Print Friendly and PDF

Şehbenderzâde FİLİBELİ AHMED HİLMİ Müslümanlar Uyanın

 


1336 — 1966

BU ESER

1327 de İstanbul’da «Hikmet Matbaası» nda basılan [Yirminci Asırda Âlem-I İslâm ve Avrupa — Müslümanlara Rehber-i Siyaset] adlı eserin bugünkü Türkçeye çevrilmiş şeklidir.

M. Şevket Eygi Matbaası

İSTANBUL

Eserin müellifi, Hikmet mecmuası sahibi, değerli eserlerin müellifi, İstanbul Darülfunun’u felsefe müderrisi, son asır Türk • İslâm mütefekkirlerinden AHMED HİLMİ BEY (1865 - 1914)

NAŞİRİN BİR KAÇ SÖZÜ

Türk alfabesinin 1928 de değiştirilmesi, eski harflerimizle basılı ön binlerce eserin unutulmasına sebep olmuştur. Ayrıca, Türk dil ve edebiyatının, «sadeleştirme ve özleştirme» bahanesiyle, mazi ile olan bütün ilgileri de kesilince, ecdâdımızin eserleri büsbütün nisyan ve ihmâl karanlığına gömüldü.

Milletleri yaşatan ve yücelten mânevî unsurların başında «devamlılık şuuru» gelir. O yıkılırsa anarşi, soysuzluk ve izmihlal başlar. Biz, tarih, mâzi ve ecdad düşmanlığının acı neticelerini, bugün bilhassa kültür sahasında müşahede ediyoruz. Genç nesiller, babalarının, dedelerinin yazdıklarını okuyamıyorlar. Çünkü o alfabeyi bilmiyorlar. Gayret edip alfabeyi öğrenseler, karşılarına bu sefer de lisan mes’elesi çıkıyor. Uyduruk Türkçeden başka birşey bilmedikleri için, OsmanlIca metinlerden mânâ çıkaramıyorlar.

Buhran vahimdir (1). Yapılacak en kestirme iş, eski eserleri sadeleştirip, lâtin harfleriyle yeni nesillere sunmaktır. Elinizde bu kitap, bu Vâdide atılmış adımlardan biridir. İnşaallah, imkânlarımız nis-betinde başka kıymetli ecdâd eserlerini de bu usulle tekrar neşretmek niyetindeyiz.

Mehmed. Şevket EYGİ

Bedir Yayınevi Sahibi

(1) Daha dün denecek kadar yakın bir mazide İstanbul’da basılmış eski yazılı kitapların nüshaları öylesine nâdirleşmiş ki, bâzılarını bulmanın imkânı yok. Meselâ bu eserin orijinal nüshasını Sahhaflar Çarşısında ve diğer eski kitapçılarda arattım, bulduramadım, ancak Ziya Uygur bey dostumuzun hususî kütüphanesinden temin edebildim; Bâzı sayfalarını fareler kemirmişti. Eksik satırları öğrenebilmek için kütüphane kütüphane dolaşmak mecburiyetinde kalındı.

ESERİN MÜELLİFİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

ŞEHBENDERZÂDE Filibeli Ahmed Hilmi Bey (Î865 - 1914) son j» asır Osmanlı fikir adamlarının ileri gelenlerindendir. İmparatorluğumuzun yıkılış devrinde, herbîri bir kurtuluş formülü olarak ortaya sürülen ve taraftarları arasında şiddetli çatışmalara yol açan İslâmcılık, Türkçülük ve Garp taklitçiliği cereyanlarından birincisine mensuptur. Yazı ve siyaset hayatında İslâmiyetin Dünya görüşü prensiplerine bağlı kalmış, bununla beraber Batı âleminin üstünlük sebeplerini teşkil eden ilim zihniyeti, metodlu düşünme ve çalışma gibi hususların iktibas edilmesine de son derece taraftar bulunmuştur. Açık kalplilikle ve cesaretle İleri sürdüğü İslâmcı fikirlerinden dolayı, siyasî ve fikrî muarızlarının çeşitli baskılarına hedef olmuş, birçok haksızlıklarla karşılaşmıştı. Bilhassa Selanik Dönmeleri, beynelmilel Farmason cemiyetleri ve onlara âlet olan gafiller tarafından kurulan İttihad ve Terakki Fırkasının hışmına uğramıştır.

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyi zamanımızın gençleri j»ek tanımazlar. Eski yazı bilmedikleri için eserlerini de alıp okuyamazlar. İslâmlyete aleyhtar ve garbı körü körüne taklide taraftar olanlar onu unutturmağa çalışmışlardır. Halbuki o, son yarım asır içinde milletimizin yetiştirdiği cidden büyük fikir adamlarmdandır. İlimce, idrakçe, fazilet ve irfanca, şişirilmiş kof şöhretlerin seviyesinin çok üstündedir. Hattâ o, zamanının üstünde bir şahsiyettir. Evet, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Bey şairimizin «Felekte baht utansın bînasib erbab-ı himmetten» mısraına masadak, talihsiz şah-siyetlerimizdendir.

Bundan elli sene kadar evvel müslümanlara hitaben kaleme aldığı bu mühim risalesini Arap harflerinden lâtin harflerine, lisanın da sadeleştirerek çevirirken, İslâm düşmanlarının gadrine uğramış bu İslâmcı fikir adamının hayatından ve eserlerinden bir nebze olsun bahsetmeği, ifası gerekli bir borç bilmekteyiz.

*

KISA HÂL TERCÜMESİ

Müellifin nâmı Şehbenderzâde, lâkabı Filibeli, ismi Ahmed Hilmi'dir. 1865 senesinde, eski topraklarımızdan olup şimdi Bulgaristan idaresi altında bulunan Filibe şehrinde doğmuştur. Babası, Babapaşa-zâde Şehbender (yâni konsolos) Süleyman Bey, aslen Hazer Denizi Türklerinden olan Akşit boyundandır. Annesi Şevkiye Hanım ise Kafkasyalı'dır. Hilmi Bey âilenin en büyük çocuğudur. İlk tahsilini Fiil-bede yapmış ve «mebâdi-i ulûmu» Filibe müftüsünden tahsil etmiştir. Daha sonra Galatasaray mektebinden mezun olmuştur. Ailesi İzmire hicret ettiğinden, o da bir müddet İzmir’de bulunmuştur. Avrupa’ya gitmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Eserlerinden bilhassa felsefeye âit olanlar, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Tahsilinden sonra 1890 tarihinde Duyûn-u Umumiye idaresine girmiş ve bu idare tarafından memuriyetle Beyrut’a gönderildiğinde, siyasî olduğunu sandığımız bir sebepten dolayı Mısır'a kaçmıştır. Mısır'da Terakki-i Osmânî Cemiyetine girmiş ve «Çaylak» isimli bir mizah gazetesi çıkarmağa başlamıştır. 1901 senesinde İstanbul’a dönüşünde Mısırdaki arkadaşlarından Sadık Vicdânî’nin ihbariyle yakalanarak, Fîzan’a sürülmüştür. Ahmed Hilmi Bey 1908 senesine yâni ikinci Meşrutiyete kadar sürgünde kalmıştır. Fîzan’da «Arusî» tarikatına intisab etmiş, İslâmî tetebbuat-la ve bilhassa tasavvufla meşgul olmuştur.

MUHARRİRLİĞİ VE FİKİRLERİ

Meşrutiyetin ilânı ile beraber İstanbul’a gelen Hilmi Bey, ilk nüshası 1 Aralık 1908 tarihinde çıkan «İttihâd-ı İslâm» isimli haftalık bir gazete neşretmeğe başlamıştır. Üslûbundaki sadelik, açıklık ve akıcılık; muhakemesindeki isabet ve kuvvet sayesinde az zamanda okuyucularını arttırarak kendine mümtaz bir mevki kazandırmıştır. Bu gazete 18 nüsha çıkabilmiştir. «İttihâd-ı İslâm» kapanınca evvelâ «İkdam» sonra da «Tasvîr-i Efkâr» da siyasî ve felsefî makaleler yazmıştır. Bu devrede,-siyasî bir İslamcı muharrir olarak tanınan Hilmi Beyin okuyucu kitlesi daha da genişlemiştir,

1910 senesi başlarında haftalık «Hikmet-Ceride-i İslâmiyesi»ni çıkarmağa başlar. Aynı sene içinde bir de «Hikmet Matbaa-yı İslâmiyesi»ni kurar. Bu mecmua büyük bir kabule mazhar olmuş ve o zaman, sadece abonelerinin sayısı 3000 i bulmuştu. «Hikmet» âlem-i İslâm’ın her tarafına gidiyordu. Bunun bir delili de mecmuanın idarehanesi idi. Burayı âlem-1 İslâm'dan gönderilen hatıralar süslüyordu; yerde Çin ve İran halıları, duvarlarda Türkistan ve Kırımdan gelen kamalar ve silâhlar asılı idi. Mecmuanın başında «Vâ’tesimû... ve lâ te-ferreku - İttihad hayattır, tefrika memattır» âyeti ve cümlesi yazılı idi. Yazıların hemen hepsini Ahrned Hilmi Bey yazardı ve muhtelif müsteâr adlar kullanırdı ; Tasavvuf} olanlarında «Şeyh Mihriddin Aru-sî», mizahî olanlarında «Coşkun Kalender, Kalender Gedâ» ve millî hamasî olanlarında da bazan «Özdemir» adlarını kullanırdı. 80 nüsha kadar çıkabilen Hikmet mecmuasının, bâzı sayılarının ikinci defa basıldığını görüyoruz.

Şehbenderzâde’nin garp felsefesi ile tasavvuftaki ihtisas ve kudreti hemen görülmemiş bir derecededir. Eserlerinden matbu olanlar bunu isbata kâfidir. Ahmed Hilmi Bey aynı zamanda ileriyi gören bir siyasî idi. Ittîhâd ve Terakki Partisinin icraatını beğenmiyordu. Bu partinin getireceği felâketleri o zaman ulemâdan olsun, İslâmcılardan olsun Hilmi Bey gibi birkaç kişi sezmişti. 18 Ağustos 1911 den itibaren haftalık «Hikmet»ten ayrı olarak günlük bir «Hikmet» gazetesi çıkarmağa başlayan Şehbenderzâde bu günlük gazetedeki makaleleriyle, İttihâd ve Terakki hükümetinin yaptığı gaflara ve yanlış hareketlere şiddetli bir lisanla çatıyordu. 1,5 ay kadar çıkan bu gazete beş kere kapatılıyor ve her seferinde başka adlarla (Mübahase, Coşkun Kalender, Münakaşa, Kanat, Nimet adlarıyla) çıkıyordu. Nihayet 9 Ekim 1911 tarihinde matbaa ve gazete süresiz olarak kapatılıyor ve Hilmi Bey de Bursa'ya sürülüyor. Bir senelik bir sürgünden sonra 1 Ağustos 1912 tarihinde yeniden intişara başlayan «Hikmet»in ilk sayısının «Kariîn-i Kiramımıza» adlı başmakalesinde Hilmi Bey şöyle diyordu : «... Ezileceğimizi, süründürüleceğimizi artık herkesin malû-

mu olan usul İle propagandalar yapılacak manen ve maddeten mahva] çalışılacağımızı, hem de hakkıyla ve etrafıyla bildiğimiz hâlde yine,! yirmi senelik mücahede neticesinde yorgun düştüğümüzü ve bizim de bu âlemde bir an istirahate hakkımız bulunduğunu unutarak, İttihâd ve, Terakki erkânına yürüdükleri yolun, hem milleti, hem cemiyeti,1 hem de kendilerini uçuruma götürdüğünü söyledik. Mukabeleten, tabiî bir insaf beklemiyorduk...»                                              

Şehbenderzâde, sade bunu değil, Balkan Harbini de evvelden haber verdiği gibi, daha 1912 senesinde Cihan Harbinin patlıyacağını, «Düvel-i muazzama arasında ittifak yok, bir harb-ı umumî bile müm-1 kün» isimli başmakalesinde şu satırlarla söylüyordu :                 

«... Rusyanın bir Balkan muharebesi arzu ettiği sabit oldu. Şim-] di de böyle bir muharebeyi niçin istediğini tedkik edelim. Rusya, Os- l manii idaresinin inkılâptan sonra runüma olan aczinin semerât ve ne- i tayicinden istifade etmek istiyor.

... Demek ki, mühim bir devre-i tarihiyyenin arefe-i vukuunda bulunmaktayız. Avrupa düvel'i muazzamasının müsadematı pek müthiş olacak... Binâberîn biz, muharebenin vukuunu âdeta muhakkak addetmekteyiz.»

Ahmed Hilmi Bey, İttihâdçılara çatmasına karşılık îtilâfçı da de-Sildi. Onlara da bâzı mes’elelerde çatınca, mecmua ve gazetesi oku- i yucusunu kaybetmeğe başladı. Çünkü millet arasına tefrika o derece girmişti ki, halk ya İttihatçı veya îtilâfçı idi. Akl-ı selim sahibi ender olduğu gibi, akl-t selim sahiplerinin de tenkitlerine değil tahammül, bilâkis büyük bir infiâl gösteriliyordu. Bu, İttihâdçılara açıkça cephe alma, aynı zamanda İtilâfçılara da çatma ve bir taraftan da İttihâd ve Terakki'nin menfur istibdadı yüzünden «Hikmet» battı.

*

Ahmed Hilmi Bey yorulmak bilmez bir çalışma ve gayret sahibi idi. Haftalık, günlük Hikmet’lerden başka bir de «Coşkun • Kalender» adlı haftalık bir mizah gazetesi çıkarmıştı, ilk nüshası 27 Kânunuevvel 1328 (1912) tarihinde çıkan bu «Haftalık Tenkîdî Musavver mizah gazetesinin dövizi «Güleriz, kahkahamız çünkü nasihat gibidir. Sözümüz saçma değil, rhebhas-ı Hikmet gibidir.» cümlesi idi. Gazete halka şöyle takdim ediliyor: «—Kariîn-i Kirama— ciddî ve mizah namıyla birçok yâvelikleri âlicenabâne kabul ve sabr-ı Eyyubâne ile kıraat eden karim', Kalenderin sadeliklerini de hoş görürler.

Bâhusus ki Kalender, her ne kadar coşkun ise de şehrah-ı ha-miyyeti kaybedecek kadar şaşkın veyahut nefsini menfaat-i vatana takdim edecek kadar azgın ve hele kendini zamanın Eflâtunu farze-decek kadar kaçkın olmadığından herze yememeğe mehmaemken çalışacaktır...»

Ahmed Hilmi Bey'in kendine has güzel bir üslûbu vardı. Kalemindeki tatlılık derecesinde lisan ve hitabında da bir tesir ve cazibeye malikti. Darülfünun’da felsefe müderrisliği yaptığı zaman, ara sıra konferanslar verirdi. Bu yüzden de birçok hayranı vardı.

Şehbenderzâde orta boylu, gayet şişman fakat dinç, geniş yapılı, pos bıyıklı, ilim ve faziletiyle şöhret bulmuş, itikadı sağlam, mutasavvıf, dervişmeşreb bir mütefekkirdi. Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Hiç evlenmemişti. Kendisine sadık bir uşağı bakardı. Zamanının çoğunu yazı yazmak ve mütalâa etmekle geçirirdi.

ÖLÜMÜ

Meşrutiyetten vefatına kadar 6-7 sene gibi az bir zamanda mecmua ve gazeteden boş kalan zamanlarında da çalışarak birçok eser veren Hilmi Bey henüz genç denecek bir yaşta vefat etmeseydi daha birçok eser vereceği şüphesizdi.

1914 senesinin 17 Teşrinievvelinde (Ekim) âni olarak vefat etti. Bakırdan zehirlenerek öldü, deniyorsa da, Masonlar tarafından zehirlendiği rivâyeti daha kuvvetlidir. Çünkü Siyonizm ve Masonluk mes'e-lesini ilk ele alanlardan birisi ve belki de ilki Ahmed Hilmi Beydi. Bu mevzuda Hikmet gazetesinde «Enzar-ı Millete» başlığı altında müteaddit makaleler yazdığı gibi, Leo Taxil'in «Farmasonlar — Maksat ve Meslekleri» isimli eserini de tercüme ettirerek bastırmıştı.

ESERLERİ:

·        1 — TARİH-İ İSLÂM. İki cilttir. İstanbul'da 1326 da «hikmet Matbaasında basılmıştır. (320 + 351 = 671) sayfadır.

Bu kitap Şehbenderzâdenin en büyük ve en mühim eseridir. Sadece bir tarih değildir. İslâmiyetin hak din olduğunu isbat eden ve muarızlarını susturan felsefî ve İlmî fikirlerle doludur. Eserin giriş kısmında din, tarih, ilim ve felsefe hakkında kıymetli malûmat verilmekte ve yarı münevverlerin zihinlerindeki peşin - hükümler iptâl edilmektedir. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, bu mevzuda, daha mükemmel bir eserin henüz yazılmamış olduğunu söylersek mübalâğa etmiş olmayız.

·        2 — ALLAHI İNKÂR MÜMKÜN MÜDÜR? YAHUT HUZUR-İ FENDE MESÂLİK-İ KÜFÜR. İstanbul’da 1327 de «Hikmet Matbaa-yı İslâmiye-si»nde basılmıştır. (14 4- 224 = 238) sayfadır. Natamamdır.

Tarih i İslâm’a zeyl olarak yazılan bu kitapta Cenab-ı Hakkın varlığını isbat sadedindeki felsefî ve dinî fikirler büyük bir vukufla bir araya getirilmiştir. Bu eserin mukaddimesi Bedir Yayınevi tarafından (Taklitle Medeniyet Olmaz!) başlığı altında küçük bir risale hâlinde neşredilmiştir.

·        3 — BEŞERİYETİN FAHR-İ EBEDÎSİ NEBİMİZİ BİLELİM. İstanbul'da 1331 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 32 sayfadır.

·        4 — Senusiler ve Onüçüncü asrın en büyük mütefekkir-l İslâmîsi Seyyid Muhammede’s - Senusî, ABDÜLHAMİD VE SEYYİD MUHAM-MEDÜ’L-MEHDİ VE ASR-I HAMİDÎDE ÂLEM-İ İSLÂM VE SENUSÎLER. İstanbul’da 1325 te İkdam Matbaasında basılmıştır. 124 sayfadır.

Bu kitap iki kısım olup, birinci kısmında, Afrika’daki tarikatler ve Senusîlerden, ikinci kısmında da kitabın isminde adı geçen iki zattan bahsedilmektedir.

·        5 — Hakayık-ı İslâmiyeye müstenit ve zihniyet-i fenniyye ihtiyacını işbaa hadim, YENİ AKAİD «ÜSS-Ü İSLÂM», İstanbul'da 1332 senesinde Hikmet Matbaa-yı İslâmiyesinde basılmıştır. 82 sayfadır.

·        6 — İKİ GAVS-I ENAM, ABDÜLKADİR VE ABDÜSSELÂM «Kaddes -Allahu esraruhüma» İstanbul’da 1331 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 64 sayfadır.

Hz, Abdülkadir Geylânî ve Kaadiriyye tarikatı ile Hz. Abdüsse-lâm Esmer ve Arusiye-i Selâmiye tarikatından bahseden tasavvufî bir eserdir.

·        7 — HUZUR-İ AKİL VE FENDE, MADDİYUN MESLEK-İ DALÂLETİ. İstanbul'da 1332 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 159 sayfadır.

Celâl Nuri’nin Tarih-i İstikbal adlı eserinin birinci cildine reddiye olarak yazılmıştır.

·        8 — YİRMİNCİ ASIRDA ÂLEM-İ İSLÂM VE AVRUPA, MÜSLÜMAN-LARA REHBER-İ SİYASET. İstanbul’da 1327 de Hikmet Matbaasında basılmıştır.

·        9 __ AMÂK-I HAYAL, RÂCİNİN HATIRALARI. İstanbul'da 1326 da Ahmet Saki Bey Matbaasında basılmıştır. 80 sayfadır. (Felsefî ve tasavvuf? bir eserdir.)

·        10 — Darülfünun Efendilerine Tahrirî Konferans, HANGİ MES-LEK-İ FELSEFEYİ KABUL ETMELİYİZ? İstanbul’da 1329 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 48 sayfadır.

·        11 — ÖKSÜZ TURGUT. İstanbul’da 1326 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 130 sayfadır. (Millî ve tarihî bir romandır.)

·        12 — AKVAM-I CİHAN. İstanbul’da 1329 da Hikmet Matbaasında basılmıştır. 104 sayfadır. (Beşerî Coğrafyaya dâirdir.)

·        13 — İSTİBDADIN VAHŞETLERİ YAHUT BİR FEDAKÂRIN ÖLÜMÜ. Üç perdelik fâcia, İstanbul'da 1326 da. Müşterekü’l Menfaa OsmanlI Şirketi Matbaasında basılmıştır. 68 sayfadır.

·        14 — MELEKZÂDE ÂİLESİ. Millî ve mukaddes değerleri istihkar ederek çocuk yetiştirmenin acı neticelerini gösteren bir romandır.

·        15 — VAY KiZ BEYCİĞİ SEVİYOR. Körü körüne Avrupa taklitçiliğinin ağlanacak neticelerinden birini tenkidî ve mizahî bir surette ortaya koyan bir hikâyedir.

·        16 — MUHALEFETİN İFLÂSI. İstanbul’da 1331 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 80 sayfadır.

(Meşrutiyetten sonraki bâzı nahoş vak’aların ve İtilâf ve Hürriyet Fırkasının bir kısım fikirlerinin tenkididir.)

·        17 — İLM-İ TEVHİD (Yeni Akaid'in genişletilmiş şekli).

·        18 — Felsefeden birinci kitap İLM-İ AHVAL-İ RUH. İstanbul'da 1327 de Hikmet Matbaasında basılmıştır. 160 sayfadır.

(Bir Psikoloji kitabıdır. Tamamlanamamıştır.)

·        19 — İSLÂM VE DİN-İ İSTİKBAL (Natamam)

·        20 — TARİH-İ İSLÂM VE OSMÂNÎ (Natamam)

·        21 — TASAVVUF-I İSLÂMÎ (Nâtamam)

·        22 — BATINÎLER, İBLİS İZZEDDİN BEHMEN (Nâtamam)

·        23 — YENİ MANTIK (Nâtamam)

·        24 — BEKTAŞÎLER (Nâtamam)

Memleketimizde büyük kütüphaneler bulunmadığı için saydığımız eserlerin bâzılarmı muhtelif kütüphanelerde, bazılarını da Sahaflar Çarşısında bularak tetkik ettik. Bu eserlerden başka «OsmanlI Müellifleri» sahibi Bursah Tahir Bey, müellifin başka eserlerini yazıyorsa da onları göremedik. Onların isimlerini yazmakla iktifa edeceğiz.

·        25 — Üç Filozof

·        26 — Yer, Gök, İnsan

·        27 — Tabakat

·        28 — Âlem-i İslâm ve Kadın Mes’elesi (Natamam)

·        29 — Türk Armağanı

 30 — Aşk-ı Bâlâ

·        31 — Tortu

·        32 — Türk Ruhu Nasıl Yayılıyor?

·        33 — Divançe (Şiir)

·        34 — Yaşasın Bad-ı Saba

·        35 — Şeyh Bedrettin

·        36 — Gaza!-i Bedeviye

·        37 — Murat Orta.

Yayınevimiz, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyin diğer kıymetli eserlerini de, İnşaallah neşretmek niyetindedir. Bazıları basıma hazır vaziyettedir.

MUHTEREM OKUYUCULARIMA

Bu eser, bir yaralı kalbin iniltileridir. İhtimal ki, bu iniltileri çok görenler, itiraz edenler olur. Biz onlara sorarız : Ne hakla?

Hayattan maksat, saadet ve refahtır. Saadet ve refah, hayat hakkıdır. Bu hakkı, İslama çok görenlere karşı boyun eğmek, iğrenç bir alçaklıktır.

Şu eseri yazmakla biz, inancımıza göre bir mukaddes vazife îfa ve çünkü hakka ve insaniyete hizmet ettik. Vazife mukaddestir. Biz bu eseri İslâm Milletine takdim ediyoruz, vereceği hükme razıyız.

Bâkî Allah...

Mihriddin Arûsî (1)

(1) Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyin müsteâr adlarındandır. Bu kitabını bu takma ad ile neşretmiştir.

(Bismu hu Subhanehu)

BİRİNCİ KISIM

YİRMİNCİ ASIRDA AVRUPA'NIN UMUMÎ SİYASETİ

— 1 —

UMUMÎ MÜLÂHAZALAR

İnsanlık tarihinin hiçbir devresinde, bugünkü Avrupa siyasetinde olduğu kadar, insaniyet ve ahlâkla alay edildiği görülmemiştir.

Bugünkü siyaset tekniğini tekâmül ettirenlerden meşhur bir diplomat «Allah, insana (söz) ü, fikrini gizlemek için vermiştir.» ve «Siyasette cinâyet affolunur, fakat hatâ affolunmaz.» diyerek bagün Avrupa siyasiyat ye içtimaiyatının nasıl iğrenç ve menfur kaidelere dayandırıldığını kısaca bildirmiştir.

Yalan ve hile, tezvir ve iğfâl : İşte bugünkü siyasetin esas temelleri.

Hiçbir asırda ilim vo fen bugünkü dereceyi bulmamıştı. Bugünkü siyaset, yalan ve hileyi gizlemek ve süslü bir şekilde, göstermek İçin fennin bütün gelişmelerinden istifade etmektedir. Böyle olduğu için beşeriyetin irtikâb ettiği en müstekreh yalan, bugünkü ziynetli ve mâhirane yalanlardır.

Beşeriyetin en vahşetli devirlerinde bile yüksek ve iyi hislerin kendini gösterdiği anlar vardır. Çünkü o vahşilikler fena yola meylettirilmiş bir sevk-i tabiînin, hayvanı ihtirasların eserleri idi. Lâkin Avrupa siyasiyatının attığı adımlarda ve hareketlerinde yüksek ve İnsanî hislerden bir zerre görülemez, çünkü «medenî vahşet» fennî ve İlmî hattâ güzelce hesab edildiği için riyazî bir vahşettir. Siyaset ve idare, bütün içtimaiyat, gıdasını «hikmet», «din» ve «ahlâk» tan alır.

Bugünkü Avrupa siyasetini meydana getiren esasları bulmak için ilk iş olarak, orada hükmünü yürüten «felsefe» ve «ahlâk» a bir tetkik ve tenkid nazarı atfetmek icabeder.

Darvin’in biyoloji tarihindeki «Hayat Rekabetj», «istifa» ve «galebe» nazariyeleri şayan-ı hayret bir suretle mevzu değiştirerek ve sahasını genişleterek nihayet bütün sosyolojik ilimler bu nazariyattan alınmış düsturlara tâbi oldu.

Evvelleri zayıflar ezilse bile, onlara karşı bir nevi acıma hissi beslenir; ve onlara karşı müsaade ve âlicenaplık göstermek fazilet sayılırdı. Halbuki «Darvin» nazariyelerine göre hayat mücadelesinde yalnız gaye ve maksad nazarı itibara alınmak lâzım geldiğinden, tabiatın mahvolmağa mahkûm ettiği zayıflara karşı müsaade ve âlicenaplık, gayri tabiî bir takım aptalca hisler menzilesine indi!

Evvelleri «mağdur» sıfatına malik olanların bir «hakk-ı mazlu-miyet ve menkûbiyet» i vardı; son nazariyelere göre . zulüm ve tahakküm bir zarurî ve tabiî kaide; mağduriyet ise pek tabiî bir netice hükmüne girdi.

Sahası genişletile genişletile, mevcudiyetin umumî bir düsturu hâline sokulan «hayat rekabeti» nazariyesi yeni bir felsefe teşkil etti. Bu felsefeye göre kâinatta mekanik kuvvetlerden başka bir «fâil, âmil» yoktur. Bu sâik ise varlığın devamı için «rekabet» ve «cidalde galebe»yi şart koymuştur. İki böceğin bir yaprağı, iki köpeğin bir kemiği gıda etmek için yaptıkları cidal ve kavga ile iki şahsın, iki milletin; beşerin çeşitli kavimlerin hayat meydanındaki cidalleri arasında esasen hiçbir fark yoktur.

Bu nazariyeye göre artık âlicenaplık veya, hak tanırlık gibi cidalde galebeyi geciktirici yahut galibiyetin meyvelerini azaltıcı tavırların ahmaklığın tâ kendisi sayılacağına şüphe mi edilir!

Önceleri dinî ve ahlâkî kaidelerin, hiç olmazsa mahdut bir şekilde siyasiyat ve id'ariyatta tesiri vardı. Bir milletin, şerefini menfaatine, namusunu maddiyata tercih ettiği görülürdü. Bir hükümdar verdiği ahde vefa etmek zaruretini hissederdi.

Avrupa’da çoktan beri «icra-yı fazilet için» dinin bîr tesiri kalmamıştır. Ahlâka gelince; mâneviyat, tarih-i tabiînin gülünç bir şubesi hâline getirildikten sonra, birtakım idrâke ait yüksek düsturlar üzerine dayanan bir ahlâk ilmi gayri mümkün ve ancak vehim şekli-

no girmiş olduğundan» faziletler teşrih ve tahlil edilmiş ve neticede fazilet denilen şeyin «kemâl-i şeytanetle müzeyyen ve şaşaalı bir şekle konulmuş menfaat!» olduğuna hükmedilmiştir. Artık, «menfaat» gibi alçaklık ve kötülük kaynağı olan değişken bir his üzerine kurulan ahlâktan, zarardan başka bir şey gelmemesi gayet tabiîdir. Muhterem ve mukaddes bir temele mâlik olmayan, daha doğrusu hiçbir temeli bulunmayan yirminci asır ahlâk ilminde vefa, sabır, kanaat, afv, setr (kendisinin iyiliğini ve başkalarının kusurlarım gizleme), müsaade, mücamele (güzel davranış, efendilik), meveddet (sevgi) gibi kelimelerin hiçbir mânâsı yoktur.

Ne dediğini bilmeyen, kendi kendini aldatan eski insanlık tarafından icad edilmiş olan «fazilet», zamanımızın ahlâkçıları yâni ahlâksızları nazarında bir «hayalet» ve gülmeye değer bir cehâlet eseridir!

Artık bu esaslar üzerine kurulan siyaset binasının nasıl cehennemi bir yapı olduğu en aşağı bir düşünce ile isbat edilir.

ihtimal ki hakikatin tâ kendisi olan açıkladıklarımızı, Avrupa’yı vukufsuzluk gözlüğüyle gören birtakım safdiller, mübalâğalı bulurlar. İhtimal ki bizi medeniyet düşmanlığiyle itham ederler.

Hayır!

Biz Avrupa’nın maddî medeniyetinin en samimî takdirkâr ve hay-ranlarındanız. Avrupa milletlerinin bugün vasıl oldukları sınaî olgunluklar her düşünen adamı hayran edecdk bir azamettedir.

Lâkin mânevî medeniyetinin düştüğü alçak zillet, tarihte misli görülmeyen bir esfeliyettir.

Avrupa'da hükmünü yürüten bu felsefe «sosyalizm» denilen İçtimâi doktrini (meslek-i İçtimaîyi) meydana getirmiştir. Lâkin sosyalizm bir «menzile» olup bîr «gaye» (yâni bir netice) değildir. Sosyalizm, «komünizm - iştirakiyyun» mezhebini doğurur. Herkesin hayâlindeki gayesi şeklinde (yâni herkesin ideali olarak) tecelli ettiği hâlde «fiilen» hiç kimsenin razı olamıyacağı bir doktrin olan komünizm de bir menzile olup, ondan sonra varılacak merhale «anarşidir.

İşte Avrupa böyle bir inkıraz ve yok olma çukuruna doğru dev adımlarla yürümekte ve işin fenası şu ki, dünyayı da o çukura doğru sürüklemeğe çalışmaktadır.

Avrupa’da maddî sefalet çekilmez bir dereceyi, manevî sefâlet ise en son haddini bulmuştur.

Bir şahsın istibdadı yerine mânevî (hükmî) şahısların daha kötü istibdadı kâim olmuştur. Eski müstebitler, birtakım mevhum haklara dayanarak «icra-yı mezâlim» etmekte idiler; yeni müstebitler ise, insaniyetin felâket mektebinde ibda1 ettiği mukaddes fikirleri suiistimal suretiyle zulmetmektedirler.

Gariptir ki, eski müstebitlerin mezalimine hiç olmazsa «kalben ve gizlice» herkes itiraz ederken, yeni müstebitlere çok kimse itiraz imkânını bulamıyor, zira eski müstebitlerin temin ettiği fayda çok dar bir çerçevede kalmakta iken, yeni müstebitler beşerî ihtirasları daha geniş ve daha umumî bir ölçüde okşamanın yolunu bulmuşlardır.

Bugün Avrupa’da bir parti başkanınm, bir bankerin, bir mâlî mü-essesenin, bir feylesofun «hürriyet ve insaniyet» in büyük namına yaptığı kötü istibdat şekilleri, surette değilse bile, sîrette (gerçekte ve içyüzüyle) bir Haccâc'm, bir Kaligula’nm (1) zulm ve istibdadından daha müessir ve menfurdur.

İnsanlık için, bu âlem-i süfliden başka bir muhit, maddiyattan başka bir varlık, menfaatten başka mânevî hayatı nizamlayan bir şey kalmamıştır.

Saadet yalnız «maddî ihtiyaçlara sahip olmakla, maddî duyguları memnun etmek» den ibaret kalmış olup bu maksada nâil olanlar ise az bir ekalliyeti teşkil ediyor. İnsanlığın büyük ekseriyeti, mes'ud azınlığın zevklerini ve medenî İhtiyaçlarını ve hattâ daha fazlasını tedarikten başka bir işle meşgul değildir.

Bir müstebit hükümdarın, otuz milyon halkı ezerek çeyrek asırda birlktirebildiği serveti, bir hürriyetsever Amerika serserisi beş senede biriktirebiliyor, artık bundan, meşru haydutluğun ne dereceyi bulduğu kestirilebilir.

Avrupada bu yaldızlı vahşeti, bu süslü redâeti görmeyen yok gibidir. Fakat çaresini bulan yok. Küfür ve ilhadın (dinsizliğin uğursuz meyvesi olan) «bugünkü sosyal düzen», bu dünya cehennemi zakkumunu, yakıcı tadının acılığına rağmen herkes yutmak mecburiyetini hissediyor ve her mihnet dakikasında «yâ ieytenî küntü türâba» (2) diyerek hüzün ve ye'sini izhar ediyor. Avrupa sosyal topluluğunun bütün tavırları ve görünüşleri bir yalanlar Ve riya silsilesinden ibaret olup, AvrupalIların fikirleri ile fiilleri, emelleri ile amelleri birbirinin tam zıddıdır.

Avrupa cemiyeti bugünkü şeklini ancak «orduların varlığı ile, ihtilâl çıkarmanın imkânsız bir hâle girmiş olması» sebebiyle muhafaza ediyor.

Lâkin sosyalizm ve anarşizm fikirleri Avrupa ordularına yayılmağa başlamıştır. Her milletin fertleri, sefalet ve felâketini, günden güne daha güze! anlamaya başladığından bugün ihtilâlleri önleyen ve müesses kuvvetlere yalancı meşruiyete (yâni Avrupa hükümetlerine) hizmet ve yardım eden orduların yakın bir istikbalde silâhlarım o kuvvetlere karşı çevireceği muhakkaktır. (Ordumuzun istibdada yaptığı gîbij (“)

Bugün Avrupa ordusunun mânevî kıymetini hakikati veçhile ölçecek hiçbir ölçü yoksa da bu orduda «vatanperverlik», «fedakârlık» gibi hissiyattan eser kalmadığına; intizam ve şimdiki askerî satvetin bir «mihanikî halet» ten ibaret bulunduğuna hükmetmek zarurîdir. Vatan fikrinin aleyhinde olan, kendinden, hayatına kadar fedakârlık isteyen hükümetin prensiplerini esasen reddeyleyen bir adamdan muharebe meydanında samimî ve ihtiyarî bir fedakârlık beklenilebilir mi? Asla!

Bir adamın seve seve canını fedâ etmesi için birtakım mânevî sebeplerin, birtakım gerekli şeylerin bulunması lâzımdır. Avrupa'da böyle bir fedakârlığı gerektirecek mânevî sebepler yok gibidir. Maddî sebeplere gelince : Bir sosyalist, saadetini diğer bir milletin saadetini gasp ve imhada değil, kendi vatamnda servet ve sâmânı, gasp ve ihtikâr suretiyle ellerine geçirenlerden geri alma hakkında görüyor. Şu hâlde bankerler, muhtekirler, fabrikatörler, siyasîler aleyhine açılacak bir mücadelede, vicdanî kanaatına uygun olduğu için, canını fedâ etmeyi göze alsa bile, bugünkü İçtimaî hey'etin kaidelerine uyularak diğer milletlere karşı açılacak bir muharebede canını fedâ için hiçbir sebep bulamaz.

Vakıa henüz bu hakikat bütün dehşetiyle görünmedi, lâkin hissedilmektedir. Görünmemesinin sebebi «tecrübe ve imtihan» hususlarının yokluğudur.

(İstitrat kabilinden söyliyelim ki, siyasetin yularını ellerinde tutanları sulhçu eden, muharebeden çekindiren, bu korkudur.)

Hâl-I hâzırda tam mânasiyle hükmedilemiyen bâzı hâller var ki, yakın bir istikbalde bu hâlleri bir riyazî hesap doğruluğuyla takdire İmkân bulunacaktır.

Bir çeyrek asır sonra AvrupalIların büyük ekseriyeti sosyalizm doktrinine (meslek) «açıkça ve amelî olarak» bağlanacaklardır. Halkın büyük ekseriyeti, sermaye sahipleri ve servet aleyhinde, —ve eğer bunları himayeye kalkışırlarsa— hükümetlerin dahi aleyhinde İsyanını ilân edecektir.

Vatan Ve milliyet fikri bir gölge- varlık şeklinde kalacağından, orduların da şimdiki mânâsı kalrmyacaktır.. Hatıra gelir kİ, AvrupalIlar, dünya üzerindeki hâkimiyetlerini İdâme için yine ordularını şimdiki müthiş heybetiyle bıraksınlar, şahısların maneviyatında meydana gelecek değişiklikleri önlemeğe İmkân bulunmadığından, en gâlip ihtimale göre çeyrek asır ve herhâlde bir asır sonra AvrupalIlar içinde, kendince faydaları şüpheli veyahut bütün bütüne reddolunmuş fikir ve doktrinlerin hatırı İçin canını fedâ edecek bir tek asker bu-lunmıyacaktır.

* * *

insanlık tarihinin bize gösterdiği medenî kuruluşların (mebâni) en azametli, en heybetlisi olan Avrupa varlığının temelinden sarsıldığı bir acaip devirde yaşıyoruz. Büyük bir indiras, muazzam bir İnkıraz karşısında bulunuyoruz. Bugünkü Avrupanın azametli mahiyeti, istiska (vücudun su toplaması) illetinden şişmiş, tabiî hâlini kaybetmiş, sahte ve çirkin bir şişkinlik peydahlamış bir vücuda benziyor.

Tehlike muhakkak ve belki de zannedildiğinden daha yakında gelip çatacaktır. Avrupa mütefekkirlerinde bu tehlikeyi görmeyen kimse yoktur. Almanya İmparatoru Vilhelm’in «san tehlike» yâni Japon, Çin ve daha doğrusu şark; Hanoto’nun «kara tehlike» yâni Afrikalılar nazariyelerl hep AvrupalIları istilâ eden «yarın endişesinin birer şeklidir. Acaba Avrupa düşüncesinin ileri gelenleri bu hâlleri görüyor da bir çare bulamıyor mu?

Evet görüyorlar, lâkin çare bulmaları hemen hemen gayri mümkündür. Milletleri sevk ve idare eden bir takım kanunlar var ki, bun-larr faaliyet ve tesirlerin.! göstermekten alıkoymak şöyle dursun, tağyir (değiştirmek) ve hattâ tesirlerini ehvenleştirmek (hafifletmek) ve tâdil etmek bile insan takatinin dışındadır. Dest-i temşit (dünya işlerini yürüten Kudret-I İlâhiye), Kaza kırbacı İnsanları sürüyor, sürüyor...

Kim umardı kİ, yüzlerce kapısı, duvarları üzerinde arabalar gezen kafesi, altın ve gümüşle süslü duvarlı kâşânelerl, semâya ser çekmiş kuleleri, milyonla ahalisi, yüzbinlerle müdâfii olan «Bâbll» baykuş ve karga yuvası olsun.

Kirn umardı ki, dünyanın hâkimi olan «Ninova»mn, yeri bile binlerce sene meçhul kalsın!

Kim umardı ki, her adımda bir mâmûreye tesadüf edilen, İnsanlığın büyük bir münevverler kütlesinin saadet yurdu olan Irak, bugün beş on çıplak bedevinin cevelângâh-ı hazini olsun!

İnsanlık tarihinde gördüğümüz o büyüklükler, o mâmuriyetler, o şaşaalar hep Sarsar-ı Temşit'in (işleri yürüten kudretin rüzgârı) bir tâkat yakıcı esişi karşısında ufûl etmişlerdir. Her insan gibi, milletler de doğmuşlar, büyümüşler, ağlamışlar, gülmüşler, ve nihayet bir hazin hâtıra bırakarak bu kârgâh-ı fenâ’dan (geçici iş yeri, dünya) göçüp gitmişlerdir.

Bu medeniyetlerin sönüşü, bu milletlerin kayboluşu, hep bir aslî sebebin, hep bir değişmez âmilin tesirinden ileri gelmiştir.

Her insan hakkında câri olduğu gibi her milletin mânevî şahsiyeti dahi «hayat ve memat» namı verilen iki (cilve-i şuûn) un oyuncağıdır.

Üç bin sene evvel, Asya’da nice kavimler, zamanlarına mahsus medeniyetin en yüksek mertebesine varmış, varlığın derin mes'eİe-leri hakkında birçok fikir ve nazariyeler mümkün olan saadetlerin her şeklini tecrübe ederek yıpratmış olduğu sıralarda, Avrupalı milletler taş'devresine mahsus iptidâi bir hâlde kalmışlardı.

Üç bin sene evvel, yer yuvarlağının Sudan'ı, Afrikası, Avrupada idi. Sonra Asya kavimlerinden bir kaçı Avrupanın cenubuna göçtü.

Bu göçebe kavimler, bilgisizlik karanlıkları içine gömülmüş olan Avrupaya; Asya medeniyet nurlarından bir -şûle ulaştırdılar.

Göç sebebi ile güze! bir istifaya, yeni bir kudret ve neşveye mâlik olan göçebe kavimler az zaman Jçinde, şayan-ı hayret terakkiler gösterdiler. Artık Avrupa, Asya medeniyet kafilesine katılmıştı. Bir zaman oldu ki Sokratları, Eflâtunları, Aristoları yetiştiren Avrupa, asırlar görmüş annesi olan Asyayı geride bıraktı, Asya artık yorulmuş, kanı kurumuş, bunamışa benziyordu, artık o, bir duraklama devresine girmişti. Yüz bin senelik bir medeniyete mâlik ..olan. Çin, İnsanî ilimlerin sonuna vardığını zan ve terakkiyi red ve inkâr ediyordu. Hind, bütün mukadderatını, evvelce yetişen büyüklerinin bıraktığı fikirleri tefsire hasretmiş ve bilmiyerek gerilemeye yüz tutmuştu.

İran, sönük bir medeniyetin son şûîeleriyle nurlanmaya çalışıyordu. Sonra Hıristiyanlık Avrupaya sokuldu. Gayet basit, ahlâkî ne-zâhet ve hayal hassasiyeti üzerine kurulmuş olan İsa Dini Avrupada kaba ve çirkin bir istihaleye duçar oldu. Bir hâlde kİ, Hz. İsa namına yapılan bu dînin Orta Çağda «hak ve hakikat» namına ika ettiği, (yaptığı) vahşetleri, ne tarih öncesi devirlerde, ne de zamanımızdaki Afrika vahşileri irtikâb etmemişlerdir.

Hıristiyanlık,' Avrupadaki Yunan medeniyetini mahvettikten sonra Avrupa kavimleri en derin cehâlet içine düştüler. Artık Avrupada gülünç ve çirkin bir sofuluktan, maddî ve mânevî sefaletten başka bir şey kalmamıştı.

Yalnız Avrupa değil, bütün âlem cehâlet ve fesat karanlığına garkolmuştu.

Yunan ilim gücünün düşmesiyle beraber, terakki kanunu sanki icra-yı faaliyetten vazgeçmiş, medeniyet gizlenmiş, insanlık semâsını cehâlet ve taassup bulutları kaplamıştı.

Biz şu serdettiklerimizde Yunanlılarla Romalıları birleştirmiş oluyoruz. Zira ki, Yunanlılardan sonra cihan kavimlerinin rehberi olan Romalılar, üstadları olan Yunan mütefekkirlerini geçmek ve onların biriktirdiği ilim ve irfan hâzinelerine mühim bir şey ilâve etmek şöyle dursun, birçok hususta onların aşağısında kalmışlardı. Romalıların mahvıyla başlayan «Cermen ve Aryan kavimler» üstünlüğü, «maddiyat» in «bediî hiss» e galebesi demekti.

1550 senesinde «Sebastiyan Münster» adlı âlimin, yaratılıştan sonra yer yuvarlağının hâlini tasvir etmek için yaptığı resim, o vakitler, Hıristiyanlık sebebiyle insanların fikirlerini nasıl bir hudutlu daireye hapsettiklerini pek güzel gösterir. İşte resim :

Alt tarafta bir deniz, denizin üstünde Roma gemilerine benzer bir yelkenli gemi, denizin içinde birkaç balık, daha üstünde yer, birkaç dağ, birkaç ağaç, hayvan... Bunların üstünde bir boşluk, yâni atmosfer, havada birkaç kuş, daha üstünde bahçemsi bir yer, yâni —sözde— Cennet, daha üstünde bir meydan, bu meydanın sağ tarafında ay ve yıldızlar, sol tarafında güneş ve yine yıldızlar, meydanın tam ortasında yarım daire şeklinde bir bulut yığını; bunun üstünde ak saçlı, biraz tombulca, aptal simâlı, yılışık bakışlı bir «babalık» yâni hâşâ Hâllk (Tanrı), Ayın ve Güneşin yandaşlarında birer kanatlı bacı, yâni Melek ve aşağıdaki denizin iki tarafında da «Umacı», yâni şeytani

İşte «Pitagor» ların, «Demokrit» lerin, «Eflâtun» lann, «Arlsto»-lann yüksek fikirleri yerine kaim olan bayağı fikirler... İşte görülüyor ki, «akılca fakir olanlar ne kadar bahtiyardır», diyen Hıristiyanlık, İnsanların elinden tefekkür ve tetebbu’ (inceleme) hassasını almış ve hayvan sürüsü gibi bırakmıştı.

Bu kadar asırlık insan çalışması tamamen unutulmuş olacaktı...

Mevcut milletlerin meşhurları içerisinde Yunan ve Şark medeniyetine halef olacak ve insaniyeti aydınlatacak hiçbir kavim, namzet olarak görülmüyordu. Demek ki, insanlık, medeniyet ve marifet tahsiline yeniden başlayacak ve irfan (kültür) alfabesini heceliye-cekti.

İşte böyle yeis verici bir zamanda, beşerî faziletlerin tamamen kaybolduğu ve insan tabiatında gizlendiği, fırsat buldukça yüz gösteren behîmiyet (hayvanlık) tekmil şiddet ve kuvvetiyle meydana çıktığı o anda, âlem yeniden nurlara gark ve çünkü bir mukaddes ve müstesnâ vücud ile bu yer, kâinatın gıbta ettiği bir yer oldu. Hidâyet güneşi, mârifet nüru bir zat-ı mücessem, bir cism-l mükerrem şeklinde Hicaz ufkundan doğdu. Bütün İnsanların düşünce kabiliyetince en genişi, akıl ve zekâca en -olgunu; tedbir-i ümem hususunda ecmeli, yüksek ve güzel şeyler telkin etmede en şereflisi olan mukaddes Nebi’miz (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) dünyaya geldi.

Getirdiği İslâm Dîni, fikir küheylânına hiçbir kaba kayıt, hiçbir taassup yuları asmamış, idrâk şâhininin düşünce sahasında uçmasına mânia koymamış olduğundan, arada ne bir kavmî münasebet, ne bir dinî münasebet ve ne de bir lisânî münasebet yok iken, İslâm mütefekkirleri, Peygamberlerinin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) emir ve sünnetine uyarak, medeniyet eserlerini ve bu meyanda Yunanlıların irfan hâzinesini tercüme ve kaynak ittihaz ederek maarif yolunda onların izini tâkip ettiler, tamamlayıcısı ve halefi oldular.

Gerçi bâzI ilim şubelerinde Müslümanlar, Yunanlıların malûmatını pek çok genişletmiş yahut bâzı hatalarını düzelmemişlerse de, bâzılarında da üstadlarını fersah fersah geçmişlerdir.

İslâm dinî, hârika bir sür'atle pek’ kısa bir zâmanda Kafkasya dağlarından Sudan'a, Orta Asya’dan Uzak Batıya kadar yayıldı.

Milyonlarca insan, yüzlerce kavim, sadece İslâmiyet sayesinde cehâlet ve vahşilikten, hayvan gibi yaşanan bir hayattan kurtuldu. Geniş İslâm ülkesinin her köşesinde birtakım mühim ilim ve irfan [kültür] merkezleri meydana geldi.                       t

Bu şeref, bu iftihar edilmeye değer hâl, kat’î olarak insanlığın fahri olan Şerefli Peygamberimizin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) yüce şahsiyetlerine aittir.

Onun Şeriati insan cemiyetlerinin saadetini kâfi! ve ilim - irfan getiren bir olgunluk kanunudur. Birkaç sene içinde kan dökücüleri adalet müdafii, bedevileri medeniyet naşiri [yayıcısı] etti.

İslâm dini olmasaydı, emsalleri gibi birer mahalle muhtarı olmakla iktifa edecekleri muhakkak olan Ebûbekirier, Ömerler, sadece şanlı Nebi’nin (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) irfan mektebinde tilmîz olmak, o mârifet güneşinin nurlarını aksettirmek nîmetiyle birkaç sene içinde adalet ve merhamette [re’fet], İrfan ve kemâlâtta, ahlâk Ve hikmette birer paha biçilmez hazine, eslâf ve ahlâfın meşhurlan ve büyüklerinin gıpta edecekleri kimseler oldular.

Maatteessüf müslümanlar, birkaç asır, insanlığın rehberi olduktan sonra bir duraklama devresine ve nihayet İnhitata girdiler. OsmanlI Türklerinin yeryüzünde zuhuruyla İslâm, yeniden şeref ve parlaklık kazanmış ve hattâ daha nice nice memleketler İslâm dâiresine girmiş ise de, İslâmın umumî inhitatı başlamış olduğundan bir kaç asırlık şevket ve marifetten sonra Osmanlılar da umumî inhitata iştirak etmiş, ve artık İslâm âlem! mârifet merkezi [İlim ve kültür merkezi] olmaktan çıkmıştır.

İşte Avrupanın intibah [uyanma] ve terakkisi bundan sonra başlıyor.

AvrupalIlar, az bir zamanda, tarihin hiçbir devresiyle kıyas kabul etmiyecek bir sür’atle ilerlemiye başladılar, medenî insanlığın yüzlerce asırlık İlmî kazançlarını sermâye ittihaz ederek .işe başladılar, Pek az zamanda ilmî ve sınaî üstünlüklerinin meyvelerini devşirmeğe muvaffak oldular.

İlmî nazariye'er, yalnız bir kısım aydının fikrî ziyneti şeklinde bırakılmayarak sanayie tatbik edilmeye başlandı.

Buhar, elektrik, telgraf, matbaacılık, fabrikalar, vapurlar, şimendiferler, mükemmel silâhlar yeni bir âlem vücuda getirdi. Bu yeni vasıtalar! imâl imkânlarına sahip olanlara karşı, bunlara mâlik olmayanların mukavemeti mümkün olamazdı ve olamadı da...

Yeni medeniyet, insanlık âlemini iki büyük kısma ayırdı : Hâkimler, mahkûmlar.

Dört yüz milyon Avrupah (3), mütebaki bir milyar insanın hâkimi oldu. Bu, yeni bir derebeylik, esirlik devresi idi. Bu defa Avrupalıiar derebeyi, onlardan başkası esir idi.

Esirler de iki kısma ayrılabilir: Birtakım AvrupalIların nüfuzuna mahkûm, iktisadiyatının haraç vericisi olanlardır ki, hâlâ siyasî istiklâlini muhafaza edebilen Osmanh hükümeti, Çin, İran ve şâire ahalisi bu kabildendir. Kalanları mutlak surette mahkûmdurlar.

Bugün de yer yuvarlağı, bu hâkimler arasında taksim edilmiştir. Acaba bu hâkimler, bu yeni derebeyleri, esirlerine hasıl muamele ediyorlar? Maksatları nedir? Gözettikleri gaye nedir? Parlak Ve mânâsız sözleri bertaraf eder ve ahvale nâfiz [nüfuz edici] bir nazarla bakarsak görürüz ki insaniyetin şeref ve imtiyazı olan: Hukuk, adalet, mürüvvet [iyilik] müsavat, kardeşlik, hürriyet vs. gibi müeddaların [mefhum] ancak hâkimler arasında bir mânâsı, bir hükmü olup mahkûmlara bunların hiçbir şumûlü yoktur.

Mahkûmların hissesine düşen hakaret, zillet, ihtiyaç, sefâlet ve ölümdür. Hâkimler, mahkûmlarım cehalet ve zilletten kurtarmak için hiçbir şey yapmazlar. Yalnız bütün kuvvetleriyle zavallı mahkûmların intibah ve teâlisine [yükselişine] mâni olurlar. İnsanlık şeref ve hürriyetinin ancak kendileri için bir mânası vardır. Esirler bu iki mukaddes kelimeyi ağızlarına alamazlar.

Umumdan hususa geçer de, İslâm âlemine bir göz atarsak göreceğimiz manzara bize kan ağlatır. Hiçbir asırda, insan mukadderatına hâkim olan kavimler, bugünkü Avrupahfar derecesinde bir mürüvvet yokluğuyla, hissizlikle insaniyeti ezememişlerdir. Bu hususta en aşağı derecede bir fikir edinmek için Mösyö Vinye Dok-ton'un medenî ^nazarların önüne koyduğu şu sözleri tekrar ile işe başhyalım.

Mösyö Vinye Dokton kimdir?

Mösyö Vinye, Fransa Bahriyesi tabiblerinden idi. Antil, Senegal, Gambia, Gine Fransız müstemlekelerine gitti. Buralarda Fransa memurlarının zavallı yerliler hakkında reva gördükleri vahşilikleri görerek, artık memuriyetinde kalmaya vicdanı mâni oldu. Askerî tabiblikten istifa etti, 1888 senesinde Figaro gazetesinde bu vahşetleri umumî efkâra ilân etti. Bunu müteakip (Siyah Et), (Putperestler Memleketinde), (Ölüler Memleketi), (Uzak Şehidler) ve (Afrika Uykusu) adh eserleri yazarak müstemlekelerde Fransız memur ve subaylarının neler yaptığım halkın nazarları önüne koydu.

1893 senesinde Fransa Millet Meclisine üye seçildi. 1898- 1902 senelerinde tekrar seçildi. Meb'usluğu sırasında General Gafyeni’-nin Sudan ve Madagaskar’da irtikâb ettiği cinâyetleri ifşâ etti. Aurore [Oror] gazetesinde yazdığı makaleler Fransa’da büyük heyecanlar meydana getirmiştir.

1906 senesinde papazlarla radikallerin ittifakı sayesinde ekseriyet kazanamadı.- Bunun üzerine Fransa hükümeti kendisini Afrika’da bir tahkikat işine memur etti. Mösyö Vinye Dokton, «Haktan ayrılmamak ve hakikati olduğu gibi bildirmek» şartını ortaya koydu. Fransa hükümeti bu şartı kabul etti. Mösyö Vinye 1907, 1908 ve 1909 senelerinde Kuzey Afrikada dolaştı. Hükümetin verdiği nüfuz ve gösterdiği kolaylık sâyesînde pek mükemmel tahkikat icrâsma muvaffak oldu. Üç senelik çalışmasını hâvi ve her bölümü resmî vesikalara müstenid olan raporunu Fransa hükümetine takdim etti. Hükümet, bu raporun hâvi olduğu cinayetleri, İnsanî adaletin terbiye kudreti fevkinde bulduğu için sakladı, tetkik meydanına koyamadı. Bunun üzerine Mösyö Vinyen Dokton raporunu «La Guerre Sociale» [Sosyal Savaş] gazetesiyle neşretti.

Biz bu raporu, İslâm Peygamberine (A.S.) dil uzatmağa cesaret eden Dr. Buakey ve benzerlerinin yüzüne bir terbiye kırbacı olmak üzere fırlatıyoruz. ~

(MÖSYÖ VİNYE DOKTON’UN RAPORU)

KUZEY AFRİKA’DA RESMÎ HAYDUTLUK

(Tunus — Cezayir — Fas)

Şimdiki Fransa Dışişleri Bakanı Mösyö Pişon, eski Millî Eğitim Bakam Briyan dü Dümerg’e takdim olunan tahkikat raporudur.

Sayın Bakanlar!

Millet Meclisini terk ederek Şimâlî Afrika’daki müstemlekelerimizde tahkikatta bulunmağa karar vermem üzerine bu tahkikatı, 1907 senesinden 1909 senesine kadar üç sene içerisinde Şimâlî Afrika’da beni tetkikat memurluğuna tâyin etmek suretiyle, kolaylaştırmak lûtfunda bulundunuz.

Zâbit şıfatiyle Batı Afrika’da, rneb’us sıfatiyle Madagaskar'da ne yapabilmiş isem, himmetiniz sâyösinde Tunus, Cezayir ve Fas'ta da aynı surette tahkikat yapabildim. Tahkikatı tarafsızca ve hiç eksiksiz bir şekilde bitirmeğe muvaffak olmam dolayısiyle himmetinize teşekkür etmeme müsaade buyurunuz. Tahkikatıma «eksiksiz» diyorum. Zira itimadınıza mazhar oluşumun, tahkikatımla sabit olan ve gözümle gördüğüm şeylerin en küçüğünü bile saklamağa beni mecbur edebileceğini asla hatırıma bile getirmedim. Ve benî böyle bir alçaklığı yapabilecek adamlardan farzettiğinizl zannetmek gi-

bi, benim kadar sizin de yüzünüzü kızartacak bir fikre de zâhib olmadım,..... Size takdim etmekle iftihar duyduğum şu tahkikat raporu

nun başlığı «Şimalî Afrikada Resmî Haydutluk» olarak ve üç kısma ayrılmış bulunacaktır. Birinci kısma «Yerlilerin Mihneti» [Bornus'un Teri] (*) unvanını veriyorum. Bu kısımda mülkî ve askerî memurlarımızın Şimâlî Afrika müstemlekelerimiz yerlilerine ve bilhassa gözden uzak ve teftişten mahrum olan cenup kısımlar halkına karşı irtikâb ettikleri günlük ve çeşitli suiistimalleri, bütün saffetimle gözünüzün önüne koyuyorum. En zâlimce bir keyfî idare oralarda yürütülmektedir. Bu kısımda: Haksızlık, yerlerinden tard, rüşvet, alçaklık, kötü muamele, velhasıl zulüm ve sapkınlığın her çeşidini, numuneleriyle beraber bildiriyorum. Bu kısımda memurların irtikâb ettikleri rüşvetçilik çeşitlerini de tafsilâtlı olarak yazıyorum. O memurlar ki hatt-ı hareket kanunu olmak üzere: «Bornus giyenler, terlemeye mahkûmdurlar» çirkin düsturunu seçmişlerdir.

Tahkikatımın ikinci kısmı «Oran» eyâleti cenubiyle Fas'ın doğu taraflarında yaptığım tahkikatı hâvidir. Göreceksiniz ki, «Tuat fütuhatı», «Fikik İcraatı», «Budnib muzafferiyeti», «Veşaviye ve Beni Senâsin zaferleri» namı verilen şeyler, çakmaklı tüfeklerle mücehhez zavallı devecilerin, kadid [= kuru et, iskelet] hâline gelmiş sefillerin, veya vâhalara sığınmış hiç silâhsız ve zararsız adamların «katliâm» edilmesinden ibârettir. Resmî malûmatı neşreden kibar âleminin [yüksek tabaka] gazeteleri hakikati bildirmiyorlardı. Ben ise hakikati, henüz vicdansızlığı, haydutcasına öldürme ve clnâyeti muhârebe zannedecek dereceye götürmeyen şâhidlerden dinledim. «Muharebe» diye etrafa yayılan bu cinâyetler medenî bir milletin yüzünü kızartacak hâllerdendir. Tahkikatımın bir ikinci kısmına: «Sırma Şerit Kazanacak Yerler!» [1900 den 1910 senesine kadar Cezayir ve Fas'ta fütuhat subaylarımızın mesleği.] namını veriyordum. (Bu kısımda fütühat namı verilen bu ikinci çeşit katliâmlar geniş bir şekilde anlatılmaktadır.)

(’) Bornus: Fas, Cezayir, Tunus’ta giyilen bir elbise.

Tahkikatımın üçüncü kısmında Cezayir ve Tunus’ta bulunan «haricî gönüllü alayları» [Lejyonlar] hakkındaki vesikaları hâvi tahkikatı ne şekilde yaptığımı anlatmaktayım...

***

Mösyö Vinye Dokton'un mufassal raporundaki vesaiki, hakikatin tâ kendisi olduğundan dolayı, reddetmek kabil değildir. Bu raporda anlatılan hâllerden insanın insanlıktan ikrah edeceği geliyor. Bedevi ve vahşî namı verilen bu zavallı esirlere,, medenî unvanını takınanların revâ gördüğü vahşetleri en namuslu ve en doğru sözlü bir Fransız meb’usunun raporunda görüp de lânet okumamak elden gelmiyor.

BORMUŞ GİYENLERİN TERİ

Mösyö Vinye Dokton Cezayir ve Tuatlılara, doğu Faslı ve Tunuslulara yapılan îtlsafları, yerlilerin şu darb-ı meseliyle kısaltmak istiyor •. «Çekirgeler bir belâdır, sam yeli diğer bir belâdır. Lâkin her İkisi nihayet iki belâ eder. Halbuki yerli ağalarımız [kaid], Fransız muhâcirlerl ve Yahudiler cehennemin bütün belâsı demektir!»

Mösyö Vinye, Afrika müslümanlarına musallat edilen kan emici, kemik kemirici kuvvetler! muzırlık dereceleri sırasiyle şöyle sınıflandırıyor :

·        1 — Başağa.

·        2 — Ağalar.

·        3 — Kald.

·        4 —- Maliye tahsildarları ve maiyet memurları.

·        5 — Kabile şeyhleri.

·        6 — Yahudiler.

·        7 — Fransız muhacirleri.

Bu muhterisler sürüsü zavallı müslümanların elinde avucunda olanı, kazandığını ve kazanacağını gasbediyor. Ne kadar zîraate elverişli arâzi varsa kahren ve cebren müslümanlardan alınıyor, onlara en çorak arâzi bırakıldıktan başka, bu arâzlden, muhâcir Fransızların arâzisine nisbetle on kat fazla vergi almıyor. Kısacası müs-lümanlar o surette idare olunuyorlar ki, onların hissesine ancak «kan teri dökmek», cehalet, sefâlet ve zillet isabet ediyor.

***

Mösyö Vinye Dokton'un üç senelik çalışmasını hâvi rapor gayet mufassal olduğundan, değil harfiyen; hattâ meâlen bile bir kaç formaya sığdırmak kabil olamaz. Zaten insanın tüylerini ayağa kaldıracak kötülük ve alçaklıkların uzun uzun anlatılması neye yarar...

Raporun umumî muhteviyatı hakkında bir fikir verebilmek için birkaç bölümün [mebhas] sernâmesini [baş kısmında yazılı özetini] tercüme ile iktifa edeceğiz.

«Başağa, kaid ve Fransız tahsildarlar, yankesiciler gibi yerlileri soymak için müttefiktirler.» «Tunusun cenubunda kabile ve mahalle şeyhlikleri, Fransız memurları tarafından en fazla rüşvet verene satılmaktadır.»

«Fransamn üçüncü Cumhuriyetinin, mahmi [himaye edilen] adını verdiği yerlilere karşı ettiği zulmü, ortaçağ derebeyleri bile esirlerine karşı tecviz etmezlerdi.»

«Zengin şehirlilerle hilekâr sarrafların, fakir ve zayıfları soyan ve çapul eden cumhuriyetine ayıp ve lânet!»

«Mahmi müslümanlanmıza karşı tecviz ettiğimiz idare tarzını Almanlar Alsas - Loren'de tatbik etmiş olsalardı bütün medenî Avrupa onların aleyhine ayağa kalkardı.»         .

«Asla muhakeme edilmeksizin, bir memurun keyfi ile, yüzler ve binlerce müslüman, müthiş kuyular, zindanlar içinde hapsedilir.»

«Cezayir'de, Tunus’ta müslümanları soyarak zengin olan ve bugün namuslu ve itibarlı adamlar arasında bulunan kimseler, çok defa İspanyol esircileri gibi hareket etmekteydiler.»

***

işte âdil, insanlık rehberi, medeniyet şehnazı olan Fransa'nın müstemlekelerinde ve bilhassa müslüman memleketlerine tecviz ettiği idare.

«Gasp, zulüm ve tahkir...» İşte medeniyetin müslümanlar üzerinde tatbik ettiği meş’um kahramanlık. Sonra da bir Buakey çıkıyor, bu zavallı esirlerin hâlet-i rûhiyesini açıklıyor. Hem de fen ve fazilet namına, hak ve insanlık hakikati namına. Lâkin bu sefiller sürüsüne karşı bir merhamet kelimesi, bir teselli harfi sarfedecek yerde delice bir istidlal silsilesiyle «İslâm'ı ve Peygamberini itham» cür'e-tini gösteriyor!

Lâkin Fransa ve bilhassa medeniyet âlemi yalnız muhterisler, vicdansızlar, müteassıplar ve müfteriler yetiştirmiyor. Bir Buakey'e karşı şerefli ve namuslu Vinyeleri de var ve çok geçmiyecektir ki, Vinyeler, o namuslu, vicdanlı adamlar, Buakey sürüsünü, yalancı medenileri iktidar ve insanlık sahasından kovacak ve hakikî medeniyet çağını açacaklardır.

Bu malûmat, Mösyö Vinye Dokton'un, on senelik cansiperâne çalışmasının semeresi olan mufassal raporunun yüzde birini ihtiva ediyor. Raporun diğer kısımları okunduğu vakit, insan, medeniyet denilen bu yeni meş’um vahşete insaniyet namına lanet okumaktan kendini alamaz.

Raporun bu kısımlarında öyle şeyler görülür ki, insan hayret mi, nefret mi edeceğini seçmekten âciz kalır. Mösyö Vinye Dok-ton, Fransa eski Hariciye Vekili Hanoto’ya, Tunustaki emlâkini kaç kuruşa ve kimden satın (!) aldığını soruyor. İsbat ediyor ki, medenî Fransanın üç dört nâzın, tıpkı haydutlar gibi Tunus’ta yirmi bin kişinin medâr-ı maişeti [geçim vasıtası] olan arâziyi ellerinden almaya teşebbüs etmiştir. Bu haydutluğun yapılmasına Fransızların idare ettiği mahkeme âlet olmuştur. İşte her nasılsa sosyalist meb'uslardan meşhur Jores müdahale ettiğinden, yirmi bin Tunuslu yerlerinden kovulamamış ve toprakları ellerinde kalmıştır. Cezayir'de yapılanlar daha müthiştir. Lâkin buralar göz önü yerler olup bîr de Afrika içerilerine, Asya ortalarına, Cava ve Sumatra köşelerine nazarlarımızı uzatacak olursak, gözümüze çarpacak mezâlim, kötülük ve alçaklık o kadar büyüktür ki, buna bir türlü inanmak İstemeyiz.

Medenî namı alan denî’lerin [alçak] İslâm Afrîkasında yaptıklarını, hiçbir kavim ve hattâ vahşiler, değil insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmez. Orta Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile hayat hakkına mâlik değildir. Silâhlarını teslim etmiş koca kabileler halkını soğukkanlılıkla kurşuna dizmek, müs-lümanlara yer öptürmek, mahkeme olmadan adam öldürmek, beş alyaşındaki kız çocukların ırzına geçmek gibi mel'anetler Orta Afrikada hergün yapılagelen alçaklıklardır.

Kırk sene evvel Besarabya'da en az elli bin Müslüman varken bugün bir tane bile müslüman yoktur. Kazan moskofların eline düş-. tüğü vakit binler, binlerle müslüman şehir haricine atılmış, yüzbin-lercesi cebren hırîstiyan yapılmıştır. Otuz sene evvel hemen hemen bütün ahalisi müslüman olan Kafkasya'da bugün bir kaç yıkık minare, bir kaç köhne binadan başka İslâm eseri kalmamış ve ahalisi cebren ve kahren Ruslaştırılmakta bulunmuştur. Buhâra’da, Hiyve'de, Almaata ve Yedisu'da, Taşkent’te ve Yarkent’te, ecdadımızın zuhur ettiği beşik [mehd-l zuhur] ve büyük bir medeniyetin parladığı o yerlerde bugün, bir elinde şirk ve cehalet alâmeti, diğer elinde kahır ve felâket âleti olarak, bütün insanların en mutaassıp, en hissiz ve en merhametsizi olan alçak bir kavim hüküm sürüyor. Hayvan yetiştirmeğe mahsus haralarla bile kıyas edilemî-yecek olan Cava, Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç HollandalInın kesesini doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğazı tokluğuna çalıştırılıyor. Hâkim milletlerin en İnsaflısı, Fransızlarla Moskoflara nisbet edilemiyecek derecede İnsaflı ve mutedili olan İngiltere bile Müslümanlara hayat hakkını, ancak esaret zincirini boyunlarında tebcilen taşımak şartlyle veriyor. İzzet-i in-saniyesinl, hürriyet hakkını hatırlıyanlar, derhal kahr ve imha olunuyor.

Mösyö Vlnye Dokton, Tunus hükümeti dairelerinde mahfuz ve cerhedilmesi kabil olmayan vesikalara dayanarak Fransa vekil, ayân ve meb'uslarından vazifelerini ve mevkilerinin nüfuzunu suiistimal ile zavallı Tunus müslümanlanndan gayri meşru yollarla gasbettik-leri araziyi, Fransa . hükümetine takdim ettiği raporunda aşağıdaki şekilde gösteriyor.

Zavallı Tunus’u soyan Fransız Millet Meclisi Akbabaları :

 Eski Ticaret Vekili (Ayandan) Beşe            3 000 dönüm

Eski Ziraat Vekili (Ayândan) Muju             12 000

Eski Maliye Vekili (ve hâlâ meb’us) Koşeri 10 000

Eski Hariciye Vekili Hanoto               _    2 000

Tunus bütçesi kâtibi (Ayândan) Şaton         4 000

Eski Adalet Vekili (Ayândan) -Şumye .           3 000

Eski Bahriye Vekili (Ayândan) Kranç '       5 000

Tunusun şimdiki bütçe kâtibi (Ayândan) Pedbidu 10 000

Tunusun şimdiki bütçe kâtibi (meb'us) Şayleybert 30 000 dönüm

Artık «Fransa’nın şerefi» olan bu nazır ve meb’usların şu hırsızlık ve çalımlıkları meydanda dururken mâiyet memurlarının, Tunus'taki onbin Fransız memurunun bîçâre müslümanlara neler yaptığı kolayca kestirilebilir. Lâkin olur olmaz kolaylıkla kestirilemiye-cek ve her vicdan sahibini dehşetten titretecek ciheti, Tunus gibi göz önünde olan yerlerde irtikâb olunan vahşetlerin ulaştığı, insanın kafatasını çatlatacak derecesidir. Tunus, Akdenizin göz önüne gelen sahillerinde muharebe ile alınmamış, gasbedilişi tanınmamış bir yerdir. Orada cereyan eden resmî haydutluklar, resmî mezâlim bu dereceye getirilmiş ise, acaba göz önünden ırak olan yerlerde neler yapılıyor? Cezayir'de, Tuat’ta, Sahra'da, Huze'de, Tum-buktu'da, Hindistan köşelerinde, Sudan'da, Sibirya'da, Türkistan’da, Kazan’da, Kırım'da, Cava’da, Sumatra'da neler oluyor?

Acaba medeniyetin en yüksek noktasına çıkmış olmak, hattâ dîn ve taassup bağını atarak insaniyeti kıblegâh-ı emel etmiş bulunmak dâvâsını güden bir Fransız böyle yaparsa, son derece câhil ve mutaassıp bir Rus mujik’i, bir kazak neler yapmaz ve neler yapmıyor? Lâkin Avrupa medenilerinin artık iftiharla anmağa başladıkları vahşetlerden, artık saklamağa lüzum görmedikleri alçaklıklardan Avrupa halkının yaptıklarının tahliline vakit kalmıyor.

Masonlar yâni (sözüm yabana) milliyet bağından kurtulmuş insaniyet âşıkları tarafından neşredilen «Le Temps» gazetesi, Afrika'da Yukarı Obangi’de bir Fransız müfrezesinin, bir senûsî emîrini ele geçirdiğini ve müşarünileyh ile onyedi kadın ve bir çok çoluk çocuktan ibaret evlâd-ü iyâlini tüfek ve tabanca kurşunları ile öldürdüğünü «bu iğrenç öldürme işine cür’et eden mel’unu medhederek» büyük bir muvaffakiyet gibi kemal-i iftiharla yazıyor!

Zehî medeniyet, zehî insaniyet!

Acaba bu zavallının kabahati ne? Ne olacak, hürriyetini sevmek, vatanını ve milletini gâsıplara karşı müdafaa etmek.

İşte bütün müslümanların cinayeti bu! Avrupa eh!-i salîbi bizi hayvan sürüsü gibi kullanmak, kanımızı emmek, vatanlarımızı kendilerine çiftlik yapmak ve bizi de esir etmek istiyorlar. Heyhat ki, istiyorlar değil, öyle yaptılar.

Lâkin acaba bu derece kuvvetli midirler? Acaba haklarımızı geri almamız kaabil değil mi? Acaba boynumuza esaret zinciri asan onlar mı? Yoksa bizim gafletimiz, kansızlığımız, hamiyetsizliğimiz, dinsizliğimiz mi? İşte bu eser, bu bahisleri tetkik ediyor. Bugün İsiâm âleminin hangi köşesine baksak haksızlık, hainlik ve mezalim zulmetiyle orasını kararmış görüyoruz. Bugün üç yüz milyondan fazla muvahhidin [müslüman] mazlum boyunlarına yalancı medeniyetin astığı esaret zincirini görüyoruz... Yüreklerimizden coşan kanlı göz yaşları gözlerimizden akıyor...

Âh... Âh... Ağla ey ruh-ı İslâm, ağla ki, üçyüz milyon Muhammedi'nin yalnız otuz milyonu, kurtlar arasında kalmış kuzu gibi, maamafih istiklâlini muhafaza edebildiği hâlde üçyüz yirmi milyonu ehl-i salibin amelesi, fermânma tâbi, zavallı esirleridir.

Ağla, ey rûh-ı İslâm! Ağla ki İlây-ı Kelimetullah [Allah’ın dinini yükseltmek] için eflâke baş kaldıran minareler yıkılmış! Şanlı bir maziyi hatırlatan hazin harabeleri baykuşların meskeni olmuştur.

Ağla, ey rûh-ı İslâm! Ağla ki mescidlerin tarla, câmilerln harabe, medreselerin ahır, mamurelerin, sefâlet ocağı oldu!

Ağla, ey rûh-ı İslâm! Ağla ki... Hâmûş, ey nâle, hâmûş ey enin... Sus, sus ki senin artık diyeceklerini dinlemeye yürekler dayanmaz, sus, sus ki İslâm’ın düştüğü zilletin azametine belki de kulaklar inanmaz! Sus!

Lâkin ne işitiyorum... Aman susalım, aman dinllyelim, bu sâdâ nereden geliyor, bu sadâ ne diyor... Bakınız bir basiret okşayıcı nur, karanlıkları kaplıyor, karanlıkları yok etmeğe başlıyor... Sadâ devam ediyor... Dinleyiniz, oh! Dinleyiniz ve anlayınız... Kardeşler! Bu sadâ diyor:

Allahu ekber... Allahu ekber! Zillet devri geçti, gafiller gözünü açtı artık. Allahu Teâlâ merhamet' etti, gaflet ve nifak, bir daha geri dönmemek üzere gitti.

Allahu ekber... Allahu ekber! îzzet-i insaniye isyan etti, vic-dan-ı insan, hakikî adalet, müsavat, hakikî hürriyet, hakikî uhuvvet diye feryad eyliyor, insanlar, insanlık istiyor.

Allahu ekber, Allahu ekber! Bir milyar mahkûmdan mürekkep sefil kavimlerin, yalancı medeniyetin redaetinin kurbanı olan yüz milyon sefil amelenin itiraz nârası, ifrit-1 ^asb ve ihtirası titretiyor. Daha şimdiden bu mahkûmların ihtilâl kâbusu, haklarını istirdat ihtimâli mukadderat-ı beşerle oynayan gâsıpları korkutuyor, eziyor.

Afiahu ekber, Allahu ekber! İslâm uyandı. İlâhî feyzden, zindeleştirici bir sabah rüzgârı esti, ölü dirildi, zincir-i esaret kırıldı... İslâm intibah etti, elhamdülillah!

Ey kardeşler, ey müslümanlar! Ey adalet ve refah isteyen bütün İnsanlar! Emellerimizin kucağına doğru birlikte gidelim, birleşelim, Hakkı tebcil, adaleti takdis, müsavatı tekrim, hürriyeti tâzim eyliye-lim. Kahr ve zillet esasları üzerinde kurulan sahte medeniyeti atalım. Adi ve uhuvvet üzerine hakikî bir medeniyet kuralım. Hak bizimledir. Hakka güvenelim, insanlık vazifemizi yapalım. Ya şanlı bir hayat, ya şanlı bir ölüm!..

İKİNCİ KISIM

YİRMİNCİ ASIRDA AVRUPADA UMÛMÎ SİYASET

— 2 —

HER DEVLETİN MESLEK (DOKTRİN) VE MAKSADI

RUSYA

Rusya hükümetinin tarihî ve millî bir siyaseti vardır ki; ne günlerin keyfî değişikliği, [tesarif-i eyyam] ve ne de düçâr olduğu mağlûbiyetler ve müşkilât, onu bu siyasetini takipten vazgeçireme-miştir.

Burası pek tabiîdir, zira Rusya hükümetini meydana getiren bu siyaset olduğu gibi, bugünkü sosyal durumu ve millî ekseriyetinin hâlet-i rûhiyesi ve hattâ Avrupanın enterikası başka türlü bir siyaset takibinden Rusya’yı alıkoymaktadır.

Rusya hükümeti, dükalık vs. gibi ehemmiyetsiz şekilleri itibariyle pek yeni değilse de heybet ve azameti ve mühim bir hükümet şeklini alışı çok yenidir. Bu azamet, gayet sür'atle ve şaşılacak bir kolaylıkla meydana geldi. Acaba nasıl?

Bu sualin cevabını iki kısa cümle ile verebiliriz: İslâmiyet! ve Türk unsurunu kahretmekle. '

Bugünkü Rusya'nın en büyük ve en mühim kısımlarını Türk-lerden alınan İslâm vatanları meydana getiriyor: Besarabya, Kırım, Kazan, Ejderhan, Kafkasya, Buhara, Hîve, Orta Asya, Türk Sibiryası hep bu kabildendir.

Maamafih müslümanlara ve bilhassa Türklere kaybettirdiği memleketler bu kadarla da kalmaz. Bosna ve Hersek, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan gibi diyarların elimizden çıkmasına en birinci âmil Rusya oldu. Rusya hükümetinin Avrupa muvazenesinde yeri ve ehemmiyeti varsa da kendisi bir Avrupa hükümeti olmaktan ziyâde bir Asya, bir şark devletidir. Kendisinin faaliyet meydanı şark ve Asyadır.

Rusya hakkında doğru bir fikir edinebilmek üzere kendisine her iki suretle, yâni «bir Avrupa devleti - bir Asya devleti» gibi iki nok-ta-i nazarla muhakeme lâzımdır.

Evvelâ birinci şekli ele alalım, Rusya halkı birbirine ırk, din, lisan ve tarih bakımlarından yabancı muhtelif unsurlardan mürekkep olup bunlar, irfan seviyeleri bakımından da birbirinden çok farklıdır.

Hâkim millet Ruslardır, maamafih bunlar da aydın şehirlilerle, son derece bedevi ve mutaassıp avâm ve köylülere ayrılır.

Şehirliler Avrupanın en ileri halkından sayılırken, köylüler As-yanın en geri halkı ile müsavidir. Rusya hükümeti, itaatkâr bir -ekseriyeti teşkil eden bu ikinci sınıf Ruslara dayanmakta ve bu câhil ekseriyet ile hükümetin «siyasî idealleri» aynı şeyden ibaret bulunmaktadır. Bu ideal belli başlı şu fikirlerden müteşekkildir.

·        1 — Rus olmayan unsurları Ruslaştırmak,

·        2 — Rusya’da yalnız ortodoks hıristiyan mezhebini bırakmak,

·        3 — Islâm ırkından olan muhtelif kavimler! Rusya nüfuzu altına almak.

·        4 — Rusya'da yalnız Rusçayı bırakmak.

Rusya hükümetinin Avrupa işleriyle, İktisadî alâkasından başka alâkaları, Almanya, Avusturya hükümetlerinin savlet ve hücumlarından masun - kalabilmek, Balkan ve Türkiye işlerinde nüfuz sahibi olmak gibi iki mühim kola ayrılabilir. Bunlar siyasetle az çok meşgul olan herkesin malûmudur. Lâkin herkesin tamamen bilmediği cihetler, Rusya ile. Almanya arasındaki münasebetlerin iç yüzüdür ki bunun hakikatine hiçbir vakit zâhirî hâllere bakmakla ulaşılamaz. Hattâ diyebiliriz kİ zâhirî hâllerden çıkarılabilecek neticeler, dediğimiz hakikatin taban tabana zıddıdır.

Prens Bismark’ın maharet ve siyasî kudretiyle Avrupa muvazenesinde yalnız ve bînüfuz kalmış olan Fransa, birçok fedakârlıklara katlanarak ve ezcümle iflâsa yüz tutmuş olan Rusya'ya pek mühim meblâğlar ikraz ederek evvelâ bir ikili itilâf vücude getirdi. Bu itilâfın Avrupa'daki vazifelerinden biri de Almanya’ya mukavemetten ibaretti.

Sonra bu itilâfa [birliğe] İngiltere de girerek Almanyaya ve üçlü ittifaka karşı bir üçlü itilâf husule geldi. Artık Almanya uluorta, keyfince Fransa’yı tehdit edemezdi.

Sonra da işin içinde İngiltere ve Fransanln o zamanki Rus do-nanmaslyle birleşmesinden meydana gelecek dehşetli, pek mehip bir «üçlü itilâf» donanması vardı ki Almanya ticareti ve dolayısiyle Alman milletinin mâişeti bu donanmanın emrine tâbi kalmıştı.

İşte bütün bu hâllerden haklı bir mantık ile çıkarılacak neticeler mucibince «Rusya’nın Almanya'ya düşmanlık ilân ettiğine ve Almanya’ya zarar vermek için onun düşmanlariyle işlerini birleştirdiğine» hükmolunabiJirdi. Bilhassa o vakit iktidarda İzovliski gibi Alman düşmanlığıyla tanınmış bir hariciye nâzın bulunduğu nazarı dikkate alınırsa.

Lâkin :

Hakikat-ı hâl, bunun tamamiyle aksinedir!

Biz isbata çalışacağız ki bütün bu komedya, mâhlr ve dehşetli Almanya'nın tertibiyle oynanmıştırl Bu maksat için evvelâ aşağıdaki düsturları isbât etmemiz lâzım :

·        1 — Rusya Almanya’nın bir nevi müstemlekesidir.

·        2 — Rusya İmparatorluk hanedanı Almanya kayserlerinin vas-sal’i [tabii] dir.

·        3 — Rusya mukadderatını sevkeden mütefekkirler hey'eti, mülkî ve askerî ricalinin ekseriyeti ya Alman veya Almanlaşmış adamlardır.

·        4 — Rusya yüksek sınıflarındaki fikir ve terbiye, Alman medeniyetinin mahsulüdür.

·        5 — Rusya’nın hayat ve mematı Almanların elindedir.

Rusya Almanyanın bir nevi müstemlekesidir. Rusya gayet geniş bir imparatorluk olup servet menbaları pâyansızdır. Fen, sanayi ve iktisad işlerinde kullanmak için kâfi derecede işçiye mâlik olmadığından, bu boşluğun yerini Almanlar doldurmaktadır. Rus sanayi ve iktisadiyatı Almanların elindedir.

. Rus çarları aslen Alınandırlar. Dedeleri Almanya’nın küçük prenslerinden biri idi. Almanya imparatorluğuna karşı çarlar her vakit «manevî tâbiiyeti hatıra getiren bir sevgi ve hürmetle bağlı» kalmışlardır. Almanya, her vakit Rusya'ya yardım etmiştir. Rusyanın bütün son muvaffakiyetleri, Almanyanın muvafakat ve rızası sayesinde meydana gelmiştir. Ve bu muvaffakiyet hiçbir vakit Almanya'nın kabul ettiği derecenin üstüne çıkmamıştır. Rusya çarları Alınandırlar. «Hissen ve lisânen Rusya imparatorluk sarayı ile bir Alman kraliyet sarayı arasında hiçbir fark yoktur. Rusya ve Fransa arasında itilâf akdolunduğu vakit bile Rusya imparatoru Fransayı ziyarete giderken evvelâ Berlin’e uğrar, Kayser’e karşı «te’min ve te’yid-i mevâlât ve tâbiiyet eder, Alman üniformasiyle Alman ordusuna resm-i geçid yaptırır, bundan sonra Fransa’ya giderdi!»

Bu tavırlar.’ bu hareketler son derece manidar ve göz önünde iken Fransa siyasetinin düştüğü gerileme ve adileşme devri bütün Fransızlara gurur ve iftihar körlüğü vermekte ve Franşızlar bütün paralarını şimal ayısının yem torbasına dökmekte idi.

Üçlü itilâfın «esas ve bilhassa Fransanın emel ve ümldleri nok-ta-I nazarı itibariyle» nasıl boş komedi olduğu, Fas ihtilâfı dolayısıyla Almanya’nın aldığı vaziyetten tamamen anlaşılmıştı. Almanya, Fransa’yı harb ilânıyla tehdit etti, İngiltere’nin Fransa’yı teşviklerine rağmen, Rusya'nın vaz’ı «mûtedilânel!» sİ Fransa'nın cesaretini kırdı, Almanya'ya baş eğdi! Artık sâbit olmuştu ki Almanya, karada olacak işlerde üçlü itilâfa beş paralık bile kıymet vermiyor! Niçin? Çünkü Almanya, Rusya'nın kendi aleyhine hareket edemiyece-ğine emin olduğu gibi Rus ordu ve donanmasının hiçbir hakikî kıymeti kalmamış olduğunu da biliyordu.

Zâhiren her ne şekil peyda olursa olsun, Rusya ve Ruslar, başta imparatorları olduğu hâlde «Almanyanın zarurî ve tabiî muhib ve müttefiki, Fransa ve hele İngiltere’nin tarihî ve vicdanî ağyârı»dır.

Almanya her ne vakit isterse Rusya’ya zarar verebilir. Rusya'nın müstebid idaresi altında inleyen milyonlarca Lehliyi, Rusya'nın hâricî mes’elelerle meşgul olduğu sıralarda itaate mecbur eden, bu fedâkâr ve cesur milleti İhtilâlden sakındıran Alman orduları korkusudur.

Lâkin Rusya’yı büyük teşebbüsler hâlinde düşündürecek ihtilâl âmilleri, yalnız Lehliler değildir. Ermeniier, KafkasyalIlar, Finlândi-yalılar, Tatarlar ve daha nice mazlum kavimler ve hepsinden mühimi olarak müfrit sosyalist ve nihilist olan, bizzat Rus. gençleri Rusya'yı son derece zayıf ve tam mânasiyle âciz bırakmaktadır. Almanya her ne vakit isterse Lehistan'da bir ihtilâl çıkartabilir. Bu ihtilâlin yayılma dairesinin genişletilmesi ise kendi kendine olabilecek tabiî islerdendir.

İste bu kısa izahattan anlaşılır ki. hakikî heybet ve azamet olmaktan ziyade kuru bir nümayiş, sahte bir kabartıdan ibaret ve hava ile dolu bir balona benzeyen Rusya’ya, ne İngiltere, ne Fransa hiçbir fenalık etmeğe muktedir değilken, Almanya onun mukadderatına tam mânâsiyle hâkimdir.

Rus - Japon muharebesi, vâkıa, İngiltere’nin mâhirâne bir tertibi şeklinde meydana gelmiş ise de yanlış görmekten vazgeçilirse, bundan dahi en ziyade Almanya'nın istifade ettiği meydandadır.

Zira Rusyamn bir tokat yemesi, İngiltere için dolayısiyle faydalı olup Almanya içinse bu fayda son derece büyüktür. Uzak Şarkta bir Japonya peyda olması İngilizleri şiddetle düşündürecek mes'elerden olduğunu unutmayalım. Halbuki Almanyamn Rusyaya tahakkümü yalnız bu kadarla da kalmaz. Osmanh İmparatorluğu ile Almanya arasında deveran ve cereyan edecek muamele, Rusya mukaddesatına en büyük tesiri göstermek mahiyetini haizdir kİ bundan ileride bahsedeceğiz. Şu hâlde birkaç sual hatıra gelir:

Almanya, üçlü itilâfı önliyemez miydi? Ve buna muktedir idiyse kendi aleyhinde böyle bir itilâf akdine niye müsaade etti?

Bu iki sual zahiren ne derece parlak ise hakikatte o derece soğuktur. Evvelâ üçlü itilâf, herkesin zannettiği gibi Almanya aleyhinde bir iş değildir, bilâkis!

Almanya'nın bu itilâftan kendi lehinde ümid ettiği faydalara gelince bunlar da aşağıdadır:                       

·        1 — Devletler muvazenesinde şaşkın bir dul kadın vaziyetini alan Fransayı bu itilâfın hiçliği.ne güvendirerek çürük bir vaziyete sokmak (Bu hakikat, yukarıda bildirdiğimiz üzere Fas mes'elesiyle tamamen anlaşılmış olduğu gibi daha sonra Rusya-Almanya itilâfında, Rusya-nın batı hududundaki ordularını geri çekmesi ve Lehistan istihkâmlarını iptal etmesi ile de sabit olmuştur.)

·        2 — Fransa’nın milyarlarını Rusyaya akıtmak. Bundan Almanya-ya ne fayda var? denilirse, cevabımız şu olacaktır: Bu milyarların büyük kısmı sessizce Almanya’ya geçmiştir. Almanya zengin - değildi. Faal ve çalışkan Alman milleti fazla sermayeye muhtaçtı. Almanya bu sermayeyi ne Fransa ve ne de İngiltereden çekebilirdi. Binaberin pek mahirâne ve çok muvafık bir vasıta ile bu sermayeleri alık Fran-sadan tedarik etti.

Rusya bu büyük meblâğların bir kısmı ile Almanya'ya harp mühimmatı v.s. sipariş etti. Ve her ne suretle sarfiyatta bulunduysa hepsinde Alman iktisadiyatının delâlet ve istifadesi vardı.

·        3 — Rusya'yı İngiltere ile olan itilâfından istifade ederek İngiliz müstemlekelerine tehditkâr bir vaziyet aldırtmak. (Filvâki İngilterenin bütün korkuları Rusya’nın Hind hududuna yaklaşmasından ibaret ve bütün gayreti bu yaklaşmayı önlemeğe masruf iken İngiltere - Rusya itilâfı sayesinde bunun aksi meydana gelmiştir. Bugün Rusya, önceki, vaziyetine nisbetle Hindistan'a daha yakın bulunuyor. Zira İran’ın yarısı işgali altındadır. Gariptir ki Rusya bu istilâ adımını ingilterenin muvafakatiyle atmıştır.)

·        4 —- İngiltere ve Fransa hükümetlerini kendi hakikî hürriyetper-’verleri nazarında düşürmek. (Rusya imparatorunun ziyareti aleyhinde İtalya, İngiltere ve Fransa'da yapılmağa teşebbüs edilip bin türlü müs-kilâtla önlenen nümayişler bu dâvanın şahididir.)

·        5 — İslâmm tarihî düşmanı olan Rusya ile İngilterenin şark İslerinde yakınlığı ve İngiltere’nin Rusya’ya İslâm’ı ezmek hususunda yardımı, İslâm âleminin İngiltere’ye infialini ve neticede İngiltereyi müşkülâta düşürecek kargaşalık, isyan ve ihtilâllerin zafere ulaşmasını sağlıyacağından nâşh (Bu da kısmen hazırlanmıştır. İran işlerinde İngiltere’nin takip ettiği siyaset ki Rusya ile İranın taksim edilmesinden ibaret idi. bütün İslâm âlemi ve bilhassa Hind'in şiddetli protestolarını celbetmiş, ihtilâl emareleri başgöstermiş ve İngiltere’yi, hareketini değiştirmeğe mecbur eylemişti.)

İşte Rusya'nın üçlü itilâfa girişinde Almanya için bu kadar büyük faydalar tasavvur edildiğinden önlemek için hiçbir şey yapmaktan başka bunu mümkün olduğu kadar kolaylaştırmıştır.

Şimdi de Rusya'nın bir Asya devleti olması itibariyle siyasetini tetkik edelim.

Rusyanın tarihî ve millî siyaseti Yakın Şarkta birçok muvaffakiyete nâil olduktan sonra büyük devletlerin ve bilhassa İngiltere ve sonra Almanyanın iğbirar ve telâşına sebep olmuştu. Rusya’nın emeli, derin bir uykuya dalmış olan Osmanlı hükümetini yutmağa münhasır idi. Bu ise müstemlekelerinden dolayı İngiltere'nin, birçok sebepler ve bahusus iktisadiyat dolayısıyla Almanya ve Avusturya’nın Kudüs'ten dolayı hiç kimsenin İşine gelmiyordu. Binâberin Rusya'nın doymak bilmez hırsına yutulamıyacak kadar büyük bir parça gösterildi: Asyanm şimal yarısı ve Uzak Şark. (Nasıl ki Fransa faaaliye-tini Avrupa’da söndürmek için Fransızların millî izzet-i nefsi okşanarak evvelâ Tonking ve sonra Afrika çöllerine, Bismark tarafından sevkedildiğl gibi.)

Rusya, İçinden çıkılmayacak bir işe sevk edilmişti. Mamafih İntibah ve terakki derecesi henüz takdir edilemlyen Japonya tarafından, kendisini bir çeyrek asır toplaya m lyacak derecede müthiş bir sille yemesi üzerine Rusya bir aralık şaşaladı. Ne yapacağını kestlremi-yordu. Mamafih Rusya için dış Siyasette âtıl kalmak mümkün değildi. Lâkin Osmanlı inkılâbı, İran'ın uyanışı Rusyayı dehşete düşürmüş ve bir kat daha şaşırtmıştı. Bu iki İslâm devletinin kuvvetlenmesinden meydana gelecek en ehemmiyetsiz netice, Rusya’yı öz vatanında mahbus bırakmak ve cenûba doğru! İnmesini önlemekti. İş bu kadarla da kalmıyabillrdi. Osmanlı ve İran İnkılâbı yüzünden İki mezhep ve iki millet bir ittihad ve kardeşliğe müncer olabilirdi. Bu da bütün Türklerin, yeni tâbirle TuranlIların birleşmesine yol açabilirdi ki şu hâlde dahi Rusya'nın Avrupa'ya hapsedilip kalması zarurî olurdu. Sonra da yalnız Avrupa Rusyasında on beş milyon müslüman mevcut olup bunların bir İslâm birleşik kuvvetlerinden velev manevî olsun, himaye görmeleri din ve milliyetlerini kaybetmemelerine sebep olacaktı ki bu da Rusya’nın iki asırlık kanlı çalışmasının iflâsla neticelenmesi demekti.

işte bu mecburiyetlerin bir araya gelmesidir ki Rusyanın yeniden serserice bir siyasetle cenuba doğru saldırmasına sebep oldu: Son tâbirle Almanya’nın bu baptaki arzusuna uymak mecburiyetinde kaldı...

Rusya'nın İran’a saldırmaktan maksadı ikidir. Birisi şimalini İşgal ederek Osmanlı Türklük âlemiyle Orta Asya Türklük âleminin, hilâfet makamı ile Asya müslümanlarım bağlayan hattı kesmek ve ikiye ayırmak. Diğeri de uyanış ve terakkiyi mümkün olduğu kadar söndürmek ve hiç olmazsa «mahallî ve mevziî» bırakmak.

Halbuki böyle bir emelde Rusya'nın ne derece muvaffak olacağı henüz kestirilemiyorken işin içinden bir de Çin uyanışı çıktı! Artık Rusya için iki şeyden birisini seçmek zaruret hâlini alıyordu: Ya, herçe.bâdâbâd diyerek Uzak Şark ve Orta Asya’yı ve İran’daki mevkiini muhafaza ve devam ettirmek üzere yeniden meydana atılmak, veyahut ihtiraslarından, istilâ heveslerinden vazgeçerek İç ıslahatiyle meşgul ve şimdiki topraklan ile kani olmak.

Rusya bu ikinci fikre bir türlü yanaşmıyor, böyle bir siyaseti Idea-. îinden istifa mânâsına alarak bir türlü razı olamıyor. İş bu dereceye gelince Almanya mahir siyaset oyununu oynadı. Türkiye'de Almanya'ya karşı çıkarmaya çalıştığı mümânâattan vazgeçmeğe Rusya’yı dâvet etti. Buna mukabil, Uzak Şark ve Çin işlerinde Rusya’yı serbest bıraktı. Müşkülât zamanlarında Rusya’yı ezmeğe kalkışmıyacağmı Kayser, Çara temin etti. Alman hududundaki Rus orduları öteye beriye ve Kafkasya’ya nakledildi. Demek ki bugün Rusya, tekrar âdeta resmen Almanya ile ittifak etti ve üçlü itilâf, bir tarihî hatıra hâline girdi,

FRANSA

Fransa pek sarp bir yokuş seçmişti. Servet ve zekâca İngiliz ve Alınanlara üstün olan Fransızlar karada Almanları, denizde de Inglliz-leri tepelemeğe mecbur idiler. Kaldı ki bu iki emelin her ikisi de Fransanm yapamıyacağı işlerden idi. Çoktan beri İngiltere bahriyesi, Fransa’ya nisbetle pek çok üstün bir hâle gelmişti. (Faşoda mes’ele-sinde İngiltere, dehşetli donanmasına bir «hazır ol» emrini vermekle Fransa’yı ric’ate mecbur ettiği ve biraz sonra da Fransa’yı itaatkâr bir peyk gibi siyaset ve emellerinin yardımcısı hâline getirdiği hatırlansın) Yalnız henüz birleşmemiş olan Almanlarla Fransızlardan hangisinin diğerine üstün olduğu kestirilemiyordu.

Prusya - Fransa muharebesi bu tereddütleri izale etti; denizde birincilik İngilizlere kaldığı gibi karada birincilik de Prusya etrafında birleşmiş olan «Almanya kayserliği»nde kaldı.

Lâkin Bismark’a bu kadarı kâfi değildi. Almanları kuvvetin en yüksek mertebesine ulaştırmak için Fransa kuvvetinin Avrupa dışına şevki, Fransa’nın başına yeni meşgaleler çıkarmak lâzımdı. Jul Feri'nin hayalperestçe siyaseti sayesinde Almanya'nın bu arzusu yerine geleli.

Fransa, Tunus’u işgal İle beraber Tonkin'e milyonlar ve mühim meblâğlar gömdü. Sonra da İngiltere ile yüz senedir başladığı «sömürgeleştirme rekabetine» son vermeğe mecbur oldu. Afrika: İngiltere, Fransa ve Almanya arasında paylaşıldı. Bu paylaşmada tabiî en iyi pay İngiltere’ye, en büyüğü Fransa'ya, en fena ve küçüğü Alman-manya’ya, en havaî ve en hayâlîsl İtalya'ya düştü.

Bu, İtalya’dan başka, diğerlerinin pek ziyade işine geliyordu. Almanlar, Fransızların intikam alabilmek meyline düşmelerinden ve kendilerince lüzumsuz bir muharebeye girişmek mecburiyetinde kalmalarından kurtuldu.

İngiltere de çok memnun idi. Zira, Fransızların müstemleke işlerindeki iktidarsızlıklarını güzelce bildiğinden onları kendisine ciddî rakip görmüyordu. Bununla beraber Afrika'nın zaptı ve muhafazası kabil olmayan çölleri mukabilinde Mısır’ın İşgalini Fransızlara kabul ettirmesi yüzünden. Fransa kuvvetini kendine hizmet ettirdi. Öyle bir hâlde ki Fransa kendi hesabına hareket edemez oldu. Bütün kuvvet ve servetini kâh İngiltere'nin, kâh Rusya’nın emellerini kabul ettirmek için sarfetmeye başladı. Şanlı bir tarihe mâlik olan Fransa için ne zelîl ve âdi vazife I

Bir taraftan İngilizlerin ihtiraslarının peşinden gitmek, diğer taraftan dünyanın en müstebit hükümetinin, en mutaassıp milletin muti bir hâdimi bulunmak: İşte Fransa üçüncü cumhuriyetinin düştüğü alçak mezellet!

Fransa, bütün fedakârlıklara «Alsas Loren»i Alınanlardan istirdat emeliyle katlanmış sayılıyordu. '

Rusya’ya verdiği milyonların Almanya’ya intikal ettiğinin farkında ölmüyor ve lüzumu hâlinde Rusya'nın Almanya’ya hücum edeceğine inanmak gibi emsalsiz bir safdillik besliyordu.

Rus mes’elesi yüzünden Almanya’nın aldığı tehditkâr tavır üzerine Rusya’nın takındığı hâl, Fransızların ne kadar aldandığını gösteriyordu... Artık Fransa'nın Almanya’ya bir ikinci defa (Fas mes’e-lesinde) baş eydiği gün Alsas - Loren’i istirdat hülyası olmuştu.

Yegâne rakibi olan Almanya’yı tepeletmek ve hiç olmazsa zayıflatmak ümidiyle İngiltere Fransa’yı, Almanya aleyhine kışkırttı, hattâ Almanya sahillerine beş para kıymeti olmayan ordusundan asker çıkarmayı taahhüde kadar işi ileri götürdü. Fransa tamamen aldanmıştı ve hiç şüphe yok ki Almanya'dan bir ikinci tokat yiyecekti. Lâkin burasının İngilizlerce ne ehemmiyeti olabilirdi?

Fransa’nın karada tepelendiği sırada kendisi Fransız donanmasının yardımiyle donanmasını mahvedecek ve müthiş rakipten hiç olmazsa yarım asır denizlerde emin kalacaktı.

İngilizlerin bu sevimli dolabına Fransızlar tamamen düşmüşken Rusya’nın soğuk ve sâkin kalması Fransızların cesaretini kırdı. Almanya’ya bir kere daha hücum edip de bir kaç vilâyet ve bir kaç milyar daha vermektense, Alsas - Loren hülyasından vazgeçmesi daha akıllıca bir hareketti. Fransanın bir şey yapamıyacağı tahakkuk etmişken şu son Rus - Alman ittifakında Fransız siyasetinin ne gülünç hayallere kurban olduğu son ve kat'î bir surette meydana çıktı. Demek ki Fransa’nın milyarları, yirmi senelik çalışma ve endişesi bir «hiç» ile neticelendi. Buraya kadar olan beyanatımız Fransa'nın Avrupa’daki siyasetine mütedair olup şimdi de İslâm âlemine, müstemlekelerdeki siyasetine geçelim.

Fransa, Cezâyir, Tunus, Tuvat, Hügga, Sudan memleketlerinin ekserisi bütün Büyük Sahra gibi hep müslümanlarla meskûn müslüman memleketlerini sömürgeleri sırasına koymuştur. Almanya’ya fena ve ufak bir pay ve İtalya'ya bir ümid (Trablusgarp ve Bingazi!) verilerek Afrika, İngiltere ve Fransa arasında taksim olunmuştur. Yeni tâbirle İslâm Afrikası gasbedilmiştir. Bu müstemlekelerin büyüklükçe Fransa’ya nîsbeti, bir filin bir kediye nisbeti gibidir.

Acaba Fransa'nın bu büyük müstemlekelerden günümüzdeki istifadesi nedir? Hükümet (Devlet) namına hiç! Yalnız Avrupa'da kaybedilen mevki için bir teselli. Millî izzeti nefsi avutacak bir hayal, bir serâb!

Lâkin bu serâb, Fransa'ya çok pahalıya mal oldu. AvrupalIların elinden en evvel çıkacak müstemlekeler, Fransa'nın payına düşen iş Afrika olacaktır. Azîm çöllerden, AvrupalIlar için mühlik muhitlerden müteşekkil olan bu müstemlekelerin muhafazasına Fransa hiçbir vakit muktedir olamıyacaktır. Vâkıa şimdilik o yerleri istilâ etti. Lâkin bu muvaffakiyet, yerliler tarafından yapılan karşı koyma hareketlerinin ehemmiyetsizliğî sayesinde oldu. Bedevîce bir hayat yaşayan müslüman kavimlerin elindeki silâhlar, pek az kaval tüfenkleriyle adi kı-lınç ve kargılardan ibaretti. Bu kabil silâhlarla muntazam, silâhlı ve mitralyözlü Fransız müfrezelerine mukavemet' mümkün değildi.

Zaten bütün Orta Afrika’da büyük devletler yoktu. Küçük küçük emirlikler bulunuyordu. Bunları birbirine düşürmek, para ile iğfal etmek zor bir iş değildi.

Bütün bu sebeplerin ilcasiyle istilâ nlsbeten az para ve pek az Fransız fedaisiyle icra edildi. Lâkin İngilizler, Almanlar, Franşızlar, Belçikalılar, Afrikalıları teslim ettiler. Bu medeniyet rehberlerinin her ayak attıkları yerlere ilk soktukları medeniyet eserleri, ruh ve vicdanı öldüren, zehirli ispirtolarla bedenleri öldüren silâhlardır!

Franşızlar, mahallî refaha çalışsalar, ahalinin din ve mukaddesatına riayet etselerdi, ihtimal, ki Orta Afrika'da daha ziyade pâyidar olurlardı. Lâkin gerek Rusların ve gerek Fransızların müstemlekât usulü «yerli ahaliyi cahil ve muti’ hayvan sürüsü, esir ordusu» hâlinde bırakmağa çalışmak, ahalinin ruhî ve fikrî hayatini öldürmektir.

Bundan dolayı en gâfil kavimler bile az zamanda gözlerini açıyorlar, gâsıb ve cellâtlarından nefret ediyorlar. Maamaflh Afrika'nın İntibahı için diğer avamîl dahi mefkud [yok] değildi. Vâkıa bu âmiller evvelemirde müdafaa usulünü bilmiyorlardı, bu sebepten dolayı dehşetli ve azîm kuvvetler, Fransız istilâsına karşı, hatırı sayılır bir mümanaat edememişti. Fakat bu ahval bugün pek çok değişmiştir.

Fransa’nın ve İslâm hükümeti düşmanlarını evvelce.istilâ ediş! o derece kolaylıkla oldu ki buna şaşmamak kabil değildi. Halbuki ellerine biraz ser! ateşli tüfek geçmiş olan Vadaylılar bir senedir Fransızları birçok defa mağlûp ettiler. Bu husus, İstikbalde işin ne olacağını pek güzel gösteriyor. Orta Afrika’nın Fransa elinden çıkışı, Ce-zâyir ve Tunusta dahi bir aksülâmel husule getirecektir.

Bizim fikrimize göre Afrika, Fransa kuvvetinin makberi olup, bu kanlı mezarı: Fransa için hazırlayan İngiltere ve Almanya olmuştur.

Fransa'nın Asya'daki Tonkin, Hindiçlni müstemlekelerine gelince: Buraları yakın bir zamanda Japonya veyaut Çin’in eline geçeceğine; Fransızların da şüphesi yoktur.

Franşızlar hiçbir vakit bu müstemlekelerin hatırı için donanmalarını mahvolmak tehlikesine koyamazlar, Rusya’nın yaptığı hataya düşerek bütün İstikballerini bir ikinci Cuşima muharebesiyle mahva râzı olamazlar.

Sözün kısası, Fransanın hangi nokta-1 nazarla bakılırsa bakılsın, müstemleke işlerinde hiç müstakbeli yoktur.

Fransızlar memleketlerinden taşacak kadar çoğalmıyorlar, bu sebeple müstemlekelerinin Akdeniz sahillerinde bulunanlarına bile külliyetli muhacir çıkaramıyorlar. Kaldı ki yirmi Fransa büyüklüğünde olan Orta Afrika ve Sahra müstemlekelerine hiç muhacir gönderemezler, buna ne nüfusları, ne de iklim müsaid değildir. Şu hâlde Fransa İçin yapılacak en âkılâne İş, samimî bir hayırhahlıkla Afrika müs-lümanlarını kendisine raptetmek, insaniyetli hizmetleriyle ehl-i İslâm'ın şükran ve minnetini celbeylemekti. Fransa bunun tam zıddını yapıyor-Fransa'dan kovduğu kara karga sürüsünü, yâni papazları İslâm Afri-kasına musallat etmiştir. Artık Avrupa'da nüfuz ve hükümet icrasına yol bulamıyan papazlar, orta çağda yaptıklarını bugün Afrika İslâm âleminde yapıyorlar. Cezayir’de kapatılan ve tahrip edilen mescidlerln sayısı yüzleri bulur. Din namına hareket etmeyen resmî ve siyasî şahısların İse icrasından çekinmedikleri çapulculuk ve yağmacılıklar, birinci kısımda zikrolundu.

Bu sebepten dolayı Fransa, müslümanların nefretini kazanmıştır. Burasını Fransızlar pek güzel bilirler. Şu hâlde müstemlekelerinde umumî isyanlar zuhuru korkusu Fransızları daima düşündürecek ve daima Almanya ve hele İngiltereye karşı korkulu ve mütevazı' kalmasına sebep olacaktır. Bu Sebepten dolayıdır ki Fransa, Rusya gibi, bir kaç vakittir iki mevhib kuvvetin, Almanya ile İngilterenin oyuncağı, mühlik'i yanında yardak vazifesi görmekte ve kendi hesabına çalışmamaktadır.

İNGİLTERE

Yakın zamana kadar, medeniyet âleminin hareketlerinin nâzımı olan İngiltere, bugün dahi; medeniyet dünyasının en kuvvetli uzvudur. Vâkıa bugün İngiliz kapanlarına bir sersem fare reftariyie [salınarak yürüme] tutulmayacak Almanya, Amerika ve Japonya gibi hükümetler mevcud olmakla beraber, İngiliz siyasetinin tesirlerinden azade kalmağa muvaffak, olan hükümet hâlâ yoktur. Müthiş donanması, gaye-i maharete mâlik siyaseti, büyük serveti, İngiliz kavmlne büyük muvaffakiyetler temin etmiş ve etmekte bulunmuştur. Lâkin İngiltere’nin bugünkü kuvvetini meydana getiren siyâseti, hile ve hud'a-daki emsalsiz maharetidir. Filvâki İngiltere şevket ve azameti, kahr ve ifna edilen âlem-i İslâm’ın. makber-i hazini üzerine bina edilmiştir. Acaba İngiltere İslâm âlemini kuvve-i bazusu ile mi teshir etti? Ve bugün kendi memleketinden yüzlerce defa büyük ve yüzlerce defa fazla nüfusa mâlik memleketleri kahir ve askerî kuvvetlerle mi itaat altında tutuyor? Hayır, hem bin kere hayır.

İngiltere’nin en müthiş donanması »hile ve ifsad» ve en kuvvetli ordusu «akvam-ı mahkûme [mahkûm milletler] deki ahlâk fesadı»dır.

İngiliz fütuhatı tarihini tetkik edersek bu hakikati bütün dehşet ve kötülüğü ile görürüz. Bir İngiliz ticaret kumpanyası, Hindistan'da rûy-i kabul görüyor. Şaşılacak kadar az bir zamanda bu kumpanya iki yüz yetmiş milyon halkı siyaset ve maharetinin oyuncağı ediyor. Hind’in kuvvetli hükümetleriyle muharebeye girişecek hâle geliyor. Artık zemin o derece hazırlanmış bulunuyor ki İngiltere hükümeti, edna himmetlerle dünyanın en zengin memleketi ve en geniş ülkelerinden biri olan Hind’e mâlik oluyor.

İngiltere her girdiği yerde, mahallî halkın tama' ve ihtiras sahiplerine kemal-i şeytanetle müracaat edip onlar vasıtasiyle geri kalan ahaliyi esaret zincirinde tuttuğu gibi yine onlar vasıtasiyle civar yerler halkını kahren ve cehren idaresi altına alır. İngiltere'nin bir mahkûm memleketi sükûnet ve itaat dairesinde tutması için kullandığı usûller, Fransa ve Rusya usûllerinden çok başka ve mamafih daha müessir ve daha muzırdır.

İngiltere esareti altına aldığı kavirnlere «zevk ve sefahate ait» hususlarda tam bir hürriyet verdikten başka, gizli olarak, fevkalâde yapılmasına yardım eder.

İngiltere istilâsına düşmezden evVel millî kanun ve âdetlerden sakındıkları için alenen fısk ve fücura cesaret edemiyenlerin bu korkusu kalmaz. Mahkûm memlekette az zamanda şark ve garbın ittifak ederek meydana getirdikleri fısk ve fücurun hepsi açıkça icraya başlanır. Hürriyetin bu şekli sayesinde aşk ve nûs'a dalan gafil ve mahkûm ahali, boynundaki esaret zincirini hişsetmiyerek en rezil bir miskince hayatı sürükler gider. İngllizler, mahkûm milletin sefih ekseriyetini bu suretle ele aldıktan sonra fâzıl ve mütedeyyin ekseriyeti de başka bir şekilde oyuncağı eder.. Dünyaperest ulemâ ve ezkiya para ile alınır. Dinî his ve vatanperver emeller bu hainler vasıtasiyle

sevk ve idare edilir. Yâni bu ihtisasat-ı kerimâne, parlak bir mevcudiyet altında hiçe indirilir. (Merkezi Londra olan İttihad-ı İslâm Cemiyeti bu acı istihzaların en şaşaalısıdır.)

İngiltere kahr ve şiddet usulünü yukardaki oyunlarla İğfali mümkün olmayan münevver ve hakikaten vatanperver bir küçük topluluğa tatbik eder.

Lâkin İngilterenin en büyük mahareti din ve mezhep ihtilâflarından istifade hususunda görülür. Kimsenin nazarı dikkatinden kaçmadığı üzere Hindistan'da kullanılan en mühim tahakküm hilesi budun İki yüz yetmiş milyonu mütecaviz halktan yalnız yetmiş milyonu Muhammedi olup mütebakisi Brahman dinine ve daha başka yerli mezheplere tâbidir. İngiltere bu iki nevi din erbabı arasına öyle bir tefrika ve şikak sokmuştu ki bu, her iki tarafın yekdiğeri aleyhinde, her husustaki adavet ve tecavüzleri ile tezahür ediyordu. Bâhusus Kurban Bayramları müslümanlarla gayri müslimler arasında mukannen [kaide hâline konmuş] ve muntazam kıtal zamanı olmuştur.

Aynı dine ta'bi insanlar arasındaki mezhep ihtilâfları da aynı maharetle düşmanlık ve tefrikaya âlet ediliyor, fezcümle Sünnîlerle Şiâ tefrikası. Lâkin İngilterenin İslâm dinine karşı kabul ettiği tehdit ve tahrip usûlünün en büyük ve en ciddîsi şunlardır:

«VEHHÂBλ MEZHEBİ

VE

PROTESTANLIĞIN SON ŞEKİLLERİYLE MUKAYESE

Vehhâbî mezhebi, zahiren ehl-i sünnete mugayir hemen hiçbir fikri havi değil sanılır. Hattâ vaktiyle Kahire - Ezher ulemâsı bu mezhebin esaslarında ehl-i sünnete mugayir hiçbir şey görememişlerdi. İngiltere, bu mezhebi şiddetle terviç ediyor ve bu mezhep sâliklerinin Mısır ve Hind'de çoğalmasına çalışıyor, Vehhâbîler arasında eksik olmayan kalem sahiplerine her türlü muaveneti ibzal eyliyor. Acaba niçin?

Çünkü Vehhâbî mezhebinde ıslahat ve men-i mübtediat [bid’atle-rin men’i] namına öyle fikirler var ki bunların neşvü nemasiyle hasıl olacak neticeler, İslâm’ın en muhlik muhribleridir [tahrib ediciler]. İnsanların ekserisinde din hissi, ancak an’aneler ve tarihî mukaddesatın devamı ile gıdalanarak payidar olur. Gıda kesildiği vakit ortada bir. zinde vücud yerine bir kadid [iskelet] kalır.

Vehhâbîler, din hissini işba’ edecek ne kadar şiir ve bedi'-i dinî varsa, hepsine «red-i mübdeat ve te’sis-i esasat» namına hücum ediyor.                                                                   Meselâ İslâm mescidlerinin müzeyyen [süslü] ve yüksek binalar oluşu Vehhâbîliğe göre def’i lâzim bir bid’adtir. Böyle bir duada zerre kadar bedi’, şiir ve san'at ve cemal-i sınaîden mahrum bulunan bir bedevinin seviye ve zevkine tevafuk etse bile şehirli müslümanlar için böyle bir bedi’ mahrumiyete katlanmak gayri mümkündür. Meselâ Ravza-i Mutahhare, Kabe, büyük mescidler gibi mukaddes mahal-lerdeki tezyinat ve ihtişâmad, her kimin olursa olsun ihsasat-ı bedi’isi-ni nemalandırarak dinî hisse zevk ve meveddet hislerini ilâve ettikten başka mücerredat ve sırf mâneviyatla kanaat etmesi mümkün olmayan âmme-i İslâm için ruhun zarurî gıdasıdır.

Keza sadr-ı İslâm'da [İslâm'ın İlk zamanlarında] mevcut olmayan birtakım ibda'at [bid’atler] var ki bunları zaman ve medenî ihtiyaçlar ve tekâmül kanunu meydana getirdiğinden medenî bir İslâm İçtimaî topluluğu, onlardan istiğna edemez.

Vehhâbîlerin en ziyade hücum ettikleri şeylerden biri de tarikatler olup İngiliz ve Fransızların en ziyade işlerine gelen budur. Afrikada, kısmen Hind’de ve daha birçok yerlerde metanet-i İslâmiye sırf tarikatler sayesinde muhafaza edilmektedir. Afrikada İslâmiyet! yaymakla âlem-i İslâm’a bir asırda otuz milyon nüfus kazandıran tarikatlerdir.

Tarikatler ıslah edildiği, riyakârca ve tembelce zühd yerine din aşkı ve neşri İslâm fikirlerini havi bir zühd-i kerim-i faalâne ikame olunduğu gün, binlerce seyyah âlem-I İslâm’ı dolaşacak ve müslüman-ları meveddet ve birliğe dâvetle ikaz ve irşad vazifesini ifa edecektir. Burasım İngilizler ve Fransızlar pek güzel biliyor ve görüyorlar. Bir asır evvel Sünûsî tarikatının kuruluşu ve diğer tarikatlara verdiği sevk üzerine Tlbo, Sudan bâzı Tuareg kabileleri İslâm'da eridiler. Hind’de ve Çin gibi yerlerde seyyah dervişlerin hizmeti büyüktür.

Hiçbir dinde «resmî vazifelerle meşgul olan, hademe» irşad hizmetini ve seyahatle dini yaymayı ifa etmemiştir ve hâlâ da etmiyor. Aktar-ı cihana yayılmış olan otuz bin misyoner, hep hıristiyan tari-katleri sâlikleri olup, kiliselerde icra-yı âyin eden, mevâız, nikâh ve saire gibi hizmetlerde bulunan hocalardan, İslâm âleminde seyahatle neşr-i efkâr beklenilemez. Bu vazife hasbessülûk seyahate mecbur olan ve nevâfif-i diniyyeyi kabul eden tarikat erbabına düşer.

İşte bunun içindir ki Vehhâbîlerin fikir ve mezhebini İngilizler ziyadesiyle makbul tutuyor, Hind ve Mısır'da yaymağa çalışıyor.

Vehhâbîliğin bâzı hususlarda Protestanlığa benzerliği var. Protestanlığın esaslı prensipleri Vehhâbîlere benzer ve tabiîdir ki her ikisinden çıkacak neticeler ve mahsul de birbirine benzer olacaktır. Acaba Protestanlığın hıristiyanlıkta yaptığı tasfiye ve ıslah vazifesinden nasıl bir semere hasıl oldu?

Bütün müdekkikler teslim etmektedir ki, Protestanlık, hür - düşünce denilen dinsizliğe doğru ilk adımdır. Vâkıa birçok protestan şubeleri var ki katolikiikten daha îrticâengiz ise de esas mes’ele bizim dediğimiz gibidir.

Protestan rahiplerinden Baür ve İstraüs’ün hıristiyan!ığa vurdukları darbe gibi kat’î ve katil bir darbe kimse vurmamıştır.

Vehhâbîlerin de İslama karşı yapacağı iş bunun aynıdır. Kemâl-i teessürle görüyoruz ki Vehhâbîler, İslâm âleminde mezheplerini ilân etmeden iş görüyorlar. Müslümanlara İslâm dininin saffeti nâmına vaz ü nasihatler ederek gönülleri ele alıyorlar. Mamafih bu muzır, unsur eczâsını [cüzlerini] İslâm büyüklerine ve İslâm hükümetine karşı gizlemeye muvaffak olamadıkları sui edep ve düşmanlıktan fark etmek mümkündür.

HİLÂFETİ İSLÂMİYE

ve

İNGİLİZ ENTRİKALARI

İngilizlerin, müslürnanların birleşmesine mâni olmak üzere kullandıkları entrikalardan biri de bir İslâm mes’elesi sayılamıyan İslâm hilâfeti mes'filesidir. Bu mes'elenin tarihî safahatını burada tekrar etmek fikrinde değiliz. Zaten halledilmiş ve herkesin mâlumu olan bir şeydir. Fakat bu mes’ele hakkındaki ehl-i sünnete zıt içtihadlara dayanarak sürülerle halife namzedi bulmaktan kolay bir şey olmayacağı meydandadır. Mısır'da bulunduğum sırada öğrendiğim bir âdi

hileyi ibret nazarlarına koymak isterim. Bir kaç şeytan herif, zavallı bir serseriyi beş on kuruşla kandırmışlar ve ona garip bir rol oynatmışlardır. Bu adam birdenbire «Abbasî sülâlesinden olduğunu ve son Abbasî halifesinin meşru vârisi bulunduduğunu» İddiaya başladı. Oyunun mürettipleri işi yağlayarak ballayarak «Hasbel sadakat» sabık hâkana [Sultan Abdülhamîd’e] arz ile halife namzedini ıskat için külliyetli paralar çekmişlerdi. Vâkıa böyle bir entrika, bu şekilde her vakit devam ettirilemezse de hâlâ bedevîlik seviyesini geçmiyen bâzı taifeleri iğfal için bir fesat âleti gibi İslâmm başında asılmış kılıç gibi duruyor. Bu kılıç kördür, kesmez. Ne çare ki İslâm siyasetimizin sönüklüğü, İngiliz siyasetinin parlaklığı bu kör kılıcı bizim kör siyasilerimize karşı bir can- alıcı kılıç gibi göstermeğe muvaffak oluyorl

İngilterenin hayat damarı, İslâm halifesi olan Osmanh padişahlarının manevî elindedir, bunu istediği vakit koparabilir. Vâkıa inhitat devirlerimizde halifelerimiz, böyle müthiş bir iktidara mâlik olduklarını bile unutmuşlardı. Şu kadar ki İslâm uyanışı bir fiil-i vaki’ olduğundan İngiltere hilâfet makamının bütün manevî ceberûtunu görmek ıztırarındadır. Bu hususları daha etraflı muhakeme etmezden evvel İngiltere umumî siyasetine bir nazar-ı tenkid ve tetkik atalım.

İNGİLTERE’NİN UMUMÎ SİYASETİ

\ Ispanya’nın «nâmağlûp donanma» sini [Yenilmez Armada] perişan ederek bu devletin ihtişam ve darâtının vârisi olduktan sonra, İngiltere karşısında en kuvvetli rakip olarak Fransa'yı buldu. Fransa-nın imparatorluk devrindeki israf kuvveti, cumhuriyet zamanındaki zayıf siyaseti daima İngiltere'nin galebesini temin etmiş ve yüz sene devam eden «rekabet-i istimlâk» [müstemlekeleştirme yarışı] nihayet Faşoda mağlûbiyeti ile İngiltere lehinde halledilmiştir. Lâkin Almanya ittihadı, Rusya genişlemesi, İtalya ittihadı Türkiyenin devamlı mağlûbiyeti ve inhitatı siyaset satrancına yeni açmazlar ilâve etmişti. Bu ahvâl birdenbire hissedildi. İngiltere en büyük tehlikeyi Rus-yadan bekliyordu. Binaberin son yarım asırdaki siyasetinin ana noktası İslâv istilâsına set çekmeğe gayret oldu. Bunun için ise en güzel âlet Türk unsuru ve Osmanh hükümeti idi. Lâkin Osmanh hükümeti İngiltere nüfuzuna tebaiyet etmediğinden nihayet İngilizler OsmanlIlardan ümit keserek Rusya ile cenup arasında, büyük devletlerin hl-mayesi altında birtakım mmtakalar, hâiller ihdâsını muvafık buldular Balkan hükümetlerinin teşkilinde «vilâyat-ı sitte» [altı vilâyet] muhtariyeti ve Ermeni istiklâli teşebbüslerinde hep bu fikri görüyoruz.

Lâkin Rusya kuvvetinin hakikati, zâhirinden çok zayıf olduğu henüz tamamen tahakkuk edemediği sıralarda idi ki Almanya’nın hakikî kuvveti meydana çıkmağa başladı. Filvaki Anglo - saksonların en Ciddî ve en muhlik rakipleri Germenler idi. İngiltere siyaseti, Cermen genişlemesine vaktiyle mâni olabilirken eski rakibi ve deniz kuvvetlerinin kendinden sonra birincisi olan Fransayı ezdirmek emeliyle Almanlarla hoş geçindi. ' '

Bismark’ın demir eliyle idare edilen Alman siyaseti karalarda İngiliz nüfuzunu İkinci derecede bırakmıştı. Mamafih İngiltere denizlerdeki üstünlüğünü muhafaza ettikçe Avrupa siyasetindeki ikinciliğini, müstemleke ve şark siyasetindeki birinciliği ile telâfi ediyordu. Fransa - Rusya itilâfı Ingiltereye biraz nefes aldırdı. Üçlü itilâfın teşkili Alman nüfuzuna mukabil bir kuvvet meydana getirdi. Lâkin Rusya’nın Japonya tarafından mağlûp edilmesi, Fas işleri dolayısiyle Fransa’nın Almanya’ya karşı aczinin tahakkuk etmesi ve bahusus Rusya’nın Almanlar aleyhine dönemiyeceğine şüphe kalmaması İngi-lizleri pek derin surette düşündürecek umurdandı; ve bahusus ki Bis-mark’a hayrül halef olan Alman imparatoru İkinci Vilhelm’in denizde tekâmüle doğru dev adımlariyle yürümesi bir müddet sonra İngiliz deniz üstünlüğünün de ortadan kaldırılacağını gösteriyordu. Asıl şayanı dikkat olan ciheti, Almanların bereket-i tenâsültî [nüfusunun hızla artışı], iktisadiyat ve endüstrideki hayreti mûcip terakkileri ve bir de «kendi yağları ile kavrulmakta» olmaları idi. İngiltere, iki asırdan beri büyük devletleri birbirine düşürmeğe ve her birinin en zayıf tarafını, en zayıf zamanını bularak zarar vermeğe muvaffak olmuştu. Almanya’nın metin ve muttarid siyaseti karşısında İngiltere bu rolü artık oynayamaz oldu.

Şu hâlde bütün mukadderatı, donanma ve müttefikleri sayesinde umumî siyasette bir üstünlük muhafaza etmeğe ve bu sayede dahi büyük müstemlekelerini tezyid ve takviye etmeğe çalışmasına bağlıydı. Acaba İngiltere ne vakte kadar, mukadderat ve millî nüfusunun fevkinde olan bu masraflara tahammül edebilir? Acaba bu masraflar nerelerden geliyor? Sözün kısası olarak deriz ki İngiltere hâlihazırını yâni şimdiki haşmet ve satvetini muhafaza edebilmek için üç şey lâzım idi.

·        1 — Âlem-i İslâm’ın cehalet ve gafletinin devamı.

·        2 — Türkiyenin acz ve inhitat hâlinde sürünüp kalması.

·        3 — Almanya’nın şu iki hâle râzı olması.

Bu üç şarttan ilk ikisi bugün (Hüdâya bin hamd-ü sena) gayri mevcuttur. İslâm âlemi asırlardan beri tahkir ve tezli! ayaklan altında ezile ezile nihayet daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esaretini anlamıştır. Bu ise tarih düsturlarının şehadetiyle sabit olduğu üzere, esir kavimlerin haklarını istirdat için kâfi olup işin fiile çıkması zaman ve fırsat mes'elesidir. Filvaki takriben kırk milyon İngi-lizin dört yüz milyon halka tahakkümü, ancak mahkûmların meyyit [ölü] gibi kansız ve cansız olmasına, hacer ve şecer [taş ve ağaç] derecesine inmiş bulunmasına mütevakkıf idi. Madem ki bu milyonlar, boyunlarındaki esaret zincirini teşkil eden halkaların gaflet, fe-sâd-ı ahlâk, sefahat, muhasede [hasedcilik] düşmanlık mâdeninden müteşekkil olduğunu artık hissetti, elbette bu halkaları parçalıyacak, o zinciri kıracaktır.

Burası öyle bir hakikattir ki İngilizlerce de müsellemdir. İnmeliler gibi yaşamaktan ziyade uyuklamağa benzeyen bir hâlet içinde sönmeye yüz tuttuğu zannedilen Türkiye, «ordusunun gayret ve hikmet-i İslâmiyet!» sayesinde bir hârika inkılâp yaparak ölümden kurtulmuştur.

Almanya’ya gelince : Mebhas-i âtide bildireceğimiz veçhile, onun bütün menfaati İslâm âlemine «şimdilik» yardımcı olmaktadır. Demek ki bugün İngiltere'nin elinde eski kozlar bulunmuyor. Bulunduğu yüksek mevkiden yuvarlanması için mucize kabilinden maharetler göstermeye borçludur. Lâkin semt-l istikbalden öyle rüzgârlar esebilir ki o kadar yükseklerde durmak imkânı mahvolur: işte İngiltereyi düşündüren şeylerin en mühimlerinden biri de bu semtin «Türkiye» olabilmesidir.

ALMANYA

Makine intizamına mâhk bir ordu, riyazi hesap kadar şaşmaz bir siyaset, kat'î surette taayyün etmiş bir hedef, son derece gayretli ve istidatlı bir millet: İşte Almanya. Büyük Frederik'ten beri Almanya, müteaddit siyasî dâhilere nâil oldu. Bunlar, Alman milletinin gelişme kuvvetini öyle bir derecede iyi kullandılar ki bir asır öncesi her hususta onların dengi, bâzılarında ise fâikidir.

Almanya’nın umumî siyaseti, büytük bir plân mucibince muntazaman işlemektedir. Bu plândan en ziyade mutazarrır olan İngilteredir. Zaten bugünkü günde cihan umumî siyasetinin saikleri Almanya ve İngiltere bulunuyor. Diğer hükümetler, bu ikisinin muti muavinleri ıtlakına sezâ bir vaziyettedir.

Almanya’nın bütün menfaati, İngiltere'nin zararı demektir. Dünyanın sahipsiz addedilen bir kısmı taksim olunurken en iyi parçalar İngiltere ve Fransa’ya, sonra Rusya'ya İsabet etmiş ve Almariyanın faaliyeti biraz geç başladığından mamur ve münbit yerlerden onun hissesine bir şey kalmamıştır.

Hind, Cezayir, Mısır, Cava, Hindiçini gibi yerler daha evvelce ele geçirilmiş olduğu gibi Almanyadan evvel terakki etmiş milletler, hariçten mal almak mecburiyetinde kalan ülke ve milletlerin ticaret parasını inhisarlarına almış olduklarından millî birliğe sahip ve pek seri adımlarla terakki meydanında ilerleyen Almanya’nın mevkii pek müşkül ve endişe vericiydi.

Şayân-ı hayret bir surette çoğalmakta olan Almanları artık mem-- leketleri Istiâb edemiyordu. Günden güne çoğalan mamulât ve sınâî eserler için yeni yeni istihlâk mahalleri tedariki lâzım geliyordu.

Halbuki yukarıda dediğimiz gibi âlem paylaşılmış ve her bir tarafı bir devletin nüfuzu altına düşmüş olduğundan Almanya için takip edilmesi icap eden yolu «dest-i zaruret» çizmiştir. Almanya, büyük devletlere harp ilân edip müstemlekelerini ellerinden alamaz. Büyük devletlerin nüfuzu altında olan yerlerde Alman ticaretine bittabi müsait olmayan bu nüfuzu kırıp iktisadiyatını temin edemez. Şu hâlde Almanya için «hayat ve memat mes'elesi» hükmünde olan iktisadiyat temini işlerinde yapabileceği iş evvelemirde;

Mahkûm milletlerin sevgisini celb ve muslihane hulûlden ibaret kalır. Lâkin sevgi kazanmak ve muslîhâne hulûl için mahkûm milletlere, intibah ve yükselişlerinde yardım etmek, hâkim ve gâsıplarına karşı onları himaye etmek lâzımdır. Böyle yapılmadığı takdirde Al-... manların maksada ulaşmaları mümkün değildir. Almanlar, bu İslâmî okşayıcı siyaseti evvelce Fas’ta, sonra bir dereceye kadar Türkiye, İran ve Mısır’da takip etti. İhtimal ki müslüman siyasîleri bu kadar atalet göstermemiş olsalardı, Almanya'nın faaliyeti daha müsmir neticeler verirdi.

İşte görülüyor ki Almanya’nın hayâtı, İngiltere’nin mematında ve hiç olmazsa yarı yarıya canlılığını kaybetmesindedir. Lâkin İngiltere'nin ölümünün İslâm âleminin kurtuluşu demek olacağını unutmazsak, Alman siyasetinin künhüne erişmiş oluruz. «Drag nah osten» yâni şarka doğru istilâ .siyasetine gelince: Şimdilik böyle bir tehlike hayalden ibaret olup hakikat-i hâl ise şarkın ya kamilen veyahut iktisa-den ve mânen istilâ altında kalmış olmasıdır.

Bu izahat gösterir ki Almanya «sırf kendi menfaati ve hayatım temin» için şarkın ve bilhassa İslâm âleminin dostu olmak mecburiyetindedir.

AVUSTURYA

Almân, Macar ve İslâv gibi üç büyük ve muhtelif küçük kavlm-lerden mürekkep olan Avusturya hükümeti, Almanya’nın bir şubesi hükmündedir. Alman orduları, Alman dostu olmayan Avusturya ka-vimlerini bir tek hükümet idaresi altında tutacaktır.

Macarlar her ne kadar Almanları sevmiyorlarsa da İslâv istilâsına karşı Almanlarla ittifaktan başka çareleri olmadığından Avusturya hükümeti, rakip milletlerden müteşekkil olmasına rağmen AI-manyanın yardımcı kuvveti ve öncü askeridir.

Avusturya siyaseti, Almanyadan ayrı bir siyaset demek olamaz. Avusturya Sefânik’e kadar inmek emelini beslemekle itham olunmaktadır. Osmanlı ülkesinin paylaşılması kararlaştırılmış sayıldığı zamanlarda, Almanya ve Avusturya’nın böyle’bir emel beslemiş olması akıldan uzak değildir. Rumeli'nin Osmanlılar’ın elinden çıkması far-zedilirse, Almanlar onlara İslâvların vâris olmasına asla razı olamazlar..

Şimdi ise Almanların hesabı aynı fikirden ibâret olmasa gerektir. Mamafih hesapların değişmesi, hep bizim memleketimize, hak-kiyle hâkim olmamız şartiyle şartlı olduğunu da unutmamalıyız.

Avusturya, bir büyük devlet ise de İngiltere ve Almanya’ya nis-betle siyaset meydanında gördüğü vazife ikinci derecededir.

Bundan dolayı biz OsmanlIların esaslı hesaplarımız Almanya ve İngiltere ile görülecek olup, Avusturya'nın bize karşı vaziyeti, Alman siyasetinin ona vereceği vaziyetten ibaret olacaktır.

İTALYA

İtalya hükümeti hiçbir vakit Türkiye'nin dostu olamaz. Evvelâ İtalyanlarda «en büyük İtalya» fikri var ki İtalyan megalo ideası demek olan bu fikrin iki tecâvüz sahası Arnavutluk sahilleri ve Trab-îusgarptır.

İtalya, Akdeniz muvazenesinde şiddetle alâkadar olduğu hâlde karşıki sahilde bir karış yere mâlik değildir.

Fas, Fransa'nın istilâsı altına düşmek üzeredir. Düşmese bile Fransa Cezayir'i, zapt ve Tunus'u gasbetmiş olduğundan Akdeniz'in batı kısmı bir Fransız gölü hükmüne girmiştir.

Tunus’taki Bizerte limanı o derecelerde mükemmel ve gerek tabiî ve gerek sınaî ve müstahkem bir limandır ki böyle bir mevkie dayanan Fransız donanmasından, İtalya daima korkmaya mecburdur.

Mısır, İngiliz askerî işgali altında olup İtalya oradan bir şey ümid edemez. Şu hâlde mevkiini tahkim ve menfaatlerini muhafaza için Trablus ve Bingazi'ye göz dikmekten başka çare bulamıyor. Fakat İtalya'yı Trablusgarb'ı temlik’e sevk eden sebepler yalnız bu kadardan İbaret değildir. Ahalisi günden güne arttığından İtalya hükümeti, efrad-ı milleti sevk ve iskân edecek bir yere muhtaçtır. Sicilya adasında maişet menbalarma nisbetle ahali o' derece çoğalmıştır ki üç döt senede bir kıtlık ve sefaletten hasıl olan iğtişaşlar meydana gelir.

Habeş sahillerindeki Eritre adlı İtalyan müstemlekesi, deniz kıyısında ehemmiyetsiz bir dilden ibaret kalmıştır. Şu sebepler saikiyle İtalya’nın en büyük emeli Trablusgarp ve Bingazi’yi ele geçirmekten ibaret ise de bu emeli, Akdeniz muvazenesi ve Avrupa devletler muvazenesi ile yürütülmeye mecburdur. Binaberin İtalya'nın mihver siyaseti «ittifak ve muavenetini pahalı satmaktan» ibaret kalıyor.

Filvaki İtalya, üçlü ittifaka dahil ise de İngiliz ve Fransızlarla pek hoş geçinmektedir. Bilâkis Avusturya ile araları pek soğuktur.

İtalya Alman ittifakından kendisine Trablusgarbın temlikini [mal edilmelini] bekliyerhez. Zira böyle bir şey şimdilik Almanyamn elinden gelmemekle beraber şayet gelmesi tasavvur ve farzedilse bile bundan Almanya için fayda yerine tehlikeler melhuzdur. Meselâ İtalya'nın, müstemlekeleri muhafaza derdiyle İngiltere ile ittifakı gibi. İtalya burasını bildiği için İngiltere ve Fransaya yaklaşmaya çalışmaktadır. Mamafih İtalya şurasını da bilir ki ne Fransızlar ve ne de İngi-lizler, kendisinin Trablusgarp ve Bingazi’ye yerleşmesine asla razı değillerdir. Ve ellerinden geldiği kadar buna mümanaat edeceklerdir. Bunun bir çok sebepleri varsa da en mühimi; Bingazi’deki Bomba limanıdır. Malta, Cebelitarık’ı ibtâl etmişti. Fransızların Tunusta inşa ettiği Bizerte liman ve istihkâmları Malta’yı İbtâl etti. Lâkin muhakkaktır ki Bomba limanını tahkime muvaffak olan bîr deniz devleti, Akdeniz muvazenesinde pek mühim bir rol ve âdeta bir hâkim rolü oynayacaktır. Zira tahkim edilecek olan Bomba limanı, Bizerte’yi de, Malta’yı da ehemmiyetten düşürecektir.

İktisadî sebeplere gelince :

Bugün bizim gaflet elimizde boş arazi hâlinde olan Osmanlı Af-rikası, İtalyanlar için, onları hakikaten iki kat kuvvetli ve on kat zengin edecek bir yerdir.

Sirenaik eski nâmı ile mâruf olan Bingazi’deki Yeşil Dağ (Cebel-i Ahdar) âlemde misli olmayan bir münbitlik derecesine mâliktir. Ve bugün orada üç beş harap köy, üç beş bin ahali var. Halbuki ortalama üç milyon halkı beslemeğe kâfidir.

Bütün bu mütalâalarımızdan anlaşılır ki İtalya’nın zübde-i siyaseti, Osmanlı Afrikasmt ele geçirmek imkân ve fırsatını gözetmekle beraber şimdiden muslîhâne nüfuz ve İktisadî istilâya çalışmak, oralardaki mâden araştırma ve imtiyazları, nâfia teşebbüsleri gibi şeyleri tav’an ve kerhen koparmaktan ibarettir. Hele şu son bir şenelikrİtâl-ya siyaset ve hatt-ı hareketi, şu serdettiklerimizin mahz-ı isabet olduğuna burhân-ı celîdir.

ÜÇÜNCÜ M E B H A S GARP MEDENİYETİNDEN GELEBİLECEK İÇTİMAÎ VE AHLÂKÎ ÂFETLER VE ÇARELERİ

ZEVK ve SEFAHAT

• Garp medeniyetinin İslâm âlemine olan ekser ve ihracatı öldürücü zehir tavsifine şayandır. Şurasını da itiraf edelim ki zaten inhitat ve ahlâk fesadına düşmüş olan biz müslümanlar, bu kabil ihracatı talep ve kabulde büyük bir inhimak gösteriyoruz. Garp medeniyeti terkibiyle ifade ettiğimiz büyük medeniyet, elbette yalnız kötülükler ve sefahatten ibaret değildir. Elbette bu medeniyetin takdir ve tev-kire şâyan nice tarafları yardır.

Lâkin Avrupa siyaseti mağlûp ve mahkûm kavimlerin hükümet idareleri için bize, kendileri için kuvvet ve satvet sebebi olan medenî âmilleri değil, zaaf ve sefahatin evveli olan İçtimaî âmilleri vermeğe meyyaldir. Biz de bütün kudretimizle bu avamil-I mekruheyi kapıyoruz!

AvrupalIların tahakkümü altına düşen yerlerde, zırhlılar, yüksek binalar, büyük köprüler, trenler, endüstri merkezleri meydana getirecek mühendisler, san’atkârlar yetişmiyor. Biz onların ticaret, iktisat ve ziraat usûllerine, teavün ve şefkat, fâziletin himayesi v.s. gibi İktibas edilmesi feyz ve teâlimizin sebebi olacak sosyal teşkilâtlarına rağbet etmiyoruz.

Piyano çalmak, alafranga şarkı söylemek, modaya göre on türlü kıyafete girmek, mükemmel tıbahat [sofra, yemek] usûllerimize Frenklerin cicili bicili ve fakat lezzetsiz ve kaba yemeklerini tercih etmek, reviş ve reftarda [edalı yürüyüş] bin şekilde tuhaflıklar göstermek, çocuklarımızı milliyet haricinde terbiye etmek. Kendisini bu vatanın yabancısı yapacak fikirlerle işba eylemek, türlü renkte alkollü içkiler yutmak, din ve fazilet hissinden tecrid etmek, namus ve âdetler hususunda reybî ve lâkayd kalmak, zevk ve sefahati hayatın gayesi bilmek: İşte Avrupa medeniyetinden zengin ve fakirlerimizin almaya ve taklide kalkıştığı şeyler.

Bunlar, mütekâmil, zengin ve zinde bir milleti bile zayıf düşürmeğe, hattâ mahv u münkariz etmeğe- kâfi iken; intibahla tealiye niyet etmiş ve inhitattan kurtulmağa azmetmiş milletleri, biz müslüman-ları, o düştüğümüz tedenni ve esaret çukurunda ebediyyen bırakacağı şüphesizdir.

Vâkıa hayatın gayesi, saâdet-i dâreyndir. Lâkin bu saâdet, bir mücahede, bir sa'y-i beliğ ve medîdin mükâfatı olabilir. Bugün cahillere, ittihad etmesini bilmeyenlere, cidâl-i hayatta galip gelemiyen-lere, değil saâdet, hattâ hakkı hayat bile yoktur.

Bir siyasî dâhi: «Hürriyet verilmez, alınır.» demiş. Biz de deriz ki: «Saâdet sadaka edilmez, sadaka gibi kimse tarafından kimseye verilmez; saadet kazanılır.» Biz saâdetimizi kazanmalıyız. Saadeti kazanmak için kuvvetli, gayretli ve hamiyetli olmamız lâzımdır, tâ kİ saâdetimizi, bizden kuvvetlilerin, bizden gayretlilerin, bizden hamiyetlilerin gasbetmelerinden kurtarabilelim.

Bugün zenginlerimiz, evlâtlarını sahte ve muzır bir terbiye ile, gülünç bir kukla şekline koydukları vakit, gerek vatan ve milletlerine, gerek kendi aile ve nesillerine ne kadar büyük fenalık ettiklerini fark bile etmiyorlar.                                                   .

Garp medeniyetinin teressübât-ı mekruhesini [kötü tortularım] harisçe almada ve taklitte maalesef avâmımız bile gayret gösteriyor. Bir işçi, bir satıcı, bir dükkâncı, bir küçük sah’atkârın meyhanede oturup da: «Bana konyak, apsent, bira getir» demesi büyük teessüflere lâyıktır.

İşret, hamiyet ve gayreti mahv eden, namus ve insaniyet düşmanı bir belâ iken, Avrupamn renkli ispirtolarına rağbet, artık İsim verilemiyecek bir rezalettir. Bizi tehdit eden Avrupa’nın donanmaları ve orduları değildir. Bizim başımız üzerinde cılız bir iplikle birlikte asılı duran kılıç garp medeniyetinin redaet ve sefahatidir. Eğer bunlardan sakınmanın çarelerini bulamazsak, millî hayatımız, kâbuslu bir rüya gibi, minnet ve sefalet içinde geçer. Hiçbir vakit gasbedilen haklarımızı istirdat ve saâdetimizi istihsal edemeyiz.

Bu büyük tehlikeyi artık anlamalıyız. Hayat için kolera ve ve-ba’nın âmiİlyeti ne ise, millî ve İçtimaî hayat için Avrupa sefahat ve redaatinin tesiri odur. Milletin rehberleri, aydınları , bu tehlikeleri hakkiyle takdir etmeli ve millet topluluğunu ikâz ve irşad etmelidir. Garp medeniyetiyle temasımız artık kat’î bir şekilde almış yürümüştür. Bu medeniyetin satvet ve kuvvet sebebi olan avamilinden hiç bi-risinl almaya ve iktibasa vakit bulmazdan evvel, fezahatlerini istiareye [iğreti olarak almak] koyulursak, İntihara başlamış oluruz.

Memleketimizde henüz sanayi yok gibidir. Hattâ servet ve ihyamıza bâis olacak ziraat bile orta çağdaki şeklinde ve hattâ bir çok noktada ondan bile daha âdi bir hâldedir.

İğneden ipliğe kadar, en âdisinden en âlisine kadar, bütün İhtiyaçlarımızı Avrupa ve Amerika’dan bekliyoruz. Bu «bekliyoruz» keli-meclğini tefsir edersek hâsıl olacak mânâ yeis vericidir. Çünkü «bekliyoruz» demek: Esaretlerin en kötü ve menfur şekli olan İktisadî esaret ile Avrupa ve Amerika'nın esiriyiz: bin mihnetle kazanabildiğimiz parayı onlara vermeğe, onların hesabına çalışmağa mecburuz; Avrupanın muhtekir san'at ve mârifet hey’etinin hakları gasbe-dilen amelesiyiz.» demektir!

En ziyade şâyan-ı teessür ve teessüf şurasıdır ki servetin sebep ve vasıtaları hangi noktamızda vüs'at ve tekâmül gösterirse, İktisadî esaret de orada şiddetleniyor. Öyle bir hâlde kİ esaretin en çok hüküm sürdüğü yerler, fakirliğin nisbeten azaldığı yerlerdir. Şu ser-dettiklerimizi ve sebeplerini izah edelim.

Şimendiferden, muntazam yollardan ve binaberin ithalât ve ihracatı mâhdur ve bâhusus ihracat mıntakası etraf ve civara hasredilmiş bir yer farz ediniz (ki Anadolunun büyük bir kısmı bu şartlar altındadır) böyle bir yerde ziraat, mahallî ihtiyaçlar derecesinde* ticaret ise âdeta mahallîdir. Böyle bir memleketin İktisadî ahvâlinde mühim değişiklik ümid edilemez. Meğer ki şartlar değişsin. Böyle bir yerde muayyen bir aded sahih servet, avamil-i ticaret arasında devredip durur. Bu serveti arttırmak için, o yerin servetini işletmek, çalışmanın hasılat ve semerelerini ihraç, ihracat mıntakalarını tezyld ve böylece oraya hariçten menfaat celbeylemek lâzımdır. Bu ise her şeyden evvel nakil vasıtalarını, yolları, şimendiferleri çoğaltmak ye bundan başka da ticaret ve iktisat usûlüne vukufla olur. Maatteessüf bizde bu şartlardan birincisi yâni şimendifer ve yollar gibi nakil vasıtaları nerede vücud bulduysa orada millî servet kuvvet bulacağına bilâkis eski hâlinde bile kalmıyor. Vâkıa muamelât çoğalıyor, lâkin başkalarını zengin etmek ve bizi biraz daha fakir bırakmak için oluyor. Sebep? Bu sebepler çoktur. Belli başlıları şunlardır:

·        1 — İhracatta olsun, ithalâtta olsun dâima vasıtalara, dellâllara, yabancılara muhtaç bulunmamız,

·        2 — Sosyal hayatta sür’atli değişmeler neticesinde her şahsın masrafı .eskisine nisbet edilemiyecek derecede vâridatından tasarruf edemiyeceği mertebede artması,

·        3 -— Sefahat ve zevk iptilâsının artışı. (Bu İkinciye dahi! edilebilir.)

Şimdi de şü fikirleri tahlil edelim :

«S» mevhum nâmı İle bir kasabayı ele alalım.

«S» kasabası şimendiferle sahile bağlı değilken onun kendine mahsus bir siması, bir muvazenesi vardı.

Ahalisinin büyük bir ekseriyeti, yerli köseleden yapılan pabuç, çizme ve kundura giyerdi. İç çamaşırı yerli dokuma bezlerinden, entarileri yerli bez ve alacalardan yapılırdı. Kab kacak, ekser levâzım ve âletleri hep yerli mamulattan ibaret olurdu. Sefahate ait şeyler bile yerli olmak zorunda kalırdı. Çünkü nakil vasıtalarının fıkdanından [kıtlığından] ecnebi malı oraya nakledilemez, nakledilebilenleri pek pahalı satılarak gayet mahdut bir daireye mahsus kalırdı. Nakil vasıtaları başlar başlamaz, yukarıda saydığımız hacet ve âletlerin yüzde doksanı Avrupa'dan yapılan ithalâta çevrilir. Yavaş yavaş hamallar bile yerli köseleden mamul pabuç yerine mukavvadan süslü potinler giymeğe başlar.

Artık o cicili bicili basmalar, kar gibi beyaz bezler varken kimse kaba dokumalara tenezzül etmez olur. Bahusus bu câzibedar mallar o kadar da ucuzdur ki yerli malların onlara rekabeti hatıra bile getirilemez.

Şu misâli bütün havâyice [hâcetlere] tatbik ettikten sonra bir bi lânço yapsak görürüz kİ :

·        1 — Nâkil vasıtalarından evvel, meselâ orta tabakaya mensup bir vatandasın faraza, Hüseyin ağanın senelik , geliri on aded sahih idi. Masrafları ise sekiz veyahut dokuz.

·        2 — Vesait-i nakliyeden sonra ticarete faaliyet gelmiş, fiatlar yükselmiştir.

Hüseyin ağanın vâridatı on beş aded sahihe çıktı. Lâkin masrafları da bu vâridata tekâbül ediyor..

Şu hâlde kazanan kim? Herhâlde Hüseyin ağa değil. Dellâllar, vasıtalar, ecnebiler. Öyle ise nasıl edelim? Yol yapmıyalım mı? Şimendifer yapılmasın mı? Hayır, eğer millî servetimiz, vâridâtımız, şimdiki durduğu derecede kalırsa, bizim için satvetli bir ordu beslemek, mühim bir donanmaya mâlik olmak, terakki ve tekâmül göstermek mümkün değildir.

Şu hâlde ne yapalım? Eğer âtideki tedbirlere müracaat edersek, saydığımız mahzurların onda sekizi kalkar.

Evvelâ: Millî ihtiyaçlarımıza göre fabrikalar yapmalı ve bunları yalnız yapmanın değil, yaşatmanın yolunu bulmalıyız. Bu da her .vatandaşın, millî teşebbüsleri kendi işi bilmesi ve onu kendi işi gibi himaye etmesi İle olur.

Bu fabrikaların çıkaracağı ilk malı, kusurlarına bakmıyarak almalıyız. Hattâ fiat hususunda bile ecnebi mallarından biraz yüksek olmasını mâzur görmeliyiz.

Saniyen: Şahsî kuvvetleri, şahsî sermayeleri birlpştirmeliyiz. Nihayet ki bizde en ziyade zayi olan buralarıdır. Bizi berbat eden in-firad [teklik, yalnızlık] tır. İnfirad, nahvet [kibir] ve gururun en kötü şeklidir. Her memlekette, mühim millî teşebbüslere kifayet edecek sermayeye, bu teşebbüsleri idare edecek zekâlara mâlikiz. Eğer bir kasabanın yek diğerine rakip olarak kullanılan küçük sermayeleri, bir emel-i mübecceli fiile çıkarmak üzere birleştirilirse ve buna ne-mâsız ve köşe bucakta saklanan küçük sermayeler zammolunursa, neler yapılmaz. Her kasabada, iş bilir adamlar var. Bunların zekâ ve dirayeti, mahdut sermayeleri yek diğerine rakip yaparak, birbirini ızrara [zarar vermeğe] mevkuf oluyor [bağlı kalıyor].. Eğer sermayeleri birleştirmekle beraber faaliyet ve zekâlar da tevhid edilse, o kasaba kurtulmuş olur.

Üçüncü olarak: Her kasabada iş erbabına sülük gibi yapışmış ve kanını emmekte olan sarraf, muameleci, dellâl, v.s gibi muzır şâhıslardan milleti kurtarmak. Bu da gayri mümkün bir şey değildir. Dikkat edilse görülür ki çok defa bir kasabada sakin olarak yirmi otuz köy halkının kazancını gasb ile meşgul olan muhtekirlerin mecmu' sermayesi bir kaç bini geçmez.

Dördüncü olarak: Velevki pek küçük mikyasta olsun, millî ve mahallî cemiyetler, şirketler, hey’etler yaparak ahaliyi infirad ve lâ-kaydiden kurtararak şirket ve tevhid-i mesaiye [çalışma, birliği] alıştırmak.

Beşinci olarak: Ahlâkı tasfiye lüzumunu, milliyet ve vatan sevgisi fikirlerini yayacak vasıta ve vesileleri tamamlamak.

Yine tekrar ederiz ki zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla tüfekle yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu, Avrupa komisyoncu ve dellâlları, seyyar ticaret memurlarıdır.

Bu sulhperver düşmanlara ağuş-ı kabulümüzü açarsak, İktisadî İstikbalimizi kaybetmiş oluruz. İktisadî istiklâle mâlik olmayan bir millet ise siyasî istiklâlini mihnet yükü gibi taşır.

TELKİ N-l EF KÂ R MİSYONERLER VE MEKTEPLERİ

Bizde terbiye ve tedris usûllerinin mükemmel olmayışı, büyük şehirlerimizde bir çok katolik ve protestan misyoner mekteplerinin açılmasına sebep olmuştur. Bu mektepler, bilhassa terbiye ve sıhhî hususlarda çok mükemmeldir. Lâkin rûhânî adamlar idaresinde dinî bir maksatla kurulmuşlardır. Binâberin . bir müslüman için bu mekteplerden istifade farzolunamaz. Bu mekteplerden çıkan çocuk, itikâden değilse bile, âdetler ve hâl bakımından müslüman kalamaz. Bu mekteplerin ne netice vereceği Suriye'de yapılan tecrübe ile sâbit olmuş bir keyfiyettir. Bu mekteplerden çıkan gayr-i müslîm talebe, Osmanlılığı aslâ sevemiyor, ecnebi fikirlerini, ecnebi memleketlerini daha ziyade seviyor. Müslim talebeye gelince : Gerçi bir müslümanın Hıristiyan olması mümkün değilse de dinî hissiyatını kaybetmesi ve millî birlik düşmanı kesilmesi çok mümkündür.

Misyoner mekteplerine evlâtlarını veren babaların serdedebile-cekleri mâzeretler, hiçbir vakit kabul olunamaz. Bu mâzeretler, olsa olsa, şahsî menfaati, millî menfaate tercihten başka bir mânâ ifade edemez. Binâberin evlâtlarımızı bu mekteplere vermemeliyiz. Bununla beraber bu mekteplere muhtaç olmayacak bir hâle gelmeye çalışmak ta borcumuzdur.

YAHUDİ MES’ELESİ

Siyonistler

Vatanımızda sakin musevi OsmanlIlarda şimdilik şikâyet edecek hiçbir sebep ve cihet yoktur. Lâkin Avrupa’da Yahudilerin fikir ve emelleri, Osmanlı Yahudilerin! bu hâlde bırakacak mıdır? İşte bir mes’ele ki biz müslümanlar, bunu da tetkike ve Avrupadan bize gelecek tehlikeler meyan ma -koymağa mecburuz. OsmanlIların ve bilhassa müslümanların binde dokuzyüz doksan dokuzu, musevi denildiği vakit, hatırına insafsız zengin sarraflarla küçük sanayi ile, meşakkatli hizmetlerle meşgul pejmürde adamlar gelir. Demek ki biz, şu ma-lûmata nazaran, Avrupa’nın en mühim sosyal avâmilinden olan Avrupa musevilerini bilmiyoruz.

Osmanlı müsavilerinden, bu milletin ne kadar çalışkan, ne kadar kanaatkâr ve ne derecelerde tahammüllü ve sabırlı olduğunu biliyorsak da bu küçük milletin sebat ve zekâsının, hiçbir milletten aşağı olmadığını bilemeyiz.

Misâl olarak Fransa’yı, Fransada Paris’i ele alırsak, görürüz ki banker, tüccar vs. den sarfı nazar, meşhur siyasî muharrirlerin büyük ekseriyeti yahudi olduğu gibi içlerinde büyük profesörler, meşhur âlimler çoktur. Binlerce sene vatansız, mahkûr ve zelil, her türlü düşmanlık ve zulme hedef kaldıktan sonra yahudiler, Avrupa’nın en medenî kısımlarında kendilerinin kahroluşlarına sebep olan âmillere galebe etmişler, siyasiyat ve içtimâiyata pek mühim tesirler göstermeğe başlamışlardır.

Avrupa yahudileri, her bulundukları, memleketin lisânım söylemekte olup millî lisanları olan İbrânice’yi kaybetmişlerdir. Bir yahudi, vatanında oturduğu milletin âdetlerine ve lisânına uysallık göstermeğe mecburdur. Yahudiler bir «Vatan-ı has» dan, bir «Yahudi vatanından mahrumdurlar». (4)

Avrupa'da servet ve siyasiyatı ele geçirdikten sonra büyük Yahudi mütefekkirleri, âleme yayılmış olan Yahudileri bir noktaya toplamağa, yahudi milliyet, lisân ve vatanını îhyâya azmetmişlerdir.

Bu maksat için birçok cemiyetler teşkil edilmiş olup en meşhuru Siyonist cemiyetidir.

Musevî mütefekkirlerinin, yahudi milleti İçin tasavvur ettiği vatan neresi olabilir? Şüphesiz ki eski vatanları olan Filistin, yâni Kudüs ve havalisi.

Şimdi Filistinde iki yüz bin yahudi y^r, oralarda mevcud ahaliden fazla insan iskânı da mümkündür. Sonra da dünyanın paylaşılmamış ve sahipsiz yeri olmadığından yahudiler, kendilerine has vatan olacak memleketi, devletlerden birinden herhangi bir suretle almağa muhtaç.

Bütün bu sebepler bir araya getirilmiş ve siyonistler tarafından Osmanlı vatanı, yahudilerin hicret yeri, Kudüs ve havalisi has yahudi vatanı olarak seçilmiştir. Şimdilik çeşitli yollarla Kudüsteki yahudileri çoğaltmağa ve araziyi ele geçirmeğe çalışıyorlar.

Siyonistler, Osmanlı İmparatorluğunun himâyesi altında bir «Filistin yahudi eyâlet-i mümtâzesi» teşkil etmek- istiyorlar. Birkaç vakittir, bu işte gösterdikleri faaliyet hayrete şayandır ve diyebiliriz ki muvaffakiyetleri de büyüktür. Demek ki siyonistler, Türkçesi vatanımızın bir parçasını elimizden almak istiyorlar. Siyonistlerin bu emeli, yahudilik açısından muhterem olabilir. Her millet, müstakil ve bir vatan sahibi olmak emelini besler. Lâkin hiçbir millet kendi vatanını diğer bir millete vermek cinnetini göstermlyeceğinden, biz Osmanlı müslümanlarinın hak ve vazifemiz, vatanımızı parçalanmaktan muhafazadır. Bu itibarla siyonistleri İslâm’ı tehdit eden tehlikeler meyânında görmekteyiz. Şimdilik Osmanlı yahudileri siyo-nîstlerin taraftarı değilse de içinde yaşadığımız asır «cinhet-i milliyet» asrı olduğuna ve hiçbir insan, milliyetine has bir vatan arzusundan tecerrüd edemiyeceğine (sıyrılamıyacağma) nazaran Musevî vatandaşlarımızın bugünkü bîtaraflığına muvakkat bir hâlet nazarı ile bakmağa ihtiyaten borçluyuz. Mamafih siyonistlerin doğrudan doğruya icra vasıtaları Osmanlı yahudileri değildir. Bînâberln Siyonizm tehlikesini müstakillen muhakeme etmek ve bu mes'eleyi OsmanlI yahudileri ile «semitizm - sâmi mes’elesî» ile alâkadar görmek lâzımdır.

SAMİ MES'ELESİ BUGÜNKÜ MEDENİYETTE YAHUDİLER

Yahudilerin bugünkü medeniyette zannettiğimizden fazla alâkalan vardır. Mûsevîler bugünkü toplumun teşekkülünde gayet faal bir vazife görmüşlerdir.

Yahudilerin saadetlerinin inkişafına ve haklarını istirdat etmelerine iki mühim mâni vardı. Birincisi Avrupa’nın siyasî ve İdarî şekli, diğeri de Hıristiyanlıktır. Yahudiler, birincinin istihale ve tebeddülüne, İkincinin zayıflayıp yok olmasına çalışmışlardır. Yahudiler bu hayret verici cidâlde, diğer avâmilin de inzimamı yardımiyle muvaffak olmuşlardı. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya, Avusturya, İtalya, Belçika, Hollanda ve hattâ İspanya ve Portekiz gibi yerlerde yahudiler, hıristiyanlığı ya kısmen tahakküm durumundan atmışlar veya tamamen hususî bir zemine def etmişlerdir.

Avrupa’da bir vakit dinin gördüğü vazifeleri, bugün bir felsefe manzumesi demek olan «Ateizm - dinsizlik», «librpanse - hür düşünce» ve «Farmasonluk» görüyor.

Eski Avrupa zâdegân (asilzade) sınıfı çok yerde hiçe indirilmiş ve yerlerini «bankerlerden» ibaret yeni bir mümtaz sınıf işgal etmiştir ki bunların mühim bir kısmı yahudi ve yahudilere yardımcı olan dinsizlerdir. Yahudilerde milliyetçilik, mütecanis olmak ve din hissi, zaman ve ef’âlin tesirinin kudreti fevkindedir. Onlar hürriyetçilik sayesinde Avrupa’yı yarı yarıya dinsiz, bir kısmını sosyalist yaptıkları hâlde kendilerinin yahudiliğine «dînen ve kavmen» zerre kadar hâle! getirmemişlerdir.

Avrupa'da ilimler ve fenler, sanayi ve ticaret, sırf terakkiye mâni olan eski siyaset usûlleri yâni mutlakıyetle kilise tahakkümünün mahvı sayesinde mümkün olmuştur. Hürriyet ve meşrutiyet usûllerinin kuruluşunda yahudilerin mühim hizmetleri görülmüştür. Şu hâl-de Avrupa'nın yahudilere minnettar kalması lâzım iken neden «an-. tisemist» ler yâni yahudi düşmanları bulunuyor? Neden birçok kimseler, yahudiliği bir tehlike gibi telâkki ediyor?

Bu düşmanlığa tamamen haklı nazarı ile bakılamaz. Evvelâ İşe din hissi karışıyor. Sonra da kavmiyet hisleri bu mes'elede yabancı

kalmıyor. Mamafih yahudilere atfedilen en ciddî töhmet, onların İktisadî istilâlarıdır. Avrupa’da bankalar, piyasalar, borsa ve para ya-hudilerin nüfuzu altındadır.

Yahudiler hakkında dermeyan olunan ithamlardan biri de şudur;

«Hıristiyan milletleri din ve milliyet kaydından, ahlâkıyat ve mâ-neviyat düsturlarından dışarı çıkarıyorlar. Âvam tabakasının nefsânî ihtiraslarını kışkırtıp sosyal muvazeneyi mahvediyorlar. Bütün bu kargaşalıklardan kaybeden herkes, kazanan sadece yahudilerdir. Bir ta-raftan: Amelenin hakları, müsavat, diye bağırdıkları sosyalizm mezhebinin her şeklini terviç ettikleri hâlde, medeniyetin bütün emeklerini, kavimlerin parasını kasalarına çeken onlardır. Dünya milletlerini, dinsiz, ahlâksız bırakarak, onlar arasındaki mânevî bağları ve birleştirici hatları yıkarak, onları âciz ve kudretsiz birer kütle mertebesine getirdikleri hâlde kendileri çelik gibi bir birlik içinde bulunuyorlar.»

işte Avrupa yahudilerine atfedilen ithamlar bunlardan ibârettir. Bunlardan ithamcılara ald garez ve taassup hissesi çıkarıldıktan sonra da kalan miktarı şayan-ı teemmüldür [üzerinde düşünmeğe değer]. Avrupa’da Hıristiyanlık aleyhinde vuku bulan iş ve teşebbüslerde yahudilerin faaliyeti inkâr edilemez, içlerinde âleme hürriyetçilik dersi verenler, herkesi dininden edenler bile kemâl-i metanet ve taassupla Yahudiliklerini muhafaza ediyorlar. Yahudilerin İktisadî tesisleri hakkında ise söz söylemek abestir. Biz uzak ve yakın bin türlü tehlikeye mâruzuz. Mamafih şimdilik bizim için semitizm tehlikesi uzak bir tehlike ise de Siyonizm tehlikesi bilâkis bir emr-i vâkidir. Yahudilik, Siyonizm ve dinsizlikle münasebet derecesi tamamen kestirilememekle beraber, farmasonluk da memleketimizi tehdit eden avâ-milden biridir. Biz anc'ak millî kuvvetlerimizin (kuvay-ı millîye) tamamına hüsn-l temellük ile bin türlü cereyana karşı koymak ümidini beslerken, farmasonluk gibi, bu kuvvetlerle bir arada yürütülmesi (kabil-1 terdîf) mümkün olmayan fikirleri muzır bulmakta haklıyız. Farmasonluk memleketimizde yayılmış değildir. Lâkin siyoriistlerln, bir çok sebeplerden dolayı bu mezhebi yaymayı arzu ettikleri rivâyet olunuyor. Bu rivayetlerin mevsukiyetl de meşkûk ise de tehlikelerin hepsi, netice itibarîyle birbirinden farksız olduğundan bize düşen vazife, dalma İhtiyat üzere bulunmaktır.

FARMASONLUK VE MAKSAD VE MEZHEPLERİ

Masonluğun muhtasar ve müfid (faydalı) târîfi — Süleyman ve Hıram — Âdem, Azâzi! ve Havva — Memnu Ağaç — Kabil ve nesli — Hiram ve Belkıs — Süleymanın tahtı

Masonluğu târif etmek çok müşküldür. Bunun sebebi de birkaç, hattâ birçok masonluğun bulunuşudur. Birtakım safdil veya hüsnüniyet sahibi adamlar masonluğu sırf İnsaniyete hizmet etmek fikri İle kurulmuş, yardımlaşma ve şefkatle meşgul, terakki ve tekâmüle hâ-dim, taassup ve zulme düşman, hürriyet ve fazilete âşık bir cemiyet zannederler. Belki! Masonların birçok dereceleri, birçok mertebeler! olup, üsttekiler aslî fikirlerini aşağı derecelerdeki mensuplara kafiyen söylemezler. Hattâ bu aşağı mertebelerde kalan zavallı adamlar, her masonun mensup olduğu dini muhafaza edebildiğine, masonluğun dinlerle hiçbir alışverişi olmadığına inanırlar.

Masonluğun birinci derecesi olan «çırak» lıktan sonra İkinci derecesi olan «kalfa» hkta ve üçüncüsü olan «üstad» hkta bulunanların bildiği bir sürü yahudi masalı ile parlak ve câzibedâr -yalanlardan başka bir şey değildir.

Masonluğun prensiplerine bir dereceye kadar vakıf ve bu kaidelere göre hareket edenler, on sekizinci dereceyi teşkil eden «Sâllb-I gülgûn - Rose croix» lardır. Lâkin asıl sırlara vakıf olan masonlar, otuzuncu dereceyi haiz olan «Kadoş şövalyeleredir. Mütebâki üç derece, masonluğu idare eden gizli erkâna mahsus ise de bunların malûmatı ile kardeşlerin malûmatı esasında fark yoktur. İmdi farmasonluğu «Kadoş şövalyeleri» nokta-i nazariyle târife kalkışacak olursak, demeliyiz ki :

«Masonluk: Binlerce senedir, beşeriyetin zülüm ve tahkiri altında ezilmiş vatan ve hükümetini kaybetmiş olan yahudlliğin, beşeriyetten intikam almak ve beşeriyete vatan ve milliyetine, din ve ahlâkına lanet okutmak için icad ettiği bir mezhep» dir.

Bu tarifimizden her yahudinin farmason olduğuna, din ve mukaddesatı inkâr ettiğine, Allahın düşmanı bulunduğuna zahip olmamalıdır. Yahudilerin büyük bir kısmı farmasonluğa bigânedir. Lâkin masonluğu Icad edenlerin kabal (kabbale) denilen sihir ve afsun mezhe-

bine sâlik yahudiler olduğu şüphesizdir. Şu kadar ki masonlar, itikat bakımından yahudi addedilemezler. Onların birçok düsturları Tevrat ve Talmut'tan alınmışsa da son mertebelerinde «hâşâ Cenâb-ı Hakkı tel’in ve melikun-nur’u yâni şeytanı takdis ettikleri» bugün tahakkuk etmiş bir şeydir.

Sosyalizm mezheplerinden birisinin piri olan meşhur Prudhon, Orleans şehrindeki farmason locasına intisab etmiş ve masonlukta o derece ileri gitmişti ki, bu cemiyetin azizleri ve evliyâsı sırasına geçmiştir. Prudhon'un yazdığı şu küfürnâmeyi ibret nazarlarınıza koyuyoruz: Bundan, aldanan ve aldatılan zavallı sahte masonların değil, çırak, kalfa ve ustaların değil; asıl masonların, salib-1 güîgûn ve ka-doşlarm maksad ve mezhebi tamamen anlaşılır;

«Ey Adonay! (Ey Tanrı) Ey rnâbud! Zeki ve hür insanın ilk vazifesi seni akıl ve vicdanından kovmaktır. Zira sen esasen bizim fıtratımızın düşmanısın. Biz kafiyen sana tâbi değiliz. Biz, ulûm ve fü-nûna, sana rağmen Vâsıl oluyoruz. Terakkilerimizden her birisi senin kudretini tenkil, eden bir muzaff ariyettir., Artık demesinler ki senin es-rârına akıl ve sır erdirmek gayri mümkündür. Biz bu esrarı keşfettik ve senin .kandan harflerle yazılmış sukutunu okuduk! Nice zamanlar zelîl ve hakir kalan idrâkimiz yavaş yavaş seviye-i nâmüte-nâhiye yükseliyor, şimdiye, kadar tecrübesizliklerimize bizden sakladığı şeyleri keşfediyoruz. Zamanın geçmesiyle gittikçe daha az fenalık, edeceğiz. Kazanacağımız mârifet nurları ve hürriyet tekâmü-lâtı sayesinde kendi kendimize istifa edeceğiz. Mevcudiyetimizi öyle bir derecede mâneviieştireceğiz ki yaratılış (hilkat) sahasının âsâr-ı nefîsesi ve senin küfüvün (dengin) olacağız!

«Kadir-i mutlak addedilen senin men’ine kadir olamadığın bir fıkdân-ı intizam ânı, senin kema!ât-ı İlmiyeni itham ve hikmet-i ba-Jiğânı nakîsedar ediyor. Câhil.,, terkedilmiş ve mağdur insanın iyiliğe doğru muvaffak olduğu en aşağı terakki adımı, ona şeref veriyor. Hâlâ bize hangi selâhîyetle diyeceksin: Mukaddes olunuz, zira ben mukaddesim. «Ey ruh-ı kâzibl... (Yalancı ruh) (Duyulması pek çirkin olan yirmi otuz satırı atlıyoruz.) Niçin bizi idrâkimize vaz’ettiğin zıd fikirler yüzünden «reyb-i umumî» ye (şüpheye) tâbi kıldın?

«Hakikatten şüphe, «adaletten şüphe, vicdanımızdan şüphe, hürriyetimizden şüphe, hattâ kendi mevcudiyetimizden şüphe... ve...

Ey mâbud! Bu şüphenin netice ve semeresi olmak üzere sana İsyan!

«İşte, ey Adonay! Bizim saadetimiz ve kendi şerefin için senin yaptıkların, işte ezelden beri irâde ettiğin şey!

«İşte bizi beslediğin, kan ve göz yaşı ile yoğrulmuş ekmek! Şimdiye kadar ilim ve fennin son sözü, hâkimin medâr-ı hükmü, hükümdarın kuvveti, fakirin ümidi, günahkârın istiğfar vesilesi olan ismin artık bundan sonra insanlar arasında nisyan ve ikraha mahkûm olacaktır! Beşeriyet senin arş-ı azametin önünde boyun eğdikçe hükümdarların ve papaların esiri kalacak, ... sulh ve meveddet insanlar arasında payidar olmayacaktır,

«Ey mâbud! Zira senden korkmaktan âzâde olduğumuzdan ellerimizi semavâtma kaldırarak yemin ederiz ki: Sen idrâkimizin cellâdı ve vicdanımızın kâbususun!»

İşte farmason azizinin «Adonay» a hitâben irâd ettiği isyan hitabesi, sanki cehennemler açılmış, bütün şeytanlar yer yüzüne saçılmış, sonra da- Prudhon’un cehennem misâli vicdanında toplanmış ve oradan kopardıkları küfür ve tuğyan vâveylâsı, 6 delinin ağzından âleme yayılmış!

«Adonay» kimdir mi? Bu bir İbrânice kelimedir ki, esasen «Efendimiz» mânâsını ifade ettiği hâlde İbrâniler ve yahudiler tarafından Cenâb-ı Hakka isim olarak kullanılmıştır. Filvâki Tevratta hareke ve sesli harflerden mahrum olarak «YHVH» acaib terkibi var ki telâffuz ve okunması kabil olmadığından Tevrat’ta bu terkib geldikçe Yahudiler «Adonay» okumaktadırlar. Demek ki Prudhon’un kâ-firâne ve lâinane hutbesinde Cenâb-ı Hakk’a hitap ediliyor. Sırası geldikçe zikredileceği üzere masonlar mabudu zikr ü tesmiye ıztıra-rmda kaldıkça ekseriyetle «âlemin mimar-ı âzami» (Kâinatın yüce mimarı) terkibini kullanıyorlar. Lâkin bu büyük mimardan murad, insanlığın ibâdet ettiği Allah olmayıp «İblis» dir. Bundan dolayı 1b-lis'e «melek-i nûr», «rûh-ı nâr» (ateş ruhu) gibi İsimler verirler. Vakıa küçük dereceli masonlar, bu «mimar-ı âzam» kelimesinden maksadın İblis olduğunu bilmezler, sonra işi anlarlar.

Avrupada bulunan en muteber eserlerden iktibas ederek sırasiy-le masonların ideallerini ve içtimaiyat, siyasiyat, iktisadiyat ve vicda-niyat sahalarında çevirdikleri entrikalarını yazacağız. Lâkin onlardan evvel, küçük derecelilerden üçüncü mertebeliler yâni üstadlara (?) okudukları israiliyatı (İsrail hurafelerini) okuyucuların nazarlarına koymak İstiyoruz. Görülecek ki bu masonlarda akl-ı selimi meclûb edecek hiçbir edebî ve fikrî meziyet yok. Bilâkis emsâli bulunmıya-cak kuru ve âdi şeyler. İhtimal kİ çok âkîl geçinenlerden, bu masonları birer hikmet dersi telâkki edenlerin şu meclûbiyeti, küfür ve inkâra mev'ud (vadedilmiş olan) tecelli-i mudili (dalâlete düşürücü tecelli) den başka bir şey değildir, (ve mekrû ... hayrul mâki-rin) Mebhas-ı mahsûsunda etraflıca anlatacağımız komedyalara bir kalfa mason, üstad derecesine terfi edildikten sonra, locanın «muhteremi» yâni reisi yeni terfi eden «kardeş» e şu meâlde bir hutbe irad eder. (Pek eblehfirîbâne [bönce, ahmakça] olan baş taraflarını hazfediyor, zikretmeden geçiyoruz.) .

«Bu... Davud oğlu Süleyman’ın satvet ve haşmeti son dereceyi bulduğu zaman idi. Akıl ve hikmetleriyle meşhur olan bu hükümdar, ibâdet ettiği «Yahova» nın nâmına muhteşem bir mâbed inşa ettiriyordu. Bu binayı yapmağa memur olan mimar «Hiram» idi.

«Bu adam kimdi? Nereden, geliyordu?

«Onun mazisi esrarengiz idi. «Molok» adlı mâbuda tapan Sur halkının hükümdarı tarafından Süleymana gönderilmiş olan bu adam, yüksek olduğu derecede garip tavırlı idi-ve Kudüse gelmesiyle beraber herkese hürmet ve mutabaat telkin etmenin yolunu bulmuştu.

«Onun cür'etkâr dehası, onu diğer insanların .fevkine çıkarmıştı. Onun-aklı, insaniyetin ihtiva kudreti haricinde kalıyordu; Ve herkes onu «üstad» nâmıyla yâdederek onûn esrarengiz irâde ve nüfuzu önünde baş eğiyordu. Esmer çehresinde hem rûh-ı nuru, hem de dehâ-yı zulumâtı (yâni İblisi) nazarlara aksettiriyordu. Büyük bir heykeltraş olan Hiram, kimseden san’at tâlim etmemiş ve bu kadar mahâreti harab mâbedlerin makberâne sükûtları (mezar sükûtu) arasında tefekkür ve tetebbu' ile elde etmişti.

«İktidar ve tasarrufu çok büyük idi. Enir ü idaresi altında üç yüz binden fazla amele vardı. Bu adamlar, Himalâya dağları etekle* rinde sâkin sanskritçe konuşanlardan, Libya çölü, Gine göllerine kadar her lisanı konuşan , muhtelif memleketler ahalisinden idi. Üstadın bir emri üzerine karalara taşan, vâdileri dolduran dalgalar gibi amele ufkun her noktasından baş gösterdi. Bir gün Saba melikesi Belkıs, hükümdarların' en büyüğü olan Süleymanı ziyârete gelmişti. Süleyman, haşmetli azametini anlatmak emeliyle, Yahova'nın ibâdeti için yaptırdığı mâbedi Belkıs'a ziyaret ettirdi. Belkıs, mâbedin ce-sâmet ve ziynetine hayran olarak, böyle bir benzersiz eseri inşâya muktedir olan mimarı ve amele ordusunu görmek istedi.

«Süleyman, biraz kıskanmakla beraber Hiram'ı çağırttı. Üstad, melîke Belkıs'a tazimatım takdim ettikten sonra mâbedin kapısına doğru yürüdü. Dış kapıya arkasını çevirdi, bir granit kayası üzerine çıkarak, işleri başına gitmekte olan amele ordusuna bir nazar-ı itminan fırlattı. Kiram, bir işaret vermesiyle, bütün yüzler ona doğru çevrildi. O vakit üstad, sağ kolunu kaldırdı, açık eliyle havada bir ufkî hat çizdi, sonra bu hat üzerine iki kaime yapmak üzere dik olarak bir doğru İndirdi. Böylece süryâni elifbasındaki «T» harfini yazmış oldu. Bu işaretin yapılması ile beraber amele kütlesi, bâd-ı sarsarda [pek soğuk, pek gürültülü yel] tutulmuş gibi dalgalandı. Sonra gruplar teşekküle başladı. Muntazam alaylar meydana geldi. Kim olduğu meçhul âmirler tarafından sevkolunan bu amele ordusu, üç büyük kısma ayrılmıştı ve şu sırayla yürüyorlardı :

Evvelâ ; Üştadlar,

Sâniyen : Kalfalar,

Sâlisen : Çıraklar.

«Orta yerde taş işleriyle meşgul amele, sağda marangozlar, solda demirciler bulunuyordu. Amele yüzbinlerle ifade edilebilirdi; yürüdükçe yerler, onların metin ayakları altında titriyor ve bu yürüyüş sahile basmak üzere yükselmiş dalgalara benziyordu.

«Ses, gürültü, en ufak uğultu duyulmuyordu. Ancak adım atışlarından hâsıl olan bir inilti işitiliyordu.

«Bu heybetli insan kütlesi üzerine bir kahr ve gadap nefhası es-seydi bu canlı dalgalar mukavemet dinlemez, kudretiyle her önüne geleni; her şeyi, her hâili sürükleyip götürecekti. Henüz kendi kendini bilmeyen bu korkunç kuvvetin huzûrunda Süleyman titredi. Bir bu mehib kütleye, bir de mâlyetindekl cılız kâhin ve mâbeylnci gü-rûhuna baktı. Ve sandı ki bu canlı dalgalar, kendini de; tahtını dâ; kâhinlerini de bir ân içinde mahv-ı ifna edecek... Lâkin hayır. Hiram kolunu uzattı. Bir ân içinde kitle-i seyyâle donmuş gibi durdu!»

Bu kadarcık izahattan anlaşılacağı üzere Avrupa bid'atlarının bizim için en muzırlarından biri de Far - Masonluktur.            ' >

İÇTİMÂİYUN MEZHEBİ

VE İŞTİRÂK MEZHEBİ

Orta çağda, Avrupa’da halk hususî sınıflara ayrılmıştı. Bu sınıflardan asilzadeler ile rahipler, bilhassa avam sınıfının haklarına şiddetle tecâvüz edegeldiklerinden Avrupa'da zuhur eden ihtilâllerin mühjm sebeplerinden biri de bu tecâvüzler olmuştur. Vâkıa Fransa İhtilâlinden sonra Batı Avrupa'da bu iki sınıfın aşırı hak ve İmtiyazlarına bir had çekilmiş ise de bunların yerini Fransa ve Almanya’da bankerler, büyük sermaye sahipleri, büyük fabrikatörlerden müteşekkil yeni bir sınıf tutmuş ve avam sınıfı da «amele takımı» suretiyle yeni bir şekle girmiş olduğundan, eski kavga başka bir zemin ve şekilde hâlâ devam etmekte bulunmuştur. Bu cidâller, halkın haklarını muhafaza ve vikaye ve maksadı ile yeni bir içtimâi meslek'! (doktrini) ye bu da daha müfrit bir mezhebi icad etmiştir.

Avrupa için bu hâl, pek tabiî idî. Eski sosyolojinin temelleri olan asılzâde imtiyazları ve papazlar hâkimiyetinin yıkılışı üzerine yeni ve. halk için faydalı esaslar lâzımdı. Bu esaslar, Avrupa’da hüküm-fermâ olan dinden alınamazdı. Çünkü hıristiyanlık bu gibi aslî Içtimâî maddelere mâlik değildi.

İşte «sosyalizm» denilen içtimâiyun mezhebi bu gibi avâmil-I İçtimâiye ile meydana gelmiş ve daha ilk zamanlarında emval ve evlâdın iştirâki gibi ilhad dinsizlik fikirlerini de kabul ederek «iştirâ-kiyun» (komünizm) mezhebini doğurmuştur.

Biz müslümanların din ve içtimaiyatımız, hiçbir sınıfa, hiçbir şekilde imtiyaz vermez. Bizde asılzâde, avam, ruhban sınıfları olmadığı gibi dinimiz tam bir müsavatı emreder. Bizde henüz amele sınıfı itlâkma şayan bir çalışanlar topluluğu meydana gelmemişse de, geldiği vakit bile bu sınıfı, gadrine hedef edecek bir diğer sınıf ahalimiz olmadığından ve hiç bir müslüman, nâmus ve insanlık haysiyetini ayaklar altına alarak evlât, ve zevcelerde ortaklığı kabul edemiyeceğinden ve bizde ne sosyalistliğe ve ne de iştirâk (komünizm) mezhebine lüzum ve talep yoktur. Müslümanlar, kendi muhit ve tarihlerinden gelmeyen bu gibi ecnebi fikirlerden tamamiyle tevakki etmelidirler.

ÜÇÜNCÜ KİTAP

OSMANLI KAVİMLER! MUVAZENE, İTİLÂF, İTTİHAD

Osmanlı milleti, muhtelif kavimler tarafından meydana getirilmektedir. Meşrutî bir hükümette her kavmin samimî emelleri bir suretle inkişaf ve tezahür edeceğinden, bizde de meşrutiyetin ilânı De beraber Osmanlı unsurlarında birisi aslî ve hakikî, diğeri fer'î ve .câli (sahte) iki temayül yüz gösterdi.

1 —Unsurî menfaat.

- 2 — Unsurların ittihadı.

Eğer her unsurun has maksadı «Osmanlılık» denilen mânevî şahsiyetin menfaati ve yükselmesi olsaydı, ittihad-ı anâsır (unsurların birleşmesi) dan daha kolay bir şey tasavvur edilemezdi. Lâkin her unsur bu birliği kendi hususî menfaatına vâbeste (bağlı) gördüğünden bu şekilde bir ittihadın kavl-i mücerrete ve bir söz oyunundan ibaret kalacağı şüphesizdir.

Biz müsiümanlar memleketimiz için hayat ve memat bahsi olan bu mes’eleyi tam şümulü ile ve amelî, imkân verici bir fikirle düşünmeli ve halletmeliyiz. Vatanımızda sakin ve bizimle beraber vatanı yükseltmeğe mecbur olan bir kısım unsurların, mevcudiyetimizin düşmanı ve hiç olmazsa milliyetimizin rakibi şeklinde bulunması tahammül olunur hâllerden değildir.

Ecdâdımız olan Türkler, bu memleketleri fethettikleri vakit, bir çok kavimlerin siyasî hâkimiyetlerine son vermişlerdi. Mamafih İslâmiyet Camiası ciheti sebebiyle, müslüman kavimler hiçbir vakit «bâzı haklardan mahrum, mahkûm kavimler» menzilesine indirilmemiş ve cümlesi Türklerle tamamen müsavi tutulmuştur. Gayri müs-lim kavimlerin dahi din, lisan ve âdetlerine hürmet ve riayet edilmiş olmakla beraber onlar, müslüman kavimler kadar haklara nail değildirler.

İttihad ve muvazene bahislerinde Osmanlı unsurlarının evvelâ şu tarihî vaziyetini unutmamak lâzımdır. Sonra da yerine göre Ittihad ve itilâf âmilleri olan »din», «kavmiyet» ve «lisan» mes'elelerini hatırdan çıkarmamak gerektir.

Bu tenbihler (vesâya), göz önüne alındıktan sonra, biz müslü-manlar, birlik tesisi için ne yapmalıyız?

Bu suale cevap bulabilmek için evvelâ hangi unsurun ne gibi şeyler istediğini ve bu isteklerin, kabulünün mümkün olup olmadığını bilmek lâzımdır.

Evvelâ her kavim, gerek müslim olsun ve gerek gayri müslim bulunsun, kavmiyet ve hususiyetlerinin devam edebilmesi için zarurî şart olan din ve âdetlerinin, lisan ve temayüllerinin muhafazasını talep ediyor.

Meşrutiyet ve tarihî haklan ayaklar altına almamak, resmî din olan Islâm dininin üstünlük ve mânevi hâkimiyetine tecâvüz eylememek ve «Osmanlılık» denilen mânevî şahsiyetin -mukaddes menfaatları tehlikeye düşürülmemek şartiyle bu talep edilenleri kabul etmek lâzımdır. Bunları kabul etmemek, tarihî hataları şu zamanda tashihe kalkışmak demektir kİ, bu da gayri mümkündün

Lâkin bugünkü günde bütün Osmanlı unsurlarının talepleri bu meşrû hadde kalıyor mu? Hayır. Hiç kimse İçin fâidesi melhuz olmayan yalandan ve saklamaktan vazgeçer de hakikati olduğu gibi görürsek, bâzı anâsırın mutâlebâtınıh (İsteklerinin) Osmanlılıkla kabil-l telif olmadığını görürüz.

Mateessüf bâzı Rum vatandaşlarımıza göre milliyet merkezi İstanbul değil, Atinadır. Nasıl kİ, bâzı Bulgar vatandaşlarımıza göre bu merkez Sofyadır. Bu hakikatleri inkâr etmek, hergünkü vukuatı görmemek demektir. Şu hâlde ittihad-ı anâsır meselesini evvelâ İkiye ayırmak lâzımdır. Zira ki müslüman unsurları, böyle bir emel ve temayül ile itham etmek mümkün değildir.

UNSURLARIN BİRLİĞİ MES’ELESİ

(İTTİHAD-I ANÂSIR MES’ELESİ)

Müslüman unsurların hariçten hiçbir ümidi yoktur. Şeref ve istiklâllerini muhafaza için ittihattan başka ilâçları da yoktur. Maazallah Osmanlı vatanının parçalandığı farzolunsa, bu, yalnız Türklerin değil bütün müslümanların tam mânâsiyle esareti demek olur. Bir Rum,

zaten milliyetinin merkezi bildiği Yunanistana iltihakla teşfi-i sadr [İntikam alıp yürek soğutmak, rahat bulmak] edebilir. Bir Bulgar, Makedonya’nın Bulgaristan hissesi olacağını umar. Ya biz? Ya biz müslümanlar? Acaba ortadan Osmanlılık kalksa, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin istiklâlleri muhafaza edilebilir mi? Hiçbir vakit.

En cengâver ve gayur Araplar, Cezayir, Tunus ve Mısır'daki ylr-mibeş milyon Arap bugün istiklâllerine sahip midirler ki üç milyon Yemenlinin Osmanh birliğinin inhidamından sonra Jstiklâl imkânları hatıra gelebilsin’

Aynı mülâhaza diğer müslüman kavimler hakkında da vardır. Biz müslümanlar «Osmanlılık münhedim olsa (yıkılsa) bile diğer bir İslâm hükümetinin İdaresi altına geçeriz» diyemeyiz. Mateessüf bugün dünyada yalnız dört müstakil İslâm hükümeti kalmış olup, bunlardan Afgan küçük, uzak ve biz müslümanlar için hâlen siyasî tesirleri mefkud (bulunmayan) bir hükümettir. İran, Rus ve Ingiliz istilâsı altında olup henüz kendi istiklâlini bile temin edememiştir. Fas, istilâ ve inklsam (bölünme, paylaşılma) tehlikesine mâruzdur.

Demek ki bütün İslâm ve Jslâmlyanm ümidi Osmanlılığın, İslâm hilâfetinin kuvvet ve itilâsındadır.

Burasını müslim OsmanlIların bilmemesi mümkün değildir. Demek kî diğer tarihî icaplar ve gerek bugünkü menfaatler sebebiyle Osmanh müslüman unsurlarının tam mânâsiyle samimî ittihadından kolay bir şey yoktur. Mateessüf, siyaset ve idare rehberlerinin fikrî ve İdarî âcizlikleri bu muhterem emelin keşmekeşte kalmasına sebep oldu. Vâkıa müslüman unsurlar arasında henüz halledilmemiş ufak tefek mes’eleler yok değilse de bunların ortadan kaldırılması kadar kolay bir şey tasavvur edilemez.

Demek ki her şeyden evvel fiil ve vuku’ sahasına koymağa borçlu olduğumuz şey, müslim unsurların İttihadıdır. Bu ittihad, Osmanh ittihadının, unsurlar İttihadının temelidir. Ne çare kİ burnunun ucunu görmiyecek kadar cahil oldukları hâlde kaderin cilvesi olarak allâme ve dâhi kesilen birtakım siyasilerimiz, gaye, unsur ve tasnif gibi tefekkür levazımından mahrum olduklarından, her akıllarına geleni mümkün ve her hayali hakikat sandılar da şu aziz emel bugünlere kadar husûle gelemedi.

Meşrutî idarede hâkim millettir. Lâkin bir milleti teşkil eden fertlerin hepsi aynı suretle düşünmiyeceğinden millî hâkimiyet demek, birbirini nakzeden ve birbirine zıd fikirlerin hâkimiyeti mânâsına gelemez. Çünkü böyle bir mânâ, anarşiyi, hükümetsizliği müşirdir. Demek ki millî hâkimiyet, millî ekseriyetin arzusu mânâsına gelir.

Türkiye’de ahalinin ekseriyetini müslümanlar teşkil ediyor. Meşrutiyet usûlü mucibince Ösmanh millî hâkimiyetinin mîzanı, İslâm ekseriyetidir. Bu ekseriyet pâyidâr oldukça gayri müs|im unsurlar, hususî menfaatlerinin temini için, Osmanlılığa hizmete, Osmanlılığa sadakate, Osmanlılığa samimiyetle iltihaka mecburdur.

Bu mecburiyet, evvelâ bir tevazün sonra bir i'tilâf ve nihayet bir ittihad şeklinde görülecektir. Biz müslümanlar, bu noktayı hiçbir vakit unutmamalı ve boş lâfların oyuncağı olmamalıyız.

MİLLÎ VE RESMÎ SİYASET

İNFİRAD MI, İTTİFAK MI?

Bu eserciğin başında büyük devletlerin bize karşı olan siyasetlerini, vaziyetlerini az çok izah etmiştik. Bu izahat nâzar-ı dikkate alındıktan sonra acaba büyük devletlerden biri, birkaçı ile ittifak imkânımız tasavvur olunabilir mi?

İttifak mümkün olsa bile, acaba böyle bir ittifaktan mı, yoksa infiradî ve bîtaraf siyasetten mi fazla fayda görürüz?

İşte birtakım mühim mes’eleler ki, biz müslümanlar, bunları halletmeye ve menfaatimize en muvafık cevabi bulmağa borçluyuz.

Avrupa büyük devletleri için, infirad siyaseti ile idare-i maslâha-ta muktedir olanını biz görmüyoruz. Avrupa, iki devletler topluluğuna ayrılmıştır. Birisi üçlü ittifak, diğeri de üçlü itilâf.

Bizimle AvrupalIlar arasında muallâk mes’eleler o kadar çok ki biz, onlardaki iki mühim siyasî cereyandan müteessir olmamamız gayri mümkündür. Vatanımız iki devletler hey'etinin İktisadî ve siyasî menfaatlarının her an müsademe ve mübâreze ettiği bir yerdir. Memleketimizdeki ■ Avrupa menfaatları, bize zarar verme noktasında müttefik olsa bile, kemmiyet hususunda asla İttifak edemez. Şü hâlde biz İnfiradda kaldıkça dalma iki nevi tehlikeye mâruruz. Evvelâ: Zıd men-faallere, velevki zararımıza olsun, aynı suretle emniyet vermek mümkün olmadığından, fazla menfaat temin edemiyen devletlerin her vakit güçleştirmeleriyle karşılaşacağımıza mukabil, arada bir ittifak olmaması yüzünden, menfaati temin edilenlerin de yardım ve muhafazasına nâil olmamak tehlikesi,

Sâniyen : İki devletler topluluğunun, sırf bizim zararımıza olarak, terdif-1 menafi etmek (menfaatlerini birleştirmek) mecburiyetinde kalmaları ihtimali tehlikesi. (Bunun evveliyatı, Bağdat şimendiferinde görülmüştür.) Demek ki infirad siyasetinde, bizim için hiçbir menfaat yoktur. İttifak siyasetinde iki hey’etten birinin İğbirarını kazansak bile, diğerinin hasbel ittifak (ittifak dolayısîyle) muavenet ve muhafazasını ümid edebiliriz. Lâkin infirad hâlinde Avrupa ihtiraslarına karşı yapayalnız mukavemet zorunda kalıyoruz kİ, bahusus bizim gibi acemi siyasilerin böyle mübârezede hissesine düşen yalnız mağlûbiyettir.

Şimdi de sualin ikinci haddi geliyor. Öyle ise kiminle ittifak edelim? Evvelâ şurasını söyliyelim ki millî teyid ve meveddet ile müzeyyen siyasî rical (kadro) meydana getiremezsek, iktidar mevkiinde çalıkuşu vaziyeti He duran kimselerden müteşekkil bir kabine, Avrupa siyasîleri ile ittifak gibi şeylerin müzakeresine hiçbir vakit glrlşe-rnez.

Evvelâ Meclis-i Meb’usanımızdaki mühim siyasî partiler, devletler hey'etinden birini tercihte ve onunla ittifakı kabulde müttefik olmalıdır.

İtalya ile Almanya müttefiktir. Bu ittifak bir kabinenin fikir ve tervici semeresi olmayıp, İtalyan millî ekseriyetinin ittihadı olduğundan başa hangi parti ve kabine geçse, hep bu ittifaka taraftar bulunur. Ve şu hâlde Almanya «İtalya’nın filân kabinesi falan partisi ile değil, İtalya ile ittifak etmiş» sayılır. Bu şartı yerine getirebildiğimiz gün, biz de Avrupa devlet topluluklarından birisi ile ittifak edebiliriz. Hangisiyle?

Her ikisiyle! İhtimal ki, kalbi îmândan, dimağı iz'andan mahrum ve İslâmiyetin geçici inhitatını görüp de istikbalden me’yus olanlar, Osmanlılığı AvrupalIların müsamaha ve inayetleri sahasında pâyidâr olabileceğini zannederler. Bu fikrimizi mânâsız bir ta'zime (büyüklen* meğe) hamlederler. Lâkin kat’iyen böyle değil.

Vâkıa Ingiltere'nin azameti, Rusya ve Fransa’nın satveti, âlem-l Islâm’ın bugünkü mahkûmiyetinin idamesine bağlıdır. Lâkin bu devletler, pek güzel bilirler ki bu mahkûmiyet ilelebed pâyidâr olacak bir şey olmayıp, zaman mes'efesidir. Müslüman mütefekkirleri, kurtuluş gününe kadar, mahkûm müslüman kavimlerinin, sırf terakki ve tenevvüre (aydınlanmağa) sarfedilen, asûde bir hayat geçirmeleri taraftandırlar. Bu, hâkimler için son derece faydalı ve semereli bir keyfiyettir. Esasen menedilmesi mümkün olmayan bir şeyin, zararı az bir suretle vukuuna razı olmıyacak biricik akıl tasavvur edilemez.

Bugünden itibaren dem-l istihlâsına (kurtuluş ânına) kadar ihtilâller içinde geçecek bir İslâm âlemi ile asûde ve mütekâmilâne vakit geçirecek bir İslâm âlemi arasında, İngiltere ve Fransa ve hattâ Rusya için büyük farklar vardır. Bu güzel hâli meydana getirecek en büyük ve mühim müessir, makam-ı celîl-1 hilâfet ve Osmanh İslâm âlemidir.

Binâberin böyle metin, yalan ve riyâdan âri bir zemin üzerinde İngiltere, Fransa ve Rusya ile konuşmak ve uyuşmak çok mümkündür. Bu imkân ve lüzumu o devletlerce gayri vâki ve gayri musaddak farzetmek Avrupa'nın zaaf ve kuvveti ve siyaset sırları hakkında hiçbir şey bilmemek demektir. Evet,, İngiltere, Fransa ve Rusya ile ittifak, pek mümkündür. Yalnız onlar, böyle bir ittifaktan hakikaten kârlı çıkacaklarına emin olmalıdırlar.

Avrupa devletleri, muktedir ellerle idare edilecek Osmanh siyasetinin müthiş iktidarını bilmez değil. Lâkin biz millî tekâmülâtımız-da sür'atle devam edersek Avrupa diplomatları ile aşık atacak rical (kadro) yetiştirmez ve siyasetimizin idaresini, bir nahiye-i hüsn-i idareden âciz bütün mahareti muntazam söz söyleyip yazmaktan ibaret adamlara tevdi eylemekte, millî menfaatlerimizi ömrü vaziyetin ikbâlinin idamesine fedâ etmekte ve kendi kendimizi birtakım evhamu hayalâtla aldatmakta devam edecek olursak, elbette AvrupalIlar, bizimle uzlaşmayı, tepemize yumruk atarak bizi sersemce kullanmağa tercih etmezler.

Lâkin siyaset ve idaremize fedakârca bir mecrâ verdiğimiz gün, şimdi AvrupalIların görmemezliğe geldikleri kuvvetimizi görecekler, görecekler değil, çünkü zaten bunu görüyorlar, gördüklerini itirâf edeceklerdir.

Dört yüz milyon insana mânevî nüfuzu icraya muktedir, en fedakâr bir milletin mümessili ve bir buçuk milyon kellesi koltuğunda gezen, fedakârlığı ve şecaati emsalsiz bir orduya mâlik olan Osmanlı Hilâfet ve saltanatı, bu âlemde hiçbir kuvvetin istihfaf ve lâkaydi nazarıyla göremiyeceği bir kuvvettir.

Almanya ve Üçlü İttifakla ittifak ise bizim için daha kolay ve daha tabiidir. Burası müsellem sayıldığı için uzun uzadıya delil getirmeye lüzum görmüyoruz.

Bu iki ittifaktan hangisinden daha ziyâde istifade edeceğimize gelince: Burasını ceffelkalem kestirip atmak doğru değildir. Her bir şeyin faydası ve faydasının dereceleri bir takım şartlara ve bu şartların kuvvetine göre tefavüt eder (farklılık gösterir.) Lüzumlu şartları hâiz olduktan sonra her iki tarafla ittifaktan müstefid olabiliriz.

İslâm âlemiyle olan tabii ve kuvvetli irtibatımız itibariyle İngiltere ve Fransa ve bunlar dolayısiyle Rusya ile uzlaşmak daha muvafık zannedilir. Almanya, Avusturya ve İtalya ile ittifak ise daha tabii sanılır.

ittifak şartlan olarak vereceğimiz; bâkir mâdenler, münbit araziden istifâde, nâfıa inşaatı, bir buçuk milyon süngü ve mukaddes bir mânevî nüfuzun tevcihi. İstediklerimiz: Kapitülâsyonların lağvI, Is» tiklâl ve millî hürriyetimize hürmet, İslâm âleminin terakki ve saadetine müsaade ve himmettir.

Bu pazarlıkta ulüvvücenab İslâmda kalıyor. Verdiğimiz, istediğimizden ziyâdedir. Bize diyenler var ki: «Bizim satvet ve kudretimiz, donanmalarımız, ordularımız, hâzinelerimiz var, ya sizin?»

Biz de onlara cevaben deriz ki: «Bizim de felâket ve idbarla da yıkılmaz bir itminan ve imânımız, sizi besleyen ve istemezsek bes-lemiyecek olan vatanlarımız var!» Tenkid ve tetkik terazisine korsak, bizim varlığımızın daha ağır olduğu tahakkuk edecektir. Olabilir ki, hâlihazırın, bu zamanın bozuk mizanı bu malı yanlış tartar, lâkin Hak terazisi yanılmaz.

SON

Z E Y L

Yazan : M. Şevket Eygi

Bismîllâh

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Beyin «Müslümanlara Reh-ber-i Siyaset» adlı eseri basılalı tam 60 sene oluyor. Bu zaman zarfında ne muazzam değişiklikler oldu, ne korkunç hâdiseler cereyan etti. Hem cihanın çehresi, hem de İslâm Âlemi büyük inkılâplarla bambaşka oldu. Bu olup bitenleri tafsilâtıyla yazıp, bu risâleye eklemek istesem binlerce sayfa dolar da yine yazacaklarım bitmez. Ben burada, söylenmesi gereken şeylerin ancak bir fihristini yapmakla iktifa edeceğim, feraset sahibi olanlar tafsilâtını kendileri düşünürler.

İSLÂM ÂLEMİNİN HÂLİ

Eskiden İslâm âleminin büyük kısmı emperyalist devletlerin müstemlekesi (sömürgesi) idi. Hindistan, Cezayir, Tunus, Sudan gibi... Bugün sömürge olan İslâm ülkesi hemen hiç kalmamış gibidir. Bunlar sözde bir hürriyet ve istiklâle kavuşmuş görünüyorlar. Ama gerçekte çoğu yine sömürgedirler, sadece şekli değişik birer sömürge. Eski sömürgeciler batılı emperyalistlerdi. Şimdiki sömürgeciler ise halkın içinden çıkan dinsiz, köksüz, ruhsuz, öz halkına ve kültürüne düşman zorba bir azınlıktır. Buna auto-colonie (bizatihi sömürge), yâni içerden bir azınlık diktatoryasının sömürü düzeni diyoruz. Misâl mi arıyorsunuz? İşte Cezayir, işte Tunus, işte Mısır, işte Suriye, işte Gine... Fransızları, İngilizleri kovdular. Sonra ne oldu? Başlarına geçen mason, mürted, yabancı ideolojilerin hayranı, kâfir idareciler o ülkelerdeki müslümanlara eski sömürgecilerden daha fazla zûlm etti.

PARÇALAYICI FİKİRLER

İslâm düşmanları, müslümanlârm birliğini parçalamak, âlem-i İslâmî küçük küçük devlet ve halklara bölmek için, ümmet-i Muham-rried'in (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) arasına menfi kavmiyetçilik mikrobunu yaydılar. Önce Türklerle Arapların arasını açtılar. Garplı misyonerler Hıristiyan araplara «Arap Milliyetçiliği» denen veba mikrobunu aşıladılar. Bu hastalık, kâfir mekteplerinde okuyan ve müslümanlıktan sistemli şekilde uzaklaştırılan müslüman Araplara sirayet etti ve bütün Arap âle mini hasta etti. «Önce Arabım, sonra Müslümanım» zihniyeti İslama İhanetti.

Türkiye'de Moiz Tekinalp adlı bir yahudi ile Ziya Gökalp adlı bir mülhid, menfî kavmiyyet fikri ile panisiâmizme cephe aldılar. Peşlerinden sürükledikleri gafillere kendi öz binalarının temellerini yıktırdılar.

FARMASONLUK

Dünya yahudiliğinin icrâ organı olan beynelmilel mason locaları İslâm ülkelerinin hepsinde şubeler açtı. Parayla, nüfuzla, mevkiyle kandırdığı zayıf karakterli münevverleri, boş diplomalı köksüzleri bünyesi içine aldı. O ülkelerin siyasî, İçtimaî, İktisadî, mâlî, ticarî ve harsî bütün müesseselerini hızla yayılan bir kanser gibi istilâ etti ve tarihin kaydettiği en amansız, en iğrenç, en gaddar bir «auto -colonialisme» sistemini kurdu. Modern propaganda metodlgrıyla, halkı afyonladı. Hile, ile veya cebren İslâmiyetten uzaklaştırmağa çalıştı.

SİYONİZM ve İSRAİL

Yahudiler 2000 yıldanberi yeryüzüne dağılmışlardı. Tefecilik yaptıkları, faizlş ve mâlî dalaverelerle içinde yaşadıkları milletleri soyup sovana çevirdikleri için her yerde nefret ve düşmanlıkla çevriliydiler. 19 cu asrın sonlarında Theodor Herzl adlı bir yahudi gazeteci Filistin’de yahudilerin bir devlet kurması fikrini ortaya sürdü ve siyon ileri gelenlerine kabul ettirdi. Herzl İstanbul'a geldi ve Sultan Abdül-hamid'den Filistin’i yahudilere açmasını istedi. Büyük halife hain ya-hudiyi tersledi ve kovdu. Bunun üzerine yahudiler İttihad ve Terakki çetesini kurdurdular, el altından desteklediler, New York'lu bir yahudi bankacı milyonlar harcadı. 1908 2 ci Meşrutiyet inkılâbı, arkasından düzmece 31 Mart vak'ası oldu ve modern Panislâmizm cereyanının önderi ulu hakan Abdülhamid Han devrildi. İkinci merhalede ise, yahudiler Osmanlı İmparatorluğunu parçalattılar ve 1948 de 2 bin yıllık rüyalarını tahakkuk ettirerek İsrail devlet-i habîsini kurmağa muvaffak oldular. Böylece İslâm âleminin kutsal topraklarında bir çıfıt üssü meydana geldi. Yahudi emperyalizmi şimdi, içinde Medîne-i Münevvere de olmak üzere Nil'den Fırat’a kadar bütün İslâm topraklarına - göz dikmiş ve kutsal Kudüs'ü ve Mescid-i Aksayı eline geçirmiş bulunmaktadır. İsrail’i yok etmek âlem-i İslâm için bir ölüm-dirim meselesidir.

İDEOLOJİLER DÜNYASI

Sovyet Rusya’da ve Kızıl Çin’de komünizmin İdareyi ele geçirmesi dünyaya bir ideoloji kavgasına sürüklemiştir. Komünizm ırklar, halklar, kültürler üstü bir ideolojidir. Bunun karşısına millî ideolojilerle çıkılamaz. Komünizmi ancak cihanşümul bir dünya nizamı durdurabilir. Bu sadece İslâmiyettir. Renklerin, ırkların, lisanların, kavimlerin, iklimlerin üstünde bütün zamana ve mekâna hitap eden, insanlığın bir bölüğü için değil, tamamı için hürriyet, refah, saadet, eşitlik getiren yegâne nizam İslâmiyettir. Onu bu cephesiyle insanlık âlemine tanıtmak bugünün müslümanlarına düşmektedir.

İSLÂM! SARAN TEHLİKELER

MİSYONERLER : Bunlar müslümanları iki kademede İslâmdan uzaklaştıracaklarını zannediyorlardı. Önce İslâmdan uzaklaştıracaklar, sonra da vaftiz edeceklerdi. Ama plânları yanlış netice verdi. İslâmdan uzaklaştırıp mürted ettikleri gençler hıristiyan olmadılar. Ya azılı birer komünisı, ya da kozmopolit birer eşkiya oldular.

MASONLAR : Bunların nisbeti halka nazaran binde bir bile değildir. Ama gazeteler, üniversiteler, yayın ve propaganda vasıtaları, maarif teşkilâtı, İktisadî - malî - ticarî müesseseler, para, nüfûz, şöhret hep ellerindedir. Böylece ülkenin alt-yapısını kontrolları altına almışlardır. Hükümetler devrilir, iktidarlar değişir, ihtilâller olur. Fakat o meş’um mason saltanatı yıkılmaz. Bir nev’i hacıyatmaz’ gibidir.

KOMÜNİSTLER : Komünistlerin de sayısı azdır. Fakat Rusya'dan ve Çin’den destek görürler. Merkezleri oradadır. Oradan para gelir, oradan direktif gelir. Plân ve programlarını Ruslar veya Çinliler yapar. Afyonlayım propagandalarla daha önce İslâmdan uzaklaştırıl-

mış budalaları kendilerine çekerler. Refah, sosyal adalet, barış martavallarıyla ülkelerini Rus veya Çin peyki yapmak uğrunda gay ret sarfederîer. Ancak İslâm âlemi komünizme karşı büyük bir di renme gücüne sahiptir: Endonezya'da cereyan eden kanlı hâdiseler çok canlı bir misal olarak karşımızdadır. İhtilâle teşebbüs eden komünistleri müslüman halk ve ordu elele vererek temizlemiş ve, yarım milyon kızıl sapık öldürülmüştür.. Bu hâdiseden alınacak çok dersler ve ibretler vardır.

KOZMOPOLİTLER: Bunlar İslâm âleminin bünyesindeki kanserli hücrelerdir. İçinde yaşadıkları halka karşı, yabancılarla ittifak et inişlerdir. Kendi Öz dinlerini, kültürlerini inkâr etmiş, birer emper yalist ajanı haline gelmişlerdir. Birbirlerini tutarlar, köşebaşlarinı kaparlar.

RUSYA—ÇİN MÜSLÜMANLARI

Kızıl Rusya ve Çin boyunduruğu altında tam 50 milyon müslü-man var. Türkistan inim inim inliyor. Camiler yıkılmış, Kur’an’lar yırtılmış, medreseler kapatılmış, kadınların Örtülerine saldırılmış, ibadet hürriyetine mâni olunmuştur. Bu müslümanların âlem-i İslâm ile olan bağları koparılmış, mektepleri kapatılmış, dinî eserler oku-yamasmlâr diye alfabeleri bile değiştirilmiştir. Yirminci asır insanlığının en büyük faciası budur. Hâl böyle ikon, âlem-i İslâmdaki bir takım satılmış serserilerin «Vietnam, Vietnam» dîye bağırmalarına niükabil, Türkistan’dan hiç söz etmemeleri ne kadar utanç verici bir haldir.                         .                                                            c

ZAAF SEBEPLERİ

. Dinsizlerin yıkıcı propagandaları, mürtedlerin cehennemi baskıları sonunda âlem-i İslâm'da din hayatı zayıflamıştır. Halk din bilgisinden mahrum bırakılmış, bâzı yerlerde ibâdete bile yasak konmuştur. Yahudi uşağı, mason, komünist, kozmopolit zorbaların bas-kısiyle din hürriyeti yok edilmiş, dinî tedrisat gemlenmiş, müslü-manlar darmadağın hale getirilmiştir. Kurtuluşun tek çaresi Kur'an-ı Kerim’in gösterdiği yola girmek, Resûl'un (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) sünnetine uymaktır. .

SAHTE REHBERLER

Bugünkü âlem-i- İslâm en fazla ihlâslı mürşidlere ve rehberlere muhtaçtır. Maalesef bunların sayısı azdır. Sırf Riza-yı İlâhî için çalışan, dünya menfaatlerine arka çeviren; şân; şeref veşöhrete talip olmıyan; siyasî nüfuz, ikbâl ve devlet peşinde koşmıyan; müslüman-lığın icaplarını eksiksiz yerine getiren mürşidlere,. rehberlere tâbi olmadıkça müslümanlar kurtulamazlar, Bugünkü âlem-i İslâmî Şeyh Abduh ve Cemâleddin Efgânî tipinde ikbâl-perest ve zayıf karakterli maceracılar değil, İmamı Rabbani ve benzerleri gibi İslâm büyükleri sahil-i selâmete çıkarabilir. Kurtuluşun birinci şartı dinîni benliğine âlet eden ihlâssız başları terketmektedir.

CİHAD

Âlem-i İslâm’ın gerileyiş sebeplerinden biri de cihadın terkidir. Cihad, Allah yolunda, din uğrunda her. vasıtayla gayret etmek', çalışmak, savaşmaktır. Devrimizde en büyük cihad vasıtaları eğitim, öğretim, basın, propaganda ve telkindir. Müslümanların hamiyet hisleri zayıflamıştır. Üstelik plönsız-programsız çalıştıkları için de, din için toplanan paralar yerine sarfedilememektedir. Plânlı, programlı, şuurlu bir cihad şarttır, zarurettir.

İMANI KURTARMAK

"Bu asırda âlem-i İs’.âm’da en mühim iş, dinsizlik yangını içinde kalan halkın îmânını 'kurtarmaktır. Bütün çalışmalar içinde en önem-

lisi budur. îmân kaybolursa' gaye de yitifilir. Ama îmân muhafaza edilirse ümid kaybedilmez, doğacak güneş sabırla beklenir.

KURTULUŞ METODU

TAKVA : Âlem-i İslâmî fetvâ ve ruhsat yolu kurtarmaz. Kat’iyyen

tâviz vermemelidir.- Azimet yolunu seçmelidir.

İHLÂS: Gaye Allah rızası olmalıdır. Mevki, menfaat, şöhret, dev-

let,.- ikbâl kat’iyyen istenmemelidir.

ŞECAAT : Müslümanlar korkusuz olmalı; kâfirlerden yılmamalıdır- lar. Ne delice atılganlıklar, ne de zelilâne bir baş eğiş... Kurtuluş için akıllıca, cesurca ve plân - program dahilinde çalışmalı.

KARDEŞLİK: Müslümanlar arasında fitne-fesat çıkarmamalı, herkesin ayıbını araştırmamalı, birliği bozmamalıdır.

İTAAT: Gerçek İslâm büyüklerine.

DİSİPLİN.

İBÂDET: En büyük vazifemiz.

FERAGAT.

FEDAKÂRLIK.

RESÛL'E (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) MUHABBET. Onu büyük önder tanımak.

— S O N —

Baskısına 1967 yılında başlanan «Müslümanlar Uyanın» kitabının zeyli Hicret-i nebevîyenin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 1387 yılı Şevvalinde (Milâdî 9 Ocak 1968) Allah’ın izniyle tamam oldu. Kitabı yazanın, bastıranın okuyan müslümanların ve bütün mü’minlerin Hak yardımcısı olsun. Velham-dülillahî Rabbil âlemîn, vessalâtu vesselâmu âlâ Seyyidil Mürselîn.

ÖZÜR

Kitap eski yazıdan lâtîn harflerine çevrilirken bâzı yanlışlar olmuştur. Ezcümle 80 ci sayfanın alttan 9 cu satırındaki (ömrü vaziyetin) doğrusu (Âmr ve Zeyd’ln) olacaktır. (Şunun bunun, falanın filânın mânasına...)

1

Haccâc, Emevîler devrinin zâlim bir valisidir. Kaligula ise zâlim bir Roma imparatorudur.

2

Âmme sûresinde.

(2e) Merhum müellif bu satırları yazdığı zaman 1908 ayaklanmasının Osmanlı İmparatorluğuna sahiden hürriyet. getirdiği zannı yaygındı. Aradan birkaç sene geçtikten sonra anlaşıldı ki, Sultan Ab-dülhamldin merhametli ve şefkatli otoriter idâresi yanında İttihad -Terakki hürriyeti (!), zulüm ve istibdatların en müthiş ve en şeni’i imiş... (Naşir)

3

Kitabın basıldığı tarih Hicrî 1327 dir.

4

Israel 1948 de kuruldu.

F: 5

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar