”. (t.y.) http://us.geocities.com/islampencereleri/allah2.htm
(17 Ekim 2006).
Alper,
Hülya. İmanın Psikolojik Yapısı. İstanbul: Rağbet Yayınevi, 2002.
.............“Müzakere
II”, Kelâm İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu. Elazığ,
13-15 Eylül 2004, ss.222-223.
Alperen,
Abdullah. Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslâm ve Modernleşme. Adana:
Karahan Yayınları, 2003.
Altıntaş,
Ramazan. “Kelâmî Epistemolojide Aklın Değeri”, CÜİF Dergisi. C.V.
Sayı.2, 2001, ss.1-45.
.............“Nass
Karşısında Aklın Değersel Durumu”, Kelâm Araştırmaları Dergisi. Sayı.1,
Ocak 2003, ss.11-20.
.............“Yeni
Bir Kelâm: Vahîdüddîn Hân Örneği”, http://www.cumhuriyet.edu .tr/akademik/fak ilahiyat/der71/005-altıntas-kelam.htm.
(27 Ocak 2007).
Altıntaş,
Hayrani. “Dehriyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XIX. İstanbul: TDV
Yayınları, 1994.
Apaydın,
H. Yunus. “İctihad”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXI. İstanbul: TDV
Yayınları, 2000.
Arabacı,
Fazlı. Yeni Osmanlıların Dini ve Siyasi Görüşleri. Ankara: Platin
Yayınları, 2004.
Arif,
Yahya. “İctihâd ve Taklîd”, SR. C.XXIV. Sayı.608, Temmuz 1340,
ss.148-150.
Arif
(Mardinizâde), Mehmet. “Hikmet-i Edyân”, SM. C.I. Sayı.2, Ağustos 1324,
ss.17-18.
Arpaguş,
Hatice Kelpetin. “Günümüz Türkiyesinde İnanç Problemlerinin Tarih Perspektifi
Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Günümüz İnanç Problemleri: İlahiyat
Fakülteleri Kelâm Anabilim Dalı Sempozyumu. Erzurum, 7-9 Eylül 2001,
ss.265-273.
.............“İman
Bağlamında Kelâm’da Taklid ve Mukallid (Gazâlî Örneği)”, Kelâm Araştırmaları
Dergisi. Sayı.1, Ocak 2005, ss.117-140.
Arslan,
Hüsamettin. Epistemik Cemaat. İstanbul: Paradigma Yayınları, 1992.
Arslan,
Hüseyin. ve Erdoğan, Mehmet (hzl.). Ahmet Hamdi Akseki Sempozyumu. Ankara:
TDV. Yayınları. 2004.
Atay,
Hüseyin. İslâm’ı Yeniden Anlama. Ankara: Atay ve Atay Yayınları, 2001.
“Autocratique”,
Büyük Fransızca Türkçe Sözlük. İstanbul: Adam Yayınları, 1976.
Aydın,
Ömer. Türk Kelâm Bilginleri. İstanbul: İnsan Yayınları, 2004.
Aydın,
Mehmet S. “Elmalı’da ‘Teceddüd’ Fikri”. Din Öğretimi Dergisi. Sayı.34,
Mayıs 1992, ss.49-54.
............Âlemden
Allah’a. 2. Basım.
İstanbul: Ufuk Kitapları, 2001.
------------
Din Felsefesi. 10.
Basım. İzmir: İİFV Yayınları, 2002.
Bagader,
Ebubekir. Modern Çağda Ulemâ. Bayraktar, Osman (çev.). İstanbul: İz
Yayıncılık, 1991.
“Bahâilik”,
Türk Ansiklopedisi. C.V. Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1952.
Baloğlu,
Adnan Bülent. “Sebîlürreşad Dergisinde Yeni İlm-i Kelâm Tartışmaları”, İzmirli
İsmail Hakkı Sempozyumu. İzmir, 24-25 Kasım 1995, s.265-312.
Birinci,
Ali. “İzmirli, İsmail Hakkı”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXIII.
İstanbul: TDV Yayınları, 2001.
Bolay,
S. Hayri. Süleyman. “Akseki, Ahmet Hamdi”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.II.
İstanbul: TDV Yayınları, 1989.
.............Türkiye’de
Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi. 4.
Basım. Ankara: Alçağ Yayınları, 1995.
.............OsmanlIlarda
Düşünce Hayatı ve Felsefesi. Ankara:
Akçağ Yayınları, 2005.
Bulaç,
Ali. Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi. İstanbul: Beyan Yayınları, 1994.
Canan,
İbrahim. Hadis Ansiklopedisi: Kütüb-i Sitte. C.XIII. Akçağ Yayınları.
.............Kütüb-i
Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. C.XIV.
Ankara: Akçağ Yayınları, 1992.
Cevdet,
Abdullah. “Dîn ve Terbiye-i Vicdâniyye”. İctihâd. No:197, Şubat 1926,
ss.3861-3863.
Ceyhan,
Abdullah. Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad Mecmuaları Fihristi. Ankara:
DİB Yayınları, 1991.
Comte,
Aguste. Pozitivizm İlmihali. Peyami Erman (çev.). Ankara Milli Eğitim
Bakanlığı, 1952.
Coşkun,
Ali. Mehdilik Fenomeni. İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.
Çaviş,
Abdülaziz. “Müslimânlık Dîni Fıtrîdir”, SR. C.XV. Sayı.386, Ocak 1335,
ss.390-391.
.............“Müslimânlık
Dîni Fıtrîdir II”, SR. C.XVI. Sayı.396-397, Mart 1335, ss.68-70.
.............“Müslimânlık
Dîni Fıtrîdir III”, SR. C.XVI. Sayı.398-399, Mart 1335, s.86.
Çelebi,
İlyas. ve Yılmazer. Ziya (hzl.), Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâm Düşüncesinde
Arayışlar. İstanbul: Rağbet Yayınları, 1999.
Çelebi,
İlyas. “Hüseyin el-Cisr”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XVIII. İstanbul:
TDV Yayınları, 1998.
.............“XVII.
Yüzyıl Osmanlı Kelâmcıları ve Beyazîzade Ahmed Efendi'nin
Kelâm
İlmindeki Yeri”. Kur'an Mesajı İlmi Araştırmalar Dergisi. Sayı.10-12
(1998), ss.104-112.
.............Osmanlı’dan
Cumhuriyete Siyaset ve Değer Tartışmaları. İstanbul:
2000. Rağbet Yayınevi, s.23.
.............İslâm
İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdulcebbar. İstanbul:
Rağbet Yayınları, 2002.
.............“Mu’tezile’nin
Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme Etkileri” , Kelâm
Araştırmaları Dergisi. Sayı.2, Temmuz 2004, ss.3-24.
.............“Akidenin
Kelâmlaşması ve Kelâmın Akideleşmesi Süreci Üzerine”, Kelâm Araştırmaları
Dergisi. Sayı.1, Ocak 2004, ss.23-24.
.............“Ortaya
Çıkışından Günümüze Kelâm İlminde Konu Problemi”, MÜİF Dergisi. Sayı.28,
Ocak 2005, ss.5-35.
.............“Dini
Bilginin Oluşumunda Aklın Rolü”, http://www. yeniarayislar.com/ ayrinti3.
asp?id3=78&Tur=5&yazid=27 (02 Kasım 2006).
-------------
“Modern Dönem Kelâm
Çalışmalarının Temel Sorunları Üzerine”, http://www. yeniarayislar.com/ayrinti3.asp?id3=95&Tur=2&yazid=65.
(28 Aralık 2006).
Çetinkaya,
Bayram Ali. İzmirli İsmail Hakkı Hayatı, Eserleri, Görüşleri. İstanbul:
İnsan Yayınları, 2000.
Çüçen,
A. Kadir. Felsefeye Giriş. 2. Basım. Bursa: Asa Kitabevi, 2001.
Dağtekin,
Hüseyin. Türk Devrim Tarihi. İstanbul: Yüksek Tekniker Okulu Talebe
Cemiyeti Yayınları, 1969.
"Darwinizm”.
Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları, 1999.
Davison,
Roderic H. Osmanlı İmparatorluğunda Reform. Akınhay, Osman (çev.).
İstanbul: Papirüs Yayınevi, 1997.
Dayanç,
Muharrem. “Sırat-ı Müstakim Dergisindeki Dil, Edebiyat ve Sosyal Kavramların
Sistematik İncelenmesi”, Yayınlanmamış Doktora Tezi. İstanbul
Üniversitesi SBE, 1997.
Demir,
Ahmet İshak. Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm’a Bakışı. İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2004.
Demirci,
Muhsin. Vahiy Gerçeği. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak.
Yayınları, 1996.
Demirel,
Ali. (t.y.) “Çağdaş Müslüman Türk Bilginlerine Göre İsbât-ı Vâcib”, http://ww w
.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=1&sec1=24&yazi id=4800 (17
Ekim 2006).
Din
Felsefesi. http://aydinmutlu.8m.com/ders/Konu/Felsefe/Din%20Felsefesi.HTM
(04 Kasım 2006).
Dodurgalı,
Abdurrahman. ve Yücel, Ahmet (hzl.). İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar. 2.
Basım. İstanbul: Rağbet Yayınları, 2002.
Duman,
M. Zeki. Vahiy Gerçeği. Ankara: Fecr Yayınevi, 1997.
Düzdağ,
M. Ertuğrul. Mehmed Âkif Üzerine Araştırmalar III. İstanbul: Mehmet Akif
Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2006.
Düzgün,
Şaban Ali. Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel Modernizmi. Ankara: Akçağ
Yayınları, 1997.
Ebu
Davud, Sünen. Meleahim. b.1.
Edip,
Eşref. “Tanzimatçılık Bu Memleket İçin Mahz-ı Felâket Olmuştur”, SR. C.XIX.
Sayı.486, Temmuz 1337, s.192.
.............“Milleti
Yükseltecek Ancak Müslimânlık Esaslarıdır.”, SR. C.XX. Sayı.502, Mayıs
1338, ss.91-92.
.............“Meşrûtiyyet
Devrinde Türkiye’yi İslâm’dan Uzaklaştırma Hareketleri”, SR. C.XXII.
Sayı.549-550, Ağustos 1339, s.24-27.
.............“Kütüb-i
Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islah ve Te’lîfi, Beyne’l-Müslim-in
Mezahib-i Muhtelifenin Tevhidi, Medreselerde Tedrisatın Islahı”, SM. C.III.
Sayı.52, Ağustos 1325, ss.403-406.
el-Câbirî,
Muhammed Âbid. Çağdaş Arap-İslâm Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. Pala,
Ali İhsan (çev.). Ankara: Kitâbiyât Yayınları, 2001.
el-Mahmasânî,
Subhî. İslâm Üzerine Düşünceler. Ankara: TDV Yayınları, 1989.
es-Samarrai,
Hasib. Dini Modernizm’in üç şövalyesi: Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh,
Reşid Rıza Ve Türkiye’deki Takipçileri. Nar, Ali. ve Özel, Sezai (çev.).
İstanbul: Bedir Yayıncılık, 1998.
Erdem,
Hüsameddin. Panteizm ve Vahdet-i Vücûd Mukayesesi. Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, 1990.
Ertan,
Veli. Ahmet Hamdi Akseki. İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 1998.
Ertuğ,
Hasan Refik. Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi. 2. Basım. İstanbul:
Sulhi Garan Matbaası, 1959.
Eroğlu,
Muhammed. “Abdülaziz Çaviş”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.I. İstanbul: TDV
Yayınları, 1988.
ez-Zâhirî, Şeyh Muhsîn
Fani. “Yeni İlm-i Kelâm Yazılmalı mı, Yazılmamalı mı?”, SR.
·
C.XXI.
Sayı.532-533, Haziran 1339, ss.92-93.
.............“Sebîlürreşâd
Ceride-i İslâmiyyesine”, SR. C.XXI. Sayı.546, Temmuz 1329, ss.207-210.
Fahreddin,
Şair Ziya Paşa Hafidi Halil. “Dîn Mânî-i Terakki Değildir”, SR. C.VIII.
Sayı. 21-203, Temmuz 1328, ss.406-407.
Faruki,
İsmail R. Bilginin İslâmîleştirilmesi. Koru, Fehmi (çev.). İstanbul: Risale
Basın-Yayın, 1985.
Fazlurrahman.
İslâm. Dağ, Mehmed. ve Aydın, Mehmed (çev.). İstanbul: Selçuk Yayınları,
1981.
Fındıkoğlu,
Z. Fahrettin. “Metodoloji Nazariyeleri”, İçtimaiyat. C.II. İstanbul:
İÜİF Yayımı, 1961.
Fığlalı,
Ethem Ruhi. “Bahâilik”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.IV. İstanbul: TDV
Yayınları, 1991.
Gökberk,
Macit. Felsefe Tarihi. 10. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999.
Gölcük,
Şerafettin. Kelâm Tarihi. Konya: Esra Yayınları, 1992.
Gölcük,
Şerafettin. ve Toprak, Süleyman. Kelâm. 3. Basım. Konya: Tekin
Yayınları, 1996.
Gün,
Fahrettin (hzl.). Eşref Edib İstiklâl Mahkemelerinde -Sebilürreşad’ın
Romanı-. İstanbul: Beyan Yayınları, 2002.
Hakkı,
İzmirli İsmail. İslâm Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri Arasında
Mukayese. 2. Basım. Ankara: DİB Yayınları, 1964.
.............Yeni
İlm-i Kelâm - İkinci Kitab-.
İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1340-1343.
.............Anglikan
Kilisesine Cevap. Unan,
Fahri (sad.). Ankara: TDV Yayınları, 1995.
.............İslâm
Dîni ve Tabiî Dîn. Karadeniz,
Osman (sad.). İzmir: İİFV, 1998.
.............“İctihâdın
Bâ’is-i Tevellüdü”, SR. C.XII. Sayı.297, Mayıs 1330, ss.190-195.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIII. Sayı.335, Mayıs 1331, ss.176-178.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIII. Sayı.336, Nisan 1331, ss.184-186.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIII. Sayı.338, Nisan 1331, ss.200-202.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIII. Sayı.338, Nisan 1331, ss.204-205.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.339, Mayıs 1331, ss.1-3.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.340, Nisan 1331, ss.9-11.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.341, Nisan 1331, ss.19-20.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.342, Mayıs 1331, ss.27-30.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.344, Haziran 1331, ss.43-45.
.............“İslâmda
Felsefe”, SR. C.XIV. Sayı.352, Kasım 1331, ss.107-110.
.............“Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendinin Sûaline Cevâb”, SR. C.XI.
Sayı.283,
Ocak 1329, ss.356-357.
.............“Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendinin İkinci Sûaline Cevâb”, SR. C.XI. Sayı.284, Şubat
1329, ss.376-378.
.............“Felsefe-Kelâm:
Muallim Ata Efendinin Üçüncü Sûaline Cevâb Kelâm-Mehdi Meselesi”, SR. C.XI.
Sayı.285, Şubat 1329, ss.389-391.
.............“Siyer-i
Celîle-i Nebeviye: (Ahmed Naim’in Sebîlürreşad’a Sorduğu Soruya Cevâb)”, SR.
C.XII. Sayı.299, Nisan 1329, ss.230-232.
.............“Müdafaat-ı
Dîniyye: Abdullah Afgani Müdafii M. C. Efendiye”, SR. C.XI. Sayı.280,
Ocak 1329, ss.306-308.
.............“İslâm’da
Felsefe; IVII Kudemâ-i Mütekellîmin İlm-i Kelâmı’nın İnkirâzı, Müteahhirîn
Mütekellîminin İlm-i Kelâmı’nın İnkirâza Mahkûmiyeti, Yeni İlm-i Kelâm”, SR.
C.XIV. Sayı.342, Mayıs 1331, ss.28-30.
.............“İslâm’da
Felsefe; XIX Yeni İlm-i Kelâm’ın Programı”, SR. C.XIV. Sayı.344, Haziran
1331, ss.43-45.
.............“Yeni
İlm-i Kelâm Hakkında”, SR. C.XXII, Sayı.551-552, Ağustos 1339, s.38-40.
.............“Yeni
İlm-i Kelâm”, SR. C.XXI. Sayı.528-529, Mayıs 1339, ss.58-59.
.............“İslâm’da
Tekâmül Nazariyesi”, SR. C.XIV. Sayı.329, Aralık 1961, s.54.
Hakkı,
Dr. Milaslı İsmail. “Müslimânlar Neden Geri Kaldılar ve Niçin
İlerleyemiyorlar”, SR. C.XVII. Sayı.423-24, Haziran 1335, s.56-58.
Halim,
Said. Buhranlarımız ve Son Eserleri. M. Ertuğrul Düzdağ (hzl.). 4.
Basım.
İstanbul:
İz yayıncılık, 2003.
Hanioğlu,
Şükrü. “Batıcılık”, TCTA. C.V. İstanbul: İletişim Yayınları, 1986.
Haral,
Günay. “İslâm ve Hristiyan İlahiyatında Gaye ve Nizam Deliline Metodik Bir
Yaklaşım”, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Marmara Üniversitesi SBE, 2005.
Hatipoğlu,
İbrahim. “İslâm’da Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin Sünnet
Anlayışı”, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Marmara Üniversitesi SBE, 1996.
Hikmet,
Hasan. “Medeniyyet, Terakkiyat-ı Mâddiyyeden mi İbârettir?”, SR. C.XXIV.
Sayı.622, Ekim 1340, ss.374-376.
.............“İçtimaiyatta
Garpçılık ve Bozgunculuk: Kuvvetli Îmân, Kuvvetli Ahlâk”, SR. C.XXIV.
Sayı.622, Ekim 1340, ss.374-377.
Hilmi,
Şehbenderzade Filibeli Ahmed. İslâm Tarihi. Nur, Ziya (hzl.). 2. Basım.
İstanbul: Ötüken Yayınları, 1982.
.............Allah’ı
İnkâr Mümkün mü? Taylan,
Necip (hzl.). 4. Basım. İstanbul: Çağrı Yayınları, 2001.
.............Hikmet
Yazıları. Ahmet Koçak
(hzl.). İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.
Hizmetli,
Sabri. İzmirli İsmail Hakkı. Ankara: TC Kültür Bakanlığı Yayınları,
1996.
Hoca
Şükrü (Meb’ûs). “Müslimânlıkla Komünistlik Kabil-i Te’lîf mi?”, SR. C.XIX.
Sayı.481, Mayıs 1337, s.132-133.
Hökelekli,
Hayati. “Fıtrat”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XII. İstanbul: TDV
Yayınları, 1996.
Işın,
Ekrem. “Osmanlı Materyalizmi”, TCTA. C.II. İstanbul: İletişim Yayınları,
1985.
İkdam
Gazetesi’nden, “İslam ve Sosyalizm: İslam Tabii, Fıtri Bir Dindir - Journal De
Geneve, İsviçre”, SR. C.XII. Sayı.298, Mayıs 1329, s.226.
İmamoğlu,
Tuncay. “W. Montgomery Watt’ın Vahiy Anlayışı”, Dinbilimleri Akademik
Araştırma Dergisi. C.II, Sayı.1, 2002, ss.59-63.
İnan,
Yusuf Ziya. Kemalist Eyleme Göre İslâm İttihadı. İstanbul: Bayramışık
Yayınevi, 1976.
İnuğur,
M. Nuri. Basın ve Yayın Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1982.
İslâm
Üzerine Düşünceler. 5.
Basım, Ankara: TDV Yayınlar, 1991.
İslamoğlu,
Mustafa. İslâmi Hareket Anadolu II. 2. Basım. İstanbul: Denge
Yayınları, 1992.
İşcan,
Mehmet Zeki. Muhammed Abduh’un Dinî ve Siyasî Görüşleri. 2. Basım.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998.
“İşrâkiyye”.
Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları, 2000.
Janet,
Paul. ve Seailles, Gabriel. Metalib ve Mezahib. Yazır, Elmalı’lı M.Hamdi
(çev.). İstanbul: Ensar Neşriyat ve Dağıtım, 1978.
Kabacalı,
Alpay. Türkiye’de Matbaa Basın ve Yayın. İstanbul: Literatür Yayıncılık,
2000.
.............Türk
Yayın Tarihi. İstanbul:
Gazeteciler Cemiyeti, 1987.
Kahraman,
Abdullah. (t.y.) “Mansûrîzâde Said’in Klasik Fıkıhçılara Yönelttiği Bazı
Eleştiriler”, http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/305.pdf.
(14 Kasım 2006).
Kam,
Ömer Ferid. Vahdet-i Vücûd. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1331.
Kara,
İsmail. Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler I. İstanbul:
Risale Yayınları, 1986.
.............Türkiye’de
İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II. 2.
Basım. İstanbul: Risale Yayınları, 1986.
.............“İslâmcılar,
Mucizeler, Bilim ve Pozitivizm”, Dergâh. C.I, Sayı.6, Ağustos 1990,
ss.18-19.
.............Şeyh
Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye. İstanbul:
Kitabevi Yayınları, 1998.
-------------
Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri. İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2003.
Karaman,
Fikret. “Yeni İlm-i Kelâm Düşüncesinin İnşası ve Abdullatif Harputî’nin Rolü”, Kelâm
İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu. Elazığ, 13-15 Eylül
2004, s.204-218.
Karaman,
Hayreddin. İslâm Hukukunda İctihad. 3. Basım. Ankara: DİB Yayınları,
1985.
Karlığa,
Bekir. Islahatçı Bir Düşünür Tunuslu Hayrettin Paşa ve Tanzimat. İstanbul:
Koba Yayıncılık, 1995.
Kaya,
Mahmut. “İşrâkiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXIII. Ankara: TDV
Yayınları, 2001.
‘Meşşaîyye”,
TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXIX. Ankara: TDV Yayınları, 2004.
Kaynardağ,
Arslan. “Türkiye’de Felsefe’nin Evrimi”, CDTA. C.III. İstanbul: İletişim
Yayınları, 1983.
.............Türkiye’de
Cumhuriyet Döneminde Felsefe. Ankara:
Başbakanlık Basımevi, 2002.
Kazım,
Musa. “İsbât-i Vâcib”, SM. C.I. Sayı.20, Aralık 1324, ss.309-312.
Kemal.
Namık, Renan Müdafaanamesi. Küçük, Abdurrahman (hzl.). İstanbul: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
Keskioğlu,
Osman. “Muhammed Abduh”, AÜİF Dergisi. C.XVIII. 1970.
Kılavuz,
A.Saim. İslâm Akaidi ve Kelam’a Giriş. İstanbul: Ensar Neşriyat, 1993.
.............Anahatlarıyla
İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş. İstanbul:
Ensar Neşriyat, 1987.
Kılıç,
Sadık. Fıtratın Dirilişi. İstanbul: Nehir Yayınları, 1991.
Kodaman,
Bayram. “Siyasi Fikir Hareketleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi. C.XII.
İstanbul: Çağ Yayınları, 1989.
Koloğlu,
Orhan. “Osmanlı Basını, İçeriği ve Rejimi”, TCTA. C.II. İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985.
.............
1908 Basın Patlaması. İstanbul:
Bas-Haş Yayınları. 2005.
Korlaelçi,
Murtaza. “Pozitivist Düşüncenin İthali”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Ansiklopedisi. C.I. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
.............Pozitivizmin
Türkiye’ye Girişi. 4.
Basım. Ankara: Hece Yayınları, 2002.
Kurt, Yaşar. “Kur’an’da
Fıtrat Kavramı”, Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi.
·
C.II,
2005, ss.71-104.
Lewis,
Bernard. Müslümanların Avrupa’yı Keşfi. Durdu, İhsan (çev.). İstanbul:
Ayışığı Kitapları, 2000.
Macit,
Nadim. “Eş’âri’nin İlm-i Kelâm’ı Müdafaası”, YYÜİF Dergisi. C.I. Sayı.1,
1994, ss.91-125.
-------------
Eylem Değişim İlişkisinin
Teolojik Yorumu. Samsun:
Etüt Yayınları, 2000.
.............“Kelâm
İlmi, Gelenek ve Tecdid”, Kelâm İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri
Sempozyumu. Elazığ, 13-15 Eylül 2004, ss.14-113.
“Mehdi
Kimdir? Önemli Vasıfları Nelerdir?” http://www.hikmet.net/trZa.55111.html (08
Kasım 2006).
Mert,
Muhit. “Kelâm İlminin Zemmi Üzerine Bir Araştırma”, İslâmi Araştırmalar
Dergisi. C.XIV. Sayı.1, 2001, ss.194-206.
Mert,
Nuray. “Laik Cumhuriyetin Resmi Bilimi: Sosyoloji”. Dergâh, C.III,
Sayı.18, Ocak 1993, ss:17-18.
Mertoğlu,
Suat. “Osmanlı’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı (Sırat-ı
Müstakim/Sebilürreşad Dergisi Örneği: 1908-1914”, Yayınlanmamış Doktora
Tezi. Marmara Üniversitesi SBE, 2001.
.............“Reşid
Rıza’da Hilafet Düşüncesi Bir Kronoloji ve Tahlil Denemesi”, Hilafet
Risaleleri. İsmail Kara (hzl.). C.V. İstanbul: Klasik Yayınları, 2005.
ss.45-93.
Mücahid,
Huriye Tevfik. Fârâbi’den Abduh’a Siyasi Düşünce. Akyüz, Vecdi (çev.).
İstanbul: İz Yayıncılık, 1995.
Nasr, Seyyid Hüseyin. Modern
Dünyada Geleneksel İslâm. Büyükduru, Sara (çev.).
·
3. Basım. İstanbul: İnsan
Yayınları, 2001.
Nazif,
Ahmet “Yeni İlm-i Kelâm; Yeni İlm-i Kelâm’a Lüzûm Var mı, Yok mu?”, SR. C.XXII.
Sayı.561-562, Eylül 1339, ss.117-119.
Northbourne,
Lord. İlerlemeye Farklı Bir Bakış. Özer, Deniz (çev.). İstanbul: İnsan
Yayınları, 1989.
Nüzhet,
Selim. Türk Matbaacılığı. İstanbul: Devlet Basımevi, 1939.
Oral,
Fuat Süreyya. Türk Basın Tarihi 1728-1922, 1831-1922. İstanbul: Yeni
Adım Matbaası, 1968.
Ortaylı,
İlber. Osmanlı Barışı. 5. Basım. İstanbul: Ufuk Kitapları, 2004.
Özervarlı,
M. Sait. Kelâmda Yenilik Arayışları. İstanbul: İsam Yayınları, 1998.
.............“İzmirli,
İsmail Hakkı”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXIII. İstanbul: TDV
Yayınları, 2001.
.............“Kelâm”,
TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXV. Ankara: TDV Yayınları, 2002.
.............“Muhammed
Abduh”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXX. İstanbul: TDV Yayınları, 2005.
Özkırımlı,
Atilla. “Servet-i Fünun”, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi. C.IV. İstanbul:
Cem Yayınevi, 1984.
Öztürk,
Yaşar Nuri. Din ve Fıtrat. İstanbul: Yeni boyut Yayınları, 1990.
Polat,
Nazım H. “İctihad”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XXI. İstanbul: TDV
Yayınevi, İstanbul: 2000.
“Pozitivizm”.
Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları, 1999.
Parlatır,
Selahattin(hzl.). Sistematik Felsefe ve Mantık. Ankara: Yaykur
Yayınları, 1976.
Rasim,
Ahmet. Osmanlı İmparatorluğu’nun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri. Velidedeoğlu,
H. V. (çev.). İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1987.
“Reşid
Rıza, Muhammed”. Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi. C.XVIII.
İstanbul: Ana Yayıncılık, 1990.
Rıza,
Muhammed Reşid. İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhebleri. Ahmet Hamdi Akseki
(çev.). Ankara: DİB Yayınları, 1974.
.............Gerçek
İslâm’da Birlik. Karaman,
Hayreddin (çev.). İstanbul: İz Yayıncılık, 2003.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.237, Mart 1329,
ss.42-43.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.238, Mart 1329,
ss.62-64.
.............“Akaid-i
İslâmiyye: Dîn ve Akıl”, Ahmed Hamdi Aksekili (çev.), SR. C.X. Sayı.239,
Mart 1329, ss.78-79.
.............“Makalât:
Mezâhibin Telfiki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem-i”, SR. C.XII. Sayı.291,
Mart 1330, ss.81-84.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.240, Nisan 1329,
ss.91-95.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.241, Nisan 1329,
ss.107-110.
-------------
“Akaid-i İslâmiyye”, Akseki
Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.XI. Sayı.268, Haziran 1329, ss.117-118.
-------------
“Akaid-i İslâmiyye”, Akseki
Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.242, Nisan 1329, ss.126-128.
-------------
“Akaid-i İslâmiyye”, Akseki
Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.243, Nisan 1329, ss.140-142.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.XI. Sayı.270, Temmuz 1329,
ss.147-149.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.244, Nisan 1329,
ss.155-157.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.XI. Sayı.250, Kasım 1329,
ss.178-181.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X. Sayı.245, Mayıs 1329,
ss.182-184.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.XI. Sayı.250, Kasım 1329,
ss.195-197.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X. Sayı.247, Mayıs 1329,
ss.212-215.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.248, Nisan 1329,
ss.226-227.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.249, Haziran 1329,
ss.241-243.
.............“Akaid-i
İslâmiyye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR. C.X. Sayı.250, Haziran 1329,
ss.256-258.
............“Akaid-i
İslâmiyye: Taklid ve İctihâd”, Akseki A. Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.
240, Nisan 1329, ss.91-95.
Sabit
(Kazanlı), Halim. “İctihâda Dair”, SM. C.III. Sayı.78, Şubat 1325,
ss.413-414.
Sabri,
Şeyhülislam Mustafa. Dini Mücedditler (reformcular). İstanbul: Sebil
Yayınevi, 1969.
.............“Terakki
Edelim Fakat Müslimân Kalmak Şartıyle”, SR. C.XVII. Sayı.431-432, Temmuz
1335, ss.113-115.
Sebîlürreşad.
“Hasbihâl: Cenâb-ı Hakk’ı İnkâr Edene Ne Demeli?”, SR. C.XXV. Sayı.625,
Kasım 1340, ss.19-20.
.............“Ve
câhidû fî sebîlillâh”, SR. C. VIII. Sayı 1-183, Şubat 1327, ss.3-4.
.............“Yalnız
Akıl Kâfi midir?”, SR. C.XXIV, Sayı.619, Ekim 1340, ss.324-325.
.............“Tam
İslâm Olmadıkça Felâh Yoktur”, SR. C.XVIII. Sayı.466, Nisan 1339,
ss.278-282.
.............“Sebîlürreşadın
Muhtevisi Olduğu Mebâhis”, SR. C.VIII. Sayı.1-183, Şubat 1327, ss.3-4.
.............“Abdullah
Cevdet Bey’in İcrââtı”, SR. C.XVII. Sayı.427-428, Temmuz 1335, s.96.
.............“Sebîlürreşad
Yirmi İkinci Cildine Başlıyor”, SR. C.XXII. Sayı.547-548, Ağustos 1339,
ss.1-3.
.............“Sebîlürreşad
Avni Hakk’la Yirmi Beşinci Cildine Başlıyor”, SR. C.XXV. Sayı.625, Kasım
1331, s.1.
.............“Sebîlürreşad
Yirmi Üçüncü Cildine Başlıyor”, SR. C.XXIII. Sayı.573, Kasım 1339, s.1.
.............“Kavm-i
Cedîdci Abdullah Afgani”, SR. C.XI. Sayı.277, Şubat 1329, ss.257-258.
.............“Yeni
İlm-i Kelâm”, SR. C.XXI. Sayı.528-529, Mayıs 1339, ss.58-59.
.............“Mucize-i
İslâmiyye”, SR. C.XV. Sayı.370, Eylül 1334, ss.112-117.
.............“Komünizm
Aleyhinde Musa Carullah Efendinin Neşrettiği Kitâb”, SR. C.XXIII.
Sayı.581, Aralık 1339, ss.132-137.
.............“Komünizm
ve Dîn”, SR. C.XXIV. Sayı.612, Ağustos 1340, ss.217-219.
Server,
R. İstik. Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış. İstanbul:
Maarif Vekâleti, 1939.
“Servet-i
Fünun”, Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi. C.VII. İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1990.
“Servetifünûn”,
Türk Ansiklopedisi. C.XXVIII. Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1980.
Sıddıkî,
Mazharuddin. İslâm Dünyasında Modernist Düşünce. Murat Fırat ve Göksel
Korkmaz (çev.). İstanbul: Dergâh Yayınları, 1990.
“Sırat-ı
Müstakîm”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. C.VIII. İstanbul:
Dergah Yayınları, 1998.
Sırat-ı
Müstakîm, “Ahvâl-i Âlem-i İslâm Hakkında (Konferans)”, SM. C.IV.
Sayı.82, Mart 1326, ss.66-74.
Şapolyo,
Enver Behnan. Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönüyle Basın. Ankara:
Güven Matbaası, 1969.
Şeker,
Mehmet. ve Bülent Baloğlu, Adnan (hzl.). İzmirli İsmail Hakkı Sempozyumu. Ankara:
TDV Yayınları, 1995.
Şemseddin,
M. “Vahdet-i Vücûd Diye Tercüme Edebileceğimiz ‘Panteizm’in Neden İbaret
Olduğunu Araştıralım”, SR. C.X. Sayı.239, Mart 1329, ss.77-78.
.............“İctihâd
Ne Demektir ve Ne Gibi Ahkâmda İctihâd Olunabilir?”, SR. C.X. Sayı.246,
Mayıs 1329, ss.193-195.
.............“Felsefe;
İslâmda Fen Felsefe”, SR. C.VIII. Sayı.4-186, Mart 1328, ss.57-58.
.............“Felsefe;
İslâmda Fen Felsefe”, SR. C.VIII. Sayı.2-184, Mart 1328, ss.18-19.
.............“Felsefe;
İslâm’da Fen Felsefe”, SR. C.X. Sayı.242, Nisan 1329, ss.124.
.............“Dîn
Beşeriyyet İçin İhtiyâctır”, SR. C.II. Sayı.26, Ocak 1949, ss.37-38.
Şeref,
Mehmed. “İslâm’a İsnâd Edilen Tedenni Sebebleri”, SR. C.XXII.
Sayı.561-562, Eylül 1339, ss.120-121.
Şevket,
H. Mehmet. “İslâmiyet Hakkında Ernest Heğel Makalesine Reddiye”, SR. C.VIII.
Sayı.9-191, Nisan 1328, ss.161-163.
“Tabîiyyun”.
Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları, 2000.
Taşpınar,
Halil. “Muhammed Abduh Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme”, CÜİF Dergisi. C.VII,
Sayı.2, Aralık 2003, ss.261-289.
Taylan,
Necip. Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu. 2. Basım. İstanbul: Şehir
Yayınları, 2000.
Toku,
Neşet. Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe. İstanbul: Beyan Yayınları,
1996.
Topaloğlu,
Aydın. Ateizm ve Eleştirisi. 3. Basım. Ankara: DİB Yayınları, 2002.
Topaloğlu,
Bekir. Yavuz, Yusuf Şevki. ve Çelebi, İlyas. İslâmda İnanç Esasları. İstanbul:
MÜİFV Yayınları, 1998.
Topaloğlu,
Bekir. Kelâm İlmi. İstanbul: Damla Yayınevi, 1981.
-------------
İslâm, Gelenek ve Yenileşme. İstanbul:
TDV Yayınları, 1996.
.............İslâm
Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı. 9.
Basım. Ankara: DİB Yayınları, 2001.
Toprak,
Zafer. “II. Meşrutiyet’te Fikir Dergileri”, TCTA. C.I. İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985.
Tümer,
Günay. “Din”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.IX. İstanbul: TDV Yayınları,
1994.
Türkgülü,
Mustafa. Kelâm İlmi. Ankara: TDV Yayınları, 1997.
Uludağ,
Süleyman. Kelâm Dersleri. İstanbul: İrfan Yayınevi, 1969.
Uludağ,
Zekeriya. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm.
Samsun: Akçağ Yayınları, 1996.
Ülken,
Hilmi Ziya. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. 7. Basım. İstanbul: Ülken
Yayınları, 2001.
..............“Tanzimattan
Sonra Fikir Hareketleri”, Tanzimat I. İstanbul:
Maarif Matbaası, 1940.
Vakkasoğlu,
Vehbi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâm Âlimleri. İstanbul: Cihan
Yayınları, 1987.
Varlık,
Bülent. “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA. C.I. İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985.
Vecdi,
M. Ferid. “Felsefe: Felsefe-i Mâddiyyûn ile Felsefe-i Rûhiyyûnun Çarpışması”, SR.
C.XII. Sayı.1-300, Mayıs 1330, ss.250-252.
.............“Müslimânlık’ta
Medeniyet: Tashîh-i İ’tikad”, M. Akif (çev.), SM. C.VI. Sayı. 138, Nisan
1326, ss.117-118.
.............“Mâddiyyûn
Meslek Felsefesinin Edyâna Hücûmu”, SR. C.XII, Sayı.298, Mayıs 1330,
ss.209-211.
Walters,
J. Donald. Modern Düşüncenin Krizi. Yalçın, Şahabeddin (çev.). İstanbul:
İnsan Yayınları, 1995.
Watt,
W. Montgomery. İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri. Fığlalı, Ethem Ruhi
(çev.). Ankara: Umran Yayınları, 1981.
Yarımbaş,
Emine. “Kelâm İlminin Tanımı Üzerine”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, Sayı. 1,
Ocak 2004, ss.73-82.
Yavuz,
Yusuf Şevki. “Akıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi. C.II. İstanbul: TDV
Yayınları, 1989.
-------------
“Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV
İslâm Ansiklopedisi. C.XI. İstanbul: TDV Yayınları, 2005.
Yazır,
Muhammed Hamdi. İslâm Düşüncesinin Problemlerine Giriş. Kılıç(sad.).
Recep. Ankara: TDV Yayınları, 1996.
.............“Felsefenin
Aksâmı”, SR. C.XXIII. Sayı.248, Mayıs 1329, ss.53-55.
.............“Felsefe
ve Dîn”, SR. C.XXIII. Sayı.573, Kasım 1339, ss.2-3.
.............“Felsefe
ve Dîn”, SR. C.XXII. Sayı.569-570, Ekim 1339, ss.179-180.
.............“Felsefe
ve Dîn”, SR. C.XXII. Sayı.571-572, Ekim 1339, ss.197-199.
.............“Garb
Cereyânı Felsefesi”, SR. C.XXII. Sayı.567-568, Ekim 1339, ss.164-166.
.............“Müslimânlık
Mânî-i Terakki Değil, Zâmini Terakkidir”, SR. C.XXI. Sayı-544-545,
Temmuz 1339, ss.187-189.
Yeprem,
M. Saim. “İslâmî İlimlerde 14 Asır V-Kelâm”, Nesil Dergisi. İstanbul:
Nesil Vakfı Yayınları, Sayı.37-38, Ekim-Kasım 1979, ss.75-82.
.............İrâde
Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî. İstanbul:
MÜİF Yayınları, 1984.
.............Mâtüridî’nin
Akîde Risâlesi ve Şerhi. İstanbul:
MÜİFV Yayınları, 2000.
Abdullah
Alperen, Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslâm ve Modernleşme, Adana:
Karahan Yayınları, 2003, s.4.
M.
Sait Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, İstanbul: îsam Yayınları,
1998, s.26.
M.
Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî, İstanbul: MÜîF Yayınları,
1984, s.90.
Abdurrahman
Dodurgalı ve Ahmet Yücel (hzl.), İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar II,
2. Basım, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2002, s.136-137.
Tanzimat’ın
İslâm Dünyası’ndaki yankıları için bk. Bekir Karlığa, Islahatçı Bir Düşünür
Tunuslu Hayrettin Paşa ve Tanzimat, İstanbul: Koba Yayıncılık, 1995, s.62 -
69.
Arslan
Kaynardağ, Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe, Ankara: Başbakanlık
Basımevi, 2002, s.151.
Hilmi
Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 7. Basım, İstanbul: Ülken
Yayınları, 2001, s.115.
M.
Sait Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, s.46.
M.
Sait Özervarlı, “Kelâm”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XXV, Ankara: TDV
Yayınları, 2002, s.201.
İsmail
Kara, Şeyh Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye, İstanbul: Kitabevi Yayınları,
1998, s.262.
Ramazan
Altıntaş, “Yeni Bir Kelâm: Vahîdüddîn Hân Örneği”, http://www.cumhuriyet.edu.tr/
akademik/fak ilahiyat/der71/005-altıntas-kelam.htm,
(27 Ocak 2007).
Şerafettin
Gölcük ve Süleyman Toprak, Kelâm, 3. Basım, Konya: Tekin Yayınları,
1996, s.70.
Selaniki, Koçî Bey,
Kâtip Çelebi ve Hızr’ul-Mülûk
yazarı gibi kişilerin söz, tahlil ve yaklaşımlarına bakılırsa Osmanlı
inhitatının farkına XVII. yy.’dan beri farkına varılmıştır, diyebiliriz. Bk.
İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, 5. Basım, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2004,
s.158.
İlyas
Çelebi, “XVII. Yüzyıl Osmanlı Kelâmcıları ve Beyazîzade Ahmed Efendi'nin Kelâm
İlmindeki Yeri”, Kur'an Mesajı İlmi Araştırmalar Dergisi, Sayı.10-12
(1998), s.111-112.
“Dehriyye” için bk.
Hayrani Altıntaş, “Dehriyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi,
C.XIX,
İstanbul:
TDV Yayınları, 1994, s.107-109.
îlyas
Çelebi, “Modern Dönem Kelam Çalışmalarının Temel Sorunları Üzerine", http://www.y
eniarayislar.com/ayrinti3.asp?id3=95&Tur=2&yazid=65,
(28 Aralık 2006).
Orhan
Koloğlu, “Osmanlı Basını, İçeriği ve Rejimi", TCTA, C.I, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985, s.68.
Takvim-i
Vakâyi hakkında
bilgi için bk. Alpay Kabacalı, Türkiye’de Matbaa Basın ve Yayın,
İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2000, s.47-52.
Vakâyi-i
Tıbbiye hakkında
bilgi için bk. Kabacalı, s.69-70.
Bülent
Varlık, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA, C.I, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985, s.112-116.
Osmanlı’da 1908’den
sonra basın-yayın artışı hakkında daha fazla bilgi için bk. Orhan
Koloğlu,
1908 Basın Patlaması, İstanbul: Bas-Haş Yayınları, 2005, s.9-190.
Zafer
Toprak, “II. Meşrutiyet’te Fikir Dergileri”, TCTA, C.I, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1985, s.128.
M.
Akif, “Gayet Mühim Bir Eser”, SM, C.IV, Sayı.97, Temmuz 1326, s.322.
Sırat-ı
Müstakîm, “Ahvâl-i Âlem-i İslâm Hakkında (Konferans)”, SM, C.IV,
Sayı.82, Mart 1326, s.69.
Muharrem
Dayanç, “Sırat-ı Müstakim Dergisindeki Dil, Edebiyat ve Sosyal Kavramların
Sistematik İncelenmesi”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul
Üniversitesi SBE, 1997), s.94-95.
Dayanç,
s.97.
“Eşref
Edip’in kurduğu Sırat-ı Müstakîm, din konusunda reformist öğeler içeren;
insanları fukaralığa, atalete ve sefalete sevk eden, ‘fani dünya’ için
çalışmayı gereksiz gören, ‘bir lokma, bir hırka’yı öneren din anlayışına karşı
tavır alır. Ticaret, sanayi, tarım gibi uğraşların İslam dini açısından önemini
vurgular. Ticareti, kazancı, serveti özendirir; sanayileşmenin gereğine
değinir.” Bk. Toprak, s.126.
Eşref
Edib’in hayatı ve eserleri için bk. Fahrettin Gün (hzl.), Eşref Edib
İstiklâl
Mahkemelerinde
-Sebîlürreşad’ın Romanı-,
İstanbul: Beyan Yayınları, 2002, s.13-19.
Abdullah
Ceyhan, Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad Mecmuaları Fihristi, Ankara:
DİB Yayınları, 1991, s.5.
M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed
Âkif Üzerine Araştırmalar III, İstanbul: Mehmet Akif
Araştırmaları
Merkezi Yayınları, 2006, s.148.
Çağdaş
İslâm düşüncesinde oldukça etkili olmuş aklı ön plana alan dini bir ıslahın
zaruriyetini vurgulayan Afgani (ö.1897), Abduh, Reşid Rıza ve Abdülaziz Çaviş
gibi düşünürler topluluğu çeşitli isimlerle anılmaktadır; Çağdaş İslâm
Rasyonelistleri Ekolü, (Medresetü’l-akliyyeti’l-hadîse), Yeni Selefilik, Abduh
Mektebi, Menar Mektebi vb. Bk. Suat Mertoğlu, “Osmanlı’da II. Meşrutiyet
Sonrası Modern Tefsir Anlayışı (Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad Dergisi Örneği:
1908-1914)”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi SBE,
2001), s.21.
Ceyhan,
s.9.
Sebîlürreşad,
“Sebîlürreşad’ın Muhtevîsi Olduğu Mebâhis”, SR, C.VIII, Sayı.1-183,
Şubat 1327, s.4.
Toprak,
s. 126.
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.201.
Abdullah
Kahraman, “Mansûrîzâde Said’in Klasik Fıkıhçılara Yönelttiği Bazı Eleştiriler”,
http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/305.pdf,
(14 Kasım 2006), s.3.
Mertoğlu,
s.20; Dini ıslahın Osmanlı’dan önce Mısır ve Hind’de başlamasını istibdatla
izah eden görüş için bk. Seyyid Reşid Rıza, “Makalât: Mezâhibin Telfîki ve
İslâm’ın Bir Noktaya Cem-i”, SR, C.XII, Sayı.291, Mart 1330, s.83.
SR
Dergisinde M. Abduh ve
Ferid Vecdi’den çeviriler yapılmıştır. Ancak hilafetin merkezi ve medreselerin
toplandığı İstanbul’un manevi havası modernizmin yerleşmesine elverişli
olmadığından bu bölgelerden seçilen yazılar da nisbeten en zararsız yani
çevrenin tepkisini uyandırmayacak olanlardı. Bk. İbrahim Hatipoğlu, “İslâm’da
Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin Sünnet Anlayışı”, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, 1996), s.71.
Servet-i
Fünun Dergisi hakkında bilgi için bk. Atilla Özkırımlı, “Servet-i Fünun”,
Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, C.IV, İstanbul: Cem Yayınevi, 1984,
s.1029-1030; “Servet-i Fünun”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,
C.VII, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1990, s.527; “Servetifünûn”, Türk
Ansiklopedisi, C.XXVIII, Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1980, s.466-467;
Alpay Kabacalı, Türkiye’de Matbaa Basın ve Yayın, İstanbul: Literatür
Yayıncılık, 2000, s.97-98.
Autocratique;
Saltçı, saltçılığa değin anlamlarına gelmektedir. Bk. “Autocratique”, Büyük
Fransızca Türkçe Sözlük, İstanbul: Adam Yayınları, 1976, s.119.
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 136.
Batıcılarla İslâmcılar
arasında ortak bir paydada buluşulamayan konular içinde teceddüd, terakki,
garpçılık, şarkçılık, ibda, taklid, ictihâd gibi konular SR
Dergisi’nde sıkça ele alınan
konulardır. Bk. İlyas
Çelebi, Osmanlı’dan
Cumhuriyete Siyaset ve Değer Tartışmaları,
İstanbul:
2000, Rağbet Yayınevi, s.23.
Bahâilik
hakkında bilgi için bk. “Bahâilik”, Türk Ansiklopedisi, C.V, Ankara:
Milli Eğitim Basımevi, 1952, s.56; Ethem Ruhi Fığlalı, “Bahâilik”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, C.IV, İstanbul: TDV Yayınları, 1991, s.464-468.
Nazım
H Polat, “İctihad”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XXI. İstanbul: TDV
Yayınevi, İstanbul: 2000, s.446.
Abdullah
Cevdet, “Dîn ve Terbiye-i Vicdâniyye”, İctihâd, no:197, Şubat 1926,
s.38-63.
Toprak,
s.128.
Sebîlürreşad,
“Abdullah Cevdet Bey’in İcrââtı”, SR, C.XVII, Sayı.427-428, Temmuz 1335,
s.96.
“Sırat-ı
Müstakîm”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul:
Dergah Yayın
ları,
1998, s.8-9.
Mertoğlu,
s.7.
Sebîlürreşad,
“Ve câhidû fî sebîlillâh, SR, C. VIII, Sayı 1-183, Şubat 1327, s.3.
Sebîlürreşad,
“Sebîlürreşad Yirmi İkinci Cildine Başlıyor”, SR, C.XXII, Sayı.547-548,
Ağustos 1339, s.2-3.
Sebîlürreşad,
“Sebîlürreşad Yirmi Üçüncü Cildine Başlıyor”, SR, C.XXIII, Sayı.573,
Kasım 1339, s.1.
Sebîlürreşad,
“Sebîlürreşad Avni Hakk’la Yirmi Beşinci Cildine Başlıyor”, SR, C.XXV,
Sayı.625, Kasım 1331, s.1.
Pozitivizm
akımı için bk. Bekir Topaloğlu, Yusuf Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi, İslâmda
İnanç Esasları, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 1998, s.53-56; S. Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci
Görüşün Mücadelesi, 4. Basım, Ankara: Alçağ Yayınları, 1995, s.75-80;
Muhammed Hamdi Yazır, İslâm Düşüncesinin Problemlerine Giriş, Recep
Kılıç (sad.), Ankara: TDV Yayınları, 1996, s.30-32; Namık Kemal, Renan
Müdafaanamesi, Abdurrahman Küçük (hzl.), İstanbul: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, 1988, s.12-21; Aguste Comte, Pozitivizm İlmihali, Peyami
Erman (çev.), Ankara Milli Eğitim Bakanlığı, 1952.
A.
Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş, 2. Basım, Bursa: Asa Kitabevi, 2001,
s.186.
Mantıkçı
Pozitivizmdin tutumu Klasik
Pozitivizm’e göre tamamen farklı idi. Bu akıma mensup olan bazı düşünürler
dinin lehinde olmak bir yana dinin aleyhinde bile olunamazdı. Hiçbir anlam
ifade etmeyen sözde dinin iddialarına dayalı bir sistemin aleyhinde bile
bulunamazdı. Bk. Mehmet S. Aydın, Âlemden Allah’a, 2. Basım, İstanbul:
Ufuk Kitapları, 2001, s.14.
“Pozitivizm”,
Paradigma Felsefe Sözlüğü, 3. Basım, İstanbul: Paradigma Yayınları,
1999, s.707.
Özervarlı,
Kelâmda Yenilik Arayışları, s.24.
Necip
Taylan, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, 2. Basım, İstanbul: Şehir
Yayınları, 2000, s.179.
Şehbenderzade
Filibeli Ahmet Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün mü?, Necip Taylan (hzl.), 4.
Basım,
İstanbul: Çağrı Yayınları, 2001, s.199.
“...modern
biçimiyle bilim olgular-üstü ve sonsuz olanın izini kaybetmiş ve sonlu ve
dünyevi bir ütopyayı kendine amaç edinen bir ilerleme ideolojisinin sunucusu,
rehberi ve peygamberi konumuna oturmuştur'' Bk. Lord Northbourne, İlerlemeye
Farklı Bir Bakış, Deniz Özer (çev.), İstanbul: İnsan Yayınları, 1989, s.29.
Macit
Gökberk, Felsefe Tarihi, 10. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999,
s.417.
İzmirli
İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm-İkinci Kitab-, İstanbul: Matbaa-i
Âmire, 1340-1343, s.89.
Hakkı,
Yeni İlm-i Kelâm-İkinci Kitab-, s.90.
Fındıkoğlu,
s.294.
Murtaza
Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, 4. Basım, Ankara: Hece
Yayınları, 2002, s.296.
Bayram
Kodaman, “Siyasi Fikir Hareketleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C.XII,
İstanbul: Çağ Yayınları, 1989, s.53.
Hüsamettin
Arslan, Epistemik Cemaat, İstanbul: Paradigma Yayınları,1992, s.133.
Dönemin
fikri ve siyasi cereyanları için bk. Hilmi, Hikmet Yazıları, s.24-33;
Ahmet İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm’a Bakışı, İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2004, s.59-96; Neşet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist
Felsefe, İstanbul: Beyan Yayınları, 1996, s.50-74.
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 160.
Arslan
Kaynardağ, “Türkiye’de Felsefe’nin Evrimi”, CDTA, C.III, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1983, s.763.
Korlaelçi,
Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, s.297.
Pozitivist
düşüncenin Türkiye’ye ithali için bk. Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin
İthali”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi, C.I, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2001, s.214-216.
“...sekiz
on yaşındaki mekteb çocukları bile Cenâb-ı Hakk’ın, zaman ve mekândan münezzeh
olduğunu bildikleri halde akıl ve dâniş iddiâsında bulunan ba’zı kimselerin Vâcib-i
Teâlâ Hazretlerini semâvâtta yâhûd fezâ-yı nâ-mütenâhîde teleskopla aramak,
aradıklarını bulamadıkları cihetle ceff el-kalem inkâra cür’et etmek gibi
akreb-ül-karâib ve a’ceb-ül-acâib ıtlakına... taht-ı tedâvîye alınan hastaları
bile güldürecek. vücûd-i bârî mes’elesi, öyle bir takım sathî nazar kimselerin
ilm ve hikmete, nazar-ı sâhîhe müstenid olmayan indî fikirleri, bâtıl
muhâkemeleri ile hal edilecek mesâil-i âdiyeden değil, tam bir şuûr, kâfî
derecede bir vukuf ile hal edilecek mesâil-i âlîyyedendir”. Bk. Sebîlürreşad,
“Hasbîhal: Cenâb-ı Hakkı İnkâr Edene Ne Demeli?”, SR, C.XXV, Sayı.625,
Kasım 1340, s.20.
A.
Hilmi’nin pozitivizmle birlikte evrim teorisine karşı fikirleri için bk.
Zekeriyya Uludağ, Ş.
Filibeli
Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm,
Samsun: Akçağ Yayınları, 1996, s.166-173.
Nadim
Macit, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorumu, Samsun: Etüt
Yayınları, 2000, s.272.
Nuray
Mert, “Laik Cumhuriyetin Resmi Bilimi: Sosyoloji”, Dergâh, C.III,
Sayı.18, Ocak 1993, s.17-18; Aktaran Nadim Macit, “Eş’âri’nin İlm-i Kelâm’ı
Müdafaası”, YYÜİF Dergisi, C.I, Sayı.1, 1994, s.106.
“Mesela
XVI. asırda Avrupa’da zuhûr eden büyük bir kafa, ‘Decart’ Cenâb-ı Hakk’ın
varlığını vücûd-i ekmel nazariyesiyle isbât maksadıyla diyor ki: ‘ben varım,
çünki düşünüyorum, fakat düşündüğüm esnâda kendimi şübheden, hatâdan
kurtaramıyorum. Şu halde gayr-ı mükemmel bir mevcûd. Gayr-ı mükemmel olduğum
cihetle kendi vücûdumun illeti olaydım, kendi kemâlimin de illeti olur idim.
Doğrudan doğruya mevcûd olmaklığıma bir mâni’ olmadığı gibi doğrudan doğruya
mükemmel olmaklığımla hiçbir mâni’ olmaz idi. Tasvîr eylemekte olduğum
kemâllerin kâffesini kendimde vücûda getirir idim. Hâlbuki emr bir akisdir
binâberîn (bundan dolayı) benim vücûdum benden başka bir müessirin vücûdunu
istilzâm eden bir eserdir. Bu müessire gelince o da gerek kendisi, gerek
mevcûdât-ı sâire için kâfi ve başka bir illetin te’sirinden müstagnî olan
vücûd-i ekmel ya’ni Cenâb-ı Hakk’dır, Cenâb-ı Hakk bir vücûd-i ekmeldir. Ben de
mevcûdum öyle ise o vücûd-i ekmel de mevcûddur”. Bk. Sebîlürreşad, “Yalnız Akıl
Kâfi midir?”, SR, C.XXIV, Sayı.619, Ekim 1340, s.324.
Sebilürreşad,
“Yalnız Akıl Kâfi midir?”, SR, C.XXIV, Sayı.619, Ekim 1340,
s.324-325.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Felsefe ve Din”, SR, C.XXII, Sayı.569-570, Ekim 1339,
s.180.
Hilmi,
Hikmet Y azıları, s.11.
İsmail
Kara, “îslâmcılar, Mucizeler, Bilim ve Pozitivizm’ ’, Dergâh, C.I,
Sayı.6, Ağustos 1990, s.19.
M.
Ferid Vecdi, “Müslimânlık’ta Medeniyet: Tashîh-i î’tikad”, SM, M. Akif
(çev.), C.VI, Sayı.138, Nisan 1326, s.117.
“Mâddiyyûn
Dehriyyun, Tabîiyyûn, muattıla nâmlarıyla kütüb-i îslâmiyyede mâruf ve
mezkûrdur” . Bk. Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm-îkinci Kitab-, s.250.
Mehmet
Akgün, Materyalizmin Türkiye'ye Girişi ve İlk Etkileri, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s.11.
Akgün,
s.11.
Topaloğlu,
Yavuz ve Çelebi, s.49.
Bekir
Topaloğlu, Kelâm İlmi, s.38.
Bk.
Hoca Şükrü (Meb’ûs), “Müslimânlıkla Komünistlik Kabil-i Te’lîf mi?”, SR, C.XIV,
Sayı.481, Mayıs 1337, s.132-133.
Konu
ile ilgili bk. Sebîlürreşad, “Komünizm Aleyhinde Musa Carullah Efendi’nin
Neşrettiği Kitâb”, SR, C.XXIII, Sayı.581, Aralık 1339, s.132-137.
Konu
ile ilgili bk. Sebîlürreşad, “Komünizm ve Dîn”, SR, C.XXIV, Sayı.612,
Ağustos 1340, s.217-219.
Ekrem
Işın,“Osmanlı Materyalizmi”, TCTA, C.II, İstanbul: İletişim Yayınları,
1985, s.363.
Işın,
s.363-365.
Müşahhas
olarak materyalizme yer vermemekle beraber bu düşünce sistemine yakın olan
tekâmülcülüğü dini inançlara uygun düşürme çabasıyla yer vermektedir. Bk.
Akgün, s.120-121.
Kütüphâne-i
İctihâd’ın asıl tenkitlere ve büyük tartışmalara sebep olan yayını Dozy’nin Tarihi
İslâmiyet adıyla çevirilen kitabıdır. Abdullah Cevdet’in neşrettiği bu eser
Osmanlı basınını uzun süre meşgul etmiştir. Bu dergi ve sahibi SM/SR’da
Manastırlı İsmail Hakkı, M. Refîk, Ferid (Kam), Midhat Cemal (Kuntay), Vâsıf,
İbrahim Alâeddin gibi yazarlarca ağır eleştirilere uğramıştır. Bk. Polat,
s.448.
Ayrıntılı
bilgi için bk. Polat, s.446-448.
Akgün,
s.500.
Ahmet
Hilmi’nin materyalizm akımına karşı fikirleri için bk. Uludağ, Şehbenderzade
Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, s.177-188; Baha Tevfik, Louis
Büchner’den Madde ve Kuvvet’i çevirdiğinde basında çok büyük bir etki
yapmıştı. Fakat o zamanın temsil kabiliyeti yüksek Sebilürreşad Dergisi
Dr. Dozy’nin İslâm Tarihi vesilesiyle birçok yazılar yazdığı halde bu
konuda aynı şiddeti göstermemiştir. Madde ve Kuvvetin tam tahlil ve
tenkidini, sonradan da Celâl Nuri tarafından savunulması üzerine ona karşı
tenkitleri Ahmet Hilmi ele almıştır. Bk.Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi,
s.285.
İlyas
Çelebi, “Ortaya Çıkışından Günümüze Kelâm İlminde Konu Problemi”, MÜİF
Dergisi, Sayı.28 Ocak 2005, s.29.
Sebîlürreşad,
“Hasbihâl: Cenâb-ı Hakk’ı İnkâr Edene Ne Demeli?”, SR, C.XXV. Sayı.625,
Kasım 1340, s.20.
E.
Hamdi Yazır, “Felsefe ve Dîn”, SR, C.XXII. Sayı.569-570, Ekim 1339,
s.180.
Musa
Kazım, “İsbât-i Vâcib”, SM, C.I, Sayı. 20, Aralık 1324, s.310.
Yazarın
bu makalesini metne bağlı kalarak özet mahiyette veriyoruz.
Akseki
A. Hamdi, “Felsefe: Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR, C.VIII, Sayı.19-201,
Haziran 1328, s.357-358.
Akseki
A. Hamdi, “Felsefe: Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR, C.VIII, Sayı.20-202,
Temmuz 1328, s.376 - 379.
Akseki A. Hamdi,
“Felsefe: Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR,
C.VIII, Sayı.21-203, Temmuz
1328,
s.396-397.
İzmirli
İ. Hakkı, “İslâm’da Tekâmül Nazariyesi”, SR, C.XIV, Sayı.329, Aralık
1961, s.54.
Tahavvül
sistemi denilen Transformisme ilk önce Fransız mütefekkiri Buffon ile başlamış
daha sonra Lamarck tarafından tesis edilmiştir. Bu sistem canlı olan nevilerin
sabit olmayıp evvelki neviden hasıl olabilecek bir sistemdir. Bk. İzmirli
İsmail Hakkı, İslâm Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri Arasında
Mukayese, 2. Basım, Ankara: DİB Yayınları, 1964, s.49.
Adıvar,
s.467-468.
Akgün,
s.185.
Akgün,
s.310.
Akgün,
s.329.
Akgün,
s.354.
Akgün,
s.414.
M.
Ferid Vecdi, “Felsefe-i Mâddiyyûn ile Felsefe-i Rûhiyyûnun Çarpışması”, SR,
C.XII, Sayı.1-300, Mayıs 1330, s.252.
Akseki,
“Felsefe: Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR, C.VIII, Sayı.21-203, Temmuz
1328, s.397.
Felsefe
tarihi boyunca çeşitli panteist filozoflar ve görüşler vardır. Bunları üç
maddede özetlemek gerekirse: 1) Tabiatçı Panteizm; XVIII. yüzyılda
Diderot Baron, d’Holbach gibi filozofların görüşüdür. Bu düşünceye göre evrende
tek realite tabiattır.2) İdealist Panteizm; Hegel, Fichte gibi
filozofların görüşüdür. Bunlara göre tek realite ruhdur. 3) Theolojik
Panteizm; Felsefede ilahiyat alanında esas Panteizm budur. Başlıca
temsilcisi Spinoza olmakla beraber kâinatta tek gerçek Allah’dır. Bk.
Selahattin Parlatır (hzl.), Sistematik Felsefe ve Mantık, Ankara: Yaykur
Yayınları, 1976, s.78.
Mehmet
S. Aydın, Din Felsefesi, 10. Basım, İzmir: ÎÎFV Yayınları, 2002, s.186;
Bu mezhep, önce Hint’te dinî bir mahiyette çıkmış iken daha sonra Yunanistan ve
Avrupa’da felsefi bir mahiyet kazanmıştır. Bk. Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve
Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.364.
Varlığın
birliği meselesi olan Vahdet-i Vücud Allah’ın varlığını ve birliğini
ispat etmede takip edilen metotlardan biridir. Bk. Uludağ, Şehbenderzade
Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, s.213.
İsmail
Fennî ‘Maddiyyun Mezhebinin İzmihlâlinde materyalist iddia ve delilleri
çürüterek bunun yerine Vahdet-i Vücûd düşüncesini yerleştirmeye
çalışmaktadır. Bk. Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.346.
Bolay,
Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.238.
Bolay,
Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.375.
Bolay,
Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.363.
Ömer
Ferid Kam, Vahdet-i Vücûd, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1331, s.63-64;
Ayrıca. Vahdeti Vücûd’un bir Panteizm olup olmadığı konusunda bk. Hüsameddin
Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücûd Mukayesesi, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, 1990, s.97-116.
M.
Şemseddin, “Vahdet-i Vücud Diye Tercüme Edebileceğimiz ‘Panteizm’in Neden
İbaret Olduğunu Araştıralım”, SR, C.X, Sayı.239, Mart 1329, s.77-78.
İlyas
Çelebi, “Mu’tezile’nin Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme
Etkileri”, Kelam Araştırmaları Dergisi, Sayı.2, Temmuz 2004, s.13.
Tecdid
kavramı için bk. Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbi’den Abduh’a Siyasi Düşünce,
Vecdi Akyüz (çev.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s.224-228; Hasib
es-Samarrai, Dinî
Modernizm’in
Üç Şovalyesi ve Türkiye’deki Takipçileri,
Ali Nar ve Sezai Özel (çev.), İstanbul: Bedir Yayıncılık, 1998, s.57-58.
Mevdudi,
Hadîs-i Şerifde geçen müceddidinin birden fazla kişi olarak anlaşılabileceğini
ve müceddidin her asrın başında veya sonunda geleceği konusunun değişiklik
gösterebileceğinden müceddidi asrın başında veya sonunda aramanın yararsız
olduğu görüşlerini savunmaktadır. Mehmet S. Aydın, “Elmalı’da Teceddüd Fikri”, Din
Öğretimi Dergisi, Sayı.34, Mayıs 1992, s.54.
Ebu
Davud, Sünen, Meleahim, b.1.
Meşhur
hadisi -bu asırda İslâm’ı yenileyecek padişahımız Abdulhamid Han
Hazretleridir-kısmı hariç aşağı yukarı bu kelimelerle Türkçe’ye aktaran
Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın hadisten çıkardığı sonuçlar için bk. Aydın,
“Elmalı’da Teceddüd Fikri”, Din Öğretimi Dergisi, s.49.
S.
Hayri Bolay, OsmanlIlarda Düşünce Hayatı ve Felsefesi, Ankara: Akçağ
Yayınları, 2005, s.296-297.
Aydın,
“Elmalı’da Teceddüd Fikri”, Din Öğretimi Dergisi, s.50.
Mustafa
Sabri, “Terakki Edelim Fakat Müslimân Kalmak Şartıyle”, SR, C.XVII,
Sayı.431-432, Temmuz 1335, s.114.
Alperen,
s.88-89.
Hüseyin
Dağtekin, Türk Devrim Tarihi, İstanbul: Yüksek Tekniker Okulu Talebe
Cemiyeti Yayınları, 1969, s.36.
Eşref
Edip Tanzimat’ın din bağlamında eleştirilmesi hususunda şöyle demektedir:
“Tanzimat’ın desatiri esasiyesi 1) Din-i İslâm’ın büsbütün izalesi 2) Hükümetin
dinden teferriği ile laik bir hale firağı 3) Dinin serbest te’vilatı ile
tahrifi”. Bk. Edip, “Tanzimatçılık Bu Memleket İçin Mahz-ı Felâket Olmuştur”, SR,
s.192.
Ahmet
Rasim, Osmanlı İmparatorluğu’nun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri, Velidedeoğlu,
H. V. (çev.), İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1987, s.219.
Batı’nın
istila hareketi karşısında fikri ve ahlaki standartların yükseltilmesi için İslâm
dünyasına genel bir çağrıda bulunan ilk hakiki müslüman modernist Afgânî
olmuştur. Bk. Fazlurrahman, İslâm, Mehmed Dağ ve Mehmed Aydın (çev.),
İstanbul: Selçuk Yayınları, 1981, s.271; Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve
M. Reşid Rıza İslâmî reform ideolojisi diye isimlendirilebilecek olay için
felsefi esaslar ortaya koymuş isimlerdir. Bk. Ebubekir Bagader, Modern Çağda
Ulemâ, Osman Bayraktar (çev.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1991, s.145.
Alperen,
s.99.
Bunu
gerçekleştirirken önemle dikkat edilmesi gereken bir husus olan Batılı’nın arkasından
gitmemek (bu daha çok ecnebî nazariyesi ve ecnebî mes’elelerinin arkasından
gitmek olarak ele alınmıştır) olduğu sıklıkla dile getirilmiştir. Bu husus için
bk. Sebîlürreşad, “Tam İslâm Olmadıkça Felâh Yoktur”, SR, C.XVIII,
Sayı.466, Nisan 1339, s.278-282 (Bu yazıda, Mehmet Akif’in Kastamonu
kazalarında îrad ettiği mevzûlar hülâsa edilmiştir); Ayrıca bk. Eşref Edip,
“Milleti Yükseltecek Ancak Müslimânlık Esaslarıdır.”, SR, C.XX,
Sayı.502, Mayıs 1338, s.91-92.
Said
Halim Paşa bunu şu şekilde eleştirmektedir. Kendisinin Müslüman olduğunu
söyleyen bir adamın kabul etmiş olduğu dinin esaslarına göre hissetmesi,
düşünmesi ve hareket etmesi gerekirken, bir Kant’ın yahut Spencer’in ahlâk
görüşüne inanan, sosyal hayatta Fransız, siyasette İngiliz usûlünü kabul eden
bir Müslüman, ne kadar geniş bilgiye sahip olursa olsun o
Sabri,
Dini Mücedditler (reformcular), s.53.
Bekir
Topaloğlu, İslâm, Gelenek ve Yenileşme, İstanbul: TDV Yayınları, 1996,
s.88. Ayrıca, Kelâm ilmini zem faaliyetinin tarihsel seyri, nedenleri ve
kapsamı konusunda bk. Muhit Mert, “Kelâm İlminin Zemmi Üzerine Bir Araştırma”, İslâmi
Araştırmalar Dergisi, C.XIV, Sayı 1, 2001, s.194-206.
İlyas
Çelebi, “Mu’tezile’nin Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme
Etkileri”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, s.17.
Kelâm
ilminde değişmeyen bu temel esaslar “mesâil” başlığı altında ele alınırken
değişen ve değişmeye açık olan unsurlar “vesâil” başlığı altında ele alınır.
Emine
Yarımbaş, “Kelâm İlminin Tanımı Üzerine”, Kelâm Araştırmaları Dergisi,
Sayı.1, Ocak 2004, s.74.
Kelâm
ilmi ile ilgili bir tanımlama olarak: Kelâm, İslâm dininin iman esaslarını ve
amellerle ilişkin temel ilkeleri naslardan hareketle belirleyen, onları
nasların bütünlüğü çerçevesinde temellendirip aklî yöntemlerle destekleyen ve
karşı fikirleri eleştirip cevaplandıran bir ilimdir. Bk. Yarımbaş, s.79.
M.
Saim Yeprem, “İslâmî İlimlerde 14 Asır V-Kelâm”, Nesil Dergisi,
İstanbul: Nesil Vakfı Yayınları, Sayı.37-38, Ekim-Kasım 1979, s.81.
Eşref
Edip, “Meşrûtiyyet Devrinde Türkiye’yi İslâm’dan Uzaklaştırma Hareketleri”, SR,
C.XXII, Sayı.549-550, Ağustos 1339, s.26.
Mehmet
Akif, “Tefsîr-i Şerîf”, SR, C.IX, Sayı.223, Aralık 1328, s.261.
Bu
problemin temeli Batılı’nın, kâinat ya aklî ilkelerin egemenliğindedir ya da
tamamen akıldışı şeklindeki mefhumunun anlamsızlık problemiyle yakından ilgisi
olmasıyla belirtilebilir. Batı uygarlığının kökeni, bir şeyin anlamlı
olabilmesi için o şeyin aklî terimlerle anlaşılabilir ve olumlu tanımına
duyarlı olması gerekli olmasıyla ilgilidir. Bk. J. Donald Walters, Modern
Düşüncenin Krizi, Şahabeddin Yalçın (çev.), İstanbul: İnsan Yayınları,
1995, s.60.
Osmanlı
öncesi İslâm dünyasında bilim ve düşünce hayatı için bk. Abdurrahman Dodurgalı
ve Ahmet Yücel (hzl.), s.160-167.
M.
Hamdi Yazır Sebîlürreşad Dergisi’ne göre aklın tanımı şu şekilde ele alır:
“Amr b. Âs Hazretlerinin dediği gibi aklı, (el isbâtu bizzanni ve ma’rifeti
ma yekûnu bima gad kane) ya’nî akıl zanda isâbet etmek ve olmuş vâsıtasıyla
olacağı bilmek, diye ta’rif olunabilir. Bk. Elmalılı Hamdi, “Garb Cereyânı
Felsefesi”, SR, C.XXII. Sayı.567-568, Ekim 1339, s.166.
Fazlurrahman,
s.270.
Ş.
Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, Ziya Nur (hzl.), 2. Basım, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 1982, s.612.
Kur’an,
Enbiya Süresi, Ayet 32.
İlyas
Çelebi, “Akidenin Kelamlaşması ve Kelamın Akideleşmesi Süreci Üzerine”, Kelâm
Araştırmaları Dergisi, Sayı.1, Ocak 2004, s.23-24.
Northbourne,
s.29-30.
Dodurgalı
ve Yücel (hzl.), s.149.
Yüksek
Ortaçağ’da İslam ilahiyatı Helenistlik felsefe ve bilimin meydan okuyuşlarına
karşı karşıya idi. Fakat bu meydan okuyuş ve başkaldırılar sınırlı olan
fethedilmiş bir kültürden gelmekteydi oysa sekülerizmin İslam karşısına çıktığı
bu yeni dönem fethedilmiş bir kültür tarafından değil de fethetmekte olan bir
kültür tarafından gelmekteydi. Bk. Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı
Keşfi, İhsan Durdu (çev.), İstanbul: Ayışığı Kitapları, 2000, s.221.
Maturidinin
eserlerinin muğlâklığı konusu için bk. W. Montgomery Watt, İslâm
Düşüncesinin Teşekkül Devri, Ethem Ruhi Fığlalı (çev.), Ankara: Umran
Yayınları, 1981, s.389-391.
Adeta
müteahhirîn kelâmının bir ansiklopedisi gibi her konuya kısa kısa değinip geçen
Îcî’nin el-Mevâkıf’ın üslûbu son derece muğlâktır. Bu muğlâklığın nedeni
ortaçağda bir müellifin takdir görmesi onun eserinin muğlâklığı ile doğru
orantılı olmasındandır. Osmanlı medreselerine baktığımızda hep Kadı Beyzâvî
okutulmuş. Nedeni ise ağır bir metin olmasıdır. Ayrıca müfredatlarda,
icazetnamelerde -bedevilerin kullandıkları dili çok ağır olan-‘Muallakât-ı
seb’ayı falanca hocadan okumuştur’ denilmektedir. Bk. Dodurgalı ve Yücel
(hzl.), s.176.
Ramazan
Altıntaş, “Kelâmî Epistemolojide Aklın Değeri”, CÜİF Dergisi, C.V,
Sayı.2, 2001, s.122.
Yusuf
Şevki Yavuz, “Akıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.II, İstanbul: TDV
Yayınları, 1989, s.244.
Ramazan
Altıntaş, “Nass Karşısında Aklın Değersel Durumu”, Kelâm Araştırmaları
Dergisi, Sayı.1, Ocak 2003, s.12.
Kur’an
ayetlerinde ve peygamber hadislerinde akıl oldukça fonksiyonel bir biçimde
değerlendirilmekle beraber onun Hakikat’ın Bilgisi’ni tek başına kavrayıp
keşfedebileceğine dair ciddi bir işaret yok iken rasyonalist gelenekten
beslenen Yunan aklı böyle bir iddianın peşinde idi. Bk. Ali Bulaç, Din-Felsefe/Vahiy-Akıl
İlişkisi, İstanbul: Beyan Yayınları, 1994, s.109.
İlyas
Çelebi, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdulcebbar, İstanbul:
Rağbet Yayınları, 2002, s.35.
Sebîlürreşad,
“Yalnız Akıl Kâfi midir?”, SR, C.XXIV, Sayı.619, Ekim 1340, s.324.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiyye: Dîn ve Akıl”, Ahmed Hamdi Akseki (çev.) , SR,
C.X, Sayı.239, Mart 1329, s.78.
Hasan
Hikmet, “Medeniyet, Terakkiyat-ı Maddiyeden mi İbarettir?”, SR, C.XXIV,
Sayı.622, Ekim 1340, s.374-376.
Ahmet
Hamdi Akseki, İslâmiyet ve Terakkî, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1966,
s.4-5. Ayrıca, Ahmet Hamdi Akseki’nin İslâmiyet ve terakki ile ilgili fikirleri
için bk. İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi II, 2. Basım,
İstanbul: Risale Yayınları, 1986, s.256-259.
Tradisyonel
zihniyet vahyolunmuş bir dinin, beraberinde geleneğiyle birlikte etkili bir
konumda bulunduğu toplumların karakteristiği; ilerlemeci zihniyet de gözleme
dayalı bilimin, bu bilimi temel alan hümanist felsefe eşliğinde düşünce ve
harekete kaynaklık ettiği toplumların karakteristik özelliğidir. Söz konusu
ikinci zihniyet, sadece son birkaç yüzyıldır üstünlük sağlamıştır. Herkesin
üzerinde ittifak ettiği nokta, bu zihniyetin önce batı Avrupa’da üstünlük
kazandığı ve oradan dünyanın geri kalan kısmına yayıldığı ve bu çağda derin bir
anlayış değişimine sebep olduğudur. Bk. Northbourne, s.7-8.
Batı,
İslâm’ı modern hayata ayak uyduramaması gibi kusurlarla itham ederek
Müslümanlara modern hayatın mefhumlarını göstererek müslümanları dinlerinden
ayırma çabası içinde olmuşlardır. Bk. Muhsin Abdülhamid, İslâm’a Yönelen
Yıkıcı Hareketler, M. Saim Yeprem ve Hasan Güleç (çev.), 4. Basım, Ankara:
DİB Yayınları, 1984, s.32.
Hristiyan
dünyası, kendi terakkilerinde ruhban sınıfının engeliyle karşılaştıkları için
kendilerine kıyasla Müslümanların terakki edemeyişlerinde İslam dininin
terakkiye engel olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak bu kanaat Hristiyan dünyası için
geçerli olup Müslümanlık için asılsız, boş ve yanlış bir yaklaşımdır. Bir
milletin gerilemesi uzun süren hadiselerin birbiriyle olan ilişkiler bütünü
sonucu ortaya çıkmaktadır. Halbu ki, Hıristiyanlar bu realiteyi göz ardı ederek
tarihi ve gerçek sebeplerden uzak bir yaklaşım tarzı için girmişlerdir. Bk.
Halim, s.149-150.
Demir,
s.122-123.
Şair
Ziya Paşa Hafidi Halil Fahreddin, “Dîn Mânî-i Terakki Değildir”, SR,
c.XXI, Sayı.203-
21,
Temmuz 1339, s.406.
Akseki
A. Hamdi, “Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR, C.VIII, Sayı.19-201, Haziran
1328, s.357-358.
Kur’an,
Enbiyâ Süresi, Ayet 30.
Fahreddin,
“Dîn Mânî-i Terakki Değildir”, SR, C.XXI, Sayı. 21-203, Temmuz 1328,
s.406.
Halil
Fahreddin, “Dîn Mânî-i Terakki Değildir”, SR, C.VIII, Sayı. 21-203,
Temmuz 1328, s.407.
M.
Şeref, “İslâm’a İsnâd Edilen Tedenni Sebebleri”, SR, C.XXII,
Sayı.561-562, Eylül 1339, s.120.
Yazır,
“Garb Cereyânı Felsefesi”, SR, C.XXII, Sayı.567-568, Ekim 1339, s.166.
Dr.
Milaslı İsmail Hakkı, “Müslîmânlar Neden Geri Kaldılar ve Niçin
İlerleyemiyorlar?”, SR, C.XVII, Sayı.423-24, Haziran 1335, s.56-58.
Hasan
Hikmet, “İçtimaiyatta Garpçılık ve Bozgunculuk: Kuvvetli İman, Kuvvetli Ahlak”,
SR, C.XXIV, Sayı.622, Ekim 1340, s.374.
Bk.
Mehmet Akif, “ Müslimânların Terakkileri İslâm’a Sarılmalarına Bağlıdır”, SR,
C.XVIII, Sayı.465, Aralık 1336, s.269-270.
Elmalılı
M. Hamdi Yazır, “Müslîmânlık Mânî-i Terakki Değil, Zâmini Terakkidir”, SR,
C.XXI, Sayı.544-545, Temmuz 1339, s.187.
İctihâd
kapısının yeniden açılması konusu için bk. Hasib es-Samarrai, s.270-271;
İçtihad kapısının kapatılması konusunda bk. Muhammed Âbid el-Câbirî, Çağdaş
Arap-İslâm Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Ali İhsan Pala (çev.), Ankara:
Kitâbiyât Yayınları, 2001, s.50-54.
Sadık
Albayrak, Türkiye’de İslâmcılık-Batıcılık, İstanbul: Risale Yayınları,
1990, s.270-271.
H.
Yunus Apaydın, “İctihad”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XXI, İstanbul: TDV
Yayınları, 2000, s.432; Ayrıca, İctihad kavramı için bk. Hasib es-Samarrai,
s.56-57.
Hayreddin
Karaman, İslam Hukukunda İctihad, 3. Basım, Ankara: DİB Yayınları, 1985,
s.33.
Apaydın,
s.443.
Apaydın,
s.444.
Muhammed
Abduh ile hocası Cemaleddin Afganî’nin çabası bu devirde geleneksel sistem
içinde birkaç girişimin en cüretlisi olmuştur. Ancak bu çaba iki sebepten
başarıya ulaşamamıştır. Bu sebeplerden birincisi, müctehid olmanın geleneksel
şartlarının aynı kalarak ona ihtiyaç duymayanların elinde kalmış olmasıdır. İkincisi,
müctehidin fakih olması ve bunun sonucu olarak çağın sorunlarının o hukuki
sınırlar içinde ele alınıp değerlendirilmesi olmuştur. Bk. İsmail R. Faruki, Bilginin
İslâmîleştirilmesi, Fehmi Koru (çev.), İstanbul: Risale Basın-Yayın, 1985,
s.54.
Müslüman
milletler mütemadiyen değişmekte olan zamanın zarûretlerini dikkate almamışlar,
bu değişmeyle ortaya çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve
verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini idrak
edememişler, bu sebeple gerileyip çökmeye mahkum olmuşlardır. Bk. Halim, s.163.
Apaydın,
s.444.
Hüseyin
Atay, İslâm’ı Yeniden Anlama, Ankara: Atay ve Atay Yayınları, 2001,
s.348.
Subhî
el-Mahmasânî, İslâm Üzerine Düşünceler, Ankara: TDV Yayınları, 1989,
s.139.
Fazlı
Arabacı, Yeni OsmanlIların Dini ve Siyasi Görüşleri, Ankara: Platin
Yayınları, 2004, s.36.
Hilmi
Ziya Ülken, “Tanzimattan Sonra Fikir Hareketleri”, Tanzimat 1, İstanbul:
Maarif Matbaası, 1940, s.762.
Medreselerde
düşünce üretimine engel olan hususlar için bk. Dodurgalı ve Yücel (hzl.),
s.169-172.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Garb Cereyânı Felsefesi”, SR, C.XXII, Sayı.567-568, Ekim
1339, s.166.
Yahya
Arif, “İctihâd ve Taklit”, SR, C.XXIV, Sayı.608, Temmuz 1340, s.150.
İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, C.XIV, Ankara: Akçağ
Yayınları, 1992, s.82.
Hadiste
geçen sahabenin ismi Muaz b. Cebel’dir.
İbrahim
Canan, Hadis Ansiklopedisi: Kütüb-i Sitte, C.XIII, Akçağ Yayınları,
s.449.
M.
Şemseddin, “İctihâd Ne Demektir ve Ne Gibi Ahkâmda İctihâd Olunabilir?”, SR,
C.X, Sayı.246, Mayıs 1329, s.194.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İctihâd’ın Bâ’is-i Tevellüdü”, SR, C.XII, Sayı.297, Mayıs
1330, s.190; “İctihâd’ın Bâ’is-i Tevellüdü” makalesi için ayrıca bk.
İlyas Çelebi ve Ziya Yılmazer (hzl.), OsmanlI’dan Cumhuriyet’e İslam
Düşüncesinde Arayışlar, s.119-136.
İlyas
Çelebi, “Hüseyin el-Cisr”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XVIII, İstanbul:
TDV Yayınları, 1998, s.538.
Halim
Sabit (Kazanlı), “İctihâda Dair”, SM, C.III, Sayı.78, Şubat 1325, s.413.
Abduh
için bak. M. Sait Özervarlı, “Muhammed Abduh”, TDV İslâm Ansiklopedisi,
C.XXX, İstanbul: TDV Yayınları, 2005, s.482-483; Mücahid, Fârâbi’den Abduh’a
Siyasi Düşünce, s.229-255; Hasib es-Samarrai, s.139-145; Osman Keskioğlu,
“Muhammed Abduh”, AÜİF Dergisi, C.XVIII, 1970, s.109-127; Mehmet Zeki
İşcan, Muhammed Abduh’un Dinî ve Siyasî Görüşleri, 2. Basım, İstanbul:
Dergâh Yayınları, 1998, s.17-86; Halil Taşpınar, “Muhammed Abduh
Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme”, CÜİF Dergisi, C.VII, Sayı.2, Aralık
2003, s.276-289; M. Reşid Rıza, Gerçek İslâm’da Birlik, s.61-139.
Kitapta
giriş mahiyetinde kelâm ve mezhebler tarihi hakkında bilgiler verildikten sonra
klasik kelâm konularına yeni bir yaklaşımla açıklamalar getirilmiş ve
peygamberlik bahsinde psikolojik ve sosyolojik deiller kullanılmıştır. Bk.
Riza, Gerçek İslâm’da Birlik, s.92.
M.
Sait Özervarlı, “Muhammed Abduh”, TDV İslâm Ansiklopedisi, s.486.
Ramazan
Altıntaş, “Kelâmî Epistemolojide Aklın Değeri”, CÜİF Dergisi, s.122.
Kur’an,
Hicr Süresi, Ayet 9.
M.
Abduh, “Tevhîde Dair I”, Hüseyin Mazhar, SR, C.XV, Sayı.388, Ocak 1335,
s.419-422.
M.
Abduh, “Tevhîde Dair II”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR, C.XV, Sayı.389,
Ocak 1335, s.430-434.
M.
Abduh, “Tevhîde Dair III”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR. C.XVI. Sayı.391,
Şubat 1335, s.3.
Konu
ile ilgili bk. M. Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî, s.161—175.
Muhammed
Abduh, “Ef’al-i İbâd”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR, C.XVI, Sayı.404-405,
Mart 1335, s.143.
Muhammed
Abduh, “Ef’al-i İbâd”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR, C.XVI, Sayı.406-407,
Mart 1335, s.147.
Muhammed
Abduh, “Ef’al-i İlâhiye”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR, C.XVI,
Sayı.400-401, Mart 1335, s.99.
Riza,
Gerçek İslâm’da Birlik, s.147-148.
3
Suat Mertoğlu,
“Reşid Rıza’da Hilafet Düşüncesi Bir Kronoloji ve Tahlil Denemesi”, Hilafet
Risaleleri,
İsmail Kara (hzl.), C.V,
İstanbul: Klasik Yayınları, 2005, s.45.
“Reşid
Rıza, Muhammed”, Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C.XVIII,
İstanbul: Ana Yayıncılık, 1990, s.388.
Riza,
Gerçek İslâm’da Birlik, s.158.
M.
Reşid Riza hocası M. Abduh ile sadece doğru İslâm’ı anlatma maksadını taşıyan
ve el-Menar adını verdikleri dergiyi 15 Mart 1898’de çıkarmaya
başladılar.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.237,
Mart 1329,
s.42-43.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.238,
Mart 1329, s.62-64.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.239,
Mart 1329, s.78-79.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.240,
Nisan 1329, s.91-95.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.241,
Nisan 1329, s.107-110.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.242,
Nisan 1329, s.126-128.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.243,
Nisan 1329, s.140-142.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.244,
Nisan 1329, s.155-157.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.245,
Mayıs 1329, s.182-184.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.247,
Mayıs 1329, s.212-215.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.248,
Nisan 1329, s.226-227.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.249,
Haziran 1329, s.241-243.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.X, Sayı.250,
Haziran 1329, s.256-258.
Kur’an,
Enbiyâ Süresi, Ayet 22.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.XI, Sayı.268,
Haziran 1329, s.117-118.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.XI, Sayı.270,
Temmuz 1329, s.147-149.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.XI, Sayı.250,
Kasım 1329, s.178-181.
Yazar
çoğu yerde M. Abduh’tan alıntılar yaparak konuları işlemektedir.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, Akseki Ahmed Hamdi (çev.), SR, C.XI, Sayı.250,
Kasım 1329, s.195-197; Bölüm başlıklarındaki numaralandırma derginin
orijinaline uyularak yapılmamıştır.
İsmail
Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler I, İstanbul:
Risale Yayınları, 1986, s.409.
Yusuf
Şevki Yavuz, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XI,
İstanbul: TDV Yayınları, 2005, s.57-58.
Yavuz,
“Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, s.62; Ayrıca,
Elmalılı’nın hayatı ve eserleri için bk. Vehbi Vakkasoğlu, OsmanlI’dan
Cumhuriyet’e İslâm Âlimleri, s.9-30.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi I, s.410.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Felsefe ve Din”, SR, C.XXII, Sayı.569-570, Ekim 1339,
s.179-180.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Felsefe ve Din”, SR, C.XXII, Sayı.571-572, Ekim 1339,
s.197-199.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Felsefe ve Din”, SR, C.XXIII, Sayı.573, Kasım 1339, s.2.
Paul
Janet ve Gabriel Seailles, Metalib ve Mezahib, Elmalı’lı M. Hamdi Yazır
(çev.), İstanbul: Ensar Neşriyat ve Dağıtım, 1978, s.45.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Felsefenin Aksamı”, SR, C.XXIII, Sayı.248, Mayıs 1329,
s.53-55.
Elmalılı
Hamdi Yazır, “Garb Cereyanı Felsefesi”, SR, C.XXII, Sayı.567-568, Ekim
1339, s.166.
İzmirli
hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Bayram Ali Çetinkaya, İzmirli İsmail Hakkı
Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul: İnsan Yayınları, 2000, s.51—94;
Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, İstanbul: Yeni Asya
Yayınları, 1973, s.169-173; Sabri Hizmetli, İzmirli İsmail Hakkı,
Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996, s.1-14; Sadık Albayrak, Son
Devir Osmanlı Uleması, C.II, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1996, s.268-270; Mehmet Şeker ve
Adnan Bülent Baloğlu (hzl.), İzmirli İsmail Hakkı (Sempozyum:24-25 Kasım
1995), Ankara: TDV Yayınları, s.3-26; s.241-248; Toku, s.115-117.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II, s.91.
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.282.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II, s.92.
Ali
Birinci, “İzmirli, İsmail Hakkı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XXIII,
İstanbul: TDV Yayınları, 2001, s.531.
M.
Sait Özervarlı, “İzmirli, İsmail Hakkı”, TDV İslâm Ansiklopedisi,
C.XXIII, İstanbul: TDV Yayınları, 2001, s.531-534.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II, s.91.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâmda Felsefe”, SR, C.XIII, Sayı.335, Mayıs 1331,
s.176.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslamda Felsefe”, SR, C.XIII, Sayı.335, Mayıs 1331,
s.176-178.
Kur’an,
Necm Süresi, Ayet 2.
Kur’an,
Fatiha Süresi, Ayet 6-7.
9
Her bid’at içinde olan
dalalettedir.
Her
dalalet içinde olan cehennemliktir.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâmda Felsefe”, SR, C.XIII, Sayı.336, Nisan 1331,
s.184-186.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâmda Felsefe”, SR, C.XIII, Sayı.338, Nisan 1331,
s.200-202.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâmda Felsefe”, SR, C.XIII, Sayı.338, Nisan 1331,
s.204-205.
İzmirli
İsmail Hakkı, “îslâmda Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.339, Mayıs 1331, s.1-3.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâmda Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.340, Nisan 1331,
s.9-11.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.341, Nisan 1331,
s.19-20.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.342, Mayıs 1331,
s.27-30.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.344, Haziran 1331,
s.43-45.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe”, SR, C.XIV, Sayı.352, Kasım 1331,
s.107-110.
Kur’an,
İsra Süresi, Ayet 15.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Suâl-Cevâb: Muallim Ata Efendinin Suâline Cevâb”, SR,
C.XI, Sayı.283, Ocak 1329, s.356-357.
Ku’an,
Enbiyâ Süresi, Ayet 34.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Suâl-Cevâb: Muallim Ata Efendinin İkinci Suâline Cevâb”, SR,
C.XI, Sayı.284, Şubat 1329, s.376-378.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Siyer-i Celîle-i Nebeviye”, SR, C.XII, Sayı.299, Nisan
1329, s.230-231.
Sebîlürreşad,
“Kavm-i Cedîdci Abdullah Afgani”, C.XI, SR, Sayı.277, Şubat 1329,
s.257-258.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Müdafaat-ı Dîniyye: Abdullah Afgani Müdafii M. C. Efendiye”, SR,
C.XI, Sayı.280, Ocak 1329, s.306-308.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II, s.188.
Süleyman
Hayri Bolay, “Akseki, Ahmet Hamdi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.II,
İstanbul: TDV Yayınları, 1989, s.294-295.
Akseki’nin
hayatı ve eserleri için bk. “Ahmed Hamdi Akseki”, Türkiye Ansiklopedisi,
C.I, İstanbul: Kaynak Kitapları, 1974, s.89-90; Vehbi Vakkasoğlu, OsmanlI’dan
Cumhuriyet’e İslâm Âlimleri, s.179-206; M. Reşid Rıza, İslâmda Birlik ve
Fıkıh Mezhebleri, Ahmet Hamdi Akseki (çev.), Ankara: DİB Yayınları, 1974,
s.9-12; Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, s.196; bk. Veli
Ertan, Ahmed Hamdi Akseki, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 1998, s.165-172.
Kara,
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler II, s.187.
Akseki
Ahmet Hamdi, “Garanik Mes’elesi Hakkında”, SR, C.XVIII, Sayı.455, Ocak
1336, s.151.
Garanik
meselesi hakkında bilgi için bk. Akseki Ahmet Hamdi, Garanik Efsanesi, Ertuğrul
Özalp (sad.), İstanbul: Birun Kültür ve Sanat Yayıncılık, s.3-139.
Hüseyin
Arslan ve Mehmet Erdoğan (hzl.), Ahmet Hamdi Akseki Sempozyumu, Ankara:
TDV. Yayınları, 2004, s.119.
M.
Şemseddin, Felsefe; İslâmda Fen Felsefe”, SR, C.VIII, Sayı.4-186, Mart
1328, s.57.
M.
Şemseddin, Felsefe; İslâmda Fen Felsefe”, SR, C.VIII, Sayı.2-184, Mart
1328, s.18.
M.
Şemseddin, “Felsefe; İslâm’da Fen Felsefe”, SR, C.X, Sayı.242, Nisan
1329, s.126.
H.
Mehmet Şevket, “İslâmiyet Hakkında Ernest Hegel Makalesine Reddiye”, SR, C.VIII,
Sayı.9-191, Nisan 1328, s.161.
M.
Saim Yeprem, Mâtüridî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, İstanbul: MÜİFV
Yayınları, 2000, s.110.
Fıtrat
Delili için bk. Topaloğlu, Yavuz ve Çelebi, İslâm’da İnanç Esasları, s.64-65.
İzmirli
İsmail Hakkı’nın İslâm Dininin fıtri bir din olduğuna ve Allah’ın varlığına
itikadın fıtri olduğuna dair görüşleri için bk. İzmirli İsmail Hakkı, Angilikan
Kilisesine Cevap, Fahri Unan (sad.), Ankara: TDV Yayınları, 1995,
s.190-195; Mustafa Türkgülü, Kelâm İlmi, Ankara: TDV Yayınları, 1997,
s.192-193.
Ali
Demirel, “Çağdaş Müslüman Türk Bilginlerine Göre İsbât-ı Vâcib (Allah’ın
Varlık) Delilleri”, http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=1&sec1=24&yazi
id=4800 ,
(17 Ekim 2006).
Özervarlı,
Kelâmda Yenilik Arayışları, s.79.
Hakkı,
İslâm Dâni ve Tabii Dîn, s.39-45.
İslâm
kaynaklarında ve Kur’an’da, Fıtrat kavramı için bk. Yaşar KURT, “Kur’an’da
Fıtrat Kavramı”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Sayı.2, 2005,
s.71-104; Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, İstanbul: Yeni boyut
Yayınları, 1990, s.41-68.
İlgili
ayetler için bk. Kur’an, Mümin Süresi, Ayet 56, 57, 62 ve 63; En-nemil
Süresi, Ayet 14; Lokman Süresi, Ayet 32.
Günay
Haral, “İslâm ve Hristiyan İlahiyatında Gaye ve Nizam Deliline Metodik Bir
Yaklaşım”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, 2005),
s.20.
Süleyman
Uludağ, Kelâm Dersleri, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1969, s.79.
Özervarlı,
Kelâmda Yenilik Arayışları s.79.
Mertoğlu,
“Osmanlı’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı (Sırat-ı
Müstakim/Sebilürreşad Dergisi Örneği: 1908-1914”, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, 2001, s.105.
Çelebi,
“Modern Dönem Kelam Çalışmalarının Temel Sorunları Üzerine”, http://www.yeniar
ayislar.com/ayrinti3.asp?id3=95&Tur=2&yazid=65
(28 Aralık 2006).
İlgili
ayetler için bk. Kur’an, İbrahim Süresi, Ayet 9,10 ve 11.
Fıtratullah’ın
bozulmasının nedenleri için bk. Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi,
İstanbul: Nehir Yayınları, 1991, s.34-99.
Reşit
Rıza, “Akaid-i İslâmiye”, SR, Aksekili Ahmet Hamdi (çev.), C.X,
Sayı.244, Nisan 1329, s.140-142.
Abdullah
Cevdet’in hayatı için bk. “Abdullah Cevdet”, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.a
sp?kisiid =1631, 31
Aralık 2006.
Kur’an,
Maide Süre, Ayet 90.
Akseki
Ahmet Hamdi, “Makâlat: Müslîmânlık Fıtrî Bir Dîndir”, SR, C.XIV,
Sayı.342, Mayıs 1331, s.30-32; İlyas Çelebi ve Ziya Yılmazer (hzl.), OsmanlI’dan
Cumhuriyet’e İslâm Düşüncesinde Arayışlar, 253-258.
Akseki
Ahmet Hamdi, “Felsefe: Mâddiyyûn ve Meslekleri”, SR, C.VIII,
Sayı.19-201, Haziran 1328, s.359.
Ahmed
Hamdi Aksekili, “Dîn-i Tabiî ve Dîni Umûmi”, SR, C.XV, sayı.377, Kasım
1334, s.239.
Abdülaziz
Çaviş hakkında bilgi için bk. Muhammed Eroğlu, “Abdülaziz Çaviş”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, C.I, İstanbul: TDV Yayınları, 1988, s.187-188.
Abdülaziz
Çaviş, “Müslimânlık Dîni Fıtridir”, SR, C.XV, Sayı.386, Ocak 1335,
s.390-391.
Abdülaziz
Çaviş, “Müslimânlık Dîni Fıtridir 2 ”, SR, C.XVI, Sayı.396-397, Mart
1335, s.68-70.
Abdülaziz
Çaviş, “Müslimânlık Dîni Fıtridir 3 ”, SR, C.XVI, Sayı.398-399, Mart
1335, s.86.
Mehmet
Arif (Mardinizâde), “Hikmet-i Edyân”, SM, C.I, Sayı.2, Ağustos 1324,
s.17.
İkdam
Gazetesi’nden, “İslâm ve Sosyalizm: İslâm Tabii, Fıtri Bir Dîndir - Journal De
Geneve, İsviçre”, SR, C.XII, Sayı.298, Mayıs 1329, s.226.
M.
Şemseddin Günaltay, “Dîn Beşeriyyet İçin İhtiyaçtır”, SR, C.II, Sayı.26,
Ocak 1949, s.37.
Tuncay
İmamoğlu, W. Montgomery Watt’ın Vahiy Anlayışı, Dinbilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, Sayı 1, 2002, s.59.
3
M. Zeki Duman, Vahiy Gerçeği,
Ankara: Fecr Yayınevi, 1997, s.18.
Muhsin
Demirci, Vahiy Gerçeği, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak.
Yayınları, 1996, s.19.
Din
Felsefesi, http://aydinmutlu.8m.com/ders/Konu/Felsefe/Din%20Felsefesi.HTM,
(04 Kasım 2006).
İlyas
Çelebi, “Dini Bilginin Oluşumunda Aklın Rolü”, http://www.yeniarayislar.com/ayrinti
3.asp-?id3=78&Tur=5&yazid=27,
(02 Kasım 2006).
Faruki,
s.56.
3
Kur’an,
Yunus Süresi, Ayet 74.
Demir,
s.187-189.
Yazır,
İslam Düşüncesinin Problemlerine Giriş, s.38-39.
Yakın
dönem âlimleri pozitivist-materyalist dünya görüşleri ve bazı felsefi itirazlar
karşısında vahyin imkânı konusunu ağırlıklı bir şekilde ele alma ihtiyacı
duymuşlardır. Bunların başında M. Abduh gelmektedir. Bk. Özervarlı, Kelâmda
Yenilik Arayışları, s.107.
M.
Abduh , “Felsefe-Kelâm; İmkân-ı Vahy”, SR, C.XIV, Sayı.348, Eylül 1331,
s.77-78.
M.
Abduh , “Felsefe-Kelâm; İmkân-ı Vahy”, SR, C.XIV, Sayı.349, Eylül 1331,
s.86-87.
Sebîlürreşad,
“Mucize-i İslâmiyye”, SR, C.XV, Sayı.370, Eylül 1334, s.112.
M.
Abduh, “Vahiy ve Risaletin Vukuu”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR, C.XVIII,
Sayı.443, Ekim 1335, s.6-7.
M.
Abduh, Tevhîd Risâlesi, Sabri Hizmetli (çev.), Ankara: Fecr Yayınevi,
1986, s.159.
M.
Abduh, “Beşerin Vasıta-i Risalete İhtiyacı”, Hüseyin Mazhar (çev.), SR,
C.XVII, Sayı.431-431, Temmuz 1335, s.119.
Şerafettin
Gölcük, Kelâm Tarihi, Konya: Esra Yayınları, 1992, s.263-264.
Ali
Coşkun, Mehdilik Fenomeni, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004, s.556
Nasr,
s.270-271.
Mustafa
İslamoğlu, İslami Hareket Anadolu II, 2. Basım, İstanbul: Denge
Yayınları, 1992, s.264.
İzmirli
“Hızır hakkında hakikat nedir?” sorusunu nasları tetkik ederek cevaplamaktadır.
Bk. Hakkı, “Sûal-Cevâb; Muallim Ata Efendinin İkinci Sûaline Cevâb”, SR,
C.XI, Sayı.284, Şubat 1329, s.376-378.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Kelâm-Mehdî Mes’elesi”, SR, C.XI, Sayı.285, Şubat-1329,
s.389-391.
“Mehdi
Kimdir? Önemli Vasıfları Nelerdir?”, http://www.hikmet.net/trZa.55111
.html, (08 Kasım
2006).
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.101.
Ülken,
Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.204.
Dayanç,
s.134.
Mertoğlu,
s.172.
Dîni,
hükümdarlar, kötü âlimler ve onun ruhbanları bozmadı mı?
Öfkeyle
bakan gözün sadece kötülüklere takılıp kalması gibi, bir şeye beğeniyle bakan
göz o şeyin bütün kusurlarına kapalıdır.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Yeni İlm-i Kelâm Hakkında”, SR, C.XXII, Sayı.551-552,
Ağustos
1339
s.39.
Fikret
Karaman, “Yeni İlm-i Kelâm Düşüncesinin İnşası ve Abdullatif Harputî’nin Rolü”,
Kelâm İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ,
13-15 Eylül 2004, s.212.
Fikret
Karaman, s.213.
Seyyid
Ahmed Han, kelân ilminin de yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ve biz daha
önce olduğu gibi bugün de modern bilimin temellerini çürütebileceğimiz veya bu
temellerin İslâmi inanç esaslarına uyum içinde olduğunu gösterebileceğimiz modern
bir kelâm ilmine muhtac olunduğunu smylemektedir. Bk. Hatipoğlu, , s.62.
Yeni
İlm-i Kelâm’a dair bir çalışma sayılabilecek nitelikte Farsça, Hakîkat-ı
Mezâhibi Neyçîriye Beyâni Hâli Neyçîriyyân (Haydarabad-Dekken 1298/1881)
adlı eseri kainatın yaratılışı ve modern dünyanın İslâm dinine saldırmalarına
karşı cevap vermek amacıyla yazan Efganî eserinde klâsik kelâm ilminin Batı’da
ortaya çıkan yeni görüşlere ve sapıklıklara cevap vermesi mümkün olamayacağını
ortaya koymaya çalışmıştır. Bk. Hatipoğlu, s.83.
Hülya
Alper, “Müzakere II”, Kelam İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri
Sempozyumu, Elazığ, 13-15 Eylül 2004, s.222.
Özervarlı,
Kelâmda Yenilik Arayışları, s.48.
Özervarlı,
Kelâmda Yenilik Arayışları, s.52.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe; IVII Kudemâ-i Mütekellîmin İlm-i Kelâmı’nın
İnkirâzı, Müteahhirîn Mütekellîminin İlm-i Kelâmı’nın İnkirâza Mahkûmiyeti,
Yeni İlm-i Kelâm”, SR, C.XIV, Sayı.342, Mayıs 1331, s.29.
Kur’an,
Gâşiye Süresi, Ayet 17-21.
Kur’an,
A’râf Süresi, Ayet 185.
İzmirli
İsmail Hakkı, “İslâm’da Felsefe; 18 Yeni İlm-i Kelâm”, SR, C.XIV,
Sayı.344, Haziran 1331, s.44.
Sebîlürreşad,
“Yeni İlm-i Kelâm”, SR, C.XXI, Sayı.528-529, Mayıs 1339, s.59.
Özervarlı,
Kelâm’da Yenilik Arayışları, s.59.
“Meşşâiyye:
Sözlükte ‘yürümek’ anlamındaki meşy kökünden türemiş olup ‘çok yürüyen’ demek
olan meşşa kelimesine nisbet eki getirmek suretiyle üretilen meşşai, Aristo
doktrinini benimseyen kimseyi ifade eden Grekçe peripatetikos terimini
karşılamak için kullanılmakta, söz konusu doktrine de meşşaiyye (peripatetizm)
denilmektedir.” Kindi, farabi, İbn Sina, İbn Rüşt ve Fahrettin Razi bizdeki
temsilcileridir. Gazzali’nin Müslüman meşşai filozoflarına yaptığı eleştiriler
bu harekete ağır bir darbe vurmuştur. Gazali meşşailiği tanıttığı Makâs-dü’l-felasife’nin
ardından yazdığı Tehâfütü'l-felasife'de yirmi noktada topladığı temel
meselelerle ilgili görüşlerini dikkate alarak Meşşailiğe yöneltilen bu tartışma
alanları ve eleştiriler sonraki kelamcılar etrafından da devam ettirilmiştir.
Mahmut Kaya, “Meşşaîyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.XXIX, Ankara: TDV
Yayınları, 2004, s.393-396.
“Tabîiyyûn:
İslam düşüncesinde, dünyanın yoktan var edildiğini, kendi dışındaki mutlak,
irâdeli ve yüce bir güç tarafından düzenlenip yönetildiğini savunan ve çerçeve
içinde, Kur’an ve hadislere dayanan düşünce akımlarına karşı olan ve doğayı
temele almakla birlikte, madde dünyası dışında ruhun ve Tanrı’nın varlığını
kabul eden görüşe verilen ad”, “Tabîiyyun”, Paradigma Felsefe Sözlüğü,
İstanbul: Paradigma Yayınları, 2000, s.897.
“İşrâkiyye
terimi; İslâm düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi
(istidlâl)
temel
alan rasyonalist meşşaî felsefeye karşı mistik tecrübe ve sezgiye dayanan
teosofik düşünce sisteminin adıdır” bk. Mahmut Kaya, “İşrâkiyye”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, C.XXIII, Ankara: TDV Yayınları, 2001, s.435; Ayrıca,
İşrâkiyye terimi için bk. “İşrâkiye”, Paradigma Felsefe Sözlüğü,
İstanbul: Paradigma Yayınları, 2000, s.522.
Eşref
Edip, “Kütüb-ü Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asriyyeye Göre Islah ve Te’lîfi Beynel
Müslimin Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi Medreselerde Tedrisâtın Islâhı”, SM,
C.III, Sayı.52, Ağustos 1325, s.403-405.
İzmirli
İ. Hakkı, “İslâm’da Felsefe; IVII Kudemâ-i Mütekellîmin İlm-i Kelâmı’nın
İnkirâzı, Müteahhirîn Mütekellîminin İlm-i Kelâmı’nın İnkirâza Mahkûmiyeti,
Yeni İlm-i Kelâm”, SR, C.XIV, Sayı.342, Mayıs 1331, s.30.
İzmirli
İ. Hakkı, “İslâm’da Felsefe; XIX Yeni İlm-i Kelâm’ın Programı”, SR,
C.XIV, Sayı.344, Haziran 1331, s.44.
I)
İlm-i Kelâm’ın ta’rîfi, mevzû’u, gâyesi, mesâili, şerefi, lüzûmu, münhâcı. Bu
kısım mukaddimeyi teşkil eder... XVI) Mezâhib-i mevcûde-i milliye ve
felsefiyye. Bu kısım târih-i edyân ve târih-i felâsife ile mezc olunmuştur. Bk.
İzmirli İ. Hakkı, “İslâm’da Felsefe; XIX Yeni İlm-i Kelâm’ın Programı”, SR,
C.XIV, s.44-45.
Yeni
ilm-i kelâm dönemi eserleri için bk. A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm
Akaidi ve Kelâm’a Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat, 1987, s.286-292.
SR
Dergisi’nde İzmirli ve
Şeyh Muhsin-i Fânî arasında geçen Yeni İlm-i Kelâm konusundaki tartışmalar için
bk. Adnan Bülent Baloğlu, “Sebîlürreşad Dergisinde Yeni İlm-i Kelâm
Tartışmaları”, İzmirli İsmail Hakkı Sempozyumu, İzmir, 24-25 Kasım 1995,
s.265-312.
İzmirli
İsmail Hakkı, “Yeni İlm-i Kelâm”, SR, C.XXI, Sayı.528-529, Mayıs 1339,
s.59.
Kur’an,
Nur Süresi, Ayet 35.
Şeyh
Muhsî-i Fani ez-Zâhirî, “Yeni İlm-i Kelâm Yazılmalı mı Yazılmalı mı?”, SR,
C.XXI, Sayı.532-533, Haziran 1339, s.92-93.
Kur’an,
Ra’d Süresi, Ayet 17.
Şeyh
Muhsin Fani ez-Zâhiri, “Sebîlürreşâd Cerîde-i İslâmiyyesine”, SR, C.XXI,
Sayı.546, Temmuz 1329, s.207.
Ahmet
Nazif, “Yeni İlm-i Kelâm; Yeni İlm-i Kelâm’a Lüzûm Var mı, Yok mu?”, SR, C.XXII,
Sayı.561-562, Eylül 1339, s.119.
Çelebi,
“Modern Dönem Kelâm Çalışmalarının Temel Sorunları Üzerine” , http://www.yeniar
ayislar.com/ayrinti3.asp?id3=95&Tur=2&yazid=65
(28 Aralık 2006).
İsmail
Kara, Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2003, s.67.
Altıntaş,
Yeni Bir Kelâm: Vahîdüddîn Hân Örneği”, http ://www. cumhuriyet.edu.
tr/akademik/f
ak
ilahiyat/der71/005-altıntas-kelam.htm.
(28 Ocak 2007).
Derginin
ilk on iki cildinde 1694 ayet kullanılırken 4541 ayet kullanılmamıştır. Bk.
Mertoğlu, s.536.
Macit,
“Eş’âri’nin İlm-i Kelâm’ı Müdafaası”, YYÜİF Dergisi, s.106.
Nadim
Macit, “Kelâm İlmi, Gelenek ve Tecdid”, Kelâm İlmi’nin Yeniden İnşasında
Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ, 13-15 Eylül 2004, s.15.
Fikret
Karaman, s.217.
Kur’an,
Nisa, Ayet 79.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar