YUNAN İLLERİNDE ZAVALLI ESİRLERİMİZ
Not: tarama noksanlıkları var...
Esaret hâtıraları
Eyüb Sabri: BİR ESİRİN HÂTIRALARI ve Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet—i Umumiyesi:
YUNAN
İLLERİNDE ZAVALLI ESİRLERİMİZ
Hazırlayan:
Nejat
SEFERCİOĞLU
........
İSTANBUL
1978
Eyüb
Sabri (Akgöl)'ün Bir Esirin Hâtıraları (1) ile Yunanistan'ın çeşitli yerlerine
esir olarak götürülen sivil Türklerin hâtıralarını ihtiva eden Yunan İllerinde
Zavallı Esirlerimiz (2) adlı eserlerden meydana gelen bu kitap, Türk tarihinin
elemli sayfalarından küçük bir kısmını içine almaktadır.
Bilhassa
Balkan Savaşı sırasında ve Osmanlı Devleti'nin son yıllarında, yabancı
devletler tarafından istilâ edilerek paylaşılan imparatorluk coğrafyasında,
milletlerarası anlaşma ve teâmülle-re aykırı olarak sivil Müslüman halka medenî
(!) devletler tarafından reva görülen insanlık dışı davranışların yaşandığı,
akla ve hayâle gelmeyecek işkence usûlleri tatbik edilerek toplu katliâmlara
girişildiği bir gerçektir.
Bu
konuda yazılmış eserler daha çok Harf İnkılâbı'ndan önce basılmış olup, eski
harflerle yayımlanmıştır. Konu ile ilgili İlmî yayınlardan bilgi edinmek mümkün
olmakla birlikte, bu tip eserlerin büyük çoğunluğa ulaşamadığı da düşünülürse,
mevzu ile ilgili hâtıra mâhiyetindeki eserlerin değeri daha iyi anlaşılır. Yeni
harflerle yayımlanmış hâtıraların da azlığı, tarihimize âit bu sayfalardan genç
nesillerin ibret almasını engellemektedir.
Tarihin,
belgelere dayanan kaynakları dışında, hâtıralara da büyük ihtiyacı vardır.
Hâtıralar, tamamlayıcı ve düzeltici özellikti}
Eyüb Sabri (Akgöl), Bir Esirin Hâtıraları. Gaziantep'te Ingiliz tecâvü
zünün
başlangıcı ve Türk üserâsına zulüm ve işkenceler, Ankara 1338, öğüt Matbaası,
69—3 S.
(2)
Yunan illerinde zavallı esirlerimiz, 1. ks., Ankara
1339, Matbuât ve istlhbârat Matbaası, 63 S. (Matbuât ve Istlhbârat Müdüriyet-I
Umu-miyesi Neşriyatından: 31) teriyle,
bir milletin tarihini genişletir ve renklendirirler. Belgelere intikal etmemiş
konuların açıklığa kavuşmasına yardımcı olurlar. Hitap ettikleri okuyucu sayısı
ve okunma kolaylığı sebebiyle tesirleri daha geniş ve süreklidir.
Hâtıralar,
tabiatları icâbı, kaleme alanın şahsı ve bakış açısı etrafında doğar ve
gelişirler. Bu bir bakıma iyi bir bakıma tehlikelidir; şahft tefsirlerin bir.kenara bırakılamaması, hâtıra nev’i-nin kıymetini
düşürmez. Bu bakımdan, bu kitapta yer alan hâtı-râlarda, yazarının görüş ve
düşüncelerinin izlerini kusur saymak doğru değildir.
Elinizdeki
eser iki ayrı kitapçığın birleşmesinden meydana geldi. Kitabın birinci kısmını
teşkil eden Bir Esirin Hâtıraları, Antep’in İngilizler tarafından işgali
sırasında, uydurma bahanelerle toplanarak sürgüne gönderilen sivil Türk
münevverlerinin esaret günlerini anlatmaktadır. Hâtıraların
sahibi 1876'da doğan ve Antep’te memurluk yapmış olan Eyüb Sabri (Akgöl) Bey,
kitabının sonuna koyduğu kısa bir açıklamada, hâtıralarının edebî bir eser
olmadığını, esir bulunduğu süre içinde tutabildiği notlar ve hafızasında kalan
olayları yazdığını belirtiyor ve gerek baskıdan, gerek ifâde bozukluğundan
dolayı meydana gelen aksaklıklar için okuyucularından anlayış bekliyor. Gerçekten,
yazarın sözkonusu ettiği aksaklıklar oldukça fazla. Buna devrin dit özelliği de
ilâve edilence bugünkü neslin anlayamayacağı bir eser olarak gördüğümüz
hâtıraları yeni harflere çevirirken, mümkün olduğu kadar, üslubunu bozmadan
sadeleştirme yoluna gittik. Bu arada ifâde bozukluklarını ve baskı hatalarını
da düzeltmeğe çalıştık.
Kitabın
ikinci kısmında yer alan Yunan tilerinde Zavallı Esirlerimiz adlı eser ise,
Yunan işgali sırasında Balıkesir ve civârında yapılan zulüm ve işkenceler ile
buralardan çeşitli bahanelerle Yunanistan'a götürülen, sivil Türk esirlerinin
döndükten sonra tesbit edilen ifâdelerinden meydana gelmiştir. Kitabın başında ”Cidâl-i millî esnasında Yunanlılar tarafından
hukuk-ı beşere ve kanun-ı medeniyete mugayir olarak ahâliden esir edilen mâsum
kadınların, erkeklerin ve çocukların ve muhârebe meydanlarında esir düşen
zavallı zâbit ve askerlerimizin esâret zamanında Yunanistan'ın muhtelif
mahallerinde mâruz kaldıkları her nevi işkenceler ve fecî sergüzeştlerinden
bahis risaledir" şeklinde açıklayıcı bilgi verildikten sonra, kitabın
"Münrferecât” bölü-.münde, kitabın şu sıra ile düzenlendiği belirtiliyor:
"1. kısım; Sivil esirlerimizin Yunanistan'da gördükleri zulümler; 2.
kısım; Esir zabitlerimizin mühim ifâdeleri, 3. kısım; Zavallı esir askerlerin
başlarından geçen felâketler,’ 4. kısım; Resmî raporlar ve vesikalar."
Ancak,
bütün araştırmalarımıza rağmen, kütüphane katalog-larmda birinci kısmın dışında
kalan kısımları bulamadık. Bu kısımların yayınlanmamış olması da muhtemeldir.
Elinizdeki kitabın birinci kısmını teşkil eden Bir Esirin Hâtıraları ile ikinci
kısmını teşkil eden Yunan İllerinde Zavallı Esirlerimiz adlı eserler, sivil
esirlerimizin hâtıralarını ihtiva ettiği için beraberce yayınlanmasının daha
uygun olacağını düşündük.
Esirlerimizin
esâretten döndükten sonra tesbit edilmiş olan ifâdelerinden meydana gelen bu
eserde de, anların çektikleri sıkıntı ve işkenceler sonucu olarak, Bir Esirin
Hâliraları'nda olduğu gibi, ifâde bozukluklarına oldukça çok rastladık. Tabiî
dil konusunda da aynı zorluklar vardı. Bu eseri de üslubunu bozmadan, gerekli
düzeltmeleri yaparak, sadeleştirmeye gayret ettik.
Asırlarca
Türk idâresi altında dil, din ve kültürlerini muhafaza ederek, adalet ve
eşitlik içinde yaşamış azınlıkların, OsmanlI Devleti'hin en buhranlı
zamanlarında baş kaldırararak, eski efendilerine reva gördükleri insanlık ve
hukuk dışı zulüm ve işkenceler, yalnızca bu kitapta yer alanlar değil; bu
konuda yazılmış bir çok eser tesbit ettik. Ancak bu
eserler eski harflerle basıldığı için bugünkü neslin gözünden uzaktır.
Bir
intikam duygusu aşılamak gayesiyle değil, fakat yeni nesillerin, kendilerini
"medenî" (!), Türk milletini de "barbar" olarak
vasıflandıran milletlerin, geçmişte Türklere revâ gördükleri zulüm ve
işkenceleri öğrenmelerinde fayda gördük. Zaten asil Türk milletinin tarihi,
kendisine zulmedenlere gösterdikleri adalet ve insanlık örnekleriyle doludur.
Bir Türkün intikam düşüncesiyle de olsa, suçsuz insanlara, hele kadın, çoluk
çocuk ve ihtiyarlara zulüm ve işkence yaptığı görülmemiştir.
Mühim
olan bilmek, ibret alarak geleceği sağlam ve gerçekçi temeller üzerine
kurmaktır.
Yirminci
yüzyılın başlarında insanlıktan uzak "medenî” (!) milletler, asrın ikinci
yarısında aynı "medenîliği” (!) Kıbrıs'ta göstermemişler midir? Büyük
Akif’in mısrâlarına hak vermemek elde değil:
"Geçmişten
adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beşbin
senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Târihi
tekerrür diye ta'rif ediyorlar;
Hiç
ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
NEJAT
SEFERCİOĞL U
Eyüb
Sabri (Akgöl)
BİR
ESİRİN HATIRALARI
Gazianteb'de
İngiliz tecâvüzünün başlangıcı ve Mısır'da Türk esirlerine yapılan zulüm ve
işkenceler
BAŞLANGIÇ
Milâdi
bindokuzyüzonsekiz senesine rastlayan binüç-yüzotuzdört Ekim'inde aktedilen
anlaşmadan birbuçuk ay sonra îngilizler, birkaç zırhlı otomobille beraber
An-teb'e seksen mevcutlu bir süvâri müfrezesi sokmaya muvaffak oldular. Bunlar,
bir binbaşının emir ve kumandasında, önce şehrin ortasından çarşı içine doğru
gösteri yaptıktan sonra, Mutasarrıfın tavsiyesi üzerine, kasabaya hâkim bir
mevkide bulunan Amerikan Kolle-jini işgâl ederek, oraya yerleştiler. O gün,
müfreze kumandanı binbaşı Milis, bir İngiliz albayının
refâketinde hükümete gelerek Mutasarrıfın yanında bir saat kadar kaldılar.
Sonra, yapılan incelemeye ve Mutasarrıf Celâl Bey'in ifâdesine nazaran, güyâ
bunların Antep'e gelmesinin sebebi, Haleb'de fazla asker ve hayvanları
bulunduğundan dolayı, yalnız kışı çıkarmak lüzum ve maksadından ibâret
olduğunu, bu hareketlerinin bir işgâl mâhiyetinde anlaşılmaması ve hiç bir emel
ve maksada dayanmadığını söyledikleri anlaşıldıysa da, hal ve vaziyetlerine
nazaran, böyle sadece bir kışlamak veyahut yalnız iâşelerinin temini maksadiyle
Antep'e kadar yürümek zahmetine katlanmalarına kimsenin inanmayacağı tabii idi.
Aynı zamanda, beklenilmeyen fevkâlâde durumlar da görülüyordu ki, o zamandan
itibaren kalp-terimizi sızlatan manzaralardan biri de bu idi. Meselâ,
îngilizlerin Antep'e gelişlerinde memlekette eskisinden fazla ve fevkalâde
sükûnetin mevcudiyeti ve bunlara karşı niçin geldiklerinin sorulmaması, hiç bir
taraftan ufacık olsun bir engelleme teşebbüsünde bulunulmaması ve bilâkis mâhut
Mutasarrıf tarafından halkı tatmin için, onların lehine olarak yapılan devamlı
propagan-dalariyle beraber, iâşeye ait bütün ihtiyaçlarının Mutasarrıfın emir
ve müsâadeleriyle ve belediye memurlarının bazılarının aracılığı ile, belediye
bütçesine dahil edilmeksizin açıktan sağlanması,
îngilizlerin Anteb hakkındaki ümit ve arzularının artmasına ve memleketin
işgâli emrinde ve orada tatbik etmek niyetinde bulundukları birtakım intikam
fikir ve hareketlerinin serbestçe tatbik ve icrâsma ve evvelce seksenaltıdan
ibâ-ret bulunan Hindli süvâri miktarının günden güne çoğalmasına sebep
oluyordu.
Mutasarrıf
Celâl Bey'in bu şekilde davranışları dola-yısiyle mahalli hükümetten gösterilen
müsâade, îngilizlerin son derece memnuniyetlerine sebep olduğundan
teşekkürleriyle karşılanıyor, artık çekinmeden kuvvetlerini artırarak An tep ve
Kilis ilçelerini tamamen işgâl-leri altına almış bulunuyorlardı.
Bu
durum, memurların ve aydınların endişelerine sebep oluyorsa da, halkı
kuşkulandırmamak ve heyecana sebebiyet vermemek için ses çıkarmıyorlar fakat
son derece kederli ve ümitsiz bulunuyorlardı. Aradan yirmi gün kadar geçmişti.
Memlekette sükunet devam ediyor, henüz kimseye
saldırılmıyor ve bir şeye müdâhale edilmiyordu. Yalnız araşır a iki üç günde
bir defa îngilizler Hindli süvârilerini kasaba içinde, bütün çarşı ve
mahalleleri dolaştırarak gösteri yapıyorlar ve iâşeleri de eskisi gibi belediye
vasıtasiyle sağlanıyordu. Hattâ ekmek, et ve hayvan samanı kolaylıkla
sağlanarak, arabalarla karargahlarına kadar
gönderiliyordu.
İngilizler,
umduklarından fazla Antep hükümetinden gördükleri bu müsait muamelelerden ve
kavuştukları yardım ve kolaylıktan dolayı cidden memnun oluyorlar ve âdeta
davetle gelmiş gibi, memlekette her türlü teşebbüs ve hareketlerinde serbest
bulunuyorlardı.
Hal
bu şekilde devam etmekte iken bir gün, işgâl kuvvetleri kumandanı General
McAndrew Antep'e gelerek, İngilizler tarafından karargâh olarak kullanılan
Amerikan Kollejinde kadı, muhasebeci, belediye reisi ve ileri gelenlerden Ahmed
Hurşit Efendi (1), Doktor Hâmit
Bey ile daha başka, memleketin genç aydınlarından birtakım tanınmış kişileri
yanma çağırtarak, kasabanın içinde ve dışında âsâyişi bozan bir durumun meydana
gelmesine fırsat verilmemesi ve şâyet bir hâdise meydana gelirse, sebep
olanların hadlerinin bildirilerek cezalandırılacağından bahisle, bazı
tavsiyelerde bulundu. Generalin
bu muamelesi bir nasihatten ibaret olmayıp aynı zamanda tehdit mâhiyetinde idi.
Çünkü,
Antep'in o zamanki aczi, kabiliyetsiz hükümet reisinin Ingilizlere karŞı
gösterdiği uysalhk ve aşırı müsâadeyle sâbit olmuştu. General bu tebligâtı
yapıp o gün hemen Haleb'e döndüğünden, ertesi günden itibaren Antep'de durum
birden bire değişti, ingilizler tarafından telsiz telgraf haberleşmesine
başlanarak, telgrafhâneye makine ve sansür konularak, hükümetin
. resmi şifresi derhal yasaklandı. Resmi ve
gayr-i resmi haberleşmenin sansüre tâbi bulunduğu tebliğ olundu. İşte o
zamandan itibaren Anteb'de tam manâsiyle bir yabancı kontrolü, daha doğrusu
İngiliz zorbalığı başlamıştı. Kolejden başka bütün karakollarda, geceleri
sokaklarda ve devriye kollarında, artık nerede olursa olsun İngilizler, her
yerde onlar görülüyor ve her işe onlar karışıyorlardı. Ne yazık ki, iş bu
dereceye varmış iken Mutasarrıf Bey bunlara karşı halâ gülüyor, rahatını bozmak
istemediği gibi, bütün bu rezilce zorbalığı şaka telâkki etmek ve herkese de
öyle bildirmek istiyordu. Gerçi, arasıra protesto dahi veriyordu lâkin, halkın
mürâcaat ve baskısı üzerine vukubulduğundan dolayı bu protestolarının da
uydurma ve sırf İngilizlerle kendi,arasında
kararlaştırılmış bir gösterişten ibâret olduğuna şüphe etmemek elden
gelmiyordu. Artık An-teb'in vaziyeti pek kötü ve günden güne korkunç şekillere
girmekte idi. Herkes ümitsiz, kimsenin hükümete emniyet ve itimâdı yok. O
sıralarda İstanbul'a yapılan ihbarlardan dahi bir netice alınamıyor. Anteb
İngilizleş rin malı olmuş ve bizden büsbütün koparılmış, sahipsiz ve
koruyucusuz kalmış gibi bir durumda bulunuyordu.
Bu
sırada Haleb ve Anteb'deki Ermeni komiteleri dahi yavaş yavaş başlarını
kaldırmaya başlamışlardı. Bunlar, bir taraftan İngiliz kumandan ve subaylarına
hulul etmek fırsatını takip etmekle beraber, diğer taraftan da yerli halkı
heyecana getirecek kışkırtma ve teşvikte bulunmak suretiyle, İngilizlerin yerli
memurlara ve müslüman halka karşı nefret ve kinlerini çekmek için, bütün
kuvvetleriyle çalışıyorlardı.
Bu
hallerden memleket halkı son derece üzgün ve ta-biatiyle telaş edenler de
bulunuyordu. Memurlardan yabancı olanlarımız düşünüyorduk;
her ne kadar durumun kazanmakta olduğu ehemmiyeti gözönünde tutarak, gelecekte
ortaya çıkması muhtemel tehlikeli durumda kalınacağı unutulmuyorsa da, halka
karşı soğuk bir harekette bulunulmaması ve memlekette heyecan uyandıracak bir
durumun çıkmasına meydan verilmemesi düşünülerek, bu konuda arkadaşlar arasında
yapılan müzakere neticesinde, kimsenin harekete geçme-yip, sonuna kadar sebat
edilmesi uygun görülüyor ve bu yolda kesin karar veriyordu. Halbuki
bunların hepsinin faydasız ve yanlış düşüncelerden ibaret olduğu daha sonra
anlaşılmıştı. Çünkü o zamanlar memleket son dakikalarını yaşamakta ve artık o
güzel ve sevgili Anteb’i bizden veya bizi ondan uzaklaştırmak istendiğini
ahlamamak kadar düşüncesizlik ve daha doğrusu beyinsizlik olamazdı. Dolay
isiyle, memleketi kurtarmak için herkesin silaha sarılması lâzım geldiğini
bilmek ve bu konuda kesinlikle tereddüt göstermemek lazımdı. Zira,
yukarıda belirtildiği gibi, düşmanın anlaşma şartlarını çiğneyerek Anteb'e
kadar gelmesine ve anlaşmalarına aykırı tecâvüz ve hareketlerine karşı, ne
İstanbul'dan ne de mahalli hükümettin bir müdâhale görülmeyip bilâkis
Mutasarrıf tarafından gösterilen iltifat ve müsâadeler, o zavallı memleketin
meş'um bir âkibete düşeceğini hatırlamamak ve böyle bir tecavüze karşı susmak
gibi büyük hatâ ve alçaklık olamazdı. Veyahut, bu
derece beceriksizlik ve miskinlik içinde bizim orada kalmamız katiyyen doğru
değildi ve bu durumda savaşmak lâzımdı. Lâkin nasıl olur,
mümkünmü idi? İşte biz-ler o zamanların büyük fırsatlarını bile bile kaçırdık;
yollar müsâit, ulaştırma araçları daima mevcut ve temini mümkün idi. Fakat ne
çare bizi oradan ayıramayan bir sebep vardı ki p da, yalnız o güzel ve sevimli
Anteb ve Antebliler idi. Anteb cidden kansız fedâ edilemeyecek bir memleketti.
r
Anteb, herkesin işittiği, hayalinde canlandırdığı veyahut Coğrafya kitaplarında
gördükleri kadar değil, çok önemlidir. Anteb'i daha iyi bilmek ve sevmek için
her halde yakından temas etmek gerekir. Anteb, Haleb'in Kuzey Batısında, Haleb'le
Maraş'ın ortasında ve düz bir ovada bol suya, gayet hoş havaya ve pek kuvvetli
verimli bir toprağa sahip, muhiti, iç ve dış görünüşüyle de şirin bir şehirdir.
(2) Etrâfı da yakın bağ, bahçe
ve uçsuz bucaksız fıstık ağaçlariyle doludur. Üzüm, incir ve fıstık pek boldur.
Halkın hemen hemen tamamı sanatkâr, hükümet ve vatanlarına imanları gibi
saygılı ve bağlıdırlar. Beş seneden fazla memuriyetle içinde yaşadığımdan
dolayı bu saydığım vasıf ve meziyetleriyle beraber daha çok benzersiz
güzelliğini ve huylarım yakından tanımış olduğum Anteb'i, vatanımın en zarif
parçasından olan bu yüceltilmiş memleketi, o temiz ve saf Türk olan Anteblileri
bir türlü terk edemedim. Onlara da öyle acıklı ve felâketli zamanlarında kendi
isteğimle vedâ edemedim. Her ne olursa olsun memleketin halkı ile birlikte
olalım, fikir ve ka-naatmda sabit kaldım.
BİZ
BU DÜŞÜNCEYLE MEŞGUL İKEN
Yukarıda
arz olunan tebligattan sonra aradan bir hafta kadar daha geçmişti. Bir gün yine
Generalin An-tebliğ etti ve o günden itibaren gazete yayından men-e nız geldiği
söyleniyordu. Ertesi gün sabahleyin Haleb'e geldiği işitilmiş fakat ne için
gelip gittiği bilinememiş-ti. Ancak, onun gelişini takiben
Mutasarrıfımız "Anteb Haberleri"nin sahibi Hüseyin Cemil Bey'i yanma
çağırtarak, gazetesinin geçici olarak yayına ara vermesini tebliğ etti ve o
günden itibaren gazete yayından men-ne dildi. İki üç gün sonra Maraş'tan
Anteb'e gelmiş olan Fransızca öğretmeni Sedat Bey bir hafta kadar Anteb'-de
oturmaya mecbur edildikten sonra İngilizler tarafından tutularak Haleb'e
gönderildi.
Bu
olayların, gerek memurlar gerekse memleket halkı üzerinde derin ve acı tesirler
meydana getirdiği ve istisnasız herkesi huzursuz bıraktığı halde, ancak ve
yalnız Mutasarrıf olacak o kansızı katiyyen müteessir etmiyor, bilakis
çehresinde evvelkinden daha çok neşe bulunduğu görülüyor ve başından beri
bunların hepsini ufak tefek işlerden sayarak, halka ve kendisine müracaat edip
soranlara öyle bildirmek istiyordu. Halbuki
ufak tefek saydığı önemli olaylar her gün tekrarlanıyor ve gittikçe büyüyor,
namus ve vicdan sahiplerini ağlatıyordu. İngilizlerin cür'et ve şımarikliklarf
günden güne artıyor ve şiddetleniyordu. Artık hükümete karşı vaziyetleri
başkalaşıyor, Mutasarrıfakatiyen;hatta bir polis
memuru kadar bile önem verilmiyor, yalnız îngi-lizler onu bütün istek ve
emellerine alet olarak istedikleri gibi kullanıyorlardı.
Resmi
haberleşme üzerinde dehşetli ve şiddetli kontroller uygulanıyordu. Müfreze
kumandanı her gün üç beş defa hükümete gelerek, memlekete dönmekte olan
Ermenilerin yerleştirilmesi, iaşeleri ve rahatlarının sağlanması hakkında adeta
emirler veriyor, güya daireler bu konuda görevlerini bilmez ve yapmıyormuş
gibi, hükümet ve dairelere azarlama yollu tenkit ve tebligatta bulunuyordu.
Zavallı Türk muhacirleri, kışın o usandırıcı soğuklarında, kollarından tutup
dışarıya attırıyor, bir Etmeninin gösterdiği evler, gerek kendi mülkü olsun ve
gerek başkasına ait bulunsun, hemen boşalttırılıyordu.
Bu
hücum ve tecâvüzlere karşı Mutasarrıf Bey ağzını açmayıp, yalnız ellerini
oğuşturarak, İngilizlere kavuk sallamakla yetiniyordu; Bir taraftan polis ve
jandarmalar mahallelerde evden eve koşarak, işleri güçleri Erme-nileri
yerleştirmek ve onların rahatlarını temin ve yerine getirerek, biçâre Müslüman
muhâcirlerin dışarıya ve takımı, parasiyle hükümetten öv satın almış olan
fukara halkı evlerinden atmak, bu vesilelerle İngilizlerin gözüne girmek ve
onların takdir ve ilgilerine mazhar olmaktı. Hattâ
bazen İngiliz karargâhına kadar gidip bu konuda emir ve yakınlık dileyen
ahmaklar dahi bulunuyordu.
O
zamanlar ahvâlin bu suretle kazandığı önem ve memleketin düştüğü bu elim
felâkete nazaran, hiç olmazsa ufak bir tedbir alınmaya çalışılması lüzumundan
bahsedenler de Mutasarrıfın gözünde en kötü ve en iğrenç bir kişi sayılıyordu.
PEK
YERİNDE BÎR TEŞEBBÜSTÜ FAKAT YAZIK Kİ NETİCELENMEDİ
Tam
o sıralarda idi. Taşcızâde Abdullah Efendi söz konusu durumlardan dolayı
üzüntülerini gizliyemeye-rek, eşraftan Kethüdâzâde Hüseyin Cemil Bey, halen
mebus bulunan Hâfız Şahin Efendi, Kürt Hacı Osman Ağa, Mamat Ağazâde Ali Efendi
ve başkalariyle görüşerek memleketin düşmandan temizlenmesi çârelerini
etraflıcı düşünmek ve gerektiğinde müdâfaa maksadıyla bir anlaşmış topluluk
halinde bulunmak için halkı gayrete getirerek umumi toplantı yapılmasını bu
kimseler ile görüşmüş ve bir gün halkı teşvik ile tüccardan Ağazâde Ali Ağa'nm
evine toplamaya muvaffak olmuştu.
Ne
yazık ki bu teşebbüsten de o zamanki hükümetin oradaki mevcudiyeti karşısında
bir fayda temini mümkün olmamakla beraber, biçare Abdullah Efendi'nin bu
hareketleri memleketine aşırı sevgi ve bağlılığından dolayı ötedenberi devam
edip gelmekte olan komitecilik denilen vatanperverlik kabahatine eklenerek,
sonunda felâketinin sebebi olmuştur.
İşte
bu sıralarda, yâni memleketin üzerine birdenbire ve âdeta kâbus gibi çöken bu
istilâ bulutu içinde, İngiliz memurlarının kudurmuş köpekler gibi öteye beriye
saldırdıklarını, çılgınlık ve haksızlıklarını gören birtakım zavallılar dahi,
onlar hakkmdaki fikir ve kanaat-larında doğru bir tâbir ile —o gibilere hitâb
ediyorum— İngiliz zihniyet ve ciddiyeti hakkmdaki kanaat ve iddialarında pek
çok yanılmış olduklarını anlıyorlarsa da, artık bunlar da faydasız ve sırf
pişmanlıktan başka bir şey değildi. Hal
ve vaziyet aynı şekilde devam ediyor, herkes işten ve ticaretten soğumuş,
kimsede kan yok, bütün kalbler ağlıyor fakat, ah o
Mutasarrıf olacak yüreksiz hâlâ bir duygu ve azıcık olsun bir tesir göstermiyor
ve daima gülüyordu. O dakikaya kadar İngiliz adâ-letinden bahisle,- onların hiç
kimseye fenalık etmiye-ceklerini teminen söylemek istiyordu.
Artık
bu hâle hayret mi, yoksa lânet mi? İnsan bu gibi kalbler karşısında ne
diyeceğini bilemiyor.
ANTEB'DE
TUTUKLANMA VE HALEB'E SEVKIMIZ
23
Kânun-ı sâni (Ocak) 335 (1919) Perşembe
O
günün sabahı, saat dokuzda evimden çıkıp doğruca hükümete gelmiştim. Tabii bir
şeyden haberim yoktu. ^Mutasarrıf Beyin makamında olduğunu haber aldığımdan ve
kendisinin böyle, alışılanın dışında erkenden gelmesini merak ettiğimden dolayı
yanma gittim. Biraz sonra, bizim orada bulunduğumuzu işitmiş olan muhasebeci
Besim Bey de gelmişti. Üçümüz birlikte otururken, hükümetin kapısı önünde
otomobil gürültüsü işitildi. Pencereden baktık. Hakikaten kapının önünde iki
otomobil duruyordu. Bunların birinde İngiliz Müfreze Kumandanı Binbaşı Milis ve
Kollej Müdürü Ma-ril, diğeri de boş idi. Her ikisi de otomobilden inerek,
Mutasarrıfın yanma geldiler. Onlar henüz ayakta iken biz muhasebeci ile dışarı
çıktık ve odalarııfııza gittik. Aradan on dakika geçmemişti ki, Mutasarrıfın
odacısı Ahmet gelerek "Sizi Mutasarrıf Bey istiyor" dedi.
Derhal
kalbimde bir şüphe uyandıysa da Mutasarrıfın bu davetine uymaya o sırada
kendimi mecbur saydığımdan dolayı, tabii gittim. Mutasarrıf ve diğerleri hâlâ
oturmamışlar, ayakta idiler. Aynı zamanda, Polis Komiseri Fevzi Efendi de
gelmiş, orada hazır' bulunuyordu.
Mutasarrıf,
bir taraftan komisere, herhalde onları bulup ve tutup getireceksiniz diyor,
emirler veriyor ve bir taraftan da bana hitaben, bizi Generalin istediğini ve
Amerikan Kollejindeki karargâhlarına kadar gitmek lâzım geldiğini tebliğ
ediyordu. O sırada muhasebeci bey dahi tekrar gelmiş ve orada bulunuyordu. Ben,
niçin çağırıldığımızı sordum. Cevap olarak "Bir şey yok. Yine, zannederim
evvelki gibi bir şeyler söyleyecekmiş. Bu defa sizi ve muhasebeci bey ile Evkaf
memurları Hakkı, Taşcızâde Abdullah Efendileri ve Hüseyin Cemil Bey’i dahi
istiyorlarmış. Onlar şimdilik bulunamadılar. Tabii getirileceklerdir. Onlar
gelinceye kadar biz gider geliriz" dedi. Bu hâle göre, Mutasarrıfın Polis
Başkomiserine vermekte olduğu şiddetli emirlerin, arkadaşlarımızın
tutuklanmaları hakkında olduğu anlaşıldı. Dolayısiyle bizim için o felâketin
gelip çattığına şüphe kalmamıştı.
Hüseyin
Cemil Bey, Anteb eşrâfından Kethüdâzâde İbrahim Efendi’nin oğlu olup, yüksek
tahsil görmüş, fikir ve dimağı genç, yüksek bilgi ve ülküye mâlik kıymetli
kardeşlerimizdendir. Mütârekeden bir müddet evvel hastalanarak hava değişimi
ile memlekete gelmişti. Dalıa sonra Ingilizlerin Anteb’e gelmelerine,
memleketin vaziyetine ve Ermenilerhı taşkınlıklarına karşı, sâdık dostlar
arasında müzâkere ederek, memleket nâmına bir gazete çıkarılması uygun
görülerek, Hüseyin Cemil Bey'in imtiyazı altında "Anteb Haberleri"
adıyla bir gazete çıkarılmıştı. Taşcızâde Abdullah Efendi, An-teb'de bir câmi-i
şerifin hatibi olup, ellibeş yaşlarında, özü sözü doğru, vatanım, memleketini
çok sever muhterem bir hocadır.
Evkaf
memuru Hakkı Efendi, aslen Antebli olup, Hukuk Mektebinden mezun olmuş, Haleb
adliyesinde âzâ iken, mütârekeden iki ay eyvel Evkaf memurluğuna tayin edilerek
oraya gelmişti.
Bunların
isimlerini buraya kaydetmekten maksat, ileride bahsi gelecek olan ve
kendilerine İngilizler tarafından isnad olunan Ermeni meselesiyle, hiç
birisinin ilgili bulunmadığını arzetmekten ibârettir.
Biz
orada, yani Mutasarrıfın odasında ve hemen gitmek üzere iken Abdullah Efendi (3) de gelmişti. Artık diğerlerinin
beklenmiyecekleri ve hemen gidileceği bildirilmişti. Hepimiz ayakta, devamlı
"Buyurunuz" sözleri tekrar ediliyordu. Mutasarrıf önde biz arkada
olduğumuz halde, sükünet.ve itidalle merdivenden aşağı
inildi.
Kapının
önünde hazır bulunan otomobillerden birisine Mutasarrıf Celâl Bey'le beraber binbaşı Milis ve Kol-lej Müdürü Maril bindiler. Diğerine de
Muhasebeci Besim, Abdullah Efendiler ve bir de İngiliz askeri beraber bindik.
Hükümet önünde pek çok ahâli toplanmıştı. Herkes, bu ansızın gelen vaziyete
şaşırmış, hayret içinde bulunuyorlar ve mâteessüf İngilizler bizi alıp
götürürlerken arkamızdan yalnız seyirci olarak bakıyorlardı. Çünkü,
bizi götürünler yalnız ingilizler değildi. Hükümetimizin reisi bulunan
Mutasarrıf da beraberdi. Tabii ahâli mâzurdu.
ANTEB'İN
BÖYLE GÜNLER İÇİN YAPILMIŞ OLAN KOLLEJÎNDE, O KOCA BİNANIN ALTINDA NELER
OLDU
L
■' ~ ’
Doğruca
karargâha gidildi. Orada, otomobilden iner inmez Mutasarrıfımız içeride bulunan
Generalin yanma e
dâvet olunarak,
yanımızdan ayırdedildi. Bizim de başı
mıza
hemen süngülü bir İngiliz askeri bırakıldı. Artık mesele açık, bu konuda
düşünmeye ve şüpheye hiç hâ-i cet yoksa da Muhasebeci Bey hâlâ, "Bu ne
hâldir Yâ rabbi, ne oluyoruz? Başımıza gelen nedir?" diyor, Hoca Abdullah
Efendi metin ve sâkin bir tavırla elleri arkasında aşağı yukarı geziniyor ve
mırıldanıyordu.
Bu
hâl yanm saat kadar sürdü. Binbaşı Milis içeriden telâşla çıkarak, eliyle
Muhasebeci Besim Bey'i çağırdı. Besim Bey beş dakika kadar Generalin yanında
kaldıktan sonra soğuk bir çehre ile yanımıza döndü.
Ne
yaptığını sordum. "Ne olacak. Güyâ ben Ermeni evlerini tahrife
ediyormuşum. Ermenilerin şevkinde bir çok cinâyetler
yapmış ve Ermeni parasiyle zengin olmuşum. Câni imişim. General böyle
söylüyor" dedi. Aynı zamanda yüzünü öte tarafa çevirerek ve eliyle
sakalını tutarak "Aman Yârabbi, sen âdilsin, bu yaştan sonra başıma ne
geldi, bu nedir?" diyor, söyleniyordu. Kendisini teselli etmek istedim:
"Zararı yok Muhasebeci Bey, başka günahlarınıza kefarettir” dedim. Ona da
kızdı. Hakikaten adamcağızın bu gibi şeylerle hiç bir ilgisi yoktu. O yahuz
kendini bilen ve dâima kendini düşünenlerden biri idi. Lâkin,
fngilizler için yalnız horoz değil, onların nazarında, Ermeniler kimi seçerse
en mühim komiteci o olur, yâni kadın ve erkek ayırdedil-mediğinden arada bunun
gibi zavalhlar da gürültüye giderdi. Muhasebeciden sonra beni çağırdılar.
İçeriye girdim. Mektebin içinde küçük ve dar bir salonun ortasında resmi
üniformasını giymiş olarak oturmakta olan General Mac Andrew eliyle otur
işareti verdi. Aynı zamanda başını öne eğmiş, talihsiz ve uğursuz bir vaziyette
orada oturmakta bulunan Mutasarrıfın yanma bende çöktüm. Yüzü buruşmuş ve artık
şüphe yok ki beyni dahi sulanmış olan bu ihtiyar İngiliz Generalinin elinde küçük
bir kâğıt bulunuyordu. Gerçi Generalin yüzünde asabiyet eseri görülmüy orsa da
onun bana çevrilmiş olan bakışları, kendisinin hakkımda inandırıcı bir fikir ve
bilgiye mâlik bulunduğunu ve kara kalbinin zulüm ve garaz hırsıyla dolu
olduğunu gösteriyor ve devamlı, bir elindeki kâğıda ve bir de benim yüzüme
dikkatle bakarak dudaklariyle bir şeyler mırıldanıyordu. Ben bu soğuk çehreyi
görmekle beraber, kendisine karşı müdafaa ve itirazın katiyen en ufak bir fayda
temin etmiyeceğini ve onun âdetâ bizim için kurularak oraya özel surette
getirilmiş tertipli bir cinâyet vasıtası olduğunu anladım. General hâlâ bir
bana bir de elindeki kâğıda bakıyor, arasıra Kollej Müdürü Maril'e de İngilizce
bir şeyler söylüyor, lâkin fevkâlâde hırslanıyor ve âdetâ hiddetinden köpürüyordu.
Aynı zamanda Mani'in elinde ufak, siyah kaplı bir
defter bulunuyordu. Bunlar birbirleriyle biraz konuştuktan sonra Generalin sol
tarafında yer almış bulunan otuzbeş yaşlarında, bıyıkları traş edilmiş ve
yüzbaşı üniforması giymiş birisi bana hitâben "Siz Ermenilerin göçünde
burada bulundunuz ve onları şevkettiniz. Bu biçârelerin yollarda canlarına ve
mallarına taarruz edilmiştir. Bunlara sebep siz oldunuz ve hâlâ burada barış ve
düzeni ihlâl edecek birtakım teşebbüslerde bulunuyorsunuz. Onun için siz
cânisiniz. Barışın imzasına kadar uzak bir yerde kalacaksınız" dedi. Ben tabii bu sözleri reddettim ve Anteb'den başka yere giden
Ermenilerin hiç birisinin mal ve canlarına ufak bir tecâvüz bile
vukubul-madığını ve bunun sırf yalan ve iftirâdan ibaret olduğunu söyledimse de
bu sözlerim faydasız ve aslında Türk düşmanını kızdırmaktan başka bir netice
sağlamayacağı tabii idi. General tekrar İngilizce birşeyler söyledi. Tercüman
bana hitâben "Sizin bu şekilde hareketleriniz hakkında (Bu defa General
demeyip Müşir tâbirini kullandı) Müşir Hazretlerince kanaat sahibi olunmuştur.
Sizin hakkınızda İslâm ve Hıristiyanlar şâhit-tirler.
Huzurlarında fazla söz istemezler" dedi. Tabii dışarı çıktım. Fakat, hakkımda İslâmlarm da şahit olarak gösterilmelerine
çok şaşırdım ve üzüldüm. Gerek benim için ve gerek herhangi bir müslüman ve
müslüman olmayan için olsun, böyle bir iftira ve suçlamaya şahit olacak Anteb
de bir müslüman bulunmayacağına, müslü-manlar arasında böyle bir alçaklığı
yapacak bir şahsın bulunmadığına yakinen itimat ve kanâatim olduğundan dolayı,
bu söze bir manâ veremedim. Orada bulunan Mutasarrıf Bey tabii bütün bunları
işitti. Bir tek söz söylemediği gibi kafasını da yerden kaldırmadı. Yalnız
dışarıya çıkarken gözünün bir ucuyla yüzüme bakarak, güya bana karşı üzüntüsünü
belli etmek istiyordu. Halbuki, ötedenberi daima
bilmen sahte ve sırf riyâdan ibaret hareketleri gibi bu davranışlarına da
katiyen inanmıyor ve hatta orada hakkımda müslüman-larm şahit olarak
gösterilmesini, bu zatın acz ve korkaklığından dolayı General'e karşı vukubulan
saçma ifâdesine atfediyordum. Bu kanâatımda da haklı idim
ve
sabit kaldım. Çünkü Antep'e İngilizlerin gelişinden sonra, bir gün bir iş
dolayısiyle Mutasarrıfın yanına gitmiştim. Mutasarrıfın huzurunda Belediye
Reisi Şeyh Mustafa Efendi bulunuyor ve ona vermekte olduğu bazı işlere dair
emirler arasında, eski Mutasarrıf Ahmet Bey'in zamanında Ermenilerin göç
ettirilmeleri hakkında Ahmet Bey tarafmdan komisyona verilen tebligatlarla
ilgili ne kadar evrak varsa kendisine teslim edilmesine dair tembihlerde
bulunuyordu. Belediye Reisinin, Ahmet Bey zamanından kalma böyle bir evrak
bulunmadığını ve bunun sırf uydurma olduğunu söylemesine ve iddia etmesine
rağmen, kesin olarak mevcut bulunduğunu bildiğini söyleyerek, bunların lâzım
olacağından bahisle mutlaka kendisine verilmesinde İsrar ediyor ve istiyordu.
Bundan
başka, arkadaşlardan Hüseyin Cemil Bey'in Hâleb'de mevkuf iken bize vermiş
olduğu bilgilere nazaran, İngilizlerin Anteb'e geleceklerinden aslında haberdar
bulunduğunu, kendinden öncekilerin zamanına ait vesikaları araştırıp incelemesi
ve diğer muamelelerle sâbit olan Mutasarrıf, onların birkaç kişiyi tutup
götüreceklerine dair de evvelden bilgisi olduğu ve hattâ bir kaç kişi arasında
Hüseyin Cemil Bey'in dahi bulunduğu, hâdiseden yirmi gün evvel Cemil Bey'in
dayısı Sey-yafzâde Abdi Efendi'ye haber vermek suretiyle bilvâsı-ta ve bir defa
da Hüseyin Cemil Bey'i yanına çağırtarak Anteb'den gitmesini bizzat kendisine
tebliğ etmekten çekinmemişti. Bu duruma göre Mutasarrıf Celâl Bey baştan beri
ingilizlerin bu konudaki düşünce ve niyetlerine vâkıf ve bu gibi felâketlerin
meydana geleceğinden evvelce bilgisi olduğu halde, sırf kendi mevki ve emelinin
temin ve muhafazası ile sâdece İngilizlerle kendisinin arasındaki ahengin bozulmaması
için, muzır addettiği bir kaç arkadaşının fedâ edilmesine karar vermiş olduğu
anlaşılmış ve bu fikir ve kararlarına da yukarıda anlatılan hareketleri açık
bir şâhit olmuştur.
Benim,
Generalin yanından dönüşümde Evkaf memuru Hakkı ve Hüseyin Cemil Beyler de
getirilmişlerdi. General tarafından sorguya çekilirken, evvelce arananlardan
milletvekili Ali Cenâni Bey de pek sıkı bir itina ile sual olunuyordu. Kendisi
o sırada İstanbul'da bulunmaktaysa da Anteb'de gizleniyor zanniyle gerek
Anteb'de iken ve gerek Haleb'e nakledildiğimizde bir kaç defa aranmış ve
anlaşmanın arkasından Anteb'de kurmuş olduğu milis teşkilâtı hakkında bizden
bilgi istenilmişti. Ali Cenâni Bey hakkında, bu milis teşkilâtı sebebiyle Anteb
Ermenilerinin ve bilhassa Kollej heyetinin pek şiddetli kin beslediklerini o
zaman anlamıştık. Ali Cenâni Bey, o sırada Anteb'de bulunmuş ve ele geçmiş
olsaydı, hepimizden fazla hakâret ve işkenceye uğrayacağı şüphesizdi.
Benden
sonra Taşcızâde Hoca Abdullah Efendi çağırıldı. Diğerleri de Generalin yanma bu
suretle ve birer defa girip çıktılar. Hepimize isnad olunan suçların aynı
meseleden ve hususiyle bizler için tertip ve hazırlanmış birer plândan ibâret
olduğu anlaşıldı. Artık etrafımızda bulunan Ingiliz askerleri telâşa
başladılar. Bir taraftan askerler arasında yolculuk hazırlığı yapılıyor, diğer
taraftan oradaki otomobiller yerlerinden ileri geri hareket ettiriliyordu. Bunlara bakarak başka bir yere gidileceği anlaşılıyorsa da, henüz
ne olacağımız ve nereye sevkolunacağımız bildirilmiyor, yalnız eğer başka bir
tarafa gidilecekse hiç olmazsa ailelerimizi görmek, biraz para ve çamaşır
almak, memuriyetlerimizi ve dairelerimizde açık ve meydanda kalan evrak ve
birtakım mühim işlerimizi birer emin ele bırakıp, yine dönmek üzere izin
istiyoruz, kabul olunmuyor ve hemen hareket edileceği tebliğ ediliyordu.
Hepimizin
üzeri arandı ve ceplerimizdeki para, evrak ve fotoğraflarımız alınarak
otomobillere bindirildik.
Yalnız
bir şeye ihtiyacımız olduğu taktirde, ailemize birer
tezkere yazılmasına ve bunların arkamızdan gönderilmesine izin verildi.
Cânilere bile revâ görülmeyecek bu vahşice muamele karşısında ne diyeceğimizi
şaşırdık. Lâkin elden ne gelir. Bu konuda ne kadar rica ettikse de kabul
edilmeyip, otomobillerimiz hareket ettirildi.
Mutasarrıfın
vazifesi de orada, bu suretle, yani bizi İngilizlere teslim etmekle sona ererek
yerine döndü. Burada hiç unutamıyacağım bir şey varsa o da, zavallı Muhasebeci
Bey'in oğlu Kulecik Kapısına kadar gelmiş, boynunu bükmüş, mahzun bir şekilde
babasının arkasından bakıyordu. Biçârenin yavrusuyla iki kelime olsun
konuşmasına izin verilmiyor, mahzun çocuk ta kapıdan koğuluyordu.
Önümüzde
makineli tüfekle donatılmış bir muhafız otomobili, arkamızda aynı şekilde
düzenlenmiş diğer bir otomobil bulunuyor, biz ortada, dehşet ve süratle
karargâhtan ayrılırken, bizi seyretmek için Koliejin önünde toplanmış olan
Ermeniler tarafından yapılan hakaretlere da mâruz kalıyorduk. Bunlar bize
gülüyor ve içlerinden bâzdan da arkamızdan taş atıyorlardı.
Bu
muamelelerde en fazla nüfuz ve tesir gösteren; Generalin bizi yanma
çağırdığında ve sorgu sırasında tercümanlık görevini yapan yüzbaşı üniformalı
şahıs oluyordu.
Bütün
davranışları itibâriyle mühim bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu.orada
bu şeytanca düşünceleri saklamamasiyle anlaşılan bu herifin kim olduğunu daha
sonra anladım. Amerikan Kollejinde öteden beri müfettişlik vazifesiyle
görevlendirilmiş bulunan Doktor Trobiliç imiş. Oldukça iyi Türkçe bilir, son
derece kötümser ve Türk aleyhtarı bir misyonerdir. Maril'e gelince ce, bunun hakkında
söyleyecek söz bulmaktan âcizim.
Otuz
seneden beri Kollej Müdürlüğünde hizmette bulunmakta olan bu kindar
misyoner, bu müddet zarfında halkın çoğunluğu, özellikle memleketin ileri
gelenleri kendisini iyi tanırlar ve daima ona karşı bir hocaya yapılacak
hürmeti yaparlardı. Maril, Liva memurları ile dahi genellikle temasta bulunur,
dairelere her ne zaman ve her ne iş için olursa olsun serbestçe girer, gerek
harbden önce gerek harb halinde iken memlekette bir yabancı değil, âdeta yerli
bir üstâd gibi memurlardan ve halktan yardım ve kolaylık görürdü.
İşte
otuz sene Anteb'de geçirmiş olduğu bu mühim ve uzun misyonerlik hayatı içinde,
bir müslümandan zerre kadar hürmetsizlik ve hiç bir zaman kötü muamele görmemiş
olan bu hâin, son zamanlarda ve bilhassa İngilizlerin Anteb'e girmelerinde
gayet müfrit bir müs-lüman düşmanı olarak ortaya çıkmış ve o zamanlardan
itibaren maskesini atmıştır. Her
zaman hak ve adaletten bahseden bu İngiliz tohumu misyoner, garibdir ki
birdenbire adâlet ve insâniyetten uzaklaşmıştır. I)aha sonra Haleb'le Anteb
arasındaki Ermeni komitelerinin haberleşmelerine açık surette aracılık yapmış,
onların yerli müslümanlar aleyhinde tertipledikleri fesat plânlarının
İngilizler nezdinde tatbiki hususunda mühim ve pek yararh roller oynamıştır. Bu suretle Maril, Ermeni-lerin sevk ve gönderilmesi sırasında
onlara karşı tam bir vatandaşlık vazifesini yapan ve her türlü yardım ve
insanlığı esirgememiş olan ve hattâ Ermeniler memleketi terkederlerken
birbirleri aleyhinde yapmış oldukları yalan dolan ve kışkırtmaların hiç
birisini onlar hakkında yapmak tenezzülünde bulunmamış, bilâkis kendilerine
acıma ve sevgi göstermiş ve çoğunun gitmemelerine sebep olan o soyu temiz
Anteblilere her türlü fenalığı yapmış ve yapmak için İngilizleri açıkça sevk ve
teşvik etmiştir. Çünkü mektebin karargâh yapılması ve bu sayede Maril'in
İngilizlerin emrinde tercüman olarak görevlendirilmesi, bu mel'unca istek ve
arzularının yerine getirilmesine tamamen yardımcı olmuştur.
Geceleri
Ermeniîerden en adi ve birtakım boyacı, tenekeci, hamal güruhundan ve güya
komitecelik yolunda bulunmak ve ölmek isteyen ve Türklerden intikam almak
sevdasında bulunan serserileri karargâha sokarak, bunları komiteye mensub gayet
cesur fedâiler olarak ' İngilizlere tanıtmak ve Ermeni fahişelerinin artık
paçavraya dönmüş olanlarını, seçilmiş göstererek onlara takdim etmek suretiyle,
beyinsiz îngilizleri iğfâl ve bunun gibi rezilce tertiplerle her arzusunu
yerine getirmeye muvaffak olmuştur.
Baştan
beri anlatılan hâdiselerden anlaşılacağı gibi, îngilizlerin Anteb'e
girişlerinde, Mutasarrıf Celâl Bey'in kılavuzluğu ile doğrudan doğruya Kolleje
giderek orasını kendileri için karargâh edinmeleri ve mektebin müdürü Maril ile
Doktor Trobiliç'in orada bulunmaları, îngilizlerin memlekete ilk girişleri
itibariyle yerli halk hakkında kin ve nefretlerinin celbine sebep olmakla
beraber, bütün Anteb müslümanlarını Ermeni düşmanları olarak tanımalarına da
pek çok yardım etmiştir.
Ben,
Maril hakkında ve o nankör misyoner için defalarca izâhatta bulunmak ve onun
Türkler hakkında beslediği fikir ve vicdânı hakkında kanâatimi daha açık ve
etraflıca açıklamak isterdim. Buna hatıralarımın hacmi müsait olmadığından öte
tarafını erbâbma ve bu hakikâtlere benimle birlikte şâhit olanların
vicdanlarına terkediyoruın. Ancak, gerek Maril'in ve gerek arkadaşı Trobiliç'in
bu son hizmetleri ve İngiliz medeniyet ve adâleti hakkında zihniyet
taşıyanların bu haksız düşünceleri ve memleketin uğramış olduğu bu elim
felâketin hazırlayıcılarıdır. Bu yanlış fikir ve düşüncelere katılması
yüzünden, işgâlin başlangıcında gösterilen beceriksizlik ve Uyuşukluktan dolayı
hatâlar olduğunun, Anteblilerce unutulmayacağına eminim.
HALEB'E
VARIŞ
23
Kânun-ı sâni (Ocak 335 (1919)
Öğleden
sonra Anteb'ten hareket edilmişti. O gün akşam beşbuçukta Haleb'e varıldı.
Cemiliye Mahallesinde oturan İngilizler tarafından polis karakolu olarak kullanılan,
oldukça büyücek bir evin alt katında bir ye-1 re bizi hapsettiler. Burası
rutubetli ve zemini tamamen ;
topraktan ibâret, hasırsız ve
döşemesizdi. Hemen etra-
j
fımıza bir çok İngiliz askeri
toplanarak bizimle alay et-
meye
başladılar. Hoca Abdullah Efendi'nin başından sarığını alıp boğazına dolamak ve
yumrukla biçârenin f kafasına vurmak gibi eziyet ve hakâretleri yerine
getir-mekte kusur etmediler. İşte medeniyet dedikleri heyu-jî lâdan bir örnek.
İşte İngilizlerin İslâm düşmanı olduklarını bilmek için açık bir ibret...
Hoca
Efendi, o günden itibâren İngilizlerin karşısında ve esârette bulunduğu
müddetçe sarık sarmaktan çekinmiştir. Çünki her zaman hakaretlere, sövüp
saymaya ve tecâvüzlere mâruz kalmıştır. Kahpe İngilizlerin sahte gösterişlerine
inanmıyacağız. İngilizler hiç bir zaman İslâm dostu olamazlar. Gözlerimizle
gördük ve kulaklarımızla, bir çpk münevver tabakalarından olması lâzım gelen
subaylarının ağızlarından işittik. Onlarca, müslümanlara eziyet ve hakaret
etmek âdeta vicdani bir vazife ve mukaddes bir hizmetten sayılmıştır. Bu
hakikâti henüz iyice bilmeyenler varsa, kolayca anlamak için bizde pek çok
deliller mevcuttur. Harbde ln-gilizlerin ellerine esir düşerek daha sonra
memleketlerine dönen askerlerimizin hallerini görmek ve bu konuda derince bir
inceleme yapmak yeterlidir. Yirmibin-den fazla müslüman esirin, Mısır’ın
Abbâsiye Hastaha-nesinde ameliyat bahanesiyle gözleri çıkarılmış, ayakları ve
kolları kesilmiştir. Mısır'dan İstanbul ve Anadolu'daki aileleri yanına dönen bir çok Rum ve Ermeni esirleri de mevcuttur. Hangisinin gözü
kör, ayağı topaldır? Çoğunlukla sağlam ve uzuvları tam olarak dönmüşlerdir.
Bütün kör, topal ve kolsuzlar müslüman esir-lerindendir. Acaba, müslüman
olmayan esirlerden hiç birinin gözü ağrımadı mı? Göz hastalığı yalnız
müslü-manlarda mı meydana geliyor ve ameliyat ihtiyacı onlarda mı
hissediliyordu?
İnşallah
ileride bu konuyla ilgili ayrıca bilgi verile-binden fazlasını sakatlar
arasında terhis ederek, bir vapura doldurup İzmir'e çıkarmışlardı. Kordon'da
biçâ~; reler dizi ile birbirlerini yederek sürünürlerken, kendileri, yani
medeniyetin yüz karası olan İngiliz memurları, o alçaklar, iftiharla ve gülerek
bunları seyretmişler, medeniyet âlemine karşı işlemiş oldukları bu vahşice
cinâyetten dolayı yüzleri bile kızarmamıştır. Onun için İngilizlerin sahte
görünüşlerine artık aldanmayacağız.
Çünkü,
her halde insanlar kendi cinsine böyle bir muamele edecektir.
İlk
gecemiz k a r a k o 1 d a n a s 11 g e ç t i:
İngilizler,
beşimizi bir yerde, kollarımızdan iple ve sağlamca bağlayarak, ipin ucunu
duvara çakılı bulunan demirden bir kazığa sıkıca sardılar. Bağlamak tabii bir
şey gibi ise de, bu şekilde kazıklara sarılmak meselesi beni o esnada
düşündürüyor ve hayrette bırakıyordu.
Geçen
sene İngilizler bu zavallı askerlerimizden iki meleyi kesinlikle yapamazlardı.
Altlarımız
rutubet, hava soğuk ve yanımızda ekmek ve yiyeceğe dair hiç bir şey yok. O gece
saat onbuçuğa kadar orada aynı vaziyette kaldık. Hattâ tuvalete dahi beş
arkadaş bağlı olarak gidip geldik. Bu müddet zarfında gerek Hindlilerden, gerek
Ingiliz çavuş ve polislerinden pek fena hakâret ve işkenceler gördük. Gece saat
onbuçuk idi. Bulunduğumuz yere fenerli bir Ingiliz subayı gelerek bizi bir kaç
süngülü ile oradan kaldırıp yine Gemiliye Mahallesinde eski Sultani mektebine
getirdi. Burada bize kıldan bir keçe ile birer de eski yorgan verdiler ve artık
yatabileceğimizi işaretle bildirdiler. Karakolda bağlı iken İngiliz polisleri
tekrar üzerlerimizi aradılarsa da, tabii bir şey bulamadılar. Çünkü Kollejde
evrak ve paralarımızı tamamen almışlardı. Yalnız, benim elimde kalmış olan
gümüşlü bastonumun bir İngiliz polisi tarafından gasbedilmek fırsatı
kaybedilme-mişti.
Şurası
unutulmamalıdır ki; İngiliz memurları pek arsız, rüşvetçi ve yağmacıdırlar.
İngiliz memurları Türkle-rin ve ellerine geçen müslüman esirlerinin üzerlerinde
buldukları eşya ve parayı aşırmaktan pek çok zevk alırlardı. Bunlar da
ayrıntılariyle, yani İngilizlefin rüşvet almak ve insan soymaktaki mahâretleri,
ileride anlatılacak olan Mısır esaret faciası arasında kayıt ve izah
olunacaktır.
Sultani
mektebinde gerçi bağlı değildik lâkin, o geceyi pek
heyecanlı ve korkular içinde geçirdik. Korkmaya da hakkımız vardı. Zira
Kollejde iken General tarafından tebliğ olunan hüküm, yâni
"Canisiniz!" sözü bittabi hatırlanıyordu. Bundan başka, karakolda
iken, gece saat ikibuçuktan sonra idam edileceğimiz dahi bildirilmişti. Gece
yarısından sonra arkadaşlardan bazıları uykuya dalmışlardı. Muhasebeci Bey'le
ben henüz uyu-: mamıştık. Müthiş bir gürültü ve gösterişle bir subayın
kumandasında on Hindli silahlı askerden meydana gelen bir müfreze, yatmakta
olduğumuz odadan içeri girerek, başımızın ucunda ve harb nizâmı safında
durdular. Subay bunlara "Silah doldur!" kumandasını verdi. Silahlar
dolduruldu. Askerler silah doldur vaziyetinde "Ateş" kumandasını
bekliyordu. Subay eliyle işaretler ve bizi kastederek bir çok
kumandalar veriyorsa da ateş edilmiyor, fakat askerlere karşı pek heyecanlı ve
harâretli sözler söylüyordu. Biz tabii sesimizi çıkarmıyoruz ve yorganın
altından bu korkunç manzarayı seyrediyoruz. Yarım Saat kadar İngiliz subayının
bu gösterişi devam etti. Daha sonra "Silah omuza" kumandasını vererek
odadan defolup gitti. Nihayet bunun da akşamdan beri sırf bizi korkutmak ve
usandırmak için icrâ edilen tehditlere benzer, ancak bir blöften ibaret olduğu
anlaşıldıysa da o dakikalar içinde insanın aklına her şey geliyor; üzülmemek,
ürkmemek mümkün olmuyordu.
Ingilizler
bize gerçekten pek çok önem veriyorlardı. Odamızın içinde iki süngülü ve bir de
dışında kapının önünde olmak üzere üç asker nöbetçi bulunuyordu. İlk gittiğimiz
günler ekmek ve sigara hattâ bir bardak su dahi verilmediği gibi birbirimizle
konuşmaya da izin verilmiyordu. Üç günden sonra, bir sabah yanımıza bir İngiliz
yüzbaşısı geldi. Mevkuf bulunduğumuz mahallin polis müdürü imiş. Neye
ihtiyacımız olduğunu sorarak, şayet paramızla bir şey sağlanması istenirse, bir
gün evvel yazılıp resmen bilgi verilmesini ve tercüman vasıtasıyla istediğimiz
eşyaların çarşıdan sağlanıp getirileceğini tebliğ etti. Subayın yanımızdan
ayrılmasından sonra su,' ekmek ve sigara verilmeye başlandı. Durumun birdenbire
bu şekilde değişmesinden dolayı biraz telâşımız da kayboldu. O gün bize bir
miktar mercimek yemeği dahi verildi ve paramızla istediğimiz eşyalar da geldi.
Ur
falı D i ş i k ı r ı k - z â d e Halil Ağa ile Muallim Sedat Bey nasıl
geldiler?
Halil
Ağa, bir gece pek dehşetli bir muamele ile yanımıza getirildi. İki elinde,
içlerinde pirinç ve çay dolu birer küçük torba bulunuyordu. Süngülülerin
önünden koşarak bulunduğumuz odadan içeri girdi. Gözleri yumruk gibi dışarıya
fırlamış ve âdeta soluğu kesilmişti. İfâdesine göre, Anteb'e
iki araba ile gelmiş, orada Ermeni hizmetkârları tarafından İngilizlere yapılan
ihbar üzerine yakayı ele vererek, bir gece Anteb Kollejin-deki İngiliz
karargâhında yattıktan sonra ve pek çok işkenceler gördükten sonra Haleb'e
sevkolunmuş ve aynı gece bizim bağlı olarak bulunduğumuz yere getirilmiş olan
bu zât, ilk geldiği gece çok telâş ediyor ve korkuyordu. Korkmasındaki
sebeplerden biri de elindeki beyaz torbaların içinde böyle erzâkın bulunmuş
olmasıydı. Güya bu erzakları, kendisini ahrete yolculuğa hazırladıklarından
dolayı son gıdası olarak eline verdiklerini ve idam etmek için götürüyorlar
zannettiğini söylüyordu. Bizim yanımıza getirilmesinden dolayı biraz telâşı
kaybolduysa da, vicdanı devamlı bir üzüntü ve sıkıntı geçiriyor ve devamlı
Anteb'de Ermeniler tarafından zaptedilen arabalarından bahisle, bunların acısı
biçârenin uğramış olduğu bu beklenilmeyen felâketten dolayı kedere dönüşerek,
ruhundaki garibliği gittikçe arttırıyordu.
Daha
sonra yanımıza, bizden evvel Anteb'ten Haleb'e sevkedilmiş olan Muallim Sedat
Bey getirildi. Sedat Bey'in tutuklanıp sevkedilişi yukarıda anlatılmıştı. Sedat
Bey'in ifâdesine göre Haleb'e getirildiği gün, Hamidiye kışlasında penceresiz
ve ateşsiz soğuk bir odaya yalnız olarak kapatılmış, bir kaç gün orada mevkuf
bırakıldıktan sonra kurtulduğuna dair kendisine İngilizler tarafından müjde
verildiği halde tahliye edilmeyip, bir gün evine götürülmek üzere mahbushâneden
çıkarılarak doğruca yanımıza getirilmişti?
İngiliz
memurlarının her zaman ve her muamelelerinde yalan söylemek alışkanlıkları
olduğunu bildiğimiz ve pek çok defalar tecrübe ettiğimizden dolayı biz, Sedat
Bey'e karşı yapılan bu aşağılık muameleyi de tabii onlar için çok görmedik.
Sultani mektebinde onbeş gün mevkuf kaldık. Bu müddet zarfında boş oturmayıp
bir taraftan da feryad ve şikâyetlerde, resmen dilekçeyle müracaatta
bulunuyorduk. General Mac Andrew'y a vermiş olduğufnuz
dilekçede, Anteb’in Türkiye’nin bir parçası olup hâlâ Osmanlı hükümetinin
hâkimiyet ve s idaresinde bulunduğundan dolayı bizi oradan alıp getirmeye ve
hapsetmeye yetkisi olmadığını ve bu hareketin anlaşma hükümlerine ve Devletler
Hukuku kaidelerine tamamen aykırı bulunduğunu beyan ve iddia ile beraber, böyle
sebebsiz ve tahkikatsız bizlerin ve özellikle memur olduğumuz için
vazifelerimizin başından alınarak yabancı bir memlekette hapsedilmekliğimizin
adâ-İet ve insanlığa aykırı olduğunu ve dolayısiyle tahliye ile vazifemize
iademize izin verilmesini veyahut bizi muhakeme etmeye yetkili bir mahkemeye
tevdi etmesini rica ettik.
Derhal
yanımıza bir binbaşı gelerek beraberinde bulunan bir Ermeni tercüman
vasıtasiyle, kendisinin özel olarak General tarafından gönderildiğini
söyleyerek, bu gibi şikâyetlere lüzum olmadığını ve bir kaç gün sonra Mısır'a
sevkolunarak orada sulhun aktine kadar kalacağımızı ve hakkımızda bir taraftan
da tahkikât yapılacağını tebliğ ve ilâveten, büyüklerimizin tutuklanmalarına
kadar bizim sahverilmeyeceğimizi bildirdi.
"Büyüklerinizin
tutuklanmalarına k a d ar salıverilmeyeceksiniz " sözleri nasıl
karşılandı:
Büyükleriniz
sözünü sarfetmekten ve maksadının neden ibaret olduğu ve bu hale göre bizi bir
kaç kimseye bedel rehine olarak tevkif etmiş oldukları anlaşıldığından, elde
olmadan herifin bu sözü hepimiz tarafından tebessümle karşılandı. Çünkü, bir İngiliz binbaşısının ağzından çıkan böyle adi ve
sırf aczden dolayı, zelilce bir tâbire gülmeye hakkımız da vardı.
Bunun
üzerine binbaşı, çok fazla hiddetlenerek yanımızdan ayrıldıktan sonra, isim ve
şöhretlerimiz ile ailelerimizin nüfusları ve eşkâllerimiz tesbit edilerek
yazıldı.
Hamidiye
Kışlasına nakil:
O
gün yazma işleminin sona ermesiyle beraber büyük otomobiliyle, Hamidiye
Kışlasına nakledilmiştik. Kışlada, Haleb'de tutuklanarak bir
müddetten beri Arab zâbıtasmın nezâreti altında bulunduklarını evvelce haber
almış olduğumuz Antepli Batbatzade Nuri ve Diyarbakırlı Abdülvehhab, arkadaşı
Çelil ve Sabri ile Hazireli Hacı Mehmet ve Mardin polislerinden Hacı Süleyman
Efendiler ile Antakya jandarma çavuşlarından Yusuf Çavuş ve Haleb şube
riyâsetinden emekli Binbaşı Hüseyin Bey'i dahi aramıza kattılar. Bunlarla
beraber mevcûdumuz onaltı kişiye ulaşmıştı. Biçâreler hepsi ümitsiz, kederli ve
her biri birer türlü iftirâlarla evlerinden zorla alınarak oraya getirilmiş
zulüm görmüş
kişilerdi.
Kışlanın
kapı pencereleri bulunmadığından ve mevsim dolayısiyle hava da gayet soğuk
olduğundan, dört gün mevkuf kaldığımız bu yerde son derece zahmet çekilmişti.
Buradan
daha beter ve fena olan Şerbetçi Hanı'na nakil:
Evvelce
belirtildiği gibi, îngilizler bize pek fazla önem vermekle beraber, binbaşının
yanımıza gelişinde "Büyüklerinizin tutuklanmalarına kadar
kalacaksınız" sözünü tebessümle karşılamamız onları son derece
öfkelendirmiş ve hakkımızdaki muameleleri günden güne değişmiş ve
şiddetlenmişti.
Ancak,
her ne yaptılarsa azim ve kararlılığımız katiyen azalmayıp aksine arttı ve
cesâretimiz günden güne daha fazla yükseldi. Onların bu alçaklıklarını görünce,
o tehlikeli saatler bizim için pek güzel ve âdeta mühim bir imtihan, bir ders
oldu. Bizi henüz Mısır'a sevketme-diler Haleb'e varışımızdan yirmibir gün sonra
Hamidi-ye Kışlasından dahi kaldırılıp büyük bir yük otomobiline bindirilerek,
etrafımızda süngülülerle Haleb'in çarşı ve mahalleleleri arasında teşhir
edilerek, Cedide mahallesinde bulunan Şerbetçi Hanı'na nakledildik. Eşâsen
kışlaya naklolunurken ve kışlada bulunduğumuz müddetçe hakkımızdaki muameleleri
büsbütün başkalaş-mıştı. Adeta cânilere mahsus muameleler görüyor ve sokaklarda
teşhir olunuyorduk.
Şerbetçi
Hanı'nda, onaltı kişi olduğumui: halde bizi penceresiz ve dar bir ahırda
hapsettiler. Gerçi kapı üzerimizden kilitli değil, açık bulunuyordu. Fakat
burası esasen hayvan ahırı olup, gayet rutubetli, etrafımızda hayvanlar bağlı
olduğundan dolayı hayvan ve gübre kokusundan ve rutubetten son derece rahatsız
idik. Bundan başka, orada bize daha fena bir muamele yapılmakta idi ki, böyle
bir hareketin insanlara değil canavarlara dahi yapılmasını dünyada kabul edecek
bir millet ve hiç bir vicdan tasavvur edilemezdi. Dolayısiyle Ingiliz
milletinin de insanlara karşı bu derece rezilce muamele ve hakâretin
yapılmasına razı olamıyacağı zannolunurdu. Fakat o zamanın sefil ve zafer sarloşlu-ğuyla
mecnun denilecek kadar çılgın bir kaç memuru tarafından, mâtteessüf o koca
Britanya hükümetinin oradaki ezici kuvveti karşısında ve bir
çok generallerinin ve subaylarının gözleri önünde bile bile
yaptırılırdı. B izler tarifi mümkün olmayan tecavüz ve hakaretlere mâruz
kaldık. Her gün sabahtan akşama kadar ve haxttâ geceleri saat sekize kadar,
erkek ve kadın binlerce Ermeni, mevkuf bulunduğumuz ahırın karşısında seyirci
olarak toplanırlar, bize karşı her türlü galiz kelimeleri bağırarak söylerler,
taş atarlar, saniye göz açtırmazlardı. Medeniyet ve insanlık dışı olan bu
muamele, o pis ahırda tamam onsekiz gün aralıksız devam etti. Bir kaç defa,
bize tercüman olarak gönderilen Ermeni Zurnacıyan vasıtasıyla, oradaki İngiliz
polis müfettişliğine şikâyet ettik isek de faydası görülmedi. Nihayet
şikâyetimizi resmen, bir dilekçe şeklinde vermeye karar verdik ve aşağıdaki
dilekçeyi yazarak gönderdik.
İngiliz
Polis Müfettişliğine
Biz,
aşağıda imzası bulunan mevkuflar hepimiz, mâ-sumiyetimizden emin olduğumuz cihetle,
tahkikat neticesine ve General Mac Andrew cenaplarının vermiş oldukları sözün
yüceliğine güvenerek, can sıkmaktan sarf-ı nazar etmekteyiz. Ancak, buraya
getirildiğimiz tarihten beri, binlerce Ermeni erkek ve kadını karşımızda
toplanarak, .sabahtan akşama kadar bizi tedirgin etmektedirler. Aynı zamanda
bunlar tarafından aşağılayıcı söğüp saymalara da mâruz kalmaktayız. Biz bugün
ahır içinde mevkuf bulunduğumuzu bilmekle beraber, aynı zamanda bir İngiliz
evinde, önün nüfuz ve himâyesi altında olduğumuzu dâhi unutmuyoruz. İnsanlara
ve insanlığa yakışmayan bu hâlin devamına, hiç bir vicdan ve özellikle
adâletşinaslık iddiasında bulunan İngiliz medeniyetinin râzı olmıyacağı
tabiidir. Dölayısiyle bu müracaatımızın yüce katınızda kabul edileceğini ümit eder,
hürriyetimize karşı yapılmakta olan tecavüzlerin önlenmesini rica ederiz.
İmza
Bütün
Mahkumlar
Polis
müfettişi olarak, tercüman Zurnacıyan'm bize tanıştırmak istediği bu adamı
görenler zannederler ki, İngilizler tarafından özel surette Haleb için ve
Haleb'in o mâlum ve meşhur olan zerâfet ve nezâketine karşı ;
seçilerek gönderilmiş bir şahsiyettir. Müfettiş, dünyadaki insanlar
arasında en çirkin manzarayı gösterecek, abus çehreli ve görünüşü iğrenç
tabirine hakkıyla lâyık olacak derecede bir surata mâlik bulunduğundan dolayı,
tabii ona göre de vİcdâna sahipti.
Müracaatımız
üzerine ahırın kapısına kadar gelebildi. Evvelâ hayvanlan ziyaret ettikten
sonra, tercüman vası-tasiyle onları menedeceğini ve bizim için şehir içinde
başka uygun bir yer aramakta olduğundan bir kaç güne kadar bu ahırdan
çıkarılacağımızı ve bu sebeple böyle şikâyetlerde bulunmamamızı bildirdi. Fakat
müfettiş oradan ayrıldıktan sonra evvelki rezâlet yine başladı. Ermeniler,
sabah, öğle ve akşam günde üç nöbet olmak üzere, bâzı günler durup dinlenmeden
bize karşı olan bu vazifelerini yerine getirmekte kusur etmemekteydiler. Hattâ
arasıra Antebli Belbeliyan Oseb, Arakiryan Nazar ve Halıcı Huseb adlı şahıslar
ve daha başka bunun gibi tanınmış ve ileri gelenler dahi seyirci olarak o rezil
topluluk arasında bulunuyorlardı. Hal bu şekilde devam etmekte iken, bir sabah
Ingiliz polis çavuşlarından birisi elinde kâğıt ile tutuklu bulunduğumuz
ahırdan içeri girdi. Hepimiz dikkatle gözlerimizi ona dikiyor ye ne diyeceğini
sabırsızlıkla bekliyorduk. Ingiliz çavuşu elindeki kâğıda bakarak
"Muhasebeci Besim Bey" bizim taraftan bir ses: "Burada",
"Eyüb Sabri", ."Burada", "Hüseyin Cemil" ilah...
Mesele anlaşıldı. İsimleri okunmakta olan ve evvelce gelmiş bulunan beş arkadaş
ile Sultani mektebinde bize katılan Muallim Sedat Bey ve Urfalı Dişikırık-zâde
Halil Ağa'nın ki toplam yedi kişinin yarım saat sonra hazır olmamız tebliğ
olundu.
Arkadaşlar
hep bir ağızdan "Nereye, nereye?" diye bağırdılar. Sedat Bey ileriye
atılarak "Mısır'a mı gidiyoruz?" Sırçan İngiliz çavuş cevaben,
"Yes, Mısır" dedi. Neticede Mısır'a gideceğimiz tamamen anlaşıldı.
Tabii sevindik. Çünkü o uğursuz ahırdan kurtulmak için daha uzak yerleri ve
Ermenilerin rezâletlerinden uzaklaşmak için sürgün yerlerini bile tercih
etmekteydik. Artık herkesin elinde saat, devamlı saatlere bakılarak
bekleniyordu. Tekrar İngiliz Çavuşu telaşla gelerek, "Come on (gel) Mösyö,
haydi haydi" diye kumanda ediyor, biz de eşyalarımızı topluyoruz.
O
sırada arkadaşlar arasında öpüşme ve ağlaşmalar
Bu
manzara cidden pek dokunaklı idi. Felâket zamanında bir yerde birlikte yatıp,
yemek ve içmek suretiyle arkadaşlık kurmanın hiç bir ilişki ve yakınlıkla
kıyaslanamayacağını ben o gün takdir edebilmiştim. Çünkü o zamana kadar öyle
bir vak'aya tesadüf etmemiş olduğumdan dolayı, bunu bilmemekte mâzur idim. Öyle
musibetti günlerde insanlar arasında daha sağlam bağlar ve sevgiler meydana
geliyor. Bir çok yerlerde, özellikle uzun boylu vapur
ve tren seyehatlerinde ve otellerde karşılaşarak samimiyet kurmuş olduğum
ak-kadaşlanm pek çoktur.
Bunlardan
ayrılırken müteessir olmaz değildim. Fakat bu defaki hâl pek başka idi. Bilmem
nedendir, cidden kalbimde her zamankinden çok, fevkâlâde derin ve acı tesirler
hissediyordum.
Binbaşı
Hüseyin Bey, seksen yaşında bulunan o mü-bâret ihtiyar, devamlı ağlıyor,
sevdiği ak sakalının üstüne dökülen göz yaşları bizi
cidden dilhun ediyor ve sırada her şey gönüllerde birikiyordu. Bir taraftan,
güle güle yanlarından ayrılarak bir saat soıira ansızın gelen bir felâket
sebebiyle düşman pençesine düşmek suretiyle, bir daha yanlarına denemediğimiz
yavrulardan bütün bütün uzaklaşmakta olduğumuz dakikalar içinde bulunduğumuzu
hatırlayıp, onların ve bizim âkıbetimi-zin ne olacağını düşünüyoruz. Diğer
taraftan bizi kolları arasına almış, göz yaşlarını
yüzlerimize sürmekte ve bizi bütün samimiyetleriyle ocaklarından bırakmak ve. bizden ayrılmak istemeyen o felâket arkadaşlarına bakıp bir
türlü kendimizi tutmaya muktedir olamıyoruz. Binbaşı Hüseyin Bey, Diyarbakırlı
Abdülvelihab Efendi çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar, Hoca Abdullah
Efendi, Ezân-ı Muhammedi okuyor fakat kendini zaptedemiyerek ağlıyordu. Zavallı Hüseyin Bey, bü muhteşem ihtiyar, seksen yaşında olduğu ve
hiç bir kabahati olmadığı halde, sırf Türk olarak Haleb'de yaşadığından dolayı
tutuklanıp oraya getirilmiş, henüz kendisine bir sual bile sorulmamış ve
devamlı işkenceler, hakâretler ve baskılar altında bulunmuş olduğundan dolayı,
biçâre, elindeki beyaz mendili ile gözlerini silerek; "Evladlarım, siz
gidiyorsunuz, bu uğursuz yerden kurtuluyorsunuz. İnşallah geleceğiniz de
iyidir, hayırlıdır. Aceba bizim burada halimiz ne olacak ve bu alçak kâfirler
bize daha neler yapacaklar?" diyor ve ağlıyordu. Filhakika doğru
söylüyordu. Çünkü biz o yerden pek usanmış ve bezmiştik. "Ya ölüm, ya
Mısır" diye bağırıyorduk ve Mısır'a gitmek istiyorduk. Zira orada bir
dakika yaşamak, bizim için ölümden beter güç ve en müthiş, zindanlarda
yatmaktan daha işkenceli ve daha elim idi. Artık herkes birbirine sarılmış
ağlaşıyor, İngiliz çavuşu da şaşkın bir vaziyette, karşımızda bizi
seyrediyordu. Yârabbi o ne hazin manzara...
Sanki
orası bir mâtem yerini temsil ediyordu. Tutulduğumuz gün ve ondan sonra bir çok korkunç saatler geçirdik. Katiyen metanetimizi
bozmamış ve bu derece müteessir olmamıştık. Bilmem o gün ne olduk. İnsanların
cidden sebatsız mahluklar oldukları ve her şeyle
beraber âdet ve tabiatlarının da değiştiği, denildiği kadar doğru imiş. Bir gün
görürsünüz, cihan bir virâne hâline gelse umurunda olmaz, yarın bakarsınız bir
bi-nânın iki taşı düşmüş olduğunu görür de ağlar. Dağların dayanmadığı
kederlere tahammül eden insanlar, derede bir hüzünlü ses işitir de müteessir
olurlar. Şu misâl, o zamanki duruma gerçekten uygundu.
Çünkü,
zavallıların bazıları bir kaç gün önce sabahleyin evlerinden çıkarak bir daha
geri dönmemiş, birtakımları da gecenin yarısında ansızın yatağından alınarak
oraya getirilmiş, bir kere ailelerine vedâ edememiş ve her biri bir çok evlât
ve maldan ayrılmış oldukları halde, o dakikaya kadar metânetlerini bozmamışlar
iken, o günün ayrılık vakti, bu felâket mâcerâlarının hepsini hatırlatmış,
artık kimsede soğukkanlılığı muhafaza edecek kuvvet kalmamıştı.
Evet,
o uğursuz yer hapishaneden, zindanlardan ve insanlar için yapılmış olan işkence
yerlerinden daha fena, daha korkunç ve usandırıcı idi. Hâsılı, tam mânâ-siyle
iğrenç bir yer ve cidden bir kara mâtem yeri idi.
O
uğursuz han, daha bir çok esrârengiz cinayetlere ve
gatib hâdiselere sahne olmuştur. Orada bir çok
Ha-lebli dindaşımız hapsedilerek, onlara da geceleri sabaha kadar işkenceler ve
pek fena ve zâlimce muameleler, idam cezaları tatbik ve icrâ edilmiştir. Bundan
öte tarafı Haleblilerce mâlumdur. Artık vakit tamam olmuştu, Eşyalarımızı
hamallara verip oradan ayrıldık. Arkadaşlarımızdan Hüseyin Cemil Bey ve Hoca
Abdullah Efendiler, orada mevkuf kalan Antebli Nuri Efen-di’ye vasiyetlerini
verdikten ve hepimiz tembihlerimi- > zi yaptıktan sonra otomobile
binerek Haleb'in Şam istasyonuna geldik.
HALEB'DEN
AYRILIŞ
2
Mart 335 (1919)
Tren
hazır imiş. Akşam
saat altıda yedi arkadaş, başımızda Hindli mahpuslardan beş asker muhafız olmak
üzere toplam oniki kişi bir yük vagonuna bindirildik. O gece Riyak’a
geldiğimizde Şam'dan henüz tren gelmemiş olduğundan dolayı bir müddet beklemek
mecburiyetinde kaldık. Hava soğuk ve şiddetli bir yağmur da
yağmakta idi.
Bizi
istasyonda barakalara kabul etmediler. Üç saat ' dışarıda ve yağmur altında
kaldık. Burada çektiğimiz azab ve ızdırabı tarif etmek mümkün değildir.
Üzerimiz baştan aşağı sırılsıklam su, hepimiz titreşiyoruz. Bu hâl ile diğer
bir trene bindik ve sabaha karşı Şam’a geldik. Mecuslar bizi trenden
indirdiler. Hâlâ üzerlerimiz yaş, kendimizi kurutacak ve ısıtacak yer yok.
İstasyon civarındaki meydanda bir kenara oturduk. Onlar da süngüleri takıp
başımıza dikildiler. Kendileri Türkçe, Fransızca ve başka hiç bir lisandan
anlamıyorlar, bizim kimseyle konuşmamıza ve bir şey aldırmamıza izin
vermiyorlardı. Bu lâf anlamaz heriflerin ellerinde ne olacağımız» bilmiyorduk.
Gerçi
- Mısır'a gidileceği tebliğ olunmuştu ve buna dâir yanımızdaki o binbaşının
elinde bir yazı bulunduğu dahi görülüyordu. Bu yazının üzerinde
"Kantara" ibâresinin olmasına nazaran Mısır'a gidileceği
anlaşıh-yorsa da, orada ne olacağımız ve oraya kadar nasıl ve ne suretle
gideceğimizi bilen ve tabii söyleyen yoktu.
Meçhul
bir âkıbetin peşini tâkib etmekteyiz. Güneş doğdu. Hâlâ istasyonda açıkta
bekliyoruz. Öğleye yakın yanımıza genç bir tercüman gelerek bizi süngülülerin
arasında, oradan kaldırıp kışlaya nakletti. Daha sonra Türkçe bilen bir yüzbaşı
yanımıza geldi ve kışlanın avlusunda ayrıca bir çadır hazırlatarak oraya
hapsetti. Bu suretle Şam'da üç gün mevkuf kaldık.
ŞAM'DAN
MISIR'ÜL-KAHİRE'YE
6
Mart 335 (1919)
Yine
o beş mahbus asker muhafız ile trene bindirildik. İstasyon Son derece
kalabalıktı. Halk bizi seyrediyor, bâzıları konuşmak arzu ediyorsa da
süngülülerden fırsat bulup kimse ile iki kelime konuşmak mümkün olamıyor ve
artık tren hareket ediyor, Şam'ın güzelliğinden ye o gönül alan manzarasından
biraz istifâde etmek, az buçuk olsun etrafımıza bakmak bizlere nasib oluyordu.
Bu
vaziyet ve mahrumiyetle gidiyoruz. Yolda iki büyük köpriinün bozuk olmasından
dolayı, birbuçuk saat kadar yaya yürümek^ mecburiyeti ortaya çıkmıştı. Bu
esnada otuz, kırk kiloluk eşyalarımız da arkamızda olduğu halde, hepimiz son
derece yorgun bulunuyor ve yolun bu dayanılmaz zahmetine eklenen, Mecusi
askerlerin ürezinıizdeki baskısından kalben dahi son derece üzüntü çekiyorduk.
Arkadaşlarımdan,
eski ve çok vefâh dostum Hüseyin Cemil Bey, esasen yaratılıştan zayıf ve
mecalsiz olmakla beraber aynı zamanda hasta idi. Ve hasta olarak felâketimize
iştirâkten çekinmemişti. O haliyle arkasına otuz kilodan fazla olan eşyasını
yüklenmiş ise de, yürümeye takati olmadığı ve devamlı Mecusi askerlerden baskı
görmekte olduğundan ben bir taraftan da ona yardım etmek mecburiyetinde kalıyor
ve bu sebepten dolayı pek fazla üzgün ve yorgun bulunuyordum. O gün dahi çok
zahmetler çekerek nihayet, bozuk olan köprüleri atladıktan sonra öte tarafta
hazır bulunan bir trene bindik ve akşam saat yedibuçukta Hayfa'ya vardık. Hay
fa'dan Mısır'a gidecek olan tren henüz gelmemiş olduğundan, o gece uzun zaman
dolaştıktan sonra, kasaba dışında sahile yakın bir yerde bulunan esir karargâ-.
hım bulduk ve orada misafir kaldık. Karargâh yüzbaşısı
İskoçyalı bir gençti. Yanımıza gelerek tercüman vasıta-siyle, bizlerin efendi
takımından olduğumuzu ve bu gibi felâketlere namuslu kimselerin duçâr olabileceğini
beyanla beraber daha bazı nasihat ve tesellide bulunarak, süngülüleri derhal
başımızdan defetti ve o gece nö-betçisiz bıraktı.
İskoçyalı
yüzbaşı hakkımızda oldukça kolaylıklar göstererek bizi oldukça memnun etti.
Ertesi
gün sabahleyin hamallar vasıtasiyle eşyalarunı-zı istasyona naklederek bizi de
Mısır postasına bindirdi.
***
HAYFA'DAN
HAREKET
7
Mart 335 (1919)
Öğleye
doğru tren hareket etti. Fakat mâteessüf Hayfa'nm dahi o mâruf ve meşhur olan
tabii manzarasından faydalanamadık. Etraf gayet hoş, insan baktıkça gözünü bir
türlü ayıramıyor. Lâkin bizde o göz ve onu seyredebilecek ruh kalmış mıydı?
Yanımızdaki
süngülülerin istasyondaki halka verdiği dehşet ve bizim vaziyetimizdeki
garâbet, etrafı seyretmek şöyle dursun, trenin penceresinden dışarıya bakmak
arzusundan da insanı menediyordu. Tren yavaş yavaş yürümeye ve Hayfa arkamızda
kaybolmaya, o muhteşem binaların ve o portakal bahçelerinin güzelliğini
uzaklaştırmaya başladı. Gittikçe tren süratini arttırıyor, Hayfa bütün bütün
kayboluyor, artık görünmüyordu.
Öğle
vakti geçiyor. Issız çöllerin, kum dağlarının içinde ara sıra trenin acı acı
feryâdı, yalnız onun içinin sedâsı işitiliyor, ondan başka ne bir kuş sesi
duyuluyor ve ne de bir ağaç görünüyordu. Uzaktan bakıldığı zaman semâ ile kum
birbirinden farkedilmiyor, yalnız serap görülüyordu. İnsan arada bir ev veya
bir ağaç gölse-si olduğuna hükmeder, yaklaştığı zaman, ya bir kum yığını yahut
bir hiç olduğu anlaşılır. Bu hazin ve lâtif manzara arasında gele gele
Kantara'ya ulaştık. Akşam saat altıda Kantara istasyonunda bir otomobile
bindirilerek, Ingiliz polislerinin refâkatinde oradaki karargâha nakledildik.
Karargâh,
çölde bulunan, bütün etrafı tel örgü ile çevrilmiş ve yalnız çadırdan ibaret
olup, çadırların içinde bir miktar Arab esiri mevcut idi. Bizi ayrıca yedi
çadırlık bir tel örgüye kapadılar. Şam'dan hareketimizden beri yol
yorgunluğundan ve uykusuzluktan son derece bitab bulunduğumuz için, o gece
hemen yattık. Sabah oldu. Bize bir miktar pamuk yağı ile az miktarda kuru bakla
ve soğan verdiler. Meğer bizim Muhasebeci Bey pek güzel bakla yemeği
pişirmesini bilirmiş. Bu zat kendi eliyle bize mükemmel bir bakla tavası
yapmıştı.
Haleb'de
iken, Ermenilerin tecâvüzlerinden ve oradan hareketimizden sonra da yolun
zahmet ve sıkıntısından bir lokma yemek pişirip yemek nasib olmadığından,
ömrümde hiç tatmamış olduğum pamuk yağıyla pişirilmiş olan bu bakla yemeği bana
cidden pek lezzetli geldi ve büyük bir iştahla yedim. Hattâ,
Hüseyin Cemil Bey o gün, midesinden rahatsız bulunduğu halde, onun da hoşuna
gittiğinden dolayı biraz çokça kaçırmış ve daha sonra rahatsızlığı artmıştı.
Tel
örgü içinde su da çok boldu. İngilizler, bütün güzergâh karargâhlarını su ile
ihyâ etmişler, mübârek Nil nehrinden alarak, demir borular ile her istasyonu ve
karargâhları suya boğmuşlardı. Bu sebepten dolayı çölde susuzluktan sıkıntı
çekilmiyordu.
Kantara'da
üç gün kaldık. Çamaşırlarımız kirli olduğundan, orada çamaşır da yıkadık ve iki
aydan beri hamam görmemiş olan vücutlarımızı temizlemek için birer defa
yıkanmaya muvaffak olduk. Artık Mısır'a gidileceği açıkça anlaşılmakta idi.
Dördüncü gün sabahleyin bize hazırlanmak emri tebliğ olundu. Eşlarımızı
bağladık. İstasyon uzak olduğundan otomobil istedik. Mümkün olmadığı taktirde paramız ile eşyalarımızı nakletmek için hamal
getirilmesini rica ettik. Bu ricamız her nedense kabul olunmadı. Oraya otomobil
ile getirildiğimiz halde, giderken ne otomobil ve ne de paramızla olsun birer
hamal tedârikine, karargâh kumandanı olacak hâin tarafından izin verilmiyerek,
arkalarımızda eşyamızla beraber birbuçuk saat kadar uzaklıktaki istasyona yaya
olarak sevkolunduk. İstasyonda^ gümrükte bizi bu halde gören Mısırlı
dindaşlarımız ziyâdesiyle müteessir oluyor ve âdeta ağlıyorlardı. İşte bu
zâlimce ve mel'unca muamele de buraya kadar sayıp dökülen, tekrar ediyorum,
sırf heyulâdan ibaret olan İngiliz medeniyetinden bir numune idi. O gün saat
onbire çeyrek kalarak, beş müslüman Hindli asker muhafız ile trene bindirildik.
KANTARA’DAN
HAREKET
10
Mart 335 (1919)
Bu
defa muhafızlarımız çok iyi ve bize karşı pek fazla müşfikâne muamelede
bulunuyorlardı. Çüııki onların beşi de müslüman idiler. Her istasyonda
istediklerimizi alabiliyor ve herkesle serbestçe ve arzumuz veçhile
konuşabiliyorduk. Tren bütün süratiyle yürüyor, hattın iki yanında pek çok esir
çadırları görünüyordu. Bunların içerisinde bizim bedbaht esirlerimizin olduğunu
anlıyor ve tabii müteessir oluyorduk. Ve o gün Kahire dört saatte katedilmişti.
Muhafızlarımız
Mısır'a hiç gelmedikleri ve esasen İngilizce de bilmediklerinden dolayı
biçâreler bizi nereye götüreceklerini ve kime teslim edeceklerini bilmiyor,
tereddüt ve hüzünle yüzümüze bakıyorlardı.
Gerçi
ellerindeki yazının üzerinde "Kahire" yazılı olmasına bakılırsa,
oradaki İngiliz kumandanlığına müracaat lâzım geliyor ise de, Hindliler bunu
bulup yapabilecek iktidarda olmadıklarından, arkadaşlarımızdan Sedat Bey yanına
bir muhafız alarak beraber gidip karargâhı bulmayı üstüne aldı. Hepimiz buna
muvafakat ederek Sedat Bey'i, muhafızların başındaki onbaşı ile gönderdik. Biz
de istasyon civarındaki polis karakolunun yanında bir yere oturduk.
Saat
dokuz oldu. Hâlâ dönmediler. Sedat Bey'in dönmemesi bizi son derkçe
meraklandırıyordu. Bulunduğumuz yerde her ne kadar serbest ve
hattâ vaziyetimiz her zaman kaçmaya müsit ise de, içimizde kaçmaya cesaret ve
iktidarı olmayan zayıf ve yaşlı bulunan arkadaşlarımızı bırakmak vefâsızlığını,
ö din kardeşlerimiz olan saf Hindli askerlere karşı ihâneti kabul et:
mediğimizden dolayı bunun gibi fikir ve hareketlerden vazgeçerek bir an evvel
gidilecek yeri bulmak şıkkını tensib ve tercih ediyorduk. Yanımızda
bulunan Mısırlı polislerden sorarak, civarda, pek yakın bir yerde bir İngiliz
karakolu bulunduğunu anlayarak Hindli askerlerden birini oraya göndermiştik.
Hindli asker, beş dakika sonra bir İngiliz polisiyle birlikte geri dönerek bizi
oradan alıp karakola götürdüler. Karakolda telefonla yapılan konuşma
neticesinde niçin gönderildiğimiz anlaşıldı. Derhal diğer bir trene binerek
Kahire'den yarım saat kadar uzaklıkta bulunan Zeytun istasyonuna sevkolunduk.
Gece yarısı gelip çatmıştı.
İstasyonda
araba, otomobil ve hamal, hâsılı eşya nakletmek için hiç bir vasıta yok, yalnız
iki İngiliz askeri mevcut idi. Bunlar devamlı, eşyalarımızı alarak yürümemizi
teklif ediyor ve bizi tazyik ediyorlardı. Mecburen orada eşyalarımızı sırtlandık.
Cemil Bey arkamızda kalmıştı. Onun yükü benimkinden daha ağır olduğu gibi
kendisi de kuvvetsiz olduğundan ben Cemil Bey'in arkasındaki eşyayı dahi almaya
mecbur oldum.
Bu
suretle gecenin yarısında çölde yürümeye başladık. Yarım saat kadar daha yol
aldıktan sonra karargâha vardık. Karargâha geldiğimizde saat biri geçmişti.
Önümüze diğer bir İngiliz askeri daha düşerek bizi epeyce daha götürdü. Nihayet
bir tel örgüden içeri girdik. Burada bir çok büyük
binalar olduğu görülüyorsa da gecenin karanlığında bunların ne olduğu
anlaşılmıyor, fakat ne yalan söylemeli o dakikadaki vaziyet ve bu binaların
büyüklüğü hepimize dehşet veriyordu.
***
ESARET
Mİ, HAPİSLİK Mİ?
İngiliz
askeri bu binalardan birinin önünde durdu. Elindeki çeşitli anahtarlardan bir
tanesini sokarak ve/ ağzı ile ıslık çalarak kapıyı açtı ve arkasına dayadı. Biz
birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Kimsede ses yok. Herkes nefesini tıkanmış gibi
donuk ve tutuk bir vaziyette duruyor ve orasının fena bir yer olduğu artık
anlaşılıyordu.
İngiliz
askeri eliyle kollarımızdan iterek içeri girmemizi bildiriyor, girmek
istemiyoruz lâkin ne çâre. Kime ve o zaman hangi kuvvete dayanarak? Tabii
girdik. Binanın içi karanlık, göz gözü görmüyor. Asker kapıyı üzerimizden
kapayıp gitti. O esnada içerden hafif bir inilti, derinden bir ses peydâ oldu.
Bu korkunç sedâ-nın nereden geldiğine kulak verdik ve kim olduğunu sorarak sese
dikkat ettik. Bunun, bizim göndermiş olduğumuz ve yedi-sekiz saattenberi
kaybettiğimiz biçâre arkadaşımız Sedat olduğu anlaşıldı. Meğer bu zavallı
karargâhı bulmuş fakat kendisi gelir gelmez üzerindeki elbiseleriyle parası
tamamen alınarak oraya hapsedilmiş... Cemil Bey'in yanında yarım mum kalmıştı.
Derhal yaktık. Sedat Bey'in kıyâfet ve vaziyeti pek tuhaf idi. Başında fincan
kadar küçücük bir külah, arkasında bir fanila gömlek ve bir don, altında, kuru
çimento üzerinde yalnız bir battaniye bulunuyordu. (
Arkadaşlar
onu bu halde ve oranın tam bir hapishane olduğunu görünce, bizim de aynı hâle
düşeceğimizi hatırhyarak herkesi derin bir üzüntü kapladı. Düşünmeye
başladılar. Sedat Bey başına geleni uzun uzadıya anlattı. Ona yapılan muamele
cidden insanlığa aykırı ve insafsızca olup sırf vahşetten başka bir şey
değildi.
O
gece tabii uyumadık. Artık fecr geçmiş, güneş doğmuştu. Erkenden kapı açıldı.
Bizi dışarıya çıkarttılar. Etrafımız sıra ile hapishane imiş; koğuşlardan birer
ikişer Türk askerleri ile bir çok İngiliz çavuş ve
askerleri çıkmaya başladı.
Türk
askerleri, tel örgü içlerinde esir olarak bulunduklarını ve firâra teşebbüsten
dolayı oraya hapsedildiklerini beyân ettiler. İngilizlerin de ambardan
battaniye ve elbise çalarak bunları satarken yakalandıkları anlaşıldı. Şu hâle
nazaran, orasının tam manâsiyle bir hapishane olduğu açıklığa kavuştu. Yoklama
ve teneffüs zamanı imiş, biraz gezdik, bizi yine kapadılar, İki saat sonra kapı
açılıp tekrar çıkardılar ve bir İngiliz binbaşısının yanına götürdüler.
Bu
herif karargâh kumandanı imiş. Tahminen
altmış yaşlarında ve biraz şişman olan İngiliz binbaşısının karşısında hepimizi
tepeden tırnağa kadar anadan doğma soydular. Hoca Abdullah Efendi
"İslâmlar için böyle alenen çıplak bulunmak haramdır. Hiç olmazsa
üzerimize bir örtü veriniz" dedi. Yani edeb yerlerine mendil sarılmasına
izin istedi ve bunun için çok ısrar ettiyse de tabii kabul edilmedi. Zaten
bunun gibi taleb ve ricalar İngilizlere karşı faydasız ve fazla idi. Çünkü haya, namus ve bunun gibi dinen ve ahlâken ayıp ye edebe
aykırı bulunan şeylerden dolayı ayıp kelimesini onların yanında kullanmak
bilâkis alay ve eğlence konusu oluyordu.
İşte
bunlar da İngiliz terbiye ve medeniyetinden birer.numune ve ibret idi!.. Daha sonra, bizi kireçli ve soğuk suya sokarak birer
banyo yaptırdılar ve üzerlerimizdeki para ve elbiseleri tamamen aldılar ve
tıpkı Sedat Bey'e yaptıkları gibi bize de birer don, gömlek, ayaklarımıza birer
çift sarı yemeni ve başlarımıza birer yırtık fes ile altlarımıza ikişer adet
battaniye verip yine içeriye tıktılar. Çölün ortasında taştan ve etrafı kalın
duvarlar ile çevrili, kapı ve penceresi kapalı olan bu hapishanede o gün
sıcaktan bunaldık, nefeslerimiz tıkandı. Akşamı güç hâl ile edebildik. Ertesi
günü Besim Bey'in bir çok arama baskılara rağmen
yanında saklamaya muvaffak olduğu bir altın saatini fedâ ederek hapishanenin
gardiyanlarından bir İngiliz çavuşuna yalnız pencereyi açtırabildik.
Tam
onbeş gün orada, Hilopolis'in dayanılmaz sıcaklarında o karanlık
hapishanelerinde tutuklu kaldık.
TEL
ÖRGÜYE GİRİŞ VE KAYBIMIZ
23
Mart 335 (1919)
Hapishanede
iken bize birer de numara vermişlerdi. Onları gelişigüzel sol tarafımıza
taktık. Benim numaram 70638 idi. Tel örgüye geldiğimizde hepimiz memnun idik.
Çünkü o dakikaya kadar âkıbetimizin ne olacağını bilmiyorduk. Tellere girince bir çok insan arasında bulunduğumuz için bir dereceye kadar
teselli oluyor ve bü arada oldukça serbest bulunduğumuzdan dolayı kalben de
biraz müsterih oluyorduk. Tel örgü içinde tahta koğuşlardan birisine bizi
verdiler. O gün / rahatça bir uyku uyuduk. Binlerce Arab esiri, Kürt, Arnavut
ve Çerkeş her cinstan ve her vilâyet ve kazadan insan mevcuttu.
Onbirinci
telin ikinci koğuşunda bizden evvel gelmiş ve sivil telinden oraya nakledilmiş
olan Namlus eşrâfm-;
-
dan Fâik Bey ile Hayfa kazasına bağlı Kisâriye Nahiyesi Müdürü Bosnalı Ahmet
Beyler bulunuyorlardı. Bu zatlar ile görüştük. Öyle bir yerde bunun gibi bir çok arkadaşlara kavuştuğumuzdan dolayı çok memnun
ol-duk. Daha sonra bir çok Antebli şahısla da
buluştuk. Bu zavallılar bizi görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Bize
altlarındaki battaniyelerini ve üzerlerindeki çamaşır ve elbiselerinin
fazlalarını verdiler. Memleketlerinden gelen bu beklenilmeyen felâket
haberinden hem müteessir oldular ve hem de babaları gelmişcesine bizi
ağırladılar. Esirler arasında pek çok Antebli vardı. Bunların orduda
sebatkârâne hizmetlerinden ve harb meydanındaki kahramanlıklarından bahsedenler
de çok bulunuyordu.
Hüopolis'de
karargâhında sivillere mahsus kamplar müstesnâ olmak üzere OsmanlI esirlerine
mahsus yedi fırkadan ibâret ve numara sırasiyle onbeş kamp mevcut idi. Esirler
için telden yapılmış olan hapishanelere "Kamp" denilirmiş. Bu
kampların araları yalnız bir yaya yolu genişliğinde olup içlerinde onaltı ve
bazılarında yirmi kadar tahta koğuş mevcuttu. Kamplar gayet geniş ve etrafları
ikişer üçer kat tellerle örülmüş ve onbeş adım mesafelerle yapılmış nöbetçi
kulübeleriyle çevrili olup binbeşyüzden üçbine kadar esir bulunuyordu. Yalnız
Hilopolis'de üzülerek, otuzbinden az olmamak üzere esirlerimizin mevcut
olduğunu görüyorduk.
Sivil
telindeki esirlerin ekserisi muhtelif yerlerden ve siyasi suçlarla ithâm
edilerek getirilmiş gariblerden ibâret ve bir miktar da, Türk vardı. Haleb'de
Şerbetçi Ha-nı'nda bırakmış olduğumuz arkadaşlardan Antebli Bat-bat-zâde Nuri
Efendi de daha sonra oradaki sivil teline getirilmişti. Ondan başka sivil
telinde Anteb tüccarlarından Mennan-zâde Mustafa Efendi ve arkadaşları dahi
bulunuyorlardı. Mustafa Efendi, Ingilizlerin Anteb'e gelişlerinden bir kaç gün .önce ticaret için Haleb'e gitmiş ve orada arkadaşları İmimzâde
Mustafa Efendi, Haşan ve Emin Ağalar ile birlikte tutuklanarak Mısır'a
sevkolunmuşlardı. Mustafa Mennân Efendi, Anteb'in muktedir ye münevver
gençlerinden olup, esârette bulunduğu müddetçe parasız olarak oraya düşmüş
bulunanlara nakden yardımda bulunduğu gibi bana da firar ettiğim gece yardım
etmiştir. Arkadaşı Batbat-zâde
Nuri
Efendi dahi o gece, yani firar ettiğim gece, aramızdaki içleri boş bulunan iki
tel örgüden atlayarak inanılmaz bir cesaretle, bulunduğum tel örgünün
arkasından bana para atmış ve bu suretle her ikisi de yine yardımıma
koşmuşlardır. Gerek Mustafa Efendi'nin ve gerek arkadaşı Nuri Efendi'nin, öyle
bir yerde, şu anlattığım şekilde, o kadar büyük tehlikelere göğüs germek
suretiyle benim için fedâkârlık göstermeleri, yalnız kendilerine karşı değil,
esâsen meftunu bulunduğum sevgili memleketlerine karşı da beni ebediyen
minnetdâr bırakmıştır.
Sivil
Arablar arasında, Mülkiye Kaymakamlarından İstanbullu İsmail Hakkı Bey ile, Suriye'den ve Filistin'den bir çok ilim adamı ve
şâirler dahi bulunuyordu. Yafa Belediye Reisi Ömer Baytar Efendi'yi orada
buldum. Öteden beri çok iyi tanıdığım bu muhterem zat, meslek ve mertliğinde
hâlâ sâbit, orada dahi hiç kimseden korkmuyor ve Osmanlılığa karşı muhabbet ve
bağlılığını açıkça söylüyordu. Akka Mebusu ve Dördüncü Ordu Müfettişi Esat
Şakir Efendi dahi sivil esirler arasında idi. Daha Kudüs-i Şerif ve Nablus'dan
pek çok eşrâf getirilmişti. Esat Şakir Efendi, altmışbeş yaşlarında iptiyar bir
zattır. Şeyhü'l-ulemâdan sayılan bu muhterem ihtiyar, Türk ordusuna ve bilhassa
Cemâl Paşa'ya bağlılığından dolayı tutuklanarak oraya sevke-dilmiş ve
İngilizlerden pek çok işkence ve hakâretler görmüştür. Aylarca hapishanelerde
yatırılmış, başından sarığı, üzerinden elbiseleri alınarak ve anadan doğma
çırılçıplak soyularak teşhir edilmiştir. Esad Şakir Efendi bu kadar ağır
hakâretlere karşı metânetini asla bozmamış ve İngilizlerin maksat ve arzularına
hiçbir suretle baş eğmemiştir. Açıkça "Türkler ölmez ve öldürülmez bir
unsurdur. Çünkü İslâmdılar. İslâmiyet ölmez, yaşar ve Türkler de
yaşayacaklardır" diye bağırmaktan vazgeçmemiştir. Filistin'den
getirilenler arasında, Îngilizlerin oraya ilk gelişlerinde, istikbâl için,
yarım saat ve bir saat mesâfelere kadar gitmek zahmetini ihtiyar eden birtakım
zavallılar da mevcut bulunmakta ve üzülerek söylemek gerekirki herkesten fazla
böyle ahmaklar hakâret ve işkence görmektelerdi.
Nablus
İdâre Meclisi azâlarmdan ve eşrâftan Seyfed-din Efendi dahi orada mevkuf olarak
bulunmakta idi. Seyfeddin Efendi kötümser ve daima Îngilizlerin aleyhinde ve
onlar hakkında ağız dolusu küfürler yağdırıyordu. İrtgilizler, Mısır'a gelen
sivilleri ayrıca bir tel örgü içine koyarlar veya İskenderiye'ye sevkederlerdi.
Bizler bir kaç kişi istisnâ olarak asker arasında bırakılmıştık. Bunun sırf
eziyet için ve bizlere mahsus, bir nevi cezadan ibaret olarak yapıldığı
anlaşılmıştı. Askerlerle beraber gerçi angaryaya gönderilmiyorduk fakat, bütün kısıtlama ve muâmelelere tâbi ve her şeyden
mahrum bulunmaktaydık. Bize iâşe hususunda dahi son derece sıkıntı çektiriyorlardı.
Hattâ, kendileri bir şey vermedikleri gibi
üzerimizdeki paraları da alarak ondan da bir tek akçe vermediklerinden dolayı,
son derece perişan ve acı bir sefalet içinde yaşamakta idik.
Askerlere
vermekte oldukları pek az ve elverişsiz yemekten tabii istifade etmek mümkün
olamıyordu. İngilizler esirlerimize günde ikiyüzelli gram miktarında ekmek
verirler, bununla askerlerimizi akşamlara kadar sıcak kumun üzerinde angaryada
çalıştırırlardı. Bazen, ekmekle beraber yedişer adet de kuru ve küflü hurma ve
iki kişişe bir baş soğan ve şâyet bu da bulunmazsa asker başına yarım şalgam
verirlerdi. Akşam yemeği için, pamuk yağıyla pişmiş pırasa veriliyor, bundan,
biçâre askerlerimize birer küçük tabak düşüyordu, İngilizler pırasa ile kuru
bakladan pek çok istifâde ettiler ve Ağustos sonuna kadar pırasa yemeğini devam
ettirdiler. Mübârek Nil nehrinden sulandığından dolayı pırasalar birbuçuk metre
kadar yükselmiş ve âdeta odun gibi kaim ve sert olmuştu.
Bunlarla
kuru baklayı, kabuklarım soymaksızm bir ı kazanda pirişirler ve esirlere o
şekilde dağıtırlardı. Kuru bakla ile pırasanın, "iki zıt bir araya
gelmez" kabilinden olduğu herkesçe bilinir. Dolayısiyle pırasa çabuk
pişer, kuru bakla ise tabii pırasa ile beraber pişmez ve çiğ olarak kalır, öylece
askerlerimize verilir, biçâreler angaryadan yorgun olarak gelir ve açlıktan
gözleri kararmış olduğu için mecburen gerektiği kadar pişmemiş olan baklayı
yerlerdi. Gece yarısı dehşetli bir sancı ve sürgüne tutularak hemen hastahaneye
giderler ve çoğu bu suretle hastahanede hayatlarını kaybederlerdi.
1
Ağustos 335 (1919) tarihinden itibaren İngilizler, bütün Osmanh esirlerine
beygir ve katır eti de vermeye başlamışlardı. Askerler bunu bir kaç defa iade
etti ve yememek istedilerse de daha sonra yemek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü
kendilerine verilen bir avuç bakla ile açlığı gidermek mümkün değildi.
İşte,
Ağustos'un o müthiş sıcaklarında Mısır gibi son derece sıcak bir muhitte kokmuş
beygir ve katır etlerini yemek mecburiyetinde kalmış olan zavallı
askerlerimizin bir çokları bu yüzden dizanteriye ve
birtakımları da bir çeşit uyuza benzeyen ve İngiliz doktorları tarafından
Palağra diye adlandırılmış olan müthiş bir illete yakalanarak telef olup
gitmişlerdir. İşte Mısır gibi geniş servet ve haşmetine mağrur bir hükümetin elinde
esirlerimizin aç kalması ve kokmuş beygir ve merkep etlerini yemek
mecburiyetinde kalarak bu yüzden telef olmaları bizce en mühim ve dikkat çekici
meseleden olmakla beraber, bunları arayıp sormak ve takib etmek bütün
milletimiz için borç addedilmesi lâzımdır zannederim.
Burada,
biraz da Mısır'da gördüğümüz Ermeni tabib-lerinden bahsedeceğim. Ve onlara şu
tabiri kullanmaktan kendimi men edemiyeceğim: GÖZ OYUCULARI.
Evet,
bu alçaklar insanlardan her halde başka bir tıynette yaratılmış ve başka bir
yürek taşıyan mahlukdur-lar. Çünkü onların işlemiş oldukları bu kadar feci ve
ağır cinayetleri insan olan, insan yüreği taşıyan bir mahluk
katiyen yapamaz. Ancak, onlar yapmışlardır Mısır'ın Abbasiye hastahanesinde ve
teller içindeki feci manzarayı tarif ve tasavvur edebilmek benim iktidârım
dışındadır.
Yalnız
bu konuda şahit olduğum hakikatleri kaydetmekle yetiniyorum. Şu medeniyet
asrına nisbetle geçmiş yüzyılların vahşeti ve orta çağların Engizisyon
fâciaları dahi, bu defaki Abbasiye hastahanesinde Mısır'da Türk esirlerine
yapılan cinâyet ve hıyânetlere misal olunamaz. Zannederim bu alçakça işleri
yapanlar gerçi sırf Ermeni doktorları olmuştur. Lâkin bunlara son derece yüz ve
yetki verilmiş olduğundan dolayı mel'ünlar hareketlerinde serbest kalmışlar ve
arzuları veçhile, biçâre ve mâsum evlâdlarımızm, yani esâret altında bulunan bü
günahsız askerlerimizin bâğırta bağır-ta gözlerini oymuşlardır. Bu cinayetlerin
sorumluluğu kime ait olacaktır? Fâillerine olmakla beraber, sebebiyet vereni
olmak itibariyle, tabiatiyle bütün İngiliz hükümetine ait olacağını vicdan
sahipleri takdir edecektir.
Abbasiye
hastahanesinde Ermeni doktorlarının ellerinde miller ve kolları dirseklerine
kadar sıvalı olduğu halde sabahtan akşama kadar işleri güçleri Türk askerlerine
ameliyat yapmak ve onların gözlerini oyup çıkarmak olmuştur. Bir
çok Mısırlı dindaşlarımızın ve bütün esirlerin ifâdelerine nazaran bu
göz ameliyatı evvelce de vukubulur ise de, mütârekeden biraz evvel ve bilhassa
sonra, yani îngilizlere galibiyet gururu geldikten sonra, pek ziyâde ilerlemiş
olduğu anlaşıldığı gibi, bizim oraya gittiğimiz zamanlarda şiddetle devam
etmekte olduğu bizzat müşâhade edilmiştir. Bu alçakça fâcia,
Mustafa Kemâl Paşa Hazretlerinin, Anadolu'daki faaliyetlerinin Mısır gazeteleri
vasıtasiyle oralarda duyulmaya başladığı ve Mısırlıların tam o zamanda asil
başkaldırmalarının şiddetle ilerlediği zamana kadar devam etmiş, ondan sonra
biraz hafiflemiş ve bir gün birden bire Abbasiye hastahanesinde göz
ameliyatının icrası hastanın arzusuna terkedilmiş ve artık hiç bir askerin gözü
çıkarılmamıştır. Ancak, o zamana kadar, tahminen ikibinden az olmamak
üzere askerlerimizden bir kısmının iki ve bir kısmının da bir gözü oyulmuş ve bir çoklarının da ayakları ve kolları kesilmiştir.
Ermenilerin
bu hususlardaki faaliyetlerini kolaylaştıran yegâne âmil, tellerde bütün
nöbetçi doktorların o mel'unlardan olmasi idi. Esirlerimiz sıcakta sabahtan
akşama kadar güneş altında angaryada çalıştıklarından dolayı kızgın kumun
tesirinden göz ağrısına tutulurlar ve mecburen nöbetçi doktoruna müracaat
ederlerdi.
Doktor,
bunların gözlerine ilâç koymaksızm, ele bir ay geçmiş gibi sevinerek, hemen
hastahaneye kaydeder, gözü ağrımakta olan asker hastahaneye gitmek istemez ve
gönderilmemesi için yalvarır, rica ederse de cebir ve tazyikle gönderilir, on
gün sonra gözsüz olarak dönerlerdi. Gerek tellerde ve gerek Abbasiye
hastahanesinde olsun, bu gözsüz askerlerimizin halleri cidden pek elim ve
acıklı idi. Bunları gören kalblerin sızlamaması kâbil değildi. Hastahane
avlularında otuz, kırk asker birbirinin ceketlerinden tutarak dizi ile
abdesthâne-lere giderler, o suretle def-i hâcet edebilirler ve kendilerine
mutfaktan yemek almak için dahi zavallılar, birbirlerini yederek aynı şekilde
dizi ile gider gelirler ve sabahtan akşama kadar kumların üzerinde sürünürler,
yarı aç yarı tok olarak hayatlarını sürdürürlerdi.
Medeniyetin
hizmetçisi olduklarını daima iddiâ eden îngüizler bunları görürler, tabii
acımazlar, fakat hallerini bir kerecik olsun sormaya da tenezzül etmezlerdi.
"Yâ
Rabb bu ne şuriş-i kıyamet? Hengâme-i haşre mi alâmet? Ol nefs-i haris pür
leâmet Etmez mi bu fi'line nedâmet? Bir nâm alacak o
şâh-ı zâlim Dünyâları kaplıyor mezâlim Almaz bunu
havsalam hayâlim İnsanda nedir bu cehl-i müzlim?"
Edib
ve büyük dâhi Abdülhak Hâmid Beyefendi’nin bu mühim yâdigârmı; bu vahşi
cinâyetler ve bilhassa son derece mal, mülk ve şöhret düşkünü İngilizler
hakkında burada tekrar etmekten kendimi menedemedim. Lâkin ue çâre! Kahrolsun
esâret! Ölüm, öyle rezilce yaşamaktan hem iyi ve hem şereflidir. Ve her halde
bir Türk için esir olmayıp, ölmek şanlıdır. Ey Türk, sana bu şekilde yaşamak,
senin için esâret hayâtı zillettir. Öl de esir olma!..
ÖDEMİŞLI
ALİ DAYI
Bu
zavallı ihtiyarın âh ve inlemelerine dayanamayıp çok ağladım. Bir gün Ali Dayı
onbirinci telde bana te-sâdüf ederek koğuşuna gidemediğinde!!
dolayı yardım istemişti.
'
Ali
Dayı'nın elinden tutarak koğuşa götürürken derdini açmaya başladı. Biçâre elli
yaşında olduğu halde seferberlikte silah altına
çağırılmış. Ödemiş kasabasının Belediyesi karşısında kendisinin ufacık bir
attar dükkânı varmış. Dükkânın eşyasını tamamen satarak bedelini kimsesiz kalan
ailesinin geçimi için bırakıp derhal dâVete uyarak muharebeye katılmış. Bir kaç
cephede düşmanla döğüştükten sonra bedbahtlığından dolayı esir düşmüş. Mısır'a
geldiğinde gözünün birisi birazcık ağrımış, bilmiyerek doktora müracaatla ilaç
koydurmak istemiş. Ermeni doktoru Ali Dayı'yı derhal hastahaneye yazmış. Biçâre
her ne kadar gözünde bir şey olmadığını söyleyerek hastahaneye gitmemek istemiş
ve bu konuda pek çok rica ve niyazda bulunmuş ise de katiyen kabul edilmiyerek
hastahaneye yatırılmış. Ertesi gün ameliyat değil kasaphâne tâbirine hakkıyla
lâyık olan Abbasiye hastahanesindeki bu ci-nâyet odasına götürülerek sağ gözü
çıkarılmış. Bu talihsiz. ihtiyar, gözünün birini
kaybettiğinden, bu suretle uğramış olduğu bu elim felâketin acısından müteessir
olarak ağlamaktan diğer gözünü de kaybetmiş. Nihâ-yet Ali Dayı iki gözünden
mahrum bir biçâre olarak sürünmeye başlamış. Bundan başka, yine o bizim
onbi-rinci telde beş, altı genç askerimizin aynı şekilde başlarına gelen olayı
dinledim. .
Anteb'in
Urul köyünden Şaban oğlu Mehmet ve Ma-raş'm Küçük Nacar köyünden Mehmet ve
Aydınlı Ali oğlu Mehmet ve Konya'nın Beyşehir kasabasına tâbi korucu üyesinden
Hüseyin Onbaşı ve Karahisar sancağına tâbi bulunan Bolvadin kasabasından Çay
nahiyesinin Cedid mahallesinden Hacı oğlu Haşan ve Manastırh Rıza, Erzurumlu
Süleyman oğlu Ali, bu biçâreler bana cidden mühimce esef verici maceralar
anlattılar. Ürullu
Mehmet ve Hüseyin Onbaşı ve diğerleri diyorlardı ki; "Koğuşlara, esirlerin
muayenesine geldikleri zaman bizi gözümüzden dolayı ayırıp Abbasiye
hastahanesine gönderdiler. Gözlerimizde hiç bir şey ve hattâ ağrı dahi yoktu.
Yalnız birazcık kan mevcut olup bu kadarcık bir anzadan dolayı hastahaneye
düştük. Orada bir ilaç koydular, bütün gözlerimizi kan istilâ etti. Hemen
ame-liyathâneye soktular, gözlerimizi çıkardılar. Çok yalvardık ise de fayda
etmedi. Ameliyat esnasında Ermeni doktorları "Siz memleketinizde ne kadar
Ermeni öldürdünüz? Bu görmekte olduğunuz muamele onun karşılığında sizin için
bir cezadır" diyerek, bûnun gibi zehirli sözler ve tahriklerle hem
gözlerimizi çıkarıyorlar ve hem de kalblerimizi eziyor ve yaralıyorlardı"
dediler. Düşündüm, bu muameleyi yapabilecek Ermeniler-den başka bir canavar mahluk ve o sefillerdeki gibi âdi bir vicdan tabii olamazdı.
Buna karşı diyecek bir şey bulamadım. Lâkin onların bu derece cür'etlerine göz
yumup ve daima adâlet ve medeniyet kelimelerini ağızlarından düşürmeyen
İngilizlerin bu hallerine ve onların müslümanlara karşı kin ve garazlarının bu
derece fazla olduğuna evvelden tam olarak vukufum olmadığından dolayı hayret
ettim. İşte bizim için bundan daha mühim ve daha açık bir ibret olamaz ve artık
bunların sırf bir intikâm maksadiyle yapılmış olduğuna hiç şüphe kalmaz
zannederim. Çünkü yukarıdaki ifadeler, bu hakikâtlere karşı
yeterli birer delil olduğu gibi, Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri'nin Anadolu'daki
teşkilâtı başladığı zamandan itibaren bunun gibi muamelelerden birden bire ve
derhal vazgeçilmesi ve ondan sonra da hastahaneye gidenlerin hiç birisine
ameliyat yapılmayıp, gözleri ayna gibi iyi olarak dönmesi, bunun sırf bir öç
alma emeliyle yapılan, ameliyat nâmı altında adeta bir işkence olduğuna şüphe
etmek ve zerre kadar tereddüt câiz değildir.
Mustafa
Kemâl Paşa'nm, Sivas havâlisinde başladığı teşkilâtın günden güne büyümekte ve
Anadolu'nun her tarafına yayılmakta olduğunu ve bunların bu harekâtı, İslâm
âlemini ayaklandırmaya teşvik demek olup, zaten henüz tatbik ve icrâ edilememiş
ve neticelendiril-mesi de imkânsız bulunmuş, İzmir ve diğer mahallerde meydana
gelen tecâvüz hareketlerinin bütün İslâmlar nazarında şüpheyle karşılanmakla
beraber bunun gibi hareketlerin Hilâfet-i İslâmiye için bir darbe başlangıcı
olarak telâkki edildiği ve bu sebepten dolayı Mustafa Kemâl Paşa da Hukuk-ı
Hilâfetin ve Türk topraklarının muhafazası için teşkile mecbur olduğu Kuvâ-yı
Milliye'nin pek fazla genişlediği ve hattâ koskoca Anadolu'yu bu teşkilâtın
baştanbaşa sardığı, gerek Küçük Asya'da ve gerekse Anadolu'nun başka yerlerinde
bulunan Ingiliz kuvvetlerinin ilerdeki vaziyetlerinin öldürücü olacağı hakkında
Mısır'da çıkan El-Mukattam, Vel-Ahbâr gazeteleri açık bir dille makaleler
yayınlamaya başlamışlar ve hattâ El-Mukattam gazetesi Mısır'da benim resmimi
yayınlamış bulunması itibariyle, bu makalelerini Tan Gazetesinde iktisas ederek
yazdı-ğmı ilâveten yazmakta ve ilân etmekteydi.
Daha
sonra El-Efkâr gazetesini de getirmeye muvaffak olduk. Bu gazete gayet serbest
makâleler yazıyordu. Bu cümden olarak Kuvâ-yi Milliye'nin ve Mustafa Kemâl
Hazretleri'nin milli teşkilâtına dair pek övücü ve parlak yazılar yazmaktan hiç
çekinmiyordu. Her gün çıkan sayılarında mutlaka bir kaç satır
bizim Anadolu teşkilâtından ve Mustafa Kemâl Paşa Hazretlerinin ve Rauf Bey ve
diğerleri gibi bizce bilinen ve tanınmış olan simâların Anadolu'da yaptıkları
ve göstermekte oldukları fedâkârlıklardan takdirle bahs ile beraber, Erzurum
taraflarında Ingilizler tarafından nakline te- \ şebbüs edilmiş olan bir kaç
vagon dolusu mühimmat ve silahların yerli halkın teşebbüs ve gayretleriyle
tamamen tevkif ve tekrar yerlerine iade edildiğini ve burada İngilizlerin
şaşkınlığını kaydederek Mısırlılara karşı Islâm âlemi için Türklerih bu mertçe
ve cesurca hareketlerinin cidden büyük bir şeref ve iftihar uyandırmaya değer
olduğunu dahi söylemekten asla korkmuyor ve çekinmiyordu. Tabii
korkmıyacakti! Çünkü, Mısırlılar bu hususta bizim gibi
ilgisiz kalmamışlar, senelerden beri içlerinde bulunmak suretiyle temas ederek
bütün emirlerine ve muamelelerinin bütün safahatına ve en ince noktasına kadar
vâkıf oldukları İngiliz hükümetinin ne kadar korkak ve sırf gösterişçi bir
hükümet olduğunu pek iyi anlamışlardı.
Mısırlılar
bunları adeta oynatıyor ve yoruyorlardı. Bu kadar top ve uçaklar ve bütün
Kahire'nin etrafı makineli tüfeklerle, şehir içi ve dışı ordularla sarılmışken,
Arab mücâhitleri bütün bu ağırlıkları küçük görerek de-- vamlı çahşiyorlar,
azim ve teşebbüslerinden bir an geri durmuyorlardı.
Her
gün mitingler yapılır, sokaklarda çeşitli yerlerde toplantılar ve göstericiler
olur, bütün binalar ve müesse-ler Osmanlı bayraklarıyla donatılırdı. Ingilizler
bunlara karŞ ı kükrerler, ç ildiracak hâle gelirler, evleri basarlar ve bayrak
asanları hapis ve cezalandırırlardı. Hâsılı onların her türlü baskı ve
şiddetlerine rağmen, Mısırlılar katiyen durmazlar ve bilakis daha fazla cür'et
göste-ı rerek feryad ve milli gösterilerine devam ederlerdi. Mısır'da bulunan
İngiliz askerleri Arablardan pek fena korkarlardı. O sıralarda bunlar da bir
kaç defa isyân ederek, artık harb etmiyeceklerini beyan ve her halde
terhislerini ısrarla istiyorlardı. İngiliz generalleri, bir taraftan bunları
teşci ve teskine, diğer taraftan Arabla-rm genişlemekte ve artmakta olan
hareketlerini men etmeye ve durdurmaya çalışıyor, bu suretle her iki öldürücü
vaziyet arasında şaşırıp kalıyorlardı. Hattâ bütün esirlerin kumandanı olan
General Simson'un, bir kaç defa bizzat karargâhları dolaşıp İngiliz askerlerine
nasi-hatta bulunduğu ve onları yakında vatanlarına göndereceğini tebliğ ve
bazılarına mükâfat dahi vaad ile teselli ettiği görülüyordu.
İşte
bütün bunları yaptıran, İngilizleri bu derece telâş ve endişeye düşüren önemli
Mısır umumi harekâtı ile beraber aynı zamanda milletimizin Anadolu teşkilâtında
gösterdiği faaliyet ve diğer taraftan kahraman Afgan ordusunun Hindistan'a
doğru sarkmak üzere yerinden hareket etmesi ve Bulicistan'a kadar ilerlemesi ve
Hindistan Müslümanlarının da Hilâfet-i İslâmiye ve bütün Türkiye hakkmdaki
savunma ve isteklerinin, Mısır gazeteleri tarafından ittifakla neşr ve ilân
edilmesi idi. El-Efkâr gazetesi daha sonra sansürii de tanımamaya başlamıştı. Nihayet
Mısırlılar gösteriler sırasında sansürün de kaldırılmasına muvaffak olmuşlardı.
Son zamanlarda, yani oradan hareketim sırasında İngilizler Arab-lara karşı
artık mezellet göstermeye ve adeta yalvarmaya başlamışlardı. Onlara bir çok müsâdeler bağışlayarak istikballeri için de bir çok
vaadlerde bulunuyorlar-. di, Fakat İngilizlerin öteden beri yalancılıklarından
dolayı hiç bir tekliflerine itimad edip boyun eğmiyor ve esasen maksatları
istiklâl ve bu uğurda ya ölmek veyahut hür yaşamak olduğu için "Ya
istiklâl veyâhut Osmanlıcılık. Yaşasın Mısır, Yaşasın Osmanlıcılık, Kahrolsun mahkumiyet, Kahrolsun İngiliz" diye bağırıyorlardı.
Bunların bu şekilde feryâd, şikâyet ve yardım istemeleri Mısır ufuklarını
sarstığı zamanlar İngilizler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Yüzbinlerce
müslümanın mektep çocuklarına varıncaya kadar tek kalb ve tek lisan olarak
bütün mevcudiyetlerinden kopan ve orada tekbirlerle beraber "Mısır
Mısırlılarındır. îngilizlerin olamaz" diyerek yükselen bu haklı
şikâyetlerinden ortaya çıkan alevler onların başları ucunda uçuşan uçakların
kanatlarını kavuruyordu. Uçaklar, topsuz ve tüfeksiz, kendiliklerinden düşüp
parçalanıyordu. Mısırlılar, bütün bu hareketlerini silahsız olarak
yapıyorlardı. Fakat onların daima Allah'a dayanarak ittifaklarına
. olan inançları sayesinde tabiatiyle hiç bir
şeyden korkmuyorlardı. İngilizler şaşırıyorlar ve bu ateşin daha çok
yayılmaması ve başka taraflara da bulaşmaması için bir an evvel söndüriilmesine
var kuvvetleriyle gayret ediyorlarsa da, bir türlü muvaffak olamıyorlardı.
Arabİar her gün muntazaman hareketlerine devam ile bu konudaki teşebbüs ve
hareketleri hakkmdaki programlarının münderecâtını ve kesin neticeye ait
beyannameler yayarak, geceleri sokaklara atıyorlar ve onları bütün müesseselere
ve îngilizlerin evlerine varıncaya kadar asıyor ve yapıştırıyorlardı.
İngilizler tarafından tevkif olunan şahısların çoğu mücâhidlerin yardımıyla
kaçmaya da muvaffak olmuşlardı. Bu da tabii Mısırlılar için övünülecek
muvaffakiyet ve cidden büyük bir şereftir. Hattâ Bedevilerden bir çokları sivil telinde mevkuf iken, tellerin örgülerini
sökmek suretiyle kaçmaya muvaffak olduktan gibi, bunlardan yirmibeş kişi bir
gece kaçarken tel Örgünün dışında on metre yük-«eklikteki kulübede bulunan
nöbetçi askeri aşağıya atarak elindeki tüfeği alıp götürmüşlerdir.
Arablarm
bu gibi maharet ve başarıları, son derece cesurca hareketleri ve
ittifaklarındaki sebatları İngiliz-leri hayrette bırakmış ve âdeta ürkütmüştü.
Biz orada iken Mısırlılar Malta'ya sevkolunan mümessillerinin dahi iâdesine
muvaffak olmuşlardır. Hülâsa bu aziz dindaşlarımız, iftiharla anılmaya lâyık
her türlü fedâkârlığı yapmışlardır.
Bu
hâdiseler sebebiyle bizi orada aydınlatan ve âdeta sevindiren Mısır gazeteleri
özellikle El-Efkâr'ı oldukça mühimce bir fedâkârlık karşılığında her zaman
getirtip, arkadaşlarımız arasında Arabca bilenler ve bazı Arablar vasıtasıyla
tercüme ettirerek bütün kampların içindeki esirlerimize dağıtıyor ve fırsat
buldukça dini tedrisât vesilesiyle bu konulara dair koğuşlarda gizli gizli
konferanslar vererek, herkesin zihinlerine yerleşecek şekilde telkinlerde
bulunuyorduk.
Bu
konuda Hicaz polis müdüriyetinden emekli olup Şam'da tutuklanarak oraya
getirilmiş olan arkadaşlarımızdan Hacı Refik Bey ile Hicaz hattında görevli
iken tutuklanarak İngilizler tarafından Mısır'a sevkolunmuş ve daha sonra
kurtularak halen Ankara’da dekovil hattında depo şefi olan Bursalı Ali Arslan
Bey'in dahi büyük himmet ve gayretleri geçmiştir.
V
a z i y ette birden değişiklik ve ferahlı günler:
Bu
sıralarda kampların nöbetçi subaylarıyla başcâni-lerin, yani tellerde esirlere
nezâret ve kumanda eden Ingiliz subay ve çavuşlarının davranışları da
değişmişti. Bizim telin subayı, altmış yaşlarında krahta bir yahudi olup, güzel
Türkçe bilirdi. Her zaman Türkiye'den, İzmir ve İstanbul'da çok bulunduğundan
bahseder ve bizimle konuşmayı severdi.
İhtiyar
subay evvelce, "Türklerin hâli çok fenadır, İstanbul'unuz sizde
kalmıyacak, Yunanlılar İzmir'i aldılar, sizin için gelecek çok fena
görünüyor" diye hezeyanlar ederken, daha sonra dilini değiştirerek
"Mustafa Kemâl Paşa Anadolu'da çalışıyor. Türkler umumiyetle silaha
sarılmışlar ve Kemâl Paşa'nm emir ve kumandasına tâbi olmuşlar, aynı zamanda
çok fedâkârlık edi-+ yorlar ve önemli başarılar sağlamaktadırlar. İzmir'den
Yunan’ı çıkaracaklardır. Aşkolsun Türklere" diye bize öğünülecek haberler
veriyordu. İngiliz çavuşları dahi sabahları, güler yüzle yanımıza gelerek bu
konuda müjdeler veriyorlar ve bizden çay ve sigara alıyorlardı. Evvelce yüzümüze
bakmak istemiyen ve daima soğuk ve ekşi bir suratla muamele eden bu İngiliz
çavuşlarının o sıralarda vaziyetleri birden bire değişmişti.
Mustafa
Kemâl Paşa için "Sizin bir büyük kumandanınız vardır. Anadolu'da milli
teşkilât kuruyor. Çok büyük faydalar sağlamaya muvaffak olmaktadır. Artık
Türkler milli varlıklarını göstermekte, medeniyet âlemine kendilerini
tanıttırmaktadırlar. Sizin sulhunüzün diğerlerinden daha iyi ve şerefli olması
ihtimali vardır" diyorlar ve bunlan büyüklerinden bu şekilde işittiklerini
ve bazı İngiliz gazetelerinde okuduklarını ilâveten söylüyorlardı.
Bu
duruma göre, İngilizlerin bizim Kuvâ-yı Milliye teşkilâtına daha o zamandan
itibaren önem verdikleri anlaşılıyordu. Halbuki, daha
önce tellerdeki subayları şöyle dursun, İngiliz gardiyanları bile Türk
esirleriyle bir tek kelime bile konuşmaya tenezzül etmezler ve esirlerimize
daima kin ve hakâretle bakarlar, yanlarına asla sokulmak istemezlerdi.
İngilizlerde bazen pek ga-rib haller meydana çıkardı. Meselâ, Ermenilerden
esâ-rette bulunanlara hiç yüz vermezlerdi. Bir de, bizim taraftan harb
esnasında kaçıp onlara iltihâk edenlere ve bununla beraber Suriye ve Filistin
taraflarında, onlara yaranmak için casusluk yaparak, daha sonra her nasılsa
tekrar itimatlarını kaybederek oraya düşmüş olanlara, hülâsa bunlar gibi müfsid
ve münâfıklara daha çok hakâret ederlerdi. Gurur ve onur sahibi olanlara ve
böyle, vatanları için çalışan ve fedâkârlık eden milletlerin mensuplarına ciddi
muamele yapmak ister, onlarla konuşur ve görüşürlerdi.
Meselâ,
Almanlara o kadar şiddetli düşman iken, orada bulunan Alman esirlerine davranışları
pek başka ve gayet ciddi idi.
İşte
bu sebepler dolayısiyle askerlerimizin gerek bizden ve gerek İngiliz subay ve
çavuşlarından işittikleri sevinçli ve şanlı haberlerden, göğüsleri iftiharla
kabarmaya, tel örgü içinde cesaretleri yeniden uyanmaya ve yükselmeye
başlamıştı. Evvelce bir İngiliz askerine ve bir Ermeni veyahut Rum tercümanına
karşı söz söylemekten çekinen askerlerimiz, Anadolu milli teşkilâtı hakkında
gazeteler vasıtasıyla oralara haber geldiği zamanlar, artık herhangi bir
düşmana karşı şeref ve hukukunu müdâfaadan çekinmezlerdi. İngiliz kumandanları,
tellerde vaziyeti böyle sevinçli gördükçe, kuşkulanarak hemen gazetelerin
tellere girmesini engellemek için birtakım teşebbüslere, hissi sınırlamalarda
bulunmaya başladıysa da, muvaffak olamadıklarından dolayı subayları marifetiyle
"Bildiklerim" hezeyannâmesini esirlere dağıtarak, bu kitabın
koğuşlarda askerlere okunmasını tavsiye ve âdeta tel çavuşlarına paralar
vâdederek, ricâlarda bulunmuşlardır. İngilizlerin bu şekilde orada bulunan askerlerimizin
fikirlerini zehirlemek için çalışmalarına ve bu konuda ciddi ümit ve itinâ ile
sarfetmiş oldukları gayretlere rağmen, hassas askerlerimiz bu kitabın baştan başa kin ve ihtiras kalemiyle yazılmış olduğunu bir
kere göz gezdirmekle anlamış ve beyannâmenin, amansız düşmanımız olan
İn-gilizler vasıtasıyla teşhir edilmesi, onlar için teessür ve teessüfe sebep
olmakla beraber, yazar ve sebep olanları hakkında küfürler savurmuşlar ve
nihayet İngiliz kumandanları bu zelilâne teşebbüslerinden dahi bir netice
sağlamağa muvaffak olamamışlardır.
Bununla
beraber, oradaki askerlerimizin mâneviyat-ları önceleri çok fazla bozulmuştu.
Özellikle hastahanelerde gördükleri zulüm ve işkenceler, bunları fena halde
ümitsizliğe düşürmüş ve artık sağ salim vatanlarına dönmek ümitleri tamamen
kırılmıştı.
Çünkü,
her gün binlerce ölüm meydana geliyor, binlerce arkadaşlarının gözleri
çıkarılıyor, ayakları ve kolları kesiliyordu. Bunun gibi fecî manzaralar onları
tabii ürkütüyor, kötümser ediyordu. Hastahanelerde vefât edenler, birbiri
üzerinde ve eşek arabaları ile mezarlığa naklediliyor, bir defin merasimi bile
yapılmaksızın, arabaya konulduğu gibi, yine birbiri üzerine hendeklere
bırakılıyordu. Bu surette müslümanlarm dirilerinden başka ölüleri de
İngilizlerden hakaret görürler ve biçâre, gözleri oyulan âmâların çoğu ve belki
de yüzde doksanı, sefâletten sürüne sürüne hayatlarınrkaybeder-lerdi. İşte
daima böyle korkunç manzaralar karşısında bulunan askerlerimizin korkmaya
hakları vardı. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, daha sonra Anadolu'da,
Kuvâ-yı Milliye teşkilâtı ve bu hususlarda mücâhidleri-mizin muvaffakiyetleri
hakkında birbiri ardınca gelen müjdeli ve sevindirici haberleri tellerdeki
bütün askerlere tamim Ve tebliğ edişimiz ve bunu takiben muhterem Mısır
halkının mitinglerinde meydana çıkan istekler arasında bu meselelerin söz
konusu edilmesi, yani İslâm esirlerine yapılmakta olan zulüm ve işkencelere son
verilmesi hakkındaki şikâyet ve iddiâları sebebiyle, buna benzer feci
muâmelelerin günden güne azalması ve hastahanelerde vefât edenlerin gelişi
güzel kefene sarılarak; her ne kadar evvelce olduğu gibi araba ile
nak-lediliyorsa da, mevtâlann birer birer, ayrı olarak defnedilmeleri ve göz
ameliyatlarına da ö tarihten itibaren birdenbire son verilmesi gibi bir çok değişiklik yapılması, askere fevkalâde cesaret ve
emniyet bağışlamış ve yeniden mânevi kuvvetlerinin canlanmasına yardımcı
olmuştur.
Artık,
o zamanın serbestliğinden ve fırsattan istifâde ederek, biz de feryâda
başlamıştık. Karargâh kumandanına söz ve yazı ile müracaatlarda bulunarak,
üzerimizden alman para ve elbiselerimizin geri verilmesini ve esirlerle
birlikte vatanımıza sevk ve iademizi taleb ve iddia ediyorduk.
Mâmafih,
İngilizlerin bizi kolayca tahliye edemiye-ceklerine kâni idik. Çünkü, neden dolayı getirdiklerini, bize ne derece önem
verdiklerini biliyorduk. Hattâ bâ-zılarımızın evraklarındaki düşünceler
hanesinde "Komite âzasından" ibâresinin bulunduğu anlaşılmıştı.
İngi-lizler için de bu kadarcık bir işâret kâfi idi. Böyle olduğu halde garibdir
ki İngilizler bizi asker içinde bırakmışlardı. Onların anlayışına göre, güya bu
bir cezâ imiş. Halbuki bizce azab ve sefâlete sebep
olmakla be-râber, memnuniyet sebebi oluyordu. Zira,
her ne suretle olursa olsun, bu vesile ile asker arasına girdiğimiz için ben
kendi hesabıma cidden seviniyordum. Çünkü, İngilizleri
yakından tanımak ve onların seciyesini anlamak hususunda merakım pek çok idi.
Hamdolsun ona da muvaffak oldum ve bu sayede bütün hakikâtlere ve esirlerimizin
durumlarına tamamen vâkıf oldum. Mâ-lumdur .ki umumi
harbde, harb sebebiyle bazı yerlerde, esâretimiz altında bulunan siviller
arasında bir çok ru-hâni memurlar da vardı. Bunların hiç birisi zerre kadar
rencide edilmediği halde, İngilizler bizim sivillerimize ve ellerine
geçirdikleri ulemâmıza en şeni muameleleri yaptılar ve yaptırdılar. Hâsılı kim
ne derse desin, insanlığın şerefiyle nisbetsiz, ahlâk ve terbiye kelimeleriyle
taban tabana zıt olan bütün çirkin muameleler İn giliz memurlarında mevcut
olup, İslâm esirlerine» Özellikle Türklere karşı, dünyada
hiç bir milletin yapamıya-cağı kötülüğü, zilleti onlar yapmışlar ve yapılmasını
müsaade etmişlerdir. Çünkü, Türk askerlerinin
gözlerin: millerle oydurmuşlar, kollarını ve ayaklarını hastahane de onlar
kestirmişlerdi.
KAÇMAYA
TEŞEBBÜS, KURTULUŞ GÜNLERİ
25
Ağustos 335 (1919)
Bu
tarihte, bütün Türk esirlerinin memleketlerine .
iâdesi hakkında emir geldiği yolundaki müjdeli haber karargâhı baştan başa yerinden oynattı. Bütün asker
ayakta. Geceleri, sabahlara kadar eğlence ve cümbüşler yapılıyor, artık
sevkiyata kavuşulmuş bulunuyordu.
Birinci
kâfilede binbeşyüz kadar İstanbullu asker ile küçük rütbeli subay beraber
sevkedilmişti. Biz de arkadaşlarla birlikte bir yolunu bulup ikinci postaya
katılarak sevkiyat teline kadar kendimizi atabilmişken, uğursuz talih bizi
orada da buldu. Şimendifere binileceği sırada, evvelce şahıslarımızı tanımış
olan Kıbrıslı hain bir tercümanın ihbarı üzerine tekrar İngilizlerin eline
yakayı verdik. Bundan sonra birbuçuk ay kadar dalla gayet sıkı bir kontrol
altında ayrı bir yerde mevkuf kaldık. Nihayet, her birimizin tek tek
kaçmasından başka çâre olmadığı anlaşıldığından bu konuda arkadaşlar arasında
görüşme yaparak, birbirimizden ayrılmaya karar verdik. Ben, ikinci fırkanın
nöbetçi doktoru Mazlum Bey'in yardım ve aracılığı ile göz hastahanesine
naklettim. Daha sonra hastahanenin nöbetçi doktorlarından Mısırlı bir Katoliğin
yardımlarını sağlayarak kendimi üçüncü fırkanın hastahanesine attım.
Hastahane
çavuşu Arnavut Bahtiyar Ağa'nın vasıta-siyle taburcu olarak tekrar sevkıyat
teline geldim.
28
Teşrin-i evvel (Ekim) de memleketine iade edilen ikibin kişilik diğer bir esir
kâfilesi arasına karışarak, şekil ve kıyafetimi değiştirerek Cenâb-ı Hakk'ın
yardımıyla o zalim düşmanın elinden kurtulmaya ve aziz vatanıma kavuşmaya
muvaffak oldum.
Sevkiyatta
entrikalar ve rüşvet yağması:
Sevkiyâta
tam olarak Ağustos 335 (1919) tarihinde başlanmıştı. Bundan bir kaç gün evvel
îngilizler Rum ve Ermeni esirlerini ayrıca bir tele kapattılar. Daha sonra
Arab, Arnavut, Boşnak ve Kürtleri dahi Türkler arasından ayırarak
Hıristiyanlara mahsus olan kamplara koydular.
Bundaki
maksattan Arab, Arnavut ve Kürtleri Türk-lerden ayrı bulundurmak ve bu suretle
daima ve her yerde îslâmlar araşma sokmak istedikleri nifâk ve fesat plânını
orada da tatbik etmekti. Fakat mümkün mü? Bunların hepsi bir dinin mensubu ve
bir peygamberin ümmeti olmak ve yalnız Kur'an-ı Kerim'e tâbi bulunmak
itibariyle, yalnız bu mefkure ile din ve vatan aşkıyla
harbettiklerini ahmak îngilizler düşünmüyorlardı. Onların bu
konudaki telkin, teşvik ve devamlı gayretlerine rağmen hiç birisi, Müslümanlık
noktasına dayanan itikât ve sadâkâtlarmdan hiçbir surette dönmeyerek, bilâkis
böyle muamelelerden müteessir ve din kardeşlerinin arasından ayrılarak Müslüman
olmayanlarla beraber ayrı bir yerde hapsedildiklerinden dolayı son derece
üzülüyorlar ve her biri türlü vesileler bularak tekrar dönmeye muvaffak
oluyorlardı. Geldikleri zaman Türk askerleriyle el sıkışarak,
öpüşüyorlardı. îngilizler başka yerlerde olduğu gibi burada da, bu kötü
arzularına kavuşamadıklarından dolayı hiddetlerinden âdeta kuduruyorlardı.
Sevkıyata
evvelâ Türklerden ve İstanbullular ile Bursa, Konya ve İzmit gibi Başkente
yakın olan yerlerden başlamışlardı. O esnada bilmem ne hikmetse İzmirlilerin,
sonra da Trabzon ve Erzurumluların şevkleri geriye bırakılmıştı. Gerek
sevkiyâtm vilâyet itibâriyle ve sıra ile başlaması ve gerek İzmir ile bu bir
kaç vilâyetten olanların geriye bırakılması meselesi, îngilizler için bulunmaz
bir fırsat olmuştu. Ben, İngiliz memurlarının rüşvet almak hususunda son derece
haris ve becerikli olduklarını o zaman anladım. Sevk esnasında sağlam bir
askeri, hastahaneye yatırarak bir gün sonra sevkiyat teline geçirmek ve bir
İzmirli veya Trabzonlu askerin kartını silip İstanbullu yahut Bursah yapmak,
keza Arnavut ve Kürtlerin kartlarını silerek Anadolu'nun bir kazasından ve Türk
olarak yazmak ve daha akla gelmi-yecek sahtekârlıkları yapmakta fevkâlâde
cür’et göstermişlerdir.
Bunlar,
evvelâ ikişer ve üçer Osmanlı altınından başlamıştı. Daha sonra birer ve
yarımşar liraya, nihayet ikişer ve birer Mecidiyeye tenezzül etmiş ve artık
askerlerimizden on kuruş ve iki paket sigara almaya bile razı olmuşlardı. Bu
işte İzmirliler pek dehşetli sürat ve mahâret göstermişlerdir.
Birbirlerine
yardım etmek suretiyle ve az para ile çok muvaffakiyetler temin etmişlerdir. Bu
şekilde şevklerinin tehirine dair emir bulunduğu halde zeki İzmirliler,
beyinsiz İngilizleri aldatarak, hemen hemen tamamına yakını kendilerini
kurtarmayı başarmışlardır.
Bu
rüşvet yağmasına tel zabıtalarının çoğunluğu iş-tirâk ederek, menfaat
sağlamışlardır. Hattâ karargâhın kumandanı olacak herif dahi bu yüzden menfaat
temin etmiştir. Beşinci telde mevkuf bulunan bir tabur hocasından iki hah
seccade alarak onu tahliye etmiş olduğuna, hoca efendinin mensub olduğu alay ve
tabur numarasiyle hüviyetine beşinci telin çavuşu Konyah Emin Efendi ile halen
Anadolu'da hastahane baştabib-liğinde görevli bulunan Doktor Malum Bey
vâkıftır.
Hülâsa,
benim Hilopolis'den ayrılışıma kadar olaylar bu şekilde cereyan etmiş, terhisin
süratle başlamasıyla yolsuzluklar da beraber başlamıştı. Parası olmayan bi- ,
çâre askerlerimizin çoğu gelenıiyerek orada kalmış ve hattâ numara itibariyle
şevke tâbi olanlardan bir kısmı da, bu yolsuzluklar sebebiyle vatan ve
yutlarına kavuşmaktan mahrum kalmışlardır.
***
RİCA
VE ÖZÜR
Zengin
ifâdeden mahrum, basit bir üslubla yazılmış olan bu esâret hâtıraları, aslında
bir edebi eser değildir. Yazılmasındaki maksat da bu olmayıp, yalnız Haleb ve
Mısır'da dokuz ay altı gün süren mezâlim ve esâret hayatımda çektiğim ezâ ve
gördüğüm hâdiseleri sigara paketleri üzerine kaydetmiş, bir
çok arama ve baskılara rağmen muhafaza eylemiş olduğumdan, bunları
olduğu gibi dindaşlarımın gözlerinin önüne sermek iyilikse-verliğindendir. Bu
itibarla içinde görülecek, istenmeden yapılmış kelime ve diğer hataların
bağışlama eteği ile örtülmesini okuyucunun cömertliğinden rica ederim.
Gâzianteb'in
Sâbık Defter-i Hakâni Memuru Eyüb Sabri
YUNAN
İLLERİNDE...
ZAVALLI
ESİRLERİMİZ
Sivil
esirlerimizin Yunanistan'da gördükleri zulümler
YUNANLILAR
ALTIN DÎŞLERl KASATURA
İLE
ÇIKARMIŞLAR
Bir
sivil Türk esirinin
mühim
açıklamaları:
Günahsız
olarak Yunanlılar tarafından Karahisar'dan Yunanistan'a sürülen ve geri dönen,
Karahisar'ın Zaviye Sultan mahallesinde oturan Mollazâde Hacı Ali Paşa'nın oğlu
Mümtaz Efendi'nin aşağıda olduğu gibi kaydedilen ifadesidir:
—Yunanistan'da
esârette bulunduğunuz sırada ne gibi mezâlim ve işkenceye mâruz kaldınız?
Sürülmenize sebep ne idi, Yunanistan'da nerelerde bulundunuz, sizden başka
diğer esirlere ne gibi muamele yapıldı ve ne gibi fenalıklara şahit oldunuz? Bu
konuda gördüklerinizi ve bildiklerinizi açıklayınız.
—Üzerimde
mevcut bulunan ikiyüzyetmişikibuçuk Osmanh lirasını Atina Lutiye karargâhında,
başta büyük rütbeli subayları olduğu halde, zorla, döverek ve işkence ile alıp,
gasbettiler. Altın yüzük, kordonuyla beraber saat, kehribar sigara takımı
vesâireyi aldılar. Müracaat etsem bile, âmirleri başında duruyorlar ve müracaat
ettiğim halde müracaatım dinlenmedi. Yanımda bulunan dindaş ve esir
arkadaşlarımdan bazılarının ağızlarından altın dişlerini kasaturayla sökerek
aldılar. Elli lira kıymetindeki hah seccademi aldılar; bayağı hizmetlerde aç
olarak kullandılar. Yirmidört saatte bir sekiz dirhem miktarında bir balıkla
iâşe ettiler. îş görmüyorsunuz diye ayaklarımızdan bağlamak suretiyle mey-va
ağaçlarına asarak hırsları teskin oluncaya kadar döğ-düler. Mensup olduğumuz
din ve imanımıza sövüp sayarak, Peygamber Efendimize kaba küfürler ederek
hakarette bulundular. Hizmetlerimize karşılık alınacak parayı kendileri aldılar
ve aile fertlerimize gönderdiğimiz mektupları gözümüzün önünde yaktılar.
Yanımızda bulunan hoca ve âlimleri "Siz hocasınız" diye aşağılayıp
dövdüler. Katiyen ibadet ettirmediler. Açlıktan, dayak ve işkenceden ölen
arkadaşlarımızı defnetmek için izin vermezlerdi ve cenaze günlerce meydanda
kalarak sıcaktan koktuktan sonra yıkanmadan, kefensiz olarak bize
defnettirirlerdi. Hastahanede yatan dindaşlarımızı zehirlemek suretiyle
öldürürlerdi. Su vermiyerek susuzluktan bitab duruma getirirler ve bulunduğumuz
yerden onbeş dakika uzakta bir yere abdest bozmak üzere hendek açtırırlardı.
Geceleyin yakına abdest bozduğumuzda, pislik yapıyorsunuz diye döğe döğe
öldürürlerdi. Kazdığımız yere gidenleri soyup öldürerek pisliğin içine
atarlardı. Gündüz defi hâcet için gittiğimizde cenazeleri görürdük.
Artık insana yapılmayacak muamelede bulunurlardı. Birtakımlarını evlerine
hizmetçi olarak götürürlerdi. Daha sonra kaldıkları evlerdeki bâkire kızlara
tecâvüz etmişsiniz diye zorla dinlerine girmelerini, döverek ve işkence ile
teklif ve baskı neticesinde kızlan bunlara vererek Hıristiyan ederlerdi. Yani
dinlerine girmesini kabul ettirirlerdi ve halen oradadırlar. Memleketlerine gelmek
için hâlâ tahliye etmediler. Çadırlara hücumla "halâ bunlar gebermediler
mi?" diye içerde bulunanlara silah atarak öldürürlerdi. Yaralılardan
birisi de Kütahya'nın Tavşanlı nahiyesinden Emin Ağa idi.
—İfadenize
devam ediniz.
—Karahisar'a
geldi ve halâ kurşunu çıkarttıramadı. Buna benzer daha bir
çok fenalıklar yaparlardı. "Siz Türk zamanında Hıristiyanları
sürdürerek, halen casusluk yapıyorsunuz" diye beni evimden alarak, kimse
ile temas ettirmeden tevkif ederek para istediler. İstenilen para servetim
derecesinde olduğundan veremedim. Bir ay sonra İzmir yoluyla Atina'ya
götürdüler. Atina'da Lutiye karargâhında bulundum. Çalıştırmak üzere ismini
bilmediğim bir çok köye gönderdiler, sonra Gi-rit'e
şevkettiler ve Kandiye'den buraya geldim. Daha sonra Heyet-i temsiliye'nin
gelmesi üzerine bizi tahliye ettiler. Benden başka bütün esir arkadaşlarıma,
insanın harici olan hayvanlara bile yapılmayacak muamelelerde bulundular, bir çok fenalıklara şahit oldum. Eğer ta-mamiyle izah etsem
gazete sütunu değil, ancak bir kaç cilt doldurur. Bu kadarla iktifa ediyorum.
—İfadeni
okuyorum dinle, söylediğiniz gibi yazılmışsa imza ediniz.
—İfademi
dinledim, anlattığım gibi yazıldığından tas-tiken imza ederim.
Polis
memuru
İfade
sahibi
M.Rifat
Mümtaz
ESİRLERİMİZ
KARAVANA BAŞINDA
Bir
dava -vekilinin'''açıklamaları:
Günahsız
olarak Yunanlılar tarafından Karahisar'dan Yunanistan'a sürülen, Karahisar'ın
Hacı Eyüb Mahallesinde oturan Haşan Efendi'nin oğlu Davavekili Ahmet Efendi'nin
aşağıda olduğu gibi kaydedilen ifadesidir:
—Yunanistan'da
esârette bulunduğunuz sırada ne gibi mezâlim ve işkenceye mâruz kaldınız? Sebep
ne idi ve, Yunanistan'ın nerelerinde bulundunuz?
Sizden başka diğer esirlere ne gibi muamele yaptılar ve ne gibi fenalıklara
şahit oldunuz? Bu konudaki gördüklerinizi ve bildiklerinizi sözle ifade ediniz.
—Yunanlılar
tarafından Karahisar'dan hiç bir sual so-rulmaksızın evden alınarak İzmir'e
sevkolundum ve orada hakkımda düzenlenen evrakı okuduklarında; Kemâl hükümetine
casusluk etmek maksadıyla Karahi-sar'da kalmış olduğumdan ve ilk işgalden sonra
dahi gelmiş, olan Türk hükümetine ihbarlarda bulunarak, Mutasarrıf Sabit ve
Davavekili Hulusi'nin idamlarına hüküm verdiğimden bahsedildiğini anladım.
Meselenin, hakikatlere aykırı olup, sırf Mutasarrıf ve Belediye Reisi Sabit'in
aldatmaları olduğunu, bu konuda ifadeleri yazılmış olanların kendi adamlarından
ibaret bulunduğunu söylemiş isem de hiç dinlemiyerek ve ehemmiyet vermiyerek
Maltız çarşısında bulunan bir karakola gönderdiler. Orada tek başıma bir odaya
hapsederek ' bir hafta ekmek, su vermedikleri gibi yatacak yatak da
olmadığından, bir iskemle üzerinde vakit geçirdim. Bir hafta sonra bir vapurla
Pire'ye ve oradan da Atina'da Lutiye esir karargâhına naklettiler. Diğer esir
kardeşlerimizin bulundukları çadırlardan birine biz de yerleştik. Orada dahi
örtü ve yatak vermedikleri gibi bir yıl ikâmetim esnasında elbise ve çamaşır,
velhasıl hiç bir şey vermemişlerdir. Ancak günde yarım ekmek ve sade fasulye
verilmekte ise de bunu alabilmek için, karavana başına bırakmış oldukları bir
Yunan neferi tarafından yüz defa sövülmek ve bazı kere de tokat yemek
mecburiyetinde idik. Verilen şey gıda olmadığından günden güne kuvvetten
düşmekte idik. Hattâ yemek verirken o neferin döğdüğü esir arkadaşlarımızın
dayak yüzünden ölmeleri sebebiyle Türk işleri nezaretinde verilmiş olan
Hollanda sefirine şikâyette bulunduk. Üstünkörü tahkikât ile iş geçiştirildi.
Bütün gün yağmurda çadırlarımız akar, su içinde yatardık. Daha sonra
memleketten paramız gelmeye başladığından kendi paramızla yiyecek, giyecek alıp
idare oluyorduk. Ama bir taraftan da Yunan askerleri ve subayları türlü
bahanelerle bizleri soyup paralarımızı alıyorlardı. Bir defa
Atina'ya gitmek için izin istediğimiz de yirmibeş Drahmi çavuşa veriliyor ve yanımıza
katacakları askere beş Frank yâni Drahmi, bir paket sigara ve lokantada karnını
doyurmak mecburiyeti olduğundan, esirlerin fakir kısmı izin hususunda mahrum
idi. Esirlerin asker kısmını türlü işkence ve angaryalarla üzüp bir taraftan
yok etmekte olduklarını gözlerimizle görüp, bu gibi mezalime nihayet verilmesi
hakkında lâzım gelenlere şikâyette
kusur
etmediğimiz halde, bir netice alamadık. Sonunda bizi Girit'te Kandiye'ye
gönderdiler. Orada îslâmlara yapmış oldukları mezâlim ve yolsuzlukların birer
birer sayılması mümkün değildir/ Gerek Yunanlıların ve gerek Rum muhacirlerinin
yaptıkları zulüm ve katliâmda Kandiye köylerinde bir tek İslâm kalmadığı gibi,
bu bâdireden tesadüfen kurtulmuş olanlar dahi Kandiye'ye nakledilerek, İslâm
ahalisinin evlerine çarnâçar sıkışmışlardır. Nihayet Kandiye’de bile bize
verdikleri ekmeklerin içine bütün göktaşı kattıklarından, bir türlü yemek
mümkün olmuyordu. Hattâ bunlardan bir kısmını İzmir'e çıktığımızda Hilâl-i
ahmer (Kızılay) heyetiyle diğer zevâta gösterip teslim ettik. Velhasıl Yunan
hükümetinin İslâm esirlere reva gördükleri mezâlimin tek tek sayılması kâbil
olmadığından, bu kadarla yetiniyorum. 10 Haziran 39 (1923)
Dava
vekili Ahıskalızâde
Ahmet
BİR
TESTİ SU BİR FRANK'A
Dört
Türk esiri neler söylüyor:
Karalıisar'm
Gökçe Mahallesinden Nalıncı Zeybek-oğullarındân Ahmet oğlu otuzbeş yaşında
Kadir Ça-vuş'un kaydedilen ifadesidir:
1
Haziran 339 (1923) —Yunanlılar tarafından nerede, ne zaman ve kimlerle esir
edildiniz ve nereye sevkolundunuz? Esaretinizin sebebi nedir, izah ediniz?
—Üçyüzotuzyedi
(1921) senesinde Karahisar'dan Er-menilerin katli bahanesiyle, arkadaşım olan
Kara Kâtip Mahallesinden Haşan oğlu Osman, Câmii Kebir Mahallesinden Bekir oğlu
Mehmet, Hacı Nasuh Mahallesinden Osman oğlu Süleyman ile beraber Yunanlılar
tarafından esir edilerek Pilo kalesine sevk olunduk.
—Mahkumiyetinizin müddeti ne kadardır? Bu esaret ve mahkumiyet müddetinde hakkınızda ne gibi muâ-mele takip
edildi, ne gibi muameleye maruz kaldınız ve ne zaman tahliye olundunuz? Tahliyenizin
sebebi nedir, elbise, yiyecek ve içecek verildi mi?
—Yüzbir
seneye mahkum edilerek Yunanistan’a sevk ve Pire
iskelesinde iki gün aç olarak güneş altında bekledikten sonra, yine aç olarak
üçüncü gün vapura bindirilerek Kibarisya iskelesine çıkarıldık. Vapurda iki gün
kaldıktan sonra vapur ücreti bahanesiyle, üzerimizde bulunan mevcut paramızla
beraber eşyalarımız satılarak elimizden alındı. Açlığımızdan bitab düştük.
Balıkesir Beylerinden Hâfız Ahmet Bey’in vasıta ve yardımlarıyla, bedeli
Beylerden verilmek üzere yüzer dirhem ekmek dağıtıldı. Vapur ücreti alındıktan
sonra yine vapura bindirmeyip karadan sevk ve iki gün sonra Pi-lo'ya vâsıl
olduk. Sekiz gün aç-bi-ilâç olarak yolda gittikten sonra dokuzuncu gün Pilo
kalesinde Yunan hükümeti tarafından yüzer dirhem ekmek dağıtıldı. Esaret
yolculuğumuz sırasında bir dirhem su verilmedi. Kaba-risya iskelesinde bir ufak
testi şu bir Frank olmak üzere, ücreti karşılığında su alınabildi. Seyahat ve mahkumiyet yolumuzda din, kitap ve namusumuza küfür ve tüfek
dipçiği ile vurmak gibi bin türlü işkencelere maruz kaldık. Günde yüzer dirhem
ekmekten başka hiç bir suretle yiyecek, içecek ve elbise verilmedi. Hattâ
üzerimizde bulunan yeni elbiselerimiz bile alındı. Tevkifhanede bulunduğumuz
müddette hasta olduğumuz zaman katiyen tedavimiz yoluna gidilmedi. Fazla ücret
karşılığında hariçten doktor getirttirebildik ise tedavi olunduk. Tedavi
ohınamıyan arkadaşlarımız vefat etti. Daha sonra Balıkesir Beyleri tarafından
masraf ve bedeli kendilerinden verilmek üzere kale içerisine bir hastahane
açtırıldı. Bu suretle Beylerimiz tarafından tedavi olunduk. Genel afla 1 Nisan
39 (1923) tarihinde tahliye olunarak Atina’ya iki saat mesafede Kodi kışlasına
getirildik. Orada misilleme olmak üzere, "Sizin hükümetiniz bizim esirlere
angarya işletiyorlar" diyerek bir ay kadar orman diplerini kazdırdılar ise
de, bu müddet zarfında bir miktar mümkün mertebe yiyecek içecek verildi. 24
Mayıs 39 (1923) tarihinde memleketimiz olan Karahisar'a döndük.
-Arkadaşlarınızdan
kimler vefat etti ve vefat sebepleri nedir? Üç arkadaşın seninle beraber
geldiler mi?
—Benim
bildiğim Karahisarh arkadaşlarımdan vefat eden olmadı fakat diğer memleket ve
vilâyetlerden isimlerini bilmediğim pek çok kimse açlık ve hastalıktan vefat
ettiler. Üç arkadaşım benimle beraber geldiler.
—İfadeniz
doğru mudur? Doğru ise imza ediniz.
—Evet.
Hiç hilâfım yoktur ve doğrudur, imza ederim.
İfade
sahibi esaretten dönen Komiser
Muavini
Zeybek
Ali
Rıza
Abdülkadir
—İfademiz,
zaman ve esaret yolu, sebep ve mahkumiyet müddetimiz,
tarih ve dönüşümüz, beraber olan arkadaşlarımız Gökçe Mahallesinden Kadir
Çavuş'un ifadesinin aynıdır. İfademizi tastik ederiz.
11
Haziran 339 (1923)
Esâretten
dönen Kara Kâtip Camii Kebir Mahallesinden Mahallesinden Bekir
oğlu Ahmet
Haşan
oğlu Osman
Hacı
Nasuh Mahallesinden
Osman
oğlu Süleyman
Arkadaşları
bulunan Kadir Çavuş'un ifadesi okunmuş, adı geçenler dahi aynı ifadede bulunmuş
ve ifadelerini tastik etmişlerdir.
Muavin
Ali Rıza
MOTORLA
CEPHANE KAÇIRIRKEN
Bir
Türk ge n c inin başına
gelenler:
Vaniköyü'nde
ve caddesinde sekiz numaralı sahil evinde oturan, otuzbir yaşında Dersaadet’te
(İstanbul'da) doğup ölen Serkâtibi Mustafa Nuri Paşa torunu merhum Şehabeddin Bey oğlu Ali Sami Bey'in ifadesinin zaptıdır,
—Yunanlılar
tarafından nerede ve ne suretle esir edildiniz, yanınızda sizinle beraber esir
edilen başka kimse var mı idi, nereye sevkolundunuz ve bulunduğunuz (kamp)ların
ismi ile kaç kişi olduğunuzu lütfen söyler misiniz?
—Danca
açıklarında motorla İzmit'e harp malzemesi naklederken Yunan torpidoları
tarafından esir edilerek evvelâ Dafni namındaki askeri bir vapurda beş gün
dövülüp hakaret edilerek Averof zırhlısına teslim edildim. Orçüç gün en ağır
işkencelerle uğraştıktan sonra Mudanya kumandanlığına sevk ve teslim edildim. Motorla yakalandığımızda beş arkadaş birlikte idik. Mudanya
mahbushânesine atıldık. Burası gayet pis ve küçük olduğu gibi alabileceğinin
on, belki yirmi misli esir burada aç ve susuz, perişan bir halde idik. Her gün
hakaret ve döğülerek ordularına ait bir mekkâre hayvanına lâyık olan angarya,
vahşi Yunanlıların kırbaçları altında zavallı Türklere yaptırılmakta idi. Türk
teb'asından olan rezil Rumların, gerek kamplarda ve gerekse caddelerde Türklere
olan devamlı tecavüzleri hakkında ne kadar fazla yazılsa, Engizisyon
romanlarına rahmet okutturur.
—Halen
iade edilmemiş olan esirlerimizden Yunanistan'da kalmış kimse biliyor musunuz?
—Kamplar
dahilinde bir çok vatandaş kardeşlerimin açlık ve
hastalık neticesinde öldüklerini gözlerimle gördüm. Maalesef adreslerini
öğrenmek değil, birbirimizle selâmlaşmak dahi kâbil olmadığından, bu cihetten
istifâde edemedim. Her halde yapılan istatistikler neticesinde anlaşılıp
haklarında muamele yapılacağını temenni ederim.
-Esirlerimizden
orada vefat edenleri hiç biliyor musunuz? Bildiğiniz varsa bunların açık
künyeleri ve vefat sebepleri nedir? Hastalıktan ise hangi hastalıktan veyahut
sefalet içinde yaşamaktan mı vefat etmiştir? Bu konuda ne gibi bilgileriniz
vardır?
-Esirlerimizden
bir çoklarının vefatları ınâlumum ise de künyelerinden
bilgi sahibi değilim. Kesin olarak bunların açlıkla pislik ve dayak
neticelerinde öldüklerini değil âdeta öldürüldüklerini iddia ve kabul ediyorum.
Her mahbus aç ve bu yüzden de daima ölüme namzettir. Doktor kelimesini ağzına
alan bir Türk esiri hatırlamak âdeta cinnettir.
-Esirlerimizin
ne gibi sebep ve şartlar altında malı-, kum edildiklerinden ve kimlerin mahkum bulunduğundan, bunlardan kaç kişinin vefat eylediği
ve nerelerde mevkuf olduğundan ve hüviyetlerinden bilgi sahibi değil misiniz?
—Sivil
esirlerin çoğunluğu Yunanlıların rezillikleriyle vahşetlerinden dolayı esir
edildikleri muhakkak olmakla, bunların yanında yedi-sekiz yaşlarında çocuklara
tarlasından öküzü, evinden kızı, namussuz Yunan haydutları tarafından zorla
alman, hakkım müdafaa için bütün insanlıkça cidden alçak ve lânetlenmiş olan
Mudanya işgâl kumandanlığına müracaat eden zavallı ihtiyar kadınlarla emsali
şeylerin de bu meyanda oldukları tabiatiyle mâlumdur. Şahsım
itibariyle yalnız Mudanya mahbushânesinde ikibuçuk ay mahkeme edilmeden
yatırıldıktan sonra Bursa Divân-ı Harb tev-kifhânesine sevk ve gönderildiğimden
diğer kardeşlerimin de mahkeme edilip edilmediklerini bilmiyorum. Bütün
esirlerin hayvan sürüleri gibi, ne bir tahkikâta ve ne de mahkemeye tabi
tutulduğumuzdan daima şikâyetimizden, vefat meselesi hakkında kesin bir lisanla
söyleyebilirim ki, Mudanya hapishanesi dahilinde
bulunduğum- müddetçe onbeş-yirmi kardeşimin öldürüldüğünü ve doktor, hastane
gibi şeylere katiyen lüzum göstermediklerini, cenazelerinin ise yine bizlere,
sokaktaki pis bir arabaya kadar taşıttırıldığmdan fazla bilgim olmadığını ve bu
zavallıların adresleriyle aileleri hakkında bilgim bulunmadığını arz eylerim.
—Esâretiniz
müddetince size veya arkadaşlarınıza tatbik edilen muameleler, yiyecek içecek
ile elbise ve çamaşır nasıldı? Milletlerarası kaidelerin aksine ne gibi bir
muameleye maruz bulunuyordunuz, belli başlı mahrumiyet ve şikâyetleriniz nedir?
—Beş
aylık esâretim esnasında şahsım ve kardeşlerim namına yapılan mezâlimi saymak
kâbil olmayacaktır. Yerli Rumlarla Ermenilerin Yunan ordusuna gönüllü olarak
girmelerinden sonra bu fenalıklar daha çoğalmış ve adet haline gelmiştir.
Yiyecek ve içeceğe gelince; sabahlan Mudanya hapishanesi penceresinden verilen
bir kaç kırık ve kuru peksimet, ancak beş altı kişiye yetecek bu gıda,
yetmiş-seksen mahbusun başlıca gıdasıdır. Haftada iki veya dört defa su dahi
verilmediğini yazmaklığım büyük bir hakikat olmakla, bunu inkâra cüret gösteren
varsa ilân etsin. Milletlerarası hukuk ve milletlerarası kaideler kelimeleri
ancak Türk ordusunun şâmna lâyık olduğundan ve hattâ Yunan süvarilerinde
bunları görmek, bulmak kabil olmayacağı esasen aşikâr olduğundan, bahse lüzum
görmüyorum.
—Sizin
veya diğer arkadaşlarınızın esâret hikâyeleri ı ve buna dair bilgilerinizi
belgelendirmek mümkün müdür?
-Esaret
hikâyemiz cidden vahimdir. Bunlar hakkında kitaplar neşredilse az gelir. Yalnız
Cenâb-ı Hakk'dan temenni ettiğim adaletperver büyük hükümetimizin, biz
zavallıların her ne suretle lazımsa o suretle hak ve inti-kâmımızı almasını
niyaz eyleyerek, memleketimiz uğruna şehit düşen kardeşlerimizin kalplerimizden
çıkarılmamasını temenni eylerim efendim.
—İfadenizi
imza ediniz.
—Evet imza ederim.
2702
numaralı polis memuru
Safvet
Vaniköyü’nden
merhum
Mustafa
Paşa torunu
Ali
Sami
HER
TARAFTA ÖLÜM TEHLİKESİ
Sapancalı
bir esirin meraklı mâcer âsi:
Duacınız,
iki sene esarette çektiğimiz Yunan mezâlim ye fecâati hakkında gördüklerimi ve
bildiklerimi etraflıca arz ve izah etmeye cüret ediyorum. Yüce aracılığınız
sayesinde, zât-ı âlilerince uygun görüldüğü taktirde
yayınlanmasını rica ediyorum. (*)
28
Mart 37 (1921) tarihinde Yunanlılar tarafından . esir edildim. Yunanlılara esir düşüp, hesapsız dayak ve
işkence görmedim diyene tesadüf etmedim. Bizim bölgelerimiz harp cephesi
olduğundan dolayı memleketimiz işgal edilmişti. Bizim kafile hesapsız dayak, zulüm
ve işkenceler görmekte, hattâ 35 arkadaşı gece iple her iki kollarımızı gayet
sıkı bağlayıp hepimizi birbirimize raptederek, çavuş ve neferler sırasıyla
yoruluncaya kadar düğmekte idiler. İzmit'e sevk sırasında yerli Rum
çetelerinden yediğimiz dayak, dipçik ve İzmit'teki yerli Rumlardan gördüğümüz
hakareti tarif etmek imkânsızdır. Çeteler tarafından yolda elbiselerimiz, potin
ve paralarımız gasbedilerek yalınayak İzmit tevkifhanesine
(^)
Adapazarı Kaymakamlığına hitaben yazılmıştır. sevkolunduk.
Dört gün sonra İzmit'ti önbir mahkum ile kafile
İzmir’e, oradan Atina'ya muhtelif bölgelerde teşhir edilerek Luti'ye esir
karargâhına sevkolunduk. Yalnız bu karargâhta Küçük Asya'dan (Anadolu'dan)
gelmiş dörtyüz sivil esir arkadaş mevcut olup, Atina'nın yakınında bulunan bu
karargâhta birbuçuk ay içinde ahali ve asker tarafından iki defa hücuma
uğradık. Karargâh Kumandanlığına ve Esirler Müfettişliğine müracaat ve
şikâyette bulunduğumuz gibi Selanik, Doğulu ve Batılı müslüman mebuslarına da
hayatlarımızın tehlikede olduğunu arzettiğimizden, müslüman mebusların
sayesinde ve arkadan bir çok sivil esir gelmekte
olduğundan karargâhta yer olmadığı için, müslüman mebusların güya taleplerini
uygun görüp kabul ederek, esirler kanununa ve sürgün kanununa tâbidirler diye
Girit Adası'na sevkedilerek Harbiye Nezareti emrinde ve sivil esir
karargâhlarında esaretimiz iki sene devam eyledi. Girit'in
Hanya şehrinde birbuçuk ay ikâmet ettikten sonra Suda Limanı kışlasına
sevkolunduk ki, Suda Limanı Cennetmekân Sultan Abdülaziz tarafından inşa
edilmiş büyük bir bahriye kışlası olup, tersaneye ait binaları hâvi bir duvar
ve bir minaresi mevcut, diğer kısımları tamamen yıkılmış bir cami, yüz dönüm
miktarında geniş arazi, Sultan Aziz tarafından dağdan getirilen hafif ve leziz
su etrafı yüksek bir duvar ile çevrilmiş bir yerdedir. Yunanlılar
Sakarya muharebesinde mağlup düşüp mecburen geri çekildikleri zaman Girit'ti
Rumların çoğunluğu Venizeloscu olmaları sebebiyle, Venizelos'un Paris'ten
Gunalis'e yazdığı mektubu yayınlayarak, "taarruz etmezseniz faydalı bir
netice alınamayacağı gibi mağlubiyet muhakkaktır tavsiyesi niçin kabul edilmedi
ve niçin ellibini aşkın askerimiz zayi oldu" diye feryada başlayıp Girit
isyanı meydana geldiğine kendi gözlerimle şâhit oldum, isyan harekâtı gazetelerin
yazdığının daha fevkinde olduğu, hattâ Girit Adası kamilen
Venizelosculann ellerine düştüğü, denizden torpido ateşinin iştirâkiyle dört
gün devamlı yapılan harp neticesinde yalnız Hanya şehri, hükümeti muhafaza
edemiyeceğini idrak ederek, görünüşte Venizeloscular tarafından öne sürülen
teklifler kabul edilerek, geçici olarak anlaşma yapıldı. Muharebeleri
esnasında dört gün Venizelosculann işgalleri altında tamamen aç kaldığımız
gibi, esirlerin her saat için hayati tehlike karşısında, katliâma maruz kalacağı
tahukkuk etmekte idi. Hattâ bizleri imha için bir kıta çete ayrıldığı halde,
Suda'daki Rum kadınların müfreze kumandanlarına ihtarları ve "evlâtlarımız
Ankara'da esirdir, aynı akıbete biz de maruz kalırız" ricalarıyla imhamız
tehir edildi. Keza 26 Ağustos 38(1922) tarihinde muzaffer ordumuz
tarafından taarruz vukuunda Hanya'da yayınlanan Patris gazetesi, Ingiliz
Er-kân-ı Harbiyesinin: "Türkler beş ay Afyonkarahisar müstahkem
mevkilerini devamlı surette bombardıman etse düşmesi söz konusu olabilir"
diye yazdığı raporu neşreder. Ağustosta başlayan bu taarruz üzerine
başarısızlıkla neticelenir diye ümitlerini açığa vururlarken, hamdolsun öndört
gün içinde yurdumuz harikulâde büyük başarıya ulaşıp Yunan ordusunun tamamen
mahvolduğunu resmi makamlar da; Rum muhacirlerinin memleketlerine girişleri
sebebiyle itirafa mecbur oldular. İşte bu taarruz üzerine mahv u perişan
oldukları tahakkuk eylediği zaman Yunanistan ve Girit'te tekrar isyan çıktı.
Bizleri Suda'dan Hanya'ya gece saat üçte getirip Mevlevi tekkesi dergâhında
yerleştirdilerse de, hükümet bu defakı isyanın önüne geçemiyeceğini anlayarak,
vali ve Yunan bahriye askeri adadan firar etti. Venizeloscu ihtilâlciler şehre
girer girmez silah ateşiyle yerli müslümanlardan oniki kişiyi şehit edip
mallarını, eşya ve paralarını gasbettiler. Şehirdeki asayişsizlik çok ileri
gittiği için Fransız ve Italyan konsolosları bağlı oldukları hükümetlerine
bildirirler. Dersaadet (İstanbul) ve Ankara hükümetimize mesele akseder.
Hükümetimizin protestosu Düvel-i Mu'telife'nin (4) müdahaleleri sayesinde biraz sükünet bulur. 25 bin
Girit müs-lünıan.esiri katliâmdan bu suretle
kurtulurlar ki, bu de-faki katliâm tasavvurlarım açıktan açığa yapılan mitingde
söz konusu etmişlerdi. Venizelos'un yeğeni miting sırasında: Bilmukabele
Ankara'da esirlerimizin katledileceği protestolarında yer almıştır.
Bu
suretle, bir hafta başımızda muhafız olmasına rağmen, gece gündüz kendimizden
ve sopalar, demirlerle teciliz edilmiş devriyelerle mümkün olduğu kadar müdafaa
tertibatları yapmış idik. Adı geçen tekkede beş ay Kaldıktan sonra Lozan'da
esir mübadelesine milletlerarası Salib-i Ahmer (Kızılhaç) vasıtasiyle
başlanacağını Selânik "Yeni Asır" da okuduğumuz gibi, fedâ-kar ve
gayretli Hanya müslümanlarımn gayretleriyle Dersaadet (İstanbul) gazetelerini
dahi arasıra gizlice okumakta idik. Halbuki bir Türk
gazetesi Yunan teba-sından herhangi bir müslümanm elinde yakalanırsa beş sene
mahkumiyet ile yasaklanmış iken, yine Girit ileri gelenleri ve konsoloshaneleri
vasıtasiyle gizlice okurlar, o arada bizler dahi havadislerden bilgi sahibi
olurduk. Şurasını dahi arz ve izah etmeden geçemiyeceğim: Girit müslümanlan çok
acınacak bir haldedirler. Bir çok cami kiliseye
çevrilmiş, evkaflarına taarruz, iffet ve namuslarına tasallut edilmekte ve
peyderpey müslümanlar imha edilmektedir. Rum muhacir çoğalmış, bütün karada
emlâk ve akarlarına el konularak zavallı müslümanlar mesken ve yurtlarından
konulmakta, vilâyete sığınarak hayatlarını korumakta teselli bulmaktadırlar.
Nüfus mübadelesini şiddetle beklemekte olup, din gayretlerine ve müslümanlara
karşı sevgiye sahip muhterem insanlardır. Yukarıda bahsedilen Lozan esir
mübadele anlaşması mucibince Girid'den Paşa Limanına ve oradan Atina civarında
askeri sevkiyat getirildiği esnada Türkiye Hilâl-i Alımer Cemiyeti (Kızılay)
Esirler Komisyonu Reisi Ali Mustafa Bey Atina'ya gelmişti. On-beş gün
karargâhta serbest olup her gün Atina'da çeşitli bölgelerde istediğimiz gibi
dolaşmakta, süvari kışlasına, Paşa Limanına, Pire'ye Lutiye esir karargâhlarında
esirlerimizle görüşmekte idik. Atina'da Umunıliya meydanında gezerken, sivil
esirlerden olduğumu anlayan oniki yaşlarında Ar.adohı’lu
bir müslüman çocuğu ve çarşaf giymekten mahrum edilmiş iki müslüman kadınına
rastladım. Çocuk "Dârülacezede altı arkadaşım ile hizmetçilik ediyorum.
Bizi esirler arasında bulundurmuyorlar. Bizim için vatanımıza gitmek
yoktur" diye ağlıyor, keza kadınlar "İşittiğimize nazaran sizin
karargâhta otuziki kadın, yedi çocuk mevcut imiş ve sizin bu hafta gideceğiniz
duyulmuştur. Dört kadın varız; bizi esirler arasında bulundu onuyorlar, çok
acınacak bir haldeyiz" diye bize karşı sızlanmaları üzerine Ali Mustafa
Bey'e gitmelerini tavsiye ettim. "Gittik yerinde bulamadık" diye
cevapları üzerine çocuk dahi "Hizmetçi olduğum için serbestim. Siz tekrar
tekrar müracaat ediniz" dedi. Ben de "Pazartesi günü bizim gitmemiz
kararlaştırılmıştır. Firar ederek Pire'ye geliniz" diye tembihim üzerine
çocuk hakikaten tembihime uyarak o gün Pire nhtımına geldi ve Ali Mustafa Bey
bizzat kendi eliyle çocuğu vapura koydu. Çocuk kendilerini Hıristiyan yapmak
için papaz tarafından bazı telkinlerde bulunduklarını söyledi. İlk defa
geleceğimiz vakit Pontus hadisesini ileri sürerek bizi tekrar yolumuzdan
bıraktılar ve çocuğu dahi yakalayıp geriye götürdüler. Bir hafta sonra yine
sevkiyatımız tekrar edildi. İlk kafile ile 397 kişi anavatanımıza
kavuştuğumuzda,• Secde-i Sübhâna kapanarak toprağımızı öpüp, Ce-nâb-ı Hakka
şükreyledik. Aslında esaretimiz sırasında İstanbul, Bursa, İzmit ulemâsiyle her
hafta ordumuzun muvaffakiyet ve düşmanın mahv ve perişan olması için Hatim-i
şerif, Salât-ı münciye ve Salât-ı nâriye-leri okumak ile meşgul idik.
Yunanistan'daki müslüman dindaşlar ile Yunanistan'da kalmış, yüz sene idam
ceza-lariyle mahkum edilmiş, kalelerde ve zindanlarda
binlerce müslüman henüz gelmedikleri için üzgünüm. Yunanistan'ı aç ve
yaşanmıyacak bir millet gördüm. İz-zeddin kalesinde dörtyüz müslüman olduğunu
bizzat gördüm ve müşahade ettim. Kurtuluşunu hükümetimizden istirham eylerim.
2
Temmuz 339 (1923) Sapanca'mn Camii Cedid Mahallesinden Hâfız Ahmed Hamdi
BlR
VAPUR ANBARINDA KERBELA MANZARASI
Salihli
ahalisinden' bir zatın
başından
geçen felâketler:
1
— 1 Ağustos sene 38 (1922) tarihinde muhtariyeti kabul ve imza etmediğimden
dolayı sürülmek üzere cel-bedilip, yirmisekiz saat tevkiften sonra sürülmemden
vazgeçilerek tahliye edildim.
·
2-
30 Ağustos 38 (1922) tarihinde, hezimetleri esnasında mağazamdan ahnıp hemen
trene bindirilerek, İzmir'de Basmahane'de bir çok
hakaretlere maruz kalarak, başımızdaki muhafızların baskısıyla, bir kaç misli
ücretle ve kendi paramızla arabaya bindirilip bir hayli mahalleleri dolaştıktan
sonra, en nihayet Maltızlar içindeki karakola getirilip, hayvanlara bile lâyık
olmayan kademhaneye bitişik bir bodrumda, kapı kilitli, her şeyden mahrum,
burunlarımızı tıkamak suretiyle sabahladık. Öğleden evvel oradan Tepecik esir
karargâhına getirildik.
·
3—
Beş gün sonra, muzaffer ordumuzun yaklaşması üzerine oradan Midilli'ye
sevkedildik. Aya Marina çiftliği denilen yerde sekiz kişiye bir kıyye (okka)
ekmek vermek suretiyle, bir kaç gün de açıkta kalarak ikamet etmekte iken,
içimizden Uşak'ta yakalanıp getirilen İstanbullu Kemâl Bey'in firarı bahane
edilerek arkadaşlarımızdan otuzsekiz kişiyi ölüme mahkum
bir halde Midilli hapishanelerinden birisine götü rdüler. Üzerlerindeki
paraları aldıkları gibi, ''firardan sizin haberiniz vardır" diyerek
Uşak'ta eczacılık yapan İstanbullu Salim Bey'e altmış adet sopa vurdular.
Yiyecek, içecek her şeyden mahrum, hattâ bir teneke suyu bir liraya bile zorca
temin ettik. Oniki gün kaldıktan sonra Atina'ya sevkedilmek üzere esir
karargâhına getirdiler. Bir kaç defa da ikibuçuk saatlik mesafede bulunan Aya
Marina çiftliğinden, içimizde yürümeye ve harekete dayanıksız doksanbeş
yaşlarında bir ihtiyar olduğu halde Midilli'ye getirilip, tekrar yerlerimize
götürüldük.
·
4-
Midilli’de yirmiiki gün kaldıktan sonra vapura bindirilerek, bilmem hain
kaptanın gaddarlığı, bilmem başımızdaki bulunanların zalimliği, vapurda su
olduğunu kesin olarak bildiğimiz halde, vapurda su yoktur dedikleri gibi,
mel'un kaptanın hilesi olarak, güya bizler kendisini bağlayıp vapuru İzmir'e
çevir demişiz gibi, başımızdaki zalimler ile görüşerek alt kattaki anbara
indirip merdivenleri de kaldırdılar. Pire
iskelesine çıkıncaya değin yetmişiki saat kadar Kerbelâ vak'asını
unuttururcasına, dünyada en vahşi kan içicilerin bile reva görmedikleri
zulümlerini icra etmek için bir katre su vermedikleri gibi, su diyen olursa
fena halde döğe-rek tabanca çekmek suretiyle tehdit ve her türlü mezalimi
yapmaktan çekinmediler. Arkadaşlarımızdan elli, altmış kadarı öldü diyerek
bağırmamızla sedyeler ile geldiler. Hararet ve havasızlıktan bayılmış
olduklarından, Cenâb-ı Hakk'm inayeti ile güvertede iki saat sonra can ve ruh
gelmiş, yine dirildiler.
·
5—
Pire'de ahali tarafından az ve çok hakarete maruz kalarak Kodi karargâhına
götürüldük. Bir hafta kadar açıkta kaldığımız gibi ,4 ekmek
- ve hep; şeyden mab-rum, bunlar yetmemiş gibi arkadaşlarımızdan bazılarını da
seccade ve kilim gibi üzerlerinin Örtülerini, esirlerde böyle şeyler bulunmaz
diye aldılar. Sefarethane yasıtasiyle Hollanda sefarethanesine ve başka yerlere
vukubulan şikâyetlerimi^ üzerine, altı taş, önü açık, yalnız üzeri kapalı
süvari hayvan gölgeliklerine .yerleştirdiler. Orada
paramız ile de istediğimizi bulamıyarak bir ay kadar kaldıktan sonra Lutiye
sivil esir karargâhına getirildik.
6
Delik deşik, paralanmış eski çadırlar içinde kışın en şiddetli zamanlarında
Lutiye mevkiinde kaldık. Ekmek ve yemekleri yenilmez bir halde olduğundan,
kendi paramız ile istediğimizi bulup iaşemizi temin edebildiğimizden, başka
yerlere nisbetle kendimizi bahtiyar addederdik. Bu tabii parası olanlara
göredir. Lutiye’-nin suları kireçlidir. Kumpanya suyu olduğu için parasını da
biz verelim dediğimiz halde getirtmediler. Çay ile susuzluğumuzu defedebilir
dik. Bu yüzden fakir esirlerimizden bir çoğu dizanteri
hastalığından vefat etmiştir. İsmini hatırlamıyorum bir mel'un Yunan neferi,
yemek alırken sıraya girmediğimiz bahanesiyle, bir zavallı ilitiyarı kalın odun
ile fena halde döğmüş, yara ve berelerin tesiriyle bir kaç gün sonra zavallı
ihtiyar vefat etmiştir.
7—
Orada beş-altı ay kadar kaldıktan sonra mübâdele edilmek üzere Pire'ye
getirildik. Bizim Murahhas Muzaffer Bey ve Sâlib-i Âhnıer (Kızılhaç) heyeti
teslim etmekte iken, güya Pontus muhacirlerinin sürülmesini bahane ederek
Gunatas'ın emri ile geriye kaldık; kısmen teslim edilip vapura
bindirilmeyenlerimiz de daha sonra bindirilerek, bir torpido maiyetinde
Girit'in Kandiye şehrine götürüldük. Orada İslâm kardeşlerimizin bize yapmış
oldukları yardımları da çekemiyerek, gazeteleri ile ve su vesaireyle onları da
tehdit ettiler. Girit'te mektep ve camiler kapalı, kısmen muhacirleşmişler ve
Ezan-ı Muhammedi'yi katiyen okutturmadıkları gibi, serbestçe ibadet bile
yaptırmıyorlardı. Hattâ bir Cuma günü İslâm cemaatı reisi Nuri Bey, Mutasarrıf
ve mevki kumandanlarından izin alarak bir Cuma namazı kılınabilmiştir. Buna
benzer daha bir çok vahşetler var ise de
hatırlayabildiklerimi yazabildim. Orada onyedi gün kaldıktan, Mübadele Heyeti
gelip bizleri teslim etti ve 29 Mart 339 (1923) tarihinde Hakk'ın yardımiyle,
muazzez topraklarımıza ayaklarımı basabildim.
17
Haziran 339 (1923)
Salihli'de
Aksekili Hacı Hüseyinzâde Mehmet Nuri
ESARET
HAYATINDA YAPILAN BAZI TETKİKLER
Edremit'te
tevkifler—işkenceler, tehditler—Yunan Harbiye Nezareti esirlerimizin
elinde—Yunanistan'da vaziyet—Çete teşkilâtı ve hainler, casuslar.
Bir
dava vekilinin dikkate değer açıklaması;
·
1—Yunanistan'da
8 Eylül 338 (1922) tarihinden 29 Şubat tarihine kadar Atina'da Lutiye esir
karargâhında bulundum. Esarette maruz kaldığım mezalimden evvel, vatanın temiz
toprağının pis Yunan çizmeriyle kirletildiği zamanlarda, Edremit'te üçüncü defa
olarak 13 Nisan 338 (1922) tarihinde âcizlerinin tevkifiyle başlayan Edremit
aydınlarının tevkifi esnasında, muayyen bir program dahilinde
tatbik edilen kanlı ve parçalayıcı işkenceler şeklinde bir mezalim devresi
vardır ki müsa-denizle bu hususta bazı izahat vermek lüzumunu hissediyorum.
Tam
bugün ikinci senesine ayak bastığımız 13 Nisan 38 (1922) perşembe saat
onbuçukta, bendeniz yazıhanemde iken bir jandarma subayı tarafından tevkif
edilerek evime getirildim. Orada bir subayın kumandası altında tam onattı
jandarma neferi tarafından evim sıkı bir aramaya tabi tutuldu. Sonra jandarma
dairesinde saatlerce tevkif ve beklemeden sonra cephanelik olarak kullanılan
yukarı çarşıdaki mektep binasının kapısı bir çavuş kumandasındaki bir manga
tarafından açılarak ilk mevkuf olarak benfleniz içeri alındım ve hemen odanın
birisine tek başıma hapsedildim. Ondan sonra Reji Müdürü Fehmi Bey'de
getirilmiş, o da aynı şekilde diğer odaya konularak tek başına hapsedilmiştir. O
gece tüccardan Karagöz-zâde Ali Bey de getirilmiş ve bu suretle mektebin üç
tane olan dersaneleri işgal edil-miştıı Ertesi günü halen Küçükkapı Müdürü olan
kardeşim Abidin Bey de getirilmiş ve bu suretle peyderpey getirilen ve .birinci haftada onbire ulaşan mevkuflar, özellikle
Karagöz-zâde Ali Bey'in mevkuf bulunduğu odaya konularak, bendenizle Reji
Müdürü Fehmi Bey'e tatbik edilen görüşme yasağı ve tek başına hapis ve
ta-kibâtı bütün şiddetiyle devam etmiştir. Mezalim, bendenize isnad olunan para
toplama ve o zaman reisi bulunduğum İdman Yurdu gençlerini ihtilâle teşvik ve
yaklaşan paskalyada Hıristiyanlar hakkında katliâm tertibi gibi uydurma suçları
söyletmek için, bu komitenin fedâisi olarak tasavvur ettikleri eczacı Muzaffer
Süreyya Bey'i işkenceye tabi tutmaktan başlamıştır. Tam otuzsekiz gün Süren bu
işkence devresiyle Muzaffer Bey, Cevdet Bey, Midillili Haşan Efendi,
BalIkesirli Necati Efendi insanlıktan çıkacak derecede işkenceye tâbi
tutulmuşlardır. Bu müddet içinde âcizlerinin tek başına hapsi
ve sair takibatı bütün şiddetiyle devam etmiş ve bu tahkikat devresinde bu
uydurma suçların Edremit münevverlerini mahv ve yok etmek için kendileri
tarafından tertip edildiği tarafımızdan yazıyla ve sözle ve ısrarla söylenmiş
olması, damadım İsmail Bey tarafından zulüm olaylarının Çanakkale ve İstanbul'a
gönderilen gizli adamlarja ulaştırılarak resmi teşebbüslere girişilmesi,
Muzaffer Bey'in sorgu sırasında tatbik edilen bunca şiddetli işkencelere rağmen
bir Türk azmiyle gerçeklerden sapmıyarak, gizli gerçeklerin bizce gizli
olmadığının ihsas edilmesi, diğer mevkufların sorğu sırasında aynı işkencelerin
tatbikine imkân bırakmamış ve mamafih hiç bir delil ve emare elde etmemiş
olmalarına ve tahkikâtm daha üçüncü ayda tamamen ve açıkça son bulmuş olmasına
rağmen, idareten tevkifimize devam edilmiş, mevkufiyetimizin sonuna kadar
görüşmekten mahrumiyet pek utanılacak bir tarzda devam etmiştir. Edremit'in
milli ruhunu yaralıyan bu mezalim, ibtidai Rum kuva-yı milliyesinin ve
İslâmlardan halen Atina'da bulunan Saraç Mehmet Bey isminde bir kötü
yaratılışımın ve ihtimal ki halen gözümüzün önünde serbestçe gezen diğer bazı
kimselerin, Türk aydınlarının yokedilmesini hedef alan muayyen bir programı
şeklinde yapılmışsa da evvelce idari mevkufiyetimizin uzamasında ve Atina'ya
gönderilmemizde Burhaniye kazası kaymakamlığının katkısiyle Yunan idaresince
Edremit kaymakamlığına tayin edilen Çerkeş Vehbi Bey ve çerkeslik programı
etrafında olarak Kaymakam Çerkeş Vehbi ile perişan bir kaç şahsın büyük tesiri
olduğunu teessürle ve kederle haber alıyorduk. Ordumuzun kahramanca
saldırısıyla anavatana hediye edilen kurtuluş bayramının arifesinde, güya
mahkeme için İzmir Divan-ı Harbine götürülmek üzere sevkedilmişsek de, İzmir'de
geçirdiğimiz ve 4,5,6 Eylül 338 (1922) tarihine
rastlayan üç gün içinde canlarını kurtarmak derdine düşen. İzmir'deki Yunan
idarecisi ile sokakta ahali tarafından maruz kaldığımız hakaret ve ölüm
tehditleri her tasavvurun fevkinde ve ellerimizde kelepçelerle teşhir için
gezdirildiğimiz İzmir sokaklarında defalarca ölümle karşı karşıya geldik.
Nihayet Eylül'ün altıncı gü-nü biridirildiğimiz Japon vapuruyla Pire'ye
sevkedildik. Sekizinci Cuma günü çıktığımız Pire'den Atina'ya ve Atina'dan akşam üstü sevkedildiğimiz Lutiye esir karargâhına gidinceye
kadar, Manastraki hapishanesinde geçirdiğimiz bir kaç saat içinde gördüğümüz
baskı ve resmi ölüm tehditleriyle karışık soygunculuk, Orta Çağdaki
yağmacılarda bile tesadüf edilmez fiili gasb ve yağmaya ilâveten, hapishane
idaresi elli Frânk'a kiraladığı bir otomobil ücreti olarak bizden tam bin Frank
almış ve dokuzyüzelli Frank'ı gözlerimizin önünde zimmetine geçirmiştir. Yedi ay devam eden esaret devremizde her gün, her saat gördüğümüz
devamlı hakaretler, gözümüzün önünde dayaktan ölen arkadaşlarımızın felâketli
hallerine şâhit olmak ve karargâh olarak seçilen yerden geçen şoseden Atina'ya
giden bir jandarma süvarisinin bizzat bana çevirdiği rövolverler ile Emin
isminde diğer bir Tekfur Dağlı arkadaşımızın yaralandığını görmek, bundan bir
hafta sonra karargâh önünden geçen bir asker tarafından yine bana atılan
silahla ijlüm tehlikesi geçirmek gibi her an maruz kaldığımız muameleler,
esaret hayatımızı devamlı bir işkence haline koymuştur. Yiyecek içecek
konusunda biz ancak ailelerimizden gelen paranın sayesinde hayatımızı koruyabildik
ve bütün esaret müddetimce bir tek Yunan lokması boğazımdan geçmemiştir.
·
2—Yunan
siyasi vaziyeti ve idaresine gelince:
Yunanistan’da
memnuyetle ve gözlerimizle gördüğümüz siyasi kargaşalık ve idare tarzındaki
ahlâk sükûtunun şümul ve genişliği bize öyle bir kanaat verdi ki, Yunanistan
siyasi bir topluluk ve idare vücuda getirmekten çok uzaktır. Yunan, birbirinin
cebindeki parayı karşılıklı çalmak isteyen ve her fazla çalana fazla hayat
hakkı bahşeden bir ahlâk topluluğundan ibarettir. Harbiye Nezaretinin
.çok kesin bir askeri emrinin icra şekli, genellikle bir çavuşun lütfen
kabul etmesine bağlıdır. Sıra ile kabul edilerek, yerine getirmek için sıradan
bir yazıcı neferinin uygulamasına terk edilen bir Bakanlar Kurulu kararnamesini
iptal ederek saklamak ve gizlemek her zaman bir neferin büyük bir cesaretle
tatbik ve yapabileceği bir iştir. Eğer İngiltere ve Fransa gibi, siyaset
sebebiyle nöbetleşerek, Yunanistan’ın siyasi hayatında fırtınalar yaratan
siyasi cereyanlar, evvelce Kralist fırkası mebuslarından olan bir Dârülfünün
(üniversite) mualliminin ağzından bizzat işittiğim gibi Yunanistan'a son
nefesini yaşatacak ve kuvvetli bir Türkiye, Bulgaristan darbesi altında, siyasi
mücâdelelerin kurbanı olarak tarihe karışacaktır.
Halen
Yunanistan'da hükümrân olan İhtilâl Fırkası, Venizelos fırkasını temsil
eylediği ve Venizelos'un siyasi inançlarına dayanılarak teşkil edildiği halde,
daha sonra fırka erkânı Venizelos'un siyasi içtihatlarını da kıskançlık
hissiyle ihmal ederek ihtilâl kuvvetlerini Ve-nizelist ve Kralist fırkaları
üstünde bir üçüncü siyasi kuvvet olarak yaşatmaya başlamıştır. Halen
Yunanistan'da, ölmüş Kral Konstantin ve Gunaris taraftarlarından meydana gelen
bir ekseriyet, Venizelistlerden ibaret bir azınlık ve korkutma siyaseti,
yağmacı icraatiyle hepsini dehşete düşürmüş bir ihtilâl fırkası hükümrandır ki,
sulhtan sonra ortaya koyacağı kanlı olaylar ve tepkileriyle Yunanistan için
müthiş âkibetler doğmasına müsaittir.
Bu
ayrılık ve bilhassa Venizelistlerle ihtilâlciler arasındaki bu anlaşmazlık,
özellikle ve öncelikle Venizelos'a-giydirilmek istenilen Cumhuriyet hil’ atını,
Guna-ris’in kendisine daha fazla yakıştırmasından dolayı, bir post kavgası
neticesidir.
·
3—Umumi
harpdeki birbirine ters düşen siyasi çere- > yanlarla, birbirine
muhalif menfaatlerle ayrılan ordunun bütün muhalif siyasi fırkalarla fiilen,
tamamiyle birlik olmuş ve anlaşmış bir nokta vardır ki o da; artık ordunun,
ceplerini doldurmak isteyen fırka reisleriyle büyük kumandanların hatırı için
akıttığı kan yeter de-inekten ibaretir. Yunan ordusu tamamen çürümüştür.
Kumandan, neferlerin istihkakiyle giyeceklerini ve hattâ subayların cebindeki
parasım çalmakla iftihar eder. Ordunun en belirgin özelliği birbirine karşı
soygunculuktur. Son bozgunları Yunanistan'ı bir müddet ordu-suz bırakmıştı.
İhtilâl komitesi kağıt üstünde, muhtemeldir ki
yetmiş-seksenbin kişilik bir ordu vücuda getirmiştir. Fakat en ateşli ihtilâlci
neferi en samimi konuşmasında "Ordunun düşmana değil, yalnız harp etmek
isteyenlere hücum etmek için ilk atılacak topun tarakası kâfidir" ve
"Artık harp yeter" diyor. "Hem de niçin harp ediyoruz?
Anadolu'yu muhafaza edemediğimiz gibi Makedonya'yı da muhafaza edemeyiz. Zira
karşımızda bizden daha kuvvetli bir Sırp hükümeti vardır ki Makedonya'ya gözünü
dikmiştir. Biz Elenizmin tabii hudutlarına çekilemeyiz" diyor. Bu bir çok Yunan askerinin ve bütün Yunan düşünürlerinin,
şimdilik gizli tuttukları kanaatlarıdır ki, ihtilâl idaresi mensuplarından
başkasına açmakta sakınca görmüyorlar. Bir milletin tarihinde muhteşem, parlak
levhalar olduğu gibi feci ve elim sahneler de vardır. Bu konuda arzede-ceğim şu
levha kadar gülünç ve zelil bir sahne hiç bir milletin tarihinde görülmemiştir.
Kral Kostantin'i ve Meclis-i mebusanım ıskat eden ihtilâl
kuvvetlerinin gönderdiği o meşhur uçağın Atina'ya dehşet saçtığı günün ertesi
günü, güya ihtilâl askerlerinin Pire'ye çıkarak Manastraki tepelerinden
Atina'ya gelmekte olduğu hakkında yayılan bir şâyia üzerine, dünyaya meydan
okuyan o Atina palikaryaları girecek delik ararken, Harbiye Nezareti memurları,
hattâ - kapısı önünde duran süngülü asker de kurtuluşu firarda aramış ve
koskoca Harbiye Nezareti bir kaç saat için, özellikle nezaretin defter ve dosya
sandıklarını taşım ak için angaryaya getirilen Türk neferlerinin elinde kalmış,
ortada Yunanlı namına kimseyi görmeyen kahraman Türk neferleri, küçümseyen ve
alaycı bir eda ile bütün daire kapılarını kilitledikten sonra Harbiye Nezareti
analı tartarını ceplerine koyarak esir karargâhına dönmüşler, Harbiye Nezareti
bir müddet için Türk neferlerinin haşmetli ellerinde maddeten himâye saatini,
mânen ilıti-har zamanını yaşamıştır.
·
4—
Çete teşkilâtı, işittiklerimize nazaran Ziver ismindeki Bursa valisinin idaresi
altındaki Çerkeş ve milliyetçiler umumi teşkilâtının askeri kısmıdır ki bu
Çerkeş Ethem kardeşleriyle Eşref, Çerkeş İbrahim, Balıkesir Jandarma Bölük
Kumandanı Sami, Çerkeş Şevket gibi alçakların idaresi altında bulunuyor. Hattâ
işittiklerimize göre Çerkeş Şevket ilk defa olarak Anadolu'ya geçmiş ve dahilde gizlenebilmiş ti. Bilhassa Çerkeş Şevketin
kazamız dahilinde akrabası bulunduğunu da işittim.
Bunların faaliyet merkezi Midilli'dir. Sakız, Sisam, vesair adalar bu merkezin
şubeleridir. Bu çete hareketinin en cesur müteşebbisleri Şevket, İbrahim ve
Eşref Edreînit'ten firar eden ve hattâ İhtilâl Komitesinin Midilli'de ilk
kuruluşu sırasında beyni mahiyetinde olan Edremit’i! Doktor Kalpolip gibi
kimselerle Midilli'de temas halindedir.
·
5—
Bunlar hep Yunanlıların bazen zafer füruşanı, bazen bu İhtilâl Komitesine karşı
şahsi düşmanlıklarıyla meşhur ve neticede son zamanlarda ihtilâl hükümetince
hapse atılan Havran'h İpokrat ismindeki bir Rum'un gerçek ifşaatı neticesinde
bize kadar ulaşmıştır.
·
6—
Milliyetçilerin hepsi iyi muameleye mazhar olmakta ve kabiliyetlerine göre
Ziver Bey tarafından Türklük zararına olarak görevlendirilmektedirler.
Esirlerden Yunanlılarla irtibatı olanların, halen İzmir'de polis olan Bandırmak
Ziya isminde bir şahsın, sivil esirler bölüğü başçavuşu sıfatiyle yapmadığı
alçaklık kalmadığı gibi, dördüncü askeri bölüğü başçavuşu Boya-
bat'h
Mehmet Hulusi Çavuş da, esirler arasında hafiye; lİği ve askere kötü
muameleleriyle meşhurdur. Karamürsel'de Kuvâ-yı Milliye subaylığı yapmış Gürcü
Mehmet Bey isminde bir alçak, Mehmet Ali isminde Gürcü bir kötü yaratılışlı
Karahisar'da Mutasarrıfın Rumca tercümanlığını yapmış, yüzbaşı üniforması ile
bu pis teşkilâta katılmıştır. Bursa Polis Müdürü Kâzım Bey de kaymakam
rütbesiyle bu teşkilâtın Atina'daki hafiye şubesine başkanlık ediyor Takdim
eylerim efendim.
Edremit'te
Kozan Sancağı Ceza Riyâsetinden müstafi Dava vekili Fâik Kemâl
·
7—
Çerkeş Ethem'in Avrupa'ya, diğer arkadaşlarının Makedonya ve adalara gittiği ve
oradan Makedonya'ya ve Trakya İslâmları aleyhindeki imhâ siyâsetini idare için
hafiye teşkilâtını ve adalardaki çete tertibâtını idare ettiklerini haber
aldık. Batı Trakya, Girit, adalar, Yanya ve Makedonya müslümanlarının, bilhassa
son zamanlarda, imhâsini hedef alan mezâlime giriştiklerini, rehine namıyla
Milos adasına nakledilen ikibin TrakyalIdan 675 bedbahtın vapurdan denize atıldığını
üzüntüyle haber aldık. Bu çete teşkilâtının askeri mahiyeti hakkında mâateessüf
bulgu sahibi değilim. Silahları hakkında kesin bilgi alamadım. Mamafih bu
çetelerin faal kumandanları yukarıda isimlerini arzettiğim Çerkeş reisleridir.
Bu çetelerin gayeleri: Küçük Asya'da (Anadolu'da) orduyu tedirgin etmek, kötü
düşüncelerine göre dahili bir isyan çıkarmak,
hedefleri de Eşref gibi İzmir'le ilgilenen ayak takımı, Sakız ve Sisam yoluyla
İzmir havalisi; Şevket, İbrahim, Sami gibi alçaklar da irtibat halinde
oldukları Edremit, Manyas, Gönen havalisi ve civarlarıdır.
·
8-
Esirler ile casus gelmesi mümkündür. Hatta bizim kâfileye dahil
olan bir Ermeniyi Kılazomun'da polise teslim ettik. Esirler müfettişliğiyle
samimi münâsebeti olan iki kişi vardır ki, bunların böyle casusluğa cesaret
edip edemiyecekleri hakkında mütereddidim. Yalnız ihtiyatla arzediyorum. Bu
mâruzâtımın noksan ol-
LUTİYE
KARARGAHI BİR İSLAM MEZARLIĞIDIR
Eskişehir'in
Akçalan Mahallesinde oturan Medrese Müdürü Ali Osman, Efendi'nin raporudur:
Yunan
süngülerinin Eskişehir'i istilâsından iki ay sonra, yani 19 Eylül 337 (1921)
tarihinde Eskişehir'deki evimden alınarak esir edildim. Esaret sebeplerime
gelince: Vatan can çekişirken, İslânıın hayatı sönmek üzere iken, hâlâ şahsi
menfaatini kıymetsiz ve hiç bir insanın kabul edemiyeceği vasıtalarla temine
çalışan bazı alçakların dedikodusuna düçâr oldum ve 5 Nisan 339 (1923)
tarihinde öz vatanıma döndüm. Giderken: Karaköy, Bursa, Mudanya, îzmir yoluyla
Atina'ya, bir müddet de Girit, Kandiye şehrine trenle, vapurla sevke-dildim.
Dönüşte. Kandiye'den denizden vapurla Kıla-komun ve İzmir'e ve oradan da trenle
Eskişehir’e geldim.
Esaretim
sırasında şu zevat da bizimle beraber idi: Kadı Naim Efendi, Meclis-i İdare
Kâtibi Tahsin Efendi, Ticaret Matbaası sahibi Mustafa Remzi Efendi. Bunlar
tabii hep memurlar veya eski meşguliyetleridir. Sâbık
Belediye Reisi Kenânzâde Süleyman Efendi, Eytam Müdürü Haçı Nuri Efendi, sâbık
Belediye Müftisi Süleyman Nihat Efendi, Ceza Başkâtibi Ahmet Efendi, Tapu
Dairesinde Refik Ahmet Efendi, Mamure Mahallesinde Muallim Ali Nazmi Efendi,
İhsaniye Mahallesi İmamı Hafız İlyas Etendi, Hacr Hâfızzâde İbrahim Hakkı
Efendi, ticaret sahiplerinden tuhafiyeci Kürt İsmail Ağa, Hacı Adil Ağa,
Karapazarh İsmail Hakkı Efendi,
>
Cunudiye Mahallesinden Veli Ağa oğlu İbrahim Efendi, Dede Mahallesi sâbik
muhtarı Ahmet Efendi, Dava vekillerinden Cudi Efendi, Hâfız Osman Efendi,
kardeşi Şaban Efendi, fabrika müdürü Uşaklı Necib Bey. Bu suretle yirmiiki kişi
olarak istasyona getirildik. Orada otuzbir kişiden meydana gelen bir esir grubu
daha gördük ki bunlar hep Türk subayı idi. Yirmiiki kişiyiz, otuzbir kişi de
onlar toplam elliüç kişi, yukarıda belirtilen yollardan İzmir, Punta’da,
Tepecik karargâhında önbeş gün kadar kaldıktan sonra yine birlikte Atina'ya
sevkedildik. Esir müfettişliğinde ayıredilerek onlar subaylar karargâhına, biz
de Lutiye karargâhına götürüldük. Dolayısiyle onlardan kimin kaldığını
bilmiyorum. Yalnız bizden Veli Ağa vefat etti.
—Esaret
günlerinden kurtulana kadar görüp tanıdığımız esirlerimizden kimler, nerelerde
ve ne sebeple vefat ettiklerini, yani hastalıktan mı, sefaletten mi, işkenceden
mi izahı.
—Açlık,
sefâlet, işkence ve hastalıktan dolayı vefat edenlerin miktarının tesbiti
mümkün değildir. Bunlardan yalnız Lutiye karargâhında vefat edenlerin
künyelerini yazmıştım. Mâateessüf bu liste Kılazomun'da zayi oldu. Adapazarlı
Hoca Hacı Haşan, Hâfızülkırâe Abdullah Efendiler ve arkadaşları da vefat
edenlerin isim ve künyelerini almışlardı. İhtimal bu künyeler onların elinde
mevcuttur. Dayak ve zehirlenme neticesi vefat edenler olmakla beraber, en çok
dizanteri hastalığı bi tirmiştir. Bunun sebebi Lutiye karargâhına su şirketi
tarafından su akıtılıyordu. Bunun kararlaştırılmış tak -şifleri verilmediği
için su kesildi. Esirler kuyu suyu içmeye mecbur oldu. Bu su ise esasen bulanık
ve kullanmaya uygun olmadığı gibi iki metreden fazla çapı olmadığı için her
nevi pislik içinde bulunuyordu. Ondan sonra müthiş bir dizanteri başladı.
Hastalığa tutulanlar çamur üstünde yatırılır, hastahaneye kabul edilmezdi;
—Zaten hastahaneye gidip de çıkan yoktu. Yani bunların cenazesi çıkıyordu.—
Günde iki, üç bazen ona kadar ölüm meydana geliyordu. Bu suretle karargâh
civarında büyük bir İslâm kabristanı meydana geldi. Bu münasebetle ilgili
makamdan şunu istirham ederim ki: Bu kabristanın etrafına bir duvaf çektirmek,
bu suretle bir intikam hatırası vücuda getirmek.
—Nerelerde,
ne kadar müddet esir bulunduğu ve bu esaret müddetinde ne gibi muamelelere
maruz kaldığı, yiyecek, içeçek, elbise ve sair insana lüzumlu şeylerin ne
derecelerde temin edildiği. Gerek esir arkadaşlarınıza ve gerek İslâm ahalisine
esir bulunduğu yerlerde ne gibi muameleler yapıldığını, gördüğü ve işittiği
tafsilatlı olarak yazılacaktır.
—Esaret
müddetim onsekiz ay on d okuz gündür. Bu müddetin hemen hepsi Atina civarında
Lutiye karargahında geçmiştir. Ben ve diğer esirler,
esaret süresince maruz kaldığımız muameleler şu kelimelerle toparlanabilir:
Sövüp sayma, döğme hakaret, hayvan gibi çalışmak. Senelerce bir fırının
alevleri karşısında, bir külhanın sınırlı ve iğrenç çevresinde çalışıp da, bir
gün olsun temiz hava almak üzere dışarıya çıkarılmayan arkadaşlarımız var ki
bizden daha bedbahttırlar. Taş ocaklarında, susuz adalarda çalıştırılanlar bir
dereceye kadar —hiç olmazsa temiz hava almaları ve tütün paralarım çıkarmaları
itibariyle— daha talihli olanlardır. Esirlerin yiyecek ihtiyacı günde bazen yüz
dirhem, bazen biraz dalıa fazla —o da yemmesi mümkün olmayan - ekmek ile iki
öğün katıktır. Bu katıkların mahiyeti uzun uzun anlatılmaya muhtaçtır. Gün
aşırı veya iki günde bir de-
“Zere
bİr ?azan SUya iki okka fasüIye veya mer-umek, pmnç,
nohut iie bir miktar kokmuş zeytinyağ/ Bu ogunlenn birini teşkil eder. Diğer
öğün İmi X on taneden fazla olmamak üzere zc®,„ L’^bta okma helvadan ibarettir.
İnsanın hayatının devamına ııznıet etmekten pek uzak olan bu ekmek veya
katık-an almak ıçm saatlerce yağmur altında ıslanmak ve uzun mesafelerden
sırtla odun, su vesair taşS tüJü sovup saymaya maruz kalmak ve bazen de davak vp mek
mecburiyetleri vardır. Esirlere dbıse çamUr' ayakkabı verildiğini ne gördüm ne
işittim Ancak son
esirlere
m“bade,e.meselesi Çınlanınca bazı asker ve di ki ıPvbnÇ’-eskl
ÇamaŞ«-t biraz dış elbisesi veril-ber'bunlara döndüler- Bunla
beraber ancak yüzde be§
^betinde hrdı örm n y î eS,rier geneUikIe Çadırlarda yatırı-kartfSh -nanuyle 7a«mşar
battaniye verildi. Lutiye bhtiS v1Vannda Isî.âm abali
bulunmadığından ta-, Yunanistan daki müslümanlarm vaziyetlerini yakından
goremiyordum. Sonradan KandiyS^evke dilerek yırmıbeş gün kadar orada kaldık.
ÇarşTya kah-eye çıkacak kadar serbest de bırakıldık.
Bu münase-betle oı ada bulunan Islâm kardeşlerimizin durumları
JSt
wSbSrt Bu-bilgiler genel ola-H^.şoyledlr- Glnt ilamlarının, üzerinde doğun
büvü-dugu oz vatanında hayatını çekilmez bir belâ Şükü hâline koyan amilleri
tetkik için Girit'te hayat emniyette den geçimden, askerlik mükellefiyetinden
vergherte «!rek?r a"’
™ terbiye kıtalarından bahsetmek
G
i r 11 te hay a t e m niye t i: Bir kere müs-umanlar hayatlarından emin
değildir. Çünkü Yunânh-dJkîd 'S m7CUt bUİUnan müsIümanlann düşmanı
olduklarından bunu siyasi düsturlar arasına dahil
eîmîs-emenerme ulaşmak içi„ en küçük fesattan e„ ehem-’
-132
mivetsiz
olaydan hemen istifadeye alışmışlardır. Girit miislümanlan, maliyetleriyle
ilgili ola»
lice
çalışıyorlar. Milli gururdan ^araştırılmaktan kork tuL içta- önüne, ardına
dikkat etmeden bahsedemez. YunanhhSın sevinciyle neşeli, felâketiyle mahzun
go-dinmemek Girit müslümanları için bir çeşit cinayettir.
Küçük
Asya (Anad.> u W nı basından takip ettikleri ıçm
zavallı Islamlar en bu vük küfrü işlemiş oldular. Bizim
Girit’e varışımızdan evvel Kütük Asya (Anadolu) Rum muhacirlerinin Girit'e
gelmesiyle başlayan yırtıcılık, vahşet köylere ka di uîaşhrıtoak yüzlerce
telefât ile hatır ve hayale ge -meven ilk çağ vahşilerini bile titreten mezalim
ye yo suzluklardan sonra zavallı köylüler, sırtlarındaki gom tekleriyle
islâmların kalabalık bulundukları sabalara sığınmak zorunda bırakılmışlardı Bu
surette nîrJe maları, hayvanlan ve davarları yağma ve evleri barkları tahrib
edilerek zorla merkez kasabakırına göç ettirilen köylü Islâmlar onbmden fa^hr. za
vaUılara doğup büyüdüğü köyüne, toprağına bir hasret nazarı bile
attırıhnamıştır.
Hattâ
barışta bile ıssız, harab yurtlarına Mtm cesaretinde buhmacaklann katlolunacagı
peşin olarak bildiriliyordu. Kandiye, en kalabalık İslam nufusunaı sahiptir
Bununla beraber şehir dışından vazgeçtik ıçm-dTbüe İslâmlar emniyet ve serbesti
ile hareket edemiyorlardı. Hasıh adada hayat emniyeti yoktur y Geçim: Girit
İslâmları için en muşkıl bir mesele - varsa o da doğrusu geçim meselesidir.
Bunlar ıçm faaliyet sahası daralmış, o derece ki, bir de^e^be Hnaııcn tazviki
altında deprenmeye mecalleri kalma mistir Maliye kuruluşlarının tahsilat
kolaylıklarından mahrum kalan İslâm tüccarları, karlı ve buyuk işler g SZten
başta, vaktiyle kendi sermaye,. muamelelerin
tamamını idare eden bu sınıf nin dehşetli değer kaybetmesi sebebiyle-
sermayesini yiyerek geçiniyorlardı. Genellikle ithalat ve ihracat, ötedenberi
resmi daireler ve maliye kuruluşlarının bütün kolaylıklarına mazhar olan
Hıristiyan tüccarlarının tekelinde kalmıştır. Vaktiyle ticaret âleminde
ilerliye-rek Hıristiyanları dehşete düşüren büyük İslâm tüccarları, bugün
ticaret sahnesinde seyirci durumundadırlar. Ticaretle uğraşanlara ait olan bu
levha düşünülünce, sanatkârlar ve sanatın hâli ve vaziyetleri de açıklığa
kavuşur. Sonra, ahularının teriyle hayatlarını kazanmaya mahkum
olan işçi sınıfı ile evinden uzak, çiftinden çubuğundan mahrum, mecburen şehre
sığman sermayesiz, evsiz barksız, her şeyden mahrum ziraat erbabı mahve ve yok
olmaya mahkumdur.
Askerlik
mü kel 1 e f i y
e t i: Yukarıda anlatılan şartlar altında hayatlarınrkâzanmaya malıktım bu
güçsüz kitle için askerlik mükellefiyetinin ne dayanılmaz bir yük olacağı
kolayca anlaşılır. Hükümet ise, İslamların her fedâkârlığı
göze alarak, asker olmamak mecburiyetinde bulunduklarını takdir ettiğinden,
gerçekte para koparmak ve biçareleri bu suretle baskı altına almış olmak için,
vaktiyle terhis edilmiş redif sınıfını ve hattâ I. Dünya Savaşı seferberliği
dışında kalan 1879, 80 doğumlu olanları —ki toplam onsekiz yaş demektir - dav
et etmi şler ve b unları, askerlik görevi ile ileride beşbine çıkarılmak üzere
şimdilik bin Drahmi bedel-! nakdi arasında seçim yapma zorunda
bırakmışlardır. Çeşitli engeller yüzünden bedellerini veremedikleri için İlci
misline ve ayrıca da üçyüz Drahmi para cezasına mahkum
olan İslâmların; sefâlet ve perişanlıkların en dehşetlisiyle kasabalara
sığınmak mecburiyetinde kalanların hali düşünülsün. Askerlik bedelini ödemek
üzere işinden menedilip, göç sırasında karısının saçları arasında
gizliyebildiği altın ziynetlerine müracaata mecbur kalan aile sahibi
bedbahtlara, ödeme vasıtalarından mahrum mazlumlara acımamak, yalnız Yunan ruh
ve vicdanına ait bir özelliktir. İslâmları askerlik için bu derece tazyik eden
Yunan hükümeti, Rumların istisna-siyle, anayasalarının eşitliğe ait hükümlerine
uymadığı da hatırlamaya değer.
Vergilerin
ağırlığı: Beyinsiz Yunan ricâ-linin yaptıkları hatalardan dolayı, uğursuz mali
buhran yükü altında İslâmlar da bunalmışlardır. Megola-İdea namına harcanan
milyonların ödenmesine, teb'adan oldukları için, İslâmlar da katılıyorlar. İslâmlarm çiftlik, fabrika gibi gelir kaynakları, mazeretlerinden
dolayı kapalı kaldığı ve İslâm taşınmaz mallarının satış ve ferağ muameleleri
kanunen yasak altına alındığından, ihtiyacı karşılamak için, bir kısmı ihtiyat
parasına müracaat etmek ve bundan mahrum olan büyük bir kısmı da evinin kap
kaçağını ve sairesini satmak acıklı çaresizliğinde bulundukları o zamanda,
vergi namına zulüm, zulmü takip ediyordu. Vergi bahsinde acz ve mazeret
göstermek bir İslâm için kusur ve suçtu.
Talim
ve terbiye v a s 11 a 1 a r ı: Girit İslâmlarını, gücendiren sebeplerden bili
de çocuklarının talim ve terbiye vasıtalarından tamamen mahrumiyetleridir.
Bütün İslâm öğrenim müesseseler!, geçen sene Eylül’den
itibaren, Küçük Asya (Anadolu) Rum muhacirlerinin iskânı için hükümetçe
müsadere edilmiştir. Tedrisatta Yunan programı tatbik edilmiş, İslâm
öğretmenleri azledilmiş, Türk dili yabancı dil halinde bırakılmıştır. Bu
şartlar altında mektepler boşaltılsa bile, İslâm çocuklarının istifadesi şöyle
dursun, zarara uğramak tehlikesine maruzdurlar.
İslâm
m â b e tle r i: 1916 seferberliği günlerinde, Yunan medeniyetinin eseri olmak
üzere, adanın merkez kasabalarına gelen Rum redif kıtaları, eski bir tertip
neticesi ve güya eskiden Rum kiliseleri iken fetih sırasında camiye çevrilmiş
olmasıyla, İslâmm mukad-
des-
makamları yağma ve tahrib edilmiş, İdamlardan ilen gelen zevatın büyük müşkilât
ve din düşmanlariyle savaşmaları neticesinde ellerinde beş-altı cami ile beş-on
tekke kalmış ise de, Ağustos hezimetini müteakip adaya gelen Anadolu Rum
muhacirlerinin iskânı için -bıı kısım Işlâmiyetin özel mevkiler gibi- tekkeler
ve camiler dahi hükümetçe müsadere edilmiş, cemaati olan ıkı canu-i şerif
kalmış ki, onlar da şehre iltica eden İslam aileleriyle, kiracı olarak bizim
yerleşmemize yaramıştır. Biz
esirler, Köprülüler ahfadından bir zatın inşa ettirdiği ve halen Vezir Camii
namıyla anılan camiye yerleştik. İslâmlara beş vakit namazlarının edası için
bir toplanma mahalli kalmamış demektir. Bizden biri minareden ezan okumak
istedi fakat menedildi Camının içinde gizlice ezan okur ve cemaatle na-maz
kılardık. Bugün Kandiye şehrinde minarelerden Ezan-ı Munammedı'nin ilânı artık
imkânsız hale gelmiştirGirit nıüslümanları hayatlarından emin
değildir.
Geçim sıkıntısı bu zavalh cemaata cehennemi bir nayat geçirtiyor; malını
satamıyor, arazisinin ürü-nu«den istifade edemiyor,
yeni yeni vergiler, kanunsuz askerlik hizmetleri ve bedeller, Kuva-yı milliyesi
tamamen m ahv ve harab olmuş mazlum İslâmlar bellerini bir turlu doğrultamıyor.
Dini müesseseleri kalpleri kadar harap mektepsizlik yüzünden aralarında
terbiyesizlik, serserilik, milliyetinden uzaklaşma gibi içtimai musibetlerin
çoğalmasından cidden korkulur. Diğer İslâm-mrın da aynı halde oldukları
anlaşılıyor. Trakya'dan bir çok İslam Lutıye'ye
getirilmişti. Hattâ Makedonya İs-lamlarından sırf para koparmak ümidiyle, bir çok eşraf goç ettirilmiştir. Bunlardan sekiz, on kadarı
Lutiye’de idiler. Yunanlıların gerek esirlere, gerek teb’ası olan İs-lamlara
revâ gördükleri mezâlimin hiç bir şekilde tasviri ve anlatılması mümkün
değildir. Şu anlatılanlar,
bunun
yüzde birini olsun ifâde edemez, eksiktir. Ce-nâb-ı Hak bizi ve bütün
mazlumları kurtaran ordumuzu daima muzaffer ve daima sözünü üstün etsin. Anım
bi hürmeti seyyid ül-mürselin.
.
Sonuç
ve rica’. Hamdolsun biz esirler kurtulduk. Şimdi oradaki İslâmlar kalmışlardır
ki o biçârelerin ümitleri Allah’ın yardım ve korumasına, nazarları da
milletimizin kurtarıcı devlet adamlarının icraat ve teşebbüslerine
çevrilmiştir. Bu işaretlerin de basma aksetmesini, isteklerimin cümlesine ilave
eylerim.
12
Haziran 1339 (1923) Çarşamba Eskişehir Dârü’bHilâfetü'l-aliyye Medresesi Müdürü
Ali
Osman
KEYF
İÇİN ADAM ÖLDÜRÜLÜR MÜ?
Milos
adasında esirlerimiz:
Eskişehirli
müderrislerden Gazi-zâde Hacı Mehmed Sâdık Efendi'nin raporudur:
·
1—
Bozüyük nahiyesinin Dudurga köyünde â'şar memuru iken taarruz haberini alınca
â'şar anbannı mühürleyerek Eskişehir'de ailemin başına gelmek üzere Bozö-yük’e
kadar gelebilmiştim. Muharremin onyedinci Cumartesi günü idi. Son tren hareket
etmiş olduğundan Eskişehir'e gelmek imkânı kalmamıştı. Yollarda yerli Rum ve
Ermeniler İslâm ahaliye türlü işkence yapmakta olduğundan, Dodurga'ya dönüş
imkânı da yoktu. Bozüyük'te ikâmetim tehlikeli olduğundan Bursa yönüne gitmeyi
düşündüm. Aksu'ya vardığım zaman Yunanlılar tarafnıdan casus addedilerek, esir
edildim.
·
2—
Mudanya, Selânik yoluyla Milos adasına sevko-lundum. Milos adasında öncelikle
TrakyalIlar ayrı bir vapurla iade edildikleri gibi, biz Anadolular dahi ayrı
bir vapurla İzmir'e iade edildik. Tahminen seksen kadar sivil esir Milos
adasında kalmış ve bir çadıra yerleştirilmişlerdi. Daha sonra Yunanlıların bu
hastaları çadır ile beraber yaktıklarını bizden sonra gelenlerden işittim.
·
3—
Milos adasında Anadolu ve Rumeli müslüman ahalisinden kadın erkek beşbin kadar
sivil esir mevcut idi Biz Selanik ten ikinci vapur ile Milos adasına sevk
olunmuştuk. Esirler vapurun anbarına konularak iki gün su verilmemiş ve
altıyüzyetmişiki sivil esir susuzluktan telef olmuştur. Geriye kalan esirler de
Milos adasında gıdasızlıktan günde sekiz-on kişi kaybetmiştir. Mevcut eşbm
esirden üçbini geri denememiş, ikibini telef olmuştur.
·
4-Milos
adasına sevkolunmazdan önce sekizyüz sivil esir uç ay Selânik'te, Beyaz Kale'de
mahpus kaldık İki ay gayet az miktarda ekmekten başka bir şey verilme-S n\ay
kadar £meye İmkân oltitayln Karavana erildi Daha sonra Milos adasına sevk
olunduk. Milos a asında ise altı kişiye günde yalnız bir ekmek verilip başka
gıda verilmemiş, bu suretle esirlerin büyük bir kısmı açlıktan telef olmuştur.
5
-Memleketimizden gönderilen para ve mektuplarımız elimize verilmezdi. Giyecek
namına ancak Türkiye ye iade edileceğimizden bir kaç gün evvel, Yunan askerinin
üzerinden çıkan eski elbiselerden bir miktarı avret yerleri dahi açık kalmış
olan bazı esirlere verilmiştir. Esirler adına gelen mektup ve paralardan bir
miktarı memleketimize iademize yakın bir zamanda verilmiş Ve iademizden üç gün
önceye kadar Yunan parası Drahmi verilmiş ise de, bu para verildikten sonra
yola çıktığımızdan bir fayda temin edilememiştir. Yunan jandarmalarının keyfi
olarak esirleri öldürdükleri zaman oldum hükümetl taraflndan mesul
tutulmadığına şâhit
Eskişehirli
Müderrislerden Elhâc Mehmed Sâdık
İZMİR
SOKAKLARINDA TÜRK ESİRLERİ
Bir
muhtarın ifadeleri:
Eskişehir'de
Dede Mahallesi muhtarı Hâfız Ahmed Efendi'nin raporudur:
·
1- 19
Aralık 338 (1922) tarihinde Yunanlılar tarafından sebepsiz yere esir edilerek,
şimendiferle Kara-köy'e ve oradan da kara yoluyla, her türlü hakaret dayak ve
işkenceye maruz kalmak suretiyle, Buısayo uy la Mudanya'ya sevkolundum.
Yirmidört saat Mudanya'da yağmur altında açık bırakıldıktan sonra, kırk Islâm
esir ile beraber bir vapurun anbarmda gayet pis mr yere konulduk. İki gün iki
gece aç ve susuz tiırakddjk-tan sonra İzmir'e çıkarılıp, Rum ve Yunanlılara
teşh edildikten sonra, çarşı ve pazar yerlerinde dolaştırılıp yüzümüze
tükürtülerek, üzerimize Patlıcan’. don^ çürük yumurta
attırılıp elbiselerimiz kirletildikten sonra bin türlü hakaretle Tepecik esir
karargahına götürüldük. Oniki gün o karargâhta kaldıktan sonra tekraı-eskisi
gibi hakaret, dayak ve işkenceye maruz Bırakıldık Yunan iskelesine getirildik
ve kırkdört kışı olduğumuz halde vapura bindirilerek aç ve susuz da günde P e
ye çıkarıldık. Oradan da Atina'ya yaya olarak götürüldük. Amutya meydanında
Yunanlılara teşhir ve hakaretlere hedef yapıldıktan sonra Lutiye esir
karargâhına konulduk.
·
2—
Ondokuzbuçuk ay esarette kaldıktan sonra iade edildim. Arkadaşlarımdan
Eskişehirli Kenanzâde Süleyman, Eskişehir Hâkimi, matbaacı Mustafa Hocazâde Ali
Osman, Hacı Adil, Hocaoğlu Nazmi, Tahrirat Kâtibi Haşan, Karapazarlı İsmail
Hakkı, Hacı Hâfızzâde Hakkı, Dava vekili Osman Cudi, kardeşi Süfyan Ve Ey-tariı
Müdürü Hacı Nuri, Veli Ağa mahdumu İbrahim Efendiler dahi dönmüşlerdir.
Bulunduğumuz esir karargâhında yirmiiki Türk subayı dahi mevcut ise de,
bunların dönüp dönmediklerini bilmiyorum.
·
3—
Atina ve Lutiye esir karargâhlarında İzmit ve Adapazarı İslâm ahalisinden
dörtyüzü aşkın sivil esir vardı. Bunlar bizden daha evvel esir edilmiş
olduklarından, aç ve susuz olarak yüz kadar sivil Türk esirini Yunanlıların
öldürdüğünü ve yüz kadar Türk esirini de ayrıca denize attıklarını işittim. Lutiye karargâhında bulunan esirlerden bir kısmı iki sene zarfında,
dayak ve. işkence neticesi hastalanarak hastahaneye götürülmüş ise de,
tedavi edilmediklerinden vefat eylemişlerdir.
·
4—
Esaret tarihimizden beş ay sonra arkadaşlarımdan Veli Ağa İzmir'e getirilirken
yolda vefat etmiş ve Punta istasyonunda bırakılmıştır. Atina'nın Lutiye
karargâhında bir çok esir, hasta olmadan hastahaneye
sevkedilerek zehirlendiklerini ve ertesi günü vefat eden bu biçârelerin
defnedilmesi için esir karargâhından Hoca Efendileri götürdüklerini biliyorum.
Yunanlılar çok zamanlar bizi böyle zehirliyeceklerini söyleyerek tehdit
etmişlerdir.
·
5—
Yiyeceğimiz; sekiz kişiye günde bir ekmek, az miktarda kurtlu bakla çorbası,
acı ve çürük zeytinden ibaretti. Verileri ekmeğin de içinde yabancı maddeler ve
zararlı şeyler karıştırılmış siyah kepekli buğday unundan imal edildiğini arz
ederim. İçtiğimiz su terkos suyu O1»p. çok za—
mîverek
susuz bırakıldığ_ birbuçuk saat mesafe larda müsaade edildiği ^^^yorduk. Çoğunlukla
de bulunan kuyulardan su^ce kaldlk. Susuzluk-izin vermediklerinden, g * e iz
yere dayak, ış e tan ölen esirlerimiz çoktu. ankk ve medeniyetle uyuş-ce ve her
türlü bakareLesirlere reva görülmek mayacak davranışlar her zaman
tey<1’'
EskhehkDede
Mahallesi Muhtarı
Hafız
Ahmed
,
YİRMİNCİ YÜZYILDA YUNANLILARIN İŞKENCE USULLERİ ÇOK ACIKLI BİR ESARET HAYATI
E
d r e m i 11 i b i r i c r â c ı n ı n es â re t hat ir a 1 a r ı:
Yunanlıların,
Anadolu'yu işgal ettikleri müddetçe istisnasız kadın, çocuk ve erkeklere
yaptıkları zulüm ve işkenceleri toplayıp tesbit etmek lazımgelse, buna ne insan
takati tahammül eder ve ne de lâyikiyle tarif ve tasvir mümkündür.
Yunanlılığın, kendi kavmine has olan ahlâklarının bayağılığını yazacak tarih
sayfaları da kararacaktır.
Yunanlılar
işkenceyi nasıl
yap
arlardı:
Ateşte
insan yakmak, kazığa çocuk geçirmek, dişbudak dikenleri serpilmiş harman
meydanlarında bir sürü çoluk çocuğu kanlar içinde koşturmak ve özellikle bir
subayın veya çavuşun ve hattâ neferinin hayvanca zevklerini tatmin için,
zincirleme dizilmiş biçâre köylüleri sopa, dipçik, çizme ve mahmuz darbeleriyle
öldürmek, özellikle Yunanlılığın, insanlık duygulârın-dan
uzak vahşi bir usûlde revâ gördükleri icraattandır. Bir
meselenin —ne kadar uzak olursa olsun - güya zahire ihracı kaygısiyle, eline
geçen herkesi çeşitli şekillerde ayaklarından asarak, kan kusturuncaya kadar
düğmek, karnına kızgın zeytinyağı dökmek, et ile tırnakları arasına toplu
iğneler çakmak, tırnak sökmek, vücudun çeşitli noktalarına nar gibi kızartılmış
harbi veya buna benzer demir parçaları yapıştırmak, koltuk altlarına kaynamış
sıcak yumurta koymak, askeri işgal daireleriyle jandarma nezarethânelerinin
başlıca meşgul oldukları Önemli görevlerdendir (!) Anadolu’da tatbik
etmek istedikleri imha politikasının en açık ve belirgin olaylarına şâhit
olmayan en hücra bir köylü bile kalmamıştır.
Yunanlılar
tarafından işlenmiş herhangi bir cinayetin iddiacısı sıfatiyle mülkiye dairelerine,
mümessilliklerine müracaatla şikâyet edilse; "Asker yapmışsa biz
karışmayız. Bizim onlara sözümüz geçmez. Onların nizamı başkadır" derler.
Askeri dairelerine müracaat edilse; "Bu iftirayı sana kim öğretti ve seni
kim teşvik etti?" mukaddimesiyle biçâre adamcağızı yukarıda saydığım
işkence koleksiyonundan birine ait numaralardan —bu cihet artık o subayın ve
çavuşun lütfuna kalmıştır— ağır veya hafifini tatbik ederler. Memlekette göze
çarpacak her genç, her gün bir felâketle karşılaşır. Korkularından gürbüz ve
serbest gördükleri herkesi kendi uğursuz idarelerinin mel’un teşebbüsleriyle
imha ederler. Veyahut artık o gençten maddi bir zarar gelmiyeceğine kanaat
getirinceye kadar ezerler, bitirirler. Şahsen tehditleri netice vermezse
ailenin en ufak fertlerine kadar teşmil ederler. Günlerce işgal dairelerinde,
jandarma idarelerinde süründürürler. Cebir ve tazyik ederler. Irzının
parçalanmasına kadar cesaret ederler. Sürerler. Ocaklarını söndürürler. Hülâsa
her şeyi yaparlar.
Yunanlıların
en büyük düşmanları gençlerdi:
Yeni
doğan çocukların isimlerini Türk mücahitlerinin hiç birisine izafeten
koyamazsınız. Mustafa Kemâl adında kaç çocuk ğörürleirse ailesini birer bahane
ile tevkif ederler. Tevkif sebeplerini uydurma yalanlarla açıklıyacakları
sırada, çocuğun Mustafa Kemâl olmasındaki hoşnutsuzluklarını ve bunun
değiştirilmesi lâzım geldiğini utanmadan, kızarmadan teklif ederler.
Paralı
olmak, zengin bulunmak kabahatlerin oldukça mühimini teşkil eder.
Ticarethâneler, fabrikalar, dükkânlar herhangi bir ticari müessese her gün
Yunan jandarma ve askerine birer ekmek kapısı teşkil eder. Kendi kendini davet
ettirir. Elbisesizlikten bahseder. Çiz-mesizlikten bahseder, birer futa —önlük—
ile garsonluk etmeye, ökçesi basık adi terlikle gazinolarda dolaşmağa alışmış-bu
köpeklere, İngiliz kumaşından kilo t pantolonla en zarif bir elbise ile
rugandan ısmarlanmış baldır çizmesini güçlükle kabul ettirebilirsiniz.
Diğer
noksanları da tamamlamak üzere ertesi günü başka bir paralıya başvurulur. Halk,
ne parasını belli edebilir, ne şık ve temiz gezebilir ve ne de güzel ve
kıymetli bir hayvana binebilir. Hattâ güzel bir teşbih, güzel bir ağızlık
taşımaktan da mahrum kalır. Aksi taktirde doymak
bilmeyen o haris, alçak gözlerine ilişti mi, o şeyi elinden alırlar. Söz'
söyletmezler. Örfi idareyi bahane ederek saat ondan sonra sokakta dolaşmayı
yasaklarlar. Henüz saat sekiz iken, yatsı namazı camiden çıkanları çevirirler,
döverler. Bir kaç gün bodrumlarda süründürürler. Memleket öyle bir hale gelmiş
idi ki geceleri komşuya gitmek bile büyük bir cesarete ve âdeta hayatı hiçe
saymaya bağlı idi.
Evlere
girebilmek, ırza tecavüz edebilmek için ellerinde en büyük sebep ve bahane
silah aranması idi.
Hülâsa,
özellikle soymak, çarpmak, çırpmak, öldürmek, kol bacak kırmak azmiyle
insanlığın kay derlemediği kan dökücü, en vahşi ve en alçakçasına hareketlerin
büyütülebileceğini tesbitteki alçaklık "Yunan" uğursuz kelimesinde
mevcuttur.
Bizzat
şâhidi bulunduğum olayların, bölgemize ait olanlarından bir kaçını misal olarak
yazmayı milli bir vazife bilirim:
Bodrumda
kanlı direkler:
Memleket
gençlerinden bir arkadaş, bir gece saat se-kizbuçukta evine dönerken Yunan
devriyesi tarafından çevrilir.
"Sen
Yunan hükümetinin kanunlarını tanıyor musun? Bu vakitte sokakta ne işin
var?" derler. Zavallı genç vaktin henüz pek erken olduğunu anlatmak
isterse de, gece feryâd ü figan içerisinde, dipçiklerle süıükli-ye sürükliye
karakola getirirler. Çırılçıplak soyarlar. Ta-biatiyle parasını, saatini,
yüzüğünü vesair kıymetli eşyasını alırlar, Bodruma atarlar ve dehşetli
döverler. Biçâre, belki subaylar bu durumdan haberdar olursa tahliye ederler ve
bu vaziyete muvafakat etmezler ümidiyle, * orada bulunan askerlerden birini,
tahliye edildiği taktirde ertesi günü on lira vereceği
vaadiyle ikna ederek subaya gönderir, hadiseyi ihbar ettirirler. Subay iki saat
sonra gelir ve büyük bir öfke ile "Şimdiye kadar niye bana haber
vermiyorsunuz? Bu köpek Türkler hâlâ us-lanmıyacaklar mı?" tehdidi ile
kapıyı açar, fakat asker ve jandarmalara rahmet okutacak derecede kırbaç ve
çizme darbeleriyle o genci dövmeye başlar. Genç bayılır. Terkederler Ertesi
günü aynı hal tekrar devam eder. Üç gün devam eden bu hal, çocuğun kolunun
kırılmasıyla ve tahliyesinden sonra üç ay devamlı tedavi ile telâfi edilir.
Memurlardan
Nâzım Bey adında bir zat, doğan çocuğun ismini Mustafa Kemâl koyduğu için akşam
yatsıdan evvel kahveden kaldırılarak karakolagö tütülür. "Yalnız
Anadolu'ya değil bütün dünyaya Yunanın hâkim olduğunu biliniyor musun? Mustafa
Kemâl ismini ne vakit unutacaksınız?" sözleriyle melânetlerini tatbike
girişirler. Bodrumda bulunan direklerden birine bağlarlar. Döverler. Zavallı
memur evladından vazgeçecek duruma gelir. Fakat onlar bırakmazlar. Her tarafı
şişer. Tanınmaz bir hale gelir. Bir iki gün tevkif ederler. Sonra gece vakti
götürür, evine bırakırlar. Bir ay sonra çarşıya çıktığı vakit yüzünde hâlâ
başkalık vardı ve başı, gözü her tarafı sargılı, bastonuna dayanarak gezerdi.
Çarşıda
hayvanoyn atılır mı?
Yine
gençlerden birisi kıymetlice bir hayvana binip çarşıdan geçerken, arabaların
gürültüsünden ürken hayvan sıçramaya başlar. Bunu gören bir Yunan subayı,
efendiyi posta ettirir. Karakola götünir. "Yunan'm olduğu yerde Türk
çalımı olmıyacağını bilmiyor musun? Çarşıda hayvanı niçin oynatıyordun?"
diye söze başlar. Zavallı genç hayvan oynatmak değil bilâkis düşüp de bir
kazaya maruz kalmasın diye bütün kuvvetiyle hayvanı durdurmaya çalıştığını
söylerse de dinletemez. Bodruma indirirler. Sabaha kadar bir kaç sefer dayaktan
bayılır. Koltuklan şişer. Sinirler veya atardamarlar zedelenmiş olmalı ki hâlâ
kolları işe yaramayacak derecede hareketsizdir, Mel'un silah araması maksadıyla
evlere girerek yaptıkları mezalim cümlesinden olarak şehirde, köylerde bütün
halkı kiliseye doldurarak, bir müfreze asker tarafından saatlerce döverler. Bir
kaç kişi ölür, bir kaç kişi de sakat kalır. Sayfalar doldurmaya kâfi gelecek
derecede çok olan mezalimi ayrı ayrı kaydetmeye imkân olmadığından ve özellikle
günlerce, haftalarca ve hattâ aylarca bir kaç kişiden
■
mürekkep bir heyeti işgal edecek kadar çok olan Yunan vahşiyâne vak'alarma
birer misal olmak üzere bir kaçının ismini yazmakla yetiniyorum.
Bu
bahane ile Türkmenoğlu Ahmet Ağa öldürülmüştür. Hamdi Bey nahiyesinde
isimlerini bilemediğim dört kişi, Küçük Agunya'da dokuz kişi, İnönü'nde beş
kişi öldürülmüştür. Cebeci Ahmet Bey'in bir kolu, bir bacağı Yunan subayının
kirli çizmesiyle kırılmıştır. Göreli Ali Bey altı saat çarşı içerisindeki
çınarda, ayaklarından asılı kalmış ve bu müddet sopalarla döğülmek suretiyle
geçiştirilmiştir. Hıristiyan ahali de bütün meydana gelen olaylarda askere ve
jandarmaya rehber olmuş, zulmün yapılmasına katılarak mel'unlük yarışına
girişmişlerdir.
Gelinlerin başına kızgın saç
geçiriyorlardı:
Hemen
her gün kızlığı bozulan ufak kızlar, ailesinin gözü önünde namusuna saldırılan
kadınlar, parasına temaen kafasına kızgın saçayakları geçirilen gelinler,
herhangi bir sebep ve bahane ile kasaba civarında, köy kenarlarında öldürülen
erkeklerin hesabını tutmak, bütün köyleri teker teker dolaşarak bizzat
ailelerinden tetkik ve tahkik ile bir kaç ay zarfında ancak toplanabilecek
olaylardandır.
.
Güya ahaliyi ve halkı kendilerine itaat ettirerek Anadolu'da hükümet kurmak,
Yunanlılığı tesis ettirebilmek üzere .yukarıdan beri
saydığım bu facia levhalarını her gün bir suretle boyamaktan bir fayda
sağlanamadığını göz önünde bulundurarak, artık memlekette imha politikasının
açıkça ve şumüllü olarak tatbikine koyularak, bir çok sanatkârane bahaneler
tedârikine ve önlerine gelen gençleri, memleket aydınlarını, nüfuzlu kimseleri
tevkif etmeğe başlamışlar, işe girişmeden üç gün evvel güya asker konulacağı
bahanesiyle erkek mektebini boşalttırarak hapishane yaptılar. 12 Nisan 38
(1922) Çarşamba günü tevkiflere başlanarak, sekiz gün içinde kırk kişi
Edremit'ten ve üçyüz kişi kadar da köylerden toplayıp doldurdular ki, ben de bu
kırk kişi arasında idim. Bu tevkifler esnasında zaten dehşete düşmüş olan halk,
acaba netice ne olacaktır kaygısiyle bir köşeye çekilmiş, işine gücüne gidenler
azalmış, herkes evinden çıkmamağa, dükkânını açmamağa başlamış, çarşı ve
sokaklar artık tamamen şapkalı, kasketli ve onlarla hemayar bazı feslilerden
ibaret kalmış idi. Memleketteki bu sükûneti ve bu tenhalığı bir başarı sayarak,
programlarının diğer kasımlarını bir müddet için ihmal ile,
bu ellerindeki şahısların tevkiflerini haklı göstermek emeliyle gelişigüzel
tayin ettikleri bir subay tarafından sorguya çekmeye başladılar. İlk tahki-kâta
çağırılan, kötülük ve lanet ocağının doğurduğu o uğursuz, alçak subayın
huzuruna çıkan ben idim.
E
d re m i t't e tevkifler;
Edremit'te
ötedenberi gizli siyasi ve silahlanmış bir teşkilât bulunduğundan ve bu
cemiyetin de faal üyesi ve fedaisi olduğumdan, Paskalyaya tesadüf ederecek
günde, bütün Hıristiyanları ve askeri katletmek için ayaklanacağımızdan ve bu
cemiyetin toplantı yeri eczanem bulunduğundan, bilmem Anadolu'nun hangi
tarafına akıncılık eden bir çete ile irtibatımızdan ve Çanakkale ile devamlı
haberleştiğimizden ve aynı teşkilâtın köylerde de bulunduğundan, buna delil
olmak üzere ellerine geçirdikleri bir iki mektuptan ve daha hatır ve hayale
gelmeyen, tarafımdan şaşkınlık ve hayretle karşılanan bir sürü sorular
sordular. Bunlara
sırasiyle cevap verdim. Memlekette herkesin gölgesinden
korktuğu, askerin zapt ve raptı altında hiç bir tarafta temas mümkün olmayıp,
bunun gibi hareketlere cesaret etmenin pek büyük bir cinnet olacağından ve
bizim gibi tahsil görmüş, iyi ve kötüyü ayırmaktan âciz olmayan gençler için
böyle tehlikeli işlerle meşgul olmak şöyle dursun, hatırlamak, tasarlamak bile
felâket olduğunu, delilleriyle ve ikna edici ifadelerle anlattım. Lâkin
ötedenberi düşündükleri ve tasavvur ettikleri gayeye ulaşma isteği, her ne
suretle olursa olsun yapılacak müda-
faaları
kabul etmeye engel olduğu için, benim öne sürdüğüm bu itirazları şiddet ve
öfkeyle reddederek, işgal dairesi olarak kullandıkları binanın bodrum katma
indirdiler.
Falaka
ile sorguya - 'çekme:
Topraklar
üzerinde, bacaklarıma geçirdikleri mavzerin kayışını da boynuma takarak,
yatırdılar. Tercüman vazifesini gören bir çavuşla bir jandarma neferi
konuşturma vazifesini ve güya gizli teşkilâtı meydana çıkarmasını taahhüt eden
subayın nezaret ve emri altında, ellerine geçirdikleri onbeş-yirmi katlı ince
tellerden örülmüş bir arşın uzunluğunda, burma bir kırbaç ile dogmeğe
başladılar. Ben yine eski İtirazlarımı yüksek sesle açıklıyor, masumiyetimden,
günahsız olduğumdan, bu meselelerin tamamiyle uydurma olduğundan oahsettıkçe
kırbaç darbeleri şiddetini arttırıyor, fakat bende de takat kalmıyarak
kısılıyor, bağıramıyordum. Artık etrafımı göremiyor, acı ve sızı, hiç bir şey
duy-sonra ortalıkta sükünet gör-uum Karşımda, gözlerini yırtıcı bir sırtlan
gibi açmış üç kan içen zalim duruyor, beni seyrediyorlar. Ben, her tarafım,
başım vücudum, ayaklarım ıslak topraklar’üze-rmde duyarın. dibinde
bulunuyordum. Anladım ki dayağın şiddetinden bayılmışım, ayıltmak için su
dökmüşler, ıslatmışlar. Sükut dakikaları pek kısa
sürdü. Aynı zamanda aynı sualler tekrar etmeğe başladı. Ana-dokı’ya hak ve
adalet dağıtmaya geldiğini iddia eden bir hükümetin, böyle mezalim yapmaya
teşebbüs etmesinin doğru olmıyacağmdan, memlekette açılan bu çığırın pek büyük
tehlikeler doğuracağından, hülâsa tuttukları yolun doğru olmadığından ve bana
sorulan suallerin hiç birisi hakkında en ufak bir bilgim bulunmadığından
bahsettim. Spbay kızdı. O pis ağzından çir-kefler savuruyor, bu sefer ölünceye
kadar dövülmem ıçm emir veriyordu. Yine başladılar. Birinciden, dahal kederli
ve acıklı bir sahne açıldı. Gözlerimi açtığım zaman bodrumun zifir gibi
karanlık havası içinde, pis rutubet kokusuyla küf ve pis kokularından, kirli
partal postallariyle dolaşan uğursuz Yunanistan’ın, o kahpe ve alçak düşmanın,
namussuz süngülü bir neferinden başka bir şey görünmüyordu. Dayağın şiddetinden
ayaklarım çoraplarımı yırtacak ve patlatacak derecede şişmiş, bitab, kuvvetsiz,
her tarafım sızlıyor. Hiç bir taraftan imdat yok. Her taraf
bir vahşet, her tarafta bir musibet. Gecenin korkunç karanlıkları içinde
kabullenmiş, büzülmüş, derin bir uykuya dalmıştım. Ertesi günü aynı sualler ve
aynı işkence devam etti. Bu suretle? bu durumda
geçirdiğim kırküç gün, işkence kurdelalarından birine sahne olarak geçiyordu.
Dışarıdan hiç kimseyle görüştürülmezdim. Bu olaylar üzerine, bu ölüm yerinden
kurtulmak imkân ve ihtimali olmadığı kanaati artık zihnimde tamamen yerleşmiş
fakat ölümümden sonra olsun yaptıkları cinayetin derecesini anlatmış olmak için
bir kartvizit çıkarıp arkasına şu satırları yazarak sakladım:
"Ben
namussuz bir ........„......n ittirasıyle Yunan zulüm
ve işkencesi altında zebunum. Kendi arzularına göre ifade verdiremedikleri için
pek yakın bir zamanda kurban edileceğimi biliyorum. Fakat ben bir Türk gencine
yakışacak namus ve şerefimi isbat ve metanetimi kaybetmiyerek öleceğim. Elveda.
y
3
Mart 338 (1922)
Edremit
Yunan İşgal Dairesi Bodrumu"
E
1 i m e d ü ş e n e Allah selâmet versin:
Bu
vaziyette hiç bir şey çıkaramıyacaklarını anlayarak, bir gün dört-beş süngülü
ile Hayik Karabet isminde bir Ermeni subayı gelerek beni aldı ve memleketin
dışında, askere koğuş yaptıkları depo binasının üst katına çıkarttılar.
Etrafımı hemen otuza yakın asker çevır-di. Ufak bir işarete bakıyorlardı.
Ermeni subayı tanı, açık bir Türkçe ile:
'
Ey Muzaffer, tabii kol, bacak kıran, adam öldüren
subay diye benim namımı elbette işitmişsindir" dedi. "Evet işittim" dedim. "Benim elime düştün mü
düşmedin mi? Allah selâmet versin. Ya burada bütün bildiklerini itiraf etmeli
veyahut bu hayata son vermeli" dedi.
Netice
her ne olursa olsun bugühe kadar çektiklerimin her biri bana ayrı ayrı ölüm
ihtar ediyor. Ben namusluca, ciddi ve riyâdan uzak cevapların duyulmuş olacağını
zannederken her biri bir numune olan muameleleriniz artık bana sükuttan başka bir şey ihtar edemez oldu" dedim. Subay
kızdı ve derhal emir verdi. Sekiz on asker, bahçeden gelişigüzel kestikleri
tahminen beşer santim çapındaki sopalarla başıma üşüştüler. Beni bağdaş kurma
vaziyetinde oturttulâr. Depo binasında bir tarakadır koptu. Ben artık hiç bir
şey işitmiyor ve hiç bir şey göremiyordum. Hayli zaman kendi halime terkederek
ikinci defa tekrar toplandılar. Yine aynı nakarat, aynı nağmeler, aynı sualler
ve karşılığında aynı cevaplar. Bugüne kadar geçen kırk gün içinde işgal
dairesinde cereyan eden ve şâhidi bulunduğum olaylardan bir kısmını da yine
kısaca aşağıya yazıyorum:
Türk
ordusu İzmir kapılarında iken:
Ziyaret
için Edremit'e gelen BalIkesirli muallim Mehmet Necati Efendi ismindeki bir
gençle Midillili Haşan Efendi isminde yaşlı eski memurlardan bir zat,
Edremit'in dışarıyla haberleşmesini' sağlıyor suçlamasıyla memleket dışına
çıkarılarak, kendilerine kazdırdıkları mezarlara memelerine kadar gömülüyorlar.
Arkadaşlarımdan
Cevdet Muammer Bey isminde kıymetli bir genç müthiş işkencelerle dövülüyor.
Ayaklarına kızgın demir oasıyorlâr. Göbeğine kızgın zeytinyağı döküyorlar.
Çetelere
silah dağıtıyor iddiasiyle Midillili Kasap Sa-lim'in göbeğine yarım kilodan
fazla kaynar zeytinyağı döküyorlar, kavuruyorlar.
Köylülerden
bir çoklarını, köylerinde Edremit'e bağlı gizli
teşkilât olduğu tarzında söyletebilmek için aynı işkencelere maruz
bırakıyorlar.
Yukarıda
yazdığım gibi, bütün olayları kaydetmek mümkün değildir. Muhtıra defterimde
anlaşılmayacak bazı işaratlerle bir kısmını zaptedebihniştim. Fakat o da o
namussuz ellerde yırtıldı. Edremit te bütün mev-kufiyetimiz yüzkırk gün devam
etti. Bunların her biri birer belâ idi. Bugünlerde Anadolu harekâtının taarruza
başlaması, bizim Edremit te daha fazla kalmamıza engel teşkil ettiğinden,
mahkeme bahanesiyle 2 Eylül 338 (1922) de İzmir Divan-ı Harbine şevkettiler.
Yirmi arkadaş kelepçe ile bağlı olarak İzmir'e gittik. Di-van-ı Harbe, İşgâl
Dairesine, Jandarma dairelerine, Tepecik esir karargâhına ve umumi hapishaneye
Punta'da esirlere ayrılmış vapura birer birer getirdiler. Maksat İzmir’de
teşhir idi. Yerli Romlarından büyük bir kalabalığın "bunları niçin
kesmediniz, halâ mı gözlerimizin önünde duracaklar" feryatlariyle,
yuhalariyle İzmir sokaklarında dolaştırılıyorduk. Halbuki
o günlerde hayli ilerliyerek İzmir kapılarına yanaşan kahraman Türk ordusu
korkusundan, İzmir'de ne bir subay ne de büyük rütbeli memur kalmamıştı. Her
taraf akın halinde göç ediyordu. Vapurlar devamlı göçmen taşıyor. İzmir
civarından kaçıp gelenler de, İzmir'e barınacak bir yer aramak kaygısiyle
sokaklardan bölük bölük geçiyorlardı. İzmir'de hiç bir daire bizi teslim
edemedi. Jandarma Sevkiyat Dairesi elinde kaldık. Nihayet Atina ya şevke karar verdiler.
2 Eylül 38 (1922) tarihinde, Çarşamba günü akşam üzeri
—İzmir’in kurtarılmasından kırksekiz saat evvel— Nam-ma-20 Japon vapuruna
bindirerek Pire'ye şevkettiler.
Yunanistan'a
doğru:
6
Eylül 338 (1922) tarihinden 2 Nisan 339 (1922) tarihine kadar devam eden
Yunanistan'daki esaretime ait bâzı gördüklerimi ve duyduklarımı aşağıya
kaydediyorum
2
Eylül 38 (1922) tarihinde, Çarşamba günü Japon vapuru ile İzmir'den hareket
ederek 8 Eylül 38 (1922) Cuma günü Pire'ye vardık. Yine kelepçeli olarak
Pire'-den Atina'ya sevkedilerek Manastraki hapishanesine atıldık. Hapishanenin
bodrum katı dört metrekare büyüklüğünde çimentolu, hava almaz, karanlık bir
oda. Kapısı demir sürgülerle kapalı. Odanın bir
köşesinde bir varil konmuş, herkes hacetini oraya defediyor. Yirmi arkadaş
istif gibi bu odaya doldurulduk. Aradan on dakika geçmedi kapı açıldı, beni ve
arkadaşlardan Muallim Saadettin Bey'i alıp götürdüler. Bir otomobil garajı
içerisine soktular. Üzerlerimizi aradılar^ ne buldularsa aldılar. Garaj
kapısında arpa çuvalları yüklü bir kamyonu ikimize boşalttırdılar. Garajı
temizlettiler. Tekrar hapishaneye döndüğümüz zaman olanları arkadaşlarımıza
anlattık. İçimizde Rumca bilenlerin yardımıyla hapishane çavuş ve erlerini para
ile kandırıp angaryadan kurtulduk. Oradan da Lutiye karargâhına şevkettiler.
Sevk esnasında yüzelli Drahmiye tuttukları kamyon ücreti olarak bizden bin
Drahmi aldılar. Bu namussuzlar diyarında her şeyi para ile gördürebildik.
Mahşerden bir n ü m u n e :
Lutiye
esir karargâhı; Yenişehir şosesi ile Patras ve Selânik şimendiferleri arasında
umuma ait bir tarla olup, burada Selânik deposundan ellerine geçirdikleri
Doksanüç Harbine şahit olmuş eski konik çadırlarla I. Dünya Savaşı sonunda
Fransızlar tarafından inşa edilerek bırakılmış dört pavyondan ibaret bir
garnizondur. Îkibin kadar esirden sekizyüz kadarı sivil, geriye kalanı
askerdir. Sekiz-on kadın da var. Esirler arasında doksan yaşında ihtiyarlar, üç
beş yaşında çocuklar, her iki gözü kör âmâlar, yüriiıpeye muktedir olmayan kötürümler,
kadınlar arasında hamileler ve emzikli olanlar da var.
Garnizonda
biz yirmi arkadaş iki çadıra sıkıştık. Ortalık henüz yaz olduğu için,
çadırların yırtıklığına, eteklerinin noksanlığına katlanılıyordu. Aradan dört
beş gün geçmeden çadır içinden, arkadaşlardan Ekrem Bey'e ait bavulu çaldılar
ki içindeki eşya arasında benim de elbiselerim vardı. Ayrıca Ekrem Bey'in elli
lirası ı da bavul içinde idi. Yaptığımız tahkikatla bavulu çalanları bulduk.
Fakat subaylarının iştirakiyle taksim ettikleri için müracaatlarımız şiddetle
karşılandı. Koğul-du. Buna benzer hemen her gün elbisesi, potini, çamaşırı
çalınanlar eksik değildir.
Karargâhta
mükemmel su deposu ve çeşmeleri vardı. Fakat esir bulunduğumuz sekiz ay müddet
zarfında müstesna olarak bir defa bile aktığını görmedik. Benden evvelki
esirler iki gün aktığına şâhittirler.
Bu
su bahanesiyle esirler bir çok defa soyulmuşlardır. Su
kumpanyasına olan hükümetin borcu verilmediği için akmıyor diye her onbeş yirmi
günde bir defa resmen zabıtalarının delâletiyle bu para esirlerden toplanıyor,
fakat suyun aktığını gören yok. Garnizonun beşyüz metre yakınındaki kiliseden
su alabilmek veya getirtebilmek için çavuşunu, neferini ayrı ayrı tatmin etmek
mecburiyeti vardır. Adeta abonman kaydolur gibi beşer Drahmi verdiniz mi
dört-beş günlük suyunuzu temin edersiniz, parası olmayanlar bir matara su için
koğulur, hakaret edilir ve hattâ dövülür. Umumi müracaat hâlinde garnizon
kumandanlığına şikâyet ederiz. Derhal emir verirler herkes suya serbest
bırakılır. Yarım saat sonra öyle bir tepki başlar ki suya değil, çadırdan
dışarı bile kimse çıkamaz olur. Mel’unların her biri zehir saçarak çadırlar
arasında dolaşır. Ufak bir bahane ile esir dövmeye fırsat kollarlar. Bu sefer
kumandanlığa -gidemezsiniz. Çünkü bu tepki emrinin de kendinden çıktığı
anlaşılmasın diye sizi ya kabul etmez veya teşvikçi diye hapsettirir.
Günde
iki defa yemek verirler. Bu da yarım tütün balığı, iki adet fıçı sardalyası,
dört adet zeytin, yedibu-çuk dirhem peynir veya tahin helvasından ibarettir.
Sıcak yemek verildiği zamanlar ya fasulye veya patates verilir. İkiyüz okkalık
kazana iki okka fasulye, ikiyüz dirhem zeytinyağı atar ve bütün esirlere birer
kepçe ile dağıtırlar. Ya bayramları veya paskalyaları şerefine olacak, bazen de
etli yemek verirler. Akşamdan sabaha, sabahtan öğleye kadar kaynaya kaynaya
kırmızılığı kaybolmayan öküz etinden bir kaburga kazana atarlar. Artık o gün
esirlere etli yemek veriyoruz diye, kumandanından tutun da en ufak neferine
kadar bir gurur, bir azamet. Zavallı esirler hiç bir gün karnı gereği gibi
doymadığı için hemen ete sarılırlar. Çekiştire çekiştire zorla çiğnemeye çalışırlar.
Halbuki kauçuk gibi et ne yendir ne de yutulur. Ertesi
günü bir ishaldir başlar, çadırlar etrafında serilen serilene.
Karargâhta
ne hasta yatıracak muntazam bir yer ve ne çe ilaç yoktur Hasta olanlar hasta
haneye kaldırılır; Lutiye esir karargâhından Pire'de hastahaneye otuz
kilometrelik yol esirlere taşıttırılır. Üç gün sonra ölü olarak karargâha
dönüş. Hastahaneye gidip de iyileşerek donen müstesna
hiç bir hasta yoktur. Yalnız bir kişi nastahane koğuşundan kaçarak karargâha
gelmiştir ki bütün esirler hemen etrafını sararak, öbür dünyadan geliyormuş
gibi havadis sormaya başlarlar. Hastahaneye giden esirler hastahanenin alt
katında mermer koridorlar üzerinde bir iki gün terkedilir. Bu müddet zarfında
ölürse ne âlâ, ölmezse odalardan birine geldiği gibi sedyesiyle birlikte
bırakılır. Açlıktan biçâre hasta esiri ölü-
nıe
mahkum ederler. Üç gün sonra haçlı cenaze aıabası ile
karargâha iade ederler. Esirler arasından para toplanır, odun tedarik edilerek
ateş yakılır, su ışıtılır; gasl edilir. Kefen yerine bulunabilen herhangi bir
beze sarılır. Kabristana nakil de bir mesele teşkil eder. Kabristan memleketin
dışında birbuçuk saat uzaklıktadır. Bin rica ve minnet ile esire runsat alınır
defin için götüıülüı.
İzin
vermezlerse cenaze o gün de karargâhta kahr ve tabii kokmaya da başlar. Bunun bir çok defa şahidi olduk. Averof hapishanesinde mevcut
mahkumlaıdan otuz kadar kadından birisi vefat ediyor da üç gün cenazenin
kalkmasına müsaade etmiyorlar. Dördüncü gün bizim karargâha aksediyor.
Kumandana, ötekine berikine yapılan tesirle, dört esir gönderilerek o kadının
cenazesini karargâha getirtip defnediyoruz.
Gidenler
gelmiyordu:
Hergün
birer bahane ile ölenler, öldürülenler heşapsızdır.^Angarya vesilesiyle kırk
kişi götürürler, otuzikisi döner. Erzak taşımağa diye otuzbeş kişi
götürürler, ondokuz kişi döner. Kalanlar için ya başka karargaha
sevkedildi, cephanelikte angaryacı olarak ahkondu dedi1er. İşin aslını öğrenmek
kimsenin cesareti dahilinde değildir.
...
Abdesthane
olarak yaptıkları çukurlar, çadırlardan
beşyüz
metre geride ve her iki şimendifer yolu arası dadır. Çukurlar bir metre
genişliğinde, on metre uzunluğımda ve derinliği de bir metreden fazladır. Bu çukurların
başında geçen olaylar sınırsız ve hesapsızdır,
Zaten
yağmurlu havada çadırdan oraya kadaı gitmek için
çekilecek meşakkate bir de çukura düşmek akıbeti eklenirse -ki bunun bir kaç
kere şâhidi olduk— pek feci oluyor. Hele Adapazarh asker emeklilerinden biı
ihtiyar düştü ve boğuldu. Geceleri helalara gitmek için bir kaç kişi birleşip
de gitmek gerekir. Teker teker gidildiği taktirde
nöbetçiler çevirirler, soyarlar. Bizden
evvelki
esirlerin ifadelerine göre bir çok kişileri de öldürerek, hendeklere
atarlarmış. Bizim zamanımız kahraman ordumuz Anadolu'yu temizlediği saadet
zamanına rastladığı için, Anadolu'da bıraktıkları esirler ve ahaliyi korumak
için güya bize de hoş bakmağa çalışıyorlardı. Onun için herkesin gözü önünde
öldürme&e pek de cesaret edemiyorlardı. Gerçekten karavana dağıtılırken
sırasını kaybeden^ bir esirin, mutfak nöbetçisi
Yunan neferi tarafından
odunla döğülerek öldürüldüğü
ve gece çadır yakınında
abdest bozdu bahanesiy-e j*ir ,es“™ karargâh
hapishanesine götürülüp sabaha Kadar dogülduğü ve iki gün sonra öldüğü, bizzat
şahidi olduğumuz olaylardandır. Yenişehir şosesi karargâh içerisinden geçtiği
için her gün gelip gidenlerin haka-retleımden artık tahammül edilmez bir
raddeye gelmişti. Bir
gun mr süvari askeri şoseden geçerken karargâhın önünde durdu. Orada ben diğer
bir arkadaşımla du-'t’yorduk- içinizde Afyon karargâhından gelen var mı? diye sordu. Biz "var" dedik. Hemen tabancasını
çekti. Ben o sırada önümdeki dut ağacının arkasına sakkandım. Ateş etti.
Yanımızdaki çadırda bir vâvey-laoır koptu. Kurşun gitmiş,,
çadırda yatan biçâre Aydınlı bir esirin omuzundan girerek diğer omuzundan çumış
Nöbetçiler bu olayı
gördükleri halde ilgisiz kamlar Herif hayvanını doğrultur, yoluna devam eder
gider. Anadolu paniğinden kurtulabilen askerler, her gün şimendiferle Trakya'ya
sevkedilir. İntikam almış olmak' için karargahtan
geçerken devamlı tabanca atarlar Bereket versin köpeklerin attıkları isabet
etmiyor Yalnız ıkı kışı yaralandı ki, bunlar da karargâhta bulunan esir
doktorlarımız tarafından tedavi edildiler.
Esirlere
elbise vermezler, zavallılar çırılçıplak gezer-er. Bazen Hollanda sefiri veya
Amerika Sâlib-i ahmer (Kızılhaç) temsilcisi geliyor.diye
bir söylenti çıkar. Karargahta bir faaliyettir gider.
Kimisine elbise, kimisine battaniye, kimisine potin dağıtmağa kalkarlar.
Çıplakların sayısı hemen bütün esirlerin sayısına eşit olduğu için bir kısmı da
yakındaki tarlalara aşırdırlar. Bu hal iki saat devam eder. Ziyaretçi gider
gitmez verdikleri ni derhal toplarlar. Tarlalarda saklı olanlar da karargaha gelirler, Karargâhta bir kaç mülkiye kaymakamı,
savcılar sorgu hâkimleri, hâkimler, mahkeme azalan, doktorlar, eczacılar ve
daha bir çok memurlar vardır. Bunlar ufak bir kabahat vukuunda hapsedilirler.
Ab-desthane çukuru kazdırırlar. Karargâhta İbrahim isminde bir çocuk gece
silahlı askerler tarafından pavyondan kaldırılarak götürülür ve ertesi günü
Hıristiyan ettin lir. Karargâh Kumandanlığına, Esirler Umumi Müfettişliğine
yapılan şikâyetler neticesiz kaldı. Meseleyi takıp etmek isteyenlerin hepsi
susturuldu.
Esirlerin
ailelerinden gelen mektuplar, esirler garnizonunda esirlere para karşılığında
verilir. Yanı he^ esir ailesinden gelen her mektubu para verir de öyle okur.
Parası olmayanlar çadır çadır dolaşırlar, para toplarlar ve mektuplarını satın
alırlar.
Karargâhımızda
esir olarak yalnız altı Türk subayı vardı. Bunlardan biri Yüzbaşı Avcı
Mülâzım-ı evvel, flı-&er ikisi de Mülâzım-ı sâni idiler. Maaş olarak butun
masrafları kendilerine ait olmak üzere dörtyüz Drahmi alırlardı. -Drahmi son
zamanlarda altmış para ıdı. • Bu narayla gelinemezlerdi; Mümkün olduğu kadar
ailelerinden de para getirtmeğe çalışırlardı. Getirtemıyenler karargâhta diğer bir çok arkadaşlarından borç aldıklaıı para ile geçinmeye
çalışıyorlardı. Kendilerine Yunanlılarca yapılan muamele, bir nefer
muamelesinden başka bir şey değildi. Çadırlarında ne yatacak yatakları ve ne de
örtünecek battaniyeleri yoktu.
Kampta
bir Türk hafiyesı:
Bunlardan
başka bir de Mehmet Bey isminde birisi daha vardı ki, bu namussuz herif
Karamürsel Milis Yüzbaşısı olup, Gürcü Mehmet Bey namıyla tanınmıştır.
Kendisini jandarma yüzbaşısı olarak tanıtmış ve bir evlilik münasebetiyle din
değiştirerek Yunanlıların kendisine, verdikleri serbest vesika ile karargâhta
hafiyelik ederdi. Cahil köpek, alçak ve namussuz olduğu için Yunanlılarca mevki
kazanmış. Yunanlılar, Türk subayları arasında centilmen bir subay varsa o da
Mehmet Bey dir diye yadederlerdi.
Diğer
karargâhlarla pek temasımız olmadığı için onların durumları hakkında bilgi
sahibi olamazdık. Son zamanlarda esirlerin değiştirilmesine memur Hilâl-i
Ah-mer (Kızılay) temsilcisi Muzaffer Bey’in gelişi üzerine ben ve yine
esirlerden Doktor Abidin Bey kâtip olarak emrine verildik. O zaman elimizde
bulunan vesika ile her yere girebiliyor ve her şeyi öğrenmeye uygun bir vazıyet
takınabiliyorduk. Bir çok esirlerle temas ettik. Diğer
karargâhları dolaştık. Hapishanelerden bazılarına da gittik. Zaten cereyan eden
Yunan vahşetine dair vesikalar toplamaya da memur edilmiştik. Diğer
karar-gahtakiler de bizim karargâhtaki muamelelerin aynını görüyorlar. Her nereye gidilse, her neresi görülse vahşetten bir numune.
Doğu
Trakya'dan topladığı ikibin kadar halktan, Girit e gidinceye kadar yediyüzden
fazlasını denize atıyorlar. Kalanını aç, sefil, perişan bir halde îzzeddin
Kalesine götürüyorlar ve o biçâreler de her gün aralarından bir
çok arkadaşlarının eksildiklerini görüyorlar
Siyrihisarlılardan
yedi kişi, fikar ederken yakalandılar diye biçâreleri Sakız ve Midilli
hapishanelerinde her türlü işkencelere maruz bıraktıktan sonra, Sisam adasına
sürmek suretiyle izlerini kaybettirmek istediler. Fakat temsilcimizin devamlı
müracaat ve araması ile bulundukları yer öğrenildi ve hayatları kurtarıldı.
Anadolu’dan her Yunan subayının zorla
getirdiği Türk kızlarını Hıristiyan yaparak bırakıyorlar. Biçâre kızların, ne
Yunan uğursuz âdetlerine ve ne de rezil dillerine vâkıf olmadıkları için
çektikleri sefâlet ve perişanlığı görerek dilhun olduk. Bunların birçoklarının
vatana dönmeleri için temsilcimizin teşebbüsleri neticesinde, ele geçenlerden
birkaçının beraberimizde gelmesi temin edildi. Buna benzer yaşça ufak kız ve
erkek çocukların sayısı pek çoktur. Bu yavrular Yunan Da-rül-eytammda (Yetimler
Yurdu), kiliseye bağlı Aceze mekteplerinde Hıristiyan yapılarak çalıştırılıyor.
Nasta-simus’da, Makuvenisa’da, Milos adasında bulunan esirlerin çektiklerini
artık bir kendileri bir de Allah bilir. Uzak oldukları için durumları hakkında
yakından bilgi sahibi olamıyor fakat sefaletten ve netice olarak doğan ' ishal
vesair hastalıklar yüzünden her gün birçoklarının çırpına çırpma, topraklar
üzerinde her türlü insani yardımdan mahrum bir halde ölerek ebediyete
kavuştuklarını, yine kendi Yunan askerlerinden işitiyorduk.
Bu
melânet ve vahşetlerin hepsi, kahraman Türk ordusunun hain düşmana indirdiği
darbe ile açtığı zaferin barış konferansında kabul ettiği, mübadele esaslarıyla
örtüldü. Mübâdele başladı. Vapurlara bindirildik. Siyasette gerginlik meydana
geldi diye vapurları Girit’e gönderdiler. Kandiye’ye çıkardılar. Yirmibir gün
de orada kaldıktan sonra Kılazomun Urla karantina yerme 2 Nisan 339 (1923)
tarihinde çıkarak, anavatanın kucağına kavuşmaktan dolayı sevinç gözyaşlariyle
mübarek topraklarımızı ıslatarak, ayak bastık.
Eczacı
Muzaffer
Süreyya
YUNANLILAR
ESİRLERİMİZE DEMİR ŞİŞ SAPLIYORLARDI
Bir
d a v a ve k i 1 i n i n ifadesi:
Edremit
ve civar köy ahalisinin Yunan işgali zamanında karşılaştığı pek feci ve
insanlık dışı zulümlerden, memuriyetim sebebiyle bilgi sahibi olduğum
kısımlarını, Kumandanlığımızın yüksek şahsına anlatmayı bir vicdani mecburiyet
hissettim.
Edremit'in Yunan askeri tarafından ilk
işgali 1 Temmuz 1336 (1920) Perşembe günü sabahleyin meydana gelmiştir. İlk
işgal kumandanı Yüzbaşı Mavromatis, beldenin ileri gelenlerinden büyük
miktarda para almış ye bir çok iffetli kadının
namusuna taarruz teşebbüsü gibi alçakça hareketlerde bulunmuştur. Meş'um işgâl
sırasında Savcılık görevine başladığım için, ötedenberi eşkiyalık yolunda
bulunarak bir çok ocakları söndüren âdi eşkiyaları
tutuklamak istedim. Yunan memurları sahip çıktılar. Ölüm ve Divan-ı harb ile
tehdit olundum. Memleketin milli hareketinde mühim vazifeler ifa eden kimseler
bu çetelerin tahrikiyle dövülmüş, hakaret görmüş, hapsedilmiş, hayatlarından ve
namuslarından emin bulunmayan kimseler firar etmişlerdir. Bir müddet sonra
yerli Rumlar Yunanistan'dan döndüler. Bu nankör vatandaşlar Venizelos'un sessiz
ve gürültüsüz imha siyasetini tatbike başladılar.
Halen
Atina'da bulunan Garaziyorki'nin başkanlığı altında Doktor Kalipolitis ve diğer
Hıristiyanlardan teş-kıl ettikleri bir komisyon, İslâmlann menkul mallarının
yağma edilmesine sebebiyet vermişlerdir. O tarihte burada kaymakamlık
vazifesini ifâ eden Said Bey, bu gibi hususlarda Yunanlılara azami yardımda
bulunmuştu işgalden bir müddet sonra Edremit'te bir mümessillik yücude
getirilmiş, bunların siyasi vazifeleri İzmir Feka-lade Komiseri İsteryadis'in Türklere
karşı kararlaştırdığı imha siyasetinin icra vasıtaları bulunmaktan ibaret ıdı.
Yunanlıların milli karakterlerinden olan yalancılık, mÜlki âıniller’nde açık
bir şekilde görülüyordu. Madur ve mazlum Türk'lerin şikâyet ve feryatları
Yunanlıların tebessüm dolu bakışlarıyla karşılanıyordu. Mezalim ve işkence en
çok köylerde yapılıyordu. Zavallı Agunya ya gaddar Yunan jandarma çavuşları ve
askerleri gönderiliyor. Bu sefiller o nahiyede çalınmadık servet, parçalanmadık
namus bırakmadılar ve bir çok delikanlıyı kırbaçlar
altında şehit ettiler. Agunya'-nm kurtuluş tarihine kadar verdiği kurban en
aşağı bini aşkındır. Balıkesir civarından gönderilip, numarasını tayın
edemıyeceğim bir Yunan alayının bu çevrede yapmış olduğy askeri harekât
esnasında, geçtikleri köylerin ahalisini tamamiyle soydular. Bir
çok Türk’ü öldürdüler. Kadınların boynundan ziynet ve başlarından
altın başlıklarını zorla aldılar ve bu çaldıkları kıymetli eşyaları Edremit
pazarında açıkça sattılar. Yunan asken ve mülki mahfilleri vc^ yerli Hıristiyanlar,
Yunan hükümetim buna benzer icraattan dolayı beğeniyorlar ve övüyorlardı. O
esnada Edremitli Baba Adil'in oğlu Yunanlılar tarafından ve Turan köyünde
Hecin-zâde Hüseyin Efendı'nin annesi Hanife, o biçâre kadın da jandarmalar
tarafından şehit edildi. Akçay ve Ilıca iskeleleri civarında bir
çok Türk'ün ölüleri görülüyordu. Kaymakamlık ve savcılık makamlarından
yapılan protestolara Yunanlılar katiyyen önem vermiyorlardı. Son zamanlarda
Yunanlılar Edremitli Saraç-zade Mehmet ve Kaymakam Çerkeş Vehbi ile hüviyetleri
kesımıkle anlaşılmayan bir kaç dinsizin iştirâkiyle, Türklüğü süratle imha
etmek için, mahalli bir komite kurmuşlardı. Aydınlar ve milliyetçi tanınan
bütün zevatın günlük hareketlerini hafiyeler vasıtasıyla gözaltına almışlardı.
O günlerde yerli Rumların taşkınlığı son dereceyi bulmuştu. Ankara'yı
zaptedeceklerini büyük bir gururla ilân ediyorlar ve fener alayı için
hazırlıkta bulunuyor-
Sakarya
hezimeti, yerli cüretkâr Rumları düşündürdü Mamafih Komitenin verdiği karara
dayanarak Kaza Kaymakamı Fahrettin Bey, Dava vekili Faik Kemal, Reii Müdürü
Fehmi, tüccardan Karagoz-zade Alı Beyler 13 Nisan'da tevkif edildiler. Çeşitli
tarihlerde bendeniz, İcracı Muzaffer Bey, eşraftan Seyit Bey, Havran Belediye
Reisi Muharrem Bey, Cevdet Bey, Sorgu Hakimi Faik Bey, Belediye Tabibi Osman
Bey, Turan dan Hecin-zâde Hüseyin Efendi, Nahiye
Mudııru Abıdın Bey di&er bazı memurlar ve bazı zevat ile Agunya dan
ve°köylerden tevkif edilen şahısların sayısı üçbme ulaştı. Siyasi mevkuflar
erkek mekteplerindeki işgal dairesinde, umumi hapishanede gayet kalabalık bir
halde bulunduruluyordu. Yunanlıların bu zulümleri, Edremit Dava vekillerinden
Ulvi Bey bir çok defa Yunan mümessilini,
Marangozoğlu'nu ve memleketin ileri gelenlerini toplayarak işgal kumandanı
Binbaşı Kafados a müracaat etmiş ve bu mezalime son verilmesinin Yunanlıların
menfaatleri gereği olduğunu gayet kati bir lisanla söylemiş ise de, Çerkeş
Kaymakam Vehbi nın aleyhimizde olan tahrikleri Ulvi Bey'i ümitsizliğe düşürmüş
ve nihayet kardeşi Burhaniye Dava vekili Hüseyin Bey ı gizlice İstanbul’a
göndererek Edremit'te yapılan yürek yakıcı mezalimi BabIâli'ye duyurmak
suretiyle memlekete pek büyük hizmette bulunmuştur. Kardeşi Hüseyin Bey'in
aracılığı ile Bâbıâli’ye, BabIâli'nin İstanbul İngiliz Fevkalâde Komiserliği
nezdinde yapmış olduğu protesto neticesinde İngiliz komiserliğinden İstir-yadis’e bunun gibi mezalime son vermesi için sert bir
nota verilmişti. Yukarıda adı geçen mevkuflara yahşi kabilelerin bile yapmaktan
utanacağı en şeni işkenceleri yapıyorlardı. Adalı kasap Salim'in göbeğine bir
tencere kızgın zeytinyağı dökülüyor, ancak yirmidört saat sonra çok az hayat
eseri görülüyordu. Eczacı Muzaffer ve Muammer Bey-zâde Cevdet Beyler
ayaklarından asılıyor, ağızlarından kan gelinceye kadar resmi jandarma erleri
tarafından sopalarla* tüfek dipçikleriyle dövülüyor, vücutlarına kızgın yağ
dökülüyor, kızgın demir şiş saplanıyordu. Balıkesir mektep muallimi Necati Bey
kabre gömülüyor, vasiyetname tanzim ettiriliyor, üzerine silah atılıyordu.
Hülâsa, insanlığın utanacağı vahşetler, işgal kumandam Binbaşı Kafados ve
Müzâzım-ı evvel Papadaki'niıi (nalen Kandiye Milli Bankasında kâtiptir)
karşısında yapılıyor. Mamafih gençliğin, Türklüğün mefkuresinden
sefil Yunanlılar korkuyor ve ürküyorlardı.
Lisan,
vaziyet ve davranışlarından İstanbullu olduğu anlaşılan Mülâzım vekili Ermeni
Hanyo, bir ifrit örneği olan bu şahıs, Agunya'daje diğer köylerde en az üç bin
İslâm kanına girmiştir. Bu rezilin Turan'da, Göre'de, Agunya'da ve diğer
köylerde yaptığı zulümlerden Avrupa utanmalıdır.
.
Allah'ın varlığına ve birliğine dokunan bu Engizisyon programını tamamlamağa
muvaffak olamadılar. Edremit, yatanın diğer kısımları gibi yaralı, hasta,mazlum bir halde kurtarılmaya muvaffak ölündü;
Kahraman büyükmilletimizin son taârrüzda Yünânlılarâ in
ı
korkmuş, ikinci posta dirdiği yumruktan şaşalayıp kaza kaymakamı Fah olarak
kurtuluştan uç gm mızla
muhafaza a -
rettin
Bey ve beni önse - önce As„nya patında İzmir'e gönderdik- bdinmeyen semte
gon-manlanndan ikıyüze yakın b mematlanna dair bugüne derilen o evlatların
hay< amanuştır. İzmir’de son kadar maalesef bir ra snıanbizi genelev
sokakların-dakikalarım ^ay^Snde iki gün dolaştırarak o da, Hıristiyan mahaite halanna,
tükürüklerine ve Hı-harcıâlem kadınların y ‘ h maruz bıraktı,
ristiyantom-'"^ jandarma gözetleme y^rm-"Mozon dore adıver
J . e cereyan
etti.
de
bir kaç defa katlımız ıçm muza
Sâbık
Edremit Savcısı Dava vekili Hamet Hamı
27
AYLIK BİR ESARET HAYATI
Acizleri,
üçyüzotuzaltı (1926) senesi Kuva-yı milliye zamanı jandarma mesleğinde hizmet
etmekte idim. Yunanlıların memleketimizi işgâli sırasında kaçarken Bursa
karakolu civarında, gece yarısı tevkif edildim. Yediğim dipçiğin hesabı yoktu.
Üzerimde para vesair her ne varsa aldılar. Döğe döğe diğer esir arkadaşlarımın
yanına getirdiler. Kollarımı öyle bağladılar ki; adeta düştü zannettim.
Parmaklarım şişti. Bu halimizi yanımızda olan Yunan onbaşısına söyledim. Hiç
tesir etmedi. Bu halde Arkça'ya kadar gittik. İçimizde Musa adında cesur bir
arkadaşımızı gözümüzün önünde kestiler. Sıra size geldi diyorlardı. Bütün
arkadaşlar helallaştık. Balıkesir'e geldik. Üç gün üç gece ekmek ve su
vermediler. Oradan ellişer, altmışar kişi vagonlara doldurdular. İzmir'e hareket
ettik. Artık sıcaktan beş, on kişi bayıldı. İzmir'e vardık, hâlâ vagonların
kapılarını açmıyorlardı. Feryad ediyorduk, kimse aldırmıyordu. İki saat sonra
bizi çıkardılar. Gece -yatsı sıralarında İzmir'in yerli Rumları kadın ve erkek,
çoluk çocuk taş, toprak, domates, pençelerden attıkları pislik hattâ tükürük,
tırnaklarımızdan akıyordu. Ellerine ne geçerse üzerimize atıyorlardı.
"Bunları bize teslim edin, biz öldürelim" diye bağırıyorlardı. Oradan
Urla adasına sevkolunduk.
Adada
kâh aç, kâh dört günde yüz dirhem ekmek ve bazen de çorba veriyorlardı. Akşam
ve sabah kasıtlı larak, birer saat zorla deniz banyosu bahanesiyle çıplak
vücutlarımıza taşlar ve dikenli çomaklarla vuruyorlardı. Artık sopa ve tel
kırbaçlar ensemizden eksik olmuyordu. Bu minval üzere bir ay kadar işkence
edildik. Akşam saat onıkıden sonra sabaha kadar büyük ve küçük abdest bozmak
yasak idi. Eğer gece başını kaldıracak olursan goturup kesiyorlardı. On kadar
arkadaşımızı kor olmak derecesinde mahbus edip taş kırdırdılar ve ıkı tanesini kestiler.
Oradan yüzelli kişi bir motora bi-nerek İzmir e gelirken motor içinde hepimizi
sopa ve dipçikle dövüyorlardı. Hepimizi anbar içine doldurdu-J! ve ağzım
kapadılar. Katiyen su vermiyorlardı. Hararetten yirmi kişi kadar bayıldı ve iki
arkadaşımız vefat etti. İzmir e geldik; o akşam Punta’da Lankar deni-k.v
ar Bacaklarimızı sıvatıp,
sırtımıza yüz
kıyyelık
(okkalık) tuz ve saire çuvallarını yükletip üzerine birer Yunan keferesi binip
bir kişi de kıl kamçı ile bacaklarımıza vuruyordu. Bacaklarımızdan taşlar
üzeri--"e taızı kanlar akıyordu. Bu şekilde üç gün çalıştırıl-Ava Onbpş ki§i
aynlarak- Aydın’a sevkedildi Aydında ise. ot balyası
taşıttırıyorlardı. Eziyet olsun diye onbeş kişiyi yüklü olarak elli vagona
koşup tel teS ? "T". Çektiriyor,ardl-
Dört ây sonra İzmir'e nn İı Y ? aI,nak lç,n Çatığımız
esnada kazanla-bes on kid 1kar.1Ştudlklar’ sopalarla vurdukları zaman olur k\k
V ~*rden yere düf?üy°rdu. Yemek almıyacak vohrd. ’ nSU§ JÇ" türlü
işkencelerle dayak atı-yoılaıdı. O sırada onsekız Ermeni gelerek üzerimize
oomba atmak istedi ise de, görülüp muvaffak olamadılar. Yunan Kralı
Kostantin’in tahta çıktığı zaman, donanına suretiyle esir karargâhına ve
esirlere kurşun atıyorlardı. Bu şekilde yirmibir ay da orada çalıştırıldık.
Beni kurtarmak içm memleketimden uğraşıyorlardı
Orada
memlekete gideceksin diye polis d^sinelçslmı ettiler. Türlü dayak ve
işkencelerle, ellerim kelepçeli olarak on dakika uzaklıktaki bir adaya
hapsedildim ve orada yirmisekiz gün kaldım, iki günde bir yıız dirhem ekmek
veriyorlardı. Yemek değil hatta tuz bile vermiyorlardı. Oda içerisinde bir
urgan asılı ıdı. Urganı kan ile boyanmış görünce artık hayatımdan ümidi kestim.
Din kardeşlerimizden birini getirip kolları altından uı-gaıi ile asıp tel
kamçılarla işkence ediyorlardı Ben ise ağlıyordum. Birtakım eziyetlerle
zulmedilip kollarım bağlı vapura bindirdiler. İstanbul'a çıktım. Çunku yure-S
yaLl. olduğundan İstanbul'da koldun. Cenan-. Hakk’a
haındolsun, sevgili ordumuzun memleketimizi düşmandan geri aldığı zaman hemen
İstanbul dan hareketle memleketime salimen geldim.
Edremit
Kazasından Havran Köyünün Mescit Mahallesinden ve Adahoğullarından
Nazif.oğlu
Mehmet Osman Doğum: 313 < )
YUNANLILAR
ESİRLERİMİZİ DE SOYUYORLARDI
Edremit
.Belediye Azâsından bir
zâtın gördükleri:
Uğursuz
Yunan işâlinde çeşitli bahanelerle bir çok kere
hapsedildim. Geçeri 337 (1921) senesi İlkbaharında Edremit'e
gelen bir Fransız jandarma subayı ile Dava vekili Faik Kemâl ve eczacı Muzaffer
vesair bazı ileri gelenler hazır olduğu halde bulunduğum çarşı hamamında gizli
bir toplantı yaparak çete teşkilâtı kurmaya karar vermek ve yine Fâik Kemâl ve
Reji Müdürü Fehmi Beyler tarafından toplandığı iddia olunan se-kizbin lira
parayı Balıkesir İhtilâl Komitesine ulaştırmak suçlarıyla 338 (1922) senesi
Nisan'mda tevkif edildijn. Bir çok mezalim ve işkencelere hedef olduktan
sonra 3 Eylül 338 (1922) tarihinde, muhakeme için İzmir'e ve İzmir'de günlerce
kelepçeli olarak teşhir edildikten ve tekrar tekrar ölümle karşı karşıya
geldikten sonra, 6 Eylül 38 (1922) tarihinde vapura bindirilerek 8 Eylül 38
(1922) tarihinde, diğer ondokuz arkadaşımla beraber ve sivil esir namiyle
Atina'nın Lutiye esir karargâhına sevkedildim. Karargâha sevk edilmezden evvel
uğradığımız Manastraki hapishanesinde çek-
tiğiınîz
işkence ve maruz kaldığımız baskı ve soygun-cuhık her turlu tasvirin
fevkindedir. 8 Eylül 338 (1922)
28
Şul,a, y1,9231 ‘arihine kaJar sâhiHdn-""' eS'î
k^ar8âll‘"da m*™Md.ğ.ınK ve şahidi olduğumuz baskı ye kötü muamele. tüyleri ür- . pertecek derecede müthişti.
;
myıerı ur v
Birincisi,
aç bırakılıyorduk, ekmek diye verilen sev idT1rkihan-l,r Ve Şen?,,ik,e zehirli maddelerle kânsık ıdı. İkincisi; yemek diye
verdikleri şey bizim değil h. San nam. taşıyan
herhangi bir canlının yiyebileceği b r-şey değildi. Onun için aç idik ve
yalnız gUe gedrttî-g mız paramızla hayatımızı devam ettirebiliyorduk Ka-» £LS k
a >;oktu; D°kwy'e çok az sa^oLU hnk ! ? ı kuyu,3.nndan
su getirtmeye mecburduk Hal-zöriûkM3 mak ,Ç,.^gldenIere
ri’şvet ^rŞ»l,g>ndayüzbin ötayöİdu y°r; Para Vermİye",er susuzluktan . Ka1rar^hta
Yl,nan askerleri, esirleri dövmek hakaret etmek,
öldürmek hususlarında geniş yetkiye sahip idi-ı • ’ı g®c,eIfn bır Çadırdan
diğer çadıra giden herhangi ^bedbaht esir "sen burada su döküyordun"
iftirasiv-on Fmnk’.°ri Ö’Ünîeye kadar dögüİüy°rdl'- Yahut beş ’ on Frank ı
alınmak suretiyle hafif ceza ile bırakılıvor-vtirdır.U SUreÜe <k,yak a,Ünda
d,düra,en zavallı esirler ; Karargâh Selânik, Patras şimendifer hatlariyle bir
çunçu şose arasında kurulmuş olduğundan, trenle <>e-çen serseriler
ekseriya esirleri taşlıyor, hakaret ediyor
So5lh
atmak rUetİy,e Ölü,n ^İlkeleri saçıyor-ardı. Şoseuen
geçen bir jandarma süvarisinin arkadhs-hnılıızdan Oavıı vekili Fâik Kemâl Bey’e
attığı silahla köfö^lihîfvd3î getİ"Ien Kütahyalı Emin isminde bir Kotu
talihli yaralanmıştır. Bu cânice şartlara tahammül edeımyerek hasta olan
zavallı esirler, ^vkediSÎ hastahaneoe mutlaka ölüme mahkum
edilir, hastahane-
den
iyileşerek çıkan hiç bir esire tesadüf edilmez, zı-ra hastahaneye sevkolunan
esir taşlar hr ve muhakkak ölüme mahkum edilirdi, Lsırleı a < sındaki
Türk tabiölerin protestoları aksı tesir meyıtaıu «etiriyor TrakyalI, İzmirli ve
Bursalı mr çok aıkadaşı-mızııvrivayet ve ifadelerine göre yolda, vapurda
gunleı-ce aç ve susuz b.rakılm.ş ve susuzluktan ölen
burç£ esiri denize attıkları gibi, canlı olarak 6 72 kada TrakyalIyı Milos'a
giderken denize attıklarım ani< •
Mektuplarımız
yırtılıyor, verilmiyor. Gelen paıala rımız saklanıyor, verilmiyor.
Alabilenlerimiz muhtelif ™“alarla soyuiuyor. Geceieri esirleri dögr^ meğe
yetkili olan Yunan askerleri pızı soymaya çadu larımızdan gizlice ve aleni
surette eŞya™£‘ «örevli idi. Bu hırsızlıktan, bu soygunculuktan şikayet edenler aleni dayağa, baskıya, hapis ve korkutmaya
he-def MuyXdıyAbdesthâne derdi esaretin bütün fela-ketlerine eşit derecede
müthiştir. Abdesthanede^ kazdıkları çukurlara yanaşmak imkansızdı.
G pislikler içinde ayağı kayarak düşenlerin auu ve olmadığı gibi, pislik içinde
Doğulmak suretiyle hayatla "HvdhaMSe^fad tasvir benim için imkânsızdır Bu
kadarcıkla iktifa eder ve Yunan m sapık zu um esaretinde geçirdiğimiz
faciaları,
™ut
z*
bir
kâbusu şeklinde kalbimizde taşımakU M a edenz.
Bilhassa
bu faciaların ve zulümlerin, ihtilal hııkumeu MtoHeMikten sonra, lüzumlu bir
program şeklinde tatbik edildiğini ilaveten arz ederim efendim.
17
Haziran 1339 (1923) Edremit’in Hekimzâde Mahallesi Ahalisinden ve Edremit
Belediyesi Azasından
Hüseyin
Hüsnü
YUNAN
ESİR KARARGAHINDA SEFALET NUMUNELERİ
Sivil
esirlerimizin
müşâhadeleri:
·
1—Yunan
işgâli zamanında, halktan yüzelli kişi kadar Yunanlılar tarafından tevkif
edilmiş ve İzmit'in Yunanlılar tarafından boşaltılması yani, Türkiye Büyük
Millet Meclisi ordusu tarafından geri alındığı Haziran 337 (1921) tarihinde,
İzmit ve civar İslâm ahalisinden olmak üzere üçyüzyetmiş kişiyi leş gibi,
askeri vapurun dip anbanna âtmış ve anbar içinde Rum ve Ermeni komiteleri ile
idam cezasına mahkum Yunan askerleri tarafından sekiz
gün sekiz gece aç ve susuz çeşitli zulüm ve tecavüzlere maruz bırakıldıktan
sonra, Atina'nın Lutiye esir karargâhına sevkolunmuştur. Kamp, dağıtım merkezi
olduğundan sekizyüz-dokuzyüz ve bin ile üç-bin esirin toplandığı görülmüştür.
Bunların arasında yetmişlik, seksenlik ihtiyar adamlar bulunduğu gibi kör,
topal ve onbir-oniki yaşlarında çocuklar da vardı. Atina'nın muhtelif
yerlerinde "Birayağma" denilen hapishane ye bodrumlarda mahkum bulunan kadın ve erkeklerin sayısı, gelen
esirlerimizce bilinmediğinden, bunların sayısını söylemek mümkün değildir.
·
2—
Hâlen iade edilmemiş sivil esirlerimizden İzmit'in Ahmetcik mahallesinden
Meyyit oğlu Hüseyin Ağa kalmıştır. Adresi budur: Atina'da KapilonAskeri
Hapishanesindeki "3999" numarada kayıtlı Meyyitoğulların-dan Tahir oğlu Hüseyin Ağa.
·
3—
Yunanistan'da vefat eden sivil esirlerimizin künyeleri aşağıda arzolunur.
Bunların vefat sebepleri dayak ve gıdasızlıktır. Esirlerimiz Pire iskelesine
çıkarıldı ğı günün gecesi, Atina'da "Lııtiye" esir karargâhına
sevkolundukları gece, gayet açık bir surette, süratle yii-rüyemiyenler arasında
bulunan Yüzbaşılıktan emekli Adapazarlı Osman Efendi ve yine Adalı sivil Tatar
Ahmet Dayı, Ytınan neferleri tarafından süngülenmişler ve feci bir şekilde
şehit edilerek imha edilmişlerdir. Bu sivil esirlerimiz Atina'da esir
karargâhında aşağıda imzalan bulunan bizler önünde döğülmüşlerdir. Esir
karargâhında ve ahır ile çadırlarda, muhtelif zamanlarda dayak ve gıdasızlık
neticesinde hastalıktan vefat etmişlerdir. Bunlardan vefat eden İzmit'in 1 I
Çokurbağ Mahallesinden Arnavut Halim Kâhya, 2) Sivil
Börekçi Osman Baba, 3) Hamza Fakih Mahallesinden Hamal Pala Mustafa Ağa, 4)
Karabaş Mahallesinden Laz Mahmut Çavuş, 5) İzmitli Arabacı Salim Usta, 6)
İzmit'in Ağa Kö-yü’nden sivil Ceber Mustafa Dayı, 7) Belen Ören köyünden sivil
Hüseyin Baba merhumdur. Bunların tamamı dayaktan vefat etmişlerdir ve
sivil-esirlerim izde ildir.
4
-Esirlerimizden mahkum kalan İzmitli sivil, Ahmetcik
Mahallesinden Meyyitoğlu Hüseyin'dir. Kasten İzmit Yunan Divan-ı Harbince
yüzbir seneye mahkum edilmiştir. Halen Yunan askeri
hapishanesindedir. Yunanlıların İzmit'i işgâl ettikleri sırada mahkum olmuştur ve kendisi sivil ahalidendir. Esirlerimizden
hapsolu-nanlar sebepsiz mahkum edilmişlerdir.
Bunlardan ka.çı-nın mahkum; kaçının vefat eyledikleri’
maalesef anla-
şılamamıştır.
Esirlerimizden vefat edenlerin bir çokları dayak ve
sefaletten ölmüşlerdir. Ve hattâ Karabaş Mahallesinden Laz Mahmut Çavuş buna
acıklı bir misal teşkil eder ki, dayaktan sonra biçârenin günlerce kan
tükürdüğü tarafımızdan görülmüştür. Arnavut Halim Kâhya ve arkadaşları da Laz
Mehmet Çavuş'un akıbetine uğramışlardır. Hastalanan esirlerimiz bazen
hasta-haneye gönderilir, çoğunlukla çadır ve ahırlarda acıklı bir şekilde
hayatlarını kaybederlerdi. Bir defa da bir çadırda, maalesef hüviyetleri meçhul
bulunan üç hastanın vefat ettiği görülmüştür. Hastahaneye gönderilenlerin
bazıları da kasten zehirleniyordu. Zorla içtikleri zehirli sıvının verdiği acı
üzerine, oniki saat içinde acıklı bir ıztırab içinde hayatlarını
kaybediyorlardı. Bunların isimlerini tesbit hemen hemen mümkün değildir. Geçen
senenin Ramazan-ı şerifinde Atina'nın askeri döndüncü hastahanesinde Türk
hastalarının hali pek elim idi. Asker esirlerimizden Aziziyeli Kır Halil oğlu
Mustafa mahdumu Halil ile Denizli’nin Akdere köyünden Koca Mustafa oğlu Hüseyin
mahdumu İsmail ve diğer iki arkadaşının halleri pek acıklı idi. Bakımsızlıktan
iskelet gibi olmuşlardı. Bunlardan İsmail’in yürekleri sızlatacak bir şekilde
ölümüne şahit olmuş isek de, diğerlerinin vefatı görülmemiş ve gerçekten onlar
da ölüme mahkum idiler,
*
5—Esaretimiz
müddetince tatbik edilen muameleye gelince: Burada başlıca siyaset imha
siyaseti olduğundan sürgün, hakaret, dayak, yaralama, sebepsiz hapis, zulüm ve
bilvesile para, kapmak gibi şeyler daima tatbik olunurdu. Şikâyet ise bunların
artmasına sebep olurdu. Görünüşte güya esirlere asker tayınlarından
veriliyordu. Fakat defalarca müşahede ettiğimiz .gibi,
esirlere verilmesi lâzım gelen gıda maddeleri, neferinden kampın en büyük
kumandanına varıncaya kadar çalınarak paylaşıldığından, karargâh dahil inde aç
lık, r sefale t; ve hırsızlık hüküm sürüyordu. Esasen yetersiz olan erzaktan da
daima hırsızlık yapıldığından esirlerin mecburen yediği "Bulaşık
suyu" gibi zeytinyağlı pirinç çorbasından dizanteri ve müthiş ishal
meydana gelirdi. Yemek denilen şeylerin dağıtımı bin türlü hakaretle yapılırdı.
Bu hususlar "Raytmon Şillemre" ve diğer Sâlib-i ahmer (Kızılhaç)
heyetlerine bile tarafımızdan duyurulmuştur. Fakat bu hususta en küçük bir imâ
dayağa, büyük hakarete ve sürgüne bile sebep olurdu. Giyim kuşam meselesi;
beslenme meselesine bir nazire teşkil eder. Barındırma meselesine gelince;
Esirlerimizin bulunduğu ahır ve eski çadırlar çoğunlukla yağmur tutmaz ve
içinde korunmak mümkün olmayacak bir durumda idi. Her karargâhta yüzelli esirin
gece yattığı ahırın üstü eski tahtalarla kapatılmış olduğundan, yağan bütün
yağmur içine düşer ve çıplak esirleri ıslatırdı. Yapılan bütün müracaat ve
şikâyetlere karşı bunlara hiç bir çare bulunamamıştır. Aslında görülen
muamelelerin tamamı milletlerarası kaidelerin aksine olduğundan, istisna
edilecek yoktu. Bayram günü bile esirlerimiz büyük hakaretlerle
çalıştırılmışlardır. Esaretimizin başlarında Ezân-ı Muhammedi (S.A.) okunmasına
ve namaz kılınmasına katiyen izin verilmemişti. Bunların hepsinden bahsedecek
şekilde, esirlerimiz tarafından tanzim edilen 150 imzalı şikâyet dilekçesi,
ilgili dairesine gönderilmek üzere Atina'da Hollanda Sefaretinde Türk teb’asmın
haklarını korumakla görevli hariciye memurlarımızdan "Adis Efendi"ye
bir takrir verilmişti.
Esirlerimizin
başlıca şikâyetleri, az önce belirtilen zulüm ve tecavüzlerle uğraşmasından
ibarettir.
6—Netice:
Esaret maceramızın ve bundan başka vesikaların teşkiline ait maddelerin tesbiti
zaman ister ve esasen yukarıda arzedilen şeyler gayet özet ve fihrist
kabilindendir. Dolayısiyle Yunanistan'da manız kaldığımız belli başlı muamele
ve mahrumiyetler ile şikâ-yellerimizin başlıcaları bunlar olup imzalamak
suretiyle tasdik eyleriz efendim.
Merhum
Şeyh Avni Karabaş
Mahallesinden
Efendizâde
Azmi Osman Bey Mahdumu İhsan
Müftizâde
İzmit'te Dava vekili Hacı Hızır'da
Selâhaddin
Ali Vasfi
............zâde
Mehmet
Nuri
Aslına
uygundur. 7 Haziran 339 (1923)
İzmit
Ihsâiyyat Müdürü
Mehmet
Tevfık
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar