Print Friendly and PDF

YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


ÜÇ YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM

Peygamberlerin Varislerinin ve Alimlerin Menzilleri­nin Muhammedi Makamdan Öğrenilmesi

Göz aydınlığı nedir nefs aydınlığından başka!

Her manaya, bak duyuda gizlenmiş

Efendim! Düşünürsen, onu bulursun

Hükümler bakımından fasılda, türde, cinste

Gözüm O’ndan başkasını asla görmez

insanlar bu konuda kuşkuda ve karıştırırlar

Güzel koku ve kadın ortak oldu

Ve namaz, mana ve nefiste

Namazda bulurum bulduğumu, kadınlar arştır bize

Güzel koku ise ünsiyet nefesleridir

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bana dünyanızdan üç şey sevdiril­di; kadın, güzel koku ve göz aydınlığım namazda kılındı.’ Başka bir hadiste şöyle buyurur: ‘Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın acem üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi acemin Arap üzerinde üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvaya bağlıdır.’ Bunun ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu ayeti okumuştur: ‘Sizin en üstününüz Allah Teâlâ-'katında en takva sahibi olanınızdır.’185 ‘Baba’ derken Adem’i kastedilir ki bu durum ‘Sizi bir nefisten yarattı’186 ayetinde belirtilir. Burada kendinden ortaya çıkanlara hitap ederek Adem’in nefsi kastedilmektedir.

Bilmelisin ki varislik, iki türdür; manevi ve maddi vârislik! Maddi varislik lafızlarla, fiillerle ve ortaya çıkan hallerle ilgilidir. Bu bağlamda fiillerdeki vârislikten söz edelim: Vâris, Hz. Peygamber’in fiilleri asın­da kendine mahsus olmayan ve vârisin yapabileceği bir davranışını gö­rürse, bu hususta peygambere uyarak o fiili yapar. Söz konusu fiil, peygambere mahsus olup onun kendisiyle ve Rabbiyle veya ailesiyle veya çocuğuyla, akrabasıyla veya sahabesiyle veya bütün âlemle olan ilişkisinde kendine mahsus bir iş olmamalıdır. Vâris, bütün bu husus­larda Hz. Peygamber’in davranışını açıklayan ve sahih rivayetlere göre peygambere uyar, herhangi bir şey eklemez veya eksiltmeden rivayet edildiği şekilde sahih hadislere uyar. Rivayetlerde farklılık bulundu­ğunda ise bazen biriyle bazen ötekiyle olmak üzere tüm rivayetlerle - bir defa bile olsa- amel etmeli ve sabit rivayete göre amel etmeyi sür­dürmelidir. Vâris mutlaka bir rivayete sahiptir ve fakat hadis isnadı bakımından sahih olmayabilir. Böyle bir hadis, helal kılma, haram kıl­mayla ilgili değilse vâris isnada önem vermez. Kendisi için vâris hara­mı öne çıkartır ve böyle yapmak ona daha yaraşır, çünkü vâris, azimet sahibidir (takvaya göre yaşar). Helal kılmak veya haram kılmanın dı­şındaki hususlarda bütün rivayetlerle amel eder. Vâris müftü olabilir ve Hz. Peygamber’den rivayet edilen delillerde her yönden bir çatışma söz konusu olabilir. Vâris tarih bilmiyor ve delilleri uzlaştırmayı sağla- yamıyorsa, yükümlülüğü kaldırmak üzere en uygun olanla fetva verir­ken kendisi hakkında en çetin hükme göre davranır, çünkü vâris için daha doğrusu budur.

Bu vârislik, lafzı vârisliğin bir yönüdür, çünkü vâris, böyle fetva vermiştir. Böylece vâris peygamberin gece ve gündüz kıldığı namazları ve onun kıldığı tarzda ve haline göre ve kıldığı sayıda kılar, orucu da aynı şekilde tutar; Bunun yanı sıra ailesiyle şakalaşır ve de bazen ciddi­leşir. Bunun yanı sıra ahlakında ve yemek, içmek gibi fiillerinde veya içilen ve yenilenlerde öyle davranır. Bu duruma misal olarak Ahmed b. Hanbel verilebilir. Bir rivayette, hayatında hiç kabak yemediği aktarıl­mış. Sebebi sorulunca şöyle demiş: ‘Peygamberin nasıl kabak yediğine

dair rivayet bilmiyorum.’ Öyleyse hakkında Hz. Peygamber’in onu nasıl yaptığını veya -nicelikle ilgiliyse- ne kadar yaptığını açıklayan ha­dis bulunmayan herhangi bir işte, elindeki rivayete göre davranmak gerekir. Mesela bir hadiste şöyle denilir: ‘Hz. Peygamber öyle oruç tutardı ki, artık bozmayacak derdik. Bazen oruç tutmazdı, zannederdik ki hiç oruç tutmayacak.’ Râvi bu hadiste vakit belirtmediğine göre, sen de bu şekilde oruç tutar ve orucunu bozarsın! Hz. Peygamber en çok 1 Şaban ayında oruç tutar, Ramazan’dan başka hiçbir ayı tamamen oruç­la geçirmezdi. Oruç gibi bir ibadet veya emredilmiş bir davranışı -onu | nasıl yaptığı rivayet edilmemişse- peygamberin emretmesi nedeniyle j yapmalısın. Allah Teâlâ’nın ‘Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin’187 ayetinin anlamı bu demektir.

Görüştüğümüz veya hakkında bize bilgi aktarılanlar arasında böy­le davranan yegâne kişi Yemen’de Haddad denilen büyük bir adamdı. Onu Şeyh Rebi’ b. Mahmud el-Mardinî el-Hattab görmüş, peygambe­re böyle uyduğunu bildirmişti. Arkadaşım ve hizmetkâr, Abdullah Bedr el-Habeşî şeyh Rebi’den bana bu bilgiyi bildirmişti. Öyleyse her hususta Hz. Peygamber’e tabi olmalısın. Çünkü Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Sizin için Allah’ın peygamberinde güzel örnek vardır.’188 Yapılması yasaklanmış herhangi bir şey belirtmemişse, her hususta uymak gere­kir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Benim kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız. Hacda nasıl ibadet edeceğinizi benden öğrenin.’ Yani hac yaparken bancı uyun! Hedy’e güç yetirirsen, ihramlı olarak hacca veya umreye niyet etmelisin. Bir defa daha hac yaparsan, sen de güç yetirirsen hac için ihrama girerek yapmaksın. Kurban bulamazsan hac­ca ihramlı olarak girme. Fakat ifrad umresiyle birlikte temettü ederek gel! Tavaf yaptığında ve sa’y yaptığında ihramını çıkar. Ardından hac için ihrama gir ve emredildiği gibi ibadetini yerine getir. Hz. Peygam­ber’in fiillerinden herhangi birini ihlal etmemeye çalış! Onun halleri arasından sana mubah kılınanları ihmal etme. Bütün hususlarda imkâ­nın ölçüşünce adaba uymalısın ve güç yetirebileceğin bir şey olduğun­da herhangi bir şeyi terk etmemelisin. Allah seni gücün ölçüsünde yü­kümlü tutar! Bütün gücünü harca ve herhangi birini ihmal etme. Çün­kü böyle yapmanın neticesi değeri ölçülemeyecek kadar büyüktür.


Peygamber’e bu şekilde uymanın neticesi, Allah’ın seni sevmesidir. Sevginin sevendeki hükmünün ne olduğunu öğrenmişsindir.

Manevi varislik ise nefsin kötülüklerden temizlenip güzel ahlakla süslenmesi veya peygamberin bütün durumlarında Allah'ı zikretmesi gibi hallerin bâtınıyla ilgili hususlardaki varisliktir. Bu durum, sürekli huzur ile Allah’ın kalbinde ve âlemdeki tecellilerini gözedemek demek­tir. Gözünde, kulağında bir şey meydana gelir veya herhangi bir gücün bir şeye ilişirse, o konuda ilahi bir düşüncen ve değerlendirmen olur ve o konuda ilahi hikmetin neyle ilgili olduğunu bilirsin. Hz. Ayşe’nin aktardığı kadarıyla, Hz. Peygamber’in hali böyleydi. Öte yandan şer’î hükümleri çıkartmak üzere, içtihat yapan birisiysen de şer’î nebiliğin vârisi olursun. Çünkü Allah içtihat ve delilinin seni ulaştırdığı hükmü kendi adına hüküm yapmanı onaylamış, sana soru soran başkasına da kendi içtihadına göre fetva vermeni geçerli kabul etmiştir; soru sor­mazsa, fetva vermezsin. Çünkü içtihada göre amel etmek (ve sorulunca fetva vermek), Allah’ın sana izin vermiş olduğu şeriatın parçasıdır, yoksa Allah’ın hakkında izin vermediği şeriattan değildir.                                                                                          .

Bilmelisin ki, içtihat, yeni bir hüküm ortaya koymak demek değil­dir; böyle bir anlayış hatadır. Dinin geçerli saydığı meşru içtihat, Ki­tap, Sünnet veya icmadan delil arayıp bulmaya çalıştığın delile göre beürli bir meseledeki hükmü tespit için dili anlamak ve kendi zannına göre onu bilmek demektir. İşte (meşru) içtihat budur. Çünkü Allah Teâlâ ve Peygamberi, her konuda bir hüküm belirtmiş, herhangi bir şeyi muallâkta bırakmamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bugün dininizi ta­mamladım.’189 Kemal sabit olunca ilave kabul etmez, çünkü dine ilave, dindeki bir noksanlık demektir. Böyle bir ekleme, Allah’ın izin verme­diği şeriat yapmaya kalkışmak demektir.

Manevi vârisliğin bir yönü de Allah’ın sana Kitap ve bütün âlemin hareketleri hakkında ihsan ettiği anlayış gücüdür (fetih). İlahi vârisliğe gelirsek, bu vârislik, senin zatında meydana gelen ilahi tecelli suretleri­dir. Söz konusu suretler Hak kendilerinde sana tecelli ettiğinde ortaya çıkar, çünkü Hakk’ı ancak öyle görebilirsin. Hak o mertebede senin gözündür ve bir tecelli sureti senin adına tekrarlanmaz. Hak sana tecel­li ettiği her suretten ayrılmış, zatında ve mülkünde senin adına o tecel-

linin benzeri gerçekleşmiştir. Bu nedenle ahirette genel olarak istediğin bir şeye ‘ol’ dersin, o şey olur; dünyada ise özel olarak gerçekleşir. Hak dünyada senin var etmenin (tekvin) mazharıdır, çünkü O senin değiş­mene ve halden hale girmene bağlı olarak değişir. Ahirette ise sen O’nun değişmesi nedeniyle değişirsin. Başka bir ifadeyle Hak dünyada senin suretini giyerken ahirette sen O’nun suretini giyersin. Bu işin ne kadar garip olduğuna bakmalısın! Aym şekilde, sayı basamaklarında da sana ait ilahi bir miras vardır. Mesela Hak üç kişinin dördüncüsü ola­bilir. Sen gelip üçe eklenir ve onları dört yaparsın. Fakat Hak beşinci- lik mertebesine geçmeden, sen dördüncülük mertebesine yerleşemez- sin. Bu durumda Hak dördün beşincisi olur; hâlbuki daha önce ‘üçün dördüncüsüydü.’ Böylece Hak senin için bir mertebeyi boşaltır ve sen o mertebeye ‘vâris olursun.’ O sayıya eklenen bütün topluluklar için durum öyledir. Dünyadaki mirastaki hüküm budur.

Özel mirasa ve ahiretteki duruma gelirsek, Allah sen o dört kişinin dördüncüsüyken dördün dördüncüsüdür. Çünkü dünyada özel bir şe­kilde Hakk’ın suretiyle gelirsin. Ahirette de Hakk’ın suretisin. Bunun için ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler kâfir olmuş, yani perdelenmiş- tir. Başka bir ifadeyle o sözü diyen insan, nefsini rabbiyle örtmüştür. Çünkü o ‘üç kişinin üçüncüsüdür’ ve nefsini -halk olarak değil- Hak olarak görmüştür. Nefsi bedenin sureti itibarıyla halk (yaratılmış) iken yoksa kendisiyle nitelenmiş olduğu özellik itibarıyla yaratılmış değil­dir! Binaenaleyh böyle biri ‘halk içinde Hak’tır.’ Söz konusu kişi, ken­disiyle bilfiil var olduğunu gördüğü Hak nedeniyle yaratılmışlık yönü­nü örtmüştür. Nitekim kutsi hadiste, Hakk’ın özel ve seçkin kullardan olduklarında kulunun bütün güçleri ve sıfadarı olduğu belirtilmiştir. Allah kendinden haber verirken ‘Allah üçün üçüncüsüdür5190 buyurur. Ardından bu sözü açıklarken şöyle der: ‘Bir ilahtan başka bir ilah var mıdır;”191 O üç kişiyi üç yapandır. Genelden olan iki kişiyi yaratılmış yönüyle üç yapan üçüncü kişidir ve o halk itibarıyla onları üçler.

O kul, Hakk’ın bütün güçleri olduğunu öğrendiği gibi Hak da iki kişiyle beraber olmasının kendisiyle beraber olmasıyla bir olduğunu müşahede ettirir. Bununla birlikte onlardan perdelenir. Böylece insan­lar -Hak olmaksızın- yaratıkların varlığından söz ederlerken özel insan ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ der. Çünkü o, nefsinde Hakk’ı müşahede ettiği gibi o ikisinde de O’nu müşahede etmiştir; fakat onlar farkında değillerdir. Bunun yanı sıra Hakk’uı onları üçün suretlerinde topladı­ğını görür. Bu durumda yaratıklarda ve Hak’ta olmak üzere iki yönden de ‘Halt üçün üçüncüsüdür’ demesi doğru olur. Aynı zamanda ‘Tek ilahtan başka ilah yoktur’192 ayeti de doğrulanır. Çünkü Hak üçten her birinin aynıdır ve ondan başka değildir! Binaenaleyh Halt birdir ve üç­tür. Nebevi-ilahi varisliğin bir yönü budur. Çünkü bu bilgi ancak pey­gamber uymak ve ona tabi olmak yoluyla bizim adımıza gerçekleşmiş­tir. Ona varis olduğumuzu öğrendik ve biliriz ki vâris olunan kişi Ber- zah’a göçmeden kendisine varis olunmaz. Bu intikal gerçekleşmeden senin adına meydana gelen şey miras değildir. Böyle bir durumda elde edilen, lütuf, vergi ve ihsandır; sen ise onda -vâris değil- naip ve halife olarak bulunursun. Ben bilgi bakımından vâris iken bizzat aynı müşa­hede yönünden -vâris değil- aynısın. Hz. Peygamber’in şu hadisine bakınız! ‘Babanız bir olduğu gibi Rabbiniz de birdir.’ Baban kendin­den meydana geldiğin kimsedir. Kimden olduğunu bilirsen, babanı tanırsın. Hz. Peygamber zahirde böyle ortaya çıktığı halde babamızın (ebeveyn, anne ve baba) iki tane olduğunu söylemedi. Hâlbuki biz Âdem ve Havva’dan, meydana geldik. ‘İki baba (ebeveyn)’ şu ayette zikredilir: ‘Ebeveynini üzere tahta çıkarttı.’193 Hz. Peygamber’in bir ba­badan söz etmesinin nedeni, Havva’nın Âdem’in aynı olmasıydı, çünkü Havva onun sol kaburgasıydi. Başka bir ifadeyle, tecelli de öyle olduğu gibi, farklı iki surette bir baba vardır: Havva Âdem’in ta kendisiydi. Sağ soldan ayrılmıştır; hâlbuki (sağ ve solun sahibi) Zeyd’in kendisi­dir. Havva Âdem’den böyle ayrılmış, fakat Havva Âdem’in ta kendisi­dir. O hale sadece bir baba vardır ve bütün âlem tek İlah’tan sudur et­tiği gibi biz de bir (babadan) meydana geldik. Hakikat bir, nispetler çok! İş böyle olmasaydı varlığımız ortaya çıkmayacağı gibi dışta var olamaz veya hüküm meydana getiremezdik. O halde Hak bizi cevher olarak var ettiği gibi biz de (rab olma) hükmünü O’nun adına var et­tik. ‘Uygun bir karşılık olarak...’194 Dikkatle incelersen, O bizi var eder­ken, biz de rabbi var edeniz.

Olmasaydı Hak olmazdı varlık Olmasaydı kevh (var olanlar) olmazdı ilah

Bir karşılık bu Hak dilemiş ondan:

İsteyenlerin dileğini; kimle istedi ve ne istedi

O genel nezdindedir kuşkusuz Özelde ise o vardır ve o yoktur.

Sonra üreme ve çoğalma bütün türeyenlerde dünyada -orada bu­lundukları sürece- ve ahirette de sonsuza kadar sürer. Bununla birlikte üreme halleri değişir. Farklı üreme türleri dünya hayatmda Hz. Havva, Hz. İsa ve Ademoğullarında ortaya çıkar. Âdem’e gelirsek, o iki el ve rükünler vasıtasıyla var edilmiştir. Bitkilere gelirsek, onların dikim ve tohumlarında çeşitlilik vardır. Aynı şey madenler için geçerlidir. Al­lah’ın yaratıklarındaki hikmetinin ne kadar sağlam olduğuna bakmalı­sın! Allah bizi her varlığa ait özel yöne muttali kılınca, genel anlamıyla üremeyi genel anlamıyla kendimize izafe edemedik. Bilakis âlemde or­taya çıkan her işi (Hak ile arasında bulunan) özel yöne ve Hakk’a izafe ' ettik. Bu durum ‘Bizim emrimiz’195 -ki biz O’nun emriyiz- ‘tek bir şey­dir196ayetinde zikredilir. Öyleyse hiçbir durumda Allah’tan başka yara­tan yoktur; bu durumu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Nitekim doğa bilimciler, tabiatta var olanlar hakkında ‘doğanın birliği’nden söz eder­ler. Onlara göre doğal varlıklardan ortaya çıkan her şey doğadan orta­ya çıkar. Demek ki bilim adamları, yaratmada İlah’ı birlediğimiz gibi, bu işi bire irca etmişlerdir. Öyleyse (yaratan) ilah, sadece Allah’tır ve onların doğa (tabiat) dedikleri de O’dur. Hâlbuki onların bu konuda bilgileri yoktur. Nitekim Dehrîler de bir bilgileri yokken Allah’ı Dehr (zaman) diye isimlendirirler. Bununla birlikte Allah bizim için (pey­gamber tarafından) ‘ed-Dehr’ diye isimlendirilmişken Tabiat’ adıyla isimlendirilmemiştir; çünkü tabiat kendinden var olandan başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle tabiat, tabiatta var olan her şeyin aynıdır.

Hale bu hükmün sahibidir ve seçkin kulların nezdinde onunla zu­hur etmiştir. Ayrıca ismin isimlendirilene delalet ettiğini ve kendisi delil olsa bile yabancı (ecnebi) olduğunu öğrendik. Buradan öğrendik


ki, tabiatın (doğa) hükmü Dehr’inkinden farklıdır, çünkü Dehr, var olanlarm kendisi değilken tabiat tabiatta var olanların aynıdır. Biliyo­ruz ki Hak münezzehtir ve bu özellikle -Dehr’in kendinde var olanlar­dan ayrışması gibi- bizden ayrışır. Bu nedenle Allah tenzih edilmek üzere ed-Dehr diye isimlendirilirken ‘tabiat5 diye isimlendirilmemiştir. Çünkü iş O’ndan başkası değil, O’nıın kendisidir. İsimlendirilen ise kendini kendisi için isimlendirmez ve dolayısıyla Allah ‘Tabiat5 diye isimlendirilmez. O ancak başkası için kendini isimlendirir (çünkü isim yabancıdır). Böylece onu zikrettiğinde, kendisini zikretmiş olduğun anlar. Onu zikrettiğinde ise onu tanır. İşte isimlerin konuluş nedeni budur.

Sadece Allah var, yok başka şey Sadece iki var, Allah üçüncüsü

Bize söylediği bilgi bu neticeyi verir Çünkü ben hakikati araştıranım

Burada Hz. Peygamber’in ‘Kendini bilen rabbini bilir5 hadisine işaret etmekteyim. Hadiste insanın kendini bilmesi öne alınmıştır, çünkü o bilgi delilin kendisidir ve delili bilmek, medlûlün bilgisini ön- celemelidir. Delil biziz ve biz ‘çift (şefıyyet)5 makamındayız. Bu neden­le -çiftin varhğı nedeniyle- 'iki var5 dedik. Bizim kendi hâkkımızdaki düşünmemizin neticesi, Haklc’ın varlığını ve birliğini öğrenmemizdir. O İlci (kişinin) üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsüdür. Bu nedenle Allah ‘ikinin üçüncüsüdür5 dedik. ‘Ben araştıranım.5 Yani o bilgiyi nazarî yöntemle elde eden birisiyim. Sonra Hak bize bir şekilde vâristir. Allah ‘Biz yeryüzüne ve üzerindekilere vârisiz’197 buyurur. Bu vâris olma du­rumu hem gerçekte hem. hüküm bakımından geçerlidir. Gerçekte olan vârislik, Allah ‘Bize döndürülürler’198 buyurur, çünkü işler, asıllarına dönerken dairenin sonu da başına döner. Dairenin başından başlama­daki maksadın, onun aslına dönmektir. Dairenin aslı, başlangıcıdır ve iş orada noktalanır. Biz herhangi bir işi ancak O’nun vasıtasıyla biliriz. Böylece Allah bize bu nitelikte de vâristir. Allah ‘Sizi sınayacağız, ta ki bilelim’199 buyurur. Nitekim biz de bilgi elde edebilmek için nazar gü­cümüzü kullanırız. Öyleyse bir ortaklık olmaksızın nazar gücü sadece


bize mahsus değildir. Biz nazarî bilgiyle ve tümevarımla şunu öğren­dik: Kendisini bilen O’dur. Çünkü nazarî gücümüz, bize ait değildir. O bizim sıfatımızdır ve o sayede biz düşünür, görür, duyar ve tutarız.

Bütün bunlar vâris olduğumuz peygamberlerin bilgileridir. Onlar bize gerçekte sadece bilgiyi miras bırakmıştır ve bilgi vâris olunabile­cek en şerefli şeydir. Hz. Peygamber’in ‘Âlimler peygamberlerin vâris­leridir’ hadisine bakmalısın, ‘el-ulemâ (alimler)’ kelimesinin başındaki elif ve lam, bütün bilenleri ve habercileri kapsamak üzere, genellik bil­dirir. Her haberci verdiği haberi tasavvur edebilir. Haberi duyan her­kes de hiç kuşkusuz onu bilir. Başka bir ifadeyle haber yalan olsun doğru olsun habercinin neyi tasavvur ettiğini bilir. Bu da bir vârislik- tir. Bakınız! Hz. Peygamber şöyle der: ‘Yalan bir haberi aktaran kimse, iki yalancıdan biridir.’ Çünkü ondan bir yalan söz duyulmuş, bu ne­denle onun durumu da sözü ille söyleyen yalancıyla bir olmuştur. Ni­tekim bir mala vâris olan kimsenin hükmüyle ölüp geride miras bırakın hükmüyle birdir. Hadiste marife talaşının kullanılması nedeniyle (Elif ve lam) bütün âlimler kapsama girince, Ha ki bilelim’200 ayeti de bilenle­re dâhil olmuştur; yine marife takısıyla bütün nebileri kapsayınca, halle veya sözle ile haber veren herkes ifadeye dâhildir. Hal ile haber ver­mekten söz ettik, çünkü gözükmezken sana gözüken biri, gözükmüş olmakla en azından sana göründüğünü bildirmiş demektir. Fakat ‘ben sana göründüm’ demiş olsaydı, bu durumda sana gözükmekle bir bilgi vermiş olmaz, sözüyle bilgi yermiş olurdu. Yani senden dolayı sana gözüktüğünü söyler. O halde zahir ehli için nas mesabesindeki birinci, yalan ve görünen anlamıyla hadis, ‘Âlimler Allah’tan haber veren nebi­lerin varisleridir’ demektir, ikinci anlamıyla ise -ki birinci anlamıyla çelişmez ve ona zarar vermez- ‘Âlimler bütün haber verenlerin -her kim olursa olsunlar- vârisleridir’ demektir. Fakat nebilerden tevarüs edilen ilim, aldın veya duyuların -rivayet olmaksızın- tek başlarına id­rak edebileceği türde bilgi değildir. Çünkü böyle bir bilgi miras kal­maz. Âlimlerin nebilerden tevarüs ettikleri bilgi, teorik/nazarî aklın tek başına idrak edemeyeceği bir bilgidir. Bu bağlamda onların nebilerden miras aldıkları Allah hakkındaki bilgiyi akıllar -kendi delilleri halamın­dan- imkânsız sayarken mümkün saydığı bilgilerde ise nebiler iki mümkünden birisini belirlemişlerdir. Misal olarak Hz. İbrahim’in ‘Fa­kat kalbimin mutmain olması için’201 ayetini verebiliriz. Nebilerden teva­rüs edilen varlıklarla ilgili bilgiye gelirsek, bu ahiret ve âlemin sonunda varacağı durumun bilgisidir. Bütün bu bilgiler, (akla göre) imkân ka­bilinden bilgilerdir. Böylece nebiler, (her mümkünün değil) mümkün­ler arasından bir kısmının gerçekleşeceğini Allah’tan bildirmiş, âlim de o bilgiyi öğrenir. Böyle bir bilgi peygamberin bildirmesinden önce aldın tam olarak bilemediği nebevi mirastır. Bunun dışındaki bilgiler, sadece akla hakkını vermemiş sıradan insanlar için ‘miras bilgisidir.’ Böyle bir insan peygamberden bilgi telakki etmiş, fakat aklıyla düşün­müş olsaydı zaten o bilgiyi elde edecekti. Bu tarz bilgilere misal olarak Allah’ın birliğini ve varlığını veya kendisiyle ilgili nitelikleri ve isimle­rin hükümlerini verebiliriz. Böyle bir bilgi, kendisini nebi sayesinde öğrenen hakkında miras bilgisidir.

Böyle bir bilginin ‘öğrenen hakkında bilgi’ olduğunu söyledik. Çünkü peygamberler gerçeği bulunduğu hal üzere bildirenlerdir. On­lar Allah’tan bildirdikleri haberlerde gerçeği olduğu hale aykırı bir şe­kilde bildirmekten masumdurlar. Nebi olmayan âlim veya âlim olma­yan haberciler ise öyle değildir, çünkü âlim, delil olmayan bir şeyin delil olduğu görüşünü ileri sürebilir ve o delilin verisine göre haber verir, sonra da o görüşten vazgeçer. Bu nedenle âlimler, bilgide pey­gamberin derecesine ulaşamaz. Bazen âlim, bir şeyi gerçekte olduğu hal üzere haber verir, fakat onun öyle olduğu tam olarak tespit edile­mez. Bunun nedeni bilgiye girebilecek kuşkular halikında belirttiğimiz durumdur. Avamdan olan bir âlim de bilgiye ulaşabilir. Bazen ise ha­ber verişlerinde bilgiye ulaşamazlar. Peygamber öyle değildir. O bir durum hakkında Allah’tan haber verdiğinde, o şey haber verildiği gi­bidir. Âlimin peygamberden öğrenerek elde ettiği bilgide kuşku bu­lunmaz. O haberi öğrenenin âlim olduğunda kuşku bulunmadığı kadar hiç kuşkusuz haber de bir bilgidir. Bu nedenle Hz. Peygamber ‘Âlim­ler nebilerin vârisleridir’ diyerek hadisi daraltmıştır. Onlar peygambe­rin söylediğini kabul ettiklerinde, hiç kuşkusuz, gerçeği olduğu hal üzere öğrenmiş demektirler.


Bu bağlamda Peygambere varisliğin bir yönü de, kadınları ve gü­zel kokuyu sevmek, namazın göz aydınlığı olmasıdır. Fakat kadınlar ve güzel koku insana ‘sevdirilmiş’ ise vâristir; sevdirilmeden kendiliğinden seven vâris değildir. Çünkü kul, başka bir maksada değil, sadece Allah için yaratılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ben insanları ve cinleri bana iba­det etsinler diye yarattım’202 buyurur. Allah onları kendine ibadet etsin­ler diye yarattı. Hz. Musa’ya söylenen on iki kelimenin birisi şuydu: ‘Ey Âdemoğlu! Seni kendim için yarattım.’ Sonra Allah kulun ikinci durumunda ona başkasından daha çok bir şeyi sevdirir. Bu kez Allah’ın kendisine bir şeyi sevdirdiği kimse hakkında şöyle konuşmak gerekir: Acaba doğa mı o şeyi ona sevdirdi, yoksa tamah mı, yoksa korku mu, yoksa Allah mı sevdirdi? Hz. Peygamber ‘bana sevdirildi’ demiş kimin sevdirdiğini söylememiştir. Allah Teâlâ müminler hakkında ‘Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinize süsledi, size küfrü, jaşıklığı ve isyanı çirkin gösterdi’203 buyurur. Hz. Peygamber ‘sevdirildi’ sözü üzerinde durma­mış ve ona kimin sevdirdiğini zikretmemiştir. Bunun nedeni, nefislerin algılama zaafları nedeniyle açıklanamayacak bir sırdır. Mertebeleri bi­len arifler ise peygamberin zikrettiği yönden Allah’ı, kadmı, güzel ko­kuyu ve göz aydınlığının namaz kılınmasını anlarlar. Hz. Peygamber temsil mertebesi ve makamı yönünden kimin huzurunda bulunduğu ve kiminle konuştuğunu bilen birisi olarak münacat ederek namaz kılar. Çünkü namazda hitap, ret ve kabul söz konusudur: böyle bir durum ise ancak ‘temsil’ müşahedesinde olabilir. Çünkü namazda Peygamber müşahede ve konuşmayı birleştiren mertebededir.

Karşılıklı üişkiler, yani münasebetler, münasibin ilişkili olduğu işe doğru yönelmesini gerektirdiği için, sevdirilenin münasibin ta kendisi olması gerekir. Öte yandan münasebet, bazen zatî münasebet iken ba­zen arızîdir. Kadınlar bir şeyi meydana getirme yeriyken (mahallü’t- tekvîn), insan (üzerinde yaratıldığı ilahi) sureti itibariyle fail olmayı gerektirir. Bu yönüyle fiilini kendisinde uygulayacağı bir yerin olması kaçınılmazdır. Ayrıca sahip olduğu kemali nedeniyle insan kendinden ancak kemalin çıkmasını isteyebilir. Nitekim her şeye yaratılışını ver­miş olan Hak’ta durum öyledir; söz konusu ‘yaratılış’ bir şeyin kemali­dir ve insanın varlığından daha kâmili yoktur. Söz konusu kemal, Al­lah’ın bir yer ve mahal hâline getirdiği kadında ortaya çıkabilir. Kadın kendisinden meydana geldiği bir edilgen olması itibarıyla erkeğin par­çasıdır. İşte bu nedenle kâmil insana (Hz. Peygamber) kadınlar sevdi- rilmiştir. Kadın söylendiği üzere erkeğin kaburga kemiği (kemiğin- dendir) olduğuna göre kendisinde meydana getireceklerinin mahalli bizzat erkeğin kendisi olmuştur. Binaenaleyh ondan ancak benzeri ve kendisi meydana gelmiştir. Bu durumun ne kadar garip olduğuna bakmalısın! Böyle bir bilgi kimde bulunursa, hiç kuşkusuz, Hz. Pey- gamber’e bu sevdirilme tarzında vâris olmuştur.

Güzel kokuya gelirsek, güzel koku, nefeslerden meydana gelirken nefesler rahmanidir. Çünkü Hz. Peygamber ‘Ben Rahman’in nefesini bulmaktayım’ diyerek nefesi Rahman ismine izafe etmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Güzel kokular temiz kimseler için, temiz kimseler güzel şeyler içindir.,204 Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi et-Tayyib’dir. Böyle olun­ca, güzel kokunun et-Tayyib isminden ortaya çıktığım anladık. Var olanlar için Rahman’dan daha güzel bir isim ise yoktur, çünkü bu isim, bütün varlığı kuşatmış olan genel rahmetteki mübalağa anlamına gelir. Herhangi bir şeydeki güzel kokuyu algılayan bir insan -ki başka bir insan tarafından tabii olarak kötü ve çirkin algüanmış olsa bile o koku ilahi niteliği bakımından güzeldir, nitekim Mekke’de bu hali zevk ola­rak yaşamıştık- gerçek anlamda (Hz. Peygamber’e) vâristir.

Öte yandan Hz. Peygamber’e namaz ancak müşahede ve konuş­mayı birleştirme özelliği nedeniyle sevdirilmiştir. Bu durum ‘gözümün aydınlığı namazdadır’ hadisinde belirtilir. Burada Hz. Peygamber ko­nuşmaya veya söze değinmemiştir. Çünkü umum nezdinde bilinir ki, namaz bir münacattır; kul şöyle söyler, Allah şöyle söyler! Nitekim Hz. Peygamber böyle buyurmuştur. Çünkü namaz, bir hadiste geçtiği üzere, namaz kılan kul ile Allah arasında ikiye ayrılmıştır. Namaz sade­ce müşahededen yoksun ve namazdaki konuşmada Hakk’ın icabetini duymayana ağır gelebilir. Kulun ‘Allah kendine hamd edeni duydu’ diyerek Allah’a vekil olduğu makam, makamların en yetkinidir. Çünkü Allah Teâlâ insan-ı kâmili herhangi bir kimseden ancak insan-ı kâmilin halife olması özelliğiyle üstün tutmuştur. Onun makamının üstünlük sebebi halifelik olunca, mertebesinin üstünlüğü hakkında kınama ve suçlama gerçekleşmiştir. Hâlbuki onu kınayan, Allah’ın insan yaratılı­şına yerleştirdiği ilahi kemalden habersizdi. Kınayanın bu konuda bil­gisi olsaydı, insanı kınamazdı. Halifelik -ki o bu menzilde Hakk’a vekil olmak demektir ve namaz kılarken ‘semi Allahu limen hamideh (Allah kendini hamd edeni duydu)’ diyen Hakk’a vekildir- ancak namazda olabilir. Bu nedenle namazın mertebesi üstün olduğu gibi aynı nedenle de namaz Hz. Peygamber’e sevdirilmiştir. Namazın kendisine böyle sevdirildiğini bilen, hiç kuşkusuz, Hz. Peygamber’e varistir; böyle bir müşahede olmadan bir insana namaz sevdirilirse, o vâris değildir.

Bu menzildeki ilimlere gelirsek, çoğun birden meydana gelişi, bu menzilden öğrenilir; birin tekliğini değil, çokluğun birliğini kastet­mekteyim. İlahi ve kevnî birleşme, bu menzilden öğrenilir. Netice ve öncüller bu menzilden öğrenilir. Birleşme ve nikâhın dereceleri, bu menzilden öğrenilir. Çünkü bazen birleşmeyle sadece haz alma amaç­lanırken bazen sadece çoğalma, bazen her ikisi birden amaçlanır. Vasi- yeder bu menzilden öğrenildiği gibi taksimler bu menzilden öğrenilir. Kaçırma korkusuyla acele bu menzilden öğrenilir. Karıştırmalar, hibe­ler bu menzilden öğrenilir. Güzel kokulardan muteber olanlar, bu menzilden öğrenilir. Marufu yapmak ve marufun mahiyetini bilmek, bu menzilden öğrenilir. Emaneder bu menzilden öğrenilir. Hazlar, haklar ve öne alınması veya geri bırakılması gereken hususlar, bu men­zilde öğrenilir. Hadler bu menzilden öğrenilir. İtaat ve günah, bu menzilden öğrenilir. Şahidikler ve hükümler bu menzilden öğrenilir. Şiarlar bu menzilden öğrenilir. Bir basamağa ve akde dönen çoğul, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak onlu basamakları verebiliriz. Bu ne­denle eş ‘aşır’ diye isimlendirilmiştir, çünkü iki eşin bir araya gelmesi akide gerçekleşir ve (aynı anlamdaki) muaşeret sohbettir ve aşiret ar­kadaşlar ve yakınlardır; kişi dostunun dini üzeredir. Çünkü dost dos­tuyla bulunduğu hal üzere akit yapmıştır ve böyle bir akit nedeniyle onunla ‘muaşeret1 yapmış demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar­la maruf üzere muaşeret ediniz-,2US Yani onlarla aranızda sohbet ve mua­şeretin sürekli olacağı şekilde maruf üzere arkadaşlık edin! İzzet ve en­gelleme bu menzilden öğrenilir. Ticarederin türleri, bu menzilden öğ­renilir. Erkeğin kadından üstünlüğü ve kadın ve erkeğin ortak olduğu kemal, bu menzilden öğrenilir. Hak sahipleri bu menzilden öğrenilir. Takdis bu menzilden öğrenilir. İlahi inayet ve halifelerin mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. İmanın hakikati bu menzilden öğrenilir. Ayıp­lar ve eksiklikler bu menzilden öğrenilir. Teşvik edilen ve elde edilmesi temenni edilen hususlar bu menzilden öğrenilir. Ölüm bu menzilden öğrenilir. Allah’a ve yaratılmışlara ait olan hususlar bu menzilden öğ­renilir. İyi ve kötü nasip arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vak­tin belirlenmesi ve böyle bir hüküm altına girmediği halde vakti belir­lenen hususlar bu menzilden öğrenilir. Mümine ve mertebesine saygı, bu menzilden öğrenilir. Hicret bu menzilden öğrenilir. ‘İmanın imanı’ bu menzilden öğrenilir. Yumuşaklık, sır, açıklık bu menzilden öğreni­lir. Meleğin kâmil insanlarla ortak olduğu özellikler bu menzilden öğ­rendir.

‘Allah hakkı söyler ve doğru yola, ulaştırır.’

 

 

ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM

Tevhit ve Cem' Menzilinin Bilinmesi

Bu menzil beş bin Refrefî makamı içerir ve Muhammedi merte­beden öğrenilir. Onu müşahede eden için en kâmil müşahede, ayın yarısında veya sonunda gerçekleşen müşahededir.

Ey İmran kızı Meryem! Sen yaratılmışsın Asil bir yatak olarak, her ruhtan yüce bir ruh için

İffetini korudu ve sonra ruh ona geldi ihsan etmek için sana hibeyi Yukarıdan, yedi kat yukarıdan, Levha’dan

Ona yüce ve şerefli bir hediye getirdi Üstündür o ve yücelerden bize parıldamıştır

Hayat verir de kendisiyle öldürdüğü bir kılıcı yok

Çağırınca da lütufla ruh diye çağırırsın                  ,

‘Hibe’ derken Cebrail’in ‘Sana temiz bir oğlan vermek üzere...,m ifadesinde zikredilen Allah’ın ruhu Hz. İsa’nın Meryem’e verilmesini kastediyoruz. Bir rivayette Hz. Peygamber’e şöyle sorulduğu aktarılır: ‘Âlemi yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi?’ Hz. Peygamber ‘Üs­tünde ve altında hava bulunmayan Amâ’daydı’ cevabını vermiştir. Da­ha önce Amâ hadisinden ve âlemin suretlerinin orada açılışından ko­nuşmuştuk. Akıl delilinin ispatladığı husus şudur: Allah’ın dışındaki her şey hâdistir ve daha önce olmayıp sonradan olmuştur. Başka bir ifadeyle delil, Allah’ın dışındaki şeylerin O’nun kendisinden kaynakla­nan zorunlu varlığıyla (birlikte) bulunmadığını ispatlar. Bu nedenle sürekli yaratma Allah’a ait iken sürekli edilgenlik ‘âlem’ demek olan mümkünlere aittir. Dolayısıyla tekvin, yani yaratma, sürekli gerçekleşir ve âlem sürekli var olur. Bu nedenle boşluğun sonsuza doğru uzaması gerekir, çünkü mümkünler sonsuza dek var olur ve onlar varlıklarıyla ancak boşluğu doldurur. Daha önce âlemin boşluğu doldurduğunu söylerken dolu bir şeyin doldurulamayacağını kastetmiştik. Çünkü do­lu, dolduranın ve imar edenin kendisidir; dolayısıyla dolu bir şey dol­durulamaz (imar edilemez). Ortada sadece ‘dolu (mele)’ vardır veya sürekli yenilenme içindeki âlemin yaratıcısı vardır.

Ahiretin de bir nihayeti yoktur. Biz olmasaydık, zaten dünya veya ahiret denilmeyecek, gerçekte de olduğu üzere var olmuş ve olan- olacak ‘mümkünler’ denilecekti. Biz yaratılmış mümkünler olarak var­lıklarımızın ortaya çıktığı andan itibaren belli bir süreye kadar belli mekânları doldurduğumuz için -ki biz de âlemin suretlerindeniz- dol­durduğumuz ve imar ettiğimiz yeri ‘dünya hayatı’ diye isimlendirdik. Başka bir ifadeyle varlıklarımızın ilk var oluş vaktinde doldurduğumuz ‘yakın yer ve diyar’ diye isimlendirdik. Hiç kuşkusuz âlem vardı ve biz yoktuk. Bununla birlikte Allah dünya hayatında kalmamız için belirli bir süre ve eceller belirlemiştir. O süreleri tamamladıktan sonra, ‘ahiret’ denilen başka bir yere göçeriz. Bu dünya hayatında bulunan şeyler orada da vardır, fakat burası ‘hal’ itibarıyla farklılaştığı gibi orası da yer itibarıyla farklılaşır. Ahiret diyarında kalışımızın kendisinde bi­teceği belirli bir süre yoktur. Orası sürekli ve sonsuza kadar ‘tekvin’ mahalli olarak yaratılmıştır. Allah dünya hayatının niteliğini değiştirir ve bu değişiklikle birlikte ahiret haline gelmiştir; cevheri ise bakidir. Gerçekler ve işler hakkında Allah’tan gelen bilgisi olmayan kimse (de­ğişme) hakkında hayretteyken Allah’ı ve âlemin Allah ile ilişkisini bilen alimler hakkında hayret diye bir şey yoktur. Âlimler sürekli rahatlık ve ferahtadır. Başkaları ise dünya ve ahirette hayretin karanlığında başı­boş bir şekilde dolanırlar. Her nefes yaratılış yenilenmemiş olsaydı, cevherlerde usanma meydana gelirdi. Çünkü doğa usanmayı gerektirir İd cevherlerin yenilenmesini lüzumu buradan ortaya çıkar. Bu nedenle Hz. Peygamber Allah’tan aktararak şöyle buyurur: ‘Siz bıkıncaya kadar Allah bıkmaz.’ Âlemin bıkmış olması, Hakk’ın bıkmış olmasıdır. Âlemde ancak keşfi olmayan ve âlemin her nefeste sürekli yenilendiğini müşahede etmeyenler bıkabilir. Öyle bir insan Allah’ın sürekli yaratıcı olduğunu göremez. Bıkma süreklilik (zannıyla birlikte) gerçekleşir.

Şöyle sorabilirsin: Yaratmanın yenilenmesindeki süreklilik de bir devamlılıktır ve bu devamlılıkla birlikte bıkma niçin gerçekleşmesin ki?’ Şöyle deriz: Zati hükümlerde bir değişmenin gerçekleşmesi söz konusu değildir. el-Hallak (sürekli yaratan) bizatihi yaratırken âlem de bizatihi edilgendir. Dolayısıyla bıkmanın gerçekleşmesi mümkün de­ğildir. Yeni yaratılmış nimet içinde o nimetin yerini aldığı şeydeki baş­kalaşma bıkkınlığı gerektirmez. Çünkü yeni durum, sevinç, neşe ve mutlulukla görülmemiş bir şeyi görmek demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’207 buyurur. Yani sonsuza dek var olmuş ve var olacak her şeyi kuşatmıştır. Çünkü rahmet bir cev- her/varlık değil bir hükümdür; var olan bir cevher olsaydı, tükenir ve sonsuz şeylerin kendisinde meydana gelmesine imkân vermezdi. Rah­met bir hükümdür ve var olanların cevherlerinin Rahman ve Ra- him’den meydana gelmesiyle birlikte onlarda tezahür eder. ‘Bilgide de- rinleşenler...’208 yani Allah hakkındaki bilgide derinleşenler ‘Ona iman ettik, hepsi rabbimizdendir’209 derler. Yani rahmet de rahmet edilen de Rabbimizdendir. ‘Ancak derin akıl sahipleri öğüt alır.,2W Onlar, zahir kabuğun kendisini perdelediği -ki aynı zamanda koruduğu- işlerin ha­kikatlerini şehadet âlemine çıkartan dalgıçlardır.


Bu menzil dokuz bin makamı içerir. Nitekim ehl-i keşf ve vücûd, keşif ve vecd ehlinden gelen haberler böyledir. Bin makam özel ve farklı bir gruba mahsus iken başka bir gruba üç bin makam, bir gruba beş bin makam tahsis edilmiştir. En üst grup bin makamın mahsus olduğu kimselerdir. Onları üç bin makamın ait olduğu kimseler takip eder. Onları da beş bin makamın mahsus olduğu kimseler takip eder. Fakat bu grupların en üstünü makamı olmayandır. Çünkü makamlar kendilerinde bulunanlar üzerinde hüküm sahibidir. Grupların en üstü­nünün ise hükme konu olan değil, hüküm veren olduğu aşikârdır. Söz konusu insanlar ‘ilahilerdir (Hakk’a benzeyenler/metafızikçiler).’ Çün­kü hüküm verenlerin en hikmetlisi Hak onların aynı olmuştur. Bu du­rum insanlar arasında ancak özellikle Allah’ın kendilerine dönük ezeli inayetiyle Muhammedîler adına gerçekleşebilir. Allah Teâlâ onların benzerleri hakkında ‘Kuşkusuz tarafımızdan adlarına iyiliğin öne geçtiği kimseler ondan uzaklaştırılacaktır2H buyurur. Kastedilen cehennemdir, çünkü cehennem o makamlardandır. Öyleyse onlar, gerçekte, makam­lardan uzaklaştırılmış olanlardır. Makam sahipleri himmetlerinin belli bir gayeye ve sona varmakla sınırlandığı kimselerdir. Belirledikleri ga­yelere ulaştıklarında, bu kez kalplerinde başka gayeler ortaya çıkarken ulaşmış oldukları gayeler diğer gayelere ulaşmak için başlangıca dönü­şür. Böylece kendilerini talep etmeleri nedeniyle gayeler üzerlerinde hüküm sahibi olur ve iş böyle sürer gider. Muhammedi’yi ise böyle bir hüküm veya sınırlama engellemez. Onun genişliği Hakk’ın genişliği demektir. Hakk’ın ise varlığının kendisinde tükeneceği bir smırı yok­tur. Muhammedi’nin müşahede ettiği Hak’tır. Dolayısıyla onun müşa­hedesinin bir smırı yoktur. Muhammedi’nin dışındakiler ise kendi me­kânını müşahede eder ve bu nedenle yerleşik olduğu hal veya makamın sona ermesi ve halinin değişip yok olması mümkündür. O ise kendi halinin Allah hakkındaki bilginin sonu olduğunu zanneder, çünkü kendine ve rabbine göre hükme hakkını verdiğini zanneder. Hz. İsa Muhammedi idi ve bu nedenle ahir zamanda inecek ve onun inişiyle birlikte Allah büyük velayeti (velayet-i kübra) tamamlayacaktır. Hz. İsa Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Hakk’ın keümeleri ise tükenmez. O halde Muhammedi kendisine ulaşacağı bir gayeye sahip değildir.

Bilmelisin ki, zikredilen makamlar, hayal gözüyle görülebilir. On­lar, müşahede edildiklerinde ancak hayal gözüyle idrak edilebilirler. Çünkü onların suretleri, -Allah dilediği şeylerde kendilerini misali su- redere çevirdiğinde- tahayyüldeki suretlerdir. Bu nedenle onları duyu­lurları gözünle veya anlamları kalp gözüyle gördüğün gibi ‘şahıslar’ olarak gözünle görürsün. Çünkü Allah çoğu azalttığında -ki gerçekte çoktur- veya azı çoğalttığında -ki gerçekte azdır-, burada çoğalmayı ve azalmayı duyu gözüyle değil, hayal gözüyle görebilirsin. Her iki du­rumda da gören gözdür. Nitekim Allah Teâlâ ‘Allah onları kendileriyle karşılaştığınızda gözlerinize az göstermiş, sizi ise onların gözlerine az gös­termişti,2U buyurur. Başka bir ayette ‘Siz onları gözünüzle iki kat olarak görüyordunuz’213 buyurur. Hâlbuki onlar dışta onların iki katı değildi. Binaenaleyh onları hayal gözüyle görmemiş olsaydın, gördüğün sayı yalan olacağı kadar sana onu gösteren de gösterdiği hususta doğru söyleyen olamazdı. Sana onu gösteren Hale bu durumu hayalde gös­terdiği için, azlıktaki çokluk gerçek olduğu kadar çokluktaki azlığın gerçek olması mümkün olabilmiştir. Başka bir ifadeyle bu durum, du­yuda öyle değilken hayalde gerçektir. Nitekim Hak sana hayalde sütü gösterir, sen de onu içersin. Hayaldeki (rüya) süt bilgidir. Öyleyse sen onu -ki bilgidir- ancak hayal gözüyle süt olarak görmüşsündür. Bilgiyi birinden almış olman, sütü içmen suretinde ortaya çıkar. Bütün bunlar hayal gözünde gerçekleşir. Duyuda bilgi süt olmadığı gibi bilginin öğ­renilmesi (süt) ‘içmek’ demek değildir. Hâlbuki sen onu böyle gör­müştün! Duyu gözüyle onu böyle görmüş olsaydın, gördüğün yalan olurdu, çünkü bu durumda bir şeyi o şeyin gerçekte bulunduğu du­rumdan farklı görmüşsündür. Binaenaleyh sen bilgiyi uyanıkken ancak hayal gözüyle ‘süt’ şeklinde görmüşsündür. Sen farkında değilsen bile, durum gerçekte öyledir! Çünkü Allah bildirdiği hususta doğru sözlü­dür. Sana gösterdiği şey, hayalde senin gördüğün şekilde doğrudur. Öte yandan, bilgiyi Allah’tan ‘elle vurmak’ şeklinde alman da böyledir. Hz. Peygamber ‘vurma’ yoluyla ‘öncekilerin ve sonrakilerin bilgilerini öğrenmiştir.’ Gerçekte bilgi muallimin konuşması neticesinde öğrenme veya bilginin nefiste yaratılmasıyla zorunlu bir şekilde öğrenilir. Bu­nunla birlikte hayal mertebesinde ‘vurma’ yoluyla bilgi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla vurmanın hayalde olması, vurulan şeyin de hayali bir su­


rette olması gerekir; bunun nedeni uykuda veya uyanıklıkta onu göste­ren Allah’ın doğru sözlü olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların yaptığı sihirler nedeniyle o şeylerin koştuğunu zannetmiştir.'214 Hâlbuki onlar gerçekte onlar koşmuyorlardı. O halde gerçekte olduğu suretten farklı bir surette gördüğün her şeyi hayal gözüyle görmüş olabilirsin ve ancak böyle ise doğru olabilir. Bu nedenle hayalde görülen her şey ta­bir edilir. Başka bir ifadeyle tabirci, görülen sureti Allah’ın kendisiyle kastettiği anlama ‘tevil eder.’ Böyle bir bilgiden gafil kalmadan gözleri ayırt etmelisin!

Bilmelisin İd, bu tevil ancak Allah’ın dilediği kullarına ihsan ettiği ilahi güçle yapılabilir ve bunun için de Allah’ın o gücü sana da ihsan etmesi için gayret göstermelisin. Çünkü sen gördüğünü duyuyla gör­düğün şeklinde haber vermektesin, hâlbuki gerçek öyle değil! Gördü­ğünü ifade ederken insaflı birinin yaptığı üzere belirgin hale getirmeli­sin. Bakınız! Sahabe sahih düşünceye ve mertebelere haklarını verdik­leri için, Cebrail’in (as.) Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylememişler; bedenlenmiş bir ruhanî olmadığı takdirde, gördükleri suretin Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylemişlerdir. Yani biz onu gözümüzle al­gıladık. Böyle yaparken gerçeği incelememişler ve ilahi emre hakkını vermemişlerdi. Bu nedenle de ‘doğru söylememiş doğru sözlülerdi.’ Hz. Peygamber ise onlara ‘o Cebrail’dir’ demiştir. Bu söz üzerine onlar kimi gördüklerini ve onu neyle gördüklerini anlamışlardı. Nitekim Cebrail tanımadıkları bir bedevi suretinde gözüktüğünde de böyle de­mişlerdi. Cebrail insanlara dinlerini öğretmek için gelirken onların ta­nımadıkları bir sureti girerek gelmiş, Hz. Peygamber sahabeye ‘soru soranın kim olduğu biliyor musunuz?’ diye sorduğunda, ‘Allah ve pey­gamberi daha iyi bilir’ demişlerdi, çünkü Cebrail tanımadıkları birinin suretinde görünmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber ‘o Cebrail’dir’ demiştir.

Bu hadis Dıhye hadisinden sonra söylenmişse, onların ‘Allah ve peygamberi daha iyi bilir’ demeleri şu anlamda yorumlanabilir: Onlar ruhanînin mana veya suretinin gerçekte bir insan olabileceğini söyle­mişlerdir. Hadis dalıa önce söylenmişse, bu ifade şöyle yorumlanabilir: Sahabe onun insan olduğunu bilmiyor değillerdi, fakat adını ve hangi

Arap kabilesine mensup olduğunu bilmiyorlardı. Öyleyse insan idrak ettiği bir şeyi hayal gözüyle idrak etmiş olduğunu idrak edilenin mahi­yetini öğrenmeden bilemez. Alemde hayalin duyuyla karışmasından daha büyük bir karışıldık ve belirsizlik yoktur. Çünkü insan bu ayrış­tırmayı yapabilirse, zorunlu bilgilerde kuşku ortaya çıkar; başaramazsa, bazı işleri ve şeyleri ait olmadıkları mertebelere indirir. Allah tafsil gü­cü verirse, herhangi bir gözle görmüş olduğunda o şeyleri açıklama imkânı da vermiş olur. Bu durumda onları görmüş olduğu gözün han­gisi olduğunu bilince, onların mahiyetini de bilir. Allah’ı bilenlerde bu bilgiden daha pekiştirici bir bilgi yoktur. Allah ehli içinden aklını zik­rettiğimiz hususa vermeyen pek çok kimse, uykusu hakkında bilgisi olmasaydı, uyurken görmüş olduğu şeyin hayal olduğunu söylemezdi. Nice kişi vardır ki uyanıkken böyle bir durumu görür ve onu duyusuy­la gördüğünü söyler. Hz. Peygamber’in rüyasının doğruluğu hakkında söylediği hususa bakınız! Uyurken bedeninde bir hal ortaya çıktığında, onu somut bir şekilde görür. Böylece duyu üzerinde hayali suretten öğrendiği bilgiye göre hüküm vermiştir. Hz. Peygamber uyumuş ve uyuduğunu gösterecek şekilde yüksek sesle nefes almış, uyandığında ise abdest almadan namaz kılmıştır. Bu durum kendisine hatırlatıldı­ğında, Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘Benim İlci gözüm uyur fakat kalbim uyumaz.’ Yani hayal âlemine geçip suretini orada gördüğünde, abdestli uyumuş olduğunu görmüş, abdesti yenilemeyi gerektirecek bir kirlenmenin ortaya çıktığını görmemiştir. Başka bir ifadeyle bedeninin uykudan önce sahip olduğu abdesti bozacak bir hale maruz kaldığını görmemiştir. Bu nedenle daha önce şöyle dedik: Uykunun kendisi ne­caset değilken, necasetin sebebidir. Kim bu makamı elde edip bu nite­liğe sahip olur da abdestliyken uyursa, uykuda gördüğü hayali sureti - İd o bizzat kendisidir- incelemelidir: Bir kirlilik hissederse, bedeninde bir kirlenme ortaya çıkmadıkça rüyadaki suretinde kirlenme meydana gelmez. Başka bir ifadeyle, ya bedeninde meydana gelmiş necaset ne­deniyle veya abdestin bozulduğu bildiren hayalî bir suret nedeniyle abdestin bozulmasından ondan meydana gelmiştir. Böyle bir durum­daki insan uyandığında abdest almalıdır. Çünkü uykuda gerçekleşen kirlenmenin bir türü, uyuyanın bedeninde iz bıralcır. Misal olarak ihti- lam olmayı veya rüyasında idrar kaçırdığını görüp uyandığında yatağı­


m ıslak görenin durumunu verebiliriz. Bazen rüyadaki kirlenmenin izi görülmez. Bu durumda uykuda görülen kirlenme, onun kirlenmiş ol­duğu hakkında bir uyarı sayılır. Bu durum, bu niteliği bilen alimlerde ortaya çıkan bir haldir.

Böyle bir durum, Mısırlı Abdullah el-Kureyşî’nin şeyhi olan Şeyh ed-Darir Ebi’r-Rebi el-Malikî’nin başına gelmişti. Özellikle Salı günleri uyuyunca, gözleri uyur kalbi uyumazdı. Bu bahis, şekilci âlimler nez- dinde muteber olmasa bile geniş meselelere sahip bir konudur. Bu ba­his hikmeti bildiğini zanneden hâkimlere göre de muteber değildir. Onlar bu mertebenin diğer mertebelerden ne kadar üstün olduğunu anlamamış, onların nezdinde bir değeri olmamıştır. Bu nedenle söz konusu mertebenin (hayal ve rüya) değerini takdir edememişlerdir. Hayal mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah, sonra o bilgiye ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışın­dakiler onun değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, peygamber­lik makamlarının birincisidir. Bu nedenle Hz. Peygamber sabahladı­ğında sahabesiyle oturur, olara şöyle sorardı: ‘Aranızda rüya gören var mıdır?’ Böyle demesindeki maksat, Allah’ın âlemde ertesi gün veya ge­lecekte var edeceği şeyleri görme arzusudur. Allah rüyayı görene uyku­sunda ya açık bir vahiy (ilham) veya görenin aşina olduğu suretteki vahiyle onları bildirir; bununla birlikte rüyayı gören kişi o suretle ne­yin kastedildiğini anlayamaz ve bu nedenle Hz. Peygamber Allah’ın o suretle neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı tabir ederdi. Hz. Pey­gamberin âlimlerin nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi göster­mesinin nedeni buydu. Allah Teâlâ kulları arasından derin akıl sahiple­ri ve ibretle düşünenlerin dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir: ‘O sizi rahimlerde dilediği şekilde tasvir edendir.’215 Rahimlerin bir türü de hayal olan (rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir edilir ve Allah ö rahimlerde manaları dilediği su- rederde terkip eder. Bu bağlamda Allah hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise dinde sebatkarlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir veya bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu sureüer rüyayı görenin veya rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.

Dımeşk (Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibüddin Halil el-Cüveynî’yi -Allah onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde masum kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona şöyle diyordu: ‘Allah sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve rengini bozma!’ Uyandım ve rüyayı kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi muhafaza eden­lerden etsin.

Hayal suretlerin kendisinde tezahür ettiği rahimlerden birisidir, j Hayali mertebe suretleri kabul ettiği için Allah onlar hakkında şöyle i demiştir: ‘insanlara şehvetlerden kadınlar sevdirildi.’216 Yani kadınlarda! sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi suretleri, Allah’ın dilediği kullarına süslü! gösterdiği bir surettir ve kişi onu -başkası nedeniyle değil- kendisi ne-] deniyle sever. Çünkü Allah ona ancak belirttiği hususta şehvet sevgisini^ süslemiştir. Binaenaleyh Allah salt sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da \ onu zikrettiği hususlarda şehvete bağlamış, ardından da dilediği kimse­ler için şehvette başka bir duruma bağlamıştır. Allah ayette şehveti zik­retmiştir, çünkü şehvet, doğal bir surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah hayalden daha yüce menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey de yarat­mamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında imkânsızın vb. bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği şey­ler içinde ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıta­sıyla ilahi kudret ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi üzerine rahmeti vb. yazmış ye herkese vacip kılmıştır. Hayal kı­yamette ve inançlardaki tecellinin gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah’ın en büyük şiarı ve delilidir.

Hayalin otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin hayal hakkında tespit ettiği bir husustur. Bununla birlikte onlar ne söyledik­lerini anlamamış veya hayale hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir parçası olsa bile Allah’ın ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa üze­rinde büyük otoriteye sahiptir. (Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil bir evlat olmasını isteyen bir insan eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük âlimlerden birisini zihninde canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini göster­mesini istiyorsa, o zaman gördüğü sureti (hayal âleminde) nakledildiği surette veya tasavvur sahibinin kendisini gördüğü surette görüp eşine de o suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir. Öyle bir kâmil insan tasavvur edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini dikkate alarak tasavvur etmelidir. Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve ahlakının güzelliğine göre güzel bir şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz konusu manaları bedenlendirir ve o sureti eşinin ve kendi gözünün önünde canlandırır, ikisi birlikte kendilerini o suretin güzelliğine teksif ederler. Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül ettiği suret çocuğu­na etki eder ve doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait) menzille do­ğar. Bunun böyle olması zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında anne ve babadan birinin - kendileri farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o sureti tahayyül etmekten uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu durumu ‘kadının iştahı’ diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme esnasında karı kocadan birisi veya her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya herhangi bir hayvanın sureti canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden doğan ço­cuk, ebeveynin tahayyül ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar. Birbirle­rinden farklı sureti tahayyül ederlerse, çocukta annenin ve babanın ta­hayyül ettikleri suret ortaya çıkar. Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile etki eder. (Bunlar filozofların hayal gücü hakkındaki görüşleridir).

Filozoflar hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu müstakil bir bilgi aracı saymazlar. Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep edilmeyen bir işin peşinden koşarlar. On­ların peşinden koştukları ise maddelerden soyudanmaktır. Hâlbuki böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür. Binaenaleyh maddelerden soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşün­ce sahiplerinin böyle bir düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu hatanın farkına varmadan başardıklarını zannederler, hâl­buki zarardadırlar! Ömürlerini elde edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle akıl, vehmin veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler ve ruhlar âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah’ı bilen bir kimse, mü­şahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak kalamaz, çünkü Al­lah’ın dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla ‘imkândır.’ Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim veya hâdis bir şeyi ancak kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’ hükmü görene eşük eder. Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üze­re bilenler varabilir. Böyle bir insan soyudanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir, yoksa gerçekte ona güç yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin seçkinlerinin dışında pek çok kim­senin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu meseleyi Allah’ın bildir­mesiyle öğrenmiştir.

VASIL

Zekeriya’nın Çocuk Talebi

Balanız! Zekeriya (as.) zaviyede Meryem’in huzuruna girmiş. Meryem kendini bütünüyle Allah’a adamış bir betûl idi ve Zekeriya onun halini biliyordu. Bununla birlikte onun yanında Allah’ın kendine ihsan ettiği bir rızık görmüştü. Bunun üzerine Zekeriya Meryem’in bu halini çok sevince, Allah’tan kendine bir oğul ihsan etmesini isteyerek şöyle demişti: ‘Rabbim! Bana senin katından ver...’217 Allah’ın katı, rah­met, yumuşaklık ve ilgi katıdır. ‘Temiz bir zürriyet. Sen duayı işiten­sin!’218 Bu dua esnasında Hz. Meryem mertebesi ve Allah’ın inayetiyle tahsis etmiş olduğu ikramı yönüyle onun hayalinde bulunmaktaydı. ‘Melekler ona nida etti, o ise namaz kılıyordu.’219 Çünkü Zekeriya yanında rızık bulduğunda Meryem’in yanına girmişti. ‘Allah seni kendisinden bir kelime olarak tasdik edici ve efendi olarak Yahya ile müjdelemiştir.’220 Kas­tedilen kemaldir, çünkü Hz. Meryem kemal sahibiyken Hz. Yahya da nebilik vasıtasıyla kemale ermiştir. ‘Ve hasûr (betûl’ün karşılığında) ola­rak.’221 ‘Hasur’ kadınlara yaklaşmaktan uzaklaştırıp bütünüyle kendisi­ne yönlendirdiği kimse demekken bizde onun durumu iktidarsız olarak tezahür eder. Meryem ise erkeklere temastan yüz çevirmiş kimse anla­mında betûl idi. Yahya (as.) kadınlara karşı soğuktu. Meryem de er­


keklerden yüz çevirmiş olduğu için ismi Hanne idi ve Meryem laka­bıydı. Daha önce zikrettiğimiz nedenle böyle nitelenmişti.

Hayal gücünün oğlu Yahya hakkında Zekeriya’ya nasıl etki ettiği­ne bakınız! Zekeriya bütün gücünü Allah’ın kendisine ihsan ettiği ma­kam nedeniyle Meryem’in halinin güzelliğinde teksif ettiğinde hayal gücü Zekeriya’ya etki etmişti. ‘O, salihlerden bir nebiydi,’222 Bu nedenle hiçbir zaman Allah’a asi olmamıştı. Burada sözü edilen ‘salihler’, bütün peygamberlerin Allah’tan kendilerini aralarına katmasını istedikleri kimselerdir. Onlar, büyült veya küçük bir günahın kendilerinden mey­dana gelmediği kimselerdir.

Zekeriya’nın halinden daha sırlı bir hal sahibi kimse görmediğim gibi insanlık otoritesinin ondaki gibi başka birisinde ortaya çıktığını da görmedim. Zekeriya ‘Bana senin katından temiz bir zürriyet ver’223 diye dua etmiş, vuku bulacak şeyi tasavvur etmeden bunu istememiştir. Ve­ya şöyle dememiştir: ‘Rabbim! Benim nasıl çocuğum olur ki? Bana ihtiyar­lık gelmiş ve eşim de kocakarıdır.’224 Yaşlılık hali nerede, çocuk sahibi olmak nerede! Ona bu sözü söyletecek bir hal karinesi olmasaydı ar­dından ‘İşte Allah bu şekilde dilediğini yapar’223 denilmezdi. Böylece onun maksadı, Allah’ın bu durumu bildirmesine vesile olmaktı. Bu sayede başkası da Allah’ın dilediklerini âdeti aşarak yapabileceğini öğ­renir ki kendisinde durum âdeti aşarak gerçekleşmişti. Bununla birlikte bu söz onun kendindendi ve insanlık gücü onda tesir etmişti. Çünkü insan zatı gereği Allah’ın kitabında zikrettiği özelliktedir: Allah insanı bir yerde zikrettiğinde, onunla birlikte yaratılış gayesine aykırı dav­ranmasını gösteren bir eksikliği de zikretmiştir. Allah insanı en güzel surette yaratmıştır. Başka bir ifadeyle Allah insanı yaratmış, sonra da yaratmış olduğu dereceye yükselebilmesi için ‘aşağıların aşağısına’ at­mıştır. Bu sayede kendisi için yaratıldığı dereceye yükselebilirse, bu davranış karşılığında övülecektir. İnsanların bir kısmı atıldıkları ‘aşağı­ların aşağısında’ kalır, insanın oraya atılmış olmasının nedeni, oradan yaratılmış olmasıdır. Böyle olmasaydı, oraya atılması doğru olmazdı. ‘Aşağıların aşağısı’ derken insanın bedenini ve bedeni yöneten ruhunun inşa edilişi esnasında kendisinden var olduğu doğanın hükmünü kaste­diyorum. Aşağıların aşağısına atmakla Allah, insanı kendisinden yarat­tığı aslına döndürmüştür. Öyleyse başlangıçta ancak onun doğacına ve bedenine uygun şeye bakmıştır. Hal böyleyken insanın sahih bir bil­giyle ‘bela (evet)’ demesi ne mümkün?

VASIL

Dünyada Hayal Mertebesinde Hak Kulun Tekvin Mahallidir

Bilmelisin ki dünyada hayal mertebesinde Hak kulun tekvin ma­hallidir. Bu nedenle bir konuda aklına bir şey düştüğünde, Hale o mer­tebede o düşünceyi var eder. Misal olarak dilediği herhangi bir müm­künü var etmesini verebiliriz. Bu mertebede kulun dilemesi Hakk’ın meşiyetinin ve iradesinin bir yönüdür, çünkü kul ancak Allah dilerse bir şeyi dileyebileceği gibi Hak da dünyada kulu dilerse diler. Kulun dünyada dilediklerinin bir kısmı duyuda gerçekleşir. Hayale gelirsek, hayalde gerçekleşenlere misal olarak, Hakk’ın (her şeye) işleyen irade­sini verebiliriz. Binaenaleyh Hak, bu mertebede kulun dilediği her işe karşılık olarak onunla beraberdir. Ahirette ise meşiyetinin sınırlanma- yışı itibarıyla durumu (dünyadaki hayal mertebesi) gibidir. Çünkü in­sanın dünyadaki bâtını, ahirette onun zahiri ve görünen yönü olacak­tır. Bu nedenle arzuladığmda her şey onun iradesinden meydana gelir. Dünyadayken Hak, hayal mertebesinde insanın tasarrufu altındadır. Ahirette ise -dünyada değil- duyusal bir şekilde arzu ettiği her şeyi ye­rine getirir. Öyleyse Hak hayal mertebesinde (kula) tabiyken ahirette kulun arzusuna tabidir. Buna mukabil kul bir şeyi irade ederken Hak­kın meşiyeti ve iradesi altında bulunur. Binaenaleyh Hakk’ın işi ve şe’ni, ahirette olduğu gibi dünyada da hayal mertebesinde var etmek istediği her işi onun adına var etmek üzere kulu murakabedir.

Kul ise tecelli suretlerinde Hakk’a tabidir. Hak bir surette tecelli ettiğinde, kul onunla ‘boyanır.’ Bu itibarla kul Hakk’ın tecellisinin hal­den hale girmesi nedeniyle suretten surete girer. Buna mukabil Hak yaratmada halden hale girer. Bunun nedeni kulun iradesinin dünya hayatında bilhassa hayal mertebesinde ahirette ve cennette ise genel olarak başkalaşmasıdır.

Allah varlıkta duyuda etkin olan ve olmayan himmeder yaratmış­tır. Bu derecelenme himmederde ortaya çıktığı kadar bütün eşyada derecelenme ortaya çıkar. O kadar ki ilahi isimlerde derecelenme var­dır. Dünyada fail ve etkin himmeder bazen başkalarının himmederine de edd edebilir, bazen etmez. Etki etmediği duruma misal olarak ‘Sen dilediğine hidayet edemezsin’226 ayeti verilebilir. Eddn ve edilgin him- mederin bir kısmı eddn himmederden etkilenmez. Bir himmet başka bir himmette herhangi bir şey meydana getirmek ister, fakat bu durum meydana gelmez. Çünkü öteki himmet bunu dikmemiştir. Çünkü himmeder cinslik itibarıyla birbirlerine mütekabildir ve bu nedenle fail himmeder bazen onlara edd edemezler. Kendi cinsinden başka bir himmete iliştiğinde ise her fail ve etkin himmet, zorunlu olarak öteki himmete etki eder. Kendi cinsinden olan himmederden birisine ilişti­ğinde ve taalluk ettiğinde, o himmederin bir kısmı fail himmetten edd- lenirken bir kısmı etkilenmez. Bu durum peygamberlerde ve onların tabilerinde tezahür eder. Peygamber birinin Müslüman olmayı dileme­sini ister ve o luşi diler ve müslüman olur. Başka birinin Müslümanlığı dilemesini ister, fakat o bunu dilemez. Peygamberin himmeti söyleye­nin iradesi olmaksızın sadece kelime-i tevhidin dille söylenmesiyle sı­nırlı kalmasıyla ilgili olsaydı, onun iradesi genel anlamıyla gerçekleşir, fakat bu durum sahibine fayda etmezdi. Bununla birlikte kelime-i şehadeti dille söylemek, söyleyenin diline fayda verir. Çünkü dil kendi­si bakımından hiçbir zaman Allah’a asi olmaz. Dilden günahın meyda­na gelmesi, hareket etmesini irade edenin onu tahrikine bağlıdır. Ha­rekete zorlanan ise mecburdur, çünkü o -nefsin araçlarından birisi ol­duğu için- kendini ondan alı koyamamıştır. Bununla birlikte dil kendi zatı itibarıyla itaatkârdır. Allah sahibinin kulağını açıp nefs şeriatın em­rettiğine aykırı sözü söylemelini isterken dilin kendisinin neyi söyledi­ğini duysaydı, hiç kuşkusuz susar kalırdı. Bu nedenle ‘günah ondan zorlamayla çıkmıştır, yoksa kendinden kaynaklanmamıştır’ dedik. Çünkü dil (bütün organlar gibi) zatı gereği itaatkâr olduğu kadar onu hareket ettiren için adil bir şahittir. Ayette ‘0 gün dilleri, elleri ve ayak­


lan yaptıklarına şahitlik ederler’227 buyrulur. Kulak, göz, kalp, deri, si­nir, cinsel organ, nefes ve hareket gibi bütün organlar da şahidik ede­cektir.

İnsanlar yaratılış gayelerinden habersiz Menfaatlerini bile görmüyorlar

O halde insan doğal yaratılışı bakımından olduğu gibi her bir ya­ratılışın ötekinden ayrı dikkate alınması itibarıyla nefs-i nâtıka’nın yara­tılışı bakımından da mududur. Toplamla, yani nefs-i nâtıka’nın beden­le bir olmasıyla muhalefet gerçekleşmiştir. Muhalefeti meydana getiren ve belirleyen, teklifin ta kendisidir. Teklif bir yerde kalktığında muha­lefet hükmü de kalkarak sürekli uyum ve mümkün varlığın Zorunlu varlığa itaati ortaya çıkar. Nitekim günah işlerken de gerçekte durum öyledir. İnsan meşiyete itaat ederken beşer cinsindeki kıskançlık nede­niyle dolaylı emre (emr bi’l-vasıta) muhaliftir.

Bu menzildeki ilimlere gelirsek, Hakk’ın tevhidi, O’ndan haber ve­rilenlerin doğrulanması, bu menzilden öğrenilir. Onlar beşer veya me­lek veya düşünce gibi Hakk’ın elçileri ve tercümanlarıdır. Eşyanın ay­rışmasını sağlayan farkları bilmek, bu menzilden öğrenilir ki genel tev­hit ilmi budur. Bu ilim âlemdeki her şeye yayılmıştır. İlahi keşif bu menzilden öğrenilir. Dünya ve ahirette sona ermeyen çoğalma bu menzilden öğrenilir. Eşya arasında suretteki ortaklığın ve benzerliğin gerçekleştiği mertebe bu menzilden öğrenilir. Sadece Hakk’a mahsus özellikler ile sahip olduğu bilgiyle yaratıkların Haleldin bildirmesiyle öğrendiği bilgiler bu menzilden öğrenilir. Meyil ve istikamet bu men­zilden öğrenilir. Tafsilin cem’i bu menzilden öğrenilir, iadelerin neye döneceği bu menzilden öğrenilir. Tekrar yoktur, hâlbuki iade tekrar demektir. İşin açıklanması zordur. Bu zorluğun sebebi Haleldin âde- ti/iade zikretmiş olmasıdır. Buna mukabil keşif âlemde tekrarın olma­masını gerektirir, yoksa ahiret yaratılışındaki iade (yeniden yaratma) değildir. Çünkü o iade ve yeniden yaratma, belirli bir durum hakkında ilahi hükümdür. Bu yönüyle o, bir evden çıkıp sonra oraya dönenin durumuna benzer. Burada ev aynı ev olduğu gibi çıkan da girenin ay­nıdır. Buradaki durum, cevherlerin ortaya çıkması değil, hallerdeki yer


değiştirmeden ibarettir. Böylece ‘evden çıkan tekrar eve döndü’ demek doğrudur. Buradan iadenin neyle ilgili olduğunu anladık.

Yerlerdeki derecelenme buradan öğrenilir. Allah ehlinin nitelikleri buradan öğrenilir. Hakk’ın ve Allah’ı bilenlerin ortak oldukları durum buradan öğrenilir. Gerçi Allah’ı bilenden başkası yoktur. Ancak âlimle­rin bir kısmı Allah’ı bildiğini bilir, bir kısmı Allah’ı bildiğini bilmez. Böyle biri gördüğü hakkında bilgi sahibidir, fakat gördüğünün ve mü­şahede ettiğinin Hak olduğunu bilmez. ‘Allah'ı biliyor musun’ diye sorsan ‘hayır’ der. ‘Neyi müşahede ettin?’ veya ‘Müşahede ettiğinin sana görülmesi itibarıyla onu biliyor musun?’ diye sorsan, ‘evet’ diye­cektir. Böyle birisine ‘ona kim denilir’ diye sorsan, ‘benim müşahede ettiğim’ diyecektir. Bu kez ‘ona ne denilir’ denilse, ‘bilmiyorum’ diye­cektir. Bu kez ‘O bu şekildedir’ yani ‘O senin kendisini bildiğin falan özel isme sahiptir’ denilir. Fakat o müşahede ettiği varlığın böyle bir isimle isimlendirildiğini bilmiyordur. O halde insanın bilmediği, mü­şahede ettiği varlığa böyle bir adı vermekle ilgilidir. O özel bir adla nitelenmiş, aynı zamanda da müşahede ettiği şey olması bakımından müşahede edilenin bilgisiyle nitelenmiştir. Geride müşahede edilenin belli bir ismin sahibi olduğunu öğrenmek kalmıştır.

Yaratıkların Hakk’a boyun eğmesi ve bu boyun eğmenin Hakk’ın onlara boyun eğmesinin neticesi olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu­nun nedeni, mümkünün Vacip’ten olan talebidir ve Vacip talep ettiği hususta ona ‘boyun eğer’, daha önce bir şey değilken onu var eder.

A

Alemde gerçekleşen farklılığın ve ihtilafın sebebi ve bu menzilden öğ­renilir. Gerçi ihtilafı ortadan kaldıracak sebep de bilinir. Otoritesinin gücüne rağmen, bilgi üzerinde hüküm veren nedir? Gururlanma ve onu ortaya çıkartan sebep bu menzilden öğrenilir. Amel, kesp ve ikti­sap (kazanma) arasındaki farklar bu menzilden öğrenilir. Allah ‘lam’ (için) ve ‘ala’ (hakkında, üzerinde) edatlarıyla kesbi ve iktisabı ayırt ederek şöyle buyurur: ‘Kesp ettiği kendi için, iktisap ettiği aleyhinedir5228 İlahi ihtiyar, bu menzilden öğrenilir. Zıdda ne zaman dayanılacağı bu menzilden öğrenilir. Bu durumda zıt zıddı olduğu şeye rahmet vesilesi olur. Bununla birlikte doğası gereği ona düşmandır. Allah’ın (zatı) hakkında düşünmenin yasaklanması, bu menzilden öğrenilir. Amelleri

ihata bu menzilden öğrenilir. Burada kastedilen karıştırma şeklinde ihata değil, müşahede edenin ihatasıdır. Acaba onlar görülünceye ka­dar hangi hâzinede saklanırlar? Görülmeden sonra kendiliklerindeki hükümleri nedir? Bunlardan amel edene dönecek olan nedir? Hakikat­leri başkalaştıran mertebe, bu menzilden öğrenilir; hâlbuki o mertebe de hakikaderden olsa bile kendisi başkalaşmaz.

Münasebeder bu menzilden öğrenilir. Sözle nitelenmeyenden, hü­kümde kendisine dönülen şey bu meinzilden öğrenilir; bununla beraber bazı hükümlerde ayrışma özelliğine sahiptir. İrade ve benzerleri gibi. Peygamberlerin dünya hayatında Allah’tan talep ettikleri gaye bu men­zilden öğrenilir. Tekvindeki ilahi vekâlet bu menzilden öğrenilir. Mu- habbede ilgili sırlı iş bu menzilden öğrenilir. Bu sır, sevilen nedeniyle, sevilene dair zahidiktir. Bununla birlikte o kişi zahidik yaptığı şeyi se­ver ve bu nitelik kendisinde bakidir. İ’tisam bu menzilden öğrenilir. Beyaz ve siyahlık bu menzilden öğrenilir. Tasavvuf ehlinden biri bu hususta el-Beyaz ve’s-Sevâd (beyaz ve siyah) diye isimlendirdiği risale yazmıştır.

Ümmederin birbirlerine karşı üstünlüğü ve Muhammed ümmeti­nin bütün ümmederden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Hz. Mu­hammed ümmetinden onun peygamber olarak gönderilişinden önce kimse var mıydı? (Varsa) o kişi keşfinde Hz. Peygamberi görmüş, ona iman etmiş ve kendine keşif verildiği ölçüde ona uymuştur. Böyle bir nitelikteki insan onun ümmeti içinde mi, yoksa yalnız başına bir üm­met olarak mı haşredilir? Bu keşfe sahip insan, Hz. İsa ve Hz. Musa gibi belirli bir peygamberin şeriatına tabi midir, değil midir? Tabi ise, müşahede yoluyla uymuş olduğu peygamberin şeriatında o peygambe­rin Hz. Muhammed’in vekili olduğunu görür. Uyduğu şeriat da Hz.

• Muhammed’in şeriatıdır. Söz konusu kişi Hz. Muhammed’in şeriat olması anlamında o şeriata tabiyken peygamber de şeriatında getirmiş olduğu hususları Hz. Peygamber’den tebliğ etmiştir. Böyle bir insan Muhammed ümmeti içinde mi haşredilir? Yoksa kendisine uyduğu peygamberin ümmetinden midir? O peygamberin ümmeti içinde haşredilip cennete girer ve menziline yerleşirse, acaba Muhammed ümmetinin menzillerine mi yerleşir? Yoksa Hz. Muhanımed’e ve üm­metine tabi olanların menzillerine mi yerleşir? Yoksa o ancak bu pey­gamberin tabilerinin ve ümmetinin menzillerine mi yerleşir. O kişi, uyduğu peygamberin ümmetiyle birlikte menzillere sahip olduğu gibi Muhammed ümmetiyle birlikte de menzilleri vardır; Muhammed ümmetiyle birlikte olan menzilleri ise daha önce zikretmiş olduğumuz üzere keşifle ‘tabi’ olmasından kaynaklanır.

Sohbet bu menzilden öğrenilir. Seninle nitelik bakımından sohbet eden İçimdir, zatm bakımından sohbet eden kimdir? Senin için seninle sohbet eden kimdir, kendisi için seninle sohbet eden kimdir, Allah için seninle sohbet eden kimdir? Sohbete kim layıktır? Kim Allah ile soh­bet eder? Kim sohbet edilme makamına sahip olup kimseyle sohbet etmez? Sohbet ve musahabe arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Makam ve haller bu menzilden öğrenilir. Nimet ve üzüntüler bu men­zilden öğrenilir. Dünyadaki ceza bu menzilden öğrenilir. Alimin âlim olması bakımından istifade etmek özelliğiyle nitelenmesi bu menzilden öğrenilir. Hakk’a yakın kimselerin sınıfları ve bütün ümmetler içinde yakınlıktaki dereceler, bu menzilden öğrenilir. Allah’ın irade ettiği kimse bu menzilden öğrenilir. Allah’ı irade eden bu menzilden öğreni­lir. Allah’tan başkasını irade eden bu menzilden öğrenilir. İradenin ko­nusu nedir? Allah’ı irade ettiğini söyleyen kimse doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor? Ölümde karıştırma bu menzilde öğrenilir. İki zıt ile kim nitelenir? İstidrac bu menzilden öğrenilir. Hakk’m kabul ettiği nitelikler bu menzilden öğrenilir. Örfe ve şeriata göre, ilahi mertebe hakkında eksiklik anlamı taşıyacağı için kendisine nispet edilemeyecek nitelikler bu menzilden öğrenilir. Aynı özellikler zaman içinde yaratıl­mış olanlar için şeref ve yücelik anlamı taşır. Çeşitli ilimlerden çeşitli fenler, bu menzilden öğrenilir.

'’Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ SEKSEN İKİNCİ BÖLÜM

Hatemler Menzilinin Bilinmesi, İlahi Gelinlerin Sayısı
ve Yabancı Sırların Bilinmesi

Bu menzil zorunlu olarak Musevî mertebeden öğrenilir.

Berzahlar ilmini kim idrak eder!

Uçları ve ortayı birleştiren kişi

Her kevnî menzile nüfuz eder o

Âlemlerde otoritesi var

Birinden intikam dilerse kabzeder

Birine nimet dilerse bast eder

Rahmet terazisinde yaratıkları hakkında verirse hüküm

Bütün âlemlere adil davranırken görürsün O’nu!

Bilmelisin ki, sonlar başların aynı olunca, suretlerdeki varlığın bir daire şeklinde olduğunu, onun ebediyetinin ezele döndüğünü gördük. Bu nedenle (aradaki görelilik ilişkisi nedeniyle) ilah bilindiğinde meluh da bilindiği gibi Rab bilindiğinde merbub da bilinir. Her makûlün otelcine ait olmayan bir mertebesi olduğu kadar son ve baş arasında makul (aldı) bir ayırıcı vardır; bu ayırıcı sayesinde birinin ötekinden önce ötekinin sonra geldiği söylenebilir. Sonun (hatime) başlangıcın aynı olduğunu söyledik. Bu durum, hükme konu olan hakkında verilen hükümde böyledir. Hükme konu olan vasıtasıyla da son baştan ayrılır.

Bilmelisin ki, gelinler, iki kısma ayrılır: Bir kısmı nikâh sözleşmesi yapılarak cinsel birleşme amacıyla (nikahlanan) gelinlerdir. Bir kısmı cinsel birleşme amacı olsa bile arada nikâh sözleşmeyi olmayan gelin­lerdir. Nikâh sözleşmesi iki tarafın rızasıyla gerçekleşir. Birleşme ise haz almak için veya birini meydana getirmek için yapılır. Nikâh söz­leşmeyi olmaksızın cinsel ilişki kurulacaklar, cariyelerledir. Bu bağlam­da ‘nikâhlar’ içinde en üstünü hibe nikâhıdır, çünkü o bir bedelle ger­çekleşmez. Bu yönüyle hibe nikâhı, nimet vermek amacından başka bir nedeni olmayan el-Vahib’e benzer. Bu nedenle Allah böyle bir evliliği yaratıkların en faziletlisi ve üstünü olan Hz. Muhammed’e tahsis et­miştir. ‘Mümin bir kadın kendini peygambere hibe eder ve peygamber onunla evlenmek isterse, bu durum sadece sana aittir.’229 Zikrettiğimizin dışındaki her cinsel ilişki -evlilik yani nikâh değil- sifahtır (zina). Başka bir ifadeyle o, durağanlığı ve direnci olmayan akışkan bir şey gibidir. Çünkü bir sözleşme bulunmadığı gibi onda (iki taraf arasında) karşı­lıklı bağ veya güvence de yoktur.

Tekrar konumuza dönersek şöyle deriz: Sonları süreler belirler. Böyle olmasaydı, hiçbir şeyin sonu olmazdı, çünkü son, kendisiyle ni­telenen için nihayet ve bitim demektir. Her sonun bir başlangıcı var­dır, fakat bunun tersi söylenemez. Hakk’ın emrinin ve işinin tenezzü­lündeki sürekliliğe ve onun başka şeylere ulaşmasına bakan, bir son olmadığını söylerken bu tenezzülde eşya arasındaki ayrıma ve farklara bakan ise eşyada sonların bulunduğunu söyler. Aşağıdaki misallerin göstereceği üzere, eşya arasındaki ayrımlar ve farklılıklar bunları göste­rir. Fakat bütün bunlar bölünme ve terkip âlemindedir. Bunu açıklaya­cak bir misal olarak, Kuran-ı Kerim’de iki kelime, iki ayet ve iki sureye bakarsan, iki durumu birbirinden ayıran bir faslın varlığını görürsün. Bu bağlamda ayrım ve fasıl iki kelime arasındaysa, birincinin sonu belli bir harftir; iki ayet arasındaysa, ilkinin sonu belli kelimedir; iki süre arasındaysa, birinci belli bir ayetle biter. Meydana gelen bir hadise söz konusu olduğunda, onun dünyada süresinin şu kadar olduğu söylenir. Çünkü dünyadaki her şey belli bir süreye değin devam eder ve müdde­ti o noktada sona erer. Binaenaleyh bir şeyin sonu, hükmünün bittiği süredir. Bir canlındın nefeslerinin sona ermesi, berzah (âlemine) inti­kalle gerçekleşen son nefestir. Ardından berzahtaki süre diriliş ile ber­zah arasında ayrımı sağlayan vakitte sonlanır. Ardından kıyametteki süre (başlar) ve bu süre, kıyameti iki diyara (cennet ve cehennem) yer­leşmeden ayıran müddetle biter. Ardından cehennemdeki süre ise ora­daki cennetlikler hakkında cennete yerleşme vaktiyle ve şefaat ve ihsan­la cehennemden çıkma vaktinde biter. Cehennemden çıkmayacak olan ateş ehli hakkındaki azap süresi ise azap haliyle rahmet hükmünün ger­çekleşme vaktiyle biter. O rahmet her şeyi kuşatan rahmettir. Bu rah-

metin neticesi olarak herkes mizaçlarının farklılığına göre nimet için­dedir. Bu meseleyi daha önce zikretmiştir. Ardından müddet bakımın­dan açık ve belirgin bir süre kalmaz, fakat geride gizli ve hassas (süreli) eceller kalır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Cevheri sürekli olan hâdis var­lığın özelliği, üzerinde hallerin sürekli bir şekilde değişmesidir. Hâdis ve mümkün varlıkta hallerin bu tarz değişimi, onu varlığını sürdürmek için muhtaç kılar. Dolayısıyla onun halleri de ecel ve sürelerden ayrıl­maz ve her mümkün kendi halleri dahilinde önce ve sonra arasındadır.

Bu bağlamda imana gelirsek, onun başlangıcı ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ cümlesiyken sonu yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Şâri başlangıcı ‘en üst mertebe’, sonu ‘en aşağı mertebe’ diye ifade etmiştir. İmanda tevhitten daha üstün bir derece olmadığı gibi yolda eziyet ve­ren şeyleri kaldırmak daha aşağı bir mertebe de yoktur. Tevhit yolu da (eziyet veren işlerin kendisinden kaldırılacağı) o yol kapsamındadır. Tevhit yolunda eziyet veren şey, gizli veya açık şirktir. Gizli şirk, bir kısmı gizli bir kısmı daha gizli olan sebeplerdir. Daha gizli olan bâtını sebeplerken gizli olan zahirî/görünen sebeplerdir. Açık şirk, ilahlığı yaratılmışlara nispet etmektir. Muvahhit böyle bir eziyeti yoldan kaldı­rır. Başka bir ifadeyle bu şirki kendi kalbinden ve başkasının kalbinden kaldırır, çünkü şirk, tevhit yolundaki bir eziyettir. İman yollarından herhangi birisinde bulunan her ‘eziyet’, ‘iman’ denilen niteliğe göre o yolda ortaya çıkar. Bu itibarla imana aykırı her davranış ‘iman yolun­daki eziyet5 diye isimlendirilir. İman niteliği her ne olursa olsun, eziye­ti yoldan kaldıracak olan şey, o (derecenin) sonu ve bitimidir. Bu bağ­lamda Allah’ın hükmünün kullarında genel ve mutlak anlamıyla bir sonu olamayacağı gibi o hükmü önceleyen bir şey de olamaz. Çünkü mümkünün ‘imkân’ özelliğini dikkate aldığımızda, onun varlığını ön­celeyen yokluk süreklidir ve mümkünün var olmada bir önceliği yok­tur. Bu bilgi, gizli bir bilgidir ve anlaşılması sehl-i mümteni kabilinden bir şeydir. Çünkü böyle bir şey anlaşılmaya çalışıldığında zihinden he­men gider.

Bütün akılcılara göre mümkün için ‘hüdûs’, onun bilhassa varlı­ğıyla ilgiliyken bize göre gerçek öyle değildir: Mümkün için hüdûs, onun yokluğunun ve varlığının her durumda ‘müreccah’ (tercih edilen)


olmasıdır, çünkü mümkün zatı gereği mümkündür. Bununla birlikte bazı akılcılar mümkünün hâdisliğinin imkândan başka bir şey olmadı­ğını ileri sürmüştür. Fakat böyle bir yaklaşımla bu hususta benim iza­hım arasında fark vardır. Öte yanda böyle bir hüküm yoruma açıktır. Çünkü söz konusu hükmün sahibine göre müteradif isimlerden birinin bulunması ihtimal dahilindedir. Ona göre bir şeyin ‘hadis’ diye isim­lendiriliyor olması, o şeyin mümkün diye isimlendirilmesiyle aynı şey olabilir. Bununla birlikte bizim kastettiğimizi kastetmesi de ihtimal dahilindedir. Başka bir ifadeyle mümkün üzerinde zatı gereği hüküm sahibi olan yokluk, bize göre sürekli tercih edilendir.

Akılcılarla bu konuyu tartışmayı sürdürsek, mümkünün kendisi nedeniyle yokluğu olmadığını söylerdik. Çünkü yokluk onun zatî nite­liği olsaydı, muhalin durumundaki gibi, var olması imkânsız olurdu. Fakat onun yokluğunun zatı gereği varlığını öncelediğini söyledik, yoksa yokluğu değil. Bu iki sinin arasında büyük bir fark vardır. Fakat bizim bu konudaki yolumuz onun yokluğunun sürekli tercih ediliyor olmasıdır. O halde mümkünün varlığı, onun var oluşunu önceler. Çünkü yoktu, sonradan oldu. Fakat bu durum onun sureti bakımından değil, kendi başına var olan cevheri bakımından geçerlidir. Öyleyse onun kendi hakikatinde bir sonu ve bitimi yokken (mümkünde yenile­nen haller itibarıyla) benzerleri ve zıdarı bakımından suretinde sonları ve bitimleri vardır. Başka bir ifadeyle bilfiil var olan (kendi başına ka­im) cevherlerin dışındaki her hâdisin başı ve sonu vardır; fakat başı sonunun aynıdır. Çünkü onun varlık zamanı var olma zamanından ibarettir ve sonra -kendisi nedeniyle- yok olur. Önce gelen baştakinden hüküm itibarıyla ayrışır. Böylece bu hüküm öncede varlık, sonda ise yokluk şeklinde ortaya çıkar. Çünkü onun var olmanın ardındaki ikinci anda ve zamanda varlığı söz konusu değildir.

Bilmelisin ki, salik bütün saliklerin ‘iktisap (kazanım)’ yoluyla ulaştığı kapıya erdiğinde, süluktaki son ayak, saliklerin (iktisabının) sonu ve bitimidir. Sonra yeni bir kapı açılır, vergiler, ilahi ikramlar inayet ve ihtisas olarak hükmüyle -yoksa kazanım nedeniyle değil- or­taya çıkar. Bu ilahi kapı, yaratılmış kapıların aksine, içinde reddetme­


nin bulunmadığı bütünüyle kabul olan bir kapıdır. Bu konuda şu be- yideri söylerim:

Hangi kapıya ulaşırsan ulaş

Reddedilme ve kabul muhtemel

İlah kapısı ise öyle değil, kabul kapısıdır zira o kapı!

Kabul eder, dinleyerek ve itaat ederek geleni

Kapıyı buldum diye zannederken reddedilen

Yüzüstü düşer ve yuvarlanır

Hemen rabbi nida eder ona ‘benim kapım değil’

Benim kapım huşu sahibi içindir

Ona geldiğinde dikkatli olursan

Kendinde benzersiz bir şey görürsün

Sen, sen değilsin! Sen bizden başkası değilsin

Dilersen ayrılık nedeniyle gözyaşı dök

Vakti zamanında, erenlerden bir cemaat içinde o ilahi kapıya ulaş­tığımda, kapının açık olduğunu gördüm. Üzerinde ne bir bekçi ne ka­pıcı vardı. Önünde durdum ve bana ‘nebevi veraset’ elbisesi giydirildi. Kapalı bir pencere gördüm, pencereyi çalmak istedim. Bana ‘çalma, çünkü pencere açılmayacak’ denildi. ‘Niçin konuldu ki?’ diye sordu­ğumda, şöyle denildi: ‘Bu nebilere tahsis edilmiş penceredir. Din ke­male erince, o da kapatıldı. Bu kapıdan nebilere şeriat hiladeri giydiri­lir.’ Sonra kapıya döndüm, onu ardını gösteren şeffaf bir cisim olarak gördüm. Bu keşfi, vârislere ait olan ‘şeriadar hakkında anlayış’ ile müç- tehitlerin hükümler alanındaki içtihadarının ta kendisi olarak gördüm. Pencereyi takip ettim ve kapının ardındakilere baktım. Kapının ardın­dan, bilinenlerin (malûmat) suretleri, kendiliklerinde bulundukları hal üzere bana göründü. Bu, âlimlerin bâtınlarında buldukları anlayışın ta kendisiydi. Bununla birlikte onlar, bu anlayışın onlar için nereden ger­çekleştiğini bilmez. Bize keşfolunduğu gibi, onlara da keşif verilirse, bunu görürler. Öyleyse genel nebilik (ilhamla haber vermek), teşri, yani şeriat getirme imkânına sahip değildir. Özel nebilik ise -ki onun kapısı (vakıamda gördüğüm) penceredir- şeriat getiren nebiliktir ve onun kapısı kapalıyken ondaki şeyleri öğrenmek mümkündür. Artık bir resul ve nebi yoktur!

Bunun üzerine açık ve gizli olarak ihsan ettiği lütuflarına karşılık Allah’a şükrettim. Saliklerin (iktisap yoluyla) ulaşmış oldukları ilk ka­pıdan -ki oradan kendilerine hilatler giydirilir onlara- bakınca, şükre- denlerin şükürlerini gördüm. Ben o şükürleri daha önce pencerenin ardından görünen suretler gibi (oldukları hal üzere) gördüm. Şükür­den zahir olan kısım, pencere gibiydi. Zahir kelimelerin ardından, bir kişiye ait şükredenden başka şükreden görmedim. Bu esnada şükür için kendime yardımcı da bulmadım. Rabbime hitap etmek üzere şöyle dedim:

Şükretmek istediğimde, sana şükreden bulamadım

Fakat şükretmezsem nankör olurum o vakit

Mahlûkatın akılları sebebe bakarak perdelenmiş

Kıskançlıkla sana ünsiyet edemediler

 Mütercimler gayretle senden aktardılar

Sen onlardan bir kuluna emrettin

Bu nedenle görülmedin ve zahir de olmadın

Sen görülseydin hiç kuşkusuz ben perdelenirdim

Kuşkusuz mülkte karışıklık var dedin

Yaratıklarına basiret sahibi bir şahsı gönderdin

Emir ve bilgi nasıl bize ait olur ki?

İmkân halindeyken biz her şey senden zuhur etmiş

Hz. Peygamber beşeri nebiliğin başlangıcıydı. Bu durum ‘Ben peygamberdim, Âdem suyla toprak arasındayken’ hadisinde bize beyan edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber nebilerin de sonuncusudur. Allah Teâlâ ‘Fakat Allah’ın peygamberi ve nebilerin sonuncusudur’230 bu­yurur. Bu ayet, Hz. Peygamber’in Zeyd’in babası olduğu iddia edilin­


ce, aradaki münasebeti ve bağı ortadan kaldırıp mertebesinin farklılı­ğını belirtmek üzere onun herhangi bir insanın babası olamayacağını belirtmek için inmiştir. Bakınız! Hz. Peygamberin yaşayan ve tanınmış bir oğlu olmamıştı. Bu durum, onun adma bir teşriftir, çünkü Allah’ın bilgisinde onun nebilerin sonuncusu olacağı takdir edilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Risalet’, yani şeriat getiren peygamberlik ‘ve nebilik sona ermiştir.’ Artık Allah katından bir hüküm getirerek şeriat koyacak kimse kalmamıştır. Başka bir ifadeyle bize Hz. Peygam- ber’in getirdiğinden farklı bir hüküm ve şeriat getirecek kimse yoktur. ‘Artık benden sonra peygamber yoktur.’ Yani insanlara şeriatıma aykırı bir şeriat getirebilecek kimse yoktur. ‘Nebi de yoktur.’ Yani Rabbinin katından kendine özgü bir şeriat alacak kimse de yoktur. Hz. Peygam­ber, teşriî; yani şeriat getiren nebiliğin sonuncusu olduğunu beyan et­miştir. Zikrettiğimizden başka bir hususu kastetmiş olsaydı, bu du­rum, Hz. İsa’nın adil bir hakem olarak ineceği hakkındaki beyanıyla çelişirdi. Hz. İsa bizim sahip olduğumuz şeriata göre bize imamlık ya­pacaktır ve bizim onun peygamberliğinden ve nebiliğinden kuşkumuz yoktur. Buradan Hz. Peygamber’in kendi şeriatını geçersiz kılacak bir şeriatın olamayacağını kastettiğin anladık.

Hz. Peygamber’in gönderilişinden kıyamete kadar ümmeti içinde­ki herkes, bu sözün kapsammdadır. Bu bağlamda Hz. Hızır, Hz. İlyas ve Hz. İsa zahir itibarıyla Muhammed ümmetindendir. Adem’den peygamberin gönderiliş zamanına kadar onun olan herkes, bâtın itiba­rıyla onun ümmetindendir. Hz Peygamber öncelik itibarıyla nebi ol­duğu kadar aynı zamanda son nebidir. Böylece Allah’ın peygamberin­de nebilikte ilk olanın aynı zamanda son olduğu (hakikati) ortaya çık­mıştır.

Hz. İsa’nın son olmasına gelirsek, o mülk devresinin sona erişine tahsis edilmiştir. Hz. İsa ortaya çıkmış ve yaratılışında Adem’in sure­tinde tezahür etmiş son nebidir. Çünkü İsa beşerî bir babadan meyda­na gelmediği gibi yaratılışı bakımından onun oğullarına, yani Adem’in

A

zürriyetine de benzemez. Çünkü Adem adet olduğu veçhile anne rah­minde kalmamıştır. Çünkü Âdem -adet olduğu üzere- belirli bir zama­nın üzerinden geçmesiyle birlikte doğal yapının aşamalarında bulun­


mamıştır. Onun (şehadet âlemine) intikali, diriliş, yani kıyamet gü­nünde gerçekleşen ölülerin diriltilmesine benzer. Ölüler kısa bir zaman diliminde insanların uzun bir vakitte ulaştıkları bir surette diriltilirler. Hz. İsa ‘Sizi yarattığımız gibi yenileneceksiniz’231 ayetinin hükmü kapsa­mındadır. Kastedilen, tavırdan tavra geçmek ve çoğalmadır. Hz. İsa ahir zamanda yeryüzüne indiğinde, ona Hz. Âdem’den son peygambe­re kadar ulaşan büyük velayet hatemi verilecektir (hatmü’l-velayeti’l- kübra). Hiç kuşkusuz her ümmeti kapsayan genel velayeti Allah’ın Hz. Peygamber’e tabi olan bir peygamberle sona erdirmesi, Hz. Peygam- ber’e dönük bir teşrif demektir. Bu durumda Hz. İsa’ya ait olan, mülk devresinin hatmidir. Velayetin hatmi, genel velayetin hatmi, âlemdeki sonlardan biridir. Muhammedi velayetin hatemine gelirsek, o hatem, Muhammed ümmetinin zahirî velayetine mahsus olan hatemdir. Onun hatem olmasının hükmü altına Hz. İsa, Hz. İlyas, Hz. Hızır ve zahirî olarak ümmet-i Muhammed’den olan Allah’ın bütün velileri girer. Bu yönüyle Hz. İsa hatem olsa bile Muhammedi velayetin hateminin hatminin altında hatem’dir.

Muhammedi hatemin durumunu Mağrip şehirlerinden Fas’ta 594 senesinde öğrenmiştim. Bana onu Hak bildirmiş, alametini vermişti. Adını söylemem. Onun Allah’ın peygamberi karşısındaki yeri, bede­nindeki bir saç gibidir (saç anlamındaki şa’ra ile hissetmek anlamındaki şuur arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir). Bu nedenle genel olarak farkına varılırken tafsili olarak bilinmez. Allah’ın bir insana onu tanıtır­sa veya bu konudaki iddiasını kendiliğinden öğrenen birisinin bilgisini tasdik ederse, böyle biri onu ayrıntılı olarak bilebilir. Bu nedenle bir şa’ra (saç, şuur) diye tanıtılmıştır. Şuuru şöyle misallendirebiliriz: Bir ev üzerinde kapalı bir kapı veya kapalı bir sandık görürsün. Bir hareket nedeniyle evin içinde bir canlı olduğunu hissedersin, fakat canlının ne tür olduğunu fark edemezsin. Veya insan olduğunu hissedersin fakat onu başkasından ayırt edecek şeklide kimliğini bilemezsin. Nitekim sandığın ağırlığı bize onu ağırlaştıran bir şey taşıdığını hissettirir. Fa­kat sandıkta neyin saklandığını tam olarak bilinmez. Bu durum, bu gizlilik nedeniyle, ‘şuur’ diye isimlendirilir.

İlahi isimlerin hatmine gelirsek, onların hatmi ve sonu, başlangıç­ları olan şeyin ta kendisidir. Söz konusu isim ‘O Allah ki O’ndan başka ilah yoktur (ancak O vardır)’232 ayetinde belirtildiği üzere Hüve ismidir. Ayet Hüve (O) ismiyle başlamış, tafsili olarak gelen bütün isimleri iha­ta eden Allah ismi zikredilmiş, sonra olumsuzlamış, böylece bu merte­benin başka birisine ait olabileceği reddedilmiş, sonra kendi adına bu mertebeyi tespit ederek ‘Ancak O vardır’233 denilmiştir. Böylece Allah Hüve ismiyle başlamış, Hüve ismiyle bitirmiştir. O halde ilahi isimler arasından zikredilen bütün tafsili isimler, hiç kuşkusuz, Hu’nun ardın­dan gelen Allah isminin altındadır. Allah isminin daha sonra gelmiş olmasının nedeni, Hüve’nin ondan genel olmasıdır; çünkü Hüve Al­lah’a olduğu gibi gaip olan veya hüviyete sahip her şeye delalet eder. Kuşkusuz ister malum, ister mezkûr veya mevcut veya madum olsun, hüviyeti olmayan hiçbir şey yoktur!

Kalpler üzerindeki hatemlere (mühür) gelirsek, bunlar, ilahi gay­ret mühürleridir (hatem). Başka bir ifadeyle kalplere ancak el-Gayûr ismi mühür vurur. Bu durum Hz. Peygamber’in Allah için söylediği ‘Allah benden daha kıskançtır, kıskançlığı nedeniyle zahirî ve bâtınî taşkınlıkları yasaklamıştır’ hadisinde belirtilir. Allah Hz. Peygamber’e şöyle der: ‘De ki Rabbim zahir ve bâtın taşkınlıkları yasaklamıştır.’234 Böylece Allah, kalplere Hakk’a ait rububiyet (iddiasının) girmesini ya­saklamış, bu nitelik bir tek kendisine mahsus kalmıştır. Hiç kimse kal­binde kendisinin bir ilah ve rab olduğu duygusunu bulamaz: Aksine herkes içinden fakir, yoksul ve zelil olduğunu görür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İşte bu şekilde Allah bütün kibirli ve zorbaların kalplerini mü­hürlemişim.’233 Bu mühür nedeniyle kalbe ilahi-büyüklük duygusu ke­sinlikle giremez. Allah her bir ferdin bâtınlarını da ilahlık duygusunun giremeyeceği şekilde mühürlemiştir. Fakat diller ulûhiyet iddiasını te­laffuzdan veya nefisler ulûhiyeti başkasına izafe etmekten ve buna inanmaktan korunmamıştır. Başka bir ifadeyle onlar, benzerleri hak­kında değil, sadece kendileri hakkında böyle bir inanç taşımaktan ko­runmuşlardır. Çünkü her insan işleri bulunduğu hal üzere bilmeyeceği gibi bütün benzerlerin mahiyet bir ve aynı hükümde olduğunu da bil­mez. Mühür ve hatemler, zikretmiş olduğumuz türleriyle birlikte, bu kadardır.

Bölümün başında zikretmiş olduğumuz ayrıntılarıyla birlikte ilahi gelinler bahsine gelirsek, (gelinler anlamındaki) ‘a'ras’ kelimesi ta’rîs kelimesinden türetilmiştir. Ta’rîs yolcunun yolculuğunda belli bir du­rağa ve menzile yerleşmesi demektir. Seferler, yani yolculuklar, manevi ve maddi-duyusal yolculuklar olmak üzere ikiye ayrılır. Maddi yolcu­luk malumdur. Manevi yolculuk ise kalp için sürekli ve ardışık olarak ortaya çıkan manaların yolculuğudur. Bu manalar bir kalbe uğradıkla­rında, ona yerleşirler (ta’rîs) ve kalp onların yerleşmesi için durak ve menzil haline gelir: Manalar kalbe getirdikleri şeyin hakikatini vermek üzere yerleşmişlerdir. Bunlar Allah’a nispet edilen hakikatlerdir, çünkü onları o kalp için yolculuğa çıkartan ve kalbe izhar eden bizzat Al­lah’tır. Allah o kalbi bu manaların yerleşeceği bir menzil yapmıştır. Öte yandan söz konusu manalar, Hakk’ın kendinden söz ederken bu­yurduğu gibi, her gün kendilerinde bulunduğu şe’nlerden ibarettir. Öyleyse âlem, dünyada ve ahirette sürekli yolculuk içindedir. Çünkü Hak dünya ve ahirette sürekli halkının şe’nlerindedir. Kalplere ise ma­naların -ki onları Hak kulların kalpleri için yolculuğa çıkartır- kendile­rinde yerleştiği (ta’rîs) bir yer ve mahaldir. Manalar bir kalbe Allah’ın kendisine bildirmeyi irade ettiği şeyleri öğrenmesi için yerleşirler. Bu nedenle her nefeste kalbin Allah’tan gelen ilahi bir düşüncesi vardır ve düşünce hangi yoldan gelirse gelsin o kalbe yerleşir. Bununla birlikte bazı kalpler kendisine yerleşen düşünceleri bilirken bazen hangi yoldan geldiklerini bilemez. Çünkü onlar, düşünce yerleşmezden önce onun farkına varamazlar. İnsanların bir kısmı ise, kalbe yerleşen düşüncelerin kendilerinden geldiği yolun her tarafını bilirler. Bu sayede bütün yolla­ra aşinadırlar ve her yolu sahibinden ayrıt ederler. Kalplerine bir dü­şünce yöneldiğinde, bu insanlar onun hangi yoldan kalbe yöneldiğini bilir. Kalbe yerleştiğinde, kendisini bildiği şekilde onu saygıyla karşılar ve karşılık verir. İlahi düşüncelerin kalbe geldiği her yolun ötekine ait olmayan bir hükmü vardır. Bütün bunlar, yani zikretmiş olduğumuz düşüncelerin karşılanması ve haklarına riayet, teklif vaktinde geçerlidir, çünkü yolu koyan ve hükümleri gerekli kılan teklif diyarıdır. Ahiret


hayatında teklif kalktığında, yollar birleşir, tek bir yol geride kalır. Al­lah’tan gelen manaların kalbine yerleştiği kimsenin yolları ayırmaya ve temyize ihtiyacı kalmaz, çünkü yolun birliği nedeniyle ayrılanacak biri­si yoktur. Dolayısıyla bölümün başında ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere, akidi gelinler ancak teklif zamanında gelin olabilir. Bu vakit, teklifin vacip olma vakti olan dünya hayatıdır, bunu bilmelisin!

Hakk’ın bizim yerleşeceğimiz (ta’rîs) bir menzil olduğunu (farz edelim): Bu durum Hakk’ın bildirdiği gibi kulun bir hareket yapma­sıyla Rabbinin gülmesi, şaşırması, mudu olması, sevinmesi, razı olma­sı, kızıp gazap etmesi demektir. Allah bu durumu kendinden bildirmiş, bu ve benzeri harekederi bize belirterek, peygamberinin diliyle kita­bında açıklamıştır. Öte yandan Hak bize kulun O’nun katındaki mer­tebesinin kendisini nitelendirdiği söz konusu hükümlere yol açan hare- kerierine göre belirlendiğini belirtmiştir. Başka bir ifadeyle kul o hare­kederi yaptığında, Hak o hükümlerle zuhur eder (kızmak, gülmek, razı olmak vs). Bu durum Hakk’ın tespit ettiği fakat akim reddettiği bir durumdur. Buradan aklın Allah’a yaraşan özellikleri anlamada eksik kaldığını öğrendik. Akıl kendini insaflı olmakla bağlamış olsaydı, hiç kuşkusuz, imana ve Hak’tan öğremneye bağlanır, nazarî düşünmeyi ve istidlali Allah’ın belirlediği yere yerleştirir, o yerin dışına taşımazdı. İstidlal ve nazarî düşüncenin kullanılacağı yer, Allah’ın ulûhiyetinde ortağı olmayan tek ilah olduğunu bilmektir. İnsaflı insan, kendiliğin­deki durumu nedeniyle, aklı daha ileri yere taşımaz. İnsanın Rabbi hakkında hüküm vermeye kalktığında kullandığı eksik bir istidlali var­dır. Bu istidlalle akıl ‘Hadislerden yoksun olmayan bir şey’ -bu konu­daki taksime göre- ‘hadistir’ diye hüküm verir. Bu öncülü kabul etsek bile, anlatmaya çalıştığımız hususla çelişki ortaya çıkmaz. Çünkü biz şöyle diyoruz: ‘Sana Hakk’ın bu mesabede olduğunu kim söyledi? ‘Hadislerden yoksun olmayan her şey hadistir’ önermesi sana aittir. Bu önermenin var olan nesnelerde sınırlı olduğunu kim söyledi? Bu önerme hadislerden (zaman içinde yaratılmışlar) yoksun olmayan bir şey hakkındadır, yoksa hadislerden yoksun olmayan hakkında geçerli değildir.

Bu cevaba yönelik olarak söylediğin başka bir taksimin daha vardır ki, o da şudur: Hak hadislerden yoksun kalıp sonra onları kabul edi­ğinde ya onları kendisi nedeniyle kabul edecek veya -kendisi olmayan- başka bir durum nedeniyle kabul edecektir. Onları kendisi nedeniyle kabul edecekse, Hak hadislerden yoksun kalmaz; onlardan yoksun ol­mayacaksa, Hak da onlar gibi hadistir. Biz ise şöyle deriz: Bütün ha­dislerin varlığa girmesi imkânsızıdır, çünkü hadisler sonsuzdur. Hâl­buki hâdisleri kabul edenin onlardan hâli olduğunu biliyorsun. Başka bir ifadeyle kendisi var olsa bile belirli bir hâdisten yoksundur ve (daha sonra) onu kendisi nedeniyle kabul eder. Çünkü onu kabul edecek bir nitelikte olmasaydı, hiç kuşkusuz, kendisi var olsa bile belirli bir hadisi kabulden soyudanır ve yoksun kalırdı. Herhangi bir hâdis bulundu­ğunda, hâdis yok iken var olan onu kabul edenin var olduğu bilinmeli­dir. Hâdisleri kabul eden şey, hâdislerden yoksun kalsa bile, onlar gibi bir hâdis olmazdı. Bununla birlikte kendisi nedeniyle onları kabul eder. Hak dua ettiğinde kuluna icabet edeceğini^ kendini razı ettiğinde razı olacağını, tövbe eden kulunun tövbesiyle sevineceğini bildirmiştir.

Ey akıl! Sen kimin adına tartışıyorsun ki? Seni doğrulayıp rabbini tekzip etmemiz mümkün mü ki? Allah hakkındaki hükmü senden al­mamız mümkün müdür? Sen de benim gibi bir kul olduğuna göre, bilgiyi senden alıp Allah’tan almayı terk edemeyiz. Allah, kendini en iyi bilendir. Bütün bunlarla kendini niteleyen de Allah’tır. Biz de bü­tün bu ifadelerin hakikatini tanım ve mahiyetiyle birlikte biliriz. Fakat zatını bilemeyeceğimiz için söz konusu niteliklerin Allah’a nasıl nispet edileceğini bilemeyiz. Öte yandan Allah bize zatı hakkında düşünmeyi yasaklamış, bizi bundan engellemiş ve men etmiştir. Ey akıl! Sen kendi düşüncenle Yar^tan’ın zatının hakikatini öğrenmek istiyorsun. Ey akıl! Sahanın dışında dolaşma ve nazarî olarak (ulûhiyet) mertebesinin dı­şında bir şeyi bilmeye çalışma. Hiçbir şekilde zatı öğrenmeye kalkma! Çünkü Allah bize halleriyle yaptıkları yolculuklarında kullarının hare­ketlerinin yerleşeceği bir menzil ve mahal olduğunu beyan etmiştir. Selim akıl sahibi olan bunu düşünür!

Ayrıca bir şey senin yanında meydana geldi ve hâdis oldu diye, ak­la, örfe veya şeriata göre o şeyin gerçekte de hâdis olması gerekmez.


Mesela şöyle dersin: ‘Bugün bize bir misafir geldi (hadis oldu).’ Misa­firin size gelmiş olması doğrudur, fakat onun kendiliğinde o vakit ha­dis olduğu söylenemez. Aksine misafir elli seneden beri mevcuttur. Bu durum açık ve belli olduğu izaha gerek yoktur. Kim Allah’ın huzuruna girmek isterse, aklını bırakmalı ve şeriatı onun önüne geçirmelidir. Çünkü Allah takyidi kabul etmezken akıl takyit ve sınırlama demektir. Allah, dilediği herhangi bir surette seni terkip ettiği gibi kendisi de her surette tecelli edebilir. Hamd belli bir suretle kendisini sınırlamadığı­mız bir surette bizi terkip eden Allah’a aittir! Herhangi bir suret O’nu sınırlamaz. Kendisine ait olduğunu belirttiği şekilde, O’na ait olanı O’na ait saymalısın. O’na ait olan, Hakk’ın suretten surete girerek te­celli etmesidir. Allah’ın kadrini O’ndan başka kimse takdir edememiş­tir. Kim Allah’ın kendini nitelediği hususları kabul ederse, O’nu aklın hükmü altına sokmamış demektir. Zira Allah akim hükmü altına gire­meyecek kadar yüce ve büyüktür.

Bilmelisin ki, nikâh adı verilen şey, cinsel ilişkinin akdi olabilir. Bazen hem akit hem cinsel ilişki beraber olabilirken bazen cinsel ilişki olur ve ilişkinin kendisi akit sayılır. Çünkü cinsel birleşme eşlerin ak- diyle sahih ve geçerli olabilir. Nikâhın bir kısmı ilahi, bir kısmı ruhanî ve doğaldır. Bazen doğum, yani neslin devamı amaçlanarak yapılırken bazen sadece haz almak amacıyla yapılır. İlahi mertebedeki nikâh, Hakk’ın bilinme arzusu ve iradesiyle imkân mertebesindeki mümkünü var etmeye yönelmesidir. Bunun amacı, bir sevincin gerçekleşmesidir. Hak zikrettiğimiz şeklide mümküne yöneldiğinde, mümkünde yara­tılma hali ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle ilahi mertebedeki bir araya gelmeden (ilahi teveccüh ve mümkünün hakikati) ortaya çıkan şey mümkünün varlığıdır. Burada mümkün ‘eş’ diye isimlendirilirken Al­lah’ın bilinme arzusuyla mümküne yönelmesi ‘nikâh’, neticenin mey­dana gelmesi ise mümkünün yaratılması veya ‘var olma’ diye isimlendi­rilen şeydir. Bu nikâh neticesinde mümkünlerde yaratılma gerçekleştiği için, ilahi isimlerde bir sevinç ortaya çıkar, çünkü gerçekte ilahi isimle­rin eserleri ortaya çıkmıştır. Çünkü onların kendilerinde veya isimlen­dirilenlerinde eserlerinin olması söz konusu değildir. Onların eser ve otoriteleri, ilahi isimlerin gücünde bulunan şeye ihtiyaç ve yoksunluk- lan nedeniyle, mümkünde ortaya çıkabilir. Mümkünün kendilerine olan ihtiyacı nedeniyle ilahi isimlerin otoritesi mümkünde tezahür eder ve bu nedenle onlara sevinci, neşeyi ve ‘yerleşme’yi onlara izafe ettik. İlahi isimler mertebesindeki bu nikâh, varlığı sürekli ve kesintisiz bir nikâhtır. Bu nikâh akdinde boşanma, arazları ve suretleri kabul eden cevherlerde değil, suretlerde ve arazlarda olabilir. Boşanma, yani ‘ta­lak’, arazların var olmalarından sonraki ikinci vakitte yok olmaları. Bu durum hal’, yani azledilme diye isimlendirilir. Çünkü bu durum, ve­rilmiş varlığı geriye almak demektir. Çünkü o, bu özel mümkünün cevherine ait olan sadak mesabesindedir.

Şöyle diyebilirsin: ‘Hak hâdis varlıkla nitelenmeyeceğine göre geri çevrilen varlığı kabul eden kimdir veya onun hâzinesi neresidir? Çünkü bir yeri olmalıdır.’ Şöyle deriz: Şeriatın bize bildirdiği ve keşif yoluyla genel ve özel tarzda müşahede ettiğimiz gibi, Hakk’ın suretlerde tecelli etmesi ve halden hale girmesi, yok olduklarında mümkün suretlerin ve arazların geri çevirdikleri varlığın ta kendisidir. O halde Hakk’ın var­lıkta iki nispeti vardır: Birincisi kendine ait olan zorunlu varlık nispe­tiyken diğeri suretlerdeki varlık nispetidir. Bu, Hakk’ın yaratıklarına tecellisidir. Çünkü nefsi ve zorunlu varlıkta Hakk’ın tecellisi mümkün değildir. Çünkü onu bizim için belirlemiştir ve biz onu idrak ederiz. Çünkü biz, yokluk ve varlık halimizde tercih edileniz. Bu esnada im­kân hükmü de sürekli bize eşlik eder. Dolayısıyla biz O’nu kendimizde görürüz. Başka bir ifadeyle hakikatlerimizin verdiği hükme göre O’nu görürüz. Öyleyse Hakk’ın suretlerin varlığında tecelli etmesi kaçınıl­mazdır. Varlıktaki başkalaşmayı ve değişmeyi kabul eden bu tecellidir. Bazen mümkün kendisini giyinirken onunla nitelenir, bazen tecellisin­de Hak onunla zuhur eder.

İşte ey dostum! Bu mertebeyi iyi düşünmelisin, çünkü oldukça kapalı bir makamdır bu makam! Şeriatın imaları ve uyarıları olmasay­dı, biz de yol ehli için bu konuyu tam olarak açıklamazdık. Çünkü Al­lah ehlinin pek çoğunun -Hakk’ın tecellisini müşahede etseler bile- bu konuda veya gördükleri hususta veya işin kendinde olduğu durum hakkında bir bilgileri yoktur. Şeriatın bu konudaki maksadı hakkında ortaya koyduğumuz meseleyi anlayan, hiç kuşkusuz, âlemin nasıl sudur ettiğini, âlemin mahiyetini, âlemde neyin baki kaldığını, neyin yok ol­duğunu, Hakk’ın âlemde neye vâris olacağını öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz biz yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara vâris oluruz. Sonra onlar döndürülür.’236 Hak gerçekte ancak varlığa vâ­ristir. Bu varlık, kendisinde Hakk’ın suretleri ve arazları giyen müm­künlere tecelli ettiği varlıktır. Çünkü vâris olunan sağ iken ona vâris olunamaz. Vârislik ancak vâris olunanın yer değiştirmesi ve ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. Başka bir ifadeyle onun yoklukla nitelen­mesi durumunda olabilir. Yoklukla nitelenmek ise suret ve arazlar için söz konusudur. Öyleyse Allah sürekli vâristir. Suretlerin ve arazların varlık giymesi ve varlığı kaybetmeleri de süreklidir. Öte yandan (ilahi âlemdeki) nikâh da sürekli lazımdır.

Hakk’a nispet edilen devamlılığın manası budur. Allah ezeli olarak yaratan iken aynı zamanda ‘amel eder.’ Alem de her zaman hâdistir. Başka bir ifadeyle âlem, kadimlikte hâdistir, dolayısıyla onun kendine varacağı bir ucu olamaz. İster varlık ister yokluk halinde olsun, âlem de zatı gereği ezeli olarak ilahi tercih hükmünün altındadır.

İlahi nispet hakkında bu durum sabit olunca, şimdi aynı nispetin ruhani âlemdeki dorumundan söz edelim: İlahi nispet bahsinde zik­retmiş olduğumuz varlık, her mümkünün Allah’tan sahip olduğu ‘özel yön (vech-i has)’ demektir. Bu bağlamda konulmuş bir sebebin bulu­nup bulunmaması birdir. Her durumda ve her şekilde ulvi ve süfli ola­rak yaratma Allah’a aittir.

Ruhani nikâha gelirsek, onun mertebesi doğadır (tabiat). Doğa ilahi nikâhta asıl zevce hükmündedir. Birinci nikâhta (cinsel birleşme­de) herhangi bir sureti doğurduğunda, o suret tüm ruhun (ruh-ı kül) eşi olur. Hak onu kendisiyle nikâhlar ve onunla birleşir. Tüm ruh onunla ilişkiye girdiğinde, ilişkiden ‘tikel ruh (cüzi ruh)’ denilen bir çocuk doğar. Söz konusu suret onunla can kazanırken çocuk onunla bilfiil var olur, böylece onu yönetir, onun için çalışır, yolculuk yapar, maddi-duyusal ve manevi olarak kendisine ihsanda bulunmak üzere tehlikelere atılır. B^şka bir ifadeyle maddi ve manevi rızıkları onun için elde etmek ister. Ruhanî nikâha ait gelini var eden nikâhın varlığıyla doğal surette ortaya çıkan kuvvetlerdir. Bu çocukların varlığıyla birlik­


te kendinden ortaya çıkan eser nedeniyle haz ve sevinme gerçekleşir. Bu bağlamda bir de doğal nikâh vardır. Doğal nikâh, suretleri yöneten cüzî ruhların iki doğal suretin birleşmesiyle talep ettikleri şeydir. Bun­lar, duyu âleminde ‘nikâh’ denilen çocuk edinme ve kaynaşma amacıyla birleşirler. Bu nikâhtan hayvan ve bitkilerde çiftlerin benzerleri doğar. İki insandan bir insan, iki atın birleşmesinden bir at doğar. Bazen ben­zer olmayanlar arasında birleşme de gerçekleşir ve çiftlerden birisine benzemeyen garip şekilli varlık doğar. Mesela at ve eşeğin birleşmesin­den katır doğar. İki farklı suret arasında doğan bir şey doğurgan değil, kısırdır, çünkü o doğar, doğurmaz. Bu tür bir nikâh ve birleşme, do­ğurma amacı taşımaz, sadece haz ve şehvet amaçlıdır. Aynı cins arasın­da gerçekleşmeyen bir nikâh olması itibarıyla eşlerin cinsinden başka cinsin doğduğu bu nikâh, ilk nikâha benzer; böylece çiftlerin arasında eşlerden birisine benzemeyen garip surette biri doğar. Ağaçların döile- yici rüzgârlarla döllenmesi doğal nikâhın bir türüdür. Dölleyici olma­yan rüzgârın nikâhı kendisinden hiçbir şeyin doğmadığı garip şekilli (bir ürün doğuran) nikâha benzer. Bu doğal nikâhın gelinleri, örfte gelin olarak bilinip de velime (yemekleriyle) ve davul çalarak giden gelinler gibi değildir.

Doğal nikâh neticesinde ağaçta oluşan şeyler ise yüklü kalma esna­sında ağacın verdiği meyvelerdir. Ağaçlarda nikâh suyun ağaca yürüme vaktinde gerçekleşir. Bu ise Suûd (yıldızının) doğumu esnasında ger­çekleşir. Öyleyse o mutlu bir burçta gerçekleşen mutlu bir nikâhtır. Bunu kabul eden ise eşler -erkek ve kadın- arasında gidip gelen elçiler­dir. Doğum ise iki ağaç türünün hamilelik vaktinin ölçüşünce gerçekle­şir. Bir kısmı ilkbaharda bir kısmı sonbaharda gerçekleşir. Hayvanın gebe kalma vakti de doğasının değişmesine göre değişir, çünkü zama­nın tesirini mizaç ve doğasına göre kabul eder. Hava toprağı dölleyip suyu ona indirdiğinde, feleklerin ışınlarının eserleri rahminde onu ted­bir ettiğinde, artık yeryüzü çiçekleriyle güler ve her türden güzel bitki­ler üzerinde açılır. Yeryüzü nikâhtan talep ettiği bu şeyler nedeniyle eş olmuştu, çünkü ancak iki eş arasında bu durum gerçekleşir. Öyleyse onun gelini, kendisinde ortaya çıkan çiçeklerdir. Bitkilerden tam yara­tılmış olanlar donmalardan korunan kısımlardır. Tam olmayanlar ise (gayr-ı muhallaka) helalce maruz kalanlardır. ‘Allah her şeye kadirdir.’237

Hatemleri ve gelinleri -ayrıntıya girmeden- genel itibarıyla ve ana kısımlarıyla bir ölçüde zikretmiş olduk. Bu konuda yabancı sırlar da vardır. Onları ‘yabancı (acemi)’ diye isimlendirdik, çünkü ‘arabî (maruf)’ sırlar, anlama gücünün suret olarak idrak ettiği şeylerdir. Bu yönüyle söz konusu sırlar, indirilmiş kitaplardaki muhkem ayetlere benzerken yabancı sırlar -tevil ile değil- Hakk’ın bildirmesiyle idrak edilenlerdir. Bunlar indirilmiş kitaplarda yer alan müteşabih ayedere benzer. Onların tevilini Allah’tan veya O’nun bildirdiklerinden başkası bilemez. Fikir gücünün onları bilmeye imkânı olmadığı gibi onun bu alana girmesi de söz konusu değildir. Bu ayederdeki sırrı ortaya çı­kartmaya çalışan, Allah’ın kendisini ‘kalbinde eğrilik bulunan’ diye zik­rettiği kimsedir. Başka bir ifadeyle o, tevilini sadece Allah’ın bildiği bir hususta hakikatten ayrılan kimsedir. Onu öğrenmek isteyen, o sırlara dalmamak ve Allah’a ulaştıran yolda gayret göstermelidir. Bu yol Al­lah’ın şeriatına göre takva sahibi olarak amel etmekten ibarettir. Çünkü Allah takvanın sahibine ‘furkan (tefrik)’ ilmi kazandırdığını buyurmuş­tur. Ona göre amel ettiğinde ise Allalı ‘yabancı sırları’ ona öğretme işini bizzat iisdenir. Allah söz konusu sırları açıkladığında, artık onlar ‘arabî sırlar’ haline gelir ve Allah’ın o sırlarla neyi kastettiğini öğrenir, daha önce kendilerini bilmeden nitelendikleri ‘müteşabih olma’ hükmü takva sahibi adına ortadan kalkar. Çünkü AJlah onları kuşkunun iki ucunda olmaları nedeniyle ‘müteşabih’ diye nitelemişti. Binaenaleyh gerçeği fikir yoluyla öğrenmek isteyen kimse, bu benzeşme içindeki yerlerini bilemez, çünkü onu iki uçtan birisine dayandırması gerekir ve bunu özel yönden yapmalıdır. İki ucu birleştirse bile, her uca o yara­tılmış olandan veya söz konusu olan ilahi kelam ise menzilden ötekine ait olmayan bir özellik vardır. Bu yönüyle indirilmiş olana müteşabih ayedere misal olarak ‘Rahman Arş üzerine istiva etti’238, ‘O her nerede olursanız sizinle beraberdir’23'*, ‘Biz size şah damarından daha yakınız’240, ‘Allah, göklerde ve yerde Allah olandır’241, ‘Allah’ın buluttan gölgeler içinde kendilerine gelmelerini mi bekliyorlar?’242, ‘Rabbin ve melekler saf saf gelir­ler’243 gibi indirilmiş kitaplarda yer alan ayederi verebiliriz.

Hakk’ın bize ulaştırmak üzere kendilerine vahyettiği O’nun ter­cümanları olan peygamberlerin sözlerinde de pek çok müteşabih ifade vardır. Dolayısıyla onların anlamının peşinde ancak kalbinde eğrilik bulunanlar gidebilir. Bu konuda keşfe ulaştıran yolları takip edenler, kalplerinde eğrilik bulunanlardan değillerdir. Öyle bir insan doğru yolda giden kişidir. O halde Muhammedi, ayetler içinde muhkemin peşinden gidendir, çünkü muhkem ayet, ‘arabî’dir. Müteşabih ayet ise ‘Musevî’dir’, çünkü o yabancıdır (acemi). Acem olanlarda acemi ise arabî demektir. Buna mukabil acem olanlar için arabî ‘acemi’ demektir. Lafızlarda ise terim olarak örtülü olandır. Acemi terimde, lafızlarda ve zahiri suretlerde olabilir. Manalar ise ‘arabî’dir’, onlarda acemi bulun­maz. Manaları bildiğini iddia edip şüphelerden söz edenin iddia ettiği hususta bir bilgisi yoktur, çünkü lafız ehline göre manalar, naslar gibi­dir, çünkü onlar bileşikliğin bulunmadığı basiderdir. Binaenaleyh ter­kip ve bileşiklik olmasaydı, acemlik varlıkta tezahür etmezdi.

Bu menzildeki ilimler pek çoktur. Onları zikretmeye kalksaydık, sözümüz uzardı. Bu menzil cem’ ve vücûd menzillerinin hepsinin efendisidir. O menzillerin esaslarını kitabın önceki bölümlerinde zik­retmiştik.

Bilmelisin ki, bu menzil, gerçek berzah menzilidir. Bu bağlamda berzah insanlar tarafından geniş anlamda kullanılsa bile, gerçekte ber­zah, Allah’ın bize onun hakkında verdiği bilgiye göre, onların zannet­tikleri gibi değildir. Allah iki deniz hakkında şöyle buyurur: ‘Onların arasında bir berzah vardır, birbirine kavuşmazlar’2'* Gerçekte berzahı berzah yapan özellik, kendisinde berzah bulunmamasıdır. Berzah ara­larında bulunduğu iki şeyle zatı gereği kavuşur. O ikisinden birisiyle ötekiyle kavuştuğundan başka bir yönüyle kavuşsaydı, iki yön arasında da berzahın bulunması gerekir ve bu berzah o iki yönü ayrıt eder ve onların kavuşmasını engeller. Öyleyse böyle bir şey berzah sayılmaz. Aralarında bulunduğu iki şeyden birisiyle kavuştuğu yönün ötekiyle kavuştuğu yönün aynı olması durumunda, bir şey gerçekte berzah ola­bilir. Bu durumda berzah, (aralarında bulunduğu şeylerle) zatıyla ka­vuştuğu şeyin ta kendisidir. Berzahlar sayesinde eşya arasında ayrım ve fasıl ortaya çıkar ki fasıl tek bir şeydir.


Bunu öğrenince, berzahın mahiyetini de öğrenmiş olursun. Ber­zaha misal olarak bütün beyazlarda bulunan beyazlığı verebiliriz. Be­yaz zatıyla bütün beyazlarda bulunur. Başka bir ifadeyle herhangi bir beyazda bir şekilde bulunup diğerinde başka bir şekilde ve yönüyle bulunmaz; aksine bütün beyazlarda aynı şekilde bulunur. Beyaz iki şey birbirinden ayrışmıştır ve beyazlık iki beyazda zatı gereği bulunur. Her iki durumda da beyazın cevheri aynıdır ve onlardan birisi öteki değil­dir. İşte gerçek berzahın misali budur. Aynı şey zatı gereği her insanda bulunan insanlık için geçerlidir. Öyleyse bir gerçek berzahtır ve bölü­nen bir olamaz. Bir böler fakat kendisi bölünmez. Başka bir ifadeyle bir kendiliğinde bölünmez. Kendiliğinde bölünebilir olsaydı, bir ol­mazdı. Bir olmasaydı zatı gereği aralarında bulunduğu her şeye muka­bil olmazdı. Hiç kuşkusuz bir birin var olduğu açıktır. Berzah da ma­lumdur, fakat idrak edilmez, akledilir, görülmez.

insanlar iki şey arasındaki her şeyi -geniş anlamıyla- berzah say­mışlardır. Bununla birlikte onlara göre berzah denilen şey, büyük veya küçük bir cisimdir. Söz konusu cisim aralarında bulunduğu iki şeyin kavuşmasını engellediği için ‘berzah’ adını almıştır. Birbirine komşu olan ve akla göre veya duyuda bölünmeleri mümkün olmayan iki cev­herin arasında berzahın bulunması gerekir. İki cevherin komşuluğu ise mekân komşuluğudur ve mekânları arasında içinde cevherin bulunma­dığı üçüncü bir mekân yoktur. İki mekân arasında ve cevher arasında hiç kuşkusuz makul (akledilir) bir berzah bulunur. O berzah bir cevhe­rin veya bir mekânın öteki olmasını engelleyen şeydir. Binaenaleyh berzah, her cevhere ve her mekâna zatıyla mukabildir. Bu durumu bi­len kişi Şâri’nin şu ifadesini de bilir: ‘Allah Teâlâ suyu temiz yaratmış­tır, necaset onda bulunsa bile hiçbir şey onu kirletemez.’ Necaset bu­lunsa bile sudan ayrı olduğu için su aslı üzere temiz kalmıştır. Bu du­rum necasetin uzaklaştırılmasının imkânsız olduğu durumlarda geçer­lidir. Şâri necasetin bulunduğu suyu kullanmayı mübah sayınca, biz de o suyu kullandık. Yasakladığında, biz de Şâri’nin hükmü nedeniyle o sudan uzak durduk. Bununla birlikte necasetin suda bulunup suyun zatı gereği temiz olduğunu ve herhangi bir şeyin onu kirletmediğini de biliriz. O halde Şâri’nin bize necaseti kullanmayı yasaklaması, onun


kirlenmiş olması veya necasetin onu kirletmesinden kaynaklanmamış­tır: Şâri bize parçalarını temiz suyun parçalarından ayırmayı başarama­yacağımız için necis ve kirli bir şeyi kullanmayı yasaklamıştır. Binaena­leyh necaset ile su arasında engelleyici bir berzah vardır ve berzah on­ların birbirine kavuşmasını engeller; birbirine kavuşmuş olsalardı, su kirlenirdi, bunu bilmelisin!

Bilmelisin ki, cennet çarşısındaki bütün suretler, berzahtır. Cennet ehli çarşıya o suretlerden dolayı gelir ve onlarda suretten surete girer­ler. Çarşıya girdiklerinde, hangi sureti arzularlarsa o sureti giyerler ve çarşıdan satın aldığı ihtiyacıyla eve dönen biri gibi onunla ailesinin ya­nına döner. Bir topluluk çarşıdaki suretlerden birini görür ve her biri o sureti arzular, bu arzuyla sureti giyer, içine girer ve ona yerleşir. Böy- lece topluluk içindeki her fert aynı surete girer. O sureti istemeyen bi­risi ise cemaatteki her ferde bakar ve onların sureti girmiş oldukları halde ailesinin yanına döndüklerini görür. Bununla birlikte söz konusu suret çarşıda olduğu hal üzere kalmış ve kendi durumunun dışına çık­mamıştır. Şeriatın hakkında hüküm verdiği ve kendine inanmanın zo­runlu olduğu bu işin hakikatini ahiret yaratılışını ve berzahın hakikati­ni bilen anlayabilir. (Ahirette) Hak farklı suretlerde tecelli edecek, bir suretten başka bir surete geçecektir. Göz ise tektir ve Hakk’ın suretten surete girdiğini görür. Bununla birlikte insan aklıyla başkalaşma olma­dığını bilir. Her kuvvet verisine göre hakikati idrak eder. Hak ise ver­diği hükümde aklı doğruladığı gibi gözü de hükmünde doğrular. Son­ra O’nun kendisi hakkında bir bilgisi daha vardır. Bu bilgi, aklın O’nun hakkında verdiği hükmün aynısı olmadığı gibi görme gücünün O’nun hakkında verdiği hükmün aynısı değildir. Bununla birlikte veri­len o iki hükümden başkası da değildir! Bu yönüyle Hakk’ın (kendisi hakkında) bildiği duyunun ve aklın hükmünün aynısı olduğu gibi baş­ka bir açıdan Hakkın kendisi hakkında bildiği o iki hâkimin bilmediği bir şeydir. Bu nedenle kadir ve âlim Allah münezzehtir! O takdir et­miş, hüküm vermiş, belirlemiş ve uygulamıştır. ‘Rabbin ancak kendisine ibadet etmeniz için hüküm vermiştir.’245 Yani ibadet edilen her şeyde (Rabbinize ibadet etmeniz için) hüküm vermiştir. Hakk’ın mâbudların suretlerinde suretten surete girişini nasıl açıklayayım ki? ‘Fakat insanla-


n çoğu bilmez.’246 Bunun ardından Allah bize söz konusu suretlerde kendisine ibadet etmememizi emretmiştir. Hakk’ın ibadet edilen suret­lerin (mâbudlar) aynı olduğunu bilsek bile o suretlerde Hakk’a ibadet edenler asidir ve Allah onları müşrik saymış, onu mağfiretten mahrum kılmıştır. Öyleyse müşrikin cezalandırılması zorunludur. Ardından da cezalandırmanın kalkması gerekir. Cezalandırmanın kalkmış olması, şirk koştuğu sureti bilmeyişinden kaynaklanmıştır ve ahirette bu niteli­ği ortaktan uzaklaştırır. Bu nedenle cezalandırılmış ve yine bunun için cezalandırılmanın ardından rahmet kendisini kuşatmıştır. Bununla bir­likte müşrik ateşten çıkmaz. Dünya hayatında müşrikin neye ibadet ettiğini bilenler, dünyadaki bilgisinden uzaklaşmadığı gibi ahirette de uzaklaşmaz. Çünkü o dünyada ibadet edilen ve şirk koşulan surette sadece Hakk’ı görmüş ve O’nu bilmiştir. Müşrikin durumu ise böyle değildir; o sureti görür. Ardından ahirette söz konusu suretten yüz çevirirken âlim ondan dönmez; dönerse, inkâr edenlerden olur. Öyley­se onun dönmesi doğru değildir (Arif her surette Hakk’ı tanır).

Şirk baki, fakat bilen yok onu Cevherleri ve suretleri gören bilir onu

Kim tevhidi söylerse isabet etmiş Şirki söyleyen haberi doğrulamış

Ortak koşulan yok olandır (madum)

Ona ibadet edende bir izi ve hakikati yok

Bu menzilde yer alan ilimlere gelirsek, Muhammed ümmetinden önce gelen bir nebi veya velinin bilemeyip bilgisi Hz. Peygamber’e ve onun ümmetine tahsis edilmiş hususlar, bu menzilden öğrenilir. Bu ümmet içindeki kâmiller zahirde ve bâtında o makama ulaşırken kâmil olmayanlar için makam zâhirde veya bâtında gerçekleşir, fakat kemal gerçekleşmez; fakat Muhammed ümmetinden olduğu için yine de onu kuşatır. Hz. Peygamberin ümmetinden küçük olsun veya büyük olsun herkes müminlerden sayılır. Çünkü iman etme hususunda zürriyet ba­balara tabidir. Fakat babalar kâfir ise küfürde onlara tabi olmazlar. Her ümmetin kâfirleri diğer ümmetin kâfirlerinden ayrıştırılır, çünkü ceza,


inkâr edilen şeyin büyüklüğüyle orantılı bir şekilde artar. Bu hususta bilinen durum budur! Bununla birlikte Muhammed ümmetinin kâfir­leri öyle değildir, çünkü onlar azabı en hafif olacak kâfirlerdir. Bunun nedeni, onlara gelen peygamberi Allah’ın âlemlere rahmet diye gön­dermiş olmasıdır. Allah bu durumu dünyada açıklamış, onu ahiret hükmünün başlığı yapmıştır. Bu durum bir hadisede zikredilmiştir: Ra’l, Zekvan ve Useyye kabilelerinin (tebliğ için gönderilen sahabeleri şehit etmeleri üzerine) Hz. Peygamber’in Allah yolundaki gayreti ve cehdi şiddetlenmiş, bir ay boyunca her namazında beddua etmişti ki bu beddua ‘kunut’ duasıydı. Allah bir konu hakkında dua ettiğinde, Peygamberin duasına icabet edeceğini takdir etmiş ve bunu kendisine bildirmişti. Bu nedenle o insanların sağ kalması ve merhametini gös­termesi için beddua etmesini yasaklamış, şöyle buyurmuştur: ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’247 Yani onlara merhamet et diye seni gönderdik, çünkü Hz. Peygamber bütün insanlara farklı rahmet türle­riyle merhamet etsin diye peygamber olarak gönderilmiştir. Rahmetin yönlerinden birisi ise Allah’ın razı olduğu işleri yapsınlar ve doğru yolu bulsunlar diye insanlara duadır. Bir rivayette Hz. Peygamber’in şöyle dua ettiği sabittir: ‘Allah’ım! Kavmime hidayet ver, onlar bilmiyor.’ Böylece Allah Hz. Peygamber’e bedduayı yasaklamıştı. Şirk koşanlar nedeniyle Peygamber uyarılıp haklarında nasıl hüküm vereceğini Hakk’ın kendisi üstlenmişken, Hz. Peygamber onlar hakkında ne ya­pabilir ki? Hz. Peygamber Allah bir iyiliğe bizi teşvik ettiğinde, iyi ah­lakın öncelikle O’na yakıştığını bildirmiştir. Buradan Allah’ın kıyamet­te Muhammed ümmetinde müşrikler hakkındaki hükmü öğrenilir. Al­lah şirk koştukları için onları ahirette cezalandırsa bile -ki bu cezalan­dırmanın olması kaçınılmazdır-, fakat Allah’ın onları cezalandırmasın­da (gizli) ilahi bir lütuf vardır. Bu cezalandırmada Muhammed ümme­tinin müşrikleri ile diğer ümmetlerin müşrikleri eşit değildir. Ben o lütfü biliyorum ve fakat açıklamam. Nitekim Hz. Peygamber, bu üm­met, hatta bütün ümmeder içinde günahları nedeniyle ateşin temas edeceği kimseler hakkında şöyle demiştir: ‘Allah onları orada bir şekil­de öldürür.’ İmam Müslim’in es-Sahih’inde zikrettiği bu hadis bu ki­tapta daha önce zikredilmişti.


Allah’ın Muhammed ümmetinin içerisindeki mümin ve kâfirler hakkındaki hükmünü öğrenmen için seni yola sevk ettik. Bu ümmette kâfir inkâr ederse, davetin dışına çıkmış olmaz, fakat ya lehinde veya aleyhinde hüküm verilir. Bunun böyle olması gerekir. Binaenaleyh Muhammed ümmeti insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmettir. Bu yönüyle Muhammed ümmetindeki mümin imanıyla kâfir kâfirliğiyle diğer ümmetlerdeki mümin ve kâfirlerden daha hayırlıdır.

Bu menzilden zikretmiş olduğumuz bu ilimler, menzilin içerdiği ilimlere göre, binde bir hatta binlerde bir kadardır.

‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Muhammedi Azametleri Kendinde Toplayan Azamet
Menzilinin Bilinmesi

Azamet sahibini yüceîiirseiı, tenezzül eder Büyüklük gösterirse zatı fiilen yücelir

O Azmi bütün varlıkları yok edendir Gayretiyle yok eder her şeyi

Söylediğimizi anlayacak olan adam Ulvi topluluğu ve elçileri aşandır

Herkesin elde ettiğinde kendinden geçmiş Nefsini de unutmuş ve geçmiştir

Peygamberdir o, Allah’ın peygamberi Kamil vasıflı vesilenin sahibi

Bilmelisin ki, bu menzilin on dört hükmü vardır. Birincisi zama­nın sahibine (sahibu’z-zamarj), İkincisi ve üçüncüsü iki imama, dör­düncüsü, beşincisi, akıncısı ve yedincisi Evtad’a (direkler) mahsustur. Sekizincisi, dokuzuncusu, onuncusu, on birincisi, on İkincisi, on üçün- ciisü ve on dördüncüsü ise Ebdal’a (bedeller) mahsustur. Bu hükümler vasıtasıyla Allah dünya âlemini korur. Her kim bu menzili bilirse, Al­lah’ın dünya âleminin varlığını nasıl koruduğunu da öğrenir. Bunun bir benzeri tıp ilminde sağlığı korumayı bilmektir. Nitekim ebdal vası­tasıyla da bölgeler, evtad vasıtasıyla kuzey, güney, batı ve doğu, iki imam vasıtasıyla dünyada ve şahadet âleminde bulunan gayb âlemi ko­runur; bu, duyunun algıladığı kısımdır. Kutup vasıtasıyla bütün bunlar korunur. Çünkü kutup kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âleminin üze­rinde döndüğü kimsedir.

Onlar on dört peygamberin kalbi üzerindedir: Hz. Adem, Hz. İd­ris, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Mu­sa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. Harun, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’dir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun. Hamd âlemle­rin Rabbi Allah’a aittir.

Adı geçenlerden her birinin kendine mahsus bir yolu, belirlemiş olduğu bir bilgisi, anlatılan bir haberi vardır. Her biri adlarını zikretti­ğimiz ve genel nebilik sahibi olsa bile teşriî nebiliğe sahip olmayanlar­dan birine vâristir. Şimdi imkân ölçüşünce bazı hususları zikredelim. ‘İmkân ölçüsünde’ dedik, çünkü hepsinin açıklanması sözü uzatır, hat­ta bilinemeyecek kadar alt bölümlere sahiptirler.

İlahi isimlerden onlara ait olanlar, Allah, Rab, Hadi, Rahim, Rahman, Şafi, Kahır, Mümit, Muhyi, Cemil, Kadir, Halik, Cevad ve Muksit’tir. Bu isimlerden her biri zikrettiğimiz peygamberlerden biri­nin kalbine bakar ve her peygamber vârislere feyiz verir. Öyleyse pey­gamber ilahi isimler ile vârisler arasında berzahtır. Onlara ait harfler, surelerin başlarındaki harflerdir. Bunlar, Elif, Lam, Mim, Sad, Ra, Kef, Ha, Ya, Ayn, Tı, Sin, Ha, Kaf ve Nun’dur. Bu harfler kalplerine gelen ilahi yardım bakımından onlara aittir. Harfler arasmdan yardım vasıtasıyla onların hayallerine gelenler de vardır. Bunlar Dal, Zel, Ayn, Nun, Sad, Ra, Elif, Tı, Ha, Vav, Dat, Gayn, Lam, Mim, Te, Kef, Ba, Sin, Kaf, Ya, He’dir. Ayrıca harfler için cevher konumundaki Elif ile Lam harfinden bileşik harf de bu kısma girer. Bu harfler, ilahi nefesler


âlemindendir. Onlardan bileşerek meydana gelen ve her dilde özel ola­rak bir anlam ifade eden kelimeler de öyledir. Çünkü -bana söylendi­ğine göre- kelimelerin âlemde diğer kelimelere ait olmayan hususî özellikleri vardır.

Nuranî ruhlara gelirsek, peygamberlerin her birine ait Allah’ın emrinden gelen on dört ruh vardır. Onlar zikretmiş olduğumuz ilahi isimlerden peygamberlerin kalplerine inerler. Peygamberlerin hakikat­leri de onları zikrettiğimiz vârislere aktarır ve fertlerden bir fert adına zikredilen cemaate vârislik gerçekleşir. Böylece onlar, veraset ilmini zikredilen beşerî ve melekî ruhların yolundan elde ederler. Bunun yanı sıra özel yönden de ilahi isimlerden birtakım ilimler elde ederler ki, onları zikrettiklerimiz arasında bir tek Hz. Muhammed bilebilir; çün­kü bütün bu ilimler ona aittir. O öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini bildiğini buyurmuştur.

Bilmelisin ki, Allah’ın Arş’ın ve Amâ’nın altındaki tabiatta kulları­nın mutluluklarını sağlayan şeyleri sakladığı bir takım hâzineleri vardır.

Bu durum, altının madenler içinde saklanmasına benzer. Hâzinelerin suretleri, lafız harflerinden bileşik olan kelimelerin suredendir. Allah onları izhar etmek istediğinde ancak ‘beşer cisimlerinin arzlarının sır­tında’ ve onların dillerinde ortaya çıkarlar. Onların infak edilmesi ve kendilerinden yararlanılması ise o harfleri söylememin ta kendisidir.

Bu sözlere misal olarak, ‘La havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l- azim’, yani ‘Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur, O yüce ve azimdir’ ifadesini verebiliriz. Bu kelimeler, Allah’ın peygamberinin di­liyle haklarında nas buyurduğu hâzinelerdendir. Allah bu sözleri önce ı Âdem’in diliyle izhar ekmiştir. Âdem de Cebrail kendisini yeryüzüne indirip de Kâbe’yi tavaf ederken bu hâzinelerden ilk ‘harcayan’ kimse­dir. Hz. Adem Cebrail’e ‘Siz bu evi tavaf ederken ne diyordunuz?’ diye \ sorunca Cebrail ‘Biz evi tavaf ederken ‘Subhanallahi ve’l-hamdu lillahi

vela ilahe illallahu vallahu ekber’ derdik demiştir. Allah ise Âdem’e ve /

. . . / oğullarına meleklerin bilmediği yönden bir kelime vermiştir. Bu keli- f

me ‘La havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azîm’ cümlesidir. Âdem \

‘Ben sizin söylediğinize ‘La havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim’ \

cümlesini ekliyorum’ demiştir. Böylece bu söz, kıyamet gününe kadar, j

Âdemoğulları ve Kabe’yi tavaf eden herkes için tavafta okunan dualar içinde sünnet olmuştur. Hz. Peygamber bu kelimenin Âdem’e Arş’ın altındaki hâzineden verildiğini söylemiştir. Öyleyse Arş’ın altında sak­lanılmış hazineler, ancak bizim varlığımızda saklanmıştır. Allah Teâlâ onlardan bir hâzineyi izhar etmek isteyince, onu bizim dilimiz vasıta­sıyla ortaya çıkartmış, her sözü kendine yakınlık vesilesi yapmıştır. Bir hâzinenin infakı, onu söylemek demektir. Allah’ın yakınlık vesilesi ola­rak bütün sakladıkları böyledir. Yakınlığa vesile olmayan herhangi bir şey ise saklanılmış değildir; aksine kulun dilinde o esnada yaratılır ve saklanılışınm bir sureti olur, çünkü ancak var olan bir şey saklanılır. Allah saklanılan şeyi var etmek isteyince, Âdem’in suretinde tecelli eder. Sonra bizim adımıza veya yaratıklarından biri adına saklamak istediği şeyi söyler. Onu söylediğinde ise saklanıldığı yere onu duyurur ve o yer de kendisini tutar. Allah o mekânı bir suret olarak inşa etti­ğinde, orada saklanan hazine söz konusu suretin konuşmasında ortaya çıkar ve onun ortaya çıkmasından Allah katında faydalanılır. Sonra o söz kendini söyleyenlerin dillerinde sürekli intikal eder ve dilden dile geçer. Falca t bir söz ancak başlangıçta kendisinden ortaya çıktığı kim­sede hazine olur; yoksa intikal ve ezberleme yoluyla kendisinden orta­ya çıktığı kimselerde hazine olmaz.

İşte herhangi bir yaratılmışın telkini olmaksızın kendiliğinden iyi adet çıkartanın durumu böyledir. O kişi bu âdeti ancak Allah’ın bil­dirmesiyle öğrenmiş ve ortaya çıkartmıştır. Böyle bir iyilik Allah’ın o kulda ‘özel yönden’ saklamış olduğu bir hazine demektir. Sonra kul kendisini ortaya çıkartmak üzere bu hâzineyi dile getirir. Bu durumda yeni adet çıkartan insan, sandığa sakladığı malını infak eden birine benzer. Anladıysan, saklamanın tarzı ve sureti budur. Binaenaleyh sak­lama ancak (Allah ile kulları arasındaki) ‘özel yönden’ gerçekleşebilir, onun dışındaki saklama değildir! Onu ilk söyleyen ve dile getiren, Al­lah’ın kendisinde sakladığı şeyin mahalliyken kendisinden öğrenen hakkında ise Hakk’a yaklaştırıcı bir zikir. Böyle bir şey hazine olmakla nitelenebilir. Bütün bunlar, O’nun remizleridir, çünkü hepsi O’nun hâzineleridir.

Hazine, hâzinede saklamak ve bu konuda işin keyfiyetini açıkla­dıktan sonra, şunu da bilmen gerekir: Sen hangi hâzinenin saklandığı bir yersin? Kendinden başka birisinden onu öğrenirsen, onun mahalli değilsin. Bunu öğrenirsen, Rabbin karşısındaki payını ve onun pey­gamberlikten sana tahsis ettiği (takip edeceğin) olduğu meşrebi de öğ­renirsin. Bunu öğrenmekle kendisine ibadet ederken Rabbinden gelen açık bir delile sahip olursun. Artık sende saklanan hazine hakkında va­ris değil, aksine vâris olunan (miras bırakan) haline gelirsin. Neye vâris olduğunu ve neyi miras bıraktığını halikıyla öğrenmelisin!

Bu bölümde Hz. Peygamberin bir hadisinde belirtmiş olduğu Bi­lal konusu da vardır. Hz. Peygamber Hz. Bilal’e ‘Cennette beni neyle geçtin?’ diye sormuştur. Hz. Peygamber şaşırarak sormuştur, çünkü bilir ki geçmek kendisine aittir, tiz. Bilal, bize aktarılan hususları söy­leyince, Hz. Peygamber ‘Bu ikisini’, yani iki hali ‘yapan kimse ecrini alır’ demiştir. Bilal ise hem iyi adet çıkartma sevabını hem de senin amelinin sevabını alır. İnsanın hâzinenin saklandığı yer olmasının fay­dası budur. Kötü adet çıkartmak ise ilahi hâzineyle ilgili değil, öyle bir şey ancak doğal bir durum olabilir. Çünkü Hz. Peygamber bize bil­dirmek üzere şöyle buyurur: ‘Allah’ım! hayır bütünüyle senin elinde­dir.’ Yani sen hayrı ve iyiliği kullarında saklayansın. İyilik, senin ya­ratman ve saklaman nedeniyle onlardadır ve bu nedenle iyiliği yapmak sana yakınlık vesilesi olur. Sonra şöyle demiştir: ‘Kötülük sana ulaş­maz.’ Yani sen kötülüğü kullarının içinde saklamadın. Bu durum ‘Sana isabet eden iyilik Allah’tandır, sana isabet eden kötülük kendindendir’2*8 ayetinde belirtilir. Allah kötülüğü sana, iyiliği kendisine izafe etmiştir. Allah’ın sözü doğru haberi haktır! Allah Teâlâ ‘De ki hepsi Allah katııı- dandır’249 buyurur. Yani bu konuda verilen bilgi Allah katından olduğu gibi ‘Şu Allah’tandır, şu senin nefsindendir, şu iyidir ve şu kötüdür’ şeklindeki hüküm de Allah’a aittir. Hepsinin Allah katından olması bu demektir. Bu nedenle Allah zikrettiğimiz meseleyi bilmeyenler için şöyle demiştir: ‘Ne oluyor bu kavme ki neredeyse sözü anlamıyorlar.’250 Yani niçin söyleneni anlamıyorlar ki? Ben onlara ‘Sana isabet eden iyilik Allah’tandır, sana isabet eden kötülük kendilidendir,251 dedim. Böylece ihtimal ortadan kalkmış veya kendinde bulunduğu durum hakkında

kesin hüküm belli olmuştur. Allah şöyle der: Ben ‘Hepsi Allah katın- dandır,252 dediğimde, Allah’ı bilen şunu anlar: Allah her şeyin O’nun katından olduğunun bilgisini ve böyle bir hükmü kastetmiştir, yoksa kötülüğün O’nun katından olduğunu söylememiştir! Hz. Peygamber bu gerçeği bilince şöyle demiştir: ‘Bütün hayır Senin elindedir. Kötü­lük sana ulaşmaz.’ Şu ayet de bu anlamdadır: ‘Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun, ona fücuru ilham edene yemin olsun ki.’253 Yani fücurun ve günahın günah olduğunu Allah ilham etmiştir. ‘Ve takvasını.’254 Yani neyin takva olduğunu ilham eden Allah’tır. Bu sayede insan günah ve takvayı ayırt eder, çünkü nefs her iki durumun kendinde gözükebilece­ği bir yerdir. Bu nedenle iş nefs hakkında belirsizleşir ve hepsinin takva olduğunu zannedebilir. Bu nedenle Allah kendisine verdiği ilhamla fücuru ve günahı takvadan nasıl ayırt edeceğini bildirmiştir. Bu neden­le ayette ‘ilham etmek’ zikredilmiş, fakat emir zikredilmemiştir, çünkü Allah taşkınlığı emretmemiştir; fücur ise taşkınlıktır. Binaenaleyh zikir asıl olana aittir ki o Kutuptur. İki hamd ise iki imam’a aittir. İki hamd derken iyi durumda ve kötü durumdaki Hamdi kastetmekteyim. Çün­kü şeriat diliyle hamd iyilikteki ‘İhsan eden ve nimet veren Allah’a hamd olsun’ ifadesiyle; kötülükteki ‘Her durumda Allah’a hamd olsun’ ifadesiyle ikiye taksim edilmiştir. Varlıktaki ise her iki durum vardır; yani insanı mutlu eden veya mutsuz eden haller vardır ve bütün du­rumlarda Allah’a hamd edilir. Bunlar üç tanedir ve mertebelerini açık­lamış oldum.

Şeytanın insana geldiği yönler dört tanedir. Bu durumu Allah Teâlâ İblis’ten söz ederken kitabında bize bildirmiştir: ‘Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.’255 Bu yönlerin her birisi üzerinde imanını o yönlerden koruyanlar bulunur. Allah Evtad’ı (direkler) dört tane yapmış olur. Bunun nedeni, onların bu yönlere lazım olmasıdır. Her direğin bir yönü vardır. Yani diğer yönleri de korusa bile kendisine hakim özellik, üzerinde bulunduğu yönü korumaktır. Bu duruma misal olarak Hz. Peygamber’in ‘Miras konusunu en iyi bilen Zeyd, en iyi hüküm veren Ali’dir’ hadisi verile­bilir (hâlbuki Ali de miras bahsini bilir ve bunun tersi). Başka bir misal tek başına kaldığında bir kişinin taşıyamayacağı şeyi bir cemaatin taşı­


masıdır. Cemaatten her birisinin bir gücü vardır fakat taşman yük kendisine ağır gelmiştir. Cemaat olmasaydı, o şey yer değiştirmeyecek­ti, çünkü kimse tek başma onu taşımayı başaramaz ve ancak cemaade birlikte taşıma gerçekleşmiştir. İşte burada da durum aynıdır. Böylece daha önce zikredilen üç kişiyle birlikte (mertebeleri açıklanaıılar) yedi olmuştur.

Bedeller (ebdal) ise sahibinin kendilerini kullanışında yedi niteliği ve sıfatı korurlar. Çünkü sahipleri o nitelikleri hayırda kullanabileceği gibi kötülükte de kullanabilir. Bedeller sahibinin o nitelikleri hayırda kullanmasını sağlayarak kötülükte kullanmasını engellerler.

insaflı olduklarında söyleneni anlayabilecek müminler için zikret­tiklerimizin sayısı on dört olmuştur. Zikrettiğimiz meseleyi öğrenen kimse, masum kişidir ve zâhirde ve bâtında bundan başka bir korunma ve ismet yoktur. ‘Allah her şeyi bilendir.’2*6 Bu durumu öğrenip bu işin kilidi sana açılınca, söylediğimiz hususlara sahip kimselerin izinden yürürsün. Onlarda bulunan şey, ilahi isimlerden ve belirli- harflerden ve nebilerden, nurani ruhlardan tevarüs edilen anlayışlardır. Bu anlayı­şın ardından gidersen, ‘zevk’ yoluyla bütün zikrettiklerimiz anlamı ke­şif yoluyla sana açılır. Artık onu kullanmaktan gafil kalmamalısın!

Bu menzilde yer alan ilimlere gelirsek, bu ilimlerden biri Allah’a yaklaştırıcı zikirleri bilmektir. İlahi isimleri bilmek, rahmetin özelliği ve kapsamı, Allah’a ait bileşik isimler, işlerin sonları, âlem, âlemde efendilik mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Övgüyle övgüyü bilmek bu menzilden öğrenilir. Mülk ve melekût, zaman, ceza, istinat, yardım­laşma, ibadet, beyan, tebyîn, mutluluk yolları bu menzilden öğrenilir. Nimet, nimet veren kimdir ve nimetlendirme bu menzilden öğrenilir. Hiçbir bedbahtlığın katılmadığı mutluluktan uzaklaştırma sebepleri bu menzilden öğrenilir. Hayret ve hayret sahipleri, isteyen ve icabet eden, bu menzilden öğrenilir. Zatı ve izafeti tarif ile hangisinin güçlü olduğu bu menzilden öğrenilir. Bunlar bu menzilin içermiş olduğu ana ilim­lerdir. Her birinin ayrıntılarını sadece Allah bilebilir. Başka bir ifadeyle onların sınırsız olduklarını Allah bilir, çünkü bir nihayetleri yoktur. Bir kısmında ise kendilerini talep eden adına bilgide artış gerçekleşirken bir kısmı talep olmadan verilir. Bu durum ‘De ki Rabbim bilgimi art-

tır’257 ayetinde zikredilir. Bu bağlamda bilgi kendiliğinde sona ererse bile malum sona ermez.

Nefse yasaklanmış:

Bitti demek, çünkü bitmedi

Çünkü nefs kendinde gerçeği bilmiyor ki?

Bilmediği için ‘bitti’ dedi

O görüşteki bir grubu gördük

Mekke’de, kendi işiyle meşgul

Vehimlerin hükmü altında:

Akıllı ahmaktan ayrışmıştır

Bilmelisin ki, insan âlemi Allah’ın mülkü olunca, O da mülkü yö­netmek, ayrıştırmak üzere onun mülkü olmuştur. Bu nedenle Allah ‘Göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir’158 ve ‘Rabbinin ordularını O’ndan başkası bilemez’259 ayetlerinde kendini tavsif etmiştir. Allah insan şehri­nin koruyucusudur. Bunun nedeni, insan şehrinin Allah’ı sığdırmış olan mertebe (hazret) olmasıdır. Binaenaleyh O’nun mertebesi insan memleketidir. Allah Teâlâ kendini asker sahibi veya güç sahibi olmakla nitelemiştir, bunun nedeni, yaratıkları içinde mertebesi üzerinde O’nunla didişecek birini yaratacağını takdir ve irade etmiş olmasıdır. Allah’ın her şeye işleyen meşiyeti, ezeli bilgisi ve değişmeyen kelimesi­nin takdiriyle, yaratıklarından biri kendi mülkünde O’na kafa tutar. Allah onu ‘haris’ diye isimlendirmiş, ona adar ve adamlar vermiş, insan türü üzerine onu musallat kılmıştır. O düşman, adarıyla, adamlarıyla ve insan ile arasında gidip gelen hatıralardan ibaret olan elçilerle alda­tarak insan memleketini ele geçirmek ister. Allah ise düşmanın ordula­rına karşılık melek askerleri yerleştirmiştir. İki grup birbirini gördü­ğünde -ki Şeytan ordunun merkezindedir- ordusunu sağ, sol, ön ve arkaya taksim eder. Hiç kuşkusuz Allah bu durumu bize bildirmiştir ki, o yönlerden sakınalım ve o yönlere karşı dikkadi olalım. Allah Teâlâ bize bu düşmanın şöyle dediğini belirtir: ‘Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.’260 Şeytan ordunun

kalbinde, insanın bâtınındadır. Allah Teâlâ ise şeytanın ordusunun mukabilinde melek ordusunun ve beşerî askerlerin kalbinde olmakla insan mülkünü korumuştur. Bunun için ordunun sağına er-Rab ismi­ni, soluna el-Melik ismini yerleştirir, öne er-Rahman ismini, arkaya er- Rahim ismini yerleştirir. el-Hâdi ismini öndeki er-Rahman isminin elçiliğini ulaştırmak üzere şeytana yönlendirir. Elçinin gönderildiği şeytan, cini şeytanlardan değil, insanlardan olan şeytanlardır. Allah Te­âlâ şöyle buyur: ‘İnsan ve cinlerden olan şeytanlar...’261 Başka bir ayette ‘Haıınas ve vesvesecinin şerrinden, o insanların gönüllerine cin ve insanlar­dan vesvese verir’262 buyurur, insanlardan olan şeytanları insanın zâhirinde ve bâtınında bir otoritesi vardır. Buna mukabil cin şeytanlar ise insanın bâtınlarında insan şeytanların vekilidir. Cin şeytanlar insan şeytanlara görüşler veren ve onların otoritelerini yönetenlerdir. Böyle- ce izhar ettikleri hükümleri tafsil ederler.

Savaş mümin-insan üzerinde devam eder. Allah imanını korumak üzere onu savunurken İblis kendine döndürüp kıskançlıkla mutluluk yolundan onu uzaklaştırmak ve imanını almak üzere savaşır. İblis onu muduluk yolundan uzaklaştırınca, ondan uzaklaşır ve sağ yöndeki Rabbinin önüne gelerek o ismi kendisiyle Rahman arasında elçi edinir. Allah bütün bunları bize şeytanın tuzaklarını öğrenelim diye bildirmiş­tir. Şeytan insana kendine süslü gösterdiği hususlarla ‘kâfir ol’ der. İn­san kâfir olduğunda şeytan ona şöyle der: ‘Ben senden uzağım, ben âlem­lerin rabbi Allah’tan korkarım. O ikisinin akıbeti cehennemde kalmaktır. Orada ebedi kalırlar.’263 Çünkü ayette zikredilen ‘kâfir olmak’, en büyük zulüm olan şirktir. Bu nedenle Allah ‘O zalimlerin cezasıdır’264 buyurur ki, müşrikler kastedilmektedir. Onlar imanlarına zulüm karıştıranlar­dır. Bu ayeti Allah’ın peygamberi Lokman oğluna söylediği şu sözüyle tefsir etmiştir: ‘Ey oğlum! Allah’a şirk koşma, kuşkusuz şirk büyük günah­tır.’265 Bu açıklamayla Allah’ın ‘Onlar imanlarına zulüm karıştırmamış- lardır’266 ayetinde geçen ‘iman’ ile Allah’ın birliğine imanın kastedildi­ğini anladık. Çünkü şirkin mukabili ancak tevhit olabilir. Böylece Hz. Peygamber sahabenin bilmediği bir şeyi bilmiş, yine bu nedenle tevili terk eden âlimler tevili terk etmiş, onu kabul etmemiş, zahire dayana­rak bu konunun bilgisini Allah’a havale etmişlerdir. Çünkü Allah


‘Onun tevilini Allah bilir’267 buyurur. Allah’ın kendi kastettiği şeyi bil­dirdiği kimse, O’nun bildirmesiyle -yoksa nazarî düşüncesiyle değil- onu öğrenmiş demektir. Allah’ın yaratıklarına rahmetinin bir yönü de Arapça bilen ve o dilin ehli olan kimseler, peygamberin söylediği bir sözü veya Allah’tan aktardığı (vahiy) veya O’nun izniyle şeriat yaptığı sözlü ve fiilî hükümleri tevile kalktıklarında yanıldıklarında onları ba­ğışlamasıdır.

Bu kitapta zikrettiğimiz veya zikretmediklerimiz arasında sayıca pek çok olan bütün ilahi menziller içinde, kişiye insaf kazandıran, hak­ları yerine getirten, onun aleyhinde Allah’a veya yaratıklara karşı delil bırakmayan bu menzilden başka bir menzil yoktur. Bu menzilin sahibi rububiyete ve kulluğa hakkını verir. Kul ve Rabbin dışında da bir şey yoktur! Yolunun ehline ilham ettiği üzere, Allah bize bunu böyle bil­dirmiştir. Allah ehli adet üzere Allah’ı, O’ndan ve peygamberlerine vâ­ris olarak öğrenen kimselerdir.

Bu menzil garip ve sırlı bir menzildir. Başlangıcı bütün bunları içerirken bütünü tüm menzilleri içerir. Velayetinde kemale eren bir şahsın dışında, bu menzile hakka’l-yakîn ulaşan kimseyi görmedim. Onunla İşbiliye’de karşılaşmıştım. Arkadaş olduk. O şahıs ölünceye kadar bu menzilde kalmıştı. Allah ona merhamet eylesin! Başka kimse­yi de görmedim. Bununla birlikte hangi menzili veya yolu veya mez­hebi tamsam ve öğrensem, onu benimseyen, ona inanan ve bizzat ken­di itirafıyla onunla hallenen kimseleri de görmüşümdür. Kendi itirafla­rı dedim, çünkü ben herhangi bir mezhebi veya yolu onu kabul eden ehlinden aktarırım. Bununla birlikte Allah özel yolla bize onları bil­dirmiş olsa bile, (aktarabilmek için) o yolu kabul edenleri göstermesi gerekir. Bu sayede Allah’ın bana dönük ihsanını ve inayetini öğreni­rim. Ben âlemde Allah’ın yaratıkları hakkında bilgisinin sona ereceğini söyleyenleri bile gördüm. Ona göre Hakk’ın bilgisi sona erer, müm­künler sonludur ve işin yokluğa ulaşması kaçınılmazdır. Her şey yok olunca Hak âlem olmaksızın kendi kendine kalacaktır. Mekke’de bu görüşü söyleyen birisini görmüştüm. Batı’daki şehirlerinden biri olan Sus’tan birisi bu görüşe inanarak bana aktardı. Birlikte hac yapıyorduk ve bize hizmet ediyordu ve bu inançta ısrarlıydı. Bize görüşünü açıkladi, fakat ben o inançtan kendisini kurtaramadım. Yanımızdan ayrıldık­tan sonra görüşünden uzaklaşıp uzaklaşmadığını bilmiyorum. Adam pek çok bilgiye sahipti ve ihsana mazhar olmuştu. Fakat dindar biri değildi, sadece canım korumak için dini ibadetleri yerine getiriyordu. Buna rağmen bu görüşü bana söylemiş, mezhebini anlatmıştı. Bilgisiz­lik mertebelerinde ondan daha büyük bilgisizlik yoktur.

‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

Yirmi Yedinci Sifır üç yüz seksen üçüncü bölümün bitimiyle sona ermiştir. Allah bize yeter, ne güzel vekildir O!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar