YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 2.Bölüm
ÜÇ YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM
Peygamberlerin
Varislerinin ve Alimlerin Menzillerinin Muhammedi Makamdan Öğrenilmesi
Göz aydınlığı nedir nefs aydınlığından başka!
Her
manaya, bak duyuda gizlenmiş
Efendim! Düşünürsen, onu bulursun
Hükümler bakımından fasılda, türde,
cinste
Gözüm O’ndan başkasını asla görmez
insanlar bu konuda kuşkuda ve
karıştırırlar
Güzel koku ve kadın ortak oldu
Ve namaz, mana ve nefiste
Namazda bulurum bulduğumu, kadınlar
arştır bize
Güzel koku ise ünsiyet nefesleridir
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve göz aydınlığım namazda kılındı.’ Başka bir hadiste şöyle buyurur: ‘Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın acem üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi acemin Arap üzerinde üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvaya bağlıdır.’ Bunun ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu ayeti okumuştur: ‘Sizin en üstününüz Allah Teâlâ-'katında en takva sahibi olanınızdır.’185 ‘Baba’ derken Adem’i kastedilir ki bu durum ‘Sizi bir nefisten yarattı’186 ayetinde belirtilir. Burada kendinden ortaya çıkanlara hitap ederek Adem’in nefsi kastedilmektedir.
Bilmelisin ki varislik, iki türdür; manevi ve
maddi vârislik! Maddi varislik lafızlarla, fiillerle ve ortaya çıkan hallerle
ilgilidir. Bu bağlamda fiillerdeki vârislikten söz edelim: Vâris, Hz.
Peygamber’in fiilleri asında kendine mahsus olmayan ve vârisin yapabileceği
bir davranışını görürse, bu hususta peygambere uyarak o fiili yapar. Söz
konusu fiil, peygambere mahsus olup onun kendisiyle ve Rabbiyle veya ailesiyle
veya çocuğuyla, akrabasıyla veya sahabesiyle veya bütün âlemle olan ilişkisinde
kendine mahsus bir iş olmamalıdır. Vâris, bütün bu hususlarda Hz. Peygamber’in
davranışını açıklayan ve sahih rivayetlere göre peygambere uyar, herhangi bir
şey eklemez veya eksiltmeden rivayet edildiği şekilde sahih hadislere uyar.
Rivayetlerde farklılık bulunduğunda ise bazen biriyle bazen ötekiyle olmak
üzere tüm rivayetlerle - bir defa bile olsa- amel etmeli ve sabit rivayete göre
amel etmeyi sürdürmelidir. Vâris mutlaka bir rivayete sahiptir ve fakat hadis
isnadı bakımından sahih olmayabilir. Böyle bir hadis, helal kılma, haram kılmayla
ilgili değilse vâris isnada önem vermez. Kendisi için vâris haramı öne
çıkartır ve böyle yapmak ona daha yaraşır, çünkü vâris, azimet sahibidir
(takvaya göre yaşar). Helal kılmak veya haram kılmanın dışındaki hususlarda
bütün rivayetlerle amel eder. Vâris müftü olabilir ve Hz. Peygamber’den rivayet
edilen delillerde her yönden bir çatışma söz konusu olabilir. Vâris tarih
bilmiyor ve delilleri uzlaştırmayı sağla- yamıyorsa, yükümlülüğü kaldırmak
üzere en uygun olanla fetva verirken kendisi hakkında en çetin hükme göre
davranır, çünkü vâris için daha doğrusu budur.
Bu vârislik, lafzı vârisliğin bir yönüdür, çünkü
vâris, böyle fetva vermiştir. Böylece vâris peygamberin gece ve gündüz kıldığı
namazları ve onun kıldığı tarzda ve haline göre ve kıldığı sayıda kılar, orucu
da aynı şekilde tutar; Bunun yanı sıra ailesiyle şakalaşır ve de bazen ciddileşir.
Bunun yanı sıra ahlakında ve yemek, içmek gibi fiillerinde veya içilen ve
yenilenlerde öyle davranır. Bu duruma misal olarak Ahmed b. Hanbel verilebilir.
Bir rivayette, hayatında hiç kabak yemediği aktarılmış. Sebebi sorulunca şöyle
demiş: ‘Peygamberin nasıl kabak yediğine
dair rivayet bilmiyorum.’ Öyleyse hakkında Hz.
Peygamber’in onu nasıl yaptığını veya -nicelikle ilgiliyse- ne kadar yaptığını
açıklayan hadis bulunmayan herhangi bir işte, elindeki rivayete göre davranmak gerekir.
Mesela bir hadiste şöyle denilir: ‘Hz. Peygamber öyle oruç tutardı ki, artık
bozmayacak derdik. Bazen oruç tutmazdı, zannederdik ki hiç oruç tutmayacak.’
Râvi bu hadiste vakit belirtmediğine göre, sen de bu şekilde oruç tutar ve
orucunu bozarsın! Hz. Peygamber en çok 1 Şaban ayında oruç tutar,
Ramazan’dan başka hiçbir ayı tamamen oruçla geçirmezdi. Oruç gibi bir ibadet
veya emredilmiş bir davranışı -onu | nasıl yaptığı rivayet edilmemişse-
peygamberin emretmesi nedeniyle j yapmalısın. Allah Teâlâ’nın ‘Allah'ı
seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin’187 ayetinin
anlamı bu demektir.
Görüştüğümüz veya hakkında bize bilgi
aktarılanlar arasında böyle davranan yegâne kişi Yemen’de Haddad denilen büyük
bir adamdı. Onu Şeyh Rebi’ b. Mahmud el-Mardinî el-Hattab görmüş, peygambere
böyle uyduğunu bildirmişti. Arkadaşım ve hizmetkâr, Abdullah Bedr el-Habeşî
şeyh Rebi’den bana bu bilgiyi bildirmişti. Öyleyse her hususta Hz. Peygamber’e
tabi olmalısın. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin için Allah’ın
peygamberinde güzel örnek vardır.’188 Yapılması yasaklanmış
herhangi bir şey belirtmemişse, her hususta uymak gerekir. Hz. Peygamber şöyle
buyurur: ‘Benim kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız. Hacda nasıl ibadet
edeceğinizi benden öğrenin.’ Yani hac yaparken bancı uyun! Hedy’e güç
yetirirsen, ihramlı olarak hacca veya umreye niyet etmelisin. Bir defa daha hac
yaparsan, sen de güç yetirirsen hac için ihrama girerek yapmaksın. Kurban
bulamazsan hacca ihramlı olarak girme. Fakat ifrad umresiyle birlikte temettü
ederek gel! Tavaf yaptığında ve sa’y yaptığında ihramını çıkar. Ardından hac
için ihrama gir ve emredildiği gibi ibadetini yerine getir. Hz. Peygamber’in
fiillerinden herhangi birini ihlal etmemeye çalış! Onun halleri arasından sana
mubah kılınanları ihmal etme. Bütün hususlarda imkânın ölçüşünce adaba
uymalısın ve güç yetirebileceğin bir şey olduğunda herhangi bir şeyi terk
etmemelisin. Allah seni gücün ölçüsünde yükümlü tutar! Bütün gücünü harca ve
herhangi birini ihmal etme. Çünkü böyle yapmanın neticesi değeri ölçülemeyecek
kadar büyüktür.
Peygamber’e bu şekilde uymanın neticesi, Allah’ın seni
sevmesidir. Sevginin sevendeki hükmünün ne olduğunu öğrenmişsindir.
Manevi varislik ise nefsin kötülüklerden temizlenip güzel ahlakla
süslenmesi veya peygamberin bütün durumlarında Allah'ı zikretmesi gibi hallerin
bâtınıyla ilgili hususlardaki varisliktir. Bu durum, sürekli huzur ile Allah’ın
kalbinde ve âlemdeki tecellilerini gözedemek demektir. Gözünde, kulağında bir
şey meydana gelir veya herhangi bir gücün bir şeye ilişirse, o konuda ilahi bir
düşüncen ve değerlendirmen olur ve o konuda ilahi hikmetin neyle ilgili
olduğunu bilirsin. Hz. Ayşe’nin aktardığı kadarıyla, Hz. Peygamber’in hali
böyleydi. Öte yandan şer’î hükümleri çıkartmak üzere, içtihat yapan birisiysen
de şer’î nebiliğin vârisi olursun. Çünkü Allah içtihat ve delilinin seni
ulaştırdığı hükmü kendi adına hüküm yapmanı onaylamış, sana soru soran
başkasına da kendi içtihadına göre fetva vermeni geçerli kabul etmiştir; soru
sormazsa, fetva vermezsin. Çünkü içtihada göre amel etmek (ve sorulunca fetva
vermek), Allah’ın sana izin vermiş olduğu şeriatın parçasıdır, yoksa Allah’ın
hakkında izin vermediği şeriattan değildir. .
Bilmelisin ki, içtihat, yeni bir hüküm ortaya koymak demek değildir; böyle
bir anlayış hatadır. Dinin geçerli saydığı meşru içtihat, Kitap, Sünnet veya
icmadan delil arayıp bulmaya çalıştığın delile göre beürli bir meseledeki hükmü
tespit için dili anlamak ve kendi zannına göre onu bilmek demektir. İşte
(meşru) içtihat budur. Çünkü Allah Teâlâ ve Peygamberi, her konuda bir hüküm
belirtmiş, herhangi bir şeyi muallâkta bırakmamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bugün
dininizi tamamladım.’189 Kemal sabit olunca ilave kabul etmez,
çünkü dine ilave, dindeki bir noksanlık demektir. Böyle bir ekleme, Allah’ın
izin vermediği şeriat yapmaya kalkışmak demektir.
Manevi vârisliğin bir yönü de Allah’ın sana Kitap ve bütün âlemin
hareketleri hakkında ihsan ettiği anlayış gücüdür (fetih). İlahi vârisliğe
gelirsek, bu vârislik, senin zatında meydana gelen ilahi tecelli suretleridir.
Söz konusu suretler Hak kendilerinde sana tecelli ettiğinde ortaya çıkar, çünkü
Hakk’ı ancak öyle görebilirsin. Hak o mertebede senin gözündür ve bir tecelli
sureti senin adına tekrarlanmaz. Hak sana tecelli ettiği her suretten
ayrılmış, zatında ve mülkünde senin adına o tecel-
linin benzeri gerçekleşmiştir. Bu nedenle
ahirette genel olarak istediğin bir şeye ‘ol’ dersin, o şey olur; dünyada ise
özel olarak gerçekleşir. Hak dünyada senin var etmenin (tekvin) mazharıdır,
çünkü O senin değişmene ve halden hale girmene bağlı olarak değişir. Ahirette
ise sen O’nun değişmesi nedeniyle değişirsin. Başka bir ifadeyle Hak dünyada
senin suretini giyerken ahirette sen O’nun suretini giyersin. Bu işin ne kadar
garip olduğuna bakmalısın! Aym şekilde, sayı basamaklarında da sana ait ilahi
bir miras vardır. Mesela Hak üç kişinin dördüncüsü olabilir. Sen gelip üçe eklenir
ve onları dört yaparsın. Fakat Hak beşinci- lik mertebesine geçmeden, sen
dördüncülük mertebesine yerleşemez- sin. Bu durumda Hak dördün beşincisi olur;
hâlbuki daha önce ‘üçün dördüncüsüydü.’ Böylece Hak senin için bir mertebeyi
boşaltır ve sen o mertebeye ‘vâris olursun.’ O sayıya eklenen bütün topluluklar
için durum öyledir. Dünyadaki mirastaki hüküm budur.
Özel mirasa ve ahiretteki duruma gelirsek, Allah
sen o dört kişinin dördüncüsüyken dördün dördüncüsüdür. Çünkü dünyada özel bir
şekilde Hakk’ın suretiyle gelirsin. Ahirette de Hakk’ın suretisin. Bunun için
‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler kâfir olmuş, yani perdelenmiş- tir. Başka bir
ifadeyle o sözü diyen insan, nefsini rabbiyle örtmüştür. Çünkü o ‘üç kişinin
üçüncüsüdür’ ve nefsini -halk olarak değil- Hak olarak görmüştür. Nefsi bedenin
sureti itibarıyla halk (yaratılmış) iken yoksa kendisiyle nitelenmiş olduğu
özellik itibarıyla yaratılmış değildir! Binaenaleyh böyle biri ‘halk içinde
Hak’tır.’ Söz konusu kişi, kendisiyle bilfiil var olduğunu gördüğü Hak
nedeniyle yaratılmışlık yönünü örtmüştür. Nitekim kutsi hadiste, Hakk’ın özel
ve seçkin kullardan olduklarında kulunun bütün güçleri ve sıfadarı olduğu
belirtilmiştir. Allah kendinden haber verirken ‘Allah üçün üçüncüsüdür5190
buyurur. Ardından bu sözü açıklarken şöyle der: ‘Bir ilahtan başka bir ilah
var mıdır;”191 O üç kişiyi üç yapandır. Genelden olan iki kişiyi
yaratılmış yönüyle üç yapan üçüncü kişidir ve o halk itibarıyla onları üçler.
O kul, Hakk’ın bütün güçleri olduğunu öğrendiği
gibi Hak da iki kişiyle beraber olmasının kendisiyle beraber olmasıyla bir
olduğunu müşahede ettirir. Bununla birlikte onlardan perdelenir. Böylece insanlar
-Hak olmaksızın- yaratıkların varlığından söz ederlerken özel insan ‘Allah üçün
üçüncüsüdür’ der. Çünkü o, nefsinde Hakk’ı müşahede ettiği gibi o ikisinde de
O’nu müşahede etmiştir; fakat onlar farkında değillerdir. Bunun yanı sıra
Hakk’uı onları üçün suretlerinde topladığını görür. Bu durumda yaratıklarda ve
Hak’ta olmak üzere iki yönden de ‘Halt üçün üçüncüsüdür’ demesi doğru olur.
Aynı zamanda ‘Tek ilahtan başka ilah yoktur’192 ayeti de
doğrulanır. Çünkü Hak üçten her birinin aynıdır ve ondan başka değildir!
Binaenaleyh Halt birdir ve üçtür. Nebevi-ilahi varisliğin bir yönü budur.
Çünkü bu bilgi ancak peygamber uymak ve ona tabi olmak yoluyla bizim adımıza
gerçekleşmiştir. Ona varis olduğumuzu öğrendik ve biliriz ki vâris olunan kişi
Ber- zah’a göçmeden kendisine varis olunmaz. Bu intikal gerçekleşmeden senin
adına meydana gelen şey miras değildir. Böyle bir durumda elde edilen, lütuf,
vergi ve ihsandır; sen ise onda -vâris değil- naip ve halife olarak bulunursun.
Ben bilgi bakımından vâris iken bizzat aynı müşahede yönünden -vâris değil-
aynısın. Hz. Peygamber’in şu hadisine bakınız! ‘Babanız bir olduğu gibi
Rabbiniz de birdir.’ Baban kendinden meydana geldiğin kimsedir. Kimden
olduğunu bilirsen, babanı tanırsın. Hz. Peygamber zahirde böyle ortaya çıktığı
halde babamızın (ebeveyn, anne ve baba) iki tane olduğunu söylemedi. Hâlbuki
biz Âdem ve Havva’dan, meydana geldik. ‘İki baba (ebeveyn)’ şu ayette
zikredilir: ‘Ebeveynini üzere tahta çıkarttı.’193 Hz.
Peygamber’in bir babadan söz etmesinin nedeni, Havva’nın Âdem’in aynı
olmasıydı, çünkü Havva onun sol kaburgasıydi. Başka bir ifadeyle, tecelli de öyle
olduğu gibi, farklı iki surette bir baba vardır: Havva Âdem’in ta kendisiydi.
Sağ soldan ayrılmıştır; hâlbuki (sağ ve solun sahibi) Zeyd’in kendisidir.
Havva Âdem’den böyle ayrılmış, fakat Havva Âdem’in ta kendisidir. O hale
sadece bir baba vardır ve bütün âlem tek İlah’tan sudur ettiği gibi biz de bir
(babadan) meydana geldik. Hakikat bir, nispetler çok! İş böyle olmasaydı
varlığımız ortaya çıkmayacağı gibi dışta var olamaz veya hüküm meydana
getiremezdik. O halde Hak bizi cevher olarak var ettiği gibi biz de (rab olma)
hükmünü O’nun adına var ettik. ‘Uygun bir karşılık olarak...’194
Dikkatle incelersen, O bizi var ederken, biz de rabbi var edeniz.
Olmasaydı Hak olmazdı varlık
Olmasaydı kevh (var olanlar) olmazdı ilah
Bir karşılık bu Hak dilemiş ondan:
İsteyenlerin dileğini; kimle istedi ve ne istedi
O genel nezdindedir kuşkusuz Özelde ise o vardır ve o yoktur.
Sonra üreme ve çoğalma bütün türeyenlerde dünyada
-orada bulundukları sürece- ve ahirette de sonsuza kadar sürer. Bununla
birlikte üreme halleri değişir. Farklı üreme türleri dünya hayatmda Hz. Havva,
Hz. İsa ve Ademoğullarında ortaya çıkar. Âdem’e gelirsek, o iki el ve rükünler
vasıtasıyla var edilmiştir. Bitkilere gelirsek, onların dikim ve tohumlarında
çeşitlilik vardır. Aynı şey madenler için geçerlidir. Allah’ın
yaratıklarındaki hikmetinin ne kadar sağlam olduğuna bakmalısın! Allah bizi
her varlığa ait özel yöne muttali kılınca, genel anlamıyla üremeyi genel
anlamıyla kendimize izafe edemedik. Bilakis âlemde ortaya çıkan her işi (Hak
ile arasında bulunan) özel yöne ve Hakk’a izafe ' ettik. Bu durum ‘Bizim emrimiz’195
-ki biz O’nun emriyiz- ‘tek bir şeydir’196ayetinde
zikredilir. Öyleyse hiçbir durumda Allah’tan başka yaratan yoktur; bu durumu
bilen bilir, bilmeyen bilmez. Nitekim doğa bilimciler, tabiatta var olanlar
hakkında ‘doğanın birliği’nden söz ederler. Onlara göre doğal varlıklardan
ortaya çıkan her şey doğadan ortaya çıkar. Demek ki bilim adamları, yaratmada
İlah’ı birlediğimiz gibi, bu işi bire irca etmişlerdir. Öyleyse (yaratan) ilah,
sadece Allah’tır ve onların doğa (tabiat) dedikleri de O’dur. Hâlbuki onların
bu konuda bilgileri yoktur. Nitekim Dehrîler de bir bilgileri yokken Allah’ı
Dehr (zaman) diye isimlendirirler. Bununla birlikte Allah bizim için (peygamber
tarafından) ‘ed-Dehr’ diye isimlendirilmişken Tabiat’ adıyla
isimlendirilmemiştir; çünkü tabiat kendinden var olandan başka bir şey
değildir. Başka bir ifadeyle tabiat, tabiatta var olan her şeyin aynıdır.
Hale bu hükmün sahibidir ve seçkin kulların
nezdinde onunla zuhur etmiştir. Ayrıca ismin isimlendirilene delalet ettiğini
ve kendisi delil olsa bile yabancı (ecnebi) olduğunu öğrendik. Buradan öğrendik
ki, tabiatın (doğa) hükmü Dehr’inkinden
farklıdır, çünkü Dehr, var olanlarm kendisi değilken tabiat tabiatta var
olanların aynıdır. Biliyoruz ki Hak münezzehtir ve bu özellikle -Dehr’in
kendinde var olanlardan ayrışması gibi- bizden ayrışır. Bu nedenle Allah
tenzih edilmek üzere ed-Dehr diye isimlendirilirken ‘tabiat5 diye
isimlendirilmemiştir. Çünkü iş O’ndan başkası değil, O’nıın kendisidir.
İsimlendirilen ise kendini kendisi için isimlendirmez ve dolayısıyla Allah
‘Tabiat5 diye isimlendirilmez. O ancak başkası için kendini
isimlendirir (çünkü isim yabancıdır). Böylece onu zikrettiğinde, kendisini
zikretmiş olduğun anlar. Onu zikrettiğinde ise onu tanır. İşte isimlerin
konuluş nedeni budur.
Sadece Allah var, yok başka
şey Sadece iki var, Allah üçüncüsü
Bize söylediği bilgi bu
neticeyi verir Çünkü ben hakikati araştıranım
Burada Hz. Peygamber’in ‘Kendini bilen rabbini
bilir5 hadisine işaret etmekteyim. Hadiste insanın kendini bilmesi
öne alınmıştır, çünkü o bilgi delilin kendisidir ve delili bilmek, medlûlün
bilgisini ön- celemelidir. Delil biziz ve biz ‘çift (şefıyyet)5
makamındayız. Bu nedenle -çiftin varhğı nedeniyle- 'iki var5 dedik.
Bizim kendi hâkkımızdaki düşünmemizin neticesi, Haklc’ın varlığını ve birliğini
öğrenmemizdir. O İlci (kişinin) üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsüdür. Bu nedenle
Allah ‘ikinin üçüncüsüdür5 dedik. ‘Ben araştıranım.5 Yani
o bilgiyi nazarî yöntemle elde eden birisiyim. Sonra Hak bize bir şekilde
vâristir. Allah ‘Biz yeryüzüne ve üzerindekilere vârisiz’197
buyurur. Bu vâris olma durumu hem gerçekte hem. hüküm bakımından geçerlidir.
Gerçekte olan vârislik, Allah ‘Bize döndürülürler’198 buyurur,
çünkü işler, asıllarına dönerken dairenin sonu da başına döner. Dairenin
başından başlamadaki maksadın, onun aslına dönmektir. Dairenin aslı,
başlangıcıdır ve iş orada noktalanır. Biz herhangi bir işi ancak O’nun
vasıtasıyla biliriz. Böylece Allah bize bu nitelikte de vâristir. Allah ‘Sizi
sınayacağız, ta ki bilelim’199 buyurur. Nitekim biz de bilgi
elde edebilmek için nazar gücümüzü kullanırız. Öyleyse bir ortaklık olmaksızın
nazar gücü sadece
bize mahsus değildir. Biz nazarî bilgiyle ve
tümevarımla şunu öğrendik: Kendisini bilen O’dur. Çünkü nazarî gücümüz, bize
ait değildir. O bizim sıfatımızdır ve o sayede biz düşünür, görür, duyar ve
tutarız.
Bütün bunlar vâris olduğumuz peygamberlerin
bilgileridir. Onlar bize gerçekte sadece bilgiyi miras bırakmıştır ve bilgi
vâris olunabilecek en şerefli şeydir. Hz. Peygamber’in ‘Âlimler peygamberlerin
vârisleridir’ hadisine bakmalısın, ‘el-ulemâ (alimler)’ kelimesinin başındaki
elif ve lam, bütün bilenleri ve habercileri kapsamak üzere, genellik bildirir.
Her haberci verdiği haberi tasavvur edebilir. Haberi duyan herkes de hiç
kuşkusuz onu bilir. Başka bir ifadeyle haber yalan olsun doğru olsun habercinin
neyi tasavvur ettiğini bilir. Bu da bir vârislik- tir. Bakınız! Hz. Peygamber
şöyle der: ‘Yalan bir haberi aktaran kimse, iki yalancıdan biridir.’ Çünkü
ondan bir yalan söz duyulmuş, bu nedenle onun durumu da sözü ille söyleyen
yalancıyla bir olmuştur. Nitekim bir mala vâris olan kimsenin hükmüyle ölüp
geride miras bırakın hükmüyle birdir. Hadiste marife talaşının kullanılması
nedeniyle (Elif ve lam) bütün âlimler kapsama girince, Ha ki bilelim’200
ayeti de bilenlere dâhil olmuştur; yine marife takısıyla bütün nebileri
kapsayınca, halle veya sözle ile haber veren herkes ifadeye dâhildir. Hal ile
haber vermekten söz ettik, çünkü gözükmezken sana gözüken biri, gözükmüş
olmakla en azından sana göründüğünü bildirmiş demektir. Fakat ‘ben sana
göründüm’ demiş olsaydı, bu durumda sana gözükmekle bir bilgi vermiş olmaz,
sözüyle bilgi yermiş olurdu. Yani senden dolayı sana gözüktüğünü söyler. O
halde zahir ehli için nas mesabesindeki birinci, yalan ve görünen anlamıyla
hadis, ‘Âlimler Allah’tan haber veren nebilerin varisleridir’ demektir, ikinci
anlamıyla ise -ki birinci anlamıyla çelişmez ve ona zarar vermez- ‘Âlimler
bütün haber verenlerin -her kim olursa olsunlar- vârisleridir’ demektir. Fakat
nebilerden tevarüs edilen ilim, aldın veya duyuların -rivayet olmaksızın- tek
başlarına idrak edebileceği türde bilgi değildir. Çünkü böyle bir bilgi miras
kalmaz. Âlimlerin nebilerden tevarüs ettikleri bilgi, teorik/nazarî aklın tek
başına idrak edemeyeceği bir bilgidir. Bu bağlamda onların nebilerden miras
aldıkları Allah hakkındaki bilgiyi akıllar -kendi delilleri halamından-
imkânsız sayarken mümkün saydığı bilgilerde ise nebiler iki mümkünden birisini
belirlemişlerdir. Misal olarak Hz. İbrahim’in ‘Fakat kalbimin mutmain
olması için’201 ayetini verebiliriz. Nebilerden tevarüs edilen
varlıklarla ilgili bilgiye gelirsek, bu ahiret ve âlemin sonunda varacağı
durumun bilgisidir. Bütün bu bilgiler, (akla göre) imkân kabilinden
bilgilerdir. Böylece nebiler, (her mümkünün değil) mümkünler arasından bir
kısmının gerçekleşeceğini Allah’tan bildirmiş, âlim de o bilgiyi öğrenir. Böyle
bir bilgi peygamberin bildirmesinden önce aldın tam olarak bilemediği nebevi
mirastır. Bunun dışındaki bilgiler, sadece akla hakkını vermemiş sıradan
insanlar için ‘miras bilgisidir.’ Böyle bir insan peygamberden bilgi telakki
etmiş, fakat aklıyla düşünmüş olsaydı zaten o bilgiyi elde edecekti. Bu tarz
bilgilere misal olarak Allah’ın birliğini ve varlığını veya kendisiyle ilgili
nitelikleri ve isimlerin hükümlerini verebiliriz. Böyle bir bilgi, kendisini
nebi sayesinde öğrenen hakkında miras bilgisidir.
Böyle bir bilginin ‘öğrenen hakkında bilgi’
olduğunu söyledik. Çünkü peygamberler gerçeği bulunduğu hal üzere
bildirenlerdir. Onlar Allah’tan bildirdikleri haberlerde gerçeği olduğu hale
aykırı bir şekilde bildirmekten masumdurlar. Nebi olmayan âlim veya âlim olmayan
haberciler ise öyle değildir, çünkü âlim, delil olmayan bir şeyin delil olduğu
görüşünü ileri sürebilir ve o delilin verisine göre haber verir, sonra da o
görüşten vazgeçer. Bu nedenle âlimler, bilgide peygamberin derecesine
ulaşamaz. Bazen âlim, bir şeyi gerçekte olduğu hal üzere haber verir, fakat
onun öyle olduğu tam olarak tespit edilemez. Bunun nedeni bilgiye girebilecek
kuşkular halikında belirttiğimiz durumdur. Avamdan olan bir âlim de bilgiye
ulaşabilir. Bazen ise haber verişlerinde bilgiye ulaşamazlar. Peygamber öyle değildir.
O bir durum hakkında Allah’tan haber verdiğinde, o şey haber verildiği gibidir.
Âlimin peygamberden öğrenerek elde ettiği bilgide kuşku bulunmaz. O haberi
öğrenenin âlim olduğunda kuşku bulunmadığı kadar hiç kuşkusuz haber de bir
bilgidir. Bu nedenle Hz. Peygamber ‘Âlimler nebilerin vârisleridir’ diyerek
hadisi daraltmıştır. Onlar peygamberin söylediğini kabul ettiklerinde, hiç
kuşkusuz, gerçeği olduğu hal üzere öğrenmiş demektirler.
Bu bağlamda Peygambere varisliğin bir yönü de,
kadınları ve güzel kokuyu sevmek, namazın göz aydınlığı olmasıdır. Fakat
kadınlar ve güzel koku insana ‘sevdirilmiş’ ise vâristir; sevdirilmeden
kendiliğinden seven vâris değildir. Çünkü kul, başka bir maksada değil, sadece
Allah için yaratılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ben insanları ve cinleri bana
ibadet etsinler diye yarattım’202 buyurur. Allah onları kendine
ibadet etsinler diye yarattı. Hz. Musa’ya söylenen on iki kelimenin birisi
şuydu: ‘Ey Âdemoğlu! Seni kendim için yarattım.’ Sonra Allah kulun ikinci
durumunda ona başkasından daha çok bir şeyi sevdirir. Bu kez Allah’ın kendisine
bir şeyi sevdirdiği kimse hakkında şöyle konuşmak gerekir: Acaba doğa mı o şeyi
ona sevdirdi, yoksa tamah mı, yoksa korku mu, yoksa Allah mı sevdirdi? Hz.
Peygamber ‘bana sevdirildi’ demiş kimin sevdirdiğini söylememiştir. Allah Teâlâ
müminler hakkında ‘Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinize süsledi, size
küfrü, jaşıklığı ve isyanı çirkin gösterdi’203 buyurur. Hz.
Peygamber ‘sevdirildi’ sözü üzerinde durmamış ve ona kimin sevdirdiğini
zikretmemiştir. Bunun nedeni, nefislerin algılama zaafları nedeniyle
açıklanamayacak bir sırdır. Mertebeleri bilen arifler ise peygamberin
zikrettiği yönden Allah’ı, kadmı, güzel kokuyu ve göz aydınlığının namaz
kılınmasını anlarlar. Hz. Peygamber temsil mertebesi ve makamı yönünden kimin
huzurunda bulunduğu ve kiminle konuştuğunu bilen birisi olarak münacat ederek
namaz kılar. Çünkü namazda hitap, ret ve kabul söz konusudur: böyle bir durum
ise ancak ‘temsil’ müşahedesinde olabilir. Çünkü namazda Peygamber müşahede ve
konuşmayı birleştiren mertebededir.
Karşılıklı üişkiler, yani münasebetler, münasibin
ilişkili olduğu işe doğru yönelmesini gerektirdiği için, sevdirilenin münasibin
ta kendisi olması gerekir. Öte yandan münasebet, bazen zatî münasebet iken bazen
arızîdir. Kadınlar bir şeyi meydana getirme yeriyken (mahallü’t- tekvîn), insan
(üzerinde yaratıldığı ilahi) sureti itibariyle fail olmayı gerektirir. Bu
yönüyle fiilini kendisinde uygulayacağı bir yerin olması kaçınılmazdır. Ayrıca
sahip olduğu kemali nedeniyle insan kendinden ancak kemalin çıkmasını
isteyebilir. Nitekim her şeye yaratılışını vermiş olan Hak’ta durum öyledir;
söz konusu ‘yaratılış’ bir şeyin kemalidir ve insanın varlığından daha kâmili
yoktur. Söz konusu kemal, Allah’ın bir yer ve mahal hâline getirdiği kadında
ortaya çıkabilir. Kadın kendisinden meydana geldiği bir edilgen olması
itibarıyla erkeğin parçasıdır. İşte bu nedenle kâmil insana (Hz. Peygamber)
kadınlar sevdi- rilmiştir. Kadın söylendiği üzere erkeğin kaburga kemiği
(kemiğin- dendir) olduğuna göre kendisinde meydana getireceklerinin mahalli
bizzat erkeğin kendisi olmuştur. Binaenaleyh ondan ancak benzeri ve kendisi
meydana gelmiştir. Bu durumun ne kadar garip olduğuna bakmalısın! Böyle bir
bilgi kimde bulunursa, hiç kuşkusuz, Hz. Pey- gamber’e bu sevdirilme tarzında
vâris olmuştur.
Güzel kokuya gelirsek, güzel koku, nefeslerden
meydana gelirken nefesler rahmanidir. Çünkü Hz. Peygamber ‘Ben Rahman’in
nefesini bulmaktayım’ diyerek nefesi Rahman ismine izafe etmiştir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Güzel kokular temiz kimseler için, temiz kimseler güzel şeyler
içindir.,204 Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi et-Tayyib’dir.
Böyle olunca, güzel kokunun et-Tayyib isminden ortaya çıktığım anladık. Var
olanlar için Rahman’dan daha güzel bir isim ise yoktur, çünkü bu isim, bütün
varlığı kuşatmış olan genel rahmetteki mübalağa anlamına gelir. Herhangi bir
şeydeki güzel kokuyu algılayan bir insan -ki başka bir insan tarafından tabii
olarak kötü ve çirkin algüanmış olsa bile o koku ilahi niteliği bakımından
güzeldir, nitekim Mekke’de bu hali zevk olarak yaşamıştık- gerçek anlamda (Hz.
Peygamber’e) vâristir.
Öte yandan Hz. Peygamber’e namaz ancak müşahede
ve konuşmayı birleştirme özelliği nedeniyle sevdirilmiştir. Bu durum ‘gözümün
aydınlığı namazdadır’ hadisinde belirtilir. Burada Hz. Peygamber konuşmaya
veya söze değinmemiştir. Çünkü umum nezdinde bilinir ki, namaz bir münacattır;
kul şöyle söyler, Allah şöyle söyler! Nitekim Hz. Peygamber böyle buyurmuştur.
Çünkü namaz, bir hadiste geçtiği üzere, namaz kılan kul ile Allah arasında
ikiye ayrılmıştır. Namaz sadece müşahededen yoksun ve namazdaki konuşmada
Hakk’ın icabetini duymayana ağır gelebilir. Kulun ‘Allah kendine hamd edeni
duydu’ diyerek Allah’a vekil olduğu makam, makamların en yetkinidir. Çünkü
Allah Teâlâ insan-ı kâmili herhangi bir kimseden ancak insan-ı kâmilin halife
olması özelliğiyle üstün tutmuştur. Onun makamının üstünlük sebebi halifelik
olunca, mertebesinin üstünlüğü hakkında kınama ve suçlama gerçekleşmiştir. Hâlbuki
onu kınayan, Allah’ın insan yaratılışına yerleştirdiği ilahi kemalden
habersizdi. Kınayanın bu konuda bilgisi olsaydı, insanı kınamazdı. Halifelik
-ki o bu menzilde Hakk’a vekil olmak demektir ve namaz kılarken ‘semi Allahu
limen hamideh (Allah kendini hamd edeni duydu)’ diyen Hakk’a vekildir- ancak
namazda olabilir. Bu nedenle namazın mertebesi üstün olduğu gibi aynı nedenle
de namaz Hz. Peygamber’e sevdirilmiştir. Namazın kendisine böyle sevdirildiğini
bilen, hiç kuşkusuz, Hz. Peygamber’e varistir; böyle bir müşahede olmadan bir
insana namaz sevdirilirse, o vâris değildir.
Bu menzildeki ilimlere gelirsek, çoğun birden
meydana gelişi, bu menzilden öğrenilir; birin tekliğini değil, çokluğun
birliğini kastetmekteyim. İlahi ve kevnî birleşme, bu menzilden öğrenilir.
Netice ve öncüller bu menzilden öğrenilir. Birleşme ve nikâhın dereceleri, bu
menzilden öğrenilir. Çünkü bazen birleşmeyle sadece haz alma amaçlanırken
bazen sadece çoğalma, bazen her ikisi birden amaçlanır. Vasi- yeder bu
menzilden öğrenildiği gibi taksimler bu menzilden öğrenilir. Kaçırma korkusuyla
acele bu menzilden öğrenilir. Karıştırmalar, hibeler bu menzilden öğrenilir.
Güzel kokulardan muteber olanlar, bu menzilden öğrenilir. Marufu yapmak ve
marufun mahiyetini bilmek, bu menzilden öğrenilir. Emaneder bu menzilden
öğrenilir. Hazlar, haklar ve öne alınması veya geri bırakılması gereken
hususlar, bu menzilde öğrenilir. Hadler bu menzilden öğrenilir. İtaat ve
günah, bu menzilden öğrenilir. Şahidikler ve hükümler bu menzilden öğrenilir.
Şiarlar bu menzilden öğrenilir. Bir basamağa ve akde dönen çoğul, bu menzilden
öğrenilir. Misal olarak onlu basamakları verebiliriz. Bu nedenle eş ‘aşır’
diye isimlendirilmiştir, çünkü iki eşin bir araya gelmesi akide gerçekleşir ve
(aynı anlamdaki) muaşeret sohbettir ve aşiret arkadaşlar ve yakınlardır; kişi
dostunun dini üzeredir. Çünkü dost dostuyla bulunduğu hal üzere akit yapmıştır
ve böyle bir akit nedeniyle onunla ‘muaşeret1 yapmış demektir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlarla maruf üzere muaşeret ediniz-,2US
Yani onlarla aranızda sohbet ve muaşeretin sürekli olacağı şekilde maruf üzere
arkadaşlık edin! İzzet ve engelleme bu menzilden öğrenilir. Ticarederin
türleri, bu menzilden öğrenilir. Erkeğin kadından üstünlüğü ve kadın ve
erkeğin ortak olduğu kemal, bu menzilden öğrenilir. Hak sahipleri bu menzilden
öğrenilir. Takdis bu menzilden öğrenilir. İlahi inayet ve halifelerin
mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. İmanın hakikati bu menzilden öğrenilir.
Ayıplar ve eksiklikler bu menzilden öğrenilir. Teşvik edilen ve elde edilmesi
temenni edilen hususlar bu menzilden öğrenilir. Ölüm bu menzilden öğrenilir.
Allah’a ve yaratılmışlara ait olan hususlar bu menzilden öğrenilir. İyi ve
kötü nasip arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vaktin belirlenmesi ve
böyle bir hüküm altına girmediği halde vakti belirlenen hususlar bu menzilden
öğrenilir. Mümine ve mertebesine saygı, bu menzilden öğrenilir. Hicret bu
menzilden öğrenilir. ‘İmanın imanı’ bu menzilden öğrenilir. Yumuşaklık, sır,
açıklık bu menzilden öğrenilir. Meleğin kâmil insanlarla ortak olduğu
özellikler bu menzilden öğrendir.
‘Allah hakkı söyler ve doğru
yola, ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM
Tevhit ve Cem' Menzilinin
Bilinmesi
Bu menzil beş bin Refrefî makamı içerir ve
Muhammedi mertebeden öğrenilir. Onu müşahede eden için en kâmil müşahede, ayın
yarısında veya sonunda gerçekleşen müşahededir.
Ey İmran kızı Meryem! Sen
yaratılmışsın Asil bir yatak olarak, her ruhtan yüce bir ruh
için
İffetini korudu ve sonra ruh ona geldi ihsan etmek için
sana hibeyi Yukarıdan, yedi kat yukarıdan, Levha’dan
Ona yüce ve şerefli bir
hediye getirdi Üstündür o ve yücelerden bize parıldamıştır
Hayat verir de kendisiyle
öldürdüğü bir kılıcı yok
Çağırınca da lütufla ruh diye çağırırsın ,
‘Hibe’ derken Cebrail’in ‘Sana temiz bir oğlan
vermek üzere...,m ifadesinde zikredilen Allah’ın ruhu Hz.
İsa’nın Meryem’e verilmesini kastediyoruz. Bir rivayette Hz. Peygamber’e şöyle
sorulduğu aktarılır: ‘Âlemi yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi?’ Hz. Peygamber
‘Üstünde ve altında hava bulunmayan Amâ’daydı’ cevabını vermiştir. Daha önce
Amâ hadisinden ve âlemin suretlerinin orada açılışından konuşmuştuk. Akıl
delilinin ispatladığı husus şudur: Allah’ın dışındaki her şey hâdistir ve daha
önce olmayıp sonradan olmuştur. Başka bir ifadeyle delil, Allah’ın dışındaki
şeylerin O’nun kendisinden kaynaklanan zorunlu varlığıyla (birlikte)
bulunmadığını ispatlar. Bu nedenle sürekli yaratma Allah’a ait iken sürekli
edilgenlik ‘âlem’ demek olan mümkünlere aittir. Dolayısıyla tekvin, yani
yaratma, sürekli gerçekleşir ve âlem sürekli var olur. Bu nedenle boşluğun
sonsuza doğru uzaması gerekir, çünkü mümkünler sonsuza dek var olur ve onlar
varlıklarıyla ancak boşluğu doldurur. Daha önce âlemin boşluğu doldurduğunu
söylerken dolu bir şeyin doldurulamayacağını kastetmiştik. Çünkü dolu,
dolduranın ve imar edenin kendisidir; dolayısıyla dolu bir şey doldurulamaz
(imar edilemez). Ortada sadece ‘dolu (mele)’ vardır veya sürekli yenilenme
içindeki âlemin yaratıcısı vardır.
Ahiretin de bir nihayeti yoktur. Biz olmasaydık,
zaten dünya veya ahiret denilmeyecek, gerçekte de olduğu üzere var olmuş ve
olan- olacak ‘mümkünler’ denilecekti. Biz yaratılmış mümkünler olarak varlıklarımızın
ortaya çıktığı andan itibaren belli bir süreye kadar belli mekânları
doldurduğumuz için -ki biz de âlemin suretlerindeniz- doldurduğumuz ve imar
ettiğimiz yeri ‘dünya hayatı’ diye isimlendirdik. Başka bir ifadeyle
varlıklarımızın ilk var oluş vaktinde doldurduğumuz ‘yakın yer ve diyar’ diye
isimlendirdik. Hiç kuşkusuz âlem vardı ve biz yoktuk. Bununla birlikte Allah
dünya hayatında kalmamız için belirli bir süre ve eceller belirlemiştir. O
süreleri tamamladıktan sonra, ‘ahiret’ denilen başka bir yere göçeriz. Bu dünya
hayatında bulunan şeyler orada da vardır, fakat burası ‘hal’ itibarıyla
farklılaştığı gibi orası da yer itibarıyla farklılaşır. Ahiret diyarında
kalışımızın kendisinde biteceği belirli bir süre yoktur. Orası sürekli ve
sonsuza kadar ‘tekvin’ mahalli olarak yaratılmıştır. Allah dünya hayatının
niteliğini değiştirir ve bu değişiklikle birlikte ahiret haline gelmiştir;
cevheri ise bakidir. Gerçekler ve işler hakkında Allah’tan gelen bilgisi
olmayan kimse (değişme) hakkında hayretteyken Allah’ı ve âlemin Allah ile
ilişkisini bilen alimler hakkında hayret diye bir şey yoktur. Âlimler sürekli
rahatlık ve ferahtadır. Başkaları ise dünya ve ahirette hayretin karanlığında
başıboş bir şekilde dolanırlar. Her nefes yaratılış yenilenmemiş olsaydı,
cevherlerde usanma meydana gelirdi. Çünkü doğa usanmayı gerektirir İd cevherlerin
yenilenmesini lüzumu buradan ortaya çıkar. Bu nedenle Hz. Peygamber Allah’tan
aktararak şöyle buyurur: ‘Siz bıkıncaya kadar Allah bıkmaz.’ Âlemin bıkmış
olması, Hakk’ın bıkmış olmasıdır. Âlemde ancak keşfi olmayan ve âlemin her
nefeste sürekli yenilendiğini müşahede etmeyenler bıkabilir. Öyle bir insan
Allah’ın sürekli yaratıcı olduğunu göremez. Bıkma süreklilik (zannıyla
birlikte) gerçekleşir.
Şöyle sorabilirsin: Yaratmanın yenilenmesindeki
süreklilik de bir devamlılıktır ve bu devamlılıkla birlikte bıkma niçin
gerçekleşmesin ki?’ Şöyle deriz: Zati hükümlerde bir değişmenin gerçekleşmesi
söz konusu değildir. el-Hallak (sürekli yaratan) bizatihi yaratırken âlem de
bizatihi edilgendir. Dolayısıyla bıkmanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Yeni
yaratılmış nimet içinde o nimetin yerini aldığı şeydeki başkalaşma bıkkınlığı
gerektirmez. Çünkü yeni durum, sevinç, neşe ve mutlulukla görülmemiş bir şeyi
görmek demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’207
buyurur. Yani sonsuza dek var olmuş ve var olacak her şeyi kuşatmıştır. Çünkü
rahmet bir cev- her/varlık değil bir hükümdür; var olan bir cevher olsaydı,
tükenir ve sonsuz şeylerin kendisinde meydana gelmesine imkân vermezdi. Rahmet
bir hükümdür ve var olanların cevherlerinin Rahman ve Ra- him’den meydana
gelmesiyle birlikte onlarda tezahür eder. ‘Bilgide de- rinleşenler...’208
yani Allah hakkındaki bilgide derinleşenler ‘Ona iman ettik, hepsi
rabbimizdendir’209 derler. Yani rahmet de rahmet edilen de
Rabbimizdendir. ‘Ancak derin akıl sahipleri öğüt alır.,2W
Onlar, zahir kabuğun kendisini perdelediği -ki aynı zamanda koruduğu- işlerin
hakikatlerini şehadet âlemine çıkartan dalgıçlardır.
Bu menzil dokuz bin makamı içerir. Nitekim ehl-i keşf ve vücûd, keşif ve
vecd ehlinden gelen haberler böyledir. Bin makam özel ve farklı bir gruba
mahsus iken başka bir gruba üç bin makam, bir gruba beş bin makam tahsis
edilmiştir. En üst grup bin makamın mahsus olduğu kimselerdir. Onları üç bin
makamın ait olduğu kimseler takip eder. Onları da beş bin makamın mahsus olduğu
kimseler takip eder. Fakat bu grupların en üstünü makamı olmayandır. Çünkü
makamlar kendilerinde bulunanlar üzerinde hüküm sahibidir. Grupların en üstününün
ise hükme konu olan değil, hüküm veren olduğu aşikârdır. Söz konusu insanlar ‘ilahilerdir
(Hakk’a benzeyenler/metafızikçiler).’ Çünkü hüküm verenlerin en hikmetlisi Hak
onların aynı olmuştur. Bu durum insanlar arasında ancak özellikle Allah’ın
kendilerine dönük ezeli inayetiyle Muhammedîler adına gerçekleşebilir. Allah
Teâlâ onların benzerleri hakkında ‘Kuşkusuz tarafımızdan adlarına iyiliğin
öne geçtiği kimseler ondan uzaklaştırılacaktır’2H buyurur.
Kastedilen cehennemdir, çünkü cehennem o makamlardandır. Öyleyse onlar,
gerçekte, makamlardan uzaklaştırılmış olanlardır. Makam sahipleri
himmetlerinin belli bir gayeye ve sona varmakla sınırlandığı kimselerdir.
Belirledikleri gayelere ulaştıklarında, bu kez kalplerinde başka gayeler
ortaya çıkarken ulaşmış oldukları gayeler diğer gayelere ulaşmak için
başlangıca dönüşür. Böylece kendilerini talep etmeleri nedeniyle gayeler
üzerlerinde hüküm sahibi olur ve iş böyle sürer gider. Muhammedi’yi ise böyle
bir hüküm veya sınırlama engellemez. Onun genişliği Hakk’ın genişliği demektir.
Hakk’ın ise varlığının kendisinde tükeneceği bir smırı yoktur. Muhammedi’nin
müşahede ettiği Hak’tır. Dolayısıyla onun müşahedesinin bir smırı yoktur.
Muhammedi’nin dışındakiler ise kendi mekânını müşahede eder ve bu nedenle
yerleşik olduğu hal veya makamın sona ermesi ve halinin değişip yok olması
mümkündür. O ise kendi halinin Allah hakkındaki bilginin sonu olduğunu
zanneder, çünkü kendine ve rabbine göre hükme hakkını verdiğini zanneder. Hz.
İsa Muhammedi idi ve bu nedenle ahir zamanda inecek ve onun inişiyle birlikte
Allah büyük velayeti (velayet-i kübra) tamamlayacaktır. Hz. İsa Allah’ın ruhu
ve kelimesidir. Hakk’ın keümeleri ise tükenmez. O halde Muhammedi kendisine
ulaşacağı bir gayeye sahip değildir.
Bilmelisin ki, zikredilen makamlar, hayal gözüyle
görülebilir. Onlar, müşahede edildiklerinde ancak hayal gözüyle idrak
edilebilirler. Çünkü onların suretleri, -Allah dilediği şeylerde kendilerini
misali su- redere çevirdiğinde- tahayyüldeki suretlerdir. Bu nedenle onları
duyulurları gözünle veya anlamları kalp gözüyle gördüğün gibi ‘şahıslar’
olarak gözünle görürsün. Çünkü Allah çoğu azalttığında -ki gerçekte çoktur-
veya azı çoğalttığında -ki gerçekte azdır-, burada çoğalmayı ve azalmayı duyu
gözüyle değil, hayal gözüyle görebilirsin. Her iki durumda da gören gözdür.
Nitekim Allah Teâlâ ‘Allah onları kendileriyle karşılaştığınızda gözlerinize
az göstermiş, sizi ise onların gözlerine az göstermişti,2U
buyurur. Başka bir ayette ‘Siz onları gözünüzle iki kat olarak görüyordunuz’213
buyurur. Hâlbuki onlar dışta onların iki katı değildi. Binaenaleyh onları hayal
gözüyle görmemiş olsaydın, gördüğün sayı yalan olacağı kadar sana onu gösteren
de gösterdiği hususta doğru söyleyen olamazdı. Sana onu gösteren Hale bu durumu
hayalde gösterdiği için, azlıktaki çokluk gerçek olduğu kadar çokluktaki
azlığın gerçek olması mümkün olabilmiştir. Başka bir ifadeyle bu durum, duyuda
öyle değilken hayalde gerçektir. Nitekim Hak sana hayalde sütü gösterir, sen de
onu içersin. Hayaldeki (rüya) süt bilgidir. Öyleyse sen onu -ki bilgidir- ancak
hayal gözüyle süt olarak görmüşsündür. Bilgiyi birinden almış olman, sütü içmen
suretinde ortaya çıkar. Bütün bunlar hayal gözünde gerçekleşir. Duyuda bilgi
süt olmadığı gibi bilginin öğrenilmesi (süt) ‘içmek’ demek değildir. Hâlbuki
sen onu böyle görmüştün! Duyu gözüyle onu böyle görmüş olsaydın, gördüğün
yalan olurdu, çünkü bu durumda bir şeyi o şeyin gerçekte bulunduğu durumdan
farklı görmüşsündür. Binaenaleyh sen bilgiyi uyanıkken ancak hayal gözüyle
‘süt’ şeklinde görmüşsündür. Sen farkında değilsen bile, durum gerçekte
öyledir! Çünkü Allah bildirdiği hususta doğru sözlüdür. Sana gösterdiği şey,
hayalde senin gördüğün şekilde doğrudur. Öte yandan, bilgiyi Allah’tan ‘elle
vurmak’ şeklinde alman da böyledir. Hz. Peygamber ‘vurma’ yoluyla ‘öncekilerin
ve sonrakilerin bilgilerini öğrenmiştir.’ Gerçekte bilgi muallimin konuşması
neticesinde öğrenme veya bilginin nefiste yaratılmasıyla zorunlu bir şekilde
öğrenilir. Bununla birlikte hayal mertebesinde ‘vurma’ yoluyla bilgi
gerçekleşmiştir. Dolayısıyla vurmanın hayalde olması, vurulan şeyin de hayali
bir su
rette olması gerekir; bunun nedeni uykuda veya
uyanıklıkta onu gösteren Allah’ın doğru sözlü olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onların yaptığı sihirler nedeniyle o şeylerin koştuğunu
zannetmiştir.'214 Hâlbuki onlar gerçekte onlar koşmuyorlardı. O
halde gerçekte olduğu suretten farklı bir surette gördüğün her şeyi hayal
gözüyle görmüş olabilirsin ve ancak böyle ise doğru olabilir. Bu nedenle
hayalde görülen her şey tabir edilir. Başka bir ifadeyle tabirci, görülen
sureti Allah’ın kendisiyle kastettiği anlama ‘tevil eder.’ Böyle bir bilgiden
gafil kalmadan gözleri ayırt etmelisin!
Bilmelisin İd, bu tevil ancak Allah’ın dilediği
kullarına ihsan ettiği ilahi güçle yapılabilir ve bunun için de Allah’ın o gücü
sana da ihsan etmesi için gayret göstermelisin. Çünkü sen gördüğünü duyuyla gördüğün
şeklinde haber vermektesin, hâlbuki gerçek öyle değil! Gördüğünü ifade ederken
insaflı birinin yaptığı üzere belirgin hale getirmelisin. Bakınız! Sahabe
sahih düşünceye ve mertebelere haklarını verdikleri için, Cebrail’in (as.)
Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylememişler; bedenlenmiş bir ruhanî olmadığı
takdirde, gördükleri suretin Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylemişlerdir. Yani biz
onu gözümüzle algıladık. Böyle yaparken gerçeği incelememişler ve ilahi emre
hakkını vermemişlerdi. Bu nedenle de ‘doğru söylememiş doğru sözlülerdi.’ Hz.
Peygamber ise onlara ‘o Cebrail’dir’ demiştir. Bu söz üzerine onlar kimi
gördüklerini ve onu neyle gördüklerini anlamışlardı. Nitekim Cebrail
tanımadıkları bir bedevi suretinde gözüktüğünde de böyle demişlerdi. Cebrail
insanlara dinlerini öğretmek için gelirken onların tanımadıkları bir sureti
girerek gelmiş, Hz. Peygamber sahabeye ‘soru soranın kim olduğu biliyor
musunuz?’ diye sorduğunda, ‘Allah ve peygamberi daha iyi bilir’ demişlerdi,
çünkü Cebrail tanımadıkları birinin suretinde görünmüştü. Bunun üzerine Hz.
Peygamber ‘o Cebrail’dir’ demiştir.
Bu hadis Dıhye hadisinden sonra söylenmişse,
onların ‘Allah ve peygamberi daha iyi bilir’ demeleri şu anlamda
yorumlanabilir: Onlar ruhanînin mana veya suretinin gerçekte bir insan
olabileceğini söylemişlerdir. Hadis dalıa önce söylenmişse, bu ifade şöyle
yorumlanabilir: Sahabe onun insan olduğunu bilmiyor değillerdi, fakat adını ve
hangi
Arap kabilesine mensup olduğunu bilmiyorlardı.
Öyleyse insan idrak ettiği bir şeyi hayal gözüyle idrak etmiş olduğunu idrak
edilenin mahiyetini öğrenmeden bilemez. Alemde hayalin duyuyla karışmasından
daha büyük bir karışıldık ve belirsizlik yoktur. Çünkü insan bu ayrıştırmayı
yapabilirse, zorunlu bilgilerde kuşku ortaya çıkar; başaramazsa, bazı işleri ve
şeyleri ait olmadıkları mertebelere indirir. Allah tafsil gücü verirse,
herhangi bir gözle görmüş olduğunda o şeyleri açıklama imkânı da vermiş olur.
Bu durumda onları görmüş olduğu gözün hangisi olduğunu bilince, onların
mahiyetini de bilir. Allah’ı bilenlerde bu bilgiden daha pekiştirici bir bilgi
yoktur. Allah ehli içinden aklını zikrettiğimiz hususa vermeyen pek çok kimse,
uykusu hakkında bilgisi olmasaydı, uyurken görmüş olduğu şeyin hayal olduğunu
söylemezdi. Nice kişi vardır ki uyanıkken böyle bir durumu görür ve onu duyusuyla
gördüğünü söyler. Hz. Peygamber’in rüyasının doğruluğu hakkında söylediği
hususa bakınız! Uyurken bedeninde bir hal ortaya çıktığında, onu somut bir
şekilde görür. Böylece duyu üzerinde hayali suretten öğrendiği bilgiye göre
hüküm vermiştir. Hz. Peygamber uyumuş ve uyuduğunu gösterecek şekilde yüksek
sesle nefes almış, uyandığında ise abdest almadan namaz kılmıştır. Bu durum
kendisine hatırlatıldığında, Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘Benim İlci gözüm
uyur fakat kalbim uyumaz.’ Yani hayal âlemine geçip suretini orada gördüğünde,
abdestli uyumuş olduğunu görmüş, abdesti yenilemeyi gerektirecek bir
kirlenmenin ortaya çıktığını görmemiştir. Başka bir ifadeyle bedeninin uykudan
önce sahip olduğu abdesti bozacak bir hale maruz kaldığını görmemiştir. Bu
nedenle daha önce şöyle dedik: Uykunun kendisi necaset değilken, necasetin
sebebidir. Kim bu makamı elde edip bu niteliğe sahip olur da abdestliyken
uyursa, uykuda gördüğü hayali sureti - İd o bizzat kendisidir- incelemelidir:
Bir kirlilik hissederse, bedeninde bir kirlenme ortaya çıkmadıkça rüyadaki
suretinde kirlenme meydana gelmez. Başka bir ifadeyle, ya bedeninde meydana
gelmiş necaset nedeniyle veya abdestin bozulduğu bildiren hayalî bir suret
nedeniyle abdestin bozulmasından ondan meydana gelmiştir. Böyle bir durumdaki
insan uyandığında abdest almalıdır. Çünkü uykuda gerçekleşen kirlenmenin bir
türü, uyuyanın bedeninde iz bıralcır. Misal olarak ihti- lam olmayı veya
rüyasında idrar kaçırdığını görüp uyandığında yatağı
m ıslak görenin durumunu verebiliriz. Bazen
rüyadaki kirlenmenin izi görülmez. Bu durumda uykuda görülen kirlenme, onun
kirlenmiş olduğu hakkında bir uyarı sayılır. Bu durum, bu niteliği bilen alimlerde
ortaya çıkan bir haldir.
Böyle bir durum, Mısırlı Abdullah el-Kureyşî’nin şeyhi olan Şeyh ed-Darir
Ebi’r-Rebi el-Malikî’nin başına gelmişti. Özellikle Salı günleri uyuyunca,
gözleri uyur kalbi uyumazdı. Bu bahis, şekilci âlimler nez- dinde muteber olmasa
bile geniş meselelere sahip bir konudur. Bu bahis hikmeti bildiğini zanneden
hâkimlere göre de muteber değildir. Onlar bu mertebenin diğer mertebelerden ne
kadar üstün olduğunu anlamamış, onların nezdinde bir değeri olmamıştır. Bu
nedenle söz konusu mertebenin (hayal ve rüya) değerini takdir edememişlerdir.
Hayal mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah, sonra o bilgiye
ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışındakiler onun
değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, peygamberlik makamlarının
birincisidir. Bu nedenle Hz. Peygamber sabahladığında sahabesiyle oturur,
olara şöyle sorardı: ‘Aranızda rüya gören var mıdır?’ Böyle demesindeki maksat,
Allah’ın âlemde ertesi gün veya gelecekte var edeceği şeyleri görme arzusudur.
Allah rüyayı görene uykusunda ya açık bir vahiy (ilham) veya görenin aşina
olduğu suretteki vahiyle onları bildirir; bununla birlikte rüyayı gören kişi o
suretle neyin kastedildiğini anlayamaz ve bu nedenle Hz. Peygamber Allah’ın o
suretle neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı tabir ederdi. Hz. Peygamberin
âlimlerin nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi göstermesinin nedeni buydu.
Allah Teâlâ kulları arasından derin akıl sahipleri ve ibretle düşünenlerin
dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir: ‘O sizi rahimlerde dilediği
şekilde tasvir edendir.’215 Rahimlerin bir türü de hayal olan
(rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir
edilir ve Allah ö rahimlerde manaları dilediği su- rederde terkip eder. Bu
bağlamda Allah hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise dinde
sebatkarlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir veya
bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu sureüer rüyayı görenin veya
rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.
Dımeşk (Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibüddin Halil el-Cüveynî’yi
-Allah onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde
masum kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona
şöyle diyordu: ‘Allah sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve
rengini bozma!’ Uyandım ve rüyayı kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi
muhafaza edenlerden etsin.
Hayal suretlerin kendisinde tezahür ettiği
rahimlerden birisidir, j Hayali mertebe suretleri kabul ettiği için
Allah onlar hakkında şöyle i demiştir: ‘insanlara şehvetlerden kadınlar
sevdirildi.’216 Yani kadınlarda! sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi
suretleri, Allah’ın dilediği kullarına süslü! gösterdiği bir surettir ve kişi
onu -başkası nedeniyle değil- kendisi ne-] deniyle sever. Çünkü Allah ona ancak
belirttiği hususta şehvet sevgisini^ süslemiştir. Binaenaleyh Allah salt
sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da \ onu zikrettiği hususlarda şehvete
bağlamış, ardından da dilediği kimseler için şehvette başka bir duruma
bağlamıştır. Allah ayette şehveti zikretmiştir, çünkü şehvet, doğal bir
surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve
dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir
ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah hayalden daha yüce
menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey de
yaratmamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında imkânsızın vb.
bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği şeyler içinde
ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıtasıyla ilahi kudret
ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi üzerine rahmeti vb.
yazmış ye herkese vacip kılmıştır. Hayal kıyamette ve inançlardaki tecellinin
gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah’ın en büyük şiarı ve
delilidir.
Hayalin otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin hayal hakkında
tespit ettiği bir husustur. Bununla birlikte onlar ne söylediklerini anlamamış
veya hayale hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir parçası olsa bile
Allah’ın ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa üzerinde büyük otoriteye
sahiptir. (Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil bir evlat olmasını isteyen bir
insan eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük âlimlerden birisini zihninde
canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini göstermesini istiyorsa, o zaman gördüğü
sureti (hayal âleminde) nakledildiği surette veya tasavvur sahibinin kendisini
gördüğü surette görüp eşine de o suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir.
Öyle bir kâmil insan tasavvur edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini
dikkate alarak tasavvur etmelidir. Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve
ahlakının güzelliğine göre güzel bir şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz
konusu manaları bedenlendirir ve o sureti eşinin ve kendi gözünün önünde
canlandırır, ikisi birlikte kendilerini o suretin güzelliğine teksif ederler.
Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül ettiği suret çocuğuna etki eder ve
doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait) menzille doğar. Bunun böyle olması
zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında
anne ve babadan birinin - kendileri farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o
sureti tahayyül etmekten uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu
durumu ‘kadının iştahı’ diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme esnasında
karı kocadan birisi veya her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya herhangi
bir hayvanın sureti canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden doğan çocuk,
ebeveynin tahayyül ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar. Birbirlerinden farklı
sureti tahayyül ederlerse, çocukta annenin ve babanın tahayyül ettikleri suret
ortaya çıkar. Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile etki eder. (Bunlar
filozofların hayal gücü hakkındaki görüşleridir).
Filozoflar hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar
bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu müstakil bir bilgi aracı saymazlar.
Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep edilmeyen bir işin peşinden
koşarlar. Onların peşinden koştukları ise maddelerden soyudanmaktır. Hâlbuki
böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür. Binaenaleyh maddelerden
soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşünce sahiplerinin böyle bir
düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu hatanın farkına varmadan
başardıklarını zannederler, hâlbuki zarardadırlar! Ömürlerini elde
edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle akıl, vehmin
veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler ve ruhlar
âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah’ı bilen bir
kimse, müşahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak kalamaz, çünkü Allah’ın
dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla ‘imkândır.’ Bir şey kendi
hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim veya hâdis bir şeyi ancak
kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’ hükmü görene eşük eder.
Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üzere bilenler varabilir. Böyle bir
insan soyudanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir, yoksa gerçekte ona güç
yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin seçkinlerinin dışında pek
çok kimsenin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu meseleyi Allah’ın bildirmesiyle
öğrenmiştir.
VASIL
Zekeriya’nın Çocuk Talebi
Balanız! Zekeriya (as.) zaviyede Meryem’in
huzuruna girmiş. Meryem kendini bütünüyle Allah’a adamış bir betûl idi ve
Zekeriya onun halini biliyordu. Bununla birlikte onun yanında Allah’ın kendine
ihsan ettiği bir rızık görmüştü. Bunun üzerine Zekeriya Meryem’in bu halini çok
sevince, Allah’tan kendine bir oğul ihsan etmesini isteyerek şöyle demişti: ‘Rabbim!
Bana senin katından ver...’217 Allah’ın katı, rahmet,
yumuşaklık ve ilgi katıdır. ‘Temiz bir zürriyet. Sen duayı işitensin!’218
Bu dua esnasında Hz. Meryem mertebesi ve Allah’ın inayetiyle tahsis etmiş
olduğu ikramı yönüyle onun hayalinde bulunmaktaydı. ‘Melekler ona nida etti,
o ise namaz kılıyordu.’219 Çünkü Zekeriya yanında rızık
bulduğunda Meryem’in yanına girmişti. ‘Allah seni kendisinden bir kelime
olarak tasdik edici ve efendi olarak Yahya ile müjdelemiştir.’220
Kastedilen kemaldir, çünkü Hz. Meryem kemal sahibiyken Hz. Yahya da nebilik
vasıtasıyla kemale ermiştir. ‘Ve hasûr (betûl’ün karşılığında) olarak.’221
‘Hasur’ kadınlara yaklaşmaktan uzaklaştırıp bütünüyle kendisine yönlendirdiği
kimse demekken bizde onun durumu iktidarsız olarak tezahür eder. Meryem ise
erkeklere temastan yüz çevirmiş kimse anlamında betûl idi. Yahya (as.)
kadınlara karşı soğuktu. Meryem de er
keklerden yüz çevirmiş olduğu için ismi Hanne idi
ve Meryem lakabıydı. Daha önce zikrettiğimiz nedenle böyle nitelenmişti.
Hayal gücünün oğlu Yahya hakkında Zekeriya’ya
nasıl etki ettiğine bakınız! Zekeriya bütün gücünü Allah’ın kendisine ihsan
ettiği makam nedeniyle Meryem’in halinin güzelliğinde teksif ettiğinde hayal
gücü Zekeriya’ya etki etmişti. ‘O, salihlerden bir nebiydi,’222
Bu nedenle hiçbir zaman Allah’a asi olmamıştı. Burada sözü edilen ‘salihler’,
bütün peygamberlerin Allah’tan kendilerini aralarına katmasını istedikleri
kimselerdir. Onlar, büyült veya küçük bir günahın kendilerinden meydana
gelmediği kimselerdir.
Zekeriya’nın halinden daha sırlı bir hal sahibi
kimse görmediğim gibi insanlık otoritesinin ondaki gibi başka birisinde ortaya
çıktığını da görmedim. Zekeriya ‘Bana senin katından temiz bir zürriyet ver’223
diye dua etmiş, vuku bulacak şeyi tasavvur etmeden bunu istememiştir. Veya
şöyle dememiştir: ‘Rabbim! Benim nasıl çocuğum olur ki? Bana ihtiyarlık
gelmiş ve eşim de kocakarıdır.’224 Yaşlılık hali nerede,
çocuk sahibi olmak nerede! Ona bu sözü söyletecek bir hal karinesi olmasaydı ardından
‘İşte Allah bu şekilde dilediğini yapar’223 denilmezdi.
Böylece onun maksadı, Allah’ın bu durumu bildirmesine vesile olmaktı. Bu sayede
başkası da Allah’ın dilediklerini âdeti aşarak yapabileceğini öğrenir ki
kendisinde durum âdeti aşarak gerçekleşmişti. Bununla birlikte bu söz onun
kendindendi ve insanlık gücü onda tesir etmişti. Çünkü insan zatı gereği
Allah’ın kitabında zikrettiği özelliktedir: Allah insanı bir yerde
zikrettiğinde, onunla birlikte yaratılış gayesine aykırı davranmasını gösteren
bir eksikliği de zikretmiştir. Allah insanı en güzel surette yaratmıştır. Başka
bir ifadeyle Allah insanı yaratmış, sonra da yaratmış olduğu dereceye
yükselebilmesi için ‘aşağıların aşağısına’ atmıştır. Bu sayede kendisi için
yaratıldığı dereceye yükselebilirse, bu davranış karşılığında övülecektir.
İnsanların bir kısmı atıldıkları ‘aşağıların aşağısında’ kalır, insanın oraya
atılmış olmasının nedeni, oradan yaratılmış olmasıdır. Böyle olmasaydı, oraya
atılması doğru olmazdı. ‘Aşağıların aşağısı’ derken insanın bedenini ve bedeni
yöneten ruhunun inşa edilişi esnasında kendisinden var olduğu doğanın hükmünü
kastediyorum. Aşağıların aşağısına atmakla Allah, insanı kendisinden yarattığı
aslına döndürmüştür. Öyleyse başlangıçta ancak onun doğacına ve bedenine uygun
şeye bakmıştır. Hal böyleyken insanın sahih bir bilgiyle ‘bela (evet)’ demesi
ne mümkün?
VASIL
Dünyada Hayal Mertebesinde Hak Kulun Tekvin Mahallidir
Bilmelisin ki dünyada hayal mertebesinde Hak
kulun tekvin mahallidir. Bu nedenle bir konuda aklına bir şey düştüğünde, Hale
o mertebede o düşünceyi var eder. Misal olarak dilediği herhangi bir mümkünü
var etmesini verebiliriz. Bu mertebede kulun dilemesi Hakk’ın meşiyetinin ve
iradesinin bir yönüdür, çünkü kul ancak Allah dilerse bir şeyi dileyebileceği
gibi Hak da dünyada kulu dilerse diler. Kulun dünyada dilediklerinin bir kısmı
duyuda gerçekleşir. Hayale gelirsek, hayalde gerçekleşenlere misal olarak,
Hakk’ın (her şeye) işleyen iradesini verebiliriz. Binaenaleyh Hak, bu
mertebede kulun dilediği her işe karşılık olarak onunla beraberdir. Ahirette
ise meşiyetinin sınırlanma- yışı itibarıyla durumu (dünyadaki hayal mertebesi)
gibidir. Çünkü insanın dünyadaki bâtını, ahirette onun zahiri ve görünen yönü
olacaktır. Bu nedenle arzuladığmda her şey onun iradesinden meydana gelir.
Dünyadayken Hak, hayal mertebesinde insanın tasarrufu altındadır. Ahirette ise
-dünyada değil- duyusal bir şekilde arzu ettiği her şeyi yerine getirir.
Öyleyse Hak hayal mertebesinde (kula) tabiyken ahirette kulun arzusuna tabidir.
Buna mukabil kul bir şeyi irade ederken Hakkın meşiyeti ve iradesi altında
bulunur. Binaenaleyh Hakk’ın işi ve şe’ni, ahirette olduğu gibi dünyada da
hayal mertebesinde var etmek istediği her işi onun adına var etmek üzere kulu
murakabedir.
Kul ise tecelli suretlerinde Hakk’a tabidir. Hak
bir surette tecelli ettiğinde, kul onunla ‘boyanır.’ Bu itibarla kul Hakk’ın
tecellisinin halden hale girmesi nedeniyle suretten surete girer. Buna mukabil
Hak yaratmada halden hale girer. Bunun nedeni kulun iradesinin dünya hayatında
bilhassa hayal mertebesinde ahirette ve cennette ise genel olarak
başkalaşmasıdır.
Allah varlıkta duyuda etkin olan ve olmayan himmeder
yaratmıştır. Bu derecelenme himmederde ortaya çıktığı kadar bütün eşyada
derecelenme ortaya çıkar. O kadar ki ilahi isimlerde derecelenme vardır.
Dünyada fail ve etkin himmeder bazen başkalarının himmederine de edd edebilir,
bazen etmez. Etki etmediği duruma misal olarak ‘Sen dilediğine hidayet
edemezsin’226 ayeti verilebilir. Eddn ve edilgin him- mederin
bir kısmı eddn himmederden etkilenmez. Bir himmet başka bir himmette herhangi
bir şey meydana getirmek ister, fakat bu durum meydana gelmez. Çünkü öteki
himmet bunu dikmemiştir. Çünkü himmeder cinslik itibarıyla birbirlerine
mütekabildir ve bu nedenle fail himmeder bazen onlara edd edemezler. Kendi
cinsinden başka bir himmete iliştiğinde ise her fail ve etkin himmet, zorunlu
olarak öteki himmete etki eder. Kendi cinsinden olan himmederden birisine
iliştiğinde ve taalluk ettiğinde, o himmederin bir kısmı fail himmetten edd-
lenirken bir kısmı etkilenmez. Bu durum peygamberlerde ve onların tabilerinde
tezahür eder. Peygamber birinin Müslüman olmayı dilemesini ister ve o luşi
diler ve müslüman olur. Başka birinin Müslümanlığı dilemesini ister, fakat o
bunu dilemez. Peygamberin himmeti söyleyenin iradesi olmaksızın sadece
kelime-i tevhidin dille söylenmesiyle sınırlı kalmasıyla ilgili olsaydı, onun
iradesi genel anlamıyla gerçekleşir, fakat bu durum sahibine fayda etmezdi.
Bununla birlikte kelime-i şehadeti dille söylemek, söyleyenin diline fayda
verir. Çünkü dil kendisi bakımından hiçbir zaman Allah’a asi olmaz. Dilden
günahın meydana gelmesi, hareket etmesini irade edenin onu tahrikine bağlıdır.
Harekete zorlanan ise mecburdur, çünkü o -nefsin araçlarından birisi olduğu
için- kendini ondan alı koyamamıştır. Bununla birlikte dil kendi zatı
itibarıyla itaatkârdır. Allah sahibinin kulağını açıp nefs şeriatın emrettiğine
aykırı sözü söylemelini isterken dilin kendisinin neyi söylediğini duysaydı,
hiç kuşkusuz susar kalırdı. Bu nedenle ‘günah ondan zorlamayla çıkmıştır, yoksa
kendinden kaynaklanmamıştır’ dedik. Çünkü dil (bütün organlar gibi) zatı gereği
itaatkâr olduğu kadar onu hareket ettiren için adil bir şahittir. Ayette ‘0
gün dilleri, elleri ve ayak
lan yaptıklarına şahitlik
ederler’227 buyrulur. Kulak, göz, kalp, deri, sinir, cinsel
organ, nefes ve hareket gibi bütün organlar da şahidik edecektir.
İnsanlar yaratılış
gayelerinden habersiz Menfaatlerini bile görmüyorlar
O halde insan doğal yaratılışı bakımından olduğu
gibi her bir yaratılışın ötekinden ayrı dikkate alınması itibarıyla nefs-i
nâtıka’nın yaratılışı bakımından da mududur. Toplamla, yani nefs-i nâtıka’nın
bedenle bir olmasıyla muhalefet gerçekleşmiştir. Muhalefeti meydana getiren ve
belirleyen, teklifin ta kendisidir. Teklif bir yerde kalktığında muhalefet
hükmü de kalkarak sürekli uyum ve mümkün varlığın Zorunlu varlığa itaati ortaya
çıkar. Nitekim günah işlerken de gerçekte durum öyledir. İnsan meşiyete itaat
ederken beşer cinsindeki kıskançlık nedeniyle dolaylı emre (emr bi’l-vasıta)
muhaliftir.
Bu menzildeki ilimlere gelirsek, Hakk’ın tevhidi,
O’ndan haber verilenlerin doğrulanması, bu menzilden öğrenilir. Onlar beşer
veya melek veya düşünce gibi Hakk’ın elçileri ve tercümanlarıdır. Eşyanın ayrışmasını
sağlayan farkları bilmek, bu menzilden öğrenilir ki genel tevhit ilmi budur.
Bu ilim âlemdeki her şeye yayılmıştır. İlahi keşif bu menzilden öğrenilir.
Dünya ve ahirette sona ermeyen çoğalma bu menzilden öğrenilir. Eşya arasında
suretteki ortaklığın ve benzerliğin gerçekleştiği mertebe bu menzilden
öğrenilir. Sadece Hakk’a mahsus özellikler ile sahip olduğu bilgiyle yaratıkların
Haleldin bildirmesiyle öğrendiği bilgiler bu menzilden öğrenilir. Meyil ve
istikamet bu menzilden öğrenilir. Tafsilin cem’i bu menzilden öğrenilir,
iadelerin neye döneceği bu menzilden öğrenilir. Tekrar yoktur, hâlbuki iade
tekrar demektir. İşin açıklanması zordur. Bu zorluğun sebebi Haleldin âde-
ti/iade zikretmiş olmasıdır. Buna mukabil keşif âlemde tekrarın olmamasını
gerektirir, yoksa ahiret yaratılışındaki iade (yeniden yaratma) değildir. Çünkü
o iade ve yeniden yaratma, belirli bir durum hakkında ilahi hükümdür. Bu
yönüyle o, bir evden çıkıp sonra oraya dönenin durumuna benzer. Burada ev aynı
ev olduğu gibi çıkan da girenin aynıdır. Buradaki durum, cevherlerin ortaya
çıkması değil, hallerdeki yer
değiştirmeden ibarettir. Böylece ‘evden çıkan
tekrar eve döndü’ demek doğrudur. Buradan iadenin neyle ilgili olduğunu
anladık.
Yerlerdeki derecelenme buradan öğrenilir. Allah
ehlinin nitelikleri buradan öğrenilir. Hakk’ın ve Allah’ı bilenlerin ortak
oldukları durum buradan öğrenilir. Gerçi Allah’ı bilenden başkası yoktur. Ancak
âlimlerin bir kısmı Allah’ı bildiğini bilir, bir kısmı Allah’ı bildiğini
bilmez. Böyle biri gördüğü hakkında bilgi sahibidir, fakat gördüğünün ve müşahede
ettiğinin Hak olduğunu bilmez. ‘Allah'ı biliyor musun’ diye sorsan ‘hayır’ der.
‘Neyi müşahede ettin?’ veya ‘Müşahede ettiğinin sana görülmesi itibarıyla onu
biliyor musun?’ diye sorsan, ‘evet’ diyecektir. Böyle birisine ‘ona kim
denilir’ diye sorsan, ‘benim müşahede ettiğim’ diyecektir. Bu kez ‘ona ne
denilir’ denilse, ‘bilmiyorum’ diyecektir. Bu kez ‘O bu şekildedir’ yani ‘O
senin kendisini bildiğin falan özel isme sahiptir’ denilir. Fakat o müşahede
ettiği varlığın böyle bir isimle isimlendirildiğini bilmiyordur. O halde
insanın bilmediği, müşahede ettiği varlığa böyle bir adı vermekle ilgilidir. O
özel bir adla nitelenmiş, aynı zamanda da müşahede ettiği şey olması bakımından
müşahede edilenin bilgisiyle nitelenmiştir. Geride müşahede edilenin belli bir
ismin sahibi olduğunu öğrenmek kalmıştır.
Yaratıkların Hakk’a boyun eğmesi ve bu boyun
eğmenin Hakk’ın onlara boyun eğmesinin neticesi olduğu bu menzilden öğrenilir.
Bunun nedeni, mümkünün Vacip’ten olan talebidir ve Vacip talep ettiği hususta
ona ‘boyun eğer’, daha önce bir şey değilken onu var eder.
A
Alemde gerçekleşen farklılığın ve ihtilafın
sebebi ve bu menzilden öğrenilir. Gerçi ihtilafı ortadan kaldıracak sebep de
bilinir. Otoritesinin gücüne rağmen, bilgi üzerinde hüküm veren nedir?
Gururlanma ve onu ortaya çıkartan sebep bu menzilden öğrenilir. Amel, kesp ve iktisap
(kazanma) arasındaki farklar bu menzilden öğrenilir. Allah ‘lam’ (için) ve
‘ala’ (hakkında, üzerinde) edatlarıyla kesbi ve iktisabı ayırt ederek şöyle
buyurur: ‘Kesp ettiği kendi için, iktisap ettiği aleyhinedir5228 İlahi
ihtiyar, bu menzilden öğrenilir. Zıdda ne zaman dayanılacağı bu menzilden
öğrenilir. Bu durumda zıt zıddı olduğu şeye rahmet vesilesi olur. Bununla
birlikte doğası gereği ona düşmandır. Allah’ın (zatı) hakkında düşünmenin
yasaklanması, bu menzilden öğrenilir. Amelleri
ihata bu menzilden öğrenilir. Burada kastedilen
karıştırma şeklinde ihata değil, müşahede edenin ihatasıdır. Acaba onlar
görülünceye kadar hangi hâzinede saklanırlar? Görülmeden sonra
kendiliklerindeki hükümleri nedir? Bunlardan amel edene dönecek olan nedir?
Hakikatleri başkalaştıran mertebe, bu menzilden öğrenilir; hâlbuki o mertebe
de hakikaderden olsa bile kendisi başkalaşmaz.
Münasebeder bu menzilden öğrenilir. Sözle
nitelenmeyenden, hükümde kendisine dönülen şey bu meinzilden öğrenilir;
bununla beraber bazı hükümlerde ayrışma özelliğine sahiptir. İrade ve
benzerleri gibi. Peygamberlerin dünya hayatında Allah’tan talep ettikleri gaye
bu menzilden öğrenilir. Tekvindeki ilahi vekâlet bu menzilden öğrenilir. Mu-
habbede ilgili sırlı iş bu menzilden öğrenilir. Bu sır, sevilen nedeniyle,
sevilene dair zahidiktir. Bununla birlikte o kişi zahidik yaptığı şeyi sever
ve bu nitelik kendisinde bakidir. İ’tisam bu menzilden öğrenilir. Beyaz ve
siyahlık bu menzilden öğrenilir. Tasavvuf ehlinden biri bu hususta el-Beyaz
ve’s-Sevâd (beyaz ve siyah) diye isimlendirdiği risale yazmıştır.
Ümmederin birbirlerine karşı üstünlüğü ve
Muhammed ümmetinin bütün ümmederden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Hz. Muhammed
ümmetinden onun peygamber olarak gönderilişinden önce kimse var mıydı? (Varsa)
o kişi keşfinde Hz. Peygamberi görmüş, ona iman etmiş ve kendine keşif
verildiği ölçüde ona uymuştur. Böyle bir nitelikteki insan onun ümmeti içinde
mi, yoksa yalnız başına bir ümmet olarak mı haşredilir? Bu keşfe sahip insan,
Hz. İsa ve Hz. Musa gibi belirli bir peygamberin şeriatına tabi midir, değil
midir? Tabi ise, müşahede yoluyla uymuş olduğu peygamberin şeriatında o
peygamberin Hz. Muhammed’in vekili olduğunu görür. Uyduğu şeriat da Hz.
• Muhammed’in şeriatıdır. Söz konusu kişi Hz.
Muhammed’in şeriat olması anlamında o şeriata tabiyken peygamber de şeriatında
getirmiş olduğu hususları Hz. Peygamber’den tebliğ etmiştir. Böyle bir insan
Muhammed ümmeti içinde mi haşredilir? Yoksa kendisine uyduğu peygamberin
ümmetinden midir? O peygamberin ümmeti içinde haşredilip cennete girer ve
menziline yerleşirse, acaba Muhammed ümmetinin menzillerine mi yerleşir? Yoksa
Hz. Muhanımed’e ve ümmetine tabi olanların menzillerine mi yerleşir? Yoksa o
ancak bu peygamberin tabilerinin ve ümmetinin menzillerine mi yerleşir. O
kişi, uyduğu peygamberin ümmetiyle birlikte menzillere sahip olduğu gibi
Muhammed ümmetiyle birlikte de menzilleri vardır; Muhammed ümmetiyle birlikte
olan menzilleri ise daha önce zikretmiş olduğumuz üzere keşifle ‘tabi’
olmasından kaynaklanır.
Sohbet bu menzilden öğrenilir. Seninle nitelik
bakımından sohbet eden İçimdir, zatm bakımından sohbet eden kimdir? Senin için
seninle sohbet eden kimdir, kendisi için seninle sohbet eden kimdir, Allah için
seninle sohbet eden kimdir? Sohbete kim layıktır? Kim Allah ile sohbet eder?
Kim sohbet edilme makamına sahip olup kimseyle sohbet etmez? Sohbet ve musahabe
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Makam ve haller bu menzilden öğrenilir.
Nimet ve üzüntüler bu menzilden öğrenilir. Dünyadaki ceza bu menzilden
öğrenilir. Alimin âlim olması bakımından istifade etmek özelliğiyle nitelenmesi
bu menzilden öğrenilir. Hakk’a yakın kimselerin sınıfları ve bütün ümmetler
içinde yakınlıktaki dereceler, bu menzilden öğrenilir. Allah’ın irade ettiği
kimse bu menzilden öğrenilir. Allah’ı irade eden bu menzilden öğrenilir.
Allah’tan başkasını irade eden bu menzilden öğrenilir. İradenin konusu nedir?
Allah’ı irade ettiğini söyleyen kimse doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor?
Ölümde karıştırma bu menzilde öğrenilir. İki zıt ile kim nitelenir? İstidrac bu
menzilden öğrenilir. Hakk’m kabul ettiği nitelikler bu menzilden öğrenilir.
Örfe ve şeriata göre, ilahi mertebe hakkında eksiklik anlamı taşıyacağı için
kendisine nispet edilemeyecek nitelikler bu menzilden öğrenilir. Aynı
özellikler zaman içinde yaratılmış olanlar için şeref ve yücelik anlamı taşır.
Çeşitli ilimlerden çeşitli fenler, bu menzilden öğrenilir.
'’Allah hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
Hatemler Menzilinin Bilinmesi, İlahi Gelinlerin Sayısı
ve Yabancı Sırların Bilinmesi
Bu menzil zorunlu olarak Musevî mertebeden
öğrenilir.
Berzahlar ilmini kim idrak eder!
Uçları ve ortayı birleştiren kişi
Her kevnî menzile nüfuz eder o
Âlemlerde otoritesi var
Birinden intikam dilerse kabzeder
Birine nimet dilerse bast eder
Rahmet terazisinde yaratıkları hakkında verirse hüküm
Bütün âlemlere adil davranırken görürsün O’nu!
Bilmelisin ki, sonlar başların aynı olunca,
suretlerdeki varlığın bir daire şeklinde olduğunu, onun ebediyetinin ezele
döndüğünü gördük. Bu nedenle (aradaki görelilik ilişkisi nedeniyle) ilah
bilindiğinde meluh da bilindiği gibi Rab bilindiğinde merbub da bilinir. Her
makûlün otelcine ait olmayan bir mertebesi olduğu kadar son ve baş arasında
makul (aldı) bir ayırıcı vardır; bu ayırıcı sayesinde birinin ötekinden önce
ötekinin sonra geldiği söylenebilir. Sonun (hatime) başlangıcın aynı olduğunu
söyledik. Bu durum, hükme konu olan hakkında verilen hükümde böyledir. Hükme
konu olan vasıtasıyla da son baştan ayrılır.
Bilmelisin ki, gelinler, iki kısma ayrılır: Bir
kısmı nikâh sözleşmesi yapılarak cinsel birleşme amacıyla (nikahlanan)
gelinlerdir. Bir kısmı cinsel birleşme amacı olsa bile arada nikâh sözleşmeyi
olmayan gelinlerdir. Nikâh sözleşmesi iki tarafın rızasıyla gerçekleşir.
Birleşme ise haz almak için veya birini meydana getirmek için yapılır. Nikâh
sözleşmeyi olmaksızın cinsel ilişki kurulacaklar, cariyelerledir. Bu bağlamda
‘nikâhlar’ içinde en üstünü hibe nikâhıdır, çünkü o bir bedelle gerçekleşmez.
Bu yönüyle hibe nikâhı, nimet vermek amacından başka bir nedeni olmayan
el-Vahib’e benzer. Bu nedenle Allah böyle bir evliliği yaratıkların en
faziletlisi ve üstünü olan Hz. Muhammed’e tahsis etmiştir. ‘Mümin bir kadın
kendini peygambere hibe eder ve peygamber onunla evlenmek isterse, bu durum
sadece sana aittir.’229 Zikrettiğimizin dışındaki her cinsel
ilişki -evlilik yani nikâh değil- sifahtır (zina). Başka bir ifadeyle o,
durağanlığı ve direnci olmayan akışkan bir şey gibidir. Çünkü bir sözleşme
bulunmadığı gibi onda (iki taraf arasında) karşılıklı bağ veya güvence de
yoktur.
Tekrar konumuza dönersek şöyle deriz: Sonları
süreler belirler. Böyle olmasaydı, hiçbir şeyin sonu olmazdı, çünkü son,
kendisiyle nitelenen için nihayet ve bitim demektir. Her sonun bir başlangıcı
vardır, fakat bunun tersi söylenemez. Hakk’ın emrinin ve işinin tenezzülündeki
sürekliliğe ve onun başka şeylere ulaşmasına bakan, bir son olmadığını
söylerken bu tenezzülde eşya arasındaki ayrıma ve farklara bakan ise eşyada
sonların bulunduğunu söyler. Aşağıdaki misallerin göstereceği üzere, eşya
arasındaki ayrımlar ve farklılıklar bunları gösterir. Fakat bütün bunlar
bölünme ve terkip âlemindedir. Bunu açıklayacak bir misal olarak, Kuran-ı
Kerim’de iki kelime, iki ayet ve iki sureye bakarsan, iki durumu birbirinden
ayıran bir faslın varlığını görürsün. Bu bağlamda ayrım ve fasıl iki kelime
arasındaysa, birincinin sonu belli bir harftir; iki ayet arasındaysa, ilkinin
sonu belli kelimedir; iki süre arasındaysa, birinci belli bir ayetle biter. Meydana
gelen bir hadise söz konusu olduğunda, onun dünyada süresinin şu kadar olduğu
söylenir. Çünkü dünyadaki her şey belli bir süreye değin devam eder ve müddeti
o noktada sona erer. Binaenaleyh bir şeyin sonu, hükmünün bittiği süredir. Bir
canlındın nefeslerinin sona ermesi, berzah (âlemine) intikalle gerçekleşen son
nefestir. Ardından berzahtaki süre diriliş ile berzah arasında ayrımı sağlayan
vakitte sonlanır. Ardından kıyametteki süre (başlar) ve bu süre, kıyameti iki
diyara (cennet ve cehennem) yerleşmeden ayıran müddetle biter. Ardından
cehennemdeki süre ise oradaki cennetlikler hakkında cennete yerleşme vaktiyle
ve şefaat ve ihsanla cehennemden çıkma vaktinde biter. Cehennemden çıkmayacak
olan ateş ehli hakkındaki azap süresi ise azap haliyle rahmet hükmünün gerçekleşme
vaktiyle biter. O rahmet her şeyi kuşatan rahmettir. Bu rah-
metin neticesi olarak herkes mizaçlarının
farklılığına göre nimet içindedir. Bu meseleyi daha önce zikretmiştir.
Ardından müddet bakımından açık ve belirgin bir süre kalmaz, fakat geride
gizli ve hassas (süreli) eceller kalır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Cevheri
sürekli olan hâdis varlığın özelliği, üzerinde hallerin sürekli bir şekilde
değişmesidir. Hâdis ve mümkün varlıkta hallerin bu tarz değişimi, onu varlığını
sürdürmek için muhtaç kılar. Dolayısıyla onun halleri de ecel ve sürelerden
ayrılmaz ve her mümkün kendi halleri dahilinde önce ve sonra arasındadır.
Bu bağlamda imana gelirsek, onun başlangıcı
‘Allah’tan başka ilah yoktur’ cümlesiyken sonu yoldan eziyet veren şeyleri
kaldırmaktır. Şâri başlangıcı ‘en üst mertebe’, sonu ‘en aşağı mertebe’ diye
ifade etmiştir. İmanda tevhitten daha üstün bir derece olmadığı gibi yolda
eziyet veren şeyleri kaldırmak daha aşağı bir mertebe de yoktur. Tevhit yolu
da (eziyet veren işlerin kendisinden kaldırılacağı) o yol kapsamındadır. Tevhit
yolunda eziyet veren şey, gizli veya açık şirktir. Gizli şirk, bir kısmı gizli
bir kısmı daha gizli olan sebeplerdir. Daha gizli olan bâtını sebeplerken gizli
olan zahirî/görünen sebeplerdir. Açık şirk, ilahlığı yaratılmışlara nispet
etmektir. Muvahhit böyle bir eziyeti yoldan kaldırır. Başka bir ifadeyle bu
şirki kendi kalbinden ve başkasının kalbinden kaldırır, çünkü şirk, tevhit
yolundaki bir eziyettir. İman yollarından herhangi birisinde bulunan her
‘eziyet’, ‘iman’ denilen niteliğe göre o yolda ortaya çıkar. Bu itibarla imana
aykırı her davranış ‘iman yolundaki eziyet5 diye isimlendirilir.
İman niteliği her ne olursa olsun, eziyeti yoldan kaldıracak olan şey, o
(derecenin) sonu ve bitimidir. Bu bağlamda Allah’ın hükmünün kullarında genel
ve mutlak anlamıyla bir sonu olamayacağı gibi o hükmü önceleyen bir şey de
olamaz. Çünkü mümkünün ‘imkân’ özelliğini dikkate aldığımızda, onun varlığını
önceleyen yokluk süreklidir ve mümkünün var olmada bir önceliği yoktur. Bu
bilgi, gizli bir bilgidir ve anlaşılması sehl-i mümteni kabilinden bir şeydir.
Çünkü böyle bir şey anlaşılmaya çalışıldığında zihinden hemen gider.
Bütün akılcılara göre mümkün için ‘hüdûs’, onun
bilhassa varlığıyla ilgiliyken bize göre gerçek öyle değildir: Mümkün için
hüdûs, onun yokluğunun ve varlığının her durumda ‘müreccah’ (tercih edilen)
olmasıdır, çünkü mümkün zatı gereği mümkündür.
Bununla birlikte bazı akılcılar mümkünün hâdisliğinin imkândan başka bir şey
olmadığını ileri sürmüştür. Fakat böyle bir yaklaşımla bu hususta benim izahım
arasında fark vardır. Öte yanda böyle bir hüküm yoruma açıktır. Çünkü söz
konusu hükmün sahibine göre müteradif isimlerden birinin bulunması ihtimal
dahilindedir. Ona göre bir şeyin ‘hadis’ diye isimlendiriliyor olması, o şeyin
mümkün diye isimlendirilmesiyle aynı şey olabilir. Bununla birlikte bizim
kastettiğimizi kastetmesi de ihtimal dahilindedir. Başka bir ifadeyle mümkün
üzerinde zatı gereği hüküm sahibi olan yokluk, bize göre sürekli tercih
edilendir.
Akılcılarla bu konuyu tartışmayı sürdürsek,
mümkünün kendisi nedeniyle yokluğu olmadığını söylerdik. Çünkü yokluk onun zatî
niteliği olsaydı, muhalin durumundaki gibi, var olması imkânsız olurdu. Fakat
onun yokluğunun zatı gereği varlığını öncelediğini söyledik, yoksa yokluğu
değil. Bu iki sinin arasında büyük bir fark vardır. Fakat bizim bu konudaki
yolumuz onun yokluğunun sürekli tercih ediliyor olmasıdır. O halde mümkünün
varlığı, onun var oluşunu önceler. Çünkü yoktu, sonradan oldu. Fakat bu durum
onun sureti bakımından değil, kendi başına var olan cevheri bakımından
geçerlidir. Öyleyse onun kendi hakikatinde bir sonu ve bitimi yokken (mümkünde
yenilenen haller itibarıyla) benzerleri ve zıdarı bakımından suretinde sonları
ve bitimleri vardır. Başka bir ifadeyle bilfiil var olan (kendi başına kaim)
cevherlerin dışındaki her hâdisin başı ve sonu vardır; fakat başı sonunun
aynıdır. Çünkü onun varlık zamanı var olma zamanından ibarettir ve sonra
-kendisi nedeniyle- yok olur. Önce gelen baştakinden hüküm itibarıyla ayrışır.
Böylece bu hüküm öncede varlık, sonda ise yokluk şeklinde ortaya çıkar. Çünkü
onun var olmanın ardındaki ikinci anda ve zamanda varlığı söz konusu değildir.
Bilmelisin ki, salik bütün saliklerin ‘iktisap
(kazanım)’ yoluyla ulaştığı kapıya erdiğinde, süluktaki son ayak, saliklerin
(iktisabının) sonu ve bitimidir. Sonra yeni bir kapı açılır, vergiler, ilahi
ikramlar inayet ve ihtisas olarak hükmüyle -yoksa kazanım nedeniyle değil- ortaya
çıkar. Bu ilahi kapı, yaratılmış kapıların aksine, içinde reddetme
nin bulunmadığı bütünüyle kabul olan bir kapıdır.
Bu konuda şu be- yideri söylerim:
Hangi kapıya ulaşırsan ulaş
Reddedilme ve kabul muhtemel
İlah kapısı ise öyle değil, kabul kapısıdır zira o kapı!
Kabul eder, dinleyerek ve itaat ederek geleni
Kapıyı buldum diye zannederken reddedilen
Yüzüstü düşer ve yuvarlanır
Hemen rabbi nida eder ona ‘benim kapım değil’
Benim kapım huşu sahibi içindir
Ona geldiğinde dikkatli olursan
Kendinde benzersiz bir şey görürsün
Sen, sen değilsin! Sen bizden başkası değilsin
Dilersen ayrılık nedeniyle gözyaşı dök
Vakti zamanında, erenlerden bir cemaat içinde o
ilahi kapıya ulaştığımda, kapının açık olduğunu gördüm. Üzerinde ne bir bekçi
ne kapıcı vardı. Önünde durdum ve bana ‘nebevi veraset’ elbisesi giydirildi.
Kapalı bir pencere gördüm, pencereyi çalmak istedim. Bana ‘çalma, çünkü pencere
açılmayacak’ denildi. ‘Niçin konuldu ki?’ diye sorduğumda, şöyle denildi: ‘Bu
nebilere tahsis edilmiş penceredir. Din kemale erince, o da kapatıldı. Bu kapıdan
nebilere şeriat hiladeri giydirilir.’ Sonra kapıya döndüm, onu ardını gösteren
şeffaf bir cisim olarak gördüm. Bu keşfi, vârislere ait olan ‘şeriadar hakkında
anlayış’ ile müç- tehitlerin hükümler alanındaki içtihadarının ta kendisi
olarak gördüm. Pencereyi takip ettim ve kapının ardındakilere baktım. Kapının
ardından, bilinenlerin (malûmat) suretleri, kendiliklerinde bulundukları hal
üzere bana göründü. Bu, âlimlerin bâtınlarında buldukları anlayışın ta
kendisiydi. Bununla birlikte onlar, bu anlayışın onlar için nereden gerçekleştiğini
bilmez. Bize keşfolunduğu gibi, onlara da keşif verilirse, bunu görürler.
Öyleyse genel nebilik (ilhamla haber vermek), teşri, yani şeriat getirme
imkânına sahip değildir. Özel nebilik ise -ki onun kapısı (vakıamda gördüğüm)
penceredir- şeriat getiren nebiliktir ve onun kapısı kapalıyken ondaki şeyleri
öğrenmek mümkündür. Artık bir resul ve nebi yoktur!
Bunun üzerine açık ve gizli olarak ihsan ettiği
lütuflarına karşılık Allah’a şükrettim. Saliklerin (iktisap yoluyla) ulaşmış
oldukları ilk kapıdan -ki oradan kendilerine hilatler giydirilir onlara-
bakınca, şükre- denlerin şükürlerini gördüm. Ben o şükürleri daha önce
pencerenin ardından görünen suretler gibi (oldukları hal üzere) gördüm. Şükürden
zahir olan kısım, pencere gibiydi. Zahir kelimelerin ardından, bir kişiye ait
şükredenden başka şükreden görmedim. Bu esnada şükür için kendime yardımcı da
bulmadım. Rabbime hitap etmek üzere şöyle dedim:
Şükretmek istediğimde, sana şükreden bulamadım
Fakat şükretmezsem nankör olurum o vakit
Mahlûkatın akılları sebebe bakarak perdelenmiş
Kıskançlıkla sana ünsiyet edemediler
Mütercimler gayretle senden aktardılar
Sen onlardan bir kuluna emrettin
Bu nedenle görülmedin ve zahir de olmadın
Sen görülseydin hiç kuşkusuz ben perdelenirdim
Kuşkusuz mülkte karışıklık var dedin
Yaratıklarına basiret sahibi bir şahsı gönderdin
Emir ve bilgi nasıl bize ait olur ki?
İmkân halindeyken biz her şey senden zuhur etmiş
Hz. Peygamber beşeri nebiliğin başlangıcıydı. Bu
durum ‘Ben peygamberdim, Âdem suyla toprak arasındayken’ hadisinde bize beyan
edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber nebilerin de sonuncusudur. Allah Teâlâ ‘Fakat
Allah’ın peygamberi ve nebilerin sonuncusudur’230 buyurur. Bu
ayet, Hz. Peygamber’in Zeyd’in babası olduğu iddia edilin
ce, aradaki münasebeti ve bağı ortadan kaldırıp
mertebesinin farklılığını belirtmek üzere onun herhangi bir insanın babası
olamayacağını belirtmek için inmiştir. Bakınız! Hz. Peygamberin yaşayan ve
tanınmış bir oğlu olmamıştı. Bu durum, onun adma bir teşriftir, çünkü Allah’ın
bilgisinde onun nebilerin sonuncusu olacağı takdir edilmiştir. Hz. Peygamber
şöyle buyurur: ‘Risalet’, yani şeriat getiren peygamberlik ‘ve nebilik sona
ermiştir.’ Artık Allah katından bir hüküm getirerek şeriat koyacak kimse kalmamıştır.
Başka bir ifadeyle bize Hz. Peygam- ber’in getirdiğinden farklı bir hüküm ve
şeriat getirecek kimse yoktur. ‘Artık benden sonra peygamber yoktur.’ Yani
insanlara şeriatıma aykırı bir şeriat getirebilecek kimse yoktur. ‘Nebi de
yoktur.’ Yani Rabbinin katından kendine özgü bir şeriat alacak kimse de yoktur.
Hz. Peygamber, teşriî; yani şeriat getiren nebiliğin sonuncusu olduğunu beyan
etmiştir. Zikrettiğimizden başka bir hususu kastetmiş olsaydı, bu durum, Hz.
İsa’nın adil bir hakem olarak ineceği hakkındaki beyanıyla çelişirdi. Hz. İsa
bizim sahip olduğumuz şeriata göre bize imamlık yapacaktır ve bizim onun
peygamberliğinden ve nebiliğinden kuşkumuz yoktur. Buradan Hz. Peygamber’in
kendi şeriatını geçersiz kılacak bir şeriatın olamayacağını kastettiğin
anladık.
Hz. Peygamber’in gönderilişinden kıyamete kadar
ümmeti içindeki herkes, bu sözün kapsammdadır. Bu bağlamda Hz. Hızır, Hz.
İlyas ve Hz. İsa zahir itibarıyla Muhammed ümmetindendir. Adem’den peygamberin
gönderiliş zamanına kadar onun olan herkes, bâtın itibarıyla onun
ümmetindendir. Hz Peygamber öncelik itibarıyla nebi olduğu kadar aynı zamanda
son nebidir. Böylece Allah’ın peygamberinde nebilikte ilk olanın aynı zamanda
son olduğu (hakikati) ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa’nın son olmasına gelirsek, o mülk
devresinin sona erişine tahsis edilmiştir. Hz. İsa ortaya çıkmış ve
yaratılışında Adem’in suretinde tezahür etmiş son nebidir. Çünkü İsa beşerî
bir babadan meydana gelmediği gibi yaratılışı bakımından onun oğullarına, yani
Adem’in
A
zürriyetine de benzemez. Çünkü Adem adet olduğu
veçhile anne rahminde kalmamıştır. Çünkü Âdem -adet olduğu üzere- belirli bir
zamanın üzerinden geçmesiyle birlikte doğal yapının aşamalarında bulun
mamıştır. Onun (şehadet âlemine) intikali,
diriliş, yani kıyamet gününde gerçekleşen ölülerin diriltilmesine benzer.
Ölüler kısa bir zaman diliminde insanların uzun bir vakitte ulaştıkları bir
surette diriltilirler. Hz. İsa ‘Sizi yarattığımız gibi yenileneceksiniz’231
ayetinin hükmü kapsamındadır. Kastedilen, tavırdan tavra geçmek ve çoğalmadır.
Hz. İsa ahir zamanda yeryüzüne indiğinde, ona Hz. Âdem’den son peygambere
kadar ulaşan büyük velayet hatemi verilecektir (hatmü’l-velayeti’l- kübra). Hiç
kuşkusuz her ümmeti kapsayan genel velayeti Allah’ın Hz. Peygamber’e tabi olan
bir peygamberle sona erdirmesi, Hz. Peygam- ber’e dönük bir teşrif demektir. Bu
durumda Hz. İsa’ya ait olan, mülk devresinin hatmidir. Velayetin hatmi, genel
velayetin hatmi, âlemdeki sonlardan biridir. Muhammedi velayetin hatemine
gelirsek, o hatem, Muhammed ümmetinin zahirî velayetine mahsus olan hatemdir.
Onun hatem olmasının hükmü altına Hz. İsa, Hz. İlyas, Hz. Hızır ve zahirî
olarak ümmet-i Muhammed’den olan Allah’ın bütün velileri girer. Bu yönüyle Hz.
İsa hatem olsa bile Muhammedi velayetin hateminin hatminin altında hatem’dir.
Muhammedi hatemin durumunu Mağrip şehirlerinden
Fas’ta 594 senesinde öğrenmiştim. Bana onu Hak bildirmiş, alametini vermişti.
Adını söylemem. Onun Allah’ın peygamberi karşısındaki yeri, bedenindeki bir
saç gibidir (saç anlamındaki şa’ra ile hissetmek anlamındaki şuur arasındaki
ilişkiye dikkat çekilmektedir). Bu nedenle genel olarak farkına varılırken
tafsili olarak bilinmez. Allah’ın bir insana onu tanıtırsa veya bu konudaki
iddiasını kendiliğinden öğrenen birisinin bilgisini tasdik ederse, böyle biri
onu ayrıntılı olarak bilebilir. Bu nedenle bir şa’ra (saç, şuur) diye
tanıtılmıştır. Şuuru şöyle misallendirebiliriz: Bir ev üzerinde kapalı bir kapı
veya kapalı bir sandık görürsün. Bir hareket nedeniyle evin içinde bir canlı
olduğunu hissedersin, fakat canlının ne tür olduğunu fark edemezsin. Veya insan
olduğunu hissedersin fakat onu başkasından ayırt edecek şeklide kimliğini
bilemezsin. Nitekim sandığın ağırlığı bize onu ağırlaştıran bir şey taşıdığını
hissettirir. Fakat sandıkta neyin saklandığını tam olarak bilinmez. Bu durum,
bu gizlilik nedeniyle, ‘şuur’ diye isimlendirilir.
İlahi isimlerin hatmine gelirsek, onların hatmi
ve sonu, başlangıçları olan şeyin ta kendisidir. Söz konusu isim ‘O Allah
ki O’ndan başka ilah yoktur (ancak O vardır)’232 ayetinde
belirtildiği üzere Hüve ismidir. Ayet Hüve (O) ismiyle başlamış, tafsili olarak
gelen bütün isimleri ihata eden Allah ismi zikredilmiş, sonra olumsuzlamış,
böylece bu mertebenin başka birisine ait olabileceği reddedilmiş, sonra kendi
adına bu mertebeyi tespit ederek ‘Ancak O vardır’233
denilmiştir. Böylece Allah Hüve ismiyle başlamış, Hüve ismiyle bitirmiştir. O
halde ilahi isimler arasından zikredilen bütün tafsili isimler, hiç kuşkusuz,
Hu’nun ardından gelen Allah isminin altındadır. Allah isminin daha sonra
gelmiş olmasının nedeni, Hüve’nin ondan genel olmasıdır; çünkü Hüve Allah’a
olduğu gibi gaip olan veya hüviyete sahip her şeye delalet eder. Kuşkusuz ister
malum, ister mezkûr veya mevcut veya madum olsun, hüviyeti olmayan hiçbir şey
yoktur!
Kalpler üzerindeki hatemlere (mühür) gelirsek,
bunlar, ilahi gayret mühürleridir (hatem). Başka bir ifadeyle kalplere ancak
el-Gayûr ismi mühür vurur. Bu durum Hz. Peygamber’in Allah için söylediği
‘Allah benden daha kıskançtır, kıskançlığı nedeniyle zahirî ve bâtınî
taşkınlıkları yasaklamıştır’ hadisinde belirtilir. Allah Hz. Peygamber’e şöyle
der: ‘De ki Rabbim zahir ve bâtın taşkınlıkları yasaklamıştır.’234 Böylece
Allah, kalplere Hakk’a ait rububiyet (iddiasının) girmesini yasaklamış, bu
nitelik bir tek kendisine mahsus kalmıştır. Hiç kimse kalbinde kendisinin bir
ilah ve rab olduğu duygusunu bulamaz: Aksine herkes içinden fakir, yoksul ve
zelil olduğunu görür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İşte bu şekilde Allah
bütün kibirli ve zorbaların kalplerini mühürlemişim.’233 Bu
mühür nedeniyle kalbe ilahi-büyüklük duygusu kesinlikle giremez. Allah her bir
ferdin bâtınlarını da ilahlık duygusunun giremeyeceği şekilde mühürlemiştir.
Fakat diller ulûhiyet iddiasını telaffuzdan veya nefisler ulûhiyeti başkasına
izafe etmekten ve buna inanmaktan korunmamıştır. Başka bir ifadeyle onlar,
benzerleri hakkında değil, sadece kendileri hakkında böyle bir inanç
taşımaktan korunmuşlardır. Çünkü her insan işleri bulunduğu hal üzere
bilmeyeceği gibi bütün benzerlerin mahiyet bir ve aynı hükümde olduğunu da bilmez.
Mühür ve hatemler, zikretmiş olduğumuz türleriyle birlikte, bu kadardır.
Bölümün başında zikretmiş olduğumuz
ayrıntılarıyla birlikte ilahi gelinler bahsine gelirsek, (gelinler anlamındaki)
‘a'ras’ kelimesi ta’rîs kelimesinden türetilmiştir. Ta’rîs yolcunun
yolculuğunda belli bir durağa ve menzile yerleşmesi demektir. Seferler, yani
yolculuklar, manevi ve maddi-duyusal yolculuklar olmak üzere ikiye ayrılır.
Maddi yolculuk malumdur. Manevi yolculuk ise kalp için sürekli ve ardışık
olarak ortaya çıkan manaların yolculuğudur. Bu manalar bir kalbe uğradıklarında,
ona yerleşirler (ta’rîs) ve kalp onların yerleşmesi için durak ve menzil haline
gelir: Manalar kalbe getirdikleri şeyin hakikatini vermek üzere
yerleşmişlerdir. Bunlar Allah’a nispet edilen hakikatlerdir, çünkü onları o
kalp için yolculuğa çıkartan ve kalbe izhar eden bizzat Allah’tır. Allah o
kalbi bu manaların yerleşeceği bir menzil yapmıştır. Öte yandan söz konusu
manalar, Hakk’ın kendinden söz ederken buyurduğu gibi, her gün kendilerinde
bulunduğu şe’nlerden ibarettir. Öyleyse âlem, dünyada ve ahirette sürekli
yolculuk içindedir. Çünkü Hak dünya ve ahirette sürekli halkının
şe’nlerindedir. Kalplere ise manaların -ki onları Hak kulların kalpleri için
yolculuğa çıkartır- kendilerinde yerleştiği (ta’rîs) bir yer ve mahaldir.
Manalar bir kalbe Allah’ın kendisine bildirmeyi irade ettiği şeyleri öğrenmesi
için yerleşirler. Bu nedenle her nefeste kalbin Allah’tan gelen ilahi bir düşüncesi
vardır ve düşünce hangi yoldan gelirse gelsin o kalbe yerleşir. Bununla
birlikte bazı kalpler kendisine yerleşen düşünceleri bilirken bazen hangi
yoldan geldiklerini bilemez. Çünkü onlar, düşünce yerleşmezden önce onun
farkına varamazlar. İnsanların bir kısmı ise, kalbe yerleşen düşüncelerin
kendilerinden geldiği yolun her tarafını bilirler. Bu sayede bütün yollara
aşinadırlar ve her yolu sahibinden ayrıt ederler. Kalplerine bir düşünce
yöneldiğinde, bu insanlar onun hangi yoldan kalbe yöneldiğini bilir. Kalbe
yerleştiğinde, kendisini bildiği şekilde onu saygıyla karşılar ve karşılık
verir. İlahi düşüncelerin kalbe geldiği her yolun ötekine ait olmayan bir hükmü
vardır. Bütün bunlar, yani zikretmiş olduğumuz düşüncelerin karşılanması ve
haklarına riayet, teklif vaktinde geçerlidir, çünkü yolu koyan ve hükümleri
gerekli kılan teklif diyarıdır. Ahiret
hayatında teklif kalktığında, yollar birleşir,
tek bir yol geride kalır. Allah’tan gelen manaların kalbine yerleştiği
kimsenin yolları ayırmaya ve temyize ihtiyacı kalmaz, çünkü yolun birliği
nedeniyle ayrılanacak birisi yoktur. Dolayısıyla bölümün başında ayrıntılı
olarak açıkladığımız üzere, akidi gelinler ancak teklif zamanında gelin
olabilir. Bu vakit, teklifin vacip olma vakti olan dünya hayatıdır, bunu
bilmelisin!
Hakk’ın bizim yerleşeceğimiz (ta’rîs) bir menzil
olduğunu (farz edelim): Bu durum Hakk’ın bildirdiği gibi kulun bir hareket
yapmasıyla Rabbinin gülmesi, şaşırması, mudu olması, sevinmesi, razı olması,
kızıp gazap etmesi demektir. Allah bu durumu kendinden bildirmiş, bu ve benzeri
harekederi bize belirterek, peygamberinin diliyle kitabında açıklamıştır. Öte
yandan Hak bize kulun O’nun katındaki mertebesinin kendisini nitelendirdiği
söz konusu hükümlere yol açan hare- kerierine göre belirlendiğini belirtmiştir.
Başka bir ifadeyle kul o harekederi yaptığında, Hak o hükümlerle zuhur eder
(kızmak, gülmek, razı olmak vs). Bu durum Hakk’ın tespit ettiği fakat akim
reddettiği bir durumdur. Buradan aklın Allah’a yaraşan özellikleri anlamada eksik
kaldığını öğrendik. Akıl kendini insaflı olmakla bağlamış olsaydı, hiç
kuşkusuz, imana ve Hak’tan öğremneye bağlanır, nazarî düşünmeyi ve istidlali
Allah’ın belirlediği yere yerleştirir, o yerin dışına taşımazdı. İstidlal ve
nazarî düşüncenin kullanılacağı yer, Allah’ın ulûhiyetinde ortağı olmayan tek
ilah olduğunu bilmektir. İnsaflı insan, kendiliğindeki durumu nedeniyle, aklı
daha ileri yere taşımaz. İnsanın Rabbi hakkında hüküm vermeye kalktığında
kullandığı eksik bir istidlali vardır. Bu istidlalle akıl ‘Hadislerden yoksun
olmayan bir şey’ -bu konudaki taksime göre- ‘hadistir’ diye hüküm verir. Bu
öncülü kabul etsek bile, anlatmaya çalıştığımız hususla çelişki ortaya çıkmaz.
Çünkü biz şöyle diyoruz: ‘Sana Hakk’ın bu mesabede olduğunu kim söyledi? ‘Hadislerden
yoksun olmayan her şey hadistir’ önermesi sana aittir. Bu önermenin var olan
nesnelerde sınırlı olduğunu kim söyledi? Bu önerme hadislerden (zaman içinde
yaratılmışlar) yoksun olmayan bir şey hakkındadır, yoksa hadislerden yoksun
olmayan hakkında geçerli değildir.
Bu cevaba yönelik olarak söylediğin başka bir
taksimin daha vardır ki, o da şudur: Hak hadislerden yoksun kalıp sonra onları
kabul ediğinde ya onları kendisi nedeniyle kabul edecek veya -kendisi olmayan-
başka bir durum nedeniyle kabul edecektir. Onları kendisi nedeniyle kabul
edecekse, Hak hadislerden yoksun kalmaz; onlardan yoksun olmayacaksa, Hak da
onlar gibi hadistir. Biz ise şöyle deriz: Bütün hadislerin varlığa girmesi
imkânsızıdır, çünkü hadisler sonsuzdur. Hâlbuki hâdisleri kabul edenin
onlardan hâli olduğunu biliyorsun. Başka bir ifadeyle kendisi var olsa bile
belirli bir hâdisten yoksundur ve (daha sonra) onu kendisi nedeniyle kabul
eder. Çünkü onu kabul edecek bir nitelikte olmasaydı, hiç kuşkusuz, kendisi var
olsa bile belirli bir hadisi kabulden soyudanır ve yoksun kalırdı. Herhangi bir
hâdis bulunduğunda, hâdis yok iken var olan onu kabul edenin var olduğu
bilinmelidir. Hâdisleri kabul eden şey, hâdislerden yoksun kalsa bile, onlar
gibi bir hâdis olmazdı. Bununla birlikte kendisi nedeniyle onları kabul eder.
Hak dua ettiğinde kuluna icabet edeceğini^ kendini razı ettiğinde razı
olacağını, tövbe eden kulunun tövbesiyle sevineceğini bildirmiştir.
Ey akıl! Sen kimin adına tartışıyorsun ki? Seni
doğrulayıp rabbini tekzip etmemiz mümkün mü ki? Allah hakkındaki hükmü senden
almamız mümkün müdür? Sen de benim gibi bir kul olduğuna göre, bilgiyi senden
alıp Allah’tan almayı terk edemeyiz. Allah, kendini en iyi bilendir. Bütün
bunlarla kendini niteleyen de Allah’tır. Biz de bütün bu ifadelerin hakikatini
tanım ve mahiyetiyle birlikte biliriz. Fakat zatını bilemeyeceğimiz için söz
konusu niteliklerin Allah’a nasıl nispet edileceğini bilemeyiz. Öte yandan
Allah bize zatı hakkında düşünmeyi yasaklamış, bizi bundan engellemiş ve men
etmiştir. Ey akıl! Sen kendi düşüncenle Yar^tan’ın zatının hakikatini öğrenmek
istiyorsun. Ey akıl! Sahanın dışında dolaşma ve nazarî olarak (ulûhiyet)
mertebesinin dışında bir şeyi bilmeye çalışma. Hiçbir şekilde zatı öğrenmeye
kalkma! Çünkü Allah bize halleriyle yaptıkları yolculuklarında kullarının hareketlerinin
yerleşeceği bir menzil ve mahal olduğunu beyan etmiştir. Selim akıl sahibi olan
bunu düşünür!
Ayrıca bir şey senin yanında meydana geldi ve
hâdis oldu diye, akla, örfe veya şeriata göre o şeyin gerçekte de hâdis olması
gerekmez.
Mesela şöyle dersin: ‘Bugün bize bir misafir
geldi (hadis oldu).’ Misafirin size gelmiş olması doğrudur, fakat onun
kendiliğinde o vakit hadis olduğu söylenemez. Aksine misafir elli seneden beri
mevcuttur. Bu durum açık ve belli olduğu izaha gerek yoktur. Kim Allah’ın
huzuruna girmek isterse, aklını bırakmalı ve şeriatı onun önüne geçirmelidir.
Çünkü Allah takyidi kabul etmezken akıl takyit ve sınırlama demektir. Allah,
dilediği herhangi bir surette seni terkip ettiği gibi kendisi de her surette
tecelli edebilir. Hamd belli bir suretle kendisini sınırlamadığımız bir
surette bizi terkip eden Allah’a aittir! Herhangi bir suret O’nu sınırlamaz.
Kendisine ait olduğunu belirttiği şekilde, O’na ait olanı O’na ait saymalısın.
O’na ait olan, Hakk’ın suretten surete girerek tecelli etmesidir. Allah’ın
kadrini O’ndan başka kimse takdir edememiştir. Kim Allah’ın kendini nitelediği
hususları kabul ederse, O’nu aklın hükmü altına sokmamış demektir. Zira Allah
akim hükmü altına giremeyecek kadar yüce ve büyüktür.
Bilmelisin ki, nikâh adı verilen şey, cinsel
ilişkinin akdi olabilir. Bazen hem akit hem cinsel ilişki beraber olabilirken
bazen cinsel ilişki olur ve ilişkinin kendisi akit sayılır. Çünkü cinsel
birleşme eşlerin ak- diyle sahih ve geçerli olabilir. Nikâhın bir kısmı ilahi,
bir kısmı ruhanî ve doğaldır. Bazen doğum, yani neslin devamı amaçlanarak
yapılırken bazen sadece haz almak amacıyla yapılır. İlahi mertebedeki nikâh,
Hakk’ın bilinme arzusu ve iradesiyle imkân mertebesindeki mümkünü var etmeye
yönelmesidir. Bunun amacı, bir sevincin gerçekleşmesidir. Hak zikrettiğimiz
şeklide mümküne yöneldiğinde, mümkünde yaratılma hali ortaya çıkar. Başka bir
ifadeyle ilahi mertebedeki bir araya gelmeden (ilahi teveccüh ve mümkünün
hakikati) ortaya çıkan şey mümkünün varlığıdır. Burada mümkün ‘eş’ diye
isimlendirilirken Allah’ın bilinme arzusuyla mümküne yönelmesi ‘nikâh’,
neticenin meydana gelmesi ise mümkünün yaratılması veya ‘var olma’ diye
isimlendirilen şeydir. Bu nikâh neticesinde mümkünlerde yaratılma
gerçekleştiği için, ilahi isimlerde bir sevinç ortaya çıkar, çünkü gerçekte
ilahi isimlerin eserleri ortaya çıkmıştır. Çünkü onların kendilerinde veya
isimlendirilenlerinde eserlerinin olması söz konusu değildir. Onların eser ve
otoriteleri, ilahi isimlerin gücünde bulunan şeye ihtiyaç ve yoksunluk- lan
nedeniyle, mümkünde ortaya çıkabilir. Mümkünün kendilerine olan ihtiyacı
nedeniyle ilahi isimlerin otoritesi mümkünde tezahür eder ve bu nedenle onlara
sevinci, neşeyi ve ‘yerleşme’yi onlara izafe ettik. İlahi isimler
mertebesindeki bu nikâh, varlığı sürekli ve kesintisiz bir nikâhtır. Bu nikâh
akdinde boşanma, arazları ve suretleri kabul eden cevherlerde değil, suretlerde
ve arazlarda olabilir. Boşanma, yani ‘talak’, arazların var olmalarından
sonraki ikinci vakitte yok olmaları. Bu durum hal’, yani azledilme diye
isimlendirilir. Çünkü bu durum, verilmiş varlığı geriye almak demektir. Çünkü
o, bu özel mümkünün cevherine ait olan sadak mesabesindedir.
Şöyle diyebilirsin: ‘Hak hâdis varlıkla
nitelenmeyeceğine göre geri çevrilen varlığı kabul eden kimdir veya onun
hâzinesi neresidir? Çünkü bir yeri olmalıdır.’ Şöyle deriz: Şeriatın bize
bildirdiği ve keşif yoluyla genel ve özel tarzda müşahede ettiğimiz gibi,
Hakk’ın suretlerde tecelli etmesi ve halden hale girmesi, yok olduklarında
mümkün suretlerin ve arazların geri çevirdikleri varlığın ta kendisidir. O
halde Hakk’ın varlıkta iki nispeti vardır: Birincisi kendine ait olan zorunlu
varlık nispetiyken diğeri suretlerdeki varlık nispetidir. Bu, Hakk’ın
yaratıklarına tecellisidir. Çünkü nefsi ve zorunlu varlıkta Hakk’ın tecellisi
mümkün değildir. Çünkü onu bizim için belirlemiştir ve biz onu idrak ederiz.
Çünkü biz, yokluk ve varlık halimizde tercih edileniz. Bu esnada imkân hükmü
de sürekli bize eşlik eder. Dolayısıyla biz O’nu kendimizde görürüz. Başka bir
ifadeyle hakikatlerimizin verdiği hükme göre O’nu görürüz. Öyleyse Hakk’ın
suretlerin varlığında tecelli etmesi kaçınılmazdır. Varlıktaki başkalaşmayı ve
değişmeyi kabul eden bu tecellidir. Bazen mümkün kendisini giyinirken onunla
nitelenir, bazen tecellisinde Hak onunla zuhur eder.
İşte ey dostum! Bu mertebeyi iyi düşünmelisin,
çünkü oldukça kapalı bir makamdır bu makam! Şeriatın imaları ve uyarıları
olmasaydı, biz de yol ehli için bu konuyu tam olarak açıklamazdık. Çünkü Allah
ehlinin pek çoğunun -Hakk’ın tecellisini müşahede etseler bile- bu konuda veya
gördükleri hususta veya işin kendinde olduğu durum hakkında bir bilgileri
yoktur. Şeriatın bu konudaki maksadı hakkında ortaya koyduğumuz meseleyi
anlayan, hiç kuşkusuz, âlemin nasıl sudur ettiğini, âlemin mahiyetini, âlemde
neyin baki kaldığını, neyin yok olduğunu, Hakk’ın âlemde neye vâris olacağını
öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz biz yeryüzüne ve üzerinde
bulunanlara vâris oluruz. Sonra onlar döndürülür.’236 Hak
gerçekte ancak varlığa vâristir. Bu varlık, kendisinde Hakk’ın suretleri ve
arazları giyen mümkünlere tecelli ettiği varlıktır. Çünkü vâris olunan sağ
iken ona vâris olunamaz. Vârislik ancak vâris olunanın yer değiştirmesi ve
ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. Başka bir ifadeyle onun yoklukla nitelenmesi
durumunda olabilir. Yoklukla nitelenmek ise suret ve arazlar için söz
konusudur. Öyleyse Allah sürekli vâristir. Suretlerin ve arazların varlık
giymesi ve varlığı kaybetmeleri de süreklidir. Öte yandan (ilahi âlemdeki)
nikâh da sürekli lazımdır.
Hakk’a nispet edilen devamlılığın manası budur.
Allah ezeli olarak yaratan iken aynı zamanda ‘amel eder.’ Alem de her zaman
hâdistir. Başka bir ifadeyle âlem, kadimlikte hâdistir, dolayısıyla onun
kendine varacağı bir ucu olamaz. İster varlık ister yokluk halinde olsun, âlem
de zatı gereği ezeli olarak ilahi tercih hükmünün altındadır.
İlahi nispet hakkında bu durum sabit olunca,
şimdi aynı nispetin ruhani âlemdeki dorumundan söz edelim: İlahi nispet
bahsinde zikretmiş olduğumuz varlık, her mümkünün Allah’tan sahip olduğu ‘özel
yön (vech-i has)’ demektir. Bu bağlamda konulmuş bir sebebin bulunup
bulunmaması birdir. Her durumda ve her şekilde ulvi ve süfli olarak yaratma
Allah’a aittir.
Ruhani nikâha gelirsek, onun mertebesi doğadır
(tabiat). Doğa ilahi nikâhta asıl zevce hükmündedir. Birinci nikâhta (cinsel
birleşmede) herhangi bir sureti doğurduğunda, o suret tüm ruhun (ruh-ı kül)
eşi olur. Hak onu kendisiyle nikâhlar ve onunla birleşir. Tüm ruh onunla
ilişkiye girdiğinde, ilişkiden ‘tikel ruh (cüzi ruh)’ denilen bir çocuk doğar.
Söz konusu suret onunla can kazanırken çocuk onunla bilfiil var olur, böylece
onu yönetir, onun için çalışır, yolculuk yapar, maddi-duyusal ve manevi olarak
kendisine ihsanda bulunmak üzere tehlikelere atılır. B^şka bir ifadeyle maddi
ve manevi rızıkları onun için elde etmek ister. Ruhanî nikâha ait gelini var
eden nikâhın varlığıyla doğal surette ortaya çıkan kuvvetlerdir. Bu çocukların
varlığıyla birlik
te kendinden ortaya çıkan eser nedeniyle haz ve
sevinme gerçekleşir. Bu bağlamda bir de doğal nikâh vardır. Doğal nikâh, suretleri
yöneten cüzî ruhların iki doğal suretin birleşmesiyle talep ettikleri şeydir.
Bunlar, duyu âleminde ‘nikâh’ denilen çocuk edinme ve kaynaşma amacıyla
birleşirler. Bu nikâhtan hayvan ve bitkilerde çiftlerin benzerleri doğar. İki
insandan bir insan, iki atın birleşmesinden bir at doğar. Bazen benzer
olmayanlar arasında birleşme de gerçekleşir ve çiftlerden birisine benzemeyen
garip şekilli varlık doğar. Mesela at ve eşeğin birleşmesinden katır doğar.
İki farklı suret arasında doğan bir şey doğurgan değil, kısırdır, çünkü o
doğar, doğurmaz. Bu tür bir nikâh ve birleşme, doğurma amacı taşımaz, sadece
haz ve şehvet amaçlıdır. Aynı cins arasında gerçekleşmeyen bir nikâh olması
itibarıyla eşlerin cinsinden başka cinsin doğduğu bu nikâh, ilk nikâha benzer;
böylece çiftlerin arasında eşlerden birisine benzemeyen garip surette biri
doğar. Ağaçların döile- yici rüzgârlarla döllenmesi doğal nikâhın bir türüdür.
Dölleyici olmayan rüzgârın nikâhı kendisinden hiçbir şeyin doğmadığı garip
şekilli (bir ürün doğuran) nikâha benzer. Bu doğal nikâhın gelinleri, örfte
gelin olarak bilinip de velime (yemekleriyle) ve davul çalarak giden gelinler
gibi değildir.
Doğal nikâh neticesinde ağaçta oluşan şeyler ise
yüklü kalma esnasında ağacın verdiği meyvelerdir. Ağaçlarda nikâh suyun ağaca
yürüme vaktinde gerçekleşir. Bu ise Suûd (yıldızının) doğumu esnasında gerçekleşir.
Öyleyse o mutlu bir burçta gerçekleşen mutlu bir nikâhtır. Bunu kabul eden ise
eşler -erkek ve kadın- arasında gidip gelen elçilerdir. Doğum ise iki ağaç
türünün hamilelik vaktinin ölçüşünce gerçekleşir. Bir kısmı ilkbaharda bir
kısmı sonbaharda gerçekleşir. Hayvanın gebe kalma vakti de doğasının
değişmesine göre değişir, çünkü zamanın tesirini mizaç ve doğasına göre kabul
eder. Hava toprağı dölleyip suyu ona indirdiğinde, feleklerin ışınlarının
eserleri rahminde onu tedbir ettiğinde, artık yeryüzü çiçekleriyle güler ve
her türden güzel bitkiler üzerinde açılır. Yeryüzü nikâhtan talep ettiği bu
şeyler nedeniyle eş olmuştu, çünkü ancak iki eş arasında bu durum gerçekleşir.
Öyleyse onun gelini, kendisinde ortaya çıkan çiçeklerdir. Bitkilerden tam yaratılmış
olanlar donmalardan korunan kısımlardır. Tam olmayanlar ise (gayr-ı muhallaka)
helalce maruz kalanlardır. ‘Allah her şeye kadirdir.’237
Hatemleri ve gelinleri -ayrıntıya girmeden- genel
itibarıyla ve ana kısımlarıyla bir ölçüde zikretmiş olduk. Bu konuda yabancı
sırlar da vardır. Onları ‘yabancı (acemi)’ diye isimlendirdik, çünkü ‘arabî
(maruf)’ sırlar, anlama gücünün suret olarak idrak ettiği şeylerdir. Bu yönüyle
söz konusu sırlar, indirilmiş kitaplardaki muhkem ayetlere benzerken yabancı
sırlar -tevil ile değil- Hakk’ın bildirmesiyle idrak edilenlerdir. Bunlar
indirilmiş kitaplarda yer alan müteşabih ayedere benzer. Onların tevilini
Allah’tan veya O’nun bildirdiklerinden başkası bilemez. Fikir gücünün onları
bilmeye imkânı olmadığı gibi onun bu alana girmesi de söz konusu değildir. Bu
ayederdeki sırrı ortaya çıkartmaya çalışan, Allah’ın kendisini ‘kalbinde
eğrilik bulunan’ diye zikrettiği kimsedir. Başka bir ifadeyle o, tevilini
sadece Allah’ın bildiği bir hususta hakikatten ayrılan kimsedir. Onu öğrenmek
isteyen, o sırlara dalmamak ve Allah’a ulaştıran yolda gayret göstermelidir. Bu
yol Allah’ın şeriatına göre takva sahibi olarak amel etmekten ibarettir. Çünkü
Allah takvanın sahibine ‘furkan (tefrik)’ ilmi kazandırdığını buyurmuştur. Ona
göre amel ettiğinde ise Allalı ‘yabancı sırları’ ona öğretme işini bizzat
iisdenir. Allah söz konusu sırları açıkladığında, artık onlar ‘arabî sırlar’
haline gelir ve Allah’ın o sırlarla neyi kastettiğini öğrenir, daha önce
kendilerini bilmeden nitelendikleri ‘müteşabih olma’ hükmü takva sahibi adına
ortadan kalkar. Çünkü AJlah onları kuşkunun iki ucunda olmaları nedeniyle
‘müteşabih’ diye nitelemişti. Binaenaleyh gerçeği fikir yoluyla öğrenmek
isteyen kimse, bu benzeşme içindeki yerlerini bilemez, çünkü onu iki uçtan
birisine dayandırması gerekir ve bunu özel yönden yapmalıdır. İki ucu
birleştirse bile, her uca o yaratılmış olandan veya söz konusu olan ilahi
kelam ise menzilden ötekine ait olmayan bir özellik vardır. Bu yönüyle
indirilmiş olana müteşabih ayedere misal olarak ‘Rahman Arş üzerine istiva
etti’238, ‘O her nerede olursanız sizinle beraberdir’23'*,
‘Biz size şah damarından daha yakınız’240, ‘Allah, göklerde ve yerde
Allah olandır’241, ‘Allah’ın buluttan gölgeler içinde kendilerine
gelmelerini mi bekliyorlar?’242, ‘Rabbin ve melekler saf saf gelirler’243
gibi indirilmiş kitaplarda yer alan ayederi verebiliriz.
Hakk’ın bize ulaştırmak üzere kendilerine
vahyettiği O’nun tercümanları olan peygamberlerin sözlerinde de pek çok
müteşabih ifade vardır. Dolayısıyla onların anlamının peşinde ancak kalbinde
eğrilik bulunanlar gidebilir. Bu konuda keşfe ulaştıran yolları takip edenler,
kalplerinde eğrilik bulunanlardan değillerdir. Öyle bir insan doğru yolda giden
kişidir. O halde Muhammedi, ayetler içinde muhkemin peşinden gidendir, çünkü
muhkem ayet, ‘arabî’dir. Müteşabih ayet ise ‘Musevî’dir’, çünkü o yabancıdır
(acemi). Acem olanlarda acemi ise arabî demektir. Buna mukabil acem olanlar
için arabî ‘acemi’ demektir. Lafızlarda ise terim olarak örtülü olandır. Acemi
terimde, lafızlarda ve zahiri suretlerde olabilir. Manalar ise ‘arabî’dir’,
onlarda acemi bulunmaz. Manaları bildiğini iddia edip şüphelerden söz edenin
iddia ettiği hususta bir bilgisi yoktur, çünkü lafız ehline göre manalar,
naslar gibidir, çünkü onlar bileşikliğin bulunmadığı basiderdir. Binaenaleyh
terkip ve bileşiklik olmasaydı, acemlik varlıkta tezahür etmezdi.
Bu menzildeki ilimler pek çoktur. Onları
zikretmeye kalksaydık, sözümüz uzardı. Bu menzil cem’ ve vücûd menzillerinin
hepsinin efendisidir. O menzillerin esaslarını kitabın önceki bölümlerinde zikretmiştik.
Bilmelisin ki, bu menzil, gerçek berzah
menzilidir. Bu bağlamda berzah insanlar tarafından geniş anlamda kullanılsa
bile, gerçekte berzah, Allah’ın bize onun hakkında verdiği bilgiye göre,
onların zannettikleri gibi değildir. Allah iki deniz hakkında şöyle buyurur: ‘Onların
arasında bir berzah vardır, birbirine kavuşmazlar’2'* Gerçekte
berzahı berzah yapan özellik, kendisinde berzah bulunmamasıdır. Berzah aralarında
bulunduğu iki şeyle zatı gereği kavuşur. O ikisinden birisiyle ötekiyle
kavuştuğundan başka bir yönüyle kavuşsaydı, iki yön arasında da berzahın
bulunması gerekir ve bu berzah o iki yönü ayrıt eder ve onların kavuşmasını
engeller. Öyleyse böyle bir şey berzah sayılmaz. Aralarında bulunduğu iki
şeyden birisiyle kavuştuğu yönün ötekiyle kavuştuğu yönün aynı olması
durumunda, bir şey gerçekte berzah olabilir. Bu durumda berzah, (aralarında
bulunduğu şeylerle) zatıyla kavuştuğu şeyin ta kendisidir. Berzahlar sayesinde
eşya arasında ayrım ve fasıl ortaya çıkar ki fasıl tek bir şeydir.
Bunu öğrenince, berzahın mahiyetini de öğrenmiş
olursun. Berzaha misal olarak bütün beyazlarda bulunan beyazlığı verebiliriz.
Beyaz zatıyla bütün beyazlarda bulunur. Başka bir ifadeyle herhangi bir
beyazda bir şekilde bulunup diğerinde başka bir şekilde ve yönüyle bulunmaz;
aksine bütün beyazlarda aynı şekilde bulunur. Beyaz iki şey birbirinden
ayrışmıştır ve beyazlık iki beyazda zatı gereği bulunur. Her iki durumda da
beyazın cevheri aynıdır ve onlardan birisi öteki değildir. İşte gerçek
berzahın misali budur. Aynı şey zatı gereği her insanda bulunan insanlık için
geçerlidir. Öyleyse bir gerçek berzahtır ve bölünen bir olamaz. Bir böler
fakat kendisi bölünmez. Başka bir ifadeyle bir kendiliğinde bölünmez.
Kendiliğinde bölünebilir olsaydı, bir olmazdı. Bir olmasaydı zatı gereği
aralarında bulunduğu her şeye mukabil olmazdı. Hiç kuşkusuz bir birin var
olduğu açıktır. Berzah da malumdur, fakat idrak edilmez, akledilir, görülmez.
insanlar iki şey arasındaki her şeyi -geniş
anlamıyla- berzah saymışlardır. Bununla birlikte onlara göre berzah denilen
şey, büyük veya küçük bir cisimdir. Söz konusu cisim aralarında bulunduğu iki
şeyin kavuşmasını engellediği için ‘berzah’ adını almıştır. Birbirine komşu
olan ve akla göre veya duyuda bölünmeleri mümkün olmayan iki cevherin arasında
berzahın bulunması gerekir. İki cevherin komşuluğu ise mekân komşuluğudur ve
mekânları arasında içinde cevherin bulunmadığı üçüncü bir mekân yoktur. İki
mekân arasında ve cevher arasında hiç kuşkusuz makul (akledilir) bir berzah
bulunur. O berzah bir cevherin veya bir mekânın öteki olmasını engelleyen
şeydir. Binaenaleyh berzah, her cevhere ve her mekâna zatıyla mukabildir. Bu
durumu bilen kişi Şâri’nin şu ifadesini de bilir: ‘Allah Teâlâ suyu temiz
yaratmıştır, necaset onda bulunsa bile hiçbir şey onu kirletemez.’ Necaset bulunsa
bile sudan ayrı olduğu için su aslı üzere temiz kalmıştır. Bu durum necasetin
uzaklaştırılmasının imkânsız olduğu durumlarda geçerlidir. Şâri necasetin
bulunduğu suyu kullanmayı mübah sayınca, biz de o suyu kullandık.
Yasakladığında, biz de Şâri’nin hükmü nedeniyle o sudan uzak durduk. Bununla
birlikte necasetin suda bulunup suyun zatı gereği temiz olduğunu ve herhangi
bir şeyin onu kirletmediğini de biliriz. O halde Şâri’nin bize necaseti
kullanmayı yasaklaması, onun
kirlenmiş olması veya necasetin onu
kirletmesinden kaynaklanmamıştır: Şâri bize parçalarını temiz suyun
parçalarından ayırmayı başaramayacağımız için necis ve kirli bir şeyi kullanmayı
yasaklamıştır. Binaenaleyh necaset ile su arasında engelleyici bir berzah
vardır ve berzah onların birbirine kavuşmasını engeller; birbirine kavuşmuş
olsalardı, su kirlenirdi, bunu bilmelisin!
Bilmelisin ki, cennet çarşısındaki bütün
suretler, berzahtır. Cennet ehli çarşıya o suretlerden dolayı gelir ve onlarda
suretten surete girerler. Çarşıya girdiklerinde, hangi sureti arzularlarsa o
sureti giyerler ve çarşıdan satın aldığı ihtiyacıyla eve dönen biri gibi onunla
ailesinin yanına döner. Bir topluluk çarşıdaki suretlerden birini görür ve her
biri o sureti arzular, bu arzuyla sureti giyer, içine girer ve ona yerleşir.
Böy- lece topluluk içindeki her fert aynı surete girer. O sureti istemeyen birisi
ise cemaatteki her ferde bakar ve onların sureti girmiş oldukları halde
ailesinin yanına döndüklerini görür. Bununla birlikte söz konusu suret çarşıda
olduğu hal üzere kalmış ve kendi durumunun dışına çıkmamıştır. Şeriatın
hakkında hüküm verdiği ve kendine inanmanın zorunlu olduğu bu işin hakikatini
ahiret yaratılışını ve berzahın hakikatini bilen anlayabilir. (Ahirette) Hak
farklı suretlerde tecelli edecek, bir suretten başka bir surete geçecektir. Göz
ise tektir ve Hakk’ın suretten surete girdiğini görür. Bununla birlikte insan
aklıyla başkalaşma olmadığını bilir. Her kuvvet verisine göre hakikati idrak
eder. Hak ise verdiği hükümde aklı doğruladığı gibi gözü de hükmünde doğrular.
Sonra O’nun kendisi hakkında bir bilgisi daha vardır. Bu bilgi, aklın O’nun
hakkında verdiği hükmün aynısı olmadığı gibi görme gücünün O’nun hakkında
verdiği hükmün aynısı değildir. Bununla birlikte verilen o iki hükümden
başkası da değildir! Bu yönüyle Hakk’ın (kendisi hakkında) bildiği duyunun ve
aklın hükmünün aynısı olduğu gibi başka bir açıdan Hakkın kendisi hakkında
bildiği o iki hâkimin bilmediği bir şeydir. Bu nedenle kadir ve âlim Allah
münezzehtir! O takdir etmiş, hüküm vermiş, belirlemiş ve uygulamıştır. ‘Rabbin
ancak kendisine ibadet etmeniz için hüküm vermiştir.’245 Yani
ibadet edilen her şeyde (Rabbinize ibadet etmeniz için) hüküm vermiştir.
Hakk’ın mâbudların suretlerinde suretten surete girişini nasıl açıklayayım ki? ‘Fakat
insanla-
n çoğu bilmez.’246 Bunun ardından Allah bize söz konusu suretlerde kendisine ibadet
etmememizi emretmiştir. Hakk’ın ibadet edilen suretlerin (mâbudlar) aynı
olduğunu bilsek bile o suretlerde Hakk’a ibadet edenler asidir ve Allah onları
müşrik saymış, onu mağfiretten mahrum kılmıştır. Öyleyse müşrikin
cezalandırılması zorunludur. Ardından da cezalandırmanın kalkması gerekir.
Cezalandırmanın kalkmış olması, şirk koştuğu sureti bilmeyişinden
kaynaklanmıştır ve ahirette bu niteliği ortaktan uzaklaştırır. Bu nedenle
cezalandırılmış ve yine bunun için cezalandırılmanın ardından rahmet kendisini
kuşatmıştır. Bununla birlikte müşrik ateşten çıkmaz. Dünya hayatında müşrikin
neye ibadet ettiğini bilenler, dünyadaki bilgisinden uzaklaşmadığı gibi
ahirette de uzaklaşmaz. Çünkü o dünyada ibadet edilen ve şirk koşulan surette
sadece Hakk’ı görmüş ve O’nu bilmiştir. Müşrikin durumu ise böyle değildir; o
sureti görür. Ardından ahirette söz konusu suretten yüz çevirirken âlim ondan
dönmez; dönerse, inkâr edenlerden olur. Öyleyse onun dönmesi doğru değildir
(Arif her surette Hakk’ı tanır).
Şirk baki, fakat bilen yok
onu Cevherleri ve suretleri gören bilir onu
Kim tevhidi söylerse isabet
etmiş Şirki söyleyen haberi doğrulamış
Ortak koşulan yok olandır (madum)
Ona ibadet edende bir izi ve hakikati yok
Bu menzilde yer alan ilimlere gelirsek, Muhammed
ümmetinden önce gelen bir nebi veya velinin bilemeyip bilgisi Hz. Peygamber’e
ve onun ümmetine tahsis edilmiş hususlar, bu menzilden öğrenilir. Bu ümmet
içindeki kâmiller zahirde ve bâtında o makama ulaşırken kâmil olmayanlar için
makam zâhirde veya bâtında gerçekleşir, fakat kemal gerçekleşmez; fakat
Muhammed ümmetinden olduğu için yine de onu kuşatır. Hz. Peygamberin ümmetinden
küçük olsun veya büyük olsun herkes müminlerden sayılır. Çünkü iman etme
hususunda zürriyet babalara tabidir. Fakat babalar kâfir ise küfürde onlara
tabi olmazlar. Her ümmetin kâfirleri diğer ümmetin kâfirlerinden ayrıştırılır,
çünkü ceza,
inkâr edilen şeyin büyüklüğüyle orantılı bir
şekilde artar. Bu hususta bilinen durum budur! Bununla birlikte Muhammed
ümmetinin kâfirleri öyle değildir, çünkü onlar azabı en hafif olacak kâfirlerdir.
Bunun nedeni, onlara gelen peygamberi Allah’ın âlemlere rahmet diye göndermiş
olmasıdır. Allah bu durumu dünyada açıklamış, onu ahiret hükmünün başlığı
yapmıştır. Bu durum bir hadisede zikredilmiştir: Ra’l, Zekvan ve Useyye
kabilelerinin (tebliğ için gönderilen sahabeleri şehit etmeleri üzerine) Hz.
Peygamber’in Allah yolundaki gayreti ve cehdi şiddetlenmiş, bir ay boyunca her
namazında beddua etmişti ki bu beddua ‘kunut’ duasıydı. Allah bir konu hakkında
dua ettiğinde, Peygamberin duasına icabet edeceğini takdir etmiş ve bunu
kendisine bildirmişti. Bu nedenle o insanların sağ kalması ve merhametini göstermesi
için beddua etmesini yasaklamış, şöyle buyurmuştur: ‘Biz seni âlemlere
rahmet olarak gönderdik.’247 Yani onlara merhamet et diye seni gönderdik,
çünkü Hz. Peygamber bütün insanlara farklı rahmet türleriyle merhamet etsin
diye peygamber olarak gönderilmiştir. Rahmetin yönlerinden birisi ise Allah’ın
razı olduğu işleri yapsınlar ve doğru yolu bulsunlar diye insanlara duadır. Bir
rivayette Hz. Peygamber’in şöyle dua ettiği sabittir: ‘Allah’ım! Kavmime
hidayet ver, onlar bilmiyor.’ Böylece Allah Hz. Peygamber’e bedduayı
yasaklamıştı. Şirk koşanlar nedeniyle Peygamber uyarılıp haklarında nasıl hüküm
vereceğini Hakk’ın kendisi üstlenmişken, Hz. Peygamber onlar hakkında ne yapabilir
ki? Hz. Peygamber Allah bir iyiliğe bizi teşvik ettiğinde, iyi ahlakın
öncelikle O’na yakıştığını bildirmiştir. Buradan Allah’ın kıyamette Muhammed
ümmetinde müşrikler hakkındaki hükmü öğrenilir. Allah şirk koştukları için
onları ahirette cezalandırsa bile -ki bu cezalandırmanın olması
kaçınılmazdır-, fakat Allah’ın onları cezalandırmasında (gizli) ilahi bir
lütuf vardır. Bu cezalandırmada Muhammed ümmetinin müşrikleri ile diğer
ümmetlerin müşrikleri eşit değildir. Ben o lütfü biliyorum ve fakat açıklamam.
Nitekim Hz. Peygamber, bu ümmet, hatta bütün ümmeder içinde günahları
nedeniyle ateşin temas edeceği kimseler hakkında şöyle demiştir: ‘Allah onları
orada bir şekilde öldürür.’ İmam Müslim’in es-Sahih’inde zikrettiği bu hadis
bu kitapta daha önce zikredilmişti.
Allah’ın Muhammed ümmetinin içerisindeki mümin ve
kâfirler hakkındaki hükmünü öğrenmen için seni yola sevk ettik. Bu ümmette
kâfir inkâr ederse, davetin dışına çıkmış olmaz, fakat ya lehinde veya aleyhinde
hüküm verilir. Bunun böyle olması gerekir. Binaenaleyh Muhammed ümmeti insanlar
için çıkartılmış en hayırlı ümmettir. Bu yönüyle Muhammed ümmetindeki mümin
imanıyla kâfir kâfirliğiyle diğer ümmetlerdeki mümin ve kâfirlerden daha
hayırlıdır.
Bu menzilden zikretmiş olduğumuz bu ilimler,
menzilin içerdiği ilimlere göre, binde bir hatta binlerde bir kadardır.
‘Allah hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Muhammedi Azametleri
Kendinde Toplayan Azamet
Menzilinin Bilinmesi
Azamet sahibini yüceîiirseiı, tenezzül eder Büyüklük gösterirse zatı fiilen yücelir
O Azmi bütün varlıkları yok
edendir Gayretiyle yok eder her şeyi
Söylediğimizi anlayacak olan
adam Ulvi topluluğu ve elçileri aşandır
Herkesin elde ettiğinde
kendinden geçmiş Nefsini de unutmuş ve geçmiştir
Peygamberdir o, Allah’ın
peygamberi Kamil vasıflı vesilenin sahibi
Bilmelisin ki, bu menzilin on dört hükmü vardır.
Birincisi zamanın sahibine (sahibu’z-zamarj), İkincisi ve üçüncüsü iki imama,
dördüncüsü, beşincisi, akıncısı ve yedincisi Evtad’a (direkler) mahsustur.
Sekizincisi, dokuzuncusu, onuncusu, on birincisi, on İkincisi, on üçün- ciisü
ve on dördüncüsü ise Ebdal’a (bedeller) mahsustur. Bu hükümler vasıtasıyla
Allah dünya âlemini korur. Her kim bu menzili bilirse, Allah’ın dünya âleminin
varlığını nasıl koruduğunu da öğrenir. Bunun bir benzeri tıp ilminde sağlığı
korumayı bilmektir. Nitekim ebdal vasıtasıyla da bölgeler, evtad vasıtasıyla
kuzey, güney, batı ve doğu, iki imam vasıtasıyla dünyada ve şahadet âleminde
bulunan gayb âlemi korunur; bu, duyunun algıladığı kısımdır. Kutup vasıtasıyla
bütün bunlar korunur. Çünkü kutup kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âleminin üzerinde
döndüğü kimsedir.
Onlar on dört peygamberin kalbi üzerindedir: Hz.
Adem, Hz. İdris, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz.
Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. Harun, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed’dir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun. Hamd âlemlerin Rabbi
Allah’a aittir.
Adı geçenlerden her birinin kendine mahsus bir
yolu, belirlemiş olduğu bir bilgisi, anlatılan bir haberi vardır. Her biri
adlarını zikrettiğimiz ve genel nebilik sahibi olsa bile teşriî nebiliğe sahip
olmayanlardan birine vâristir. Şimdi imkân ölçüşünce bazı hususları
zikredelim. ‘İmkân ölçüsünde’ dedik, çünkü hepsinin açıklanması sözü uzatır,
hatta bilinemeyecek kadar alt bölümlere sahiptirler.
İlahi isimlerden onlara ait olanlar, Allah, Rab,
Hadi, Rahim, Rahman, Şafi, Kahır, Mümit, Muhyi, Cemil, Kadir, Halik, Cevad ve
Muksit’tir. Bu isimlerden her biri zikrettiğimiz peygamberlerden birinin
kalbine bakar ve her peygamber vârislere feyiz verir. Öyleyse peygamber ilahi
isimler ile vârisler arasında berzahtır. Onlara ait harfler, surelerin
başlarındaki harflerdir. Bunlar, Elif, Lam, Mim, Sad, Ra, Kef, Ha, Ya, Ayn, Tı,
Sin, Ha, Kaf ve Nun’dur. Bu harfler kalplerine gelen ilahi yardım bakımından
onlara aittir. Harfler arasmdan yardım vasıtasıyla onların hayallerine gelenler
de vardır. Bunlar Dal, Zel, Ayn, Nun, Sad, Ra, Elif, Tı, Ha, Vav, Dat, Gayn,
Lam, Mim, Te, Kef, Ba, Sin, Kaf, Ya, He’dir. Ayrıca harfler için cevher
konumundaki Elif ile Lam harfinden bileşik harf de bu kısma girer. Bu harfler,
ilahi nefesler
âlemindendir. Onlardan bileşerek meydana gelen ve her dilde özel olarak
bir anlam ifade eden kelimeler de öyledir. Çünkü -bana söylendiğine göre-
kelimelerin âlemde diğer kelimelere ait olmayan hususî özellikleri vardır.
Nuranî ruhlara gelirsek, peygamberlerin her birine ait Allah’ın emrinden
gelen on dört ruh vardır. Onlar zikretmiş olduğumuz ilahi isimlerden
peygamberlerin kalplerine inerler. Peygamberlerin hakikatleri de onları
zikrettiğimiz vârislere aktarır ve fertlerden bir fert adına zikredilen cemaate
vârislik gerçekleşir. Böylece onlar, veraset ilmini zikredilen beşerî ve melekî
ruhların yolundan elde ederler. Bunun yanı sıra özel yönden de ilahi isimlerden
birtakım ilimler elde ederler ki, onları zikrettiklerimiz arasında bir tek Hz.
Muhammed bilebilir; çünkü bütün bu ilimler ona aittir. O öncekilerin ve
sonrakilerin bilgisini bildiğini buyurmuştur.
Bilmelisin ki, Allah’ın Arş’ın ve Amâ’nın altındaki tabiatta kullarının
mutluluklarını sağlayan şeyleri sakladığı bir takım hâzineleri vardır.
Bu durum, altının madenler içinde saklanmasına benzer. Hâzinelerin suretleri,
lafız harflerinden bileşik olan kelimelerin suredendir. Allah onları izhar
etmek istediğinde ancak ‘beşer cisimlerinin arzlarının sırtında’ ve onların
dillerinde ortaya çıkarlar. Onların infak edilmesi ve kendilerinden
yararlanılması ise o harfleri söylememin ta kendisidir.
Bu sözlere misal olarak, ‘La havle vela kuvvete illa
billahi’l-aliyyi’l- azim’, yani ‘Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur, O
yüce ve azimdir’ ifadesini verebiliriz. Bu kelimeler, Allah’ın peygamberinin diliyle
haklarında nas buyurduğu hâzinelerdendir. Allah bu sözleri önce ı Âdem’in
diliyle izhar ekmiştir. Âdem de Cebrail kendisini yeryüzüne indirip de Kâbe’yi
tavaf ederken bu hâzinelerden ilk ‘harcayan’ kimsedir. Hz. Adem Cebrail’e ‘Siz
bu evi tavaf ederken ne diyordunuz?’ diye \ sorunca Cebrail ‘Biz evi tavaf
ederken ‘Subhanallahi ve’l-hamdu lillahi
vela ilahe illallahu vallahu ekber’ derdik demiştir.
Allah ise Âdem’e ve /
. . . / oğullarına
meleklerin bilmediği yönden bir kelime vermiştir. Bu keli- f
me ‘La havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azîm’
cümlesidir. Âdem \
‘Ben sizin söylediğinize ‘La havle vela kuvvete illa
billahi’l-aliyyi’l-azim’ \
cümlesini ekliyorum’ demiştir. Böylece bu söz, kıyamet
gününe kadar, j
Âdemoğulları ve Kabe’yi tavaf eden herkes için tavafta okunan dualar içinde
sünnet olmuştur. Hz. Peygamber bu kelimenin Âdem’e Arş’ın altındaki hâzineden
verildiğini söylemiştir. Öyleyse Arş’ın altında saklanılmış hazineler, ancak
bizim varlığımızda saklanmıştır. Allah Teâlâ onlardan bir hâzineyi izhar etmek
isteyince, onu bizim dilimiz vasıtasıyla ortaya çıkartmış, her sözü kendine
yakınlık vesilesi yapmıştır. Bir hâzinenin infakı, onu söylemek demektir.
Allah’ın yakınlık vesilesi olarak bütün sakladıkları böyledir. Yakınlığa
vesile olmayan herhangi bir şey ise saklanılmış değildir; aksine kulun dilinde
o esnada yaratılır ve saklanılışınm bir sureti olur, çünkü ancak var olan bir
şey saklanılır. Allah saklanılan şeyi var etmek isteyince, Âdem’in suretinde
tecelli eder. Sonra bizim adımıza veya yaratıklarından biri adına saklamak istediği
şeyi söyler. Onu söylediğinde ise saklanıldığı yere onu duyurur ve o yer de
kendisini tutar. Allah o mekânı bir suret olarak inşa ettiğinde, orada
saklanan hazine söz konusu suretin konuşmasında ortaya çıkar ve onun ortaya
çıkmasından Allah katında faydalanılır. Sonra o söz kendini söyleyenlerin
dillerinde sürekli intikal eder ve dilden dile geçer. Falca t bir söz ancak
başlangıçta kendisinden ortaya çıktığı kimsede hazine olur; yoksa intikal ve
ezberleme yoluyla kendisinden ortaya çıktığı kimselerde hazine olmaz.
İşte herhangi bir yaratılmışın telkini olmaksızın kendiliğinden iyi adet
çıkartanın durumu böyledir. O kişi bu âdeti ancak Allah’ın bildirmesiyle
öğrenmiş ve ortaya çıkartmıştır. Böyle bir iyilik Allah’ın o kulda ‘özel
yönden’ saklamış olduğu bir hazine demektir. Sonra kul kendisini ortaya
çıkartmak üzere bu hâzineyi dile getirir. Bu durumda yeni adet çıkartan insan,
sandığa sakladığı malını infak eden birine benzer. Anladıysan, saklamanın tarzı
ve sureti budur. Binaenaleyh saklama ancak (Allah ile kulları arasındaki)
‘özel yönden’ gerçekleşebilir, onun dışındaki saklama değildir! Onu ilk
söyleyen ve dile getiren, Allah’ın kendisinde sakladığı şeyin mahalliyken
kendisinden öğrenen hakkında ise Hakk’a yaklaştırıcı bir zikir. Böyle bir şey
hazine olmakla nitelenebilir. Bütün bunlar, O’nun remizleridir, çünkü hepsi
O’nun hâzineleridir.
Hazine, hâzinede saklamak ve bu konuda işin keyfiyetini açıkladıktan
sonra, şunu da bilmen gerekir: Sen hangi hâzinenin saklandığı bir yersin?
Kendinden başka birisinden onu öğrenirsen, onun mahalli değilsin. Bunu
öğrenirsen, Rabbin karşısındaki payını ve onun peygamberlikten sana tahsis
ettiği (takip edeceğin) olduğu meşrebi de öğrenirsin. Bunu öğrenmekle
kendisine ibadet ederken Rabbinden gelen açık bir delile sahip olursun. Artık
sende saklanan hazine hakkında varis değil, aksine vâris olunan (miras
bırakan) haline gelirsin. Neye vâris olduğunu ve neyi miras bıraktığını
halikıyla öğrenmelisin!
Bu bölümde Hz. Peygamberin bir hadisinde belirtmiş olduğu Bilal konusu da
vardır. Hz. Peygamber Hz. Bilal’e ‘Cennette beni neyle geçtin?’ diye sormuştur.
Hz. Peygamber şaşırarak sormuştur, çünkü bilir ki geçmek kendisine aittir, tiz.
Bilal, bize aktarılan hususları söyleyince, Hz. Peygamber ‘Bu ikisini’, yani
iki hali ‘yapan kimse ecrini alır’ demiştir. Bilal ise hem iyi adet çıkartma
sevabını hem de senin amelinin sevabını alır. İnsanın hâzinenin saklandığı yer
olmasının faydası budur. Kötü adet çıkartmak ise ilahi hâzineyle ilgili değil,
öyle bir şey ancak doğal bir durum olabilir. Çünkü Hz. Peygamber bize bildirmek
üzere şöyle buyurur: ‘Allah’ım! hayır bütünüyle senin elindedir.’ Yani sen
hayrı ve iyiliği kullarında saklayansın. İyilik, senin yaratman ve saklaman
nedeniyle onlardadır ve bu nedenle iyiliği yapmak sana yakınlık vesilesi olur.
Sonra şöyle demiştir: ‘Kötülük sana ulaşmaz.’ Yani sen kötülüğü kullarının
içinde saklamadın. Bu durum ‘Sana isabet eden iyilik Allah’tandır, sana
isabet eden kötülük kendindendir’2*8 ayetinde
belirtilir. Allah kötülüğü sana, iyiliği kendisine izafe etmiştir. Allah’ın
sözü doğru haberi haktır! Allah Teâlâ ‘De ki hepsi Allah katııı- dandır’249
buyurur. Yani bu konuda verilen bilgi Allah katından olduğu gibi ‘Şu
Allah’tandır, şu senin nefsindendir, şu iyidir ve şu kötüdür’ şeklindeki hüküm
de Allah’a aittir. Hepsinin Allah katından olması bu demektir. Bu nedenle Allah
zikrettiğimiz meseleyi bilmeyenler için şöyle demiştir: ‘Ne oluyor bu kavme
ki neredeyse sözü anlamıyorlar.’250 Yani niçin söyleneni
anlamıyorlar ki? Ben onlara ‘Sana isabet eden iyilik Allah’tandır, sana
isabet eden kötülük kendilidendir,251 dedim. Böylece ihtimal
ortadan kalkmış veya kendinde bulunduğu durum hakkında
kesin hüküm belli olmuştur. Allah şöyle der: Ben ‘Hepsi Allah katın-
dandır,252 dediğimde, Allah’ı bilen şunu anlar: Allah her şeyin
O’nun katından olduğunun bilgisini ve böyle bir hükmü kastetmiştir, yoksa
kötülüğün O’nun katından olduğunu söylememiştir! Hz. Peygamber bu gerçeği
bilince şöyle demiştir: ‘Bütün hayır Senin elindedir. Kötülük sana ulaşmaz.’
Şu ayet de bu anlamdadır: ‘Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun, ona
fücuru ilham edene yemin olsun ki.’253 Yani fücurun ve günahın
günah olduğunu Allah ilham etmiştir. ‘Ve takvasını.’254 Yani
neyin takva olduğunu ilham eden Allah’tır. Bu sayede insan günah ve takvayı
ayırt eder, çünkü nefs her iki durumun kendinde gözükebileceği bir yerdir. Bu
nedenle iş nefs hakkında belirsizleşir ve hepsinin takva olduğunu zannedebilir.
Bu nedenle Allah kendisine verdiği ilhamla fücuru ve günahı takvadan nasıl ayırt
edeceğini bildirmiştir. Bu nedenle ayette ‘ilham etmek’ zikredilmiş, fakat
emir zikredilmemiştir, çünkü Allah taşkınlığı emretmemiştir; fücur ise
taşkınlıktır. Binaenaleyh zikir asıl olana aittir ki o Kutuptur. İki hamd ise
iki imam’a aittir. İki hamd derken iyi durumda ve kötü durumdaki Hamdi
kastetmekteyim. Çünkü şeriat diliyle hamd iyilikteki ‘İhsan eden ve nimet
veren Allah’a hamd olsun’ ifadesiyle; kötülükteki ‘Her durumda Allah’a hamd
olsun’ ifadesiyle ikiye taksim edilmiştir. Varlıktaki ise her iki durum vardır;
yani insanı mutlu eden veya mutsuz eden haller vardır ve bütün durumlarda
Allah’a hamd edilir. Bunlar üç tanedir ve mertebelerini açıklamış oldum.
Şeytanın insana geldiği yönler dört tanedir. Bu durumu Allah Teâlâ
İblis’ten söz ederken kitabında bize bildirmiştir: ‘Sonra onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.’255 Bu
yönlerin her birisi üzerinde imanını o yönlerden koruyanlar bulunur. Allah
Evtad’ı (direkler) dört tane yapmış olur. Bunun nedeni, onların bu yönlere
lazım olmasıdır. Her direğin bir yönü vardır. Yani diğer yönleri de korusa bile
kendisine hakim özellik, üzerinde bulunduğu yönü korumaktır. Bu duruma misal
olarak Hz. Peygamber’in ‘Miras konusunu en iyi bilen Zeyd, en iyi hüküm veren
Ali’dir’ hadisi verilebilir (hâlbuki Ali de miras bahsini bilir ve bunun
tersi). Başka bir misal tek başına kaldığında bir kişinin taşıyamayacağı şeyi
bir cemaatin taşı
masıdır. Cemaatten her birisinin bir gücü vardır fakat taşman yük kendisine
ağır gelmiştir. Cemaat olmasaydı, o şey yer değiştirmeyecekti, çünkü kimse tek
başma onu taşımayı başaramaz ve ancak cemaade birlikte taşıma gerçekleşmiştir.
İşte burada da durum aynıdır. Böylece daha önce zikredilen üç kişiyle birlikte
(mertebeleri açıklanaıılar) yedi olmuştur.
Bedeller (ebdal) ise sahibinin kendilerini kullanışında yedi niteliği ve
sıfatı korurlar. Çünkü sahipleri o nitelikleri hayırda kullanabileceği gibi
kötülükte de kullanabilir. Bedeller sahibinin o nitelikleri hayırda
kullanmasını sağlayarak kötülükte kullanmasını engellerler.
insaflı olduklarında söyleneni anlayabilecek müminler için zikrettiklerimizin
sayısı on dört olmuştur. Zikrettiğimiz meseleyi öğrenen kimse, masum kişidir ve
zâhirde ve bâtında bundan başka bir korunma ve ismet yoktur. ‘Allah her şeyi
bilendir.’2*6 Bu durumu öğrenip bu işin kilidi sana
açılınca, söylediğimiz hususlara sahip kimselerin izinden yürürsün. Onlarda
bulunan şey, ilahi isimlerden ve belirli- harflerden ve nebilerden, nurani
ruhlardan tevarüs edilen anlayışlardır. Bu anlayışın ardından gidersen, ‘zevk’
yoluyla bütün zikrettiklerimiz anlamı keşif yoluyla sana açılır. Artık onu
kullanmaktan gafil kalmamalısın!
Bu menzilde yer alan ilimlere gelirsek, bu ilimlerden biri Allah’a
yaklaştırıcı zikirleri bilmektir. İlahi isimleri bilmek, rahmetin özelliği ve
kapsamı, Allah’a ait bileşik isimler, işlerin sonları, âlem, âlemde efendilik
mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Övgüyle övgüyü bilmek bu menzilden
öğrenilir. Mülk ve melekût, zaman, ceza, istinat, yardımlaşma, ibadet, beyan,
tebyîn, mutluluk yolları bu menzilden öğrenilir. Nimet, nimet veren kimdir ve
nimetlendirme bu menzilden öğrenilir. Hiçbir bedbahtlığın katılmadığı
mutluluktan uzaklaştırma sebepleri bu menzilden öğrenilir. Hayret ve hayret
sahipleri, isteyen ve icabet eden, bu menzilden öğrenilir. Zatı ve izafeti
tarif ile hangisinin güçlü olduğu bu menzilden öğrenilir. Bunlar bu menzilin
içermiş olduğu ana ilimlerdir. Her birinin ayrıntılarını sadece Allah
bilebilir. Başka bir ifadeyle onların sınırsız olduklarını Allah bilir, çünkü
bir nihayetleri yoktur. Bir kısmında ise kendilerini talep eden adına bilgide
artış gerçekleşirken bir kısmı talep olmadan verilir. Bu durum ‘De ki Rabbim
bilgimi art-
tır’257 ayetinde zikredilir. Bu bağlamda bilgi
kendiliğinde sona ererse bile malum sona ermez.
Nefse yasaklanmış:
Bitti demek, çünkü bitmedi
Çünkü nefs kendinde gerçeği bilmiyor ki?
Bilmediği için ‘bitti’ dedi
O görüşteki bir grubu gördük
Mekke’de, kendi işiyle meşgul
Vehimlerin hükmü altında:
Akıllı ahmaktan ayrışmıştır
Bilmelisin ki, insan âlemi Allah’ın mülkü olunca, O da mülkü yönetmek,
ayrıştırmak üzere onun mülkü olmuştur. Bu nedenle Allah ‘Göklerin ve yerin
orduları Allah’a aittir’158 ve ‘Rabbinin ordularını O’ndan
başkası bilemez’259 ayetlerinde kendini tavsif etmiştir. Allah
insan şehrinin koruyucusudur. Bunun nedeni, insan şehrinin Allah’ı sığdırmış
olan mertebe (hazret) olmasıdır. Binaenaleyh O’nun mertebesi insan
memleketidir. Allah Teâlâ kendini asker sahibi veya güç sahibi olmakla
nitelemiştir, bunun nedeni, yaratıkları içinde mertebesi üzerinde O’nunla
didişecek birini yaratacağını takdir ve irade etmiş olmasıdır. Allah’ın her
şeye işleyen meşiyeti, ezeli bilgisi ve değişmeyen kelimesinin takdiriyle,
yaratıklarından biri kendi mülkünde O’na kafa tutar. Allah onu ‘haris’ diye
isimlendirmiş, ona adar ve adamlar vermiş, insan türü üzerine onu musallat
kılmıştır. O düşman, adarıyla, adamlarıyla ve insan ile arasında gidip gelen
hatıralardan ibaret olan elçilerle aldatarak insan memleketini ele geçirmek
ister. Allah ise düşmanın ordularına karşılık melek askerleri yerleştirmiştir.
İki grup birbirini gördüğünde -ki Şeytan ordunun merkezindedir- ordusunu sağ,
sol, ön ve arkaya taksim eder. Hiç kuşkusuz Allah bu durumu bize bildirmiştir
ki, o yönlerden sakınalım ve o yönlere karşı dikkadi olalım. Allah Teâlâ bize
bu düşmanın şöyle dediğini belirtir: ‘Sonra onlara önlerinden ve
arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.’260 Şeytan
ordunun
kalbinde, insanın bâtınındadır. Allah Teâlâ ise şeytanın ordusunun mukabilinde
melek ordusunun ve beşerî askerlerin kalbinde olmakla insan mülkünü korumuştur.
Bunun için ordunun sağına er-Rab ismini, soluna el-Melik ismini yerleştirir,
öne er-Rahman ismini, arkaya er- Rahim ismini yerleştirir. el-Hâdi ismini
öndeki er-Rahman isminin elçiliğini ulaştırmak üzere şeytana yönlendirir.
Elçinin gönderildiği şeytan, cini şeytanlardan değil, insanlardan olan
şeytanlardır. Allah Teâlâ şöyle buyur: ‘İnsan ve cinlerden olan şeytanlar...’261
Başka bir ayette ‘Haıınas ve vesvesecinin şerrinden, o insanların
gönüllerine cin ve insanlardan vesvese verir’262
buyurur, insanlardan olan şeytanları insanın zâhirinde ve bâtınında bir
otoritesi vardır. Buna mukabil cin şeytanlar ise insanın bâtınlarında insan
şeytanların vekilidir. Cin şeytanlar insan şeytanlara görüşler veren ve onların
otoritelerini yönetenlerdir. Böyle- ce izhar ettikleri hükümleri tafsil
ederler.
Savaş mümin-insan üzerinde devam eder. Allah imanını korumak üzere onu
savunurken İblis kendine döndürüp kıskançlıkla mutluluk yolundan onu
uzaklaştırmak ve imanını almak üzere savaşır. İblis onu muduluk yolundan
uzaklaştırınca, ondan uzaklaşır ve sağ yöndeki Rabbinin önüne gelerek o ismi
kendisiyle Rahman arasında elçi edinir. Allah bütün bunları bize şeytanın
tuzaklarını öğrenelim diye bildirmiştir. Şeytan insana kendine süslü
gösterdiği hususlarla ‘kâfir ol’ der. İnsan kâfir olduğunda şeytan ona şöyle
der: ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah’tan korkarım. O ikisinin
akıbeti cehennemde kalmaktır. Orada ebedi kalırlar.’263 Çünkü
ayette zikredilen ‘kâfir olmak’, en büyük zulüm olan şirktir. Bu nedenle Allah
‘O zalimlerin cezasıdır’264 buyurur ki, müşrikler
kastedilmektedir. Onlar imanlarına zulüm karıştıranlardır. Bu ayeti Allah’ın
peygamberi Lokman oğluna söylediği şu sözüyle tefsir etmiştir: ‘Ey oğlum!
Allah’a şirk koşma, kuşkusuz şirk büyük günahtır.’265 Bu
açıklamayla Allah’ın ‘Onlar imanlarına zulüm karıştırmamış- lardır’266
ayetinde geçen ‘iman’ ile Allah’ın birliğine imanın kastedildiğini anladık.
Çünkü şirkin mukabili ancak tevhit olabilir. Böylece Hz. Peygamber sahabenin
bilmediği bir şeyi bilmiş, yine bu nedenle tevili terk eden âlimler tevili terk
etmiş, onu kabul etmemiş, zahire dayanarak bu konunun bilgisini Allah’a havale
etmişlerdir. Çünkü Allah
‘Onun tevilini Allah bilir’267 buyurur. Allah’ın kendi
kastettiği şeyi bildirdiği kimse, O’nun bildirmesiyle -yoksa nazarî
düşüncesiyle değil- onu öğrenmiş demektir. Allah’ın yaratıklarına rahmetinin
bir yönü de Arapça bilen ve o dilin ehli olan kimseler, peygamberin söylediği
bir sözü veya Allah’tan aktardığı (vahiy) veya O’nun izniyle şeriat yaptığı
sözlü ve fiilî hükümleri tevile kalktıklarında yanıldıklarında onları bağışlamasıdır.
Bu kitapta zikrettiğimiz veya zikretmediklerimiz arasında sayıca pek çok
olan bütün ilahi menziller içinde, kişiye insaf kazandıran, hakları yerine
getirten, onun aleyhinde Allah’a veya yaratıklara karşı delil bırakmayan bu
menzilden başka bir menzil yoktur. Bu menzilin sahibi rububiyete ve
kulluğa hakkını verir. Kul ve Rabbin dışında da bir şey yoktur! Yolunun ehline
ilham ettiği üzere, Allah bize bunu böyle bildirmiştir. Allah ehli adet üzere
Allah’ı, O’ndan ve peygamberlerine vâris olarak öğrenen kimselerdir.
Bu menzil garip ve sırlı bir menzildir. Başlangıcı bütün bunları içerirken bütünü tüm menzilleri içerir. Velayetinde kemale eren bir şahsın dışında, bu menzile hakka’l-yakîn ulaşan kimseyi görmedim. Onunla İşbiliye’de karşılaşmıştım. Arkadaş olduk. O şahıs ölünceye kadar bu menzilde kalmıştı. Allah ona merhamet eylesin! Başka kimseyi de görmedim. Bununla birlikte hangi menzili veya yolu veya mezhebi tamsam ve öğrensem, onu benimseyen, ona inanan ve bizzat kendi itirafıyla onunla hallenen kimseleri de görmüşümdür. Kendi itirafları dedim, çünkü ben herhangi bir mezhebi veya yolu onu kabul eden ehlinden aktarırım. Bununla birlikte Allah özel yolla bize onları bildirmiş olsa bile, (aktarabilmek için) o yolu kabul edenleri göstermesi gerekir. Bu sayede Allah’ın bana dönük ihsanını ve inayetini öğrenirim. Ben âlemde Allah’ın yaratıkları hakkında bilgisinin sona ereceğini söyleyenleri bile gördüm. Ona göre Hakk’ın bilgisi sona erer, mümkünler sonludur ve işin yokluğa ulaşması kaçınılmazdır. Her şey yok olunca Hak âlem olmaksızın kendi kendine kalacaktır. Mekke’de bu görüşü söyleyen birisini görmüştüm. Batı’daki şehirlerinden biri olan Sus’tan birisi bu görüşe inanarak bana aktardı. Birlikte hac yapıyorduk ve bize hizmet ediyordu ve bu inançta ısrarlıydı. Bize görüşünü açıkladi, fakat ben o inançtan kendisini kurtaramadım. Yanımızdan ayrıldıktan sonra görüşünden uzaklaşıp uzaklaşmadığını bilmiyorum. Adam pek çok bilgiye sahipti ve ihsana mazhar olmuştu. Fakat dindar biri değildi, sadece canım korumak için dini ibadetleri yerine getiriyordu. Buna rağmen bu görüşü bana söylemiş, mezhebini anlatmıştı. Bilgisizlik mertebelerinde ondan daha büyük bilgisizlik yoktur.
‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır
Yirmi Yedinci Sifır üç yüz seksen üçüncü bölümün
bitimiyle sona ermiştir. Allah bize yeter, ne güzel vekildir O!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar