Süleyman Uludağ / İSLAM’DA FAİZ MESELESİNE YENİ BÎR BAKIŞ
SUNUŞ
Riba
yasağı İslam iktisadının esas paradigmalarından
biridir. Umumî olarak haksız ve adaletsiz gelir aktarmalarını ifade eder. Bu
durumlar daha çok ödünçlerde ve mübadelelerde ortaya çıkar.
Bu
genel çerçeve içerisinde ribanın kapsamı hakkında birçok tartışma
yapılmaktadır. Hem mezheplerdeki farklı görüşler ve hem de tarihî uygulamalar
bu tartışmaların belli başlı sebepleri olarak görülmektedir.
Günümüz
Türkçesinde faiz kavramı daha çok ödünç ilişkilerinde ortaya çıkan ribayı ifade
etmektedir. İslâm iktisatçılarının büyük çoğunluğu bu riba türünü de kabul
etmemekte ve matematik yaklaşımlarla kurdukları modellerde faize yer vermemektedirler.
İslâm
iktisadı konusunda düşünenlerin bir kısmı, fıkhî “çareler” ile riba olmaktan
kurtulduğu varsayılan, fakat İktisadî olarak faizden başka bir şey olmayan
tarihî uygulamalara dikkatimizi çekmektedirler.
Yine
zaruret ve maslahat gerekçeleriyle geçici süreler için faize müsamahakâr
bakıldığına da şahit olunmaktadır. Bu noktada vurgulanması gereken şey,
kapitalist gelişmenin etkisiyle faize getirilen yeni yorumlardır. Özellikle
XIX. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Çağ-daşlaşmacı-tslâmcı yazarlar
kapitalizmin evrenselliğini açık veya zımnî olarak kabul etmişler ve bu arada
da teorilerinde faiz ve bankacılığa, çeşitli dozlarda yer vermişlerdir.
Elinizdeki
kitap riba (ve bu arada faiz) konusundaki bilgilerimizi kaynaklardan itibaren
yeni değerlendirmelere tabi tutmakta ve yukarıda değinilen yaklaşımları gündeme
getirmektedir.
DERGÂH
YAYINLARI
BÎRKAÇ SÖZ
Faiz
ve riba konusundaki bu araştırmanın gayesi imkân nispetinde meseleyi tarafsız
bir biçimde ve tarihî gelişme süreci içinde ele alıp İslam toplumundaki
tezahürlerini incelemek, bunun tenkit ve tartışmasını yapmaktır. Esasen
karmaşık ve anlaşılması zor olan bu meselenin inanç konusu olarak ele alınması,
bu alanda yapılan inceleme ve çalışmaları güçleştirmekte ve
verimsizleştirmektedir. Bu yüzden araştırma ve inceleme adı altında yapılan
yayınlar, faizin ister mübahlığını savunsun, ister haramlığını öne sürsün çoğu
zaman bilineni tekrar etmekten öte bir anlam ifade etmemektedir.
Acaba
faiz ve riba konusu olup bitmiş bir olgu mudur? Konunun gerek esasına, gerekse
ayrıntılarına dair yeni bir şey söyleme imkânı yok mudur? Eskiden beri bilinen
hususları yeni bir üslupla birtakım yeni delillere dayanarak tekrarlamaktan
başka bu konuda bir şey söylenemez mi? Toplumun ve ekonomik hayatın sürekli
değişmesine paralel olarak konunun esası ve ayrıntıları hakkında yeni
açıklamalar ve yorumlar yapmak, eski görüşleri tenkit süzgecinden geçirmek ve
tartışmak mümkün değil midir? Sadece faizin haram olduğu yönünde mi yoksa ona
ek olarak ayrıca bir de mübah-lığı yönünde de mi yayın yapmak daha faydalıdır?
Başka bir deyimle bu meseleyi tek yönlü mü yoksa çok yönlü olarak mı ortaya
koymak daha iyi sonuç verir? Bu esere hâkim olan temel düşünce yukardaki
sorulara verilen olumlu cevaplardır.
Bütün
bu araştırmalarda, özellikle dinî yönü bulunan incelemelerde inanç önemli bir
unsurdur. Şayet araştırıcı önceden edindiği inançlara uymayan, onları kısmen
veya tamamen geçersiz kılan sonuçlara ulaşır ve buna rağmen ihtiyatı elden
bırakmamak için eski kanaatına, toplumda hâkim olan ve kabul gören gelenekçi
telâkkiye bağlı kalmaya devam ederse, böyle bir çalışmanın fazla İlmî ve fikrî
bir kıymeti olamayacağı aşikârdır. Yeni ve değişik görüşlerin sakıncalı yani
eksik ve hatalı olmaları ihtimaldir. Fakat öyle bile olsa böyle bir çalışmanın,
öbürlerine nazaran daha değerli olması lâzım gelir. Zira eksikleri tamamlamak
ve yanlışları düzeltmek suretiyle ilim yolunda ilerlemek mümkün olur. Zaten
öteden beri hep böyle olagelmiştir. Bu yüzden ne kadar dindar olursa olsun bir
araştırıcının, hiç değilse maddî ihtiyaçlarla ilgili konularda incelemeler
yaparken eski görüşlerini, düşüncelerini ve inançlarını aşma hedefine yönelip
gerçeği bulmak için bütün gayretini harcaması icap eder.
Faiz
ve riba konusundaki çalışmalar umumiyetle ön fikirlere ve peşin hükümlere
dayanır. Yapılan çalışmaların gayesi, hareketli ve değişken olan sosyal ve
ekonomik gerçeği bulmak değil, faiz yasağı hakkındaki fikirleri aktarmak ve
bunları delillendirmektir. Bu ise tek yanlı bir çalışmadır. Konuyla ilgili
delillerin sağlamlık ve güvenilirlik derecelerini, bu meseleyle alâkalı
ihtilafların sebep ve kaynağını sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutmak bu
hususta önem taşır.
Gelenekçi
görüşün tam karşıtı olan diğer bir grup da tam ters’i-ne faizin lüzumlu ve
faydalı bir şey olduğunu peşinen kabul eder, cahil ve geri kafalı olanlardan
başka kimsenin buna karşı çıkmayacağına inanır. Sabit fikir ve inanç burada da
olumsuz bir unsur olarak ortaya çıkar. Faiz yasağını geri kalmışlığın ve
İktisadî çöküntünün sebebi olarak görüp bunun vebalini din adamlarına
yükleyenler de vardır1. 1
Diğer
taraftan faizin haram olduğuna inananlar da aynı şeyden faiz serbestisini
savunanları sorumlu tutar ve onları suçlarlar. Bu iki zümrenin zıtlaşmaları ve
birbirini karalamaları çoğu zaman bu meseleyi araştırma konusu yapmaya engel
olmakta, bazen de kördüğüm hâline getirmektedir. Bu durumu gören pek çok kimse
ya selâmeti susmakta görmekte ya da birtakım elâstikî ifadelerle meseleyi
geçiştirmektedir. Bu türlü sebeplerden dolayı faiz ve riba meselesi aklıselim
ve sahih nakil zemininde rahat bir biçimde tartışılamamaktadır.
Faiz
yasağına veya serbestisine taraftar olanlar arasında makûl, ılımlı veya insaflı
olanlar da çoktur. Bunlar, muhalif görüşte olanların fikirlerine saygı duyar,
onları suçlamaktan kaçınırlar. Ama seslerini fazla duyuramazlar.
Riba
ve faiz konusunda eser ve makale yazan din adamlarının anlayış ve tutumlarına
da kısaca göz atalım:
·
1. Riba ve faiz
üzerine görüş belirten din adamlarından bazıları bu konudaki dinî ananeyi aynen
devam ettirmekte, bir yandan görünüş itibariyle riba ve faize kökten karşı
çıkmakta, ama öbür taraftan bu konudaki şer‘î hileleri caiz, hatta sevap olarak
görmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen bu zümrenin en güzel örneğidir. Elmalılı M.
Hamdi Yazır, Ahmed Naim, Kâmil Miras da bu zümreye dahil
edilebilir. Tarikat şeyhleri de bu zümreye dahildir.
Son olarak İsmail Özsoy, Faiz ve Problemleri (İzmir, 1993) isimli
eserinde bunu savunmuştur.
birkaç söz
·
2.
Umumiyetle fıkıh ölçüleri ve çerçevesi içinde kalıp bu sahadaki hükümleri
faizin cevazı istikametinde zorlayanlar ve çeşitli yorumlarla faizi
meşrulaştıranlar da vardır. el-lstiftau'l-Hindiye'de bu görüş gerçekten
başarılı bir şekilde işlenmiş , mukrıze menfaat
sağlamayı ön gören ikraz akitlerinin caiz ve muteber olduğu sonucuna
ulaşılmıştır. Fıkhı esas alarak, ayet ve hadisleri o çerçevede yorumlayarak
faizin cevazı sonucuna ulaşanlar ekseriya zaruret esasını göz önünde
bulundurmaktadırlar.
·
3.
Fıkhı bir tarafa bırakarak ayet ve hadis esasından yola çıkanlar, İbn Teymiye
ve Ibn Kayyim‘in zihniyetini aynen devam ettirmektedirler. Yani hem ribayı ve
türlerini aynı sayıp reddetmekte, hem de hileli yolları maskaralık sayıp
şiddetle tenkit etmektedirler. Mevdudî, Seyyid Kutub bu zümrenin önde gelen
büyük temsilcileridir.
·
4.
Fıkıh ölçüleri içinde kalmayan, ayet ve hadisleri esas alan, lâkin bunları yeni
bir yoruma ve değerlendirmeye tâbi tutup faizin caiz, ribanın haram olduğu
kanaatine ulaşanlar da az değildir. Ali Suavi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed
Abduh, Reşid Rıza, Faz-lurrahman gibi âlimler bu zümreye dahildir.
Buna
göre birinci grup faizi dolaylı olarak, ikinci ve dördüncü grup açıktan caiz
görmüş, ribayı ise tefecilik sayıp şiddetle kötüle-miştir. Üçüncü grup ise faiz
ve ribayı aynı şey olarak görüp şiddetle reddetmiştir.
iktisat,
ticaret, sanayi ve hukuk sahasında uzmanlaşmış, dinine bağlı inançlı ilim ve
fikir adamlarımızın da riba ve faiz üzerine yazıları vardır. Lâkin bunların
eserleri ve makaleleri de meseleye esaslı ve ciddî bir izah şekli
getirmemektedir. Bunun sebebi şudur: Sözü edilen inançlı ve
dindar iktisatçılar önce ya bir taklitçi din adamından veya cahil bir şeyhten
faizle ribanın bir ve aynı şey olduğu inancını ve telkinini almakta, sonra bu
telakkiye bağlı kalarak faiz ve riba meselesini incelemekte ve bu suretle
yaptıkları araştırmalarla, peşinen benimsedikleri inançları teyid eden deliller
ve tespitler ortaya koymaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bunların
yaptıkları
başka bir şey de şudur: Gerek Batı’da, gerekse bizde zaman zaman ekonomik
zorluklar, bunalımlar ve krizler görülmektedir. Sözü edilen iktisatçılarımız,
ekonomik alanda görülen bu ve benzeri olumsuz gelişmeleri tamamıyla faize
bağlamakta, faizi caiz görmenin iktisat ilmi bakımından da mümkün olmadığı
yolunda temas ve irtibat hâlinde oldukları hocalara ve şeyhlere İlmî mütalâalar
arz etmektedirler. Neticede faizle ribayı bir sayıp ikisinin de haram olduğunu
söyleyen hoca ve şeyhlerin inancını pekiştirmektedirler. Böylece fâsit bir
daire ve bâtıl bir devir ortaya çıkmaktadır. Hocalar iktisatçıların,
iktisatçılar hocaların peşin fikirlerini ve ön hükümlerini pekiştirip
güçlendirmekte, bu kısır döngüden yeni bir sonuç çıkmamaktadır.
Faiz
Nazariyesi ve Zrfam’m
yazarı Enver İkbal Kureşî şöyle diyor: “Mevlâna Haşan Gilanî ile Muhammed
Hamidullah'ın rehberliğinden gayet fazla istifade ettim. Ebu*l-Alâ Mevdudî'nin eser ve yazılarından geniş çapta
faydalandım**2.
Görülüyor ki, kendisi iktisatçı olan Kureşî, fikirlerini esas aldığı din
âlimlerinin görüşleri istikâmetinde fikir belirtmeyi görev bilerek yola
çıkmıştır. Öyle olunca da, faizin zararı konusunda herkesçe bilinen birtakım
bilgiler derlemekten ve bunlan eskilere ilâve etmekten başka bir şey
yapmamıştır. Fakat evvelkilerin yaptıklarına nazaran bunu da önemli ve değerli
bir hizmet saymak lâzım gelir.
Bazı
iktisatçılarımız veya sosyal bilimcilerimiz daha vardır. Bunlar hem kaynak
hadis ve fıkıh kitaplarındaki bilgilerden istifade etme imkânından mahrumdur,
hem de hoca ve şeyhlerle herhangi bir temasları yoktur. Umumiyetle bunlar kendi
İlmî kanaatlerine ve aklıselimlerine dayanarak faizi caiz görmenin fert ve
cemiyet yararına olacağı görüşünde bulunurlar. Lâkin bu hususta dayanaksız
konuştuklarından, şahsiyetlerine saygı duyanlar hariç kimseyi ikna
edememektedirler.
Faiz
meselesini halletmek için taklide dayanan eski fıkıh anlayışı yetmediği gibi,
yeniden ihya etmeye çalışılan içtihad anlayışı da kâfi gelmez. Reşid Rıza, el-lstiftau
‘l-Hirıdiyye risalesinde meseleyi ele almakta ise de, sadra şifa olacak
yeni bir şey söylememektedir. Demek ki o çeşit bir içtihad anlayışından da
fayda gelmeyecektir.
Bizim
tutmuş olduğumuz yol, belki verdiği sonuç itibariyle 2. ve 4. gruba, kısmen de
1. gruba benzer. Gerek hareket noktası, gerekse takip edilen usûl itibariyle
hepsinden ayrıdır. Geniş ölçüde ilk kaynaklara müracaat edilmiş, konuyla ilgili
nakiller hem bir tenkide tâbi tutulmuş, hem de birbirleriyle mukayese
edilmiştir. Tenkit ve mukayese usûlü çalışmalarda esas alınmıştır. Varılan
sonucun sıhhati ve isabeti konusunda hem tarihin şahadetine, hem de İktisadî
gerçeklere başvurulmuştur. Bu anlayışın, Kur‘an‘da ifadesini bulan riba ile
ilgili İlâhî hükmün, en doğru bir şekilde tespitine yardımcı olacağı inancıyla
hareket edilmiştir. Bu denemenin elbette ki tashihe muhtaç yerleri olacaktır,
ama beşerî imkânların sınırlılığından doğan ve bunun için de müsamaha ile
karşılanması gereken bu gibi hususlara rağmen, bu çalışmanın riba ile ilgili
birçok hususun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını ve bazı müphem noktaları
aydınlatacağını kuvvetle ümit etmekteyim.
Bugünkü
toplumumuz riba ve faiz konusunda gerçekten büyük bir sıkıntı içindedir. Bu
sıkıntının bazen iki yüzlülüğe ve samimiyetsizliğe yol
açtığı da bir vakıadır. 1984‘te MEYAK kesintileri ve bunun faizi memurlara iade
edilince, faizin her çeşidine şiddetle karşı çıkanlar faiz namıyla verilen bu
parayı alıp gönül huzuruyla harcadılar ve aldıkları faizi enflâsyon suretiyle
paranın uğradığı değer kaybına mahsup ettiklerini söyleyebildiler. Diğer
taraftan İstanbul Boğaz Köprüsü ve Keban Barajı gelir ortaklığından alınan
senetlere gelir payı namıyla ödenen paraya faiz deyip reddettiler ve “bu, her
ne kadar faiz değilse de mâna olarak faizdir" dediler. Ama bunu diyenler
para ticareti yapan özel finans kuruluşları gibi mües-seselerin faaliyetini
meşru saydılar. Bu anlayışa sahip olan şahıslara muhalif olan zevat ise, onlara
karşı çıkarak ters yönde aynı mahiyette hatalara düşmekten kurtulamadılar.
Benzer hadiselerin tekerrürü hâlinde hataların da tekerrür edeceği aşikârdır.
Zaruret veya şerri hile esasından hareketle meseleyi halledeceklerini
zannedenler, başkalarını ikna bir yana, kendilerini bile tatmin etmeyen
birtakım mülâhazalar ileri sürmenin ötesinde hiçbir iş başaramayacaklardır. Bu
sıkıntıları kısmen de olsa ortadan kaldırmanın yolu, meseleyi bütün boyutlarıyla
açık bir surette ortaya getirip üzerinde serbestçe fikir beyan etmekten geçer.
Bize
göre Boğaz Köprüsü gelir ortaklığı veya Keban Barajı gelir ortaklığı senetleri
ile Hazine Bonoları ve Devlet Tahvilleri arasında önemli sayılabilecek hiçbir
fark yoktur. Gelir ortaklığı senedi, modem bir şerri hileden başka bir şey
değildir. Özel finans kuruluşları ise çağdaş bir ribh-i mülzem-i şerri ve
muamele-i şerriye vasıtalarıdır. Daha açıkçası ekonomik hülle müesseseleridir.
Biri şapkalı, öbürü fesli-sarıklı faizdir. Özünde faiz esası bulunan köprü
gelir ortaklığı senedi ile bahis konusu kuruluşların bu özelliğini kamufle etmek için elden gelen bütün çabalar harcanmış ve
fıkhın bütün imkânları zorlanmıştır. Ama yine de meselenin esası bütün
açıklığıyla ortada durmaktadır. Bu da minareyi çalanların kılıfını hazırlamada
başarılı olmadıklarını göstermektedir. Güneşi balçıkla sıvamak mümkün
olmamaktadır. Özel finans kuruluşlarının ve faizsiz çalıştıklarını iddia eden
Îslamî bankaların mudarebe, müşareke, murabaha, icar ve iktina gibi fıkhen
meşru ve mübah sayılan usûllere göre faaliyette bulunduklarını söylemeleri
inandırıcı ve ikna edici olmamaktadır. Aslında bütün güçlük, söz konusu ticarî
usûllerin günümüz için yeterli olmamalarından kaynaklanmaktadır. Kıyasa esas alınan
ticarî teknikler yetersiz ve eksik olunca, kıyas sonucu ortaya konulan kurumlar
da aynı akıbetten kurtulamamaktadır. Faizsiz banka kurumu, bahis konusu ticarî
usûllerden meşruiyet ve kuvvet alacağına, onların meşruiyeti etrafında şüpheler
doğmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Mamafih, bü yolla faize
alışan dindarların ileride faiz gerçeğini daha doğru görebilmeleri beklenebilir
ki bu da küçümsenecek ve önemsiz görülecek bir şey değildir3.
BİRKAÇ
SÖZ
1985
yılı başında köprü gelir ortaklığı senetlerinin % 43 kazanç temin edeceği ilân
edilmişti. Bu husus açıklanırken 1985‘te enflâsyon hızı % 25 olarak tahmin
edilmiş, fakat % 35-% 40‘a kadar çıkabileceği de büsbütün ihtimal dışı
bırakılmamış, bu suretle iştirakçilere enflâsyonun üzerinde bir gelir temin
etmek amaçlanmıştı. Lâkin enflâsyonun beklenenden fazla olacağı anlaşılınca
1985 Temmuzunda kâr paylan % 23 olarak dağıtılırken, yıl
sonunda bu nispetin % 50‘ye yükseleceği resmen açıklanmıştı ki, bu
nispetle 1985 yılının carî faiz hadleri arasında önemli bir fark yoktu. Özel
finans kuramlarının yaptığı şey de aynıdır. Yani bu türlü kuramlara para
yatıranların kârları hesap edilirken, carî faizler esas ve kıstas olarak kabul
edilmektedir. Enflâsyon ve zam vasıtasıyla gelir payını istendiği gibi
ayarlamak, kazancın nispetini yükseltmek veya düşürmek pekâlâ mümkün
olmaktadır. Gelir önceden bilinir, ilân edilir ve ayarlanırsa buna ticaret mi,
faiz mi denir? Önceden ilân edilen kâr hadlerinin çok az değişmesi faizi faiz
olmaktan çıkarır mı? Hazine bonosunda da köprü gelir ortaklığı senedinde de kâr
garantili, riziko ise yoktur. Her ikisinde de devletin teminatı söz konusudur.
Şu hâlde aradaki fark nedir? Meselenin meşruiyeti ve dürüstlüğü etrafında hasıl olan bu ve benzeri istifham ve şüpheler tam anlamıyla
bir vuzuhsuzluğun kaynağı, tatminsizliğin sebebi olmaktadır. Bu çalışmamızın bu
hususlara açıklık getireceğine inanıyoruz.
Her
şeye rağmen faizsiz banka kurulması için yapılan çalışmaları ve araştırmaları
ilgi ve takdirle karşılamak, bu yolda çaba harcayanları desteklemek ve teşvik
etmek gerektiğine kaniyim.
Burada
ekonomi ile ilgili araştırmalarla din arasındaki ilişkiye de temas etmek
gerekir.
Ekonomi
ve onun çeşitli dallarıyla ilgili olarak yapılan araştırmalar objektif, ön
yargısız ve ön koşulsuz olup hür ve serbest bir düşünceye dayanır. Onun için de
bağımsız bir değerdir. Böyle bir anlayışla ulaşılan ekonomik kurallar ve
ilkeler dünyanın her yerinde ve bütün toplumlarda geçerli olur. Onun için de
üniverseldir. Eğer bir İslam ekonomisi varsa, bunun kural ve ilkeleri de
üniver-
selse
bu ekonomi ile akıl ve tecrübe çerçevesinde yapılan araştırmalara dayanan
çağdaş ekonominin bir yerde buluşmaları ve örtüş-meleri gerekir. Akla dayanan
ekonomi ile nakle (nassa) dayanan ekonominin birbiriyle çelişmemeleri icap
eder. Onun için akla ve ilme uygun düşen her ekonomik kuralın, ilkenin ve
açıklamanın İslam’a da uygun olması lâzım gelir.
Eğer
aklî ekonomi ile naklî ekonomi arasında bir farklılık ve zıtlık görülürse naklî
ekonomi aklî ekonomi çerçevesinde yorumlanır ve değerlendirilir. Ahiret,
itikat, ibadet ve ahlâk konularında nakle ve nassa, ekonomi gibi dünyevî
konularda akla, gözleme ve deneye öncelik verilir. Eğer böyle olmayacaksa
İslam’ın evrenselliğinden söz edilemez.
Gerçi
ekonominin kuralları evrenseldir ama bu kurallar ve kanunlar çeşitli
toplumlara, kültür ve medeniyet çevrelerine göre farklı olarak şekillenir. Bu
bakımdan Batı ile Doğu’nun, İslam ile Hristiyanlığm ekonomileri farklı olduğu
gibi Avrupa ile Amerika’nın hatta Kuzey Amerika ile Lâtin Amerika’nın
ekonomileri bile az çok birbirinden farklıdır. Kültür yapıları farklı olan
toplumlar ve milletler bir ölçüde ekonomik kurallar ve kanunlara kendilerine
özgü bir renk verebilirler. Bu anlamda müslüman milletlerin ekonomileri, gayri
müslim milletlerin ekonomilerinden farklı olur. Bu farkın özenle korunması ama
büyütülmemesi lâzım gelir
Ekonomi;
hukuk, siyaset, ahlâk, din ve sanat gibi değer disiplinlerinden bağımsızdır.
Fakat aralarında sıkı bir ilişki de yok değildir. Bu yüzden belli ölçüde ve
belli noktalarda hukuka bağlı olmayan bir ekonomi düşünülemez ama aynı şekilde
ekonomiye bağlı olmayan bir hukuk da düşünülemez. Burada
karşılıklı bağımlılıktan çok. karşılıklı ilişki ve etkileşim söz
konusudur. Din-ekonomi ilişkileri de böyledir. Meselâ İslam’ın zekât, fitre,
kurban, hac, bayram, kandil ve cenaze gibi konulardaki hükümleri hem ekonomik
hem de siyasî ve hukukî hayatı etkiler. Siyaset ve ekonomi istediği kadar lâik
olsun İslam’dan etkilenir. Öbür dinlerde de benzeri durumlar vardır. O hâlde
dini, özellikle İslam’ı öbür sosyal kuramlardan soyutlamak mümkün değildir.
Fakat bu durum İslam toplamlarında uygulanan ekonominin mutlaka dine bağlı
olmasını gerektirmez. Dinden bağımsız bir ekonomi ile din arasında da bu tür
ilişkiler bulunur hatta daha sağlıklı olarak.
Ekonomi-lslam
ilişkilerinde karşılaşılan en önemli bir konu da referans meselesidir. Pek çok
İslam âlimi ekonomi söz konusu olduğu zaman söylenen sözlerin, ortaya atılan
düşünce ve görüşlerin tıpkı ibadetlerde olduğu gibi mutlaka şu dört delilden
birine dayanması lâzım geldiğini ısrarla savunur: Kur'an, hadis, icma, kıyas.
Oysa bu dört kaynaktan son ikisi tartışmalıdır. Meselâ Zahiriye mezhebi kıyası
kabul etmez. îmamiye Şiası’nda da akıl bir delil olarak kabul edilir, iktisat
gibi dünyevî ve aklî bir ilim öncelikle akla, deneye, gözlemlere ve kârlılığa
dayanmalıdır. O hâlde İslâmî açıdan bile ele alınacak olsa ekonominin dayanması
gereken esaslar ve deliller, ibadetlerin dayanması gereken esas ve delillerden
farklı olmalıdır. Konuların mahiyeti bunu zorunlu kılmaktadır. Ne var ki bu gün
ekonomik bir mesele ortaya atıldığı zaman Kur‘an, hadis, icma, kıyas hatta
fıkıh kitaplarından argüman istenmektedir. Birgivî,
Ebussuud’u eleştirirken Hanefi mezhebindeki içtihadlara aykırı düşen fetva
verdiğini söyleyerek onu suçlamaktadır ve aynı anlayış günümüz Birgivî’lerinde
de aynen mevcuttur. Bu anlayışla müslüman toplumlardaki ekonomik meseleleri
çözmek mümkün değildir. Islam-ekonomi arasındaki ilişkilerin mutlaka yeni bir
anlayışla ele alınması gerekmektedir.
Bahsettiğim
durum sebebiyle ulema, mahiyeti itibariyle dinamik olan ekonomiyi statik
kurallarla açıklamak alışkanlığını sürdürmekte, bugünkü ekonomiyi on dört asır
evvelki ekonomiyle eş değerde görmektedir. Cahiliye döneminin mudarebesini alan
İslam bugün neden çağdaş İktisadî, malî ve ticarî kurumlan gayri müs-limlerden
almasın?
İslam’da,
fikir beyan etme ve kanaat serdetme hürriyetinin var ve esas olduğuna
inananların, vardığımız sonuçları kabul etmeseler bile, var olduğuna ve var
olması lâzım geldiğine inandıkları düşünce hürriyetinin meyvesi olan müsamahayı
bizden esirgemeyeceklerini ümit ederim. Bu eseri iktisat açısından gözden
geçiren Prof. Dr. İbrahim Kanyılmaz ve Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu ‘na, eserin
basım ve yayımını üstlenen Dergâh Yayınları mensuplarına, eseri baştan sona
kadar gözden geçirip gerekli düzeltmeleri yapan Haşan Basri Öcalan’a ve eserin
dizgisini yapan Ş. Atlansoy’a burada teşekkür etmeyi borç bilmekteyim.
PROF.
DR. SÜLEYMAN ULUDAĞ
BİRİNCİ
BÖLÜM
KUR’AN’DA
RÎBA
RÎBA HAKKINDAKÎ AYETLER
Kur’an’da
riba ve ondan türeyen isim ve fiiller şu sure ve ayetlerde geçmektedir: Bakara
2/265, 275, 276, 278; Âl-i îmran 3/130; Nisa 4/161; Ra’d 13/17; Nahl 16/92;
îsra 17/24; Müminun 23/50; Hac 22/5; Şuara 26/18; Rum 30//39; Fussilet 41/39;
Hakka 69/10. Yani riba ve ondan türeyen muhtelif kelimeler 12 surede 19 kere
geçmektedir. Bu
durum Kur’an’ın nazil olduğu tarihte ribanın müphem bir kavram olmadığını
açıkça gösterir. Bu kelimeler Kur’an’da şu mânalarda kullanılmıştır:
·
a.
Bitmek, gelişmek büyümek, neşv ü nemâ bulmak, boy atmak (bk. Hac 22/5, Fussilet
41/39).
·
b.
Ziyadeleşmek, fazlalaşmak,çoğalmak, artmak (bk.Rum
30/39). Ziyadeleştirmek, fazlalandırmak, arttırmak ve çoğaltmak (bk. Bakara
2/276).
·
c.
Tümsek yer, tepe, yayla (bk.Bakara 2/265, Müminun 23/50).
·
e.
Zorlu, çok şiddetli (bk. Nahl 16/92, Hakka 69/10).
·
f.
Su üzerinde kalan şeyler (Ra’d, 13/17).
·
g.
Murabaha ve tefecilik (bk. Âl-i îmran 3/130).
Görülüyor
ki, ribada artma, yükselme, çoğalma, büyüme, gelişme, yetiştirme gibi çeşitli
mânalar vardır1. 4
Riba ayetlerinin nüzul sırası
Kur’an’da
ribadan bahsederek nazil olan ilk ayet şudur: “Halkın mallarında artsın diye
vermiş olduğunuz riba Allah katında artmaz. Fakat Allah rızası için verdiğiniz
zekât hiç de böyle değildir. Zekât verenler sevaplarını kat kat artırmışlardır”
(Rum 30/39).
Rum
suresi Mekke’de bi’setin 4. veya 5. senesinde nazil olmuştur. Bu surede bahis
konusu olan Bizans-İran savaşı 611’de başlamış, 614’de Kudüs’ün düşmesi ve
İran’ın galibiyetiyle bitmişti. Hz. Peygamber 610’da İslam’ı tebliğ etmeye
başladığına göre, bu surenin bi’setin 4. senesinde nazil olması icap
etmektedir. Mekke şartları içinde riba ayetinin bu kadar erken nazil olması bir
bakıma şaşırtıcıdır. Ayrıca ahkâm ayetlerinin tedricî olarak nazil olmasındaki
hikmete de uygun düşmez. Onun için bu sure, Mekke’de bile nazil olsa, ayet
Medine’de nazil olmuştur, denilebilir. Fakat meseleyi bu şekilde izah etmek
yanlıştır. Çünkü o sıralarda Mekke’de hüküm süren haksız kazanç ve zalim
İktisadî istismar ve sömürünün, müşterileri kandırma ve aldatmanın, hasis ve
tamahkâr davranıp başkalarına zarar ziyan vermenin kötü bir yol olduğu Mekke’de
nazil olan surelerde ifade edilmişti. Meselâ ölçü ve tartıda hile yapanları
şiddetle kınayan Mutaffifîn suresi Mekke’de nazil olmuştu. Mekke döneminde ölçü
ve tartıdaki hilelere ve benzeri İktisadî ve ticarî sahtekârlıklara, şiddetle
hücum eden Kur’an’m en az onlar kadar zararlı ve tehlikeli olan tefecilik
hakkında bir şey söylemeyip sükut etmesi mümkün
değildi. Dikkate şayan bir husustur ki, bu ayet, aynı zamanda insanları zekâta
teşvik etmektedir. Halbuki zekât Mekke’de değil,
hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmıştı. Bu husus doğru olmakla
beraber, Medine döneminde farz kılınan zekât için daha İslam’ın doğuş
yıllarından ve çok erken bir tarihten itibaren hazırlık yapıldığı muhakkaktır.
Mekke döneminde İktisadî meseleler üzerinde durultnadığı, bütün dikkat ve
ihtimamın itikadî konular üzerinde yoğunlaştırıldığı yolundaki kanaat doğru
değildir. İtikadî konulara ağırlık verildiği muhakkak olmakla beraber, haksız
kazançlara, ticarî sahtekârlıklara, malî yolsuzluklara ve İktisadî sömürüye
başlangıçtan itibaren kararlı bir şekilde karşı çıkıldığı şüphe götürmez bir
gerçektir.
Belki
de İslamiyet’in fakir fukaraya cazip ve şirin gelmesinin en önemli
sebeplerinden biri, Kur’an’ın gaddar bir iktisat düzenine daha başlangıçta
karşı olmasıdır. Ancak Kur’an, Mekke döneminde kesin bir biçimde ribayı haram,
zekâtı farz kılmış değildi. Zaten böyle bir şeye girişilmesi o dönemin şartları
içinde doğru ve imkân dahilinde bir şey de olmazdı.
Zira o sırada İslam’ın, böyle bir yasağı ve emri yürütme ve uygulama gücü
yoktu. Bu sebeple bu konuda hukukî müeyyideler getirme yoluna gidilmemiş,
sadece ahlâkî ve vicdanî müeyyidelere müracaatla iktifa edilmişti. Bu durum,
başlangıçtan beri İslam’ın tefecilik gibi çok kötü ve gayet haksız bir muamele
karşısında nasıl dikkatli, şuurlu, kararlı ve azimli, ama temkinli ve tedbirli
bir tavır ortaya koymuş olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Kendisine peygamberlik gelmeden önce bile Hz. Peygamber’in İktisadî ve ticarî
hayattaki haksızlığı ve zulmü gördüğü, bunu ıslâh etmenin çarelerini düşündüğü
muhakkaktır.
Ulema,
umumiyetle zekâtın hicretin ikinci yılında farz kılındığını kabul ettiğinden bu
tarihten önce nazil olan ayetlerde yer alan zekât kelimesini hep sadaka ve
İçtimaî yardım şeklinde yorumlamıştır. Bu yorum fazla hatalı olmayabilir, ama
zekâtın farz kılınması noktasına nereden kalkılarak gelindiğini ve bu meselenin
nasıl bir gelişme çizgisi çizdiğini görebilmemiz bakımından daha önce nazil
olan ayetlerde geçen zekât tabirini incelemek zarurîdir. Ancak bizi burada bu
husus ilgilendirmemektedir. Biz sadece riba ile zekât tabirleri arasındaki
münasebete dikkat çekmek istiyoruz.
Ribanm,
Hz. Peygamber’in vefatından az önce haram kılındığına inanan ulema, Mekke’de
nazil olan bir surede ribadan bahsedildiğini görünce şaşırmış, muhtemelen
kendilerini bile tatmin etmeyen birtakım afakî yorumlar yapmak zorunda
kalmıştır. Meselâ; Taberî ve Suyutî gibi rivayet tefsiri, Beyzavî ve Zemahşerî5 gibi dirayet tefsiri
yazanlar Rum suresinde geçen ribayı hediye ve hibe diye izah etmişlerdir.
Meselâ, “Bir kişi başka bir kişiye, daha fazla bir şey almak maksadıyla bir şey
hibe veya hediye ederse, bu fazlalık haram olmaz. Hediye ettiğinden fazlasını
alan, sadece sevap almaz, işte o kadar”, demişlerdir6. Böyle düşünenler biri helâl, öbürü haram olmak
üzere iki türlü ribadan bahsetmişler ve görüşlerini, “Daha iyisini elde etme
maksadıyla ihsanda bulunanın ihsanı Allah katında nemalanmaz ve bu hususta ona
sevap verilmez” mealindeki hadis İle7 teyid etme cihetine gitmişlerdir. Ribanın o
derece yaygın olduğu ve çirkin karşılandığı o çağdaki Arap cemiyetinde
Kur’an’ın helâl ribadan bahsettiğini kabul etmek mümkün değildir. Rum suresinin
nazil olduğu sırada biri helâl, diğeri haram iki riba-nm varlığını kabul etmek,
Kur’an’m ahkâmı tebliğde takip ettiği tedricîlik esasına da uymaz. Bu sebeple
Kur’an, Mekke döneminde ribayı nehy, men ve haram kılmamakla beraber, ona karşı
menfî bir tavır takınmış, bu muamelenin nâhoş, zararlı ve tehlikeli bir âdet
olduğunu ifade etmiştir. Mekke döneminde zekât ve sadaka teşvik edilmiş, ama
İçtimaî yardım mânasına gelen zekât ve sadakanın şekli ve miktarı tayin
edilmemişti. Bunun gibi riba da kınanmış, ama yasaklanmamıştı. Esasen zekât ve
sadaka tavsiye edilirken riba hakkında hiçbir şey söylenmemesi mantıken de
mümkün değildir. Birini övmek, zımnen öbürünü yermektir. İhtiyaç içindeki
yoksul müslümanlarm hâli de ribanın kınanmasını gerektiriyordu. F. Razî, riba
ile sadaka (zekât) arasında, biri öbürünün zıddı olma münasebeti vardır, diyor8. Zıt, zıddını akla
getirir. Mekke döneminde tefecilik konusunda Kur’an’ın bu tavrı Medine dönemine
kadar devam etti9.
Medine’ye
gelen Hz. Peygamber, riba afetinin burada da yaygın olduğunu, bilhassa
yahudilerin tefecilik yoluyla halkı ezdiğini ve sömürdüğünü gördü.
Bu
arada bir devlet hüviyetine giren İslam yavaş yavaş güçleniyor, koyduğu hukukî,
şer’î hükümleri müeyyide ile uygulatma kuvvetini kazanıyordu. Muhtemelen Uhud
savaşından sonra “Ey iman edenler, katlanmış ribayı yemeyin, tefecilik
yapmayın” (Âl-i Imran, 130) mealindeki ayet nazil oldu ve ribayı kesin surette
haram kıldı. Benu Kureyza gibi yahudi kabileleri Medine’de mahkum
olmadan evvel, yani hicri 5. seneden evvel, mezkûr ayetle riba yasaklanmıştı. Hicrî 5. senede, “Yahudilerin zulmetmeleri, birçoklarını Allah’ın
yolundan menetmeleri, yasaklanmış olduğu hâlde riba almaları ve halkın
mallarını haksızlıkla yemeleri yüzünden kendileri için helâl olan hoş ve nefis
şeyleri onlara haram kıldık, içlerindeki kâfirlere elîm bir azap hazırladık”
(Nisa, 160, 161) meâlindeki ayet indiği zaman, müslümanlar ribanm kendileri
için haram olduğunu biliyorlardı. Aksi hâlde kendileri için haram
olmayan ribayı yahudiler için kusur ve kabahat görmemeleri icap eder ki, bu da
mümkün değildir. Hulâsa Hicrî 5. yıldan evvel Âl-i Imran suresinin 130.
ayetiyle tefecilik kesin bir biçimde yasaklanmış ve daha sonra nazil olan
Bakara suresinin 275-278. ayetleriyle de bu husus teyid edilmiştir. Bakara
suresinin mezkur ayetleri, riba konusunda son nazil
olan ayetlerdir. Daha sonraki dönemlerde riba konusu, muğlak ve müşkil bir
mesele şekline sokulunca, bu müphemliğe sebep olarak, sözü edilen ayetlerin son
inen ayetler olması hususu ileri sürülmüştür. Yani “Riba hakkında son inen
ayetlerin, Kur’an’m son inen ayetleri” olduğu iddiası ortaya atılmıştır. Bu iki
husus ya kasten veya sehven birbirine karıştırılmıştır. “Riba hakkında inen son
ayet”, ifadesi “son inen Kur’an ayeti”, şeklinde tahrifata uğramıştır.
İleride
ifade edeceğimiz veçhile riba konusu yılan hikâyesine sokulup anlaşılmaz bir
hâle getirilince, bunun için birtakım deliller ileri sürülmüş ve birtakım
rivayetler nakledilmiştir. Bunlardan bir rivayete göre Hz. Ömer: “Allah’ın
Resulü’ne indirdiği son ayet riba ayetidir. Resulullah vefat etmeden evvel bu
hususta bize hiçbir açıklama yapmamıştır. O yüzden ribayı ve şüpheli şeyleri
bırakınız” demiştir10.
Eski âlimler, bu ifadeye bakarak ribanm halledilemez bir mesele olduğuna
inanmışlar ve ihtiyatı tercih etmişlerdi. Diğer taraftan bazı rivayetlerde çok
tartışmalı ve çekişmeli olan kelâle, ced, kader ve hilâfet gibi konular da
ribaya eklenerek Hz. Peygamber’in bunları izah etmediği ileri sürülür. İbn
Abbas’ın da “Hz. Peygamber’e nazil ölan son ayet riba ayetidir”, dediği
nakledilir11. Bu
görüş, son devir müelliflerinden bazılarının aklına yatmış ve “Mademki bu
mesele asr-ı saadette izah edilmemiştir, o hâlde günümüz şartlarını da biz izah
edelim, yapacağımız makul izahlar nasıl olsa hadislere aykırı düşmez. Zira
konuyu izah eden hadis yoktur”, demişlerdir. İleride görüleceği gibi, Hz.
Ömer’e atf ve isnad edilen söz katiyen sabit ve mevsuk değildir. Zira riba
konusuna temas eden hadisler vardır. Ayrıca riba ayeti kesinlikle son inen ayet
değildir. Bahsedilen rivayetlerde “riba ayeti” diye müf-red sigası kullanılması
dikkat çekicidir. Zira riba ayeti bir değil 7-8 kadardır. Yine “Riba hakkındaki
Bakara suresinin son ayetleri nazil olunca, Resulullah mescide çıkıp bunları
okudu, sonra içki ticaretini haram kıldı”, meâlindeki hadisi rivayet eden Hz.
Aişe, “Riba ayetinin nazil olması, içki alış verişinin haram kılınmasından
evveldir”12,
dediğine göre, riba ayetinin takriben H. 4. sene civarında nazil olması icap
eder. Zira içki o zaman haram kılınmıştı. “Ölümü yakın olması sebebiyle, vakit
dar olduğu için Hz. Peygamber riba ayetini şerh ve izah etmemiştir”, iddiası
“Bu gün dininizi ikmal edip üzerinizdeki lütfumu tamamladım” (Maide, 3)
meâlindeki ayete aykırı düşmektedir. Kaldı ki bizzat Hz.
Ömer’den
gelen rivayete göre, Maide suresindeki bu ayet Veda Haccı esnasında Arafe’de
nazil olmuştur.
Bu
ayet nazil olduğu vakitte henüz riba ayeti nazil olmamışsa, dinin ikmal
edilmemiş olduğu, nazil olan son ayet olmadığı anlaşılır. Buharî’nin bir başka
rivayetine göre sonra nazil olmuşsa bu takdirde de riba ayetinin nazil olan son
ayet olmadığı anlaşılır. Buharî’nin bir başka rivayetine göre son nazil olan
sure Tevbe suresi, son nazil olan ayet de Nisa suresinin son ayetidir13. Bakara suresindeki
riba ayeti son nazil olan ayet olmadığı gibi, son nazil olan ayetlerden biri de
değildir. Bu ayetin Hicret’in beşinci senesinden evvel nazil olduğunu kabul
etmek gerekmektedir. Aslında riba ayetinin, son nazil olan ayet olarak kabul
edilmesi daha başka zorluklar da çıkarmaktadır. Fakat bu rivayetler arasındaki
çelişkilere ayrıca temas edeceğimiz için burada bu kadarla iktifa ediyoruz.
Özetle;
Hz. Peygamber zamanında müslümanları hiç meşgul etmeyen hilâfet konusu zamanla
nasıl müslümanların halli en zor siyasî problemi hâline gelmişse, Resulullah
hayatta olduğu zaman anlaşılmayan hiçbir yanı ve yönü bulunmayan riba meselesi
de sonradan müslümanların en müşkil İktisadî problemi hâline gelmişti.
Riba ayetlerinin nüzul sebebi
·
a.
Bazılarına göre Bakara suresinin 278. ve 279. ayetlerinin muhatabı Mekke
ahalisidir. Tefecilik yapan Mekkeliler müslüman olunca, Allah kendilerine ana parayı alıp, faizini almamalarım emretmişti.
·
b.
Mukatil’e göre bu ayetler Sakif kabilesinden Amroğulları diye bilinen dört
kardeş hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Mekke’de oturan Muğireoğulları’na
öteden beri faizle para verirlerdi. Hz. Peygamber Taif’i zaptedince, bu dört
kardeş müslüman olmuş, sonra Muğireoğullan’ndan alacaklı durumda bulundukları
faizi istemişler; bunlar da ribanın yasaklandığından bahsederek buna
yanaşmamışlar, neticede ihtilâf Mekke Valisi Attab b. Useyd’e intikal
ettirilmiş, o da durumu Hz. Peygamber’e bildirmiş, bunun üzerine ana para dışında kalan ziyadenin alınmamasını hükme bağlayan
ayetler inmişti.
·
c.
Atâ ve tkrime’ye göre ayetler, hasad zamanı hurma almak üzere ödünç veren Hz.
Osman ve Hz. Abbas hakkında nazil olmuştu. Bunlar, hurma kesim zamanı gelince,
alacaklarının bir kısmını tahsil eder, geriye kalanını faiz karşılığı tehir
ederlerdi. Riba ayeti bunun üzerine nazil olmuştu.
·
d.
Diğer bazılarına göre bu ayetler riba ile ödünç veren Hz. Abbas ve Hz. Hâlid
hakkında nazil olmuştur11.
Bu
rivayetlerin ne derece mevsûk ve sıhhatli olduğunu ileride araştıracağız. Fakat
şimdilik şunu söyleyelim: Riba ayetinin nüzûl sebebi olarak zikredilen bu
rivayetler doğru bile olsa ribanın ne mahiyeti, ne de şekli hakkında hiçbir
açıklık getirmediklerinden fazla önemli sayılmazlar.
Kur’an’ın ribayı yasaklamada
gösterdiği şiddet
Kur’an
ribayı şiddetle yasaklayarak çok ağır bir biçimde mahkum
etmiştir.
·
1. Mekke
döneminde nazil olan Rûm suresinin 39. ayetinde, o dönemin şartları dikkate
alınarak müslümanlar bu konuda uyarılmış, riba meselesindeki İslam’ın menfî
tavrı ortaya konulmuştur. Müslümanlara, ribadan uzak durmaları ve menfaat
gözetmeden Allah rızası için ve uhrevî mükâfat gayesiyle yardımlaşmaları
tavsiye edilmiştir; böylece, ribanın ahlâken ve vicdanen mahzurlu bir şey
olduğu anlatılmıştı. “Halkın mallarında, nemalansın diye vermiş 14 olduğunuz riba
Allah katında nemalanmaz, Allah rızası için verdiğiniz zekât hiç öyle değil,
zekât verenler kat kat sevap alırlar” (Rûm, 39). Bu ayetle müslümanlara biri
riba, diğeri zekât (sadaka) olmak üzere iki yol gösterilmiş, ilkinden
sakındırılmışlar, İkincisine teşvik edilmişlerdir. Müeyyide ise tamamıyla
manevî, uhrevî, ahlâkî ve vicdanî bir mahiyettedir. Henüz bu dönemde zekât farz,
riba haram değildir.
·
2.
Medine döneminde takriben hicrî üçüncü veya dördüncü senede, muhtemelen Uhud
harbinden sonra riba kesin bir biçimde ne-hiy sigasıyle menedilerek: “Ey iman
edenler! .Kat kat olan ribayı yemeyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz”
(Âl-i îmran, 130) buyurulmuştur. Zekâtın farz kılınmasını takiben, ribanın
yasaklandığını kabul etmek oldukça mantıkîdir. Zira riba yasaklanırken, onun
bıraktığı boşluk zekâtla doldurulmuştu. Bu suretle yasaklama keyfiyeti hem
tesirli, hem de başarılı olmuştu.
·
3.
Aradan bir-iki sene geçtikten sonra, muhtemelen Benû Ku-rayza yahudilerininin
geriye kalan kısmı tard edilmeden evvel, yani hicrî beşinci yıla takaddüm eden
günlerde ribayı şiddetle kınayan ve ağır bir dille mahkum
eden Bakara suresindeki riba ayetleri nazil olmuştu. Bu âyetlerde riba ve
tefecilik işiyle uğraşanlar şu suretle kötülenip, yerilmişlerdir15 :
·
a.
Riba yiyenler yarın ahiret günü başka türlü değil, cin çarpmış gibi
kabirlerinden kalkacaklardır. Bunun sebebi “alış veriş de riba gibidir” demiş
olmalarıdır.
·
b.
Halbuki Allah, ribayı haram, alış verişi helâl kılmıştır. Yani aralarında büyük
fark vardır. Haram, hiç helâl gibi olur mu? Bu ayetle mazi sigasıyle “Allah
ribayı haram kıldı”, denilerek eskiden getirilen riba yasağından haber
verilmesi ve önceden konulan bir hükmün nakledilmesi, Bakara suresinin bu
ayetleri nazil olmadan evvel riba yasağının gerçekleştirilmiş olduğunu açıkça
ifade eder. Buna rağmen bazı kişilerin ribaya devam etmeleri ayetin nüzul sebebidir.
·
c.
Rabbinden gelen öğüt üzerine ribadan vazgeçen, geçmişinden dolayı kınanmaz, işi
Allah’a aittir. İnsanlar onu kötüleyemez-ler, Allah’la arasındaki hâl Allah’a
kalmıştır.
·
d.
Gelen öğütten sonra tefeciliğe dönen ve ribada ısrar edenler ebediyyen cehennemliktirler.
Ya “riba yedikleri için” veya “Bey’ de riba gibidir, mübahtır”, deyip Allah’ın
kesin bir biçimde haram kıldığı bir hususu helâl saydıkları için cehennemde
sonsuzca kalacaklardır.
·
e.
Allah riba ile temin edilen gelirin bereketini yok ederek, bu yoldan kazanılan
malın hayrını tefeciye göstermez. Buna karşılık sadaka ve zekâtı nemalandırıp
bereketlendirir.
·
f.
“ Allah hiçbir kâfiri ve günahkârı sevmez.” Bu ifade ile tefecilerin kâfir ve
günahkâr olduklarına işaret edilmiştir. Tefecilerin ağır bir vebalin altına
giren günahkârlar oldukları ortadadır. Kâfir olmaları da haram yedikleri veya
nankörlük yaptıkları, veyahut da haram olanı helâl
saydıkları içindir. Tefeciler Allah’ın sevdiği değil, nefret ve buğzettiği
kişilerdir. Çünkü onlar, Allah’ın yarattıklarına karşı gaddarca davranan katı
kalpli ve vicdansız kimselerdir.
·
g.
“Şu hâlde ey iman edenler, eğer gerçekten mümin iseniz, artık bundan böyle
tefecilikten vazgeçin, geriye kalan riba alacaklarını almayın”.
·
h.
Şayet tefecilikten vazgeçmezseniz, biliniz ki bu tutumunuz Allah’a ve O’nun
Resulüne karşı açılmış bir savaştır. Allah’la tefeciler arasında bir harp hâli
vardır ve bu harp mutlaka tefecilerin hezimetiyle ve perişan olmalarıyla
neticelenecektir. Şu hâlde ribacılar Allah’ın düşmanlarıdır, Allah da onların.
·
i.
Şayet tevbekâr olursanız ana malınız sizindir. Zalim de olmayınız, mazlum da; ana paradan fazlasını alarak zalim, bundan az alarak da
mazlum olmayınız. Veya riba ile başkalarından mal alarak zalim, malınızı riba
yoluyla tefecilere yedirerek de mazlum olmayınız. Sömürmeyiniz, sömürülmeyiniz,
haksızlık yapmayınız, haksızlığa da uğramayınız.
Kur’an
nazarında tefecilik ve tefeciler işte bu şekilde ağır bir
dille
suçlanmışlar ve şiddetle yerilmişlerdir. Kur’an’da en ağır şekilde yerilen ve
reddedilen günahların başında riba gelir. O hâlde bu kadar ağır olmayan
günahlar bile hicretin ilk yıllarında haram kılınırken, bu kadar kötü, zararlı
ve tehlikeli bir günah olan ribanın yasaklanması, Hz. peygamber’in vefatından
az öncesine kadar nasıl tehir edilebilir? Kur’an’da bu derece ağır bir şekilde mahkum edilen riba, zararlı ve ahlâk dışı oluşu hiçbir
aklıselime kapalı ve gizli kalmayan riba-i celi (sarih riba)dir. Riba olup
olmaması tartışma konusu olan ve bazı mezheplere göre riba sayıldığı hâlde öbür
mezheplere göre riba sayılmayan veya zararı aklıselime sarih olarak malûm
olmayan hususlar asla bu tehditlerin şümulüne girmez. Zira korkunç ve dehşetli
tehdit, ancak korkunç ve dehşetli bir günah hususunda söz konusu olur. Korkunç
günah da sadece tefeciliktir.
Rûm,
Âl-i îmran ve Bakara surelerinde yer alan bahis konusu üç ayet, ribanın da içki
gibi tedricî bir surette yasaklandığını, def’aten ve aniden yasaklanmadığını,
böyle bir yasaklamanın hükümleri neşr ve tebliğde tutulan usule ve İlâhî
hikmete muvafık düşmeyeceğini açıkça göstermektedir.
Dikkat
edilecek ilginç bir husus da şudur: Hırsızlık ve gasp gibi malî yolsuzluklara
hukukî cezalar ve kanunî müeyyideler getirildiği hâlde, riba konusunda manevî
ve uhrevî müeyyide ve cezalarla iktifa edilmiştir. Bunun sebebi bu konuda
getirilecek hukukî ve maddî cezaların yanlış uygulamaya veya istismara
elverişli oluşudur. Tıpkı gıybet ve yalancılık gibi riba için de manevî
müeyyideler getirilmiştir. Bundan, riba yasağının hukukî olmaktan çok ahlâkî
olduğu fıkıhtan ziyade diyaneti ilgilendirdiği neticesi çıkarılabilir.
Ribanın günah olma derecesi
Konu
ile ilgili ayet, riba yiyenlerin Allah’a harp ilân ettiklerini, kıyamette cin
çarpmış gibi yamrı yumru bir şekilde haşr olunacaklarını bildirmektedir.
Bazılarına göre ağır cezanın sebebi, bu kişilerin riba yemeleri ve tefecilik
yapmalarıdır. Diğer bazılarına göre böyle feci ve korkunç bir cezaya
çarptırılmanın asıl sebebi, haram olduğunu bile bile riba yemeye kalkışmak
değil, bilâkis “Riba da ticaret de birdir”, deyip tefeciliği helâl saymak ve bu
yolla elde edilen malın helâl u hoştan sağlanan meşru bir gelir olduğuna itikat
etmektir. Böyle bir inanca sahip olan kimseler, velev ki ömürlerinde hiç riba
yemeseler, yine de bahsedilen ağır cezaya maruz ve mahkum
olurlar. Riba ayetindeki tehdidin, esas muhatabı bunu helâl sayanlar
olduğundan, bu durumda riba yemenin, günah-ı keba-irden olduğu bile sabit
olmaz. Zira ayetteki “Riba yiyenler” ifadesi, onu helâl sayanlar mânasına
gelmektedir. Ancak cumhur, yani ulemanın ekseriyeti ayetteki tehdidin asıl
hedefi riba işiyle uğraşanlardır, demişlerdir16. Cumhurun görüşü burada daha doğru
görünmektedir. Kur’an’da bahis konusu edilen tehditleri ve cezaları riba yiyen
tefeciler için ağır değil, hafif bulmak bile mümkündür.
Ez’af-i muzâafa tabiri
Kur’an’da
haram kılınan riba hakkında bir fikir sahibi olmak için şu hususlara dikkat
etmek gerekir: “Ribayı yemeyiniz”, “Allah ribayı haram kılmıştır”, denirken,
riba kelimesi harf-i tarifli olarak ve er-Riba şeklinde geçmektedir. Bazılarına
göre burada harf-i tarif ahd için olup, cahiliyye döneminde ma’hud olan malûm
ribayı ifade etmektedir17.
“Ey
iman edenler! Ez’âf-ı muzâaf olan ribayı, yani kat kat olmuş faizi yemeyiniz”
(Âl-i îmran, 130) ifadesindeki “ez’âf-ı muzâaf” kaydına bakan bazı âlimler,
Kur’an’ın sadece bu özellikte ve nitelikteki ribayı haram kıldığını ileri
sürerek böyle olmayan muameleleri esasen riba saymamışlardır. Ribayı: “Borcu
ödemeyi belli bir süre tehir etmeye mukabil, ödünç verilen ana
paranın kat kat (ez’âf-ı muzâaf) olarak artmasına vasıta olan fahiş
miktardaki fazlalıktır” diye tarif eden Fazlur Rahman, bu görüşü kabul etmiştir18. Bu görüşte
olanlara: “Kur’an’daki ez’âf-ı muzâaf kaydı ihtirazî değil, vu-kûî bir kayıttır”,
şeklinde bir cevap verilerek, bu kanaat reddedilmiştir. Yani bu kaydın
konulmasından maksat, haram olan ribanın özelliğini tayin ve niteliğini tespit
etmek değildir. Ayet bu ifade ile umumî olarak o sıralarda vaki ve şayi olan
ribanın özelliğini ve niteliğini ifade etmiştir. Bu ise haram olan riba bundan
ibarettir mânasına gelmez.
Ez’âf-ı
muzaâf katlanmış ve kat kat olmuş şey demektir. Bu tabirden ilk akla gelen mâna
şudur: Bir kişi, diğer bir kişiye meselâ yüz dinar borç veriyor, bir sene sonra
bu borcun iki yüz dinar olarak kendisine iade edilmesini şart koşuyor. Borç
alan bu şartı kabul ederek parayı alıyor. Sene sonunda borcu iki yüz dinar
olarak ödüyor. Şayet ödeyemezse bir sene daha vade verilmesine karşılık, borç
bir daha katlanarak bu sefer dört yüz dinara çıkıyor ve bu hâl bu şekilde
tekrarlanıp gidiyor19.
Kur’an’da geçen ez’âf-ı muzâaf tabirinin bu muamele şeklini de ihtiva ettiği
muhakkak olmakla beraber, yüzde yüze varmayan riba nispetlerinin yol açtığı
borç katlanmalarının ve artışlarının da bu tabirin şumulü dahiline
girdiği muhakkaktır. Meselâ bir kişi diğer bir kişiye, belli bir vade sonunda
elli dinar fazlasıyla ödemesi şartıyla yüz dinar borç veriyor. Vadenin dolması
ve borcun da ödenmemesi hâlinde, aynı nispette bir ilâve meblâğa karşı borç bir
sene daha tehir ediliyor. Bu sefer birinci senenin sonunda iki yüz yirmi beş
dinara baliğ oluyor. % 50 ile faize verilen ana paranın
faizi, iki senede veya iki erteleme muamelesi sonunda ana paranın katını
aşıyor. îşte bu da bir ez’âf-ı muzâaftır. Ana paraya
ilâveten riba olan miktar da yine riba getirmektedir.
Kısaca
ez’âf-ı muzâaf, “haddi yüksek ve nispeti fazla faiz”, daha açıkçası “fahiş
faiz” ve “murabaha” mânasına gelmektedir. Şu da muhakkaktır: Ez’âf-ı muzâaf, ana parayı bir senede iki misline çıkaran faizden ibaret
değildir. Bu mânadaki ana paranın 5-10 ay gibi kısa vadelerle verilmesi ve bir
sene dolmadan evvel bir iki erteleme muamelesi sonunda sene dolmadan % 100 faiz
haddini aşması pekâla mümkündür.
XamHs’ta;”zı’f
için bir şeyin misline maksur değildir, belki ziyadeye şamil olur. Meselâ senin
için bir zı’f vardır, derler iki üç mislini murad ederler. Zira zı’f lafzının
asıl vaz’ı ziyadey-i gayri mahsureyedir” denilmektedir20. Görülüyor ki, ez’âf-ı muzâaf tabiri sadece
yüzde yüz olan riba nispetini değil, bundan daha fazla veya daha noksan olan,
haddi yüksek ve oranı aşırı bulunan riba nispetlerini de ifade etmektedir.
Esasen cahiliyye döneminde genel olarak vaki ve şayi olan hâl de bu olduğundan,
bu kayıt o vakitteki riba muamelesini aşağı yukarı tam olarak ifade ediyordu.
Çünkü başka türlü riba muemeleleri fazla değildi.
Aslında
o vakit carî olan ribanın haddini, mala ve paraya olan talep ile mal ve paranın
arzı tayin ediyordu. Vadenin kısa ve uzun olması, mala ve paraya talip
olanların sıkışık ve dar durumda, sermaye sahiplerinin az veya çok olmaları ve
daha sair İktisadî âmiller riba nispetlerinin dalgalanmasını icap ettiriyordu.
Hülâsa, Arap-lar arasında carî olan ribanın ana karakterini ve esas yapısını
tefecilik teşkil ettiğinden, riba yasaklanınca maksadın ne olduğu derhâl
anlaşıldı. Ribanın oranı düşük kısmı zaten az olduğundan, bu muamele tarzı
toptan ve kökten terkedilmiş oldu. Zira “itibar galip ve şayî olanadır”.
“Ez’âf-ı
muzâaf yaygın değildi ama riba meselesi, göze en çok batan ve en fazla çirkef
olan tarafıyla dile getirilerek hiçbir aklıselim sahibinin red ve itiraz
edemeyeceği bir biçimde ortaya konulmuştu” diyenler de vardır.
Bu
ifade yasaklanan ribanın % 100 faiz nispetinden ibaret olduğunu asla göstermez.
Bu ifadenin lafzına bağlı kalarak % 100 faiz nispetinin altındaki riba
muamelelerinin caiz olduğunu söylemek, % 100 nispetin üzerindeki riba
muamelerinin yasaklanmadığını ve yasaklanan ribanm sadece ana
parayı ikiye katlayan ribadan ibaret olduğunu söylemekten daha az saçma
değildir.
Fetihler
neticesinde elde edilen ganimetler sayesinde müslü-manların ellerinin
genişlemesi ile İktisadî sıkıntıdan kurtulmaları, ilk müslümanlardaki imanın
taze ve kuvvetli olması sebebiyle İslam’ın emrettiği zekât, sadaka ve karz-ı
hasen gibi İçtimaî yardımlaşma mü-esseselerinin
sıhhatli bir şekilde işlemesi ribanın kolaylıkla terkedil-mesine, bir müddet bu
meseleye dönülmemesine, ve yasağın başarılı olmasına sebep teşkil etmiştir.
Muhakkak ki, ilk dört halife zamanında Hicaz şartları içinde riba üzerinde
fazla durulmamıştı.
Ez’âf-ı
muzâaf tabiri fahiş faiz, gayri kanunî faiz, murabaha ve tefecilik
şeklinde anlaşılırsa, Kur’an’ın yasakladığı ribanın bu olduğunu söylemekte bir
mahzur kalmaz. Hatta en isabetli görüş de bu olur. Haram kılınan ribanm,
ez’âf-ı muzâaf vasfına haiz olandan ibaret olmadığını söyleyenler bile Araplar
arasında ekseriya vaki .ve şayi olan ribanm bu
mahiyette olduğunu kabul ettiklerine göre meselenin esası açıklık kazanmış
demektir.
Cahiliye
döneminde tok, kuvvetli ve zengin olanlar riba yiyor, onların yedikleri ribayı
da açlar, zayıflar ve fakirler veriyordu. Bunun aksini gösteren hiçbir delil ve
rivayet yoktur. Yani o dönemde riba vasıtasıyla kuvvetliler zayıfları eziyor,
zenginler yoksulları sömürüyordu. Riba hadleri ise serbest ve kontrolsüzdü.
Kur’an’da yasaklanan ribanın en bariz vasfı budur. Yani Kur’an bir tür tüketim
amaçlı faizleri yasaklamıştır.
Sual:
Kur’an’da yasaklanan riba, ticarî ve İktisadî muamelelerde % 100 civarında
seyreden fahiş faizden ibaret ise, o hâlde İslam toplumunda neden bu yasak,
mutedil kârların, makul ve düşük faiz hadlerinin de haram olduğu şeklinde
anlaşıldı? Tarihî gelişme meselenin bu şekilde anlaşıldığına şahitlik etmiyor mu?
Faz-lur Rahman bu soruya şu cevabı veriyor:
“Bütün
borçlanma ve ödünç alma hâllerinde ana paranın her
zaman bahsedilen tarzda ikiye katlandığı inancında değiliz. Gerçekte şartların
ve ortamın icabı olarak münferiâ hâllerde bir sürü değişik ve
birbirinden ayrı vaziyetler vardır. Verimlilik, bunalma ve benzeri hâller
ribanın nispetini değiştiriyordu. Fakat bu konuda önemli olan, sözü edilen
bütün münferit hâllerin, tabiatı fahiş faiz olan tek bir faiz sistemine bağlı
olmasıdır. Bundan dolayı umumî bir ilke olarak ve mutlak surette bu sistemi
külliyen yasaklamak icap etmişti. Bu yüzden de münferit hâlleri yasak dışında
tutmak mümkün olmamıştı. Bir kül olarak esas itibariyle zalim olan sistem iptal
edilince, bu arada tabiatıyla bu sistemin yanı sıra seyrek görülen birtakım
hususlar da iptal edimişti. Bu sebeple Kur’an’ın mutedil faiz oranları da dahil olmak üzere ribayı bütünü ile iptal etmesi delil
olarak ileri sürülerek, hâlihazırdaki banka faizlerine şüpheli nazarla
bakılamaz. Çünkü bugünkü faiz müstakil ve bambaşka bir sistemin bir parçasıdır21.”
Okuma
yazma bilenlerin çok az olduğu cahiliye döneminde, karmaşık ve birçok türleri
olan bir faiz sistemi değil, basit ve tek tür bir faiz sistemi vardır. Cahiliye
Arapları hesap bilmediklerinden umumiyetle bir yıl vade ile borcu bir misli
arttırıp, iki katma çıkarmaktan başka bir şeye akılları ermiyordu. Çok cüz’î
miktarlardan başlayıp % 100’e kadar varan faiz şekilleri arasında ayrım yapıp
sınır koymak, anlama ve uygulama zorluğu sebebiyle o günün şartları içinde
imkânsız denecek kadar zordu. Ayrıca böyle bir ayrıma ihtiyaç da yoktu.
Cahiliye ribası nedir, ne değildir?
Cahiliye
ribası hakkında bundan evvelki bölümde umumî mahiyette bilgi verdik. Burada bu
ribanın mahiyeti, şumulü ve hududu hakkında bilgi vermek istiyoruz. “Cahiliye
dönemindeki ribanın ne olduğunu şerh ve izah eden herhangi bir merfû’ ve
muttasıl (Hz. Peygamber’den nakledilen bir) hadis yoktur”, diyenler vardır22. Fakat cahiliye
dönemindeki ribanın mahiyeti bugün için meçhuldür, demek çok yanlıştır. Gerçi
bu ribanın teferruatı ve tafsilâtı hakkında fazla bilgimiz yoktur ama esasını
ve umumî hatlarını bilmekteyiz. inceleme ve
araştırmalar yapıp bir sonuca varmak için bu bilgi kâfidir. Bu ribanın bütün
teferruatını ve tatbik şekillerini bilmememiz önemli bir eksiklik değildir.
Cahiliye ribasının ne olduğunu yukarıda izah ettik, kaynaklarda daha geniş
malûmat vardır. Fakat çoğu karışık olan bu malûmatı burada nakletmekte bir
fayda görmüyoruz. Ancak şunu söylemek istiyoruz: Cahiliye Araplarının
uy-gulayageldikleri riba hakkında bilgimiz yoktur, demek daha başlangıçta işi
çıkmaza sokmak olur ki, son derece mahzurlu ve hatalıdır.
Fıkıh,
usul-ı fıkıh ve bazı tefsir ve hadis âlimleri, Kur’an’da geçen riba
kelimesinin, “mücmel” bir lâfız olduğunu, şârî’ tarafından şerh ve izah
edilmemesi hâlinde bu lâfızdan hiçbir şeyin anlaşılmayacağını iddia edip, bu
yönden riba kelimesini zekât, namaz ve oruç gibi tabirlere benzetmektedirler23.
Cassâs
diyor ki: Riba, daha önce lügatta ismi bulunmayan ve adı konulmayan birtakım
yeni mânalarda kullanılmıştır. Ribanın, şer’î bir isim hâline geldiği, bu
suretle sabit olmuştur. Öyle olmasaydı da riba kelimesinin mânası ve hükmü
lügattaki aslı üzere bâ-kî kalsaydı, bu kelimenin mânası Hz. Ömer’e kapalı
gelmezdi. Zira o lügata vâkıftı. Şu hâlde riba, beyana muhtaç sair şer’î
isimler gibi mücmel bir isim hâline dönüşmüştür. Bu türlü isimler, daha evvel
lügatta adı konulmayan birtakım yeni mânalarda kullanılmak üzere lügatten şer’e
naklolunmuştur. Salat, savm ve zekâtta durum budur24. Hemen hemen bütün Hanefî usul-ı fıkıh
âlimleri, “mücmel” kelimesini izah için ribayı misal verirler:
Meselâ
Taftazanî, et-Telvih’de: “Riba, salat ve zekât gibi mücmel bir lâfız
olup, icmali yapan zatın beyanı olmadan bu lâfızla neyin kastedildiğini
kestirmek mümkün değildir. Çünkü anlaşılmazlık bizzat kelimenin kendisindedir,
demektedir25.
akıl
ve mantıkla anlaşılması mümkün değildir, denilerek işin içinden çıkılmak
istenmiştir26.
“Riba
taabbüdîdir” sözü, ribanın yasaklanmasının hiçbir illeti, sebebi, gerekçesi,
hikmeti ve maksadı yoktur, olsa bile buna insanın aklı ermez, onu olduğu gibi
kabul etmek şarttır, mânasına gelmektedir. Bu suretle riba meselesi akıl, fikir
ve ilim sahasından alınıp, iman ve nass sahasına konulmakta ve tenkit ve
münakaşası yapılamaz bir şekle sokulmaktadır27. Tabiî esas itibariyle İktisadî ve İçtimaî bir
konu olan ve onun için de akıl, mantık, ilim, tecrübe ve müşahede ile
halledilmesi gereken riba konusu kendi tabiî sahasından alınıp iman ve nass
sahasına konulunca üzerinde konuşulamaz oldu. Eskilerin görüşlerine aykırı yeni
bir fikir ileri sürmenin küfre ve sapıklığa kayılmasına vesile olacağından
endişe edildi. Onun için meseleyi açık bir şekilde ortaya koyup makul ve
gerçekçi bir şekilde hal ve izah etme yerine dolambaçlı yollardan ve şer’î
hilelerden medet umuldu ve İktisadî hayattaki zarurî ve tabiî ihtiyaçlara gayri
tabiî ve gayri makul yollardan gidilerek çareler arandı. Tabiî ve makul
İktisadî sistemlere gayri tabiî ve muzır nazarıyla bakılırken, çok değişik
şartların ürünü olan muğlak ve girift sözlere, çelişkili ifadelere ve
anlaşılmaz ibarelere ideal iktisat gözüyle bakıldı. Bunlarda birtakım hikmetler
arandı. Bu türlü hayalî tasavvurlara istinat edilerek, sosyal ve İktisadî
hayattaki gerçekler ya inkâr edildi veya hafife alındı.
Meselenin
böyle bir şekle sokulması cahil hocaların işine de yaradı. Zira kendileri bu
hileli ve dolambaçlı yollarda istedikleri gibi hareket ediyor, aklın ve ilmin
denetiminden kaçıyor ve bu hususta onların tasvip etmedikleri görüşleri ileri
sürenleri inkârcılık ve sapıklıkla, en azından imanlarının gevşek olmasıyla
rahatlıkla itham edebiliyorlardı. Meselenin ıstırabını yüreğinde duyanlar ise
korkularından, yetersizliklerinden veya bilgisizliklerinden seslerini
çıkara-mıyorlardı. Bu güne kadar sürüp gelen hâl işte budur. Kısaca:
·
1.
Önce, cahiliye ribası meçhulümüzdür, dendi.
·
2.
Sonra riba ayeti en son nazil olan ayet olduğundan Hz. Peygamber bu konuda
hiçbir açıklama yapmadan ve tarif vermeden vefat etti, dendi.
·
3.
Sonra bu hususta Hz. Ömer’e ait olduğu iddia edilen bir söz nakledildi.
·
4.
Bilahare bu beyanlar unutularak eşya-ı sitte adıyla ribayı tefsir ve tarif eden
bir hadis nakledildi.
·
5.
Daha sonra bu riba kelimesinin mücmel olduğundan bahsedildi.
·
6.
En sonunda da riba bir emr-i taabbüdîdir, denilerek mesele girift ve muğlak bir
şekle sokuldu, tıpkı kader konusunda olduğu gibi.
Kur’an’da haram kılınan riba
Kur’an’da
açık ve kesin surette yasaklanan ribanm ez’âf-ı mu-zâaf riba olduğunu, bunun da
tam mânasıyla fahiş (ve kanunen men edilen) faizden ibaret bulunduğunu
söylemiştik. Bu nitelikteki faizin ve ribanm haram olduğunda ittifak eden
ulema, bunun dışında kalan faiz şekillerinin haram olup olmadığı hususunda
ihtilâfa düşmüşlerdir.
Kur’an’ın
lağvettiği ribaya umumiyetle: “Ez’âf-ı muzâaf riba”, “deyn ribası”, “nesie
ribası” ve “cahiliye ribası” adı verilmektedir. Bu dört ifade aynı mânaya
gelmektedir. Ez’âf-ı muzâaf tabirinden sonra biraz da nesie tabiri üzerinde
duralım.
Kur’andaki nesie ribası veya
cahiliye ribası
Nesie,
lügatte tehir mânasına gelir28.
Istılahta ne mânaya geldiğini anlamak için şu örneklere dikkat etmek gerekir:
·
a.
Cahileye ribası ez’âf-ı muzâaf olan ribadır. Bu dönemde borçlu, vadesi dolup da
ödemediği borcu için alacaklısına: “Sen bana mehil ver, ben de sana ana paraya ilâveten fazla bir meblâğ ödeyeyim” diye teklifte
bulunurdu. Bu teklifin alacaklı tarafından yapıldığı da olurdu. îki taraf bu
hususta anlaşınca riba akdi yapılmış olurdu. Vade farkına tekabül etmek üzere
alacaklının borçludan aldığı ilâve meblâğa ve fazla ödemeye riba denirdi. Bu
akit yapılırken borcunun tehir edilmesini ve mehil verilmesini ifade etmek için
“nesie” kelimesi ve ondan türeyen fiil kullanıldığı için cahiliye ri-basına
nesie ribası da denilmiştir.Bu ribaya deyn ribası yani
borcun ertelemesinden doğan riba adı da verilir ki; ekseriya ana parayı ikiye
katlar ve borcu bir misli artırırdı. Mücahid, cahiliye ribasını bu şekilde izah
etmiştir29.
Görülüyor
ki, Kur’an’daki riba (ribe’l-Kur’an) cahiliye ri-basından ibaret olan “nesie
ribası”dır. Fadl ribası, nakd ribası ve ribe’l-bey ‘ denilen hadisteki riba
(ribe’l-hadis) Kur’an’da yoktur.
·
b.
Zeyd b. Eşlem, “Cahiliye ribası katlama (taz’if) ve yaş (sin) ribasıdır,”
dedikten sonra meseleyi şöyle izah ediyor:
Yüz
dinar borcu olan kimse, vadenin dolduğu tarihten itibaren bir sene mehil alma
karşılığında borcunu iki yüz dinara, vade dolduğu vakit borcun ödenmemesi
hâlinde yine bir sene mehil almak karşılığı borcunu dört yüz dinara çıkarırdı.
Buna taz’if (katlama, börcu iki misline çıkarma, % 100 artırma) denirdi.
Yaş’taki
riba da şudur: Bir adamın, diğer bir kimseden belli bir vade sonunda belli bir
yaşta deve alacağı varsa, vadesi gelince ya bu deveyi verir veya borcunun bir
sene tehir edilmesi karşılığı bir yaş daha büyük olan deveyi vermeyi taahhüt
eder. Yine ödeyemezse devenin yaşı bir sene daha artırılır. Meselâ belli bir
zamanda bir yaşındaki bir deve borcu varsa, bu borcun bir sene daha tehir
edilmesi karşılığında iki, bir sene daha tehir edilmesi karşılığında üç (veya
dört) yaşındaki bir deveyi teslim etmeyi kabul eder. Başka bir ifade ile bir
kuzu borcu varsa bir sene sonra bunu toklu olarak, toklu borcu varsa bir sene
sonra koç olarak öder30.
Deyn
ribası, bir karz (ödünç) sonunda doğduğu gibi, veresiye alım satımlarla ilgili
borcun temdit ve tecil edilmesi neticesinde de doğar. Yani vade ile satın
alınan bir malın parası vaktinde ödenmeyince, faiz karşılığı ertelenirdi.
Görüldüğü
üzere cahiliye ribası gerek para ve nakillerde, gerekse hayvan ve davarlarda %
100 artış temin eden bir muamele şeklinde tasvir edilmekte, bu da “katlanmış
riba”yı yasaklayan ayetin lafzına harfiyen uymaktadır. Yine bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre, cahiliye ribası borcun vadesinin dolduğu ve ödüncün
verilmesi zamanının geldiği vakit yapılan bir akitle yürümekte, bu akitten
evvelki borçlanma için riba söz konusu olmamaktadır. Yani alacaklı, borçlusuna
gerçek fiyatı yüz dinar olan bir malı, bedeli bir sene sonra alınmak şartıyla
yüz elli dinara satmışsa, elli dinarlık vade farkı riba sayılmaktadır. Mevdudî, riba hakkındaki eserinde, bu farkı alacaklının
borçlusundan tahsil etmediğini söylerken, Mes ’ele-i sûd adıyla faize
dair bir eser yazan Müfti Muhammed Şefi, bilâkis verilen ödünçlerin vade
sonunda kârlı tahsil edildiğini, tahsil edilmeyip ödeme vadesinin uzatılması
halinde ribanın yürüdüğünü ve bunun cahiliye zamanında câri bir muamele
olduğunu söylemektedir31.
Zeyd
b. Eslem’e göre, cahiliye ribası şudur:
Bir
adamın, diğer bir kimse üzerinde, belli bir vadede tahsil edilmesi gereken bir
hakkı (borcu) olurdu. Hakkın vadesi dolunca alacaklı borçlusuna ister borcunu
öde, ister riba muamelesini işletelim der, borçlu borcunu öderse iş biter, aksi
takdirde borcunun artmasını kabul eder, öbür taraf da vadeyi uzatırdı32.
Açıkça
görülüyor ki, borcun doğduğu tarihten itibaren, bu borcu ve ödüncü ödemek için
tespit edilen vadeye kadar geçen müddet için riba söz konusu olmamaktadır. Riba
bundan sonra yürümektedir, vade farkına göz yumulmaktadır. Demek ki, cahiliye
ribası 100-200-400-800 gibi yüksek bir nispette ana
parayı artıran, neticede borçluyu ana parayı ödemek bir yana, bunun
faizini bile ödeyemez bir duruma düşüren tefeciliktir.
Fahruddîn
Razî şöyle diyor: Riba, biri nesie diğeri fadl olmak üzere iki
kısımdır. Cahiliye Araplarının bildikleri ve uygulayagel-dikleri riba, nesie
ribasıdır. Şöyle ki, cahiliye Arapları her ay belli bir kâr almak üzere borç
mal verirlerdi. Ana para olduğu gibi kalırdı. Borcun
vadesi dolunca, alacaklı borçlunun borcunu ödemesini talep eder, şayet borçlu
için borcu ödemek kabil değilse hakkı (borcun miktarını) artırır ve vadeyi de
uzatırlardı. îşte cahiliye döneminde yürürlükte olan riba budur33.
Bir
fayda ve menfaat karşılığı ödünç vermeyi caiz görenler, ri-bayı vadenin dolduğu
tarihten itibaren borcu ikiye katlayan bir fazlalık şeklinde anlamaktadırlar.
Taberî
diyor ki: Cahiliye döneminde riba yiyenler bunu şöyle yerlerdi: Alacaklı olan
kişinin, borçlusuna verdiği vade dolunca, borçlu alacaklıya: “Sen vadeyi uzat
ben de borcun miktarını artırayım” derdi. Borcu tehir için bu çeşitli bir
muameleye başvuranlara; “Yaptığınız bu iş, haram olan ribadır”, denilince,
onlar da “Ha başlangıçtaki alım satım muamelesinde vadeyi uzatıp borcu (fiatı)
artırmışız, ha vade dolunca bu işi yapmışız, fark etmez, ikisi bir ve eşittir”,
derlerdi. îşte onların bu tutumu ve beyanı üzerine Allah, kendilerini tekzip
ederek: “ İkisi bir ve aynı şey değildir, Allah ri-bayı haram, alışverişi helâl
kılmıştır”, buyurmuştur. Vadeyi uzatma tecil, tehir ve inşâ tabirleriyle, borcu
arttırma ziyade kılma ve ribâ tabirleriyle ifade ediyordu34 .
Burada
bu hususu biraz daha açalım: Cahiliye döneminde bir adam, diğer bir adama
meselâ bir sene vadeli olmak üzere bir mal satıyor. Bu malın gerçek değeri
meselâ yüz dinar olsun. Fakat bir sene vadeli sattığı için
o malı gerçek fiatından daha pahalı, meselâ yüzon dinara satıyor. Aradaki on
dinar vade karşılığı oluyor. Lâkin Kur’an’da buna riba denilmiyor. Bu muameleye
tabiî ve mutad bir alışveriş akdi nazarı ile bakılıyor. Vade dolunca, borçlu
borcunu öderse, mesele kalmıyor. Ribasız ve helâl bir alış veriş yapılmış
oluyor. Açıkçası Kur’an, vade farkı şeklinde ortaya çıkan ve alım satımdan
kaynaklanan faize göz yumuyor. Helâl olduğunu söyleyerek bunun savunmasını bile
yapıyor. Ama borçlu borcunu ödeyemezse, alacaklısına, meselâ “sen vadeyi bir
sene daha uzat, ben de sana borcu yüz veya elli dinar artırayım” diye bir
teklifte bulunuyor. Yapılan pazarlık sonunda vadeye tekabül etmek üzere belli
bir fazla mal ve ilâve borç üzerinde anlaşma oluyor. îşte evvelki borçtan ayrı
olarak yeni doğan ve sadece vadeye karşılık olan bu ek borca Kur’ an’ da riba
deniliyor. Şu hâlde riba, başlangıçtaki alış veriş akdinde değil, bu alış
verişin veresiye olması hâlinde vadenin dolması üzerine yeni bir süre için
ikinci bir akitle ödenen ilâve bir meblâğ oluyor. Bu duruma göre gerçek değeri
yüz dinar olan bir malı, bir kimsenin bir sene vadeyle yüz on dinara satması
caiz ve mübah oluyor. Kur’an bu muameleyi kesin bir şekilde mutat bir alış
veriş muamelesi ve ticaret akdi sayıp açıkça helâl sayıyor. Bu husus sarih bir
ifade ile beyan ediliyor. Ribayı ikinci muamelede ve sonradan yapılan akitte
görüyor.
Riba,
mutat alış verişler üzerine, sonradan yapılan bir mukavele ile ve vade farkı
şeklinde ödenen ek bir meblâğ hâlinde ortaya çıktığı gibi, borç ve ödünç
verilen paranın zamanında ödenmemesi üzerine, ilâve bir meblâğ karşılığında bu
ödünçten de doğardı. Onlar parayı vade karşılığı ilâve bir meblâğ ile satma
tarzındaki faiz işlemini bilmezlerdi. Onun için cahiliye ribası vadesi dolan
ödüncü veya borcu ek bir meblâğ karşılığı ertelemekten ibaret olduğundan,
Kur’an’daki açık riba yasağı da sadece bu şekildeki faizle ilgilidir35.
Önceden
şart kılınmaması kaydıyla borcun biraz fazla ödenmesi hoş da görülüyor,
teşvik bile ediliyor36.
Ama bu yolla bir ay vade ile ikraz edilen meselâ yüz dinarın 5-10 dinar
karşılığı meselâ bir ay daha ertelenmesi kelimenin tam mânasıyla riba oluyor.
Cassas ve benzeri bazı âlimlere göre riba, alış verişle değil, sadece dinar ve
dirhemin, daha fazlasını alma şartıyle ikraz edilmesiyle alâkalı bulunuyor.
Yâni Kur’an ribe’l-buyû’u değil, sadece ribe’d-deyni haram kılmış oluyor. Malın
malla trampa ve takas edilmesi veya malın para ile veresiye alınıp satılması
ribanın dışında kalan mutat bir alışveriş sayılıyor. Halbuki
sonradan bu çeşit muamelelerden bir kısmının riba olduğu ileri sürülerek buna
ribe’l-bey’ ve ribe’l-buyu’ ve ribe’l-mubayaa gibi isimler verilmiştir.
Cahiliye ribası hakkında bazı alimlerin fikirleri
Kur’an’ın
haram kıldığı ribayı öbür ribalardan ayırmak için bu konudaki görüşler üzerinde
kısaca duralım:
İbn
Rüşd’e göre riba iki türlüdür; ticarî mübadelelerdeki riba (bey’ ribası), borç
ve ödünçle ilgili riba. Bunda ulemanın ittifakı vardır. Borç ve ödünçle ilgili
riba da iki nevidir: Yasak edilen cahiliye ribası, vaz’ ve ta’cil (senet kırma)
ribası. îlkinin haram olduğunda ittifak eden ulema, İkincisinde ihtilâf
etmişlerdir. Veda hac-cında yürürlükten kaldırılan riba cahiliye ribasıdır.
Ticârî mübadelelerdeki riba da biri fadl, diğeri nesie olmak üzere iki
kısımdır. Fakat îbn Abbas fadl ribasım reddeder37.
„
Fahruddin Râzî’nin tefsirinde bu konuda şunlar yazılıdır: Riba iki türlüdür:
Nesie ribası, fald ribası. Nesie ribası Cahiliye döneminde var olduğu bilinen
ve meşhur olan ribadır. Cahiliye ribası, ana para
aynen kalmak üzere her aya belli bir kâr karşılığı ödünç verilen maldır. Vade
dolunca, ödeme imkânı yoksa, borçlu bore miktarını
artırır, alacaklı da buna karşılık vadeyi uzatırdı. Cahiliye Araplarınm
uygulayageldikleri riba bundan ibaretti. îbn Abbas nakd ribasım caiz görür. îbn
Abbas’ın delili şudur: “Allah bey’i helâl kıldı”, ifadesi iki dirhem
karşılığında bir dirhemi peşin olarak satmayı şümulüne alır, “Allah ribayı
haram kıldı” ifadesi bu muameleye şamil olmaz. Zira riba ziyade demektir. Her
ziyade haram değildir. “Allah ribayı haram kıldı” ifadesi, sadece cahiliye
Arapları arasında riba ismi verilen hususî akde şamil olup, bu da nesie
libasından ibarettir. Bu yüzden nesie libasının “Allah ribayı haram kıldı”,
ifadesine girdiği sabit olur. “Allah ribayı haram kıldı”, ifadesi fadl ribasına
şamil olmaz. Onun için mübah olarak kalır. Nakd ribası hadisle haram kılınır da
denemez. Zira bu, Kur’an’ın vahid haberle tahsis edilmesini gerektirir ki, caiz
değildir. îbn Abbas’ın telâkkisi işte budur38.
Görülüyor
ki, az çok müphem olmakla beraber F. Razî’nin, îbn Abbas’ın telâkkisi
konusundaki ifadeleri tbn Rüşd’ünkinden daha açıktır. Buna göre Kur’an’daki
riba terimi, cahiliye Araplarının bildikleri, tanıdıkları ve uygulayageldikleri
ve adına nesie denilen ri-baya delâlet ediyor. Hadislerdeki bey’ ve nakd ribası
buna girmiyor. Keza buradaki nesie ribası, bey’deki iki ribadan olan nesieden
başka oluyor. Daha açıkçası cahiliye döneminin fahiş faizinden ibaret oluyor.
Şu hâlde îbn Rüşd’ün fikirlerini buna göre anlamak icap ediyor.
îbn
Kayyım Cevziye’ye göre riba iki türlüdür: Açık, kapah (celi-hafî). Açık riba,
kendisinde mevcut bulunan muazzam zarar sebebiyle, kapalı riba ona yol olduğu
için haram kılınmıştır. Şu hâlde ilkinin yasaklanması doğrudan, İkincisinin
yasaklanması dolaylıdır.. Yasaklamanın esas maksadı
ilki olup, İkincisi ona vesile kılındığı için yasaklanmıştır. Celî riba, nesie
denilen riba olup, bu da cahiliye Araplarının yapageldikleri muameleden
ibarettir. Meselâ, alacaklı borcunu tehir eder, borçlu ödeyeceği malın
miktarını arttırır, her ertelemede malın miktarı artarak borçlunun nezdindeki
yüz dinar binlere baliğ olur. Umumiyetle, ihtiyaç içindeki yoksuldan başkası
böyle bir muameleye yanaşmazdı. Sermayedarın, ek bir meblâğ ödemesi karşılığında
borcunu ertelediğini ve beklemeyi göze aldığını gören yoksul borçlu onun
takibinden ve sıkıştırmasından kurtulmak için ek ödemeyi ister istemez kabul
etmek ve borcunu biraz daha ertelemek için her teklifi kabul etmek
mecburiyetinde kalır. Bu.yüzden uğradığı zarar, ziyan
korkunç şekilde artar. Başına gelen musibet büyür, gittikçe çoğalan borcu,
bütün mal varlığını aşar. Alacaklının üzerindeki malı, kendisine hiçbir fayda
temin etmeksizin artar durur. Tefecinin, artan sermayesinden kardeşi istifade edemez.
Bu suretle ribacı, kardeşinin malını haksız olarak yer. Borçlu kardeşi gayet
büyük bir zarara uğrayarak batar. İşte bu sebeple, merhamet sahibi olanların en
merhametlisi olan yüce Allah, rahmetinin, hikmetinin ve lütfunun eseri olmak
üzere ribayı haram kılmış, ribayı yiyeni de, yedireni de, riba akdinde şahitlik
ve kâtiplik yapanı da lanetlemiş, bu işi bırakmayanları kendisine ve Resulüne
harp ilân etmiş düşmanları olarak kabul etmiştir. Bu kadar dehşetli tehditler,
öbür günah-ı kebâir için bahis konusu olmamıştır. Bundan dolayı riba, büyük
günahların en büyüğü sayılmıştır. İmam Ahmed’e haram olduğunda hiç şek ve şüphe
bulunmayan ri-banın ne olduğu sorulunca, şöyle demişti: Alacaklı, borçlusuna
ödüyor musun, artırıyor musun” der, borçlu borcunu ödeyemezse, borcun miktarını
artırır ve alacaklı da vadeyi uzatırdı. Yüce Allah ribayı sadakanın (sosyal
yardımlaşmanın) zıddı olarak, ribacıyı da yardımda bulunanın zıddı olarak
göstermiş ve “Allah ribayı mahveder, sadakayı nemalandırır” buyurmuştur. Halka
zulüm olan riba-yı yasaklayan yüce Allah, onlara iyilik etmek mânasına gelen
sadakayı emretmiştir. İbn Abbas’ın: “Riba ancak nesie ribasıdır” demesi, “haram
riba” budur, mânasına gelir39.
Şah
Veliyullah Dihlevî’ye göre riba biri hakikî, diğeri ona bağlı olmak üzere iki
kısımdır. Borçlarla ilgili olan hakikî ribadır. Ca-hiliye Arapları bu türlü
ribaya gayet düşkündürler. Bu yüzden sonu gelmeyen muharebeler çıkmıştı. Ribanm
azı çoğuna sebebiyet verdiğinden bu kapıyı tamamıyla kapamak icap etmişti. Bu
maksatla Kur’an’ın malûm ayetleri nazil olmuştu. İkinci riba fadl
ribasıdır. Bunun hükmü hadisle sabittir. Hakikî ribaya benzetilerek ve
hak-kmdaki hükümler ağırlaştırılarak buna riba denilmiştir40.
Görüldüğü
gibi, zaman zaman nesie ribasının şumulü değişik olarak tespit edilmekle
beraber bu deyim umumiyetle Kur’an’daki fahiş faiz esasına dayanan ribayı
anlatmak için kullanılmakta ve nakd-buyû gibi isimler verilen hadisteki ribaya
mukabil olmak üzere zikredilmektedir. Şu hâlde Kur’an’da yasaklanan riba,
zamanla borcu iki misline çıkaran cahiliye döneminin hakikî ve açık faiz
muamelesidir. Bunun haram olduğunda ittifak vardır, bunun dışında kalan faiz
türlerinin haramlığı ihtilaflıdır. Şunu da bilhassa ifade edelim ki, Kur’an’da
yer alan riba ile ilgili tehditler ve gösterilen şiddet, Kur’an’ın haram
kıldığı fahiş faizle ilgili olup, haramhğın-da ittifak bulunmayan riba
muamelelerini hedef almamaktadır. Aksi hâlde bu türlü riba muamelelerini riba
saymayan îbn Abbas ve Usame başta olmak üzere birçok ulema bu tehditlerin
mevzuunu teşkil eder.
Hz.
Peygamber’in veda haccında okuduğu hutbede:
“Cahiliye
ribası tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır”, demesi de bu fikri desteklemektedir41.
“Her
şey zıddı ile bilinir” kaidesine uyarak bir de Kur’an riba-sını zıddı ile
tanımaya gayret edelim:
Mekke’de
nazil olan Rûm suresinin 39. ayetinde riba kelimesinin zıddı olarak zekât
(sadaka) zikr edilmiştir. Bakara suresinin 276. ayetinde: “Allah ribayı
noksanlaştırır, sadakayı bereketlendirir” denilirken de riba ile sadaka yan
yana getirilmiştir. F. Razî: “Riba ile sadaka arasında, zıt yönde bir münasebet
vardır. Sadaka, Allah’ın bu konudaki emrine uyarak mah noksanlaştırmaktadır.
Oysa ribd Allah’ın yasaklanmasına rağmen (haram yoldan) malı arttırmaktır”,
demektedir42.
Sadaka
tez, riba onun antitezidir. Bakara suresinde infaktan ve sadakadan
bahsedildikten sonra riba meselesinin ele alınması, sonra da borç ve ödünç konularına
temas edilmesi son derece anlamlıdır. Riba ayetinde geçen “Ez’âf-ı muzâafa”
(Âl-i îmran, 130) tabirinin karz-ı hasenden bahseden ayette geçen: “Ez’âf-ı
kesîre” (Bakara 2/245) ifadesini hatırlatmaması imkânsızdı. “Kim Allah’a karz-ı
hasen yoluyla ödünç verirse, o da ona bunun birçok kat fazlasını verir”
(Bakara, 2/245). “Sadaka yoluyla Allah’a karz-ı hasen olarak verenlere, bunun
kat kat fazlası verilir ve onlar için cömertçe bir karşılık da vardır” (Hadid,
57/11. Ayrıca bk. Mûzzemmil, 72/20, Teğâbün, 64/17, Maide, 5/12). Riba ve
sadaka (sosyal yardım) bir yayın iki ucu arasına gerilen bir kirişin uç
noktalarında bulunur. Ortada ise bey’ denilen tabiî, ticarî ve İktisadî
faaliyetler vardır. Kur’an haksız rekabet ve fırsatçılık yerine menfaatlerin adilane
mübadelesine ve yardıftılaşmaya davet eder. Bu mübadelenin ve yardımlaşmanın
ruhu sadakadan ibaret olduğu gibi haksız rekabetin ve fırsatçılığın özü de
ribadan ibarettir. Buna rağmen nasıl sadaka, yardımlaşma ve
menfaat mübadelesiyle ilgili olmak üzere şer’î ve fıkhî bir ıstılah değilse,
sadece ahlâkî ve dinî bir kavramsa, acaba ribanın da öyle olması düşünülemez
mi? Konuyla ilgili hadisler arasında görülen çatışma ve çelişkiler, zaman
içinde Kur’an’m bu ahlâkî kavramını fıkıh kalıplarına dökme çabalarının
hadislere yansımış bir şekli olarak düşünmek lâzım gelir. Hadislerde
görülen farklılığın hakikî sebebi ve kaynağı budur43. Şayet gerçekten riba sadakanın zıddı ise,
hukukî bir mesele olmaktan çok onun gibi ahlâkî bir mesele olması icap eder.
Ona hukukî bir hüviyet veren, fı-kıhçıların fikirlerini hadis biçiminde takdim
etme gayretleridir. Bu kadar büyük bir vebal ve suç olarak gösterilen riba için
tıpkı yalan ve gıybet gibi ahlâkî konularda olduğu gibi, hukukî bir cezanın
düzenlenmemiş olması da bu görüşü teyit eder. Lâkin bundan, ribanın hiçbir
zaman hukukî ve kanunî bir yasağın ve cezanın konusunu teşkil etmeyeceği mânası
çıkarılamaz.
Kirişin
iki ucunun ortasında tabiî, İktisadî ve ticarî faaliyetler vardır ve bunlar tümüyle
mübahtır. Orta noktadan itibaren sadaka istikametine gidilirken ihtiyata ve
dikkate fazla ihtiyaç yoktur. Lâkin riba istikametine gidilirken acaba bey’ ve
tabiî muamelelerin sının nerede bitmektedir? Ve ribanın sınırı nereden
başlamaktadır? îşte bütün mesele bu sınırı tespit ve tayinden ibarettir. Riba
sınırının bazan orta noktaya“yaklaştırılması, umumiyetle tabiî, İktisadî
faaliyetleri felç etmiştir44.
“Helâl apaçık olarak ortadadır, haram da apaçık olarak ortadadır. Ama ikisi
arasında helâl mi, haram mı olduğu açıkça belli olmayan birtakım şüpheli şeyler
daha vardır. Kendisini bu türlü şüpheli şeylerden koruyan dinini ve haysiyetini
korumuş olur”, mealindeki hadisin alış veriş ve ticaret bahsinde nakledilmiş
olması son derece dikkat çekicidir45.
Ribanın
zıddı olarak karz-ı haseni görmek de mümkündür.
Ribayı,
sadakanın zıddı olarak düşünmemiz hâlinde şu yolda bir mülâhaza ileri
sürülebilir. Mekke devrinde, İçtimaî yardım mânasına gelen sadaka tavsiye
edilmiş, fırsatçılık ve sömürme mânasına gelen ribadan sakındırılmıştı. Daha sonra Medine şartları içinde sadakanın bir bölümü zekât adı
altında farz, diğer bir bölümü fitre ve kurban gibi muhtelif adlar altında
vacip veya sünnet kılındığı ve bu suretle sadakanın önemli bir bölümü mecburî
veya yarı mecburî hâle getirildiği, ayrıca karz-ı hasen de ısrarla tavsiye
edildiği hâlde, aynı ayrım merkezin öteki tarafında, yani riba kısmında
yapılmamış ve riba kayıtsız şartsız her şekliyle, hiç değilse lâfzen
reddedilmiştir. Gerçi Hz. Peygamber zamanında, İktisadî ve ticarî
şartların gereği olarak riba hakkında böyle bir ayrım yapmaya lüzum yoktu.
Ancak daha sonraki dönemlerde İktisadî faaliyetlerin artması ye ticarî
muamelelerin yoğunluk kazanması üzerine, bu türlü bir ayrım yapmaya kesin
surette ihtiyaç hasıl olmuş, fakat riba yasağının
nazarî olarak cemiyette iyice yerleşmesi ve dinî çevrelerin ribadan nefret
etmeleri böyle bir ayrımın açıkça yapılmasına mani olduğundan, hukukî ve fıkhî
ayrımla varılacak sonuca şer’î hilelerle ulaşılmış ve bu ihtiyaç dolambaçlı bir
yoldan kapalı olarak karşılanmıştı. Lâkin bu da hukukî çalışmaları anlaşılmaz
hâle getirmekten ve İktisadî faaliyetleri zorlaştırmaktan başka bir işe
yaramamıştır. Şayet sadakanın bir kısmı mecburî, diğer kısmı
yarı mecburî veya ihtiyarî hâle getirildiği gibi, öbür t’arafta da aynı tefrik
yapılıp ribanın tefecilik ve fahiş faiz olan kısmı tam olarak ve kesin surette
kanunen ve hukuken yasaklanır, bunun dışında kalan kısımlar birtakım kayıt ve
şartlara bağlanıp, yarı ihtiyarî veya ihtiyarî hâle getirilebilseydi, hiç şüphe
yok ki, daha gerçekçi ve akılcı, daha faydalı ve uygulanabilir bir sonuca
ulaşılabilirdi. Böylece sadakanın farz, vacip, sünnet ve ihtiyarî
şekilleri olduğu gibi, ribanın da haram, tahrimen mekruh, tenzihen mekruh
şekilleri olurdu; bunun dışında kalan faiz işlemleri mübah kabul edilirdi.
Özet
Kur’andaki
ve İslam öncesi Araplardaki riba anlayışı şöyle özetlenebilir:
·
1.
Cahiliye Arapları faiz ve (fazla ödeme) karşılığında borç almayı bilmezlerdi.
·
2.
Vadeli olarak aldıkları bir şeyin fiatınm râyiç fiattan fazla olması hâlinde
aradaki vade farkına riba demezlerdi.
·
3.
Ödünç aldıkları bir malın veya paranın ödeme zamanı geldiği hâlde bunu ödeyemez
ve ödeme suresini belli bir fazla karşılığında uzatırlarsa bu fazlaya ve
ziyadeye riba derlerdi. Bu da genel olarak borcu bir yılda iki misline
çıkarırdı (fahiş faiz). Kur’anda bahis konusu edilen ve ez’af-ı muzâ’af,
cahiliye ribası ve nesie ri-bası gibi isimler verilen riba türü budur.
·
4.
Hadislerde bahis konusu edilen fadl ve nesie ribası Kur’an’da yoktur.
İKÎNCt
BÖLÜM
HADÎSLERDE
RÎBA MESELESİ
HADİSLERDE
rîba meselesi
Ribayı
haram kılan Bakara suresinin 275-279. ayetlerinin en son nazil olan ayetler
olduğu iddia edilmesine, bu ayetlerin en erken Hz. Peygamber’in vefatından 81
gün evvel nazil olduğunu ileri sürenlerin yanında, bu sürenin birkaç saatten
ibaret olduğunu söyleyenlerin dahi mevcut olmasına rağmen, riba konusunda
rivayet edilen hadislerin sayısı hicretin ilk yıllarında haram kılınan ve
yasaklanan fiiler hakkında rivayet edilen hadislerin sayısından hiç de az
değildir ve bunların önemli bir kısmı Kütüb-i Sitte’de nakledilmiştir1.
Biz bu
konudaki hadisleri, biri ribanm lanetlenmesine ve tefeciliğin kınanmasına,
diğeri riba işleminin tarif ve izah edilmesine dair olmak üzere iki bölümde
incelemek istiyoruz.
Ribayı kınayan ve lânetleyen
hadisler
Riba
muamelesini kınayan, lânetleyen ve kötüleyen hadisler umumiyetle herhangi bir
fıkhî ve şerî hüküm ihtiva etmemekte, sadece ribanm haram olduğundan bahisle bu
yasağı dinlemeyenlerin maruz kalacakları dünyevî ve uhrevî musibetleri,
başlarına gelecek olan maddî ve manevî felâketleri dile getirmekte ve tamamıyla
uhrevî, ahlâkî, vicdanî ve manevî mahiyette olan bu türlü müeyyide ve
tehditlerle halkı ribadan vazgeçirmeyi hedef almaktadır. 46
·
1.
Hz. Peygamber: “Cahiliye ribası ilga edilmiştir”, buyurmuştur47. Bu hadis, Hz.
Peygamber’in vefatından az evvel veda haccın-da söylenmiş olup, sadece umumî
bir ifade ile cahiliye dönemindeki riba muamelelerinin yürürlükten
kaldırıldığını ve hükümsüz olduğunu ifade etmektedir. Riba daha evvel Kur’an’da
yasaklandığından, bu hadis yeni bir hüküm getirmemiş, sadece eski hükmü tekrar
ve teyit etmiştir. Yasaklanan ribanm Arapların, İslam öncesi tefecilik
tarzındaki muamelelerinden ibaret olduğunun ifade edilmesi dikkat çekicidir.
Demek ki, o tarihlerde henüz fadl ribası diye bir şey yoktur.
Ribanın
lağvedilmesinin hukukî sonucu şudur: Bir kişinin başka bir kişiden ribadan
doğan alacağı olsa,'borçlu bu fazlayı ödemese, alacaklı bu meblağı tahsil için
şeriat mahkemesine müracaat edemeyecek; etmesi hâlinde talebi reddedilecektir.
Yani riba hukukun himayesinde olmayacaktır. Zira yasal olmayan bir kazançtır,
daha doğrusu bir tür gasptır.
·
2.
Hz. Peygamber: “Riba mahvedici yedi büyük günahtan biridir” buyurmuştur48. Burada riba şirk,
sihir, katillik, yetim malı yeme, savaştan firar etme ve iffetli hanımlara
iftira etme günahlarıyla bir ve eş tutulmaktadır. Aynı hususlar hemen hemen
Tevrat’ta da vardır (Bk. Tevrat, Hezekiel, 18/8, 12, 18).
·
3.
Hz. Peygamber: “Öyle bir zaman gelecek ki, riba yemeyen hiçbir kimse
kalmayacak, kalsa bile onlara da ribanm tozu bulaşacak” buyurmuştur49. Bu hadis, ribayı
kıyamet alâmetlerinden göstermektedir. Bu hadisin, ribanın yaygınlaştığı bir
dönemle ilgisi bulunduğu açıktır.
·
4.
Hz. Peygamber: “Ribayı yiyene, yedirene, riba muamelesinde şahitlik ve kâtiplik
edene lânet olsun” demiştir50.
Bu hadisin bir rivayetinde resim yapanlara da lânet okunmuştur. Fakat bu gün ikide
bir faizin lânetlenmiş bir şey olduğundan bahsedenler, resim konusundaki lâneti
her nedense akıllarına getirmek istememektedirler. Riba istisna edilerek,
resimle ilgili lânet konusunda yapılan teviller faiz konusunda da yapılabilir.
Tevrat’ta da buna benzeyen bir ifade vardır: (Nehemya, 5/13). Riba Yahudilikte
ve Hıristiyanlıkta da lânetlenmiştir.
·
5.
Hz. Peygamber: “Riba sayesinde ileri giden hiçbir kimse yoktur ki, işinin sonu
geriye gitmiş olmasın”51;
“Riba yoluyla artan mal, eninde sonunda mutlaka azalır” buyurmuşlardır52. Bu hadis, ri-bada
bereket değil, kesat bulunduğunu ifade eden ayet (bk. Bakara, 2/276, Rûm, 39)
ile aynı mânaya gelmektedir.
·
6.
“Bir toplumda zina ve riba baş gösterdi mi, artık o toplum Allah’ın cezasına
çarptırılmayı hak etmiştir”53.
“Allah bir beldeyi mahvetmek murat ederse, orada ribayı ve zinayı
yaygınlaştırır”54,
“Zina kıtlığa, riba emniyetsizliğe ve korkuya yol açar”55 56.
·
7.
“Ribada ısrar eden tıpkı putperest gibidir”11.
·
8.
“Miraca çıktığım gece, karınları ambar gibi olan bir topluluk gördüm, karınlarındaki
yılan dışardan görünüyordu, bunlar kimlerdir ya Cebrail diye sorunca,
‘tefeciler’ dedi”57.
Hz. Peygamber: “Rüyamda bir nehrin ortasında duran ve dışarı çıkmasın diye
taşlanan bir kişi gördüm. Bana, bunun tefeci olduğunu söylemişlerdi”
buyurmuşlardır58.
·
9.
“Ribanın yetmiş iki buçuk çeşidi vardır. Bunun en ehveni bile bir insanın
annesiyle zina etmesi kadar büyük bir günahtır. Ri-ba müslümanm ırzına
geçmektir59. Riba
zinadır, zina da ribadır, ikisinin günahı birbirine denktir.”
·
10. “Tefecilikten
alman akçe, otuz üç küsur zinaya denktir”60.
Burada
sıralanan ve aynı mânaya geldiği için bir kısmı zikredilmeyen hadislerin birçoğu
ya zayıf veya mevzudur. Nitekim kaynaklarda bu hususlara işaret edilmiş,
hadislerin senedinde yer alan ravilerden bir kısmının itimada şayan olmadığı
kaydedilmiştir. Hadislerin senetlerinde, îsrailiyât nakletmekle meşhur
Ka’bu’l-Ahbar gibi raviler de vardır. Bu türlü senedi çürük, sakat, düzme ve
uydurma hadisler için, mevzuat kitaplarında ayrı bir bölüm ayrılması bu
bakımdan dikkat çekicidir61.
Bilhassa en basit ve en hafif bir riba-yı bile kişinin annesiyle zina yapmasıyla
aynı hükümde tutan hadisleri lisan-ı nübüvvete yakıştırmak mümkün değildir.
Ayrıca bu, bir suç ile bu suça verilen ceza arasında bulunması gereken adalete
de ters düşmektedir. Küçük kabahatlara büyük cezalar veren hadislerin düzme
oldukları umumiyetle kabul edilir.
Ribayı
kınama konusunda Kur’an da şiddet göstermiştir. Lâkin bu şiddetin hedefi
cahiliye ribası, yani tefeciliktir. Her ne ise, bu konudaki hadisler hükümler
getirmediğinden ve riba konusunda bağlayıcı tarifler vermediğinden önemli bir zorluk
çıkarmamaktadır. Vaaz ve nasihat yollu söylenen bu nevi hadislerdeki şiddeti
tabiî karşılamak gerekir. Ancak bu çeşit hadislerde görülen
şiddet ve tehdidin, Müslüman âlimlerin zihinleri üzerinde olumsuz tesirler
bıraktığı, onların cesaretini kırdığı, haddinden fazla dikkatli ve ihtiyatlı
davranmaya sevkettiği hatta onları riba konusunda evham sahibi kıldığı, bu
yüzden her normal ticarî ve İktisadî faaliyette riba kokusu bulmalarına
sebebiyet verdiği, İktisadî muamelelerde obayı asıl, alış verişi bunun
istisnası saymalarına yol açtığı veya bu türlü bir sonucun meydana gelmesine
tesir eden sebeplerden birini teşkil ettiği muhakkaktır.
Ribayı dolaylı olarak kötüleyen
hadisler
Riba
konusundaki “terhib hadislerinden, yani riba bahsinde uyarılarda bulunup bundan
sakınmaya ve kaçmaya davet eden hadislerden bahsederken, ribanm zıddı diye
gösterdiğimiz zekât, sadaka, fıtır sadakası, kurban, yardımlaşma ve karz-ı
hasen konusundaki “tergib hadislerini”ni de daima göz önünde bulundurmak icap
eder. Bu çeşit hadislerin, ribayı kötüleyen hadislerden çok daha sıhhatli
olduğu görülünce açıkça anlaşılacaktır ki, Hz. Peygamber İktisadî faaliyetlerin
yolsuz ve zararlı olanlarından ziyade, müspetleri üzerinde durmuştur. Yani ona
göre riba aleyhinde bulunmakla iş bitmez, marifet tefeciliği yasaklamak değil,
bu menhus illetin bir daha cemiyeti tahrip etmemesi için gerekli kurumlan işler
ve çalışır hâlde tutmaktır. Bize göre Hz. Peygamber’in riba yasağında elde
ettiği başarı, mukabil müesseseler! kurmasına ve
çalıştırmasına bağlıdır. îşin menfi tarafı olan yasakla yetinip müspeti
üzerinde durmasaydı, yanlışı kaldırıp doğruya getirmeseydi, hiç şüphe yok ki,
riba yasağı havada kalırdı. Bu sebeple meselenin bu yüzüyle ilgili naslardan
birkaçını kısaca bahis konusu etmede fayda görüyoruz.
Bakara
suresinde ribadan bahseden 278. ayete gelmeden evvel 14. ayette, ribanın zıddı
olan infaktan ve sadakadan bahsedilmiş, bu husus son derece cazip olarak
gösterildikten sonra ribanın kınanmasına geçilmiştir. Meselâ bu ayetlerde
özetle şu hususlar belirtilmiştir: “Allah yolunda infakta bulunan bir kimsenin
meselesi her birinde yüz habbe bulunan yedi başak veren bir habbedir. Allah
bire yedi yüz verir, hatta dilerse daha da fazla katlar”, “Başa kakmadan ve eza
vermeden infakta bulunanlar ne kaygı duyarlar, ne de üzülürler”. “Sadakanızı
eza vererek ve minnet ederek iptal etmeyin”. “Allâh rızası için infakta
bulunanların meseli, bol yağmur aldığı için iki kat fazla ürün veren münbit
arazideki bahçedir”. “Allah rızasını kazanmak için harcadığınız mal aslında
kendi lehinize-dir. Bunlar size tam olarak iade edilecektir”. “înfakta
bulunanların ecri ve sevabı Allah katindadır”.
Maddî
ve dünyevî herhangi bir menfaat gözetmeden Allah rızası için yapılan harcamalar
bu kadar cazip ve kârlı olarak takdim edildikten sonra riba yerilmiş, sonra da
borç ve ödünç meselesine temas edilmiştir. “Borçlu darda ise eli genişleyinceye
kadar alacağınızı erteleyin. Şayet düşünecek olsanız borcu tasadduk etmenin
hakkınızda daha hayırlı olduğunu anlarsınız”.
Karz-ı
hasenle ilgili ayetlere daha evvel temas edildiğinden, şimdi burada bu mânada
olan hadislerden birkaçını zikretmekle iktifa ediyoruz:
·
1.
“Halka borç veren bir tacir vardı. Borçlunun darda olduğunu gördü mü,
adamlarına ‘onu sıkıştırmayın’ diye talimat verirdi. Bu yüzden Allah da
kendisini sıkıştırmadı ve» kusurlarına bakmadı”62. Vefat ettikten
sonra hesap sormaya gelen meleklere: ‘Ben borçluları sıkıştırmaz ve onlara
ödeme kolaylığı gösterirdim’ diyen bir zat bmsevabı sebebiyle İlâhî affa mazhar
olmuştu63.
·
2.
“Kıyamet günü karşılaşacağı dertlerden Allah’ın kendisini kurtarmasını arzu
eden kimse, darda bulunan borçlusuna nefes aldırsın veya borcunu tenzil etsin”64.
·
3.
“îki ödünç bir sadaka yerine geçer”65.
·
4.
“Sadakaya on misli, ödünce on sekiz misli sevap verilir”66.
·
5.
“Karz, sadakadan daha önemlidir. Çünkü ödünç alan ihtiyaç içindedir”67.
·
6.
“Kul, kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder”68.
Maddî
bir karşılık ve dünyevî herhangi bir menfaat beklemeden yapılan ve infak,
sadaka, teavün ve karz-ı hasen gibi isimler alan hususa bu kadar önem yeren bir
din, elbette ki menfaat gözeterek verilen borçları ve borçluyu sıkıştırıp
yüksek nispette bir faiz almayı hoş karşılamaz. Meseleye ister riba açısından
bakılsın, ister onun zıddı olan karz-ı hasen açısından bakılsın netice aynıdır.
·
7. İnsanlara
yardımda bulunmanın bir yolu da borçluya ödeme kolaylığı tanımak veya borcun
bir miktarını tenzil edip, yükünü hafifletmektedir. Borçlusu îbn Ebî Hadre’i
sıkıştıran Ka’b b.Mâlik’e Hz. Peygamber, alacağının bir kısmından feragat
etmesini emretmişti69.
Hatta
denebilir ki, ribanm tam tersi, ödeme zamanı gelen borcun ödeme tarihini, kâr
ve menfaat şartına bağlı kalmadan tehir ve tecil etmektedir. Riba,
vadesi dolan borcu ödeyemeyecek kadar sıkışık olan ve darda kalan bir kimsenin
bu çaresizliğini fırsat bilerek ona birtakım ağır şartları kabul ettirip onu
altından kalkamıyacağı bir yükün altına sokmak ise, bunun tam zıddı bu
durumdaki kimseye ödeme kolaylığı göstermek, borcunu ödeyebileceği bir tarihe
tehir etmek, takside bağlamak, mümkünse borcunun bir kısmını veya tamamını
bağışlamaktır. Bu hususa dikkat edip, cahiliye ribası hakkırida bir
kanaat sahibi olmak mümkündür.
Ribanın tarifi ve hadisler
Kur’an’da
haram kılınan ribanm cahiliye döneminin katlanmış faizi olduğunu, bunun dışında
Kur’an’da ribanın tarifi ile ilgili hiçbir şeyin bulunmadığını izah etmiştik.
Acaba ribanın ne olduğunu ortaya koyan bir tarif hadislerde var mıdır?
Gerçekten riba yasağını koyan ayet, Hz.Peygamber’in vefatından en çok 2-3 ay
kadar önce nazil olmuş, bu yasak bu kadar geciktirilmiş ise bu süre içinde
ribanın hadislerle tarif edilmesi pek mümkün görülmez. Çünkü bu kadar uzun süre
geciktirilmesinde bir sakınca görülmeyen bir yasağın, riba ayeti iner inmez
hemen tarif ve izah edilmesi makul olmaz. Olsa olsa, bu süre içinde ayetlerde
geçen bir üslûpla ribanın kınanması ve mahiyetini tarif eden izahlara
girilmeden esasen malûm olan cahiliye geleneğinin kötülenmesi mümkün olur. Riba
ayetlerinin, Mekke döneminden itibaren inmeye başladığını kabul edersek, bu
ayetlerle kınanan cahiliye ribası olduğundan ve bu riba da herkesçe aşikâr bir
surette bilindiğinden ribayı tarife ve izaha yine ihtiyaç olmaz. Zira âyân
olanı beyan etmek lüzumsuzdur, malûmu ilâma ihtiyaç yoktur.
Hicaz
şartları içinde basit ve sade olan, onun içinde açık ve kolay anlaşılır bir
mahiyette bulunan riba kavramı, Irak, İran, Suriye, Filistin ve Mısır gibi son
derece kesif ticarî ve İktisadî muamelelere sahne olan yerlerdeki girift riba
kavramı ile karşılaşınca, ister istemez birtakım yeni şekillere girdi ve bu
yeni şekillerin birçoğu hadis olarak ifade edildi, işte ribayı tarif ve
mahiyetini tahdit ve izah eden hadislerin hepsi bu
şartların ürünüdür ve onun için de bu döneme aittir. Ribayı tarif eden
hadislerdeki çelişki ve çatışma vaziyeti bunu gösterdiği gibi muhtevaları ve
mahiyetleri de buna delâlet eder. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Ribayı tarif eden veya bu konuda bir hüküm koyan hiçbir hadis
yoktur ki, bu tarifin ve hükmün tam zıddı ve mukabili, diğer bir hadiste yer
almasın, iddia edildiği gibi ribayı yasaklayan ayet gerçekten Hz. Peygamber’in
vefatına çok az bir zaman kala nazil olduysa, nasıl olup da bu kısa sürede bu
kadar çok hadisin nesh edildiğini anlamak âdeta imkânsızdır. Keza Hz.
Peygamber’e yakınlığı ile meşhur olan sahabelerin birbirine zıt düşen riba
hadislerini rivayet etmelerini makul bir şekilde açıklamak da kolay değildir.
Biz bu umumî malûmattan sonra yekdiğeriyle çatışma ve çelişme vaziyetinde
bulunan hadislerden bazı örnekler vermek istiyoruz.
1. Riba yasağı getiren ayetin nüzul
tarihi ile ilgili hadisler
a.
îbn Mâce’nin Sünen'inde, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde,
Beyhakî’nin Delâilu’n-Nübüv ve 'sinde, îbn Ebî Şeybe’nin Mu-sanne/inde
ve benzeri kaynaklarda Hz. Ömer’in şöyle dediği rivayet edilir: “En son nazil
olan ayet riba ayetidir. Resulullah ruhunu teslim ettiği zaman bunu bize tefsir
etmiş değildi. Şu hâlde, ribayı da riba olup olmaması şüpheli olan şeyleri de
terk ediniz”70.
Yine Hz. Ömer: Aramızdan ayrılmadan evvel Resululah’ın, dedenin mirastaki
durumu, kelâle, hilafet ve riba çeşitleri hakkında bize izahat vermesini çok
arzu ederdim”71
demiştir. Burada ribanın, zor anlaşılan müşkil meseleler arasında sayılması son
derece düşündürücüdür.
b.
Buharî, îbn Abbas’ın: “Resululah’a inen son ayet riba ayetidir” dediğini
taliken, yani senetsiz olarak rivayet eder.
Bu
hadislere bakıp da riba ayetinin son nazil olan ayet olduğunu söylemek mümkün
müdür? Bunu anlamak için şu hadislere bakalım:
·
1.
Buharî (Salât, 73) ve Müslim (Müsakât 121) Hz. Aişe’nin: “Ribaya dair olan
Bakara suresinin son ayetleri nazil olunca, Resulullah mescide çıkıp bunları
halka okudu, sonra da şarap ticaretini yasakladı” dediğini rivayet ederler.
Cumhur’a göre şarap takriben hicrî dördüncü senede haram kılındığına ve riba
ayeti de ondan evvel indiğine göre, söz konusu ayetlerin son inen ayetler olması
da, son inen ayetlerden olması da mümkün değildir.
·
2.
Kur’an’ın son nazil olan ayetleri hakkında başka rivayetler de vardır. Yine
Buharî ve Müslim son nazil olan ayetin Nisa suresinin Kelâle’den bahseden son
ayeti, son nazil olan suresinin de Tevbe suresi olduğunu rivayet ederler. Bu
konuda daha başka rivayetler de vardır72. Şu hâlde riba ayeti, son inen ayet olmadığı
gibi son inen ayetlerden biri de değildir.
Ayrıca
riba ayetinin mutlaka veda haccmda Arafat’ta inen: “Bu gün size dininizi ikmal
ettim” (Maide, 3) mealindeki ayetten evvel inmesi lâzım gelmektedir. Zira bu
ayetten sonra ahkâm ayeti inmemiştir. Riba ayeti inmeden dinin tamamlanması
mümkün değildir. En azından Maide suresinin bu ayetinin riba ayetinden sonra nazil
olması lâzım gelmektedir. Tefecilik yaptıkları için yahudileri kınayan ayet
(Nisa, 4/160-161) Hendek savaşından sonra ve hicri beşinci senede nazil
olmuştu. Zira yahudilerin son bakiyesi bu senede tard edilmişti. Bu ayet indiği
zaman müslümanlar ribanm kendileri için haram olduğunu biliyorlardı. Aksi
takdirde kendilerinin yapa-geldikleri riba muamelesi yüzünden yahudileri
kınamaları tasavvur edilemez. Katlanmış faizi yasaklayan riba ayetinin Uhud
savaşından sonra nazil olması pek muhtemeldir. Zira Al-i tmran suresinin 130.
ayetinden evvel geçen ayetler Uhud savaşma işaret etmektedir. Demek ki, riba
ayeti, ne son inen ayettir, ne de son inen ayetlerden biridir. Bu rivayeti
doğru kabul etmemiz hâlinde, riba diye haram kılınan şeyin ne olduğunu başta Hz.
Ömer gibi fakih, müç-tehit bir zat olmak üzere sahabe bilmiyordu, hiç değilse
riba yasağının sınırlarını ve mahiyetini tam olarak bilmiyorlardı, demek olur.
Buna göre şayet riba sahabe zamanında bile anlaşılmadıysa, artık bundan böyle
anlaşılması mümkün değildir, mânası çıkar. Zaten bu rivayetten umumiyetle bu
mâna çıkarılmıştır. Bize göre Hz. Ömer gibi müçtehit bir sahabe bir yana, o
zamanki müşrikler, ya-hudiler ve diğer gayri müslimler bile haram kılman ribanm
ne olduğunu kendilerine yetecek kadar biliyorlardı. îşte bunun için riba-yı
anlaşılmaz bir mesele olarak takdim eden rivayetleri sonraki dönemlerin mahsulü
sayıyoruz.
Tuhaftır
ki, riba yasağının Uhud savaşından sonra getirildiğini söyleyen Mevdudî bile,
Hz. Ömer’in yukarıdaki sözünü sıhhatli bularak Riba isimli eserinin
birinci cildine almış (1954 baskısı) fakat daha sonra çelişkiye düştüğünü fark
edince, 1961 baskısından bu bölümü çıkararak durumu sessiz sedasız
geçiştirmiştir 73.
Fakat bu konu bu şekilde geçiştirilemeyecek kadar
önemlidir. Daha sonra birçok asılsız rivayetin ortaya çıkmasına ve riba
konusunun bir muamma haline getirilmesine böyle başlanmıştır. Meseleyi sadece
hadis açısından değil, Kur’an ve fıkıh açısından da anlaşılmaz kılan, bu çeşit
rivayetlerdir. Bu rivayetleri ayıklamadan ve esaslı bir tenkide tâbi tutmadan
riba meselesini, gerçekçi ve makul bir şekilde anlamak ve anlatmak imkânsızdır.
2. Ribayı tarif eden hadis
Ebu
Said hadisi: Hz.Peygamber buyurdu ki: “Altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı
buğdayla, arpayı arpayla, tuzu tuzla misli misline eşit bir şekilde ve peşin
olarak satınız. Fazlayı alan ve veren riba muamelesi yapmış olur ve bu hususta
alanla, veren aynı hükümdedir. Alışveriş konusu olan malların cinsleri farklı
olursa, peşin olması şartıyla dilediğiniz gibi satınız”74.
Bu
hadise göre yukarıda sayılan altı madde ancak ve ancak peşin olarak ve eşit
miktarlarda birbiriyle satılarak mübadele edilebilir. Bir fazlalığın olmaması
şarttır, olursa bu fazlalığa fadl ribası adı verilmektedir. Bir kile buğday
ancak bir kile buğdayla ve peşin olarak mübadele edilir. Bir taraf peşin, öbür
taraf veresiye verse riba olur ve bu tarife göre karz muamelesi de ribaya dahildir. Zira karz, peşin alman bir şeyin mislini ileride
vermektir. Bir kile buğday almak için iki kile arpa vermek caizdir. Zira
mübadele edilen mallar ayrı cinstendir. Fakat bu takdirde yine buğday ile
arpanın peşin olarak alınıp verilmesi şarttır. Zira buğday peşin olarak teslim
alınır da, arpanın teslimi vadeye bağlanırsa veya bunun tersi olursa yine
faizcilik yapılmış olur. Buna nesie ribası adı verilir.
Bu
hadisin mânasını iktisat ve ticaret mantığı açısından anlamak imkânsızdır. Bunu
ileride ele alacağız. Ancak burada şunu söyleyelim; kaynakların hepsinde
muhtelif sahabelere istinaden naknedilen bu hadisin sıhhatine, bu hadis var
olarak bilinen tarihten itibaren karşı çıkılmıştır. Şöyle ki:
Usame
b. Zeyd Hadisi: Resululiah buyurdu ki: “Dikkatli olun, riba sadece nesiede
olur”75. Bu hadis,
îbn Ömer, îbn Abbas, Zeyd b. Ekrem ve Muaviye tarafından da rivayet edilmiş,
îbn Zübeyr, Urve b. Zübeyr ve Said b. Müseyyeb tarafından benimsenmiştir.
Başka
bir rivayette: “Peşin alış verişlerde riba yoktur”76. Yani fadl ribası diye bir şey yoktur,
denilmiştir.
Fadl
ribasıyla ilgili bir hadisi rivayet eden Ubade b. Sâmit’e, Muaviye şöyle
demişti: “Bunlar bu türlü hadisleri neye istinaden rivayet ediyorlar? Biz
Resululiah’la görüşür, sohbetinde bulunur ama böyle şeyler işitmezdik”77.
Açıkça
görülüyor ki, fadl ribasından bahseden ve Eşyâ-i Sitte hadisi diye meşhur olan
Ebu Said Hudrî hadisi Usame, îbn Ömer, îbn Abbas, Zeyd b. Ekrem ve Muaviye gibi
sahabeler tarafından bilinmemekte ve kabul de edilmemektedir. Bu sahabeler,
umumiyetle nesie ribasıyla cahiliye ribasını kastetmektedirler.
Burada
iki hadisin kat’î surette çatışma ve çelişki hâlinde oldukları apaçık bir
şekilde görülmektedir. îki hadisten biriyle kabul edilen riba anlayışı öbürüyle
reddedilmektedir. Ulema, bu iki hadis arasındaki tearuzu ve tezadı kaldırmak ve
aralarını telif etmek için kolları sıvamış, ancak bunu yaparken ihtilâfları
daha da artırmaktan başka bir sonuca ulaşamamıştır78. Acaba Ebu Said hadisinin asılsız olduğunu ilân
eden Usame hadisi varken ribayı tarifte ve mahiyetini izahta Eşyâ-ı Sitte
hadisi esas alınabilir mi? Bu hadis yapılacak kıyaslarda'kıstas olarak
kullanılabilir mi? Kullanılırsa bu yoldan varılacak neticeler tatminkâr ve
itimada şayan olur mu?
A.
Vadeli olarak hayvanla hayvan satın almak konusundaki hadisler de bu bakımdan
ayrı bir önem taşır.
Hz.
Ali’nin Usayfir adı verilen bir erkek deveyi (cemel) on deveye (bair) vadeli
olarak sattığı rivayet edilir79.
îbn
Ömer, bir gazve sebebiyle, (Kalûs denilen develerden) iki deve karşılığında
(îbil denen) bir deve satın aldım ve bunu Resulul-lah’ın emriyle yaptım,
demiştir80.
Buharî,
Sahih’inde (bk. Buyu, 208) bu konudaki hadisleri “Vadeli olarak iki deveye bir
deve almakta bir beis yoktur” başlığı altında kaydetmiştir. Yine
burada îbn Ömer’in bir deveyi dört deveye veresiye olarak aldığından, îbn
Abbas’ın bazen bir deve iki deveden daha pahalı ve değerli olur, dediğinden,
Râfi b. Hâdic’in iki deveye bir deveyi kısmen veresiye satın aldığından, îbn
Müsey-yeb’in, “Hayvanda riba olmaz, vadeli olarak iki deveye bir deve, iki
koyuna bir koyun satın alınabilir”, dediğinden, îbn Sirîn, “Vadeli olarak iki
deveye bir deve satın almakta hiçbir mahzur yoktur” dediğinden bahsedilir81. îmam
Şafiî, hayvandaki ribanın caiz oluşunun sebebini izah etmek için, “Bir deve iki
deveden daha değerli olabilir”, diyor. Demek ki, mesele değer meselesidir.
Kıymet isabetle takdir edilince riba bahis konusu olmaz. Ama aynı mantık
buğday, arpa, hurma ve tuzda neden yürümez, bilinmez! Kasaba koyun verip
karşılığında et almak, fırıncıya buğday verip karşılığında ekmek almak haramdır
(Gazalî, İhya, 11/71; Şevkâni, V/217). Neden?
Görülüyor
ki, bu hadisler hayvan alım satımlarındaki ribayı caiz görmektedir, ister peşin
ister veresiye kaç hayvanı kaça satarsan veya alırsan caizdir. Arabistan’ın
İktisadî ve ticarî hayatında devenin önemi malûmdur, savaş sebebiyle beygir ve
at da çok değerlidir. Fadl libasından bahseden Ebu Said hadisi gerçekten sahih
olsaydı, bu hadislerin manasız kalmaları icap ederdi. Çünkü hayvan ahm
satımlarında fadl ribasının bahis konusu olmadığı hususunda
ulemanın
ittifakı vardır. Cumhura göre bunda nesie ribası da yoktur82. Tuzun tuzla mübadelesi hâlinde ortaya çıkan
mahzurların hayvanın hayvanla trampa edilmesi hâlinde neden ortaya çıkmadığını
anlamak zordur. Fakat bundan daha önemlisi, peşin veya veresiye hayvan
mübadelesine cevaz veren hadislerin sadece Eşyâ-i Sit-te hadisiyle çelişmekle
kalmayıp, aynı konudaki diğer hadislerle de çatışmasıdır:
·
a.
Hz. Cabir:” Resulullah, veresiye olarak iki hayvana bir hayvan satmak ve satın
almak uygun değildir, ama peşin olunca caizdir, buyurdu”.
·
b,
Hz. Semüre: “Resulullah, hayvanı hayvanla vadeli olarak satmaktan ve satın
almaktan men etti”demektedir83.
Öyle
anlaşılıyor ki, başlangıçta kimsenin aklından geçmeyen hayvandaki riba zamanla
eşya-i sitte hadisinin şümulüne alınmış bu hadisin şumulü genişledikçe ticarî
ve İktisadî faaliyetler zorlanmıştır. Gittikçe daha da katılaşan ve donuklaşan
muamelelere bu suretle ulaşılmıştır. Fakat buna rağmen peşin almak şartıyla
hayvanlardaki fadl ribası yine de caiz görülmüştür. Bu hadislerin hem vadeli
hayvan trampalarına cevaz veren hadislerle, hem de eşya-i sitte hadisiyle
çelişen tarafı burasıdır.
B.
Köle mübadelelerindeki riba: Buharî ve Müslim kölenin köle ile peşin ve
veresiye satılması halinde, ribanm bahis konusu olmayacağını göstermek için
eserlerine birer bölüm ayırmışlardır: Hz. Peygamber iki siyah köleye bir köle
satın almıştı84.
Köle ticaretinin önemli olduğu bir zamanda bu ticaretin tahdit
edilmesi için fadl ve nesie ribalarına başvurulmayıp, tuz gibi bir maddede
bundan bahsedilmesi izahı zor olan bir husustur. Bunun mantığını anlamak da
mümkün değildir.
Açıkça
görülmektedir ki, eşya-ı sitte hadisi o devirde en önemli ticaret metaı sayılan
hayvan ve köle alım satımı konusundaki hadislerle çatışmaktadır. Bunlardan biri
doğru ise öbürünün doğru olması ve bir mâna ifade etmesi âdeta
imkânsızlaşmaktadır. Tuz ve arpada geçerli olan ribanın, neden onlardan daha
önemli olan hayvan ve köle ticaretinde yürümediğini, makul bir şekilde izah
etmenin imkânı yoktur.
Yukarıda
bahis konusu edilen hadislerin en önemli tarafı, riba-nın alım satım
muamelesiyle birlikte ve onun içinde zikredilmiş olmasıdır. Ne cahiliye, ne de
İslam dönemindeki ribadan bahseden hadisler “Ribe’l-karz” denilen faizle ödünç
muamelesinden bahset-memektedir. Fıkıh âlimlerinin, riba konusunu ikraz
bahsinde işle-meyip alım satım (bey’) bahsinde ele almaları da bu bakımdan
dikkate değer bir hadisedir. Eşya-ı sitte hadisiyle onun benzeri olan hadislerde
esas olan, bir malın, diğer bir malla mübadele edilmesi hâlinde şayet iki mal
aynı cinsten ise birinin öbüründen daha fazla olmaması, cinsleri ayrı ise
mübadele edilen malların peşin olarak değiş tokuş edilmesidir. Bu hadislerin
faizli kredilerle, doğrudan herhangi bir ilgileri yoktur. Bunun içindir ki, sık
sık şu görüş ileri sürülmüştür: “Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre riba sadece
bey’e (alış verişe) inhisar eder, bunun dışında riba bahis konusu değildir,
ikraz muamelelerinde ödünç veren lehinde şart kılınan menfaat riba değildir.
Olsa olsa ribaya benzeyen bir şey olabilir. Bu da, bu türlü muameleler nasla
değil, kıyas ve içtihatla yasaklanmıştır mânasına gelir. İçtihatla sabit olan
bir şeyin hükmü ise kesin değil, zannîdir40.
Kalite farkı konusu
Eşya-i
sitte hadisi diye meşhur olan Ebu Said hadisinin getirdiği en önemli husus,
aynı cins malların mübadele ve takas edilmeleri hâlinde, bu malların
kalitelerine itibar edilmeyip, iyi vasıflı malların düşük vasıflı mallarla bir
ve aynı hükümde tutulmasıdır. Meseleyi daha açık olarak ortaya koyalım:
Altın,
gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. Ya
kendi cinsleriyle mübadele edilir, meselâ ekmeklik buğdayın tohumluk buğdayla,
18 ayar altının 24 ayar altınla mübadele edilmesi gibi.
Veya
kendi cinsinden olmayan mallarla mübadele edilir. Meselâ, buğdayın arpa, altın
gümüşle mübadele edilmesi gibi.
Birinci
durumda mübadele edilen malların hem kemiyetçe, birbirine eşit olmaları, hem de
mübadelenin peşin olması şarttır. Buna göre:
Onjcile
tohumluk buğday, onbir kile ekmeklik buğdayla peşin olarak mübadele edilse, bir
kile fazlalık “fadl ribası” sayılıp yasaklanmaktadır. Bir adam niçin onbir kile
buğday verip on kile buğday ahr? Tabiî, on kile buğday daha kaliteli olduğu
için. îşte hadis, mübadele ve takas esasına dayanan ticarî muamelelerde bu
kalite farkına itibar etmemekte, daha açık bir ifadeyle kaliteli malla
kalitesiz malın ancak eşit miktarlarda olmak kaydı ve şartıyla mübadele
edilebileceğini, aksi takdirde meydana gelecek herhangi bir fazlalığın fadl
ribası sayılacağını ifade etmektedir. Bu durumda hiçbir kimse kaliteli malı
kalitesiz malla eşit surette mübadele etmeyeceğine göre yapılacak iş, evvela
ekmeklik on bir kile buğdayı meselâ, on bir liraya satıp bu para ile on kile tohumluk
buğday.satın almaktır. Yani maksada bir alım satım
işlemiyle değil, iki alım satım işlemiyle ulaşmaktadır.
Bir
ölçek vasıflı hurma almak için iki ölçek vasıfsız hurma veren Hz. Bilâl’e, Hz.
Peygamber: “Yazık yazık! Yaptığın iş halis muhlis ribadır, kendi hurmanı önce
sat, sonra ihtiyaç duyduğun hurmayı satın al”, demişti85.
Peşin
olarak mübadele edilen buğdaylar aynı cinsten olduklarına ve bu bakımdan
aralarında fark olmadığına göre aralarında ya kalite farkı vardır veya yoktur.
Şayet yoksa ve iki buğday her yönden birbirinin aynı veya benzeri ise, bunların
mübadelesi abes olur; kalite farkı varsa bu fark ya fiyat farkına sebep olur
veya fiyat farkına sebep olmazsa, bunları eşit olarak mübadele etmek hem tabiî,
hem de makuldür. Meselâ, fiyatları aynı olan iki nevi pirinci yekdi-ğeriyle
mübadele etmek böyledir. Fakat mübadele muamelesine umumiyetle fiyat farkı
doğuran kalite farkı sebebiyle başvurulur. Bu takdirde kalite farkını ret ve
inkâr etmek ne tabiîdir ne de makul. Misâl:
·
1.
On kile tohumluk buğday ya on kile ekmeklik buğdayla eşit miktarda ama veresiye
olarak mübadele edilir. Meselâ, tohumluk buğday peşin olarak verilir, ancak
karşılığı olan ekmeklik buğday aynı miktarda olmak üzere birkaç ay sonra
alınır.
·
2.
Veya on kile tohumluk buğday onbir kile ekmeklik buğdayla, yani bfelli bir
fazlalıkla mübadele edilir. Bu mübadelelerin her ikisi de haram ve günah
sayılmıştır. Zira bunun riba olduğuna inanılmıştır. Gerçi birinci şıkta
herhangi bir fazlalık yoktur ama, mübadelede bir
taraftan malın teslimi vadeye bağlı olduğu için buna nesie ribası denilmiş ve
yasaklanmıştir. Aynı cins malların, eşit miktarlarda da olsa veresiye mübadele
edilmeleri hâlinde, peşin olarak alınan malın kalitesiz, veresiye olan malın
kaliteli olması ihtimalinin bulunduğunu ve bu farkın riba sayılacağı endişesi
bu hükmün vaz’ma sebep gösterilmiştir. Halbuki aynı
cins malların peşin takas edilmesi hâlinde, kalite farkına itibar edilmemiş,
fazlalık fadl ribası sayılmıştır. Fadl ribasmda reddedilen kalite farkı nesie
riba-sında kabul ve bahis konusu edilerek çelişkiye düşülmüştür.
Tabiatıyla
aynı cins malların peşin olarak mübadele edilmeleri hâlinde bile bir malın
öbüründen miktar olarak fazla olması riba sayılınca, bu muamelenin veresiye
olması hâlinde bu fazlanın riba sayılacağı aşikârdır.
ikinci
durumda takas edilen malların peşin mübadele edilmeleri şarttır ama, mübadele
edilen malların birbirine miktarca eşit olmaları şart değildir. Meselâ, üç kile
arpa bir kile buğdayla, yüz gram altın yüz elli gram gümüşle peşin olarak
mübadele edilebilir. Peki burada fadl ribası söz
konusu olmaz mı? “Olmaz” diyor ulema. Ama neden? Adam riba yiyecekse bu yoldan
da yer. Cinsi ayrı olan mallar ne eşit, ne de farklı miktarlarda vadeli olarak
mübadele edilemez, edilirse nesie ribası tahakkuk eder. Kısaca:
·
a.
Aynı cins mallar mübadele edilecekse, bu malların hem miktarca eşit olmaları,
hem de teslim ve tesellümün peşin olması şarttır.
·
b.
Mübadele edilen malların cinsi farklı ise miktarca eşitlik şart olmayıp, teslim
tesellümün peşin olması şarttır.
Ancak,
altın ile gümüşe semen (para) nazarıyla bakıldığından buğday, arpa, hurma ve
tuzdan farklı bir hükme tâbi tutulmuştur. Yani altın altınla ancak peşin ve
eşit miktarda mübadele edilir. Gümüşle ise farklı miktarda mübadele edilebilir
ama mübadelenin peşin olması şarttır. Yalnız altın ve gümüşle (dinar ve dirhem)
yani para ile arpayı, buğdayı, hurmayı ve tuzu peşin veya veresiye olarak, iki
tarafın serbestçe anlaşacakları bir meblâğla ahp satmak mümkündür. Çünkü riba
trampa suretiyle olan alış verişlerde bahis konusudur. Parayla olan alış
verişlerde bahis konusu değildir. Parayla olan alım satım işlerinde riba olmaz.
Günümüzdeki faiz ise tam bunun tersidir.
Altın
ve gümüşle demir, bakır, kurşun ve yağ gibi veznî (tartılır) türden mallar da
peşin veya veresiye satılabilir. Zira altın ve gümüşte veznî olmaktan başka bir
de semeniyet (ortak değer ölçüsü olma) özelliği vardır.
Burada
şu hususlara bilhassa dikkat etmek icap etmektedir:
Eşya-i
sitte hadisi diye bilinen Ebu Said hadisinde bahis konusu edilen fadl ribası da
nesie ribası da cahiliye Araplarınm bildikleri ve tatbik ettikleri bir riba
değildir. Dolayısıyla bu iki türlü riba, cahiliye ribasını-ki esas nesie ribası
budur-şiddetle kınayan ve lanetleyen ayet ve hadislerin hedefi değildir, en
azından, bu lanetlemenin ilk ve esas gayesi, hadislerin ortaya koyduğu bu tür
ribalar değildir. Hadislerde geçen fadl ve nesie ribası mânasında Kur’an’da
riba yoktur. Bu sebeple Kur’an’daki riba ile hadislerdeki ribayı yekdiğerinden
ayırmakta fayda vardır. Bu hususu daha iyi anlamak için Şah Veliyullah’ın şu
ifadesine dikkat etmek lâzımdır:
“Riba,
bir hakikî, diğeri ona bağlı (mülhak) olmak üzere iki türlüdür. Hakikî riba,
alınan ilâve bir meblâğ karşılığında borcun tecil ve tehir edilmesinden ibaret
olup, cahiliye Araplarının kendilerini iyice kaptırdıkları riba işte budun”
Diğeri, eşya-i sitte adı verilen Ebu Said hadisiyle anlatılan fadl (ve bunun
bir parçası olan nesie) ribasıdır. Hakikî ribaya benzetilerek, ağır bir ifade
ile buna da riba denilmiştir. Sonra riba kelimesinin bu mânada kullanılması
yaygınlaşmış ve nihayet riba kelimesi bu mânada şer’î bir hakikat olmuştur”86. “Fadl ribası
gerek lügatte, gerek cahiliye örfünde riba sayılmamakla beraber, tağlizen ve
hakikî ribaya teşbihen bu nevi fazlalığa ve ziyadeye de riba denilmiştir. Hatta
şeriat lisanında riba-nın bu mânada kullanılması daha ziyade şayi olarak bu
mânaca riba da bir hakikat-ı şer’iye olmuştur”87.
Usul
âlimleri, “Riba, İslam şeriatının getirdiği yeni bir kavramdır, mücmeldir ve
onun için de Şâri’in beyan ve tefsirine muhtaçtır”, derken bu mânadaki ribayı
kastetmektedirler.
Görülüyor
ki, nesie (ez’âf-ı muzâaf) ribası denilen cahiliye ribası başka, fadl ribası ve
bunun bir uzantısı ve parçası olan hadisteki nesie ribası daha başkadır.
Yasaklamanın ilk ve esas maksadı cahiliye döneminin nesie ve tefeciliğidir.
Sırf ona yol açmasından endişe edildiği için hadiste ifade edilen “fadl-nesie”
riba-larının yasaklanması cihetine gidilmiştir, diyenler vardır. Yani biri
li-zatihi, öbürü, li-gayrızatihi haram kılınmıştır. Birinin hürmeti bizzat ve
bilasale, öbürününki bilaraz ve bilvesile maksuttur.
Hadisteki
fadl-nesie ribasmın yasaklanmasındaki sebep, gerekçe ve hikmet nedir?
Bu
konudaki iddialar şunlardır: îlk olarak, fadl-nesie ribası haram kılınarak
cahiliye tefeciliğinin kökünü kazımak ve hortlamasını önlemektir. Fadl-nesie
ribası haram kılınarak cahiliye tefeciliğine yol açması muhtemel olan
muameleler yasaklanmış ve bu riba-nın kaynağı kurutulmuştur.
İkinci
olarak malın malla mübadele edilmesini zorlaştırarak halkın aldanmasının önüne
geçmektir. Mübadele edilen, aynı cins malların miktarca farklı olarak
değiş-tokuş edilmelerinden vazgeçilmiş, bu malların para ile alınıp satılmaları
daha doğru ve daha dürüst bir alış veriş sayılmıştır.
Üçüncü
olarak, umumiyetle takas ve trampa usulüne dayanan alım satım işlemleri
güçleştirilerek, daha sıhhatli ve hakkaniyete daha uygun para ile alım satım
işlemlerine teşvik edilmiştir. Bu suretle ilkel bir alım satım muamelesi olan
takastan, daha mütekâmil bir muamele olan paralı alış veriş sistemine geçilmek
istenmiştir.
Fadl
ve onun bir parçası olan nesie ribasının haram kılınması için gösterilen söz
konusu sebepler hiç tatminkâr değildir. Çünkü bu türlü ribanın yasaklanması
tefecilik denilen cahiliye ribasına karşı alınmış bir tedbir ise, bu tedbirin
faydasından çok zararı olmuştur; en azından hiçbir fayda temin etmemiştir. Zira
tefecilik yapmak isteyenlerin başvurdukları pek çok hileli yollar ve süflî
emellerine âlet ettikleri muhtelif ticarî muameleler vardır. Meselâ,
buğday buğdayla mübadele edilirken, teslim ve tesellümün peşin olması ve değiş-tokuş
edilen buğdayların eşit olması şart kılmıyor, ama şayet bu şartlar ribaya veya
aldanmaya karşı alman tedbirlerse, peşin mübadele edilen iki buğday arasındaki
kalite farkı ribaya da, aldanmaya da sebep olabilir veya buğdayın arpa veya
hurma veya tuzla mübadele edilmesi hâlinde teslim-tesellüm peşin bile olsa riba
ve aldanma mahzuru bulunabilir. Şurası bir gerçek ki, insanın insanı
kandırmasının önüne geçmek maksadıyla getirilen fadl ribası yasağı maksadına
ulaşmadığı gibi, bir sürü hileli alış verişlere yol açmak suretiyle insanın
hâşâ Allah’ı kandırmaya teşşebbüs etmesi gibi çirkin bir durumun meydana
gelmesine de yol açmıştır. Mübadelenin veresiye olması hâlinde ise
ikraz-istikraz yolunu tamimiyle veya geniş ölçüde kapattığından İktisadî
ve ticarî faaliyetlerde, hatta hayra matuf ve hizmet maksadı güden İçtimaî
muamelelerde tehlikeli bir tıkanıklık meydana getirmiştir. Nitekim bu husus
izah edilecektir.
Müslümanların
Bizans’ın ve Sasânilerin paralarını kullandıkları bir dönemde ve para bulmanın
güç olduğu ve nakit sıkıntısı çekilen yerlerde ve zamanlarda takas ve trampa
yolunun zorlaştırılması lüzumsuz ve mahzurlu bir tedbirdir. Günümüzde, para
muameleleri bu kadar gelişmişken bile takas ve trampa esasına dayanan ticarete
ihtiyaç duyulmaktadır. Takas ve trampa edilen malların pahası ve kıymeti esasen
zihnen nakit ve para olarak mülâhaza edilip aralarında bir denkliğin bulunması
hâlinde mübadele cihetine gidilmekte, aksi hâlde bir üste alınarak bu denklik
temin edilmektedir. Serbestlik isteyen bu türlü ticarî muamelelere, son derece
lüzumsuz bir riba korkusuyla mânâsız birtakım kısıtlamalar getirmek ve
anlaşılması zor bazı şartlar ve kayıtlar koymak son derece sakıncalıdır. Fadl
ribasının şümulüne giren yerlerde tefeciliğin önlenmesi hâlinde tefeciler başka
yollardan emellerine ulaşma imkânına sahip olduklarından, o kapıları açık
bırakıp bu kapıyı kapamanın hiçbir faydası yoktur, ama zararı çoktur. Meselâ,
selem de tefeciliğin daniskası için bir yol olarak kullanılmış, ama bu yolun
istismar ve suiistimal edildiği ileri sürülerek, haddizatında faydalı ve gayet
lüzumlu olan bu ticaret şekli pek yerinde olarak yasaklanmamıştır. Onun kadar
kötüye kullanmaya elverişli olmayan takas ve trampa esasının tahdit
edilip, birtakım sıkı kayıt ve şartlara bağlanması tefeciliği önleyememiş, buna
karşı ticarî ve İktisadî faaliyetleri boşu boşuna zorlaştırmıştır.
Fadl
ribasının mahzurlarından biri de riba meselesinin incelenmesini,
değerlendirilmesini ve yorumlanmasını zorlaştırmış olmasıdır. îbn Kayyım’m da işaret ettiği üzere fadl ribası üzerinde o kadar
çok durulmuş ve bu konuya o kadar geniş yer ayrılmıştır ki, bu arada esas
tefecilik âdeta unutulmuş, göz ardı edilmiş ve türlü türlü kıyafetlerle arzı
endam eden tefeciliğin esas mahiyeti teşhis edilememiş, meselenin özüne değil,
şekline bakılıp tefecilik hukuken himaye bile edilmiştir.
Fadl
ribasının hiçbir makul yönü ve mantıkî izahı olmadığından, bazı âlimler bu
meselenin taabbudî, yani anlaşılamaz ve kav-ranılamaz dinî bir emir olduğuna
kanaat getirmişlerdir. Bazıları da kısmen taabbudî, kısmen ta’lilîdir,
demişlerdir. Halbuki bu türlü malî ve İktisadî
meselelerin ta’lilî, yani aklen anlaşılan ve kavranan, ilmen açıklanan ve
yorumu yapılan hususlardan olduğunda hiç şek ve şüphe yoktur.
Bazıları
hadislerde bahis konusu edilen fadl ve nesie ribası, müslümanları ticarî
hayatın dışında bırakmak, çarşı ve pazarları ehl-i kitab’ın hakimiyetine
sokup onların tekeline terk etmek maksadıyla yahudiler tarafından uydurulmuştur88, demişlerdir. Fadl
ve nesie ribasından bahseden hadislerin, İslam’ın İktisadî hayatını felce
uğratmak ve ticaretini muattal hâle getirmek maksadıyla yahudiler tarafından
icat edildiğine dair herhangi bir işaret ve belirti yoktur. Lâkin bu riba
anlayışının böyle bir sonuç doğurmaktan başka müslümanlann yeni iktisat
düzenine ve çağdaş ticaret anlayışına uyum sağlamalarına engel olduğu,
rakipleri karşındaki hareket ve manevra kabiliyetlerini geniş ölçüde
kısıtladığı her gün müşahede edilen acı bir gerçektir. Bununla beraber hadislerdeki
fadl ve nesie ribası uygulanabilir bir mahiyette olmadığından başka İktisadî
zihniyete ve ticarî gerçeklere de zıt düştüğünden ekseriya tarihte de günümüzde
de tatbik edilmemiştir ve edilmemektedir. Buna rağmen bu riba, bir yandan
tefeciliğin anlaşılmasını güçleştirip diğer yandan da mevcut ticarî ve İktisadî
faaliyetleri hiç değilse nazarî olarak kısmen gayri meşru ilan ettiğinden,
İslam iktisadına ve mâliyesine ağır bir darbe indirmekte ve İslam ticaretini,
fazla tesirli olmasa bile sürekli olarak tehdit ve taciz etmektedir.
Son
zamanlarda, “İslam’daki riba yasağının esas maksadı nesie denilen cahiliye
ribasıdır. Lizatihi haram olan riba budur, hadislerdeki fadl ve nesie ribası bu
ribaya yol açtığından haram kılınmıştır ve bu yüzden bu riba lizatihi değil,
ligayrihi haramdır, ihtiyaç hâlinde bu türlü haramlar mübah hâle gelebilir”
diyerek fadl ribası-nın lüzumsuzluğunu müdafaa edenler olmuştur.
Kalite farkı konusunda bir örnek:
1984-85
dönemi için hükümetçe resmen ilân edilen buğday fiyatları:
Kalitesi |
Fiyatı |
|
1.
Derece makarnalık buğday |
1
kg. |
52
TL. |
2.
Derece makarnalık buğday |
1
kg. |
48
TL. |
3.
Derece makarnalık buğday |
1
kg |
45
TL. |
1
Grup ekmeklik buğday |
1
kg |
45
TL. |
2.
Grup ekmeklik buğday |
1
kg |
42
TL. |
3.
Grup ekmeklik buğday |
1
Kg |
39
TL. |
Tohumluk
buğday |
1
kg |
60
TL. |
Görülüyor
ki, kalite farkı umumiyetle fiyat farkına yol açmaktadır, Ancak 3. derece
makarnalık buğdayla 1. derece ekmeklik buğdayın kaliteleri farklı olduğu hâlde
fiyatları aynıdır. Şayet bu iki tür buğday mübadele edilecekse, elbetteki eşit
miktarda mübadele edilecektir. Ama diğer altı nevi buğday, ya farklı
miktarlarda mübadele edilecek meselâ 100 kg. birinci derecedeki buğday 133 kg.
üçüncü gruptaki buğdayla mübadele edilecek, ama bu takdirde 33 kg. fazla miktar
da meşru ve mübah sayılacak. Halbuki bu fark, fadl
ribası denilip haram sayılmaktadır. Veyahut 100 kg. birinci derecedeki
makarnalık buğdaya yine 100 kg. üçüncü gruptaki buğdayla eşit miktarda mübadele
edilecek ancak üste olarak 1300 TL verilecek veya bu değerde başka bir mal
verilecektir. Son durumda verilen üsteye “Müdd-i Acve” meselesi adı
verilmektedir. Ibn Teymiye ve Ibn Kayyım bu üsteyi, ister nakit, ister mal
olsun caiz görmüşlerdir. Ama birçok fıkıh âlimi riba olduğunu ileri sürerek bu
üsteyi de haram saymıştır89.
Hatta İçtimaî ve İktisadî zaruretler olmasa, ayrı cinsteki iki malın farklı
miktarlarda mübadele edilmesi gibi sayıp yasaklanması gerektiğini söyleyebilen
ve bu kadar gerçek dışı kalan fıkıhçılar bile vardır. Yukarıdaki malları miktar
farkına bakmadan trampa ve takas etmenin hiçbir mahzuru yoktur. Buna rağmen,
beş ton sofralık tuzu altı ton kaya tuzu ile değiş tokuş etmek isteyene, bunun
caiz olmadığını söylemek müslümana eziyet etmekten başka bir şey değildir. îki
hayvan trampa edildiği zaman ortada mevcut olmayan bir mahzurun, farklı
evsaftaki iki tuz nevi farklı miktarlarda takas edildiği zaman nasıl olup da
meydana çıktığını istediğiniz kadar düşünün, anlayamazsınız.
Aynı
cins mallar arasında evsaf farkına itibar edilmeyip, cey-yidle redinin, yani
iyi kalite ile düşük kalitenin bir ve eşit sayılması hususunda Şah Veliyyullah
dikkate değer bir açıklama yapmıştır. Ona göre: “Yüce Allah aşırı refahı ve
lüksü hoş görmemekte, bu yüzden ipekten, altın ve gümüşten yapılan eşyanın
kullanılmasını bazı hâllerde yasaklamakta, bazı hâllerde kısıtlamaktadır. Dünya
hayatına fazla önem vermek, geçim hususunda ince eleyip sık dokumak insanları
alçaltmakta, düşüncelerini karanlık sahalara yöneltmektedir. Lüks ve fantazinin
mahiyeti ise bütün ihtiyaç maddelerinde kaliteye yönelip, kalitesizinden yüz
çevirmekten ibarettir. Aşırı lüks ise belli bir cinste yüksek ve iyi kaliteye
itibar etmektir. Gerçi geçim hususunda her hangi bir mala behemahal ihtiyaç
vardır ama bütün gıda maddelerine ve nakitlere duyulan ihtiyaç bir ve aynıdır.
Temel ihtiyaç maddelerinden olan değişik türdeki iki malın mübadelesi insanlar
için şarttır. Ama bir şeyi, o şeyin yerine geçen diğer bir şeyle mübadele etme
zarureti yoktur. Buğday ve pirinç gibi gıda maddelerini birbirinden ayırt edip
bir kısmını diğer kısmından üstün tutma, keza altındaki zarif sanatlara ve
ayarının derecesine itibar etme, dünya hayatına kendilerini adamakıllı kaptıran
müsriflerin töresidir. Bu hususa ehemmiyet vermek, dünyaya iyice dalmak
mânasına geldiğinden, maslahat bu kapının kapatılmasını gerektirmiştir90.
Bu
mütalâa ve mülâhaza son derece önemlidir. Bütün insanları, hiç değilse temel
ihtiyaç maddeleri itibariyle bir ve eşit tutmak iyi bir şeydir. Bu, maddelerin
kalitesine itibar etmek, onları kullanan ve tüketen kişi ve zümrelerin de
kaliteli ve üstün vasıflı olmalarına itibar etme sonucuna götürür. Yani temel
ihtiyaç maddelerinde yüksek evsaflı ve düşük evsaflı diye ayrım yapma, bu
maddeleri kullanan ve tüketen kişiler arasında aynı mahiyette bir ayrım
yapılması neticesini doğurur ki, bu da insanların öz itibariyle bir ve eşit
oldukları yolundaki dinî akideye ters düşer. Maddenin esas alınıp insanların
ona göre sınıflandırılması ve değerlendirilmesi dinin temel anlayışıyla
çelişir. Şu hâlde lükse, fantaziye, aşırı zerafete ve refaha karşı çıkmak dinin
aslî görevlerindendir.
Peygamber’i,
arpa aşı yiyerek yaşamış olan bir kimse değişik kalitedeki buğdayları
birbirinden ayırt edemez. Aynı derecede işe yarayan, aynı şekilde ihtiyaç
gideren iki buğday nevinden birini öbürüne üstün tutamaz. Zira esas itibariyle
ve haddizatında ikisi de aynı derecede nimettir ve Allah’ın lütfudur. Allah’ın
iki lütfundan birini küçük ve az değerli bulmak nankörlüktür. Bu bakımdan has
undan yapılan francala ekmeğini komşusuna ödünç veren bir kimse, komşunun bu
ekmeğin yerine getirdiği düşük randımanlı undan yapılan ekmeği kabul etmeyip
verilene itiraz ederse, aslında Al-lah’n nimetini kabul etmemiş ve o İlâhî
lütfa itiraz etmiş sayılır. Komşusundan böreklik un ödünç alan bir kimsenin,
bunun yerine ekmeklik un vermesi hâlinde ödünç verenin itirazda bulunması da
aynı şekilde nahoş bir şeydir. Bu türlü küçük farklara ve bu farklardan doğan
basit menfaatlere büyük önem verip, bu türlü şeyleri ihtilâf sebebi yapmak
insan haysiyetine yakışmaz. Bu çeşit basit ve küçük menfaatleri görmezlikten gelmek
ise insanların cömertlik ve diğergâmlık duygularını besler ve geliştirir.
Ödünç
olarak buğday alan bir kimsenin, yerine arpa vermeye kalkışması ise göze
batacak bir fark teşkil ettiğinden aynı cinslerdeki mübadeleye benzemez. Gerçi
bu farka da itibar edilmemesi iyi bir şeydir. Nitekim buğdayla arpayı bir cins
sayan müçtehidler mevcuttur. Ama ödünç veren bu farkı talep ederse ona da
diyecek bir şey yoktur. Çünkü bunu talep etmekte yerden göğe kadar haklıdır.
Şayet hukuk bu farkı görmezse, o zaman kimse kimseye ödünç vermez. Alış
verişlerde de bu açık farka bu yüzden itibar edilmiştir.
Kişi
ve zümreleri bir ve eşit tutmanın, bu mümkün olmazsa aralarındaki farkı ve
imtiyazı asgarî seviyeye indirip kendilerini azamî miktarda yekdiğerine
yaklaştırmanın ve bağlamanın bir yolu da kalite farkına fazla değer
vermemektir. Lâkin aynı cinsten iki nevi mal arasında bir kalite farkının
bulunduğu, bazı hâllerde bu çeşit farkların, cinsleri ayrı iki mal arasındaki
farktan daha önemli sayıldığı da bir gerçektir. Meselâ, düşük kalitedeki bir
buğday türü, yüksek kalitedeki bir arpa türünden daha ucuz olabilir. Bu
farkları görmezlikten gelmek ve gerçeklere karşı gözleri kapamak hiçbir şeyi
halletmez. Bu farkların tespiti hususunda aklın, mantığın, ilmin ve tecrübenin
rehberliği yeterlidir.
Medeniyetin
ilerlemesi, her geçen gün aynı şeylerin daha kalitelisinin icat edilmesi
esasına dayanır. İlimde, teknikte, kültürde ve sanatta yarış, bir kalite
yarışından başka bir şey değildir. Yüksek kaliteli mallar daha yüksek fiyata
satılmasa ilimde yükselme ve sanatta ilerleme olmaz. Yüksek kaliteye ödenen
yüksek meblâğ bu ilerlemenin hem saiki, hem de teşvikçisidir. Fânî bir dünyada
ihtiyaca yetecek şeyler varken, her malın daha iyisini, daha vasıflısını, daha
kibarını, daha zarifini, daha güzelini ve daha cazibini yapmak dinen hoş
karşılanmayabilir. Lâkin yasaklanamaz da. Çünkü böyle bir yasak zarardan başka
bir sonuç vermez. Onun için Şah Veliyyul-lah’ın fikirleri dinin takva, zühd,
vera, dindarlık ve diğerkâmlık seviyesinde doğrudur, faydalıdır, lüzumludur.
Ancak dinin kaza ve hukuk seviyesinde bu hususun, herkesin tâbi olacağı umumî
ve kat’î fıkhî kaideler hâline getirilmesi yanlıştır. Zira insanların büyük
ekseriyeti takva seviyesinde değil, fetva seviyesinde bulunmaktadırlar. Bu
seviyede kalite farkına itibar edip değerini hukukun teminatı altına almak
şarttır, ilk durum ulaşılması istenen bir gaye, ikinci durum göz önünde
tutulması gereken İçtimaî bir maslahat ve İktisadî bir hakikattir.
Ribah ödünçlere dair hadisler (kredi
ve mevduat faizleri)
Bir
kere daha tekrar edelim ki, hadislerde bahis konusu edilen riba, ribe’l-bey,
ribe’n-nakd, ribe’l-buyû ve ribe’ 1-mübayaa gibi isimler verilen ticarî
mübadelelerdeki ribadır. Verilen ödünç mal ve nakit karşılığında faiz almak
naslarda bahis konusu edilmemiştir. Onun için bu türlü muamelenin riba sayılıp
yasaklanması rey ve içtihada dayanmaktadır. Bununla beraber, bu konuda da bazı
hadisler rivâyet edilmiştir. Lâkin bu hadisler hicrî birinci asırdan sonraki
dönemlerin ürünüdür. Bu konuda meşhur olan aşağıdaki hadis üzerinde durmakta bu
bakımdan yarar vardır:
“Fayda
sağlayan her ödünç ribadır”.
Bu
hadis Beyhaki’nin es-Simenü’l-Kübra'sında ve Haris’in Müsned'inde
rivayet edilmiştir91.
Bu hadis, hicrî dördüncü asra kadar yazılan hadis kitaplarının hiçbirinde yer
almaz. Beşinci asırda ansızın Beyhaki’nin (ö. h. 458) eserine girer. Daha evvel
lügat âlimleri ribayı bu şekilde tarif etmişlerdi. Meselâ, ez-Zecac (ö. h. 311)
ribayı: “Riba, biri haram, diğeri haram olmayan olmak üzere iki türlüdür.
Verilen ödünç fazlasıyla geri alınır veya bu ödünç para sahibine bir menfaat
getirirse, bu haram olan ribadır. Bir adamın, daha fazlasını almayı icap
ettirecek şekilde birine bir hediye vermesi veya daha fazla hediye almak için
hediye vermesi haram olmayan ribadır”92 şeklinde tarif ediyordu. Bu türlü fikirlerin
fıkıhçılar arasında daha evvel dolaşması, sonunda da bu tarifin lügat
kitaplarına, daha sonra da hadis kitaplarına geçmiş olması muhakkak
görünmektedir. Nitekim bu hadisi eserlerine alan Suyutî, Ibn Hacer, Sahavî,
Buşirî gibi âlimler hadisin sahih olmadığını bilhassa belirtmişlerdir. Bu
hadisin, aşağıda gelecek olan Buharî hadisinden ilham alınarak vaz’edilmiş
olması da pek muhtemeldir. Hayrete şayan bir husustur ki, bütün bu uyanlara
rağmen bu hadis sonraki fıkıh kitaplarına girmiş ve sahih hadis muamelesi
görmüştür. Başlangıçta Fudale b. Ubeyd’in sözü olarak nakledilen hadis, daha
sonra Hz.Peygamber’e isnat ve nispet edilerek rivayet edilmiştir.
Gerçek
durum bu olmakla beraber, daha sonra Suyutî’nin el-Camiu’s-Sagîr'ine bir
şerh yazmış olan Ali b. Ahmed el-Uzeyzî (ö. 1070) es-Siracü’l-Mümr
isimli eserinde bu hadisin “Hasen li-gay-rihi” olduğunu, yani diğer bazı
hadislerin bu hadisin mânasını takviye ve teyit ettiğini ileri sürmüş ve bu
görüş zamanla büyük bir rağbete de mazhar olmuştur.
Bu
hadisi desteklediği ileri sürülen hadisler şunlardır:
·
a.
Medine’ye gelen Ebu Bürde’ye, Abdullah b. Selâm şöyle demişti: “Ribanın yaygın
olduğu bir beldede bulunuyorsun, birinde alacağın olur da bizzat sana bir yük
saman veya arpa veyahut da yonca hediye ederse alma, zira bu ribadır93. Fakat bu hadis
mevkuftur, yani Hz. Peygamber’in sözü değildir.
Bu
hadisi Buharî teferrüd etmiştir, yani hadis sadece onun tarafından rivayet
edilmiş, diğer muhaddisler bu hadisi eserlerine almamışlardır. Ayrıca önceden
şart koşulmamak şartıyla borcu fazlasıyla ödemeye ve ödünç veren kişileri
mükâfatlandırmaya teşvik eden hadislerle de bu hadis arasında bir çelişki
vardır94.
·
b.
tbn Mesud’a sorulmuş: Bir adam, diğer bir şahıstan ödünç mal alıyor, sonra
taşımada kullanmak üzere ona hayvanını veriyor. Ne dersiniz? îbn Mesud’un
cevabı şudur: “Ödünç verenin bu hayvandan temin ettiği fayda ribadır”.
·
c.
Bir adam îbn Ömer’e gelerek, bir şahsa ödünç mal verdim, ama bana daha iyisini
iade etmesini şart koştum, ne dersin demiş. O da aldığınız fazlalık, bir tutam
ot bile olsa ribadır, demişti95.
Bu hadisler mevkuftur, ayrıca da sahih değildir. Onun için destekleyen
hadisler, desteklenen hadisten daha kuvvetli değildir.
Hayvanların
ve kölelerin mübadele ve trampa edilmelerinde riba bahis konusu olmadığından
“Fayda sağlanan her ödünç” ifadesinin umumî ve küllî bir esas olmadığı, bunu
tahsis ve takyit eden birçok istisnaî durumların bulunduğu açıktır, O hâlde
“Her ödünç” şeklindeki genelleme de yanlıştır.
“Ödünç
verilen şeyin getirdiği her türlü menfaat ve temin ettiği kâr ribadır” ifadesi
Hz. Peygamber’e ait olmayan bir söz olmakla beraber sonradan kat’î, umumî ve
küllî bir dinî esas ve fıkhî kaide hâline getirilmiş, artık bu hadisin sıhhati
ve diğer naslarla olan münasebeti tartışılmamıştır. Biraz da kolay bir formül
ve açık bir izah tarzı niteliğinde olduğundan kısa sürede yaygınlaşarak geniş
bir çevrenin kabulüne mazhar olmuştur.
Şurası
kesindir ki: îlk zamanlardan beri riba konusunda sürüp gelen tartışmalarda,
ödünç verilen bir malın ve nakdin fazlasız ve ziyadesiz olarak geri alınması,
verilen meblâğa eklenen zerre miktarı bir ilâvenin ve menfaatin riba sayılacağı
yolunda umumî bir kanaat hasıl olmuş ve bu kanaat
sonradan hadis kalıbına dökülünce herkes tarafından rahatlıkla kabul
edilmiştir. Aynı zamanda “Ödüncün getirdiği her çeşit fayda ribadır,” ifadesi,
hiç değilse kredilerdeki ribayı açık, seçik ve kesin bir biçimde belirleyip
hududunu tespit ettiğinden riba ile ilgili sonu gelmeyen münakaşalar içinde
bulunan zevat, bahis konusu sade, basit, açık ve kesin formüle dört elle
sarılarak işin içinden çıkmak istemişlerdir. Fakat diğer hadislere ve hayatın
gerçeklerine bakanlar, ilk bakışta matematik bir kesinlikle riba meselesini
halleden ve bir mütearife zannedilen yukarıdaki ifadenin bu alana yeni birtakım
problemler getirip meseleyi daha da anlaşılmaz hâle sokmaktan başka bir işe
yaramadığını derhal fark etmişler, matematik bir kesinlikle riba konusunu
halleden bu ifadeyi, aslında riba meselesinin halledilmesini engelleyen en
büyük mania olarak görmüşlerdir. Gerçekten de
asırların oluşturduğu ve müslümanların hafızasına, muhakeme tarzına ve kalbine
yerleştirdiği bu kanaati silmek âdeta imkânsızdır.
Ödünç ve hadislerdeki nesie ribası
Eşya-i
sitte hadisi denilen Ebu Said hadisinde tarif edilen nesie ribası açık bir
surette ikraz, yani aynî ve nakdî şeylerin ödünç verilmesini yasaklamıştır.
Çünkü bu gün teslim edeceğimiz bir kile buğday karşılığında bir sene sonra
teslim alacağımız aynı miktardaki buğday aşikâr bir surette nesie ribası
sayılıp haram kılınmıştır. Fakat buna rağmen ikraz caizdir, hem de sevaptır.
Hatta sadaka yerine geçmektedir. Şu hâlde, ikrazla nesie ribası arasındaki fark
nedir ki biri sevap, öbürü günah sayılmaktadır? İkisi arasında en küçük bir
mahiyet farkı yoktur, sadece şekil ve ifade farkı, yani mücerret isim farkı
vardır. Şöyle ki: Bir şahıs, diğer bir kimseye:
Şu
bir kile buğdayı altı ay sonra bana vereceğin aynı miktardaki buğday
karşılığında sana “sattım” dese buna nesie ribası (ri-be’l-bey’) denilip, haram
sayılmaktadır. Lâkin aynı akit, aynı ifade ile yapılsa, ama sadece “sattım”
kelimesi yerine “ikraz ettim” kelimesi kullanılsa, buna da ödünç muamelesi denilmekte
ve sevap sayılmaktadır. Halbuki İslam’da hiçbir şey şu
veya bu ismi aldığı için haram veya farz kılınmamıştır. O şeyin özüne ve
muhtevasına bakılarak hüküm verilmiştir. Zira akitlerde lâfızlara ve cümlelere
değil, maksatlara ve mânalara itibar edilir. Aynı mahiyette olan iki şeyi
farklı iki hükme tâbi kılmak, diğer taraftan mahiyetleri farklı olan iki şeyi
bir hükme bağlamak mümkün değildir.
tbn
Kayyım: “Ödünç verme ile belli bir vadeye kadar parayı para ile satmak şeklen
bir ve aynıdır, ama maksada göre biri batıl bir masiyet, diğeri sahih bir
kurbet olmuştur” der.
Fadl
ribasını anlamsız kılan bir husus da görüldüğü gibi ikraz meselesidir.
Bir
de şu vaf: Bir adam elindeki yüz kg. buğdayı neden bir sene sonra alacağı yüz
kg. buğdaya satsın?
Riba konusundaki hadislerin değeri
Riba
hakkında Kur’an’da hiçbir tarif yoktur, haram kılınan ri-bamn ne olduğunu ifade
eden herhangi bir işarete ve kayda rastlanmaz. “Ez’âf-ı Muzâaf ’ tabiri
yasaklanan ribanın mahiyetini belirten bir kayıt değildir. Meğer
ki, bu tabire “fahiş” ve “kanunsuz faiz” mânası verilmiş olsun.
Hadislere
gelince: Burada iki türlü tarife rastlamaktayız. Birincisi: “Ödüncün getirdiği
her çeşit kâr ribadır” mealindeki hadistir. Bu hadisin sahih ve mevsuk
olmadığını söyleyen pek çok âlim vardır. Şu hâlde kredi faizlerini önce tarif
edip, sonra bu tarifin kapmasına giren ödünç işlemlerinin faizlerini yasaklayan
sahih ve mevsuk hiçbir hadis yoktur-96.
İkincisi:
“Altın altınla, buğday buğdayla... ancak peşin ve eşit
surette alınıp satılabilir” mealindeki ticarî mübadeleden bahseden ve bunun
benzeri olan hadisler. Bu hadisler, kredi faizlerinden (ri-be’l-kurûz) değil,
sadece ticarî mübadelelerdeki ribadan (ribe’l-bu-yû) yani aynî malların
mübadelesinde bahis konusu olduğu iddia edilen fazlalıktan bahseder. Bu
hadisler, muhaddislerin ve fakihle-rin ölçülerine göre sahih sayılır. Zira en
güvenilir kaynaklarca rivayet edilir. Bu hadisler üzerinde bir değerlendirme,
tenkit ve yorum yapılmadan peşin fikirler sahih ve hatta Hz. Peygamber’e
aidiyeti sabit sayılması, riba meselesinin en büyük çıkmazı olmuştur. Bu
bakımdan bu hadisler, üzerinde söylenebilecek şeyler üzerinde kısaca durmak
istiyoruz.
Ribayı
tarif eden ve gerçekleşme şartlarını tespit eden hadislerden hiçbiri, ilk dört
halife zamanına kadar çıkmaz. Bu hadisler bu dönemden sonraki zamanlarda ortaya
çıkmış, Arap Yarımada-sı’nda yaşayan ilk Müslümanların, bu mıntıkanın dışındaki
kavim-lerle temas etmeleri üzerine ve ilk dört halife döneminden sonra
vaz’olunmuştur. Fazlur Rahman bu konuda şöyle diyor:
“Fadl
ribası esasına getiren ve eşya-ı sitte hadisi diye bilinen Ebu Said hadisi,
öyle görünüyor ki, müteahhiririin icadından başka bir şey değildir. Zira
Muaviye, Usame, îbn Abbas, îbn Ömer ve Zeyd b. Erkem gibi büyük ve meşhur
sahabeler, böyle bir hadisin mevcudiyetinden haberdar değillerdir, îbn Abbas’la
îbn Ömer’in fadl riba-sını hayatlarının sonlarına doğru fıkıh açısından
istemeye istemeye kabul ettiğini ifade eden rivayetler vardır. Başta Usame ve
îbn Abbas olmak üzere bazı sahabelerin ‘Riba, ancak ve ancak nesie’de vardır’,
‘Peşin alış verişlerde hiçbir şekilde riba yoktur’ demeleri, fadl libasından
bahseden hadislerin sonradan vaz’edildiğini gösterir”97.
Joseph
Schacht şöyle diyor: “Hadislerde, hangi çeşit şeylerin Kur’an’da yasak edilen
ribaya dahil olduğu sualine muhtelif cevaplar verilir
ve bu cevapların hiçbiri mevsuk kabul edilemez. Ribayı yasaklayan ayetin son
nazil olan ayet olduğu hususunu menfaat sahipleri yaymışlardır. Hadislere
bakılınca açıkça görülür ki, riba îslam şeriatında tedricî bir şekilde
yasaklanmıştır”98..
îbn
Ömer ve îbn Abbas gibi sahabelerden tutun da günümüze kadar yaşamış olan
âlimlerin bir kısmına kadar pek çok kimse, riba çeşitlerinden bahsedip bunları
tarif eden hadislerin, bilhassa fadl ri-basıyla ilgili hadislerin
mevsukiyetinden ve sıhhatinden şüphe etmişler, daha sonra müsteşrikler de bu
kanaate katılmışlardır. Fıkhî metinlere ve ibarelere kat’i bir nas nazarıyla
bakanlar ise bu hususu görmezlikten gelmekte ısrar, hatta inat etmişlerdir.
Riba
konusunda tarif veren, ribanın çeşitlerinden bahsedip bunların hükmünü ve
şeklini tayin eden hadislerin sonradan vaz’ edildiğini gösteren bazı örnekler
verelim:
a.
Riba konusundaki uydurma hadislerin bir kısmı mevzuat kitaplarında
gösterilmiştir. “Süftece (poliçe) haramdır” ,”Riba yetmiş çeşit olup en
hafifinin günahı, kişinin anasıyla zina etmesi gibidir”, gibi hadisler düzmedir99.
·
b.
Bazı hadisler, fıkıhçılarm rey ve içtihatlarını desteklemek maksadıyla mezhep
mutaassıblarınca uydurulmuştur.
Meselâ,
riba sadece nesiede, bir de ölçüye veya tartıya giren mallarda olur hadisi
böyledir. Hanefîlerin riba hakkınaki görüşünü aksettiren bu hadisin sahih
olmadığını îbn Hazm göstermiştir100. “Riba, altında, gümüşte veya tartıyla,
ölçüyle alınıp satılan mallarda veyahut da yenilir veya içilir çeşitten
şeylerde olur”101.
Burada şafiîlerin görüşü de hadis şekinde nakledilmiştir.
·
c.
Ankaravî, “Hz.Peygamber’in de ribadan kurtulmak için şer’î hile tavsiye ettiği
rivayet edilir” der 102.
Hakikat şudur ki, gerek Hz. Peygamber zamanında, gerekse onun ilk dört halifesi
döneminde ne riba almak için ne de ribadan kurtulmak için hileye ihtiyaç vardı.
Zira Hz. Peygamber şârî’ ve kanun koyucusudur. Hatalı hükümleri ve yanlış
uygulamaları düzeltme, yeni hükümler koyma yetkisine, Kur’an’ı yorumlama
hakkına sahiptir. Şu hâlde gerek hileli yollardan ribaya cevaz veren
hadislerin, gerekse bu türlü hileli yollan kötüleyen hadislerin hicrî birinci
asrın ilk yarısından sonra vaz’edildi-ğine hükmetmemek icap eder. Bunlardan
bazıları şunlardır:
·
1. îbn Ömer,
Hz.Peygamber’in: “insanlar altıri ve gümüş hususunda pintileşir, îne yoluyla
ahş veriş yapar, öküzlerin kuyrukları sıra gider (ve çiftlik yapar) ve Allah
yolunda cihadı terkederse, Allah başlarına öyle bir belâ getirir ki, dinlerine
dönmeden bu belâyı üzerlerinden kaldırmaz” dediğini rivayet eder. îne beyi,
“Bir kişi bir şeyi başka birine veresiye satıp malı müşteriye teslim eder,
sonra sattığı malın parasını teslim eder, sonra sattığı malın parasını teslim
almadan evvel, aynı malı sattığı miktardan daha aşağı bir fiyatla müşteriden
satın alır. Buna îne beyi denir. Hadisle yasaklanan bu muameledir. Ebu Hanife,
imam Malik ve imam Ahmed bunu caiz görmezler, imam Şafiî ve îbn Hazm ise bunu
caiz görürler103.
Umumiyetle
sonraki hanefîler, alıcı ile satıcı arasına üçüncü bir şahsı daha sokarak-ki
buna mes’ele-i sülâsiye adı verilmektedir-îne beyini, şer’î hile ile caiz
görmüşlerdir.
Hz.
Peygamber zamanında, hile ile riba yeme mânasına gelen îne muamelesi olmadığından,
bu hadisin bu tür muamelelerin ortaya çıktığı sonraki dönemlerin ürünü
olduğunda hiç şek ve şüphe yoktur. Nitekim hadis alimleri
bu hadisin müdelles, münker ve makul bir hadis olduğunu söylemişlerdir 6().
·
2.
Zeyd b. Erkam’m karısı: “Zeyd b. Erkam’a bir köleyi veresiye olarak sekiz yüz
dirheme sattım. Sonra bu köleyi ondan altı yüz dirheme peşin para ile aldım”
deyince Hz.Aişe:
“Ne
fena bir alış veriş yapmışsın! Eğer tevbe etmezse, Zeyd’in Hz. Peygamber’le. birlikte yaptığı cihat boşa gitmiş olur” dedi104 105, îmam Şafiî’nin “sahih değil” dediği bu
hadisin düzme olduğu muhakkaktır106.
·
3.
Bir alım satım akdinin iki alım satım akdini ihtiva etmesi de yasaklanmıştır.
Bunun yegâne sebebi, riba yemek için başvurulan bütün hileli yolların mutlaka
“bir alış verişte iki alış veriş” yani pazarlık içinde pazarlık esasına
dayanmasıdır; îne bey’inde olduğu gibi. Onun için “pazarlık içinde pazarlık”
esasına dayanan alış verişlerin yasaklanmasının ilk ve aslî maksadı ribayı
önlemektir. Bazı hadislerde bu husus açıkça ifade edilmiştir. Ebu Hureyre, “Hz.
Peygamber: ‘Kim bir ahm satım içinde iki alım satım akdi yaparsa, kârın azını
alır, yani iki alış verişten hangisi kendisine daha az fayda temin ediyorsa ona
razı olur. Aksi hâlde riba yemiş olur’ buyurdu”, demiştir 107. Meselâ, bir kimse diğer bir kimseden bir ay
sonra teslim alacağı bir kile buğdaya karşılık o şahsa on akçe verir. Buğdayı
tes-
lim
alma vakti gelince, borçlu alacaklıya : Benden
alacağın olan bir kile buğdayı, bir sene sonra sana teslim edeceğim iki kile
buğday mukabilinde bana sat, der. O da kabul ederse, pazarlık üstüne pazarlık
yapılmış olur. Keza, sermayedar, kendisinden ödünç para isteyen bir ihtiyaç
sahibine: “Bir sene sonra iade etmek üzere sana istediğin yüz bin lirayı
veriyorum, ama şu kibriti elli bin liraya benden satın alman şartıyla”, der.
Borçlu bir kibrit ile yüz bin lirayı alır ve sermayedara yüz elli bin lira
borçlanır. Bu da “pazarlık üzerine pazarlıktır.”
Vadeli
satışları da pazarlık üzerine pazarlık sayıp yasaklayanlar vardır. Çünkü ikili
ve çift fiyatların hepsi bir nevi riba (ve ihtikâr) sayılmıştır.
·
4.
Borcun borçla satılması da yasaklanmıştır. “Bir kile borç buğdayın, bir sene
sonra teslim edilecek iki kile borç buğday veya bir sene sonra teslim edilecek
iki kile borç buğday veya bir sene sonra ödenecek para mukabilinde satılması,
borcu borçla satmaktır”. îbn Adiyy, bu hadisin ravisi olan Ahmed isimli kişiden
hadis rivayet etmek helâl değildir, diyor. Yani bu hadisin düzme olduğunu
söylüyor108.
Borcu borçla veya alacağı alacakla satmak riba yollarının başında gelir.
·
5.
Hz. Peygamber olgunlaşmamış, meydana gelmemiş ve ne olduğu henüz belli olmamış
ziraî mahsullerin ahm ve satımını yasaklamıştır109. Ham ve yeşil hâlde bulunan hububatın ve
meyvelerin hasat vaktinden evvel satışlarının men edilmesi, hem aldanmayı ve
ihtilâfları önlemek, hem de selemde olduğu gibi hileli bir şekilde yapılan
ribalı muamelelerin önüne geçmek içindir. Bu yüzden mu-hakele,
müzabene, muhabere, muaveme ve bey-i sinîn gibi ahm satımlar yasaklanmıştır.
Bunların
yasaklanmasının sebebi olarak da riba gösterilmiştir110. Eli darda bulunan bir çiftçinin ekili
tarlasındaki olgunlaşmamış ürününü ve sıkıntı çeken bahçıvanın ham meyvesini
satın almak, umumiyetle gerçek fiyatın altında ve çok ucuz bir şekilde
gerçekleştiğinden riba sayılmıştır. Gerçi buradaki riba hiçbir şekilde ribanın
tarifine girmez ama, nihayet maksat itibariyle bu
türlü muameleler de ribadır. Bu yüzdendir ki, “Her çeşit haram alım satım
akdine ve haksız kazancın her türlüsüne riba adı verilmiştir”111.
·
6.
Satın alınan gıda maddelerinin, teslim ve tesellüm işi tam olarak
gerçekleşmeden satılmasını Hz. Peygamber yasaklamıştır112. Daha sonra bu hükmü bütün mallara ve emtiaya
teşmil eden hadisler ortaya çıkmıştır113. İbn Abbas’a bu yasağın sebebi sorulunca,
“Çünkü bu parayı paraya satmaktır” diye cevap vermiştir. Yani bu türlü alış
verişler de riba sayılıp yasaklanmıştır114.
·
7.
“Hem ödünç hem alış veriş (selef ve bey) helâl olmaz115. Bu ödünç hileli yollardan ribaya yol açtığı
için men edilmiştir. Buna göre ödünç verme işlemleriyle alış verişin birbirine
bağlanmaması, verilen ödünçler ve yapılan ikraz muameleleri üzerine alım satım
akitleri yapılması icap etmektedir 116. Gerçekten de hileli riba yollarının birçoğu,
ödünç işlemi üzerine bey’ akdi yapılarak gerçekleşti-rilmektedir. Onun için bu
türlü muameleler de yasaklanmıştır.
Kısaca,
tefecilik yapmak için yeni ve hileli yollar bulundukça, bu yolları yasaklayan
hadisler uydurulmuştur. Oysa bu tür yolların yasaklanması için ille de bir
hadisin bulunması gerekmez.
Hadisler ve örf
Umumî
olarak bütün İktisadî, malî ve ticarî faaliyetlerle, hususî olarak da riba ile
ilgili hadisleri, bu hadislerin varit olduğu cemiyetin İktisadî ve ticarî örfü
ve teamülü ile ilgili görmek, bu örfün ve teamülün bulunmadığı cemiyetlerde ve
bölgelerde sözü edilen hadislerin ihtiva ettiği hükümlerin mer’î ve muteber
olamayacağını, zira mekânların ve zamanların değişmesiyle ahkâmın değişmesinin
inkâr olunamayacağını söylemek de mümkündür. Yani
riba hakkın-daki hadisler söylendiği yerlerde, zamanlarda, ortamlarda ve
şartlarda yürür. Bunun dışında tatbik edilemez, tatbik edilmesi de zaten mümkün
değildir. Misal:
·
1.
Ebu Davud (bk. Buyû, 8) ve Nesaî (bk. Buyû, 54) Hz.Pey-gamber’in: “Muteber olan
Medinelilerin hacim ölçüsü ve Mekkeli-lerin tartı ölçüsüdür”, buyurduğunu
rivayet ederler. Bu hadis Dâre-kutni, îbn Hibbân, Bezzar ve Münzirî tarafından
da rivayet edilmiştir. O vakitler Mekkeliler ticaretle ve Medineliler ziraatle
meşgul olduklarından birincilerin terazileri, İkincilerin ölçekleri daha
sıhhatli idi. Ve onun için ihtilâfı çözmek için Mekkelilerin terazi,
Medinelilerin ölçek sistemleri esas alınıyordu. Fakat ticaretin ve zira-atin
daha fazla gelişmiş ve ilerlemiş olduğu yerlerde ve zamanlarda ihtilâfları
Mekke’nin terazisi ve Medine’nin ölçeği ile çözme mecburiyeti olmadığı
aşikârdır. Günümüzde o çağın ölçme ve tartma âletlerini kullanmak ne kadar
yanlışsa, riba anlayışını uygulamak da o kadar yanlıştır. Onun için riba
hadislerini, zamana, mekâna, ortama ve şartlara göre hükmü değişen, aklî ve
tecrübî olarak bilinebilen dünya işlerini düzenleyen hadisler olarak kabul
etmek mümkündür. Kısaca riba hadisleri bu gün için bağlayıcı değildir, ama yol
göstericidir. Yani bunların lâfzî mânalarına harfiyen uymak mümkün olmasa bile,
maksatlarını ve hikmetlerini göz önünde bulundurmakta fayda vardır, lâfzına
değil, özüne bağlı kalmak ve bunu da şartlara göre yorumlamak mümkündür.
·
2.
Gerek eşya-ı sitte hadisi gerekse benzeri hadislerde altın ve gümüşün
mübadelesinden bahsedilirken “veznen bi-veznin”, buğday, arpa, hurma ve tuzun
mübadelesinden bahsedilirken de “key-len bikeylin” ifadesi kullanılmaktadır Bu
ifadeye bakan fıkıh âlimleri, hadislerde “tartılır” diye vasıflanan altınla
gümüşün ve “ölçü-
.......T
lür”
diye vasıflanan dört maddenin kıyamete kadar “tartılır” ve “ölçülür” olarak
kalacaklarını, bu durumun değiştirilmesinin mümkün olmadığını ısrarla
savunarak, çok katı bir nasçılığa ve sert bir nakilciliğe kaymışlardır. Meselâ,
bütün Hanefî fıkıh kitaplarında şu ifade yer alır:
“Hz.Peygamber’in,
hadiste keylîdir (ölçekle alınıp satılır) dediği her şey ebedî olarak keylî
olduğu gibi, veznîdir (terazi ile tartılarak alınıp Satılır) dediği her şey de
ebediyyen veznîdir, velev ki halk ilk hususta ölçeği, İkincisinde teraziyi terk
edip örf ve âdetini değiştirmiş olsun”. Bu hükmün bu gün uygulanamayacağı
açıktır. Bu hükümlere bağlı kalarak halledilecek bir mesele yoktur. Demek
istiyoruz ki hadislerin hükümleri belli bir çevredeki örf ve âdetle sınırlıdır., sadece orada geçerlidir.
Bu
gün mübadele aracı olarak dinar ve dirhem (altın ve gümüş) değil, kâğıt para
kullanılmaktadır.
Pek
tabiî olarak katı nasçılığa az da olsa her zaman karşı çıkanlar olmuştur.
Meselâ, îmam Ebu Yusuf bu hususta nassın değil, örfün muteber olduğunu açıkça
ve kesin bir dille ifade etmiş, daha sonra da ekseriya onun bu içtihadına
itibar edilmiştir. Mecelle Şari-hi Ali Haydar bu konuda şunları yazıyor:
“Kanun
koyucunun hükmü (nass-ı şâri’) ile örf çatışsa, îmam Ebu Yusuf’tan bir rivayete
göre nass örf ve âdete dayanmakta ise, itibar örf ve âdete, değilse itibar
nassadır. Bu imam nassı terk ederek örfle amel etmiş değil, belki nassı tevil
ederek yorumluyor. îm-di ona göre altın ve gümüşün vezni, buğday, arpa, hurma
ve tuzun keylî olması hakkında nas varid olmakla îmam Azam ile îmam Mu-hammed’e
göre bu hususta nassa itibar olunacağından buğdayın buğdayla bey’ ve mübadele
edilmesinde ölçekte eşitlik şarttır. Ölçek itibariyle eşitliğe itibar edilmeyip
tartı ile eşit olmalarına riayet edilse bey’ ve mübadele caiz olmaz. Ama îmam
Ebu Yusuf’a göre altı maddeden ikisinin veznî, öbürlerinin keylî olması
hakkındaki nass-ı şarî’ saadet asrındaki halkın örf ve teamülüne istinat ettiğinden
ve bu gibi örf ve teamüle bina kılınan nassın hükmü, örf ve teamülün tebeddülü
ile tebeddül edeceğinden itibar örf ve teamüledir.
Bu
ise esas itibariyle nassa muhalif olan bir örfle amel etmek olmayıp belki nassı
tevildir117.
Bu
örnekte olduğu gibi, riba ile ilgili nasları, o devrin ticarî ve İktisadî örf
ve teamülüne bina edilen ifadeler olarak kabul etmek, meseleyi belli bir
nispette çözmeye yetecek ve verimli bir tartışma kapısını açacaktır. Aslında
bunun başka örnekleri de vardır. Meselâ, Kur’an, fıkıh, hadis
gibi dinî ilimlerin paralı olarak öğretilmesi, imamlık, müezzinlik ve vaizlik
yapacak kişilere maaş veya ücret ödenmesi, keza resim yapılması başlangıçta
haram sayılırken sonradan birtakım maslahatlara binaen caiz görülmüştür,
imamlık ve müezzinlik gibi ibadetleri ifa edenlere ücret ödemek caiz olunca,
aslında sadaka ve ibadet sayılan ödünce ücret ödemek niçin caiz olmasın? Bir
köy halkı imam veya müezzin (veyahut da Kur’ an öğretecek bir muallim veya
vaiz) isti’car edip, bu kişiler de vazifelerini ifa etseler, ücretlerini bu köy
halkından alırlar. Vermezlerse icbar olunurlar. Bu hususlar ibadet kabilinden
olmakla, Hanefî müç-tehitleri sair ibadetlerde olduğu gibi bunlarda dahi
icarenin caiz olmadığına kail oldukları hâlde Belh uleması bilhassa bu
hususlarda icarenin cevazına kail ve mezhep müçtehitlerine muhalefet
etmişlerdir. illet ve mucip sebep olarak da zarureti
göstermişlerdir. Zira bu hususlarda ücret ile akd-i icare caiz görülmezse,
Kur’an ve ilim zarar görür118.
imamlık,
müezzinlik yapan ve Kur’an öğreten şahıslara emekleri karşılığında ücret
verilmesi caiz olunca, el emeği ve alın teriyle kazandıkları aynî ve nakdî
şeyleri diğerlerine ödünç verenlerin buna karşılık makul bir ücret almaları da
caiz olur. Üstelik ödünç işleminde ibadet ciheti daha azdır ve bu yüzden de
ücret alınması daha doğrudur.
iktisat,
ziraat, sanat ve ticaret dinî bir mesele olmaktan çok dünyevî meseledir. Nakil
işi değil, akıl işidir. Hurmaların aşılanması yolundaki tavsiyesi menfi sonuç
verince Hz. Peygamber çiftçilere: “Siz dünya işini benden iyi bilirsiniz”119 120 (bu konuda tecrübe ile sabit olan
gerçeklere göre davranın ve bu türlü işlerin hükmünü bana sormayın) demişlerdi.
Gerçekten de faiz, tam mânasıyla bir İktisadî ve ticarî olay olup asla dinî ve
ahlâkî bir olay değildir. Buna karşı ribanın dinî ve ahlâkî bir hadise
olduğundan hiç şüphe yoktur. Faiz, riba (tefecilik) hâlini aldığı zaman, tabiî
bir iktisat olayı olmaktan çıkmış, marazî bir iktisat olayı hâline gelmiş ve
riba ile aynileşmiş olur. Ribayı önleyici bir görev ifa ettiği sürece faize ses
çıkarmamak dinî ahkâm bakımından da lüzumludur.
Ribanın çeşitleri
·
1. Gerek cahiliye
çağında, gerekse Hz. Peygamber ve ilk dört halifesi döneminde riba basit ve
anlaşılır bir şey olduğundan çeşitleri yoktu veya azdı. Bundan sonra Yahudi,
Hristiyan ve İran ticarî ve İktisadî kültürü ile temas neticesinde onlardaki
riba çeşitleri yavaş yavaş müslümanlara geçmeye başladı. Şu hâlde bu türlü
riba-dan bahseden hadislerin hiçbiri hicrî birinci
asrın ilk yarısından daha önceye kadar çıkamaz ve bu sebeple sonraki asırların
mahsulüdür. Bu türlü hadislerden biri Hz. Ömer’e isnat edilir.
·
a.
Hz. Ömer, “Hz. Peygamber’in ribanın sınıf ve nevilerini (ebvab min
ebvabi’r-riba) vefat etmeden evvel açıklamasını arzu ederdim”, demişti 7f>.
·
b.
Hz. Ömer “Riba ayeti son nazil olan ayettir. Hz. Peygamber riba konusunda hiç
bir açıklama yapmadan vefat etti. Ribayı da, riba şüphesi ve ihtimali olan
şeyleri de terk ediniz” demişti121.
·
c.
“Riba muamelesi yapmış oluruz, endişesiyle ribayı on kat artırmış olmamızdan
korkuyorum”. Yine Hz. Ömer’den: “Ribanın cahiliye döneminde mevcut olmayan,
lâkin bu gün bizim birçok muamelelerimizde aşikâr bir surette kendini gösteren
birtakım şekilleri vardır ki hayvanda selem de bu türdendir”122.
Bu
haberler gerçek ve doğru ise, Hz. Ömer zamanında bile, takva ve ihtiyat
sebebiyle riba terk edildiği gibi, riba olması ihtimali olan pekçok şey de terk
edilmiş, bu suretle esas ribaya on katı bir ilâve yapılmıştır. Bu ilâveler
sonraki asırlarda da devam ettiğinden riba meselesi içinden çıkılmaz bir hâle
getirilmiştir. Şayet bu haberler Hz. Ömer’e sonradan isnat edilmişse, bu da
zamanla tedricî bir şekilde riba türlerinin nasıl ortaya çıktığını gösterir.
Şurası muhakkak ki, aşırı dinî hassasiyetin tesiriyle riba olmayan pek çok şey
riba sayılmış, ribaya açılan kapılar kapatıldıkça yenileri bulunup açılmıştır.
·
2.
“Riba yetmiş çeşittir”123.
“Yetmiş üç türlü riba vardır”124.
·
3.
Ubâde b. Samit: “Ey ahali! Birtakım alış veriş türleri icad ettiniz ki bunların
ne olduğunu bilmiyorum”, demişti125. Bunların hemen hepsi başlangıçta riba sayılmayıp
sonradan riba sınıfına sokulan alış veriş türleridir.
Hz.
Ömer şöyle demişti: “Bilmiyorum, belki de menfaatinize uymayan bazı şeyleri
size emrediyorum ve yine muhtemeldir ki, menfaatinize uyan diğer bazı şeyleri
yapmanızı yasaklıyorum. Riba ayeti en son inen ayettir. Resulullah bunu izah
etmeden vefat etmiştir, siz riba şüphesi olan şeyleri bırakın”.
“Helâl
apaçıktır, haram da öyledir, ancak bu iki şey arasında helâl mi yoksa haram mı
olduğu belli olmayan birtakım hususlar vardır. Bu türlü hususlara giren harama
da giriverir. Ama bunlardan korunan, dinini ve namusunu korumuş olur” mealinde
meşhur hadisin riba bahsinde rivayet edilmesi son derece dikkat çekici olup,
üzerinde düşünülmeye değer. Fıkıhçılar bu hadise dayanarak: “Şüphe-i riba
ribadır” 126.
“Riba şaibesi ribanın ta kendisidir” kaidesini çıkarmışlar bu suretle riba ile
alâkası olmayan birçok ticarî ve İktisadî muameleleri riba saymışlardır.
Faiz ve haber-i vâhid
Riba
ile ilgili hadisler muhaddislerin ve fakihlerin anladıkları mânada sahih olup
delil sayılsa bile kelâm ve iktisat açısından bunların vahid haber oldukları ve
bu yüzden kesinlik ifade etmedikleri için ekonomide ölçü ve delil olarak
kullanılamayacakları ileri sürülebilir. Zira Eş’arîlere göre, umumiyetle vahid
haberler kesinlik ifade etmez. Caferiye’nin, Mutezile’nin ve Haricilerin vahid
haberlere itiraz ettikleri ve son asırlarda Hindistan’da zuhur eden ehl-i
Kur’an’ın vahid haberlerle amel etmedikleri bilinmektedir. Bunun için
Kur’an’daki riba hariç tutularak vahid haberlerin faiz konusunda ölçü ve delil
olarak kullanılmaması, aslı zannî olan vahid habere istinaden faizin mutlak
surette haram sayılmaması icap eder. Çünkü haram kesin ve açık delille
yasaklanan şeydir. Halbuki vahid haberler, esas itibariyle
zannî olduğundan bunlarla sabit olan hükümler mutlak surette haram olamaz.
İktisadî esaslar ve hadislerin
değeri
Bu
gün iktisat bir ilim ve disiplin sayılmaktadır. Gerçi bu ilmin nazariye olan
kısımları bulunduğu gibi henüz tartışma ve eleştiri konusu olan birçok kaide ve
prensipleri de vardır. Ama yine de İktisadî esaslara ve kanunlara vahid
haberlerden daha çok güvenmek icap eder. Zira gerek akıl gerekse tecrübe bu
hususların vahid haberlerden daha kuvvetli ve sıhhatli olduğunu göstermektedir.
O hâlde İktisadî, malî ve ticarî muamelelerde vahid haberlerden çok İlmî,
tecrübî ve aklî esaslara ağırlık vermek, hem dünya işlerinin hem de ahiret
işlerinin selâmeti bakımından daha faydalıdır. Çağdaş İktisadî gelişmeleri ve
ticarî muameleleri günü gününe takip edip icabını yerine getirmek için konuyla
ilgili vahid haberleri ve buna istinat eden içtihatları hesaba katmamak, tek
çıkar yoldur. Aksi hâlde araştırıcılar daha başlangıçta çıkmaza sokulmuş, körpe
zihinler körlenmiş, işin başında istidatlar yozlaştırılmış ve birtakım peşin
hükümlerin ve sabit fikirlerin esiri hâline getirilmiş olur.
Unutmamak
gerekir ki, ribanın dinî ve ahlâkî bir hadise olmasına mukabil, faiz tamamıyla
İktisadî, malî ve ticarî bir hadisedir. Onun için de nakil işi olmaktan ziyade
akıl işidir.
Hadisleri
esas alıp ribayı tarif etmek mümkün olmadığı gibi, aynı hususa dayanarak riba
çeşitlerini ve bunlara ait hükümleri tespit etmek de mümkün değildir.
Hadislerde ribaya ait tarifler ve umumî kaideler aramak nafiledir. O hâlde riba
konusundaki hadislerin hiç mi değeri yok? Bunları bir çırpıda atmalı mıyız?
Hayır, kesinlikle hayır! Böyle bir şey düşünmek büyük bir aptallık ve korkunç
bir şuursuzluk olur. Bir kere esas itibariyle Kur’an’ın riba konusunda
getirdiği mâna, mefhum ve hükümle âhenkdar olan ve bunu destekleyen veya tekrar
eden veyahut da izah eden hadisleri, bu hadislerin ilk ve en eski kaynaklarda
yer almaları şartıyla kabul etmekte mahzur değil, fayda vardır. Zaten bu türlü
hadislerden zorluk çıkarmamaktadır. İkinci olarak ribayı yeren ve lânetleyen
hadisler de, İlmî çalışmalarda hiçbir güçlüğe yol açmamaktadır. Aynı hadis, hem
ribayı karalıyor, hem de riba hakkında tarif veriyorsa, hadisin ilk kısmı
hukukî tedbirler bakımından fazla önemli değildir. Üçüncü olarak riba hakkında
tarifler veren ve ribalı ticaret şekillerini tayin eden hadisleri-ki bu türlü
hadislerin sayıları birkaç tane-dir-bağlayıcı olarak kabul etmemek, İlmî
çalışmalarda bunlardan faydalanmamak mânasına gelmez. Bu türlü hadisler, gerek
İslam cemiyetinde riba ile ilgili İlmî, fikrî, İktisadî, ticarî hukukî ve
İçtimaî gelişmeleri ve tekâmülü göstermeleri bakımından, gerekse İslam
âlimlerinin ribanın hükmünü Kur’an’ın ışığı altında tespit etmek uğruna
harcadıkları mesai bakımından fevkalâde mühimdir. Bu hadisler, Kur’an’ın riba hakkındaki
esas görüşünü ve meselenin ruhuna dair tutumunu tayin etmek için yapacağımız
araştırmalarda
bize
en iyi desteği verebilir. Ayrıca hem Hz. Peygamber’in, hem de sahabesinin bu
konu etrafındaki fikir ve kanaatlerini imkân ölçüsünde öğrenmenin yolu da yine
bu hadislerdir. Bu hadislerin yanlış, ters ve eksik değerlendirilmesi, bu
konudaki Kur’an’m ve Hz. Peygamber’in esas tutumunu öğrenmemize mani olduğu
gibi, aynı malzemenin ve vesikaların yerli yerinde kullanılması, isabetle
değerlendirilmesi, İlmî esaslar dahilinde yorumlanması
ve neticede bir terkibe gidilmesi riba konusundaki İslâmî telakkiyi aşağı
yukarı tespit etmemize imkân verebilir.
Bu
gün destanlara ve efsanelere dayanılarak milletlerin tarihleri hakkında bilgi
sahibi olmaya çalışılırken, riba hakkında her biri birer kıymetli vesika olan
hadisleri kökten reddetmek, avanaklığın da ötesinde çılgınlık olur. Dördüncü
olarak ekserisi hicri birinci asrın ilk yarısından sonraya ait olan riba
hadisleri şeklinde ortaya çıkan İslam ulemasının samimi kanaatleri, müçtehitler
dönemin-, den daha eski zamana aittir ve müçtehitlerin içtihatlarına kaynaklık
etmiştir. Yani bu hadisler mevzu bile olsa, mezhep kurucusu olan imamların,
onların hoca ve talebelerinin hukukî kanaatlerine ve içtihatlarına tesir edip bunları
yönlendirmiş olmaları bakımından da gayet önemlidir. Bu hadisler olmadan bu
mesele etrafındaki mezheplerin görüşlerini lâyıkı veçhile anlamak imkânsızdır.
Bu bakımdan, bu hadisler her halükârda, fıkıh kitaplarında yer alan riba ile
ilgili ibare ve metinlerden çpk daha emin bilgi verir. Her şeye rağmen Kur’an’m
riba hakkmdaki tutumunun ruhunu, aynı konuda Hz. Peygamber’in takındığı tavrın
esasını bu hadisler vasıtasıyla öğrenmek mümkündür. Zira başka yol yoktur.
İslam âlimlerinin, bilhassa muhaddis, müfessir ve fakihlerin samimî
kanaatlerini, çileli çalışmalarını, fedakârane harcadıkları gayretleri, riba
karşısında iktisat, ticaret, din ve ahlâk açısından takındıkları tavırları
tayin etme hususunda da bu hadislerin sağladığı destek ve yarar önemlidir. Bu
türlü hususları bilmezlikten ve anlamazlıktan gelmek, bir araştırmacıyı
verimsiz, başarısız ve kısır hâle getirmeye fazlasıyla yeter. Hadislerin düzme
olduğuna hükmedilmesinin, her şeyi halledeceğine inanmak korkunç bir gafletten
başka bir şey değildir.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
FIKIHTA RIBA
FIKIH AÇISINDAN RÎBANIN
YASAKLANMASININ GEREKÇESİ
Cahiliye
ribasının haram olduğu ittifakla sabit olduğundan, ardı arkası gelmeyen
ihtilâflar fadl ribası etrafında vücuda gelmiş, karz ribasmda da devam edip
gitmiştir. Şöyle ki: Hadisler fadl riba-sınm sadece şu altı maddede cereyan
ettiğini haber verir: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz. Acaba hadislerde bahis konusu edilmeyen pirinç, patates, pancar,
nohut, mercimek, demir, kireç, tuğla, çimento, kereste, süt, et gibi maddelerde
de fadl ribası cereyan eder mi? Hadislerde bu hususta bir şey söylenmediğinden,
bu konuda “eder” veya “etmez” demek için kıyasa ve içtihada başvurulmakta, bu
ise hesaba sığmayan birçok zıt kanaatin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu
içtihadlardan birine göre riba olan, öbürüne göre riba değildir. Bir şeyin riba
olduğunun gerekçesi bir mezhebe göre başka, diğer mezhebe göre daha başka
olabilmektedir. Şimdi bu ihtilâflara kısaca göz atalım: Önce şu hususta ihtilaf
edilmiştir:
·
a.
Bazılarına göre riba, hadislerde geçen altı maddeye münhasır değildir. Bunların
benzeri olan diğer maddelerde de fadl ribası cereyan eder. Cumhurun ve dört
mezhebin görüşü budur.
·
b.
Bazılarına göre fadl ribası, hadislerde geçen altı maddeye inhisar eder; bunun
dışında kalan maddelerde fadl ribası yoktur. Zira bu hususta kıyas batıldır.
îbn Hazm’ın görüşü budur.
Önce
birinci görüşü ele alalım: Acaba hadislerde geçen altı maddede fadl ribasının
cereyan etmesinin illeti, sebebi ve gerekçesi nedir? Önce bu gerekçe bulunacak
ki sonra buna dayanılarak kıyas yoluyla diğer maddelerde de fadl ribasmın
cereyan ettiği ortaya konulabilsin. Ama bu gerekçenin (menat-ı hüküm, illet-i
câmi-anın) tespitinde ihtilâf edilmiştir.
·
1.
Hanefilere Göre:
Ribanın haram kılınmasının illeti ve hikmeti, cins ve miktardır. Aynı cinsten
olan ve tartılıp ölçülen mallarda riba cereyan eder.
·
a.
Altın ve gümüşte fadl ribasmın cereyan etmesinin sebebi “cins ve vezn”dir.
·
b.
Buğday, arpa, hurma ve tuzda “cins ve keyF’dir. Şu hâlde
terazi ile tartılarak alınıp satılan demir, çimento, yağ, zeytin ve pamuk gibi
maddeler altın ve gümüşle; şinik ve kile gibi ölçeklerle ölçülerek alınıp,
satılan pirinç, çavdar, yulaf, haşhaş ve mısır gibi maddeler de buğday, arpa,
hurma ve tuzla aynı hükme tâbi tutulur ve bunlarda fadl ribası cereyan eder. Litre
ile ölçülen sirke, süt, yağ ve petrol gibi sıvı maddeler de keylî sayılır. Buna
göre cinsleri bir olan maddeler aynı miktarda peşin olarak mübadele edilir. Ama
veresiye mübadele edilemez. Ayrı cinsten olan maddeler birbiriyle farklı miktarlarda
mübadele edilebilir ama veresiye edilemez. Cins ve miktar vasfı birlikte
bulunursa hem fadl, hem nesie ribasmın ha-ramlığı tahakkuk eder. Bu iki
vasıftan biri bulunursa sadece nesie veya fadl ribalarından birinin haramhğı
gerçekleşir. Bu iki vasıftan hiçbiri yoksa riba söz konusu olmaz. Buna göre:Mercimek veya fasulye gibi şinik vb. 'ölçeklerle
alınıp, satılan maddelerin hükmü aynen arpa ve tuz gibidir.
İç
yağı ve et gibi terazi ile tartılarak alınıp, satılan malların hükmü de aynen
altın ve gümüş gibidir; sıvı yağ keylî, katı yağ veznîdir.
Hanefîlere
göre yumurta, kibrit, sabun, karpuz, kavun, kabak, kazma ve kürek gibi sayı
hesabıyla alınıp satılan maddelerde (ade-diyât-ma’dudat) fadl ribası cereyan
etmediği gibi, kumaş ve ip gibi metre ile alınıp satılan mallarda (mezrû’at) da
fadl ribası cereyan etmez. Keza cüz’î miktarlarda mübadele edilen meselâ,
mevzunat-ta bir habbeden, me’kilâtta yarım sa’dan az mallarda fadl ribası
cereyan etmez. Buna göre: Altın altınla, buğday buğdayla mübadele (ve bey’) edilecekse
ancak peşin ve eşit miktarda mübadele edilir. Zira hem cinsleri bir, hem de
tartı ve ölçek hesabıyla alınıp satılır mallardandır.
Altın
gümüşle, buğday arpayla mübadele edilecekse peşin olmak şartıyla farklı
miktarlarda mübadele edilebilir. Bu durumda fadl ribası caizdir. Daha doğrusu
bu muamelede fadl ribası diye bir şey bahis konusu olmaz. Zira cinsler
farklıdır.
Veznî
denilen altın, gümüş ve kireç alçı, yağ, peynir gibi benzeri maddeler, keylî
denilen buğday, arpa, hurma, tuz, pirinç, darı, susam, fasulye ve benzeri
mallarla mübadele edilebilir. Hem peşin, hem veresiye, hem birbirine eşit, hem
farklı miktarlarda alınıp satılabilir. Çünkü hem cinsleri ayrı, hem de biri
veznî, öbürü keylîdir. Yani ribada esas olan iki vasıftan hiçbiri yoktur.
Peki
arpa, buğday, hurma, tuz gibi maddelerle, mısır, pirinç, dan,
nohut, mercimek gibi onların benzeri olan maddeler günümüzde olduğu gibi keylî
olmaktan çıkıp veznî hâle gelince durum ne olacak! Bu malların diğerleriyle
veresiye alış verişleri riba sayılıp yasaklanacak mı? Herhalde naslarda veznî
olarak geçen maddelerin ebediyyen veznî, keylî olan maddelerin kıyamet kopana
kadar keylî sayılmaları bu mahzuru önlemek için düşünülen bir çare olsa gerek
’.
Burada
asıl mesele şudur: Altın ve gümüş (dinar ve dirhem) de veznîdir; demir, bakir,
kurşun, bal ve peynir gibi maddeler de veznidir. Şimdi acaba dinar ve dirhemle
bu maddeler satın alınacak olsa veresiye mübadele edilmeleri nesie ribası mı
sayılacak? Bu soruya altın ve gümüş diğer veznî maddeler gibi “Tayinle taayyün
et-
·
1 İbn Hazm, bal
ve zeytinyağı Bağdat'ta veznen, Endülüs'te keylen mübadele edilmektedir, diyor.
el-Muhalla, IX/531. Bir şeyin veznî ve
keylî oluşu o zaman bile bölgelere göre değişiyordu. Buna göre, Bağdat'ta riba
olan bir muamelenin Endülüs'te riba olmaması gerekir ki bu durum dini oyuncak
hâline getirmek olur, bu da son derece gülünçtür. mez” , “Bu iki
maddede semen olma özelliği vardır” denilerek ayrı bir hüküm ve ölçü daha
ortaya atılmıştır. Fakat bu da meseleyi çözmeye yetmemektedir. Çünkü saçmadır.
Ma’dudât
ve mezruâtta, yani sayı ve metre hesabıyla alınıp, satılan mallarda fadl ribası
cereyan etmez.Zira bunlar ne veznidir, ne de keylî,
ancak nesie ribası cereyan eder. Meselâ, on metre bir bez, aynı cins on beş
metre bezle peşin olarak mübadele edilebilir ama veresiye mübadele edilemez.
Zira mübadele edilen bezlerde veznî veya keylî olma durumu yoksa da, aynı
cinsten olma durumu vardır ve bu durum nesie ribasmın tahakkukuna yeter
sebeptir.
Riba
konusunda kıyası inkâr ve reddedenlerin itirazı şudur: Sayı ile satılan bir
halıyı diğer bir halıyla veya bir kilimi diğer bir kilimle veyahut da metre ile
satılan bir bezi aynı cinsten diğer bir bezle farklı miktarlarda mübadele etme
durumunda tahakkuk etmeyen fadl ribası, nasıl olup da sofralık tuzun farklı
miktarda kaya tuzu ile mübadele edilmesi hâlinde ortaya çıkmaktadır? Niçin
birinde olan riba diğerinde yoktur? Fadl ribası için veznî ve keylî maddelerde
geçerli olan yasak sebepleri ve hikmetleri nasıl olup da ma’dudatta ve
mezruâtta ortadan kalkmaktadır? Veya İkincilerde bulunmayan mahzur ve zarar
nasıl olup da birincilerde ortaya çıkmaktadır?
Şayet
fadl ribası-yasağı cahiliye döneminin ribasına veya birtakım hileli alış
verişlere yol açtığı için getirilmişse, hemen söyleyelim ki bu yasak bu kapıyı
tam olarak da kapatamamıştır. Buğdayı buğdayla veya buğdayı arpayla veresiye
olarak mübadele etmek ri-baya sebep oluyor ve bunun önüne geçilmek isteniyor,
ama aynı maddeleri veznî olan maddelerle veresiye olarak mübadele etmek kabil
olduğu gibi, ma’dudât ve mezruâttan olan mallarla mübadele etmek de mümkün
olduğundan, bir yolu kapatılan ribalı ve hileli muamelelerin, öbür yollardan
işlemesi pekâla mümkün oluyor. Buğdayın buğdayla, aynı
miktarda bile olsa vadeli olarak mübadelesine müsaade edilmezken, buğdayın
canlı hayvanla veya etle veyahut da para (altın-gümüş) ile vadeli olarak
mübadelesine müsaade edilince, orada çıkan mahzurlar niçin ve neden burada
ortaya çıkmıyor veya burada bulunmayan mahzurlar nasıl olup da orada bulunuyor?127
Bu
sorulara makul ve tatminkâr cevap verilmediği için ya fadl ribası kökten
reddedilmiş veya riba konusundaki kıyas inkâr edilmiştir. Zira veznî ve keylî
maddelerde fadl ribasının mevcudiyetini tabiî ve makul göstermek için ileri
sürülen her delil ve izah tarzı ma’dudât ve mezruât kabilinden olan mallarda
fadl ribasının mevcut olması lâzım geldiğini ispat için ileri sürülebilir. Keza
ma’dudât ve mezruatta fadl ribasının olmamasının tabiî ve makul olduğunu
göstermek için ileri sürülecek her delil ve izah tarzı, veznî ve keylî maddeler
için de geçerli olur. Zira arada hiçbir mahiyet farkı yoktur. Bunun içindir ki
mezruât ve ma’dudât türünden olan maddeler zamanla bu vasıflarını
değiştirilebiliyor. Meselâ, yumurta, kavun, karpuz, havlu, hatta kumaş şimdi
tartılarak satılıyor. Hububat ise geniş ölçüde veznî hâle gelmiştir. Paketleme
ve ambalajlama birçok malı sayı hesabıyla alınıp satılma hâline getirmiştir.
Bütün bu sebeplerle, eşya-ı sitte hadisinde bahis konusu edilen fadl ribası
anlayışının, muhaddislerin ve fakihlerin anladıkları mânada uygulanması esasen
imkânsızdır.
Bu
türlü mantıklı ve makul suallere cevap veremeyenler çareyi “Riba taabbüdîdir,
biz ribanın haram kılınmasının bütün sebeplerini tam olarak anlayamayız”,
demede bulmuşlar, ama muallel olmayan, taabbüdî kabul edilen bir konuda nasıl
olup da bu kadar akıl yürüttüklerini ve kıyaslar yaptıklarını izah etmeyi
akıllarının kenarından bile geçirmemişlerdir. Bunu düşünebilenler ise riba
kısmen taabbüdî, kısmen de ta’lilîdir, deyip işin içinden sıyrılıvermişlerdir.
Şimdi
Hanefî mezhebine göre ribanın cereyan ettiği yerlere bazı örnekler verelim:
·
I.
Aynı cins maddelerin vasıflarına itibar edilmez, iyi vasıflı mallar düşük
vasıflı mallarla bir ve eşit sayılır.
·
II.
Fels veya füls denilen altın ve gümüş olmayan paraları, farklı miktarda bey’ ve
mübadele etmek imam Azam’a ve imam Ebu Yusuf’a göre caizdir, imam Muhammed’e
göre caiz değildir. Buna göre kağıt paraların, farklı
miktarlarda mübadele edilmesinde bir beis ve mahzur yoktur. Felslerin
mübadelesi yumurtaların ve cevizlerin mübadelesi gibidir. Zira ma’dudattandır.
Hele Türk lirası ile döviz alıp satmak tamamıyla serbest olup, ribaya girmez.
Mesela bir ABD dolarını 800 TL’ye alır, 900 TL’ye satabilirsiniz. Aradaki 100
TL’si riba olmaz. Yeter ki alış veriş peşin olsun.
Bu
noktadan hareket eden bazı hileciler kâğıt paralarda faiz olmaz, derler.
·
III.
Ham maddelerle, bunlardan yapılan mamul ve yarı mamul maddeler birbiriyle ancak
peşin ve eşit miktarda mübadele edilir. Aksi hâlde riba tahakkuk eder. Buğday
unla ancak peşin ve eşit surette mübadele edilir. Aksi hâlde ribadan kurtulmak
mümkün olmaz. Buğday, un, kırma, yarma, bulgur, nişasta, makama, kepek, hamur
ve ekmek gibi şeylerin, süt ve ondan mamul olan peynir, çökelek, lor, yağ,
kurut, yoğurt gibi maddelerin yekdiğeriyle mübadele edilmeleri buğdayın
buğdayla, sütün sütle mübadele edilmesi gibidir. Fazlalık ve veresiye fadl ve
nesie ribasma yol açar. Zeytinin zeytinyağı ile, balın
mum ile mübadelesi de böyledir. Üzüm, şıra ve pekmez de böyledir. Burada sanat,
iş ve emek bir anlam ifade etmez, imalatın hiçbir önemi ve değeri yoktur.
·
IV.
Taze ve yaş meyve ve sebzeler kurularıyla mübadele edilecekse, alış verişin
peşin ve eşit miktarlarda olması şarttır. Aksi hâlde fadl ve nesie ribası
gerçekleşir. Üzüm-kuru üzüm, incir-kuru incir, yaş hurma-kuru hurma, taze
kayısı-kurutulmuş kayısı, bilumum meyveler ve bunların salamuraları, turşuları
ve konserveleri de böyledir. Hatta pamukla, ondan mamul olan ipliğin bile
mübadelesi buğdayın buğdayla mübadelesi gibidir.
·
V.
işlenmiş ve emek verilmiş altın ve altın para ile külçe altın eşit ve peşin
olarak mübadele edilir. Sanata, işçiliğe ve antikaya itibar edilmez. Gümüş de
böyledir.
·
VI. Etin canlı
hayvanla mübadelesi caizdir ama etin etle mübadelesi, şayet et aynı cinsten
olan hayvanlara aitse caiz değildir. Hatta koyunla keçi, sığırla manda aynı
cins sayıldığı için etlerinin mübadelesi caiz görülmemiştir. Aynı şekilde bir
cins itibar edildiği için koyunun sütü keçinin sütü ile fazla miktarda veya
veresiye mübadele edilirse, (Şafiilere göre) riba tahakkuk eder, denilmiştir.
Diğer
taraftan:
·
a.
Bir yumurta iki yumurta ile, bir ceviz iki cevizle, bir karpuz iki karpuzla,
bir canlı hayvan iki carili hayvanla... rahat rahat
mübadele edilebilir, riba olmaz. Zira adedidir. Hah, kilim, kazma, kürek,
araba, ayakkabı, ev vs. gibi adedi eşya da böyledir.
·
b.
Metre ile alınıp satılan kumaşlar nasıl arzu edilirse öyle mübadele edilir.
Tuğla, kiremit, seramik, fayans, kereste gibi metrekare hesabıyla satılan
mallarda fadl ribası yoktur.
Mesele
ana batlarıyla böyledir. Bu hususların pek çoğunda İmam Azam, İmam Ebu Yusuf ve
îmam Muhammed bile anlaşamamışlardır. Meselâ, buğdayın un veya ekmekle mübadele
edilmesini İmam Azam caiz görmez, ama diğer iki imam caiz görür. Biri kıyasa,
diğerleri teamüle dayanır. Keza Ebu Hanife ve Ebu Yusuf: “Et verip canlı hayvan
almak caizdir” demişler, İmam Muhammed ise: “Et, satış konusu olan hayvanın
cinsindense caiz değildir, koyun etiyle canlı koyun mübadele edilemez, ama
canlı sığır mübadele edilebilir”, demiştir.
Ribada
ölçü alman illetin, aklı ve mantığı tatmin edecek yerde şaşkınlığa ve körlüğe
sevk etmekten başka bir işe yaramadığı aşikârdır. “Bilinmez hikmet” yavesiyle,
Allah’ın en büyük nimeti olan akıl ve fikir işlemez hâle sokulmuş, bu noktada
sersemletilen akla artık herşey kolaylıkla kabul ettirilmiştir.
·
2. Şafiilere
Göre'. Bu konuda imam Şafiî’nin eski içtihadı ile yeni içtihadı arasında
fark vardır. Kavl-i kadiminde ribanın illetini, tu’m, semen, vezn ve keyl
olarak tespit eden îmanı Şafiî, kavl-i cedidinde bu illeti “însan gıdası olan
maddelerle mübadelede ortak ölçü olan (altın, gümüş gibi) şeylerde riba cari
olur”, şeklinde ifade etmiştir. Yalnız altın ve gümüşe, diğer herhangi bir şey
kıyas olunamaz. Çünkü veznî mallar altın ve gümüşle aynı hükme tâbi tutulsa
alış veriş kökten muattal olur. Buna göre:
·
a.
Buğday ve pirinçte riba cereyan ettiği gibi, hanefîlerin aksine olarak yumurta
ve karpuz gibi sayı ile alınıp satılan şeylerde de riba gerçekleşir. Zire
bunlar da gıda maddesidir. Fakat ot, saman, yem ve yoncada riba olmaz. Zira
bunlar hayvan gıdasıdır.
·
b.
Demir, kurşun, bakır ve kireç gibi maddeler, gıda maddesi olmadıklarından
bunlarda riba cari olmaz. Halbuki hanefîlere göre
bunlarda riba caridir, zira veznidir.
·
c.
Ticaret mallarında riba olmaz. Ribayı tespitte nakdiyeti ve gıda maddesi olmayı
esas alan şafiîler, birçok noktalarda hanefîlerin ribevî saydıkları maddeleri
ribevî saymamışlar, bilakis bazı hâllerde de ribevî saymadıkları malları ribevî
saymışlardır128.
·
3.
Malikîlere Göre: Altın
ve gümüşte ribanın illeti semeniyet (ortak mübadele vasıtası olmaları) buğday,
arpa, hurma, ve tuzda saklanabilir gıda maddesi
(iddihar-iktiyât) olmalarıdır. Buna göre:
Altınla
gümüşün illeti sadece kendilerine mahsustur, diğer şeyler onlara kıyas
edilemez. Çünkü veznî mallar altın ve gümüşle aynı hükme tâbi tutulsa alış
veriş kökten muattal olur.
·
a.
Et, meyve ve sebze gibi dayanıksız, saklanamayan ve am-barlanamayan gıda
maddelerinde fadl ribası olmaz, ama nesie riba-sı vardır.
·
b.
Pirinç, fasulye, nohut gibi dayanıklı ve stoklanan gıda maddelerinde hem fadl,
hem nesie ribası vardır.
·
c.
Arpa ile buğday bir cins sayılır, farklı miktarlarda peşin olarak mübadele
edilemezler.
Gıda
maddesi olmayan şeylerde fadl ribası cari olmaz, tıpkı şafıîlerde olduğu gibi129. s
·
4.
Hanbelîlere Göre: Hanbelîlerin
görüşleri aşağı yukarı hanelilere benzer.
·
5.
îbn Şihâb ve Yahya b. Said’e Göre: îllet tu’m ve renktir. Aynı renkteki
gıda maddelerinde riba cereyan eder.
·
6.
Rebia’ya Göre: Zekâta
tâbi olan bütün mallarda riba caridir.
·
7.
Said b. Cübeyr ’e Göre: Aynı veya farklı cinslerdeki menfaatin
yekdiğerine yakın olması ribanın illetidir.
·
8.
tbn Şirin’e Göre:
Ribanın illeti türdeşlik (nev’iyet) dir130.
Görülüyor
ki, naslarda geçmeyen maddelerde ribanın uygulanmasına esas teşkil eden kıstası
(illet—kriter) tespitte birçok ihtilâf vardır.
Bunlardan her biri kendi görüşünün doğruluğunu ispat için, öbür görüşleri
çürütme ve iptal etme cihetine gitmiştir. Bu ihtilâflara bakınca, kıyas denilen
şeyin dinde ne kadar zayıf, hatta zararlı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Acaba bu konuda hiç kıyas yapılmasa, daha iyi olmaz mıydı? Sorunun cevabını
aşağıdaki satırlarda arayalım.
Fadl ribası altı maddeye inhisar
eder
Riba
konusunda yapılan kıyasların, meseleyi çarpıtmaktan ve daha da anlaşılmaz hâle
getirmekten başka bir sonuç vermediğini görenler, bu hususta kıyası terk edip,
riba yasağını hadislerde bahis konusu edilen altı maddeye tahsis ve inhisar
ettirmişlerdir. Bu kanaate ilk defa varan Katade’dir. “Riba konusunda
kıyasçılann tespit ettikleri illetlerin hepsi zayıftır, illetin doğruluğu
aşikâr bir surette ortaya çıkmazsa, kıyas yapmak mümkün olmaz” diyen tbn Akil
(ö. 513) esas itibariyle kıyası kabul etmekle beraber, son eserinde riba
bahsinde bu görüşü benimsemiştir131. Bakillanî (ö. 403) ve İsmail b. Uleyye (ö.
197) veya İbrahim b. Vleyye (ö. 218) de bu görüşü müdafaa etmişlerdir.
Lâkin bu fikri en hararetli bir şekilde Ali b. Da-vud Zahirî ve bilhassa İbn
Hazm savunmuştur. Zahirîlere göre:
·
a.
Altı maddenin dışında riba yoktur.
·
b.
Her şey ödünç verilir. Ancak, verilen ödüncün fazlasız ve noksansız iade
edilmesi şarttır. Verilenlerden fazlasını iade etme veya karşılığında bir
menfaat temin etme şartına bağlanan ikraz muamelerindeki şartlar geçersizdir.
Ham maddeleri, bu maddeden üretilen ve mamul maddelerle, meselâ, buğdayı unla,
yaş meyve ve sebzeleri bunların kurularıyla, meselâ üzümü kuru üzümle fazla ve
eksik mübadele etmekte hiçbir mahzur yoktur.
Görülüyor
ki, riba konusunda en makul görüş, dinde kıyası reddeden Zahiriye’nin
görüşüdür. Nasların zahirî mânalarıyla yetinmek, kıyasa başvurup meseleyi
içinden çıkılmaz hâle gelmekten çok iyidir. Bu durum, dinî konularda naslara
bağlı olarak kıyasa müracaat etmenin ne kadar tehlikeli olduğuna da güzel bir
örnek teşkil eder. Riba konusunda ya nasların zahirî mânalarıyla iktifa etmeli
veya bu konuda aklı tamamen serbest bırakarak mantığın, İlmî esasların ve
İktisadî gerçeklerin gereğine göre hareket edilmelidir. Hz. Peygamber’e aidiyeti
sabit olmayan bazı nakilleri esas alarak akıl yürütmek ne dinî yoldur, ne de
aklî yol. Onun için bu ybl-dan elde edilen neticeler
ne dini, ne de aklı tatmin etmektedir. Kalite farkına niçin itibar edilmez? Ham
madde ile, bu maddeden üretilen mamul madde niçin eşit
değerde sayılır? Sanat ve işçiliğe itibar edilmeyip, bir kilo külçe altınla
işlenmiş altına aynı fiyat biçil-mesinin sebebi nedir? Buna karşılık bir felsin
iki felse satılması niçin riba olmaz? Bu hususları, dinin saf şekline bağh
kalıp izah etmek mümkün olmadığı gibi aklıselime, İlmî esaslara ve İktisadî
gerçeklere sadık kalarak izah etmek de mümkün değildir. Gerek dinî gerek fikrî
hayatın, tabiî mecrasından saptırılmasına riba konusundan daha açık bir misal
verilemez.
Fıkıhta ribanın tarifi
Fıkıhçılar,
ribanın yasaklanmasının sebebi ve gerekçesini tayin ve buna bağlı kalarak
şümulünü tespit etmek konusunda aklı tatminden ziyade, şaşkınlığa düşüren
neticelere vardıkları gibi, yine aynı konuda yaptıkları tariflerle şüphe ve
tereddütleri izale etme, müb-hemliği ve muğlaklığı kaldırma yerine meseleyi
daha da içinden çıkılmaz hâle getirmişler, bir türlü efradını câmi, ağyarını
mani bir tarif verememişlerdir. Bunun
sebebi bu hususta buyû ribasını esas alıp ikraz ribasını (kredi faizlerini)
akla getirmemiş olmalarıdır. Serahsî, ribayı: “Alım satımda şart kılınan
karşılıksız fazlalıktır”, diye tarif eder132. Daha dikkatli yapılan başka bir tarif de
şöyle: “Riba, malı malla mübadele ederken, akdi yapan iki taraaftan biri lehine
şart koşulup karşılığı bulunmayan şer’î mânadaki fazlalıktır”.
izah:
“Malı malla mübadele ederken” (muâveze) kaydı hibe, hediye, bahşiş ve teberru
gibi muameleleri tarifin dışında bırakmak içindir. Zira hibenin karşılığı
yoktur, ama zaten o, bir muâveze, yani malı malla mübadele akdi değildir. Yine
bu tarife göre bir malın para ile satın alınması muamelesinde de riba cereyan
etmez. Zira riba takas ve trampa usulü ile yapılan ticarette bahis konusudur.
Vade farkı riba olmaz.
“Akdi
yapan taraflardan biri lehine şart koşulan” kaydı, alıcı ile satıcı dışında
kalanlar lehinde şart koşulan fazlalığın riba olmadığını anlatmak içindir.
Satıcı, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan on bin liralık teberrü makbuzu alman
şartıyla şu elli bin lirayı bir sene müddetle sana ikraz ettim, dese, alıcı da
bunu kabul etse, riba gerçekleşmez.
“Karşılığı
bulunmayan (ivazdan halî, karşılıksız) şer’î mânadaki fazlalık” kaydı bilhassa
dikkate şayandır. Şöyle ki:
·
a)
On kile buğday, peşin olarak ancak on kile buğdayla mübadele edilebilir, on bir
kile buğdayla mübadele edilecek olursa, bir kilesi karşılıksız kalmağından
şer’an ribadır. Az miktardaki buğdayın haiz olduğu kalite farkına ve yüksek
evsafa itibar edilmez. Zira, iyi kaliteye İktisadî bir
kıymet atfedilmemektedir.
·
b)
On kile buğdayın on iki kile arpa ile peşin mübadele edilmesi hâlinde, aradaki
farkı teşkil eden iki kile arpa riba değildir. Zira şeriat buna riba
dememiştir. Lâkin îmam Malik buna da riba demiştir. Zira buğdayla arpa ona göre
bir cinstir. Fakat on kile buğdayı, yine on kile buğdaya ama veresiye olarak
satarsak, burada fazlalık olmadığı halde niçin riba bulunuyor? Tarifi yapanlar,
eşya-ı sitte ile ilgili bu meseleyi şöyle izah ediyorlar: Altı ay sonra teslim
alacağı on kile buğdaya karşılık derhal teslim edilmek üzere on kile buğdayı
satan, müşteriye hem on kile buğday, hem de altı ay zaman (on kile buğday+6 ay
vade) veriyor. îşte bu altı aylık vade şer’an karşılığı bulunmayan bir
fazlalıktır (Nesie ribası). On kile buğday+6 aylık vade= On kile buğday
denemez. Zaman unsuru denkliğe manidir.
·
c)
Diğer taraftan on kile buğday verip altı ay sonra on bir kile buğday alınacak
olsa, bu da şer’an ribadır. Zira bir kile buğdayın karşılığı yoktur. Altı aylık
vade bir kile buğdaya değil, bir kilo buğdaya bile denk değildir. Onun için on
kile buğday+6 aylık vade= on bir kile buğdaya eşit ve denk olamaz. Fakat piyasa
değeri elli bin lira olan on kile buğdayı altı ay vade ile elli beş bin liraya
veresiye satmaktan hasıl olan beş bin liralık vade
farkı şer’an fazlalık sayıl-madığı için riba değildir. Zira,
bu bir bey’ (alış veriş) dir ve bey’ nasla sarih olarak helal kılınmıştır.
Fazlalığın mübadele akdinden önce şart kılınması ribaya yol açar. Ama şart
kılınmadan verilen fazlalık riba sayılmaz, hatta sevap bile sayılır.
Tarifin tenkidi
Riba
konusundaki tarif, ribanın mânasına ve mahiyetine açıklık getireceğine, bu
kavramı daha da anlaşılmaz hâle sokmuştur. Şöyle ki:
Karşılıksız
kalan fazlalık kaydı, mudarebe ve benzeri şirketlerde sermaye sahibinin kârdan
aldığı payı da riba hükmüne soktuğundan açık değildir. Bu payın risk karşılığı
olduğunu söylemek tatminkâr bir izah değildir. Zira bankaların ve bankerlerin
de iflâs etmeleri bir riziko teşkil eder. Banka ve bankerlerin iş adamlarına
verdikleri kredileri için de durum böyledir.
Ebu
Bekir îbn Arabî: “Karşılığında bir bedeli bulunmayan her fazlalık ribadır”
demiştir133. Bu
tabir kollektivizmdeki “kazanılmamış gelir”, “hak edilmemiş menfaat”
kavramlarını hatırlatmaktadır.
a.
Tarifteki “muaveze” (mukayeze) (trampa ve takas) kaydı, parayla alınıp satılan
ve vade farkı şeklinde kendini gösteren riba-yı ve şer’î hileleri caiz
görmektedir. Diğer taraftan ödünç muamelelerinde, ödünç veren lehinde şart
koşulan menfaati de hiç değilse doğrudan ribanın şümulüne almamaktadır. Zira
ikraz akdi, bir muaveze (mübadele) muamelesi değildir, teberru ve hibe gibi
muave-zesiz akitlerden sayılır. Kâsânî, “Riba alım satım akitlerine mahsustur,
diğer yerlerde gerçekleşmez, diyor134. Bu kayda dayanarak menfaat şartına bağlı
ikrazı, yani faizli kredileri meşru sayanlar vardır.
Gerçekten
de ödüncün sağladığı menfaat, yani belli bir kâr veya fayda karşılığı verilen
ödüncün geliri Kur’an’ın sarih nassı ile haram kılınmadığı gibi, sahih
hadislerle de yasaklanmamıştır. Bu yüzden bu türlü gelirler umumiyetle haram
değil, mekruh sayılmıştır. îmam Muhammed, Ebu Hanife’nin, “ikrazın getirdiği
her çeşit faydayı mekruh” saydığını bildirmektedir. Fakat sözü edilen fayda
önceden şart koşulursa mekruh olur, aksi hâlde bunda bir beis yoktur, hatta
sevap bile olur. Bunun sebebi ikraz akdinde şart koşulan menfaatin hiçbir zaman
riba olmaması, olsa olsa ribaya benzeyen bir şey olmasıdır. Bu da onun haram
kılınmasına yetmemekte, en fazla mekruh sayılmasına sebep olmaktadır. Buna göre
ikrazın getirdiği menfaat şayet tarife girmiyorsa, ki
öyledir, kredi faizleri riba değildir, en fazla mekruhtur. Eğer tarife
giriyorsa, bu hususu tarife alan kayıtlar tarifte yer almadığından tarif
eksiktir.
·
b.
“Karşılıksız kalan fazlalık” deyimi de çok müphemdir. Evvelâ
on kile buğdayın yine on kile buğdayla veresiye olarak mübadele edilmeleri
hâlinde zaman unsuruna değer verilip buna denkliği bozan bir İktisadî kıymet
nazarıyla bakılırken, on kile buğdayın, on kile+bir kilo buğdaya 6 ay vadeyle
satılması hâlinde bu defa da bu bir kiloya denkliği bozan bir fazlalık
nazarıyla bakılmaktadır. Gerçekten zaman unsuru, denkliği bozan bir
şeyse, bir İktisadî değeri ve fiyatı olması lâzım. Aksi hâlde denkliği bozmaması
icap eder. Bu münasebetin dikkate alınmasında fayda vardır.
·
c.
Görülüyor ki, fıkıh kitaplarındaki ribanın tarifi “Ribe’l-bu-yû” ile ilgili
olduğu için hiç önemli değildir. Günümüzde üzerinde durulan kredi faizleri
(ribe’l-kurûz) ile bu tariflerin hemen hemen hiçbir alâkası yoktur. Zaten fıkıh
kitaplarında riba başlığı altında ekseriya ikraz ribası değil, fadl ribası ele
alınmış; cahiliye ribası ise tamamiyle unutulmuştur. Böylece Kur’an’daki riba
yasağının esas hedefi göz ardı edilmiş, hatta bu ribayı dolaylı olarak caiz
gören formüller bile hukukî çareler olarak teklif edilmiştir. Kur’an açıkça
“Riba ticaret (bey’) değildir. O başka bu başkadır” derken buyû ri-bası adı
altında ribanın ticarete sokulması hem hatalı, hem de çok zararlı olmuştur.
Fadl ribası Kur’an ribasını bertaraf etmekten başka bir sonuç doğurmamıştır.
Kısaca
fıkıh kitaplarında yer alan riba ile ilgili tariflerden hareket edip müspet bir
sonuca ulaşmak imkânsızdır.
Faizin
mahiyetini ve şer’î mânasını izah etmeyi hedef alan bugünkü inceleme ve
araştırmaların hemen hepsi, bankaların gerek mudilerine ödedikleri, gerekse iş
adamlarından, sanayicilerden ve yatırımcılardan aldıkları kredi faizleriyle
doğrudan alâkası bulunmayan buyû ribasıyla ilgili tarifleri esas almakta,
inceledikleri konu ile fıkıh kitaplarından aktardıkları tarifler arasında bir
münasebetin ve mutabakatın bulunup bulunmadığına bile dikkat etmemektedirler. Bu
durum yapılan araştırmaların ne kadar basit, sathî, peşin hükümlü ve
gelişigüzel olduğunu açıkça göstermektedir. Bunlar araştırmalarında riba
başlığı altında bugünkü mânada bir faiz (ribe’l-karz, kredi faizi) olmayıp,
malın malla takasını esas alan buyû ribası (fadl ribası) olduğuna dikkat
etseler, herhalde bu kadar katı hükümler vermezlerdi. Riba meselesinin
anlaşılmaz bir hâle sokulmasının bir sebebi de bey’in, ribanın zıddı
sayılmasıdır. Bey’le ribayı birbirine zıt görme bu iki hususun yekdiğerine
karıştırılmasına yol açmıştır. Halbuki biz ribanın zıddının
sadaka (İçtimaî yardımlaşma) ve karz-ı hasen olduğunu göstermiş bulunuyoruz. Evet riba başka, bey’ başkadır, ama ribanın zıddı daha çok
zekât, sadaka, karz-ı hasendir.
Fıkıhçılar
her çeşit haram alışverişe ve günah ticarete de riba diyorlar. Serahsî, “her
çeşit helâl ticarete bey’, her türlü haram ticarete riba denir” diyor135 136. Bu tarif “Allah bey’i helâl, ribayı haram
kıldı” mealindeki ayetten çıkarılmışsa da fazla tatbik imkânı bulmamıştır.
“Zühde dair bir kitap yazsan olmaz mı? diyenlere “îmam
Muhammed: “Kitabu’l-buyû kitabını yazdım ya” diye cevap vermiş ve bununla
“Hangi ticaret ribadır, yani haram ve günahtır, hangileri bey’dir, yani caiz ve
helâldir, bunları bu kitapta yazdım” demek istemişti11. Cassas:
“HakTealâ, cahiliye Araplarının uygulaya-geldikleri ribayı haram kılarken,
diğer birtakım alım satım türlerini de iptal ederek bunlara riba ismini verdi.
Bu suretle ‘Allah ribayı haram kıldı’ ifadesi, sözü edilen haram alım
satımlarının hepsini aynı sıraya koydu. Zira şeriat açısından riba ismi hepsini
kapsamaktadır” diyor.
Bir
hadiste: “Bir kimse diğer biri lehinde iltimas eder ve aracılık yapar da,
kayrılan kişi ona hediye verirse, riba türlerinden büyük bir ribanın vebali
altına girmiş olur” denilmiştir’2. Görüldüğü gibi burada rüşvete
riba denilmiştir.
Diğer
bir hadiste: “Bir kimse kendine güvenen birini kandırırsa, bu (yoldan sağladığı
kazanç) ribadır” denilmiştir137
138. Burada da
emniyeti ve itimadı suiistimal ederek onu bunu kandırarak ve aldatarak sağlanan
menfaatlere riba denilmiştir.
Diğer
bir hadiste: “En muazzam riba, kişinin din kardeşinin namusuna dil uzatması (ve
onu gıybet etmesi) dir, denilmiştir139. Yani kişinin namusuna tecavüz bakımından
riba zinadan çok daha ağır bir vebaldir. Bu hadiste de zinaya veya gıybete riba
denilmiştir. Demek kazanç getirmese bile bazı günahlara riba denmiştir.
Bir
hadiste de: “Pazarlığı kızıştırmak için müşteri görünen kişi riba yemiştir,
hain ve mel’undur” buyurulmuştur140.
Ribanın
yetmiş iki buçuk şekli bulununca her şeye riba demek mümkün olmuştur. Bununla
beraber her çeşit haksız kazanca riba denildiği de görülmüş ve işitilmiş bir
şey değildir. Meselâ, hırsızlığa, ihtikâra, gaspa, yağmaya, talana, vurguna,
soyguna, çarpmaya riba denmemiştir. İlk Müslümanlar, “Allah
bey’i helal, ribayı haram kıldı” mealindeki ayetten, sadece o zaman mer’î ve
cari olan cahiliye ribasmın haram, geriye kalan bütün alım satım muamelelerinin
helâl kılınıp ticaretin aslı olan ibahe hâli üzere bırakıldığını anlamışken,
zaman geçtikçe yeni riba türleri ve şekilleri ortaya atılmış, ribalı muameleler
ribasız muameleleri geçmiş, neticede haram kazancın her çeşidine riba damgası
vurulmuştur.
Haram
kazancın her türlüsünü riba sayan telâkkiyi hicrî birinci asra kadar çıkarmak
mümkün olmamakla beraber, bu görüş ribadan nefretin derecesini göstermesi
bakımından son derece önemlidir.
Özetlersek
şunu söyleyebiliriz: Fıkıh âlimleri gerek ribanın iletini tespit ederken,
gerekse ribanın mahiyetini tayin edip şümulünü tahdit
eden tarifler verirken makul, gerçekçi ve İlmî bir yol takip etmemişler, bu
yüzden, büyük bir çaba ile ezberlendikten sonra az çok anlaşılan bir riba
anlayışını getirmişlerdir. Bu riba anlayışını aklı zorlamadan ve isyana sevk
etmeden açıklamak mümkün değildir. Bugün ribanın sınırları tespit, şumulü tahdit ve mahiyeti tayin edilmiş bir fıkhî tarifi maalesef
mevcut değildir. En sağlam görünen tarifler bile hemen yıkılmaya mahkumdur. Bu sebeple fıkıhtaki riba ile ilgili malûmatın
bugün için hemen hemen hiçbir değeri yoktur, lâkin pek çok mahzuru vardır. Riba
konusunun yeniden ele alınıp yorumlanmasını kaçınılmaz kılan sebeplerden biri
de fıkıh kitaplarında yer alan konu ile ilgili bilgilerin hem eksik, hem de
hatalı olmasıdır.
Bu
gün fıkıhla meşgul olan âlimlerimizin üzerine düşen görev ribanın haram
kılınışının gerekçesini açık bir surette ortaya koyup, buna bağlı olarak bütün
riba türlerini içine alan, meşru alış verişleri dışta bırakan ribanın açık ve
anlaşılabilir bir tarifini ortaya koymaktır. Böyle bir tarif ortaya
koyamazlarsa, hiç değilse meseleyi herkesin anlayacağı bir dille kısaca
açıklayarak ortaya koymaları şarttır. Zira herkesi ilgilendiren ribanın ne
olduğunu herkesin bilmesi icap eder, ancak bu sayede riba yasağının gereğine
göre hareket etme imkânı hasıl olur.
Fıkıh
kitaplarında riba ile ilgili bilgiler hem çok, hem de çeşitlidir. Bunlar
arasında doğru, isabetli ve faydalı bilgiler de yok değildir. Bu bakımdan fıkıh
kitapları riba konusundaki araştırmalar için vazgeçilmez ve önemi küçümsenemez
bir kaynak teşkil eder. Ne var ki, bu bilgiler yapılacak araştırma ve
incelemelerin malzemesi olmaktan öteye gidemez.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
İSLAM
TOPLUMLARINDA FAİZ ALIP VERMENİN YOLLARI
TABİÎ İHTİYAÇLAR VE ÖNÜNE KONULAN
ENGELLER
Meseleye
şu şekilde bakılabilir. Şayet emek gibi, arazi gibi ve müteşebbis gibi
sermayenin de üretimden pay almak hakkı ise ve bu da İktisadî bir gerçekse,
bunu görmezlikten gelmek ve buna kulak asmamak hiçbir şeyi halletmez, tersine
meseleyi daha da anlaşılmaz hâle getirerek hallini son derece zorlaştırır. Zija
bir gerçeği inkâr etmekle o gerçek ortadan kalkmaz. Belli bir şekilde
reddedilen gerçekler mutlaka kendilerini başka şekiller içinde kabul
ettirirler. Suyun tabiî akışına set çekilirse akan su behemahal bir yerden
bendi yıkarak tabiî meyli istikametinde akışına devam eder ve şeddi vücuda
getirmek için harcanan gayretler boşa gider. Suları barajlarda makul ve
gerçekçi bir şekilde tutmak, belli miktarını belli ölçülerde yatağa bırakmak
esas alınmazsa, arazileri su taşkınlarından korumak için yapılan barajlar
araziler için çok daha tehlikeli ve zararlı olabilir.
Riba
ve faiz müessesesine de bu şekilde bakılıp bakılamayacağına, aşağıdaki
örneklerin incelenmesi sonunda karar verilebilir, fikrindeyiz.
Hz.
Peygamber zamanından bugüne kadar şu veya bu şekilde ve belli ölçüler içinde
bugün faiz denilen şeye cevaz verildiğini gösteren pek çok misal bulma imkânına
sahibiz. Bu misallerden belli başlı olanlarını iki grup hâlinde aşağıya
sıralıyoruz.
Birinci grup misaller
·
a. Mudârebe:
Bir taraftan sermayenin, diğer taraftan emeğin veya teşebbüsün iştirakiyle
kurulan işletmenin ve ortaklığın sağladığı kârdan sermayedara pay ayrılmasının
prensip itibariyle caiz ve bunun da hem nas, hem de icma ile “sabit olduğu hususu
malûmdur. Burada sermayenin aldığı paya iktisatta faiz denilmektedir.
İşletmeden sağlanan kârdan nispet olarak sermayeye bir pay ayrılmasını prensip
olarak caiz ve helâl gören İslam âlimleri, sadece sermayeye ayrılan payın
önceden kesin surette tespit ve tayin edilmesine, yani bu payın sabit ve maktu
olmasına karşı çıkmakta ve bunu riba addetmektedirler. Demek ki, esas
itibariyle sermaye iradı ve neması meşru bir kazanç sayılmakta, sermaye
sahibinin çalışması şart koşulmamakta; emeksiz kazanca evet denilmektedir.
Abdulvahhab
Hallaf, mudârebeye benzeterek bankayı savunmuştur’ .
·
b. Ariyye meselesi:
Ağaçtaki yaş ve taze hurmanın, elde mevcut kuru hurma karşılığında takribî ve
tahminî olarak satın alınmasına ariyye denilir141 142 ve
bunun caiz olduğunda ittifak vardır. Halbuki ulema
bunun benzeri olan her şeyi riba-en azından fadl ribası- sayıp
reddetmektedirler. Ulema bu çelişkiyi izah için, esasta riba olan böyle bir
alım satım muamelesine cevaz verilmesinin sebebi, hurma ziraatiyle uğraşan
çiftçilerin buna ihtiyaç duymalarıdır, demektedirler. Bundan çıkan sonuç şudur:
Riba ihtiyaç sebebiyle ve ihtiyaç derecesi nispetinde meşru ve mübah
görülebilir. Zira hurma ziraatı ile meşgul olanlara tanınan bu hakkın, öbür
ziraî ürünleri üretenlere ve geçimlerini başka yollardan sağlayan değişik
meslek sahiplerine de tanınmasından daha tabiî bir şey olamaz. Hurma
yetiştiricisine kolaylık gösterirken, diğer ürünleri üretenlere aynı kolaylığı
göstermemek eşitlik ye adalet esaslarına uymayan son derece mantıksız ve
mânâsız-bir şey olur. Ariyye meselesi fadl-nesie libasının şartlara göre caiz
görülebileceğini gösterir.
·
c. Selem:
Müecceli muaccele satmaktır (bk. Mecelle, madde: 123). Yani peşin para
ile veresiye mal almaktır.
• Umumiyetle köylüler ve çiftçiler
hasat mevsimine üç-beş ay kala gıda maddesi ve para sıkıntısı çekerler. Bu
sıkıntının şevkiyle 3-5 ay sonra teslim edecekleri meselâ buğday ve pamuk
karşılığında peşin gıda maddesi veya para alırlar. Çiftçinin darda ve sıkıntıda
olmasını fırsat bilen ve bundan azamî derece faydalanmanın yollarını arayan
tefeciler, 2-3 ay sonra teslim alacakları malı, meselâ buğdayı veya pamuğu
çiftçinin elinden çok ucuza ve değerinden aşağı bir fiyatla satın alırlar. Bu yoldan
en az verdikleri sermayenin % 25 kadar bir fazla meblâğı ellerine geçirirler.
Yıllık hesap edildiğinde bu nispet % 50’nin altına düşmez. Gerçi cevazı nas ve
icma ile sabit bulunan selem müessesesi bu maksatla teşri kılınmış değildir.
Ama görüldüğü gibi en kötü bir riba muamelesine kapıyı açık tutmakta, göz göre
göre fakir fukaranın soyulmalarına imkân vermektedir. Ebussuud Efendi bu çeşit
selemin köylüleri mahv ve köyleri harap ettiğini söylemektedir143. Ebussuud Efendi, Yavuz ve Kanunî zamanında Şeyhülislâmlık yapmıştır
ve bu dönemde Osmanlı Devleti İktisadî bakımdan en kuvvetli dönemini yaşamakta,
hazine ağzına kadar dolu bulunmakta, ama yine de zavallı çiftçiler selem
yoluyla tefecilere soyulmakta, bu durum karşısında İslam âlimleri: “Eh ne
yapalım, Şer’-î Şerif selemi caiz görmüştür, taraflar ihtiyaçlarını dikkate
alarak rızalarıyla selem akdi yapmışlardır, para veren taraf malı gerçek
değeriyle alsa iyi olur ama aralarında anlaştıkları bir fiyattan alırsa buna da
en azından kaza cihetinden denilecek bir şey yoktur”, demekteydiler144.
Bu
türlü bir selem muamelesinde, daha açıkçası tefeciliğin daniskasına seyirci
kalan âlimlerin, enflasyona tekabül eden kısmı hariç tutulacak olursa Ziraat
Bankası’nm çiftçiye verdiği en fazla yıllık % 10, altı aylık % 5 faize ses
çıkarmamaları, hatta tefeciliği önlediği için bu çeşit bir kredi kullanmayı
müspet bile karşılamaları gerekir.
Şimdi
şu fetvaya bakalım:
Sual:
Zeyd, Amr’a arpa ve buğday için selem tarikiyle bir miktar akçe verdikte,
şerait-i seleme tamam riayet eylese, tayin olunan zamanda Amr arpa ve buğday
ziyade baha eder, deyu vermeyip akçeni al, demeye kadir olur mu?
el-Cevap:
Olmaz145.
Demek
ki, selem yoluyla ihtiyaç sahibinin aldığı paranın faizi ne kadar yüksek olursa
olsun, şikâyeti dinlenmiyor.
Selem,
sadece ödünç para vermekle olmaz, alacağa ve borca karşılık da olabilir. Sual:
Zeyd’in, Amr zimmetinde bin akçe hakkı olup, ba’dehu Zeyd mezkûr meblağı
Amr’dan ahz etmeden zimmetinde iken Amr’m üzerine şu kadar kile pirinç için
selem akdi yapsa, bu selem sahih olur mu?
el-Cevap:
Olur146.
Bu
durum karşısında, “Selem ribanın zıddıdır. Zira ribada para değer kazanıyor ve
artıyor, halbuki selemde sadece satılan mal ucuza
gitmiş oluyor. Selem, ribanın zıddı olduğundan helâldir,” demek bilmem ne kadar
inandırıcıdır. îbn Rüşd’ün de dediği gibi, selemle mal alanın esas maksadı da
vadeden faydalanmaktır147.
Bu iki unsur olmasa niçin selem muamelesine ihtiyaç duyulsun? Malın ucuza
alınması paranın değer kazanması anlamına gelmiyor mu?
Selem
muamelesinin nasıl istismar edildiğini göstermek için fermanlarda, mühimme
defterlerinde, şer’iyye ve kadı sicillerinde epey delil ve vesika vardır.
Bazılarına temas edelim:
1565’te
Mora beyine ve bu sancağa bağlı olan kadılara yollanan bir fermanda
zenginlerin, fakir halka: “Selem tarikiyle akçe ve-rüp” mahsullerini daha ham
veya yeni ekilmiş bir hâlde tarlada iken satın aldıkları ve tekrar kendilerine
sattıkları, bu suretle yüz akçe borcu üç sene zarfında bin akçeye çıkardıkları
anlatılıyor. Borçlarını ödeyemeyen yoksul köylüler malını mülkünü, evini
barkını terk edip çaresizlik içinde başka yerlere göç ediyorlardı. Geride
kalanlar selem adı altında tefecilik yapan ribahorlara azap ve ırgat oluyordu.
Yine
bu fermanda: Selem akçe dağıtanlar varsa, alacakları günün narhı üzerinden
tahsil etmeleri, faizin % 15’ten fazla ödenmesine izin verilmemesi, fazla
alanlar varsa, ziyade meblâğın geri ver-dirilmesi bildirilmekte ve: “ziyade
tarikle muamele ve selem eylediklerinden, bu denlü deyn ikrar etmişlerdir deyü
sicil etmeyüp” diye talimat verilmektedir. Yani her ne kadar % 15’i aşan faiz
miktarına resmen müsaade edilmişse de, ribacılar bu miktarla yetinmiyor, daha
yüksek nispette faiz alıyor, ama bunu resmî defterlere ka-yı ve escil ettirmek
için % 15’i aşan faiz miktarını sanki ana para-danmış
gibi gösterip tescil ettirebiliyorlardı. Meselâ, bin akçe
borç veren bir ribacı resmen ancak % 15, yani 150 akçe faiz alacağından bu
nispet ve miktar üzerinden borç vermiyor, % 50 faiz istiyor, lâkin bunu resmen
deftere tescil ettirmek yasak olduğundan bin akçe borç verdiği hâlde 1300 akçe
vermiş gibi gösteriyor, verilmediği hâlde verilmiş gibi gösterilen 300 akçeye,
1300 akçenin % 15 faizi olan takriben 200 (190) akçe de eklenince faiz % 50’yi
buluyordu. İşte bu yoldan faizin resmî fiyatı ve haddi olan ona bir
buçuk yani % 15 sınırı kolaylıkla aşılarak umumiyetle % 20, % 30, bazen de %
100’e varan nispetlerde faiz alınabiliyordu.
Sual:
Zeyd, Amr’a: Şu kadar kuruş deynim vardır deyi ikrar edip temessük verdikten
sonra Zeyd: “Deynim şu miktardadır. Ziyadesi riba (faiz) dir, deyi, dava ve
ikame-i beyyine eylese, mesmu ve makbul olur mu?
el-
Cevap: Olur148.
Sual:
Zeyd, Amr’a karz verdiği akçesi için Amr’m üzerine onu on üç hisabı üzere şu
kadar akçe ribh ilzam edip ba’dehu sene tamamında ribh-ı mezburu Amr’dan dava
eylese, ona bir buçuktan ziyadeyi davası mesmû olur mu?
el-Cevap:
Olmaz, memnudur149.
Görülüyor
ki, şeriat mahkemeleri % 15’ten fazla faize izin vermediklerinden ve bu
mahkemelere göre faizi ancak sene sonunda vermek icap ettiğinden, mahkemenin
reddettiği % 15 haddinden daha yüksek faiz nispetlerini ya ana
paradan göstermekten veya çuha bedeli olarak kabul etmekten başka çare
yoktu. Çuha pahası denilen bede usulü de şudur: Yukarıda verilen misalde bahis
konusu edilen 300 akçe borç verilmiş gösterilmiyor ama bu paraya karşılık güya
borçluya küçük bir kumaş parçası satılarak borçlandırılmış oluyor. % 15’Iik
faiz hadleri umumiyetle böylece aşılıyor ve şer’î sicillere de
kaydettiriliyordu. Lâkin % 15’ten fazlasının ribh ve faiz olarak istenmekte
olduğunu, borçlunun ispat etmesi hâlinde bu fazlayı ödemek gerekmiyordu.
1593’te
mahkemeye gelen bir borçlu, her ne kadar daha evvel ana
paranın fazla olduğunu ikrar ve beyan ettimse de bu fazlalık faizin %
15’ten ziyade olmasından ileri geliyor. Emr-i şerif mucibince bu ziyadeyi
vermeyeceğim, diyor ve dediğinin doğruluğuna hâkimi inandırınca bu fazla
meblâğı ödeme mecburiyetinden kurtuluyordu150.
1.
Ahmed zamanında çıkarılıp vilâyetlere tamim edilen fermanda, ribacılarm % 40, %
50’ye kadar varan nispetlerde riba aldıkları yolunda şikâyetler bulunduğundan
bahisle bu durumun önlenmesi isteniyordu. 9 Zilkade 979
(1572) tarihli olup, bütün Rumeli sancaklarına gönderilen bir fermanda:
“Ribahorlar, reayaya onu on beşe, on altıya, belki
daha ziyadeye akçe verip, zamanı gel-dikde reayada akçe bulunmamakla, emlâk, bağ
ve bahçelerini vesa-ir yer ve yurtlarım rehin tarikiyle alıp, reayayı kendi
çift ve çubuk vesair hizmetlerinde meccanen istihdam edüp, akçe deyu tazyik
eylemekle mâmeleklerin sattırıp enva-i türlü teaddi eylemek reâya bu yüzden
fakir ve müflis olup, terk-i vatan edup memleketin harab olmasına bâis
olmuşlardır,” deniliyor. Artık ona bir buçuktan fazla faize müsaade
edilmeyecek, faiz muameleleri kadı huzurunda yapılacak ve sicil olunduktan
sonra işlemeye başlayacak, bu ferman her tarafta ilân ve nida olunacak, şimdiye
kadar olan muamele (faiz) davalarına dahi bakılacak: onu on bir buçuktan
haklaştıktan sonra reayanın emlâkinin giru kendilerine iade edilecek, diye
kat’î bir ifade ile emr olunmuştu11.
Bazıları
da selem namıyla akçe verüp, fukara edaya kadir ola-mayup, ekserisinin bağ,
bahçe ve davar ve de tarlalarını zaptetmektedirler151 152.
1602’de
Tokat’tan gelen bir şikâyetten anlaşıldığına göre, o yörede oturan yeniçeri ve
acemi oğlanları reayaya ve esnafa yüz kuruşun bir aylığını otuz kuruşa (senelik
faiz % 360) ribhe vermekte idiler153.
Selem,
murabaha, rehin, vefa bey’i, muamele ve îne bey’i yoluyla yapılan tefecilik
cahiliye ribasına rahmet okutacak bir gaddarlıktadır.
Tefecilik
yoluyla büyük servet sahibi olan ribahorları devlet, düşük bir narh üzerinden
İstanbul’un et ihtiyacını karşılamakla mükellef tutmak suretiyle cezalandırıyor
ve kısa sürede iflas etmelerini sağlıyordu154.
·
d. Vade farkı:
Peşin fiyatı bin lira olan bir mal altı ay vade ile % 15 fazlasıyle, bir sene
vadeyle % 30 fazlasıyle satılsa veya alınsa, umumiyetle ulema bunu caiz
görmekte, gerçek fiyatın üstünde olup, vade bedeli olan karşılığı riba ve faiz
saymamaktadır155.
Halbuki, vade farkı olarak alınan fazlalık aklen ve
mantıken faiz olduğu gibi, İktisadî bakımdan da faizin ta kendisidir. Faizin
bütün unsurları anlam ve öz olarak bunda vardır. Vade farkının faiz olmadığını
göstermek için söylenecek her söz safsata, her izah saçma olmaktan öte bir mâna
ifade etmez. Onun için Fahruddin Razî bu konuda ileri sürülen itiraza:
“Şeytanca yapılan bir kıyas” demekten başka bir şey söyleyememiş, belki
kendisini de tatmin etmeyen Kaffâl’m şu sözlerini nakletmiştir: Bir adam peşin
fiyata bin lira olan bir mal satın almak istiyor. Satıcı, “bu malın peşin
fiyatı bin lira, bir yıllık vadeli fiyatı iki bin lira” diyor. Müşteri iki bin
lira fiyatla bu malı bir yıl vadeli olarak satın alma yolundaki teklifi kabul
edince pazarlık kesinlik kazanıyor ve ana parayı ikiye
katlayan bu vade farkı ona helâl kazanç sayılıyor. Diğer yandan bin lira borcu
olan ama bunu ödeme gücüne sahip olmayan bir kimse alacaklısına: “bana bir yıl
vade ver, borcunu iki bin lira olarak ödeyeyim” diyor ve alacaklı da bu teklifi
kabul edince ana parayı bir misli artıran ve
haddizatında vade karşılığı olan bu fark riba sayılıp reddediliyor. Peki iki durum arasındaki fark nedir? İkisi de haram veya
helâl olsa, kimsenin bir diyeceği olamaz. Ama birinin kesin surette helâl,
diğerinin açık bir şekilde haram olduğu söylendi mi, mantıken yekdiğerinin
zıddı olduğunu aşikâr bir surette ispat etmek lâzımdır ki, insanlar helâlle
haramı birbirine karıştırmasın.
Bu
konuda Kaffâl diyor ki: “Değeri on akçe olan bir kumaşı veresiye yirmi akçeye
satan bir kimse kumaşın bizzat kendisini yirmi akçenin bedeli saymıştır. Bunun
böyle olduğu hususunda iki taraf rızalarıyla anlaşınca, bunların her biri
maliyet itibariyle onların nezdinde yekdiğerinin karşılığı hâline gelmiştir. Bu
sebeple gerçek fiyatı on akçe olan bir kumaşı vade ile yirmi akçeye satan
müşteriden karşılıksız bir şey almamıştır. Çünkü kumaşın her parçası paranın
her kuruşuna karşılık olmaktadır. Ama on akçe verip vade sonunda yirmi akçe
alan, aldığı on akçe fazla meblağı karşılıksız olarak almıştır. Ödenen fazla
meblâğın karşılığı verilen mehil ve vadedir, denilemez. Zira verilen mehil mal
olmadığı gibi kendisine işaret olunan bir nesne yani pazarlığa konu olan bir
şey de olmadığından fazladan ödenen on akçenin karşılığı sayılmaz”156.
Görülüyor
ki, ana parayı ikiye katlayan bir kâr, vadeli satış
şeklinde olursa meşru ve helâl kazanç kabul edilirken, aynı kâr ikraz yoluyla
sağlanınca katıksız haram sayılmaktadır. Durum bu olunca, bu muamelenin hileli
yollardan % 100 faiz getiren birtakım sözde alış verişlerin kaynağı olacağı,
tıpkı selemde olduğu gibi ri-banın yürürlükte ve geçerli olması için kapıyı
ardına kadar açık tutacağı açıktır.
Merhum
Elmahlı da vade farkından bahsederken: “Alış verişteki vade farkına gelince,
eğer mübadele edilen iki şey bir cinsten değilse, bunların yekdiğerinin
karşılığı oldukları herhangi bir akit-le tespit edilip yalnız birbirleriyle
ölçüldüklerinden birinin öbüründen fazla olması ve netice itibariyle ribanm
bulunması bahis konusu olmaz”. “Meselâ, yüz lira bugünkü bir akitte bir kg.
buğdayın tam mukabili olabildiği gibi, diğer bir gün ve diğer bir akitte on kg.
buğdaya tekabül eder ve taraflar seve seve para ile buğdayı mübadele ederler,
hiçbiri bir şey zayi etmiş olmaz. Bey’ suretiyle olan ticarî muamelelerde kâr
ve zarar hep böyledir” demektedir157. Kısaca naklettiğimiz yukarıdaki kanaatin
hatalı oluşunun bir sebebi mübadele edilen malların aynı cinsten olup
olmamalarının ribayı tespitte ölçü olarak kabul edilmesi tarzındaki yanlış
düşünce ile paranın bir değer ölçüsü olduğunun hatıra getirilmemesidir. Şayet
para bir değer ölçüsü olarak görülse bugün bir kg. buğdayın bedeli olan 100
lira, yarın 10 kg. buğdayın bedeli olamaz. Çünkü hiçbir ölçü ve terazi, ölçtüğü
şeyi bu kadar farklı ölçmez ve böyle ölçüyorsa, ona kimse güvenmez, zira
ulaşılan netice görüldüğü gibi saçma olmaktadır. Vade farkının nispetini ve
miktarını tayin eden, aslında cari faiz hadleridir. Onun için vade farkı,
faizin yavrusu, ürünü ve değişik bir görüntüsüdür. Vade farkını tayin eden
faizi haram sayıp, vade farkına helâl demek bu açıdan da sakat bir görüştür.
Yukarıdaki
örneklerde, “vade farkından hasıl olan fazla ve kâr,
tıpkı alış verişten hasıl olan fazlalık ve kâr gibi olup, helâl bir kazançtır,”
denilmesiyle, cahiliye Araplarmın: “Alış veriş de riba gibidir” (yani nasıl
alış verişte bir ziyade ve kâr varsa, aynen öyle ri-bada da bir ziyade ve kâr
vardır, aralarında fark yoktur) demelerine benzemektedir. Yani cahiliye
Araplarınm ribayı helâl saymak için gösterdikleri gerekçe ne ise, vade farkını
caiz görenlerin gösterdikleri gerekçe de odur.” Vade farkı haramdır, zira bu
suretle olan alış verişte, peşine nazaran alman fazlalık vadeye karşılıktır ve
esas itibariyle riba da vade karşılığı olarak alınan fazla meblâğdır”
diyenlerin kanaati de sözü edilen fazla meblâğın ticaret yoluyla kazanılan
fazla meblâğa ve kâra hiç benzemediğini açıkça göstermektedir. Burada unutulan
şey şudur: Bugün bilhassa bütün dayanıklı tüketim mallarının biri peşin, diğeri
vadeli olmak üzere iki fiyatı vardır. Maliyeti 100 lira olan bir mal % 20 kâr
ilâve edilerek 120 liraya satılmaktadır. Aynı mal bir sene vade ile 150 liraya
satıldığı zaman, bunun 30 lirasının vade karşılığı olduğu, yani % 25 bir faiz
alındığı açıktır. Şimdi vade karşılığı olan bu 30 lira acaba daha çok kâr kabul
edilen 20 liraya mı, yoksa faize mi benzemektedir. Kanaatimize göre bu ziyade
meblâğ faize benzemektedir. Hatta faizin ta kendisidir. “Müteşebbisin aldığı
kredinin faizi, ürettiği malın fiyatına yansımakta ve pahalılığa yol
açmaktadır” diyenler de bizce bunun faiz olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
Veya şayet vade farkı faiz değilse, müteşebbisin krediye ödediği fiyat da faiz
değildir. Kaldı ki, eğer vade karşılığı olan fazlalık gerçekten riba değilse-ki
öyledir-bu takdirde de vade farkı civarında seyreden faiz hadlerinin de riba
sayılmaması icap eder.
Kasım
1984 tarihinde bir buzdolabının reklâmı şöyle yapılıyordu: Peşin on beş bin, on
iki ay onar bin taksitle (toplam 135 000) veya tamamı peşin 102 000. Bu
buzdolabının bedeli tamamıyla veresiye ve bir sene sonra ödendiği zaman da en
az fiyatı 160 veya 170 000. Görülüyor ki, fiyat, vadeye bağlı olarak artmakta
veya azalmaktadır. Faiz de zaten vadeye ödenen fiyat
olduğuna göre arada ne fark kalmaktadır?
Bir
işçi % 5 faizle Emekli Sandığı’ndan çekeceği 100 000 lira ile bu buzolabını
satın almak istese, buzdolabı zarurî ihtiyaç değildir veya sen vadeyi tercih
ederek bu malı 135 000 liraya satın al, 33 000 lira için ahiretini satma mı
denecek, yoksa % 5 faizle 100 000 lira çek ve bu malı al mı denecek? Elbetteki
son şık söylenecek. Akla ve mantığa aykırı olduğu gibi, İktisadî ve İçtimaî
gerçeklerle çelişen öbür şıklara, zekâsı kıt veya çok saf olanlardan başka kim
iltifat eder?
Vade
farkına faiz dememek, eğer cehaletin ve saflığın eseri değilse, mutlaka peşin
hükümlü olmanın neticesidir.
·
e. Hüsn-i eda konusunda hadisler:
Borcu güzel ödeme ve alacaklıyı memnun etme mânasına gelen “Hüsn-i edâ “ usulü
ihtiyarî olarak faiz vermeyi açık bir surette teşvik etmektedir.
Resulullah, bir deve borcu olan bir
kişiye borçlu olduğu deveden daha değerli bir deve verdikten sona, sahabeye:
“En hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir” buyurdu158. Yani, borcu, alman malın daha iyisi,
daha değerlisi ve daha fazlasıyla ödemek sevaptır, fazilettir. Başka bir
hadiste Hz. Peygamber’in küçük bir deveye karşılık büyük bir deve vererek
borcunu ödediği rivayet edilmektedir159. Cumhura göre, önceden şart koşulmamak
kaydıyla, borcu fazla ödemek caiz, hatta sevaptır. Ancak îmam Malik keyfiyetçe
fazlalığı caiz gördüğü hâlde kemiyyetçe ve adet olarak fazlalığı riba sayar. Ancak
Cabir’in: “Hz. Peygamber’den alacağım vardı., borcunu
bana fazlasıyla ödedi”160
dediğine göre âdet olarak yapılan fazla ödemenin de caiz olması gerekir. Borç
ödenmeden evvel alacaklıya verilen hediyeler bile riba sayılıp haram
kılınırken, ödeme sırasındaki fazlalık hem caiz, hem sevap sayılmaktadır161.
Fazla
ödeme bir lütuf mudur veya borç mudur? Şüphe yok ki, bu ödeme ne odur, ne de
bu, karşılıklı yardımlaşmanın bir tezahürüdür. Faizsiz ödünç bir yardım ve bir
iyiliktir, iyiliğe iyilikle mukabele etmek ve yardımlaşmak insanlığın bir
gereğidir. Sonradan ödenen fazla miktarının, önceden şarta ve sözleşmeye
bağlanmasının, hattâ hediye biçiminde verilmesinin dahi yasaklanmasının sebebi
bu türlü sözleşmelerin ve şartların istismar edilip, borçlunun aleyhinde
işlemesinden kaygı duyulmasıdır. îktisaden bunalan ve darda kalan ihtiyaç
sahiplerinin bu sıkışık vaziyetlerini fırsat bilip ve bundan yararlanıp onlara
ağır şartlar kabul ettirmek mümkündür. Bu da işi fahiş ribaya ve tefeciliğe
götürür. Onun için tefeciliğe giden yolların kapatılması lâzım gelmiştir. Diğer
taraftan sıkıntılı anda borç alan kişinin ferahlığa ve düzlüğe çıkınca,
kendisine ödünç veren şahsın bu iyiliğini unutmaması ve onu mükâfatlandırması
gerekir. Bu da sadece bir kuru teşekkürle olmaz, fazla ödeme ile de olabilir.
Bu
fazla ödemenin bugünkü adı faizdir. Fahiş faize yol açmaması için, ödünç
paranın veya malın ödenmesi tarihinden evvel fazla ödemenin şart kıhnmaması
kaydıyla bu türlü ilâve meblâğın ve malın verilmesini teşvik eden hadisler,
miktarın borçlu tarafından serbest bir irade ile belirlenen gönüllü ve ihtiyarî
faizlerin meşruluğunu kabul etmekle kalmayıp, bunu teşvik bile etmektedir.
Gerçi bu fazla ödeme hukuk açısından müeyyidesizdir. Ama ahlâk bakımından bunun
manevî bir müeyyidesi vardır. Zira insan ihsanın kuludur.
Demek
ki, ödüncün temin ettiği her menfaat riba değildir, bahsedilen tarzda sağladığı
fayda helâldir.
İkinci grup misaller
Aşağıda
göreceğimiz örnekler, esas itibariyle Hz. Peygamber zamanında mevcut olmayıp,
daha sonraki çağlarda İktisadî hayatın ve malî gerçeklerin zoruyla bazı
âlimlerin ortaya koymak mecburiyetinde kaldığı, diğer bazı âlimlerin ise riba
sayıp reddettikleri muameleler, daha açıkçası faiz işlemleridir. Hiç şüphe yok
ki, bu türlü muamelelerin başında “îne bey’i” denilen bir faiz işlemi gelir.
îne
hey’ine mahlas-ı şer’î, mahrec-i şer’î, çare-i şer’î, vesile-i halâs, ribh-i
mülzem-i şer’î ve muamele gibi isimler verilmektedir.
Muhtaç
durumda bulunan bir kişi ihtiyacını gidermek için sermaye sahibine başvurup,
ödünç para ister. Ama sermayedar ödünç vereceği paranın ödünç isteyene
verilmemesi hâlinde kendisine temin edeceği menfaate tamah ederek ödünç vermeye
razı olmaz. Zira bu paranın kendisinde kalması ve işletilmesi hâlinde kazançlı
çıkacağı kanaatini taşımaktadır. Bu yüzden borç talep eden şahsa: “Sana borç para
vermem, ama istersen pazardaki fiyatı on akçe olan şu kumaşı sana on iki akçeye
satayım, bunu pazarda satıp ihtiyacını görebilirsin, der. Borç alan bu teklife
razı olarak kumaşı on iki akçeye ahr, pazara götürüp on akçeye satar, böylece
ihtiyaç duyduğu on akçeyi temin etmiş ve sermaye sahibi de iki akçe kazanmış
olur162. İşte îne
alış verişi budur ve bu işlem tamamiyle faizle ödünç verme ihtiyacından doğmuş
ve daima bu ihtiyaca cevap verecek şekilde tatbik edilmiştir.
Bazı
hâllerde îne muamelesi daha da çabuk yapılır: Ödünç alanla veren bir dükkâna
gider, ödünç veren, mesela yüz akçeye bir mal alıp, bunu mesela yüz yirmi
akçeye ödünç alana veresiye satar ve oradan gider. Sonra ödünç alan bu malı
dükkân sahibine peşin olarak yüz akçeye satıp parasım alır163. Şayet mal doğrudan ilk alıcıya değil de
başka birine satılırsa buna da “teverrük” denir.
îne
bey’inin pek çok şekillerinden bazıları şunlardır:
Bey’u’l-muamele
veya bey’-ı caize: îne şeklindeki alış verişin ve borçlanmanın başka bir
adıdır. Misal: Borç alan, borç verene gider ve meselâ yüz altın ödünç ister.
Sermayedar, bir menfaat temin etmeden ödünç verene ikrazda bulunmaz. Onun için
peşin fiyatı ve gerçek değeri yüz altın olan bir malı yüz yirmi altına satın
almasını borç talep eden şahsa teklif eder. Borç talep eden şahıs bu teklifi
kabul edip bedelini bir sene sonra ödemek üzere bu malı yüz yirmi altına satın
alır. Sonra veresiye satın aldığı bu malı üçüncü bir şahsa yüz altına satar. Bu
şahıs da bu malı yüz altına sermaye sahibine peşin olarak satıp yüz altın alır.
Aldığı bu parayı esas borç para almak isteyen şahsa verip, kendisi aradan
çıkar. Bu muamele sonunda borç alan yüz altın borç almış ama yirmi altın
da'sermayedara faiz ödemiştir. Bey’-i muamele veya bey’-i caize dedikleri alış
veriş ve borçlanma şekli budur. Yukarıda bahis konusu edilen misalde,
müstakriz, gerçek fiyatı yüz altın olan bir malı veresiye yüz yirmi altına
satın alıp, bunu mukrize değil de başka birine peşin olarak yüz altına satar ve
bu mal bir daha mukrize dönmezse, buna da “teverrûk” denir. îne’nin haram
olduğunu söyleyen âlimlerden bazıları teverrükü caiz görmektedirler. Lâkin Ömer
b. Abdülaziz, bunun ribanın küçük kardeşi olduğu kanaatindedir. Bu muamelenin
her yönüyle faiz olduğu ve bu yoldan alman faizin caiz ve helâl olduğunu açık
ve seçik bir şekilde ifade etmişlerdir.
Mecelle'
nin meşhur şarihi Ali Haydar şöyle diyor: “Muamele ve murabahaya, yani faizle
ödünç almaya dairdir. Faizle Ödünç vermenin tariki bervech-i âtidir: Mükriz,
müstakrize veresiye bir malı bey ve teslim eder. Sonra müstakriz o malı aldığı
bedelden aşağı bir fiyatla bilvasıta-yani üçüncü bir şahıs aracılığı ile
mükrize peşin olarak bey’ ve teslim eder. Bu surette kendi malı sattığı fiyattan
daha az bir fiyat ile yine kendi eline vâsıl olmuş ve fazlası faiz itibar
edilmiş olur164.
Özel Finans Kuramlarının yaptığı iş de bu anlamdaki faizdir.
Muamele
bey’inin sahih ve şer’î olabilmesi için üçüncü bir şahsın araya girmesi-ki buna
vasıta denilmektedir-şarttır. Bu türlü muamelelere “sülâsî mesele” yani üçlü
işlem adı verilmektedir. Aksi hâlde muamele bey’i sahih ve şer’î şerife muvafık
olmaz.
Sual:
Hind, Zeyd’e karz verdiği akçe için Zeyd’in üzerine bir sene tamamına dek onu
on bir buçuk hesabı üzere şer’î muamele ile şu kadar akçe ribh ilzam edip sene
tamamında bu ribhi Zeyd’den alsa, bu ribh (faiz) Hind’e helâl olur mu?
el-Cevap:
Olur23.
Sual:
Zeyd, Amr’a karz verdiği akçesi için bir müddet ilzam-ı ribh etmeden Amr’dan
ribh namına şu kadar akçe alsa, Amr edây-i deyn eder oldukta ribh-i mezkûru
asla hisab (ve ana paraya mah-sub) etmeye kadir olur
mu?
Yani
usulüne göre yapılmayan ve şer’î ribh ilzam olunmayan ikraz için faiz verilmez,
faize şer’an hak kazanmak için muamelenin üçlü olması (mesele-i sülâsiye)
şartır.
Sual:
Zeyd, Amr’a karz verdiği buğday için ilzam-ı ribh etmeden Amr’dan ribh namına
nesne almaya kadir olur mu?
el-Cevap:
Olmaz167.
Hatta
faize verilen vakıf parası için ribh ilzam etmek maksadıyla muamele yapılmazsa
faiz vermek gerekmez. Zeyd, mütevellisi olduğu nukûd-i mevkûfeden Amr’a karz
verdiği akçe için ilzam-ı ribh etmeden Amr’dan ribh namına nesne almaya kadir
olur mu?
el-Cevap:
Olmaz168.
Sual:
Zeyd, Amr’dan bin akçe alıp, muamele-i şer’iye olmadan bir miktar akçe ribh
(faiz) verse ve helâl etse, şer’an Amr’a helâl olur mu?
el-Cevap:
Olmaz. Hürmet-i riba Zeyd’in helâl etmesiyle gitmez169.
Bu
muamelenin bir şekli de şudur: Borç almak isteyen şahıs, sermayedara gidiyor ve
bin akçe ödünç istiyor. Ama sermayedar vermiyor. Bunun üzerine borç almak
isteyen zat, bir malını sermayedara 1000 akçeye peşin satıyor ve sonra da aynı
malı sermayedardan 1150 akçeye veresiye satın alıyor. Böylece % 15 faizle bin
akçe alıyor.
Sual:
Ona on bir buçuk (% 15) hesabı üzere muamele ile Zeyd’den bin akçe istikraz
eden Amr, bir metaını Zeyd’e bin akçeye bey’ ve teslim ve kabz-ı semen ettikten
sonra Zeyd’den tekrar bin yüz elli akçeye bir sene tamamına dek müeccelen
iştira ve kabz edip Zeyd’e ecel-i mezkur tamamına dek
bin yüz elli akçe medyun olsa, muamele-i şer’iye etmiş olur mu?
el-Cevap:
Olur170.
Görülüyor
ki, bu muamelede şer’î ribh, yani faiz karşılığı ödünç vermek için artık üçüncü
şahsın aracılığına (meselenin sülâ-si olmasına) hacet kalmıyor.
Ali’nin
Ahmed’den on altın alacağı var, üç altın mukabilinde bu borcun ödenme tarihini
bir sene geri atmak hususunda anlaştıklarında yapılacak muamele şudur: Ali, söz
konusu on altınla, Ahmed’den bir mal satın alır, sonra teslim aldığı bu malı
tekrar borçlusu Ahmed’e on üç altına veresiye satar. Bu suretle bir yıl vadeye
karşılık olmak üzere Ali’nin Ahmed’deki alacağı % 30 artarak on üç altına çıkar171
Bu
muamelenin, faiz haddi dikkate alınmazsa, cahiliye Arap-larınm ribasından
farklı bir tarafı yoktur. Ribh-i mülzem-i şer’î denilen bu işlemi caiz görenler
% 15’lik faize hangi gerekçe ile karşıdırlar, bilinmez.
Menfaat şartına bağlı ikraz
Bir
kaide olarak hiçbir kimse başka birine menfaatsiz ve karşılıksız olarak
parasını uzun bir vade ile ikraz etmeyeceğine, borç isteyenin az veya çok
paraya ihtiyacı olduğuna ve sermaye sahibi de bu ihtiyacı karşılama imkânına
sahip bulunduğuna göre borç alanla verenin bir pazarlığa girmeleri, pazarlık
neticesinde anlaştıkları bir faiz miktarının ödenmesini bir mutabakat ve
sözleşme ile tespit etmeleri kaçınılmazdır. Geriye
kalan şey, şayet karşılıklı rızaya dayanan bu sözleşme fıkıh kaidelerine
uymuyorsa, onu şeklen bu kaidelere uydurmak için bir kılıf bulmaktır. îşte
faizi görünüş itibariyle kamufle eden bu kılıf “şer’î
hile”dir172.
Bu
hilenin pek çok çeşitleri vardır. Yukarıda îne beyinde geçen misaller bunlardan
bazılarıdır. Diğer şekillerinden birkaçı da şöyle-dir:
·
a. İkraz için ikinci bir akdin şartlarını
mukrize kabul ettirme: Meselâ,
Ahmed, Ali’den yüz altın ödünç almak istiyor, fakat Ali: “Şu kurşun kalemi bir
sene vade ile yirmi altına satın alırsan, sana bir sene vadeyle yüz altın ödünç
veririm” diyor. Ahmed evvelâ kalemi veresiye yirmi altına satın alıyor, sonra
da yüz altın ödünç alıyor. Aldığı ödünç ile kalemin bedeli olan yüz yirmi
altını sene sonunda Ali’ye ödüyor. îşte bu muamele, “karzda menfaati şart
koşmak caizdir” diyen bir çok fıkıh âlimine göre riba
sayılmıyor. Bir alım satım içinde iki alım satım akdini ihtiva eden bu muamele,
birçok fıkıh âlimi tarafından riba sayılıp reddediliyor173.
Bazan
borç veren, parayı bir mendille koyup, borç alana vermekte, meselâ yüz akçe
vermişse mendili de yirmi akçeye satıp % 20 faiz almaktadır.
·
b. Hibe meselesi:
Vade ile ödünç verme işleminde bazan da hibe muamelesi devreye sokuluyor: Ahmed
Ali’den yüz altın ödünç istiyor, Ali: “Şu halıyı veresiye yirmi altına benden
satın alman şartıyla olur” diyor ve taraflar anlaşmaya varıyor. Ahmed Ali’den
bir sene sonra ödenmek şartıya yüz altın ödünç ile bir de halı alıyor. Ama
sonra halıyı Bekir’e hibe ediyor, Bekir de bunu Ali’ye hibe ediyor. Bu suretle
Ali yüz altın için yirmi altın faiz alıyor ve birçoklarına göre bu da caiz
oluyor. Görüldüğü gibi ödünç alanın, ödünç verenden kurşun kalem gibi ucuz ve
cüz’î bir fiyatı olan bir şeyi satın alması hâlinde hibeye ihtiyaç kalmıyor.
Ama faiz diye ödenen meblâğ satılan şeyin gerçek bedeli olacaksa, bu takdirde
hibe muamelesine başvuruluyor. Yani ya öyle veya böyle bir şer’î hile olmadan
menfaatsiz ikraz ve istikraz muamelesi tamamlanamıyor.
Başlangıç
itibariyle ödünç para almak için müracaat edilen şer’î hilelere, zimmette borç
alan paranın vadesini uzatmak için de başvuruluyor.
Sual:
Zeyd, Amr’ın zimmetinde karzdan olan altı yüz akçesi için doksan akçe ribh (%
15 faiz) ilzam etmek iradesiyle bir kitabını doksan akçeye bir sene tamamına
dek sahih bir bey’ ile Amr’a bey’ ve teslim, Amr dahi bunu kabz ettikten sonra
bu kitabı Bekir’e hibe ve teslim edip, Bekir dahi bunu Zeyd’e hibe ve teslim
eylese, Zeyd sene tamamında doksan akçeyi Amr’dan talep ettiğinde, Amr mücerred
kitap sana vâsıl oldu diye bu meblâğı vermemeğe kadir olur mu?
el-Cevap:
Olmaz174.
,
Mutat ödünçlerde, borcun ödeme tarihi için tespit edilen tarihe ödünç verenin
riayet etme mecburiyeti yoktur. Meselâ, Ali Ah-med’e bir sene vadeyle yüz altın
ödünç verse, bu borcu 5-10 gün sonra isteyebilir ve Ahmed bu durum karşısında
herhangi bir itiraz ileri süremez. Hanefîye’de durum budur, karzda tecil
muteber değildir. Fakat şer’î hilelerle alman ödünçlerde ana
paranın değilse bile faizin ödeme tarihine riayet etmek şart
koşulmuştur: “Borç veren, borçlusuna bir sene vadeyle ribh ilzam ettikten
sonra, alacaklı bu ribhi bir sene dolmadan borçlusundan talep edemez”175.
Vade
dolmadan evvel borçlu borcunu ödese, alacaklı ancak geçen zamanın faizini
alabilir176 177.
Borcun
bir sene dolmadan geri alınmayacağı hususunda üçüncü bir şahıs kefil olsa, bu
takdirde bir sene dolmadan borç talep edilemez ki, bu da bir hiledir.
Arazinin icara ve ortağa verilmesi
Arazi
sahiplerinin, kiraya veya ortağa verdikleri topraktan elde ettikleri gelir (rant) ile sermayenin sermayedara sağladığı faiz arasında
İktisadî bakımdan bir münasebet ve benzerlik bulunduğu son zamanlarda
fizyokratlar tarafından bahis konusu edilmiştir. Aynı husus din açısından da
bahis konusudur. Arazinin icara veya ortağa verilmesini caiz gören hadisler
bulunduğu gibi, bunu men eden hadisler de vardır^. Şevkânî’nin de işaret ettiği
gibi, miktarı çok fazla olan bu konu ile ilgili görüşler o kadar çok, o kadar
birbirine zıttır ki, bunların içinden tercihe şayan olanlarını bulup, tespit
etmek en zor meselelerden biri hâline gelmiştir178. Bu sebeple biz bu konunun teferruatına
girmeden meselemizle ilgili yönlerine kısaca temas etmekle yetineceğiz.
Mekke’nin
ziraata müsait olmadığı, onun için bura ahalisinin bu işle meşgul olmadığı
malûmdur. Medinelilere gelince, gerçi buranın ahalisi çiftçilikle uğraşıyordu.
Ancak herkes kendi toprağını ekip, biçmekle meşguldü’. Arazisini kiraya veya
ortağa veren yoktu. Şu hâlde, ev, dükkân, iş yeri, han, hamam gibi gayri menkullerin kiraya verilmesi konusunda olduğu gibi
arazinin icara ve yarıcıya verilmesi konusunda da herhangi bir hadisin
bulunmamasını tabiî karşılamak icap eder. Ancak buna rağmen bu konuda bir hayli
hadis nakledilmiştir. Bu hadisleri dikkate alarak, arazi sahibi toprağını şu
şekillerde kullanabilir:
·
a.
Ya bizzat kendisi eker, biçer, ihtiyaç duyunca işçi çalıştırır. Bu ittifakla
caizdir.
·
b.
Veya başkasına icara veya ortağa verir. Bunun cevazı ihtilaflıdır. ikinci durumun pek çok şekillerinden bazıları şunlardır:
Muhakele'.
Henüz hasat edilmemiş başaktaki (olgunlaşmış) buğdayın, ambardaki buğdayla
mübadele edilmesidir. “Şu on kile buğdayı al, falan falan tarladaki ekini bana
ver” diye yapılan alış veriştir. Daha doğrusu hemen ve peşin teslim edilen
buğday veya diğer ziraî mahsul karşılığında ekili tarlanın yüzünün satın
alınmasıdır. Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır. Çünkü netice itibariyle bu da
buğdayı buğdayla satmak mânasına geleceğinden riba olur. îbn Rüşd: “Muhakele,
ambarlanmış buğday mukabili toprağı kiraya vermektedir. Tehirli (nesieten)
olarak gıda maddesini gıda maddesiyle mübadele etmek gibi olduğundan
yasaklanmıştır” diyor179.
Muhakele, bugün bildiğimiz mânada tarlayı kiraya veya ortağa vermek değildir. ihtiyaç sebebiyle ekili tarlanın yüzünün satılmasıdır, bir
bakıma seleme benzer. Ancak buna murabaa demek daha doğru olur. Anadolu’daki
murabaacılığın kökü çok eskilere dayanmaktadır.
Muhabere'.
(Müzaraa) Tarladan çıkan mahsûlün 1/3 veya 1/4, veya
1/2’si emek sahibine veya toprak sahibine ait olmak üzere toprağın yarıcıya ve
ortakçıya verilmesidir. Tohum tarla veya emek sahibine ait olabilir180. Buna muzaraa
adı da verilir. Şimdi şu hadislere bakalım:
·
1. Cabir b.
Abdullah: Resulullah bize muhakeleyi ve muhabereyi (araziyi icara veya ortağa
vermeyi) yasakladı181.
·
2.
Rafî b. Hadîc, Hz. Peygamber; tarlanın kiraya verilmesini yasaklamıştır182, demiştir.
·
3.
Cabir b. Abdullah: ihtiyaç fazlası tarlalarını 1/4, 1/3, 1/2 şeklinde icara
verenlere hitaben Resulullah şöyle dedi: “Tarlası olan, ya bunu bizzat eksin
veya karşılık almadan din kardeşine ekip, biçtirsin. Bunu da yapmayacaksa
tarlasını boş bıraksın183.
Bu
hadisler toprağın icara veya ortağa verilmesini kesin surette yasaklamaktadır.
Bu arada bu türlü şeylere cevaz veren hadisler de vardır. İçtimaî, İktisadî ve
tarihî âmillerin zorlamasıyla ve zamanla toprağın icara veya yarıcıya verilmesi
umumiyetle kabul edildi. Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
·
1.
Bazıları her ne suretle olursa olsun arazinin icara veya ortağa verilmesini
caiz görmezler184.
·
2.
Araziyi icara veya ortağa vermeyi caiz görenlerden:
·
a.
Bazılarına göre arazinin ancak para (dinar ve dirhem) ile icara verilmesi caiz
olur. Yani ortağa verilmesi veya miktarı önceden tayin edilen hububat karşılığı
icara verilmesi caiz olmaz.
·
b.
Diğer bazılarına göre, bir araziyi, gıda maddesi hariç her şeyle icara vermek
caizdir. Bu gıda maddesi ister kiraya verilen toprağın ürünü olsun, ister başka
toprakların ürünü olsun fark etmez. Bir toprak, o toprakta üretilen hiçbir şey
mukabilinde icara verilemez.
·
c.
Diğer bazılarına göre araziyi, bu araziden üretilmiş olan ziraî mahsul hariç
her türlü gıda maddesi, hububat ve emtia ile icara vermek caizdir. Ebu Hanife,
İmam Şafiî ve Caferîler bu görüştedirler. Yani bunlara göre araziden elde
edilen ürünün bir kısmı karşılığında icara verilmesi de caiz değildir. “Şu
tarlamı ek, bana harman zamanı on kile buğday ver” demek suretiyle yapılan akit
caiz olmaz. Ortakçılık da caiz değildir.
·
d. Diğer
bazılarına göre ise araziyi, her çeşit mal, meta ve para ile icara vermek
caizdir. Ebu Yusuf, îmam Muhammed, tmam Ahmed, Evzaî, Şevrî, Leys, tbn Ebi
Leylâ bu görüştedir.
Bu
görüş sahiplerinden her birinin hadisten bir delili vardır, yani ne kadar
farklı görüşler varsa, o kadar çeşitli hükümler taşıyan hadisler vardır.
Hadisler arasındaki tearuz, tezat, tenakuz ve ihtilâf bu hadislerin sonraki
dönemlere ait olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Zaten toprakla ilgili
hükümler Hz. Ömer’in halifeliği zamanında başlamış ve bir daha arkası
kesilememiştir. Bu konuda şu iki hadise dikkat etmek meseleye epey açıklık
getirebilir:
·
1.
Hz. Peygamber zamanında, arazinin sulak yeri tarla sahibinin, kıraç kısmı
ortakçının namına ekilip biçilmek üzere topraklar icara verilirdi. Tarlayı para
ile icara verme âdeti yoktu185.
·
2.
Hz. Peygamber zamanında arazi sahiplerinin sulak ve kıraç tarlaları olurdu.
Bunlar topraklarını “Sulak yerin ürünün tamamı ile kıraç yerin ürünün 1/4 bana
ait olacak” diyerek icara verirlerdi. Hadis bunu men etmiştir.
Bu
hadislerde geçen “mâziyânât” (küçük nehir) “rebi” (çay) ve “cedvel” (ark) gibi
arazi ile ilgili tabirler Hicaz halkının bildiği terimler olmayıp, Irak ve
Suriye halkına ait deyimlerdir. O hâlde, bu hadislerin, Irak’ta vücut
bulduklarına hükmetmek lâzım gelir. “Ku-şâre” (kesmik) tabiri de öyledir.
îmam
Azam’a göre, tarlayı ortağa vermek caiz olmadığı gibi, ortağa verilen tarladan
çıkan mahsûlün bir bölümü karşılığında icara vermek de caiz değildir. Arazinin
ortağa verilmesini caiz olduğunu gösteren bir delil yoktur. Hz. Peygamber’in,
Hayber arazisini buradaki yahudilere ortağa vermesi toprağı ortakçıya vermenin
cevazını göstermez. Zira Hayber Kalesi, muhasara neticesinde düşünce teslim
olan yahudiler müslümanların kölesi, toprak da mülkü olmuştu. Bir kimsenin
kendi mülkünü kendi kölesine ortağa vermesi düşünülemez. Ancak Hz. Peygamber, o
sırada yahudilerle barış içinde yaşamak istediğinden, müslümanlarm mülkü olan
Hayber topraklarını, onların köleleri olan yahudilere ortağa vermişti. Bu
hareket, sırf bir lütufkârlığın sonucu olduğundan, diğer hadisler buna kıyas
edilemez.
Arazinin
ortağa veya kiraya verilmesinin günah sayılmasının sebebi olarak riba
gösterilmiştir186.
Ekili tarlanın yüzünün, hububat karşılığı satın alınması, buğdayın buğdayla
veya buğdayın arpa ile (ne-sieten ve) vadeli olarak satılması gibi görülmüş ve
riba sayılmıştır. Bu hususta daha güzel örnek şudur: Rafî b. Hadic diyor ki:
“Bir tarlayı ekmiştim. Burasını sularken, yanımdan geçen Hz. Peygamber:
—
Tarla kimin, ekin kimin? diye sordu.
—
Tarla falan zatın, tohum ve emek de benden.Çıkan ürünü
aramızda yarı yarıya pay edeceğiz, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
—
İkiniz de riba yemiş oluyorsunuz, tarlayı sahibine iade et, masrafını da al,
buyurdu187.
Müsakat denilen bağ ve bahçe ortakçılığı veya icarı için de durum aynen
böyledir.
Görülüyor
ki, arazinin rantı ile sermayenin faizi aynı hükümde
tutularak ikisine riba adı verilmektedir. Gerçekten de bunların birinin
yasaklanması öbürünün de yasaklanmasını gerektirdiği gibi, birinin mübah
sayılması diğerinin de mübah sayılmasını gerektirir. Aksi takdirde İktisadî ve
mantıkî açıdan çelişkiden ye tutarsızlıktan kurtulmak mümkün olmaz. Sermayeden
alınan faizin caiz olmadığını göstermek için ileri sürülen sebeplerin hepsi,
arazi icarı için fazlasıyla bahis konusu edilebilir. Şöyle ki:
·
a.
Sermaye faizi de arazi icarı da emeksiz elde edilen kazançtır.
·
b.
İkisinin de riski yoktur. Hatta faize verilen sermaye batabilir, arazi ise
batmaz. Bu yüzden faizdeki risk icardakinden fazladır.
·
c.
Her ikisinin nispeti, yani tarlanın veya sermayenin, belli bir müddet zarfında
ne kadar gelir getireceği önceden kesinkes tayin edilmektedir.
Buna
göre şunu söyleyebiliriz: Arazinin icara ve kiraya verilmesi caiz ve helâldir.
Ancak bir arazi ne kadar meblâğa icara veriliyorsa, bu arazinin satılması
hâlinde ele geçen sermayeyi o kadar meblâğa faize vermek mübah olur. Ev,
dükkân, iş yeri, han, hamam vesair bütün gayri menkullerde
de durum böyledir. Yüz bin lira paranın beş bin lira faiz getirmesini haram
sayıp, yüz bin lira değerindeki bir tarlanın on bin lira icar getirmesini helâl
sayanları ciddiye almak güçtür.
Riba
konusunu araziye, bağa ve bahçeye kadar uzatan İslam âlimlerinin bu davranışını
takdir etmek lâzımdır. Ancak aynı anlayışı meskenlere, iş yerlerine, hanlara
teşmil ve tamim etmemelerini bir eksiklik saymak icap eder.
inanıyorum
ki, küçük toprak parçalarının icara verilmesi ve büyük arazilerin bizzat
sahipleri tarafından işletilmesi caiz görülse bile, İslam’da toprak ağalığı
yoktur. Bir köyün bir toprak ağasına çalışması hangi gerekçe ile olursa olsun
tecviz edilemez. İslam âlimleri, ribayı hareket noktası yaparak bunu önlemeye
çalışmışlardır. Ancak buna rağmen cahiliye dönemindeki ribaya bile rahmet
okutan bir tefecilik sisteminin murabaa ve selem adı altında İslam cemiyetinde
hortladığını görmek, vicdan ve insaf sahibi ihlâslı müslümanlann acı ve üzüntü
kaynağıdır.
Murabaa
Murabaa
terimi fıkıh kitaplarında geçmez. Fıkıh ve fetva kitaplarında bu terim yerine
muzaraa tabiri kullanılmaktadır. Lâkin murabaa, muzaraadan çok farklıdır.
Selem-rehin-vefa bey’inden meydana gelen karmaşık bir ortaklıktır. Murabaa, Lügat-ı
Naci'de: “Hasılatın dörtte biri ortakçıya verilmek üzere akd edilen
şirket-i muzaraa” şeklinde, Hüseyin Kâzım Kadri’nin Büyük Türk Lügatı-’nda:
“Eyyâm-ı rebia mahsus mukavele akdiyle yapılan muamele” tarzında tarif
edilmektedir. Selemden bahsederken de ifade ettiğimiz gibi, köylünün ve
çiftçinin en çok paraya ihtiyaç duyduğu ve nakit sıkıntısı çektiği, hatta
geçimini teminde çaresizliğe düştüğü mevsim bahar aylarıdır. Ribahorlarm ve
tefecilerin günlerinin doğduğu ve dört gözle bekledikleri fırsatın ellerine
geçtiği zaman da yine bu mevsimdir. Bu şartlar içinde, zengin tefecilerle
yoksul ihtiyaç sahipleri arasında “rebî” denilen bahar aylarında yapılan sözde
selem ve muzaraa, hakikatte riba sözleşmesine murabaa adı verilir. Para
sahipleri, çiftçinin iktisaden en fazla bunaldığı bahar aylarında, birkaç ay
sonra hasat edilen mahsulle ödenmek şartıyla borç para verirler. Borç para
karşılığı, henüz tarlada ekili hâlde bulunan ürünü veya bağ ve bahçedeki meyve
ve sebzeyi veya henüz yavru olan bir hayvanı selem usulü ile satın alırlar. Henüz
ortada bulunmayan ve bu yolla satılan hububat, sebze, meyve ve hayvana bir
zarar ziyan gelirse, sermaye sahipleri buna karışmazlar. Onlar ucuza satın
aldıkları malları sağlama bağlarken, çiftçiler bir yandan el emeği ve alın teri
ile ürettikleri mahsulü ucuza satmak gibi bir zulümle, diğer taraftan
mallarının tabiî afetlere maruz kalması gibi bir ziyanla karşı karşıya kalırlar
ve iki misli bir zarara batarlar.
Murabaa
bir nevi ortakçılıktır, şu farkla ki, toprak da emek de çiftçiden olup, sermaye
sahibi sadece borç verdiği paranın ribhi (faizi) olmak üzere arazinin gelirine
ortak oluyor. Bu bakımdan vefa bey’i ile istiğlâl bey’ine benziyor. Murabaahğı
kabul eden taraf sermayedardır. Murabaa olan da çiftçidir. Sermayedara çiftçi
bu yoldan borçlandığı vakit tasarrufundaki tarlası, hayvanları, bağı, bahçesi,
velhasıl bütün arazisi ve araziyi işletecek vasıtalarıyla beraber ayrıca kendi
ürettiği mahsulü üzerinde alacaklısının ortaklık hakkını kabul etmiş oluyor.
Her ne yetişirse, öşürü ve resmi çıktıktan sonra geriye kalan umumiyetle
aralarında yarı yarıya bölüşülürdü. Bu usulün en kötü tarafı, ortaklık ne kadar
devam ederse etsin, çiftçinin hiçbir türlü borcunu ödeyemez bir duruma
düşmesidir. Zira alacaklı, vefa bey’inde olduğu gibi verdiği borcun ve ana paranın yalnız yıllık faiz tutarı için çiftçinin bütün
hasılatına ortak olurdu. Fakat bundan da kötüsü çiftçinin bütün arazisi, bu
araziyi işletmek için kullandığı bütün hayvanları, âletleri vesair vasıtaları
aldığı borç karşılığı rehin olmak üzere alacaklısının tasarrufuna geçmesidir.
Alacaklısının murabii, (murabaacısı ve ortakçısı) olmayı reddetmesi ve borcunu
da verememesi hâlinde, bütün malları ve emlâki alacaklısının eline geçtiğinden
borçluya, umumiyetle evini barkını terkedip o topraklardan uzaklaşıp gitmekten
başka çıkar yol kalmıyordu. Çiftçi üzerinde murabaa hakkına sahip olan
sermayedar, bu hakkını başkasına satma veya devretme hakkına da sahip oluyordu.
Araziyi satarken, bu araziyi işleten ortakçısını da her şeyiyle satıyordu.
Murabaa yoluyla para kazananlar ekseriya kapıkulları, sipahiler, yeniçeriler,
eski kadılar, müderrisler ve sancak beyleri gibi nüfuzlu kimselerdi ve bunlar
ortakçıları ile aralarında çıkan ihtilafları resmî makamlar nezdinde takip
edip, lehlerinde karar çıkarttırma gücüne de umumiyetle sahip bulunuyorlardı.
Toprak ağalığının ve onlara ırgat, uşak ve azap olmanın yollarından biri de
murabaa usulü ortakçılıktı.
Muhtelif
tarihlerde çıkarılan fermanlarda, kadı sicillerinde ve mühimme defterlerinde
murabaa usulünün yol açtığı yakınmaları ve sızlanmaları tespit etmek mümkündür.
Bunlardan bazı örnekler verelim:
“Budur
ki, kasabâ-i Harbut muzafatmdaki karye-i Alaca sakinlerinden Kara Halil nam
kimesne meclis-i şer’de yeniçeri tâifesin-den Nasuh Beşe tarafından verilen
nebî muvacehesinde bi’t-tav’ ve’r-rıza ikrar ve takrir-i kelâm edüp dedi ki:
Mezbûr Nasuh Be-şe’ye vâcibuT-eda kırk riyal kuruş verecek deynim olup harman
zamanı öşür çıktıktan sonra buğdayı mezbur alıp ve arpa ve darı vesair hububat
mûnasafe üzere taksim edecek oldukta ve dahi sulu ve susuz topraklarımı yanında
rehin vaz eyledim ve hem oğlumla birbirimize kefil bi’l-mal olduk, dedikte,
mezburun vech-i meşruh üzere vâki olan ikrarını intikamın leh mezbur nebî
vekâleten kabul ve tasdik eyledi”188.
*Riba
denen menfûr, menhûs ve mel’un illetin insanları nasıl köleleştirdiğinin ve
uşak hâline getirdiğinin en güzel örneği mu-rabaadır.
Ribanın haram olduğuna inanılan bir cemiyette en feci ve en korkunç tefecilik
davalarının ve mukavelelerinin şer’î sicillere geçirilip hukukun himayesi
altına alınması, İslam cemiyetinin ve dinî düşüncenin hangi hâle düştüğünün
ibret verici bir örneğidir. İslam’ın şiddetle yasakladığı cahiliye dönemi
tefeciliğinin, bütün çirkinliği ve fecaati ile İslam cemiyetinde hortlaması
karşısında müftülerin, kadıların ve şeyhülislâmların yaptıkları şey ya
suskunluktur veya bu türlü şeylere cevaz veren fıkhî kılıflar hazırlamaktır.
Selem yoluyla yapılan tefeciliğin köylüleri iflasa sürüklediğini ve köyleri
harap ettiğini şeyhülislâm Ebussuud Efendi de ifade etmiştir.
Rehin yoluyla alman faiz
İslam
hukukuna göre rehin vermek ve almak caizdir. Bundan faydalanan tefeciler ve
ihtiyaç sahipleri, bu müesseseyi de riba alıp, vermek için rahatça
kullanmışlardır. Esasen vefa bey’i ile istiğlâl bey’i de mahiyet itibariyle
rehin hükmündedir. İhtiyaç sahibi, sermayedardan aldığı para karşılığı ona
evini veya tarlasını veya ineğini rehin olarak veriyor ve bu türlü şeyleri
kullanma ve hasıl olacak faydaya malik olma yetkisini
sermayedara veriyor. Sermayedar da ödünç verdiği paraya karşılık elinde rehin
tarlayı veya bağı ekip biçiyor, mahsulünü alıyor, rehin ineği sağıp sütünü
yiyor ve içiyor. Böylece rehin adı altında kamufle edilen
riba muamelesi yürüyüp gidiyor.
Rehin
alan kişinin, rehin veren kişinin müsaadesi ve muvafa-katıyla rehin olan şeyden
faydalanacağını hanefîler kabul ederler. Şafiiler, hanbelîler ve malikîler ise
umumiyetle rehin kişi izin vermese bile, rehinin aslını noksanlaştırmayacak
tarzda rehin şeylerden rehin alan kişinin istifade edebileceğini, meselâ rehin
evde oturabileceğini, rehin ata binebileceğini, rehin öküzü arabaya
koşabileceğini, rehin ineği sağabileceğim, rehin tarlayı ekip, biçebileceği-ni
kabul ederler. Bu yüzdendir ki, şafiîler vefa bey’ine daha ziyade “rehin-i
mutâd” adını vermişlerdir.
Sual:
Zeyd, mülkü olan değirmeni, borcu mukabilinde borçlusu Amr’a rehin verip teslim
ettikten sonra, Amr ol değirmeni Zeyd’den izinsiz birkaç sene diğer birine icar
edip ücretini alsa, Zeyd borcunu eda edip değirmeni aldıkta, bahis mevzuu
ücreti Amr’dan almağa kadir olur mu?
el-Cevap:
Olmaz. Amma Amr’a dahi tîb olmaz.
Görülüyor
ki, rehinden istifade için mal sahibinin izin vermesini şart koşan hanefîler
artık bu şarttan da vazgeçmişlerdir. Borç veren rehin olarak aldığı evde mal
sahibinden izin almadan oturabilir189. Esasen bu türlü hâllerde rehin muamelesinin
esas maksadı, ödünç verilen meblâğ karşılığı rehin alınan şeylerden faydalanmak
olduğundan, mal sahibi rehin eşyasından faydalanması için sermayedara izin
vermeden rehin akdi gerçekleşmemektedir.
Süftece (havale-poliçe)
Bir
kimse, kendisinden ödünç isteyen şahsa, “istediğin meblâğı, falan şehirde bana
teslim etmen şartıyla ödünç veririm” dese borç verirken böyle bir şartı ve
faydayı mukaveleye bağlasa, caiz ve muteber olur mu? Ömer N. Bilmen diyor ki:
“Mukriz için şart koşulan faideyi ihtiva eden karz muamelesi haramdır. Hatta
sana şu kadar para borç veriyorum ama bunu falan yerde teslim edeceksin, dese
bu da caiz olmaz. Zira parayı koruma, taşırrrç ve bir yerden başka bir yere
nakletme de menfaat sayılır”190.
Riba
ile ilgili konuların pek çoğunda olduğu gibi, süftece konusunda uydurulan bir
hadisin meali şöyledir: “Süfteceler haramdır.”191. Bir yandan ribaya hileli yollardan cevaz
verilirken, öbür yandan poliçe mânasına gelen süftecenin haram sayılması, bu
konudaki fikirlerin daha doğrusu fikirsizliğin ne kadar dağınık ve perişan bir
hâlde bulunduğunu göstermesi bakımından bilhassa ibret vericidir. Zina yapan,
ama mekruhtur deyip azil yapmayan ve bu süratle bir veled-i zinanın doğmasına
sebep olan softayı burada hatırlatmakta fayda vardır.
Faiz almak ve vermek sevap mıdır?
Şark kurnazlığı
İmam
Azam, İmam Malik ve İmam Ahmed’in caiz görmeyip riba saydıkları îne ve muamele
şeklindeki borçlanma İmam Şafiî ve İmam Ebu Yusuf tarafından caiz ve meşru
görülmüştür192.
Fakat başlangıçta bu muameleye şiddetle karşı çıkanlar bile zamanla
yumuşamışlar, ticarî ve İktisadî faaliyetlerin selâmeti ve darda kalanların
sıkışıklıktan kurtulmaları için îne’yi iyi bir çare olarak görmüşlerdir.
Ödünç
para alabilmek için bir malın değerinden fazla bir meblâğ ile alınmasının ve
şer’î hile ile % 50'ye varan bir ribh (faiz) ödenmesinin caiz olduğunu
söyleyen Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki: “Müstakriz üzerine şer’î bir muamele
zımnında bir ribh ilzamı sahihtir. Ama cumhur bunu mekruh görmüştür. Lâkin bu
türlü muameleler, îmam Ebu Yusuf’a göre kerahatsiz olarak caizdir. Hatta
hayırlı bir işe hizmet ettiği için, ayrıca meşru ve sahih bir muamele
mahiyetinde de yapıldığından ‘mendup’ (yani sevap) tır. Bu, ri-badan kurtulmak
için şer’î bir mahles (çare) dir, fayda temin eden bir ikraz muamelesi olmayıp,
bilakis menfaat temin eden bir satış mesabesindedir.
Akitler
başka başka mahiyetleri haiz olduklarından, bu akdin (yani menfaat şart
koşularak yapılan ikraz akdinin) meşru olmaması icap etmez. Vakıa karz-ı hasen,
yani mükrize hiçbir menfaat temin etmeyen, sırf rızay-ı Hakk’a müstenid bir
karz muamelesi pek müstahsendir. Fakat her zaman bu yüksek İnsanî vazifeyi ifa
edecek zatlar bulunmaz. Artık halkın ihtiyacını hafifletmek için böyle bir
şer’î mahlese başvurmak, azimet tarikine münafi olsa da ruhsat tarikine muhalif
olmaz. Fethu’l-Kadir'ds-.
‘Muamele
bey’inde kerahat yoktur’ deniliyor. Şu kadar var ki, hilâf-ı evlâdır. Çünkü
bunda karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilik ve lütuftan yüz çevirme
mânası vardır”193.
Ömer
N. Bilmen’in söyledikleri, dolaylı faiz mânasına gelen şer’î ribhi müdafaa
etmek için öteden beri bu konuda söylenen sözlerin bir tekrarı ve özetidir.
Şimdi biraz daha eskilere gidelim. Fetva kitapları meseleye şöyle
yaklaşmışlardır: “îmam Muhammed tarafından haramlığı bahis konusu edilen ve îne
bey’i denilen hile hakkında Hanefî uleması demiştir ki: Günümüzde çarşı pazarda
yapılan ahm satım muamelelerinin en hayırlısı budur. îmam Ebu Yusuf’a göre îne
hem caiz, hem de sevap (caize ve me’cûre) dır. Sevap
oluşu, haram olan ribadan sakınmayı sağladığı içindir. Kazi-han: ‘Ribadan
kaçmak maksadıyla îne usulü ile alım satım yapılırsa, bunda bir beis yoktur,’
demiştir. Gerçi îmam Muhammed’e göre muamele bey’i mekruhtur ve Ebu Hanife’nin
görüşü de böyledir. îmam Muhammed’in muhalefeti karzdan sonra yapılan akitle
ilgilidir. Önce alım satım işlemi icra edilir, sonra paralar verilirse, bu
ittifakla caizdir”194.
Muamele-i
şeriyye yapılmadan alınan kâr (ribh) mutlak ve katıksız olarak haramdır. Fakat
şer’î muamele şeklinde olursa Ebu Yusuf’a göre riba ve haram olma hükmü ortadan
kalkar, kâr caiz olur. Bu bir şer’î çaredir. Bu şekilde haramdan sakınılmış
olur. Mütevelli, yetimin veya vakfı yapan kişinin malını kâr almadan para ikraz
edemez. Faiz alması ise haramdır. Bu durumda muamele bey’i faiz almadan ve
meşru bir şekilde kâr sağlar. Bu bir rahatlık, kolaylık ve genişlik getiren
yoldur. Resul-i Ekem’den (a.s.) bunun gibi bir şey (hileli bir muamele)
naklolunur. Bununla emir buyurdukları bildirilir195.
Ö.
N. Bilmen’e göre başka yerde borç veren şer’î muamele yaparak bir kâr elde
edebilir ancak fıkıh âlimlerinin ezici çoğunluğuna göre bu mekruhtur. Aynı
şekilde bin lira borç veren, borçluya yüz lira değerindeki bir malını üç yüz
liraya satsa, buna îne bey’i denir ve mekruhtur. Hatta bazılarına göre haramdır196.
Görülüyor
ki burada da Hz. Peygamber’in hileli muamele yollarını gösterdiğinden, hatta
bunu teşvik ve emr ettiğinden bahsedilmekte, îne usulü borç para vermeye bazan
caiz ve sahih, bazan mekruh, bazan da haram denilmektedir. Fıkıhta açık ve
yaygın olarak görülen tutarsızlığa ve çelişkilere burada da rastlamak hiç de
şaşırtıcı olmamalıdır.
Riba
yoluyla kazanılan paralarla hatm-i şerif ve Yasin-i Şerif okutarak cennetin
anahtarını cebe koyma anlayışına rastlamak şaşırtıcıdır:
“Vâkıf
Zülkâdir Halife 4500 akçeyi onu on bir hesabıyla faize vererek hasıl olan nemadan 1/4’ünü mütevelliye 3/4’ünü de günde bir
cüz Kur’an ve Yasin-i Şerif okuma karşılığında Rüstem Nalan Mescidi’nde imam
olanlara verilmesi şartıyla vakfetmiştir197.
Hz.
Peygamber hile yapmayı tavsiye etmiş midir? Riba konusunda yukarıda
söylenenlerin daha ilerisine gidilerek: “Hz. Peygamber de ribadan kurtulmak
için hileye müracaat edilmesini tavsiye, hatta emretmiştir”198 denilmiş olması ilginçtir. Görülüyor ki, hile
yoluyla faiz alıp vermeyi mübah görenler, îmam Azam’ı da aynı görüşün sahibi olarak
takdim etmekten başka, bu işin Hz. Peygamber tarafından emredildiğini
söyleyerek bunun sevap olduğunu bile rahat rahat iddia edebilmişledir. Çok
eskiden beri yaygın bir şekilde var olan bu görüşlerin ribaya karşı duyulan
dinî hassasiyeti azalttığı ve bu türlü muamelelerin rahatça yapılmasını
sağladığı muhakkaktır. Herhalde ribahorlar ve tefeciler fetva-yi şeriften azamî
derecede istifade etmişlerdi. Bazı hocaların vakıf müesseselerinde veya şahsen
ve kendi nam ve hesabına bu türlü murabahalarla uğraşmaları tefeciler için iyi
bir numune olmuş ve cesaretlerini daha da arttırmıştı.
Aslında
hileli yollardan riba alıp vermek ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sahabesi
çağında bilinen bir şeydi. Bu türlü şeyler, sahabe döneminden sonra çeşitli
İktisadî, ticarî, malî ve dinî âmillerin tesiriyle ortaya çıkmış, gerek ortaya
çıkma, gerekse son şeklini alma safhasında geniş ölçüde yahudi ve
hıristiyanların bu yoldaki düşünceleri, görüşleri, uygulamaları ve işlemleri
etkili olmuştu. Daha sonra Hz. Peygamber’e maledilen hileler böyle bir ortamda
oluşmuştu199.
Hilecileri (ehl-i hiyel) tenkit
Fakat
gerek îne yoluyla, gerekse onun türlü türlü şekilleriyle ödünç para alıp
vermek, bu muamelelerdeki ribh (faiz) haddini tarafların serbest iradeleriyle
kararlaştırmalarını kabul etmek, sadece bu muamelelerin formaliteye uygun olup
olmadığını meşru veya gayri meşru oluşunun sebebi saymak cahiliye ribasını
değişik bir biçimde ama mahiyet itibariyle aynen hortlatıp, geri getirmekten
başka bir şey midir? Umumiyetle
sosyal hayattaki gelişmelerden habersiz olan ve İslam’ın ilk şeklinin aynen
takibini isteyen han-belîler, ekseriyetle hileli alım satım işlemleri
karşısında oldukça sert ve katı bir tavır takınmışlar; hangi nam, hangi şekil
ve hangi nispette ortaya çıkarsa çıksın ribanın her çeşidine amansız bir savaş
ilân etmişlerdir.
tbn
Teymiye bu mücadelenin fevkalâde güzel bir örneğini vermiş200 sonra O’nu tbn Kayyım başarılı bir tarzda
takip etmiştir. tbn Kayyım diyor ki: Hileciler, on akçe ödünç verilip vade
sonunda on beş akçenin alınmasını hileli bir yoldan caiz görmüşlerdir. Fadl
ri-bası hakkında gayet titiz davranıp, bazı mübah mübadeleleri bile haram
saymışlar, ama nesie libasına gelince hileli yollardan bunun kapılarını ardına
kadar açmışlardır. Oysa Allah da, sevap-günah yazan melekler de, akdi yapanlar
da, bu akdin şahitleri de gayet iyi biliyorlar ki îne ve muamele bey’i yoluyla
yapılan alım satım ribanın ta kendisidir, akdi yapanların esas maksadı da riba
almak ve vermektir. On altını bir çıkıya (veya mendile) koyup, beş para etmeyen
çıkıyı beş altına alıcıya vermek ve on altın borç vermeyi de bu çıkının beş
altına satın alınması şartına bağlamak özü itibariyle riba-dır.
Burada çıkı, kendi kendisine bir mâna ifade etmeyen, ama başkasına mâna
kazandırmaya yarayan bir harfe benzemekte, yani katalizör vazifesi görmektir.
Esas haram kılınan riba nesie ribasıdır. Fadl ribası ona yol açar endişesiyle
men edilmiştir. Şaşılacak şeydir ki, fadl ribasına vesile olur, diye müdd-ı
acve (üste)meselesini haram görenler açıktan açığa nesie ribasına vesile olan
îne bey’ini caiz görmektedirler201. îne bey’i hadislerle yasaklanmıştır.
Hileciler, îne bey’ini caiz kılan birtakım hileler ortaya atmışlardır. Fakat bu
hilelerle durumu daha da zararlı ve mahzurlu hâle getirmişlerdir. Hile ile
îneyi caiz göreceklerine, hilesiz olarak îne bey’ini uygulasalardı daha az
mahzurlu olurdu. Ziraîne’ye hile ilâve etmekle, îne-nin zarar ve mahzurları
ortadan kalkmıyor, buna yenileri ve daha korkunç olanları ekleniyor. Bu da
Allah’ın ahkâmını alaya almak, sahtekarlık ve oyun
bozanlık yoluna sapmaktır. îneye hile eklenince,aslında
ribanın basit bir vesilesi olan îne bir kat daha zararlı hâle geliyor.
Hileciler ne yaparlarsa yapsınlar ve hangi yolu tutarlarsa tutsunlar maksatları
apaçık ortadadır, hiç kimseyi kandıramazlar. Gayeleri yüz verip yüz elli
almaktır. Ribayı sözde helâl kılan unsuru akdin bünyesine ister ithal etsinler,
ister ihraç etsinler fark etmez. Zira bu unsur hiçbir şey değiştirmemektedir.
Kısaca Allah kanmaz, hiçbir şeyi karıştırmaz, ona hileyi terviç ettirmek, bu
yoldan haramı helâl kabul ettirmek imkânsızdır.202. Allah, yahudilere sığır yağını haram
kılmıştı, (bk. En’am, 146). Bunun üzerine yahudiler, bu yağ haramdır, diye
yemediler ama bunu eritip don yağı haline getirdikten sonra yediler ve Allah’ın
haram kıldığı şey iç yağıdır, don yağı değil, dediler. Şu hâlde, hile yoluyla
riba yiyenlerle, yahudiler arasında bu bakımdan ne fark var? Bu ümmetten hiçbir
kimse riba-yı açıkça helâl saymamıştır. Onu ancak alım satım suretinde ve bu ad
altında helâl saymış ve bu suretle ribanm ismini alım satım olarak
değiştirmiştir.
Yapılan
şey şeklen ve ismen riba değil ama hakikat ve mahiyet olarak halis muhlis
ribadır. Açık ribada mevcut olan mahzur ve zararların tümü hileli riba
işlemlerinde kat kat fazlayla vardır. Tarafların akdettikleri muameleye ticarî
bir alış veriş ismini vermeleri, bu muamelenin haramlığını artırmaktan, kuvvetlendirmekten
ve pekiştirmekten başka bir netice vermez.
Evvelâ
akdin ismine, şekline ve meşruiyet görüntüsüne güvenen ve kanan mukriz, açıkça
ribacılık yapan bir kimsenin yapmaya cesaret edemediği ve talep edemediği
yüksek bir meblâğı müstak-rizden talep edebilir.
îkinci
olarak hileli yollardan riba alan, sadece insanları kandırmakla kalmamakta,
hâşâ Allah’ı da kandırdığını ve aldattığını zannetmektedir. Bu ise dinî
samimiyete ve dürüstlüğe zıttır. Üçüncü olarak kanlıların deyimi ile “şer’î
külah” giydirilerek alış veriş şeklinde takdim edilen ve bir kılıfa sokulan
riba, artık meşruiyet elbisesi giymiş ve tebdil-i kıyafet ederek halk arasında
rahatça dolaşır olmuştur. Halk ise bu türlü muamelelere gayet meyyal
olduğundan, bu hususta kendilerine gösterilen ufak bir kolaylık onları riba
batağına sürükleyebilmiştir; tıpkı kumar gibi. Kısaca talakta ve nikâhta hülle
ne ise, ribadaki îne ve benzeri hileler odur203. İmam Muham-med’in de: “îne bey’ini ‘ekele-i
riba’ ve ‘riba-hor’ denilen tefeciler icat etmişlerdir” dediği nakledilir204.
Görülüyor
ki, riba biri açık, diğeri kapalı olmak üzere iki türlüdür. Hileli yollar
ribanın örtülü ve üstü kapalı şekilleri olup, açık ribadan daha zararlıdır. Bu
türlü dalavereler dinî samimiyete uymadıktan başka insanları sahtekârlığa, iki yüzlülüğe, hilekârlığa, ahlâksızlığa, üç kâğıtçılığa
alıştırmakta, doğruluktan ve dürüstlükten uzaklaştırmakta en önemlisi de İlmî
ve fikrî hayatı bozmaktadır. Zira ilimde ve fikirde her şeyi açık açık
konuşmak, makul ve mantıkî bir şekilde izah etmek esastır. Hukuk ve ahlâkın
gereği de budur. Böyle olmayan bir zeminde İlmî ve fikrî hayatın yeşermesi ve
boy atması mümkün olmaz.
“Kır ve öde” kaidesi: “iskonto
faizi”
İslam’daki
faiz anlayışını en iyi izah edecek hususlardan biri de hiç şüphe yok ki, “vaz’
ve ta’cil” veya “tenzil ve te’diye “ veyahut “da’ve teaccel” dedikleri, “kır ve
erken öde” meselesidir. Bu tıpkı günümüzde senet kırma muamelesine
benzemektedir. Bir adamın, diğer bir kişiden, bir sene sonra ödenmesi gereken
vadeli bin akçe alacağı var. Alacaklı borçlusuna: “Bu borcu şimdi öde, beş yüz
akçe olarak öde” diyor. Borçlu bu teklifi kabul edince akit yapılmış oluyor.
Fakat acaba bu muamele caiz ve bu yoldan kazanılan beş yüz akçe helâl midir?
îbn Abbas, Nehaî, bazı hanefîler ve imam Züfer gibi zevata göre bu muamele
caizdir. Gerekçeleri: Hz. Peygamber Benû Nadir yahudilerini Medine’den kovmaya
karar verdiği zaman, bazı Medineliler gelerek:
—
Ey Allah Resulü! Sen bunları sürüyorsun ama onların bizden henüz vadesi
dolmamış alacakları var, dediler. Resulullah da:
—
Kırdırın ve hemen ödeyin borcunuzu, buyurdu. Demek ki, vadesi dolmayan borcu
noksan ödemek caizdir.
“Kır
ve öde” meselesi, “vade ver, borcu artırayım” şeklindeki ribanın tam zıddıdır.
Riba haram olunca, zıddımn helâl olması icap eder. Riba borçlunun borcunu
ağırlaştırıp onu altından kalmayacağı bir yükün altanı soktuğu hâlde, bu mesele
ona borcunu hem erken, hem de hafif bir şekilde ödeme imkânı verir. Riba
borçluya açıkça zarar verdiği hâlde, bu mesele ona kâr temin etmektedir.
Ri-bada alacaklı kendi isteklerini ve şartlarını borçlusuna baskı altında kabul
ettirdiği hâlde, bu meselede tarafların anlaşmaları eşit şartlar altında
olmaktadır. Borçlu alacaklısından daha güçlü ve avantajlı bir vaziyette
bulunmakta, isterse erken ama tenzilâtlı olarak, isterse vadesinde ve tam
olarak ödeme şekillerinden birini serbestçe tercih edebilmektedir. Alacaklı da
bu işten kârh çıkmaktadır. Zira bir sene sonra alabileceği bir meblâğı hemen
alarak ihtiyacını gidermektedir. Riba borçluyu zarara sokmak pahasına
alacaklıya haksız bir kazanç temin ederken, bu muamelede borçlu da alacaklı da
kârlı çıkmaktadır. Bu bakımdan hem şekil hem de mâna olarak bu muamele ribanın
zıddıdır.
Ribada
fazla ödemeye karşı borçluya tanınan vade büyük bir zarara yol açmakta, bu
sebeple borcun miktarı zamanla birkaç katına çıkmakta ve borçlu hiçbir fayda
sağlamadan gittikçe artan bir borç yükünün altında kıvranmaktadır. Halbuki: “tenzil ve tediye” borçluyu sorumluluktan
kurtarmakta, alacaklıya istifade fırsatı vermekte, borcun katlanması gibi bir
mahzuru değil, tam tersine bir kat eksilmesine yol açarak ödeme kolaylığı
getirmektedir. Borç ödeme sorumluluğu ve yükümlülüğü altında bulunduğu için
borçluya “esir” ismi verilmiştir. Vaz ve ta’cil borçluyu bu esaretten kurtarıp
hürriyete kavuşturmaktadır205.
Başta
İbn Ömer olmak üzere İmam Malik, İmam Azam ve Sevri “vaz’ ve ta’cil”
muamelesini caiz görmemişlerdir. Gerekçeleri: Hz.Mikdat diyor ki: Bana yüz
dinar borcu olan bir kişiye:
—
Borcunu şimdi öde, on dinar eksik öde, diye teklifte bulundum. O da olur, dedi.
Durumu Resulullah’a arz edince:
—
Ey Mikdat! Hem riba yedin, hem de yedirdin, buyurdu.
Vadeli
alacağın peşine çevrilmesi hâlinde borcun bir miktar azaltılması ve düşülmesi,
vadenin düşülen miktar ve meblâğ karşılığı satılması mânasına gelir ve bu, da
ribadan başka bir şey değildir. Vadesi dolan borcun, bir miktar para ilâve
edilerek bir müddet uzatılmasıyla vaz’ ve ta’cil arazında esas itibariyle
hiçbir fark yoktur. “Vadeyi kısalt, borcu düşüreyim”, demekle, tekrar “vadeyi
uzat, borcu arttırayım” demek aynı şeydir. îlki cahiliye ribası olup haramdır.
İkincisi de onun tıpkısıdır. Gerçi vaz’ ve ta’cil muamele ve şekil olarak
cahiliye ribasmın zıddıdır. Ama mahiyet ve maksat olarak onun aynısıdır.
Ribanın
haram oluşunun sebep ve gerekçelerinden bahsedilirken: “Allah’a ait olan ve
herkes tarafından ortaklaşa ve eşit surette yararlanılan mehil ve vadenin
haksız olarak satılması” ileri sürülmüştür. Aynı gerekçe ve sebep tam mânasıyla
burada da vardır. Aradaki fark, cahiliye ribasmda zamanı ödünç veren sattığı
hâlde burada bunu ödünç alan satmaktadır. Şayet bu muamelelerden iki tarafın da
faydalanmaları helâl olma sebebi ise, aynı şeyin faizde de mevcut olması
sebebiyle onun da helâl olması icap eder.
Buna
göre senet kırmanın hükmü ve cevazı tayin edilebilir. Cumhura göre bunun caiz
olmaması lâzım gelir. Bugün senet kırmada söz konusu olan eksik ödemenin vade
karşılğı olduğu için faiz sayılması hususunda hiçbir kimsenin şek ve şüphesi
yoktur. Üstelik burada para para ile değiştirilmiyor. Kıymetli bir evrak olan
senet satılıyor. Hileciler, faiz adı altında alınan fazla parayı senedin yani
kâğıdın karşılığı olarak da kabul edebilirler. Bir şekilde ortaya çıkınca haram
sayılan bir muamelenin, başka şekle girerek ortaya çıkması hâlinde helâl
sayılması cidden şaşırtıcıdır. İktisadî ve ticarî muamelelerde son derece
mânâsız olmaktadır.
Burada
konu ile ilgili önemli bir hususa işaret edilmesi şarttır:
Mervan
zamanında, istihkak sahiplerine senelik maaş olmak üzere ödenecek gıda
maddesinin ve hububatın miktarını belli eden senetler veriliyordu. Bu senetleri
ellerine alanlar, hasat mevsimi gelmeden evvel senetleri düşük fiyatla
başkalarına devir ve temlik ediyorlardı. Bunun üzerine Ebu Hureyre, Mervan’a:
“Sen riba alış verişini mübah mı kıldın, yoksa Hz. Peygamber’in gıda
maddelerinin teslim alınmadan evvel satışını yasakladığını bilmiyor musun?”
diye uyarmış; bu ikaz üzerine Mervan senet satışlarını yasaklamış, satılmış
olanları da görevli memurlara toplatmıştı206.
Hasat
mevsiminde teslim edilmesi devlet teminatı altında bulunan ve bir nevi hamiline
yazılı bonolara benzeyen bu senetlerin (sı-kâk) gününden evvel ucuza ve gerçek
fiyatlarından düşük olarak satılmasının yasaklanması, senet kırdırmanın faiz
olduğunu gösterir.
Bey’-i bi’l-vefâ
Bey’i
bi’l-vefa bey’ul’-vefa denilen muamele tarzı daha ziyade gayri
menkullerle ilgili olup Anadolu’ da: “para faizsiz tarla icar-sız” veya:
“para faizsiz ev kirasız” diye bilinmektedir.
Paraya
ihtiyacı olan bir kimse sermayedarlara gidip: “Bana bin altın ver, buna
karşılık sana falan tarlamı vereyim, borcumu ödeyene kadar ek biç, geliri sana
ait olsun” veya: “Falan evim veya dükkânım veya değirmenim senin olsun, icarı
ve kirası sana ait olsun” der, sermaye sahibi de bu teklifi kabul edip, parayı
verince akit yapılmış olur. Bu
türlü şartlı ve muvakkat satışlarda umumiyetle sermaye sahibine verilen gayri menkul- bazılarına göre menkul de olabilir- umumiyetle
verilen paradan çok daha fazla fiyat ettiğinden, bu yolla yüksek kazanç temin
etme imkânı bulunmaktadır. Burada arazinin rantı yani icarı, diğer gayri menkullerin kirası paranın faizi yerine geçmektedir.
Başlangıçta bilinmeyen bu muamele tarzı, Buhara ahalisinin borçları artıp ödünç
almaya muhtaç olmaları üzerine ortaya atılmıştır. Aslında daha evvel de bu tarz
muameleler mevcut olmakla beraber ulema tarafından tanınmadığından ve riba
sayılıp reddedildiğinden kitaplara geçirilmemiştir. Gerçi sonradan bunu caiz
görenler bile bu muamelenin haddizatında ribadan ibaret olduğunu açık ve seçik
bir şekilde ifade etmekten geri durmamışlardır. “Bey bi’l-vefa bizatihi memnu
olduğu hâlde zarurete binaen tecviz olunmuştur. Yasaktır, zira bir kimsenin
ikraz ettiği para mukabilinde ribh ve kâr alması riba olmakla şer’an memnudur.
Fakat buna rağmen sermayedarın vefa bey’inde mal sahibine verdiği ödünç para
mukabilinde maldan faydalanması şart kılınsa bile bu muamele haram addolunmayıp
caiz sayılmıştır” 207.
Ulema bir yandan bu muameleyi, özü itibariyle riba olarak görmüş, öbür yandan
da caiz ve helâl saymıştır. Açıkça faiz olan bu muameleyi fıkıh sistemine
yamamak için epey zorluklar çekilmiş, ama buna rağmen bu ulantı daima göze
batmıştır. Mecelle Şarihi Ali Haydar:
“Bey’-i
bi’l-vefa’da hem sahih, hem fasid bey’in ve hem de rehinin hükümleri caizdir.
Bu cihetle bey bi’l-vefa zürafa denilen hayvana teşbih edilmiştir. Çünkü bu
hayvanda üç hayvanın yani deve, sığır ve kaplanın sıfatı bulunur”
demektedir208.
Artık vefa bey’i deve kuşundan daha acayip bir hilkat garibesi olarak, zaruret
ve ihtiyaçların şevkiyle ortaya çıkmış ve meşruiyetini ulemaya âdeta zorla
kabul ettirmiştir. Başlangıçta hanefîlerin bu buluşuna karşı duran şafiîler çok
geçmeden gösterilen tepkinin boşuna olduğunu idrak etmişler ve “Rehn-i muâd”
(iade edilen rehin) “Bey’-u emanet”, (emanet usulü ile ahm satım) Şam’da
bey’u’t-Taa gibi isimlerde bu muameleyi caiz görmüşler ve uygulamaya
koymuşlardır.
Ödünç
verenin bir tarla veya ev alması görünüş itibariyle verdiği parayı teminata
bağlaması için imiş gibi gösterilmekteyse de, aslında maksat bu gibi gayri menkullerin geliridir, yani faizidir.
Çeşitli
isimler altında faizi caiz gören ulema nakille akıl, nas-la ilim arasında
bocalayıp durmuş, ne ondan ne bundan vazgeçemediği gibi ikisini telif dahi
edememiş ve âdeta iki ateş arasında kalmıştır.
Bey’-i bi’l-istiğlâl
Bu
muamele Mecelle’nin 119. maddesinde: “Bey’ bi’l-istiğlâl, bayi bir malı isticar
etmek üzere vefaen bey’ etmektir” şeklinde tarif edilmiştir. Aslında bey’-i bi’l-vefanın
değişik şekli olan bu muamele şöyle uygulanmaktadır: Paraya ihtiyacı olan kişi
evini veya dükkânını veyahut da tarlasını sermaye sahibine vefa yoluyla
satmaktadır. Ancak sermaye sahibi bu akarları ve araziyi fiilen kullanıp ondan
faydalanma durumunda olmadığından evi kiraya, dükkânı icara ve tarlayı da
ortakçıya verip ondan faydalanmayı düşünmektedir. Bu durumda esasen bu mallara
ihtiyacı olan satıcı bu gayri menkullerin kendisine
kiraya, icara ve ortağa verilmesini sermaye sahibine teklif etmektedir. Teklifi
kabul edilince istiğlâl suretiyle bey’ akdi yapılmış olmaktadır. Artık bu
durumda ödünç aldığı paraya karşılık evin ve dükkânın kirası veya tarlanın
icarı, (istiğlâl arazi ile ilgili olursa buna murabaa denir) adıyla sermaye
sahibine bir meblağ ödemektedir. Bu da faizden başka bir şey değildir. Bey’-i
bi’l-vefada satılan mal, sahibinin elinden çıktığı hâlde, bey’-i bil-istiğlâlda
mal yine eski sahibine kiraya ve icara verilmektedir. Ancak bu türlü bir alış
verişin sahih ve caiz olması için satıcının gayri menkulu tahliye edip, alıcıya
teslim etmesi, ancak bu muameleden sonra o malı icarla-ması ve kiralaması şart
koşulmaktadır. Yani satıcı evini ve dükkânını boşaltıp sermaye sahibine teslim
edecek, ancak bundan sonra tekrar o eve veya dükkâna taşınıp yerleşecektir.
Meselâ, Ali, Ahmed’e bin akçe ödünç veriyor ve buna karşılık da evini alıyor.
Lâkin Ali bu evden, içinde oturarak faydalanma değil, kiraya vererek istifade
etme durumundadır ve Ahmet de bu evi Ali’ye devir ve teslim ettikten sonra kirada
oturmak vaziyetindedir. Bu durumda Ali’ye: “Bu evi başkasına kiraya vereceğine,
seneliği yüz akçeye bana ver” diye teklif etmekte ve bu teklif kabul
edilmektedir.
Buna
göre, Ahmed’in Ali’ye kira adıyla ödediği yüz akçe ha-kikattte bin akçenin % 10
nispetindeki faizinden başka bir şey değildir. Şayet bu faizi ödemek için
dolambaçlı yollardan gidilmeyip, doğrudan faiz muamelesi yapılsa, hem evi önce
boşaltıp sermaye sahibine teslim etme, sonra aynı eve taşınma gibi son derece
saçma bir işleme ihtiyaç kalmayacak, hem de hileli ve eğri büğrü yollara
sapılmayacaktır. Özü faiz olan bir işlemi doğrudan icra edip bunun
sorumluluğunu üstlenmek, buna ilâveten bir de samimiyetsizliğin ve
sahtekârlığın vebalini yüklenmekten ve evi tahliye edip, tekrar taşınma
külfetini göze almaktan çok daha ehven bir şerdir. Bu türlü hilelerle Allah’ı
kandırıp gazabından ve azabından kurtulmak mümkün olmadığına, hatta
samimiyetsizliğin en çirkin örneği olan bu türlü hileler İlâhî cezayı ikiye
katlamaktan başka bir şey temin etmediğine göre, bu çeşit hilelere başvuranlar
halkı uyutmaktan ve kendilerini avutmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar.
Buna kurnazlık mı, zavallılık mı demeli? Böyle bir bataklığa atılan fikir
tohumu hiç filizlenir mi? Doğru düşünmeyi ve buna bağlı olarak doğru hareket
etmeyi engellemek için bu çeşit hilelerden daha tesirli ne olabilir?
Zaruret ve ihtiyaç
Faizi
yaygın hâle getiren dolambaçlı yolların ve gayri samimi görüşlerin başında hiç
şüphe yok ki, zaruret ve ihtiyaç formülü gelmektedir. En âliminden, en cahiline
kadar herkes bu formüle rahatlıkla akıl erdirebilmekte ve diğer yollara nazaran
bu usulle kendini daha çok kandırabilmektedir. Bu da faiz ve riba meselesinin özünden
kaçmaya ve üstüne varmamaya sebep olması bakımından ilim ve fikir yönünden
gayet zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bazı ayetlerin mânalarını özetleyen
“Zaruretler, haramları mübah kılar” kaidesi gerçekten İslam’da önemli bir
esastır, ama yanlış anlamaya, yanlış uygulamaya, hatta istismara da son derece
müsaittir. Fıkıhçı-lar, insanların edindikleri malları ve temin etmeyi
arzuladıkları eşyayı üçe ayırırlar: Zaruret, ihtiyaç, lüks
(zaruriyât-hâciyat-kemâli-yât). Bu üç şeyden mutat, tabiî ve umumî olan İkincisidir. Lüks mal ve eşya temin etmek sadece sayıları az
olan zenginler için mümkün olur. İnsanlar için varlığı zarurî olan mal ve eşya
öyle şeydir ki, o olmadan ferdî ve İçtimaî hayat mevcudiyetini muhafaza edemez,
felç olur ve işlemez hâle gelir. Böyle bir durumda haramlar helâl olur, ama bu
keyfiyet hem miktar, hem de zaman olarak zaruretin şiddeti ve müddeti ile
sınırlıdır. Yani bir haram, zarureti ortadan kaldıracak kadar ve kaldırdığı
sürece helâl olur, yoksa zaruret hâli kalkmış da ihtiyaç hâli devam ediyorsa,
bu durum haramı helâl kılmaz. Mübah ve helâl her türlü çareye teşebbüs edildiği
ve her çeşit tedbir alındığı hâlde zaruret hâli hâlâ ortadan kalkmıyor ve haram
olanı işleme yegâne çare ve tek alternatif olarak ortada kalıyorsa, ancak bu
vaziyette sınırlı olarak haram şeyler helâl olabilir. Kısaca zaruret hâli tam
mânasıyla bir çaresizlik hâlidir. Başka bir ifade ile domuzun etinin
yenilmesini, şarabın içilmesini caiz ve mübah kılan zaruret hâli ne ise riba
almayı caiz kılan zaruret hâli de odur. Zira tefeciliğin ferdî ve İçtimaî
zararı, domuz etini yemekten de, şarap içmekten de kat kat fazladır. Bu
mânadaki zaruret hâli tıpkı geçici bir zaman için caiz ve mübah görülen “sıkı yönetim”e benzer. Buna mutat ahvalde ve normal
şartlarda değil, ancak olağanüstü du-
rumlarda
cevaz verilir ve fevkalâde şartların ve hâllerin devamı süresince kabul edilir.
Onun için zaruret hâllerine umumî ve daimî hükümler bina kılınamaz, kılınırsa
hukuk sistemi kendini inkâr ve yok etmiş olur.
Bahis
konusu edilen mânada bir zaruret hâlinin Türkiye şartları içinde riba konusunda
mevcut olması çok nadir hâller dışında kabil değildir. Zira Türkiye’de
tefecilik yapmadığı için ölen veya hastalanan, veyahut
da sakatlanan bir tek kişi yoktur. Keza yaşayabilmek için tefecilerden borç
almak zorunda kalanların sayısı çok azdır. 1984 son baharında Habeşistan’da
zuhur eden kıtlık ve açlık böyle bir zaruret hâline misal olabilir. Ama bu
afetten kurtulmanın yolu yine de tefecilik değildir. Hırsızlık yapmak için
zaruret hâlini bahane etmeyenlerin, tefecilik için veya tefecilerden borç almak
için bu hâli bahane etmeleri anlaşılır bir şey değildir. Zira nihayet tefecilik
de insanları soymanın, hem de göz göre göre çarpmanın ve vurgunculuk yapmanın
başka bir yoludur. er-Riba isimli
eserinde zarureti bu şekilde anlayan Alauddîn Harûfe bu noktada kendi açısından
son derece haklıdır209.
Esas
itibariyle zaruret bu olduğu hâlde ehl-i hiyel denilen hileciler bu esası da
bir hayli eğip büktükten sonra riba yemenin bir yolu hâline getirmişlerdir.
Ancak zaruret esasına dayanıp murabahacılığa cevaz verebilmek için bazı
kaideler ortaya atmak ve bir hazırlık çalışması yapmak icap etmiştir. Böyle bir
basamak olmadan ve köprü kurmadan zaruret esasına dayanıp ribaya cevaz vermek
mümkün değildir. Mutat İktisadî faaliyetler ve tabiî ticarî muameleler
sahasından, mutat ve tabiî olmayana intikal etmek için kullanılan köprü, daha
sonra Mecelle’mn temel kaideleri arasında da yer alan tbn Nüceym’in el-Eşbah
ve’n-Nezair isimli eserindeki şu kaidedir: “ister genel, ister özel olsun
ihtiyaç zaruret seviyesine indirilir. Yani bir şeye ihtiyaç var; lâkin bunu
yapmak şer’an ve dinen haram kılınmış ise, yapılacak şey, evvela bu “ihtiyaç”a
“zaruret” adını vermek, sonra da “bu zaruridir, zaruret haramı mübah kılar”
kaidesine dayandırıp onu caiz ve helâl saymaktır. Mecelle Şarihi Ali
Haydar: “Şafii fıkıh kitabı Bâcurî’de Ciâle bahsinde: ‘Kıyas olan, her hacet
messeden şeyin cevazıdır’ denilmektedir,” diyor210.
Görülüyor
ki, bazı hâllerde artık zaruretten bahsetmeye bile ihtiyaç duyulmamaktadır.
Şayet ihtiyacı esas alan ve zarureti bahsin dışında tutan bu son kaide İslam
hukukunun bir esası hâline getirilip, sistemin bütününe buna göre yeni bir
şekil verilebilseydi, muhakkak ki, hukuk çalışmalarını tıkayan ve kapatan kapı
açılmış, gerçekçi bir hukuk anlayışına ulaşılmış olurdu.
“Başka
yoldan mesken sahibi olma imkânına sahip olmayan evsiz bir kimsenin faizle
alacağı kredi ile ev sahibi olması caiz midir?” şeklindeki bir soruya:
“el-Cevap:
Caizdir. Zira ev ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç zaruret hükmündedir. Zaruretler de
haramları mübah kılar” şeklindeki bir cevap hiçbir şeyi halletmez. Zira bu
anlayışın ölçü olarak ve ihtiyacın kıstası olarak kabul edilmesi hâlinde faizin
caiz olmayacağı hiçbir husus yoktur. Bir zengin için bir yazlık, bir villa, bir
çiftlik ihtiyaçtır ve onun bu maksatla faiz almasının pekâla
caiz olması icap eder. Kaldı ki, bir mesken gerçekten bir ihtiyaç olsa bile
asla varlığı zarurî değildir. Çok zengin oldukları hâlde ev satın almayıp,
daimî surette kirada oturanların sayısı az değildir. Ayrıca zaruret bazı
hâllerde faiz vermeyi caiz kılar, hiçbir zaman almayı caiz kılmaz.
Şuna
inanıyorum ki, riba ve tefecilik konusunda düşünürken ve konuşurken hiç
hatırlanmaması ve telâffuz edilmemesi gereken kelime zaruret lafzı olmalıdır
veya bu söz en sonra düşünülmeli ve telâffuz edilmelidir. Aksi hâlde riba bahsi
halledilmiş, makul ve mantıklı bir neticeye bağlanmış olmaz. Halledilmiş
görünse bile olduğu gibi kalmış olur. Meseleden kaçıp onu çözümsüzlüğe mahkûm
etmeye sebep olan zaruret hâlinden bahsederken her hâlükâr-da çok dikkatli olmak
icap eder. Zira biz zaruret hâlini değil, mutat, tabiî ve daimî ihtiyaçları
inceliyoruz. Pek çok kimsenin her zaman muhtaç olduğu bir muamele tarzının
zaruret hâliyle yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Zaruret esasından
hareket edip, riba ve faiz konusuna çözüm getirmeye uğraşan Abduh, Reşid Rıza,
Şeltût ve benzeri âlimler boşu boşuna kendilerini yormuşlardır. Yaptıkları iş,
en cahil birinin bile yapabileceği basit bir işten başka bir şey değildir ve
esasen bu çoktan beri yapılan ve uygulanan bir şeydir. Ama maalesef zaruret
esası, meselenin hallini tehir etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Görülüyor
ki, zaruret hükmünde tutulan ticarî ve İktisadî ihtiyaçlar artık devamlılık
kazanmakta, mutat ve tabiî bir hüviyete bürünmektedir. Halbuki
tefeciliği daimî kılan ve göz yumulmasını mazur gösteren hiçbir haklı sebebin
bulunmaması icap eder. Şayet şeklen, zahiren ve kısmen ribaya benzeyen bir
muamele şekline her zaman cemiyetin ihtiyacı olmuşsa ve bu ihtiyaç hâlâ da
yaygın bir biçimde sürüp gidiyorsa, bunun da riba sayılmaması lâzım gelir.
BEŞtNCÎ
BÖLÜM
FAÎZ
KONUSUNDA YENÎ AÇIKLAMALAR
FARKLI GEREKÇELERLE FAİZİ MEŞRU
GÖRENLER
Batıda
kapitalizmin doğması, bankacılık sisteminin kurulması ister istemez İslam
cemiyetine tesir etmiştir. Müslüman milletlerin yaşadığı yerlerde ticarî
hayatın canlanması ve İktisadî faaliyetlerin yoğunluk kazanması, müslüman
müellifleri faiz konusunu yeni baştan gözden geçirmeye, değerlendirmeye ve bu
konuda yeni açıklamalar ve yorumlar yapmaya zorlamıştır. Bu yorumların hemen
hemen hepsi batılı kapitalist ve liberal iktisatçıların ve faize karşı olmaktan
vazgeçen hıristiyan din adamlarının bu konuda söyledikleri sözlerin bir tekrarı
mahiyetindedir. Lâkin faizi caiz gören ve gösteren yorumlar yapan İslam alimleri, bu konudaki kanaatlerini daha ziyade Kur’an’a ve
bazı eski İslam âlimlerine dayandırmak ve görüşlerine mesnet teşkil eden
delilleri İslâmî kaynaklardan tedarik etmek çabasından da geri
durmamaktadırlar.
Diğer
taraftan, bir de bahsedilen âlimlere ve görüşlerine tepki gösteren ve faiz
konusundaki eski telâkkiyi aynen devam ettiren ananevî görüş tarafları vardır. Bunlar da görüşlerini desteklemek için başta Kur’an ve hadis olmak
üzere, İslâmî kaynaklardan deliller getirdikleri gibi, geniş ölçüde faize
taraftar olmayan Marx gibi iktisatçılardan, sosyalist ve kollektivist ekonomi
doktrinlerinden, faize karşı olan filozoflarla, yahudi ve hıristiyan din
adamlarından istifade etmekte, bunlara ait fikir ve kanaatleri kendi
görüşlerinin doğruluğuna şahit tutmaktadırlar.
ilme
ve fikre saygılı olmaları, tenkitlerini ölçülü tutmaları, delile
dayandırmaları, muhalif görüşleri savunanları itham etmemeleri şartıyla her iki
görüşü savunanların mevcut olmalarında büyük faydalar vardır. Umumiyetle riba
ve faiz konusundaki inceleme, araştırma, tenkit ve münakaşaların bu seviyede
olduğunu söylemek mümkündür ve bu son derece sevindiricidir. Suçlama ve
karalamanın yerine, ilmin ve fikrin kaim olduğunu, ilmin ve fikrin de makul ve
mantıklı tenkit ve münakaşaların kontrolü altında tutulduğunu görmek ilerisi
için ümit vericidir.
Bu
umumî mülahazalardan sonra riba ve faizle ilgili yeni yorum ve açıklamaları
bahis konusu edebiliriz.
·
a. Üretim veya tüketim maksadıyla
alınıp verilen faiz (usury-mterest)
Üretim
maksadıyla faizle ödünç para almanın caiz olduğunu ilk defa ciddî surette
meşhur hıristiyan reformcu Calvin (ö. 1564) savunmuştu. Bu zat, faize sadece
tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak bu maksatla faizle para
almaya cevaz vermişti. Bundan sonra murabaha (usury) ile faiz (interest) birbirinden
farklı görülerek ayrı hükümlere tâbi tutulmuştur. Besold ve Bacon bu fikri daha
da geliştirmişlerdi. Besold (ö. 1638) tefecilikle tesirli bir şekilde mücadele
edebilmek için düşük nispette ve sınırlı miktarda faizle ödünç vermeyi kabul
etmişti1.
Siyasî
İktisat isimli
eserinde: “Eski çağlarda ribanın yasaklanması nasıl bir zaruret idiyse, yeni çağda mübah sayılması da aynen öyle zarurîdir. Çünkü o
çağlarda istihlâk maksadıyla ödünç alınırken, bu çağda artık istihsal
maksadıyla kredi alınmaktadır, “diyen Charles Gide de bu fikri savunmuştur.
İslam
memleketlerine ilk defa bu fikirler C. Afganî, M. Abduh ve Ali Suavi tarafından
sokulmuş, zamanla taraftarları artmıştır. 211 Başlangıçta bütün müslüman müellifler,
zaruret ve çaresizlik hâlinde rüşvet vermeyi de faizle para almayı da caiz
görmüşler ama durum ne olursa olsun, rüşvet almayı ve ödünç karşılığı faiz
almayı mutlak surette haram saymışlardı. Çünkü faiz vermek için zaruret
olabilir ama almak için asla zaruret yoktur, diye düşünmüşlerdi. Ribh ve faide
adı altında faiz almayı sadece hileli ve dolambaçlı yollardan caiz görmüşlerdi.
Zaruret ve ihtiyaç sebebiyle faiz almanın cevazı ancak Tanzimat’tan sonra
konuşulmaya başlanmıştır. Mısır’da açılan Tasarruf Sandığı’na yatırılan para
karşılığında alınan faiz (ribh)in hükmü konusunda M. Abduh şu fetvayı vermişti:
“Üretimde kullanılmak üzere ödünç para talep eden bir şahsa, para vermek hiç
şüphe yok ki, haram kılınmış olan ribaya girmez. Bunun, ev ve ocağı harap eden
cahiliye döneminin katlanmış ribasına dahil olmayacağı
aşikârdır. Çünkü bu muamele hem işletmeci için, hem de sermayedar için
faydalıdır. Evvelkisi ise çaresizlik içinde bulunmaktan başka günahı olmayan
birine zarar verirken kalp katılığından ve aç gözlülükten başka bir emeği
bulunmayan öbürü için fayda temin etmektedir. Şu hâlde bu iki türlü muamelenin
hükmü Allah’ın adaletine nazaran bir olamaz”212. işte bu,
tarihlerden sonra “istiğlâl”, “istismar”, “istihlâk” ve “intâc”, yani üretim
maksadiyle faizle para almanın ve vermenin caiz olduğu meselesi İslam âleminde
de konuşulur olmuştur.
M.
Abduh’un bu fetvasıyla faize cevaz vermediğini söyleyenler vardır. Alâuddin
Harûfe: “Abduh’un sözünden, onun faizi (fa-ide)yi mutlak olarak helâl saydığı
mânası çıkarılamaz, fetvasını bu şekilde anlayanlar, sözlerini maksadını aşan
bir şekilde, hatta maksadının aksi olacak bir tarzda yorumlamaktadırlar,” diyor213. Halbuki Abdülvahhab Hallaf, M. Abduh’un bu fetvasıyle,
mevduat sahiplerinin tasarruf sandığına yatırdıkları paraya karşılık faiz
(hazz-ı muayyen) alabileceklerine açıkça hükmettiğini söylemekte ve onun bu
görüşünü hararetle savunmaktadır. Diğer taraftan Abduh’a şiddetle karşı
çıkan Ebu Zehre: “M. Abduh mudarebc ortaklığında sermaye sahibine
ayrılan maktû kazanç miktarı (faiz), netice itibariyle riba olan bir kazanç
sayılmaz” demek suretiyle fakihlere muhalefet etmektedir” diyor214. Gerçek odur ki,
M. Abduh, mevduat sahiplerinin tasarruf sandığından faiz almalarını açıkça
meşru ve helâl görmüş, ancak günün şartlarını dikkate alarak bu hususta biraz
esnek bir ifade kulanmıştır. Daha sonra Mustafa Zerkâ215, İbrahim Ze-kiyüddin Bedevî216, Reşid Rıza217, Şeltût218, Senhurî219, Devalibî220, Ziya-uddîn
Ahmed, Fazlur Rahman, Abdüllaziz Caviş ve daha pek çok âlim, üretim maksadıyla
mevduat kabul eden yatırımcı müessese-lerden mudilerin faiz almalarının caiz
olduğunu söylemişlerdir.
Faiz
konusunda yeni açıklamalar yapan yazarlara göre Kur’an cahiliye ribasını
(tefeciliği) yasaklamıştır. Hadislerde bahis konusu edilen fadl ve nesie
ribaları ise Kur’an ribasını daha tesirli biçimde uygulamak için ihtiyatî bir
tedbir olmak üzre getirilmiştir. Onun için Kur’an ribasına hakikî riba, hadisteki
ribaya mülhak (ek) riba denilmiştir ve ek kaldırılabilir. tbn Rüşd, Hafid,
Şatibî, Şah Veliyul-lah, tbn Kayyım, Fahreddîn Râzî bu ayrıma dikkat
çekmişlerdir. Bu görüş tbn Abbas’a kadar da çıkar. C. Efganî ve M. Abduh ilk
defa üretim amaçlı faizi mudarebeye kıyas ederek bunu caiz görmüş, Abdulvehhab
Hallaf da onları izlemiştir. Marûf ed-Devalibi ise haram olan ribanın ekonomik
olarak güçlü olanın zayıf olandan aldığı fazlalık olduğunu söyleyerek zayıfın
güçlüden aldığı faizin haram olmadığı yolunda temayül belirtmiştir. Senhurî ise
bu dönemde müslümanların sermaye birikimine ihtiyaçları bulunduğunu, faiz
karşılığı iş adamlarının ve sanayicilerin topladıkları paraların kamu yararına
olacağını söyleyerek faize yeşil ışık yakmıştır.
Her
hâlde söz konusu görüşlerle delinen faiz yasağı bundan sonra dar bir çerçevede
de olsa rahatça konuşulma, değerlendirilme ve yorumlanma imkânı bulacaktır.
Fakat
bu mesele gerek iktisat ve maliye, gerekse tatbik bakımından son derece farazî
ve hatta hayalî görünmektedir. Zira üretimin nerede başlayıp, nerede bittiği ve
hangi noktadan itibaren tüketimden ayrıldığı belli değildir Buna göre, ev
yaptığını ve konut ürettiğini ileri süren bir müteahhit,
bankadan faizle kredi alabilir, zira ülkede ihtiyaç duyulan bir şeyi üretme
faaliyetine girişmiştir. Buna karşılık bu evi satın alıp kullanan, yıpratan,
aşındıran ve eskiten bir şahsın faizli kredi kullanma hakkı yoktur. Zira o,
aldığı krediyi üretim alanında değil, tüketim alanında kullanmaktadır.
Diğer
taraftan çiftçinin, faizli krediyle aldığı ziraat âletleri aşınmaları ve
eskimeleri sebebiyle tüketim maddesi sayılabilecek, ama mahsul yetiştirmede
kullanıldığı için üretim vasıtaları olarak da görülebilecektir11.
Bundan daha önemlisi kesin ihtiyaç ve açık zaruret hâli üretici hakkında değil,
ancak tüketici hakkında bahis konusu olabilir. Halbuki
zaruret hâlinde faizle ödünç alma sadece sıkışık durumda ve darda kalan fertler
için caiz ve mübah görülmektedir. Oysa üretici için böyle bir zaruret söz
konusu olamaz221 222. Ayrıca faizle para
almanın, ancak zaruret hâlinde ve şiddetli ihtiyaç içinde bulunan zevata caiz
olduğu, ödünç karşılığı riba almanın ise hiçbir şekilde ve hiçbir kimse için
caiz olmadığı hususunda ulemanın ittifakı vardır.
>.
Bu
gün daha ziyade zenginlerin faiz vererek kredi aldıkları, umumiyetle orta ve
dar gelir grubunun, dişinden tırnağından arttırdığı parayı bankaya yatırarak
faiz aldığı bilinmektedir. O hâlde üretim maksadıyla faizli kredi almak caiz,
ama tüketim maksadıyla faizli kredi almak caiz değil, demek mantıksız olduğu
kadar da tatbik kabiliyeti olmayan bir şeydir. Bu görüş sadece sermaye
sahiplerinin yani zenginlerin işine yarar. Konut edinmek için neden kredi
alınmasın?
·
b. Zenginin verdiği faiz
Bu
arada, bu gün umumiyetle bankaların, yatırımcıların, iş adamlarının,
sanayicilerin, müteşebbislerin ve bankaların faiz karşılığı kredi aldıklarını
ve mevduat kabul ettiklerini nazar-ı itibara alanlar, bu türlü faiz
muamelerinin, İslam’ın haram kıldığı ribanm tam tersi istikametinde işlediğini
düşünerek, bu çeşit muamelelerden temin edilen kazancın İslam’ın kesin surette
yasakladığı riba gibi sayılamayacağını ileri sürmüşlerdir. Eğer
şekil ve suret değil de, maksat ve mâna esas alınıp, ona göre hüküm
verilecekse, gerçekten de bu çeşit faizleri haram saymağa, en azından bunların
haram olduğunu iddia edebilmek için ribanın yasaklanışındaki sebep ve
hikmetleri burada gerekçe olarak bahis konusu etmeye imkân yoktur. Bilhassa
vaz’ ve ta’cil esasını caiz görenlerin, bu çeşit faizleri de caiz görmeleri
lâzım gelir. Hakikaten eski devirlerde zenginlerin riba verip fakirlerden ödünç
almaları düşünülemezdi. Onun için bu hâlin hükmü kaynaklarda zikredilmemiştir223. Bu hâl yeni
olduğundan, ona ait hükmün de yeni olması icap eder. Dar ve orta gelir grubunun
mudi sıfatıyla bankalardan aldıkları faizi açıktan açığa yasaklayan bir nassın
ve müçtehidin bulunması tasavvur edilemez. Zira hadise yenidir. Onun için bu
durumdaki kimselerin bankalardaki tasarrufları karşılığında faiz almalarının
caiz olduğunu söylemek açıktan açığa ne naslara, ne müçtehidlerin içtihadına ve
ne de ribanın haram kılınış gerekçesine aykırıdır. Kanaatime göre meseleyi üretim
tüketim esasına göre izah etmektense bu şekilde izah etmek daha makuldür. Marûf
ed-Devalibî’nin görüşü de bu yöndedir.
·
c. Gayri müslimlerden dar-i harpte
alman faiz
İmam
Azam’a ve İmam Muhammed’e göre gayri müslimlerin memleketinde bir gayri
müslimden faiz almak caizdir. Bunlara göre esasen gayri müslimlerin malı
müslümanlara helâldir. Bir de bu gayri müslimin rızasıyla oldu mu haydi haydi
helâl olur. Bu meselede meşhur Hanefî fıkıh kitabı el-Hidaye'de: “Dar-ı
harbte bir müslimle gayri müslim arasında riba bahis konusu olmaz. Çünkü Hz.
Peygamber: “Müslümanla gayri müslim arasındaki ribaya itibar yoktur”
buyurmuştur. Ayrıca gayri müslimlerin malları dar-ı harpte müslümanlar için
helâldir. Bir müslüman, gadr etmemek şartıyla gayri müslimin malını hangi
yoldan alırsa alsın caiz ve mü-bahtır224. Zira, gayri müslimlere ait mal ve servetin dokunulmazlığı
yoktur. Ganimet olarak alınır. Ganimet olarak alınınca helâl olan gayri
müslimin malı, rızasıyla alınınca neden helâl olmasın? Ayrıca ödünç vermek,
sadaka gibi sevap olan bir yardımdır, gayri müs-lime dar-i harpte faizsiz ödünç
vererek yardım etmek müslümanlara zarar verir, denilmektedir. Fakat Ebu Yusuf
ve Şafiî gayri müslimden alman ribanın haram olduğu kanaatindedirler.
Bu
konuda tmamiye ve Isnaaşeriye adı verilen caferîler de ha-nefîler gibi
düşünmektedirler. Ancak onlara göre riba ve faiz adı altında fazla miktarı alan
taraf müslüman olmak şartıyla dâr-i harbte de dar-i İslam’da da müslümanla
gayri müslim arasında riba ve faiz yasağı olmaz, sadece kredi veren gayri
müslim olursa, müslüma-nın ona faiz namıyla fazla ödemede bulunması haram olur.
Bu
kanaatin, “Kendi din kardeşinden riba almayacaksın, fakat yabancıdan
alabilirsin” şeklinde Tevrat’ta yer alan hükme olan benzerliği ortadadır. Bu
kanaatin o fikrin tesiriyle oluşup meydana çıktığını kabul etmek fazla
ihtiyatsızlık olmaz. Bu bir tepki olsa gerek.
Çok
açık bir surette görülüyor ki, gayri müslimlerin ülkesinde müslüman
olmayanlardan faiz almanın caiz olduğunu ileri süren hanefîler faiz alan
tarafın kazandığı ve faiz veren tarafın kaybettiği esasından yürümektedirler.
Lâkin bu gün için bu görüşün sakatlığı ve çürüklüğü üzerinde tartışma açmaya
lüzum hissettirmeyecek derecede açıktır. Riba yasağının illeti ve sebebi gerçekten
kazanma ve kaybetme ise, günümüzde bankalarda biriken mevduat sahiplerine ait
tasarrufların zenginler tarafından faiz karşılığı kullanılmasında bir
sakıncanın bulunmaması icap eder.
Bu
gün fıkıh kitaplarında yer alan bu hükme bakan bazı cahil hocalar, Avrupa’da
çalışan müslüman işçilerin gayri müslimlerin buradaki bankalarına para yatırıp
faiz almalarını caiz görürlerken, aynı yerde bulunan müslüman milletlere,
meselâ Türklere ve Arap-lara ait bankalara yatırdıkları para karşılığı
aldıkları faizi haram saymaktadırlar. Vaktiyle İslam ülkelerinde açılan gayri
müslimlerin bankalarına da faiz karşılığı para yatırmayı caiz görmüşlerdi. Bu
vadide verilen hüküm ve bu gerekçe ile verilen fetva faiz alanın kazanması,
verenin kaybetmesi esasına dayanmaktadır. Halbuki
mevduat kabul eden, bu maksatla amansız bir rekabeti bile göze alan bankaların
mevduat sahiplerinden aldıkları paralardan, onlara ödedikleri faizden daha çok
kazandıkları muhakkaktır. Öyle olmasa bankaların, mal varlıklarını ve
sermayelerini artırmaları bir yana, mevcudiyetlerini muhafaza etmelerine bile
imkân olmaz.
Alman
mevduattan, ödenen faizden daha çok para kazanıldığı-’ na göre bu parayı Türk,
Arap ve Acem bankalarının kazanması acaba dinin ve milletin umumî menfaatine
daha uygun olmaz mı? Gayri müslim bankalara faize verilen paralar yahudi ve
hıristiyan iş adamları ve sanayicileri tarafından kullanılmıyor mu? Bu
paralardan sağlanan nemâ ve kâr, daha sonra müslümanlann aleyhinde işlemiyor
mu?
Diğer
taraftan bazı cahil din adamları, daha da zararlı bir yola saparak Türkiye’yi
dar-i harb (lâik, dinsiz) kabul etmekte ve bundan dolayı Türk bankalarına
yatırılan paralardan faiz almayı caiz görmektedirler. Her ne kadar İktisadî
bakımdan bu görüş, millî bankaların lehine ise de, bir müslümana, üzerinde
yaşadığı öz yurdunun gayri müslimlerin ülkesiyle aynı olduğunu telkin etmesi
bakımından evvelki görüşten çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Bu anlayıştaki
bir kimse yurduna nasıl sahip çıkacak, ülkesini nasıl savunacak?
·
d. Ekonomik savaş
Bankadan
faiz alıp vermenin caiz olduğunu göstermek için bulunan ve meselenin
çözümlenmesinde kullanılan formüllerden biri de günümüzde müslümanlarla gayri
müslimler arasında amansız bir İktisadî savaşın hüküm sürmekte oluşu, bu
savaştan başarılı çıkmak için barış zamanında caiz olmayan bazı hilelerin ve
muamelelerin harp esnasında caiz görülmesi tarzındadır. Bu görüşü ileri
sürenler: “Harp hiledir” hadisini hatırlatmakta, normal ahvalde başvurulmayacak
faiz muamelesinin fevkalâde hâllerde lüzumlu ve zarurî olacağını ileri sürmektedirler.
Bunlara göre muazzam meblâğlara ve hadsiz ve hesapsız bir mal varlığına sahip
olan dev şirketler ve milletlerarası firmalarla rekabete girmek için büyük
sermayeye ihtiyaç vardır. Küçük firma ve şirketler onlarla “rekabet edemez,
silinir ve yok olur. Faiz karşılığı mevduat kabul etme, rekabet gücüne sahip
büyük şirketlerin kurulmasına ve yaşamasına imkân veren nakdi ve sermayeyi
bankalarda toplamanın bir yoludur. Bu maksatla faiz karşılığı
bankaya yatırılan para, kimseye zararlı olmamaktan başka, hem mudiye ve hem
millî servete fayda temin etmekte, ayrıca gayri müslimlerle ekonomik alanda
güçlü ve etkili bir şekilde mücadele etme imkânını bahşetmektedir, işte
meselenin bu niteliğini göz önünde tutup, hiç değilse, dörtbaşı mamur bir İslam
iktisat düzeni uygulamaya konulana kadar geçici bir dönem için faize cevaz
vermek icap eder, demektedirler.
Görüldüğü
gibi, bu görüş de zaruret, ihtiyaç ve maslahat esasına dayanmaktadır. Meseleye
daimî değil, sadece geçici bir hâl çaresi getirmektedir. Aslında böyle
konuşanların söyledikleriyle düşündükleri birbirinden farklıdır. Bu günkü
İktisadî savaşın yeni olmadığım ve yakm bir gelecekte bitmesi ihtimali de
bulunmadığını bal gibi bilmektedirler. Ama cahil cühelayı kolayca uyutmak,
avutmak ve kandırmak için görünüş itibariyle son derece makul ve haklı bir
gerekçe ile konuyu takdim edip, meseleyi şimdilik halletme ve bu günü kurtarma
yolunu tutmaktadırlar. İlerisi için ise “nasıl olsa aynı zaruretler devam
edeceğinden aynı cevaz kaçınılmaz olarak sürüp gider”diye düşünmektedirler.
Şark kurnazlığı denilen şey burada da kendini belli etmektedir. Fakat meselenin
esasından kaçmaya ve konuya daimî bir çözüm şekli bulmadan askıda bırakmaya
sebebiyet verdiği için ilim ve fikir hayatı için gayet muzırdır. Kanaatime göre
bu ve benzeri görüşlerin rağbet görmesi ve revaç bulması, İslam düşüncesinin ne
kadar perişan ve acıklı bir durumda bulunduğunun çok güzel bir delili ve yalan
söylemez bir şahididir. Gerçi halkı ve cahil cühelayı kolayca ikna etmek için
bu görüşün ileri sürülmesinde fayda vardır ama, ilim
ve fikir pazarında bu gibi kalp paraların müşteri bulması ve iltifat görmesi,
sanıldığından çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Meseleyi kökten çözmeyi hedef
almayan, sadece iğreti ve geçici çözüm yollarıyla konuyu erteleyen görüşlerin
hepsi için yukarıda verdiğimiz hüküm doğrudur. Faiz konusuna daimî bir hal
şekli bulmak için ortaya konulan fikirler ne kadar saçma, tutarşız, eksik ve
yanlış olursa olsun, yine de geçici hal suretlerinden faydalıdır. Zira birinde
meseleyi kökten halletme çabası vardır, diğerinde meseleyi dondurma, rafa
kaldırma ve kendini kandırma gafleti ve basiretsizliği vardır. Birine İlmî ve
fikrî bir noktaya erişme hedef seçilmişken, diğerinde inanç keşmekeşinin ve
fikir kargaşasının, bir istikrar noktasına varılmayacak şekilde sürüp gitmesine
yol açılmaktadır. Mesele gerçekçi ve makul çözüme kavuşturulmazsa, îmam Azam’ın
içtihadına dayanan biri gayri muslini bankasına para yatarıp faiz almayı caiz
görür, öbürü bu hareketin savaşta müslümanlara ihanet olduğunu söyleyip onu
suçlar.
Kanunî faiz
Son
zamanlarda ortaya atılan görüşlerden biri de devletin kontrolü altında bulunan,
hadleri devletçe tayin edilip, işleyiş biçimi kanunla tespit edilen faiz
nispetlerinin caiz görülmesi, fakat bunun dışında veya üstünde veyahut da
ötesinde kalan faiz nispetlerinin riba olarak değerlendirilip gayri meşru
sayılmasıdır. Kısaca faizin ne olduğunu kanun koyucusu ve resmî makamlar
belirler ve bu husus kanunla ifade edilir. Kanunen tespit edilen faiz şeklinin
dışında kalan bu çeşit muameleler yasaklanıp günah ve haram sayılır. Türkiye’de
bu anlayış yarım asırdan fazla uygulanmıştır.
Fakat
resmî ve kanunî faizin haddini ve şeklini kim, nasıl ve neye göre tayin
edecektir? Reşid Rıza bu konudan bahsederken özetle şöyle diyor: “Faiz konusu,
kamu çıkarını ilgilendiren en önemli meselelerden biridir. Kur’an’da
“Ulu’l-emr” diye bahsedilen ehliyetli zevatın “Bir problemleri çıktığı zaman
bunu müslümanla-rın Peygamber’e ve ehliyetli zevata götürseler bunlar, o
problemin hal suretini elbette ki bilirler” 225 ayetine dayanarak bu hususta bir karar
vermeleri uygun olur. Ehliyetli zevat mânasına gelen ulu’l-emr’den maksat ne
hükümdarlardır, ne emirler, ne de fıkıh âlimleri. Zira bu ayet nazil olduğu
zaman ne hükmeden hükümdarlar, ne de fetva veren fakihler vardı. Sadece ümmetin
çıkarlarına vâkıf olan ve isabetli karar vermekle tanınan ehliyetli zevat
vardı. Bunlar da, durumuna göre her millette ve her ümmette vardır. Şimdi
günümüzde işten anlayan bilir kişiler ve ehliyetli zevat şura meclisi üyeleri,
yüksek mahkemenin hakimleri, avukatları, gazete
sahipleri, önde gelen iktisatçılar, maliyeciler, plânlamacılar, mühendisler,
çiftçiler ve tüccar gibi muhtelif meslek sahiplerinden teşekkül eder. Benim
teklifim şudur: Sözü edilen çeşitli meslek temsilcilerinden teşekkül eden bir
komisyon bu problemi ele alır? Önce ümmet (ve millet) için faizin zarurî
olduğuna karar verirse, ilk maddesi, korkunç derecede zararlı olduğu için kat’i
nasla haram kılman katlanmış ribayı ve fahiş faizi yani tefeciliği yasaklayan
bir kanun çıkarır. Çünkü katlanmış riba için hiçbir zaruret yoktur. Sonra bunun
dışında kalıp da, mutlaka gerekli olan faizle ilgili diğer hususları inceleyip
bu gibi hususların bizatihi ribaya mı, yoksa haddizatında riba olmayan, ancak
ribaya yol açması muhtemel bulunan fadl ribasma mı dahil
olduğunu karara bağlar. Daha sonra da şayet fadl ribası varsa, bu riba ile
ilgili zaruret “Zaruretler haramları mübah kılar” haddine ulaşmış mıdır,
ulaşmamış mıdır, diye karar verir56. Kısaca, ribanın katlanmış riba
dışında kalan şekillerinden hangilerinin ve hangi şartlar altında caiz
görüleceğine, muhtelif iş kollarından seçilen ehliyetli ve yetkili bir
komisyon, zaruret kaidesini esas alıp karar verebilir.
Görülüyor
ki, bu fetvanın esası zaruret kaidesine dayanmaktadır. Biz bu esasa istinat
etmenin sakat bir şey olduğunu daha evvel göstermiş bulunuyoruz.
Ezher
Şeyhi M. Şeltût’ün kanaati de aşağı yukarı böyledir: Başlangıçta, ribanın her
şekline ve faide dediği faize şiddetle muhalif olan bu zat daha sonra yumuşamış
ve özetle şöyle demiştir:
Fıkıh
alimleri ribanın alan için de, veren için de haram
olduğunu ifade etmişlerdir. Şahsen ben, ödünç para alanın içinde bulunduğu
zaruret ve ihtiyaç hâlinin, riba alma günahından onu kurtaracağına inanıyorum.
Zaten Allah da, “Zaruret hâli müstesna, size nelerin haram olduğunu âyân beyan
açıkladık” (En’am, 6/119) buyurmaktadır. Fukaha da: “Kâr
temin eden bir akitle ihtiyaç sahipleri borç alabilir” demek suretiyle bunu
açıkça ifade etmişlerdir, içinde bulundukları zaruret ve ihtiyaç hâli sebebiyle
faizle para almak fertler için mübah olunca, elbetteki zaruret içinde bulunan
veya çok muhtaç bir durumda bulunan bir millet için de faizle kredi almak mübah
olur. Milletin ve devletin, faiz karşılığı kredi almaya şiddetle ihtiya-
226 cı
olduğunu biliyoruz. Keza araziyi işlemek için çiftçilerin ve ticaret yapabilmek
için de tüccarın sermayeye ihtiyaçları vardır. Millet için zarurî olan yeni iş
sahaları açarak işsizliği ve tembelliği ortadan kaldıran iş adamlarının ve
sanayicilerin fabrika yapmak ve imalâthaneler kurmak için sermayeye ihtiyacı
vardır. Hiç şüphe yok ki, kolaylık getirme, zararı def etme, haysiyetle çalışıp
para kazanma, işsizliğe çare bulma ve kalkınma esası üzerine hükümlerini bina
kılan İslam, bir kâr ve fayda (faiz) karşılığı ödünç alma hakkını gerçek
şahıslara da, hükmî şahıslara da verir. Ancak bahis konusu ihtiyacı ve
maslahatı inanç sahibi hukukçular, kanun koyucular, iktisatçılar ve din
adamları takdir ve tespit etmeli. Bir taraftan ihtiyaç belirlenirken, diğer
taraftan faiz (ribh) haddi ve kredi kaynaklarının tercihi belirlenir. Buna
göre, nerede gerçek mânada ihtiyaç varsa, zaruret ve ihtiyaç hâlini ortadan
kaldıracak ölçüde üretimi ve gelişmeyi zayıflatmayacak şekilde faizli kredi
kullanılabilir. Hisse senedi ile tahvil arasındaki farka gelince, İslam hisse
senedini mudarebe adıyla mübah kılmıştır. Tahvile gelince, zararı bu nevi
tahvillerin zararından daha fazla olan apaçık zaruretleri önlemesi hâlinde
bunlar da mübah kılınabilir227.
Mahmud Şeltût, mudilerin, bir yandan paralarını muhafaza etmek ve kendilerini
tasarrufa alıştırmak, diğer taraftan ülkenin imarına ve cemiyetin kalkınmasına
yardımcı olma emeli peşinde koşmak gibi gayeler güttüklerinden de bahseder228.
Mısır
Müftüsü et-Tantavî ise son zamanlarda verdiği fetvalarla faizin mübah olduğunu
açık bir şekilde ifade etmiştir.
·
e. Yeni açıklamalara itirazlar ve
cevaplar
Yukarıdaki
açıklamalar faiz konusunda yeni sayılabilecek açıklamalardır. Bu açıklamalardan
sonra şu hususlar üzerinde durulması icap eder:
Önce,
diğerlerine göre bir yenilik ve rahatlık getirdiği için bu görüşleri takdir
etmek lâzım gelmektedir. Bu bilginlerin düşüncelerini seslendirme cesaretini
göstermeleri bile bir kazançtır, ilme hizmettir.
Söz
konusu açıklamalar, îslam milletleri üzerinde sosyalist propagandanın yoğun
olduğu ve hatta birçok îslam ülkesinin sosyalist yönetimlerin ve tek parti
hükümetlerinin hükmü altında bulunduğu bir dönemde yapıldığından son derece
tutucu, sıkıcı, baskıcı, şüpheci bir nitelik taşımaktadır. Demokrasiyle
yönetilen ve piyasa ekonomisini esas alan ülkelerde o tür düşüncelerin
uygulanması mümkün değildir.
Öngördükleri
tedbirler zaten bütün ekonomilerde uygulanmaktadır. Meselâ, bu gün devletin bir
mâliyesi, bir muhasebesi, bir hâzinesi, bir DPT’si ile müşavir ve müsteşar
kadroları var. Üniversitelerde uzmanlaşmış elemanlar var. Ayrıca çeşitli
meslekî kuruluşlar var. Ekonomik faaliyetlerden bunlardan geniş ölçüde istifade
edilmektedir. Özel sektörün de bu tür kurumlan var.
Söz
konusu görüşler de bize göre hileci görüşün bir başka şeklinden ibarettir.
Meseleyi açıkça ameliyat masasına yatırıp olduğu gibi tahlil etmek varken bazen
zaruret esasına bazen daha dolambaçlı yollara sapmakta ne fayda var? Meseleyi
birinci derecede aklın, tecrübenin ve ekonomi ilminin verileri çevresinde
incelemeli, ikinci aşamada konuya nakil ve nas açısından da bakmalı. O zaman
akıl ile naklin bir yerde buluştukları görülecektir. Yani ekonomide: “akıl
evvel nakil onunla müevvel” olmalıdır.
Görülüyor
ki kesin ve açık zaruretlerin bulunması hâlinde faizli krediye ve faiz
karşılığı bankaya, mevduat yatırmaya taraftar M. Şeltût, faiz hadlerinin ve
ihtiyaç hâlinin ehliyetli, yetkili, inançlı ve bilgili üyelerden oluşan bir
komisyon tarafından tayin edilmesini istemektedir. Bu gün bu durum zaten
vardır.
Bugün
bir hükümet faiz, kredi, yatırım ve üretim politikasını tespit ederken geniş
ölçüde uzmanlaşmış maliyecileri, iktisatçıları, plânlamacıları, bankacıları ve
hukukçuları müşavir ve müsteşar olarak kullanmakta, ayrıca yatırımcılarla, iş
adamlarıyla, sanayicilerle, iktisatçılarla, çiftçi kuruluşlarıyla esnaf ve
sanatkârların temsilcileriyle danışmalarda bulunmakta, basında çıkan tenkit ve
teklifleri dikkate almakta ve bu konuda tecrübesi ve ihtisası bulunan herkesten
faydalanmaktadır. Ayrıca
faiz hadlerinin ve ihtiyaç durumunun gelişigüzel, hesapsız kitapsız ve keyfî
bir şekilde tespit edilmesi, hükümetleri büyük sıkıntılara düşürmekte, hatta
hükümetin başına dert olmaktan öte başını bile yemektedir. Bu sebeple
hükümetler faiz-kredi ve ihtiyaç hâlini tespit ederken, çok dikkatli ve gayet
ihtiyatlı hareket etmek mecburiyetinde kalmakta, bundan başka muhalefet
çevrelerinden gelen tepkileri ve istismarları da hesaba katmak zorunda
bulunmaktadırlar. Siyasî ve İktisadî baskı bu konuda hükümetlere, keyfî hareket
etme bir yana, fazla tercih hakkı bile bırakmamaktadır. Bu ve benzeri
sebeplerden dolayı Reşid Rıza’nın ve Şeltût’un görüşleri epey geride kalmıştır.
İhtiyaç durumunun tespiti ve faiz haddinin tayini ile ilgili fikirleri fazla
önem ve değer taşımamaktadır.
Banka
faizlerinin riba sayılıp sayılması konusunda da tartışmalar vardır. “Bugün
dünyada faiz muameleleri, mahiyet itibariyle cahiliye döneminin bu konudaki
âdetinden başka bir şey değildir, faiz tam mânasıyla ribadır, “diyen Elmahlı229 banka faizinin
riba olduğu kanaatindedir. Muhammad Fahrî, Envar î. Kureşî230, Mevdu-dî231, Muhammed Ebu Zehra232, Abdurrahman Tâc233, Abdullah Dı-râz234, Muhammed Ali Aleviyye235, Alauddîn Harufe236, Hüseyin Tev-fik Rıza237 ve daha birçokları faizi riba ile bir ve aynı
görerek red-delmişlerdir. Bunlara ait fikir ve kanaatler, Mevdudî ile
Kureşî’nin Türkçe’ye de tercüme edilen eserlerinde geniş olarak verildiğinden,
biz bunları burada tekrar etmek niyetinde değiliz. Sadece ileri sürdükleri
itirazları özet olarak nakledip, tenkit etmekle yetineceğiz.
İtiraz
7: İslam şeriatının esasları herşeyi bilen, herşeyden haberdar olan ve herşeyi
bir hikmete ve maslahata göre yapan Yüce Allah tarafından ortaya konulduğundan
zamanla, mekânla, örf ve âdetle sınırlı değildir. Çeşitli ortamlara ve şartlara
göre değişmez. Bu esaslar ezelî ve ebedîdir. Yüce Allah,
İktisadî, ticarî ve malî faaliyetlerin çeşitli zaman ve mekânlarda ne gibi
değişiklikler göstereceğini ve nasıl dalgalanacaklarını bilip, bu esasları ona
göre vaz’ettiğinden bunların yeni ve değişen şartlara göre tevil ve tefsir
edilmeleri, değişken şeylerin esas alınıp, değişmeyen şeylerin ona tâbi
kılınması, başka bir ifadeyle aslolan bir şeyin mahkûm, fer olan bir şeyin de
hâkim kılınması mânasına gelir ki, yanlış olduğu açıktır.
İtiraz
2: Îlâhî
hükümleri çağın hükümlerine tâbi kılanlar, doğru dürüst bir tevil ve tefsir
yolunu tutmadan şer’î esasları muhtelif zamanların, mekânların ve kavimlerin
icaplarına ve örflerine itaat etme durumuna düşürenler, Allah’ın şeriatını
oyuncak hâline getiriyorlar. Bu kudsî ve ulvî hükümleri, kendilerine lâyık yüce
makamdan indirerek âdet ve ananelerin emri altına sokuyorlar. Bu âdet ve
ananelerin haksız, mantıksız.zararlı, hatta zevk ,keyf
ve hırsın ifadesi ve neticesi olup olmadığına dahi bakmıyorlar, zira bunlar
İslam’ın hükümlerinden çok batının değerlerine inanıyorlar.
Şayet
örf ve âdet nassa hakim kılınıp, halkın
uygulayageldik-leri muamelelere göre yorumlanacak olursa veya zor görünen bazı
dinî hükümler halkı memnun edecek şekilde tefsir edilirse, artık şeriat hâkim
durumda bulunmaz. Örflere ve kavimlere göre değişir durur. Her çağda, o çağda
yaşayanların anlayışına göre bir biçim alır. Bu ise nasları tahrif edip dinî
hükümlerle oynamak mânasına gelir. Kısmen de olsa din, milletten millete göre
değişecek olursa, artık bu türlü değişken şeylere kimsenin itimadı kalmaz.
Ümmetin birliği zarar görür, din İlahî olmaktan çıkar, beşerî hâle gelir. Dini
kısmen değiştirmekle tamamen değiştirmek arasında fark yoktur.
İtiraz
3: Günümüzde
Hıristiyan Batı medeniyetini esas alıp Şer’-î Şerifi ona göre yorumlama ve
değerlendirme, îslamî hakikatleri Hıristiyan batının idrakiyle kavrama ve
üslûbuyla ifade etme yönünde bir cereyan ortaya çıkmıştır. Avrupa medeniyeti
bazı âlimlerimizin gözlerini kamaştırmış, akıllarını çelmiş, şuurlarını
hâkimiyeti altına, idraklerini tesir sahasına almıştır. Bu türlü âlimler,
İslam’ın prensiplerini batıkların prensiplerine yaklaştırmakta, hatta bazı
hâllerde onlarınkileriyle aynîleştirmekte İslam cemiyeti için hayır vardır,
sanıyorlar. Zira, batıkların İçtimaî ve İktisadî
sistemleri hak, adalet, doğruluk, dürüstlük ve eşitlik üzerine kurulmuştur,
zannediyorlar. Bu yüzden şayet İslam cemiyetine hakim
olan sistem, batıkların sisteminden az veya çok uzaklaşsa hak ve adaletten de
az veya çok uzaklaşır diye düşündüklerinden, tevil mantığına ve kaidesine sadık
kalmadan nasları tevil etme cereyanına kendilerini kaptırıveriyorlar. Bu yolla
dinî hükümleri takviye edeceğiz derken, âdeta ona isyan ediyorlar. Düşmana hedef
olan kendi kalelerini bizzat kendileri tahrip ve imha ediyorlar. Batının
İktisadî sistemini almak, bu sistemin mayası ve cevheri olan Hıristiyan
düşüncesini de almak mânasına gelir.
İtiraz
4: İslâmî
hükümleri ölçmek için bir terazi olarak kullanılan batıdaki İçtimaî ve İktisadî
sistemin zayıf, kusurlu, hatta zararlı ve tehlikeli tarafları henüz bizde tam
olarak anlaşılmamıştır. Bu sistem, Batı’nın kendi şartları ve tarihi içinde
oluştuğundan, onlar için faydalı olsa bile, farklı bir cemiyet yapısına sahip
olmamız dolayısıyla bize faydalı olmaz. Kaldı ki, bu sistemin aksayan ve sakat
olan tarafları, hatta zararları ve tehlikeleri batıda bile görüldüğünden,
şiddetli tenkitlere maruz kalmış, alternatif sistemler geliştirmeye
başlanmıştır. Batı’nın dahi ret ve tenkit etme yoluna girdiği kendi sistemini
biz nasıl gözü kapalı bir şekilde alıp, kendi İçtimaî ve iktisadi bünyemize
tatbik edebiliriz. Şayet tatbik edersek bundan hiçbir müspet netice çıkmaz,
tersine sıkıntılarımız ve problemlerimiz daha da artar. Bu davranış bir çok huruzsuzluğun da kaynağı olur.
İtiraz
5: Bu gün birer
İlmî hakikat kabul edilen İktisadî kanunların, yarın yanlış olduklarının ortaya
çıkmayacağını kim temin edebilir? Nitekim dün İktisadî kanun ve ekonomik gerçek
denilen şeylerin birer efsane oldukları bu gün batıda söylenmiyor mu? 1980’li
yıllara kadar rağbette olan sosyalizmin ve komünizmin nasıl çöktüğünü görmedik
mi? İslam sosyalizmi diye tutturanlar şimdi mahcup olmadı mı? Bu türlü şeylere
göre dinî hükümleri tevil edersek, yarın torunlarımız bize ne der?
Faiz
meselesine mutedil, müsamahakâr, makul ve gerçekçi bir şekilde yaklaşanlara
karşı umumiyetle bu şekilde karşı çıkılmıştır. Tabiîdir ki, bu konuda çok daha
şiddetli, katı ve sert davranıp işi küfre kadar götürenler de yok değildir.
Lâkin bunlar, sözlerine kulak aşılmaması gereken şarlatanlar oldukları için
burada bahis konusu etmeye değer bulmuyoruz.
Görüldüğü
gibi, faiz konusunda ortaya atılan reddiyeler ve tenkitler, umumiyetle faiz ve
iktisat sahasını aşarak, ekseriya Hrıs-tiyan ve İslam cemiyetlerinin,
medeniyetlerinin ve dinlerinin mukayesesi biçiminde ortaya konulmaktadır. Böyle
hareket edilmesi büsbütün hatalı değildir. Yalnız biz mümkün olduğu kadar
konunun dışına çıkmadan yukarıdaki itirazların cevaplarını kısa özetler hâlinde
sunacağız.
Cevap
1: Riba
(tefecilik) konusunda Kur’an’da yer alan hükümleri tevil etmek için hiçbir
sebep yoktur, ilk itiraz isabetlidir. Ancak konuyla ilgili ayetlerin tevil
edilmesini isteyen hiçbir kimse yoktur. Çünkü bu konuda esasen tevile ihtiyaç
yoktur. Kur’an riba-yı şiddetle yermek ve tefecileri ağır bir dille kınamakla
yetinip, sadece ez’af-ı muzaaf ve katlanmış faiz denilen tefeciliğin yasak
olduğundan bahsetmiştir. Kur’an’da bunun dışında riba konusunda hiçbir tarif
yoktur. Kur’an’da ribanın açık ve kesin bir şekilde tarif edilmemesi son derece
dikkat çekici bir husustur. Hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan riba ile
ilgili tariflere ve hükümlere itiraz etmek, Kur’an’da yasaklanan ribaya itiraz
etmek gibi görülemez ve gösterilemez. Riba ile ilgili hadisler tümüyle âhâd
hadisler olup, kesinlik ifade etmez. Bu hadisler arasında zayıf ve hatta mevzu
olanları da çoktur. Fıkıh kitaplarında içtihad kabilinden olmak üzere riba
konusunda ileri sürülen görüşler ise esasen bağlayıcı değildir.
Şaşılacak
şeydir ki, başta Fahreddin Razi olmak üzere S. Şerif Cürcânî, Taftazanî, Kadı
Beyzavî, Adudû’d-din Îcî gibi büyük ke-lâmcılar “Akılla nakil taarruz ettikte
akıl evvel, nakil onunla müev-veidir,” deyip hiçbir amelî, fiilî ve tatbikî
zaruret yokken “Allah”ın eli”, “Allah’ın yüzü”, “îstivâ” ve “Nuzûl” gibi sarih
ve kat’î naslar-la ifade edilen hususları bile sırf nazarî mülâhazalarla tevil
etmişler ve umumiyetle bu teviller, îslam cemiyeti ve ehl-i sünnet muhiti
tarafından da benimsenmiştir. Buna
karşı pratik hayatta büyük ve Önemli bir problem olarak ortada duran faiz
konusunu hiçbir noktada ayetlere aykırı düşmeyecek şekilde bir çözüme
kavuşturmak, ama bunu yaparken bazı âhâd hadislerin za’fına veya vaz’ına
hükmetmek veya bu nevi hadisleri tevil etmek din yönünden hiç tehlikesi olmayan
bir husustur. Böyle bir teşebbüsü göze almak, eski ulemanın nasları tevil
konusunda gösterdiği cesaretin yanında çok cüz’î bir cesaret olur. Bu kadar
cüz’î bir mesele karşısında “Din elden gidiyor, batının uydusu oluyoruz” diye
feryadı basıp bu konuda düşünenleri korkutmak, düşüncelerini açık bir şekilde
ifade etmeğe engel olmak, cesaretlerini kırmak en azından dine hizmet değildir.
Eğer bu çeşit feryatlar, yaygaralar, suçlamalar ve karalamalar olmasaydı, hiç
şüphe yok ki, faizin meşruiyetine kani olanlar dolambaçlı yollara sapmadan
düşüncelerini daha rahat ortaya koyacaklar ve bu da daha rahat ve daha isabetli
bir tenkit ve münakaşa ortamının doğmasına imkân verecekti. Din korunurken
düşünce kollanmazsa din de düşünce de mahvolup gider.
Cevap
2: Dinî
hükümlerin kudsiyetine ve ulviyetine kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Bu husus
herkes tarafından kabul edilmektedir. Ancak değişik
zamanlarda, değişik yerlerde ve çeşitli kavim-lerde farklı şekiller alıp bu
hâliyle ortaya çıkan ticarî, İktisadî ve malî faaliyetleri basit örf ve âdetler
olarak görüp bu türlü ananeleri keyfî davranışların ve ferdî ihtirasların ürünü
saymak da en azından sosyolojiyi ve iktisat ilmini bilmemek veya bu ilimlerin
konuları olan hususları düzensiz ve gelişigüzel şeyler saymak mânasına gelir. Kur’an’da
ifadesini bulan hükümler Yüce Allah tarafından konulmuştur, âmenna ve
saddaknâ, ama cemiyet hayatına, İktisadî
FAİZ
KONUSUNDA YENİ AÇIKLAMALAR
münasebetlere,
malî ve ticarî faaliyetlere esas teşkil eden kanunlar da acaba Yüce Allah
tarafından konulmamış mıdır? Şayet her ikisi de Ulu ve Yüce Allah tarafından
konulmuş ise, acaba niçin birini hafife alma pahasına öbürüne ağırlık
verilmektedir? Diyelim ki cemiyet hayatına hâkim olan kanunları esas alıp dinî
hükümleri buna göre yorumlamak yanlıştır, fakat bunun tersini yapmak doğru
mudur? Bu iki husustan hiçbirini öbürünün mahkûmu hâline getirmeden aralarını
telif etmek acaba mümkün değil midir? Mahiyeti akıl ve tecrübe ile bilinen
İktisadî faaliyetlerde aklın esas alınıp naklin ona tâbi kılınmasında hiçbir
sakınca yoktur. Ama buna taraftar olmayanlar hiç değilse aklı da nakli de, biri
öbürü lehinde feda edilmeyecek iki esas olarak kabul etmelidirler. Aksi hâlde
ilimden, araştırmadan, incelemeden ve düşünmeden söz etmeye hakları olmaz.
Cevap
3: Gerçekten son
asırlarda Batı medeniyetine hayran kalıp, millî hasletleri, dinî hükümleri ve
tarihimizi küçük gören ve aşağılayan bir nesil yetişmiştir. Bu duruma ne kadar
esef edilse yeridir. Akh başında bir kimsenin bu mânada bir batıcılığı ve
batılılaşmayı tasvip etmesi bir cemiyetin hâli ve istikbali itibariyle hayra
alâmet değildir. Fakat böyle bir durumun ortaya çıkmasının müsebbipleri
batıdaki İlmî ve medenî faaliyetlerin gelişmesine körü körüne karşı çıkan veya
bu hareketleri hafife alıp seyirci kalan kimselerdir. Batı hayranlığı ve
taklitçiliği Batı düşmanlığının ve batıcılığa karşı olma taassubunun bir
tepkisidir. Onun için Batı aleyhtarlığı bundan böyle de batı taraftarlığını
artırmaktan ve beslemekten başka bir sonuç vermeyecektir.
Gerçi
batıda uygulanmakta olan İktisadî sistemler o cemiyetlerin geçirdikleri tarihî
şartların ve hâlâ içinde yaşadıkları İçtimaî ortamın ürünüdür ve bu sistemi
aynıyla alıp, ayrı bir cemiyet yapısına sahip olan bir millete tatbik etmek
sakıncalıdır. Lâkin milletlerin İktisadî faaliyetlerine hakim
olan her şey millî değildir. Bir milletin iktisadiyatı ne kadar millî olursa
olsun, yine de onun milletlerarası özelliği ağır basar. Böyle olmasaydı
uluslararası ticaret mümkün olur muydu? Bu itibarla, İslam cemiyetinin dışında
gelişen iktisadî faaliyetlere bîgâne kalıp gelişmiş ülkelerin sınaî, ticarî,
malî ve İktisadî tecrübelerinden faydalanmamak, uzun zaman isteyen yeni
tecrübelere kalkışmak milletlere pahalıya mâl olur ve hiçbir millet böylesine
bir rizikoyu göze alamaz. Kaldı ki, batıda yürürlükte olan İktisadî düzen
kurulurken çok çeşitli milletlerin tecrübelerinden istifade edilmiştir. Bütün
kusurlarına ve noksanlarına rağmen, İslam ülkelerinin İktisadî hayatını etkisi
ve hatta baskısı altında tutan Batı’nın İktisadî sistemini tanımak ve bu
sistemin kurulması ve işleyişiyle ilgili tecrübelerden faydalanmak
kaçınılmazdır. Gerçekleri istediğimiz şartlarda kabul etmezsek, gerçekler kendilerini
bize istemediğimiz şartlarda kabul ettirirler.
Herhalde
cemiyet ilerlerken ve İçtimaî hayat gelişirken birçok müesseseler ya yıkılacak,
ya değişecek, ya yeni şekle girecek, böy-lece birçok İçtimaî değer eskisinden
farklı bir biçim alacak, tarihe ve ananeye büyük bir sadakatla bağlananlar,
hatta bu türlü şeyleri dinin özüyle aynileştiren ananeperestler, sözü edilen
değişme ve gelişmeleri dinin tahrifi olarak yorumlayacaklardır. Bu
da ayrı bir İçtimaî vakıadır ve kaçınılmazdır. Bu sebeple gelişmelere
gösterilen tepkileri hem tabiî saymak, hem de abartmamak lâzımdır, hatta
çılgınca yeniliklere ve maceracı değişişliklere set çekip gelişmeye tedricî bir
mahiyet kazandırdıkları, tedbirli ve ihtiyatlı olmaya zorladıkları için bu
türlü tepkiler faydalı bile sayılır.
Cevap
4: Bugün batıda
uygulanmakta olan İktisadî sistemin birtakım yakınmalara ve sızlanmalara, haklı
bazı tenkitlere yol açtığı ve epey haksızlıklara sebep olduğu, hatta sarsıntı
geçirdiği doğrudur. Fakat bu türlü şeyler İçtimaî ve İktisadî hayat bakımından
tabiîdir, bunda yadırganacak bir şey de yoktur. İçtimaî ve İktisadî hayatta tam
istikrar, tam huzur ve tam tatmin yoktur. Öyle olsa ilmin de araştırmanın da
mânası kalmaz. Belli.İçtimaî ve İktisadî kanunların
tesiri altında İçtimaî ve İktisadî hayatın belli bir tarzda daimî surette
değişmesi cemiyet hayatının kaderidir, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Şunu da ifade edelim ki, Hz. Peygamber tarafından kurulan İçtimaî
ve İktisadî nizam, daha vefatından sonra çeyrek asır bile geçmeden onun
yetiştirdiği ve irşat ettiği sahabe za-mamnda, hem de Aşere-i Mübeşşere’den ve
Hulefa-i Raşidîn’den olan Hz. Osman ve Hz. Ali îslam devletinin başında iken
büyük sarsıntılar, krizler geçirmişti. Şayet bu türlü sarsıntıları ve
zaman zaman rastlanan krizleri bir sistemin başarısızlığına ve artık sonunun
geldiğine delil sayarsak, biz aradığımız ve özlemini çektiğimiz İçtimaî ve
İktisadî düzeni ne zaman ve nerede buluruz? Genç nesilleri ütopik
ve hayalî düzenler peşinde koşturup, fiilî ve hakikî düzeni tanımamalarına
vesile olanlar müslüman gençleri birtakım boş hayallerle oyalamaktan başka bir
şey yapmış olmuyorlar. Gerçi fiilî durumu olduğu gibi tanımak ve kabullenmek de
îslam şuuruyla bağdaşmaz, ama İçtimaî gerçekler ve İktisadî kanunları ret ve
inkâr etmek de bu şuurla hiç uyuşmaz.
Batının
kendine has şartlan içinde yoğurulan ve oluşan iktisat sisteminin Hıristiyanlık
mayası ile mayalandığı ve bu dinin felsefesiyle kaynaştığı düşüncesi tamamıyla
yanlıştır. Zira kilise ve hıris-tiyan din adamları, en az îslam uleması kadar
ribaya ve faize muhalif olmuşlardır. Batının, faize dayanan iktisat sistemi
kilisenin şiddetli ve devamlı itirazlarına rağmen, İçtimaî ve ticarî şartların
zarurî bir neticesi olarak ortaya çıkmış olup, tamamıyla menfaati ve faydayı
esas alan lâik bir iktisattır. Özü itibariyle dine dayanmadığı gibi, ona karşı
da değildir. Kilise, bu sisteme, faydacılığı ve maddeciliği esas alıp dünyayı
ön plâna çıkardığı için düşman kesilmiştir. Dünyadan nefret etmeyi ve ona
düşman olmayı ilke kabul eden ve ruhçu bir yapısı olan Hıristiyanlığın, batının
iktisat sistemine itiraz etmesi, müslümanlann bu konudaki itiraz ve
tenkitlerinden daha yerindedir. Zira, îslam, maddeye,
dünyevî menfaate, bedenî zevklere ve cismanî nimetlere hiç değilse kilise kadar
muhalif ve muarız değildir. Bu itibarla faize dayalı, faydacı bir iktisat
düzeninin hıristiyanlardan çok, müslümanlar arasında taraftar bulması,
hıristiyan âleminden çok îslam âleminde müsamaha ile karşılanması, iki dinin
dünyaya karşı takındıkları farklı tavrın mantıkî bir sonucudur. Bu sebeple
Kureşî’nin: “îslam, faiz konusunda Hıristiyan kilisesinin görüş ve kanaatini
devam ettirmektedir” demesi238
hem yanlış hem doğrudur. Yanlıştır, zira İslam gerek dünyevî nimetler, gerekse
maddî menfaatler konusunda temele kadar inen farklı bir görüşle kiliseden
ayrıldığından faiz konusunda kiliseden daha müsamahalı, daha anlayışlı ve daha
yumuşaktır. Gösterilen şiddet, tefeciliğe yöneliktir. Doğrudur, çünkü sonraki
asırlarda Hıristiyan ruhbanlığına benzeyen bir züht ve çile hayatının ortaya
çıkması, Kureşî’nin de işaret ettiği gibi İslam toplumunu kiliseye yaklaştırmış
ve onun görüş ve kanaatlerine iştirak ettirmiştir.
Görülüyor
ki faize taraftar olanlar değil bilakis faizi reddedenler hıristiyanlarm bu
konudaki görüşünü aynen devam ettirmekte ve kilisenin resmî kanatinin
temsilciliğini yapmaktadırlar.
Cevap
5: “Dinî
hükümleri bu gün revaçta olan ve rağbet gören ve adına İktisadî gerçekler ve
kanunlar denilen şeylere göre tevil eder, nasları buna göre yorumlar da yarın
bunların aslı faslı olmayan bir efsane olduğu ortaya çıkarsa, geleceğin İslam
mümessilleri karşısında zor durumda kalmaz mıyız?”239. Her rüzgâra göre yelken açmak ve moda
cereyanlarına kapılıvermek, nedamet sebebi olmaz mı?” şeklindeki itiraz
sanıyorum akla, ilme ve tecrübeye inanmayan ve itimat etmeyenlerin görüşüdür.
Şunu söyleyelim ki, biz geleceği de dikkate alarak İslam cemiyetinin
problemlerini halletmekle mükellefiz, bunu yaptık mı, sorumluluğumuz kalkar.
İslam İçtimaî hayatının problemlerine çözüm getirmek için ileri sürdüğümüz
fikirlerin hatalı olduğu ileride anlaşılırsa, o çağlarda yaşayan din âlimleri
bunları düzeltip o günün şartlarının icabını yaparlar. Bu sebeple ilerisi için
böyle bir kaygı ve tasa taşımak son derece yersizdir. Şayet eski âlimler de bu
çeşit endişelerle rey ve içtihatlarını izhar etmekten kaçmsalardı, gerçekten
büyük ve affedilmez bir hata işlemiş olurlardı. “Dar-ı harpte gayri müslimden
alınan riba he-lâldir” diyen Ebu Hanife belki o gün için haklıydı. Bu gün için
bu görüşün hatalı sayılması Ebu Hanife’nin büyüklüğüne zarar vermez. Riba
konusunda, İlmî esaslar dikkate alınarak ortaya atılan görüş ve kanaatler için
de söylenecek söz budur.
·
f. Banka faizlerini kabul edenler
Zaruret
ve şiddetli umumî ihtiyaç sebebiyle, başta M. Abduh olmak üzere birçok âlimin
tasarruf sandığına para yatırıp, mevduata mukabil faiz (faide) almayı caiz
gördüklerini anlatmıştık. Burada Reşid Rıza’nın, Mısır Millî Bankası’nın
kuruluşu dolayısıyla söylediği şu sözleri nakletmeyi uygun buluyoruz:
“Şafiîlerin
ve hanefîlerin caiz gördükleri bir hile vardır. OsmanlI Devleti’ndeki Ziraat
Bankası bu hile esas alınarak padişahın emri ile kurulmuştur. Buna göre bu
banka şer’î mubayaa adı verilen bir muamele icra edilerek mutedil bir faiz
haddiyle kredi veriyordu. Dinde basiretli olan şuurlu zevat delile tâbi olup,
şeriatın maksatlarını araştırır, ne hile ne de te’ville bu maksatların dışına
çıkmayı kendilerine mübah görmezler. Bu türlü hileli yollara sa-panlara denilir
ki; îslam zorluğu ve sıkıntıyı kaldırma ve kolaylık sağlama esası üzerine
kurulmuş bir dindir. İslam’da haram kılman şeyler iki kısımdır:
·
1.
Özünde bulunan zarar dikkate alınarak bizatihi haram olan şeyler. Bunlar bir
zaruret bulunmadıkça mübah kılınamaz. Haram oluşu ittifakla sabit olan cahiliye
dönemindeki nesie ribası bunlardan biridir. Bunu yemek için herhangi bir
zaruretle karşılaşılmaz. Yani bir kimsenin, diğer birine nesie ribasıyla borç
para vermesi ve verdiğini bir kat fazlasıyla geri alıp yemesi gibi bir
zaruretle kolay karşılaşılmaz. Bazen leş yeme ve şarap içme konusunda bu türlü
zaruretle karşılaşılsa bile fahiş faiz için böyle bir zaruret söz konusu olmaz.
·
2.
Bizatihi kendisinde bulunan bir zarar sebebiyle değil de başka bir sebeple
haram kılınan şeyler. Haram olan, hadislerdeki fadl ribası böyledir. Bu riba,
nesie ribasına sebep ve vesile olmasın diye, haram kılındığından bir zaruret,
hatta ihtiyaç sebebiyle mübah kılınabilir. Nitekim ribayı, biri açık, diğeri
örtülü olmak üzere ikiye ayırıp, fadl ribasmı örtülü ribadan sayan îbn Kayyım
bunun için birtakım örnekler vermiştir. Aklı başında olan her fert, bu türlü
bir ribayı yemek mecburiyet veya ihtiyacı içinde olup olmadığım bizzat kendisi
bilir. Milletin bu konudaki zaruretini veya ihtiyacını tespit etmek ise, bana
göre büyük âlimlerden, profesörlerden, hâkimlerden, yargıtay üyelerinden,
mühendislerden, tabiplerden kurulan ve ulu’l-emr denilen ehliyetli ve bilgili
komisyonun üzerine düşen bir görevdir. Bunlar toplanıp millet için neyin
zaruret olduğunu ve millî ihtiyacın neyi icap ettirdiğini karara bağlarlar.
Sonra da buna göre hareket edilir240.
Burada
nesie ribasını cahiliye Araplarının katlanmış ribasın-dan
ve fahiş faizinden ibaret sayan Reşid Rıza’nın, bunun dışındaki riba
muamelelerini fadl ribası diye takdim etmesi dikkate şayandır. Bu zat, banka
faizlerine açıktan açığa yeşil ışık yakmış ve: “Bizi daha açık konuşturmayın,
millet için zaruret varsa veya ihtiyaç derecesinde lüzumlu ise, buna göre alın
kararı ve açın bankayı, faizle mevduat alsın ve faizle kredi versin. Biz banka
açmanın gerekçesini umumî bir görüş olarak ancak bu şekilde ifade
edebiliriz,"demek istemiştir.
Daha
evvel, ihtiyaç ve zaruret hâlini gerekçe gösteren bu türlü fikirlerin meseleye
hiç açıklık getirmediğini, tam tersine yaranın üzerini sarmakla yetinip kesin
şifaya vesile olacak ciddî bir ameliyattan dikkatle kaçtıklarını, bunun da
ilimde ve fikirde muğlaklığa ve müphemliğe sebep olmaktan başka bir şey
getirmediğini söylemiştik. Reşid Rıza, daha evvel Osmanlı ulemasının asırlarca
tekrarlayıp durdukları hususlara yeni bir unsur getirmiş sayılmaz.
“Banka
faizleri riba değildir, nesie ribasına değil, fadl ribasına dahildir
ve bunun hükmü içtihadla tespit edilir. Gerekirse cevaz verilebilir. Banka
faizi borçlanma vaktinde ve derhal, cahiliye ribası borcu ödeme vaktinde ve
ileride tahakkuk eder” diyen Ziyauddin Ahmed, Reşid Rıza’nın fikirlerini biraz
daha açık olarak ifade etmiştir241.
Fazlur
Rahman da: “Şüphe yok ki, cemiyetimiz kendi sistemini îslam esasları
üzerine kurup ikmal etmeden banka faizlerini kaldırmak gerek iktisat, gerek
İçtimaî refah ve gerekse malî düzen açısından bir intihar hareketi olur. Buna
ilâve olarak böyle bir hareket Kur’an’la sünnetin hem ruhuna hem de hedeflerine
aykırı düşer” diyor242.
Ali
Ebu’l-Futuh Paşa çiftçileri tefecilerden kurtarmak için dört teklif ileri
sürüyor. Bunlardan biri şu: Çiftçiler ihtiyaç duydukları parayı mutedil bir
faizle temin etmeye ve kullanmaya ahş-tırılmalıdır243. Mustafa Zerkâ, Amerika’da verdiği bir
konferansta: “Ticarî muamelelerdeki faiz sistemi önemli bir problemdir. îslam
ribayı müsamahasız bir şekilde ve kesin surette yasaklamıştır. Oysa bu günkü
ticarî muameleler, nispeti kanunlarla tahdit edilen
cüz’i ribadan ibaret bulunan faiz temeli üzerine bina edilmiştir. Ri-banın
haramlığı konusundaki İslâmî nazariyenin uygulaması, zahiren faize aykırı
düşmektedir” şeklindeki bir soruya şu cevabı vermiştir:
“Bu
problem, İslam’ın ilkeleri çerçevesinde birkaç yoldan çözümlenebilir. Evvelâ
istisnaî ve muvakkat tedbirler kaidesine başvurulabilir. Halkın,
faiz almak zorunda kalmasına ihtiyaç bırakmayan mütecanis bir İktisadî nizamın
İslam cemiyetinde tesis edilmesine kadar bu türlü geçici çarelerden istifade
edilebilir, ikinci olarak riba hâli, cahiliye çağında uygulanan riba anlayışına
inhisar ettirilip “ İslam, tefecilerin, keyiflerince ihtiyaç sahiplerine
tahakküm etmelerine yol açan bu ribayı, yani üretim maksadıyla değil, tüketim
maksadıyla faizle borç vermeyi yasaklamıştır” denilebilir. Üçüncü olarak
bankaların, faiz işinde devlet hesabına öncülük etmeleri sağlanabilir. Bu
takdirde verilen krediden faiz namıyla alınan cüz’î faydadan riba mânası
kalkabilir. Zira bu hâlde alınan faizler, cemiyetin yararına ve çıkarma
kullanılmak üzere hâzineye gider. Bu suretle sermayenin, bir avuç tefecinin
elinde birikmesi mahzuru ortadan kalkar. Osmanlı ulemasının, “Devletçe tespit
edilen faiz haddinin aşılması şer’an caiz olmaz” şeklindeki fetvalarından
yararlanılabilir”244.
Devlet
bankasına verilen ve ondan alman faiz haram değildir diyenlerin bir yorumu da
şöyledir. Devlet babanın aldığı ve verdiği faiz haram değildir. Zira bazı
âlimlere göre baba ile oğul arasında riba olmaz. Bu da şark kurnazlığına
başka bir örnektir245.
Bu
örnekte de görüldüğü gibi İslam alimleri riba
mahzurunu ortadan kaldırmak maksadıyla zaman zaman bankaların
devletleştirilmesini ve millîleştirilmesini hararetle savunmuşlardır.
Umumiyetle de alınacak bazı tadillerle banka sisteminin İslam’ın bünyesine intibak
ettirilmesine taraftar olmuşlardır. “Banka sistemi, hiçbir şekilde ıslah
edilmeyecek biçimde esastan yanlıştır” denemez. “Tersine hak olan odur ki, yeni
Batı medeniyetinin güzel bir hediyesi olan bu sistem, esas itibariyle faydalı
bir şeydir. Diğer unsurların yanı sıra ihtiva ettiği şeytanî bir unsur onu
kirli ve pis bir hâle getirmiştir” diyen Mevdudî ve onun bu görüşüne katılan
Kureşî bu kanaattedirler246.
Burada şeytanî unsur denilen şey, bankaların, faiz adı altında mudilere
ödedikleri sabit ve maktu bir kâr ve kredi verdikleri kişi ve kuruluşlardan
aldıkları aynı mahiyetteki kârdır. Kanaatimize göre bu unsurun zararı mübalağa
edilmekte ve temin ettiği fayda göz ardı edilmektedir.
M.
Abduh’un, bankayı mudarebe şirketine benzeten görüşünü ele alan Şeyh
Abdulvahhab Hallaf bu konu etrafındaki fikirlerini şöyle geliştirmektedir: “Bir
taraftan para, diğer taraftan emek veya bir taraftan işletme ve teşebbüs, öbür
taraftan sermaye olarak kurulan ve sağlanan kârdan, ortaklar arasında belli
nispetler dahilinde paylaşıldığı şirkete mudarebe
denir ve banka bu kabilden bir şeydir. Mudarebe akdinin sahih olması için fıkıh
âlimlerinin, ‘îki taraftan birinin kârdan belli ve maktu bir pay almamaları
şarttır’ demeleri delilsiz bir sözdür. Mudarabe şirketinin kazandığı kârı,
önceden
belli:
(1/2 veya 1/3 veya 1/4 ... gibi
) bir nispet üzere bölüşmek mümkün olduğu gibi, maktu bir hisse üzerinden
bölüşmek de mümkündür. (Meselâ, sermaye sahibi, paramı bir sene kullanmana
karşılık, ister kâr et, ister zarar et; kâr etmen hâlinde ister az, ister çok
kazan, ben sana verdiğim sermayenin % 15’i kadar maktu ve sabit bir kâr alırım,
şeklindeki bir sözleşme esas alınarak da kâr ortaklar arasında pay edilebilir).
Böyle bir muamalenin, Allah’ın adaletine nazaran hem sermaye hem de müteşebbis
için haram olması kabil değildir. Zira Allah, sadece müslümanlara herhangi bir
zararı dokunan şeyleri haram kılmıştır. Oysa bu muamelede her yönden
müslümanlar için fayda vardır. O hâlde bu muamele ne fadl ne de nesie ribasma
girer. Zira bu, sermaye sahibine maktu bir kârın verilmesini şart koşma esasına
dayanan bir muameleden başka bir şey değildir. Gerçi bu şart fıkıh âlimlerinin
kanaatine aykırıdır ama Kur’an’da ve sünnette yer alan hiçbir nassa aykırı
değildir”247.
Hallaf
bu görüşlerini şöyle münakaşa ediyor: Sermayedar, bir tüccara: “Şu bin lirayı
al, çalıştır, bana her sene elli lira kâr ver “ dese, o da kabul edip bu
şekilde bir akit yapsalar bu bir mudarabe şirketidir, kanaatindeyim.
Sermayedar, aldığı elli lirayı kendi parasının nemasından almıştır. Burada
hiçbir şekilde zulüm bahis konusu olmaz. Mudarebede kârın, sağlanan kazancın
nispetine göre bölüşülmesi şarttır, maktu kâr olursa mudarebe fasit olur,
şeklindeki itiraza verilecek cevap şudur:
·
1.
Bu şart Kur’an’da ve hadiste yer alan bir delile dayanmıyor. Mudarebe,
ortakların anlaşmalarına göre kurulur ve işler. Günümüzde sorumluluk duygusu
zayıfladığından, sermaye sahibi maktu bir kârı şart koşmazsa, ortağı onun
hakkını yer.
·
2.
Fıkıh âlimleri, “bir mudarebede var olması gerekli olan şartlardan biri ondan
eksik olduğu için fasit olursa, sermayeyi işleten zat, sermayedara ücretle
çalışan işçi hâline gelir” diyorlar. Bunu böyle kabul edelim, kurulan ortaklık
ha mudarebe olmuş ha icar, ne fark eder? Bu sıhhatli bir muamele olup, hem
bizzat sermayesini işletmekten habersiz para sahibine, hem de becerikli ve iş
bilir başarılı tüccara fayda temin eder. îki tarafa da fayda temin eden , kimseye zarar ziyan vermeyen böyle bir muamele neden
günah olsun? Müslümanların karşılıklı rıza ve anlaşmalarına dayanan ve
başkalarına da zararı dokunmayan her nevi ticarî muamele meşru ve mü-bahtır248.
Bankanın
mudarebe şirketine benzetilerek onun hükmüne tâbi kılınmak istenmesi baştan
beri şiddetle reddedilmiş ve bu iki mües-sesenin yapısında, işleyişinde ve
gayesinde büyük fark olduğu ısrarla ileri sürülmüştür. Banka ile mudarebe
arasında fark bulunduğu gerçektir249. Fakat bu fark, tamamıyla şekle ait tâli bir
fark olup, tadili ve ortadan kaldırılması mümkündür. Özleri ve maksatları
itibariyle ikisi birdir. Her ikisi de aynı noktadan hareket edip, aynı gayeye
varmaktadır. Bu iki müessesenin esası sermaye ve teşebbüs ortaklığı olup, ana
hedefi de her ikisine kazanç sağlamaktır. Durum böyle olunca, bankayı günümüz
şartlarına göre tadil ve tanzim edilmiş bir mudarebe olarak görmek pek âlâ
mümkündür. Mudarebeyi, bundan 10-12 asır evvel aldığı şekliyle aynen devam
ettirmek isteyenler, elbetteki banka sistemine rıza göstermeyeceklerdir. Bu
türlü hukukî ve İktisadî şirketleri eski şekilleriyle yaşatmak mümkün
olmadığına göre, bu konuda bu kadar katı ve donuk olmanın faydasız bir şey
olduğu açıktır. Şayet, mudarebeyi ıslah edip geliştirmek mümkünse, o vakit
“îşte banka, mudarebenin çağın şartlarına göre tanzim edilmiş şeklidir”
denebilir.
Bankanın,
kredi açtığı kişilerden aldığı faiz, bankanın yaptığı hizmetlerin, istihdam
ettiği personelin, kiraladığı binanın, kullandığı araç ve gereçlerin vesair
masrafların karşılığıdır. Mevduat sahiplerinden topladığı tassarrufu
yatırımcılara aktarırken yaptığı harcamaları karşılamak için kâr etmesi
lâzımdır (ki buna hakku’l-amel ve kâr-müzd gibi isimler veriyorlar) diyenler de
vardır.
Bankanın,
kredi açtığı kişi ve kuruluşlardan komisyon (umû-le) adıyla sabit bir meblâğ
almasını da caiz görüp bunun da mudi ile kredi alan arasında aracı oluşunun
karşılığı olarak değerlendirenler de vardır. Nitekim Suudî bankalarından
bazıları bu şekilde çalışmakta ve bu namla aldıkları komisyona daha doğrusu
faize “hakku’l-amel” adını vermektedirler. İran İslam Cumhuriyeti İdaresi,
orada “behre” denilen faizi yasaklamış, bunun yerine banka hizmetlerine
karşılık olmak üzere “Kâr-müzd” adıyla bir komisyon, daha doğrusu faiz almaya
başlamış, bankalara mevduat çekmek için de mudilere “caize” (ödül) vermeyi
düşünmüştür. Suudî-lerin hakku’l-amel, İranlIların kâr-müzd dedikleri el emeği
ve hizmet bedeli aslında faizden başka bir şey değildir.
Bu
türlü çözüm yoları da netice itibariyle modern hileler olmaktan'öteye
gidememektedir.
Banka
komisyonları hakikatte faizden başka bir şey olmadığı için Ansiaux buna,
kıyafet değiştirmiş münzam faiz ismini vermiştir250.
Bir tartışma ve düşündürdükleri
Osmanlı
ülkesinde, imam Züfer’in görüşü esas alınarak menkul malların ve paranın
vakfına, vakfedilen paralardan şer’î hile ile elde edilen kazancın belli
yerlere sarf edilmesine fetvalar verilmektedir. Bu konuda fetva verenlerden
biri de Ebussuud’dur (ö. 1573): “Derahim ve denânire (paraya) müteallik olan
vakıfname ile amel olunmaya, vakfın sıhhat ve lüzümuna hüküm giymek mezhebi
üzre idigün beyan ve evvelen sıhhatine ve sâniyen lüzumuna hükmo-lunmak caiz
olur mu?
el-Cevab:
Şimdi kudât bu veçhile hükme memurdurlar251.
1539-1542
yılları arasında şeyhülislâmlık makamında bulunan Çivizade Muhyiddin Mehmed
Efendi (ö. 954/1547) Ebussuud’un fetvasına ve bu konudaki Risale fî
Vafi’n-Nukud ve Cevâzihâ252
253 isimli
eserini ret ve iptal için Risale fi Vakfı’d-De rahim ve’d-Dena-nir alâ Risaleti Ebussuud252
adıyla bir risale yazıyor. Ebussuud’un verdiği fetvanın yanlış ve zararlı
olduğunu söylüyor.
Daha
sonra Birgivî, Risale fi Vakfi’l-Menkul, Risale li-lhtali Vak-ft’n-Nuk.ud254
adıyla iki risale yazıp Ebussuud Efendi’yi reddediyor255.
Burada
Ebu Hanife’nin menkul mal ve değerlerin vakfedilme-sine asla cevaz vermediğini,
talebeleri Ebu Yusuf ile Muhammed’in ise bazı kayıt ve şartlara bağlı olarak
çok sınırlı bir şekilde buna cevaz verdiklerini, Züfer’den nakledilen zayıf bir
görüşe dayanan Ebussuud Efendi’nin, bu tür vakıflarla ilgili kayıt, şart ve
sınırlamaları kaldırarak mutlak olarak cevazına fetva verdiğini ileri sürüp ona
karşı şiddetli bir şekilde hücuma geçiyor. Hanefî
mezhebinden biraz ayrıldı diye dünyayı başına yıkıyor.
Risale
li-Ibtali Valfı ’n-Nukud
isimli eserinde şöyle diyor: Para vakfının şer’an geçerli (lüzumlu) olduğuna
dair Şeyhülislâm Ebussuud Efendi bir risale yazdı. Bu risale fıkıh ilminin
usulüne de furuuna da aykırı, ayrıca akıl ve nakille de çelişik olduğundan buna
dayanarak para vakfedenler sevap yerine günah kazanırlar. Bu fetvaya
dayanmaları ahirette kendileri için bir mazeret olmaz. Buna güvenip hüküm veren
kadı ve hakimler için de durum aynıdır, bunlar da
manevî sorumluluktan kurtulamazlar. Ben bunu gücü yeten her müslüman için
mutlaka değiştirilmesi gereken bir kötülük (münker) ve fitne olarak görüyorum.
Ama yaygınlaşan cehalet, korkaklık ve acz sebebiyle herhangi bir kişinin bunu
değiştirme işine girişeceğini sanmıyorum. Benim görevim bu kötülüğü kalem ve
dille değiştirmektir256.
Birgivî’ye
göre vakfedilen paraların zekâtını vermek gerekmez zannedilir ama vakıf hukuken
geçerli olmadığı için zekâtını vermek gerekir. Vakfı yapan kişi ölürse, bu
paralar mirasçılara kalması gerekirken vakfa kalır, varislerin hakkı yenir, bu
paraları ne-malandırmakla görevli olanlar haksız yere ücret almış olurlar.
Parayı vakfeden kişinin elinde kalan mal, zekât nisabının altına düşebilir. Bu
durumda zekât vermesi gerekirken vermez, hatta zekât alabilir ve günaha girer.
Bu paralar Hz. Peygamber’in kötülediği îne bey’i yoluyla nemalandırılma yoluna
gidilebilir ve böylece günaha girilir. Hatta çoğu cahil olan mütevelliler îne
bey’inin şeklini bilmediklerinden doğrudan riba karşılığı bu paraları
kullandırırlar257.
Görülüyor
ki Birgivî, Ebussuud’un fetvasına şiddetle karşı çıkıyor, onun yaptığı akla da
şeriata da, fıkıh ilmine de aykırıdır; bu fetvaya göre para vakfeden veya hüküm
veren kadılar manevî ve uhre-vî sorumluluktan kurtulamazlar, zira bir sürü
haksızlığa yol açmaktadırlar, diyor. Zamanındaki ribalı ve hileli işlemlerden
yakınıyor.
Sonra
ne oluyor? Kimse Birgivî’nin sözüne kulak asmıyor, fetvasını dinlemiyor, para
vakıfları devletin ve hukukun himayesinde yaygınlaşıyor. Birgivî gibi bazı
âlimler bu işlem şeriata aykırıdır diye feryat etmişlerdir ama kimse buna
aldırmamıştır. Zira toplumun buna ihtiyacı vardır. Bu yola karşı çıkanlar, bu
ihtiyacın karşılanması için başka bir yol göstermedikleri sürece kendilerine
çok az kimse kulak verir.
Ebussuud
ise toplumun ve devletin ihtiyaç duyduğu her konuda, fıkıhtaki şâz görüşleri ve
zayıf delilleri kullanarak durumu meşrulaştıran fetvalar vermiştir258.
·
g. Avârız sandıkları-avârız vakfı
Faiz
muamelelerinin, OsmanlIlarda avârız sandığı, avârız vakfı ve avârız akçesi gibi
isimler altında kurumlaştığını görmek hakikaten ilgi çekicidir.
İslam
cemiyetinde vakfın önemi ve yeri büyüktür. Hayır ve
hasenat maksadıyla ev, arsa, bağ, bahçe ve tarla gibi gayri menkullerin,
gelirleri cemiyet yararına ve muhtaçların ihtiyaçlarına sarf olunmak üzere
vakfedildiğini biliyoruz. Cumhura göre, kap kacak, kazan gibi âlet ve edevat,
altın, akçe ve para gibi nakitler, inek ve koyun gibi hayvanlar, hatta
kitaplar, yani her çeşit eşya da vakfedi-lebilir. Fakat hanefîler bunu caiz
görmezler. es-Seyfu’s-Sarım fî Ademi Cevaz-i
Vakfı ’l-Menkul ve ’d-Derahim isimli bir eser yazan Birgivî, bu türlü
vakıflara izin verenlere şiddetli bir şekilde hücum etmiş, bu tip vakıfların
cevazına fetva veren Ebussuud’a saldırmıştı. Fakat her şeye rağmen menkul
eşyanın vakfı âdet ve anane hâline gelmişti. “Vakfedilen paranın ribhi riba
olup haramdır” diyenlere ne lâzım gelir, diye soru soranlara: “îtab-i şedîd ve
habs-i medîd, lâzım gelir” diye fetva verilmeye başlamıştı259.
OsmanlIlarda
vakfedilen menkul ve gayri menkul eşyadan ve
akarlardan sağlanan gelir, paraya çevrilip bir sandıkta biriktirilirdi. Bu
sandığa “avarız sandığı”, içinde toplanan paraya “avarız akçesi”, bu türlü
vakıflara da “avarız vakfı” denirdi. Bazan bir hayır sahibi meselâ bin altını
getirip bu sandığa vakfederdi. Bu para ona on bir buçuk (% 15) hesabıyla ve
şer’î ribh ilzam etme usulüyle faize verilip nemalandırılır ve sağlanan gelir,
vakfı yapan kişinin şartına göre ya caminin ihtiyaçlarına veya talebe-i uluma
veya mahalle ve köyün ortak ihtiyaçlarına harcanırdı. Bu türlü nakillerin şer’î
ribhi, yani kanunî faizi ile hatim indirilir ve Mevlid de okunurdu. Bu
gelirle fakir fukaranın, dul ve yetimlerin kayırıldığı da olurdu. Umumiyetle
sandıktaki paralar esnafa ehven bir faide (faiz) ile verilir ve bu suretle
piyasaya da bir canlılık gelirdi. Bu sebeple avarız sandığı, bir çeşit esnaf
sandığı gibi faaliyet gösterirdi. Bundan başka her meslek erbabı “esnaf kesesi”
veya “esnaf vakfı” adıyla kendilerine has birer sandık kurar ve bu sandıktan,
ihtiyaç duydukları sermayeyi faide ile alırlardı.
Faize
verilmek ve sağlanan gelirle yeniçerilere verilen et fiyatlarındaki artışı
karşılamak için Fatih’in 24 000 altın vakfettiği bilinmektedir260.
Şeyhülislâm
Sadî Efendi (ö. 1538) on bin akçelik bir vakıf tesis etmiş, bunun şer’î muamele
ile işletilip hasıl olan faide (faiz) ile her gün iki
kişinin anne ve babasının ruhlarına Kur’an okumalarını şart koşmuştu-261.
Osmanhlarda
şer’î muameleyi kabul etmeyen yok gibidir. Menkul vakfını caiz görmeyenler
bunun şeriata aykırı olduğunu ve yoksulların zararına işlediğini iddia
etmişler, bu türlü hususları caiz görenler ise amme menfaati ve umumî ihtiyaç
esasına istinat etmişlerdir. Başlangıçtan beri var olan şeriatla maslahat
arasındaki mücadele Osmanhlarda da devam etmiştir.
Para
ve menkul eşya vakfına Çivizade (ö. 1547) karşı çıkmıştır262. Fakat karşı çıkışı Şeyhülislâmla mücadele
etmek içindi. Birgi-vî’ye (ö. 1573) göre, paranın işletilmesi suretiyle paraya
para kazandırmak tefecilerin icadıdır263. Fakat OsmanlIlarda gerek menkul vakfını,
gerekse muamele usulü ile şer’î ribh ilzam etmeyi reddedenlerin sesi çok cılız
ve kısık çıkmıştır. Hiçbir zaman inandırıcı ve etkili olamamışlardır.
Şeyh
Balî-i Halvetî (ö. 1552) “biz vakf-ı derahimi hak bilir, bunu menetmeyi günah-ı
kebairden addederiz” demişti. îbn Kemal (ö. 1534) “vakf-ı- derahim Allah’ı
kandırmak için icat edilmiş bir hiledir, diyenler tazir cezasına çarptırılmak
ve imanlarını yenilemeleri teklif edilmeli” diyor-264.
Avarız
sandıklarının 1869’da belediyelere devredilmesinden bahseden O. Nuri Ergin: “O
tarihlerde evkaf yetimlerin parasını hi-le-i şer’iye usulü ile pekâla ikraz ve tenmiye ediyor, bunu da başı sarıklı hocalar
yapıyorlardı, halka faizin haram olduğunu söyleyen hocalar, evkaf idaresinde
cayır cayır faiz muamelesi yapıyorlardı. Meşihat dairesine giderseniz, orada
yalnız para meselesinin, faiz ve şer’î hile mevzuunun konuşulduğunu görürsünüz-265 demektedir.
Vakıf
paralarıyla ilgili olmak üzere 1923’te “Vakıf Paralar İdaresi Müesesesi”nin
kurulduğunun ve bunun da 1954’de şimdiki Vakıflar Bankası hâline getirildiğini
bu arada kaydedelim266.
Faizle
borç veren vakıflar sadece OsmanlIlarda vardır. % 15, % 12, % 10, % 8 şeklinde
faiz haddinin resmen ve şer’an belirler mek de OsmanlIlara özgüdür.
Faizin mantıkî temeli
Salt
mantık bakımından ele alındığı zaman acaba riba (tefecilik) niteliği taşımayan
faizin makul ve mantıklı bir temeli var mıdır? sorusu
ve buna verilecek cevap önem taşır.
Esas
konuya geçmeden evvel birkaç temel önermeyi burada bahis konusu etmek lâzımdır.
·
1.
“Allah yer yüzünde olan her şeyi insanlar için
yaratmıştır” (Bakara, 2/29).
·
2.
Allah çalışıp kazanmayı ister.
·
3.
Allah mal ve mülk (sermaye ve servet) sahibi olmayı meşru kılmıştır.
·
4.
Allah, insanı çalışıp kazanma, kazanılanı mülk olarak muhafaza etme hakkına
sahip olarak yaratmıştır.
Yukarıdaki
önermelerden kalkarak faiz meselesini şöyle bir ikilemle açıklayabiliriz:
·
1.
İnsanların bir kısmı çalışabilir, bir kısmı çalışamaz (çocuk ve yaşlılar gibi)
bu durumda çalışabilenler öbürlerine bakmakla yükümlü olur,
·
2.
Çalışabilenler ya ihtiyaçları kadar veya ihtiyaçlarından az veyahut
ihtiyaçlarından çok mal ve para kazanırlar. İlk iki grup dinî açıdan zekât,
fitre ve kurban gibi malî görevlerle yükümlü olmaz; son gruba dahil olanların kazançları nisabı miktarını aşması hâlinde
dinî açıdan malî yükümlülük söz konusu olur.
·
3.
İhtiyaçtan fazla mal ve servete sahip olanlar (bu servet, miras ve bağış
yoluyla da ellerine geçmiş olabilir) ya bu serveti nema-landırma imkânına,
gücüne, bilgisine, deneyimine ve becerisine sahiptirler veya değildirler.
Birinci durumda faiz açısından mesele yoktur. Çalışmak, kazanmak, sonra az çok
tasarruf etmek ("mal biriktirmek) daha sonra da tasarrufları bizzat
nemalandırmak iyi ve güzel bir şeydir.
Ancak
bir toplumda tasarruflarını nemalandırmayanlar daima bulunur ve bunların
sayıları da az olmaz. İşçi, memur ve geliri az olanlar tasarruflarını
nemelandırma imkânına sahip değillerdir. Bunların nemalandırma işiyle meşgul
olmaları, görevlerini ihmal etme sonucunu doğurabilir. Çocuklar, yaşlılar,
hastalar birikimlerini nemalandırma gücüne sahip değillerdir. Bazıları
ticaretten hoşlanmadıkları, bazıları bunu bir türlü beceremedikleri için
bazıları da bilgi ve deneyimleri olmadığı için nemalandırma konusunda başarısız
ve sonuç itibariyle çaresiz kalırlar. Bu durumda ellerinde bulundurdukları mal
ve serveti (bu servet az veya çok olabilir) ne yapacaklar? Bu arada şu
ihtimaller ortaya çıkar:
·
a. Tasarruf
sahipleri mal ve servetlerini ellerinde âtıl vaziyette tutar, sahip oldukları
malî imkânı toplumun ve ekonominin hizmetine sokmazlar. Bu durumda sürekli olarak
zekâtı, fitresi verileceği için bu servet erir ve yok olur. Bunun için: “
Mallarınızı ve servetlerinizi zekâta yedirmeyiniz” tavsiyesinde bulunulmuştur.
Yani malinin zekâtını veren kimse o malı nemalandırmak suretiyle daima zekât
verebilir bir durumda tutmalıdır. Daha çok zekât vermek için daha çok
nemalandırırsa daha iyi olur.
Birçok
âlime göre zekâtı verilse bile bir serveti toplumun istifadesine sunmamak,
toprağa gömmek (kenz), yanı âtıl durumda bırakmak günahtır, (bk. Tevbe, 9/35).
·
b. Tasarruf
sahipleri mal ve servetlerini hiçbir menfaat ve maddî karşılık beklemeden belli
bir süre başkalarına, özellikle ihtiyaç sahiplerine borç olarak verirler, sonra
da verdiklerini aynen veya eksik olarak geri alırlar veya hiç almazlar. Hiç
geri almazlarsa bu bağış (hibe, sadaka, iâne) olur, eksik olarak geri alırlarsa
geri alınmayan kısım bağış, alınan kısım karz-ı hasen olur, verilen aynen geri
alınırsa bu da karz-ı hasen olur. Karz-ı hasenin anlamı herhangi bir maddî
karşılık almadan sırf sevap olur diye Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine
ikrazda bulunmaktadır ve bazılarına göre böyle bir ikraz tasadduktan daha
sevaptır.
Karz-ı
hasen son derece iyi ve İnsanî bir muameledir, onun için de teşvik edilmelidir.
Ancak genellikle insanlar küçük meblâğları kısa süre için borç verirler. Büyük
meblâğları uzun süre borç verme olayına, özellikle enflâsyonist ortamlarda çok
nâdir olarak rastlanır. Onun için de karz-ı hasen borç almaya olan talebi
tamamen karşılamaz. Hatta bazan kısa bir vade için küçük bir meblâğa muhtaç olanlar
bile ihtiyaçları olan meblağı teminde büyük zorluklarla karşılaşırlar. Ayrıca
karz-ı hasen üretim ve yatırım amaçlı borçlanma olmayıp darda kalanın
sıkıntısını gideren, tüketim niteliğinde bir borçlanmadır. Bazan borç alan,
aldığı borcu fazlasıyla öder. Eğer bu fazlalık önceden belirlenmemiş ve
kararlaştırılma-mışsa, borç alan gönüllü olarak belli bir fazla ödemede
bulunmayı uygun görmüşse buna da hüsn-i edâ (borcu güzel bir şekilde ödeme) adı
verilir ve bu da güzel bir şeydir. 100 TL.alanm bunu
gönüllü olarak 110 TL. olarak ödemesi gibi. Hz.
Peygamber’in borcunu böyle ödediğini bildiren rivayetler mevcuttur. Buna
miktarı sonradan borç alan tarafından belirlenen ve ödenen faiz nazarıyla
bakılabilir. Bu son durumda “ihtiyaç” kavramı çok önemlidir. Biz burada ihtiyaç
sözüyle şahsî veya ailevî ihtiyaçların giderilmesini diğer bir deyimle tüketim
maksatlı borçlanmaları kastediyoruz; bu anlamdaki ihtiyaçlar normal ihtiyaç
olmayıp zarurî ve acil ihtiyaçlardır. Böyle bir ihtiyaç
içinde bulunan kişi malî ve maddî açıdan “sıkışmış”, “bunalmış” ve “çaresiz
kalmış” kabul edilir, karz-ı hasen ve hüsn-i eda bunlar hakkında söz konusu
olur; bu durumdaki kimselerden, miktarı önceden belirlenmiş bir fazla meblâğ
alınırsa bu riba olur, aşikârdır ki sanayicilerin, iş adamlarının, tüccarın,
ithalâtçının, ihracatçının almış oldukları kredilere karşılık ödedikleri fazla
meblâğ bu nitelikte değildir. Bunlar daha çok kâr etmek, iş ve ticaret
hacmini genişletmek için kredi almaktadırlar. Burada bir sıkışıklık bir
bunalma, bir darda kalma, bir çaresizlik ve zaruret söz konusu değildir. Burada
normal ticarî ve İktisadî işletmelerde daima var olan bir ihtiyaç bahis
konusudur. Bazan işlerin bozuk gitmesi sebebiyle bu tür işlemlerde ihtiyaç,
çaresizlik boyutuna varabilir; bu takdirde ihtiyacın zarurî oluşu o olayla
sınırlı tutulur. Onun için üretim ve ticarî amaçlı olarak alman kredilere
ödenen fazla meblâğ, miktarı önceden belli olsa bile riba olmaz. Yeter ki sözü
edilen fazla meblâğ makul, ekonomik ve kanunî olsun.
·
c. Tasarruf
sahipleri mal ve servetlerini belli bir fazla meblâğ ve menfaat karşılığı
başkalarına belli bir süre için verirler. Bu kâr ve menfaat
da ya önceden tespit ve tayin edilen maktû bir miktar olur; şu bir milyonu al
kullan, bir sene sonra % 10 fazlasıyla bana öde, kârına zararına karışmam gibi
veya alınacak olan fazla meblâğın sadece nispeti önceden tayin ve tespit
edilir: şu bir milyonu al çalıştır, yaptığın kârın % 4O’ı benimdir, gibi:
(hisse-i şâyia). Bu son durumun caiz olduğu konusunda ulema ittifak
etmiştir. Mudarebe ( sermaye-emek ortaklığı) bunun en güzel örneğidir. Birinci
duruma ise ulema, hile esasına dayanan bir muamele çerçevesinde izin ve cevaz
vermiştir.
Şimdi
burada şunu sormak lâzımdır: Kâr-zarar ortaklığı varken ve bu da ittifakla
helâl bir kazanç yolu var iken neden faiz sistemi denilen birinci yolun
tutulmasına ve bunun şöyle ya da böyle meşru sayılmasına ihtiyaç duyulmaktadır?
Bazı din âlimlerinin yaptıkları gibi bu yolu tamamen kapatmak haksız kazançları
önlemenin etkili çaresi değil midir?
Bu
soru son derece önemli olduğu gibi buna verilen cevaplar daha da önemlidir.
Zira faiz meselesinin esası bu sorunun cevabında yatar. Bu soruya verilen makul
ve mantıklı cevap faiz problemini büyük ölçüde çözer.
Elinde
bulunan parayı her hangi bir sebeple işletme ve nema-landırma imkânına sahip
olmayan bir kimsenin bunu kâr-zarar ortaklığı şeklinde çalıştırdığını
düşünelim. Bu durum en az iki önemli sakınca ortaya çıkarır:
aa.
Parayı veren taraf ticaretin dışında, işleten taraf içindedir. Parayı işleten
taraf sağlanan kâr miktarını az gösterme imkânına sahip olduğundan iki milyon
kâr ettiği hâlde bunu bir milyon şeklinde göstermekte, kârın eşit olarak
paylaşılması hâlinde bir milyon olan sermaye sahibinin kazancı bu durumda yarım
milyona düşmekte öbür tarafın kârı ise bir milyon iken bir buçuk milyona
çıkmaktadır. Bu da bir sürü ihtilâflara, kavgalara ve suçlamalara yol
açmaktadır. Elde edilen kâr miktarı gizlenmese dahi kârı tespit ve tayinde esas
alman ölçülerde de ihtilâf çıkmakta, birine göre kâra dahil
olan masraf diğerine göre kârın haricinde tutulabilmektedir. Bu durumun ortaya
çıkardığı hukukî, ahlâkî , dini ve sosyal sakıncalar
(çekişmeler, suçlamalar, dargınlıklar) az değildir ve bunlardan hiçbiri faizde
yoktur.
bb.
Sermaye sahibi ile bunu çalıştıran kişi ayrı olunca sermaye yeteri kadar ciddî,
dikkatli, hesaplı ve titiz bir şekilde işletilmez. Zira zarar ve iflâs
durumunda daha çok zarar gören sermaye sahibi olmaktadır. Kâr edilmesi hâlinde
sağlanan faydanın bir bölümünün sermaye sahibine gitmesi işletmeci tarafı az ya
da çok ihmalkâr ve gevşek davranmaya itmekte, bu da bu tür ortaklığı kârlı ve
cazip olmaktan çıkarmaktadır. Farz edelim ki aynı ticaret deneyimine, bilgiye,
cesarete ve teşebbüs gücüne sahip olan iki kişiden biri kendi parasını, öbürü
ise aynı miktarda olan başkasının parasını işletmektedir. Acaba bunlardan
hangisi daha çok çabalar veya daha az gevşek davranır? İnsanın başkasının
menfaatine öncelik vermesi büyük bir fazilettir ama insan tabiatı ve nefs kendi
menfaatına öncelik verme eğilimindedir. Hatta bu eğilim zaman zaman hırs
haddine de ulaşır: “Önce can sonra canan” sözü bu eğilimin özlü bir ifadesidir.
İktisadî, malî ve maddî işlemler nefsin bu eğilimi istikametinde işler. Hukuk,
kanun ve ahlâk kaideleri ihlâl edilmedikçe din de bu eğilimi meşru görür. Bunun
için İslam, mukayeseyi, yani alım ve satım esnasında tarafların kendi
menfaatlarını gözetmelerini yani sıkı pazarlık yapmalarını tavsiye eder.
işte
bu iki sebep kâr-zarar ortaklığını verimli ve uygulanır olmaktan çıkarmakta,
ortaklıkların bir kısmı iflasa sürüklenirken bir kısmı daha çok zarara girmemek
için sona erdirilmekte, sermaye daha verimli alanlara kaydırılmaktadır. Bununla
beraber iyi çalışan ve verimli olan ortaklıklar da vardır. Hiçbir kimsenin bu
tür ortaklıkları lüzumsuz ve faydasız görüp aleyhinde bulunmaya hakkı yoktur.
Toplum hayatında bu tür ortaklıklara her zaman ihtiyaç vardır. Fakat bunlar
yeterli değildir, toplumun tüm İktisadî ve malî ihtiyaçlarını bu ortaklıklar
karşılayamaz. Onun için bunun yanında buna alternatif ve rakip olan diğer bir
ticarî muameleye yani faiz sistemine de ihtiyaç vardır. Ekonomik faaliyetlerin
yoğun olduğu bütün toplumlar doğrudan veya dolaylı olarak bu sisteme cevaz
vermişler. Buradan itibaren belli bir menfaat ve bedel karşılığı verilen borç
meselesine geçebiliriz.
Menfaat
şartına bağlı ikrazların birçok şekilleri olmakla beraber burada sadece iki
şekline işaret edilecektir:
a.
Borç verilen para ve vadesi bellidir ama buna karşı sağlanan menfaat tam olarak
belli değildir. Kısmen müphemdir. Meselâ, sermaye sahibi 1. 000 000 TL.’yi bir
sene vade ile borç veriyor; buna karşılık borçlunun bir tarlasını bir sene
ekiyor. Ama tarlanın getirisi tam olarak belli değildir, o sene ürün iyi
olmayabilir. İyi para yapmayabilir, tabiî bir afete maruz kalabilir. Veya
sermaye sahibi verdiği borca karşılık borçlunun evinde bir sene kirasız oturur.
Veya borçlu, alacaklının işinde bir süre ücretsiz çalışır veya sermaye sahibi
miktarı kesin olarak belli olmayan herhangi bir menfaati önceden eline geçirir
ya da almayı şart koşar. İslam toplumunda, fıkıh ve fetva kitaplarında caiz
görülen hile-i şeriyye ile faiz alma işlemlerinin çoğu bu türdendir ve maalesef
bunların tamamı tüketim amaçlı ikrazlardır. İhtiyaç ve çaresizlik içinde
bulunan bir insan herhangi bir menfaat söz konusu olmadan birinden borç para
alsın da kendini ona borçlu hissetmesin, bu mümkün değildir. İkrazda
bulunanların çoğu, kendilerini borçlu hisseden ihtiyaç sahiplerinden az çok
faydalanırlar. Bunun miktarı onların takdirine ve insafına kalmıştır. Bu
durumun borçluda meydana getirdiği ezilmişlik ve boynu bükük olma hâli de işin
cabası...
b.
Borç verilen paranın miktarı ve vadesi belli olduğu gibi buna karşı alacaklıya
verilecek olan fazla meblâğın da miktarı bellidir. Meselâ bir milyonun bir sene
sonra bir milyon yüz bin TL. olarak ödenmesi gibi. Bu
gün uygulanan faiz budur. îslam toplumunda bunun da iki şekline
rastlanmaktadır:
Birinci
şekil: Borç veren parayı vermeden önce başka bir hileli ticarî akitle borç
verdiği kişiyi borçlandırır. Meselâ bir milyon borç verirken bir kibriti yüz
bin Tl. ile satın almasını borç para alan şahıstan
ister ve o da kabul eder. Artık kibritin bedeli imiş gibi gösterilen, aslında kibritle
hiçbir ilgisi bulunmayan bu yüz bin TL. miktar olarak
bellidir ve ana paranın % 10’una tekabül etmektedir. Yani % 10 faizle hileli
bir yolla borç para verilmiş ve alınmıştır. Hile-i şeriyyeyi caiz görenler
genellikle bu tür ticarî işlemlere cevaz verirler. Fıkıh âlimleri bu yolu
eskiden beri kullanmışlardır.
tkinci
şekil: Borç verilen bir milyona karşı alınacak fazla meblâğ oran olarak
belirlenir. Meselâ bir milyonu % 10 fazlasıyla geri alınma şartıyla borç olarak
verilir. Oran kararlaştırıldıktan sonra söz konusu fazlalığı meşrulaştırmak
için hile esasına dayanan bir işlem yapılır. Bununla birinci şekil arasındaki
fark şudur: Onda fazla meblâğın miktarı (bu miktar nakit, mal ve hizmet
olabilir), bunda ise oranı bellidir. Aslında ikisi birdir. Osmanlı
şeyhülislâmları, müftü, kadı ve fakihleri bu oranı zaman ve ihtiyaca göre
farklı şekillerde belirlemişler, bazen % 10, bazen % 12, bazen de % 15’ten
fazla faiz alınamayacağına dair fetvalar vermişlerdir. Bu türlü faiz
işlemleriyle günümüzde banka faizleri arasındaki fark ise ilkinde hileli bir
işlem olmasından, İkincisinde böyle bir işlemin bulunmamasından ibarettir.
Bu
gün ekonomileri istikrar içinde bulunan gelişmiş ülkelerdeki bankalar genel
olarak mevduat sahiplerine % 6 faiz ödemekte, kredi açtıkları şahıs veya
kuramlardan % 9 faiz almakta, bu oran kolay kolay % 15 haddine varmamaktadır.
Ekonomik, rasyonel ve gerçekçi faiz budur. Bu nitelikte olmayan faizler ise
riba yani tefecilik olup kesin surette haramdır267.
Yukarıdaki
çeşitli durumları ve bunlar arasındaki farkları görmeyip hepsini bir saymak ve
reddetmek, siyah ve beyazdan başka renkleri görmeyen renk körlerinin yapacağı
bir iştir. Bu tür hükümlerin hiçbir toplumda uygulanma sansı yoktur, şimdiye
kadar da olamamıştır.
*
* *
Şimdi
baştan beri yürüttüğümüz aklî ve mantıkî tarzı özetleyelim: Bir kişinin:
Ya
sermayesi (parası, malı, mülkü) vardır veya yoktur.
Eğer
sermayesi yoksa mesele yoktur.
Eğer
sermayesi varsa bunu işletme ve nemalandırma imkânına ya sahiptir veya
değildir.
Eğer
sermayesini bizzat işletme imkânına sahip ise mesele yoktur.
Eğer
sermayesini işletme imkânına sahip değilse parasını ya yastık altında tutar, veya karşılıksız olarak ihtiyaç sahiplerine borç
verir veyahut da bir bedel karşılığında borç verir.
Birinci
durum hoş değildir (kenz), ikinci durum iyidir, üçüncü durumun birtakım türleri
vardır. Faizin yeri işte buradadır.
ikilemin
diğer yönü de şudur:
Sermayesi
olmayan bir kişi, sermayeyi işletme ve nemalandır-ma gücüne ve becerisine ya
sahiptir veya değildir.
Eğer
bu imkâna sahip değilse mesele yoktur, (o, işçidir.) Eğer bu imkâna sahipse bu
imkânı ya kullanır veya kullanmaz. Kullanmaması ve âtıl vaziyette kalması hoş
bir şey değildir.
Eğer
söz konusu imkânı kullanırsa ihtiyaç duyduğu sermayeyi ya herhangi bir karşılık
ödemeden temin eder veya bir karşılık öder. Birinci ödeme karz-ı hasendir ve
güzel bir şeydir.
i
îkinci durumda sermaye sahibine ödenen bedel ya kârın bir miktarı olur veya
sermayenin belli bir oranı olur. Birinci hususun caiz olduğu hususunda görüş
birliği vardır, ikinci şekil faizdir.
Aklî
ve mantıkî ticarî türlerin tamamına fertlerin ve toplumun ihtiyacı vardır.
Ancak bu ticarî türlerin kanunlarla düzenlenmesi, zararlı şekillerinin yani
riba (tefecilik) mahiyetinde olanların yasaklanması icap eder.
Günümüzde
ekonomik faaliyetler yoğunlaşırken ticaret türleri ve çeşitleri de artmaktadır.
Bu durumda fıkıh kitaplarında tespit edilen ticarî şekillerle bağlı ve sınırlı
kalmak müslümanlara sadece sıkıntı verir.
HÎSSE SENEDİ VE TAHVİL
Hisse senedi
Farz
edelim ki hisse senedine ve temettü esasına dayanan bir şirket kuruluyor.
İhtiyaç duyduğu sermayeyi temin etmek için hisse senedi çıkarıyor ve bu suretle
kâra geçiyor. Sene sonunda hisse senedi sahiplerine, hisseleri nispetinde
temettü adıyla kâr dağıtıyor. Böylece hem tasarruf, hem yatırım, hem de üretim
teşvik ediliyor, sermaye âtıl durumdan faal duruma geçiyor, işsizlere iş
bulunuyor, üretim artıyor, ucuzluk oluyor. Büyük sermayeye ihtiyaç gösteren
yatırımlar bu yoldan biriktirilen sermaye i.le gerçekleştiriliyor. Böylece
faizli mevduatın ve kredilerin temin ettiği her türlü imkân ve fayda temin
ediliyor. Sağlanan kazanç, umumî kâra ve hisse senedinin değerine göre artıp
eksildiğinden, hatta bazen kâr etmeme durumu da bahis konusu olduğundan ayrıca
şirketin zarar veya iflas etmesi hâlinde sermayenin de kısmen veya tamamen
elden çıkması tehlikesi daima mevcut olduğundan, böyle bir şirket dinen ve
şer’an caiz görülüyor.
IMKB
(İstanbul Menkul Kıymetle Borsası) bazı istisnalarla bu mahiyette görülebilir.
Müslümanlar,
faiz yerine temettü dağıtan bu şirket şeklini iş-letseler, hem faiz sisteminin
sağladığı kârı sağlamış, hem de günaha girmemiş olurlar. İktisadî, malî, ticarî , ziraî ve sınaî faaliyetlerde de hiçbir aksama
olmaz, cemiyetin işleri yolunda yürür gider.
Tahvile ve faiz esasına dayanan
şirket
Şimdi
başka bir müteşebbisin faiz sistemine dayanan bir şirket kurduğunu farz edelim.
Müteşebbis, ihtiyaç duyduğu sermayeyi, tahvil satıp tasarruf sahiplerinden
temin ediyor veya bankadan kredi alıyor. Tahvil karşılığı taasrruf
sahiplerinden aldığı paraya faiz adıyla maktu ve sabit bir meblâğ ödüyor. Artık
tahvil sahibi işletmenin kârını zararını düşünmüyor. Ne kadar zaman sonra ne
kadar kâr edecekleri kesin ve açık şekilde bellidir. Kârı ve zararı düşünen
sadece müteşebbistir. Müteşebbisin, belli bir süreden sonra tahvil sahiplerine
ödeyeceği ana para ve faiz açık ve kesin surette belli
olduğu hâlde, kâr edip etmemesi, kâr etmesi hâlinde bunun miktarının ne olacağı
meçhuldür-268.
Bu
şirket, maktu kâr demek olan faize dayandığından caiz görülmüyor.
Birinci şirketin mahzurları
îlk
bakışta makul ve faydalı görünen a tipi şirket insan psikolojisi ve İktisadî
faaliyetin yapısı dikkate alınınca uygulamada fazla avantajlı olamıyor. Çünkü
şirketin sağladığı kârın ve zararın ilk ve yegâne muhatabı bu şirketi
çalıştıranlar değildir. Şirket kazanırsa hisse senedi sahipleri sermayedarlar
kâr edecek, kaybederse, yine onlar zarar edecek. Kendi kârlarında önemli bir
artış olmayacak. Bu yüzden gerekli şekilde işleri ciddî takip etmeyecek, işin
icabı olan gayret ve dikkati göstermeyip ihmalkâr davranacak, bazen bu ihmal,
suistimal ve istismar raddesine kadar varacak. Parayı çalıştıran ve iş başında
bulunanlar ya kârı az göstermek veya masrafları çok göstermek suretiyle
sermayedarların hissesine düşen kârları kendi ceplerine aktaracak, bu da sonu
gelmeyen ihtilâflara, ithamlara, huzursuzluklara ve çekişmelere yol açacak.
Bir
yandan işletme, doğrudan mal sahibi tarafından işletilme-diği için gerektiği
gibi rasyonel ve rantabl çalışmayacak, diğer yandan
elde edilen kazancın hak sahiplerinin eline geçmesi güçleşecektir. Devletçe
işletilen ikitisadî kuruluşlardaki sakıncalar aynen burada da ortaya çıkacak.
Bu tarzda kurulan şirketlerin çoğu zarar ettiği için tasarruf sahiplerinin
ilgisini çekmeyecek, tasarruf sahipleri az ama garantili kârı, çok ama rizikolu
ve meçhul kâra tercih edecek, sermayedar: “ortak mala güneş bakmaz” diye
düşünecek. Gerek müteşebbisin, gerekse sermayedarın kârını ve menfaatini önde
tutması zihniyeti, başka bir ifade ile evvelâ can, sonra canan anlayışına sahip
olmaları, İktisadî hayatta a tipi şirketlerden çok b tipi şirketlere başarı
şansı tanımaktadır, a tipi şirket b tipi şirketle rekabet yapamaz, ya zarar
eder ya da batar.
İdeal ve realite
îş
yapma tecrübesini ve emeğini ortaya koyan taraf, ortakların sermayesini
çalıştırırken kendi işi gibi dikkatli ve gayretli çalışıp hasıl
olan kârı ortaklarına âdilâne ve hakça dağıtsa, daha iyi olmaz mı? sorusuna elbette olur, demekten başka verilecek bir cevap
yoktur. Lâkin bu bir temenni olmaktan öteye geçemez ve İktisadî faaliyetler
temenni ile yürümez. İnsan tabiatı icabı bencildir, menfaatine düşkündür,
muhteris ve tamahkârdır, “rabbena hep bana” zihniyetine sahiptir. İnsan tab’an
tembel ve ihmalkârdır, adam sendecilik, boş vericilik ve neme lâzımcılık
zihniyeti iliklerine işlemiştir. Menfaat hırsı ve zarar korkusu, onu faaliyete
sevk eden ve gayrete getiren bir saiktir. Başkasının kârı ve zararı için
keyfini bozmayan bir insan, kendi kârı ve zararı söz konusu olunca gözlerini
dört açmaktadır. Çünkü mal canın yongasıdır. Onun için “Mala sahibi gerek, oğlu
değil, babası gerek”, “El elin yitiğini türkü söyleyerek arar”, “Eldeki yara
duvardaki kovuk”, “Ateş düştüğü yeri yakar” denilmiştir. Ciddî ve dürüst bir
işçinin normal olarak on günde yapacağı bir iş götürü olarak bir işçiye
yaptınlsa, mutlaka on günden evvel biter, yevmiye ile yaptınlsa umumiyetle on
günde bitmez. Demek ki, insan başkasının işinde kendi işi gibi çalışmıyor.
Böyleleri nadir bulunuyor ve nadire değil umumî ahvale itibar etmek icap
ediyor. Onun için ideal uğruna realiteyi görmemek veya hafife almak, er geç
ideali de alıp götürüyor. SSCB (Komünizm) bunun için yıkıldı.
Sermaye
temin etmek için hisse senedi verdiği kişilere temettü adıyla kâr dağıtan
şirketlerin umumiyetle neden randımanlı ve rasyonel çalışmayacaklarının ve faiz
sistemiyle çalışan şirketlerle rekabet edemeyeceklerinin sebepleri bunlardır.
Şunu
da ifade edelim: Serbest ve hür ekonomide her iki şirketin de yeri vardır. Faiz
sistemine dayanan şirketlere muhalif olup, temettü sistemiyle çalışan
şirketlere taraftar olanlar, savundukları şirketi kurup ortaklarına daha çok
kâr dağıtsın ve daha fazla menfaat temin etsin, kimse bankaya koşmaz ve tahvil
almaz. Kim nerede beş kuruş daha fazla kâr görürse oraya gider; inananı da
inanmayanı da. Temettü’e dayanan şirketlerin başarısı için faize dayanan
şirketleri ortadan kaldırmak, çıkar yol değildir. İktisat meydanında iki
sistemi yarıştırmada, sıdk ile koşanın, korku ile kaçana yetişip
yetişemeyeceğini görmede fayda vardır. Özel finans kurumlan neden mudarebe ve
müşarek usulu ile değil de çok az istisnasıyla murabaha (ticaret) usulü ile
çalışıyor? Çünkü uyguladıkları murabaha tekniği faizden farklı değildir.
Yatırım ve üretim yapacaklarını vaat etmişlerdir ama bunu bir türlü
gerçekleştiremediler.
Faiz
sistemi muhakkak ki, daha çok çalışıp daha çok üretmeyi, dünyayı mamur hâle
getirmeyi gerektiriyor. Bu da müreffeh bir hayat temin ediyor, lüks ve fantezi
getiriyor, bunun için de insanın hırs, tamah ve menfaat duygularını, rekabette
önde gitme, şan ve şöhret sahibi olma, herkesi kendine muhtaç etme ve daima
kendinden bahsettirme tutkusunu durmadan körüklüyor. Neticede insan önce Hakk’a
ve hakikate, sonra bütün ahlâkî, dinî ve manevî değerlere isyan ve tuğyan
ediyor, gözü hiçbir İnsanî değeri görmüyor, Karunlaşıyor, maddeci oluyor,
herşeyin değerini menfaatle ölçüyor, kendisine fayda temin etmeyen beşerî
değerler gözünde hiç önemli sayılmıyor. Kanaatime göre din esas itibariyle
ribayı bu sebeple yasaklıyor ve tefecilere esef ediyor. Sadece ribayı değil,
umumî batlarıyla dünyayı da bu maksatla kötülüyor ve dünyacıları kınıyor. Dinin
riba konusundaki tavrı, dünya karşısındaki tavrının bir devamı oluyor. Bu durum
faizle ribayı bir sayıp aynı hükümde tutanlara hak vermemize değilse bile,
onları mazur görmemize, anlayışla karşılamamıza, kanaatlerine saygı duymamıza,
hatta endişelerini kısmen paylaşmamıza bizi zorluyor ve “psikolojik hâller ve
ona bağlı olan ekonomik gerçekler keşke faize hiç haklılık kazandırma-sa da biz
cîe onlar gibi düşünsek” dedirtiyor.
Dinî zihniyet ve iktisat
Her
din gibi İslam da beşerî ihtirasları ve nefsin sonu gelmeyen isteklerini
dizginlemekte, tamahkârlığa, tûl-i emel denilen doymazlığa, menfaatçiliğe ve
maddeceliğe karşı çıkmakta, mümkün mertebe kanaatkâr ve zâhidane bir hayat
yaşamayı tavsiye etmekte, insanın kendini dünyaya değil, ahirete vermesini
istemekte, dünyevî nimetler konusunda tevekkül sahibi olmayı, rızk hususunda
kısmetine düşene rıza göstermeyi öğütlemekte, dünya nimetleri sahasındaki
rekabet ve yarışın nefsi azdıracağını, haddini tanımaz bir hâle getireceğini
ifade edip, insanları uyarmaktadır. Bu
hususlar ayet ve hadislerde o kadar ağır bir dille ve ısrarlı bir şekilde
yeril-miştir ki, bu vadideki tehditlere ve şiddetli çıkışlara bakınca faiz gibi
meşruiyeti tartışmalı olan şeyi ihtiyaten reddetmek salim bir yol olarak
görülmektedir. Dünyayı ve maddeyi kötüleyen naslann teh-ditkâr havası içinde
bir müslümanın nasıl düşüneceğini göstermek için kısaca Gazali’den bahsedelim.
Gazalî örneği
“Dünya,
sevgilin ve dostun olan yüce Allah’ın düşmanıdır. Dostun düşmanı senin de
düşmanındır. Dünya, onu elde etmek bir yana üzerinde düşünmeye bile değmez. Sen
onu terk etmesen de o seni terk edecektir. Onun için çabuk davran ve o seni
terk etmeden sen onu terk et269.
Dünya ile ahiret, hiçbir şekilde barışmayan iki kumadır. Birini memnun ettin
mi, behemahal diğeri küser, iyisi mi sen dünyayı küstür ki, ebedî saadeti
kaybetmeyesin. Dünya ile ahiret, bir koltuğa sığmayan iki karpuzdur, ikisine
birden sahip olmak istersen, hiçbirine sahip olamazsın, iyisi mi birine sahip
ol, o sana yeter. Dünya ile ahiret doğu ile batı gibidir. Birine yaklaştığın
nispette öbüründen uzaklaşırsın. “Dünya pis bir leş, ona talip olan da
köpektir”. “Dünya, dıştan bakılınca, süslü bir geline, peçesini açınca buruşuk
suratlı ve kazma dişli bir cadıya benzer”. “Dünyanın başlangıcı bal, sonu zehir
gibidir”. “Dünya bir köprüdür, üzerinden geçiniz, tamiriyle uğraşmayınız”.
“Tedbir almak ve sebebe tevessül etmek kısmetine düşen rızkı ve ahn yazını
değiştirmeyeceğine göre, bu türlü şeyleri terkedip işinizi Allah’a havale
ediniz, O’na tevekkül ediniz”270.
Burada söylediklerinin en az yüz misli fazlasını îhya’nın muhtelif
yerlerinde yazan Gazalî’ye göre iyi ve mükemmel bir müs-lüman, hakikî dostu
Allah’ın azılı düşmanı olan dünyadan nefret eder, onun kindar bir düşmanı ve
amansız bir hasmı olur. Gazalî’ye göre bakkallık, kefen satmak, kasaplık,
çöpçülük, tabaklık, simsarlık, kuyumculuk gibi işleri meslek edinmek mekruhtur271.
Şah
Veliyyullah Dihlevî, “Allah aşırı refahı, dünyaya dalmayı ve ihtimam
göstermeyi, buna vesile olan hususları hoş karşılamamış ve bu maksatla ipek ve
altın gibi aşırı refaha delâlet eden şeylerin kullanılmasını kısıtlamıştır”
diyor 272
Tasavvufla
ilgisi bulunmayan Serahsî, el-Mebsufta, zenginliğin mi yoksa fakirliğin
mi bir mümin için daha hayırlı olduğunu münakaşa ettikten sona, daima
fakirliğin zenginlikten üstün tutulması lâzım geldiğine karar verir.
Dünya,
maddiyat, menfaat, servet ve zenginlik hakkında böyle düşünen âlimlerin
tesirlerini bütün ağırlıklarıyla hissettirdikleri bir ortamda çok üretim için
çok çalışma ve refah için geceyi gündüze katıp çabalama, millî geliri ve fert
başına düşen hasılayı durmadan artırma gibi hususların önem ve lüzumundan
bahsetmek gülünçtür.
Onlara
göre müşahade ve tecrübelere dayanan, faizle ilgili yorumlar ve incelemeler,
şayet bunun zararlı ve haram olduğu sonucunu ortaya koymuyorsa, sadece abesle
iştigalden ibarettir. Üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değmez.
Yukarıda
belirtilen hususlarda, özellikle dinî açıdan büyük gerçeklik payı vardır. Fakat
unutmamak lazımdır ki, dünyanın düzeni her zaman bir karar üzere durmaz.
Dünyada bazen ağır, bazen hızlı, ama devamlı surette dengeler değişmektedir.
Genel sosyal gidişatın dikkatle takip edilep her zaman bu zamana en uygun düşen
dengeyi kurmak müslümanlarm vazifesidir. Sosyal ve ekonomik hayat durmadan
büyümekte ve hacmi genişlemektedir. Daimî surette gelişen hayatın yeni
şekillerine göre eski müesseselerin yeniden şekillendirilmeleri şarttır.
Bugün
milletlerin siyasî ve askerî gücü, İktisadî gücü nispetinde olduğundan, İslam
milletlerinin her gün biraz daha zenginleşerek hızla kalkınmaları, bir hayat
memat meselesidir. Ve bunun başka alternatifi de yoktur. Bu gün ekonomik güç
aynı zamanda milletlerin egemenlik ve bağımsızlık meselesidir. İyi bir
ekonomisi olmayan milletlerin bağımsızlığı tehlikededir. Şayet servet ve zenginlik
bu gün için bir var veya yok olma meselesi olmasaydı, belki de Gazalî ve
Serahsî gibi düşünmekte de bir mahzur görülmeyebilirdi. Yine de faiz konusunda,
müslümanlarm bu dünya görüşünü göz önünde tutmakta yarar vardır.
Faizsiz ekonomik bir sistem kurma
çabaları
·
a. İran İslam
Cumhuriyetini yöneten Şiî mollalar faize (behre, sûd) şiddetle karşıdırlar.
Faizin şeriata aykırı olduğuna inandıkla-nndan 1979 İran Devrimi’nden sonra ilk
iş olarak faiz sistemine son vermeye giriştiler. Bu maksatla sanduk-ı karz-ı
hasen adıyla bir fon oluşturdular. Daha başka önlemlerin yanı sıra bankaları
devlet tekeline aldılar. Fakat faiz sistemini ortadan kaldıramadılar, iktidar
ellerinde ve devlete hakim iken, petrol ihracatından
da bol bol döviz temin etmiş iken bunu yapamadılar. Bu gün İran’da bulunan çok
sayıdaki banka caize (ödül, faiz.) karşılığı mevduat kabul etmekte, kredi
açtığı kişi ve firmalardan kâr-müzd (komisyon, ücret, faiz) almakta, yani
mevduat faizi de var, kredi faizi de sadece adları değişik o kadar.
İranlı
İslamcıların faiz sistemini kaldırmaları mümkün olmamıştır.
·
b. Pakistan: Bu
ülkede Mevdudî’nin başını çektiği ulema sürekli olarak faiz sistemine karşı
çıkmış, ekonomideki olumsuzlukları bu sisteme bağlamıştı. 1978-1988 yılları
arasında cumhurbaşkanı olarak görev yapan Ziyaul Hak şeriata bağlı kalacağını
ifade ederek dünyadaki ünlü İslam bilginlerini toplamış, danışmalarda bulunmuş,
faizi kaldırmaya karar vermişti. Bu maksatla “The Co-uncil of İslamic
İdeology-Pakistan” (Pakistan İslam İdeolojisi Konseyi) adıyla bir kurul
oluşturmuştu. Bu kurulun 15 Haziran 1980’de devlet başkanına sunmak için aldığı
“faizin kaldırılması” başlığını taşıyan bir raporda “kâr ve zarar esasına
dayanan mudarebe ve mü-şârek yoluyla ticarette hiç
faiz ihtimali yokken murabaha (veya mü-eccel-peşin alıp vade farkıyla pahalı
satma) usulünün geniş çapta kullanılması faize bir arka kapı açacak, bu yüzden
murabaha hem kısıtlanmak hem de merkez bankası tarafından çok ciddî bir şekilde
denetlenmek” denilmektedir273.
On
sene Pakistan’ın kaderine tek başına hükmeden Ziyaul Hak da faiz sistemini
kaldıramadı. Bu gün Pakistan’da bankalar faiz almakta ve vermektedirler.
Son
zamanlarda ABD’de gelişen “Venture Capital (Risk Sermayesi)” tamamiyle
mudarebeye benzemekte olup murabaha ile ilgisi yoktur274.
·
c. Suudi
Arabistan: Baştan beri şeriat hükümlerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu iddia
eden bu devlette çok sayıda Avrupa ve Amerika bankası faaliyet göstermekte
ayrıca kendi bankaları da faizli işlemler yapmakta, bundan başka özel finans
kuramlarına benzeyen birçok bankaları bulunmakta, milyarlarca doları ise Avrupa
ve ABD bankalarında yatmaktadır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın durumu lâik
Türkiye’den daha iyi değildir. Öbür körfez devletçiklerinde de durum aynıdır.
Para ve sermaye bolluğu içinde bulundukları hâlde faiz sisteminin dışına
çıkamamaktadırlar.
Bir
devlet ve ülkesindeki halk ne kadar dindar ve şuurlu olurlarsa olsunlar bu gün
dünyaya hakim olan faiz sisteminin dışına çıkamazlar.
Dünya ekonomisiyle entegre olması gereken bu
ekonomilerin kendilerini dünya ekonomisinden soyutlamaları mümkün değildir.
Soyutladıkları farz edilse bu da onlara sadece zarar verir.
Biz
faize alternatif ve ona rakip ekonomik kurumlar ve birimler mutlaka olsun,
bunlar faiz sistemiyle de mücadele etsin, diyoruz. Yalnız bu kuramların
başarılı olması için faiz sisteminin yasaklanmasının herhangi bir fayda temin
etmeyeceğini söylüyoruz.
Demokrasi
ve piyasa ekonomisi iki sisteme de yaşama hakkı tanımalı. (Bkz. Ek IV)
Ribayla faiz arasındaki hudut
“Riba
ile faiz (usury-interest) ayrı ayrı şeylerdir. Riba, mura-baacıhk ve
tefeciliktir. Faizin fahiş ve gayri meşru şeklidir. Onun için de hem dinen, hem
ahlâken hem de hukuken ve kanunen yasaktır, iktisat ve ticaret bakımından da
zararlı ve rizikoludur. Faiz ise ribanın, zarar ve rizikosundan arındırılmış,
hukukî, mantıkî, makul ve İktisadî bir biçime sokulmuş şeklidir. Bu bakımdan
riba ile aynı hükümde değildir. O haram, bu mübahtır, en fazla diyaneten
mekruhtur”, diyenlere itiraz olarak şu husus ileri sürülmektedir:
“Enflâsyonun
sıfır olduğu zamanda bir seneliğine yüz lira ödünç verip bunu iki yüz lira
olarak almak ittifakla haramdır. Fakat bu nibeti % 90, % 80 şeklinde aşağıya
çeke çeke acaba hangi noktadan itibaren riba denilen ve haram olan sahanın
sınırından, faiz denilen ve mübah olan sahaya geçeceğiz. Bu güne kadar bu sınır
tespit edilmemiştir, bundan sonra da tespiti mümkün değildir. Türkiye’de
eskiden bankalar % 6 nispetindeki faizi makul, Uygun ve gerçekçi bulup
uyguluyordu. Bunun üstündeki faiz fahiş sayılıp bu sınırı aşan nispetler
yasaklanıyordu. 1984 yılında faiz nispetleri % 55’e kadar çıktı. Faizin
faizi de buna eklenince % 70’i buldu. Halbuki % 50, %
60 nispetindeki faiz bundan 20-30 sene önce fahiş kabul ediliyor ve riba
sayılıp yasaklanıyordu. 20-30 sene önceki % 20 nispetindeki faiz de, faiz
haddinin % 10, % 15 olduğu daha evvelki yıllarda fahiş kabul edilip
yasaklanıyordu. Buna göre belli bir zamanda haram olan faiz haddi, daha sonra
mübah oluyor veya bazen de bunun tersi oluyordu. Diğer taraftan 1984 yılında
bile her devletteki faiz haddi öbür devletlerden farklıdır. Buna göre aynı
zamanda, lâkin farklı yerlerde aynı şeyin hem haram, hem mübah sayılması icap
eder. Bu ise mantıksızlıktır. Aklın temel prensibine aykırıdır. Zira bir şey ya
haramdır veya değildir. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Haram ise, artık o şeye
mübah denemez275.
Şu hâlde, değişmeyen ve sabit kalan bir faiz haddi tayin edilemeyeceğinden,
faizin kökten haram sayılması icap eder.
İlk
nazarda makul ve tutarlı görünen bu düşünce biçimi, en basit bir tenkide bile
dayanamayacak derecede çürüktür. Şöyle ki: Bu bakımdan üretimden sermayenin
hissesine düşen pay olan faizi, emeğin payına düşen ücretle mukayese edelim.
Son yarım asır zarfında aynen faizler gibi ücretler de durmadan değişmiş,
miktar ve nispet olarak yükselmiştir. On sene evvel bir tarım işçisine yüz lira
ücret verilirken, bu gün aynı işi yapana bin lira ücret veriliyor ve asgarî
ücretin altında işçi çalıştırmak yasaklanıyor. Bir toplu sözleşmeden evvel bin
lira günlük alan bir işçi, bu sözleşmeden sonra bin beş yüz lira alıyor ve
artık ona bu miktardan daha az ödemek, hakkını yemek sayılıyor. Acaba
sözleşmeyi imza etmeden evvel bin lira olan hak, nasıl bir anda bin beş yüz
liraya çıkıyor? Diğer taraftan aynı işi yapan iki işçiden biri bir iş yerinde
bin lira, öbürü bin beş yüz lira alabiliyor ve: “Eh ne yapalım karşılıklı
rızaya dayanan sözleşmenin gereği bu”, deyip geçiliyor. Yine meselâ batı
ülkelerinde belli bir işi yapan bir işçi iki yüz bin lira alırken, aynı işi Türkiye’de
yapan bir işçi elli bin lira alıyor. Ücretlerdeki farklılığı ve değişkenliği
izah için söylenecek her şey faiz için de geçerlidir. Faizlerdeki artışı ve
düşüşü evlerin, dükkânların ve iş yerlerinin kirası ve arazinin icarıyla
mukayese ettiğimiz zaman da aynı husus söz konusudur. Esasen her türlü mal ve
hizmetin fiyatı, belli bir düzen dahilinde yükselir
veya düşer. Faizin fiyatının esasta bunlardan bir farkı yoktur.
Faiz
hadleri hiçbir zaman % 50, % 60, % 70 gibi nispetlere baliğ olmaz. Bu türlü faiz
hadleri ancak enflâsyonun yüksek seviyede seyrettiği istikrarsız ve hasta
ekonomilerde olur. Enflâsyon bu nispetten çıkarılırsa geriye en fazla % 10, %
20 gibi nispet kalır
1994’te
Türkiye’de enflâsyon % 149.6 (yaklaşık % 150) oldu. Bu
durumda 100 TL. borç veren bunu 250 TL. olarak geri alırsa değeriyle almış olur. 250’nin % 10’u olan
25 TL. de buna eklenirse senede faiz oranının % 275
(yani 100+150 (enflâsyon)+25 (faiz) olması fahiş değildir. Eza’f-ı muzaaf hiç
değildir.
Faiz
hadlerinin neye göre ve nasıl teşekkül ettiği konusu bizim meselemiz değildir.
Biz burada “Her şeyin fiyatı değişirken paranın fiyatı sabit kalamaz ve bunun
değişmesi haram olduğunu ispat için delil olarak ileri sürülemez” demek
istiyoruz. Aslında son derece girift bir mesele olan faiz hadleri meselesini
burada daha fazla uzatmakta bir fayda yoktur. Yalnız biz burada daha evvel
ulema tarafından tespit edilen faiz hadlerinin nasıl haram olan riba ile helâl
olan ribh (faiz) arasında sınır teşkil ettiğini bahis konusu etmekle yetineceğiz.
Mecelle
Şarihi Ali Haydar, “Faizle ödünç vermenin tariki ber-vech-i âtidir” dedikten ve
paranın faize verilmesinin şer’î yollarını gösterdikten sonra: “Yüzde ne miktar
ribh (faiz) ilzam olunmasına taraf-ı Sultanî’den müsaade buyrulmuşsa, ancak ol
miktar ribh ilzam olunabilir. Ondan ziyade ilzam olunamaz. Olunsa bile iş
mahkemeye düştükte ondan ziyade ile hükm olunamaz” diyor276. Ebus-suud Efendi’nin fetvası:
Sual:
Zeyd, onu on ikiye (% 20’ye), onu on üçe (% 30’a) ve dahi ziyadeye akçe muamele
ey leşe (para faize verse), fi zamanına emr-i Sultan ve müftî-i zeman
hazretlerinin fetva-yı şerifleri onu on bir buçuktan ziyade vermemek üzeredir,
deyu tembih olunduktan sonra dinlemeyüp ısrar eyiese, ne lâzım gelür?
el-Cevap:
Ta’zir-i şedid ve habs-i medid lâzım gelür. Tövbesindeki samimiyeti zahir
oluncaya dek serbest bırakılmaz” 277.
Bu
türlü fetvalara istinaden önce 1280’de sonra 22 Mart 1303 (1887)’de bir
murabaha nizamnamesi, yani faiz yönetmeliği çıkarılmıştı. Buna göre % 9’dan
fazla faiz alınamaz ve aradan kaç sene geçerse geçsin faiz toplamı ana parayı geçemez. (Eski Roma’da ve Yahudilikte olduğu
gibi)278.
Eğer
helâl sayılan ribh-i şer’î faiz değilse neden bunun haddi devletçe belirleniyor
ve sınırlanıyor? Narh koyan Allah değil mi?
Faizin,
“ribh-i şer’i” ve “faide-i şer’iye” adı altında belli bir nispette alınıp
verilmesinin cevazı yolunda verilen fetvaların ve buna istinaden çıkarılan
fermanların esas maksadı fahiş faizi ve tefeciliği, yani faiz ihtikârını ve
kara borsayı önlemek, başıboş murabahacılığı disiplin altına almak ve imkân
nispetinde ribanın tahribatına set çekmektir. Tefecilik gibi salgın, tehlikeli
ve öldürücü bir hastalığı bu yolla ortadan kaldırmak, hastalığı acı ilâçlarla
tedavi etmeye benzer. Başka çaresi kalmadığı için bu İçtimaî hastalığı acı bir
ilâç olan faizle tedavi etmek meşru ve mubah değil, aynı zamanda, gerekli,
yararlı ve semerelidir. Faiz hem ribaya rakiptir hem de alternatif. Bu çareye
başvurmayıp hastalığı hâli üzere bırakmanın hem dünyevî, hem de uhrevî
sorumluluğu vardır. (Bkz. Ek V)
Riba ve faiz arasındaki fark
Riba
ile faiz arasında var olduğundan bahsettiğimiz yukardaki farklara ek olarak
diğer farkları zikretmeden evvel bir hususa işaret edelim. İbn Rüşd şöyle
diyor: “Bir adam, diğer bir kimseye: Bir sene sonra senden alacağım aynı
miktardaki para karşılığında şu parayı sana ‘satıyorum’ diyerek bir pazarlık
yapsa bu akit caiz olmaz. Bunda icma vardır. Lâkin ‘Bir sene sonra senden
alacağım aynı miktardaki paraya karşılık olarak şu parayı sana ödünç veriyorum’
diyerek parayı verse caiz olur. Bunda da ittifak vardır”. Oysa bu iki türlü
muamele arasındaki fark sadece ‘satıyorum’ sözü ve bu sözle kastolunan alım
satım ile ‘ödünç veriyorum’ sözü, yani ikrazdan ibarettir. Her iki ifade ile
yapılan iş aynıdır. Fakat sadece lâfızda küçük bir değişiklik vardır.
Mahiyetler aynı bile olsa lâfızdaki fark birinin haram, diğerinin mübah
olmasına yetmektedir. Gerçekten de bey’le ilgili nesie ribasıyla ikraz
arasındaki fark sadece lafızdan ibarettir. Başkasına verilen bir şeyin mislini
iade etmeyi esas alan bir mukavele ve muamele “bey”’ lafzıyla yapılınca mübah
görülmüyor.
Peki
“Bir işten maksat neyse hüküm ona göredir”, “Akitlerde muteber olan lâfız ve
ifadeler değil, maksat ve mânalardır”, “Ameller niyetlere göredir” gibi küllî
ve umumî kaideler nerede kaldı? Hani bir şeye, ismi dikkate alınarak değil,
mahiyeti esas alınarak hüküm veriliyordu? Mahiyetleri aynı olan iki şey farklı
iki hükme tâbi tutulmuyordu. Demek ki, küçük bir ifade farkı büyük ve mühim
hüküm farkı meydana getirebiliyor. Bu esası riba ve faiz konusunda tatbik edip
“Riba ve tefecilik ifadesiyle yapılan para geliri ile ilgili işlemler haram,
faiz ve şer’î faide ibaresiyle yapılanlar mubahtır” denilebilir. Kaldı ki, riba
ile faiz arasında hem hukukî ve İktisadî mahiyet ve hem de maksat itibariyle
mühim ve müteaddit farklar vardır. Şöyle ki:
·
1.
Ribada, borç verilen nakdin veya eşyanın karşılığında alınan kârın haddi
yoktur. Kim ne kadara tutturursa o kadar kazanç temin eder. Faizde kâr haddi
belli olup (Hadd-i şer’î-Kanunî had) bu haddi aşan kârlar hukuken ve kanunen
himaye edilmez.
·
2.
Ribadaki kârın haddi olsa bile bu had, fahiş ve aşırıdır. Faizdeki kâr haddi
mutedil ve maküldür. Biri kontrollü, diğeri kontrolsüzdür. Nefsaniyetin,
keyfîliğin, haksızlığın, fırsatçılığın, menfaatperestliğin, hırsın ve
bencilliğin sermaye için tayin ettiği kâr haddine riba denir. Faiz ise bilakis
aklın, mantığın, vicdanın, hak şuurunun, umumî maslahatların, kanunun ve
İktisadî gerçeklerin serbest piyasa şartlan içinde sermaye için tespit ettiği
kâr haddidir.
·
3.
Ribadaki kâr hukuken ve resmen yasaklanmıştır. Faiz geliri (ribh-i şer’î) tam
tersine hukuken, kanunen ve resmen mübah görülüp himaye edilmiştir. Biri resmî,
hukukî, meşru, öbürü gayri resmî, gayri hukukî ve gayri meşrudur.
·
4.
Ribada umumiyetle borç veren zengin, alan fakirdir. Faizde bilakis mevduat
sahipleri orta ve dar gelirli, kredi kullananlar sanayici ve iş adamı olan
zenginlerdir. Riba geliri ile faiz geliri ters istikamette akmaktadır.
·
5.
Umumiyetle riba tüketiciden faiz üreticiden alınmaktadır. Ribanın gayesi
tüketim, faizin gayesi üretim, yatırım ve tasarruftur.
·
6.
Riba, şahıstan şahısadır. Faiz şahıstan müesseseye ve
mües-seseden şahsadır. Araya banka girdiğinden kimin parasım kimin kullandığı
belli değildir.
·
7.
Riba, sıkışık ve darda kalan kişinin paraca bunalma durumunu fırsat bilip, onu
olabildiği kadar soyma ve sömürme gayesi gütmektedir. Faiz, riba kara borsasını
ve faiz ihtikârını ortadan kaldırıp ödünçle, faiz kredi ile ilgilidir. Bunun
için Besold (ö. 1638) tefecilikle mücadele etmek için mahdut miktarda faiz ile
ikrazı kabul etmek lâzımdır demişti279. Faiz, ribaya alterrnatiftir. Vadeli
satışlardaki vade farkını düzene koyar, bir ölçü verir, gizli tefeciliği önler.
·
8.
Riba, elde edilen kazançların saklı ve gizli tutulmasını (kenz), faiz paranın
açığa çıkmasına yol açmaktadır. Riba kara paradır, faiz ak paradır, en fazla
karaca paradır veya tam olarak ak para değilse bile akçadır.
·
9.
Tarihin en eski devirlerinden beri riba ittifakla lânetlenmiş ve kınanmıştır.
Faizin yasak ve gayri meşru oluşunda öteden beri ihtilâf vardır, ekseriya
çeşitli mülâhazalarla çeşitli adlar ve işlemlerle faize cevaz verilmişken,
tefeciliğe, yani ribaya hiç izin verilmemiştir.
·
10.
Riba, nasların doğrudan ve açıktan yasakladığı bir illet iken, faiz Hz.
Peygamber zamanında vaki olan ve bilinen bir hadise değildir. Sonradan ortaya
çıkmıştır. Onun için nasla değil ancak kıyasla yasaklanabilir veya mübah
sayılabilir.
·
11.
Bedevî cemiyetlerinde ve iptidaî kavimlerde riba vardır, faiz yoktur. Hadarî
cemiyetlerde ve medenî milletlerde hem riba, hem de faiz vardır. Riba ve faiz
farklılaşmasına ancak bu türlü cemiyetlerde rastlanır.
Schumpeter:
“Faiz, ekonomik dinamiğe ve bu itibarla modern mübadele ekonomisine has bir
hadisedir. Prekapitalist dönemlerde ve eski ekonomilerde riba vardır, faiz
yoktur “diyor280.
Gerçekten de faiz, kapitalizmin mümeyyiz vasfı ve alâmet-i farikası ise, kapitalizm
sonradan ve yakın çağlarda ortaya çıktığından bu meselenin Hz. Peygamber
zamanında bulunmaması icap eder.
Böhm-Bawerk
faizi, sermayenin bulunduğu her yerde var olan bir vakıa olarak görmüş ve
faizin üniversal bir hadise olduğu sonucuna varmıştı. Burada meseleyi şu
şekilde izah etmekte hem isabet hem de faide vardır. Küçük hacimdeki basit,
statik ve iptidaî ekonomilerde riba vardır. Ribanın yanında faiz görünmez.
Gelişme dönemine giren ekonomi hareketlenip karmaşık bir hâl alınca, ribanın
yanı sıra faiz de ortaya çıkar. Ancak bu yeni unsura ilk nazarda dikkat
edilmez, riba ile bir tutulup reddedilir. Fakat faiz, reddedilmekle ortadan
kalkmayan İktisadî bir olay ve ticarî bir gerçek olduğundan hileli yollarla da
olsa, kendini kabul ettirir ve ribadan ayrı bir muameleye mazhar olur. Daha
sonra kapitalist ekonominin bütün açıklığı ve karakteristiği ile ortaya
çıkmasıyla faiz de meşruiyet, hukukîlik ve kanunilik kazanır. Buna göre,
İslam’daki İktisadî hayatın icabı olarak bu cemiyet de faizin birinci ve ikinci
hâli görülmüşse de üçüncü hâli görülmemiştir. Bu yüzden riba ile faiz arasında
umum husus mutlak vardır, yani her riba faizdir, ama her faiz riba değildir,
faizin haram olan kısmının adı ribadır. Bunun mekruh olan kısmı bulunduğu gibi
mübah olan kısmı da vardır, diyoruz.
Riba
ile faiz arasında gerek muhteva gerek maksat ve gerekse şekil bakımından bu
kadar çok fark vardır. Bu farklar, mutlaka ri-banın hükmünden farklı bir hükmün
ona atfedilmesini kaçınılmaz kılar. Faiz, naslarda çok şiddetli bir şekilde
yerilen ve lanetlenen riba ile aynı hükümde tutulamaz. Tefeciler Allah’a ve
Resulüne savaş açmış vicdansız, gaddar, zalim, insafsız, kalbi katı, adî,
ahlâksız ve namussuz kimselerdir. Doğrudan veya hileli yollardan ve çeşitli
isimler altında faizi caiz gören ulema onlarla hiç bir tutulur mu? Vicdan,
insaf ve aklı selim sahibi hiçbir kimse bu soruya evet
diyemez.
Son
devrin iki bilgili, ehliyetli ve aydın hocası bu konuda şöyle diyor:
Kâmil
Miras: “Ez’af-ı Muzaafa şimdi mürekkep faiz denilmektedir. Günümüzdeki faizle
cahiliye ribası aynıdır”281.
Elmalılı
Hamdi Yazır: “Arap örfündeki riba, tam mânasıyla zamanımızda nakitlere ödenen
faiz veya güzeşte veya nema tabir olunan fazladır”. “Bu gün dünyada cari olan
faiz muameleleri mahiyet itibariyle cahiliye devrinin bu (konudaki) âdetinden
başka bir şey değildir”72.
Hâlâ,
Anadolu müslümanlarına eserleriyle hocalık etmekte olan bu iki değerli
âlimimizin, bugünkü mürekkep faizi Araplarda-ki tefecilikle bir tutup ona
verilen hükmü buna da tatbik etmeleri, sadece İktisadî gerçeklerden değil, aynı
zamanda dinî ve tarihî hakikatlerden de ne kadar uzak durduklarını gösterir.
Özü
itibariyle aynı olan şeylerin hukukî statü ve kanunî vaziyet itibariyle
farklılık gösterdikleri, bu yönden özü itibariyle aynı olan iki şeyden birinin,
çeşitli mülahazalarla meşru, diğerini gayri meşru sayıldıkları da nadir görülen
hususlardan değildir. Bu benzerlik her haramda vardır. Umumiyetle gayri meşru
olan hususların meşru olan kısımları vardır. Hilenin bile şer’î hile adıyla
meşru olan bir kısmı vardır, harpteki hile gibi.
Bu
bakımdan içkiye bir göz atalım: îçki kesin naslarla açık bir şekilde haram
kılınmıştır. Naslarda haram olan içki şarap (ha-ram)dır.
Şarabın kendisi pistir, üzerine şarap dökülen kimse elbisesini yıkamadan namaz
kılamaz. Şarabın içilmesi gibi başka maksatla kullanılması ve ticaretinin
yapılması da haramdır. Afyon, saf alkol, ispirto ve kolonya gibi şeyler mahiyet
itibariyle şarap gibidir. Fakat üretim maksatları dikkate alınarak bunların kullanılmalarına
ve ticaretinin yapılmasına cevaz verilmekte ve kendileri de pis
sayılmamaktadır. Nebizin, ta sahabe zamanından beri haremliğinin ihtilâftı
olduğunu, günümüzde yaygın bulunan sigara iptilâsının da dikkate değer ilginç-
bir örnek teşkil ettiği de gözden ırak tutulmamalıdır. Bu bakımdan ribayı
şaraba, faizi saf alkole ve ispirtoya benzetebiliriz. Bu mukayese belki tam
değildi, fakat şöyle denilebilir: “Riba bizatihi neçis ve pis bir şeydir. Onun
için haramdır”. Bunu doğru kabul edelim. Fakat cüz’i necisler ve pislikler,
koruma güçlüğü sebebiyle ma’fû sayılmıyor mu? Başka bir kıyas da şöyle
yapılabilir: Esas ve mahiyet itibariyle meşru cinsî temas (cima) ile gayri
meşru cinsî temas (zina) fiilleri bir ve aynıdır. Cima’a meşruiyet kazandıran
hukukî statü ve şer’i akittir. Böyle bir hukukî statü ve şer’î akit faizde de
bulununca neden meşru olmasın ve haram olan ribadan farklı bir duruma gelmesin?
Esasen hukukun ve kanunun vazifesi de bunu tespit değil midir?
Son
olarak şunu da söyleyelim: Faizi riba ile aynı mahiyette göreceğimiz yerde
mübah alış veriş ve meşru ticaretle aynı mahiyette görmek daha doğru olmaz mı?
Zahire alış verişi ve kumaş ticareti yapıp kazanç temin etmekle para alış
verişi ve nakit ticareti yapıp kâr sağlamak mahiyet itibariyle aynı şeydir. Biz
ribayı değil, sadece faizi bey’ ile aynı hükümde tutuğumuzdan müşriklerin:
“Bey’ riba gibidir” sözü bize karşı itiraz olarak ileri sürülemez. Öteden beri
sarraflar -şimdi döviz büfeleri- para ticareti yaparak geçimlerini
sağlamıyorlar mı? Bankanın bundan farkı ne? Şunu da ifade edelim: “mahiyet
itibariyle faiz de ribadır” diyenler, mahiyet itibariyle ribanın da bey’
olduğunu, ancak birine hukukî bir statü tanımak ve öbürü yasaklanmakla
yekdiğerinden ayrıldıklarını, başka bir deyişle, mahiyet itibariyle ribanın
yasaklanmış bir bey’den başka bir şey olmadığını neden düşünmüyorlar? Her
haramın bir şüpheli kısmı varken, en azından haramlığı şüpheli olan faizin
niçin kesin ve açık bir yasak olduğunu, üzerinde müzakere açılmaya bile
değmeyen bir mütearife kabul edip, derhal redde kalkışıyorlar?
Özetle,
İktisadî, malî ve ticarî mahiyeti itibariyle bey’ (ticaret) ile aynı mahiyette
olan riba dinî, ahlâkî ve hukukî mahiyeti cihetinden ondan ayrıdır. Bunun gibi
İktisadî mahiyeti itibariyle riba ile aynı mahiyette olan faiz de dinî, ahlâkî
ve hukukî mahiyeti itibariyle ondan farklıdır. Riba ile faizin gayeleri de
başka başkadır. Kısaca, riba dinî bir meseledir, dinin konusudur. Faiz İktisadî
bir meseledir ve iktisat ilminin konusudur. Bununla beraber bazı İktisadî
meselelerin dinle olan ilgisi ikinci derecededir. Birinci derecede iktisatla
ilgili bir mesele olan faizin dinle olan ilgisi ikinci derecededir.
Faiz
meselesi iktisat açısından da ele alınsa İslam İktisadî nas-lara dayanmıyor mu?
sorusunun cevabı şudur: İktisadî konular ibadet
konuları gibi değildir, ibadet konularında yetkili ve yeterli olmayan insan
aklı İktisadî konularda ve ekonomik faaliyetlerde yetkili ve yeterlidir. iktisatta akıl evvel nakil sonra gelir. Bu anlamda
din-iktisat ayrımı yapıyoruz.
Tekrar
edelim: Her riba faizdir ama her faiz riba değildir. İktisat ilminin konusudur
dediğimiz faiz, riba (tefecilik) dışında kalan faizdir. Riba ile aynı olan faiz
elbetteki dinin ilk ve aslî konusudur.
ALTINCI
BÖLÜM
RİBANIN
HARAM OLUŞUNUN SEBEBİ VE HİKMETİ
SEBEP VE HİKMET
Esas
konuya geçmeden önce hikmet ve sebep (illet) konusu üzerinde biraz duralım:
Bir
hükmün illeti o hükmün konulmasına esas teşkil eden ve onunla birlikte bulunan
şeydir. Meselâ, namazın farz olması hükmünün illeti vaktin girmesi, orucun farz
olması hükmünün illeti ramazan hilâlinin görünmesi, kısasın farz olması
hükmünün illeti kasten adam öldürülmesidir. Ramazan hilâlini gören bir mükellef
oruç tutmakla yükümlüdür. Zira orucun illeti ve sebebi bu hilâlin görülmesidir.
Orucun hikmeti ise, oruç tutmakla gözetilen ve varılmak istenen amaçlardır. Bu
da orucun insanın ruhuna, bedenine ve topluma sağladığı faydalardır. îllet
bulununca hüküm olur, illet olmayınca hüküm olmaz. Zira hüküm illete bağlıdır
ve illet değişmez fakat hikmet olsa da olmasa da hüküm bulunur. Bir kimse,
tuttuğum orucun ve kıldığım namazın bedenime, ruhuma ve topluma faydası yoktur,
diyerek bu ibadetleri yerine getirme yük’", nlülüğün-den kurtulamaz. Gerçi
ibadetlerin en iyisi maksadına ve hikmetine uygun olarak ifa edilenlerdir ama
hedeflenen hikmet gerçekleşmiyor diye ibadetin lüzumsuzluğu neticesine
varılamaz.
Bazan
illet, hükmün varlığını belirleyen unsur “veya hükmü koyanın bu hükmü koymasına
sebep olan ve hikmeti ihtiva eden” unsur diye de tarif edilmiştir.
Ribada
illeti tespit konusunda fıkıh âlimleri anlaşamamışlar, bu konuda değişik
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları ise bunun illetini reddetmişler, belli
bir illeti bulunmadığını söylemişlerdir. O hâlde riba gibi İktisadî ve aklî bir
konuda: “Bunun illeti yoktur ama hikmeti vardır, bu da aklen ve tecrübe ile
bilinir” demek hatalı olmayacaktır. ibadet konularında
illeti, iksadî konularda hikmeti, fert ve toplumun yararını ve çıkarını esas
almak gerekir.
“Ribanın
illeti, cins ve miktardır” veya “cins ve insan gıdası olmasıdır” demek içi boş,
anlamsız bir ifadedir. Ne teoride ne de pratikte hiçbir şeyi halletmez.
Umumiyetle
İçtimaî ve İktisadî mahiyette olup, haram kılınan şeyler bir sebebe ve hikmete
istinaden yasaklanmıştır. Ribanm yasaklanmasının birtakım mucip sebepleri
bulunduğu gibi bu yasağın birtakım hikmet ve maksatları da vardır. Bu sebep ve
hikmetler dikkate alınacak olursa, hem riba yasağının mahiyeti daha iyi
anlaşılmış, hem de bu yasağın hangi şartlar altında ne şekilde tatbik edildiği
ve edileceği hususu daha kolay tayin edilmiş olur.
Ribanm haram kılınmasının sebepleri
Fahreddîn
Razî, riba yasağının gerekçelerini şu şekilde sıralamaktadır:
·
1. “Riba, bir
kimsenin başkasına ait bulunan malı, karşılığını ödemeden almasını icap
ettirir. Zira on altın verip karşılığında on bir altın alan veya on kile buğday
verip karşılığında on bir kile buğday alan, alış veriş yaptığı kimseden,
karşılığını vermeden ve bedelini ödemeden bir altın ve bir kile fazladan
almıştır. Diğer taraftan insan, bütün ihtiyaçlarını malla karşıladığından,
malın muazzam bir dokunulmazlığı (hürmeti) vardır. Hadiste, “insan malının
dokunulmazlığı (hürmeti ve masuniyeti) kanının dokunulmazlığı gibidir”
buyu-rulmuştur. işte bunun için karşılığını vermeden
ve bedelini ödemeden bir kimsenin malını almanın yasaklanması zarurî
görülmüştür”1. 282
Ribanın
haram kılınmasının sebebi üzerinde durulurken en çok ileri sürülen gerekçe bu
olmuştur. Onun için öteden beri faizin cevazını savunanlar bu gerekçeyi
geçersiz kılan açıklamalar yapmışlar ve bu gerekçenin haklı olmadığını ileri
sürmüşlerdir. İktisatçılar tarafından bahis konusu edilen faiz nazariyelerinden
bahsederken bu konudaki açıklamalara temas edeceğiz. Şimdi eskiden beri ileri
sürülen şu itiraza bakalım:
“Ödünç
verenin, parasını uzun bir müddet ödünç alanın yanında bırakmasına bedel olmak
üzere ek bir meblâğ alması niçin caiz olmasın? Oysa ödünç veren bu malı ikraz
etmeyip bu müddet içinde yanında tutsaydı bununla ticaret yapar, bu yoldan
malını nema-landırarak kâr elde ederdi. O, bu imkânı kullanmayıp malını ödünç
alana devretmiş ve böylece sermayesinden istifade ettiği için ödünç verene, ana paraya ilâveten fazla bir meblâğ ödemesinde
garipsene-cek bir şey yoktur”.
Fahruddin
Razî bu itiraza şu cevabı veriyor: “Sermayeyi ödünç alan hakkında bahis konusu
edilen istifade mevhum bir şeydir, olabilir de olmayabilir de. Oysa faiz
namıyla ilâve bir meblâğ almak kesinkes bir şeydir. Mevhum bir şey için kesin
olan bir şeyi elden çıkarmak şöyle veya böyle bir zarara yol açabilir.” Aynı
konuda Elmalılı şunları yazar: “Her riba, bir bedel verilmeden alınan açık bir
fazla olduğu için muhtacın ihtiyacının hafifletme yerine onun emeğinin ve iş
gücünü karşılağını ödemeksizin gasp ederek dolayısıyla daha da şiddetlendirir.”
“Nakit, durduğu yerde fiilen nema yapmasa bile takdiren ve bilkuvve nemalanan
bir meta olarak farz edilir ve bu, şer’an da böyledir. Bu bahaneyle ribacılar
birine para verdikleri zaman, fiilen mevcut olmayan mukadder ve farazî nemayı
zihnen mülahaza edip tahayyül olunan mevhum menfaati bedel göstererek yerine
faiz denilen muhakkak bir fazlalık ve kesin bir ek meblâğ alırlar.
Dava mübadele davasıdır, fakat hakikatte biri
vardır, diğeri ise mevhum bir şeydir. Alman faiz görünen ve bilinen belli bir
şeydir. Halbuki onun bedeli sayılan şey ne vardır ve
ne de bilinen bir nesnedir. Ne histe ne de akılda mevcuttur. Faiz, ortada duran
apaçık bir hakikat olduğu hâlde, onun bedeli sayılan nema va kâr vehim ve
hayalden ibarettir. Mübadele edilen iki şeyden biri hayalî olunca, mübadele
muamelesi de vehmî ve hayalî olur. Ribacı altınların şıngırtısını satmakta,
hatta bundan daha hayalî olan bir iş yapmaktadır. Fakir kazanırsa ribşcıya
verir, kaybeder veya kazanamazsa mahvolur.
Ribada
gerçi bedel kasdı vardır ama aslında bedelsizdir. Yani şeklen bedel varsa da
hakikatte yoktur. Onun için riba aynı zamanda bir hile, aldatma ve
sahtekârlıktır283.
Elmalılı’nın
bu sözleri, öteden beri bu konuda yazılanların tekrarıdır.
Karşılıksız
ve bedelsiz alınmış olması bakımından riba, umumiyetle gasp, hırsızlık, kumar
ve hile ile ele geçirilen mala benzetilmekte ve bunlarla aynı hükümde
tutulmaktadır.
Görülüyor
ki, ileri sürülen itiraz da, ona verilen cevap da kısmen doğru kısmen eksiktir.
Onun için insanı tam olarak tatmin etmekten uzaktır. Burada söylenenlerin
yetersizliği ilerideki izahlarla daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır284.
·
2. “Riba,
insanın çalışıp çabalayarak mal kazanmasına ve uğraşa didine bir meslek sahibi
olarak geçimini tabiî bir şekilde temin etmesine engel olduğu için haram
kılınmıştır. Şüphe yok ki, sermayedar riba akdi vasıtasıyla peşin veya veresiye
ana parasına ek olarak faiz namıyla fazladan bir
meblâğ alırsa, yollu yolunca çalışıp para kazananlar ve geçimlerini tabiî
usullerle temin edenler artık bundan böyle bu işe tenezzül etmez, meşakkat
isteyen, el emeği ve alın teri gerektiren hiçbir zor sanatın, ticaretin ve
kazanma yolunun zahmetine katlanmaz. Bu da halkın faydalandıkları kaynakların
kurumasına yol açır. Zira herkesin çıkarının ziraate, sanata, zenaata ve âlemi
mamur etmek için edinilen mesleklerde ve girişilen faaliyetlerde olduğu malûmdur”.
Fahruddin
Razî’nin bu görüşüne şunu eklemek gerekmektedir. Riba ile kolay yoldan geçimini
sağladığı için el emeği ve alın teriyle para kazanmaktan yan çizenler zamanla
tembelleşir, teşebbüs ve hamle kabiliyetlerini yitirir, atalet ve rehavet
iliklerine işler. Herhangi bir sebeple riba yoluyla geçimlerini temin etme
imkânını kaybettikleri zaman insanların en zelili ve zavallısı olma durumuna
düşerler. Diğer taraftan riba vasıtasıyla elde edilen paraya zahmetsiz ve
meşakkatsiz sahip olunduğu için harcaması kolay olur. Bu da israfa ve sefahata
yol açar, lüks tüketimini kamçılar. Paraya bağlı olan kötülüklerin yapılmasına
ve günahların kazanılmasına sebep olur. En azından bu türlü şeyleri
kolaylaştırır. Böylece mal ve servet ziyanına vesile olur. Tasarrufa ve sermaye
birikimine sebep gösterilen riba, iddia edilen sonucun tam tersi olan bir
noktaya varır. Bir yandan insanı tembelleştirerek servetin temel kaynağı olan
insan emeğini işe yaramaz hâle getirirken, öbür taraftan binbir meşakkatle
biriktirilen servetin har vurulup harman savrulmasına sebep olur. Ribanın en
büyük zararı insan emeğini değersiz ve geçersiz kılması veya bu hususu en
azından azaltmasıdır.
·
3. “Umumiyetle
borç veren zengin, alan ise fakirdir. Riba akdinin caiz olduğunu söylemek,
zenginin fakirden haksız ve sebepsiz olarak fazladan mal almasına imkân vermek,
bu suretle fakirin daha da fakirleşmesi pahasına zenginin daha da
zenginleşmesini caiz görmek mânasına gelir. Oysa şefkat ve merhamet duygularını
yok eden böyle bir alış veriş şeklinin caiz olmaması lâzım gelir. Zira
zenginlerin fakirleri soymalarının ve sömürmelerinin' başlıca yollarından biri
ribadır”.
İslam
servetin ve sermayenin zenginlerin ve müreffeh bir azınlığın tekelinde olmasını
istemez285.
·
4. “Riba, hiçbir
karşılık beklemeden bir şahsın diğer bir şahsa ödünç vermesi (karz-ı hasen) ve
bu suretle insanların birbirine iyilik yapmaları duygusunu, düşüncesini ve
geleneğini ortadan kaldırır. Riba haram olunca, bir kimsenin öbür kimseye ödünç
vermesi ve verdiği ödüncü aynen ve fazlasız geri alması cazip gelir, en azından
kolay gelir. Ribanın helâl olması hâlinde ihtiyaç sahibinin içinde bulunduğu
sıkıntı onu bin altın karşılığında, belli vade sonunda bin beş yüz altın
ödemeye sevk ve hatta mecbur eder. Bu da yardımlaşma, iyilik yapma ve hayırlı
bir iş ifa etme anlayışını ve ananesini ortadan kaldırır”.
Ribanın
bu zararı hem fert, hem de cemiyetle ilgilidir. Dinin temel gayelerinden biri
insanlar arasında sevgiyi, barışı, yardımlaşma ve dayanışma şuurunu, netice
itibariyle dostluğu hâkim kılmaktır. Din, bu maksadı gerçekleştirmek için
çeşitli tedbirler almıştır. Bir yandan zenginlerin fakirlere zekât, fitre ve
sadaka vermelerini ve kurban kesmelerini emir veya tavsiye etmiştir. Bunlar ve
benzeri hususlar zenginlerin fakirlere herhangi bir karşılık beklemeden
yapmakla mükellef oldukları yardımlardır. Zenginin fakire karşılık beklemeden
malî yardımda bulunmasını isteyen bir din, bu durumun tam aksine olarak
zenginin fakirden karşılığını ödemediği bir fazla meblâğı almasına nasıl cevaz
verebilir? Buna cevaz verirse çelişkiye düşmez mi?
Diğer
taraftan din, başkasının malına karşılığını vermeden ve bedelini ödemeden sahip
olmak mânasına geldiği için gasp, hırsızlık, ihtiras, kumar, rüşvet, hile,
aldatma, eksik ölçme ve tartma gibi yollardan ele geçirilen parayı şiddetle
yasaklamışın Bu türlü yollardan ele geçirilen mallan meşru görmeyen bir dinin,
bedeli ödenmeden alınmış olması bakımından mahiyet itibariyle bunlardan farklı
olmayan riba muamelesini tabiî, makul ve meşru bir kazanç yolu saymaması kadar
haklı ve yerinde bir şey olamaz. Aksi
hâlde bizzat koyduğu esasları kendisi ihlâl etmiş ve çelişkiye düşmüş olur.
Bir
de farz olmamakla beraber, bir lütuf olmak üzere insanların birbirine yardımcı
olmaları ve yekdiğerine iyilik etmeleri dinen teşvik ve tavsiye edilmiştir.
Hatta bu türlü yardımlaşmaların bazı hâllerde ahlâkî ve vicdanî yönden bir
vecibe hâlini aldığı ve ihtiyarî olmaktan çıkıp mecburî bir vaziyete geldiği de
olur. Bunların başlıcaları şunlardır:
·
a. Karz-ı hasen:
Maddî ve manevî herhangi bir karşılık beklemeden sırf Allah rızası için bir
kimsenin diğerine, ihtiyaç hâlinde eşya, mal ve nakit para ödünç vermesine
karz-ı hasen adı verilmektedir. Kur’an ısrarla şunu söylemektedir: “Maddî ve
manevî hiçbir karşılık beklemeden hasbeten lillah ihtiyaç sahiplerine ödünç
verin ki, Allah da size bunun kat kat fazlasını versin, muhtaç bir şahsa
verdiğiniz ödünç, hakikatte Allah’a verdiğiniz ödünçtür ve bunun karşılığını o
size verecektir”286.
Hadislerde
de aynı hususlar tekrar edilmiştir. Hatta bir hadise göre ödünç vermek sadaka
ve teberrudan daha sevaptır. Sadakaya on katı sevap verildiği hâlde ödünce
(karz) on sekiz kat sevap verilir287.
Halbuki
bu hayrın ve iyiliğin yapılmasına riba engel olur. Zira elinde para bulunan bir
kimse bu parayı riba yoluyla nemalandırma imkânından mahrum bırakılınca,
ihtiyaç sahibine vermeyi elinde tutmaya tercih edebilir. Diğer yandan parasını
riba ile artırma imkânına sahip olunca, başkasına iyilik etmek için kendi
menfaatinden kolay kolay vazgeçmez. Bu suretle de iyilik ve hayır yapma yolu
kapanır.
·
b. hıfak:
Kur’an infak üzerinde de ısrarla durmuştur. înfak, harcamak ve sarf etmek
mânasına gelir. İslam’da, üzerinde durulan infak Allah yolunda yapılan
harcamalardır288.
Fert ve cemiyet yararına olan, yerinde, zamanında ve ehline yapılan her harcama
infaktır. infak denilen harcama garazsız ve ivazsız
bir harcamadır, karşılığı sadece ve sadece Allah’tan beklenir.
·
c. Birr: Ulaşılması arzu
edilen en yüksek seviyedeki fazilete ve iyiliğe birr denilir. “Hoşunuza giden
mallarınızı harcamadıkça birre (fazilete) nail olamazsınız”289. “Birr (iyilik) üzerine yardımlaşınız”290 291 292.
·
d. İhsan:
Lütufkârlık mânasına gelir. “Allah size ihsanı emreder”'0. “Allah
sana nasıl ihsanda bulunduysa sen de öyle ihsanda bulun”11, “ihsanın
karşılığı ancak ve ancak ihsandır”293. Ihsan adaletten üstündür. Zira adalet,
kişinin alacağını tam olarak tahsil etmesi ve vereceğini eksiksiz olarak
ödemesi demektir. Ihsan ise kişinin hakkı olandan daha az alması, borcunu
fazlasıyla ödemesidir, imdi ihsan adaletten daha yücedir. Bu sebeple adaleti
araştırıp ona göre davranmak farz, ihsanı araştırıp ona göre davranmak
fazilettir294.
Ihsan, her insanın altından kalkamayacağı, muazzam bir fazilet olduğundan farz
kılınmamış, tavsiye ile iktifa edilmiştir.
·
e. tn’am:
insanın insana faydalı olması ve zararlı olmaması, mânasına gelir295. Ayet ve
hadisler in’ama da teşvik etmiştir.
·
f. Hayr:
Kur’an hayır ve hasenatta yarışmayı emretmiştir296. Hayrat fikri ve inancı dinde son derece
önemlidir. Vakıf müesseseler! karşılıksız ve hasbî
malî yardım mânasına gelen “îsâr” (diğer-gâmhk), “cûd” ve “sehâ” (cömertlik),
“sadaka ve tasadduk”, “hibe ve hediye”, “ma’ruf”, “iane” ve “teavun” gibi
ifadeler geçmekte, bu türlü hususlar önemle tavsiye edilirken, bunların zıddı
olan hodkamlık, menfaatperestlik, dünyaya düşkünlük, aç gözlülük, doymazlık,
muhannetlik ve cimrilik şiddetli ve sürekli bir biçimde yerilmektedir.
Mal
konusunda siyaseti bu olan bir dinin ribayı haram kılmaması, bu konuda kurmaya
çalıştığı düzeni bozar, dengeleri altüst eder, getirdiği birçok hükümleri
geçersiz ve etkisiz hâle getirir. Onun için de çelişkiye düşer, başarısızlığı
kaçınılmaz olur. Bu yüzden riba yasağını diğer dinî emirlerden ve yasaklardan
ayırmaya ve ayrı değerlendirmeye imkân yoktur.
Şah
Veliyyullah Dihlevî şöyle diyor: Riba yasağındaki sır şudur: Yüce Allah ipekli
elbiseler kullanma tarzındaki aşırı refahı, altın ve gümüş kap kacak kullanma,
bunlardan ziynet eşyası yapma kabilinden olup da kendini dünyaya vermeyi
gerektiren şeyleri, dünya hayatının zerafetine ve lüksüne kapılmayı hoş
karşılamaz. Zira bu türlü şeyler insanların esfel-i safilîne yuvarlanmalarına,
düşüncelerini karanlık renklere yöneltmelerine yol açar297.
Fahruddin
Razî’nin bahis konusu ettiği ve bizim de birtakım ilâvelerle genişlettiğimiz,
riba yasağının yukarıdaki dört sebebine aşağıdaki hususları da ekleyelim:
·
5. İslam’da
darda kalanın imdadına koşma ve sıkıntı çeken bir kimseye karşılıksız yardımda
bulunma bir esastır. Para ve geçim sıkıntısı çeken, kendi
rızkım ve çoluk çocuğunun nafakasını teminde zorluk çeken bir kimseye riba ile
hububat veya para vermek beşerî ıstırapları ve sıkıntıları istismar ederek ve
acil ihtiyaç içinde bulunan ve maişetini teminde zorluk çeken bir kimse, kendi
geçimini temin etmeye ve borcunu ödemeye yetecek miktardan daha fazla
miktardaki bir parayı nasıl kazanacaktır? Bu, son derece güç olduğundan
fakir ve muhtacın sıkıntısı gittikçe artacak, riba mevcut sıkıntılara yenilerini
katacak ve bu suretle yoksulun ıstırabı dayanılmaz ve katlanılmaz
seviyeye ulaşacaktır.
·
6.
Riba, ferdî hürriyetleri yok eder, en azından sınırlar ve daraltır. Böylece
insan şahsiyetinin gelişmesine , ferdî kabiliyetlerin
gerçekleşmesine ve olgunlaşmasına mani olur. Güçlü, zeki ve istidatlı olan bazı
kimseler bu vasıflarına rağmen mal kazanma konusunda beceriksiz ve geçimini
sağlama hususunda yeteneksiz olabilir. Böyle kişileri, riba vasıtısıyla
muhteris, menfaatperest, maddeci ve duygusuz zenginlerin sömürmelerine ve
ezmelerine terk etmek ferde de, cemiyete de ancak zarar verir. Eski kavimlerde,
çeşitli sebeplerle borçlanan, sonra riba sebebiyle borcunu ödeyemeyen, gittikçe
daha ağır bir borca batan, bu yüzden hürriyetlerini kısmen veya tamamen yitirip
para babası ve mülk sahibi zenginlerin kölesi ve uşağı olma durumuna düşen
kimselerin sayısı az değildi. Eski şekliyle olmasa bile ribanın ve sermayenin,
fertlerin hürriyetlerini mahy veya sınırlama ve kısıtlama özelliği bu gün de
mevcuttur. Bahar aylarında gıda maddesi sıkıntısı çeken muhtaç kişilerin
fazlasıyla ödemek üzere zenginlerden aldıkları birkaç kile hububat için
verdikleri ribaya ilâveten onların işlerinde günlerce ya bedelsiz veya düşük
ücretle çalıştıkları hâlâ görülen bir hadisedir. Bu durum, İslam’ın hak
anlayışına zıt düştüğü gibi, köle azad etme ve insanları hürriyetlerine
kavuşturma yolundaki teşvik ve tavsiyeleriyle de uyuşmamaktadır. İyilik yapmak
suretiyle kişileri minnet altında bırakmaya, hürriyetlerini manen yok ederek,
onları uşak hâline getirmeye bile şiddetle karşı olan İslamiyet’in riba yoluyla
insanların köleleştirilmesine ve ezilmesine müsamaha göstermeyeceği aşikârdır.
·
7.
Riba bizzat riba yoluyla para kazanmak ve servet edinmek isteyenlerin mallarına
ve canlarına zarar verir. En eski çağlardan beri bütün dinler ve filozoflar
riba ve tefecilik yoluyla ele geçirilen serveti gayri meşru ve haksız kazanç
sayıp, gasp ve soygun yoluyla ele geçirilen malla aynı hükümde tuttuklarından
cemiyet ve bütün tefecilere soyguncu ve sömürücü nazarıyla bakıp, ondan nefret
ederler.
Bilhassa
binbir meşakkatle ve alın teriyle kazandıkları malları karşılıksız ve boş yere
riba yoluyla zenginlerin eline geçtiğini gören fakirler ve muhtaç kimseler
murabahacılardan nefret ederek, onlara lânet yağdırır ve her fırsatta beddua
ederler. Onlara karşı içleri kin, öç ve hınç gibi hislerle dolar. Çünkü
canlarının yongası olan ve türlü türlü zahmetlerle kazandıkları malları boş
yere ellerinden çıkmıştır. Bir karışıklık ve asayişsizlik sırasında veya ele
geçen küçük bir imkân ve fırsat vesilesiyle, tefecilerin mallarını soygun,
çalma, vurgun, gasp ve yağma suretiyle onların ellerinden alırlar. Zira bu
malların esas itibariyle tefecilere ait olmayıp, başkalarına ait olduklarına
inanmaktadırlar. Bu yüzden hangi yolla olursa olsun tefecilerin mallarına sahip
olmayı veya zarar vermeyi meşru ve mü-bah
görmektedirler. “Riba, malı ne kadar çoğaltırsa çoğaltsın, sonuçta onu azaltır”
mealindeki hadisin mânası da budur. Bu türlü yağma, soygun ve vurgun sırasında
nice kereler tefecileri de katleder, hatta evini ocağını bile tahrip edip
harabeye çevirirler. Tefecilik devletçe de yasaklandığından uğradıkları zararı
telâfi için İdarî makamlara ve mahkemelere de başvurup himaye edilmelerini
isteyemezler. Yer altı dünyasında çalışarak kaçak yoldan servet sahibi
olanların başına, ekseriya bu gibi belâlar ve felâketler gelir. Bunların en çok
sevdikleri evlatları ve hatta bizzat kendileri rehin alınarak kendilerinden
yüksek meblâğa ulaşan fidye istenir. Bunun böyle olması tabiîdir. Bu bir etki,
tepki meselesidir, su testisi su yolunda kırılır,
ağlayanın malı gülene hayr etmez, mazlumun ahi zalimlere musibet getirir,
yapılan duplar ve beddualar yerde kalmaz, Yüce Allah’ın ulu dergâhına ulaşarak
orada kabul görür.
Osmanlılar,
ribacıları düşük narhla İstanbul kasaplarına et temin etmekle mecbur tutmak
suretiyle onları iflâs ettirirlerdi.
·
8. Ribanm
meydana getirdiği ahlâkî neticeler son derece kötü ve zararlıdır. Ribanın
temeli cimrilik, bencillik, menfaatçiiik ve para kazanma hırsıdır. Bu duygulara
sahip olan kimsenin gönlü gani değil fakirdir, kalbi yumuşak ve yufka değil,
katı ve serttir. Böyle kimseler mala kul ve menfaate esir olarak maddenin
hâkimiyeti altına girer, paranın kulu ve kölesi hâline gelirler. Bu suretle
yüksek ahlâkî ve manevî değerler önemini yitirir. İnsanî hasletler ve beşerî
meziyet ve faziletler kaybolur. Hayır ve iyilik yapma
hissi söner ve körleşir. İnsan sevgisi, hemcinsine şefkat ve yardım gibi
duygular ortadan kalkar veya zayıflar. Sülük gibi yoksulların kanını emerek beslenen,
fakirlerin ciğerini yiyen, yüreğini yakan ve iliklerini kurutan tefeci, cemiyet
içinde şeref ve haysiyetini kaybeder. “Gemisini kurtaran kaptan”, “altta
kalanın canı çıksın”, felsefesine göre hareket eden murabahacı herkesin
nefretini kazanır. Başkalarına zulmetmede, onları ezmekte, soymada ve sömürmede
bir mahzur görmez. Kazanılmamış bir malı yeme ve harcama alışkanlığını edinir,
başkasının alın teri ve el emeğiyle meydana getirdiği şeyleri keyfince yemeyi
tabiî görür, tembelleşir, tufeyli olur, çalışma şevki ve iş görme hevesi
kaybolur, çalışmadan kazandığı parayı müsrifçe harcar. Başkasını hor görür. Bu
türlü kötü huylar ailesi efradına da sirayet eder.
Diğer
taraftan riba veren yoksullarda ezilmişlere has birtakım huylar meydana gelir,
zaman zaman ümitsizliğe düşer, aşağılık duygusuna kapılır, riba yiyerek zengin
olanlara bazen hayran olur, bazen de onlara haset ederler. Emeği ve çabasıyla
kazandığı malın riba yoluyla tefecilerin eline geçtiğini görünce, zahiren buna
rıza göstereseler bile, içlerinden nefret ederek tefecilere düşman kesilirler.
Böylece cemiyeti teşkil eden toplumda karşılıklı sevgi ve saygı yerini kine,
nefrete, husumete, düşmanlığa hasede ve intikama bırakır.
·
9. İçtimaî
bakımdan tefecilik sıhıf çatışmasına sebep olur. Fakir ve zengin tabakalar
arasındaki fark riba vasıtasıyla her geçen gün biraz daha büyüyeceğinden, bir
noktada iki kesimin mücadeleye ve kavgaya girmesi kaçınılmaz olur. Gökdelende
oturan zengin huzursuz ve endişeli olduğu gibi, bu gökdelenin yanındaki
gecekonduda oturan fakir de gerek fakr u zaruret içinde yaşaması, gerekse haset
hislerinin kabarması bakımından tedirgin ve rahatsızdır. Bu iki kesimin
huzursuzluğu sıkıntıların da kaynağı hâline gelir. Aç kurdun, fırının duvarını
yıkması kaçınılmazdır; sefahatla sefaletin yan yana zirveye ulaştığı yerde
İçtimaî patlamalar ve çatışmalar zaruri hâle gelir, büyük İçtimaî, İktisadî ve
siyasî inkilâplar ve ihtilâller vukua gelir. Bu esnada cemiyetteki bazı
tabakalar alçalır, düşer ve çöker, diğer tabakalar canlanır, boy atar, güçlenir
ve yükselir, artık cemiyete yeni bir düzen hâkim olur. Marx’m bahsettiği sınıf
çatışmasında ribanın yeri önemlidir.
·
a.
Riba adelet duygusunu yok eder. Umumiyetle İdarî ve adlî makamlar önünde
fakirlerle zenginler eşit tutulmamaktadır. Tefeci-lerin, karşılarındaki
kişilere birtakım menfaatler sağlayarak bahsedilen makamlarda haklı çıktıkları
nadir görülen hadiselerden değildir.
Diğer
taraftan millî gelirin âdilâne bölüşülmesine engel olan riba, cemiyetteki bir
kesimi bolluğa, israfa ve lükse sevkederken öbür kesimde yokluğa ve kıtlığa yol
açar. Bir tabakayı efendi, öbürünü onun uşağı hâline getirir, müreffeh ve mutlu
bir azınlık yanında sefalet içinde yaşayan bedbaht bir zümre vücuda getirir.
İki taraf arasındaki mesafenin zamanla daha da açılması ve uçurumun gittikçe
derinleşmesi sosyal adaletsizliği dayanılmaz boyutlara ulaştırır.
·
b.
Riba insanlar arasında var olması arzulanan eşitliğe de uymaz. Fırsat ve imkân
eşitliğine aykırı düşer. Bazı kişileri mal sebebiyle imtiyazlı bir hâle
getirir, öbürlerini şanssız bir duruma düşürür.
·
c.
Ribanın siyaset ve idaredeki tesirleri de son derece kötüdür. Servet ve
sermayeye sahip olanlar ekseriya siyasî ve İdarî makamlara daha fazla tesir
etme ve bu makamlara daha yakın olma imkânına da sahip olurlar. Zira siyasî
güçle İktisadî gücü yekdiğerinden ayırmak genel olarak mümkün değildir.
İktisadî güce bağlı olarak ve o sayede siyasî ve İdarî gücü de ellerine
geçirenler yoksulların, işçilerin ve sabit gelir sahiplerinin kaderlerine daha
fazla hükmeder, onları daha çok ezer, sömürür, hürriyetlerini daha ziyade
tehdit ederler.
·
d.
Riba, sadece bir milleti teşkil eden fertlerden bir kısmının öbür kısmını
soymalarına vasıta olmakla kalmaz, bazı milletlerin bilhassa gelişmiş zengin
milletlerin, kalkınma yolunda bulunan geri kalmış veya az gelişmiş milletleri
sömürmelerini, emperyalist ve kolonyalist emellerini gerçekleştirmelerine de
imkân verir. Böylece murabahacılığın zararları milletler arasındaki
münasebetlere kadar uzanır. Bu türlü münasebetlerin savaş sebebi oldukları da
vardır.
·
e. Riba
devletleri çökerten, imparatorlukları yıkan ve milletleri mahveden sebeplerin
başında gelir. G. Ferrero, The Greatness and Decline ofRome isimli
eserinde, tefeciliğin Roma imparatorluğunu nasıl çökerttiğini uzun uzadıya ve
örnekler vererek açıklamıştır. Mc Nair Wilson, Napoleon ’s Love Story
isimli eserinde, Napol-yon’u aslında tefecilerin mağlup ettiklerini söyler.
Jeffery Mark, Modem îdolarty isimli eserinde benzer görüşler ileri
sürer. Arthur Kinston, birçok imparatorluğu yıkan lanetlenmiş ribanın eninde
sonunda İngiliz imparatorluğunu da yıkacağını ifade eder. Devletlerin yıkılış
ve milletlerin mahvoluş sebepleri üzerinde duranlar, bu sebeplerden birinin de
riba olduğunu mutlaka belirtmekte ve bu önemli unsuru görmezlikten gelememektedirler.
Sıcak paranın devleti, hükümeti ve toplumu nasıl kontrol ettiği ve
yönlendirdiği konusunda Gregory J. Millman The Vandal’s Crown (The Free
Press, 1995) isimli eserinde para dealer’lann, para ticareti yapan tüccarların
hükümetlere, nasıl kafa tuttuklarını, para politikalarını merkez bankaların
değil,, onların tespit ettiklerini ve piyasayı
yönlendirdiklerini örneklerle anlatır. Arnavutluk’ta tefeciler 1997’nin Ocak
ayında bir çok insanın ölümüne, malların
yağmalanmasına, devlet ve kamu düzeninin bozulmasına, hükümetin istifasına yol
açan hadiselere sebep oldular. Bu karışıklıkların bastırılması için hükümet
Avrupa Birliği’nden askeri müdahale talebinde bulunmak zorunda kaldı.
·
10. Riba’nın
İktisadî zararlarına gelince, ribaya dayanan bir ticaret, bir devr-i bâtıldan
başka bir şey değildir. Riba sermaye terakümüne yol açarak tekelleşmeye sebep
olur. Serbest rekabeti önler, ticarî ve İktisadî dengeleri bozar. Fakirlerin ve
orta hâllilerin satın alma güçlerinin azalmasına, bu da mala olan talebin
azalmasına yol açar. Sonuçta istihlâk azalacağından istihsal de azalır. Riba
ile faizi ayrı düşünecek olursak, faizi savunan iktisatçıların bile ribayı
şiddetle reddettikleri ve umumiyetle de faiz hadlerinin asgarî seviyede
tutulmasına taraftar olduklarını görürüz. Kısaca ribayı meşru ve mubah gören
hiçbir din, filozof ve iktisatçı yoktur.
Ribanın
yasaklanmasının sebepleri ve hikmetleri, doğurduğu zararlar hakkında burada
söylenen sözler, her çeşit haksız kazanç için de söylenebilir. Zaten umumî
mânada her nevi haksız kazanç riba sayılır298. Bu bakımdan haksız kazancın ta kendisi olan
riba ile sair haksız kazançlar arasında hiçbir fark yoktur. Meşruluk perdesine
bürünmesi ve görünürde rızaya dayanması itibariyle riba, öbür haksız kazançlardan
çok daha kötüdür.
Ribanın
zararları hakkında burada söylenen sözler mübalağalı bulunabilir. Şunu ifade
edelim ki, şayet ribanın mânası: “Bir şahsın alın teri ve el emeğiyle kazandığı
malı, diğer bir şahsın bedelini ödemeden yemesi” ise, ribayı yermek ve kınamak
için yukarıda söylenen sözler bile azdır. Bu konuda ne kadar ileri gidilirse
gidilsin yeridir. Ancak burada riba sözü ile murabahayı, fahiş faizi ve
tefeciliği kastetiğimizi de hemen ifade edelim. Naslarda şiddetle reddedilen
ribanın da bu olduğu inancındayız.
Günümüzde tefecilik
Tefecilik
(riba) her zaman var olmuştur. Bunun için birkaç örnek verelim. Bugün biri
kişilerce, diğeri bankalarca, üçüncüsü devletçe olmak üzere üç türlü tefecilik
yapılmaktadır:
·
a. Tefecilik Yapan Kişiler:
TOBB başkanı Y. Erez’in demeci: Türkiye’nin kaderini 150 kişi ve kurum
belirliyor. Bunlardan 6O’ı banka, 9O’ı büyük sermeyedar. Her konuda bunların
dediği oluyor (Milliyet, 8/3/1994).
TBMM
tarafından yapılan bir araştırmanın sonucuna göre sadece İstanbul, Ankara, İzmir,
Adana, Bursa, Konya ve Manisa’da binin üzerinde tefeci var (Milliyet, 18/3/1994).
Özellikle
büyük şehirlerde faaliyet gösteren tefeciler çek, senet mafyası oluşturuyor,
uyuşturucu ticareti, silâh kaçakçılığı yapıyor, kara parayı aklıyor. Bu
piyasada yüz trilyon dönüyor (Milliyet, 18/3/1994).
Tefeciliğin
bir sebebi de bankalardır. Bankalar, meselâ % 10 faizle topladıkları mevduatı %
20 ile kredi faizi olarak veriyorlar. Tefeciler krediye ihtiyaç duyan kişi ve
ticarî kuramlara % 15 faizle kaynak bulunca ihtiyaç sahipleri bunlara
yöneliyor. Özellikle sıkışık durumda olan kişi ve kurumlar tefecilerden kısa
vadeli borç para almaktadırlar. Bazen bu oranlar banka faiz oranlarını da
geçmektedir.
·
b. Bankaların Yaptığı Tefecilik:
TOBB başkanı Y. Erez’in demeci: Ekonomideki sıkıntı bankacılık sisteminden
kaynaklanıyor. Bu gün bankalar, bankacılıktan çok tefecilik yapıyorlar
(Milliyet 8/3/1994).
înterbank
faizde hâzineyi solladı. Hazine iki milyara üç ayda bir milyar faiz verirken înterbank
iki milyara bir milyar üç yüz milyon veriyor (Milliyet, 2/6/1994).
Faiz
çılgınlığında son durak: % 1100 (Milliyet, 26/3/1994).
Repocuların
bayram keyfi: Her repocu 11.5 milyarlık yatırıma
karşılık beş günde 783. 5 milyon faiz geliri sağladı (Milliyet, 11/3/1994).
Bankalar
6 ayda % 400 kâr etti, hiçbir sektörde bu kâr oranı yoktur (Milliyet, 8/3/
1994).
25-31
Mart 1994 tarihleri arasında bir trilyon TL. fonlayan bir kamu bankası 6 günde
167 milyar TL. faiz ödedi, yani zarar etti (Milliyet
31/3/1994).
Bankalar
% 800, % 1100 gecelik faizle borçlanıyor (Milliyet, 31/3/1994)
ve bunun tabiî bir sonucu olarak: TYT Bank, Marbank, împexbank battı (Milliyet,
27/5/1994) ve bankazedelerin (tefecilerin) acıklı macerası başladı. Yüksek
faize tamah edenler ana paralarını da batırdılar.
·
c. Devletin
Yaptığı Tefecilik: Devletin yeni faiz hedefi: % 300 faiz. Hazine % 295
faizle bono, % 299 faizle tahvil sattı (Milliyet, 15/5/1994).
En
büyük faizci devlet: 26/5/1994 günü piyasaya çıkan
hazine bonolarının üç aylık net faizi % 50. Yani bir milyon üç ay sonra yüz
elli milyon oluyor. Yıllık bileşik faiz iş,e % 406
oldu (Milliyet, 27/5)1994).
Şimdi
sormak lâzım: Kim demiş ki tefecilik ve tefeciler yok, bankalar ve devlet
tefecilik yapmıyor?
1994
yılı en çok rantiyelerin para kazandığı bir yıl oldu, yani hiçbir mesleği
bulunmayan hiçbir mal ve hizmet üretmeyen, sadece para ve değerli kağıtları alıp satan asalakların. Bu devlet iflâh olur mu?
Dövizdeki
faiz: Dışbank’ın 11/4/1994 günü ilân ettiği mevduat
faizleri: Üç aylık TL’ye % 125, USD’ye, DM’ye % 7, yıllık TL’ye % 110, USD’ye %
5.5, DM’ye % 8 (Milliyet, 11/4/1994).
İşte
gerçekçi, ekonomik, rasyonal ve rantabl dediğimiz faiz
bu oranlardaki faizdir. Mevduat oranlarının faizi ABD doları olarak %
·
4
ile % 8, kredi faizleri % 6 ile % 10 tefeciliğin panzehiri işte bu orandaki
faizleridir. OsmanlIlarda da en çok % 15’e kadar şer’î ribh (faiz) için izin
verilmişti.
Avrupa
Birliği’ne dahil 12 ülkede 1993 yılında ortalama
enflâsyon % 3. 5 oldu. Fiyatlar % 14. 5 ile en çok Yunanistan’da, % 1.
·
5
ile en az Danimarka’da arttı. (Milliyet, 31/3/1993) Bu
ülkelerde mevduat faizleri % 4 ile % 8 arasında, kredi faizleri de bunun iki üç
puan üzerinde seyretmektedir. Faiz ve tefecilik olayı ancak bu tür sağlıklı
ekonomilerde doğru olarak anlaşılır.
Tefeciliğin sosyal, siyasî ve ahlâkî
zararları
Tefeci
infazlar: Tefeciler
çek-senet tahsil etme aracılığıyla on senede 60 kişiyi öldürdüler. (Milliyet, 18/3/1994) TBMM, araştırma raporundan alıntı.
Tefeciler
başbakanı ve hükümeti tehdit ediyorlar, bankalar kanun ve tebliğ dinlemiyor
(Milliyet, 8/3/1994).
Rantiyelerin
emek harcamadan ceplerine attıkları hadsiz hesapsız paraların nasıl bir israfa,
kumara, fuhşa, içki ve uyuşturucuya sebep olduğu ortada.
Bugün
ekonominin her türlü olumsuzluğundan faizi sorumlu tutan, özellikle din adına
bu kanaati taşıyan bir grup vardır. Onlara göre faiz olmasa her şey düzelir. Halbuki tefecilik anlamına gelen yüksek faiz bir sebep
olmaktan çok sonuçtur. Yani ekonomi hasta, enflâsyon yüksek olduğu için faiz
hadleri yüksektir. Bu durumda faiz oranlarını düşürmek veya faizi yasaklamak
hastalığı daha da ağırlaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.
Ekonominin
düzlüğe çıkmasının ve faiz oranlarının makul seviyeye inmesinin çareleri
şunlardır:
·
a.
İnançlı, dürüst, bilgili, cesur, işinin ehli, fedakâr ve halkı ile bütünleşmiş
siyasetçi
·
b.
Namuslu, ahlâklı, yöneticileri denetleyebilen ve baskı yapan şuurlu vatandaş ve
seçmen
·
c.
Tam istihdam, gizli-açık her tür işsizliği ortadan kaldırmak veya en aza
indirmek, iş yerinde ihtiyaçtan fazla işçi ve memur bulundurmamak ve
yatırımları desteklemek
·
d.
Üretimi teşvik ve üretimde en gelişmiş tekniklerin kullanılması
·
e.
ithalattan çok ihracat yapmak
·
f.
Özellikle kamudaki israfa, yolsuzluklara, adam kayırmaya, rüşvete son vermek,
bu hususta sürekli olarak mücadele etmek
·
g.
Devleti ekonomik ve ticarî faaliyetlerden çekmek, kitleri elden çıkarmak
·
h.
Adil bir vergi sistemi, tahakkuk eden vergileri zamanında ve tam olarak
toplamak
·
i.
Tasarrufu teşvik etmek
Bunlardan
her biri yüksek faiz ve yüksek enflâsyon kadar önemlidir. Yukarıda sıralanan,
tefeciliğin de yüksek enflâsyonun da sebebi olan hususları görmeyip her şeyden
faizi sorumlu tutmak deve kuşu gibi başı kuma sokmaya benzer.
Riba yasağının sebep ve hikmeti
bilinir mi?
Burada
böyle bir soruyu sormak belki manasız karşılanabilir. Ancak mesele dikkatle
incelendiği zaman bu hususun çok önemli bir konu olduğu meydana çıkar.
Yukarıda
bahsettiğimiz gibi murabaha, fahiş faiz ve tefecilik mânasına gelen ribanın
meri ve nehy edilip haram ve haksız bir kazanç sayılışının sebep ve gerekçeleri
gayet açıktır. Cahil âlim, avam havas, dine dağlı olan-olmayan herkes bu hususu
kolayca anlamakta ve kabul etmektedir. Onun için aklı başında herhangi bir
insanın ribanın meşruiyetini kabul ettiği görülmemiştir. Bununla beraber, bazı
İslam müellifleri, “ribanın haram kılınışının sebep ve gerekçesi insanlar
tarafından bilinemez” demişler; ekseriyeti ise “kısmen bilinse bile tamamen
bilinemez” kanaatini benimsemişlerdir. Meseleyi izah için Fahruddin Razî’nin
verdiği örneği buraya nakledelim:
“Bir
kimse yüz akçeye satın aldığı bir elbiseyi yüz on akçeye satsa, bu helâldir de,
(bir vade mukabili) yüz akçeyi yüz on akçeye satması neden helâl olmasın? Akıl
yönünden iki husus arasında hiçbir fark yoktur. Zira peşin fiyatı yüz akçe olan
bir kumaşın bir ay vade ile yüz on akçeye satılması caiz olunca, bir kimsenin
diğer bir kimseye bir ay sonra yüz on akçe olarak geri almak üzere yüz akçe
vermesinin de caiz olması lâzım gelir. Çünkü iki muamele şekli arasında aklen
ve mantıken herhangi bir fark yoktur, birinci durumda alım satım muamelesini
caiz ve hukukî kılan tarafların mutabakatı ve karşılıklı rızalarıdır ve bu
mutabakat ve karşılıklı rıza aynen ikinci akitte de vardır.
Diğer
taraftan alış verişe ihtiyaçları karşılamak için cevaz verilmiştir. Halihazırda eli bomboş olan ve şiddetli bir ihtiyaç içinde
kıvranan bir şahsın, ileride çok miktarda mala sahip olması muhtemel olabilir.
Faiz caiz olmayınca, sermaye sahibi ona hiçbir şey vermeyecek ve bu şahıs
sıkıntı ve ihtiyaç içinde kıvranıp duracaktır. Faiz vermenin caiz olduğunu farz
etmemiz hâlinde, sermayedar, faiz namıyla alacağı ilâve bir fazlalığa tamah
ederek ona borç para verecek, borçlu da eline para geçince ana
parayı faiziyle birlikte iade edecektir. Bu takdirde ihtiyaç sahibi bir
kimsenin aldığı ana parayı, eli genişlediği zaman faiz
denilen ek bir fazlalıkla birlikte geri vermesi, elinin genişleyeceği zamana
kadar sıkıntı ve ihtiyaç içinde kıvranıp durmasından çok daha kolay ve hafif
olabilir, ihtiyaçları gidermek için caiz görülen sair alışverişlerde olduğu
gibi, faizin caiz olmasını icap ettiren hâl işte budur”.
Fahruddin
Razî’nin naklettiği yukarıdaki fikirlere, günümüzde bahis konusu edilen şu
görüşü ilâve edelim:
Belli
bir zaman için borç ve kredi alan bir kimse, aldığı krediden istifade etmekte
midir, etmemekte midir?
Bu
soruya ya evet veya hayır diye cevap verilir. Şayet istifade etmeyecekse, bu
krediyi almaması, bilfarz onu alması hâlinde karşı tarafın vermemesi icap eder.
Çünkü böyle birine açılan kredi aslında onun aleyhinedir ve parasını riske
sokar.
“istifade
etmekte, bir fayda ve menfaat temin etmektedir” denirse, o zaman pek haklı
olarak denilebilir ki: “Mademki borç alan, aldığı borçtan bir fayda temin
etmektedir, o hâlde temin ettiği bu faydadan borç verene de bir hisse ayırması
icap eder. Bundan daha tabiî ve daha makul bir şey olamaz. Çünkü sermayedar
borç para vermeseydi bu fayda hasıl olmayacaktı. Bu
fayda, sermayedarın verdiği borç para ile bu parayı alıp kullanan şahsın
emeğiyle hasıl oduğundan, elde edilen menfaatin bir
bölümünün sermaye sahibine ait olması icap eder. Aksi takdirde parayı borç alıp
kullanan emeğinin karşılığını aldığı hâlde, sermayedar verdiği sermayenin
karşığı-nı almamış olur ve bu da adalete uymaz. Bu takdirde faiz adıyla
sermayedara verilen belli bir meblâğ karşılıksız sayılmaz. Bunun karşılıksız
olduğunu farz etsek bile, bu meblağ krediyi kullananın cebinden gitmiyor. Çünkü
bu meblâğı veren borçlu da ayrıca kâr etmektedir. Onun için faiz bahsinde
önemli olan, alınan kredinin bunu kullanan şahsa bir menfaat temin edip
etmediğidir. Eğer menfaat temin ediyorsa, sağlanan kazanca krediyi veren şahsın
veya müessesenin ortak olması son derece tabiî ve mantıkîdir.
Fahruddin
Razî yukarıdaki itiraza şu cevabı vermektedir: “Yüce Allah bu itiraza tek bir
cümle ile cevap vermiştir: ‘Allah ribayı haram, alış verişi helâl kılmıştır’.
Yukarıdaki itiraza şöyle karşılık verilir: Kıyas ile nassa itiraz etmeniz iblis
tarzı bir davranıştır. Çünkü Allah, Adem’e secde et
dediği zaman, şeytan da kıyasa başvurup nassa itiraz etmiş ve: ‘Ben ondan
üstünüm, zira beni ateşten, O’nu çamurdan yarattın’demişti”299.
Dikkat
edilmesi lâzımdır ki, Fahruddin Razî bahis konusu itiraza aklı ve mantığı
tatmin edebilecek İlmî ve fikrî değer olan bir cevap verememiş, aklın önüne
nassı koymaktan başka bir şey yapamamıştır. Bu suretle de nasla aklın ve fikrin
yolunu tıkamıştın Daha sonra: “Dinde kıyası reddedenler işte bu hususa
sarılır”. “Şayet dinde kıyasa itibar edilseydi yukarıda anlatılan itirazın
haklı olması lâzım gelirdi. Bu haklılık reddedilince, bundan anlarız ki, din
kıyasa değil, nassa dayanır” demektedir.
Gerçekten
de başta îbn Hazm olmak üzere birçok âlim, kıyasa karşı çıkmışlar ve bilhassa
riba bahsinde kıyasın yürümeyeceğini, muhaliflerine nazaran pek haklı olarak
iddia etmşlerdir. Nitekim, bu hususa temas edilmiştir.
Bu
anlayışla İlmî araştırma yapılabilir mi? Nasçılara göre gerçek apaçık ortada,
neyi araştıracaksınız?
Şimdi
ribanın haram kılınışının illet ve sebebinin bilinemeyeceğini iddia edenlerin
görüşlerine kısaca göz atalım. Fahruddin Razî “Bir görüşe göre ribanın haram
olduğu nasla sabit olmuştur. Teklife konu olan her şeyin illetinin halk
tarafından bilinmesi de icap etmez. Bu yüzden haram kılınışının sebebini ve
gerekçesini bilmesek bile riba akdinin kesinlikle yasak olduğunu kabul etmemiz
lâzım gelir “ demektedir300.
Elmalık ise bu konuda: “Teklif konusu olan hükümlerdeki hikmetleri, mükellef
olan halkın bilmesi de şart ve zarurî değildir” diyor301.
Taberî
şöyle diyor: “Borçlunun, alım satımdan doğan vadeli borcunu ödeme zamanı geldi
mi, alacaklısına:
—
Munzam bir vade ver, buna karşılık ilâve bir meblâğ ödeyeyim, derdi. Teklif
kabul edilince de riba akdi yapılmış olurdu. Bunlara:
—
Yaptığınız iş ribadır ve onun için de haramdır, denildi mi,
—
Bunun alış verişten farkı nedir? Ha ahm satım akdinin başında ziyade (kâr] etmişsin, ha borcun vadesi dolunca, fark etmez,
derlerdi. Bunun üzerine Bakara 2/275 ayeti inmişti. Allah bu ayette diyor ki:
“Alış verişten elde edilen fazlalık (ve kâr) ile ribadan elde edilen fazlalık
ve (kâr) bir değildir. Zira birini helâl, öbürünü haram kıldım (Bunun hikmetini
ve sebebini sormaya da hakkınız yoktur, bunu size izah etmek mecburuyetinde
değilim). Zira emir benim emrim, halk da benim halkımdır. Siz ne
karışıyorsunuz? Aralarında dilediğim gibi hüküm veririm. Halka, dilediğim gibi
kulluk yaptırırım. Hiçbir kimsenin hükmüme itiraz etmeye hakkı yoktur”302.
Kanaatime
göre, ulemanın günümüze kadar sürüp gelen bu tavrı doğru, tutarlı ve geçerli
değildir. Kısmen yanlış, kısmen de eksiktir. Riba ibadet ve itikat konusu
değildir ki mahiyeti anlaşılamaz, denilsin. Bir İslam âlimi ilmine,
müşahedelerine, tecrübelerine ve aklına istinaden ribanın haram oluşunun
hikmetini ve mucip sebeplerini açıklayamayacaksa, bu konuda susmayı tercih etmelidir.
Riba ve faiz gibi ekonomik yönü ağır basan dinî konularda menfî bir tavır
takınmak ve sadece redle yetinmek kimseyi tatmin etmez. Bu konuda bir örnek
üzerinde durmakta fayda vardır.
İslam’da
faizin hükmü konusunda bir araştırma yapan Enver İkbal Kureşî diyor ki:
“Şuna
inanıyorum ki, Kur’an’daki görüşler modem İlmî naza-riyelerle ihtilâf hâlinde
olsalar bile, ben bunu kendi düşünce sistemimi aksatacak makul bir sebep
addetmem.” Yani faiz konusunda iktisat âlimleri tarafından ileri sürülen
teoriler ve doktrinler ne olursa olsun, ben naslardan edindiğim bilginin dışına
çıkmam, demek istiyor. Vakıa nazariye kesin bir bilgi değildir. Ayrıca çeşitli
iksisat-çılara ait faiz nazariyeleri yekdiğeriyle çeliştiğinden birine uymak
öbürlerine uymayı imkânsızlaştırır ve ayrıca bu gün revaçta olan nazariyeler
yarın itibardan düşebilir. Bunun için faiz nazariyelerine dayanıp bu konudaki
dinî hükümlerden ayrılmak sakıncalı görülebilir. Fakat buna rağmen faiz
teorilerini ciddiye almak, hele bunların birleştikleri ortak noktalar üzerinde
önemle durmak, naslardaki hükümlerin bunlar karşısında bir muhasebesini ve
değerlendirmesini yapmak, gerekirse açıklamalar yapmak son derece faydalıdır.
Kureşî
yukarıdaki sözü söylemekle de kalmıyor ve hemen ekliyor: “Ben bu günkü müspet
ilmin bize söylediği şeylerin yarın birer efsane olabileceği inancına sıkı
surette bağlıyım ve ayrıca Kur’an’m bu gün anlayamadığımız bazı görüşlerinin,
yarın bize tamamen açık ve belirli geleceği kanaatini kuvvetle muhazafaza
etmekteyim”303.
Müslüman bir profesörün telif edip diğer müslüman bir profesörün tercüme ettiği
yukarıdaki satırlar dikkat cekici olduğu kadar da ders alınacak bir
niteliktedir. Her şeyden evvel Kur’an müspet ilimle, yani doğruluğu akıl ve
tecrübe ile ispatlanmış İlmî hakikatlerle çatışır mı? Bu özellikteki ilim,
yarın efsane hâline gelir mi? Kur’an’ın bu gün anlayamadığımız bazı görüşleri
üzerine, hele bunlar müspet ilimle uyuşmaz bir görüntüde işe hayatî meselelerle
ilgili hükümler bina kılınır mı? Şahsen ben de şuna inanıyorum ki, ne kadar
İlmî görüntü verilmeye çalışılırsa çalışılsın bu anlayışla yazılan bir eserin
İlmî olması mümkün değildir. Gerçi bu tip eserler büsbütün faydadan hali
değildir ama ilmi bu kadar horladıkları için sonradan dönüp ilim zırhına
girmeye de haklan yoktur. Günümüzdeki bu tip zihniyet sahiplerini görünce,
bundan asırlarca evvel İlmî hatta çoğu zaman nazarî kanaatlerine dayanarak
nasları cesaretle tefsir ve tevil eden eski âlimlerimizi alkışlamamak ve
faaliyetlerini tebcil etmemek mümkün değildir.
Yukarıda
kısaca temas ettiğimiz tutum, İslam âlimleri ve bilhassa ilme yeni yeni heves
eden gençleri akıl ve ilim karşısında ta-mamiyle şüpheci bir tavır almaya sevk
etmiş ve onları tamamıyla kısır ve verimsiz kıraç bir sahaya hapsetmiştir.
Bunun kaçınılmaz bir sonucu, İslam âlimlerinin İçtimaî ve İktisadî hadiselerin
seyri ve akışına yön verememeleri, herhangi bir katkıda dahi bulunamama-lan olmuştur. Hatta tam tersine İktisadî faaliyetlerin tabiî
macerasındaki akışı engellenmiş ve zorlaştırılmıştır. Bunun zararını ise İslam
toplumu çekmiştir.
Meselenin esası
Kur’an’da
haram kılınan ribanın, yani tefeciliğin yasaklanmasının sebep, hikmet ve
gerekçeleri apaçıktır. Ve bunlar tamamıyla malûm bulunmaktadır. Bu sebepler
öyle bu gün bilinmeyip yarın bilinebilecek cinsten olmadığı gibi, bu gün kısmen
bilinen, kısmen yarı malûm, yarı meçhul şeyler de değildir. Yeter ki, biz riba
meselesine usulüne uygun biçimde makul ve gerçekçi bir şekilde yaklaşalım ve
kendimizde bu meseleyi halletme selâhiyyetini görelim. Şunu da hemen ifade
edelim ki, bu konuda son derece dogmatik hareket edip “Her şey malûmdur, her
şeyi bilebiliriz” kanaatini taşı-, mak da son, derece hatalıdır. Her hususta
olduğu gibi İktisadî meselelerin etrafı da birtakım meçhullerle çevrili
bulunmakta, bir meçhulün malûm hâle gelmesi insanı yeni yeni meçhullerle karşı
karşıya getirmektedir. Ancak bu durum iktisatta böyle olduğu gibi, ona nispetle
çok daha kesin kanunlara dayanan fizikte bile böyledir. Durumun böyle olması,
karşı karşıya kaldığımız pratikteki zorluklara çözüm yolları aramamıza engel
teşkil etmez. Özlemi çekilen şey bazı meçhullerin de müslümanlar tarafından
malûm hâle getirilmesidir. Ama bir meçhulün malûm hâle getirilmesi, yeni
birtakım meçhullerin ortaya çıkmasına yol açacakmış, varsın açsın. Zira bunlar
da birer kazançtır ve ilim ancak bunları çöze çöze ilerler.
Riba
esas itibariyle bir alım satım akdi, bir alış veriş nuamele-sidir, ancak alış
verişin fasit ve batıl akitler bölümüne dahildir. Alış
verişin helâl, ribanın haram olduğunu biliyoruz304. Ancak helâl ve mubah olan alış veriş
şekillerinin sınırı nereye kadar gitmekte ve nereden itibaren haram ve günah
olan riba başlamaktadır? işte bu hususta kesin bir
sınır bulunmamaktadır. Bir hadisten anladığımıza göre İslam’daki helâller belli
ve açıktır, haramlar da öyledir. Ancak besbelli olan helâlin bitip yine
besbelli olan haramın başladığı nokta arasında, helâl mı yoksa haram mı olduğu
belli olmayan, helâlliği ve haramlığı şüpheli olan geniş bir ara saha bulunmaktadır.
Ara sahadaki muameleler ve davranış şekilleri kesin surette haram
kılınmamıştır. Sadece bu sahaya giren bir kimse, dikkatsizlik eseri girilmesi
kesin surette haram olan sahaya girebilir, diye uyarılmış ve bu şüpheli sahaya
girmemesi, girerse dikkatli olması tavsiye edilmiştir. Ayrıca ehliyetli kişiler
değil, ehliyetsiz kişiler bu alana girmekten menedilmiştir305 306.
Diğer bir hadise göre haramla helâl arasında kalıp da sükûtla geçilen hususlar,
unutulan değil, göz yumulan ve müsamaha ile karşılanan hususlardır2-5.
Bilhassa bu ara saha ticarî ve İktisadî hayat bakımından büyük önem taşır. Çok
dindar ve takva sahibi kişiler dinî hassasiyetin gereği olarak sırf kendilerine
has hususi hâller itibariyle bu sahaya girmekten kaçınırlarsa, şüphesiz ki iyi
bir şey olur, kelimenin tam mânasıyla faziletli bir iş yapmış olurlar. Ama
cemiyetin ihtiyaçlarını göz önünde tutarak
RİBANIN
HÂRAM OLUŞUNUN SEBEBİ VE HİKMETİ ammenin
maslahat ve menfaati için bu sahaya ölçülü, hesaplı ve dikkatli olarak girmekte
de hiçbir mahzur yoktur. Tersine bunda büyük faydalar vardır. Hususî hâller
itibariyle mahzurlu olan bir şeyin umumi hâller itibariyle her zaman mahzurlu
olduğu söylenemez. Gerek fıkıhta, gerekse hadiste pek çok riba çeşitleri bahis
konusu edilmiştir. Bu çeşit ribaların çoğunu bazı âlimler tam mânasıyla haram
riba sayıp reddederken, öbür âlimler aynı şeyi riba olarak görmeyip helâl ve
meşru görmektedirler. işte bazı âlimler tarafından
riba sayılıp reddedilen ama diğer bazıları tarafından mübah görülen İktisadî ve
ticarî muameleleri umumiyetle dikkat ve ihtiyat isteyen ara sahaya ait
meseleler olarak görmek gerekmektedir. İleride buna dair epey örnekler
vereceğiz. Şimdilik şu misali verelim:
Rahmetli
M. Hamdi Yazır: “Cihanın bu günkü faiz muameleleri de mahiyet itibariyle
cahiliye döneminin bu konudaki âdetinden başka bir şey değilir. Faiz
nispetlerinin azalması ve artması muamelenin esasını değeştirmez. Riba tam
olarak faizdir. Ribaya faiz ve nemâ demek tam olarak sahtekârlıktır, göz
boyamadır” demektedir307.
Aynı konuda merhum İzmirli İsmail Hakkı da: “Katlanmış ribayı yemeyin”308 ayeti riba
yasağına kayıt koyuyor ve bunu şarta bağlıyor, haram olan ribanın katlanma
yoluyla alman riba olduğunu gösteriyor. Her ne kadar “Allah ribayı haram
kılmıştır”309 ayeti
mutlak ise de, mutlakla mukayyedin tearuz etmeleri hâlinde, mutlaka nazaran
mukayyed tercih edilip mutlakın ona göre yorumlanması icap ettiğinden,
yasaklanan ribanın ancak ez’af-ı muzaaf riba olması lâzım geliyor. Bu da
cahiliye zamanındaki ribadır. Peygamberimizin kaldırdığı riba cahiliye
libasıdır diyor310.
Aslında
riba ile faizin ayrı ayrı şeyler olduğu, İslam’ın ribayı yani fahiş faizi
yasakladığı, paranın kirası olan faizle ev ve tarla icarları arasında fark bulunmadığı,
tatbikatta hileli yollardan faizin
tecviz
edildiği îslam âleminde ilk defa Ali Suavi tarafından kaba taslak ileri
sürülmüştür311.
Aynı
şekilde PakistanlI merhum Mevdudî er-Riba isimli eserinde Elmalılı gibi
düşünüyor. Aynı ülkenin diğer bir âlimi Fazlur Rahman ise İzmirli gibi
düşünüyor ve uzun bir inceleme yazısında: “Riba, borcu ödeme vaktini belli bir
müddet uzatmaya karşılık olmak üzere, ödünç olarak verilen sermayenin kat kat
artmasına vesile olan fahiş fazlalıktır” kanaatine ulaşıyor312. Aynı fikirlere katılan Arap âlimler de
vardır313.
Şimdilik ulema arasında tartışma konusu olan, haddi ve miktarı yetkili
makamlarca tahdit ve tespit edilen faizin en azından
kesin haramlar kategorisine girmeyeceğini ve bunun ara sahaya ait bir mesele
olduğunu, onun için de araştırma sonucu şöyle veya böyle bir kanaate ulaşan bir
âlimin samimî kanaatinden dolayı küfre, delâlet ve bid’ate nispet
edilemeyeceğini söylemekle yetinelim.
Ribanın
yasaklanmasına sebep gösterilen yukarıdaki hususlar ciddî tenkitlere, İlmî
tartışmalara ve yeni değerlendirmelere müsait hâldedir. Bu hususları etraflıca
incelemeden meseleyi tam olarak anlamak kabil değildir. Şunu ifade edelim ki,
yukarıda naklettiğimiz sebep ve gerekçeleri tefecilik mânasına gelen riba
hakkında aynen geçerli kabul ediyor ve bunun tartışmasına bile girmeye lüzum
görmüyoruz.
***
Faizin
haksız ve haram bir kazanç oluşuna sebep, herhangi bir karşılığa tekabül etmemesi
ve emeksiz bir kazanç oluşu gösterilmişti. Fakat kısmen az evvel de
bahsettiğimiz gibi, faiz tamamıyle karşılıksız değildir; şöyle böyle bir
karşılığı vardır. Faizin karşılığı vadedir, paranın verdiği imkânlardan bir
müddet için vazgeçip beklemektir. Paranın iş görme, mal üretme ve ihtiyaç
giderme gücünden sağlanan faydadır. Faiz bu fayda için kiralanan sermayenin
kirasıdır. Paranın bizzat ve doğrudan faydalanma hakkından feragat ederek
fedakârlığa katlanmanın karşılığıdır.
Faizin
tembelliğe sebep olduğu, iş ve meslek sahibi olmaya mâni olduğu yolundaki
itirazlar da pek geçerli değildir. Faizin tasarrufları teşvik ettiği ve sermaye
birikimini temin ettiği, biriken sermayenin yatırımlara aktarılarak yeni iş
imkânları ortaya çıkardığı, üretimi artırarak bolluğa sebep olduğu, parayı âtıl
vaziyetten faal vaziyete geçirttiği, kenz, iddihar ve ihtikâr denilen
stokçuluğu önlediği de söylenebilir.
Faizi
fakirin zengine verdiği şeklindeki görüşler ve bu görüşlere dayanan hükümler de
artık geçerli değildir. Zira bu gün umumiyetle zengin iş adamları ve
sanayiciler faizle kredi almakta, yine ekseriya fakirler ve dar gelirliler
tasarruf ederek küçük tasarruflarını bankalar aracılığıyla sermaye sahiplerine
faiz karşılığı ödünç vermektedirler. Faiz, fakirden alınıp karşılıksız zengine
verilen bir para olduğu için haram ise artık bu işlem ters döndüğünden bu
nazariyeye dayanan hükmün, yani faizin haram olması keyfiyetinin de tersine
dönmesi, bir illete binaen teşri kılman bir hükmün o illetin zevale ermesiyle
ortadan kalkması icap eder. Şayet faiz alan soyuyor ve sömürüyor, faiz veren de
soyuluyor ve sömü-rülüyorsa, bu gün artık hakkı yenen zenginler, başkasının
hakkını yiyenler de orta ve dar gelir grubudur. Faizi yasaklamak fakirlere ve
dar gelirlilere bir şey kazandırmaz. Bu noktada: “Gerçi
sanayiciler, iş adamları, tüccar, esnaf ve çiftçiler faiz karşılığı kredi
almaktadır ama bu faizler bu kişilerin imal edip ürettikleri mallara
yansımakta, bu malların fiyatlarını artırmakta, pahalılaşan malların fiyatını
da yoksullar, orta ve dar gelir grupları ödemekte, neticede zenginlere hiçbir
şey olmamakta, olan yine fakir fukaraya olmaktadır, “ denilebilir. Lâkin
buna karşılık da şu tez ileri sürülebilir: “Mal ve hizmet üretmek için faizle
kredi alınmasa, bu mallar ve hizmetler ya üretilmeyecek veya daha az ve daha
zor üretilecek. Birinci hâlde mal yokluğu, ikinci hâlde mal darlığı ortaya
çıkacak
ve
her iki hâlde de bulunmayan ve nadir bulunan mal ve hizmetler daha pahalı
olacak, hatta kara borsaya düşecektir, iki durum arasında muhayyer kalınınca
faizle kredi alıp mal hizmet üretme ciheti tercih edilecektir.
Kazanılmamış malın dinî hükmü
Faize
karşı ileri sürülen itirazlardan biri de, el emeği ve alın teriyle kazanılmamış
ve hak edilmemiş bir mal olması, bu özelliğiyle tembelliğe, faydalı iş ve
mesleklerin terk edilmesine, israfa ve sefahata yol açması şeklinde idi. Riba
için son derece doğru ve yerinde olan bu açıklamanın faiz için geçerlilik
derecesi tartışılabilir. Bir
kere el emeği ve alın teriyle kazanılmayan ve hak edilmeyen her mal haksız ve
gayri meşru bir kazanç değildir. El emeği ve alın teri bir malın meşru kazanç
oluşunun şartı değildir.
·
a.
İslam’da miras yoluyla sahip olunan mallar meşru ve helâl kazanç sayılmıştır. Halbuki mirasa konanlar bunu hak etmek için hiçbir emek sarf
etmemişlerdir.
·
b.
Hediye, hibe, teberru, vakıf geliri, nafaka ve bahşiş yoluyla mal ve mülk
sahibi olunmaktadır. Halbuki bu yoldan ele geçen malların kazanılması için
hiçbir gayret ve cehd harcanmamakta-dır.
·
c.
Fakir fukaranın aldığı zekât, sadaka, fitre, kurban eti gibi şeylerde ise
karşılık verilmemesi esastır. Karşılık almak ve beklemek ise günahtır. Şu hâlde
bu yoldan mal elde edenler bunun için emek harcamamaktadırlar.
·
d.
Mudarebe şirketi kurarak para kazanan sermaye sahipleri de emek harcamadan mal
ve mülk sahibi olmakta bu yolla pekâla para parayı kazanmakta, nakit nakdi
tevlid etmektedir.
·
e.
Muzaraa ve müsakât yoluyla icara verilen arazi, tarla, mezra, çayır, bağ ve
bahçeler de sahiplerine emeksiz ve hatta risksiz kazanç temin etmektedir. Bu yüzdendir
ki bu nevi yollardan kazanılan malın ve edinilen servetin meşruluğunu kabul
etmeyen âlimler bu gibi gerekçelerle arazi icarlarına karşı çıkmışlardır. Fakat
buna rağmen cumhur bu tür kazançları caiz ve helâl görmüştür. Fakat kanaatime
göre arazi ile sermaye faizi arasında hiçbir fark yoktur. Birini helâl sayıp
öbürünü haram saymak için hiçbir mantıkî sebep mevcut değildir, onun için
birini caiz görenler, öbürünü de zımnen caiz görmüş olurlar. Çünkü mahiyetleri
ve bariz vasıfları aynı olan iki şey, dinde farklı ve ayrı hükme tâbi tutulmaz.
Tersine esas özellikleri farklı olan iki şeye de aynı hüküm verilmez.
Rantierler çalışmadan kazanırlar, müsriftirler, aşırı masraf yaparlar,
sermayenin azalıp faiz hadlerinin yükselmesine sebep olurlar. Tüccar ise para
tasarruf eder, çalışarak kazanır, sermayeyi artırarak faiz hadlerini düşürür314. Bu bakımdan
faiz, ranttan daha meş-rudur.
·
f. Ev, dükkân,
han hamam gibi gayri menkullerin ve akarların getirdiği kira da emeksiz ve
zahmetsiz bir kazanç şeklidir. Gerçi bu gibi malların eskimeleri, aşınmaları,
yıpranmaları ve yangın, deprem ve benzeri afetlere maruz olmaları itibariyle
riskli olmaları kiranın karşılığı olarak gösterilebilir. Ama unutmamak lâzımdır
ki, alınan kiralar ve icarlar sadece yıpranma (amortisman)
karşılığı ve o ölçüde değildir. Mutlaka bunun üzerindedir ve öyle olduğu için
kâr sağlamaktadır. Yıpranma karşılığı olan kira miktarı meşru görülse bile
bunun üzerindeki miktarın meşru ve helâl sayılmaması lâzım gelir. Halbuki bu türlü irat tabiî ve mübah bir kazanç
sayılmaktadır.
Görülüyor
ki, İslam’da emek sarfetmeden mal ve mülk sahibi olmanın birtakım meşru ve
helâl yollan vardır. Faiz, sırf emeksiz kazanılan bir mal olduğu için
reddediliyorsa, aynı durumda olan öbür muamelelerin de haram sayılması gerekir.
Halbuki, bahis konusu yollardan mal ve servet sahibi
olmanın mübah olduğu hususunda ittifak vardır. O hâlde faize bu gerekçeyle
karşı çıkılması pek o kadar haklı değildir.
Risk meselesi
Faizin
caiz görülmemesinin bir sebebi olarak da, sermayedarın aldığı faize karşılık
hiçbir riske katlanmaması, sermayesinin kazanması kesin değilken, mevhum ve
farazi iken, alacağı faizin kesin olması ve herhangi bir riske de maruz
kalmamasıdır. Halbuki ödünç veren sermaye sahibinin,
verdiği ödüncü ya zamanında alamaması veya eksik alması veyahut da hiç
alamaması tehlikesi daima mevcuttur. Borçlu borcunu inkâr edebilir, zamanında
vermeyebilir, kaçabilir, ortalıktan kaybolabilir, eksik verebilir, iflâs
edebilir, batabilir, borcun üzerine oturabilir. Yüksek faizle mevduat kabul
eden bankerlerin 1981-82 yıllarında nasıl battıkları, yüz binlerce mevduat
sahibinin faizi değil, ana parasını bile alamadıkları
faizdeki riske güzel bir örnek teşkil eder. Zaman zaman bankaların iflâs
ettikleri de görülmektedir. Faizde risk yoktur, denemez, fakat azdır,
denebilir. Ama zarar rizikosu az olan birçok ticaret şekilleri de yok değildir.
Hatta garantili denilebilecek bazı ticaret şekilleri bile vardır. Rizikonun
azlığı faiz yasağının sebebi olsaydı, aynı çeşit diğer ticarî ve İktisadî
faaliyetlerin de günah sayılması icap ederdi. Bunun için “Faize verilen
sermayeden işletmecinin kârı mevhum, ama ödünç verenin faizi muhakkaktır.
Mevhum bir şey muhakkak olan bir şeyle eşit tutulamaz” denilmesinde hiç mi hiç gerçeklik
payı yoktur. Bu cümle ribaya karşı duyulan haklı bir nefretin tesiriyle
söylenmiş, sonra faize de tatbik edilmiştir.
Faizde
risk unsurunun bulunuşunun başka bir delili, kredi talebinde bulunan herkese
ödünç para verilmemesi, ödünç talep eden kişinin güvenirliğinin, borcuna sadık
ödeme gücüne sahip olmasının göz önünde tutulması, bu vasıfları haiz olmayan
ama yüksek oranda faiz teklif eden kişilere ödünç verilmemesidir. Bankaların
kredi verdikleri kişi ve müesseselerin iflâs etmesi ve batması ihtimali de
önemli bir risktir. Enflâsyon miktarının az veya çok oluşu faiz için bir
risktir. Çünkü ele geçen miktarın şeklen ve adet olarak değilse bile, kıymet
olarak değişik mahiyette olmasına yol açar. Bu itibarla faizin şöyle veya böyle
bir riski vardır.
Zaman unsuru meselesi
Faiz,
borç olarak alınan paranın alınma ve ödenme tarihleri arasında geçen zamanın
karşılığıdır. Zaman kimsenin mülkü değildir, onun, yegâne sahibi Allah’tır.
Alınıp satılması caiz değildir. Hava, güneş, su, mekân ve toprak gibi umumun
yararlandığı maddelerde olduğu gibi, ondan herkes izinsiz olarak ve müştereken
faydalanmalıdır. Bu gibi şeylerin özel mülkiyetin konusu olmaması lâzım gelir.
Ayrıca insan hayatı zamandan ibaret olduğundan, bu hayatın ve ömrün (ecel-vade)
alınıp satılmaması ve birinin yerine diğer bir kişinin öldürülmesi de caiz
görülmemiştir. Bu da zamanın alım satım konusu olmayacağının delilidir.
Fahruddin
Razî diyor ki: “Ribanın karşılığı, verilen mehil ve vadedir, denilemez. Zira
mehil ne maldır, ne de herhangi bir şeye (işlem) konu olan ve kendisine işaret
edilen bir şeydir. Bu sebeple riba adıyla ödenen fazlalığın bedeli olarak kabul
edilemez” demektedir315.
Diyelim
ki faiz, alınan paranın alınma ve verilmesi arasında kalan zamanın ve vadenin
karşılığıdır. Fakat böyle olmasından, onun satılmasının caiz olmaması lâzım
gelmez. Çünkü bu gün hava, güneş, su, toprak ve manzara gibi şeyler alınıp
satılmaktadır. Meselâ, bir evin, arsanın, bağın, bahçenin ve iş yerinin
fiyatına hava, güneş, su ve manzara gibi unsurlar tesir etmekte, bir malın
değerini azaltmakta veya çoğaltmaktadır. Hatta mekân bile öyledir. Bir evin
bulunduğu mahallenin yeri, sosyal durumu, hatta komşuları o evin fiyatını
tayinde önemli unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde zamanın da alım
satım konusu olması pek âlâ mümkündür.
Ayrıca
insan için en değerli şey zamandır. Zira insan ömrü, esasen zamandan ibarettir
ve insan hayatından daha değerli ve aziz bir şey de yoktur. Bundan dolayı
Kur’an’da Allah zamana (ve’l-asr) ve hayata (le’amruk) yemin ederek, onun çok
aziz ve kıymetli bir şey olduğunu sarih olarak ifade etmiştir. Şu hâlde, bu
kadar kıymetli olan zamanın satılmasını ve satın alınmasını meşru ve tabiî,
hatta lüzumlu ve zarurî saymak icap eder. Bir insanın zaman harcayarak
kazandığı mal ve nakitten istifade etmesi, bunu belli bir zaman için başkasına
devrettiği vakit, zaman karşılığında bir menfaat temin etmesi makul ve mantikî
bir şeydir. Ancak hava, su, güneş ve mekânda olduğu gibi zamanın da, temin
ettiği faydanın miktarına, keyfiyetine ve şekline göre değeri az veya çok olur.
Bunun fiyatının tespitine tesir eden pek çok ve girift âmiller vardır.
Zaman,
haddizatında bütün mal, mülk ve hizmetlerin temeli ve kaynağıdır. Değeri olan
her şey zamanda ve zamanla kazanılır, servet birikimi zamanın mücessem, maddî
ve istifadeye âmâde hâle gelmiş şeklidir. O yüzden bir kimsenin zaman
harcayarak kazandığı bir şey, başka bir şahsa zaman tasarrufu temin ettiği için
de değerlidir. Zaman israfı, mal ve hizmet israfından daha zararlı olduğu için
zamanı kullanmak ve değerlendirmek de mal ve hizmetlerin kullanılıp
değerlendirilmesinden daha faydalıdır. Kısaca, vakit na-kittir. Hatta vakit
nakdi satın alır ama nakit vakti satın alamaz. Yani nakit vaktin tam karşılığı
olamaz. Vakit için ne kadar nakit verilse, yine vaktin bedeli olamaz. Şu hâlde
mal ve hizmet, alınıp satılınca, bunların kazanılmasına esas teşkil eden
zamanın da alış veriş konusu olması makul bir şeydir. Fer’ olan mal ve
hizmetler, fayda ve değerlerine göre kâr getiren şeyler olunca, bunun aslı olan
zamanın da kâr getirmesi gerekir.
Bir
insan bizzat kendi nefsinde tecrübe ederek bilir ki, meselâ, elindeki bin
liranın değeri tam olarak bin liradır, bu para başkasının üzerinde borç olarak
bulunsa, paranın bir hafta, bir ay, bir sene ve on sene sonra ödenmesi ona
gittikçe daha az değer izafe edilmesine, vadenin çok uzun olması hâlinde ise
artık hiçbir kıymet atfedil-memesine sebep olur. Görülüyor
ki, ele geçme zamanı uzadıkça paranın değeri azalmakta, bu süre kısıldığı
nispette paranın değeri artmaktadır. O hâlde, aradaki farkı ve kıymet kaybını
faizle kapatmak ve alacaklı ile borçlunun menfaatlerini bu suretle dengelemek
icap eder. Şurası muhakkak ki, faizi mahkûm etmek için ileri sürülecek her
delile karşı en azından aynı derecede kuvvetli ve mantıklı deliller ileri
sürmek mümkündür.
Faizin
fertleri birbirine düşman ettiği, cemiyette patlamalara ve çatlaklıklara yol
açtığı, barışı ve huzuru yok ettiği görüşü de tartışılabilir; en azından bu
görüş yeniden gözden geçirilmeye muhtaçtır. Çünkü bugün faiz, fertten ferde
gitmiyor. Bu işte bankalar aracı olduğundan faizi kimin verdiği kimin aldığı
belli değildir. Onun için fertlerin yekdiğerine hasım ve düşman olmalarına
mahal yoktur. Olsa olsa sınıflar ve zümreler arası bir mücadele olabilir.
Bankaların devletleştirilmeleri hâlinde bu türlü iddialar daha da geçersiz hâle
gelebilir.
Yukarıda
kısaca verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu günkü faiz sistemi eski
çağların tefeciliğinden ve libasından çok farklı bir şeydir. Riba yasağı için
ileri sürülen gerekçeler faiz için geçerli ve haklı değildir, en azından bu
gerekçeler ribada olduğu kadar faizde isabetli ve sıhhatli olarak mevcut
değildir. Her hâlükârda faizin ribadan ayrı ve ondan başka bir hükmü olması
icap etmektedir. İkisini bir ve eşit tutup birlikte reddetmek ve aynı hükümde
tutmak makul ve mantıkî bir şey olmadığı gibi, gerçekçiliğe ve adalete de
uymaz. Faizin kötü olduğunu farz etsek bile riba yani tefecilik ondan kat kat
kötüdür. O hâlde, ilki haram olunca İkincisi mübah veya en fazla mekruh
olmalıdır ki, muameleler haiz oldukları kötülük vasıflarına, yol açtıkları
zararlara göre ve bununla mütenasip biçimde haklı ve adil hükümlere tâbi olsun.
Kötü ve zararlı olan özellikleri birbirinden çok farklı olan iki şeyi aynı
hükümde tutmanın haklı ve gerçekçi bir gerekçesi ve mesnedi olamaz.
Faiz nazariyeleri
Faiz
nazariyeleri tabiri caizse faiz meselesinin İktisadî, hukukî ve İçtimaî mânada
hikmet-i teşriiyesinden bahseder. Faizin neden yasak veya meşru olması lâzım
geldiğini izah edip konuyla ilgili hükümlerin hikmetini ve illetini araştırır,
felsefesini yapar.
Faiz nazariyelerinin vazifesi
Faiz
nazariyeleri faizin kaynağını, sebebini, haklılığını veya haksızlığını, meşru
bir kazanç olup olmadığın göstermek için ortaya atılmıştır. Faiz nazariyeleri
hem faiz seviyesini tayin ve hadlerini tespit eden âmilleri, hem de faizin
bizatihi varlığını izah eder. Yani sermayenin üretken maksatlara tahsis edilmesi
neticesinde elde edilen ürünlerin kıymeti ile, bu
ürünlerin maliyet değerleri arasında birinciler lehinde bir fark ve fazla
ortaya çıkmaktadır. İşte faiz nazariyeleri ilk olarak bu noktayı bir izah
şekline kavuşturmak ister. Burada mesele ödünç (kredi) faiziyle değil, aslî
faizle ilgili olarak ortaya konulmuştur. Ödünç faizi ise aslî faize istinad
ettirilebilir, onun hükmü bunun şumulü içinde görülebilir.
Faiz
nazariyelerinin diğer bir görevi, ev ve dükkân gibi sürekli olarak kullanılan
bazı malların kiraya verilmeleri hâlinde nasıl olup da tıpkı sermayenin temin
ettiği safî faizle aynı mahiyeti arz eden bir kıymet fazlası temin ettiklerini
araştırmaktır.
Faiz
nazariyelerinin asıl gayesi, sermayenin fiyatı olarak bir faiz ödemeye
müteşebbislerin neden dolayı hem hazır ve istekli hem de bu fiyatı ödemeye
muktedir olduklarını izah etmekten, sermaye arz ve talebini, dolayısıyla faiz
haddini tayin eden âmillerin hangileri olduklarını tespit etmekten ibarettir.
Faiz hadlerinin zamana ve mekâna bağlı olarak nasıl değiştiklerini aydınlatmak,
faiz hadlerinin değişmesi üzerinde tesirli olan kuvvetleri ortaya koymak, faiz
gelirinin teşekkülüyle ilgili birtakım hususî meseleleri incelemek de bu
nazariyelerin üzerine düşen vazifelerdendir316.
Nazariyelerin
üzerine düşen vazifeleri ve gayeleri kısaca bahsedilen hususlardır. Bu
nazariyeler XVI. ve XVII. asırdan itibaren ileri sürülmeye başlanmış olmakla
beraber, hakikî faiz nazariyeleri ancak XVIII. asrın ilk yarısından sonra
ortaya konulabilmiştir.
Sosyalist
ve kapitalist İktisadî sistemlerden her biri kendi bünyesine göre ve kendi
temel prensiplerini destekleyecek biçimde birtakım faiz teorileri
geliştirmişlerdir ki bu teoriler ancak o sistemler içinde anlaşılır hâle
gelmektedirler. Bu sebeple teoriler arasındaki farkı her zaman çelişki ile izah
etmek yanlıştır.
îki ayrı tarif-iki farklı dil
Faiz
nazariyelerine geçmeden evvel bu günkü iktisat ile fıkıh-çıların ve İslam
âlimlerinin ribayı ve faizi nasıl değişik anladıklarını, bundan dolayı
birbirlerinin dilinden nasıl anlamadıklarını kısaca belirtmek istiyoruz.
İktisatta
faiz'. Bir mal ve
hizmet üretmek için dört faktörün mevcudiyeti gereklidir: 1. Tabiat (toprak-ham
madde), 2. Emek, 3. Sermaye, 4. Teşebbüs317. Bu dört unsurun bir araya gelmesiyle
istihsal edilen maldan tabiatın aldığı paya rant
(kira-icar), emeğinkine ücret, sermayeninkine faiz, teşebbüsünkine kâr denir.
Meselâ, bir istihsal ameliyesine ve mal üretme faaliyetine dört kişiden biri
tabiat, diğeri emek, üçühcüsü sermaye ve dördüncüsü teşebbüs unsurlarıyla
katılsın. Üretimden hasıl olan kazanç bu dört kişi
arasında taksim edilecektir. Hangisinin umumî gelirden ne nispette pay alacağı
görünüşte yapılan sözleşmeye bağlı ise de hakikatte bahsi geçen dört üretim
faktörünün arz ve talebine, bunların bol ve nadir bulunuşuna bağlıdır. Bu
mânada üretim faaliyetinden hasıl olan kazançtan
sermayenin hissesine düşen kısma aslî faiz, zatî faiz ve safî faiz denir. Borç
olarak verilen paraya ödenen faiz bundan ayrı bir şeydir. Meselâ, arazi de emek
de sermaye de ve teşebbüs de aynı şahsa ait olsa, üretilen malın değeri
ölçülürken, bu durumda bile sermayenin faizi (zatî faiz) hesap edilmektedir ki
burada bir kredi faizi söz konusu değildir. Yukarıda anlatılan mânadaki bir
faize İslam dini esas itibariyle ve kesin surette karşı değildir. İstihsale
katılan sermayenin üretimden pay almasının, onun hakkı olduğunu kabul eder.
Bunun en açık örneği mudarabe denilen ortaklıktır.
Ancak
mudarabede kârın, muzaraada ve müsakaatta (ziraat ortaklığında) ise elde edilen
ürünün 1/2, 1/3, 1/4 senin veya benim gibi cüz’î şayi (hisse-i şayia) şeklinde
tayin edilmesi şarttır. Buna göre kâr ve ürün az olursa, tarafların kazancı
birbiriyle orantılı olarak az, çok olursa, yine aynı şekilde çok olmakta, kâr
miktarı aynı oranda yükselmekte veya düşmekte, hatta sermayenin ve ürünün telef
olması hâlinde de tamamen ortadan kalkmaktadır. Lâkin araziyi ortağa ve icara
vermenin hiçbir şeklini caiz görmeyen müçtehitler de vardır, imam Azam toprağın
yancıya verilmesine karşıdır.
işte
burada mudarebe örneğinde olduğu gibi sermayenin kârdan aldığı hisseye iktisat
ilminde faiz, toprağın aldığı hiseye de rant
denilmektedir. Bunu din de meşru bir kazanç ve helâl bir gelir saymaktadır. Aynı ortaklığın: “Ben bu iş için bin lira koyarım, sen kâr da etsen
zarar da etsen ben tayin edilen vade sonunda paramı bin yüz lira olarak ve
yüzde on fazlasıyla alırım” (maktu kâr, sabit gelir) şartıyla kurulması
hâlinde, miktarı önceden belli olan bu yüzde onluk fazlalığa iktisatta faiz
dendiği hâlde, din adamları bunu riba sayıp reddederler. Buna sebep
olarak da sermaye sahibinin hiçbir riske girmeden yüzde onluk kân kesin bir
surette garantilemesine mukabil, öbür tarafın zarar ve ziyana uğrama riski ile, kârının garantili olmaması hâliyle karşı karşıya
olduğunu gösteriyorlar. İşte öz sermaye faizi hakkında iktisatçılarla din
adamlarının anlaşamadıkları nokta, sermayeye ödenen bu şekildeki faizdir.
Burada
son derece önemli bir mesele de toprak rantının,
önceden miktar ve müddet olarak kesin surette tayin edilmesine ve riske
katlanılmamasma rağmen mübah ve meşru sayılması ama aynı anlayışın sermayenin
faizinde devam ettirilmemesidir. Meselâ bir kimse zarar ve düşük oranlı kâr
riskine katılmadan toprağını, bağını, bahçesini belli bir para karşılığı kiraya
verir ve zarar riski olmadan pek âla gayri menkulün
icarından ve kirasından istifade edebilir. Aynı şeyin sermaye için caiz
görülmemesinin sebebini anlamak zordur.
Diğer
taraftan mudarebe şirketinde işletme kâr etmese, emek ve teşebbüs sahibi
emeğinin ücretini ve teşebbüsünün kârını kaybetmektedir. Halbuki
sermaye sahibi, sermayenin bizatihi faiz getirmediği kabul edilirse bile hiçbir
şey kaybetmemektedir, sadece sermayesi kâr etmemekte, işte o kadar. Tabiîdir ki
sermayenin batması hâlinde sorumluluk da ona aittir. Buna rağmen bu noktada
yine de sermaye sahibi lehine bir durumun ortaya çıkmasına engel
olunamamaktadır.
Şu
da bir gerçektir ki, ulemanın: “Mudarabe şirketinde sermaye sahibinin kazançtan
alacağı hisse önceden miktar olarak ve maktu bir şekilde tespit edilirse faiz,
nispet olarak tespit edilirse meşru kazanç olur” şeklindeki görüşleri ne bir
ayete ne de bir hadise istinat etmektedir. Tamamıyla kendi içtihatlarından
ibarettir. İktisat teorilerini meşgul eden esas mesele, sadece din adamlarının
riba sayıp reddettikleri sermayenin önceden miktarı kat’i surette tayin edilen
maktu payı değil, bunun dışında ve bundan çok daha önemli olmak üzere, hangi
biçimde olursa olsun bizatihi sermayeye kârdan ayrılan hissedir. Başka bir
ifade ile iktisatçılar, din adamlarının meşru saydıkları sermayenin bazı
gelirlerine tamamıyla faiz nazarıyla bakmaktadırlar.
Borç
alınan nakitlere ve aynı eşyaya ödenen faize gelince, din adamları bunun da her
şekline karşı çıkmaktadırlar. Lâkin bir kere sermayenin üretim sonucunda ortaya
çıkan mahsulden ve maldan hisse almasını esas itibariyle haklı ve meşru
bulduktan sonra bu faizin kredilere yansımaması mümkün değildir. Bundan çıkan
netice şudur: Faize ya temelde karşı olmak ve hangi biçimde olursa olsun
sermayenin üretimden hisse almasına razı olmamak lâzım gelir veya aşırı faiz
hadlerine muhalif olmak lâzımdır. Yoksa faizin bir şekline ve kısmına muhalif
olup, öbür şekillerine rıza göstermek makul bir yol değildir. Muzaraa ve
müsakaat ortaklığına ve arazinin icara, tarlanın kiraya verilmesine taraftar
olmayan İslam ulemasının bu türlü muamelelerde de riba görmelerini ve
reddetmelerini dikkate değer bir hadise olarak faiz konusunda daima göz önünde
bulundurmak lâzım gelir.
iktisatta faiz nazariyeleri
·
1.
Faiz sermayenin kirasıdır. Locke, faizi arazinin icarı ve gayri menkullerin
kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak, faiz kapitalin kirasıdır, demiştir.Yani mülk sahibi nasıl emek harcamadan kira ve icar
namıyla taşınmaz mallarından bir kazanç temin ediyorsa, aynı şekilde sermaye
sahibinin de başkasının istifadesine sunduğu sermayesinin kullanılmasına
karşılık faiz namıyla bir pay alması hakkıdır. Umumiyetle merkantilistler böyle
düşünmüşlerdir.
·
2.
Landrg, “Faiz, belli miktardaki parada bir müddet için tasarruf etme hakkıdır.
Faiz adıyla verilen para miktarını, bir nevi potansiyel ve mücerret kapital
şeklinde mülâhaza etmek mümkündür” demiştir.
Cassel,
faiz, kapital dippozisyonun yani reel kapitalin mümessili olan paradan bir
miktarının bir müddet için tasarruf edilmesinin fiyatı olduğu kanaatindedir.
·
3.
Fizyokratlara göre ancak toprak müstahsildir. Yani ancak toprak bir kıymet
fazlası vücuda getirebilir. Şu hâlde rant temin eden
bir toprak satın almaya yarayan bir meblâğ, bu rant kadar faiz alınmadan ödünç
verilmez. Belli bir toprağa sahip olan bir kimse, belli bir rant
(kira-icar) almadan toprağını başkasına kullandır-1 mayacağına göre,
o toprağı satın alacak kadar bir paraya sahip olan bir kimse söz konusu
toprağın rantına eşit bir faiz almadan parasını niçin kullandırsın? Böyle
yapacağına bu para ile toprak alır ve sermayesini ziraatte değerlendirir318.
H.
George’un teorisi de yukardaki teoriye yakındır. Bu nazariye-ler toprağın
üretkenliğini ve verimliliğini esas alıp sermayenin faizini arazinin rantıyla ölçmektedirler. Halbuki
esas faiz nazariyeleri doğrudan sermayenin üretkenliğine ve verimliliğine istinat
etmektedir.
·
5.
J. B. Say ve Roscher ise sermayeyi emek ve faizi de emeğe ödenen ücret gibi
görmüşlerdir. Yani sermayeye, emeğe ödenen sabit ve kat’î bir meblâğ gibi faiz
namıyla sabit ve maktu bir meblâğın ödenmesi her ikisi de aynı işi gördüğü
içindir. Başka bir ifade ile sermaye de emeğin gördüğü işi görmektedir. Çünkü
sermaye, insan emeğinin yerine geçme ve onun yerini tutma vasfına ve
hususiyetine sahip bulunmaktadır. Meselâ orak biçerek bir günde yüz orakçının
yaptığı işi yapan bir ziraat âletini satın alan sermaye miktarı, yüz orakçının
aldığı ücreti veya ona yakın bir meblâğı faiz namıyla almak hakkına sahiptir.
Bir işi, işçinin yapması hâlinde kendisine ödenen ücret, o işi bir makinenin
yapması hâlinde bu makineyi satın almaya yarayan krediye faiz olarak niçin
ödenmesin? Şu hâlde sermaye üretilmiş üretim vasıtalarıdır. Onun için işçi,
emeğine karşı nasıl sabit bir ücret alıyorsa, sermayedarın da parasına karşılık
olmak üzere faiz namıyla sabit ve maktu bir meblâğ alması hakkıdır. Elektronik
âletler ve bilgisayar çağı bu teoriye daha da haklılık kazandıracaktır.
·
6.
N.W.Senior’a göre faiz, ‘İmsak’ın (keff-i nefsin ve perhiz-kârlığın) yani nefsi
fazla tüketimden ve lüzumsuz masraftan men edip mal tasarruf etme ve sermaye
biriktirme yolunda katlanılan fedakârlığın karşılığıdır. Şayet tasarruflar için
göze alınan bu fedakârlık faizle mükâfatlandırılmazsa, tasarruflar ve sermaye
azalacak ve yatırım yapma imkânı zorlaşacaktır.
Bazı
hâllerde faiz ödenmeden tasarrufta bulunulması, bu teoriye itiraz olarak ileri
sürülmüştür. Sosyalist E Lassale: “Mahrumiyet içinde yaşayan zavallı ve çilekeş
milyarderler ve buna karşılık zevk u safa içinde yaşayan mutlu yoksullar”
diyerek bu teoriden alaylı bir şekilde bahsetmiş ve sermayedarların nefislerini
mahrum etme pahasına tasarrufta bulunduklarını söylemenin çok gülünç olacağını
ileri sürmüştür.
·
7.
Caver: “Sermaye arzının, sermaye talebini tam olarak karşılayabilmesi için faiz
sermaye arzıyla talebi dengeler” görüşündedir.
·
8.
J. Mili, Mc. Cullouch ve Senevil gibi iktisatçılara göre sermayedar sermaye
biriktirmek için “tasarruf fiilini”, “tutumlu olma işini” icra etmektedir. Faiz
işte bu işin ve emeğin karşılığı olan bir ücrettir. Sermayedar, servet ve
sermaye teşkil edip bunu yatırımcılar arz eden bir memurdur. Hizmeti karşılığında
faiz almak hakkıdır.
Görüldüğü
gibi, bu nazariye de imsak teorisine benzemektedir.
·
9.
A. Marshall’ın faiz teorisi bekleme nazariyesi diye bilinmektedir. Cover ve
Fisher’in de katıldıkları bu nazariye imsak na-zariyesinin devamı ve değişik
bir şeklidir. Bunlara göre insanlar yaratılışları icabı peşin olanı veresiye
olana tercih eder, “Bu günün kilimi yarının halısından daha iyidir” kanaatini
taşırlar. Hâlin, istikbale tercih edilmesi halihazırda
mevcut olan malların istikbaldeki mallardan daha cazip ve daha kıymetli
olmasına yol açar, işte bu durum, bu gün harcanabilir ve tüketilebilir bir
durumda bulunan mallardan bir kısmının tasarruf edilmesini zor ve külfetli bir
iş, zahmetli bekleyişin (intizar) hâline getirir. Faiz, mal tasarruf etmek ve sermaye
biriktirmek için kullanılan bu zahmeli işin karşılığıdır. Fertlerin
katlandıkları bekleme külfetinin nimeti faizdir. Zira her külfetin bir nimeti
olması lâzımdır.
Bu
nazariye ile: “Sermayedar hiçbir iş yapmadan kazanç sahibi oluyor” itirazına
“Hayır yapıyor, o bekleme işini icra ediyor” (beklemek, bekçilik işi) (The
Lender does the Waiting) (intizara dayanmak ateşe dayanmaktan daha zordur)
şeklinde cevap verilmek istenmiştir.
·
10.
Sermayenin verimliliği nazariyesi: Hermann, Knies ve Menyer’e göre, sermayenin
zatı (maddesi) ile kullanılması (istifade edilmesi) birbirinden ayrı ve
müstakil birer kıymet taşırlar. Faiz, bizatihi sermayenin değil, ondan
faydalanmanın (intifa) karşılığıdır. Bu nazariye Aristo’nun nazariyesinin tam
zıddıdır. Zira o, paranın bir zatî, diğeri kullanma değeri olmak üzere iki
türlü kıymetinin bulunmadığı görüşündedir.
Bu
nazariyeye göre zaman çok değerlidir. Bir sermayenin belli bir müddet için
belli bir işe bağlanması, başka sahalarda kullanılıp kâr getirmesine engel
olur. Sermaye sayesinde üretilen mal, üretime tahsis edilen sermayeden meta
hâline dönüşmüş kıymettir. Sermayenin zatı ve maddesi aynı kalmakta beraber,
nemasından sermayedara ayrılan paya faiz denir. Sermaye şu sebeplerden dolayı
üretken ve doğurgandır:
·
a.
Sermaye, mal ve hizmet üretmenin en faydalı bir vasıtasıdır.
·
b.
Sermayesiz teşebbüse nazaran sermayeli teşebbüs daha çok mal ve hizmet üretme
imkân ve kabiliyetine sahiptir. Bilkuvve bu güce sahip olan sermaye,
müteşebbisi daha çok teşvik etme ve harekete geçirme niteliğine sahiptir.
·
c.
Sermaye aynı imkân ve güce fiilen de sahiptir.
·
d.
Sermaye kendi kıymetinden daha fazlasını ve daha kalitelisini meydana getirme
kuvvetine sahiptir. Bu gibi sebeplerden dolayı ona faiz namıyla bir bedel
ödenir. Türkçe’deki: “Para parayı kazanır” sözünü burada hatırlamak lâzımdır.
·
11. Zaman tercihi
nazariyesi: Bu nazariye Galiani, J. Rae ve Bohm-Baverk tarafından müdafaa
edilmiştir. Sonuncu zatın nazari-yesine ayrıca “agio” (acio) adı da
verilmektedir.
Böhm-Bâwerk’e
göre kapitalist bir açıdan bakılınca üretim ameliyesinin sermayeden daha önemli
olduğu görülür. Kapitalist üretimde en önemli unsur da zamandır. Zamanın en iyi
kullanılması ve en faydalı bir şekilde değerlendirilmesi de dolambaçlı istihsal
usulü ile mümkündür yani üretim âlet, edevat, vasıta ve makinelerle yapılırsa
zaman daha akıllıca kullanılmış olur. Vasıtasız olarak ve âlet kullanmadan
doğrudan tabiata tatbik edilen insan emeği fazla bir şey üretemez. Yani aynı
miktardaki bir iş gücü ve emek bir kere doğrudan, bir kere de dolambaçlı olarak
belli bir şeyi üretmeye teşebbüs etse, harcanan emek ve zaman aynı olduğu hâlde
üretilen mal ve meta dolambaçlı istihsalde kemiyetçe çok daha fazla keyfiyetçe
çok daha kaliteli olur. Demek ki, üretim, zaman tüketen bir ameliye olup,
sermaye bu işte sadece aracı (vasıta-âlet) olmaktadır. Faize tabiî ve makul bir
mübadele nazarıyla bakan Böhm-Bawerk’e göre insan nazarında halihazırdaki
mal ve meta, kemiyet ve keyfiyet itibariyle buna eşit olan gelecekteki mal ve
metadan daha değerlidir. îşte aynı cinsten aynı miktarda ve kalitedeki bir
metaın şimdiki değeri ile gelecekteki değeri arasındaki farka “agio” denir. Şu
anda teslim alacağımız bir mala 110 TL. ödüyorsak, bu
malı bir sene sonra teslim alacaksak ona ancak 100 TL. öderiz.
Zira derhal teslim alacağımız mal, teslim almak için bir sene bekleyeceğimiz
maldan 10 TL. daha değerlidir. Başka bir ifade ile bu
gün ödünç verdiğimiz 100 TL. karşılık bir sene sonra
yine 100 TL. alacaksak borç vermeyiz. Zira miktar ve
adet olarak aynı olan alınan ve verilen iki 100 TL. kıymetçe
aynı değildir. Bir sene sonra alacağımız 100 TL. şimdi
elimizde bulunan 100 TL’sından 10 TL.’sı daha az değerlidir. Onun için bir sene
sonra ödemek üzere birinden 100 TL.’sı borç almak istediğimiz zaman, bu zata 10
TL. pirim yani faiz vermediğimiz müddetçe bu zat
parasını bize ödünç vermeyecektir. Zira (enflâsyon hiç olmasa bile) parasının
değer kaybına uğradığını bilmektedir. îşte bu zatı kredi vermeye razı etmek
için kendisine verdiğimiz 10 TL. prime faiz
denilmektedir. Acaba insan niçin elde mevcut halihazır
bir mala istikbaldeki aynı maldan daha fazla değer vermektedir? Bunun cevabı
şudur:
·
a.
însan iyimserdir, zaman ufku ise sınırlıdır. Bunun için gelecekte gelir
durumunun daha iyi ve ihtiyaçlarının daha az olacağını kabul edip buna göre
davranmaktadır. Öyle olunca da eline geçen mal ve metaı tasarruf etmez , hemen harcar. Onu bundan vazgeçilip parasını
tasarrufa yöneltmenin yegâne yolu prim, yani faizdir.
·
b.
însan ne kadar yaşayacağını bilmemekte, istikbale karşı güvensiz davranmakta,
halihazırda elinde bulunan nakdî ve aynî malları, istikbalde eline geçecek
nakde ve aynî mallara tercih etmektedir. Bunun aksine bir tercihi ancak bir
bedel ve fiyat karşılığı yapar ki, bu da faizdir.
Bu
iki husus tüketimle ilgili psikolojik sebeplerdir.
·
c.
Bu günkü üretim vasıtaları, istikbaldeki aynı miktar üretim
RİBANIN
HARAM OLUŞUNUN SEBEBİ VE HİKMETİ vasıtalarına
nispetle teknik yönden insan ihtiyaçlarını daha iyi tatmin edecek bir niteliğe
sahiptir, marjinal değeri ve faydası daha yüksektir.
Bu
da üretimle ilgili teknik bir sebeptir.
Böhm-Bawerk
bu gibi sebepler göstererek şöyle diyor: Görülüyor ki, aynı miktardaki iki
meblâğ arasında bir kıymet farkı, yani bir agio vardır. Bu gün elde mevcut bir
malın veya nakdin yarın ele geçecek aynı miktarda ve aynı kalitede bir mal ve
nakitle mübadele edilebilmesi için bu agionun ortadan kaldırılıp iki meblâğın
kıymetçe yekdiğerine denk ve eşit hâle getirilmesi şarttır. Faiz, işte bu farkı
ortadan kaldırmaya yaramaktadır. Esasen her kapitalli üretim, bir faizin
varlığına bağlıdır. Bu tür bir istihsalde, “müstakbel mallar”, “mevcut mallar”
hâline gelinceye kadar aradan uzun bir zaman geçer. İşte bundan dolayı
“müstakbel mallar”, “mevcut mal-lar”dan, yani kapitalli istihsalin randımanı
istihsal masraflarından üstün olmalıdır ki iki mal miktarı arasındaki değer
farkı ortadan kalksın. Bu da faiz zaruretini ortaya çıkarmaktadır.
İktisatçılar
içinde Böhm-Bawerk kadar faizi hararetle savunan olmamıştır. Onun için
Schumpeter, ondan “Burjuva Marx”ı diye söz etmiştir.
·
12. Likidite
tercihi nazariyesi: Keynes’in faiz hakkındaki görüşleri likidite tercihi
nazariyesi diye bilinmektedir. Ona göre faiz, likid (liquid, akışkan, kolayca
paraya çevrilebilen) vasıtaları elinde tutmaktan ve para biriktirmekten
sermayedarı vazgeçirmek maksadıyla kendisine ödenen fiyattır. Faiz, harcamaktan
vazgeçirmenin değil, tasarrufu elde tutmaktan vazgeçirmenin mükâfatıdır. Ödünç
vereni sermaye biriktirmekten (teraküm) ve biriktirilen sermayeyi elde
tutmaktan (iddihar-kenz) vazgeçirmek için ona faiz namıyla bir meblâğ
ödemelidir. Aksi hâlde elindeki nakdi ve sermayeyi başkasına ödünç vermez.
Sermaye sahibinin, elindeki nakdi ve sermayeyi bir karşılık almadan
vermemesinin sebepleri şunlardır: ilk olarak elinde nakit ve mal bulunan bir
kimse, gerek şahsî ihtiyaçlarını karşılamak, gerekse birtakım ticarî muamele ve
münasebetlere girişmek için elinde malî imkân bulundurmaktan vazgeçmez.
İkinci
olarak ihtiyatlı davranma arzusudur. Sermaye sahibi beklenmedik masrafların
ödenmesinde sıkıntıya düşmemek, ticarî hayatta zuhur eden kârlı alış verişleri
ve fırsatları kaçırmamak için sermayesini başkasına karşılıksız vermeyip elinde
tutmak is-ter.Üçüncü olarak spekülasyon saikidir.
Sermaye sahipleri ileride tahvil veya mal fiyatlarında bir düşmenin olacağını, bu
ihtimalin gerçekleşmesi hâlinde satın alacakları ucuz tahvil ve malı, bir süre
beklettikten sonra pahalı ve kârlı bir şekilde satacaklarını hesap ederler.
Onun için elde hazır sermaye ve nakit bulundururlar. Bu sermayenin karşılıksız
ve faizsiz başkasına ödünç verilmesi, bahsedilen türden birçok ticarî fırsatın
elden kaçırılması ve birtakım fırsatlardan mahrum kalınması mânasına gelir.
İşte sermaye sahibini bu türlü imkânlardan vazgeçmeye razı ve ikna etmek için
ona faiz namıyla bir ödeme yapmak icap eder. Bu imkânları yatırımcıya devreden
sermayedar, onun kârının bir bölümünü faiz namıyla almaya hak kazanmaktadır.
Keynes
faiz konusunda da dikkate şayan görüşler ileri sürmüştür. Ona göre iyi bir
gelişme çizgisi takip eden ve tam istihdama doğru ilerleyen bir cemiyette faiz
hadleri, sözü edilen gelişme ve ilerlemenin derecesine bağlı olarak gittikçe
düşecek ve ekonominin tam istihdamı gerçekleştirmesi, yani cemiyeti teşkil eden
fertlerin makul, teknik ve verimli bir tarzda çalışmaları hâlinde sıfır noktasına
inebilecektir. Açıktır ki, Keynes faiz hadlerinin düşüş göstermesini ekonominin
iyi yolda oluşunun bir göstergesi olarak kabul etmekte, bu hadleri sıfır
noktasına indirebilen ekonomik sistemleri de ideal saymaktadır. Fakat faiz
hadlerinin sıfır noktasına kadar düşüş göstermesinin imkânından bahseden
Keynes, bunu uzak bir ihtimal olarak görmektedir.
·
13. istismar
nazariyesi: K. Marx’m bu konudaki görüşleri istismar nazariyesi diye
bilinmektedir. Bu nazariye hakikî mânada bir faiz nazariyesi olmaktan ziyade bir
kâr nazariyesidir. Zira Marx’ta henüz kâr ile faiz birbirinden ayrılmamıştı.
Esasen klâsik iktisatçılar tarafından ortaya atılan konuyla ilgili
nazariyelerin hiçbirinde müteşebbisin kârı ile sermayedarın faizi birbirinden
ayırt edilmemişti. Hakikî faiz nazariyeleri XVIII. asrın ikinci yarısında
ortaya çıkmıştı319.
Marx’ın görüşleri, sermayenin emeğin biriktirilmiş şeklinden başka bir şey
olmadığı görüşüne sahip olan Ricar-do’nun kanaatine dayanmaktadır ki, aynı
telâkki tbn Haldun’da da mevcuttur. Ancak tbn Haldun emekle faiz arasında
herhangi bir ilişki kurmamış, daha doğrusu o ribadan hiç söz etmemiştir.
Marx’ta
kâr ile faiz yekdiğerinden ayırt edilmediği için o, kapitalistin faizi kadar
müteşebbisin kârına da karşıdır. Ona göre insan emeği İktisadî kıymetlerin
yegâne kaynağıdır. Kapitalist üretim vasıtalarını ellerine geçirmiş olup, bu
imkânlarla işçileri sömürmektedirler. Bu da şöyle olmaktadır: Kapitalistler,
işçileri kendilerine ödenen ücretten daha fazlasını üretecek şekilde
çalıştırmakta ve bu fazlaya (artık kıymete) hakları olmaksızın kendileri sahip
çıkmaktadırlar.
Marx’ın
bu görüşleri klasik müelliflerin emek-değer teorisine dayanmaktadır. Daha evvel
Thompson tarafından bu hususa temas edilmiş, Rodbertus gibi sosyalist olmayan
bazı müellifler tarafından da desteklenmişti, istismar teorisi daha sonra
Lederer ve Op-penheimer tarafından tekrar ele alınmıştır320.
Mülkiyeti
reddedip İktisadî kıymetlerin vücuda getirilmesinin yegâne sebebi olarak emeği
gösteren Marx’ın umumî felsefesi ve iktisat telâkkisiyle faiz hakkındaki
kanaati tam bir uyum içindedir. O, kapitaliste ödenen faizi reddettiği gibi,
toprak sahiplerine ödenen rantı ve müteşebbise verilen
kârı da reddettiğinden, faiz konusundaki görüşlerine itiraz etmek, kendi
sistemi açısından zordur. Buna rağmen Doğu Avrupa bloğunu teşkil eden
devletler ve Yugoslavya gibi Marxist ekonomiyi uygulayan devletler, pratikte
faize yer verme zaruretinden kendilerini tamamıyla kurtaramamışlardır.
Komünistler, uyguladıkları banka faizlerinin şartların icabı olan istisnaî bir
hâl olduğunu ve geçici bir dönem için buna ihtiyaç bulunduğunu, hedefe
varılınca artık bu türlü şeylere lüzum kalmayacağını mazeret olarak ileri
sürmektedirler. Arazi rantının (kira-icar) ve
müteşebbis kârının meşru ve helâl kazanç olduğuna inanıp da sermaye sahibine
üretimden ayrılan payı-esas itibariyle kabul edip bazı hâllerde bunu reddeden-
İslam âlimlerinin, içinde bulundukları çelişkileri, anlaşılamaz ve kavranamaz
tavırlarını izah etmek için ileri sürdükleri görüşler kendilerini daha da
çıkmaza itmekten başka bir işe yaramamaktadır. Zira Marx gibi mülkiyeti kökten
inkâr etmediklerinden eninde sonunda köşeye sıkışmaları kaçınılmaz olmaktadır.
Mülkiyeti
kabul edip servet için bir sınır ve kâr için bir oran ve miktar tespit etmeye
karşı çıkan bir İktisadî sistemin faizden kaçması mümkün değildir. Faizi
reddeden bazı âlimlerin Marx’tan ilham almaları ve izahlarını onun doktrininden
mülhem olarak yapmaları garip bir şeydir321.
Burada
şunu da belirtelim: Hitler’in Nasyonal Sosyalist Parti-si’nin programındaki
maddelerden biri faizin ilgasını âmir buyurmakta idi322.
Faiz nazariyelerinin naslar
karşısındaki değeri
Faiz
konusunda ileri sürülen nazariyeler faizin ne kaynağını, ne miktarını ne de
haklılığını tam ve kesin surettte aklî ve mantıkî olarak izah edebilmiş
değildir. Şayet bu hususu bu tarzda ifade edebilmiş olsalardı, artık bunların
nazariye değil, birer İlmî hakikat ve iktisadi kanun olmaları, daha açıkçası
artık nazariye hâlinde bulunmamaları gerekirdi. Nazariyelerin özelliği kesin
olmamak, böyle olunca da aynı konudaki diğer nazariyelerle kısmen veya tamamen
çatışma ve çelişki hâlinde olmaktır. Bu nazariyelerin yekdiğeriyle çeliştikleri
ve çarpıştıkları ileri sürülerek değersiz ve önemsiz oldukları iddia edilemez.
Zira birbirini nakz etme, umumiyetle bütün
RİBANIN
HARAM OLUŞUNUN SEBEBİ VE HİKMETİ nazariyelerde
bulunan bir hâldir. Müçtehitlerin rey ve içtihatları da bu bakımdan
nazariyelere benzetilebilir. İçtimaî hayatın özelliği ve iktisat ilminin
niteliği dikkate alındığında bu nazariyelerin, nazariye olarak görevlerini
yaptıkları ve faydalı oldukları muhakkaktır.
Faiz
nazariyelerine bakılınca, bunların hepsinin-Marx’ınki ha-riç-faizi İktisadî
hayatın ayrılmaz bir parçası olarak gördükleri, haklı buldukları, meşru ve
hukukî saydıkları görülecektir. Faizi İktisadî hayat için zarurî bir vakıa
olarak gören ve bu hususta umumiyetle görüş birliğine varan bu nazariyeler,
faizin kaynağı ve haddini tayin hususunda ihtilâfa düşerek birbirinden çok
farklı fikirler ve gerçekler ileri sürmektedirler. Bizim için burada önemli
olan bu nazariyelerin faizin varlığını, gerçekliğini ve İktisadî hayat için
tabiîliğini kabul etmiş olmalarıdır. Meselâ, Marshall’ın faiz hadlerinin
yüksek, Keynes’in ise bilakis düşük oluşunu savunmalarını ây-rı bir hadise
olup, bizi birinci derecede ilgilendirmemektedir.
Acaba
nas karşısında bu nazariyelerin durumu ne olmalıdır? Veya bu nazariyeler
karşısında nasların durumu ne olmalıdır? Kanaatimize göre kaide olarak kesinlik
ifade eden ayet ve hadislerin hükümleri, kesin hüküm getirmeyen nazariyelere
dayanılarak tevil edilemez. Ancak delâletleri zannî olan nasların, bu
nazariyelerin ortaya çıkardığı imkânlar muvacehesinde yeni baştan yorumlanması
ve bir değerlendimeye tâbi tutulması da son derece faydalı olur. Delâletleri
zannî olan nasların, özelliği zan ifade etmek olan nazariyelere istinaden tevil
ve tefsir edilmelerinde bir beis yoktur, inancındayım. Riba ve tefeciliği kesin
surette yasaklayan nasların belâ-gati ve kat’iyeti karşısında hiçbir nazariyeye
iltifat ve itibar edilemez. Ancak bazı fıkıhçıların ve âlimlerin çeşitli nam ve
şekillerde ve muhtelif gerekçelerle caiz gördükleri ama diğer fıkıhçıların ve
âlimlerin riba sayıp reddettikleri ve bizim de faiz dediğimiz şey için aynı
mülâhaza ileri sürülemez. Bu noktayı münakaşa ederken konuyla ilgili
nazariyelerden pek âla istifade edilebilir. Hatta bu
yapılmadığı takdirde iktisat sahasında da din sahasında da körü körüne ve
ışıksız hareket edilmiş, bu yüzden de açık bir hüsrana düşülmüş, din de dünya
da harap ve berbat edilmiş olur.
YEDÎNCt
BÖLÜM
ESKİ
medeniyetlerde
FAİZ
VE RlBA
ESKİ MEDENİYETLERDEKİ DURUM
Yahudilik,
Hristiyanhk ve İslamiyet gibi üç semavî dinin doğduğu yerleri çevreleyen Irak,
Suriye, Anadolu, Yunanistan ve Mısır aynı zamanda ilk ve en eski medeniyetlerin
kurulduğu, dolayısıyla kara ve deniz ticaretinin doğduğu ve geliştiği
ülkelerdir. Bu ülkelerdeki ticarî, ziraî ve sınaî faaliyetler ve muameleler,
bilhassa gerek aynî gerekse nakdî olarak yapılan ikraz ve istikraz işlemleri,
ikrazda bulunan şahsın temin ettiği fayda, bahsedilen üç büyük dinin riba
konusundaki tutumunu yakından ilgilendirmektedir.
tik
cemiyetlerdeki ticarî muameleler ve bunlara ait hükümler hakkında fazla
bilgimiz yoktur. Bildiğimiz kadarıyla bu tip cemiyetlerdeki meşru İktisadî
faaliyetlerle gayri meşru İktisadî faaliyetler ve bunların dinî hükümleri din
adamları tarafından tayin ediliyordu. Borç para veya eşya alnfla ve verme
muamelesi, bu muamelede tarafların hak ve vecibeleri veya temin ettikleri
kazançlar veyahut da ödemekle mükellef oldukları ilâve meblâğlar hep
ibadethaneler ve buraları idare eden din adamları tarafından tespit
edilmekteydi. Bu durum, İktisadî faaliyetlerin doğuş dönemi esnasında dahi
meşru ve gayri meşru kazançların, bilhassa caiz olan ve olmayan faiz hadlerinin
din adamlarınca tayin edildiğini göstermektedir. Yani en eski cemiyetlerden
günümüze gelinceye kadar her dönemde din âlimleri riba ve faiz meselesiyle
ilgilenmişlerdir. Ahlâkçıların, filozofların ve düşünürlerin bu meseleyle
ilgilenmeleri sonraki dönemlerde olmuştur323.
Eski Mısır’da ve Babil’de riba
Sümer
ve Bâbil medeniyetlerinden kalan belgelerde ödünç olarak alman veya verilen
para ve eşyanın nasıl alınıp verileceğine ve faiz hadlerinin ne olacağına dair
hükümler mevcuttur324.
Bu hükümlere göre gıda maddelerinde faiz oranı üçte bir (1/3), nakit parada
beşte bir (1/5) dir325.
Hammurabi’nin
(hükümdarlığı M.Ö. 1692-1750) kanunlarında ikraz işleriyle meşgul olan
ibadethane ve mabetlerle alâkalı olmak üzere ikraz ve istikrazda bulunmanın
keyfiyeti, borcu tahsil etmenin şekli, borcun ne gibi mallarla tahsil
edileceği, tabîî afetlerin vukuu hâlinde faizin yürümeyeceği ve borcun tahsil
edilemeyeceği gibi konularda birtakım hükümler yer almıştır.
M.
ö. 600 yıllarında Fırat vadisinde faizle borç para ve eşya veren ve bunu
meşgale hâline getiren birtakım aileler mevcuttur326.
Eski
Mısırlılarda iki türlü ödünç verme geleneği vardı. Karşılıksız ve faizsiz ödünç
verme (karz-ı hasen), nakit ve ziraî ürünlerle ilgili olarak faizle ödünç
verme. Lâkin esas itibariyle Mısırlılar faiz almayı bilmezlerdi, bu âdet
kendilerine Asyah kavimlerden, bilhassa Süryanilerden ve Keldânilerden
geçmişti. Haddizatında Mısır’da, din icabı riba haram sayılmaktaydı.
Keldânîlerde,
Süryanîlerde ve Babillilerde ise riba ve tefecilik yaygındı. Keldaniler son
zamanlarda faizin sınırını % 20 olarak tespit etmişlerdi. Mısırlılarda ise bû
oran % 30’a kadar çıkmıştı.
Eski Yunan’da riba
Eski
Yunan’da zengin müesseseler olan ibadethanelerin ve şahısların borç alıp verme
işiyle uğraştıkları, yüksek oranda alınan faizlerle büyük kazançlar
sağladıkları bilinmektedir327.
Bazen faiz hadleri alabildiğine yükselir, fazla borcu birikenler bu yükün
altından kalkamayınca, bazen hürriyetlerini bile kaybederek esir düşer ve köle
muamelesine tabî tutulurlardı. Solon kanunlarıyla bu türlü aşırı faiz hadleri tahdit edilerek makul bir seviyede tutulmaya çalışılmıştı328. Yunanlılarda
biri karşılıksız, diğeri faizle verilen iki türlü ödünç verme âdeti vardı.
İhtiyaç sahiplerine karşılıksız ödünç veren vakıfların ve derneklerin
mevcudiyeti, faiz konusunda Yunanlıların Romalılardan daha dikkatli
davrandıklarını göstermektedir. Yunan’da ayrıca tüccara ve sanatkârlara faizle
para veren ticaret şirketleri vardı. Halbuki
Fenikeliler Avrupa’ya girene kadar Romalılar faizsiz ödünç verme muamelesini
bilmezlerdi. Yaptıkları şey murabahacılıktı.
Eski Hindistan’da riba
Hind’de
faiz, yüksek kastlar için tamamıyla yasaktı. Aşağı kastlar için de âdil bir
faizden bahsedilir. Faiz, borçlanma neticesinde ortaya çıkar329. Fakat daha
sonra bu ülkede de tefecilik alıp yürümüştü. Tefecilik yapanlara “Sahukâr”,
“Banya” denilmekteydi.
Roma’da riba
Romalıların
hâkimiyet ve himayeleri altında bulunan memleketlerde yaşayan ve ağır vergi
yükü altında ezilen ahalinin vergilerini verebilmeleri için el altından
şövalyelerden yüksek oranlarla faizle borç para aldıkları bilinmektedir330.
Roma’da
M. Ö. 342 senesinde Lexgenucia başlığını taşıyan bir kanunla riba tamamen
yasaklanmış, ancak İktisadî zaruretler sebebiyle bu yasak uzun süre devam
etmemişti. Roma cumhuriyetinin sonlarına doğru faiz hadlerine sınırlamalar
getirmekle iktifa edilmişti. borçluyu ve yoksulu
koruma maksadıyla tarihte ilk defa faizi kanunla tahdit edip bu yolda hükümler
getiren ve kanunlar koyan Romalılar olmuştur. On iki levha kanunlarında faizi tahdit eden hükümler vardır331. Faiz haddi % 8.3’den
fazla değildi. Yani ödünç verilen paranın on ikide biri (1/12) kadar faiz
alınırdı. Cumhuriyetin son yıllarına doğru bu nisbet % 12’ye çıkmıştı.
Roma
hukukunda ödünç akdi ve ikraz müessesesi esas itibariyle faizsizdir. Faiz
talebinde bulunmak için ikraz muamelesi (mutu-um) yanında ayrıca bir sözlü
mukavele (stipulatio) daha yapmak icap eder. Ödünç alan bu taahhütten sonra
ödünç verene faiz öderdi332.
Roma
hukukunda faiz, sermayenin tamamı üzerinden ve aylık olarak hesap edilir ve
faiz nispetleri ayda en fazla % l’i ve senede % 12’yi geçmezdi. Justinianus
devrinde bu nispet yıllık zenginlerin verdikleri ödünç için % 4’ü, orta
hâllilerinki için % 6’yı geçmiyor, tüccar ise % 8’e kadar faizle borç
alabiliyordu. Roma hukuku mürekkep faize (amatocermus) müsaade etmediği gibi, ana parayı geçecek kadar faizin birikmesine, yani ez’af-ı
muzaafa da cevaz vermiyor ve ana parayı aşan faizi verme mecburiyetini kaldırıyordu.
Yani sermaye sahibi en fazla ana para kadar faiz
alabilir. Borçlu, sözleşmede şart kılınsa bile bundan fazlasını vermeme hakkına
sahipti.
Her
şeye rağmen Roma tefecilikle baş edememiş ve tefecilik Roma’nm çöküş
sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
Filozoflarda riba
Çok
eski zamandan beri filozoflar da riba hakkında fikirlerini beyan etmişler,
umumiyetle bu konudaki dinin yasağını haklı ve lüzumlu bularak bunu aklî delil
ve felsefî izahlarla desteklemişlerdir.
Geniş
ölçüde İslam dünyasına tesir etmiş olan Aristo, hocası Eflâtun gibi ribaya
karşı çıkmış ve bu yoldan kazanılan paranın meşru olmadığını savunmuştu. Ona
göre ribayı caiz görmek, paranın para doğurmasını mümkün görmektir ki,
imkânsızdır. Toprak mahsul verebilir, hayvan doğurabilir. Fakat paranın (yani
altın ve gümüşün) para doğurması nasıl düşünülebilir? Tabiat, parayı kısır
olarak yaratmıştır, öyle kalması icap eder. Para yumurtlamayan bir tavuk
gibidir. Para, para kazanmaz. Zira para haddizatında gelir getiren bir kaynak
değildir. Onun değeri kullanmakla artmaz. Bilakis kullanılsa da kullanılmasa da
para daima aynıdır ve değeri hep sabittir. bu yüzden
paranın faiz adıyla bir gelir getirmesi açık bir adaletsizliktir.
“Faiz
meşru değildir. Tabiata aykırıdır. Bizatihi doğurgan ve üretken (müstahsil)
olmayan para, para vücuda getiremez. Bina ve benzeri şekilde kullanılan
malların maddesiyle kullanma durumu arasında bir fark gözetildiği hâlde parada
bu mümkün olmaz. Paranın yegâne vazifesi mübadele vasıtası olmaktan ibarettir.
Paranın maddesiyle kullanma vaziyetini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu
yüzden paranın kullanılmasının müstakil ve kendisinden ayrı bir fiyatı olamaz”11.
Aristo,
Politika isimli eserinde şöyle diyor: “En çok nefreti hak eden
faizciliktir. Çünkü bu yolla sağlanan kazanç, doğrudan doğruya paranın kendi
varlığından ileri gelir ve paranın doğuşuna yol açmış bulunan gayeye aykırıdır.
Zira para mübadele için yaratılmıştır. Halbuki faiz
paranın kendisindeki (zatında) bir artışı ifade eder. (Diğer taraftan işletilen
ve çalıştırılan) paranın artmadığı ve miktarının sabit kaldığı ortadadır.
Faizden bir ziraî mahsul veya hayvan yavrusu gibi bir kazançtır, diye de
bahsediliyor. Her canlı benzerini doğurduğundan faiz de (ana) paradan doğan
(yavru) paradır, deniliyor, (Bu saçmadır ve) işte bu yüzden bütün servet edin- 333 me yollan
içinde tabiata en aykırı düşen bu tarz para kazanma yoludur”^.
Aristo’ya
göre sermaye âtıldır, kısırdır, sabittir, bizatihi camittir. Nâmî, doğurgan ve
üretken değildir. Durup dururken para parayı doğurmaz.
Altın
ve gümüş (dinar ve dirhem) yani para semen (mübadele vasıtası) olmak için
yaratılmıştır, diyen fıkıh âlimleri, Aristo’nun bahis konusu fikir ve
izahlarına dört elle sarılmışa benzemektedirler334 335.
Yahudilikte riba
Yahudilikteki
riba ve faiz, bu kavmin ticaretle uğraşması ve Aramîler, Keldanıler, Babilliler
ve Mısırlılarla İktisadî ve ticarî faaliyetler içinde bulunmaları bakımından
bilhassa önem taşır.
îsrailoğulları
İktisadî faaliyetlerinin nispeten az ve basit olduğu ilk dönemlerde ribayı*
mutlak olarak ve herkes için haram sayıp reddetmişlerdi. Zira Yahudiliğe göre
ödünç (ikraz) komşunun komşuya karşılıksız olarak yapması gereken bir yardım ve
iyiliktir. Bu iyiliğin karşılığında faiz adı altında bir ücret alınamaz. Ödünç
vermeyi gerektiren sebeplerin başlıcaları da şunlardır:
·
a.
Din kardeşliği, imanda bütünleşme,
·
b.
Irk birliği ve soydaşlık,
·
c.
Yoksul kardeşlere şefkat ve merhamet hissi.
·
d.
Sıkıntıda olanlara ve darda kalanlara duyulan sevgi, yani esas itibariyle
zengin bile olsa, malî durumu bozulduğu için darda kalan yahudilere karşılıksız
ve ribasız borç verilir.
·
e.
Zenginlerin fakir fukaraya karşı ifa etmekle mükellef oldukları vecibeler ve
vazifeler336.
Yahudilikteki
ilk ve esas telâkkiye göre riba yoluyla ele geçirilen mal ve para bir zulüm ve
haksızlık olarak alındığından gasp edilmiş veya çalınmış bir kazançtır.
Başkasının
meşru malını murabaha ile ele geçirmek onu sebepsiz ve haksız olarak yemek
mânasına gelir ve bu kesinlikle haramdır337.
Tbvraf’ta
ribayı açık ve kesin bir surette yasaklayan ifadeler ve ibareler vardır.
·
a.
“Eğer kavmimden, yanındaki fakir birine ödünç para verirsen, O’na murabahacı
olmayacaksın, O’nun üzerine riba koymayacaksın”338.
·
b.
“Ve eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf bir hâlde bulunursa, O’na
yardım edeceksin, yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Allah’tan kork ve
O’ndan riba ve kâr alma ki kardeşin yanında yaşasın. O’na gümüşünü ribayla
vermeyeceksin339 340.
·
c.
“Para ribası olsun, zahire ribası olsun veya ödünç verilen her çeşit eşyanın
ribası olsun kardeşine riba ile ödünç vermeyeceksin”1^
“Yabancıya
riba ile ikrazda bulunabilirsin, fakat (din) kardeşine riba ile ödünç
vermeyeceksin”341.
·
d.
“Kardeşlerim, uşaklarım ve ben onlara gümüş ve buğday ödünç veriyoruz. Rica
ederim bu fazla ribadan el çekelim342.
·
e.
“Riba olarak aldıklarınızı iade etmenizi rica ediyorum”343.
·
f.
“Hem de eteğimi silktim ve dedim: Allah, bu sözü tutmayan her adamı evinden ve
işinden böyle silksin. Bütün cemaat amin dediler”344.
Yahudilikte
riba yenilerek kazanılan günah adam öldürmek, zulmetmek, mal gasp etmek, zina
yapmak, yoksulu ve düşkünü ezmek, soygun, emanete hiyanet etmek ve Allah’a şirk
koşmak gibi fiilleri işlemek suretiyle kazanılan günahla aynı hükümde
tutulmuştur345.
Bu tehditler ve gösterilen şiddet ayet ve hadislerde bu konuda bahis konusu
edilen tehdit ve gösterilen şiddeti andırmaktadır. Tevrat'ta riba
mânasında kullanılan “nişh” kelimesi ısırmak ve sokmak mânasına gelmekte, bu
ifadeyle: “Riba alan kişi, riba veren kişiyi ısırmakta ve bir yılan gibi onu
sokmaktadır” denmek istenmektedir (bk: Tevrat, Hazekiel, 19/12, 17).
Tevrat'ta
geçen “garip” sözünden maksat Yahudi olmayan, lâkin Yahudi toplumunun örf ve
âdetine göre onlar içinde yaşayan kimseler kastedilmektedir346.
Başlangıçta
basit, açık ve kolay anlaşılabilir bir hâlde bulunan Yahudilikteki riba
telâkkisi, İktisadî faaliyetlerin ve bilhassa komşu kavimlerle ticarî
münasebetlerin artması ve yoğunluk kazanması üzerine gittikçe karmaşık bir
vaziyete geldi. Yani birtakım riba türleri ortaya çıktı. Bunlardan bir kısmı
belli şartlar altında caiz görüldü. Diğer taraftan ihtiyaçların zorlamasıyla
ribayı caiz kılan birtakım hileli yollar bulunmaya çalışıldı. Tevrat’taki riba
ayetleri bu türlü ribalar ve hukukî hilelere cevaz verecek biçimde tefsir
edildi. Ancak bu türlü imkânlar ve kanunî yollar sayesinde riba almak ve vermek
pek zor ve sakıncalı olmayan bir muamele tarzı hâline geldi347. Zaman zaman tefeciliğin umumî bir âdet
hâline gelip, cemiyeti çökerttiği zamanlarda, muayyen ve hususî zamanlarda
uygulanan istisnaî hükümler ortaya atıldı. Belli şartlar altında uygulanan bu
hükümler sayesinde hiç değilse îsrailoğulları kendi kavimlerine mahsus olmak
üzere tefeciliğin verdiği zararları kısmen hafifletme imkânı buldu. Eski
İsrail’de her elli senede bir borçlunun bütün borçları ibra edilmeye başlandı.
Buna jübile yılı denildi. Ayrıca borçluya her yedi yılda bir ödeme kolaylığı
tanındı ve borç ödemeyi hafifleştiren ve kolaylaştıran birtakım unsurlar
getirildi. Bunun gerekçesi de şu idi: Borçlu borcunu, ancak toprakta çalışarak
elde ettiği gelirle öder. Diğer taraftan toprağı, yedi senede dinlendirmek âdet
olduğundan bu sene borçluya kolaylık tanımak gerekiyordu348 349.
Göçebe
hayatı yaşarken girift riba işlemlerini bilmeyen ve umumiyetle mutlak surette
tefeciliği haram sayan yahudiler, Filistin’e yerleştikten ve özellikle de Babil
sürgününden sonra çeşitli riba muamelelerinden ve bunlara ait değişik
hükümlerden bahsetmeye başladılar. M. Ö. 200 yıllarında ticarî borçlardan riba
alınmasını yasaklayan hahamlar, dört asır içinde, borç para vereni, ticarî
faaliyetin ortağı saymak suretiyle kendisinin kârdan hisse almaya hakkı
olduğunu ileri sürüp kanunî hilelerle ribayı caiz görmeye başladılar22.
Yahudilere
göre riba, sadece ikrazda ve kredilerde bahis konusu olmaz. Veresiye satılan
mallarda ve vadeli ticarî muamelelerde de riba mevcuttur. Yahudiliğe göre riba,
borçlunun borcunu öderken, aldığı miktara ilâve ettiği belli bir fazlalıktır.
Tevrat’ın haram kıldığı riba budur. Buna “nassın haram
kıldığı riba” (riba-i namus) diyorlar. Bu temel fikirden hareket eden hahamlar,
ribanın haram kılınmasındaki maksat ve hikmete uymayan sair ticarî muameleleri
ve bunlardan elde edilen kârları da riba ile aynı hükümde tuttular. Buna da:
“hahamlarca haram kılınan riba” (riba-i ahbar) adını verdiler. Meselâ vade
farkını bu mânada riba sayarak peşin fiyatı on altın olan bir arazi parçasının
bir yıl vadeyle on iki altına satılmasından elde edilen iki altını riba
saydılar350. Aynı
şekilde bir şahsın, borcuna mukabil olmak üzere halihazırda
mevcut olmayan bir şeyi borçlusuna satmasını, başaktaki olgunlaşmamış buğday
tanelerinin ve henüz koruk hâlde bulunan üzüm salkımlarının satılmasını,
“değerinden aşağı bir fiyata satılabilir ve bu da riba olur” (ga-rar bey’i,
selem) düşüncesiyle haram saydılar. Lâkin bir gayri menkulün
icara verilmesi hâlinde peşin ödeme, ay be ay ödeme ve yıl sonunda ödeme
şekilleri arasında meydana gelecek olan farkları ve fazla ödemeleri riba
saymadılar. Böyle yerlerde riba ile kârı aynı hükümde tuttular. Hristiyanlar da
bu usulü benimsediler.
Yahudilikte
riba, bazılarına göre sadece dinen ve ahlâken yasaktır. Hukuken ve kanunen
yasak değildir. Bu yasağın müeyyidesi de günaha girme ve Allah’ın gazabına
uğramadır. Lâkin çoğunluğun kanaatine göre, Tbvrafm doğrudan yasakladığı “namus
riba-sı” hukuken ve kanunen de yasaktır. Binaenaleyh, birinci çeşit riba
yoluyla alınan bir malın geri verilmesi için mahkemeye müracaat edilebilir. Ama
ikinci yoldan alınan bir ribanın ve malın iadesi resmen talep edilemez.
Riba
karşılığı yabancıya borç verilmesini caiz gören Yahudilikteki hükümle: “dar-ı
harpte harbiye” riba karşılığı borç vermeyi caiz gören Hanefîlik ile
Caferîlikteki hüküm de benzerlik göstermektedir. Kilise papalarından Saint
Emirousyous (M. 340/397) Yahudilikteki bu hükmün Allah’ın gazabına uğramış yedi
kavimle ilgili olduğunu, bir Yahudinin ancak bunlara riba ile borç vereceğini
ileri sürmüşse de, Yahudilikteki tatbikat, yahudi olmayan her kavimden riba
almanın cevazı yolundadır. Bahsedilen hükümlere rağ-
men,
umumiyetle yahudiler, riba yasağına kendi aralarında bile uymamışlarıdır.
Meselâ, Hazekiel351
riba ile ödünç vermenin Kudüs’te umumî bir hal aldığını yazar352.
Hıristiyanlıkta riba
Riba
meselesinin Hıristiyanlıktaki durumu ayrı bir önem taşımaktadır. Esas
itibariyle İncirde fazlaca dinî ve şer’î hükümler bulunmadığından,
Hıristiyanlar bu konuda Tevrat'ta yer alan hükümlere uyup, ribayı hoş
karşılamamışlardı. Luka Incili’nde şu ifade vardır: “Eğer mislini almayı
ümit ettiğiniz kimselere ödünç verirseniz, sizin ne faziletiniz olur.
Günahkârlar da günahkârlara karşılığını almak üzere ödünç verirler. Fakat siz
düşmanlarınızı sevin, onlara iyilik edin ve hiçbir şey beklemeden ödünç verin
ki alacağınız ecir büyük olsun”353. Bu ifadeden, Hz. İsa’nın ribayı başlangıçta
yasaklamamış olmakla beraber, onu hoş karşılamadığı, ümmetini ga-rezsiz, ivazsız
ve tamamıyla hasbî bir yardımlaşmaya teşvik ettiği mânası çıkarılmıştır.
Menfaat gözetmeden, bir bedel ve karşılık beklemeden ödünç verilmesini tavsiye
(muhabbeti tavsiye, iyilikseverliği teşvik) edip bunun en büyük hayır olduğunu
ifade eden Hz. Mesih, dindar, faziletli ye kâmil kişilerin bu tavsiyeye gönüllü
olarak uymalarını istiyordu. Lâkin, çok geçmeden bu
tavsiye ve teşvik, Hıristiyanlığın kesin ve açık bir yasağı hâlini aldı354.
Hıristiyanlıktaki
faiz yasağı üç merhaleden geçmiştir:
Birinci
merhalede kilise babaları, Hıristiyan âlimler ve konsil-ler faize şiddetle
karşı durmuşlar ve bu hususta amansız bir mücadeleye girişmişler, faizle
tefeciliği (interest-usury) aynı saymışlardı.
İkinci
merhalede faizle ödünç verme yasağı klâsik bir nazariye hâline getirilmişti.
Saint Thomas, Scot ve Molina gibi Ortaçağ Hıristiyan müelliflerinde faizle
ödünç verme yasağı kesin bir hâl almıştı. Tefeciler maddî ve manevî cezalara
çarptırılmaya başlandı.
Üçüncü
merhalede hadiselerin tesiri ve zorlamasıyla kilise yavaş yavaş faizin
meşruluğunu kabule yanaşmaya başlamıştı355.
Başlangıçta
sade ve basit bir akideler ve ameller manzumesi olarak zuhur eden, daha ziyade
fakir fukara arasında yayılan Hıristiyanlığın faizi caiz görmemesini, hileli ve
dolambaçlı yollardan ri-bayı helâl hâle getiren Yahudiliğe karşı çıkmasını
tabiî saymak icap eder. Ancak gerek Yahudilikten gelen tesirler gerekse
İktisadî hayatın gerçekleri hıristiyanları da hileli, dolambaçlı yollardan
faizi kabullenmeye zorlamıştı. Faizle ödünç yasağının kesin bir kanun hâlinde
ortaya konulması bu hadiselere bir tepkidir. Ancak faizle ikraza şiddetle karşı
olan Hıristiyan din adamları, nelerin faiz olduğunu ve nelerin ribaya girdiğini
tespit hususunda sonu gelmeyen tartışmalara girmişlerdir. Bir taraftan faizle
ödünç yasağı bir esas hâlinde ortaya konulurken, diğer taraftan birçok
istisnalar getirilerek bu hâllerdeki faize cevaz verilmişti. Bu hususiyeti
itibariyle ribanm Hıristiyanlıktaki gelişmesi Yahudilikteki gelişmesini
andırmaktadır.
Hıristiyanlıkta
faiz meselesi ile ilgili dikkate şayan görüşlere sahip olan din adamlarından
biri Saint Thomas Aquino (1125/1274) dur. O’na göre, bir şeyin kıymeti, o şeyi
istihsal için harcanan emeğe ve diğer maliyet masraflarına eşittir. Bir şeyin
kıymeti o şeyin piyasa fiyatı veya alıcı ile satıcının takdirleriyle tayin
ettikleri miktar değildir. Âdil fiyatı, âdil fiyat (justum pretium) kanununa
göre kanun tespit eder. Âdil fiyat, mübadele edilen iki malın aynı miktarda
emek ihtiva etmesi esasına dayanılarak tayin edilir. Ana batlarıyla Aristo’yu
takip eden Saint Thomas’a göre, emek muhteremdir, mevcudiyeti zaruridir,
ahlâken ve dinen çalışmak iyi, tembellik kötüdür. Bu itibarla âdil fiyata
uymayan fahiş kârlar meşru değildir.
Saint
Thomas riba konusunda da Aristo’yu takip etmiş ve para kapitali için ödenen her
ücreti riba sayarak reddetmiş, riba ile faiz arasında da bir fark görmemiştir.
Ribayı ve faizi reddederken bunun âdil fiyata aykırı düştüğünü gerekçe olarak
göstermiştir. Murabahacılığın çeşitli şekillerini uzun uzadıya incelemiş, şer’î
hilelere istinaden alınıp verilen faiz şekillerini tespit etmiş ve ribayı
maskelemek için başvurulan hileli muameleleri reddetmiştir. Fakat bunun
birtakım istisnaları bulunduğunu kabul etmiş, ayrıca mudarabeye benzeyen bir
ticaret ortaklığından bahsederek, bu muamelenin getirdiği geliri caiz
görmüştür. Ona göre borç verme muamelesi borç veren aleyhinde bir zarar meydana
getirmiş veya bir kazancının elden kaçmasına yol açmışsa, borç verenin buna
tekabül eden bir meblâğı borç alandan talep edebilmesi icap eder356. Saint Thomas’m
bahsettiği bu istisnalar ve ticaret ortaklığı gittikçe genişletilmiş ve hemen
hemen faizin caiz olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Hıristiyanlıkta
riba (faiz), ödünç verilen paradan sağlanan kazanç diye tarif edilir. Verdiği
ödünç karşılığında bir hediye vermesini veya bir şey teberru etmesini uman, ama
bunun ödenmesini lüzumlu bir hak olarak görmeyen günaha girmez (tslam
hukukundaki* hüsn-i eda gibi). Hıristiyanlıkta fadl ribası yok gibidir. Sadece
ödünç (karz) ribası vardır. Lâkin onlara göre ödünç ribası iki çeşittir:
·
1.
Sıkışıklık (bunalma) ribası,
·
2.
Âdil hüccete, haklı gerekçeye istinaden alınan faiz.
Âdil
hüccetin caiz gördüğü haddi aşan ribaya veya fakirlerden alınan ribaya “sıkışma
ve bunalma ribası” (borç alanı zor durumda bırakan ve ezen riba) denir. Yani
yoksullardan alman çok cüz’î faizler bile sıkışıklık faizi sayılıp
reddedilmektedir. Zenginlerden alınan faizin sıkışıklık faizi sayılabilmesi
için, alınan faiz haddinin, âdil hüccetin caiz gördüğü haddi aşması şartı
aranmaktadır.
Sıkışıklık
faizi ister fakirden, ister zenginden alınsın, tabiî kanunlara aykırı düşen bir
“darda bırakma” hâlini meydana getirir. Oysa mukriz, muhabbet tavsiyesine
uyarak fakire karşılıksız borç vermek zorundadır. Zengine verdiği borçtan ise
âdil hüccetin veya medenî kanunun caiz gördüğü miktardan fazla faiz alamaz.
Adalet, kâr ile kullanma kıymeti arasında bir münasebetin ve muadeletin mevcut
olmasını gerektirir. Âdil hüccetin mevcut olması hâlinde, faiz adalete aykırı
düşmeyebilir. Fakat bu takdirde kâr (faiz) ödünç verilen malın kendisinden değil,
onun haricindeki bir hüccete istinaden alınır. Mukrizin verdiği şeyi
aynı miktarda geri alması helâl-dir ve hakkıdır. Ama meselâ yüz lira ödünç
veren, bu ödünç yüzünden meselâ on lira zarara uğramış veya on liralık bir
avantaj (menfaat) kaybetmişse, bu zat müstakrize yüz on lira ikraz etmiş
sayılır ve ikraz edilen meblâğı geri alırken yüz on lira olarak alabilir.
Alınanın verilene kıymetçe denk olması lâzımdır. Denkliği aşan miktarın
müstakrize iade edilmesi lâzım gelir. Aksi takdirde bu miktar çalınmış mal gibi
haram olur. Saint Thomas’a göre serveti teşkil eden mallar iki çeşittir:
·
a.
ilk kullanıldığı zaman istihlâk edilenler; un, sebze, meyve gibi. Bunların
ödünç verilmeleri hâlinde alman faiz kesinlikle haramdır.
·
b.
ilk kullanışta istihlâk edilmeyenler, altın ve gümüş gibi. Para iare edilemez,
sadece satılabilir. Satış bedeli olarak nominal
kıymetinden fazla bir meblâğ istemek şerefsizliktir.
Faiz
almayı haklı kılan âdil hüccet (haklı gerekçe) beştir:
·
1.
“Damnum Emergens”: Zarara uğrama: Yani mukrizin, ikrazda bulunmuş olması
yüzünden bir zarara uğramış olması hâli. Bu durumda mukriz, ana mala ilâveten uğradığı
zararı telâfi edecek kadar bir faiz (tazminat) alabilir. Çünkü hiçbir kimse
kendisinin zarar ve ziyana girmesi pahasına başkasına fayda temin etmek (ve
ikrazda bulunmak) mecburiyetinde değildir. Velev ki müstakriz zaruret içinde
bulunsun. Ancak mukrizin sırf ikrazda bulunmuş olmasından hasıl
olan kaybına itibar edilir, diğer zararları dikkate alınmaz.
·
2.
“Lucrum Cessans”: Kâr fırsatını kaçırma: Yani mukrizin, ikrazda bulunmuş olması
yüzünden bir kâr fırsatını kaçırmış olması hâli, şayet mukriz, ikraz ettiği
malı elinde tutup da caiz ve mübah ticarî muamelelerde kütlansaydı, bu durumda
ne kadar kâr edecek idiyse, ikraz suretiyle elden kaçırdığı bu kâra karşılık,
ana mala ilâveten müstakrizden bir bedel (faiz) alabilir.
·
3.
Risk: Ana malı, hiçbir şekilde ele geçiremeyecek bir tarzda kaybetme ve bir
daha elde edememe korkusudur. Bunun hüccet oluşu tartışmalıdır. Hıristiyan
ilâhiyatçılarının çoğuna göre bu hüccet belli bir faiz (kâr) miktarını almayı
caiz kılar. Bu yoldan faizin meşruiyetini gösteren üç delil (hüccet) vardır:
·
a.
Şayet kâr etme ümidinin bir kıymeti varsa, zarar ve risk korkusunun da bir
değeri (fiyatı) var, demektir. Muhtemel kârın bir bedeli olduğu gibi muhtemel
bir ziyanın da bir bedeli vardır.
·
b.
Bir şeyin, emniyet hâlindeki kıymeti, o şeyin tehlikeye ve riske maruz
bulunduğu hâldeki kıymetinden fazladır.
·
c.
Papalık makamı rizikoya mukabil olmak üzere faiz almanın cevazı yolunda fetva
vermiştir. Papa înnocent X., 1640’da bu fetvayı tasdik
etmiştir, ancak fakirlere verilen ödünç burada bir istisna teşkil eder. Çünkü
fakire yardım mahabbeti tavsiye eden dinin gereğidir. Ayrıca fakir müstakrize
vereceği rehinle risk ihtimalini bertaraf eder.
·
4.
Mükrizle müstakrizin üzerinde ittifak ettikleri ceza (tazminat). Müstakriz,
ikraz ettiği ana malı, mükrize zamanında iade etmediği takdirde ilâve bir
meblâğı (faiz) mukrize vermeyi taahhüt eder. Ceza ve tazminat olarak fazla bir
ödemenin yapılması için müstakrizin mazeretsiz olarak ödemeyi makul
sayılabilecek bir süreden daha fazla bir müddet geciktirmiş olması ve tayin
edilen cezanın (tazminat) borçlunun suçuna münasip ve mutedil olması icap eder.
Ancak
hıristiyanlar, tazminat meselesini daha çok bir şer’î hile vasıtası olarak
kullanmışlardır. Meselâ bir sene için alınan ödünç bir ay müddetle alınmış gibi
işleme konuyor, sene sonunda borç ödenirken on bir aylık bir gecikme için uygun
bir ceza-tazminat tahakkuk ettiriliyordu. Hıristiyanlıkta çokça görülen bu ve
benzeri şer’î hilelere “mohatara” deniliyordu.
Umumiyetle
Hıristiyan ilâhiyatçılar krediyle yapılan alım satımlarda nispeten yüksek bir
fiyatı (vade farkını) haklı görürler. Poliçelerin iskonto edilebileceğini
söylerler. Ortaklıklara yatırılmış paraların faiz getirmesini tecviz ederler.
Ticarî borçların faize tabi olması ve ikraz şirketlerinin belli bir faiz haddi
tespit etmeleri mümkün görülmüştür.
·
5. Medenî kanun
hücceti: İkraz karşılığı faiz almak çok eski zamanlardan beri muhtelif
milletlerde görülmüş ve teamül hâline gelmiş bir hadisedir. Bu teamül günümüzde
de revaç bulmuş ve şayi olmuştur. Bu suretle umumî bir örf hâline gelmiştir.
Hıristiyan
ilâhiyatçıları bu hususun hüccet sayılıp sayılmayacağı hususunda da ihtilâf
etmişlerdir. Bir kısmı bunu reddetmişse de çoğunluğu kabul etmiş ve: “Medenî
kanunun bir şeyi caiz görmesi makbul ve muteber bir hüccettir, zira kanun vâzıı
faiz hadlerini tespit ederken âdil ve insaflı hareket etmektedir” demiştir.
Sıkışıklık
faizi mahiyetinde olmayan faizin meşruiyetine cevaz verilirken, istinat edilen
deliller bunlardır. Hıristiyan ilâhiyatçılar bu beş delilin Kitab-ı
Mukaddesken çıkarıldığını ve Hıristiyanlığın ruhunu aksettirdiğini
söylerler. Bunu bir çeşit istihsan ve mür-sel maslahat olarak görürler. Zaman
zaman çıkarılan talimat ve nizamnamelerle bu hüccetlere açıklık da
getirmişlerdir. “Kanunen mübah olan faizin alınmasını, haklı sebepler yokken
helâl sayanlar aleyhinde bulunmamak doğru bir hareket midir?” şeklindeki bir
soruya papalık şu fetva ile cevap vermiştir:
“Papalık
makamı bu konuda çıkardığı bir talimatla onlara birtakım hususlara uyma
mecburiyeti koymadıkça kendilerini taciz etmek doğru olmaz”. Papalık makamının
bu mesele ile ilgili olarak tespit ettiği esasların bazıları şunlardır:
·
1.
Kanunî faiz haddini aşmayan faizler helâldir.
·
2.
Fakat bu faizin de caiz ve helâl olmadığı ileri sürülebilir. Caiz görenleri
tenkitte aşın gitmemek ve şiddet göstermemek şartıyla bu hususu müzakere edip
reddetme kapısı daima açıktır. Kısaca kanunî faiz mübah olmakla beraber, aksi
de iddia edilebilir ve onlara denilebilecek bir şey yoktur.
·
3.
Günah olduğuna kani olduğu hâlde adalet esasları dahilinde
faiz alan bir kimsenin bu davranışının meşru olduğunu beyan, etmekten
kaçımlamaz. Çünkü bu şahıs vicdanı karşısında günahkâr ise de adalet karşısında
günahkâr değildir. Takvaya muhalefet etmişse de fetvaya muvafakat etmiştir.
·
4.
Mükellef, kilisenin vereceği hükmü kabullenmeye daima hazır olmalıdır.
·
5.
Zaruret içinde kıvranan fakir, ödünç aldığı mah faiziyle birlikte iade
edebilecek ve ayrıca bundan istifade edip, elini genişletecekse, böyle biri
faizle ödünç aldığı için adalete muhalefet etmiş ve günaha girmiş olmaz, faizi
verene vebal yoktur.
·
6.
Gıda temin etmesi için fakire verilen paranın faizini almanın haram oluşu,
verilen paranın değer kaybetmesine veya etmemesine bağlı değildir. Bunun
sebebi, yoksulun çoluk çocuğuna bakması için ona ödünç vermenin mahabbeti
tavsiye eden din cihetinden mukriz üzerine vazife oluşudur. Yani her ne suretle
olursa olsun nafakasını temin etmek ve ailesini kayırmak için fakirin aldığı
borçtan faiz almak caiz değildir, ama işletmek ve çalıştırmak üzere fakirin
murabahacıdan aldığı sermayeye faiz ödemesi adalete uyabilir. Başka bir ifade
ile son durum takva cihetinden caiz görülmese bile fetva cihetinden caiz
görülebilir. Çünkü bunda maslahat vardır. Hıristiyanlıkta, iyi bir hıristiyan
tefecilik yapamaz; yaparsa o gerçek bir hıristiyan değildir. Böyle bir
murabahacıdan, zaruret ve ihtiyaç saikiyle faizle para almayı caiz gören
Hristiyanlık tefeciliği hiçbir şekilde meşru bir kazanç yolu olarak görmez.
·
7.
Medenî kanunun tayin ettiği faiz haddini aşmak caiz değildir. Bu bir zulüm
olduğundan iadesi icap eder. Ancak ikraz sebebiyle uğranılan zarar veya
kaçırılan kâr fırsatı bu haddi aşıyorsa veya ikrazda müstakrizin menfaati
bulunduğu sarih ise, o zaman bahis konusu meblâğı almak caiz olur.
·
8.
Medenî kanundan ayrı olarak, ana malın mislini (ez’af-ı mu-zaaf) almayı
gerektiren diğer bir gerekçe ve hüccet bulunsa dahi misi (zı’f, kat)
alınmaz. Ana parayı ikiye katlayan faiz hiçbir
şekilde caiz değildir. Zira şeriatın gayesine ve maksadına aykırıdır.
·
9.
Faizle para alan bu parayı daha yüksek faizle ikraz edemez.
Ancak
birçok hıristiyan hukukçu, bankalar için bu işleme cevaz verirler. Zira banka
düşük faiz ile aldığı mevduatı yüksek faizle ikraz etme esası üzerine
kurulmuştur. Banka % 5’ten kabul ettiği mevduatı % 6’dan veya % 10’dan ikraz
edebilir. Aradaki fark hizmet, binanın kirası, masraf ve zaman gibi şeylere
karşılık sayılır (hakku’l-amel, kâr-müzd).
·
10.
İhtiyacını gidermek için istikrazda bulunan fakirden mük-rizin faiz alması caiz
değildir, almışsa iade etmesi icap eder. Medenî kanunun bunu caiz görmesi, tek
başına hüccet değildir.
Rahmet Dağı
İhtiyaçlarını
gidermeleri için fakirlere rehin karşılığında ikraz edilmek üzere toplanan ve
ikraza elverişli bulunan nakdî ve aynî mal ve kıymetlere “Rahmet Dağı” (karz-ı
hasen fonu) adı verilir. Rahmet Dağı’ndan faydalanmanın dört şartı vardır:
·
1.
Verilen ödüfıç belli bir müddet için olur. Umumiyetle kısa vadeler için bundan
istifade edilir.
·
2.
Rahmet Dağı’ndan fakirlerden başkasına ikrazda bulunulamaz. Ancak fon,
fakirlerin ihtiyaçlarından fazla ise ve başkalarına da ikrazda bulunulması hâlinde
fakirler bundan zarar görmeyeceklerse, diğerlerine de ikrazda bulunulabilir.
·
3.
Müstakriz, aldığı meblâğı bir miktar fazlayla öder. Bu fazlalık idarecilerin,
hizmetlilerin ücretine, bina kirasına vesair masraflara karşılık sayılır
(hakk’ul-amel, kâr-mûzd).
·
4.
İstikraz için rehin verilir ve verilen rehinin değeri alman kredinin kıymetine
denk olur. Vadesi dolduğu hâlde borcunu ödemeyen kişinin rehin bıraktığı mal
satılıp borcu kapatılır. Rahmet Dağı’ndan ödünç almanın şartlan bulununca riba
şüphesi olmaksızın ikraz ve istikraz muamelesi yapılır. Ruhbanların kurdukları
vakıflar da bu esaslar dahilinde faizle para ikraz
etmiştir.
Umumiyetle
katoliklerin ve Papa’lığın makamının faiz hak-kmdaki görüşleri böyledir.
Fakat
Protestanlığın kurucusu Luther, Katolikliğe bir tepki olarak çıktığından faizle
ribayı bir sayıp, bütün çeşitleriyle yasakladı, hatta riba şüphesi bulunan bazı
alış veriş şekillerini bile haram saydı, bu davranışıyla İslam’daki bey’ ve
fadl ribasına yaklaştı. Ama yine de istihsal maksatlarıyla faizle kredi almanın
kapısını açık bıraktı. Gariptir ki, protestanlarm en çok bulundukları ABD
kapitalizmin merkezi hâline geldi.
Calvin
(ö. 1564) çalışmayı dinî bir vazife saymış, züht ve riyazet hayatına sadık
kalmış, tembelliğe de lükse de karşı çıkmıştı. Calvin, paranın müstahsil
olmadığı yolundaki Aristo’un iddiasını ve skolastiklerin faiz konusundaki
düşüncelerini reddetmiş, faize sadece tüketim açısından değil, üretim açısından
da bakmış ve istihsal maksadıyla faizle kredi almaya cevaz vermişti. Bundan
sonra riba (murabaha) ile faiz yekdiğerinden ayırt edilmişti. îlk defa faize,
Calvinizmin yaygın olduğu Cenevre’de, 1574’de resmen ve kanunen izin
verilmişti. Besold, (ö. 1638) murabaha ile mücadele etmek için mahdut miktarda
faizle ikrazın lüzumu üzerinde durmuştu. Turgot, faizin fiyatının, diğer
herhangi bir metam fiyatı gibi serbestçe teşekkül elmesi lâzım geldiğini
savunmuştu.
Bu
türlü gelişmeler neticesinde Hıristiyan âleminde kanunî faizin meşruiyeti
umumiyetle kabul edildi. Bu suretle tefeciliğe karşı olan Hıristiyanlar
arasında faiz mesele olmaktan çıktı. Ama yine de zaman zaman istisnasız faiz
yasağını ihya etmek isteyenlerin mevcudiyetine rastlanmaktadır. Thomas Culpeper
1621’de Tract Upon Usurie (Ribaya Reddiye) adıyla yayınladığı eserde şöyle
diyor: “Bir yerde % 10 nisbetinde faiz varsa, orada en az % 10 nispetinden daha
az kazanç temin eden bütün işler terk edilir. Ayrıca yüksek oranlı faizler
ziraî yatırımları, ormanları koruma ve İslah etme faaliyetlerini, deniz aşırı
keşifleri ve büyük hacimli ziraî işletmelerin kurulmasını önler. Düşük oranlı
faizler ise, bunun tersi olan bir sonuç verir”.
Bu
gün batıda daha çok faizin meşru olup olmadığı değil, hangi nispetteki
faizlerin daha ekonomik olduğu tarışılmaktadır.
SEKİZİNCİ
BÖLÜM
RİBAYA
KARŞI ALINACAK TEDBÎRLER
RÎBAYA KARŞI ALINACÂK TEDBÎRLER
Riba
ile faizi farklı hükümlere tâbi kılıp ilkine haram, İkincisinin bazı
şekillerine mekruh, geriye kalan kısmına mubah denilmesi her şeyin halledildiği
mânasına gelmez. Bilakis bu tespit, başta riba ve ona yakın faiz şekilleri
olmak üzere, her türlü haksız kazançla mücadele etme ve İktisadî sıkıntı içinde
kıvranan fert ve zümrelere ferahlık ve rahatlık getirme yolunda tesirli
faaliyetlere girişme imkânı verirse, ancak o zaman maksadına ulaşır. “Riba haramdır,
faiz mübahtır” anlayışıyla hareket etmek, günümüzde riba denilen işlemlere
nadir hâller dışında rastlanmadığını iddia edip “artık yapılacak bir iş
kalmamıştır” demek sadece zihnî tembellik illetine müptelâ olan idraki kıt
kişilerin söyleyeceği bir sözdür. Buna karşı: “Şayet riba ile faiz ikisi bir
olup aynı derecede haram ve kesin surette günahsa, bu takdirde de yapılacak
hiçbir iş yoktur. Bu konudaki inceleme ve araştırmalar mânâsız ve saçmadır”
denilebilir. Fakat bu türlü safsatalarla hiçbir sonuca varılamaz.
Bize
göre riba ile her asırda aynı derecede ciddiyet ve dikkatle mücadele etmeye
ihtiyaç vardır. Her an nüksetmeye ve yaygınlık kazanmaya müsait bir İktisadî
illet olan ribanın tesir sahasını daraltmak ve zararını azaltmak, şuurlu ve
sürekli bir mücadele sayesinde mümkündür. Ancak ihtikâr, ölçü
ve tartıda hile, kandırma, çürük mal üretme, işçiyi ucuza çalıştırma, görevini
yapmama, fırsatçılık ve kaçakçılık yapma, rüşvet alma, iltimas geçme, kumar,
yalan yemin, israf, enflâsyon vs. gibi haksız kazanç ve haram mal elde etme
şekillerine de, ribada olduğu gibi sürekli ve dikkatli olarak ve şiddetle karşı
durmak icap eder. Faizi abartmak, diğer haram kazanç yollarını hafife
almak ve görmezlikten gelmek mânasına gelebilir. Halbuki,
İktisadî ve malî aksaklıklar, birbiriyie bağlı bir bütün olup hepsine birden
karşı çıkmak lâzımdır. Aksi hâlde başarılı olmak mümkün değildir. Hele ribanın
belli yollarını adamakıllı tıkadıktan sonra, birtakım bahanelerle aynı tarz
muamelelere yeni kapılar açmak ve yeni kılıflar bulmak, bunları âdeta teşvik
etmek akıl kârı değildir. Bu gün bu türlü hileleri, bunları uyduranlardan
başkası yutmaz. Hileciler sadece kendilerini ve bir de kendilerine samimî
surette inanan saf müslümanları aldatmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar.
Riba
üzerine eser yazanlar, umumiyetle hiçbir şekilde faizin cari olmayacağı ideal
bir iktisat nizamını teklif etmekte, ancak bu nizama varılıncaya kadar da
müslümanlara birtakım geçici çözüm yolları teklif etmekte, ticarî ve İktisadî
kolaylık göstermektedirler. Bunların bazılarına işaret edelim:
Mevdudî’ye
göre riba meselesi şu surette hafifletilebilir:
·
1.
Riba (faiz) almakla vermek bir değil, zaruret olunca riba (faiz) verilebilir.
Ribayı alan zengin olduğu için riba almakta zaruret yoktur.
·
2.
Her mecburiyet zaruret sayılmaz. Ev yapmak ve taşıt almak zaruret değildir.
Fakat başına bir musibet gelen veya felâkete uğrayan kimse faizle borç para
alabilir. Ama bunun vebali, böyle bir kimsenin elinden tutmayan hâli vakti
yerinde olan müslümanlara ait olur.
·
3.
Zaruret vaktinde ancak zarureti giderecek ölçüde faizli kredi alınabilir ve ilk
fırsatta bundan kurtulmak da şarttır.
·
4.
Bankaya para yatırmak zorunda kalanlar, bunun faizini mutlaka almalı ve bunu
yoksullara dağıtmalı.
·
5.
Parayı emniyete almak için bankaya yatıranlar bunun zekâtını vermelidir.
·
6.
Şüpheli hususlarda menfaat celp etme yerine, mefsedeti defetmeye öncelik
verilmelidir.
Mevdudî’nin
fikirleri son derece sathî olup hiçbir çözüm yolu getirmemektedir. Günümüzde
umumiyetle faizle kredi alan zenginler, bankalar para yatıranlar da küçük
tasarruf sahipleri ve sabit gelirliler iken, bunun tersini düşünmesi, mesken
inşaatı ve taşıt için faizle kredi almayı zaruret saymaması, günümüzdeki
İktisadî faaliyetlerden ne kadar habersiz olduğunu gösterir. Bizim bildiğimiz
cemiyette onun anladığı zaruret anlayışı, az da olsa uygulama imkânı bulmaz.
Âlimlerimizin, halkımıza kolaylık göstermek için ne kadar cimrice
davrandıklarının güzel bir örneğidir, Mevdudî.
Alauddin
Harûfe ise: “Murdar bir hayvan leşini yemeyi mübah kılan zaruret neyse, faizle
kredi almayı caiz kılan zaruret de odur” demek suretiyle cimrilikte Mevdudî’yi
de geride bırakarak âdeta pintileşmiştir.
Ribaya karşı öneriler
Bize
göre zaruret esasına dayalı çözüm yolları, bunun ölçüsü ister dar, ister geniş
olsun faiz konusunda çıkar yol değildir. Faizli muamelelerin geçici olduğu
yolundaki görüşte bir vehim ve hayalden başka bir şey değildir. İslam’ın
başlangıcından günümüze kadar faizin şu veya bu isim altında varlığım koruduğu
ve tesirinden bir şey kaybetmediği ortada iken, bundan böyle durumun başka
türlü olacağını söylemek için kâhin olmaya ihtiyaç yoktur. Bu sebeple meseleyi
bu anlayış içinde ele almakla fayda görmemekteyiz. Tekliflerimiz şunlardır:
·
1.
Ribayı, yani tefeciliği tesirsiz hâle getirmenin en tesirli yolu faizdir. Faiz,
ribanın aynı ya da dostu değil, tersine onun amansız bir rakibi ve yaban bir
hasmıdır. Acıyı acı (ilâç) kestiği gibi ribayı da o cinsten olan faiz zararsız
hâle getirir veya zararını asgarî seviyeye indirir. Faiz alenî bir şekilde
işlediğinden onu denetim ve gözetim altında tutup zararların tespit ve
tedbirini almak mümkündür.
·
2.
Faiz haddini, krediye olan talep tayin etmekle beraber, serbest piyasa şartları
içinde faiz hadlerini düşük tutmak için çalışmak fakir fukarayı serbest
rekabete dayanan iktisat sistemine ezdirmemek, onları korumak ve kollamak icap
eder. Faiz haddi azaldığı ölçüde ribadan uzaklaşılmış olur.
·
3.
Yukarıda da işaret edildiği üzere ribayı besleyen ve faiz oranlarının yüksek
seviyede seyretmesine yol açan her türlü haksız kazançla şuurlu bir şekilde
mücadele edilmelidir. Bilhassa tembellikle mücadele edilip, çalışmak teşvik
edilmelidilr.
·
4.
“Faiz haram değildir” sözü, “Faiz her çeşidiyle hoş bir şeydir ve onunla
mücadele edilmemelidir” mânasına alınmamalıdır. Yüksek faiz hadleri dünyanın
her yerinde itirazla karşılanmakta, haklı ve sert tepkilere hedef olmaktadır.
îslam âlimleri, dünya için iştah ve istekle çalışılmasını hiç hoş
karşılamamışlar, ama bu hususu hukukî ve kanunî müeyyidelerle yasaklamayı da
düşünmemişlerdir. Faiz de iktisat, ticaret ve kanun yönünden serbest olmalıdır.
Tıpkı sigara gibi. Ama, talak nasıl helâllerin en
sevimsizi ve en kötüsü ise faiz de mübahların en nahoş olanıdır. Faizin mübah
oluşu, arzu edilen bir şey olduğunu göstermez. Nitekim talakın da helâl oluşu
onun iyi bir şey olduğunu göstermez. Ama yine de mübah mübahtır, hoş olmasa da.Kur’an’ın ribayı kaldırmak maksadıyla ortaya koyduğu
esaslara ve kurduğu müesseselere bakmalıdır. Şöyle ki:
·
a.
Fakirlerin, bankalardan veya şahıslardan faizle kredi almalarına ihtiyaç
duymamaları için zekât, sadaka, fitre, kurban derisi ve benzeri şeyler bir
fonda toplanarak gerçek ihtiyaç sahiplerine, darda kalanlara ve bunalanlara,
geçim sıkıntısı çekenlere karşılıksız olarak verilmelidir.
·
b.
Karz-ı hasenin önem ve lüzumu, İktisadî dayanışmanın ve malî yardımlaşmanın
faydası müslüman cemaata iyice anlatılmalı, “karz-ı hasen sandığı” namı altında
bir sosyal yardımlaşma müees-sesesi kurulmalı, hem devlet hem hayır sahipleri
bu sandığın ihtiyaç duyduğu sermayeyi temin etmeli. Buraya hem para ve diğer
menkullerin hem de gayri menkullerin vakfedilmesi caiz
görülmeli ve sevap sayılmalı. Bu sandık faizsiz mevduat da kabul etmeli. Bu
sandıkta toplanan paralar, makul miktarlarda kısa veya orta vadeli olarak
ihtiyaç sahiplerine faizsiz ikraz edilmelidir. Böylece beklenmedik sıkıntılar
ve geçici zorluklar faize başvurulmadan ha-ledilmelidir. Bu sandığın büyük
miktarda parayı herkese uzun vadeli olarak ikraz edemeyeceği malûmdur. Onun
için kısa vade, az miktar, şiddetli ihtiyaç öncelik sebebi olmalı ve daha
teferruatlı bir puanlamaya gidilmelidir.
Ay
başında maaşlarını ve
ücretlerini alan memur ve işçilerden bir kısmı, ayın 15 veya 20’sinden sonra
harcayacağı parayı 10-15 günlüğüne bu sandığa yatırabilir ve ceplerde âtıl
vaziyette bulunan bu paralar 10-15 günlük vadelerle ikraz edilebilir. Aynı
şekilde parasını saklamak isteyen, ama bankaya gitmeyen dindar müslüman-lar
paralarını bu sandıkta muhafaza edebilir. Karz-ı hasen sandığına yapılan
yardım, bağış ve teberrular acil sıkıntıları ortadan kaldırarak fırsatçılığı
yok edebilir. Vadeli alış verişlerden ortaya çıkan faiz mahiyetindeki fahiş
kârları da önleyebilir. Her türlü meslek sahipleri arasında karz-ı hasen
sandığının küçük örneği kurulabilir.
·
c.
Emekli sandığı tarafından, sandık mensuplarına yapılan ikrazdan alınan sembolik
faiz tamamen kaldırılabilir. Keza öğrencilere verilen burs ve kredilerden
alınan düşük faiz kaldırılabilir.
·
d.
Çeşitli dernekler ve vakıflar, kuruluş gayelerine göre ihtiyaç sahiplerine veya
kendi mensuplarına acil hâllerde kısa vadeli faizsiz ikrazda bulunabilir.
·
e.
Bankaya para yatıran, fakat günah olduğuna inandığı için faizini almayan
kişiler bu faizleri alarak karz-ı hasen sandığına verebilir. Karz-ı hasen
sandıklarının binaları, personel ihtiyacı ve sair masrafları yine bu sandık
tarafından karşılanabilir, devlet de buna destek olabilir. Ayrıca fiilen ve
bedenen hayır yapmak isteyen zevat, burada istihdam edilebilir.
Karz-ı
hasen sandığının faizli kredileri kaldıramayacağı muhakkaktır. Lâkin ribanın
mahzuru ve zararı olarak ileri sürülen hususları en aza indirebilir. “Hepsini
ele geçirmek mümkün olmayan bir şeyin tamamını terk etmek” akıl kârı değildr.
Onun için bu sandıkla epey iş yapılabilir. Bunun bir hayal olmadığına
inanıyorum. Şayet din âlimleri vaktiyle buna razı olsalardı şimdi durum çok
daha iyi olabilirdi. Ama ne yazık ki, bu hususun önemi hâlâ anlaşılamamakta,
karz-ı hasen sandığı ribaya değil, faize alternatif gösterilmektedir. Bu ise
daha başlangıçta işi çıkmaza sokmak olur. Zira karz-ı hasen sandığı ancak
faizin serbestçe cari olduğu bir İktisadî sistemde fonksiyonunu başarılı olarak
ifa edebilir.
Devlet
ve siyaset adamları karz-ı hasen sandığının kurulmasına öncülük edip bunu
teşvik edelerse, millet ve memleket çok şey kazanır. Her şeyden önce memlekette
huzurun sürekli bir hâle getirilmesine,millî birliğin
güçlenmesine ve pekişmesine bu sandık katkıda bulunabilir. Zekât, fitre ve
kurban derisi toplama konusunda devletle halkı karşı karşıya getiren çirkin
sahne ortadan kaldırılabilir, keza aynı şeyleri toplayıp huzur bozucu
faaliyetlerde harcayan sorumsuz kişi ve demeklerin zararlı davranışları
önlenebilir.
Karz-ı
hasen müessesesinin kurulması ve işler hâlde bulundurulması faize ihtiyaç bırakmaz,diyenlerin görüşlerindeki isabet bu sayede açıklık
kazanır ve ne kadar mükemmel bir şekilde çalıştırılırsa çalıştırılsın bu
sandığın sağlayacağı faydanın sınırlı kalacağı ve asla faizin yerini
tutmayacağı ayan beyan ortaya çıkar. Faizsiz bir İktisadî ve ticarî sistemin
mümkün olduğunu iddia edenlerin hakikatten daha çok hayale dayanan
propagandalarının menfi tesirleri de bu sayede tesirsiz hâle getirilebilir. Bu
sayede herkes İktisadî gerçekleri çıplak bir şekilde görebilir ve kimsenin
kimseye diyebileceği bir şey kalmaz. Hissilik ve kör dövüşü ortadan kalkarak
yerini akılcılığa ve gerçekçiliğe bırakabilir.
Devletçe
resmî olarak tesis edilen sosyal yardımlaşmayı ve dayanışmayı teşvik fonu
(Fak-Fuk-Fon) karz-ı hasen sandığından beklenen işlevi yapabilir, diye ümit
etmiştik. Fakat bu fonun resmî mahiyette oluşu vatandaşların çekingen
davranmalarına kâfi gelmiştir. Kolay kolay kimse bu fona para vermemektedir.
Onun için bahsettiğimiz tarzda, ama devletin denetimine açık karz-ı hasen
sandığına hâlâ ihtiyaç vardır.
inanmak
lâzımdır ki faizin caiz ve mübah olduğu hususunda ehliyet sahibi bütün din
âlimleri ittifak edip görüşlerini gayet sağlam ve ikna edici delillerle ortaya
koysalar bile, halkın faizden çekinmesi ve kaçınması hâlâ devam edecektir.
Tarihten, inançtan, örf ve âdetten kaynaklanan faizin günah sayılması telâkkisi
öyle bir iki fetva ile ortadan kaldırılamaz, ulemanın icma ve ittifakıyla
bertaraf edilemez. Kaldı ki bu konuda ulemanın icma ve ittifak etmesi de ayrı
bir imkânsızlıktır. Bu işin hallini, tabiî gelişme sürecini hızlandırarak
zamana bırakmaktan başka yapılacak bir şey yoktur.
Faiz
konusundaki sıkıntılarımıza hile yoluyla çare bulmak iliklerimize işlemiş çok
eski ve müzmin bir hastalığımızdır. Dinimize hileyi sokan ve buna hile-i
şer’iye adını veren eski âlimlerimizin vârisleri ve bu günkü temsilcileri de
boş durmamakta, modern ve çağdaş hile yolları ortaya koymaktadırlar. Özel
finans kurumlan yeni hile-i şer’iyeciliğin örnekleri olarak görülebilir. Zira
yaptıkları iş örtülü ve üstü kapalı bir şekilde kredi açtıkları kişi ve
kuruluştan aldıkları faizi mudilerine aktarmaktan ibarettir. Durum bu olmakla beraber,
bu türlü müesseselerin de faydalı olduğuna inanmak lâzımdır. Zira hiç değilse
bankaya para yatırıp faiz almayı içlerine sindiremeyenler gönül rahatlığı ile
inançları doğrultusunda paralarını yatıracakları ve nemalandıracakları bir yer
bulmuş oluyorlar. Ama aldıkları kâr hakikatte faizmiş, varsın öyle olsun.
Alışmaya yol açması bakımından bu da bir gelişmedir. Kaldı ki, bu türlü
müesseseler daha yeni birtakım müesseselerin vücut bulmasını temin edebilir,
hatta bu sonucu zorlayabilir. Bu bakımdan da faydalı sayılabilir. Fakat
ekonomik hülle müesseseleri niteliğinde olan bu müesseselerin bu günkü
şekilleriyle yoksul ve züğürt kesimin .yararına
çalışacağını kabul etmek mümkün değildir. Zira kredi açtıkları kişiler
tamamıyla zenginlerdir. Fakirle alış verişleri yoktur. Şimdiye kadar bir tek
yoksula veya darda kalan bir kişiye borç verdikleri görülmedi. Esasen bunlar
ödünç verme kurumlan değildir. Murabaha (para ticareti yapan) kuramlardır.
Mevduatın sadece % 3’ünü toplamaları bankaların etkili rakibi olmadıklarını
gösterir.
SONUÇ
Bu
araştırmanın vardığı sonucu şu şekilde özetlemek mümkündür:
Riba,
Kur’an-ı Kerim’de hiçbir tereddüde yer bırakmayacak derecede açık ve
seçik bir biçimde kesin olarak haram kılınmıştır. Namazın farz olduğunu kabul
etmemenin dinî hükmü neyse, riba-nın haramlığını kabul etmemenin dinî hükmü de
odur.
Riba
ile faiz (usury ile interest) bir bakıma aynı, bir bakıma ayrı şeylerdir.
Aralarında umum husus mutlak vardır. Yani her riba faizdir ama her faiz riba
değildir. Riba, umumî olan faizin hususî bir kısmıdır. Riba da, riba mânasına
gelen faiz de açık ve kesin bir biçimde yasaklanmıştır. Fahiş faiz ve tefecilik
denilen şey budur. Lâkin bir de riba ile aynı mânaya gelmeyen, bazı mezheplerde
caiz görülen, zaruret ve ihtiyaç hâllerinde hileli yollardan gidilerek meşru
sayılan, devletin gözetim ve denetimi altında işleyen, helâlliği birçok fıkıh
âlimi ile Osmanlı şeyhülislâmlarınca verilen fetvalarla sabit bulunan faiz
vardır. İşte bu faizin haram oluşu, üzerinde ittifak edilen değil, ihtilâf
edilen bir husustur. Bu mânadaki faizin de haram olması lâzım geldiğini
gösteren birtakım aklî ve naklî delil bulunduğu gibi, mubah ve caiz görülmesini
icap ettiren bir hayli naklî ve aklî delil vardır. Bu türlü delillere dayanarak
faizin bu çeşidini de ret veya kabul edenlerin birbirinin fikir ve kanaatlerine
saygılı olmaları, yekdiğerini yeren ve karalayan beyanlardan dikkatle
kaçınılarak tenkit ve değerlendirmelerini İlmî ölçüler ve İslâmî edep dahilinde tutmaları mecburîdir.
Faizi
üçe ayırmak gerekmektedir:
·
a.
Haram faiz: Riba ve tefecilik.
·
b.
Tahrimen veya tenzihen mekruh olan faiz: Oranı düşük de olsa darda kalanlar ile
fakir fukaraya verilen tüketim amaçlı ödünçlerden alınan faiz.
·
c.
Mübah faiz: îş adamlarından, sanayiciden, yatırımcıdan, üreticiden, tüccardan,
dolayısıyla bankalardan alınan makul, gerçekçi, mutedil ve ekonomik faiz.
Kanaatimize
göre mahiyeti ne olursa olsun Kur’an’da açık ve kesin surette yasaklanan ribanm
hiçbir çeşidini caiz görmemek, diğer taraftan kanunî ve hukukî muameleler
hakkında riba terimini kullanmamak şarttır. Caiz görülen İktisadî ve ticarî
faaliyetler için riba değil, sadece faiz tabirini kullanmak icap eder. Osmanlı
şeyhülislâmlarının, kadı, müftü, ve müderrislerinin, “ribh-i
,mülzem-i şer’î”, “ribh”, “fayda”, “muamele-i şer’iye”, “bey’iîne” ve
benzeri tabirler kullanarak cevaz verdikleri ve günümüzde de faiz (faide,
behre, sûd) denilen kanunî ve resmî ticaret şekline vücub, nedb, ibahe, hürmet
ve kerahetten ibaret olan beş şer’î hükümden son üçü verilebilir. Şöyle ki:
Bir kere faizle ribayı bir sayıp
ikisine de haram demek mümkündür. Lâkin faizi ribadan ayırmak, ribaya haram,
faize ise (tahrimen veya tenzihen) mekruh demek de pek âla
mümkündür. Diğer taraftan kanunî faizi şer’î ribh ile aynı hükümde tutup caiz
ve mübah demek de mümkündür .
Bize
göre riba ve o mânaya gelen faiz kesinlikle haramdır. “Faiz haramdır”
deyip aleyhinde bulunduğumuz zaman faizin bu türünü kastediyoruz. Bunun dışında
kalan faizlerin bir kısmı (tahri-
*
Fakir ve yoksuldan alınınca mekruh veya haram olan faiz haddi ve nispeti hâli
vakti yerinde birinden veya bankadan alınınca mübah olur. Burada dinî ve İçtimaî
açıdan bir çelişki yoktur. Hadiste: “Zenginin borcunu zamanında ödememesi
zulümdür” (Buharî, İstikraz 12; Müslim, Müsakat, 9) büyütülmüştür. Yani fakir
borcunu ödeyemezse günaha girmez. Faiz konusu da böyledir.
men
veya tenzihen) mekruhtur, diğer kısmı mübahtır. Dar ve sıkışık durumda bulunan
fakir fukaraya, faizle para ikraz etmekte-velev ki faiz haddi düşük
olsun-kerahet bulunduğu gibi, tabiî yollardan servetlerini nemalandırma imkân
ve kudretine sahip bulunan sermaye sahiplerinin sırf kolay ve rizikosuzdur diye
paralarını faize vermelerinde de kerahet vardır. Bunun dışında kalan faizler
ise şer’î riba hükmünde olduğundan caizdir. Ziraî krediler, konut kredileri ve
öğrenci bursları için alınan ve verilen faizler böyle olduğu gibi, üretimde
kullanılan teşvik kredilerinin faizleri de böyledir. işte
bundan dolayıdır ki riba (tefecilik ve fahiş faiz) tam mânasıyla kara paradır.
Ama faizin bir kısmı kara, bir kısmı ak, bir kısmı akçadır, diyoruz.
Ribayı
önlemek için hukukî müeyyideler ve kanunî cezalar tatbik edilir. Fakat faizin
mekruh olan kısmı için bu türlü tedbirlere başvurulamaz, vaaz ve nasihatla,
teşvik ve ikna ile iktifa edilir. Bu yolda tergib ve terhibte bulunurken,
ilgilileri uyarıp daha iyi bir davranışa teşvik ederken aşırılıktan kaçınmak
şarttır. Faizin bu kısmı günah-ı kebâirden olmadığından bu hususta ölçülü bir
dil kullanmak gerekir. Zira bu husus fetva meselesi olmaktan çok takva
meselesidir.
Faiz olayı ile enflâsyon başka
başka olaylar olmakla beraber, ekseriya iç içe bulunmaktadır. Biz faizin
enflâsyonu karşılayan kısmına hiçbir şekilde faiz demiyoruz. Paranın
hiç değer kaybetmediğini ve eşya fiyatlarının sabit kaldığı bir piyasa farz
ederek bu ortamda ana paraya ilâveten ödenen ek
meblâğa faiz diyoruz. Yıllık enflâsyon hızının yüzde iki yüz olduğu bir
memlekette yüz lira ikrazda bulunan bir kimsenin verdiği parayı üç yüz lira
olarak geri almak hakkı olduğu ve fazla gibi görünen iki yüz liranın mürekkep
faizle veya faizle hiçbir münasebeti bulunmadığı kanaatindeyiz. Nitekim 1994
senesinde Türkiye’de enflâsyon % 150 (% 149.6) oldu.
100 TL. verip sene sonunda 275 TL. alan
ancak % 10 faiz (re-el faiz) almış oldu.
Enflâsyon
sebebiyle paranın değer kaybını şer’an tazmin sadedinde “Gerek alım satımdan
gerekse ödünçten doğmuş olsun, miktar ve rakam olarak borcun aynını değl,
borcun doğduğu tarihteki kıymetini aynen ödemek lâzımdır” diyen İmam Ebu
Yusuf’un bu görüşünden ziyade, “Tam ve doğru olarak ölçün ve tartın” (En’am,
6/152), “Ölçü ve tartıda tam denklik gözetin” (A’raf, 7/85), “Noksan ölçenlerden
olmayın, tam ölçün” (Şuara, 26/181,182), “Noksan ölçüp
tartmayın” (Nuh, 11/84), “Hakça tartın ve tartıda zarar ziyana yol açmayın”
(Rahman, 55/8), “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hâline!” (Mutaffifîn, 83)
gibi naslara dayanmak daha doğrudur. Zira para bir değer ölçüsüdür, enflâsyon
sebebiyle bu ölçekte ortaya çıkan bozukluk, eşya fiyatları esas alınarak
düzeltilir. Gerçi ikraz edilen paranın veriliş ve almış tarihleri arasında
uğradığı değer kaybını tam olarak tespit etmek mümkün değildir, ancak bu türlü
yerlerde tespit edilen tahminî miktara tam itibar edilir.
Faiz
hadlerini tayin eden esas âmil arz ve talep kanunu olmakla beraber, İktisadî
bir çarpıklığa yol açmaması şartıyla faiz hadlerini imkân nisbetinde aşağı
seviyelerde tutmak lâzımdır. Zira faiz haddi arttığı nispette ribaya
yaklaşılmış, azaldığı nispette ribadan uzaklaşılmış olur. Şu hâlde faiz
hadlerini mümkün olan en aşağı seviyede tutmak hem dinî gayenin, hem de umumun
menfaati icabıdır.
Ulemanın ortaya attığı şer’î hile
usulleriyle faiz almak ve vermek asla caiz değildir. Bu hileli yollar caiz olan
faiz kısmım bile sakıncalı hâle getirir. Zira İslam’da hile, esas itibariyle
yasaklanmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Zaruret olduğu için savaşta
hileye cevaz verilmiştir. Bir zaruret bulunmadıkça hile yoluna gitmek
kesinlikle caiz değildir. Faiz alıp vermek için hile yapmayı mübah kılan bir
zaruret mevcut değilir. Üstelik faizdeki şer’î hile hâşâ Allah’ı kandırmak
gayesi güttüğünden çirkin olan şeylerin en çirkinidir. Şer’î hile faiz günahına
samimiyetsizlik günahını eklemekten başka bir sonuç vermez. Zaruret vardır,
diye faize cevaz vermek de şer’î hile ile faize cevaz verme gibidir. Zira faiz
konusunda zaruret esasına istinat etmek esas itibariyle hile-i şer’iyeden başka
bir şey değildir. Zira faiz alıp vermek ekseriya bir zaruret meselesi değil,
ihtiyaç meselesidir.
Darda kalan ve sıkışık durumda bulunan
fakirlere ve zarurî ihtiyaç sahiplerine, çok düşük oranlarda faizle ikrazda
bulunmak bile caiz değildir. Aslında İslam, bu gibi kimselere karşılıksız
yardımda bulunulmasını ister, insanlık da bunu gerektirir. Durum bu iken
yoksullara verilen borç parayı aynısıyla geri almakla yetinmeyip çok cüzî de
olsa ek bir meblâğ talep etmek nasıl caiz görülebilir? Kısaca “sıkışıklık
faizi”, “darlık faizi” ve “bunalma faizi” dediğimiz faiz, haddi ne kadar düşük
olursa olsun ahlâken, vicdanen ve diyaneten caiz değildir. Böyle bir faizle
mürekkep ve fahiş faiz arasında fazla bir fark yoktur. Gerek ticarî, ziraî ve
sınaî krediler karşılığı alınan, gerek mevduat sahiplerine verilen faizin
“bunalma faizi” mahiyetinde olmadığı da aşikârdır.
BİBLİYOGRAFYA
Abdülvahhab
Hallaf, Livâu’l-lslam, sene IV. sy. XIV/823.
Aclunî,
Keşfu’l-Hafa, Beyrut, 1351.
Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, 1969.
Akdağ,
Mustafa, Türkiye’nin iktisadi ve İçtimaî Tarihi, I-II, İstanbul, 1974.
Ali
Ebu’l-Futuh Paşa, Havatır fi’l-Kaza ve’l-lktisad ve’l-lctima.
Ali
Haydar, Dürretu’l-Hükkâm, X, İstanbul, 1313.
Ali
Suavi, Ulum Gazetesi, 1286.
Ali
Şeriatî: Ali Şiası.Safevi Şiası, trc. İstanbul,
1990.
Ankaravî,
Fefava, I, İstanbul 1289.
Ansay,
Sabri Şakir, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara, 1958.
Aristo,
Politika, trc. İstanbul, 1983.
Asım
Efendi, Kamus Tercümesi, I.
Aşur,
Seyyid Muhammed, er-Riba inde'l-Yehud, Kahire, 1972.
Barkan,
Ömer Lütfi, İslam Ansiklopedisi, II, Avariz md..
Başaran,
Selınan, Bütün Yönleriyle Faiz Hadisleri, Bursa, 1986.
Beyhakî,
es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344.
Bilmen,
Ömer Nasuhi, Hukuk-ı Islamiye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, İstanbul,
1985.
Birgivî
Muhammed, İkazu’l-Hâlikîn, V, Süleymaniye Ktp, Kasidecizade, nr.682/14.
Buharî,
el-Camiu’s-Sahih, İstanbul, 1979.
Bûstanî,
Kitabu’d-Dâireti’l-Maarif, Beyrut, 1984.
Cassas,
Ahkâmu’l-Kur’an, İstanbul, 1338.
Ceridetü’l-Liva,
Kahire, 1908.
Cezirî,
el-Fıkh ale’l-Mezahihi’l-Erbaa, II, Kahire, 1340.
Cürcanî,
Tarifat,
Çiller,
T., Çizakça, M„ Türk Finansman Kesiminde Sorunlar
ve Reform Öne-
rileri,
İstanbul, 1989.
Dictionary
ofthe Bible.
Ebu
Bekir b. Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, 1, Kahire, 1957.
Ebu
Davud, es-Sünen, Kahire, 1952.
Ebu
Zehra,el-Buhüsfi’r-Riha, Beyrut, 1970.
Ebussuud,
Mâruzât., Süleymaniye Ktp. Hafid Efendi, nr:
113.
eî-Fetave’l-Hindiyye,
III.
el-Kinânî,
Tenzihu’ş-Şeriati’l-Merfua, II, Mısır, 1378.
el-Mergmânî,
el-Hidaye, II.
el-Keşanî,
Bedaiu’s-Sanayi, V.
Enver
İkbal Kureşî, Faiz. Nazriyesi ve İslam, trc. Salih Tuğ, İstanbul 1966.
Ergin,
Feridun, Para ve Faiz Teorileri, İstanbul, 1983.
Ergin,
O. Nuri, Mecelle-i Ihnur-ı Belediye, I.
a.
tnlf.,Türkiye ’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı,
İst. 1936.
Evren,
Mahmud Tevfik, Faiz Hukuku, İstanbul, 1987.
Evrin,
Saadettin,"İktisat ve Faiz”A-''rm Dini Müslümanlık Dergisi, yıl
1,S. 6.
Fahruddin
Râzi, Mefatihu’l-Gayb, Kahire, 1938.
Fazlur
Rahman, ed-Dirasatu ’l-lslamiyye Dergisi, Karaçi, 1965.
a.
mlf., İslamiyet ve İktisadî Adalet Meselesi,
trc. Erzurum, 1976.
Fetavâ-i
Abdurrahim,,
II, İstanbul, 1128.
Fetavâ-i
Ali Efendi, I, İstanbul,
1289.
Fetavâ-i
Ebussuud, Bursa Yazma
ve Eski Basma Eserler Ktp. Genel, 1995.
Fetavâ-i
Yahya Efendi,V,
Süleymaniye Ktp. Hamidiye, 509.
Gazalî,
Minhacu’l-Abidîn, Mısır, 1954.
a.
mlf.,İhya, III, Kahire, 1939.
Hanri,
Deniş, Ekonomik Doktrinler Tarili, çev. Atilla Tokatlı, İstanbul, 1973.
Harûfe,
Alâuddin, er-Riha ve’l Faide, Bağdat, 1962..
Hatemi,
Hüseyin, İslam Açısından Sosyalizm, İstanbul, 1967.
Hüseyin
Tevfik Rıza, er-Ribafi Şeriati’l-lslam, Kahire, ts..
Ibn
Abidin, Reddu’l-Muhtar, Kahire,1307.
İbn
Hacer Askalânî, Fethu’l-Bâri, IV, Kahire,1319,.
a.
mlf., el-.Metalibu’l-Aliyye, I.
İbn
Haldun, Mukaddime, trc. İstanbul, 1983.
İbn
Hazm, el-Muhalla, Kahire, 1347.
İbn
Hişam, es-Sire, Kahire, 1963.
İbn
Hümam, Fethu’l-Kadir, Bulak, 1315.
Ibn
Kayyım, Flamu’l-Muvakkiîh, Kahire, 1955.
a.
mlf., İgasetu’l-Lehfdn, Kahire,1961.
İbn
Kesir, et-Tefsir, Kahire, 1952.
İbn
Rüşd el-Hafid, Bidayetu'l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Mısır 1333.
İbn
Rüşd el-Cedd, el-Mukaddemat, Kahire, 1325.
İbn
Teymiye, el-Kavaidu’n- Nurâniyyetu’l-Fıkhiyye,.
a.
mit'., Mecmuu Fetavâ, Riyad, 1981.
İbnu’l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur’an, Kahire, 1959.
İslam
Ekonomisinde Finansman Meseleleri,
İstanbul, 1992, Ensar Vakfı..
İslam
Hukukuna Göre A.lıy Verişte Vade Farkı ve Kâr Haddi,
İstanbul, 1987, İSAV.
İstanbul
Vakıfları Tahrir Defteri,
I, nşr. Ö. Lütfi Barkan, Ekrem Hakkı Ayver-di, İstanbul 1971.
İzmirli
İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf, İstanbul, 1329.
a.
mlf., Usul-ı Fıkıh Dersleri, İstanbul, 1329.
J.
W. Mc. Connel, Büyük İktisatçıların Temel Doktrinleri, trc. İstanbul,
1949-Kâmil Miras, Tecrid Tercümesi, VI.
Kanyılmaz,
İbrahim, İslam Ekonomisinde Finans Meseleleri, İstanbul, 1992.
Karagülle,
Süleyman, Alternatif Faizsiz. Banka,
İstanbul, 1993.
Karaman,
Hayreddin, İslam’a Göre Faizsiz. Banka, Kalkınma ve Sigorta, İstanbul,
1976.
a.
mlf., İslam’ın İşığında Günün Mes’eleleri,
İstanbul, 1982.
Kâtib
Çelebi, Mizanü’l-Hak, nşr. S. Uludağ, İstanbul, 1990.
Kazgan,
Gülten, İktisadî Düşünce, İstanbul 1974.
Kinanî,
Tenzihu’ş-Şeria, II, Mısır, 1378.
Kureşi,
Faiz Nazariyesi ve İslam, trc. İstanbul, 1966.
M.
Bakır Sadr, İslam Ekonomi Doktrini, trc. İstanbul, 1979.
a.
mlf., el-Bank el-Lâ -Ribevîfı’l-lslam, Kuveyt,
ts.
Mahmud
Esad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331.
Mecelletu’l-
Kanun ve’l-İktisad,
1939, kısım I, sy. 1..
Mecelletu’l-Menâr,
, a. IX, Mısır,
1906.
Mevdudî,
er-Riba..
Mustafa
Zerkâ, el- Fikru’l-lslamî ve’t-Tatavvur,.
Müntahabu
Kenzü’l-Ummâl.
Neumark,
E, İktisadî Düşünce Tarihi, İstanbul, 1943.
Ongan,
Halit, Şer’iyye Sicili, Ankara, 1974.
Para,
Faiz, ve İslam.,
İstanbul, 1987, İSAV.
Ragib
Isfahanî, Müfredâtu’l-Kur’an, Kahire, 1961.
Reşid
Rıza, el-Fetavâ, Kahire, 1960.
a.
mlf., el-lstiftau’l-Hindiyye, Kahire, 1960.
Reşid
Rıza, er-Riba, Mısır, 1960.
Risale
fi Cevazı Vakfı’d-Derahim ve'd-Denanir,
Süleymaniye Ktp., İdânât Sicili, 708/36..
Risale
li-İhtali Vakfı’n-Nukud,
İstanbul ts..
Senhurî,
Masadiru’l-Hak, Kahire, 1954, III.
Serahsî,
el-Mebsut, Kahire, 1324.
Sıddıkî,
İslam Ekonomi Düşüncesi, İstanbul, 1984.
Suyutî,
el-İtkân, Kahire, 1961.
Şah
Veliyullah, Huccetullahil-Bâliga, Kahire, ts..
Şakaik
Zeyli, İstanbul,
1268.
Şekerci,
Osman, İslam Şirketler Hukuku, İstanbul, 1981.
Şeltût,
el-Fetevâ, Beyrut 1979.
Şevkânî,
Neylu’l-Evtar, Kahire, 1961.
Şimşek,
Mehmet, AÜ1FD, 1985.
Taberî,
Caıniu’l-Beyan, III, Kahire, 1374.
Taftazanî,
et-Telvih, Kahire, 1957.
Tehanevî,
Keşşafa Istılahati’l-funun, İstanbul, 131S.
Uludağ,
Süleyman, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmetleri, Ankara, 1988.
a.
mlf., Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Ankara
1989, s. 55.
a.
mlf., İslam Ekonomisinde Finansman Meselesi,
İstanbul 1992, s. 149, 230, 235, 345, 409, 475.
Ülken,
H. Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, I, İstanbul 1966.
Yazgan,
Haydar, Galata Bankerleri, İstanbul, 1991 (Ana Britanica, XI).
Yazır,
Elmahh M. Hamdi, Hak Din Kur’an Dili, I, İstanbul, 1935.
Yörükan,
Yusuf Ziya, Müslümanlık, Ankara, 1961.
Yusuf
Kardavî, el-Helâl ve'l-Haram, Kahire, 1980..
Zemahşerî,
el-Keşşâf, III, Beyrut, 1947.
Zeme.
H. Faruk, Faiz. Tarihi ve İslam, İstanbul, 1968.
Zeylaî,
Nasbu’r-Râye, IV.
Zeytinoğlu,
Erol, İslam'da ve Diğer Sistemlerde Faiz, İSAV, İstanbul, 1978.
Ziyauddin
Ahmed, The Quranic Theory of Riha-İslamic Ovartly, V, 1964.
EKLER
RİBA-FAÎZ VE BANKA İŞLEMLERİNE DAİR
SON ÇALIŞMALAR
EKİ
Özellikle
XX. yy. ikinci yarısında faiz-riba ve banka işlemleri hakkında yapılan
çalışmaların hızla artmış, İslam Bankaları adı da verilen Özel Finans Kurnaları
(ÖFK) ile ilgili değerlendirmeler de buna eklenmiştir. Bu tür çalışmalar
özellikle Mısır, Suudî Arabistan ve Pakistan’da yapılmaktadır. Türkiye, İran,
Malezya ve Kuzey Afrika ülkelerinden başka Avrupa ve ABD’de de konuyla ilgili
çok sayıda eser ve makale yayımlanmaktadır. Bütün bu çalışmalar sayıca zengin
bir literatür oluşturmaktadır. Fakat içerik olarak
aynı zenginliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Sayısı çok olan bu
eser ve makalelerde yeni, değişik ilim ölçülerine uygun, fikrî değeri bulunan
yazı sayısı çok azdır. Bahis konusu eser ve makaleler hemen hemen aynı şeyleri,
ama değişik ifade ve üslûplarla tekrarlayıp durmaktadır. Bu konuda yazılanları
“faiz yasağına övgü” sözüyle özetlemek mümkündür. Yaşayan İktisadî hayatla ve
sosyal gerçeklerle fazla ilgisi ve uygulama kabiliyeti bulunmadığı için hiçbir
İslam devleti kendi ekonomisine bu tür görüşleri esas almamakta, bunları
uygulamaya yanaşmamaktadır. Dolayısıyla bu konuda söylenenler bir fikir
jimnastiği, bir avunma ve teselli bulma aracı olmanın ötesinde bir anlam ifade
etmemektedir.
Sayısı
çok olan söz konusu çalışmaların bir kısmını buraya kaydediyoruz:
Yusuf
Hâmid el-Alim, Hikmettu’t-Teşrii’l-îslamî fî
Tahrimi’r-Riba, Kahire, 1987.
A.
mlf, er-Riba fî Şeriati’l-lslamiyye ve’l-Kanun, Kahire, 1987.
Mahmud
Mansur, er-Riba fi’ş-Şeriati’l-Islamiyye ve’l-Kanun, Kahire, 1987.
Muhammed
Hatır Muhammed eş-Şeyh, Cihadun fi Ref’i belve ’r-Riba, Kahire, 1980.
Refik
Yunus el-Mısrî, er-Riba ve’l-Hasmu’z-Zemenî, Cidde, 1986.
a.
mlf., Riba’l-Kuruz, Beyrut 1988.
a.
mlf., er-Riba adraruhu ve âsâruhu, Riyad, 1988.
a.
mlf., el-Camifî Usui'r-Riba, Beyrut, 1991.
Muhammed
Abdullah el-Hatib, Vakfe fî Vedıi’d-Dalalati’l-Feva-idi’r-Ribeviyye,
Kahire, 1990.
a.
mlf., er-Red ala Kitabi’r-Riba, Kahire, 1990
(el-Eşmevî’nin eserine reddiye).
Ömer
Süleyman el-Aşkar, er-Riba ve eseruhu ale’l-Müctemai’l-Islarni, Ürdün,
1988.
Hüseyin
Abdülmecid Hüseyn Ebu’l-tllâ, Fıkhu’r-Riba ve ehemmu Şubahi’l-Kailîn
bi-hilli ba’zı suvarihi ve’r-Red Aleyha, Kahire, 1989.
Muhammed
Said el-Eşmevî, er-Riba ve’l-Faide fi’l-islâm, Kahire, 1987.
Hüseyin
Munis, er-Riba ve Harabü’d-Dünya, Kahire, 1986.
Nezih
Hammad, Ahkâmu’t-Teâmül bi’r-Riba Beyne’l-Müslimîn ve Gayri’l-Müslimîn,
Cidde, 1987.
Muhammed
Abdullah Dıraz, “er-Riba fî’l-Kanun ve’l-îslam”, Me-celletü’l-Ezher, XXIII,
11-17, 105-112, 188-192.
Mustafa
Ahmed ez-Zerka,”el-Masarıf, Muamelatuha ve Vedaiuha ve Fevaiduha”, Mecelletu’l-Mecmai’l-Fıkhî,
Mekke 1987,1, SY. 1, 81-98.
Ali
Ahmed es-Sâlûs, “Ahkâmu’n-Nukûdu’l-Varakıyye ve Tagyiru Kıymeti’1-Amele fî
Nazarı’ş-Şeriati’l-îslamiyye”, Mecelletu Mecmai’l-Fıkhî’l-lslamî, Mekke,
1987.
a.
mlf., Hükmü vedâiu’n-Nukud.
Ahmed
Bazi’ el-Yasin, “er-Riba”, Mecelletu Mecmai’l-Fıkhi’l-
İslâmî,
Mekke, 1987.
Muhammed
Abdulvahid, “Tahrimu’r-Riba”, Mecelletu Mecmai’l-Fıkhî’l-İslamî, Mekke,
1987.
Abdulhamid
Abdullatif Mahbub, “Nizamu’l-Faide ve Âliyatu’n-Nümüvv ve’l-Kefae
fî’l-îktisadi’l-îslamî”, Mecelletu’l-Ulu-mi’l-lslamiyye, Kuveyt, 1989.
Abdullah
b. Bîh, “Ahkâmu’n-Nukûdi’l-Varakıyye ve Tagyiru Kıymeti’1-Amele”, Mecelletu
Mecmai’l-Fıkhî’l-Îslamî, Mekke, 1987.
Muhammed
Idris el-Kandihlevî, “îrşadu Ehli’l-Arz ilâ Îsbatu’r-Ri-ba fî’l-Karz”, Mecelletu’d-Dirasati’l-lslamiyye,
C. XVIII, sy. 1, 1983.
Ebul-Yakzan
Atiyye el-Cebûrî, “Hükmu’r-Riba fî’ş-Şeriati’l-îslamiyye”, Mecelletu
Külliyeti’d-Dirasati’l-Jslamiyye, Bağdad, 1968, II.
Salih
b. Abdurrahman el-Husayn, “Ta’lîl ani’t-Tağrik”, Mecelletu
Buhusi’l-lslamiyye, Riyad, 1411, sy. XXXI.
Salih
b. Fevzan el-Fevzan, “er-Riba”, Ezvau ’ş-Şeria, X. sy. 235.
Muhammed
Abdullatif el-Ferfur, Zekâtu’n-Nukûdi’l-Urfiyye
Şevkî
Ahmed Dünya, “Bel’el-Faidu’l-Masrafiyye min Ribe’n-Ne-sie”, Mecelletu’l-Buhusi’l-lslamîyye,
Riyad, 1986, XVIII.
Salih
b. Abdurrahman el-Hasîn, “Reddun ala İbrahim en-Nasır”, Mecelletu’l-Buhusi’l-lslamiyye,
Riyad, 1988, XXIII, 1992, XXV.
Muhammed
Abdullah Dıraz, “er-Riba fi Nazari’l-Kanuni’l-Îslamî”, Risaletu’l-lslam,
Kahire, 1991, XIII, sy. 49-52, s. 63-84.
Mecdî
Abdülfettah Süleyman, “fî Mizani’ş-Şeriati’l-Îslamî”, Mecelletu ’l-Ezher,
Kahire, 1951, 51, 64-78.
Muhammed
Zeki Abdilber, er-Riba, Kuveyt, 1987.
Nezir
Hammad, “et-Teamu’l bi’r-Riba”, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Diraseti’l-lslamiyye,
Kuveyt, 1987.
Zekeriya
Amir el-Bekrî, “Re’yu’d-dîn li’l-Faideti’İ-Masrafiyye”, Mecelletu’l-Ezher,
Kahire, 1981, C. 53, sy. 9.
Ali
el-Bulakî, “Havle Taksit”, Mecelletu’l-Ezher, Kahire, 1978, C. 50, sy.
3.
Emire
Abdu’l-Latif Meşhur, el-istismar fi’l-lktisadi’l-lslam, Kahire, 1991,
Haşan
Abdullah el-Emin, el-Vedaiu’l-Masrafiyye en-Nakdiyye ve tstismaruha
fi’l-lslam, Cidde, 1983.
Hamûd,
Samî H. A., Tatvirü’l-A’mali’l-Masrafiyye
bi-mâ-yettefiku ve’ş-Şeriati’l-lslamiyye, Kahire, 1976.
Macid
İbrahim Ali, el-Banku’l-lslamî li’t-Tenmiyye, Daru’n-Naza-ti’l-Arabiyye,
1982.
a.
mlf. el-Mevsuatu’l-lslamiyye ve’l-Ameliyye
li’l-Bunûki’l-Islamiyye, Kahire, 1982.
Salah
Muhammed es-Savî, Milşkiletu’l-İstismar fî’l-Bunûkil-Islamiyye ve Keyfe
a’fecehe’l-lslam, Kahire, 1990.
Salah
Muntazır, Erbâhu ’l-Bdnük Beyne ’l-Helâl ve ’l-Haram, Kahire,
Darü’l-Maarif.
Muhammed
Haşan el-Cebr, el-Ukûdu’t-Ticariyye ve
Ameliyetu’l-Bunukfi’l-Memleketi’s-Suudiyye, Riyad, 1984.
Muhammed
S. el-Cendî, Akdu’l-Murabaha Beyne’l-Fıkhi'l-lslamî ve Teamüli’l-Masrafî,
Kahire, 1986.
Vehbî
Süleyman Favecî, Mekâlâtfî’r-Riba ve’l-Faidetu’l-Masra-fiyye, Beyrut,
1992.
Yusuf
Kardavî, Bey ’u’l-Murahaha, Beyrut, 1987.
Haşan
Muhammed Takî el-Cevahirî, er-Ribe ’l-Fıkhiyye ve ’l-İktisa-diyye,
Beyrut, 1988.
Muhammed
b. Muhammed,- Hululun li-Miişkilete’r-Riba, Kahire, 1409.
Abdulhamid
Muhammed el-Balî, Fıkhu’l-Murabaha fi’t-Tatbiki’l-Îktisadi’l-Muasır,
Kahire, ts.
Îzzu’l-Arak
Fuad, er-Riba Beyne’l-îktisad ve’d-Dîn, Cîze, ts. Ahmed Abdulaziz
en-Neccar, Bunûk bilâ Fevaid, 1972, Hilâl. Haşan el-Cevherî, “fi Hürmeti
Ribe’l-Karz”, Tevhid Dergisi, sy. 45, Sene: 8, 1410. (Tantavî, Heresî ve
Nemr’e reddiyye).
Murtaza
Mutahharî, Mesele-i Riba, Tahran, 1368.
Bihiştî,
Ş. M. Hüseyin, Ribau der İslam, Tahrah, 1369. el-Müslimu'l-Muasır,
C. V, 23, 85, VII, sy. 25, 75, C. IX, sy. 33, 131, X, sy. 38, 94.
Ahmed,
Ziauddin, The Quranic Theory of Riba, (IQ 20,
22, 1978.
Zia
ul-Haq, İslam and Feudalism the Economics of Riba Interest and Prefit,
Delhi, 1991.
a.
mlf., The Nature of Riba’an-Nasia and Riba al-Fadl, Islamic
Stu-dies, 21, 1982.
Sıddıquı,
M. A. M., “Riba-Usury and Interest”, Islamic Order,
2. II.
1980,
40-70.
Memâlik-i
mahruse-i şâhânede carî olan murabaha maddesi içün 68 (1268) tarihinde yapılan
nizamın tadiliyle bu kerre mü-ceddeden kararlaştırılan bazı usul ve kaideyi
mutazammin lâihadır
Birinci
Madde'. Devr-i şer’î ile idâne ve istidâne olunan mâl-i eytâmın ve
kuyruklu ta’bîr olunan senedi hâmil olan sarrafın ik-râz ettikleri akçenin
fâizleri hakkında mevzû’ olan nizâmât bi’l-iss-tisnâ şâir şunun bunun ikrâz
ettikleri akçelerin güzeştesi şehriye yüzde biri tecavüz etmemesi 68 senesinde
neşr olunan nizam icabından olarak bundan ziyade fâiz işlettirilmek devletçe
memnudur.
İkinci
Madde'. Dâîn ile medyun
beyninde yapılmış olan senette haddi nizamîsinden ziyade fâiz mukavelesi
münderic olduğu surette işbu mukavele mehakim-i ticarette muteber tutulmayıp
hadd-i mezkûre tenzil edilecektir. Ve fakat bâlâda zikr olunan murabaha
nizamının memâlik-i mahrûsede neşri tarihi olan 1268 senesinden mukaddem vuku’
bulan istikrâzâtta yüzde birden ziyade fâiz mukavele oluunmuş olduğu takdirde
tarih-i mezkûre kadar mukavele ve senette muayyen olan güzeşte tamamiyle hesab
olunacak ve ol tarihten sonrası mikdar-ı nizamîsine tenzil kılınacaktır.
Üçüncü
Madde'. Hadd-i nizamîsinden ziyade güzeştenin mikdarı deyn senedinde
musarrah olmayarak re’s-i mala zam olunup ta medyun tarafından delâil-i makbule
ya’nî sened veya mek-tub veyahut muteber defter ibraz ile veyahut dâine yemin
teklifi ile ziyade güzeştenin re’s-i male zam olunmuş olduğu inde’l-muhake-me
sâbit olur ise ol halde madde-i âtiyenin ahkamına tevfikan mu-
amele
edilecektir.
Dördüncü
Madde: Deyni
mutazammın sened ve (dâin ile) medyun beyninde cereyan eden muhasebeden neş’et
etmiş ise mu-hasebe-i mezkûrenin bed’i tarihinden ve
eğer mezkûr sened tecdid-i deyn mülabesesiyle ya’ni akdemce medyunun diğer
senedi olup da inkiza-yı va’dede ziyade güzeşte zammı ile müceddeden tanzim
olunmuş ise ol halde atik sened tarihinden itibaren yürütülmüş olan fâizden
mikdar-ı fahişinin nihayet on seneliği tenzil olunarak kusurunun tahsiline
hükmolunacaktır. Ve fakat işbu on sene müddet murabaha fermanının tarih-i neşri
olan 1268 senesini tecavüz edemeyecektir. Ve eğer hesab olunan işbu on senelik
mikdar-ı fâhiş re’s-i mâl ile nizamen kabul ve tasdik olunan fâiz mikdarından
fazla zuhur ederse işbu fazlanın dâinden istirdadı caiz olmayacaktır. Hatta
dayînin yine ol medyundan cihet-i saireden dolayı diğer matlubu olsa dahi işbu
fazla ol matluba mahsub olunamayacaktır.
Beşinci
Madde: Dâyin ile
medyun beyninde bi’t-terazi hesabı kat’ olunup re’s-i mal ve güzeştesi kamilen te’diye olunmuş olan deyn içün hadd-i nizamîsinden
ziyade güzeşte alınıp verilmiş olsa dahi iade-i hesabiyle güzeştesinin tenzili
caiz olmayacaktır.
Altıncı
Madde: Güzeşteden
başka âhâlîden subaşılık âiidâtı nâmıyla ve nâm-ı âherle akçe alınmak kat’iyen
memnû olduğundan böyle şeyler alınmış olduğu tebeyyün ederse hükümetçe kabul
olunmayacağı gibi ba’de ez’în ahzına cüret edenlerin haklarında kanunen icra-yı
ceza kılınacaktır.
16
Şevval 1280
MURABAHA
NİZÂMNÂMESİ
Madde
1: işbu
nizâmnâmenin tarih-i neşrinden itibaren her nev’ müdâyenât-ı âdiye ve ticariye
fâizinin hadd-i a’zamîsi senevî yüzde dokuz olarak tayin kılınmıştır.
Madde
2: işbu nizâmnâmenin tarih-i neşrinden mukaddem senevî yüzde on iki hesabiyle
akdedilmiş olan fâiz mukaveleleri işbu nizamın i’lânı gününe kadar mer’î ve
muteberdir.
Madde
3: Dâyin ile
medyun beyninde hadd-i nizamîsinden ziyade fâiz mukavelesi vaki’ olduğu ya
senedde musarrah olmasıyla veyahut re’s-i mala zam olunduğu isbât edilmesiyle
tebeyyün eyler ise fâizin mikdarı senevî yüzde dokuza tenzil edilir.
Madde
4: îkrâzâtın
fâizi her kaç sene murur ederse etsin nihayet re’s-i mal mikdarını tecâvüz
emeyecektir. Re’s-i malı tecavüz eden fâizi hükmekten bi’l-cümle hükkâm
memnudur.
Madde
5: îkrâzâta fâiz-i mürekkeb yürütülmesi câiz değildir. Ancak evvelen: meblağ-ı
müstakraza mahsuben üç sene zarfında medyun tarafından akçe teslim olunmamış
bulunduğu; sâniyen: üç sene işlemiş bulunan fâizin re’s-i male zammı için dâin
ve medyun beyninde ittifak hasıl olduğu hâlde yalnız
üç senelik için fâiz-i mürekkeb yürütülebilir. Ticaret kanunu hükmünce
beyne’t-tüccar he-sab-ı carîden neş’et eden fâiz-i mürekkeb muamelatı bundan müstesnadır.
Madde
6: Dâyin ile
medyun beyninde muamele-i ikrâz ve is-tikrâz devam ettikçe ister nakl-i hesab
edilmiş olsun, ister deyn se-
nedi
tecdid ve tebdil kılınmış olsun fâhiş fâizin istirdadı iddiası mesmu’ olmaz.
Madde
7: 16 Şevval 1280 tarihli murabaha nizâmnâmesi işbu nizâmnâmenin i’lânı
tarihinden itibaren mefsuhtur.
Madde
8: Adliye
nezareti işbu nizâmnâmenin icrasına memurdur.
9
Receb 1304/22 Mart 1303
(Yayım
tarihi: Zilkade, 1335/Eylül 1335, Destur)
Faizin
fayda ve faziletinden bahsedenler: Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık, Ankara
1961, s. 118; Saadettin Evrin, “İktisat ve Faiz”, Asrın Dini Müslümanlık
Dergisi, yıl 1 S. 6, sf. 5; Sabri Şakir Ansay, Islâm Hukuku, Ankara,
1958, s. 172; Mahmud Esat, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331; Neşet
Çağatay, Vakıflar Dergisi, lX/39; Osman Turan, Belleten, 1952,
XVI, S. 62, s. 251. Bu makalelerin tenkidi için bk. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 1953, I, 41/49. 1955, 1-2, 23/30, 3-4, 84/9. Hindistan’da
Mutezileye benzeyen yeni bir dinî hareket başlatan Seyyid Ahmed Han da faize
taraftar olmuştu. İran’da
bazı mollalar kâğıt paralarda faizin olmayacağına dair fetvalar vermişlerdir.
Hatemi, H., İslam Açısından Sosyalizm,
İstanbul, 1967, s. 68, 71. Son zamanlarda ekonomi üzerine yapılan tartışmalar
şu adlarla yayınlanmıştır: Para, Faiz, ve İslam. İstanbul, 1987, İSAV; İslam
Hukukuna Göre Alış Verişte Vade Farkı ve Kâr Haddi, İstanbul, 1987, İSAV; İslam
Ekonomisinde Finansman Meseleleri, İstanbul, 1992, Ensar Vakfı.
Kureşi,
Faiz Nazariyesi ve İslâm, İstanbul, 1966. s. 16.
Türkiye’de
İslâmî faaliyetler alanında önemli bir yeri bulunan Ihlas Holding (Türkiye Gazetesi,TGRT) 1994’te eski adı Eurocredit Bank olan
Yurtbank'a ortak oldu. Resmen ve fiilen bankacılığa başladı.
bk.
Ragıb, Müfredat, s. 186 (Mısır 1961),;
ez-Zebidî, Tâcu'l-Arus, X./I42,;
İbn
Manzur, Lisanu'l-Arab, VI11/509, Kamus, IV/972.
Zemahşerî,
el-Keşşâf, Beyrut, 1947, III/481; İbn Manzur, V1I1/509.
Zemâhşerî,
el-Keşşâ/, 111/481; İbn. Kesir, Tefsir, Kahire, 1952,111/34.
Buharı,
Kitabu't-Tefsir, Rum suresi tefsiri.
Fahruddin
Râzi, Mefatihu ’l-Gayb, Kahire, 1938,11/350.
tbn
Hişam’m es-Sire'sinde (Mısır, 1963, 125) naklettiğine göre henüz İslam
dini tebliğ edilmeden önce Kureyş müşrikleri Kâbe’yi yıkıp yeniden inşa
ederken, Hz. Peygamberim dayısı Ebu Vehb: “Ey Kureyş! Dikkatli olun ve şu
(kudsî) binaya helâl (tîb) olmayan mallannızı karıştırmayın, fuhuştan, ribadan
ve herhangi bir kimseden haksız olarak aldığınız mallan buraya
harcamayın", demiştir. Bu sözün Velid b. Muğire tarafından söylendiği de
rivayet edilir. Demek ki, putperest Kureyş’in ileri gelenleri ve aklı başında
olan umur görmüş tecrübeli kişileri daha İslam ortada yokken ribanm
(tefeciliğin) iyi ve hoş bir kazanç yolu olmadığını kabul etmekteydiler. Bu
şartlar altında Kur’an’m Mekke döneminde riba aleyhinde bulunması çok tabiî bir
hadisedir.
Buharî,
Eşribe, 5; Müslim, Tefsir, 6; İbn Mâce, Ferâiz, 5.
Buharî,
Kitabu’t-tefsir, Bakara suresi tefsiri.
Buharî,
Salat, 73; Müslim, Müsakât, 12.
Buharî,
Tefsir, Berâe suresi tefsiri; Suyutî, el-ltkân, Kahire, 1951,1/26.
Fahruddin
Râzi, Tefsir, 11/540; Taberî, Tefsir, Kahire, 1374, 111/60.
Bakara
suresinin. 265, 275. ayetleriyle ilgili bir yorum için bk. Kanyılmaz, İbrahim, İslam
Ekonomisinde Fınans Meseleleri, İstanbul, 1992, s. 69.
Fahruddin
Râzi, Tefsir, 11/534.
Suyutî,
el-İtkân, 11/20. Abduh tarafından da tekrarlanan ve kelime izahına
dayanan bu türlü bir mülâhazayı doğru bulmuyoruz. Riba konusu, bu çeşit basit
lügat ve lisan açıklamalarıyla halledilemez.
bk.
Fazlur Rahman, Dirasatu’l-lslamiye, Mecelletu’l-ma’hadi'l-merkezî,
li’l-ebhâsı’-İslamiyye, Karaçi, 1965, C.I, cüz I, s. 38.
bk.
Taberi, Tefsir, Kahire, VII/104. Bu katlama hayvanlarda da oluyordu.
Aynı kaynak, aynı yer.
Kamus trc.
11I./651.
Fazlar
Rahman, a.g.e., 9.
R.
Rıza, Riha, s. 11, 14.
Suyutî,
el-ltkân, 11, 18.
Cassas,
Ahkâmu’l-Kur'an, 1/183.
Taftazanî,
et-Telvih, Mısır, 1957,1/127; Suyutî, el-itkân,
11/19.
Fahruddin
Râzi, Tefsir, 11/531.
R.
Rıza, 53.
Kamus Tercümesi,
1/407; İbn Manzur, VIII/510.
Taberî,
IV/90.
Taberî,
IV/90.
Fazlur
Rahman, 6.
İmam
Malik, el-Muvatta, el-Buyû, 38.
Fahruddin
Râzi, H/529.
Taberî,
Itt/105.
Cassas,
Ahkamu’l-Kur’an, 1/184, 465; Reşid Rıza, er-Rıha, Mısır, 1960, s.
62.
R.
Rıza, Riba, 64.
İbn
Rüşd, Biclayetu’l-Müctehiıl, 11/106.
Fahruddin
Râzi, H/530.
İbn
Kayyım, t’lamu’l-Muvakkin, II, 134, 136. İbnTeymiye’nin fikirleri de
böyledir. Esasen İbn Kayyım, bu fikirleri İbn Teymiye’den almıştır.
Şah
Veliyullah Dihlevî, Hiiceetullahi’l-Bâliga, 647.
Müslim,Hac,
147; Ebu Davud, Buyû, 5; İbn Mâce, Menasık, 76; Tirmizî, Tefsir,
Muvatta, Buyû, 83.
Fahruddin
Râzi, Tefsir, 11/529.
Fazlur
Rahman, 32.
Umumiyetle
fakihler, haram olan her alışveriş biçimine ve haksız kazanç temin eden ticarî
muamelelere riba derler, velev ki, bu muamele riba ve faiz mahiyetinde olmasın,
bk: İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV/25.
Buharî,
Vekâlet, II; Müslim, Müsâkat, 18.
Riba
konusundaki hadisler için bk. Kenzu’l-Ummal, IV/104. Burada riba-ya dair
yüzden fazla hadis vardır.
Müslim,
Hac, 19; Ebu Davud, Buyû, 50; Tirmizî, Tefsir, 9; İbn Mâce, Me-nasik,
76; Muvatta, Buyû, 83.
Buharî,
Vesaya, 23; Müslim, 144.
Ebu
Davud, Buyû, 3; Nesaî, Buyû, 12; İbn Mace, Ticaret, 58.
Buharî,
Talak, 51, Buyû, 25; Müslim, Müsakât, 19.
İbn
Mâce, Ticaret, 58.
Ibn
Mâce, Ticaret, 58.
Mu'cemu'z-Zevâid,
IV/18.
Müstedrek,
11, 37.
Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV/205.
Müntahahu
Kenzii’l-Ummâl,
11-239.
İbn
Mâce, Ticaret, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11-353.
Buharî,
Buyû, 24; İbn Mâce, Ticaret, 58.
Hakîm,
Müstedrek, 11-37, Ibn Mâce, Ticaret, 58.
Musannef,
VII1/314.
el-Kinânî,
Tenzihu'ş-Şeria, 11, 194.
Buharı,
Buyû, 18; Müslim, Müsâkât, 6.
Aynı
kaynaklar, aynı yer.
Müslim,
Müsâkât, 6.
İbn
Mâce, Sadakat, 19.
Aynı
kaynak, aynı yer.
İbn
Mâce, Sadakat, 19. Hristiyanlıkta da karz sadakadan daha sevaptır.
Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 11/274.
Buharî,
Sulh, 10, Salat, 71; Müslim, Müsâkât, 4.
İbn
Mâce, Ferâiz., 5, Ticaret, 58; Kenzu'l-Ummâl.
Riba konusunda Hz.Ömer’le Hz. Ali âdeta sert bir tartışmaya sokulmuştur.
Hz.Ali’ye Hz. Ömer’in sözü nakledilince şöyle demişti: “Ne münasebet! Şayet
Resulul-lah ribanın ne olduğunu Ömer’e izah etmemişse, öbür sahabelere bunu
izah etmiş ve bu suretle tebliğ görevini ifa etmiştir (İbn Hazm, IX/519).
Buharî,
Eşribe, 74; Müslim, Tefsir, 6; İbn Mâce, Ferâiz, 5.
Tl
bk. Suyutî, el-ltkân, \-Tl.
Fazlur
Rahman, 14.
Müslim,
Mûsakat, 81; Tirmizî, Buyû, 23; Buharî, Buyû, 74.
Ebu
Davud, Buyû, 12.
Buharî,
Buyû, 79; Müslim, Müsakât, 18; Nesaî, Buyû, 49; İbn Mâce, Ticaret, 49; Darimî,
Buyû, 42.
Müslim,
Müsakât, 18, 33; Müslim, 15.
Müslim,
15.
eş-Şevkâni,
Neylu’l-Evtar, V/203.
İmam
Malik, Muvatta, Buyû, 59; Müslim, Müsakât, 23.
Ebu
Davud, Buyû, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, H/171, 216; Beyhekî, es-Sünen.
Buharî,
Buyû, 108; İbn Mâce, Ticaret, 56; Nesaî, Buyû, 65; Darimî, Buyû, 30;Ahmed b.
Hanbel, Müsned, III. 210.
Bir
yaşındaki deveyi verip bir sene sonra iki yaşındaki bir deveyi almaya riba
dendiğini de hatırlayalım.
Buharî,
Buyû, 108. Müslim, Müsakât, 28; Müslim, Müsakât, 23.
Buharî,
Buyû, 18; Müslim, Müsakât, 18.
Şah
Veliyyullah Dihlevî, Huccetullahi’l-Baliğa, s. 47; Reşid Rıza, el-Feta-vâ,
Kahire, 1960, 17.
Kâmil
Miras, Tecrid Trc., VI/387.
Hüseyn
Tevfik, er-Riha, 6.
Ibn
Teymiye, el-Fetavâ, XXIX/432; İbnu’l-Kayyım, l’larnu’l-Muvakkûn, 11/142.
Müdde-i acve bir cins malı iki cins malla mübadele etmektir.
Şah
Veliyyullah, 647, 648.
bk.
Beyhakî, es-Siinenü’l-Kühra, V/349, 350. Ibn Hacer, el-Metalibu’l-
Aliyye,
1/111. Münavî, Feyzu’l-Kadir, V/28, Aclunî, 11/125.
Ibn
Manzur, Lisanu’l-Arah, Riba mad.
Îbn
Manur, Lisanu’l-Arah., X1V/3O4; Zebidî, Tâcu’l-Arus,
X/142; Buharî, MenakıbuTEnsar, 19.
Reşid
Rıza, el-İstiftau’l-Hindiyye, 22, 24.
aynı
eser, 22, 23; Buharî, Menakıbu’l-Ensar, 23.
bk.
Reşid Rıza. el-Fetavâ, s. 20.
Fazlur
Rahman, a. g. e., 15.
İslam
Ansiklopedisi,
IX/731.
Kinanî,
Tenzihu’ş-Şeria, II. 194. (Mısır, 1378).
Îbn
Hazm, IX/532.
Zeylaî,
Nashu ’r-Râye, 1V/36.
Ankaravî,
Fetavâ, 338.
İmam
Şafiî, el-Ümm, 11/68; Îbn Hazm, el-Muhalla, IX/40-47.
Şevkânî,
Neylu'l-Evtar, V/219, 220.
Ebu
Davud, Buyû, 53; Nesaî, Buyû, 52; Müsned-i Ahmed, 11/84; Beyha-kî,
V/316.
Tirmizî,
Buyû, 18; Ebu Davud, Buyû, 53; Nesaî, Buyû, 73; Muvatta, Buyû, Müsned-i
Ahmed, II/71.
Şevkânî,
V/218.
Hadisi
Dârekutnî rivayet etmiştir, bk. Şevkâni, V/218.
Hadis
Dârekutnî tarafından rivayet edilmiştir, bk. Şevkânî, V/165, 166.
Buharî,
Müsakât, 42; Müslim, Buyû, 16; Buharî, Buyû, 34; Müsakât, 42; Müslim, Buyû, 13,
16.
İbn
Hacer, Fethu’l-Bâri, Kahire, 1319,1V/250.
Şevkânî,
V/186, 187; İbn Rüşd, Bidayetu'l-Müctehid, 11/187.
Buharî,
Buyû, 51, 55, 72;Müslim, Buyû, 60; Şevkânî, V/186, 187.
Ebu
Davud, Buyû, 68; Tirmizî, Buyû, 19; Nesaî, Buyû, 60.
Buharî,
Buyû, 54; Müslim, Buyû, 31; Ebu Davud, Buyû, 68; Şevkânî, V/167.
Buharî,
Selem, 7; Buyû, 52; Darimî, Buyû, 54; Müslim, Müsakât, 128; Şevkânî, V/202.
Ali
Haydar, X/268.
Gazali,
İhya, 1/ 85; Ali Haydar, X/268.
Müslim,
K. Fazâil, 38.
İbn
Mâce, Ticaret, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/26.
Buharî,
Eşribe, 5; Müslim, Tefsir, 6; Ebu Davud, Buyû, 72.
Kâmil
Miras, Tecrid Trc. , VI/388.
Kâmil
Miras, Tecrid Trc. , VI/388.
Beyhakî,
es-Sünen, V/276.
Münavî,
Feyz.u ’l-Kadir, IV/50.
İbn
Hazm, IX/519; tbn Mace, Ticaret, 5.
bk.
Fahruddin Râzi, Tefsir, 1/530. Fıkıhçılar, alış verişlerde ve ticarette
en faydalı yollardan biri olan üste (müdd-i acve) müessesesini de, ribaya yol
açar korkusuyla yasaklamak istemişlerdir. Bu sebeple bir kile buğday-bir dinar
ile bir kile buğdayı peşin olarak veya bir kile buğday-bir dinarı ile iki kile
arpayı veresiye olarak mübadele etmeyi umumiyetle caiz görmemişlerdir.
bk.
Gazalî, İhya, 11/71.
İbn
Rüşd el-Cedi, el-Mukaddimat, Mısır, 1325, s. 506.
Riba
ile ilgili ihtilâflar o kadar çoktur ki, bunları faizi haram kılacak şekilde
bir araya getirmek ve terkib etmek mümkün olduğu gibi, bunun aksi de daima
mümkündür. Fakat fadl ribasıya ilgili ihtilâflar temelde çürük ve sakat
mesnetlere dayandığından, bundan müspet bir sonuç çıkarmak apaçık şekilde
imkânsızdır. Bunun içindir ki, aklı başında İslâm âlimleri artık fadl ribasının
peşini bırakmışlardır.
İbn
Kayyım, 11/136.
Serahsî,
el-Mehsut, XII/10; S. Ş. Cürcanî, Tarifat, Tehanevî, Keşşafu
Istı-lahati’l-junun: “Fasid olan her akit ribadır. Akillerdeki şer’î manada
var olan fazlahktır”Lst. 1318,1/645.
Ebu
Bekir b. Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, Kahire, 1957,1/242.
el-Kâsânî,
Bedaiu’s-Sanayi, V/193.
Serahsî,
el-Mebsut, XII/108, 110.
aynı
eser, XH/110.
Ebu
Davud, Buyû, 82; Ahmed b. Hanbel,Mü.svW, V/261.
Beyhakî,
V/349.
Hakim,
Müstedrek, 11/37.
Buharî,
Buyû, 60; Şevkânî, V/176.
Livau’l-lslam
Dergisi, sy: XIV, sf. 823.
Buharî,
Buyû, 4; Müslim, Buyû, 14.
bk. İbn Abidin, IV/243.
İnebahtı
mağlubiyetinden (1571) sonra, Uluç Ali Paşa’ya Sokullu şunlan söylemişti: “Paşa
Hazretleri! Sen henüz bu devlet-i aliyyeyi bilememişsün. Be vallah böyle itikad
eyle: Bu devlet-i aliyyenin kuvveti, kudreti ol mertebedir ki cümle donanma
lengerleri gümüşden, resenleri ibrişimden, yelkenleri atlasdan itmek ferman
olunsa müyesserdür”.
bk. Fetavâ-i Yahya Efendi, Süleymaniye Ktp. Hamidiye,
no: 509, vr. 179a
Fetavâ-i
Ahdürrahim, İstanbul, 1128,11/78.
İbn
Rüşd, Bidayetu’l-Milctehid Nihayetu’l-Muktesid, 11/169. Riba için bir
vasıta olarak kullanılacağı için Said b. el-Müseyyeb selemi caiz görmez.
Şevkânî: V/239-42.
Fetavâ-i
Abdürrahim,11/84.
Fetavâ-i
Ali Efendi, 1/332.
Akdağ,
Mustafa, Belleten, 1950, 55/366
Akdağ,
Belleten, 336.
Akdağ,
Belleten, 367.
Akdağ,Belleten,
367.
Akdağ,Belleten,
365.
eş-Şevkânî,
Neylu'l-Evtar, Mısır 1961, V/162; İbn Rüşd, Bidayetu’l-Müc-tehid
Nihayetü’l-Muktesid, Mısır 1333, 11/127; Karaman, Hayreddin, Islamın
Işığında Günün Mes’eleleri, İstanbul 1982, 11/119; İbn Rüşd, el-Cedd
el-Mukaddimat, 580; Serahsî, XIV/8, 28, 36; Kâsânî, Bedaî, V/158; İslam
Hukukuna Göre Alış Verişte Vade Farkı ve Kâr Haddi, İstanbul 1987, İS AV.
Fahruddin
Razî, 11/534.
Elmahlı,
Hak Dini, 1/965.
Buharî,
Vekâlet, 6; Müslim, Milsakât, 22; Gazalî, İhya, 11/83.
Müslim,
Müsakât, 6.
Buharî,
Hibe, 23.
Şevkânî,
Neylu'l-Evtar, V/243, 246. İran’da bankalar mevduat toplamak için
mudilere caize (ödül) vermekte, bunu da hüsn-i eda ile izah etmektedirler.
İzmirli,
Hm-i Hilaf, İstanbul, 1339, s. 147.
İbn
Teymiye, 29/441,456.
Ali
Haydar, Dürretu'l-Hükkâm, İstanbul, 1313, X/763.
Fetavâ-i
Ali Efendi, 1/430.
Fetavâ-i
Ahdurrahim, İstanbul, 1128,11/82.
Fetavâ-i
Ali Efendi, 1/433.
Aynı
kaynak, aynı yer.
Fetavâ-i
Ehussuud, Bursa Yazma
ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi, Genel, 1895, V/138.
Fetavâ-i
Ahdurrahim, 11. 82.
Fetavâ-i
Ali Efendi, I. 420;
Ankaravî, Fetavâ, 1/338
Menfaat
şartına bağlı ikrazlar için bk. Fetavâ-i Yahya, mudayene bahsi, s. 601.
el-Cezirî,
el-Fıkh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa, 11/340. Ödünç işlemlerinde vade
belirlemek muteber değildir. Lâkin üçüncü bir şahsın vadeye kefil olması
suretiyle karzda ta‘cil mümkün olur ki bu da bir hiledir. Ansay, 172.
Fetavâ-i Ali Efendi,
1/430; Ali Haydar, age, X/764.
Ali
Haydar, X/764; Fetavâ-iAli Efendi, 1/431.
Ali
Haydar, X/765.
Buharî,
Vekâlet, 6; Müslim, Müsakât, 23.
Şevkânî,
V/290.
İbn
Rüşd, 11/185.
İbn
Rüşd, 11/185; Kâmil Miras, Tecrid, VII/117.
Buharî,
Müsakât 17; Müslim, Buyû, 16.
Buharî,
Müzaraa, 17; Müslim, Buyû, 17.
Buharî,
Müzaraa, 17; Müslim, Buyû, 17.
İbn
Hazm, el-Muhalla, 1X/51; İbn Rüşd, 11/184.
Müslim,
Buyû, 96; Ebu Davud, Buyû, 30; Nesaî, İman, 45; İbn Rüşd, Bi-dayetu’l-Müctehid,
11/184.
Ibn
Mâce, Ruhun 10. Arazi icarı ve ortakçılığı konusundaki kanaatler çok
karmaşıktır. Hatta bir âlime zıt iki görüşün isnat edildiği bile vardır. Bu
konuda mezheplerin görüşlerini doğru olarak tespit edip sıhhatli olanının
tercih edilmesi çok zordur. Zira, mesele karmaşık (mudil-muğlak)dır. Şevkâ-nî, V/290.
İmam
Mâlik, Muvatta, Buyû, 28; Ebu Davud, Buyû, 31; Müsned-i Ahmed, III/2.
Akdağ,
Mustafa, Belleten, 1950, sy. 55, sf. 369, Türkiye'nin İktisadî ve
İçtimaî Tarihi, 1974, İstanbul, s. 260.
Bu
fetvalar için bk. Fetavâ-i Ali Efendi, 11/372.
İbn
Teymiye, Mecmuatu'l-Fetavâ, XXIX/455; süftece için bk. Şekerci, Osman, İslam
Şirketler Hukuku, İstanbul, 1981, s. 317; Bilmen, Ömer Na-
*
suhi, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, İst. 1985, Vl/100.
el-Kinânî,
Tenzihu'ş-Şeriati'l-Merfua, Mısır, 1378, 11/188, e\-Fetave’l-Himliyye,
111/201,208.
İmam
Şafiî, el-Ümm, 111/68; İbn Hazm, el-Muhalla, 1X/4O.
Bilmen,
age, Vl/100, 101.
Ankaravî,
Fetava, 1/338; Fetava-i Ali Efendi, 1/431, 432; Bilmen, age, Vl/119.
Bugünkü faiz şapkalı faiz, fukahanın muamele usulüyle caiz gördükleri faiz
fesli-sanklı faizdir.
Bilmen,
age, V/47, 48.
Bilmen,
age, 1V/100.
Ongan,
Halil, Şer'iyye Sicili, Ankara, 1974, s. 33, (421) 103 (1353).
Ankaravî,
Fetava, 1/338; Fetava-i Ali Efendi, 1/430. bk. bu eser.
Birgivî,
62.
Îbn
Teymiye, Mecmau'l-Fetavâ, XXIX/446.
Îbn
Kayyım, riamu'l-Muvakkim, 11/142, III/335; Ali Şeriatî: Ali Şiası
Sa-fevi Şiası, İstanbul, 1990, s. 121.
İbn
Kayyım, age, 11/335; Bilmen, VI/119.
İbn
Kayyım, İgasetu'l-Lehfan, Mısır, 1961,1/365.
İzmirli,
llm-i Hilaf, 147.
İbn
Rüşd, Bidayetu'l-Müctehid Nihayetu'l-Muktasıd, 11/119; İbn Kayyım, lgasetu‘l-Lehfan,
11/13, 14. Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/186, 187; İbn Rüşd, el-Cedd,
el-Mukaddimât.
Müslim,
Buyû, 40; Muvatta, Buyû, 44. “Para faizsiz, ev icarsız” şeklindeki
hileye Avrupa’da da başvurulmuştur. Sabri Şakir Ansay, 172.
Ali
Haydar, Mecelle Şerhi, 1/88; Mecelle , madde,
118.
Ali
Haydar, age, 1/224.
Ebu
Zehre de aynı görüştedir, bk. Buhûsun fi'r-Riba, s. 50.
Ali
Haydar, age, 1/88.
Neumark,
1/59, 60.
Mecelletu’l-Menâr,
Mısır, 1906, a. IX/332.
Abdülvahhab
Hallaf, Livâu’l-îslam, sene IV. sy. XlV/823.
Ebu
Zehre, Livau’ul-Islam, 1951, sy.V/93.
Mustafa
Zerkâ, el- Fikru’l-lslamî ve ’t-Tatavvur, s. 70,71.
Mecelletu'l-
Kanun veT-lktisad, 1939, kısım I, sayı 1.
er-Riha, el-Fetave’l-Hindiyye, 84; el-Fikru'l-İslamî
ve’t-Tatavvur, 39.
el-Fikru’l-lslamî ve’t-Tatavvur, 45-50.
Senhurî,
Masadiru’l-Hak, Kahire, 1954, 111/241, 268 .
Alauddîn
Hârufe, er-Riha, 98.
Her
ne kadar bu gün iktisatta üretim ve tüketim, kavram ve tarif olarak birbirinden
ayrılmış ve sınırları çizilmişse de biz burada İktisadî olayın bir bütün
olduğunu, her üreticinin aynı zamanda tüketici durumunda bulunduğundan, üretim
ve tüketim olaylarının iç içe olduklarını, tüketici sıfatıyle faizli kredi
alması caiz olmayan bir kişinin üretici sıfatıyla faizli kredi almasının caiz
olması durumunun bir çelişki meydana getirdiğini belirtmek istiyoruz.
Burada
fıkıh ölçüleri içindeki ihtiyaç ve zaruret hâline işaret etmek istiyoruz. Yoksa
üreticinin de tüketici gibi şiddetli ihtiyaç ve zaruret hâliyle karşı karşıya
kaldığı İktisadî bir gerçektir.
İbn
Teymiye, zengin bir kimsenin aldığında daha fazlasını ödemek üzere ödünç
alamayacağını, yani faiz vermeyeceğini, kendi dönemi için haklı olarak
söylemektedir, bk. ibn Teymiye, el-Kavaidu‘n- Nurâniyyetu'l-Fık-hiyye,
s. 116.
el-Mergınânî,
el-Hidaye, 11/48. Hatta dar-ı harpte gayri Müslimden. (harbîden) kumar
yoluyla alman para da helâldir. İbn Humam, Fethu’l-Kadir, VI/178.
Nisa,
4/83.
·
16 Reşid Rıza, Menâr,
1907, X/433, 1903, VI, sy. 18, sf. 718, VII, sf. 29.
el-Fikhu’l-lslanû ve’t-Tatavvur,
45, 50.
Livau’l-lslam
Dergisi, 196, sy. XI,
sf. 72; Şeltût, el-Fetevâ, Beyrut 1979, 351.
Elmahlı,
Hak Dini Kur'an Dili, 1/953.
Kureşî,
a.g. C. 81.
Mevdudî,
er-Riba, 63.
Livau'l-tslam
Dergisi, 1951, sy. II.
sf. 93. Buhûsfi'rRibâ.
Livau'l-lslam,
1370, sy. III.
1951
Paris'teki İslam Hukuku Konferansı’na sunduğu rapor.
Ala
Hâmişi's-Sıyasele'l-Mısrıyye
bk. el-Fikru’l-lslam ve’t-Tatavvur, 41.
Alauddin
Harufe, er-Riba ve’l-Faide.
Hüseyin
Tevfık Rıza, er-Riba.
Kureşî,
age., 149.
bk.
Kureşî, age. ,21.
el-Fikru'l-lslam ve‘t-Tatavvur,
39.
Ziyauddin
Ahmed, The Quranic Theory of Riha-tslanıic Ovartly, V, 1964.
Fazlur
Rahman, a.g. makale, 39.
Ali
Ebu‘l-Futuh Paşa, Havatır fi‘l-Kaza ve‘l-lktisad ve'l-lctima, s. 201,
202.
el-Fikru'l-lslami ve't-Tatavvur,
70
Nureddin
Itre, el-Muameletü'l-Masrafiyye er-Riheviyye, Beyrut 1986, 65.
Mevdudî,
er-Riba, 139; Kureşî, 119.
bk.
Livau’l-lslam Dergisi,
sene IV, sy. XI. sf. 823; .sy.XII, sy. 903.
Şekerci
, Osman, İslam
Şirketler Hukuku, 336, 338.
Livau'l-lslam
Dergisi, sene IV, XII,
903, sene V, sy. 2. Mısır Müftüsü Mu-hammed Seyyid
Tantavî, banka faizlerini caiz gören günümüz âlimlerin-dendir. Özsoy, 252-284.
Neumark,
I, 325; Nukud-ı Mevkufa; Bilmen, V/47-48,1V/100-101.
Ebussııud,
Mâruzât, Süleymaniye Ktp. Hafid Efendi, nr: 113, vr. 21.
Kefu’z-Zünun,
1/898.
Süleymaniye
Ktp. Tekelioğlu, nr. 369, vr. 41-56.
İstanbul,
ts. s. 146-195.
Kâtib
Çelebi, Mizanü’l-Hak, nşr. S. Uludağ, İst. 1990, s. 133.
Risale
li-İhtali Vakfı'n-Nukud,
İst. ts., s. 164.
age,
s. 194.
DİA,
“Ebussuud” mad., X/318.
Behcetu'l-Fetâva,
s. 150.
Barkan,
Ö. L.-Ayverdi, E, H., İstanbul Vakıfları Tahrîr
Defteri, İstanbul, 1971, s. 33-34; Risale fi Cevazı Vakfı'd-De rahim
ve’d-Denanir, Süleyma-niye, İdânât Sicili, 708/36.
aynı kaynak,
s. 32.
bk.
Şakaik Zeyli, İstanbul, 1268, s. 186.
İkazu’l-Hâlikîn,
Süleymaniye, Kasidecizade, nr. 682/14, V/121.
bk.
Barkan-Ayverdi, age.
O.
Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, 1/283,704; Türkiye
Şehirciliğinin Tarihî İnkişafı, 27; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri,
1/114. Barkan, İslam Ansiklopedisi, “Avarız” md.,
11/13-19.
bk. Şimşek, Mehmet, AÜ1FD, 1985, 207. Esham yoluyla alınan
faizler için bk. DİA, XI/376.
1995’te
AB’ne dahil ülkelerdeki yıllık enflâsyon % 3.2, faiz
oranı % 10.1 oldu. Yani reel faiz % 6.9’dur.
Hazine
Bonosu, Devlet Tahvili Gelir Ortaklığı Senedi, Özel finans kuramlarının verdiği
kâr payı hep aynıdır. OsmanlIlarda ilk defa III. Mustafa zamanında % 5 faizli
esham (tahvil) çıkarılmıştı, bk. DİA, XI/376.
Gazalî,
Minhacu’l-Abidîn, Mısır, 1954,78.
Gazalî,
age, , s. 19, 121; İhya, HI/196. Zetnm-i dünya bahsi.
bk,
İhya, 11/85.
Şah
Veliyullah Dihlevî, Huccetu’llahi’-Bâliğa, s. 647.
Çiller,
T., Çizakça, M., Türk Finansman Kesiminde Sorunlar
ve Reform Önerileri, İstanbul, 1989, s. 181.
bk.
adı geçen kaynak, s. 187.
Mevdudî,
bk. er-Riba, Kureşî, age., 97. Bu mesele
üzerinde durup değişik zaman ve mekânlara göre faiz nispetlerini ne kadar çok
değiştiğine örnekler vermektedirler.
Ali
Haydar, age., X/ 764.
Fetavâ-i
Ehussuud, Bursa Yazma
ve Eski Basma Eserler Ktp. Genel, 1995, 139.
Çeşitli
murabaha nizamnameleri: 16 Şevval 1280, 12 Mart 1864, Destur, H.1285/1872,
s.268,269, oran % 12; Abdüllaziz zamanı, Şeyhülislâm: Atıfzâde Ömer Hüsamettin
Efendi, bahsedilen oran daha sonra % 9’a düşürüldü. Destur: s.775,776. Padişah
Abdülhamid, Şeyhülislâm: Uryanîzâ-de Ahmed Esad Efendi, bk. Ek 1.
Neumark,
1/60.
·
72 Elmahlı, Hak
Din Kur’an Dili, 1/953.
Kâmil
Miras, Tecrid Trc., VI/387.
Fahruddin
Râzi, Mefatihu'l-Gayb, II, 531.XVI.102. Burada Fahnıddin Râ-zi‘ye ait
olmak üzere naklettiğimiz riba yasağı ile ilgili gerekçeler çok eskiden beri
bütün din adamları ve filozoflar tarafından tekrar tekrar ve değişik biçimlerde
ifade edilmiştir. Hikmet konusunda bk. Uludağ, Süleyman, İslam'da Emir ve
Yasakların Hikmetleri, Ankara, 1988; Şah Veliyul-lah, Huccetullahil-Bâlif’a,
Kahire, ts. 646.
Elmalı,
Hak Dini Kur’an Dili, 1/956.
Aristo:
“Parada bizatihi nema, üreme, artma ve çoğalma yoktur. O ne ziraî bitkiler gibi
ürün verir ne de hayvanlar gibi yavrular. O hâlde paraya ödenen faiz
karşılıksızdır ve bunun için de faizden sağlanan kazanç gayri tabiîdir” derken,
aynı şeyi söylemiş olmaktadır. Altın ve gümüş (para) semen olarak
yaratılmıştır, diyen fıkıhçılar, Aristo’nun bu görüşünü kabul etmişlerdir.
Gazalî’ye göre de mesele böyiedir. İhya, 1V/88. Yani bunlar sermaye ve
servetin namî (prodiktif) olduğunu kabul etmemektedirler.
bk.
Haşr, 59/7.
bk. Maide, 5/12; Hadîd, 57/18; Tegabün, 64/17; Bakara,
2/245; Müzem-mil, 73/20.
bk. İbn Mâce, Sadakat, 19. Karzın sadakadan daha sevap
olduğu inancı Yahudilikte ve Hnstiyanlıkta da vardır.
Bakara,
2/195.
Ai-i
imran,3/92.
Maide
5/2.
Nahl,
16/90.
Kasas,
28/77.
Rahman,
55/60.
er-Ragib,
el-Müfredât, 119.
a.g.e.
,499.
Maide,
5/48; Bakara, 2/148; Enbiya, 21/90.
Şah
Veliyyulllah Dihlevî, Huccetullahi'l-Baliğa, s. 647.
bk.
Serahsî, el-Mebsut, XII/108, 109.
Fahruddin
Razî, 11/534.
Fahruddin
Razî, 11/531.
Elmalıh,
Hak Dini, 1/968.
bk. Taberî, Camiu’l-Beyan, 111/104.
bk.
EriVer İkbal Kureşî, Faiz Nazriyesi ve İslam, trc. Salih Tuğ, İstanbul
1966, s. 21,’
bk.
Bakara, 2/275
bk.
Buharî, Buyû, 14, İman, 35; Müslim, Müsakât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Ebu
Davud, Buyû, 3;Tirmizî, Buyû, 1; Nesaî, Eşrihe, 5.
Tirmizî,
Libas, 6; İbn Mâce, Et’ime, 6.
bk.
M. Hamdi Yazır, Hak Dini, 1/953.
Al-i
İmran, 3/140.
Bakara,
2/275.
İzmirli., Usul-ı Fıkıh Dersleri, İstanbul,1329, s. 60.
Ülken,
H. Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1966, 1/116; Ali
Suavi, Ulum Gazetesi, 1286, s. 266-267.
Fazlur
Rahman, ed-Dirasatu’l-İslamiyye Dergisi, Cild I, Cüz. I, Karaşi, 1965,5/38.
bk.
Cezirî, el-Fıkh ale’l-Mezahihi’l-Erhaa, Mısır, 1/247.
Gülten
Kazgan, İktisadî Düşünce, 40.
Fahruddin
Razî, Mefatihu’l-Gayb, 11/534.
bk.
Neumark, İktisadî Düşünce Tarihi, İstanbul, 1943,1/336. Ayrıca bk.
Ergin, Feridun, Para ve Faiz. Teorileri, İstanbul, 1983, Kureşî, s. 22.
Modern
iktisattaki iktisat âmilleri umumiyetle İslam açısından da muteber görülmüştür
bk. Sıddıkî, İslam Ekonomi Düşüncesi, İstanbul, 1984, s. 169.
İslam’da
toprağın ortakçıya veya kiraya verilmesini caiz görmeyenlerin kanaatlerini
fizyokratların bu görüşüyle mukayese etmek lâzımdır. Mev-dudî’nin toprağın
icara ve tarlanın kiraya verilmesini riba sayıp, reddetmesi dikkate değer, bk. er-Riba,
13.
Neumark,
a.g.e. , 1/16,17.
Neumark,
a.g.e., 1/343.
Mevdudî
arazinin icare verilmesini kabul etmez. er-Riha,
13.
Neumark,
1/326.
Zeme.
H. Faruk, Faiz. Tarihi ve Islâm, İstanbul, 1968.
bk. Türk Ansiklopedisi, faiz maddesi, XVI/87.
bk. aynı yer.
bk. aynı yer. Ana Britanica, faiz, murabaha, esham,
tefecilik maddeleri.
bk. Türk Ansiklopedisi, XVI/87.
Ansay,
Sabri Şakir, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, Ankara, 1958, s. 120.
Neumark,
F., İktisadi düşünce tarihi, İstanbul, 1943, 1,
21.
bk. Türk Ansiklopedisi, XVl/87.
bk. Meydan Larousse, faiz maddesi.
Ansay,
Sabri Şakir, Hukuk Tarihinde Islâm hukuku, 120.
Neumark,
a.g.e., 1/335.
Aristo,
Politika, İstanbul, 1983, s.24. Hanri, Deniş, Ekonomik Doktrinler
Tarüi, (çev. Atilla Tokatlı) İstanbul, 1973,1/56. Yunanca’da faiz mânasına gelen “tokos” kelimesi
çocuk, filiz ve bir de paradan sağlanan para manasına gelir.
Aristo’nun
bu fikirleri, ribanın haramlığını akıl ve mantık yönünden ispat etmeye çalışan
müslüman müelliflerin nazariyelerine esas teşkil etmiş umumiyetle İslâm
âlimleri bu fikirleri izah ve tekrar etmekten başka bir şey yapmamışlardır.
Meselâ, bk. Gazalî, Ihyâ, 1V/99; İbn Haldun, Mukaddime, trc.
II/901, 1271, İstanbul, 1983, s. 24.
bk.
Meydan Larousse, faiz maddesi; Harûfe, Alâuddin, er-Riha ve’l Raide, Bağdat,
1962, s. 49.
Hezekiel,
18, 12, 13,8.
Çıkış,
22/25, Mezmurlar, 15/5.
Leviler,
25/35.
Tesniye,
23/19.
Tesniye,
23620.
Nehemya,
5/11.
Nehemya,
5/11.
Nehemya,
5/13.
Hezekiel,
12, 13, 17, 18.
Meydan
Larousse, faiz maddesi.
bk.
el-Bûstanî, Dairetii’l-Maarif VIII/513.
Neümark,
a.g.e., 1/21.
Bûstanî,
Kitabu’d-Dâireti'l-Maarif Beyrut, 1984, VIII/513. Hüseyin Tev-fik Rıza, er-Riba
fiŞeriati’l-lslâm, Kahire, ts.,s. 22. Ayrıca bk. Dictionary
ofthe Bible, Debt ve Usury maddeleri, 1/579, IV/841. Aşur, er-Riba
inde'l-Yehud, Kahire, 1972.
bk.
Hüseyin Tevfik Rıza, a.g.e., 23.
bk.
22/12.
bk.
Meydan Lamusse, faiz maddesi, el-Bûstanî, VIII/513.
İncil,
Luka, 6/34.
bk.
el-Bûstanî, VIII/509.
Meydan Larounse,
faiz maddesi.
Neumark,
a.g.e., 1/40; J. W. Mc. Connel, Büyük
İktisatçıların Temel Doktrinleri, trc. İstanbul, 1949, s. 104.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar