YİRMİ BEŞİNCİ SİFİR 2.Bölüm
ÜÇ YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Beşinci
Tevekkül Hakkındadır; Kendisini kabul edenlerin azlığı ve
insanların idrakteki kusurları nedeniyle bu tevekkülü muhakkiklerden
herhangi birisi açıklamamıştır.
Tevekkül
sebepleri ispatlar Kilitleri ve kapıları açar
En geniş hayrı bizatihi cömertçe sunar
Düşmanları ve sevgilileri yaklaştırır ,
Zayıf
nefse nasihat verir
Der ki, ‘ilahını birle, rableri bırak’ s
Ben onun
halifesiyinı, vekil edin onu İzimi takip eden isabet eder
Ben onun
rahmeti o benim vesilem Nispetleri koruyan kurtulmuş
Allah
Teâlâ şöyle der: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’143 Allah Teâlâ kendisini sadece kendisine özgü bir
nitelikle niteleyerek şöyle demiştir: ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir.’144 Allah Teâlâ gecenin son üçte birlik bölümünde, yakın
göğe inişinde bizimle beraberdir. Her nerede olursak olalım, O bizimle
beraberdir. Bununla birlikte O bizimle birlikte iken Arş’a istiva etmiştir,
Amâ’dadır, yerde ve göktedir, insana şah damarından yakındır. Bütün bunlar ile
sadece Allah Teâlâ nitelenebilir. Allah Teâlâ bir kulunu bir mekândan başka bir
mekâna kendisini görmek üzere değil, görmediği ayetlerini göstermek üzere
taşımıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulunu geceleyin Mescid-i haram’dan etrafım
mübarek kıldığımız Mescid-i aksa’ya taşıyan Allah Teâlâ münezzehtir.’145 Aynı şekilde Allah Teâlâ kulunu hallerinde taşır ve
ona kendi ayetlerini gösterir. Böylece kulu hallerinde taşır. Bu taşımaya misal
olarak ‘Benim için yeryüzü düzlendi, onun doğularını ve batılarını gördüm, ümmetimin
mülkü bana düzleştirilen yerlere ulaşacaktır’ hadisini verebiliriz. Allah
Teâlâ Hz. İbrahim’den aktarırken şöyle der: ‘Müminlerden olsun diye, İbrahim’e yer ve
göklerin melekûtuııu gösterdik.’146 İşte bu (ayette zikredilen) yakînin ta kendisidir,
çünkü yakîn, görmekten meydana gelir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, bir mekâna
tahsis ettiği ve özel bir nitelik yönünden kendisini gösteren ayetlerini
göstermek üzere, kulunu bir mekândan başka bir mekâna taşır. Allah Teâlâ’dan
bu mekânda ancak o ayet bilinir. Bu durum, ‘Kulunu geceleyin Mescid-i haram’dan
etrafım mübarek kıldığımız Mescid-i aksa’ya taşıyan Allah Teâlâ münezzehtir’147 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem isra’yı anlatan (kutsi) bir hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Ben
kulumu kendisine ayederi göstermek üzere yolculuk ettirdim, yoksa yolculuk
bana gelmesi için değildi. Çünkü beni herhangi bir yer sığdıramaz. Mekânların
benimle ilişkisi birdir. Ben mümin kulumun sığdırdığı kimseyim. Nasıl olur da
onu kendime yürütürüm ki? Ben her nerede olursa olsun kulumla birlikteyim ve
onun katındayım.’
Allah
Teâlâ kulu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ayetlerinden
dilediklerini göstermek isteyince, Cebrail’i ona gönderdi. Ruhu’l-emin
Cebrail, ‘burak’ denilen bir hayvanla peygambere gelmiştir. Burak’ın
getirilmesiyle Allah Teâlâ sebepleri ispadamış ve güçlendirmiştir ki, sebepler
hakkındaki bilgiyi zevk yoluyla peygambere göstersin! Nitekim Allah Teâlâ
âleme yerleştirdiği sebeplerin sabit olduğunu bize öğretmek üzere melekler
için kanatlar yaratmıştır. Burak, berzahî (ara âlem) bir hayvandır, çünkü o,
iki farklı cinsten doğan katırdan küçük ve bir cinsten doğan eşekten daha büyük
bir hayvandır. Burak iki farklı cinsten doğan ile bir cinsten doğanın özelliğini
kendinde birleştirmiştir. Bunun nedenini sadece halk ve emir âleminin Allah
Teâlâ’dan niçin sudur ettiğini bilen Allah Teâlâ ehli bilir. Bu hikmet, doğal
cisimlerin ve üzerindeki cisimlerin sudurunda da bulunur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ona binmiş, Cebrail de onu almıştır. Burak peygamberler için
yolculuk atı gibiydi ve Cebrail onu peygamberlere getirir. Böylece zahirde ve
batında Allah Teâlâ’ya ancak -başkasına ait bir şey üzerinde değilkendinden
olan bir vasıta üzerinde yükselebileceğine dikkat çekmiştir. Bu durum, işlerin
bağlamlarını bilmeyen için bir uyarı ve teşriftir. Bununla birlikte
söylediğimiz üzere gerçekte öğretme amacı taşır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Beyt-i makdis’e gelmiş, burak’tan inerek -ki bütün
bunlar sebepleri gösterme amacı taşıronu nebilerin daha önce kendisini
bağladığı halkayla bağlamış; çünkü Allah Teâlâ, her peygamberi burak’a
bindirerek yolculuk yaptırtmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
bu halkaya bağladı, bunun nedeni böyle emir almış olmasıydı. Halkanın
aşağısında bağlaması emredilmiş olsaydı, o emre uyardı. Fakat Allah Teâlâ’nın
‘canlı/dabbe’ diye isimlendirdiği varlıkta âdetinin hükmünü baki kılmak üzere,
onu bundan alıkoymuştur. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Burak’ı
‘güneş’ diye isimlendirdi. Bu, binilen hayvanların özelliklerinden biridir ve
o aynı zamanda burnuyla Mekke’ye giden kafiledeki arkadaşının kendisiyle abdest
aldığı bardağı değiştirmişti. Böylece Burak’ı bilme özelliğiyle de
nitelemiştir. Bu özellik bardağın değiştirilmesini gerektirmiştir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılarken, Cebrail Burak ile yanına gelerek
peygamberi bindirmiş, yanında Cebrail var iken Burak kanadanmış, havayı yararak
geçmiş, susamış ve bir şey içmek ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e Cebrail iki kap uzatmış: Birincide süt, diğerinde
şarap vardı. Bu durum şarabın haram kılınmasından önceydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sütü tercih etmiş. Bunun üzerine Cebrail ‘Fıtratı
seçtin ve Allah Teâlâ da senin vasıtanla ümmetine doğruluğu gösterir’ demiş. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de rüyasında gördüğü sütü bilgi şeklinde tevil
etmiştir. İmam Buhari es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğunu aktarır: ‘Rüyamda bana bir süt bardağı verildiğini gördüm.
Tırnaklarımdan taştığını görene kadar, ondan içtim, kalanını Ömer’e verdim.’
Sahabe ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi onu nasıl tevil ettin?’ diye
sorduklarında, şöyle buyurdu: ‘Bilgidir.’
Yakın
göğe ulaştığında, Cebrail kapıyı açmak istedi. Bekçi ‘Kim o?’ diye sorunca
‘Cebrail’ diye cevap verdi. Bekçi melek bu kez ‘Yanında kim var?’ diye sordu.
Cebrail ‘Muhammed (s.a.v.) vardır.’ dedi. Bekçi melek ‘Ona peygamberlik görevi
verilmiş midir?’ diye sordu. Cebrail ‘Evet’ diye cevap verince, (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in anlatımıyla) ‘Bunun üzerine içeri girdik.
Karşımızda Âdem vardı. Sağında oğullarından cennetlik muduların bir kısmı,
solunda cehennemi dolduracak evlatlarından bedbaht bir grup bulunmaktaydı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini Âdem’in sağındaki mudular arasında
görerek Allah Teâlâ’ya şükretmiş, insamn aynı şahıs iken bir anda iki yerde
nasıl bulunduğunu anlamıştı. Diğer yerdeki suret kendisi için adeta aynadaki
suret gibiydi. Oradaki suretler ise aynada ve aynalarda görülen suretler
gibiydi.
Âdem
kendisine şöyle demiş: ‘Merhaba! Ey salih evlat, ey salih nebi!’ Sonra Burak
kendisini yükseltmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birinci gök ile ikinci
gök arasındaki fezada veya göklerin yüksekliğinde taşınmaktaydı. Cebrail
birincide yaptığı gibi ikinci kat göğün kapısını çalmış, bekçi melek ‘kim o?’
diye sormuş, Cebrail ilkinde söylediklerini söylemiş. İçeri girdiklerinde Hz.
İsa bizzat bedeniyle oradaydı -çünkü Hz. İsa henüz ölmemiştir, Allah Teâlâ
kendisini bu göğe yükseltmiş, oraya sağlamca yerleştirmiştir. Hz. İsa eli
altında bulunduğumuz ilk şeyhimizdir ve onun bizim üzerimizde büyük bir inayeti
vardır, bir an bile bizi göz ardı etmez. Allah Teâlâ’nın izniyle, onun inme
vaktine yetişmeyi umut ederim. Hz. İsa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
‘Hoş geldin, merhaba’ demiş. Sonra üçüncü göğe gelmişler. Cebrail kapının
açılmasını istemiş, orada da kendisine daha önceki göklerde sorulan sorulmuş.
Kapı açılınca Yusuf peygamberi görmüşler. Hz. Yusuf Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e selam vermiş ‘merhaba ve hoş geldin’ diyerek kendisini
karşılamış. Bütün bu merhalede Cebrail kendisini gören bu şahıslara Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in adını vererek tanıtıyordu; Dördüncü kata
yükseltilmiş, Cebrail kapıyı çalmış, aralarında malum konuşma geçmiş ve sonra
kapı açılmış. Orada İdris peygamber bedeniyle bulunmaktaydı, çünkü Hz. İdris de
şu ana kadar ölmemiş, Allah Teâlâ kendisini yüksek bir yere yükseltmiştir;
kastedilen göklerin kalbi ve kutbu sayılan dördüncü kattır. İdris’e selam
vermiş, o da kendisini ‘merhaba, hoş geldin’ diyerek karşılamış. Sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem beşinci kata yükseltilmiş. Cebrail kapıyı çalmış,
kapının bekçisiyle aralarında daha öncekilerdeki gibi bir konuşma geçmiş, kapı
açılmış, içeri girdiklerinde beşinci katta Harun ve Yahya bulunmaktaydı. O
ikisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e selam vermiş, ‘merhaba ve hoş
geldin’ demişler. Sonra altıncı kata yükseltilmiştir. Cebrail kapının
açılmasını istemiş, bekçiyle aralarında konuşma geçmiş, kapı açılmış ve içeri
girmişler. içeride Hz. Musa vardı. Hz. Musa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e selam vermiş ‘merhaba, hoş geldin’ diyerek kendisini karşılamış. Sonra
yedinci kata yükseltilmiş. Cebrail kapıyı çalmış, bekçiyle aralarında konuşma
geçtikten sonra kapı açılmış ve içeri girmişler, içeride sırtını Beyt-i
mamur’a dayamış bir halde oturan Allah Teâlâ’nın dostu İbrahim peygamberle
karşılaşmışlar. Hz. İbrahim kendisine selam vermiş, ‘hoş geldin ve merhaba’
diyerek onu karşılamış. Beyt-i mamur ve Darah’ın adını söylemiş ve onları
tanıtmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona bakmış ve iki rekât
namaz kılmış. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize her gün yetmiş bin
meleğin onun bir kapısından girip ötekinden çıktıklarını bildirmiştir. Giriş
yıldızların doğduğu kapısındanken çıkış battıkları kapıdan gerçekleşir. Hz.
İbrahim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bu melekleri Allah Teâlâ’nın
her gün ab-ı hayatın damlalarından yarattığını söylemiştir. Bu damlalar, bir
kuşun kanatlarını çırpması gibi, ab-ı hayat nehrine girip çıktıktan sonra
kanadarını çırpan Cebrail’in kanatlarından dökülür. Cebrail her gün o nehre bir
kez dalar. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Sidre-i münteha’ya
yükseltilmiştir. Onun kirazları büyük, yaprakları fil kulağına benziyordu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın nurunu Sidre ağacına yaymış
olduğunu görmüştür. Öyle ki, herhangi bir insanın onu tavsifine imkânı yoktu,
çünkü göz, nuru nedeniyle kendisini idrak edemez.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu ağacın köklerinden dört nehrin çıktığını görmüştür:
İkisi zahiri nehir, ikisi batini nehirdir. Cebrail kendisine bu iki zahiri
nehrin Nil ve Fırat, batini iki nehrin ise Cennete akan iki nehir olduğunu
bildirmiştir. Zahiri iki nehir olan Nil ve Fırat ise Cebrail’in bildirdiğine
göre kıyamet günü cennete döneceklerdir. Bu ikisi bal ve süt nehirleridir. Cennette
dört nehir olacaktır: Birincisi saf sudan olan nehir, İkincisi tadı değişmeyen
süt nehri, üçüncüsü içenlere haz veren şarap nehri, dördüncüsü saf bal
nehridir. Bu nehirler mensuplarına kendilerinden içtiklerinde türlü ilimler
verir. Zevk sahipleri dünya hayatında onları tanır. Bu konuda yazdığımız küçük
bir kitapçığımız vardır ki zikrettiğimiz husus oradan bakılabilir.
Cebrail
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Âdemoğullarınm amellerinin bu Sidre’ye
ulaştığını, onun ruhların yerleşim yeri olduğunu bildirmiştir. Sidre üzerindeki
şeylerin kendisine kadar indiği son yer iken aşağısındaki şeylerin yükselişinin
bitim yeridir. Cebrail’in makamı ve oturağı oradadır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Burak’tan inmiş ve bu kez kendisine Refref getirilmiştir.
Refref bildiğimiz oturağa benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
üzerine oturmuş, Cebrail kendisini Refref i indiren meleğe teslim etmişti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem artık kendisine aşina olduğu için eşlik etmesini
Cebrail’den isteyince şöyle demiş: ‘Bir adım daha atarsam yanarım, içimizden
her birinin belli bir makamı vardır. Allah Teâlâ’nın seni yolculuğa
çıkartmasının yegâne nedeni, sana ayetlerini gösterme iradesidir. Gafil
kalmayasın!’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e
veda etmiş, o melekle birlikte Refref in üzerine binerek ayrılmışlar.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Sidre’den Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkında icra
edeceği şeyleri levhalara yazan kalem’in ve kalemlerin cızırtısını
duyabileceği bir yere ve mertebeye kadar yükselmiştir. Bunun yanı sıra
meleklerin kulların amellerini kayda geçerken kullandıkları kalemlerin
seslerini de duymuştu. Her bir kalem bir melekti. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin yaptıklarınızı yazacağız.’14* Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nura
batırılmış ve bunun ardından yanındaki melek kendisini yalnız bırakarak
gerisinde kalmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yanındaki meleği
göremeyince korkmuş, ne yapacağını bilemez bir halde kalmış, -tıpkı bir
sarhoşluk hali gibibu nur içinde kendinden geçmiş, vecde kapılmış, sağa ve sola
doğru yönelmeye başlamış, içinde bulunduğu durum kendisini ürkütmüştü. Bunun
nedeni kalemlerin levhalardaki yazım seslerini ve cızırtılarını duymasıydı. Kalemler
sesleriyle tatlı nağmeler çıkartmakta, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i
belirttiğimiz şekilde vecd haline sokmaktaydı. Böylelikle bu hal vasıtasıyla
güçlenmiş, Allah Teâlâ kendisine içine bir bilgi vermiş, bu bilgiyle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem daha önce vahiyden bilmediği şeyleri yönünü
bilmediği bir yönden öğrenmişti.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (bu bilgiyle birlikte) Hakkın huzuruna girmek üzere
izin talep etmiş, Hz. Ebu Bekir’in sesine benzeyen bir ses duymuş, ses kendisine
şöyle demekteydi: ‘Ey Muhammed! Dur! Rabbin namaz kılmaktadır.’ Bu hitap
dikkatini çekmiş ve içinden şöyle demiş: ‘Rabbim namaz kılar mı (salât)?’ Bu
hitap nedeniyle içinden böyle bir şaşırma meydana gelip Ebu Bekir’in sesiyle de
ünsiyet bulunca, kendisine şu ayet okunmuş: ‘O ve melekleri size ‘salât’ eder.’149 Böylelikle ‘Hakkın salâtı’ derken neyin
kastedildiğini anlamıştır.
Allah
Teâlâ ‘Sizin için
fariğ kalacağız’150 ayetinde belirtildiği gibi ‘namazı’ bitirmiştir.
Bununla birlikte herhangi bir iş Allah Teâlâ’yı başka bir işten alıkoyamaz.
Fakat âlemdeki sınıfların yaratılması için belli zamanlar ve mekânlar vardır;
O’nun bilgisi ve meşiyeti böyle takdir ettiği için, Allah Teâlâ söz konusu
mekân ve zamanları aşmaz. Allah Teâlâ bu duruş esnasında kendisine vahyedeceği
şeyleri vahyetmiş ve sonra içeri girmesini emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem içeri girince daha önce bildiği şeyin aynısını görmüş,
inancının sureti başkalaşmamıştı. Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği işler arasında
ümmetine bir gün ve gece içinde elli rekât namaz da bulunmaktaydı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem aşağı inmiş, Hz. Musa’nın yanına gelmiş. Hz. Musa
kendisine ne söylendiğini sorunca, farz kılınan hususları bildirmiş ve şöyle
demiş: ‘Allah Teâlâ ümmetime her gün ve gecede elli rekât namazı farz kıldı.’
Bunun üzerine Hz. Musa şöyle demiş: ‘Ey Muhammed! Bu işte senden önce
görevlendirilmiştim, tecrübeyle öğrendim. Ümmetim beni bu hususta yordu. Sana
tavsiyem şudur ki, ümmetin buna güç yetiremez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem bu tavsiye üzerine Rabbine müracaat ederek hafifletme talep etmiş,
Rabbi namazın sayısını on rekât hafifletmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bu durumu Hz. Musa’ya bildirince, şöyle demiş: ‘Rabbine dön ve namazı
hafifletsin!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dönmüş, on rekât
daha hafifletilmiş. Durumu Hz. Musa’ya bildirmiş ve Musa yine ‘Rabbine dön’
demiş, Allah Teâlâ on rekât daha hafifletmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bunu Hz. Musa’ya söyleyince Hz. Musa ‘Rabbine dön’ demiş, bu kez on
rekât daha hafifletilmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu da Hz.
Musa’ya bildirince Musa kendisine yine ‘Rabbine dön’ demiş. Bunun üzerine Rabbi
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş: ‘Namaz beş vakittir ve
elli vakte bedeldir. Benim katımda söz değişmez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem bu durumu Hz. Musa’ya bildirince Hz. Musa yine ‘Rabbine dön’ demiş.
Bu kez Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Artık Rabbimden hayâ ederim,
bana şöyle şöyle buyurdu’ diye karşılık vermiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Hz. Musa’ya veda ederek yanından ayrılmış, fecrin doğumundan önce
yeryüzüne inmiş, Hacer’e inmiş, tavaf yapmış ve evine gitmiştir.
Sabahleyin
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olanı biteni insanlara anlatmış; kendisine
iman edenler onu doğrularken inkâr edenler yalancı ilan etmiş, kuşkudakiler ise
tereddütte kalmıştır. Sonra onlara kafilenin ve kafile içinde temizlik yapan
şahsın durumunu bildirmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği
gibi kafile ulaştığında, adama sormuşlar ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in bildirdiği gibi ibriğin değiştiğini söylemiş. Orada bulunup Beyt-i
makdis’i görmüş bir yalancı, Beyt-i makdis’i tavsif etmesini istemiş. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise sadece yürüdüğü yeri ve namaz kıldığı yeri görmüştü.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bakabilmesi
için Beyt-i makdis’i yükseltmiş, Peygamber de orada bulunanlara Beyt-i makdis’i
nitelemeye başlamış, kimse onun bu konuda söylediklerini inkâr etmemişti. İsra
yolculuğu ruh ile gerçekleşmiş ve uyuyan bir insanın uykusunda gördüğü rüya
olsaydı, kimse onu inkâr etmez ve kendisiyle tartışmazdı. İnkârın yegâne nedeni,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in isra yolculuğunun bütün bu
mekânlarda bedenle gerçekleştiğini bildirmiş olmasıydı. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in otuz dört isra yolculuğu vardır ki, bunların sadece birisi
bedeniyle gerçekleşmiş, diğerleri rüya şeklinde ruhen gerçekleşmişti. Velilere
gelirsek, onların ruhanî-berzahi (hayalî) isra yolculukları vardır. Bu
yolculuklarda onlar, duyulur (mahsus) suretlerde hayal için bedenlenmiş
manaları müşahede ederler ve suretlerin içerdiği manalara göre ilimler verilir.
Onlar yeryüzünde ve gökte isra yolculukları yaparlar. Bununla birlikte onlar
göğe bedenleriyle ayak basmazlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bedeniyle isra yapmış olmak ve gökleri ve felelderi bedeniyle geçmesi nedeniyle
cemaatten farklılaşır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mesafeleri gerçek
ve bedenli bir şekilde kat eder. Bütün bunlar onun varisleri için göklerde ve
onların üzerindeki mertebeler için -bedenle değilmanevi olarak gerçekleşir.
Şimdi
Allah Teâlâ ehlinin isra yolculuklarında bilhassa Allah Teâlâ’nın bana
gösterdiklerini zikredelim. Çünkü onların isra yolculukları farklı farklıdır.
Onların yolculukları bedenle yapılan isranın aksine bedenlenmiş anlamlardan
ibarettir. Başka bir ifadeyle velilerin miraç yolculukları, ruhların miraçları,
kalplerin görmesi, berzahî suretler ve bedenlenmiş
manalardan ibarettir. Bu
konuda müşahede ettiğimi el-lsra
tertibü’r-rıhle kitabında yazdım:
Görmez
misin ki kulunu geceleyin yürütür En yakın harem'den en uzak Mescide
Yedi kat
göğe yükseldi oradan sonra oradan Mele-i a’la ile mamur evini ziyarete
Yüce
Sidre’ye ve korunmuş kürsü’ye En yüce Arş’ınaeıı nezih istiva yerine
Vechitı
perdelerine, kendilerini açtığında Ama bulutuna en geniş mertebede
O emre
tedelli etmişti, yaklaşınca
Allah
Teâlâ’ya yaklaşarak yayın iki ucu kadar belki daha yakın
Varlıkların
gözleri uzaktı O’ndan En temiz kaynakla suladığı şeyi görüyordu
Ünsiyet
amacıyla en yakın dostu seslendi ona ‘Dur’ dendi, Arş sahibi namaz kılıyor
Bu hitap
sıktı onu ve sordu:
ilahım
da namaz kılar mı? Böyle bir haber okunmadı bana?
Bilgi
perdesi kalbinin gözüne perde oldu Gayblerde kendisine vahyini vahyetti
Yaratıkların
kadrini takdir edemeyeceği şeyleri gördü Rahman kendisini sağlam iple
destekledi
Rabbinin
vechine yöneldi
Rahman en güzel nazargahı
ikram etti ona .
Bunu
kabul eden kimse kalbi müşahede etmiş demektir Hira dağında, daha önceki
tecelligahta
Allah
Teâlâ peygamberin varislerinden ve velilerinden dilediklerinin ruhlarım
kendilerine ayetlerini göstermek üzere isra ettirdiğinde, bu yolculuk bilginin
artmasını ve anlayış gözünün açılmasını sağlar. Bu bağlamda onlarm yolculukları
farklı farklıdır. Bir kısmı Allah Teâlâ’ta isra eder ki bu onlarm terkiplerinin
çözülmesi demektir. Bu yolculukta Allah Teâlâ, basit ve bileşik âlemin
sınıflarına göre, uğradıkları her âlemden o âleme uygun şeylere yolculuk
etmelerini sağlar. Bir veli bu isra esnasında, her âleme uygun olan özelliği
kendi zatından o âleme bırakır (tahlil miracı). Bırakma Allah Teâlâ’nın
kendisiyle o âlem türüne bıraktığı özellik araşma perde çekmesiyle gerçekleşir.
Artık veli o âleme (ait özelliği) göremez ve geride kalan âlemleri müşahedeyi
sürdürür. Öyle ki, en sonunda Allah Teâlâ’dan kendisine dönük özel yönden
ibaret olan ‘ilahi sır’ geride kalır. Sadece bu yön geride kalınca, örtü
perdesi kalkar ve her şey kendisine uygun âlemin karşısında kaldığı gibi söz
konusu sır da Allah Teâlâ’nın karşısında kalır. Veli bu yolculukta ‘O’dur ve O
olmayandır (hüve la-hüve)’ diye baki kalır. ‘O ve O olmayan’ diye baki kalınca,
‘O olmayan’ olması yönünden değil, ‘O oluşu’ yönünden manevi-latif bir
yolculukla bu kez kendisinde isra ettirir. Çünkü veli, asıl itibarıyla âlemin,
âlem de Allah Teâlâ’nın suretindeydi. Öyleyse velinin bütünü O (olması)
cihetinden Allah Teâlâ’nın suretindeydi, çünkü âlem Hakkın ve insan âlemin
suretindedir. O halde insan Hakkın suretindedir. Birbirine denk iki şey müsavi
olan, o ikisinden her birine müsavidir: Her A, B ve her B, C ise, bu durumda
her A aynı zamanda C’dir. Burada B oluşu yönüyle değil, A oluşu yönüyle C
kendisine bakmalıdır. İnsan da -âlemin suretinde olması yönüyle değilHakkın
suretinde oluşu yönüyle kendisine bakmalıdır. Bununla birlikte âlem Hakkın
suretindedir.
Sıralama
ve tertip varlığın bulunduğu duruma göre gerçekleşmiştir. Bu nedenle insan
bedeni âlemden geri kalmış, insan bedeni varlıkta son olaraK meydana gelmiş,
yapısı itibarıyla âlemin suretinde ortaya çıkmıştır, insan kendinde var olana
kadar âlem tam olarak Hakkın suretinde değildi. Alem insan vasıtasıyla kemale
ermiştir. Binaenaleyh insan mertebe bakımından ilk varlık bakımından sondur.
İnsan mertebesi ve rütbesi itibarıyla cisminden önce gelir. Âlem ise insan
vasıtasıyla Hakkın suretindedir. Hâlbuki insan âlem olmaksızın da Hakkın suretindedir.
Âlem insan olmadan tam olarak Hakkın suretinde değildir. Bir şey için bütün
yönlerden öteki olana kadar ‘falan şeyin suretindedir’ denilemez. Fakat daha
önce söylendiği üzere; C, B’dir ve B, A’dır, dolayısıyla C, A’dır dediğimiz
gibi, bir şey ötekidir denilebilir. Bununla birlikte her bir şey bir
özelliğiyle ötekinden ayrılır. Bu özellik A’nın A, B’nin B ve C’nin C
olmasıdır. Hakk, Hakk; insan, insan; âlem, âlemdir! Bu durum denklik
meselesiyle açıklanmıştır: Varlıkların birbirinden ayrışmasını sağlayan bir
hakikat olmasaydı, bir şey ötekine denktir denilemez, ‘onun aynıdır’ denilirdi.
Daha önce iki şeyin var olduğuna işaret etmiştik ve böylelikle temyiz ve
ayrışma gerçekleşmiştir.
Öyleyse
bir ayrımın bulunduğunun bilinmesi zorunludur. Ayrım olmasaydı bir’de çokluk
bulunmaz, bir’in kendi mutlak birliğinden başka bir şey olmazdı. Söz konusu
birlik sayesinde bir şey için ‘ötekinin aynı değildir’ diye hüküm veririz. Bir
şey hakkında ‘ötekinin aynıdır’ diye hüküm verdiğimiz yön, çokluğun
birliğidir. Çünkü bir şey A’ya B ve C denilmesi itibarıyla çoktur. Sonra delil
yerleştirmek üzere şöyle denilir: ‘Bütün bunlar odur.’ Burada işaret yapılır ve
çoğalma meydana gelir. Zamir ise tekrarlanır. Böylece birlenir, vasledilir ve
ayrım yapılır (fasıl). Öyleyse fasıl akıllı insan için valsın kendindedir.
‘Başka’
söylediğimiz hususu öğrenip kendisinin âlemin suretinde değil de Hakkın
suretinde olduğunu bilirse, Hakk kendisindeki ayetlerini ona göstermek üzere,
isimlerinde onu yolculuk yaptırtır (isra). Buradan her ilahi isimle
isimlendirilenin kendisi olduğunu anlar. Bu ismin ‘güzel’ diye nitelenip
nitelenmemesi birdir. Hakk bu isimler vasıtasıyla kullarında zuhur eder ve kul
da bu isimler nedeniyle hallerinde halden Hakk ve renkten renge girer (telvin).
Öyleyse isimler Hakta ‘isimler’ olarak bulunurken bizde ‘renklenmeler’ şeklinde
tezahür eder. Bunlar, Hakkın kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nlerden (işler)
ibarettir. Öyleyse Hakk bizde bizimle tasarruf ederken biz de O’nda ve O’nunla
zuhur ederiz. Bu nedenle şu beyideri söyledik:
O’na
dair delilim; halden Hakk girmem Senden bu delil yeter bana
Hakikatten
istemedim Beni sana çağırandan
Çünkü
bilmiyorum onu ben O hakikat de bilmez beni
Ögretseydi
bana onu Varlığımı ayırmazdım
Biz ve onlar demezdi: -
Hidayet
edecek bana, hayat verecek
Onlar da
dedi, biz de dedik Yardım et ona ve bana
Onu fani
kılarım baki kılar beni Fani kılar beni ve baki kılar
Razı
ederim kendisini ve metheder beni Gazap ederim ben, beni de hicveder kendisi
Allah
Teâlâ bir veliyi güzel isimlerinde diğer isimlere kadar isra yolculuğuna
çıkartır. Bütün ilahi isimler, insanın hallerindeki başkalaşmaların bilgisi ve
bütün âlemin halleridir. Bizde o isimleri meydana getiren şey bu başkalaşmanın
ta kendisidir. Nitekim hallerin başkalaşmasının isimlerin hükümleri olduğunu
da anlamıştık. Öyleyse kendisinden ayrıldığım halin adıyla ulaştığın hal benim
ismimdir ve o isim vasıtasıyla halim değiştiği gibi yine onun vasıtasıyla
başkalaşırım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem er-Rauf ve er-Rahim
ismiyle ‘müminlere karşı rauf ve rahimdi.’ El-Mümin ismi nedeniyle mümin,
el-Müheymin ismiyle müheymindi. Böylece Allah Teâlâ bizi birbirimize ve
kendimize karşı şahit yapmıştır. Es-Sabur ve eş-Şekûr ismiyle de denizde
rüzgârla yürüyen yelkenlileri bir ayet yapmıştır. Bunlar ‘Her sabreden için’151 ayettir. Denizde korkutucu ve
ürkütücü şeylerin bulunması nedeniyle böyle denilmiştir. ‘Şükreden.’152 Bunun nedeni, hızla maksada ulaşmakla gerçekleşen
sevinme ve nimettir. Bu hali kendimden tecrübeyle öğrenmiştim. Şiddedi bir
rüzgârla günün kuşluk vaktinden gün batımına kadar olan sürede yirmi günlük
yolu dağlar gibi dalgalar içinde aştık. Deniz müsait olsaydı ve rüzgâr
ardımızdan gelseydi, daha kısa zamanda aşardık. Fakat Allah Teâlâ bize
‘sabreden ve şükredenlerin’ ayetlerini göstermek istemiştir.
Allah
Teâlâ kendisini hangi isimle isimlendirmişse, bizi de o isimle isimlendirmiştir.
O isim vasıtasıyla hallerimizde halden Hakk gireriz, onunla başkalaşırız. Bu
ayederi bilen kimse, hiç kuşkusuz Hakkın isimlerinde ‘isra’ yaptırdığı ve
‘duyan’ ve ‘gören’ olması için ayetlerini gösterdiği kimsedir. ‘Duyan’
olmalıdır, çünkü Hakkın özel bir dille gerçekleşen haberlerini duyacaktır.
Kastedilen Allah Teâlâ’nın kendisine nispet edilen kelamından ve genel dille
indirdikleridir. Genelli dille söylenenler, her kim olursa olsun bütün âlemin
konuştuklarıdır. Mesela Hakkın bize Yahudilerin sözlerinden aktardıklarını
duyduğumuz gibi aynı sözleri bizzat Yahudilerden de duyarız; böylece genel ve
özel dille anlatılanları duymuş oluruz ve Allah Teâlâ onlara konuşturduğu
şeyleri bize anlatmıştır. Hakk onu konuşturmadan yaratılmış olan konuşamaz; Hakk
konuşturduğunda, konuşabilir. Bunu anlamalısın! Allah Teâlâ onlar vasıtasıyla
o konuşmayı kendinden aktarır.
Bir
velinin isimlerdeki yolculuktan payı kemale erer ve her israda Allah Teâlâ’nın
isimlerinin verdiği ayetleri öğrenirse, geriye döner ve zatı ilkinden farklı
bir şekilde terkip edilir. Bu yeni terkibin gayesi, ayrışmayla elde
edemeyeceği bir bilgiyi öğrenmesini sağlamaktır. Bu durumda veli âlemin farklı
sınıflarında yürüyüşünü sürdürür ve her âlemden onda bıraktığı kısmı geri
alır. Böylelikle zatının terkibi gerçekleşir. Dolayısıyla yeryüzüne ininceye
kadar farklı tavırlarda gözükür ve en sonunda ailesine kavuşur. Kimse onun
sırr’ında başından geçenleri bilemez. Konuştuğunda, insanların bildiğinden
farklı bir dil duyarlar. ‘Bu durum nedir?’ diye içlerinden birisi sormaya
kalksa, ona şöyle der: ‘Allah Teâlâ beni bir yolculuğa çıkarttı, bana dilediği ayetlerini
gösterdi.’ Bunun üzerine dinleyen şöyle der: ‘Sen bizim yanımızdan
ayrılmamıştın ki? Yalan söylüyorsun.’ İçlerinden bir fakih öyle der: ‘Bu adam
nebilik iddia etmektedir veya akıl hastalığına tutulmuştur. Dolayısıyla ya
zındıktır -ki böyleyse öldürülmelicürveya delirmiştir ve artık muhatabımız
değildir.’ Böyle biriyle kavmi alay ederken başkaları onu dikkate alır, sözüne
güvenir. Böylece âlemde onun üzerinde bir görüş ayrılığı ortaya çıkar. Hâlbuki
fakih ‘Onlara ufuklarda ve
nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz’153
ayetinden bihaberdir. Allah Teâlâ bu ayette belli bir grubu ayırmamıştır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın zikrettiğimiz bu yöntemle ayetlerinden birisini
gösterdiği insan gördüğünü söylemeli, fakat yöntemi söylememelidir. Çünkü o
doğru söylemektedir ve böyle bir durumda onun sözüne bakılmalıdır. Fakat yöntem
hakkında iddiada bulunursa, sözü inkâr edilir.
Bilmelisin
ki, âlem (yani diğer insanlar) ile bu yöntem ve nitelik sahibi veli arasındaki
fark, ayederi görmek için yapılan isra yolculuğundadır. Alemde hallerdeki
başkalaşma ve değişmeler de ayettir ve âlemdeki insanlar ayetlerin
içindedirler, fakat farkında değillerdir. Bu sınıftaki insanlar, perdelilerden
ancak Allah Teâlâ’nın sırlarına ilham ettiği aklıyla ve fikriyle düşünmek veya
kalp aynasını temizlemek gibi hazırlanmakla farklılaşırlar. Bu sayede söz
konusu ayeder onlara keşif, müşahede, zevk ve vecd yoluyla gözükür. Öyleyse
âlem, bizzat kendisinin içinde ve üzerinde bulunduğu durumu inkâr eder. (İsra
yapan veliler) Söz konusu şeylerin bilgisine ulaşmalarını sağlayan yöntemi
zikretmeselerdi, kimse bu bilgilerini inkâr etmeyecekti. Bütün insanlar -ki kimseyi
istisna etmiyorumAllah Teâlâ’ya misaller verirler. Onlar bu hususta hemfikirdir
ve kimse otelcini inkâr etmez. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya misaller vermeyin.’154 Hâlbuki insanlar bu ayetin
farkında değillerdir. Allah Teâlâ velileri ise Allah Teâlâ’ya misaller
vermezler, çünkü misallerin bağlamlarını bildiği için onları insanlara veren
bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bilir, biz bilmeyiz! Veli, Allah Teâlâ’nın
verdiği misalleri müşahede ederek misal ile Allah Teâlâ’nın o misali kendisi
için verdiği şeyin birleştirici özelliğini müşahedede görür. Misal
birleştirici özellik yönünden onun aynıdır, fakat misal olması yönünden aynı
değildir. O halde veli Allah Teâlâ’ya misaller vermez, aksine Allah Teâlâ’nın
verdiği misalleri öğrenir. Bu misallere örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin
nurudur, O’nun nurunun misali’
yani niteliği ‘İçinde
lamba olan bir mişkattir. Misbah, zücace içindedir. O parlak bir incidir,
mübarek bir ağaçtan tutuşur, ne doğuya ne batıya aittir, yağı ateş değmese:
bile tutuşur, nur üstüne nurdur, Allah Teâlâ dilediğini nuruna ulaştırır:155 Yani nuru benzettiği lambayla dilediği kullarını
misale konu olan nuruna ulaştırır. ‘Allah Teâlâ insanlara misaller verir. Allah
Teâlâ her şeyi bilendir:156 Bu herhangi bir lamba değil, belli bir lambadır.
Bu
ayetten hareketle şöyle bir sonuca ulaşamayız: Lamba ışığının vurduğu her şeyi
göze göstermesi nedeniyle, Allah Teâlâ’nın nuru bir lamba gibidir. Böyle bir
benzetme yapılamaz. Çünkü Allah Teâlâ lambanın özellikleri, şardarı ve
benzetildiği şeyin nitelikleri hakkında söylediklerini boşa söylememiştir.
İşte ancak böyle bir lambayla Allah Teâlâ’nın nuruna misal verilebilir. Allah Teâlâ
misalleri nasıl vereceğini bilir ve misalleri sadece insanlara vereceğini
bildirmiş, bize O’nun için misal vermemizi yasaklamıştır. Allah Teâlâ bilir,
biz bilmeyiz. Misal verirsek bakmalıyız! Allah Teâlâ o konuda insanlara bir
misal vermişse, o misalin sınırında durmalıyız, çünkü Allah Teâlâ karşısında
saygı ve edep bu demektir. Allah Teâlâ’nın o hususta verilmiş misalini
bulamazsak, bu durumda gerçeği sadece misal yoluyla anlayan insanlara misal
veririz. İnsaflı olursak, bu misali Allah Teâlâ için vermeyiz, çünkü Allah
Teâlâ zaten onu bilir. Bunun yanı sıra söz konusu misalin verilişinde, fikir
ve ibret sahibiysen, doğruyu aramak gerekir; keşif ve müşahede sahibiysen,
böyle araştırma yapmazsın, çünkü sen Rabbinden açık delil iizerindesindir ve dolayısıyla
zaten sahip olduğun bir şeyi aramazsın. Böyle bir dununda, Allah Teâlâ’nın
kendisi adına verdiği misali aktardığı gibi, müşahede ettiğin tarzda onu izhar
edersin. Misal verirken Allah Teâlâ velilerinin hali böyledir. Allah Teâlâ
insanların ashab-ı kehfın sayısı hakkında bilmeden iddiada bulunmaları
nedeniyle görüş ayrılığına düştüklerini bildirir, çünkü onları görmemişlerdi.
Bu nedenle Allah Teâlâ gelecek zaman kipiyle şöyle buyurur: ‘Üç kişidir
diyecekler.’ Sonra ‘De ki Rabbim onların sayılarını en iyi bilendir’ der. Yani
kaç kişi olduklarını Rabbim bilir. ‘Bir de az kişi bilir.’ Bunlar ya onları
görüp zanla konuşmayanlardır veya Allah Teâlâ’nın kendilerine sayılarını
bildirdiği kimselerdir. İki durumu ‘işarı’ bir yorumla birleştirmek üzere şu
ayeti zikredebiliriz: ‘Üç kişi
yoktur ki, dördüncüleri 0 olmasın, beş kişi yoktur
ki, altıncıları O olmasın.’157 Fakat Allah Teâlâ üç kişinin dördüncüsü demiş, ‘üçün
üçüncüsü ‘ dememiştir. Çünkü ‘dördün dördüncüsü’ bir cins için ve benzeyenler
için söylenebilir. Benzerlik ortadan kalkuğında Allah Teâlâ için kendileriyle
birlikte olduğu beş kişide ‘beşin beşincisi’ denilemez; sadece ‘dördün
beşincisi’ veya ‘beşin altıncısı’ denilebilir. Balcınız! Köpek insan türünden
olmadığı için ashab-ı kehf hakkındaki ayette ‘Yedi kişidirler, sekizincileri
köpekleridir’ denilmiştir. Hâlbuki ‘sekiz tanedirler, sekizincileri
köpekleridir’ denilmemiştir. Bunu anlarsan, Allah Teâlâ’nın izniyle doğruya ulaşırsın!
Alemin
rabbine vermeyesin
Varlıklarından
misaller
Benzemez
kimse O’na
Zatıyla yüce ve münezzehtir O ,
Ben misal vermedin O’na .
Her
insan bunu yapmışken
O’nu
misal verme sen
Akıllıların
tarafında dur
Allah
Teâlâ benim isimlerimden ibaret olan kendi isimlerinde ayetlerini bana
göstermek isteyince, bir yolculuğa çıkarttı beni. Bu, bizim isra yolculuğundan
olan mirasımızdır. Bunun için Allah Teâlâ beni mekânımdan ayırmış, imkân
Burak’ı üzerinde yükselterek, rükünlerimi ayrıştırdı. Artık toprak rüknünün
bana eşlik ettiğini görmüyordum. Bana şöyle denildi: ‘Onu Allah Teâlâ’nın
kendisini topraktan yarattığı asıl baba aldı.’ Su unsurundan ayrıldığımda ise
bir kısmımı daha yitirdim ve bana şöyle denildi: ‘Sen kokuşmuş bir sudan
yaratıldın. Suyun kokuşmuş olması onun zelilliğidir ve bu nedenle toprağa
yapışmıştır ve bu nedenle ondan ayrıldın. Sudan ayrılınca iki unsur benden
eksildi. Hava unsuruna gelince, bende havalar/arzular başkalaştı. Hava bana
şöyle dedi: ‘Sende benden olan kısmın benden ayrılmaz. Çünkü onun ayağını ve izini
kendi yerinden başka bir yere atması uygun değildir. Çünkü senin kokuşmuşluğunun
bende başkalaştırdığı kısım nedeniyle senden alacağım vardır. Bu kokuşman
olmasaydı, kokuşmuş olmazdım. Zatı gereği hoş kokulu olsa bile, bana komşu
olanların eşlik etmesi nedeniyle nahoştur. Onun eşlik etmesi ve komşuluğu beni
kirletince, ona hama-e
mesnun denildi ve böylece
kötülüğü kendisine döndü, çünkü nitelenen odur ve beni koku duyusu olanların
nezdinde ve onların koku duyularında başkalaştıran da odur.’
Bunun
üzerine ona şöyle dedim: ‘Onu niçin senin katında bırakıyorum!’’ Şöyle cevap
verdi: ‘Bırak ki senin toprağına, kokuşmuş suyuna komşu olmakla ve senin
kokuşmuşluğundan kazandığı kötü koku kaybolsun.’ Bunun üzerine havayı orada
bıraktım. Ateş unsuruna ulaştığımda Fahhar’ın geldiği söylendi ve şöyle
denildi: ‘Ona gönderilmiş (midir)?’ O da ‘evet’ dedi: ‘Kim var onunla
birlikte?’ diye sorulunca, ‘Cebir cibril’i vardır’ denildi. O zorunlu bir
yolcudur ve yapısından ayrılmak zorundadır.’ Bana onun yaratılışında benden
bir parça olduğu söylendi, fakat o parçayı bırakmadım. Böylece mülkümün,
iktidarımın ve tasarrufumun ortaya çıktığı bir mertebeye ulaşmış oldum. Önce birinci
göğe ulaştım. Benimle birlikte beden yapımdan kendisine dayanacağım ve
kendisine bakabileceğim bir şey kalmamıştı. Orada babama selam verdim. Babam
benim toprağımı sordu, ben de kendisine yeryüzünün benden kendi parçasını
aldığını ve ancak böyle olunca ondan ve sudan çıkabildiğimi söyledim. Babam
bana şöyle dedi: ‘Oğlum! Babanın yeryüzüyle ilişkisinde de durum böyle
gerçekleşmişti. Kim hakkını talep ederse, haddi aşmış sayılmaz. Bilhassa sen
ondan ayrılmaktasın ve kendisine dönüp dönmeyeceğini bilmiyorsun. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Dilerse onu
neşreder.’158
Hiç kimse Allah Teâlâ bildirmeden O’nun iradesinde neyin bulunduğunu bilemez.’
Bunun
üzerine kendisine yöneldiğimde, bir anda önünde oluverdim. Sağında bir grup
oğlu vardı ki onların arasındaydım. Kendisine şöyle dedim: ‘İşte ben!’ Gülerek
karşılık verdi: ‘Hem önünde hem sağındayım.’ O da ‘evet’ dedi ve ekledi: ‘Ben
de elini açtığında kendimi Hakkın önünde öyle görmüştüm. Kendimi ve oğullarımı
elin hem içinde ve hem de O’nun önünde görmüştüm.’ Sordum: ‘Kapalı olan diğer
elinde ne vardı?’ ‘Alem’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Hakkın sağ eli mutluluğu
belirlemeyi gerektirir.’ O da ‘evet, muduluğu gerektirir’ dedi ve ‘Hakk sağ ve
sol el mensuplarını bildirmiştir bize’ diye ekledi. Bana şöyle dedi: ‘Evladım!
Bunlar, babanın sağ ve sol elidir. Bak! Sağımda ve solumda oğullarımın
izlerini görürsün. O ikisi Rabbin iki elidir ve ikisi de sağ eldir. Benim
oğullarım sağ ve sol elimdedir. Ben ve oğullarım Hakkın sağ elindeyiz. Bizim
dışımızdaki âlem ise Hakkın diğer elindedir.’ Şöyle dedim: ‘Öyleyse bedbaht
olmayız.’ Şöyle dedi: ‘Gazap devam ederse bedbahdık devam eder.’ Şöyle ekledi:
‘Muduluk daimidir, fakat yer değişebilir. Çünkü Allah Teâlâ her yerde yerin
ehlinin nimetinin bulunduğu şeyi yaratır. Dolayısıyla iki yerin de dolması gerekir.
En büyük arz önünde gazabın sona ermesi gerekir. Allah Teâlâ hadlerin
uygulanmasını emretmiş, onlar da uygulanacaktır. Hadler uygulanınca gazap
kalkar, çünkü resullük onu kaldırır. Öyleyse gazap kızılan kimsede hadlerin
uygulanmasından ibarettir ki, geride rıza kalsın. Rıza Allah Teâlâ’nın her şeyi
kuşatan rahmetidir. Hadler sona erince, genel hakkında hüküm umumi rahmete
varır.
Daha
önce bu konuda bir bilgim yokken babam Âdem bana bu bilgiyi verdi. Bu bilgi
dünya hayatında benim için öne alınmış bir müjdeydi ve kıyamet zaman itibarıyla
-Allah Teâlâ’nın dediği gibielli bin senede sona erer. Bu süre hadlerin
uygulanma süresidir ve bu süre dolduktan sonra iş Rahman ve Rahim’e kalır.
Rahman esma-i Hüsna, yani güzel isimlerin sahibidir. Onlar, kendisi hakkında
hüküm vermek üzere yöneldikleri kimse için iyi isimlerdir. Rahim rahmetiyle
gazaptan intikamını alır. Rahim el-Muntakim ismini şiddetle tutar, onu etkisiz Hakk
getirir, hakikatinin ortaya çıkmasına mani olur. Böylece hüküm, nispetler
itibarıyla, isimlerin çatışmasına dönerken yaratıklar rahmetle dolarlar.
Dolayısıyla isimlerin hükmü bizde değil, kendi aralarındaki çatışmada ezelidir.
Bunu anlamalısın!
Bu,
farkına varılmayan garip ve ince bir bilgidir, insanlar onun hakkmda kördür.
Herhangi bir insana cbu isimlerden seni üzen birisinin hakkında
hüküm vermesinden razı olur musun?’ diye sorsan, ‘hayır’ der ve onu mutsuz
eden ismin başkası hakkında hüküm vermesini isterdi. Böyle bir insan
yaratıkları en az bilen iken Hakkı daha da çok cahildir. Bu müşahede, isimlerin
hükümlerinin isimlerde baki kalmasını sağlar; yoksa bizde değil! Bunlar
hakikatleri itibarıyla birbirine zıt nispetlerdir, dolayısıyla hiçbir zaman bir
araya gelmezler. Allah Teâlâ rahmetini -her nerede olurlarsa olsunlarkullarına
yayar. Binaenaleyh varlık serapa rahmettir.
Bana
dua etmesinin ardından Âdem’in yanından ayrıldım. İkinci gökte Hz. İsa’ya konuk
oldum. Yanında halasının oğlu Yahya’yı buldum. Onun hayatı hayvani hayattı.
Halasının oğlu olsaydı ruh olacaktı. Hayvani hayat ruhun ayrılmaz özelliği
olunca, Allah Teâlâ’nın ruhu Hz. İsa’nm nezdinde var oldu. Çünkü ruh canlıdır
ve her canlı ruhtur. O ikisine selam verdim ve Hz. İsa’ya dedim ki: ‘Hangi
özelliğinde bizden üstün oldun ki, Allah Teâlâ seni kendisine izafeyle ‘ruh’
diye isimlendirdi.’ Şöyle dedi: ‘Beni anneme ihsan edeni duymadın mı?’ Bunun
üzerine söylediğini anladım. Bana dedi ki: ‘Bu ayrıcalık olmasaydı, ölüleri
diriltemezdim.’ Ben de kendisine dedim ki: ‘Ölüleri diriltenleri gördük, fakat
onlarm yapısı seninki gibi değildi.’ Şöyle dedi: ‘Ölüleri dirilten kimse bana
varis olduğu ölçüde onları diriltebilir. Ben bana ölüleri diriltme gücü verenin
makamını alamadığım gibi varisim de bu hususta benim makamıma ulaşamaz. Bu
özelliği bana veren Cebrail bir yere temas ettiğinde, temas nedeniyle yer
canlanır. Ben ise öyle değilim, benim payım suretleri özel bir şekilde temas
ederek ayağa kaldırmaktır. Tüm Ruh (Ruhu’l-Kül) o suretlere ruh verme işini
üsdenir. Bana bu gücü ihsan eden Ruh ise temasın izhar ettiği surete hayat
verir. Bunu bilmelisin.’
Yüzümü
Yahya’ya çevirip şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ kendisini kıyamette getirdiğinde,
senin ölümü kurban edeceğin bana bildirildi. Ölüm cennet ile ateş arasına
yerleştirilir ki, orada bulunanlar kendisini görsün. Böylece ölümün parlak bir
koç suretinde olduğunu anlarlar.’ O da ‘Evet’ dedi ve ekledi: ‘Bana tahsis
edilen bir özelliktir bu. Ben Yahya’yım ve benim zıddım olan ölüm benimle
birlikte olamaz. Orası hayat diyarıdır. Dolayısıyla ölümün kalkması gerekir.
Ölümü ise benden başkası ortadan kaldıramaz.’ Ben de şöyle dedim: ‘Benim
dikkatimi çektiğin hususta doğru söyledin. Peki, âlemde pek çok Yahya vardır?’
Şöyle cevap verdi: ‘Yahya’ denilen bu isimde öncelik mertebesi geçmiş veya
gelecek insanlar arasında benimdir. Herkes benden dolayı Yahya’dır. Allah
Teâlâ benden önce kimseye böyle bir ad vermedi. Öyleyse her Yahya bana tabidir
ve benim zuhurumla birlikte onların bir hükmü kalmaz.’ Böylece daha önce
bilmediğim bir şeye dikkatimi çekmiş oldu. Şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ sana bana
olan iyiliğin nedeniyle iyilikler versin.’
Sonra
şöyle dedim: ‘İkinizi bir gökte bir araya getiren Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Burada Allah Teâlâ’nın ruhu İsa ile Yahya’yı kastediyordum. Bu sayede size bir
meseleyi sorup her birinizin huzurunda cevap alma imkânı bulacağım. İkiniz de
sevgi selamına mazhar oldunuz. İsa hakkında henüz beşikteyken, ‘Doğduğum, öldüğüm ve diriltileceğim gün
bana selam o/sun’159
denilmişken Yahya hakkında ‘Doğduğu,
öldüğü ve dirilteceği gün ona selam olsun’160 denilmiştir. İsa Hakkın verdiği selamla kendinden
haber vermişken Hakk Yahya’ya kendisinin selamını bildirmiştir. Bu makamlardan
hangisi üstündür?’ Bana şöyle dedi: ‘Sen Kuran ehli değil misin?’ Ben de ‘Evet
öyleyim, ben Kuran ehliyim’ dedim. Şöyle dedi: ‘Hakkın benimle halaoğlunu
birleştirdiği özelliğe bak! Allah Teâlâ bana ‘Salihlerden bir nebiydi’161 demiş, belirsizlikte belirli zikretmedi mi? Ben de
‘Evet’ dedim. Devam ederek ‘Halamın oğlu İsa için ise ‘Salihlerdendir’162 demedi mi? Allah Teâlâ benim için de aynı şeyi demiş,
onu belirsizlikte belirli yapmıştır.’ Sona şöyle demiştir: ‘İsa’nın beşikteki
sözü halamı iftiradan kurtarma amacı taşır. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan bizzat
kendisi aktarmış ve ‘bana
selam olsun’163 demiştir. Yani Allah Teâlâ’dan selam olsun bana
demiştir. Ben de şöyle dedim: ‘Haklısın, doğru söyledin. Fakat bu selam
belirliyken Hakkın sana selamı belirsizdir ve belirsiz geneldir.’ Bu kez bana
şöyle dedi: ‘Kastedilen zatın belirlenmesi değil, cinsin belirlenmesi ve
tarifidir. Dolayısıyla onunla belirlilik takısının bulunması veya yokluğu
arasında bir fark yoktur. Ben ve İsa selamda eşitiz! İyilikte de böyleyiz.
Bizim için iyilik benim hakkımda müjdeyle, İsa hakkında meleklerle gelmiştir.’
Yahya’ya
şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin, Allah Teâlâ da sana fayda versin! Niçin
‘hasur’ oldun?’ Şöyle dedi: ‘Bu da babamın Meryem Betül’e kendisini bütünüyle
tahsis etmedeki iradesinin bir neticesidir; ‘Betül’ erkeklerden uzaklaşan
demektir. Babam mihraba girip onun halini görünce şaşırmış ve Allah Teâlâ’ya
onun gibi erkek bir evlat kendisine vermesi için dua etmiş, bu dua nedeniyle
ben kadınlardan yüz çeviren bir ‘hasur’ olarak doğmuşum. Kadınlardan yüz
çevirmek kamillik değil, sadece bir himmetin neticesidir. Çünkü kemal ürün
sahibi olmadadır.’ Şöyle dedim: ‘Cennetteki cinsel ilişkide niçin çocuk yok?’
Şöyle dedi: ‘Böyle deme, aksine o ilişkinin bir ürünü vardır ve bu
kaçınılmazdır. Cennetteki çocuğun doğumu cinsel ilişki tamamlanır tamamlanmaz
iki çiftin suretinde ortaya çıkar. Dünyada inzal suyla olduğu gibi orada
rüzgârla gerçekleşir. Bu rüzgâr iki çift arasında gerçekleşen şeyin suretine
göre ortaya çıkar. İçimizden bir kısmı bunu görürken bir kısmı görmez. Nitekim
dünyada da gayb âlemi bulunduğu gibi kendisini gören için şehadet âlemi
vardır.’ Ona şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin Allah Teâlâ da seni kendisini
bilmek nimetinden faydalandırsın.’
Sonra
ona şöyle dedim: ‘Burası senin göğündür.’ Cevap verdi: ‘Hayır! Ben İsa ile
Harun arasına gider gelirim. Bazen orada bazen buradayım. Yusuf ile İdris
arasında da gider gelirim.’ Bunun üzerine dedim ki: ‘Niçin diğer nebileri
değil de Harun’a tahsis edildin?’ Şöyle dedi: ‘Bunun nedeni nesebe saygıdır.
Ben İsa’ya halamın oğlu olduğu için giderim ve onu kendi göğünde ziyaret
ederim. Harun’a da halam dünyada nesep ve din bakımından kardeşi olduğu için
giderim.’ Şöyle dedim: ‘Nasıl onun kardeşi olabilir ki? Onların arasında uzun
bir zaman dilimi var? Şöyle dedi: ‘Semud’a kardeşleri Salih’i gönderdik.’164 Bu kardeşlik nedir? Salih, Semud’un baba ve anne bir
kardeşi miydi? Bununla birlikte Salih onların kardeşidir. Semud kabilesi böyle
isimlendirilmiş ve Salih Semud’un neslinden, dolayısıyla 'onların kardeşi
olmuştur.’ Bunun ardından din kardeşliğini açıklamıştır: ‘Bakınız! Leyke halkı
Medyen’den olmadıkları halde ‘Şuayb Medyen’dendi ve Şuayb hakkında ‘Medyen’in
kardeşi’ denilerek ‘Medyen’e
de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik’165 denilmiştir. Leykeliler zikredilince, şöyle demiştir:
‘Şuayb onlara deyince’ demiş, kardeşleri dememiştir. Çünkü onlar Medyen’e
mensup değillerdi. Şuayb ise Medyen’liydi. Benim o ikisini ziyaretim sıla-i
rahimdir (akraba ziyareti). Bununla birlikte Harun’dan daha çok İsa’ya
yakınım.’
Sonra
üçüncü göğe Yusufun yanına yükseltildim. Selam verince selamımı aldı ve
bana.‘Hoş geldin, merhaba’ dedi. Ben de ona şöyle sordum: ‘Yusuf! Seni
çağırdığında niçin davetçiye olumlu karşılık vermedin? Allah Teâlâ’nın
peygamberi kendinden haber verirken senin sınandığın gibi bir imtihanla
sınanıp hükümdar tarafından davet edilseydi, davetçiye olumlu karşılık
vereceğini ve kadınların söylediği söze göre hükümdardan cevabın gelişini
beklemeden hapisten çıkmak isteyeceğini söylemiştir.’ Yusuf bana şöyle dedi:
‘Tecrübeyle varsayım arasındaki fark, gök ile yer arasındaki farktan daha
büyüktür. Bir şeyi var saymak ile onu kendinden tecrübe etmen arasında fark
vardır. Bana nispet edilen iftira Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
nispet edilseydi, o da kendisi orada değilken suçsuz olduğunun hükümdarca
öğrenilmesini isterdi. Böyle bir durum orada bulunmaktan daha güçlü bir
delildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem rahmetti ve genişlik
âlemindendi. Hapis ise dardır. Böyle Hakk sahip bir insana davet gelince,
genişliğe koşar, fakat bu bir varsayımdır! Hâlbuki var sayımla konuşmak
tecrübeyle konuşmakla bir değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
sözü bana yapılan iftiraya tahammülüm nedeniyle beni kâmil olarak nitelemek
üzere söylemiştir. Daha doğrusu yaşça kendinden büyük olduğum için, bana karşı
saygının gereğiyle böyle söylemişti. Nitekim İbrahim hakkında da ‘Biz
İbrahim’den daha çok kuşkuya layığız’ demişti. Bu da İbrahim’in kuşkulandığı
şey hakkındadır. Lut hakkında ise ‘Allah Teâlâ kardeşim Lut’a merhamet etsin! O
güçlü bir dayanağa sırtını vermişti’ demiştir. Onu tekzip ettiğini gördün m i?
Hayır! Çünkü
Lut’un
kastettiği ‘güçlü dayanak’ kabileyken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
zikrettiği Allah Teâlâ’dır. Bu durum, tecrübenin olmadığı bir hususta kendini
tecrübeli yerine koymaman için sana yapılan bir uyarıdır. ‘Falanın yerinde
olsaydım, ona şöyle denilmezdi’ deme. Ben de böyle dedim. Hayır! Allah Teâlâ’ya
yemin olsun ki, ona gelen sana gelseydi, sen de aynı şeyi söylerdin. Çünkü
güçlü hal, zayıf hal üzerinde hüküm sahibidir.’
Allah
Teâlâ’nın peygamberi Yusufta iki hal birleşmişti: Birincisi hapse girme, diğeri
iftiraydı. Peygamber gönderildiği kimselerin Rabbinin kendisini çağırdığı
hususta çağrısının kabul edilmesini sağlayacak bir inancı yerleştirmek ister.
Ona nispet edilen iftira ise, herkesin bildiği üzere, davet getiren bir
peygamberden beklenmeyecek bir davranışla ilgiliydi. Dolayısıyla onların
nezdinde Yusuf un beraatını talep etmesi bir zorunluluktu ve ancak bu sayede
insanlar Yusuf un Rabbinin katından getirdiği davete iman edebilirlerdi.
Üstelik o mecliste Yusufun bulunmaması gerekirdi ki, orada bulunduğu için
beraat etti şeklinde oradakilerin içinde bir kuşku oluşmasın. Öyle bir mecliste
bulunan ile bulunmayan arasında büyük fark vardır. Yusuf o mecliste yok iken kadın
Yusufa hainlik etmemiş, onu kendisinin arzuladığını söylemiştir. Böylece
Yusufun ailesi hakkında hükümdara ihanet etmediği anlaşılmıştır. Öte yandan
kadının sözlerinden YusuPun hükümdarın hakkını çok gözettiği de anlaşılmıştır.
Bu nedenle kendini tezkiye etmemiş ve şöyle demiştir: ‘Ne/s kötülüğü emreder.’166 YusuPun yiğidiğinin ve fütüvvetinin bir neticesi,
hükümdar kendisini çağırmasına rağmen hapiste kalmasıdır. Bunun değerini ancak
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem takdir edebilirdi, çünkü o YusuPu övmek
amacıyla ‘Ben, beni çağırana icabet ederdim’ demiştir.
Bunun
üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’nın senden haber verişinde
ortaklık gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘O, ona arzu duydu, Yusuf da ona’167 demiştir. Hâlbuki burada neye dair olduğu
belirtilmemiştir. Bu durum mananm birliğini gösterir.’ Yusuf şöyle dedi: ‘İşte
bu nedenle elçisi vasıtasıyla hükümdara ‘kadınlara durumu ve işin gerçeğini
sor’ dedim.’ Kadın ise kendisinin YusuPu arzuladığını söylemiş, fakat YusuPun
onu arzuladığını söylememiştir. Böylece bu konudaki yanılgı ortadan kalkmıştır.
Allah Teâlâ bu arzuyu ifade ederken bir durum adı vermemiş, bu konuda bir hal
belirlememiştir. Bu nedenle şöyle dedim: ‘Dilde de bir ortaklık olmalıdır!’
Yusuf, ‘haklısın’ dedi ve devam etti: ‘Kadın bana arzu duydu ki, benden
istediği şeye beni zorlasın. Ben de onu bu işten uzaklaştırmaya zorlayayım diye
arzu duydum. Böylece ortaklık benden ve ondan ‘zorlama’ talebinde gerçekleşti.
Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O,
ona arzu duydu’168 demiştir. Yani Yusufun da kendisine arzu duyduğu
hususta demektir. Bu ise her birinin ötekinden istediği hususta birbirlerini
zorlamak demektir. Bunun delili ‘Şimdi
Hakk ortaya çıktığı, ben onu kendimden istedim’169 ayetinde belirtilir. Surede Yusufun onu kendi nefsi
adına istediği kesinlikle zikredilmemiştir. Allah Teâlâ ise kendisinden
istediği işte kadını uzaklaştırmada zorlamak iradesinde Yusufa burhan
göstermiştir. Yusufun gördüğü burhan, yumuşak sözle onu uzaklaştırmaktı.
Nitekim Allah Teâlâ Hz. Musa ile Harun’a şöyle demiştir: ‘Ona yumuşak söz söyleyin.’170 Yani ona şiddede davranmayın, kötü söz söylemeyin.
Çünkü o her durumda zayıflıkla nitelenmiş bir kadındır. Bunun üzerine Yusufa
şöyle dedim: ‘Bana fayda verdin Allah Teâlâ da sana fayda versin.’
Sonra
ona veda ederek ayrıldım ve İdris’e geldim. Selam verdim, ‘merhaba, Muhammedi
varis hoş geldin’ dedi. Sordum: ‘Bize ulaştığına göre, senin için gerçek nasıl
belirsizleşti? Sen kuşku bulunmayacak bir şekilde tufanın durumunu
bilememişsin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise kendisine gelen
vahiyle birlikteydi. Şöyle dedi: ‘Onu
yüz bin veya daha fazla kişiye gönderdik.’171 Bu bana vahyettiklerinden biriydi.’ Şöyle dedim:
‘Bana senin ‘hark’ı kabul ettiğin aktarıldı.’ Şöyle dedi: ‘Hark olmasaydı,
yüce bir mekâna yükselemezdim.’ Sordum: ‘Mekânın karşısında merteben
neresidir?’ ‘Zahir batının unvanıdır’ dedi. Sordum: ‘Kavminden sadece tevhidi
isteyip başka bir şey istemediğin bana ulaştı.’ Dedi ki: ‘Onlar bunu
yapmamışlardır. Ben nebiysem, tevhit kelimesine çağırırım, tevhide değil! Kimse
tevhidi inkâr etmez.’ Bu garip bir bilgidir. Sonra şöyle dedim: ‘Ey hikmederi
koyan! Ferlerde içtihat bizce meşrudur. Ben zamanın alimlerin dilinin diliyim.’
Şöyle dedi: ‘Asıllarda da meşrudur. Allah Teâlâ bir kişiyi gücü ölçüsünde
yükümlü tutar.’ Sordum: ‘Hakka dair ihtilaflar artmış, sözler çoğalmıştır.’
Şöyle dedi: ‘Ancak böyle olabilirdi, çünkü iş mizaca bağlıdır.’ Dedim ki: ‘Ey
nebiler topluluğu! Hakka dair görüş ayrılığına düşmediğinizi görmekteyim!’
Şöyle dedi: ‘Bizim söylediklerimiz teorik düşünce kaynaklı değildir. Biz aynı
kaynaktan konuşuruz. Hakikatleri bilen insan, bütün nebilerin
Allah
Teâlâ hakkmda bir görüşte ve sözde -adeta teorik düşünce sahiplerinin bir
görüşte hemfikir olması gibihemfikir olduklarını bilir.’ Sordum: ‘Acaba iş
kendinde size söylendiği gibi midir? Çünkü aklın delilleri sizin bu hususta
getirdiğiniz hususların bir kısmını imkânsız saymaktadır.’ Şöyle dedi: ‘İş
bize denildiği ve O’nun hakkmda görüş söyleyen herhangi birinin dediği gibidir.
Çünkü Allah Teâlâ her söz söyleyenin sözü nezdindedir (her zan sahibinin
zannında bulunur). Bu nedenle insanları tevhide değil, tevhit kelimesine davet
ederiz. Hakka dair kendi teorik düşüncesiyle konuşan insan, mahzurlu bir konuda
konuşmamıştır. Allah Teâlâ’nın kullarına emrettiği şey, mertebenin tevhididir
ki, herkes onu kabul eder.’ Dedim ki: ‘Öyleyse müşrikler ne olacak?’ Şöyle
dedi: ‘Onlar vaz’ nedeniyle cezalandırılır. Onlar vaat ettikleri şeylerde yalan
söylemiş ve onları yakınlık vesilesi saymışlardır, yoksa putları birlik mertebesinin
sahibinin mertebesine yerleştirmemişlerdir.’
İdris’e
sorduğum sorulardan birisi de şuydu: ‘Vakıamda tavaf eden bir şahıs görmüştüm.
Bana dedelerimden biri olduğunu söyledi ve adını verdi. Ona ölüm vaktini
sondum, ‘kırk bin sene önce’ dedi. Ona Adem’in ne zaman yaşadığını
bilmediğimizi söyledim. Bana şöyle sordu: ‘Hangi Âdem’i soruyorsun? Yakın
Âdem’i mi?’ Şöyle dedi: ‘Ben Allah Teâlâ’nın peygamberiyim, doğru! Bununla
birlikte âlemin süresini bilmiyorum. Gerçi genel bir tarih verilebilir. Dünya
ve ahiret ezelidir. Yaratılmış hakkmda eceller yaratılmada değil, müddetlerin
sona ermesiyle belirlenir. O halde yaratma her nefes yenilenir. Allah Teâlâ
bize neyi bildirirse, onu biliriz. ‘Onun bilgisinden bir şeyi, O dilemeden ihata edemezler.’172 Bunun üzerine ona sordum: ‘Peki kıyametin kopmasma ne
kadar kaldı?’ ‘İnsanlar için hesapları yaklaştı, onlar gaflet içinde yüz çevirir’
dedi. Şöyle dedim: ‘Bana onun yaklaşma şardarından birini söyle.’ ‘Âdem’in
varlığı kıyamet alamederinden biridir’ dedi. Sordum: ‘Dünyadan önce başka bir
yer var mıydı?’ Şöyle dedi: ‘Varlık yeri tektir ve bu yer niceliksel olarak
dünya olduğu kadar ahiret de nicelik olarak ondan ayrışır. Emir cisimlerde var
olma, başkalaşma geliş-gidiş olmak üzere sürekli ve daimidir.’ Dedim ki: ‘Orada
ne vardır?’ Dedi ki: ‘Bildiğimiz ve bilmediklerimiz vardır.’ Dedim ki: ‘Doğru
ne yanlış ne?’ ‘Yanlış izafedir, doğru asıl olandır’ dedi ve ekledi: ‘Allah Teâlâ’yı
bilen âlemi de bilir. Bilir ki, doğru sürekli eşlik eden asildir. Hata ve
yanlış ise iki bakışın karşıdığıdır. Bu karşıdık zorunludur. Hata da olacaktır.
Hatayı dile getiren doğruyu kabul eden kimsedir. Hatanın olmadığını söyleyen
hatayı doğrunun parçası sayar.’
Sordum:
‘Alem hangi nitelikten var oldu?’ ‘Cömerdikten?’ dedi. ‘Bazı şeyhlerin de böyle
dediklerini duymuştum’ dedim. ‘Söyledikleri doğrudur’ dedi. ‘Arz gününden sonra
intikal edeceğimiz son yer neresidir?’ diye sordum. Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ’nın rahmeti! O her şeyi kuşatan rahmettir.’ ‘Hangi şey?’ dedim. Şöyle
dedi: ‘İki şeylik: baki olanı rahmetiyle baki kılarken var ettiğini rahmetiyle
var eder.’ Sonra şöyle dedi: ‘Arazların mahalli varlıklarında sabittir ve
arazlar onlarda benzerleriyle ve zıtlarıyla yer değiştirir.’ ‘En büyük iş
nedir?’ dedim. ‘Onu bilen en büyüktür’ dedi.
İdris’e
veda ettim ve ayrıldım, Harun’a konuk oldum. Yanında Yahya vardı. Benden önce
kendisine geldiğini görünce, sordum: ‘Seni yolda görmedim. Başka bir yol mu
vardır?’ Şöyle dedi: ‘Her şahsın kendisinin (seyr ii) sülük ettiği bir yolu
vardır.’ Sordum: ‘Bu yollar nerededir?’ ‘Bunlar sülük ile birlikte meydana
gelirler’ dedi.
Harun’a
selam verdim. Selamımı aldı ve bana ‘hoş geldin’ dedi ve ekledi: ‘Ey mükemmel
varis, merhaba!’ Ben de şöyle dedim: ‘Sen nebi ve resul olmana rağmen,
halifenin halifesisin, öyle mi?’ Şöyle dedi: ‘Ben asıl hükmüyle bir nebiyim.
Peygamberliği kardeşimin duasıyla aldım. Böylece bana verilmiş olan nebiliğe
göre bana vahyedilirdi.’ Dedim ki: ‘Ey Harun! Ariflerin bir kısmı varlığın
kendi haklarında yok olacağını zanneder ve bu nedenle sadece Allah Teâlâ’yı
görürler. Alem, onlara göre, Allah Teâlâ’nın yanında iltifat edilecek bir şey
değildir. Hiç kuşkusuz o arifler mertebe bakımından sizden aşağıdadır. Allah
Teâlâ senin öfkelenen kardeşine şöyle dediğini bildirir: ‘Bize düşmanlan güldürme.’173 Bu sözünle onlar adına bir değer takdir ettin. Bu
davranış ariflerin haliyle çelişir.’ Harun şöyle dedi: ‘Onlar haklıdır ve
onlar zevklerinin verdiğine bir şey eklememişlerdir. Bak! Onlara göre yiten şey
âlemden gerçekten kaybolmuş mudur?’ Ben de ‘hayır’ dedim. Şöyle dedi: ‘Gerçeği
olduğu hal üzere bilgideki eksiklikleri, kaçırdıkları şey ölçiisündedir. Onlara
göre âlem yoktur. Öyleyse onların Haktan eksiklikleri, âlemden kendilerine
perdelenen şey kadardır. Çünkü bütün âlem, Hakkın tecellisinden ibarettir.
Hakkı bilen için durum böyledir. ‘Öyleyse nereye gireçeksiniz?’ ‘Bu, sadece
işin kendinde bulunduğu durumu ‘bilenler için bir öğüttür.’
Kemal varlığından başkası mı?
Onu yitiren kâmil değil ki
Ey fenadan söz eden, destekle
Başaktan buğdayı elde et
Yitirene boyun eğme
Süreyle bitenin peşinden gitme
Nefsin gayesine uyma
Hakkı batılla karıştırma
Harun’a
veda ettim ve Hz. Musa’ya konuk oldum. Selam verdim, selamımı aldı ve bana ‘hoş
geldin’ dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e namazların farz
kılınmasıyla ilgili yaptığı tavsiyeler ve bu sayede bize dönük iyiliği
nedeniyle ona teşekkür ettim. Bana şöyle dedi: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e yaptığım tavsiye zevk ilminin bir faydasıdır. Doğrudan olmanın sadece
kendisiyle idrak edilebildiği bir hali vardır.’ Dedim ki: ‘Sen sürekli başkası
adına çalıştın ve bütün hayır senin adına gerçekleşti.’ Şöyle dedi: ‘İnsanın
başkası uğruna çalışması, gerçekte kendisi için çalışması demektir. Böyle bir
çalışma başkasının ona teşekkürünü artırır. Şükreden ise Allah Teâlâ’yı O’nun
en sevdiği övgülerle zikreden kimse demektir. Başkası için çalışan kimse, bu
övgüleri dile getiriyor demektir. Zikreden insan kendi diliyle ve başkasmın
diliyle Allah Teâlâ’yı zikreder.’
Allah
Teâlâ Musa’ya şöyle der: ‘Ey Musa! Bana asi olmayan bir dille beni zikret.’ Bu
emirle Allah Teâlâ başkasının diliyle kendisini zikretmesini emretmiş, bunun
yanı sıra iyilik yapmasını ve kerem sahibi olmasını emretmiştir. Sonra şöyle
dedim: ‘Allah Teâlâ seni peygamber yapmakla ve seninle konuşmasıyla insanlara
karşı üstün kılmıştır. Sen ise Allah Teâlâ’yı görmek istedin. Allah Teâlâ’nın
peygamberi ise şöyle der: ‘Sizden biriniz Rabbini ölmeden göremez.’ Şöyle dedi:
‘Ben de görmek isteyince, hadise öyle oldu! Allah Teâlâ benim isteğime (şarta
bağlayarak) olumlu karşılık verdi ve ben bayıldım. Bayılmam esnasında Allah Teâlâ’yı
gördüm.’ Şöyle dedim: ‘Ölüyken mi?’ O da ‘Evet’ dedi.
Dedim
ki: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem diriliş günü seni bulunca, durumun
hakkında kuşkuya kapılmıştır. Herkesi bayıltan üfleme esnasında bayılmamış
iken Tur dağında bayılmakla ödüllendirildin mi? Bunu bilmiyordu. Çünkü
bayıltan üfleme (İsrafil’in sur’a üflemesi) genel değildir.’ ‘Haklısın’ dedi
ve ekledi: ‘Allah Teâlâ beni Tur’da bayılmakla ödüllendirdi. Ben ölmeden O’nu
görmedim, sonra ayıldım ve kimi gördüğümü anladım. Bu nedenle şöyle dedim:
‘Sana tövbe etim.’ Çünkü ben O’na dönmüştüm.’ Sordum: ‘Sen Allah Teâlâ’yı
bilenlerden birisin, Allah Teâlâ’yı görmemiş miydin ki, bunu istedin? Şöyle
dedi: ‘Ben O’nu akli bir zorunlulukla biliyordum.’
Şöyle
dedim: ‘Niçin bu özellik başkasına değil de sana tahsis edilmiştir?’ Şöyle
dedi: ‘Ben O’nu görüyor, fakat O olduğunu bilmiyordum: Mertebe farklılaşmıştı,
O’nu gördüm, kimi gördüğümü anladım. Ayıldığımda perdelenmedim ve ebediyete
kadar gördüğüm bana eşlik etti. İşte bizimle gördükleri şeyi bilmekten
perdelenmişler arasındaki fark budur. Onlar öldüklerinde Haklcı görürler.
Mertebe onlar adına kendisini temyiz eder. Geri döndürülselerdi, söylediğimizi
söylerlerdi.’ Şöyle dedim: ‘Ölüm O’nun görülme yeriyse, her ölü kendisini
görür. Hâlbuki Allah Teâlâ onları görmekten perdelenmekle nitelemiştir.’ Şöyle
dedi: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın O olduğunu bilmekten perdelenmişlerdir. Tanımadığın
bir şahısla karşılaştığını düşün. Sen onu adıyla aramaktasın ve kendisine
muhtaçsın. Onunla karşılaştığında tıpkı bütün karşılaştığın insanlar gibi
kendisine selam verir, o da senin selamını alır, fakat kendisini tanımazsın.
Böyle bir durumda sen onu görmemişsindir ve sürekli kendisini ararsın. Hâlbuki
o senin kendisini gördüğün yerdedir. Bu durumda sen sadece bilgiye itimat
edersin. Bu nedenle bilginin O’nun zatının aynı olduğunu söylerdik. Çünkü
zatının aynı olmasaydı, ilahtan başkası ona itimat edemez veya bilgiye itimat
olmazdı.’
Sordum:
‘Allah Teâlâ sana dağı gösterdi ve dağa tecelli edeceğini söyledi.’ Şöyle
dedi: ‘Hiçbir şey O’nun tecellisinin karşısında duramaz ve dolayısıyla halin
değişmesi gerekmiştir.’ Dağın parçalanması Musa’nın bayılmasının benzeriydi.
Musa şöyle dedi: ‘Dağı sarsan şey, beni bayılttı.’ Dedim ki: ‘Allah Teâlâ bana
öğretme işini üstlendi ve bana verdiği kadarını öğrendim.’ Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ kendisini bilenler karşısında daima böyle hareket eder. Sen de âlemden
değil, Allah Teâlâ’dan bilgi al! Sen
Allah
Teâlâ’dan ancak kendi istidadın ölçüsünde bilgi alabilirsin. Bizim gibiler
seni O’ndan perdelemesin. Çünkü sen bizim vasıtamızla O’nun tecellisinden
ancak bizim bildiğimizi öğreneceksin ve biz sana ondan ancak istidadın
ölçüşünce verebiliriz. Öyleyse arada bir fark olmadığına göre, sen Allah
Teâlâ’ya yönel! Biz sizi O’na çağıralım diye gönderildik, yoksa kendimize
çağırmak üzere gönderilmedik. İşte bu ‘Bizimle sizin aranızdaki
ortak kelimedir; Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmemek, O’na ortak koşmamak,
Allah Teâlâ’yı bırakıp birbirimizi rab edinmemek’174 Şöyle dedim: ‘Kuran’da da böyle geldi.’ Cevap verdi:
‘Evet, gerçekte de öyledir.’ ‘Allah Teâlâ’nın kelamını neyle duydun?’ diye
sordum. ‘Kulağımla’ diye cevap verdi. Sordum: ‘Kulağın nedir?’, ‘O'dur’ diye
cevap verdi.
Sordum:
‘Sana niçin bu özellik tahsis edilmiştir?’ Dedi ki: ‘Sadece sahibinin
bilebileceği bu konudaki zevk nedeniyle tahsis edilmiştir.’ Dedim ki: ‘İşte
zevk sahiplerinin hali böyledir.’ ‘Evet’ dedi ve ekledi: ‘Zevkler mertebelere
göredir.’
Sonra
Hz. Musa’ya veda ederek yanından ayrıldım ve Hz. İbrahim’e konuk oldum. Selam
verdim selamımı aldı, bana ‘hoş geldin, merhaba’ dedi. Ben de söze şöyle
başladım: ‘Babacığım! Niçin ‘bu
işi onların şu büyüğü yaptı’175 dedin?’ Şöyle dedi: ‘Kavmim, Hakkın kendilerinin
ilah edindikleri putlardan daha büyük olduğunu söylüyorlardı.’ Sordum: ‘Peki
işaret zamirini kullanmanın hikmeti nedir?’ İbrahim şöyle dedi: ‘Onu biliyor
olman lazım.’ Dedim ki: ‘Ben onun mübteda olan bir işaret olduğunu ve haberinin
ise hazf edilmiş olduğunu biliyoram. ‘Bu işi şu büyükleri yaptı, ona sorun’176 ifaden habere delildir ve bu ifade onlara kendilerinden
delil getirmek demektir.’ Bunun üzerine İbrahim şöyle dedi: ‘Ben işin kendinde
bulunduğu duruma herhangi bir şey eklemedim.’ Sordum: ‘Üç ışık hakkında
söylediklerin neydi? İnanarak mı söylemiştin o sözleri?’ ‘Hayır’ dedi ve
ekledi: ‘O söz kavme karşı delil getirmek üzere bildirme amaçlıydı. Hakkın bu
konuda söylediğini görmüyor musun? ‘Bunlar İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz
delillerdir.’177 Kavmin ilah hakkmdaki inancı, Nemrut b. Kenan’ın ilah
olduğuydu. Bu ışıklar onların ilahları olmadığı gibi Nemrut da gerçekte onlara
göre ilah değildi. Onlar ibadet ederken ‘ilah’ diye yonttukları şeylere
tapmaktaydı, Nemrut’a değil! Bu nedenle İbrahim ‘Benim rabbim hayat veren ve öldürendir’178 deyince, Nemrut hayat vermeyi ve öldiirmeyi
kendilerinin ortaya koyduğu ilahlara nispet edememiş, saçmalamaktan korkarak
‘Ben hayat verir ve öldürürüm’'79 demişti. Böyle diyerek Nemrut ilahlarını tenzih
etmek üzere kendini hedef göstermiş, oradaki insanların inanç sarsıntısı
yaşamasını engellemek istemişti.
Hz.
İbrahim oradaki insanların getirdiği vahyi anlamadaki eksikliklerini
görmüştür. Davetini ayrıntılı açıklamaya kalkmış olsaydı söz uzayacak ve meclis
uzun sürecekti. Bu kez onlarm anlayışına daha yakın olana dönerek Allah
Teâlâ’nın güneşi doğudan doğdurmasını zikretmiş, kendisinden güneşi batıdan
doğdurmasını istemiş, bu talep üzerine kâfirin dili tutulmuştu. Bunun üzerine
kendisine şöyle dedim: ‘Yanlış bile olsa söz söyleyebileceği bir hususta
Nemrut’un susturulması, Allah Teâlâ’nın onu aciz bırakmasından kaynaklanır.
Çünkü Nemrut bu konuda görüş belirtseydi, kendisine şöyle denilecekti: ‘Sen
yokken de güneş zaten doğudan doğmaktaydı.’ Böylece yaşça kendisinden büyük
olan bir insan Nemrut’u bedihi bir şekilde yalanlayacaktı.’ Bunun üzerine İbrahim
şöyle dedi: ‘O söz nedir?’ Dedim ki: ‘Şöyle derdi: Biz işi senin hükmünle
yapmıyoruz veya bir hikmeti senden dolayı geçersiz saymayız.’ Şöyle dedi:
‘Gerçekten de Nemrut’un susturulması Allah Teâlâ’nın icazıydı. Böylece orada
bulunanlar İbrahim’in doğru söylediğini ve Nemrut’un ilahlık iddia
edemeyeceğini anladı.’
Sonra
Beyt-i mamur’u gördüm. Bir anda kalbimi orada buldum ve her gün ona giren
melekleri gördüm. Hakk kendisini sığdıran o kalbe ve yetmiş bin nur ve karanlık
perdeye tecelli eder. Böylece Hakk onlarda kulunun kalbine tecelli etmiştir.
Onlar olmadan tecelli etseydi, zatının tecellileri kulun yaratılış âlemini
yakardı. Oradan ayrılınca Sidre-i münteha’ya geldim, onun aşağı dallan ve uzak
dalları arasmda durdum. Amellerin nurları onu kaplamıştı. Dallarının
zirvelerine ise insanın yaratılışında bulunan amel sahiplerinin ruhlarının
kuşları konmuştu.
Dört
nehre gelirsek, bunlar Meratibü’l-ulumi’l-vehb diye isimlendirdiğimiz kitapçıkta zikrettiğimiz dört
ilahi-vehbi nehirdir. Döşekleri ve ariflerin refreflerini gördüm. Nurlar
kapladı beni ve bütünüm nura döndü. Bana benzerini daha önce hiç görmediğim bir
hilat giydirildi ve şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’m! Ayetler türlü türlü!’ Bana
bunu derken şu ayet okundu: ‘De ki
Allah Teâlâ’ya ve bize indirilene İbrahim’e, lshak’a, Yakub’a ve öncekilere
indirilenlere, Musa’ya ve İsa’ya ve rablerinden gelen nebilere indirilenlere
iman ettik. Hiç birini ayırt etmeyiz. Biz O’na teslim olanlarız.’180 Allah Teâlâ bu ayette bana bütün ayetleri verdi, işi
bana yalcınlaştırdı, onu her bilginin anahtarı yaptı. Anladım ki ben, bana
zikredilenlerin hepsinin bir toplamıyım. Bu müjdeyle birlikte benim Muhammedi
makam sahibi olduğum ortaya çıktı: Ben, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kuşatıcılığına (cemiyet-i muhammedî) varis olanlardandım. O kendisine
vahiy indirilen son kimsedir. Allah Teâlâ ona cevamiül kelim’i vermiş,
başkalarına tahsis etmediği altı özelliği tahsis etmiş, peygamberliğiyle altı
yönü içermiştir. Hangi yönden gelirsen gel, Muhammed’in nurunun sana parıldadığını
görürsün! Herkes ondan bilgi alır ve her peygamber ondan bilgi aktarır.
Benin
için bu hal gerçekleşince, şöyle dedim: ‘Bana bu yeter, bana yeter.’ Unsurlarım
dolmuştu, bende bir boşluk kalmamış ve mekânım beni sığdıramıyordu. O’ndan
dolayı ‘imkân’ özelliğim benden silinmişti (beka billâh). Bu isra yolculuğunda
bütün isimlerin anlamlarını öğrendim. Hepsinin bir hakikate ve isimlendirilene
döndüğünü gördüm. O hakikat ise benim müşahede ettiğimdi ve o hakikat benim
varlığımdı. Benim yolculuğum bende gerçekleşmişti, delaletim sadece kendimeydi.
Buradan anladım ki: Ben bir sırf kulum ve bende Rablikten bir iz yoktur.
Bu
menzilin hâzinelerini açtım. Orada ilimler arasında daha önce kendisini
görmediğim teşrif kulluğunun salt birliğinin bilgisini gördüm. Ben daha önce
kulluğun toplayıcılığını görmüştüm fakat bunu görmemiştim. Gayb bilgisini
şehadet gözüyle gördüm. Gaybm âlemde nerede sonlanıp da kul için her şeyin
şehadet haline geldiğini gördüm. ‘Gayb’ derken varlığın gaybını, yani varlıkta
bulunanı kastediyorum. Bu gayb bazı gözlere ve kalp gözlerine gizlidir. Mevcut
olmayan gayba gelirsek, böyle bir gaybın anahtarını sadece Allah Teâlâ
bilebilir. Yakınlık ve uzaklığın neyden ve kimden olduğunu bu menzilden
öğrendim. Artış hâzinelerini ve onların kalplere inmesini, kimin onları Hakk
ettiğini, kimin onları kalplere taksim ettiğini, onlardan dileğe bağlı olarak
veya olmadan nelerin indiğini öğrendim. İnsan bilginin artmasını isteyince,
bunu Allah Teâlâ’nın peygamberine istemesini emrettiği şekilde dua etmelidir. Allah
Teâlâ peygamberine emrederken ‘De
ki Rabbim bilgimi artır’181 buyurdu. Burada ifadeyi belirsiz kullanmış, belirli
yapmadan genelleştirmiştir.
Öyleyse
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme inen her bilgi bu isteğe dahildir.
Çünkü istekten olan bilginin hazzı isteğe bağlı olmadan gelen bilgiden üstündür.
İsteğe bağlı bilgide arzuya ulaşılır. Bunun yanı sıra yoksulluğun zelilliği,
Rabliğe hakkını vermek ve kulluğa hakkını vermek de isteğe bağlı bilgide
gerçekleşir. Çünkü kula her şeye hakkını vermek emredilmiştir. Nitekim Allah
Teâlâ da her şeye yaratılışını verir. İsteğe bağlı inen bilgide menzilin
üstünlüğü söz konusudur. Bunun değerini ve kadrini ancak Allah Teâlâ takdir
edebilir.
Ayetlerin
duyma ve görme (gücüyle algılanmada) sınırlı olduklarını gördüm. Bunlar, ya
görülme veya haberle ilgiliydi. Tevrat’ı gördüm, Allah Teâlâ’nın onu niçin
eliyle yazdığını ve ayrıcalık nedenini öğrendim ve şaşırdım! Allah Teâlâ onu
eliyle yazdığı halde değişme ve tahriften nasıl konulmamıştır? Yahudiler, yani Hz.
Musa taraftarları onu tahrif etmiştir. Bu konuda şaşırınca, sırrıma şöyle
denildi: ‘Hitabı dinle.’ Duymak bir yana, konuşanı görüyor ve onu içimde
bulunduğum rahmetin genişliğinde müşahede ediyordum. Ben de o rahmetin
içindeydim ve rahmet beni kaplamıştı. Bana şöyle dedi: ‘Bundan daha garibi Allah
Teâlâ’nın iki eliyle Adem’i yaratmış iken onu günahtan veya unutmadan korumamış
olmasıdır. Tevrat’ın yazıldığı el var, İki el var! Şaşıracaksan esas buna
şaşır. İki el onun doğasına ve toprağına yönelmişti. Vesvese ise Adem’e ancak
doğası yönünden gelir. Çünkü Adem’in kendisinden yaratıldığı şeylerin bir
parçasından yaratılmış olan şeytan ona vesvese verir. Adem’in unutması veya
vesveseyi kabul etmesi, doğasından dolayı gerçekleşmiş, iki el de onun doğasını
yaratmaya yönelmiş, Allah Teâlâ ise bedenine yerleştirdiği oğullarının
günahkârlığından onu korumamıştır. Öyleyse Yahudilerin Tevrat’ı değiştirmesine
şaşırma! Çünkü Tevrat kendinde değişmedi, onların yazdığı ve telaffuz ettikleri
şey hakkında bir değişme olmuş, bu değişme Allah Teâlâ’nın kelamına nispet
edilmiş ve şöyle denmiştir: ‘Onu arıladıktan
sonra tahrif ederler.’182 Onlar Allah Teâlâ’nın kelamının kendileri tarafından
anlaşıldığını bilirler. Bununla birlikte onu aktarırken kalplerinde bulunandan
ve kendilerine indirilmiş Mushaf’tan başka bir şekilde aktarırlar. Çünkü onlar
ancak asıl metinden yazarken nüshalarda tahrifte bulunup aslı olduğu hal üzere
bırakırlar ki kendileri ve bilginleri için sahih bilgi baki kalsın.
Âdem
ise iki elle yaratılmış olmasına rağmen bizzat asi olmuş ve Allah Teâlâ’nın
kelamı korunduğu gibi korunmamıştır. Bu daha garip bir durumdur. Allah Teâlâ
kendi kelamı masumdur, çünkü o bir hükümdür ve hüküm masumdur; onun yeri onu
bilenlerdir. Hüküm alimler nezdinde tahrif edilmiş değildir. Onlar sadece
tabileri için hükmü bozar. Âdem ise Allah Teâlâ’nın bir hükmü değildir,
dolayısıyla masumluk onun ayrılmaz özelliği değildir. Fakat bir insan peygamber
ise Rabbinden aktardığı hususlarda masumdur. Bu durum Âdem’de ve bütün
nebilerde böyledir.
Bu
bilgi kıymetli bir bilgidir, çünkü Allah Teâlâ âleme bir hidayet yerleştirdiğinde,
onun artık körlüğe dönmesi mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ hidayetini
ulaştırdığı kimseye bunu açıklamıştır. O halde körlükle nitelenen kimse,
rabbinin hidayetinin ulaşmadığı kimsedir. Bir insan için ‘vahiy kendisine
indirilene ve bu sayede bilgi elde edinceye kadar hidayet ulaşmış değildir’
denilemez. Böyle birisinde körlük kesinlikle bulunmaz. O halde körlüğü hidayete
ancak her ikisinde de hemcinslerini taklit edenler tercih edebilir. Körlük
onun tabiatına uygunken hidayet doğasına ve tabiatına aykırıdır. Bu nedenle
körlüğü hidayete tercih eder.
Bu
menzilde hazırlık yapanın bilgisini gördüm. Ben sadece Allah Teâlâ’ya itimat
ederim. Bu beşinci tevekküldür ve bu durum Müzzemmil suresinde ‘O’nu vekil edin’183 ayetinde belirtilir.
Bu
menzilde veraset yoluyla ulaşılan bilgiler gördüğüm gibi sadece kesb yoluyla
elde edilen bilgiler de gördüm. Yükümlünün şükrüyle kulun şükrü arasındaki
farkı öğrendim. Zamanların değişmesi nedeniyle hükümlerin değişmesinin
bilgisini gördüm. Âlemde her şey zamanlı bir tertibe ve öncelik-sonralık
sıralanışına göre bulunur. Allah Teâlâ bana isimlerini gösterdi, isimlerin bazı
durumlarda ortak olmaları ve bazı durumlarda birbirlerinden ayrışmaları
nedeniyle derecelendiklerini gördüm. Aralarında ortaklık ilişkisi bulunmayan
iki isim arasında bir derecelenme yoktur. Bunu bilmelisin, bu değerli bir
bilgidir.
Bu
menzilde âlemdeki varlıkların bir kısmmm ötekilere musallat olmasını ve bunun
nedenini gördüm. Gördüm ki bunun nedeni, baskın gelmek ve yönetici olmak
isteyen ilahi isimlerin hükümlerinden ve kendiliklerinde sahip oldukları
kıskançlıklarından (gayret) kaynaklanmaktadır. İsimlerin kendilerine ortak
isimlerden yardım aldığını gördüm. Bu yardım, belli bir yardımdı ve bu nedenle
yaratıklar ilahi isimlerin suretinde ortaya çıkmıştır; bir kısmı yardım
ederken bir kısmı yardım edilendir. İş böyle gerçekleşince, Allah Teâlâ
yardımlaşma hükmüyle kendilerine hitap ederek ‘İyilikte ve takvada yardımlaşın’1*4 buyurmuştur. Allah Teâlâ da kullarını kendisine göre
yaratmış olduğu bu özelliktedir. Çünkü kullar bu yaratılış nedeniyle günaha ve
taşkınlığa karşı yardımlaşırlar. İcbar ilmini gördüm; onun mazerederin
kendisinde sona erdiği şey ve yaratıkların işin sonunda rahmete kavuşmasının
nedeni olduğunu anladım. Allah Teâlâ kendilerinden meydana gelen fiillerdeki
zorunluluk nedeniyle yaratıklarını mazur görür. Çünkü onlarda ancak doğal bir
yakarış kaür: Ahiret yaratılışı dünya yaratılışı gibi doğal cisim ve ruhla
olmasaydı, bedbahtın talebi ve yakarışı olamazdı. Çünkü orada doğal bir durum
olmasaydı, bilgisiz olan nefsi bilgisizliği hakkmda uyaracak kimse de olmazdı.
Bunun nedeni onun hissetmeyişidir, çünkü nefs bileşik bedenden ibaret doğal
parçasıyla hissedebilir. Nefsin bedbahtlığı ise bilgisizliğinden kaynaklanır.
Nefs bedenden ayrıldıktan sonra bilgisiz kalmışsa onun bedbahtlığı bilgisizliği
ve cehaletidir ve sürekli böyle kalır. Allah Teâlâ’nın ona olan rahmeti, bu
doğal bedeni dünya ve ahirette yaratmasıdır. Canimin kendisinden yoksun
kalamayacağım bu hikmeti herkes bilmez.
Dönüş
ilmini öğrendim. Bu, diriliş ilmi ve ahirette bedenlerin yeniden aratılması
ilmiydi. İnsan dünyadan ayrılınca bir daha dünyaya geri dönemez. Fakat dünya da
insanın ayrılmasıyla birlikte onunla ayrılır. Bu diyardan bazı insanlar
cennete giderken bir kısmı ateşe göçer, bir kısmı ise hem ateşe ve hem cennete
göçer ve iki diyarı ve nimete ulaşır. Çünkü orada sadece cennet ve cehennem
vardır. Dünyanın zatı bir kez var olduktan sonra bir daha yok olmaz. Var olan
her şey ise iki yerde veya birinde bulunmalıdır. Böylece keşif iki diyarda o
şeyin görülmesini gerektirir. Bu konudaki bir hadiste yeterli açıklama vardır.
Sahabenin biri şöyle derdi: ‘Ey deniz! Ne zaman ateşe döneceksin.’ Kastedilen
cehennemliklerin içeceği kaynamış sudur.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem dört nehrin cennetten olduğunu söyleyerek bunları
şöyle sıralamıştır: Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat. Başka bir hadiste ‘Minberim
ile kabrim arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır’ buyurur. Zikir
meclisleri ise -her nerede bulunurlarsa bulunsunlarcennet bahçelerinden bir
bahçedir. Bu konuda pek çok rivayet vardır. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, taklitçi
değiliz. Bize göre gerçek, Rabbimizin katından iman ve müşahede ettiğimiz
gibidir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sizinle ümmetlere karşı iftihar ederim’ hadisinin
mertebesi bu menzilden öğrenilir. Bu durum yerli yerinde övgü ve iftihar
amacıyla söylenmiştir ve kendi yerinde böyle bir övgü göz ardı edilmez. Her
mertebenin kendisine özgü bir şerefi vardır. Burada ariflerin bir grubunun
ayaklan kayar, çünkü onlar nefislerin şerefiyle akılların şerefini ayırt
edememiş, bu ikisinin birbirine girmediğini ve kemalin İki şerefin varlığında
birden bulunduğunu anlamamışlardır. Bu menzilde insanın ancak sahip olduğu bir
şeyi görebileceğini öğrendim. Onu bilmesi veya bilmemesi birdir. Onu müşahede
etmesi gerekir ve böylece bilginin ve müşahedenin fayda vermediği bir yerde onu
tanır. İç içine girme ve devri bu menzilde öğrendim. Bu, Hakkın fiilde ancak
yaratıkların suretiyle zuhur etmesidir. Yaratıklar ise Hakkın suretiyle fiilde
gözükmezler. Bu bir devirdir (totoloji) ve gerçekleşenin imkânsızlığa yol
açmaz. Aksine işin kendinde bulunduğu vakıa budur. Çünkü ‘Allah Teâlâ siz
bıkana kadar, bıkmaz.’ Halkın Haktaki hükmü budur. Bir ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kimi hidayet ederse, gönlünü
İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, gönlünü daraltır:185 Dönüşü ve bitişi bizden olduğu gibi bu da O’ndandır.
Bu
menzilde Kuran’m âlemdeki yerini gördüm. Kuran’ın kendisine geldiği kimse
kimdir, neyi getirir ve nereye döneceğini bu menzilde öğrendim. Burada hakkı
batılla karıştırma bilgisini ve onun aslının insanın aceleciliği olduğunu
anladım. İnsan teenniyle hareket edip düşünse ve basiretiyle hareket etse,
herhangi bir şeyi karıştırmazdı. Bunu yapanlar pek azdır. Burada sadece gecenin
bilgisini, sadece gündüzün ve zamanın bilgisini öğrendim. Tek başına günün, tek
başına dehr’in, tek başına asrın, müddetin bilgisini bu menzilden öğrendim.
Tafsili ve nerede ortaya çıktığını bu menzilde öğrendim. İnsana lazım olan ve
şeriatın insana açıklayıp artık kendisinden ayrılmayacak Allah Teâlâ’nın hükmünü
bu menzilden öğrendim. Bu menzilde iki nüshanın karşılaşmasını öğrendim. İnsan
kendinde Rabbinin kitabıdır. Azabın ahirette olmasının sebebini öğrendim ki bu
açıktır. Gizli bilginin dünya azabının sebebini bilmede olduğu öğrendim. Bu
durum bilhassa emzikli çocuğun durumunda böyledir. Acaba bebeğin ve bütün canlıların
kendileri farkında değilken içlerinden bulunan bir elçiyle yükümlü müdürler,
değil midirler? Küçük çocuk büyüyüp yükümlü Hakk geldiğinde, küçükken yükümlü
olduğunu hatırlamaz ve onu fark etmez. Bunun nedeni, ondaki acılardır. Aynı şey
hayvan için geçerlidir. Allah Teâlâ kendiliğinden azap etmez, bir ceza olarak
azap eder. Çünkü rahmet azapta ancak temizleme amacıyla ceza olabilir;
temizleme amacı olmasaydı, azap olmazdı. Bu, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına
tahsis ettiği bilginin sırlarından biridir. Her ümmetin bir nebisi vardır: ‘Her ümmete bir korkutucu gelmişti r.’186 Varlıktaki her şey bir ümmettir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzürıdeki
her canlı veya kanatlarıyla uçanlar sizin gibi bir ümmettir.’187 Kastedilen bütün varlık türleridir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem köpeklerin bir ümmet olduğunu söylemiştir. Öyleyse
ilahi peygamberlik, küçük büyük bütün ümmetleri içermiştir. Binaenaleyh her
ümmet ya kendilerinden veya içlerindeki bir elçinin diliyle ilahi hitapla
muhataptır.
Muhayyer
ve genişletilmiş vacibin hükmünü bu menzilden öğrendim. Misal olarak namaz
vakideriyle kefaretlerdeki serbesdiği verebiliriz. Hakkın kulun iradesiyle
hareket etmesini ve kendisine karşı gelmeyişini bu menzilden öğrendim. Öyleyse
bu niteliğin kulda bulunması daha iyidir. Allah Teâlâ kuluna emir verip kul
kendisine bazen asi olabildiği gibi kul O’na dua eder ve Allah Teâlâ da
-kendisine emredip kul itaat etmediği gibikulun dileğine karşılık vermez.
Meleklere bakınız! Onlar, Allah Teâlâ’nın emrine asi olmadıkları için,
diledikleri her hususta Allah Teâlâ onlara karşılık vermiştir. Öyle ki kulun
namazda ‘âmin’ sözü meleklerin ‘âmin’ sözüne tevafuk ederse, o kul bağışlanır.
Bu
menzilde ilahi ikramın genişliğini gördüm. Hakkın kereminden bunun karşılığı,
yükümlü âlemde büyük günahların işlenmesidir. Her günah grubu için günahın
değiştirilmesi zorunludur; bu bağlamda büyük günahlar büyük sevaplarla
değiştirilir.
Bir
nefsi öldürmekle bir nefse hayat veririm
Her
türde ve her cinste böyledir hüküm
İnsanların
bir kısmının günahı tövbe ve salih amelle değişirken bir kısmı için
cezalandırma hakkını kendisinden aldıktan sonra değişme gerçekleşir. Bir grup
hakkında ilahi tehdidin uygulanması ise Hakkın iradesinden kaynaklanır ve
uygulandıktan sonra içinde bulundukları azabın kendisine benzeyen bir nimete
dönüşmesini talep eden yine meşiyettir. Çünkü meşiyetin hükmü emrin hükmünden
güçlüdür. Emir ile birlikte değiştirme ve tebdil gerçekleşmişse, irade
nedeniyle gerçekleşmesi daha uygundur. Allah Teâlâ bu bilgiyi kullarından bir
kısmından gizlemişken dilediklerini ona muttali kılmıştır. Bu bilgi hikmet
bilgisidir; kime onlar verilirse, ona pek çok iyilik verilmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Gafur ve Rahim’dir’188 buyurur. ‘Gafurdur’, yani örter; ‘Rahimdir’, yani bu
örtmeyle birlikte rahimdir. Ayetin öncesinde ‘Onlar günahlarını iyiliğe çevirdiği
kimselerdir’189 buyurur. Aşırı gidenler hakkında ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin,
Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’190 Burada mağfiret ve rahmet, tövbe edip salih amel
işleyenler hakkında gelirken bu iki nitelik tövbe etmeyenler hakkında da
gelmiş, onlara umutsuzluğu yasaklamış ve bunu ‘bütün günahlar’ sözüyle
pekiştirmiştir. Kulların sonuçta rahmete ulaşacağını daha iyi açıklayan bir
ifade olamaz! Bununla birlikte cennet ve cehennem dolacaktır, her birisini
dolduran ve oradan çıkmayanlar vardır. Allah Teâlâ’nın ihsanına engel yoktur.
el-Mani ismi Zeyd’in nimetinin Amr’a, Amr’ın nimetinin de Zeyd’e yasak
olmasıyla ilgilidir. el-Mani isminin hükmü bu kadardır ve bu durum rahmetin
kapsayıcılığını engellemez.
Dünyada
ve ahiretteki derecelenme arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Burada
üzerinde yükümlülük bulunanın bu yükümlülüğü terk etmesi ve nedeni bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın ibadet edilen her şeyde suretin ardında Mabud olması
bu menzilden öğrenilir. Aleme şefkati ve her sınıfa kendisine uygun şekilde
yumuşak davranmanın gerekliliği bu menzilden öğrenilir, insanın diktiği şeyin
meyvesini devşireceğini gördüm. Tasarruflardaki hadleri ve onların
miktarlarını gördüm. Rab olması yönüyle, ilahi ahlak ile ahlaklanmayı bu
menzilden öğrendim. Bütün karşısında parçanın yerini öğrendim. Bununla birlikte
parça bütünün suretindedir. İki bozuk öncülün sahih bir bilgi verişini gördüm.
Misal olarak ‘her insan taştır, her taş canlıdır, her insan canlıdır’
önermesini verebiliriz. Dolayısıyla iki öncülün bozuk olması, neticenin sahih
olmasına etki etmez. Bunun ölçüsü bilinemez.
Mislin
mislinde nasıl etkin olduğu ve tesir ettiği bu menzilden öğrenilir. Bunlardan
birisi tesirin kendisine nispeti bakımından ötekinden öncelikli veya Hakk
sahibi değildir. İki misil iki zıttır. Bunu anla!
Abesin
varlığı ve ‘Göğü ve yeri ve
aralarındakileri boş batıl olarak yaratmadım’191 ayetine rağmen nasıl olabileceği bu menzilden
öğrenilir. Abes bu ikisinin arasındaki şeylerdedir. Hangi bakışla abes
olabilir, hangi bakışla abes batıl olur? Allah Teâlâ ‘Sizi abes yere yarattık mı zannettiniz’192 buyurur. Burada sınırlamışken batılı sınırlamamıştır.
Erkekliğin
dişilikten üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Bu, zati değil, arızî bir
üstünlüktür. İmkânsızın hükümleri, mahal, hal mekân ve mekâna yerleşenin
hükümleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi tesiri bir mahalde perdeleyen maniler
bu menzilden öğrenilir. Mutlak birliğin (ahadiyet) otoritesi ve onun
karşısında kimsenin karşı duramayacağı, mutlak birlikte tecellinin olup
olmayacağı bu menzilden öğrenilir. Orda tecellinin olabileceğini söyleyenler,
Bir’in mutlak birliğini mi (ahadiyet), yoksa toplamın birliğini mi kasteder?
Tecellinin olamayacağım söyleyenler de birin mutlak birliğini mi, yoksa
toplamın birliğini mi kastederler. Sema adabı ve onda konuşmanın terki bu
menzilden öğrenilir. Aşağıda olanın darb-ı mesel vermek üzere yukarıdakine katılması,
bu menzilden öğrenilir. Niçin öteki daha üstündür? Zorlamadan önce kendisini
kınadığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Akıllıyı zor süluktan alı
koyup öncelildi ve layık olana sevk eden sebep bu menzilden öğrenilir. Bir
şahsın hallerinin farklılaşması nedeniyle uruc ve nüzul bu menzilden öğrenilir.
Kim inmiştir, niçin inmiştir, onu kim indirmiştir? Kim çıkmıştır, niçin
çıkmıştır, onu kim yükseltmiştir? İnsanların berzahtaki halleri, bu menzilden
öğrenilir. O konuda haberler birbirinden farklıdır. Burada tekabül özel midir,
genel midir? Özel ve genel zamanda ve şahıslarda mıdır? İcaz için gelmemiş
ayetlerin faydaları bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin gelmiştir? Her yönden
zayıf olan birisinin bütün yönlerden güçlü olduğunu bildiği kimseye karşı
cüretkâr olması bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte zayıf gtiçlünün
kendisini yok edebileceğini bilir.
İblis’in
Adem’e secde etme emrinin dışındaki her işte Rabbine itaat emesi bu menzilden
öğrenilir. Adem’in Allah Teâlâ’nın olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte İblis
hakkında ‘direnmiş’ denirken ‘Allah Teâlâ’nın emrine asi oldu’ denilmedi. Bu
durum, ilahi surete göre yaratıldığı için, Âdem’e dönen bir üstünlük müdür?
İblis için ise böyle bir makam yoktur. Allah Teâlâ, Âdem hakkında rabbine asi
olmuş demiş, asiyi zikrederken İblis hakkında sadece ‘direndi’ demiş, onun
direnip Rabbinin emrine bağlanmaya karşı direndiğini söylememiştir. Bir ayette
‘İblis secde edenlerden
olmadı’193 denilirken başka bir ayette ‘Büyüklendi’,194 başka bir ayette ‘Topraktan yarattığına secde mi edeyim’,195 başka bir ayette ‘Secde edenlerden olmaya direndi’196 denilir. Hakkın bu ayederde sana verdiği bilgilere ve
sırlara bakmalısın.
Gururlanmanın
durumu bu menzilden öğrenilir. Âdem’in üstün olduğu yaratıklar bu menzilden
öğrenilir. Bu menzilde Âdem’den üstün olan yaratıkları ve onun üstünlüğünün
genel olmadığını öğrendim. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de
bir vakıamda bana böyle bildirmiş, Hz. Halil İbrahim de şeyhimiz Ebu Medyen’e
Âdem’in üstünlüğünün genel olmadığını bildirmişti. İmamlık ve imamın bilgisini
orada öğrendim. Dünyanın ahiretin unvanı ve ona verilmiş bir misal olduğu,
ondaki şeyin hükmünün ise ahirette daha tam ve kâmil olduğunu gördüm. Bir şeyi
bilenin kalbinin bilginin verdiği hükümden caymasının sebebi ve bunun hikmetini
bu menzilde öğrendim. Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki sünnetinin
değişmemesinin sebebini bu menzilde öğrendim. Hakkın inayet sahibine tahsis
ettiği muhadesenin (sohbet) vaktinin belirlenmesini bu menzilden öğrendim.
Müşahede ile muhadese halini bir araya getirmek, muhadeseden meydana gelen
müsamereyi (gece sohbeti) bu menzilden öğrendim. Hakkın müsamere yapması
imkânsız değilken belli vakiderde muhadeseden uzak durur. Bu, kulun Allah
Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’dan kula dönük ilahi bir hitaptır. Bu bilginin
kıyamette kendisini bilene getireceği bilgiler, bu menzilden öğrenilir.
Sadıkların ilahi mertebeye girişteki hareketlerini, âlemden ilahi mertebeye ve
oradan çıkıştaki hareketlerindeki hallerini bu menzilden öğrendim. Bu makamda
temkin sahibi olanlardan birisi Ebu Yezid el-Bestami’ydi. Bu mertebede yokluğun
somudaşarak varlığa etki edecek şekilde hükmü kabul etmesini gördüm. Böyle
olmasaydı, akledilmezdi. Onun sureti Hakkın zuhur ettiği herhangi bir suretteki
tecellisinin suretiydi. Hakka dair verilen hüküm, tecelli ettiği o suretin
hükmüne göre hüküm verilir. Bu hüküm kendisini gerektirir. Kitap ve Sünnette
gelen bütün nispeder Allah Teâlâ’ya buradan nispet edilir ve bir teşbih
gerekmez.
Doğal
cisimlerde -yoksa ahlakta değililahi tıbbın bilgisini bu menzilde gördüm. Bazen
ahlakta da olabilir. Çünkü nefsin çirkin huylarla hastalanması, doğal bedenin
hastalanmasından mühimdir. Amel sahibinin mizacının ve doğasını aşmasının
gereği, bu menzilden öğrenilir. Amel sahibi mizacı olmayanlardan ise onuiı
ameli zatında bulunduğu duruma göredir. Bildiğini soranın hükmü, bu menzilden
öğrenilir. Bilmiyormuş gibi ona cevap verilir ve bu cevap sorduğunu bildiğini
ortaya çıkartır. Bildiğiyle kendisine cevap verilirse, gerçekte ve bulunduğu
durumda olduğu gibi, cevap verenin soru soranın durumunu bilmediği anlaşılır.
Bilginin gerçekleşmesi için yardımlaşmanın bilgisini bu menzilde gördüm. Bu var
olduğunda, acaba yardımlaşmayla her türlü bilgi gerçekleşir mi? Yoksa bazı
ilimler mi meydana gelir? Şeriatların konulmasının ve peygamberlerin
gönderilmesinin sebebini öğrendim. Peygamberlere karşı hüküm zorlamanın
sebebini bu menzilden öğrenilir. Bu övülen bir şey midir, yoksa kınanan bir
şey midir? Yoksa ne övülen, ne kınanan veya bir yerde övülürken bir yerde kınanan
bir şey midir? Mümkünlerin bir anda gerçekleşmesini engelleyen sebebin ne
olduğunu bu menzilde öğrendim. Onlardan var olan ve meydana gelen şeyleri
kastetmekteyim. Böyle bir şey mümkün müdür, değil midir? Hangi konuda mümkün,
hangi konuda değildir. Bunun hakkında imkân dahilinde olduğu kısımda, fiilen
gerçekleşme olmuş mudur? Bu bağlamda sadece cevher veya araz, taşınan ve
taşıyan vardır. Başka bir ifadeyle kendi başına var olan ile kendi başına var
olmayan vardır. Bu taksime cisim ve diğerleri girer. Acaba cisim sıfat, araz
ve cevherlerin toplamı mıdır, değil midir? Dokuz sayısının mertebesi bu
menzilden öğrenilir. İki hasmın çatışmasında onları çatışmaya sevk eden şey
nedir? Var olan bir şey mi, yok olan bir şey mi?,‘Yaratmada vasıta olan Hakk’
bu menzilden öğrenilir. Bir isimin bütün isimlerle isimlendirilmesi, bu
menzilden öğrenilir. Nitekim Halü’n-naleyn yazarı Ebu’l-Kasım b. Kasım bu görüşteydi. Övgülerin
mertebe ve sonuçları, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
'Geldi-gelmedi' Gibi Fiiller Menzilinin Bilinmesi; Tek
Başına Emrin Mertebesi
Ayırıcı özelliğim
cinsten başka olunca Söz ile arıdan nasıl ayrılırım?
Ben konuşuyorum, kuş da benim gibi konuşur Kur’an’da Nemi suresinde
gelmiş böyle
Senin tek olduğun şeyle sevinmelisin Benzer
benzerle ünsiyet edebilir
Mukaddes bir şeyhim vardı, söz ederdi
İşlerin faziletinden ve vasıldan
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ İsa’ya sen mi insanlara beni ve annemi Allah Teâlâ’yı bırakın da ilah
edinin dedin.’197 Bu söz
ancak kıyamette söylenebileceğine göre henüz gerçekleşmemiş demektir. Fakat Allah
Teâlâ gerçekleşeceği kesin olduğu için gelecek zamanı geçmiş zaman kipiyle
ifade etmiştir. Bu hadisenin gerçekleşmesi kaçınılmazdır ve artık onda imkân
hükmü zorunluluğa dönüşmüştür. Bu mesabedeki her şeyde geçmiş ve gelecek zaman
birdir. Böyle bir hadisenin mazi kipinde ifade edilmesi gelecek zamanda
bırakılmasından daha güçlü bir pekiştirmedir.
Dostum! Allah Teâlâ seni hakikat ile Mutlu
etsin ve seni kendisiyle konuştursun, bilmelisin ki: Allah Teâlâ ehlinden bir
grup Allah Teâlâ katındkn olan bir hususta yanılmıştır. Onlarm bu hatalarına
karşı kendilerine yardım etmek istedik, fakat kendilerine yardım edemedik. Allah
Teâlâ’ya dayandıkları için de onlarla birlikte hareket ettik. Çünkü Allah
Teâlâ’ya ancak hakikatin ve doğruluğun ehli dayanabilir. Onların hakkında
yanılgıya düştükleri mesele ‘yaratmada vasıta olan Hakk’ konusudur. Onlar
yaratmada vasıta olan bu şeyi mevcut bir varlık kabul etmişlerdir, böyle
düşünmelerinin nedeni ‘Gökleri ve yeri Hakk ile/için
yarattık’198 ayetini
duymuş olmalarıdır. Kuran’da bu ve benzeri ayetler vardır. Burada b/ile edatı
‘lam’, yani ‘için’ anlamına gelir. Allah Teâlâ ayeti tamamlarken, ‘Allah Teâlâ
onların şirk
koştukları şeyden münezzehtir’
buyurur. Bunun nedeni ‘b’ harfinin kullanılmasıdır. Gerçekte de yerin, göğün ve
bu ikisinin arasında indirilen her şey için de durum aynıdır. Böylece varlık
hepsini kuşatır. Her şeyin yaratılış gayesi hakkında ‘Cinleri ve insanları
bana ibadet etsinler diye yarattım’199 buyrulur. Allah Teâlâ gökleri ve
yeri ‘Hakk ile’, yani Hakk için yaratmıştır. Burada ‘b/ile’ edatının
yerini alan ‘lam/için’, ‘bana ibadet etsinler için’200
ayetindekiyle aynı anlamdadır. Böylece gökler ve yer Hakk için ve Hakk vasıtasıyla
yaratılmıştır ki, her şey O’na ibadet etsin. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ onların
koştukları ortaklardan münezzehtir’ buyurur.
Şirk, büyük zulümdür ve insanın
dışındaki hiçbir varlıktan çıkmamış bir fiildir. Ayette Allah Teâlâ’ya ibadet
etme hususunda cinlerin insanla birlikte zikredilmiş olmasının yegâne sebebi,
insana iğva vermesi ve onu aldatmasından kaynaklanır; yoksa cinler şirk
koşmamıştır, şirk koşan tek varlık insandır. Bu yorum cini insanın bâtınından
ibaret saymadığımızda böyledir. Allah Teâlâ sanki şöyle der: ‘Ben cinleri
yarattım.’ Yani insanın görünmeyen yanı ve bâtınını yarattım. ‘Ve insanları.’
Bu ise göze görünen tarafıdır. ‘Baııa ibadet etsinler diye.’201 Yani zahirde ve bâtında bana ibadet
etsinler diye insanı yarattım.
Sonra Allah Teâlâ şöyle der: ‘insan
onu nutjeden yarattığımızı görmez mi? Apaçık bir hasımdır:202 Yani hasımlığı açık ve ilan
edilmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘insanı
bir nutjeden yarattı, o açık hasımdır.’203 Bunun nedeni insanın rablık iddia
etmiş olmasıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ onu kul olarak yaratmış, dolayısıyla
kendi kadrini aşamaz. Buna mukabil insan rabliği hususunda Rabbiyle didişir. Bu
bağlamda Allah Teâlâ ile insandan başka hiçbir yaratık tartışmamıştır. Bu
nedenle Allah Teâlâ, Mele-i ala ve diğer yaratıklarını nitelerken sadece
‘hasımlaşma’ ifadesini kullanırken insanın hasımlığını ‘açıklık’ özeliğiyle
nitelemiştir. Ayrıca onlar rububiyetin dışındaki bir meselede hasımlaşırlar.
Çünkü rabliğin dışındaki herhangi bir konuda bir yaratılmıştan herhangi bir
hasımlık meydana gelince, o şahıs bu iddiasında haklı olabilir ve haklı olduğu
da dinleyen veya hakim tarafından bilinmeyebilir. Dolayısıyla hakim hakkın
onda mı veya hasmında mı olduğunu bilemez. Acaba kişi iddiasında haklı mıdır,
yoksa bu konuya girecek kuşku nedeniyle yalan mı söylemektedir? Rablık
hakkındaki iddia ise başkadır. İnsan ya kendinden bu durumu bilir ya da Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından kendisini dinleyen herhangi biri böyle bir iddiada
bulunan insanın yalancı olduğunu ve onun bir kul olduğunu bilir. Herkes bilir
ki o insan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yaratılmıştır. Bu nedenle insan
hakkında ‘açık hasım’, yani hasımlığında zalimliği açık olan kimse
denilmiştir. Rabliği hususunda Rabbiyle tartışan birisinin durumu nasıl
olabilir?
Sonra, böyle bir iddiada bulunan
insan keşke kendi lehine çalışsaydı! Böyle yapsaydı rablıkta bir payı
bulunmadığını da bilirdi. Bu iddiasının ardından insan Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından herhangi birisinin rabliğini kabul eder. Misal olarak taş,
bitki, insan veya hayvan veya melek vb. verebiliriz, çünkü yaratılmışlardan her
bir sınıfa ibadet edilmiştir. Böyle bir şeye ise ‘hayvan-insan’ ibadet
etmiştir. İnsanların en bedbahtı, ahiretini başkasının dünyası karşılığında
satan ve hiçbir şey elde edemeyeceği bir hususta helak olandır. Böyle birisi,
başkasını bilmede insanların en cahiliyken kendisini en iyi bilen olmakla da
kendi aleyhine şahidik eder. Çünkü o rabliği kendisi için istememiştir. Rabliği
kendisi adına iddia eden insan, kavmini hafife almış ve bundan dolayı da ona
itaat etmişlerdir. O ise kendinden bunun böyle olmadığını bilir. Bunun için
Firavun ‘Sizin için kendimden başka ilah bilmem’204 demiştir.
Yani sizin inancınızda demektir.
Bilmelisin ki, Hakk bir şeyi bir şey
vasıtasıyla yaratmaz, fakat bir şey vesilesiyle yaratır. Yardım ve sebeplilik
bildiren her ifade, hikmet ‘lam’ı, yani ‘için’ demektir. O halde Allah Teâlâ
bir şeyi Hakk için yaratır. Yani Hakka ibadet edilsin diye yaratır. İnsan ise
apaçık hasımdır. Bunu anlamı, göğüsteki kalplerin hakikat karşısındaki
körlüğüdür. İnsan Haktan yüz çevirmemiş olup O’na dönseydi, Hakkı görür ve her
şeyde O’nun rabliğini kabul eder, O’na ibadet etmede kimseyi ortak koşmazdı.
Bu nedenle ayette, ‘Allah Teâlâ’ya kavuşmak isteyen
salih amel yapsın’205 buyrulur.
‘Salih’ kuşkunun girmediği şey demektir. Kuşku ortaya çıkarsa, amel bu
özelliğini yitirir. Amele ‘salih’ olma özelliğini yitiren kuşku ise şirktir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Rabbine ibadete kimseyi ortak koşma.’206 Burada belirsiz gelerek ‘ahad (bir)’
denilen herkesi içermiştir. Başka bir ifadeyle kastedilen yaratılış ve emir
âlemindeki her şeydir. Şirk ise en küçüğü de içerir. Bu şirk genel nezdinde
bilinen, gizli ve örtülü rablıktır. ‘Örtülü rablık’, ‘yaptım, işledim, falan
yaptı, falan olmasaydı’ gibi ifadelerde kendini gösterir. Böyle bir şirk,
bağışlanan şirktir, çünkü söz sahiplerine gerçekte neyi kastettiklerini sormak
üzere başvurursan, onlar Allah Teâlâ’ya dönerler. Özel şirk ise Allah Teâlâ
karşısında ilah olduğu zannedilen başka şeylerle şirke düşmektir. Onlar
ilahlığının birliğinde Allah Teâlâ’ya zalim olmuş, ilahlığı kendisine nispet
ederken de ortak koştukları şeye haksızlık etmişlerdir. Allah Teâlâ birliğine
karşı yapılan haksızlık nedeniyle değil ortaklara karşı yapılan zulüm
nedeniyle onları cezalandırır. Çünkü onların şirk koştukları şey, haklar
sahiplerine verildiği kıyamette günü onlardan uzaklaşır.
O halde Allah Teâlâ gerçekte bir şeyi
bir şey sebebiyle yaratmaz; yaratırsa ancak bir şey vesilesiyle yaratır. Bu
hikmet bildiren ‘için’ ifadesinin karşılığıdır. Bir şeyin yaratılması ise
hikmetin ta kendisidir, çünkü yaratmanın illeti olamaz. Öyleyse yaratıklar özü
gereği kuldur ve onlara arızi şeyler etki yapmıştır. Bu durum insan için
böyledir. Hatta arızi nedenler insanda etkin olabilir ve onu diğer
yaratıklardan farklı olarak sınırlar. Onun dışındakiler ise aslî üzere
yaratıklarını ortaktan tenzih ederler. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her
şey O’nun övgüsünü tespih eder, siz anlamazsınız’207 buyurur. ‘Anlamazsınız’ ifadesinde
çoğul zamiri kullanılmıştır ki, kastedilen insanlardır. İnsanlardan başka
yaratıkların hepsi Allah Teâlâ’ya ibadet ederken insanların bir kısmı Allah
Teâlâ’ya ibadet eder.
İnsan zulmün ve haksızlığın kendinde
açık görüldüğü bir hususta hasımlaştığı için, ‘açıkça hasımlaşandır.’ Bu konu
ise rablıktan (rububiyet) başka bir konu değildir. Siz köleliğinden çıkmadan ve
efendiliğinde efendisiyle tartışmadan, bir kölenin efendisiyle hasımlaştığını
gördünüz mü? Böyle bir köle kendi nam-ı hesabına sahiplik ve mülkiyet
iddiasında bulunan köledir. Efendi tasarrufta bulunduğunda, onunla tartışır ve
kendisiyle hasımlaşır. Bir köleden hasımlık köleliği üzerinde gerçekleşmez.
Hasımlık, Efendinin kölenin sahibi olmasını sağlayan bir özellikte, yani
mülkiyette gerçekleşir. Allah Teâlâ ehli olan alimlerden bazıları vardır ki
bunlardan herhangi birisinin adını vermeyeceğim. Çünkü hakkında söyleyeceğimiz
bu husus onun adına bir eksikliktir ve onun bilgisizliğini gösterir. Bu
nedenle karşısında edepli davrandım.
Onlar yaratmada vasıta olan Hakkı iki
şekilde yorumlamıştır: Bir kısmı onu yaratılışın illeti saymıştır. Hakk Teâlâ
yaratmasını nedene bağlamaz. Bu yaklaşım, gerçekte doğrudur. Öyle ki Hakta
kendisinden zuhur edeni zorunlu kılmayı gerektirecek bir durum akledilemez. Aksine
Allah Teâlâ’nın varlıkları yaratması, onlara dönük ihsanı ve fazlından kaynaklanır.
Allah Teâlâ ise âlemlerden müstağnidir. Bir kısmı ‘yaratmada vasıta olan hakkı’
mevcut varlık sayarlar. Allah Teâlâ onun vasıtasıyla kendi dışındaki şeyleri
yaratır. Bunlar, ‘Bir’den bir çıkar’ fikrini kabul edenlerdir. Bir’den birin
çıkması, mamulün illetinden ortaya çıkmasıdır ve illet onun çıkısını ve
sudurunu zorunlu kılar. Bu meselenin bütün izahı budur. Benim görüşüm şudur:
Allah Teâlâ’nın emri gelince, emrin amiri
Emrin ait olduğu kimsenin tevhididir
Ortak koşma sakın şirk bir zulüm Bu zulüm
her yönden yasaklanmış
Bilgiyle kalpler hayat bulduğu gibi
ruhlarla bütün cisimler hayat bulur. Bu nedenle bilgi ‘ruh’ diye
isimlendirilmiştir. Melekler onunla kulların kalplerine inmiş, kullar onu
karşılamış, kalpler -bir vasıta olmaksızınonunla hayat bulmuşlardır. Ruhun
aktarılmasına ve vahyedilmesine gelirsek, bu durum ‘İşte
bu şekilde sana emrimizden bir ruh vahyettik,20S ayetini
verebiliriz. Meleklerin onu kulların kalplerine indirmesine gelirsek, bu durum ‘Melekler
onun emriyle dilediklerin kullara ruh indirirler'209 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh
melekler gaybı öğreten muallim ve üstatlardır ve kendilerine indikleri
kimseler onları görür. Meleğin kendisini aktarması/ilka veya Allah Teâlâ’nın
vahyetmesiyle bu ruh kalbe indiğinde, indiği kalp onunla hayat bulur. Böyle bir
kalbin sahibi müşahede ve vecd sahibidir, fikir ve tereddüt sahibi olarak kalmaz.
Veya kuşkuya maruz kalıp sahibini kesinlik derecesinden ‘teorik bilgi’ düzeyine
indirecek bir bilgi sahibi değildir. Öyleyse seçilmişalim-kul, ya yükselir ve
görür veya bulunduğu yerde kendisine ‘ruh’ indirilir.
Yükselmek ayetleri görmek için Zat
müşahedesinde muhakkikin niteliği
Şimdiki zaman fiiliyle bak, varlığını
görürsün Maziye bak, geleceği gösterir
Kuşkusuz varlık kendinde kanıtlı Bizzat
kendi varlığıyla, her halinde
Dirilerde hayat sürekli görülür Mazi ve
gelecek, ölülerle beraber
Mazeret beyan eden birisi onlar adına
şunu ileri sürebilir: İnsan-ı kâmilin surete göre yaratılmış olmasının faydası
nedir? Şöyle deriz: Bunun faydası, fiillerin ve bütün yaratılmışların O’ndan
zuhur etmesidir. Bununla birlikte insaıı-ı kâmilin hakikati Allah Teâlâ
katında O’nun kulu olarak sabittir. Çünkü ilahi emrin sonu, Hakkın kul ile
beraber olması, onun görmesi ve hatta bütün güçleri olmasıdır. Allah Teâlâ
kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Onu seversem, onun görmesi, duyması ve eli
olurum.’ Burada ‘onun’ zamiriyle kul olarak kendisini var saymıştır. Onun
rabliği söz konusu değildir. Kuldan, kul vasıtasıyla ve kul üzerinde ortaya çıkan
şeyleri ise kula değil Allah Teâlâ’ya ait saymıştır. Bu haber, vardığımız görüşü
desteklediği gibi bize karşı delil getirmeye kalkarsa bu ifade onların
aleyhinedir. Nitekim sen de delil getirmek istedin. Hâlbuki onlar böyle bir
hadise sahip değillerdir. Bu bağlamda peygamber sözünden daha üstün bir şey
olmadığı gibi bilhassa bu üstünlük kutsi hadislerde geçerlidir. Şöyle
diyebilirler: İmkân bize söylediklerimizi söyletmiştir. Şöyle deriz: İmkân vehmin
bir hükmüdür, hem Allah Teâlâ hem de mümkün olarak isimlendirilende akledilir
(makul) bir anlam değildir. Çünkü mümkün denilen şey ancak tercih edilince
mümkün olarak bilinir. İhtiyar durumu ise tercih yokken düşünülebilir ki böyle
bir şey akla göre vaki değildir. Fakat vehimde bu durum gerçekleşebilir. Vehim
ise var olmayan bir hükümdür. Öyleyse sadece zatı gereği zorunlu olan vardır.
Şu halde Hakkın eşyadaki meşiyeti tektir.
Hakkın sadece meşiyeti var Tektir o, onu
ikileyen bir ortak yok
İhtiyarı var saymak imkânsız Zikredilse,
imkân onu bilir
Mümkünün yapısı sürekli tercih halinde Allah
Teâlâ hal ile kendini gizlemiş onda
İmkânı teorik olarak bilmemiz imkânsız
Mümkünlerde; onları Allah Teâlâ gizler ve izhar eder
İmkân ortadan kalkınca ihtiyar da ortadan
kalkar ve geride sadece tek hakikat kalır. Çünkü ilahi meşiyette eşya hakkında
tek şey bulunur. Dolayısıyla eşya da iki hükümden belli bir hüküm üzerindedir.
Öyleyse iş imkânı benimseyenlerin zannettiği gibi değildir. Sadece Hakka ait
bir Hakk ve halka (yaratıklar) ait bir hakkın olduğu sabittir. Bu bağlamda
Hakkın hakkı O’nun rabliği iken yaratıkların hakkı onların kulluğudur. Hakkın
özelikleriyle zuhur etsek bile, biz kullarız. Bizim niteliklerimizle zuhur
etse bile O da bizim Rabbimizdir. Çünkü muhakkiklere göre nitelikler,
kendisiyle nitelenende tesire sahip değillerdir ve bu nedenle mukabilleri
geldiğinde -varlığın cevheri ortadan kalkmadannitelikler ortadan kalkar.
Nitelikler var iken de yok iken de cevher vardır. Bu bağlamda oturan kendi cevheri
bakımından ayaktakinin aynıyken hükmü bakımından aynı değildir. Ayaktaki insan
otururken ayakta olamayacağı gibi oturan da otururken ayakta olamaz.
Hakk sadece işin kendinde bulunduğu
durumu irade eder. Öyleyse Hakkın eşya hakkmdaki meşiyet ve iradesi, onların
kendiliklerinde bulunduğu durumun ta kendisidir. O halde hüküm ortadan kalkar.
Çünkü meşiyeti işin kendinden farklı kabul edersen, ya işe tabi olmalıdır ki
böyle bir şey imkânsızdır veya iş ona tabi olmalıdır ki bu da imkânsızdır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İş her ne olursa ölsün kendisi nedeniyle bir iştir
ve o değiştirilmeyi kabul etmez. Öyleyse iş, kendinden başka olan bir meşiyede
irade edilmiş değildir. O halde meşiyet o işin ve şeyin kendisidir; ne tabi ne
metbu vardır! Artık vehimden kurtulmalısın. Çünkü vehmin nefs üzerinde büyük
bir etkisi ve otoritesi vardır ve bu sayede nefs ile selim aklın verdiği sahih
bilgi arasına girer.
Bu menzile girmem, onun âlemlerine
yükseltilmemle birlikte oldu ve âlemleriyle menzile istidlal ettim. Çetin zorluklara
göğüs germenin ardından menzile ulaştım. Menzile girdiğimde, içerdiği
tehlikeler nedeniyle onda tasarruf bana çetin geldi. Menzil, kendinde hiçbir
genişliğin bulunmadığı karanlık bir menzildi. Onda ayaklarımın hissiyle ağır
ağır yürüyordum ki herhangi bir uçuruma düşmeyeyim. Ayaklarım hissettiğim fakat
görmediğim bir yerde sabit olunca, bu kez ayağımı başka bir yere taşıyordum.
Ayağım bir boşluğa düşünce, orada bir tehlikenin olduğunu anladım. Bunun
üzerine ayaklarımı sağdan ve soldan takip ederek yürüyordum, en sonunda ayağımı
sabit kılacağım bir yer buldum. Ben ise diğer ayağımın üzerine dayanmıştım. Bu
karanlık içinde bir mekândan ötekine böyle hareket etmekteydim ve gözümün
ışığına bitişecek dışarıdan bir nur olmadığı için hiçbir şey görmüyordum.
Böylece hakkında tasarrufta bulunduğum şeyin değerini anladım. Bir tehlike
üzerindeydim: Yolda bana saldırıp eziyet verecek bir hayvanın olup olmadığını
bilmiyordum; farkında olmadan ve hissetmeden acıyla karşılaşabilirdim. Bununla
birlikte içimden konuşuyor ve şöyle diyordum: Her halükarda karanlıktayım ve
oturmam veya ayrılmam durumu değiştirmeyecek. Ben oturunca bana eziyet verecek
bir hayvanın bana gelişinden emin kalamam; hareket edersem, yine bana eziyet
verecek bir hayvan veya içine düşeceğim bir tehlikeden emin olamam. Öyleyse
tasarruf halinde sabit sebat, benim için en umudu iştir ve bu nedenle bir fayda
talebiyle onu oturmaya yeğledim.
Ben böyle düşünürken, dışarıdan
ansızın bir lamba ışığı suretinde şeriat nuru çıkageldi. Arzular onu titretemiyordu,
çünkü o bir korunak, yani mişkat içindeydi. Onun mişkatı Peygamberdi ve
peygamber kendisini söndürecek arzulardan korunmuştur. Bu lamba kalbinin
‘zücacesi’ içindeydi, bedeni ise lambaydı ve dil de tercümanıydı. İlahi yardım
ve imdat onun yağı; ağaç ise imdadın mertebesiydi. Gözün nuruyla dıştaki nur
birleşmiş, yoldaki tehlikeleri ve zararlı havanları onunla aşmış, korkulan ve
sakınılan her şeyden uzak kalmış, tehlikelerin ve zararlı hayvanın bulunmadığı
beyaz bir yere ulaştık. Yine bize bir hayvan saldırmış olsaydı, geniş olduğu ve
iş kolaylaştığı için kendimizi koruyabilirdik. Ayrıca o hayvanların
verebileceği zararları engelleyen korunaklar, engeller yoldaydı. ‘Allah
Teâlâ kim için bir nur yaratmamışsa’210 ayeti buna işaret eder. Bu lamba
ortaya çıkınca, bir daha sönmedi ve kaybolmadı. Kim ondan yüz çevirir ve
kendine bakmazsa, zatının karanlıklarında kalır ki bu karanlık onun
karanlığıdır. Böyle bir insan, lambadan yüz çevirmesi ve sırtını dönmesiyle
birlikte kendisine karşı suç işlemiş sayılır. Şeriatı terk eden ve kendi
düşüncesiyle hareket edenin durumu budur. O insan çalışırken sebat göstermiş
olsa bile, zatının karanlığı nedeniyle yolun zararlı hayvanlarının tehlikesiyle
karşı karşıyadır; tehlikeye düşmezse bile durum böyledir. Akıllı insan,
teenninin bulunduğu bir işte acele etmemeli ve Hakkın kendisine yöneldiği bir
işte ise yavaş hareket etmemeli, onu elde etmek için koşmalıdır. Akıl sahibine
aklın vereceği fayda budur.
Bu menzilde bir takım ilimler gördüm.
Bunlardan birisi, yitirilende elde edilenin bilgisidir. Böyle olmasaydı,
muduluğun onda ise eldekinin senin için yitenden üstünlüğü anlaşılmazdı; ya da
gayen o ise yitenin eldekinden üstünlüğü belli olmazdı. Hâlbuki o şey senin
adına meydana gelseydi, seni bedbaht yapar ve sen bunun farkında olmazdın.
Senin için iyi olan onun kaybolmasıdır, çünkü sen ancak onun kaybolmasıyla
mutlu oldun. Böyle bir şey Allah Teâlâ’nın Mutlu ettiği kimseler içindir ve bu
durum cBir şeyi nahoş bulursunuz, o şey
sizin için iyi olur, bir şeyi seversiniz, o şey sizin için kötü olur, Allah
Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz’211 ayetinde belirtilir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberlik görevinden önceki hayatı
hakkında aktarılan bir rivayet de bu konuyla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem çölde koyun güdüyordu, gençlerin eğlencesine katılmak üzere
Mekke’ye gitmek istemiş. Bir arkadaşını kendilerini gözetsin diye sürünün
başına bırakıp Mekke’ye girdiğinde, Allah Teâlâ kendisine bir uyku göndermiş ve
bu uyku onun Mekke’ye girmesine yol açan maksadına ulaşmasını engellemişti.
Uyanınca hemen sürüsünün başına dönmek istemiş ve Mekke’ye gitme maksadına
ulaşamadan şehirden ayrılmış. Bu uyku vesilesiyle Peygamber farkında olmadan
korunmuş ve sakınılmıştı. Bu bağlamda darb-ı mesel yoluyla şöyle denilir:
Yitirmek de bir korunma türüdür.
Bu menzildeki ilimlerden birisi de
fiillerin birliğinin bilgisidir. Bu konu hakkında görüş ayrılığı bulunan bir
meseledir. Bu bağlamda bazı kimseler fiilleri Hakka ait sayarken bir kısmı
yaratıklara ait sayar. Öyleyse her iki grup için de fiiller bir kimseye ait
olmalıdır. Bu konuda görüş ileri sürenlerin bir kısmı gizli bir şirke maruz
kalır ki bunlar kesbi kabul edenlerdir. Keşfin genel olarak giremediği ve ancak
vehbi yolla öğrenilecek hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, idrak
sahibinin idrak edilen şeyin kendinde bulunduğu duruma göre zatıyla idrak
edebileceği bilgilerdir. Söz konusu şey duyulara sahip ise, duyular zorunlu
olarak onun için zati olmalıdır ki, yoksa idrak sahibi bu durumda duyuların
bulunduğu bir yer değildir. Söz konusu kimse duyuların kendisine nispet
edilemeyeceği birisiyse, onun da duyulurları idrak etmesi tıpkı duyu sahibi
gibi zatıyla gerçekleşir. Bununla birlikte söz konusu şeylerin böyle birisi
için ‘duyulur’ oldukları söylenemez, çünkü onun duyuları yoktur. Öyleyse
duyulurlar duyuya sahip olmayan kimse için ‘bilinen’ şeylerdir. Duyular bilgiye
ulaştıran bir yoldur. Gaye bir şeyi bilmektir, yoksa bilginin nasıl
gerçekleştiği gaye değildir. Kör bir insanın -görme gücünü yitirmiş olmasına
rağmenrenkleri ayırt edebildiğine tanık oldum. Allah Teâlâ onun görme gücünü
dokunma duyusuna vermişti ve o da dokunma gücüyle görmekteydi. Ulûhiyetinde
Hakkın kendisini birlemesini öğrenmek bu menzildeki ilimlerden biridir. Bunu
hangi dille öğrenebilirim? Kendisini anlamanın da takip edeceği şekilde, bu
ilahi bildirimi duyacak olan kulak nedir? Duymayı bir anlama takip etmezse,
acaba duymanın gerçekleştiği veya gerçekleşmediği söylenebilir mi? Hayvan
insanın mertebesi nedir? Onun kuvve haliyle insan-ı kâmiFde fiil halde bulunan
hususlarda insan-ı kâmille yarışması bu menzilden öğrenilir. İnsan-ı kâmilin
hayvan insandan ancak hüküm itibarıyla ayrıştığı bu menzilden öğrenilir. Çünkü
hayvan insan da hayvanların rızkıyla beslenir. İnsan-ı kâmil için bu rızık
olduğu gibi buna ilave rızıklar da vardır. Çünkü kâmil insanın hayvan insanın
kendisine ulaşamayacağı ilahi rızkı vardır. İlahi rızık, insan-ı kâmilin
kendisiyle beslendiği ve hayvan insan adına meydana gelemeyecek tefekkür ilimleri
ile zevk ve sahih düşüncedir.
Bu menzilde Allah Teâlâ’nın
kendilerini sebeplere yönlendirmekle âlemdekilere dönük rahmetinin bilgisi
bulunur. Allah Teâlâ onlar için yarattığı rızıkları sebepler vesilesiyle
yaratmıştır ki, sebepleri kabul ederken bir mazerederi olsun! Kim sebepleri Allah
Teâlâ yarattığı için kabul ederse, ibadet sahibidir; kim onları Allah
Teâlâ’nın emri nedeniyle kabul ederse, sebeplerle ilişkisinde ibadet
sahibidir; kim sebepleri aklıyla kabul ederse, mümin olsa bile, (gizli) şirk
içindedir. Her mümin Allah Teâlâ’nın verdiği basireti ve müşahedeyle O’nu
birleyen değildir! Mubahın şeriadardaki yeri ve tanımı, bu menzilden öğrenilir.
Onlar mubahı kendisinde ecir ve günahın bulunmadığı şey diye tarif etmiştir. Bu
tanım doğru mudur, değil midir? Mubahın yapılmasında ve terkinde ecir var
mıdır? Ona Allah Teâlâ’nın fiillerinden hangisi bakar? Mubah nedeniyle Allah
Teâlâ hakkında verilen hüküm nedir? Çünkü Allah Teâlâ’ya nispet edilen
ihtiyarın dışında hiçbir şey mubaha benzemez. İhtiyarın ve seçimin tanımına göre,
mubah ile Allah Teâlâ arasında irtibat sabit değilse, mubahın tanımına göre
mubah da sabit olmaz. Çünkü ilahi mertebede (ona kaynaklık edebilecek) öyle bir
şey yoktur. Yaratılmışın bilgisi, onun bilgisinin sınırlı olması ve kendisini
bilmede mutlaklıkla nitelenmemesi bu menzilden öğrenilir; mutlaklık Hakkın
özelliklerindendir.
Doğaların kendilerinden oluşan
kimselerde farklılaşması bu menzilden öğrenilir. Doğası olmayan kimsede onlar
neye göre farklılaşır? Doğası olmayanda bir farklılık hükmü bulunmasaydı,
doğada farklılık ortaya çıkmazdı. Aynı zamanda doğada farklılık olmasaydı,
doğalardan oluşan şeyde bir farklılık bulunmazdı. Bu durum, tek cevher ve tek
hükümde garip bir bilgidir. Farklılık kabiliyeder nedeniyle bilfiil ortaya çıkmıştır
ki, bu farklılık tekil cevherde kuvve halinde bulunur.
Alemin kendisinden istifade edilen
hususta birbirine dayanması, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o şey
olmaksızın buna güç yetirebilir. Bilgisi çok olanın az olan kimsenin
karşısındaki yeri, bu menzilden öğrenilir. Bilgisi az olanın bilgisi çok olan
karşısındaki yeri veya çokluktan olmaksızın bilgisi az olanın durumu, bu
menzilden öğrenilir. Bununla birlikte şeref ve üstünlük bir kısmında bilginin
azlığında olabilir. Allah Teâlâ peygamberine bilgide artışı istemesini niçin
emretti? Artış çokluk demektir. Bilgisini malumattan elde eden kimse, bunlar
çok olsa bile, bilinenlerin birliği nedeniyle -ki bu birlik Hakkın birliğine
delildiryine de tek bilgi sahibidir. Pek çok bilinen içinde birden daha azı
yoktur. Her bilinenin mücmelliği bir birliktir ve o birlik Allah Teâlâ’yı
bilence bilinir. Bu meseleye dikkat çeken tek kişi İbn esSeyyid
el-Batalyusî’dir. O, sözlerinden anladığımıza göre, insanın âlemdeki değeri
yükseldikçe bilgilerinin azalacağına dikkat çekmişti; değerini yitirip aşağı
indikçe, bilgileri artar. Bilgi derken, fiilleri bilmeyi kastetmekteyim.
‘Bilginin azlığı’ derken de müşahede yoluyla zatı bilmeyi kastetmekteyim. Onun
görüşü Pisagorcuların görüşüydü. Onlar sayıca birliği kabul eden ve onu Hakkın
birliğine delil yapan kimselerdir. Akılcılardan bir grup da öyle
düşünmektedir. Dünya ve ahirette kaybolmayan sabit bilgi de bu menzilden
öğrenilir.
Gerçeği akılla araştıran kimseye
karşı delillerin ortaya konulması, bu menzilden öğrenilir. Sadece Allah
Teâlâ’ya nispet edilebilecek hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi sahibi
bilir ki, Allah Teâlâ’dan başkasına nispet edilemeyecek bir şeyi başkasına
nispet etmek kişinin Allah Teâlâ’yı bilmeyişine delildir. Bütün varlıkların Allah
Teâlâ’nın kendileriyle nimet verdiği ilahi nimet olması bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kendisiyle kendisine nimet verdiği kimse bu
menzilden öğrenilir. Nimet verilen bu kimse nimetlerden birisi midir? Bu
durumda nimet, nimet alanın kendisidir, bunu bilmelisin! Hayattaki ölüm ve
ölümdeki hayat, bu menzilden öğrenilir. Ölümsüz diri ve yaşamayan ölü kimdir?
Ölüp dirilen ve ölmeyen ve dirilmeyen kimdir? Alemde inkârın varlık sebebi bu
menzilden öğrenilir. Bu inkâr ilahi mertebede neye dayanır? Allah Teâlâ’nın
yasakladığı bir davranışı işleyen kuluna ‘Sana
isabet eden kötülük kendindendir’212 demesi, bu fiilin Allah Teâlâ’ya
nispetini yasaklayan ilahi bir inkâr mıdır? Acaba maruf olduğu halde niçin
münker diye isimlendirilmiştir? Başka bir ayette ‘Onlar
marufu emreder’213 buyurur.
Maruf, işin ve gerçeğin bilindiği halindeki durumdur. ‘Ve
münkerden alı koyarlar.’214 Bu ise belirsiz olduğu için kişice
bilinmeyen bir şeyi emretmektir. Münker terk edilmesi emredilen bir şeyi yapmak
veya yapılması emredilen bir şeyi terk etmek demektir. Bu nedenle insan bir işi
yapmak veya ondan uzak durmakla memur olduğunu bilmeden, bir şey ‘münker’ diye
isimlendirilemez ve zaten bu nedenle ona ‘münker’ denilmiştir. Kul için yapıp
yapmamada bir seçim ve irade meydana gelip iki taraftan birisini tercih etmesi
mümkün olmadığında, ‘münker’ diye isimlendirilir. Çünkü bazı durumlarda böyle
bir fiili Hakka nispet ederse, edebe aykırı davranmış olur. Böyle bir davranış
duyusal veya akli veya rivayede gelen delille çelişir ve bu nedenle söz konusu
amelden ‘bilinme/marifet’ özelliğini soyudayarak kendisini belirsizliğe izafe
eder. Münker kınanan bir fiildir, övülen değil!
Allah Teâlâ’nın kibirliyi kınaması,
bu menzilden öğrenilir. Büyüklük Allah Teâlâ’nın bir niteliğidir ve Allah Teâlâ
kendisine karşı büyüklenme duygusunun insan kalbine giremeyeceğini
belirtmiştir. Bununla birlikte yaratıklara karşı büyüklenme duygusu kalbe
girebilir. (Ateşte) Kendisinden izale edilecek husus budur ve daha sonra
cennete girer. Çünkü cennete kalbinde Allah Teâlâ’dan başkasına karşı zerre
miktarı kibir bulunan kimse, kalbinden kibir silinene kadar, giremez. Allah
Teâlâ’ya karşı büyüklenmeye gelirsek, böyle bir şey zaten imkânsızdır, çünkü Allah
Teâlâ kalpleri kendisi karşısında tevazu özelliğinde yaratmıştır. Bazı
şahıslarda yine de Allah Teâlâ’nın emrine karşı büyüklük duygusu ortaya
çıkabilir. Böyle bir durumda emir, vasıtalarla gelen emirdir ve vasıta Allah
Teâlâ’dan aktaran elçilerdir; yoksa Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük olmaz.
Muhtaçlığın zati niteliği olduğu bir yaratılmışın Allah Teâlâ’ya büyüklenmesi
mümkün değildir. İnsanın ise zatını bilmemesi mümkün değildir.
Bu menzilde yer alan ilimlerden
birisi de güzelin bilgisi, kefalet ve hakkın borçludan kefile intikali ve
borçlunun artık borçtan kurtulmasının bilgisidir. İnsanın emanet nedeniyle
cezalandırılmasını gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. Teslim ve havale bu
menzilden öğrenilir. Yaratıkların hallerinin ölümdeki farklılığı bu menzilden
öğrenilir. Bunun sebebi nedir? Niçin doğdukları gibi fıtrat üzere canları
alınmaz? Onları fıtrattan uzaklaştıran nedir? En azından bir kısmını fıtrattan
çıkartan nedir? Fıtratın kendisi nedir? Acaba ondan çıkmak mümkün müdür, değil
midir? Allah Teâlâ’nın insanlara karşı söz alırken yaratıklarına dönük rahmeti
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları babalarının bellerinden aldığında,
onları kendileri hakkında rabliğine şahit tutmuş, onlar da sen bizim
Rabbimizsin demişlerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ onları kendileri için
koruyaraktevhidine şahit tutmamıştır, çünkü Rab onların içinde kendisine ortak
koşanlar bulunacağını bilir. Büyük kıyamet gününde ise Allah Teâlâ’ya ortak
koşulan şey ortak koşandan uzaklaşır.
Kıyamet günü delillerin karşılıklı
sunulması, bu menzilden öğrenilir. Yetkin delil ile eksik delil arasındaki
fark bu menzilden öğrenilir. Burası insana ‘Yaptığından
sorulmaz, onlar ise hesaba çekilir’215 denilen
yerdir. Allah Teâlâ’dan tebliğ eden varis ve resullere gereken özellikler, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın emrinden verilen şey, bu menzilden öğrenilir.
Sakınılan şey bu menzilden öğrenilir. Onların bu konudaki hükümleri -delile
dayalı olarak veya olmayarakbu menzilden öğrenilir. Akla göre imkân dahilinde
olsa bile, değişmenin gerçekleşmeyeceği hususlar bu menzilden öğrenilir.
Akılların delilleri nasıl neshe konu olur? Nitekim şeriat delillerinde de nesih
gerçekleşir. Allah Teâlâ’ya karşı hüküm dayatmak bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ ehlinden herhangi birisi için bu durum Allah Teâlâ’nın emri olmaksızın
caiz midir, değil midir? Allah Teâlâ âlemde var ettiği şeyi nasıl var eder?
Nahoş bir şeyin ve zararın uzaklaştırılmasında Allah Teâlâ’ya dayanmak ile
nimederin nimet verilende baki olmasını sağlamak üzere Allah Teâlâ’ya dayanmak
aynı şey midir? Bu iki itimadın dayanağı hangi ilahi isimdir? Gereğini yapana
muduluk veren bilgiyi isteyenin niteliği bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’nın dünya hayatında güvence verdiği kimsede korkuyu gerektiren sebep bu
menzilden öğrenilir. Bu korkunun ondan ahirette kalkması ve güven gerçekleşmişken
ilahi cezalandırma tarzlarının farklılığı bu menzilden öğrenilir. Şahıslardan
var olan suretlerin taşınması, bu menzilden öğrenilir. Onlar taşınırken Allah
Teâlâ’nın yüzünü ve zatını talep ederler. Bu suretlerin şahıslarla ilişkisi, ışığın
yönelişi ve dönüşü veya bazen sağında ve solunda iken şahıslarıyla hareket eden
gölgelerin ilişkisi gibidir.
Hakkın mecmuda (sıfadarıyla birlikte)
ilah edinilmesinin nefyi bu menzilden öğrenilir. Toplam olmaksızın ilah
edinilir mi, yoksa edinilmesi geçerli değil midir? Bu görüşün dayanağı Hakkın
bizatihi ilah olmasıdır, O ilah edinildiği için ilah değildir. Bunu bilmelisin!
Dinde Allah Teâlâ’ya ve kula ait husus, bu menzilden öğrenilir. ‘Dikkat
ediniz! Halis din Allah Teâlâ’ya aittir’216 ayeti bu konuyla ilgilidir.
Meşakkatin girdiği dindarlık Allah Teâlâ’ya ait midir? Çünkü Allah Teâlâ ‘Dinde
size güçlük çıkartmaz’217 buyurur. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ kolaylık diler, güçlük dilemez’218 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’nın dini kolaydır’ der. Başka bir hadiste ise
‘Müsamahakâr haniflik ile gönderildim’ der. Bir ayette ‘Doğru
din O’na aittir’219 buyurur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu dinle yarışana din galip gelir’ demiştir. ‘Allah
Teâlâ herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutar.’220 Çünkü Allah Teâlâ insanı ancak güç
yetirebileceği şeyle yükümlü tutar.
Nimederin Allah Teâlâ’ya iadesi bu
menzilden öğrenilir. Sıkıntının görülmesinin insana baskın gelmesinin nedeni
bu menzilden öğrenilir. Bela karşısında zorlanma nedeniyle bu durum sıkıntıda
bulunan nimeti görmek ile insan arasında bir perde olur. Ömer b. Hattab’ın
makamı buydu. O bela nimetlerini belada görür, sabır ve şükrü aynı anda yerine
getirirdi. Böylece Ömer bir anda iki amel sahibiydi. Nimederle aldanma bu
menzilden öğrenilir. İçinden bir bilgiye sahip olduğunu zannettiği halde, Hakka
karşı bilgisizlikle davrananın hükmü bu menzilden öğrenilir. Soyudanma bilgisi
bu menzilden öğrenilir. Fetva verenlerin ve fetvaların özellikleri bu
menzilden öğrenilir. Müftü ne zaman fetva verir? İstendikten sonra mı, yoksa
fetva istenmeden de fetva verir mi? Müftü imamın iznine muhtaç mıdır, değil
midir?
Varlıklar hakkında teorik güçlerden
bilgilerin çıkartılması ve ayrıntıları bu menzilden öğrenilir. Vahyin türleri
ve çeşideri, peygambere uyan velilere özgü olanlar ile peygambere ortak
olunmayan vahiy bu menzilden öğrenilir. Bütün bilinenleri ihata bu menzilden
öğrenilir.
Acaba onları bilen kimdir ve onun
özelliği nedir? Sıfatların derecelenmesi neye döner? Ruhani rızıklar bu
menzilden öğrenilir. Kullanıldığında kalpleri diri eden rızık ile kalpleri
öldüren rızkın ilişkisi nedir? Çünkü ölüm bazen açlıktan olurken bazen tokluk
ve doymadan meydana gelebilir. Kendisinden doyulan rızık nedir, doyulmayan
rızık nedir? Bütün âlemin kendisinde eşit olduğu rızık nedir? Âlemin bir kısmına
özgü rızık nedir? Rızık vereni bilmek ve O’nun ibadet edilmeye Hakk sahibi
olması bu menzilden öğrenilir. Çünkü rızık alan rızka muhtaçtır.
Hareket ve durağanlık bu menzilden
öğrenilir. Makama layık olan harekedi midir, sakin olan mıdır? Hareketli olanın
ve sakinin olanın muhakeme olduklarındaki zevk yoluyla işi bilen karşısındaki
durumu bu menzilden öğrenilir. Onlar hakkında verilen hüküm nedir? Rızık sahibi
onu toplayan mıdır, yiyen midir? Lokman Hekim oğluna yaptığı tavsiyede şöyle
der: ‘Ey oğlum! hardal tanesi kadar bir şey olsa ve bir taşın
içinde veya göklerde veya yerde olsa, Allah Teâlâ onu getirir,’221 Hâlbuki
‘ona gider’ dememiştir.
Adalet ve hakların ödenmesi bu
menzilden öğrenilir. Bildikten sonra unutma, bu menzilden öğrenilir. Öyle ki,
kişi unutmuş olduğu şeyi daha önce bildiğini bilmez, el-Vaki ilahi ismi ve
tıpkı Rezzak gibi âlemdeki suretlerinin farklılığı bu menzilden öğrenilir.
Görme esnasında müşahede sahibinin halinin farklılığı bu menzilden öğrenilir.
İnsanların üzerinde bulunduğu şeye davet edip Hakkın davetçisi olmak bu
menzilden öğrenilir. İlahi emirler bu menzilden öğrenilir. İhsan eden ve ihsan,
bu menzilden öğrenilir. Nesepler bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbiniz tektir, babanız tektir, Arabın Aceme veya
Acemin Araba bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvaya bağlıdır. Allah Teâlâ
neseplerinizi ortadan kaldırdı. Takva sahipleri nerededir der. Allah Teâlâ
şöyle der: Allah Teâlâ katında en üstün olanınız en takva sahibi olanınızdır.’
Takva sahibi Allah Teâlâ için siper olan mıdır, yoksa Allah Teâlâ’yı siper
edinen midir? Bunun adamları olduğu gibi ötekinin de adamları vardır. Yemin bu
menzilden öğrenilir. Onun kısımları ve yemin edendeki hükümleri, bu menzilden
öğrenilir. Yeminin tarzı ve bu konuda Allah Teâlâ’ya ve kula ait kısımlar, bu
menzilden öğrenilir. Dünyasında peşin cennet için çalışan alimin durumu bu
menzilden öğrenilir. Hali düşük olsa bile böyle birinin kendi içindeki nimeti
nimederin en büyüğüdür. Kuran’a müdahale bu menzilden öğrenilir. Bununla
birlikte o Allah Teâlâ katında korunmuştur ve Kuran’da tahrif olmaz veya diğer
indirilmiş kitaplardaki gibi değiştirme gerçekleşmez.
Neshin mahiyeti bu menzilden öğrenilir.
Müşahedeye dayalı olarak, zahiri batınına muhalif olanın durumu bu menzilden
öğrenilir. İnsanın nefsine saygı duyarak kendini öldürmekten uzak durması bu
menzilden öğrenilir. Nefsine saygı duymasının nedeni, Hakkın nefsi yüceltmesi
ve intihar edene cenneti haram kılmasıdır. Bununla birlikte insan cehenneme
hayvani nefsiyle girer, çünkü orası nefs-i natıka’nın girebileceği bir yer
değildir. Nefs-i natıka cehenneme ışık yaysaydı, hiç kuşkusuz nuru daha güçlü
olduğu için onun alevi sönerdi. Nefsini öldüren, yani intihar eden ise, yakın
komşu hakkı nedeniyle kendi bedeninin hakkını üstün tutmuş ve bu sayede
nefsiyle mülkü arasına girmiş demektir. Nefsinin dışındakiler ise nefse ait bu
özel yakınlıktan daha uzaktır. Helal ve haram kılınan şeyler, bu menzilden
öğrenilir. Acaba bir şey kendisi nedeniyle mi helal veya haramdır? Yoksa belli
kişide veya şeydeki özel durumlar nedeniyle mi haram kılınmıştır? Şeriatın
dili olan peygamberin diliyle veya fakihler gibi şekilci alimler olan
müçtehitlerin diliyle Allah Teâlâ’dan başka helal veya haram kılan yok mudur?
Hallerin başkalaşması nedeniyle ilahi yönelmenin başkalaşması, bu menzilden
öğrenilir. Güçlünün bir cemaatin yerini alması bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’ya davet eden alim ve ariflerin muhatapları karşısındaki siyasetleri, bu
menzilden öğrenilir. Hangi türde olursa olsun ve ister kınanan ister övülen
kısımlarda olsun, benzerle cezalandırmak, bu menzilden öğrenilir. İlahi
beraberlik bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Cömertlik Hâzinelerinin Anahtarlarının Menzilinin
Bilinmesi
Kavmim dedi diye ben
de söyledim Ben derken, kadehler dönüyordu
Kadehleri döndürene dedim
Sevgilim o şarabım
onun etrafında döner
Sonra dediler
sevgili ne diyor?
Kalplerin ödünç
verildiği İlah hakkında
Kerimin dili sana
mal verir
Sonra isteyerek
gelir ve hayrete düşersin
Kerem O’ndan İhsan ve fazilet O’ndan
İhtiyar sahibinden
sonra hüküm sanadır Dilersen dersin ki sana ait değilsin
Dilersen zıddını
dersin, kıskançlık yok Bütün bunları sana ihsanıyla mubah kıldı Cebir de onda
zorunluluk hükmü. de
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki, olabilecek âlemlerin en mükemmeli olan bu âlemde Allah
Teâlâ’nın yarattığı her şeyin cömertlik hâzinelerinde benzerleri vardır. Bu
hazineler Allah Teâlâ’nın kürsüsündedir ve hâzinelerin içerdiği benzerlerin
fertleri sonsuzdur. Her türden benzerler, dünya ve ahirette var olmayı
sürdürür. Bunun nedeni, hangi tür olursa olsun, türün her bir zaman biriminde
bekasını temindir. Arkadaşlarımız bu insan türü hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Dünyanın sona ermesiyle insan türünün bireyleri de sona erer mi?
Keşfi olmayanlar sona vereceğini söylerken keşif sahipleri sona ermeyeceğini
ileri söylemiştir. Onlara göre insan türü içinde ahirette de doğum zikredeceğimiz
surette dişi ve erkeğin cinsel ilişkisine benzer şekilde sürer.
Üreme de, Âdemoğlu olan her iki
farklı cins arasında devam eder. Allah Teâlâ cennetlerde hurileri insan
suretinde yaratmıştır, fakat onlar insan değillerdir. Dolayısıyla her iki
sınıfın üremesi kendi türleri arasındaki cinsel ilişkiyle gerçekleşir. Onlar
bir zaman biriminde cinsel ilişkiye girer. Erkek yanındaki bütün kadın ve
hurilerle -birini öne alma veya arda bırakma olmaksızıncinsel ilişkiye girer.
Bu durum kesilmeyen ve yiyip tadını almaya rağmen kaybolmayan cennet
dallarındaki meyvelere benzer. Erkek hurilere yaklaştığında veya insan dişiye
yaklaştığında, her defasında değeri takdir edilemeyen şehvet ve haz duyar.
Dünyada onu tatmış olsaydı, tadının şiddetinden bayılırdı. Her defasında kendinden
kışkırtıcı bir koku ortaya çıkar. Bu koku erkekten çıkar ve kadının rahmi onu
alır ve hemen orada her defasında bir çocuk doğar. Bu çocuğun doğumu iki cinsel
ilişki arasındaki sürede meydana gelir ve kadından çıkan nefesle birlikte
doğal-soyut bir ruh olarak doğar. İşte cennette iki farklı ve benzer cins
arasındaki beşeri-ruhani doğum böyledir ve iş böyle sürer. Anne ve baba
kendilerinden bu cinsel ilişki yoluyla doğanları görür. Onlar Beyt-i mamur’a
girip geri dönmeyen melekler gibidir. İnsan türünün çoğalması böyledir. Bu
evlatların maddi nimetten paylan olmadığı gibi manevi nimet makamına da
ulaşmazlar. Onların nimetleri uykusunda rüya görenin nimetlenmesi gibi berzahta
gerçekleşir. Bunun nedeni doğal yapıdır. İnsan türü üremeye devam eder fakat
zikrettiğimiz şekilde devam eder.
Beşeri ruhların üremesine (tevalüd)
gelirsek, dünyada olduğu gibi ahirette de her iki sınıfın berzah özelliğine
sahip bir araya gelmeleri vardır. Bu (berzahı) durum uyuyan insanın eşiyle
cinsel ilişkiye girip ondan çocuk meydana getirmesine benzer. Kul bu makama
yerleştiğinde, ister dünyada ister ahirette olsun, erkek ruhu yönüyle
zevcesiyle ruhu yönünden bir ilişkiye girdiğinde, bu ilişkiden o ikisinin
arasında ‘ruhani çocuklar’ doğar. Bu doğanların hükmü, cisimlerde ve duyulur
suretlerde gerçekleşen maddi birleşmeyle meydana gelen çocukların hükmüyle bir
değildir. Maddi birleşmeyi ve nikâhı daha önce belirtmiştik. Böylece ruhani
çocuklar ‘saygın melekler’, hatta tertemiz ruhlar olarak doğar. Ruhların
üremesi böyledir. Bu üremenin bir berzah tecellisinden meydana gelmesi
gerekir. Bu tecellide Hakk sınırlı suretlere tecelli eder, çünkü berzah
cömertlik ve imkân bakımından en geniş mertebedir ve o iki denizin birleşim
yeridir: Birincisi mana diğeri duyulurlar denizidir. Duyulur olan mana
olamayacağı gibi mana da duyulur haline gelmez. ‘İki denizin kesişim yeri’
diye ifade ettiğimiz hayal mertebesi ise manaları bedenlendirirken cisimleri
latifleştirir. Kısaca gözde bütün bilinenleri değiştirir. Öyleyse hayal, hüküm
veren ve kendisi yaratılmış olsa bile hüküm altına girmeden tahakküm edendir.
Bununla birlikte hurilerin veya: Âdemoğlunun teneffussünden ortaya çıkan
nefes, cinsel ilişkinin nefesinden ortaya çıkan şeyin suretinden farklı olarak
ortaya çıkar. Bunu keşif sahipleri ayırt ederken ahirette onu dünyadaki keşif
sahipleri ayırt edebilir. Cennette cinsel ilişkiden meydana gelen yapının
sureti, Allah Teâlâ’yı zikreden nefislerinden meydana gelen suretlerin veya
meleklerin veya Allah Teâlâ’nın amellerin suretlerinden yarattığı meleklerin
yapısıyla birdir. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sahih
rivayetler vardır.
Kürsüyü hâzinelerin bulunduğu yer
saydık, çünkü dilde kürsü ‘bilgi’ demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nun kürsüsü
gökleri ve yeri kuşatır’222 der ki bilgisi kuşatır demektir.
Burada da durum aynıdır, çünkü oradaki hazineler, türlerin bireyleri ve
şahıslarıdır ve şahıslar sonsuzdur; sonsuz olan ise varlığa girmez. Binaenaleyh
varlığın sınırladığı her şey, sonludur. Öyleyse burada kürsünün ‘bilgi’ olması
gerekir. Çünkü O’nun bilgisi sonsuzu da içerir. Sözünü ettiğimiz kürsünün
göklerin üzerinde ve arşın altında bulunan kürsü olduğunu zannetme! Çünkü orada
bulunan kürsü sınırlı ve belirli parçalardan oluşan mevcut kürsüdür.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
kullarına ihsan ettiği en faziledi şey, bilgidir. Allah Teâlâ her kime bilgi
verirse, en değerli özelliğini ve hibesini ihsan etmiş demektir. Bilgi özü
gereği değerli olsa bile, onun malumundan kaynaklanan ve kendine dönen başka
bir üstünlüğü daha vardır. Çünkü bilgi her şeye ilişen genel bir niteliktir.
Anahtarlar ise hâzinelerin şerefiyle bağlantılı olarak şereflidir. Hazineler
sakladıklarının değeriyle orantılı olarak değer kazanır. Mevcut olan Hakk, var
olanların en üstünü, en yücesi ve en değerlisi olduğu gibi O’nu bilmek en
değerli bilgi, en azametli ve şerefli bilgidir. Sonra bu durum değer ve şeref
bakımından son bilinene kadar dereceli bir şekilde iner. Bir şeyi bilmek, onu
bilmemekten daha iyidir. Bilgini şerefi kendinden kaynaklanırken ikinci şeref
kazanılmıştır. Hazineler bilinenlerin türleri ve sınırldığına göre
sınırlanmıştır. Bununla birlikte onların ana kaynakları -sayıları çok olsa
bileiki hâzineye döner: Allah Teâlâ’yı bilmek ve âlemi bilmek hâzinesi. Bu iki
hâzineden her birisinin içinde başka hazineler vardır. Misal olarak zatı
bakımından aklen Allah Teâlâ’yı bilmek veya şeriata ve vahye bağlı bir idrakle
zatı yönünden O’nu bilmek, isimleri ve sıfadarı yönüyle O’nu bilmek, na’darı,
nispeüeri yönüyle O’nu bilmek birinci hâzineye dahildir. Bütün bunlar teorik
düşünce yönündendir. Vahiy yönünden bakarsak, bu yönden durum keşif yönünden
olduğu gibidir. Âlemi bilmekten ibaret olan diğer hâzinede de başka hazineler
bulunduğu gibi her bir hâzinede hazineler vardır. Birinci hazine imkânı
yönünden âlemin varlıklarını bilmek iken İkincisi zorunluluğu yönünden ve kendi
başlarına var olan cevherleri, olguları, renkleri, mertebeleri, mekân, zaman,
nispet, nicelik, konum, tesir, edilgenlik gibi vb. yönlerden âlemi bilmektir.
Dünyayı, berzahı, Mele-i ala’yı ve esfeli bilmek de bu kapsamdadır.
Allah Teâlâ’nın kendisini bilene
verdiği bu hâzinelerin ilk anahtarı, hadis veya kadim diye nitelenmeksizin,
genel anlamıyla varlığı bilmek anahtarıdır. Bu varlık neye göre ayrışır?
Kendisi nedeniyle mi, başkası nedeniyle mi? Bu başkası yokluktur. Öyleyse
varlık mevcudun kendinde zuhur etmesi demektir. Çünkü olumlama, olumsuzluk,
zorunluluk, imkânsızlık, varlık, yokluk cne varlık ne yokluk’ gibi
bütün hükümler varlıkla birlikte ortaya çıkar. Bütün bunlar, mahiyeti, kendisi
ve varlığı çokluğu ancak kendi hükmüyle kabul edebilen bir varlıktan meydana
gelebilir. Çünkü O’na dayanan hakikatlerin kaynağı O’nun varlığıdır. Böylece
O’nda çokluk (sıfadarın çokluğu) bulunduğunu söyleriz. Hâlbuki O birdir. Her
hakikatin bir ismi vardır, dolayısıyla O’nun isimleri vardır:
İsimlerim bedenlendi, çoğaldım ben
Görmedi başkası beni, ben görüyordum
hâlbuki
Ey başkadan söz eden! Nerede onun varlığı?
Nerede başkası? Kıskanç oldun sen
Kime karşı yüceldi veya izzet oldu, kimse
yok ki?
Hakk, Hakk ile onda Gafur oldu
Allah Teâlâ’ya yemin olsun, Allah Teâlâ
olmasaydı
El-Gani olmaz veya Gani fakir olmazdı
(âlemde değişme olmazdı)
Kime veya neye fakirlik ve zenginlik
bağlanır ki?
Varlığın kendine bağlı olduğu kimseye sor!
Cömertlik hâzinelerinin ilki
varlıktır ve Hakk sana bu hâzinenin anahtarını vermiştir. Bu durumda Hakk adeta
sana seni tanıtan ve böylece kendisini bildiğin kimsedir. Öyleyse sen ilk
bilinen, O ise son bilinendir. Buna mukabil sen son var olan, O ilk var
olandır. Çünkü sen var olmayan bir şeyi (madum) bilemezsin: bilmek görmek
demektir ve böyle olmasaydı bilgi olmazdı. İşte bu ‘hakkında
kuşku olmayan ve takva sahipleri için hidayettir’223 denilen haktır. Allah Teâlâ her
hâzineden kendi başına var olan (cevher) veya bir hakikatte var olan (araz)
veya bir hakikatte var olmayan şeyleri yaratmıştır. Burada ‘bir hakikatte
olmayan’ derken dışta nispederi kastetmekteyim, çünkü onlar var olan şeyler değillerdir;
hükümleri ise varlıkta hükümrandır. Onların kendi varlıkları olmadığı gibi
varlıkları hükme bağlıdır. Allah Teâlâ zikrettiğimiz şeyi yaratınca, sana
yöneldi ve seni dairenin iki ucunun sona ermesi için ‘kâmil’ olarak yarattı.
Böylece sen, son olsan bile, varlıkta ilkin suretiyle zuhur ettin. Alem seninle
Hakk arasında sınırlanmıştır ve dolayısıyla ikinizden birinin tarafına
bütünüyle tahsis edilemez. Dolayısıyla âlem Haktan ayrılamayacağı gibi hükümde
de senden ayrılamaz. Âlemin bütün suretleri sende ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ
onları bu hâzinelerden ortaya çıkartmış ve onlar seni müşahede etmiş, sen de
onlar hakkında bilgi elde etmişsindir. Böylelikle sen âlemden âlemin kendinden
bilmediği şeyleri tek tek öğrendin.
Sana şöyle dedi: Hâzinelerde kalan
sonsuz şeyler, öğrendiklerin gibidir. Bir cinsin bilgisini elde eden, bütün
cinsi bilmiş demektir, çünkü sadece benzerler vardır. Dairenin iki ucu
birleşmiş ve çevre meydana gelmiştir. Çevre dairenin noktasına delildir.
Böylece çizgiler noktadan çevreye doğru uzamış ve onu aşmamışlardır. Çünkü
çizginin bitim yeri çevredeki bir noktadadır ve başladığı yerde sonlanır. Onun
ilk olması son olmasının aynıdır. Böylece bir yerden kendisine vardığı noktanın
hükmüyle başka bir çevreye vardığı yerde yarısı birinci çevrenin içinden
yarısı da haricinden olmuştur. Bunun amacı zahir ve batının hükmüdür. Böylece
-birinci çevrenin bir araya gelmesi gibionun iki ucu bir araya gelmiş, suretine
göre var olmuştur. Çünkü suretinden başka bir şekilde ortaya çıkması mümkün
değildir.
Sonra çevredeki hükümden birinci
çevrede ortaya çıkan şeyler ortaya çıkar ve sonsuza kadar böyle devam eder.
Bu, sonsuz sayıdaki hâzinelerden ortaya çıkan şeydir ve hazineler onları
içerir. Bu durum oluşta sürekli geçekleşen ‘yeniden yaratmadır.’ İnsanların bir
kısmı veya çoğu, bu konuda kuşku içindedir. Allah Teâlâ, ‘Yeni
yaratmadan onlar kuşku içindedirler’224 der. Bu yaratma her nefes devam
eder, fakat zikrettiğimiz şekilde gerçekleşir. Öyleyse nokta çevrenin varlık
sebebiyken çevre noktanın bilinme sebebidir. Çevre Hakk ve halk; nokta, Hakk
ve halktır. Bu iki hüküm, ilk daireden ortaya çıkan bütün dairelerde görünür.
Dairelerin sayısı ne kadar olursa olsun, bir daire ortaya çıktığında, daireleri
meydana çıkartan ilk daire ortaya çıkan dairede bilinmeden ve idrak edilmeden gizli
bir şekilde kalır. Çünkü kendisinden uzak veya ona yakın olsun, her daire onun
suretindedir. Öyleyse her daire hakkmda ‘gördün-görmedin’ hükmü verilir. İşte
bu ‘şehadet içindeki gaybtir.’
Birinci dairede bulunan ve (sonradan)
ortaya çıkan dairelerin sayısı, cinslerin hâzinelerinin sayısı kadardır. Her
ne kadar olursa olsun böyledir, bir artış ve eksilme söz konusu değildir.
Bunlardan ortaya çıkan ve meydana gelen sonsuz sayıdaki daireler, sonsuza
ulaşan bu cinslerin bireylerinin daireleridir. Bir şahsın dairesinin varlığı,
‘tür’ denilen bir şeye delildir; tür cins ile şahıs arasında bulunan bir şeydir
ve böylece senin nezdinde ‘tür içinde türler’ meydana gelir. Fakat bunların sayısı
sınırlıdır ve ancak şahıslardan bilinirler. Çünkü tür, en genel cins ve birey
arasında akledilir bir şeydir. Ya da iki uç arasında orta olan her şey arasında
bulunur. İstersen iki uç arasında orta olan hakkında şöyle dersin: ‘İki uç onun
adma ‘ortada olma’ hükmünü izhar etmiştir.’ Veya ‘Ortada olmak iki ucun hükmünü
izhar etti’ de diyebilirsin. İşte ‘Hakkı halk ile ve halkı Hakk ile bilmek’ bu
demektir.
Halk Hakk ile görülmeseydi olmazdı
Halk Hakk ile görülmeseydi sen olmazdın
Mümkün diyen kimse onu görendir ‘OV
sözüyle olan vardır
Onu halk ile bilen
Hakkı da bilir
Hakk ile bilen
‘olmuş ve olmamıştır’
Öyleyse çevre bilgi bakımından
noktayı korurken, nokta varlık bakımından çevreyi korur. Her ikisi de
korunandır ve dikkate alınan bir pay yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şahit
ve meşhuddur,’225 Hepsi görülen ve görendir. Her
birisi üstün-aşağı mertebede olandır. Onlardan birisi ‘ben’ derse, öteki de
‘ben’ der. Her birisi ‘sen’ derse, öteki de ‘sen’ der. Her biri ötekine onun
kendisiyle başladığı şeyle gözükür ki, iki söz de sahihtir. ,
Ey Hakkım ve
halkım!
Baki olan ve fani olan
kimse için
İçtim ondan bir
şerbet
Yaratılışım battı
ona
Tek hakikat var
Telakki edilen şeyi
kim kabul eder?
Kastettiğimi bana
söyledi
Onu deyince, baki
olmak diledi
Çünkü iş sınırlı:
Halk ve Hakk
arasında
O olmasaydı
olmazdık biz
Sen Hakkın zikrini
gizle
Dostum! Sen indirilmiş zikirsin.
Öyleyse korunan sensin. Zikir ancak seninle indi. Öyleyse koruyan da sensin.
Varlığını fani kılma, çünkü o gerçekte fani olmaz. En nihayette diyeceğin şu:
‘Ben O’yum.’ Fakat bu zamirin gösterdiği şey ben zamirinin gösterdiği değildir.
Öyleyse amaçladığını şeyi hiçbir zaman saf olarak elde edemezsin. Böyle bir
saflık imkânsız olunca, artık hem ‘O’ de, hem de kendinden söz et ve O’ndan
ayrış! O’nu kendinden ilkin sondan sonun ilkten ayrılması gibi ayrıştır.
Alemden de ayrıl. Alemi de kendinden zahirin batından batının zahirden
ayrılması gibi ayrıştır. Alem içinde sen âlemin ruhusun. Alem ise görünen
bedenindir: Ruhsuz suretin bir manası yok olduğuna göre sensiz de âlemin bir
manası yoktur. Kendini âlemden ayırt edersen, Hakkı bilmekle kendi değerini,
âlemi bilmekle de mertebeni öğrenirsin. ,
Sen bunun rab ve bunun kulsun
Seni bir söz olarak indirdi, ahdi indirdiği
gibi
Aklın, zekân ve idrakin varsa Ne kınama ve
ne övgü peşinden gitme!
Unutarak yapmadığın bir şeyi yapma Fiilinde
bir kasıt araman lazım
Unutma sana baskın gelirse sen değilsin 0 şahıs; onun
terkine niyet ara
Sana belirttiğim bu husus, cömerdik
hâzinelerinin anahtarlarından bir anahtardır, onu kaybetme! Çünkü sana verdiğim
anahtar her anahtarın işini görürken başka bir anahtar onun işini göremez.
Onunla her kapalı kapı açılırken bu anahtarın kapadığı başka bir şeyle açılmaz.
Gaybın anahtarını sadece Allah Teâlâ bilebilir, dolayısıyla ancak O’ndan öğrenebilirsin.
Öyleyse kendinden hareketle onların bilgisine ulaşmaya çalışma! Ulaşılamayacak
bir şeye tamah etmek, insanın kendini bilmediğine bir delildir. Göklerde ve
yerde en güzel misali veren Allah Teâlâ’dır ve sadece gök ve yer vardır. En
güzel misali vermek O’nun işidir. Gökteki ve yerdeki her suret, Allah Teâlâ’ya
aittir. ‘O gökte ilah olandır ve yeryüzünde ilah olandır.’226 Başka bir ayette ‘O göklerde ve
yerde ilah olandır, sizin sırrınızı bilir.’ Bunu bilmesi yerde olmasından
kaynaklanır. ‘Açıkladığımızı bilir.’ Bu ise gökte olmasından kaynaklanır.
(Başka bir yorumla) yapınız bakımından ‘Sırrınızı
bilir.’227 Bu da
gökte oluşu bakımındandır. O gözlere görünmeyen mananızdır ve bu mananın hükmü
ortaya çıkar. Yükseklik O’na aittir. Öyleyse O göktedir ve batındır. Aynı zamanda
‘Açıkladığınızı da bilir.’ Bunu bilmesi yerde bulunması bakımındandır. O
varlığı gözlere gözüken ve hükmü gizli olan zahirinizdir, çünkü hükmü
ruhundadır. ilimlerin duyularla ifade ettiği şey O’dur. Dolayısıyla nüzul O’na
aittir. O arzdır ve O zahirdir.
Belli ki Hakk, Hakk ile konuşur Bu söylediğimiz kesin
bir gerçek
Hakkı talip isen vazgeçme bundan Sözümün
aksi boş bir söz
Kendisinden daha kâmil bir insanın
olmadığı kâmil kul Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbimle
bir vaktim vardır ki, ona Rabbimden başkası giremez.’ İlke ise şöyle der:
‘Benim bir vaktim var ki, ona kendimden başkası giremez.’ Çünkü bütün
vakitleri âlem iki yönde de ihtiva eder ve bu nedenle insan-ı kâmil Allah
Teâlâ’nın halifesi olmuş, bu nedenle onun kendi hakkındaki bilgisi Rabbi
hakkındaki bilgisini öncelemiştir. Bunun için ‘Kendini bilen, rabbini bilir’
denilir. Onu halife atayan ise âlemi kendi hakkındaki bilgisinden bilir. Halife
halifesi olduğu kimsenin suretindedir ve bu nedenle de o da Rabbini kendi
hakkındaki bilgisinden bilir. Halife bilir ki varlıkla nitelenen her şey
sonludur. Başka bir ifadeyle varlığa giren her şey sonludur. Bu durumda mevcut
oluşu bakımından Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında bir hayret ortaya çıkar: Acaba
mevcut oluşu bakımından O’nu bilmek sonlulukla nitelenir mi, nitelenmez mi?
Sonluluk derken, mevcut olanın varlıkla nitelenmesini kastederlerse, böyle bir
şey her sonlu gibi sonludur, çünkü onun kendisi mevcuttur. ‘Sonluluk’ derken
varlık süresinin bitimi ve kesilmesi kastedilirse, böyle bir durum Hakk için
geçerli ve doğru değildir. Çünkü O, bizatihi zorunludur. O’nun varlığı
sonluluk kabul etmez. O’nun bekası vehimdeki sürenin O’nun hakkında
ilerlemesiyle ilgili değildir. Binaenaleyh sonluluğun her iki yorumuyla da
Hakkın sonlu olması imkânsızdır. Ahiret ehlinde de, yani onların varlıkları ve
vahyin bildirdiğine göre ahiretin kendisi hakkında durum böyledir. Orası da
vahyin bildirdiğine görebitmez ve vehme bağlı süre onlar hakkında devam etmez.
Bununla birlikte bekanın Allah Teâlâ ile ilişkisi âlemle' ilişkisinden
farklıdır. Öyleyse mudaklık bilgideyken sınırlanma varlıktadır.
Oluştaki her şey sınırlı Bilgideki mutlak
Haberin verdiği sözü iyi düşün Varlığını
hakkalyakin öğren
Varlığım hakkmdaki bilgim Hakkın varlığını
bilmemden önce
Benim varlığımı bilirsen Allah Teâlâ’yı
bilmek de ardından gelir
Alemin bekası Allah Teâlâ’ya bağlı ve
ilahi niteliğin bekası da âlemle mümkündür. Bu nedenle her biri ötekinin
rızkıdır: Her biri varlığının sürmesi için ötekiyle beslenir. Hüküm böyle
verilmiştir.
Biz O’nun rızkıyız beslenir varlığımızla O
da âlemin rızkı hiç kuşku yok bunda
O varlığımızı korur biz de O’nun ilah
oluşunu Bu sözde iftira değil
Şaşırma! Oluş her halinde ,
Köle ve sahipli
olarak ‘mülkün mülkünü’ ikrar eder
Öyleyse hadis ve kadim varlık
‘görelik’ ve hüküm ilişkisiyle birbirine bağlıdır, fakat bu varlık bağlılığı
değildir. Söz gelişi insan ‘insan’ oluşu bakımından dışta vardır. Bu esnada
kendisine varlık verdiği veya varlığını takdir ettiği çocuk olmadan onun
babalığı bilinmez. Aynı şekilde sahip oldüğu bir mülkü olmasa, sahiplik
niteliğinden yoksundur. Allah Teâlâ ise zatı ve varlığı yönünden âlemlerden
müstağnidir. Allah Teâlâ zatı ve varlığı halamından âlemlerden müstağniyken rab
oluşu bakımından bir merbubu talep eder. Öyleyse Allah Teâlâ kendi hakikati
bakımından talep etmediği şeyi rabliği halamından hem varlık hem takdir
bakımından talep eder.
Alemdeki her bir hükmün ilahi bir
niteliğe dayandığını söylemiştik. Bunun yegâne istisnası, Hakkın özü gereği Hakk
ettiği ve sayesinde müstağni kaldığı niteliktir. Bu niteliğe herhangi bir şey
dayanmaz. Bunun yanı sıra âlemin Hakk ediş yoluyla sahip olup onun muhtaç
kalmasını sağlayan nitelik de bunun dışındadır. Bu sayede âlem fakir, daha
doğrusu kul olur -çünkü âlem fakirlikten daha çok kul vasfını haizdir. Bununla
birlikte fakirlik ve (kulluk anlamına da gelen) zillet eşit anlamdadır. Allah
Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle der: ‘Bana ait olmayan zillet ve yoksullukla bana
yaklaş.’ Bir şeye kadir olan ile bir şeyden zatî olarak etkilenen farklıdır.
Kadir ve etkinin kaynağı olan kimse, muhtaçlık özelliğiyle nitelenmez. Edilgen
ise öyle değildir: O yoksulluk ve zillet özelliğiyle nitelenmiştir. Hakk bu
özellikle yaratıklarından ayrılır. Bununla birlikte, Hakk halka ve halk hakka
daha önce de söylediğimiz gibi farklı bir yönden bağlıdır. İşte bu menzil bu
konuyu içerir.
Birisi şöyle diyebilir: Niçin hüküm
hevaya bağlıdır? Heva, âlemde mevcut iken Hakk, heva ile hüküm vermez. Öyleyse
heva gücünün dayanağı nedir? Şöyle deriz: ‘Allah
Teâlâ dilediğini yapandır’22* ayetini
iyi düşünmelisin. Burada Allah Teâlâ hüküm verirken kendisini ‘sınırlanmayan’
diye nitelemişken âlemi sınırlanma özelliğiyle nitelemiştir. Bu nedenle de
âlem dilediği her şeyi yamamakla yükümlü tutulmuştur. Aksine âlemdekiler ancak
şeriata göre hareket edebilirler. ‘İnsanlar arasında Hakk ile hüküm
ver, hevaya uyma’229 buyrulur.
Yani aklına gelen her düşünceye göre hüküm verme veya her hangi birinizin
arzusuna ve hevasına göre hüküm verme, Allah Teâlâ’nın vahyine göre hüküm ver. Allah
Teâlâ halifelerinin kalplerini onarmak üzere şöyle der: Ey Muhammed, de ki!
Rabbim, Hakk ile hüküm ver! Yani dilediğini yapma! Senüı kıyamet günü
ümmederin hakkındaki hükmün, onlar için belirlediğin ve bizim kendilerine
götürdüğümüz şeriatına göre olsun, çünkü irade edilen budur. Çünkü Sen bizi
irade ettiğin şeyle gönderdin ve bizim doğruluğumuz bu sayede onlarca kabul
edildi. Onlara karşı delil böyle ortaya çıktı. Bu delil, Hakkın her ümmet
hakkında nebilerinin getirdiği şeye göre hüküm vermesidir. Bu sayede kesin
delil Allah Teâlâ’ya ait olmuştur.’ Öyleyse yaratılmışlara arzuya uymanın
yasaklamış olması, kendiliğinde onların serbest olduklarını gösterir. Yasaklama
ve sınırlama hüküm verirken ve yönetirken ortaya çıkar. Buna mukabil Allah
Teâlâ ‘Dilediğini yapandır.’
Allah Teâlâ şeriatına göre hüküm
verir ve kuluna bu konuda dilekte bulunmasını emreder. Böylece kulu hakkındaki
hükmü bizzat kulun isteğinden meydana gelir. Kulun şeriatın sınırlamasıyla
verdiği hükmü de
Rabbinin o konudaki emrinden
kaynaklanır. Öyleyse heva sınırsız irade demektir. O halde hevanın (ilahi
mertebede) neye dayandığını ve yasaklamanın kaynağının ne olduğunu öğrenmiş
oldun.
Bilmelisin ki, kendisi sınırsız olsa
bile hevadan meydana gelen hüküm ancak sınırlı bir hüküm olabilir. Çünkü eser
ve etki kabiliyet yönünden meydana gelir ve dolayısıyla kabiliyederin heva
gücünü sınırlaması gerekir. Çünkü bir varlık heva nedeniyle oturma ve kalkmayı
irade eder. Oturma ve kalkmak ancak aynı anda olamaz ve biri varken öteki
olmaz. Öyleyse kabiliyet iki fiili birden kabul edemeyeceğine göre, heva
kabiliyet nedeniyle sınırlanmıştır. Heva kabiliyet nedeniyle sınırlanmayı
kabul edince, bu durumun heva için zatî bir şey olduğunu anladık. Böylece
şeriat hevaya sınır koymuş, o da bunu kabul etmiştir: Öyleyse kabiliyetin
hükmünün heva’da ortaya çıkması, kendisiyle nitelen kimsede mutlak irade
sahibinde ortaya çıkmasının benzeridir. Allah Teâlâ nefs-i natıka’yı veya
halifeyi -ki istediğini söyleyebilirsinyaratınca, onda nispet ve aklî olan
manevi-ruhani güçler yarattı. Bu güçler bulunduklar kimselerin aynıdır ve
onların sahiplerindeki durumu ilahi isim ve sıfadarın durumuna benzer. Söz
konusu isim ve sıfadarm çokluğu tek hakikatte bulunan nispedere racidir. Bu
hakikat kendiliğinde gerçek ve sayısal bir çokluğu kabul etmez.
Allah Teâlâ’nın halifede, hatta
insan-ı kâmilde ve hayvan insanda -ki salt insan demektiryarattığı güçlerden
birisine vehim, birisine akıl ve birisine de fikir denilen güçlerdir. Allah
Teâlâ halife için üç mertebeyi ayırt etmiş, onu bu mertebelere vali atamıştır.
Bu mertebeler duyulurlar mertebesi, bir kısmı ancak maddelerde gözükseler bile
kendiliğinde maddelerden soyut manalar mertebesi ve hayal mertebesidir. Hayal
mertebesi, duyu ile mana uçları arasındaki ara mertebedir. Başka bir ifadeyle
hayal, duyuların topladığı verileri koruyan bir hazine gibidir. Allah Teâlâ insana
bir de aklın ve vehmin etkisi altında bulunan musavvire gücünü vermiştir. Akıl
emirle onda tasarrufta bulunurken vehim gücü de emirle tasarrufta bulunur. Bu
yaratılışta vehim gücü akla üstün kılınmıştır ve bu nedenle akıl, madde olmayan
veya maddede olmadan bilinebilecek şeyleri incelemeye giriştiğinde ancak
tasavvur gücüyle bilebilir. Söz konusu hususlara misal olarak, bir madde
olmaktan veya maddede bulunmaktan münezzeh olan Allah Teâlâ’ya nispet edilen
nitelikleri verebiliriz.
Başka bir misal ise Allah Teâlâ’nın
bilgisidir. O bilgi ne madde olmadığı gibi maddeye de nispet edilemez. Akıl
böyle şeyleri tasavvur sayesinde bilebilir ve bu tasavvur aklın hükmünden
değil, vehmin akıl üstündeki etkisinden kaynaklanır. Duyu algıladığı şeyleri
hayal gücüne yükseltirken musavvire gücü ise dilediği şeyleri onda terkip eder.
Bunlar parçalan duyuda bulunmakla birlikte bütün olarak duyuda bulunmayan
şeyler olabilir. Musavvire gücü onu fikir gücü nedeniyle bu terkibi aklın emriyle
meydana getirmiş olsaydı, bunun amacı herhangi bir şeyi bilme talebinden
kaynaklanırdı. Bilgi ise hiç kuşkusuz sınırlayıcıdır. Musavvire gücü aklın
vehmin etkisiyle aldın tasarruf bakımından aklın emriyle değil de vehmin
emriyle terkibi yapsaydı, terkip edilen şeyin sureti baki olmazdı. Çünkü vehim
-akıldan farklı olarakmutlaklığı nedeniyle sürade değişir ve kaybolur. Akıl ise
edindiği bilgilerle sınırlı ve mahpustur.
Yaratılara hakim özellik, vehmin akla
otoritesi nedeniyle, vehimlerin hükmüdür. Çünkü vehim, madde olmayan veya
maddede bulunmayan ve kesinlikle bilinen bir manayı sadece ‘tasavvur’ ederek
anlama imkânı verir. Bu tasavvur, hakkında ancak vehmin hüküm verdiği suretten
başka bir şey değildir. Böylece akıl, hiç kuşkusuz, teorik gücüyle bildiği bir
konuda vehmin gücüyle sınırlanmış demektir. Bununla birlikte aklın zorunlu
bilgisine gelirsek, vehmin o bilgi üzerinde bir otoritesi yoktur. Bu sayede
maddelerde veya dışta bulunmayan manaların varlığı bilinir. Bununla birlikte
akıl onları vehmin verdiği ince bir perdenin ardından maddelerde (tasavvur
ederek) teorik gücüyle kabul edebilir.
Allah Teâlâ yükümlü âlemin
belirttiğimiz şekilde nasıl terkip edildiğini bildiği için, yükümlü insanlara
peygamberler göndermiş, peygamberler bilhassa hayal mertebesine vakıf olmuş,
iki ucu, yani manalar ile duyuluru birleştirmişlerdir. Orası peygamberlerin
durduğu yerdir. Onlar bu mertebeden bazı insanlara ‘Allah Teâlâ’ya O’nu
görüyormuş gibi ibadet et5 demişlerdir. Bunu tam ortaya koyduktan
sonra yükümlümuhatabın dikkati bu ifadenin ardından daha latif bir anlama
çekilmiştir. Çünkü Peygamber maddelerden soyut anlamların varlığına aşina
kimselerin bulunduğunu da bilir ve öyle bir şahsa şöyle der: ‘Sen O’nu göremiyorsan,’
yani O’nu göremeyeceğin delilinden hareket ediyorsan, ‘Allah Teâlâ seni
görüyordur.’ O’nun karşısında hayâ sahibi ol ve seni tuttuğu sınırda dur.
Böylece Peygamber hitabında ilkinden daha latif olan vehmin hükmüne dönmüştür.
Çünkü yükümlü insanın ya akılla veya şeriatın sözüyle Allah Teâlâ’nın kendisini
gördüğünü bilmesi gerekir. Her durumda vehim onu sınırlar. Çünkü kul Allah
Teâlâ’nın kendisini gördüğü bir yerdedir ve O’nu o yerden çıkartır. O’nu
bilgisiyle temyiz ettiğinde ise tanımı ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur'230 olur.
Böylece onu hayrete düşürür. Bu hayret nurani, ateş ve toprak kaynaklı bütün
âlemlere yayılmıştır. Çünkü âlem ilahi bilgide bulunduğu duruma göre ortaya
çıkmıştır ve ilahi bilgide olan değişmez, ilahi mertebe özü gereği kendinden sınırlılığı
nefyederken kabiliyeder ise fiilen mutlaklığı reddeder. Öyleyse varlıktaki
hayretin mahiyetini (yani ilahi mertebe ile kabiliyetler arasındaki çelişkiden
kaynaklandığını) öğrendin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim
katımda söz değişmez.’231 Yani bilginin hüküm verdiği ve
kitabın takdir ettiği şey değişmez. Bunu bilgiden ve kitaptan öğrendik, çünkü
hüküm O’na aittir. Halifeler bilginin ve kitabın halifeleridir; bilgi ve kitap
ise âlemlerden müstağni Hakkın iki perdesidir. O halde âlemin ve oluşun
dayanağı, bilgi ve kitaptır. Böylece arzular kendileri mutlak iken sınırlı
akılların meydana getirdiği neticeleri meydana getirir.
O halde heva olmadan aklın bu
yaratılışta bir hükmü yoktur. Çünkü bu yapı, kendisinde ortaya çıkan her şeyde
etkindir (onun babası sayılır). Bu bağlamda Haktan daha üstün mertebe sahibi
olan yok iken sen O’nu tahayyül edersin ve böylece durumunu tahayyül et dersin.
Çünkü Allah Teâlâ kimseyi yapamayacağı bir işle sorumlu tutmaz. Bir nefsin
yapabileceği ise onun hakikatinin verdiğidir. Allah Teâlâ nefsin mutluğunu bu
tahayyüle yerleştirmiş, sonra şöyle demiştir: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’232 Böylece nefs tenzihi ve teşbihi
birleştirmiştir. Tenzih de bir sınırlamadır, teşbih de sınırlamadır. Çünkü nefs
sınırlanmıştır ve dolayısıyla kendi hakikati gibi sınırlı olanı (veya
sınırlayarak) bilebilir.
Akıl heva neyi meydana getirirse onu
meydana getirir
Çünkü kaynağı heva
Bir şey hakkmda hevaya göre hüküm verir
Zorunlu bilgi başka, onun kaynağı fikir
Allah Teâlâ yüce kitabında kulların
dikkatini bütün eşyaya ait hâzinelerin hâzinesinin O’nun katında olduğuna
çekmiştir. Hazineler sınırlılık bildirirken sınırlanma da takyidi gerektirir. Allah
Teâlâ her şeyi o hâzinelerden belli bir ölçüyle indirdiğini bildirmiştir ki, bu
da sınırlamadır. Kendilerini birbirine bağlayan iki öncül arasında sınırlanma
olmasaydı, aralarından bir netice çıkmaz, halk Haktan meydana gelmezdi. Bu
nedenle üremenin olabilmesi için ‘birleşme/nikâh’ manalara ve mahsuslara yayılmıştır.
Kadimde de böyledir hadiste de durum böyledir. İnsanlar ‘hadisi
anlamazlar.’233 Yani siz,
ey perdeliler! Sizi kendisiyle meydana getirdiğimiz şeyi (veya sizinle
konuştuğumuz sözü) anlamazsınız. Çünkü bütün şeriat ‘hadis’ ve akıl ile vehmin
kabul edebileceği ilahi haberdir. Bu sayede fayda genelleşir ve âlemdeki herkes
muhatap haline gelir. Ey Allah Teâlâ’yı ve gerçeği bilenler! Siz hadisi
(zamanda olanı) bilmiyorsunuz, siz sadece kadimi bilirsiniz. Sizin nezdinizde
‘hadis’ olsa bile, kendisi ‘hadis’ olmamıştır. ‘Onlara
Rablerinden hadis söz geldiğinde...’234 Kastedilen Allah Teâlâ’nın kadim
diye nitelenmiş kelamıdır. Onlar kendisini duyduklarında ‘hadis olarak’ meydana
gelir. Öyleyse kelam hakikati bakımından kadim, gelişi bakımından hadistir.
Kelam hadis maddelerde gelmiştir. Başka bir ifadeyle kulak hadis maddelere
ilişmiş, anlayış o haberlerin gösterdiği şeylere ilişmiştir. Onların gösterdiği
şeyin bir kısmı ‘kadim’ bir kısmı ‘hadis’ diye nitelenmiştir. Öyleyse kelam
bir açıdan hadis bir açıdan kadimdir. Bu nedenle bazıları ‘Hakk gördüğüyle
duyar, konuştuğuyla görür’ demiştir. Hakikat bir, hükümler farklıdır! Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Dilerse sizi giderir.’235 Burada gidiş meşiyete bağlanmıştır.
Başka bir ayette ‘Biz onu götürmeye kadiriz’236 denilirken kudrete ve iktidara bağlanmıştır.
Böylece Allah Teâlâ, kadir olduğu şeyi irade etmiştir.
Burada değerli bir bilgi vardır:
Kudret yaratmayla ilgilidir, yok etmeyle değil! Buradan iki durum ortaya çıkar:
Birincisi kastedilen gidişin yok etme olmayışıdır. Burada gidiş, bir halden
başkasına intikal demektir. Öyleyse kudret, bir şey hakkında kendisine intikal
edeceği bir halin ortaya çıkmasıyla ilgilidir ve söz konusu şeyde bu hali
kudret var eder. Demek ki kudret, var etmeyle ilgilidir. İkinci durum şudur:
Bir şeyi gidermeye güç yetiren olmakla Allah Teâlâ’nın nitelenmesi, o şeyi varlıkta
tutmaya kendisini zorlayacak bir şeyin olmaması demektir. Kendi başına var olan
cevherin varlığı, yani bekası bir şarta bağlıdır. O şart var olduğu sürece
cevherin varlığı da devam eder. Allah Teâlâ her zaman o şarta yardım eder ve
dilerse o şartın varlığına mani olur. Bu durumda meşrut, yani şarta bağlı olan
da ortadan kalkar. Bu ‘tutma’ kudretin konusu değildir. Allah Teâlâ kendisini
ona kadir olmakla nitelemiş, bekası irade edilen tartışmacının var sayılması
geride kalmıştır. Allah Teâlâ beka dilemediğinde, o şeyi uzaklaştırabilir.
Böylece tartışmacı kahrolur ve bekasını istediği şey geride kalmaz. Kahır
iktidar hükümlerinden birisidir.
Bu meseleyi tam kavrayınca, buradan
önce gelen ile onun hükmü ve sonra gelen ile onun hükmünü de öğrendik. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, bir şey bir açıdan önce bir açıdan sonra olabilir.
Bu menzildeki ilimlerden birisi,
varlıkta gerçekleşen üçgenlerin bilgisidir. Onların kaynağı nedir? Bitişik ve
ayrık olanlar nelerdir? Kuran’ın kitapla ilgisi, Tevrat ve diğerleri kitap iken
Kuran olmayışları bu menzilden öğrenilir. Övülen ve kınanan şeylerde benzerin
azaltılması bu menzilden öğrenilir. Varlığı bir sebebe bağlı şeyin varlığında
sebebin bulunma hikmeti bu menzilden öğrenilir. Akla göre onun sebepsiz var
olması mümkün müdür, değil midir? Kabiliyetlerin kendilerine geleni kabul için
hazırlanmaları bu menzilden öğrenilir. Hepsi terk olmakla birlikte bir menfaat
nedeniyle ihmal etmek bu menzilden öğrenilir. Engeli olmadan, tehdidin
ertelenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum, ortadan kalkması mümkün
olmayan bir maniden mi kaynaklanır? Yoksa ihtiyardan mı kaynaklanır; insan
âlemdeyken böyledir, çünkü ihtiyarın Hakta gerçek bir dayanağı yoktur. İhtiyar
mevhum bir durumdur ki, bir önceki bölümde bunu belirtmiştik. Eşyada ecellerin
ve var etmede tertibin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte
mümkünler var etmeyi kabul için hazırdır. Onları erteleyen şey ve ilahi feyiz
nedir? İlahi feyiz engellenmemişken kabiliyeder takdim ve tehir için hazırdır.
Bunlar neyle ilgilidir? Öyleyse bu mertebede ‘meşiyet’ diye isimlendirilen bir
hüküm olmalıdır ve bu durum zorunludur. Meşiyetin her hangi bir şekilde
ortadan kalkması mümkün değildir. Alimin bilgisine örtülen şeyler bu menzilden
öğrenilir. Acaba âlem sürekli örtülü kalan ile örtülerin kalkmasıyla bilinen
diye ikiye mi ayrılır? Birinci durumdaki hiçbir zaman bilinmez. Örtüsü
kalkmayan şeyin bilinmesi mümkün müdür? Örtüsü kalksa bilinir mi veya örtüsü kendisi
midir? Böyleyse, özü gereği bilinmesi mümkün değildir.
İddia sahibinin delil talebi ve
talibin bu nedenle -hakimin hükmü olmaksızındelilden şahitliği kabul etmesi bu
menzilden öğrenilir. Böyle bir şey, iddia sahibi açık delil şahidiğiyle,
kendisini zikrettiğinde olabilir. Onun şahidilderi kabulü hatırlama için midir,
başka bir nedenle midir? Başka bir neden şahitlik yaptıkları hususta ithamın
bulunmayışıdır. İmkân var iken ihtiyaç esnasında beyanın ertelenmesi, bu menzilden
öğrenilir. Bu caiz değildir. Cemaatin bir kişinin ve bir kişinin cemaatin
yerini alması, bu menzilden öğrenilir. Delillerin nefsanî amaçlar nedeniyle
reddedilmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların reddedilmesi onlardaki
eksiklikten mi kaynaklanır? Bununla birlikte onlar kendiliğinde sahihtir. Ya da
bir kuşkudan mı kaynaklanır? Âlemde korunan şey bu menzilden öğrenilir. Neye
göre korunur, kimden korunur, niçin korunur? Arzın içerdiği hazineler, bu
menzilden öğrenilir. Onların üzerine çıkan ve kendilerinden ortaya çıkan şey
belli bir tarzda eksiklik ve artma kabul eder mi, etmez mi?
A ...
Alemin birbirine rızık olması bu
menzilden öğrenilir. Saklamanın terki bu menzilden öğrenilir ki bu Allah Teâlâ’yı
zikreden Allah Teâlâ ehlinin niteliğidir. Hayvanın farklı türlerine göre yapısı,
bu menzilden öğrenilir. Hangi özellikte ortak, hangi özellikte birbirlerinden
ayrışırlar? Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına bilgi öğretmesi bu menzilden
öğrenilir. Meleklerin Âdem’e secde etmesinin (Âdem’in üzerinde yaratıldığı)
suretten kaynaklandığı, yoksa isimleri bilmesinden kaynaklanmadığı bu
menzilden öğrenilir. Onlara secde Allah Teâlâ’nın Âdem’e öğrettiği isimlerin
bilgisiyle kendilerinden üstün olduğunu öğrenmelerinden önce emredilmişti.
Secde bilginin ortaya çıkmasından önce olsaydı, İbüs direnmez ve ‘Ben
ondan daha hayırlıyım'237 demez veya ona karşı büyüklenmezdi. Allah
Teâlâ ondan aktarırken ‘Topraktan yarattığına mı secde
edeyim’238 dediğini
bildirir. Başka bir ayette ‘Beni ateşten, onu topraktan yarattın’239 demiştir. Allah Teâlâ Âdem’in
halifesi olduğunu bildirmiş, onlar da kendilerinden aktarıldığı üzere
söylediklerini söylemişlerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ kıssada tekrarlandığı
üzere ‘Meleklere Adem’e secde edin dediğimizde’240 diyerek mazi fiil ve iz (vakta ki)
edatı kullanmıştır. Bu edat da geçmiş zamana işaret eder.
Aklını bu meseleye vermelisin ki,
Âdem’in bilgisinden kaynaklanan üstünlüğünün zatı nedeniyle kendisine secde
edilmesinin gösterdiği üstünlükten değerli olduğunu anlayasın. Şeriatta bir
insanın diğerine secdesi niçin yasaklanmıştır? Böyle bir şey insanın kendi
kendisine secdesi demektir, çünkü insan her yönden öteki insanın benzeridir,
bir şey ise kendisine boyun eğmez. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Bir adam diğeriyle karşılaştığında onun karşısında eğilir mi?’
denilince, ‘hayır’ demiştir. ‘Peki onunla tokalaşır mı?’ diye sorulunca, ‘evet’
demiştir. Benzerlerin birbirlerine düşman olmasının nedeni bu menzilden öğrenilir.
Acaba bu durum iki benzerin zıt olmasından mı veya başka bir nedenden mi kaynaklanır?
Üsttekinin aşağıdakini bilmeyişi ve bu nedenle kendisine karşı böbürlenmesinin
nedeni bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki üsttekinin değeri alttakine bağlıdır;
aşağıdaki olmasaydı üsttekinin değeri ortaya çıkmazdı. Böyle iken ona karşı
böbürlenmenin ne faydası vardır! Hal ise bununla ötekinin lehine tanıklık eder.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben Âdemoğullarının
efendisiyim, fakat iftihar yok’ demiştir. Yani bu sözle övünmeyi amaçlamadım.
Çünkü peygamberin makam ve haliyle insanların efendisi olduğu zaten malumdur.
Kendisini bedbaht yapacak bir sorup
sorulan kimse bunu bilmesine rağmen cevap vermesi ve o kişinin bedbahtlığına
dikkat çekmemesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Memurun efendinin emrine
bağlanıp sonra efendinin emrine bağlanmasına karşı onu cezalandırmasının
nedeni bu menzilden öğrenilir. Efendinin bu davranışının hikmeti nedir? Delil
ile cezalandırılan ile kahır ile cezalandırılan arasındaki fark nedir? On beş
mesele bu menzilden öğrenilir. İki zıt arasındaki eşidik bu menzilden
öğrenilir. Konuğuna ikramda bulunurken hızlı davranmak bu menzilden öğrenilir.
Ona nasıl davranacağını bilmesen de durum böyledir. Onun değerini bildiğin
ölçüde ona davranırsın. Çünkü ikram iki kısma ayrılır: Birinci kısmı marufu ve
bilinmeyeni içerirken İkincisiyle maruf olanlar derecelenir. Korkana güven ve
ürkene ünsiyet verecek şey bu menzilden öğrenilir. Nasihader bu menzilden
öğrenilir. Öğüt ve vaazlar bu menzilden öğrenilir. Eşlik etmesi gereken ile gerekmeyen
bu menzilden öğrenilir. Uyması gereken ile gerekmeyen bu menzilden öğrenilir.
Bir sohbet olmadan veya uyma olmadan bilinmesi gereken ile sohbet eden, uyan ve
bilinmeyen bu menzilden öğrenilir.
Bilinmesi gereken ana konu bu
menzilden öğrenilir. Bu, kurtuluş yolunu bilmen demektir.
VASIL
İki Yüz
Yetmişinci Bölümün ilavesi: Allah Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır
Bu
menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle
onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söyleyeceğiz.
Allah
Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve cinleri
kastediyorumonları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, insanlara
görünmemektir. Bununla birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla
birlikte bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde
çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir.
Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ
ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye isimlendirmiştir. Yani
onları göremeyiz. Bazı kimseler meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduklarını
iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme ve görünmemede bir bağ
kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni, cinler ile melekler
hakkmda daha önce söylediğimiz ortak özelliktir. Onlar kızları kendilerine
nispeti hoş görmemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri şeyi Allah Teâlâ’ya ait
sayarlar.’2*1
Çünkü onlar kız evlattan
hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlardan birisine kız çocuğu olduğu
bildirilince öfkesinden yüzü kararır’242 der. Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle
bir insanın yüzünün kararmasıdır: Çocuğu kendi halinde mi bırakmalı yoksa
gömmeli midir? Bu durum ‘çocuğa
sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün diye?’243 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere
nispet edilmesinde tepki göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da
şahit miydiler?244 Allah Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında
gizlenmede ve görünmemede ortak özellik yaratınca, hepsini ‘cin’ diye
isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkmda ‘vesveseci ve hamasin
şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin şeytanlar’245 buyurur. ‘Cin’ derken
şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ kurdular’246 der. Kastedilen
meleklerdir. ‘Kuşkusuz
cinler orada bulunduklarını bildiler.’247
Melekler
Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle sorumlu ve
fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat
olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in cinlerden
olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine fasık olduğunu’,248 yani emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla
birlikte bulunsalar bile, melekler gibi insanlara görünmeyenlerin arasından
çıkmıştır. Allah Teâlâ onları elçilikte ortak yapınca, İblis’i de meleklerle
birlikte secde emrine katmıştır. ‘Meleklere
secde edin dediğimizde secde ettiler, İblis etmedi.’249 Böylece Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i meleklere
katmış, böylece istisna mümkün olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna
yapmış, böylece de kendisini yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden
ayırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adeta şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle
memur olanlardan uzaklaştırdığı kimse secde etmedi.
Ruhlara
‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynaklanır. Bununla birlikte
onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görmeyiz ve bu nedenle onlara böyle
bir nitelik verildi. Meleklerden olan cinler, insanlarla beraber olup gece
gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz kimselerdir.
Allah
Teâlâ, insanlara kendi iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları
göstermek istediği kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür;
bazen de meleğe ve cine bize görünme emri verir, onlar da bizim için
bedenlenir ve biz de kendilerini görürüz. Bazen gözümüzden perdeyi kaldırır,
bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz. Bazen beşeri surete girmeden
kendi sureüerinde onları görürüz. Nitekim onlardan her birisin kendisini ve
üzerinde bulunduğu sureti böyle görür. Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken
cinlerinki dumanlı ateştir. İnsan ise bize söylenenden meydana gelmiştir.
Fakat insan yaratılış aslını yitirdiği gibi melek ve cin de yaratılış aslından
başkalaşarak bulundukları surete dönüşmüşlerdir.
Cin
ve meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler
belli olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği
veya her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları
dilediği şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.
Allah
Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle
yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahdıktan nasipleri
yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mutluyu mümin diye
isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak tutarak
‘insan ve cin şeytanları’ demiştir. Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine
vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa
bilesınırlanmayı istemediğini biliriz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın
akima geldiği gibi tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş
olduğunu ve kendisinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna
mukabil başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir
sınırlanmayla karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır.
Böyle bir sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir
sınırlama -hangi türde olursa olsunolduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların
nefislerine özel bir sınırlamanın memnunluk verdiğini görünce, şunu
bilmelisin: Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahdık
kazandıran bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona
sürekli vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht
yapmaktır. İnsan (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun
gereğini terk etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı muduluğa
ulaştıran Hakkın bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun
dışındadır: Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalplerine süslemiş,
küfrü, günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bununla birlikte bu
durumun kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar
ise kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve
Hıristiyanların büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkmda
sebatkâr olduğunu ve onu ısrarla savunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel
konularım yerine getirmede Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum
üzerinde yürümekle bedbahdığa gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına
delildir. Bu durum herkesin fark etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden
gelen bir basirete sahip olanlar bu tuzaktan emin olabilir. Onlar ise azdır.
Mümin
veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz.
Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ onları müşriklere
katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk edenler onlardır. İnsan
şirk koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol diyen şeytan gibi.. ’250 Bu, batıl ile Hakk ehli olanlarla
mücadele etsin diye şeytanın dostuna ve arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben senden uzağım, ben
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’251 der.
Böylece şeytan Allah Teâlâ’dan korkmakla nitelenmiştir, fakat kendisi hakkında
değil, insan hakkında korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil,
saptırdığı kimse hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil
ümmetleri adına korku duyar.
Şeytandan
kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının nedeni, tevhit ehli olduğunu
bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine
yemin olsun ki, hepsini saptıracağım’252 demiştir.
Binaenaleyh şeytan rabbini bildiği için, O’nun izzetine yemin etmiştir. Adeta
Hakkın insanın kendine aktarılan her şeyi kabul etme özelliğinde yaratıldığım
görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vermiş ve
insanı kendisiyle saptıracağı şeyi ona emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden
istediğin işi yapmaya git! Sonra cezasını da zikretmiştir: Bu ceza ona uyanların
cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden yaratıldığı aslına dönmekken onu takip
eden insanın cezası da öyledir. Fakat insanın cezası İblis’in cezasma baskın
gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis
orada azap görür. Çünkü cehennem bütünüyle soğuktur ve onda ateş bulunmaz.
Öyleyse cehennem kendisine uyan insandan daha çok şeytan için bir azaptır.
Durum
böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali
-maksadı nedeniylekendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır:
Herhangi bir kimsenin bedbahdığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini
istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah
Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin
yolunda bulunandır. Bununla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’,
‘saptır’, ‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi
emirlerdir. Fakat bunlar Allah Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis
bedbaht olmazdı.
Fakat
bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin izzetine yemin olsun ki, hepsini
saptırırım’253 ve
‘Onların zûrriyetini
kendime bağlayacağım’254 der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yükümlü
insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü
şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir.
Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkardı.
Bu
bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu ayetin okunduğunu
gördüm: ‘Sizin için
dinde Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve
İsa’ya daha vasiyet etmiştik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin.
Müşriklere çağrıldıkları şey ağır geldi.’255 Kastedilen
birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na aittir. Her
isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat ötekinden farklıdır.
Alemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve o yönler isimleri,
yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat birdir. Nitekim âlem
‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla çoktur. Sonra
bana ‘Allah Teâlâ dilediğini
kendine çeker ve yönelenlere hidayet verir’256 ayeti
okundu. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal zikredilmeden iş seçim ve
hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana seçilme ve hidayet bilgisinden,
peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme ve hidayetin her ikisi de O’na
döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu nefsine bırakmaz. Allah Teâlâ
hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu açıklayarak onu Mutlu yapar ve
o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya
şükreder veya kâfir olur, yolu gösterdik ona.’257
Allah
Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zikretmeden seçilme ve
hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demektirher iki sini de kendine ait
kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşatan rahmete varacağını anladık. Müşrik
hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü
müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil
yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’
diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan nefsini ‘çokta bir
veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini bildiği şekilde
bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe çağırması,
müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini
bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak davranmış, işin seçilme
ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir. Burada Allah Teâlâ
seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde
ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu, müşrike karşı yumuşaklık ve onu
tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine
karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın
ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk
yoluyla ortaya çıkan rahmete değilO’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na
sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde
tasarruf ederse etsin, (emrinden çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla
birlikte ayette adı geçenlere tavsiye edilen şeriatın hükümleri birbirinden
farklıdır ve onların bir kısmının hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygamberlere
şeriatı uygulamak ve kendisinde farklılık var diye görüş ayrılığına düşmemek
emredilmiştir. Öyleyse şeriat çokluk vasıtasıyla tek hakikate veya birlikle
hakikatlere davet etmektedir. Manayı değiştirmedikten sonra, bunlardan
hangisini istersen onu diyebilirsin!
Hepsi
varlığın hükmünde Sanki müşahededeki gibi
Rahmeti
kuşatsın varlıkları diye hıkâr alametlerini açıklar
Rahman
olur bedbahtı Ve mutluyu davet edene
Biri cehennemde
Öteki Huld cennetlerine
Allah
Teâlâ zatıyla yüce Sınırlardan ve sınırlanmaktan
Bu
bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir
ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu
menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sahibi) ve İlah ismi ile ahadiyetin
neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.
Allah
Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah
yoktur’258 der.
Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak ‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’259 ayetini
verebiliriz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’,260 ‘İnsanların ilahı’261 vb.
ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin değişmesiyle değişir mi?
Rablık ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ katından
geldiği bu menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendisine verilen
isimlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir.
İKİNCİ VASIL
Bu Bölümün İkinci Vaslı
Bu konu, kitapta zikredilen
menzillerin İkincisiyle ilişkilidir ve çeşidi
ilimleri içerir. Bunlardan birisi, eşyayı idraki sağlayan şey ile sadece
kendisini idrake imkân veren şey arasındaki farkm bilinmesidir. Çekirdeklerin,
tohumların ve ‘nevanın’ toprağa ekildiklerinde onlardan çıkan şeylerin
hâzineleri, çekirdeklerin âlemin gaybten şehadete çakışına nasıl delil olduğu bu
menzilden öğrenilir. Çünkü tohumlar Hakkın kendilerine sakladığı şeyleri ancak
toprağa gömülmenin ardından ortaya çıkartırlar ve böylece onlarda saklanmış
kökler, dalar ve tohumlar ortaya çıkar. Tohumdan tohum, çekirdekten çekirdek
çıkar ve onlar da kendilerinden çıkan şeylerde yeniden ortaya çıkarlar. Bu
menzilden âlemin kendinden çıktığı tohumun mahiyeti öğrenilir ve onun kendinden
çıkanlara ne vereceği bu menzilden öğrenilir. Niçin ondan çıkan şeyler
tohumların varlıklarından başkasına dayanır. Bunlar kuvve halinde onda
saklanmış olmasaydı, bilfiil ortaya çıkamazlardı. Bunu bilmelisin, bütün bunlar
cömerdik hazinelerindendir.
Bu menzil ‘Dilediğinizi
yapın’262 ayetinde
belirtilen mutlak emri içerir. Ayrıca özel amele bağlı sınırlı emri ve kiplerin
değişmesini içerir. Kötülüklerin Allah Teâlâ’dan başkalarına izafesi bu
menzilden öğrenilir, çünkü kötülükler bilen nezdinde bilinen şeylerdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötülük Sana ulaşamaz’ buyururken kötülüğü (bir
yandan) var kabul etmiş, fakat Hakka izafesini olumsuzlamıştır. Bu durum
kötülüğün gerçek bir şey olmadığına ve yokluk olduğuna delildir, çünkü ‘şey’
olsaydı Hakkın elinde bulunurdu. Çünkü her şeyin melekûtu Allah Teâlâ’nın
elindedir ve Allah Teâlâ her şeyin yaratanıdır. Vasıtayla yaratılan ile
vasıtasız yaratılan arasındaki fark, belli olmuştur. Ayrıca ‘ol’ emriyle, elle,
iki elle, ellerle yaratılan belli olmuştur. (Yaratma fiilini anlatmak üzere kullanılan) fasele (ayırdı), alime (bildi),
evcede (var etti), kadere (takdir etti), cemaa (topladı), vahhade (birledi)
filleriyle yaratılan şeyler belli olmuştur. Allah Teâlâ ben, biz, siz vb.
zamirler kullanmış, yine bu nedenle müşriklere birliğe çağrılmak ağır
gelmiştir. Çünkü biz demek ben demek ile bir değildir. Ayette ‘O'na’ hitabı
gelmiş, onların gördüğü çokluğu birlemiş, bu durum müşriklere ağır gelmiştir.
Birdeki büyüklük ‘nun’unu dile getirmek, hakikatleri ve Arapçayı bilmeyenin
ileri sürebileceği bir sözdür.
Bu menzil kalpte bulunduğunda
kendisini hakikatleri idrak etmede kör haline getiren bilgisizliğin bilgisini
içerir. Hâlbuki o hakikatleri idrak etseydi ‘bilen’ adını alacaktı. Allah Teâlâ
‘Ölü olup hayat verdiğimiz ve kendisi için insanlar arasında
yürüyen kimse karanlıktaki kimse gibi midir?’263 buyurur. Burada bilgi ve bilgisizlik
kastedilir. Kendisi idrak edilmediği gibi idraki sağlamayan şey karanlıktır.
Işık gözün ışığından daha güçlüyse, idraki mümkün kılmaz. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın perdesinin nur olduğunu
söylemiştir. Bu durumda keşif ancak gözün ışığına denk bir ışık ile
gerçekleşebilir. Yarasalar gözlerinin ışığına denk bir ışıkta ortaya çıkarlar
ki, o da şafağın ışığıdır.
Bu menzil kuşkuların bilgisini
içerir. Kastedilen Hakkın ve yaratıkların vechinin aynı anda kendisinde
göründüğü şeylerdir. Rızıklarda helal olan açık olduğu kadar haram olan da
açıktır. İkisinin arasında ise insanların çoğunun bilmediği kuşkulu şeyler
bulunur. Kime bu kuşku aydınlanırsa, onları öğrenmiş olur ve böylece kuşkuların
hangi hükme sahip olduğunu da öğrenir. Bu durumda onları ya helale veya harama
katar. Dolayısıyla hakkında şüphe bulunduğu sürece onlara dokunmaz, çünkü onlar
gerçekte iki yönden birisine özgüdür. Yükümlüde bunların karışmış olması,
kendisine göre o hususta şerî delillerin çelişkisinden kaynaklanır. Makullerde
de böyledir. Misal olarak yaratıkların elleriyle ortaya çıkan fiilleri
verebiliriz. Onlarda Allah Teâlâ’ya ait olduklarını gösteren yön bulunduğu
gibi şehadet âleminde ortaya çıktıklarında yaratılmışa ait olduklarını
gösteren bir yönleri de vardır. Hâlbuki onlar gerçekte iki yönden birisine
özgüdür. Aynı şey sihir ve mucize içir geçerlidir. Sihrin bir yönü Hakka bakar
ve hakikate benzerdir; bir yönüyle de batıla benzer ve o yönden Hakka bakmaz.
Sihir kelimesi ‘seher’ kelimesinden türetilmiştir ki, karardık ile ışığın
karışımı demektir. Dolayısıyla iki yönden birisine tam olarak ait değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e sihir yapılınca, eşlerine yaklaştığını
zannetmişti. Hâlbuki onlara yaklaşmamış, hayalde onlara yaklaştığını
zannetmiş, duyuda onlara yaklaşmış değildi. Bu durumda o kendisine hakim olan Hakk
göre davranmıştır. Bu, çetin bir meseledir. Sihri kaldırmak isteyen,
sihirbazın bağladığına bakar ve her düğüme kendisini -her ne olursa olsunçözen
bir kelime verir. Kelimeler eksik olursa, sihir olduğu hal üzere devam eder.
Sihir bütünün çözülmesiyle ortadan kalkar. Bu, ilahi bir bilgidir, çünkü
peygamber şöyle der: ‘Ruhu’l-kuds benim rav’ıma üflemiştir.’ Nefesin genel
olabilmesi için parlak bir rüzgâr olması gerekir. Ona üfleyerek ruhundan
verdiği gibi doğal yapısından ona vermiştir. Nefeste üflemeden farklı olarak
hepsini bir araya getirmiştir. Çünkü o salt bir üflemedir. İşte sihir de
öyledir, çünkü o ciğer demektir. Başka bir ifadeyle dışarı çıkan sıcak havayla
içeri giren soğuk havayı veren şeydir. Onda iki kuvvet vardır: çekme ve itme
kuvveti. Bu nedenle sıcaklığı ve soğuk nefesi kabul etmesi nedeniyle sihir diye
isimlendirilmişken içerdiği yaşlık nedeniyle yanar ye nefes dışarı çıkar. Onda
bir ıslaklık bulunur ve böylece nefesteki yaşlık gibi olur. Onu ruh rav’a
üfler. Sihirbaz ise aynı şeyi düğüme üfler.
Bu menzil Allah Teâlâ’nın rahmetini
itaatkâr veya günahkâr bütün kullara yaymak isteyen ile rahmeti kullarının bir
kısmından kaldırmak isteyenlerin arasındaki farkın bilgisini içerir. Böyle bir
insan Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetini daraltmak ister ve fakat onu
kendisi hakkında daraltmaz. Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmemiş olsaydı,
böyle bir niteliğe sahip bir insana Allah Teâlâ’nın rahmeti hiçbir şekilde
ulaşmazdı.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ eşyayı
kendisinden ibaret olan bir asıldan yaratmış, kendisini -her nerede bulunursa
bulunsunbir şeyi korumak üzere her şeyle beraber olmakla nitelemiştir. Allah
Teâlâ kendi suretinin bulunması nedeniyle bir şeyi korur ve bu sayede o şey
varlığını sürdürür. Böylece suretlerin çokluğu bir suretten meydana gelir.
Bunlar tanım itibarıyla onun aynıyken şahıs itibarıyla başkadır. Nitekim tek
tohum karşısında tohumlar için böyle deriz. Tohumlar cömertlik hâzinelerinden
bir hazinedir. Çünkü onlar birbirilerine benzer. Surette birbirlerinden arklı
olsalar bile böyledir. Çünkü hazineler bir takım hâzineleri içerir ve onlarda
saklanan şeyler saklanır. Öyleyse o suretinden farklı şekilde ortaya çıksa
bile, ikisini bir araya getiren ortak özellik olmalıdır. Onları cisimlik
tohumda, yaprakta, meyvede, bünyede ve dallarda ve köklerde ortayla çıkar. Bu
durum tek tohum ve çekirdekte görülür. Ya da tek tohum benzerlerine ilave
olarak onda görülür. Kâmil halifeler, tohumlar gibidir. Her tohum asıl tohumun
vermiş olduğu şeyi verir. Bunun nedeni onun kemaliyle ilahi surete tahsis
edilmesidir. Tohumlar şahıs itibarıyla birbirlerinden ayrışır. Alemde
halifenin dışındakilerin Hakk karşısındaki yeri, tohum ve çekirdek ve nüve
karşısındaki yapraklar, dallar, çiçekler ve kökler gibidir. Böylece halife
insanın insan-ı kâmile en çok benzeyen hayvan insandan olduğu kadar sonra diğer
yaratıklardan üstünlüğü ortaya çıkar. Açıkladığımız meseleyi anlamalısın! Bu
durum keşif ve müşahedenin verisiyle Allah Teâlâ’yı bilmenin özüdür.
Şunu sorabilirsin: ‘Kâmillerden miyim
veya ‘insan’ denilen bir hayvan mıyım?’ Şöyle deriz: Güzel bir soru sordun,
bilmelisin ki, ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ hadisini anlamadığın sürece
ilahi surette olup olmadığını anlayamazsın. Mümin kendisini kardeşinin aynasında
görürken, kardeşi de kendisini o aynada görür. Bu durum Hakkın el-Mümin isminin
mertebesinde gerçekleşir. Allah Teâlâ ‘Müminler
kardeştir’264 der. Bir
hadiste ise ‘Mümin kardeşleri nedeniyle çoktur, kendisi itibarıyla birdir’
denilir. Buradan ilahi isimlerin müminler gibi kardeş oldukları öğrenilir ve Allah
Teâlâ emreder: ‘Kardeşlerinizin arasını bulun.’265 Yani ed-Dar, el-Müzil, el-Muizz ve
en-Nafı gibi isimlerde birbirini itme ve uzaklaşma özelliği bulununca,
bunların arasını bulmak gerekir. Bunun dışındaki bütün mütekabil anlamlı
isimler böyle değerlendirilir. Onlar karşılıklı döşekler zerinde oturan
kardeşlerdir. Bütün isimleri uzlaştıracak olan ise Rab ismidir. Rab ‘ıslah
edendir.’ ElMümin ise ayna olması itibarıyla ıslah eder. Her kim kendini böyle
görürse, sureti görmesine göre, halifelerden birisi olduğunu da anlar. Hayvan
insanın bir aynası yoktur. Bununla birlikte şeklen bir aynaya sahiptir. Fakat
onun sahip olduğu aynada cila bulunmadığı gibi kirler ve paslar onunu üzerine
dolduğu için parlaklık yoktur ve dolayısıyla bakan kendini göremez. Hâlbuki
görmeyi mümkün kıldığı için anaya ‘ayna’ denilmiştir. Hakk seni mutlak kulluk
makamına yerleştirdiğinde O’nun halifesi olursun. Bu makamda Rablıktan bir eser
bulunmaz, çünkü halife atanan kimsenin görevlendirildiği işte genel anlamıyla
hükmü yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ seni kulluğa ‘halife’ olarak yerleştirmiştir
ve bu makamda rablık olamaz. Çünkü insanı halife yapan kimse o özelliği kendine
ayırmıştır. Başka bir ifadeyle zatı gereği o makama yerleşmiştir. O makam Allah
Teâlâ’nın elindedir ve mülkündedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulunu
geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir.’266 Allah Teâlâ onu sırf kul yaparak her
şeyden ve yolculuktan bile soyudayarak kendisini geceleyin yürüttüğünü
söylemiş, yürüme fiilini peygambere izafe etmemiştir. Buna mukabil -farz-ı
muhalAllah Teâlâ ‘Kulunu kendisine yürümesi için davet eden’ veya ‘Ayetlerini
görmek için davet eden Allah Teâlâ münezzehtir’ deseydi ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yürümüş olsaydı, o zaman böyle demezdi. Fakat
bulunan makam buna imkân vermez. Böylece peygamberi icbar etmiş ve onun
herhangi bir fiilinde rablıktan iz bırakmamıştır.
ÜÇÜNCÜ VASIL
Cömertlik Hâzinelerinin Üçüncüsü Bu hazine
üçüncü menzille ilgilidir
Bu menzil, dilekte
gerçekleşen emrin bilgisini içerir. Emirlerin bir kısmı kendiliğinden
gerçekleşirken bir kısmı cevap olarak gerçekleşir. Hüviyetin bilgisi, bu
menzilden öğrenilir. Hüviyet, ahadiyet (mutlak birlik) ve vahidiyet (sıfatların
birliği) arasındaki farklar, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ’ diye
isimlendirilenin mahiyeti ve kendisi nitelik olmazken niçin nitelendiği bu
menzilden öğrenilir. Hüviyetinin hakikati, bu menzilden öğreniür. Acaba onun
herhangi bir yönde âlemdeki bir şeye benzeyip benzemediği veya herhangi bir
şekilde kendisinde benzerlik bulunup bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. ‘Allah
Teâlâ’ isminin hal karineleriyle geldiğinde kendisiyle sınırlandığı şeyin sureti,
bu menzilden öğrenilir. Alemin zuhuru bu menzilden öğrenilir. Acaba âlem
Hakkın zatından kaynaklanan bir zorunluluk mu zuhur etmiştir, yoksa ilahi
bilgide yerleşmiş hüküm nedeniyle mi veya iradeyle mi ortaya çıkmıştır? Bu
durumda âlem, kendisine izafe edildiğinde mertebeler ayrışır. Sabit olduğunda
âlemin ikisinin arasında meydana gelebileceği benzerliğin olumsuzlanması bu
menzilden öğrenilir. Bu durumda Hakk bizim için baba olmadığı gibi biz de O’nun
çocukları değiliz: O Rab, biz kuluz. O bizi kullar olarak talep ederken biz
O’nu efendi olarak talep ederiz.
Haber ve fikirle sınırlanmaktan müteal Baş
ve kalp gözünün hükmünden de müteal
O’nun istediğinden başka yok bir şey bizde
O’ndan ibare ve delillerde her durumda O’nun iradesi
Bil ki O’ndan başkasını tanımadım ben '
Beşerden başkasını da öğrenmedim ben
Bu nedenle yasakladı Rahman vahyinde
Peygamber diliyle ‘zatını düşünmeyi’
Dedi ki, bilmediğin şeyin ardına düşme Öyle
yapanlar tehlike olurlar, unutma
Bilgice Rahman doğurmadı ve varlık
bakımından doğmadı İyi bak, sana kim yasak koydu ve kim emretti
Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu
varlıklar arasında kendisini bilgi halamından ihata edebilecek güce sahip bir
varlık yoktur. Hiçbir varlık böyle bir güce sahip olarak Allah Teâlâ’nın zatını
idrak edememiş, her ne zaman kullarına tecelli ederse bu tecellide zatının
künhünü görememiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, tecelli edendir. Fakat hem bilgi
hem görme bakımından kendisini gördüğü şekilde görülmez. İnsanın
ulaşamayacağım öğrendiği bir bilginin ardından gitmesi de uygun değildir. Ebu
Bekir Sıddîk şöyle der: ‘İdrake ulaşmaktan acizliği idrak bir idraktir.’
Acizliği idrak eden kimse nasıl olur da tam olarak bir şeyi idrak etmiş olmakla
nitelensin?
İçinde izdivaç ve nikâh (terkip)
bulunan her şey Delil sahipleri için amaçlanmıştır
O beni ortaya çıkartırsa ben de onu
Bizi ortak ilişkide ve neticede görürsün
Hallerimizden ortaya çıkanlar İçkinlik ve
açıklık arasındadır
Nasıl ki biz O’nunlayız O da bizimle Çünkü
darlık açıklığın ta kendisi
Bilmelisin ki, cömertlik
hâzinelerinden birisi, insanın kulluk ile rabliği belirli bir yönden kendinde
birleştirdiğini bilmiş olmasıdır. Üstelik insan bilir ki bunlar birbirine en
zıt iki şeydir. Bununla birlikte birbirinin misli olan iki şey bir yönden
mütekabil olsalar bile, nefsin niteliklerinde ortak olabilirler. Siyahlık
beyazlık birbirlerinin mütekabilidir ve bir araya gelmezler. Hareket ve
durağanlık, birbirlerinin mütekabilidir ve bir araya gelemezler. Bununla
birlikte siyahlık ve beyazlığı renk olmak, hareket ve durağanlığı olgu
birleştirir. Olguları ve renkleri birleştiren ise araz olmaktır. Öyleyse iki
şey, birbirlerinin mütekabili olsa ve birbirlerinden farlı olsalar bile, ortak
bir özellikleri olmalıdır. Kul ve Rab ise öyle değildir, çünkü onlar genel
olarak bir araya gelmez. Kul rablıktan bir yönün kendinde bulunmadığı
kimseyken Rab da kulluktan bir yönün kendinde bulunmadığı kimsedir. Dolayısıyla
kul ve Rab bir araya gelemez. Bir vehim sahibinin bu konuda yapabileceği nihai
iş, ikisini varlıkta bir araya getirmektir ki böyle bir durum da birleştirici
olamaz. ‘Birleştirici’ derken ikisine de lafız vermeyi kastetmiyorum; ben
‘birleştirici’ derken bir anlamın ötekine nispet edildiği anlamda diğerine
nispet edilmesini kastetmekteyim. Böyle bir şey Rabbe ve kula nispet edilen
varlıkta mevcut değildir. Çünkü Rabbin varlığı O’nun aynıyken kulun varlığı bir
hükümdür ve o hükümle kul hakkında hüküm verilir. Kul ise kendisi bakımından
mevcut olabileceği gibi olmayabilir de! Her iki halde de tanım eşittir.
Öyleyse kulun varlığı kendisi değilken Rabbin varlığı kendisidir. Bu dunumda
kulun içinde kendisinden ‘Rablık kokusunun bulunduğu’ bir makamda bulunması
mümkün değildir. Böyle bir şeyi iddia etmek yalan bir iddiadır ve sahibinin
bilgisizliğinin ta kendisidir. Bu durumda kul adına kendinde olduğu hal üzere
kulluk makamı gerçekleşmemiştir. Burada ‘Rablık kokuları’ dedik, şu var ki o
kişi kendi içinden kulluğunu görmekten perdelenmez. Fakat başka insanlar ona
rabliği nispet edebilir. Bunun nedeni, rabliğin eserlerinin kendinde gözükeceği
bir halde onu görmeleridir. Rablık Allah Teâlâ’ya aittir, ona ait değildir.
Böyle bir insan gerçekte âleme göründüğünden farklı bir halde bulunur; çünkü
rabliğin eserinin onda gözükmemesi mümkün değildir.
Mürid şeyhinden kendisinin bu mesabede
olduğunu öğrenince, Allah Teâlâ onun saadetinin bulunduğu şeyleri kendisine
açmış demektir ve bu durumda daha önce şeyhin yöneldiği gibi Hakka yönelir.
Çünkü şeyhten öğrenmiş, şeyhe değil, Allah Teâlâ’ya tevekkül etmiştir. Sonra da
Allah Teâlâ’nın müridi hakkında şeyhine bildireceği şeyleri beldemeye başlar.
Bunlar, müride emredeceği bir işi söylemesi veya ona bir şeyi yasaklaması veya
ona fayda veren bir bilgi olabilir. Mürid de şeyhinin diliyle o bilgiyi Allah
Teâlâ’dan alır. Böylece mürid, şeyhin kendinden zaten öğrenmiş olduğu üzere,
şeyhinin Rablık hükümlerinin kendinde tezahür ettiği bir mahal olduğunu
öğrenir. Öyle ki şeyh kaybolsaydı (vefat etseydi), bu durum müride bir etki
yapmazdı. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in karşısında Hz.
Ebu Bekir’in durumunu verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vefat
edince, herkes sarsılmış ve dinlenmesi mümkün olmayan sözler söylemiş, daha
sonra da o günkü kusuruna şahidik etmiş ve tabi olduğu peygamberi hakkıyla
tanımadığını itiraf etmiştir. Bunun istisnası, Hz. Ebu Bekir’dir: O olup biteni
anladığı ve bulunduğu hal üzere gerçeği bildiği için, halinde bir başkalaşma
olmamıştı. Bu hal üzere minbere çıkarak şu ayeti okumuştur: ‘Muhammed
sadece bir nebidir, ondan önce de nebiler geldi, ölür veya öldürülürse
topuklarınız üzere geri mi döneceksiniz?’267 Bunun üzerine vehmin etkisi altında
kalanlar kendilerine gelmiş, insanlar Ebu Bekir’in oradakilerden üstünlüğünü
anlamış, Hz. Ebu Bekir insanların önüne geçmeyi ve onlara imam olmayı Hakk
etmiştir. Ona biat edenler boş yere biat etmemiştir. Bunun yanı sıra biatten
geri duranlar, onu ne kadar tanımadılarsa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’i de o ölçüde tanımamışlardı. Bir kısmı ise bu konuda kendi
düşüncesiyle hareket eden veya tevile kalkanlardır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hali hayatında Ebu Bekir’in sahabe topluluğu içinde ‘gönlündeki bir sır
nedeniyle’ üstün olduğuna şahidik etmişti. O sır Ebu Bekir’in gönlüne yerleşmiş
ve hükmü o günde ortaya çıkmıştı. İşte bu, kulluk makamına hakkını vermek
demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’ya hiçbir şey eksik kalmayacak şekilde
hakkını vermek ve Allah Teâlâ peygamberine de hakkını vermektir. Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Ebu Bekir’in onu davet edeni değil, davet
edildiği kimsenin karşısında ‘hazır’ olduğunu anlamıştır. O ise Allah Teâlâ’dır.
Hz. Ebu Bekir, peygamberden duyduğu bütün sözlerde kendisine hitap edenin ve
peygamberin diliyle konuşanın Hakk olduğunu biliyordu. Hatta kendisine hitap
eden herkesin (ardında) onunla konuşanın Hakk olduğunu biliyordu. Allah Teâlâ
onun içine bir terazi yerleştirmişti: Bu teraziyle duyduğu sözlerde hatalı
olanları ayırt etmeyi ve neyi kabul edeceğini biliyordu.
Allah Teâlâ’ya makamımızın onun
makamı gibi olması için dua ederiz. Allah Teâlâ bizim duamızı doğru bir dua
eylesin!; Ben bu makamı ‘zevk’ olarak tattım ve onda bildiğim bir karışıklık
yoktu. Ben bu makamı zaman bakımından benden önce gelenlerden duymamıştır.
Bunun iki istisnası vardır. Birincisi Hz. Ebu Bekir, diğeri ise Kuşeyri
Risalesinde zikredilen adamlardan birisidir. Onun şöyle dediği aktarılır:
‘Bütün insanlar benim nefsimi benim gözümdeki değersiz konumuna indirmek için
bir araya gelselerdi, onu başaramazlardı.’ Bu durum, kulluğun tadını ‘zevk edende’
meydana gelebilir, başkası adına gerçekleşmez.
Bir cemaat benim Ebu Bekir’in
kademinde olduğuma tanıklık etmişti, sonradan anladım ki kastedilen Allah
Teâlâ’ya mutlak kulluk makamıydı. Bu konuda Allah Teâlâ’ya hamd ve şükür
olsun. Allah Teâlâ bir defa ömründe bana bakana dünya ve ahirette bu niteliğe
sahip olmayı nasip etsin. Kitabu’l-beyaz ve’s-sevad’ın yazarı
da kitabında zikrettiği adamlardan birisinin şöyle dediğini aktarır: ‘Arif
dünya ve ahirette yüzü kara kimsedir.’ Burada kendini ifade etmişse, böyle
birisi bu makamın sahibidir. Niteliği olmadan bu bilgiyi ulaşmışsa, hiç
kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın insanı yaratma sebebine hakkını vermiş demektir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ben cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım.’2611 Yani insanın
zahirini ve batınının bunun için yarattım. Öyleyse onların Rabliğe ayak basmalarına
imkân vermedi. İnsanın kendinde böyle olması ve yaratılış gayesini yerine
getirmesi gerekir. Bunu yapmayan insan hayvan insandır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRDÜNCÜ VASIL
Kulda Müstağnilik Derecesinin Sonu Allah
Teâlâ Nedeniyle O’nun Dışındaki Her Şeye Karşı
Müstağniliktir
Dördüncü menzille ilgili ve onunla
bağlantılı cömertlik hâzinelerinin dördüncüsü budur. Bu menzilin içerdiği
ilimleri, iki yüz yetmiş üçüncü bölümdeki yerinde zikretmiştik. Bilinmelidir
ki, cömerdik hâzinelerinden insanın ‘zevk’ yoluyla bilmesi gerekenlerden
birisinin kendisinden müstağni olunan şey ile müstağni olunmayanın bilinmesidir.
Bu, zenginliğin kuldaki son derecesinin Allah Teâlâ sayesinde O’nun dışındaki
her şeyden müstağnilik, olduğunun bilinmesidir. Bize göre bu tasavvuf yolunda
övülen bir makam değildir ve Hakkın dışındaki şeyler için bir takdir ve
kendinden ayrıştırma söz konusudur. Kulluk makamındaki insanın zevki, Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şeye yönelik olarak kendisinin onun gibi bir kul
olduğu ve arada bir fark olmadığı şeklinde tezahür eder. Bu makamdaki insan
görür ki Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey Hakkın ona bildirimlerinin
kendilerinde cereyan ettiği bir yerdir. Böylece kul her şeye muhtaç haline
gelir, çünkü o Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Hiçbir şey ise kendisine muhtaç
değildir. Allah Teâlâ insanlara onun vasıtasıyla fayda verirse, bu ayrı bir
şeydir. İnsan bir şeyin kendisiyle isimlendirildiği ve ona fayda veren her
adın Allah Teâlâ’nın adı olduğunu öğrenir. Bununla birlikte şerî bir hüküm
nedeniyle ve ilahi edebin gereğiyle her adı Allah Teâlâ’ya vermez. Allah
Teâlâ’nın el-Muğni ismi, kula dilediği şekilde, kendisiyle kendinde müstağni
olamayacağı şeyden müstağnilik makamını kazandırır. Müstağnilik Allah Teâlâ
nedeniyle bile olsa, ‘körlük fitnesi’ demektir. Bu makam, Allah Teâlâ’nın
kullarına karşı böbürlenmeye yol açtığı kadar âlemi ve insanın kendi nefsini
tanımamayı yol açar. Bu bağlamda Cüneyd-i Bağdadi’nin bir arkadaşı ‘Alem nedir
ki, Allah Teâlâ karşısında zikredilsin?’ demişti. Bununla birlikte bu sözü
söyleyen insan, Allah Teâlâ’nın kullarına kendilerinde yarattığı hitabını
anlama ve kabul etme yeteneğine göre hitap ettiğini de bilir. Bu nedenle Allah
Teâlâ’nın hitabı emrin genişlemesi ve umumileşmesi için çeşitlenir. Allah
Teâlâ âlemi bir konumun dışında tek tarzda yaratmamıştır ki o konum da
muhtaçlıktır. Öyleyse muhtaçlık âlem için zati bir nitelik iken müstağnilik
arızi ve geçicidir.
Bilgisi olmayan kimse, arızi durum
nedeniyle kendisi için zati olandan habersiz kalır. Gerçeği hakkalyakin olarak
bilen alim ise her şeydeki zati durumu fark eder ve -dünya ve ahirettekendinden
bu hali müşahede eder. Öyle bir alim, efendisinin emri altında fakir bir kul
olarak kalır ve Rabbinden hiçbir şekilde müstağni kalamaz. Dikkat ediniz! Allah
Teâlâ’ya secde etmek, bütün yaratıklara yayılan genel bir durumdur. İnsan türü
ise öyle değildir ve Allah Teâlâ’ya secde bütün insanlarda görülen bir davranış
değildir. Bununla birlikte o da secde fiili kapsamı altındadır, çünkü herkes
secde edendir ve secde insan için de zati bir özelliktir. Çünkü insan, acı
duyan, muhtaç ve yoksul bir kuldur. İnşan ihtiyaç özelliğiyle nitelenmiştir ve
bu özellik onda kalıcıdır: insan ya Allah Teâlâ’ya ya başkasma secde eder.
Bununla birlikte ona göre secde, ya Allah Teâlâ içindir veya kendi zannınca
O’na yaklaştıran bir şey için yapılır. Böyle bir vehmin olması kaçınılmazdır.
Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına kendilerini yükümlü tuttuğu ve meleklerine
Âdem’e secdeyi emretmesi nedeniyle merhamet etmiştir. Bunun yanı sıra Allah
Teâlâ Kâbe’ye, Beyt-i makdis’teki taşa secde etmeyi de emretmiştir. Bunun
nedeni, kulların arasında Allah Teâlâ’nın emri olmadan yaratıklara secde
edenlerin bulunacağını bilmesidir. Böylece Allah Teâlâ melek veya insana
yaratılmış birisine secde etmeyi emretmiş ve secdeyi kendisine yaklaştıran bir
ibadet yapmıştır ve yine bu sayede kıyamette kendi emri olmadan Allah Teâlâ’dan
başkasına secde edenlerin yükümlülüğü azalır; Hakkın onlara yönelik olarak emri
olmadan secde etmelerinden başka soracağı bir şey kalmaz. Emirden dolayı ise
onlara şöyle der: ‘Size böyle bir secdeyi kim emretti?’ Yoksa onlara bir
yaratılmışa secde caiz değildir demez. Çünkü duyuda ve hayalde özel bir
yaratılmış hakkında bu secdeyi emretmiştir. Misal olarak güneşin ve ayın ve on
bir yıldızın kedisine secde ettiğini gören Yusuf peygamberi verebiliriz.
Kendisine secde edenler onun anne ve babası, halası ve kardeşleriydi ve hayalde
idrak ettiği bu rüya duyuda da gerçekleşmişti. Bu konuda hikâye bilinir ve
Kuran’da yıldızların secdesi şeklinde zikredilir. Ailesi Yusuf un huzuruna
girdiklerinde ona secdeye kapanmışlar, Yusuf da babasına ‘İşte bu tevilidir’
demiş, yani işin sonudur. ‘Benim gördüğümün rüyanın, Rabbim onu
Hakk yaptı.’269 Yani duyuda
ve dışta da gerçekleştirdi. Başka bir ifadeyle daha önce rüya mertebesi olan
hayalde gerçekti. Öyleyse ‘haktan’ başka bir şey yok ki?
Allah Teâlâ bir hakkı yerine getirene
ebedi olarak azap etmez. Çünkü hakkı ‘emredilen bir şeye’ ve ‘yasaklanmış bir
şeye secde’ diye taksim ettiğinde, burada emredilen bir şeyi yapan ile
yasaklanan bir şeyi yapanı ayırt etmek istemiştir. Bu sayede itaatkâr
günahkârdan ayrılmış ve mertebeler farklılaşmıştır. Herkes kendi kadrini ve
yaptığı işi bilince, rahmet her sınıfı bulunduğu yerde kuşatır, çünkü herkes
bir ‘hakkı’ yerine getirmiştir; bununla birlikte o şey yasaklanmış olabilir.
Mesela iftira eden kimse -duyusal bir Hakk olmasa bilehayalde bir hakkı yerine
getirmiştir. Çünkü iftiracı hayalinde iftirayı canlandırmadan o iftirada
bulunmaz, iftirada bulunan kimseyi de kendi zihninde canlandırır ve onu iftira
ettiği insanın suretinde var eder. Uyku suretindeki gibi onu tahayyül
ettiğinde, hayaldeki bir hakkı/gerçeği ondan bildirir. Fakat bunu dinleyene
bildirmez. Bunun üzerine dinleyen kimse onun duyuda gerçek ve Hakk olduğunu
zanneder.
Böylece Allah Teâlâ âlemin tabaka ve
mertebelerini ayrıştırmayı murad etmiş ve bu nedenle bu nitelikteki birinin
ardından ceza veya mağfireti zikretmiştir ki, hangisini dilerse o olur! Çünkü
günahkârların bir kısmı cezalandırılırken bir kısmı bağışlanır. Nitekim
itaatkârların bir kısmı gerçeği olduğu hal üzere bilenlerdir. Onlar basireüe
ibadet eden keşif ve vecd sahipleridir. Bir kısmı itaatkâr olsa bile,
perdelenmiştir. Dolayısıyla Allah Teâlâ itaat edenleri bir mertebeye
yerleştirmemiştir. Öyleyse manevi, duyusal ve hayali varlıkta sadece Hakk var
olmuştur. Çünkü her şey Haktan var olmuştur ve Hakk hakiki bir şeyi var eder.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine hitap ederken ‘İyilik
senin elindedir, kötülük sana ulaşamaz’ der. Çünkü kötülük iyiliğin zıddıdır.
Hâlbuki iyi olandan sadece iyilik çıkabilir. İyilik/hayr bütünüyle varlık iken
kötülük bütünüyle yokluktur. Çünkü o gerçekte varlığı olmayan bir şeyin zuhurudur.
Başka bir ifadeyle o bir hüküm, hükümler ise nispederdir. Burada onun zuhurunu
kastetmekteyim. Nitekim Arapçada bu durum böyledir. İmru’l-Kays şöyle der:
Benim ölüm yerimi ‘şer’ yaparlarsa
İzhar ederlerse demektir.
Bunun için Allah Teâlâ kendinden
bildirirken şöyle der: ‘O gizliyi bilir ve sırrı bilir.’270 Birincisi
var olanı gizlemek iken İkincisi dış varlığı olmayanı izhar etmek demektir.
İnsanlar onun Hakk olduğunu zanneder. Allah Teâlâ ise onu hükmün kendinde
varlığının olmadığını bilir. Böylece Allah Teâlâ sırrı ve daha gizli olanı
bilir. Yani gizlilikte sırrı izhar eder. Ayette geçen gizli ve sırrın ilişkisi
hakkındaki yorumu şu ayet destekler: ‘Sinek
ve üzerindeki şey.’271 Yani ondan
daha küçük olan demektir ki (bir önceki ayette geçen sırra işaret eder).
Gizlilikte izhar edilen sır budur. Gizli olan, dilde zahir olandır. Allah Teâlâ
zikrettiğimiz hususu pekiştirmek üzere şöyle der: ‘Her
şey -O’nun vechinden başkahelak olacaktır.’272 Öyleyse
duyuda göreceğimiz şekilde mevcut olan ve akılla bildiğimiz bir şey helak
olmayacaktır. Her şeyin vechi vardır ve bir şeyin vechi, yani yüzü o şeyin
hakikati demektir. Varlıkta sadece Allah Teâlâ vardır. Öyleyse suretler
farklılaşsa bile iyilik ve hayırdan başka bir şey yoktur. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bize ilahi tecellinin türlü türlü olacağını
bildirmiştir. Allah Teâlâ ise bize her gün bir işte olduğunu söylemiş ve
belirsiz bir ifade kullanmıştır. Kastedilen, gerçeğin bulunduğu durumdaki
farklılığıdır. Zuhur eden her şey O’dur ve O kendisi için zuhur etmiştir. O’nu
başkası görmediği gibi başkası da çoğaltmamıştır. Bu nedenle ‘Hüküm
O’na aittir ve O’na döndürülürsünüz.’273 Yani Allah
Teâlâ buyurur ki: Her şeyin helak edileceğine inanan, ayede kastettiğimiz şeyi
anlamamış demektir. Bir şeyin helak olmadığını görüp dünya ve ahirette
varlığının görüldüğünü bilince, bizim ‘yok olucu’ derken neyi kastettiğimizi anlar.
Bunun yanı sıra ‘helak olmamak’ ile nitelenen ‘her şey’, benim vechimdir.
Böylece gerçeği bilen insan anlar ki eşya benim vechimden başka bir şey
değildir, çünkü eşya helale olmaz. Böylece Allah Teâlâ onları kendi hükmüne
çevirmiştir ki, ‘O’na döndürülürsünüz’ ayetinin anlamı da budur.
Bu yorum, Kuran’ı ‘istizhar’ etmemiş
olana gizli kalan ince bir anlamdır. Öyleyse müstağni bu nitelikteki birisiyse
ve müstağnilik bu nitelikten ibaret ise, Allah Teâlâ’dan başka müstağni
olmadığı gibi zenginlik de sadece O’nun niteliğidir. Bu konuda biz kul adına
konuşmaktayız, Hakk için değil! Kul mutlaka efendisine muhtaç iken Hakk mutlaka
âlemden müstağnidir. Alem varlığı sürekli olmayan ve imkân mertebesinde özü
gereği varlığı ve hükümleri yok olucudur. Söz konusu hükümlerle Hakk kendisi
nedeniyle başka bir mümkünün hakikatinden bakıcı olarak zuhur eder.
Binaenaleyh âlemde ortaya çıkan varlıklara yardım eden sadece Haktır, başkası
değildir!
Dostum! Bu bölümü iyi öğren, çünkü o
bilinmeyen bir vasıldır. Onun hükmü ‘Hakta Hakk ile bulunan haliçtir.’ Hâlbuki
gerçekte halk yoktur, fakat hükmü vardır ve Hakk yaratıkların hükmünü kabul
edendir. Alem ve halka ait hüküm, kendiliğindeki yokluğu nedeniyle varlığı
kabul etmektir ve ancak böyle olabilir. Böyle olmasaydı, çokluk dışta ortaya
çıkmazdı. Hâlbuki çokluk vardır ve hakikat birdir! Bu nedenle çoğun
hükümlerinin ortaya çıkması zorunludur ve o ise âlemdir. Çünkü âlem çok
olandır, Hakk ise tektir.
Seni yola sevk ettik ki, gerçeği
olduğu hal üzere öğrenesin! Bunu öğrenince senin ve Hakk’ın kim olduğunu
anlarsın ve Rab kuldan ayrışır. Doğru yola sadece Hakk ulaştırır.
BEŞİNCİ VASIL
Cömertlik Hazinelerindendir: Âlemlerden
Müstağniyken Hakkın Kendiliğinden Kullarına Dönmesi Hakkındadır
Beşinci
menzille ilgili ve ona uygun cömerdik hâzinelerinden birisi budur. Bu beşinci
menzil ilahi ilimler arasında kendisine dönen kullarının hallerine göre Hakkın
onlara dönmesinin tafsili bulunur. Bu kıymedi bir bilgidir, çünkü Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner.’274 Başka bir
ayette ‘O’na döndürülürsünüz’275 denilir. Hakk
âlemlerden müstağniyken kendinden kullarına döner. Allah Teâlâ onları
yarattığında, onlara dönmesi ve onlarla ilgilenip âlemi koruması gerekmiştir,
çünkü Allah Teâlâ âlemi boş yere yaratmamıştır. O âlemdeki her şahsın talebine
göre kullarına döner, çünkü her şahıs kendisinden istidadına göre kabul eder.
Başka bir ifadeyle her şahıs, kendi istidadıyla, Yaratıcının ihsanlarını
belirler ve Allah Teâlâ ona talebinin gerektirdiği şeyi verir. İş zikrettiğimiz
gibi olup Hakk kendini kullarının talebinin altına sokunca, peygamberlerinin
dilleriyle de kendisine itaat etmekle onları yükümlü tutmuştur. Öyleyse Allah
Teâlâ’ya itaat eden kul, Hakkın niteliğiyle tezahür etmiş demektir. Bu nitelik
ile Allah Teâlâ, O’ndan talep ettikleri şeyleri verirken kullarına zuhur eder.
Hangi kul Allah Teâlâ’nın emrine asi
olursa, günahkârı Rabbine isyana sevk eden sebep bu esnada bilinir. Bir
kısmının günahkâr olması ve bir kısmının itaatkâr olması, hallerine göre, Allah
Teâlâ’nın kullarına dönüşünün genel olmasındaki hikmeti izhar etmek amacı taşır.
Çünkü Hakkın kullarına dönüşü ‘genel’ bir dönüştür ve bu sayede kendilerine
‘itaat eden’ Allah Teâlâ itaatkâr kullarına vaaderiyle dönerken günahkârlara
kendilerine azap etse bile mağfiret etmek amacıyla döner. İlk günah ilk insanda
ve emre direnmek ilk cinde ortaya çıkmış, daha sonra emirlere ve yasaklara
göre bütün insan ve cinlere yayılmıştır. Bu durum Hakkın yaratılmışlarla
onlara dönmesinin bilinmesi ölçüsündedir. Yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya
kendilerini üzen veya Mutlu eden şeylere göre olan talepleriyle itaat eder,
yoksa (gerektiği üzere) itaat etmez. Çünkü kulun içinde bulunduğu hal kötü
ise, onun hal dili Haktan kendisini cezalandırmasını ister ve böylece Hakkın
kula dönmesini gerektirir. Bu dönüş, serbest olabilir. Bu durum günahkârda
bulunan günahın halinden kaynaklanır. Ya da tam olarak belirlenmiş şekilde
‘vücub’ yani zorunluluk yoluyla kula dönebilir. Bu durumda Allah Teâlâ’nın
günahkârlara dönmesi ya cezalandırma veya mağfiret içindir. İtaatkâra dönmesi
ise ihsan etmek amacı taşır. Öyleyse Hakk günahkâra dönmesi, kulun hal dilinin
talep ettiğini vermek amacı taşır. Hal dili dillerin en fasihi ve anlatımı en
güçlü olanıdır.
Kulların günahlarının dayanağı ilahi
nispetlerdir. Bu dayanak, Allah Teâlâ’nın kullarına emreden ve yasaklayan olmasıdır.
Meşiyet emredilen kimseye yönelen Hakkın emrinde emrin gerçekleşmesi veya
gerçekleşmemesi şeklinde hüküm sahibidir. İlahi meşiyet emrin gerçekleşmesiyle
ortaya çıkınca, kul ‘itaatkâr’ ve fiil ‘itaat5 diye isimlendirilir,
çünkü kul ilahi emre itaat etmiştir. Meşiyet emrin gerçekleşmemesi üzere kula
teveccüh etmişse, bu durumda ilahi irade ilahi emir ile çelişir ve emir meşiyet
üzerinde hüküm sahibi değildir. Böylece meşiyetin hükmü memur kulda ortaya
çıkar ve o da Rabbinin emrine veya yasağına karşı çakar. Bu karşı çıkmanın
gerçek sebebi ilahi meşiyettir (hiçbir şey Allah Teâlâ’nın meşiyetinin dışına
çıkamaz).
Öyleyse asinin ve itaatkârın kim
olmadığı belli olmuştur. Yükümlünün günahı ve itaati hangi ilkeye dayanır?
Gerçekte sadece Allah Teâlâ’nın kullarına dönmesi söz konusudur ve kullar da
Hakkın onlara dönmesiyle O’na dönerler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra
onlar da dönsün diye/tövbe etsinler kullarına döner.’276 Allah Teâlâ onlara dönmeseydi,
kulları kendisine dönemeyecekti. Ayette geçen tövbe dönmek demektir. Allah
Teâlâ kullarına kendilerinin O’na dönmelerinden daha çok döner. Başka bir
ifadeyle kulların Allah Teâlâ’ya dönmesi, O’nun kullarına dönmesine bağlıdır ve
kullar Allah Teâlâ’ya ancak O’nun vasıtasıyla dönebilir.
Allah Teâlâ âlemi yaratıp varlığını
baki kılınca, âlem varlığını O’nun korumasıyla koruyabilmiştir; bu koruma
olmadan baki kalamaz. Kul Allah Teâlâ’ya kendinden döndüğü gibi sonra da Allah
Teâlâ’dan kendine döner. Hakk ise kullarına sadece kullarından döner. Öyleyse
birincinin dışında kendinden dönüşü yoktur. Bu ilk dönüş başlangıçta âlemin
yaratılışı diye ifade edilmiştir. Meşiyet ihtiyar gerektirseydi, Hakkın kendine
dönmesini caiz sayardık, Hakk ise imkânın mahalli değildir. Çünkü imkân tercihi
mümkün saymayı gerektirir. Hâlbuki Allah Teâlâ hakkında meşiyetinde ve
iradesinde ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ hakkında caizlik ve
imkân söz konusu değildir. Çünkü O’nun bir şeyi diğerine tercih etmesini
gerektirecek bir nedenin varlığı imkânsızdır. Öyleyse Allah Teâlâ kendisi
nedeniyle tercih edendir. O halde meşiyet kendisinde ihtiyarın bulunmadığı tek
yönlü bir ilgidir. Bu nedenle mümkün ancak tercih edilen olarak anlaşılabilir. Hakk
el-Gafur olması yönüyle perde çeker ve bazı kulları ile âlemlerden müstağniyken
Hakka dönüşün imkânsızlığı arasına perde çeker. Perde dili ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’277 der. Böyle bir hüküm âlem
olmadığında veya meşiyetin konusu ihtiyar olmadığında verilebilir. Her iki
durumda âlem var iken mümkün değildir veya bunlardan birisi yoktur.
O perdeyle perdelenen insan şöyle
der: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’ İşin nasıl olduğu ise bilinemez.
Kullar arasında kendilerinden perdenin kaldırıldığı kimseler ise tilavet etmek
üzere tunu söylerler ve onun neyle ilgili olduğunu da bilirler. Bununla
birlikte şimdi de gerçeğin hangi durumda olduğunu da bilirler. Emrin ve terkin
bulunduğu durum O’nun müstağniliğinin konusudur. Mümkünlerden geride kalanlar
yaratılmamıştır, çünkü mümkünler şahıs itibarıyla sonsuzdur ve var olmayan şeyin
bekası zorunludur. Allah Teâlâ’nın âlemden müstağniliği burayla ilgilidir.
Çünkü âlemin sadece bir kısmı ‘âlem’ diye isimlendirilmiştir. Hakkın
müstağniliğini kim böyle anlarsa, O’nu tanımış demektir.
Kulların Hakkı kulluğun dışında
tenzih ettiği şeye gelirsek, onların işin kendisi hakkında bir bilgileri
yoktur. Dolayısıyla kul Hakkı kendisinde kullarıyla ortak yaptığı her hususta
Rabbini tekzip eder. Bu ise Allah Teâlâ karşısında Hakkın kendisiyle
ilişkilendirdiği hususlarda kendisini yalanlamada olabilecek saygısızlığın en
büyüğüdür. Böyle bir insan bir kısmına iman eden bir kısmını inkâr eden
gibidir. Bu durum ‘O’nun benzeri kimse yoktur’278 ayetinde
ifade edilir. Bir kısmını ise inkâr eder. ‘Onlar
gerçek kâfirlerdir.’279 Burada kul
kendisini Rabbini daha çok biliyor saymıştır. Bundan daha büyük bilgisizlik
olamaz. Mümin kul, Hakkın kendisine nispet ettiği şeyleri O’nun bildiği üzere
nispet etmesi gerekir. Kul basiret gözü açılmadığı için gerçeği olduğu hal
üzere bilmezse, böyle bir hal gizli şirktir ve gizli bir şekilde Allah Teâlâ
ile tartışmak demektir. Herkes bunun farkında değildir. Özellikle bu halin
kendinde bulunduğu kimse bunun farkında olmaz ve bir şey elde ettiğini zannederken
gerçeği yitirir. Bu nedenle Allah Teâlâ, övülmesini ve kendisine hamd
edilmesini emretmiştir. Allah Teâlâ kendini bir nitelikle nitelemişse, onunla
kendini övmeyi amaçlamıştır. Hâlbuki bu cahil tenzihçi, Hakkın kendini
nitelediği bu nitelikten Hakkı tenzih eder ve kendi zannınca Allah Teâlâ’yı
övmeye başlar. Hâlbuki Allah Teâlâ ona kendisini kendi övdüğü şekilde övmesini
emretmiştir. Başka bir ifadeyle insan Allah Teâlâ’nın kitabında ve
peygamberlerin diliyle belirlediği özelliklerle O’na tespih yapmalıdır: ‘Her
şey O’nun hamdini tespih eder.’280 Bunun
istisnası o insandır, çünkü onların bir kısmı Allah Teâlâ’yı O’nun hamdinden
başka övgülerle tespih eder ve O’nun kendisini övdüğü bazı övgülerde kendisini
yalarlar ve bunun da farkında olmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Siz onların
tespihlerini bilemezsiniz, O halimdir, gaf ur'dur.’281 Yani Allah Teâlâ sizi O’nun
kendisini övdüğü hususlarda yerine getirmediğiniz övgüler nedeniyle
cezalandırmaz ve sizi cezalandırmada acele etmez. ‘Gafur’dur (örtendir).’ Yani
böyle insanlardan bunun bilgisini örtmesi anlamında Gafur’dur. Kul nefsini
kurtarmak ve saadet sebeplerini elde etmek isteyince, Allah Teâlâ’yı ancak
kendi hamdiyle ve övgüsüyle över. Her ne olursa olsun, Allah Teâlâ’nın ilminde
bir belirleme olmaksızın bu konuda Allah Teâlâ’nın bilgisine dayalı olarak
O’nu över. Allah Teâlâ onun canını bu halde alırsa, dünya hayatında keşif ehli
olmadığı halde, gerçeğin kendinde bulunduğu duruma onu muttali kılar. Böyle
yapmaz ve tevil ederse, teviliyle kalır ve Allah Teâlâ onu teviliyle bırakır ve
mahrum eder. Bu, mahrumiyederin en büyüğüdür. Ahirette her şeyin ortaya
çıkacağı zaman Allah Teâlâ karşısındaki saygısızlığını görür ve O’nu
bilmeyişinin farkına varır. Bu makam sahiplerine Hakk ahirette tecelli
ettiğinde kendisini inkâr eder ve kabul etmezler. Onlar bir alamete bağlı olarak
sınırlı Rabbe ibadet ederler. Bu alamet sayesinde Allah Teâlâ onlara tecelli
edince, O’nun rabliğini kabul ederler. O inkâr ettilderi kimsenin ta
kendisidir. İnkâr ettikleri bir şeyi kabul etmekten daha büyük hangi
bilgisizlik olabilir?
Bu menzil Allah Teâlâ’ya gidenlerin
bilgisini, fetih türlerini, manaların bulundukları kimselerin gelişiyle
birlikte gidiş ve gelmelerini içerir. Bu gelme kendisine değil anlamlara nispet
edilir. Zaman bu menzilden öğrenilir.
ALTINCI
VASIL
Cömertlik
Hâzinelerinden: Allah Teâlâ’ya Gayb Halinde İbadet Şehadet Üzere İbadet Etmektir
Cömerdik hâzinelerinden
biri altıncı menzille ilgili bu hazinedir.
Hakkı
gizleyip de ifşa etmeyen Kâfirdir o şahıs
Kimseye
gizli değildir O Akla veya baş güzüne aşikâr
Ezeli Allah Teâlâ münezzeh '
Zuhur eden suretlerde zahir
Çünkü
sürekli yaratır onları Zuhur eden veya etmiş her şeyde
Allah
Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’ya görmeden ibadet görür
gibi ibadet etmektir. Çünkü insan ve ibadet eden herkes, mabuduna bir müşahedeye
göre ibadet etmelidir. Bu müşahede ya akılla veya görmeyle veya kalp
görmesiyle gerçekleşmelidir. Kul kalp gözüyle Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve
ibadet eder; aksi halde ibadeti sahih değildir. Böyle bir durumda kul
görünmeyene (gayb halinde olana) değil, görülene ibadet etmiştir. Allah Teâlâ
göze görünen suretlerdeki tecellisinde kendisini kula bildirir ve kul göz
görmesiyle O’nu temyiz etmesi, kalp gözüyle, yani basiret gözüyle O’nu
görmesinden sonra olabilir. Basiret gözüyle baş gözünü birleştiren kimsenin
ibadeti, zahirde ve batında kemale erer. O’nun suretlere hulul ettiğini
söyleyen ise, iki durumu birden bilmeyendir. İşin doğrusu ise Hakkın suretlerin
kendisi olmasıdır. Çünkü bir mekân Allah Teâlâ’yı sığdıramayacağı gibi bir
suret de kendisini gizlemez. Allah Teâlâ’yı sadece cahilin bilgisizliği
görünmez Hakk getirebilir. Bu cahil Allah Teâlâ’yı görür, fakat matlubunun O
olduğunu bilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘O’nu görür
gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada Peygamber Allah Teâlâ’yı akılda
canlandırmayı ifade etmiştir. Kişi bilir ki ancak ‘huzur’u, yani bir yerde
bulunmayı kabul eden kimseyi zihninde canlandırabilir. Öyleyse kulun rabbini
ibadet halinde aklına getirmesi, ibadet ettiği Mabudun onun için hazır olması
demektir. Bununla birlikte kul O’nu tanımda ve takdirde bilebilir. Hakkı
bundan münezzeh olarak bilirse, Onu sınırlamaz. Sanki görür gibi O’nu akima
getirse bile, kendisini takdir edemez. Kul O’nu tanımlayamaz ve kendini bilen
O’nu takdir edemez. Çünkü kul O’nu bütün suretler olarak görür. Onu bir suretle
tanımlamaya kalkarsa başka bir suret karşısına çıkar ve tanım geçersiz olur.
Dolayısıyla var olan ve olmayan bütün suretleri ihata edemeyeceği gibi kul
Hakkı sığdıramaz. Dolayısıyla bilgi bakımından Allah Teâlâ’yı ihata edemez.
Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu
bilgi bakımından ihata edemezler’282 der. Allah Teâlâ yine de insana şah damarından yakın
olmakla nitelenmiştir. Öyleyse Hakk kula kulun kendinden daha yakındır. Burada
fiili ‘min’/'-den’ edatıyla getirmiştir ki daha yalan demektir.
Eşyanın
en yakını zahirin batma yakınlığıdır. Zahirden batına zahirin kendinden daha
yakın bir şey yoktur. Batından da zahire batının kendisinden daha yakını
yoktur. Allah Teâlâ insana şahdamarından daha yalandır. Demek ki insan
şahdamarı sahibi olmakla nitelenendir. Buradan Allah Teâlâ’nın bütün
suretlerin aynı olduğunu öğrendik. Biz varlıktaki bütün suretleri ihata
edemeyeceğimize göre Allah Teâlâ’yı bilgice de ihata edemeyiz. Şöyle
diyebilirsin: Sen de bir suretsin! Şöyle deriz: İşte biz de böyle diyoruz. Şu
var ki suretler madubun aynı olsa bile matlubun hükümleridir. Dolayısıyla
onlara nispet edilen bilgi ve bilgisizlik ve niteliklerin bir önemi yoktur.
Ben O’nu nasıl niteleyeceğimi ve tavsif edeceğimi bilirim. İşin başında ve
sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir.
Hakk Haktır sen olmasan bile
Sen olduğunda da Hakk Haktır, bir fark yok.
O halde zahirin bir hükmü vardır ki, o hüküm ibadette
batın olduğunu söylediğim yönden batın için yoktur. Batın için de bir hüküm vardır
ki o hüküm zahire ait değildir. Her hükmün belli bir makamı vardır ve her
makamın bir hükmü vardır. Bir şey ancak O’nunla bilinir ve O’nun nedeniyle
ibadet edilir. Bu nedenle Hakk zikrettiğimiz hususta bilgisi olmayanların
dikkatini ariflerin mertebesine çekerek şöyle demiştir: Hakk kulunun duyması ve
görmesidir. Gördüğün bir şeyi Hakk ile görürsün, duyduğunu Hakk ile duyarsın. Hakk
senin duyman ve görmendir. Sen ona ancak kendisiyle ibadet edersin. Hakkın ismi
ve şanı yücedir. Bildirmesinin ötesinde bir bildirme olamaz. Hüküm verdiği
hususlarda bir hüküm olamaz.
Habere göre, her şey O’nun aynı
Görmede ise O’ndan başkası yok
Zatı hakkında düşünenler nerede
Onda büyük tehlikeye düşmüşler
İş birbirine girdi
Onlarda düşünmenin bir bilgisi yok
‘O’ denilirse, yok denilir onlara
Çünkü fikirle aradığınızdır O
Ya da O nedir diye
sorulur
ve cevap
verilir: .
O suretlerde gördüğünüzdür
VAKIA
Tertemiz
bir süt pınarı gördüm. Daha önce onun kadar beyaz ve güzel bir süt görmemiştim. Oraya girdim. Göğsüme kadar yükseldi,
fışkırıyordu. Şaşırdım. İlahi-garip bir ses duydum. Şöyle diyordu: ‘Allah
Teâlâ’ya yaklaşmak ve itaat emek üzere O’nun emriyle O’ndan başkasına secde
eden kurtulmuş ve mutlu olmuştur. O’nun emri olmadan kendisine yaklaşmak üzere
başkasına secde eden ise bedbahttır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mescitler Allah Teâlâ’ya aittir. Allah
Teâlâ ile ‘beraber’ başkalarına dua etmeyin.’283 Çünkü
Allah Teâlâ yaratıklarıyla beraberken yaratıklar Allah Teâlâ ile birlikte
değillerdir. Çünkü Allah Teâlâ onları bilir ve hangi mekân, zaman ve halde
olurlarsa olsunlar yaratıklarıyla beraberdir. Yaratıklar ise O’nunla birlikte
değillerdir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir. Çünkü yaratıklar O’nu
bilemezler ki, O’nunla olsunlar! Yaratıklarla beraber Allah Teâlâ’ya dua eden Allah
Teâlâ ile beraber yaratıklara dua eden gibi değildir. Allah Teâlâ ile beraber
kimseye dua etmemelisin. O’ndan başkasına secde etmek, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarla beraber olmasıyla mümkündür. Onlar her nerede olurlarsa Allah
Teâlâ onlarla beraberdir. Biz Allah Teâlâ’yı yaratıklar vasıtasıyla bilir ve
buluruz. O halde gerçekte secde, yaratıklarıyla beraber olmakla nitelenen Allah
Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesinde bulunur5
hadisinde belirtildiği üzere namazda kıble farz kılınmıştır. Kıble Allah Teâlâ
değildir, fakat Allah Teâlâ oradadır. Allah Teâlâ bize kıbleye doğru secde
etmemizi emretmiştir, çünkü O oradadır ve onunla beraberdir.
Baş
gözüyle yaratıkları gören kimse, basiretiyle, yani kalp gözüyle Hakkı mutlak ve
sınırsız olarak görür. Bunu görünce, secdeyi sadece kendisine emredilince
yapar. Duyuda Allah Teâlâ’dan başkası adına gerçekleşmiş olsa bile (kıbleye
doğru secde vb.) gerçekte Allah Teâlâ’yadır, çünkü secde Allah Teâlâ’ya
olabilir. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Öyleyse bütün cihetlerin Hakk
ile ilişkisi veya Hakkın onlarla ilişkisi birdir. Hâlbuki her kim ensesi
üzerine düşerse, Allah Teâlâ’ya secde etmemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ
önünde olduğu gibi ardında da bulunur. Fakat Allah Teâlâ onun yüzünü dikkate
almış, yüzünden başka bir yönünü dikkate almamıştır. O halde Allah Teâlâ’dan
başkasına secde, O’nun emriyle olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Âdem’e secde edin’2M Burada secde Allah Teâlâ’dan başkasına yapılırken
ibadet O’ndan başkası için olamaz, çünkü bundan daha büyük şirk yoktur. Müşrik
şöyle der: ‘Biz onlara ancak
bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet etmekteyiz.’285 Müşrikler onların varlıklarına ibadet etmemişler ve
sadece onlara ibadet ettikleri için cezalandırılacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ
yaratıklarına bir yaratılmışa ibadeti emretmediği gibi böyle bir şey doğru da
olamaz. Hâlbuki bize bir yaratılmışa secdeyi emredebilir. O halde bir
yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emrinden veya emir olmadan ibadet eden kimse
bedbaht iken -ibadet etmedensadece secde eden kimse Allah Teâlâ’nın emriyle
secde etmişse, bu secde bir itaattir ve onu yapan mutludur. Kendisine ibadet
etmeksizin bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emri olmadan secde etmek, insanın
kendiliğinden ürettiği bir ruhbanlıktır ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmenin
dışında onu yaparsa, ruhbanlığa hakkıyla riayet etmemiş demektir. O kişi bu
ibadetiyle Allah Teâlâ’ya yakınlığı amaçlamıştır ve bu hal de Allah Teâlâ’dan
yoksun kalamaz.
Allah
Teâlâ her kulun zannında bulunur, kulunu hüsrana uğratmaz. Bu nedenle herkes Allah
Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu nedenle müşrikler, Allah Teâlâ’dan
bir emir gelmeden, ilahi bir ismi mahallinin ve mevzuunun dışına taşıdıkları
için cezalandırılmalıdır. Mahallin bir kısmı, hakkında secde emri gelmiş olsa
bile, kendisine ibadet edilemez. İlahlık ismi ortak kılınan şeye verilmemiş
olsaydı, ona ibadet edilmezdi. İnsanların nefisleri esas itibarıyla
yaratıklara ibadetten nefret eder, özellikle benzerlerine! Bu nedenle Allah
Teâlâ’ya ortak koştukları şeylere ilahi isimler vermişler, bu sayede O’ndan
ayrı olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Başka bir ifadeyle bir yaratılmış
olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Müşrik ilahi bir ismi sadece Müteal ve
Kebir Allah Teâlâ’yı tenzih amacıyla bir yaratılmışa verip şirk koşar. Çünkü
müşrikin ibadetinde zahirî hareketlerle sınırlamayı talep etmesi gerekir ve
hayali de olsa bir tasavvur sahibi olmalıdır, çünkü onun hayali vardır. Akli
delille bilen insan ise Hakkı sınırlılıktan tenzih etmesi ve benzerliği
reddetmesi gerekir. İşte bu nedenle ismi Allah Teâlâ’ya koştukları ortağa
vermişlerdir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e Allah Teâlâ’nın kullarına öğretmek
bağlamında şöyle der: ‘Sanki O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada
hayalde görülecek şekilde Allah Teâlâ’yı tasavvuru emreder. Allah Teâlâ kullara
tenzihi yasaklamadığı gibi tahayyülü de yasaklamamıştır. Onlara sadece tahayyülün
duyulur olmasını yasaklamıştır. Bununla birlikte hayalin hakikatinin beden
veya sureti olmayan şeyleri surete sokmak olduğunu bilir, çünkü hayal böyle
idrak edebilir. Hayal makul, yani aklediiir olan ile mahsus, yani duyulur olan
arasında sınırlı bir duyudur. Hakk bütün bunları her şeyi kuşatan rahmeti
nedeniyle ortaya koymuştur. Öyle ki Allah Teâlâ cezalandırılana rahmet
ettiğinde, yaratıkları bu ilahi rahmetin dünya hayatında ve yükümlülük
diyarında bildirilmiş rahmet olduğunu anlarlar ve bilenler de kendisini inkâr
etmezler. Allah Teâlâ âlemi kötülükten ibaret olan yokluktan kendisi için irade
ettiği iyiliğe çıkartmıştır ki iyilik ve hayır varlıktır. Öyleyse âlem asıl
itibarıyla mutluluğa çıkarak var olmuştur ve hüküm itibarıyla işi rahmette
sonlanır. Çünkü kendisinde ortak koştuğu yer, bir karışım yeridir; orası kuşku
yeri olan dünyadır. Onun bir yönü mevcut oluşu bakımından Hakka bakarken bir
yönü kendisinde yok oluşu bakımından ötekine intikal etmesi yönüyle de yokluğa
bakar. Kuşku helallik ve haramlığın eşit ölçüde nispet edilebildiği şeydir. Allah
Teâlâ’nın âlemi bu nitelikte yaratmasının nedeni, kendilerine genel rahmetiyle
merhamet etmeyi irade ettiğinde, kulların mazerederini ortaya koyma amacı
taşır.
Allah
Teâlâ kullarına karşı son derece latiftir. Yaratan yarattığı işe özen gösterir.
O halde bilgili insan inançlı müşrikin Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu inkâr
etmez. Çünkü o müşrikin ‘Bizi
Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettik’286 dediğini bilir. Müşrik Allah Teâlâ’yı inkâr etmemiş,
O’nu kabul ettiği gibi yakınlık vesilesi edindiği putlara karşı üstünlüğünü de
kabul etmiştir. Cezalandırılanın hangi sebeple cezalandırılacağını ve ahiret
hayatındaki cezalandırmanın dünya hayatındaki cezalar gibi olduğunu bilirse,
bu durum Allah Teâlâ’nın varlığına imana etki etmeyeceği gibi büyüklüğün O’na
ait olduğuna inanmaya da tesir etmez. Allah Teâlâ herkesin nezdinde bütün
şeylerden büyüktür. Allah Teâlâ rahmetinin bir gereğiyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten...’287 Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın yasaklarını der.
Şiarlar alametler demektir. Menasik ise Allah Teâlâ’ya yaklaşma vesileleridir.
Bütün bunlar ‘kalplerin
takvasından kaynaklanır.’288 Bu da büyüklük ve azametteki ortaklıktan kaynaklanır
ve bize emredilen bir husustur. Müşrik ortak koştuğu şeyi Allah Teâlâ’nın
büyüklüğü nedeniyle yüceltmiştir, çünkü büyüklük ve azametin yaratıklara da
yayıldığını ve herkesin yaratılışta onu bulduğunu bilir. Bununla birlikte
müşrik kalbinden sadece Allah Teâlâ’nın büyük olduğunu bilir. Bu konudaki
cezalandırma Allah Teâlâ’nın bir izni olmadan belirli şahıslar hakkındaki
davranışından kaynaklanır. Başka bir ifadeyle müşrik bu adı o şahıslara
taşıdığı için cezalandırılır.
VASIL
Fıtratla Korunan Asıllar
Asıllara gelirsek, onlar Allah
Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrat
vasıtasıyla korunur. Bazı insanların ne dediğine bakınız: ‘Bizi dehr (zaman)
helak eder.’ Hâlbuki Allah Teâlâ sahih ve açık bir vahiyde şöyle der: ‘Dehr’e
sövmeyin, çünkü Dehr Allah Teâlâ’dır.’ Onun bu sözü boş yere söylediğini mi
zannedersin? Hayır! Bu ifadeyi kullara rahmet olsun diye kullanmıştır. Çünkü bu
söz söyleyenlere göre dehr, duyulur bir şey değil, mevhum bir şeydir. Onun
âlemdeki varlık tarzı, büyük feleğin ki hareketiyle günün ortaya çıktığı
burçlar feleğidirhareket ettirmesiyle hareketlenen güneşin kendi feleğinde
hareketiyle meydana gelen gece ve gündüzdür. Güneşin burçlar feleğinde ortaya
çıkmasıyla da gece ve gündüz oluşur. Kuşkusuz gün vardı, bu esnada gece ve
gündüz yoktu. Bununla birlikte derece ve dakikalar vardı ki daha azı geçerli
değildir. Bununla birlikte genel şirk ve tatîl (Hakkın sıfadarının işlevsizliği)
yoktur. Müşriklerin koştukları ortaklar, sadece verdikleri isimlerdir ve Allah
Teâlâ’nın emri olmadan o isimleri mevhum ve duyulur varlıklara vermişlerdir.
Böylece müşrikler, Hakkı razı etmedikleri için cezalandırılırlar. Kuşkusuz biz
işin bir emir olmadan onlardan meydana geldiği şekilde olduğunu gördük.
Bu vaslı iyi öğren, çok ince bir
meseledir.
Yirmi beşinci sifir, üç yüz altmış
dokuzuncu bölümün altıncı vaslının sona ermesiyle sona ermiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar