Print Friendly and PDF

YİRMİ BEŞİNCİ SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


 

ÜÇ YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Beşinci Tevekkül Hakkındadır; Kendisini kabul eden­lerin azlığı ve insanların idrakteki kusurları nedeniyle bu tevekkülü muhakkiklerden herhangi birisi açıkla­mamıştır.

Tevekkül sebepleri ispatlar Kilitleri ve kapıları açar

En geniş hayrı bizatihi cömertçe sunar

Düşmanları ve sevgilileri yaklaştırır                                            ,

Zayıf nefse nasihat verir

Der ki, ‘ilahını birle, rableri bırak’                s

Ben onun halifesiyinı, vekil edin onu İzimi takip eden isabet eder

Ben onun rahmeti o benim vesilem Nispetleri koruyan kurtulmuş

Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’143 Allah Teâlâ kendisini sa­dece kendisine özgü bir nitelikle niteleyerek şöyle demiştir: ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir.’144 Allah Teâlâ gecenin son üçte birlik bölü­münde, yakın göğe inişinde bizimle beraberdir. Her nerede olursak olalım, O bizimle beraberdir. Bununla birlikte O bizimle birlikte iken Arş’a istiva etmiştir, Amâ’dadır, yerde ve göktedir, insana şah dama­rından yakındır. Bütün bunlar ile sadece Allah Teâlâ nitelenebilir. Allah Teâlâ bir kulunu bir mekândan başka bir mekâna kendisini görmek üzere değil, görmediği ayetlerini göstermek üzere taşımıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ku­lunu geceleyin Mescid-i haram’dan etrafım mübarek kıldığımız Mescid-i aksa’ya taşıyan Allah Teâlâ münezzehtir.’145 Aynı şekilde Allah Teâlâ kulunu hallerinde taşır ve ona kendi ayetlerini gösterir. Böylece kulu hallerinde taşır. Bu taşımaya misal olarak ‘Benim için yeryüzü düzlendi, onun doğularını ve batılarını gördüm, ümmetimin mülkü bana düzleştirilen yerlere ula­şacaktır’ hadisini verebiliriz. Allah Teâlâ Hz. İbrahim’den aktarırken şöyle der: ‘Müminlerden olsun diye, İbrahim’e yer ve göklerin melekûtuııu gös­terdik.’146 İşte bu (ayette zikredilen) yakînin ta kendisidir, çünkü yakîn, görmekten meydana gelir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, bir mekâna tahsis et­tiği ve özel bir nitelik yönünden kendisini gösteren ayetlerini göster­mek üzere, kulunu bir mekândan başka bir mekâna taşır. Allah Teâlâ’dan bu mekânda ancak o ayet bilinir. Bu durum, ‘Kulunu geceleyin Mescid-i ha­ram’dan etrafım mübarek kıldığımız Mescid-i aksa’ya taşıyan Allah Teâlâ münez­zehtir147 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem isra’yı anlatan (kutsi) bir hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Ben kulumu kendisine ayederi göster­mek üzere yolculuk ettirdim, yoksa yolculuk bana gelmesi için değildi. Çünkü beni herhangi bir yer sığdıramaz. Mekânların benimle ilişkisi birdir. Ben mümin kulumun sığdırdığı kimseyim. Nasıl olur da onu kendime yürütürüm ki? Ben her nerede olursa olsun kulumla birlikte­yim ve onun katındayım.’

Allah Teâlâ kulu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ayetlerinden dilediklerini gös­termek isteyince, Cebrail’i ona gönderdi. Ruhu’l-emin Cebrail, ‘burak’ denilen bir hayvanla peygambere gelmiştir. Burak’ın getirilmesiyle Allah Teâlâ sebepleri ispadamış ve güçlendirmiştir ki, sebepler hakkındaki bil­giyi zevk yoluyla peygambere göstersin! Nitekim Allah Teâlâ âleme yerleş­tirdiği sebeplerin sabit olduğunu bize öğretmek üzere melekler için kanatlar yaratmıştır. Burak, berzahî (ara âlem) bir hayvandır, çünkü o, iki farklı cinsten doğan katırdan küçük ve bir cinsten doğan eşekten daha büyük bir hayvandır. Burak iki farklı cinsten doğan ile bir cinsten doğanın özelliğini kendinde birleştirmiştir. Bunun nedenini sadece halk ve emir âleminin Allah Teâlâ’dan niçin sudur ettiğini bilen Allah Teâlâ ehli bi­lir. Bu hikmet, doğal cisimlerin ve üzerindeki cisimlerin sudurunda da bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona binmiş, Cebrail de onu almıştır. Burak peygamberler için yolculuk atı gibiydi ve Cebrail onu peygamberlere getirir. Böylece zahirde ve batında Allah Teâlâ’ya ancak -başkasına ait bir şey üzerinde değilkendinden olan bir vasıta üzerinde yükselebileceğine dikkat çekmiştir. Bu durum, işlerin bağlamlarını bilmeyen için bir uya­rı ve teşriftir. Bununla birlikte söylediğimiz üzere gerçekte öğretme amacı taşır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Beyt-i makdis’e gelmiş, burak’tan inerek -ki bütün bunlar sebepleri gösterme amacı taşıronu nebilerin daha önce kendi­sini bağladığı halkayla bağlamış; çünkü Allah Teâlâ, her peygamberi burak’a bindirerek yolculuk yaptırtmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu bu halkaya bağ­ladı, bunun nedeni böyle emir almış olmasıydı. Halkanın aşağısında bağlaması emredilmiş olsaydı, o emre uyardı. Fakat Allah Teâlâ’nın ‘canlı/dabbe’ diye isimlendirdiği varlıkta âdetinin hükmünü baki kılmak üzere, onu bundan alıkoymuştur. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Burak’ı ‘güneş’ diye isimlendirdi. Bu, binilen hayvanların özelliklerinden biri­dir ve o aynı zamanda burnuyla Mekke’ye giden kafiledeki arkadaşının kendisiyle abdest aldığı bardağı değiştirmişti. Böylece Burak’ı bilme özelliğiyle de nitelemiştir. Bu özellik bardağın değiştirilmesini gerek­tirmiştir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılarken, Cebrail Burak ile yanına gelerek peygamberi bindirmiş, yanında Cebrail var iken Burak kanadanmış, havayı yararak geçmiş, susamış ve bir şey içmek ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Cebrail iki kap uzatmış: Birincide süt, diğerinde şarap vardı. Bu durum şarabın haram kılınmasından ön­ceydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sütü tercih etmiş. Bunun üzerine Cebrail ‘Fıtratı seçtin ve Allah Teâlâ da senin vasıtanla ümmetine doğruluğu gösterir’ demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de rüyasında gördüğü sütü bilgi şeklinde tevil etmiştir. İmam Buhari es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu ak­tarır: ‘Rüyamda bana bir süt bardağı verildiğini gördüm. Tırnaklarım­dan taştığını görene kadar, ondan içtim, kalanını Ömer’e verdim.’ Sa­habe ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi onu nasıl tevil ettin?’ diye sorduklarında, şöyle buyurdu: ‘Bilgidir.’

Yakın göğe ulaştığında, Cebrail kapıyı açmak istedi. Bekçi ‘Kim o?’ diye sorunca ‘Cebrail’ diye cevap verdi. Bekçi melek bu kez ‘Yanın­da kim var?’ diye sordu. Cebrail ‘Muhammed (s.a.v.) vardır.’ dedi. Bekçi melek ‘Ona peygamberlik görevi verilmiş midir?’ diye sordu. Cebrail ‘Evet’ diye cevap verince, (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in anlatımıyla) ‘Bu­nun üzerine içeri girdik. Karşımızda Âdem vardı. Sağında oğulların­dan cennetlik muduların bir kısmı, solunda cehennemi dolduracak ev­latlarından bedbaht bir grup bulunmaktaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini Âdem’in sağındaki mudular arasında görerek Allah Teâlâ’ya şükretmiş, insamn aynı şahıs iken bir anda iki yerde nasıl bulunduğunu anlamıştı. Di­ğer yerdeki suret kendisi için adeta aynadaki suret gibiydi. Oradaki suretler ise aynada ve aynalarda görülen suretler gibiydi.

Âdem kendisine şöyle demiş: ‘Merhaba! Ey salih evlat, ey salih nebi!’ Sonra Burak kendisini yükseltmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birinci gök ile ikinci gök arasındaki fezada veya göklerin yüksekliğinde taşınmak­taydı. Cebrail birincide yaptığı gibi ikinci kat göğün kapısını çalmış, bekçi melek ‘kim o?’ diye sormuş, Cebrail ilkinde söylediklerini söyle­miş. İçeri girdiklerinde Hz. İsa bizzat bedeniyle oradaydı -çünkü Hz. İsa henüz ölmemiştir, Allah Teâlâ kendisini bu göğe yükseltmiş, oraya sağ­lamca yerleştirmiştir. Hz. İsa eli altında bulunduğumuz ilk şeyhimizdir ve onun bizim üzerimizde büyük bir inayeti vardır, bir an bile bizi göz ardı etmez. Allah Teâlâ’nın izniyle, onun inme vaktine yetişmeyi umut ede­rim. Hz. İsa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Hoş geldin, merhaba’ demiş. Sonra üçüncü göğe gelmişler. Cebrail kapının açılmasını istemiş, orada da kendisine daha önceki göklerde sorulan sorulmuş. Kapı açılınca Yusuf peygamberi görmüşler. Hz. Yusuf Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e selam vermiş ‘merhaba ve hoş geldin’ diyerek kendisini karşılamış. Bütün bu merha­lede Cebrail kendisini gören bu şahıslara Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in adını vere­rek tanıtıyordu; Dördüncü kata yükseltilmiş, Cebrail kapıyı çalmış, aralarında malum konuşma geçmiş ve sonra kapı açılmış. Orada İdris peygamber bedeniyle bulunmaktaydı, çünkü Hz. İdris de şu ana kadar ölmemiş, Allah Teâlâ kendisini yüksek bir yere yükseltmiştir; kastedilen gök­lerin kalbi ve kutbu sayılan dördüncü kattır. İdris’e selam vermiş, o da kendisini ‘merhaba, hoş geldin’ diyerek karşılamış. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem beşinci kata yükseltilmiş. Cebrail kapıyı çalmış, kapının bekçi­siyle aralarında daha öncekilerdeki gibi bir konuşma geçmiş, kapı açıl­mış, içeri girdiklerinde beşinci katta Harun ve Yahya bulunmaktaydı. O ikisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e selam vermiş, ‘merhaba ve hoş geldin’ demiş­ler. Sonra altıncı kata yükseltilmiştir. Cebrail kapının açılmasını iste­miş, bekçiyle aralarında konuşma geçmiş, kapı açılmış ve içeri girmiş­ler. içeride Hz. Musa vardı. Hz. Musa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e selam vermiş ‘merhaba, hoş geldin’ diyerek kendisini karşılamış. Sonra yedinci kata yükseltilmiş. Cebrail kapıyı çalmış, bekçiyle aralarında konuşma geçtik­ten sonra kapı açılmış ve içeri girmişler, içeride sırtını Beyt-i mamur’a dayamış bir halde oturan Allah Teâlâ’nın dostu İbrahim peygamberle karşı­laşmışlar. Hz. İbrahim kendisine selam vermiş, ‘hoş geldin ve merha­ba’ diyerek onu karşılamış. Beyt-i mamur ve Darah’ın adını söylemiş ve onları tanıtmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona bakmış ve iki rekât namaz kılmış. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize her gün yetmiş bin meleğin onun bir kapı­sından girip ötekinden çıktıklarını bildirmiştir. Giriş yıldızların doğdu­ğu kapısındanken çıkış battıkları kapıdan gerçekleşir. Hz. İbrahim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bu melekleri Allah Teâlâ’nın her gün ab-ı hayatın damlalarından yarattığını söylemiştir. Bu damlalar, bir kuşun kanatlarını çırpması gi­bi, ab-ı hayat nehrine girip çıktıktan sonra kanadarını çırpan Cebrail’in kanatlarından dökülür. Cebrail her gün o nehre bir kez dalar. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Sidre-i münteha’ya yükseltilmiştir. Onun kirazları bü­yük, yaprakları fil kulağına benziyordu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın nuru­nu Sidre ağacına yaymış olduğunu görmüştür. Öyle ki, herhangi bir insanın onu tavsifine imkânı yoktu, çünkü göz, nuru nedeniyle kendi­sini idrak edemez.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu ağacın köklerinden dört nehrin çıktığını gör­müştür: İkisi zahiri nehir, ikisi batini nehirdir. Cebrail kendisine bu iki zahiri nehrin Nil ve Fırat, batini iki nehrin ise Cennete akan iki nehir olduğunu bildirmiştir. Zahiri iki nehir olan Nil ve Fırat ise Cebrail’in bildirdiğine göre kıyamet günü cennete döneceklerdir. Bu ikisi bal ve süt nehirleridir. Cennette dört nehir olacaktır: Birincisi saf sudan olan nehir, İkincisi tadı değişmeyen süt nehri, üçüncüsü içenlere haz veren şarap nehri, dördüncüsü saf bal nehridir. Bu nehirler mensuplarına kendilerinden içtiklerinde türlü ilimler verir. Zevk sahipleri dünya ha­yatında onları tanır. Bu konuda yazdığımız küçük bir kitapçığımız vardır ki zikrettiğimiz husus oradan bakılabilir.

Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Âdemoğullarınm amellerinin bu Sidre’ye ulaştığını, onun ruhların yerleşim yeri olduğunu bildirmiştir. Sidre üzerindeki şeylerin kendisine kadar indiği son yer iken aşağısındaki şeylerin yükselişinin bitim yeridir. Cebrail’in makamı ve oturağı ora­dadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Burak’tan inmiş ve bu kez kendisine Refref ge­tirilmiştir. Refref bildiğimiz oturağa benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine oturmuş, Cebrail kendisini Refref i indiren meleğe teslim etmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem artık kendisine aşina olduğu için eşlik etmesini Cebrail’den isteyince şöyle demiş: ‘Bir adım daha atarsam yanarım, içimizden her birinin belli bir makamı vardır. Allah Teâlâ’nın seni yolculuğa çıkartmasının yegâne nedeni, sana ayetlerini gösterme iradesidir. Gafil kalmayasın!’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e veda etmiş, o melekle birlikte Refref in üzerine binerek ayrılmışlar.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Sidre’den Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkında icra edece­ği şeyleri levhalara yazan kalem’in ve kalemlerin cızırtısını duyabileceği bir yere ve mertebeye kadar yükselmiştir. Bunun yanı sıra meleklerin kulların amellerini kayda geçerken kullandıkları kalemlerin seslerini de duymuştu. Her bir kalem bir melekti. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin yaptıklarınızı yazacağız.’14* Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nura batırılmış ve bunun ardından yanındaki melek kendisini yalnız bırakarak gerisinde kalmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yanındaki meleği göremeyince korkmuş, ne yapacağını bilemez bir halde kalmış, -tıpkı bir sarhoşluk hali gibibu nur içinde kendinden geçmiş, vecde kapılmış, sağa ve sola doğru yö­nelmeye başlamış, içinde bulunduğu durum kendisini ürkütmüştü. Bunun nedeni kalemlerin levhalardaki yazım seslerini ve cızırtılarını duymasıydı. Kalemler sesleriyle tatlı nağmeler çıkartmakta, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i belirttiğimiz şekilde vecd haline sokmaktaydı. Böylelikle bu hal vasıtasıyla güçlenmiş, Allah Teâlâ kendisine içine bir bilgi vermiş, bu bil­giyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem daha önce vahiyden bilmediği şeyleri yönünü bilmediği bir yönden öğrenmişti.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (bu bilgiyle birlikte) Hakkın huzuruna girmek üzere izin talep etmiş, Hz. Ebu Bekir’in sesine benzeyen bir ses duy­muş, ses kendisine şöyle demekteydi: ‘Ey Muhammed! Dur! Rabbin namaz kılmaktadır.’ Bu hitap dikkatini çekmiş ve içinden şöyle demiş: ‘Rabbim namaz kılar mı (salât)?’ Bu hitap nedeniyle içinden böyle bir şaşırma meydana gelip Ebu Bekir’in sesiyle de ünsiyet bulunca, kendi­sine şu ayet okunmuş: ‘O ve melekleri size ‘salât’ eder.’149 Böylelikle ‘Hakkın salâtı’ derken neyin kastedildiğini anlamıştır.

Allah Teâlâ ‘Sizin için fariğ kalacağız150 ayetinde belirtildiği gibi ‘namazı’ bitirmiştir. Bununla birlikte herhangi bir iş Allah Teâlâ’yı başka bir işten alıkoyamaz. Fakat âlemdeki sınıfların yaratılması için belli zaman­lar ve mekânlar vardır; O’nun bilgisi ve meşiyeti böyle takdir ettiği için, Allah Teâlâ söz konusu mekân ve zamanları aşmaz. Allah Teâlâ bu duruş es­nasında kendisine vahyedeceği şeyleri vahyetmiş ve sonra içeri girme­sini emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem içeri girince daha önce bildiği şeyin aynısını görmüş, inancının sureti başkalaşmamıştı. Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği işler arasında ümmetine bir gün ve gece içinde elli rekât namaz da bulunmaktaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem aşağı inmiş, Hz. Musa’nın yanına gelmiş. Hz. Musa kendisine ne söylendiğini sorunca, farz kılı­nan hususları bildirmiş ve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ ümmetime her gün ve gecede elli rekât namazı farz kıldı.’ Bunun üzerine Hz. Musa şöyle demiş: ‘Ey Muhammed! Bu işte senden önce görevlendirilmiş­tim, tecrübeyle öğrendim. Ümmetim beni bu hususta yordu. Sana tav­siyem şudur ki, ümmetin buna güç yetiremez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu tav­siye üzerine Rabbine müracaat ederek hafifletme talep etmiş, Rabbi namazın sayısını on rekât hafifletmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu Hz. Musa’ya bildirince, şöyle demiş: ‘Rabbine dön ve namazı hafifletsin!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dönmüş, on rekât daha hafifletilmiş. Duru­mu Hz. Musa’ya bildirmiş ve Musa yine ‘Rabbine dön’ demiş, Allah Teâlâ on rekât daha hafifletmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu Hz. Musa’ya söyleyin­ce Hz. Musa ‘Rabbine dön’ demiş, bu kez on rekât daha hafifletilmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu da Hz. Musa’ya bildirince Musa kendisine yine ‘Rabbine dön’ demiş. Bunun üzerine Rabbi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş: ‘Namaz beş vakittir ve elli vakte bedeldir. Benim katımda söz değişmez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu Hz. Musa’ya bildirince Hz. Musa yine ‘Rabbine dön’ demiş. Bu kez Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Artık Rabbimden hayâ ederim, bana şöyle şöyle buyurdu’ diye karşılık vermiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Musa’ya veda ederek yanından ayrılmış, fecrin doğumundan önce yeryüzüne inmiş, Hacer’e inmiş, tavaf yapmış ve evine gitmiştir.

Sabahleyin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olanı biteni insanlara anlatmış; kendi­sine iman edenler onu doğrularken inkâr edenler yalancı ilan etmiş, kuşkudakiler ise tereddütte kalmıştır. Sonra onlara kafilenin ve kafile içinde temizlik yapan şahsın durumunu bildirmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi kafile ulaştığında, adama sormuşlar ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi ibriğin değiştiğini söylemiş. Orada bulunup Beyt-i makdis’i görmüş bir yalancı, Beyt-i makdis’i tavsif etmesini istemiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise sadece yürüdüğü yeri ve namaz kıldığı yeri gör­müştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bakabilmesi için Beyt-i makdis’i yükseltmiş, Peygamber de orada bulunanlara Beyt-i makdis’i nitelemeye başlamış, kimse onun bu konuda söylediklerini inkâr et­memişti. İsra yolculuğu ruh ile gerçekleşmiş ve uyuyan bir insanın uy­kusunda gördüğü rüya olsaydı, kimse onu inkâr etmez ve kendisiyle tartışmazdı. İnkârın yegâne nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in isra yolculuğu­nun bütün bu mekânlarda bedenle gerçekleştiğini bildirmiş olmasıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in otuz dört isra yolculuğu vardır ki, bunların sadece birisi bedeniyle gerçekleşmiş, diğerleri rüya şeklinde ruhen gerçekleş­mişti. Velilere gelirsek, onların ruhanî-berzahi (hayalî) isra yolculukları vardır. Bu yolculuklarda onlar, duyulur (mahsus) suretlerde hayal için bedenlenmiş manaları müşahede ederler ve suretlerin içerdiği manalara göre ilimler verilir. Onlar yeryüzünde ve gökte isra yolculukları yapar­lar. Bununla birlikte onlar göğe bedenleriyle ayak basmazlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bedeniyle isra yapmış olmak ve gökleri ve felelderi bedeniyle geçmesi nedeniyle cemaatten farklılaşır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mesafeleri gerçek ve bedenli bir şekilde kat eder. Bütün bunlar onun varisleri için göklerde ve onların üzerindeki mertebeler için -bedenle değilmanevi olarak gerçekleşir.

Şimdi Allah Teâlâ ehlinin isra yolculuklarında bilhassa Allah Teâlâ’nın bana gösterdiklerini zikredelim. Çünkü onların isra yolculukları farklı farklı­dır. Onların yolculukları bedenle yapılan isranın aksine bedenlenmiş anlamlardan ibarettir. Başka bir ifadeyle velilerin miraç yolculukları, ruhların miraçları, kalplerin görmesi, berzahî suretler ve bedenlenmiş

manalardan ibarettir. Bu konuda müşahede ettiğimi el-lsra tertibü’r-rıhle kitabında yazdım:

Görmez misin ki kulunu geceleyin yürütür En yakın harem'den en uzak Mescide

Yedi kat göğe yükseldi oradan sonra oradan Mele-i a’la ile mamur evini ziyarete

Yüce Sidre’ye ve korunmuş kürsü’ye En yüce Arş’ınaeıı nezih istiva yerine

Vechitı perdelerine, kendilerini açtığında Ama bulutuna en geniş mertebede

O emre tedelli etmişti, yaklaşınca

Allah Teâlâ’ya yaklaşarak yayın iki ucu kadar belki daha yakın

Varlıkların gözleri uzaktı O’ndan En temiz kaynakla suladığı şeyi görüyordu

Ünsiyet amacıyla en yakın dostu seslendi ona ‘Dur’ dendi, Arş sahibi namaz kılıyor

Bu hitap sıktı onu ve sordu:

ilahım da namaz kılar mı? Böyle bir haber okunmadı bana?

Bilgi perdesi kalbinin gözüne perde oldu Gayblerde kendisine vahyini vahyetti

Yaratıkların kadrini takdir edemeyeceği şeyleri gördü Rahman kendisini sağlam iple destekledi

Rabbinin vechine yöneldi

Rahman en güzel nazargahı ikram etti ona                     .

Bunu kabul eden kimse kalbi müşahede etmiş demektir Hira dağında, daha önceki tecelligahta

Allah Teâlâ peygamberin varislerinden ve velilerinden diledikleri­nin ruhlarım kendilerine ayetlerini göstermek üzere isra ettirdiğinde, bu yolculuk bilginin artmasını ve anlayış gözünün açılmasını sağlar. Bu bağlamda onlarm yolculukları farklı farklıdır. Bir kısmı Allah Teâlâ’ta isra eder ki bu onlarm terkiplerinin çözülmesi demektir. Bu yolculukta Allah Teâlâ, basit ve bileşik âlemin sınıflarına göre, uğradıkları her âlemden o âleme uygun şeylere yolculuk etmelerini sağlar. Bir veli bu isra esna­sında, her âleme uygun olan özelliği kendi zatından o âleme bırakır (tahlil miracı). Bırakma Allah Teâlâ’nın kendisiyle o âlem türüne bıraktığı özellik araşma perde çekmesiyle gerçekleşir. Artık veli o âleme (ait özelliği) göremez ve geride kalan âlemleri müşahedeyi sürdürür. Öyle ki, en sonunda Allah Teâlâ’dan kendisine dönük özel yönden ibaret olan ‘ilahi sır’ geride kalır. Sadece bu yön geride kalınca, örtü perdesi kalkar ve her şey kendisine uygun âlemin karşısında kaldığı gibi söz konusu sır da Allah Teâlâ’nın karşısında kalır. Veli bu yolculukta ‘O’dur ve O olmayandır (hüve la-hüve)’ diye baki kalır. ‘O ve O olmayan’ diye baki kalınca, ‘O olmayan’ olması yönünden değil, ‘O oluşu’ yönünden manevi-latif bir yolculukla bu kez kendisinde isra ettirir. Çünkü veli, asıl itibarıyla âle­min, âlem de Allah Teâlâ’nın suretindeydi. Öyleyse velinin bütünü O (olması) cihetinden Allah Teâlâ’nın suretindeydi, çünkü âlem Hakkın ve insan âlemin suretindedir. O halde insan Hakkın suretindedir. Birbirine denk iki şey müsavi olan, o ikisinden her birine müsavidir: Her A, B ve her B, C ise, bu durumda her A aynı zamanda C’dir. Burada B oluşu yönüyle değil, A oluşu yönüyle C kendisine bakmalıdır. İnsan da -âlemin sure­tinde olması yönüyle değilHakkın suretinde oluşu yönüyle kendisine bakmalıdır. Bununla birlikte âlem Hakkın suretindedir.

Sıralama ve tertip varlığın bulunduğu duruma göre gerçekleşmiş­tir. Bu nedenle insan bedeni âlemden geri kalmış, insan bedeni varlıkta son olaraK meydana gelmiş, yapısı itibarıyla âlemin suretinde ortaya çıkmıştır, insan kendinde var olana kadar âlem tam olarak Hakkın su­retinde değildi. Alem insan vasıtasıyla kemale ermiştir. Binaenaleyh in­san mertebe bakımından ilk varlık bakımından sondur. İnsan mertebe­si ve rütbesi itibarıyla cisminden önce gelir. Âlem ise insan vasıtasıyla Hakkın suretindedir. Hâlbuki insan âlem olmaksızın da Hakkın sure­tindedir. Âlem insan olmadan tam olarak Hakkın suretinde değildir. Bir şey için bütün yönlerden öteki olana kadar ‘falan şeyin suretindedir’ denilemez. Fakat daha önce söylendiği üzere; C, B’dir ve B, A’dır, dolayısıyla C, A’dır dediğimiz gibi, bir şey ötekidir denilebilir. Bunun­la birlikte her bir şey bir özelliğiyle ötekinden ayrılır. Bu özellik A’nın A, B’nin B ve C’nin C olmasıdır. Hakk, Hakk; insan, insan; âlem, âlem­dir! Bu durum denklik meselesiyle açıklanmıştır: Varlıkların birbirin­den ayrışmasını sağlayan bir hakikat olmasaydı, bir şey ötekine denktir denilemez, ‘onun aynıdır’ denilirdi. Daha önce iki şeyin var olduğuna işaret etmiştik ve böylelikle temyiz ve ayrışma gerçekleşmiştir.

Öyleyse bir ayrımın bulunduğunun bilinmesi zorunludur. Ayrım olmasaydı bir’de çokluk bulunmaz, bir’in kendi mutlak birliğinden başka bir şey olmazdı. Söz konusu birlik sayesinde bir şey için ‘öteki­nin aynı değildir’ diye hüküm veririz. Bir şey hakkında ‘ötekinin aynı­dır’ diye hüküm verdiğimiz yön, çokluğun birliğidir. Çünkü bir şey A’ya B ve C denilmesi itibarıyla çoktur. Sonra delil yerleştirmek üzere şöyle denilir: ‘Bütün bunlar odur.’ Burada işaret yapılır ve çoğalma meydana gelir. Zamir ise tekrarlanır. Böylece birlenir, vasledilir ve ay­rım yapılır (fasıl). Öyleyse fasıl akıllı insan için valsın kendindedir.

‘Başka’ söylediğimiz hususu öğrenip kendisinin âlemin suretinde değil de Hakkın suretinde olduğunu bilirse, Hakk kendisindeki ayetlerini ona göstermek üzere, isimlerinde onu yolculuk yaptırtır (isra). Bu­radan her ilahi isimle isimlendirilenin kendisi olduğunu anlar. Bu is­min ‘güzel’ diye nitelenip nitelenmemesi birdir. Hakk bu isimler vasıta­sıyla kullarında zuhur eder ve kul da bu isimler nedeniyle hallerinde halden Hakk ve renkten renge girer (telvin). Öyleyse isimler Hakta ‘isimler’ olarak bulunurken bizde ‘renklenmeler’ şeklinde tezahür eder. Bunlar, Hakkın kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nlerden (işler) ibaret­tir. Öyleyse Hakk bizde bizimle tasarruf ederken biz de O’nda ve O’nunla zuhur ederiz. Bu nedenle şu beyideri söyledik:

O’na dair delilim; halden Hakk girmem Senden bu delil yeter bana

Hakikatten istemedim Beni sana çağırandan

Çünkü bilmiyorum onu ben O hakikat de bilmez beni

Ögretseydi bana onu Varlığımı ayırmazdım

Biz ve onlar demezdi:                                      -

Hidayet edecek bana, hayat verecek

Onlar da dedi, biz de dedik Yardım et ona ve bana

Onu fani kılarım baki kılar beni Fani kılar beni ve baki kılar

Razı ederim kendisini ve metheder beni Gazap ederim ben, beni de hicveder kendisi

Allah Teâlâ bir veliyi güzel isimlerinde diğer isimlere kadar isra yolculuğuna çıkartır. Bütün ilahi isimler, insanın hallerindeki başka­laşmaların bilgisi ve bütün âlemin halleridir. Bizde o isimleri meydana getiren şey bu başkalaşmanın ta kendisidir. Nitekim hallerin başkalaş­masının isimlerin hükümleri olduğunu da anlamıştık. Öyleyse kendi­sinden ayrıldığım halin adıyla ulaştığın hal benim ismimdir ve o isim vasıtasıyla halim değiştiği gibi yine onun vasıtasıyla başkalaşırım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem er-Rauf ve er-Rahim ismiyle ‘müminlere karşı rauf ve ra­himdi.’ El-Mümin ismi nedeniyle mümin, el-Müheymin ismiyle müheymindi. Böylece Allah Teâlâ bizi birbirimize ve kendimize karşı şahit yapmıştır. Es-Sabur ve eş-Şekûr ismiyle de denizde rüzgârla yürüyen yelkenlileri bir ayet yapmıştır. Bunlar ‘Her sabreden için’151 ayettir. De­nizde korkutucu ve ürkütücü şeylerin bulunması nedeniyle böyle de­nilmiştir. ‘Şükreden.’152 Bunun nedeni, hızla maksada ulaşmakla gerçek­leşen sevinme ve nimettir. Bu hali kendimden tecrübeyle öğrenmiştim. Şiddedi bir rüzgârla günün kuşluk vaktinden gün batımına kadar olan sürede yirmi günlük yolu dağlar gibi dalgalar içinde aştık. Deniz müsa­it olsaydı ve rüzgâr ardımızdan gelseydi, daha kısa zamanda aşardık. Fakat Allah Teâlâ bize ‘sabreden ve şükredenlerin’ ayetlerini göstermek istemiştir.

Allah Teâlâ kendisini hangi isimle isimlendirmişse, bizi de o isimle isim­lendirmiştir. O isim vasıtasıyla hallerimizde halden Hakk gireriz, onunla başkalaşırız. Bu ayederi bilen kimse, hiç kuşkusuz Hakkın isimlerinde ‘isra’ yaptırdığı ve ‘duyan’ ve ‘gören’ olması için ayetlerini gösterdiği kimsedir. ‘Duyan’ olmalıdır, çünkü Hakkın özel bir dille gerçekleşen haberlerini duyacaktır. Kastedilen Allah Teâlâ’nın kendisine nispet edilen ke­lamından ve genel dille indirdikleridir. Genelli dille söylenenler, her kim olursa olsun bütün âlemin konuştuklarıdır. Mesela Hakkın bize Yahudilerin sözlerinden aktardıklarını duyduğumuz gibi aynı sözleri bizzat Yahudilerden de duyarız; böylece genel ve özel dille anlatılanları duymuş oluruz ve Allah Teâlâ onlara konuşturduğu şeyleri bize anlatmıştır. Hakk onu konuşturmadan yaratılmış olan konuşamaz; Hakk konuştur­duğunda, konuşabilir. Bunu anlamalısın! Allah Teâlâ onlar vasıtasıyla o ko­nuşmayı kendinden aktarır.

Bir velinin isimlerdeki yolculuktan payı kemale erer ve her israda Allah Teâlâ’nın isimlerinin verdiği ayetleri öğrenirse, geriye döner ve zatı il­kinden farklı bir şekilde terkip edilir. Bu yeni terkibin gayesi, ayrışmay­la elde edemeyeceği bir bilgiyi öğrenmesini sağlamaktır. Bu durumda veli âlemin farklı sınıflarında yürüyüşünü sürdürür ve her âlemden on­da bıraktığı kısmı geri alır. Böylelikle zatının terkibi gerçekleşir. Dola­yısıyla yeryüzüne ininceye kadar farklı tavırlarda gözükür ve en sonun­da ailesine kavuşur. Kimse onun sırr’ında başından geçenleri bilemez. Konuştuğunda, insanların bildiğinden farklı bir dil duyarlar. ‘Bu du­rum nedir?’ diye içlerinden birisi sormaya kalksa, ona şöyle der: ‘Allah Teâlâ beni bir yolculuğa çıkarttı, bana dilediği ayetlerini gösterdi.’ Bunun üzerine dinleyen şöyle der: ‘Sen bizim yanımızdan ayrılmamıştın ki? Yalan söylüyorsun.’ İçlerinden bir fakih öyle der: ‘Bu adam nebilik id­dia etmektedir veya akıl hastalığına tutulmuştur. Dolayısıyla ya zındık­tır -ki böyleyse öldürülmelicürveya delirmiştir ve artık muhatabımız değildir.’ Böyle biriyle kavmi alay ederken başkaları onu dikkate alır, sözüne güvenir. Böylece âlemde onun üzerinde bir görüş ayrılığı orta­ya çıkar. Hâlbuki fakih ‘Onlara ufuklarda ve nefislerinde ayetlerimizi gös­tereceğiz153 ayetinden bihaberdir. Allah Teâlâ bu ayette belli bir grubu ayırmamıştır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın zikrettiğimiz bu yöntemle ayetlerinden birisini gösterdiği insan gördüğünü söylemeli, fakat yöntemi söylememelidir. Çünkü o doğru söylemektedir ve böyle bir durumda onun sözüne bakılmalıdır. Fakat yöntem hakkında iddiada bulunursa, sözü inkâr edilir.

Bilmelisin ki, âlem (yani diğer insanlar) ile bu yöntem ve nitelik sahibi veli arasındaki fark, ayederi görmek için yapılan isra yolculuğundadır. Alemde hallerdeki başkalaşma ve değişmeler de ayettir ve âlemdeki insanlar ayetlerin içindedirler, fakat farkında değillerdir. Bu sınıftaki insanlar, perdelilerden ancak Allah Teâlâ’nın sırlarına ilham ettiği ak­lıyla ve fikriyle düşünmek veya kalp aynasını temizlemek gibi hazırlanmakla farklılaşırlar. Bu sayede söz konusu ayeder onlara keşif, mü­şahede, zevk ve vecd yoluyla gözükür. Öyleyse âlem, bizzat kendisinin içinde ve üzerinde bulunduğu durumu inkâr eder. (İsra yapan veliler) Söz konusu şeylerin bilgisine ulaşmalarını sağlayan yöntemi zikretmeselerdi, kimse bu bilgilerini inkâr etmeyecekti. Bütün insanlar -ki kim­seyi istisna etmiyorumAllah Teâlâ’ya misaller verirler. Onlar bu hususta hemfikirdir ve kimse otelcini inkâr etmez. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya misaller vermeyin.’154 Hâlbuki insanlar bu ayetin farkında değiller­dir. Allah Teâlâ velileri ise Allah Teâlâ’ya misaller vermezler, çünkü misallerin bağ­lamlarını bildiği için onları insanlara veren bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bilir, biz bilmeyiz! Veli, Allah Teâlâ’nın verdiği misalleri müşahede ederek misal ile Allah Teâlâ’nın o misali kendisi için verdiği şeyin birleştirici özelliğini müşa­hedede görür. Misal birleştirici özellik yönünden onun aynıdır, fakat misal olması yönünden aynı değildir. O halde veli Allah Teâlâ’ya misaller vermez, aksine Allah Teâlâ’nın verdiği misalleri öğrenir. Bu misallere örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur, O’nun nuru­nun misali’ yani niteliği ‘İçinde lamba olan bir mişkattir. Misbah, zücace içindedir. O parlak bir incidir, mübarek bir ağaçtan tutuşur, ne doğuya ne batıya aittir, yağı ateş değmese: bile tutuşur, nur üstüne nurdur, Allah Teâlâ dile­diğini nuruna ulaştırır:155 Yani nuru benzettiği lambayla dilediği kulla­rını misale konu olan nuruna ulaştırır. ‘Allah Teâlâ insanlara misaller verir. Allah Teâlâ her şeyi bilendir:156 Bu herhangi bir lamba değil, belli bir lamba­dır.

Bu ayetten hareketle şöyle bir sonuca ulaşamayız: Lamba ışığının vurduğu her şeyi göze göstermesi nedeniyle, Allah Teâlâ’nın nuru bir lamba gibidir. Böyle bir benzetme yapılamaz. Çünkü Allah Teâlâ lambanın özellik­leri, şardarı ve benzetildiği şeyin nitelikleri hakkında söylediklerini bo­şa söylememiştir. İşte ancak böyle bir lambayla Allah Teâlâ’nın nuruna misal verilebilir. Allah Teâlâ misalleri nasıl vereceğini bilir ve misalleri sadece in­sanlara vereceğini bildirmiş, bize O’nun için misal vermemizi yasakla­mıştır. Allah Teâlâ bilir, biz bilmeyiz. Misal verirsek bakmalıyız! Allah Teâlâ o ko­nuda insanlara bir misal vermişse, o misalin sınırında durmalıyız, çün­kü Allah Teâlâ karşısında saygı ve edep bu demektir. Allah Teâlâ’nın o hususta ve­rilmiş misalini bulamazsak, bu durumda gerçeği sadece misal yoluyla anlayan insanlara misal veririz. İnsaflı olursak, bu misali Allah Teâlâ için vermeyiz, çünkü Allah Teâlâ zaten onu bilir. Bunun yanı sıra söz konusu mi­salin verilişinde, fikir ve ibret sahibiysen, doğruyu aramak gerekir; ke­şif ve müşahede sahibiysen, böyle araştırma yapmazsın, çünkü sen Rabbinden açık delil iizerindesindir ve dolayısıyla zaten sahip olduğun bir şeyi aramazsın. Böyle bir dununda, Allah Teâlâ’nın kendisi adına verdiği misali aktardığı gibi, müşahede ettiğin tarzda onu izhar edersin. Misal verirken Allah Teâlâ velilerinin hali böyledir. Allah Teâlâ insanların ashab-ı kehfın sayısı hakkında bilmeden iddiada bulunmaları nedeniyle görüş ayrılığı­na düştüklerini bildirir, çünkü onları görmemişlerdi. Bu nedenle Allah Teâlâ gelecek zaman kipiyle şöyle buyurur: ‘Üç kişidir diyecekler.’ Sonra ‘De ki Rabbim onların sayılarını en iyi bilendir’ der. Yani kaç kişi oldukla­rını Rabbim bilir. ‘Bir de az kişi bilir.’ Bunlar ya onları görüp zanla konuşmayanlardır veya Allah Teâlâ’nın kendilerine sayılarını bildirdiği kimse­lerdir. İki durumu ‘işarı’ bir yorumla birleştirmek üzere şu ayeti zikre­debiliriz: ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüleri 0 olmasın, beş kişi yoktur ki, altıncıları O olmasın.’157 Fakat Allah Teâlâ üç kişinin dördüncüsü demiş, ‘üçün üçüncüsü ‘ dememiştir. Çünkü ‘dördün dördüncüsü’ bir cins için ve benzeyenler için söylenebilir. Benzerlik ortadan kalkuğında Allah Teâlâ için kendileriyle birlikte olduğu beş kişide ‘beşin beşincisi’ denilemez; sadece ‘dördün beşincisi’ veya ‘beşin altıncısı’ denilebilir. Balcınız! Kö­pek insan türünden olmadığı için ashab-ı kehf hakkındaki ayette ‘Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir’ denilmiştir. Hâlbuki ‘sekiz tanedir­ler, sekizincileri köpekleridir’ denilmemiştir. Bunu anlarsan, Allah Teâlâ’nın izniyle doğruya ulaşırsın!

Alemin rabbine vermeyesin

Varlıklarından misaller

Benzemez kimse O’na

Zatıyla yüce ve münezzehtir O                                      ,

Ben misal vermedin O’na                                                                   .

Her insan bunu yapmışken

O’nu misal verme sen

Akıllıların tarafında dur

Allah Teâlâ benim isimlerimden ibaret olan kendi isimlerinde ayetlerini bana göstermek isteyince, bir yolculuğa çıkarttı beni. Bu, bizim isra yolculuğundan olan mirasımızdır. Bunun için Allah Teâlâ beni mekânımdan ayırmış, imkân Burak’ı üzerinde yükselterek, rükünlerimi ayrıştırdı. Artık toprak rüknünün bana eşlik ettiğini görmüyordum. Bana şöyle denildi: ‘Onu Allah Teâlâ’nın kendisini topraktan yarattığı asıl baba aldı.’ Su unsurundan ayrıldığımda ise bir kısmımı daha yitirdim ve bana şöyle denildi: ‘Sen kokuşmuş bir sudan yaratıldın. Suyun kokuşmuş olması onun zelilliğidir ve bu nedenle toprağa yapışmıştır ve bu nedenle on­dan ayrıldın. Sudan ayrılınca iki unsur benden eksildi. Hava unsuruna gelince, bende havalar/arzular başkalaştı. Hava bana şöyle dedi: ‘Sende benden olan kısmın benden ayrılmaz. Çünkü onun ayağını ve izini kendi yerinden başka bir yere atması uygun değildir. Çünkü senin ko­kuşmuşluğunun bende başkalaştırdığı kısım nedeniyle senden alacağım vardır. Bu kokuşman olmasaydı, kokuşmuş olmazdım. Zatı gereği hoş kokulu olsa bile, bana komşu olanların eşlik etmesi nedeniyle nahoştur. Onun eşlik etmesi ve komşuluğu beni kirletince, ona hama-e mesnun denildi ve böylece kötülüğü kendisine döndü, çünkü nitelenen odur ve beni koku duyusu olanların nezdinde ve onların koku duyularında baş­kalaştıran da odur.’

Bunun üzerine ona şöyle dedim: ‘Onu niçin senin katında bırakı­yorum!’’ Şöyle cevap verdi: ‘Bırak ki senin toprağına, kokuşmuş suyu­na komşu olmakla ve senin kokuşmuşluğundan kazandığı kötü koku kaybolsun.’ Bunun üzerine havayı orada bıraktım. Ateş unsuruna ulaş­tığımda Fahhar’ın geldiği söylendi ve şöyle denildi: ‘Ona gönderilmiş (midir)?’ O da ‘evet’ dedi: ‘Kim var onunla birlikte?’ diye sorulunca, ‘Cebir cibril’i vardır’ denildi. O zorunlu bir yolcudur ve yapısından ay­rılmak zorundadır.’ Bana onun yaratılışında benden bir parça olduğu söylendi, fakat o parçayı bırakmadım. Böylece mülkümün, iktidarımın ve tasarrufumun ortaya çıktığı bir mertebeye ulaşmış oldum. Önce bi­rinci göğe ulaştım. Benimle birlikte beden yapımdan kendisine daya­nacağım ve kendisine bakabileceğim bir şey kalmamıştı. Orada babama selam verdim. Babam benim toprağımı sordu, ben de kendisine yeryü­zünün benden kendi parçasını aldığını ve ancak böyle olunca ondan ve sudan çıkabildiğimi söyledim. Babam bana şöyle dedi: ‘Oğlum! Baba­nın yeryüzüyle ilişkisinde de durum böyle gerçekleşmişti. Kim hakkını talep ederse, haddi aşmış sayılmaz. Bilhassa sen ondan ayrılmaktasın ve kendisine dönüp dönmeyeceğini bilmiyorsun. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilerse onu neşreder.’158 Hiç kimse Allah Teâlâ bildirmeden O’nun iradesinde neyin bulunduğunu bilemez.’

Bunun üzerine kendisine yöneldiğimde, bir anda önünde oluver­dim. Sağında bir grup oğlu vardı ki onların arasındaydım. Kendisine şöyle dedim: ‘İşte ben!’ Gülerek karşılık verdi: ‘Hem önünde hem sa­ğındayım.’ O da ‘evet’ dedi ve ekledi: ‘Ben de elini açtığında kendimi Hakkın önünde öyle görmüştüm. Kendimi ve oğullarımı elin hem içinde ve hem de O’nun önünde görmüştüm.’ Sordum: ‘Kapalı olan diğer elinde ne vardı?’ ‘Alem’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Hakkın sağ eli mutluluğu belirlemeyi gerektirir.’ O da ‘evet, muduluğu gerektirir’ dedi ve ‘Hakk sağ ve sol el mensuplarını bildirmiştir bize’ diye ekledi. Bana şöyle dedi: ‘Evladım! Bunlar, babanın sağ ve sol elidir. Bak! Sa­ğımda ve solumda oğullarımın izlerini görürsün. O ikisi Rabbin iki elidir ve ikisi de sağ eldir. Benim oğullarım sağ ve sol elimdedir. Ben ve oğullarım Hakkın sağ elindeyiz. Bizim dışımızdaki âlem ise Hakkın diğer elindedir.’ Şöyle dedim: ‘Öyleyse bedbaht olmayız.’ Şöyle dedi: ‘Gazap devam ederse bedbahdık devam eder.’ Şöyle ekledi: ‘Muduluk daimidir, fakat yer değişebilir. Çünkü Allah Teâlâ her yerde yerin ehlinin nimetinin bulunduğu şeyi yaratır. Dolayısıyla iki yerin de dolması ge­rekir. En büyük arz önünde gazabın sona ermesi gerekir. Allah Teâlâ hadle­rin uygulanmasını emretmiş, onlar da uygulanacaktır. Hadler uygula­nınca gazap kalkar, çünkü resullük onu kaldırır. Öyleyse gazap kızılan kimsede hadlerin uygulanmasından ibarettir ki, geride rıza kalsın. Rıza Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetidir. Hadler sona erince, genel hakkın­da hüküm umumi rahmete varır.

Daha önce bu konuda bir bilgim yokken babam Âdem bana bu bilgiyi verdi. Bu bilgi dünya hayatında benim için öne alınmış bir müjdeydi ve kıyamet zaman itibarıyla -Allah Teâlâ’nın dediği gibielli bin se­nede sona erer. Bu süre hadlerin uygulanma süresidir ve bu süre dol­duktan sonra iş Rahman ve Rahim’e kalır. Rahman esma-i Hüsna, ya­ni güzel isimlerin sahibidir. Onlar, kendisi hakkında hüküm vermek üzere yöneldikleri kimse için iyi isimlerdir. Rahim rahmetiyle gazaptan intikamını alır. Rahim el-Muntakim ismini şiddetle tutar, onu etkisiz Hakk getirir, hakikatinin ortaya çıkmasına mani olur. Böylece hüküm, nispetler itibarıyla, isimlerin çatışmasına dönerken yaratıklar rahmetle dolarlar. Dolayısıyla isimlerin hükmü bizde değil, kendi aralarındaki çatışmada ezelidir. Bunu anlamalısın!

Bu, farkına varılmayan garip ve ince bir bilgidir, insanlar onun hakkmda kördür. Herhangi bir insana cbu isimlerden seni üzen birisi­nin hakkında hüküm vermesinden razı olur musun?’ diye sorsan, ‘ha­yır’ der ve onu mutsuz eden ismin başkası hakkında hüküm vermesini isterdi. Böyle bir insan yaratıkları en az bilen iken Hakkı daha da çok cahildir. Bu müşahede, isimlerin hükümlerinin isimlerde baki kalması­nı sağlar; yoksa bizde değil! Bunlar hakikatleri itibarıyla birbirine zıt nispetlerdir, dolayısıyla hiçbir zaman bir araya gelmezler. Allah Teâlâ rahme­tini -her nerede olurlarsa olsunlarkullarına yayar. Binaenaleyh varlık serapa rahmettir.

Bana dua etmesinin ardından Âdem’in yanından ayrıldım. İkinci gökte Hz. İsa’ya konuk oldum. Yanında halasının oğlu Yahya’yı bul­dum. Onun hayatı hayvani hayattı. Halasının oğlu olsaydı ruh olacak­tı. Hayvani hayat ruhun ayrılmaz özelliği olunca, Allah Teâlâ’nın ruhu Hz. İsa’nm nezdinde var oldu. Çünkü ruh canlıdır ve her canlı ruhtur. O ikisine selam verdim ve Hz. İsa’ya dedim ki: ‘Hangi özelliğinde bizden üstün oldun ki, Allah Teâlâ seni kendisine izafeyle ‘ruh’ diye isimlendirdi.’ Şöyle dedi: ‘Beni anneme ihsan edeni duymadın mı?’ Bunun üzerine söylediğini anladım. Bana dedi ki: ‘Bu ayrıcalık olmasaydı, ölüleri diriltemezdim.’ Ben de kendisine dedim ki: ‘Ölüleri diriltenleri gördük, fakat onlarm yapısı seninki gibi değildi.’ Şöyle dedi: ‘Ölüleri dirilten kimse bana varis olduğu ölçüde onları diriltebilir. Ben bana ölüleri di­riltme gücü verenin makamını alamadığım gibi varisim de bu hususta benim makamıma ulaşamaz. Bu özelliği bana veren Cebrail bir yere temas ettiğinde, temas nedeniyle yer canlanır. Ben ise öyle değilim, benim payım suretleri özel bir şekilde temas ederek ayağa kaldırmaktır. Tüm Ruh (Ruhu’l-Kül) o suretlere ruh verme işini üsdenir. Bana bu gücü ihsan eden Ruh ise temasın izhar ettiği surete hayat verir. Bunu bilmelisin.’

Yüzümü Yahya’ya çevirip şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ kendisini kıyamette getirdiğinde, senin ölümü kurban edeceğin bana bildirildi. Ölüm cen­net ile ateş arasına yerleştirilir ki, orada bulunanlar kendisini görsün. Böylece ölümün parlak bir koç suretinde olduğunu anlarlar.’ O da ‘Evet’ dedi ve ekledi: ‘Bana tahsis edilen bir özelliktir bu. Ben Yah­ya’yım ve benim zıddım olan ölüm benimle birlikte olamaz. Orası ha­yat diyarıdır. Dolayısıyla ölümün kalkması gerekir. Ölümü ise benden başkası ortadan kaldıramaz.’ Ben de şöyle dedim: ‘Benim dikkatimi çektiğin hususta doğru söyledin. Peki, âlemde pek çok Yahya vardır?’ Şöyle cevap verdi: ‘Yahya’ denilen bu isimde öncelik mertebesi geçmiş veya gelecek insanlar arasında benimdir. Herkes benden dolayı Yah­ya’dır. Allah Teâlâ benden önce kimseye böyle bir ad vermedi. Öyleyse her Yahya bana tabidir ve benim zuhurumla birlikte onların bir hükmü kalmaz.’ Böylece daha önce bilmediğim bir şeye dikkatimi çekmiş ol­du. Şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ sana bana olan iyiliğin nedeniyle iyilikler ver­sin.’

Sonra şöyle dedim: ‘İkinizi bir gökte bir araya getiren Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Burada Allah Teâlâ’nın ruhu İsa ile Yahya’yı kastediyordum. Bu sayede size bir meseleyi sorup her birinizin huzurunda cevap alma im­kânı bulacağım. İkiniz de sevgi selamına mazhar oldunuz. İsa hakkında henüz beşikteyken, ‘Doğduğum, öldüğüm ve diriltileceğim gün bana selam o/sun’159 denilmişken Yahya hakkında ‘Doğduğu, öldüğü ve dirilteceği gün ona selam olsun160 denilmiştir. İsa Hakkın verdiği selamla kendinden haber vermişken Hakk Yahya’ya kendisinin selamını bildirmiştir. Bu makamlardan hangisi üstündür?’ Bana şöyle dedi: ‘Sen Kuran ehli de­ğil misin?’ Ben de ‘Evet öyleyim, ben Kuran ehliyim’ dedim. Şöyle de­di: ‘Hakkın benimle halaoğlunu birleştirdiği özelliğe bak! Allah Teâlâ bana ‘Salihlerden bir nebiydi161 demiş, belirsizlikte belirli zikretmedi mi? Ben de ‘Evet’ dedim. Devam ederek ‘Halamın oğlu İsa için ise ‘Salihlerdendir162 demedi mi? Allah Teâlâ benim için de aynı şeyi demiş, onu belirsizlik­te belirli yapmıştır.’ Sona şöyle demiştir: ‘İsa’nın beşikteki sözü halamı iftiradan kurtarma amacı taşır. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan bizzat kendisi ak­tarmış ve ‘bana selam olsun163 demiştir. Yani Allah Teâlâ’dan selam olsun ba­na demiştir. Ben de şöyle dedim: ‘Haklısın, doğru söyledin. Fakat bu selam belirliyken Hakkın sana selamı belirsizdir ve belirsiz geneldir.’ Bu kez bana şöyle dedi: ‘Kastedilen zatın belirlenmesi değil, cinsin be­lirlenmesi ve tarifidir. Dolayısıyla onunla belirlilik takısının bulunması veya yokluğu arasında bir fark yoktur. Ben ve İsa selamda eşitiz! İyilik­te de böyleyiz. Bizim için iyilik benim hakkımda müjdeyle, İsa hakkın­da meleklerle gelmiştir.’

Yahya’ya şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin, Allah Teâlâ da sana fayda versin! Niçin ‘hasur’ oldun?’ Şöyle dedi: ‘Bu da babamın Meryem Betül’e kendisini bütünüyle tahsis etmedeki iradesinin bir neticesidir; ‘Betül’ erkeklerden uzaklaşan demektir. Babam mihraba girip onun halini görünce şaşırmış ve Allah Teâlâ’ya onun gibi erkek bir evlat kendisine vermesi için dua etmiş, bu dua nedeniyle ben kadınlardan yüz çeviren bir ‘hasur’ olarak doğmuşum. Kadınlardan yüz çevirmek kamillik değil, sadece bir himmetin neticesidir. Çünkü kemal ürün sahibi olmadadır.’ Şöyle dedim: ‘Cennetteki cinsel ilişkide niçin çocuk yok?’ Şöyle dedi: ‘Böyle deme, aksine o ilişkinin bir ürünü vardır ve bu kaçınılmazdır. Cennetteki çocuğun doğumu cinsel ilişki tamamlanır tamamlanmaz iki çiftin suretinde ortaya çıkar. Dünyada inzal suyla olduğu gibi orada rüzgârla gerçekleşir. Bu rüzgâr iki çift arasında gerçekleşen şeyin sure­tine göre ortaya çıkar. İçimizden bir kısmı bunu görürken bir kısmı görmez. Nitekim dünyada da gayb âlemi bulunduğu gibi kendisini gö­ren için şehadet âlemi vardır.’ Ona şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin Allah Teâlâ da seni kendisini bilmek nimetinden faydalandırsın.’

Sonra ona şöyle dedim: ‘Burası senin göğündür.’ Cevap verdi: ‘Hayır! Ben İsa ile Harun arasına gider gelirim. Bazen orada bazen bu­radayım. Yusuf ile İdris arasında da gider gelirim.’ Bunun üzerine de­dim ki: ‘Niçin diğer nebileri değil de Harun’a tahsis edildin?’ Şöyle dedi: ‘Bunun nedeni nesebe saygıdır. Ben İsa’ya halamın oğlu olduğu için giderim ve onu kendi göğünde ziyaret ederim. Harun’a da halam dünyada nesep ve din bakımından kardeşi olduğu için giderim.’ Şöyle dedim: ‘Nasıl onun kardeşi olabilir ki? Onların arasında uzun bir za­man dilimi var? Şöyle dedi: ‘Semud’a kardeşleri Salih’i gönderdik.’164 Bu kardeşlik nedir? Salih, Semud’un baba ve anne bir kardeşi miydi? Bu­nunla birlikte Salih onların kardeşidir. Semud kabilesi böyle isimlendi­rilmiş ve Salih Semud’un neslinden, dolayısıyla 'onların kardeşi olmuş­tur.’ Bunun ardından din kardeşliğini açıklamıştır: ‘Bakınız! Leyke halkı Medyen’den olmadıkları halde ‘Şuayb Medyen’dendi ve Şuayb hakkında ‘Medyen’in kardeşi’ denilerek ‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik165 denilmiştir. Leykeliler zikredilince, şöyle demiştir: ‘Şuayb onlara deyince’ demiş, kardeşleri dememiştir. Çünkü onlar Medyen’e mensup değillerdi. Şuayb ise Medyen’liydi. Benim o ikisini ziyaretim sıla-i rahimdir (akraba ziyareti). Bununla birlikte Harun’dan daha çok İsa’ya yakınım.’

Sonra üçüncü göğe Yusufun yanına yükseltildim. Selam verince selamımı aldı ve bana.‘Hoş geldin, merhaba’ dedi. Ben de ona şöyle sordum: ‘Yusuf! Seni çağırdığında niçin davetçiye olumlu karşılık vermedin? Allah Teâlâ’nın peygamberi kendinden haber verirken senin sınan­dığın gibi bir imtihanla sınanıp hükümdar tarafından davet edilseydi, davetçiye olumlu karşılık vereceğini ve kadınların söylediği söze göre hükümdardan cevabın gelişini beklemeden hapisten çıkmak isteyeceği­ni söylemiştir.’ Yusuf bana şöyle dedi: ‘Tecrübeyle varsayım arasındaki fark, gök ile yer arasındaki farktan daha büyüktür. Bir şeyi var saymak ile onu kendinden tecrübe etmen arasında fark vardır. Bana nispet edi­len iftira Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nispet edilseydi, o da kendisi orada değilken suçsuz olduğunun hükümdarca öğrenilmesini isterdi. Böyle bir durum orada bulunmaktan daha güçlü bir delildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem rahmetti ve genişlik âlemindendi. Hapis ise dardır. Böyle Hakk sahip bir insana davet gelince, genişliğe koşar, fakat bu bir varsayımdır! Hâlbuki var sayımla konuşmak tecrübeyle konuşmakla bir değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü bana yapılan iftiraya tahammülüm nedeniyle beni kâmil olarak nitelemek üzere söylemiştir. Daha doğrusu yaşça kendinden büyük ol­duğum için, bana karşı saygının gereğiyle böyle söylemişti. Nitekim İbrahim hakkında da ‘Biz İbrahim’den daha çok kuşkuya layığız’ de­mişti. Bu da İbrahim’in kuşkulandığı şey hakkındadır. Lut hakkında ise ‘Allah Teâlâ kardeşim Lut’a merhamet etsin! O güçlü bir dayanağa sırtını vermişti’ demiştir. Onu tekzip ettiğini gördün m i? Hayır! Çünkü

Lut’un kastettiği ‘güçlü dayanak’ kabileyken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zikret­tiği Allah Teâlâ’dır. Bu durum, tecrübenin olmadığı bir hususta kendini tec­rübeli yerine koymaman için sana yapılan bir uyarıdır. ‘Falanın yerinde olsaydım, ona şöyle denilmezdi’ deme. Ben de böyle dedim. Hayır! Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ona gelen sana gelseydi, sen de aynı şeyi söyler­din. Çünkü güçlü hal, zayıf hal üzerinde hüküm sahibidir.’

Allah Teâlâ’nın peygamberi Yusufta iki hal birleşmişti: Birincisi hapse girme, diğeri iftiraydı. Peygamber gönderildiği kimselerin Rabbinin kendisini çağırdığı hususta çağrısının kabul edilmesini sağlayacak bir inancı yerleştirmek ister. Ona nispet edilen iftira ise, herkesin bildiği üzere, davet getiren bir peygamberden beklenmeyecek bir davranışla ilgiliydi. Dolayısıyla onların nezdinde Yusuf un beraatını talep etmesi bir zorunluluktu ve ancak bu sayede insanlar Yusuf un Rabbinin ka­tından getirdiği davete iman edebilirlerdi. Üstelik o mecliste Yusufun bulunmaması gerekirdi ki, orada bulunduğu için beraat etti şeklinde oradakilerin içinde bir kuşku oluşmasın. Öyle bir mecliste bulunan ile bulunmayan arasında büyük fark vardır. Yusuf o mecliste yok iken ka­dın Yusufa hainlik etmemiş, onu kendisinin arzuladığını söylemiştir. Böylece Yusufun ailesi hakkında hükümdara ihanet etmediği anlaşıl­mıştır. Öte yandan kadının sözlerinden YusuPun hükümdarın hakkını çok gözettiği de anlaşılmıştır. Bu nedenle kendini tezkiye etmemiş ve şöyle demiştir: ‘Ne/s kötülüğü emreder.’166 YusuPun yiğidiğinin ve fütüvvetinin bir neticesi, hükümdar kendisini çağırmasına rağmen hapis­te kalmasıdır. Bunun değerini ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem takdir edebilirdi, çünkü o YusuPu övmek amacıyla ‘Ben, beni çağırana icabet ederdim’ demiştir.

Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’nın senden haber veri­şinde ortaklık gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘O, ona arzu duydu, Yusuf da ona167 demiştir. Hâlbuki burada neye dair olduğu belirtilmemiştir. Bu durum mananm birliğini gösterir.’ Yusuf şöyle dedi: ‘İşte bu ne­denle elçisi vasıtasıyla hükümdara ‘kadınlara durumu ve işin gerçeğini sor’ dedim.’ Kadın ise kendisinin YusuPu arzuladığını söylemiş, fakat YusuPun onu arzuladığını söylememiştir. Böylece bu konudaki yanılgı ortadan kalkmıştır. Allah Teâlâ bu arzuyu ifade ederken bir durum adı vermemiş, bu konuda bir hal belirlememiştir. Bu nedenle şöyle dedim: ‘Dilde de bir ortaklık olmalıdır!’ Yusuf, ‘haklısın’ dedi ve devam etti: ‘Kadın bana arzu duydu ki, benden istediği şeye beni zorlasın. Ben de onu bu işten uzaklaştırmaya zorlayayım diye arzu duydum. Böylece or­taklık benden ve ondan ‘zorlama’ talebinde gerçekleşti. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O, ona arzu duydu168 demiştir. Yani Yusufun da kendisine arzu duyduğu hususta demektir. Bu ise her birinin ötekinden istediği hu­susta birbirlerini zorlamak demektir. Bunun delili ‘Şimdi Hakk ortaya çık­tığı, ben onu kendimden istedim169 ayetinde belirtilir. Surede Yusufun onu kendi nefsi adına istediği kesinlikle zikredilmemiştir. Allah Teâlâ ise kendisinden istediği işte kadını uzaklaştırmada zorlamak iradesinde Yusufa burhan göstermiştir. Yusufun gördüğü burhan, yumuşak söz­le onu uzaklaştırmaktı. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Musa ile Harun’a şöyle de­miştir: ‘Ona yumuşak söz söyleyin.’170 Yani ona şiddede davranmayın, kötü söz söylemeyin. Çünkü o her durumda zayıflıkla nitelenmiş bir kadındır. Bunun üzerine Yusufa şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin Allah Teâlâ da sana fayda versin.’

Sonra ona veda ederek ayrıldım ve İdris’e geldim. Selam verdim, ‘merhaba, Muhammedi varis hoş geldin’ dedi. Sordum: ‘Bize ulaştığı­na göre, senin için gerçek nasıl belirsizleşti? Sen kuşku bulunmayacak bir şekilde tufanın durumunu bilememişsin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise kendi­sine gelen vahiyle birlikteydi. Şöyle dedi: ‘Onu yüz bin veya daha fazla kişiye gönderdik.’171 Bu bana vahyettiklerinden biriydi.’ Şöyle dedim: ‘Bana senin ‘hark’ı kabul ettiğin aktarıldı.’ Şöyle dedi: ‘Hark olmasay­dı, yüce bir mekâna yükselemezdim.’ Sordum: ‘Mekânın karşısında merteben neresidir?’ ‘Zahir batının unvanıdır’ dedi. Sordum: ‘Kavminden sadece tevhidi isteyip başka bir şey istemediğin bana ulaştı.’ Dedi ki: ‘Onlar bunu yapmamışlardır. Ben nebiysem, tevhit kelimesine çağırırım, tevhide değil! Kimse tevhidi inkâr etmez.’ Bu garip bir bil­gidir. Sonra şöyle dedim: ‘Ey hikmederi koyan! Ferlerde içtihat bizce meşrudur. Ben zamanın alimlerin dilinin diliyim.’ Şöyle dedi: ‘Asıllarda da meşrudur. Allah Teâlâ bir kişiyi gücü ölçüsünde yükümlü tutar.’ Sor­dum: ‘Hakka dair ihtilaflar artmış, sözler çoğalmıştır.’ Şöyle dedi: ‘An­cak böyle olabilirdi, çünkü iş mizaca bağlıdır.’ Dedim ki: ‘Ey nebiler topluluğu! Hakka dair görüş ayrılığına düşmediğinizi görmekteyim!’ Şöyle dedi: ‘Bizim söylediklerimiz teorik düşünce kaynaklı değildir. Biz aynı kaynaktan konuşuruz. Hakikatleri bilen insan, bütün nebilerin

Allah Teâlâ hakkmda bir görüşte ve sözde -adeta teorik düşünce sahiplerinin bir görüşte hemfikir olması gibihemfikir olduklarını bilir.’ Sordum: ‘Acaba iş kendinde size söylendiği gibi midir? Çünkü aklın delilleri si­zin bu hususta getirdiğiniz hususların bir kısmını imkânsız saymakta­dır.’ Şöyle dedi: ‘İş bize denildiği ve O’nun hakkmda görüş söyleyen herhangi birinin dediği gibidir. Çünkü Allah Teâlâ her söz söyleyenin sözü nezdindedir (her zan sahibinin zannında bulunur). Bu nedenle insanla­rı tevhide değil, tevhit kelimesine davet ederiz. Hakka dair kendi teorik düşüncesiyle konuşan insan, mahzurlu bir konuda konuşmamıştır. Allah Teâlâ’nın kullarına emrettiği şey, mertebenin tevhididir ki, herkes onu ka­bul eder.’ Dedim ki: ‘Öyleyse müşrikler ne olacak?’ Şöyle dedi: ‘Onlar vaz’ nedeniyle cezalandırılır. Onlar vaat ettikleri şeylerde yalan söyle­miş ve onları yakınlık vesilesi saymışlardır, yoksa putları birlik merte­besinin sahibinin mertebesine yerleştirmemişlerdir.’

İdris’e sorduğum sorulardan birisi de şuydu: ‘Vakıamda tavaf eden bir şahıs görmüştüm. Bana dedelerimden biri olduğunu söyledi ve adını verdi. Ona ölüm vaktini sondum, ‘kırk bin sene önce’ dedi. Ona Adem’in ne zaman yaşadığını bilmediğimizi söyledim. Bana şöyle sordu: ‘Hangi Âdem’i soruyorsun? Yakın Âdem’i mi?’ Şöyle dedi: ‘Ben Allah Teâlâ’nın peygamberiyim, doğru! Bununla birlikte âlemin süresini bil­miyorum. Gerçi genel bir tarih verilebilir. Dünya ve ahiret ezelidir. Yaratılmış hakkmda eceller yaratılmada değil, müddetlerin sona erme­siyle belirlenir. O halde yaratma her nefes yenilenir. Allah Teâlâ bize neyi bildirirse, onu biliriz. ‘Onun bilgisinden bir şeyi, O dilemeden ihata ede­mezler.’172 Bunun üzerine ona sordum: ‘Peki kıyametin kopmasma ne kadar kaldı?’ ‘İnsanlar için hesapları yaklaştı, onlar gaflet içinde yüz çe­virir’ dedi. Şöyle dedim: ‘Bana onun yaklaşma şardarından birini söy­le.’ ‘Âdem’in varlığı kıyamet alamederinden biridir’ dedi. Sordum: ‘Dünyadan önce başka bir yer var mıydı?’ Şöyle dedi: ‘Varlık yeri tektir ve bu yer niceliksel olarak dünya olduğu kadar ahiret de nicelik olarak ondan ayrışır. Emir cisimlerde var olma, başkalaşma geliş-gidiş olmak üzere sürekli ve daimidir.’ Dedim ki: ‘Orada ne vardır?’ Dedi ki: ‘Bil­diğimiz ve bilmediklerimiz vardır.’ Dedim ki: ‘Doğru ne yanlış ne?’ ‘Yanlış izafedir, doğru asıl olandır’ dedi ve ekledi: ‘Allah Teâlâ’yı bilen âlemi de bilir. Bilir ki, doğru sürekli eşlik eden asildir. Hata ve yanlış ise iki bakışın karşıdığıdır. Bu karşıdık zorunludur. Hata da olacaktır. Hatayı dile getiren doğruyu kabul eden kimsedir. Hatanın olmadığını söyle­yen hatayı doğrunun parçası sayar.’

Sordum: ‘Alem hangi nitelikten var oldu?’ ‘Cömerdikten?’ dedi. ‘Bazı şeyhlerin de böyle dediklerini duymuştum’ dedim. ‘Söyledikleri doğrudur’ dedi. ‘Arz gününden sonra intikal edeceğimiz son yer nere­sidir?’ diye sordum. Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti! O her şeyi kuşatan rahmettir.’ ‘Hangi şey?’ dedim. Şöyle dedi: ‘İki şeylik: baki olanı rah­metiyle baki kılarken var ettiğini rahmetiyle var eder.’ Sonra şöyle de­di: ‘Arazların mahalli varlıklarında sabittir ve arazlar onlarda benzerle­riyle ve zıtlarıyla yer değiştirir.’ ‘En büyük iş nedir?’ dedim. ‘Onu bilen en büyüktür’ dedi.

İdris’e veda ettim ve ayrıldım, Harun’a konuk oldum. Yanında Yahya vardı. Benden önce kendisine geldiğini görünce, sordum: ‘Seni yolda görmedim. Başka bir yol mu vardır?’ Şöyle dedi: ‘Her şahsın kendisinin (seyr ii) sülük ettiği bir yolu vardır.’ Sordum: ‘Bu yollar ne­rededir?’ ‘Bunlar sülük ile birlikte meydana gelirler’ dedi.

Harun’a selam verdim. Selamımı aldı ve bana ‘hoş geldin’ dedi ve ekledi: ‘Ey mükemmel varis, merhaba!’ Ben de şöyle dedim: ‘Sen nebi ve resul olmana rağmen, halifenin halifesisin, öyle mi?’ Şöyle dedi: ‘Ben asıl hükmüyle bir nebiyim. Peygamberliği kardeşimin duasıyla al­dım. Böylece bana verilmiş olan nebiliğe göre bana vahyedilirdi.’ De­dim ki: ‘Ey Harun! Ariflerin bir kısmı varlığın kendi haklarında yok olacağını zanneder ve bu nedenle sadece Allah Teâlâ’yı görürler. Alem, onlara göre, Allah Teâlâ’nın yanında iltifat edilecek bir şey değildir. Hiç kuşkusuz o arifler mertebe bakımından sizden aşağıdadır. Allah Teâlâ senin öfkelenen kardeşine şöyle dediğini bildirir: ‘Bize düşmanlan güldürme.’173 Bu sö­zünle onlar adına bir değer takdir ettin. Bu davranış ariflerin haliyle çe­lişir.’ Harun şöyle dedi: ‘Onlar haklıdır ve onlar zevklerinin verdiğine bir şey eklememişlerdir. Bak! Onlara göre yiten şey âlemden gerçekten kaybolmuş mudur?’ Ben de ‘hayır’ dedim. Şöyle dedi: ‘Gerçeği olduğu hal üzere bilgideki eksiklikleri, kaçırdıkları şey ölçiisündedir. Onlara göre âlem yoktur. Öyleyse onların Haktan eksiklikleri, âlemden kendi­lerine perdelenen şey kadardır. Çünkü bütün âlem, Hakkın tecellisin­den ibarettir. Hakkı bilen için durum böyledir. ‘Öyleyse nereye gireçeksiniz?’ ‘Bu, sadece işin kendinde bulunduğu durumu ‘bilenler için bir öğüttür.’

Kemal varlığından başkası mı?

Onu yitiren kâmil değil ki

Ey fenadan söz eden, destekle

Başaktan buğdayı elde et

Yitirene boyun eğme

Süreyle bitenin peşinden gitme

Nefsin gayesine uyma

Hakkı batılla karıştırma

Harun’a veda ettim ve Hz. Musa’ya konuk oldum. Selam verdim, selamımı aldı ve bana ‘hoş geldin’ dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e namazların farz kılınmasıyla ilgili yaptığı tavsiyeler ve bu sayede bize dönük iyiliği nedeniyle ona teşekkür ettim. Bana şöyle dedi: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yap­tığım tavsiye zevk ilminin bir faydasıdır. Doğrudan olmanın sadece kendisiyle idrak edilebildiği bir hali vardır.’ Dedim ki: ‘Sen sürekli başkası adına çalıştın ve bütün hayır senin adına gerçekleşti.’ Şöyle de­di: ‘İnsanın başkası uğruna çalışması, gerçekte kendisi için çalışması demektir. Böyle bir çalışma başkasının ona teşekkürünü artırır. Şükre­den ise Allah Teâlâ’yı O’nun en sevdiği övgülerle zikreden kimse demektir. Başkası için çalışan kimse, bu övgüleri dile getiriyor demektir. Zikre­den insan kendi diliyle ve başkasmın diliyle Allah Teâlâ’yı zikreder.’

Allah Teâlâ Musa’ya şöyle der: ‘Ey Musa! Bana asi olmayan bir dille be­ni zikret.’ Bu emirle Allah Teâlâ başkasının diliyle kendisini zikretmesini em­retmiş, bunun yanı sıra iyilik yapmasını ve kerem sahibi olmasını em­retmiştir. Sonra şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ seni peygamber yapmakla ve seninle konuşmasıyla insanlara karşı üstün kılmıştır. Sen ise Allah Teâlâ’yı görmek istedin. Allah Teâlâ’nın peygamberi ise şöyle der: ‘Sizden biriniz Rabbini ölmeden göremez.’ Şöyle dedi: ‘Ben de görmek isteyince, ha­dise öyle oldu! Allah Teâlâ benim isteğime (şarta bağlayarak) olumlu karşılık verdi ve ben bayıldım. Bayılmam esnasında Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Şöyle de­dim: ‘Ölüyken mi?’ O da ‘Evet’ dedi.

Dedim ki: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem diriliş günü seni bulunca, durumun hakkında kuşkuya kapılmıştır. Herkesi bayıltan üfleme esnasında ba­yılmamış iken Tur dağında bayılmakla ödüllendirildin mi? Bunu bil­miyordu. Çünkü bayıltan üfleme (İsrafil’in sur’a üflemesi) genel değil­dir.’ ‘Haklısın’ dedi ve ekledi: ‘Allah Teâlâ beni Tur’da bayılmakla ödüllen­dirdi. Ben ölmeden O’nu görmedim, sonra ayıldım ve kimi gördüğü­mü anladım. Bu nedenle şöyle dedim: ‘Sana tövbe etim.’ Çünkü ben O’na dönmüştüm.’ Sordum: ‘Sen Allah Teâlâ’yı bilenlerden birisin, Allah Teâlâ’yı görmemiş miydin ki, bunu istedin? Şöyle dedi: ‘Ben O’nu akli bir zo­runlulukla biliyordum.’

Şöyle dedim: ‘Niçin bu özellik başkasına değil de sana tahsis edil­miştir?’ Şöyle dedi: ‘Ben O’nu görüyor, fakat O olduğunu bilmiyor­dum: Mertebe farklılaşmıştı, O’nu gördüm, kimi gördüğümü anladım. Ayıldığımda perdelenmedim ve ebediyete kadar gördüğüm bana eşlik etti. İşte bizimle gördükleri şeyi bilmekten perdelenmişler arasındaki fark budur. Onlar öldüklerinde Haklcı görürler. Mertebe onlar adına kendisini temyiz eder. Geri döndürülselerdi, söylediğimizi söylerlerdi.’ Şöyle dedim: ‘Ölüm O’nun görülme yeriyse, her ölü kendisini görür. Hâlbuki Allah Teâlâ onları görmekten perdelenmekle nitelemiştir.’ Şöyle de­di: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın O olduğunu bilmekten perdelenmişlerdir. Tanıma­dığın bir şahısla karşılaştığını düşün. Sen onu adıyla aramaktasın ve kendisine muhtaçsın. Onunla karşılaştığında tıpkı bütün karşılaştığın insanlar gibi kendisine selam verir, o da senin selamını alır, fakat ken­disini tanımazsın. Böyle bir durumda sen onu görmemişsindir ve sü­rekli kendisini ararsın. Hâlbuki o senin kendisini gördüğün yerdedir. Bu durumda sen sadece bilgiye itimat edersin. Bu nedenle bilginin O’nun zatının aynı olduğunu söylerdik. Çünkü zatının aynı olmasaydı, ilahtan başkası ona itimat edemez veya bilgiye itimat olmazdı.’

Sordum: ‘Allah Teâlâ sana dağı gösterdi ve dağa tecelli edeceğini söyle­di.’ Şöyle dedi: ‘Hiçbir şey O’nun tecellisinin karşısında duramaz ve dolayısıyla halin değişmesi gerekmiştir.’ Dağın parçalanması Musa’nın bayılmasının benzeriydi. Musa şöyle dedi: ‘Dağı sarsan şey, beni ba­yılttı.’ Dedim ki: ‘Allah Teâlâ bana öğretme işini üstlendi ve bana verdiği kadarını öğrendim.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ kendisini bilenler karşısında da­ima böyle hareket eder. Sen de âlemden değil, Allah Teâlâ’dan bilgi al! Sen

Allah Teâlâ’dan ancak kendi istidadın ölçüsünde bilgi alabilirsin. Bizim gibi­ler seni O’ndan perdelemesin. Çünkü sen bizim vasıtamızla O’nun te­cellisinden ancak bizim bildiğimizi öğreneceksin ve biz sana ondan an­cak istidadın ölçüşünce verebiliriz. Öyleyse arada bir fark olmadığına göre, sen Allah Teâlâ’ya yönel! Biz sizi O’na çağıralım diye gönderildik, yoksa kendimize çağırmak üzere gönderilmedik. İşte bu ‘Bizimle sizin aranız­daki ortak kelimedir; Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmemek, O’na ortak koş­mamak, Allah Teâlâ’yı bırakıp birbirimizi rab edinmemek174 Şöyle dedim: ‘Kuran’da da böyle geldi.’ Cevap verdi: ‘Evet, gerçekte de öyledir.’ ‘Allah Teâlâ’nın kelamını neyle duydun?’ diye sordum. ‘Kulağımla’ diye cevap verdi. Sordum: ‘Kulağın nedir?’, ‘O'dur’ diye cevap verdi.

Sordum: ‘Sana niçin bu özellik tahsis edilmiştir?’ Dedi ki: ‘Sadece sahibinin bilebileceği bu konudaki zevk nedeniyle tahsis edilmiştir.’ Dedim ki: ‘İşte zevk sahiplerinin hali böyledir.’ ‘Evet’ dedi ve ekledi: ‘Zevkler mertebelere göredir.’

Sonra Hz. Musa’ya veda ederek yanından ayrıldım ve Hz. İbra­him’e konuk oldum. Selam verdim selamımı aldı, bana ‘hoş geldin, merhaba’ dedi. Ben de söze şöyle başladım: ‘Babacığım! Niçin ‘bu işi onların şu büyüğü yaptı175 dedin?’ Şöyle dedi: ‘Kavmim, Hakkın kendi­lerinin ilah edindikleri putlardan daha büyük olduğunu söylüyorlardı.’ Sordum: ‘Peki işaret zamirini kullanmanın hikmeti nedir?’ İbrahim şöyle dedi: ‘Onu biliyor olman lazım.’ Dedim ki: ‘Ben onun mübteda olan bir işaret olduğunu ve haberinin ise hazf edilmiş olduğunu biliyoram. ‘Bu işi şu büyükleri yaptı, ona sorun176 ifaden habere delildir ve bu ifade onlara kendilerinden delil getirmek demektir.’ Bunun üzerine İb­rahim şöyle dedi: ‘Ben işin kendinde bulunduğu duruma herhangi bir şey eklemedim.’ Sordum: ‘Üç ışık hakkında söylediklerin neydi? İnana­rak mı söylemiştin o sözleri?’ ‘Hayır’ dedi ve ekledi: ‘O söz kavme kar­şı delil getirmek üzere bildirme amaçlıydı. Hakkın bu konuda söyledi­ğini görmüyor musun? ‘Bunlar İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz delil­lerdir.’177 Kavmin ilah hakkmdaki inancı, Nemrut b. Kenan’ın ilah ol­duğuydu. Bu ışıklar onların ilahları olmadığı gibi Nemrut da gerçekte onlara göre ilah değildi. Onlar ibadet ederken ‘ilah’ diye yonttukları şeylere tapmaktaydı, Nemrut’a değil! Bu nedenle İbrahim ‘Benim rab­bim hayat veren ve öldürendir178 deyince, Nemrut hayat vermeyi ve öldiirmeyi kendilerinin ortaya koyduğu ilahlara nispet edememiş, saçma­lamaktan korkarak ‘Ben hayat verir ve öldürürüm’'79 demişti. Böyle di­yerek Nemrut ilahlarını tenzih etmek üzere kendini hedef göstermiş, oradaki insanların inanç sarsıntısı yaşamasını engellemek istemişti.

Hz. İbrahim oradaki insanların getirdiği vahyi anlamadaki eksik­liklerini görmüştür. Davetini ayrıntılı açıklamaya kalkmış olsaydı söz uzayacak ve meclis uzun sürecekti. Bu kez onlarm anlayışına daha ya­kın olana dönerek Allah Teâlâ’nın güneşi doğudan doğdurmasını zikretmiş, kendisinden güneşi batıdan doğdurmasını istemiş, bu talep üzerine kâ­firin dili tutulmuştu. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Yanlış bile olsa söz söyleyebileceği bir hususta Nemrut’un susturulması, Allah Teâlâ’nın onu aciz bırakmasından kaynaklanır. Çünkü Nemrut bu konuda görüş belirtseydi, kendisine şöyle denilecekti: ‘Sen yokken de güneş zaten doğudan doğmaktaydı.’ Böylece yaşça kendisinden büyük olan bir in­san Nemrut’u bedihi bir şekilde yalanlayacaktı.’ Bunun üzerine İbra­him şöyle dedi: ‘O söz nedir?’ Dedim ki: ‘Şöyle derdi: Biz işi senin hükmünle yapmıyoruz veya bir hikmeti senden dolayı geçersiz sayma­yız.’ Şöyle dedi: ‘Gerçekten de Nemrut’un susturulması Allah Teâlâ’nın ica­zıydı. Böylece orada bulunanlar İbrahim’in doğru söylediğini ve Nem­rut’un ilahlık iddia edemeyeceğini anladı.’

Sonra Beyt-i mamur’u gördüm. Bir anda kalbimi orada buldum ve her gün ona giren melekleri gördüm. Hakk kendisini sığdıran o kalbe ve yetmiş bin nur ve karanlık perdeye tecelli eder. Böylece Hakk onlarda kulunun kalbine tecelli etmiştir. Onlar olmadan tecelli etseydi, zatının tecellileri kulun yaratılış âlemini yakardı. Oradan ayrılınca Sidre-i münteha’ya geldim, onun aşağı dallan ve uzak dalları arasmda durdum. Amellerin nurları onu kaplamıştı. Dallarının zirvelerine ise insanın ya­ratılışında bulunan amel sahiplerinin ruhlarının kuşları konmuştu.

Dört nehre gelirsek, bunlar Meratibü’l-ulumi’l-vehb diye isimlen­dirdiğimiz kitapçıkta zikrettiğimiz dört ilahi-vehbi nehirdir. Döşekleri ve ariflerin refreflerini gördüm. Nurlar kapladı beni ve bütünüm nura döndü. Bana benzerini daha önce hiç görmediğim bir hilat giydirildi ve şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’m! Ayetler türlü türlü!’ Bana bunu derken şu ayet okundu: ‘De ki Allah Teâlâ’ya ve bize indirilene İbrahim’e, lshak’a, Yakub’a ve öncekilere indirilenlere, Musa’ya ve İsa’ya ve rablerinden gelen nebilere indirilenlere iman ettik. Hiç birini ayırt etmeyiz. Biz O’na teslim olanla­rız.’180 Allah Teâlâ bu ayette bana bütün ayetleri verdi, işi bana yalcınlaştırdı, onu her bilginin anahtarı yaptı. Anladım ki ben, bana zikredilenlerin hepsinin bir toplamıyım. Bu müjdeyle birlikte benim Muhammedi makam sahibi olduğum ortaya çıktı: Ben, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kuşatıcılığına (cemiyet-i muhammedî) varis olanlardandım. O kendisine vahiy indirilen son kimsedir. Allah Teâlâ ona cevamiül kelim’i vermiş, başkalarına tahsis etmediği altı özelliği tahsis etmiş, peygamberliğiyle altı yönü içermiştir. Hangi yönden gelirsen gel, Muhammed’in nurunun sana parıldadığını görürsün! Herkes ondan bilgi alır ve her peygamber on­dan bilgi aktarır.

Benin için bu hal gerçekleşince, şöyle dedim: ‘Bana bu yeter, bana yeter.’ Unsurlarım dolmuştu, bende bir boşluk kalmamış ve mekânım beni sığdıramıyordu. O’ndan dolayı ‘imkân’ özelliğim benden silinmiş­ti (beka billâh). Bu isra yolculuğunda bütün isimlerin anlamlarını öğ­rendim. Hepsinin bir hakikate ve isimlendirilene döndüğünü gördüm. O hakikat ise benim müşahede ettiğimdi ve o hakikat benim varlığımdı. Benim yolculuğum bende gerçekleşmişti, delaletim sadece kendimeydi. Buradan anladım ki: Ben bir sırf kulum ve bende Rablikten bir iz yoktur.

Bu menzilin hâzinelerini açtım. Orada ilimler arasında daha önce kendisini görmediğim teşrif kulluğunun salt birliğinin bilgisini gör­düm. Ben daha önce kulluğun toplayıcılığını görmüştüm fakat bunu görmemiştim. Gayb bilgisini şehadet gözüyle gördüm. Gaybm âlemde nerede sonlanıp da kul için her şeyin şehadet haline geldiğini gördüm. ‘Gayb’ derken varlığın gaybını, yani varlıkta bulunanı kastediyorum. Bu gayb bazı gözlere ve kalp gözlerine gizlidir. Mevcut olmayan gayba gelirsek, böyle bir gaybın anahtarını sadece Allah Teâlâ bilebilir. Yakınlık ve uzaklığın neyden ve kimden olduğunu bu menzilden öğrendim. Artış hâzinelerini ve onların kalplere inmesini, kimin onları Hakk ettiğini, ki­min onları kalplere taksim ettiğini, onlardan dileğe bağlı olarak veya olmadan nelerin indiğini öğrendim. İnsan bilginin artmasını isteyince, bunu Allah Teâlâ’nın peygamberine istemesini emrettiği şekilde dua etmelidir. Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘De ki Rabbim bilgimi artır181 buyurdu. Burada ifadeyi belirsiz kullanmış, belirli yapmadan genelleştirmiştir.

Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme inen her bilgi bu isteğe dahildir. Çünkü is­tekten olan bilginin hazzı isteğe bağlı olmadan gelen bilgiden üstün­dür. İsteğe bağlı bilgide arzuya ulaşılır. Bunun yanı sıra yoksulluğun zelilliği, Rabliğe hakkını vermek ve kulluğa hakkını vermek de isteğe bağlı bilgide gerçekleşir. Çünkü kula her şeye hakkını vermek emre­dilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ da her şeye yaratılışını verir. İsteğe bağlı inen bilgide menzilin üstünlüğü söz konusudur. Bunun değerini ve kadrini ancak Allah Teâlâ takdir edebilir.

Ayetlerin duyma ve görme (gücüyle algılanmada) sınırlı oldukla­rını gördüm. Bunlar, ya görülme veya haberle ilgiliydi. Tevrat’ı gör­düm, Allah Teâlâ’nın onu niçin eliyle yazdığını ve ayrıcalık nedenini öğrendim ve şaşırdım! Allah Teâlâ onu eliyle yazdığı halde değişme ve tahriften nasıl konulmamıştır? Yahudiler, yani Hz. Musa taraftarları onu tahrif etmiş­tir. Bu konuda şaşırınca, sırrıma şöyle denildi: ‘Hitabı dinle.’ Duymak bir yana, konuşanı görüyor ve onu içimde bulunduğum rahmetin ge­nişliğinde müşahede ediyordum. Ben de o rahmetin içindeydim ve rahmet beni kaplamıştı. Bana şöyle dedi: ‘Bundan daha garibi Allah Teâlâ’nın iki eliyle Adem’i yaratmış iken onu günahtan veya unutmadan koru­mamış olmasıdır. Tevrat’ın yazıldığı el var, İki el var! Şaşıracaksan esas buna şaşır. İki el onun doğasına ve toprağına yönelmişti. Vesvese ise Adem’e ancak doğası yönünden gelir. Çünkü Adem’in kendisinden ya­ratıldığı şeylerin bir parçasından yaratılmış olan şeytan ona vesvese ve­rir. Adem’in unutması veya vesveseyi kabul etmesi, doğasından dolayı gerçekleşmiş, iki el de onun doğasını yaratmaya yönelmiş, Allah Teâlâ ise bedenine yerleştirdiği oğullarının günahkârlığından onu korumamıştır. Öyleyse Yahudilerin Tevrat’ı değiştirmesine şaşırma! Çünkü Tevrat kendinde değişmedi, onların yazdığı ve telaffuz ettikleri şey hakkında bir değişme olmuş, bu değişme Allah Teâlâ’nın kelamına nispet edilmiş ve şöyle denmiştir: ‘Onu arıladıktan sonra tahrif ederler.’182 Onlar Allah Teâlâ’nın kelamının kendileri tarafından anlaşıldığını bilirler. Bununla birlikte onu aktarırken kalplerinde bulunandan ve kendilerine indirilmiş Mus­haf’tan başka bir şekilde aktarırlar. Çünkü onlar ancak asıl metinden yazarken nüshalarda tahrifte bulunup aslı olduğu hal üzere bırakırlar ki kendileri ve bilginleri için sahih bilgi baki kalsın.

Âdem ise iki elle yaratılmış olmasına rağmen bizzat asi olmuş ve Allah Teâlâ’nın kelamı korunduğu gibi korunmamıştır. Bu daha garip bir du­rumdur. Allah Teâlâ kendi kelamı masumdur, çünkü o bir hükümdür ve hü­küm masumdur; onun yeri onu bilenlerdir. Hüküm alimler nezdinde tahrif edilmiş değildir. Onlar sadece tabileri için hükmü bozar. Âdem ise Allah Teâlâ’nın bir hükmü değildir, dolayısıyla masumluk onun ayrılmaz özelliği değildir. Fakat bir insan peygamber ise Rabbinden aktardığı hususlarda masumdur. Bu durum Âdem’de ve bütün nebilerde böyle­dir.

Bu bilgi kıymetli bir bilgidir, çünkü Allah Teâlâ âleme bir hidayet yer­leştirdiğinde, onun artık körlüğe dönmesi mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ hidayetini ulaştırdığı kimseye bunu açıklamıştır. O halde körlük­le nitelenen kimse, rabbinin hidayetinin ulaşmadığı kimsedir. Bir insan için ‘vahiy kendisine indirilene ve bu sayede bilgi elde edinceye kadar hidayet ulaşmış değildir’ denilemez. Böyle birisinde körlük kesinlikle bulunmaz. O halde körlüğü hidayete ancak her ikisinde de hemcinsle­rini taklit edenler tercih edebilir. Körlük onun tabiatına uygunken hi­dayet doğasına ve tabiatına aykırıdır. Bu nedenle körlüğü hidayete ter­cih eder.

Bu menzilde hazırlık yapanın bilgisini gördüm. Ben sadece Allah Teâlâ’ya itimat ederim. Bu beşinci tevekküldür ve bu durum Müzzemmil sure­sinde ‘O’nu vekil edin’183 ayetinde belirtilir.

Bu menzilde veraset yoluyla ulaşılan bilgiler gördüğüm gibi sade­ce kesb yoluyla elde edilen bilgiler de gördüm. Yükümlünün şükrüyle kulun şükrü arasındaki farkı öğrendim. Zamanların değişmesi nedeniy­le hükümlerin değişmesinin bilgisini gördüm. Âlemde her şey zamanlı bir tertibe ve öncelik-sonralık sıralanışına göre bulunur. Allah Teâlâ bana isimlerini gösterdi, isimlerin bazı durumlarda ortak olmaları ve bazı durumlarda birbirlerinden ayrışmaları nedeniyle derecelendiklerini gördüm. Aralarında ortaklık ilişkisi bulunmayan iki isim arasında bir derecelenme yoktur. Bunu bilmelisin, bu değerli bir bilgidir.

Bu menzilde âlemdeki varlıkların bir kısmmm ötekilere musallat olmasını ve bunun nedenini gördüm. Gördüm ki bunun nedeni, bas­kın gelmek ve yönetici olmak isteyen ilahi isimlerin hükümlerinden ve kendiliklerinde sahip oldukları kıskançlıklarından (gayret) kaynaklan­maktadır. İsimlerin kendilerine ortak isimlerden yardım aldığını gör­düm. Bu yardım, belli bir yardımdı ve bu nedenle yaratıklar ilahi isim­lerin suretinde ortaya çıkmıştır; bir kısmı yardım ederken bir kısmı yardım edilendir. İş böyle gerçekleşince, Allah Teâlâ yardımlaşma hükmüyle kendilerine hitap ederek ‘İyilikte ve takvada yardımlaşın1*4 buyurmuş­tur. Allah Teâlâ da kullarını kendisine göre yaratmış olduğu bu özelliktedir. Çünkü kullar bu yaratılış nedeniyle günaha ve taşkınlığa karşı yardım­laşırlar. İcbar ilmini gördüm; onun mazerederin kendisinde sona erdi­ği şey ve yaratıkların işin sonunda rahmete kavuşmasının nedeni oldu­ğunu anladım. Allah Teâlâ kendilerinden meydana gelen fiillerdeki zorunlu­luk nedeniyle yaratıklarını mazur görür. Çünkü onlarda ancak doğal bir yakarış kaür: Ahiret yaratılışı dünya yaratılışı gibi doğal cisim ve ruhla olmasaydı, bedbahtın talebi ve yakarışı olamazdı. Çünkü orada doğal bir durum olmasaydı, bilgisiz olan nefsi bilgisizliği hakkmda uyaracak kimse de olmazdı. Bunun nedeni onun hissetmeyişidir, çünkü nefs bileşik bedenden ibaret doğal parçasıyla hissedebilir. Nefsin bed­bahtlığı ise bilgisizliğinden kaynaklanır. Nefs bedenden ayrıldıktan sonra bilgisiz kalmışsa onun bedbahtlığı bilgisizliği ve cehaletidir ve sürekli böyle kalır. Allah Teâlâ’nın ona olan rahmeti, bu doğal bedeni dünya ve ahirette yaratmasıdır. Canimin kendisinden yoksun kalamayacağım bu hikmeti herkes bilmez.

Dönüş ilmini öğrendim. Bu, diriliş ilmi ve ahirette bedenlerin ye­niden aratılması ilmiydi. İnsan dünyadan ayrılınca bir daha dünyaya geri dönemez. Fakat dünya da insanın ayrılmasıyla birlikte onunla ayrı­lır. Bu diyardan bazı insanlar cennete giderken bir kısmı ateşe göçer, bir kısmı ise hem ateşe ve hem cennete göçer ve iki diyarı ve nimete ulaşır. Çünkü orada sadece cennet ve cehennem vardır. Dünyanın zatı bir kez var olduktan sonra bir daha yok olmaz. Var olan her şey ise iki yerde veya birinde bulunmalıdır. Böylece keşif iki diyarda o şeyin gö­rülmesini gerektirir. Bu konudaki bir hadiste yeterli açıklama vardır. Sahabenin biri şöyle derdi: ‘Ey deniz! Ne zaman ateşe döneceksin.’ Kastedilen cehennemliklerin içeceği kaynamış sudur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dört nehrin cennetten olduğunu söyleyerek bunla­rı şöyle sıralamıştır: Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat. Başka bir hadiste ‘Minberim ile kabrim arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır’ buyurur. Zikir meclisleri ise -her nerede bulunurlarsa bulunsunlarcennet bahçelerinden bir bahçedir. Bu konuda pek çok rivayet vardır. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, taklitçi değiliz. Bize göre gerçek, Rabbimizin ka­tından iman ve müşahede ettiğimiz gibidir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sizinle ümmetlere karşı iftihar ederim’ hadisi­nin mertebesi bu menzilden öğrenilir. Bu durum yerli yerinde övgü ve iftihar amacıyla söylenmiştir ve kendi yerinde böyle bir övgü göz ardı edilmez. Her mertebenin kendisine özgü bir şerefi vardır. Burada arif­lerin bir grubunun ayaklan kayar, çünkü onlar nefislerin şerefiyle akıl­ların şerefini ayırt edememiş, bu ikisinin birbirine girmediğini ve ke­malin İki şerefin varlığında birden bulunduğunu anlamamışlardır. Bu menzilde insanın ancak sahip olduğu bir şeyi görebileceğini öğrendim. Onu bilmesi veya bilmemesi birdir. Onu müşahede etmesi gerekir ve böylece bilginin ve müşahedenin fayda vermediği bir yerde onu tanır. İç içine girme ve devri bu menzilde öğrendim. Bu, Hakkın fiilde ancak yaratıkların suretiyle zuhur etmesidir. Yaratıklar ise Hakkın suretiyle fiilde gözükmezler. Bu bir devirdir (totoloji) ve gerçekleşenin imkân­sızlığa yol açmaz. Aksine işin kendinde bulunduğu vakıa budur. Çün­kü ‘Allah Teâlâ siz bıkana kadar, bıkmaz.’ Halkın Haktaki hükmü budur. Bir ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kimi hidayet ederse, gönlünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, gönlünü daraltır:185 Dönüşü ve bitişi bizden olduğu gibi bu da O’ndandır.

Bu menzilde Kuran’m âlemdeki yerini gördüm. Kuran’ın kendisi­ne geldiği kimse kimdir, neyi getirir ve nereye döneceğini bu menzilde öğrendim. Burada hakkı batılla karıştırma bilgisini ve onun aslının in­sanın aceleciliği olduğunu anladım. İnsan teenniyle hareket edip dü­şünse ve basiretiyle hareket etse, herhangi bir şeyi karıştırmazdı. Bunu yapanlar pek azdır. Burada sadece gecenin bilgisini, sadece gündüzün ve zamanın bilgisini öğrendim. Tek başına günün, tek başına dehr’in, tek başına asrın, müddetin bilgisini bu menzilden öğrendim. Tafsili ve nerede ortaya çıktığını bu menzilde öğrendim. İnsana lazım olan ve şe­riatın insana açıklayıp artık kendisinden ayrılmayacak Allah Teâlâ’nın hükmü­nü bu menzilden öğrendim. Bu menzilde iki nüshanın karşılaşmasını öğrendim. İnsan kendinde Rabbinin kitabıdır. Azabın ahirette olması­nın sebebini öğrendim ki bu açıktır. Gizli bilginin dünya azabının se­bebini bilmede olduğu öğrendim. Bu durum bilhassa emzikli çocuğun durumunda böyledir. Acaba bebeğin ve bütün canlıların kendileri far­kında değilken içlerinden bulunan bir elçiyle yükümlü müdürler, değil midirler? Küçük çocuk büyüyüp yükümlü Hakk geldiğinde, küçükken yükümlü olduğunu hatırlamaz ve onu fark etmez. Bunun nedeni, ondaki acılardır. Aynı şey hayvan için geçerlidir. Allah Teâlâ kendiliğin­den azap etmez, bir ceza olarak azap eder. Çünkü rahmet azapta ancak temizleme amacıyla ceza olabilir; temizleme amacı olmasaydı, azap olmazdı. Bu, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis ettiği bilginin sırlarından biridir. Her ümmetin bir nebisi vardır: ‘Her ümmete bir korkutucu gel­mişti r.’186 Varlıktaki her şey bir ümmettir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzürıdeki her canlı veya kanatlarıyla uçanlar sizin gibi bir ümmettir.’187 Kaste­dilen bütün varlık türleridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem köpeklerin bir ümmet ol­duğunu söylemiştir. Öyleyse ilahi peygamberlik, küçük büyük bütün ümmetleri içermiştir. Binaenaleyh her ümmet ya kendilerinden veya içlerindeki bir elçinin diliyle ilahi hitapla muhataptır.

Muhayyer ve genişletilmiş vacibin hükmünü bu menzilden öğren­dim. Misal olarak namaz vakideriyle kefaretlerdeki serbesdiği verebili­riz. Hakkın kulun iradesiyle hareket etmesini ve kendisine karşı gelmeyişini bu menzilden öğrendim. Öyleyse bu niteliğin kulda bulunması daha iyidir. Allah Teâlâ kuluna emir verip kul kendisine bazen asi olabildiği gibi kul O’na dua eder ve Allah Teâlâ da -kendisine emredip kul itaat etme­diği gibikulun dileğine karşılık vermez. Meleklere bakınız! Onlar, Allah Teâlâ’nın emrine asi olmadıkları için, diledikleri her hususta Allah Teâlâ onlara karşılık vermiştir. Öyle ki kulun namazda ‘âmin’ sözü meleklerin ‘âmin’ sözüne tevafuk ederse, o kul bağışlanır.

Bu menzilde ilahi ikramın genişliğini gördüm. Hakkın keremin­den bunun karşılığı, yükümlü âlemde büyük günahların işlenmesidir. Her günah grubu için günahın değiştirilmesi zorunludur; bu bağlam­da büyük günahlar büyük sevaplarla değiştirilir.

Bir nefsi öldürmekle bir nefse hayat veririm

Her türde ve her cinste böyledir hüküm

İnsanların bir kısmının günahı tövbe ve salih amelle değişirken bir kısmı için cezalandırma hakkını kendisinden aldıktan sonra değişme gerçekleşir. Bir grup hakkında ilahi tehdidin uygulanması ise Hakkın iradesinden kaynaklanır ve uygulandıktan sonra içinde bulundukları azabın kendisine benzeyen bir nimete dönüşmesini talep eden yine meşiyettir. Çünkü meşiyetin hükmü emrin hükmünden güçlüdür. Emir ile birlikte değiştirme ve tebdil gerçekleşmişse, irade nedeniyle gerçekleşmesi daha uygundur. Allah Teâlâ bu bilgiyi kullarından bir kısmın­dan gizlemişken dilediklerini ona muttali kılmıştır. Bu bilgi hikmet bilgisidir; kime onlar verilirse, ona pek çok iyilik verilmiştir. Bu neden­le Allah Teâlâ ‘Gafur ve Rahim’dir188 buyurur. ‘Gafurdur’, yani örter; ‘Ra­himdir’, yani bu örtmeyle birlikte rahimdir. Ayetin öncesinde ‘Onlar günahlarını iyiliğe çevirdiği kimselerdir189 buyurur. Aşırı gidenler hak­kında ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin, Allah Teâlâ bütün gü­nahları bağışlar.’190 Burada mağfiret ve rahmet, tövbe edip salih amel işleyenler hakkında gelirken bu iki nitelik tövbe etmeyenler hakkında da gelmiş, onlara umutsuzluğu yasaklamış ve bunu ‘bütün günahlar’ sözüyle pekiştirmiştir. Kulların sonuçta rahmete ulaşacağını daha iyi açıklayan bir ifade olamaz! Bununla birlikte cennet ve cehennem dola­caktır, her birisini dolduran ve oradan çıkmayanlar vardır. Allah Teâlâ’nın ih­sanına engel yoktur. el-Mani ismi Zeyd’in nimetinin Amr’a, Amr’ın nimetinin de Zeyd’e yasak olmasıyla ilgilidir. el-Mani isminin hükmü bu kadardır ve bu durum rahmetin kapsayıcılığını engellemez.

Dünyada ve ahiretteki derecelenme arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Burada üzerinde yükümlülük bulunanın bu yükümlülüğü terk etmesi ve nedeni bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın ibadet edilen her şeyde suretin ardında Mabud olması bu menzilden öğrenilir. Ale­me şefkati ve her sınıfa kendisine uygun şekilde yumuşak davranmanın gerekliliği bu menzilden öğrenilir, insanın diktiği şeyin meyvesini dev­şireceğini gördüm. Tasarruflardaki hadleri ve onların miktarlarını gör­düm. Rab olması yönüyle, ilahi ahlak ile ahlaklanmayı bu menzilden öğrendim. Bütün karşısında parçanın yerini öğrendim. Bununla birlik­te parça bütünün suretindedir. İki bozuk öncülün sahih bir bilgi veri­şini gördüm. Misal olarak ‘her insan taştır, her taş canlıdır, her insan canlıdır’ önermesini verebiliriz. Dolayısıyla iki öncülün bozuk olması, neticenin sahih olmasına etki etmez. Bunun ölçüsü bilinemez.

Mislin mislinde nasıl etkin olduğu ve tesir ettiği bu menzilden öğ­renilir. Bunlardan birisi tesirin kendisine nispeti bakımından ötekinden öncelikli veya Hakk sahibi değildir. İki misil iki zıttır. Bunu anla!

Abesin varlığı ve ‘Göğü ve yeri ve aralarındakileri boş batıl olarak yaratmadım191 ayetine rağmen nasıl olabileceği bu menzilden öğrenilir. Abes bu ikisinin arasındaki şeylerdedir. Hangi bakışla abes olabilir, hangi bakışla abes batıl olur? Allah Teâlâ ‘Sizi abes yere yarattık mı zannetti­niz192 buyurur. Burada sınırlamışken batılı sınırlamamıştır.

Erkekliğin dişilikten üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Bu, zati değil, arızî bir üstünlüktür. İmkânsızın hükümleri, mahal, hal mekân ve mekâna yerleşenin hükümleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi tesiri bir mahalde perdeleyen maniler bu menzilden öğrenilir. Mutlak birli­ğin (ahadiyet) otoritesi ve onun karşısında kimsenin karşı duramaya­cağı, mutlak birlikte tecellinin olup olmayacağı bu menzilden öğrenilir. Orda tecellinin olabileceğini söyleyenler, Bir’in mutlak birliğini mi (ahadiyet), yoksa toplamın birliğini mi kasteder? Tecellinin olamaya­cağım söyleyenler de birin mutlak birliğini mi, yoksa toplamın birliğini mi kastederler. Sema adabı ve onda konuşmanın terki bu menzilden öğrenilir. Aşağıda olanın darb-ı mesel vermek üzere yukarıdakine ka­tılması, bu menzilden öğrenilir. Niçin öteki daha üstündür? Zorlama­dan önce kendisini kınadığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Akıllıyı zor süluktan alı koyup öncelildi ve layık olana sevk eden sebep bu menzilden öğrenilir. Bir şahsın hallerinin farklılaşması nedeniyle uruc ve nüzul bu menzilden öğrenilir. Kim inmiştir, niçin inmiştir, onu kim indirmiştir? Kim çıkmıştır, niçin çıkmıştır, onu kim yükselt­miştir? İnsanların berzahtaki halleri, bu menzilden öğrenilir. O konuda haberler birbirinden farklıdır. Burada tekabül özel midir, genel midir? Özel ve genel zamanda ve şahıslarda mıdır? İcaz için gelmemiş ayetle­rin faydaları bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin gelmiştir? Her yön­den zayıf olan birisinin bütün yönlerden güçlü olduğunu bildiği kim­seye karşı cüretkâr olması bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte za­yıf gtiçlünün kendisini yok edebileceğini bilir.

İblis’in Adem’e secde etme emrinin dışındaki her işte Rabbine ita­at emesi bu menzilden öğrenilir. Adem’in Allah Teâlâ’nın olduğu söylenmiş­tir. Bununla birlikte İblis hakkında ‘direnmiş’ denirken ‘Allah Teâlâ’nın emri­ne asi oldu’ denilmedi. Bu durum, ilahi surete göre yaratıldığı için, Âdem’e dönen bir üstünlük müdür? İblis için ise böyle bir makam yoktur. Allah Teâlâ, Âdem hakkında rabbine asi olmuş demiş, asiyi zikreder­ken İblis hakkında sadece ‘direndi’ demiş, onun direnip Rabbinin em­rine bağlanmaya karşı direndiğini söylememiştir. Bir ayette ‘İblis secde edenlerden olmadı193 denilirken başka bir ayette ‘Büyüklendi’,194 başka bir ayette ‘Topraktan yarattığına secde mi edeyim’,195 başka bir ayette ‘Secde edenlerden olmaya direndi196 denilir. Hakkın bu ayederde sana verdiği bilgilere ve sırlara bakmalısın.

Gururlanmanın durumu bu menzilden öğrenilir. Âdem’in üstün olduğu yaratıklar bu menzilden öğrenilir. Bu menzilde Âdem’den üs­tün olan yaratıkları ve onun üstünlüğünün genel olmadığını öğrendim. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bir vakıamda bana böyle bildirmiş, Hz. Halil İbrahim de şeyhimiz Ebu Medyen’e Âdem’in üstünlüğünün ge­nel olmadığını bildirmişti. İmamlık ve imamın bilgisini orada öğren­dim. Dünyanın ahiretin unvanı ve ona verilmiş bir misal olduğu, ondaki şeyin hükmünün ise ahirette daha tam ve kâmil olduğunu gör­düm. Bir şeyi bilenin kalbinin bilginin verdiği hükümden caymasının sebebi ve bunun hikmetini bu menzilde öğrendim. Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki sünnetinin değişmemesinin sebebini bu menzilde öğren­dim. Hakkın inayet sahibine tahsis ettiği muhadesenin (sohbet) vakti­nin belirlenmesini bu menzilden öğrendim. Müşahede ile muhadese halini bir araya getirmek, muhadeseden meydana gelen müsamereyi (gece sohbeti) bu menzilden öğrendim. Hakkın müsamere yapması imkânsız değilken belli vakiderde muhadeseden uzak durur. Bu, kulun Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’dan kula dönük ilahi bir hitaptır. Bu bilginin kıyamette kendisini bilene getireceği bilgiler, bu menzilden öğrenilir. Sadıkların ilahi mertebeye girişteki hareketlerini, âlemden ilahi mertebeye ve ora­dan çıkıştaki hareketlerindeki hallerini bu menzilden öğrendim. Bu makamda temkin sahibi olanlardan birisi Ebu Yezid el-Bestami’ydi. Bu mertebede yokluğun somudaşarak varlığa etki edecek şekilde hükmü kabul etmesini gördüm. Böyle olmasaydı, akledilmezdi. Onun sureti Hakkın zuhur ettiği herhangi bir suretteki tecellisinin suretiydi. Hakka dair verilen hüküm, tecelli ettiği o suretin hükmüne göre hüküm veri­lir. Bu hüküm kendisini gerektirir. Kitap ve Sünnette gelen bütün nispeder Allah Teâlâ’ya buradan nispet edilir ve bir teşbih gerekmez.

Doğal cisimlerde -yoksa ahlakta değililahi tıbbın bilgisini bu menzilde gördüm. Bazen ahlakta da olabilir. Çünkü nefsin çirkin huy­larla hastalanması, doğal bedenin hastalanmasından mühimdir. Amel sahibinin mizacının ve doğasını aşmasının gereği, bu menzilden öğre­nilir. Amel sahibi mizacı olmayanlardan ise onuiı ameli zatında bulun­duğu duruma göredir. Bildiğini soranın hükmü, bu menzilden öğreni­lir. Bilmiyormuş gibi ona cevap verilir ve bu cevap sorduğunu bildiği­ni ortaya çıkartır. Bildiğiyle kendisine cevap verilirse, gerçekte ve bu­lunduğu durumda olduğu gibi, cevap verenin soru soranın durumunu bilmediği anlaşılır. Bilginin gerçekleşmesi için yardımlaşmanın bilgisini bu menzilde gördüm. Bu var olduğunda, acaba yardımlaşmayla her türlü bilgi gerçekleşir mi? Yoksa bazı ilimler mi meydana gelir? Şeriat­ların konulmasının ve peygamberlerin gönderilmesinin sebebini öğ­rendim. Peygamberlere karşı hüküm zorlamanın sebebini bu menzil­den öğrenilir. Bu övülen bir şey midir, yoksa kınanan bir şey midir? Yoksa ne övülen, ne kınanan veya bir yerde övülürken bir yerde kına­nan bir şey midir? Mümkünlerin bir anda gerçekleşmesini engelleyen sebebin ne olduğunu bu menzilde öğrendim. Onlardan var olan ve meydana gelen şeyleri kastetmekteyim. Böyle bir şey mümkün müdür, değil midir? Hangi konuda mümkün, hangi konuda değildir. Bunun hakkında imkân dahilinde olduğu kısımda, fiilen gerçekleşme olmuş mudur? Bu bağlamda sadece cevher veya araz, taşınan ve taşıyan var­dır. Başka bir ifadeyle kendi başına var olan ile kendi başına var olma­yan vardır. Bu taksime cisim ve diğerleri girer. Acaba cisim sıfat, araz ve cevherlerin toplamı mıdır, değil midir? Dokuz sayısının mertebesi bu menzilden öğrenilir. İki hasmın çatışmasında onları çatışmaya sevk eden şey nedir? Var olan bir şey mi, yok olan bir şey mi?,‘Yaratmada vasıta olan Hakk’ bu menzilden öğrenilir. Bir isimin bütün isimlerle isimlendirilmesi, bu menzilden öğrenilir. Nitekim Halü’n-naleyn yazarı Ebu’l-Kasım b. Kasım bu görüşteydi. Övgülerin mertebe ve sonuçları, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Geldi-gelmedi' Gibi Fiiller Menzilinin Bilinmesi; Tek Başına Emrin Mertebesi

Ayırıcı özelliğim cinsten başka olunca Söz ile arıdan nasıl ayrılırım?

Ben konuşuyorum, kuş da benim gibi konuşur Kur’an’da Nemi suresinde gelmiş böyle

Senin tek olduğun şeyle sevinmelisin Benzer benzerle ünsiyet edebilir

Mukaddes bir şeyhim vardı, söz ederdi İşlerin faziletinden ve vasıldan

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ İsa’ya sen mi insanlara beni ve annemi Allah Teâlâ’yı bırakın da ilah edinin dedin.’197 Bu söz ancak kıyamette söylenebileceği­ne göre henüz gerçekleşmemiş demektir. Fakat Allah Teâlâ gerçekleşeceği kesin olduğu için gelecek zamanı geçmiş zaman kipiyle ifade etmiştir. Bu hadisenin gerçekleşmesi kaçınılmazdır ve artık onda imkân hükmü zorunluluğa dönüşmüştür. Bu mesabedeki her şeyde geçmiş ve gelecek zaman birdir. Böyle bir hadisenin mazi kipinde ifade edilmesi gelecek zamanda bırakılmasından daha güçlü bir pekiştirmedir.

Dostum! Allah Teâlâ seni hakikat ile Mutlu etsin ve seni kendisiyle ko­nuştursun, bilmelisin ki: Allah Teâlâ ehlinden bir grup Allah Teâlâ katındkn olan bir hususta yanılmıştır. Onlarm bu hatalarına karşı kendilerine yardım etmek istedik, fakat kendilerine yardım edemedik. Allah Teâlâ’ya dayandıkları için de onlarla birlikte hareket ettik. Çünkü Allah Teâlâ’ya ancak hakikatin ve doğruluğun ehli dayanabilir. Onların hakkında yanılgıya düştükleri mesele ‘yaratmada vasıta olan Hakk’ konusudur. Onlar yaratmada vasıta olan bu şeyi mevcut bir varlık kabul etmişlerdir, böyle düşünmelerinin nedeni ‘Gökleri ve yeri Hakk ile/için yarattık198 ayetini duymuş olmaları­dır. Kuran’da bu ve benzeri ayetler vardır. Burada b/ile edatı ‘lam’, yani ‘için’ anlamına gelir. Allah Teâlâ ayeti tamamlarken, ‘Allah Teâlâ onların şirk


koştukları şeyden münezzehtir’ buyurur. Bunun nedeni ‘b’ harfinin kullanılmasıdır. Gerçekte de yerin, göğün ve bu ikisinin arasında indi­rilen her şey için de durum aynıdır. Böylece varlık hepsini kuşatır. Her şeyin yaratılış gayesi hakkında ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım199 buyrulur. Allah Teâlâ gökleri ve yeri ‘Hakk ile’, yani Hakk için yaratmıştır. Burada ‘b/ile’ edatının yerini alan ‘lam/için’, ‘bana ibadet et­sinler için’200 ayetindekiyle aynı anlamdadır. Böylece gökler ve yer Hakk için ve Hakk vasıtasıyla yaratılmıştır ki, her şey O’na ibadet etsin. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ onların koştukları ortaklardan münezzehtir’ buyurur.

Şirk, büyük zulümdür ve insanın dışındaki hiçbir varlıktan çık­mamış bir fiildir. Ayette Allah Teâlâ’ya ibadet etme hususunda cinlerin insanla birlikte zikredilmiş olmasının yegâne sebebi, insana iğva vermesi ve onu aldatmasından kaynaklanır; yoksa cinler şirk koşmamıştır, şirk ko­şan tek varlık insandır. Bu yorum cini insanın bâtınından ibaret say­madığımızda böyledir. Allah Teâlâ sanki şöyle der: ‘Ben cinleri yarattım.’ Yani insanın görünmeyen yanı ve bâtınını yarattım. ‘Ve insanları.’ Bu ise göze görünen tarafıdır. ‘Baııa ibadet etsinler diye.’201 Yani zahirde ve bâtında bana ibadet etsinler diye insanı yarattım.

Sonra Allah Teâlâ şöyle der: ‘insan onu nutjeden yarattığımızı görmez mi? Apaçık bir hasımdır:202 Yani hasımlığı açık ve ilan edilmiştir. Allah Teâlâ şöy­le der: ‘insanı bir nutjeden yarattı, o açık hasımdır.’203 Bunun nedeni in­sanın rablık iddia etmiş olmasıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ onu kul olarak ya­ratmış, dolayısıyla kendi kadrini aşamaz. Buna mukabil insan rabliği hususunda Rabbiyle didişir. Bu bağlamda Allah Teâlâ ile insandan başka hiçbir yaratık tartışmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ, Mele-i ala ve diğer ya­ratıklarını nitelerken sadece ‘hasımlaşma’ ifadesini kullanırken insanın hasımlığını ‘açıklık’ özeliğiyle nitelemiştir. Ayrıca onlar rububiyetin dı­şındaki bir meselede hasımlaşırlar. Çünkü rabliğin dışındaki herhangi bir konuda bir yaratılmıştan herhangi bir hasımlık meydana gelince, o şahıs bu iddiasında haklı olabilir ve haklı olduğu da dinleyen veya ha­kim tarafından bilinmeyebilir. Dolayısıyla hakim hakkın onda mı veya hasmında mı olduğunu bilemez. Acaba kişi iddiasında haklı mıdır, yoksa bu konuya girecek kuşku nedeniyle yalan mı söylemektedir? Rablık hakkındaki iddia ise başkadır. İnsan ya kendinden bu durumu bilir ya da Allah Teâlâ’nın yaratıklarından kendisini dinleyen herhangi biri böyle bir iddiada bulunan insanın yalancı olduğunu ve onun bir kul olduğunu bilir. Herkes bilir ki o insan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yara­tılmıştır. Bu nedenle insan hakkında ‘açık hasım’, yani hasımlığında za­limliği açık olan kimse denilmiştir. Rabliği hususunda Rabbiyle tartı­şan birisinin durumu nasıl olabilir?

Sonra, böyle bir iddiada bulunan insan keşke kendi lehine çalış­saydı! Böyle yapsaydı rablıkta bir payı bulunmadığını da bilirdi. Bu iddiasının ardından insan Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birisinin rabliğini kabul eder. Misal olarak taş, bitki, insan veya hayvan veya melek vb. verebiliriz, çünkü yaratılmışlardan her bir sınıfa ibadet edil­miştir. Böyle bir şeye ise ‘hayvan-insan’ ibadet etmiştir. İnsanların en bedbahtı, ahiretini başkasının dünyası karşılığında satan ve hiçbir şey elde edemeyeceği bir hususta helak olandır. Böyle birisi, başkasını bil­mede insanların en cahiliyken kendisini en iyi bilen olmakla da kendi aleyhine şahidik eder. Çünkü o rabliği kendisi için istememiştir. Rab­liği kendisi adına iddia eden insan, kavmini hafife almış ve bundan do­layı da ona itaat etmişlerdir. O ise kendinden bunun böyle olmadığını bilir. Bunun için Firavun ‘Sizin için kendimden başka ilah bilmem’204 de­miştir. Yani sizin inancınızda demektir.

Bilmelisin ki, Hakk bir şeyi bir şey vasıtasıyla yaratmaz, fakat bir şey vesilesiyle yaratır. Yardım ve sebeplilik bildiren her ifade, hikmet ‘lam’ı, yani ‘için’ demektir. O halde Allah Teâlâ bir şeyi Hakk için yaratır. Ya­ni Hakka ibadet edilsin diye yaratır. İnsan ise apaçık hasımdır. Bunu anlamı, göğüsteki kalplerin hakikat karşısındaki körlüğüdür. İnsan Haktan yüz çevirmemiş olup O’na dönseydi, Hakkı görür ve her şeyde O’nun rabliğini kabul eder, O’na ibadet etmede kimseyi ortak koşmaz­dı. Bu nedenle ayette, ‘Allah Teâlâ’ya kavuşmak isteyen salih amel yapsın205 buyrulur. ‘Salih’ kuşkunun girmediği şey demektir. Kuşku ortaya çı­karsa, amel bu özelliğini yitirir. Amele ‘salih’ olma özelliğini yitiren kuşku ise şirktir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbine ibadete kimseyi ortak koş­ma.’206 Burada belirsiz gelerek ‘ahad (bir)’ denilen herkesi içermiştir. Başka bir ifadeyle kastedilen yaratılış ve emir âlemindeki her şeydir. Şirk ise en küçüğü de içerir. Bu şirk genel nezdinde bilinen, gizli ve ör­tülü rablıktır. ‘Örtülü rablık’, ‘yaptım, işledim, falan yaptı, falan olma­saydı’ gibi ifadelerde kendini gösterir. Böyle bir şirk, bağışlanan şirktir, çünkü söz sahiplerine gerçekte neyi kastettiklerini sormak üzere başvu­rursan, onlar Allah Teâlâ’ya dönerler. Özel şirk ise Allah Teâlâ karşısında ilah oldu­ğu zannedilen başka şeylerle şirke düşmektir. Onlar ilahlığının birli­ğinde Allah Teâlâ’ya zalim olmuş, ilahlığı kendisine nispet ederken de ortak koştukları şeye haksızlık etmişlerdir. Allah Teâlâ birliğine karşı yapılan hak­sızlık nedeniyle değil ortaklara karşı yapılan zulüm nedeniyle onları ce­zalandırır. Çünkü onların şirk koştukları şey, haklar sahiplerine verildi­ği kıyamette günü onlardan uzaklaşır.

O halde Allah Teâlâ gerçekte bir şeyi bir şey sebebiyle yaratmaz; yaratır­sa ancak bir şey vesilesiyle yaratır. Bu hikmet bildiren ‘için’ ifadesinin karşılığıdır. Bir şeyin yaratılması ise hikmetin ta kendisidir, çünkü ya­ratmanın illeti olamaz. Öyleyse yaratıklar özü gereği kuldur ve onlara arızi şeyler etki yapmıştır. Bu durum insan için böyledir. Hatta arızi nedenler insanda etkin olabilir ve onu diğer yaratıklardan farklı olarak sınırlar. Onun dışındakiler ise aslî üzere yaratıklarını ortaktan tenzih ederler. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder, siz anla­mazsınız207 buyurur. ‘Anlamazsınız’ ifadesinde çoğul zamiri kullanıl­mıştır ki, kastedilen insanlardır. İnsanlardan başka yaratıkların hepsi Allah Teâlâ’ya ibadet ederken insanların bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet eder.

İnsan zulmün ve haksızlığın kendinde açık görüldüğü bir hususta hasımlaştığı için, ‘açıkça hasımlaşandır.’ Bu konu ise rablıktan (rububiyet) başka bir konu değildir. Siz köleliğinden çıkmadan ve efendiliğinde efendisiyle tartışmadan, bir kölenin efendisiyle hasımlaştığını gördünüz mü? Böyle bir köle kendi nam-ı hesabına sahiplik ve mülkiyet iddiasında bulunan köledir. Efendi tasarrufta bulunduğunda, onunla tartışır ve kendisiyle hasımlaşır. Bir köleden hasımlık köleliği üzerinde gerçekleşmez. Hasımlık, Efendinin kölenin sahibi olmasını sağlayan bir özellikte, yani mülkiyette gerçekleşir. Allah Teâlâ ehli olan alim­lerden bazıları vardır ki bunlardan herhangi birisinin adını vermeyece­ğim. Çünkü hakkında söyleyeceğimiz bu husus onun adına bir eksik­liktir ve onun bilgisizliğini gösterir. Bu nedenle karşısında edepli dav­randım.

Onlar yaratmada vasıta olan Hakkı iki şekilde yorumlamıştır: Bir kısmı onu yaratılışın illeti saymıştır. Hakk Teâlâ yaratmasını nedene bağlamaz. Bu yaklaşım, gerçekte doğrudur. Öyle ki Hakta kendisinden zuhur edeni zorunlu kılmayı gerektirecek bir durum akledilemez. Ak­sine Allah Teâlâ’nın varlıkları yaratması, onlara dönük ihsanı ve fazlından kay­naklanır. Allah Teâlâ ise âlemlerden müstağnidir. Bir kısmı ‘yaratmada vasıta olan hakkı’ mevcut varlık sayarlar. Allah Teâlâ onun vasıtasıyla kendi dışın­daki şeyleri yaratır. Bunlar, ‘Bir’den bir çıkar’ fikrini kabul edenlerdir. Bir’den birin çıkması, mamulün illetinden ortaya çıkmasıdır ve illet onun çıkısını ve sudurunu zorunlu kılar. Bu meselenin bütün izahı bu­dur. Benim görüşüm şudur:

Allah Teâlâ’nın emri gelince, emrin amiri Emrin ait olduğu kimsenin tevhididir

Ortak koşma sakın şirk bir zulüm Bu zulüm her yönden yasaklanmış

Bilgiyle kalpler hayat bulduğu gibi ruhlarla bütün cisimler hayat bulur. Bu nedenle bilgi ‘ruh’ diye isimlendirilmiştir. Melekler onunla kulların kalplerine inmiş, kullar onu karşılamış, kalpler -bir vasıta ol­maksızınonunla hayat bulmuşlardır. Ruhun aktarılmasına ve vahyedilmesine gelirsek, bu durum ‘İşte bu şekilde sana emrimizden bir ruh vahyettik,20S ayetini verebiliriz. Meleklerin onu kulların kalplerine indirmesine gelirsek, bu durum ‘Melekler onun emriyle dilediklerin kul­lara ruh indirirler'209 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh melekler gaybı öğ­reten muallim ve üstatlardır ve kendilerine indikleri kimseler onları gö­rür. Meleğin kendisini aktarması/ilka veya Allah Teâlâ’nın vahyetmesiyle bu ruh kalbe indiğinde, indiği kalp onunla hayat bulur. Böyle bir kalbin sahibi müşahede ve vecd sahibidir, fikir ve tereddüt sahibi olarak kal­maz. Veya kuşkuya maruz kalıp sahibini kesinlik derecesinden ‘teorik bilgi’ düzeyine indirecek bir bilgi sahibi değildir. Öyleyse seçilmişalim-kul, ya yükselir ve görür veya bulunduğu yerde kendisine ‘ruh’ indirilir.

Yükselmek ayetleri görmek için Zat müşahedesinde muhakkikin niteliği

Şimdiki zaman fiiliyle bak, varlığını görürsün Maziye bak, geleceği gösterir

Kuşkusuz varlık kendinde kanıtlı Bizzat kendi varlığıyla, her halinde

Dirilerde hayat sürekli görülür Mazi ve gelecek, ölülerle beraber

Mazeret beyan eden birisi onlar adına şunu ileri sürebilir: İnsan-ı kâmilin surete göre yaratılmış olmasının faydası nedir? Şöyle deriz: Bunun faydası, fiillerin ve bütün yaratılmışların O’ndan zuhur etmesi­dir. Bununla birlikte insaıı-ı kâmilin hakikati Allah Teâlâ katında O’nun kulu olarak sabittir. Çünkü ilahi emrin sonu, Hakkın kul ile beraber olması, onun görmesi ve hatta bütün güçleri olmasıdır. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Onu seversem, onun görmesi, duyması ve eli olurum.’ Bu­rada ‘onun’ zamiriyle kul olarak kendisini var saymıştır. Onun rabliği söz konusu değildir. Kuldan, kul vasıtasıyla ve kul üzerinde ortaya çı­kan şeyleri ise kula değil Allah Teâlâ’ya ait saymıştır. Bu haber, vardığımız gö­rüşü desteklediği gibi bize karşı delil getirmeye kalkarsa bu ifade onla­rın aleyhinedir. Nitekim sen de delil getirmek istedin. Hâlbuki onlar böyle bir hadise sahip değillerdir. Bu bağlamda peygamber sözünden daha üstün bir şey olmadığı gibi bilhassa bu üstünlük kutsi hadislerde geçerlidir. Şöyle diyebilirler: İmkân bize söylediklerimizi söyletmiştir. Şöyle deriz: İmkân vehmin bir hükmüdür, hem Allah Teâlâ hem de müm­kün olarak isimlendirilende akledilir (makul) bir anlam değildir. Çün­kü mümkün denilen şey ancak tercih edilince mümkün olarak bilinir. İhtiyar durumu ise tercih yokken düşünülebilir ki böyle bir şey akla göre vaki değildir. Fakat vehimde bu durum gerçekleşebilir. Vehim ise var olmayan bir hükümdür. Öyleyse sadece zatı gereği zorunlu olan vardır. Şu halde Hakkın eşyadaki meşiyeti tektir.

Hakkın sadece meşiyeti var Tektir o, onu ikileyen bir ortak yok

İhtiyarı var saymak imkânsız Zikredilse, imkân onu bilir

Mümkünün yapısı sürekli tercih halinde Allah Teâlâ hal ile kendini gizlemiş onda

İmkânı teorik olarak bilmemiz imkânsız Mümkünlerde; onları Allah Teâlâ gizler ve izhar eder

İmkân ortadan kalkınca ihtiyar da ortadan kalkar ve geride sadece tek hakikat kalır. Çünkü ilahi meşiyette eşya hakkında tek şey bulunur. Dolayısıyla eşya da iki hükümden belli bir hüküm üzerindedir. Öyleyse iş imkânı benimseyenlerin zannettiği gibi değildir. Sadece Hakka ait bir Hakk ve halka (yaratıklar) ait bir hakkın olduğu sabittir. Bu bağlam­da Hakkın hakkı O’nun rabliği iken yaratıkların hakkı onların kulluğu­dur. Hakkın özelikleriyle zuhur etsek bile, biz kullarız. Bizim nitelikle­rimizle zuhur etse bile O da bizim Rabbimizdir. Çünkü muhakkiklere göre nitelikler, kendisiyle nitelenende tesire sahip değillerdir ve bu ne­denle mukabilleri geldiğinde -varlığın cevheri ortadan kalkmadanni­telikler ortadan kalkar. Nitelikler var iken de yok iken de cevher vardır. Bu bağlamda oturan kendi cevheri bakımından ayaktakinin aynıyken hükmü bakımından aynı değildir. Ayaktaki insan otururken ayakta olamayacağı gibi oturan da otururken ayakta olamaz.

Hakk sadece işin kendinde bulunduğu durumu irade eder. Öyleyse Hakkın eşya hakkmdaki meşiyet ve iradesi, onların kendiliklerinde bu­lunduğu durumun ta kendisidir. O halde hüküm ortadan kalkar. Çün­kü meşiyeti işin kendinden farklı kabul edersen, ya işe tabi olmalıdır ki böyle bir şey imkânsızdır veya iş ona tabi olmalıdır ki bu da imkânsız­dır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İş her ne olursa ölsün kendisi nedeniyle bir iştir ve o değiştirilmeyi kabul etmez. Öyleyse iş, kendinden başka olan bir meşiyede irade edilmiş değildir. O halde meşiyet o işin ve şe­yin kendisidir; ne tabi ne metbu vardır! Artık vehimden kurtulmalısın. Çünkü vehmin nefs üzerinde büyük bir etkisi ve otoritesi vardır ve bu sayede nefs ile selim aklın verdiği sahih bilgi arasına girer.

Bu menzile girmem, onun âlemlerine yükseltilmemle birlikte oldu ve âlemleriyle menzile istidlal ettim. Çetin zorluklara göğüs germenin ardından menzile ulaştım. Menzile girdiğimde, içerdiği tehlikeler ne­deniyle onda tasarruf bana çetin geldi. Menzil, kendinde hiçbir genişli­ğin bulunmadığı karanlık bir menzildi. Onda ayaklarımın hissiyle ağır ağır yürüyordum ki herhangi bir uçuruma düşmeyeyim. Ayaklarım hissettiğim fakat görmediğim bir yerde sabit olunca, bu kez ayağımı başka bir yere taşıyordum. Ayağım bir boşluğa düşünce, orada bir teh­likenin olduğunu anladım. Bunun üzerine ayaklarımı sağdan ve soldan takip ederek yürüyordum, en sonunda ayağımı sabit kılacağım bir yer buldum. Ben ise diğer ayağımın üzerine dayanmıştım. Bu karanlık içinde bir mekândan ötekine böyle hareket etmekteydim ve gözümün ışığına bitişecek dışarıdan bir nur olmadığı için hiçbir şey görmüyor­dum. Böylece hakkında tasarrufta bulunduğum şeyin değerini anladım. Bir tehlike üzerindeydim: Yolda bana saldırıp eziyet verecek bir hay­vanın olup olmadığını bilmiyordum; farkında olmadan ve hissetmeden acıyla karşılaşabilirdim. Bununla birlikte içimden konuşuyor ve şöyle diyordum: Her halükarda karanlıktayım ve oturmam veya ayrılmam durumu değiştirmeyecek. Ben oturunca bana eziyet verecek bir hayva­nın bana gelişinden emin kalamam; hareket edersem, yine bana eziyet verecek bir hayvan veya içine düşeceğim bir tehlikeden emin olamam. Öyleyse tasarruf halinde sabit sebat, benim için en umudu iştir ve bu nedenle bir fayda talebiyle onu oturmaya yeğledim.

Ben böyle düşünürken, dışarıdan ansızın bir lamba ışığı suretinde şeriat nuru çıkageldi. Arzular onu titretemiyordu, çünkü o bir koru­nak, yani mişkat içindeydi. Onun mişkatı Peygamberdi ve peygamber kendisini söndürecek arzulardan korunmuştur. Bu lamba kalbinin ‘zücacesi’ içindeydi, bedeni ise lambaydı ve dil de tercümanıydı. İlahi yardım ve imdat onun yağı; ağaç ise imdadın mertebesiydi. Gözün nu­ruyla dıştaki nur birleşmiş, yoldaki tehlikeleri ve zararlı havanları onunla aşmış, korkulan ve sakınılan her şeyden uzak kalmış, tehlikele­rin ve zararlı hayvanın bulunmadığı beyaz bir yere ulaştık. Yine bize bir hayvan saldırmış olsaydı, geniş olduğu ve iş kolaylaştığı için ken­dimizi koruyabilirdik. Ayrıca o hayvanların verebileceği zararları engel­leyen korunaklar, engeller yoldaydı. ‘Allah Teâlâ kim için bir nur yaratmamış­sa210 ayeti buna işaret eder. Bu lamba ortaya çıkınca, bir daha sönmedi ve kaybolmadı. Kim ondan yüz çevirir ve kendine bakmazsa, zatının karanlıklarında kalır ki bu karanlık onun karanlığıdır. Böyle bir insan, lambadan yüz çevirmesi ve sırtını dönmesiyle birlikte kendisine karşı suç işlemiş sayılır. Şeriatı terk eden ve kendi düşüncesiyle hareket ede­nin durumu budur. O insan çalışırken sebat göstermiş olsa bile, zatının karanlığı nedeniyle yolun zararlı hayvanlarının tehlikesiyle karşı karşı­yadır; tehlikeye düşmezse bile durum böyledir. Akıllı insan, teenninin bulunduğu bir işte acele etmemeli ve Hakkın kendisine yöneldiği bir işte ise yavaş hareket etmemeli, onu elde etmek için koşmalıdır. Akıl sahibine aklın vereceği fayda budur.

Bu menzilde bir takım ilimler gördüm. Bunlardan birisi, yitirilen­de elde edilenin bilgisidir. Böyle olmasaydı, muduluğun onda ise eldekinin senin için yitenden üstünlüğü anlaşılmazdı; ya da gayen o ise yitenin eldekinden üstünlüğü belli olmazdı. Hâlbuki o şey senin adına meydana gelseydi, seni bedbaht yapar ve sen bunun farkında olmaz­dın. Senin için iyi olan onun kaybolmasıdır, çünkü sen ancak onun kaybolmasıyla mutlu oldun. Böyle bir şey Allah Teâlâ’nın Mutlu ettiği kimse­ler içindir ve bu durum cBir şeyi nahoş bulursunuz, o şey sizin için iyi olur, bir şeyi seversiniz, o şey sizin için kötü olur, Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz’211 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberlik görevinden önceki hayatı hakkında aktarılan bir rivayet de bu konuyla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem çölde koyun güdüyordu, gençlerin eğlencesine katılmak üzere Mekke’ye gitmek istemiş. Bir arkadaşını kendilerini gözetsin diye sürünün başına bırakıp Mekke’ye girdiğinde, Allah Teâlâ kendisine bir uyku göndermiş ve bu uyku onun Mekke’ye girmesine yol açan maksadına ulaşmasını engellemişti. Uyanınca hemen sürüsünün başına dönmek istemiş ve Mekke’ye gitme maksadına ulaşamadan şehirden ayrılmış. Bu uyku vesilesiyle Peygamber farkında olmadan korunmuş ve sakınılmıştı. Bu bağlamda darb-ı mesel yoluyla şöyle denilir: Yitirmek de bir korunma türüdür.

Bu menzildeki ilimlerden birisi de fiillerin birliğinin bilgisidir. Bu konu hakkında görüş ayrılığı bulunan bir meseledir. Bu bağlamda bazı kimseler fiilleri Hakka ait sayarken bir kısmı yaratıklara ait sayar. Öy­leyse her iki grup için de fiiller bir kimseye ait olmalıdır. Bu konuda görüş ileri sürenlerin bir kısmı gizli bir şirke maruz kalır ki bunlar kesbi kabul edenlerdir. Keşfin genel olarak giremediği ve ancak vehbi yol­la öğrenilecek hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, idrak sahibi­nin idrak edilen şeyin kendinde bulunduğu duruma göre zatıyla idrak edebileceği bilgilerdir. Söz konusu şey duyulara sahip ise, duyular zo­runlu olarak onun için zati olmalıdır ki, yoksa idrak sahibi bu durum­da duyuların bulunduğu bir yer değildir. Söz konusu kimse duyuların kendisine nispet edilemeyeceği birisiyse, onun da duyulurları idrak et­mesi tıpkı duyu sahibi gibi zatıyla gerçekleşir. Bununla birlikte söz ko­nusu şeylerin böyle birisi için ‘duyulur’ oldukları söylenemez, çünkü onun duyuları yoktur. Öyleyse duyulurlar duyuya sahip olmayan kimse için ‘bilinen’ şeylerdir. Duyular bilgiye ulaştıran bir yoldur. Gaye bir şeyi bilmektir, yoksa bilginin nasıl gerçekleştiği gaye değildir. Kör bir insanın -görme gücünü yitirmiş olmasına rağmenrenkleri ayırt ede­bildiğine tanık oldum. Allah Teâlâ onun görme gücünü dokunma duyusuna vermişti ve o da dokunma gücüyle görmekteydi. Ulûhiyetinde Hakkın kendisini birlemesini öğrenmek bu menzildeki ilimlerden biridir. Bunu hangi dille öğrenebilirim? Kendisini anlamanın da takip edeceği şekil­de, bu ilahi bildirimi duyacak olan kulak nedir? Duymayı bir anlama takip etmezse, acaba duymanın gerçekleştiği veya gerçekleşmediği söy­lenebilir mi? Hayvan insanın mertebesi nedir? Onun kuvve haliyle insan-ı kâmiFde fiil halde bulunan hususlarda insan-ı kâmille yarışması bu menzilden öğrenilir. İnsan-ı kâmilin hayvan insandan ancak hüküm itibarıyla ayrıştığı bu menzilden öğrenilir. Çünkü hayvan insan da hay­vanların rızkıyla beslenir. İnsan-ı kâmil için bu rızık olduğu gibi buna ilave rızıklar da vardır. Çünkü kâmil insanın hayvan insanın kendisine ulaşamayacağı ilahi rızkı vardır. İlahi rızık, insan-ı kâmilin kendisiyle beslendiği ve hayvan insan adına meydana gelemeyecek tefekkür ilim­leri ile zevk ve sahih düşüncedir.

Bu menzilde Allah Teâlâ’nın kendilerini sebeplere yönlendirmekle âlemdekilere dönük rahmetinin bilgisi bulunur. Allah Teâlâ onlar için yarattığı rızıkları sebepler vesilesiyle yaratmıştır ki, sebepleri kabul ederken bir mazerederi olsun! Kim sebepleri Allah Teâlâ yarattığı için kabul ederse, iba­det sahibidir; kim onları Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle kabul ederse, sebep­lerle ilişkisinde ibadet sahibidir; kim sebepleri aklıyla kabul ederse, mümin olsa bile, (gizli) şirk içindedir. Her mümin Allah Teâlâ’nın verdiği ba­sireti ve müşahedeyle O’nu birleyen değildir! Mubahın şeriadardaki yeri ve tanımı, bu menzilden öğrenilir. Onlar mubahı kendisinde ecir ve günahın bulunmadığı şey diye tarif etmiştir. Bu tanım doğru mu­dur, değil midir? Mubahın yapılmasında ve terkinde ecir var mıdır? Ona Allah Teâlâ’nın fiillerinden hangisi bakar? Mubah nedeniyle Allah Teâlâ hak­kında verilen hüküm nedir? Çünkü Allah Teâlâ’ya nispet edilen ihtiyarın dı­şında hiçbir şey mubaha benzemez. İhtiyarın ve seçimin tanımına gö­re, mubah ile Allah Teâlâ arasında irtibat sabit değilse, mubahın tanımına göre mubah da sabit olmaz. Çünkü ilahi mertebede (ona kaynaklık edebilecek) öyle bir şey yoktur. Yaratılmışın bilgisi, onun bilgisinin sı­nırlı olması ve kendisini bilmede mutlaklıkla nitelenmemesi bu men­zilden öğrenilir; mutlaklık Hakkın özelliklerindendir.

Doğaların kendilerinden oluşan kimselerde farklılaşması bu men­zilden öğrenilir. Doğası olmayan kimsede onlar neye göre farklılaşır? Doğası olmayanda bir farklılık hükmü bulunmasaydı, doğada farklılık ortaya çıkmazdı. Aynı zamanda doğada farklılık olmasaydı, doğalardan oluşan şeyde bir farklılık bulunmazdı. Bu durum, tek cevher ve tek hü­kümde garip bir bilgidir. Farklılık kabiliyeder nedeniyle bilfiil ortaya çıkmıştır ki, bu farklılık tekil cevherde kuvve halinde bulunur.

Alemin kendisinden istifade edilen hususta birbirine dayanması, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o şey olmaksızın buna güç yetirebilir. Bilgisi çok olanın az olan kimsenin karşısındaki yeri, bu menzilden öğrenilir. Bilgisi az olanın bilgisi çok olan karşısındaki yeri veya çokluktan olmaksızın bilgisi az olanın durumu, bu menzilden öğ­renilir. Bununla birlikte şeref ve üstünlük bir kısmında bilginin azlı­ğında olabilir. Allah Teâlâ peygamberine bilgide artışı istemesini niçin em­retti? Artış çokluk demektir. Bilgisini malumattan elde eden kimse, bunlar çok olsa bile, bilinenlerin birliği nedeniyle -ki bu birlik Hakkın birliğine delildiryine de tek bilgi sahibidir. Pek çok bilinen içinde birden daha azı yoktur. Her bilinenin mücmelliği bir birliktir ve o bir­lik Allah Teâlâ’yı bilence bilinir. Bu meseleye dikkat çeken tek kişi İbn esSeyyid el-Batalyusî’dir. O, sözlerinden anladığımıza göre, insanın âlemdeki değeri yükseldikçe bilgilerinin azalacağına dikkat çekmişti; değerini yitirip aşağı indikçe, bilgileri artar. Bilgi derken, fiilleri bilme­yi kastetmekteyim. ‘Bilginin azlığı’ derken de müşahede yoluyla zatı bilmeyi kastetmekteyim. Onun görüşü Pisagorcuların görüşüydü. On­lar sayıca birliği kabul eden ve onu Hakkın birliğine delil yapan kimse­lerdir. Akılcılardan bir grup da öyle düşünmektedir. Dünya ve ahirette kaybolmayan sabit bilgi de bu menzilden öğrenilir.

Gerçeği akılla araştıran kimseye karşı delillerin ortaya konulması, bu menzilden öğrenilir. Sadece Allah Teâlâ’ya nispet edilebilecek hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi sahibi bilir ki, Allah Teâlâ’dan başkasına nispet edilemeyecek bir şeyi başkasına nispet etmek kişinin Allah Teâlâ’yı bilmeyişine delildir. Bütün varlıkların Allah Teâlâ’nın kendileriyle nimet verdiği ilahi ni­met olması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kendisiyle kendisine nimet verdiği kimse bu menzilden öğrenilir. Nimet verilen bu kimse nimet­lerden birisi midir? Bu durumda nimet, nimet alanın kendisidir, bunu bilmelisin! Hayattaki ölüm ve ölümdeki hayat, bu menzilden öğrenilir. Ölümsüz diri ve yaşamayan ölü kimdir? Ölüp dirilen ve ölmeyen ve di­rilmeyen kimdir? Alemde inkârın varlık sebebi bu menzilden öğrenilir. Bu inkâr ilahi mertebede neye dayanır? Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir davranışı işleyen kuluna ‘Sana isabet eden kötülük kendindendir212 deme­si, bu fiilin Allah Teâlâ’ya nispetini yasaklayan ilahi bir inkâr mıdır? Acaba maruf olduğu halde niçin münker diye isimlendirilmiştir? Başka bir ayette ‘Onlar marufu emreder213 buyurur. Maruf, işin ve gerçeğin bi­lindiği halindeki durumdur. ‘Ve münkerden alı koyarlar.’214 Bu ise belir­siz olduğu için kişice bilinmeyen bir şeyi emretmektir. Münker terk edilmesi emredilen bir şeyi yapmak veya yapılması emredilen bir şeyi terk etmek demektir. Bu nedenle insan bir işi yapmak veya ondan uzak durmakla memur olduğunu bilmeden, bir şey ‘münker’ diye isimlendirilemez ve zaten bu nedenle ona ‘münker’ denilmiştir. Kul için yapıp yapmamada bir seçim ve irade meydana gelip iki taraftan birisini tercih etmesi mümkün olmadığında, ‘münker’ diye isimlendirilir. Çünkü bazı durumlarda böyle bir fiili Hakka nispet ederse, edebe aykırı davranmış olur. Böyle bir davranış duyusal veya akli veya rivayede gelen delille çelişir ve bu nedenle söz konusu amelden ‘bilinme/marifet’ özelliğini soyudayarak kendisini belirsizliğe izafe eder. Münker kınanan bir fiil­dir, övülen değil!

Allah Teâlâ’nın kibirliyi kınaması, bu menzilden öğrenilir. Büyüklük Allah Teâlâ’nın bir niteliğidir ve Allah Teâlâ kendisine karşı büyüklenme duygusunun insan kalbine giremeyeceğini belirtmiştir. Bununla birlikte yaratıklara karşı büyüklenme duygusu kalbe girebilir. (Ateşte) Kendisinden izale edilecek husus budur ve daha sonra cennete girer. Çünkü cennete kal­binde Allah Teâlâ’dan başkasına karşı zerre miktarı kibir bulunan kimse, kal­binden kibir silinene kadar, giremez. Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenmeye gelir­sek, böyle bir şey zaten imkânsızdır, çünkü Allah Teâlâ kalpleri kendisi karşı­sında tevazu özelliğinde yaratmıştır. Bazı şahıslarda yine de Allah Teâlâ’nın emrine karşı büyüklük duygusu ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda emir, vasıtalarla gelen emirdir ve vasıta Allah Teâlâ’dan aktaran elçilerdir; yoksa Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük olmaz. Muhtaçlığın zati niteliği olduğu bir yaratılmışın Allah Teâlâ’ya büyüklenmesi mümkün değildir. İnsanın ise za­tını bilmemesi mümkün değildir.

Bu menzilde yer alan ilimlerden birisi de güzelin bilgisi, kefalet ve hakkın borçludan kefile intikali ve borçlunun artık borçtan kurtulma­sının bilgisidir. İnsanın emanet nedeniyle cezalandırılmasını gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. Teslim ve havale bu menzilden öğreni­lir. Yaratıkların hallerinin ölümdeki farklılığı bu menzilden öğrenilir. Bunun sebebi nedir? Niçin doğdukları gibi fıtrat üzere canları alınmaz? Onları fıtrattan uzaklaştıran nedir? En azından bir kısmını fıtrattan çı­kartan nedir? Fıtratın kendisi nedir? Acaba ondan çıkmak mümkün müdür, değil midir? Allah Teâlâ’nın insanlara karşı söz alırken yaratıklarına dönük rahmeti bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları babalarının belle­rinden aldığında, onları kendileri hakkında rabliğine şahit tutmuş, on­lar da sen bizim Rabbimizsin demişlerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ onları kendileri için koruyaraktevhidine şahit tutmamıştır, çünkü Rab onla­rın içinde kendisine ortak koşanlar bulunacağını bilir. Büyük kıyamet gününde ise Allah Teâlâ’ya ortak koşulan şey ortak koşandan uzaklaşır.

Kıyamet günü delillerin karşılıklı sunulması, bu menzilden öğreni­lir. Yetkin delil ile eksik delil arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Burası insana ‘Yaptığından sorulmaz, onlar ise hesaba çekilir’215 denilen yerdir. Allah Teâlâ’dan tebliğ eden varis ve resullere gereken özellikler, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın emrinden verilen şey, bu menzilden öğ­renilir. Sakınılan şey bu menzilden öğrenilir. Onların bu konudaki hü­kümleri -delile dayalı olarak veya olmayarakbu menzilden öğrenilir. Akla göre imkân dahilinde olsa bile, değişmenin gerçekleşmeyeceği hususlar bu menzilden öğrenilir. Akılların delilleri nasıl neshe konu olur? Nitekim şeriat delillerinde de nesih gerçekleşir. Allah Teâlâ’ya karşı hü­küm dayatmak bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ehlinden herhangi birisi için bu durum Allah Teâlâ’nın emri olmaksızın caiz midir, değil midir? Allah Teâlâ âlemde var ettiği şeyi nasıl var eder? Nahoş bir şeyin ve zararın uzak­laştırılmasında Allah Teâlâ’ya dayanmak ile nimederin nimet verilende baki olmasını sağlamak üzere Allah Teâlâ’ya dayanmak aynı şey midir? Bu iki iti­madın dayanağı hangi ilahi isimdir? Gereğini yapana muduluk veren bilgiyi isteyenin niteliği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dünya haya­tında güvence verdiği kimsede korkuyu gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. Bu korkunun ondan ahirette kalkması ve güven gerçekleş­mişken ilahi cezalandırma tarzlarının farklılığı bu menzilden öğrenilir. Şahıslardan var olan suretlerin taşınması, bu menzilden öğrenilir. On­lar taşınırken Allah Teâlâ’nın yüzünü ve zatını talep ederler. Bu suretlerin şa­hıslarla ilişkisi, ışığın yönelişi ve dönüşü veya bazen sağında ve solunda iken şahıslarıyla hareket eden gölgelerin ilişkisi gibidir.

Hakkın mecmuda (sıfadarıyla birlikte) ilah edinilmesinin nefyi bu menzilden öğrenilir. Toplam olmaksızın ilah edinilir mi, yoksa edinil­mesi geçerli değil midir? Bu görüşün dayanağı Hakkın bizatihi ilah olmasıdır, O ilah edinildiği için ilah değildir. Bunu bilmelisin! Dinde Allah Teâlâ’ya ve kula ait husus, bu menzilden öğrenilir. ‘Dikkat ediniz! Halis din Allah Teâlâ’ya aittir216 ayeti bu konuyla ilgilidir. Meşakkatin girdiği din­darlık Allah Teâlâ’ya ait midir? Çünkü Allah Teâlâ ‘Dinde size güçlük çıkartmaz217 buyurur. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ kolaylık diler, güçlük dilemez218 buyu­rur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’nın dini kolaydır’ der. Başka bir hadiste ise ‘Müsamahakâr haniflik ile gönderildim’ der. Bir ayette ‘Doğru din O’na aittir219 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu dinle yarışana din galip gelir’ demiştir. ‘Allah Teâlâ herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutar.’220 Çünkü Allah Teâlâ in­sanı ancak güç yetirebileceği şeyle yükümlü tutar.

Nimederin Allah Teâlâ’ya iadesi bu menzilden öğrenilir. Sıkıntının gö­rülmesinin insana baskın gelmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Bela karşısında zorlanma nedeniyle bu durum sıkıntıda bulunan nimeti görmek ile insan arasında bir perde olur. Ömer b. Hattab’ın makamı buydu. O bela nimetlerini belada görür, sabır ve şükrü aynı anda yeri­ne getirirdi. Böylece Ömer bir anda iki amel sahibiydi. Nimederle al­danma bu menzilden öğrenilir. İçinden bir bilgiye sahip olduğunu zannettiği halde, Hakka karşı bilgisizlikle davrananın hükmü bu men­zilden öğrenilir. Soyudanma bilgisi bu menzilden öğrenilir. Fetva ve­renlerin ve fetvaların özellikleri bu menzilden öğrenilir. Müftü ne za­man fetva verir? İstendikten sonra mı, yoksa fetva istenmeden de fetva verir mi? Müftü imamın iznine muhtaç mıdır, değil midir?

Varlıklar hakkında teorik güçlerden bilgilerin çıkartılması ve ay­rıntıları bu menzilden öğrenilir. Vahyin türleri ve çeşideri, peygambe­re uyan velilere özgü olanlar ile peygambere ortak olunmayan vahiy bu menzilden öğrenilir. Bütün bilinenleri ihata bu menzilden öğrenilir.

Acaba onları bilen kimdir ve onun özelliği nedir? Sıfatların derecelen­mesi neye döner? Ruhani rızıklar bu menzilden öğrenilir. Kullanıldı­ğında kalpleri diri eden rızık ile kalpleri öldüren rızkın ilişkisi nedir? Çünkü ölüm bazen açlıktan olurken bazen tokluk ve doymadan mey­dana gelebilir. Kendisinden doyulan rızık nedir, doyulmayan rızık ne­dir? Bütün âlemin kendisinde eşit olduğu rızık nedir? Âlemin bir kıs­mına özgü rızık nedir? Rızık vereni bilmek ve O’nun ibadet edilmeye Hakk sahibi olması bu menzilden öğrenilir. Çünkü rızık alan rızka muh­taçtır.

Hareket ve durağanlık bu menzilden öğrenilir. Makama layık olan harekedi midir, sakin olan mıdır? Hareketli olanın ve sakinin olanın muhakeme olduklarındaki zevk yoluyla işi bilen karşısındaki durumu bu menzilden öğrenilir. Onlar hakkında verilen hüküm nedir? Rızık sahibi onu toplayan mıdır, yiyen midir? Lokman Hekim oğluna yaptı­ğı tavsiyede şöyle der: ‘Ey oğlum! hardal tanesi kadar bir şey olsa ve bir taşın içinde veya göklerde veya yerde olsa, Allah Teâlâ onu getirir,’221 Hâlbuki ‘ona gider’ dememiştir.

Adalet ve hakların ödenmesi bu menzilden öğrenilir. Bildikten sonra unutma, bu menzilden öğrenilir. Öyle ki, kişi unutmuş olduğu şeyi daha önce bildiğini bilmez, el-Vaki ilahi ismi ve tıpkı Rezzak gibi âlemdeki suretlerinin farklılığı bu menzilden öğrenilir. Görme esnasın­da müşahede sahibinin halinin farklılığı bu menzilden öğrenilir. İnsan­ların üzerinde bulunduğu şeye davet edip Hakkın davetçisi olmak bu menzilden öğrenilir. İlahi emirler bu menzilden öğrenilir. İhsan eden ve ihsan, bu menzilden öğrenilir. Nesepler bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbiniz tektir, babanız tektir, Arabın Aceme veya Acemin Araba bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvaya bağlıdır. Allah Teâlâ neseplerinizi ortadan kaldırdı. Takva sahipleri nerededir der. Allah Teâlâ şöyle der: Allah Teâlâ katında en üstün olanınız en takva sahibi olanınızdır.’ Takva sahibi Allah Teâlâ için siper olan mıdır, yoksa Allah Teâlâ’yı si­per edinen midir? Bunun adamları olduğu gibi ötekinin de adamları vardır. Yemin bu menzilden öğrenilir. Onun kısımları ve yemin eden­deki hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Yeminin tarzı ve bu konuda Allah Teâlâ’ya ve kula ait kısımlar, bu menzilden öğrenilir. Dünyasında peşin cennet için çalışan alimin durumu bu menzilden öğrenilir. Hali düşük olsa bile böyle birinin kendi içindeki nimeti nimederin en büyüğüdür. Kuran’a müdahale bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o Allah Teâlâ katında korunmuştur ve Kuran’da tahrif olmaz veya diğer indirilmiş kitaplardaki gibi değiştirme gerçekleşmez.

Neshin mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Müşahedeye dayalı ola­rak, zahiri batınına muhalif olanın durumu bu menzilden öğrenilir. İn­sanın nefsine saygı duyarak kendini öldürmekten uzak durması bu menzilden öğrenilir. Nefsine saygı duymasının nedeni, Hakkın nefsi yüceltmesi ve intihar edene cenneti haram kılmasıdır. Bununla birlikte insan cehenneme hayvani nefsiyle girer, çünkü orası nefs-i natıka’nın girebileceği bir yer değildir. Nefs-i natıka cehenneme ışık yaysaydı, hiç kuşkusuz nuru daha güçlü olduğu için onun alevi sönerdi. Nefsini öl­düren, yani intihar eden ise, yakın komşu hakkı nedeniyle kendi bede­ninin hakkını üstün tutmuş ve bu sayede nefsiyle mülkü arasına girmiş demektir. Nefsinin dışındakiler ise nefse ait bu özel yakınlıktan daha uzaktır. Helal ve haram kılınan şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba bir şey kendisi nedeniyle mi helal veya haramdır? Yoksa belli kişide ve­ya şeydeki özel durumlar nedeniyle mi haram kılınmıştır? Şeriatın dili olan peygamberin diliyle veya fakihler gibi şekilci alimler olan müçtehitlerin diliyle Allah Teâlâ’dan başka helal veya haram kılan yok mudur? Hal­lerin başkalaşması nedeniyle ilahi yönelmenin başkalaşması, bu men­zilden öğrenilir. Güçlünün bir cemaatin yerini alması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya davet eden alim ve ariflerin muhatapları karşısındaki siyasetleri, bu menzilden öğrenilir. Hangi türde olursa olsun ve ister kınanan ister övülen kısımlarda olsun, benzerle cezalandırmak, bu menzilden öğrenilir. İlahi beraberlik bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Cömertlik Hâzinelerinin Anahtarlarının Menzilinin Bilinmesi

Kavmim dedi diye ben de söyledim Ben derken, kadehler dönüyordu

Kadehleri döndürene dedim

Sevgilim o şarabım onun etrafında döner

Sonra dediler sevgili ne diyor?

Kalplerin ödünç verildiği İlah hakkında

Kerimin dili sana mal verir

Sonra isteyerek gelir ve hayrete düşersin

Kerem O’ndan İhsan ve fazilet O’ndan

İhtiyar sahibinden sonra hüküm sanadır Dilersen dersin ki sana ait değilsin

Dilersen zıddını dersin, kıskançlık yok Bütün bunları sana ihsanıyla mubah kıldı Cebir de onda zorunluluk hükmü. de

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, olabilecek âlemlerin en mükemmeli olan bu âlemde Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeyin cömertlik hâzinelerinde benzerleri vardır. Bu hazineler Allah Teâlâ’nın kürsüsündedir ve hâzinelerin içerdiği benzerlerin fertleri sonsuzdur. Her türden benzer­ler, dünya ve ahirette var olmayı sürdürür. Bunun nedeni, hangi tür olursa olsun, türün her bir zaman biriminde bekasını temindir. Arka­daşlarımız bu insan türü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Dünya­nın sona ermesiyle insan türünün bireyleri de sona erer mi? Keşfi ol­mayanlar sona vereceğini söylerken keşif sahipleri sona ermeyeceğini ileri söylemiştir. Onlara göre insan türü içinde ahirette de doğum zik­redeceğimiz surette dişi ve erkeğin cinsel ilişkisine benzer şekilde sürer.


Üreme de, Âdemoğlu olan her iki farklı cins arasında devam eder. Allah Teâlâ cennetlerde hurileri insan suretinde yaratmıştır, fakat onlar insan değillerdir. Dolayısıyla her iki sınıfın üremesi kendi türleri arasındaki cinsel ilişkiyle gerçekleşir. Onlar bir zaman biriminde cinsel ilişkiye gi­rer. Erkek yanındaki bütün kadın ve hurilerle -birini öne alma veya ar­da bırakma olmaksızıncinsel ilişkiye girer. Bu durum kesilmeyen ve yiyip tadını almaya rağmen kaybolmayan cennet dallarındaki meyvele­re benzer. Erkek hurilere yaklaştığında veya insan dişiye yaklaştığında, her defasında değeri takdir edilemeyen şehvet ve haz duyar. Dünyada onu tatmış olsaydı, tadının şiddetinden bayılırdı. Her defasında ken­dinden kışkırtıcı bir koku ortaya çıkar. Bu koku erkekten çıkar ve ka­dının rahmi onu alır ve hemen orada her defasında bir çocuk doğar. Bu çocuğun doğumu iki cinsel ilişki arasındaki sürede meydana gelir ve kadından çıkan nefesle birlikte doğal-soyut bir ruh olarak doğar. İş­te cennette iki farklı ve benzer cins arasındaki beşeri-ruhani doğum böyledir ve iş böyle sürer. Anne ve baba kendilerinden bu cinsel ilişki yoluyla doğanları görür. Onlar Beyt-i mamur’a girip geri dönmeyen melekler gibidir. İnsan türünün çoğalması böyledir. Bu evlatların maddi nimetten paylan olmadığı gibi manevi nimet makamına da ulaşmazlar. Onların nimetleri uykusunda rüya görenin nimetlenmesi gibi berzahta gerçekleşir. Bunun nedeni doğal yapıdır. İnsan türü üremeye devam eder fakat zikrettiğimiz şekilde devam eder.

Beşeri ruhların üremesine (tevalüd) gelirsek, dünyada olduğu gibi ahirette de her iki sınıfın berzah özelliğine sahip bir araya gelmeleri vardır. Bu (berzahı) durum uyuyan insanın eşiyle cinsel ilişkiye girip ondan çocuk meydana getirmesine benzer. Kul bu makama yerleşti­ğinde, ister dünyada ister ahirette olsun, erkek ruhu yönüyle zevcesiyle ruhu yönünden bir ilişkiye girdiğinde, bu ilişkiden o ikisinin arasında ‘ruhani çocuklar’ doğar. Bu doğanların hükmü, cisimlerde ve duyulur suretlerde gerçekleşen maddi birleşmeyle meydana gelen çocukların hükmüyle bir değildir. Maddi birleşmeyi ve nikâhı daha önce belirt­miştik. Böylece ruhani çocuklar ‘saygın melekler’, hatta tertemiz ruhlar olarak doğar. Ruhların üremesi böyledir. Bu üremenin bir berzah te­cellisinden meydana gelmesi gerekir. Bu tecellide Hakk sınırlı suretlere tecelli eder, çünkü berzah cömertlik ve imkân bakımından en geniş mertebedir ve o iki denizin birleşim yeridir: Birincisi mana diğeri du­yulurlar denizidir. Duyulur olan mana olamayacağı gibi mana da du­yulur haline gelmez. ‘İki denizin kesişim yeri’ diye ifade ettiğimiz hayal mertebesi ise manaları bedenlendirirken cisimleri latifleştirir. Kısaca gözde bütün bilinenleri değiştirir. Öyleyse hayal, hüküm veren ve ken­disi yaratılmış olsa bile hüküm altına girmeden tahakküm edendir. Bu­nunla birlikte hurilerin veya: Âdemoğlunun teneffussünden ortaya çı­kan nefes, cinsel ilişkinin nefesinden ortaya çıkan şeyin suretinden fark­lı olarak ortaya çıkar. Bunu keşif sahipleri ayırt ederken ahirette onu dünyadaki keşif sahipleri ayırt edebilir. Cennette cinsel ilişkiden mey­dana gelen yapının sureti, Allah Teâlâ’yı zikreden nefislerinden meydana gelen suretlerin veya meleklerin veya Allah Teâlâ’nın amellerin suretlerinden yarattı­ğı meleklerin yapısıyla birdir. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sa­hih rivayetler vardır.

Kürsüyü hâzinelerin bulunduğu yer saydık, çünkü dilde kürsü ‘bilgi’ demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatır222 der ki bilgisi kuşatır demektir. Burada da durum aynıdır, çünkü orada­ki hazineler, türlerin bireyleri ve şahıslarıdır ve şahıslar sonsuzdur; sonsuz olan ise varlığa girmez. Binaenaleyh varlığın sınırladığı her şey, sonludur. Öyleyse burada kürsünün ‘bilgi’ olması gerekir. Çünkü O’nun bilgisi sonsuzu da içerir. Sözünü ettiğimiz kürsünün göklerin üzerinde ve arşın altında bulunan kürsü olduğunu zannetme! Çünkü orada bulunan kürsü sınırlı ve belirli parçalardan oluşan mevcut kür­südür.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği en faziledi şey, bilgi­dir. Allah Teâlâ her kime bilgi verirse, en değerli özelliğini ve hibesini ihsan etmiş demektir. Bilgi özü gereği değerli olsa bile, onun malumundan kaynaklanan ve kendine dönen başka bir üstünlüğü daha vardır. Çün­kü bilgi her şeye ilişen genel bir niteliktir. Anahtarlar ise hâzinelerin şerefiyle bağlantılı olarak şereflidir. Hazineler sakladıklarının değeriyle orantılı olarak değer kazanır. Mevcut olan Hakk, var olanların en üstü­nü, en yücesi ve en değerlisi olduğu gibi O’nu bilmek en değerli bilgi, en azametli ve şerefli bilgidir. Sonra bu durum değer ve şeref bakı­mından son bilinene kadar dereceli bir şekilde iner. Bir şeyi bilmek, onu bilmemekten daha iyidir. Bilgini şerefi kendinden kaynaklanırken ikinci şeref kazanılmıştır. Hazineler bilinenlerin türleri ve sınırldığına göre sınırlanmıştır. Bununla birlikte onların ana kaynakları -sayıları çok olsa bileiki hâzineye döner: Allah Teâlâ’yı bilmek ve âlemi bilmek hâzi­nesi. Bu iki hâzineden her birisinin içinde başka hazineler vardır. Misal olarak zatı bakımından aklen Allah Teâlâ’yı bilmek veya şeriata ve vahye bağlı bir idrakle zatı yönünden O’nu bilmek, isimleri ve sıfadarı yönüyle O’nu bilmek, na’darı, nispeüeri yönüyle O’nu bilmek birinci hâzineye dahildir. Bütün bunlar teorik düşünce yönündendir. Vahiy yönünden bakarsak, bu yönden durum keşif yönünden olduğu gibidir. Âlemi bilmekten ibaret olan diğer hâzinede de başka hazineler bulunduğu gi­bi her bir hâzinede hazineler vardır. Birinci hazine imkânı yönünden âlemin varlıklarını bilmek iken İkincisi zorunluluğu yönünden ve kendi başlarına var olan cevherleri, olguları, renkleri, mertebeleri, mekân, zaman, nispet, nicelik, konum, tesir, edilgenlik gibi vb. yönlerden âle­mi bilmektir. Dünyayı, berzahı, Mele-i ala’yı ve esfeli bilmek de bu kapsamdadır.

Allah Teâlâ’nın kendisini bilene verdiği bu hâzinelerin ilk anahtarı, hadis veya kadim diye nitelenmeksizin, genel anlamıyla varlığı bilmek anah­tarıdır. Bu varlık neye göre ayrışır? Kendisi nedeniyle mi, başkası ne­deniyle mi? Bu başkası yokluktur. Öyleyse varlık mevcudun kendinde zuhur etmesi demektir. Çünkü olumlama, olumsuzluk, zorunluluk, imkânsızlık, varlık, yokluk cne varlık ne yokluk’ gibi bütün hükümler varlıkla birlikte ortaya çıkar. Bütün bunlar, mahiyeti, kendisi ve varlığı çokluğu ancak kendi hükmüyle kabul edebilen bir varlıktan meydana gelebilir. Çünkü O’na dayanan hakikatlerin kaynağı O’nun varlığıdır. Böylece O’nda çokluk (sıfadarın çokluğu) bulunduğunu söyleriz. Hâl­buki O birdir. Her hakikatin bir ismi vardır, dolayısıyla O’nun isimleri vardır:

İsimlerim bedenlendi, çoğaldım ben

Görmedi başkası beni, ben görüyordum hâlbuki

Ey başkadan söz eden! Nerede onun varlığı?

Nerede başkası? Kıskanç oldun sen

Kime karşı yüceldi veya izzet oldu, kimse yok ki?

Hakk, Hakk ile onda Gafur oldu

Allah Teâlâ’ya yemin olsun, Allah Teâlâ olmasaydı

El-Gani olmaz veya Gani fakir olmazdı (âlemde değişme olmazdı)

Kime veya neye fakirlik ve zenginlik bağlanır ki?

Varlığın kendine bağlı olduğu kimseye sor!

Cömertlik hâzinelerinin ilki varlıktır ve Hakk sana bu hâzinenin anahtarını vermiştir. Bu durumda Hakk adeta sana seni tanıtan ve böy­lece kendisini bildiğin kimsedir. Öyleyse sen ilk bilinen, O ise son bili­nendir. Buna mukabil sen son var olan, O ilk var olandır. Çünkü sen var olmayan bir şeyi (madum) bilemezsin: bilmek görmek demektir ve böyle olmasaydı bilgi olmazdı. İşte bu ‘hakkında kuşku olmayan ve takva sahipleri için hidayettir223 denilen haktır. Allah Teâlâ her hâzineden kendi ba­şına var olan (cevher) veya bir hakikatte var olan (araz) veya bir haki­katte var olmayan şeyleri yaratmıştır. Burada ‘bir hakikatte olmayan’ derken dışta nispederi kastetmekteyim, çünkü onlar var olan şeyler de­ğillerdir; hükümleri ise varlıkta hükümrandır. Onların kendi varlıkları olmadığı gibi varlıkları hükme bağlıdır. Allah Teâlâ zikrettiğimiz şeyi yara­tınca, sana yöneldi ve seni dairenin iki ucunun sona ermesi için ‘kâmil’ olarak yarattı. Böylece sen, son olsan bile, varlıkta ilkin suretiyle zuhur ettin. Alem seninle Hakk arasında sınırlanmıştır ve dolayısıyla ikinizden birinin tarafına bütünüyle tahsis edilemez. Dolayısıyla âlem Haktan ayrılamayacağı gibi hükümde de senden ayrılamaz. Âlemin bütün suretleri sende ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ onları bu hâzinelerden ortaya çı­kartmış ve onlar seni müşahede etmiş, sen de onlar hakkında bilgi elde etmişsindir. Böylelikle sen âlemden âlemin kendinden bilmediği şeyleri tek tek öğrendin.

Sana şöyle dedi: Hâzinelerde kalan sonsuz şeyler, öğrendiklerin gibidir. Bir cinsin bilgisini elde eden, bütün cinsi bilmiş demektir, çünkü sadece benzerler vardır. Dairenin iki ucu birleşmiş ve çevre meydana gelmiştir. Çevre dairenin noktasına delildir. Böylece çizgiler noktadan çevreye doğru uzamış ve onu aşmamışlardır. Çünkü çizginin bitim yeri çevredeki bir noktadadır ve başladığı yerde sonlanır. Onun ilk olması son olmasının aynıdır. Böylece bir yerden kendisine vardığı noktanın hükmüyle başka bir çevreye vardığı yerde yarısı birinci çevre­nin içinden yarısı da haricinden olmuştur. Bunun amacı zahir ve batı­nın hükmüdür. Böylece -birinci çevrenin bir araya gelmesi gibionun iki ucu bir araya gelmiş, suretine göre var olmuştur. Çünkü suretinden başka bir şekilde ortaya çıkması mümkün değildir.

Sonra çevredeki hükümden birinci çevrede ortaya çıkan şeyler or­taya çıkar ve sonsuza kadar böyle devam eder. Bu, sonsuz sayıdaki hâ­zinelerden ortaya çıkan şeydir ve hazineler onları içerir. Bu durum oluşta sürekli geçekleşen ‘yeniden yaratmadır.’ İnsanların bir kısmı ve­ya çoğu, bu konuda kuşku içindedir. Allah Teâlâ, ‘Yeni yaratmadan on­lar kuşku içindedirler224 der. Bu yaratma her nefes devam eder, fakat zikrettiğimiz şekilde gerçekleşir. Öyleyse nokta çevrenin varlık sebe­biyken çevre noktanın bilinme sebebidir. Çevre Hakk ve halk; nokta, Hakk ve halktır. Bu iki hüküm, ilk daireden ortaya çıkan bütün daire­lerde görünür. Dairelerin sayısı ne kadar olursa olsun, bir daire ortaya çıktığında, daireleri meydana çıkartan ilk daire ortaya çıkan dairede bi­linmeden ve idrak edilmeden gizli bir şekilde kalır. Çünkü kendisinden uzak veya ona yakın olsun, her daire onun suretindedir. Öyleyse her daire hakkmda ‘gördün-görmedin’ hükmü verilir. İşte bu ‘şehadet içindeki gaybtir.’

Birinci dairede bulunan ve (sonradan) ortaya çıkan dairelerin sayı­sı, cinslerin hâzinelerinin sayısı kadardır. Her ne kadar olursa olsun böyledir, bir artış ve eksilme söz konusu değildir. Bunlardan ortaya çı­kan ve meydana gelen sonsuz sayıdaki daireler, sonsuza ulaşan bu cins­lerin bireylerinin daireleridir. Bir şahsın dairesinin varlığı, ‘tür’ denilen bir şeye delildir; tür cins ile şahıs arasında bulunan bir şeydir ve böyle­ce senin nezdinde ‘tür içinde türler’ meydana gelir. Fakat bunların sa­yısı sınırlıdır ve ancak şahıslardan bilinirler. Çünkü tür, en genel cins ve birey arasında akledilir bir şeydir. Ya da iki uç arasında orta olan her şey arasında bulunur. İstersen iki uç arasında orta olan hakkında şöyle dersin: ‘İki uç onun adma ‘ortada olma’ hükmünü izhar etmiştir.’ Veya ‘Ortada olmak iki ucun hükmünü izhar etti’ de diyebilirsin. İşte ‘Hakkı halk ile ve halkı Hakk ile bilmek’ bu demektir.

Halk Hakk ile görülmeseydi olmazdı

Halk Hakk ile görülmeseydi sen olmazdın

Mümkün diyen kimse onu görendir ‘OV sözüyle olan vardır

Onu halk ile bilen Hakkı da bilir

Hakk ile bilen ‘olmuş ve olmamıştır’

Öyleyse çevre bilgi bakımından noktayı korurken, nokta varlık ba­kımından çevreyi korur. Her ikisi de korunandır ve dikkate alınan bir pay yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şahit ve meşhuddur,’225 Hepsi görülen ve görendir. Her birisi üstün-aşağı mertebede olandır. Onlardan birisi ‘ben’ derse, öteki de ‘ben’ der. Her birisi ‘sen’ derse, öteki de ‘sen’ der. Her biri ötekine onun kendisiyle başladığı şeyle gözükür ki, iki söz de sahihtir. ,

Ey Hakkım ve halkım!

Baki olan ve fani olan kimse için

İçtim ondan bir şerbet

Yaratılışım battı ona

Tek hakikat var

Telakki edilen şeyi kim kabul eder?

Kastettiğimi bana söyledi

Onu deyince, baki olmak diledi

Çünkü iş sınırlı:

Halk ve Hakk arasında

O olmasaydı olmazdık biz

Sen Hakkın zikrini gizle

Dostum! Sen indirilmiş zikirsin. Öyleyse korunan sensin. Zikir ancak seninle indi. Öyleyse koruyan da sensin. Varlığını fani kılma, çünkü o gerçekte fani olmaz. En nihayette diyeceğin şu: ‘Ben O’yum.’ Fakat bu zamirin gösterdiği şey ben zamirinin gösterdiği değildir. Öy­leyse amaçladığını şeyi hiçbir zaman saf olarak elde edemezsin. Böyle bir saflık imkânsız olunca, artık hem ‘O’ de, hem de kendinden söz et ve O’ndan ayrış! O’nu kendinden ilkin sondan sonun ilkten ayrılması gibi ayrıştır. Alemden de ayrıl. Alemi de kendinden zahirin batından batının zahirden ayrılması gibi ayrıştır. Alem içinde sen âlemin ruhu­sun. Alem ise görünen bedenindir: Ruhsuz suretin bir manası yok ol­duğuna göre sensiz de âlemin bir manası yoktur. Kendini âlemden ayırt edersen, Hakkı bilmekle kendi değerini, âlemi bilmekle de merte­beni öğrenirsin.      ,

Sen bunun rab ve bunun kulsun

Seni bir söz olarak indirdi, ahdi indirdiği gibi

Aklın, zekân ve idrakin varsa Ne kınama ve ne övgü peşinden gitme!

Unutarak yapmadığın bir şeyi yapma Fiilinde bir kasıt araman lazım

Unutma sana baskın gelirse sen değilsin 0 şahıs; onun terkine niyet ara

Sana belirttiğim bu husus, cömerdik hâzinelerinin anahtarlarından bir anahtardır, onu kaybetme! Çünkü sana verdiğim anahtar her anah­tarın işini görürken başka bir anahtar onun işini göremez. Onunla her kapalı kapı açılırken bu anahtarın kapadığı başka bir şeyle açılmaz. Gaybın anahtarını sadece Allah Teâlâ bilebilir, dolayısıyla ancak O’ndan öğ­renebilirsin. Öyleyse kendinden hareketle onların bilgisine ulaşmaya çalışma! Ulaşılamayacak bir şeye tamah etmek, insanın kendini bilme­diğine bir delildir. Göklerde ve yerde en güzel misali veren Allah Teâlâ’dır ve sadece gök ve yer vardır. En güzel misali vermek O’nun işidir. Gökteki ve yerdeki her suret, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘O gökte ilah olandır ve yeryüzünde ilah olandır.’226 Başka bir ayette ‘O göklerde ve yerde ilah olandır, sizin sırrınızı bilir.’ Bunu bilmesi yerde olmasından kaynaklanır. ‘Açıkladı­ğımızı bilir.’ Bu ise gökte olmasından kaynaklanır. (Başka bir yorumla) yapınız bakımından ‘Sırrınızı bilir.’227 Bu da gökte oluşu bakımından­dır. O gözlere görünmeyen mananızdır ve bu mananın hükmü ortaya çıkar. Yükseklik O’na aittir. Öyleyse O göktedir ve batındır. Aynı za­manda ‘Açıkladığınızı da bilir.’ Bunu bilmesi yerde bulunması bakı­mındandır. O varlığı gözlere gözüken ve hükmü gizli olan zahirinizdir, çünkü hükmü ruhundadır. ilimlerin duyularla ifade ettiği şey O’dur. Dolayısıyla nüzul O’na aittir. O arzdır ve O zahirdir.

Belli ki Hakk, Hakk ile konuşur Bu söylediğimiz kesin bir gerçek

Hakkı talip isen vazgeçme bundan Sözümün aksi boş bir söz

Kendisinden daha kâmil bir insanın olmadığı kâmil kul Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbimle bir vaktim vardır ki, ona Rabbimden başkası giremez.’ İlke ise şöyle der: ‘Benim bir vaktim var ki, ona ken­dimden başkası giremez.’ Çünkü bütün vakitleri âlem iki yönde de ih­tiva eder ve bu nedenle insan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın halifesi olmuş, bu neden­le onun kendi hakkındaki bilgisi Rabbi hakkındaki bilgisini öncelemiştir. Bunun için ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ denilir. Onu halife atayan ise âlemi kendi hakkındaki bilgisinden bilir. Halife halifesi olduğu kimsenin suretindedir ve bu nedenle de o da Rabbini kendi hakkındaki bilgisinden bilir. Halife bilir ki varlıkla nitelenen her şey sonludur. Başka bir ifadeyle varlığa giren her şey sonludur. Bu durumda mevcut oluşu bakımından Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında bir hayret ortaya çıkar: Acaba mevcut oluşu bakımından O’nu bilmek sonlulukla nitelenir mi, nitelenmez mi? Sonluluk derken, mevcut olanın varlıkla nitelenmesini kastederlerse, böyle bir şey her sonlu gibi sonludur, çünkü onun ken­disi mevcuttur. ‘Sonluluk’ derken varlık süresinin bitimi ve kesilmesi kastedilirse, böyle bir durum Hakk için geçerli ve doğru değildir. Çün­kü O, bizatihi zorunludur. O’nun varlığı sonluluk kabul etmez. O’nun bekası vehimdeki sürenin O’nun hakkında ilerlemesiyle ilgili değildir. Binaenaleyh sonluluğun her iki yorumuyla da Hakkın sonlu olması imkânsızdır. Ahiret ehlinde de, yani onların varlıkları ve vahyin bildir­diğine göre ahiretin kendisi hakkında durum böyledir. Orası da vahyin bildirdiğine görebitmez ve vehme bağlı süre onlar hakkında devam etmez. Bununla birlikte bekanın Allah Teâlâ ile ilişkisi âlemle' ilişki­sinden farklıdır. Öyleyse mudaklık bilgideyken sınırlanma varlıktadır.

Oluştaki her şey sınırlı Bilgideki mutlak

Haberin verdiği sözü iyi düşün Varlığını hakkalyakin öğren

Varlığım hakkmdaki bilgim Hakkın varlığını bilmemden önce

Benim varlığımı bilirsen Allah Teâlâ’yı bilmek de ardından gelir

Alemin bekası Allah Teâlâ’ya bağlı ve ilahi niteliğin bekası da âlemle mümkündür. Bu nedenle her biri ötekinin rızkıdır: Her biri varlığının sürmesi için ötekiyle beslenir. Hüküm böyle verilmiştir.

Biz O’nun rızkıyız beslenir varlığımızla O da âlemin rızkı hiç kuşku yok bunda

O varlığımızı korur biz de O’nun ilah oluşunu Bu sözde iftira değil

Şaşırma! Oluş her halinde                                                                               ,

Köle ve sahipli olarak ‘mülkün mülkünü’ ikrar eder

Öyleyse hadis ve kadim varlık ‘görelik’ ve hüküm ilişkisiyle birbi­rine bağlıdır, fakat bu varlık bağlılığı değildir. Söz gelişi insan ‘insan’ oluşu bakımından dışta vardır. Bu esnada kendisine varlık verdiği veya varlığını takdir ettiği çocuk olmadan onun babalığı bilinmez. Aynı şe­kilde sahip oldüğu bir mülkü olmasa, sahiplik niteliğinden yoksundur. Allah Teâlâ ise zatı ve varlığı yönünden âlemlerden müstağnidir. Allah Teâlâ zatı ve varlığı halamından âlemlerden müstağniyken rab oluşu bakımından bir merbubu talep eder. Öyleyse Allah Teâlâ kendi hakikati bakımından talep etmediği şeyi rabliği halamından hem varlık hem takdir bakımından talep eder.

Alemdeki her bir hükmün ilahi bir niteliğe dayandığını söylemiş­tik. Bunun yegâne istisnası, Hakkın özü gereği Hakk ettiği ve sayesinde müstağni kaldığı niteliktir. Bu niteliğe herhangi bir şey dayanmaz. Bu­nun yanı sıra âlemin Hakk ediş yoluyla sahip olup onun muhtaç kalma­sını sağlayan nitelik de bunun dışındadır. Bu sayede âlem fakir, daha doğrusu kul olur -çünkü âlem fakirlikten daha çok kul vasfını haizdir. Bununla birlikte fakirlik ve (kulluk anlamına da gelen) zillet eşit an­lamdadır. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle der: ‘Bana ait olmayan zillet ve yok­sullukla bana yaklaş.’ Bir şeye kadir olan ile bir şeyden zatî olarak etki­lenen farklıdır. Kadir ve etkinin kaynağı olan kimse, muhtaçlık özelli­ğiyle nitelenmez. Edilgen ise öyle değildir: O yoksulluk ve zillet özelli­ğiyle nitelenmiştir. Hakk bu özellikle yaratıklarından ayrılır. Bununla birlikte, Hakk halka ve halk hakka daha önce de söylediğimiz gibi farklı bir yönden bağlıdır. İşte bu menzil bu konuyu içerir.

Birisi şöyle diyebilir: Niçin hüküm hevaya bağlıdır? Heva, âlemde mevcut iken Hakk, heva ile hüküm vermez. Öyleyse heva gücünün da­yanağı nedir? Şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır’22* ayetini iyi dü­şünmelisin. Burada Allah Teâlâ hüküm verirken kendisini ‘sınırlanmayan’ di­ye nitelemişken âlemi sınırlanma özelliğiyle nitelemiştir. Bu nedenle de âlem dilediği her şeyi yamamakla yükümlü tutulmuştur. Aksine âlemdekiler ancak şeriata göre hareket edebilirler. ‘İnsanlar arasında Hakk ile hüküm ver, hevaya uyma229 buyrulur. Yani aklına gelen her düşünceye göre hüküm verme veya her hangi birinizin arzusuna ve hevasına göre hüküm verme, Allah Teâlâ’nın vahyine göre hüküm ver. Allah Teâlâ halifele­rinin kalplerini onarmak üzere şöyle der: Ey Muhammed, de ki! Rab­bim, Hakk ile hüküm ver! Yani dilediğini yapma! Senüı kıyamet günü ümmederin hakkındaki hükmün, onlar için belirlediğin ve bizim ken­dilerine götürdüğümüz şeriatına göre olsun, çünkü irade edilen budur. Çünkü Sen bizi irade ettiğin şeyle gönderdin ve bizim doğruluğumuz bu sayede onlarca kabul edildi. Onlara karşı delil böyle ortaya çıktı. Bu delil, Hakkın her ümmet hakkında nebilerinin getirdiği şeye göre hü­küm vermesidir. Bu sayede kesin delil Allah Teâlâ’ya ait olmuştur.’ Öyleyse yaratılmışlara arzuya uymanın yasaklamış olması, kendiliğinde onların serbest olduklarını gösterir. Yasaklama ve sınırlama hüküm verirken ve yönetirken ortaya çıkar. Buna mukabil Allah Teâlâ ‘Dilediğini yapandır.’

Allah Teâlâ şeriatına göre hüküm verir ve kuluna bu konuda dilekte bu­lunmasını emreder. Böylece kulu hakkındaki hükmü bizzat kulun iste­ğinden meydana gelir. Kulun şeriatın sınırlamasıyla verdiği hükmü de

Rabbinin o konudaki emrinden kaynaklanır. Öyleyse heva sınırsız ira­de demektir. O halde hevanın (ilahi mertebede) neye dayandığını ve yasaklamanın kaynağının ne olduğunu öğrenmiş oldun.

Bilmelisin ki, kendisi sınırsız olsa bile hevadan meydana gelen hü­küm ancak sınırlı bir hüküm olabilir. Çünkü eser ve etki kabiliyet yö­nünden meydana gelir ve dolayısıyla kabiliyederin heva gücünü sınır­laması gerekir. Çünkü bir varlık heva nedeniyle oturma ve kalkmayı irade eder. Oturma ve kalkmak ancak aynı anda olamaz ve biri varken öteki olmaz. Öyleyse kabiliyet iki fiili birden kabul edemeyeceğine gö­re, heva kabiliyet nedeniyle sınırlanmıştır. Heva kabiliyet nedeniyle sı­nırlanmayı kabul edince, bu durumun heva için zatî bir şey olduğunu anladık. Böylece şeriat hevaya sınır koymuş, o da bunu kabul etmiştir: Öyleyse kabiliyetin hükmünün heva’da ortaya çıkması, kendisiyle nite­len kimsede mutlak irade sahibinde ortaya çıkmasının benzeridir. Allah Teâlâ nefs-i natıka’yı veya halifeyi -ki istediğini söyleyebilirsinyaratınca, onda nispet ve aklî olan manevi-ruhani güçler yarattı. Bu güçler bu­lunduklar kimselerin aynıdır ve onların sahiplerindeki durumu ilahi isim ve sıfadarın durumuna benzer. Söz konusu isim ve sıfadarm çok­luğu tek hakikatte bulunan nispedere racidir. Bu hakikat kendiliğinde gerçek ve sayısal bir çokluğu kabul etmez.

Allah Teâlâ’nın halifede, hatta insan-ı kâmilde ve hayvan insanda -ki salt insan demektiryarattığı güçlerden birisine vehim, birisine akıl ve biri­sine de fikir denilen güçlerdir. Allah Teâlâ halife için üç mertebeyi ayırt et­miş, onu bu mertebelere vali atamıştır. Bu mertebeler duyulurlar mer­tebesi, bir kısmı ancak maddelerde gözükseler bile kendiliğinde mad­delerden soyut manalar mertebesi ve hayal mertebesidir. Hayal merte­besi, duyu ile mana uçları arasındaki ara mertebedir. Başka bir ifadeyle hayal, duyuların topladığı verileri koruyan bir hazine gibidir. Allah Teâlâ in­sana bir de aklın ve vehmin etkisi altında bulunan musavvire gücünü vermiştir. Akıl emirle onda tasarrufta bulunurken vehim gücü de emir­le tasarrufta bulunur. Bu yaratılışta vehim gücü akla üstün kılınmıştır ve bu nedenle akıl, madde olmayan veya maddede olmadan bilinebile­cek şeyleri incelemeye giriştiğinde ancak tasavvur gücüyle bilebilir. Söz konusu hususlara misal olarak, bir madde olmaktan veya maddede bu­lunmaktan münezzeh olan Allah Teâlâ’ya nispet edilen nitelikleri verebiliriz.

Başka bir misal ise Allah Teâlâ’nın bilgisidir. O bilgi ne madde olmadığı gibi maddeye de nispet edilemez. Akıl böyle şeyleri tasavvur sayesinde bile­bilir ve bu tasavvur aklın hükmünden değil, vehmin akıl üstündeki et­kisinden kaynaklanır. Duyu algıladığı şeyleri hayal gücüne yükseltirken musavvire gücü ise dilediği şeyleri onda terkip eder. Bunlar parçalan duyuda bulunmakla birlikte bütün olarak duyuda bulunmayan şeyler olabilir. Musavvire gücü onu fikir gücü nedeniyle bu terkibi aklın em­riyle meydana getirmiş olsaydı, bunun amacı herhangi bir şeyi bilme talebinden kaynaklanırdı. Bilgi ise hiç kuşkusuz sınırlayıcıdır. Musavvire gücü aklın vehmin etkisiyle aldın tasarruf bakımından aklın emriyle değil de vehmin emriyle terkibi yapsaydı, terkip edilen şeyin sureti baki olmazdı. Çünkü vehim -akıldan farklı olarakmutlaklığı nedeniyle sürade değişir ve kaybolur. Akıl ise edindiği bilgilerle sınırlı ve mahpustur.

Yaratılara hakim özellik, vehmin akla otoritesi nedeniyle, vehimle­rin hükmüdür. Çünkü vehim, madde olmayan veya maddede bulun­mayan ve kesinlikle bilinen bir manayı sadece ‘tasavvur’ ederek anlama imkânı verir. Bu tasavvur, hakkında ancak vehmin hüküm verdiği su­retten başka bir şey değildir. Böylece akıl, hiç kuşkusuz, teorik gücüyle bildiği bir konuda vehmin gücüyle sınırlanmış demektir. Bununla bir­likte aklın zorunlu bilgisine gelirsek, vehmin o bilgi üzerinde bir otori­tesi yoktur. Bu sayede maddelerde veya dışta bulunmayan manaların varlığı bilinir. Bununla birlikte akıl onları vehmin verdiği ince bir per­denin ardından maddelerde (tasavvur ederek) teorik gücüyle kabul edebilir.

Allah Teâlâ yükümlü âlemin belirttiğimiz şekilde nasıl terkip edil­diğini bildiği için, yükümlü insanlara peygamberler göndermiş, pey­gamberler bilhassa hayal mertebesine vakıf olmuş, iki ucu, yani mana­lar ile duyuluru birleştirmişlerdir. Orası peygamberlerin durduğu yer­dir. Onlar bu mertebeden bazı insanlara ‘Allah Teâlâ’ya O’nu görüyormuş gi­bi ibadet et5 demişlerdir. Bunu tam ortaya koyduktan sonra yükümlümuhatabın dikkati bu ifadenin ardından daha latif bir anlama çekilmiş­tir. Çünkü Peygamber maddelerden soyut anlamların varlığına aşina kimselerin bulunduğunu da bilir ve öyle bir şahsa şöyle der: ‘Sen O’nu göremiyorsan,’ yani O’nu göremeyeceğin delilinden hareket ediyorsan, ‘Allah Teâlâ seni görüyordur.’ O’nun karşısında hayâ sahibi ol ve seni tuttu­ğu sınırda dur. Böylece Peygamber hitabında ilkinden daha latif olan vehmin hükmüne dönmüştür. Çünkü yükümlü insanın ya akılla veya şeriatın sözüyle Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü bilmesi gerekir. Her du­rumda vehim onu sınırlar. Çünkü kul Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğü bir yerdedir ve O’nu o yerden çıkartır. O’nu bilgisiyle temyiz ettiğinde ise tanımı ‘O’nun benzeri bir şey yoktur'230 olur. Böylece onu hayrete düşü­rür. Bu hayret nurani, ateş ve toprak kaynaklı bütün âlemlere yayılmış­tır. Çünkü âlem ilahi bilgide bulunduğu duruma göre ortaya çıkmıştır ve ilahi bilgide olan değişmez, ilahi mertebe özü gereği kendinden sı­nırlılığı nefyederken kabiliyeder ise fiilen mutlaklığı reddeder. Öyleyse varlıktaki hayretin mahiyetini (yani ilahi mertebe ile kabiliyetler ara­sındaki çelişkiden kaynaklandığını) öğrendin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim katımda söz değişmez.’231 Yani bilginin hüküm verdiği ve kitabın takdir ettiği şey değişmez. Bunu bilgiden ve kitaptan öğrendik, çünkü hüküm O’na aittir. Halifeler bilginin ve kitabın halifeleridir; bilgi ve kitap ise âlemlerden müstağni Hakkın iki perdesidir. O halde âlemin ve oluşun dayanağı, bilgi ve kitaptır. Böylece arzular kendileri mutlak iken sınırlı akılların meydana getirdiği neticeleri meydana getirir.

O halde heva olmadan aklın bu yaratılışta bir hükmü yoktur. Çünkü bu yapı, kendisinde ortaya çıkan her şeyde etkindir (onun ba­bası sayılır). Bu bağlamda Haktan daha üstün mertebe sahibi olan yok iken sen O’nu tahayyül edersin ve böylece durumunu tahayyül et der­sin. Çünkü Allah Teâlâ kimseyi yapamayacağı bir işle sorumlu tutmaz. Bir nefsin yapabileceği ise onun hakikatinin verdiğidir. Allah Teâlâ nefsin mut­luğunu bu tahayyüle yerleştirmiş, sonra şöyle demiştir: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’232 Böylece nefs tenzihi ve teşbihi birleştirmiştir. Tenzih de bir sınırlamadır, teşbih de sınırlamadır. Çünkü nefs sınırlanmıştır ve dolayısıyla kendi hakikati gibi sınırlı olanı (veya sınırlayarak) bilebilir.

Akıl heva neyi meydana getirirse onu meydana getirir

Çünkü kaynağı heva

Bir şey hakkmda hevaya göre hüküm verir

Zorunlu bilgi başka, onun kaynağı fikir

Allah Teâlâ yüce kitabında kulların dikkatini bütün eşyaya ait hâzinelerin hâzinesinin O’nun katında olduğuna çekmiştir. Hazineler sınırlılık bil­dirirken sınırlanma da takyidi gerektirir. Allah Teâlâ her şeyi o hâzinelerden belli bir ölçüyle indirdiğini bildirmiştir ki, bu da sınırlamadır. Kendile­rini birbirine bağlayan iki öncül arasında sınırlanma olmasaydı, arala­rından bir netice çıkmaz, halk Haktan meydana gelmezdi. Bu nedenle üremenin olabilmesi için ‘birleşme/nikâh’ manalara ve mahsuslara ya­yılmıştır. Kadimde de böyledir hadiste de durum böyledir. İnsanlar ‘hadisi anlamazlar.’233 Yani siz, ey perdeliler! Sizi kendisiyle meydana getirdiğimiz şeyi (veya sizinle konuştuğumuz sözü) anlamazsınız. Çünkü bütün şeriat ‘hadis’ ve akıl ile vehmin kabul edebileceği ilahi haberdir. Bu sayede fayda genelleşir ve âlemdeki herkes muhatap hali­ne gelir. Ey Allah Teâlâ’yı ve gerçeği bilenler! Siz hadisi (zamanda olanı) bil­miyorsunuz, siz sadece kadimi bilirsiniz. Sizin nezdinizde ‘hadis’ olsa bile, kendisi ‘hadis’ olmamıştır. ‘Onlara Rablerinden hadis söz geldiğin­de...’234 Kastedilen Allah Teâlâ’nın kadim diye nitelenmiş kelamıdır. Onlar kendisini duyduklarında ‘hadis olarak’ meydana gelir. Öyleyse kelam hakikati bakımından kadim, gelişi bakımından hadistir. Kelam hadis maddelerde gelmiştir. Başka bir ifadeyle kulak hadis maddelere ilişmiş, anlayış o haberlerin gösterdiği şeylere ilişmiştir. Onların gösterdiği şe­yin bir kısmı ‘kadim’ bir kısmı ‘hadis’ diye nitelenmiştir. Öyleyse kelam bir açıdan hadis bir açıdan kadimdir. Bu nedenle bazıları ‘Hakk gördü­ğüyle duyar, konuştuğuyla görür’ demiştir. Hakikat bir, hükümler farklıdır! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilerse sizi giderir.’235 Burada gidiş meşiyete bağlanmıştır. Başka bir ayette ‘Biz onu götürmeye kadiriz236 denilirken kudrete ve iktidara bağlanmıştır. Böylece Allah Teâlâ, kadir olduğu şeyi irade etmiştir.

Burada değerli bir bilgi vardır: Kudret yaratmayla ilgilidir, yok etmeyle değil! Buradan iki durum ortaya çıkar: Birincisi kastedilen gi­dişin yok etme olmayışıdır. Burada gidiş, bir halden başkasına intikal demektir. Öyleyse kudret, bir şey hakkında kendisine intikal edeceği bir halin ortaya çıkmasıyla ilgilidir ve söz konusu şeyde bu hali kudret var eder. Demek ki kudret, var etmeyle ilgilidir. İkinci durum şudur: Bir şeyi gidermeye güç yetiren olmakla Allah Teâlâ’nın nitelenmesi, o şeyi var­lıkta tutmaya kendisini zorlayacak bir şeyin olmaması demektir. Kendi başına var olan cevherin varlığı, yani bekası bir şarta bağlıdır. O şart var olduğu sürece cevherin varlığı da devam eder. Allah Teâlâ her zaman o şarta yardım eder ve dilerse o şartın varlığına mani olur. Bu durumda meşrut, yani şarta bağlı olan da ortadan kalkar. Bu ‘tutma’ kudretin konusu değildir. Allah Teâlâ kendisini ona kadir olmakla nitelemiş, bekası irade edilen tartışmacının var sayılması geride kalmıştır. Allah Teâlâ beka di­lemediğinde, o şeyi uzaklaştırabilir. Böylece tartışmacı kahrolur ve be­kasını istediği şey geride kalmaz. Kahır iktidar hükümlerinden birisi­dir.

Bu meseleyi tam kavrayınca, buradan önce gelen ile onun hükmü ve sonra gelen ile onun hükmünü de öğrendik. Daha önce de belirtti­ğimiz gibi, bir şey bir açıdan önce bir açıdan sonra olabilir.

Bu menzildeki ilimlerden birisi, varlıkta gerçekleşen üçgenlerin bilgisidir. Onların kaynağı nedir? Bitişik ve ayrık olanlar nelerdir? Kuran’ın kitapla ilgisi, Tevrat ve diğerleri kitap iken Kuran olmayışları bu menzilden öğrenilir. Övülen ve kınanan şeylerde benzerin azaltılması bu menzilden öğrenilir. Varlığı bir sebebe bağlı şeyin varlığında sebe­bin bulunma hikmeti bu menzilden öğrenilir. Akla göre onun sebepsiz var olması mümkün müdür, değil midir? Kabiliyetlerin kendilerine ge­leni kabul için hazırlanmaları bu menzilden öğrenilir. Hepsi terk ol­makla birlikte bir menfaat nedeniyle ihmal etmek bu menzilden öğre­nilir. Engeli olmadan, tehdidin ertelenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum, ortadan kalkması mümkün olmayan bir maniden mi kaynaklanır? Yoksa ihtiyardan mı kaynaklanır; insan âlemdeyken böy­ledir, çünkü ihtiyarın Hakta gerçek bir dayanağı yoktur. İhtiyar mev­hum bir durumdur ki, bir önceki bölümde bunu belirtmiştik. Eşyada ecellerin ve var etmede tertibin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bunun­la birlikte mümkünler var etmeyi kabul için hazırdır. Onları erteleyen şey ve ilahi feyiz nedir? İlahi feyiz engellenmemişken kabiliyeder tak­dim ve tehir için hazırdır. Bunlar neyle ilgilidir? Öyleyse bu mertebede ‘meşiyet’ diye isimlendirilen bir hüküm olmalıdır ve bu durum zorun­ludur. Meşiyetin her hangi bir şekilde ortadan kalkması mümkün de­ğildir. Alimin bilgisine örtülen şeyler bu menzilden öğrenilir. Acaba âlem sürekli örtülü kalan ile örtülerin kalkmasıyla bilinen diye ikiye mi ayrılır? Birinci durumdaki hiçbir zaman bilinmez. Örtüsü kalkmayan şeyin bilinmesi mümkün müdür? Örtüsü kalksa bilinir mi veya örtüsü kendisi midir? Böyleyse, özü gereği bilinmesi mümkün değildir.

İddia sahibinin delil talebi ve talibin bu nedenle -hakimin hükmü olmaksızındelilden şahitliği kabul etmesi bu menzilden öğrenilir. Böyle bir şey, iddia sahibi açık delil şahidiğiyle, kendisini zikrettiğinde olabilir. Onun şahidilderi kabulü hatırlama için midir, başka bir neden­le midir? Başka bir neden şahitlik yaptıkları hususta ithamın bulunma­yışıdır. İmkân var iken ihtiyaç esnasında beyanın ertelenmesi, bu men­zilden öğrenilir. Bu caiz değildir. Cemaatin bir kişinin ve bir kişinin cemaatin yerini alması, bu menzilden öğrenilir. Delillerin nefsanî amaçlar nedeniyle reddedilmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların reddedilmesi onlardaki eksiklikten mi kaynaklanır? Bununla birlikte onlar kendiliğinde sahihtir. Ya da bir kuşkudan mı kaynaklanır? Âlem­de korunan şey bu menzilden öğrenilir. Neye göre korunur, kimden korunur, niçin korunur? Arzın içerdiği hazineler, bu menzilden öğre­nilir. Onların üzerine çıkan ve kendilerinden ortaya çıkan şey belli bir tarzda eksiklik ve artma kabul eder mi, etmez mi?

A      ...

Alemin birbirine rızık olması bu menzilden öğrenilir. Saklamanın terki bu menzilden öğrenilir ki bu Allah Teâlâ’yı zikreden Allah Teâlâ ehlinin niteli­ğidir. Hayvanın farklı türlerine göre yapısı, bu menzilden öğrenilir. Hangi özellikte ortak, hangi özellikte birbirlerinden ayrışırlar? Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına bilgi öğretmesi bu menzilden öğrenilir. Meleklerin Âdem’e secde etmesinin (Âdem’in üzerinde yaratıldığı) suretten kay­naklandığı, yoksa isimleri bilmesinden kaynaklanmadığı bu menzilden öğrenilir. Onlara secde Allah Teâlâ’nın Âdem’e öğrettiği isimlerin bilgisiyle kendilerinden üstün olduğunu öğrenmelerinden önce emredilmişti. Secde bilginin ortaya çıkmasından önce olsaydı, İbüs direnmez ve ‘Ben ondan daha hayırlıyım'237 demez veya ona karşı büyüklenmezdi. Allah Teâlâ ondan aktarırken ‘Topraktan yarattığına mı secde edeyim238 dediğini bil­dirir. Başka bir ayette ‘Beni ateşten, onu topraktan yarattın239 demiştir. Allah Teâlâ Âdem’in halifesi olduğunu bildirmiş, onlar da kendilerinden ak­tarıldığı üzere söylediklerini söylemişlerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ kıssada tekrarlandığı üzere ‘Meleklere Adem’e secde edin dediğimizde240 diyerek mazi fiil ve iz (vakta ki) edatı kullanmıştır. Bu edat da geçmiş zamana işaret eder.

Aklını bu meseleye vermelisin ki, Âdem’in bilgisinden kaynakla­nan üstünlüğünün zatı nedeniyle kendisine secde edilmesinin gösterdi­ği üstünlükten değerli olduğunu anlayasın. Şeriatta bir insanın diğeri­ne secdesi niçin yasaklanmıştır? Böyle bir şey insanın kendi kendisine secdesi demektir, çünkü insan her yönden öteki insanın benzeridir, bir şey ise kendisine boyun eğmez. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bir adam diğeriyle karşılaştığında onun karşısında eğilir mi?’ denilince, ‘hayır’ demiştir. ‘Peki onunla tokalaşır mı?’ diye sorulunca, ‘evet’ demiştir. Benzerlerin birbirlerine düşman olmasının nedeni bu menzilden öğre­nilir. Acaba bu durum iki benzerin zıt olmasından mı veya başka bir nedenden mi kaynaklanır? Üsttekinin aşağıdakini bilmeyişi ve bu ne­denle kendisine karşı böbürlenmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki üsttekinin değeri alttakine bağlıdır; aşağıdaki olmasaydı üst­tekinin değeri ortaya çıkmazdı. Böyle iken ona karşı böbürlenmenin ne faydası vardır! Hal ise bununla ötekinin lehine tanıklık eder. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben Âdemoğullarının efendisiyim, fakat iftihar yok’ demiştir. Yani bu sözle övünmeyi amaçlamadım. Çünkü peygam­berin makam ve haliyle insanların efendisi olduğu zaten malumdur.

Kendisini bedbaht yapacak bir sorup sorulan kimse bunu bilmesi­ne rağmen cevap vermesi ve o kişinin bedbahtlığına dikkat çekmeme­sinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Memurun efendinin emrine bağ­lanıp sonra efendinin emrine bağlanmasına karşı onu cezalandırması­nın nedeni bu menzilden öğrenilir. Efendinin bu davranışının hikmeti nedir? Delil ile cezalandırılan ile kahır ile cezalandırılan arasındaki fark nedir? On beş mesele bu menzilden öğrenilir. İki zıt arasındaki eşidik bu menzilden öğrenilir. Konuğuna ikramda bulunurken hızlı davran­mak bu menzilden öğrenilir. Ona nasıl davranacağını bilmesen de du­rum böyledir. Onun değerini bildiğin ölçüde ona davranırsın. Çünkü ikram iki kısma ayrılır: Birinci kısmı marufu ve bilinmeyeni içerirken İkincisiyle maruf olanlar derecelenir. Korkana güven ve ürkene ünsiyet verecek şey bu menzilden öğrenilir. Nasihader bu menzilden öğrenilir. Öğüt ve vaazlar bu menzilden öğrenilir. Eşlik etmesi gereken ile ge­rekmeyen bu menzilden öğrenilir. Uyması gereken ile gerekmeyen bu menzilden öğrenilir. Bir sohbet olmadan veya uyma olmadan bilinmesi gereken ile sohbet eden, uyan ve bilinmeyen bu menzilden öğrenilir.

Bilinmesi gereken ana konu bu menzilden öğrenilir. Bu, kurtuluş yo­lunu bilmen demektir.

VASIL

İki Yüz Yetmişinci Bölümün ilavesi: Allah Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır

Bu menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söy­leyeceğiz.

Allah Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve cinleri kastediyorumonları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, in­sanlara görünmemektir. Bununla birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla birlikte bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir. Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye isimlendirmiştir. Yani onları göremeyiz. Bazı kimse­ler meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduklarını iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme ve görünmemede bir bağ kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni, cinler ile melekler hakkmda daha önce söy­lediğimiz ortak özelliktir. Onlar kızları kendilerine nispeti hoş görme­mişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri şeyi Allah Teâlâ’ya ait sayarlar.’2*1 Çünkü onlar kız evlattan hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlar­dan birisine kız çocuğu olduğu bildirilince öfkesinden yüzü kararır242 der. Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle bir insanın yüzünün kararmasıdır: Çocuğu kendi halinde mi bırakmalı yoksa gömmeli mi­dir? Bu durum ‘çocuğa sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün di­ye?’243 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere nispet edilmesinde tepki göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da şahit miydiler?244 Allah Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında gizlenmede ve görünme­mede ortak özellik yaratınca, hepsini ‘cin’ diye isimlendirmiştir. Şey­tanlar hakkmda ‘vesveseci ve hamasin şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin şeytanlar245 buyurur. ‘Cin’ derken şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ kurdular246 der. Kastedilen meleklerdir. ‘Kuşkusuz cinler orada bulunduklarını bildi­ler.’247

Melekler Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle so­rumlu ve fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in cin­lerden olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine fasık olduğunu’,248 yani emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla birlikte bulunsalar bile, melekler gibi insanlara görünmeyenlerin ara­sından çıkmıştır. Allah Teâlâ onları elçilikte ortak yapınca, İblis’i de melek­lerle birlikte secde emrine katmıştır. ‘Meleklere secde edin dediğimizde secde ettiler, İblis etmedi.’249 Böylece Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i melekle­re katmış, böylece istisna mümkün olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna yapmış, böylece de kendisini yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden ayırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adeta şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle memur olanlardan uzaklaştırdığı kimse secde etmedi.

Ruhlara ‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynakla­nır. Bununla birlikte onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görme­yiz ve bu nedenle onlara böyle bir nitelik verildi. Meleklerden olan cin­ler, insanlarla beraber olup gece gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz kimselerdir.

Allah Teâlâ, insanlara kendi iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları göstermek istediği kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür; bazen de meleğe ve cine bize görünme emri ve­rir, onlar da bizim için bedenlenir ve biz de kendilerini görürüz. Bazen gözümüzden perdeyi kaldırır, bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz. Bazen beşeri surete girmeden kendi sureüerinde onları görü­rüz. Nitekim onlardan her birisin kendisini ve üzerinde bulunduğu su­reti böyle görür. Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken cinlerinki du­manlı ateştir. İnsan ise bize söylenenden meydana gelmiştir. Fakat in­san yaratılış aslını yitirdiği gibi melek ve cin de yaratılış aslından başka­laşarak bulundukları surete dönüşmüşlerdir.

Cin ve meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler belli olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği veya her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları dilediği şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.

Allah Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahdıktan nasipleri yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mut­luyu mümin diye isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak tutarak ‘insan ve cin şeytanları’ demiştir. Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa bilesınırlanmayı istemediğini bili­riz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın akima geldiği gibi tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş olduğunu ve kendi­sinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna mu­kabil başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir sınırlanmayla karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır. Böyle bir sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir sınırlama -hangi türde olursa olsunolduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların nefislerine özel bir sınırlamanın memnun­luk verdiğini görünce, şunu bilmelisin: Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahdık kazandıran bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona sürekli vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht yapmaktır. İn­san (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun gereğini terk etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı muduluğa ulaştıran Hakkın bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun dışındadır: Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalpleri­ne süslemiş, küfrü, günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bu­nunla birlikte bu durumun kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar ise kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve Hıristiyanların büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkmda sebatkâr olduğunu ve onu ısrarla sa­vunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel konularım yerine getirmede Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum üzerinde yü­rümekle bedbahdığa gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına delildir. Bu durum herkesin fark etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden gelen bir basirete sahip olanlar bu tuzaktan emin olabilir. Onlar ise az­dır.

Mümin veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz. Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ on­ları müşriklere katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk eden­ler onlardır. İnsan şirk koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol diyen şeytan gibi..250 Bu, batıl ile Hakk ehli olanlarla mücadele etsin diye şeytanın dostuna ve arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım251 der. Böylece şeytan Allah Teâlâ’dan korkmakla nitelen­miştir, fakat kendisi hakkında değil, insan hakkında korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil, saptırdığı kimse hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil ümmetleri adına korku du­yar.

Şeytandan kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının nedeni, tevhit ehli olduğunu bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine yemin ol­sun ki, hepsini saptıracağım252 demiştir. Binaenaleyh şeytan rabbini bil­diği için, O’nun izzetine yemin etmiştir. Adeta Hakkın insanın kendi­ne aktarılan her şeyi kabul etme özelliğinde yaratıldığım görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vermiş ve insanı kendi­siyle saptıracağı şeyi ona emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden istedi­ğin işi yapmaya git! Sonra cezasını da zikretmiştir: Bu ceza ona uyan­ların cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden yaratıldığı aslına dönmekken onu takip eden insanın cezası da öyledir. Fakat insanın cezası İblis’in cezasma baskın gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis orada azap görür. Çünkü cehennem bütünüyle so­ğuktur ve onda ateş bulunmaz. Öyleyse cehennem kendisine uyan in­sandan daha çok şeytan için bir azaptır.

Durum böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali -maksadı nedeniylekendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır: Herhangi bir kimsenin bedbahdığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin yolunda bulunandır. Bu­nunla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’, ‘saptır’, ‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi emirlerdir. Fakat bunlar Allah Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis bedbaht olmazdı.

Fakat bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin iz­zetine yemin olsun ki, hepsini saptırırım253 ve ‘Onların zûrriyetini kendime bağlayacağım254 der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yü­kümlü insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir. Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi or­taya çıkardı.

Bu bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu ayetin okunduğunu gördüm: ‘Sizin için dinde Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya daha vasiyet etmiş­tik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin. Müşriklere çağrıldıkları şey ağır geldi.’255 Kastedilen birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na aittir. Her isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat ötekinden farklıdır. Alemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve o yönler isimleri, yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat birdir. Nitekim âlem ‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla çoktur. Sonra bana ‘Allah Teâlâ dilediğini kendine çeker ve yönelenlere hidayet verir256 ayeti okun­du. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal zikredilmeden iş seçim ve hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana seçilme ve hidayet bilgi­sinden, peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme ve hidayetin her ikisi de O’na döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu nefsine bırak­maz. Allah Teâlâ hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu açıklayarak onu Mutlu yapar ve o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya şükreder veya kâfir olur, yolu gösterdik ona.’257

Allah Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zik­retmeden seçilme ve hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demek­tirher iki sini de kendine ait kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşa­tan rahmete varacağını anladık. Müşrik hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan nefsini ‘çokta bir veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini bildiği şekilde bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe çağırması, müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak davranmış, işin seçilme ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir. Bu­rada Allah Teâlâ seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu, müşri­ke karşı yumuşaklık ve onu tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk yoluyla ortaya çıkan rahmete değilO’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde tasarruf ederse et­sin, (emrinden çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla birlikte ayet­te adı geçenlere tavsiye edilen şeriatın hükümleri birbirinden farklıdır ve onların bir kısmının hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygam­berlere şeriatı uygulamak ve kendisinde farklılık var diye görüş ayrılı­ğına düşmemek emredilmiştir. Öyleyse şeriat çokluk vasıtasıyla tek ha­kikate veya birlikle hakikatlere davet etmektedir. Manayı değiştirme­dikten sonra, bunlardan hangisini istersen onu diyebilirsin!

Hepsi varlığın hükmünde Sanki müşahededeki gibi

Rahmeti kuşatsın varlıkları diye hıkâr alametlerini açıklar

Rahman olur bedbahtı Ve mutluyu davet edene

Biri cehennemde Öteki Huld cennetlerine

Allah Teâlâ zatıyla yüce Sınırlardan ve sınırlanmaktan

Bu bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sa­hibi) ve İlah ismi ile ahadiyetin neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.

Allah Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah yoktur258 der. Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak ‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’259 ayetini verebili­riz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’,260 ‘İnsanların ilahı261 vb. ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin değişmesiyle deği­şir mi? Rablık ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ ka­tından geldiği bu menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendi­sine verilen isimlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir.

İKİNCİ VASIL

Bu Bölümün İkinci Vaslı

Bu konu, kitapta zikredilen menzillerin İkincisiyle ilişkilidir ve çe­şidi ilimleri içerir. Bunlardan birisi, eşyayı idraki sağlayan şey ile sadece kendisini idrake imkân veren şey arasındaki farkm bilinmesidir. Çekir­deklerin, tohumların ve ‘nevanın’ toprağa ekildiklerinde onlardan çıkan şeylerin hâzineleri, çekirdeklerin âlemin gaybten şehadete çakışına nasıl delil olduğu bu menzilden öğrenilir. Çünkü tohumlar Hakkın kendile­rine sakladığı şeyleri ancak toprağa gömülmenin ardından ortaya çıkar­tırlar ve böylece onlarda saklanmış kökler, dalar ve tohumlar ortaya çı­kar. Tohumdan tohum, çekirdekten çekirdek çıkar ve onlar da kendile­rinden çıkan şeylerde yeniden ortaya çıkarlar. Bu menzilden âlemin kendinden çıktığı tohumun mahiyeti öğrenilir ve onun kendinden çı­kanlara ne vereceği bu menzilden öğrenilir. Niçin ondan çıkan şeyler tohumların varlıklarından başkasına dayanır. Bunlar kuvve halinde on­da saklanmış olmasaydı, bilfiil ortaya çıkamazlardı. Bunu bilmelisin, bütün bunlar cömerdik hazinelerindendir.

Bu menzil ‘Dilediğinizi yapın262 ayetinde belirtilen mutlak emri içe­rir. Ayrıca özel amele bağlı sınırlı emri ve kiplerin değişmesini içerir. Kötülüklerin Allah Teâlâ’dan başkalarına izafesi bu menzilden öğrenilir, çün­kü kötülükler bilen nezdinde bilinen şeylerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötü­lük Sana ulaşamaz’ buyururken kötülüğü (bir yandan) var kabul etmiş, fakat Hakka izafesini olumsuzlamıştır. Bu durum kötülüğün gerçek bir şey olmadığına ve yokluk olduğuna delildir, çünkü ‘şey’ olsaydı Hak­kın elinde bulunurdu. Çünkü her şeyin melekûtu Allah Teâlâ’nın elindedir ve Allah Teâlâ her şeyin yaratanıdır. Vasıtayla yaratılan ile vasıtasız yaratılan arasındaki fark, belli olmuştur. Ayrıca ‘ol’ emriyle, elle, iki elle, ellerle yaratılan belli olmuştur. (Yaratma fiilini anlatmak üzere kullanılan) fasele (ayırdı), alime (bildi), evcede (var etti), kadere (takdir etti), cemaa (topladı), vahhade (birledi) filleriyle yaratılan şeyler belli olmuş­tur. Allah Teâlâ ben, biz, siz vb. zamirler kullanmış, yine bu nedenle müşrik­lere birliğe çağrılmak ağır gelmiştir. Çünkü biz demek ben demek ile bir değildir. Ayette ‘O'na’ hitabı gelmiş, onların gördüğü çokluğu bir­lemiş, bu durum müşriklere ağır gelmiştir. Birdeki büyüklük ‘nun’unu dile getirmek, hakikatleri ve Arapçayı bilmeyenin ileri sürebileceği bir sözdür.

Bu menzil kalpte bulunduğunda kendisini hakikatleri idrak etme­de kör haline getiren bilgisizliğin bilgisini içerir. Hâlbuki o hakikatleri idrak etseydi ‘bilen’ adını alacaktı. Allah Teâlâ ‘Ölü olup hayat verdiği­miz ve kendisi için insanlar arasında yürüyen kimse karanlıktaki kimse gibi midir?’263 buyurur. Burada bilgi ve bilgisizlik kastedilir. Kendisi idrak edilmediği gibi idraki sağlamayan şey karanlıktır. Işık gözün ışığından daha güçlüyse, idraki mümkün kılmaz. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın perdesinin nur olduğunu söylemiştir. Bu durumda keşif ancak gözün ışığına denk bir ışık ile gerçekleşebilir. Yarasalar gözlerinin ışı­ğına denk bir ışıkta ortaya çıkarlar ki, o da şafağın ışığıdır.

Bu menzil kuşkuların bilgisini içerir. Kastedilen Hakkın ve yara­tıkların vechinin aynı anda kendisinde göründüğü şeylerdir. Rızıklarda helal olan açık olduğu kadar haram olan da açıktır. İkisinin arasında ise insanların çoğunun bilmediği kuşkulu şeyler bulunur. Kime bu kuşku aydınlanırsa, onları öğrenmiş olur ve böylece kuşkuların hangi hükme sahip olduğunu da öğrenir. Bu durumda onları ya helale veya harama katar. Dolayısıyla hakkında şüphe bulunduğu sürece onlara dokunmaz, çünkü onlar gerçekte iki yönden birisine özgüdür. Yükümlüde bunla­rın karışmış olması, kendisine göre o hususta şerî delillerin çelişkisin­den kaynaklanır. Makullerde de böyledir. Misal olarak yaratıkların elle­riyle ortaya çıkan fiilleri verebiliriz. Onlarda Allah Teâlâ’ya ait olduklarını gös­teren yön bulunduğu gibi şehadet âleminde ortaya çıktıklarında yara­tılmışa ait olduklarını gösteren bir yönleri de vardır. Hâlbuki onlar gerçekte iki yönden birisine özgüdür. Aynı şey sihir ve mucize içir geçerlidir. Sihrin bir yönü Hakka bakar ve hakikate benzerdir; bir yönüy­le de batıla benzer ve o yönden Hakka bakmaz. Sihir kelimesi ‘seher’ kelimesinden türetilmiştir ki, karardık ile ışığın karışımı demektir. Do­layısıyla iki yönden birisine tam olarak ait değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sihir yapılınca, eşlerine yaklaştığını zannetmişti. Hâlbuki onlara yak­laşmamış, hayalde onlara yaklaştığını zannetmiş, duyuda onlara yak­laşmış değildi. Bu durumda o kendisine hakim olan Hakk göre davran­mıştır. Bu, çetin bir meseledir. Sihri kaldırmak isteyen, sihirbazın bağ­ladığına bakar ve her düğüme kendisini -her ne olursa olsunçözen bir kelime verir. Kelimeler eksik olursa, sihir olduğu hal üzere devam eder. Sihir bütünün çözülmesiyle ortadan kalkar. Bu, ilahi bir bilgidir, çünkü peygamber şöyle der: ‘Ruhu’l-kuds benim rav’ıma üflemiştir.’ Nefesin genel olabilmesi için parlak bir rüzgâr olması gerekir. Ona üf­leyerek ruhundan verdiği gibi doğal yapısından ona vermiştir. Nefeste üflemeden farklı olarak hepsini bir araya getirmiştir. Çünkü o salt bir üflemedir. İşte sihir de öyledir, çünkü o ciğer demektir. Başka bir ifa­deyle dışarı çıkan sıcak havayla içeri giren soğuk havayı veren şeydir. Onda iki kuvvet vardır: çekme ve itme kuvveti. Bu nedenle sıcaklığı ve soğuk nefesi kabul etmesi nedeniyle sihir diye isimlendirilmişken içer­diği yaşlık nedeniyle yanar ye nefes dışarı çıkar. Onda bir ıslaklık bulu­nur ve böylece nefesteki yaşlık gibi olur. Onu ruh rav’a üfler. Sihirbaz ise aynı şeyi düğüme üfler.

Bu menzil Allah Teâlâ’nın rahmetini itaatkâr veya günahkâr bütün kullara yaymak isteyen ile rahmeti kullarının bir kısmından kaldırmak isteyen­lerin arasındaki farkın bilgisini içerir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetini daraltmak ister ve fakat onu kendisi hakkında da­raltmaz. Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmemiş olsaydı, böyle bir niteliğe sahip bir insana Allah Teâlâ’nın rahmeti hiçbir şekilde ulaşmazdı.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ eşyayı kendisinden ibaret olan bir asıldan ya­ratmış, kendisini -her nerede bulunursa bulunsunbir şeyi korumak üzere her şeyle beraber olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ kendi suretinin bu­lunması nedeniyle bir şeyi korur ve bu sayede o şey varlığını sürdürür. Böylece suretlerin çokluğu bir suretten meydana gelir. Bunlar tanım itibarıyla onun aynıyken şahıs itibarıyla başkadır. Nitekim tek tohum karşısında tohumlar için böyle deriz. Tohumlar cömertlik hâzinelerin­den bir hazinedir. Çünkü onlar birbirilerine benzer. Surette birbirle­rinden arklı olsalar bile böyledir. Çünkü hazineler bir takım hâzineleri içerir ve onlarda saklanan şeyler saklanır. Öyleyse o suretinden farklı şekilde ortaya çıksa bile, ikisini bir araya getiren ortak özellik olmalı­dır. Onları cisimlik tohumda, yaprakta, meyvede, bünyede ve dallarda ve köklerde ortayla çıkar. Bu durum tek tohum ve çekirdekte görülür. Ya da tek tohum benzerlerine ilave olarak onda görülür. Kâmil halife­ler, tohumlar gibidir. Her tohum asıl tohumun vermiş olduğu şeyi ve­rir. Bunun nedeni onun kemaliyle ilahi surete tahsis edilmesidir. To­humlar şahıs itibarıyla birbirlerinden ayrışır. Alemde halifenin dışında­kilerin Hakk karşısındaki yeri, tohum ve çekirdek ve nüve karşısındaki yapraklar, dallar, çiçekler ve kökler gibidir. Böylece halife insanın insan-ı kâmile en çok benzeyen hayvan insandan olduğu kadar sonra di­ğer yaratıklardan üstünlüğü ortaya çıkar. Açıkladığımız meseleyi anla­malısın! Bu durum keşif ve müşahedenin verisiyle Allah Teâlâ’yı bilmenin özüdür.

Şunu sorabilirsin: ‘Kâmillerden miyim veya ‘insan’ denilen bir hayvan mıyım?’ Şöyle deriz: Güzel bir soru sordun, bilmelisin ki, ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ hadisini anlamadığın sürece ilahi surette olup olmadığını anlayamazsın. Mümin kendisini kardeşinin ay­nasında görürken, kardeşi de kendisini o aynada görür. Bu durum Hakkın el-Mümin isminin mertebesinde gerçekleşir. Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir264 der. Bir hadiste ise ‘Mümin kardeşleri nedeniyle çoktur, kendisi itibarıyla birdir’ denilir. Buradan ilahi isimlerin müminler gibi kardeş oldukları öğrenilir ve Allah Teâlâ emreder: ‘Kardeşlerinizin arasını bu­lun.’265 Yani ed-Dar, el-Müzil, el-Muizz ve en-Nafı gibi isimlerde birbi­rini itme ve uzaklaşma özelliği bulununca, bunların arasını bulmak ge­rekir. Bunun dışındaki bütün mütekabil anlamlı isimler böyle değer­lendirilir. Onlar karşılıklı döşekler zerinde oturan kardeşlerdir. Bütün isimleri uzlaştıracak olan ise Rab ismidir. Rab ‘ıslah edendir.’ ElMümin ise ayna olması itibarıyla ıslah eder. Her kim kendini böyle gö­rürse, sureti görmesine göre, halifelerden birisi olduğunu da anlar. Hayvan insanın bir aynası yoktur. Bununla birlikte şeklen bir aynaya sahiptir. Fakat onun sahip olduğu aynada cila bulunmadığı gibi kirler ve paslar onunu üzerine dolduğu için parlaklık yoktur ve dolayısıyla bakan kendini göremez. Hâlbuki görmeyi mümkün kıldığı için anaya ‘ayna’ denilmiştir. Hakk seni mutlak kulluk makamına yerleştirdiğinde O’nun halifesi olursun. Bu makamda Rablıktan bir eser bulunmaz, çünkü halife atanan kimsenin görevlendirildiği işte genel anlamıyla hükmü yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ seni kulluğa ‘halife’ olarak yerleştirmiştir ve bu makamda rablık olamaz. Çünkü insanı halife yapan kimse o özelliği kendine ayırmıştır. Başka bir ifadeyle zatı gereği o makama yerleşmiştir. O makam Allah Teâlâ’nın elindedir ve mülkündedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulunu geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir.’266 Allah Teâlâ onu sırf kul yaparak her şeyden ve yolculuktan bile soyudayarak kendisini geceleyin yürüttüğünü söylemiş, yürüme fiilini peygambere izafe etmemiştir. Buna mukabil -farz-ı muhalAllah Teâlâ ‘Kulunu kendisine yürümesi için davet eden’ veya ‘Ayetlerini görmek için davet eden Allah Teâlâ münezzehtir’ deseydi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yürümüş olsaydı, o zaman böyle demezdi. Fakat bulunan makam buna imkân vermez. Böylece peygamberi icbar etmiş ve onun herhangi bir fiilinde rablıktan iz bırakmamıştır.

ÜÇÜNCÜ VASIL

Cömertlik Hâzinelerinin Üçüncüsü Bu hazine üçüncü menzille ilgilidir

Bu menzil, dilekte gerçekleşen emrin bilgisini içerir. Emirlerin bir kısmı kendiliğinden gerçekleşirken bir kısmı cevap olarak gerçekleşir. Hüviyetin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Hüviyet, ahadiyet (mutlak birlik) ve vahidiyet (sıfatların birliği) arasındaki farklar, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirilenin mahiyeti ve kendisi nitelik ol­mazken niçin nitelendiği bu menzilden öğrenilir. Hüviyetinin hakikati, bu menzilden öğreniür. Acaba onun herhangi bir yönde âlemdeki bir şeye benzeyip benzemediği veya herhangi bir şekilde kendisinde ben­zerlik bulunup bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ’ isminin hal karineleriyle geldiğinde kendisiyle sınırlandığı şeyin sureti, bu menzil­den öğrenilir. Alemin zuhuru bu menzilden öğrenilir. Acaba âlem Hakkın zatından kaynaklanan bir zorunluluk mu zuhur etmiştir, yoksa ilahi bilgide yerleşmiş hüküm nedeniyle mi veya iradeyle mi ortaya çıkmıştır? Bu durumda âlem, kendisine izafe edildiğinde mertebeler ayrışır. Sabit olduğunda âlemin ikisinin arasında meydana gelebileceği benzerliğin olumsuzlanması bu menzilden öğrenilir. Bu durumda Hakk bizim için baba olmadığı gibi biz de O’nun çocukları değiliz: O Rab, biz kuluz. O bizi kullar olarak talep ederken biz O’nu efendi olarak ta­lep ederiz.

Haber ve fikirle sınırlanmaktan müteal Baş ve kalp gözünün hükmünden de müteal

O’nun istediğinden başka yok bir şey bizde O’ndan ibare ve delillerde her durumda O’nun iradesi

Bil ki O’ndan başkasını tanımadım ben                                        '

Beşerden başkasını da öğrenmedim ben

Bu nedenle yasakladı Rahman vahyinde Peygamber diliyle ‘zatını düşünmeyi’

Dedi ki, bilmediğin şeyin ardına düşme Öyle yapanlar tehlike olurlar, unutma

Bilgice Rahman doğurmadı ve varlık bakımından doğmadı İyi bak, sana kim yasak koydu ve kim emretti

Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu varlıklar arasında kendisini bilgi hala­mından ihata edebilecek güce sahip bir varlık yoktur. Hiçbir varlık böyle bir güce sahip olarak Allah Teâlâ’nın zatını idrak edememiş, her ne za­man kullarına tecelli ederse bu tecellide zatının künhünü görememiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, tecelli edendir. Fakat hem bilgi hem görme bakı­mından kendisini gördüğü şekilde görülmez. İnsanın ulaşamayacağım öğrendiği bir bilginin ardından gitmesi de uygun değildir. Ebu Bekir Sıddîk şöyle der: ‘İdrake ulaşmaktan acizliği idrak bir idraktir.’ Acizliği idrak eden kimse nasıl olur da tam olarak bir şeyi idrak etmiş olmakla nitelensin?

İçinde izdivaç ve nikâh (terkip) bulunan her şey Delil sahipleri için amaçlanmıştır

O beni ortaya çıkartırsa ben de onu Bizi ortak ilişkide ve neticede görürsün

Hallerimizden ortaya çıkanlar İçkinlik ve açıklık arasındadır

Nasıl ki biz O’nunlayız O da bizimle Çünkü darlık açıklığın ta kendisi

Bilmelisin ki, cömertlik hâzinelerinden birisi, insanın kulluk ile rabliği belirli bir yönden kendinde birleştirdiğini bilmiş olmasıdır. Üs­telik insan bilir ki bunlar birbirine en zıt iki şeydir. Bununla birlikte birbirinin misli olan iki şey bir yönden mütekabil olsalar bile, nefsin niteliklerinde ortak olabilirler. Siyahlık beyazlık birbirlerinin mütekabi­lidir ve bir araya gelmezler. Hareket ve durağanlık, birbirlerinin müte­kabilidir ve bir araya gelemezler. Bununla birlikte siyahlık ve beyazlığı renk olmak, hareket ve durağanlığı olgu birleştirir. Olguları ve renkleri birleştiren ise araz olmaktır. Öyleyse iki şey, birbirlerinin mütekabili olsa ve birbirlerinden farlı olsalar bile, ortak bir özellikleri olmalıdır. Kul ve Rab ise öyle değildir, çünkü onlar genel olarak bir araya gel­mez. Kul rablıktan bir yönün kendinde bulunmadığı kimseyken Rab da kulluktan bir yönün kendinde bulunmadığı kimsedir. Dolayısıyla kul ve Rab bir araya gelemez. Bir vehim sahibinin bu konuda yapabi­leceği nihai iş, ikisini varlıkta bir araya getirmektir ki böyle bir durum da birleştirici olamaz. ‘Birleştirici’ derken ikisine de lafız vermeyi kas­tetmiyorum; ben ‘birleştirici’ derken bir anlamın ötekine nispet edildi­ği anlamda diğerine nispet edilmesini kastetmekteyim. Böyle bir şey Rabbe ve kula nispet edilen varlıkta mevcut değildir. Çünkü Rabbin varlığı O’nun aynıyken kulun varlığı bir hükümdür ve o hükümle kul hakkında hüküm verilir. Kul ise kendisi bakımından mevcut olabilece­ği gibi olmayabilir de! Her iki halde de tanım eşittir. Öyleyse kulun varlığı kendisi değilken Rabbin varlığı kendisidir. Bu dunumda kulun içinde kendisinden ‘Rablık kokusunun bulunduğu’ bir makamda bu­lunması mümkün değildir. Böyle bir şeyi iddia etmek yalan bir iddia­dır ve sahibinin bilgisizliğinin ta kendisidir. Bu durumda kul adına kendinde olduğu hal üzere kulluk makamı gerçekleşmemiştir. Burada ‘Rablık kokuları’ dedik, şu var ki o kişi kendi içinden kulluğunu gör­mekten perdelenmez. Fakat başka insanlar ona rabliği nispet edebilir. Bunun nedeni, rabliğin eserlerinin kendinde gözükeceği bir halde onu görmeleridir. Rablık Allah Teâlâ’ya aittir, ona ait değildir. Böyle bir insan gerçekte âleme göründüğünden farklı bir halde bulunur; çünkü rabli­ğin eserinin onda gözükmemesi mümkün değildir.

Mürid şeyhinden kendisinin bu mesabede olduğunu öğrenince, Allah Teâlâ onun saadetinin bulunduğu şeyleri kendisine açmış demektir ve bu durumda daha önce şeyhin yöneldiği gibi Hakka yönelir. Çünkü şeyhten öğrenmiş, şeyhe değil, Allah Teâlâ’ya tevekkül etmiştir. Sonra da Allah Teâlâ’nın müridi hakkında şeyhine bildireceği şeyleri beldemeye başlar. Bunlar, müride emredeceği bir işi söylemesi veya ona bir şeyi yasakla­ması veya ona fayda veren bir bilgi olabilir. Mürid de şeyhinin diliyle o bilgiyi Allah Teâlâ’dan alır. Böylece mürid, şeyhin kendinden zaten öğrenmiş olduğu üzere, şeyhinin Rablık hükümlerinin kendinde tezahür ettiği bir mahal olduğunu öğrenir. Öyle ki şeyh kaybolsaydı (vefat etseydi), bu durum müride bir etki yapmazdı. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in karşısında Hz. Ebu Bekir’in durumunu verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve­fat edince, herkes sarsılmış ve dinlenmesi mümkün olmayan sözler söy­lemiş, daha sonra da o günkü kusuruna şahidik etmiş ve tabi olduğu peygamberi hakkıyla tanımadığını itiraf etmiştir. Bunun istisnası, Hz. Ebu Bekir’dir: O olup biteni anladığı ve bulunduğu hal üzere gerçeği bildiği için, halinde bir başkalaşma olmamıştı. Bu hal üzere minbere çıkarak şu ayeti okumuştur: ‘Muhammed sadece bir nebidir, ondan önce de nebiler geldi, ölür veya öldürülürse topuklarınız üzere geri mi dönecek­siniz?’267 Bunun üzerine vehmin etkisi altında kalanlar kendilerine gel­miş, insanlar Ebu Bekir’in oradakilerden üstünlüğünü anlamış, Hz. Ebu Bekir insanların önüne geçmeyi ve onlara imam olmayı Hakk etmiş­tir. Ona biat edenler boş yere biat etmemiştir. Bunun yanı sıra biatten geri duranlar, onu ne kadar tanımadılarsa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i de o ölçü­de tanımamışlardı. Bir kısmı ise bu konuda kendi düşüncesiyle hareket eden veya tevile kalkanlardır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hali hayatında Ebu Bekir’in sahabe topluluğu içinde ‘gönlündeki bir sır nedeniyle’ üstün olduğuna şahidik etmişti. O sır Ebu Bekir’in gönlüne yerleşmiş ve hükmü o günde ortaya çıkmıştı. İşte bu, kulluk makamına hakkını vermek demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’ya hiçbir şey eksik kalmayacak şekilde hakkını vermek ve Allah Teâlâ peygamberine de hakkını vermektir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Ebu Be­kir’in onu davet edeni değil, davet edildiği kimsenin karşısında ‘hazır’ olduğunu anlamıştır. O ise Allah Teâlâ’dır. Hz. Ebu Bekir, peygamberden duyduğu bütün sözlerde kendisine hitap edenin ve peygamberin diliyle konuşanın Hakk olduğunu biliyordu. Hatta kendisine hitap eden herke­sin (ardında) onunla konuşanın Hakk olduğunu biliyordu. Allah Teâlâ onun içine bir terazi yerleştirmişti: Bu teraziyle duyduğu sözlerde hatalı olanları ayırt etmeyi ve neyi kabul edeceğini biliyordu.

Allah Teâlâ’ya makamımızın onun makamı gibi olması için dua ederiz. Allah Teâlâ bizim duamızı doğru bir dua eylesin!; Ben bu makamı ‘zevk’ ola­rak tattım ve onda bildiğim bir karışıklık yoktu. Ben bu makamı za­man bakımından benden önce gelenlerden duymamıştır. Bunun iki is­tisnası vardır. Birincisi Hz. Ebu Bekir, diğeri ise Kuşeyri Risalesinde zikredilen adamlardan birisidir. Onun şöyle dediği aktarılır: ‘Bütün in­sanlar benim nefsimi benim gözümdeki değersiz konumuna indirmek için bir araya gelselerdi, onu başaramazlardı.’ Bu durum, kulluğun ta­dını ‘zevk edende’ meydana gelebilir, başkası adına gerçekleşmez.

Bir cemaat benim Ebu Bekir’in kademinde olduğuma tanıklık et­mişti, sonradan anladım ki kastedilen Allah Teâlâ’ya mutlak kulluk makamıy­dı. Bu konuda Allah Teâlâ’ya hamd ve şükür olsun. Allah Teâlâ bir defa ömründe bana bakana dünya ve ahirette bu niteliğe sahip olmayı nasip etsin. Kitabu’l-beyaz ve’s-sevad’ın yazarı da kitabında zikrettiği adamlardan bi­risinin şöyle dediğini aktarır: ‘Arif dünya ve ahirette yüzü kara kimse­dir.’ Burada kendini ifade etmişse, böyle birisi bu makamın sahibidir. Niteliği olmadan bu bilgiyi ulaşmışsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın insanı ya­ratma sebebine hakkını vermiş demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’2611 Yani insanın zahirini ve batınının bunun için yarattım. Öyleyse onların Rabliğe ayak basmala­rına imkân vermedi. İnsanın kendinde böyle olması ve yaratılış gayesi­ni yerine getirmesi gerekir. Bunu yapmayan insan hayvan insandır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRDÜNCÜ VASIL

Kulda Müstağnilik Derecesinin Sonu Allah Teâlâ Nedeniyle O’nun Dışındaki Her Şeye Karşı Müstağniliktir

Dördüncü menzille ilgili ve onunla bağlantılı cömertlik hâzinele­rinin dördüncüsü budur. Bu menzilin içerdiği ilimleri, iki yüz yetmiş üçüncü bölümdeki yerinde zikretmiştik. Bilinmelidir ki, cömerdik hâ­zinelerinden insanın ‘zevk’ yoluyla bilmesi gerekenlerden birisinin kendisinden müstağni olunan şey ile müstağni olunmayanın bilinmesi­dir. Bu, zenginliğin kuldaki son derecesinin Allah Teâlâ sayesinde O’nun dı­şındaki her şeyden müstağnilik, olduğunun bilinmesidir. Bize göre bu tasavvuf yolunda övülen bir makam değildir ve Hakkın dışındaki şeyler için bir takdir ve kendinden ayrıştırma söz konusudur. Kulluk maka­mındaki insanın zevki, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye yönelik olarak kendi­sinin onun gibi bir kul olduğu ve arada bir fark olmadığı şeklinde te­zahür eder. Bu makamdaki insan görür ki Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey Hakkın ona bildirimlerinin kendilerinde cereyan ettiği bir yerdir. Böy­lece kul her şeye muhtaç haline gelir, çünkü o Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Hiç­bir şey ise kendisine muhtaç değildir. Allah Teâlâ insanlara onun vasıtasıyla fayda verirse, bu ayrı bir şeydir. İnsan bir şeyin kendisiyle isimlendiril­diği ve ona fayda veren her adın Allah Teâlâ’nın adı olduğunu öğrenir. Bu­nunla birlikte şerî bir hüküm nedeniyle ve ilahi edebin gereğiyle her adı Allah Teâlâ’ya vermez. Allah Teâlâ’nın el-Muğni ismi, kula dilediği şekilde, kendi­siyle kendinde müstağni olamayacağı şeyden müstağnilik makamını kazandırır. Müstağnilik Allah Teâlâ nedeniyle bile olsa, ‘körlük fitnesi’ de­mektir. Bu makam, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı böbürlenmeye yol açtığı kadar âlemi ve insanın kendi nefsini tanımamayı yol açar. Bu bağlamda Cüneyd-i Bağdadi’nin bir arkadaşı ‘Alem nedir ki, Allah Teâlâ karşısında zik­redilsin?’ demişti. Bununla birlikte bu sözü söyleyen insan, Allah Teâlâ’nın kullarına kendilerinde yarattığı hitabını anlama ve kabul etme yetene­ğine göre hitap ettiğini de bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın hitabı emrin ge­nişlemesi ve umumileşmesi için çeşitlenir. Allah Teâlâ âlemi bir konumun dı­şında tek tarzda yaratmamıştır ki o konum da muhtaçlıktır. Öyleyse muhtaçlık âlem için zati bir nitelik iken müstağnilik arızi ve geçicidir.

Bilgisi olmayan kimse, arızi durum nedeniyle kendisi için zati olandan habersiz kalır. Gerçeği hakkalyakin olarak bilen alim ise her şeydeki zati durumu fark eder ve -dünya ve ahirettekendinden bu hali müşahede eder. Öyle bir alim, efendisinin emri altında fakir bir kul olarak kalır ve Rabbinden hiçbir şekilde müstağni kalamaz. Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’ya secde etmek, bütün yaratıklara yayılan genel bir du­rumdur. İnsan türü ise öyle değildir ve Allah Teâlâ’ya secde bütün insanlarda görülen bir davranış değildir. Bununla birlikte o da secde fiili kapsamı altındadır, çünkü herkes secde edendir ve secde insan için de zati bir özelliktir. Çünkü insan, acı duyan, muhtaç ve yoksul bir kuldur. İnşan ihtiyaç özelliğiyle nitelenmiştir ve bu özellik onda kalıcıdır: insan ya Allah Teâlâ’ya ya başkasma secde eder. Bununla birlikte ona göre secde, ya Allah Teâlâ içindir veya kendi zannınca O’na yaklaştıran bir şey için yapılır. Böyle bir vehmin olması kaçınılmazdır. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına kendilerini yükümlü tuttuğu ve meleklerine Âdem’e secdeyi emretmesi nedeniyle merhamet etmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ Kâbe’ye, Beyt-i makdis’teki taşa secde etmeyi de emretmiştir. Bunun nedeni, kulların arasında Allah Teâlâ’nın emri olmadan yaratıklara secde edenlerin bulunacağı­nı bilmesidir. Böylece Allah Teâlâ melek veya insana yaratılmış birisine secde etmeyi emretmiş ve secdeyi kendisine yaklaştıran bir ibadet yapmıştır ve yine bu sayede kıyamette kendi emri olmadan Allah Teâlâ’dan başkasına secde edenlerin yükümlülüğü azalır; Hakkın onlara yönelik olarak emri olmadan secde etmelerinden başka soracağı bir şey kalmaz. Emirden dolayı ise onlara şöyle der: ‘Size böyle bir secdeyi kim emretti?’ Yoksa onlara bir yaratılmışa secde caiz değildir demez. Çünkü duyuda ve ha­yalde özel bir yaratılmış hakkında bu secdeyi emretmiştir. Misal olarak güneşin ve ayın ve on bir yıldızın kedisine secde ettiğini gören Yusuf peygamberi verebiliriz. Kendisine secde edenler onun anne ve babası, halası ve kardeşleriydi ve hayalde idrak ettiği bu rüya duyuda da ger­çekleşmişti. Bu konuda hikâye bilinir ve Kuran’da yıldızların secdesi şeklinde zikredilir. Ailesi Yusuf un huzuruna girdiklerinde ona secdeye kapanmışlar, Yusuf da babasına ‘İşte bu tevilidir’ demiş, yani işin so­nudur. ‘Benim gördüğümün rüyanın, Rabbim onu Hakk yaptı.’269 Yani du­yuda ve dışta da gerçekleştirdi. Başka bir ifadeyle daha önce rüya mer­tebesi olan hayalde gerçekti. Öyleyse ‘haktan’ başka bir şey yok ki?

Allah Teâlâ bir hakkı yerine getirene ebedi olarak azap etmez. Çünkü hakkı ‘emredilen bir şeye’ ve ‘yasaklanmış bir şeye secde’ diye taksim ettiğinde, burada emredilen bir şeyi yapan ile yasaklanan bir şe­yi yapanı ayırt etmek istemiştir. Bu sayede itaatkâr günahkârdan ayrıl­mış ve mertebeler farklılaşmıştır. Herkes kendi kadrini ve yaptığı işi bi­lince, rahmet her sınıfı bulunduğu yerde kuşatır, çünkü herkes bir ‘hakkı’ yerine getirmiştir; bununla birlikte o şey yasaklanmış olabilir. Mesela iftira eden kimse -duyusal bir Hakk olmasa bilehayalde bir hak­kı yerine getirmiştir. Çünkü iftiracı hayalinde iftirayı canlandırmadan o iftirada bulunmaz, iftirada bulunan kimseyi de kendi zihninde canlan­dırır ve onu iftira ettiği insanın suretinde var eder. Uyku suretindeki gibi onu tahayyül ettiğinde, hayaldeki bir hakkı/gerçeği ondan bildirir. Fakat bunu dinleyene bildirmez. Bunun üzerine dinleyen kimse onun duyuda gerçek ve Hakk olduğunu zanneder.

Böylece Allah Teâlâ âlemin tabaka ve mertebelerini ayrıştırmayı murad etmiş ve bu nedenle bu nitelikteki birinin ardından ceza veya mağfireti zikretmiştir ki, hangisini dilerse o olur! Çünkü günahkârların bir kısmı cezalandırılırken bir kısmı bağışlanır. Nitekim itaatkârların bir kısmı gerçeği olduğu hal üzere bilenlerdir. Onlar basireüe ibadet eden keşif ve vecd sahipleridir. Bir kısmı itaatkâr olsa bile, perdelenmiştir. Dola­yısıyla Allah Teâlâ itaat edenleri bir mertebeye yerleştirmemiştir. Öyleyse manevi, duyusal ve hayali varlıkta sadece Hakk var olmuştur. Çünkü her şey Haktan var olmuştur ve Hakk hakiki bir şeyi var eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine hitap ederken ‘İyilik senin elindedir, kötülük sana ulaşamaz’ der. Çünkü kötülük iyiliğin zıddıdır. Hâlbuki iyi olan­dan sadece iyilik çıkabilir. İyilik/hayr bütünüyle varlık iken kötülük bü­tünüyle yokluktur. Çünkü o gerçekte varlığı olmayan bir şeyin zuhu­rudur. Başka bir ifadeyle o bir hüküm, hükümler ise nispederdir. Bu­rada onun zuhurunu kastetmekteyim. Nitekim Arapçada bu durum böyledir. İmru’l-Kays şöyle der:

Benim ölüm yerimi ‘şer’ yaparlarsa                                       

İzhar ederlerse demektir.

Bunun için Allah Teâlâ kendinden bildirirken şöyle der: ‘O gizliyi bilir ve sırrı bilir.’270 Birincisi var olanı gizlemek iken İkincisi dış varlığı olma­yanı izhar etmek demektir. İnsanlar onun Hakk olduğunu zanneder. Allah Teâlâ ise onu hükmün kendinde varlığının olmadığını bilir. Böylece Allah Teâlâ sırrı ve daha gizli olanı bilir. Yani gizlilikte sırrı izhar eder. Ayette geçen gizli ve sırrın ilişkisi hakkındaki yorumu şu ayet destekler: ‘Sinek ve üzerindeki şey.’271 Yani ondan daha küçük olan demektir ki (bir ön­ceki ayette geçen sırra işaret eder). Gizlilikte izhar edilen sır budur. Gizli olan, dilde zahir olandır. Allah Teâlâ zikrettiğimiz hususu pekiştirmek üzere şöyle der: ‘Her şey -O’nun vechinden başkahelak olacaktır.’272 Öy­leyse duyuda göreceğimiz şekilde mevcut olan ve akılla bildiğimiz bir şey helak olmayacaktır. Her şeyin vechi vardır ve bir şeyin vechi, yani yüzü o şeyin hakikati demektir. Varlıkta sadece Allah Teâlâ vardır. Öyleyse suretler farklılaşsa bile iyilik ve hayırdan başka bir şey yoktur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize ilahi tecellinin türlü türlü olacağını bildirmiştir. Allah Teâlâ ise bize her gün bir işte olduğunu söylemiş ve belirsiz bir ifade kullanmıştır. Kastedilen, gerçeğin bulunduğu durumdaki farklılığıdır. Zuhur eden her şey O’dur ve O kendisi için zuhur etmiştir. O’nu baş­kası görmediği gibi başkası da çoğaltmamıştır. Bu nedenle ‘Hüküm O’na aittir ve O’na döndürülürsünüz.’273 Yani Allah Teâlâ buyurur ki: Her şe­yin helak edileceğine inanan, ayede kastettiğimiz şeyi anlamamış de­mektir. Bir şeyin helak olmadığını görüp dünya ve ahirette varlığının görüldüğünü bilince, bizim ‘yok olucu’ derken neyi kastettiğimizi an­lar. Bunun yanı sıra ‘helak olmamak’ ile nitelenen ‘her şey’, benim vechimdir. Böylece gerçeği bilen insan anlar ki eşya benim vechimden başka bir şey değildir, çünkü eşya helale olmaz. Böylece Allah Teâlâ onları kendi hükmüne çevirmiştir ki, ‘O’na döndürülürsünüz’ ayetinin anlamı da budur.

Bu yorum, Kuran’ı ‘istizhar’ etmemiş olana gizli kalan ince bir an­lamdır. Öyleyse müstağni bu nitelikteki birisiyse ve müstağnilik bu ni­telikten ibaret ise, Allah Teâlâ’dan başka müstağni olmadığı gibi zenginlik de sadece O’nun niteliğidir. Bu konuda biz kul adına konuşmaktayız, Hakk için değil! Kul mutlaka efendisine muhtaç iken Hakk mutlaka âlemden müstağnidir. Alem varlığı sürekli olmayan ve imkân mertebesinde özü gereği varlığı ve hükümleri yok olucudur. Söz konusu hükümlerle Hakk kendisi nedeniyle başka bir mümkünün hakikatinden bakıcı olarak zu­hur eder. Binaenaleyh âlemde ortaya çıkan varlıklara yardım eden sa­dece Haktır, başkası değildir!

Dostum! Bu bölümü iyi öğren, çünkü o bilinmeyen bir vasıldır. Onun hükmü ‘Hakta Hakk ile bulunan haliçtir.’ Hâlbuki gerçekte halk yoktur, fakat hükmü vardır ve Hakk yaratıkların hükmünü kabul eden­dir. Alem ve halka ait hüküm, kendiliğindeki yokluğu nedeniyle varlığı kabul etmektir ve ancak böyle olabilir. Böyle olmasaydı, çokluk dışta ortaya çıkmazdı. Hâlbuki çokluk vardır ve hakikat birdir! Bu nedenle çoğun hükümlerinin ortaya çıkması zorunludur ve o ise âlemdir. Çün­kü âlem çok olandır, Hakk ise tektir.

Seni yola sevk ettik ki, gerçeği olduğu hal üzere öğrenesin! Bunu öğrenince senin ve Hakk’ın kim olduğunu anlarsın ve Rab kuldan ayrı­şır. Doğru yola sadece Hakk ulaştırır.

BEŞİNCİ VASIL

Cömertlik Hazinelerindendir: Âlemlerden Müstağniyken Hakkın Kendiliğinden Kullarına Dönmesi Hakkındadır

Beşinci menzille ilgili ve ona uygun cömerdik hâzinelerinden birisi budur. Bu beşinci menzil ilahi ilimler arasında kendisine dönen kulla­rının hallerine göre Hakkın onlara dönmesinin tafsili bulunur. Bu kıymedi bir bilgidir, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner.’274 Başka bir ayette ‘O’na döndürülürsünüz’275 denilir. Hakk âlemlerden müstağniyken kendinden kullarına döner. Allah Teâlâ onları yarattığında, onlara dönmesi ve onlarla ilgilenip âlemi koruması gerekmiştir, çünkü Allah Teâlâ âlemi boş yere yaratmamıştır. O âlemdeki her şahsın talebine gö­re kullarına döner, çünkü her şahıs kendisinden istidadına göre kabul eder. Başka bir ifadeyle her şahıs, kendi istidadıyla, Yaratıcının ihsanla­rını belirler ve Allah Teâlâ ona talebinin gerektirdiği şeyi verir. İş zikrettiği­miz gibi olup Hakk kendini kullarının talebinin altına sokunca, pey­gamberlerinin dilleriyle de kendisine itaat etmekle onları yükümlü tutmuştur. Öyleyse Allah Teâlâ’ya itaat eden kul, Hakkın niteliğiyle tezahür etmiş demektir. Bu nitelik ile Allah Teâlâ, O’ndan talep ettikleri şeyleri verir­ken kullarına zuhur eder.

Hangi kul Allah Teâlâ’nın emrine asi olursa, günahkârı Rabbine isyana sevk eden sebep bu esnada bilinir. Bir kısmının günahkâr olması ve bir kısmının itaatkâr olması, hallerine göre, Allah Teâlâ’nın kullarına dönüşünün genel olmasındaki hikmeti izhar etmek amacı taşır. Çünkü Hakkın kul­larına dönüşü ‘genel’ bir dönüştür ve bu sayede kendilerine ‘itaat eden’ Allah Teâlâ itaatkâr kullarına vaaderiyle dönerken günahkârlara kendilerine azap etse bile mağfiret etmek amacıyla döner. İlk günah ilk insanda ve emre direnmek ilk cinde ortaya çıkmış, daha sonra emirlere ve yasakla­ra göre bütün insan ve cinlere yayılmıştır. Bu durum Hakkın yaratıl­mışlarla onlara dönmesinin bilinmesi ölçüsündedir. Yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya kendilerini üzen veya Mutlu eden şeylere göre olan talepleriyle itaat eder, yoksa (gerektiği üzere) itaat etmez. Çünkü kulun içinde bu­lunduğu hal kötü ise, onun hal dili Haktan kendisini cezalandırmasını ister ve böylece Hakkın kula dönmesini gerektirir. Bu dönüş, serbest olabilir. Bu durum günahkârda bulunan günahın halinden kaynaklanır. Ya da tam olarak belirlenmiş şekilde ‘vücub’ yani zorunluluk yoluyla kula dönebilir. Bu durumda Allah Teâlâ’nın günahkârlara dönmesi ya ceza­landırma veya mağfiret içindir. İtaatkâra dönmesi ise ihsan etmek amacı taşır. Öyleyse Hakk günahkâra dönmesi, kulun hal dilinin talep ettiğini vermek amacı taşır. Hal dili dillerin en fasihi ve anlatımı en güçlü olanıdır.

Kulların günahlarının dayanağı ilahi nispetlerdir. Bu dayanak, Allah Teâlâ’nın kullarına emreden ve yasaklayan olmasıdır. Meşiyet emredilen kimseye yönelen Hakkın emrinde emrin gerçekleşmesi veya gerçekleş­memesi şeklinde hüküm sahibidir. İlahi meşiyet emrin gerçekleşmesiy­le ortaya çıkınca, kul ‘itaatkâr’ ve fiil ‘itaat5 diye isimlendirilir, çünkü kul ilahi emre itaat etmiştir. Meşiyet emrin gerçekleşmemesi üzere kula teveccüh etmişse, bu durumda ilahi irade ilahi emir ile çelişir ve emir meşiyet üzerinde hüküm sahibi değildir. Böylece meşiyetin hükmü memur kulda ortaya çıkar ve o da Rabbinin emrine veya yasağına karşı çakar. Bu karşı çıkmanın gerçek sebebi ilahi meşiyettir (hiçbir şey Allah Teâlâ’nın meşiyetinin dışına çıkamaz).

Öyleyse asinin ve itaatkârın kim olmadığı belli olmuştur. Yüküm­lünün günahı ve itaati hangi ilkeye dayanır? Gerçekte sadece Allah Teâlâ’nın kullarına dönmesi söz konusudur ve kullar da Hakkın onlara dönme­siyle O’na dönerler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra onlar da dönsün di­ye/tövbe etsinler kullarına döner.’276 Allah Teâlâ onlara dönmeseydi, kulları kendisine dönemeyecekti. Ayette geçen tövbe dönmek demektir. Allah Teâlâ kullarına kendilerinin O’na dönmelerinden daha çok döner. Başka bir ifadeyle kulların Allah Teâlâ’ya dönmesi, O’nun kullarına dönmesine bağlıdır ve kullar Allah Teâlâ’ya ancak O’nun vasıtasıyla dönebilir.

Allah Teâlâ âlemi yaratıp varlığını baki kılınca, âlem varlığını O’nun ko­rumasıyla koruyabilmiştir; bu koruma olmadan baki kalamaz. Kul Allah Teâlâ’ya kendinden döndüğü gibi sonra da Allah Teâlâ’dan kendine döner. Hakk ise kullarına sadece kullarından döner. Öyleyse birincinin dışında ken­dinden dönüşü yoktur. Bu ilk dönüş başlangıçta âlemin yaratılışı diye ifade edilmiştir. Meşiyet ihtiyar gerektirseydi, Hakkın kendine dönme­sini caiz sayardık, Hakk ise imkânın mahalli değildir. Çünkü imkân ter­cihi mümkün saymayı gerektirir. Hâlbuki Allah Teâlâ hakkında meşiyetinde ve iradesinde ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ hakkında caizlik ve imkân söz konusu değildir. Çünkü O’nun bir şeyi diğerine tercih etmesini gerektirecek bir nedenin varlığı imkânsızdır. Öyleyse Allah Teâlâ kendisi nedeniyle tercih edendir. O halde meşiyet kendisinde ihtiyarın bulunmadığı tek yönlü bir ilgidir. Bu nedenle mümkün ancak tercih edilen olarak anlaşılabilir. Hakk el-Gafur olması yönüyle perde çeker ve bazı kulları ile âlemlerden müstağniyken Hakka dönüşün imkânsızlığı arasına perde çeker. Perde dili ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir277 der. Böyle bir hüküm âlem olmadığında veya meşiyetin konusu ihtiyar ol­madığında verilebilir. Her iki durumda âlem var iken mümkün değil­dir veya bunlardan birisi yoktur.

O perdeyle perdelenen insan şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağ­nidir.’ İşin nasıl olduğu ise bilinemez. Kullar arasında kendilerinden perdenin kaldırıldığı kimseler ise tilavet etmek üzere tunu söylerler ve onun neyle ilgili olduğunu da bilirler. Bununla birlikte şimdi de gerçe­ğin hangi durumda olduğunu da bilirler. Emrin ve terkin bulunduğu durum O’nun müstağniliğinin konusudur. Mümkünlerden geride ka­lanlar yaratılmamıştır, çünkü mümkünler şahıs itibarıyla sonsuzdur ve var olmayan şeyin bekası zorunludur. Allah Teâlâ’nın âlemden müstağniliği burayla ilgilidir. Çünkü âlemin sadece bir kısmı ‘âlem’ diye isimlendi­rilmiştir. Hakkın müstağniliğini kim böyle anlarsa, O’nu tanımış de­mektir.

Kulların Hakkı kulluğun dışında tenzih ettiği şeye gelirsek, onla­rın işin kendisi hakkında bir bilgileri yoktur. Dolayısıyla kul Hakkı kendisinde kullarıyla ortak yaptığı her hususta Rabbini tekzip eder. Bu ise Allah Teâlâ karşısında Hakkın kendisiyle ilişkilendirdiği hususlarda kendi­sini yalanlamada olabilecek saygısızlığın en büyüğüdür. Böyle bir insan bir kısmına iman eden bir kısmını inkâr eden gibidir. Bu durum ‘O’nun benzeri kimse yoktur278 ayetinde ifade edilir. Bir kısmını ise inkâr eder. ‘Onlar gerçek kâfirlerdir.’279 Burada kul kendisini Rabbini daha çok bi­liyor saymıştır. Bundan daha büyük bilgisizlik olamaz. Mümin kul, Hakkın kendisine nispet ettiği şeyleri O’nun bildiği üzere nispet etmesi gerekir. Kul basiret gözü açılmadığı için gerçeği olduğu hal üzere bil­mezse, böyle bir hal gizli şirktir ve gizli bir şekilde Allah Teâlâ ile tartışmak demektir. Herkes bunun farkında değildir. Özellikle bu halin kendinde bulunduğu kimse bunun farkında olmaz ve bir şey elde ettiğini zanne­derken gerçeği yitirir. Bu nedenle Allah Teâlâ, övülmesini ve kendisine hamd edilmesini emretmiştir. Allah Teâlâ kendini bir nitelikle nitelemişse, onunla kendini övmeyi amaçlamıştır. Hâlbuki bu cahil tenzihçi, Hakkın ken­dini nitelediği bu nitelikten Hakkı tenzih eder ve kendi zannınca Allah Teâlâ’yı övmeye başlar. Hâlbuki Allah Teâlâ ona kendisini kendi övdüğü şekilde övmesini emretmiştir. Başka bir ifadeyle insan Allah Teâlâ’nın kitabında ve peygamberlerin diliyle belirlediği özelliklerle O’na tespih yapmalıdır: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder.’280 Bunun istisnası o insandır, çünkü onların bir kısmı Allah Teâlâ’yı O’nun hamdinden başka övgülerle tespih eder ve O’nun kendisini övdüğü bazı övgülerde kendisini yalarlar ve bunun da farkında olmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Siz onların tespihlerini bilemezsi­niz, O halimdir, gaf ur'dur.281 Yani Allah Teâlâ sizi O’nun kendisini övdüğü hususlarda yerine getirmediğiniz övgüler nedeniyle cezalandırmaz ve sizi cezalandırmada acele etmez. ‘Gafur’dur (örtendir).’ Yani böyle in­sanlardan bunun bilgisini örtmesi anlamında Gafur’dur. Kul nefsini kurtarmak ve saadet sebeplerini elde etmek isteyince, Allah Teâlâ’yı ancak kendi hamdiyle ve övgüsüyle över. Her ne olursa olsun, Allah Teâlâ’nın il­minde bir belirleme olmaksızın bu konuda Allah Teâlâ’nın bilgisine dayalı ola­rak O’nu över. Allah Teâlâ onun canını bu halde alırsa, dünya hayatında ke­şif ehli olmadığı halde, gerçeğin kendinde bulunduğu duruma onu muttali kılar. Böyle yapmaz ve tevil ederse, teviliyle kalır ve Allah Teâlâ onu teviliyle bırakır ve mahrum eder. Bu, mahrumiyederin en büyüğüdür. Ahirette her şeyin ortaya çıkacağı zaman Allah Teâlâ karşısındaki saygısızlı­ğını görür ve O’nu bilmeyişinin farkına varır. Bu makam sahiplerine Hakk ahirette tecelli ettiğinde kendisini inkâr eder ve kabul etmezler. Onlar bir alamete bağlı olarak sınırlı Rabbe ibadet ederler. Bu alamet sayesinde Allah Teâlâ onlara tecelli edince, O’nun rabliğini kabul ederler. O inkâr ettilderi kimsenin ta kendisidir. İnkâr ettikleri bir şeyi kabul et­mekten daha büyük hangi bilgisizlik olabilir?

Bu menzil Allah Teâlâ’ya gidenlerin bilgisini, fetih türlerini, manaların bulundukları kimselerin gelişiyle birlikte gidiş ve gelmelerini içerir. Bu gelme kendisine değil anlamlara nispet edilir. Zaman bu menzilden öğrenilir.

ALTINCI VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden: Allah Teâlâ’ya Gayb Halinde İbadet Şehadet Üzere İbadet Etmektir

Cömerdik hâzinelerinden biri altıncı menzille ilgili bu hazinedir.

Hakkı gizleyip de ifşa etmeyen Kâfirdir o şahıs

Kimseye gizli değildir O Akla veya baş güzüne aşikâr

Ezeli Allah Teâlâ münezzeh                                   '

Zuhur eden suretlerde zahir

Çünkü sürekli yaratır onları Zuhur eden veya etmiş her şeyde

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’ya görmeden ibadet görür gibi ibadet etmektir. Çünkü insan ve ibadet eden herkes, mabu­duna bir müşahedeye göre ibadet etmelidir. Bu müşahede ya akılla ve­ya görmeyle veya kalp görmesiyle gerçekleşmelidir. Kul kalp gözüyle Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve ibadet eder; aksi halde ibadeti sahih değildir. Böyle bir durumda kul görünmeyene (gayb halinde olana) değil, görü­lene ibadet etmiştir. Allah Teâlâ göze görünen suretlerdeki tecellisinde ken­disini kula bildirir ve kul göz görmesiyle O’nu temyiz etmesi, kalp gö­züyle, yani basiret gözüyle O’nu görmesinden sonra olabilir. Basiret gözüyle baş gözünü birleştiren kimsenin ibadeti, zahirde ve batında kemale erer. O’nun suretlere hulul ettiğini söyleyen ise, iki durumu birden bilmeyendir. İşin doğrusu ise Hakkın suretlerin kendisi olması­dır. Çünkü bir mekân Allah Teâlâ’yı sığdıramayacağı gibi bir suret de kendi­sini gizlemez. Allah Teâlâ’yı sadece cahilin bilgisizliği görünmez Hakk getirebi­lir. Bu cahil Allah Teâlâ’yı görür, fakat matlubunun O olduğunu bilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada Pey­gamber Allah Teâlâ’yı akılda canlandırmayı ifade etmiştir. Kişi bilir ki ancak ‘huzur’u, yani bir yerde bulunmayı kabul eden kimseyi zihninde can­landırabilir. Öyleyse kulun rabbini ibadet halinde aklına getirmesi, ibadet ettiği Mabudun onun için hazır olması demektir. Bununla bir­likte kul O’nu tanımda ve takdirde bilebilir. Hakkı bundan münezzeh olarak bilirse, Onu sınırlamaz. Sanki görür gibi O’nu akima getirse bi­le, kendisini takdir edemez. Kul O’nu tanımlayamaz ve kendini bilen O’nu takdir edemez. Çünkü kul O’nu bütün suretler olarak görür. Onu bir suretle tanımlamaya kalkarsa başka bir suret karşısına çıkar ve tanım geçersiz olur. Dolayısıyla var olan ve olmayan bütün suretleri ihata edemeyeceği gibi kul Hakkı sığdıramaz. Dolayısıyla bilgi bakı­mından Allah Teâlâ’yı ihata edemez. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu bilgi bakımından iha­ta edemezler282 der. Allah Teâlâ yine de insana şah damarından yakın olmakla nitelenmiştir. Öyleyse Hakk kula kulun kendinden daha yakındır. Bura­da fiili ‘min’/'-den’ edatıyla getirmiştir ki daha yalan demektir.

Eşyanın en yakını zahirin batma yakınlığıdır. Zahirden batına za­hirin kendinden daha yakın bir şey yoktur. Batından da zahire batının kendisinden daha yakını yoktur. Allah Teâlâ insana şahdamarından daha ya­landır. Demek ki insan şahdamarı sahibi olmakla nitelenendir. Bura­dan Allah Teâlâ’nın bütün suretlerin aynı olduğunu öğrendik. Biz varlıktaki bütün suretleri ihata edemeyeceğimize göre Allah Teâlâ’yı bilgice de ihata edemeyiz. Şöyle diyebilirsin: Sen de bir suretsin! Şöyle deriz: İşte biz de böyle diyoruz. Şu var ki suretler madubun aynı olsa bile matlubun hükümleridir. Dolayısıyla onlara nispet edilen bilgi ve bilgisizlik ve ni­teliklerin bir önemi yoktur. Ben O’nu nasıl niteleyeceğimi ve tavsif edeceğimi bilirim. İşin başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir.

Hakk Haktır sen olmasan bile

Sen olduğunda da Hakk Haktır, bir fark yok.

O halde zahirin bir hükmü vardır ki, o hüküm ibadette batın ol­duğunu söylediğim yönden batın için yoktur. Batın için de bir hüküm vardır ki o hüküm zahire ait değildir. Her hükmün belli bir makamı vardır ve her makamın bir hükmü vardır. Bir şey ancak O’nunla bilinir ve O’nun nedeniyle ibadet edilir. Bu nedenle Hakk zikrettiğimiz husus­ta bilgisi olmayanların dikkatini ariflerin mertebesine çekerek şöyle demiştir: Hakk kulunun duyması ve görmesidir. Gördüğün bir şeyi Hakk ile görürsün, duyduğunu Hakk ile duyarsın. Hakk senin duyman ve görmendir. Sen ona ancak kendisiyle ibadet edersin. Hakkın ismi ve şanı yücedir. Bildirmesinin ötesinde bir bildirme olamaz. Hüküm ver­diği hususlarda bir hüküm olamaz.

Habere göre, her şey O’nun aynı

Görmede ise O’ndan başkası yok

Zatı hakkında düşünenler nerede

Onda büyük tehlikeye düşmüşler

İş birbirine girdi

Onlarda düşünmenin bir bilgisi yok

‘O’ denilirse, yok denilir onlara

Çünkü fikirle aradığınızdır O

Ya da O nedir diye sorulur ve cevap verilir:                                  .

O suretlerde gördüğünüzdür

VAKIA

Tertemiz bir süt pınarı gördüm. Daha önce onun kadar beyaz ve güzel bir süt görmemiştim. Oraya girdim. Göğsüme kadar yükseldi, fışkırıyordu. Şaşırdım. İlahi-garip bir ses duydum. Şöyle diyordu: ‘Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve itaat emek üzere O’nun emriyle O’ndan başkasına secde eden kurtulmuş ve mutlu olmuştur. O’nun emri olmadan kendi­sine yaklaşmak üzere başkasına secde eden ise bedbahttır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mescitler Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ile ‘beraber’ başkalarına dua etme­yin.’283 Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarıyla beraberken yaratıklar Allah Teâlâ ile birlik­te değillerdir. Çünkü Allah Teâlâ onları bilir ve hangi mekân, zaman ve hal­de olurlarsa olsunlar yaratıklarıyla beraberdir. Yaratıklar ise O’nunla birlikte değillerdir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir. Çünkü yara­tıklar O’nu bilemezler ki, O’nunla olsunlar! Yaratıklarla beraber Allah Teâlâ’ya dua eden Allah Teâlâ ile beraber yaratıklara dua eden gibi değildir. Allah Teâlâ ile beraber kimseye dua etmemelisin. O’ndan başkasına secde et­mek, Allah Teâlâ’nın yaratıklarla beraber olmasıyla mümkündür. Onlar her nerede olurlarsa Allah Teâlâ onlarla beraberdir. Biz Allah Teâlâ’yı yaratıklar vasıta­sıyla bilir ve buluruz. O halde gerçekte secde, yaratıklarıyla beraber olmakla nitelenen Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıble­sinde bulunur5 hadisinde belirtildiği üzere namazda kıble farz kılınmış­tır. Kıble Allah Teâlâ değildir, fakat Allah Teâlâ oradadır. Allah Teâlâ bize kıbleye doğru secde etmemizi emretmiştir, çünkü O oradadır ve onunla beraberdir.

Baş gözüyle yaratıkları gören kimse, basiretiyle, yani kalp gözüyle Hakkı mutlak ve sınırsız olarak görür. Bunu görünce, secdeyi sadece kendisine emredilince yapar. Duyuda Allah Teâlâ’dan başkası adına gerçek­leşmiş olsa bile (kıbleye doğru secde vb.) gerçekte Allah Teâlâ’yadır, çünkü secde Allah Teâlâ’ya olabilir. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Öyleyse bütün ci­hetlerin Hakk ile ilişkisi veya Hakkın onlarla ilişkisi birdir. Hâlbuki her kim ensesi üzerine düşerse, Allah Teâlâ’ya secde etmemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ önünde olduğu gibi ardında da bulunur. Fakat Allah Teâlâ onun yü­zünü dikkate almış, yüzünden başka bir yönünü dikkate almamıştır. O halde Allah Teâlâ’dan başkasına secde, O’nun emriyle olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Âdem’e secde edin’2M Burada secde Allah Teâlâ’dan başkasına yapılırken ibadet O’ndan başkası için olamaz, çünkü bundan daha büyük şirk yoktur. Müşrik şöyle der: ‘Biz onlara ancak bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet etmekteyiz.’285 Müşrikler onların varlıklarına ibadet etmemiş­ler ve sadece onlara ibadet ettikleri için cezalandırılacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarına bir yaratılmışa ibadeti emretmediği gibi böyle bir şey doğru da olamaz. Hâlbuki bize bir yaratılmışa secdeyi emredebilir. O halde bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emrinden veya emir olmadan ibadet eden kimse bedbaht iken -ibadet etmedensadece secde eden kimse Allah Teâlâ’nın emriyle secde etmişse, bu secde bir itaattir ve onu yapan mutlu­dur. Kendisine ibadet etmeksizin bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emri olmadan secde etmek, insanın kendiliğinden ürettiği bir ruhbanlıktır ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmenin dışında onu yaparsa, ruhbanlığa hakkıyla riayet etmemiş demektir. O kişi bu ibadetiyle Allah Teâlâ’ya yakınlığı amaçlamıştır ve bu hal de Allah Teâlâ’dan yoksun kalamaz.

Allah Teâlâ her kulun zannında bulunur, kulunu hüsrana uğratmaz. Bu nedenle herkes Allah Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu nedenle müş­rikler, Allah Teâlâ’dan bir emir gelmeden, ilahi bir ismi mahallinin ve mevzuunun dışına taşıdıkları için cezalandırılmalıdır. Mahallin bir kısmı, hakkında secde emri gelmiş olsa bile, kendisine ibadet edilemez. İlahlık ismi ortak kılınan şeye verilmemiş olsaydı, ona ibadet edilmezdi. İn­sanların nefisleri esas itibarıyla yaratıklara ibadetten nefret eder, özel­likle benzerlerine! Bu nedenle Allah Teâlâ’ya ortak koştukları şeylere ilahi isimler vermişler, bu sayede O’ndan ayrı olarak onlara ibadet etmemiş­lerdir. Başka bir ifadeyle bir yaratılmış olarak onlara ibadet etmemiş­lerdir. Müşrik ilahi bir ismi sadece Müteal ve Kebir Allah Teâlâ’yı tenzih ama­cıyla bir yaratılmışa verip şirk koşar. Çünkü müşrikin ibadetinde zahirî hareketlerle sınırlamayı talep etmesi gerekir ve hayali de olsa bir tasav­vur sahibi olmalıdır, çünkü onun hayali vardır. Akli delille bilen insan ise Hakkı sınırlılıktan tenzih etmesi ve benzerliği reddetmesi gerekir. İşte bu nedenle ismi Allah Teâlâ’ya koştukları ortağa vermişlerdir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e Allah Teâlâ’nın kullarına öğretmek bağlamında şöyle der: ‘Sanki O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada hayalde görülecek şekilde Allah Teâlâ’yı tasavvuru emreder. Allah Teâlâ kullara tenzihi ya­saklamadığı gibi tahayyülü de yasaklamamıştır. Onlara sadece tahayyü­lün duyulur olmasını yasaklamıştır. Bununla birlikte hayalin hakikati­nin beden veya sureti olmayan şeyleri surete sokmak olduğunu bilir, çünkü hayal böyle idrak edebilir. Hayal makul, yani aklediiir olan ile mahsus, yani duyulur olan arasında sınırlı bir duyudur. Hakk bütün bunları her şeyi kuşatan rahmeti nedeniyle ortaya koymuştur. Öyle ki Allah Teâlâ cezalandırılana rahmet ettiğinde, yaratıkları bu ilahi rahmetin dünya hayatında ve yükümlülük diyarında bildirilmiş rahmet olduğunu anlarlar ve bilenler de kendisini inkâr etmezler. Allah Teâlâ âlemi kötülükten ibaret olan yokluktan kendisi için irade ettiği iyiliğe çıkartmıştır ki iyi­lik ve hayır varlıktır. Öyleyse âlem asıl itibarıyla mutluluğa çıkarak var olmuştur ve hüküm itibarıyla işi rahmette sonlanır. Çünkü kendisinde ortak koştuğu yer, bir karışım yeridir; orası kuşku yeri olan dünyadır. Onun bir yönü mevcut oluşu bakımından Hakka bakarken bir yönü kendisinde yok oluşu bakımından ötekine intikal etmesi yönüyle de yokluğa bakar. Kuşku helallik ve haramlığın eşit ölçüde nispet edile­bildiği şeydir. Allah Teâlâ’nın âlemi bu nitelikte yaratmasının nedeni, kendile­rine genel rahmetiyle merhamet etmeyi irade ettiğinde, kulların mazerederini ortaya koyma amacı taşır.

Allah Teâlâ kullarına karşı son derece latiftir. Yaratan yarattığı işe özen gösterir. O halde bilgili insan inançlı müşrikin Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu inkâr etmez. Çünkü o müşrikin ‘Bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettik286 dediğini bilir. Müşrik Allah Teâlâ’yı inkâr etmemiş, O’nu kabul ettiği gibi yakınlık vesilesi edindiği putlara karşı üstünlüğünü de kabul etmiştir. Cezalandırılanın hangi sebeple cezalandırılacağını ve ahiret hayatındaki cezalandırmanın dünya hayatındaki cezalar gibi ol­duğunu bilirse, bu durum Allah Teâlâ’nın varlığına imana etki etmeyeceği gibi büyüklüğün O’na ait olduğuna inanmaya da tesir etmez. Allah Teâlâ herke­sin nezdinde bütün şeylerden büyüktür. Allah Teâlâ rahmetinin bir gereğiyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten...’287 Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın ya­saklarını der. Şiarlar alametler demektir. Menasik ise Allah Teâlâ’ya yaklaşma vesileleridir. Bütün bunlar ‘kalplerin takvasından kaynaklanır.’288 Bu da büyüklük ve azametteki ortaklıktan kaynaklanır ve bize emredilen bir husustur. Müşrik ortak koştuğu şeyi Allah Teâlâ’nın büyüklüğü nedeniyle yüceltmiştir, çünkü büyüklük ve azametin yaratıklara da yayıldığını ve herkesin yaratılışta onu bulduğunu bilir. Bununla birlikte müşrik kal­binden sadece Allah Teâlâ’nın büyük olduğunu bilir. Bu konudaki cezalan­dırma Allah Teâlâ’nın bir izni olmadan belirli şahıslar hakkındaki davranışın­dan kaynaklanır. Başka bir ifadeyle müşrik bu adı o şahıslara taşıdığı için cezalandırılır.

VASIL

Fıtratla Korunan Asıllar

Asıllara gelirsek, onlar Allah Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrat vasıtasıyla korunur. Bazı insanların ne dediğine bakınız: ‘Bizi dehr (zaman) helak eder.’ Hâlbuki Allah Teâlâ sahih ve açık bir vahiyde şöyle der: ‘Dehr’e sövmeyin, çünkü Dehr Allah Teâlâ’dır.’ Onun bu sözü boş yere söy­lediğini mi zannedersin? Hayır! Bu ifadeyi kullara rahmet olsun diye kullanmıştır. Çünkü bu söz söyleyenlere göre dehr, duyulur bir şey değil, mevhum bir şeydir. Onun âlemdeki varlık tarzı, büyük feleğin ki hareketiyle günün ortaya çıktığı burçlar feleğidirhareket ettirmesiy­le hareketlenen güneşin kendi feleğinde hareketiyle meydana gelen ge­ce ve gündüzdür. Güneşin burçlar feleğinde ortaya çıkmasıyla da gece ve gündüz oluşur. Kuşkusuz gün vardı, bu esnada gece ve gündüz yoktu. Bununla birlikte derece ve dakikalar vardı ki daha azı geçerli değildir. Bununla birlikte genel şirk ve tatîl (Hakkın sıfadarının işlev­sizliği) yoktur. Müşriklerin koştukları ortaklar, sadece verdikleri isim­lerdir ve Allah Teâlâ’nın emri olmadan o isimleri mevhum ve duyulur varlıkla­ra vermişlerdir. Böylece müşrikler, Hakkı razı etmedikleri için cezalan­dırılırlar. Kuşkusuz biz işin bir emir olmadan onlardan meydana gel­diği şekilde olduğunu gördük.

Bu vaslı iyi öğren, çok ince bir meseledir.

Yirmi beşinci sifir, üç yüz altmış dokuzuncu bölümün altıncı vaslının sona ermesiyle sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar