Print Friendly and PDF

ARŞÎ DİVANI’NDA HURÛFÎLİK

 

 

Hazırlayan: Murat Aslan

Hurûfîlik, 14. yüzyılda İran’da ortaya çıkan mistik-felsefî bir akımdır. Bu akım; dini, ibadetleri, Allah’ı, insanı, yaratılışı, gezegenleri, yeryüzü ve gökyüzünü, kısaca her şeyi Arap alfabesinin yirmi sekiz ve Fars alfabesinin otuz iki harfiyle açıklar. Hurûtîliğe göre harfler her şeydir.

Hurûtîliğin kurucusu Fazlullah Esterâbâdî’nin idamından sonra, Hurûfîlerden bir kısmı Anadolu’ya gelmiş, kendi inanç ve düşüncelerini burada yaymaya çalışmışlardır. Onların bu konudaki gayretleri sonucu, kısa bir süre sonra Osmanlı sahasında kendi eserlerini verebilecek bir Hurûtî zümre oluşmuştur. Firişteoğlu, Misâlî, Muhîtî ve Arşî bu zümrenin müellif ve şairleri arasındadır.

Arşî, 16. yüzyılda yaşamış divan sahibi şairlerden biridir. Her ne kadar onun hayatı hakkında hiçbir tezkirede bilgi bulunmasa da, Divan’ından yola çıkarak şairle ilgili bazı şeyleri bilebiliyoruz. Muhîtî’nin müritlerinden biri olan Arşî, koyu bir Hurûfî’dir. Onun şiirlerinin önemli bir kısmı Hurûfîlik ile alakalıdır. Bu sebeple, Hurûfî Türk şairlerinden bahsedince akla ilk gelenlerden biri odur.

Hurûfîlik, Fazlullah Esterâbâdî tarafından 14. yüzyılın İran’ında temelleri atılan, İslam’a yeni bir anlayış getiren felsefi-mistik bir akımdır. Her şeyi Arap alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz iki harf ile açıklamaya çalışan Hurûfîlik, kendine özgü anlam dünyasıyla orijinal bir görünüme sahiptir. Başta Fazlullah olmak üzere önde gelen Hurûfîlerin idam edilmesi ve takibe alınması neticesinde Hurûfîlik, İran ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya, oradan da Balkanlara kaymıştır. Dolayısıyla Hurûfîlik, ortaya çıkışından kısa bir süre sonra yok edilmek istendiği için mekan değiştirmiş ve Osmanlı coğrafyasında gelişimini sürdürmüştür. Çok geçmeden Anadolu ve Balkanlar, kendi Hurûfî müellif ve şairlerini yetiştirmiştir. Firişteoğlu, Muhîtî, Misâlî ve Arşî, sözkonusu müellif ve şairlerdendir.

Hurûfîlik araştırmaları 19. yüzyılın sonuna dek gider. Edward G. Browne, 1898 yılında Journal of Royal Asiatic Society dergisinde “Some Notes on the Literatüre and Doctrines of the Hurufi Secte” adlı makalesini, 1907 yılında aynı dergide bu makalenin devamı niteliğinde olan “Further Notes on the Literatüre of the Hurufıs and Their Connection with the Bektashi Order of Dervichees” adlı yazısını yayımlamıştır. Rıza Tevfık Bölükbaşı ise 1927’de Encyclopedia Islamıcu da “Hurûfîlik” maddesini yazmıştır. Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfîlik üzerine çalışan ilk Türk araştırmacılarından biridir. O, 1936’da hazırladığı Hurûfîlik adlı çalışmasını mezuniyet tezi olarak sunmuştur. İsmail Hakkı Ertaylan, 1946 yılında Hurufi Edebiyatı Örnekleri I: Gencnâme-i Refî’inin Hurufi Edebiyatı Örnekleri II: Mathnawi-i Penahi adlı kitaplarını İstanbul Üniversitesi Yayınları’ndan bastırmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hurûfîlik çalışmaları 1950’li yıllarda başlar. O, Şarkiyat Mecmuası'nda 1956’da “Fadlallâh-i Hurufî’nin Oğluna Ait Bir Mektup”, 1958’de “Fazlullah-i Hurûfî’nin vasiyyat-Nâme’si veya vesâyâsı” ve 1964’te “Bektaşîlik-Hurûfîlik ve Fadl Allah’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih” adlı makalelerini çıkarır.

Yine İstanbul Üniversitesinde Ali Alparslan, 1967 yılında Câvidânnâme’nin Nesîmî’ye Tesiri adlı doçentliktezini yazmıştır.

20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında Hurûfîlik çalışmaları hız kazanmıştır. Bu dönemde Osmanlı sahası Hurûfî metinleri bir bir neşredilmeye ve tez olarak çalışılmaya başlar. 1986 yılında M. Yiğit Refî’î’nin Beşâretnâme’si, Dilbilgisi-Karşılaştırmah Metin-Sözlük, 1989’da Bahattin Kahraman Arşî Divanı’nın Tenkidli Metni I-II, 2006’da İsmail Arıkoğlu Ferişteoğlu’nun Câvidannâme Tercümesi: ‘Işknâme (Inceleme-Metin) başlıklı tezlerini sunarlar. Bunun dışında, İlahiyatçılardan Mustafa Ünver 2003 yılında Hurufilik ve Kur’an: Nesimi Örneği adlı kitabını yayımlar ve aynı yılda Yakup Kansızoğlu Hurufilik Tasavvuru ve Kur ’an Yorumuna Olan Etkileri adlı yüksek lisans tezini sunar. Ancak; İlahiyat araştırmacıları arasında en dikkate değer çalışmayı 2010 yılında sunduğu Fazlullah-ı Hurûfî ve Hurufîlik adlı doktora teziyle Haşan Hüseyin Ballı yapmıştır.

Bilimsel çalışmalarını özellikle Hurûfîlik konusunda yoğunlaştıran Fatih Usluer, bu alanda en önemli araştırmacılardandır. O, 2009 yılında yayımladığı Hurûfîlik adlı kitabını -kendi iddiasına göre- bütün Hurûfî yazmalarını orijinallerinden okuyarak yazmıştır. Sözkonusu kitap, Hurûfîlik için adeta bir başvuru kaynağıdır. Bunun ardından Fatih Usluer, bu konu ile ilgili yayımladığı makaleler yanında, Hurûfî klasiklerini tek tek neşretme yoluna gitmiştir. 2012’de, Hurûfîliğin kutsal kitabı olan Câvidânnâme’nin Derviş Murtaza tarafından yapılan birebir çevirisi Dürr-i Yelim"\ yayımlamıştır. Bunun ardından 2014 yılında Nesîmî’nin Mukaddimetü’l-Hakâyık ını, Vîrânî Abdal’ın Risale' sini, Muhîtî Dede’nin Keşfname' sini, Misâlî’nin Miftâhü’l-Gayb’ını ve yazarı bilinmeyen bir Hurûfî eseri olan Hakîkât-nâme’yi Hurûfî Metinleri 1 başlığı altında neşretmiştir. Ayrıca yazar, 2015’te Fakrnâme adıyla Vîrânî Abdal’ın Risale'sini, 2017’de ise Nesîmî’nin Mukaddimetü’l-Hakâyık’ını, metinlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş halleriyle birlikte müstakil olarak yayımlamıştır. Yazarın en son çıkardığı kitaplar, 2014 yılında Âmiloğlu’nun Arşnâme Tercümesi ve 2016 yılında Muhîtî Dede’nin Kısmetnâme’sidir.

Klasik Türk edebiyatında, Hurûfîlik denilince akla ilk gelen şair Nesîmî’dir. Bu nedenle Nesîmî’ye dair pek çok kaynak bulunur. Onun Divariı ve Dzvaft’ından seçme eserler pek çok kez yayımlanmıştır. Ayrıca Nesîmî, defalarca akademik çalışmalara ve popüler yayınlara konu olmuştur. Ali Alparslan’ın doçentlik tezi, Reha Çamuroğlu’nun 1992 yılında çıkan Sabah Rüzgarı: Ene ’l-Hakk Demişti Nesimi adlı kitabı ve Özer Şenödeyici’nin Nesimi ve Hurufilik Kitabı adlı çalışmaları bunlardan bazılarıdır. Ancak, Nesîmî’ye gösterilen yoğun ilgi diğer Hurûfî şairlerden esirgenmiştir. Mesela; Arşî Divanı’mn tenkitli neşri 1989’da yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış; fakat daha sonra bu şairle ilgili herhangi bir müstakil çalışma yapılmamıştır. Oysa Arşî, 16. yüzyılın en büyük Hurûfî şairlerinden biridir.

 FAZLULLAH ESTERÂBÂDÎ VE HURÛFÎLİK

Fazlullah Esterâbâdî’nin Hayatı

Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah, 740/1340 yılında Esterâbâd şehrinde doğdu (Aksu, 1995: 277; Gölpınarlı, 1989: 18; Usluer, 2009a: 30; Melikoff, 2015: 171; Bashir, 2013: 12). Fazlullah’ın halifelerinden Mîr Şerife göre, babası, Esterâbâd’ın kadıyü’l-kuzatı (kadıların başı) olan Bahâeddin Hasan’dır ve soyu Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Seyyid Ca’fer’e dek gider; o, bir seyyiddir (Aksu, 1995: 277; Bashir, 2013: 12).

Fazlullah, babasının ölümünden sonra, onun kadılık görevini üstlenir. O, çocukluğundan itibaren dini zorunlulukları eksiksiz olarak yerine getiren birisidir. Çok iyi bir medrese eğitimi alan Fazlullah’ın Kur ’an nq hadis hakkında geniş bilgisi bulunmaktadır (Bashir, 2013: 13-14; Aksu, 1995: 277; Ballı, 2010: 34).

Bir rivayete göre, Fazlullah, on sekiz yaşındayken bir dervişten Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ait şu beyti duyar:

Bekaya sahip olduğun halde ölümden ne endişe ediyorsun

Hudânın nuruna sahipken neden mağarada gizleniyorsun

Fazlullah, bu beytin manasını çok merak eder, hocası Kemâleddin’e sorar. O da bu beytin sadece aşk, cezbe, ibadet ve riyazet yoluyla anlaşılabileceğini söyler. Böylece Fazlullah, tasavvuf yoluna girer, dünya nimetlerinden vazgeçip katı bir zühd hayatına başlar. Bir başka rivayete göre Fazlullah’ın zühd hayatına başlama sebebi, bir rüyada Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ona rüya yorumu bilgisini vermesidir (Aksu, 1995: 277). On dokuz yaşında, sahip olduğu hayatı tamamen değiştirerek gezgin bir derviş olmak isteyen Fazlullah, her şeyini geride bırakıp Esterâbâd’ı terk eder. Yolda rastladığı bir çobanla kıyafetlerini değiştirir ve zühdü temsil eden bu kıyafetleri ömür boyuüzerinden çıkarmaz (Bashir, 2013: 15).

Fazlullah, önce İsfahan’a gider ve burada dört ay kadar kalır. Ardından evliliğini gerçekleştireceği Tebriz’e seyahat eder. 760/1359 yılında Harezm’e, oradan da Semîrem’e hareket eder. Burada itikafa çekilip ibadetle meşgul olur. Fazlullah’ın Semîrem’den sonraki ibadet yeri Meşhed’dir. Meşhed’den de ayrıldıktan sonra hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gider, ardından Harezm’e döner (Aksu, 1995: 277).

Fazlullah, Harezm’de, gayb âleminden haberler aldığı birtakım rüyalar görür. Bir defasında, “lâ ilâhe illallâh” diye zikir çekerken uykuya dalar. Rüyasında, bir hamamda, Hz. İsa gelip, kendisine, Allah yolunun en büyüklerinin kimler olduğunu bilip bilmediğini sorar. O, bilmediğini söyler. Bunun üzerine İsa, şu isimleri sayar: İbrahim Edhem, Sehl b. Abdullah Tusterî, Bayezid-i Bistami ve Behlül. Fazlullah uyanınca, bu dört ismin zihninde yer ettiğini fark eder. Rüyanın manası, bu dört mutasavvıfın görüşlerinin, diğer tasavvufi görüşlere tercih edilmesi gerektiğidir. Bir başka rüyasında Fazlullah, Hz. Süleyman’ı görür. Hz. Süleyman Fazlullah’a onu rahatsız eden birinin olup olmadığını sorar. O da “Evet.” der; çünkü adamın biri rüyada Fazlullah’ı Esterâbâd’daki bahçeden küfürler ederek kovmuştur. Hz. Süleyman Hüthüt’e Fazlullah’ı rahatsız eden adamı hemen getirmesini söyler. Bir süre sonra Hüthüt, bir karga ile geri döner. Hz. Süleyman, önce bu karganın tüylerinin yolunmasını ister; ardından Hüthüt’e bu kargayı öldürmesini emreder. Bahçeyi de Fazlullah’a verir. Fazlullah’a göre rüyada Hz. Süleyman Allah’ı, bahçe kendi bedenini, Hüthüt kendi ruhunu, karga da insan nefsini sembolize eder. Rüyanın manası şudur: Fazlullah’ın nefsi, Fazlullah’a hükmetmiştir. Bunun üzerine Allah, Fazlullah’ın ruhunu nefsine hakim kılar. Böylece Fazlullah’ın bedeni, nefsin esaretinden kurtulur (Bashir, 2013: 16-17; Aksu, 1995: 11T).

Fazlullah’ın Harezm’de gördüğü bir başka rüya şöyledir: Bir ağacın altında yaşlı bir rüya tabircisi oturmaktadır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelir ve yaşlı rüya tabircisine yaptığı işin çok zor bir iş olduğunu söyler; çünkü rüyada görülenler, olduğu gibi yorumlanmamalıdır. Rüyada görülen ne varsa, başka bir şeyin veya kişinin temsilidir. Bunların neyi temsil ettiğini anlamak ise geniş bir idrak gerektirmektedir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fazlullah’a döner ve ona, rüya tabiri yeteneğinin otuz bin yılda bir görünen ve yetmiş bin âlemi kuşatan bir yıldız gibi olduğunu söyler. Bu yıldızın zuhur ettiğini, isterse Fazlullah’ın bu yıldızı görebileceğini ifade eder. Bunun için, Fazlullah’ın ilerideki portakal ağacı altında beklemesini, orada, içlerinden biri diğerlerinden daha parlak olan yedi yıldız göreceğini anlatır. Fazlullah Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in dediklerini yapar. Peygamberin bahsettiği, otuz bin yılda bir beliren o yıldızı görür. Yıldızdan çıkan bir ışık, Fazlullah’ın sağ gözünden içeri girmeye başlar. Bu süreç, yıldız tamamen Fazlullah’ın gözüne damlamayana dek sürer. Bunun sonucunda Fazlullah, tüm rüyaları tabir edebileceğini hisseder. Bu olay üzerine takipçileri, Fazlullah’ı ‘sahib-i tevil’ olarak çağırırlar. Fazlullah’ın rüya tabirindeki mahareti, Harezm’de kısa sürede yayılır. Rüyasını tabir ettirmek isteyen pek çok insan Fazlullah’a gelse de o yalnızca katı bir zühd hayatı yaşayan insanların rüyalarını yorumlamayı tercih eder. Etrafındaki kalabalığın artması sonucu Fazlullah, Harezm’i terk eder (Bashir, 2013: 18).

Fazlullah, Harezm’den ayrıldıktan sonra önce Horasan’a, oradan da İsfahan’a gider. İsfahan’da Tohcı Mescidi’nde oturarak halkın rüyalarını yorumlamaya başlar. Kısa sürede ünlenen Fazlullah, alimleri ve üst düzey yöneticileri çevresinde toplar (Aksu, 1995: 277). Halifesi Seyyid İshak’a göre, 774/1373 veya 775/1374 yılının Ramazan’ında Fazlullah’a şer’î hükümleri tevil bilgisi verilir. Bu olaydan kısa bir süre sonra -778/1376 yılında- Fazlullah, Hurûtîliği yaymaya başlayacaktır (Aksu, 1995: 277; Usluer, 2009a: 38).

Şer’î meseleleri tevil etme bilgi ve yetkisini alan Fazlullah, 775 yılında bir kez daha hacca gider. Hacdan sonra Tebriz’e varır. 776/1374-1375 yılında şöyle bir rüya görür: Peygamberlerden Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (s.a.v.), Hz. îsa ve Hz. Adem Allah’ın halifeleridir. Fazlullah ise Mehdî ve Mesih olarak rüyada yer almaktadır. O, aynı zamanda en son peygamber ve velîdir de. Rüyaya göre Fazlullah, nübüvvet ve velayet devrinin bittiği, uluhiyet devrinin başladığı yerde bulunmaktadır. Bu rüyayı duyan Tebrizli alimler, Fazlullah’ı kafirlikle suçlar. Bunun üzerine Fazlullah İsfahan’a gider, bir mağarada inzivaya çekilir (Aksu, 1995: 277-278).

Fazlullah günün birinde bir dervişi ziyaret eder. Derviş ona artık zuhur etme vaktinin geldiğini söyler ve Tebriz’de görülen rüyayı buna delil gösterir. Bunun üzerine Fazlullah, kendisinin Mesih ve Mehdî olduğunu tebliğ eder. Fazlullah’ın ilk tebliğinde ona yedi kişi inanır. Bu kişiler şunlardır: Fahreddin, Mîr Şerif, Celâl-i Burûcîrdî, Abdullah-ı İsfahânî, Fazlullah-ı Horasânî, Nâyinli ve Reştli iki kişi (Aksu, 1995: 278).

Fazlullah, Hurûfîliği tebliğ etmek üzere Gîlân ve Damgan’a gider. Bir rüyasından hareketle Timur’u ‘âyîn-i cedîd’ dediği kendi görüşlerine davet eder. Timur, Fazlullah’ın fikirlerini şeriate aykırı görüp onun tutuklanmasını emreder. Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalanan Fazlullah, Nahcıvan’daki en önemli ve en sağlam kalelerden biri olan Alıncak Kalesi’ne götürülür. Burada bir süre hapsedildikten sonra, Şirvan emiri Şeyh İbrahim’in kadısı Bayezid tarafından verilen fetva ile 2 Eylül 1394’te kafası kesilerek idam edilir. Cesedi, ayaklarına ip bağlandıktan sonra sürüklenerek çarşıda dolaştırılır; ardından müritlerine teslim edilir. Hurûfîler, uygun bir cenaze töreni sonrası Fazlullah’ın cesedini Alıncak’a defnederler (Aksu, 1995: 278; Bashir, 2013: 42-45; Bostan, 1989: 370; Gölpınarlı, 1964: 20).

Fazlullah ve dervişleri, hiçbir şekilde hiç kimseden hediye kabul etmeyen insanlardır. Rivayete göre, bir gün oruç tutup bir gün iftar ederek sürekli oruç ile meşgul olmuşlardır. Hurûfîler, ortaklaşa tuttukları evlerde yaşamışlardır. Fazlullah, Hurûfîlik öğretisinden herhangi maddi bir çıkar ummamış, hayatı boyunca takke dikerek geçimini sağlamıştır. O, beyaz keçeden bir başlıkla ve oldukça mütevazi elbisesiyle tanınmıştır (Usluer, 2009a: 40; Ballı, 2011: 33).

Fazlullah Esterâbâdî’nin Eserleri

Fazlullah’ın eserleri altı adettir:

Câvidânnâme: Hurûfîliğin temel kitabıdır. 778/1386 yılında yazılan bu eserde, Hurûfîlik düşüncesi ve inancı nesir olarak anlatılır. Fazlullah’a göre bu kitap bir Kur’an tefsiridir; çünkü kendisinin Kur’an üzerine yaptığı tevil ve tefsirlerini içermektedir. Ayrıca Fazlullah, Câvidânnâme"de hurûf-ı mukattaânm sırlarını açığa çıkarmıştır. Yazılışı itibarıyla dağınık bir görünüm arzeden kitap altı bölümde incelenebilir: 1) Yazarın itikâdî görüşleri, 2) Kainatın yaratılışı, güneş, ay, burçlar, yer ve gök, 3) Âdem, Havva ve diğer varlıkların yaratılışı, 4) Ahiret ve kıyamet, 5) Peygamberler, 6) Allah’ın sıfatları ve sırların keşfi. Hurûfi yazarlarca yazılan tüm kitapların temelinde bu eser bulunmaktadır. (Aksu, 1995: 279; Aksu, 1993: 178; Gölpınarlı, 1969: 145; Ballı, 2010: 44).

Arşnâme'. Arşnâme-i İlâhî adıyla da bilinir. Hurûfîliğin Câvidânnâme"den sonra en önemli kitabıdır. Câvidânnâme ’de nesir olarak anlatılan Hurûfîlik düşüncesi, bu eserde nazım olarak anlatılmaktadır (Aksu, 1995: 279; Usluer, 2009a: 47; Ballı, 2010: 54).

Muhabbetnâme'. Fazlullah’ın üç temel eserinden biridir (Usluer, 2009a: 46). Bu kitap, Allah’ın vechine, yani yirmi sekiz ve otuz iki kelimenin alametlerine olan aşkın sonucu olarak ezan, kamet, namaz, zekat gibi dinsel fiil ve ibadetlerde yirmi sekiz ve otuz iki harfi müşahede etmenin yolunu gösteren bir eserdir” (Usluer, 2009a: 52).

Dîvân'. Fazlullah’ın Fars edebiyatı nazım şekillerinde yazdığı şiirlerinden oluşan eseridir (Aksu, 1995: 279).

Vasiyetname'. Alıncak Kalesi’ne hapsedilen Fazlullah’ın, Hurûfîlik düşüncesi ve inancının yayılması ile ailesinin ve müritlerinin korunması konusundaki vasiyetidir (Aksu, 1995: 279).

Nevnâme'. Bu eserde birtakım konular Hurûfî düşüncesi bağlamında tevil edilmiştir. Kitap, soru-cevap şeklindedir (Usluer, 2009a: 53).

Hurûfîlik

Hurûfîlik, varlığın temel sırrını Arap alfabesinin yirmi sekiz ve Fars alfabesinin otuz iki harfine dayandıran, felsefi-mistik bir akımdır (Usluer, 2009a: 107; 118; Gölpınarlı, 1969: 147; Bashir, 2013: 54). Her ne kadar Hurûfîlik, Hüsamettin Aksu, Mustafa Ünver, Aygün Attar, Dursun Ali Tökel ve Yakup Kansızoğlu tarafından Kabbalizm ve Neoplatonizm gibi bazı eski öğretilere dayandırılsa da, bu tür düşünceler bilimsel olarak kanıtlanmamıştır ve Hurûfîlik ile eski öğretiler arasında benzerlik ilgisinden öteye gitmez (Aksu, 1998: 408; Attar, t.y. : 31; Ünver, 2003: 19; Tökel, 2016: 41; Kansızoğlu, 2003: 55-80).

Bir kudsi hadise göre, yaratılışın temelinde Allah’ın bilinme isteği vardır. Âlem, Allah’ın “kün” (ol) emriyle yaratılmıştır (Bakara, 2/117, Yasin, 36/82, Enam, 6/73, Nahl, 16/40). Bu yaratma eyleminde dil ve madde, birbirinden ayrılmaz; dolayısıyla söz, varlığı ortaya çıkaran şeydir ve her varlıkta bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 246; Âmiloğlu, 2014: 71; Gölpınarlı, 1969: 145; Bashir, 2013: 49; AnaBritannica, 1994: 81; Usluer, 2009a: 125; Usluer, 2009b: 1053; Şenödeyici, 2015: 222). İsim ile müsemma, yani söz ile harf bir olduğundan, harfler tüm varlığın mayasındadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59). Eğer harfler her varlıkta mevcutsa, açık ve seçik olarak görülebilmelidir. Aynı şekilde, bunun tersi de geçerlidir; yani, harflere bakarak bütün mevcudat görülebilmelidir (Usluer, 2009a: 125-126). Tam da burada, Hurûfiliğin temel amacı ortaya çıkmaktadır: Her varlıkta ve İslam’ın sınırına giren her şeyde yirmi sekiz ve otuz iki harfin alametlerini ortaya çıkarmak, tüm mevcudatta bu harfleri müşahede etmek (Usluer, 2009a: 126). Hurûfiliğin kutsal kitabı olan Câvidânnâme’de Fazlullah, sözkonusu amacı şu şekilde ifade eder: “Âdem’in hatt-ı istivâsı üzerine otuz iki kelime ve yirmi sekiz kelime-i İlâhîyi okuyasın ve otuz iki kelime-i ezelî-i ebedîyi bilesin ve anlayasın ve onun ihâtasın cümle eşyâda ve ol kelâmın kıdemin göresin ve bilesin” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 57).

Fazlullah’a göre, isim ile müsemmâ birdir. Otuz iki harf ise Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Bu sebeple otuz iki harf, Allah’ın kendisidir. Allah’ın yaratılmış olmaması gibi harfler de yaratılmış değildir; bundan dolayı ezelî ve ebedî olarak kabul edilir. Bu düşünce, Hurûfîleri, harfleri ilk yaratılan şey olarak kabul eden İsmâilîlerden, ‘elifin ilk ortaya çıkan şey olduğunu söyleyen El-Bûnî’den ve “Ol!” emrini ilahlığın ilk mazharı sayan İbn Arâbî’den ayırmaktadır (Usluer, 2009a: 112-113).

Vahdet-i vücut düşüncesi Hurûfîliğin ana omurgası konumundadır (Ballı, 2012: 381). Fazlullah Esterâbâdî’ye göre otuz iki harfin aslı bir noktadır (2012: 128). Bu kelimeler arasında herhangi bir ayrım yoktur; yani, “otuz iki kelime bir kelimedir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Var olan her şey, bir harfin içindedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 256). Bir başka ifadeyle, tüm mevcudat birdir, aralarında ayrım ve farklılık yoktur. Her şey, aslında, tek bir harften ibarettir.

Hz. Âdem, Hurûfîlik düşüncesi ve inancında, merkezi bir noktada bulunmaktadır. Kainatta mümkün olan bütün sesleri ifade eden harf sayısı otuz ikidir (Usluer, 2009a: 118). İsim ile müsemmanın aynı olması ve sözkonusu harflerin Allah’ın isimleri olması dolayısıyla otuz iki harf bizzat Allah’tır. Kudsi hadise göre, bilinmek isteyen Allah, kainatı yaratmıştır. Otuz iki ilahi kelime sıfatına sahip olan Allah, Âdem’i de kendi sıfatı üzerine yaratmıştır; bu nedenle, Âdem’in, üzerinde otuz iki harf yazılı olan yüzü, Allah’ın yüzüdür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 175). Allah, kendini Âdem suretinde gösterir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 183). İnsanın yüzü, Hakk’ın yüzünün aynısıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 524; Kocabıyık, 1997: 15). Kendini anlamak isteyen insan, önce Âdem’i tanımalıdır (Virânî Abdal, 2015: 29).

Yeryüzünün merkezinde yer alan Âdem, bütün varlığın vücududur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 139). Şöyle ki, Âdem dört unsurdan vücuda gelmiştir. Bunun gibi, dört unsurdan vücuda gelen ne varsa, söz ile, Âdem’in vücudundan varlığa gelmiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 205). Âdem, Allah katında ism-i a’zamdır; bütün varlıklar ise Allah’ın isimlerinden ibarettir. Kim ism-i a’zamı okursa, bütün mevcudatın sırrına erer (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221).

Âdem’i diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik, Allah’ın ona bizzat isimleri öğretmesidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404; Seyyid Nesîmî, 2017: 17). Hurûfîler, Bakara suresinin 31. ayetini, Allah’ın Âdem’e otuz iki harfi öğretmesi olarak yorumlarlar (Bashir, 2013: 51). Levh-i Mahfuz, içinde her şeyin yazılı olduğu kitaptır (Nemi, 27/75). Her şey ise otuz iki harften ibarettir. Allah’tan bizzat otuz iki harfi öğrenen Âdem, bu sebeple, Levh-i Mahfuz’dur. Cebrail, Kur’anh Levh-i Mahfuz olan Âdem’den okuyarak Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretmiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404). Âdem, Allah’tan öğrendiği esma ilmini meleklere öğrettiği için onların hocası konumundadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 490). Şeytan, Âdem’den esma ilmini öğrenmediği için isimleri bilememiş, bunun sonucunda Âdem’e secde etmeyerek kafirlerden olmuştur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37).

Virânî Abdal, Fakrnâme adlı eserinde Hz. Âdem hakkında şöyle demektedir:

“Secde Âdem’edür kişinün kıblesi Âdem’dür, likâsı, bekâsı ve hûr u gılmân u rıdvân u cemâl u kemâl Âdem’ün vechinde ve cemâlinde mestûrdur, Hakk’un kudret kalemi ile inşâdur secde Âdem’edür, Âdem halifetu’l-lâhdur cümle mevcûdâtun aslı ve mâhiyeti ve hakikati Âdem’dür. Cemâl-i Hakk’dur, vech-i kerîmdür, cemî’-i mevcûdâtun zât u sıfât âyinesi Âdem’dür.” (Vîrânî Abdal, 2015: 94)

Allah, otuz iki ilahi kelimeyi, hatlar vesilesiyle insanın yüzüne nakşetmiştir. Hatlar, ümmî ve ebî olmak üzere iki türlüdür. Ümmî hatlar, anne hatları demektir; çünkü doğuştan gelmektedir. Toplamda yedi adet olan bu hatlar şunlardır: İki kaş, dört kirpik ve bir saç. Ümmî hatlar, Kur’ârim özü olan Fatiha Suresi’nin yedi ayetine karşılık gelir. Bu sebeple Fatiha’ya ‘Ümmü’l-Kitab’ denir (Aksu, 1995: 278; Gölpınarlı, 1989:18; Usluer, 2009: 280; Âmiloğlu, 2014: 56).

15. yüzyıl şairi Âmiloğlu’nun, Fazlullah’a ait Arşnâme adlı mesneviyi Türkçeye birebir çevirdiği (Usluer, 2014: 366-367) Arşnâme Tercümesi adlı eserde, yedi adet olan ümmî hatların ateş, hava, toprak ve su olmak üzere dört unsurdan meydana geldiği bilgisi verilmektedir (2014: 60). Bundan dolayı hatlar, dört tane yedi olmak üzere yirmi sekiz adet olarak ortaya çıkmaktadır ki bu sayı Arap alfabesindeki harfler kadardır. Eğer yüze, varlıkları ortadan ikiye dikey bir biçimde böldüğü hayal edilen çizgi olan istiva hattı çekilirse, saç hattı ikiye bölünür ve toplamda sekiz adet ümmî hat elde edilir. Bu sayı dört unsur ile çarpılırsa otuz iki hat ortaya çıkar ki Fars alfabesindeki harfler kadardır. Otuz iki hat, kainatta mevcut isimlerin tamamı olan otuz iki ilahi kelimeye karşılık gelir.

Ümmî hatlar, hem erkekte hem de kadında bulunan hatlardır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç gecesi Allah’ı sakalsız bir genç suretinde gördüğünü söylerken yüzdeki yedi ümmî hatta işaret etmiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 225-226; Usluer, 2009a: 280).

Kadında olmayıp yalnızca erkekte bulunan yedi hat vardır ki ebî hatlar olarak bilinir: İki sakal, iki bıyık, iki burun içi kılı ve bir anfeka (dudak altındaki sakal) (Usluer, 2009a: 280; Gölpınarlı, 1989: 18). Ümmî ve ebî hatların toplamı on dört yapar ki hurûf-ı mukattaâ adedincedir (Gölpınarlı, 1989: 19). Yüzdeki on dört hat, on dört yerde bulunmaktadır. Hatları mahalleri ile toplarsak yirmi sekiz sayısını elde ederiz ki Arap alfabesindeki harf sayısıncadır. Eğer yüzden istiva hattını geçirirsek, saç ile anfeka ikiye ayrılacağından toplam on altı hat ortaya çıkar. On altı hat on altı yerde bulunur. Hatları mahalleriyle topladığımızda otuz iki hat elde ederiz ki Fars alfabesindeki harfler adedincedir. Bu otuz iki hat, “alleme’l-esmâ”dır (isimlerin tümü). Din ve iman, bu hatlar olmadan olmaz (Âmiloğlu, 2014: 56-57).

Âdem’de yirmi sekiz hat varken Havva’da yirmi bir hat bulunmaktadır; çünkü Havva’ya ebî hatlar verilmemiştir. Bu durum, Allah’ın bir hikmetidir; çünkü Âdem’in hatları, Havva’nın hatları sayesinde bilinir. Eğer hem Âdem’de hem de Havva’da ebî hatlar olsaydı, saç ile sakal hatları birbirine karışır, hatların sayısında değişiklik olurdu. Ebî hatlar, Âdem ile Havva’nın hatlarını birbirinden ayırmakta, sakal ile saçın arasına bir sınır koymaktadır. Böylece, Âdem’in yüzündeki hatlar, otuz iki ilahi kelimeye denk gelecek şekilde var olmaktadır (Âmiloğlu, 2014: 60-61, FazlullahEsterâbâdî, 2012: 52).

Hatlar, insanın yüzündeki tüylerden ibaret değildir; kara hatlar olarak kabul edilen, yüzdeki tüylerden oluşan hatlar yanında, yüzün tüy bitmeyen kısımlarında ak hatlar bulunur. Bu hatlar şunlardan ibarettir: İki adet alın, iki tane kaş altı, iki tane göz altı, yüzün iki tarafı, burnun iki kenarı, iki adet dudak, burnun iki tarafından geçip bıyık kenarlarından inen iki hat. Bu hatlar, toplamda on dört adettir. Eğer yüzden istiva hattı geçerse iki dudak hattı dörde ayrılır, toplamda on altı hat meydana gelir. Bu hatlar mahalleri ile toplanırsa otuz iki sayısı elde edilir (Âmiloğlu, 2014: 59; Usluer, 2009a: 281).

Yüzdeki delikler hat olarak kabul edilir. Toplamda yedi adet olan delikler şunlardır: İki göz, iki kulak, iki burun ve bir ağız deliği. Her bir delik dört unsurdan meydana geldiği için dört tane yedi hat bulunur ki yirmi sekiz hat eder. Eğer istiva hattı geçerse ağız deliği ikiye ayrılır ve sekiz hat elde edilir. Dört tane sekiz ise otuz iki hat eder ki Fars alfabesindeki harflerin karşılığıdır (Âmiloğlu, 2014: 79; Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 91).

Vücuttaki delikler toplamda beş adettir: İki meme ucu, bir göbek, ön ve arka delikler. Eğer vücuttan istiva hattı geçerse göbek deliği ile ön ve arka delikleri ikiye ayırır, toplamda sekiz delik elde edilir. İstiva geçtiğinde yüzde de sekiz delik oluşur. Yüz ile vücuttaki sekizer delik toplanırsa on altı delik elde edilir. Bu delikler, bulundukları on altı yer ile toplanırsa otuz iki sayısı ortaya çıkar ki bu sayı otuz iki ilahi kelimeye karşılık gelen Fars alfabesindeki harflere eşittir (Âmiloğlu, 2014: 80).

Hurûfiler, her şeyi yirmi sekiz ve otuz iki harf ile açıklama eğiliminde olduklarından yaratılışı, zamanı, mekanı ve kainatı bu harflerle açıklarlar. Fazlullah Esterâbâdî’ye göre kainat altı günde yaratılmıştır; çünkü her gün on iki saattir ve altı gün yetmiş iki saat eder. Bu ise, yirmi sekiz harfin eczasındaki[1] harflerin sayısına eşittir (Fazlullah, 2012: 73). Felek, üç yüz altmış derecedir ki bu altı kez altmış derece demektir. Buradaki altı sayısı; kuzey, güney, doğu, batı, üst ve alt olmak üzere altı yöne işaret eder. Ayrıca, her altmışta bir adet yirmi sekiz ve bir adet otuz iki bulunmaktadır. Dolayısıyla üç yüz altmış derecede altı adet yirmi sekiz ve altı adet otuz iki bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 240-241). Göğün yedi kat olması ise, Âdem’in yüzündeki yedi ümmî hattan dolayıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 247).

Ayın menzilleri, yirmi sekiz ilahi kelime sayısıncadır. Yedi felek ve yedi yıldızın toplamı da on dörttür. İstiva hattı geçerse yirmi sekiz sayısı elde edilir.

Feleğin üç yüz altmış derecesi, Âdem’in üç yüz altmış kemiği adedincedir ki her derecesi yirmi sekiz ile otuz ikinin toplamı olan altmış dakikadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 239). Ayın dolunay olması on dört günde gerçekleşir. On dört günün ise on dört gecesi vardır ki toplamda yirmi sekiz yapar (Virânî Abdal, 2015: 60). Bir günün yirmi dört saat olması ise göz ile zaman arasındaki ilişkiye dayanır. Gece ve gündüz insan gözündedir. Her gözün iki siyah ve bir beyaz olmak üzere üç hattı vardır. İki gözün hatları toplamı altıdır. Her hat dört unsurdan meydana geldiği için gözlerde toplam yirmi dört hat bulunur ki yirmi dört saate karşılık gelir (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 139).

Âdem’in toplam üç yüz altmış kemiği vardır. Bu kemikler altı tane yirmi sekiz ve altı tane otuz iki sayısıncadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 75). Âdem’in on parmağında toplam yirmi sekiz boğum vardır ki yirmi sekiz ilahi kelime adedincedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 524). Âdem’in boyu altmış zira’dır ki otuz iki ve yirmi sekizin toplamıdır (Âmiloğlu, 2014: 228). Otuz iki diş, otuz iki hatta karşılık gelir (Âmiloğlu, 2014: 65). Hz. Âdem’in vücudunda on iki delik vardır; istiva hattı geçerse toplam on altı delik eder. Sözkonusu on iki delik, gündüzün ve gecenin on ikişer saatine denktir. Bunun gibi, on iki burç vardır. Bir yıl, on iki aydan oluşur (Virânî Abdal, 2015: 61).

Hurûfîlere göre Allah’a ibadet etmenin amacı, O’nun yüzünü müşahede edebilmektir. Bu ise yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi okuyabilmekle mümkündür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 440). Bundan dolayı Hurûfîler, İslam’a ait her şeyi yirmi sekiz ve otuz ikiye göre açıklamaya çalışmışlardır. Mesela; Kur’an yirmi sekiz kelime ile yazıldığı için içinde yirmi sekiz peygamberin ismi geçmektedir. Yeryüzüne gelen yüz yirmi dört bin peygamber, üç tane otuz iki bin ve bir tane yirmi sekiz bin peygamberin toplam sayısı kadardır. Böylece yüz yirmi dört bin sayısı yirmi sekiz ve otuz iki sayılarıyla açıklanmış olur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 106).

Şeytan, Hz. Âdem’in yüzündeki yedi hattı tanımadığı için, Kur’ariâa. yedi yerde onun secde etmekten yüz çevirdiğinden bahsedilir (Usluer, 2009a: 316).

İki eldeki eklemlerin toplamı yirmi sekizdir. Buna iki bilek ve iki dirsek eklenirse otuz iki olur. Abdest alırken ellerin dirseklere dek yıkanmasının sırrı budur. Yine, abdest alırken yıkanan yüzde, on dört kara ve on dört ak hat bulunur. Eğer istiva geçerse, bu hatlar otuz ikiye ulaşır. Ayak parmakları toplam yirmi sekiz eklemlidir. Bunlara dört adet topuk eklemini eklersek otuz iki eklem olur. Abdestte ayakların yıkanmasının sırrı budur (Virânî Abdal, 2015: 58). Abdest alırken ellerin, ayakların ve yüzün yıkanmasının sebebi, Allah’ın, hatlarını bu beş yerde göstermesidir (Âmiloğlu, 2014: 107).

Hatların bilgisi, Kevser suresinde gizlidir. Şöyle ki, toplamda yirmi sekiz hat vardır ve bu hatlar dört unsurdan oluşur. Dört kere yirmi sekiz, yüz dörde karşılık gelir. Bu sayıya dört unsurun sayısını da eklersek yüz sekiz sayısına ulaşırız ki bu, Kevser suresinin Kur'an Wc\\\\ sırasıdır (Âmiloğlu, 2014: 65).

Kelime-i tevhid, toplam yirmi sekiz harften oluşur. Buna kelime-i tevhiddeki dört şeddeyi de eklersek otuz iki ilahi kelime açığa çıkar. Kelime-i şehadetteki harflerin harf ve nokta sayılarını toplarsak elli sayısını elde ederiz. Yirmi sekiz ilahi kelimenin harf ve nokta sayılarının toplamı da elli sayısını vermektedir (Usluer, 2009a: 422).

Besmeledeki harflerin toplamı yirmi birdir. Bu sayı, Havva’nın yüzündeki yirmi bir hatta ve Fatiha suresinin tekrarsız yirmi bir harfine eşittir (Muhîtî, 2016: 123). Misâlî, besmelenin sırrı üzerine yazdığı Miftâhü’l-Gayb adlı eserinde, besmeleye dair şu beytini söyler:

Anladınsa sırr-ı bismi’l-lâhı sen

Nefsini bildin ve hem Allah’ı sen (Misâlî’den aktaran Usluer, 2007:

711)

Hazarda (sâbit bir meskende otururken, seferde değilken) bir günde farz olan namazların toplam rekatı on yedidir; cuma günü farz olan namazların toplam rekatı ise on beştir. Bu iki sayıyı toplarsak otuz ikiyi elde ederiz. Seferde ise farz olan namazların toplam rekatı on birdir. Hazarda ve seferde farz olan namazların toplam rekatı yirmi sekiz eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 47; Âmiloğlu, 2014: 74; Usluer, 2009a: 482). Namazda ellerin bağlanması, ellerdeki on dörder boğumun üst üste gelmesidir ki boğumların toplamı yirmi sekiz hatta karşılık gelir (Âmiloğlu, 2014: 107). Teşehhüdde sağ elin işaret parmağı havaya kaldırıldığı zaman, sol elin parmaklarıyla sağ elin işaret parmağının boğumları toplam on yedi adet olur. Sağ elin, işaret parmağı haricindeki parmaklarının boğumları da toplamda on bir eder. On yedi sayısı hazarda farz olan namaz rekatlarına işaret ederken on bir sayısı seferde farz olan namaz rekatlarına işaret eder (Âmiloğlu, 2014: 171).

Hac kelimesinin ebcedi on birdir. Bu sayıya hac kelimesindeki iki harf ve bir nokta eklenince on dört sayısı elde edilir (Muhîtî, 2016: 114). Hacda Kâbe’yi yedi defa tavaf etmek, yedi hattan dolayıdır (Âmiloğlu, 2014: 134).

Fazlullah’a karşılık gelen Fadl ( ) kelimesinin eczasındaki  …)

tekrarsız yedi harf … zekat (…) kelimesinin harf ve noktaları adedincedir. Ayrıca, zekat kelimesinin ikinci batnında yirmi beş harf vardır. Bu sayı ile zekat kelimesindeki dört harfin toplamı yirmi dokuz eder ki yirmi sekiz ilahi kelime ile lamelifin toplamına eşittir (Muhîtî, 2016: 108-109).

Görülüyor ki Hurûfîlik, bütün dini hükümleri, ibadetleri, yaratılışı, varlık ve zamanı yirmi sekiz ve otuz iki harf ile açıklamaya çalışır (Gölpınarlı, 1969: 147; Şenödeyici, 2015: 189).

Kur’arim sırrı, yirmi dokuz surenin başında bulunan hurûf-ı mukattaâ harflerindedir. Bunlar, tekrarı olmayan on dört harften ibarettir:

d c û d. Bu harfler söylendiği gibi yazılırsa, harfinde harfinde ve harfinde j açığa çıkar; böylece harflerin toplamı on yedi olur. Bu on yedi harf ‘muhkemât’ olarak adlandırılır. Hazarda kılınan on yedi rekat namaz, muhkemât harflerinin sayısıncadır. Muhkemât harfleri haricindeki on bir harf ise ‘müteşâbihât’ olarak adlandırılır. Bu harfler şunlardır:  Müteşâbihât

harfleri, seferde kılınan on bir rekata karşılık gelir. Muhkemât ve müteşâbihât harflerinin toplamı yirmi sekizdir (Duman ve Altundağ, 1998: 401; Gölpınarlı, 1989: 19; Gölpınarlı, 1969: 146).

Muhkemât, kendini insanın yüzündeki on dört hat olarak gösterir (AnaBritannica, 1994: 81). On dört masumu oluşturan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Fatıma ve on iki imam, muhkemâta karşılık gelir (Usluer, 2010: 1367). Hurûfiler, “.. .on dört mukatta’ât harfini Kur’arirn ve tüm harflerin esası olarak düşünmüş, dolayısıyla on dördün de varlıktaki müşahedesini yapmışlardır” (Usluer, 2009a: 118-119).

Hurûfiler, İslam’ın bazı unsurlarını kendilerine göre değiştirmişlerdir. Mesela; onların kelime-i şehadeti “Eşhedü en lâ ilâhe illâ Fazlullah” şeklindedir. Ezan ve kamete Fazlullah’ın adını kattıkları gibi abdest ve namazlarda Arşnâme’ten beyitler okumuşlardır. Hac ibadetini, Fazlullah’ın idam edildiği Alıncak’ta yaparlar. Maktelgâh olarak kabul edilen, Fazlullah’ın öldürüldüğü yerde ihrama girip, orayı yedi kez tavaf ederler, Maranşah olarak anılan Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlayarak şeytan taşlama ibadetini gerçekleştirirler. Hurûfîlerin kıblesi de muhtemelenAlıncak’tır (Gölpınarlı, 1969: 152-153; 1989: 26).

Bazı Hurûfîler ahirete inanırken bazıları inanmamaktadır. Ahirete inanmayan Hurûfîlere göre; ölümden sonra hayat yoktur. Otuz iki ilahi kelimenin sırrına erenlerden sorumluluk kalkar. Bu sebeple, dünyada yaşanan an, cennette yaşanan an gibidir. Dolayısıyla, dini mükellefiyetler söz konusu değildir. Bazı Hurûfîlere göre ise, Fazlullah, bütün dini sorumlulukları yerine getirmiş, böylece onun takipçilerinden dini sorumluluklar kalkmıştır (Aksu, 1998: 409; Gölpınarlı, 1989: 22­23).

Hurûfîlikte, unsurları yirmi sekiz ve otuz iki harf ile açıklayabilmek ve istenen sonuçlara ulaşabilmek için, harf eksikse arttırma, fazlaysa azaltma yoluna gidilir ki buna ilm-i hurûfta ‘kabz ve bast usulü’ denir (Aksu, 1998: 409; Ünver, 2003: 115-116). Bu usul, Hurûfiliğin eleştirilen yönlerinden biridir; çünkü hesaplamalarda keyfî davranmaya yol açan bir yöntemdir.

Hurûfiliğin eleştirilen bir diğer yönü, Fars milliyetçiliğine kapı aralamasıdır. Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre, Fazlullah Esterâbâdî’nin, sistemini, yirmi sekiz harften oluşan Arap alfabesi yerine, otuz iki harften oluşan Fars alfabesine göre düzenlemesinde, Câvidânnâme ’yi kutsal bir kitap olarak tanıtmasında ve din dilini Arapça’dan Farsça’ya çevirmesinde İran milliyetçiliğinin tesirleri olabilir (1989: 22).

Fuat Köprülü, Hurûfîliği “garip ve çocukça sistem” olarak kabul eder. Ona göre Hurûfîlik, Fazlullah’ı Allah yapabilmek için ortaya çıkarılmış, İslam tasavvufu üzerine acemice kurulmuş, hiçbir felsefî ve ahlaki değeri olmayan birtakım çocukça inançlar derlemesidir (Köprülü, 2016: 448). Sâdık Vicdânî de Hurûfîlik hakkında olumsuz düşüncelere sahiptir. Ona göre Hurûfîlik, kişisel ve mantıksız tevillerden ibaret, hiçbir kurala ve gerçeğe dayanmayan, oldukça saçma bir düşünce ve inançtır (2017: 131). Abdülbaki Gölpınarlı, Hurûfîliği, her şeyi yirmi sekiz ve otuz iki harfle açıklamaya çalışan, belirli bir metodu olmayan, devrine göre orijinal bir düşünce olarak kabul eder (1989: 18).

Haşan Hüseyin Ballı’ya göre Hurûfîlik, temelde vahdet-i vücut düşüncesine dayanan, içinde Ehl-i Sünnet ve Şiilikten unsurlar barındıran, örnek

aldığı Bâtınî metotlar sayesinde varlığın birliğini ispat etmek için harfleri ve sayıları kullanarak orijinal yorumlar yapan, Mehdici/Mesihçi bir fırkadır” (2012: 381). Özer Şenödeyici, Hurûfîliği, varlığın sırlarını ve İslam dinini sayılar ve harflerle açıklamaya çalışan, tasavvuf kavramı içerisinde incelenebilecek olan, manevi bir sistem olarak kabul eder (2015: 115-117). Fatih Usluer’e göre ise, insanı merkeze alan, siyasi hedeflerden uzak, semavi dinler arasında ayrım yapmayan, orijinal, felsefı-mistik bir akımdır (Usluer, 2009a: 19-107).

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hurûfîlik, ontolojik olarak, varlığın temeline söz ve harfi alan, her şeyde ilahi kelimelerin işaretini arayan, varoluşun anlamını bu kelimeleri tanımak ve anlamakta bulan, hem Sünnî hem de Şiî gelenekten etkilenmekle birlikte her ikisinden de ayrı, İslam tasavvufundan izler taşısa da bazı mutasavvıfları eleştiren, kendine has bir harekettir, inanç ve düşünce tarzıdır.

Fazlullah Esterâbâdî’den Sonra Hurûfîlik ve Hurûfîliğin Osmanlı Devleti’nde Gelişmesi

Fazlullah Esterâbâdî, Timurlular tarafından Alıncak Kalesi’nde 1394’teki idamından önce, ailesine ve takipçilerine iki adet vasiyet bırakmıştır. Bu vasiyetlerden biri, kızlarının, hayatlarını güvende tutmak için neler yapması gerektiği hakkındadır. Bu vasiyet yalnızca Fazlullah’ın kızları tarafından değil, takipçileri tarafından da -zorunlu olarak- yerine getirilmeye çalışılmıştır. Fazlullah’ın uyarılarını dikkate alan Hurûfîlerden bir kısmı Hindistan’a, diğer bir kısmı ise Anadolu ve Balkanlara göç etmiş, Hurûfîlik düşüncesini ve inancını buralarda yaymaya çalışmıştır (Ballı, 2011: 156).

Fazlullah Esterâbâdî’nin idamı neticesinde bazı Hurûfîler tarafından İran’ın çeşitli bölgelerinde ayaklanmalar gerçekleştirilmiştir. 835/1431-1432’de İsfahan’da Hacı Surh adlı bir kişi, yaptığı propagandalar neticesinde taraftar toplayarak bir ayaklanma başlatmış, bu hareket bastırıldıktan sonra Hacı Surh’un derisi yüzülmüştür. Ayaklanmadan sorumlu diğer kişiler de çeşitli şekillerde cezalandırılmıştır (Ballı, 2010: 165; Aksu, 1998: 410).

Hurûfîlerin bir başka ayaklanması, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah döneminde, 845/1441’de Tebriz’de yapılmıştır. Bu ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmış, yaklaşık 500 Hurûfî katledilmiştir, cesetleri yakılmıştır. Hurûfîlerin Herat ve Horasan’da da kanlı faaliyetlere girişmiş olduğu bilinmektedir. Hurûfilik, Şahruh’un ordusunda tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle Hurûfiler, çeşitli yerlere sürülmüştür. Bunun üzerine, 830/1427 yılında Ahmed-i Lor adlı biri, cuma namazından çıkan Şahruh’a bıçakla saldırıp onu yaralamıştır. Ahmed-i Lor yakalanıp öldürülmüş, bu bölgede yaşayan Hurûfiler hakkında geniş çaplı bir harekat başlatılmış ve pek çok Hurûfînin hayatına son verilmiştir (Ballı, 2010: 165-166; Aksu, 1998: 410).

Hem Fazlullah Esterâbâdî’nin vasiyeti gereği, hem de İran ve Azerbaycan’da başlatılan takip ve idamlardan dolayı Hurûfiler, Hindistan’a, Suriye’ye, Irak’a, Mısır’a ve Anadolu’ya göç etmişlerdir. Hindistan’a giden Hurûfiler, burada, Fazlullah’ın sadık takipçileri tarafından “Merdûd” lakabıyla anılan Mahmud Pesîhanî’yi önder olarak kabul etmişler ve Fazlullah Esterâbâdî’nin görüşlerinden uzaklaşmışlardır. Mahmud Pesîhanî, kendisini Mehdî olarak ilan etmiş, Arap devrinin bitip Acem devrinin başladığını bildirmiştir. Hz. Ali ile aynı olduğunu iddia etmiştir. Onun düşünceleri, Noktavîlik akımının ortaya çıkmasına sebep olmuştur, Cevâzü’s-sâirîn adlı kitabı ise, Noktavîliğin temel kitabı olarak kabul edilmiştir (Ballı, 2010: 167).

Anadoluya göç eden Hurûfîlerden en önemlileri, Fazlullah Esterâbâdî’nin halifelerinden Aliyyü’l-A’lâ ve Nesîmî’dir.

Aliyyu’l-A’lâ’nm asıl adı Ebu’l-Hasan-ı İsfahânî’dir ve Fazlullah Esterâbâdî’nin baş halifesidir. Fazlullah’ın idamından sonra Anadolu’ya geçen

Aliyyu’l-A’lâ, kardeşi ile beraber burada Hurûfîliği yaymaya çalışmış, Bektâşîlere Câvidânnâme"yi Hacı Bektaş’ın yolu olarak tanıtmıştır. Böylece Hurûfîler ile Bektâşîler arasındaki münasebet başlamıştır. O, Hurûfîliği öğretmek amacıyla birtakım eserler yazmıştır. Sözkonusu eserlerden en önemlileri Tevhidnâme ve Kıyâmetnâme"dir (Aksu, 1989: 381).

Seyyid Nesîmî, Aliyyü’l-A’lâ gibi, Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra Anadolu’ya geçmiş ve I. Murad döneminde Bursa’ya ulaşmıştır. Burada pek iyi karşılanmayan Nesîmî’nin Hacı Bayrâm-ı Veli ile görüşme isteği de, kendisinin Hurûfî olmasından dolayı reddedilmiştir. Nesîmî, Anadolu’da tutunamayarak Hurûfîlerin çok olduğu Halep şehrine gitmiş ve burada faaliyetlerini sürdürmüştür. (Bilgin, 2007: 3-4). Hurûfîliği yaymak amacıyla Anadolu’ya gelen Seyyid Nesîmî’nin Alevî-Bektâşî geleneğinde yedi büyük ozandan biri sayılması, Hurûfîlik ile Bektâşîliğin münasebeti sonucu olmalıdır.

Hurûfîliğin Balkanlara yayılması, Seyyid Nesîmî’nin halifesi Refiî sayesinde gerçekleştirilmiştir (Ballı, 2010: 169).

Tireli Ferişteoğlu, Fazlullah’ın halifelerinden Şemseddin veya Şemseddin’in talebesi Bayezid vasıtasıyla Hurûfîliğe girmiş biridir ve Fazlullah’ın Câvidânnâme ile Muhabbetnâme adlı eserlerinden bazı bölümleri Işknâme adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. Câvidânnâme"yi Türkçeye tercüme eden bir diğer isim ise, hayatı hakkında bilgimiz olmayan Derviş Murtazâ adlı bir Bektâşîdir (Ballı, 2010: 170).

Anadolu’da Hurûfîlik inancının zirveye çıkması Fatih Sultan Mehmed dönemine rast gelir. Hurûfîler, saraya kadar girmişler, padişahı bile etkilemişlerdir. Aynı zamanda yeniçeriler arasında da taraftar toplamaya çalışmışlardır. Hurûfîlerin, kendi inançlarını Osmanlı Devleti’nin resmî inancı haline getirmeye ve iktidarı ele geçirmeye çalıştıklarını gören Mahmut Paşa ulemâyı bu konuda uyarmıştır.

Fahreddîn-i Acemî, padişahı Hurûfîlerin cezalandırılması konusunda ikna etmiş, bunun üzerine yaklaşık üç yüz Hurûfî Edirne’de idam edilmiştir. Nişancı Tarihi"ne göre ise Hurûfîler, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarından sürülmüştür (Ballı, 2010: 171; Aksu, 1998: 411). Haşan Hüseyin Ballı, 16. ve 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşayan Hurûfîler hakkında şunları söylemektedir:

XVI ve XVII. yüzyıllarda Hurufîlik Osmanlı toplumunu etkilemeye devam etmiş, bir yandan Bektaşîliğin temel inançları arasına girerken öte yandan Bektaşilik'ten bağımsız temsilciler yetiştirmiştir. Muhtelif kayıtlardan, XVI. yüzyılda Anadolu ve Rumeli'deki çeşitli bölgelerde "ışık” adı verilen Hurûfîler'in takip edilmesine, tutuklanıp cezalandırılmasına dair emimâmeler gönderildiği anlaşılmaktadır. Bektaşî görünen Hurûfîler, giderek sayıca azalmalarına rağmen daha sonraki asırlarda da faaliyetlerini gizlice devam ettirmişler, ancak hiçbir zaman devlete karşı ayaklanma gücünü elde edememişlerdir. Horasan, Irâk-ı Acem, Azerbaycan ve Suriye'deki Hurûfîler ise daha erken dönemlerde etkinliklerini yitirmişlerdir. Halep, Bitlis, Sivas, Akçahisar, Eskişehir, İstanbul gibi merkezler yanında Balkanlar'da Deliorman, Arnavutluk, Ergirikasrı, Filibe, Varna, Tatarpazarcığı ve ayrıca İskenderiye Hurûfîler'in zaman zaman varlıklarını duyurdukları merkezler olmuştur. (Ballı, 2010: 171-172)

Görüldüğü gibi Hurûfîlik, kurulduğu yıllardan itibaren sert bir tepkiyle karşılaşmıştır. Hayatta kalmaya çalışan Hurûfîler, Hurûfîliğin merkezi olan İran ve Azerbaycan’dan Hindistan, Mısır, Irak, Suriye, Anadolu ve Balkanlara dağılmışlar, inanç ve düşüncelerini burada yaşamaya çalışmışlardır. Fakat bu inanç ve düşünce tarzı, ya Hindistan’da olduğu gibi dönüşüm geçirip Noktavîlik şekline girmiş ya da Anadolu ve Balkanlarda olduğu gibi, mevcut tarikatlerin içine sızarak yaşamını devam ettirmiştir.

 ARŞÎ’NİN HAYATI VE ESERİ

Hayatı

Arşî Divanı’ndaki “Hâzâ Dîbâce-i Velâdet-i ‘Arşî” adlı mensur kısımdan Arşî’nin doğum tarihini öğrenebiliyoruz:

Hazret-i Sâhibü’l-Beyân Fazl-ı Kadîm-i Müte’âl (» ç) Hazret-i Rasûlü’llâh ‘Aleyhi’s-selâmdan yedi yüz kırk yıldan sonra ‘âlem-i zâtdan ‘âlem-i sıfata geldiler ve bende ki ‘Arşî Dede’yüm hicretün tokuz [yüz] yetmiş yılından sonra ‘âlem-i terkîbe geldüm. Hazret-i Sâhibü’l-Beyân ile bu bendenün mâ-beyninde fasıla iki yüz otuz yıl vardur ve bu iki yüz otuz yıl terkîb olmak lâzım gelürse lafz-ı ‘yâr-i dâd’ zâhir olur. Türkî dilince dimek olur ki ‘yarlık virdi’ ve bu gazel târîhe münâsib düşmekle kayd-ı kitâbete geldi. (Arşî, 1989: 125)

Yukarıdaki metne göre Fazlullah Esterâbâdî, 740/1339-1340 yılında doğmuştur. Arşî ise Fazlullah’tan 230 sene sonra dünyaya gelmiştir ki bu tarih 970/1562-1563 tarihine karşılık gelir. Millet Kütüphanesinde bulunan 1034 numaralı mecmuadaki tarih kaydına göre ise Arşî 1030/1620-1621 yılında vefat etmiştir (Kahraman, 1989: 4; Gölpınarlı, 1969: 154; Muhtar, 1986: 225; Usluer, 2009a: 94)

Arşî’nin asıl adı, ailesi ve memleketi hakkında bilgimiz yoktur (Kahraman, 1989: 4). Şuarâ tezkirelerinde biri Tireli diğeri ise Yenipazarlı olmak üzere iki farklı Arşî’den bahsedilir. Âşık Çelebi (2010: 1065-1067), Kınalızâde Haşan Çelebi (2014: 621-623), Riyâzî (İsen, Kılıç, Aksoyak, Sungurhan ve Durmuş, 2015: 107) ve Kafzâde Fâizî (aktaran Kahraman, 1989: 6) her iki Arşî’den de bahsederken Esrar Dede (2000: 359) yalnızca Tireli Arşî’den, Beyânî (1997: 170) ise yalnızca Yenipazarlı Arşî’den bahseder. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmanî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye adlı eserinde her iki Arşî’ye de yer verir (1996: 529).

Tireli Arşî, bütün kaynaklarda Mevlevî olarak geçer. Fatih Usluer, Arşî’nin bir şiirinden hareketle, onun Hurûfî olmadan önce sufi olduğunu; fakat bundan memnun kalmadığını belirtir (2009a: 95). Yine de, Arşî Divanı’mn hiçbir yerinde, Hurûfî Arşî’nin, önceden Mevlevî olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur. Aksine, Divan’da Mevlevîleri eleştiren bir gazel vardır:

Degülsin gerdiş-i devre muvâfık

Anıldı gerçi adun Mevlevi’den

Zuhûr-ı zât-ı idrâk itmedün çün Mufassal Ma’nevîden Mesneviden

Beyân-ı Fazl-ı Hakdan iste meded

Halâs olmağa tâ cehl-i kavîden (G 234/2-4)

Hurûfî Arşî’nin, gençliğinde sufıler arasına katılmış olma ihtimali, onun Mevlevî olma ihtimalini de doğurur. Bu durumda Tireli Arşî Hurûfî Arşî olabilir. Bununla beraber, Tireli Arşî’nin geçirmiş olabileceği değişimden hiçbir tezkire yazarının bahsetmemesi zihinlerde soru işareti bırakmaktadır. Ayrıca, Hurûfî Arşî’nin Mevlevîleri eleştiren şiirini de göz önüne alırsak, Tireli Arşî’nin Hurûfî Arşî olma ihtimali, imkansız denecek kadar azalır. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, ‘Arşî’ maddesinde, bu düşüncemizi destekleyecek mahiyette bilgiler vermiştir. Her üç Arşî hakkında maddesi bulunan ansiklopedinin, Hurûfî ‘Arşî’ maddesinde, Esrar Dede’nin, Tireli Arşî ile Hurûfî Arşî’yi karıştırdığı, Hurûfî Arşî’nin Mevlana ve Mevlevilikle alakalı şiirinin olmadığı söylenmiştir (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 1977: 162).

Arşî Divanı’ndan hareketle, şairin Hurûfî olduğu konusunda şüphe bulunmadığını söyleyebiliriz. On iki imam (M 1; K 2; K 5; K 6), Hz. Ali (K 4; G 228) ve Hacı Bektaş-ı Veli (G 308) için yazdığı şiirlerden onun Bektaşîler arasına girmiş Hurûfîlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Divan1 ındaki 2 numaralı terkib-i bende ve 243 numaralı gazele göre, onun Muhîtî’nin bir müridi olduğunu kabul edebiliriz. Bahattin Kahraman, 243 numaralı gazelden yola çıkarak, Muhîtî Dede öldükten sonra onun postuna Arşî’nin çıkmış olabileceğini iddia etmektedir (1989: 9).

Arşî’nin eğitimi hakkında bilgimiz olmasa da, Divan’ındaki bazı şiirlerden hareketle, iyi düzeyde Farsça bildiğini kesinlikle söyleyebiliriz (M 1; K 3; K 9; G 16; G 33; G 51; G 108; G 134; G 135; G 216; G 217; G 218; G 219; G 251; G 252; G 280).

Şairin nerede doğduğu bilinmemektedir; fakat Divan’ından hareketle Kerbela’yı gördüğü söylenebilir (Kahraman, 1989: 10). Ergirikasrı’na yazdığı methiyeye (K 9) göre, bir dönem burada yaşadığı kesindir. Abdülbaki Gölpınarlı, bu konuda şunları söylemektedir:

Ergirikasrı’nda Arşî’nin bir de tekkesi bulunduğunu A. Emîrî’nin Farsçalarında 824 No.da kayıtlı ‘Mahabbat-nâma’yla aynı K.nin Şer’iye kısmında 1368 No.da kayıtlı ‘Işk-Nâma’nın ketebesinden anlıyoruz. Her iki ketebede de kitapları istinsâh eden Ca’far, kendisinin, Ergirikasrı’nın Divitdâr mahallesinden olduğunu ve ‘Arşî’ye mensûb bulunduğunu ‘Hüddâm Arşî Dede’ diye bildirmektedir. Birincisi 1176, İkincisi 1186’da yazıldığına ve Arşî’nin 1030’da öldüğüne nazaran bu zât, ancak Arşî’nin tekkesinde şeyh olabilir. (1989: 31).

Arnavutluk’ta bulunan Ergirikasrı’nda, “16. yüzyılın sonlarına doğru kasabanın ilk müslüman sivil nüfusu ortaya çıkmış bulunuyordu. Nitekim 1583’te 232 hane Hıristiyan nüfusa karşılık burada 65 nefer Müslüman vardı ve bu rakamlara göre toplam nüfus 2500’ü bulmuştu” (Kiel, 1995: 299). Burası, zamanla bir Müslüman şehri haline gelmiştir. Nitekim Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Ergirikasrı’nda sekiz cami, yedi mescit, üç medrese ve üç tekke bulunduğunu ifade eder (aktaran Kiel, 1995: 299). 1967 kültür ihtilali sırasında, buradaki bütün camiler, medreseler ve tekkeler yıkılmıştır; sadece Bektâşî Süleyman Baba Tekkesi ayakta kalmıştır (Kiel, 1995: 299).

Fatih Usluer, Muhîtî Dede’nin Kısmet-nâme adlı eserine yazdığı ‘Giriş’ yazısında, Hurûfî nüshaları üzerine yaptığı bir araştırmadan bahseder. Bu araştırmaya göre, 1420 ile 1896 tarihleri arasında istinsah edilen 104 adet Hurûfî eseri nüshası bulunmaktadır. Bu nüshalardan 39’unun istinsah yeri bellidir: 28’i Ergirikasrı, 5’i İşkodra, l’i Kanîne, 2’si Hacı Bektaş ve 3’ü İstanbul’da istinsah edilmiştir[2] (2016: 20).

Yukarıda paylaştığımız bilgiler ışığında, Arşî’nin yaşadığı dönemi ve Ergirikasrı’nın bu dönemdeki demografik yapısını dikkate alırsak, Ergirikasrı’na ilk yerleşen Müslümanlardan bir kısmının Bektâşîlik içinde gizlenen Hurûfîlerden olduğunu ve Arşî’nin de bu toplulukta bulunduğunu söyleyebiliriz.

Eseri

Arşî’nin bilinen tek eseri Divan"ıdır. Bahattin Kahraman, Arşî Divanı"nın tenkitli metnini 1989 yılında yüksek lisans tezi olarak hazırlamıştır. Bu bölümün yazılmasında büyük ölçüde sözkonusu tezden faydalanılmıştır.

Arşî Divanı"nın on sekiz nüshası bulunmaktadır. Çalışmamızda kullandığımız metin, şu üç nüshanın edisyon kritiği ile oluşturulmuştur:

İstanbul Millet Kütüphanesi Ali Emîrî (Manzum Eserler), No: 285. - En eski nüsha budur.-

Konya KoyunoğluMüzesi Kütüphanesi, No: 12797.

Konya Mevlâna Müzesi Abdülbaki Gölpınarlı Kütüphanesi, No: 201.

Bahattin Kahraman’ın hazırladığı tenkitli metinde toplam 419 şiir bulunmaktadır. Bunların nazım şekillerine göre dağılımı şöyledir: Mesnevi: 3, kaside: 10, gazel: 308, müstezad: 3, tercî-i bend: 3, terkîb-i bend: 2, muhammes: 3, tahmis: 3, müseddes: 3, müsemmen: 1, kıt’a: 25, tuyuğ: 28, rubâî: 26.

Toplam 419 şiirin 23’ü Farsça olup şiirler 26 farklı aruz kalıbıyla yazılmıştır.

Şiirlerin önemli bir kısmı Hurufilikle alakalıdır. Bunu, Bektaşîlikle alakalı şiirler takip eder. Geri kalan şiirler aşk, sevgili, zamandan şikayet, tasavvuf ve ölüm gibi konuları işler.

 ARŞÎ DİVANI’NDA HURÛFÎLİK

Bu bölüm, incelememizin temel iki sorusuna cevap aradığımız kısımdır. "Arşî Divanı’nda Hurûfîlik etkisinin boyutları nedir?’ ve ‘Arşî, şiirlerinde ne anlatmak istemektedir?’ sorularına yanıt arayacağız. Bunun için, konumuzla ilgili beyit ve bendleri gruplandırıp şerh edeceğiz.

Fazlullah Esterâbâdî

Fazlullah Esterâbâdî, Hurûfîliğin kurucusu olması dolayısıyla bu öğretinin merkezinde yer alır. Onun rüyaları, öğretileri, tevilleri ve kitapları, Hurûfî eserlerinde yüzyıllarca anılmıştır. Fazlullah’ın eserleri, özellikle de Câvidânnâme, gerek tercüme gerekse telif eserlerde en çok başvurulan ve alıntı yapılan kaynak eserlerdir. Fazlullah Esterâbâdî’nin konumunu tespit edebilmek, Hurûfiliği anlamak açısından önem arz etmektedir. Arşî Divanı’nda adından çokça bahsedilen Fazlullah, pek çok yönüyle şiirlerde yer almaktadır. Onun fiziki özelliklerinden başlayarak konumu, Allah’ın onda tecelli etmesi, dünyaya ilahi bir görevle gönderilmesi, Mehdî ve Mesîh oluşu, en büyük ilmin sahibi ve hakikatin anahtarı olması gibi konular şiirlerde anlatılmaktadır. Arşî Divanı’nda Hurûfîlik etkisi araştırılırken, Fazlullah ve onun özelliklerine dair hususlar ilk incelenecek konuları oluşturmaktadır. Bu kısımda Fazlullah’a dair her bir özellik, alt başlıklar halinde Arşî Divanı’ndakl ilgili beyitlerin şerh edilmesi yoluyla incelenecektir.

Fazlullah’ın İsmi

Fazlullah’ın ismi, sıradan bir isim değildir. Dünyaya seçilmiş bir adam olarak gönderilen Fazlullah’ın adı, elbette ki bazı ilahi işaretleri taşıyacaktır:

 

Fe ‘dad’ ve ‘lam ’ isimleri hakkı için... isimlerin en büyüğü budur. Söz bitti. Câvidân-nâme'Fm kırkıncı babında, Allah’ın insan yüzüne yazdığı yedi ilahi kelimeden bahsedilir. Bunlar: İki göz, iki kulak deliği, iki burun deliği ve yüzün kendisidir. Bu hatlarda ‘Fazl’ ismi yazılıdır. Allah, sözkonusu yedi ilahi kelimeyi dört unsur olan toprak, hava, su ve ateşin üzerine yazmıştır. Bu sebeple Fazlullah, dört unsurun da öğretmenidir. Câvidân-nâme’te. Fazlullah’ın gördüğü bir rüyadan bahsedilir: “Ve ol hâb ki Fazl-ı yezdân görmüş idi ki Hakk teâlânın üç ismi var idi ki on sekiz bin âlemi muhît ola ve ol isimden gayrı ism-i şahsı arada olmaya ve ol üç isim d idi ve ol kimse ki ismi levh üzerinde ol nâmın arasında yazılı idi...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 144). Yani, Fazl ismi on sekiz bin âleme yayılmıştır. Arada, Allah’ın başka bir ismi yoktur. Bir başka deyişle, Fazl ismi Allah’ın en büyük ismidir; bundan dolayı levha (levh-i mahfuz) üzerine yazılmıştır. Fazlullah, söylediklerine şu ayetleri kanıt olarak gösterir: “O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf (fazl) sahibidir” (Âl-i İmrân, 3/74). “(...) İşte bu, Allah’ın bir lütfudur (fazlıdır). Onu dilediğine verir. Allah, lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir” (Mâide, 5/54).

Fazlullah’ın Yüzü

Yüz, Hurûfîlik düşüncesi ve inancında oldukça önemlidir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimeyi insanın yüzüne yazmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66-67; Âmiloğlu, 2014: 86-87; Seyyid Nesîmî, 2017: 11; Vîrânî Abdal, 2015: 33). Fazlullah, insanlara yüzdeki hatları okumayı öğreterek Allah’ın herkes tarafından görülmesini sağlamıştır. Fazlullah’ın en önemli özelliklerinden biri, Allah’ın onda tecelli etmesidir (Usluer, 2009a: 575). Bu sebeple Fazlullah’ın yüzü diğerlerinin yüzünden çok daha önemlidir. Her insanın yüzünde otuz iki hat vardır ve her insanda Allah görünür; ancak Fazlullah’ın yüzü bir güneş gibidir (Arşî, G 294/3). Allah, o yüzde bizzat görünmüştür. Arşî, aşağıdaki beyitte, Fazlullah’ın öğretisinin öneminden ve yüzünün eşsizliğinden bahsetmektedir:

Kimse bulmazdı likâ-yı zât-ı bî-çûndan nişân

Fazl-ı Yezdân salmasaydı vech-i pâkinden nikâb (G 17/6)

Fazl-ı Yezdân temiz yüzünden peçeyi salmasaydı hiç kimse eşsiz zatın yüzünden işaret bulamazdı. Fars alfabesinin harflerinden oluşan otuz iki ilahi kelime[3], Allah’ın isimleri ve sıfatlarıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Hurûfîlikte isim ve isimlenen (müsemma) aynı kabul edildiğinden, bu ilahi kelimeler Allah’ın kendisidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 93; Âmiloğlu, 2014: 77). Hz. Âdem, otuz iki ilahi kelimenin aynasıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2014: 39). Yani Allah, insanın yüzündedir. Fazlullah, Hurûfîlik öğretisiyle insanlara kendi yüzlerinde yazılı olan otuz iki ilahi kelimeyi okumayı ve anlamayı öğretmiştir. Ayrıca, Fazlullah Allah’ın tecelli ettiği zat olduğundan dolayı onun yüzü Allah’ın yüzünün en büyük işaretidir.

Evvel senâ-yı lem-yezel-i Fazl-ı Kibriyâ

Âhir hem ol ki va’dede ‘arz eyledi likâ (K 6/1)

Önce (gelen), Fazl-ı Kibriya’nın sonsuz övgüsü(dür); sonra (gelen), yine zamanda yüz gösteren (Fazl-ı Kibriya’dır). Öncelikli olan, Allah’ın övgüsü, yüceltilmesidir. Allah, Fazlullah’ın bedeninde tecelli etmiştir (Usluer, 2009a: 575). Böylece Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünün bir yansıması olmuştur. Fazl-ı Kibriyâ olan Allah, Fazlullah’ın yüzü üzerinden kendi yüzünü göstermiştir. Yani, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesi, Fazlullah’ın yüzündedir. Sözkonusu otuz iki ilahi kelime her insanın yüzünde bulunmakla birlikte, Fazlullah’ı ayrıcalıklı kılan şey, Allah’ın onda tecelli etmiş olmasıdır.

Likâ-yı Fazl-ı Hakk oldı müyesser

Bize sad lutf u sad ihsânlar ile (G 269/3)

Fazl-ı Hakk’m yüzü bize yüz iyilik ve yüz bağış He müyesser oldu. Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzüdür (Arşî, K 6/1). Bu sebeple Fazlullah’ın yüzü, iyilik ve bağıştır.

Cennet ehline rûz-ı ‘ukbâda

Perdesüz ‘arz iden cemâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/30)

Ahiret günü cennet ehline yüzünü perdesiz olarak gösteren odur (Fazlullah’tır). İslam inancına göre Allah, ahirette cennetliklere yüzünü perdesiz olarak gösterecektir. Beyitten ise, tercî-i bendin önceki beyitlerinden anladığımız kadarıyla, cennet ehline yüzünü perdesiz gösterecek varlığın Fazlullah olduğunu anlamaktayız. Bu beyitte de Fazlullah’ın yüzü Allah’ın yüzü olarak geçmektedir.

Okundı 'ai'ş-ı er-rahman-ı tâha’

Zi-vech-i Fazl-ı Hak zîbâ degül mi (G 281/3)

‘Arş-ı er-rahman-ı tâha’ okundu; (Bu ayet), Fazl-ı Hakk’ın güzel yüzü (hakkında) değil midir? Tâhâ’yı oluşturan ve 0 harflerinin ebced değerleri toplamı on dörttür. Bu sayı, yüzdeki ümmî ve ebî hatların toplamına eşittir. Beyte göre Tâhâ suresinin 5. ayeti, Fazlullah’ın yüzünde bulunan ümmî ve ebî hatlar hakkında söylenmiştir.

Âfitâb-ı vech-i Fazl-ı Hakk olalı âşikâr

Oldı müstagrık tecellâsında anun cümle şey (G 294/3)

Fazl-ı Hakk’ın yüzünün güneşi açığa çıktığından beri her şey (onun) tecellisine boğuldu. Allah, Fazlullah’ın bedeninde tecelli etmiştir (Usluer, 2009a: 575). Böylece Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünün bir yansıması olmuştur. Fazlullah’ın yüzünün güneşe teşbih edilmesinin sebebi budur.

Âşıkân-ı cemâl-i Fazl-ı Hakuz

Hak-i pây-ı ‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)

Fazl-ı Hakk ’ın yüzünün aşıklarıyız; Aliyy-i A ’lâ’nın ayağının toprağıyız. Burada Fazl-ı Hakk ile Fazlullah kastedilmiştir. Fazlullah, en büyük talebelerinden ‘Aliyyü’l-A’lâ ile aynı beyitte anılmıştır. Şair, Fazlullah’ın yüzüne - ve o yüzdeki Allah yüzünün yansımasına - âşık olduğunu ifade etmiş; ‘Aliyyü’l-A’lâ adlı Hurûtî büyüğünün de yolunu takip ettiğini söylemiştir. ‘Aliyyü’l-A’lâ’nm ayağının tozu olduğundan bahsederek -kendince- bir çeşit tevazu göstermiştir.

Görmedi zâhid-i fesâd-engîz

Oldı mahrûm-ı rü’yet-i dîdâr (Tercî-i bend 3/1/6)

Fesat karıştıran zahit görmeyip (Fazlullah’ın) yüzüne bakmaktan mahrum oldu. Rind ile zahid, divan şiirinin ana tiplerinden ikisidir. Daimi bir çekişme içinde olan bu iki tipe şiirlerde çok rastlanır. Divan edebiyatı geleneğinin anlayışına göre zahid; satıhta kalan, özü bilmeyen kişiler olup ilmin kabuğuyla meşgul olurlar. Hakikati bilmediklerini bilmediklerinden ve dar kalıpların adamı olduklarından, çevresindekileri daima suçlarlar. Kendilerince doğru yolda olan tek zümre onlardır; onlar gibi yaşamayan herkes yanlış yoldadır. Samimi değildirler, imanları zayıftır. Gösterişi severler. Zahid tipinin karşısında ise rind tipi bulunmaktadır. Rindler hakikat ehlidirler, varlığın özünü bilirler. İlmin kabuğuyla değil, çekirdeğiyle ilgilenirler. Samimidirler; zahidler gibi gösteriş yapmayıp doğal davranırlar. Hoşgörü sahibi ve iyi niyetlidirler. Açgözlülükten ve kötü vasıflardan uzaktırlar. Daima iyi ve güzel olanın peşindedirler (Tolasa, 2001: 74-75). Bu beyitte de zahid, kendisini doğru kabul edip etrafını suçlamakta, kötü niyetiyle fesat karıştırmaktadır. İlmin kabuğuyla uğraştığı ve hakikatten uzak olduğu için de Fazlullah’ın yüzünü, yani Allah’ın yüzünü görememiştir. Halbuki Fazlullah’ın yüzü bir güneş gibi parlamaktadır (Arşî, G 294/3)

Allah, otuz iki ilahi kelimedir ve kendi fıtratı üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne bu ilahi kelimeleri nakşetmiştir. Bu sebeple özelde Âdem’in, genelde ise insanın yüzü, Allah’ın yüzünün bir yansımasıdır. Fazlullah’ın yüzünde de Allah bulunur; ancak Fazlullah’ı diğer insanlardan ayıran çok önemli bir husus vardır ki o da Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesidir. Fazlullah, Hurûfîlik öğretisi ile, insanlara otuz iki hattı okuyabilme ve Allah’ın yüzünü görebilme kabiliyeti kazandırmıştır. Takipçileri, Allah’ın yüzünü, Fazlullah’ın güneş gibi parlayan yüzünde görmüşler, hidayete ulaşmışlardır. Fazlullah’ın yüzünde Allah’ı göremeyen, hakikate ve hidayete ulaşamamış kimseler ise; ilmin kabuğunda kalan, dar kalıpların adamı olan, samimiyetsiz ve zayıf imanlı kimselerdir.

Fazlullah’ın Vücûdu

Vücut, ilahi isimlerin işaretlerini gösteren bir tasarımdır. Allah, otuz iki ilahi kelimeyi insanın yüzüne yazmıştır (Aksu, 1995: 278; Gölpınarlı, 1989: 18; Usluer, 2009: 280; Amiloğlu, 2014: 56) Dişlerin sayısı, ilahi kelimelerin sayısı kadardır (Amiloğlu, 2014: 65). İki elin parmaklarında toplam yirmi sekiz boğum vardır. Boğumların sayısı, Arap alfabesindeki harflerin sayısına denktir. Bu nedenle boğumlar, ilahi isimlere işaret ederler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 524). Aynı şekilde, ayaklarda da toplam yirmi sekiz eklem bulunur. Bunlara dört adet topuk eklemini de katarsak otuz iki eklem elde ederiz (Virânî Abdal, 2015: 58). Vücutta üç yüz altmış kemik bulunur. Bu sayı, altı tane yirmi sekiz ve altı tane otuz ikinin toplamıdır. Yirmi sekiz, Arap alfabesindeki harf sayısı iken otuz iki Fars alfabesindeki harf sayısıdır ki her ikisi de ilahi kelimelerin sayısına karşılık gelir (Amiloğlu, 2014: 71). İnsanın vücudundaki delikler otuz iki ilahi kelimeye işaret ederler. Başta yedi delik vardır: İki göz, iki kulak, iki burun deliği ve bir ağız. Vücutta ise beş delik vardır: İki meme ucu, bir göbek deliği, ön ve arka delikler. Eğer vücuttan istiva hattı geçerse ağız, göbek deliği, ön ve arka delikler ikiye ayrılır. Böylece başta sekiz ve gövdede sekiz delik meydana gelir. Toplamları on altı eden bu deliklerin bulundukları on altı yeri delik sayısı ile toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz (Âmiloğlu, 2014: 80-81). Hurûfilerce kabul edilen bu bilgilerden yola çıkarak aşağıdaki beyti yorumlayabiliriz:

Vücûd-ı Fazl-ı Hak âbâ degül mi

Beyân-ı ‘ilmü’l-esmâ’ degül mi (G 281/1)

Fazl-ı Hakk’m vücudu babalar değil midir; esma ilminin ifadesi değil midir? Fazlullah, esma ilmini açıklayan ilahi kişidir; onun vücudu ise esma ilminin ifadesidir. Fazlullah’ın vücudu, tüm insanlığın babası, ilk yaratılan insan olan Hz. Adem’den izler taşır. Bu izler, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye işaret ederler. Dolayısıyla Fazlullah’ın bedeni, Allah’ı hakkıyla anlamak ve görmek için bir vesiledir.

Fazlullah’ın Eserleri

Fazlullah Esterâbâdî’nin altı adet eseri vardır: Câvidânnâme, Arşnâme, Muhabbetnâme, Divan, Nevnâme ve Vasiyetname. Arşî Divanı'ndaki bazı beyitlerde bu eserlerin en önemlilerinden olan Câvidânnâme ve Muhabbetnâme geçmektedir. Bir beyitte ise Arşnâme"yi çağrıştıracak bir kelime kullanılmıştır.

Câvidân-Nâme hakı-çün yâ Hudâ

Kıl bizi şirk ü dalâletden cüdâ (M 1/12)

Ey Hudâl Câvidân-nâme hakkı için bizi şirkten ve doğru yoldan sapmaktan uzak tut. Fazlullah’ın Hurûfîlik öğretisinde kutsal kitap olarak kabul edilen Câvidânnâme, insanları kötülüklerden koruyup doğru yola ileten bir rehber görevi görmektedir (Usluer, 2009a: 250-251; Aksu, 1998: 409). Şair, Hudâ’ya dua ederken Câvidânnâme"yi de anmakta, isteğinin yerine gelmesi için bu kutsal kitapla Hakk’a sığınmaktadır.

Hem Muhabbet-Nâme ‘arşu’llâh içün

Feth olan sırr-ı kelâmu’llâh içün (M 1/13)

Muhabbet-nâme ve Allah’ın katı için; açılan Allah’ın sözünün sırrı için... Muhabbetnâme, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi ibadetlerde müşahede edebilme üzerine yazılmış bir eserdir (Usluer, 2009a: 52). Dolayısıyla sözkonusu eser, Allah sözünün sırlarını açığa vurmaktadır. Beyitte, Muhabbetnâme’nin bu yönüne işaret edilmiştir.

Kelâm-ı Câvidânîdür zemîn ü âsumân içre

Mü’ebbeddür fenâ bulmaz nişân-ı Esterâbâdî (K 7/3)

Esterâbâdî’nin işareti sonsuzdur, yeryüzü ve gökyüzünde ebedi (bir) sözdür; yok olmaz. Hurûfîliğe göre; ilahi kelimelerin şekli ve sureti yoktur. Bu kelimeler uzunluktan, derinlikten, görünüşten ve renkten münezzehtir. İlahi kelimeler için ne geçmiş, ne şimdi ne de gelecek vardır. Zamanın dışında bulunan bu kelimeler ezeli ve ebedidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66). Dolayısıyla Esterabadlı Fazlullah’ın sözleri ezeli ve ebedidir; asla yok olmaz. Beyitte geçen “câvîdânî” kelimesi ebedi, sonsuz anlamlarına gelir (Kanar, 2015: 209; Tulum, 2011: 481). Şair, “kelâm-ı câvidânî” tamlaması ile Fazlullah’ın sözlerinin ölümsüz olduğunu anlatırken, okuyucuya Câvidânnâme’y]. de hatırlatır ve bu kitabın sonsuza kadar kalacağına işaret eder.

Bu beyânu’llâhı bilmek ister isen mû-be-mû

Câvidân-Nâme’yi sa’y ile var bul tâlibâ (G 6/19)

Ey talipl Allah’ın sözlerini inceden inceye bilmek istersen gayret ederek Câvidân-nâme ’yi bul. Bu beyitte şair, Allah sözlerinin anlaşılabilmesi için kaynak olarak doğrudan Câvidânnâme’yi göstermiştir.

Bulmışuz esmâ-i küllîden müsemmâya sebîl

Okuyalı Câvidân-ı Fazl-ı Hakdan bâ-edeb (G 18/2)

Fazl-ı Hak ’tan edep ile Câvidân-nâme okuduktan sonra esmadan müsemmaya yol bulmuşuz. “Esmâ-i küllî” otuz iki ilahi kelimedir, “müsemmâ” ise Allah’tır. Şair, Câvidânnâme sayesinde varlıklardaki ilahi isimleri okumayı öğrenerek Allah’a ulaşmıştır.

Çün behişt-i Câvidân fazlından oldı âşikâr

Nûş idüp câm-ı safâ hem eylenüz ‘ayş u tarab (G 18/8)

Câvidân cenneti (onun) lütfundan ortaya çıktığı için (bu) neşe kadehini içip eğleniniz. “Behişt-i Câvidân” tamlaması, Câvidânnâme"ye işaret eder, “fazlından” kelimesi ise Fazlullah’ı hatırlatır. Câvidânnâme, Fazlullah’ın iyiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu eser bir “câm-ı safâ” (neşe kadehi)dir. İnsanlara da bu kadehi içip eğlenmek düşmektedir.

Arşî’ye göre; Fazlullah’ın eserleri insanları şirkten ve yanlış yoldan koruyan, doğru yola ileten bir rehberdir. Okuyucularını esmadan müsemmaya götürür. Allah’ın sözlerinin sırrını bilmek ve anlamak isteyenler bu kitaplara başvurmalıdır. Hakikati ortaya koyan bu kitaplardaki sözler, kelimelerin ebediyete ait olmasından dolayı, sonsuza dek varlığını sürdürecektir.

Fazlullah Esterâbâdî’de Allah’ın Tecelli Etmesi

Hurûfiliğe göre üç tarihsel dönem vardır: Nübüvvet, imamet ve uluhiyet. Nübüvvet dönemi Hz. Adem ile başlayıp Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile son bulur. Hz. Ali ile imamet devri başlar. Fazlullâh Esterâbâdî, imamet devrinin bitip uluhiyet devrinin başladığı noktada bulunmaktadır (Bashir, 2013: 55; AnaBritannica, 1994: 81). Sonra gelen, önce gelenden faziletlidir. Fazlullâh, bütün peygamberlerden ve imamlardan sonra gelmiştir. Tüm peygamberler, Allah’ın zuhuru olan Fazlullâh’ın habercisidirler (Tökel, 2016: 43). Muhîtî Dede’ye göre; Fazlullah’a iman etmemek kafirliktir; çünkü Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Şeyhi olmayanın imanı yoktur.” demiştir. ‘Şeyh’, ebced hesabıyla dokuz yüz on sayısına karşılık gelir. ‘Fazl’ kelimesinin ebced karşılığı da dokuz yüz ondur. Bu nedenle Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bahsettiği şeyh, Fazlullah’tan başkası olamaz (Muhîtî Dede, 2014: 257-258).

Hurûfîlere göre, Kur’arida geçen bütün ‘fazl’ kelimeleri, Fazlullâh Esterâbâdî’ye işaret etmektedir. Ayrıca, Allah’ın kendi suretinde yarattığı ve otuz iki ilahi kelimeyi nakşettiği insan yüzünde de ‘Fazl’ yazmaktadır. Hurûfîler, bu şekilde, Fazlullâh’ın, Allah’ın zuhuru olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır (Aksu, 1995: 278; Tökel, 2016: 42).

Hurûfîler, metinlerde Fazlullâh Esterâbâdî için Fazl-ı Hak, Fazl-ı Gayb, Fazl-ı Allâh, Fazl-ı Lâyezâl, Fazl-ı İlâh ve Fazl-ı Hudâ gibi isimler kullanmaktadırlar. Bu durum, Fazlullâh’ın, Hurûfîlerce, Allah’ın zuhur ettiği yer, Allah’ın tecelli ettiği beden olarak kabul edildiğini göstermektedir (Usluer, 2009a: 575).

Arşî Divanı’nda, Allah’ın Fazlullâh Esterâbâdî bedeninde tecelli ettiğine dair beyitler bulunmaktadır:

Fazl idi gelüp kılan tecellî

Emr iden ezel namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)

Gelip tecelli eden, ezelde namazı elli (vakit olarak) emreden Fazl idi. İslam geleneğindeki bir rivayete göre, Miraç gecesi Allah, tüm Müslümanlar tarafından itaat edilmek üzere Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e namazı elli rekat olarak emretmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), arştan dönüş yolunda Hz. Musa ile görüşür. Hz. Musa sorar: “Rabbin ümmetine neleri farz kıldı?” Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevaplar: “Elli vakit namaz...”. Hz. Musa, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah ile bu konuda tekrar görüşmesini ister: “Rabbine dön, şefaat et. Ümmetin bu kadar namaza güç yetiremez.” der. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah ile tekrar görüşür ve O’ndan namaz vakitlerini azaltmasını ister. Allah, bu sefer namazı on vakit olarak emreder. Dönüş yolunda Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Musa ile tekrar görüşür. Hz. Musa, İslam ümmeti için on vakit namazı da fazla bulur ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah ile tekrar görüşmesini ister. Bunun üzerine Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah ile bir kez daha görüşür ve O’ndan tekrar namaz vakitlerini azaltmasını talep eder. Allah, namazı beş vakit olarak emreder. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dönüş yolunda Hz. Musa ile bir kez daha görüşür. Beş vakit namaz, Hz. Musa’ya göre, İslam ümmeti için yine fazladır. Hz. Musa, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den Allah ile namaz vakitlerini azaltması hususunda son defa görüşmesini talep eder; ancak Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah’tan daha fazlasını isteyemeyeceğini belirterek Hz. Musa’nın bu isteğini geri çevirir. Beyitte, bu rivayete telmih vardır. Şair, ezelde elli vakit namazı emredenin Fazl olduğunu ifade ederek, Allah ile Fazlullah arasında bir eşitlik kurmuştur. Tecelli, “aşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhur etmek” anlamlarına gelir (Uludağ, 2016: 346). Ezelde namazı elli vakit olarak emreden Allah’ın tecelli etmesi ise 14. yüzyılda Fazlullah Esterâbâdî’nin bedeniyle olmuştur (Gökmen, 2017: 435).

Çün kıldı tecellî sûret-i Fazl ile zât

Zâtına delîl oldı esmâ-i sıfât

Yazıldı yüzinde nûr ile dört yedi hat

Farz oldı a’dâd ile beş vakt-i salât (Rubai 8)

'Zât, Fazl suretinde tecelli kıldığı için, zatına sıfat isimleri delil oldu. Yüzüne nur ile dört (tane) yedi hat yazıldı. Sayıyla beş vakit namaz farz oldu. ‘Zât’ ile kastedilen Allah’tır; ‘Fazl’ ile kastedilen ise Fazlullah’tır. Beyte göre Allah, Fazlullah suretinde görünmüştür. ‘Esmâ-i sıfât’, otuz iki ilahi isimdir. Hurûfiliğe göre; isim ile müsemma aynı şeydir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59). Otuz iki harf, Allah’ın ismi ve sıfatı olduğu için (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13), bizzat Allah’ın kendisidir. Dolayısıyla, ‘esmâ-i sıfât’, Allah’ın kendisi olduğundan dolayı, Allah’a delildir. Bir başka deyişle Allah, kendisinin kanıtıdır. Allah’a kanıt oluşturan otuz iki isim, insanın yüzüne hat olarak yazılmıştır. Yüze ‘nur’ ile hattın yazılmasının sebebi, ilahi isimlerin nur olmasındandır. Fazlullah Esterâbâdî (2012: 417), Câvidânnâme adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Hakkteâlâ Kur’ariı nûr okudu pes kelime nûr ola...”. Rubaide geçen ‘dört yedi hat’, Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfe karşılık gelmektedir. ‘Dört’ ile kastedilen, anasır-ı erbaadır; yedi ile kastedilen ise iki kaş, dört kirpik ve bir saçtan oluşan ümmî hatlardır. Her bir hat dört unsurdan oluştuğuna göre, insanın yüzünde dört tane yedi hat vardır ki yirmi sekiz hat yapar (Âmiloğlu, 2014: 57). Yirmi sekiz hat, yirmi sekiz ilahi isme karşılık gelir. Böylece insanın yüzü, Allah’ın varlığına delil olur. Rubai bağlamında düşünürsek, Allah’a delil olan insan yüzü, Fazlullah’ın yüzüdür. Beş vakit namazın farz olması ise Miraç bahsiyle alakalıdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç’ta Allah ile öyle yakınlaşmıştır ki arada hiç mesafe kalmamıştır; çünkü Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah’ın otuz iki ilahi kelimeden ibaret olduğunu anlamıştır. Bu otuz iki ilahi kelime, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzünde yazılıdır. Böylece, aradan ikilik kalkmış, vahdete erilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkunda yirmi sekiz ilahi kelime vardır. Bunlar, Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin karşılığıdır. Bu harflerin toplam yirmi iki noktası vardır ki harflerin sayısıyla toplanınca elli olur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Miraç’ta elli vakit namaz emredilmesinin sebebi budur. Elli vakit namaz, Hz. Musa’nın uyarısı sayesinde düşürülmüş, beş vakte indirilmiştir. Beyitte, Miraç hadisesinin bu Hurûfi yorumuna telmih vardır (Âmiloğlu, 2014: 100).

Tecellî itmeseydi sûret-i Ademde Fazlu’llâh

Olurdı reh-zen-i evlâd-ı Âdem zümre-i şeytân (G 221/9)

Fazlullah, Âdem suretinde tecelli etmeseydi, şeytan topluluğu Âdemoğlunun yol kesicisi olurdu. Arşî Divanı’rnn 8. rubaisine göre Fazlullah, Allah’tır. Onun Âdem suretinde tecelli etmesi, Allah’ın insan suretine bürünmesidir. Eğer Allah, Fazlullah şeklinde görünüp insanlara doğru yolu göstermeseydi, şeytan topluluğu insanoğlunu saptırırdı. 221. gazelin 9. beytinin devamı aşağıdaki gibidir:

Kalurdı perde-i gayb içre esrâr-ı Hudâ mübhem

Bilinmezdi ne hikmetdür bu çarh u encüm ü erkân (G 221/10)

Huda’nın sırları, gayb perdesi içinde örtülü kalırdı. Bu feleğin, yıldızların ve sütunların hikmeti bilinmezdi. Allah’ın tecelli ettiği kişi olan Fazlullah, gayb perdesini aralayarak Huda’nın sırlarını açığa çıkarmıştır. Feleğin, yıldızların ve gökleri ayakta tutan sütunların hikmetini açıklamıştır. Eğer o gelmeseydi, bunların hiçbiri olmazdı. Aşağıdaki beyit, bu beytin devamıdır:

Açılmazdı hidâyet kapusı erbâb-ı tahkîka

Tecerrüd ‘âleminden kalmış idi cümle ser-gerdân (G 221/11)

Hakikat erbabına hidayet kapısı açılmazdı. Bütün şaşkınlar, tecerrüd âleminden kalmıştı. ‘Hakikat erbabı’ ile kastedilen, Hurûfî topluluğudur. Fazlullah gelmeseydi, bu topluluk hidayete ermezdi. ‘Sergerdân’, başı dönen, şaşkın ve perişan anlamlarında Farsça bir kelimedir (Devellioğlu, 2016: 1099). ‘Tecerrüd’ ise yalnızlık, halvet, uzlet ve mücerredlik anlamlarına gelir (Tulum, 2011: 1721). Ali Nihad Tarlan (2009: 259), Fuzûlî’nin “Sülûk-i fakr etvârum mezâk-ı ışk hâlümdür / Tecerrüd âlemi seyrinde âlem pâyimâlümdür” beytini şerh ederken, tecerrüd âlemi kavramını ‘âlemden elini eteğini çekmek âlemi’ olarak anlamlandırır. Dolayısıyla, beytin ikinci mısrasını şu şekilde anlamlandırabiliriz: (Hak âşığı olan) şaşkınların tamamı, elini eteğini çekme âleminden kalmış idi.

Arşî, pek çok şiirinde Fazlullah’tan bahsederken Fazl-ı Hak, Fazl-ı Huda, Hazret-i Fazl-ı Hudâ, Fazl-ı Allah, Fazl-ı Mutlak, Fazl-ı İlâh ve Cenâb-ı Fazl-ı Hakk gibi tamlamalar kullanmaktadır. Şair, bu şekilde, Allah’ın Fazlullah Esterâbâdî’de tecellî ettiğini anlatmak istemektedir. Fatih Usluer (2009a: 575), Hurufilik adlı eserinde bu konuya şu sözleriyle değinmiştir: “Hurûfîlerin Fazlullah için Fazl-ı Hak, Fazl-ı îlâh gibi isimleri kullanmaları, onların Fazlullah’a uluhiyet atfettikleri anlamına gelmez. Ancak Fazlullah’ın uluhiyeti açıkça dile getirilmese de Hurûtî eserlerde bunu çağrıştıracak ifadeler fazlasıyla mevcuttur. En azından Hurûfîlerce Fazlullah’ın Allah’ın bir mazharı olarak kabul edildiği rahatlıkla söylenebilir”. Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki beyitler örnek gösterilebilir:

Fazl-ı Hakdur kâdir ü hayy ü kadîm ü lâ-yenâm

Fazl-ı Hakdur mâlik-i mülk-i Hudâvend ü Kerîm (K 8/7)

Kuvvetli, diri, başlangıcı olmayan ve sonsuz (olan) Fazl-ı Hak ’tır. Hâkim ve Kerîm (olan Allah’ın) mülkünün sahibi Fazl-ı Hak’tır. Hâkim ve Kerîm, Allah’ın doksan dokuz isminden ikisidir. Allah mülkünün sahibi; O’ndan daha büyük, daha yüce, daha üstün bir varlık olmadığından, yine Allah’tır. Beyitte, Allah mülkünün sahibi olarak Fazl-ı Hakk’ın gösterilmesinin sebebi, Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmiş olmasıdır. Ayrıca; kuvvetli, diri, başlangıcı olmayan ve sonsuz sıfatları Allah’tan başka bir varlık için kullanılamazken burada Fazl-ı Hak için kullanılmıştır

(Mü’min, 40/65; Hadid, 57/25; Rahman, 55/27). Dolayısıyla, şairin, Allah’ın sıfatlarını, O’nun tecelli ettiği kişi olan Fazlullah için kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylece Fazlullah, şiirde, Allah konumunda kabul edilmiştir.

Fazl-ı Hakdur sî vü dû esmâ-i bahr-ı bî-girân

Fazl-ı Hakdur cümle şeyde hayy ü kayyûm u kadîm (K 8/9)

Otuz iki ismin ağırlıksız denizi Fazl-ı Hak ’tır. Her şeyde diri, ezelî ve ebedî olan Fazl-ı Hak’tır. Hurûfîlikte otuz iki isim, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). İsim ile müsemma bir olduğundan (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59), otuz iki isim Allah’ın kendisidir ve Allah’tadır. Bu açıdan bakarsak, otuz iki ismin ağırlıksız denizi Allah olmalıdır; ancak beyitte Fazl-ı Hak olarak belirtilmiştir. Ayrıca; her şeyde diri, ezelî ve ebedî olan varlık Allah’tan başkası olamayacağı halde (Mümin, 40/65; Rahman, 55/27) beyitte Fazl-ı Hak olarak gösterilmiştir. Bu bize, Fazlullah’ın, Allah’ın tecelli ettiği zat olduğunu göstermektedir.

Kıldı teblîğ-i risâlet Fazl-ı Hakdan ‘âleme

Ahmed ü Mahmûd Ebu’l-Kâsım Muhammed Mustafa (G 6/7)

Ahmet, Mahmud, Kasım ’ın babası Muhammed Mustafa; Fazl-ı Hak ’tan âleme peygamberlik tebliği yaptı. Beyte göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fazlullah’ın peygamberliğini yapmaktadır. Yani Fazlullah, Allah’tır; O, Allah’ın kendisinde tecelli ettiği Fazl-ı Hak’tır. Beyit, Fazlullah’ı Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den daha üstün bir konuma yerleştirmektedir.

Görünen cümle zât-ı Fazl-ı Hakdur

Sıfât-ı sî vü dû ag u karadan (G 233/2)

Ak ve karadan otuz iki sıfat (olarak) görünen her şey Fazl-ı Hak’kın kendisidir. Allah bilinmek istedi, âlemi yarattı (Bashir, 2013: 49). Kendisi bizzat otuz iki isim olan Allah (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59-319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13), yarattığı her varlığa isimlerinden bir kısmını verdi. Kendi sureti üzerine yarattığı (Buhârî’den aktaran Çiftçi, 2014: 8) ve halifesi olarak seçtiği Âdem’e ise otuz iki ismin tümünü vererek onu yaratılmışların en üstünü kıldı (Usluer, 2009a: 265-266). Bu sebeple, hangi yaratılmışa bakılırsa bakılsın Allah görülür; çünkü her şeyde, Allah’ın bizzat kendisi olan otuz iki kelime bulunmaktadır. Beyitte ise, ak ve karadan otuz iki sıfat olarak görünen ne varsa hepsinin Fazl-ı Hak olduğu söylenerek, Fazlullah ile Allah arasında bir eşitlik kurulmuştur.

Bildürdi râzı geldi hudâvend-i rûz-ı dîn

Fazl-ı Hudâ ki hâkim-i arz u semâ-yı û (G 256/3)

Din gününün sahibi olan, yeryüzü ve gökyüzünün hakimi Fazl-ı Hudâ geldi, sırrı bildirdi. Din gününün, yeryüzünün ve gökyüzünün sahibi Allah’tır (Fatiha, 1/4; Al-i İmran, 3/189). Beyitte bunların sahibi olarak Fazl-ı Hudâ’nın geçmesinin sebebi, Fazlullah’ın Allah’a mazhar olmasıdır. Allah, Fazlullah suretinde yeryüzüne inip insanları irşat etmiştir, onlara dinin sırlarını bildirmiştir. Aşağıdaki beyit de, bu beyte benzer bir anlam içermektedir:

Nâsûta basdığı kademin Fazl-ı mutlakun

Lutf u ‘atâ vü merhamet ü feyz ü cûd idi (G 283/6)

Fazl-ı Mutlak’ın insanlığa ayak basması; iyilik, bağış, merhamet, feyz ve cömertlik idi. Fazl-ı Mutlak’ın insanlığa ayak basması, Allah’ın Fazlullah suretinde yeryüzüne inmesi demektir. Böylece insanlar, doğru yolu bulmuşlardır. Bu ise, insanlara iyilikten, merhametten ve cömertlikten başkası değildir.

Ta’lîm iden melâ’ikeye esmâ-i külli

Fazl-ı İlâh idi zi-ezel tâ-be-intihâ (G 8/4)

Meleklere bütün isimleri öğreten, ezel ve ebed sahibi Fazl-ı ilâh idi. Meleklere bütün isimleri öğreten Hz. Âdem’dir (Bakara, 2/33; Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 490). Ezel ve ebed sahibi olansa Allah’tan başkası değildir (Rahman, 55/27).

Beyitte, meleklere isimleri öğreten ile ezel ve ebed sahibi olanın Fazl-ı İlâh olduğu söyleniyor. Ezel ve ebed sahibi olan Allah’ın Fazl-ı İlâh olarak geçmesi, O’nun Fazlullah olarak tecelli etmesiyle açıklanabilir. Meleklere isimleri öğreten Hz. Âdem’in neden Fazl-ı İlâh olarak geçtiğini açıklamak için Câvidânnâme’yç başvuruyoruz:

(...) Yirmi sekiz ve otuz iki kitâbet-i vech-i Âdem üzerinde zâhir ola ki jll oj aj5li’ (Allah Âdem’i kendi sureti ve Rahman sureti üzerine yarattı.) ki sûret-i rahmândan murâd bu otuz iki kelime-i İlâhîdir (...) ol otuz iki kelime Hazret-i Ehadiyyet’in sıfatıdır... (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 38)

Allah’ın sıfatı olan otuz iki ilahi kelime, aynı zamanda O’nun isimleridir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). Hurûfilikte isim ile müsemma birdir. Dolayısıyla, otuz iki kelime, Allah’ın kendisidir. Allah, otuz iki ismini Âdem’in yüzüne yazarak, onu Rahman suretinde, yani kendi suretinde yaratmıştır. Hurûfîliğin vahdet anlayışına göre, meleklere isimleri öğreten her ne kadar Âdem gibi gözükse de, aslında Allah’tır; yani, beyitteki ifadesiyle Fazl-ı İlâh’tır. Çünkü, Arşî Divanı’mn 233. gazelinin 2. beytinde belirtildiği gibi: “Görünen cümle zât-ı Fazl-ı Hakdur / Sıfât-ı sî vü dû ag u karadan”.

Sâcid ol Fazl-ı zü’l-celâl oldur

Nâtık u hayy ü lâ-yezâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/28)

Secde eden ol, Fazl-ı zü’l-celâl odur. Konuşan, diri ve sonsuz odur. Şair bu beyitte de Allah’ın sıfatlarını Fazl-ı zü’l-celâl için kullanmıştır. Bir de, insanları Fazl- 1 zü’l-celâl’e secde etmeye çağırmıştır. Çünkü Fazlullah, Allah’tır. Allah, yüzünü onda göstermiştir. Misâlî, bu konuda şu beyti söylemiştir: “Fazl-ı Hak’dur sırr-ı bismi’l-lâh bak / Anda gösterdi yüzin Allah bak” (Misâlî, 2014: 464). Aşağıdaki beyit, Arşî’nin bu beytiyle bağlantılı olarak düşünülmelidir; çünkü aynı şiirden, bir beyit arayla alınmıştır:

Cennet ehline rûz-ı ‘ukbâda

Perdesüz ‘arz iden cemâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/30)

Ahiret gününde cennet ehline yüzünü perdesiz (olarak) sunan odur. Bu beyit, Cerir ibn Abdillah’ın rivayet ettiği bir hadise telmihte bulunmaktadır: "Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek)" (Sarı, 2016: 314). Beyitte ise, cennette yüzünü perdesiz olarak gösterecek varlığın Fazl-ı zü’l-celâl olduğu söylenmektedir. Şair, Fazl-ı zü’l-celâl ile Allah arasında bir eşitlik oluşturmuştur.

Fazl-ı Hak u Hâliku’l-‘ibâde

Yüz dut ola ‘izzetün ziyâde (Terkib-i bend l/IV/32)

Fazl-ı Hakk’a (ve) kulların yaratıcısına yüz tut; ululuğun artsın. ‘Fazl-ı Hak’ ile ‘kulların yaratıcısı’ arasında ‘ve’ bağlacıyla bir eşitlik kuruşmuştur; yani, Fazl-ı Hak, kulların yaratıcısıdır. İnsanlar, yücelmek için yüzlerini ona dönmelidir.

Yüz dut cenâb-ı Hazret-i Fazl-ı Hudâya kim

Hail ola müşkilât-ı zemîn ü semâ sana (G 8/2)

Fazl-ı Hudâ Hazretlerine yüz tut ki yerde ve gökteki güçlükler sana çözülsün. Bu beyitte ise, insanlar, tüm güçlüklerinin hallolması için Fazl-ı Hudâ'ya yüz tutmaya çağırtmaktadır.

Feyz-i Fazl-ı Hak tecellî eyledi

Geldi cisme câm ihyâ eyledi

Cümleten eşyâyı gûyâ eyledi

Gör ne lutf u gör ne i’tâ eyledi (Tuyug 2)

Fazl-ı Hakk’ın feyzi tecelli eyledi. Cisme gelip canı diriltti. Bütün her şeyi ‘söyleyen’ eyledi. Gör; ne iyilik ve ne bağış yaptı. ‘Feyz’in anlamı, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde şu şekilde verilmektedir:

Taşmak. 2. Sâlikin çalışması ve çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir hususun verilmesi. Her an tecelli eden feyz aracılığıyla meydana gelen varlıklar, özündeki imkân itibariyle yok olmakta, fakat tecelli eden Hakk’ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır. (Uludağ, 2012: 137)

Fazl-ı Hakk’ın tecelli edip cisme gelmesi, onun taşmasıyla mümkündür. Fazl­ı Hak, Allah’tan başkası değildir. O’nun cisme gelmesi ise, Fazlullah Esterâbâdî’nin bedeninde tecelli etmesidir. Böylece O, Fazlullah’ın canı olmuştur. Fazlullah’ın ilmi ise, bütün mevcudatın sırlarını açığa çıkararak hepsini konuşturmuştur. Bu, iyilik ve bağıştan başkası değildir.

Halâs itdi beni şirk-i hafiden

Kemâl-i kudretinden Fazl-ı Allâh (G 268/3)

Fazl-ı Allah, kudretinin olgunluğuyla beni gizli şirkten kurtardı. Beyitte şair, Fazl-ı Allah’ın kendisini gizli şirkten kurtardığını ifade etmektedir. Beyitte Fazl-ı Allah yerine hem Allah hem de Fazlullah isimleri konulabilir; çünkü bu isim beyitte her ikisini de karşılayacak şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu beyit; Fazl-ı Hak, Fazl-ı İlâh, Fazl-ı zü’l-celâl ve Fazl-ı Allah gibi isimlerin Allah ile Fazlullah Esterâbâdî arasında bir eşitlik kurduğunu kanıtlar niteliktedir. Sözkonusu eşitliğin sebebi ise, Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesinden başka bir şey değildir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hurûfîlikte evrenin üçüncü dönemi kabul edilen ulûhiyet devri, Allah’ın Fazlullah bedeninde dünyaya gelip insanları irşat etmesiyle başlar. Bundan dolayı Fazlullah, tüm peygamberlerden ve tüm imamlardan üstündür; çünkü o en son gelmiştir. Hurûfî bir şair olan Arşî’nin şiirlerinde, Allah’ın Fazlullah’ta tecelli ettiğine dair pek çok kanıt bulunmaktadır. Şair, diğer Hurûfî müellifler ve şairler gibi, Fazlullah’tan ya da Allah’tan bahsederken Fazl-ı Hak, Fazl­ı İlâh, Fazl-ı zü’l-celâl, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Hudâ gibi isimler kullanarak, ikisi arasında bir eşitlik kurma yoluna gitmiştir. Böylece, Fazlullah’ın, Allah’ın mazharı olduğuna işaret etmiştir.

Fazlullah’ın İlâhi Bir Görevle Dünyaya Gelmesi

Hurûfîliğe göre zamanın üç devri vardır: nübüvvet, imamet ve uluhiyet. Fazlullah, uluhiyet devrinin adamıdır (Bashir, 2013: 55). Çünkü, Allah Fazlullah’ın bedeninde tecelli etmiştir. Fazlullah’ın dünyaya gelmesi, Allah’ın, yani Fazl-ı Hakk’ın yeryüzüne inmesidir (Arşî, G 283/6). Dolayısıyla, Fazlullah kutsal bir şahsiyettir. Kur'anAa geçen bütün ‘fazl’ kelimeleri (Bakara, 2/251; Maide, 5/54; Nemi, 27/40), Fazlullah’a göre, kendisini işaret etmektedir (Gölpınarlı, 1989: 24; Aksu, 1995: 278). Bu düşünce de Fazlullah’ın ilahi konumuna işaret etmektedir. Arşî Divanı’nda Fazlullah’ın ilahi bir görevle dünyaya geldiğine dair pek çok beyit bulunmaktadır:

Şems-i magrib togdı yatma hâb-ı gafletden uyan

İste Fazl-ı Hakkı irdi va’de-i rûz-ı cezâ (G 6/3)

Batı güneşi doğdu, yatma, gaflet uykusundan uyan; ceza gününün vakti geldi, Fazl-ı Hakk’ı iste. Beyitte Ebû Zerr’in rivayet ettiği şu hadise telmih vardır:

Güneş gider, sonunda arşın altında secdeye varır ve tekrar gelmek için izin ister, kendisine izin verilir. (Bir gün) güneş secde edip, izin istemeye yaklaşır ama kabul edilip kendisine izin verilmez ve: ‘Geldiğin yere dön.’ denilir. O da batıdan doğar. Bu, Allah’ın ‘Güneş de kendi yörüngesinde hareket eder. Bu hareket, güçlü ve çok bilgili olan Allah’ın takdiridir (Yâsîn, 36/38) ayetinin ifadesidir. (Buhârî, 2012: 399)

Güneşin batıdan doğması, kıyamet alametlerinden biri kabul edilir. En’âm suresinin 158. ayetinde, kıyamet alameti olarak güneşin batıdan doğmasına işaret edildiğine dair rivayetler vardır. Câvidânnâme’de bu konu ile ilgili şunlar söylenmektedir:

Eğer sâil suâl eylese ki ey şehîd-i men indehû ilmu’l-kitâb, âfıtâbın mağribden çıka gelmesi ne olsa gerekdir dese cevâb oldur ki Resûl aleyhi’s- selâm buyurdu ki her gâh ki benden bir hadîsi rivâyet eyleseler onu Kur’an’a mukâbil eyleyeler eğer muvâfık gelirse kabûl edeler ve eğer muvâfık gelmezse redd edeler dedi. Ve sûre-i Kur’an’da Yûsuf aleyhi’s-selâm söyler ki inniy raeytü ehade aşere kevkeben veş-şemse vel kamere raeytühüm li sacidiyn[4] Ya’kûb aleyhi’s-selâm te’vîl eyledi ki kezâlike yectebiyke Rabbüke ve yuallimüke min te ’viylil ehadiys[5] dedi, ondan ötürü ki her gâh ki ecrâm-ı semâvîyi göre ki âlem-i keşfde ona secde eyler neticesi ol ma’nayı verir ki ona musahhar oldular ve Yusûf aleyhi’s-selâm onları tutdu ve çün Yûsuf’un kardeşleri ve anası ve atası Yûsuf’a secde eylediler ve Yûsuf aleyhi’s-selâm hazâ te ’viylü ru’yaye min kabl[6] dedi ki bir düş iki vechle te’vîl olunur pes hadîs-i tulûi’ş-şemsi mine’l-mağrib âfıtâbın mağribden doğması ve secde eylemesi, sâhib-i kemâlin ve kâmil hüdâşinâsın vücûdu zuhûrudur. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 487-488)

Görülüyor ki Fazlullah, Hz. Yusuf’un rüyasını batıdan güneşin doğması ve bunun neticesinde kendisinin zuhur etmesiyle açıklar. O, sahib-i tevildir ve sonunda herkes ona boyun eğecektir. Hz. Yusuf’un rüyasında, herkesin boyun eğdiği kişi Fazlullah’tan başkası değildir. Yani Fazlullah, kıyametin yaklaştığı vakitte gelen ilahi kişidir. İnsanlar, gaflet uykusundan uyanmalı ve Fazlullah’a koşmalıdırlar;

çünkü o, Zühal devrinin hakimidir:

Anla bu esrârı gafletden uyar cân u dili

Hâkim-i devr-i zühal geldi sakın olma ‘amâ (G 6/15)

Zühal devrinin hâkimi geldi, sakın kör olmal Bu sırları anla, canını ve gönlünü gafletten uyar. Eski kozmolojiye göre yedi adet gezegen vardır ve her birinin devri bin yıl sürer. İlk gezegen Zühal’dir ve onun devrinde Hz. Adem yaratılmıştır. Son devir ise ay devridir. Bu devirde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelmiştir. Kıyamet ay devrinde kopacaktır (Pala, 2011: 115). Bununla beraber, Hurûfîlere göre Zuhâl devri, kıyamet vaktinin yaklaştığı devirdir. Bu dönemde gelecek olan kişi Mehdî ve Mesih olan Fazlullah’tır. Şair, okuyucularını uyanık olmaları ve Fazlullah’ı anlayıp gafletten kurtulmaları hususunda uyarmaktadır.

Hurûfîliğe göre, dünyaya gelen son ilahi şahıs Fazlullah Esterâbâdî’dir (Bashir, 2013: 55). O, peygamberlerin açıklamadığı sırları öğretmek ve böylece dini tamamlamak üzere yeryüzüne inmiştir. Arşî Divanı'mn altıncı gazelindeki on altıncı ve on yedinci beyitler bu konu hakkındadır:

Enbiyânun râzı kalmışdı pes-i perde nihân

Cümle mermûzât-ı vahy idi olan emr-i kazâ (G 6/16)

Peygamberlerin sırrı perde arkasında gizli kalmıştı. Kaza emri olanların hepsi vahyin işaretleriydi. Peygamberlerin hiçbiri, sırları açıklayamamıştır. Sırlar, perde arkasında gizli kalmıştır.

Geldi şimdi sâhibi kıldı ‘ıyân harfâ-be-harf

Oldı esmâdan müsemmâya delîl ü reh-nümâ (G 6/17)

Şimdi sahibi geldi, (sırları) harf harf açıkladı. Adlardan adlandırılana delil ve rehber oldu. Fazlullah gelip, peygamberlerin açıklamadığı tüm sırları harf harf açıklayarak esmadan müsemmaya, yani yaratılanlardan Hakk’a gitmek için insanlara rehber oldu. Peygamberlerin şarihi olması, onların açıklamadıkları sırları açıklaması Fazlullah’ı onlara üstün kılmıştır. Bu nedenle o, en az peygamberler kadar ilahidir ve en az onlar kadar ilahi bir dava için dünyaya gelmiştir.

Fazl-ı Hakun zuhûrı durur rûz-ı rüstehîz

Hâb-ı ‘ademden aç gözün ey tâlib-i likâ (G 8/10)

Ey yüzün talibi! Yokluk uykusundan gözünü aç. Kıyamet günü, Fazl-ı Hakk’ın ortaya çıkışıdır. ‘Tâlib-i likâ’, Allah yüzünü talep eden kişidir; yani Hakk’ın yolcusudur. Şair, Hak yolcusuna gözünü açmasını; çünkü Fazlullah’ın ortaya çıktığını söylemektedir. Fazlullah, kıyamet vaktinde ortaya çıkacak olan, Allah’ın kendisinde tecelli ettiği kutsal kişidir.

Magribden itdi çünki hakîkî güneş tulü’

Nûr-ı ‘adâlet ile cihân oldı pür-ziyâ (G 8/11)

Hakiki güneş Batıdan doğduğu için cihan adalet nuruyla aydınlık oldu. Kıyamet vaktinin bir işareti olan güneşin batıdan doğması, meydana gelmiştir. Bu devirde Fazlullah ortaya çıkmış ve cihanı adaletle doldurmuştur. Yani Fazlullah, dünyaya adalet getiren ve onu koruyan kişidir.

İtdi magribden âfıtâb tulü’

Çıkdı maşrıkdan âteş-i küffâr (Tercî-i bend 3/1/2)

Güneş Batıdan doğdu; Doğudan kafirlerin ateşi çıktı. Bu beyit de, kıyamet vaktinde Fazlullah’ın ilahi bir görevle dünyaya gelmesiyle alakalıdır. ‘Güneş batıdan doğdu’ cümlesinde tevriye vardır: Şair ya gerçek anlamda güneşin batıdan doğmasını kasdetmiştir ya da güneş kelimesinde açık istiare olup Fazlullah’ı anlatmaktadır. Böylece Fazlullah’ın batıda ortaya çıktığını anlatmak istemektedir. Aşağıdaki beyitte de bu beyte benzer bir anlam bulunmaktadır:

Kılmayaydı Fazl-ı Hak gün gibi magribden tulü’

Zulmet-i cehl içre kalmışdı kamu şeyh ile şâb (G 17/5)

Fazl-ı Hak, gün gibi Batıdan doğmasaydı, bütün ihtiyar ve gençler cehalet karanlığı içinde kalmıştı. İnsanların cehalet karanlığından kurtulması, ilahi bir görevle batıda meydana çıkan Fazlullah sayesindedir.

Âfitâb-ı hakîkî kıldı tulü’

Gitdi zulmet döşendi nûr-ı Halîl (Tercî-i bend l/VD/53)

Hakikat güneşi doğdu, karanlık gitti; (yeryüzüne) Halil’in nuru döşendi. O bir hakikat güneşidir. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp yeryüzüne Hz. İbrahim’in dinini hakim kılar.

Zâhir oldı âfitâb-ı zât Fazl-ı gaybdan

Görmedi münkir ‘amâ kaldı ebeddür târ (u) teb (G 18/7)

Gayb Fazl’ından Zât’m güneşi ortaya çıktı; inkar edenler (onu) göremeyip kör kaldı. Karanlık ve hararet sonsuzdur. Fazl, ilahi bir güneştir; insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onu inkar eden kafirler ise güneşten mahrum olmaya ve sonsuza kadar karanlıkta göremez bir halde kalmaya mahkumdur.

Aşağıdaki üç beyit Fazlullah hakkındadır ve birbirine bağlıdır:

Geldi terkibe kuvvet-i evvel

Kesreti kıldı vahdete tebdil (Tercî-i bend l/VII/50)

îlk kuvvet vücuda geldi; çokluğu tekliğe çevirdi. Fazlullah’ın bir vücuda girerek dünyaya gelmesi, insanlara vahdeti öğretmek içindir.

Eyledi ‘arş-ı istivâda karâr

Cennet-i câvidâna açdı sebil (Tercî-i bend l/VII/51)

istiva arşında durup sonsuz cennete sebil açtı. O, insanların cennete gitmesine vesile olmuştur.

İhtilaf-ı zamâne’i giderüp

Koymadı dînde zerrece müşkil (Tercî-i bend l/VII/52)

Zamanenin anlaşmazlığını giderip dinde zerrece güçlük bırakmadı. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları, dinin zorluklarını, peygamberlerin açıklamadığı sırları hep o açıklamıştır.

Geldi terkîbe şarih-i Kur’ân

Eyledi cümle müşkilâtı beyân (Tercî-i bend 3/VII/55)

Kur’an’ın şerh edicisi vücuda geldi; bütün güçlükleri açıkladı. Fazlullah, A'/z/'i/Adaki tüm sırları açıklamıştır. Hurûf-ı mukattaanın ne anlama geldiği,

Kur’aridaki kıssaların gizli manaları ve kutsal kitabın sırları hep Fazlullah sayesinde açığa çıkmıştır.

Sen gelmek ile bisât-ı arza

Oldı yer ü gök senünle gûyâ (Terkib-i bend 1/1/4)

Senin yeryüzü kilimine gelmenle yer ve gök ‘konuştu’. Fazlullah Esterâbâdî, ‘Kün!’ emriyle yaratılan her şeyin söz olduğunu öğretmiştir. Kendisi de otuz iki kelime sahibi söz olan Allah[7], yarattığı her bir varlığa kelimelerinden birkaçını vermiş, insana ise otuz iki ilahi kelimenin hepsini bağışlamıştır. Câvidânnâme ’de Fazlullah şöyle der: “(...) Isâ aleyhi’s-selâm kelime-i hüdâdır ve cümle eşyâ kelimeden taşra değildir hattâ ol hadd u gâyete değin ki eğer iki nesneyi birbirine vursan ondan bir âvâz taşra gelip zâhir olur ki ol âvâz otuz iki kelimeden birûn değildir ve olmaya” (2012: 514). Bu nedenle her şey konuşur. Ateşin Hz. Musa’ya konuşması bunun delillerinden bir tanesidir (Amiloğlu, 2014: 116). Fazlullah, söz ilmini insanlara öğretmek üzere yeryüzüne inmiş kişidir. Bu nedenle, onun yeryüzüne inmesinden dolayı yer ve gök, yani bütün varlıklar, konuşur.

Hâdî-i râh-ı zât-ı İlâhî odur yakîn

Farz oldı mü’minâna kamu iktidâ-yı û (G 256/6)

ilahi Zat’ın yolunun birincisi, kesinlikle odur. Müminlerin hepsine, ona uymak farz oldu. Fazlullah, yeryüzüne ilahi bir görevle gelen en son kişi olmasından dolayı bütün peygamberlerden ve bütün imamlardan üstündür. O, uluhiyet devrinin kutsal kişisidir (Bashir, 2013: 55). Bu nedenle, bütün Müslümanların ona uyması farzdır.

Fazl-ı Hakdur mübeyyin-i tenzîl

Fazl-ı Hakdur mükâşif-i te’vîl (Tercî-i bend l/VII/49)

Kur’an’ı açıklayan Fazl-ı Hak’tır. Tevili meydana çıkaran Fazl-ı Hak’tır. Arşî’ye göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kur ’ariı tam anlamıyla açıklamamıştır (Arşî, G 6/16). Fazlullah ise, kendisine verilen tevil ilmi sayesinde Kur’arida açıklanmayan hiçbir yer bırakmamıştır.

Enbiyânun kamu işârâtı

Anları bildürür me’âl oldur (Tercî-i bend 3/IV/29)

Peygamberlerin bütün işaretleri onları bildirir; anlam odur. Her gelen peygamber, Fazlullah hakkında birtakım işaretler vermiştir. Fazlullah, tüm peygamberler tarafından müjdelenmiştir. O, ilahi bir görevle gelen en son kişidir ve kendisinden öncekilerin hepsinden üstündür.

İbtidâdur ibtidâdur ibtidâ

Geldi Fazl-ı Hak bulundı intihâ

Oldı keşşâf-ı rumûz-ı mâ-verâ

Çeşm-i cânı aç berü gel tâlibâ (Tuyug 1)

Başlangıçtır, başlangıçtır, başlangıç. Ey talipl Beri gel, can gözünü aç. Fazl-ı Hak geldi, son bulundu. (Fazlullah), ötenin işaretlerinin kaşifi oldu. Fazlullah, hem başlangıç hem de sondur. O, Fazl-ı Hak’tır; çünkü Allah, onun bedeninde tecelli etmiştir. Hiçbir peygamberin ve hiç kimsenin açıklayamadığı sırları o açıklamıştır. Fazlullah, tüm bunları, kaşifi olduğu ilm-i teville gerçekleştirmiştir.

Yani Fazlullah Esterâbâdî, uluhiyet devrinde ilahi bir görevle yeryüzüne inen kutsal bir kişidir. Kendisinden önce gelen peygamberler hep onu müjdelemişler, ona dair işaretlerde bulunmuşlardır. Kur’arida da ona dair bazı işaretler bulunmaktadır. Fazlullah, kıyamet vaktinde insanları kurtarmak, onları doğru yola iletmek için dünyaya gelmiştir. Kaşifi olduğu ilm-i teville dinde hiçbir zorluk bırakmamış, peygamberlerin bile açıklayamadığı sırları açıklamıştır. Kur'an. Fazlullah tarafından tam anlamıyla şerh edilmiştir. Onun öğretisi sayesinde yeryüzü ve gökyüzündeki her şey konuşmuştur. O, dünyada adaleti sağlamış, insanları cehaletin karanlığından hakikatin aydınlığına taşımıştır.

Mesih ve Mehdî Olarak Fazlullah

Hurûfîler, ahir zamanda Mesih ve Mehdî’nin yeryüzüne ineceğine inanırlar. Câvidânnâme"de Mesih’in yeryüzüne inmesiyle alakalı olarak şunlar ifade edilmektedir:

Eğer sâil suâl eylese ki enbiyâ aleyhimü’s-selâm arasında sebeb ne ola ki Isâ aleyhi’s-selâm gelse gerekdir dese cevâb oldur ki Resûl aleyhi’s-selâm dahî kavmine söylemiş idi ki her söz ki ben size söyledim remz ve işâretle söyledim bu kere ki gelirem ol remz ve işâretle söylediğimin ma’nâsım size âşikâr eyleyem dedi... (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 484).

Câvidânnâme"ye göre İsa, yeryüzüne indiğinde Mehdi ile namaz kılacaktır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 484). Fazlullah, eserinde “Meryem oğlu İsa’dan başka Mehdi yoktur.” hadisini anarak ikisinin aynı kişi olduğunu söyler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 490). Câvidânnâme"de Fazlullah’ın Mehdi olduğuna dair işaretler vardır:

Suâl takdîri zevki eğer söyleseler ki ey Mehdî sen ne kimsesin ki bu ilmi beyân edersin yani sidretü’l-müntehâ ve seb’u’l-mesânî ve Ka’be ve arş ve levh-i mahfûz ve Âdem ve Havvâ’nın hakîkatini beyân edersin deseler, el- cevâb min-hâza’l-mezkûrât oldur ki men-indehû ilmu’l-kitâb ve ümmet-i vasat ve günde nice kere gûyende-i kelime-i eşhedü en lâ ilâhe illâ’l-lâh ve eşhedü enne muhammeden resûlu’l-lâh derler yani pes ben şehîd olurum ve cümle müslümânlar hem şehîd olsunlar. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 492).

Fazlullâh’a göre; Müslümanlar mecazi şahittir, kendisi ise hakiki şahittir: “Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî bil ki mecmû’-ı ümmet-i Muhammed şehîd-i mecâzîdir ve Fazl-ı yezdân şehîd-i hakîkîdir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 492). Dolayısıyla Fazlullah Esterâbâdî, kendisinin Mehdi olduğunu söylemektedir. Hadise göre Mehdi ve Mesih aynı kişi olduğundan dolayı, Fazlullah aynı zamanda Mesih’tir (Gölpınarlı, 1989: 18;

Usluer, 2010: 1374; Bashir, 2013: 20). ArşîDivanı’nda Fazlullah’ın Mesih ve Mehdî olduğuna dair beyitler bulunmaktadır:

Bulup itmâm ‘ahdi enbiyânun

Yetişdi va’desi sâhib-i zamânun (M 2/28)

Peygamberlerin sözü tamamlandı; zamanın sahibinin vakti geldi. Peygamberlerin devri bitmiştir, zamanın sahibi olan Fazlullah’ın devri başlamıştır. Bu devir, Hurûfîlere göre zamanın üç devrinden sonuncusu olan uluhiyet devridir (Bashir, 2013: 55).

Vücûda geldi Mehdî gâretinden

Bu mülki aldı Ye’cûc-i fitenden (M 2/29)

Mehdî, yağmadan vücuda gelip bu ülkeyi fitneci Yec’üc’ten aldı. Ye’cüc ve Me’cüc, iki kabiledir. Ahir zamanda ortaya çıkıp dünyayı fesada boğacaklar, bütün insanlığa bir afet olacaklardır (Pala, 2011: 480). Kıyamet vakti gelmiş ve Ye’cüc ortaya çıkmıştır. Mehdî ve Mesih olan Fazlullah ise yeryüzüne inmiş, insanlığı fitneci Ye’cüc belasından kurtarmıştır. Şiirin devamı şöyledir:

Cihânı eyledi kist ile memlû

‘Adâlet kulzüminden saçdı lü’lü’ (M 2/30)

Cihanı nasiple doldurdu; adalet denizinden inci saçtı. Mesih ve Mehdî olan Fazlullah, böylece dünyada adaleti sağlamıştır.

Sürüp Deccâl-i şirki eyledi hâk

Uyup şeytâna sakın eyleme şek (M 2/31)

Şirk Deccal ’ini sürüp toprak etti. Şeytana uyup sakın şüphe etme. O, dünyayı Deccal’den kurtarmış, insanlardan şirki uzaklaştırmıştı^

Deccâl-i şirk ü şekki kamu kıldı münhezim

Geldi vücûda Mehdî-i hâdî açup livâ (G 8/12)

Doğru yolu gösteren Mehdi bayrak açıp vücuda geldi; şüphe ve şirk Deccâl’ini hep hezimete uğrattı. Mehdî, Deccal’i yenilgiye uğrattı; böylece şüphe ve şirk, Deccal’le birlikte Mehdî olan Fazlullah’a yenildi. Firişteoğlu, bu konu ile ilgili olarak Işknâme adlı eserinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir hadisinden bahseder ve ümmetin Deccâl askerleri ve Mehdî askerleri olarak ikiye ayrılacağını söyler:

Peygamber a.s. eyitdi benüm ümmetüm yitmiş üç fırka ola yitmiş iki fırkası ehl-i cehennem ola ve Deccâl-ı a’ver leşkeri ola yitmiş üçünci fırka ehl-i cennet ola ve ehl-i nâciyye ola ve sevâd-ı a’zam ehli ola ve Mehdî leşkeri ola didi imdi iy Tâlib-i esrâr-ı İlâhî ve kelime-i nâ-mütenâhî vaktâ ki bir kişi gelse kelime-i Kur’ânı ki yigirmi sekiz harf ü yigirmi iki noktadur ki elli şukke olur kendü vücudında ve mecmû’-ı kâ’inâtda isbât eylese bil ki Mehdî oldur zîrâ ki peygamberün ‘ilmini ol getürmiş olur... (İsmail Arıkoğlu, 2006: 81)

Yani, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisinde belirtildiği üzere ümmet yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve bu fırkaların yetmiş ikisi Deccâl’in askeri olurken yalnız bir tanesi Mehdî’nin askeri olup kurtuluşa erecektir. Mehdî ise, Kur’ân'rn yazıldığı yirmi sekiz harfi ve bu harflerin yirmi iki noktasını kendi vücudunda ve tüm kainatta kim gösterirse odur. Bu kişi ise, Fazlullah’tan başkası değildir. Dolayısıyla Fazlullah Mehdî’dir ve Deccâl’in düşmanıdır. Kimler Fazlullah’ın askeri olursa yalnız onlar kurtuluşa ereceklerdir.

‘lyân itdi cemâl-i bâ-kemâlin

Yürütdi ‘âleme hükm ü celâlin (M 2/32)

Mükemmel güzelliğini gösterdi; âlemde hükmünü ve celâlini yürüttü. Ye’cüc ve Deccal’e karşı zafer kazanan Fazlullah, âlemde hüküm sahibi olmuştur.

Zemîni kıldı nûr ile mürevvak

Bu eski kevne virdi tâze revnak (M 2/33)

Yeryüzünü nur He saflaştırdı; bu eski âleme yeni (bir) parlaklık getirdi. İlahi kelimeler nurdur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Fazlullah ise insanlara ilahi kelimelerin sırlarını öğreten kişidir. Fazlullah’ın yeryüzünü nur ile saflaştırması, insanlara ilahi kelimeleri öğretmesidir. Bu sayede Fazlullah, daha önce bilinmeyen, peygamberler tarafından dahi açıklanmayan bir ilmi insanlara açıklamış; böylece eski âleme yeni bir parlaklık vermiştir.

Müyesser oldı Fazl-ı Hakdan âsân

Visâl-i hûri vü gılmân u Rıdvân (M 2/35)

Huriye, gılmana ve Rıdvan (cennetine) kavuşmak; Fazl-ı Hak (sayesinde) kolay oldu. Fazlullah’ın öğrettiği ilim sayesinde, insanların cennete ulaşması kolaylaşmıştır.

Eğer var ise ikrârun zuhûr-ı haşr-i ecsâda

Zamân-ı rûz-ı sâ’atdür zamân-ı Esterâbâdî (K 7/5)

Eğer cesetlerin dirileceğini kabul ediyorsan; (diriliş) gününün zamanı, Esterâbâdî’nin zamanıdır. Fazlullah’ın devri ahir zamandır; yani, Mehdî ve Mesih’in vaktidir. Aşağıdaki beyit de bu beyitle benzer bir manadadır:

İbtidâdur ibtidâdur ibtidâdur ibtidâ

Fazl-ı Hak terkîbe geldi buldı ‘âlem intihâ (G 6/1)

Başlangıçtır, başlangıçtır, başlangıçtır, başlangıç. Fazl-ı Hak vücuda geldi, âlem sona ulaştı.

Geldi Mehdî-i hâdî-i devvâr

Mağfiret kıldı ‘âleme Gaffar (Tercî-i bend 3/1/4)

Dünyaya doğru yolu gösteren Mehdi geldi; Gaffar, âlemin günahlarını bağışladı. Mehdî, Fazlullah’tır. O dünyaya geldiği için Allah insanların günahlarını bağışladı. Bu beyitte, Hurûfîlikteki Hıristiyanlık etkisi hissedilmektedir.

Kist u ‘adi ile eyledi tâhir

Zulm ü çevrini ‘âlemün yek-bâr (Tercî-i bend 3/1/5)

Âlemin zulüm ve eziyetini bir defada ölçü ve adaletle temizledi. Mehdî ve Mesih olan Fazlullah, dünyadaki zulüm ve eziyetleri ortadan kaldırıp her yerde adaleti sağladı.

Fazlullah Esterâbâdî, ahir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdî ve Mesih’tir. Ye’cüc ve Deccal’i yenilgiye uğratan Fazlullah, şüphe ve şirki yeryüzünden silmiş, dünyada adaleti sağlamış ve insanlar için cennete ulaşabilmeyi kolaylaştırmıştır. Onun öğrettiği ilim sayesinde insanlar, cennette mücevher tahtlara kurulmuş halde Allah’ın yüzünü görebileceklerdir.

Fazlullah’ın İlmi

774/1373 veya 775/1374 yılında Fazlullah’a tevil ilmi verilir (Aksu, 1995: 277; Usluer, 2009a: 38). Bu, büyük bir ilimdir. Öyle ki, Fazlullah’tan önce gelen hiç kimseye, hiçbir peygambere bu ilim verilmemiştir. Böylece Fazlullah, en büyük ilim sahibi olmuştur. ArşîDivanı’nda, Fazlullah’ın sahip olduğu büyük ilme dair pek çok beyit bulunmaktadır:

Fazl-ı Hak sî vü dû tekellüm ile

Arza basdı kadem terahhüm ile (Tercî-i bend l/VI/41)

Fazl-ı Hak otuz iki kelimeyle (ve) merhametle yeryüzüne ayak bastı. Fazlullah’ın ilmi, en başta otuz iki ilahi kelimedir. Kainattaki isimlerin tamamı otuz iki ilahi kelimeden ibaret olduğu için, Fazlullah bilinebilecek her şeyi bilmektedir (Seyyid Nesîmî, 2017: 13). O, bu ilmini öğretmek üzere ilahi bir görevle yeryüzüne inmiştir.

Fazl-ı Hakdan ‘Arşiyâ keşf olalı esmâ-i kül

Oldı faş esrâr-ı Hakk-ı evvelîn ü âhirîn (G 220/15)

Ey Arşîl Bütün isimler Fazl-ı Hak tarafından keşfedildiğinden beri Hakk’ın önceki ve sonraki sırları açığa çıktı. Peygamberler insanlara dinin bütün sırlarını açıklamamıştır (Arşî, G 6/16). Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile, Kur’arida, hurûf-ı mukattaa gibi, açıklanmayan kısımlar bırakmıştır. Ancak Fazlullah, keşfettiği tevil ilmiyle Allah’ın bütün sırlarını ortaya sermiştir. Bu bakımdan o, en büyük ilim sahibidir. Aşağıdaki beyit de, bu beyte benzer bir anlam içermektedir:

Kitâb-ı enbiyâda remz olan dîn müşkilâtın hep

‘lyân itdi kamu bir bir beyân-ı Esterâbâdî (K 7/2)

Esterâbâdlının sözü, peygamberlerin kitaplarında işaretle anlatılan bütün din zorluklarını tek tek açıkladı. Fazlullah, kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı kadar açık bir şekilde, dinin tüm sırlarını ortaya koymuştur ve zorlukları tek tek halletmiştir.

Enbiyâ sırrını idüp zâhir

Sadra geçdi bu gün tekaddüm ile (Tercî-i bend l/VI/46)

Peygamberlerin sırrını açıklayıp bugün öne geçerek en başa oturdu. Fazlullah, peygamberlerin sırlarını açıklayacak kadar büyük bir ilim sahibidir. O, ilmiyle en önde bulunmaktadır. Bu sebeple, bütün peygamberlerden üstündür:

Cemî’-i enbiyânun bildi râzın

Kamudan riPati a’lâ degül mi (G 281/4)

(Fazlullah), bütün peygamberlerin sırrını bildi. (Onun) derecesi hepsinden yüksek değil midir? Fazlullah’ın üstünlüğü, Allah’tan bizzat öğrendiği otuz iki ilahi kelime sayesindedir. Böylece Fazlullah, peygamberlerin açıklamadığı tüm sırları açıklayabilmiştir. Derecesinin bütün peygamberlerden üstün olmasının sebebi de budur.

Fazl-ı Hakdur reh-nümâ-yı şer’-i Hayrü’l-Mürselîn

Fazl-ı Hakdur nûr-ı pâk-i revnak-ı kalb-i selîm (K 8/10)

Gönderilmişlerin hayırlısının şeriatinin kılavuzu Fazl-ı Hak ’tır. Temiz kalbin parlak saf nuru Fazl-ı Hak’tır. O, ilmiyle, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatini açıklayan kılavuzdur. Temizliğin, saflığın sembolüdür.

Cihânun müşkilâtı tâlib-i ma’nâya ey ‘Arşî

Bi-hamdi’llâh ki feyz-i Fazl-ı Hakdan oldı hep âsân (G 221/15)

Ey Arşî! Allah’a hamd olsun ki mananın taliplerine cihanın zorlukları Fazl-ı Hakk’ın feyzi dolayısıyla hep kolay oldu. Onun ilmi sayesinde, Hak yolunun yolcularının karşılaştığı zorluklar kolaylaşır. Öyle büyük bir ilim sahibidir ki, onun ilmine, peygamberler dahil, hiç kimse erişemez:

‘Aceb bî-misl ü hemtâdur civân-ı Esterâbâdî

Hayât-ı cân virür her dem zebân-ı Esterâbâdî (K 7/1)

Esterâbâdlı genç eşsiz ve benzersizdir, hayret! Esterâbâdhnın dili her an cana hayat verir. O, ilmiyle eşsiz bir insandır. Hurûfîliğe göre âb-ı hayat, içenin bir daha asla susamayacağı otuz iki ilahi kelimedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 438). Fazlullah’ın öğretisi de otuz iki ilahi kelime üzerinedir. Bu nedenle onun sözleri, insanların canına hayat verir. Aşağıdaki iki beyit de, bu beyte benzer bir anlam içerir:

Katresin nûş iden olur câvîd

Menba’-ı çeşme-i zülâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/33)

(Fazlullah’m) damlasını içen sonsuz olur. Saflık pınarının kaynağı odur. Fazlullah, âb-ı hayatın kaynağıdır. Onun ilminden biraz olsun faydalananlar bile sonsuzluğa ulaşır.

Hayât-ı câvidân irgürdi kevne

Kelâm-ı mu’ciz-i ‘İsâ degül mi (G 281/5)

Varoluşu sonsuz hayata kavuşturdu. Sözü mucize (olan) Isa değil midir? İsa, sözleri ile, Allah tarafından bir mucize olarak, ölüleri diriltebiliyordu (Levend, 2015: 141). Fazlullah’m sözleri de ölü canları diriltmekte, insanları sonsuz bir hayata kavuşturmaktadır. Fazlullah’m öğretisi, otuz iki ilahi kelimenin her şey olduğu üzerine kuruludur. Bu kelimeler, Allah’ın kendisidir. Allah, mevcudatı yaratırken her şeye bu kelimelerden bazılarını vermiştir. İnsana ise tüm kelimeler verilmiştir; çünkü Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır. Otuz iki kelime sonsuzdur, ezeli ve ebedidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 40). Fazlullah’m ilmi sayesinde kendisinin de otuz iki kelime olduğunu öğrenen insan, sonsuz hayata kavuşur.

Fazl-ı Hakdur ‘ilmü’l esmâ-i küllihd’ dan murâd

Fazl-ı Hakdur Âdem-i mescûd-ı ma’hûd-ı kadîm (K 8/3)

İlmü’l esmâ-i küllihâ’ ile kastedilen Fazl-ı Hak’tır. Eskide bilinen secde edilmiş Âdem, Fazl-ı Hak’tır. Fazlullah, bütün isimleri bilendir. Bakara suresinin 31. ayetine göre Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Hurûtîlere göre bu isimler, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404; Seyyid Nesîmî, 2017: 17). Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin sebebi, onun otuz iki ilahi kelimeyi biliyor olmasıdır. Şeytan ise, otuz iki ilahi kelimeden habersiz olduğu için Âdem’e secde etmemiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37). Fazlullah, otuz iki ilahi kelimeyi keşif yoluyla öğrenen ve insanlara öğreten kişidir. Bu sebeple, Arşî’ye göre, meleklerin secde ettiği Âdem, aslında Fazlullah’tır. Yani Fazlullah, hakiki Âdem’dir:

Rumûz-ı Âdem-i tahkiki anla

Zuhûr-ı ‘ilm-i Fazl-ı Hakkı anla (M 2/24)

Hakiki Âdem ’in işaretlerini anla; Fazl-ı Hakk’ın ilminin ortaya çıkışını anla. Fazlullah’ın ilminin ortaya çıkışı, Allah sayesindedir. Âdem, aslında Fazlullah’tır. Bu nedenle Allah’ın, bizzat otuz iki ilahi kelimeyi öğrettiği kişi de odur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404; Seyyid Nesîmî, 2017: 17). Dolayısıyla Fazlullah, görünen şeyleri bildiği gibi, görünmeyen şeyleri de bilir:

Fazl-ı Hakdur evvel ü âhirde ‘allemü’l-guyûb

Fazl-ı Hakdur ‘Arşiyâ vallâhi zü’l-fazlü’l- ‘azîm (K 8/11)

Başında ve sonunda, görünmeyen şeyleri bilen Fazl-ı Hak ’tır; Vallahi ‘ ‘zü’l- fazlü’l-‘azîm’ (olan) Fazl-ı Hak’tır. Otuz iki ilahi kelimeyi bilen Fazlullah’ın, görünen ve görünmeyen, bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kur’arida her nerede ‘fazl’ ismi geçiyorsa ona işaret eder. Dolayısıyla Fazlullah, büyük bir lütuf sahibidir; çünkü kendisine Allah tarafından bütün isimler öğretilmiştir.

Fazl-ı Hakdur kâşif-i te’vîl-i ‘ilmi-i men ledün

Fazl-ı Hakdur vâkıf-ı esrâr-ı Kur’ân-ı ‘Azîm (K 8/5)

‘Men ledün’ ilminin tevilini keşfeden Fazl-ı Hak’tır; Kur ’an’ın sırlanmadan haberdar olan Fazl-ı Hak’tır. Kehf suresinin 65. ayetinde Allah şöyle der: “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”. Bu kul, yaygın görüşe göre, Hızır’dır ve sahip olduğu ilim ledün ilmidir. Bu ilmin ne olduğu Kur’arida açıklanmaz. Fazlullah ise, sahip olduğu ilim sayesinde ledün ilminin tevilini keşfeder. O, bu ilim sayesinde, Kur’arida açıklanmayan her şeyi, Allah’ın bütün sırlarını açıklayan kişidir:

‘Arşî su’âl idenlere uş bu cevâbdur esah

Geldi mü’evvel-i kelâm oldı mübeyyin-i kitâb (G 20/7)

(Ey) Arşî! Soranlara işte bu gerçekten cevaptır: Tevil edilen söz geldi, kitabı açıkladı. Fazlullah’ın tevilleri, Kur’arim açıklamalarıdır. Her sorunun cevabı, Fazlullah’ın öğrettiği ilimdedir.

Kasr-ı vahdet yapmak istersen eğer ‘ukbâda sen

‘Üm-i Fazl-ı zü’l-minendür bil ki mi’mâr-ı Hudâ (G 5/3)

Eğer sen ahirette birlik kasrı yapmak istersen bil ki Tanrı mimarı Fazl-ı Allah’ın ilmidir. Cennetin anahtarı Fazlullah’ın ilmindedir. Cennette nimetlere erişmek isteyenler, Fazlullah’ın ilminden faydalanmak zorundadırlar. Cennetteki kasırların, köşklerin mimarı, Fazlullah’ın ilminden başka bir şey değildir.

‘Üm-i Fazl ilen gelür terkibe ey ehl-i safâ

Şol ki erbâb-ı tasavvufdur vücûd-ı mükteseb (G 18/4)

Ey zevk ehli! Şu tasavvuf erbabı olanlar Fazl’ın ilmiyle varlık kazanır. Tasavvuf erbabı olanlar, Fazlullah’ın ilmi sayesinde hayat bulurlar.

Bi-hamdi’llah ki feyz-i Fazl-ı Hakdan

Dükenmez ni’met-i ‘uzmâdayam ben (G 227/8)

Allah’a hamd olsun ki ben Fazl-ı Hakk’ın ilminden dolayı tükenmez (bir) büyük nimetteyim. Yani, Fazlullah’ın ilmi, sonsuz bir nimettir. Şair de bu ilme sahip olmuştur.

Ey Fazl-ı Hûda sâhib-i esrâr-ı hakikat

İt gel bize in’âm

Tâ kim olavuz lütfün ile ehl-i tarikat

Dil senden ala kâm (Müstezad 3/1)

Ey Fazl-ı Hudâ! Hakikat sırlarının sahibi! Gel, bizi nimetlendir. Ta ki iyiliğinle tarikat ehli olalım; gönül senden zevk alsın. O, ilahi sırların bilgisine sahiptir. Bu bilgi, şüphesiz ki gönle zevk veren büyük bir nimettir.

Şîrîn dehenünden saçılur feyz-i İlâhî

Cânsuzlar olur hay

Nutkundan irer mürdelere kuvvet ü kudret

Sıhhat bulur eskâm (Müstezad 3/4)

Şirin ağzından ilahi feyizler saçılır, cansızlar dirilir; sözünden ölülere kuvvet ve kudret erişir, hastalıklar sıhhat bulur. Fazlullah’ın ilmi öyle bir ilimdir ki, onun sayesinde cansızlar dirilir, ölüler kuvvet ve kudrete kavuşur, hastalar şifa bulur.

Mevt-i şirk-i hafî’i kati itdi

‘Âlemi kıldı hay tefehhüm ile (Tercî-i bend l/VI/44)

Gizli şirki öldürüp âlemi anlayış ile diriltti. Onun ilmi sayesinde insanlar, gizli şirkten kurtulup anlayış sahibi oldular.

Ey mazhar-ı ism ü hem müsemmâ

Ve’y câmi’-i sırr-ı zât-ı yek-tâ (Terkib-i bend 1/1/1)

Ey hem isme hem de müsemmaya erişen; ve ey eşsiz zatın sırrını içinde bulunduran!.. Fazlullah, Allah’ın sırrını bilen kişidir. O, hem otuz iki ilahi ismi hem de bu isimlerin gösterdiği varlık olan Allah’ı bilir.

Fazl-ı Ehad ol kadîm ü dâ’im

‘Üm ile dün (ü) gün oldı kâ’im (Terkib-i bend 1/II/16)

Fazl-ı Ehad, o başlangıcı ve sonu olmayan, gece ve gündüz ilim ile durdu. Fazlullah sonsuzdur, başlangıcı ve sonu yoktur. O daima ilim ile durmaktadır. Bu sebeple, Fazlullah sonsuz olduğu için, onun ilmi de sonsuzdur.

Fazl-ı Hakdan taleb it ‘ilm-i İlâhî remzin

Diler isen olasın vâkıf-ı esrâr-ı Hudâ (Kıt’a 4/1)

Hudâ’nın sırlarına ulaşmayı dilersen ilahi ilmin işaretlerini Fazl-ı Hak’tan talep et. Allah’ın sırlarını bilmek isteyen, Fazlullah’tan ilim talep etmek zorundadır. O, ilahi ilmin işaretlerine sahip bir insandır. Gül Baba, bu konu ile alakalı olarak şu beyti söylemiştir: “Fazl-ı Hak’dan heft hatt-ı hüsnini keşf itmeyen / Vâkıf olmaz bîst ü heşt esrâr-ı hatemden bugün” (Gül Baha’dan aktaran Dede, 2001: 342). Bu beyti Arşî’nin beytiyle bağlantılı düşünürsek, Allah’ın sırrı yirmi sekiz ilahi kelimedir. Bu sırra ulaştıracak vasıta ise, Fazlullah’ın öğrettiği, yüzde bulunan yedi hattır.

Sonuç olarak Fazlullah Esterâbâdî, tevil ilmi sahibidir. Bu öyle büyük bir ilimdir ki hiçbir peygambere ve hiç kimseye verilmemiştir. Fazlullah, bu ilim sayesinde peygamberlerin yalnızca işaret edebildiği hususları açık açık anlatabilmiş, dinde zorluk bırakmamıştır. Bundan dolayı Fazlullah, ilim bakımından bütün peygamberlerden üstündür. Fazlullah’ın sözleri, İsa’nın nefesi gibi ölüleri diriltir. Bu sözler âb-ı hayâttır; insanlara sonsuz bir hayat bağışlar. Fazlullah, ilmini bizzat Allah’tan öğrenmiştir. Kur’arite. Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettiğinden bahsedilir. Âdem, aslında Fazlullah’tır ve Fazlullah bütün isimleri Allah’tan vasıtasız bir şekilde öğrenmiştir. Bu isimler otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Her şey otuz iki ilahi kelime olduğundan dolayı, bu isimleri bilen Fazlullah her şeyi öğrenmiş olur. Fazlullah’ın bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Onun ilmi, büyük bir nimettir. Ledün ilmini de bilen Fazlullah, cennetin anahtarını elinde tutmaktadır. O, gece ve gündüz, sonsuza kadar bu ilimle durmaktadır. Fazlullah nasıl sonsuz bir hayat sahibiyse onun ilmi de öyle sonsuzdur. Bu ilim ölülere kuvvet ve hastalara şifa olur. İnsanları gizli şirkten kurtarır ve onları esmadan müsemmaya, yaratılanlardan Hakk’a ulaştırır.

Hakikatin Habercisi Olarak Fazlullah

Fazlullah, yeryüzüne en son inen hakikat temsilcisidir. Peygamberlerin işaret ettiği yüce kişi odur (Tercî-i bend 3/IV/29). Bu sebeple o, hakikatin en büyük temsilcisi olarak yeryüzüne inmiştir ve dindeki tüm zorlukları halletmek, peygamberlerce açıklanmayan sırları bildirmekle görevlidir (Arşî, Tercî-i bend 3/VH/55; Tercî-i bend l/VH/52). Bu bölümde, Arşî Divanı’nda bulunan, Fazlullah’ın hakikatin anahtarı olduğuna dair beyitler incelenecektir.

Şu’â-ı feyz ü fazlından doludur maşrık u magrib

Hakîkat âfıtâbıdur fülân-ı Esterâbâdî (K 7/4)

Esterabadlı olan (Fazlullah), hakikat güneşidir; Doğu ve Batı (onun) ilim ve fazileti ile doludur. Fazlullah, güneşe teşbih edilmektedir. O, ilmiyle, hem doğuyu hem de batıyı, yani, tüm insanları cehalet karanlığından hakikatin aydınlığına çıkarmasıyla bir güneş gibidir; hakikatin güneşidir. Bu sebeple kurtuluş, onun yoluyladır:

Dilersen bulmağa râh-ı selâmet

Var iste Fazl-ı Hakdan isti’ânet (M 2/49)

Kurtuluş yolunu bulmayı dilersen gidip Fazl-ı Hak’tan yardım iste. Fazlullah, hakikatin anahtarıdır. Bu nedenle insanlar, kurtuluş için ondan yardım istemelidir.

Hatt-ı vechinden ‘ıyân itdi sırâtü’l müstakîm

Oldı zâhir sırr-ı er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istiva (G 6/18)

(Fazlullah), yüzündeki hatlarla dosdoğru yolu açığa çıkardı; ‘er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istiva’ sırrı ortaya çıktı. ‘Er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istivâ’, Tâhâ suresinin beşinci ayetidir. Meali şudur: “Rahmân Arş’a kurulmuştur”. Hurûfîlere göre arş, Âdem’in vücududur. Rahman’ın arşa kurulması ise ilahi kelimelerin Âdem’in yüzünde görünmesidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 39). Doğru yolun bulunması, Âdem’in yüzündeki yirmi sekiz ve otuz iki hattın okunması ile olur.

Yüzdeki hatların, yani ilahi kelimelerin işaretlerinin okunması ise Fazlullah’ın ilmi sayesinde mümkün olmuştur. Fazlullah, ilahi kelimeleri açıklayarak dosdoğru yolu göstermiş, ‘er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istivâ’ sırrını ortaya koymuştur.

Esrâr-ı zâtı cümle ‘ıyân itdi mû-be-mû

Okundı hatt-ı vech-i peder ref olup gıtâ (G 8/13)

Zatın sırlarını inceden inceye açığa çıkardı. (Böylece) örtü kalkıp babanın yüzündeki hatlar okundu. Bu beyit de, bir önceki beyit gibi, hatların sırlarının açığa çıkarılması ile ilgilidir. Hurûfîlikte söz her şeydir. Bu nedenle ilahi kelimelerin sırlarını ortaya koymak en büyük hakikattir. Fazlullah, işte bu büyük hakikati öğretmiştir. Böylece insanlığın babası olan Adem’in yüzüne yazılan hatlar okunabilmiştir. Âdem, Hakk’ın suretinde yaratıldığından dolayı bu hatları okumak, Allah’ın yüzünü görmeye vesiledir:

Keşf-i sürâdıkât-ı cemâl-i visâl iden

Rü’yet güninde tâlibe fazl-ı Vedûd idi (G 283/5)

Görme gününde yüze ulaşılması (için) taliplere perdeleri açan, Fazl-ı Vedûd’du. İnsanın yüzündeki hatları okumak, Fazlullah’ın öğretisi sayesinde mümkün olmuştur. Bu ise, ahirette Allah’ın yüzünü görmeye vesiledir. Çünkü Allah, otuz iki kelimedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400). Bu ilahi kelimeleri dünyada okuyabilen ahirette de okuyabilecek, böylece Allah’ın yüzünü görebilecektir.

Fazl-ı Hakdan anlara feth oldı sırr-ı küntü kenz

Şimdi anlardan ricâlu’llâh fî-arz u semâ (G 6/21)

‘Küntü kenz’ sırrı onlara Fazl-ı Hak tarafından açıldı; şimdi onlardan yeryüzü ve gökyüzünde evliyalar (meydana geldi). ‘Küntü kenz’, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; bundan dolayıdır ki halkı yarattım, var ettim.” kudsi hadisinin başıdır (Pala, 2011: 266). Allah, otuz iki ilahi kelimedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400). Her şeyi “Kün!” emriyle yaratmıştır (Bakara, 2/117). O, kelimeler vasıtasıyla yarattığı her şeye, bu kelimelerden bazılarını vermiştir; insana ise tüm ilahi kelimeleri öğretmiştir. Bundan dolayı her şey ilahi kelimelerden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 40). Fazlullah, sözkonusu ilahi kelimeleri okumayı öğretmiştir. Onun ilmini öğrenen her şeyi bilebilir, hakikate erer. Böylece ‘küntü kenz’in sırrına ulaşır. Bu sırra ulaşanlar, Fazlullah sayesinde evliya olur.

Kıldı ihyâ cemî’-i emvâtı

Oldı çün Fazl sâkî-i ebrâr (Tercî-i bend 3/1/7)

Fazl, hayır sahiplerinin sakisi olduğu için bütün ölüleri diriltti. İlahi harfler ezeli ve ebedi olup diridir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66). Fazlullah, insanlara daima diri olan hakikati -ilahi kelimeleri- öğretmiştir. Sonuçta insanlar ölümden dirilip can bulmuşlar, hayât-ı câvidâna, yani sonsuz hayata kavuşmuşlardır.

Fazl u ‘inâyetinden eğer irmese meded

Kalmışdı halk bahr-ı cehâletde mübtelâ (G 8/6)

(Fazlullah’ın) iyilik ve bağışından yardım ermeseydi halk cehalet denizine tutulmuş (olarak) kalmıştı. Eğer Fazlullah hakikati gösterip bir güneş gibi insanları aydınlatmasaydı, onlara iyilik ve bağışından yardım etmeseydi, pek çoğu cehalet denizinde boğulacaktı.

Beyân-ı Fazl-ı Hakdan iste meded

Halâs olmağa tâ cehl-i kavîden (G 234/4)

Yakıcı cehaletten kurtulmak için Fazl-ı Hakk’ın sözünden yardım iste. Fazlullah’ın sözü hakikattir, cehaleti ortadan kaldırır. Bu sebeple, cehaletten kurtulmak için Fazlullah’tan yardım istenmelidir.

Yaturdum künc-i gamda zâr u haste Fazl-ı bî-hemtâ

Hayât-ı nev yetürdi cânuma kıldı beni ihyâ (G 7/1)

Gam köşesinde hasta ve ağlayarak yatardım. Benzersiz Fazl, canıma yeni (bir) hayat getirip beni diriltti. Şair, Fazlullah’ın, hayatını tamamen değiştirdiğinden, kendisini yeni bir hayatla dirilttiğinden bahseder. Bunun sebebi, Fazlullah’ın hakikatin anahtarı olmasıdır:

Halâs itdi beni şirk-i hafiden

Kemâl-i kudretinden Fazl-ı Allâh (G 268/3)

Fazl-ı Allah, kudretinin olgunluğuyla beni gizli şirkten kurtardı. Fazlullah, şaire de hakikati göstererek onu gizli şirkten kurtarmıştır. Şairin makamını yükseltmiştir:

Tabî’at ‘âleminden kaldurup kurtardı esfelden

Bi-hamdi’llah ki Fazl itdi makâmum ‘Arşiyâ a’lâ (G 7/7)

Ey Arşîl Fazlullah, (beni) tabiat âleminden kaldırıp aşağılardan kurtardı; Allah’a hamdolsun, makamımı yükseltti. Yani Fazlullah, şairi âlem-i süfliden âlem-i ulvîye çıkarmış; böylece makamını yükseltmiştir.

Hamdü li’llâh irişüp feyz-i ezel ansızdan

‘Arşiyâ kıldı şifâ Fazl-ı İlâhî ihsân (G 247/5)

Ey Arşîl Allah’a şükürler olsun, ezelî feyz aniden erişti; Fazl-ı ilahi şifa bağışladı. Şair, Fazlullah’tan aldığı feyz ve şifa için Allah’a hamdetmektedir.

Visâl-i yâre vâsıl olmazdı ‘Arşî

‘İnâyet irmese Fazl-ı ehadden (G 248/5)

Fazl-ı Ehad’den iyilik erişmeseydi; Arşî sevgiliye kavuşamazdı. Eğer Fazlullah -hakikati göstererek- yardım etmeseydi, Arşî sevgili’ye, yani Allah’a ulaşamazdı.

İder hal ‘Arşiyâ her müşkilâtın

Bulan Fazl-ı Hudâdan Câvidânı (G 290/7)

Ey Arşî! Fazl-ı Hudâdan Câvidân’ı bulan, her zorluğu halleder. ‘Câvidân’ ile kastedilen, Hurûfîlerin kutsal kitabı Câvidânnâme’ dir. Bu kitap, Fazlullah Esterâbâdî’nin hakikate dair tüm öğretilerini içerir. Bu kitabı öğrenen, hiçbir zorlukla karşılaşmaz, hepsini halleder.

Her kimün matlûbı Fazl’ullâh ola

‘Âkıbet ol ‘ârif-i bi’llâh ola (G 266/1)

Kim Fazlullah’ı talep ederse sonunda o veli olur, marifeti Allah’a ulaşır. Fazlullah’ı isteyenler, onun öğrettiği hakikati talep edenler sonunda velilik mertebesine ulaşır; bu bilgisiyle Allah’a kavuşur.

Olma tûfân-ı cehl içinde helâk

Yüri Fazl-ı Hudâdan iste necât (Tercî-i bend 3/III/25)

Cehalet tufanı içinde mahvolma; yürü, Fazl-ı Huda’dan kurtuluş iste. Fazlullah’tan uzak olmak, cehalet tufanı içinde kalmaktır. İnsanlar, cehalete karşı Fazlullah’tan kurtuluş istemelidir. Fakat inatçı olan bazı insanlar bundan kaçınır:

Fazl-ı Haka olmayınca sâcid

Şeytâna uyar kalur mu’ânid (Terkîb-i bend 1/1/8)

inatçı, Fazl-ı Hakk’a secde eden olmayınca şeytana uyar kalır. İnatçı olan insanlar Fazlullah’a secde etmezse, ondan kurtuluş istemezse hakikate eremez ve şeytana uyar.

Demek ki Fazlullah Esterâbâdî, hakikatin güneşidir. O, yirmi sekiz ve otuz ikinin hakikatini insanlara öğreterek 'er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istiva’ ayetinin sırlarını ortaya koymuş; insanın yüzündeki ilahi kelimelerin işaretleri olan hatların nasıl okunacağını anlatarak, Âdem’i kendi suretinde yaratan Allah’ın yüzünü görebilmeyi kolaylaştırmıştır. Otuz iki kelime her şeydir. Bu ilahi kelimeleri bilenin, bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Câvidânnâme" nrn ilmini bilen her zorluğu halleder. Bu kişinin altından kalkamayacağı hiçbir zorluk olamaz. Fazlullah, bu kelimeleri öğreterek, aslında bilinebilecek her şeyi öğretmiş olmaktadır. Onun hakikate dair sözleri insanları ölümden diriltir, onlara sonsuz bir hayat bağışlar. Fazlullah, insanları cehaletin karanlığından hakikatin aydınlığına çıkaran kişidir. O olmasaydı, halk cehalet tufanında boğulurdu. İnsanlar, cehaletten kurtulmak için Fazlullah’tan yardım istemelidir.

Fazlullah, hakikatin bir anahtarı olarak, Şair Arşî’nin canına yeni bir hayat bağışlamış, hakikati göstererek onu gizli şirkten kurtarmıştır. Böylece Arşî, Fazlullah sayesinde âlem-i süfliden âlem-i ulvîye çıkmıştır. Şair, Fazlullah’tan kendisine erişen feyz, yardım ve şifa için Allah’a şükretmektedir. Çünkü o, bu sayede sevgiliye, yani Allah’a kavuşmuştur.

Arşî’nin Fazlullâh’a Bağlılığı

Arşî, Dzva^’ında Fazlullah’a bağlılığını sık sık dile getirmiştir. Bu beyitlerde Arşî’nin Fazlullah’a nasıl baktığına, onu nasıl anladığına dair işaretler bulunmaktadır. Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesi, şairin, bir âşık gibi, Fazlullah’a kayıtsız şartsız bağlanmasına neden olmuştur. Şairin hayatının merkezinde Fazlullah vardır. Fazlullah; şairin ümit ettiği, yardım dilediği, şifa ve iyilik istediği tek kişidir:

‘Arşî cenâb-ı Fazl-ı Hudâdan recâ idin

Her ne murâdun olsa ana eyle ilticâ (G 8/16)

(Ey) Arşî! Fazl-ı Hudâ Hazretlerinden ümit et; her ne isteğin varsa ona sığın. Şair, Fazlullah’a tam bağlanmıştır. O, daima Fazlullah’tan ümit eder; her isteğinde ondan yardım diler.

Yüzün döndür Cenâb-ı Fazl-ı Hakka

Halâs olmak dilersen mâ-cerâdan (G 233/3)

Maceradan kurtulmak istersen yüzünü Fazl-ı Hak Hazretlerine döndür. Macera, yaşamın mâsivasıdır. Arşî, hayatın boş çabalarından uzaklaşmak için kendisini Fazlullah’ın yoluna vermiştir.

‘Arşiyâ ‘abd olmayan Fazl-ı Haka

Şâhı kimdür kâ’inâtun anlamaz (G 118/9)

Ey Arşî! Fazl-ı Hakk ’a kul olmayan, kainatın şahı kimdir, anlamaz. Kainatın şahı Allah’tır. Allah, yalnızca Fazlullah’ın öğretisi yardımıyla bilinebilir; çünkü dinin ve Allah’ın bütün sırlarını sadece Fazlullah ortaya koyabilmiştir. Bu nedenle şair, Allah’ı bilebilmek için Fazlullah’a kul olmayı şart koşar.

Fazl-ı Ehadün gulâmıyam ben

Cân mülketinün nizâmıyam ben (Terkib-i bend 1/III/24)

Ben, Fazl-ı Ehad’ın kölesiyim; can ülkesinin yoluyum. Şair, pek çok beyitte olduğu gibi bu beyitte de Fazlullah’a kul olduğunu ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki şair, bu durumdan son derece memnundur. Onun kulluğu, bir aşk ilişkisi mahiyetindedir. ‘Can ülkesi’, ilahi aşkın ülkesidir. Şair, can ülkesinin yolunda olduğunu söylerken, aşk yolunda olduğunu anlatmak istemektedir.

Ezelden ‘Arşiyâ Fazl-ı Hudânun

Yolında bende-i ednâsıyım ben (G 226/7)

Ey Arşî! Ben, Fazl-ı Hudâ’nın yolunda, (onun) ezelden aşağı bir kuluyum. Arşî, Fazlullah’a olan kulluğunu başlangıçsız geçmişe kadar götürmektedir. O, her zaman Fazlullah’ın kuluydu ve bu nedenle sonsuza dek onun kulu olmaya devam edecektir.

Der-geh-i zât-ı Fazl-ı yek-tâya

‘Arşiyâ bende-i hakîrem ben (H 225/7)

Ey Arşî! Ben, Fazl-ı Yekta’nm dergahına adi bir kulum. Şair, Fazlullah’a olan kulluğunu defalarca tekrarlayarak, bu kulluğun ne büyük bir mutluluk olduğunu hissettirmek istemektedir.

İrişmek ister isen Ka’be-i maksûda ey hâcı

Bu ‘Arşî gibi cân ile gulâm-ı Fazl-ı Sübhân ol (G 173/9)

Ey hacı! Kabe ’ye erişmek istersen, bu Arşîgibi canla Fazl-ı Sübhân’ın kulu ol. Kendisi Fazlullah’a kul olmaktan mutlu olan Arşî, başkalarına da bunu tavsiye etmektedir. Şair, Kâbe’ye erişmenin şartı olarak Fazlullah’a kul olmayı göstermektedir; çünkü, Hurûfîliğe göre, hac ibadetinin kabul olmasının şartı, bu ibadetin gizli anlamlarını bilmekten geçer. Tüm ibadetlerin amacı, Allah’ın yüzünün müşahedesidir (Fazlullah-ı Esterâbâdî, 2012: 440). Hac ibadetinde Allah’ın yüzünün müşahedesine dair sırları açıklayan tek kişi ise Fazlullah’tır.

Ey Fazl-ı Ehad lütfün umar hâk-i deründe

Bu ‘Arşî-i miskin

Vaktidür ana eylesen ihsân u mürüvvet

Tâ kim bula ârâm (Müstezad 3/7)

Ey Fazl-ı Ehad! Bu zavallı Arşî, kapının toprağında iyiliğini umar. Vaktidir; ona iyilik et ve cömertlikte bulun ki rahat bulsun. Divan edebiyatı estetiğine göre âşık, sevgilisinin eşiğinde bir dilenci gibidir. Bu durumda bile o, bir padişahtan üstündür. Sevgilinin semti, ona Kâbe gibi görünür. Âşık, gül bahçelerinde eğlenmeyi değil, sevgilinin evinin yöresinde huzur bulmayı tercih eder (Kaplan, 2013: 102­103). Bu beyitte Arşî âşık, Fazlullah ise sevgili konumundadır. Arşî, bir âşık gibi Fazlullah’ın eşiğinde ondan iyilik ve cömertlik beklemektedir.

Kapunda bir fütâde ‘abd-i hakîrünüzdür

Arşîye dest-gîr ol yâ Fazl-ı Rabbü’l-erbâb (K 2/11)

Ey uluların Rabbi Fazl! Kapında bir düşkün, değersiz kul olan Arşî’nin elinden tut. Fazlullah, bu beyitte Allah konumundadır; çünkü Allah, onda tecelli etmiştir. Arşî, Rab olan Fazlullah’ın kapısında yardım dilenmektedir.

‘Arşî kulunam bî-sühan ey Fazl-ı zât-ı zü’l-minen

Feth eyle bâb-ı ‘ilmi sen ben bende-i bî-çâreye (Kıt’a 1/9)

Ey Fazl-ı zât-ı zü’l-minen! (Ben), sözsüz Arşî kulunum. Sen, çaresiz (bir) kulun (olan) bana ilim kapısını fethet. Söz, Hurûfîliğe göre, en büyük ilimdir. Arşî ise sözden yani ilimden mahrumdur. Bu nedenle, söz ilmini öğreten Fazlullah’tan yardım istemektedir. Beyit, bir çeşit dua niteliğindedir. Beyitte Arşî kul, Fazlullah ise Allah konumundadır. Arşî, isteğini dilerken kendini soyutlamakta; ilim kapısını kendisi için Fazlullah’ın fethetmesini istemektedir.

Gerçi şâhuz ‘Arşiyâ mülk-i ma’ânîde velî

İşiginde Fazl-ı Hakkun bende-i muhtâcıyuz (G 121/5)

Ey Arşî! Mana ülkesinde her ne kadar şah olsak da, Fazl-ı Hakk ’ın eşiğinde, (onun) muhtaç kuluyuz. Mana ülkesi, insanın içsel dünyasıdır. Arşî, iç dünyasında, kalp âleminde bir şahtır; ancak onun şahlığı, Fazlullah’a kul olmasından dolayıdır. Beyitteki tezad, iç dünyada şah olma ile Fazlullah’a kul olmanın ayrılmaz bütünlüğü sayesinde meydana gelmektedir.

‘Arşîyem cümleden müberrâ

‘Abd-i der-i Fazl-ı zü’l-celâlem (G 197/16)

Arşî’yim; her şeyden kurtulmuş, Fazl-ı Zü’l-celâl’in kapısının kulu olmuşum. Arşî, kendisini bağlayan, nefsinin özdeşleştiği her şeyden kurtulmuş; Fazlullah’a kul olmuştur.

‘Arşî cenâb-ı Fazl-ı Keremden umar ‘atâ

Dâ’im bu bendenün yüzi ol âsitânedür (G 87/7)

Arşî, Fazl-ı Kerem Hazretlerinden bağış umar. Bu kölenin yüzü daima o eşiktedir. Bir ilah konumunda olan Fazlullah’ın eşiğinde bekleyen Arşî, bir kul olarak daima ondan bağış ummaktadır.

‘Arşî hakîr-i bendene lutf eyle ey Fazl-ı Hudâ

Yâ Rabbenâ yâ Rabbenâ estagfiru’llâh el-‘azîm (G 195/6)

Ey Fazl-ı Hudâl Adi kulun olan Arşî’ye iyilik yap; yâ Rabbenâ yâ Rabbenâ estagfiru’llâh el-‘azîm. Arşî, ilah olan Fazlullah’tan iyilik dilemekte, günahlarının affını istemektedir.

Yok penâhum senden özge tâ ebed

Zât-ı pâkün hakkı ey Fazl-ı Ehad (M 1/10)

Ey Fazl-ı Ehadl Temiz zatının hakkı (için), sonsuza dek senden başka sığınağım yoktur. Fazlullah, Allah’ın kendisinde tecelli etmesinden dolayı ilah konumundadır ve bu nedenle zatı tertemizdir. Kul olan Arşî’nin Fazlullah’tan başka sığınağı yoktur.

Murâdum kimseden yok tâ ebed Fazl-ı Hudâdandur

Şefâ’at umduğum rûz-ı cezâda Mustafâdandur (K 5/1)

Sonsuza kadar Fazl-ı Hudâ (dışında) kimseden isteğim yoktur. Ceza günü (ise) şefaat umduğum (kişi) Mustafa ’dır. Arşî, sonsuza dek sadece Fazlullah’tan ister; çünkü istekleri gerçekleştirebilecek tek ilah odur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise, bir peygamber olarak, şefaat makamındadır. Bu nedenle Arşî, şefaaati Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den bekler.

Ser-i kûyında ‘Arşî Fazl-ı Hakkun

Fütâde bî-ser ü bi-pâ degül mi (G 281/7)

Arşî, Fazl-ı Hakk’m köyünün başında başsız ve ayaksız (bir) aşk düşkünü değil midir? Arşî’nin Fazlullah ile ilişkisi, bir aşk ilişkisidir. Arşî, Fazlullah’ın köyünde başsız ve ayaksız dolaşan bir aşk hastasıdır.

Fazl-ı Feyyâza yüzün dut ‘Arşî-i şeydâ gibi

Tâlibâ olmak dilersen kâm-rân u kâm-yab (G 17/7)

Ey talipl Eğer mutlu olmak ve amacına ulaşmak istersen aşk delisi Arşî gibi Fazl-ı Feyyâz’a yüzünü tut. İnsanın mutluluğa ve amacına ulaşması, Arşî gibi Fazlullah için aşk delisi olmasına bağlıdır.

Marîz-i ‘aşk olup bî-tâkat (ü) bî-iktidâr oldı

Bu ‘Arşî haste Fazl-ı zü’l-keremden bir şifâ ister (G 106/5)

Bu Arşî aşk hastası olup takatsiz ve iktidarsız kaldı; kerem sahibi Fazlullah’tan bir şifa ister. Mutluluğa ve amaca ulaştıran bu aşk, aynı zamanda Arşî’yi takatsiz ve iktidarsız bırakmaktadır. Arşî, bir âşık olarak, çareyi yine sevgilisinden ummakta ve Fazlullah’tan şifa dilemektedir.

‘Arşiyâ âzâde-i her-dü-cihân olsam ne var

Sürmişem der-gâh-ı Fazlullâha her dem rûy-ı zerd (G 48/5)

Ey Arşî! Her iki cihandan özgür olsam ne olur? Her an sarı yüzümü Fazlullah’ın dergahına sürmüşüm. Arşî, aşkından dolayı hem bu dünyadan hem de ahiretten kurtulmuştur. Onun bu çifte özgürlüğü, aşkın getirdiği sonsuz bağlılıkla tezad oluşturmaktadır. Arşî, her iki cihandan özgür olmuş olsa da aşk sebebiyle sonsuza kadar Fazlullah’a bağlıdır. Arşî’nin yüzünün sarı olması, onun bir aşk hastası olduğunu gösteren en önemli işarettir.

Sâcidem der-gâh-ı ‘âlî-şân-ı Fazl-ı Hâlıka

Bende-i dîrîne’em ey ‘Arşî bî-pervâ direm (G 189/7)

Ey Arşî! Fazl-ı Hâlık’m şan ve şerefi büyük olan dergahına secde edenim.

Eski köleyim, korkusuzum. Şair, Fazlullah’ın dergahına bir kul gibi secde eder.

Yüz sürmeğe der-gâh-ı Fazl-ı Haka ey ‘Arşî

Esrâr-ı hakâyıka hayrân oluban geldüm (G 192/14)

Ey Arşî! Fazl-ı Hakk’ın dergahına yüz sürmek için hakikatlerin sırlarına hayran olup geldim. Şair, hakikatlerin sırlarını Fazlullah’ın öğretisi sayesinde anlamış ve hayran olmuştur. Bu hayranlıkla Fazlullah’ın dergahına yüz sürmek istemiştir.

Fârigu’l-bâlüz makâm-ı fakrı itdük ihtiyâr

Fazl-ı Hakkun ‘Arşiyâ lutf u ‘atâsın gözlerüz (G 128/8)

Ey Arşî! Fakr makamını seçtik, gönlü rahatız; Fazl-ı Hakk’ın iyilik ve bağışını gözleriz. Vîrânî Abdal, Fakrnâme adlı eserinde ‘fakr’ı şöyle anlatır:

İnsan her neyi mabudu edinse, maksudu da o olmuş olur. O halde insanın Hakk’tan başka bir şey istememesi gerekir. Ey fakr ve fena tâlibi! Allah ehli ve ahiret ehli kişi, yaşaması için gerekli olan miktar dışında bir şeye ihtiyaç duymaz ve bunun için başkasından bir talepte bulunmaz, insanlardan bir şey isteyerek kendini düşürmez. O sadece Allah’ı bilmek için talepte bulunur (Vîrânî Abdal, 2015: 15-16).

Arşî, Vîrânî Abdal’ın tarif ettiği fakr makamını seçmiştir. Hiç kimseden bir şey istemediği için hayal kırıklığına uğramaz. Bu nedenle gönlü rahattır. Onun tek isteği, Fazlullah’ın iyiliği ve bağışından başka bir şey değildir.

Dest-gîr olmaz ise Fazl-ı İlâh

Kalısar ‘Arşî böyle zâr u zebûn (G 237/7)

Fazl-ı ilâh yardımcı olmazsa Arşî böyle ağlayarak ve aciz (bir şekilde) kalır. Arşî’ye yardım edebilecek tek kişi Fazlullah’tır. Eğer o yardım etmezse, Arşî çaresiz ve aciz bir şekilde kalır. Arşî sadece Fazlullah’a bağlanmıştır ve onun tek ümidi Fazlullah’tır.

Görülüyor ki Arşî, Fazlullah’ı bir ilah olarak kabul eder ve ona kullukla, aşkla bağlıdır. O, âşık olduğu Fazlullah’ın eşiğinde, onun yardımını ve iyiliğini istemektedir. Arşî’nin Fazlullah’tan başka sığınacağı kimse yoktur. O, Fazlullah sayesinde hayatın mâsivasından, yaşamın macerasından kurtulmuş; fakr makamına ulaşmıştır. Artık istediği tek şey, Allah’ı bilmektir. Allah’ı ise, yine Allah’ın tecelli ettiği zat olan Fazlullah sayesinde bilmektedir. Fazlullah, Arşî’nin her şeyidir. Mutluluk ve isteklere kavuşabilmek, ibadetlerin kabul olması ve dini anlamak yalnızca Fazlullah’a kulluk sayesinde mümkündür. Eğer Fazlullah, Arşî’ye yardım etmezse, şair tek başına, çaresiz ve aciz kalacaktır.

Allah ve İnsan

Bu başlık altında yanıt arayacağımız sorular şunlardır: Arşî Divanı"nındaki Hurûfî şiirlerde Allah ile insan tasavvuru nasıldır ve ikisi arasındaki ilişkinin keyfiyeti nedir?

Allah

Allah, İslam anlayışının merkezindedir. Başlangıç ve son O’dur. O, her şeyin yaratıcısıdır, mutlak hakimdir, ezeli ve ebedidir. Zamandan, mekandan ve şekilden münezzeh olup doğmamış ve doğurmamıştır; hiçbir şey ona denk değildir (İhlas, 112/3-4). İslam kaynaklı bir düşünce ve inanç olan Hurûfîliğin Allah’a bakış açısı, ArşîDivam’nâan takip edilebilir. Arşî, Allah hakkında şu beyitleri söyler:

Terkîbe geldi nutka gelüp kuvvet-i ezel

Kün didi oldı var zemîn ü tokuz semâ (K 6/2)

Ezel kuvveti konuşup vücut buldu. ‘Kün’ dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Shahzad Bashir’e göre; Hurûfî düşüncesinde söz ile madde birbirinden ayrılamaz, çünkü madde sözden yaratılmıştır (Bashir, 2013: 49). Ezel kuvveti olan Allah’ın konuşması ve vücut bulmasının sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olması bundan dolayıdır. Yine; Allah’ın “Kün!” sözü, göklerin ve yerin yaratılmasının sebebidir (Yasin, 36/82). Demek ki söz, her şeyin aslıdır.

Gelelden ‘âlem-i terkibe zât-ı kuvvet-i evvel

Gehî savt u gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)

îlk kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses bazen de söz ile âlemi diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır ve yaratma eylemiyle terkip âlemine gelmiştir. Bu eylem, bazen ses bazen de söz ile olur. Varlıkların yaratılışı ve hayatını devam ettirmesi, Allah’ın sözüne bağlıdır. Bu nedenle Allah’ın sesi ve sözü ile yaratılış ve hayat arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır.

Hudâdur hâkim-i mutlak vücûd-ı cümle eşyâda

Hudâdur fa’il-i âb u hevâ vü hâk bâ-nirân (G 221/3)

Bütün şeylerin vücudunda mutlak hakim (olan) Hudâ’dır. Ateşle su, toprak ve havanın yapanı Allah’tır. Allah otuz iki ilahi kelimedir ve anasır-ı erbaa ile varlığın tamamını bu ilahi kelimelerden yaratmıştır. Her varlık, aslı olan otuz iki kelimeye bağlıdır. Bundan dolayı Allah, yarattıkları üzerinde kesin bir hakimiyete sahiptir.

Gelür bi’l-kuvveden bi’l-fi’le izhâr-ı sıfat içün

Olur otuz iki esmâ’ ola tâ halk-ı esmâ-dân (G 221/6)

Sıfatını ortaya çıkarmak için düşünce âleminden hakikat âlemine gelir, isimlik halkından olmak için otuz iki isim olur. Fazlullah’a göre otuz iki isim, Allah’ın hem ismi hem de sıfatıdır. Allah, sıfatını -yani otuz iki ismini- ortaya çıkarmak için düşünce âleminden hakikat -yani madde- âlemine gelir. Böylece otuz iki isim olarak görünür.

Tabâyı’dan geyer bir hoş libâs-ı ahsen-i takvim

Olur kendü sıfatıyla zuhûr-ı zâtına bürhân (G 221/7)

Tabiatten bir hoş ‘ahsen-i takvim’ elbisesi giyer. Kendi sıfatıyla, zâtının ortaya çıkışına delil olur. ‘Ahsen-i takvîm’, Tin suresinin 4. ayetinde geçer. Ayetin meali şöyledir: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık”. Hadise göre Allah, Âdem’i kendi sureti üzerine, yani Rahman suretinde yaratmıştır. Allah’ın “Tabiatten bir hoş ahsen-i takvîm elbisesi” giymesi, maddi olarak en güzel insan suretine bürünüp görünmesidir. O’nun otuz iki sıfatı, kendisinin insan suretinde ortaya çıkışına delildir. Demek ki Allah, yarattığı insanın aslıdır ve onun bedeninde yaşar. Bu da, hulûl anlayışıyla örtüşür.

Velâkin mazhar-ı zât oldugı-çün Âdem-i hâki

İder bî-vâsıta ta’lîm-i esmâ zât-ı zü’l-ihsân (G 221/5)

Topraktan yaratılan Âdem, zatın mazharı olduğu için, ıhsan edenin zatının isimlerini vasıtasız öğrenir. Âdem topraktan, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesi üzerine Rahman suretinde yaratılmıştır, bu nedenle o, Allah’ın mazharıdır. Dolayısıyla Âdem, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesini kendisinde barındırır. Bir başka ifadeyle; Âdem, arada hiçbir vasıta olmadan Allah’tan ilahi kelimeleri öğrenmiştir. Bu olay, şu ayetin Hurûfi yorumuna dayanır: “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin.’ dedi” (Bakara, 2/31). Ayete göre Allah, Âdem’e isimlerin öğretilmesi için herhangi bir melek veya başka bir aracı göndermemiş, bizzat isimleri kendisi öğretmiştir. Bu isimler, Hurûfi anlayışına göre, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir.

Görindi perdesüz vech-i İlâhî dîde-i câna

Açıldı bâb-ı hikmet oldı zâhir sırr-ı mâ evhâ (G 7/2)

Allah’ın yüzü can gözüne perdesiz göründü. Hikmet kapısı açıldı; ‘mâ evhâ’ sırrı açığa çıktı. ‘Mâ evhâ’, Necm suresinin 10. ayetinde geçer: “Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti”. Bu ayet, Miraç gecesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, arada iki kaş arası mesafe kalıncaya kadar Allah’a yakınlaştığı an için söylenmiştir. O yakınlaşma esnasında Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetmiş; yani söyleyeceği her şeyi söylemiştir. Bu ayet, Hurûfîler tarafından şöyle anlaşılır: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın yüzünü sakalsız bir oğlan suretinde görmüştür ve bu yüzdeki ümmî hatları bilmiştir. Allah’ın vahyedeceği her şey otuz iki ilahi harften ibarettir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), otuz iki harfi Allah’ın yüzünde ümmî hatlar vasıtasıyla görerek, kendisine vahyedilecek her şeyi almıştır.

Fazl idi gelüp kılan tecellî

Emr iden ezel namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)

Gelip görünen, ezelde namazı elli (rekat olarak) emreden Fazl idi. Beyitte, Miraç hadisesinde Allah’ın Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ve tüm Müslümanlara elli vakit namazı farz kılması anlatılmaktadır. Şaire göre, elli vakit namazı farz kılan Allah değil, Fazlullah’tır. Hurûfîlere göre hakiki Âdem Fazlullah’tan başkası değildir. Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır; yani Âdem’in yüzü Allah’ın yüzüdür. Dolayısıyla, asıl Âdem olan Fazlullah, Allah’ın yüzüne sahiptir. Ayrıca, Hurûfîlik düşüncesi ve inancına göre Allah, Fazlullah’ın bedeninde görünüp insanlara dosdoğru yolu göstermek için yeryüzüne inmiştir. Bunlardan dolayı Fazlullah Allah’tır ve Allah Fazlullah’tır.

Her cânibe baksa göre vech-i Allâh’ı

Bînâ ola ‘Arşî şâhid-i ma’nâdan (G 229/7)

Hangi yöne baksa Allah’ın yüzünü görür. ‘Arşî, mana şahidine görücü olsun. Allah’ın yüzü otuz iki ilahi harften ibarettir, tüm varlık, Allah’ın yüzündeki ilahi harflerden yaratılmıştır. Kainatta olan her şey, otuz iki harftir. Bu nedenle nereye bakılırsa bakılsın yalnızca Allah’ın yüzü -yani otuz iki harf- görülür.

Mürîdem ben murâdum vech-i Allâh

Kamu akvâl ü efâlüm il’Allâh (G 268/1)

Ben müridim, isteğim Allah’ın yüzüdür. Bütün sözlerim ve işlerim Allah’tır. Bir Fazlullah takipçisinin en büyük amacı Allah’ın yüzünü görebilmektir. Onlar, vahdet düşüncesiyle yaşarlar ve kainata, Allah’ın yüzü olan otuz iki ilahi harflerin işaretlerini bulabilmek için bakarlar. Söyledikleri her kelime, onlara göre, ilahi harflerden ibarettir. Bu nedenle; onların bütün sözleri ve işleri Allah’tır.

Demek ki Allah, otuz iki sözdür ve kainatı bu sözlerle yaratmıştır. O’nun yaratma eylemi, aslında yaratılmışların şekline bürünmekten ibarettir; çünkü tek varlık otuz iki ilahi kelimedir, yani Allah’tır. Allah’tan başka hakiki varlık yoktur. O, bilinmek isteği ile yarattığı kainatta kendi kendisini izler. Bu nedenle, nereye bakılsa bakılsın Allah’ın yüzü görülür. Allah, ilahi kelimelerden ibaret olan kainata mutlak hakimdir. Âdem’in yüzüne otuz iki kelimeyi yazarak, ona esmâ ilmini vasıtasız öğretmiştir. Böylece onu, tüm yaratılmışlardan üstün tutmuş ve kendi halifesi olarak seçmiştir. Âdem’in yüzü, Allah’ın yüzü olmuştur; fakat hakiki Âdem Fazlullah’tır. Allah’ın kelimeleri yalnızca Âdem’de ya da Fazullah’ta değil, bütün insanlarda bulunur. Bu nedenle kendini bilen, yani yüzündeki hatları çözüp ilahi kelimeleri okuyan, Allah’ı bilir ve görür. Allah’ı görmek ise, bir Hurûfînin en büyük amacıdır.

İnsan

Hurûfîlik, insanı merkeze koyan ve tanrısal insana ulaşmayı amaçlayan felsefi-dini bir sistemdir (Usluer, 2009a: 19). Hurûfîliğe göre insan, Bakara suresinin 31. ayetinde belirtildiği üzere, Allah’ın kendisine bütün isimleri vasıtasız olarak öğretmesinden dolayı dikkate şayan bir varlıktır. Hiçbir varlığa nasip olmayan nimet insana nasip olmuştur; ona otuz iki ilahi kelime verilmiştir. Bu nedenle melekler, insana -Âdem’e- secde etmişlerdir. Arşî’ye göre Allah, bilinmek istemiş ve insan şekline bürünerek varlık sahasına çıkmıştır:

Ma’lûm ola tâ ki zât-ı mutlak

Geydükde libâs-ı şekl-i inşân (Terkib-i bend l/VI/47)

Mutlak zat, bilinmek için, insan şeklinde elbise giydi. Allah otuz iki sözdür ve bilinmek için âlemi bu sözlerle yaratmıştır. Dolayısıyla evren otuz iki sözden, yani Allah’tan ibarettir. Allah, insanı kendi suretinde ve Rahman suretinde otuz iki harf üzerine halketmiştir. Kendisi de otuz iki harf olan Allah, insan şeklinde elbise giyip evrende kendi kendisini seyretmektedir. Bu durum, Hurûtîliğin vahdet anlayışının temelidir.

Vücûdumdur medâr-ı çarha merkez

Hudânun sî vü dû esmâsıyam ben (G 226/2)

Dünyanın yörüngesinin merkezi vücudumdur. Ben, Hudâ’nın otuz iki ismiyim. Allah’ın otuz iki ismi üzerine yaratılan insan evrenin merkezindedir; çünkü var olan her şey ve tek hakikat otuz iki isimdir. Bu isimler Allah tarafından insanın yüzüne yazılmıştır. İnsanın vücudu, otuz iki ismin işaretleriyle doludur. Hatlar, delikler, dişler, kemiklerin ve eklemlerin sayısı gibi unsurlar, hep yirmi sekiz ve otuz iki ismi gösterir. Fazlullah Esterâbâdî, bu konuda şu açıklamayı yapar:

(...) Ve her şeyden ne ki mahlûk olmuşdur, vücûd-ı Âdem’in cüz’üdürler şöyle ki Âdem aleyhi’s-selâmın hey’âtı üzerine seyr eylerler ve yedi kevkeb-i seyyâre üç yüz altmış derecede seyr eyler ki üç yüz altmış, altı kez yirmi sekiz ve altı kez otuz iki olur pes Âdem ki merkezi-i zemindedir ve yedi şeb u rûzun zamânı onun ve onun çeşminin hey’âtı üzerine seyr eyledi ve dâim seyr eyler fefhem. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 139).

Burada Fazlullah, yaratılmış her şeyi Âdem’in vücuduna bağlar; böylece onu dünyanın merkezine yerleştirir. Sonuç olarak, beyitte denildiği gibi, dünyanın yörüngesi Âdem’in vücudu olur.

Şu’ûn-ı bahr-ı zâtam ki göründüm

Otuz iki sıfâtam ki büründüm (M 2/6)

'Zat denizinin işleriyim ki göründüm; otuz iki sıfatım ki büründüm. Kainat, Allah’ın denizidir. Bu denizdeki işler Allah’a aittir ve bir görüntüden ibarettir. Her şeyin aslı ise Allah’ın otuz iki sıfatıdır, yani otuz iki ilahi kelimedir. İnsan, bu kelimelerin şekle bürünmüş halidir. Bir diğer deyişle o, otuz iki ilahi kelimeden başka bir şey değildir. O halde insanı bilmek, Bülent Gürkan’ın da değindiği gibi, Allah’ı bilmek demektir (Gürkan, t.y. : 5).

Otuz iki geydi câme-i ten

Gösterdi cemâlini müsemmâ (Tercî-i bend 2/II/11)

isimlenen, otuz iki adet beden elbisesi giyip yüzünü gösterdi. İsimlenen Allah’tır. O, yarattığı her şeyi otuz iki isimle yaratmış ve her varlığa bu isimlerden bazılarını vermiştir. Yalnızca insana otuz iki ismin tümünü vermiş, böylece onu kendi sureti üzerine yaratmıştır. Bundan dolayı insanın yüzü Allah’ın yüzüdür (Alparslan, 1967: 31). İnsan, otuz iki kelimeden ibarettir ki bu kelimeler Allah’tır. Yani, insan, Allah’ın bedene bürünüp insan şekline girmiş halidir.

Niçün kim mâ-verâ-yı ‘akl u hûşam

Benem bâbâ ki mescûd-ı sürûşam (M 2/4)

Aklın ve fikrin ötesinde olduğum için baba benim ki meleklerin secde ettiği kimseyim. Allah Adem’e bütün isimleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu isimler, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Meleklerin Âdem’e secde etmesi, Âdem’de Allah’ın isimleri ve sıfatları olan bu kelimelerin bulunmasından dolayıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). Bu ilahi kelimeler, yalnızca Âdem’de değil, her insanda bulunduğu için ortaktır. Melekler, yalnızca Âdem’e değil, Âdem’in şahsında bütün insanlığa secde etmişlerdir. Akıl ve fikir insanları farklı görür; halbuki bütün insanlar otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Şair, aklın ve fikrin ötesine geçtiği için insanlar arasındaki ayrıma bakmayıp asıl olan otuz iki ilahi kelimeyi görür ve meleklerin kendisine secde ettiğini ifade eder.

Vücûdum oldı mevcûdâta bâ’is

Benem Fazl-ı Hudâdan arza vâris (M 2/17)

Vücudum varlıklara sebep olmuştur. Fazl-ı Hudâ’dan yeryüzüne varis benim. İnsanın vücudu otuz iki ilahi kelimedir; çünkü Allah onu kendi suretinde yaratmıştır. Evrendeki her şey bu kelimelerden, yani insanın vücudundaki otuz iki isimden halkedilmiştir. Evrende ne varsa hepsi Âdem’in vücudunda bulunur. Bütün varlık, Âdem’in vücudundan ibarettir. Dolayısıyla insanın vücudu varlıkların sebebidir. Câvidânnâme" de bu konu şöyle ele alınır:

(...) Pes cemî’-i eşyâ bir Âdem’in vücûdu ola ve Âdem’in hatt-ı istivâsından cümle eşyânın hatt-ı istivâsı üzerine git ve Hakk teâlânın kelimesini cümle eşyâda oku ki Âdem aleyhi’s-selâm ol kelimenin mazharıdır. Şöyle ki ez-rû-yı ismiyyet otuz iki kelime-i İlâhî cemî’-i eşyâya erişmişdir ve ez rû-yı zuhûr eşyânın cümlesinde tecellî eylemişdir ve mecmû’-ı eşyâ bi’l-kuvve ve bi’l-fı’l ol kelime-i İlâhînin mazharıdır ki Âdem’dir... (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 43)

Hudânun zâtına mir’âtsın sen

Okı kim mazhar-ı âyâtsın sen (M 2/45)

Sen, Hudâ’nın zatına aynasın. Oku ki sen ayetlerin mazharısın. Âdem’in sureti Allah’ın suretidir. Bu husus, Câvidânnâme" te. şöyledir: “Hüdâ’nın sûreti Hakk teâlânın sıfatıdır ve Hakk teâlânın sıfatı otuz iki kelime-i hüdâdır ki Hazret-i Âdem’in hilkati ol sıfat üzerinedir ve onun üzerine mahlûkdur ve hakîkatde Âdem sûreti, sûret-i Hüdâ’dır...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 175). Yani, Allah’ın sıfatı otuz iki ilahi kelimedir. Hurûfîlikte sıfat ile zat bir kabul edildiğinden dolayı Allah bizzat otuz iki kelimedir. Hz. Âdem, bu kelimeler üzerine yaratılmıştır. Böylece Âdem’in yüzü Allah’ın yüzü olur. Hurûfîlik düşüncesine göre, mevcut olan tüm isimler otuz iki adettir. Bu isimler Levh-i Mahfûz’âa yazılıdır. Kur’an, Cebrail tarafından Levh-i Mahfûz"dan okunup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bildirilmiştir. Âdem’in yüzü Levh-i Mahfuz"dur: “(...) Hakîkatde Levh-i Mahfuz vech-i Âdem ve vech-i Muhammed aleyhi’s-selâmdır...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 101). Dolayısıyla, Kuntum bütün ayetleri Âdem’in yüzünde yazılıdır. Âdem, tüm insanların atası olduğu için, onun yüzüne ait nitelikler her insanda bulunur. O halde, beyitte insana hitap edilir ve ona şöyle denir: “Sen, Hudâ’nın zatına aynasın. Oku ki sen ayetlerin mazharısın”.

Mübeddel oldı bu arz u semâ ma’nîde inşâna

Yok oldı cümle eşyâ kaldı Âdem mazhar-ı yek-tâ (G 2/17)

Bu yer ve gök, manada insana değiştirildi. Bütün her şey yok oldu, eşsiz mazhar Âdem kaldı. Bu beyitte Rahman suresinin 26. ve 27. ayetlerine telmih vardır: “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin yüzü bâki kalacaktır”. Allah’ın yüzü, Âdem’in yüzüdür. Bu sebeple ebedi olan tek şey Âdem’in yüzünden başkası değildir. Yer ve göğün manada insana değiştirilmesi, insanın otuz iki kelime üzerine yaratılıp diğer hiçbir varlığın böyle bir nimete ermemesinden dolayıdır. Allah, yarattığı her şeye ilahi kelimelerden bir kısmını verirken Âdem’e hepsini öğretmiştir. Bu nedenle Âdem, yani insanoğlu, yer ve gök dahil her şeyden üstündür. Bu nedenle o, yok olmayacaktır, ebedidir.

Hılkatum eflâk ile vezn eyledüm

Altı kez altmış ‘aded oldı kamu (G 254/3)

Yaratılışımı felekler ile tarttım. Hepsi altı kez altmış adet oldu. Felekler üç yüz altmış derecedir; başka bir deyişle, altı adet altmış derecedir. Her altmış derecede yirmi sekiz ve otuz iki bulunur. Yani, üç yüz altmış derecenin aslı yirmi sekiz ve otuz ikidir. Âdem’in yaratılışı da bu sayı üzerinedir. Bu nedenle insanoğlunun yaratılışı ile felek arasında bir münasebet vardır.

Vücûdun ‘arş-ı Rahmândur ser-â-pâ

Hadîs ü âyet ü bürhânlar ile (G 269/6)

Hadis, ayet ve deliller He vücudun baştan ayağa Rahmân’ın arşıdır. Âdem, yani insanoğlu, Allah’ın arşıdır. Bu husus, Câvidânnâme’te. şöyle anlatılır:

(...) Âdem ahsen-i takvim kisvetindedir ol cihetle ki nitekim Âdem aleyhi’s-selâm otuz iki kelime-i ezelî ve ebedî-i İlâhînin mazharı oldu onun vechi ve zebânı yolundan ez-rû-yı hilkat onun alm ve dendânı ve a’zâsı ve cenbi cümle kelime-i tamâm-ı İlâhînin âlemi oldu. Bu cihetdendir ki Âdem aleyhi’s-selâm Hakk teâlânın arşıdır... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 49)

Yani, Âdem otuz iki ilahi kelimenin mazharıdır. Bu kelimeler onun yüzünde, dişlerinde ve azalarında bulunmaktadır. Bu sebeple, beyitte denildiği gibi, Âdem’in - dolayısıyla insanoğlunun- vücudu baştan başa Hakk’ın arşıdır. Hurûfîler, Tâhâ suresinin 5. ayetini ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Müminin kalbi Allah’ın arşıdır.” hadisini bu düşüncelerine delil olarak göstermektedirler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 48).

Yapıldı hayme-i mî’âd-ı cismüm

Tınâbı oldı cümle iki elli (G 287/2)

Vücudumun hayme-i mî’âdı yapıldı. Hepsinin çadır ipi toplamı iki tane elli oldu. Beyitte geçen ‘hayme-i mî’âd-ı cism’ tamlaması, insanoğlunun bedeni ile hayme-i mî’âd arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Hayme-i mî’âdın iki tarafında bulunan ellişer adet ip ise vücuttaki el, ayak ve eklem gibi birtakım uzuvlara işarettir.

‘Hayme-i mî’âd’, Hz. Musa’nın çadırıdır. Bu çadırın iki tarafında ellişer adet ip bulunur ki Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkunda bulunan yirmi sekiz harfin kendileri ve noktaları sayısıncadır. Bu çadırın on bir parça kumaşı vardır; bu sayı, seferde bir günde kılınan farz namazların rekat adedidir. Çadırın eni dört arştır. Bu dört arş ile on bir parça kumaşın toplamı on beş olur ki cuma günü kılınan farz namazlarının rekatıdır. Her bir kumaşın boyu yirmi sekiz arştır ve zemini dört arştır. Bu ikisinin toplamı otuz iki eder ki ilahi kelimelerin sayısı adedincedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 71).

Hayme-i mî’âd, Âdem’in bir örneğidir. Bu çadır, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin bir misalidir. Çadırın boyu yirmi sekiz arştır ve zemini dört arştır.

Bunların toplamı otuz iki arş eder ki Hz. Âdem’in yüzündeki hatlara işarettir. Çadırın sağında ve solunda bulunan ellişer ip Âdem’in iki eline ve iki ayağına denk gelir; sağ el ve sağ ayaktaki boğumlar yirmi sekiz adettir, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkundaki harflerin sayısıncadır. Bu harflerin toplam yirmi iki noktası olur. Harflerin kendileri ile noktaları toplamı elli eder ki hayme-i mî’âdın sağındaki iplere eşittir. Sol el ve sol ayağın durumu ellerin durumu ile aynıdır. Onlarda da toplam yirmi sekiz boğum vardır ve bu sayı Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkundaki harf sayısına eşittir. Bu harflerin toplam yirmi iki noktası bulunur. Harflerin kendileri ile noktaları toplamı elli eder ki hayme-i mî’âdın solundaki iplerin sayısına denk gelir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 72). Virânî Abdal Fakrnâme adlı eserinde hayme-i mî’âddan şöyle bahseder:

(...) Âdem’in yüzü Allah’ın hikmetidir, eli Allah’ın kudretidir ayağı da Allah’ın kuvvetidir, çünkü Âdem kuvvet ile yürür ve menziline gider, kudret ile iş yapar ve hikmet ile söyler. Tüm bu uzuvlarda da müfret harfleri sayısınca hat yazılmıştır. Söz yüzden ortaya çıkar, yüz de kaf harfinin ebcet değeri olan yüz adet iple bağlanmış olan Hayme-i Mî’âd’dır (buluşma çadırı). Âdem’in de Hayme-i Mî’âd’ın yan taraflarında ellişer ip olduğu gibi sağında elli solunda da elli parça eklem vardır ki toplamı yüz olur; Hayme-i Mî’âd’ın ipleri ve kaf harfinin ebcedi mukabilindedir. Âdem’in bir tarafındaki elli eklem şunlardır: Eldeki parmakların on dört eklemi, beş parmak, beş tırnak, elin kendisi toplam yirmi beş adettir. Yirmi beş de ayakta vardır, toplamı elli olur. Diğer el ve ayakta da elli alâmet vardır ki toplamı yüz olur. “Kâf. Şanlı ve şerefli Kur’ân’a andolsun ki...” adedincedir. Bu alâmetler sayısınca Hayme-i Mî’âd’ın yüz ipi vardır, Âdem’in vücudu Hayme-i Mî’âd’dır. (Virânî Abdal, 2015: 62-63)

Tavâf itdi gelüp saf saf melâ’ik

Lisânumdan görüp esmâ-i külli (G 287/4)

Melekler, dilimdeki ilahi isimleri görüp saf saf geldi, (beni) tavaf etti. İnsanlar da, tıpkı Allah gibi, otuz iki ilahi kelimeyle konuşur; çünkü Allah, Âdem’i yarattıktan sonra ona bütün isimleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Âdem’in bu bilgisinden dolayı melekler ona secde etmişlerdir. İnsanoğlu, tıpkı atası Âdem gibi, otuz iki ilahi kelimeyi konuşur. Şair, konuşmasındaki bu nitelikten dolayı meleklerin gelip, atası Âdem’e secde ettikleri gibi kendisini de tavaf ettiklerini söyler.

Vücûdum ‘Arş-ı Rahmân olsa tan mı

Olursa kıble-i merd-i musallî (G 287/5)

Vücudum beş vakit namaz kılan adamın kıblesi olduğu halde, (onun) Rahmân’ın arşı olmasına şaşılır mı? Âdem’in yüzü Kâbe’dir; çünkü Kâbe toprağından yaratılmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 109). Bu nedenle asıl kıble Âdem’in -yani insanoğlunun- yüzüdür. Vücud, beyitte denildiği gibi, beş vakit namaz kılan adamın kıblesidir. O halde, vücudun Allah arşı olmasına da şaşmamak gerekir.

Sonuç olarak Allah, insan bedeni giyerek varlık sahasına çıkmıştır. O, bilinmek istemiş ve insanı otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır. Var olan bütün ilahi kelimeler insana verilmiş olup başka hiçbir varlığa bu kelimelerin bütünü verilmemiştir. Bu durum, Allah’ın insanı en üstün mahluk ve kendisine halife olarak seçmesinin sebebidir. O, insana otuz iki kelimeyi bizzat öğretmiştir. Bu bağış, meleklerin insana secde etmesinin nedenidir. Var olan her şey, otuz iki ilahi kelimeden -yani Allah’ın zatından- yaratıldığı için, insanda mevcuttur. Kelimeler ezeli ve ebedi olduğu için, aslı kelime olan insan da öyledir. Her şey yok olacaktır; ancak Allah’ın kendi sureti üzerine yarattığı insanın yüzü -başka bir deyişle Allah’ın yüzü- bakidir. Gökler ve yer, Allah tarafından insanın vücuduna göre yaratılmıştır. Feleğin üç yüz altmış derecesi, altı adet yirmi sekiz ve altı adet otuz ikiden oluşur ki yirmi sekiz ve otuz iki, insandaki ilahi kelimelerin işareti olan hatlardır. Allah kelimedir ve insan da Allah’ın arşıdır. Bu sebeple Allah’ın arşa istiva etmesi, insanın yüzünde yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime olarak görünmesidir. Hayme-i mî’âd, Âdem’in vücudunun bir misalidir. Ayrıca, Âdem’in yüzü asıl Kâbe’dir; çünkü Kâbe’nin toprağı, Âdem’in yüzünü yaratmak için kullanılmıştır. Kâbe’ye dönerek kılınan namaz, aslında Âdem’in yüzüne -yani Allah’ın yüzüne- kılınmaktadır.

Söz

Hurûfîlikte söz her şeydir. Yaratılış “Kün!” emriyledir ve yine otuz iki harften ibaret olan Allah tarafındandır (Yasin, 36/82). Allah, yarattığı her şeye otuz iki ilahi kelimeden bazılarını vermiştir; Âdem’e ise bu kelimelerin hepsini öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu nedenle her varlık, otuz iki kelimedir. Fazlullah bu hususu şöyle ifade eder: “Her nesne ki kef ve nûn emrinden mevcûd ola ol Hakk teâlânın kelimesinden gayrı değildir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 246). Arşî, şiirlerinde sözün yaratılıştaki rolüne, insanlar ve tüm varlıklar için anlamına dair konulara değinmiştir.

Terkibe geldi nutka gelüp kuvvet-i ezel

Kün didi oldı var zemin ü tokuz semâ (K 6/2)

Ezel kuvveti söz He vücuda geldi; “Ol! ” dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Ezel kuvveti Allah’tır ve söz ile vücuda gelmiştir. Allah’ın söz olması, Yuhanna İncili'nin ilk ayetini hatırlatmaktadır: Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” (İncil, 2016: 165). Hıristiyanlık ile Hurûfîlik arasında bilimsel olarak kanıtlanmış herhangi bir ilişki bulunmasa da sözkonusu benzerlik ilginçtir. Söz olan Allah’ın “Ol!” emriyle kainat yaratılmıştır. Demek ki, söz ile madde arasında bir ilişki bulunmalıdır. Shahzad Bashir bu ilişkiye şu ifadelerle dikkat çekmektedir:

Fazlullah’a göre Allah’ın ‘Ol/Kün’ hitabı mecazi olarak değil gerçek olarak kabul edilmeliydi. Allah’ı, dilin yapısı içerisinde bir kelime sarf ederek âlemi yaratan olarak görmek gerekiyordu. Yaratılışa önayak olan bu ilk eylemin mahiyeti nedeniyle dil ve madde, âlemin tüm mevcudiyeti boyunca daima birbirine sıkı sıkıya bağlıydı. (Bashir, 2013: 49)

Yaratılışı kelime ile olan varlığın, özü de kelime olmalıdır. Câvidânnâme"de söz ile yaratılan maddi varlıkların özüne dair şu cümleler geçmektedir:

Mecmû’-ı cevâhir kelime-i İlâhîden mevcûd olmuş olalar ki Kün feyekün[8] emridir pes çün buncılayın eflâkdan müşâhede eyledi, nâ-çâr ferzendân-ı Âdem ol âlemde gökleri ve zemîni yâkutdan ve la’lden ve zebercedden ve cevâhirden ebedü’l-âbidîn görür ve ol makâmda sâkin olur ki Halidme [ıha madametis semavatü vel erdu Ula ma şae rabbük[9] istisnâ eyledi ki gâh olur ki ancılayın cümle kelime-i İlâhînin âlemin ki bir kelimenin zımnındadır, be-hükm-i Ikru’l-Kurân ilâ harfi vâhid[10] müşâhede eylemek olur bürhân-ı İlâhî ile ki cümle eşyâyı Hazret-i Ehadiyyet’in zâtı bulurlar lâ- şekk ve lâ-şübhe ki tâ cümlesi bir kelime-i Hazret-i İlâhî olalar. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 46)

Görülüyor ki, Hurûfîliğe göre, kelime ile yaratılan varlığın aslı da kelimedir.

Bu şekilde, söz ile madde arasındaki boşluk ortadan kalkmış olur; çünkü madde ile söz ayrı şeyler değildirler. Söz, maddenin aslıdır. Maddi varlıklar, söz olmadan yaşamlarını sürdüremezler. Onların var olması ve varlığını devam ettirmesi söze bağlıdır. Seyyid Nesîmî, bu hususu Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı kitabında şöyle ifade etmiştir:

(...) Tüm varlık bu otuz iki harf ile vardır. Nasıl ki el-hamdü lâfzından elif, lâm, ha, mim, dal harfleri çıksa el-hamdü var olmaz; aynı şekilde eğer varlıktan bu otuz iki harf ayrılsa, eşyanın da varlığı ortadan kalkar ve ondan geriye bir şey kalması mümkün değildir. (Seyyid Nesîmî, 2017: 18)

Varlık, özü itibariyle sözdür. Bu nedenle, yerin ve dokuz göğün “Ol!” emriyle yaratılmasına şaşmamak gerekir.

Nutka oldı bedel zemîn ü semâ

Kâf u nûn cümlesine virdi hayât (Tercî-i bend 3/III/24)

Yer ve gök sözün bedeli oldu; kâf ve nün hepsine hayat verdi. Kâf (*^) ve nûn (ûjj), “Kün!” emrinin harfleridir. Yer ve gök, bu harflerle yaratılmıştır ve yine bu harfler sayesinde hayattadır. Yer ve göğün söze bedel olması, sözün değerini göstermektedir. Kainat, yani yaratılan her şey, sözün karşılığını oluşturur.

Kün emri ile ihata kıldı

Altı gün içinde kâ’inâtı (Terkîb-i bend 1/II/12)

Kainatı altı gün içinde “OU” emri He kuşattı. Kainatın “Kün!” emriyle altı günde kuşatılması, altı günde yaratılması anlamındadır. Araf suresinin 54. ayetinde bu konuya değinilmektedir. Altı günde yaratma, bu kelimeyi oluşturan iki harfin ve j) okunuşu olan kâf ve nûn ( ve jjj)’daki harf sayıları toplamına işaret eder. Bunların okunuşundaki harfler altı adettir ve kainatın yaratılış gününe karşılık gelir.

Gayrı kalmadı yerde ve gökde

Doldı nutk-ı Hak ile kevn ü mekân (Tercî-i bend 3/VII/57)

Yerde ve gökte Hakk’ın sözü He dolmayan bir şey kalmadı. Kainatın Hak sözüyle dolması, her şeyin Hakk’ın “Kün!” emriyle yaratılmış olmasındandır.

Haşr-ı nutk oldı sûret-i Âdem

Neşr oldı sühan cemâd ü nebât (Tercî-i bend 3/III/23)

Söz, cansızlar ve bitkilere yayıldı; Âdem ’in yüzü sözün toplanması oldu. Her şey, Allah’ın sözüyle meydana gelmiştir. Allah, tüm yarattığı varlıklara otuz iki ilahi kelimeden bazılarını vermiştir. Fazlullah şöyle der: “Hakk teâlânın rahmeti ki kelimedir cümle eşyâya erişmişdir...” (2012: 247). Âdem’e ise bütün ilahi kelimeleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu sebeple Arşî, sözün cansızlar ve bitkilere yayıldığını; sonra Âdem’in yüzünde toplandığını söyler.

Kadîmî nutk-ı hayy-i lâ-yenâmem

Egerçi zâhirâ cild ü ‘izâmem (M 2/1)

Her ne kadar görünürde deri ve kemik olsam da (aslında) eskiden beri sonsuz dirinin sözüyüm. İnsanın maddi varlığı yalnızca bir görüntüdür, hayaldir. Asıl olan, otuz iki ilahi kelimedir; ezeli ve ebedi olan Allah’ın sözüdür.

Biz sî vü dû nutk-ı lâ-yezâlüz

Kevn ile mekân bisâtumuzdur (Tercî-i bend 2/VII/53)

Biz, otuz ve iki sonsuz sözüz; kainat minderimizdir. Otuz iki ilahi kelime sonsuzdur. Bu kelimelerden yaratılan insan da otuz iki sözden ibarettir ve tıpkı kelimeler gibi ezeli ve ebedidir. Aşağıdaki beyitte de benzer bir mana bulunur:

İrmez bize mevt dâ’imü’d-dehr

Nutkuz ki kadîm-i zü’l-hayâtuz (Tercî-i bend 2/1/7)

Dünya devam ettikçe bize ölüm ermez; sözüz ki sonsuz hayat sahibiyiz. Söz sonsuzdur. Aslı söz olan insan da sonsuz olduğu için ona ölüm yoktur.

Başdan ayağa kelâm-ı Hakkuz

Bir vech-i hasen degül miyüz biz (Tercî-i bend 2/VIII/58)

Baştan ayağa Hakk’ın sözüyüz; biz bir güzel yüz değil miyiz? İnsan, Hakk’ın sözüyle yaratılmıştır. Allah, ilahi kelimeleri insanın yüzüne yazmıştır. Bu nedenle yüz güzeldir.

Göstermeğe vech-i şâhid-i gayb

Mir’ât-ı hurûf-ı ‘âliyâtuz (Tercî-i bend 2/1/5)

Gaybın şahidinin yüzünü göstermek için ulu harflerin aynasıyız. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” (Çiftçi, 2014: 3). Allah otuz iki harftir; insanı da otuz iki harf üzerine yaratmış olup harflerin işaretlerini yüze hatlar vasıtasıyla kazımıştır. Bu nedenle insanın yüzü, Allah’ın yüzünü gösterir. Yüz, otuz iki harfin aynasıdır. İlahi harflerin Allah olarak kabul edildiğini düşünürsek şöyle de söyleyebiliriz: Yüz, Allah’ın aynasıdır.

Kelâmum cümle mermûzât-ı Hakdur

Vücûd-ı vâhide âyât-ı Hakdur (M 2/13)

Sözüm, tamamen Hakk ’ın işaretleridir; tek vücuda Hakk ’ın ayetidir. İnsanın sözü, ilahi kelimeden ayrı değildir; çünkü yaratılan her şey ilahi kelimelerden ortaya çıkmıştır. İnsanın sözü de buna dahildir. Dolayısıyla söz, Allah’ın bir delilidir; vücuttaki ayetlerden biridir.

Lisânumdan işit esmâ-i külli

Ki eyler zât-ı mutlakdan tecellî (M 2/12)

Mutlak Zat’tan görünen bütün isimleri dilimden işit. Bakara suresinin 31. ayetine göre Allah Adem’e bütün isimleri öğretmiştir. Bu isimler, Hurûfîlere göre otuz iki ilahi kelimedir. İnsan, konuşmasında bütün ilahi harfleri kullanabilen tek varlıktır. Bu nedenle o, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Şair, bu beyitte, konuşmasında Allah’tan görünen bütün ilahi kelimelerin bulunduğunu ifade etmektedir.

Zuhûr-ı zâtun oldum tercemânı

Götürdüm perde-i sırr-ı nihânı (M 2/10)

Gizli sırrın perdesini açıp zatın ortaya çıkışının tercümanı oldum. Gizli sır perdesinin arkasında otuz iki ilahi kelime vardır. İnsan, konuşmasında bütün ilahi kelimeleri kullanabilir. Onun konuşması, ilahi kelimelerin kendisi olan Hakk’ı ortaya çıkarır. Yani konuşma, Hakk’ın gizli perdesini sıyırıp onun otuz iki ilahi kelimeden oluşan varlığını bilinir kılar.

Otuz iki kelâm olmış egerçi menşe-i kesret

Velâkin sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)

Otuz iki söz, çokluğun kaynağı olmuştur; ancak ilk kuvvetten tek sestir. Fazlullah’a göre “otuz iki kelime bir kelimedir” (2012: 129). Kelimeler arasında ayrılık, farklılık ve hiyerarşi yoktur. Hepsinin kaynağı tek bir sestir. Bu husus, Hurûfîlikteki vahdet anlayışının kaynağını oluşturur. Asıl olan tek ses vahdet iken, otuz iki ilahi kelime çokluğun kaynağı olmuştur. Bunun sebebi, yaratılan her varlığa otuz iki ilahi kelimeden bazı sözlerin verilmesidir. Aşağıdaki beyit de aynı manadadır:

Bir sahya-i vâhid iken evvel

Otuz ikide bulup sebâtı (Terkîb-i bend l/II/ll)

En başta tek bir haykırış iken otuz ikide karar bul(du)...

Ol emânet kim ana âbâ didi arz u semâ

Nutk-ı Rahmândur kim olmışdur ana Adem emîn (G 220/4)

Babaların yer ve gök dedikleri o emanet Rahman’ın sözüdür ki Âdem ona emanetçi olmuştur. Ahzab suresinin 72. ayeti şöyledir: “Şüphesiz ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir”. Fazlullah Esterâbâdî, ayette bahsedilen emaneti otuz iki ilahi kelime olarak yorumlar: “Emânet otuz iki kelimedir” (2012: 421). Arşî, beyitte bu anlayıştan bahseder. Babaların yer ve gök dedikleri, Adem’in emanetçi olduğu şey otuz iki kelimedir.

Bulardur ‘arş-ı Rahmân nutk-ı zât-ı Hak bu ma’nîde

Geçüp kürsî-i dendâna olupdur dem-be-dem gûyâ (G 2/6)

Rahman’ın arşı bunlardır. Hakk’ın sözü bu manada dişlerin kürsüsüne geçip an be an söyleyici olmuştur. Araf suresinin 54. ayeti şöyledir: “Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır..Ayette geçen arş, Hurûfîler tarafından Hz. Âdem’in bedeni olarak kabul edilir. Câvidânnâme’de şöyle yazar: “(...) Arş Âdem aleyhi’s-selâmın vücûdudur ki kelime-i İlâhînin istivâsı onun vechinin hilkati üzerinde zâhir oldu...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 39). Yani, Allah’ın arşı istivası, Âdem’in yüzünde otuz iki harf olarak görünmesidir. Bu bilgiler ışığında beyte baktığımızda mana şöyledir: İnsan, Rahman’ın arşıdır. Allah, sözünü daima insanların ağzındaki dişler vasıtasıyla söylemektedir. Allah’ın sözü otuz iki ilahi kelimedir. Dişler de otuz iki adettir. Hurûfîlere göre dişler ile ilahi kelimeler arasında, aynı sayıda olmalarından dolayı bir münasebet bulunmaktadır (Âmiloğlu, 2014: 65).

Gel imdi dâhil-i Dârü’s-Selâm ol

‘Anâsır i’tibârın ko kelâm ol (M 2/46)

Şimdi gel, selam yurdu (olan cennete) gir; anasıra itibar etmeyi bırak, söz ol. Anasır dünyevî heveslerdir ve malayani şeylerdir. Hakikat ise yalnızca sözdür. Cennet, malayani şeylerden uzaktır ve hakikat ehlinin mekanıdır. Bu sebeple şair, emniyet yurdu cennete girip dünyanın boş işlerinden uzaklaşmayı, saf hakikat olan söz olmayı tavsiye etmektedir.

Gelelden ‘âlem-i terkîbe zât-ı kuvvet-i evvel

Gehî savt u gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)

îlk kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses ve bazen de söz ile âlemi diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır, terkip âlemi ise dünyadır. Allah’ın dünyaya gelmesi, Fazlullah suretinde tecelli etmesidir. Dolayısıyla beyit, Fazlullah hakkındadır. O, âlemi bazen ses bazen de söz ile diriltmiştir. Bu bakımdan, sözleriyle ölüleri dirilten Hz. İsa’ya benzemektedir. Alem, söz ile var olmuştur ve yine onunla ayaktadır. Bu sebeple Fazlullah’ın söz ile âlemi diriltmesi şaşılacak bir durum değildir.

Mâlikü’l-mülk cümle eşyâdur

Nutk-ı Hak bâkî gayruhu fânî (Tercî-i bend 3/II/11)

Mülkün sahibi bütün şeylerdir; Hakk’ın sözü kalıcıdır, gerisi ölümlüdür. Bu beyitte Hurûfîliğin vahdet anlayışı bulunmaktadır. Allah her şeyi otuz iki ilahi harfle yaratmıştır. Kendisi de otuz iki kelime olan Allah, yarattığı şeylere ilahi kelimelerden vererek, onları da kendisi gibi ölümsüz kılmıştır. Mülk Allah’ındır; ancak Allah her şeydedir. Bu nedenle beyitte mülkün sahibi olarak ‘cümle eşyâ’ gösterilmiştir. Beyit, vahdet anlayışının ileri boyutu olan panteizme ait izler taşır. Beyte göre Allah’ın sözü kalıcı olup bunun dışında her şey ölümlüdür; fakat kainatta Allah’ın sözü dışında hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla ölecek hiçbir şey de olmayacaktır; her şey sonsuzdur, her şey Allah’tır.

Olalı otuz iki rûz-ı ezel aduma bahş

Oldı dört yedi kelâmu’llâh ile cânuma bahş

Nutkumı Fazl-ı Hudâ eyleyeli bir heme bahş

Acı tatlu ne ki var benden olur ‘âleme bahş

Kimine zehr-i helâhil kimine tiryâkem (Tahmis 1/3)

Otuz iki ezel günü adıma bahşedildiğinden beri yirmi sekiz Allah kelamı canıma bahşedildi. Fazl-ı Hudâ sözümü hep bahşettiğinden beri acı tatlı olan her şey âleme benden bahşolur. Kimine öldürücü zehirim, kimine tiryakım. Allah, her şeyi ilahi kelimelerle yaratmıştır ve insana bu kelimelerin hepsini öğretmiştir. Böylece insan, Allah gibi olmuştur. Bu nedenle şair, acı olsun tatlı olsun her şeyin âleme kendisi tarafından bağışlandığını söyler. Çünkü o, Allah mertebesindedir.

Sayha-i vâhid idüm Fazl-ı Ehad mülkinde

Otuz iki sıfatam şimdi ‘aded mülkinde

Olmışam rûh-ı revan gerçi cesed mülkinde

Vâhidem ferdem ü yek-tâyam ebed mülkinde

Kuvvet-i zât-ı ezel fa’il-i âb u hâkem (Tahmis 1/4)

Fazl-ı Ehad ülkesinde tek haykırış idim. Şimdi adet ülkesinde otuz iki sıfatım. Ceset ülkesinde gidici olan (bir) ruh olsam da ebediyet ülkesinde tekim, ferdim ve biriciğim. Sonsuz zatın kuvveti, su ve toprağın işleyeniyim. Söz, esasında tek bir sayhadır. Otuz iki ilahi kelime bir kelimeden ibarettir. Kuvvet âleminde tek bir sayha, adet ülkesi olan terkip âleminde otuz iki olmuştur. Otuz iki harf, Allah’ın kendisidir; bu nedenle Allah gibi ezeli ve ebedidir. Allah’ın yarattığı her şeyde bulunan otuz iki harf, yaratılanları da sonsuz kılar. Şair, ceset ülkesinde ölümlü olsa da aslında ölümsüz, tek ve biricik olduğunu söyler. Çünkü o, kendisindeki ilahi harflerden dolayı Allah’tır ve Allah ile kendisi arasında herhangi bir ayrım bulunmamaktadır.

Arşî, sözü Allah’ın kendisi olarak algılamaktadır. Söz, esasında tek bir sestir. Otuz iki harf, bir harften ibarettir. Kuvvet âleminde tek bir sayha olan söz, terkip âleminde otuz iki olmuştur. Allah, âlemi “Kün!” emriyle yaratmıştır ve yarattığı her şeye ilahi kelimelerden bazılarını verirken Adem’e hepsini öğretmiştir. Allah’ın zatı da otuz iki kelime olduğundan tüm yaratılmışlarda Allah bulunmaktadır. Hakk, yani söz, nasıl sonsuzsa yaratılanlar da öyle sonsuzdur. Ölüm yalnız bedeni götürür; ancak öz ebedidir. Zaten beden, bir görünümden başka bir şey değildir; çünkü maddenin aslı da sözden ibarettir. İnsanların otuz iki dişi arkasından otuz iki kelimeyi konuşan, Alemlerin Rabbinden başkası değildir. Göklere, yere ve dağlara teklif edilip hiçbirisinin kabul etmediği fakat insanın yüklendiği emanet, sözdür. İnsanın konuşması, Allah’ın varlığına delil olur; çünkü o, otuz iki ilahi kelime ile oluşur ve bu kelimeler Allah’ın kendisidir.

Vahdet ve Hulûl

Hurûfîlik, vahdete dayalı bir sistemdir; fakat bu sistemin hulûl inancına varan tarafları vardır. Bu başlık altında biz, Arşî’nin şiirleri örneğinde bu konuyu inceleyeceğiz.

Vahdet

Hurûfîlik öğretisi vahdet düşüncesine dayanır (Ballı, 2012: 381). Bu öğretiye göre isim ile müsemma aynıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59). Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Bundan dolayı Allah otuz iki kelimedir. Alemlerin Rabbi, her şeyi kâf (<^t£) ve nûn (jjj) harflerinden oluşan “Kün!” emriyle, yani sözle yaratmıştır (Yasin, 36/82). O, yarattığı varlıklara ilahi kelimelerden bazılarını vermiştir. Âdem’e ise, bir istisna olarak, bütün kelimeleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Demek ki her şeyin mayası, özü sözdür. Yani, yaratılanların tamamı Allah’ın sözünden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 246). Bu durum, Hurûfîlikteki vahdet anlayışını doğurur. Arşî’nin bu konuda bazı beyitleri bulunmaktadır:

Vahdetündür câna maksûd u murâd

Olmaya hâkim gönül mülkine yâd (M 1/49)

Canın amacı ve isteği tekliğindir. Hatıra, gönül ülkesine hakim olmasın. Şaire göre ‘hatıra’, varlığın çokluğuna dair bir zandır. Halbuki varlıkta vahdet vardır. Şairin isteği, kainattaki vahdeti anlamaktır.

Benüm fi’lümde fi’lün ola fâ’il

Benüm kavlümde kavlün ola izhâr (K 1/7)

Benim eylemimde (senin) eylemin ‘yapan’ olsun. Benim sözümde (senin) sözün ortaya çıksın. Şair, kendi eylemlerini ve konuşmasını Allah’ın yapmasını, kendisinde O’nun görünmesini istemektedir. Aslında, Hurûfî akidesine göre, olan şey zaten budur. Şairin asıl talebi, bu durumun farkındalığına erişmektir.

Otuz iki kelâm olmış egerçi menşe-i kesret

Velâkin sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)

Çokluğun kaynağı otuz iki kelam olsa da ilk kuvvetten (çıkan) tek haykırıştır. Şair, bu beyitte Hurûfîliğin vahdet düşüncesinden bahsetmektedir. Otuz iki ilahi kelime, aslında tek bir sestir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Kelimeler, nurdur. Nur ise bölünmez, tektir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Kuvvet âleminde kelime tek bir sayhaydı; ancak terkip âleminde otuz iki olmuştur. Bu nedenle çokluğun kaynağı otuz iki kelamdır. Fakat bu çokluk görünüştedir. Nihayetinde otuz iki kelime, birbirinden ayrı ve farklı değildir, aralarında hiyerarşik bir durum yoktur. Hepsi tek bir kelimedir.

Geldi terkîbe kuvvet-i evvel

Kesreti kıldı vahdete tebdil (Tercî-i bend l/VII/50)

îlk kuvvet vücuda geldi; çokluğu tekliğe çevirdi. İlk kuvvetin vücuda gelmesi, Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesidir. Fazlullah, harflerin sırrını öğreterek çokluğu yine tekliğe çevirmiş, insanlara vahdeti öğretmiştir.

Görünen cümle zât-ı Fazl-ı Hakdur

Sıfât-ı sî vü dû ag u karadan (G 233/2)

Görünen her şey Fazl-ı Hakk’ın zatıdır; ak ve karadan otuz iki sıfattır. Allah, otuz iki sıfattır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). Bu sıfatlarını yarattığı varlıklara dağıtmıştır. Bu nedenle neye bakılırsa Hak görülür. Hurûfîlik inancına göre Allah, Fazlullah’ta tecelli etmiştir. Dolayısıyla Fazlullah, aslında Allah’tır. ‘Fazl-ı Hakk’ ile hem Allah hem de Fazlullah kastedilir; fakat burada bir ikilik söz konusu değildir. Çünkü Allah ile Fazlullah iki ayrı varlık olmayıp tek bir varlıktır.

Yazdı sıfat-ı zâtını ol sûret-i pâke

Otuz iki perde

Kendüsi yine kendüsini kıldı temâşâ

Ref itdi gıtayı (Müstezad 1/3)

Zatının sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi yine kendisini izledi. Hadise göre “Allah, Adem’i kendi suretinde yaratmıştır” (Çiftçi, 2014: 3). Yani, onu otuz iki ilahi kelime üzerine yaratıp, yüzüne bu kelimelerin işaretlerini hatlar vasıtasıyla yazmıştır. Bu nedenle Âdem’in yüzü, Allah’ın aynasıdır. Fazlullah Esterâbâdî: “(...) Hüdâ sûreti Âdem’dir.” der (2012: 71). Dolayısıyla yaratıcı ile insanın ilişkisi, beyitte belirtildiği gibi, Allah’ın kendi kendini izlemesidir.

Vahdet gözin aç eyle nazar fi’l-i Hudâya

01 ‘ârif-i bi’llâh

Tâ fehm idesin neydügin esmâ vü müsemmâ

Terk eyle dü-tâyı (Müstezad 1/10)

Vahdet gözünü aç, Hudâ’nm işlerine bak, veli ol. Esma ile müsemmanın ne olduğunu anlamak için ikiliği terk et. Hurûfîliğe göre isim ile müsemma birdir, aynı şeydir. Otuz iki kelime olan Allah, âlemi de otuz iki kelime üzerine yaratmıştır. Bundan dolayı âlemde vahdet bulunur. Bunu anlamak için ikilik terk edilmeli, Hudâ’nm işlerine vahdet gözüyle bakılmalıdır. Veli olmanın yolu budur.

Kelâmum cümle mermûzât-ı Hakdur

Vücûd-ı vâhide âyât-ı Hakdur (M 2/13)

Sözüm, tamamen Hakk’ın işaretleridir; tek vücuda Hakk’ın ayetidir. Söz, Allah’tır. İnsanın konuşması da Allah’ın bir kanıtıdır; çünkü konuşan, Allah’tan başkası değildir (Arşî, G 2/6).

Beni lâ menzilinde sanma sûfî

Mekânum lâ’durur illâ’dayam ben (G 227/8)

(Ey) sufi! Beni ‘lâ’ menzilinde sanma. Mekanım ‘lâ’dır; (ancak) ben ‘illâ’dayım. İnsan, beden olarak, yokluk âleminde yaşamaktadır. Ölümlü beden, aslında bir görüntüden ibarettir. Allah’ın sözleri ölümsüzdür ve insanın aslı da ilahi kelimelerden yaratılmıştır. Bu nedenle ruh ölümsüzdür ve Allah ile vahdet içindedir. Dolayısıyla şair, yokluk âleminde yaşasa da aslında sonsuzluk âlemine aittir.

Zâtam ki kılup sûret-i Ademde tecellî

Sî vü dû sıfatla

Fehm itmese tan mı sözümi zâhid-i ahmak

Esrâr-ı beyânam (Müstezad 2/2)

Zatım ki Âdem ’in suretinde otuz iki sıfatla göründüm. Ahmak zahit sözümü anlamasa ayıplanır mı? Sözün sırlarıyım. İnsanın asıl varlığı, aslında Allah’tır. O, insan suretinde görünmüş Hakk’tır. Hak sözdür ve insan sözün sırlarıdır. Ahmak zahidin bu durumu anlaması beklenemez. Bu nedenle onu ayıplamaya gerek yoktur.

Yerde gökde ne ki var zâtumuza mülhakdur

Zâtumuzdur ki tabâyı’da şeh-i mutlakdur

Dilümüz anlamaz kimse bizüm muglakdur

Her ne sâdır ola bizden kamu fi’l-i Hakdur

Fâ’il-i mutlaka biz âlet ü biz esbâbuz (Tahmis 2/2)

Yerde (ve) gökte olan her şey zatımıza katılmıştır. Bizim dilimiz kapalıdır; kimse anlamaz. Bizden her ne ortaya çıksa Hakk’ın işidir. Biz, mutlak eyleyene alet ve vasıtalarız. Her şey otuz iki ilahi kelimeden yaratılmıştır. İnsanda ise otuz iki kelimenin tamamı bulunmaktadır; çünkü Allah yalnızca insana bütün isimleri öğretmiştir. Dolayısıyla, yerde ve gökte ne varsa insanda da vardır. Arşî, bir başka beytinde bu durumu şöyle ifade eder: “Sûretâ gerçi kim sagîrem ben / Ma’nîde ‘âlem-i kebirem ben” (G 225/1). Allah otuz iki kelimedir ve insanı da kendi suretinde, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır. İnsanlardan ortaya çıkan her şeyin Allah işi olmasının sebebi budur.

Vahdet, Hurûfiliğin temel düşüncelerinden biridir. Arşî, vahdete erişmek istemekte, bunun farkındalığım kazanmak için çabalamaktadır. Aslında her şey tek bir sesten ibarettir; ancak terkip âleminde otuz iki kelime ortaya çıkmıştır ve bu çokluk olarak görünmektedir. Halbuki görüntüler, hakikati yansıtmazlar. Otuz iki ilahi kelime, tek bir kelimeden ibarettir. Allah, otuz iki ilahi kelime olup her şeyi bu kelimeler vasıtasıyla yaratmıştır. İnsana ise, bir istisna olarak, bütün ilahi kelimeleri vermiştir. Bu sebeple yerde ve gökte ne varsa insanda da vardır. İnsanda ne varsa Allah’ta da vardır. İnsanların eylemleri ve konuşması, aslında Allah’ın işleri ve sözleridir. Allah, kendi suretinde yarattığı insanda, yine kendisini izlemektedir. İnsanın yüzü, Allah’ın yüzüdür. İnsan, otuz iki sıfatla görünen Allah’tır. Zahitler bunu anlamayacaktır; zaten anlamaları da beklenmemektedir.

Hulûl

Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü"nde ‘hulûl’ kavramını şöyle tanımlamaktadır: “1. Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. 2. Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı” (2016: 173). Hurûfîlikte hulûl inancının olduğu açıktır; çünkü Hurûfîler Allah’ın Fazlullah’ta tecelli ettiğine inanırlar. ‘Allah’ın Fazlullah’ta Tecelli Etmesi’ başlığı altında bu konudan uzun uzun bahsettiğimiz için burada birkaç örnek vermekle yetineceğiz. Bununla beraber, Arşî Divanı" nda hulûl inancına örnek olabilecek onlarca beyit bulunmaktadır.

Ma’lûm ola tâ ki zât-ı mutlak

Geydükde libâs-ı şekl-i inşân (Terkib-i bend l/VI/47)

Mutlak zat, bilinmek için insan şeklinde elbise giydi. Mutlak zat, Allah’tır. Otuz iki ilahi kelime olan Allah, yarattığı şeylere ilahi isimlerden verdi. İnsanı ise kendi suretinde, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yarattı. İnsanın yüzüne otuz iki ilahi kelimenin işaretini koydu. Böylece insan yüzü, Allah’ın aynası oldu. Allah, insanda kendisini seyretti. Allah, bilinmek için yarattığı bu âlemde insan elbisesi giydi. Aslında insan sureti, yalnızca bir görünüşten, bir hayalden ibarettir. Asıl olan, ölümsüz otuz iki kelimedir. Hurûfîlere göre Allah, Adem suretinde görünmüş; yani Adem’e hulûl etmiştir: “Hakk teâlânın hânesi muayyen bir şahsın vücûdundan ibâretdir şöyle ki ol vücûd-ı şahs-ı Âdem aleyhi’s-selâmdır” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 213).

Fazl idi gelüp kılan tecellî

Emr iden ezel namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)

Gelip tecelli eden, ezelde namazı elli (rekat olarak) emreden Fazl idi. Rivayete göre Allah, Miraç’ta Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e elli rekat namazı farz kılar. Beyte göre ise, namazı farz kılan kişi Fazlullah’tır; çünkü Allah Fazlullah’a hulûl etmiştir. Allah, dünyaya gelip Fazlullah suretinde tecelli etmiştir.

Arşî’nin neredeyse bütün şiirlerinde Fazlullah, aynı zamanda Allah’tır. Bu nedenle beyitlerde Fazl-ı Hak, Fazl-ı İlâh, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Sübhan gibi isimlerle anılır. Bunun sebebi, Allah’ın Fazlullah’a hulûl ettiğine inanılmasıdır.

Yaratılış

Yaratılış, Allah’ın “Kün!” emriyle meydana gelmiş, kainat altı günde yaratılmıştır:

Kün emri ile ihata kıldı

Altı gün içinde kâ’inâtı (Terkîb-i bend 1/II/12)

Kainatı altı gün içinde “OU” emri He kuşattı. Yaratılış, “Kün!” emriyle meydana gelmiştir. Bu kelime kâf ve nûn harflerinden oluşmaktadır. Bu iki harfin eczasında (<^ ve jjj) altı harf bulunmaktadır. Bu harflerin sayısı, yaratılışın altı gününe eşittir. Yani; yaratılışın her bir günü, kâf ve nûn harflerinin eczasındaki her bir kelimeye eşittir. Kainatın altı günde yaratılmasının anlamı budur. Câvidânnâme'âeki bir başka açıklama ise şöyledir:

(...) Altı gün altı kez on iki sâatden ibâretdir şöyle ki yetmiş iki sâat olur gecesiz vakti ki şeb u rûz müstevî ola yani gece on iki sâat ve gün on iki sâat ola, eknûn altı kez on iki sâat yetmiş iki sâat olur ve yirmi sekiz kelime-i İlâhî ki ibâretdir yirmi sekiz esmâdan pes ol yüzdendir ki isim ayn-ı müsemmâdır. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 73).

Yani, bir gün on iki saat gündüz ve on iki saat gecedir. Altı gün, altı adet gündüz demektir. Altı tane on iki yetmiş iki eder. Allah, kainatı yetmiş iki saatte yaratmıştır. Arap alfabesindeki yirmi sekiz harf, yirmi sekiz ilahi kelimenin karşılığıdır. Bu harflerin eczasında toplam yetmiş iki harf bulunur ki yaratılışın saatleri adedincedir. Altı günde yaratılmanın manası budur.

Fazl issi Hudâ-yı ferd ü yek-tâ

Kıldı yedi günde halkı peydâ (Terkib-i bend l/V/40)

Fazl sahibi, tek ve eşsiz Hudâ; halkı yedi günde yarattı. Hurûfî inanışına göre Allah, altı günde kainatı, yedinci günde ise insanı yaratmıştır. Âdem’in yaratıldığı gün cumadır ve cuma günü ‘arttırılmış gün’ olarak isimlendirilir: “(...) Cuma günü altı gün üzerine mezîd ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 74). Bu günün arttırılmış olması, yaratılışın altı günü üzerine gelen yedinci gün olmasındandır.

Terkibe geldi nutka gelüp kuvvet-i ezel

Kün didi oldı var zemin ü tokuz semâ (K 6/2)

Ezel kuvveti söz ile vücuda geldi; “Ol! ” dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Yer ve dokuz göğün yaratılması, kâf ve nûn’dan oluşan “Kün!” kelimesiyle meydana gelmiştir. Söz, maddeyi oluşturmuştur. Demek ki ikisi arasında bir ilişki mevcuttur. Hurûfîler, bu ilişkiyi açıklarken, maddeyi bir elbise, vehim, hayal olarak düşünürler ve hakiki varlığı kelime olarak kabul ederler:

Otuz iki kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat

‘lyân oldı ki Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)

Hakk’ın otuz iki sözü yaratılış elbisesi giydiğinden beri ortaya çıktı ki tükenmez hâzinenin emini Âdem'dir. Allah, Âdem’i otuz iki kelime ile kendi sureti üzerine yaratmıştır. Âdem, her ne kadar vücut sahibi maddi bir varlık olarak görünse de onun aslı otuz iki kelimedir; maddi varlık ise bir hayaldir, görünüştür. Âdem’in asıl varlığını oluşturan otuz iki ilahi kelime, Ahzab suresinin 72. ayetinde belirtilen emanettir. Bu emanet, beyitte belirtildiği üzere, tükenmez bir hazinedir; çünkü Allah otuz iki kelimedir ve her şeyi bu kelimeler ile yaratmıştır. Otuz iki kelimeye sahip olan, yerde ve göklerdeki her şeye sahip olur.

Gelelden ‘âlem-i terkîbe zât-ı kuvvet-i evvel

Gehî savt u gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)

îlk kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses ve bazen de söz ile âlemi diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır. Terkip âlemi ise dünyadır. Allah’ın dünyaya gelmesi; Fazlullah suretinde tecelli etmesidir. Fazlullah, bazen ses ve bazen de söz ile âlemi diriltmektedir. Alemin ölü olması, dünyada hakikatin unutulması ya da gizli kalmış olmasıdır. Fazlullah ise, peygamberlerin açıklayamadığı sırları kendisine verilen tevil ilmi sayesinde açıklamış, dinde açıklanacak hiçbir sır bırakmamıştır. Böylece dünya, cehaletin ölümünden hakikatin dirilişine uyanmıştır. Fazlullah’ın ses ve sözü Hurûfîlik öğretisidir. Hurûfîlik, âlemin dirilişinin sebebidir. Bu beytin yaratılış ile ilgisi ise şudur: Alem, ilk olarak kelime ile yaratılmış, hayat bulmuştur. Bu nedenle yine kelime ile diriltilmesi, şaşılacak bir durum değildir.

Hurûfîlere göre yaratılış sözle meydana gelmiştir. Allah’ın “Kün!” emri, kainatın oluşmasını sağlamıştır. Kainatın altı günde yaratılması, Hurûfîlerce “Kün!” emrindeki harflerin ya da Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin eczasına bağlanmıştır. Âdem ise arttırılmış gün olan cuma günü yaratılmıştır. Yaratılış, otuz iki harfledir. Allah, otuz iki harftir ve yarattığı her şeye ilahi harflerden bazılarını vermiştir. Yalnızca insana tüm harfleri öğretmiş, böylece onu kendi sureti üzerine, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır. İnsan, yaratılış elbisesi giymiş otuz iki harftir. Bu nedenle insan görünüştür ve Allah asildir. Allah, bilinmeyi istediği için insanı yaratmıştır, sonra da insanda kendisini izlemiştir. Çünkü var olan yegane şey ilahi kelimelerdir. Onun dışındaki her şey hayaldir.

Tevil İlmi

Ferit Devellioğlu, ‘te’vîl’ kelimesini “sözü çevirme, söze ayrı mânâ vermeye kalkışma” olarak; ‘te’vîl-i Kur ’âri kelimesini ise "Kur ’ân-ı Kerîm ’e sarâhatten hâriç mânâ verme” olarak tanımlar (2016: 1285). Devellioğlu’nun olumsuz bir anlam verdiği bu kelime, Hurûfiler tarafından en büyük ilimlerden biri olarak kabul edilir; çünkü Fazlullah, kendisine verilen tevil ilmi sayesinde, peygamberlerin bile açıklayamadığı sırları açıklayabilmiş, dinde soru işareti bırakmamıştır.

Okı te’vîl-i kelâmu’llâhı cânun tazele

İ’tikât it ‘ilm-i te’vîle îmânun tâzele (G 272/2)

Allah sözünün tevilini oku, canını tazele. Tevil ilmine inan, imanını tazele. ‘Allah sözünün tevili’ ile kastedilen, Fazlullah’ın kitaplarıdır. Bu kitaplardaki ilme inanmak, imanını tazelemek demektir. Başka bir deyişle, tevile inanmak, imanın şartlarındandır. Bu ilmi -Ferit Devellioğlu gibi- reddetmek, kafir olmak demektir.

Te’vîl-i kelâm-ı Haki fehm itmeğe sa’y it

Leylen ve nehâren

‘Arşîden işit bu sözi ey ‘âkil ü dânâ

Bul Fazl-ı Hudâyı (Müstezad 1/11)

Gece ve gündüz Hakk’ın sözünün tevilini anlamaya gayret et. Ey akıllı ve bilgili (kişi)! Bu sözü Arşî’den işit, Fazl-ı Hudâ’yı bul. Hak sözünün sırlarını anlamak yalnızca tevil ilmi sayesinde olur. Bu ilim, Allah’ın kendisinde tecelli ettiği Fazl-ı Hudâ, yani Fazlullah tarafından bulunmuştur. Arşî, akıllı ve bilgili kişileri bu ilmi anlamaya davet etmektedir; zira bu ilim akılsızlar ve cahiller tarafından anlaşılamaz.

Kelâm-ı Hakka mazhar oldı ser-tâ-pâ kamu ‘uzvum

İrişdüm cümle te’vîlât-ı Kur’âna bi-hamdi’llâh (G 260/4)

Baştan ayağa bütün uzvum Hakk’ın sözüne mazhar oldu. Allah’a hamdolsun, bütün Kur’an tevillerine eriştim. Hakk’ın sözüne mazhar olmak, bu sözlerin sırrına erişmek yalnızca Kur’an tevillerini anlamak sayesinde mümkün olur. Bu ise, şükredilecek bir nimettir.

Tevil ilmi, Fazlullah’ın bulduğu bir ilimdir ve peygamberlerin dahi açıklayamadığı sırları açıklamaya yarar. Allah sözünü, Kur’ariı ve hakikati hakkıyla anlamak isteyen akıllı ve bilgili kişiler, bu ilmi öğrenmeye gayret etmelidir. Bu ilme inanmak, imanın şartlarındandır. Tevil ilmini reddeden, kafir olur.

İlmü’l Esmâ, Harfler ve Harflerin Ortaya Çıkışı

Hurûfîlik sisteminin temelinde Arap alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz iki harften oluşan ilahi kelimeler bulunmaktadır. Allah, her şeyi bu ilahi kelimelerden yaratmış olup bütün varlıklara ilahi kelimelerin işaretlerini hatlar vasıtasıyla yazmıştır. Sözkonusu ilahi kelimelerin bilgisine ilmü’l-esmâ denir. Allah, Adem’i yaratmış ve yalnız ona bizzat ilmü’l-esmâ’yı öğretmiştir. Böylece insan Allah’a halife olmuştur. Melekler, Âdem’in ilahi kelimeler konusundaki bilgisinden dolayı ona secde etmişlerdir.

Bu başlık altında biz, Arşî Divanı’ndan hareketle, Hurûfîliğin dayandığı temel unsur olan ilahi harfleri, bu harflerin ilmi olan ilmü’l-esmâyı ve harflerin nasıl ortaya çıktığını inceleyeceğiz.

İlmü’l-Esmâ

Esmâ ilmi, hakikati anlamak için en gerekli olan ilimdir. Hurûfîlik, bu ilmin anlaşılması üzerine kuruludur; çünkü esmâ ilmini bilen, Allah’ı bilebilir. Arşî, bu ilmin anlamına dair bazı beyitler yazmıştır:

Olanlar ıstılâhât-ı Hudâya ‘Arşiyâ vâkıf

Kılur i’câz-ı nutk ile beyân-ı ‘ilmü’lesmâ fG4/7)

Ey Arşî! Hudâ’nm tabirlerinden haberdar olanlar az sözle esma ilmini anlatırlar. ‘Istılâhât-ı Hudâ’ ile kastedilen, Allah’ın ilahi kelimeleridir. Bunları bilenler, esma ilmini az sözle anlatabilirler. Peki, esma ilmi nedir? Bu ilim, ezelde Allah’ın Âdem’e öğrettiği ilimdir:

Kıldı ta’lîm Âdeme bî-vâsıta esmâ-i kül

Oldı mescûd-i melâ’ik hem cemî’u’l-mürselîn (G 220/2)

Âdem ’e vasıtasız olarak bütün isimleri öğretti; (böylece Âdem), meleklerin ve bütün peygamberlerin secde ettiği (kişi) oldu. Bakara suresinin 31. ayetinde Allah şöyle buyurur: “Allah Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti...”. Hurûfîler, Allah’ın Âdem’e öğrettiği bütün isimlerin otuz iki ilahi kelime olduğunu söyler. Böylece Âdem, bilinebilecek her şeyi öğrenerek meleklere muallim olmuştur. Âdem’in meleklere öğrettiği isimler Allah’ın otuz iki ilahi kelimesidir ve Âdem’in yaratılışı bu otuz iki ilahi kelime üzerinedir. Onun yüzünde ilahi kelimelerin işaretleri olan hatlar bulunmaktadır. Bu nedenle melekler ona secde etmişlerdir. Beyitte, meleklerin ve bütün peygamberlerin Âdem’e secde etmesinin sebebi olarak esma ilmi gösterildiğine göre; Âdem’in yüzündeki hatlar, Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimlerin bir göstergesidir.

Âdem-i hâkîden aldılar sebak esmâ-i kül

Oldılar şâkird-i Âdem çün sürûş-ı ecma’în (G 220/5)

Bütün melekler, topraktan (yaratılmış olan) Âdem ’den esma dersini aldılar; Âdem ’in öğrencisi oldular. Önce Âdem, Allah’tan esma ilmini öğrenir; ardından meleklere öğretir. Bu nedenle o, meleklerin hocası konumundadır. Âmiloğlu’nun Arşnâme çevirisinde bu olay şu şekilde anlatılır:

Evvel Âdem bildi esmâ ‘ilmini

Ohıdı çünki müsemmâ ‘ilmini

Melek anunçün ana kıldı sücûd

Kamunun mescûd(ı) olmış ol vücûd

Andan öğrendi melek ‘ilm u edeb

Âdem’e her neye ki öğretdi Rab (Âmiloğlu, 2014: 95)

Melekler, Âdem’den esma ilmini öğrenirken şeytan öğrenmemiştir:

Çünki İblîs almadı esmâ-i Âdemden sebak

Oldı Hakdan tâ ebed merdûd u şeytân-ı la’în (G 220/6)

İblis, Âdem ’in isimlerinden ders almadığı için sonsuza kadar Hak ’tan kovuldu ve lanetlenmiş şeytan oldu. Hurûfîlere göre şeytanın Âdem’e secde etmemesi, ondan esma ilmini öğrenmemesinden dolayıdır. Câvidânnâme"de bu durum şöyle anlatılır: “(...) Âdem aleyhi’s-selâma secde eylemedi ki fe secedel melâiketü küllühüm ecmeûn illâ ıblis''V\ şeytân ol esmânın ta’lîmin bulmadı, onun için ki Âdem aleyhi’s-selâma secde eylemedi ki Âdem aleyhi’s-selâm ona muallim-i esmâ ola” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37). Bu olay, Arşnâme’ te ise şöyle geçer:

‘Alleme’l-esmâ bu Âdem’dür hemân

K’ottuz ikki nutkı kılmışdur beyân

Nutk-ı Âdem ottuz ikki nutk-ı Hak Yohdur iblise bu hikmetden nutak

Görmedi ottuz iki hattın Hakk’un

Secdesin kılmadı zât-ı mutlakun (Âmiloğlu, 2014: 75).

Şeytanın otuz iki ilahi kelimeyi öğrenememesi ateşten yaratılmasından dolayıdır. Anasır-ı erbaadan yalnızca toprağa yazı yazılabilir; ateş, hava ve suya yazı yazılamaz. Bu nedenle esma ilmi topraktan yaratılan Âdem’e verilmiş; ateşten yaratılan şeytana ise verilmemiştir (Âmiloğlu, 2014: 77). İsimlerden ders alamadığı için Âdem’e secde etmeyen iblis, Hak katından kovularak lanetlenmiş, şeytan olmuştur.

Ta’lîm iden melâ’ikeye esmâ-i külli

Fazl-ı İlâh idi zi-ezel tâ-be-intihâ (G 8/4)

11 “Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler. Ancak iblis etmedi...”. (Sâd, 38/73-74)

Meleklere bütün isimleri öğreten, en başından en sonuna kadar Fazl-ı ilah idi. Hurûfîlere göre Âdem, aslında Fazl-ı İlâh’tı, yani Fazlullah’tı. O, esma ilmini Allah’tan vasıtasız öğrenip meleklere öğretmiştir.

Ey tâlib olmayınca şâkird-i mekteb-i eb

Esmâ-i kül bilinmez irmez hidâyet-i Rab (G 19/1)

Ey talipl Baba mektebinin öğrencisi olmadıkça bütün isimler bilinmez, Rabbin hidayeti ermez. ‘Baba’ Âdem’dir; ‘baba mektebi’ ise Âdem’in esma okuludur. Bütün isimleri bilmek için Âdem’e öğrenci olmak gerekir. Eğer isimler öğrenilmezse, Allah doğru yolu göstermez.

Aldun mı esmâdan haber mülk-i müsemmâ kandedür

Ya istivâ-yı hılkat-i ‘arşa ‘ubûrun var mı (G 284/2)

isimlerden haber aldın mı, müsemmanın ülkesi nerdedir? Ya arşın yaratılışının istivasına geçebildin mi? Otuz iki ilahi kelime isimdir, Allah ise müsemmadır. Allah, ancak otuz iki ilahi kelime vasıtasıyla bilinebilir: “Her kim ol esmâya bilmez iy peser / Ol müsemmâdan kaçan ala haber” (Âmiloğlu, 2014: 77). Arş, Âdem’dir; arşın yaratılışının istivası ise Âdem’in yüzünden geçen istiva çizgisidir. Bu çizgi, bazı hatları ikiye bölerek yüzdeki yirmi sekiz hattı otuz iki hatta çıkarır. Şair, beyitte bu konulara dair sorular sorarak bunların bilinmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.

Haşr eyledün mi kalbüne ma’nâ-yı İsm-i A’zamı

Ya sî vü dû esmâ ile kevne nüşûrun var mı (G 284/5)

Ism-i Azam ’ın manasını kalbinde dirilttin mi? Ya otuz iki isim ile yaratılışa dirilişin var mı? Şair soru sorarak bu konulara dikkat çekmeye devam eder. Allah katında ism-i azam Âdem’dir (Fazlullah, 2012: 221). İsm-i azamin manasını anlamak, Âdem’i tanımaktır. Âdem’i tanımak ise hatları bilmek ile olur. Hatlar, otuz iki ilahi kelimenin yüzdeki işaretleridir. Bu nedenle hatları bilmek ilahi kelimeleri bilmektir. Otuz iki ilahi kelime, yaratılışta her varlığa dağıtılmıştır. Varlıkların yaşaması ve hayatlarını sürdürmesi bu kelimelere bağlıdır. Dolayısıyla otuz iki ilahi kelime, yaratılışın ve dirilişin kaynağıdır.

Olalı şâkird-i mekteb-hâne-i esmâ-i eb

Râsihân-ı ‘ilm-i te’vîlüz be-‘avn-i Fazl-ı Rab (G 18/1)

Baba isimlerinin okulunda öğrenci olduğumuzdan beri Fazl-ı Rabb’in yardımıyla tevil ilminin bilgini olduk. Fazlullah, tevil ilmini keşfeden kişidir. Bu ilim, ilahi kelimeler -yani baba isimleri- üzerine kuruludur ve dinde açıklanmayan hiçbir boşluk bırakmaz. Kainattaki her şeyi açıklar.

Olup dört kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla

Sevâd-ı vech-i Âdemden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)

Unsurların hükmüyle dört kere sekize erişip Âdem ’in yüzünün karalarından esma ilmini okudum. Âdem’den esma ilmini okumak, onun yüzündeki hatları bilmekle olur. Âdem’in yüzünde yedi adet ümmî hat bulunur: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik. Eğer istiva hattı geçerse saç ikiye ayrılır ve sekiz adet hat meydana gelir. Bu hatlar, anasır-ı erbaadan oluştuğuna göre her bir hatta dört unsur bulunur. Dört tane sekiz otuz iki eder ki bu ilahi kelimelerin sayısıdır. Âdem’in Allah’tan vasıtasız olarak öğrendiği bütün isimler, bu ilahi kelimelerden ibarettir. Yüzdeki otuz iki hattı okuyabilen, otuz iki ilahi kelimeyi bilir.

Bulmışuz esmâ-i külliden müsemmâya sebîl

Okuyalı Câvidân-ı Fazl-ı Hakdan bâ-edeb (G 18/2)

Fazl-ı Hakk’ın Cavidan’ından edeple okuduğumuzdan beri bütün esmadan müsemmaya yol bulmuşuz. ‘Cavidan’, Fazlullah’ın Câvidânnâme isimli eseridir. Bu eser, esmadan müsemmaya, yani eşyadan Allah’a giden yolu gösteren, esmâ ilmi üzerine bir tevil kitabıdır.

‘Üm-i esmâya olalı mahrem

Bizüz evlâd-ı zübde-i Âdem (Tercî-i bend 1/1/1)

Esma ilminin sırlarını öğrendiğimizden beri Âdem ’in öz evladı biziz. Allah, esmâ ilmini yalnızca insana öğretmiştir; Âdem de bu ilmi meleklere aktarmıştır. Esmâ ilmini bilmeyen şeytandır. Bu ilmi bilmek, insan olmanın ayırıcı vasfıdır. Şair, esmâ ilmini öğrendiğinden dolayı kendisini Âdem’in öz evladı saymaktadır.

Okuduk ‘ilmini bu eşyânun

Oldı yek-sân bize vücûd u ‘adem (Tercî-i bend 1/1/3)

Bu eşyanın ilmini okuduk. Bize varlık ve yokluk bir oldu. Eşya, yani tüm varlık, ilahi isimlerden yaratılmıştır. Bu sebeple ‘eşyanın ilmi’, aslında esma ilmidir. İlahi isimler otuz iki adettir ve temelde hepsi bir harftir. Bu durum, Hurûtîliğin vahdet boyutunu meydana çıkarır. Yaratılan her şey harflerden meydana geldiğinden ve harfler de aslında tek bir harf olduğundan dolayı her şey birdir. Varlık ve yokluğun eşya ilmini -yani esma ilmini- öğrenen için bunların bir olmasının nedeni budur.

Hıl’at-i esmâ-i kül gey gel mukarreblerden ol

Ola huddâm-ı cinân-ı ‘izzün ebrâr-ı Hudâ (G 5/2)

Bütün isimler hilatini giy, gel, yakınlardan ol. Yücelik cennetlerinin hizmetçileri, Hudâ’nın hayır sahipleri olsun. İlahi isimler, insanın Allah’a yakınlaşma vasıtasıdır. Esmâ-i kül elbisesini giymek, aslında ilahi isimler haricinde her şeyden kurtulmaktır; çünkü ilahi isimler asildir. Yalnızca ilahi isimden ibaret olanlar mukarrebliğe yükselir ve cennete girmeye hak kazanır. Cennette onların hizmetçileri, Allah’ın hayır sahipleri olur.

Esmâ ilmi, Allah’ın Âdem’e vasıtasız olarak verdiği isimler ilmidir. O, yalnızca Âdem’e bütün isimleri öğretti. Bu isimler otuz iki ilahi kelimedir. Ezelde dağların, yerin ve göğün kabul etmeyip insanın yüklendiği sorumluluk budur (Ahzab, 33/72). Âdem, esmâ ilmini meleklere öğretmiştir; bu nedenle meleklerin hocası konumundadır. Şeytan ise esmâ ilmini öğrenmemiştir. Melekler esmâ ilmini bildikleri için Âdem’e secde ederken şeytan bu ilmi bilmediği için secde etmemiştir.

Sonuçta, Allah’ın esmâ ilmini öğrettiği kişi, aslında Âdem değil, Fazlullah’tır. Allah’tan vasıtasız bir şekilde otuz iki ilahi kelimeyi talim eden kişi Fazlullah’tan başkası değildir. Bu sebeple o, esmâ ilminin asıl hocasıdır. Onun öğretileri, otuz iki ilahi kelimeyi okuyabilmek üzerinedir; çünkü Allah’ın anlaşılması ve görünür olması sadece bu ilahi kelimelerin okunabilmesiyle mümkündür. Esmâ ilmi esmadan müsemmaya, yani yaratılmışlardan yaratana götüren vasıtadır. Bu kelimeler sayesinde, Allah’ın kendi suretinde yarattığı insanın yüzündeki otuz iki hattı okumak, Allah’ı anlamak demektir; çünkü insan Hakk’ın aynasından ibarettir.

Yirmi Sekiz ve Otuz İki Harf

Hurûfîlik, Arap alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz iki harf üzerine kurulu bir inanç ve düşünce sistemidir. Bu sistemde önemli olan, harflerin ebced hesabındaki sayısal değerlerinden ziyade Arap ve Fars alfabesindeki harf sayısıdır (Usluer, 2009a: 118). Bu iki alfabenin harf sayıları, Hurûfî metinlerinde genellikle yan yana durur. Buna örnek olarak Câvidânnâme’den şu cümleyi verebiliriz: “(...) Şeytân bilmedi ki hâkde âlem-i kelime-i İlahînin kâbiliyyeti vardır ve bu kâbiliyyeti Hazret-i İzzet suda ve yelde ve âteşde koymamışdır ki yirmi sekiz ve otuz iki kitâbet-i vech-i Âdem üzerinde zâhir ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37-38). Şu beyit ise Âmiloğlu’nun Arşnâme Tercümesi’ndendir:

Yüz hattın Hakk sözince bilesüz

Hem otuz ikki vü yigirmi sekiz (Âmiloğlu, 2014: 66)

Arap alfabesindeki yirmi sekiz harf ile Fars alfabesindeki otuz iki harf birbirinden farklı değildir; çünkü lamelif (Y) harfi, Fars alfabesinde olup Arap alfabesinde olmayan dört harfe, yani pe (^), çe (g), je (j) ve ge (^) harflerine karşılık gelir. Şöyle ki; lamelif (Y) harfinin eczasında, yani okunuşunda, tekrarsız dört harf bulunur: fe (<^), lam (d), elif (') ve mim 0. Bu dört harf pe (0, çe (g), je (j) ve ge (0 harflerinin karşılığıdır. Bu nedenle, Hurûfî metinlerinde ‘yirmi sekiz’ ve ‘otuz iki’ kelimenin arasındaki farka vurgu yapılmadığı sürece, ‘yirmi sekiz’ denildiğinde ‘otuz iki’ de kastedilmiştir (Usluer, 2009a: 191).

İlahi harfler Allah’ın sıfatları olup sonsuzdurlar (Âmiloğlu, 2014: 56). Hurûfîliğe göre isim ile müsemmâ bir olduğundan otuz iki harf bizzat Allah’tır (Fazlullah, 2012: 93). Allah, kainatı “Kün! (û$)” emriyle, yani kâf 00 ve nûn (j0 ilahi kelimeleriyle yaratmıştır (Yâsîn, 36/82). Bundan dolayı varlığın aslı harftir. Yaratılan her şey yirmi sekiz ve otuz iki harf ile vücut bulmuştur (Âmiloğlu, 2014: 59). Söz ile madde birbirinden ayrılmaz. Beden bir görüntüdür, asıl olan ise ilahi kelimelerdir. Her şey sözdür ve söz mekanındadır (Âmiloğlu, 2014: 187). Allah dahil her şey otuz iki ilahi kelime olduğundan dolayı bu kelimeler tek hakikattir. Her yerde yalnızca bu kelimeler vardır. Otuz iki kelime, Hakk’ın sözü olduğu için yer ve gökte Hakk sözünün erişmediği tek bir nokta bile kalmamıştır (Arşî, Tercî-i bend 3/VB/57).

Allah’ın sözü olan yirmi sekiz ve otuz iki harf, Âdem’in yüzüne yazılmıştır. Bu sebeple Âdem’in yüzü hakiki Kıır'anWw. Levh-i Mahfuz’ism-i a’zamdır. Âdem’in yüzündeki otuz iki ilahi kelimenin karşılığı olan otuz iki hat, Allah’a götüren bir yoldur (Âmiloğlu, 2014: 59). Allah otuz iki ilahi kelimedir ve onu bilmenin tek yolu kainattaki her şeyde yirmi sekiz ve otuz iki harfi okumaktır. İnsan yalnızca kendi bedenine baksa bile yirmi sekiz ve otuz iki harfin pek çok alametini bulacaktır. Vücuttaki üç yüz altmış kemik, altı adet yirmi sekiz ve altı adet otuz ikinin toplamıdır. Yedisi başta beşi de gövdede olmak üzere vücudun on iki adet deliği vardır: İki göz, iki kulak, iki burun deliği, bir ağız, iki meme ucu, bir göbek, ön ve arka delikler. İstivâ hattı geçerse ağız, göbek, ön ve arka delikler ikiye ayrılır; vücudun toplam on altı deliği olur. Bu on altı delik, bulundukları yerler ile toplanırsa otuz iki eder. İnsanın ağzında otuz iki diş vardır. Parmaklardaki boğumların toplamı yirmi sekiz eder. Ayak parmaklarındaki boğumlar da aynı sayıdadır (Âmiloğlu, 2014: 71, 80, 157, 170).

Fazlullah, insanlara yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin sırrını göstermek üzere dünyaya gelmiştir. Onun amacı, insanların Allah’ı görebilmesini, yapılan ibadetlerin ve kainattaki her şeyin anlamını kavrayabilmesini sağlamaktır. Hurûfîlik, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime üzerine kuruludur. Hakikat bu kelimelerdedir ve bu kelimeleri inkar eden kafir olur (Âmiloğlu, 2014: 187).

Arşî Divanı’nda yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye dair pek çok beyit bulunur. Arşî, Hurûfî bir şair olarak, savunduğu inancın ve düşüncenin en temel unsurlarından biri olan yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi şiirlerinde sık sık konu edinmiştir:

Otuz iki kelâm olmış egerçi menşe-i kesret

Velâkin sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)

Çokluğun kaynağı otuz iki söz olmuşsa da ilk kuvvetten (gelen) ses tektir. Fazlullah Esterâbâdî’ye göre otuz iki kelime aslında bir kelimedir (2012: 129). Bunun sebebi, kelimelerin nur olmasıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Nur, yani ışık bölünmez, parçalara ayrılmaz. Işıkta hiyerarşi mevcut değildir. Bu özellikler, nurdan yaratılan kelimeler için de geçerlidir. Otuz iki söz, aslında tek sesten ibarettir:

Bir sahya-i vâhid iken evvel

Otuz ikide bulup sebâtı (Terkîb-i bend l/II/ll)

Önce tek bir çığlık iken otuz ikide karar kıldı. Kuvvet âleminde tek olan söz, terkip âleminde otuz iki olmuştur. Önceleri tek bir çığlık olan sözün otuz ikide karar kılması, yaratılış vesilesiyledir. Çünkü yaratılıştan önce terkip âleminin -yani çokluk âleminin- varlığı söz konusu değildir.

Gevher-i zât vâhidü’s-Samede

Sî vü dûdür sıfât-ı bahr-ı ‘âmîk (Tercî-i bend 3/VI/50)

Otuz iki, tek Samed için, derin denizin inci zatıdır. Allah Samed’dir; yani her şey O’na muhtaçtır ve O hiçbir şeye muhtaç değildir (İhlas, 112/2). Derin denizin inci zatı olmak, bir değer ve gizlilik göstergesidir. İnci, değerli bir taştır ve incinin derin denizin dibinde bulunması, gizli olduğunu ve onu bulup çıkarmak için oldukça çok uğraşmak gerektiğini işaret eder. Otuz iki ilahi kelime, Allah için derin denizdeki inci gibidir. İncidir, çünkü bu isimler, Hurûfîliğe göre isim ile müsemmâ bir olduğundan, Allah’ın kendisidir. Bu inci derin denizdedir, çünkü Fazlullah gelene dek hiç kimse otuz iki ilahi kelimenin anlamını çözebilmiş değildir. Fazlullah, ilm-i tevil sayesinde esmâyı öğrenmiş ve varlığın, Allah’ın ve dinin sırrını çözmüştür.

Mahkûmıdur zemîn ü semâ hâkim ol durur

Otuz iki kelâm-ı şerifi yiter güvâ (G 8/5)

Hakim odur. Yer ve gök (onun) mahkumudur. Otuz iki şerefli söz (buna) şahit olarak yeterdir. Allah, yerin ve göğün hakimidir. Her şey ona kuldur. O, otuz iki sözün sahibidir ve daha ötesinde bizzat otuz iki kelimedir. Kainatın yaratılışı ve varlıkların hayatını sürdürmesi otuz iki harf sayesindedir. Bu nedenle Allah her şeye hakimdir ve kainatın var olması, hayatını sürdürebilmesi Allah’ın izni sayesindedir. Allah, “Ol!” emriyle kainatı yaratabildiği gibi “Yok ol! emriyle her şeye bir anda son verebilir. Bu durum, O’nun varlık üzerindeki gücünü ve hakimiyetini; otuz iki harfin ise bu güç ve hakimiyet konusundaki rolünü gösterir. Sonuçta hem “Ol!” hem de “Yok ol!” emri sözden, yani ilahi kelimelerden ibarettir.

Zât-ı pâk-i zü’l-celâle reh-nümâdur sî vü dü

Şa’şa’-ı nûr-ı cemâl-i kibriyâdur sî vü dü (G 253/1)

Otuz iki, ululuk sahibi olan Allah’ın pak zatına rehberdir. Otuz iki, ululuk yüzünün nurunun parlaklığıdır. Otuz iki, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Hurûfîlikte isim ile müsemma bir olduğundan otuz iki ilahi kelime bizzat Allah’tır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59).

Dolayısıyla ilahi kelimeler Allah’a rehberdir. Aslı nur olan bu kelimeler, Yüce Allah’ın yüzünde parlar (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417).

Ahsen-i sûretde izhâr itmeğe hüsn ü cemâl

Sırr-ı er-rahman ‘ali ’l ‘arşi ’stivâ’dur sî vü dü (G 253/3)

Otuz iki, güzelliği ve yüzü en güzel surette göstermek için ‘er-rahman ‘ali ’l ‘arşi’stivâ’ sırrıdır. ‘Er-rahman ‘ali’l ‘arşi’stivâ’, A’râf suresinin 54. ayetinde geçer ve “Rahman arşa istiva etti.” anlamındadır. Hurûfîlik düşüncesine göre arş, Hz. Âdem’dir. Allah’ın arşa istiva etmesi, Âdem’in yüzünde otuz iki ilahi kelime olarak görünmesidir. Bu da yüzdeki hatlar vesilesiyle olur. Ümmî hatlar yedi adettir, istiva hattı geçerse sekiz olur. Her bir hat dört unsurdan meydana geldiği için dört tane sekiz, yani otuz iki adet hat bulunur. Bir diğer hesap şöyledir: Âdem’in yüzünde yedi ümmî ve yedi ebî hat bulunur. Toplamları on dört hattır. Eğer istiva geçerse saç ve anfeka hatlarının bölünmesiyle hat sayısı on altıya çıkar. Bu hatları, bulundukları yerler ile toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz. Yüz için son hat hesaplaması, delikler vasıtasıyladır. Yüzde yedi delik bulunur, istiva geçerse ağız deliğinin ikiye bölünmesiyle sekiz delik olur. Her bir delik anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan meydana gelir. Dört tane sekiz otuz iki yapar ki bu otuz iki ilahi harfin karşılığıdır. Yüzdeki otuz iki hat, güzelliğin sebebidir.

Sî vü dû harf-i lem-yezel geldi sıfâta ‘âkıbet

Hılkat-i nutk-ı Âdemî zât-ı şu’ûna benzedi (Kıt’a 20/2)

Sonunda otuz iki sonsuz harf sıfata geldi; insan sözünün yaratılışı işlerin zatına benzedi. Otuz iki harfin sıfata gelmesi, yaratılışta kullanılmasıdır. Allah, yarattığı her varlığa ilahi kelimelerden bazılarını vermiş; insana ise tüm harfleri öğretmiştir. Bu sebeple insan, diğer varlıklardan farklı olarak otuz iki ilahi kelime ile konuşur. Allah’ın kelimeleri de otuz iki adettir. Bundan dolayı, insanın konuşması Allah’ın konuşması gibidir.

Otuz iki kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat

‘lyân oldı ki Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)

Otuz iki Hak kelamı yaratılış elbisesini giydiğinden beri belli oldu ki tükenmeyen hâzinelerin emini Âdem ’dir. Otuz iki Hak kelamının yaratılış elbisesini giymesi, Âdem’in otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılmasıdır. Allah, kendi sureti üzerine yarattığı Âdem’e otuz iki ilahi kelimeyi öğretmiştir. Ahzab suresinin 72. ayetinde bahsedilen emanet, Âdem’e verilen esmâ-i küll’den (otuz iki ilahi kelimeden) başkası değildir. Bundan dolayı Âdem, tükenmeyen hâzinelerin eminidir. Otuz iki ilahi kelime, Yaqup Babayev’in de belirttiği gibi, her şey demektir (Babayev, 2007: 63). Asıl zenginlik, sonsuzlukve varlık esmâ-i küle aittir.

Hem be-hakk-ı mazhar-ı esmâ-i kül

Âdem-i tahkîk-i âbâ-yı rüsül (M 1/16)

Hem bütün isimlerin mazharı (olan), peygamberlerin gerçek babası Âdem ’in hakkı için... Âdem, bütün isimlerin mazharıdır; çünkü Allah onu kendi suretinde (Çiftçi, 2014: 3), yani otuz iki harf üzerine yaratmıştır. Bu harfleri de Âdem’in yüzüne hatlar vasıtasıyla yazmıştır.

Sî vü dû oldı sıfât-ı zât-ı Fazl-ı lâ-yenâm

Bilmeğe zât-ı Hudâyı bu sıfat oldı sebeb (G 18/3)

Sonsuz Fazl’ın zatının sıfatı otuz iki oldu. Bu sıfat, Hudâ’nın zatını bilmek için sebep oldu. Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). Beyitte bu kelimelerin Fazlullah’ın sıfatı olduğu söylenmektedir. Şair, bu şekilde Fazlullah ile Allah arasında bir eşitlik kurmaktadır. Fazlullah’ın Allah gibi sonsuz olması, ezeli ve ebedi otuz iki kelimeden dolayıdır. Otuz iki ilahi kelimenin bilgisi, Allah’ı tanımak için şarttır. Bu kelimeler Fazlullah’ta bulunur. Dolayısıyla Fazlullah, Allah’ın zatını bilmek için bir vesiledir.

Mu’cizât-ı enbiyâyı kılmağa bir bir beyân

Mazhar-ı mev’ûd olan Fazl-ı Hudâ’dur sî vü dü (G 253/4)

Otuz iki, peygamberlerin mucizelerini bir bir anlatmak için vadolunmuş mazhar olan Fazl-ı Hudâ’dır. Fazlullah, peygamberlerin açıklamadığı sırları anlatan kişidir. Bunu da, kendisinde bulunan otuz iki ilahi kelimeyle, yani esmâ ilmiyle yapar. Otuz iki kelime Fazlullah’tır.

‘Anâsır ile sî vü dû olur fî ahsen-i sûret

Sekiz hatt-ı ruh-ı zât kim oldur fatih-i ma’nâ (G 2/14)

Unsurlar ile otuz iki, en güzel surette olur. Zatın yanağının sekiz hattı, mana fatihidir. Yüzde sekiz hat bulunur: istiva ile ikiye bölünmüş saç, iki kaş ve dört kirpik. Bu hatlar anasır-ı erbaadan oluşur. Her biri ateş, hava, su ve topraktan olmak üzere dört tane sekiz hat vardır ki otuz iki hat eder. Bu hatlar, yüzün güzel olmasının sebebidir. Otuz iki ilahi kelimenin işareti olan otuz iki hat ile kainattaki her şey açıklanabilir; çünkü yaratılış ilahi kelimelere dayanır. Bu sebeple yüzdeki hatlar mana fatihidir.

Olup dört kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla

Sevâd-ı vech-i Ademden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)

Öğelerin (anasır-ı erbaa) hükmüyle dört kere sekiz mazharı olup Âdem ’in yüzü siyahlığından isimler ilmini okudum. Adem’in yüzünde istiva hattıyla bölünmüş olan ümmî hatlar sekiz adettir: İki saç, iki kaş ve dört kirpik. Hepsi siyah olan bu hatların her biri dört unsurdan oluştuğu için yüzdeki hatların sayısı otuz ikidir. Bu hatların her biri, bir ilahi kelimenin karşılığıdır. Bundan dolayı Âdem’in yüzü, esmâ ilminin okunacağı bir sayfa gibidir.

Yazdı sıfat-ı zâtını ol sûret-i pâke

Otuz iki perde

Kendüsi yine kendüsini kıldı temâşâ

Ref itdi gıtayı (Müstezad 1/3)

Zatının sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi yine kendisini izledi. Allah, otuz iki sıfat sahibidir. Adem’i kendi suretinde yaratan Allah, onun yüzüne otuz iki sıfatın işaretlerini koymuştur. Böylece O, Âdem’in suretinde kendi suretini izlemiştir. İzleyen de izlenen de Allah’tır. Bu beyit, Hurûfîlikteki vahdet düşüncesini ortaya koymaktadır. Aşağıdaki beyit de vahdet düşüncesi üzerinedir:

Doldı gönül hânesine sırr-ı hû

Başdan ayağa olubam sî vü dü (G 253/1)

Gönül evine ‘hû’ sırrı doldu; baştan ayağa otuz iki oldum. Gönül evi “O!” zikriyle dolunca, insanın vehmedilen benliği aradan çekilir ve ortada yalnızca Hâlık kalır. Otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılan insan, zaten baştan ayağa O’ndan ibarettir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimedir.

Otuz iki dürr-i bahr-ı yek-tâ

Kıldı sadef-i gönülde me’vâ (Tercî-i bend 2/II/9)

Eşsiz denizin otuz iki incisi, gönül sedefini yurt edindi. Otuz iki inci, ilahi kelimelerdir. İncilerin ait olduğu eşsiz deniz ise Allah’tır; çünkü ilahi kelimeler Allah’ın sıfatlarıdır. İnci sedefte bulunur, Allah’ın mekanı ise müminlerin gönülleridir. Bu nedenle şair, isim ile müsemma birliğinden dolayı otuz iki kelime olan Allah’ın, gönlü yurt edindiğini belirtmektedir.

Vücûdumdur medâr-ı çarha merkez

Hudânun sî vü dû esmâsıyam ben (G 226/2)

Dünyanın yörüngesinin merkezi vücudumdur. Ben, Huda’nın otuz iki ismiyim. Yaratılan her şeyde Allah’ın otuz iki ismi bulunmaktadır. Bu isimler her şeyin yaratılışındadır ve bizzat Allah’tır. Bu yüzden, Allah’ın otuz iki ismini vücudunda taşıyan şair, dünyanın merkezi olduğunu iddia etse yanlış söylemiş olmaz.

Şu’ûn-ı bahr-ı zâtam ki göründüm

Otuz iki sıfâtam ki büründüm (M 2/6)

Zat denizinin işleriyim ki göründüm; otuz iki sıfatım ki büründüm. İnsanın bütün eylemleri, aslında Allah tarafından yapılmaktadır: “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı... (Enfâl, 8/17). Bütün eylemleri Allah’a ait olan insanın bedeni de Allah’a aittir; çünkü otuz iki sıfata bürünmüştür. Yani, şaire göre yapan da görünen de Allah’tan başkası değildir. Zaten Arşî bir şiirinde şöyle demiyor mudur: “Yazdı sıfat-ı zâtını ol sûret-i pâke / Otuz iki perde / Kendüsi yine kendüsini kıldı temâşâ / Ref itdi gıtayı (Müstezad 1/3).

Lisânumdan işit esmâ-i külli

Ki eyler zât-ı mutlakdan tecellî (M 2/12)

Bütün isimleri dilimden işit ki mutlak zattan ortaya çıkar. İnsanın konuşmasındaki bütün isimler, yani bütün harfler, Allah’tan ortaya çıkmaktadır. Bu harfler otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Allah, Bausani’nin de değindiği gibi, otuz iki ilahi kelime ile konuşur (Bausani, 1992: 360).

Yazdun mı levh-i vechüne sî vü dû kerre sî vü dû

Taksîm-i zâtu’llah içün hatt-ı sütûrun var mı (G 284/4)

Yüzünün levhasına otuz iki kere otuz iki yazdın mı? Allah’ın zatının bölümlenmesi için hat satırların var mı? Yüz, üzerine otuz iki ilahi harfin yazıldığı bir levhadır. Otuz iki harf, tek bir harfte toplanabilir, yani her bir harfte otuz iki harf bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Bundan dolayı yüzdeki hatlar otuz iki tane otuz iki hattır. Şair, sorularını sorarken “Yüzündeki hatların farkında mısın?” demek istemektedir; çünkü bu hatlar zaten ezelde insanın yüzüne yazılmıştır. Hat satırları da yüzde mevcuttur. İnsanın, kendi yüzüne hatları yazıp hat satırları oluşturmasına gerek yoktur.

Haşr eyledün mi kalbüne ma’nâ-yı İsm-i A’zamı

Ya sî vü dû esmâ ile kevne nüşûrun var mı (G 284/5)

Ism-i A ’zam ’ın sırrını kalbinde diriltin mi? Peki otuz iki isim ile varlığa yayıldın mı? İsm-i a’zam Âdem’dir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221). Câvidânnâme"de bu beyitle ilgili olarak şunlar yazılıdır: “Âdem aleyhi’s-selâm inda’l-lâh ism-i a’zamdır ve cümle eşyâlar esmâu’l-lâhdır ve her kimse ki ism-i a’zamı okuya cümle eşyâ ona musahhar ola yani cümle eşyânın sırrına yetişe ve kendi emrine musahhar eyleye... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221). Her şey, Allah’ın isimlerinden ibarettir. Bu nedenle ism-i azami bilen, Hz. Süleyman gibi bütün varlığa hükmedebilir. Âdem’in sırrını kalpte diriltmek, mevcudat üzerinde hükümdar olup varlığa yayılmak demektir. Âdem’in sırrı, yüzdeki hatlarda gizlidir.

Esfel ü a’lâya olmışdur muhît ü münbasıt

Ya’ni ki dârende-i ‘arz u semâdur sî vü dü (G 253/5)

Otuz iki, en aşağı ve en yukarılara yayılmış ve (buraları) kuşatmıştır; yani (otuz iki), yer ve göğü tutandır. Bütün mevcudat otuz iki ilahi kelimeden ibaret olduğu için her yerde bu kelimeler bulunmaktadır. Aşağıda ve yukarıda, yerde ve gökte bu kelimeler vardır. Otuz iki, yeri ve göğü tutarak dünyada ve kainatta uyumu sağlayan, ilahi düzenin bozulmasını engelleyen unsurdur.

Bâg-ı cennetde tena”um kılmağa erbâb-ı Fazl

Meyve-i şâh-ı dıraht-ı müntehâdur sî vü dü (G 253/6)

Otuz ve iki, Fazl erbabının cennet bağında rahat etmesi için, müntehâ ağacının dalının meyvesidir. Müntehâ ağacı, Kur ’ari da şöyle geçmektedir:

(Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü Cebrail öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu. Sonra (ona) yaklaştı, derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu. Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı. (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında... Me’vâ cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü. (Necm, 5/18).

Görüldüğü gibi Sidretü’l-Müntehâ, Me’vâ cennetinin yanında bulunan semâvî bir ağaçtır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç gecesinde bu ağacın yanında Cebrail’i görmüştür. Bu esnada peygamberin gözü şaşmamış, Cebrail’den başkasına bakmamıştır. Hurûfîlerin Sidretü’l-Müntehâ’dan anladıkları Hz. Âdem’dir: “(...) Sidretü’l- Müntehâ’dan murâd Âdem aleyhi’s-selâmdır...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 42). Müntehâ ağacının dalının meyvesi olan otuz iki, Hz. Âdem’in yüzündeki hatlardır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç gecesinde Allah’ın hatlarını Müntehâ ağacından okumuştur: “Müntehâ’nun ya’nî yaprağından ol / Ohıdum dir hattını Hakk’un Resûl” (Âmiloğlu, 2014: 95). Bu hatlar, Hurûfîlerin cennet bağında rahat etmesi içindir; çünkü kurtuluş, bu hatlar vesilesiyle olacaktır ve Allah’ın cemali yine bu hatlar sayesinde görülebilecektir.

Müntehâ oldı kâmet-i inşân

Otuz iki kelâmdur semerât (Tercî-i bend 3/III/22)

İnsanın boyu Müntehâ oldu; meyveler otuz iki sözdür. Âdem’in boyu 60 ziradır ki bu sayı yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin toplamına eşittir. Âmiloğlu’nun Arşnâme Tercümesi ’nde bu konu hakkında şu beyitler bulunur:

Âdem’ün kaddin dimişdür Mustafâ

Ya’nî ol sittûne zirâ’ an fi’s-semâ

İşbu altmış dahi bilgil iy ‘azîz

Oldı ottuz ikki vü yigirmi sekiz (2014: 228)

Arap alfabesindeki yirmi sekiz harf, Fars alfabesinin içindedir. Bu sebeple asıl olan, Fars alfabesindeki harf sayısıdır. Mümkün olan bütün ilahi kelimeler otuz iki adettir. Bu kelimeler, Sidre-i Müntehâ ağacının meyveleridir. Âdem’in boyunun Müntehâ olması, bu meyvelerin ilahi kelimelere denk gelmesindendir.

On sekiz bin ‘âleme bi’l-kuvve vü bi’l-fi’l olan

Dâ’im ü ka’im sıfât-ı zü’l-‘atâdur sî vü dü (G 253/7)

Otuz iki; on sekiz bin âleme, düşünce halinde ve hakikatte, devamlı ve sabit (halde) ihsan verendir. Otuz iki ilahi kelimenin Allah olduğunu bilmek, bu beyti anlamak için yeterlidir; çünkü on sekiz bin âlemi yaratıp sonsuza kadar, her şekilde ve hiç şaşmadan onları nimetlendiren Allah’tır.

Münkir-i a’dâ-yı dünye zehr-i kâtildürvelî

Ehl-i tahkîka mey-i câm-ı safâdur sî vü dü (G 253/8)

Otuz iki, inkarcı dünyevi düşmana katil (bir) zehirdir; ancak, hakikat ehline neşe kadehinin şarabıdır. Otuz iki ilahi kelime, bir ayna gibidir: Ona bakanın göreceği şey, ancak kendi yüzüdür. İnkarcı için otuz iki mutsuzluk ve ölümün sebebiyken hakikat ehli için neşe ve hayatın vesilesidir.

Kırmağa Ye’cûc-i küfr ü şirki Hakdan ‘Arşiyâ

Zü’l-fekâr-ı Haydar-i kişver-güşâdur sî vü dü (G 253/9)

Ey ‘Arşîl Otuz iki, küfür ve şirk Yecüc ’ünü kırmak için cihangir Haydar ’ın Zülfikar’ıdır. Bu beyit, Hz. Ali’nin Hurûfî yorumunu içermektedir. Hz. Ali’nin kılıcı olan Zülfikar, beyitte kafirleri ortadan kaldıran bir silah olarak yer almaktadır. Küfür, karanlığa aittir. Hakikat ise aydınlıktır. Aslı nurdan olan otuz iki harf, küfür karanlığını ortadan kaldıracak tek gerçektir. Bu durumda Zülfikar, otuz iki ilahi kelime yerine geçmektedir.

Tılısm-ı cismine sâhib olup

Yol bula müsemmâya râh-ı esmâdan (G 229/2)

Sag elden okuya defter-i a’mâlin

İre derecâta Cennetü’l-Me’vâdan (G 229/3)

Cisminin tılsımına sahip olup, esma yolundan müsemmaya yol bulsun. Amel defterini sağ elden okusun. Meva cennetinin derecelerine ersin. Bedenin tılsımı, otuz iki ilahi kelimedir. Bunları bilen kişi, Hakk’a yol bulur. Hakk’ı öğrenen, ahirette amel defterini sağ elden alır: “Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar” (İsrâ, 17/71). Amel defterini okuyabilenler yalnız Hurûfiler olacaktır; çünkü defterde yazılı olan şey, otuz iki harften ibarettir. Bundan dolayı, cennete girebilecek kişiler, Hurûfilerden başkası değildir. Me’vâ cenneti, Hurûfilerin gireceği cennettir; çünkü o, Sidretü’l- Müntehâ’nın yanındadır. Bu ağaç Hz. Adem’e, ağacın meyveleri ise Adem’in otuz iki hattına karşılık gelir (Arşî, G 253/6). Otuz iki; Allah’a ulaşmanın, hakikate ermenin ve cennete girmenin anahtarıdır.

Zulmet-i cehl ü dalâletden halâs olmağa halk

Meşrık-ı dilden togar şems-i hüdâdur sî vü dü (G 253/2)

Halkın cehalet ve sapıklık karanlığından kurtulması için, Hüdâ’nın güneşi olan otuz ve iki, kalp doğusundan doğar. Cehalet, karanlıktır. Hüdâ’nın otuz iki kelimesi ise nurdan olduğu için karanlığı ortadan kaldırır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Allah Fazlullah’tır; bu yüzden Fazlullah otuz ikidir. ‘Kalp doğusu’, güneşin doğduğu yönü belirttiği gibi Fazlullah’ın ortaya çıktığı yeri de belirtir. Fazlullah, yani aslı nur olan otuz iki ilahi kelime, bir güneş gibi doğudan doğmuş ve cehalet karanlığını yok etmiştir.

Yazdı Hak kudretle vech-i yâre hatt-ı sî vü dü

Gösterür sırr-ı kelâmu’llâhı hattı mû-be-mû (G 253/1)

‘Arşiyâ hejdeh hezârân ‘âlem içre bî-gümân

Gayri yok mevcûd tahkîk oldı illâ sî vü dü (G 255/5)

Hak, sevgilinin yüzüne kudretle otuz iki hattı yazdı. (Sevgilinin) hattı, kıl kıl Allah sözünün sırlarını gösterir. Ey ‘Arşîl Şüphesiz, on sekiz bin âlem içinde otuz ikiden başka hakikat yoktur. Beyitte geçen ‘sevgili’, Adem ya da Fazlullah olabileceği gibi herhangi bir insan da olabilir. Nitekim Allah, tüm insanların yüzüne otuz iki hattı yazmıştır. Bu hatlar, Allah’ın tüm sözlerini oluşturan otuz iki ilahi kelimenin işaretleridir. Kainat, bu otuz iki kelimeden yaratıldığı ve Allah’ın kendisi de otuz iki kelime olduğu için, bu kelimelerden başka hakikat yoktur. Bir başka deyişle; tek hakikat otuz iki kelimedir.

Varlık bilindi sî vü dü esmâ imiş ‘ıyân

Saldı cihâna velvele sayt u sadâ-yı û (G 256/7)

Varlık bilindi, besbelli ki otuz iki isimmiş. Cihana O ’nun sesi salındı. Tüm varlık otuz iki isimdir; çünkü her şey bu isimlerden yaratılmıştır. Her bir isim, Allah’ın sesiyle varlığını sürdürür. Dolayısıyla, kainattaki her şey Allah’ın sesinden ibarettir.

Otuz iki kelâm-ı Rabbânî

Aldı hükmüne cümle ekvânı (Tercî-i bend 3/II/10)

Rabbin otuz iki sözü, bütün varlığı hükmüne aldı. Kainattaki her şey otuz iki sözden ibarettir; çünkü evren, kendisi otuz iki söz olan mutlak varlığın zuhurudur (Ünver, 2009: 544). Bundan dolayı Allah, tüm kainatı hükmü altına almıştır.

Tâ ola sî vü dû sühan teşhis

Mahreç itdi hurûfa dendânı (Tercî-i bend 3/II/14)

Otuz iki söz, (birbirinden) ayrılsın diye, dişleri harflere mahreç etti. Otuz iki söz, aslında tek bir sestir (Arşî, G 2/18). Bu sözlerin birbirinden ayrılması için dişler, harflerin çıkış yeri olmuştur. Otuz iki diş, otuz iki harfe karşılık gelmektedir.

Allah, otuz iki ilahi kelimedir. Var olan kelimelerin tamamı bu kadardır. Otuz iki ilahi kelimenin aslı tek bir harftir. Her harfte otuz iki harf gizlidir. Bu durum, Hurûfîlikteki vahdet anlayışının temelidir. Allah’ın otuz iki ismi ve otuz iki sıfatı vardır. Bilinmek için kainatı yaratan Allah, her şeyi otuz iki kelimeden var etmiştir. Bu sebeple tek hakikat otuz ikidir. Kainatın hayatını devam ettirmesi otuz iki kelime sayesindedir. Allah, otuz iki kelimeyi insanın yüzüne hatlar halinde yazmıştır. Dolayısıyla insanın yüzü Allah’ın aynasıdır. Allah, yalnızca otuz iki ilahi kelime sayesinde anlaşılabilir. Yeri ve göğü tutan, tüm varlıkları kuşatan otuz iki, şirki ortadan kaldıran bir kılıçtır.

Hurûf-ı Mukattaa

Mukattaa harfleri, yani hurûf-ı mukattaa, ‘kesilmiş harfler’ demek olup bağımsız ve ayrı harfler anlamına gelmektedir. Kur ’an-ı Kerim ’in yirmi dokuz suresinin başında yer alan on dört harften oluşan hurûf-ı mukattaa şunlardır: j ' Bu harflerin anlamları, ayet sayılıp sayılmayacakları gibi konularda İslâm alimleri birbirinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Küfeli kıraat alimleri bazı hurûf-ı mukattaa terkiplerini bir ayet, bazılarını iki ayet, bazılarını da kendisinden sonra gelen ayetin parçası saymışlardır. Basralı kıraat alimleri ise hurûf-ı mukattaa terkiplerinden hiçbirini ayet olarak kabul etmemişlerdir (Duman ve Altundağ, 1998: 401).

İtibarlı hadis kaynaklarında, hurûf-ı mukattaanın anlamına dair herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu harflere dair kesin bir bilgi yoktur. Selef alimlerinden bir gruba göre hurûf-ı mukattaa, tevilini yalnızca Allah’ın bildiği müteşabih ayetlerden oluşur. Yani, bu harfler üzerine yorum yapılamaz. Hulefa-i Râşidîn, İbn Mes’ûd, İbn Abbas gibi sahabiler ve Şa’bî, Süfyân es-Sevrî, İbn Hibbân, İbn Hazm, Ebû Hayyân el-Endülüsî ve Suyûtî gibi alimler bu görüştedir. Diğer bir grup alime göre, Kıır'aıı. Şuara suresinin 195. ayetinde bildirildiği gibi, apaçık bir Arapça ile indirilmiş olup içerisinde anlaşılmayan bir ayet bulunmamaktadır. Alimler, hurûf-ı mukattaanın hece harfleri olduğunu benimseyenler ile bazı kelimelerin anahtarı ve kısaltması olduğunu savunanlar olarak ikiye ayrılır (Duman ve Altundağ, 1998: 401).

Hurûf-ı mukattaanın hece harfleri olduğunu benimseyenlerin düşünceleri kısaca şöyledir: Zeyd b. Eşlem, Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyhî’ye göre bu harfler, başında yer aldıkları surelerin isimlerinden ibarettir. Çünkü Araplarda varlıklara harf ile isim verme geleneği vardır. Hârise et-Tâî’nin babasının adının Lâm olması, balığa nûn ve dağa kâf adının verilmesi bunu gösterir. Katâde ve Mücâhid’e göre ise bu harfler Kur’an'rn isimlerindendirler; çünkü bu harflerden sonra Kur’aria yemin edilmektedir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. Müsennâ ve Sa’leb’e göre hurûf-ı mukattaa, iki sureyi birbirinden ayırma işlevi görür. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ ve Kutrub’a göre sözkonusu harfler Kur’an'rn i’cazım ortaya koymaktadır. Ebû Revk Atıyye b. Hâris el-Hemedânî ve Kutrub, hurûf-ı mukattaanın Kıır'an'a dikkat çekmek amacıyla zikredildiği görüşünü benimser. Ahfeş el-Evsat ve İbn Kayyim el-Cevziyye; Kur’an’âa. zeytin, incir, fecr, asr ve kalem gibi şeylere yemin edildiği gibi mukattaa harflerine de yemin edildiğini söyler. Süheylî ve Tantâvî Cevheri, mukattaa harflerinin ebced hesabıyla birtakım olayların tarihine işaret ettiğini savunur (Duman ve Altundağ, 1998: 401 - 403).

Hurûf-ı mukattaanın, bazı kelimelerin işaretleri veya kısaltması olduğunu düşünen alimlerin görüşleri ise kısaca şöyledir: Saîd b. Cübeyr, Sâlim b. Abdullah ve Süddî el-Kebîr’e göre hurûf-ı mukattaa, ilahi isim ve sıfatların kısaltmasından ibarettir. Bir düşünceye göre bu harfler, ism-i azamin sure başlarına dağılmış şeklidir. Örnek olarak; elif-lâm-râ, hâ-mîm ve nûn harfleri bir araya gelince er- Rahmân ismi ortaya çıkmaktadır. Bir diğer düşünceye göre ise her bir harf bir isim veya sıfatın sembolüdür. Elif-lâm-mîm’de elif Allah’ı, lâm Latifi ve mîm de Mecîd ismini sembolize eder. İbn Cübeyr ve Dahhâk’e göre mukattaa harflerinin bazıları Allah’ın, bazıları ise diğer varlıkların isimlerini sembolize eder. Meselâ; elif-lâm- mîm’deki elif Allah’ı, lâm Cebrâil’i ve mîm de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i temsil eder (Duman ve Altundağ, 1998: 404).

Hurûfîlere göre Kur’arim sırrı hurûf-ı mukattaa harflerindedir (Gölpınarlı, 1989: 19). Kur’an'rn ve harflerin esası bu on dört harften ibarettir (Usluer, 2009a: 118-119). Seyyid Nesîmî, mukattaa harfleri hakkında şunları söyler:

Harflerde olan her ne varsa, gökten inen semavî kitaplarda vardır, Kur’ân’da da vardır. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ve tüm semavî kitapların aslı, Hakk Teâlâ’nın isimleri ve sırları olan mukattaa harfleridir. Mukattaa harflerinin mânâsı, şimdiye kadar insan idraki tarafından anlaşılamamış ve ona gizli kalmıştı. Nitekim Müminlerin Emîni Hz. Ali (k.v.), “Allah tüm kitaplarda sır olarak vardır. Kur’ân’ın sırrı, sûrelerin başında(ki mukattaa harflerinde(dir).” buyurmuştur. (SeyyidNesîmî, 2017: 5)

Arşî, şiirlerinde hurûf-ı mukattaaya yer vermiştir:

Yâ Rab be-hakk-ı tâhâ senden budur murâdum

Hail olsa müşkilâtum feth olsa cümle ebvâb (K 2/10)

Ya Rab! Tâhâ hakkı için senden isteğim budur (ki), zorluklarım hallolup bütün kapılar açılsın. ‘Tâ. Hâ.’, Kur’adrn 20. suresi olan Tâhâ suresinin ilk ayetidir. Muhîtî’nin Kısmetnâme"sine göre tâ ve hâ, kâf (*^) ve nûn (jjj)’un esrarını açıklayan iki harftir. Bu harfler, cuma namazının iki rekatının karşılığıdır. Tı (-^) harfinin ebcedi 9’dur ve he (°) harfinin ebcedi 5’tir. Bu harflerin ebcedleri toplamı 14 olur ki yüzdeki hatların karşılığıdır. Tâ ile hâ’nın eczasında dört nokta bulunur. Bu noktalar harflerin kendi sayısıyla toplanırsa altı sayısı elde edilir. Bu ise “Kün! (û£)” emrindeki kâf (<^l£) ve nûn (jjj) harflerinin eczasındaki altı harfe eşittir. Yani tâhâ, “Kün!” sırrını içinde barındırır (Muhîtî, 2016: 149-150). Şair, bu mukattaa harflerini vesile edinerek Allah’tan zorluklarının halledilmesini diler.

Mi’râca çıkdı gördi çün ‘ayne’l-yakîn Haki

Oldı Emîn-i mahzen-i esrâr-ı (K 6/7)

Miraca çıkıp Hakk ’ı ayne ’l-yakin gördü. Tâ ve hâ’nın sırlar mahzeninin emini oldu. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’ı bizzat görmüştür. Câvidânnâme'yç göre Allah, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ‘emred katat’ (sakalsız oğlan) suretinde görünmüştür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 34). Oğlanın yüzünün sakalsız olması, ebî hatların çıkmadığı anlamına gelmektedir. Yani oğlan, yalnızca ümmî hatlara sahiptir ki bu hatlar yedi adettir. Bu hatların sırrı tâhâ’dadır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah’ın yüzünü görünce tâhâ’nın sırrına da erişmiştir.

Hutûtundur beyân-ı sırr-ı tâhâ

Kaşından kâb-ı kavseyn oldı peydâ (M 2/43)

Tâhâ sırrının açıklaması kaşlarındır. Kaşından iki yay arası ortaya çıktı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’a iki kaşın arası kadar yaklaşmış, O’nun yüzünü bizzat görmüştür (Necm, 53/9). Bu şekilde hatların sırrına erişmiştir. Tâhâ ise, hatların sırrını içinde barındırdırır; çünkü tâhâ’yı oluşturan harflerin ebcedleri toplamı on dörttür ki yüzdeki hatlar sayısındadır. Böylece Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tâhâ sırrını anlamıştır. Kaşlar, yedi adet ümmî hattan ikisini oluşturur. Bu sebeple tâhâ sırrının açıklamasıdır.

Kıldı nüzûl zât-ı Hudâ kalb-i ‘ârife

Geldi beyâna oldı ‘ıyân sırr-ı tâ vü hâ (G 8/14)

Hudâ’nın zatı arif kalbe indi; tâ ve hâ sırrı söze gelip ortaya çıktı. Tâ ve hâ sırrı, yirmi sekiz ilahi kelime ve yüzdeki hatlardan ibarettir; çünkü tâhâ’yı oluşturan harfler olan tı (-^) ve he (»)’nin ebcedleri toplamı on dörttür ki yüzdeki hatlara karşılık gelir. Bu hatların kendileri ve bulundukları on dört mahal toplanırsa yirmi sekize ulaşılır ki bu sayı ilahi harfler adedincedir. Bu sırlar ortaya çıkınca, bizzat ilahi kelimeler olan Allah, hatların ve ilahi kelimelerin bilgisine ulaşan arifin kalbine iner.

Fazl-ı Hakdur bât-'\ bismillâhirrahmânirrahîm

Fazl-ı Hakdur kâri-i sırr-ı elifü lâm u mim (K 8/1)

Bismillahirrahmanirrahim ’in be ’si Fazl-ı Hak ’tır; elif, lâm ve mîm ’in sırrının okuyucusu Fazl-ı Hak’tır. Be harfi Hz. Âdem’in sembolüdür. Muhîtî’ye göre; be harfinin eczasının (^j) ebcedi on ikidir. Fadl ve Âdem’in eczalarındaki harf ve noktaların toplamı da on ikidir (Muhîtî, 2016: 184-185). Hurûfîliğe göre hakiki Âdem, Fazlullah’tan başkası değildir. Bu nedenle Fazlullah, bismillahirrahmanirrahim’in be’sidir. Elif, lâm ve mîm sırrı ise şudur: Elif Allah’ı, lâm Cebrâil’i ve mîm de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i sembolize eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 364).

On dört hutûtı yazdı mukatta’ yüzünde Hak

Tâ harf harf okıyalar ‘ilm-i ebced (G 289/3)

Hak, ilm-i ebcedi harf harf okusunlar diye, (on dört) mukattaa (harfini) on dört hat (halinde) yüzüne yazdı. Mukattaa harfleri yüzdeki on dört hattın karşılığıdır. Allah, ebced ilmi okunsun diye bu harfleri hat olarak insanın yüzüne yazmıştır.

Seyr ide dâ’imâ be-ebced-i şın

Ola şeksüz münâdî-i yasin (M 3/17)

Daima ‘şın’ın ebcediyle seyretsin. Şüphesiz Yasin nidacısı olsun. Şın (^)’ın ebcedi üç yüzdür. Bu harfin eczasında üç harf vardır ki bunlar şın, ye ve nûn’dur. Bu üç harfin ebcedi toplamı ise üç yüz altmıştır. Şın’ın ebcediyle seyretmek, üç yüz altmış ile kainata bakmaktır. Felek, üç yüz altmış derecedir ve bu sayının içinde ilahi harflerin karşılığı olarak altı adet yirmi sekiz ve altı adet otuz iki bulunmaktadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 240-241). Âdem’in kemikleri toplamı da üç yüz altmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 239). Yâsin ise “Ey Muhammedi” anlamındadır; çünkü sin (^>) Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sembolüdür. Fazlullah bu konuyu şöyle ifade eder: “Hakk teâlâ Muhammed aleyhi’s-selâmı sîn okudu yani ey kelime Kur’an hakkı için ki sen gönderilmişsin çün ol kelime olsa Hakk teâlânın yanından gelmiş ola veyâ Cebrail’den onu ona arz eylemiş ola pes ol bu iki vechle mürselînden ola” (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 368).

Arşî, hurûf-ı mukattaayı derinlemesine incelememiş, şiirlerinde genellikle sembol olarak kullanmıştır. İncelediğimiz beyitlerde Hurûfîlik düşüncesinin temel öğretileri ile hurûf-ı mukattaanın münasebetlerine şahit olmaktayız. Bu harfler, ilahi kelimelerle ve yüzdeki hatlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu harflerin Hurûfî yorumları bilinmedikçe ilgili beyitler kesinlikle anlaşılamaz.

Müfred Haldeki Hurûf-ı Mukattaa

Bu başlık altında, A'///'û//’daki yirmi dokuz surenin başında geçen harf terkiplerinin haricindeki mukattaat harflerini inceleyeceğiz.

Yetmiş ikidür altı günün sâ’atı tamâm

Şeş günde oldı kevn ü mekân Kâfu Nün güvâ (K 6/3)

Altı günün saati tam olarak yetmiş ikidir, ‘kâf’ ve ‘nün’ şahittir ki varlık ve mekan altı günde oldu. Kâf (*^) ve nûn (jjj)’un eczasında toplam altı harf bulunmaktadır. Bu harflerden her biri, bir güne denk gelmektedir. Kaf suresinin 38. ayetinde belirtildiği gibi dünyanın altı günde yaratılması, “Kün! (û$)” emrini oluşturan harflerin eczasında bulunan altı harften dolayıdır. Hurûfiler günü on iki saat, geceyi de on iki saat olarak kabul ederler. Onlara göre altı gün, altı gündüz vaktini ifade eder. Bu nedenle altı günün saati, altı adet on ikiden, yani yetmiş iki saatten oluşmaktadır. Yetmiş iki sayısı ise, yirmi sekiz ilahi kelimenin eczasındaki harflerin sayısıdır. Bu sayının “Kün!” emriyle ilişkisi, yaratılışın yirmi sekiz ilahi kelime üzerine olmasıdır.

Bâ-i bismillah ile Kur’ân’a itdüm ibtidâ

Kâfuyâdâhi kıldum harf-i vâhidde edâ (G 1/1)

Bismillah’ın ‘be ’si ile Kur ’ân’a başladım. ‘Kaf’, ‘ye ’ ve ‘dal ’ı tek harfte söyledim. Kur’an’rn ilk harfi be (^)’dir. Hurûfîliğe göre yirmi sekiz ve otuz iki harf bir harften ibarettir. Harflerin şekli ve sureti olmayıp birinde olan şey diğerlerinde de mevcuttur: “(...) 01 ki müfreddir hiç kendi zâtında ona şekil ve sûret ve peyker yokdur ve her ne ki birinde mevcûddur gayrısında dahî mevcûddur” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 81). Bu sebeple şair, Kur’arirn be harfini okuduktan sonra, diğer bütün harfleri okumuş gibi olur. Kaf, ye ve dal’ı tek bir harfte, be’de söyler.

Kâf u tâ’da ‘ayn u esrârını gördüm ‘ıyân

Kenz-i lâyefha’yı buldum ez-dem-i Fazl-ı Hudâ (H 1/2)

‘Kaf’ ve ‘te ’de ‘ayn’ ve ‘ze ’ sırlarını açıkça gördüm. Fazl-ı Hudâ’nın nefesiyle ‘lâyefnâ’ hâzinesini buldum. Te (^) harfi iki nokta ve bir gövdeden oluşur ki toplamları üç eder. Fazl (d^s) ismi de üç harften oluşur. Bu nedenle te harfi, Fazl ismine karşılık gelir (Muhîtî, 2016: 193). Kaf (ö) harfinde de durum aynıdır; çünkü o da iki nokta ve bir gövdeden oluşup Fazl ismine karşılık gelmektedir (Muhîtî, 2016: 157). Şair, kâf ve te’de ‘ayn ve ze sırlarını gördüğünü ifade etmektedir. Bunun sebebi, ayn ve ze harflerinin tıpkı kâf ve te gibi Fazl ismine karşılık gelmesidir. Ayn (£) harfi, anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan oluşur. Bu unsurlar ile harfin kendisi toplamı beştir. Fazl (d^s) ismi ise iki nokta ve üç harf gövdesinden oluşur ki toplamları beştir (Muhîtî, 2016: 238). Bu nedenle ‘ayn harfi Fazl’a işaret eder. Bunun gibi, zî (^) harfinin eczasında (^) iki adet ye’nin ve bir adet zî’nın olmak üzere üç nokta ve iki harfin gövdesi bulunur ki toplamları beştir (Muhîtî, 2016: 236). Böylece zî harfi de Fazl’a karşılıktır. ‘Lâ yefnâ’ sonsuz, tükenmez anlamlarına gelip Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “El kanaatû kenzûn lâ yefnâ / Kanaat tükenmez bir hazinedir” hadisini hatırlatır (Çelik, 2017: 320). Arşî, Kâf ve te’nin ‘ayn ve zî’ye karşılık geldiğine, hepsinin Fazl’a işaret ettiğine dair sırrı çözünce tükenmez bir hâzineye kavuşmuştur. Bunu da Fazlullah’ın nefesi sayesinde başarmıştır.

Yîvüzîoldı delîl-i ‘âlem-i mülk-i şûhûd

Cim ü oldı beyân-ı Ka’be-i vasl-ı Hudâ (G 1/6)

Şehadet âleminin delili ye ve ze oldu; cim ve he Hudâ’ya kavuşma (yeri olan) Kabe ’nin beyanı oldu. Ye (ş) harfinin eczasında (^>) iki harf ve dört nokta vardır. Bu harfin ikinci eczasında (^j ^j) ise sekiz nokta ve dört harf vardır. Bu harf ve noktaların toplamı on sekizdir. Bu sebeple ye harfi on sekiz bin âlemi gösterir:

Gösterür hijdeh hezârân ‘âlemi

Harf-i yi fehm eyle anla bu demi (Muhîtî, 2016: 274)

On sekiz bin âlem, Arşî’nin beytinde şehadet âlemi olan cihana karşılık gelmektedir. Ze (j) harfinin eczasının eczasında, yani batn-ı sânîsinde dokuz harf vardır. Bu harflere, ze’nin alfabedeki sırası olan dokuz sayısı eklenirse on sekiz elde edilir (Muhîtî, 2016: 214). Bu da, tıpkı ye harfinde olduğu gibi, on sekiz bin âleme karşılık gelir. Yani, ze harfi de şehadet âlemi olan cihanı gösteren bir harftir. Cim (ç) harfinin ebcedi üçtür. Harf ile harfin bir noktası, harfin ebcedi olan üç ile toplanırsa beş elde edilir (Muhîtî, 2016: 199). Bu sayı, beş vakit namazın karşılığıdır; dolayısıyla cim, Kâbe’nin beyanıdır. Aynı durum hı (£) harfi için geçerlidir. Hı harfinin eczasındaki iki harf ve üç noktanın toplamı beştir (Muhîtî, 2016: 204). Bu nedenle hı, Kâbe’nin karşılığıdır.

Mazhar-ı sîn-l kelâm-ı Fazl-ı Hakkam ‘Arşiyâ

Nutk-ı pâkümden irür câna safâ rûha gıdâ (G 1/7)

Ey Arşî! Fazl-ı Hakk’m sın sözünün mazharıyım; saf nutkumdan cana sefa ruha gıda yetişir. Sîn (^>) sözü, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e işaret eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 368). Fazlullah’ın sîn sözüne erişen Arşî, dolayısıyla Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sırlarına da erişmiştir. Bu nedenle onun ağzından çıkan sözler cana sefa, ruha gıda olur.

Oldur ki Kâf u Nûndan ider kevni âşikâr

Eyyâm-ı sittede yer ü gök buldı intihâ (G 8/7)

’dur ki kâf ve nün ’dan varlığı ortaya çıkardı; altı günde yer ve gök (yaratılışı) son buldu. Kâf (*^) ve nûn (j>). “Kün! (û$)” emrini oluşturan harflerdir. Bu harflerin eczasında altı harf bulunur ki bu harfler yaratılışın altı gününe denktir.

Bu nedenle Allah, “Kün!” emriyle gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır.

Görülüyor ki Arşî, ilahi harflerin geçtiği beyitlerde ince ebced hesaplarına girmektedir. Arşî’nin bu hesaplarında, şeyhi Muhîtî Dede’den etkilenmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü Muhîtî Dede, Hurûfî hesaplamalarını Kısmetnâme adlı eseriyle zirveye taşıyan kişidir. Arşî de bazı beyitlerinde oldukça girift ve anlaşılması zor hesaplamalar yapmıştır. Kâf (<^) ve nûn (jjj) harflerinin geçtiği beyitler ise, Hurûfîlik hakkında temel bilgisi olanlarca bile kolayca anlaşılacak beyitlerdir. Şair, şiirlerinde, bazı Hurûfî düşüncelerini, yalnızca Hurûfîlerin ya da bu konuda bilgi sahibi olanların anlayacağı şekilde yazmıştır.

Yüz

Yüz, Hurûfîlikte çok önemlidir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimeyi Adem’in yüzüne yazmıştır. Seyyid Nesîmî, Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı eserinde bu konuda şunlardan bahseder:

(...) Cennet kim ‘arduhâ ke-‘ardi’s-semâvâti ve’l-ardi u’ıddet li’l- müttakîn otuz iki kelimeden ‘ibâretdür ki esmâ-i zât ve sıfat-ı Hazret-i Melik­i (Mâlik-i) kadîm-i lem-yezel ve lâ-yezâl bu otuz iki kelimedür ki isim müsemmânun ‘aynıdur. Ve otuz iki kitâbet ki Âdem’ün vechinde mektûbdur, ol otuz iki kelime-i Üâhî’nün ‘alemi ve kâ’im-i makâmıdur. Ve Âdem’ün vechi bu cihetden er-rahmânü ‘ale’l-‘arşi’stevâ’dur, Rahmân’un ‘arşıdur ve ‘alemidür ki halaka’l-lâhu Te’âlâ Âdeme ‘alâ sûretihî ve ‘alâ sûreti’r-rahmân ey halkuhû mazharu’l-cemîl ve sıfatuhû ve esmâ’uhû otuz iki kelime-i ezelî ve ebedîdür kim anun ‘alemi ve kâ’im-i makâmıdur ki Âdem’ün vechindedür, kudret eliyle anı tasvîr eylemişdür.... (2017: 64)

Yani; cennet, otuz iki kelimedir. İsim ve müsemma aynı olduğundan dolayı Allah da otuz iki kelimedir. Bu kelimelerin işaretleri, Âdem’in yüzüne yazılmıştır. Bu sebeple Âdem’in yüzü, Hak’tan bir mektuptur. Tâhâ suresinin 5. ayetinde geçen “Allah arşa istivâ etti.” sözünün manası, Allah’ın otuz iki kelime olarak Âdem’in yüzünde görünmesinden ibarettir. Bu durumda Âdem’in yüzü arştır.

Allah, yarattığı her varlığa ilahi isimlerden bazılarını vermiştir. İnsana ise, bir istisna olarak bütün kelimeleri bağışlamıştır. Hurûfîlere göre Bakara suresinin 31. ayeti bu olaya işaret etmektedir: “Allah Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti”. Yirmi sekiz ve otuz iki kelime, yalnızca insanda bütünüyle görünür. Fazlullah’ın dediği gibi: “(...) Hiçbir mahlûkatdan yirmi sekiz ve otuz iki kelime-i İlâhî zâhir değildir illâ inşândan ve evvel bu Âdem ve âhir bu Hâtem’dir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 91). Bu niteliğinden dolayı yüz hakiki A7//'i///’dır. Levh-i Mahfuz’dur ve Hakk’ın suretidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 101, 71). Arşî’nin yüz hakkındaki beyitleri şöyledir:

Görindi perdesüz vech-i İlâhî dîde-i câna

Açıldı bâb-ı hikmet oldı zâhir sırr-ı mâ evhâ (G 7/2)

Allah’ın yüzü can gözüne perdesiz göründü. Hikmet kapısı açıldı; ‘mâ evhâ’ sırrı açığa çıktı. ‘Mâ evhâ’, Necm suresinin 10. ayetinde geçer: “Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti”. Necm suresi Miraç hadisesi hakkındadır. Bu surenin 10. ayetini anlamak için sekizinci ve dokuzuncu ayetlere de bakılmalıdır: “Sonra (ona) yaklaştı, derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahud daha az oldu” (Necm, 53/8-9). Bu ayetlerde, Allah ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in birbirine yaklaşması anlatılmaktadır. Aradaki mesafe en aza inince, 10. ayette belirtildiği gibi, Allah vahyedilecek her şeyi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e vahyetmiştir. Hurûfîler bu durumu, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah’ın yüzünü görmesi olarak yorumlar. Hakk’ın yüzündeki ilahi kelimeleri gören peygamber, O’nun vahyedeceği bütün şeyleri almıştır; çünkü Allah’ın yüzü otuz iki ilahi kelimedir ve söylenecek her şey bu kelimelerden ibarettir.

Yüzinde sûret-i Rahmânı çün kim görmedi zahir

Sücûda gelmedi şeytân yedi kez gel didi Mevlâ (G 2/2)

Mevlâ yedi kez gel dedi; (ancak) şeytan, (Âdem ’in) yüzünde Rahman suretini açıkça görmediği için secde etmedi. Allah Âdem’i kendi sureti üzerine, yani Rahman sureti üzerine yaratmıştır. Bu suret, ilahi kelimelerin bütününden ibarettir. Bu nedenle Âdem’in yüzünde otuz iki hat bulunmaktadır. Bu hatlar otuz iki ilahi kelimenin karşılığıdır. Kısaca, Âdem’in yüzü Rahman’ın yüzüdür. Şeytan bu gerçeği göremediği için secde etmemiştir. Halbuki secde Âdem’in bedenine değil, ondaki otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Bu kelimeler ise bizzat Allah’tır.

Şeytân ki vech-i pâk-i Haka bî-sücûd idi

Âdemde Hakkı görmedi zîrâ hasûd idi (G 283/1)

Şeytan ki Hakk ’m pak yüzüne secdesiz idi; Âdem ’de Hakk ’ı görmedi, çünkü kıskanç idi. İlahi kelimeler ateşe, suya ve havaya yazılamazlar; ancak toprağa yazılabilirler. Bu sebeple otuz iki kelime iblise değil, Âdem’e yazılmıştır; çünkü iblis ateşten, Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Secde, ilahi kelimeleredir. İblis, Âdem’e yazılan ilahi kelimeleri fark edememiş, gururlanıp ona secde etmekten kaçınmış, böylece Allah tarafından huzurdan kovularak şeytan olmuştur. Şeytan’ın kıskançlığı, Kur’an’âa şu ifadelerle geçmektedir: “Hani meleklere: ‘Âdem için saygı ile eğilin.’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştu” (Bakara, 2/34).

Beyân it ‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle

Hutût-ı vech-i Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)

Ey Arşî, kainatın bütün sırrını Âdem ’in yüzündeki hatlardan anlat; çünkü büyük nüsha (Levh-i Mahfuz) odur. Levh-i Mahfuz, ‘korunmuş levha’ anlamındadır (Redhouse, 2015: 1765). Bu kitap, Kur'an'da şöyle geçer: “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler” (En’âm, 6/38). Var olan her şey otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. îçinde her şeyin bulunduğu kitap olan Levh-i Mahfuz"da bu kelimeler yazılıdır. Allah, kendi suretinde yarattığı Âdem’in yüzüne otuz iki ilahi kelimeyi otuz iki hat halinde yazdığından dolayı yüz, Levh-i Mahfuz" dur, yani büyük nüshadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 41). Demek ki Âdem’in yüzünde kainatın bütün sırları yazılıdır.

Kelâmu’llâha nâtıkdur vücûd-ı Bu’l-beşer mutlak

Yazıldı levh-i vechinde ser-â-ser ma’nî-i Kur’ân (221/13)

İnsanlığın babası (olan Âdem ’in) vücudu, mutlaka Allah’ın sözüyle konuşur. (Onun) yüzü levhasına baştan başa Kur ’ân’ın manası yazıldı. İnsan vücudu, Allah’ın sözüyle, yani otuz iki isimle yaratılmıştır. Bu sözlerin işaretleri vücutta kıl ve delikten oluşan hatlar olarak bulunur. İnsanın konuşması Allah’ın sözünden farklı değildir; Allah nasıl otuz iki kelime ile konuşuyorsa insan da otuz iki kelime ile konuşur. Kur'an. yirmi sekiz harfle yazılmıştır. Bu harfler yüzde mevcuttur. Dolayısıyla yüz, Reyhan Keleş’in de dikkat çektiği gibi, Kur’an’m manasına sahiptir (Keleş, 2017: 56).

Hâl ü hatun kitabını okumayan varak varak

Mahrem-i Fazl-ı Hak degül bulmadı kurb-ı ‘izz ü câh (G 264/4)

Ben ve ayva tüylerinin kitabını yaprak yaprak okumayan, Fazl-ı Hakk’ın mahremi değildir; yücelik ve itibara yakınlık bulmadı. Ben ve ayva tüyleri, klasik Türk edebiyatı estetiğinde sıkça kullanılan unsurlardır. Sevgilinin yüzündeki ben ve ayva tüyleri, şairlerce yazıya benzetilir. Bu yazının bazen Kur’an hattı olduğu düşünülür. Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar ve Ahmed Paşa’dan bir beyit örnek vererek şerh eder:

Bu teşbihlerde bene eşlik eden diğer unsur, yüzdeki ayva tüyleridir. Yanak, bu vesileyle mushaf, hat ile ben ise bu mushafta berkenar olan yani kenara yazılan ayetler durumundadırlar.

Safha-i haddinde hâli düşdi gâyet ber-kenâr

Resmdür mektûbda olur ‘alâmet ber-kenâr

beytinde de yanak unsurunun mektub olarak tasavvuruna mukabil, ben eskiye dair âdetlerden olmak üzere, mektub kenarına konan bir işarettir. Ayva tüyleri, bu beyitte işaretten kendisini hissettirir. (2001: 235)

Arşî’nin beytinde ben ve ayva tüyleri Kur’an hattı olarak düşünülmüştür. Bu kitabı yaprak yaprak okumak; yüzdeki otuz iki hattı görmek, böylece otuz iki ilahi kelimeyi anlamak demektir. Bunu yapmayan, Fazlullah’ı anlayamaz, ona dost da olamaz. Sonuç olarak Fazlullah’a yakın olmanın getireceği yücelik ve itibardan yoksun kalır.

Derûnun kenz-i lâyefnâ degül mi

Cemâlün nüsha-i kübrâ degül mi (M 2/42)

Gönlün, ‘lâ yefnâ’ hâzinesi değil mi? Yüzün Levh-i Mahfuz değil mi? ‘Lâ yefnâ’, ‘tükenmez’ anlamına gelir. Bu söz “El-kanaatü kenzün lâ-yefnâ (Kanaat tükenmez bir hazinedir)” hadisini hatırlatmaktadır (Çelik, 2017: 320). Bu beyitte ise, tükenmez hâzinenin gönül olduğu ifade edilir. Yüz ise, otuz iki hattın yazıldığı bir sayfa olduğundan dolayı Levh-iMahfuz’dur.

Kılmışam vech-i sevâd-ı a’zâmında cum’a’i

Mısr-ı câmi’dür yüzi te’vil-i burhân bulmışam (G 200/4)

Yüzü mısır camisidir. Cuma (namazını) yüzünün yüce siyahında kılmış, tevil delili bulmuşum. Cuma namazı, eskiden, bir yerleşim yerinde, yalnızca bir camide veya bir alanda kılınırdı. Bu camilere veya alanlara ‘mısır camiî’ denirdi (Serahsî, 2008: 34). Şair, cuma namazını sevgilinin yüzünde kılar; çünkü her şeyde olduğu gibi namazın sırrı da otuz iki ilahi kelimededir. Beyitte geçen ‘vech-i sevâd-ı a’zâm’, yüzdeki hatlar için kullanılmıştır. Bu hatlarda tevil delili bulunmaktadır.

Zülf ü kaş u kirpiğinden okudum Ümmü’l-Kitâb

Cennet-i hüsninde ben hûr ile gılmân bulmışam (G 200/5)

Saç, kaş ve kirpiğinden Kitapların Anası’nı okudum. Ben, güzelliğinin cennetinde huri ile gılman bulmuşum. Şair, yüzde bulunan ümmî hatlar olan bir saç, iki kaş ve dört kirpikten Ümmü’l-Kitâb’ı okumaktadır. Ümmü’l-Kitâb, Fatiha suresinin bir adıdır; çünkü Fatiha’nın yedi ayeti, Shahzad Bashir’in de bahsettiği gibi, yedi adet ümmî hatta karşılık gelir (Bashir, 2000: 296). Ümmî hatlar, Arşî’nin de beyitte bahsettiği üzere, şüphesiz ki yüzü güzelleştirmektedir.

Rumûzı ‘arş ile ferşün yüzünden cümle faş oldı

Zihî hâl ü hat-ı cânân zihî hüsn-i ruh-ı zîbâ (G 4/2)

Gök ve yerin bütün işaretleri, yüzünden ortaya çıktı. Ne güzel ben ve sevgilinin ayva tüyü, ne güzel süslü yanağın güzelliği... Gök ve yerdeki her şey otuz iki ilahi harftir. Yüzde de bu harfler bulunur. Demek ki yüz, gök ve yerdeki her şeyi içinde barındırır. Bu nitelik, yüzün güzelliğinin sebebidir. Klasik Türk edebiyatı geleneğine göre ben ve ayva tüyü, yüzün güzellik unsurlarındandır. Bu beyitte şair, Hurûfî anlayışı ile klasik Türk şiiri geleneğini birleştirmiştir. Bu durum, Arşî’nin şiirlerinde pek yaygın değildir.

Okundı âyet-i Kur’ân tamâmet levh-i vechünden

Göğe çıkdı kelâmu’llâh yerden fehm ider dânâ (G 4/6)

Yüzünün levhasından Kur’ân ayetleri tamamıyla okundu. Bilgililer, Allah sözünün yerden göğe çıktığını anlarlar. Kur ’an yirmi sekiz harften oluşur. Bu harfler yüzde de bulunmaktadır. Yedi adet ümmî hat, her bir hattın dört unsurdan oluşması dolayısıyla dört ile çarpılır; yirmi sekiz hat elde edilir. Bunun yanında, yedi adet ümmî hat ile yedi adet ebî hat toplanır; on dört hat elde edilir. Bu hatlar, bulundukları on dört mahal ile toplanır; ortaya yirmi sekiz hat çıkar. Son olarak; başta yedi adet delik bulunur: İki göz, iki kulak, iki burun ve bir ağız. Delikler dört unsurdan meydana geldiği için dört ile çarpılır; yirmi sekiz sayısına ulaşılır. Hatlar, ilahi kelimelerin işaretleridir. Bu kelimeler ise hakikatin ta kendileridir. Allah, insana kelimeleri bizzat öğretmiştir ve yüzüne nakşetmiştir. Bundan dolayı yüz, Hurûfîler tarafından hakiki Kur ’an olarak kabul edilir.

Okı te’vîl-i kelâmu’llâhı vech-i yârde

Hâme-i kudretle yazmışdur anı dest-i Çalab (G 18/6)

Allah sözünün tevilini sevgilinin yüzünde oku. Çalab’ın eli onu kudret kalemiyle yazmıştır. Sevgilinin yüzü, Allah’ın yazdığı kelimeler ile kaplıdır. Hurûfî anlayışına göre aşkın sebebi, yüzdeki ilahi kelimelerdir. Bu sebeple şair, Allah’ın kelimelerini sevgilinin yüzünde okumamızı isterken, mecazi aşkın içinde olan ilahi aşka dikkatimizi çekmektedir. Fazlullah Esterâbâdî, bu konu ile alakalı olarak şunları söylemektedir:

(...) Aşk-ı mecâzînin kendi zımnında aşk-ı hakîkî vardır ki ol hüsn ü cemâl kelime-i İlâhînin alemidir, âşık ol kelime-i İlâhînin alemine hayrân ve nigerândır ve bî-hord u hâb ol kelime-i İlâhînin alemine âşık olmuşdur ve ol kimse zer u sîm ve mâlik ve hayâtın ve nâm u nengin ve tâatin ve sevâbın ve ukâbın ve selâmetliğin terkin eyler ve her çend ki bilmez ki ol hüsn ü cemâl ve çeşm ve ebrû ve hatt u hâl ve zülf kelime-i İlâhînin alemidir ammâ çün fı- nefsi’l-emr kelâm-ı Hazret-i Ehadiyyet’dir ve Hazret-i Ehadiyyet’in kelâmının alemidir. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 119)

Ruhlarundur âyet-i nûru’s-semavât-ı zemîn

Zülf ü kaşundur beyân-ı sûre-i Ümmü’l-Kitâb (G 23/3)

‘Nûru’s-semavât-ı zemin ’ ayeti yanaklarındır; ‘Ümmü’l-Kitâb’ suresinin açıklaması saç ve kaşındır. Beyitte bahsedilen ayet, Nur suresinin 35. ayetidir: “Allah, göklerin ve yerin nurudur...”. Nur, otuz iki ilahi kelimedir ve Allah’tır. Yanaklar, kelimelerin mekanı olduğundan dolayı beyitte göklerin ve yerin nuru olarak geçmektedir. ‘Ümmü’l-Kitâb’, Fatiha suresinin bir başka ismidir. Şöyle ki; yüzde bir saç, iki kaş ve dört kirpik olmak üzere yedi adet ümmî hat vardır. Fatiha suresi de yedi ayettir. Ümmî hatlar, yüzden istiva hattı geçince sekiz olur. Fatiha suresi de ‘Amin’ ile bitirilince sekiz ayet olur. Bu nedenle yüzdeki ümmî hatlar ile Fatiha suresi arasında bir ilişki vardır. Fatiha suresinde yedi harf yoktur; Havva’nın yüzünde ise yedi adet ebî hat bulunmaz. Yani, Fatiha suresi ile Havva arasında da bir ilişki vardır (Gölpınarlı, 1989: 18-19). Bu surenin ümmî hatlar ve Havva ile olan ilişkisi, ona Ümmü’l-Kitâb denmesinin sebebidir. Beyitte, sevgilinin saç ve kaşının Ümmü’l-Kitâb olduğundan bahsedilir; çünkü saç ve kaş ümmî batlardandır ve Fatiha suresine karşılık gelir.

Yüzündür âyet-i Seb’a’l-Mesânî

Hat ü hâlün kelâm-ı âsümânî (G 290/1)

Tekrarlanan yedinin ayeti yüzündür; hat ve benin göksel sözdür. Tekrarlanan yedi ayet Fatiha suresidir. Bu surenin yedi ayeti yedi ümmî hatta karşılık gelir. Dolayısıyla yüz, Fatiha suresidir. Hat ve ben, ilahi kelimelerin işaretleri olan batlardandır. Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın tüm sözleridir ve Levh-i Mahfuz*da yazılı olan her şeydir. Bu nedenle hat ve ben, göksel sözdür.

Gördi Hakkı sûretün âyînesinde şübhesiz

Kim ki açdı cân gözin oldı senünle rû-be-rû (G 255/2)

Kim can gözünü açarak seninle yüz yüze olduysa yüzünün aynasında Hakk ’ı gördü. Kudsi hadise göre Allah, Âdem’i kendi sureti üzerine yaratmıştır (Çiftçi, 2014: 3). Allah otuz iki kelimedir; Âdem’in yüzünde de bu kelimeler bulunur. Bu yüzden yüz, Allah’ın aynasıdır. Şair “Kim ki açdı cân gözin” derken, kişinin hakikate uyanık bir vaziyette olmasını anlatmaktadır. Hakikat gözüyle bakan, her yüzde Allah’ı görür.

Levh-i mahfûz-ı Hudâ ya şa’şa’-ı nûr-ı ezel

Ya yed-i kudretle zâhir bir musavver rû mı bu (G 257/11)

Bu Hudâ’nm Levh-i Mahfuz ’u mu, ezel nurunun parlaklığı mı, yoksa kudret eliyle tasvir edilip açığa çıkarılmış bir yüz mü? Allah, kudret eliyle yüzü, otuz iki ilahi kelime olarak yaratmıştır. Bu kelimeler nur olduğundan yüz de nurdur, ezel nurunun parlaklığına sahiptir. Bütün hakikat ve söylenebilecek, yazılabilecek her şey otuz iki kelimeden ibaret olduğu için yüz, her şeyin yazılı olduğu kitap olan Levh-i Mahfuz* dur.

Ey saçı Leyletü’l-Berât ey yüzi mazhar-ı İlâh

‘Âşık-ı sâdıka kaşun kıblesi oldı secde-gâh (G 264/1)

Ey saçı Berat gecesi! Ey yüzü Ilah’m mazharı! Sadık âşığa kaşının kıblesi secde yeri oldu. Bu beyitte şair, Hurûfî düşüncesini klasik Türk edebiyatı geleneği doğrultusunda açıklamıştır. Saç, karalığından dolayı Berat gecesidir. Yüz ise, otuz iki kelimenin yazılı olduğu bir levha olduğundan Allah’ın mazharıdır. Hurûfîlere göre Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 109). Bundan dolayı Kâbe’ye doğru namaz kılmak aslında Âdem’in yüzüne doğru namaz kılmaktır. Beyitte ise namaz, sevgilinin yüzüne doğru kılınır ki sevgilinin kaşları klasik Türk edebiyatı anlayışına göre mihrap kabul edilir.

‘Arş-ı ruhunda istivâ sırrına vâkıf olmayan

Kaldı Sırâtı geçmedi bulmadı Hakka togrı yol (G 264/3)

Ruhunun arşında istiva sırrından haberli olmayan kaldı, Sırat’ı geçemedi, Hakk’a doğru yol bulmadı. Allah otuz iki ilahi kelimedir ve ilahi kelimelerin tamamı bu kadardır. Yüzden geçen istiva hattı, buradaki otuz iki hattı meydana çıkarır. İstiva hattını bilmeyen otuz ikiye ulaşamaz ve Allah’a kavuşamaz. İstiva sırrıyla yedi ümmî hattı sekize çıkaran sekiz cennet kapısından girmeye hak kazanırken bu sırrı bilmeyip yedi adet ümmî hatta kalan Sırat’ı geçemeyip yedi cehenneme düşer.

Ahsen-i sûrete sücûd itmedi deyü nâ-kabûl

Görmedi nûr-ı vâhidi kaldı la’în-i rû-siyâh (G 264/5)

En güzel surete secde etmedi diye kabul edilmedi; tekin nurunu görmedi, lanetlenmiş siyah yüzlü (olarak) kaldı. İblis, Âdem’in yüzündeki nurdan hatları okuyamadığı için ona secde etmedi. “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.” diyerek böbürlendi (Sad, 38/76); ancak ilahi kelimelerin ateşe, havaya ya da suya değil de yalnızca toprağa yazılabileceğini anlayamadı. Bu sebeple isyancı olup huzurdan kovuldu, siyah yüzlü şeytan olarak kaldı.

Teveccüh eyle ey ‘Arşî dem-â-dem

Cemâl-i zât-ı pâk-i Kirdigâra (G 265/9)

Ey ‘Arşî! An be an Tanrı’nın pak zatının yüzüne yönel. Allah’ın yüzü Âdem’in yüzüdür; çünkü Allah Âdem’i kendi sureti üzerine yaratmıştır. Âdem’in yüzü otuz iki ilahi kelime üzerine olduğu için Allah’ın yüzü de otuz iki kelimedir. Şair kendisine daima Allah’ın pak zatının özüne yönelmesini söylerken, aslında daima otuz iki ilahi kelimeye yönelmesi gerektiğini kasdetmektedir.

Mürîdem ben murâdum vech-i Allâh

Kamu akvâl ü efâlüm il’Allâh (G 268/1)

Ben müridim, isteğim Allah’ın yüzüdür. Bütün sözlerim ve işlerim Allah’tır. Bir Hurûfînin temel amacı, yirmi sekiz ve otuz ikinin sırrına erip Allah’ın yüzünü görebilmektir; çünkü tek hakikat budur. Allah otuz iki kelime olduğu gibi, Yaqup Babayev’in belirttiği üzere, kainattaki her şey de böyledir (Babayev, 2007: 63). İnsanın bütün sözleri ve işleri, her şey otuz ikiden ibaret olduğu için, yalnızca Allah’tır.

Şer’-i Resûle kılma tecâvüz gel secde eyle vech-i kerîme

Tâ kim bulasın Fazl-ı Hudâdan fazl-ı mü’ebbed hûri na’îme (G 279/1)

Resûl ’ün şeriatine tecavüz etme, gel, kerem sahibi yüze secde et; ta ki Fazl-ı Hüdâ’dan hurilere (ve) cennete sonsuz lütuf bulasın. Şair, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatinden ayrılmamak ve, Hurûfîlerin inandığı gibi, yüze secde etmek gerektiğini söylemektedir. Fazl-ı Hudâ’nın cennete ulaştıran yardımı için bu gereklidir. Demek ki Hurûfîler, inançlarını ve düşüncelerini Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatinden ayrılmadan yürütmektedirler. Fazlullah, yeni bir şeriat getirmemiştir; İslam şeriatini kendi tevilleri doğrultusunda yeniden yorumlamıştır.

Gördüm yüzünde nûr-ı cemâl-i Muhammedi

Buldum hatunda sırr-ı kemâl-i Muhammedi (G 286/1)

Yüzünde, Muhammed yüzünün nurunu gördüm; hattında, Muhammed olgunluğunun sırrını buldum. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzünde, herkeste olduğu gibi, otuz iki hat bulunmaktadır. Hatlar kelimelerin işaretleridir ve kelimeler nurdur. Bu sebeple şair, bir başkasının yüzünde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzünün nurunu görse, hattında Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sırrını bulsa şaşılmaz.

Gören Hakkı yüzün âyînesinde

Nedür bu tâc ü taht u hânümânî (G 290/4)

Yüzünün aynasında Hakk’ı gören (için) bu tac, taht ve ev bark nedir? Hakk’ın yüzünü görmek, otuz iki ilahi kelimeyi görmektir. Tek hakikat olan bu kelimelere eriştikten sonra; varlıkları birer görüntüden, hayalden ibaret olan dünyevi şeyler gereksiz olur.

Vechünden ayru her kim Ka’be murâd idindi

Sa’yı Safâsız oldı farzı kazâya kaldı (G 296/4)

Her kim, yüzünden ayrı olarak Kabe ’ye gidip (Hac yapmak istedi), onların sa’yı Safâ’sız oldu, farzı kazaya kaldı. Fazlullah’a göre “Ka’be, yirmi sekiz kelimenin misâlidir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 445). Hz. Âdem’in yüzü de yirmi sekiz kelimenin yazılı olduğu levhadır. Ayrıca, Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır: “Ve dahî hadîs-i nebevî deliliyle ki Âdem’in toprağını cümle yeryüzünden getirdiler ve onun ra’s u cebhesi Ka’be turâbındandır...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 222). Kâbe’ye secde etmenin asıl manası, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye secde etmekten ibarettir. Ezelde Allah’ın meleklere Âdem’in önünde secde etmelerini emretmesi, yine Âdem’in yüzündeki yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeden dolayıdır (Bakara, 2/34). Bu nedenle Kâbe’ye secde etmek, Âdem’e secde etmekten ibarettir. Anlamını bilmeden yapılan ibadetler boşa girmiştir. Haccın anlamı ise yirmi sekiz ve otuz iki kelimenin sırrındadır. Âdem’in yüzündeki hatlardan habersiz olanların yapacakları hac, elbette geçersizdir. Bu kimselerin yaptıkları hac boşa gitmiştir.

Yazdı sıfat-ı zâtını ol sûret-i pâke

Otuz iki perde

Kendüsi yine kendüsini kıldı temâşâ

Ref itdi gıtayı (Müstezad 1/3)

Zatının sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi yine kendisini izledi. Allah, Adem’in yüzüne otuz iki harfi yazdı. Kendisi de otuz iki ilahi kelime olan Allah, böylece Adem’i kendi suretinde yarattı. Allah, Âdem’in yüzünde kendisini izledi. İzleyen de izlenen de O idi.

İzhar ide envâr-ı şu’ûnâtını bir bir

Ol vech-i hüsünde

Tâ ola bu sûret ana mir’ât-ı mücellâ

‘Arz ide likâyı (Müstezad 1/2)

güzel yüzde hadiselerin nurlarını bir bir açığa çıkarır; ta ki bu suret ona parlak bir ayna olup yüzü göstersin. Her şey, bütün olaylar ve durumlar otuz iki ilahi kelimeden ortaya çıkar. Bu kelimeler nurdur. Dolayısıyla olayların nurları, otuz iki kelimenin işaretleri olan hatların yazılı olduğu yüzde açığa çıkar. Yüz, bütün anlamların toplandığı yerdir. Cemalullah’ın bulunacağı yer de yine yüzdür.

Her lahza-be-lahza ider izhar cemâlin

Ol vâhid-i mutlak

Ammâ iremez rü’yete her dîde-i a’mâ

Bulmaz bu ziyâyı (Müstezad 1/9)

mutlak tek, an be an yüzünü açığa çıkarır; ama her gözü kör (bu yüzü) göremez, bu aydınlığı bulamaz. Allah’ın yüzü otuz iki kelimedir ve her varlıkta bu kelimeler bulunur. Otuz iki kelime her şeydir. Bakmasını bilenler, her şeyde Allah’ın yüzünü görebilir; ancak bu aydınlık, gözü kör olanlara nasip olmaz.

Allah, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir ve Âdem’i de bu kelimeler üzerine yaratmıştır. O’nun Âdem’e öğrettiği isimlerin hepsi, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimedir. Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin ve şeytanın ona secde etmeyip kafir olmasının sebebi, yüze yazılan ilahi kelimelerdir. Allah’ın Miraç gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e vahyettiği her şey, otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir. Kainat, bu kelimelerle yaratılmıştır. Bunun için bütün sır ve tek hakikat, otuz iki ilahi kelimededir. Bizzat Allah olan bu ilahi kelimeler, insanın yüzüne yazıldığı için insanın yüzü Hakk’ın yüzüdür. Levh-i Mahfuz" da yazılı olan her şey, bu kelimelerden ibarettir. Kur’an, Levh-iMahfûz"dan okunup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretilmiştir. Demek ki yüz, Levh-i Mahfûz"un ve Kur’an"m aslıdır. Göklerde ve yerde otuz iki harf ile yaratılan ne varsa, insanın yüzündedir. Yüzdeki ümmî hatlar, Fatiha suresinin karşılığıdır. Secde yalnızca Allah’a yapılır ve otuz iki kelime olan Allah, insanın yüzündedir. Bu nedenle Kâbe’ye secde etmek, yüzü Kâbe’nin toprağıyla yaratılmış olan Âdem’in suretine secde etmektir. Bir Hurûfînin tek amacı, Allah’ın yüzünü görmektir. Bu ise, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin sırrına ermekle olur.

Hatlar

Hatlar, ilahi kelimelerin işaretleridir. Bu başlık altında, Arşî’nin şiirlerinden hareketle, hatların ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını inceleyeceğiz.

Ümmî Hatlar

Ümmî hatlar, doğuştan gelen hatlardır. Mekanı yüz olan bu hatlar yedi adettir: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik. Hatlar, anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan oluşur. Bu durumda dört tane yedi adet hat vardır ki yirmi sekiz eder. Bu sayı, Arap alfabesinin sayısına denktir ve yirmi sekiz ilahi kelimenin karşılığıdır. Eğer yüzü ortadan ikiye dikey bir şekilde bölen istiva hattı geçerse saç hattı ikiye ayrılacağından dolayı sekiz hat meydana gelir. Dört tane sekiz hat otuz iki hat eder ki bu Fars alfabesindeki harf sayısıdır ve otuz iki ilahi kelimenin karşılığıdır (Âmiloğlu, 2014: 56). ArşîDivanı ’nda ümmî hatlar ile ilgili beyitler şöyledir:

Gıtâ ref oldı gördüm yedi hatt-ı emredi rûşen

Okudum Sûre-i Seb’a’l-Mesânı mest ü bî-pervâ (G 7/3)

Örtü kalktı, yedi oğlan hattını apaçık gördüm. Tekrarlanan yedi suresini korkusuzca ve mest olarak okudum. Hurûfîliğe göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’ı sakalsız bir oğlan suretinde görmüştür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 56). Sakalsız oğlanda yalnızca ümmî hatlar bulunur, ebî hatlar bulunmaz. Bu sebeple Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah’ın yüzünde yedi adet ümmî hattı görmüştür. Şair de, örtünün kalktığını ve Allah’ın yüzündeki yedi ümmî hattı gördüğünü söylemiş, ardından yedi ayetten oluşan Fatiha suresini okuduğunu ifade etmiştir. Fatiha suresi, Hurûfîlere göre, ümmî hatların karşılığıdır. Bu sebeple Ümmü’l-Kitâb’dır.

‘Ubûr itdünse yeddi hatt-ı ümmîden muhakkak bil

Sekiz hatt-ı semâvât üzre buldun cennet-i a’lâ (G 2/12)

Yedi anne hattının ötesine geçtiysen muhakkak bil, sekiz semavi hat üzere en yüksek cenneti buldun. Ümmî hatlar yedi adettir: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik. Eğer istiva hattı geçerse saç ikiye ayrılır ve sekiz hat meydana gelir. Cennetler de sekiz adettir. Sekiz hattı bilen sekiz cennetin en yükseğine ulaşır. İstiva sırrını bilmeyen ise yedi cehennemde kalır. Aşağıdaki beyitte de benzer bir anlam vardır:

Yedi hatta ‘ubûr itdüm sekiz cennet ‘ıyân oldı

Çıkup ‘arşa ‘urûc itdüm be-‘avn-i Fazl-ı bi-hem-tâ (G 4/4)

Yedi hattın ötesine geçtim, sekiz cennet açığa çıktı. Eşsiz Fazl ’ın yardımıyla arşa çıkıp yükseldim. Yedi hattın ötesi, istiva hattının saç hattını ikiye bölmesiyle ortaya çıkan sekiz hattır ki sekiz cennete karşılık gelir. Arş, Âdem’in yüzünden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 49). Şair, sekiz hattı bilerek arşa çıkmış, yani Âdem’in yüzünü anlamıştır.

‘Ubûr itdüm sırâtü’l-müstakîminden yedi hattun

Sekiz ebvâb-ı Firdevs içre buldum Cennetü’l-Me’vâ (G 7/4)

Yedi hattın dosdoğru yolundan geçtim. Firdevs ’in sekiz kapısı içinde Me ’vâ cennetini buldum. Şair, yedi ümmî hattı istiva hattı ile geçmiştir. Böylece sekiz hatta, yani sekiz cennete ulaşmış, Me’vâ cennetini bulmuştur.

İtmeyenler yedi hattun istivâsından ‘ubûr

Oldılar yedi cehennemde ‘azâba mübtelâ (G 6/12)

Yedi hattın istivasından geçmeyenler, yedi cehennemde azaba tutuldular. İstiva hattı ile yedi ümmî hattı geçip sekiz hatta ulaşamayanlar, yedi cehennemde kalıp azaba tutulmuşlardır.

‘Anâsır ile sî vü dû olur fî ahsen-i sûret

Sekiz hatt-ı ruh-ı zât kim oldur fatih-i ma’nâ (G 2/14)

Unsurlar ile otuz iki, en güzel surette olur. Zatın yanağının sekiz hattı, mana fatihidir. Yüzde yedi adet ümmî hat vardır. İstiva hattı geçerse saçın ikiye ayrılmasıyla bu hatlar sekiz olur. Her bir hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan meydana geldiği için yüzde dört tane sekiz hat, yani otuz iki hat vardır. Bu da, yüzün en güzel surette olmasının sebebidir. Hatlar, kainatta var olan bütün manaları içerir. İçerisinde her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz otuz iki kelimeden ibarettir. Adem’in yüzünde de otuz iki hat bulunur. O halde Levh-i Mahfuz, Adem’in yüzüdür. Dolayısıyla insanın yüzü, hatlardan dolayı bütün manaları içeren bir levhadır.

Ümmî hatlar, doğuştan gelen hatlardır ve yedi adettir. Bu hatlar istiva hattı yardımıyla geçilip sekiz hatta ulaşılmalıdır; zira cennete ulaşmanın yolu budur. Aksi halde yedi hatta kalmak, yedi cehennemde azaba tutulmaktır. Allah Miraç gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e sakalsız bir oğlan suretinde, yani yedi adet ümmî hatla görünmüştür. Yedi hat, Fatiha’nın yedi ayetine denktir. Yedi hattın istiva ile sekiz hat olması, mana kapılarını açar. Her biri dört unsurdan oluşan sekiz hat, dört tane sekiz olmak üzere otuz iki eder ki bu otuz iki ilahi kelimenin karşılığıdır. Bu kelimeler tek hakikattir ve Levh-i Mahfuz bu kelimelerden ibarettir. Âdem’in yüzünde de bu kelimeler hatlarla yazılmıştır. Âdem’in yüzü, Levh-i Mahfûz’duv Levh-i Mahfuz, içinde her şeyin yazılı olduğu korunmuş kitap olduğundan dolayı, Âdem’in yüzündeki hatları anlayanlar, bütün manaları anlarlar.

  Ebî Hatlar

Ebî hatlar, babadan gelen hatlardır ve yalnızca erkeklerde bulunur. Bu hatlar da ümmî hatlar gibi yedi adettir: İki bıyık, iki sakal, iki burun içi kılı ve bir anfeka (Gölpınarlı, 1989: 18). ArşîDivanı’nda ebî hatlardan doğrudan bahseden beyit sayısı oldukça azdır:

On altı oldı hatt-ı ümm ü âbâ istivâsiyle

Olur otuz iki hâl ü mahal bir sûret-i âbâ (G 2/15)

istivasıyla anne ve baba hatları on altı oldu. Bir baba suretinde, hatların kendileri ile mahalleri toplamı otuz iki olur. Yedi adet ümmî hat ile yedi adet ebî hattın toplamı on dörttür. Eğer yüzü dikey olarak bölen istiva hattı geçerse, saç ve anfeka ikiye ayrılır; böylece hatların sayısı on altı olur. Hatların kendileri ile mahallerini toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz ki bu, ilahi harflere karşılık gelmektedir.

  Genel Olarak Yüzdeki Hatlar

Bu bölümde, özel olarak ümmî ya da ebî hatlardan bahsetmeyip, yüzdeki hatlardan genel olarak bahseden beyitleri inceleyeceğiz:

Beyân it ‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle

Hutût-ı vech-i Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)

Ey ‘Arşı! Varlığın ve mekanın bütün sırlarını Âdem ’in yüz hatlarından anlat ki büyük kitap (Levh-i Mahfuz) odur. Tek gerçek otuz iki ilahi kelimedir. Bizzat otuz iki kelime olan Allah, kendi sureti üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne bu harfleri hatlar olarak kazımıştır. Levh-i Mahfûz ise, içerisinde her şeyin yazdığı korunmuş kitaptır. Bu kitapta yazan, otuz iki harftir. Bu durumda Levh-i Mahfuz, Âdem’in yüzü olmaktadır: “Hakîkatde Levh-i Mahfûz vech-i Âdem ve vech-i Muhammed aleyhi’s- selâmdır ...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 101). Dolayısıyla, varlığın ve mekanın bütün sırları Âdem’in yüzündeki hatlardan okunabilir.

Behişt-i ‘Adne reh-ber olmasa hatt-ı ruh-ı Âdem

Müyesser olmaz idi kimseye vasl-ı ruh-ı cânân (G 221/12)

Âdem ’in yanağı hatları Adn cennetine rehber olmasaydı, sevgilinin yanağına kavuşmak hiç kimseye nasip olmazdı. Âdem’in yanağındaki hatlar, ümmî hatlardır ve yedi adettir. Yüzden istiva hattı geçtiğinde saç ikiye ayrılır ve hatların sayısı sekiz olur. Sekiz hat, sekiz cennete karşılıktır. Hatlar, müminleri cennete ulaştıracak olan vasıtadır. Cennete giden müminler, Allah’ın yüzünü görebilecektir. Dolayısıyla beyitte geçen sevgili, Allah’tır. Şair, Âdem’in yanağındaki hatlar sayesinde cennete ulaşıp Allah’ın yüzünü görebilecektir.

Beyân-ı sûret-i Rahmâna sad berâhinle

Kitâb-ı nâtık-ı Hakdur o hatt u hâl-i Habîb (G 21/3)

Habîb’in ben ve hatları, Rahman’ın suretini yüz delille anlatmak için, Hakk’ın konuşan kitabıdır. Arşî, klasik Türk edebiyatı geleneğindeki güzellik unsurlarından olan ben ve hatları Hurûfîlik düşüncesi bağlamında kullanmış; bu unsurların, Rahman olan Allah’ın yüzünü yüz delille anlatan, konuşan bir kitap olduğunu ifade etmiştir. Yüz, üzerine yazılan hatlardan dolayı bir kitaptır. Hatlar ise ilahi kelimelere işaret eder. Bu kelimeler Allah’ın kendisidir. Dolayısıyla yüz, üzerinde bizzat Allah’ın yazılı olduğu bir delildir.

Çâr-deh hatt ile beyân itdi

Muhkemât-ı hurûf-ı Kur’ânı (Tercî-i bend 3/II/13)

Kur’ân’ın muhkemât harflerini on dört hat He anlattı. Muhkemât harfleri, hurûf-ı mukattaanın bastedilmesiyle ortaya çıkan tekrarsız on yedi harftir. Bir başka deyişle, muhkemât harflerinin kaynağı, on dört harften oluşan hurûf-ı mukattaadır (Gölpınarlı, 1989: 19). Hurûf-ı mukattaa, yüzdeki on dört hatta karşılık gelir. Bu sebeple hurûf-ı mukattaa sayesinde ortaya çıkan muhkemât harflerinin manası, yüzdeki on dört hatta bulunmaktadır.

Hatlarundan oldı faş esrâr-ı Kur’ân harf harf

Mushaf-ı hüsnünde açıldı ma’ânî bâb bâb (G 23/2)

Kur ’an’ın sırları hatların sayesinde harf harf çözüldü. Güzellik mushafında manalar kapı kapı açıldı. Yüzdeki hatlar, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin işaretleridir. Kur’an yirmi sekiz harf ile yazılmıştır. Kur’ân’m sırrını anlamak, yüzdeki hatları çözmek yoluyla olur; çünkü hakiki Kur 'an. yüzden başkası değildir: “(•..) Cebrâil aleyhi’s-selâm Kur’an’ı levh-i mahfûzdan okudu ki sûret-i vech-i Âdem ve vücûd-ı Âdem ola” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 101).

Olalı vâkıf otuz iki hutût-ı Âdeme

Yüzin anun tercemânı sırr-ı Kur’ân bulmışam (G 200/3)

Âdem ’in otuz iki hattına vakıf olduğumdan beri Kur ’an’ın sırrını bulmuşum. Yüzün onun (Kur’an’ın) tercümanıdır. Kur’ân’m sırrı Âdem’in otuz iki hattındadır; çünkü Âdem’in yüzü, içerisinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı Levh-i Mahfuz'dur ve Kur’ân’m aslı da oradadır. Cebrail Kur’an’ı, Levh-i Mahfuz olan Âdem’in yüzünden okuyarak Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e vahyetmiştir. Bu nedenle yüz, Kur’an’m tercümanıdır, açıklamasıdır, manasıdır.

Hatt-ı vechün çeşmesinden nûş idüp Âb-ı Hayât

Hızr-ı vakfem zulmet içre Âb-ı Hayvân bulmışam (G 200/2)

Vaktin Hızır ’ıyım; karanlık içinda âb-ı hayvan bulup yüz hatlarının çeşmesinden âb-ı hayât içmişim. Âb-ı hayât, klasik Türk edebiyatı geleneğinde ölümsüzlük veren sudur. Rivayete göre İskender, ölümsüzlük suyunu bulmak istiyormuş. Bunun için Hızır ile İlyas’ı göndermiş. İkisi, âb-ı hayâtı bir ormanın içinde bulmuşlar ve hemen içip ölümsüzlüğe kavuşmuşlar. Geri dönüp aradıkları suyu bulduklarını İskender’e haber vermişler. İskender, Hızır ile İlyas’tan kendisini hemen âb-ı hayâta götürmelerini istemiş. Ancak Hızır ile İlyas, suyun yolunu bir türlü bulamamışlar. İskender ise suyu içememiş ve ölmüş. Câvidânnâme’te. âb-ı hayât yorumu şöyledir: “Çeşme-i hayvân ki karanlıkdadır ve o karanlık şa’rdır ki vech üzerindedir şöyle ki her kimse ki ondan su içe teşne olmaya ki havz-ı kevserin misâlidir ki her kimse ki içe hergiz teşne olmaya ve o otuz iki kelimedir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 438). Yani, âb-ı hayât karanlıktadır. Bu karanlık, yüzdeki kıllardan oluşan hatlardan ibarettir. Âb-ı hayat ise otuz iki kelimedir. Her kim yüzdeki hatlardan otuz iki kelimeyi içerse ölümsüzlüğe kavuşur, bir daha asla susamaz.

Oldı bana defter-i esmâ-i kül

Levh-i cemâlümde olan hatt-ı mü (G 254/5)

Yüzümün levhasında olan hatlar bana bütün (ilahi) isimlerin defteri oldu. Bütün ilahi isimler otuz iki kelimeden ibarettir. Bu kelimelerin tümü insanın yüzünde hatlar halinde yazılıdır. Demek ki yüz, bütün ilahi isimlerin defteridir.

Okı hat-ı levh-i vech-i pâki

Yol bulmağa zât-ı müste’âne (Tercî-i bend 2/X/75)

Kendisinden yardım istenen (Allah’ın) zatına yol bulmak için pak yüzün levhasındaki hatları oku. Allah otuz iki ilahi kelimedir. Yüzde de bu kelimeler hatlar halinde yazılıdır. Bu nedenle Allah’a ulaşmanın yolu, yüzdeki hatları çözmekten geçer.

Allah, otuz iki kelimedir ve bu kelimelerin tümü insanın yüzüne ümmî ve ebî hatlar şeklinde yazılmıştır. Allah’a ulaşabilmek ve O’nu görebilmek, yüzdeki hatları görmeye ve anlamaya bağlıdır. Kainattaki bütün harfler otuz iki ilahi harften ibarettir. İçerisinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı kitap olan Levh-i Mahfuz"da bu harfler yazılıdır. Kur’an, Cebrail tarafından Levh-i Mahfûz"dan okunup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretilmiştir. Levh-i Mahfuz"da yazılı olan otuz iki ilahi kelimenin tümü yüze ümmî ve ebî hatlar olarak yazılmıştır. Bu nedenle asıl Levh-i Mahfuz ve asıl Kur’an yüzdür. Yüz, Kur’an"m sırrının bulunduğu bir kitaptır. Bütün ilahi isimlerin otuz iki kelime olması dolayısıyla yüz, ilahi isimlerin defteridir. Otuz iki harf ölümsüz olduğundan dolayı yüzdeki hatların sırrını anlayan kişi ölümsüz olur. Yüzdeki yedi ümmî hattın istiva hattı ile bölünmesi sonucu ortaya çıkan sekiz hat, sekiz cennete giden yolu açar. İstiva sırrını bilmeyen ise, yedi cehennemde kalır.

  İstiva Hattı

İstivâ hattı, varlığı dikey bir şekilde ortadan ikiye bölen çizgidir. Bu hattın önemi, otuz iki harfin insanda ortaya çıkışını göstermesinden kaynaklanır (Usluer, 2009a: 286-287; Ballı, 2010: 64). Câvidânnâme"de bu hat hakkında şöyle denir:

İki gûş ve iki çeşm ve iki bînî ve bir dehendir ki hatt-ı istivâ üzerine geç ve gör ve yirmi sekiz satır ve otuz iki satır-ı kitâbet-i İlâhîyi oku şöyle ki o hayvân o kitâbet-i İlâhîye dânâ değildir ve bir inşân ki ol kitâbet-i İlâhîyi bilmez ve ol kitâbet-i İlâhîye dânâ değildir, Hazret-i İzzet ol kimseyi belhüm adali okudu. (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 63)

Arşnâme Tercümesfnde belirtildiği üzere istiva hattı, yerden göğe ve cansızdan canlıya her varlıkta bulunur (Âmiloğlu, 2014: 69). Fazlullah’a göre bu hat buğday tohumunda, haşhaş tanesinde ve yaprak üzerinde bulunduğu gibi horozun ibiğinde, hüdhüdün tacında, devenin ağzında, yılanın dilinde, tavusun kanatlarında ve gergedanın yüzünde bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 63-65). Kısacası istiva hattı her varlıkta vardır.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarma mucizesi, istiva hattına işaret eder: “İstivâ hattıyla eylersen güzer / Anlayasın ma’nî-i şakku’l-kamer” (Âmiloğlu, 2014: 57). Bu görüşe göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aslında ayı işaret parmağıyla fiziksel olarak ikiye ayırmamıştır; yalnızca saçlarını ortadan ikiye ayırmış, böylece istiva hattına işaret etmiştir. Çünkü, istiva hattının geçtiği bir yüzde ümmî hatlardan saç ikiye ayrılır; böylece yedi adet ümmî hat sekiz adet olur. Her bir hat dört unsurdan meydana geldiği için otuz iki hat açığa çıkar ki bu, ilahi kelimelerinin tümünün yüzde zuhur etmesidir.

Arşî, istiva hattı ile ilgili olarak şiirlerinde şunları söylemiştir:

Yedinci günde Ademi halk itdi zât-ı pâk

İzhâr-ı kudret itdi aliyyü’l-arş-ı istiva (K 6/4)

Pak zat, yedinci günde Âdem ’i yarattı. İstiva arşı üzerinde kudretini açığa çıkardı. Allah altı günde gökleri ve yeri yarattı. Yevmi’l-mezîd olan yedinci günde ise Âdem’i yarattı ki o gün cuma günüydü (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 461). Allah Âdem’in yüzüne yedi adet ümmî hattı yazdı. Ardından, Taha suresinin 5. ayetinde belirtildiği gibi arşa, yani Hurûfîlerce arş olarak kabul edilen Âdem’e, istiva etti; böylece kudretini açığa çıkardı.

On altı oldı hatt-ı ümm ü âbâ istivâsiyle

Olur otuz iki hâl ü mahal bir sûret-i âbâ (G 2/15)

istivasıyla anne ve baba hatları on altı oldu. Bir baba suretinde, hatların kendileri ile mahalleri toplamı otuz iki olur. Bir erkeğin yüzünde hem ümmî hem de ebî hatlar bulunur. Bu hatların toplamı on dörttür. Eğer yüzden istiva hattı geçerse ümmî hatlardan saç ve ebî hatlardan anfeka ikiye ayrılır, on altı hat meydana gelir. Hatların kendileri ile mahallerinin toplamı otuz ikidir ki ilahi harfler sayısıncadır.

Cümle eşyâda müstakîm olmış

İstivâ-yı hutût-ı insânî (Tercî-i bend 3/II/12)

insanın hatlarının istivası, bütün her şeyde doğru olmuş. İnsanda bulunan istiva hattı, canlı ve cansız başka varlıklarda da bulunur. Buğday tohumunda, haşhaş tanesinde, yaprak üzerinde, horoz ibiğinde, tavus kuşunun kanadında, yılanın ağzında ve gergedanın yüzünde bu hat apaçık bellidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 63-65).

Gîsûlarım böldi iki şâh-ı mürselîn

Şakk oldı gökde mâh be-i’câz-ı Mustafâ (K 6/6)

Peygamberlerin şahı saçlarını ikiye ayırdı. Gökte ay, Mustafa’nın işaretiyle ikiye ayrıldı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarma mucizesi, Hurûtîlerce saçın ikiye ayrılması olarak anlamlandırılmıştır. Hurûfî düşüncesine göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) saçını ikiye ayırarak istiva hattına dikkat çekmiştir.

Şakka’l-Kamer rumûzım gösterdi âşikâr

Mâh-ı ruhunda ol hat u hâl-i Muhammedi (G 286/3)

Muhammed’in yanak ayında bulunan ben ve hatlar, ayın yarılması delilini açıkça gösterdi. Beyitte yanak, aya benzetilmiştir. Klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik unsurlarından olan ben ve hatlar, ayın yarılması delilini, yani istiva sırrını açıkça göstermiştir.

İrmeyince istivâ-yı hatt-ı vech-i Ademe

Olmadı rü’yet müyesser Ahmede ‘ayne’l-yakîn (G 220/9)

Âdem’in yüzünün hatlarının istivasına ermedikçe Ahmed’e (Allah’ı) aynelyakin derecede görmek nasip olmadı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), beyte göre, Miraç’ta Hz. Âdem’in yüzündeki istiva hattını fark ettikten sonra Allah’ın yüzünü aynelyakin derecede görmüştür. Ayne’l-yakîn, “Gözle ve görerek hasıl olan yakîn. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn adı verilen üç yakîn mertebesinden İkincisi. Kalbin, müşahede yoluyla hakiki vahdeti görmesi” demektir (Uludağ, 2012: 57).

Dest-i velâyet ile çeküp nefs-i ejderi

Mihr-i ten içre böldi iki anı Murtazâ (K 6/9)

Murtaza, velilik eliyle nefis ejderini çekip beden güneşi içinde onu ikiye böldü. Hz. Ali, nefis ejderini bedeninde ikiye bölmüş; böylece hem nefsinden kurtulmuş, hem de istiva sırrına işaret etmiştir. Aşağıdaki beyit, nefsin ikiye bölünmesinin istiva sırrına işaret ettiğini göstermektedir:

İki böldüm ser-â-ser istivâdan

Çeküp nefs-i hasîs-i nâ-be-kârı (G 291/3)

Yaramaz alçak nefsi çekip baştan başa istivadan ikiye böldüm. Şair, istiva hattıyla nefsi ikiye böldüğünü söylemekte; böylece nefsin üstesinden geldiğini ima etmektedir.

Fazl-ı Hakdur sırr-ı er-rahman-ı ‘aliyyü’l-arş-ı istivâ

Fazl-ı Hakdur hâdî-i râh-ı sırâtü’l-müstakîm (K 8/4)

Er-rahman-ı ‘aliyyü’l-arş-ı istiva sırrı Fazl-ı Hak’tır. Dosdoğru yolun birincisi Fazl-ı Hak’tır. Beyitte geçen “Er-rahman-ı ‘aliyyü’l-arş-ı istivâ”, Tâhâ suresinin 5. ayetine aittir. Sözkonusu ayetin Türkçe meâli şöyledir: “Rahman arşa kurulmuştur”. Bu ayet, Hurûfilere göre, Allah’ın Adem’in yüzünde istiva sırrıyla otuz iki hat olarak belirmesidir. Âdem aslında Fazlullah’tır (Arşî, G 221/9). Dolayısıyla Allah, aslında istiva sırrıyla Fazlullah’ın yüzünde otuz iki hat olarak görünmüştür. Bu nedenle Fazlullah, dosdoğru yolun birincisidir.

Bizde rûz-ı istivâ-yı hilkat

Allâha giden sırâtumuzdur (Tercî-i bend 2/VII/51)

Yaratılış istivasının günü bizim Allah’a giden yolumuzdur. Yaratılış istivasının günü, Tâhâ suresinin beşinci ayetinde belirtildiği üzere Allah’ın arşa istiva ettiği gündür. Yani Allah, arş olan Âdem’in yüzünde, istiva sırrıyla otuz iki hat olarak görünmüştür. Beytin mazmunu otuz iki hattır. Şairin “Allâha giden sırâtumuzdur” dediği şey, otuz iki hattan ve bu hatların işaret ettiği otuz iki ilahi kelimeden ibarettir; zira tek gerçek, otuz ikidir.

Aldun mı esmâdan haber mülk-i müsemmâ kandedür

Ya istivâ-yı hılkat-i ‘arşa ‘ubûrun var mı (G 284/2)

isimlerden haber aldın mı, müsemmanın ülkesi nerededir? Peki arşın yaratılış istivasına geçebildin mi? İsimler, Allah’ın otuz iki ismidir; yani ilahi kelimelerdir. İsimlenenin ülkesi, yüzdür; çünkü otuz iki harf yüze kazınmıştır. Arşın yaratılış istivası ise, yaratma anında Allah’ın, Âdem’in yüzüne otuz iki ilahi kelimenin işareti olmak üzere otuz iki hat çizmesidir ki bu olay, Hurûfîlere göre, Tâhâ suresinin beşinci ayetinde ifade edilmiştir: “Allah arşa kurulmuştur”.

Buldum iki gîsûmı olup fârık-ı Kur’ân

Hadî-i reh oldum

Göstermek içün bedr-i ruhumda kameri şak

İ’câz-ı beyânam (Müstezad 2/4)

Kur ’an’ı fark edip iki kakülümü buldum; yolun birincisi oldum. Yanağımın ayında ayın yarılması (mucizesini) göstermek için, aciz bırakacak kadar düzgün anlatmaktayım. Bu beytin mazmunu istiva hattıdır. Fark etmenin bir anlamı da ayırmaktır (Devellioğlu, 2016: 287). Şair, iki kakülünü, yani saçını ayırdığına işaret etmekte; böylece yolun birincisi olduğunu söylemektedir. Çünkü dosdoğru yola ulaşmak ancak istiva hattını bilmekle olur. Hakikate ulaşan şair, istiva sırrını anlatmak için beyân ilmini -yani şiirlerini- kullanmaktadır. Bunun için de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olan ayın yarılması mucizesinden bahsetmektedir; çünkü bu mucize, istiva sırrına işaret etmektedir.

İstivâ-yı cemâl-i yâri görüp

Koymışuz rah-ı müstakime kadem (Tercî-i bend 1/1/5)

Sevgilinin yüzündeki istivayı görüp dosdoğru yola ayak koymuşuz. İstiva, dosdoğru bir dikey çizgidir ve varlıkları ikiye böler. Beyitte geçen sevgili Âdem, Fazlullah ya da herhangi bir insan olabilir. Yüzü ikiye ayıran istiva hattı, yedi adet ümmî hattan saç hattını ikiye böler, böylece hatların sayısı sekiz olur. Her bir hat dört unsurdan meydana geldiği için otuz iki hat açığa çıkar. Otuz ikinin açığa çıkması istiva hattına bağlıdır. Tek hakikat otuz iki olduğundan dolayı, hakikate giden yol istivadan geçer. İstiva sırrını anlayıp yüzdeki sekiz hattı görebilenler sekiz cennete ulaşırken istivayı anlamayıp yedi hatta kalanlar yedi cehennemi hak ederler. Bu sebeple şair, sevgilinin yüzündeki istiva hattını görmekle sekize ulaştığını ima etmekte, dosdoğru yola koyulduğunu belirtmektedir.

İstiva hattı, canlı ve cansız her şeyde bulunan, varlığı ortadan ikiye dikey bir şekilde bölen çizgidir. Bu çizginin önemi, otuz iki hattı ortaya çıkarmasından gelmektedir. Tâhâ suresinin 5. ayetine göre Allah, arşa istiva etmiştir. Hurûfîlikte arş, Âdem’dir. Ayetin manası, Allah’ın Âdem’in suretinde, otuz iki ilahi kelimenin işareti olan otuz iki hat olarak görünmesinden ibarettir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimedir. Yalnızca istiva sırrını anlayanlar cennete kavuşacak, dolayısıyla Allah’ı görebilecektir. Bu sırrı anlamayanlar ise cehennemi hak edecektir. Allah’ı anlamanın ve görmenin tek yolu, istiva sırrını bilmekten geçer. Dosdoğru yol, istiva hattının yoludur.

Peygamberler, Kutsal Kitaplar ve İbadetler

Bu başlık altında, Arşî’nin Hurûfîlik ile alakalı şiirlerinde geçen peygamberler, kutsal kitaplar ve ibadetler hakkında incelemelerde bulunacağız.

Peygamberler

Arşî Divanı’nda pek çok peygamberin ismi geçmektedir; ancak Hurûfîlik ile alakalı olarak en çok anılan peygamberler Hz. Âdem ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den ibarettir. Onları Hz. Nuh ile Hz. Musa takip eder.

Hz. Âdem

Hurûfîlikte Hz. Âdem, merkezi bir konumda yer alır. Öyle ki, Hurûfî metinlerinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in isminden daha çok Hz. Âdem’in ismi geçer; çünkü Âdem, Hak suretinde yaratılmış ve Allah’tan vasıtasız bir şekilde ilmu’l-esmâyı öğrenmiştir. Bundan dolayı onun yüzü Hakk’ın yüzüdür. Âdem; meleklerin öğretmenidir, Levh-i Mahfûz’dur, hakiki A’wr’a«’dır, Sidre-i Müntehâ’dır ve Allah’ın arşıdır. O, bütün insanlığın babasıdır. Arşî Divanı’nda Hz. Âdem ile ilgili beyitler şöyledir:

Yedinci günde Âdemi halk itdi zât-ı pâk

İzhâr-ı kudret itdi aliyyü’l-arş-ı istiva (K 6/4)

Pak zat, yedinci günde Âdem ’i yarattı. İstiva arşı üzerinde kudretini açığa çıkardı. Allah altı günde Âdem dışındaki her şeyi, yedinci gün olan cuma günü ise Âdem’i yaratmıştır. Bu olay Câvidânnâme’de şöyledir:

(...) Cuma gecesi hilkat-i Âdem aleyhi’s-selâmdır pes ondan ötürü ki söyler ki müddet-i eşyâ yedi bin yıl olsa gerekdir ve hilkat-i Âdem’den bin yıl ola ve yevmen elfi seneti cuma günüdür ve hafta yedi gündür ve altı gün ol altı gündür ki onun içinde gayr-ı Âdem mahlûk olmuşdur ki gayr-i cuma gelmişdir. (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 462-463).

Allah, Âdem’i yarattıktan sonra arşı istiva etmiştir; yani arş olan Âdem’in yüzünde yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime olarak görünmüştür. Böylece, Âdem’in yüzünde kudretini açığa çıkarmıştır.

Hak Te’âlâ Âdemün toprağını kıldı ‘acîn

İtdi Rahmân sûretinde Âdemi halk âferîn (G 220/1)

Hak Te ’âlâ Âdem ’in toprağını yoğurdu; onu Rahman suretinde yarattı. Allah Âdem’i topraktan ve kendi sureti üzerine yaratmıştır. Bunun için Allah, kendisinin otuz iki sıfatını Âdem’in yüzüne hatlar halinde yazmıştır.

Velâkin mazhar-ı zât oldugı-çün Âdem-i hâki

İder bî-vâsıta ta’lîm-i esmâ zât-ı zü’l-ihsân (G 221/5)

Topraktan yaratılan Âdem, zatın mazharı olduğu için, ihsan eden zattan vasıtasız olarak isimler ilmini öğrenir. Topraktan ve Allah’ın suretinde yaratılan Âdem, Allah’tan vasıtasız olarak bütün isimleri öğrenmiştir. Bakara suresinin 31. ayeti bu olay hakkındadır.

Kıldı ta’lîm Âdeme bî-vâsıta esmâ-i kül

Oldı mescûd-i melâ’ik hem cemî’u’l-mürselîn (G 220/2)

Âdem ’e vasıtasız (bir şekilde) isimler ilmini öğretti; (böylece Âdem), meleklerin ve bütün peygamberlerin secde ettiği kişi oldu. Âdem, Allah’tan vasıtasız olarak isimler ilmini, yani yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi öğrenir. Bu sebeple tüm melekler ve peygamberler Âdem’e secde ederler; çünkü secde, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Bu ilahi kelimeler, Allah’ın bizzat kendisidir.

Esmâya mu’allim oldugı-çün

Mescûd-ı mela’ik oldı baba (Tercî-i bend 2/II/13)

Baba, isimlerin öğretmeni olduğu için meleklerin secde ettiği varlık oldu. Âdem, Allah’tan öğrendiği ilmü’l-esmâyı meleklere öğretmiştir. Bu konu ile ilgili olarak, Bakara suresinin 33. ayetinde şöyle buyurulur: “Allah şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi”. Bu ilminden dolayı melekler, Âdem’e, yani insanlığın babasına, secde etmişlerdir.

Yüzinde sûret-i Rahmânı çün kim görmedi zahir

Sücûda gelmedi şeytân yedi kez gel didi Mevlâ (G 2/2)

Mevlâ yedi kez gel dedi; (ancak) şeytan, (Âdem ’in) yüzünde Rahman suretini açıkça görmediği için secde etmedi. Şeytanın Âdem’e secde etmemesinin sebebi, Hurûfîlere göre, onun yüzündeki yirmi sekiz ve otuz iki hattı görememesidir. Halbuki bu hatlar, Rahman’ın suretidir. Asıl secde Âdem’in şahsına değil, onda görünen Allah’a yapılır:

Şeytân ki vech-i pâk-i Haka bî-sücûd idi

Âdemde Hakkı görmedi zîrâ hasûd idi (G 283/1)

Şeytan ki Hakk ’m pak yüzüne secdesiz idi; Âdem ’de Hakkı görmedi, çünkü kıskanç idi. Âdem’in yüzü Hakk’ın yüzüdür. Arşnâme Tercümesi’nde bu konu ile alakalı şu beyit bulunmaktadır: “Âdem’ün başıyimiş ‘arş-ı Hüdâ / Hakk olur mı hîç ‘arşından cüdâ” (Âmiloğlu, 2014: 64). Şeytan, kıskançlık sebebiyle Âdem’deki Hakk’ı göremedi; secde etmeyip kafir oldu.

Okı esmâ-i külli Âdem-i hâkîden ey tâlib

Dilersen olmayasın cehl ile şeytân gibi rüsvâ (G 2/4)

Ey talipl Şeytan gibi, cehaletle rezil olmamak istersen, topraktan yaratılan Âdem ’den bütün isimleri oku. Otuz iki ilahi kelime, anasır-ı erbaadan yalnızca toprağa yazılabilir. Ateşe yazı yazılamaz. Bu sebeple şeytan esmâ-i küll’ü, yani bütün isimleri, bilemez. Şeytanın bu cahilliği, onun Âdem’e secde etmeyip Allah’a karşı gelerek rezil olmasına yol açmıştır. Bütün isimler, topraktan yaratılan Âdem’dedir. Arşnâme Tercümesi’nde bu konu ile alakalı olarak şu beyitler bulunmaktadır:

Çekdi baş ve bilmeyidi ol fuzûl

Od Hakk hattın kaçan kıla kabûl

Odun u yilün u su üzre kaçan

Nakş olısar ottuz ikki hatt ‘ayân

Toprağa bu kâbiliyyet u kemâl

Vardur kim yazıla hatt-ı cemâl

Anla kim ol sırât-ı müstakim

K’olmayasın tâbi’-i dîv-i racîm

Dîv Adem’den çü esmâ bulmadı

Lâ-cerem kimdür müsemmâ bilmedi (Âmiloğlu, 2014: 77)

Tılısmâtın bozup kenzini bulmak isteyen kevnün

Makâlîd-i zemin ü âsumândur Âdem ü Havvâ (G 2/5)

Tılsımlarını bozup varlığın hâzinesini bulmak isteyen(ler)! Âdem ve Havva, yer ve göğün anahtarlarıdır. Allah insanın yüzüne otuz iki ilahi kelimeyi yazmıştır ve bütün mevcûdatı bu kelimeler ile halketmiştir. Bu nedenle, kainatta ne varsa Âdem’de ve dolayısıyla Havva’da bulunmaktadır. Arşnâme Tercümesi’nde şöyle denir:

Ol sebebden buyurupdur Kirdgâr

Kâyinâtun varı bu Âdem’de var

Hem ana tanukdurur esmâ-yı kül

Gayr-ı Âdem kime el virmişdür ol (Âmiloğlu, 2014: 70)

Kainatta olan her şey Âdem ile Havva’da bulunduğuna göre, bu iki kişi bütün sırların anahtarlarını ellerinde tutmaktadırlar. Varlığın hâzinesini koruyan tılsımı bozacak anahtar, yani otuz iki hat, Âdem ile Havva’dadır: “Tâlibâ bil hatt-ı vechin Âdem’ün / yolını tâ varasın her ‘âlemün” (Âmiloğlu, 2014: 68).

Bulardur ‘arş-ı Rahmân nutk-ı zât-ı Hak bu ma’nîde

Geçüp kürsî-i dendâna olupdur dem-be-dem gûyâ (G 2/6)

Rahman’m arşı bunlardır (Âdem ile Havva’dır). Bu manada Hak zatının sözü, dişler kürsüsüne geçip an be an söyleyen olur. Âdem ile Havva, Allah’ın arşıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 39). Onların konuştuğu şeyler, Allah’ın sözlerinden başkası değildir; çünkü Allah, onların otuz iki dişinin arkasından otuz iki ilahi kelime ile konuşur.

Otuz iki kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat

‘lyân oldı ki Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)

Otuz iki Hak kelamı yaratılış elbisesini giydiğinden beri belli oldu ki tükenmeyen hâzinelerin emini Âdem ’dir. Tükenmeyen hazine, otuz iki ilahi kelimedir ki kainattaki tek gerçek budur. Otuz iki söz olan Allah, yaratılış elbisesi giyip insan suretine girmiş ve otuz iki sözü bedeninin belli yerlerinde işaretlenmiş olarak taşımıştır. Âdem, aslında Allah’tır. Âdem, Ahzab suresinin 72. ayetinde belirtilen emaneti kabul ederek bitip tükenmeyen hâzinelerin emanetçisi olmuştur. O emanet, otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir.

Şekl-i beşer ile oldı zâhir

Tâ ola halîfe-i mu’allâ (Tercî-i bend 2/II/12)

Yüce halife olsun diye insan şekliyle ortaya çıktı. Âdem, Allah’ın halifesidir ve bu amaç için yaratılmıştır.

Haşr-ı nutk oldı sûret-i Âdem

Neşr oldı sühan cemâd ü nebât (Tercî-i bend 3/III/23)

Âdem ’in yüzü, sözün toplamı oldu. Söz, cansızlar ve bitkilere yayıldı. Bütün ilahi kelimeler otuz iki adettir ve hepsi Âdem’in yüzünde yer almaktadır. İnsan dışındaki varlıklar, ilahi kelimelerden bazılarını alırken insan bütün ilahi kelimeleri almıştır. Bu sebeple, cansızlara ve bitkilere yayılan sözün tamamı Âdem’dedir. Âdem’in yüzü, sözün toplamıdır.

Esmâ okıyandur Âdem-i zât

İnkâr iden oldı dîv-i ebnâ (Tercî-i bend 2/II/14)

Âdem, isimleri okuyandır. (Bunu) inkar edenler şeytanın oğulları oldular. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiş; Âdem de bu isimleri meleklere okumuştur. İblis isimleri inkar ederek şeytan olmuştur. Bundan dolayı, Hurûfî düşüncesi ve inancındaki Âdem’in esmâ-i küllü okuduğunu inkar edenler, şeytanın oğullarıdırlar.

Kelâmu’llâha nâtıkdur vücûd-ı Bu’l-beşer mutlak

Yazıldı levh-i vechinde ser-â-ser ma’nî-i Kur’ân (221/13)

İnsanlığın babası (olan Âdem ’in) vücudu, mutlaka Allah’ın sözüyle konuşur. (Onun) yüzü levhasına baştan başa Kur’an’ın manası yazıldı. Otuz iki ilahi kelime, kainattaki tek gerçektir. Bu sebeple, içinde her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfûz’te yazılı olan, bu kelimelerden başkası değildir. Cebrail, Kur’an ayetlerini Levh-i Mahfûz’dan okuyup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğrettiği için Kur’an’m aslı da Levh-i Mahfuz’dur. Âdem’in yüzünde otuz iki ilahi kelimenin işareti olan otuz iki hat yazılıdır ki bu kelimeler Levh-i Mahfûz’ da yazan kelimeler olduğundan Hurûfîlikte Âdem’in yüzü Levh-i Mahfuz olarak kabul edilir. Bu durumda Âdem’in yüzü, Kur’an’m aslı olur. Ayrıca, Âdem’in konuşması, Allah’ın konuşması gibi, otuz iki ilahi kelime iledir. Dolayısıyla Âdem’in sözü Allah’ın sözüdür.

Beyân it ‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle

Hutût-ı vech-i Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)

Ey ‘Arşı! Varlığın ve mekanın bütün sırlarını Âdem ’in yüz hatlarından anlat ki büyük kitap (Levh-i Mahfuz) odur. Bütün her şey otuz iki ilahi kelimeden yaratılmıştır. Bundan dolayı, içinde her şeyin yazılı olduğu kitap olan Levh-i Mahfûz’da yazılı olanlar otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Bu kelimeler Âdem’in yüzüne Allah tarafından yazılmıştır. Demek ki Âdem’in yüzü, her şeyin bilgisini ve sırrını içeren Levh-i Mahfûz’ dur.

Cennet-i hûrî-likâ vü kevser ü mâ-i mu’în

Vech-i Âdemden kinâyetdür eğer kılsân taleb (G 18/5)

Huri yüzlü cennet, kevser ve su, eğer talep edersen, Âdem’in yüzüne göndermedir. Huri yüzlü cennet, kevser ve su, Âdem’in yüzünü anlatan kelimelerdir ve bu yüz için kullanılır.

Buyurdı küntü kenz Âdemin şânında çün kim Hak

Bulındı genc-i esmâ vü müsemmâ oldı hem ifşâ (G 2/9)

Hak, Âdem ’in şanında ‘küntü kenz ’ buyurduğu için, esma ile müsemma hâzinesi açığa çıkıp bulundu. ‘Küntü kenz’, bir kudsi hadisten alınmadır. Sözkonusu kudsi hadis şudur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim, bilineyim diye mahlûkatı yarattım” (Yıldırım, 2018: 156). Yani, Allah’ın Âdem’i yaratması, kendisinin bilinmesi, tanınması içindi. Bununla beraber, Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı. Bu durumda Allah, Âdem’in suretinde kendisini seyretti. Var olan asıl varlık, Allah’tan başkası değildi. Bir başka deyişle hem isim hem de müsemma Allah idi. Hurûfîlik düşüncesinde isim ve müsemma aynıdır, birdir.

Fazl-ı Hakdur ‘ilmü’l esmâ-i küllihd’ dan murâd

Fazl-ı Hakdur Âdem-i mescûd-ı ma’hûd-ı kadîm (K 8/3)

‘Bütün isimlerin ilmi’ ile kastedilen Fazl-ı Hak’tır; ezelde bilinen secde edilmiş Âdem, Fazl-ı Hak’tır. Fazlullah, ilmü’l-esmâdır; Allah’ın ezelde Âdem’e öğrettiği bütün isimlerdir. Meleklerin kendisine secde ettiği kişidir. Âdem’in aslı, Fazlullah’tır.

Mescûd-ı melâ’ik oldı âhir

Geydi yedi câme-i hayâtı (Terkib-i bend 1/II/14)

(Fazlullah), sonunda yedi hayat elbisesini giyerek meleklerin secde ettiği varlık oldu. Allah, bilinmek isteği ile kainatı yaratıp insan suretine girdi, Âdem oldu.

Halbuki asıl Âdem, Fazlullah’tır. Beyte göre Fazlullah, Allah’tır. Fazlullah insan suretine girip Âdem olmuştur. Meleklerin secde ettiği Âdem, Fazlullah’tan başkası değildir.

Sûret-i Âdem ezel olmazdı mescûd-ı melek

Tıynet-i Fazl-ı Hudâ ger olmasaydı hâk ü âb (G 17/3)

Eğer Fazl-ı Hudâ ’nm mayası toprak ve su olmasaydı ezelde Âdem ’in sureti meleklerin secde ettiği yer olmazdı. Âdem topraktan yaratılmıştır ve melekler ona secde etmiştir. Fazlullah’ın mayası da, tıpkı Âdem gibi, toprak ve sudur. Beyte göre, eğer Fazlullah çamurdan yaratılmasaydı, melekler topraktan yaratılan Âdem’e secde etmezlerdi. Demek ki meleklerin secdesi aslında Fazlullah’adır. Melekler, sırf Fazlullah topraktan yaratıldığı için, onun gibi topraktan yaratılan Âdem’e secde etmişlerdir.

Olup dört kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla

Sevâd-ı vech-i Âdemden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)

Öğelerin (anasır-ı erbaa) hükmüyle dört kere sekiz mazharı olup Âdem ’in yüzü siyahlığından isimler ilmini okudum. Âdem’in yüzünde yedi adet ümmî hat vardır: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik. İstiva hattının geçmesiyle saç ikiye ayrılır ve toplam sekiz adet ümmî hat olur. Her hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan meydana geldiği için yüzde dört tane sekiz, yani otuz iki, hat bulunur. Bu hatların her biri, bir ilahi kelimeye denk gelir. Bu sebeple şair, Âdem’in yüz siyahlığı olan hatlardan isimler ilmini (ilmu’l-esmâ) okumuştur.

‘İlmini Âdemün okı kuvvet-i ebden al haber

Tâ bilesin ki neydügin sırr-ı me’âd ü hem me’âb (G 20/3)

Âdem ’in ilmini oku, baba kuvvetinden haber al. Ta ki ahiret ve dönülecek yer sırlarını bilesin. Âdem insanlığın babasıdır. Şair, insanlara Âdem’den ahiret sırlarını öğrenmeyi tavsiye etmektedir; çünkü dönülecek yer orasıdır.

Enfâs-ı halâyıkdan bir şemme habîr olmaz

Bâbâ-yı hakîkîden kim olmasa esmâ-dân (G 231/13)

Kim hakiki babadan isimleri öğrenmezse, cariyelerin nefeslerinden bir miktar bile haber alamaz. Hakiki baba Âdem’dir. Âdem’den ilahi isimleri öğrenmeyen asla cennete giremez.

Veled-i hâs odur be-kavl-i nebî

Ola vâkıf be-sırr-ı ‘ilm-i ebî (M 3/7)

Nebinin sözüyle has oğul odur ki baba ilminin sırlarına vakıf olsun. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sözüne göre hakiki oğul, babası Âdem’in ilminin sırlarına vakıf olan, bu sırları anlayan kişidir.

Derk ide Âdemün rumûzâtın

Terk ide dildeki muhâlâtın (M 3/8)

Âdem ’in işaretlerini anlasın; gönüldeki olmayacak şeyleri terk etsin. Oğul, Âdem’in söylediği şeyleri, ilmini ve hatlarını anlasın. Gönlünden malayani şeyleri - yani otuz iki ilahi kelime dışındaki her şeyi- çıkarsın.

Uymaya dîve merd-i ‘âbid ola

Âdemün sûretine sâcid ola (M 3/9)

Şeytana uymasın, ibadet eden adam olsun. Âdem ’in suretine secde etsin. Oğul şeytana uymasın ve Âdem’in yüzüne, dolayısıyla o yüzdeki hatlara secde etsin. İbadet eden adam olsun. Hurûfîliğe göre; Allah Âdem’de tecelli ettiğinden dolayı secde Âdem’in yüzüne yapılır. Nesîmî, bu konuda şöyle der: “Âdem’de tecellî kıldı Allâh / Kıl Âdem’e secde olma güm-râh” (Nesîmî, 1990: 54).

Ferzend-i zülâl-i Âdem isen

Esmâ okı ebden ol sühan-dân (Terkib-i bend l/VI/46)

Âdem ’in saf oğluysan, babadan isimleri oku, güzel söz söyleyen ol. Âdem’in saf oğlu, Âdem’den ilahi isimleri öğrenir. İlahi ilimleri bilir ve güzel söz söyleyen biri olur.

Hz. Âdem, Allah tarafından yedinci gün olan cuma günü yaratılmıştır. Onun yaratılışı Rahman suretindedir. Allah’tan vasıtasız bir şekilde isimler ilmini, yani otuz iki ilahi kelimeyi, öğrenmiştir. Bu isimleri meleklere de öğreterek onların hocası olmuştur. Melekler, Âdem’in isimler ilminden dolayı ona secde etmişlerdir. Şeytan ise Âdem’i kıskanmış, ondaki Rahman suretini görememiş, secde etmeyip kafirlerden olmuştur. Cennete gidebilmek, Âdem’in esma ilmine vakıf olmakla mümkündür. Esma ilmi, varlığın hâzinesidir; çünkü bütün kainat yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılmıştır. Âdem, Allah’ın insan suretine girmiş halidir. Âdem’in konuşması, otuz iki diş arkasından otuz iki ilahi kelime ile Hakk’ın konuşmasıdır. Göklerin ve yerin üstlenmekten çekindiği otuz iki ilahi kelimeyi Âdem emanet olarak almıştır; bu nedenle o, Allah’ın yüce halifesidir. Kainatın bütün sırları, Âdem’deki otuz iki ilahi kelimededir. Âdem’in yüzündeki hatlar, esma ilminin işaretleridir. İnsanlar, esma ilmini Âdem’in yüzünden öğrenirler. Âdem, aslında Fazlullah’tır. Melekler Âdem’e değil, Âdem suretindeki Fazlullah’a secde etmişlerdir. Daha da ötesi; Fazlullah, insan suretine girmiş Allah’tır.

Hz. Nuh

Hz. Nuh, ArşîDivanı’nda mukattaa harfleri ile ilgili olarak geçmektedir:

Ben ol yetmiş yedi tûfan-ı Nûham

Ki ka’r-ı bist ü nüh deryâdayam ben (G 227/7)

Ben o yetmiş yedi Nuh tufanıyım ki yirmi dokuz denizin dibindeyim. Yetmiş yedi sayısı, mukattaa harflerine işaret eder. Tüm mukattaa ayetlerindeki harflerin toplamı yetmiş yedidir (Seyyid Nesîmî, 2017: 6). Yirmi dokuz ise, başında mukattaa harflerinin bulunduğu sure sayısıdır. Tufan, nasıl denizin dibinde gizliyse yetmiş yedi mukattaa harfi de yirmi dokuz surede gizlidir.

Hz. Musa

Hz. Musa, ArşîDivanı’nda istiva hattıyla alakalı olarak geçer:

Emîn oldı bulup râh-ı selâmet Hazret-i Mûsâ

İki şakk itdi bahr-i Nîli gösterdi ‘asâ berzah (G 41/5)

Asa, Nil denizini ikiye ayırıp geçidi gösterince Hz. Musa kurtuluş yolunu bulup korkudan kurtuldu. Beyitte, asanın Nil denizindeki istiva hattını göstermesi anlatılmaktadır. İstiva hattı, kurtuluş yolunu gösterir. Yüzü ortadan ikiye bölüp yedi adet ümmî hattın sayısını sekize çıkaran bu hat, sekiz cennetin anahtarıdır. İstiva hattının sırrını bilmeyen ise kurtuluş bulamayıp yedi cehenneme düşer. Hz. Musa, asanın gösterdiği Nil denizinin ikiye yarılması mucizesi sayesinde istiva sırrını anlayıp kurtuluş yolunu görmüş, böylece korkularından kurtulmuştur.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Hurûfîlerin verdiği anlam, her şeyde olduğu gibi, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime etrafındadır. Hurûfî düşüncesinde hiyerarşik olarak Allah konumunda olan Fazlullah en üstte bulunurken onu Rahman suretinde yaratılan Hz. Âdem takip eder. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Âdem’den daha alt bir mertebededir.

Gördi evvel gökde Ahmed Âdemün dîdârını

Anun içün oldı halka rahmeten U ’l- ‘âlemin (G 220/7)

Ahmed, ilk önce gökte Âdem ’in yüzünü gördü. Onun için ‘âlemlere rahmet ’ oldu. Bu gazel, Miraç gecesi ile alakalıdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, Enbiyâ suresinin 107. ayetinde belirtildiği gibi âlemlere rahmet olması, ilk önce gökte Âdem’in yüzünü görmesine bağlanmıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Âdem’in yüzünde gördüğü şey, otuz iki hattan başkası değildir. Âlem bu hatların işaret ettiği ilahi kelimelerle yaratılmıştır; yani tüm evren otuz iki kelimedir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Âdem’in yüzünden öğrendiği bu kelimeler ile, yine bu kelimelerden ibaret olan âleme rahmet olmuştur.

İrmeyince istivâ-yı hatt-ı vech-i Âdeme

Olmadı rü’yet müyesser Ahmede ‘ayne’l-yakîn (G 220/9)

Âdem’in yüzünün hatlarının istivasına ermedikçe Ahmed’e (Allah’ı) aynelyakin derecede görmek nasip olmadı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah’ı görebilmesi, Âdem’in yüzündeki hatların istivasına ulaşmaya bağlanmıştır. Allah, otuz iki harften ibarettir: “Allah ve rabbin aslı hurûfdur” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400). Allah’a yaklaşmak, otuz iki ilahi kelimeyi öğrenmekle olur. Allah’ı görmek ise otuz iki ilahi kelimeyi görmektir. Bu kelimelerin görülmesi, yüzdeki istiva hattının sırrına ermekle mümkündür; çünkü yüzün ümmî hatları yedi adettir ve bu yedi adet hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan meydana geldiği için dört tane yedi hat eder ki yirmi sekizdir. Bu sayı, Arap alfabesindeki harf sayısına eşittir. Yirmi sekiz hattın otuz iki hatta çıkması istiva hattıyla olur. İstiva çizgisi, yüzü ortadan ikiye dikey bir biçimde böler. Böylece ümmî hatlardan saç, ortadan ikiye ayrılır; ümmî hatların sayısı sekiz olur. Sekiz adet hat dört unsurdan meydana geldiği için yüzde dört tane sekiz hat görülür ki otuz ikidir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), istiva sırrına erdiğinden dolayı otuz iki hattı, yani Allah’ı, müşahede edebilmiştir.

Beyân-ı sûret-i Rahmâna sad berâhinle

Kitâb-ı nâtık-ı Hakdur o hatt u hâl-i Habîb (G 21/3)

Habîb’in ben ve hatları, Rahman’m suretini yüz delille anlatmak için, Hakk’ın konuşan kitabıdır. Ben ve hat, klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik unsurlarındandır. Hurûfî düşüncesinde ümmî ya da ebî hatlardan kabul edilmeyen bu unsurlar, beyitte hat olarak düşünülmüştür. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzündeki siyahlıklardan olan ben ve hatlar, beyte göre, ilahi kelimelerin karşılığıdır. Allah ise, ilahi kelimelerin kendisidir. Bundan dolayı ben ve hatlar, Rahman olan Allah’ın sureti için bir delildir.

Gîsûlarım böldi iki şâh-ı mürselîn

Şakk oldı gökde mâh be-i’câz-ı Mustafâ (K 6/6)

Peygamberlerin şahı saçlarını ikiye ayırdı. Gökte ay, Mustafa’nın işaretiyle ikiye ayrıldı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı yarma mucizesi ve saçını ikiye ayırarak taraması, Hurûfîlerce istiva hattının bir işareti olarak kabul edilmiştir. İstiva hattı, yüzü ikiye ayıran dikey bir çizgidir. Bu hat geçtiğinde, ümmî hatlardan olan saç ikiye ayrılır ve yedi adet olan ümmî hatların sayısı böylece sekize çıkar. Her hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan oluşur. Bu nedenle ümmî hatlar, istiva hattı geçmeden önce yirmi sekiz ilahi kelimeye işaret ederken, istiva hattı geçtikten sonra otuz iki ilahi kelimeye işaret eder. Dolayısıyla istiva hattının önemi, yüzdeki otuz iki ilahi kelimeyi açığa çıkarmasıdır.

Emîn-i kenz-i tâhâdur Muhammed

Habîb-i Fazl-ı yek-tâdur Muhammed

Cemâl-i Hakka bînâdur Muhammed

Kemâl-i zâta dânâdur Muhammed (Tuyug 6)

Muhammed, tâhâ hâzinesinin eminidir; eşsiz Fazl’ın sevgilisidir; Hakk’ın yüzünü görendir; zatın olgunluğu konusunda bilgilidir. Tâhâ hâzinesi, Tâhâ suresinin 5. ayeti olan “Rahmân, arşa kurulmuştur” sözünün işaret ettiği otuz iki harften ibarettir; çünkü bu ayet, Hurûfî düşüncesine göre, Allah’ın otuz iki isim halinde Adem’in -yani insanın- yüzünde görünmesini anlatır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), otuz iki ilahi kelimenin eminidir; çünkü bu kelimeler, Ahzab suresinin 72. ayetinde belirtildiği üzere, göklerin ve yerin kabul etmeyip insanın üstlendiği emanettir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fazlullah’ın sevgilisidir. O, Miraç’ta istiva sırrıyla otuz iki kelimeyi -yani Allah’ı- aynelyakin görmüştür. Bundan dolayı o, zatın olgunluğu konusunda bilgilidir.

Hâdî-i râh-ı bekâdur Mustafâ

Nûr-ı zât-ı Kibriyâdur Mustafâ

Şâhid-i Fazl-ı Hudâdur Mustafâ

Halka Hâlıkdan ‘atâdur Mustafâ (Tuyug 7)

Mustafa, sonsuzluk yolunun birincisidir; ululuk zatının nurudur; Fazl-ı Hudâ’nın şahididir; yaratıcıdan halka ihsandır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in aslı, bütün insanlar gibi, otuz iki ilahi kelimedir. Bu kelimeler sonsuz olduğu için Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de sonsuzdur. Kelimeler, bizzat Allah’tır ve nurdur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Bu nedenle, otuz iki kelimeden yaratılan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ululuk zatı olan Allah’ın nurudur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hadisleriyle Fazlullah’a şahitlik yapmıştır. O, Allah’tan insanlığa bir bağıştır, iyiliktir.

Kıldı teblîğ-i risâlet Fazl-ı Hakdan ‘âleme

Ahmed ü Mahmûd Ebu’l-Kâsım Muhammed Mustafâ (G 6/7)

Ahmed ve Mahmud, Kasım ’ın babası, Muhammed Mustafa; Fazl-ı Hak ’dan âleme peygamberliği tebliğ etti. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fazlullah’ın peygamberliğini yapmaktadır. Fazlullah, bu beyitte, Allah konumundadır.

Rasûlün hilkati endâze olmasa semâvâta

Dimezdi Fazl-ı Hak levlâk şânında anun aslâ (G 2/10)

Resul ’ün yaratılışı göklerin ölçeği olmasaydı, Fazl-ı Hak, onun şanında asla ‘levlâk’ demezdi. Göklerin yaratılışı, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yaratılışı üzerinedir. Beyitte Fazlullah, Allah konumundadır. Fazlullah, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i göklerin yaratılışının ölçüsü seçmeseydi onun hakkında “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” (Yıldırım, 2018: 156) demezdi.

Be-âb-ı rûy-ı Ahmed yaratıldı bu tokuz eflâk

Be-‘avn-i Fazl-ı Sübhân oldı kâ’im merkez-i dünyâ (G 2/11)

Fazl-ı Sübhân’ın yardımıyla dünyanın merkezinin direği olan bu dokuz gök, Ahmed’in yüzü suyu için yaratıldı. Kudsi hadise göre Allah, felekleri Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzü suyu için yaratmıştır. Bundan dolayı, İslam kozmolojisindeki dokuz gök, Allah konumunda olan Fazlullah tarafından, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için var edilmiştir.

Sırr-ı yâsîri e olalı mahrem

Muhbir-i sâdıka habîrem ben (G 225/6)

Ben, Yâsîn’in sırrına mahrem olduğumdan beri sadık haberci (olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)) konusunda bilgiliyim. Hurûfî anlayışına göre ‘yâsîn’, “Ey Muhammed!” demektir; çünkü sîn (^>), Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sembolüdür. Yâsîn’in sıırı budur. Câvidânnâme"de bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenir: “Hakk teâlâ Muhammed aleyhi’s-selâmı sîn okudu yani ey kelime Kur’an hakkı için ki sen gönderilmişsin çün ol kelime olsa Hakk teâlânın yanından gelmiş ola veyâ Cebrâil’den onu ona arz eylemiş ola pes ol bu iki vechle mürselînden ola” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 368). Yâsîn sırrını bilen, sadık haberci olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i de bilir.

Şer’-i Resûle kılma tecâvüz gel secde eyle vech-i kerîme

Tâ kim bulasın Fazl-ı Hudâdan fazl-ı mü’ebbed hûri na’îme (G 279/1)

Resûl ’ün şeriatine tecavüz etme, gel, kerem sahibi yüze secde et; ta ki Fazl-ı Hudâ’dan hurilere (ve) cennete sonsuz lütuf bulasın. Hurûfîler, kendi düşünce ve inanışlarını yaşarken, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatine kesin bir şekilde uyarlar. Hurûfîlik, İslam şeriatini değiştirmez, ona yeni bir yorum getirir. Mesela; namaz hem Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatinde hem de Hurûfîlikte vardır. Ancak Hurûfîler, kendi anlayışlarına göre, Kâbe’yi Hz. Âdem’in yüzü olarak yorumlarlar ve secdeyi Âdem’in yüzüne yaparlar. Fazlullah tarafından cennete kavuşmak, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatine sıkıca bağlanmakla, kesin bir şekilde ona uymakla mümkündür.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in âlemlere rahmet olması, Miraç gecesinde gökte Hz. Âdem’in yüzünü görmesi sebebiyledir. O, Hz. Âdem’in yüzündeki istiva sırrına erdiği için Allah’a iki yay arası kadar yakınlaşabilmiş, Allah’ı aynelyakin görebilmiştir. Ayın ikiye yarılma mucizesi, aslında Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in istiva sırrına dikkat çekmek için saçlarını ortadan ikiye ayırmasından ibarettir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tıpkı atası Hz. Âdem gibi, Allah’ın ilahi kelimelerini hatlar halinde yüzünde taşır; bu nedenle onun yüzü Rahman’ın delilidir. Fazlullah Esterâbâdî Allah konumunda olduğu için, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aslında Fazlullah’ın peygamberliğini yapmıştır.

Kutsal Kitaplar

Arşî Divanı’nda Hurûfîlik ile alakalı olarak geçen neredeyse tek kutsal kitap Kur’an’dır, diğerleri yalnızca isim olarak geçmektedir.

Tevrat, Zebur ve İncil

Tevrat, Zebûr ve Incil; bir beyitte yalnızca isim olarak geçmektedir. Sözkonusu beyit şöyledir:

Hem Zebûr u İncil ü Tevrât içün

Zâhir olan sî vü dû âyât içün (M 1/15)

Hem Zebur, Incil ve Tevrat için; apaçık olan otuz iki ayet için...

Kur’an

Kur ’an, Hurûfîlik düşüncesi ve inancının dayandığı dini sistem olan İslam’ın kutsal kitabı olması bakımından oldukça önemlidir. Bu kitap sırlarla doludur ve yirmi sekiz ilahi kelime ile yazılmıştır. Kur’an’ da geçen yirmi dokuzuncu harf olan lamelif (V), Fars alfabesinde olup Arap alfabesinde olmayan dört harfin karşılığıdır; çünkü lamelifın eczasında tekrarsız dört harf bulunmaktadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 76). Fazlullah’ın Câvidânnâme adlı, Hurûfîlerce kutsal olarak kabul edilen kitabı, bir çeşit Kur ’an tefsiridir. ArşîDivanı’nda Kur ’an ile ilgili beyitler şöyledir:

Bâ-l bismillah ile Kur’ân’a itdüm ibtidâ

Kâfuyâdâl’i kıldum harf-i vâhidde edâ (G 1/1)

Bismillah’ın ‘be ’si ile Kur ’ân’a başladım. Kaf’, ‘ye ’ ve ‘dal ’ı tek harfte söyledim. Hurûfîliğe göre mevcut olan bütün kelimeler otuz iki adettir ve hepsinin aslı noktadır: “(...) Elifin zâhir vücûdu bir noktadan mevcûd oldu hutûtun ve otuz iki harf-i hüdâînin aslı bir nokta ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 128). Bu sebeple şair, Kur’ân’a be (^) harfinin altındaki nokta ile başlar. Ardından kaf, ye ve dal harflerini tek harfte söyler. Fazlullah’a göre bütün harfler aslında tek bir harftir: “(...) Otuz iki kelime bir kelimedir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 53). Her bir harfte, diğer bütün harfler bulunmaktadır: “Çün bir kelimenin hakîkati otuz iki kelimenin hakikatidir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 67). Câvidânnâme’de, Arşî’nin bu beytini anlamamıza yardımcı olacak şu sözler geçmektedir: “(...) Yirmi sekiz kelimenin mecmûundan her birinde ma’ni-i el-hamdü ve her aşır ve her sûre ki vardır bir kelimede mündericdir” Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 79). Demek ki şair, bütün Kur ’an’ı tek bir harfte okumuştur.

Hem be-hakk-ı âyet-i Seb’a’l-mesân

Hem odur miftâh-ı kenz-i Müste’ân (M 1/14)

Hem tekrarlanan yedi ayetin hakkı için ki Müste ’ân’ın hâzinesinin anahtarı odur. Tekrarlanan yedi ayet, Fatiha suresidir. Bu surenin ayetleri, yedi adet ümmî hattın karşılığıdır. Yedi hat, her biri anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan oluştuğu için yirmi sekiz hat eder. Eğer yüzden istiva çizgisi geçerse, saç hattı ikiye ayrılır ve böylece ümmî hatların sayısı sekiz olur. Fatiha suresi okunduktan sonra “Amin!” denirse, yüzdeki sekizinci hattın karşılığı olur. Sekiz hat ise, her bir hat anasır-ı erbaadan oluştuğu için, otuz iki hatta karşılık gelir. Otuz iki hat, otuz iki ilahi kelimenin işaretidir. Müsteân’ın -yani Allah’ın hâzinesi ise otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir. Dolayısıyla, Fatiha suresi, beyitte ifade edildiği gibi, Allah’ın hâzinesi olan otuz iki ilahi kelimenin anahtarıdır.

Gıtâ ref oldı gördüm yedi hatt-ı emredi rûşen

Okudum Sûre-i Seb’a’l-Mesânı mest ü bî-pervâ (G 7/3)

Örtü kalktı, yedi oğlan hattını apaçık gördüm. Tekrarlanan yedi suresini korkusuzca ve mest olarak okudum. Miraç gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ı sakalsız bir genç suretinde görmüştür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 42). Gencin yüzünün sakalsız olması, onda ebî hatların bulunmayıp yalnızca ümmî hatların bulunduğuna işarettir ki ümmî hatlar şu yedi adet hattan ibarettir: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik, yedi adet ümmî hat, Hurûfîlere göre, Fatiha suresinin yedi ayetine karşılık gelir. Beyitte geçen ‘Sûre-i Seb’a’l-Mesân’, Fatiha suresinin bir ismidir (Muhîtî, 2014: 246). Şair, örtü kalkıp Allah’ın yüzü ümmî hatlarla ortaya çıkınca, bu yüzde Fatiha suresini okumuştur.

Yüzündür âyet-i Seb’a’l-Mesânî

Hat ü hâlün kelâm-ı âsümânî (G 290/1)

Tekrarlanan yedinin ayeti yüzündür; hat ve benin göksel sözdür. Yüzdeki ümmî hatlar, Fatiha suresinin yedi ayetinin karşılığıdır. Beyitte geçen hat ve benler, klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik unsurlarından olup, Hurûfîlerce ebî ya da ümmî hatlardan kabul edilmezler. Bundan dolayı hat ve benler ilahi kelimelere karşılık gelmezler. Ancak Arşî’nin bu beytinde bir istisna söz konusudur. Çünkü hat ve benin göksel söz, yani ilahi kelime olduğu söylenmiştir.

Hatlarundan oldı faş esrâr-ı Kur’ân harf harf

Mushaf-ı hüsnünde açıldı ma’ânî bâb bâb (G 23/2)

Kur ’an’ın sırları hatların sayesinde harf harf çözüldü. Güzellik mushafında manalar kapı kapı açıldı. Kur’an’ın sırrı, otuz iki ilahi kelimedir, harftir. Bu sır, yüzdeki ümmî ve ebî hatlar sayesinde çözülür. Yüz, ilahi kelimelerin işaretleri olan hatlardan dolayı mushaftır. Yüzün güzelliği de buradan gelmektedir. Bu güzel yüzde bulunan hatlar, bütün manaları tek tek açıklar.

Ruhlarundur âyet-i nûru’s-semavât-ı zemîn

Zülf ü kaşundur beyân-ı sûre-i Ümmü’l-Kitâb (G 23/3)

‘Nûru’s-semavât ’ ayeti yanaklarındır; ‘Ümmü ’l-Kitâb’ suresinin açıklaması saç ve kaşındır. ‘Nûru’s-semavât’, Nur suresinin 35. ayetidir ve meali şudur: “Allah, göklerin ve yerin nurudur”. Yanak, ilahi kelimelerin işaretleri olan hatların mekanıdır. İlahi kelimeler nur olduğundan yanaklar da nurdur. Ümmü’l-Kitâb., Fatiha suresidir; çünkü tekrarsız yirmi bir harfle yazılmıştır. Havva’nın hatları yirmi bir tanedir, onda ebî hatlar yoktur. Havva, yirmi bi hat ile nasıl insanlığın annesiyse Fatiha suresi de tekrarsız yirmi bir harf ile Kur’an’m annesidir. Fatiha’nın yedi ayeti, yedi adet ümmî hatta karşılık gelir. Bu nedenle, ümmî hatlardan olan saç ve kaş, Fatiha suresinin açıklamasıdır.

‘Arşiyâ nakş itdi bismillâhirrahmânirrahîm

Mushaf-ı hüsninde yârün hâlık-ı rûz-ı hisâb (G 23/5)

Ey ‘Arşîl Hesap gününün yaratıcısı, güzellik mushafına bismillahirrahmanirrahim’i nakşetti. Güzellik mushafı yüzdür; çünkü Kur’an’ın yazıldığı yirmi sekiz harf, insanın yüzüne hatlarla nakşedilmiştir. Allah, üzerinde yirmi sekiz hattın bulunduğu yüze besmeleyi yazmıştır.

Buldun mı yetmiş sekizi yigirmi tokuz sûrede

On yedi nûr-ı mutlaka âyâ şu’ûrun var mı (G 284/3)

Yirmi dokuz surede yetmiş sekizi buldun mu? Acaba on yedi mutlak nura anlayışın var mı? Şair bu beyitte mukattaa harflerinden bahsetmektedir. Mukattaat harfleri, Kur'an'\n yirmi dokuz suresinin başında bulunan, on dört harften oluşan ve birbirleri arasında çeşitli terkipler bulunan, kelimeden bağımsız harflerdir. Hurûf-ı mukattaaya yâ-sîn, hâ-mîm, tâ-hâ, elif-lâm-mîm terkipleri örnek olarak gösterilebilir (Duman ve Altundağ, 1998: 401). Beyitte, yirmi dokuz surenin başında, tekrarlarla yetmiş sekiz adet mukattaa harfi bulunduğu ifade edilmektedir. Nesîmî, mukattaa harflerinin sayısıyla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:

Ayrıca mukattaa harflerinin aslı, yani tekrarsız olarak oluştukları harfler on dört tanedir. Tüm mukattaa âyetlerindeki harfler ise, tekrar eden harflerin de hesaplanmasıyla yetmiş yedi tanedir. Diğer bir te’vile göre ise, (Yâ-sîn’deki yâ harfinin nidâ harfi olduğu düşünülmeyip, mukattaa harfi olarak hesaplanmasıyla) yetmiş sekiz harf olur. (Seyyid Nesîmî, 2017: 6)

On dört mukattaa harfinin eczasında, tekrarsız olarak on yedi harf bulunmaktadır. Beyitte geçen ‘on yedi nûr-ı mutlak’ bu harflere işaret etmektedir. Hurûfîliğe göre Kur 'an\n aslı ve sırrı mukattaa harflerindedir (Seyyid Nesîmî, 2017: 5). Beyit, bu anlayışa bir örnektir.

‘Arşî su’âl idenlere uş bu cevâbdur esah

Geldi mü’evvel-i kelâm oldı mübeyyin-i kitâb (G 20/7)

(Ey) ‘Arşî! Soru soranlara asıl işte bu cevaptır: Tabir edilmiş söz geldi, açıklanmış kitap oldu. Fazlullah Kur’ariı kendisinin keşfettiği tevil ilmi sayesinde tabir etmiş, Allah’ın sözünü açıklamıştır.

Yirmi sekiz ilahi kelimeden her biri, diğer bütün kelimeleri içinde barındırdığından dolayı, Kur’arirn bir harfini okumak, Kur’ariı hatmetmek gibidir. Ayrıca, harfin aslı noktadır. Bu nedenle Kur’arim bütün sırrı, be(^) harfinin altındaki noktadadır. Ümmî hatlar, Kur’arim ilk suresi olan Fatiha’nın yedi ayetine karşılık gelir. Yüz, hakiki Kur’ariâıy çünkü kutsal kitabın yazıldığı alfabe ezelde insanın yüzüne nakşedilmiştir. Yüz, Kur’arirn manasıdır. Kur’an’ın sırrı, yirmi dokuz surenin başında bulunan, tekrarsız on dört adet mukattaa harfindedir. Fazlullah, tevil ilmi sayesinde, Kur ’arida açıklanmayan bir yer bırakmamıştır.

İbadetler

Hurûfîlik, her şeyi yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime ile açıklayan bir sistemdir. İbadetler de ilahi kelimelerle açıklanır. Kelime-i şehadetteki harflerin sayıları, namazların rekat sayıları, hazarda, cumada ve seferde rekat sayılarının niçin farklı olduğu, secdenin niçin Kâbe’ye yapıldığı, haccın ve orucun asıl manası hep yirmi sekiz ve otuz iki kelime etrafında anlamlandırılır. Arşî Divanı’nda yalnızca namaz ve hac ibadeti ile alakalı beyitler bulunmaktadır.

Namaz

Hurûfîler, namaz ile ilgili olarak, daha çok rekat sayılarıyla ilgilenmişlerdir; çünkü farklı şartlara göre değişen günlük farz namazı rekatları, aslında yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin açığa çıkmasında önemli bir roldedirler. Arşı Divanı’nda namaz ile ilgili beyitler şöyledir:

Yüzüm hâke koyup kıldum edâ otuz iki rek’at

Salât-ı farz-ı Fazl-ı Hakka oldum sâcid-i bâbâ (G 7/6)

Yüzümü toprağa koyup otuz iki rekat namaz kıldım. Fazl-ı Hakk’ın farz namazlarıyla babaya secde eden oldum. Farz namazların rekat sayıları, günlere ve evde oturup seferde olmaya göre farklılık gösterir. Bir günde kılınan farz namazların rekat sayıları hazarda on yedi, seferde on bir ve cuma günü on beştir. Bunun hikmeti, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi harftir. Hazar ile seferde kılınan farz namazının rekatları toplamı yirmi sekiz eder ki yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık gelir. Hazarda ve cuma gününde kılınan farz namazının rekatları ise otuz ikidir ki otuz iki ilahi kelimeye denk gelir (Ballı, 2010: 92). Beyitte “Yüzümü toprağa koyup otuz iki rekat namaz kıldım.” derken, hazarda ve cumada bir günde kılınan farz namazlarının rekatları toplamı söylenmiştir. Beyitte Fazlullah, Allah konumundadır ve Müslümanlara namaz kılmayı emretmiştir (Arşî, Terkib-i bend l/VI/48). ‘Baba’ denilen kişi ise Âdem’dir ve secde onun yüzüne yapılır; çünkü bu yüzde otuz iki ilahi kelime yazılıdır ki bu kelimeler Allah’ın kendisidir. Melekler, Âdem’in yüzüne secde etmişlerdir. Müslümanlar Kâbe’ye dönüp namaz kılarlar; çünkü Âdem’in yüzü Kâbe toprağındandır. Kâbe’ye doğru namaz kılmak, aslında Âdem’in yüzüne doğru namaz kılmaktır. Hurûfîlerin kıblesi, Âdem’in yüzüdür. Namaz kılmanın amacı da zaten Hz. Âdem’in yüzünü yüceltmektir (Ballı, 2010: 77). Beyitte bu anlayışa işaret edilmiştir.

Hem didi on yedi farz oldı salât-ı mü’minân

Cum’a on beşdür didi tâ ola sî vü dü karin (G 220/11)

Hem, “müminlerin namazı on yedi rekat farz oldu”, dedi. “Cuma on beş (rekattır) ” dedi, “ta otuz iki yakın olsun”. Hazarda kılınan farz namazların rekatları on yedidir ve cuma günü kılınan farz namazların rekatları on beştir. Bu sayıların böyle olmasının hikmeti, otuz ikiye ulaşmaktır. Hazarda ve cuma günü kılınan namazların rekatları toplam otuz ikidir ki otuz iki ilahi kelimeye denk gelir.

Kılmışam vech-i sevâd-ı a’zâmında cum’a’i

Mısr-ı câmi’dür yüzi te’vil-i burhân bulmışam (G 200/4)

Yüzü mısır camisidir. Cuma (namazını) yüzünün yüce siyahında kılmış, tevil delili bulmuşum. Mısır’ın bir anlamı ‘şehir’dir (Redhouse, 2015: 1877; Devellioğlu, 2016: 746). Cuma namazının kılınabilmesinin şartlarından biri şehirdir; çünkü Cuma namazı, bir şehirde yalnızca en büyük camide kılınır (Karaman, 1993: 85-89). Mısır camisi, cuma namazının kılındığı camidir. Mısır Camisi kavramı, Serahsî’nin Mebsût adlı fıkıh kitabının Cuma namazı kılınabilecek şehirler hakkındaki bölümünde şöyle geçmektedir:

Cemiyetli kasabanın (Mısr Cami’)[11] tercih edilen mezheb görüşünde (zâhiru’l-mezheb) tanımı, ‘Kamu (had) cezalarının ve hükümlerin uygulanması için bir yönetici veya hâkimin bulunduğu yer’ şeklindedir. Bazı âlimlerimiz (rh. a.), her sanatkârın orada sanatıyla yaşayıp geçinebildiği, başka bir sanata geçmeye ihtiyaç duymadığı yerdir, demişlerdir. (Serahsî, 2008: 34)

Mısır camisi sevâd-ı a’zâmdır ve sevâd-ı a’zâmın bir manası da ‘ulu şehir’dir, yani Mekke’dir (Devellioğlu, 2016: 1103). Yüz de sevâd-ı a’zâmdır; çünkü yüzde siyah hatlar vardır ve Adem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır. Bu sebeple yüz, beyitte ifade edildiği gibi, mısır camisidir. Câvidânnâme’de bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenir: “Ve mısır câmide ola ki mısır sevâd-ı a’zamdan ibâretdir ki aleyküm sevâd-ı a’zâm ki vechin siyahıdır ve a’zamdır ki bahs-i hilkat eyler ve kelime-i İlâhînin a’dâdından işâret ile haber verir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 464). Secde, otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Meleklerin Âdem’e secde etmesi, Âdem’in şahsına değil, yüzünde yazılı olan otuz iki ilahi kelimeyedir. Otuz iki ilahi kelime, yüze hatlar vasıtasıyla yazılmıştır ki bu hatlar saç, kaş ve kirpik gibi siyah kıllardan oluşmaktadır. Beyitte yüzün yüce siyahına namaz kılmak, hatlara -dolayısıyla otuz iki ilahi kelimeye- namaz kılmak anlamına gelir. Yüz, Fazlullah’ın keşfettiği bir ilim olan tevile ait deliller barındırmaktadır; çünkü tevil, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin varlıklardaki işaretlerini bulma amacına dayanmaktadır.

Çün kıldı tecellî sûret-i Fazl ile zât

Zâtına delîl oldı esmâ-i sıfât

Yazıldı yüzinde nûr ile dört yedi hat

Farz oldı a’dâd ile beş vakt-i salât (Rubai 8)

Zat, Fazl’ın suretiyle tecelli kıldığı için, zatına isimlerin sıfatı delil oldu. Yüzüne nur ile dört (tane) yedi hat yazıldı. Adet ile beş vakit namaz farz oldu. Allah, Fazlullah suretiyle yeryüzüne inmiştir. Allah’ın yüzünde, anasır-ı erbaaya göre her biri dört unsurdan meydana gelmiş yedi adet ümmî hat vardır ki bir saç, iki kaş ve dört kirpikten ibarettir. Ümmî hatlar yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık gelir. Farz kılınan beş vakit namazın rekatları toplamı hazarda on yedi ve seferde on birdir.

Bunların rekatlarının toplamı yirmi sekiz eder ki yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık gelir.

Bir günlük farz namazının rekat sayıları hazarda on yedi, seferde on bir ve cumada on beştir. Bu sayıların böyle olması, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin açığa çıkması içindir. Hazarda ve seferde kılınan farz namazların rekat sayıları toplamı yirmi sekizdir ki yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık gelir. Hazarda ve cumada kılınan farz namazlarının rekatları toplamı ise otuz ikidir ki otuz iki ilahi kelimeye karşılıktır. Hurûfilikte namaz yüze kılınır; çünkü yüz, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin yeridir. Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmelerinin sebebi budur. Tüm Müslümanlar, Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratıldığı için Kâbe’ye doğru namaz kılarlar. Buradaki asıl amaç, yüzün -yani yüzdeki ilahi kelimelerin, başka bir deyişle, bizzat ilahi kelimeler olan Allah’ın- yüceltilmesidir.

Hac

Hurûfîler Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatini değiştirmemişler, ona harfiyen uymuşlardır. Emredildiği gibi bütün ibadetleri yerine getirmeye çalışmışlardır. Bununla beraber, ibadetleri kendilerince anlamlandırmalardır. Hurûfîlere göre hac, yüze yapılır. Kâbe’nin tavaf edilmesinin sebebi, Âdem’in yüzünün Kâbe toprağından yaratılmasıdır. Yani, asıl yüceltme, yüze yapılmaktadır. Bu nedenle, hac ibadeti Mekke ile sınırlı tutulamaz. Hurûfîler, Fazlullah’ın ölümünden sonra, hac ibadetinin mekanını Mekke’den Alıncak’a taşımışlardır:

Melâ’ik yüz koyup hâk-i şerifine olur sâcid

Matâf-ı ehl-i vahdetdür mekân-ı Esterâbâdî (K 7/6)

Esterâbâdî’nin mekanı vahdet ehlinin tavaf yeridir. Melekler, şerefli toprağına yüz koyup secde ederler. Fazlullah Esterâbâdî, 1394 yılında Alıncak kalesinde başı kesilerek idam edilmiş ve buraya defnedilmiştir. Bu olay üzerine

Hurûfîler, hac yapmak üzere Alıncak’a gelmeye başlamışlar, Fazlullah’ın mezarını tavaf yeri olarak benimsemişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye ’de Mezhepler ve Tarikatler adlı eserinde Hurûfîlikteki hac anlayışına dair şu bilgileri verir:

Hacları, Fazl’ın öldürüldüğü Alıncak’ta edâ edilir. ‘Maktelgâh’ dedikleri, Fazl’ın öldürüldüğü yerde ihrâma bürünüp orayı yedi kere tavaf ederler; Mârân-şâh (yılanlar şahı) dedikleri Miranşâh’ın yaptırdığı Senceriyye Kalesi’ne üç kere yedişer taş atarak Şeytan’ı taşlamış olurlar. Bunları, bütün hususiyetleriyle, Fazl’ın öldürülmesinden aşağı yukarı yirmi küsur yıl sonra yazılmış olan ‘Istivâ-nâme’ten öğrenmekteyiz. (...) Fakat Hurûfîler, bu ibadet tarzlarını pek az bir müddet yürütebilmişlerdir; çünkü muahhar kaynaklarda bunlara ait hiçbir kayda rastlayamıyoruz. (Gölpınarlı, 1969: 152­153)

Vechünden ayru her kim Ka’be murâd idindi

Sa’yı Safâsız oldı farzı kazâya kaldı (G 296/4)

Her kim, yüzünden ayrı olarak Kabe ’ye gidip (Hac yapmak istedi), onların sa’yı Safâ’sız oldu, farzı kazaya kaldı. Haccın asıl manası, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi yüceltmektir. Allah, kendi sureti üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne otuz iki ilahi kelimenin işareti olarak otuz iki hat yazmıştır. Melekler, bu sebeple Âdem’e secde etmişlerdir. Secde ve ibadetler Âdem’in yüzüne yapılır. Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır. Haccın asıl manası, Âdem’in yüzünü yüceltmektir (Ballı, 2010: 84). Dolayısıyla, yüzden habersiz bir şekilde yapılan hac ibadeti anlamsızdır, boşunadır.

Hac, yüze -yani otuz iki ilahi kelimeye- yapılır. Hz. Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratıldığı için, Kâbe tavaf edilmektedir. Tavafın asıl anlamı Hz. Âdem’in yüzünü ve dolayısıyla yüzde bulunan otuz iki hattın işaret ettiği otuz iki ilahi kelimeyi yüceltmektir. Hac ibadetinin bu yorumu, onu mekandan bağımsız hale getirmektedir. Bu nedenle Hurûfîler, Allah’ın kendisinde tecelli ettiği varlık olan Fazlullah’ın mezarını yeni hac mekanı olarak benimsemişlerdir. Haccın mekanı Mekke’den Alıncak’a taşınmıştır. Şeytan olarak, Fazlullah’ı idam ettiren Miranşâh’ın yaptırdığı Senceriyye Kalesi taşlanmıştır. Hurûfîlere göre; yüzü ve yüzdeki otuz iki ilahi kelimeyi bilmeyenin haccı kabul olmaz, boşunadır. Çünkü asıl anlam yüzdedir; yani ilahi kelimelerdedir.

Hurûfîler

Bu başlık altında, Arşî Divani1 ndan hareketle, Hurûfîlerin kendilerini nasıl tanımladıklarını anlayamaya çalışacağız. ‘Hurûfîler kendilerini hangi konumda görmektedirler?’ ve ‘Hurûfîler kendilerini ve Hurûfî büyüklerini nasıl anlamaktadırlar?’ sorularının yanıtlarını arayacağız.

Hurûfî Büyükleri

Arşî’nin şiirlerinde geçen Hurûfî büyükleri Aliyyü’l-A’la ve Muhîtî’den ibarettir.

Aliyyu-l A’lâ

Asıl adı Ebu’l-Hasan-ı İsfahânî’dir; ancak Aliyyu-l A’lâ ismiyle tanınmıştır. Henüz gençken Fazlullah Esterâbâdî’ye intisap eden Aliyyu-1 A’lâ, onun baş halifesidir. Fazlullah’ın idamından sonra Timurlular tarafından Hurûfîlerin takip edilmesiyle Suriye’ye kaçtı; ardından Anadolu’ya geçti. Kardeşi ile beraber burada Hurûfîliği yaymaya çalışan Aliyyu-1 A’lâ, Bektâşîlere Câvidânnâme'yi Hacı Bektaş’ın yolu olarak tanıttı. Hurûfîlik öğretilerini dinin sırları olarak anlattı. Anadolu’da uzun bir süre kaldıktan sonra İran’a dönen Aliyyu’l-A’lâ, Alıncak’ta öldü ve Fazlullah’ın yanına gömüldü. Fazlullah’ın baş halifesinin, Hurûfîliği öğretmek amacıyla, Câvidânnâme1 yi esas alarak yazdığı Tevhîdnâme ve Kıyâmetnâme adlarında eserleri mevcuttur. Bunun dışında; Fazlullah’ın kızı için yazdığı Firaknâme, kardeşinin ölümü üzerine kaleme aldığı Mersiye-i Birader, önde gelen Hurûfîlerden Seyyid Kemâleddîn Hüseyin için nazmettiği Mersiye-i Seyyid Kemâleddîn Hüseyin ve Kıyâmetnâme’nin devamı niteliğinde olan Mesnevi adlı eserleri bulunmaktadır (Aksu, 1989: 381).

ArşîDivanı’nda 9 numaralı gazelin tamamı Aliyyu’l-A’lâ hakkındadır:

Fazl-ı Ehade veliyy-i vâlâ

Kimdür dir isen ‘Aliyy-i A’lâ (G 9/1)

Fazl-ı Ehad’inyüce ermişi kimdir dersen (o) ‘Aliyy-i A ’lâ’dır. Aliyyu’l-A’lâ, Fazlullah’ın yüce ermişlerindendir; o, büyük velilerdendir.

Keşşâf-ı rumûz-ı Fazl-ı Bârî

Fettâh-ı tılısm-ı kenz-i ahfâ (G 9/2)

Fazl-ı Bârî’nin işaretlerinin kaşifi; en gizli hâzinelerin tılsımının fatihi... O, Fazlullah’ın işaretlerini keşfeden, Hurûfiliğin gizli hâzinelerini fetheden kişidir. Sözkonusu gizli hazineler, Kur ’an tevilleri ve Hurûfiliğin en derin manalarıdır.

Ser-çeşme-i tâlibân-ı te’vîl

Ser-halka-i ‘âşıkân-ı şeydâ (G 9/3)

Tevil taliplerinin piri; divane âşıkların halka başı... Aliyyu’l-A’lâ, tevil konusunda bir üstaddır. Aynı zamanda o, divane bir Hak âşığı olup bu konuda en ileri gidenlerdendir.

Bînâ be-cemâl-i zât-ı zü’l-cûd

Dânâ be-kemâl-i zât-ı Mevlâ (G 9/4)

Cömertlik sahibi zatın yüzünü görücü; Mevlâ’nın zatının olgunluğunu bilici... Aliyyu’l-A’lâ, kendisinde bulunan ilmu’l-esmâ ile cömertlik sahibi zatın, yani Allah’ın, yüzünü görmüş; O’nun zatının olgunluğunu kavramıştır.

Ser-dâr-ı cüyûş-ı ehl-i tevhîd

Hâdî-i tarîk-i mülk-i ma’nâ (G 9/5)

Tevhit ehli askerlerine komutan; mana ülkesinin yoluna rehber... O, tevhid ehli kişilerin başıdır, onlara yol göstericidir. Hurûfîliğin mana ikliminde taliplere bir rehberdir.

Arz üzre odur halîfetu’llâh

Çarh üzre odur meh-i mücellâ (G 9/6)

Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur; gökte parlak ay odur. Halife, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Hurûtî düşüncesine göre ise halife, otuz iki ilahi kelime olan Allah’ın işaretlerini yüzünde taşıyan insandır. Aliyyu’l-A’lâ, insanın bu yüce konumunun farkındadır ve yüzdeki hatların bizzat Allah olduğunu bilir. Bu nedenle o, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, cehalet karanlığındaki insanlara yol gösterir. Bundan dolayı Aliyyu’l-A’lâ, gecenin zifiri karanlığında yeryüzünü aydınlatan parlak bir ay gibidir.

Feyzinden anun bu ‘Arşi dâ’im

Ahbâba ider beyân-ı esmâ (G 9/7)

Bu Arşî, onun ilminden daima dostlara isimleri anlatır. Arşî, dostlarına ve çevresindekilere Hurûfîliği ve ilahi isimleri anlatırken Aliyyu’l-A’lâ’nın ilminden faydalanır.

Vasıyy-i mutlak-ı Fazl-ı Hudânun

‘Aliyy-i ‘Âli-i A’lâ degül mi (G 281/6)

Mutlak Fazl-ı Hudâ’nın vasiyetini yerine getimeye memur olan kişi ‘Aliyy-i ‘Âli-i A ’lâ değil midir? Bu beyte göre, Fazlullah’ın Hurûfîliği yaymakla ilgili vasiyetini yerine getirmekle sorumlu birinci kişi Aliyyu’l-A’lâ’dır; çünkü o, Fazlullah’ın baş halifesidir.

Âşıkân-ı cemâl-i Fazl-ı Hakuz

Hak-i pây-ı ‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)

Fazl-ı Hakk’ın yüzünün âşıklarıyız; ‘AUyy-i A’lâ’nın ayağının toprağıyız. Şair, Fazlullah”ın yüzüne aşkını dile getirip Aliyyu’l-A’lâ’nm yolunda olduğunu ifade etmektedir.

Aliyyu’l-A’lâ, Fazlullah’ın baş halifesi olan yüce bir Hurûfî ermişidir. Tevil ilminin üstadı ve Hurûfîlik sırlarının fatihidir. Tevhid ehlinin başı ve mana ülkesinin rehberidir. Allah’ı aynelyakin görmüş bir Hak âşığıdır. O, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir ve cehalet karanlığında kalanların yolunu aydınlatacak bir ışıktır. Hurûfîlere pek çok şey öğretmiştir ve onlara dosdoğru yolu göstermiştir.

Muhîtî

Muhîtî 960/1553 yılında doğmuş, 1621’den önce vefat etmiştir. Bu şair hakkında kaynaklarda somut bilgiler yoktur. Bir divan şairi olan Muhîtî, Arşî’nin şeyhidir; dolayısıyla bir Hurûfî mürşididir. Arşî Ergirikasrı’nda yaşadığına göre Muhîtî de burada yaşamış olmalıdır. Şair, şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla, on iki imama gönülden bağlıdır. Muhîtî’nin Dîvân-ı Muhîtî., Keşf-nâme ve Kısmet-nâme adlarında üç eseri bulunmaktadır (Usluer, 2016: 27-28).

Arşî Dzraro’ndaki 243 numaralı gazel Muhîtî hakkındadır:

Gurûb itdi egerçi neyyir-i ma’nî Muhîtîden

Tulü’ itdi dil-i ‘Arşîde âhir gün gibi rûşen (G 243/1)

Eğer mana güneşi Muhîtî’den battıysa sonunda gün gibi aydınlık (olarak) Arşî’nin gönlünde doğdu. Bu beyit Muhîtî’nin ölümünden sonra yazılmış olmalıdır; çünkü mana güneşinin Muhîtî’den batması, onun ölmüş olabileceğini düşündürmektedir. Muhîtî’nin, Arşî’nin şeyhi olduğunu düşünürsek, beyitte, Muhîtî’den sonra şeyhlik postuna Arşî’nin oturduğunu düşünebiliriz. Ne yazık ki bu konularda kesin bilgiye ulaştıracak kaynaklar bulunmamaktadır.

Muhît olmışdı evvel mâ-verâ-yı kevne ammâ kim

Bu dem ‘arz itdi Rahmân sûretini ‘arş-ı a’zamdan (G 243/2)

Önce, varlık ötesini kuşatmıştı ki bu zamanda Allah’ın katından Rahman suretini gösterdi. Varlık ötesi, mana âlemine işaret eder. Muhîtî, mana âleminin fatihidir. O, Rahman suretini göstermiştir. Muhîtî’nin Hurûfî olduğunu düşünürsek, bunu yüzdeki otuz iki ilahi kelimenin keşfiyle yaptığını söyleyebiliriz; çünkü Allah Adem’i kendi suretinde, yani Rahman suretinde yaratmıştır. Bu nedenle tüm insanlar Rahman suretindedirler; fakat bazı insanlar bunun farkındadır, pek çoğu ise farkında değildir. Muhîtî, farkında olanlardandır.

Muhît oldı gehî cûş u hurûş itdi tabâyı’da

Gehî ‘arş-ı ‘ulâya çıkdı çekdi cümleden dâmen (G 243/3)

Bazen tabiatleri kuşatarak coşup taştı; bazen de en yüksek arşa çıkıp her şeyden etek çekti. Beyitte Muhîtî’nin gönül ve ruh dünyasına işaret edilmiştir. Hurûfî düşüncesinde ve inanışında tabiatleri kuşatmak, otuz iki ilahi kelimenin bilgisiyle olur; çünkü her şey otuz iki kelimeden ibarettir. Arş, Adem’in yüzüdür. En yüksek arşa çıkmak, yüzdeki hatların bilgisini edinip ruhen Allah katında yaşamaktır.

Gehî kenz-i İlâhî oldı Kur’ân-ı ‘Azîm içre

Gehî şer’-i mesa’il ‘ukdesinden açdı bin revzen (G 243/4)

Bazen Kur’an içinde ilahi hazine oldu; bazen de şeriat meselelerinin düğümünden bin pencere açtı. Muhîtî, Hurûfîlik bilgisiyle yalnızca Kur’an’rn hâzinelerini, sırlarını öğreten değil; aynı zamanda şeriat meselelerini de halleden, zorlukları ortadan kaldıran bir şeyhtir.

Muhîtinün derûnmda olan dür-dâne-i vahdet

Sadef-âsâ dil-i ‘Arşîde kıldı ‘âkıbet mesken (G 243/5)

Muhîtî’nin gönlünde olan vahdet incisi, sonunda, Arşî’nin sedef gibi olan gönlünde konakladı. Muhîtî, vahdet anlayışını Arşî’nin gönlüne koymuş bir mürşittir. Arşî, vahdet bilincini Muhîtî’den almıştır.

Ey çarh-ı bî-vefâ yine ney ki bu resme hâl

Kıldun Muhîtî gibi şeh-i kevni pây-mâl (Terkib-i bend 2/1/1)

Ey vefasız dünya! Yine durum şu ki; Muhîtî gibi (bir) varlık şahını ayak altına aldın. Şair, şeyhi Muhîtî’nin ölümünden dolayı dünyayı vefasızlıkla suçlamaktadır. Muhîtî, otuz iki ilahi kelimenin sırlarına vakıf olduğundan dolayı beyitte varlık şahı olarak anılmıştır.

Erbâb-ı ma’nî ol şehi her demde yâd idüp

Giryân olur gözinde sirişkin ziyâd idüp (Terkib-i bend 2/1/8)

Mana erbabı, o şahı her nefeste hatırlayıp gözünde gözyaşları çoğalarak ağlar. Mana erbabı, Hurûfîlerdir. Hurûfî topluluğu, Muhîtî’yi her nefeste hatırlayıp onun ölümünden dolayı üzülerek gözyaşı dökmektedir.

Makbûl-i bâb-ı der-geh-i Fazl oldugı içün

Emr oldı durma gel didiler âsitâneden (Terkib-i bend 2/II/12)

(Muhîtî), Fazl dergahının kapısının makbulu olduğu için, payitahttan “Durma, gel!” diye emrolundu. Muhîtî’nin vefatının sebebi, onun makbul bir kul olmasıydı. O, Fazlullah dergahında makbul bir kişi olduğundan dolayı, Allah katından çağırılmıştır; ona “Durma, gel!” denilmiştir. Bu nedenle Muhîtî, zamansız bir şekilde ahirete göçmüştür.

‘İlmine Fazl-ı Hâlıkun olmışdı reh-nümûn

Yetdi makâm-ı menziline eyledi sükûn (Terkib-i bend 2/IV/32)

Fazl-ı Hâlık’ın ilmine kılavuz olmuştu; (kabir) durağına varıp sessizliğe büründü. O, Hurûfîliğin kılavuzlarından biriydi; bir Hurûfî şeyhiydi. Sonunda kabirde sessizliğe büründü. Müritlerine yaptığı onca dersten, onca konuşmadan sonra ebedlere dek sustu.

Hâdî-i râh-ı şeridi ez-Fazl-ı lem-yezel

Câ’iz disem ki Mehdî-i sâhib-zamân idi (Terkib-i bend 2/V/37)

Sonsuz Fazl’ın şeriat yolunun birincisiydi. (Ona) ‘Zamanın Mehdî’si’ desem caizdir. Şaire göre Muhîtî, Fazlullah yolunun birincisiydi. Ona ‘Zamanın Mehdî’si’ dense yeridir.

Niçün ki gül-‘izâr-ı riyâz-ı na’îm idi

‘İlmine Fazl-ı Hâlıkun ol serv-i ser-firâz (Terkib-i bend 2/VI/42)

başını yukarı kaldıran servi, Fazl-ı Hâlık ’ın ilmiyle, Naim cennetinin gül yanaklısı idi. Muhîtî, Fazlullah’ın ilmi sayesinde istiva hattını bilmiş, yüzdeki yedi adet ümmî hattı sekiz yapmış, böylece cennetin sekiz kapısını açarak Naim cennetine ulaşmıştır.

Muhîtî, Hurûfî şeyhlerindendir ve Arşî’nin mürşididir. Otuz iki ilahi kelimenin sırrına sahip olan Muhîtî, mana âleminin fatihidir. Fazlullah yolunun kılavuzu, Allah katının makbul kuludur. O, Kur’arim sırlarını açığa çıkaran bir önder, şeriatin zorluklarını tek tek halleden bir hocadır. Arşî’ye göre Muhîtî, Hurûfîliğin en önde gelen kişisidir ve zamanın Mehdî’sidir.

Hurûfî Topluluğu

Bu kısımda, Arşî Divanı’nda Hurûfîlerden genel olarak bahseden beyitler ve bendler incelenecektir.

Bâkıyât u sâlihâtun hakkı-çün

Ol gürûh-ı nâciyânun hakkı-çün (M 1/45)

Bakilerin ve salihlerin hakkı için, o kurtulmuş fırkanın hakkı için... Beyitte ‘kurtulmuş fırka’ olarak bahsedilenler Hurûfîlerdir. Kurtulmuş fırka (gürûh-ı nâciye) ile ilgili hadis şöyledir: “Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır” (Oral, 2014: 295).

Hurûtîlere göre gürûh-ı nâciye, Fazlullah’ın yolundan gidenlerdir. Aşağıdaki beyitte de Hurûtîlerin kurtulmuş fırka olduğundan bahsedilir:

Hakkun sözi Rasûlün oldı hadîsi şâhid

Ol fırkaya kim oldı Fazl-ı Hudâ me’âvîn (G 222/4)

Hakk’ın sözü (ve) Resulün hadisi, Fazl-ı Hudâ’nın yardımcı olduğu o fırkaya şahit oldu. Yukarıda, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in gürûh-ı nâciye ile alakalı hadisini zikrederek Hurûtîlerin bu konudaki yorumunu açıklamıştık. Kur’ari da ise kurtulan fırka şöyle geçmektedir: “Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar” (İsra, 17/71). Hurûfî düşüncesine göre, ahirette verilecek olan kitapta yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime yazmaktadır. Dünyada bu kelimeleri varlıklarda müşahede edip okuyamayan, ahirette de okuyamaz ve cehennemi hak eder. Bu nedenle kurtulacak olan fırka, Hurûfîlerden başkası değildir (Usluer, 2009a: 136). Bu konudaki ayet ve hadis, Hurûfılerin kurtulmuş fırka olduğuna şahitlik eder.

‘Arşiyâ der-gâh-ı ehl-i Fazldur dâru’l-emân

Nâci bunlardur necât bunlardan iste dâ’imâ (G 6/22)

Ey ‘Arşî! Eminlik yurdu Fazl ehlinin dergahıdır. Kurtulanlar bunlardır; kurtuluşu daima bunlardan iste. Şair, Hurûfî dergahının güvenli bir yer olduğunu ifade eder; çünkü burası, fırka-i nâciyenin, yani kurtulmuş olan fırkanın mekanıdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in fırka-i nâciye hakkında şöyle bir hadisi bulunmaktadır: “Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır” (Oral, 2014: 295). Hurûtî topluluğu, bu hadiste belirtilen kurtulmuş grubun kendileri olduğunu iddia ederler; çünkü Hurûfîlik akidesine göre yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin sırlarını bilmeyen Allah’a ulaşamaz ve ahirette kendisine verilecek olan, içinde otuz iki harfin yazılı olduğu amel defterini okuyamayıp cehenneme gider. İstiva sırrını bilmeyen cennete ulaşamaz. İlahi kelimelerin ve istiva hattının sırlarını bilen tek grup ise Hurûfîlerdir. O halde kurtulan fırka bunlardır. Bu sebeple kurtuluş da yalnızca Hurûfî topluluğundan istenir. Aşağıdaki beyit de fırka-i nâciye hakkındadır:

Yetmiş üçünci nâcî bunlardur ümmet içre

Ger hüccet ister isen bî-hadd ü ‘ad berâhîn (G 222/5)

Eğer sınırsız ve adetsiz deliller istersen; ümmet içinde kurtulmuş olan yetmiş üçüncü (fırka) bunlardır. Bu beyit de, kurtulacak olan fırkanın Hurûfîler olduğunu söylemekte; Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu konudaki hadisine telmihte bulunmaktadır. Beyte göre; sınırsız ve adetsiz deliller isteyenler Hurûfîlere gitmelidir; çünkü Fazlullah’ın takipçileri, bu delillerin sahibidir.

Olardur hâdi-i râh-ı hidâyet

Olardur vâli-i mülk-i velâyet (M 2/51)

Kurtuluş yolunun birincileri anlardır. Velilik ülkesinin valisi anlardır. Hurûfîler, kurtulacak olan fırkadır. Onlar, Fazlullah’ın öğretileri sayesinde velilik mertebesine yükselmişlerdir.

Olardur Hızrı devr-i rûzigârun

Olardur mahremi Perverdigârun (M 2/52)

Zamanın Hızır ’ı anlardır; Rızıklandırıcı ’nın mahremi anlardır. Beyitte Hızır, ölümsüzlüğün sembolüdür. Hurûfîler, ilmu’l-esmâ sayesinde ölümsüzlüğe kavuşmuşlardır. İlahi kelimeler sonsuzdur, ezeli ve ebedidir. Her varlık ilahi kelimelerden yaratıldığı için, şeylerin asılları da ölümsüzdür. Aslını gören, ölüm diye bir şeyin var olmadığını anlar. Ölüm, yalnızca bir hayal olan, somut bir gerçekliği olmayan bedeni ortadan kaldırır. Hurûfîler, Fazlullah’ın öğretileri sayesinde ilahi harfleri öğrenmiş ve kendi asıllarım görmüşlerdir. Bu nedenle onlara ölüm asla erişemez. Hurûfî topluluğu, otuz iki ilahi kelimenin bilgisi sayesinde Allah’ı bizzat görmektedirler; çünü Allah, otuz iki ilahi kelimenin kendisidir. Dolayısıyla Hurûfîler, rızıklandırıcı olan Allah’ın mahremidirler.

Olardan iste ‘ilm-i enbiyâyı

Olardan sor rumûz-ı evliyâyı (M 2/53)

Peygamberlerin ilmini onlardan iste; nebilerin işaretlerini onlardan sor. Fazlullah, peygamberlerin dahi açıklayamadığı sırları açıklamış, dinde hiçbir zorluk ve hiçbir boşluk bırakmamıştır. Fazlullah’tan ders alanlar, peygamberlerin ilmine ve nebilerin işaretlerine vakıftırlar. Bundan dolayı, onlara sözkonusu konularda sorular sorulabilir.

01 kenz-i ma’rifet kim kalmışdı enbiyâdan

Bunlara oldı zâhir mahfî olan hazâ’in (G 222/3)

nebilerden kalan marifet hâzinesi, gizli olan hazineler, bunlara belli oldu. Peygamberlerin ilimleri, hatta peygamberlerin dahi bilmediği ve açıklayamadığı sırlar hâzinesi, tevil ilmi yoluyla Hurûfîlere belli olmuştur.

Nübüvvet mülkine bürhân olardur

Velâyet tahtına sultân olardur (M 2/54)

Peygamberlik devletine delil onlardır; velilik tahtının sultanı onlardır. Hurûfîler, peygamberlerin delilidirler ve elde ettikleri ilim sayesinde veliliğin en üst mertebesindedirler.

Bu güftâr-ı beşârâtı işit ‘Arşîden ey tâlib

Ricâlu’llâhdur şimdi kesân-ı Esterâbâdî (K 7/7)

Ey talip! Bu müjde sözünü Arşî’den işit; şimdi Esterâbâdî’nin insanları evliyadır. Fazlullah Esterâbâdî’ye mensup olanlar, elde ettikleri ilim sayesinde evliyalık mertebesine çıkmışlardır. Bu, büyük bir müjdedir ve bu müjdeyi Arşî vermektedir.

Kim ki ricâl-i gaybı görmek diler mu’âyin

Erbâb-ı Fazl-ı Hakkı görsün olup mukârin (G 222/1)

Kim gayb perdesine bürünmüş mübarek kimseleri açık bir şekilde görmek isterse yaklaşıp Fazl-ı Hak erbabını görsün. Hurûfî topluluğu, dünyadan gelip geçmiş ve ahiret âlemine göçmüş mübarek kişilerin apaçık benzerleridir. Eski zamanlarda yaşamış mübarek kişileri görmek isteyenler, Hurûfîlere bakmalıdırlar.

Pergâr-ı devre merkez bunlar durur muhakkak

Tahtına kâ’inâtun bunlar durur selâtîn (G 222/2)

Devrin pergelinin merkezi muhakkak bunlardır; kainatın tahtına sultan bunlardır. Hurûfîler, elde ettikleri ilim sayesinde kainata sultan olmuşlardır. Otuz iki ilahi kelimeyi bilen Hurûfî topluluğu, otuz iki kelimeden yaratılan kainata hükmedebilir. Bundan dolayı devrin merkezi, Hurûfîlerden başkası değildir.

Devr-i zühâlde bunlar oldı halîfe-i ‘arz

İnkâr iden bu kavmi oldı kamu melâ’în (G 222/6)

Zühal devrinde bunlar yeryüzünün halifesi oldu. Bu kavmi inkar eden herkes lanetlenmiştir. Zühal devri, Hurûfîlere göre, kıyametin yaklaştığı dönemdir. Bu dönemde Hurûfîler yeryüzünün halifesi olmuştur. Hurûtîleri inkar edip bu inanca ve düşünceye tavır alanlar, bu öğretinin müritlerine eziyet edenler lanetlenmiştir.

Olmak dileyen mukarreb-i Mevlâdan

Olsun sulehâ-i Fazl-ı bî-hem-tâdan (G 229/1)

Mevlâ ’nm yakınlarından olmayı dileyen; eşsiz Fazl ’ın salihlerinden olsun. Allah’a yakın olmak isteyen, Fazlullah’ın yoluna girmelidir; Hurûfî topluluğuna katılmalıdır.

Uy ehl-i Fazla insâniyyet öğren

Ne lâzım ihtilât-ı dîv ü dedden (G 248/3)

Fazl ehline uy, insanlık öğren. Dev ve yabani hayvanın karışmasına ne gerek var? İnsanlık, Fazlullah’ın yolundakilerin bir özelliğidir. Diğerlerinde bu özellik yoktur.

Serâsîme gezerdüm vâdî-i hayretde bî-hâsıl

Ulaşdum meclis-i erbâb-ı ‘irfana bi-hamdi’llâh (G 260/2)

Hayret vadisinde sersemce boş boş gezerdim. Allah’a hamd olsun, irfan erbabının meclisine ulaştım. Arşî, hayret vadilerinde boş boş gezdiğini; ama sonra irfan erbabı olan Hurûfîlerin meclisine ulaştığını söyler ve bunun için Allah’a şükreder. Muhtemelen şair, Hurûfî olmadan önce başka tarikatlarda bulunmuş; fakat hiçbirini beğenmeyip arayışına devam etmiş, sonunda Hurûfî topluluğuna katılmıştır.

Erbâb-ı tahkîk olmaz mukayyed ahlâf-ı dehrün cem’iyyetinden

Anlar irişdi Fazl-ı Hudâdan nâz-ı na’îme feyz-i ‘azîme (279/4)

Hakikat erbabı, dünya müttefiklerinin topluluğuna bağlı olmaz. Onlar, Fazl-ı Hudâ (sayesinde) refah ve bolluğa, büyük bir ilme erişti. Hakikat erbabı, Hurûfîlerdir. Onlar, dünyevi şeylere bağlı değildirler; çünkü zaten Fazlullah’ın ilmi sayesinde refah ve bolluğa, aynı zamanda büyük bir ilme ulaşmışlardır. Dünyanın zenginlikleri, Hurûfîliğin verdiği ilmin zenginliği ile boy ölçüşemez.

‘Üm-i te’vili gel okı bizden

Tâ sana feth ola kelâmu’llâh (Tercî-i bend l/II/ll)

Gel, tevil ilmini bizden oku ki sana Allah’ın sözleri açılsın. Allah’ın sözlerinin manası ancak tevil ilmi sayesinde açığa çıkar. Bu ilim, Fazlullah tarafından keşfedilmiştir; dolayısıyla Hurûfilere aittir. Şair, Allah sözünün manasını anlamaya talip olanları, isteklerine ulaşmaları için Hurûfî topluluğuna çağırmaktadır.

Bende-i Fazl-ı kibriyâyuz biz

Vâris-i ‘ilm-i enbiyâyuz biz (Tercî-i bend 1/1/8)

Biz, Ulu Fazl’ın kullarıyız. Biz, peygamberler ilminin varisleriyiz. Fazlullah’a bağlı olan Hurûfîler, peygamberlerin ilmine varis olmuşlardır.

Ey tâlib olan zâta aç gözün uyar cânın

Gel sırr-ı Haki gûş it Fazlun hulefâsından (G 223/2)

Ey zâta talip olanl Gözünü aç, canını uyar; gel, Fazl’ın halifelerinden Hakk’ın sırrını işit. Allah’ın sırlarını bilenler Fazlullah’ın halifeleridir; Allah’a talip olanlar onlardan yardım istemelidir.

Men ledün ‘ilmin okı anlardan

Tâ sana feth ola sırr-ı dakîk (Tercî-i bend 3/VI/53)

Onlardan ‘men ledün’ ilmini oku ki sana ince sırlar açılsın. Arşî’ye göre Fazlullah, ledün ilmine sahiptir ve bu ilmin tevilini keşfetmiştir (Arşî, K 8/5). O, bu ilmi takipçilerine aktarmıştır. Bu nedenle Hurûfîler, ledün ilmine sahiptir. İnce sırların kendilerine açılmasını isteyenler, Hurûfî topluluğundan ledün ilmini okumalıdırlar.

Ahirüz gerçi ümmet-i vasatuz

Dâd-ı Fazl-ı Hak oldı bize güvâh (Tercî-i bend 1/II/12)

Orta yol ümmeti olsak da (biz) sonuz; Fazl-ı Hakk ’ın ihsanı bize tanık oldu. Müslümanların orta yol ümmeti olduğuna dair Kur ’an ayeti şudur: “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık...” (Bakara, 2/143). Hurûfîler Müslümandır; yani orta yol ümmetine dahildir. Bununla birlikte onlar, İslam ümmeti içinde ortalarda değil, en sondadır; çünkü kıyamet yaklaşmış, Mehdî ve Mesîh olan Fazlullah yeryüzüne inmiştir. Fazlullah, takipçilerine otuz iki ilahi kelimeye dair öğretisiyle büyük bir bağışta bulunmuş; kendisinden sonra yeryüzüne ilahi bir görevle hiç kimse gelmeyeceği için onların son fırka olduğuna tanıklık etmiştir. Bu nedenle, Fazlullah’ın izinden giden Hurûfîler, İslam ümmetinin en son fırkasıdır.

Kendü vechi kitâbım okıyan

Şübheden çıkdı oldı ehlu’llâh (Tercî-i bend 1/II/14)

Kendi yüzünün kitabını okuyan şüpheden çıkıp Allah ehlinden oldu. Kendisi otuz iki ilahi kelime olan Allah, insanın yüzüne bu kelimeleri hatlar vasıtasıyla yazmıştır. Bu sebeple yüz, bir çeşit kitaptır. Hurûfîler bu kitabı okuyarak Allah’a ulaşır, Allah ehlinden olurlar.

Âşıkân-ı cemâl-i Fazl-ı Hakuz

Hak-i pây-ı ‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)

Fazl-ı Hakk ’ın yüzünün âşıklarıyız. ‘AUyy-i A ’lâ ’nın ayağının toprağıyız. Hurûfîler, Fazlullah’ın yüzüne aşkla bağlıdırlar; çünkü bu yüz, Allah’ın yüzünden başkası değildir. Otuz iki harf olan Allah, bu harfleri insanın yüzüne yazmış; böylece insanı kendi sureti, yani Rahman sureti üzerine yaratmıştır. Bundan dolayı, Fazlullah’ın yüzüne bakan Hurûfîler, bu yüzde Allah’tan başkasını görmezler. Aliyyu’l A’lâ, Fazlullah’ın baş halifesidir. Hurûfîler, onun ayağının toprağıdırlar ve onun yolundadırlar.

Dut dâmen-i ehl-i Fazl-ı muhkem

Zahid ko riyâ-yı zühdi elden (Tercî-i bend 2/IV/28)

(Ey) zahitl Fazl’ın korunmuş ehlinin eteğini tut; zühd riyasını elden bırak. İnsanları kurtaracak olan şey zühd değil, Fazlullah’ın her türlü tehlikeden, şirkten, şeytandan ve yoldan sapmışlıktan korunmuş takipçilerine bağlılıktır; çünkü zühd ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Bâg-ı cennetde tena”um kılmağa erbâb-ı Fazl

Meyve-i şâh-ı dıraht-ı müntehâdur sî vü dü (G 253/6)

Otuz iki, Fazl erbabının cennet bağında rahat etmesi için, müntehâ ağacının dalının meyvesidir. Otuz iki, Hurûfîlerin cennete gitmelerini sağlayacak olan Sidre-i Müntehâ ağacı meyveleridir.

Hamdü li’llâh kim kelâm-ı Fazl-ı Hakka mazharuz

Bist ü heşt ü sî vü dû harfe ser-â-pâ masdaruz

Men ‘aref sırrına irdük rûh iline reh-berüz

Ya’ni kim mülk-i serîr-i ma’rifetde serverüz

Zübde-i eşyâbizüz arz-ı sadefde gevherüz (Muhammes 2/1)

Allah’a şükürler olsun ki Fazl-ı Hakk ’ın sözüne mazharız. Baştan ayağa, otuz iki harfin çıktığı yeriz. ‘Men ‘aref sırrına erdik, ruh iline rehberiz; yani, bilgi tahtının ülkesinde reisiz. Eşyanın özü biziz, yeryüzü sedefinde inciyiz. Hurûfîler, Fazlullah’ın sözüne erişmişlerdir; bundan dolayı baştan ayağa otuz iki harfin göründüğü yer olduklarını bilirler. ‘Men aref sözü, “Kendini bilen Rabbini bilir.” hadisine telmih yapmaktadır (Ayhan, 2015: 46). Hurûfîler, kendilerindeki otuz iki harfi bildiklerinden dolayı Allah’ı da bilirler; çünkü Allah bizzat otuz iki harftir. İnsan ile Allah’ın otuz iki harfte buluşmasının nedeni, otuz iki harften ibaret olan Allah’ın Âdem’i bu harfler üzerine yaratmasıdır. Hurûfîler, bu bilgilerinden dolayı ruh ilinin rehberi, bilgi ülkesinin reisidirler. Yaratılan her varlıkta otuz iki ilahi kelimeden bazıları bulunmaktadır; fakat insanda bu kelimelerin hepsi mevcuttur. Bundan dolayı insan, yeryüzü sadefınin incisidir ve şeylerin özüdür.

Yerde gökde ne ki var zâtumuza mülhakdur

Zâtumuzdur ki tabâyı’da şeh-i mutlakdur

Dilümüz anlamaz kimse bizüm muglakdur

Her ne sâdır ola bizden kamu fi’l-i Hakdur

Fâ’il-i mutlaka biz âlet ü biz esbâbuz (Tahmis 2/2)

Yerde (ve) gökte ne varsa zatımıza katılmıştır. Zatimizdir ki tabiatte mutlak şahtır. Bizim dilimiz kapalıdır, kimse anlamaz. Bizden ne ortaya çıkarsa hepsi Hakk’ın işidir. Biz, mutlak yapana aletiz ve sebepleriz. İnsan, otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılmıştır. Kainattaki her şey bu ilahi kelimelerden yaratıldığı için, yerde ve gökte olanlar Âdem’in, yani insanın, zatında bulunur. Dolayısıyla insan, yaratılış bakımından üstün olduğu tabiatin şahıdır. Beyte göre; Hurûfîlerin dili kapalıdır, yazdıkları ve söyledikleri, yalnızca Hurûfîlerin bildiği işaretlerle doludur. Bu nedenle onları kimse anlamaz. Her şey otuz iki kelimeden yaratıldığı ve Allah bizzat kelimenin kendisi olduğu için Hurûfîlikte vahdet anlayışı bulunmaktadır. Beyitte geçen “Bizden ne ortaya çıkarsa hepsi Hakk’ın işidir.” sözü bunu doğrulamaktadır. İnsan, mutlak eylem sahibinin aleti ve onun için (sözde) sebeplerdir.

Vechümüz kılmışuz Allâha ezelden teslîm

İtmişüz sî vü dû esmâ-i Hudâya tefhîm

Fazl-ı Hak kıldı bize ‘ilm-i ledünni ta’lîm

N’ola ger çâkerümüz olsa şeh-i heft-iklîm

Cezbe-i ‘aşk-ı İlâhi ile ser-kullâbuz (Tahmis 2/3)

Yüzümüzü ezelden Allah’a teslim etmişiz. Hudâ’nm otuz iki ismini büyük saymışız. Eğer kölemiz yedi iklimin şahı olsa şaşılır mı? ilahi aşkın cezbesiyle sarhoşuz. Bu beyitte elest bezmi mazmunu bulunmaktadır. Bu olay Kur’ariâa şöyle geçmektedir: “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik.’ dememeniz içindir” (A’râf, 7/172).

‘Arşiyâbizdedür esrâr-ı Sevâd-ı A’zam

Vâris itdi bizi ‘ilmine habîb-i Ekrem

Bize döndür yüzün ey tâlib-i ‘ilm-i Âdem

Ey Muhîtî bizüz ol ‘ukde-güşâ-yı ‘âlem

Ya’ni mîr-i ‘urefâ şehr-i ‘ulûma bâbuz (Tahmis 2/7)

Ey ‘Arşîl Ulu şehir (olan Mekke ’nin) sırları bizdedir. Habîb-i Ekrem bizi ilmine varis kıldı. Ey Âdem ilminin talibi! Yüzünü bize döndür. Ey Muhîtî! O âlemin düğüm çözücüsü biziz; yani, arifler başı (olan) ilimler şehrine kapıyız. Hurûfîler, otuz iki ilahi kelimenin bilgisine sahiptir ve bu kelimeler her şeyin bilgisini içermektedir. Dolayısıyla, Hurûfîlerin bilmeyeceği bir ilim, bir sır veya bilgi yoktur. Mekke’nin sırları, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ve Hz. Ali’nin ilmini Hurûfîler bilmektedirler. Onlar, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ilmine varistirler. Kainatta düğüm haline gelmiş ne kadar çok problem varsa Hurûfîler bunları çözebilir. Onlar, ariflerin içerisinde bulunduğu ilim şehrinin kapısıdır. Yani Hurûfîler, istemedikleri kişileri ilim kapısına almayabilirler. Bir başka deyişle; ilmi elinde tutan Hurûfîler, ariflerin üzerinde yer almaktadırlar.

Ser-tâ-be-kadem kelâm-ı tenzîlüz biz

Keşşâf-ı beyân-ı ‘ilm-i te’vîlüz biz

Hail itmeğe ‘ukde-i kelâmu’llâhı

Bî-perde işit ki ehl-i tafsîlüz biz (Rubai 17)

Biz, baştan ayağa, indirilmiş sözüz. Biz, tevil ilminin sözünün kaşifleriyiz. Biz, Allah sözünün düğümlerini çözmek için, perdesiz işit ki, uzun uzadıya anlatıp açıklayan kimseleriz. Her şey gibi Hurûfîler de baştan ayağa sözden ibarettir; ancak bu söz, gökten indirilmiştir, yani ilahidir. Fazlullah tevil ilmini bulan kişidir ve bunu takipçilerine de öğretmiştir. Dolayısıyla Hurûfîler, tevil ilminin sahipleridir. Onlar, Allah sözünün anlaşılmayan yönlerini tevil ilmine başvurarak çözmektedir.

Hurûfîler fîrka-i nâciyedir, yani kurtulmuş fırkadır; çünkü ahirette insanın eline verilecek olan ve içinde otuz iki ilahi kelime yazan amel defterini okuyabilecek tek grup onlardır. Böylece Hurûfîler cennete, diğerleri ise cehenneme gideceklerdir. Kurtulmuş fırkadan olanların dergahı emniyetli bir yerdir. Kurtuluş daima onlardan istenir. Fazlullah’ın takipçileri, kendi varlıklarının esasen ilahi kelimelerden ibaret olduğunu bildikleri için ölümsüzdürler, zamanın Hızır’ıdırlar. ‘Men aref sırrının sahibi olan Fazlullah takipçileri, Hurûfîlik öğretisi sayesinde velidirler, Allah’ın mahremidirler. Tevil ilmiyle Allah’ın sırlarını öğrenmişlerdir. İlimde peygamberlerin varisleridirler. Otuz iki kelimeyi bildikleri için, bu kelimelerden yaratılan kainata sultan olmuşlardır. Onlar devrin merkezi, yeryüzünün halifesi, insanlığın örnek şahsiyetleri, irfan sahipleri ve hakikat erbabıdırlar. Dünyanın nimetleri onların ruhunu etkilemez. Hurûfîler, bir Müslüman olarak, orta yol ümmetindendirler; ancak Fazlulah’ın, yeryüzüne ilahi görevle gelen son kişi olmasından dolayı, son fırkadırlar.

 ARŞI DİVAN'INDA HURÛFÎLİK VE BEKTÂŞÎLİK MÜNASEBETLERİ

Fazlullah Esterâbâdî’nin idam edilmesinden sonra, gerek Timurlular tarafından Hurûfîlere yönelik baskı ve idamlar sebebiyle ve gerek Hurûfîliği tebliğ etme amacıyla pek çok Fazlullah takipçisi Anadolu’ya gelmiştir. Bunlar arasında en dikkat çekenleri Fazlullah’ın halifelerinden Aliyyü’l-A’lâ ve Seyyid Nesîmî’dir.

Emir Seyyid Ali diye de bilinen Aliyyü’l-A’lâ, kardeşiyle beraber Suriye ve Şam üzerinden Anadolu’ya geçmiştir. Burada Hurûfîliği yaymak amacıyla Tevhîdnâme ve Kıyâmetnâmz adlı iki eser telif ederek Anadolu’nun farklı yerlerine seyahatlere çıkmıştır. Bir süre Hacı Bektaş Tekkesi’nde kalan Aliyyü’l-A’lâ, dervişlere Câvidânnâme'y'r ‘Hacı Bektaş’ın yolu’ olarak tanıtmış, bu kitaptaki bilgileri sır olarak öğretmiş ve dervişlerden, öğrendikleri şeyleri gizli tutmalarını istemiştir (Aksu, 1989 : 381). Bektâşîliğin Hurûfîlik ile ilk münasebeti bu olmalıdır.

Fazlullah Esterâbâdî’ye intisap edip Bakü ve Şirvan’da bir süre onunla yaşayan Seyyid Nesîmî, tıpkı Aliyyü’l-A’lâ gibi, Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra Anadolu’ya geçmiş ve I. Murad döneminde Bursa’ya ulaşmıştır; ancak burada pek iyi karşılanmamıştır. Onun Hacı Bayrâm-ı Veli ile görüşme isteği, kendisinin Hurûfî olmasından dolayı kabul edilmemiştir. Nesîmî, Anadolu’da tutunamayarak Hurûfîlerin çok olduğu Halep şehrine gitmiş ve burada Fazlullah takipçilerine şeyhlik yapmıştır. Ünü o kadar yayılmıştır ki Dulkadiroğlu Ali Bey ile Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’ı bile etkilemiştir. Ancak Halep ulemâsı, Seyyid Nesîmî’nin öğretilerini İslâm’a aykırı bulmuş ve onun öldürülmesi hakkında fetva çıkarmıştır. Bunun üzerine Seyyid Nesîmî, derisi yüzülerek ve başı kesilerek idam edilmiştir (Bilgin, 2007: 3-4). Fazlullah’ın halifelerinden biri olan ve muhtemelen Hurûfîliği yaymak üzere Anadolu’ya gelen Seyyid Nesîmî’nin Alevî-Bektâşî geleneğinde yedi büyük ozandan biri sayılması, Hurûfîlik ile Bektâşîliğin münasebeti sonucu olmalıdır.

Alevî-Bektâşîlerin yedi büyük ozandan saydıkları bir diğer isim Vîrânî Abdal’dır. Vîrânî Abdal, 17. yüzyıl şairlerindendir. Hurûfîdir, ancak onun Hurûfîliği Fazlullah, Seyyid Nesîmî, Emir Gıyaseddin Muhammed ve Muhyiddin Abdal kadar değildir. Bir Divan"ı ve bir de Rısale's\ vardır. Risale’si Nazm u Nesr-i Hazret-i Vîrânî Baba, Fakrnâme ve Ilm-i Câvidân gibi adlarla neşredilmiştir (Usluer, 2014: 95-98). Bu Risale, Bektâşîlik ve Hurûfîliğin harmanlandığı bir kitap olma özelliği taşır. Samet Karahüseyin’in de dikkat çektiği gibi, Vîrânî Abdal’ın eseri, tam bir Hurûfî kitabı olmasa da Hurûfîliğin pek çok konusunu anlatmış, neredeyse Hurûfî kaynaklarındakiler kadar ilgili terminolojiyi kullanmıştır (Karahüseyin, 2017: 115­116). O halde, Vîrânî Abdal’ın kitabı, Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki etkileşime dair bir kanıt olarak sayılabilir.

Çalışmamızda temel kaynaklardan biri olarak kabul ettiğimiz Fazlullah Esterâbâdî’ye ait Câvidânnâme adlı kitabın Dürr-i Yetîm isimli tercümesi, Derviş Murtaza adlı bir Bektâşî tarafından yapılmıştır:

Ve ba’d-ez-ân bi-izni’l-lâh ve bi-şefâat-i hândân-ı Hazret-i Şâh-ı Merdân ve be-inâyet-i Fazl-ı Yezdân ve be-himmet-i kutbü’l-evliyâ Hâc Bektâş Velî el-Horasânî salavâtu’l-lâhi te’âlâ aleyhim ecmaîn fakîrü’l-hakîr Derviş Murtazâ ve Bektâşî min fukarâ-i Hazret-i Şâh-ı Necef ba’d-ez hicret-i Hazret-i Resûl aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm fî târih-i gayn u hı ve mîm (1048) fî zamâni matlûb-ı tâlibân ve ma’şûk-ı âşıkân ve mahall-i ârifân rahmetu’l-lâhi aleyh bu Câvidânnâme-i İlâhî lisân-ı Türkî üzerine tercüme eyledi ve bu nâme-i İlâhîye Dürr-i Yetîm diye isim verdi... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 31-32)

Bazı araştırmacılar da Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki münasebete dikkat çekmişlerdir. Haşan Hüseyin Ballı, Hurûfîlik hakkında şu yargıda bulunur: “Hurûfîlik, Alevîlik ve Bektâşîlik’e o kadar sirayet etmiştir ki; Hurûfîliği, Alevîlik ve Bektâşîlikten ayırmak mümkün değildir. Örneğin, günümüz Alevilerinin çok kullandığı ‘Bizim haccımız insanadır.’ cümlesinin kaynağı Hurûfîlikteki insan anlayışıdır” (Ballı, 2012: 382). Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre Hurûfîlik, Bektâşîliğin temel dayanaklarından biridir: “Hurûfîliğin, Bektâşîliğe aslî bir umde olarak dahil olduğunu ve Bektâşîliğin muhtelif akidelerinden bir tanesini teşkil ettiğini bildiğimiz gibi...” (Gölpınarlı, 1992: 283). Aynı yazar, bir başka yerde ise 16. yüzyıl Bektâşîlerinde Hurûfîliğin ilk planda olduğunu ifade eder: “Bektâşîlerin X. Yüzyılda (XVI) yaşayanlarında Hurûfilik ilk plandadır ve esas inançtır; onların Abdâl, Kalenderi, yahut Bektâşî oluşları çok geride kalmaktadır ve âdeta Hurûfiliği örten bir perdedir” (Gölpınarlı, 1969: 158). Ahmet Yaşar Ocak’a göre; ilk kez Hacı Bektâş-ı Veli’nin kullandığı ‘ışık’ terimi, Hurûfiler için de kullanılmaktadır (Ocak, 1999: 105­107).

Hurûfilik ile Bektâşîlik arasında bir münasebet olduğu açık ve kesindir. Bu konu ile alakalı olarak bizi ilgilendiren şey ise, Arşî Divanı’nda sözkonusu ilişki ile alakalı beyitlerin bulunup bulunmadığı ve bu ilişkinin ne derecede olduğudur. Tabi ki Divarida bunu araştırmadan önce, Arşî’nin Bektâşîlikle ilgisi olup olmadığını bilmek gerekir. Şuara tezkirelerinde adı geçmeyen ve hayatı hakkında çok az şey bilebildiğimiz bir şairin biyografisi ile ilgili olarak kullanabileceğimiz elimizdeki en önemli malzeme, onun şiirlerinden başka bir şey değildir.

Atilla Özkırımlı, Bektâşîlik ile alakalı olarak şöyle der: “Ali sevgisi Bektâşîlikte her şeyin üstündedir ve Allah-Muhammed-Ali üçlemesi, üçünün tek bir nûr olduğu inancına dayanır. Tenasüh (ruhun bir insanın bedenine girmesi ve onunla birleşmesi), tevellâ ve teberrâ da başlıca inançlar arasındadır” (Özkırımlı, 1990: 121). Hurûfî bir şair olan Arşî’nin Divariım incelediğimizde, yalnızca 7 numaralı kasidenin redifi Fazlullah’la alakalı olarak ‘-ı Esterâbâdî’dir. Bununla beraber, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile alakalı rediflerin sayısı altı[12] iken Hz. Ali ile alakalı olan rediflerin sayısı yedidir[13]. Bu durum, Arşî’nin Hz. Ali’ye karşı büyük bir sevgi duyduğunu gösterir. Dahası; Divan’daki pek çok kaside, gazel ve diğer nazım şekillerinde on iki imamdan bahsedilmiştir ve 150 numaralı gazelde Yezid’e lanet edilmiştir ki bunlar da teberrâ ve tevellâ örneğidir. Ayrıca Arşî, 308 numaralı gazelinde Hacı Bektâş-ı Veli’den bahsetmektedir. Divan1 daki şiirlerin bu özelliğinden dolayı şairin Bektâşî olması kuvvetle muhtemeldir.

Arnavutluk’ta yer alan Ergirikasrı kasabasında Bektâşîlerin de yaşadığı bilinmektedir (Kiel, 1995: 299). Arşî’nin, hayatının bir bölümünü burada geçirdiğini Uzra^’mdan öğrenmekteyiz. Şairin, kendisi gibi bir Hurûfî olan Muhîtî Dede’ye, Ergirikasrı’ndaki bir Bektâşî tekkesinde bağlanma ihtimali hayli yüksektir. Fatih Usluer, bununla ilgili olarak şöyle der: “Hatta Ergirikasrı’ndaki Tekye Mahallesi, adını muhtemelen Muhîtî ve Arşî’nin başında bulunduğu, bugüne kadar varlığı devam etmemiş olan, Bektâşî Tekkesinden almıştır” (Usluer, 2016: 27). Bu bilgi, Arşî’nin Bektâşî olma ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir. Hatta, Fatih Usluer, Arşî’nin bir Bektâşî olduğunu ifade etmektedir (Usluer, 2010: 1367). Tabi ki Arşî’nin Bektâşîliği değil Hurûfîliği ön plandadır. Onun Divan"ı bunun en büyük kanıtıdır. O, Bektâşîlik kisvesi altında gizlenen Hurûfîlerden olmalıdır.

Arşî Divanı"nda hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik özellikleri taşıyan bazı beyitler şunlardır:

Yâ ‘Alî esrâr-ı Fazl-ı Kibriyâsın yâ ‘Alî

Yâ ‘Alî bâb-ı ‘ulûm-ı Mustafâsın yâ ‘Alî (K 4/1)

Yâ AH! (Sen) Fazl-ı Kibriya’nın sırlarısın yâ AH! Yâ Ali! (Sen) Mustafa ’nın ilimlerinin kapışısın yâ Ali! Beyte göre Hz. Ali, Fazlullah’ın sırlarına sahiptir. Fazlullah’ın sırrı ise yirmi sekiz ile otuz iki ilahi kelimenin bilgisidir ki tek hakikat ilahi kelimelerden ibaret olduğundan dolayı bilinebilecek her şey budur. Hz. Ali’nin ‘ilmin kapısı’ olması bu sebepledir. Bir Bektâşî olan Derviş Murtazâ, Câvidânnâme"yi birebir tercüme ettiği Dürr-i Yetim isimli kitabının başlarında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî ve ey âşık-ı hakâik-i nâ-mütenâhî!

Böyle ma’lûm olsun ki bu ilm-i İlâhî ki ilm-i te’vîldir yani ilm-i Hazret-i Aliyyü’l Murtazâ’dır...” (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 31).

Yâ ‘Alî sensin olan esmâ-i küllî Âdeme

Çün kelâm-ı nâtık-ı Fazl-ı Hudâsın yâ ‘Alî (K 4/10)

Ya Ali! Âdem ’e (öğretilen) isimlerin hepsi sensin; çünkü Fazl-ı Huda’nın konuşan sözüsün. Ezelde Allah tarafından Âdem’e öğretilen bütün isimler Hz. Ali’den ibarettir; çünkü Hz. Ali, Allah konumundaki Fazlullah’ın konuşan sözüdür. Bütün sözler, ilahi kelimeler Hz. Ali’dedir.

Kur’ânı harf-i ^â’da vâzıh mü’evvil itmiş

Bâb-ı ‘ulûm-ı Ahmed Şîr-i Hudâya kaldı (G 296/3)

Tevilci, Kur’an’ı ‘be’ harfinde açıklamış. Ahmed’in ilimlerinin kapısı Hudâ’nın Aslanı’na kaldı. Tevilci, Fazlullah’tan başkası değildir. Beyte göre o, Kur’an’ı be harfiyle açıklamıştır. Bu durum, Hz. Ali’nin “Ben be’nin altındaki noktayım.” (Özkan, 2012: 190) ve “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” (Usluer, 2010: 1375) sözlerini akla getirmektedir. Demek ki tüm sırlar ve Hurûfîlik öğretisinin dayandığı her şey, Hz. Ali’nin bilgisi dahilindeydi.

Kırmağa Ye’cûc-i küfr ü şirki Hakdan ‘Arşiyâ

Zü’l-fekâr-ı Haydar-i kişver-güşâdur sî vü dü (G 253/9)

Ey ‘Arşîl Otuz iki, küfür ve şirk Yecüc ’ünü kırmak için cihangir Haydar ’ın Zülfikar’ıdır. Otuz iki ilahi kelime tek hakikattir (Ballı, 2010: 68). Küfür ve şirk, otuz ikinin karşısında yenilir. Beyitte otuz iki, kafirleri ortadan kaldıran Hz. Ali’nin kılıcına benzetilmiştir.

Dest-i velâyet ile çeküp nefs-i ejderi

Mihr-i ten içre böldi iki anı Murtazâ (K 6/9)

Murtaza, velilik eliyle nefis ejderini çekip beden güneşi içinde onu ikiye böldü. Bu beyitte Hz. Ali, velilik eliyle nefis ejderini ikiye bölerken istiva hattına işaret etmektedir ki bu hat Hurûfîlikte çok önemlidir. İstiva sırrını bilmek sekiz cennetin kapılarını açarken bu sırrı bilmemek yedi cehenneme düşmeye sebep olur.

Keşf itdi râz-ı Âdemi evvel benem didi

Oldı ‘ulûm-ı Ahmed-i ümmîye harf-i (K 6/10)

Âdem’in sırrını keşfetti, ‘ilk benim’ dedi. Ümmi Ahmed’in ilimlerine ‘be’ harfi oldu. Beyitte Hz. Ali’nin “Ben be’nin altındaki noktayım.” (Özkan, 2012: 190) ve “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” (Usluer, 2010: 1375) sözlerine telmih vardır. Hz. Ali, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ilimlerine be harfi olmuştur; çünkü Hz. Âdem’in sırrını keşfetmiştir. Bu sır, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimedir. Hurûfî düşüncesine göre, mümkün olan bütün harfler otuz ikiden ibarettir ve her bir harfte diğer bütün harfler bulunur. Bu sebeple be harfi, aslında bütün ilimleri kapsar. Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ilimlerine be harfi olmasındaki anlam budur. Hurûfîlikte harfler arasında ayrım yoktur ve her bir harf sonsuzdur. İnsanlar da harflerden yaratıldığına göre onlar da sonsuzdur. Sonsuz olan şeyler arasında öncelik veya sonralık ilişkisi bulunmaz. Dolayısıyla Hz. Âdem ile Hz. Ali arasında öncelik ve sonralık olamaz.

İncelediğimiz beyitler yalnızca Hz. Ali hakkındadır ve oldukça sınırlıdır; çünkü Arşî Divanı içerisinde hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik özellikleri gösteren şiirler yok denecek kadar azdır. Bununla beraber, Divan" da Bektâşîlikle alakası olmayan Hurûfî şiirleri olduğu gibi, Hurûfîlikle alakası olmayan Bektâşî şiirleri de bulunmaktadır. Buna 308 numaralı gazeli örnek gösterebiliriz:

Külâh-ı Hâcı Bektâş-ı Velîyi

Geyen idrâk ider sırr-ı ‘Alî’yi

Olur âyîne-i kalbi musaffa

Derûnmda bulur nûr-ı celîyi

Geyüp kisvet sücûd itdükde anlar

Ezelden söylenen kâlu belâyı

Görür ol kisvet-i hünkâra lâyık

Hıred-mend-i tarîkat her velîyi

Olur tâbi’ tarîk-i evliyâya

Sevenler ‘Arşiyâ âl-i ‘Alîyi

Görüldüğü gibi, Arşî Divanfnda hem Bektâşîlik hem de Hurûfîlik ile alakalı şiirler bulunmaktadır; ancak Hurûfîlik daha baskındır. Şairin Hurûfîlik ile Bektâşîlik düşünceleri sadece birkaç beyitte örtüşür, bunun dışında aynı beyitte her iki düşüncenin bulunması zordur. Divan"daki şiirler -incelememiz dışında tuttuğumuz âşıkane gazelleri saymazsak- genel olarak Bektâşîlikle ilgili olmayan Hurûfî şiirler ve Hurûfîlikle ilgili olmayan Bektâşî şiirler olmak üzere ikiye ayrılır. Her ne kadar şiirlerde Hurûfîlik ile Bektâşîlik düşünceleri birbirine pek karışmasa da her iki tür şiirin aynı Divan" da olması, Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki münasebete bir kanıt oluşturmaktadır.

SONUÇ

14. yüzyılın İran’ında Fazlullah Esterâbâdî öncülüğünde ortaya çıkan Hurûfîlik, Umurluların baskı ve idamları sonucu Osmanlı sahasına kaymış ve buradaki tasavvufî zümreler arasında varlığını devam ettirmeye çalışmıştır. Öncü Hurûfîlerin çabalarıyla, bir süre sonra, öğretileri genellikle edebi eserler yoluyla yayılan bu inanç ve düşüncenin, Osmanlı sahasına ait şair ve müellifleri yetiştirilmiştir. Misâli, Firişteoğlu, Amiloğlu, Muhîtî ve Arşî, sözkonusu şair ve müelliflerden bazılarıdır.

Bizim çalışmamız, 16. yüzyıl Osmanlı sahası divan şairlerinden Arşî’nin Divariı hakkındadır. Hurûfîliğin ilk divan şairlerinden ve Fazlullah Esterâbâdî’nin halifelerinden olan Nesîmî’nin şairane üslûbundan farklı olarak, Arşî okuyucuya mesaj verme kaygısındadır. Meselâ; Nesîmî Hurûfîlik inancıyla alakalı kavramlara şiirinde oldukça az ve genellikle şiirin estetik yönünü bozmadan yer verirken Arşî pek çok Hurûfî düşüncesini, kavramları oldukça yoğun bir şekilde kullanarak ve şiirin estetik yönünden ödün vererek okuyucuya sunmuştur. Ayrıca; Nesîmî’nin şiirleri genellikle vahdet-i vücûd düşüncesi hakkındadır. Onun şiirlerinde Hurûfîlik ile ilgili olan örnekler, çoğunlukla yüz hakkındadır. Nesîmî, Hurûfîlik bağlamında Hakk’ın insan yüzüne tecelli etmesinden, yüzdeki yirmi sekiz ve otuz iki harfin belirtisi olan hatlardan ve yüzün Kâbe olması gibi hususlardan bahsetmektedir. Ancak Arşî, yalnızca yüz ile ilgili konulara değil, Hurûfîlik ile alakalı neredeyse her şeye şiirlerinde yer vermektedir.

Arşî Divanı" na göre fe (<^), dad (^) ve lâm (d), yani Fazl (d^). Allah’ın en büyük ismidir. Bu durum, Fazlullah’ın büyüklüğünü ve Arşî’nin Fazlullah’ı nasıl anladığını gösterir. Arşî’ye göre Fazlullah’ın vücudu ilmü’l-esmânm bir ifadesidir. Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünü gösteren bir aynadır. Allah, Fazlullah’ta tecelli etmiştir; bu yüzden şiirlerde ondan bahsedilirken Fazl-ı İlâh, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Zü’l-Celâl gibi isimler kullanılır. Dolayısıyla Fazlullah, bütün peygamberlerden ve imamlardan büyüktür; çünkü o, Hurûfîlik akidesince zamanın üç döneminden sonuncusu olan ulûhiyet devrinin adamıdır. İlahi bir görevle yeryüzüne inmiştir. Ahir zamanda ortaya çıkıp insanları şirkten ve şüpheden kurtaracak, dünyada adaleti sağlayıp cennetin yolunu açacak olan Mehdî ve Mesih, Fazlullah’tan başkası değildir. Allah, Fazlullah’a, hiç kimseye vermediği tevil ilmini nasip etmiştir. Bu ilim, yirmi sekiz ve otuz iki harfin sırlarını çözmeye, dolayısıyla esmadan müsemmaya -yani mevcudattan Allah’a- gitmeye, nihayetinde Allah’ı anlayıp O’nun yüzünü görmeye yarar.

Allah, Arşî Dzraro’ndaki Hurûfî şiirlere göre, otuz iki harftir ve her şeyi bu harfler üzerine meydana getirmiştir. O, bilinmek için yarattığı insanın yüzüne ilahi harflerin işaretlerini ümmî ve ebî hatlar vasıtasıyla koyduğundan dolayı, insanın yüzü Allah’ın yüzünün aynası olmuştur. Arşî’ye göre Allah, insan suretine bürünüp varlık sahasına çıkmıştır. Özü kelime olan insan, tıpkı kelimeler gibi sonsuzdur. O, Allah’ın arşıdır; çünkü Allah, yirmi sekiz ve otuz iki kelime halinde insanın yüzünde görünmüştür.

Arşî’nin şiirlerine göre söz, her şeydir. Kendisi sözden ibaret olan Allah, her şeyi sözden yaratmıştır. Bu nedenle maddenin aslı sözdür. Söz, ezeli ve ebedidir; şekilden, derinlikten ve renkten münezzehtir. Aslı tek bir ses olan söz, göklere, yere ve dağlara teklif edilip de onların kabul etmekten korktuğu; fakat sorumluluğunu insanın üstlendiği büyük emanettir. O, Allah’ın varlığının en büyük delillerindendir. Şaire göre insan, yaratılış elbisesi giymiş otuz iki harften ibarettir. O, sadece bir görünüştür; asıl olan ise Allah’tan başkası değildir. Bir başka deyişle; var olan yegane şey ilahi kelimelerdir. Onun dışındakiler yalnızca hayaldir.

Arşî’nin şiirlerinden anladığımız kadarıyla Hurûfîlik, panteizme uzanan bir vahdet-i vücûd düşüncesine dayanmaktadır; çünkü her şeyin aslı tek bir sesten ibarettir. Gerçek, tektir; çokluk ise görünüştedir.

İncelediğimiz beyit ve bendlerde verilen bilgilere bakarsak, tevil ilmi, yalnızca Fazlullah’a verilen bir ilimdir. Bu ilmi bulan Fazlullah, yirmi sekiz ve otuz iki harfin tüm sırlarına erebilmiştir. Tevil ilmi Hurûfîlik açısından çok önemlidir; çünkü Allah’ı anlamak ve onu görebilmek bu ilim sayesinde mümkündür. Kur’an’rn sırrı huruf-ı mukattaadadır ve Fazlullah tevil ilmi sayesinde bu harflerin esrarına vakıf olmuştur. Ümü’l-esmâ ise ezelde Âdem’e Allah tarafından bizzat öğretilen bir ilimdir. Bu ilim, tüm ilahi kelimelerin bilgisini içerir. İlmu’l-esmâ sayesinde insan, tüm yaratılmışlardan faziletli olmuş, Allah’ın halifesi olarak seçilmiştir. Allah’ı bilmek, ilmü’l-esmâyı bilmeye bağlıdır.

Hz. Âdem, Hurûfîlik inancı ve düşüncesinde merkezi bir konumdadır. O, Rahman suretinde yaratılmış ve Allah’tan bizzat yirmi sekiz ve otuz iki harfi öğrenmiştir. Şiirlerde Hz. Âdem, tüm ilahi harfleri ümmî ve ebî hatlar halinde yüzünde taşır. Göklerin ve yerin üstlenmekten çekindiği, ancak Hz. Âdem’in sorumluluğunu aldığı yirmi sekiz ve otuz iki ilahi harf emaneti, onun Allah halifesi olarak seçilmesini sağlamıştır. Hz. Âdem, Allah’ın arşıdır; çünkü Allah yirmi sekiz ve otuz iki harf olarak Âdem’in yüzünde görünmüştür. Onun yüzü Levh-i Mahfuz"dur ve Kur’arim aslıdır. Namaz ve hac ibadetleri, Hz. Âdem’in yüzünü yüceltmek için yapılır; çünkü bu yüzde görünen, şüphesiz ki Allah’tır. Arşî’nin şiirlerine göre; Âdem’in aslı Fazlullah’tır. Melekler Âdem’e değil, Âdem suretinde görünen Fazlullah’a secde etmişlerdir. Fazlullah, insan suretine girmiş Allah’tan başkası değildir.

Hurûfîlikte Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hiyerarşik olarak Hz. Âdem’in altında yer almaktadır. Arşî Divanı"ndaki bir şiire göre o, Miraç gecesi gökte Hz. Âdem’in yüzünü gördüğü için âlemlere rahmet olmuştur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarması ve saçlarını ortadan ikiye ayırarak taraması, istiva hattına işaret etmek içindir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), istiva sırrını anlayabildiği için Miraç’ta Allah’a arada iki yay arası mesafe kalacak kadar yakmiaşabilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzü Allah’ın delilidir; çünkü o da, tıpkı atası Hz. Âdem gibi, Allah’ın bütün ilahi kelimelerini yüzünde taşır. Arşî’ye göre Fazlullah Allah’tır ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aslında Fazlullah’ın resûlüdür.

Beyit ve bendlerde karşımıza çıktığı gibi, Kur’an’m bir harfini okumak, bütün Kur'an'\ hatmetmek gibidir; çünkü her bir harfte diğer bütün harfler gizlidir. Harfler birbirinden ayrılmaz, aralarında hiyerarşik bir yapı yoktur ve hepsi aynı nurdan ibarettir. Kur'an'm ilk suresi olan Fatiha’nın yedi ayeti, yedi adet ümmî hattın karşılığıdır. Yüz, Kur’an’rn tüm manasını içerir.

Hurûfîler tüm ibadetleri yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime ile açıklamışlardır. Arşî Divanı’nda namaz ve hac ibadetlerinin Hurûfî yorumları bulunmaktadır. Farz namazların rekat adedi hazarda (Bir yerde ikamet ederken, seferde değilken) on yedi, seferde on bir ve cuma günü on beştir. Bunun böyle olmasının sebebi, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin açığa çıkmasıdır. Hazar ve seferde kılınan farz namazın rekatları toplamı yirmi sekiz yapar ki Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin karşılığıdır. Hazarda ve cuma günü kılınan farz namazın rekatları toplamı ise otuz ikidir ki bu Fars alfabesindeki harflerin sayısındadır. İncelediğimiz şiirlere göre, Adem’in yüzü Kâbe toprağından yaratıldığı için tüm dünyadaki Müslümanlar Kâbe’ye doğru namaz kılarlar. Hem namazın hem de haccın asıl amacı, Hz. Âdem’in, üzerinde yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin işareti bulunan yüzünü yüceltmektir.

Arşî’ye göre Hurûfîler, kurtulmuş olan fırkadır (fırka-i nâciye); çünkü, yalnızca onlar ahirette verilecek kitabı okuyabileceklerdir. Bu kitapta yazılı olan şey, yirmi sekiz ve otuz iki harften başkası değildir. Bu harfleri dünyada okuyamayan ahirette asla okuyamaz. Bu topluluk, ilahi kelimelerin bilgisine sahip olduğu için ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Hurûfîler, Fazlullah’ın öğretileri sayesinde Allah’ın tüm sırlarına ermişler, veli olmuşlardır. Onlar kainatın sultanı, devrin merkezi, yeryüzünün halifeleri, irfan sahipleri ve hakikat erbabıdırlar.

Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki münasebet bilinen bir husustur. Arşî Divanî1 nda da hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik ile alakalı şiirler bulunmaktadır; ancak Arşî’de Hurûfîlik daha baskındır. İncelediğimiz şiirler arasında hem Hurûfîliği hem de Bektâşîliği aynı örnekte bulmak oldukça zordur. Bu nedenle Divan’da bazı şiirler Hurûfîlik ile alakalı olup Bektâşîlik unsurları barındırmıyorken bazı şiirler de Bektâşîlikle alakalı olup Hurûfîlik unsurları barındırmamaktadır. Bununla beraber, hem Hurûfîliği hem de Bektâşîliği ilgilendiren birkaç beyit ve bend de bulunmaktadır.

İncelememizde gördük ki Arşî, oldukça koyu bir Hurûfî şairidir. Onun şiirlerinin önemli bir kısmı Hurûfîlik hakkındadır. Arşî’nin şiirleri, sanat kaygısından ziyade mesaj verme amacıyla yazılmış gözükmektedir. Şiirleri şerh etmeye çalışırken, bazen bir şiirin açıklamasını Câvidânnâme"de paragraf halinde gördüğümüz olmuştur. Demek ki şair, bazı şiirlerinde Câvidânnâme"de okuduklarını nazmetmiştir. Bundan dolayı, Arşî’nin şiirlerindeki Hurûfîlik düşüncesi ile Fazlullah’ın Câvidânnâme ve           sindeki düşünce büyük oranda örtüşmektedir.

Bunun dışında, Arşî’ye özgü bazı Hurûfîlik yorumları da bulunmaktadır.

Bu çalışma, bir 16. yüzyıl Osmanlı sahası Hurûfî şairinin anlam ve düşünce dünyasını ortaya koymayı ve onun şiirlerindeki Hurûfîlik etkisinin boyutunu görmeyi amaçlamıştır. Bu nedenle incelememiz, 16. yüzyılda yaşamış diğer Hurûfî şairleri anlamak ve yorumlamak için bir başvuru ve mukayese kaynağıdır.

Edebiyat, canlı ve etkileşime açık bir sanat olduğundan dolayı, zamanla değişmekte, farklılaşmakta ve çeşitlenmektedir. Türkçe Hurûfîlik edebiyatındaki değişim ve gelişim, Nesîmî ile Arşî’nin şiirlerinin karşılaştırılması yoluyla anlaşılabilir; çünkü Arşî; yaşadığı yüzyıl, doğup büyüdüğü coğrafya ve aldığı eğitimle Nesîmî’den farklı bir şairdir. Bu sebeple, bizim incelememizin üzerine Nesîmî ve Arşî’nin sanatlarının, anlam ve düşünce dünyalarının mukayesesi hakkında bir çalışma yapılması alana katkı sağlayacaktır.

Hurûfî şiirler üzerine şerhli bir antolojinin hazırlanmalıdır; çünkü Hurûfî şairler, klasik Türk edebiyatı geleneğinin anlam, hayal ve düşünce çerçevesinin dışına çıkmaktadırlar. Biz Misâlî’nin, Muhîtî’nin ve Arşî’nin şiirlerini Fuzûlî’nin, Bâkî’nin ve Hayâlî’nin şiirlerini yorumladığımız gibi yorumlayamayız.

Hurûfîliğin pek çok Hurûfî olmayan şaire etki ettiği bilinmektedir; fakat bu etkinin boyutu ve sınırı nedir? Hurûfî şairlerin klasik Türk edebiyatı geleneğine kazandırdığı mazmun ve hayaller var mıdır? Gelenekte yüzün Kâbe’ye benzetilmesi, sevgilinin kaşının mihrap olması, şairlerce yüzdeki güzellik unsurları ile Kur’an arasında bağlantı kurulması acaba klasik Türk edebiyatına Hurûfîliğin bir katkısı mıdır? Bu soruların cevabı, klasik Türk edebiyatında Hurûfîlik etkisini tam olarak anlamamızı sağlayacaktır.

KAYNAKÇA

Aksu, H. (1989). Ali el-A’lâ. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 2, s. 381.

Aksu, H. (1993). Câvidânnâme. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 7, s. 178.

Aksu, H. (1995). Fazlullah-ı Hurûfî. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 12, s. 277-279.

Aksu, H. (1998). Hurûfîlik. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 18, s. 408-412.

Alparslan, A. (1967). Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri. Yayımlanmamış Doçentlik Tezi.

AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi. (1994). Hurûfîlik maddesi. (Cilt 16). İstanbul: Ana Yayıncılık ve EncyclopediaBritannicalnc, s. 81.

Âmiloğlu. (2014). Arş-nâme Tercümesi. (1. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.

Arıkoğlu, İ. (2006). Ferişteoğlu’nun Câvidân-nâme Tercümesi: 'işkillime (İnceleme-Metin). Yayımlanmamış Doktora Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Van.

Âşık Çelebi. (2010). Meşâ’irü’ş-Şu’arâ. (2. Cilt), haz. Filiz Kılıç. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.

Attar, A. (t.y.). Hurufiliğin Dini ve İdeolojik Boyutları ve Seyyid İmadü’d-din Nesimi.                                              Nesimi                         Sempozyumu.                          Web:

http://fatihusluer.com/archive/ATTAR%20- %20Hurufiligin%20Dini%20ve%20Ideolojik%20Boyutlari%20.pdf (Erişim Tarihi: 12.11.2018).

Babayev, Y. (2007). Tariqat ddabiyyatı: Sufizm, Hürufizm. Bakü: Nurlan Neşriyat.

Ballı, H. H. (2010). Fazlullah Hurûfı ve Hurufîlik. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi, İzmir.

Ballı, H. H. (2011). Hurûfîlik Nedir? e-makâlât Mezhep Araştırmaları, IV/2, s. 31­44

Ballı, H. H. (2012). Çağdaş Hurufilik ya da Şifrecilik Adlı Tebliğin Müzakeresi. Gnostik Akımlar ve Okültizm (XVII. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı). Malatya: İnönü Üniversitesi Yayınları, 381-383.

Bashir, S. (2000). Enshrining Divinity: The Death and Memoralization of Fazlallâh Astarâbâdî in Hurûfî Thought. The Müslim World, 90, 3/4 , pg. 289-308.

Bashir, S. (2013). Fazlullah Esterâbâdî ve Hurufilik. (1. Baskı), çev. Ahmet Tunç Şen. İstanbul: Kitap Yayınevi.

Bausani, A. (1992). Hurûfîlik (çev. N. Öztekin). Tarih İncelemeleri Dergisi VII. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 357-361.

Beyânî Mustafa Bin Carullah. (1997). Tezkiretü’ş-Şu’arâ. haz. İbrahim Kutluk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Bilgin, A. (2007). Nesîmî. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 33. Cilt. s. 3­5.

Bostan, İ. (1989). Alıncak. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 2. Cilt, s. 370.

Buhârî. (2012). Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih. (6. Baskı), haz. ve çev. Abdullah Feyzi Kocaer. Konya: Hüner Yayınevi.

Çelik, A. (2017). Haşan Rızâyî’nin Cûy-I Rahmet Adlı Manzum Gülistân Şerhinde Ayet Ve Hadis İktibasları. SUTAD, Güz; (42): s. 303-323.

Çiftçi, Ş. (2014). ‘Allah Âdem’i Kendi Suretinde Yaratmıştır’ Hadisinin Tahric ve Değerlendirmesi. Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Yıl: 1. Sayı: 1. s. 1-20.

Dede, M. (2001). Divân-ı Gül Baba ve Transkripsiyonlu Metni. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1977). Arşî (Hurûfî) maddesi. (1. Cilt). İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 163.

Devellioğlu, F. (2016). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat. (32. Baskı). Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.

Esrar Dede. (2000). Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye. (1. Baskı), haz. İlhan Genç. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Fazlullah Esterâbâdî. (2012). Câvidân-nâme - Dürr-i Yetim İsimli Tercümesi. (1. Baskı), çev. Derviş Murazâ, haz. Fatih Usluer, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık.

Gökmen, S. (2017). Hurûfîlik ve Misâlî’nin Bir Gazelinin Hurûfîlik Bağlamında Şerhi. Journal of Oriental Scıentific Research, Cilt: 9 Sayı:l, s. 433-452.

Gölpınarlı, A. (1964). Bektâşîlik-Hurûfîlik ve Fadl Allâh’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih. Şarkiyat Mecmuası, N, s. 15-22.

Gölpınarlı, A. (1969). 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler. İstanbul: Gerçek Yayınevi.

Gölpınarlı, A. (1989). Hurûfîlik Metinleri Katalogu. (2. Baskı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Gölpınarlı, A. (1992). Melâmîlikve Melâmîler. Gri Yayın: İstanbul.

Gürkan, M. B. (t.y.). Anadolu’da Ezoterik Yapılanmalar. http://www.anadoluaydinlanma.org/Anadolu/anadoluda_ezoterik_yapilanmalar .pdf (Erişim Tarihi: 06.12.2018).

İncil. (2016). (2. Baskı). Kitabı Mukaddes Şirketi ve Yeni Yaşam Yayınları: İstanbul.

İsen, M., Kılıç, F., Aksoyak, İ. H., Sungurhan, A., Durmuş, M. (2015). Şair Tezkireleri. (4. Baskı). Ankara: Grafiker Yayınları.

Kahraman, B. (1989). Arşi Divânı’nın Tenkidli Metni I-II. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, SelçukÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.

Kanar, M. (2015). Farsça-Türkçe Türkçe-Farsça Sözlük. (2. Baskı). İstanbul: Say Yayınları.

Kansızoğlu, Y. (2003). Hurufilik Tasavvuru ve Kur’an Yorumuna Olan Etkileri. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

Karaman, Hayreddin. (1993). Cuma. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. (8. Cilt), s. 85-89.

Kaplan, M. (2013). Şiirin Sultanı Baki. İstanbul: Etkileşim Yayınları.

Karahüseyin, S. (2017). Alevî-Bektâşîlikte Hurûfiliğin Etkisi (Alevî-Bektâşî Klasik Metinler Örneği). Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri.

Keleş, R. (2017). Yedi Ulu Ozanın Yedi Sembolizmi. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli AraştırmaDergisi, Sayı: 83, s. 49-79.

Kınalı-zâde Haşan Çelebi. (2014). Tezkiretü’ş-Şuarâ. (3. Baskı 2. Cilt), haz. İbrahim Kutluk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Kiel, M. (1995). Ergirikasrı. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 11, s. 298-299.

Kocabıyık, E. (1997). Vazıh Yüz. (1. Baskı). İstanbul: Söz Yayın.

Köprülü, M. F. (2016). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. (2. Baskı). İstanbul: Alfa Yayınları.

Kur’an-ı Kerim Meali. (2010). (6. Baskı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

Mehmed Süreyyâ. (1996). Sicill-i Osmanî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye. (Cilt 3). İstanbul: Sebil Yayınevi.

Melikoff, I. (2015). Vyur İdik Uyardılar. (4. Baskı), çev. Turan Alptekin. İstanbul: Demos Yayınları.

Misâlî. (2014). Miftâhu’l-Gayb. Hurufi Metinleri I. haz. Fatih Usluer, Birleşik Yayınları: Ankara, s. 452-468.

Muhîtî Dede. (2014). Keşfnâme. Hurufi Metinleri I. haz. Fatih Usluer, Birleşik Yayınları: Ankara, s. 246-319.

Muhîtî Dede. (2016). Kısmet-nâme. (1. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.

Muhtar, C. (1986). Hurûfî Türk Şairleri. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4, 219-226.

Nesîmî. (1990). Nesimi Divanı, (haz. Hüseyin Ayan). Akçağ Yayınları: Ankara.

Ocak, A. Y. (1999). Osmanh İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderiler (XIV-XVII. Yüzyıllar). (2. Baskı). Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.

Özkan, F. H. (2012). Kaygusuz Abdal’ın Elifnâmesi. Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Velî AraştırmaDergisi, Sayı: 64, s. 185-198.

Özkırımlı, A. (1990). Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi Alevilik-Bektûşilik. Cem Yayınevi: İstanbul, s. 121.

Redhouse, S. J. W. (2015) Turkish and English Lexicon (5. Baskı). İstanbul: Çağrı Yayınları.

Sarı, E. (2016). Yunus Emre Dergahı. (1. Baskı). Antalya: Nokta e-Kitap,

Serahsî. (2008). Mebsût. (2. Cilt). Editör: Mustafa Cevat Akşit. İstanbul: Gümüşev Yayınları.

Seyyid Nesîmî. (2017). Hakikatlere Giriş — Mukaddimetü’l-Hakâyık. (2. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Revak Kitabevi.

Şenödeyici, Ö. (2015). Nesimi ve Hurufilik Kitabı. (1. Baskı). İstanbul: Kesit Yayınları.

Tarlan, A. N. (2009). Fuzuli Divanı Şerhi. (5. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları.

Tolasa, H. (2001). Ahmet Paşa'nın Şiir Dünyası. (2. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları.

Tökel, D. A. (2016). Divan Şiirinde Harf Simgeciliği. (2. Baskı). İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Yayınları.

Tulum, M. (2011). 17. Yüzyıl Türkçesi ve Söz Varlığı. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Uludağ, S. (2016). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. (2. Baskı). İstanbul: Kabalcı Yayıncılık.

Usluer, F. (2007). Misâlî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı - Metin ve Açıklama. Turkish Studies / Türkoloji Araştırmaları, 2(2), 697-722.

Usluer, F. (2009a). Hurufilik. (1. Baskı). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Usluer, F. (2009b). Nesîmî Şiirlerinin Şerhlerinde Yapılan Yanlışlıklar. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic, 4(2), 1040-1059.

Usluer, F. (2010). Hurûfîlikte On İki İmam. Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic, Volüme 5/1, Ankara, s. 1361-1389.

Usluer, F. (2014). Farsçadan Türkçeye Hurûfî Metin Tercümeleri. Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları IX: Metnin Hâlleri: Osmanlı’da Telif, Tercüme ve Şerh. İstanbul: KlasikYayınları, 352-374.

Usluer, F. (2014b). Vîrânî Abdal ve Risâleleri. Hurufi Metinleri 1. Birleşik Yayınları: Ankara, s. 94-129.

Usluer, F. (2016). Giriş. Kısmet-nâme. (1. Baskı). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, s. 17-32.

Ünver, M. (2003). Hurufilik veKur’an —Nesîmî Örneği. Ankara: Fecr Yayınevi.

Ünver, M. (2009). Nesimi ve Vahdet-i Vücud. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 39, s. 537-552.

Vicdânî, M. S. (2017). Hurûfîlik ve Bektaşîlik — Ne İdiler ve Nasıl Kaynaştılar? (2. Baskı), haz. İsmail Güleç. İstanbul: İz Yayıncılık.

Vîrânî Abdal. (2015). Fakrnâme. (1. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Revak Kitabevi.

Yıldırım, A. (2018). ‘Sen Olmasaydın Felekleri Yaratmazdım’ Hadis-i Kudsîsinin Klasik Şiire Yansımaları. Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1 Sayı: 1 Ağustos, s. 154-168.



[1] “Hurûfîler harflerin okunuşlarında ortaya çıkan harfleri ‘eczâ’ olarak nitelemişlerdir” (Şenödeyici, 2015: 205).

[2] Fatih Usluer, istinsah yeri belli olan otuz dokuz nüsha olduğunu söylemektedir; ancak istinsah yerlerine göre nüsha dağılımı yaparken bu sayıyı aşmaktadır. Biz, sözkonusu araştırmaya göre, metnimizde yalnızca otuz dokuz nüshadan bahsettik. Fatih Usluer, otuz dokuz nüshaya ek olarak, şu şehirlerde de birer nüsha istinsah edildiğini söylemektedir: Iskece, Golos, Solnok, Aksaray, Trabzon, Belgrad-Istanbul arası, Zile, Üsküp ve Kayseri.

[3] Hurûfî metinlerinde otuz iki ilahi kelime; bazen isim, bazen sıfat ve bazen de harf olarak geçmektedir. Bu nedenle, tezimizde hangi kavramı kullanırsak kullanalım, kastedilen anlam otuz iki ilahi kelimedir.

[4]  “Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı, demişti” (Yusuf, 12/4).

[5] “işte Rabb’in seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek...” (Yusuf, 12/6).

[6] “işte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur” (Yusuf, 12/100).

[7] “(…) Allah ve Rabbin aslı hurûftur...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400).

[8] “(...) ’Ol’ der, o da hemen oluverir.” (Yâsin, 36/82)

[9] “Onlar, gökler ve yerler durdukça orada ebedî olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Şüphesiz Rabbin istediğini yapandır.” (Hûd, 107)

[10] “Kur’ân’ı bir harf üzerine okuyun.”

[11] Vurgu benimdir.

[12]  G 21: ‘-i Habîb’ redifli, G 25: ‘-ı Habîb’ redifli, G 286: ‘-i Muhammedi’ redifli, Müseddes 1: ‘Peygamberün’ redifli, Tuyug 6: ‘-dur Muhammed’ redifli, Tuyug 7: ‘-dur Mustafâ’ redifli.

[13] K 4: ‘-sın yâ ‘Alî’ redifli, G 45: ‘yâ ‘Alî meded’ redifli, G 205: -ı ‘Alîyem’ redifli, G 228: ‘ ‘Alîden’ redifli, Tuyug 11: ‘-dur Murtazâ’ redifli, Tuyug 12: ‘-dür ‘Alî’ redifli, Rubâî 15: ‘-dur Haydar’ redifli.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar