Şehbenderzâde FİLİBELİ AHMED HİLMİ Müslümanlar Uyanın
1336
— 1966
BU
ESER
1327
de İstanbul’da «Hikmet Matbaası» nda basılan [Yirminci Asırda Âlem-I İslâm
ve Avrupa — Müslümanlara Rehber-i Siyaset] adlı eserin bugünkü
Türkçeye çevrilmiş şeklidir.
M. Şevket Eygi Matbaası
İSTANBUL
Eserin
müellifi, Hikmet mecmuası sahibi, değerli eserlerin müellifi, İstanbul
Darülfunun’u felsefe müderrisi, son asır Türk • İslâm mütefekkirlerinden AHMED
HİLMİ BEY (1865 - 1914)
NAŞİRİN BİR KAÇ SÖZÜ
Türk
alfabesinin 1928 de değiştirilmesi, eski harflerimizle basılı ön binlerce
eserin unutulmasına sebep olmuştur. Ayrıca, Türk dil ve edebiyatının,
«sadeleştirme ve özleştirme» bahanesiyle, mazi ile olan bütün ilgileri de kesilince,
ecdâdımızin eserleri büsbütün nisyan ve ihmâl karanlığına gömüldü.
Milletleri
yaşatan ve yücelten mânevî unsurların başında «devamlılık şuuru» gelir. O
yıkılırsa anarşi, soysuzluk ve izmihlal başlar. Biz, tarih, mâzi ve ecdad
düşmanlığının acı neticelerini, bugün bilhassa kültür sahasında müşahede
ediyoruz. Genç nesiller, babalarının, dedelerinin yazdıklarını okuyamıyorlar.
Çünkü o alfabeyi bilmiyorlar. Gayret edip alfabeyi öğrenseler, karşılarına bu
sefer de lisan mes’elesi çıkıyor. Uyduruk Türkçeden başka birşey bilmedikleri
için, OsmanlIca metinlerden mânâ çıkaramıyorlar.
Buhran
vahimdir (1). Yapılacak en kestirme iş, eski eserleri sadeleştirip, lâtin
harfleriyle yeni nesillere sunmaktır. Elinizde bu kitap, bu Vâdide atılmış
adımlardan biridir. İnşaallah, imkânlarımız nis-betinde başka kıymetli ecdâd
eserlerini de bu usulle tekrar neşretmek niyetindeyiz.
Mehmed.
Şevket EYGİ
Bedir
Yayınevi Sahibi
(1)
Daha dün denecek kadar yakın bir mazide İstanbul’da basılmış eski yazılı
kitapların nüshaları öylesine nâdirleşmiş ki, bâzılarını bulmanın imkânı yok.
Meselâ bu eserin orijinal nüshasını Sahhaflar Çarşısında ve diğer eski
kitapçılarda arattım, bulduramadım, ancak Ziya Uygur bey dostumuzun hususî
kütüphanesinden temin edebildim; Bâzı sayfalarını fareler kemirmişti. Eksik
satırları öğrenebilmek için kütüphane kütüphane dolaşmak mecburiyetinde
kalındı.
ESERİN MÜELLİFİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
ŞEHBENDERZÂDE
Filibeli Ahmed Hilmi Bey (Î865 - 1914) son j» asır Osmanlı fikir adamlarının
ileri gelenlerindendir. İmparatorluğumuzun yıkılış devrinde, herbîri bir
kurtuluş formülü olarak ortaya sürülen ve taraftarları arasında şiddetli
çatışmalara yol açan İslâmcılık, Türkçülük ve Garp taklitçiliği cereyanlarından
birincisine mensuptur. Yazı ve siyaset hayatında İslâmiyetin Dünya görüşü
prensiplerine bağlı kalmış, bununla beraber Batı âleminin üstünlük sebeplerini
teşkil eden ilim zihniyeti, metodlu düşünme ve çalışma gibi hususların
iktibas edilmesine de son derece taraftar bulunmuştur. Açık kalplilikle ve
cesaretle İleri sürdüğü İslâmcı fikirlerinden dolayı, siyasî ve fikrî
muarızlarının çeşitli baskılarına hedef olmuş, birçok haksızlıklarla
karşılaşmıştı. Bilhassa Selanik Dönmeleri, beynelmilel Farmason cemiyetleri ve
onlara âlet olan gafiller tarafından kurulan İttihad ve Terakki Fırkasının
hışmına uğramıştır.
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi Beyi zamanımızın gençleri j»ek tanımazlar. Eski yazı
bilmedikleri için eserlerini de alıp okuyamazlar. İslâmlyete aleyhtar ve garbı
körü körüne taklide taraftar olanlar onu unutturmağa çalışmışlardır. Halbuki o,
son yarım asır içinde milletimizin yetiştirdiği cidden büyük fikir
adamlarmdandır. İlimce, idrakçe, fazilet ve irfanca, şişirilmiş kof şöhretlerin
seviyesinin çok üstündedir. Hattâ o, zamanının üstünde bir şahsiyettir. Evet,
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Bey şairimizin «Felekte baht utansın bînasib
erbab-ı himmetten» mısraına masadak, talihsiz şah-siyetlerimizdendir.
Bundan elli sene kadar evvel müslümanlara hitaben kaleme aldığı bu mühim risalesini Arap harflerinden lâtin harflerine, lisanın da sadeleştirerek çevirirken, İslâm düşmanlarının gadrine uğramış bu İslâmcı fikir adamının hayatından ve eserlerinden bir nebze olsun bahsetmeği, ifası gerekli bir borç bilmekteyiz.
*
KISA HÂL TERCÜMESİ
Müellifin
nâmı Şehbenderzâde, lâkabı Filibeli, ismi Ahmed Hilmi'dir. 1865 senesinde, eski
topraklarımızdan olup şimdi Bulgaristan idaresi altında bulunan Filibe şehrinde
doğmuştur. Babası, Babapaşa-zâde Şehbender (yâni konsolos) Süleyman Bey, aslen
Hazer Denizi Türklerinden olan Akşit boyundandır. Annesi Şevkiye Hanım ise
Kafkasyalı'dır. Hilmi Bey âilenin en büyük çocuğudur. İlk tahsilini Fiil-bede
yapmış ve «mebâdi-i ulûmu» Filibe müftüsünden tahsil etmiştir. Daha sonra
Galatasaray mektebinden mezun olmuştur. Ailesi İzmire hicret ettiğinden, o da
bir müddet İzmir’de bulunmuştur. Avrupa’ya gitmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Eserlerinden bilhassa felsefeye âit olanlar, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Tahsilinden sonra 1890 tarihinde Duyûn-u Umumiye idaresine girmiş ve bu idare
tarafından memuriyetle Beyrut’a gönderildiğinde, siyasî olduğunu sandığımız bir
sebepten dolayı Mısır'a kaçmıştır. Mısır'da Terakki-i Osmânî Cemiyetine girmiş
ve «Çaylak» isimli bir mizah gazetesi çıkarmağa başlamıştır. 1901 senesinde
İstanbul’a dönüşünde Mısırdaki arkadaşlarından Sadık Vicdânî’nin ihbariyle
yakalanarak, Fîzan’a sürülmüştür. Ahmed Hilmi Bey 1908 senesine yâni ikinci
Meşrutiyete kadar sürgünde kalmıştır. Fîzan’da «Arusî» tarikatına intisab
etmiş, İslâmî tetebbuat-la ve bilhassa tasavvufla meşgul olmuştur.
MUHARRİRLİĞİ VE FİKİRLERİ
Meşrutiyetin
ilânı ile beraber İstanbul’a gelen Hilmi Bey, ilk nüshası 1 Aralık 1908
tarihinde çıkan «İttihâd-ı İslâm» isimli haftalık bir gazete neşretmeğe
başlamıştır. Üslûbundaki sadelik, açıklık ve akıcılık; muhakemesindeki isabet
ve kuvvet sayesinde az zamanda okuyucularını arttırarak kendine mümtaz bir
mevki kazandırmıştır. Bu gazete 18 nüsha çıkabilmiştir. «İttihâd-ı İslâm»
kapanınca evvelâ «İkdam» sonra da «Tasvîr-i Efkâr» da siyasî ve felsefî
makaleler yazmıştır. Bu devrede,-siyasî bir İslamcı muharrir olarak tanınan
Hilmi Beyin okuyucu kitlesi daha da genişlemiştir,
1910
senesi başlarında haftalık «Hikmet-Ceride-i İslâmiyesi»ni çıkarmağa başlar.
Aynı sene içinde bir de «Hikmet Matbaa-yı İslâmiyesi»ni kurar. Bu mecmua büyük
bir kabule mazhar olmuş ve o zaman, sadece abonelerinin sayısı 3000 i bulmuştu.
«Hikmet» âlem-i İslâm’ın her tarafına gidiyordu. Bunun bir delili de mecmuanın
idarehanesi idi. Burayı âlem-1 İslâm'dan gönderilen hatıralar süslüyordu; yerde
Çin ve İran halıları, duvarlarda Türkistan ve Kırımdan gelen kamalar ve
silâhlar asılı idi. Mecmuanın başında «Vâ’tesimû... ve lâ te-ferreku - İttihad
hayattır, tefrika memattır» âyeti ve cümlesi yazılı idi. Yazıların hemen
hepsini Ahrned Hilmi Bey yazardı ve muhtelif müsteâr adlar kullanırdı ; Tasavvuf}
olanlarında «Şeyh Mihriddin Aru-sî», mizahî olanlarında «Coşkun Kalender,
Kalender Gedâ» ve millî hamasî olanlarında da bazan «Özdemir» adlarını
kullanırdı. 80 nüsha kadar çıkabilen Hikmet mecmuasının, bâzı sayılarının
ikinci defa basıldığını görüyoruz.
Şehbenderzâde’nin
garp felsefesi ile tasavvuftaki ihtisas ve kudreti hemen görülmemiş bir
derecededir. Eserlerinden matbu olanlar bunu isbata kâfidir. Ahmed Hilmi Bey
aynı zamanda ileriyi gören bir siyasî idi. Ittîhâd ve Terakki Partisinin
icraatını beğenmiyordu. Bu partinin getireceği felâketleri o zaman ulemâdan
olsun, İslâmcılardan olsun Hilmi Bey gibi birkaç kişi sezmişti. 18 Ağustos 1911
den itibaren haftalık «Hikmet»ten ayrı olarak günlük bir «Hikmet» gazetesi
çıkarmağa başlayan Şehbenderzâde bu günlük gazetedeki makaleleriyle, İttihâd ve
Terakki hükümetinin yaptığı gaflara ve yanlış hareketlere şiddetli bir lisanla
çatıyordu. 1,5 ay kadar çıkan bu gazete beş kere kapatılıyor ve her seferinde
başka adlarla (Mübahase, Coşkun Kalender, Münakaşa, Kanat, Nimet
adlarıyla) çıkıyordu. Nihayet 9 Ekim 1911 tarihinde matbaa ve gazete süresiz
olarak kapatılıyor ve Hilmi Bey de Bursa'ya sürülüyor. Bir senelik bir
sürgünden sonra 1 Ağustos 1912 tarihinde yeniden intişara başlayan «Hikmet»in
ilk sayısının «Kariîn-i Kiramımıza» adlı başmakalesinde Hilmi Bey şöyle diyordu
: «... Ezileceğimizi, süründürüleceğimizi artık herkesin malû-
mu
olan usul İle propagandalar yapılacak manen ve maddeten mahva]
çalışılacağımızı, hem de hakkıyla ve etrafıyla bildiğimiz hâlde yine,! yirmi
senelik mücahede neticesinde yorgun düştüğümüzü ve bizim de bu âlemde bir an
istirahate hakkımız bulunduğunu unutarak, İttihâd ve, Terakki erkânına
yürüdükleri yolun, hem milleti, hem cemiyeti,1 hem de kendilerini
uçuruma götürdüğünü söyledik. Mukabeleten, tabiî bir insaf beklemiyorduk...»
Şehbenderzâde,
sade bunu değil, Balkan Harbini de evvelden haber verdiği gibi, daha 1912
senesinde Cihan Harbinin patlıyacağını, «Düvel-i muazzama arasında ittifak yok,
bir harb-ı umumî bile müm-1 kün» isimli başmakalesinde şu satırlarla
söylüyordu :
«...
Rusyanın bir Balkan muharebesi arzu ettiği sabit oldu. Şim-] di de böyle bir
muharebeyi niçin istediğini tedkik edelim. Rusya, Os- l manii idaresinin
inkılâptan sonra runüma olan aczinin semerât ve ne- i tayicinden istifade etmek
istiyor.
...
Demek ki, mühim bir devre-i tarihiyyenin arefe-i vukuunda bulunmaktayız. Avrupa
düvel'i muazzamasının müsadematı pek müthiş olacak... Binâberîn biz,
muharebenin vukuunu âdeta muhakkak addetmekteyiz.»
Ahmed
Hilmi Bey, İttihâdçılara çatmasına karşılık îtilâfçı da de-Sildi. Onlara da
bâzı mes’elelerde çatınca, mecmua ve gazetesi oku- i yucusunu kaybetmeğe
başladı. Çünkü millet arasına tefrika o derece girmişti ki, halk ya İttihatçı
veya îtilâfçı idi. Akl-ı selim sahibi ender olduğu gibi, akl-t selim
sahiplerinin de tenkitlerine değil tahammül, bilâkis büyük bir infiâl
gösteriliyordu. Bu, İttihâdçılara açıkça cephe alma, aynı zamanda İtilâfçılara
da çatma ve bir taraftan da İttihâd ve Terakki'nin menfur istibdadı yüzünden
«Hikmet» battı.
*
Ahmed
Hilmi Bey yorulmak bilmez bir çalışma ve gayret sahibi idi. Haftalık, günlük
Hikmet’lerden başka bir de «Coşkun • Kalender» adlı haftalık bir mizah gazetesi
çıkarmıştı, ilk nüshası 27 Kânunuevvel 1328 (1912) tarihinde çıkan bu «Haftalık
Tenkîdî Musavver mizah gazetesinin dövizi «Güleriz, kahkahamız çünkü
nasihat gibidir. Sözümüz saçma değil, rhebhas-ı Hikmet gibidir.» cümlesi idi.
Gazete halka şöyle takdim ediliyor: «—Kariîn-i Kirama— ciddî ve mizah namıyla
birçok yâvelikleri âlicenabâne kabul ve sabr-ı Eyyubâne ile kıraat eden karim',
Kalenderin sadeliklerini de hoş görürler.
Bâhusus
ki Kalender, her ne kadar coşkun ise de şehrah-ı ha-miyyeti kaybedecek kadar
şaşkın veyahut nefsini menfaat-i vatana takdim edecek kadar azgın ve hele
kendini zamanın Eflâtunu farze-decek kadar kaçkın olmadığından herze yememeğe
mehmaemken çalışacaktır...»
Ahmed
Hilmi Bey'in kendine has güzel bir üslûbu vardı. Kalemindeki tatlılık
derecesinde lisan ve hitabında da bir tesir ve cazibeye malikti. Darülfünun’da
felsefe müderrisliği yaptığı zaman, ara sıra konferanslar verirdi. Bu yüzden de
birçok hayranı vardı.
Şehbenderzâde
orta boylu, gayet şişman fakat dinç, geniş yapılı, pos bıyıklı, ilim ve
faziletiyle şöhret bulmuş, itikadı sağlam, mutasavvıf, dervişmeşreb bir
mütefekkirdi. Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Hiç evlenmemişti. Kendisine
sadık bir uşağı bakardı. Zamanının çoğunu yazı yazmak ve mütalâa etmekle
geçirirdi.
ÖLÜMÜ
Meşrutiyetten
vefatına kadar 6-7 sene gibi az bir zamanda mecmua ve gazeteden boş kalan
zamanlarında da çalışarak birçok eser veren Hilmi Bey henüz genç denecek bir
yaşta vefat etmeseydi daha birçok eser vereceği şüphesizdi.
1914
senesinin 17 Teşrinievvelinde (Ekim) âni olarak vefat etti. Bakırdan
zehirlenerek öldü, deniyorsa da, Masonlar tarafından zehirlendiği rivâyeti daha
kuvvetlidir. Çünkü Siyonizm ve Masonluk mes'e-lesini ilk ele alanlardan birisi
ve belki de ilki Ahmed Hilmi Beydi. Bu mevzuda Hikmet gazetesinde «Enzar-ı
Millete» başlığı altında müteaddit makaleler yazdığı gibi, Leo Taxil'in
«Farmasonlar — Maksat ve Meslekleri» isimli eserini de tercüme ettirerek
bastırmıştı.
ESERLERİ:
·
1 —
TARİH-İ İSLÂM. İki cilttir. İstanbul'da 1326 da «hikmet Matbaasında
basılmıştır. (320 + 351 = 671) sayfadır.
Bu
kitap Şehbenderzâdenin en büyük ve en mühim eseridir. Sadece bir tarih
değildir. İslâmiyetin hak din olduğunu isbat eden ve muarızlarını susturan
felsefî ve İlmî fikirlerle doludur. Eserin giriş kısmında din, tarih, ilim ve
felsefe hakkında kıymetli malûmat verilmekte ve yarı münevverlerin
zihinlerindeki peşin - hükümler iptâl edilmektedir. Aradan yarım asırdan fazla
bir zaman geçmesine rağmen, bu mevzuda, daha mükemmel bir eserin henüz
yazılmamış olduğunu söylersek mübalâğa etmiş olmayız.
·
2
— ALLAHI İNKÂR MÜMKÜN MÜDÜR? YAHUT HUZUR-İ FENDE MESÂLİK-İ KÜFÜR. İstanbul’da
1327 de «Hikmet Matbaa-yı İslâmiye-si»nde basılmıştır. (14 4- 224 = 238)
sayfadır. Natamamdır.
Tarih
i İslâm’a zeyl olarak yazılan bu kitapta Cenab-ı Hakkın varlığını isbat
sadedindeki felsefî ve dinî fikirler büyük bir vukufla bir araya getirilmiştir.
Bu eserin mukaddimesi Bedir Yayınevi tarafından (Taklitle Medeniyet Olmaz!)
başlığı altında küçük bir risale hâlinde neşredilmiştir.
·
3
— BEŞERİYETİN FAHR-İ EBEDÎSİ NEBİMİZİ BİLELİM. İstanbul'da 1331 de Hikmet
Matbaasında basılmıştır. 32 sayfadır.
·
4
— Senusiler ve Onüçüncü asrın en büyük mütefekkir-l İslâmîsi Seyyid Muhammede’s
- Senusî, ABDÜLHAMİD VE SEYYİD MUHAM-MEDÜ’L-MEHDİ VE ASR-I HAMİDÎDE ÂLEM-İ
İSLÂM VE SENUSÎLER. İstanbul’da 1325 te İkdam Matbaasında basılmıştır. 124
sayfadır.
Bu
kitap iki kısım olup, birinci kısmında, Afrika’daki tarikatler ve Senusîlerden,
ikinci kısmında da kitabın isminde adı geçen iki zattan bahsedilmektedir.
·
5
— Hakayık-ı İslâmiyeye müstenit ve zihniyet-i fenniyye ihtiyacını işbaa hadim,
YENİ AKAİD «ÜSS-Ü İSLÂM», İstanbul'da 1332 senesinde Hikmet Matbaa-yı
İslâmiyesinde basılmıştır. 82 sayfadır.
·
6
— İKİ GAVS-I ENAM, ABDÜLKADİR VE ABDÜSSELÂM «Kaddes -Allahu esraruhüma»
İstanbul’da 1331 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 64 sayfadır.
Hz,
Abdülkadir Geylânî ve Kaadiriyye tarikatı ile Hz. Abdüsse-lâm Esmer ve
Arusiye-i Selâmiye tarikatından bahseden tasavvufî bir eserdir.
·
7
— HUZUR-İ AKİL VE FENDE, MADDİYUN MESLEK-İ DALÂLETİ. İstanbul'da 1332 de Hikmet
Matbaasında basılmıştır. 159 sayfadır.
Celâl
Nuri’nin Tarih-i İstikbal adlı eserinin birinci cildine reddiye olarak
yazılmıştır.
·
8
— YİRMİNCİ ASIRDA ÂLEM-İ İSLÂM VE AVRUPA, MÜSLÜMAN-LARA REHBER-İ SİYASET.
İstanbul’da 1327 de Hikmet Matbaasında basılmıştır.
·
9
__ AMÂK-I HAYAL, RÂCİNİN HATIRALARI. İstanbul'da 1326 da Ahmet Saki Bey
Matbaasında basılmıştır. 80 sayfadır. (Felsefî ve tasavvuf? bir eserdir.)
·
10
— Darülfünun Efendilerine Tahrirî Konferans, HANGİ MES-LEK-İ FELSEFEYİ KABUL
ETMELİYİZ? İstanbul’da 1329 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 48 sayfadır.
·
11
— ÖKSÜZ TURGUT. İstanbul’da 1326 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 130
sayfadır. (Millî ve tarihî bir romandır.)
·
12
— AKVAM-I CİHAN. İstanbul’da 1329 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 104
sayfadır. (Beşerî Coğrafyaya dâirdir.)
·
13
— İSTİBDADIN VAHŞETLERİ YAHUT BİR FEDAKÂRIN ÖLÜMÜ. Üç perdelik fâcia,
İstanbul'da 1326 da. Müşterekü’l Menfaa OsmanlI Şirketi Matbaasında
basılmıştır. 68 sayfadır.
·
14
— MELEKZÂDE ÂİLESİ. Millî ve mukaddes değerleri istihkar ederek çocuk
yetiştirmenin acı neticelerini gösteren bir romandır.
·
15
— VAY KiZ BEYCİĞİ SEVİYOR. Körü körüne Avrupa taklitçiliğinin ağlanacak
neticelerinden birini tenkidî ve mizahî bir surette ortaya koyan bir hikâyedir.
·
16
— MUHALEFETİN İFLÂSI. İstanbul’da 1331 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 80
sayfadır.
(Meşrutiyetten
sonraki bâzı nahoş vak’aların ve İtilâf ve Hürriyet Fırkasının bir kısım
fikirlerinin tenkididir.)
·
17
— İLM-İ TEVHİD (Yeni Akaid'in genişletilmiş şekli).
·
18
— Felsefeden birinci kitap İLM-İ AHVAL-İ RUH. İstanbul'da 1327 de Hikmet
Matbaasında basılmıştır. 160 sayfadır.
(Bir
Psikoloji kitabıdır. Tamamlanamamıştır.)
·
19
— İSLÂM VE DİN-İ İSTİKBAL (Natamam)
·
20
— TARİH-İ İSLÂM VE OSMÂNÎ (Natamam)
·
21
— TASAVVUF-I İSLÂMÎ (Nâtamam)
·
22
— BATINÎLER, İBLİS İZZEDDİN BEHMEN (Nâtamam)
·
23
— YENİ MANTIK (Nâtamam)
·
24
— BEKTAŞÎLER (Nâtamam)
Memleketimizde
büyük kütüphaneler bulunmadığı için saydığımız eserlerin bâzılarmı muhtelif
kütüphanelerde, bazılarını da Sahaflar Çarşısında bularak tetkik ettik. Bu
eserlerden başka «OsmanlI Müellifleri» sahibi Bursah Tahir Bey, müellifin başka
eserlerini yazıyorsa da onları göremedik. Onların isimlerini yazmakla iktifa
edeceğiz.
·
25
— Üç Filozof
·
26
— Yer, Gök, İnsan
·
27
— Tabakat
·
28
— Âlem-i İslâm ve Kadın Mes’elesi (Natamam)
· 29 — Türk Armağanı
30 — Aşk-ı Bâlâ
·
31
— Tortu
·
32
— Türk Ruhu Nasıl Yayılıyor?
·
33
— Divançe (Şiir)
·
34
— Yaşasın Bad-ı Saba
·
35
— Şeyh Bedrettin
·
36
— Gaza!-i Bedeviye
·
37
— Murat Orta.
Yayınevimiz,
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyin diğer kıymetli eserlerini de,
İnşaallah neşretmek niyetindedir. Bazıları basıma hazır vaziyettedir.
MUHTEREM OKUYUCULARIMA
Bu
eser, bir yaralı kalbin iniltileridir. İhtimal ki, bu iniltileri çok görenler,
itiraz edenler olur. Biz onlara sorarız : Ne hakla?
Hayattan
maksat, saadet ve refahtır. Saadet ve refah, hayat hakkıdır. Bu hakkı, İslama
çok görenlere karşı boyun eğmek, iğrenç bir alçaklıktır.
Şu
eseri yazmakla biz, inancımıza göre bir mukaddes vazife îfa ve çünkü hakka ve
insaniyete hizmet ettik. Vazife mukaddestir. Biz bu eseri İslâm Milletine
takdim ediyoruz, vereceği hükme razıyız.
Bâkî
Allah...
Mihriddin
Arûsî (1)
(1)
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyin müsteâr adlarındandır. Bu kitabını bu
takma ad ile neşretmiştir.
(Bismu hu Subhanehu)
BİRİNCİ KISIM
YİRMİNCİ
ASIRDA AVRUPA'NIN UMUMÎ SİYASETİ
—
1 —
UMUMÎ MÜLÂHAZALAR
İnsanlık
tarihinin hiçbir devresinde, bugünkü Avrupa siyasetinde olduğu kadar, insaniyet
ve ahlâkla alay edildiği görülmemiştir.
Bugünkü
siyaset tekniğini tekâmül ettirenlerden meşhur bir diplomat «Allah, insana
(söz) ü, fikrini gizlemek için vermiştir.» ve «Siyasette cinâyet affolunur,
fakat hatâ affolunmaz.» diyerek bagün Avrupa siyasiyat ye içtimaiyatının nasıl
iğrenç ve menfur kaidelere dayandırıldığını kısaca bildirmiştir.
Yalan
ve hile, tezvir ve iğfâl : İşte bugünkü siyasetin esas temelleri.
Hiçbir
asırda ilim vo fen bugünkü dereceyi bulmamıştı. Bugünkü siyaset, yalan ve
hileyi gizlemek ve süslü bir şekilde, göstermek İçin fennin bütün
gelişmelerinden istifade etmektedir. Böyle olduğu için beşeriyetin irtikâb
ettiği en müstekreh yalan, bugünkü ziynetli ve mâhirane yalanlardır.
Beşeriyetin
en vahşetli devirlerinde bile yüksek ve iyi hislerin kendini gösterdiği anlar
vardır. Çünkü o vahşilikler fena yola meylettirilmiş bir sevk-i tabiînin,
hayvanı ihtirasların eserleri idi. Lâkin Avrupa siyasiyatının attığı adımlarda
ve hareketlerinde yüksek ve İnsanî hislerden bir zerre görülemez, çünkü «medenî
vahşet» fennî ve İlmî hattâ güzelce hesab edildiği için riyazî bir vahşettir.
Siyaset ve idare, bütün içtimaiyat, gıdasını «hikmet», «din» ve «ahlâk» tan alır.
Bugünkü
Avrupa siyasetini meydana getiren esasları bulmak için ilk iş olarak, orada
hükmünü yürüten «felsefe» ve «ahlâk» a bir tetkik ve tenkid nazarı atfetmek
icabeder.
Darvin’in
biyoloji tarihindeki «Hayat Rekabetj», «istifa» ve «galebe» nazariyeleri
şayan-ı hayret bir suretle mevzu değiştirerek ve sahasını genişleterek nihayet
bütün sosyolojik ilimler bu nazariyattan alınmış düsturlara tâbi oldu.
Evvelleri
zayıflar ezilse bile, onlara karşı bir nevi acıma hissi beslenir; ve onlara
karşı müsaade ve âlicenaplık göstermek fazilet sayılırdı. Halbuki «Darvin»
nazariyelerine göre hayat mücadelesinde yalnız gaye ve maksad nazarı itibara
alınmak lâzım geldiğinden, tabiatın mahvolmağa mahkûm ettiği zayıflara karşı
müsaade ve âlicenaplık, gayri tabiî bir takım aptalca hisler menzilesine indi!
Evvelleri
«mağdur» sıfatına malik olanların bir «hakk-ı mazlu-miyet ve menkûbiyet» i
vardı; son nazariyelere göre . zulüm ve tahakküm bir zarurî ve tabiî kaide;
mağduriyet ise pek tabiî bir netice hükmüne girdi.
Sahası
genişletile genişletile, mevcudiyetin umumî bir düsturu hâline sokulan «hayat
rekabeti» nazariyesi yeni bir felsefe teşkil etti. Bu felsefeye göre kâinatta
mekanik kuvvetlerden başka bir «fâil, âmil» yoktur. Bu sâik ise varlığın devamı
için «rekabet» ve «cidalde galebe»yi şart koymuştur. İki böceğin bir yaprağı,
iki köpeğin bir kemiği gıda etmek için yaptıkları cidal ve kavga ile iki
şahsın, iki milletin; beşerin çeşitli kavimlerin hayat meydanındaki cidalleri
arasında esasen hiçbir fark yoktur.
Bu
nazariyeye göre artık âlicenaplık veya, hak tanırlık gibi cidalde galebeyi
geciktirici yahut galibiyetin meyvelerini azaltıcı tavırların ahmaklığın tâ
kendisi sayılacağına şüphe mi edilir!
Önceleri
dinî ve ahlâkî kaidelerin, hiç olmazsa mahdut bir şekilde siyasiyat ve
id'ariyatta tesiri vardı. Bir milletin, şerefini menfaatine, namusunu maddiyata
tercih ettiği görülürdü. Bir hükümdar verdiği ahde vefa etmek zaruretini
hissederdi.
Avrupa’da
çoktan beri «icra-yı fazilet için» dinin bîr tesiri kalmamıştır. Ahlâka
gelince; mâneviyat, tarih-i tabiînin gülünç bir şubesi hâline getirildikten
sonra, birtakım idrâke ait yüksek düsturlar üzerine dayanan bir ahlâk ilmi
gayri mümkün ve ancak vehim şekli-
no
girmiş olduğundan» faziletler teşrih ve tahlil edilmiş ve neticede fazilet
denilen şeyin «kemâl-i şeytanetle müzeyyen ve şaşaalı bir şekle konulmuş
menfaat!» olduğuna hükmedilmiştir. Artık, «menfaat» gibi alçaklık ve kötülük
kaynağı olan değişken bir his üzerine kurulan ahlâktan, zarardan başka bir şey
gelmemesi gayet tabiîdir. Muhterem ve mukaddes bir temele mâlik olmayan, daha
doğrusu hiçbir temeli bulunmayan yirminci asır ahlâk ilminde vefa, sabır,
kanaat, afv, setr (kendisinin iyiliğini ve başkalarının kusurlarım gizleme),
müsaade, mücamele (güzel davranış, efendilik), meveddet (sevgi) gibi
kelimelerin hiçbir mânâsı yoktur.
Ne
dediğini bilmeyen, kendi kendini aldatan eski insanlık tarafından icad edilmiş
olan «fazilet», zamanımızın ahlâkçıları yâni ahlâksızları nazarında bir
«hayalet» ve gülmeye değer bir cehâlet eseridir!
Artık
bu esaslar üzerine kurulan siyaset binasının nasıl cehennemi bir yapı olduğu en
aşağı bir düşünce ile isbat edilir.
ihtimal
ki hakikatin tâ kendisi olan açıkladıklarımızı, Avrupa’yı vukufsuzluk
gözlüğüyle gören birtakım safdiller, mübalâğalı bulurlar. İhtimal ki bizi
medeniyet düşmanlığiyle itham ederler.
Hayır!
Biz
Avrupa’nın maddî medeniyetinin en samimî takdirkâr ve hay-ranlarındanız. Avrupa
milletlerinin bugün vasıl oldukları sınaî olgunluklar her düşünen adamı hayran
edecdk bir azamettedir.
Lâkin
mânevî medeniyetinin düştüğü alçak zillet, tarihte misli görülmeyen bir
esfeliyettir.
Avrupa'da
hükmünü yürüten bu felsefe «sosyalizm» denilen İçtimâi doktrini (meslek-i
İçtimaîyi) meydana getirmiştir. Lâkin sosyalizm bir «menzile» olup bîr «gaye»
(yâni bir netice) değildir. Sosyalizm, «komünizm - iştirakiyyun» mezhebini
doğurur. Herkesin hayâlindeki gayesi şeklinde (yâni herkesin ideali olarak)
tecelli ettiği hâlde «fiilen» hiç kimsenin razı olamıyacağı bir doktrin olan
komünizm de bir menzile olup, ondan sonra varılacak merhale «anarşidir.
İşte
Avrupa böyle bir inkıraz ve yok olma çukuruna doğru dev adımlarla yürümekte ve
işin fenası şu ki, dünyayı da o çukura doğru sürüklemeğe çalışmaktadır.
Avrupa’da
maddî sefalet çekilmez bir dereceyi, manevî sefâlet ise en son haddini
bulmuştur.
Bir
şahsın istibdadı yerine mânevî (hükmî) şahısların daha kötü istibdadı kâim
olmuştur. Eski müstebitler, birtakım mevhum haklara dayanarak «icra-yı mezâlim»
etmekte idiler; yeni müstebitler ise, insaniyetin felâket mektebinde ibda1 ettiği mukaddes
fikirleri suiistimal suretiyle zulmetmektedirler.
Gariptir
ki, eski müstebitlerin mezalimine hiç olmazsa «kalben ve gizlice» herkes itiraz
ederken, yeni müstebitlere çok kimse itiraz imkânını bulamıyor, zira eski
müstebitlerin temin ettiği fayda çok dar bir çerçevede kalmakta iken, yeni
müstebitler beşerî ihtirasları daha geniş ve daha umumî bir ölçüde okşamanın
yolunu bulmuşlardır.
Bugün
Avrupa’da bir parti başkanınm, bir bankerin, bir mâlî mü-essesenin, bir
feylesofun «hürriyet ve insaniyet» in büyük namına yaptığı kötü istibdat
şekilleri, surette değilse bile, sîrette (gerçekte ve içyüzüyle) bir Haccâc'm,
bir Kaligula’nm (1) zulm ve istibdadından
daha müessir ve menfurdur.
İnsanlık
için, bu âlem-i süfliden başka bir muhit, maddiyattan başka bir varlık,
menfaatten başka mânevî hayatı nizamlayan bir şey kalmamıştır.
Saadet
yalnız «maddî ihtiyaçlara sahip olmakla, maddî duyguları memnun etmek» den
ibaret kalmış olup bu maksada nâil olanlar ise az bir ekalliyeti teşkil ediyor.
İnsanlığın büyük ekseriyeti, mes'ud azınlığın zevklerini ve medenî
İhtiyaçlarını ve hattâ daha fazlasını tedarikten başka bir işle meşgul
değildir.
Bir
müstebit hükümdarın, otuz milyon halkı ezerek çeyrek asırda birlktirebildiği
serveti, bir hürriyetsever Amerika serserisi beş senede biriktirebiliyor, artık
bundan, meşru haydutluğun ne dereceyi bulduğu kestirilebilir.
Avrupada
bu yaldızlı vahşeti, bu süslü redâeti görmeyen yok gibidir. Fakat çaresini
bulan yok. Küfür ve ilhadın (dinsizliğin uğursuz meyvesi olan) «bugünkü sosyal
düzen», bu dünya cehennemi zakkumunu, yakıcı tadının acılığına rağmen herkes
yutmak mecburiyetini hissediyor ve her mihnet dakikasında «yâ ieytenî küntü
türâba» (2) diyerek
hüzün ve ye'sini izhar ediyor. Avrupa sosyal topluluğunun bütün tavırları ve
görünüşleri bir yalanlar Ve riya silsilesinden ibaret olup, AvrupalIların
fikirleri ile fiilleri, emelleri ile amelleri birbirinin tam zıddıdır.
Avrupa
cemiyeti bugünkü şeklini ancak «orduların varlığı ile, ihtilâl çıkarmanın
imkânsız bir hâle girmiş olması» sebebiyle muhafaza ediyor.
Lâkin
sosyalizm ve anarşizm fikirleri Avrupa ordularına yayılmağa başlamıştır. Her
milletin fertleri, sefalet ve felâketini, günden güne daha güze! anlamaya
başladığından bugün ihtilâlleri önleyen ve müesses kuvvetlere yalancı
meşruiyete (yâni Avrupa hükümetlerine) hizmet ve yardım eden orduların yakın
bir istikbalde silâhlarım o kuvvetlere karşı çevireceği muhakkaktır. (Ordumuzun
istibdada yaptığı gîbij (“)
Bugün
Avrupa ordusunun mânevî kıymetini hakikati veçhile ölçecek hiçbir ölçü yoksa da
bu orduda «vatanperverlik», «fedakârlık» gibi hissiyattan eser kalmadığına;
intizam ve şimdiki askerî satvetin bir «mihanikî halet» ten ibaret bulunduğuna
hükmetmek zarurîdir. Vatan fikrinin aleyhinde olan, kendinden, hayatına kadar
fedakârlık isteyen hükümetin prensiplerini esasen reddeyleyen bir adamdan muharebe
meydanında samimî ve ihtiyarî bir fedakârlık beklenilebilir mi? Asla!
Bir
adamın seve seve canını fedâ etmesi için birtakım mânevî sebeplerin, birtakım
gerekli şeylerin bulunması lâzımdır. Avrupa'da böyle bir fedakârlığı
gerektirecek mânevî sebepler yok gibidir. Maddî sebeplere gelince : Bir
sosyalist, saadetini diğer bir milletin saadetini gasp ve imhada değil, kendi
vatamnda servet ve sâmânı, gasp ve ihtikâr suretiyle ellerine geçirenlerden
geri alma hakkında görüyor. Şu hâlde bankerler, muhtekirler, fabrikatörler,
siyasîler aleyhine açılacak bir mücadelede, vicdanî kanaatına uygun olduğu
için, canını fedâ etmeyi göze alsa bile, bugünkü İçtimaî hey'etin kaidelerine
uyularak diğer milletlere karşı açılacak bir muharebede canını fedâ için hiçbir
sebep bulamaz.
Vakıa
henüz bu hakikat bütün dehşetiyle görünmedi, lâkin hissedilmektedir.
Görünmemesinin sebebi «tecrübe ve imtihan» hususlarının yokluğudur.
(İstitrat
kabilinden söyliyelim ki, siyasetin yularını ellerinde tutanları sulhçu eden,
muharebeden çekindiren, bu korkudur.)
Hâl-I
hâzırda tam mânasiyle hükmedilemiyen bâzı hâller var ki, yakın bir istikbalde
bu hâlleri bir riyazî hesap doğruluğuyla takdire İmkân bulunacaktır.
Bir
çeyrek asır sonra AvrupalIların büyük ekseriyeti sosyalizm doktrinine (meslek)
«açıkça ve amelî olarak» bağlanacaklardır. Halkın büyük ekseriyeti, sermaye
sahipleri ve servet aleyhinde, —ve eğer bunları himayeye kalkışırlarsa— hükümetlerin
dahi aleyhinde İsyanını ilân edecektir.
Vatan
Ve milliyet fikri bir gölge- varlık şeklinde kalacağından, orduların da şimdiki
mânâsı kalrmyacaktır.. Hatıra gelir kİ, AvrupalIlar, dünya üzerindeki
hâkimiyetlerini İdâme için yine ordularını şimdiki müthiş heybetiyle
bıraksınlar, şahısların maneviyatında meydana gelecek değişiklikleri önlemeğe
İmkân bulunmadığından, en gâlip ihtimale göre çeyrek asır ve herhâlde bir asır
sonra AvrupalIlar içinde, kendince faydaları şüpheli veyahut bütün bütüne reddolunmuş
fikir ve doktrinlerin hatırı İçin canını fedâ edecek bir tek asker
bu-lunmıyacaktır.
* * *
insanlık
tarihinin bize gösterdiği medenî kuruluşların (mebâni) en azametli, en
heybetlisi olan Avrupa varlığının temelinden sarsıldığı bir acaip devirde
yaşıyoruz. Büyük bir indiras, muazzam bir İnkıraz karşısında bulunuyoruz.
Bugünkü Avrupanın azametli mahiyeti, istiska (vücudun su toplaması) illetinden
şişmiş, tabiî hâlini kaybetmiş, sahte ve çirkin bir şişkinlik peydahlamış bir
vücuda benziyor.
Tehlike
muhakkak ve belki de zannedildiğinden daha yakında gelip çatacaktır. Avrupa
mütefekkirlerinde bu tehlikeyi görmeyen kimse yoktur. Almanya İmparatoru
Vilhelm’in «san tehlike» yâni Japon, Çin ve daha doğrusu şark;
Hanoto’nun «kara tehlike» yâni Afrikalılar nazariyelerl hep AvrupalIları istilâ
eden «yarın endişesinin birer şeklidir. Acaba Avrupa düşüncesinin ileri
gelenleri bu hâlleri görüyor da bir çare bulamıyor mu?
Evet
görüyorlar, lâkin çare bulmaları hemen hemen gayri mümkündür. Milletleri sevk
ve idare eden bir takım kanunlar var ki, bun-larr faaliyet ve tesirlerin.!
göstermekten alıkoymak şöyle dursun, tağyir (değiştirmek) ve hattâ tesirlerini
ehvenleştirmek (hafifletmek) ve tâdil etmek bile insan takatinin dışındadır.
Dest-i temşit (dünya işlerini yürüten Kudret-I İlâhiye), Kaza kırbacı İnsanları
sürüyor, sürüyor...
Kim
umardı kİ, yüzlerce kapısı, duvarları üzerinde arabalar gezen kafesi, altın ve
gümüşle süslü duvarlı kâşânelerl, semâya ser çekmiş kuleleri, milyonla
ahalisi, yüzbinlerle müdâfii olan «Bâbll» baykuş ve karga yuvası olsun.
Kirn
umardı ki, dünyanın hâkimi olan «Ninova»mn, yeri bile binlerce sene meçhul
kalsın!
Kim
umardı ki, her adımda bir mâmûreye tesadüf edilen, İnsanlığın büyük bir
münevverler kütlesinin saadet yurdu olan Irak, bugün beş on çıplak bedevinin
cevelângâh-ı hazini olsun!
İnsanlık
tarihinde gördüğümüz o büyüklükler, o mâmuriyetler, o şaşaalar hep Sarsar-ı
Temşit'in (işleri yürüten kudretin rüzgârı) bir tâkat yakıcı esişi karşısında
ufûl etmişlerdir. Her insan gibi, milletler de doğmuşlar, büyümüşler,
ağlamışlar, gülmüşler, ve nihayet bir hazin hâtıra bırakarak bu kârgâh-ı fenâ’dan
(geçici iş yeri, dünya) göçüp gitmişlerdir.
Bu
medeniyetlerin sönüşü, bu milletlerin kayboluşu, hep bir aslî sebebin, hep bir
değişmez âmilin tesirinden ileri gelmiştir.
Her
insan hakkında câri olduğu gibi her milletin mânevî şahsiyeti dahi «hayat ve memat»
namı verilen iki (cilve-i şuûn) un oyuncağıdır.
Üç
bin sene evvel, Asya’da nice kavimler, zamanlarına mahsus medeniyetin en yüksek
mertebesine varmış, varlığın derin mes'eİe-leri hakkında birçok fikir ve
nazariyeler mümkün olan saadetlerin her şeklini tecrübe ederek yıpratmış olduğu
sıralarda, Avrupalı milletler taş'devresine mahsus iptidâi bir hâlde
kalmışlardı.
Üç
bin sene evvel, yer yuvarlağının Sudan'ı, Afrikası, Avrupada idi. Sonra Asya
kavimlerinden bir kaçı Avrupanın cenubuna göçtü.
Bu
göçebe kavimler, bilgisizlik karanlıkları içine gömülmüş olan Avrupaya; Asya
medeniyet nurlarından bir -şûle ulaştırdılar.
Göç
sebebi ile güze! bir istifaya, yeni bir kudret ve neşveye mâlik olan göçebe
kavimler az zaman Jçinde, şayan-ı hayret terakkiler gösterdiler.
Artık Avrupa, Asya medeniyet kafilesine katılmıştı. Bir zaman oldu ki
Sokratları, Eflâtunları, Aristoları yetiştiren Avrupa, asırlar görmüş annesi
olan Asyayı geride bıraktı, Asya artık yorulmuş, kanı kurumuş, bunamışa
benziyordu, artık o, bir duraklama devresine girmişti. Yüz bin senelik bir
medeniyete mâlik ..olan. Çin, İnsanî ilimlerin sonuna vardığını zan ve
terakkiyi red ve inkâr ediyordu. Hind, bütün mukadderatını, evvelce yetişen
büyüklerinin bıraktığı fikirleri tefsire hasretmiş ve bilmiyerek gerilemeye yüz
tutmuştu.
İran,
sönük bir medeniyetin son şûîeleriyle nurlanmaya çalışıyordu. Sonra
Hıristiyanlık Avrupaya sokuldu. Gayet basit, ahlâkî ne-zâhet ve hayal
hassasiyeti üzerine kurulmuş olan İsa Dini Avrupada kaba ve çirkin bir
istihaleye duçar oldu. Bir hâlde kİ, Hz. İsa namına yapılan bu dînin Orta Çağda
«hak ve hakikat» namına ika ettiği, (yaptığı) vahşetleri, ne tarih öncesi
devirlerde, ne de zamanımızdaki Afrika vahşileri irtikâb etmemişlerdir.
Hıristiyanlık,'
Avrupadaki Yunan medeniyetini mahvettikten sonra Avrupa kavimleri en derin
cehâlet içine düştüler. Artık Avrupada gülünç ve çirkin bir sofuluktan, maddî
ve mânevî sefaletten başka bir şey kalmamıştı.
Yalnız
Avrupa değil, bütün âlem cehâlet ve fesat karanlığına garkolmuştu.
Yunan
ilim gücünün düşmesiyle beraber, terakki kanunu sanki icra-yı faaliyetten
vazgeçmiş, medeniyet gizlenmiş, insanlık semâsını cehâlet ve taassup bulutları
kaplamıştı.
Biz
şu serdettiklerimizde Yunanlılarla Romalıları birleştirmiş oluyoruz. Zira ki,
Yunanlılardan sonra cihan kavimlerinin rehberi olan Romalılar, üstadları olan
Yunan mütefekkirlerini geçmek ve onların biriktirdiği ilim ve irfan
hâzinelerine mühim bir şey ilâve etmek şöyle dursun, birçok hususta onların
aşağısında kalmışlardı. Romalıların mahvıyla başlayan «Cermen ve Aryan
kavimler» üstünlüğü, «maddiyat» in «bediî hiss» e galebesi demekti.
1550
senesinde «Sebastiyan Münster» adlı âlimin, yaratılıştan sonra yer yuvarlağının
hâlini tasvir etmek için yaptığı resim, o vakitler, Hıristiyanlık
sebebiyle insanların fikirlerini nasıl bir hudutlu daireye hapsettiklerini pek
güzel gösterir. İşte resim :
Alt
tarafta bir deniz, denizin üstünde Roma gemilerine benzer bir yelkenli gemi,
denizin içinde birkaç balık, daha üstünde yer, birkaç dağ, birkaç ağaç,
hayvan... Bunların üstünde bir boşluk, yâni atmosfer, havada birkaç kuş, daha
üstünde bahçemsi bir yer, yâni —sözde— Cennet, daha üstünde bir meydan, bu
meydanın sağ tarafında ay ve yıldızlar, sol tarafında güneş ve yine yıldızlar,
meydanın tam ortasında yarım daire şeklinde bir bulut yığını; bunun üstünde ak
saçlı, biraz tombulca, aptal simâlı, yılışık bakışlı bir «babalık» yâni hâşâ
Hâllk (Tanrı), Ayın ve Güneşin yandaşlarında birer kanatlı bacı, yâni Melek ve
aşağıdaki denizin iki tarafında da «Umacı», yâni şeytani
İşte
«Pitagor» ların, «Demokrit» lerin, «Eflâtun» lann, «Arlsto»-lann yüksek
fikirleri yerine kaim olan bayağı fikirler... İşte görülüyor ki, «akılca fakir
olanlar ne kadar bahtiyardır», diyen Hıristiyanlık, İnsanların elinden tefekkür
ve tetebbu’ (inceleme) hassasını almış ve hayvan sürüsü gibi bırakmıştı.
Bu
kadar asırlık insan çalışması tamamen unutulmuş olacaktı...
Mevcut
milletlerin meşhurları içerisinde Yunan ve Şark medeniyetine halef
olacak ve insaniyeti aydınlatacak hiçbir kavim, namzet olarak görülmüyordu.
Demek ki, insanlık, medeniyet ve marifet tahsiline yeniden başlayacak ve irfan
(kültür) alfabesini heceliye-cekti.
İşte
böyle yeis verici bir zamanda, beşerî faziletlerin tamamen kaybolduğu ve insan
tabiatında gizlendiği, fırsat buldukça yüz gösteren behîmiyet (hayvanlık)
tekmil şiddet ve kuvvetiyle meydana çıktığı o anda, âlem yeniden nurlara gark
ve çünkü bir mukaddes ve müstesnâ vücud ile bu yer, kâinatın gıbta ettiği bir
yer oldu. Hidâyet güneşi, mârifet nüru bir zat-ı mücessem, bir cism-l mükerrem
şeklinde Hicaz ufkundan doğdu. Bütün İnsanların düşünce kabiliyetince en
genişi, akıl ve zekâca en -olgunu; tedbir-i ümem hususunda ecmeli, yüksek ve
güzel şeyler telkin etmede en şereflisi olan mukaddes Nebi’miz (SALLA’LLÂHÜ
ALEYHİ VE SELLEM) dünyaya geldi.
Getirdiği
İslâm Dîni, fikir küheylânına hiçbir kaba kayıt, hiçbir taassup yuları asmamış,
idrâk şâhininin düşünce sahasında uçmasına mânia koymamış olduğundan, arada ne
bir kavmî münasebet, ne bir dinî münasebet ve ne de bir lisânî münasebet yok
iken, İslâm mütefekkirleri, Peygamberlerinin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM)
emir ve sünnetine uyarak, medeniyet eserlerini ve bu meyanda Yunanlıların irfan
hâzinesini tercüme ve kaynak ittihaz ederek maarif yolunda onların izini tâkip
ettiler, tamamlayıcısı ve halefi oldular.
Gerçi
bâzI ilim şubelerinde Müslümanlar, Yunanlıların malûmatını pek çok genişletmiş
yahut bâzı hatalarını düzelmemişlerse de, bâzılarında da üstadlarını fersah
fersah geçmişlerdir.
İslâm
dinî, hârika bir sür'atle pek’ kısa bir zâmanda Kafkasya dağlarından Sudan'a,
Orta Asya’dan Uzak Batıya kadar yayıldı.
Milyonlarca
insan, yüzlerce kavim, sadece İslâmiyet sayesinde cehâlet ve vahşilikten,
hayvan gibi yaşanan bir hayattan kurtuldu. Geniş İslâm ülkesinin her köşesinde
birtakım mühim ilim ve irfan [kültür] merkezleri meydana geldi.
t
Bu
şeref, bu iftihar edilmeye değer hâl, kat’î olarak insanlığın fahri olan
Şerefli Peygamberimizin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) yüce şahsiyetlerine
aittir.
Onun
Şeriati insan cemiyetlerinin saadetini kâfi! ve ilim - irfan getiren bir
olgunluk kanunudur. Birkaç sene içinde kan dökücüleri adalet müdafii,
bedevileri medeniyet naşiri [yayıcısı] etti.
İslâm
dini olmasaydı, emsalleri gibi birer mahalle muhtarı olmakla iktifa edecekleri
muhakkak olan Ebûbekirier, Ömerler, sadece şanlı Nebi’nin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ
VE SELLEM) irfan mektebinde tilmîz olmak, o mârifet güneşinin nurlarını
aksettirmek nîmetiyle birkaç sene içinde adalet ve merhamette [re’fet], İrfan ve
kemâlâtta, ahlâk Ve hikmette birer paha biçilmez hazine, eslâf ve ahlâfın
meşhurlan ve büyüklerinin gıpta edecekleri kimseler oldular.
Maatteessüf
müslümanlar, birkaç asır, insanlığın
rehberi olduktan sonra bir duraklama devresine ve nihayet İnhitata girdiler.
OsmanlI Türklerinin yeryüzünde zuhuruyla İslâm, yeniden şeref ve parlaklık
kazanmış ve hattâ daha nice nice memleketler İslâm dâiresine girmiş ise de,
İslâmın umumî inhitatı başlamış olduğundan bir kaç asırlık şevket ve marifetten
sonra Osmanlılar da umumî inhitata iştirak etmiş, ve artık İslâm âlem! mârifet
merkezi [İlim ve kültür merkezi] olmaktan çıkmıştır.
İşte
Avrupanın intibah [uyanma] ve terakkisi bundan sonra başlıyor.
AvrupalIlar,
az bir zamanda, tarihin hiçbir devresiyle kıyas kabul etmiyecek bir sür’atle
ilerlemiye başladılar, medenî insanlığın yüzlerce asırlık İlmî kazançlarını
sermâye ittihaz ederek .işe başladılar, Pek az zamanda ilmî ve sınaî
üstünlüklerinin meyvelerini devşirmeğe muvaffak oldular.
İlmî
nazariye'er, yalnız bir kısım aydının fikrî ziyneti şeklinde bırakılmayarak
sanayie tatbik edilmeye başlandı.
Buhar,
elektrik, telgraf, matbaacılık, fabrikalar, vapurlar, şimendiferler, mükemmel
silâhlar yeni bir âlem vücuda getirdi. Bu yeni vasıtalar! imâl imkânlarına
sahip olanlara karşı, bunlara mâlik olmayanların mukavemeti mümkün olamazdı ve
olamadı da...
Yeni
medeniyet, insanlık âlemini iki büyük kısma ayırdı : Hâkimler, mahkûmlar.
Dört
yüz milyon Avrupah (3),
mütebaki bir milyar insanın hâkimi oldu. Bu, yeni bir derebeylik, esirlik
devresi idi. Bu defa Avrupalıiar derebeyi, onlardan başkası esir idi.
Esirler
de iki kısma ayrılabilir: Birtakım AvrupalIların nüfuzuna mahkûm,
iktisadiyatının haraç vericisi olanlardır ki, hâlâ siyasî istiklâlini muhafaza
edebilen Osmanh hükümeti, Çin, İran ve şâire ahalisi bu kabildendir. Kalanları
mutlak surette mahkûmdurlar.
Bugün
de yer yuvarlağı, bu hâkimler arasında taksim edilmiştir. Acaba bu hâkimler, bu
yeni derebeyleri, esirlerine hasıl muamele ediyorlar? Maksatları nedir?
Gözettikleri gaye nedir? Parlak Ve mânâsız sözleri bertaraf eder ve ahvale
nâfiz [nüfuz edici] bir nazarla bakarsak görürüz ki insaniyetin şeref ve
imtiyazı olan: Hukuk, adalet, mürüvvet [iyilik] müsavat, kardeşlik, hürriyet
vs. gibi müeddaların [mefhum] ancak hâkimler arasında bir mânâsı, bir hükmü
olup mahkûmlara bunların hiçbir şumûlü yoktur.
Mahkûmların
hissesine düşen hakaret, zillet, ihtiyaç, sefâlet ve ölümdür. Hâkimler,
mahkûmlarım cehalet ve zilletten kurtarmak için hiçbir şey yapmazlar. Yalnız
bütün kuvvetleriyle zavallı mahkûmların intibah ve teâlisine [yükselişine] mâni
olurlar. İnsanlık şeref ve hürriyetinin ancak kendileri için bir mânası vardır.
Esirler bu iki mukaddes kelimeyi ağızlarına alamazlar.
Umumdan
hususa geçer de, İslâm âlemine bir göz atarsak göreceğimiz manzara bize kan
ağlatır. Hiçbir asırda, insan mukadderatına hâkim olan kavimler, bugünkü
Avrupahfar derecesinde bir mürüvvet yokluğuyla, hissizlikle insaniyeti
ezememişlerdir. Bu hususta en aşağı derecede bir fikir edinmek için Mösyö Vinye
Dok-ton'un medenî ^nazarların önüne koyduğu şu sözleri tekrar ile işe
başhyalım.
Mösyö
Vinye Dokton kimdir?
Mösyö
Vinye, Fransa Bahriyesi tabiblerinden idi. Antil, Senegal, Gambia, Gine Fransız
müstemlekelerine gitti. Buralarda Fransa memurlarının zavallı yerliler hakkında
reva gördükleri vahşilikleri görerek, artık memuriyetinde kalmaya vicdanı mâni
oldu. Askerî tabiblikten istifa etti, 1888 senesinde Figaro gazetesinde bu
vahşetleri umumî efkâra ilân etti. Bunu müteakip (Siyah Et), (Putperestler
Memleketinde), (Ölüler Memleketi), (Uzak Şehidler) ve (Afrika Uykusu) adh
eserleri yazarak müstemlekelerde Fransız memur ve subaylarının neler yaptığım
halkın nazarları önüne koydu.
1893
senesinde Fransa Millet Meclisine üye seçildi. 1898- 1902 senelerinde tekrar
seçildi. Meb'usluğu sırasında General Gafyeni’-nin Sudan ve Madagaskar’da
irtikâb ettiği cinâyetleri ifşâ etti. Aurore [Oror] gazetesinde yazdığı
makaleler Fransa’da büyük heyecanlar meydana getirmiştir.
1906
senesinde papazlarla radikallerin ittifakı sayesinde ekseriyet kazanamadı.-
Bunun üzerine Fransa hükümeti kendisini Afrika’da bir tahkikat işine memur
etti. Mösyö Vinye Dokton, «Haktan ayrılmamak ve hakikati olduğu gibi bildirmek»
şartını ortaya koydu. Fransa hükümeti bu şartı kabul etti. Mösyö Vinye 1907,
1908 ve 1909 senelerinde Kuzey Afrikada dolaştı. Hükümetin verdiği nüfuz ve
gösterdiği kolaylık sâyesînde pek mükemmel tahkikat icrâsma muvaffak oldu. Üç
senelik çalışmasını hâvi ve her bölümü resmî vesikalara müstenid olan raporunu
Fransa hükümetine takdim etti. Hükümet, bu raporun hâvi olduğu cinayetleri,
İnsanî adaletin terbiye kudreti fevkinde bulduğu için sakladı, tetkik meydanına
koyamadı. Bunun üzerine Mösyö Vinyen Dokton raporunu «La Guerre Sociale»
[Sosyal Savaş] gazetesiyle neşretti.
Biz
bu raporu, İslâm Peygamberine (A.S.) dil uzatmağa cesaret eden Dr. Buakey ve
benzerlerinin yüzüne bir terbiye kırbacı olmak üzere fırlatıyoruz. ~
(MÖSYÖ
VİNYE DOKTON’UN RAPORU)
KUZEY
AFRİKA’DA RESMÎ HAYDUTLUK
(Tunus — Cezayir — Fas)
Şimdiki
Fransa Dışişleri Bakanı Mösyö Pişon, eski Millî Eğitim Bakam Briyan dü Dümerg’e
takdim olunan tahkikat raporudur.
Sayın
Bakanlar!
Millet
Meclisini terk ederek Şimâlî Afrika’daki müstemlekelerimizde tahkikatta
bulunmağa karar vermem üzerine bu tahkikatı, 1907 senesinden 1909 senesine
kadar üç sene içerisinde Şimâlî Afrika’da beni tetkikat memurluğuna tâyin etmek
suretiyle, kolaylaştırmak lûtfunda bulundunuz.
Zâbit
şıfatiyle Batı Afrika’da, rneb’us sıfatiyle Madagaskar'da ne yapabilmiş isem,
himmetiniz sâyösinde Tunus, Cezayir ve Fas'ta da aynı surette tahkikat
yapabildim. Tahkikatı tarafsızca ve hiç eksiksiz bir şekilde bitirmeğe muvaffak
olmam dolayısiyle himmetinize teşekkür etmeme müsaade buyurunuz. Tahkikatıma
«eksiksiz» diyorum. Zira itimadınıza mazhar oluşumun, tahkikatımla sabit olan
ve gözümle gördüğüm şeylerin en küçüğünü bile saklamağa beni mecbur
edebileceğini asla hatırıma bile getirmedim. Ve benî böyle bir alçaklığı
yapabilecek adamlardan farzettiğinizl zannetmek gi-
bi,
benim kadar sizin de yüzünüzü kızartacak bir fikre de zâhib olmadım,..... Size
takdim etmekle iftihar duyduğum şu tahkikat raporu
nun
başlığı «Şimalî Afrikada Resmî Haydutluk» olarak ve üç kısma ayrılmış
bulunacaktır. Birinci kısma «Yerlilerin Mihneti» [Bornus'un Teri] (*) unvanını
veriyorum. Bu kısımda mülkî ve askerî memurlarımızın Şimâlî Afrika
müstemlekelerimiz yerlilerine ve bilhassa gözden uzak ve teftişten mahrum olan
cenup kısımlar halkına karşı irtikâb ettikleri günlük ve çeşitli
suiistimalleri, bütün saffetimle gözünüzün önüne koyuyorum. En zâlimce bir
keyfî idare oralarda yürütülmektedir. Bu kısımda: Haksızlık, yerlerinden tard,
rüşvet, alçaklık, kötü muamele, velhasıl zulüm ve sapkınlığın her çeşidini,
numuneleriyle beraber bildiriyorum. Bu kısımda memurların irtikâb ettikleri
rüşvetçilik çeşitlerini de tafsilâtlı olarak yazıyorum. O memurlar ki hatt-ı
hareket kanunu olmak üzere: «Bornus giyenler, terlemeye mahkûmdurlar» çirkin
düsturunu seçmişlerdir.
Tahkikatımın
ikinci kısmı «Oran» eyâleti cenubiyle Fas'ın doğu taraflarında yaptığım
tahkikatı hâvidir. Göreceksiniz ki, «Tuat fütuhatı», «Fikik İcraatı», «Budnib
muzafferiyeti», «Veşaviye ve Beni Senâsin zaferleri» namı verilen şeyler,
çakmaklı tüfeklerle mücehhez zavallı devecilerin, kadid [= kuru et, iskelet]
hâline gelmiş sefillerin, veya vâhalara sığınmış hiç silâhsız ve zararsız
adamların «katliâm» edilmesinden ibârettir. Resmî malûmatı neşreden kibar
âleminin [yüksek tabaka] gazeteleri hakikati bildirmiyorlardı. Ben ise
hakikati, henüz vicdansızlığı, haydutcasına öldürme ve clnâyeti muhârebe
zannedecek dereceye götürmeyen şâhidlerden dinledim. «Muharebe» diye etrafa
yayılan bu cinâyetler medenî bir milletin yüzünü kızartacak hâllerdendir.
Tahkikatımın bir ikinci kısmına: «Sırma Şerit Kazanacak Yerler!» [1900 den 1910
senesine kadar Cezayir ve Fas'ta fütuhat subaylarımızın mesleği.] namını
veriyordum. (Bu kısımda fütühat namı verilen bu ikinci çeşit katliâmlar geniş
bir şekilde anlatılmaktadır.)
(’)
Bornus: Fas, Cezayir, Tunus’ta giyilen bir elbise.
Tahkikatımın
üçüncü kısmında Cezayir ve Tunus’ta bulunan «haricî gönüllü alayları»
[Lejyonlar] hakkındaki vesikaları hâvi tahkikatı ne şekilde yaptığımı anlatmaktayım...
***
Mösyö
Vinye Dokton'un mufassal raporundaki vesaiki, hakikatin tâ kendisi olduğundan
dolayı, reddetmek kabil değildir. Bu raporda anlatılan hâllerden insanın
insanlıktan ikrah edeceği geliyor. Bedevi ve vahşî namı verilen bu zavallı esirlere,,
medenî unvanını takınanların revâ gördüğü vahşetleri en namuslu ve en doğru
sözlü bir Fransız meb’usunun raporunda görüp de lânet okumamak elden gelmiyor.
BORMUŞ GİYENLERİN TERİ
Mösyö
Vinye Dokton Cezayir ve Tuatlılara, doğu Faslı ve Tunuslulara yapılan
îtlsafları, yerlilerin şu darb-ı meseliyle kısaltmak istiyor •. «Çekirgeler bir
belâdır, sam yeli diğer bir belâdır. Lâkin her İkisi nihayet iki belâ eder.
Halbuki yerli ağalarımız [kaid], Fransız muhâcirlerl ve Yahudiler cehennemin
bütün belâsı demektir!»
Mösyö
Vinye, Afrika müslümanlarına musallat edilen kan emici, kemik kemirici
kuvvetler! muzırlık dereceleri sırasiyle şöyle sınıflandırıyor :
·
1
— Başağa.
·
2
— Ağalar.
·
3
— Kald.
·
4
—- Maliye tahsildarları ve maiyet memurları.
·
5
— Kabile şeyhleri.
·
6
— Yahudiler.
·
7
— Fransız muhacirleri.
Bu
muhterisler sürüsü zavallı müslümanların elinde avucunda olanı, kazandığını ve
kazanacağını gasbediyor. Ne kadar zîraate elverişli arâzi varsa kahren
ve cebren müslümanlardan alınıyor, onlara en çorak arâzi bırakıldıktan başka,
bu arâzlden, muhâcir Fransızların arâzisine nisbetle on kat fazla vergi
almıyor. Kısacası müs-lümanlar o surette idare olunuyorlar ki, onların
hissesine ancak «kan teri dökmek», cehalet, sefâlet ve zillet isabet ediyor.
***
Mösyö
Vinye Dokton'un üç senelik çalışmasını hâvi rapor gayet mufassal olduğundan,
değil harfiyen; hattâ meâlen bile bir kaç formaya sığdırmak kabil olamaz. Zaten
insanın tüylerini ayağa kaldıracak kötülük ve alçaklıkların uzun uzun
anlatılması neye yarar...
Raporun
umumî muhteviyatı hakkında bir fikir verebilmek için birkaç bölümün [mebhas]
sernâmesini [baş kısmında yazılı özetini] tercüme ile iktifa edeceğiz.
«Başağa,
kaid ve Fransız tahsildarlar, yankesiciler gibi yerlileri soymak için
müttefiktirler.» «Tunusun cenubunda kabile ve mahalle şeyhlikleri, Fransız
memurları tarafından en fazla rüşvet verene satılmaktadır.»
«Fransamn
üçüncü Cumhuriyetinin, mahmi [himaye edilen] adını verdiği yerlilere karşı
ettiği zulmü, ortaçağ derebeyleri bile esirlerine karşı tecviz etmezlerdi.»
«Zengin
şehirlilerle hilekâr sarrafların, fakir ve zayıfları soyan ve çapul eden
cumhuriyetine ayıp ve lânet!»
«Mahmi
müslümanlanmıza karşı tecviz ettiğimiz idare tarzını Almanlar Alsas - Loren'de
tatbik etmiş olsalardı bütün medenî Avrupa onların aleyhine ayağa kalkardı.»
.
«Asla
muhakeme edilmeksizin, bir memurun keyfi ile, yüzler ve binlerce müslüman,
müthiş kuyular, zindanlar içinde hapsedilir.»
«Cezayir'de,
Tunus’ta müslümanları soyarak zengin olan ve bugün namuslu ve itibarlı adamlar
arasında bulunan kimseler, çok defa İspanyol esircileri gibi hareket
etmekteydiler.»
***
işte
âdil, insanlık rehberi, medeniyet şehnazı olan Fransa'nın müstemlekelerinde ve
bilhassa müslüman memleketlerine tecviz ettiği idare.
«Gasp,
zulüm ve tahkir...» İşte medeniyetin müslümanlar üzerinde tatbik ettiği meş’um
kahramanlık. Sonra da bir Buakey çıkıyor, bu zavallı esirlerin hâlet-i
rûhiyesini açıklıyor. Hem de fen ve fazilet namına, hak ve insanlık hakikati
namına. Lâkin bu sefiller sürüsüne karşı bir merhamet kelimesi, bir teselli
harfi sarfedecek yerde delice bir istidlal silsilesiyle «İslâm'ı ve
Peygamberini itham» cür'e-tini gösteriyor!
Lâkin
Fransa ve bilhassa medeniyet âlemi yalnız muhterisler, vicdansızlar,
müteassıplar ve müfteriler yetiştirmiyor. Bir Buakey'e karşı şerefli ve namuslu
Vinyeleri de var ve çok geçmiyecektir ki, Vinyeler, o namuslu, vicdanlı
adamlar, Buakey sürüsünü, yalancı medenileri iktidar ve insanlık sahasından
kovacak ve hakikî medeniyet çağını açacaklardır.
Bu
malûmat, Mösyö Vinye Dokton'un, on senelik cansiperâne çalışmasının semeresi
olan mufassal raporunun yüzde birini ihtiva ediyor. Raporun diğer kısımları
okunduğu vakit, insan, medeniyet denilen bu yeni meş’um vahşete insaniyet
namına lanet okumaktan kendini alamaz.
Raporun
bu kısımlarında öyle şeyler görülür ki, insan hayret mi, nefret mi edeceğini
seçmekten âciz kalır. Mösyö Vinye Dok-ton, Fransa eski Hariciye Vekili
Hanoto’ya, Tunustaki emlâkini kaç kuruşa ve kimden satın (!) aldığını soruyor.
İsbat ediyor ki, medenî Fransanın üç dört nâzın, tıpkı haydutlar gibi Tunus’ta
yirmi bin kişinin medâr-ı maişeti [geçim vasıtası] olan arâziyi ellerinden
almaya teşebbüs etmiştir. Bu haydutluğun yapılmasına Fransızların idare ettiği
mahkeme âlet olmuştur. İşte her nasılsa sosyalist meb'uslardan meşhur Jores
müdahale ettiğinden, yirmi bin Tunuslu yerlerinden kovulamamış ve toprakları
ellerinde kalmıştır. Cezayir'de yapılanlar daha müthiştir. Lâkin buralar göz
önü yerler olup bîr de Afrika içerilerine, Asya ortalarına, Cava ve Sumatra
köşelerine nazarlarımızı uzatacak olursak, gözümüze çarpacak mezâlim, kötülük
ve alçaklık o kadar büyüktür ki, buna bir türlü inanmak İstemeyiz.
Medenî
namı alan denî’lerin [alçak] İslâm Afrîkasında yaptıklarını, hiçbir kavim ve
hattâ vahşiler, değil insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmez. Orta
Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile hayat hakkına mâlik
değildir. Silâhlarını teslim etmiş koca kabileler halkını soğukkanlılıkla
kurşuna dizmek, müs-lümanlara yer öptürmek, mahkeme olmadan adam öldürmek, beş
altı yaşındaki kız çocukların ırzına geçmek gibi mel'anetler Orta Afrikada
hergün yapılagelen alçaklıklardır.
Kırk
sene evvel Besarabya'da en az elli bin Müslüman varken bugün bir tane bile
müslüman yoktur. Kazan moskofların eline düş-. tüğü vakit binler, binlerle
müslüman şehir haricine atılmış, yüzbin-lercesi cebren hırîstiyan yapılmıştır.
Otuz sene evvel hemen hemen bütün ahalisi müslüman olan Kafkasya'da bugün bir
kaç yıkık minare, bir kaç köhne binadan başka İslâm eseri kalmamış ve ahalisi
cebren ve kahren Ruslaştırılmakta bulunmuştur. Buhâra’da, Hiyve'de, Almaata ve
Yedisu'da, Taşkent’te ve Yarkent’te, ecdadımızın zuhur ettiği beşik [mehd-l zuhur]
ve büyük bir medeniyetin parladığı o yerlerde bugün, bir elinde şirk ve cehalet
alâmeti, diğer elinde kahır ve felâket âleti olarak, bütün insanların en
mutaassıp, en hissiz ve en merhametsizi olan alçak bir kavim hüküm sürüyor.
Hayvan yetiştirmeğe mahsus haralarla bile kıyas edilemî-yecek olan Cava,
Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç HollandalInın kesesini
doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğazı tokluğuna çalıştırılıyor. Hâkim
milletlerin en İnsaflısı, Fransızlarla Moskoflara nisbet edilemiyecek derecede
İnsaflı ve mutedili olan İngiltere bile Müslümanlara hayat hakkını, ancak
esaret zincirini boyunlarında tebcilen taşımak şartlyle veriyor. İzzet-i
in-saniyesinl, hürriyet hakkını hatırlıyanlar, derhal kahr ve imha olunuyor.
Mösyö
Vlnye Dokton, Tunus hükümeti dairelerinde mahfuz ve cerhedilmesi kabil olmayan
vesikalara dayanarak Fransa vekil, ayân ve meb'uslarından vazifelerini ve
mevkilerinin nüfuzunu suiistimal ile zavallı Tunus müslümanlanndan gayri meşru
yollarla gasbettik-leri araziyi, Fransa . hükümetine takdim ettiği raporunda
aşağıdaki şekilde gösteriyor.
Zavallı
Tunus’u soyan Fransız Millet Meclisi Akbabaları :
Eski Ticaret Vekili (Ayandan) Beşe
3 000 dönüm
Eski
Ziraat Vekili (Ayândan) Muju
12 000
Eski
Maliye Vekili (ve hâlâ meb’us) Koşeri 10 000
Eski
Hariciye Vekili Hanoto
_
2 000
Tunus
bütçesi kâtibi (Ayândan) Şaton
4 000
Eski
Adalet Vekili (Ayândan) -Şumye .
3 000
Eski
Bahriye Vekili (Ayândan) Kranç ' 5 000
Tunusun
şimdiki bütçe kâtibi (Ayândan) Pedbidu 10 000
Tunusun
şimdiki bütçe kâtibi (meb'us) Şayleybert 30 000 dönüm
Artık
«Fransa’nın şerefi» olan bu nazır ve meb’usların şu hırsızlık ve çalımlıkları
meydanda dururken mâiyet memurlarının, Tunus'taki onbin Fransız memurunun
bîçâre müslümanlara neler yaptığı kolayca kestirilebilir. Lâkin olur olmaz
kolaylıkla kestirilemiye-cek ve her vicdan sahibini dehşetten titretecek
ciheti, Tunus gibi göz önünde olan yerlerde irtikâb olunan vahşetlerin
ulaştığı, insanın kafatasını çatlatacak derecesidir. Tunus, Akdenizin göz önüne
gelen sahillerinde muharebe ile alınmamış, gasbedilişi tanınmamış bir yerdir.
Orada cereyan eden resmî haydutluklar, resmî mezâlim bu dereceye getirilmiş
ise, acaba göz önünden ırak olan yerlerde neler yapılıyor? Cezayir'de, Tuat’ta,
Sahra'da, Huze'de, Tum-buktu'da, Hindistan köşelerinde, Sudan'da, Sibirya'da,
Türkistan’da, Kazan’da, Kırım'da, Cava’da, Sumatra'da neler oluyor?
Acaba
medeniyetin en yüksek noktasına çıkmış olmak, hattâ dîn ve taassup bağını
atarak insaniyeti kıblegâh-ı emel etmiş bulunmak dâvâsını güden bir Fransız
böyle yaparsa, son derece câhil ve mutaassıp bir Rus mujik’i, bir kazak neler
yapmaz ve neler yapmıyor? Lâkin Avrupa medenilerinin artık iftiharla anmağa
başladıkları vahşetlerden, artık saklamağa lüzum görmedikleri alçaklıklardan
Avrupa halkının yaptıklarının tahliline vakit kalmıyor.
Masonlar
yâni (sözüm yabana) milliyet bağından kurtulmuş insaniyet âşıkları tarafından
neşredilen «Le Temps» gazetesi, Afrika'da Yukarı Obangi’de bir Fransız
müfrezesinin, bir senûsî emîrini ele geçirdiğini ve müşarünileyh ile onyedi
kadın ve bir çok çoluk çocuktan ibaret evlâd-ü iyâlini tüfek ve tabanca
kurşunları ile öldürdüğünü «bu iğrenç öldürme işine cür’et eden mel’unu
medhederek» büyük bir muvaffakiyet gibi kemal-i iftiharla yazıyor!
Zehî
medeniyet, zehî insaniyet!
Acaba
bu zavallının kabahati ne? Ne olacak, hürriyetini sevmek, vatanını ve milletini
gâsıplara karşı müdafaa etmek.
İşte
bütün müslümanların cinayeti bu! Avrupa eh!-i salîbi bizi hayvan sürüsü gibi
kullanmak, kanımızı emmek, vatanlarımızı kendilerine çiftlik yapmak ve bizi de
esir etmek istiyorlar. Heyhat ki, istiyorlar değil, öyle yaptılar.
Lâkin
acaba bu derece kuvvetli midirler? Acaba haklarımızı geri almamız kaabil değil
mi? Acaba boynumuza esaret zinciri asan onlar mı? Yoksa bizim gafletimiz,
kansızlığımız, hamiyetsizliğimiz, dinsizliğimiz mi? İşte bu eser, bu bahisleri
tetkik ediyor. Bugün İsiâm âleminin hangi köşesine baksak haksızlık, hainlik ve
mezalim zulmetiyle orasını kararmış görüyoruz. Bugün üç yüz milyondan fazla
muvahhidin [müslüman] mazlum boyunlarına yalancı medeniyetin astığı esaret
zincirini görüyoruz... Yüreklerimizden coşan kanlı göz yaşları gözlerimizden
akıyor...
Âh...
Âh... Ağla ey ruh-ı İslâm, ağla ki, üçyüz milyon Muhammedi'nin yalnız otuz
milyonu, kurtlar arasında kalmış kuzu gibi, maamafih istiklâlini muhafaza
edebildiği hâlde üçyüz yirmi milyonu ehl-i salibin amelesi, fermânma tâbi,
zavallı esirleridir.
Ağla,
ey rûh-ı İslâm! Ağla ki İlây-ı Kelimetullah [Allah’ın dinini yükseltmek] için
eflâke baş kaldıran minareler yıkılmış! Şanlı bir maziyi hatırlatan hazin
harabeleri baykuşların meskeni olmuştur.
Ağla,
ey rûh-ı İslâm! Ağla ki mescidlerin tarla, câmilerln harabe, medreselerin ahır,
mamurelerin, sefâlet ocağı oldu!
Ağla,
ey rûh-ı İslâm! Ağla ki... Hâmûş, ey nâle, hâmûş ey enin... Sus, sus ki senin
artık diyeceklerini dinlemeye yürekler dayanmaz, sus, sus ki İslâm’ın düştüğü
zilletin azametine belki de kulaklar inanmaz! Sus!
Lâkin
ne işitiyorum... Aman susalım, aman dinllyelim, bu sâdâ nereden geliyor, bu
sadâ ne diyor... Bakınız bir basiret okşayıcı nur, karanlıkları kaplıyor,
karanlıkları yok etmeğe başlıyor... Sadâ devam ediyor... Dinleyiniz, oh!
Dinleyiniz ve anlayınız... Kardeşler! Bu sadâ diyor:
Allahu
ekber... Allahu ekber! Zillet devri geçti, gafiller gözünü açtı artık. Allahu
Teâlâ merhamet' etti, gaflet ve nifak, bir daha geri dönmemek üzere gitti.
Allahu
ekber... Allahu ekber! îzzet-i insaniye isyan etti, vic-dan-ı insan, hakikî
adalet, müsavat, hakikî hürriyet, hakikî uhuvvet diye feryad eyliyor, insanlar,
insanlık istiyor.
Allahu
ekber, Allahu ekber! Bir milyar mahkûmdan mürekkep sefil kavimlerin, yalancı
medeniyetin redaetinin kurbanı olan yüz milyon sefil amelenin itiraz nârası,
ifrit-1 ^asb ve ihtirası titretiyor. Daha şimdiden bu mahkûmların ihtilâl
kâbusu, haklarını istirdat ihtimâli mukadderat-ı beşerle oynayan gâsıpları
korkutuyor, eziyor.
Afiahu
ekber, Allahu ekber! İslâm uyandı. İlâhî feyzden, zindeleştirici bir sabah
rüzgârı esti, ölü dirildi, zincir-i esaret kırıldı... İslâm intibah etti,
elhamdülillah!
Ey
kardeşler, ey müslümanlar! Ey adalet ve refah isteyen bütün İnsanlar! Emellerimizin
kucağına doğru birlikte gidelim, birleşelim, Hakkı tebcil, adaleti takdis,
müsavatı tekrim, hürriyeti tâzim eyliye-lim. Kahr ve zillet esasları üzerinde
kurulan sahte medeniyeti atalım. Adi ve uhuvvet üzerine hakikî bir medeniyet
kuralım. Hak bizimledir. Hakka güvenelim, insanlık vazifemizi yapalım. Ya şanlı
bir hayat, ya şanlı bir ölüm!..
İKİNCİ
KISIM
YİRMİNCİ ASIRDA AVRUPADA UMÛMÎ
SİYASET
—
2 —
HER DEVLETİN MESLEK (DOKTRİN) VE
MAKSADI
RUSYA
Rusya
hükümetinin tarihî ve millî bir siyaseti vardır ki; ne günlerin keyfî
değişikliği, [tesarif-i eyyam] ve ne de düçâr olduğu mağlûbiyetler ve müşkilât,
onu bu siyasetini takipten vazgeçireme-miştir.
Burası
pek tabiîdir, zira Rusya hükümetini meydana getiren bu siyaset olduğu gibi,
bugünkü sosyal durumu ve millî ekseriyetinin hâlet-i rûhiyesi ve hattâ
Avrupanın enterikası başka türlü bir siyaset takibinden Rusya’yı
alıkoymaktadır.
Rusya
hükümeti, dükalık vs. gibi ehemmiyetsiz şekilleri itibariyle pek yeni değilse
de heybet ve azameti ve mühim bir hükümet şeklini alışı çok yenidir. Bu azamet,
gayet sür'atle ve şaşılacak bir kolaylıkla meydana geldi. Acaba nasıl?
Bu
sualin cevabını iki kısa cümle ile verebiliriz: İslâmiyet! ve Türk unsurunu
kahretmekle. '
Bugünkü
Rusya'nın en büyük ve en mühim kısımlarını Türk-lerden alınan İslâm vatanları
meydana getiriyor: Besarabya, Kırım, Kazan, Ejderhan, Kafkasya, Buhara, Hîve,
Orta Asya, Türk Sibiryası hep bu kabildendir.
Maamafih
müslümanlara ve bilhassa Türklere kaybettirdiği memleketler bu kadarla da
kalmaz. Bosna ve Hersek, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan gibi
diyarların elimizden çıkmasına en birinci âmil Rusya oldu. Rusya hükümetinin
Avrupa muvazenesinde yeri ve ehemmiyeti varsa da kendisi bir Avrupa hükümeti
olmaktan ziyâde bir Asya, bir şark devletidir. Kendisinin faaliyet meydanı şark
ve Asyadır.
Rusya
hakkında doğru bir fikir edinebilmek üzere kendisine her iki suretle, yâni «bir
Avrupa devleti - bir Asya devleti» gibi iki nok-ta-i nazarla muhakeme lâzımdır.
Evvelâ
birinci şekli ele alalım, Rusya halkı birbirine ırk, din, lisan ve tarih
bakımlarından yabancı muhtelif unsurlardan mürekkep olup bunlar, irfan
seviyeleri bakımından da birbirinden çok farklıdır.
Hâkim
millet Ruslardır, maamafih bunlar da aydın şehirlilerle, son derece bedevi ve
mutaassıp avâm ve köylülere ayrılır.
Şehirliler
Avrupanın en ileri halkından sayılırken, köylüler As-yanın en geri halkı ile
müsavidir. Rusya hükümeti, itaatkâr bir -ekseriyeti teşkil eden bu ikinci sınıf
Ruslara dayanmakta ve bu câhil ekseriyet ile hükümetin «siyasî idealleri» aynı
şeyden ibaret bulunmaktadır. Bu ideal belli başlı şu fikirlerden müteşekkildir.
·
1
— Rus olmayan unsurları Ruslaştırmak,
·
2
— Rusya’da yalnız ortodoks hıristiyan mezhebini bırakmak,
·
3
— Islâm ırkından olan muhtelif kavimler! Rusya nüfuzu altına almak.
·
4
— Rusya'da yalnız Rusçayı bırakmak.
Rusya
hükümetinin Avrupa işleriyle, İktisadî alâkasından başka alâkaları, Almanya,
Avusturya hükümetlerinin savlet ve hücumlarından masun - kalabilmek, Balkan ve
Türkiye işlerinde nüfuz sahibi olmak gibi iki mühim kola ayrılabilir. Bunlar
siyasetle az çok meşgul olan herkesin malûmudur. Lâkin herkesin tamamen
bilmediği cihetler, Rusya ile. Almanya arasındaki münasebetlerin iç yüzüdür ki
bunun hakikatine hiçbir vakit zâhirî hâllere bakmakla ulaşılamaz. Hattâ diyebiliriz
kİ zâhirî hâllerden çıkarılabilecek neticeler, dediğimiz hakikatin taban tabana
zıddıdır.
Prens
Bismark’ın maharet ve siyasî kudretiyle Avrupa muvazenesinde yalnız ve bînüfuz
kalmış olan Fransa, birçok fedakârlıklara katlanarak ve ezcümle iflâsa yüz
tutmuş olan Rusya'ya pek mühim meblâğlar ikraz ederek evvelâ bir ikili itilâf
vücude getirdi. Bu itilâfın Avrupa'daki vazifelerinden biri de Almanya’ya
mukavemetten ibaretti.
Sonra
bu itilâfa [birliğe] İngiltere de girerek Almanyaya ve üçlü ittifaka karşı bir
üçlü itilâf husule geldi. Artık Almanya uluorta, keyfince Fransa’yı tehdit
edemezdi.
Sonra
da işin içinde İngiltere ve Fransanln o zamanki Rus do-nanmaslyle
birleşmesinden meydana gelecek dehşetli, pek mehip bir «üçlü itilâf» donanması
vardı ki Almanya ticareti ve dolayısiyle Alman milletinin mâişeti bu donanmanın
emrine tâbi kalmıştı.
İşte
bütün bu hâllerden haklı bir mantık ile çıkarılacak neticeler mucibince
«Rusya’nın Almanya'ya düşmanlık ilân ettiğine ve Almanya’ya zarar vermek için
onun düşmanlariyle işlerini birleştirdiğine» hükmolunabiJirdi. Bilhassa o vakit
iktidarda İzovliski gibi Alman düşmanlığıyla tanınmış bir hariciye nâzın
bulunduğu nazarı dikkate alınırsa.
Lâkin
:
Hakikat-ı
hâl, bunun tamamiyle aksinedir!
Biz
isbata çalışacağız ki bütün bu komedya, mâhlr ve dehşetli Almanya'nın
tertibiyle oynanmıştırl Bu maksat için evvelâ aşağıdaki düsturları isbât
etmemiz lâzım :
·
1
— Rusya Almanya’nın bir nevi müstemlekesidir.
·
2
— Rusya İmparatorluk hanedanı Almanya kayserlerinin vas-sal’i [tabii] dir.
·
3
— Rusya mukadderatını sevkeden mütefekkirler hey'eti, mülkî ve askerî ricalinin
ekseriyeti ya Alman veya Almanlaşmış adamlardır.
·
4
— Rusya yüksek sınıflarındaki fikir ve terbiye, Alman medeniyetinin mahsulüdür.
·
5
— Rusya’nın hayat ve mematı Almanların elindedir.
Rusya
Almanyanın bir nevi müstemlekesidir. Rusya gayet geniş bir imparatorluk olup
servet menbaları pâyansızdır. Fen, sanayi ve iktisad işlerinde kullanmak için
kâfi derecede işçiye mâlik olmadığından, bu boşluğun yerini Almanlar
doldurmaktadır. Rus sanayi ve iktisadiyatı Almanların elindedir.
.
Rus çarları aslen Alınandırlar. Dedeleri Almanya’nın küçük prenslerinden biri
idi. Almanya imparatorluğuna karşı çarlar her vakit «manevî tâbiiyeti hatıra
getiren bir sevgi ve hürmetle bağlı» kalmışlardır. Almanya, her vakit Rusya'ya
yardım etmiştir. Rusyanın bütün son muvaffakiyetleri, Almanyanın muvafakat ve
rızası sayesinde meydana gelmiştir. Ve bu muvaffakiyet hiçbir vakit Almanya'nın
kabul ettiği derecenin üstüne çıkmamıştır. Rusya çarları Alınandırlar. «Hissen
ve lisânen Rusya imparatorluk sarayı ile bir Alman kraliyet sarayı arasında
hiçbir fark yoktur. Rusya ve Fransa arasında itilâf akdolunduğu vakit bile
Rusya imparatoru Fransayı ziyarete giderken evvelâ Berlin’e uğrar, Kayser’e
karşı «te’min ve te’yid-i mevâlât ve tâbiiyet eder, Alman üniformasiyle Alman
ordusuna resm-i geçid yaptırır, bundan sonra Fransa’ya giderdi!»
Bu
tavırlar.’ bu hareketler son derece manidar ve göz önünde iken Fransa
siyasetinin düştüğü gerileme ve adileşme devri bütün Fransızlara gurur ve
iftihar körlüğü vermekte ve Franşızlar bütün paralarını şimal ayısının yem
torbasına dökmekte idi.
Üçlü
itilâfın «esas ve bilhassa Fransanın emel ve ümldleri nok-ta-I nazarı
itibariyle» nasıl boş komedi olduğu, Fas ihtilâfı dolayısıyla Almanya’nın
aldığı vaziyetten tamamen anlaşılmıştı. Almanya, Fransa’yı harb ilânıyla tehdit
etti, İngiltere’nin Fransa’yı teşviklerine rağmen, Rusya'nın vaz’ı
«mûtedilânel!» sİ Fransa'nın cesaretini kırdı, Almanya'ya baş eğdi! Artık sâbit
olmuştu ki Almanya, karada olacak işlerde üçlü itilâfa beş paralık bile kıymet
vermiyor! Niçin? Çünkü Almanya, Rusya'nın kendi aleyhine hareket edemiyece-ğine
emin olduğu gibi Rus ordu ve donanmasının hiçbir hakikî kıymeti kalmamış
olduğunu da biliyordu.
Zâhiren
her ne şekil peyda olursa olsun, Rusya ve Ruslar, başta imparatorları olduğu
hâlde «Almanyanın zarurî ve tabiî muhib ve müttefiki, Fransa ve hele
İngiltere’nin tarihî ve vicdanî ağyârı»dır.
Almanya
her ne vakit isterse Rusya’ya zarar verebilir. Rusya'nın müstebid idaresi altında
inleyen milyonlarca Lehliyi, Rusya'nın hâricî mes’elelerle meşgul olduğu
sıralarda itaate mecbur eden, bu fedâkâr ve cesur milleti İhtilâlden sakındıran
Alman orduları korkusudur.
Lâkin
Rusya’yı büyük teşebbüsler hâlinde düşündürecek ihtilâl âmilleri, yalnız
Lehliler değildir. Ermeniier, KafkasyalIlar, Finlândi-yalılar, Tatarlar ve daha
nice mazlum kavimler ve hepsinden mühimi olarak müfrit sosyalist ve nihilist
olan, bizzat Rus. gençleri Rusya'yı son derece zayıf ve tam mânasiyle
âciz bırakmaktadır. Almanya her ne vakit isterse Lehistan'da bir ihtilâl
çıkartabilir. Bu ihtilâlin yayılma dairesinin genişletilmesi ise kendi kendine
olabilecek tabiî islerdendir.
İste
bu kısa izahattan anlaşılır ki. hakikî heybet ve azamet olmaktan ziyade kuru
bir nümayiş, sahte bir kabartıdan ibaret ve hava ile dolu bir balona benzeyen
Rusya’ya, ne İngiltere, ne Fransa hiçbir fenalık etmeğe muktedir değilken,
Almanya onun mukadderatına tam mânâsiyle hâkimdir.
Rus
- Japon muharebesi, vâkıa, İngiltere’nin mâhirâne bir tertibi şeklinde meydana
gelmiş ise de yanlış görmekten vazgeçilirse, bundan dahi en ziyade Almanya'nın
istifade ettiği meydandadır.
Zira
Rusyamn bir tokat yemesi, İngiltere için dolayısiyle faydalı olup Almanya
içinse bu fayda son derece büyüktür. Uzak Şarkta bir Japonya peyda olması
İngilizleri şiddetle düşündürecek mes'elerden olduğunu unutmayalım. Halbuki
Almanyamn Rusyaya tahakkümü yalnız bu kadarla da kalmaz. Osmanh İmparatorluğu
ile Almanya arasında deveran ve cereyan edecek muamele, Rusya mukaddesatına en
büyük tesiri göstermek mahiyetini haizdir kİ bundan ileride bahsedeceğiz. Şu
hâlde birkaç sual hatıra gelir:
Almanya,
üçlü itilâfı önliyemez miydi? Ve buna muktedir idiyse kendi aleyhinde böyle bir
itilâf akdine niye müsaade etti?
Bu
iki sual zahiren ne derece parlak ise hakikatte o derece soğuktur. Evvelâ üçlü
itilâf, herkesin zannettiği gibi Almanya aleyhinde bir iş değildir, bilâkis!
Almanya'nın
bu itilâftan kendi lehinde ümid ettiği faydalara gelince bunlar da aşağıdadır:
·
1
— Devletler muvazenesinde şaşkın bir dul kadın vaziyetini alan Fransayı bu
itilâfın hiçliği.ne güvendirerek çürük bir vaziyete sokmak (Bu hakikat,
yukarıda bildirdiğimiz üzere Fas mes'elesiyle tamamen anlaşılmış olduğu
gibi daha sonra Rusya-Almanya itilâfında, Rusya-nın batı hududundaki ordularını
geri çekmesi ve Lehistan istihkâmlarını iptal etmesi ile de sabit olmuştur.)
·
2
— Fransa’nın milyarlarını Rusyaya akıtmak. Bundan Almanya-ya ne fayda var?
denilirse, cevabımız şu olacaktır: Bu milyarların büyük kısmı sessizce
Almanya’ya geçmiştir. Almanya zengin - değildi. Faal ve çalışkan Alman milleti
fazla sermayeye muhtaçtı. Almanya bu sermayeyi ne Fransa ve ne de İngiltereden
çekebilirdi. Binaberin pek mahirâne ve çok muvafık bir vasıta ile bu
sermayeleri alık Fran-sadan tedarik etti.
Rusya
bu büyük meblâğların bir kısmı ile Almanya'ya harp mühimmatı v.s. sipariş etti.
Ve her ne suretle sarfiyatta bulunduysa hepsinde Alman iktisadiyatının delâlet
ve istifadesi vardı.
·
3
— Rusya'yı İngiltere ile olan itilâfından istifade ederek İngiliz
müstemlekelerine tehditkâr bir vaziyet aldırtmak. (Filvâki İngilterenin bütün
korkuları Rusya’nın Hind hududuna yaklaşmasından ibaret ve bütün gayreti bu
yaklaşmayı önlemeğe masruf iken İngiltere - Rusya itilâfı sayesinde bunun aksi
meydana gelmiştir. Bugün Rusya, önceki, vaziyetine nisbetle Hindistan'a daha
yakın bulunuyor. Zira İran’ın yarısı işgali altındadır. Gariptir ki Rusya bu
istilâ adımını ingilterenin muvafakatiyle atmıştır.)
·
4
—- İngiltere ve Fransa hükümetlerini kendi hakikî hürriyetper-’verleri
nazarında düşürmek. (Rusya imparatorunun ziyareti aleyhinde İtalya, İngiltere
ve Fransa'da yapılmağa teşebbüs edilip bin türlü müs-kilâtla önlenen nümayişler
bu dâvanın şahididir.)
·
5
— İslâmm tarihî düşmanı olan Rusya ile İngilterenin şark İslerinde yakınlığı ve
İngiltere’nin Rusya’ya İslâm’ı ezmek hususunda yardımı, İslâm âleminin
İngiltere’ye infialini ve neticede İngiltereyi müşkülâta düşürecek kargaşalık,
isyan ve ihtilâllerin zafere ulaşmasını sağlıyacağından nâşh (Bu da kısmen
hazırlanmıştır. İran işlerinde İngiltere’nin takip ettiği siyaset ki Rusya ile
İranın taksim edilmesinden ibaret idi. bütün İslâm âlemi ve bilhassa Hind'in
şiddetli protestolarını celbetmiş, ihtilâl emareleri başgöstermiş ve
İngiltere’yi, hareketini değiştirmeğe mecbur eylemişti.)
İşte
Rusya'nın üçlü itilâfa girişinde Almanya için bu kadar büyük faydalar tasavvur
edildiğinden önlemek için hiçbir şey yapmaktan başka bunu mümkün olduğu kadar
kolaylaştırmıştır.
Şimdi
de Rusya'nın bir Asya devleti olması itibariyle siyasetini tetkik edelim.
Rusyanın
tarihî ve millî siyaseti Yakın Şarkta birçok muvaffakiyete nâil olduktan sonra
büyük devletlerin ve bilhassa İngiltere ve sonra Almanyanın iğbirar ve telâşına
sebep olmuştu. Rusya’nın emeli, derin bir uykuya dalmış olan Osmanlı hükümetini
yutmağa münhasır idi. Bu ise müstemlekelerinden dolayı İngiltere'nin, birçok
sebepler ve bahusus iktisadiyat dolayısıyla Almanya ve Avusturya’nın Kudüs'ten
dolayı hiç kimsenin İşine gelmiyordu. Binâberin Rusya'nın doymak bilmez hırsına
yutulamıyacak kadar büyük bir parça gösterildi: Asyanm şimal yarısı ve Uzak
Şark. (Nasıl ki Fransa faaaliye-tini Avrupa’da söndürmek için Fransızların
millî izzet-i nefsi okşanarak evvelâ Tonking ve sonra Afrika çöllerine, Bismark
tarafından sevkedildiğl gibi.)
Rusya,
İçinden çıkılmayacak bir işe sevk edilmişti. Mamafih İntibah ve terakki
derecesi henüz takdir edilemlyen Japonya tarafından, kendisini bir çeyrek asır
toplaya m lyacak derecede müthiş bir sille yemesi üzerine Rusya bir aralık
şaşaladı. Ne yapacağını kestlremi-yordu. Mamafih Rusya için dış Siyasette âtıl
kalmak mümkün değildi. Lâkin Osmanlı inkılâbı, İran'ın uyanışı Rusyayı dehşete
düşürmüş ve bir kat daha şaşırtmıştı. Bu iki İslâm devletinin kuvvetlenmesinden
meydana gelecek en ehemmiyetsiz netice, Rusya’yı öz vatanında mahbus bırakmak
ve cenûba doğru! İnmesini önlemekti. İş bu kadarla da
kalmıyabillrdi. Osmanlı ve İran İnkılâbı yüzünden İki mezhep ve iki millet bir
ittihad ve kardeşliğe müncer olabilirdi. Bu da bütün Türklerin, yeni tâbirle
TuranlIların birleşmesine yol açabilirdi ki şu hâlde dahi Rusya'nın Avrupa'ya
hapsedilip kalması zarurî olurdu. Sonra da yalnız Avrupa Rusyasında on beş
milyon müslüman mevcut olup bunların bir İslâm birleşik kuvvetlerinden velev
manevî olsun, himaye görmeleri din ve milliyetlerini kaybetmemelerine sebep
olacaktı ki bu da Rusya’nın iki asırlık kanlı çalışmasının iflâsla
neticelenmesi demekti.
işte
bu mecburiyetlerin bir araya gelmesidir ki Rusyanın yeniden serserice bir
siyasetle cenuba doğru saldırmasına sebep oldu: Son tâbirle Almanya’nın bu
baptaki arzusuna uymak mecburiyetinde kaldı...
Rusya'nın
İran’a saldırmaktan maksadı ikidir. Birisi şimalini İşgal ederek Osmanlı
Türklük âlemiyle Orta Asya Türklük âleminin, hilâfet makamı ile Asya
müslümanlarım bağlayan hattı kesmek ve ikiye ayırmak. Diğeri de uyanış ve
terakkiyi mümkün olduğu kadar söndürmek ve hiç olmazsa «mahallî ve mevziî»
bırakmak.
Halbuki
böyle bir emelde Rusya'nın ne derece muvaffak olacağı henüz kestirilemiyorken
işin içinden bir de Çin uyanışı çıktı! Artık Rusya için iki şeyden birisini
seçmek zaruret hâlini alıyordu: Ya, herçe.bâdâbâd diyerek Uzak Şark ve Orta
Asya’yı ve İran’daki mevkiini muhafaza ve devam ettirmek üzere yeniden meydana
atılmak, veyahut ihtiraslarından, istilâ heveslerinden vazgeçerek İç
ıslahatiyle meşgul ve şimdiki topraklan ile kani olmak.
Rusya
bu ikinci fikre bir türlü yanaşmıyor, böyle bir siyaseti Idea-. îinden istifa
mânâsına alarak bir türlü razı olamıyor. İş bu dereceye gelince Almanya mahir
siyaset oyununu oynadı. Türkiye'de Almanya'ya karşı çıkarmaya çalıştığı
mümânâattan vazgeçmeğe Rusya’yı dâvet etti. Buna mukabil, Uzak Şark ve Çin
işlerinde Rusya’yı serbest bıraktı. Müşkülât zamanlarında Rusya’yı ezmeğe
kalkışmıyacağmı Kayser, Çara temin etti. Alman hududundaki Rus orduları öteye
beriye ve Kafkasya’ya nakledildi. Demek ki bugün Rusya, tekrar âdeta resmen
Almanya ile ittifak etti ve üçlü itilâf, bir tarihî hatıra hâline girdi,
FRANSA
Fransa
pek sarp bir yokuş seçmişti. Servet ve zekâca İngiliz ve Alınanlara üstün olan
Fransızlar karada Almanları, denizde de Inglliz-leri tepelemeğe mecbur idiler.
Kaldı ki bu iki emelin her ikisi de Fransanm yapamıyacağı işlerden idi. Çoktan
beri İngiltere bahriyesi, Fransa’ya nisbetle pek çok üstün bir hâle gelmişti.
(Faşoda mes’ele-sinde İngiltere, dehşetli donanmasına bir «hazır ol» emrini
vermekle Fransa’yı ric’ate mecbur ettiği ve biraz sonra da Fransa’yı itaatkâr
bir peyk gibi siyaset ve emellerinin yardımcısı hâline getirdiği hatırlansın)
Yalnız henüz birleşmemiş olan Almanlarla Fransızlardan hangisinin diğerine
üstün olduğu kestirilemiyordu.
Prusya
- Fransa muharebesi bu tereddütleri izale etti; denizde birincilik İngilizlere
kaldığı gibi karada birincilik de Prusya etrafında birleşmiş olan «Almanya
kayserliği»nde kaldı.
Lâkin
Bismark’a bu kadarı kâfi değildi. Almanları kuvvetin en yüksek mertebesine
ulaştırmak için Fransa kuvvetinin Avrupa dışına şevki, Fransa’nın başına yeni
meşgaleler çıkarmak lâzımdı. Jul Feri'nin hayalperestçe siyaseti sayesinde
Almanya'nın bu arzusu yerine geleli.
Fransa,
Tunus’u işgal İle beraber Tonkin'e milyonlar ve mühim meblâğlar gömdü. Sonra da
İngiltere ile yüz senedir başladığı «sömürgeleştirme rekabetine» son vermeğe
mecbur oldu. Afrika: İngiltere, Fransa ve Almanya arasında paylaşıldı. Bu
paylaşmada tabiî en iyi pay İngiltere’ye, en büyüğü Fransa'ya, en fena ve
küçüğü Alman-manya’ya, en havaî ve en hayâlîsl İtalya'ya düştü.
Bu,
İtalya’dan başka, diğerlerinin pek ziyade işine geliyordu. Almanlar, Fransızların
intikam alabilmek meyline düşmelerinden ve kendilerince lüzumsuz bir muharebeye
girişmek mecburiyetinde kalmalarından kurtuldu.
İngiltere
de çok memnun idi. Zira, Fransızların müstemleke işlerindeki
iktidarsızlıklarını güzelce bildiğinden onları kendisine ciddî rakip
görmüyordu. Bununla beraber Afrika'nın zaptı ve muhafazası kabil olmayan
çölleri mukabilinde Mısır’ın İşgalini Fransızlara kabul ettirmesi yüzünden.
Fransa kuvvetini kendine hizmet ettirdi. Öyle bir hâlde ki Fransa kendi
hesabına hareket edemez oldu. Bütün kuvvet ve servetini kâh İngiltere'nin, kâh
Rusya’nın emellerini kabul ettirmek için sarfetmeye başladı. Şanlı bir tarihe
mâlik olan Fransa için ne zelîl ve âdi vazife I
Bir
taraftan İngilizlerin ihtiraslarının peşinden gitmek, diğer taraftan dünyanın
en müstebit hükümetinin, en mutaassıp milletin muti bir hâdimi bulunmak: İşte
Fransa üçüncü cumhuriyetinin düştüğü alçak mezellet!
Fransa,
bütün fedakârlıklara «Alsas Loren»i Alınanlardan istirdat emeliyle katlanmış
sayılıyordu. '
Rusya’ya
verdiği milyonların Almanya’ya intikal ettiğinin farkında ölmüyor ve lüzumu
hâlinde Rusya'nın Almanya’ya hücum edeceğine inanmak gibi emsalsiz bir
safdillik besliyordu.
Rus
mes’elesi yüzünden Almanya’nın aldığı tehditkâr tavır üzerine Rusya’nın
takındığı hâl, Fransızların ne kadar aldandığını gösteriyordu... Artık
Fransa'nın Almanya’ya bir ikinci defa (Fas mes’e-lesinde) baş eydiği gün Alsas
- Loren’i istirdat hülyası olmuştu.
Yegâne
rakibi olan Almanya’yı tepeletmek ve hiç olmazsa zayıflatmak ümidiyle İngiltere
Fransa’yı, Almanya aleyhine kışkırttı, hattâ Almanya sahillerine beş para
kıymeti olmayan ordusundan asker çıkarmayı taahhüde kadar işi ileri götürdü.
Fransa tamamen aldanmıştı ve hiç şüphe yok ki Almanya'dan bir ikinci tokat
yiyecekti. Lâkin burasının İngilizlerce ne ehemmiyeti olabilirdi?
Fransa’nın
karada tepelendiği sırada kendisi Fransız donanmasının yardımiyle donanmasını
mahvedecek ve müthiş rakipten hiç olmazsa yarım asır denizlerde emin kalacaktı.
İngilizlerin
bu sevimli dolabına Fransızlar tamamen düşmüşken Rusya’nın soğuk ve sâkin
kalması Fransızların cesaretini kırdı. Almanya’ya bir kere daha hücum edip de
bir kaç vilâyet ve bir kaç milyar daha vermektense, Alsas - Loren hülyasından
vazgeçmesi daha akıllıca bir hareketti. Fransanın bir şey yapamıyacağı tahakkuk
etmişken şu son Rus - Alman ittifakında Fransız siyasetinin ne gülünç hayallere
kurban olduğu son ve kat'î bir surette meydana çıktı. Demek ki Fransa’nın
milyarları, yirmi senelik çalışma ve endişesi bir «hiç» ile neticelendi. Buraya
kadar olan beyanatımız Fransa'nın Avrupa’daki siyasetine mütedair olup şimdi de
İslâm âlemine, müstemlekelerdeki siyasetine geçelim.
Fransa,
Cezâyir, Tunus, Tuvat, Hügga, Sudan memleketlerinin ekserisi bütün Büyük Sahra
gibi hep müslümanlarla meskûn müslüman memleketlerini sömürgeleri sırasına
koymuştur. Almanya’ya fena ve ufak bir pay ve İtalya'ya bir ümid (Trablusgarp
ve Bingazi!) verilerek Afrika, İngiltere ve Fransa arasında taksim olunmuştur.
Yeni tâbirle İslâm Afrikası gasbedilmiştir. Bu müstemlekelerin büyüklükçe
Fransa’ya nîsbeti, bir filin bir kediye nisbeti gibidir.
Acaba
Fransa'nın bu büyük müstemlekelerden günümüzdeki istifadesi nedir? Hükümet
(Devlet) namına hiç! Yalnız Avrupa'da kaybedilen mevki için bir teselli. Millî
izzeti nefsi avutacak bir hayal, bir serâb!
Lâkin
bu serâb, Fransa'ya çok pahalıya mal oldu. AvrupalIların elinden en evvel
çıkacak müstemlekeler, Fransa'nın payına düşen iş Afrika olacaktır. Azîm
çöllerden, AvrupalIlar için mühlik muhitlerden müteşekkil olan bu
müstemlekelerin muhafazasına Fransa hiçbir vakit muktedir olamıyacaktır. Vâkıa
şimdilik o yerleri istilâ etti. Lâkin bu muvaffakiyet, yerliler tarafından
yapılan karşı koyma hareketlerinin ehemmiyetsizliğî sayesinde oldu. Bedevîce
bir hayat yaşayan müslüman kavimlerin elindeki silâhlar, pek az kaval
tüfenkleriyle adi kı-lınç ve kargılardan ibaretti. Bu kabil silâhlarla
muntazam, silâhlı ve mitralyözlü Fransız müfrezelerine mukavemet' mümkün
değildi.
Zaten
bütün Orta Afrika’da büyük devletler yoktu. Küçük küçük emirlikler bulunuyordu.
Bunları birbirine düşürmek, para ile iğfal etmek zor bir iş değildi.
Bütün
bu sebeplerin ilcasiyle istilâ nlsbeten az para ve pek az Fransız fedaisiyle
icra edildi. Lâkin İngilizler, Almanlar, Franşızlar, Belçikalılar, Afrikalıları
teslim ettiler. Bu medeniyet rehberlerinin her ayak attıkları yerlere ilk
soktukları medeniyet eserleri, ruh ve vicdanı öldüren, zehirli ispirtolarla
bedenleri öldüren silâhlardır!
Franşızlar,
mahallî refaha çalışsalar, ahalinin din ve mukaddesatına riayet etselerdi,
ihtimal, ki Orta Afrika'da daha ziyade pâyidar olurlardı. Lâkin gerek Rusların
ve gerek Fransızların müstemlekât usulü «yerli ahaliyi cahil ve muti’ hayvan
sürüsü, esir ordusu» hâlinde bırakmağa çalışmak, ahalinin ruhî ve fikrî
hayatini öldürmektir.
Bundan
dolayı en gâfil kavimler bile az zamanda gözlerini açıyorlar, gâsıb ve
cellâtlarından nefret ediyorlar. Maamaflh Afrika'nın İntibahı için diğer avamîl
dahi mefkud [yok] değildi. Vâkıa bu âmiller evvelemirde müdafaa usulünü
bilmiyorlardı, bu sebepten dolayı dehşetli ve azîm kuvvetler, Fransız
istilâsına karşı, hatırı sayılır bir mümanaat edememişti. Fakat bu ahval bugün
pek çok değişmiştir.
Fransa’nın
ve İslâm hükümeti düşmanlarını evvelce.istilâ ediş! o derece kolaylıkla
oldu ki buna şaşmamak kabil değildi. Halbuki ellerine biraz ser! ateşli tüfek
geçmiş olan Vadaylılar bir senedir Fransızları birçok defa mağlûp ettiler. Bu
husus, İstikbalde işin ne olacağını pek güzel gösteriyor. Orta Afrika’nın
Fransa elinden çıkışı, Ce-zâyir ve Tunusta dahi bir aksülâmel husule
getirecektir.
Bizim
fikrimize göre Afrika, Fransa kuvvetinin makberi olup, bu kanlı mezarı: Fransa
için hazırlayan İngiltere ve Almanya olmuştur.
Fransa'nın
Asya'daki Tonkin, Hindiçlni müstemlekelerine gelince: Buraları yakın bir
zamanda Japonya veyaut Çin’in eline geçeceğine; Fransızların da şüphesi yoktur.
Franşızlar
hiçbir vakit bu müstemlekelerin hatırı için donanmalarını mahvolmak tehlikesine
koyamazlar, Rusya’nın yaptığı hataya düşerek bütün İstikballerini bir ikinci
Cuşima muharebesiyle mahva râzı olamazlar.
Sözün
kısası, Fransanın hangi nokta-1 nazarla bakılırsa bakılsın, müstemleke
işlerinde hiç müstakbeli yoktur.
Fransızlar
memleketlerinden taşacak kadar çoğalmıyorlar, bu sebeple müstemlekelerinin
Akdeniz sahillerinde bulunanlarına bile külliyetli muhacir çıkaramıyorlar.
Kaldı ki yirmi Fransa büyüklüğünde olan Orta Afrika ve Sahra müstemlekelerine
hiç muhacir gönderemezler, buna ne nüfusları, ne de iklim müsaid değildir. Şu
hâlde Fransa İçin yapılacak en âkılâne İş, samimî bir hayırhahlıkla Afrika
müs-lümanlarını kendisine raptetmek, insaniyetli hizmetleriyle ehl-i İslâm'ın
şükran ve minnetini celbeylemekti. Fransa bunun tam zıddını yapıyor-Fransa'dan
kovduğu kara karga sürüsünü, yâni papazları İslâm Afri-kasına musallat
etmiştir. Artık Avrupa'da nüfuz ve hükümet icrasına yol bulamıyan papazlar,
orta çağda yaptıklarını bugün Afrika İslâm âleminde yapıyorlar. Cezayir’de
kapatılan ve tahrip edilen mescidlerln sayısı yüzleri bulur. Din namına hareket
etmeyen resmî ve siyasî şahısların İse icrasından çekinmedikleri çapulculuk ve
yağmacılıklar, birinci kısımda zikrolundu.
Bu
sebepten dolayı Fransa, müslümanların nefretini kazanmıştır. Burasını
Fransızlar pek güzel bilirler. Şu hâlde müstemlekelerinde umumî isyanlar zuhuru
korkusu Fransızları daima düşündürecek ve daima Almanya ve hele İngiltereye
karşı korkulu ve mütevazı' kalmasına sebep olacaktır. Bu Sebepten dolayıdır ki
Fransa, Rusya gibi, bir kaç vakittir iki mevhib kuvvetin, Almanya ile
İngilterenin oyuncağı, mühlik'i yanında yardak vazifesi görmekte ve kendi
hesabına çalışmamaktadır.
İNGİLTERE
Yakın
zamana kadar, medeniyet âleminin hareketlerinin nâzımı olan İngiltere, bugün
dahi; medeniyet dünyasının en kuvvetli uzvudur. Vâkıa bugün İngiliz kapanlarına
bir sersem fare reftariyie [salınarak yürüme] tutulmayacak Almanya, Amerika ve
Japonya gibi hükümetler mevcud olmakla beraber, İngiliz siyasetinin
tesirlerinden azade kalmağa muvaffak, olan hükümet hâlâ yoktur. Müthiş donanması,
gaye-i maharete mâlik siyaseti, büyük serveti, İngiliz kavmlne büyük
muvaffakiyetler temin etmiş ve etmekte bulunmuştur. Lâkin İngiltere’nin bugünkü
kuvvetini meydana getiren siyâseti, hile ve hud'a-daki emsalsiz maharetidir.
Filvâki İngiltere şevket ve azameti, kahr ve ifna edilen âlem-i İslâm’ın.
makber-i hazini üzerine bina edilmiştir. Acaba İngiltere İslâm âlemini kuvve-i
bazusu ile mi teshir etti? Ve bugün kendi memleketinden yüzlerce defa büyük ve
yüzlerce defa fazla nüfusa mâlik memleketleri kahir ve askerî kuvvetlerle mi
itaat altında tutuyor? Hayır, hem bin kere hayır.
İngiltere’nin
en müthiş donanması »hile ve ifsad» ve en kuvvetli ordusu «akvam-ı mahkûme
[mahkûm milletler] deki ahlâk fesadı»dır.
İngiliz
fütuhatı tarihini tetkik edersek bu hakikati bütün dehşet ve kötülüğü ile
görürüz. Bir İngiliz ticaret kumpanyası, Hindistan'da rûy-i kabul görüyor.
Şaşılacak kadar az bir zamanda bu kumpanya iki yüz yetmiş milyon halkı siyaset
ve maharetinin oyuncağı ediyor. Hind’in kuvvetli hükümetleriyle muharebeye
girişecek hâle geliyor. Artık zemin o derece hazırlanmış bulunuyor ki İngiltere
hükümeti, edna himmetlerle dünyanın en zengin memleketi ve en geniş
ülkelerinden biri olan Hind’e mâlik oluyor.
İngiltere
her girdiği yerde, mahallî halkın tama' ve ihtiras sahiplerine kemal-i
şeytanetle müracaat edip onlar vasıtasiyle geri kalan ahaliyi esaret zincirinde
tuttuğu gibi yine onlar vasıtasiyle civar yerler halkını kahren ve cehren
idaresi altına alır. İngiltere'nin bir mahkûm memleketi sükûnet ve itaat dairesinde
tutması için kullandığı usûller, Fransa ve Rusya usûllerinden çok başka ve
mamafih daha müessir ve daha muzırdır.
İngiltere
esareti altına aldığı kavirnlere «zevk ve sefahate ait» hususlarda tam bir
hürriyet verdikten başka, gizli olarak, fevkalâde yapılmasına yardım eder.
İngiltere
istilâsına düşmezden evVel millî kanun ve âdetlerden sakındıkları için alenen
fısk ve fücura cesaret edemiyenlerin bu korkusu kalmaz. Mahkûm memlekette az
zamanda şark ve garbın ittifak ederek meydana getirdikleri fısk ve fücurun
hepsi açıkça icraya başlanır. Hürriyetin bu şekli sayesinde aşk ve nûs'a dalan
gafil ve mahkûm ahali, boynundaki esaret zincirini hişsetmiyerek en rezil bir
miskince hayatı sürükler gider. İngllizler, mahkûm milletin sefih ekseriyetini
bu suretle ele aldıktan sonra fâzıl ve mütedeyyin ekseriyeti de başka bir
şekilde oyuncağı eder.. Dünyaperest ulemâ ve ezkiya para ile alınır. Dinî his
ve vatanperver emeller bu hainler vasıtasiyle
sevk
ve idare edilir. Yâni bu ihtisasat-ı kerimâne, parlak bir mevcudiyet altında
hiçe indirilir. (Merkezi Londra olan İttihad-ı İslâm Cemiyeti bu acı
istihzaların en şaşaalısıdır.)
İngiltere
kahr ve şiddet usulünü yukardaki oyunlarla İğfali mümkün olmayan münevver ve
hakikaten vatanperver bir küçük topluluğa tatbik eder.
Lâkin
İngilterenin en büyük mahareti din ve mezhep ihtilâflarından istifade hususunda
görülür. Kimsenin nazarı dikkatinden kaçmadığı üzere Hindistan'da kullanılan en
mühim tahakküm hilesi budun İki yüz yetmiş milyonu mütecaviz halktan yalnız
yetmiş milyonu Muhammedi olup mütebakisi Brahman dinine ve daha başka yerli
mezheplere tâbidir. İngiltere bu iki nevi din erbabı arasına öyle bir tefrika
ve şikak sokmuştu ki bu, her iki tarafın yekdiğeri aleyhinde, her husustaki
adavet ve tecavüzleri ile tezahür ediyordu. Bâhusus Kurban Bayramları
müslümanlarla gayri müslimler arasında mukannen [kaide hâline konmuş] ve
muntazam kıtal zamanı olmuştur.
Aynı
dine ta'bi insanlar arasındaki mezhep ihtilâfları da aynı maharetle düşmanlık
ve tefrikaya âlet ediliyor, fezcümle Sünnîlerle Şiâ tefrikası. Lâkin
İngilterenin İslâm dinine karşı kabul ettiği tehdit ve tahrip usûlünün en büyük
ve en ciddîsi şunlardır:
«VEHHÂBλ
MEZHEBİ
VE
PROTESTANLIĞIN
SON ŞEKİLLERİYLE MUKAYESE
Vehhâbî
mezhebi, zahiren ehl-i sünnete mugayir hemen hiçbir fikri havi değil sanılır.
Hattâ vaktiyle Kahire - Ezher ulemâsı bu mezhebin esaslarında ehl-i sünnete
mugayir hiçbir şey görememişlerdi. İngiltere, bu mezhebi şiddetle terviç ediyor
ve bu mezhep sâliklerinin Mısır ve Hind'de çoğalmasına çalışıyor, Vehhâbîler
arasında eksik olmayan kalem sahiplerine her türlü muaveneti ibzal eyliyor.
Acaba niçin?
Çünkü
Vehhâbî mezhebinde ıslahat ve men-i mübtediat [bid’atle-rin men’i] namına öyle
fikirler var ki bunların neşvü nemasiyle hasıl olacak neticeler, İslâm’ın en muhlik
muhribleridir [tahrib ediciler]. İnsanların ekserisinde din hissi, ancak
an’aneler ve tarihî mukaddesatın devamı ile gıdalanarak payidar olur. Gıda
kesildiği vakit ortada bir. zinde vücud yerine bir kadid [iskelet] kalır.
Vehhâbîler, din hissini işba’ edecek ne kadar şiir ve bedi'-i dinî varsa, hepsine «red-i mübdeat ve te’sis-i esasat» namına hücum ediyor. Meselâ İslâm mescidlerinin müzeyyen [süslü] ve yüksek binalar oluşu Vehhâbîliğe göre def’i lâzim bir bid’adtir. Böyle bir duada zerre kadar bedi’, şiir ve san'at ve cemal-i sınaîden mahrum bulunan bir bedevinin seviye ve zevkine tevafuk etse bile şehirli müslümanlar için böyle bir bedi’ mahrumiyete katlanmak gayri mümkündür. Meselâ Ravza-i Mutahhare, Kabe, büyük mescidler gibi mukaddes mahal-lerdeki tezyinat ve ihtişâmad, her kimin olursa olsun ihsasat-ı bedi’isi-ni nemalandırarak dinî hisse zevk ve meveddet hislerini ilâve ettikten başka mücerredat ve sırf mâneviyatla kanaat etmesi mümkün olmayan âmme-i İslâm için ruhun zarurî gıdasıdır.
Keza
sadr-ı İslâm'da [İslâm'ın İlk zamanlarında] mevcut olmayan birtakım ibda'at
[bid’atler] var ki bunları zaman ve medenî ihtiyaçlar ve tekâmül kanunu meydana
getirdiğinden medenî bir İslâm İçtimaî topluluğu, onlardan istiğna edemez.
Vehhâbîlerin
en ziyade hücum ettikleri şeylerden biri de tarikatler olup İngiliz ve
Fransızların en ziyade işlerine gelen budur. Afrikada, kısmen Hind’de ve daha
birçok yerlerde metanet-i İslâmiye sırf tarikatler sayesinde muhafaza
edilmektedir. Afrikada İslâmiyet! yaymakla âlem-i İslâm’a bir asırda otuz
milyon nüfus kazandıran tarikatlerdir.
Tarikatler
ıslah edildiği, riyakârca ve tembelce zühd yerine din aşkı ve neşri İslâm
fikirlerini havi bir zühd-i kerim-i faalâne ikame olunduğu gün, binlerce seyyah
âlem-I İslâm’ı dolaşacak ve müslüman-ları meveddet ve birliğe dâvetle ikaz ve
irşad vazifesini ifa edecektir. Burasım İngilizler ve Fransızlar pek güzel
biliyor ve görüyorlar. Bir asır evvel Sünûsî tarikatının kuruluşu ve diğer
tarikatlara verdiği sevk üzerine Tlbo, Sudan bâzı Tuareg kabileleri İslâm'da
eridiler. Hind’de ve Çin gibi yerlerde seyyah dervişlerin hizmeti büyüktür.
Hiçbir
dinde «resmî vazifelerle meşgul olan, hademe» irşad hizmetini ve seyahatle dini
yaymayı ifa etmemiştir ve hâlâ da etmiyor. Aktar-ı cihana yayılmış olan otuz
bin misyoner, hep hıristiyan tari-katleri sâlikleri olup, kiliselerde icra-yı
âyin eden, mevâız, nikâh ve saire gibi hizmetlerde bulunan hocalardan, İslâm
âleminde seyahatle neşr-i efkâr beklenilemez. Bu vazife hasbessülûk seyahate
mecbur olan ve nevâfif-i diniyyeyi kabul eden tarikat erbabına düşer.
İşte
bunun içindir ki Vehhâbîlerin fikir ve mezhebini İngilizler ziyadesiyle makbul
tutuyor, Hind ve Mısır'da yaymağa çalışıyor.
Vehhâbîliğin
bâzı hususlarda Protestanlığa benzerliği var. Protestanlığın esaslı prensipleri
Vehhâbîlere benzer ve tabiîdir ki her ikisinden çıkacak neticeler ve mahsul de
birbirine benzer olacaktır. Acaba Protestanlığın hıristiyanlıkta yaptığı
tasfiye ve ıslah vazifesinden nasıl bir semere hasıl oldu?
Bütün
müdekkikler teslim etmektedir ki, Protestanlık, hür - düşünce denilen
dinsizliğe doğru ilk adımdır. Vâkıa birçok protestan şubeleri var ki
katolikiikten daha îrticâengiz ise de esas mes’ele bizim dediğimiz gibidir.
Protestan
rahiplerinden Baür ve İstraüs’ün hıristiyan!ığa vurdukları darbe gibi kat’î ve
katil bir darbe kimse vurmamıştır.
Vehhâbîlerin
de İslama karşı yapacağı iş bunun aynıdır. Kemâl-i teessürle görüyoruz ki
Vehhâbîler, İslâm âleminde mezheplerini ilân etmeden iş görüyorlar.
Müslümanlara İslâm dininin saffeti nâmına vaz ü nasihatler ederek gönülleri ele
alıyorlar. Mamafih bu muzır, unsur eczâsını [cüzlerini] İslâm büyüklerine ve
İslâm hükümetine karşı gizlemeye muvaffak olamadıkları sui edep ve düşmanlıktan
fark etmek mümkündür.
HİLÂFETİ
İSLÂMİYE
ve
İNGİLİZ ENTRİKALARI
İngilizlerin,
müslürnanların birleşmesine mâni olmak üzere kullandıkları entrikalardan biri
de bir İslâm mes’elesi sayılamıyan İslâm hilâfeti mes'filesidir. Bu mes'elenin
tarihî safahatını burada tekrar etmek fikrinde değiliz. Zaten halledilmiş ve
herkesin mâlumu olan bir şeydir. Fakat bu mes’ele hakkındaki ehl-i sünnete zıt
içtihadlara dayanarak sürülerle halife namzedi bulmaktan kolay bir şey
olmayacağı meydandadır. Mısır'da bulunduğum sırada öğrendiğim bir âdi
hileyi
ibret nazarlarına koymak isterim. Bir kaç şeytan herif, zavallı bir serseriyi
beş on kuruşla kandırmışlar ve ona garip bir rol oynatmışlardır. Bu adam
birdenbire «Abbasî sülâlesinden olduğunu ve son Abbasî halifesinin meşru vârisi
bulunduduğunu» İddiaya başladı. Oyunun mürettipleri işi yağlayarak ballayarak
«Hasbel sadakat» sabık hâkana [Sultan Abdülhamîd’e] arz ile halife namzedini
ıskat için külliyetli paralar çekmişlerdi. Vâkıa böyle bir entrika, bu şekilde
her vakit devam ettirilemezse de hâlâ bedevîlik seviyesini geçmiyen bâzı
taifeleri iğfal için bir fesat âleti gibi İslâmm başında asılmış kılıç gibi
duruyor. Bu kılıç kördür, kesmez. Ne çare ki İslâm siyasetimizin sönüklüğü,
İngiliz siyasetinin parlaklığı bu kör kılıcı bizim kör siyasilerimize karşı bir
can- alıcı kılıç gibi göstermeğe muvaffak oluyorl
İngilterenin
hayat damarı, İslâm halifesi olan Osmanh padişahlarının manevî elindedir, bunu
istediği vakit koparabilir. Vâkıa inhitat devirlerimizde halifelerimiz, böyle
müthiş bir iktidara mâlik olduklarını bile unutmuşlardı. Şu kadar ki İslâm
uyanışı bir fiil-i vaki’ olduğundan İngiltere hilâfet makamının bütün manevî
ceberûtunu görmek ıztırarındadır. Bu hususları daha etraflı muhakeme etmezden
evvel İngiltere umumî siyasetine bir nazar-ı tenkid ve tetkik atalım.
İNGİLTERE’NİN UMUMÎ SİYASETİ
\
Ispanya’nın «nâmağlûp donanma» sini [Yenilmez Armada] perişan ederek bu
devletin ihtişam ve darâtının vârisi olduktan sonra, İngiltere karşısında en
kuvvetli rakip olarak Fransa'yı buldu. Fransa-nın imparatorluk devrindeki israf
kuvveti, cumhuriyet zamanındaki zayıf siyaseti daima İngiltere'nin galebesini
temin etmiş ve yüz sene devam eden «rekabet-i istimlâk» [müstemlekeleştirme
yarışı] nihayet Faşoda mağlûbiyeti ile İngiltere lehinde halledilmiştir. Lâkin
Almanya ittihadı, Rusya genişlemesi, İtalya ittihadı Türkiyenin devamlı
mağlûbiyeti ve inhitatı siyaset satrancına yeni açmazlar ilâve etmişti. Bu
ahvâl birdenbire hissedildi. İngiltere en büyük tehlikeyi Rus-yadan bekliyordu.
Binaberin son yarım asırdaki siyasetinin ana noktası İslâv istilâsına set
çekmeğe gayret oldu. Bunun için ise en güzel âlet Türk unsuru ve Osmanh
hükümeti idi. Lâkin Osmanh hükümeti İngiltere nüfuzuna tebaiyet etmediğinden
nihayet İngilizler OsmanlIlardan ümit keserek Rusya ile cenup arasında, büyük
devletlerin hl-mayesi altında birtakım mmtakalar, hâiller ihdâsını muvafık
buldular Balkan hükümetlerinin teşkilinde «vilâyat-ı sitte» [altı vilâyet]
muhtariyeti ve Ermeni istiklâli teşebbüslerinde hep bu fikri görüyoruz.
Lâkin
Rusya kuvvetinin hakikati, zâhirinden çok zayıf olduğu henüz tamamen tahakkuk
edemediği sıralarda idi ki Almanya’nın hakikî kuvveti meydana çıkmağa başladı.
Filvaki Anglo - saksonların en Ciddî ve en muhlik rakipleri Germenler idi.
İngiltere siyaseti, Cermen genişlemesine vaktiyle mâni olabilirken eski rakibi
ve deniz kuvvetlerinin kendinden sonra birincisi olan Fransayı ezdirmek
emeliyle Almanlarla hoş geçindi. ' '
Bismark’ın
demir eliyle idare edilen Alman siyaseti karalarda İngiliz nüfuzunu İkinci
derecede bırakmıştı. Mamafih İngiltere denizlerdeki üstünlüğünü muhafaza
ettikçe Avrupa siyasetindeki ikinciliğini, müstemleke ve şark siyasetindeki
birinciliği ile telâfi ediyordu. Fransa - Rusya itilâfı Ingiltereye biraz nefes
aldırdı. Üçlü itilâfın teşkili Alman nüfuzuna mukabil bir kuvvet meydana
getirdi. Lâkin Rusya’nın Japonya tarafından mağlûp edilmesi, Fas işleri
dolayısiyle Fransa’nın Almanya’ya karşı aczinin tahakkuk etmesi ve bahusus
Rusya’nın Almanlar aleyhine dönemiyeceğine şüphe kalmaması İngi-lizleri pek
derin surette düşündürecek umurdandı; ve bahusus ki Bis-mark’a hayrül halef
olan Alman imparatoru İkinci Vilhelm’in denizde tekâmüle doğru dev adımlariyle
yürümesi bir müddet sonra İngiliz deniz üstünlüğünün de ortadan kaldırılacağını
gösteriyordu. Asıl şayanı dikkat olan ciheti, Almanların bereket-i tenâsültî
[nüfusunun hızla artışı], iktisadiyat ve endüstrideki hayreti mûcip terakkileri
ve bir de «kendi yağları ile kavrulmakta» olmaları idi. İngiltere, iki asırdan
beri büyük devletleri birbirine düşürmeğe ve her birinin en zayıf tarafını, en
zayıf zamanını bularak zarar vermeğe muvaffak olmuştu. Almanya’nın metin ve
muttarid siyaseti karşısında İngiltere bu rolü artık oynayamaz oldu.
Şu
hâlde bütün mukadderatı, donanma ve müttefikleri sayesinde umumî siyasette bir
üstünlük muhafaza etmeğe ve bu sayede dahi büyük müstemlekelerini tezyid ve
takviye etmeğe çalışmasına bağlıydı. Acaba İngiltere ne vakte kadar, mukadderat
ve millî nüfusunun fevkinde olan bu masraflara tahammül edebilir? Acaba bu masraflar
nerelerden geliyor? Sözün kısası olarak deriz ki İngiltere hâlihazırını yâni
şimdiki haşmet ve satvetini muhafaza edebilmek için üç şey lâzım idi.
·
1
— Âlem-i İslâm’ın cehalet ve gafletinin devamı.
·
2
— Türkiyenin acz ve inhitat hâlinde sürünüp kalması.
·
3
— Almanya’nın şu iki hâle râzı olması.
Bu
üç şarttan ilk ikisi bugün (Hüdâya bin hamd-ü sena) gayri mevcuttur. İslâm
âlemi asırlardan beri tahkir ve tezli! ayaklan altında ezile ezile nihayet
daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esaretini anlamıştır. Bu ise tarih
düsturlarının şehadetiyle sabit olduğu üzere, esir kavimlerin haklarını
istirdat için kâfi olup işin fiile çıkması zaman ve fırsat mes'elesidir.
Filvaki takriben kırk milyon İngi-lizin dört yüz milyon halka tahakkümü, ancak
mahkûmların meyyit [ölü] gibi kansız ve cansız olmasına, hacer ve şecer [taş ve
ağaç] derecesine inmiş bulunmasına mütevakkıf idi. Madem ki bu milyonlar,
boyunlarındaki esaret zincirini teşkil eden halkaların gaflet, fe-sâd-ı ahlâk,
sefahat, muhasede [hasedcilik] düşmanlık mâdeninden müteşekkil olduğunu artık
hissetti, elbette bu halkaları parçalıyacak, o zinciri kıracaktır.
Burası
öyle bir hakikattir ki İngilizlerce de müsellemdir. İnmeliler gibi yaşamaktan
ziyade uyuklamağa benzeyen bir hâlet içinde sönmeye yüz tuttuğu zannedilen
Türkiye, «ordusunun gayret ve hikmet-i İslâmiyet!» sayesinde bir hârika inkılâp
yaparak ölümden kurtulmuştur.
Almanya’ya
gelince : Mebhas-i âtide bildireceğimiz veçhile, onun bütün menfaati İslâm
âlemine «şimdilik» yardımcı olmaktadır. Demek ki bugün İngiltere'nin elinde
eski kozlar bulunmuyor. Bulunduğu yüksek mevkiden yuvarlanması için mucize
kabilinden maharetler göstermeye borçludur. Lâkin semt-l istikbalden öyle
rüzgârlar esebilir ki o kadar yükseklerde durmak imkânı mahvolur: işte İngiltereyi
düşündüren şeylerin en mühimlerinden biri de bu semtin «Türkiye» olabilmesidir.
ALMANYA
Makine
intizamına mâhk bir ordu, riyazi hesap kadar şaşmaz bir siyaset, kat'î surette
taayyün etmiş bir hedef, son derece gayretli ve istidatlı bir millet: İşte Almanya.
Büyük Frederik'ten beri Almanya, müteaddit siyasî dâhilere nâil oldu. Bunlar,
Alman milletinin gelişme kuvvetini öyle bir derecede iyi kullandılar ki bir
asır öncesi her hususta onların dengi, bâzılarında ise fâikidir.
Almanya’nın
umumî siyaseti, büytük bir plân mucibince muntazaman işlemektedir. Bu plândan
en ziyade mutazarrır olan İngilteredir. Zaten bugünkü günde cihan umumî
siyasetinin saikleri Almanya ve İngiltere bulunuyor. Diğer hükümetler, bu
ikisinin muti muavinleri ıtlakına sezâ bir vaziyettedir.
Almanya’nın
bütün menfaati, İngiltere'nin zararı demektir. Dünyanın sahipsiz addedilen bir
kısmı taksim olunurken en iyi parçalar İngiltere ve Fransa’ya, sonra Rusya'ya
İsabet etmiş ve Almariyanın faaliyeti biraz geç başladığından mamur ve münbit
yerlerden onun hissesine bir şey kalmamıştır.
Hind,
Cezayir, Mısır, Cava, Hindiçini gibi yerler daha evvelce ele geçirilmiş olduğu
gibi Almanyadan evvel terakki etmiş milletler, hariçten mal almak
mecburiyetinde kalan ülke ve milletlerin ticaret parasını inhisarlarına almış
olduklarından millî birliğe sahip ve pek seri adımlarla terakki meydanında
ilerleyen Almanya’nın mevkii pek müşkül ve endişe vericiydi.
Şayân-ı
hayret bir surette çoğalmakta olan Almanları artık mem-- leketleri Istiâb
edemiyordu. Günden güne çoğalan mamulât ve sınâî eserler için yeni yeni
istihlâk mahalleri tedariki lâzım geliyordu.
Halbuki
yukarıda dediğimiz gibi âlem paylaşılmış ve her bir tarafı bir devletin nüfuzu
altına düşmüş olduğundan Almanya için takip edilmesi icap eden yolu «dest-i
zaruret» çizmiştir. Almanya, büyük devletlere harp ilân edip müstemlekelerini
ellerinden alamaz. Büyük devletlerin nüfuzu altında olan yerlerde Alman
ticaretine bittabi müsait olmayan bu nüfuzu kırıp iktisadiyatını temin edemez.
Şu hâlde Almanya için «hayat ve memat mes'elesi» hükmünde olan iktisadiyat
temini işlerinde yapabileceği iş evvelemirde;
Mahkûm
milletlerin sevgisini celb ve muslihane hulûlden ibaret kalır. Lâkin
sevgi kazanmak ve muslîhâne hulûl için mahkûm milletlere, intibah ve
yükselişlerinde yardım etmek, hâkim ve gâsıplarına karşı onları himaye etmek
lâzımdır. Böyle yapılmadığı takdirde Al-... manların maksada ulaşmaları mümkün
değildir. Almanlar, bu İslâmî okşayıcı siyaseti evvelce Fas’ta, sonra bir
dereceye kadar Türkiye, İran ve Mısır’da takip etti. İhtimal ki müslüman
siyasîleri bu kadar atalet göstermemiş olsalardı, Almanya'nın faaliyeti daha
müsmir neticeler verirdi.
İşte
görülüyor ki Almanya’nın hayâtı, İngiltere’nin mematında ve hiç olmazsa yarı
yarıya canlılığını kaybetmesindedir. Lâkin İngiltere'nin ölümünün İslâm
âleminin kurtuluşu demek olacağını unutmazsak, Alman siyasetinin künhüne
erişmiş oluruz. «Drag nah osten» yâni şarka doğru istilâ .siyasetine gelince:
Şimdilik böyle bir tehlike hayalden ibaret olup hakikat-i hâl ise şarkın ya
kamilen veyahut iktisa-den ve mânen istilâ altında kalmış olmasıdır.
Bu
izahat gösterir ki Almanya «sırf kendi menfaati ve hayatım temin» için şarkın
ve bilhassa İslâm âleminin dostu olmak mecburiyetindedir.
AVUSTURYA
Almân,
Macar ve İslâv gibi üç büyük ve muhtelif küçük kavlm-lerden mürekkep olan
Avusturya hükümeti, Almanya’nın bir şubesi hükmündedir. Alman orduları, Alman
dostu olmayan Avusturya ka-vimlerini bir tek hükümet idaresi altında
tutacaktır.
Macarlar
her ne kadar Almanları sevmiyorlarsa da İslâv istilâsına karşı Almanlarla
ittifaktan başka çareleri olmadığından Avusturya hükümeti, rakip milletlerden
müteşekkil olmasına rağmen AI-manyanın yardımcı kuvveti ve öncü askeridir.
Avusturya
siyaseti, Almanyadan ayrı bir siyaset demek olamaz. Avusturya Sefânik’e kadar
inmek emelini beslemekle itham olunmaktadır. Osmanlı ülkesinin paylaşılması
kararlaştırılmış sayıldığı zamanlarda, Almanya ve Avusturya’nın böyle’bir emel
beslemiş olması akıldan uzak değildir. Rumeli'nin Osmanlılar’ın elinden çıkması
far-zedilirse, Almanlar onlara İslâvların vâris olmasına asla razı olamazlar..
Şimdi
ise Almanların hesabı aynı fikirden ibâret olmasa gerektir. Mamafih hesapların
değişmesi, hep bizim memleketimize, hak-kiyle hâkim olmamız şartiyle şartlı
olduğunu da unutmamalıyız.
Avusturya,
bir büyük devlet ise de İngiltere ve Almanya’ya nis-betle siyaset meydanında
gördüğü vazife ikinci derecededir.
Bundan
dolayı biz OsmanlIların esaslı hesaplarımız Almanya ve İngiltere ile görülecek
olup, Avusturya'nın bize karşı vaziyeti, Alman siyasetinin ona vereceği
vaziyetten ibaret olacaktır.
İTALYA
İtalya
hükümeti hiçbir vakit Türkiye'nin dostu olamaz. Evvelâ İtalyanlarda «en büyük
İtalya» fikri var ki İtalyan megalo ideası demek olan bu fikrin iki tecâvüz
sahası Arnavutluk sahilleri ve Trab-îusgarptır.
İtalya,
Akdeniz muvazenesinde şiddetle alâkadar olduğu hâlde karşıki sahilde bir karış
yere mâlik değildir.
Fas,
Fransa'nın istilâsı altına düşmek üzeredir. Düşmese bile Fransa Cezayir'i, zapt
ve Tunus'u gasbetmiş olduğundan Akdeniz'in batı kısmı bir Fransız gölü hükmüne
girmiştir.
Tunus’taki
Bizerte limanı o derecelerde mükemmel ve gerek tabiî ve gerek sınaî ve
müstahkem bir limandır ki böyle bir mevkie dayanan Fransız donanmasından,
İtalya daima korkmaya mecburdur.
Mısır,
İngiliz askerî işgali altında olup İtalya oradan bir şey ümid edemez. Şu hâlde
mevkiini tahkim ve menfaatlerini muhafaza için Trablus ve Bingazi'ye göz
dikmekten başka çare bulamıyor. Fakat İtalya'yı Trablusgarb'ı temlik’e sevk
eden sebepler yalnız bu kadardan İbaret değildir. Ahalisi günden güne
arttığından İtalya hükümeti, efrad-ı milleti sevk ve iskân edecek bir yere
muhtaçtır. Sicilya adasında maişet menbalarma nisbetle ahali o' derece
çoğalmıştır ki üç döt senede bir kıtlık ve sefaletten hasıl olan iğtişaşlar
meydana gelir.
Habeş
sahillerindeki Eritre adlı İtalyan müstemlekesi, deniz kıyısında ehemmiyetsiz
bir dilden ibaret kalmıştır. Şu sebepler saikiyle İtalya’nın en büyük emeli
Trablusgarp ve Bingazi’yi ele geçirmekten ibaret ise de bu emeli, Akdeniz
muvazenesi ve Avrupa devletler muvazenesi ile yürütülmeye mecburdur. Binaberin
İtalya'nın mihver siyaseti «ittifak ve muavenetini pahalı satmaktan» ibaret
kalıyor.
Filvaki
İtalya, üçlü ittifaka dahil ise de İngiliz ve Fransızlarla pek hoş
geçinmektedir. Bilâkis Avusturya ile araları pek soğuktur.
İtalya
Alman ittifakından kendisine Trablusgarbın temlikini [mal edilmelini]
bekliyerhez. Zira böyle bir şey şimdilik Almanyamn elinden gelmemekle beraber
şayet gelmesi tasavvur ve farzedilse bile bundan Almanya için fayda yerine
tehlikeler melhuzdur. Meselâ İtalya'nın, müstemlekeleri muhafaza derdiyle
İngiltere ile ittifakı gibi. İtalya burasını bildiği için İngiltere ve Fransaya
yaklaşmaya çalışmaktadır. Mamafih İtalya şurasını da bilir ki ne Fransızlar ve
ne de İngi-lizler, kendisinin Trablusgarp ve Bingazi’ye yerleşmesine asla razı
değillerdir. Ve ellerinden geldiği kadar buna mümanaat edeceklerdir. Bunun bir
çok sebepleri varsa da en mühimi; Bingazi’deki Bomba limanıdır. Malta,
Cebelitarık’ı ibtâl etmişti. Fransızların Tunusta inşa ettiği Bizerte liman ve
istihkâmları Malta’yı İbtâl etti. Lâkin muhakkaktır ki Bomba limanını tahkime
muvaffak olan bîr deniz devleti, Akdeniz muvazenesinde pek mühim bir rol ve
âdeta bir hâkim rolü oynayacaktır. Zira tahkim edilecek olan Bomba limanı,
Bizerte’yi de, Malta’yı da ehemmiyetten düşürecektir.
İktisadî
sebeplere gelince :
Bugün
bizim gaflet elimizde boş arazi hâlinde olan Osmanlı Af-rikası, İtalyanlar
için, onları hakikaten iki kat kuvvetli ve on kat zengin edecek bir yerdir.
Sirenaik
eski nâmı ile mâruf olan Bingazi’deki Yeşil Dağ (Cebel-i Ahdar) âlemde misli
olmayan bir münbitlik derecesine mâliktir. Ve bugün orada üç beş harap köy, üç
beş bin ahali var. Halbuki ortalama üç milyon halkı beslemeğe kâfidir.
Bütün
bu mütalâalarımızdan anlaşılır ki İtalya’nın zübde-i siyaseti, Osmanlı
Afrikasmt ele geçirmek imkân ve fırsatını gözetmekle beraber şimdiden muslîhâne
nüfuz ve İktisadî istilâya çalışmak, oralardaki mâden araştırma ve imtiyazları,
nâfia teşebbüsleri gibi şeyleri tav’an ve kerhen koparmaktan ibarettir. Hele şu
son bir şenelikrİtâl-ya siyaset ve hatt-ı hareketi, şu
serdettiklerimizin mahz-ı isabet olduğuna burhân-ı celîdir.
ÜÇÜNCÜ
M E B H A S GARP MEDENİYETİNDEN GELEBİLECEK İÇTİMAÎ VE AHLÂKÎ ÂFETLER VE
ÇARELERİ
ZEVK
ve SEFAHAT
•
Garp medeniyetinin İslâm âlemine olan ekser ve ihracatı öldürücü zehir
tavsifine şayandır. Şurasını da itiraf edelim ki zaten inhitat ve ahlâk
fesadına düşmüş olan biz müslümanlar, bu kabil ihracatı talep ve kabulde büyük
bir inhimak gösteriyoruz. Garp medeniyeti terkibiyle ifade ettiğimiz büyük
medeniyet, elbette yalnız kötülükler ve sefahatten ibaret değildir. Elbette bu
medeniyetin takdir ve tev-kire şâyan nice tarafları yardır.
Lâkin
Avrupa siyaseti mağlûp ve mahkûm kavimlerin hükümet idareleri için bize,
kendileri için kuvvet ve satvet sebebi olan medenî âmilleri değil, zaaf ve
sefahatin evveli olan İçtimaî âmilleri vermeğe meyyaldir. Biz de bütün
kudretimizle bu avamil-I mekruheyi kapıyoruz!
AvrupalIların
tahakkümü altına düşen yerlerde, zırhlılar, yüksek binalar, büyük köprüler,
trenler, endüstri merkezleri meydana getirecek mühendisler, san’atkârlar
yetişmiyor. Biz onların ticaret, iktisat ve ziraat usûllerine, teavün ve
şefkat, fâziletin himayesi v.s. gibi İktibas edilmesi feyz ve teâlimizin sebebi
olacak sosyal teşkilâtlarına rağbet etmiyoruz.
Piyano
çalmak, alafranga şarkı söylemek, modaya göre on türlü kıyafete girmek,
mükemmel tıbahat [sofra, yemek] usûllerimize Frenklerin cicili bicili ve fakat
lezzetsiz ve kaba yemeklerini tercih etmek, reviş ve reftarda [edalı yürüyüş]
bin şekilde tuhaflıklar göstermek, çocuklarımızı milliyet haricinde terbiye
etmek. Kendisini bu vatanın yabancısı yapacak fikirlerle işba eylemek, türlü
renkte alkollü içkiler yutmak, din ve fazilet hissinden tecrid etmek, namus ve
âdetler hususunda reybî ve lâkayd kalmak, zevk ve sefahati hayatın gayesi
bilmek: İşte Avrupa medeniyetinden zengin ve fakirlerimizin almaya ve taklide
kalkıştığı şeyler.
Bunlar,
mütekâmil, zengin ve zinde bir milleti bile zayıf düşürmeğe, hattâ mahv u
münkariz etmeğe- kâfi iken; intibahla tealiye niyet etmiş ve inhitattan
kurtulmağa azmetmiş milletleri, biz müslüman-ları, o düştüğümüz tedenni ve
esaret çukurunda ebediyyen bırakacağı şüphesizdir.
Vâkıa
hayatın gayesi, saâdet-i dâreyndir. Lâkin bu saâdet, bir mücahede, bir sa'y-i
beliğ ve medîdin mükâfatı olabilir. Bugün cahillere, ittihad etmesini
bilmeyenlere, cidâl-i hayatta galip gelemiyen-lere, değil saâdet, hattâ hakkı
hayat bile yoktur.
Bir
siyasî dâhi: «Hürriyet verilmez, alınır.» demiş. Biz de deriz ki: «Saâdet
sadaka edilmez, sadaka gibi kimse tarafından kimseye verilmez; saadet
kazanılır.» Biz saâdetimizi kazanmalıyız. Saadeti kazanmak için kuvvetli,
gayretli ve hamiyetli olmamız lâzımdır, tâ kİ saâdetimizi, bizden
kuvvetlilerin, bizden gayretlilerin, bizden hamiyetlilerin gasbetmelerinden
kurtarabilelim.
Bugün
zenginlerimiz, evlâtlarını sahte ve muzır bir terbiye ile, gülünç bir kukla
şekline koydukları vakit, gerek vatan ve milletlerine, gerek kendi aile ve
nesillerine ne kadar büyük fenalık ettiklerini fark bile etmiyorlar.
.
Garp
medeniyetinin teressübât-ı mekruhesini [kötü tortularım] harisçe almada ve
taklitte maalesef avâmımız bile gayret gösteriyor. Bir işçi, bir satıcı, bir
dükkâncı, bir küçük sah’atkârın meyhanede oturup da: «Bana konyak, apsent, bira
getir» demesi büyük teessüflere lâyıktır.
İşret,
hamiyet ve gayreti mahv eden, namus ve insaniyet düşmanı bir belâ iken,
Avrupamn renkli ispirtolarına rağbet, artık İsim verilemiyecek bir rezalettir.
Bizi tehdit eden Avrupa’nın donanmaları ve orduları değildir. Bizim başımız
üzerinde cılız bir iplikle birlikte asılı duran kılıç garp medeniyetinin redaet
ve sefahatidir. Eğer bunlardan sakınmanın çarelerini bulamazsak, millî
hayatımız, kâbuslu bir rüya gibi, minnet ve sefalet içinde geçer. Hiçbir vakit
gasbedilen haklarımızı istirdat ve saâdetimizi istihsal edemeyiz.
Bu
büyük tehlikeyi artık anlamalıyız. Hayat için kolera ve ve-ba’nın âmiİlyeti ne
ise, millî ve İçtimaî hayat için Avrupa sefahat ve redaatinin tesiri odur.
Milletin rehberleri, aydınları , bu tehlikeleri hakkiyle takdir etmeli ve
millet topluluğunu ikâz ve irşad etmelidir. Garp medeniyetiyle temasımız artık
kat’î bir şekilde almış yürümüştür. Bu medeniyetin satvet ve kuvvet sebebi olan
avamilinden hiç bi-risinl almaya ve iktibasa vakit bulmazdan evvel,
fezahatlerini istiareye [iğreti olarak almak] koyulursak, İntihara başlamış
oluruz.
Memleketimizde
henüz sanayi yok gibidir. Hattâ servet ve ihyamıza bâis olacak ziraat bile orta
çağdaki şeklinde ve hattâ bir çok noktada ondan bile daha âdi bir hâldedir.
İğneden
ipliğe kadar, en âdisinden en âlisine kadar, bütün İhtiyaçlarımızı Avrupa ve
Amerika’dan bekliyoruz. Bu «bekliyoruz» keli-meclğini tefsir edersek hâsıl
olacak mânâ yeis vericidir. Çünkü «bekliyoruz» demek: Esaretlerin en kötü ve
menfur şekli olan İktisadî esaret ile Avrupa ve Amerika'nın esiriyiz: bin
mihnetle kazanabildiğimiz parayı onlara vermeğe, onların hesabına çalışmağa
mecburuz; Avrupanın muhtekir san'at ve mârifet hey’etinin hakları gasbe-dilen
amelesiyiz.» demektir!
En
ziyade şâyan-ı teessür ve teessüf şurasıdır ki servetin sebep ve vasıtaları
hangi noktamızda vüs'at ve tekâmül gösterirse, İktisadî esaret de orada
şiddetleniyor. Öyle bir hâlde kİ esaretin en çok hüküm sürdüğü yerler,
fakirliğin nisbeten azaldığı yerlerdir. Şu ser-dettiklerimizi ve sebeplerini
izah edelim.
Şimendiferden,
muntazam yollardan ve binaberin ithalât ve ihracatı mâhdur ve bâhusus ihracat
mıntakası etraf ve civara hasredilmiş bir yer farz ediniz (ki Anadolunun büyük
bir kısmı bu şartlar altındadır) böyle bir yerde ziraat, mahallî ihtiyaçlar
derecesinde* ticaret ise âdeta mahallîdir. Böyle bir memleketin İktisadî
ahvâlinde mühim değişiklik ümid edilemez. Meğer ki şartlar değişsin. Böyle bir
yerde muayyen bir aded sahih servet, avamil-i ticaret arasında devredip durur.
Bu serveti arttırmak için, o yerin servetini işletmek, çalışmanın hasılat ve
semerelerini ihraç, ihracat mıntakalarını tezyld ve böylece oraya hariçten
menfaat celbeylemek lâzımdır. Bu ise her şeyden evvel nakil vasıtalarını,
yolları, şimendiferleri çoğaltmak ye bundan başka da ticaret ve iktisat usûlüne
vukufla olur. Maatteessüf bizde bu şartlardan birincisi yâni şimendifer ve
yollar gibi nakil vasıtaları nerede vücud bulduysa orada millî servet kuvvet
bulacağına bilâkis eski hâlinde bile kalmıyor. Vâkıa muamelât çoğalıyor, lâkin
başkalarını zengin etmek ve bizi biraz daha fakir bırakmak için oluyor. Sebep?
Bu sebepler çoktur. Belli başlıları şunlardır:
·
1
— İhracatta olsun, ithalâtta olsun dâima vasıtalara, dellâllara, yabancılara
muhtaç bulunmamız,
·
2
— Sosyal hayatta sür’atli değişmeler neticesinde her şahsın masrafı .eskisine
nisbet edilemiyecek derecede vâridatından tasarruf edemiyeceği mertebede
artması,
·
3
-— Sefahat ve zevk iptilâsının artışı. (Bu İkinciye dahi! edilebilir.)
Şimdi
de şü fikirleri tahlil edelim :
«S»
mevhum nâmı İle bir kasabayı ele alalım.
«S»
kasabası şimendiferle sahile bağlı değilken onun kendine mahsus bir siması, bir
muvazenesi vardı.
Ahalisinin
büyük bir ekseriyeti, yerli köseleden yapılan pabuç, çizme ve kundura giyerdi.
İç çamaşırı yerli dokuma bezlerinden, entarileri yerli bez ve alacalardan
yapılırdı. Kab kacak, ekser levâzım ve âletleri hep yerli mamulattan ibaret
olurdu. Sefahate ait şeyler bile yerli olmak zorunda kalırdı. Çünkü nakil
vasıtalarının fıkdanından [kıtlığından] ecnebi malı oraya nakledilemez,
nakledilebilenleri pek pahalı satılarak gayet mahdut bir daireye mahsus
kalırdı. Nakil vasıtaları başlar başlamaz, yukarıda saydığımız hacet ve
âletlerin yüzde doksanı Avrupa'dan yapılan ithalâta çevrilir. Yavaş yavaş
hamallar bile yerli köseleden mamul pabuç yerine mukavvadan süslü potinler
giymeğe başlar.
Artık
o cicili bicili basmalar, kar gibi beyaz bezler varken kimse kaba dokumalara
tenezzül etmez olur. Bahusus bu câzibedar mallar o kadar da ucuzdur ki yerli
malların onlara rekabeti hatıra bile getirilemez.
Şu
misâli bütün havâyice [hâcetlere] tatbik ettikten sonra bir bi lânço yapsak
görürüz kİ :
·
1
— Nâkil vasıtalarından evvel, meselâ orta tabakaya mensup bir vatandasın
faraza, Hüseyin ağanın senelik , geliri on aded sahih idi. Masrafları ise sekiz
veyahut dokuz.
·
2
— Vesait-i nakliyeden sonra ticarete faaliyet gelmiş, fiatlar yükselmiştir.
Hüseyin
ağanın vâridatı on beş aded sahihe çıktı. Lâkin masrafları da bu vâridata
tekâbül ediyor..
Şu
hâlde kazanan kim? Herhâlde Hüseyin ağa değil. Dellâllar, vasıtalar, ecnebiler.
Öyle ise nasıl edelim? Yol yapmıyalım mı? Şimendifer yapılmasın mı? Hayır, eğer
millî servetimiz, vâridâtımız, şimdiki durduğu derecede kalırsa, bizim için
satvetli bir ordu beslemek, mühim bir donanmaya mâlik olmak, terakki ve tekâmül
göstermek mümkün değildir.
Şu
hâlde ne yapalım? Eğer âtideki tedbirlere müracaat edersek, saydığımız
mahzurların onda sekizi kalkar.
Evvelâ:
Millî ihtiyaçlarımıza göre fabrikalar yapmalı ve bunları yalnız yapmanın değil,
yaşatmanın yolunu bulmalıyız. Bu da her .vatandaşın, millî teşebbüsleri kendi
işi bilmesi ve onu kendi işi gibi himaye etmesi İle olur.
Bu
fabrikaların çıkaracağı ilk malı, kusurlarına bakmıyarak almalıyız. Hattâ fiat
hususunda bile ecnebi mallarından biraz yüksek olmasını mâzur görmeliyiz.
Saniyen:
Şahsî kuvvetleri, şahsî sermayeleri birlpştirmeliyiz. Nihayet ki bizde en
ziyade zayi olan buralarıdır. Bizi berbat eden in-firad [teklik, yalnızlık]
tır. İnfirad, nahvet [kibir] ve gururun en kötü şeklidir. Her memlekette, mühim
millî teşebbüslere kifayet edecek sermayeye, bu teşebbüsleri idare edecek
zekâlara mâlikiz. Eğer bir kasabanın yek diğerine rakip olarak kullanılan küçük
sermayeleri, bir emel-i mübecceli fiile çıkarmak üzere birleştirilirse ve buna
ne-mâsız ve köşe bucakta saklanan küçük sermayeler zammolunursa, neler
yapılmaz. Her kasabada, iş bilir adamlar var. Bunların zekâ ve dirayeti, mahdut
sermayeleri yek diğerine rakip yaparak, birbirini ızrara [zarar vermeğe] mevkuf
oluyor [bağlı kalıyor].. Eğer sermayeleri birleştirmekle beraber faaliyet ve
zekâlar da tevhid edilse, o kasaba kurtulmuş olur.
Üçüncü
olarak: Her kasabada iş erbabına sülük gibi yapışmış ve kanını emmekte olan
sarraf, muameleci, dellâl, v.s gibi muzır şâhıslardan milleti kurtarmak. Bu da
gayri mümkün bir şey değildir. Dikkat edilse görülür ki çok defa bir kasabada
sakin olarak yirmi otuz köy halkının kazancını gasb ile meşgul olan
muhtekirlerin mecmu' sermayesi bir kaç bini geçmez.
Dördüncü
olarak: Velevki pek küçük mikyasta olsun, millî ve mahallî cemiyetler,
şirketler, hey’etler yaparak ahaliyi infirad ve lâ-kaydiden kurtararak şirket
ve tevhid-i mesaiye [çalışma, birliği] alıştırmak.
Beşinci
olarak: Ahlâkı tasfiye lüzumunu, milliyet ve vatan sevgisi fikirlerini yayacak
vasıta ve vesileleri tamamlamak.
Yine
tekrar ederiz ki zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla tüfekle
yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu, Avrupa komisyoncu ve dellâlları,
seyyar ticaret memurlarıdır.
Bu
sulhperver düşmanlara ağuş-ı kabulümüzü açarsak, İktisadî İstikbalimizi
kaybetmiş oluruz. İktisadî istiklâle mâlik olmayan bir millet ise siyasî
istiklâlini mihnet yükü gibi taşır.
TELKİ N-l EF KÂ R MİSYONERLER VE
MEKTEPLERİ
Bizde
terbiye ve tedris usûllerinin mükemmel olmayışı, büyük şehirlerimizde bir çok
katolik ve protestan misyoner mekteplerinin açılmasına sebep olmuştur. Bu
mektepler, bilhassa terbiye ve sıhhî hususlarda çok mükemmeldir. Lâkin rûhânî
adamlar idaresinde dinî bir maksatla kurulmuşlardır. Binâberin . bir müslüman
için bu mekteplerden istifade farzolunamaz. Bu mekteplerden çıkan çocuk,
itikâden değilse bile, âdetler ve hâl bakımından müslüman kalamaz. Bu
mekteplerin ne netice vereceği Suriye'de yapılan tecrübe ile sâbit olmuş bir
keyfiyettir. Bu mekteplerden çıkan gayr-i müslîm talebe, Osmanlılığı aslâ
sevemiyor, ecnebi fikirlerini, ecnebi memleketlerini daha ziyade seviyor.
Müslim talebeye gelince : Gerçi bir müslümanın Hıristiyan olması mümkün değilse
de dinî hissiyatını kaybetmesi ve millî birlik düşmanı kesilmesi çok mümkündür.
Misyoner
mekteplerine evlâtlarını veren babaların serdedebile-cekleri mâzeretler, hiçbir
vakit kabul olunamaz. Bu mâzeretler, olsa olsa, şahsî menfaati, millî menfaate
tercihten başka bir mânâ ifade edemez. Binâberin evlâtlarımızı bu mekteplere
vermemeliyiz. Bununla beraber bu mekteplere muhtaç olmayacak bir hâle gelmeye
çalışmak ta borcumuzdur.
YAHUDİ
MES’ELESİ
Siyonistler
Vatanımızda
sakin musevi OsmanlIlarda şimdilik şikâyet edecek hiçbir sebep ve cihet yoktur.
Lâkin Avrupa’da Yahudilerin fikir ve emelleri, Osmanlı Yahudilerin! bu hâlde
bırakacak mıdır? İşte bir mes’ele ki biz müslümanlar, bunu da tetkike ve
Avrupadan bize gelecek tehlikeler meyan ma -koymağa mecburuz. OsmanlIların ve
bilhassa müslümanların binde dokuzyüz doksan dokuzu, musevi denildiği vakit,
hatırına insafsız zengin sarraflarla küçük sanayi ile, meşakkatli hizmetlerle
meşgul pejmürde adamlar gelir. Demek ki biz, şu ma-lûmata nazaran, Avrupa’nın
en mühim sosyal avâmilinden olan Avrupa musevilerini bilmiyoruz.
Osmanlı
müsavilerinden, bu milletin ne kadar çalışkan, ne kadar kanaatkâr ve ne
derecelerde tahammüllü ve sabırlı olduğunu biliyorsak da bu küçük milletin
sebat ve zekâsının, hiçbir milletten aşağı olmadığını bilemeyiz.
Misâl
olarak Fransa’yı, Fransada Paris’i ele alırsak, görürüz ki banker, tüccar vs.
den sarfı nazar, meşhur siyasî muharrirlerin büyük ekseriyeti yahudi olduğu
gibi içlerinde büyük profesörler, meşhur âlimler çoktur. Binlerce sene
vatansız, mahkûr ve zelil, her türlü düşmanlık ve zulme hedef kaldıktan sonra
yahudiler, Avrupa’nın en medenî kısımlarında kendilerinin kahroluşlarına sebep
olan âmillere galebe etmişler, siyasiyat ve içtimâiyata pek mühim tesirler
göstermeğe başlamışlardır.
Avrupa
yahudileri, her bulundukları, memleketin lisânım söylemekte olup millî
lisanları olan İbrânice’yi kaybetmişlerdir. Bir yahudi, vatanında oturduğu
milletin âdetlerine ve lisânına uysallık göstermeğe mecburdur. Yahudiler bir
«Vatan-ı has» dan, bir «Yahudi vatanından mahrumdurlar». (4)
Avrupa'da
servet ve siyasiyatı ele geçirdikten sonra büyük Yahudi mütefekkirleri, âleme
yayılmış olan Yahudileri bir noktaya toplamağa, yahudi milliyet, lisân ve
vatanını îhyâya azmetmişlerdir.
Bu
maksat için birçok cemiyetler teşkil edilmiş olup en meşhuru Siyonist
cemiyetidir.
Musevî
mütefekkirlerinin, yahudi
milleti İçin tasavvur ettiği vatan neresi olabilir? Şüphesiz ki eski
vatanları olan Filistin, yâni Kudüs ve havalisi.
Şimdi
Filistinde iki yüz bin yahudi y^r, oralarda mevcud ahaliden fazla insan iskânı
da mümkündür. Sonra da dünyanın paylaşılmamış ve sahipsiz yeri olmadığından
yahudiler, kendilerine has vatan olacak memleketi, devletlerden birinden
herhangi bir suretle almağa muhtaç.
Bütün
bu sebepler bir araya getirilmiş ve siyonistler tarafından Osmanlı vatanı,
yahudilerin hicret yeri, Kudüs ve havalisi has yahudi vatanı olarak
seçilmiştir. Şimdilik çeşitli yollarla Kudüsteki yahudileri çoğaltmağa ve
araziyi ele geçirmeğe çalışıyorlar.
Siyonistler,
Osmanlı İmparatorluğunun himâyesi altında bir «Filistin yahudi eyâlet-i
mümtâzesi» teşkil etmek- istiyorlar. Birkaç vakittir, bu işte gösterdikleri
faaliyet hayrete şayandır ve diyebiliriz ki muvaffakiyetleri de büyüktür. Demek
ki siyonistler, Türkçesi vatanımızın bir parçasını elimizden almak istiyorlar.
Siyonistlerin bu emeli, yahudilik açısından muhterem olabilir. Her millet,
müstakil ve bir vatan sahibi olmak emelini besler. Lâkin hiçbir millet kendi
vatanını diğer bir millete vermek cinnetini göstermlyeceğinden, biz Osmanlı
müslümanlarinın hak ve vazifemiz, vatanımızı parçalanmaktan muhafazadır. Bu
itibarla siyonistleri İslâm’ı tehdit eden tehlikeler meyânında görmekteyiz.
Şimdilik Osmanlı yahudileri siyo-nîstlerin taraftarı değilse de içinde yaşadığımız
asır «cinhet-i milliyet» asrı olduğuna ve hiçbir insan, milliyetine has bir
vatan arzusundan tecerrüd edemiyeceğine (sıyrılamıyacağma) nazaran
Musevî vatandaşlarımızın bugünkü bîtaraflığına muvakkat bir hâlet nazarı ile
bakmağa ihtiyaten borçluyuz. Mamafih siyonistlerin doğrudan doğruya icra
vasıtaları Osmanlı yahudileri değildir. Bînâberln Siyonizm tehlikesini
müstakillen muhakeme etmek ve bu mes'eleyi OsmanlI yahudileri ile «semitizm -
sâmi mes’elesî» ile alâkadar görmek lâzımdır.
SAMİ MES'ELESİ BUGÜNKÜ MEDENİYETTE
YAHUDİLER
Yahudilerin
bugünkü medeniyette zannettiğimizden fazla alâkalan vardır. Mûsevîler bugünkü
toplumun teşekkülünde gayet faal bir vazife görmüşlerdir.
Yahudilerin
saadetlerinin inkişafına ve haklarını istirdat etmelerine iki mühim mâni vardı.
Birincisi Avrupa’nın siyasî ve İdarî şekli, diğeri de Hıristiyanlıktır.
Yahudiler, birincinin istihale ve tebeddülüne, İkincinin zayıflayıp yok
olmasına çalışmışlardır. Yahudiler bu hayret verici cidâlde, diğer avâmilin de
inzimamı yardımiyle muvaffak olmuşlardı. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya,
Avusturya, İtalya, Belçika, Hollanda ve hattâ İspanya ve Portekiz gibi yerlerde
yahudiler, hıristiyanlığı ya kısmen tahakküm durumundan atmışlar veya tamamen
hususî bir zemine def etmişlerdir.
Avrupa’da
bir vakit dinin gördüğü vazifeleri, bugün bir felsefe manzumesi demek olan
«Ateizm - dinsizlik», «librpanse - hür düşünce» ve «Farmasonluk» görüyor.
Eski
Avrupa zâdegân (asilzade) sınıfı çok yerde hiçe indirilmiş ve yerlerini
«bankerlerden» ibaret yeni bir mümtaz sınıf işgal etmiştir ki bunların mühim
bir kısmı yahudi ve yahudilere yardımcı olan dinsizlerdir. Yahudilerde
milliyetçilik, mütecanis olmak ve din hissi, zaman ve ef’âlin tesirinin kudreti
fevkindedir. Onlar hürriyetçilik sayesinde Avrupa’yı yarı yarıya dinsiz, bir
kısmını sosyalist yaptıkları hâlde kendilerinin yahudiliğine «dînen ve kavmen»
zerre kadar hâle! getirmemişlerdir.
Avrupa'da
ilimler ve fenler, sanayi ve ticaret, sırf terakkiye mâni olan eski siyaset
usûlleri yâni mutlakıyetle kilise tahakkümünün mahvı sayesinde mümkün olmuştur.
Hürriyet ve meşrutiyet usûllerinin kuruluşunda yahudilerin mühim hizmetleri
görülmüştür. Şu hâl-de Avrupa'nın yahudilere minnettar kalması lâzım iken neden
«an-. tisemist» ler yâni yahudi düşmanları bulunuyor? Neden birçok kimseler,
yahudiliği bir tehlike gibi telâkki ediyor?
Bu
düşmanlığa tamamen haklı nazarı ile bakılamaz. Evvelâ İşe din hissi karışıyor.
Sonra da kavmiyet hisleri bu mes'elede yabancı
kalmıyor.
Mamafih yahudilere atfedilen en ciddî töhmet, onların İktisadî istilâlarıdır.
Avrupa’da bankalar, piyasalar, borsa ve para ya-hudilerin nüfuzu altındadır.
Yahudiler
hakkında dermeyan olunan ithamlardan biri de şudur;
«Hıristiyan
milletleri din ve milliyet kaydından, ahlâkıyat ve mâ-neviyat düsturlarından
dışarı çıkarıyorlar. Âvam tabakasının nefsânî ihtiraslarını kışkırtıp sosyal
muvazeneyi mahvediyorlar. Bütün bu kargaşalıklardan kaybeden herkes, kazanan
sadece yahudilerdir. Bir ta-raftan: Amelenin hakları, müsavat, diye
bağırdıkları sosyalizm mezhebinin her şeklini terviç ettikleri hâlde,
medeniyetin bütün emeklerini, kavimlerin parasını kasalarına çeken onlardır.
Dünya milletlerini, dinsiz, ahlâksız bırakarak, onlar arasındaki mânevî bağları
ve birleştirici hatları yıkarak, onları âciz ve kudretsiz birer kütle
mertebesine getirdikleri hâlde kendileri çelik gibi bir birlik içinde
bulunuyorlar.»
işte
Avrupa yahudilerine atfedilen ithamlar bunlardan ibârettir. Bunlardan
ithamcılara ald garez ve taassup hissesi çıkarıldıktan sonra da kalan miktarı
şayan-ı teemmüldür [üzerinde düşünmeğe değer]. Avrupa’da Hıristiyanlık
aleyhinde vuku bulan iş ve teşebbüslerde yahudilerin faaliyeti inkâr edilemez,
içlerinde âleme hürriyetçilik dersi verenler, herkesi dininden edenler bile
kemâl-i metanet ve taassupla Yahudiliklerini muhafaza ediyorlar. Yahudilerin
İktisadî tesisleri hakkında ise söz söylemek abestir. Biz uzak ve yakın bin
türlü tehlikeye mâruzuz. Mamafih şimdilik bizim için semitizm tehlikesi uzak
bir tehlike ise de Siyonizm tehlikesi bilâkis bir emr-i vâkidir. Yahudilik,
Siyonizm ve dinsizlikle münasebet derecesi tamamen kestirilememekle beraber,
farmasonluk da memleketimizi tehdit eden avâ-milden biridir. Biz anc'ak millî
kuvvetlerimizin (kuvay-ı millîye) tamamına hüsn-l temellük ile bin türlü
cereyana karşı koymak ümidini beslerken, farmasonluk gibi, bu kuvvetlerle bir
arada yürütülmesi (kabil-1 terdîf) mümkün olmayan fikirleri muzır bulmakta
haklıyız. Farmasonluk memleketimizde yayılmış değildir. Lâkin siyoriistlerln,
bir çok sebeplerden dolayı bu mezhebi yaymayı arzu ettikleri rivâyet olunuyor.
Bu rivayetlerin mevsukiyetl de meşkûk ise de tehlikelerin hepsi, netice
itibarîyle birbirinden farksız olduğundan bize düşen vazife, dalma İhtiyat
üzere bulunmaktır.
FARMASONLUK VE
MAKSAD
VE MEZHEPLERİ
Masonluğun
muhtasar ve müfid (faydalı) târîfi — Süleyman ve Hıram — Âdem, Azâzi! ve Havva
— Memnu Ağaç — Kabil ve nesli — Hiram ve Belkıs — Süleymanın tahtı
Masonluğu
târif etmek çok müşküldür. Bunun sebebi de birkaç, hattâ birçok masonluğun
bulunuşudur. Birtakım safdil veya hüsnüniyet sahibi adamlar masonluğu sırf
İnsaniyete hizmet etmek fikri İle kurulmuş, yardımlaşma ve şefkatle meşgul,
terakki ve tekâmüle hâ-dim, taassup ve zulme düşman, hürriyet ve fazilete âşık
bir cemiyet zannederler. Belki! Masonların birçok dereceleri, birçok
mertebeler! olup, üsttekiler aslî fikirlerini aşağı derecelerdeki mensuplara
kafiyen söylemezler. Hattâ bu aşağı mertebelerde kalan zavallı adamlar, her
masonun mensup olduğu dini muhafaza edebildiğine, masonluğun dinlerle hiçbir
alışverişi olmadığına inanırlar.
Masonluğun
birinci derecesi olan «çırak» lıktan sonra İkinci derecesi olan «kalfa» hkta ve
üçüncüsü olan «üstad» hkta bulunanların bildiği bir sürü yahudi masalı ile
parlak ve câzibedâr -yalanlardan başka bir şey değildir.
Masonluğun
prensiplerine bir dereceye kadar vakıf ve bu kaidelere göre hareket edenler, on
sekizinci dereceyi teşkil eden «Sâllb-I gülgûn - Rose croix» lardır. Lâkin asıl
sırlara vakıf olan masonlar, otuzuncu dereceyi haiz olan «Kadoş şövalyeleredir.
Mütebâki üç derece, masonluğu idare eden gizli erkâna mahsus ise de bunların
malûmatı ile kardeşlerin malûmatı esasında fark yoktur. İmdi farmasonluğu
«Kadoş şövalyeleri» nokta-i nazariyle târife kalkışacak olursak, demeliyiz ki :
«Masonluk:
Binlerce senedir, beşeriyetin zülüm ve tahkiri altında ezilmiş vatan ve
hükümetini kaybetmiş olan yahudlliğin, beşeriyetten intikam almak ve beşeriyete
vatan ve milliyetine, din ve ahlâkına lanet okutmak için icad ettiği bir
mezhep» dir.
Bu
tarifimizden her yahudinin farmason olduğuna, din ve mukaddesatı inkâr
ettiğine, Allahın düşmanı bulunduğuna zahip olmamalıdır. Yahudilerin büyük bir
kısmı farmasonluğa bigânedir. Lâkin masonluğu Icad edenlerin kabal (kabbale)
denilen sihir ve afsun mezhe-
bine
sâlik yahudiler olduğu şüphesizdir. Şu kadar ki masonlar, itikat bakımından
yahudi addedilemezler. Onların birçok düsturları Tevrat ve Talmut'tan alınmışsa
da son mertebelerinde «hâşâ Cenâb-ı Hakkı tel’in ve melikun-nur’u yâni şeytanı
takdis ettikleri» bugün tahakkuk etmiş bir şeydir.
Sosyalizm
mezheplerinden birisinin piri olan meşhur Prudhon, Orleans şehrindeki farmason
locasına intisab etmiş ve masonlukta o derece ileri gitmişti ki, bu cemiyetin
azizleri ve evliyâsı sırasına geçmiştir. Prudhon'un yazdığı şu küfürnâmeyi
ibret nazarlarınıza koyuyoruz: Bundan, aldanan ve aldatılan zavallı sahte
masonların değil, çırak, kalfa ve ustaların değil; asıl masonların, salib-1
güîgûn ve ka-doşlarm maksad ve mezhebi tamamen anlaşılır;
«Ey
Adonay! (Ey Tanrı) Ey rnâbud! Zeki ve hür insanın ilk vazifesi seni akıl ve
vicdanından kovmaktır. Zira sen esasen bizim fıtratımızın düşmanısın. Biz
kafiyen sana tâbi değiliz. Biz, ulûm ve fü-nûna, sana rağmen Vâsıl oluyoruz.
Terakkilerimizden her birisi senin kudretini tenkil, eden bir muzaff
ariyettir., Artık demesinler ki senin es-rârına akıl ve sır erdirmek gayri
mümkündür. Biz bu esrarı keşfettik ve senin .kandan harflerle yazılmış sukutunu
okuduk! Nice zamanlar zelîl ve hakir kalan idrâkimiz yavaş yavaş seviye-i nâmüte-nâhiye
yükseliyor, şimdiye, kadar tecrübesizliklerimize bizden sakladığı şeyleri
keşfediyoruz. Zamanın geçmesiyle gittikçe daha az fenalık, edeceğiz.
Kazanacağımız mârifet nurları ve hürriyet tekâmü-lâtı sayesinde kendi kendimize
istifa edeceğiz. Mevcudiyetimizi öyle bir derecede mâneviieştireceğiz ki
yaratılış (hilkat) sahasının âsâr-ı nefîsesi ve senin küfüvün (dengin)
olacağız!
«Kadir-i
mutlak addedilen senin men’ine kadir olamadığın bir fıkdân-ı intizam ânı, senin
kema!ât-ı İlmiyeni itham ve hikmet-i ba-Jiğânı nakîsedar ediyor. Câhil.,,
terkedilmiş ve mağdur insanın iyiliğe doğru muvaffak olduğu en aşağı terakki
adımı, ona şeref veriyor. Hâlâ bize hangi selâhîyetle diyeceksin: Mukaddes
olunuz, zira ben mukaddesim. «Ey ruh-ı kâzibl... (Yalancı ruh) (Duyulması pek
çirkin olan yirmi otuz satırı atlıyoruz.) Niçin bizi idrâkimize vaz’ettiğin zıd
fikirler yüzünden «reyb-i umumî» ye (şüpheye) tâbi kıldın?
«Hakikatten
şüphe, «adaletten şüphe, vicdanımızdan şüphe, hürriyetimizden şüphe, hattâ
kendi mevcudiyetimizden şüphe... ve...
Ey
mâbud! Bu şüphenin netice ve semeresi olmak üzere sana İsyan!
«İşte,
ey Adonay! Bizim saadetimiz ve kendi şerefin için senin yaptıkların, işte
ezelden beri irâde ettiğin şey!
«İşte
bizi beslediğin, kan ve göz yaşı ile yoğrulmuş ekmek! Şimdiye kadar ilim ve
fennin son sözü, hâkimin medâr-ı hükmü, hükümdarın kuvveti, fakirin ümidi,
günahkârın istiğfar vesilesi olan ismin artık bundan sonra insanlar arasında
nisyan ve ikraha mahkûm olacaktır! Beşeriyet senin arş-ı azametin önünde boyun eğdikçe
hükümdarların ve papaların esiri kalacak, ... sulh ve meveddet insanlar
arasında payidar olmayacaktır,
«Ey
mâbud! Zira senden korkmaktan âzâde olduğumuzdan ellerimizi semavâtma
kaldırarak yemin ederiz ki: Sen idrâkimizin cellâdı ve vicdanımızın kâbususun!»
İşte
farmason azizinin «Adonay» a hitâben irâd ettiği isyan hitabesi, sanki
cehennemler açılmış, bütün şeytanlar yer yüzüne saçılmış, sonra da- Prudhon’un
cehennem misâli vicdanında toplanmış ve oradan kopardıkları küfür ve tuğyan
vâveylâsı, 6 delinin ağzından âleme yayılmış!
«Adonay»
kimdir mi? Bu bir İbrânice kelimedir ki, esasen «Efendimiz» mânâsını ifade
ettiği hâlde İbrâniler ve yahudiler tarafından Cenâb-ı Hakka isim olarak
kullanılmıştır. Filvâki Tevratta hareke ve sesli harflerden mahrum olarak
«YHVH» acaib terkibi var ki telâffuz ve okunması kabil olmadığından Tevrat’ta
bu terkib geldikçe Yahudiler «Adonay» okumaktadırlar. Demek ki Prudhon’un
kâ-firâne ve lâinane hutbesinde Cenâb-ı Hakk’a hitap ediliyor. Sırası geldikçe
zikredileceği üzere masonlar mabudu zikr ü tesmiye ıztıra-rmda kaldıkça
ekseriyetle «âlemin mimar-ı âzami» (Kâinatın yüce mimarı) terkibini
kullanıyorlar. Lâkin bu büyük mimardan murad, insanlığın ibâdet ettiği Allah
olmayıp «İblis» dir. Bundan dolayı 1b-lis'e «melek-i nûr», «rûh-ı nâr» (ateş
ruhu) gibi İsimler verirler. Vakıa küçük dereceli masonlar, bu «mimar-ı âzam»
kelimesinden maksadın İblis olduğunu bilmezler, sonra işi anlarlar.
Avrupada
bulunan en muteber eserlerden iktibas ederek sırasiy-le masonların ideallerini
ve içtimaiyat, siyasiyat, iktisadiyat ve vicda-niyat sahalarında çevirdikleri
entrikalarını yazacağız. Lâkin onlardan evvel, küçük derecelilerden üçüncü
mertebeliler yâni üstadlara (?) okudukları israiliyatı (İsrail
hurafelerini) okuyucuların nazarlarına koymak İstiyoruz. Görülecek ki bu
masonlarda akl-ı selimi meclûb edecek hiçbir edebî ve fikrî meziyet yok. Bilâkis
emsâli bulunmıya-cak kuru ve âdi şeyler. İhtimal kİ çok âkîl geçinenlerden, bu
masonları birer hikmet dersi telâkki edenlerin şu meclûbiyeti, küfür ve inkâra
mev'ud (vadedilmiş olan) tecelli-i mudili (dalâlete düşürücü tecelli) den başka
bir şey değildir, (ve mekrû ... hayrul mâki-rin) Mebhas-ı mahsûsunda etraflıca
anlatacağımız komedyalara bir kalfa mason, üstad derecesine terfi edildikten
sonra, locanın «muhteremi» yâni reisi yeni terfi eden «kardeş» e şu meâlde bir
hutbe irad eder. (Pek eblehfirîbâne [bönce, ahmakça] olan baş taraflarını
hazfediyor, zikretmeden geçiyoruz.) .
«Bu... Davud oğlu Süleyman’ın satvet ve
haşmeti son dereceyi bulduğu zaman idi. Akıl ve hikmetleriyle meşhur olan bu
hükümdar, ibâdet ettiği «Yahova» nın nâmına muhteşem bir mâbed inşa
ettiriyordu. Bu binayı yapmağa memur olan mimar «Hiram» idi.
«Bu adam kimdi? Nereden, geliyordu?
«Onun mazisi esrarengiz idi. «Molok»
adlı mâbuda tapan Sur halkının hükümdarı tarafından Süleymana gönderilmiş olan
bu adam, yüksek olduğu derecede garip tavırlı idi-ve Kudüse gelmesiyle beraber
herkese hürmet ve mutabaat telkin etmenin yolunu bulmuştu.
«Onun cür'etkâr dehası, onu diğer
insanların .fevkine çıkarmıştı. Onun-aklı, insaniyetin ihtiva kudreti haricinde
kalıyordu; Ve herkes onu «üstad» nâmıyla yâdederek onûn esrarengiz irâde ve
nüfuzu önünde baş eğiyordu. Esmer çehresinde hem rûh-ı nuru, hem de dehâ-yı
zulumâtı (yâni İblisi) nazarlara aksettiriyordu. Büyük bir heykeltraş olan
Hiram, kimseden san’at tâlim etmemiş ve bu kadar mahâreti harab mâbedlerin
makberâne sükûtları (mezar sükûtu) arasında tefekkür ve tetebbu' ile elde
etmişti.
«İktidar ve tasarrufu çok büyük idi.
Enir ü idaresi altında üç yüz binden fazla amele vardı. Bu adamlar, Himalâya
dağları etekle* rinde sâkin sanskritçe konuşanlardan, Libya çölü, Gine
göllerine kadar her lisanı konuşan , muhtelif memleketler ahalisinden idi.
Üstadın bir emri üzerine karalara taşan, vâdileri dolduran dalgalar gibi amele
ufkun her noktasından baş gösterdi. Bir gün Saba melikesi Belkıs,
hükümdarların' en büyüğü olan Süleymanı ziyârete gelmişti. Süleyman, haşmetli
azametini anlatmak emeliyle, Yahova'nın ibâdeti için yaptırdığı mâbedi Belkıs'a
ziyaret ettirdi. Belkıs, mâbedin ce-sâmet ve ziynetine hayran olarak, böyle bir
benzersiz eseri inşâya muktedir olan mimarı ve amele ordusunu görmek istedi.
«Süleyman, biraz kıskanmakla beraber
Hiram'ı çağırttı. Üstad, melîke Belkıs'a tazimatım takdim ettikten sonra
mâbedin kapısına doğru yürüdü. Dış kapıya arkasını çevirdi, bir granit kayası
üzerine çıkarak, işleri başına gitmekte olan amele ordusuna bir nazar-ı itminan
fırlattı. Kiram, bir işaret vermesiyle, bütün yüzler ona doğru çevrildi. O
vakit üstad, sağ kolunu kaldırdı, açık eliyle havada bir ufkî hat çizdi, sonra
bu hat üzerine iki kaime yapmak üzere dik olarak bir doğru İndirdi. Böylece
süryâni elifbasındaki «T» harfini yazmış oldu. Bu işaretin yapılması ile
beraber amele kütlesi, bâd-ı sarsarda [pek soğuk, pek gürültülü yel] tutulmuş
gibi dalgalandı. Sonra gruplar teşekküle başladı. Muntazam alaylar meydana geldi.
Kim olduğu meçhul âmirler tarafından sevkolunan bu amele ordusu, üç büyük kısma
ayrılmıştı ve şu sırayla yürüyorlardı :
Evvelâ
; Üştadlar,
Sâniyen
: Kalfalar,
Sâlisen
: Çıraklar.
«Orta
yerde taş işleriyle meşgul amele, sağda marangozlar, solda demirciler
bulunuyordu. Amele yüzbinlerle ifade edilebilirdi; yürüdükçe yerler, onların
metin ayakları altında titriyor ve bu yürüyüş sahile basmak üzere yükselmiş
dalgalara benziyordu.
«Ses,
gürültü, en ufak uğultu duyulmuyordu. Ancak adım atışlarından hâsıl olan bir
inilti işitiliyordu.
«Bu
heybetli insan kütlesi üzerine bir kahr ve gadap nefhası es-seydi bu canlı
dalgalar mukavemet dinlemez, kudretiyle her önüne geleni; her şeyi, her hâili
sürükleyip götürecekti. Henüz kendi kendini bilmeyen bu korkunç kuvvetin huzûrunda
Süleyman titredi. Bir bu mehib kütleye, bir de mâlyetindekl cılız kâhin ve
mâbeylnci gü-rûhuna baktı. Ve sandı ki bu canlı dalgalar, kendini de; tahtını
dâ; kâhinlerini de bir ân içinde mahv-ı ifna edecek... Lâkin hayır. Hiram
kolunu uzattı. Bir ân içinde kitle-i seyyâle donmuş gibi durdu!»
Bu
kadarcık izahattan anlaşılacağı üzere Avrupa bid'atlarının bizim için en
muzırlarından biri de Far - Masonluktur.
' >
İÇTİMÂİYUN
MEZHEBİ
VE
İŞTİRÂK MEZHEBİ
Orta
çağda, Avrupa’da halk hususî sınıflara ayrılmıştı. Bu sınıflardan asilzadeler
ile rahipler, bilhassa avam sınıfının haklarına şiddetle tecâvüz
edegeldiklerinden Avrupa'da zuhur eden ihtilâllerin mühjm sebeplerinden biri de
bu tecâvüzler olmuştur. Vâkıa Fransa İhtilâlinden sonra Batı Avrupa'da bu iki
sınıfın aşırı hak ve İmtiyazlarına bir had çekilmiş ise de bunların yerini
Fransa ve Almanya’da bankerler, büyük sermaye sahipleri, büyük fabrikatörlerden
müteşekkil yeni bir sınıf tutmuş ve avam sınıfı da «amele takımı» suretiyle
yeni bir şekle girmiş olduğundan, eski kavga başka bir zemin ve şekilde hâlâ
devam etmekte bulunmuştur. Bu cidâller, halkın haklarını muhafaza ve vikaye ve
maksadı ile yeni bir içtimâi meslek'! (doktrini) ye bu da daha müfrit bir
mezhebi icad etmiştir.
Avrupa
için bu hâl, pek tabiî idî. Eski sosyolojinin temelleri olan asılzâde
imtiyazları ve papazlar hâkimiyetinin yıkılışı üzerine yeni ve. halk için
faydalı esaslar lâzımdı. Bu esaslar, Avrupa’da hüküm-fermâ olan dinden
alınamazdı. Çünkü hıristiyanlık bu gibi aslî Içtimâî maddelere mâlik değildi.
İşte
«sosyalizm» denilen içtimâiyun mezhebi bu gibi avâmil-I İçtimâiye ile meydana
gelmiş ve daha ilk zamanlarında emval ve evlâdın iştirâki gibi ilhad dinsizlik
fikirlerini de kabul ederek «iştirâ-kiyun» (komünizm) mezhebini doğurmuştur.
Biz
müslümanların din ve içtimaiyatımız, hiçbir sınıfa, hiçbir şekilde imtiyaz
vermez. Bizde asılzâde, avam, ruhban sınıfları olmadığı gibi dinimiz tam bir
müsavatı emreder. Bizde henüz amele sınıfı itlâkma şayan bir çalışanlar
topluluğu meydana gelmemişse de, geldiği vakit bile bu sınıfı, gadrine hedef
edecek bir diğer sınıf ahalimiz olmadığından ve hiç bir müslüman, nâmus ve
insanlık haysiyetini ayaklar altına alarak evlât, ve zevcelerde ortaklığı kabul
edemiyeceğinden ve bizde ne sosyalistliğe ve ne de iştirâk (komünizm) mezhebine
lüzum ve talep yoktur. Müslümanlar, kendi muhit ve tarihlerinden gelmeyen bu
gibi ecnebi fikirlerden tamamiyle tevakki etmelidirler.
ÜÇÜNCÜ
KİTAP
OSMANLI KAVİMLER! MUVAZENE, İTİLÂF,
İTTİHAD
Osmanlı
milleti, muhtelif kavimler tarafından meydana getirilmektedir. Meşrutî bir
hükümette her kavmin samimî emelleri bir suretle inkişaf ve tezahür
edeceğinden, bizde de meşrutiyetin ilânı De beraber Osmanlı unsurlarında birisi
aslî ve hakikî, diğeri fer'î ve .câli (sahte) iki temayül yüz gösterdi.
1
—Unsurî menfaat.
-
2 — Unsurların ittihadı.
Eğer
her unsurun has maksadı «Osmanlılık» denilen mânevî şahsiyetin menfaati ve
yükselmesi olsaydı, ittihad-ı anâsır (unsurların birleşmesi) dan daha kolay bir
şey tasavvur edilemezdi. Lâkin her unsur bu birliği kendi hususî menfaatına
vâbeste (bağlı) gördüğünden bu şekilde bir ittihadın kavl-i mücerrete ve bir
söz oyunundan ibaret kalacağı şüphesizdir.
Biz
müsiümanlar memleketimiz için hayat ve memat bahsi olan bu mes’eleyi tam şümulü
ile ve amelî, imkân verici bir fikirle düşünmeli ve halletmeliyiz. Vatanımızda
sakin ve bizimle beraber vatanı yükseltmeğe mecbur olan bir kısım unsurların,
mevcudiyetimizin düşmanı ve hiç olmazsa milliyetimizin rakibi şeklinde
bulunması tahammül olunur hâllerden değildir.
Ecdâdımız
olan Türkler, bu memleketleri fethettikleri vakit, bir çok kavimlerin siyasî
hâkimiyetlerine son vermişlerdi. Mamafih İslâmiyet Camiası ciheti sebebiyle,
müslüman kavimler hiçbir vakit «bâzı haklardan mahrum, mahkûm kavimler»
menzilesine indirilmemiş ve cümlesi Türklerle tamamen müsavi tutulmuştur. Gayri
müs-lim kavimlerin dahi din, lisan ve âdetlerine hürmet ve riayet edilmiş
olmakla beraber onlar, müslüman kavimler kadar haklara nail değildirler.
İttihad
ve muvazene bahislerinde Osmanlı unsurlarının evvelâ şu tarihî vaziyetini
unutmamak lâzımdır. Sonra da yerine göre Ittihad ve itilâf âmilleri olan »din»,
«kavmiyet» ve «lisan» mes'elelerini hatırdan çıkarmamak gerektir.
Bu
tenbihler (vesâya), göz önüne alındıktan sonra, biz müslü-manlar, birlik tesisi
için ne yapmalıyız?
Bu
suale cevap bulabilmek için evvelâ hangi unsurun ne gibi şeyler istediğini ve
bu isteklerin, kabulünün mümkün olup olmadığını bilmek lâzımdır.
Evvelâ
her kavim, gerek müslim olsun ve gerek gayri müslim bulunsun, kavmiyet ve
hususiyetlerinin devam edebilmesi için zarurî şart olan din ve âdetlerinin,
lisan ve temayüllerinin muhafazasını talep ediyor.
Meşrutiyet
ve tarihî haklan ayaklar altına almamak, resmî din olan Islâm dininin üstünlük
ve mânevi hâkimiyetine tecâvüz eylememek ve «Osmanlılık» denilen mânevî
şahsiyetin -mukaddes menfaatları tehlikeye düşürülmemek şartiyle bu talep
edilenleri kabul etmek lâzımdır. Bunları kabul etmemek, tarihî hataları şu
zamanda tashihe kalkışmak demektir kİ, bu da gayri mümkündün
Lâkin
bugünkü günde bütün Osmanlı unsurlarının talepleri bu meşrû hadde kalıyor mu?
Hayır. Hiç kimse İçin fâidesi melhuz olmayan yalandan ve saklamaktan vazgeçer
de hakikati olduğu gibi görürsek, bâzı anâsırın mutâlebâtınıh (İsteklerinin)
Osmanlılıkla kabil-l telif olmadığını görürüz.
Mateessüf
bâzı Rum vatandaşlarımıza göre milliyet merkezi İstanbul değil, Atinadır. Nasıl
kİ, bâzı Bulgar vatandaşlarımıza göre bu merkez Sofyadır. Bu hakikatleri inkâr
etmek, hergünkü vukuatı görmemek demektir. Şu hâlde ittihad-ı anâsır meselesini
evvelâ İkiye ayırmak lâzımdır. Zira ki müslüman unsurları, böyle bir emel ve
temayül ile itham etmek mümkün değildir.
UNSURLARIN BİRLİĞİ MES’ELESİ
(İTTİHAD-I
ANÂSIR MES’ELESİ)
Müslüman
unsurların hariçten hiçbir ümidi yoktur. Şeref ve istiklâllerini muhafaza için
ittihattan başka ilâçları da yoktur. Maazallah Osmanlı vatanının parçalandığı
farzolunsa, bu, yalnız Türklerin değil bütün müslümanların tam mânâsiyle
esareti demek olur. Bir Rum,
zaten
milliyetinin merkezi bildiği Yunanistana iltihakla teşfi-i sadr [İntikam alıp
yürek soğutmak, rahat bulmak] edebilir. Bir Bulgar, Makedonya’nın Bulgaristan
hissesi olacağını umar. Ya biz? Ya biz müslümanlar? Acaba ortadan Osmanlılık
kalksa, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin istiklâlleri muhafaza edilebilir mi?
Hiçbir vakit.
En
cengâver ve gayur Araplar, Cezayir, Tunus ve Mısır'daki ylr-mibeş milyon Arap
bugün istiklâllerine sahip midirler ki üç milyon Yemenlinin Osmanh birliğinin
inhidamından sonra Jstiklâl imkânları hatıra gelebilsin’
Aynı
mülâhaza diğer müslüman kavimler hakkında da vardır. Biz müslümanlar
«Osmanlılık münhedim olsa (yıkılsa) bile diğer bir İslâm hükümetinin İdaresi
altına geçeriz» diyemeyiz. Mateessüf bugün dünyada yalnız dört müstakil İslâm
hükümeti kalmış olup, bunlardan Afgan küçük, uzak ve biz müslümanlar için hâlen
siyasî tesirleri mefkud (bulunmayan) bir hükümettir. İran, Rus ve Ingiliz
istilâsı altında olup henüz kendi istiklâlini bile temin edememiştir. Fas,
istilâ ve inklsam (bölünme, paylaşılma) tehlikesine mâruzdur.
Demek
ki bütün İslâm ve Jslâmlyanm ümidi Osmanlılığın, İslâm hilâfetinin kuvvet ve
itilâsındadır.
Burasını
müslim OsmanlIların bilmemesi mümkün değildir. Demek kî diğer tarihî icaplar ve
gerek bugünkü menfaatler sebebiyle Osmanh müslüman unsurlarının tam mânâsiyle
samimî ittihadından kolay bir şey yoktur. Mateessüf, siyaset ve idare
rehberlerinin fikrî ve İdarî âcizlikleri bu muhterem emelin keşmekeşte
kalmasına sebep oldu. Vâkıa müslüman unsurlar arasında henüz halledilmemiş ufak
tefek mes’eleler yok değilse de bunların ortadan kaldırılması kadar kolay bir
şey tasavvur edilemez.
Demek
ki her şeyden evvel fiil ve vuku’ sahasına koymağa borçlu olduğumuz şey, müslim
unsurların İttihadıdır. Bu ittihad, Osmanh ittihadının, unsurlar İttihadının
temelidir. Ne çare kİ burnunun ucunu görmiyecek kadar cahil oldukları hâlde
kaderin cilvesi olarak allâme ve dâhi kesilen birtakım siyasilerimiz, gaye,
unsur ve tasnif gibi tefekkür levazımından mahrum olduklarından, her akıllarına
geleni mümkün ve her hayali hakikat sandılar da şu aziz emel bugünlere kadar
husûle gelemedi.
Meşrutî
idarede hâkim millettir. Lâkin bir milleti teşkil eden fertlerin hepsi aynı
suretle düşünmiyeceğinden millî hâkimiyet demek, birbirini nakzeden ve
birbirine zıd fikirlerin hâkimiyeti mânâsına gelemez. Çünkü böyle bir mânâ,
anarşiyi, hükümetsizliği müşirdir. Demek ki millî hâkimiyet, millî ekseriyetin
arzusu mânâsına gelir.
Türkiye’de
ahalinin ekseriyetini müslümanlar teşkil ediyor. Meşrutiyet usûlü mucibince
Ösmanh millî hâkimiyetinin mîzanı, İslâm ekseriyetidir. Bu ekseriyet pâyidâr
oldukça gayri müs|im unsurlar, hususî menfaatlerinin temini için, Osmanlılığa
hizmete, Osmanlılığa sadakate, Osmanlılığa samimiyetle iltihaka mecburdur.
Bu
mecburiyet, evvelâ bir tevazün sonra bir i'tilâf ve nihayet bir ittihad
şeklinde görülecektir. Biz müslümanlar, bu noktayı hiçbir vakit unutmamalı ve
boş lâfların oyuncağı olmamalıyız.
MİLLÎ VE RESMÎ SİYASET
İNFİRAD
MI, İTTİFAK MI?
Bu
eserciğin başında büyük devletlerin bize karşı olan siyasetlerini,
vaziyetlerini az çok izah etmiştik. Bu izahat nâzar-ı dikkate alındıktan sonra
acaba büyük devletlerden biri, birkaçı ile ittifak imkânımız tasavvur
olunabilir mi?
İttifak
mümkün olsa bile, acaba böyle bir ittifaktan mı, yoksa infiradî ve bîtaraf
siyasetten mi fazla fayda görürüz?
İşte
birtakım mühim mes’eleler ki, biz müslümanlar, bunları halletmeye ve
menfaatimize en muvafık cevabi bulmağa borçluyuz.
Avrupa
büyük devletleri için, infirad siyaseti ile idare-i maslâha-ta muktedir olanını
biz görmüyoruz. Avrupa, iki devletler topluluğuna ayrılmıştır. Birisi üçlü
ittifak, diğeri de üçlü itilâf.
Bizimle
AvrupalIlar arasında muallâk mes’eleler o kadar çok ki biz, onlardaki iki mühim
siyasî cereyandan müteessir olmamamız gayri mümkündür. Vatanımız iki devletler
hey'etinin İktisadî ve siyasî menfaatlarının her an müsademe ve mübâreze ettiği
bir yerdir. Memleketimizdeki ■ Avrupa menfaatları, bize zarar verme noktasında
müttefik olsa bile, kemmiyet hususunda asla İttifak edemez. Şü hâlde biz
İnfiradda kaldıkça dalma iki nevi tehlikeye mâruruz. Evvelâ: Zıd men-faallere,
velevki zararımıza olsun, aynı suretle emniyet vermek mümkün olmadığından,
fazla menfaat temin edemiyen devletlerin her vakit güçleştirmeleriyle
karşılaşacağımıza mukabil, arada bir ittifak olmaması yüzünden, menfaati temin
edilenlerin de yardım ve muhafazasına nâil olmamak tehlikesi,
Sâniyen
: İki devletler topluluğunun, sırf bizim zararımıza olarak, terdif-1 menafi
etmek (menfaatlerini birleştirmek) mecburiyetinde kalmaları ihtimali tehlikesi.
(Bunun evveliyatı, Bağdat şimendiferinde görülmüştür.) Demek ki infirad
siyasetinde, bizim için hiçbir menfaat yoktur. İttifak siyasetinde iki
hey’etten birinin İğbirarını kazansak bile, diğerinin hasbel ittifak (ittifak
dolayısîyle) muavenet ve muhafazasını ümid edebiliriz. Lâkin infirad hâlinde
Avrupa ihtiraslarına karşı yapayalnız mukavemet zorunda kalıyoruz kİ, bahusus
bizim gibi acemi siyasilerin böyle mübârezede hissesine düşen yalnız mağlûbiyettir.
Şimdi
de sualin ikinci haddi geliyor. Öyle ise kiminle ittifak edelim? Evvelâ
şurasını söyliyelim ki millî teyid ve meveddet ile müzeyyen siyasî rical
(kadro) meydana getiremezsek, iktidar mevkiinde çalıkuşu vaziyeti He duran
kimselerden müteşekkil bir kabine, Avrupa siyasîleri ile ittifak gibi şeylerin
müzakeresine hiçbir vakit glrlşe-rnez.
Evvelâ
Meclis-i Meb’usanımızdaki mühim siyasî partiler, devletler hey'etinden birini
tercihte ve onunla ittifakı kabulde müttefik olmalıdır.
İtalya
ile Almanya müttefiktir. Bu ittifak bir kabinenin fikir ve tervici semeresi
olmayıp, İtalyan millî ekseriyetinin ittihadı olduğundan başa hangi parti ve
kabine geçse, hep bu ittifaka taraftar bulunur. Ve şu hâlde Almanya «İtalya’nın
filân kabinesi falan partisi ile değil, İtalya ile ittifak etmiş» sayılır. Bu
şartı yerine getirebildiğimiz gün, biz de Avrupa devlet topluluklarından birisi
ile ittifak edebiliriz. Hangisiyle?
Her
ikisiyle! İhtimal ki, kalbi îmândan, dimağı iz'andan mahrum ve İslâmiyetin
geçici inhitatını görüp de istikbalden me’yus olanlar, Osmanlılığı
AvrupalIların müsamaha ve inayetleri sahasında pâyidâr olabileceğini
zannederler. Bu fikrimizi mânâsız bir ta'zime (büyüklen* meğe) hamlederler.
Lâkin kat’iyen böyle değil.
Vâkıa
Ingiltere'nin azameti, Rusya ve Fransa’nın satveti, âlem-l Islâm’ın bugünkü
mahkûmiyetinin idamesine bağlıdır. Lâkin bu devletler, pek güzel bilirler ki bu
mahkûmiyet ilelebed pâyidâr olacak bir şey olmayıp, zaman mes'efesidir.
Müslüman mütefekkirleri, kurtuluş gününe kadar, mahkûm müslüman kavimlerinin,
sırf terakki ve tenevvüre (aydınlanmağa) sarfedilen, asûde bir hayat
geçirmeleri taraftandırlar. Bu, hâkimler için son derece faydalı ve semereli
bir keyfiyettir. Esasen menedilmesi mümkün olmayan bir şeyin, zararı az bir
suretle vukuuna razı olmıyacak biricik akıl tasavvur edilemez.
Bugünden
itibaren dem-l istihlâsına (kurtuluş ânına) kadar ihtilâller içinde geçecek bir
İslâm âlemi ile asûde ve mütekâmilâne vakit geçirecek bir İslâm âlemi arasında,
İngiltere ve Fransa ve hattâ Rusya için büyük farklar vardır. Bu güzel hâli
meydana getirecek en büyük ve mühim müessir, makam-ı celîl-1 hilâfet ve Osmanh
İslâm âlemidir.
Binâberin
böyle metin, yalan ve riyâdan âri bir zemin üzerinde İngiltere, Fransa ve Rusya
ile konuşmak ve uyuşmak çok mümkündür. Bu imkân ve lüzumu o devletlerce gayri
vâki ve gayri musaddak farzetmek Avrupa'nın zaaf ve kuvveti ve siyaset sırları
hakkında hiçbir şey bilmemek demektir. Evet,, İngiltere, Fransa ve Rusya ile
ittifak, pek mümkündür. Yalnız onlar, böyle bir ittifaktan hakikaten kârlı
çıkacaklarına emin olmalıdırlar.
Avrupa
devletleri, muktedir ellerle idare edilecek Osmanh siyasetinin müthiş
iktidarını bilmez değil. Lâkin biz millî tekâmülâtımız-da sür'atle devam
edersek Avrupa diplomatları ile aşık atacak rical (kadro) yetiştirmez ve
siyasetimizin idaresini, bir nahiye-i hüsn-i idareden âciz bütün mahareti
muntazam söz söyleyip yazmaktan ibaret adamlara tevdi eylemekte, millî
menfaatlerimizi ömrü vaziyetin ikbâlinin idamesine fedâ etmekte ve kendi
kendimizi birtakım evhamu hayalâtla aldatmakta devam edecek olursak, elbette
AvrupalIlar, bizimle uzlaşmayı, tepemize yumruk atarak bizi sersemce kullanmağa
tercih etmezler.
Lâkin
siyaset ve idaremize fedakârca bir mecrâ verdiğimiz gün, şimdi AvrupalIların
görmemezliğe geldikleri kuvvetimizi görecekler, görecekler değil, çünkü zaten
bunu görüyorlar, gördüklerini itirâf edeceklerdir.
Dört
yüz milyon insana mânevî nüfuzu icraya muktedir, en fedakâr bir milletin
mümessili ve bir buçuk milyon kellesi koltuğunda gezen, fedakârlığı ve şecaati
emsalsiz bir orduya mâlik olan Osmanlı Hilâfet ve saltanatı, bu âlemde hiçbir
kuvvetin istihfaf ve lâkaydi nazarıyla göremiyeceği bir kuvvettir.
Almanya
ve Üçlü İttifakla ittifak ise bizim için daha kolay ve daha tabiidir. Burası
müsellem sayıldığı için uzun uzadıya delil getirmeye lüzum görmüyoruz.
Bu
iki ittifaktan hangisinden daha ziyâde istifade edeceğimize gelince: Burasını
ceffelkalem kestirip atmak doğru değildir. Her bir şeyin faydası ve faydasının
dereceleri bir takım şartlara ve bu şartların kuvvetine göre tefavüt eder
(farklılık gösterir.) Lüzumlu şartları hâiz olduktan sonra her iki tarafla
ittifaktan müstefid olabiliriz.
İslâm
âlemiyle olan tabii ve kuvvetli irtibatımız itibariyle İngiltere ve Fransa ve
bunlar dolayısiyle Rusya ile uzlaşmak daha muvafık zannedilir. Almanya,
Avusturya ve İtalya ile ittifak ise daha tabii sanılır.
ittifak
şartlan olarak vereceğimiz; bâkir mâdenler, münbit araziden istifâde, nâfıa
inşaatı, bir buçuk milyon süngü ve mukaddes bir mânevî nüfuzun tevcihi. İstediklerimiz:
Kapitülâsyonların lağvI, Is» tiklâl ve millî hürriyetimize hürmet, İslâm
âleminin terakki ve saadetine müsaade ve himmettir.
Bu
pazarlıkta ulüvvücenab İslâmda kalıyor. Verdiğimiz, istediğimizden ziyâdedir.
Bize diyenler var ki: «Bizim satvet ve kudretimiz, donanmalarımız, ordularımız,
hâzinelerimiz var, ya sizin?»
Biz
de onlara cevaben deriz ki: «Bizim de felâket ve idbarla da yıkılmaz bir
itminan ve imânımız, sizi besleyen ve istemezsek bes-lemiyecek olan
vatanlarımız var!» Tenkid ve tetkik terazisine korsak, bizim varlığımızın daha
ağır olduğu tahakkuk edecektir. Olabilir ki, hâlihazırın, bu zamanın bozuk
mizanı bu malı yanlış tartar, lâkin Hak terazisi yanılmaz.
SON
Z E Y L
Yazan : M. Şevket Eygi
Bismîllâh
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi Beyin «Müslümanlara Reh-ber-i Siyaset» adlı eseri basılalı
tam 60 sene oluyor. Bu zaman zarfında ne muazzam değişiklikler oldu, ne korkunç
hâdiseler cereyan etti. Hem cihanın çehresi, hem de İslâm Âlemi büyük
inkılâplarla bambaşka oldu. Bu olup bitenleri tafsilâtıyla yazıp, bu risâleye
eklemek istesem binlerce sayfa dolar da yine yazacaklarım bitmez. Ben burada,
söylenmesi gereken şeylerin ancak bir fihristini yapmakla iktifa edeceğim,
feraset sahibi olanlar tafsilâtını kendileri düşünürler.
İSLÂM ÂLEMİNİN HÂLİ
Eskiden
İslâm âleminin büyük kısmı emperyalist devletlerin müstemlekesi (sömürgesi)
idi. Hindistan, Cezayir, Tunus, Sudan gibi... Bugün sömürge olan İslâm ülkesi
hemen hiç kalmamış gibidir. Bunlar sözde bir hürriyet ve istiklâle kavuşmuş
görünüyorlar. Ama gerçekte çoğu yine sömürgedirler, sadece şekli değişik birer
sömürge. Eski sömürgeciler batılı emperyalistlerdi. Şimdiki sömürgeciler ise
halkın içinden çıkan dinsiz, köksüz, ruhsuz, öz halkına ve kültürüne düşman zorba
bir azınlıktır. Buna auto-colonie (bizatihi sömürge), yâni içerden bir azınlık
diktatoryasının sömürü düzeni diyoruz. Misâl mi arıyorsunuz? İşte Cezayir, işte
Tunus, işte Mısır, işte Suriye, işte Gine... Fransızları, İngilizleri kovdular.
Sonra ne oldu? Başlarına geçen mason, mürted, yabancı ideolojilerin hayranı,
kâfir idareciler o ülkelerdeki müslümanlara eski sömürgecilerden daha fazla
zûlm etti.
PARÇALAYICI FİKİRLER
İslâm
düşmanları, müslümanlârm birliğini parçalamak, âlem-i İslâmî küçük küçük devlet
ve halklara bölmek için, ümmet-i Muham-rried'in (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM)
arasına menfi kavmiyetçilik mikrobunu yaydılar. Önce Türklerle Arapların
arasını açtılar. Garplı misyonerler Hıristiyan araplara «Arap Milliyetçiliği»
denen veba mikrobunu aşıladılar. Bu hastalık, kâfir mekteplerinde okuyan ve
müslümanlıktan sistemli şekilde uzaklaştırılan müslüman Araplara sirayet etti
ve bütün Arap âle mini hasta etti. «Önce Arabım, sonra Müslümanım» zihniyeti
İslama İhanetti.
Türkiye'de
Moiz Tekinalp adlı bir yahudi ile Ziya Gökalp adlı bir mülhid, menfî kavmiyyet
fikri ile panisiâmizme cephe aldılar. Peşlerinden sürükledikleri gafillere
kendi öz binalarının temellerini yıktırdılar.
FARMASONLUK
Dünya
yahudiliğinin icrâ organı olan beynelmilel mason locaları İslâm ülkelerinin
hepsinde şubeler açtı. Parayla, nüfuzla, mevkiyle kandırdığı zayıf karakterli
münevverleri, boş diplomalı köksüzleri bünyesi içine aldı. O ülkelerin siyasî,
İçtimaî, İktisadî, mâlî, ticarî ve harsî bütün müesseselerini hızla yayılan bir
kanser gibi istilâ etti ve tarihin kaydettiği en amansız, en iğrenç, en gaddar
bir «auto -colonialisme» sistemini kurdu. Modern propaganda metodlgrıyla, halkı
afyonladı. Hile, ile veya cebren İslâmiyetten uzaklaştırmağa çalıştı.
SİYONİZM ve İSRAİL
Yahudiler
2000 yıldanberi yeryüzüne dağılmışlardı. Tefecilik yaptıkları, faizlş ve mâlî
dalaverelerle içinde yaşadıkları milletleri soyup sovana çevirdikleri için her
yerde nefret ve düşmanlıkla çevriliydiler. 19 cu asrın sonlarında Theodor Herzl
adlı bir yahudi gazeteci Filistin’de yahudilerin bir devlet kurması fikrini
ortaya sürdü ve siyon ileri gelenlerine kabul ettirdi. Herzl İstanbul'a geldi
ve Sultan Abdül-hamid'den Filistin’i yahudilere açmasını istedi. Büyük halife
hain ya-hudiyi tersledi ve kovdu. Bunun üzerine yahudiler İttihad ve Terakki
çetesini kurdurdular, el altından desteklediler, New York'lu bir yahudi bankacı
milyonlar harcadı. 1908 2 ci Meşrutiyet inkılâbı, arkasından düzmece 31 Mart
vak'ası oldu ve modern Panislâmizm cereyanının önderi ulu hakan Abdülhamid Han
devrildi. İkinci merhalede ise, yahudiler Osmanlı İmparatorluğunu parçalattılar
ve 1948 de 2 bin yıllık rüyalarını tahakkuk ettirerek İsrail devlet-i habîsini
kurmağa muvaffak oldular. Böylece İslâm âleminin kutsal topraklarında bir çıfıt
üssü meydana geldi. Yahudi emperyalizmi şimdi, içinde Medîne-i Münevvere de
olmak üzere Nil'den Fırat’a kadar bütün İslâm topraklarına - göz dikmiş ve
kutsal Kudüs'ü ve Mescid-i Aksayı eline geçirmiş bulunmaktadır. İsrail’i yok
etmek âlem-i İslâm için bir ölüm-dirim meselesidir.
İDEOLOJİLER DÜNYASI
Sovyet
Rusya’da ve Kızıl Çin’de komünizmin İdareyi ele geçirmesi dünyaya bir ideoloji
kavgasına sürüklemiştir. Komünizm ırklar, halklar, kültürler üstü bir
ideolojidir. Bunun karşısına millî ideolojilerle çıkılamaz. Komünizmi ancak
cihanşümul bir dünya nizamı durdurabilir. Bu sadece İslâmiyettir. Renklerin,
ırkların, lisanların, kavimlerin, iklimlerin üstünde bütün zamana ve mekâna
hitap eden, insanlığın bir bölüğü için değil, tamamı için hürriyet, refah, saadet,
eşitlik getiren yegâne nizam İslâmiyettir. Onu bu cephesiyle insanlık âlemine
tanıtmak bugünün müslümanlarına düşmektedir.
İSLÂM! SARAN TEHLİKELER
MİSYONERLER
: Bunlar müslümanları iki kademede İslâmdan uzaklaştıracaklarını
zannediyorlardı. Önce İslâmdan uzaklaştıracaklar, sonra da vaftiz edeceklerdi.
Ama plânları yanlış netice verdi. İslâmdan uzaklaştırıp mürted ettikleri
gençler hıristiyan olmadılar. Ya azılı birer komünisı, ya da kozmopolit birer
eşkiya oldular.
MASONLAR
: Bunların nisbeti halka nazaran binde bir bile değildir. Ama gazeteler,
üniversiteler, yayın ve propaganda vasıtaları, maarif teşkilâtı, İktisadî -
malî - ticarî müesseseler, para, nüfûz, şöhret hep ellerindedir. Böylece
ülkenin alt-yapısını kontrolları altına almışlardır. Hükümetler devrilir,
iktidarlar değişir, ihtilâller olur. Fakat o meş’um mason saltanatı yıkılmaz.
Bir nev’i hacıyatmaz’ gibidir.
KOMÜNİSTLER
: Komünistlerin de sayısı azdır. Fakat Rusya'dan ve Çin’den destek görürler.
Merkezleri oradadır. Oradan para gelir, oradan direktif gelir. Plân ve
programlarını Ruslar veya Çinliler yapar. Afyonlayım propagandalarla daha önce
İslâmdan uzaklaştırıl-
mış
budalaları kendilerine çekerler. Refah, sosyal adalet, barış martavallarıyla
ülkelerini Rus veya Çin peyki yapmak uğrunda gay ret sarfederîer. Ancak İslâm
âlemi komünizme karşı büyük bir di renme gücüne sahiptir: Endonezya'da cereyan
eden kanlı hâdiseler çok canlı bir misal olarak karşımızdadır. İhtilâle
teşebbüs eden komünistleri müslüman halk ve ordu elele vererek temizlemiş ve,
yarım milyon kızıl sapık öldürülmüştür.. Bu hâdiseden alınacak çok dersler ve
ibretler vardır.
KOZMOPOLİTLER:
Bunlar İslâm âleminin bünyesindeki kanserli hücrelerdir. İçinde yaşadıkları
halka karşı, yabancılarla ittifak et inişlerdir. Kendi Öz dinlerini,
kültürlerini inkâr etmiş, birer emper yalist ajanı haline gelmişlerdir.
Birbirlerini tutarlar, köşebaşlarinı kaparlar.
RUSYA—ÇİN MÜSLÜMANLARI
Kızıl
Rusya ve Çin boyunduruğu altında tam 50 milyon müslü-man var. Türkistan inim
inim inliyor. Camiler yıkılmış, Kur’an’lar yırtılmış, medreseler kapatılmış,
kadınların Örtülerine saldırılmış, ibadet hürriyetine mâni olunmuştur. Bu
müslümanların âlem-i İslâm ile olan bağları koparılmış, mektepleri kapatılmış,
dinî eserler oku-yamasmlâr diye alfabeleri bile değiştirilmiştir. Yirminci asır
insanlığının en büyük faciası budur. Hâl böyle ikon, âlem-i İslâmdaki bir takım
satılmış serserilerin «Vietnam, Vietnam» dîye bağırmalarına niükabil,
Türkistan’dan hiç söz etmemeleri ne kadar utanç verici bir haldir. .
c
ZAAF SEBEPLERİ
.
Dinsizlerin yıkıcı propagandaları, mürtedlerin cehennemi baskıları sonunda
âlem-i İslâm'da din hayatı zayıflamıştır. Halk din bilgisinden mahrum
bırakılmış, bâzı yerlerde ibâdete bile yasak konmuştur. Yahudi uşağı, mason,
komünist, kozmopolit zorbaların bas-kısiyle din hürriyeti yok edilmiş, dinî
tedrisat gemlenmiş, müslü-manlar darmadağın hale getirilmiştir. Kurtuluşun tek
çaresi Kur'an-ı Kerim’in gösterdiği yola girmek, Resûl'un (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ
VE SELLEM) sünnetine uymaktır. .
SAHTE
REHBERLER
Bugünkü
âlem-i- İslâm en fazla ihlâslı mürşidlere ve rehberlere muhtaçtır. Maalesef
bunların sayısı azdır. Sırf Riza-yı İlâhî için çalışan, dünya menfaatlerine
arka çeviren; şân; şeref veşöhrete talip olmıyan; siyasî nüfuz, ikbâl ve devlet
peşinde koşmıyan; müslüman-lığın icaplarını eksiksiz yerine getiren
mürşidlere,. rehberlere tâbi olmadıkça müslümanlar kurtulamazlar, Bugünkü
âlem-i İslâmî Şeyh Abduh ve Cemâleddin Efgânî tipinde ikbâl-perest ve zayıf
karakterli maceracılar değil, İmamı Rabbani ve benzerleri gibi İslâm büyükleri
sahil-i selâmete çıkarabilir. Kurtuluşun birinci şartı dinîni benliğine âlet
eden ihlâssız başları terketmektedir.
CİHAD
Âlem-i
İslâm’ın gerileyiş sebeplerinden biri de cihadın terkidir. Cihad, Allah
yolunda, din uğrunda her. vasıtayla gayret etmek', çalışmak, savaşmaktır.
Devrimizde en büyük cihad vasıtaları eğitim, öğretim, basın, propaganda ve
telkindir. Müslümanların hamiyet hisleri zayıflamıştır. Üstelik plönsız-programsız
çalıştıkları için de, din için toplanan paralar yerine sarfedilememektedir.
Plânlı, programlı, şuurlu bir cihad şarttır, zarurettir.
İMANI
KURTARMAK
KURTULUŞ
METODU
TAKVA
: Âlem-i İslâmî fetvâ ve ruhsat yolu kurtarmaz. Kat’iyyen
tâviz
vermemelidir.- Azimet yolunu seçmelidir.
İHLÂS:
Gaye Allah rızası olmalıdır. Mevki, menfaat, şöhret, dev-
let,.-
ikbâl kat’iyyen istenmemelidir.
ŞECAAT
: Müslümanlar korkusuz olmalı; kâfirlerden yılmamalıdır- lar. Ne delice
atılganlıklar, ne de zelilâne bir baş eğiş... Kurtuluş için akıllıca, cesurca
ve plân - program dahilinde çalışmalı.
KARDEŞLİK:
Müslümanlar arasında fitne-fesat çıkarmamalı, herkesin ayıbını araştırmamalı,
birliği bozmamalıdır.
İTAAT:
Gerçek İslâm büyüklerine.
DİSİPLİN.
İBÂDET:
En büyük vazifemiz.
FERAGAT.
FEDAKÂRLIK.
RESÛL'E
(SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) MUHABBET. Onu büyük önder tanımak.
—
S O N —
Baskısına
1967 yılında başlanan «Müslümanlar Uyanın» kitabının zeyli Hicret-i nebevîyenin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 1387 yılı Şevvalinde (Milâdî 9 Ocak 1968)
Allah’ın izniyle tamam oldu. Kitabı yazanın, bastıranın okuyan müslümanların ve
bütün mü’minlerin Hak yardımcısı olsun. Velham-dülillahî Rabbil âlemîn,
vessalâtu vesselâmu âlâ Seyyidil Mürselîn.
ÖZÜR
Kitap
eski yazıdan lâtîn harflerine çevrilirken bâzı yanlışlar olmuştur. Ezcümle 80
ci sayfanın alttan 9 cu satırındaki (ömrü vaziyetin) doğrusu (Âmr ve Zeyd’ln)
olacaktır. (Şunun bunun, falanın filânın mânasına...)
Haccâc,
Emevîler devrinin zâlim bir valisidir. Kaligula ise zâlim bir Roma
imparatorudur.
Âmme
sûresinde.
(2e) Merhum müellif bu satırları yazdığı zaman 1908
ayaklanmasının Osmanlı İmparatorluğuna sahiden hürriyet. getirdiği zannı
yaygındı. Aradan birkaç sene geçtikten sonra anlaşıldı ki, Sultan Ab-dülhamldin
merhametli ve şefkatli otoriter idâresi yanında İttihad -Terakki hürriyeti (!),
zulüm ve istibdatların en müthiş ve en şeni’i imiş... (Naşir)
Kitabın
basıldığı tarih Hicrî 1327 dir.
Israel
1948 de kuruldu.
F:
5
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar