ZAMAN
KUR’AN’DA
ZAMAN KAVRAMI
Uzun zamandır insanlığın zihnini, “zaman var mıdır?”, “izafi
midir?” yoksa “zaman sadece bir an mıdır?” gibi sorular meşgul etmiştir.
Galilei, Newton, Einstein, Stephen Hawking gibi birçok bilim adamı
tarihin birçok döneminde bu sorulara cevap bulmaya çalışmışlardır.
Einstein’in “zamanın göreceliği”, Stephen Hawking’in “kara
delikler” kuramları 20. yüzyılda yeni ortaya atılmış teoriler gibi
görünse de, Kuran-ı Kerim bütün bunları diğer birçok ilim gibi, Einstein,
Hawking ve diğerlerinden yüzyıllar önce haber vermiştir.
Örneğin, Einstein’ın rölativite kuramına göre, zaman sabit
değildir, hıza bağlı olarak uzar veya kısalır. İşte Einstein zamanın
göreceliğini bu şekilde izah eder.
Allah, günümüzden 1400 yıl önce Kuran-ı Kerim’i bir rehber olarak
indirmiştir. İnsanlığın bilim ve teknoloji ile daha yeni kavramaya
çalıştığı birçok ilmi 600’lü yıllarda insanlara vahiy sonucu
bildirmiştir. Kuran-ı Kerim’de zamanın izafi olduğunu işaret eden ayetler
ise şöyledir:
Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde
ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün ya da bir günün birazı kadar
kaldık, sayanlara sor.” Dedi ki: “Yalnızca az (bir zaman) kaldınız,
gerçekten bir bilseydiniz,” (Müminun
Suresi, 112-114)
“Melekler
ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic Suresi, 4)
“Gökten
yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta
olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.” (Secde Suresi, 5)
Kuran-ı Kerim ayrıca, “Yedi
Uyurlar” olarak bilinen, üçyüzdokuz yılına eşdeğer sürede mağarada kalan,
uyandıklarında ise kendilerini sanki bir gün ya da günün birkaç saati
kadar mağarada kaldıklarını hisseden genç bir topluluktan bahseder: …
İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün
veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar
kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir…” (Kehf Suresi, 19)
“Onlar
mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf Suresi, 25)
Ünlü bilimadamı Stephen Hawking, Big Bang, evrenin genişlemesi,
kara delikler, karadeliklerdeki antimadde, Hawking radyasyonu gibi
teorileri bulmuş, fizikte “boyut” kavramı üzerinde çalışmalar yapmıştır. İnsanlık
bugüne kadar hiçbir bilimadamının dahi aklından geçmeyen bu teorileri,
ancak 20. yüzyılda öğrenebilmiştir. Hatta Stephen Hawking bu konudaki
düşüncelerini şöyle ifade eder: “Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya
çıkarılışı 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir.
Bugünden geçmişe bakıldığında kimsenin bunu neden daha önce akıl
etmediğine şaşmamak elde değil.”
Aslına bakılırsa Hawking’in bu teoriyi ilk kez kendisinin
düşünebildiği vehmine kapılması son derece gülünçtür. Zira Allah (cc)
evreni 1400 sene evvel Kuran-ı Kerim’de “evreni yarattığını ve onu
genişlettiğini bildirmiştir.”
“Biz
göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi, 47)
Yine Stephen Hawking, yakıtı tükenen yıldızların içine büzülüp
yerine sonsuz yoğunluk ve sıfır hacimdeki çekim alanı meydana getiren
kara deliklerin ve kara deliklerin içinde maddenin yanısıra antimaddenin
de varolduğunu ispatlayarak kendince bilim dünyasına yeni bir bakış açısı
kazandırdı. Oysa Kuran-ı Kerim’de asırlar öncesinden kara deliklere şöyle
işaret etmektedir:
“Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim.
Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.” (Vakıa
Suresi, 75-76)
İnsanlığın gelişen bilim ve teknolojiyle hergün yeni bir bilgi
öğrenmesi elbette sevindiricidir. Ama bu bilgileri körü körüne kabul
etmek hiçbir şey kazandırmaz. Allah’ın varlığına inanan bir insan Kuran-ı
Kerim’in rehberliğinde bu gelişmeleri düşünür ve Allah’ın yaratışındaki
mükemmelliği, sonsuz aklı görüp tüm evrenin onun gücü ve sanatının
göstergesi olduğunu anlayacaktır. Böylece Allah’ın ayetlerini görüp
tanıyacak, bu ilmi onu Allah’a daha da yakınlaştıracaktır.
KURAN'DA ZAMANIN GÖRELİLİĞİ
Einstein’ın görelilik teorisi ile beraber, o zamana kadar mutlak ve
değişmez kabul edilen zaman kavramı yerle bir olmuş ve zamanın da göreli bir
kavram olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum daha sonra yapılan testlerle etkileri
gözlenerek ispatlanmıştır.
Zaman iki şeyden etkilenir: Hız ve Kütle Çekimi. Bir cisim hızlandıkça,
özellikle de bu hız ışık hızına yakınsa, zaman onun için daha yavaş akmaya
başlar. Aynı zamanda büyük kütlelere sahip cisimlerin yakınında da (örneğin
güneş) zaman daha yavaş akar.
Kuranda zamanın bu iki etki nedeniyle daha yavaş akmasına işaret eden
ayetler vardır. Zamanın hız ile birlikte daha yavaş aktığına işaret eden
ayetler şunlardır:
Mearic/4
Melekler ve Ruh (Cebrail), süresi elli bin yıl tutan bir
günde ona yükselip çıkarlar.
Secde/5
Gökten yere (yukarıdan aşağıya) kadar bütün işleri o
düzenleyip yönetir, sonra da sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir
günde O'na yükselir.
Bu ayetlerde “yükselme” (yani hız) sırasında zamanın daha yavaş
akmasına açık bir referans vardır.
Zamanın kütle çekiminden etkilendiğine işaret eden ayet ise şudur:
Hacc/47
Bir de senden acele azap istiyorlar. Elbette Allah sözünden
caymaz. Bununla beraber Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin
sene gibidir.
Bu ayette Rabbi’nin katında denilerek işaret edilen yerde (büyük
kütlesinden dolayı) zamanın daha yavaş aktığına açık bir gönderme vardır.
Bu ayette Rabbinin Katı diye işaret edilen yer neresidir? Bunu da bir
Kuran ayetiyle açıklığa kavuşturalım:
Enam/127
Rablerinin katında "Selam yurdu" onlarındır. Bütün
yapacakları işlerde kendilerinin velisi de O'dur.
Yukarıdaki ayetten anlaşılacağı üzere 1 günü 1000 yıla eşit olan yer
cennettir.
Burada ilginç bir problem ortaya çıkmaktadır: Kuran göklerin, yerin ve
aralarındakilerin 6 günde yaratıldığını söyler. Bu ifadeden hareketle bu
sürenin 6000 yıla eşit olduğu mu anlaşılmalıdır? Üstelik bilim evrenin yaşı
olarak 13,5 Milyar yılı verip duruyorken!
Bunun cevabı yine Kuran’da mevcuttur. Kuran Rabbi’nin katı olarak
cenneti niteler, ancak bunun dışında bir şeyin varlığından daha bahseder:
Allah’ın arşı! Arş Kuran’da aşağıdaki ayetlerde görüleceği üzere “büyüklüğü”
önemle vurgulanan bir yerdir:
Tevbe/129
Eğer aldırmazlarsa de ki: "Bana Allah yeter! O'ndan
başka ilah yoktur! Ben O'na dayanmaktayım ve O, o büyük Arş'ın sahibidir!"
Muminun/86
Sor onlara, de ki: "Kimdir o yedi kat göklerin Rabbi ve
o büyük Arşın sahibi?"
Kuran, bir de “büyük” arş olduğu bilgisini boşuna vermiyor. Bu bilgi
bize zamanın çok daha yavaş aktığı bir yer olduğunu söylüyor: Arş! İşte
yaratılışın 6 gün sürdüğü yer burasıdır ve bu 6 gün bizim ölçümümüzle 13,5
milyar yıla eşittir.
Kuran'a göre evrenin yaşının 6000 yıldan çok daha büyük olduğunu, bir
de en başta verdiğimiz iki Kuran ayetini kullanarak "olmayana ergi"
(reductio-ad-absurdum) yöntemiyle de ispatlayalım:
A.) Kuran "melekler ve Ruh'un
O'na 50.000 yıllık bir günde yükseldiğini" söylemektedir.
B.) Bu yükselme en az bir kez
gerçekleşmiştir.
C.) Eğer evren 6000 yıl yaşındaysa,
melekler ve Ruh O'na daha henüz bir kere bile yükselemedi demektir!
D.) B ve C çelişkilidir. Dolayısıyla
Kuran'a göre evren 6000 yıldan (ya da 50.000 yıldan) daha yaşlıdır.
Bütün bunlar bize şunu söylemektedir: Bizim kayalar üzerine yazdığımız
ve onlarda binlerce seneler boyunca var olan yazılar, Allah için suya yazılmış
yazılar gibidir.
En doğrusunu Allah bilir.
Ân:
Şah-ı
Velâyet'in: Ben bâ'nın aldındaki noktayım dediği, on sekiz bin âlemi kendinde
toplayan noktadır. Bu noktanın açılıp, kapanması zamanı meydana getirir.
Ân bir
noktadır. Bu nokta uzatıldığında sonsuza ulaşan bir hat meydana gelir. Bu hat
üzerinde bir nokta esas alınır ve o nokta merkez olmak üzere bir daire
çizilecek olursa, bu dairenin çapına zaman adı verilir.
Dakikanın
altmışta birine saniye, saniyenin altmışta birine de salise denir. Salise insan
tarafından hissedilemez. Ancak kronometre dediğimiz aletle tespit edilebilir.
Bunlar zamanın
âna en yakın uzaklıklarıdır. Arayı biraz daha daraltırsak zaman kavramı hemen
hemen yok olacaktır. Bu küçük zaman parçası çok daha iyi geliştirilmiş modern
aletlerle tespit edilebilir, fakat çap sıfırlanıp, pergelin iki ucu
birleştirilirse, zaman kavramı ortadan kalkar ve görünmezlik âlemine girilmiş
olur. İşte, Ân denen, bu merkez noktasıdır ve Ân-ı daim diye adlandırılır.
Burada: Zaman-ı daim değil, Ân-ı daim dendiğine dikkat etmek lazımdır. Çünkü ân
sabit, zaman ise müteharrik (hareketli)dir.
Zaman: Bir
bacağı ânda duran pergelle çizilen dairenin, bu hat üzerinde meydana getirdiği
çaptır. Çap ne kadar büyük olursa olsun, daire daima 360 derecedir. Bunun ne
ifade ettiğini ileride, sıfat bahsinde göreceğiz.
Ân noktası hem
zamanın, hem de dairenin merkezidir. Her şey o merkezde birleşir. O halde ân ve
zaman bir pergelin iki bacağı gibidir. Bir ayağı merkezde, yani ânda durur,
diğer ayağı ise hareketlidir ve zamanı gösterir. Sema' yapanların bir
ayaklarını sabit tutup, diğer bacaklarıyla bu sabit duran ayaklarının etrafında
dönmeleri ân-zaman ilişkisini sembolize eder.
Allah ândadır.
Öyle olduğu için de verdiği: kün (Ol) emri ân-ı vahitte gerçekleşiverir.
Merkezden uzakta olan kulun da aynı şekilde, Ol emri vermesi mümkündür. Bir
kulun ev yaptırmak üzere "Kün" dediğini düşünelim: Bu emri verdikten
sonra, önce bir mühendise plan yaptırmak, sonra o plan için belediyeden ruhsat
çıkartmak, daha sonra da sırasıyla: müteahhit bulup, işi ona vermek,
malzemeleri temin etmek, gerekirse işçi ve ustaların çalışmalarını kontrol
etmek, ev bittikten sonra oturma ruhsatı almak, suyunu, elektriğini bağlatmak
ve nihayet içine taşınmak, o kişinin en az bir yılını alacaktır. Ama aynı Kün
emrini Allah verdiğinde bu süre sadece bir ân olacaktır. O'nun kâinatı
yaratması da böyledir. Yaratılış süresi bizim zamanımıza göre milyarlarca yıl
sürmüş olabilir, ama bu süre O'nun için sadece bir ândır.
Rüyalarımız ân
ile zaman arasındaki farkı bize, bir ilâ iki saniyelik süre içinde bir kaç
yıllık serüvenler yaşatarak anlatmaktadır.
Ân ile zaman
ilişkisi bizim algılama kabiliyetimizle bağlantılıdır. Ân devamlıdır, zaman
ise; o devamlı olan ândan bizim algılayabildiğimiz kadarıdır. Bunu daha iyi
anlatabilmek için bizim ışık ve ses algılamalarımızı örnek vermek faydalı
olacaktır.
Biz, ışık
hüzmelerini bir yere kadar takip edebiliriz. Daha sonra ışık görünmez olur. Ama
bizim göremiyor olmamız o ışık hüzmelerinin yok olması demek değildir. Onlar,
biz göremesek bile, sonsuzlukta yoluna devam eder.
Aynı durum ses
için de geçerlidir. Kulağımızın duyabildiği ses frekansları ve ses şiddeti
bellidir. Ses belirli bir frekans aralığının dışına çıkar veya belirli bir
şiddetin altına inerse, biz o sesi duyamayız. Ama o ses dalgaları, biz
duyamasak bile, yayılmaya devam etmektedir.
Bizim Kayboldu
dediğimiz ışık hüzmeleri ve ses dalgaları aslında kaybolmamakta, ânda
toplanmaktadır. Bizim onlar için Kayboldu deyişimiz, onların, zamandaki
algılama kapasitemizin dışına çıkmış oluşundandır. Allah'ta ise böyle bir
tahdit olmadığı için, bizim Kayboldu dediğimiz şeylerin hiç biri O'nda
kaybolmaz.
Allah,
insanların algılama kapasitesini orta düzeyde kalacak şekilde ayarlamıştır.
İnsan ânda yaratılmıştır. Bu nedenle bir ayağı anda, yani nokta-yı kübrada,
diğer ayağı ise zamandadır. Allah, Kur'an'da bir yerde: O semadan arza doğru
her işi tedbir eder sonra o iş O'nun indinde sizin bin yılınıza tekabül eden
bir günde çıkar <32-5> , bir başka yerde ise: Melekler ve ruh O'na
müddeti elli bin yıl olan bir günde çıkarlar <70-4> demekle aradaki
uzaklığın farklı olabileceğine işaret etmiştir.
Keza: Görmüyor
musun rabbin gölgeyi nasıl uzatmıştır <25-45> deyişi de bizi ânda
yaratıp, zamana attığını ima etmektedir. Onun için insanda ân da vardır, zaman
da...
Ân gönül
âlemidir, akıl âlemidir. Zamansa, bu dünya âlemindeki yaşamımızdır. Biz insan
olarak zaman açısından kulluğa, ân açısındansa Ulûhiyete bağlanmış durumdayız
demektir ki, bu da Allah'la bağlantımızın en güzel ispatıdır. Kaç yaşında
olursak olalım, gözümüzü kapattığımız anda tüm hayatımızın gözümüzün önünden
geçivermesi, aklımızın ve gönlümüzün ânda oluşunun delilidir. Ayrıca
reflekslerimiz de ân ile bağlantımızı gösterir.
Aklın ânda
oluşu, Allah'ın Ben önce aklı yarattım deyişi ile sabittir. Ahirette de zaman
değil, ân-ı daim geçerlidir.
Allah, insanın
ânla bağlantısını: Âdem'e tüm esmaları öğretti <2-31> âyetiyle
bildirmekte ve bu âyetle bizde hem zaman, hem de ân olduğuna işaret etmektedir.
Bunu anlamamızı sağlamak için de haccı farz kılmıştır. Hac'ta Kâbe tavaf
edilirken, Kâbe'ye yakın olanların, turlarını kısa sürede, Kâbe'den uzakta
olanların, uzaklıklarıyla orantılı olarak daha uzun zamanda tamamlamaları,
ân-zaman farkını en iyi anlatacak örneklerden biridir. Kâbe'ye yakın olanlar
âna yaklaşmış, diğerleri ise zamanın değişik uzaklıklarında kalmış gibi
olurlar. Bu noktada işin içine istidat meselesi girmektedir.
İstidat, âna
yakınlıkla çok yakın ilişkilidir. Âna yakın olanların kavrama ve anlama
kapasitesi yüksektir. Bir insanın anlama ve kavrama kapasitesi ne kadar
kısıtlıysa, o kişi ândan o kadar uzakta demektir.
Zamanda, mazi
(geçmiş), hal, ve istikbal (gelecek) adeta birbirinden ayrılıp, ayrı anlamlar
kazanmıştır. Ândaysa bunların hepsi bir noktada toplanmıştır. Böyle olduğu için
de zamanda yaşayan biz, ancak yaşadığımız süre içinde kalan geçmişle, içinde
yaşadığımız hali bilebiliriz. Daha önceki zamanlar hakkındaki bilgimiz ancak
bize anlatıldığı kadar olur. Lakin, geleceği bilemeyiz. Ândaysa bizim
bilemediklerimizin hepsi var olduğu için, Allah tümünü bilir, yani her şey
O'nun ilminde mevcuttur. Bu mevcudiyet tıpkı yumurta içinde tavuk bulunması
gibi, yani istidat halindedir. İstidat kademe kademe tenezzül ettikçe biz de
görüp, anlayabiliriz.
Biz, zamanda
yaşadığımız için, ânda olanları bilemeyiz. Burada çok incelikler vardır. Biz:
Allah yazdıysa bozsun deriz. Allah yazdığını bozmaz, ama hedef değiştirebilir.
Bunu şöyle anlatabiliriz. Bir ok, yaydan çıktıktan sonra bir daha dönüp yaya
girmez, mutlaka atıldığı istikamete doğru ilerleyecektir. Ama o okun hedefi
vurması istenmiyorsa, hedefi biraz kenara çekmek mümkündür. O zaman, ok
atıldığı istikamette gittiği halde hedefe isabet etmemiş olur ki, buna tasavvuf
dilinde: Şahadet âleminden gayb âlemine çekilme denir.
Şahadet âlemi:
elle tutulup, gözle görülür, kısacası beş duyu ile algılanabilir âlem, gayb
âlemi ise: beş duyu ile algılanamayan âlemdir. Rüyalar, kendine göre bir
görüntüsü olmasına rağmen, gayb âleminin malıdır. Bir olayın şahadet âleminden
gayb âlemine kaydırılması hedefin biraz çekilivermesi demektir ki, bunu ilerde
bir hikaye ile daha kolay anlaşılır hale getireceğiz.
Zaman ve âna
örnek olarak bir saatin yelkovanını göstermek te mümkündür. Yelkovanın bir ucu
merkezde olduğu için yerinden hiç kımıldamıyormuş gibidir. Sabit intibaını
verir. Diğer ucu ise, yelkovanın büyüklüğüne göre gözle de farkedilebilir bir
hızla o merkez etrafında döner. Merkezdeki ucu da hareketlidir ama, hareketli
olduğu farkedilmez.
Allah isterse
zamanı âna çeviriverir ki, bunun en basit ve anlaşılabilir örneği; bazen insana
bir saatin bir gün veya bir günün bir yıl gibi gelmesi ve bir türlü geçmek
bilmemesidir. Aynı şekilde, bazen kısa bir mesafe insana yürümekle
bitmeyecekmiş gibi gelebilir. Ama, bazen de bunun tam tersi olur. Eski tabirle
Bast-ı zaman (Zamanın uzamış gibi olması) ve Tayy-i zaman (Zamanın kısalmış
gibi olması) denen haller bunlardır. Bu durumlar tamamen Allah'ın kontrolünde
olduğu için, O, bu süreleri çok kısaltabilir veya çok uzatabilir.
İnsan olarak
biz, zamanda ân için yaşıyoruz. Zaman, bu güne gelinceye kadar geçirdiğimiz tüm
safhalardır. Zamanda ân ise: şu kadar yıllık ömrümüzde görüp geçirdiklerimizin
bir anda gözümüzün önünden geçivermesidir. Bu geçiş bir saniye bile sürmez.
Âna geliş
insan noktasıdır. Bu gelişte insan, kâinattaki her şeyi kendinde toplamış ve
kendisi ân, kâinat zaman olmuştur. Tasavvuf öğretisinde: Kâinat insan etrafında
döner denişinin nedeni budur.
Ânda yaşam;
kıyametiyle, ahiretiyle ân-ı daimde olmak demektir. Ânda doğmayan, dolanmayan
bir güneş vardır. Orada doğmak, doğurmak yoktur. Orası: De ki: O Allah bir'dir,
Allah sameddir, doğmamış, doğurmamıştır ve O'nun hiç bir eşi de yoktur
<112-1,2,3,4> dediği yerdir.
İnsan
noktasına geldiğimizde (tabii gelebilirsek) bizim vücudumuzdakiler yine
kendimizden zahir olacaktır. Herkes sevdiğine ayna olacak, tüm aza ve kuvasının
her zerresi birer âlem olarak intişar edecek ve kâinatı oluşturacaktır. Nasıl
burada her şey atomlardan oluşmuş ve her atom da, çekirdeği ve ona bağlı
partikülleriyle bir bütün teşkil etmişse, biz de onun gibi sonsuz âlemler
teşkil edeceğiz. İşte ahiret âlemi dediğimiz âlem, çok özet olarak budur. Bu
konuya ilerki bölümlerde geniş olarak temas edeceğiz.
Günümüzdeki
teknolojik gelişim zamandan âna doğru bir yakınlaşma içindedir. Mesela: Eskiden
sesler plaklara alınıp, saklanırken, bugün daha net ve aslına daha uygun
şekilde kasetlere ve kompakt disklere alınmakta, yıllar boyunca da bozulmadan
saklanabilmektedir. Belki bir gün gelecek, geliştirilmiş, son derece hassas
cihazlarla yıllar önceki sesleri de tespit etmek mümkün olabilecektir. Aynı
şeyin görüntü cihazları için gerçekleşemeyeceğini kim iddia edebilir ? Çünkü,
bu söylediklerimizin hepsi ânda mevcuttur. Kaybolma zamana has bir keyfiyettir.
Dem bu demdir
sözü, âfakı enfüse, yahut ânı zamana getirmek demektir. Neşe-i Ulâ bu demdir.
Kalû-belâ'da: Ben sizin Rabb'iniz değil miyim <7-172> sorusuna Evet
Rabbimiz'sin <7-172> diyen ruhların afaktaki o anını bu güne getirmek,
Dem bu demdir i yaşamak demektir ki, bunun adı da: El tutmak tır. El tutmak,
ândaki: Ben sizin Rabb'iniz değil miyim sorusuna Evet cevabını vermek demektir.
O'nu uzakta
aramaya gerek yoktur. O devirde evet diyenlerin mümin, demeyenlerin kâfir
olduğu söylenir. Eğer Kalû-belâ bugüne getirilirse, o zaman bu kural bu gün ve
bu âlemde de geçerli olur.
Âfak ve enfüs,
Furkan ve Kur'an gibidir. Furkan fark âleminde görülen, Kur'an ise iç âlemde
okunan demektir. Onun için insan, gözünü yumduğunda tahakkuk ederse, kendini
kendinde bulmuş olur. Aynı şekilde gözünü yumup âfakı gözünün önüne getirirse,
onu kendinde bulmuş olur. Gözünü açıp kâinatı gördüğündeyse, o gördüğü de kendinden
gayrı değildir. Bu durumda içindeki dışına çıkmış, içi dış olmuş demektir ki,
bu bir mısır tanesinin patlamasına benzer.
Lütfi Filiz'in -Noktanın Sonsuzluğu
eserinden
ZAMANA HAPSOLMAK
1) Zaman, tanımlanması en
güç kavramlardan biri. Zaman deyince aklıma Aziz Augustinus’un “Hiç kimse bana
zamanı sormazsa biliyorum da, biri sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde
bilmiyorum.” tanımlamasıyla tasavvuf ehlinin kullandığı “ibnü’l-vakt” ve “ebü’l-vakt”
ıstılahları geliyor. Yine zaman deyince mekân ve hareket kavramları da zihnimde
canlanıyor.
2) İnsandaki zaman algısı,
yaşanan hadiselerin öncelik ve sonralık sırasından ve yaşanılan bir anın bir
daha yaşanamamasından doğar. Her an etrafımızda bir değişim vardır. Hiçbir şey
eskisi gibi kalmaz. Bütün bu durumlar da insanda zaman algısını oluşturur.
“Zaman nedir?” sorusu insanın zihnini eşelerken, zaman algısının tekinsiz bir
zeminden hareketle oluştuğu düşünüldüğünde bu algının çoğu defa bulanık olacağı
da kuşku götürmez.
3) Sözlüğü açıp baktığımızda
zamanın, “Ölçülebilir nicelik olarak düşünülen süre, geçmiş, şimdi ve geleceğin
parçalarının oluşturduğu sürekli bütün, dönüşü olmayan bir doğrultuda gitme”
şeklinde tanımlandığını görürüz. Dolayısıyla zaman peş peşe olan olayların oluş
sürecini ifade eder. İnsan, âleme ve kendine bakarak zaman hakkında konuşur,
yorumlarda bulunur.
Aristo, zamanı hareketle
tanımlar yani zamanı harekete bağlar. İbn-i Sînâ, zamanı “öncelik ve
sonralıktaki hareketin ölçüsü” diye tanımlar. Kindî, zamanın nasıl
bilinebileceğini şöyle açıklar: “Zaman hareketle vardır; hareket ise bir
değişimdir. Değişim de değişenin değişme sürecini gösteren sayıdır. Buna göre
hareket, değişenin sürecini sayandır. Zaman, hareketin saydığı bir süreçtir.”
Aynı şekilde İmam Gazâlî (rah.) ise zamanı, “Öncelik ve sonralık yönünden
işaretlenen hareketin ölçüsü” olarak açıklar. Ebü’l-Berekât Bağdâdî’nin zaman
tanımı ise konuyu daha soyut bir alana taşır: “Zaman, ölçü ile ilgilidir.
Zaman, varlığın ölçüsüdür, hatta zaman, durağanlığı bile ölçer.”
4) Zaman deyince ister
istemez “an” kavramı da gündemimize giriyor. Anın; “Zamandan bir cüz, zaman olmayıp zamanın
anlaşılmasını sağlayan bir kavram ve geçmişi geleceğe bağlayan” gibi çeşitli
tanımları var. Bazı sufiler zamanın hakikatini, içinde yaşamakta olduğumuz an
olarak açıklar. “An”ların peş peşe gelmesi ile zaman ortaya çıkar. Bu sebeple
akıp giden bu “an”a, "an-ı daim"
denir.
Zamanı inkâr edenler de
vardır. Bunların başında nihilistler yani hiççiler ve septikler yani şüpheciler
gelir. Onlar inkâr ededursunlar, zaman her hâlükârda akıp giden bir şey olup
kâinatın yaratılışı ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, zaman yaratılmıştır
diyebiliriz. Zaman yaratılmış dediğimiz anda zamanın içinde bulunduğu hareketin
ve mekânın da yaratılmış olduğunu söylemiş oluyoruz. Bu durum bizi zamanın
sonsuz olmadığı anlayışına götürür.
5) İbnü’l-Arabî (rah.);
zamanı Allah’ın bir tecellisi olarak değerlendirir. Bu tecelli düzeni
sağlamaktadır. Yani İbnü’l-Arabî’ye (rah.) göre zaman, varlığı olmasa da
insanın zihin sınırlarında kalan bir imge olarak kendini gösterir. Bir kısım
tasavvuf ehline göre kâinat bir anda var olur ve sonra yine bir anda yok olur.
Var olma ve yok olma arasında o kadar bir hız vardır ki biz bu değişimin
farkına varamayız. Dolayısıyla her an yokluğun peşinden varlık, varlığın
peşinden yokluk gelmektedir. Bu durum bizde devamlılık algısını oluşturur ve
kişi zamanın ağlarında kendine yer bulur. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (rah.);
“Geçmiş ve gelecek Allah’ı bizim gözlerimizden saklar. Her ikisini de ateşe
atıp yakmak lazım. Sufi ibnü’l-vakttir. Fakat vakitten de kurtulmuştur, hâlden
de... " buyurur.
6) Sufiler zamanda
değişiklik yapılabileceğini söylerler. Neşr-i zaman (zamanın yayılması), bast-ı
zaman (zamanın genişlemesi), kabzatü’z-zaman (zamanın daralması) bu
değişikliklerdendir. Zaman içinde yolculuk diyebileceğimiz bu hadiselere dair
anlatımlara pek çok tasavvuf klasiğinde rastlanır. Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen
Belkıs’ın tahtının Hz. Süleyman’a (a.s) getirilişi kıssası da bu kabildendir.
Sehl b. Tüsterî’nin (rah.) aynı gün hem Arafat'ta hacılarla hem de evinde
görülmesi, İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s) aynı günde birden çok talebesinin evinde
iftar etmesi, Ebü'l-Hasan Harakânî’nin (k.s) bir günde beş kez evinden Lübnan
dağlarındaki bir gruba imam olmak için gitmesi bu örneklerdendir. Nefsini
terbiye etmiş ve Allah’a yakınlaşmış kişiler nefsanî hayat yerine ruhanî bir
hayatı seçtikleri için böyle işler gerçekleştirebilirler. İnsan, nefs merkezli bir
hayat yaşadıkça toprağa yakın olur ve zaman kaydından kurtulamaz. Ama nefsanî
arzuların ruh üzerindeki gücü azaldıkça kişi topraktan uzaklaşabilir, yani
zamanın kaydından çıkabilir.
İSLAM BÜYÜKLERİ VE TASAVVUF EHLİNE GÖRE ZAMAN
- Tasavvuf ehli, zamana “meşgul olunması gereken en güzel
şeyle geçirmek, alaka ve meşgaleden sıyrılmak” şeklinde vasıflandırır.
Yine tasavvuf ehli, zamanı, "kendisi zamana uyan değil, zamanı
kendisi kullanan, zamanı idare eden manasında ebu'l vakt; anının ve
hâlinin vakti hâkimi" manasında "ibnü'l vakt" olarak
değerlendirir. Zamanın hâkimi değil, mahkûmu olanları da vaktin, hâlin ve
zamanın esiri manasında, “ebnâ-yı vakt” olarak isimlendirir. Sâlik (hak
yolcusu) daima içinde yaşadığı anın hükmü altındadır, vakit onu ne yana
sürüklerse o yana gider. Sâlik, İbnü'l vakt (vaktin çocuğu), yani ânı
yaşayan kişilerdir. Sâlikin hâli, vakte göre değişir; bazen kabz,
(sıkıntı, kesiklik) bazen bast (sevinç ve ferahlık) hâlinde bulunur. Ayrıca
"İbnü'l vakt" olmak, geçmiş ve geleceğin üzüntülerini yada
umutlarını bir yana bırakarak anı değerlendirmeyi gerektirir. Sûfiler,
ilâhî tecellilerin gönülde doğuşuna yada bu doğuşu gerçekleştiği zamana da
vakt denir.
- Muhiddin Arabi Hazretlerine göre zaman, bir an'dan
ibarettir (ân-ı dâim). Abdulhâlik Gücdivânî Hazretleri, tasavvûfî
ıstılahlarda "Vukuf-i Zamanî" ve "Huş Der Dem"
düsturları ile vakti kullanmada bizleri her an muhasebeye davet
etmektedir. "Vukuf-i Zamâni", sâlikin, müridin her an hâlinden
haberdâr olmasıdır. Bunun manası, şimdiki zamana vâkıf olmak ve geçmiş
zamanı muhasebe etmektir. Sâlik için lâzım olan, her vaktini gözetip
gereğince amel etmesi yani gündüzün hesabını akşam, gecenin hesabını sabah
görmesi, kendisini hesaba çekmesidir. “Günüm veya gecem Allah'a itaat ile
mi, yoksa isyan ile mi geçti?” sualiyle kendisini muhasebe etmesidir.
- Vaktini tamire ve zayi olan geçmişi telafiye
çalışmalıdır. Mutasavvıflar bu bapta, “Musibetler çoktur; fakat
musibetlerin en büyüğü, vakti boşa geçirmektir.” buyururlar. Huş Der Dem,
Allah'tan gafil olmayıp, her nefes muteyakkız olmaktır. Nefes alıp
verirken huzurda Allah ile olmaktır.
- Hz. Ömer; “Allah'ım! Senden zamanın iyisini ve
vakitleri bereketli kılmanı niyaz ediyorum” diye ilticada bulunmuş.
Vakitlerin boşa geçirilmemesi hususunda; “Ben sizden birini boş görmeyi
istemiyorum. Ya dünya ya da ahiret işi...” tavsiyesinde bulunmuşlardır.
“İş bir vakit geri kalırsa, hiçbir vakit ilerlemez” uyarısı da Hz. Ömer'e
aittir.
- İmam-ı Rabbânî hazretleri, “Vakitleri korumak tarikatın
zarûrî hallerindendir.” buyurmaktadır. Çeşitli mektuplarında da aylakların
sohbetini semmün katilin (öldürücü zehir) olarak vasıflandırmış ve onların
sohbetinden kaçınmayı tavsiye etmiştir.
- Meşhur eseri Mektubât-ı Şerif'te bu hususla alakalı
bahisler vardır:
- Fırsatı ganimet bilip, boşa harcamamak gerekir.
Merasimlerle, adetlere uyup zamanı boşa geçirmekle bir şey hasıl olmaz.
Zarar ziyan ve hüsrandan başka bir şeyde artırmaz.
- Muhbir-i Sadık Peygamberimiz; “Erteleyenler (Yarın,
sonra yaparım diyenler), helak oldu” buyurdular.
- Mevcut “ömür sermayesi”ni mevhüm (vehimli, hayalli,
kuruntulu) işe harcamak ve mevhüm için mevcudu elden çıkarmak (kaçırmak)
çok çirkindir. Vakit sermayesini ehem (en önemli, en kıymetli) işe sarf
etmek icap eder. Asıl lazım olan işi düşünmeli lüzumsuz, faydasız
şeylerden tamamen yüz çevirmelidir.
- Ey muhip (bizi seven kardeşim)! Vakit keskin kılıçtır.
Yarın fırsat ele geçer mi geçmez mi bilinmez. Mühim işleri bugün yapmalı,
mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklın hükmü ve iktizası da budur.
- Bir kimsenin iyi Müslüman olduğu lüzumlu şeylerle
meşgul olup, faydasız şeylerden uzaklaşması ile belli olur. Zamanın boş
şeylerle telef olmaması için insanın vakitleri muhafaza etmesi lazımdır.
İnsan öyle yaşamalıdır ki yanında bulunanlarda dayınıklıktan, başı
boşluktan, malayaniden kurtarıp toparlasın. Zira zaman nutuk çekecek,
dedikodu yapacak zaman değildir.
İmam-ı Şaranî
Hazretleri, “Alelade bir insan zamanı nasıl bitireceğini, akııllı bir insan ise
zamanı nasıl kullanacağını düşünür” buyurdular. Abdulkadir Geylani Hazretleri,
“Ben yemekle meşgul olduğum her defasında canım çıkıyormuşçasına ruhumda
sıkıntı duyuyorum. Çünkü zikrime mani oluyor” buyuruyorlar. İmam-ı Azam
Hazretleri ise, “Felaketlerin en büyüğü vakti boşa geçirmektir” buyuruyorlar.
İmam-ı Malik Hazretlerinin helada geçecek zamanı asgariye düşürme yolları
aradığına, bu maksatla üç günde bir defa helaya gidecek şekilde yeme ve içmeyi
azalttığına şahit oluyoruz. İmam-ı Birgivi Hazretlerine kafeste bülbül ve
kanarya gibi kuşları beslemenin cazip olup olmadığı sorulmuş. Cevap olarak,
kıymetli zamanı faydasız işleri harcayıp israf etmenin caiz olmadığını beyan
etmiştir.
Gençlerin kuş ibtila
(tutkusu)sının sardığı dönemlerde devrin alimleri, bunu önlemek için damda
güvercin beslemeyi yasaklamışlardır, kıymetli vakitlerini böyle faydasız
şeylere harcayanlara hapis cezası fetvası vermişlerdir. Fudayl Bin İyad
Hazretlerini ziyarete gidenler, “Yoksa seni meşgul mü ettik?” dediler. O da
çekinmeden şu cevabı verdi. “Doğru söylediniz kitap okuyordum. Sizin
sebebinizle okumayı bırakmak zorunda kaldım.”
Hacı Bayram Veli
Hazretleri: “Boş gezenler, zengin bile olsa arkadaşları şeytan, kalpleri
şeytan konağı olur.” Şakik-ı Belhi'ye, “İnsanları hangi şeyler helak
eder?” diye sorulmuştu. Cevaben, “İnsanları iki şey helak eder: Biri tövbe
ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de, zamanında yapması gereken tövbeyi
geçiktirmeleri....” dedi. Fahreddin-i Razi Hazretleri ders okuturken buz
satan birisi “sermayesi eriyen bu şahsa yardım edin” diye geçiyordu.
Fahreddin-i Razi Hazretleri, talebelerine dönerek şöyle ikaz etti: “İnsana
verilen ömürde bir buz gibi hızla erimektedir”. Fahreddin-i Razi
Hazretleri “Allah'a yemin olsun ki, yemek saatlerinde ilimle iştigali
kaçırdığım için çok üzülürüm. Zira, vakit çok kıymetlidir”; Ebul Vefa
Hazretleri ise “Ben yemek vaktini kısaltmak için ekmeği ufalayıp tirit şeklinde
yemeği tercih ediyorum. Çünkü ikisini arasında çiğneme için kaybedilen zaman farkı
vardır” buyurmuşlardır. Davut Et-Tai Hazretleri de, Ebul Vefa Hazretleri gibi
ekmeği tirit şekliyle yemiş, sebebini de tirit ile normal yemek arasında elli
ayet okuyacak kadar fark olmasıyla izah etmiştir.
Kaynak: www.bilgicagi.net/
“DEM BU DEMDİR DEM BU DEM”
Tasavvuf ilminin zamana bakış açısı nedir
hocam?
-Tasavvuf ilminin zaman kavramına bakışı
ontolojik yani varoluşsal bir bakış açısıdır. Allah kendini tanımlarken
zamansal terimler de kullanmıştır. Ayrıca bazı zamana dair kavramlar üzerine
yemin ettiğine göre zamanın da kaynağı, kökeni 'O' olmaktadır. Allah'ın
"Asr'a yemin olsun, Duha'ya (kuşluk vakti) yemin olsun, gündüze, geceye
yemin olsun" v.b. gibi zamani mefhumlar üzerine kasem etmesi çok
manidardır. Yani zaman kavramı Kutsal'a aittir. Ayrıca "Âna, dehre, zamana
sövmeyin" diye bir hadis-i şerif vardır: "Çünkü o Allah'tır"
der.
Yaratılmış her şeyin vücuda gelmeden
evvel 'hilkat öncesi' (primordial) dediğimiz bir ilk hali vardır. "Her şey
O'ndan çıkmıştır ve her şey O'na geri dönecektir" ayetinde de olduğu gibi
her şeyin başlangıcı 'el-Evvel' ve her şeyin sonu 'el-Âhir' O'dur. Allah'ın
kendini tanımlarken "ilk ve son, iç ve dış benim" demesi ister
istemez zaman kavramını sorgulamayı getiriyor.
"Bir şeyin başı bensem sonu da
bensem ortası nedir?" diye bir soru bence en temel varoluşsal soru olarak
karşımıza çıkıyor. Bu konuya dair vahdet-i vücud ehli ariflerin getirdiği
modelleme epeyce bir izah getiriyor.
Zaman 'yaratılmışlardandır' diyebilir miyiz o
vakit?
-Klasik filozoflar zaman ve hareketi
beraber değerlendirirler. Zamanın olabilmesi için her şeyden evvel bir yerden
bir yere doğru bir hareketin olması lazımdır. O hareket bir noktadan diğer bir
noktaya doğru olan 'teveccüh'tür, yani süreyi ölçme birimidir zaman.
Bir hareket yoksa, bir sükûn hali varsa
orada zamansızlık vardır. Zaman yoktur. Onun için hakikat erbabı; zaman
içerisinde zamansızlığı yakalayabilen kimselerdir.
Tek bir andan ibaret midir zaman sufi
anlayışta?
- "İlim bir noktadır, bu noktayı
cahiller çoğalttı" diyor Hz. Ali… İlmin aslının 'bir' olduğunu, tek bir
nokta olduğunu bilene arif denir zaten. Çokluğun, çoğaltmanın, aslında bir tür
kaynaktan uzaklaşma olduğunu bilmeyene cahil denir. Âlim, her şeyin, kesretin;
çokluğun, toplandığında tek bir şeyden çıkmış olduğunu görene denir. İrtibat
kurabilene âlim denir. İrtibatları bir türlü kuramayana da cahil denir. Nasıl
ilim bir nokta iken açılımı söz konusuyla aynı modeli zaman kavramına tatbik
ettiğimiz zaman ariflerin yaklaşımı ile izafiyet teorisi ve son zamanların
Kuantum zaman anlayışı arasında paralellikler olduğunu görürüz. O da nedir; her
şey bir andan ibarettir. Bir nokta misali zaman da bir andır. Tıpkı maddenin
izafi olması gibi zaman da izafidir. Baktığınız ya da durduğunuz yere göre
değişebildiğini görürüz.
'Zaman burada yavaş akıyor' deriz bazı yerler
için mesela…
-Şimdi 'yavaşlatılmış zaman',
'yavaşlatılmış şehir' diye bir akım var. Çünkü modern hayatın en büyük hatası
teknolojinin ilerlemesiyle birlikte zamanın hızlandırılması oldu. Peygamber
efendimiz de bu durumu 'zamanın sonu' işaretlerinden görüyor. "Kıyamete
yakın zaman hızlanacak" diyor. Belki de zaman durduğu yerde duruyor ama
insanın zaman algısı hızlanıyor…
Zaman algısı ve zamanı kullanma şekli
hızlandığı zaman, bunu hızlandırdığınız zaman kalite düşecek demektir. Bir şey
hızlanırsa kalite düşmeye başlar ve kıyamet kalitesizler üzerinde kopacaktır
zaten. Yani 'kalite'nin bitip 'kantite'nin öne çıkması üzerine kopacaktır. Bir
yerde 'kalite' varsa kıyamet orada kopmaz. Süreç şöyle işleyecek:
Hızlandırılmış bir yapı içerisinde insan bocalamaya, afallamaya başlayacak.
Yetişemez hale gelecek. Ve sathileşecek, kalitesizleşecek. Derinleşme sükûnla
olur. Her hangi bir konuda derinleşebilmek için sükûnete, sakinliğe ihtiyaç
vardır. Pasiflik anlamında değil bu. Dinamik bir pasiflik aslında…
Hz. Ali kerremallâhü veche örneğinden, 'ilmin bir nokta
oluşundan' devam edelim isterseniz. 'An' da bir nokta mı aslında?
-Nasıl ilim aslında bir noktaysa, süre
kavramının da en küçük birimi bugünkü modern ilmin mikro salise dediği
kavramdır. Ona tasavvufta 'an' denilmektedir. 'An' ile 'dem' arasında bir
irtibat vardır. Onun için 'dem bu demdir dem bu dem' der sufiler. An bu andır.
Başka an yoktur. Anın açılımı saliseyi doğurur, o saniyeyi doğurur, saniyenin
yavaşlatılmış hâli dakikayı meydana getirir. Buradan saat ortaya çıkar. Saat
daha sonra güne döner. Maddenin aslı ışıktır. Madde denilen şey aslında
enerjidir. Madde yavaşlatılmış enerjidir. Yani maddeyi hızlandırırsanız enerji
açığa çıkar. Peki, enerjinin aslı nedir? Enerji ışığın yavaşlatılmış halidir.
Enerjiyi hızlandırırsanız ortaya ışık çıkar, nur çıkar. O zaman maddenin aslı
nurdur, ışıktır.
Zaman anın açılımı mıdır yani?
-Aynı şekilde zamanın da bu şekilde
hızlandırılmasıyla gün, haftalar, aylar mevsimler, yıl ve asır dediğimiz 100
yıl, sonra devreler çıkar. Bunların hepsi bir anın (momentum) açılımından
ibarettir. An yayılmaktadır. Kuantum zaman bilimi üzerine çalışanlar bunu balon
üzerinde bir nokta olarak tarif ederler. Balon sönük haldeyken küçük bir
mürekkepli kalemle üzerine bir nokta koyarsanız, şişirmeye başladığınız zaman o
nokta da irileşir. Ne kadar üflerseniz o nokta o kadar irileşir. Küçücük bir
noktayken büyük bir daire haline gelir. 'Zamanın yayılması kavramı' böyle ele
alınıyor.
Onun için "Allah evveli de bilir
ahiri de bilir, geçmişi de bilir geleceği de bilir" derken aslında
zamansızlık anlatılıyor. Çünkü zamanın sahibi O'dur. Zaman yaratılmış bir olaydır.
Zaman-üstünlüğü elde edenler geleceği de bilebilirler. Geleceği bilmeleri
başkalarının gözünde bir keramet, bir mucize olarak görülür. Bundan iki saat
sonrasını görüyor olmak onlar için basit bir şeydir. Ama bilmeyenler için ise
büyük bir olaydır.
Tam bu noktada, sufilerin arayışının
bir anlamda da fiziki zaman kurallarını kırmaktan geçtiğini söyleyebilir miyiz?
-Zaman ontolojisinden hareketle bir sufi, gayesini
kaynağına doğru yönlendirirken, kaynağını ararken aslında bu ötekine doğru bir
yöneliş değildir. Sufinin "ben Allah'ı arıyorum" demesi, "ben
kendimi arıyorum" demesi ile özdeş bir cümledir. Yani Allah diye bir öteki
yoktur sufide. Biraz belki narsistik bir yaklaşım ama kendini arıyor aslında.
Aslında kendine âşık o. Aynada gördüğü kendisi aslında. Onunki kendi kendine
doğru bir çekim, yukarıya doğru. Bunu bir uzaklık ve yakınlık kavramıyla
anlayabiliriz.
Sufi dediğimiz arayıştaki kişi madde içerisine inmiş bir
ruh, maddeli bir beden kullandığı için bu'udiyette yani uzaklaşmış bir bedende
kurbiyet (yakınlık) elde etmek istiyor. Uzak düşmüş, sürgünde, gurbette;
aslıyla yakınlık kurmak istiyor. Bu ister istemez beraberinde aradaki sürenin,
boyutların ve mekânın kaldırılması kavramını iktiza ediyor. Ebu Süleyman Darani
"Tasavvuf nedir" sorusuna "Zamanın ilmini bilmektir"
cevabını vermiş. Ne demek istediği ise uzun şerhe muhtaçtır. Zamanın ilmi…
Buradan sosyolojik ve modern bir kavram çıkmıyor. Modern zamanların ilmini
bilmek anlamına gelmiyor.
'Zaman
ilmini' değil, zamanın ilmini bilmek… Önemli bir detay bu…
-Sufi yaşadığı zamanın idrakine varmalı, onun haliyle
hâllenmeli. Bunu yaparken önce İbnü'l-Vakt olarak hareket ediyor. İbnü'l-Vakt
yani Türkçesiyle 'vaktin çocuğu'… Dönüşümler, değişimler içerisinde, hâlâ
sükûna erememiş. Hâlden hâle geçiyor. Hâlden hâle düşüyor. Kafka tabiriyle
dönüşümlerde hâlâ. Dönüşüyor. Ama bu dönüşüm sufide iyiye doğru bir dönüşüm,
Hz. Mevlana'da gördüğümüzü gibi bir tür pişme süreci…
Hatta bazılarına göre işin lezzeti de bu pişmede. Niyazi
Mısri gibi bir sufi çıkıp diyor ki; "İbnü'l-Vaktem ben Ebü'l- Vakt olmazem
/ Abd-i mahzım ben, tasarruf bilmezem." Yani, "Ben vaktin çocuğuyum,
vaktin sahibi değilim, mutlak bir kulum, mutlak bir kulluk içerisindeyim.
Kamillerin tasarruf dediği kudret bende yok." Büyük sufi Niyazi Mısri'nin
aslında burada 'yok' demesinde büyük ve ariflerin anlayabileceği, derin bir
tevazu var. Kendisi bunu tercih ediyor. Diğer makam zaten çok büyük sorumluluk
istiyor.
'İbnü'l Vakt' ehlinin yaşadığı
hâlden hâle geçiş, biz sıradan insanların günlük hayat içinde düşüş kalkışı
değil tabii ki…
-İbnü'l-Vakt hâlâ sükûna, makama ermemiş hâl sahiplerinin
hâli, 'yol'da olmanın, dönüşümlerde olmanın hâli. Sıradan; sufi olmayanın,
yolda olmayanın dönüşümleriyle karıştırmamak lazım. Kâinatta her şey dönüşüm
içerisinde fakat dönüşümünü adeta askeri disipline tabi tutana sufi denir. Ama
bu kaotik yapıda, neyin nerden geldiği belli olmayan bir dönüşümse; kişinin
önce o anarşik yapıdan kurtulması ve inkılaplarını bir sisteme tabii kılması
gerekiyor. İbnü'l-Vakt dönüşüyor, dönüşüm bitmedi ama dikeyleşti. Yani afaktan
enfüse geçti. Sufinin arayışı önce yeryüzünde İbnü'l-Vakt olarak başlar…
İnkılab ve kalb aynı kökten gelirler. Kalb dönüşümler yeridir. Film karelerinde
canlı hareket ediyor gibi gördüğümüz durumu yavaşlattığımızda aslında hepsinin
bir kare olduğunu idrak ediyoruz. Hz. Mevlana bu durumla ilgili, 'bayrağın
üstündeki aslan' benzetmesi yapıyor. "Sen aslanım diyorsun ama sen aslında
bayrağın üstündeki aslansın" diyor. Bayrağın üzerine yapıştırılan aslan
resmi var ya, o rüzgâr estikçe hareket eden bir aslan diyor…
Yani sufi
önce bildiğimiz fiziki süreye tabi. Ama onu kırmaya, üstüne çıkmaya çalışıyor…
-Evet, henüz siz süreye hâkim değilsiniz, süre sizi
belirliyor. Onun için sufi halden hale inkılab ediyor. Ve yolculuğuna devam
ediyor. Ama ne zaman ki o 'momentum'u dolduruyorsunuz, elinize bir kalemi hızlı
hızlı hareket ettirdiğiniz zaman sabitlenmesi gibi... İşte seyr-u sülukunda bir
yerden sonra kişi artık makam sahibi olur. Makam sahibi olduğunda, zamandan,
hâlden hâle geçmelerden kurtulmuş, Ebu'l-Vakt'lik (zamanın babası/sahibi)
boyutuna geçmiştir. Zamanın ilmine vakıf olmuş ve zamansızlığı yakalamıştır.
Ebu'l-Vakt olmak Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanmaktır. Çünkü zamansızlık sadece
Allah'a aittir. Bu makam doğmaktan, doğurulmaktan kurtulmuşların makamıdır, an
yakalanmıştır. Onun öncesini ve sonrasını görmektedir. Tayy-i zaman ve tayy-i
mekân edebilmektedir. Zaman ve mekânlar arasında gezinebilmekte, yolculuk
yapabilmektedir. Bir andır onlar için zaman. Ona 'an-ı daim' denir. Yani hep o
anda olmak… O makamı yakalamış kişi artık kesretten de vahdede erdiği için, o
sayısallık ve çokluktan birliğe inmiştir. Mesela İbnü'l-Vakt çok fazla
zikrederken, Ebul-Vakt bir kere "Allah" der. İbnü'l-Vakt çok fazla
ibaret ederken, Ebu'l Vakt belki bir kere secde eder… Sayısal olarak birdir ama
'kalite' olarak diğerinden üstündür.
Tasavvufta
makam erleri, zaman ve mekan boyutlarını aşabiliyorsa, geçmiş, gelecek ve şimdi
aynı anda yaşanıyor olabilir mi? Şairin dediği gibi 'yekpare geniş' bir an mı
zaman?
-Allah "Evvel ve ahir benim" diyorsa bu
böyledir. Geçmiş zamanlarda kuyruğunu yakalamış yılan sembolüyle anlatılırdı
zamanın tek bir an olduğu. Çünkü o an çıkışın, başlangıcın ve sonun aynı
noktada olduğu yerdir. Allah bir tür çemberi tamamlamış oluyor. Zamanın ilmi de
budur aslında.
Göksan Göktaş-Prof.Dr.Mahmud
Erol KILIÇ
TASAVVUF VE KAOS ÜZERİNE;
Ocak
2014
Felsefede mistizm yani aklın
kavrayamayacağı gerçeklerin mistik sezgi ile bilinmesi kavramı Hindu,
Yahudi, Hristiyan ve İslam dinlerinde yer almıştır. Tasavvufun diğer adı İslam
mistizmidir. (Güngör,1982:17-18)
Kaos günlük dilde öngörülemez ve gelişigüzel davranışları
ifade eder. Bu tanımda bir olumsuz anlam vardır ama bilimsel anlamda
öngörülemez ve gelişigüzel davranışlar her zaman olumsuz algılanmaz. Henry
Adams’ın şu sözü kaosu tanımlamakta yararlı olabilir. ‘’Chaos often breeds
life, when order breeds habit’’ ( Düzen alışkanlık oluşturduğunda, kaos
çoğunlukla hayat üretir.)
Kaosun üç ana bileşeni vardır;
·
Başlangıç koşullarına aşırı duyarlıdır,
·
Sebep ve sonuç orantılı değildir,
·
Nonlineer dir.
Merriam-Webster Dictionary’de kaos, doğal kompleks sistemde
öngörülemezlik olarak tanımlanır.
Kozmos ise ‘’düzen içinde evren ‘’ anlamında kullanılan
Yunanca bir sözcüktür ve bir bakıma ‘’karmaşa’’ anlamına gelen Kaos’un
karşıtıdır. Evreni oluşturan tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle
derinden uyumlu bağlarının gizlerini içerir.( Sayfa 18, Prof. Dr. Carl Sagan,
Evrenin Ve Yaşamın Sırları)
Şimdi Tasavvuf ile Kaos ve Kosmos gibi ilk bakışta ilgisi
yokmuş gibi görünen kavramların arasında bir ilgi kurmaya çalışacağım.
Tasavvuf düşüncesi, İslamiyet’ten sonra Araplar tarafından
kurulan ilk tekkeyle birlikte , Farsi ve
Türk düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Eski Grek düşüncesinden de
yararlanarak bir kuram şeklini almıştır. Bu kuram sadece kutsal kitaplarda
yazanlarla kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir bakış
açısından farklı bir felsefe tarzı olarak ele almış, araştırmış ve sonuçlara
varmıştır. Tasavvufi Halk Edebiyatı (Tekke edebiyatı) Anadolu’da 13,yüzyıldan
sonra yayılmaya başlamıştır. Kurucusu ise 12. Yüzyılda Türkistan’da yaşayan
Ahmet Yesevi’dir. Tasavvufun temelinde gerek Platon’un gerekse Aristo’nun
felsefesindeki temel unsurların bulunduğu söylenebilir. Tek tanrılı dinlerin
birçok düşünürü bu görüşlerden etkilenmişlerdir. Farabi, ibni Sina ve İbni Rüşd
gibi islam düşünürleri özellikle Platon’un görüşlerinden etkilenmiş oldukları
anlaşılmaktadır. Bu felsefeciler İslam’ın yoktan yaratılış görüşüyle,
Aristo’nun ezeli evren modelini birleştirmişler ve Tanrı’nın ezelde yarattığını
söylemişlerdir. Böylelikle İslam’ın yaratılış kavramı ile Aristo’nun
düşünceleri arasında bir sentez yapmışlardır.
Burada başka bir sorun ortaya çıkmıştır. Yaratma fiilinin
bir başlangıç gerektirmesi, ezelde yaratma kavramının anlamını
zayıflatmaktadır. Yani ezelde yaratıldıysa başlangıcı olmamalıydı. Başlangıcı
varsa ezelde yaratılmış olmamalıydı. Bu düşünürler Tanrı’yı Zorunlu Varlık,
geri kalan her varlığı mümkün varlık saymışlardır. Ayrıca evrenin, Tanrı’nın
varlığıyla aynı olmadığını söyleyerek İslami düşünceye yaklaşmışlardır.
İslami görüşe göre evrenin yaratılış nedeni Tanrı’nın kendi
güzelliğini görmek ve bilmek istemesidir. Yani Tanrı ezelidir ve evren onun
tarafından yaratılmıştır.
Son zamanlarda ilgi gören Bing Bang teorisi de evrenin
yaratılmış olduğu konusunda deliller ileri sürmektedir.
Bu teoriye göre bundan önce sonsuz bir boşluk olan evrende
büyük patlama ‘’Bing Bang’’ oluşmuş ve yokluktan madde meydana gelmiştir. Bu an
kaosun en yüksek olduğu andır. Evrenin varoluşu bu kaosun devamına bağlıdır.
Kaos olmazsa madde olamaz. Çok uzun zaman sonra (yada çok kısa süre sonra) eğer
doğanın temel kuralları gereği her şey mutlak dengeye gelirse yine bir hiçlik
oluşmalıdır.
Bing Bang teorisine göre yaklaşık 13,7 milyar yıl önce boş
olan evrende bir nokta birden bire büyümeye başlamış, büyüme sonrasında içinde
elektronların ve diğer küçük parçacıkların oluştuğu çok sıcak bir karışım
meydana gelmiştir. Bu patlamanın (aslında ortada bir patlama yoktur. Bu isim
teoriyi küçümseyenler tarafından verilmiştir. Doğru isim genişleme olabilirdi)
. Bundan sonra oluşan bu gaz karışımı soğumaya başlamış, hızla devam eden genişleme sürecinde atom
çekirdeklerinin ( hidrojenden başlayarak, helyum, lityum vs ) oluşabileceği
kadar düşük yoğunluk ve sıcaklığa ulaşmış, yeterince genişledikten sonra ise bu
hidrojen ve helyum gazlarının kütle çekimsel etkilerle kendi üzerlerine çökmeye
başlaması sonucu ilk yıldızlar ve galaksiler oluşmaya başlamıştır. Kaosun en
yüksek olduğu an bu olayın başlamasından hemen sonrasıdır. Çünkü daha
sonrasında kaos azalmaya başlamış ve düzene (kozmoz’a) doğru yol alınmaya
başlamıştır. (Wollack, E.J. (10 December
2010). "Cosmology: The Study of the Universe". Universe 101: Big Bang Theory. NASA.)
Tasavvufta ilk madde (materia prima)
yaradan tarafından var edilmiş, fakat tin cevheriyle , tinsel öz le işlemde
bulunmamış olan madde cevherini ifade etmektedir. Bu içinde tüm tohumları, tüm
biçimleri toplamış olan cevherdir. Daha sonra tinsel özle işlem gördükten sonra
‘’varlık ‘’ haline dönüşmüştür. Önce ‘’subha’’ denilen karanlık madde yapısına
tanrısal ışık vurmuş ve onu varlık haline getirmiştir. Tasavvufta varlığın
ortaya çıkmasına ‘’hüdus’’(sonradan meydana gelme) denilir.
Materia prima’yı elde etmek
, simya ilminde tüm maddelerin türediği
cevheri elde etmekten çok tinsel varlığın maddi oluşum dünyasına çıkmadan
önceki saf ve yalın halini belirtmek için kullanılmıştır.
Platon, Tanrı’nın evreni ‘’kaos’’tan yarattığını ve bu
‘’kaos’’a şekil verdiğini söyler. Önce yıldızların ardından gezegenlerin en
sonunda da dünyanın yaratıldığını söyler. Öğrencisi Aristo ise yıldızların
ezeli enerji ile yandığını söylemiştir. Buna göre Platon Aristo’ya göre
yaratılış fikrine daha yakındır. Bu görüşler islam filozoflarını yaratılış,
evrenin orijini ve madde konusunda düşünmeye itmiş ve bu düşüncelerden tasavvuf
düşünce tarzının temelleri atılmıştır.
Tasavvuf, Allahın’ birliğini ve evrenin oluşunu varlık
birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışı ile açıklar. Tasavvuf düşüncesine göre evren
tek varlıktır. Bu tek varlıkta Tanrı’dır. Buna ‘’Vücut-ı mutlak’’ (mutlak
varlık) da denir. İslam Tasavvufu ’’Tanrı’dan başka varlık yoktur’’ temelini
esas alır ve bu varlığa ‘’hüsn-i mutlak’’ (mutlak güzellik) te denir. Tüm yaratılanlar
Tanrı’nın varlığını tanıtmak içindir.
Bu anlayışa göre evren Tanrı’nın bir görünüşüdür. Bu evren,
kendi kendine var olan değil, Tanrı’nın varlığı sonucu var görünen bir
oluşumdur. Tanrı’nın ‘’ol’’ (kün) emriyle oluşmuştur.
Bu emrin veridiği ana ‘’bing bang’’ dersek bu iki kavram bir
yerde kesişmiş olacaktır. Tasavvuf düşüncesiyle ‘’bin bang’’ teorisi evrenin
oluşumu hakkında aynı olguyu işaret etmekle bu konuda iki düşünce arasında bir
köprü kurmak mümkün olmaktadır.
Tasavvuf düşüncesine göre evrenin oluşması konusundaki
öngörüsü ‘’big bang’’ teorisi ile desteklendiğinde her şey kaosla başlamıştır
diyebiliriz. Bu büyük kaotik yapı hızla düzene dönüşmektedir. Bu kaotik süreç
devam edebildiği/ettiği sürece bu evrende var olmaya devam edecektir. Ancak
maddeyi oluşturan yapı taşlarındaki kaotik yapı mutlak düzene dönüştüğünde yani
hareket bittiğinde madde kaybolmaya başlayacaktır. Bu konuda yapılan düşünsel
öngörü bu olaya ‘’Big Crunch’’ ‘’büyük çatırdama’’ demektedir.
(Caldwell, R.R; Kamionkowski,
M.; Weinberg, N. N. (2003). "Phantom Energy and Cosmic Doomsday". Physical Review Letters 91 (7): 071301) Maddenin olmadığı yerde evrenden de söz edilemez. Evren
tekrar bir ‘’hiçlik’’ olacaktır. Maddenin olmadığı yerde zaman kavramı da
olmayacağından, madde oluşmadan önceki zamansızlık, maddenin yok olduktan
sonraki zamansızlıkla birleşecek ve sonsuz zamansızlığı ortaya çıkaracaktır.
Böylelikle Einstein’ın izafiyet teorisi, evren, hareket ve zamanı birbiriyle
ilişkilendirilmiş oluyoruz.
Bu sonsuz zamansızlık
içinde yeni bir kaos çıkmadıkça başka bir evrende olmayacaktır.
Eğer Bing Bang teorisini geçerli sayarsak; evrenin var oluş
özü kaos tur. Kaos olmadan evren olmazdı. Kaos düzene dönüştüğünde yine evren
olmayacaktır. Zamansız ve mekansız bir hiçlik her yeri kaplayacaktı.
Bing Bang teorisi evrenin ezeli olmadığı gibi ebedi de
olmadığını, tüm evrenin bir gün ‘’ kıyamet’’ sürecini yaşayacağını gösterdi.
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde tasavvuf görüşünün
son zamanlarda ortaya konulan ve doğruluğu sorgulanan izafiyet teorisi ve Bing
Bang teorisi ile temelde benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Buradan
hareketle evrenin başlangıcında kaosun olduğunu, bu kaosun kozmosa dönüştüğünü,
kozmosun da bir sonunun olduğu, kaos bittiğinde evrenin de sonlanacağını ifade
edebiliriz. Bu görüşün geçerliliği, izafiyet teorisi ve Bing Bang teorisinin
kazanacağı geçerlilikle orantılı olacaktır.
Kuvvet
Sazak
ZAMANDA ?ZAMANSIZLIĞI? FARK EDEBİLMEK
Zaman, güneş sisteminde gezegenlerin, kendi ekseni ve onun etrafında dönüşümü
ile gerçekleşen bir olgu.
Bilindiği üzere gece-gündüz ve yıllar bu
şekilde meydana geliyor.
Güneşin de Samanyolu'nda turlaması var. Tam
tamına 255 milyon yıl sürüyor. Havsalaların alacağı cinsten bir ölçü değil bu.
Ayrıca yaşadığımız olaylara göre
dillendiriliyor zaman. '.den önce veya sonra' gibi.
Meselâ kimi süreçler "vakit hiç
geçmiyor" der, hayıflanıp dururuz. Bazen de "saatler ne çabuk
geçti, bir türlü fark edemedik" yaklaşımları ile mutluluğumuzun doruk
noktaya çıktığına işaret ederiz.
Oysa bildiğimiz zaman aynıdır. Ne acıdır ne de
tatlıdır. Hiç değişmez. Güneş sisteminde-yeryüzünde yaşadığımıza göre
durum budur. Ağır geçtiği dillenir. Yahut fark bile edilemez.
Sıkıntılı, mutsuz olduğumuzda bu halin bir an
evvel bizden gitmesi gerektiğine bahane bulunur ve zamana yüklenilir, ağır ilerlediği
söylenir.
Ancak neşeli-şen hallerimizde olduğumuz,
havalara uçtuğumuz süreçlerde, onu pek aklımıza getirmeyiz. Bu anın asla değişmemesini
dileriz.
Hızla akıp giden saatler-dakikalar nedeniyle de
"zaman ne çabuk geçti yahu!" der, hayıflanıp dururuz.
Zamanı çözmek sadece dünya üzerinde yaşanan olaylarla ilgili değil.
Örneğin, Cehennemde zaman var mıdır?
Şeklinde akla takılan soruyu 'evet' diye yanıtlamak gerekir. Milyarlarca
senenin insan havsalasına sığmayacağı düşüncesiyle, Allah Rasulü (s.a.v.)
"Onlar ebediyen cehennemde kalıcıdırlar" diye bir tanım getirmiş,
zamanın kısa tarihini bize tarif etmiştir.
Zamanın durmasını, ilerlememesini istediğimiz
yer var mı?
İşte bu sorunun cevabı da, öte yaşamda "Cennet"
boyutudur.
Çünkü Cennette zaman yoktur.
Şayet insan zihni, zamanın yeryüzündeki
gezegenlerin kendine has bir işlevi sonucu meydana geldiğini düşünse, bir
anlamda kavrayabilse, bedenin içinde bir başka beden olma misali, zamanın
bünyesinde de bir başka zamanın olduğunu fark edebilir.
Özetlemek gerekirse, zamanın orijinal olanına
inebilse, nasıl bir şey olduğunu tahayyül edebilse, yaşam düzeyindeki sıkıntıları,
ağlamaları, oflamaları-puflamaları azalacak, hatta yok denecek
düzeye gelecektir.
Bunun devamlılığı halinde insanın "ebedi
mutluluğa" erişebileceğini söylemek sanırım yerinde olur.
Cehennemin, kişinin performans
düşüklüğü nedeniyle acı çektiren, yerlere savuran olayları ve ışınsal yapısı
zamanın varlığına işaret ederken, cennetin kuant boyutu olması ve
bu boyutun mekânsallıkla ilgili olmaması gerekçesiyle burada zamanın
bulunmadığına da işaret eder.
O nedenle meleklerin ölümü mevzubahis
değildir.
Bu açıklamaya istinaden, şu hususu
dillendirmek mümkün: Mekân varsa zaman da vardır. Zaman yoksa mekân da yoktur.
Nitekim bu açıklamalar doğrultusunda Efendimizin
(s.a.v.) bir sözü konuya ışık tutacak mahiyettedir.
O, "Ölmeden evvel ölünüz"
buyruğu ile bir anlamda zamansızlığa işaret etmektedir.
"Zamansızlığın burada, dünyada
yaşanması mümkün mü?" Sorusuna verilecek yanıt, elbette "evet"
olacaktır. Zira dünyada iken Hakkel Yakıyn hali ile ölenler, bahsini
ettiğimiz niteliği yakalıyor.
Kendi halinde, fiziksel varoluşunu
sürdüren, geleceğini düşünen, yiyen içen, seks yapan, etliye sütlüye
karışmayan, araştırma zahmetini aklının ucuna dahi getirmeyen, zihinsel
faaliyetleri sınırlı kimselerin düşünemeyeceği şeylerdir bunlar.
Dikkatinizi çekti mi bilemiyorum. Küçük bir çocuk asla zamandan bahsetmez. Çünkü o geçmiş ya da gelecekle
ilgilenmemektedir. Böyle olunca bir yerde ona (taklidi dahi olsa) AN'I
içinde yaşıyor demek mümkün.
Aynı düşünceyi Âşıklar için de
kullanabiliriz. Âşık da zamanı yaşayamaz. Açıkçası zamanı fark edecek
bir durumda olamaz. O daima sevdiği ile beraberdir. Onunla arasına süreç
giremez. Bu durumda onu nasıl fark edebilsin ki!
Bunu aklının ucuna bile getirmez. Düşüncesinde
sadece Aşk vardır.
Bu anlamda aşığın vakitle bir alışverişi
yoktur.
Farklı bir noktaya geçiyorum;
Keşif ve Fetih!
Toplumun dinamik kesimlerinde İslâmî yaşam
referansları çok güçlü insanlarda bulunan meziyetlerdir. Bunlar ilim özelliği
ile birlikte velayet kemalâtının en üst noktalarında görev yapmaya başlarlar.
Keşif, his yönüyle düşünceleri okuma,
olaylara hâkim olma veya önceden bilme yetisi.
Fetih ise daha da üstünü, doğru ve
sağlam bilgiler yanında, geçmiş-gelecek, yakın-uzak demeden olayların görme boyutu ile tespiti.
Zamansızlığı yaşamayı da bu değerlere
katabiliriz.
Nerde bir boşluk varsa, nerde bir olay
doğacaksa önce bu çevrenin haberi oluyor.
Ve onların istekleri doğrultusunda talepler
olgunlaşıyor.
Ahmed F. Yüksel
ZAMANDAKİ
GEÇMİŞ VE GELECEK
[(İnsana göre) kâinattan daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.
Peki, biz
nereden geldik?
Kâinat nasıl
var oldu?
Kâinatta
yalnız mıyız?
Oralarda bir
yerlerde uzaylı var mı?
İnsan
ırkının geleceği ne?
1920'lere kadar, insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla
değişmediğini düşünüyordu. Daha sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki
galaksiler bizden uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın
oldukları anlamına geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce,
hepimizin birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.
Peki Big
Bang'den önce bir şey var mıydı?
Eğer
değilse, kâinatı kim yarattı?
Neden kâinat
Büyük Patlama'dan sonra bu şekilde gelişti?
kâinat teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.
Birincisi, kanunlar. Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın
evrimini belirleyen Maxwell denklemleri[1] ve genel
görecelilik.
Ve ikinci kısım, kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk
kısımda çok iyi gelişme kat ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar
hariç her şart için bilgiye sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın
ilk hali hakkında çok az bilgiye sahip idik. ][2]
Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile zamanın da kendi içindeki bilmecesi
hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli
bilgi bulmak mümkün olmayınca başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık
açısından bilinmezi olacağı kesindir.
“Dehre
(zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır.”
“Âdemoğlu dehre
söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [3]
[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını aramıştır:
“Allah
Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?”
“Allah
Teâlâ’dan önce bir şey varmı?”
“Kâinatın
sınırının ötesinde ne var? ve en önemlisi “Kâinat
hayatını başlatan şey nedir ne niçin bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [4]
[Zaman bilim için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan
saat zamanı içinde yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.] [5]
[Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin
artık varlığı kalmamıştır, şimdiki zaman da ortalıkta değildir. Oysa bizler
zamandan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride
olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şimdiki şeylerin
ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama
savına direnişi geçici olarak destekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek
de dikkate değer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yatkın
bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konusundaki bir sava temel
oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz
kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR 24,176).
“Nedir gerçekten
zaman? Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur
da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum” (Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).
Böylece ontolojik paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı
karşıya getirmekle kalmaz, dili de kendi kendisiyle karşıt duruma sokar:
“geçmiş olmak”, “birdenbire meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin
olumluluğu, “... artık yok”, “... henüz olmamış”, “... hep ... değil” gibi
belirteçlerin olumsuzluğuyla nasıl bağdaştırılabilir? Demek ki sorunun
sınırları bellidir:
“Eğer geçmiş
artık yoksa gelecek henüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda zaman
nasıl var olabilir ki?
Bu başlangıç paradoksu üstünde distentio tema'sının doğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan bir
şey nasıl ölçülebilir? Ölçme paradoksu
doğrudan doğruya zamanın var olma ve var olmama paradoksu tarafından
üretilmiştir. Burada da dil görece olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman
ve kısa zaman diyoruz, bir biçimde
uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR
15, 19'da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sana zamanın yavaş ve ağır
ilerleyişini algılama ve ölçme yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin
bana?”). Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa olduklarını
söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar
geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme
işini doğrulamakla sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt veremez; “nasıl oluyor da...”, “hangi sıfatla”
(sed quo pacto, 15, 18) diye sorar yalnızca.] [6]
“Kâinatta geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne
sürebiliriz. İşte bu nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:
Geçmiş ve
gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?
Geçmiş ve
gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak
gerektir?
Acaba
şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı
oluşmaktadır?
Acaba biz
insanların zaman gerçeği; hep şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa
anlardan mı meydana çıkıyor?
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
Yok, olanın
yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı
başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya
perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [7]
[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [8] Kuantum Kuramına göre de evrende
süreksiz bir bütünlük vardır ve her geçmiş gelecek ile anında etkileşir. Bu kuramda
zaman kavramı yerine “an” kavramı kullanıldığını görerek anlıyoruz!
'Şimdiki an' içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de
gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman
kavramı, bizim için sadece pratik önemi olan bir yaklaşımdan ibarettir. Gerçekte
zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütündür ve bir
an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An
adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla
birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck[9] sabiti ile orantılı olup Planck
zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var olmakta,
bir yok olmaktadır.” [10]
Kur’ân-ı Kerim’de gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu
hakkında bize yeterli bilgi vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya
bir şeyin diğer şey ile zaman farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir
aleyhisselâm hakkında gelen ayetler ;
“Ya da altı
üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti
ki:
“Allah,
burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun
üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:
“Ne kadar
kaldın?” O:
“Bir gün
veya bir günden az kaldım” dedi. (Allah ona:)
“Hayır, yüz
yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de
bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir.
Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et
giydiriyoruz?” dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:
“(Artık
şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ” [11]
İnsan, yiyecek ve merkebi üçleminde zaman nasıl farklı tecelli
ettiği ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;
“Böylelikle
mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra
iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için
onları uyandırdık. ” [12]
“Böylece,
aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık).
İçlerinden bir sözcü dedi ki:
“Ne kadar
kaldınız?” Dediler ki:
“Bir gün
veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki:
“Ne kadar
kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin
de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça
nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [13]
“Onlar
mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:
“Ne kadar
kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne
güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur.
Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [14]
Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın içinde kaybolup gitmektedir.
Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden biri de geleceğin geçmişten
farklı gözükmesidir. Fakat kâinat bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve
gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın
doğru gözlemlenemediğidir.
[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı, hareketsiz haldeki sarp
kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[15] ] [16] Bu bakışa sahip olmak çok zordur.
Bu nedenle geleceğin sıkıştığı yerde zamanın geriye doğru akmaya başlaması ile
gelecek geride kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış
olsaydı bu daha iyi fark edilecekti.
Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne veya geleceğe gidildiğinde,
hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya da bir kenardan aşağı
düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği görülmektedir.
Geçmiş başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket
bizi geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür.
Dünya üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu
değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın
sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün
olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları
vardır.
[Bu çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında
tarihte, değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden
bakılınca hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna
varılıyor. ] [17]
[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım yoktur. Dolayısıyla
ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak görünür dünyaya büyük
ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir şekilde görece ayrı olan
ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır. Görünmeyen gerçeklikte her
şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı halde birdir. Mamafih
insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir kesinliktir, çünkü vakumda
bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak gözlerimizi buna kapadığımızdan
dolayıdır. ] [18]
Sonuç olarak, alıntılardan anlaşılacağı üzere zamanı algılamak geçmiş
ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı kürenin yüzeyleri gibi açınca,
geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir yüzey gibi olduğu görülür.
[Şimdiki zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut
olduğu, şimdinin sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var
olmadığı bir zaman kavramına ulaşabilir.] [19] Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı
düşünmek saat zamanı için kolay olurken Allah Teâlâ için bu çeşit ayrım
olmamaktadır.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
[1] Maxwell denklemleri, James
Clerk Maxwell' in toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu
alanların maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem
sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss
Yasası), manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve
değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve
değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday' ın İndüksiyon
Yasası) gösterir.
[2]“Stephen Hawking kâinat hakkında
büyük sorular soruyor” http://www.ted.com, TED Open Translation Project.
Erişim: 27 Temmuz 2009
[3] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel.
II/237.272
[4] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.32
[5] (Renée WEBER, 2001 ),s.33
[6] (Paul RICŒUR, 2007), s. 33
[7] Mesnevi, c.I, b.2200
[8] (Renée WEBER, 2001 ),s.47
[9] Max Karl Ernst Ludwig Planck
(23 Nisan 1858, Kiel - 4 Ekim 1947, Göttingen), Alman
fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi."Kuantum Kuramı"nı
geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla
bilinen "Planck sabiti"ni ve "Planck ışınım yasası"nı
buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde
devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
[10] (ÖZDER, 2006), s.153-155
[11] Bakara, 259
[12] Kehf, 11-12
[13] Kehf,19
[14] Kehf, 25-26
[15] F. Nietzche
[16] (Renée WEBER, 2001 ),s.217
[17] (Renée WEBER, 2001 ),s.49
[18] bkz:(Renée WEBER, 2001 ),s.60
[19] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.228-229
ÖZDER Cengiz Kuantum Felsefesi ve Mutluluk.
İstanbul : Okyanus, 2006.
Paul RICŒUR trc. Mehmet-Sema RIFAT Zaman ve Anlatı. İstanbul : YKY, 2007.
Renée WEBER trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar (dialogues with
scientists and sages) . İstanbul : İnsan , 2001 .
***********************
GEÇMİŞİMİZE NİÇİN DUA ETMELİYİZ?
GEÇER
Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyliyemez hânde-i hurrem de geçer,
Devr-i şâdi de geçer gussa-i mâtem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer.
Bu tecellî-i hayat aşk ile büktü belimi,
Çağlayan göz yaşı mı, yoksa ki hicrân seli mi?
İnliyen sâz-ı kazânın acaba bam teli mi?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu’ ünun filimi,
Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer.
İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,
Nefsini kurtara gör masyâd-ı mâfihâdan.
Niyyet-i hilkâtı bu aşk-ı cihân-arâdan,
Önü yokdan, sonu .oktan, bu kuru da’ vâdan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.
Ne şerîat, ne tariykat, ne hakiykat, ne türe,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre,
Câhilin korku kokan defterini Tanrı düre!
Mâ’ rifet mahkemesinde verilen hükme göre,
Cennet iflas eder, efsâne-i Adem de geçer.
Serseri Neyzen’ in aşkınla kulak ver sözüne,
Girmemiştir bu avâlim, bu bedyi’ gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sâkiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne,
Hâk olur pîr-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.
NEYZEN TEVFİK Kaddesellahû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
***********************
1.
[slideshare
id=52908331&doc=gazaliveswinburnedetanr-zamanilikisi100196-150917201335-lva1-app6891&type=d]
2.
[slideshare
id=52908730&doc=islamdncesindekutsalzamankavrami-150917202444-lva1-app6891&type=d]
3.
[slideshare
id=52908338&doc=ibnarabninyn-sbitesiilejungunarketiplerizerinebirdeerlendirme-150917201341-lva1-app6891&type=d]
4.
[slideshare
id=52908347&doc=ibnsinafelsefesindezamanmeselesi-150917201352-lva1-app6892&type=d]
5.
[slideshare id=52908350&doc=ibnlvaktyadaeblvaktolabilmek-150917201356-lva1-app6891]
6.
[slideshare
id=52908367&doc=ilahiezelilikveyaratmasorunu191573-150917201416-lva1-app6892&type=d]
7.
[slideshare
id=52908433&doc=islamkelamndazamankavram206269-150917201605-lva1-app6891&type=d]
8.
[slideshare
id=52908536&doc=kelamdaecelproblemi-150917201846-lva1-app6891&type=d]
9.
[slideshare
id=52908539&doc=kurandaveislamncesiarapdncesindedehrkavrami-150917201849-lva1-app6891&type=d]
10.
[slideshare
id=52908687&doc=mukaddeszamanyerler-150917202327-lva1-app6892&type=d]
11.
[slideshare
id=52908696&doc=tasavvuftavaktkavram257312-150917202348-lva1-app6892&type=d]
12.
[slideshare
id=52908704&doc=zamandncesinintasavvufailimi-150917202400-lva1-app6892&type=d]
13.
[slideshare id=52908707&doc=zamankavramibalamindaplaton-aristoteleskarilatirmasi-150917202409-lva1-app6891&type=d]
14.
[slideshare
id=52908719&doc=zamansosyolojisi-150917202422-lva1-app6892&type=d]
15.
[slideshare
id=52908297&doc=zaman-150917201246-lva1-app6892&type=d]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar