ARŞÎ DİVANI’NDA HURÛFÎLİK
Hazırlayan: Murat Aslan
Hurûfîlik, 14.
yüzyılda İran’da ortaya çıkan mistik-felsefî bir akımdır. Bu akım; dini,
ibadetleri, Allah’ı, insanı, yaratılışı, gezegenleri, yeryüzü ve gökyüzünü,
kısaca her şeyi Arap alfabesinin yirmi sekiz ve Fars alfabesinin otuz iki
harfiyle açıklar. Hurûtîliğe göre harfler her şeydir.
Hurûtîliğin
kurucusu Fazlullah Esterâbâdî’nin idamından sonra, Hurûfîlerden bir kısmı
Anadolu’ya gelmiş, kendi inanç ve düşüncelerini burada yaymaya çalışmışlardır.
Onların bu konudaki gayretleri sonucu, kısa bir süre sonra Osmanlı sahasında
kendi eserlerini verebilecek bir Hurûtî zümre oluşmuştur. Firişteoğlu, Misâlî,
Muhîtî ve Arşî bu zümrenin müellif ve şairleri arasındadır.
Arşî, 16.
yüzyılda yaşamış divan sahibi şairlerden biridir. Her ne kadar onun hayatı
hakkında hiçbir tezkirede bilgi bulunmasa da, Divan’ından yola çıkarak şairle
ilgili bazı şeyleri bilebiliyoruz. Muhîtî’nin müritlerinden biri olan Arşî,
koyu bir Hurûfî’dir. Onun şiirlerinin önemli bir kısmı Hurûfîlik ile
alakalıdır. Bu sebeple, Hurûfî Türk şairlerinden bahsedince akla ilk
gelenlerden biri odur.
Hurûfîlik,
Fazlullah Esterâbâdî tarafından 14. yüzyılın İran’ında temelleri atılan,
İslam’a yeni bir anlayış getiren felsefi-mistik bir akımdır. Her şeyi Arap
alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz iki harf ile açıklamaya
çalışan Hurûfîlik, kendine özgü anlam dünyasıyla orijinal bir görünüme
sahiptir. Başta Fazlullah olmak üzere önde gelen Hurûfîlerin idam edilmesi ve
takibe alınması neticesinde Hurûfîlik, İran ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya,
oradan da Balkanlara kaymıştır. Dolayısıyla Hurûfîlik, ortaya çıkışından kısa
bir süre sonra yok edilmek istendiği için mekan değiştirmiş ve Osmanlı
coğrafyasında gelişimini sürdürmüştür. Çok geçmeden Anadolu ve Balkanlar, kendi
Hurûfî müellif ve şairlerini yetiştirmiştir. Firişteoğlu, Muhîtî, Misâlî ve
Arşî, sözkonusu müellif ve şairlerdendir.
Hurûfîlik
araştırmaları 19. yüzyılın sonuna dek gider. Edward G. Browne, 1898 yılında Journal
of Royal Asiatic Society dergisinde “Some Notes on the Literatüre and
Doctrines of the Hurufi Secte” adlı makalesini, 1907 yılında aynı dergide bu
makalenin devamı niteliğinde olan “Further Notes on the Literatüre of the
Hurufıs and Their Connection with the Bektashi Order of Dervichees” adlı
yazısını yayımlamıştır. Rıza Tevfık Bölükbaşı ise 1927’de Encyclopedia
Islamıcu da “Hurûfîlik” maddesini yazmıştır. Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfîlik
üzerine çalışan ilk Türk araştırmacılarından biridir. O, 1936’da hazırladığı Hurûfîlik
adlı çalışmasını mezuniyet tezi olarak sunmuştur. İsmail Hakkı Ertaylan, 1946
yılında Hurufi Edebiyatı Örnekleri I: Gencnâme-i Refî’inin Hurufi Edebiyatı
Örnekleri II: Mathnawi-i Penahi adlı kitaplarını İstanbul Üniversitesi
Yayınları’ndan bastırmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hurûfîlik çalışmaları
1950’li yıllarda başlar. O, Şarkiyat Mecmuası'nda 1956’da “Fadlallâh-i
Hurufî’nin Oğluna Ait Bir Mektup”, 1958’de “Fazlullah-i Hurûfî’nin
vasiyyat-Nâme’si veya vesâyâsı” ve 1964’te “Bektaşîlik-Hurûfîlik ve Fadl
Allah’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih” adlı makalelerini çıkarır.
Yine İstanbul
Üniversitesinde Ali Alparslan, 1967 yılında Câvidânnâme’nin Nesîmî’ye Tesiri
adlı doçentliktezini yazmıştır.
20. yüzyılın
sonları ve 21. yüzyılın başlarında Hurûfîlik çalışmaları hız kazanmıştır. Bu
dönemde Osmanlı sahası Hurûfî metinleri bir bir neşredilmeye ve tez olarak
çalışılmaya başlar. 1986 yılında M. Yiğit Refî’î’nin Beşâretnâme’si,
Dilbilgisi-Karşılaştırmah Metin-Sözlük, 1989’da Bahattin Kahraman Arşî
Divanı’nın Tenkidli Metni I-II, 2006’da İsmail Arıkoğlu Ferişteoğlu’nun
Câvidannâme Tercümesi: ‘Işknâme (Inceleme-Metin) başlıklı tezlerini
sunarlar. Bunun dışında, İlahiyatçılardan Mustafa Ünver 2003 yılında Hurufilik
ve Kur’an: Nesimi Örneği adlı kitabını yayımlar ve aynı yılda Yakup
Kansızoğlu Hurufilik Tasavvuru ve Kur ’an Yorumuna Olan Etkileri adlı
yüksek lisans tezini sunar. Ancak; İlahiyat araştırmacıları arasında en dikkate
değer çalışmayı 2010 yılında sunduğu Fazlullah-ı Hurûfî ve Hurufîlik
adlı doktora teziyle Haşan Hüseyin Ballı yapmıştır.
Bilimsel
çalışmalarını özellikle Hurûfîlik konusunda yoğunlaştıran Fatih Usluer, bu
alanda en önemli araştırmacılardandır. O, 2009 yılında yayımladığı Hurûfîlik
adlı kitabını -kendi iddiasına göre- bütün Hurûfî yazmalarını orijinallerinden
okuyarak yazmıştır. Sözkonusu kitap, Hurûfîlik için adeta bir başvuru
kaynağıdır. Bunun ardından Fatih Usluer, bu konu ile ilgili yayımladığı
makaleler yanında, Hurûfî klasiklerini tek tek neşretme yoluna gitmiştir.
2012’de, Hurûfîliğin kutsal kitabı olan Câvidânnâme’nin Derviş Murtaza
tarafından yapılan birebir çevirisi Dürr-i Yelim"\ yayımlamıştır.
Bunun ardından 2014 yılında Nesîmî’nin Mukaddimetü’l-Hakâyık ını, Vîrânî
Abdal’ın Risale' sini, Muhîtî Dede’nin Keşfname' sini, Misâlî’nin
Miftâhü’l-Gayb’ını ve yazarı bilinmeyen bir Hurûfî eseri olan Hakîkât-nâme’yi
Hurûfî Metinleri 1 başlığı altında neşretmiştir. Ayrıca yazar, 2015’te Fakrnâme
adıyla Vîrânî Abdal’ın Risale'sini, 2017’de ise Nesîmî’nin Mukaddimetü’l-Hakâyık’ını,
metinlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş halleriyle birlikte müstakil olarak
yayımlamıştır. Yazarın en son çıkardığı kitaplar, 2014 yılında Âmiloğlu’nun Arşnâme
Tercümesi ve 2016 yılında Muhîtî Dede’nin Kısmetnâme’sidir.
Klasik Türk
edebiyatında, Hurûfîlik denilince akla ilk gelen şair Nesîmî’dir. Bu nedenle
Nesîmî’ye dair pek çok kaynak bulunur. Onun Divariı ve Dzvaft’ından
seçme eserler pek çok kez yayımlanmıştır. Ayrıca Nesîmî, defalarca akademik
çalışmalara ve popüler yayınlara konu olmuştur. Ali Alparslan’ın doçentlik
tezi, Reha Çamuroğlu’nun 1992 yılında çıkan Sabah Rüzgarı: Ene ’l-Hakk
Demişti Nesimi adlı kitabı ve Özer Şenödeyici’nin Nesimi ve Hurufilik
Kitabı adlı çalışmaları bunlardan bazılarıdır. Ancak, Nesîmî’ye gösterilen
yoğun ilgi diğer Hurûfî şairlerden esirgenmiştir. Mesela; Arşî Divanı’mn
tenkitli neşri 1989’da yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış; fakat daha sonra
bu şairle ilgili herhangi bir müstakil çalışma yapılmamıştır. Oysa Arşî, 16.
yüzyılın en büyük Hurûfî şairlerinden biridir.
FAZLULLAH
ESTERÂBÂDÎ VE HURÛFÎLİK
Fazlullah Esterâbâdî’nin Hayatı
Hurûfîliğin
kurucusu Fazlullah, 740/1340 yılında Esterâbâd şehrinde doğdu (Aksu, 1995: 277;
Gölpınarlı, 1989: 18; Usluer, 2009a: 30; Melikoff, 2015: 171; Bashir, 2013:
12). Fazlullah’ın halifelerinden Mîr Şerife göre, babası, Esterâbâd’ın
kadıyü’l-kuzatı (kadıların başı) olan Bahâeddin Hasan’dır ve soyu Mûsâ
el-Kâzım’ın oğlu Seyyid Ca’fer’e dek gider; o, bir seyyiddir (Aksu, 1995: 277;
Bashir, 2013: 12).
Fazlullah,
babasının ölümünden sonra, onun kadılık görevini üstlenir. O, çocukluğundan
itibaren dini zorunlulukları eksiksiz olarak yerine getiren birisidir. Çok iyi
bir medrese eğitimi alan Fazlullah’ın Kur ’an nq hadis hakkında geniş bilgisi bulunmaktadır (Bashir,
2013: 13-14; Aksu, 1995: 277; Ballı, 2010: 34).
Bir rivayete
göre, Fazlullah, on sekiz yaşındayken bir dervişten Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’ye ait şu beyti duyar:
Bekaya
sahip olduğun halde ölümden ne endişe ediyorsun
Hudânın
nuruna sahipken neden mağarada gizleniyorsun
Fazlullah, bu
beytin manasını çok merak eder, hocası Kemâleddin’e sorar. O da bu beytin
sadece aşk, cezbe, ibadet ve riyazet yoluyla anlaşılabileceğini söyler. Böylece
Fazlullah, tasavvuf yoluna girer, dünya nimetlerinden vazgeçip katı bir zühd
hayatına başlar. Bir başka rivayete göre Fazlullah’ın zühd hayatına başlama
sebebi, bir rüyada Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in ona rüya yorumu bilgisini vermesidir (Aksu, 1995: 277). On
dokuz yaşında, sahip olduğu hayatı tamamen değiştirerek gezgin bir derviş olmak
isteyen Fazlullah, her şeyini geride bırakıp Esterâbâd’ı terk eder. Yolda
rastladığı bir çobanla kıyafetlerini değiştirir ve zühdü temsil eden bu
kıyafetleri ömür boyuüzerinden çıkarmaz (Bashir, 2013: 15).
Fazlullah,
önce İsfahan’a gider ve burada dört ay kadar kalır. Ardından evliliğini
gerçekleştireceği Tebriz’e seyahat eder. 760/1359 yılında Harezm’e, oradan da
Semîrem’e hareket eder. Burada itikafa çekilip ibadetle meşgul olur.
Fazlullah’ın Semîrem’den sonraki ibadet yeri Meşhed’dir. Meşhed’den de
ayrıldıktan sonra hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gider, ardından
Harezm’e döner (Aksu, 1995: 277).
Fazlullah,
Harezm’de, gayb âleminden haberler aldığı birtakım rüyalar görür. Bir
defasında, “lâ ilâhe illallâh” diye zikir çekerken uykuya dalar. Rüyasında, bir
hamamda, Hz. İsa gelip, kendisine, Allah yolunun en büyüklerinin kimler
olduğunu bilip bilmediğini sorar. O, bilmediğini söyler. Bunun üzerine İsa, şu
isimleri sayar: İbrahim Edhem, Sehl b. Abdullah Tusterî, Bayezid-i Bistami ve
Behlül. Fazlullah uyanınca, bu dört ismin zihninde yer ettiğini fark eder.
Rüyanın manası, bu dört mutasavvıfın görüşlerinin, diğer tasavvufi görüşlere
tercih edilmesi gerektiğidir. Bir başka rüyasında Fazlullah, Hz. Süleyman’ı
görür. Hz. Süleyman Fazlullah’a onu rahatsız eden birinin olup olmadığını
sorar. O da “Evet.” der; çünkü adamın biri rüyada Fazlullah’ı Esterâbâd’daki
bahçeden küfürler ederek kovmuştur. Hz. Süleyman Hüthüt’e Fazlullah’ı rahatsız
eden adamı hemen getirmesini söyler. Bir süre sonra Hüthüt, bir karga ile geri
döner. Hz. Süleyman, önce bu karganın tüylerinin yolunmasını ister; ardından
Hüthüt’e bu kargayı öldürmesini emreder. Bahçeyi de Fazlullah’a verir.
Fazlullah’a göre rüyada Hz. Süleyman Allah’ı, bahçe kendi bedenini, Hüthüt
kendi ruhunu, karga da insan nefsini sembolize eder. Rüyanın manası şudur:
Fazlullah’ın nefsi, Fazlullah’a hükmetmiştir. Bunun üzerine Allah, Fazlullah’ın
ruhunu nefsine hakim kılar. Böylece Fazlullah’ın bedeni, nefsin esaretinden
kurtulur (Bashir, 2013: 16-17; Aksu, 1995: 11T).
Fazlullah’ın
Harezm’de gördüğü bir başka rüya şöyledir: Bir ağacın altında yaşlı bir rüya
tabircisi oturmaktadır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelir ve
yaşlı rüya tabircisine yaptığı işin çok zor bir iş olduğunu söyler; çünkü
rüyada görülenler, olduğu gibi yorumlanmamalıdır. Rüyada görülen ne varsa,
başka bir şeyin veya kişinin temsilidir. Bunların neyi temsil ettiğini anlamak
ise geniş bir idrak gerektirmektedir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Fazlullah’a döner ve ona, rüya tabiri yeteneğinin otuz bin yılda bir
görünen ve yetmiş bin âlemi kuşatan bir yıldız gibi olduğunu söyler. Bu
yıldızın zuhur ettiğini, isterse Fazlullah’ın bu yıldızı görebileceğini ifade
eder. Bunun için, Fazlullah’ın ilerideki portakal ağacı altında beklemesini,
orada, içlerinden biri diğerlerinden daha parlak olan yedi yıldız göreceğini
anlatır. Fazlullah Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in dediklerini
yapar. Peygamberin bahsettiği, otuz bin yılda bir beliren o yıldızı görür.
Yıldızdan çıkan bir ışık, Fazlullah’ın sağ gözünden içeri girmeye başlar. Bu
süreç, yıldız tamamen Fazlullah’ın gözüne damlamayana dek sürer. Bunun
sonucunda Fazlullah, tüm rüyaları tabir edebileceğini hisseder. Bu olay üzerine
takipçileri, Fazlullah’ı ‘sahib-i tevil’ olarak çağırırlar. Fazlullah’ın rüya
tabirindeki mahareti, Harezm’de kısa sürede yayılır. Rüyasını tabir ettirmek
isteyen pek çok insan Fazlullah’a gelse de o yalnızca katı bir zühd hayatı
yaşayan insanların rüyalarını yorumlamayı tercih eder. Etrafındaki kalabalığın
artması sonucu Fazlullah, Harezm’i terk eder (Bashir, 2013: 18).
Fazlullah,
Harezm’den ayrıldıktan sonra önce Horasan’a, oradan da İsfahan’a gider.
İsfahan’da Tohcı Mescidi’nde oturarak halkın rüyalarını yorumlamaya başlar.
Kısa sürede ünlenen Fazlullah, alimleri ve üst düzey yöneticileri çevresinde
toplar (Aksu, 1995: 277). Halifesi Seyyid İshak’a göre, 774/1373 veya 775/1374
yılının Ramazan’ında Fazlullah’a şer’î hükümleri tevil bilgisi verilir. Bu
olaydan kısa bir süre sonra -778/1376 yılında- Fazlullah, Hurûtîliği yaymaya
başlayacaktır (Aksu, 1995: 277; Usluer, 2009a: 38).
Şer’î
meseleleri tevil etme bilgi ve yetkisini alan Fazlullah, 775 yılında bir kez
daha hacca gider. Hacdan sonra Tebriz’e varır. 776/1374-1375 yılında şöyle bir
rüya görür: Peygamberlerden Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
(s.a.v.), Hz. îsa ve Hz. Adem Allah’ın halifeleridir. Fazlullah ise Mehdî ve
Mesih olarak rüyada yer almaktadır. O, aynı zamanda en son peygamber ve velîdir
de. Rüyaya göre Fazlullah, nübüvvet ve velayet devrinin bittiği, uluhiyet
devrinin başladığı yerde bulunmaktadır. Bu rüyayı duyan Tebrizli alimler,
Fazlullah’ı kafirlikle suçlar. Bunun üzerine Fazlullah İsfahan’a gider, bir
mağarada inzivaya çekilir (Aksu, 1995: 277-278).
Fazlullah
günün birinde bir dervişi ziyaret eder. Derviş ona artık zuhur etme vaktinin
geldiğini söyler ve Tebriz’de görülen rüyayı buna delil gösterir. Bunun üzerine
Fazlullah, kendisinin Mesih ve Mehdî olduğunu tebliğ eder. Fazlullah’ın ilk
tebliğinde ona yedi kişi inanır. Bu kişiler şunlardır: Fahreddin, Mîr Şerif,
Celâl-i Burûcîrdî, Abdullah-ı İsfahânî, Fazlullah-ı Horasânî, Nâyinli ve Reştli
iki kişi (Aksu, 1995: 278).
Fazlullah,
Hurûfîliği tebliğ etmek üzere Gîlân ve Damgan’a gider. Bir rüyasından hareketle
Timur’u ‘âyîn-i cedîd’ dediği kendi görüşlerine davet eder. Timur, Fazlullah’ın
fikirlerini şeriate aykırı görüp onun tutuklanmasını emreder. Timur’un oğlu
Miranşah tarafından yakalanan Fazlullah, Nahcıvan’daki en önemli ve en sağlam
kalelerden biri olan Alıncak Kalesi’ne götürülür. Burada bir süre
hapsedildikten sonra, Şirvan emiri Şeyh İbrahim’in kadısı Bayezid tarafından
verilen fetva ile 2 Eylül 1394’te kafası kesilerek idam edilir. Cesedi,
ayaklarına ip bağlandıktan sonra sürüklenerek çarşıda dolaştırılır; ardından
müritlerine teslim edilir. Hurûfîler, uygun bir cenaze töreni sonrası
Fazlullah’ın cesedini Alıncak’a defnederler (Aksu, 1995: 278; Bashir, 2013:
42-45; Bostan, 1989: 370; Gölpınarlı, 1964: 20).
Fazlullah ve
dervişleri, hiçbir şekilde hiç kimseden hediye kabul etmeyen insanlardır.
Rivayete göre, bir gün oruç tutup bir gün iftar ederek sürekli oruç ile meşgul
olmuşlardır. Hurûfîler, ortaklaşa tuttukları evlerde yaşamışlardır. Fazlullah,
Hurûfîlik öğretisinden herhangi maddi bir çıkar ummamış, hayatı boyunca takke
dikerek geçimini sağlamıştır. O, beyaz keçeden bir başlıkla ve oldukça mütevazi
elbisesiyle tanınmıştır (Usluer, 2009a: 40; Ballı, 2011: 33).
Fazlullah
Esterâbâdî’nin Eserleri
Fazlullah’ın eserleri altı adettir:
Câvidânnâme:
Hurûfîliğin temel kitabıdır. 778/1386 yılında yazılan bu eserde, Hurûfîlik
düşüncesi ve inancı nesir olarak anlatılır. Fazlullah’a göre bu kitap bir Kur’an
tefsiridir; çünkü kendisinin Kur’an üzerine yaptığı tevil ve
tefsirlerini içermektedir. Ayrıca Fazlullah, Câvidânnâme"de hurûf-ı
mukattaânm sırlarını açığa çıkarmıştır. Yazılışı itibarıyla dağınık bir görünüm
arzeden kitap altı bölümde incelenebilir: 1) Yazarın itikâdî görüşleri, 2)
Kainatın yaratılışı, güneş, ay, burçlar, yer ve gök, 3) Âdem, Havva ve diğer
varlıkların yaratılışı, 4) Ahiret ve kıyamet, 5) Peygamberler, 6) Allah’ın
sıfatları ve sırların keşfi. Hurûfi yazarlarca yazılan tüm kitapların temelinde
bu eser bulunmaktadır. (Aksu, 1995: 279; Aksu, 1993: 178; Gölpınarlı, 1969:
145; Ballı, 2010: 44).
Arşnâme'.
Arşnâme-i İlâhî adıyla da bilinir. Hurûfîliğin Câvidânnâme"den
sonra en önemli kitabıdır. Câvidânnâme ’de nesir olarak anlatılan
Hurûfîlik düşüncesi, bu eserde nazım olarak anlatılmaktadır (Aksu, 1995: 279;
Usluer, 2009a: 47; Ballı, 2010: 54).
Muhabbetnâme'.
Fazlullah’ın üç temel eserinden biridir (Usluer, 2009a: 46). Bu kitap, Allah’ın
vechine, yani yirmi sekiz ve otuz iki kelimenin alametlerine olan aşkın sonucu
olarak ezan, kamet, namaz, zekat gibi dinsel fiil ve ibadetlerde yirmi sekiz ve
otuz iki harfi müşahede etmenin yolunu gösteren bir eserdir” (Usluer, 2009a:
52).
Dîvân'.
Fazlullah’ın Fars edebiyatı nazım şekillerinde yazdığı şiirlerinden oluşan
eseridir (Aksu, 1995: 279).
Vasiyetname'.
Alıncak Kalesi’ne hapsedilen Fazlullah’ın, Hurûfîlik düşüncesi ve inancının
yayılması ile ailesinin ve müritlerinin korunması konusundaki vasiyetidir
(Aksu, 1995: 279).
Nevnâme'.
Bu eserde birtakım konular Hurûfî düşüncesi bağlamında tevil edilmiştir. Kitap,
soru-cevap şeklindedir (Usluer, 2009a: 53).
Hurûfîlik
Hurûfîlik,
varlığın temel sırrını Arap alfabesinin yirmi sekiz ve Fars alfabesinin otuz
iki harfine dayandıran, felsefi-mistik bir akımdır (Usluer, 2009a: 107; 118;
Gölpınarlı, 1969: 147; Bashir, 2013: 54). Her ne kadar Hurûfîlik, Hüsamettin
Aksu, Mustafa Ünver, Aygün Attar, Dursun Ali Tökel ve Yakup Kansızoğlu
tarafından Kabbalizm ve Neoplatonizm gibi bazı eski öğretilere dayandırılsa da,
bu tür düşünceler bilimsel olarak kanıtlanmamıştır ve Hurûfîlik ile eski
öğretiler arasında benzerlik ilgisinden öteye gitmez (Aksu, 1998: 408; Attar,
t.y. : 31; Ünver, 2003: 19; Tökel, 2016: 41; Kansızoğlu, 2003: 55-80).
Bir kudsi
hadise göre, yaratılışın temelinde Allah’ın bilinme isteği vardır. Âlem,
Allah’ın “kün” (ol) emriyle yaratılmıştır (Bakara, 2/117, Yasin, 36/82, Enam,
6/73, Nahl, 16/40). Bu yaratma eyleminde dil ve madde, birbirinden ayrılmaz;
dolayısıyla söz, varlığı ortaya çıkaran şeydir ve her varlıkta bulunur
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 246; Âmiloğlu, 2014: 71; Gölpınarlı, 1969: 145;
Bashir, 2013: 49; AnaBritannica, 1994: 81; Usluer, 2009a: 125; Usluer, 2009b:
1053; Şenödeyici, 2015: 222). İsim ile müsemma, yani söz ile harf bir
olduğundan, harfler tüm varlığın mayasındadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59).
Eğer harfler her varlıkta mevcutsa, açık ve seçik olarak görülebilmelidir. Aynı
şekilde, bunun tersi de geçerlidir; yani, harflere bakarak bütün mevcudat
görülebilmelidir (Usluer, 2009a: 125-126). Tam da burada, Hurûfiliğin temel
amacı ortaya çıkmaktadır: Her varlıkta ve İslam’ın sınırına giren her şeyde
yirmi sekiz ve otuz iki harfin alametlerini ortaya çıkarmak, tüm mevcudatta bu
harfleri müşahede etmek (Usluer, 2009a: 126). Hurûfiliğin kutsal kitabı olan Câvidânnâme’de
Fazlullah, sözkonusu amacı şu şekilde ifade eder: “Âdem’in hatt-ı istivâsı
üzerine otuz iki kelime ve yirmi sekiz kelime-i İlâhîyi okuyasın ve otuz iki
kelime-i ezelî-i ebedîyi bilesin ve anlayasın ve onun ihâtasın cümle eşyâda ve
ol kelâmın kıdemin göresin ve bilesin” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 57).
Fazlullah’a
göre, isim ile müsemmâ birdir. Otuz iki harf ise Allah’ın ismi ve sıfatıdır
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Bu sebeple otuz iki
harf, Allah’ın kendisidir. Allah’ın yaratılmış olmaması gibi harfler de
yaratılmış değildir; bundan dolayı ezelî ve ebedî olarak kabul edilir. Bu
düşünce, Hurûfîleri, harfleri ilk yaratılan şey olarak kabul eden
İsmâilîlerden, ‘elifin ilk ortaya çıkan şey olduğunu söyleyen El-Bûnî’den ve
“Ol!” emrini ilahlığın ilk mazharı sayan İbn Arâbî’den ayırmaktadır (Usluer,
2009a: 112-113).
Vahdet-i vücut
düşüncesi Hurûfîliğin ana omurgası konumundadır (Ballı, 2012: 381). Fazlullah
Esterâbâdî’ye göre otuz iki harfin aslı bir noktadır (2012: 128). Bu kelimeler
arasında herhangi bir ayrım yoktur; yani, “otuz iki kelime bir kelimedir”
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Var olan her şey, bir harfin içindedir
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 256). Bir başka ifadeyle, tüm mevcudat birdir,
aralarında ayrım ve farklılık yoktur. Her şey, aslında, tek bir harften
ibarettir.
Hz. Âdem,
Hurûfîlik düşüncesi ve inancında, merkezi bir noktada bulunmaktadır. Kainatta
mümkün olan bütün sesleri ifade eden harf sayısı otuz ikidir (Usluer, 2009a:
118). İsim ile müsemmanın aynı olması ve sözkonusu harflerin Allah’ın isimleri
olması dolayısıyla otuz iki harf bizzat Allah’tır. Kudsi hadise göre, bilinmek
isteyen Allah, kainatı yaratmıştır. Otuz iki ilahi kelime sıfatına sahip olan
Allah, Âdem’i de kendi sıfatı üzerine yaratmıştır; bu nedenle, Âdem’in,
üzerinde otuz iki harf yazılı olan yüzü, Allah’ın yüzüdür (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 175). Allah, kendini Âdem suretinde gösterir (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 183). İnsanın yüzü, Hakk’ın yüzünün aynısıdır (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 524; Kocabıyık, 1997: 15). Kendini anlamak isteyen insan,
önce Âdem’i tanımalıdır (Virânî Abdal, 2015: 29).
Yeryüzünün
merkezinde yer alan Âdem, bütün varlığın vücududur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
139). Şöyle ki, Âdem dört unsurdan vücuda gelmiştir. Bunun gibi, dört unsurdan
vücuda gelen ne varsa, söz ile, Âdem’in vücudundan varlığa gelmiştir (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 205). Âdem, Allah katında ism-i a’zamdır; bütün varlıklar ise
Allah’ın isimlerinden ibarettir. Kim ism-i a’zamı okursa, bütün mevcudatın
sırrına erer (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221).
Âdem’i diğer
varlıklardan ayıran en önemli özellik, Allah’ın ona bizzat isimleri
öğretmesidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404; Seyyid Nesîmî, 2017: 17).
Hurûfîler, Bakara suresinin 31. ayetini, Allah’ın Âdem’e otuz iki harfi
öğretmesi olarak yorumlarlar (Bashir, 2013: 51). Levh-i Mahfuz, içinde
her şeyin yazılı olduğu kitaptır (Nemi, 27/75). Her şey ise otuz iki harften
ibarettir. Allah’tan bizzat otuz iki harfi öğrenen Âdem, bu sebeple, Levh-i
Mahfuz’dur. Cebrail, Kur’anh Levh-i Mahfuz olan Âdem’den okuyarak Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretmiştir (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 404). Âdem, Allah’tan öğrendiği esma ilmini meleklere öğrettiği için
onların hocası konumundadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 490). Şeytan, Âdem’den
esma ilmini öğrenmediği için isimleri bilememiş, bunun sonucunda Âdem’e secde
etmeyerek kafirlerden olmuştur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37).
Virânî Abdal, Fakrnâme
adlı eserinde Hz. Âdem hakkında şöyle demektedir:
“Secde
Âdem’edür kişinün kıblesi Âdem’dür, likâsı, bekâsı ve hûr u gılmân u rıdvân u
cemâl u kemâl Âdem’ün vechinde ve cemâlinde mestûrdur, Hakk’un kudret kalemi
ile inşâdur secde Âdem’edür, Âdem halifetu’l-lâhdur cümle mevcûdâtun aslı ve
mâhiyeti ve hakikati Âdem’dür. Cemâl-i Hakk’dur, vech-i kerîmdür, cemî’-i
mevcûdâtun zât u sıfât âyinesi Âdem’dür.” (Vîrânî Abdal, 2015: 94)
Allah, otuz
iki ilahi kelimeyi, hatlar vesilesiyle insanın yüzüne nakşetmiştir. Hatlar,
ümmî ve ebî olmak üzere iki türlüdür. Ümmî hatlar, anne hatları demektir; çünkü
doğuştan gelmektedir. Toplamda yedi adet olan bu hatlar şunlardır: İki kaş,
dört kirpik ve bir saç. Ümmî hatlar, Kur’ârim özü olan Fatiha Suresi’nin
yedi ayetine karşılık gelir. Bu sebeple Fatiha’ya ‘Ümmü’l-Kitab’ denir (Aksu,
1995: 278; Gölpınarlı, 1989:18; Usluer, 2009: 280; Âmiloğlu, 2014: 56).
15. yüzyıl
şairi Âmiloğlu’nun, Fazlullah’a ait Arşnâme adlı mesneviyi Türkçeye
birebir çevirdiği (Usluer, 2014: 366-367) Arşnâme Tercümesi adlı eserde,
yedi adet olan ümmî hatların ateş, hava, toprak ve su olmak üzere dört unsurdan
meydana geldiği bilgisi verilmektedir (2014: 60). Bundan dolayı hatlar, dört
tane yedi olmak üzere yirmi sekiz adet olarak ortaya çıkmaktadır ki bu sayı
Arap alfabesindeki harfler kadardır. Eğer yüze, varlıkları ortadan ikiye dikey
bir biçimde böldüğü hayal edilen çizgi olan istiva hattı çekilirse, saç hattı
ikiye bölünür ve toplamda sekiz adet ümmî hat elde edilir. Bu sayı dört unsur
ile çarpılırsa otuz iki hat ortaya çıkar ki Fars alfabesindeki harfler
kadardır. Otuz iki hat, kainatta mevcut isimlerin tamamı olan otuz iki ilahi
kelimeye karşılık gelir.
Ümmî hatlar,
hem erkekte hem de kadında bulunan hatlardır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Miraç gecesi Allah’ı sakalsız bir genç suretinde gördüğünü
söylerken yüzdeki yedi ümmî hatta işaret etmiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
225-226; Usluer, 2009a: 280).
Kadında
olmayıp yalnızca erkekte bulunan yedi hat vardır ki ebî hatlar olarak bilinir:
İki sakal, iki bıyık, iki burun içi kılı ve bir anfeka (dudak altındaki sakal)
(Usluer, 2009a: 280; Gölpınarlı, 1989: 18). Ümmî ve ebî hatların toplamı on
dört yapar ki hurûf-ı mukattaâ adedincedir (Gölpınarlı, 1989: 19). Yüzdeki on
dört hat, on dört yerde bulunmaktadır. Hatları mahalleri ile toplarsak yirmi
sekiz sayısını elde ederiz ki Arap alfabesindeki harf sayısıncadır. Eğer yüzden
istiva hattını geçirirsek, saç ile anfeka ikiye ayrılacağından toplam on altı
hat ortaya çıkar. On altı hat on altı yerde bulunur. Hatları mahalleriyle
topladığımızda otuz iki hat elde ederiz ki Fars alfabesindeki harfler
adedincedir. Bu otuz iki hat, “alleme’l-esmâ”dır (isimlerin tümü). Din ve iman,
bu hatlar olmadan olmaz (Âmiloğlu, 2014: 56-57).
Âdem’de yirmi
sekiz hat varken Havva’da yirmi bir hat bulunmaktadır; çünkü Havva’ya ebî
hatlar verilmemiştir. Bu durum, Allah’ın bir hikmetidir; çünkü Âdem’in hatları,
Havva’nın hatları sayesinde bilinir. Eğer hem Âdem’de hem de Havva’da ebî
hatlar olsaydı, saç ile sakal hatları birbirine karışır, hatların sayısında
değişiklik olurdu. Ebî hatlar, Âdem ile Havva’nın hatlarını birbirinden
ayırmakta, sakal ile saçın arasına bir sınır koymaktadır. Böylece, Âdem’in
yüzündeki hatlar, otuz iki ilahi kelimeye denk gelecek şekilde var olmaktadır
(Âmiloğlu, 2014: 60-61, FazlullahEsterâbâdî, 2012: 52).
Hatlar,
insanın yüzündeki tüylerden ibaret değildir; kara hatlar olarak kabul edilen,
yüzdeki tüylerden oluşan hatlar yanında, yüzün tüy bitmeyen kısımlarında ak
hatlar bulunur. Bu hatlar şunlardan ibarettir: İki adet alın, iki tane kaş
altı, iki tane göz altı, yüzün iki tarafı, burnun iki kenarı, iki adet dudak,
burnun iki tarafından geçip bıyık kenarlarından inen iki hat. Bu hatlar,
toplamda on dört adettir. Eğer yüzden istiva hattı geçerse iki dudak hattı
dörde ayrılır, toplamda on altı hat meydana gelir. Bu hatlar mahalleri ile
toplanırsa otuz iki sayısı elde edilir (Âmiloğlu, 2014: 59; Usluer, 2009a:
281).
Yüzdeki
delikler hat olarak kabul edilir. Toplamda yedi adet olan delikler şunlardır:
İki göz, iki kulak, iki burun ve bir ağız deliği. Her bir delik dört unsurdan
meydana geldiği için dört tane yedi hat bulunur ki yirmi sekiz hat eder. Eğer
istiva hattı geçerse ağız deliği ikiye ayrılır ve sekiz hat elde edilir. Dört
tane sekiz ise otuz iki hat eder ki Fars alfabesindeki harflerin karşılığıdır
(Âmiloğlu, 2014: 79; Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 91).
Vücuttaki
delikler toplamda beş adettir: İki meme ucu, bir göbek, ön ve arka delikler.
Eğer vücuttan istiva hattı geçerse göbek deliği ile ön ve arka delikleri ikiye
ayırır, toplamda sekiz delik elde edilir. İstiva geçtiğinde yüzde de sekiz
delik oluşur. Yüz ile vücuttaki sekizer delik toplanırsa on altı delik elde
edilir. Bu delikler, bulundukları on altı yer ile toplanırsa otuz iki sayısı
ortaya çıkar ki bu sayı otuz iki ilahi kelimeye karşılık gelen Fars
alfabesindeki harflere eşittir (Âmiloğlu, 2014: 80).
Hurûfiler, her
şeyi yirmi sekiz ve otuz iki harf ile açıklama eğiliminde olduklarından
yaratılışı, zamanı, mekanı ve kainatı bu harflerle açıklarlar. Fazlullah
Esterâbâdî’ye göre kainat altı günde yaratılmıştır; çünkü her gün on iki
saattir ve altı gün yetmiş iki saat eder. Bu ise, yirmi sekiz harfin
eczasındaki[1] harflerin sayısına eşittir
(Fazlullah, 2012: 73). Felek, üç yüz altmış derecedir ki bu altı kez altmış
derece demektir. Buradaki altı sayısı; kuzey, güney, doğu, batı, üst ve alt
olmak üzere altı yöne işaret eder. Ayrıca, her altmışta bir adet yirmi sekiz ve
bir adet otuz iki bulunmaktadır. Dolayısıyla üç yüz altmış derecede altı adet
yirmi sekiz ve altı adet otuz iki bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
240-241). Göğün yedi kat olması ise, Âdem’in yüzündeki yedi ümmî hattan
dolayıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 247).
Ayın
menzilleri, yirmi sekiz ilahi kelime sayısıncadır. Yedi felek ve yedi yıldızın
toplamı da on dörttür. İstiva hattı geçerse yirmi sekiz sayısı elde edilir.
Feleğin üç yüz
altmış derecesi, Âdem’in üç yüz altmış kemiği adedincedir ki her derecesi yirmi
sekiz ile otuz ikinin toplamı olan altmış dakikadır (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 239). Ayın dolunay olması on dört günde gerçekleşir. On dört günün ise on
dört gecesi vardır ki toplamda yirmi sekiz yapar (Virânî Abdal, 2015: 60). Bir
günün yirmi dört saat olması ise göz ile zaman arasındaki ilişkiye dayanır.
Gece ve gündüz insan gözündedir. Her gözün iki siyah ve bir beyaz olmak üzere
üç hattı vardır. İki gözün hatları toplamı altıdır. Her hat dört unsurdan
meydana geldiği için gözlerde toplam yirmi dört hat bulunur ki yirmi dört saate
karşılık gelir (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 139).
Âdem’in toplam
üç yüz altmış kemiği vardır. Bu kemikler altı tane yirmi sekiz ve altı tane
otuz iki sayısıncadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 75). Âdem’in on parmağında
toplam yirmi sekiz boğum vardır ki yirmi sekiz ilahi kelime adedincedir
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 524). Âdem’in boyu altmış zira’dır ki otuz iki ve
yirmi sekizin toplamıdır (Âmiloğlu, 2014: 228). Otuz iki diş, otuz iki hatta
karşılık gelir (Âmiloğlu, 2014: 65). Hz. Âdem’in vücudunda on iki delik vardır;
istiva hattı geçerse toplam on altı delik eder. Sözkonusu on iki delik,
gündüzün ve gecenin on ikişer saatine denktir. Bunun gibi, on iki burç vardır.
Bir yıl, on iki aydan oluşur (Virânî Abdal, 2015: 61).
Hurûfîlere
göre Allah’a ibadet etmenin amacı, O’nun yüzünü müşahede edebilmektir. Bu ise
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi okuyabilmekle mümkündür (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 440). Bundan dolayı Hurûfîler, İslam’a ait her şeyi yirmi
sekiz ve otuz ikiye göre açıklamaya çalışmışlardır. Mesela; Kur’an yirmi
sekiz kelime ile yazıldığı için içinde yirmi sekiz peygamberin ismi
geçmektedir. Yeryüzüne gelen yüz yirmi dört bin peygamber, üç tane otuz iki bin
ve bir tane yirmi sekiz bin peygamberin toplam sayısı kadardır. Böylece yüz
yirmi dört bin sayısı yirmi sekiz ve otuz iki sayılarıyla açıklanmış olur
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 106).
Şeytan, Hz.
Âdem’in yüzündeki yedi hattı tanımadığı için, Kur’ariâa. yedi yerde onun
secde etmekten yüz çevirdiğinden bahsedilir (Usluer, 2009a: 316).
İki eldeki
eklemlerin toplamı yirmi sekizdir. Buna iki bilek ve iki dirsek eklenirse otuz
iki olur. Abdest alırken ellerin dirseklere dek yıkanmasının sırrı budur. Yine,
abdest alırken yıkanan yüzde, on dört kara ve on dört ak hat bulunur. Eğer
istiva geçerse, bu hatlar otuz ikiye ulaşır. Ayak parmakları toplam yirmi sekiz
eklemlidir. Bunlara dört adet topuk eklemini eklersek otuz iki eklem olur.
Abdestte ayakların yıkanmasının sırrı budur (Virânî Abdal, 2015: 58). Abdest
alırken ellerin, ayakların ve yüzün yıkanmasının sebebi, Allah’ın, hatlarını bu
beş yerde göstermesidir (Âmiloğlu, 2014: 107).
Hatların
bilgisi, Kevser suresinde gizlidir. Şöyle ki, toplamda yirmi sekiz hat vardır
ve bu hatlar dört unsurdan oluşur. Dört kere yirmi sekiz, yüz dörde karşılık
gelir. Bu sayıya dört unsurun sayısını da eklersek yüz sekiz sayısına ulaşırız
ki bu, Kevser suresinin Kur'an Wc\\\\ sırasıdır (Âmiloğlu, 2014: 65).
Kelime-i
tevhid, toplam yirmi sekiz harften oluşur. Buna kelime-i tevhiddeki dört
şeddeyi de eklersek otuz iki ilahi kelime açığa çıkar. Kelime-i şehadetteki
harflerin harf ve nokta sayılarını toplarsak elli sayısını elde ederiz. Yirmi
sekiz ilahi kelimenin harf ve nokta sayılarının toplamı da elli sayısını
vermektedir (Usluer, 2009a: 422).
Besmeledeki
harflerin toplamı yirmi birdir. Bu sayı, Havva’nın yüzündeki yirmi bir hatta ve
Fatiha suresinin tekrarsız yirmi bir harfine eşittir (Muhîtî, 2016: 123).
Misâlî, besmelenin sırrı üzerine yazdığı Miftâhü’l-Gayb adlı eserinde,
besmeleye dair şu beytini söyler:
Anladınsa
sırr-ı bismi’l-lâhı sen
Nefsini bildin
ve hem Allah’ı sen (Misâlî’den aktaran Usluer, 2007:
711)
Hazarda (sâbit
bir meskende otururken, seferde değilken) bir günde farz olan namazların toplam
rekatı on yedidir; cuma günü farz olan namazların toplam rekatı ise on beştir.
Bu iki sayıyı toplarsak otuz ikiyi elde ederiz. Seferde ise farz olan
namazların toplam rekatı on birdir. Hazarda ve seferde farz olan namazların
toplam rekatı yirmi sekiz eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 47; Âmiloğlu, 2014:
74; Usluer, 2009a: 482). Namazda ellerin bağlanması, ellerdeki on dörder
boğumun üst üste gelmesidir ki boğumların toplamı yirmi sekiz hatta karşılık
gelir (Âmiloğlu, 2014: 107). Teşehhüdde sağ elin işaret parmağı havaya
kaldırıldığı zaman, sol elin parmaklarıyla sağ elin işaret parmağının boğumları
toplam on yedi adet olur. Sağ elin, işaret parmağı haricindeki parmaklarının
boğumları da toplamda on bir eder. On yedi sayısı hazarda farz olan namaz
rekatlarına işaret ederken on bir sayısı seferde farz olan namaz rekatlarına
işaret eder (Âmiloğlu, 2014: 171).
Hac
kelimesinin ebcedi on birdir. Bu sayıya hac kelimesindeki iki harf ve bir nokta
eklenince on dört sayısı elde edilir (Muhîtî, 2016: 114). Hacda Kâbe’yi yedi
defa tavaf etmek, yedi hattan dolayıdır (Âmiloğlu, 2014: 134).
Fazlullah’a
karşılık gelen Fadl ( ) kelimesinin eczasındaki
…)
tekrarsız
yedi harf … zekat (…) kelimesinin harf ve noktaları adedincedir. Ayrıca, zekat
kelimesinin ikinci batnında yirmi beş harf vardır. Bu sayı ile zekat
kelimesindeki dört harfin toplamı yirmi dokuz eder ki yirmi sekiz ilahi kelime
ile lamelifin toplamına eşittir (Muhîtî, 2016: 108-109).
Görülüyor ki
Hurûfîlik, bütün dini hükümleri, ibadetleri, yaratılışı, varlık ve zamanı yirmi
sekiz ve otuz iki harf ile açıklamaya çalışır (Gölpınarlı, 1969: 147;
Şenödeyici, 2015: 189).
Kur’arim
sırrı, yirmi dokuz surenin başında bulunan hurûf-ı mukattaâ harflerindedir.
Bunlar, tekrarı olmayan on dört harften ibarettir:
d
c û d. Bu harfler söylendiği gibi yazılırsa, harfinde harfinde ve harfinde j
açığa çıkar; böylece harflerin toplamı on yedi olur. Bu on yedi harf ‘muhkemât’
olarak adlandırılır. Hazarda kılınan on yedi rekat namaz, muhkemât harflerinin
sayısıncadır. Muhkemât harfleri haricindeki on bir harf ise ‘müteşâbihât’
olarak adlandırılır. Bu harfler şunlardır:
Müteşâbihât
harfleri,
seferde kılınan on bir rekata karşılık gelir. Muhkemât ve müteşâbihât
harflerinin toplamı yirmi sekizdir (Duman ve Altundağ, 1998: 401; Gölpınarlı,
1989: 19; Gölpınarlı, 1969: 146).
Muhkemât,
kendini insanın yüzündeki on dört hat olarak gösterir (AnaBritannica, 1994:
81). On dört masumu oluşturan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz.
Fatıma ve on iki imam, muhkemâta karşılık gelir (Usluer, 2010: 1367). Hurûfiler,
“.. .on dört mukatta’ât harfini Kur’arirn ve tüm harflerin esası olarak
düşünmüş, dolayısıyla on dördün de varlıktaki müşahedesini yapmışlardır”
(Usluer, 2009a: 118-119).
Hurûfiler,
İslam’ın bazı unsurlarını kendilerine göre değiştirmişlerdir. Mesela; onların
kelime-i şehadeti “Eşhedü en lâ ilâhe illâ Fazlullah” şeklindedir. Ezan ve
kamete Fazlullah’ın adını kattıkları gibi abdest ve namazlarda Arşnâme’ten beyitler
okumuşlardır. Hac ibadetini, Fazlullah’ın idam edildiği Alıncak’ta yaparlar.
Maktelgâh olarak kabul edilen, Fazlullah’ın öldürüldüğü yerde ihrama girip,
orayı yedi kez tavaf ederler, Maranşah olarak anılan Miranşah’ın yaptırdığı
Senceriye Kalesi’ni taşlayarak şeytan taşlama ibadetini gerçekleştirirler.
Hurûfîlerin kıblesi de muhtemelenAlıncak’tır (Gölpınarlı, 1969: 152-153; 1989:
26).
Bazı Hurûfîler
ahirete inanırken bazıları inanmamaktadır. Ahirete inanmayan Hurûfîlere göre;
ölümden sonra hayat yoktur. Otuz iki ilahi kelimenin sırrına erenlerden
sorumluluk kalkar. Bu sebeple, dünyada yaşanan an, cennette yaşanan an gibidir.
Dolayısıyla, dini mükellefiyetler söz konusu değildir. Bazı Hurûfîlere göre
ise, Fazlullah, bütün dini sorumlulukları yerine getirmiş, böylece onun
takipçilerinden dini sorumluluklar kalkmıştır (Aksu, 1998: 409; Gölpınarlı,
1989: 2223).
Hurûfîlikte,
unsurları yirmi sekiz ve otuz iki harf ile açıklayabilmek ve istenen sonuçlara
ulaşabilmek için, harf eksikse arttırma, fazlaysa azaltma yoluna gidilir ki
buna ilm-i hurûfta ‘kabz ve bast usulü’ denir (Aksu, 1998: 409; Ünver, 2003:
115-116). Bu usul, Hurûfiliğin eleştirilen yönlerinden biridir; çünkü
hesaplamalarda keyfî davranmaya yol açan bir yöntemdir.
Hurûfiliğin
eleştirilen bir diğer yönü, Fars milliyetçiliğine kapı aralamasıdır. Abdülbaki
Gölpınarlı’ya göre, Fazlullah Esterâbâdî’nin, sistemini, yirmi sekiz harften
oluşan Arap alfabesi yerine, otuz iki harften oluşan Fars alfabesine göre
düzenlemesinde, Câvidânnâme ’yi kutsal bir kitap olarak tanıtmasında ve
din dilini Arapça’dan Farsça’ya çevirmesinde İran milliyetçiliğinin tesirleri
olabilir (1989: 22).
Fuat Köprülü,
Hurûfîliği “garip ve çocukça sistem” olarak kabul eder. Ona göre Hurûfîlik,
Fazlullah’ı Allah yapabilmek için ortaya çıkarılmış, İslam tasavvufu üzerine
acemice kurulmuş, hiçbir felsefî ve ahlaki değeri olmayan birtakım çocukça
inançlar derlemesidir (Köprülü, 2016: 448). Sâdık Vicdânî de Hurûfîlik hakkında
olumsuz düşüncelere sahiptir. Ona göre Hurûfîlik, kişisel ve mantıksız
tevillerden ibaret, hiçbir kurala ve gerçeğe dayanmayan, oldukça saçma bir
düşünce ve inançtır (2017: 131). Abdülbaki Gölpınarlı, Hurûfîliği, her şeyi
yirmi sekiz ve otuz iki harfle açıklamaya çalışan, belirli bir metodu olmayan,
devrine göre orijinal bir düşünce olarak kabul eder (1989: 18).
Haşan Hüseyin
Ballı’ya göre Hurûfîlik, temelde vahdet-i vücut düşüncesine dayanan, içinde
Ehl-i Sünnet ve Şiilikten unsurlar barındıran, örnek
aldığı Bâtınî
metotlar sayesinde varlığın birliğini ispat etmek için harfleri ve sayıları
kullanarak orijinal yorumlar yapan, Mehdici/Mesihçi bir fırkadır” (2012: 381).
Özer Şenödeyici, Hurûfîliği, varlığın sırlarını ve İslam dinini sayılar ve
harflerle açıklamaya çalışan, tasavvuf kavramı içerisinde incelenebilecek olan,
manevi bir sistem olarak kabul eder (2015: 115-117). Fatih Usluer’e göre ise,
insanı merkeze alan, siyasi hedeflerden uzak, semavi dinler arasında ayrım
yapmayan, orijinal, felsefı-mistik bir akımdır (Usluer, 2009a: 19-107).
Sonuç olarak
diyebiliriz ki; Hurûfîlik, ontolojik olarak, varlığın temeline söz ve harfi
alan, her şeyde ilahi kelimelerin işaretini arayan, varoluşun anlamını bu
kelimeleri tanımak ve anlamakta bulan, hem Sünnî hem de Şiî gelenekten
etkilenmekle birlikte her ikisinden de ayrı, İslam tasavvufundan izler taşısa
da bazı mutasavvıfları eleştiren, kendine has bir harekettir, inanç ve düşünce
tarzıdır.
Fazlullah
Esterâbâdî’den Sonra Hurûfîlik ve Hurûfîliğin Osmanlı Devleti’nde Gelişmesi
Fazlullah
Esterâbâdî, Timurlular tarafından Alıncak Kalesi’nde 1394’teki idamından önce,
ailesine ve takipçilerine iki adet vasiyet bırakmıştır. Bu vasiyetlerden biri,
kızlarının, hayatlarını güvende tutmak için neler yapması gerektiği
hakkındadır. Bu vasiyet yalnızca Fazlullah’ın kızları tarafından değil,
takipçileri tarafından da -zorunlu olarak- yerine getirilmeye çalışılmıştır.
Fazlullah’ın uyarılarını dikkate alan Hurûfîlerden bir kısmı Hindistan’a, diğer
bir kısmı ise Anadolu ve Balkanlara göç etmiş, Hurûfîlik düşüncesini ve
inancını buralarda yaymaya çalışmıştır (Ballı, 2011: 156).
Fazlullah
Esterâbâdî’nin idamı neticesinde bazı Hurûfîler tarafından İran’ın çeşitli
bölgelerinde ayaklanmalar gerçekleştirilmiştir. 835/1431-1432’de İsfahan’da
Hacı Surh adlı bir kişi, yaptığı propagandalar neticesinde taraftar toplayarak
bir ayaklanma başlatmış, bu hareket bastırıldıktan sonra Hacı Surh’un derisi
yüzülmüştür. Ayaklanmadan sorumlu diğer kişiler de çeşitli şekillerde
cezalandırılmıştır (Ballı, 2010: 165; Aksu, 1998: 410).
Hurûfîlerin
bir başka ayaklanması, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah döneminde, 845/1441’de
Tebriz’de yapılmıştır. Bu ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmış, yaklaşık 500
Hurûfî katledilmiştir, cesetleri yakılmıştır. Hurûfîlerin Herat ve Horasan’da
da kanlı faaliyetlere girişmiş olduğu bilinmektedir. Hurûfilik, Şahruh’un
ordusunda tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle Hurûfiler, çeşitli yerlere
sürülmüştür. Bunun üzerine, 830/1427 yılında Ahmed-i Lor adlı biri, cuma
namazından çıkan Şahruh’a bıçakla saldırıp onu yaralamıştır. Ahmed-i Lor
yakalanıp öldürülmüş, bu bölgede yaşayan Hurûfiler hakkında geniş çaplı bir
harekat başlatılmış ve pek çok Hurûfînin hayatına son verilmiştir (Ballı, 2010:
165-166; Aksu, 1998: 410).
Hem Fazlullah
Esterâbâdî’nin vasiyeti gereği, hem de İran ve Azerbaycan’da başlatılan takip
ve idamlardan dolayı Hurûfiler, Hindistan’a, Suriye’ye, Irak’a, Mısır’a ve
Anadolu’ya göç etmişlerdir. Hindistan’a giden Hurûfiler, burada, Fazlullah’ın
sadık takipçileri tarafından “Merdûd” lakabıyla anılan Mahmud Pesîhanî’yi önder
olarak kabul etmişler ve Fazlullah Esterâbâdî’nin görüşlerinden
uzaklaşmışlardır. Mahmud Pesîhanî, kendisini Mehdî olarak ilan etmiş, Arap
devrinin bitip Acem devrinin başladığını bildirmiştir. Hz. Ali ile aynı
olduğunu iddia etmiştir. Onun düşünceleri, Noktavîlik akımının ortaya çıkmasına
sebep olmuştur, Cevâzü’s-sâirîn adlı kitabı ise, Noktavîliğin temel kitabı
olarak kabul edilmiştir (Ballı, 2010: 167).
Anadoluya göç
eden Hurûfîlerden en önemlileri, Fazlullah Esterâbâdî’nin halifelerinden
Aliyyü’l-A’lâ ve Nesîmî’dir.
Aliyyu’l-A’lâ’nm
asıl adı Ebu’l-Hasan-ı İsfahânî’dir ve Fazlullah Esterâbâdî’nin baş halifesidir.
Fazlullah’ın idamından sonra Anadolu’ya geçen
Aliyyu’l-A’lâ,
kardeşi ile beraber burada Hurûfîliği yaymaya çalışmış, Bektâşîlere Câvidânnâme"yi
Hacı Bektaş’ın yolu olarak tanıtmıştır. Böylece Hurûfîler ile Bektâşîler
arasındaki münasebet başlamıştır. O, Hurûfîliği öğretmek amacıyla birtakım
eserler yazmıştır. Sözkonusu eserlerden en önemlileri Tevhidnâme ve Kıyâmetnâme"dir
(Aksu, 1989: 381).
Seyyid Nesîmî,
Aliyyü’l-A’lâ gibi, Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra Anadolu’ya geçmiş ve I.
Murad döneminde Bursa’ya ulaşmıştır. Burada pek iyi karşılanmayan Nesîmî’nin
Hacı Bayrâm-ı Veli ile görüşme isteği de, kendisinin Hurûfî olmasından dolayı
reddedilmiştir. Nesîmî, Anadolu’da tutunamayarak Hurûfîlerin çok olduğu Halep
şehrine gitmiş ve burada faaliyetlerini sürdürmüştür. (Bilgin, 2007: 3-4).
Hurûfîliği yaymak amacıyla Anadolu’ya gelen Seyyid Nesîmî’nin Alevî-Bektâşî
geleneğinde yedi büyük ozandan biri sayılması, Hurûfîlik ile Bektâşîliğin
münasebeti sonucu olmalıdır.
Hurûfîliğin
Balkanlara yayılması, Seyyid Nesîmî’nin halifesi Refiî sayesinde
gerçekleştirilmiştir (Ballı, 2010: 169).
Tireli
Ferişteoğlu, Fazlullah’ın halifelerinden Şemseddin veya Şemseddin’in talebesi
Bayezid vasıtasıyla Hurûfîliğe girmiş biridir ve Fazlullah’ın Câvidânnâme ile
Muhabbetnâme adlı eserlerinden bazı bölümleri Işknâme adıyla
Türkçe’ye tercüme etmiştir. Câvidânnâme"yi Türkçeye tercüme eden
bir diğer isim ise, hayatı hakkında bilgimiz olmayan Derviş Murtazâ adlı bir
Bektâşîdir (Ballı, 2010: 170).
Anadolu’da
Hurûfîlik inancının zirveye çıkması Fatih Sultan Mehmed dönemine rast gelir.
Hurûfîler, saraya kadar girmişler, padişahı bile etkilemişlerdir. Aynı zamanda
yeniçeriler arasında da taraftar toplamaya çalışmışlardır. Hurûfîlerin, kendi
inançlarını Osmanlı Devleti’nin resmî inancı haline getirmeye ve iktidarı ele
geçirmeye çalıştıklarını gören Mahmut Paşa ulemâyı bu konuda uyarmıştır.
Fahreddîn-i
Acemî, padişahı Hurûfîlerin cezalandırılması konusunda ikna etmiş, bunun
üzerine yaklaşık üç yüz Hurûfî Edirne’de idam edilmiştir. Nişancı Tarihi"ne
göre ise Hurûfîler, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarından
sürülmüştür (Ballı, 2010: 171; Aksu, 1998: 411). Haşan Hüseyin Ballı, 16. ve
17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşayan Hurûfîler hakkında
şunları söylemektedir:
XVI ve XVII.
yüzyıllarda Hurufîlik Osmanlı toplumunu etkilemeye devam etmiş, bir yandan
Bektaşîliğin temel inançları arasına girerken öte yandan Bektaşilik'ten
bağımsız temsilciler yetiştirmiştir. Muhtelif kayıtlardan, XVI. yüzyılda
Anadolu ve Rumeli'deki çeşitli bölgelerde "ışık” adı verilen Hurûfîler'in
takip edilmesine, tutuklanıp cezalandırılmasına dair emimâmeler gönderildiği
anlaşılmaktadır. Bektaşî görünen Hurûfîler, giderek sayıca azalmalarına rağmen
daha sonraki asırlarda da faaliyetlerini gizlice devam ettirmişler, ancak
hiçbir zaman devlete karşı ayaklanma gücünü elde edememişlerdir. Horasan,
Irâk-ı Acem, Azerbaycan ve Suriye'deki Hurûfîler ise daha erken dönemlerde
etkinliklerini yitirmişlerdir. Halep, Bitlis, Sivas, Akçahisar, Eskişehir, İstanbul
gibi merkezler yanında Balkanlar'da Deliorman, Arnavutluk, Ergirikasrı, Filibe,
Varna, Tatarpazarcığı ve ayrıca İskenderiye Hurûfîler'in zaman zaman
varlıklarını duyurdukları merkezler olmuştur. (Ballı, 2010: 171-172)
Görüldüğü gibi
Hurûfîlik, kurulduğu yıllardan itibaren sert bir tepkiyle karşılaşmıştır.
Hayatta kalmaya çalışan Hurûfîler, Hurûfîliğin merkezi olan İran ve
Azerbaycan’dan Hindistan, Mısır, Irak, Suriye, Anadolu ve Balkanlara
dağılmışlar, inanç ve düşüncelerini burada yaşamaya çalışmışlardır. Fakat bu
inanç ve düşünce tarzı, ya Hindistan’da olduğu gibi dönüşüm geçirip Noktavîlik
şekline girmiş ya da Anadolu ve Balkanlarda olduğu gibi, mevcut tarikatlerin
içine sızarak yaşamını devam ettirmiştir.
Arşî Divanı’ndaki
“Hâzâ Dîbâce-i Velâdet-i ‘Arşî” adlı mensur kısımdan Arşî’nin doğum tarihini
öğrenebiliyoruz:
Hazret-i
Sâhibü’l-Beyân Fazl-ı Kadîm-i Müte’âl (» ç) Hazret-i Rasûlü’llâh
‘Aleyhi’s-selâmdan yedi yüz kırk yıldan sonra ‘âlem-i zâtdan ‘âlem-i sıfata geldiler
ve bende ki ‘Arşî Dede’yüm hicretün tokuz [yüz] yetmiş yılından sonra ‘âlem-i
terkîbe geldüm. Hazret-i Sâhibü’l-Beyân ile bu bendenün mâ-beyninde fasıla iki
yüz otuz yıl vardur ve bu iki yüz otuz yıl terkîb olmak lâzım gelürse lafz-ı
‘yâr-i dâd’ zâhir olur. Türkî dilince dimek olur ki ‘yarlık virdi’ ve bu gazel
târîhe münâsib düşmekle kayd-ı kitâbete geldi. (Arşî, 1989: 125)
Yukarıdaki
metne göre Fazlullah Esterâbâdî, 740/1339-1340 yılında doğmuştur. Arşî ise
Fazlullah’tan 230 sene sonra dünyaya gelmiştir ki bu tarih 970/1562-1563
tarihine karşılık gelir. Millet Kütüphanesinde bulunan 1034 numaralı mecmuadaki
tarih kaydına göre ise Arşî 1030/1620-1621 yılında vefat etmiştir (Kahraman,
1989: 4; Gölpınarlı, 1969: 154; Muhtar, 1986: 225; Usluer, 2009a: 94)
Arşî’nin asıl
adı, ailesi ve memleketi hakkında bilgimiz yoktur (Kahraman, 1989: 4). Şuarâ
tezkirelerinde biri Tireli diğeri ise Yenipazarlı olmak üzere iki farklı
Arşî’den bahsedilir. Âşık Çelebi (2010: 1065-1067), Kınalızâde Haşan Çelebi
(2014: 621-623), Riyâzî (İsen, Kılıç, Aksoyak, Sungurhan ve Durmuş, 2015: 107)
ve Kafzâde Fâizî (aktaran Kahraman, 1989: 6) her iki Arşî’den de bahsederken
Esrar Dede (2000: 359) yalnızca Tireli Arşî’den, Beyânî (1997: 170) ise
yalnızca Yenipazarlı Arşî’den bahseder. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmanî
Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye adlı eserinde her iki Arşî’ye de yer
verir (1996: 529).
Tireli Arşî,
bütün kaynaklarda Mevlevî olarak geçer. Fatih Usluer, Arşî’nin bir şiirinden
hareketle, onun Hurûfî olmadan önce sufi olduğunu; fakat bundan memnun
kalmadığını belirtir (2009a: 95). Yine de, Arşî Divanı’mn hiçbir
yerinde, Hurûfî Arşî’nin, önceden Mevlevî olduğuna dair herhangi bir işaret
yoktur. Aksine, Divan’da Mevlevîleri eleştiren bir gazel vardır:
Degülsin gerdiş-i devre muvâfık
Anıldı gerçi adun Mevlevi’den
Zuhûr-ı zât-ı idrâk itmedün çün Mufassal Ma’nevîden Mesneviden
Beyân-ı Fazl-ı Hakdan iste meded
Halâs olmağa tâ cehl-i kavîden (G 234/2-4)
Hurûfî
Arşî’nin, gençliğinde sufıler arasına katılmış olma ihtimali, onun Mevlevî olma
ihtimalini de doğurur. Bu durumda Tireli Arşî Hurûfî Arşî olabilir. Bununla
beraber, Tireli Arşî’nin geçirmiş olabileceği değişimden hiçbir tezkire
yazarının bahsetmemesi zihinlerde soru işareti bırakmaktadır. Ayrıca, Hurûfî
Arşî’nin Mevlevîleri eleştiren şiirini de göz önüne alırsak, Tireli Arşî’nin
Hurûfî Arşî olma ihtimali, imkansız denecek kadar azalır. Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi, ‘Arşî’ maddesinde, bu düşüncemizi destekleyecek
mahiyette bilgiler vermiştir. Her üç Arşî hakkında maddesi bulunan
ansiklopedinin, Hurûfî ‘Arşî’ maddesinde, Esrar Dede’nin, Tireli Arşî ile
Hurûfî Arşî’yi karıştırdığı, Hurûfî Arşî’nin Mevlana ve Mevlevilikle alakalı
şiirinin olmadığı söylenmiştir (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,
1977: 162).
Arşî
Divanı’ndan hareketle, şairin Hurûfî olduğu konusunda şüphe bulunmadığını
söyleyebiliriz. On iki imam (M 1; K 2; K 5; K 6), Hz. Ali (K 4; G 228) ve Hacı
Bektaş-ı Veli (G 308) için yazdığı şiirlerden onun Bektaşîler arasına girmiş
Hurûfîlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Divan1 ındaki 2
numaralı terkib-i bende ve 243 numaralı gazele göre, onun Muhîtî’nin bir müridi
olduğunu kabul edebiliriz. Bahattin Kahraman, 243 numaralı gazelden yola
çıkarak, Muhîtî Dede öldükten sonra onun postuna Arşî’nin çıkmış olabileceğini
iddia etmektedir (1989: 9).
Arşî’nin
eğitimi hakkında bilgimiz olmasa da, Divan’ındaki bazı şiirlerden
hareketle, iyi düzeyde Farsça bildiğini kesinlikle söyleyebiliriz (M 1; K 3; K
9; G 16; G 33; G 51; G 108; G 134; G 135; G 216; G 217; G 218; G 219; G 251; G
252; G 280).
Şairin nerede
doğduğu bilinmemektedir; fakat Divan’ından hareketle Kerbela’yı gördüğü
söylenebilir (Kahraman, 1989: 10). Ergirikasrı’na yazdığı methiyeye (K 9) göre,
bir dönem burada yaşadığı kesindir. Abdülbaki Gölpınarlı, bu konuda şunları
söylemektedir:
Ergirikasrı’nda
Arşî’nin bir de tekkesi bulunduğunu A. Emîrî’nin Farsçalarında 824 No.da
kayıtlı ‘Mahabbat-nâma’yla aynı K.nin Şer’iye kısmında 1368 No.da kayıtlı
‘Işk-Nâma’nın ketebesinden anlıyoruz. Her iki ketebede de kitapları istinsâh
eden Ca’far, kendisinin, Ergirikasrı’nın Divitdâr mahallesinden olduğunu ve
‘Arşî’ye mensûb bulunduğunu ‘Hüddâm Arşî Dede’ diye bildirmektedir. Birincisi
1176, İkincisi 1186’da yazıldığına ve Arşî’nin 1030’da öldüğüne nazaran bu zât,
ancak Arşî’nin tekkesinde şeyh olabilir. (1989: 31).
Arnavutluk’ta
bulunan Ergirikasrı’nda, “16. yüzyılın sonlarına doğru kasabanın ilk müslüman
sivil nüfusu ortaya çıkmış bulunuyordu. Nitekim 1583’te 232 hane Hıristiyan
nüfusa karşılık burada 65 nefer Müslüman vardı ve bu rakamlara göre toplam
nüfus 2500’ü bulmuştu” (Kiel, 1995: 299). Burası, zamanla bir Müslüman şehri
haline gelmiştir. Nitekim Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Ergirikasrı’nda sekiz
cami, yedi mescit, üç medrese ve üç tekke bulunduğunu ifade eder (aktaran Kiel,
1995: 299). 1967 kültür ihtilali sırasında, buradaki bütün camiler, medreseler
ve tekkeler yıkılmıştır; sadece Bektâşî Süleyman Baba Tekkesi ayakta kalmıştır
(Kiel, 1995: 299).
Fatih Usluer,
Muhîtî Dede’nin Kısmet-nâme adlı eserine yazdığı ‘Giriş’ yazısında,
Hurûfî nüshaları üzerine yaptığı bir araştırmadan bahseder. Bu araştırmaya
göre, 1420 ile 1896 tarihleri arasında istinsah edilen 104 adet Hurûfî eseri
nüshası bulunmaktadır. Bu nüshalardan 39’unun istinsah yeri bellidir: 28’i
Ergirikasrı, 5’i İşkodra, l’i Kanîne, 2’si Hacı Bektaş ve 3’ü İstanbul’da
istinsah edilmiştir[2] (2016: 20).
Yukarıda
paylaştığımız bilgiler ışığında, Arşî’nin yaşadığı dönemi ve Ergirikasrı’nın bu
dönemdeki demografik yapısını dikkate alırsak, Ergirikasrı’na ilk yerleşen
Müslümanlardan bir kısmının Bektâşîlik içinde gizlenen Hurûfîlerden olduğunu ve
Arşî’nin de bu toplulukta bulunduğunu söyleyebiliriz.
Eseri
Arşî’nin
bilinen tek eseri Divan"ıdır. Bahattin Kahraman, Arşî
Divanı"nın tenkitli metnini 1989 yılında yüksek lisans tezi olarak
hazırlamıştır. Bu bölümün yazılmasında büyük ölçüde sözkonusu tezden
faydalanılmıştır.
Arşî
Divanı"nın on sekiz nüshası bulunmaktadır. Çalışmamızda kullandığımız
metin, şu üç nüshanın edisyon kritiği ile oluşturulmuştur:
İstanbul Millet Kütüphanesi Ali Emîrî (Manzum Eserler),
No: 285. - En eski nüsha budur.-
Konya KoyunoğluMüzesi Kütüphanesi, No: 12797.
Konya Mevlâna Müzesi Abdülbaki Gölpınarlı Kütüphanesi, No:
201.
Bahattin
Kahraman’ın hazırladığı tenkitli metinde toplam 419 şiir bulunmaktadır.
Bunların nazım şekillerine göre dağılımı şöyledir: Mesnevi: 3, kaside: 10,
gazel: 308, müstezad: 3, tercî-i bend: 3, terkîb-i bend: 2, muhammes: 3,
tahmis: 3, müseddes: 3, müsemmen: 1, kıt’a: 25, tuyuğ: 28, rubâî: 26.
Toplam 419
şiirin 23’ü Farsça olup şiirler 26 farklı aruz kalıbıyla yazılmıştır.
Şiirlerin
önemli bir kısmı Hurufilikle alakalıdır. Bunu, Bektaşîlikle alakalı şiirler
takip eder. Geri kalan şiirler aşk, sevgili, zamandan şikayet, tasavvuf ve ölüm
gibi konuları işler.
ARŞÎ DİVANI’NDA HURÛFÎLİK
Bu bölüm,
incelememizin temel iki sorusuna cevap aradığımız kısımdır. "Arşî
Divanı’nda Hurûfîlik etkisinin boyutları nedir?’ ve ‘Arşî, şiirlerinde ne
anlatmak istemektedir?’ sorularına yanıt arayacağız. Bunun için, konumuzla
ilgili beyit ve bendleri gruplandırıp şerh edeceğiz.
Fazlullah
Esterâbâdî
Fazlullah
Esterâbâdî, Hurûfîliğin kurucusu olması dolayısıyla bu öğretinin merkezinde yer
alır. Onun rüyaları, öğretileri, tevilleri ve kitapları, Hurûfî eserlerinde
yüzyıllarca anılmıştır. Fazlullah’ın eserleri, özellikle de Câvidânnâme,
gerek tercüme gerekse telif eserlerde en çok başvurulan ve alıntı yapılan
kaynak eserlerdir. Fazlullah Esterâbâdî’nin konumunu tespit edebilmek,
Hurûfiliği anlamak açısından önem arz etmektedir. Arşî Divanı’nda
adından çokça bahsedilen Fazlullah, pek çok yönüyle şiirlerde yer almaktadır.
Onun fiziki özelliklerinden başlayarak konumu, Allah’ın onda tecelli etmesi,
dünyaya ilahi bir görevle gönderilmesi, Mehdî ve Mesîh oluşu, en büyük ilmin
sahibi ve hakikatin anahtarı olması gibi konular şiirlerde anlatılmaktadır. Arşî
Divanı’nda Hurûfîlik etkisi araştırılırken, Fazlullah ve onun özelliklerine
dair hususlar ilk incelenecek konuları oluşturmaktadır. Bu kısımda Fazlullah’a
dair her bir özellik, alt başlıklar halinde Arşî Divanı’ndakl ilgili beyitlerin
şerh edilmesi yoluyla incelenecektir.
Fazlullah’ın
İsmi
Fazlullah’ın
ismi, sıradan bir isim değildir. Dünyaya seçilmiş bir adam olarak gönderilen
Fazlullah’ın adı, elbette ki bazı ilahi işaretleri taşıyacaktır:
Fe ‘dad’ ve
‘lam ’ isimleri hakkı için... isimlerin en büyüğü budur. Söz bitti.
Câvidân-nâme'Fm kırkıncı babında, Allah’ın insan yüzüne yazdığı yedi ilahi
kelimeden bahsedilir. Bunlar: İki göz, iki kulak deliği, iki burun deliği ve
yüzün kendisidir. Bu hatlarda ‘Fazl’ ismi yazılıdır. Allah, sözkonusu yedi
ilahi kelimeyi dört unsur olan toprak, hava, su ve ateşin üzerine yazmıştır. Bu
sebeple Fazlullah, dört unsurun da öğretmenidir. Câvidân-nâme’te.
Fazlullah’ın gördüğü bir rüyadan bahsedilir: “Ve ol hâb ki Fazl-ı yezdân görmüş
idi ki Hakk teâlânın üç ismi var idi ki on sekiz bin âlemi muhît ola ve ol
isimden gayrı ism-i şahsı arada olmaya ve ol üç isim d idi ve ol kimse ki ismi
levh üzerinde ol nâmın arasında yazılı idi...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
144). Yani, Fazl ismi on sekiz bin âleme yayılmıştır. Arada, Allah’ın başka bir
ismi yoktur. Bir başka deyişle, Fazl ismi Allah’ın en büyük ismidir; bundan
dolayı levha (levh-i mahfuz) üzerine yazılmıştır. Fazlullah, söylediklerine şu
ayetleri kanıt olarak gösterir: “O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah,
büyük lütuf (fazl) sahibidir” (Âl-i İmrân, 3/74). “(...) İşte bu, Allah’ın bir
lütfudur (fazlıdır). Onu dilediğine verir. Allah, lütfü geniş olandır, hakkıyla
bilendir” (Mâide, 5/54).
Fazlullah’ın
Yüzü
Yüz, Hurûfîlik
düşüncesi ve inancında oldukça önemlidir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimeyi
insanın yüzüne yazmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66-67; Âmiloğlu, 2014:
86-87; Seyyid Nesîmî, 2017: 11; Vîrânî Abdal, 2015: 33). Fazlullah, insanlara
yüzdeki hatları okumayı öğreterek Allah’ın herkes tarafından görülmesini
sağlamıştır. Fazlullah’ın en önemli özelliklerinden biri, Allah’ın onda tecelli
etmesidir (Usluer, 2009a: 575). Bu sebeple Fazlullah’ın yüzü diğerlerinin yüzünden
çok daha önemlidir. Her insanın yüzünde otuz iki hat vardır ve her insanda
Allah görünür; ancak Fazlullah’ın yüzü bir güneş gibidir (Arşî, G 294/3).
Allah, o yüzde bizzat görünmüştür. Arşî, aşağıdaki beyitte, Fazlullah’ın
öğretisinin öneminden ve yüzünün eşsizliğinden bahsetmektedir:
Kimse bulmazdı
likâ-yı zât-ı bî-çûndan nişân
Fazl-ı Yezdân
salmasaydı vech-i pâkinden nikâb (G 17/6)
Fazl-ı
Yezdân temiz yüzünden peçeyi salmasaydı hiç kimse eşsiz zatın yüzünden işaret
bulamazdı. Fars alfabesinin harflerinden oluşan otuz iki ilahi kelime[3], Allah’ın isimleri ve
sıfatlarıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13).
Hurûfîlikte isim ve isimlenen (müsemma) aynı kabul edildiğinden, bu ilahi
kelimeler Allah’ın kendisidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 93; Âmiloğlu, 2014:
77). Hz. Âdem, otuz iki ilahi kelimenin aynasıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2014:
39). Yani Allah, insanın yüzündedir. Fazlullah, Hurûfîlik öğretisiyle insanlara
kendi yüzlerinde yazılı olan otuz iki ilahi kelimeyi okumayı ve anlamayı
öğretmiştir. Ayrıca, Fazlullah Allah’ın tecelli ettiği zat olduğundan dolayı
onun yüzü Allah’ın yüzünün en büyük işaretidir.
Evvel senâ-yı
lem-yezel-i Fazl-ı Kibriyâ
Âhir hem ol ki
va’dede ‘arz eyledi likâ (K 6/1)
Önce
(gelen), Fazl-ı Kibriya’nın sonsuz övgüsü(dür); sonra (gelen), yine zamanda yüz
gösteren (Fazl-ı Kibriya’dır). Öncelikli olan, Allah’ın övgüsü,
yüceltilmesidir. Allah, Fazlullah’ın bedeninde tecelli etmiştir (Usluer, 2009a:
575). Böylece Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünün bir yansıması olmuştur.
Fazl-ı Kibriyâ olan Allah, Fazlullah’ın yüzü üzerinden kendi yüzünü
göstermiştir. Yani, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesi, Fazlullah’ın yüzündedir.
Sözkonusu otuz iki ilahi kelime her insanın yüzünde bulunmakla birlikte,
Fazlullah’ı ayrıcalıklı kılan şey, Allah’ın onda tecelli etmiş olmasıdır.
Likâ-yı Fazl-ı
Hakk oldı müyesser
Bize sad lutf
u sad ihsânlar ile (G 269/3)
Fazl-ı
Hakk’m yüzü bize yüz iyilik ve yüz bağış He müyesser oldu. Fazlullah’ın
yüzü, Allah’ın yüzüdür (Arşî, K 6/1). Bu sebeple Fazlullah’ın yüzü, iyilik ve
bağıştır.
Cennet ehline
rûz-ı ‘ukbâda
Perdesüz ‘arz
iden cemâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/30)
Ahiret günü
cennet ehline yüzünü perdesiz olarak gösteren odur (Fazlullah’tır). İslam
inancına göre Allah, ahirette cennetliklere yüzünü perdesiz olarak
gösterecektir. Beyitten ise, tercî-i bendin önceki beyitlerinden anladığımız
kadarıyla, cennet ehline yüzünü perdesiz gösterecek varlığın Fazlullah olduğunu
anlamaktayız. Bu beyitte de Fazlullah’ın yüzü Allah’ın yüzü olarak geçmektedir.
Okundı 'ai'ş-ı
er-rahman-ı tâha’
Zi-vech-i
Fazl-ı Hak zîbâ degül mi (G 281/3)
‘Arş-ı
er-rahman-ı tâha’ okundu; (Bu ayet), Fazl-ı Hakk’ın güzel yüzü (hakkında) değil
midir? Tâhâ’yı oluşturan ve 0 harflerinin ebced değerleri
toplamı on dörttür. Bu sayı, yüzdeki ümmî ve ebî hatların toplamına eşittir.
Beyte göre Tâhâ suresinin 5. ayeti, Fazlullah’ın yüzünde bulunan ümmî ve ebî
hatlar hakkında söylenmiştir.
Âfitâb-ı
vech-i Fazl-ı Hakk olalı âşikâr
Oldı müstagrık
tecellâsında anun cümle şey (G 294/3)
Fazl-ı
Hakk’ın yüzünün güneşi açığa çıktığından beri her şey (onun) tecellisine
boğuldu. Allah, Fazlullah’ın bedeninde tecelli etmiştir (Usluer, 2009a:
575). Böylece Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünün bir yansıması olmuştur.
Fazlullah’ın yüzünün güneşe teşbih edilmesinin sebebi budur.
Âşıkân-ı
cemâl-i Fazl-ı Hakuz
Hak-i pây-ı
‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)
Fazl-ı Hakk
’ın yüzünün aşıklarıyız; Aliyy-i A ’lâ’nın ayağının toprağıyız. Burada
Fazl-ı Hakk ile Fazlullah kastedilmiştir. Fazlullah, en büyük talebelerinden
‘Aliyyü’l-A’lâ ile aynı beyitte anılmıştır. Şair, Fazlullah’ın yüzüne - ve o
yüzdeki Allah yüzünün yansımasına - âşık olduğunu ifade etmiş; ‘Aliyyü’l-A’lâ
adlı Hurûtî büyüğünün de yolunu takip ettiğini söylemiştir. ‘Aliyyü’l-A’lâ’nm
ayağının tozu olduğundan bahsederek -kendince- bir çeşit tevazu göstermiştir.
Görmedi
zâhid-i fesâd-engîz
Oldı mahrûm-ı
rü’yet-i dîdâr (Tercî-i bend 3/1/6)
Fesat
karıştıran zahit görmeyip (Fazlullah’ın) yüzüne bakmaktan mahrum oldu. Rind
ile zahid, divan şiirinin ana tiplerinden ikisidir. Daimi bir çekişme içinde
olan bu iki tipe şiirlerde çok rastlanır. Divan edebiyatı geleneğinin
anlayışına göre zahid; satıhta kalan, özü bilmeyen kişiler olup ilmin kabuğuyla
meşgul olurlar. Hakikati bilmediklerini bilmediklerinden ve dar kalıpların
adamı olduklarından, çevresindekileri daima suçlarlar. Kendilerince doğru yolda
olan tek zümre onlardır; onlar gibi yaşamayan herkes yanlış yoldadır. Samimi
değildirler, imanları zayıftır. Gösterişi severler. Zahid tipinin karşısında
ise rind tipi bulunmaktadır. Rindler hakikat ehlidirler, varlığın özünü
bilirler. İlmin kabuğuyla değil, çekirdeğiyle ilgilenirler. Samimidirler;
zahidler gibi gösteriş yapmayıp doğal davranırlar. Hoşgörü sahibi ve iyi
niyetlidirler. Açgözlülükten ve kötü vasıflardan uzaktırlar. Daima iyi ve güzel
olanın peşindedirler (Tolasa, 2001: 74-75). Bu beyitte de zahid, kendisini
doğru kabul edip etrafını suçlamakta, kötü niyetiyle fesat karıştırmaktadır.
İlmin kabuğuyla uğraştığı ve hakikatten uzak olduğu için de Fazlullah’ın yüzünü,
yani Allah’ın yüzünü görememiştir. Halbuki Fazlullah’ın yüzü bir güneş gibi
parlamaktadır (Arşî, G 294/3)
Allah, otuz
iki ilahi kelimedir ve kendi fıtratı üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne bu ilahi
kelimeleri nakşetmiştir. Bu sebeple özelde Âdem’in, genelde ise insanın yüzü,
Allah’ın yüzünün bir yansımasıdır. Fazlullah’ın yüzünde de Allah bulunur; ancak
Fazlullah’ı diğer insanlardan ayıran çok önemli bir husus vardır ki o da
Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesidir. Fazlullah, Hurûfîlik öğretisi ile, insanlara
otuz iki hattı okuyabilme ve Allah’ın yüzünü görebilme kabiliyeti
kazandırmıştır. Takipçileri, Allah’ın yüzünü, Fazlullah’ın güneş gibi parlayan
yüzünde görmüşler, hidayete ulaşmışlardır. Fazlullah’ın yüzünde Allah’ı
göremeyen, hakikate ve hidayete ulaşamamış kimseler ise; ilmin kabuğunda kalan,
dar kalıpların adamı olan, samimiyetsiz ve zayıf imanlı kimselerdir.
Fazlullah’ın
Vücûdu
Vücut, ilahi
isimlerin işaretlerini gösteren bir tasarımdır. Allah, otuz iki ilahi kelimeyi
insanın yüzüne yazmıştır (Aksu, 1995: 278; Gölpınarlı, 1989: 18; Usluer, 2009:
280; Amiloğlu, 2014: 56) Dişlerin sayısı, ilahi kelimelerin sayısı kadardır
(Amiloğlu, 2014: 65). İki elin parmaklarında toplam yirmi sekiz boğum vardır.
Boğumların sayısı, Arap alfabesindeki harflerin sayısına denktir. Bu nedenle
boğumlar, ilahi isimlere işaret ederler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 524). Aynı
şekilde, ayaklarda da toplam yirmi sekiz eklem bulunur. Bunlara dört adet topuk
eklemini de katarsak otuz iki eklem elde ederiz (Virânî Abdal, 2015: 58).
Vücutta üç yüz altmış kemik bulunur. Bu sayı, altı tane yirmi sekiz ve altı
tane otuz ikinin toplamıdır. Yirmi sekiz, Arap alfabesindeki harf sayısı iken
otuz iki Fars alfabesindeki harf sayısıdır ki her ikisi de ilahi kelimelerin
sayısına karşılık gelir (Amiloğlu, 2014: 71). İnsanın vücudundaki delikler otuz
iki ilahi kelimeye işaret ederler. Başta yedi delik vardır: İki göz, iki kulak,
iki burun deliği ve bir ağız. Vücutta ise beş delik vardır: İki meme ucu, bir
göbek deliği, ön ve arka delikler. Eğer vücuttan istiva hattı geçerse ağız,
göbek deliği, ön ve arka delikler ikiye ayrılır. Böylece başta sekiz ve gövdede
sekiz delik meydana gelir. Toplamları on altı eden bu deliklerin bulundukları
on altı yeri delik sayısı ile toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz
(Âmiloğlu, 2014: 80-81). Hurûfilerce kabul edilen bu bilgilerden yola çıkarak
aşağıdaki beyti yorumlayabiliriz:
Vücûd-ı Fazl-ı
Hak âbâ degül mi
Beyân-ı
‘ilmü’l-esmâ’ degül mi (G 281/1)
Fazl-ı
Hakk’m vücudu babalar değil midir; esma ilminin ifadesi değil midir? Fazlullah,
esma ilmini açıklayan ilahi kişidir; onun vücudu ise esma ilminin ifadesidir.
Fazlullah’ın vücudu, tüm insanlığın babası, ilk yaratılan insan olan Hz.
Adem’den izler taşır. Bu izler, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye işaret
ederler. Dolayısıyla Fazlullah’ın bedeni, Allah’ı hakkıyla anlamak ve görmek
için bir vesiledir.
Fazlullah’ın
Eserleri
Fazlullah
Esterâbâdî’nin altı adet eseri vardır: Câvidânnâme, Arşnâme, Muhabbetnâme,
Divan, Nevnâme ve Vasiyetname. Arşî Divanı'ndaki bazı beyitlerde bu
eserlerin en önemlilerinden olan Câvidânnâme ve Muhabbetnâme
geçmektedir. Bir beyitte ise Arşnâme"yi çağrıştıracak bir kelime
kullanılmıştır.
Câvidân-Nâme
hakı-çün yâ Hudâ
Kıl bizi şirk
ü dalâletden cüdâ (M 1/12)
Ey Hudâl
Câvidân-nâme hakkı için bizi şirkten ve doğru yoldan sapmaktan uzak tut.
Fazlullah’ın Hurûfîlik öğretisinde kutsal kitap olarak kabul edilen Câvidânnâme,
insanları kötülüklerden koruyup doğru yola ileten bir rehber görevi görmektedir
(Usluer, 2009a: 250-251; Aksu, 1998: 409). Şair, Hudâ’ya dua ederken Câvidânnâme"yi
de anmakta, isteğinin yerine gelmesi için bu kutsal kitapla Hakk’a
sığınmaktadır.
Hem
Muhabbet-Nâme ‘arşu’llâh içün
Feth olan
sırr-ı kelâmu’llâh içün (M 1/13)
Muhabbet-nâme
ve Allah’ın katı için; açılan Allah’ın sözünün sırrı için... Muhabbetnâme,
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi ibadetlerde müşahede edebilme üzerine
yazılmış bir eserdir (Usluer, 2009a: 52). Dolayısıyla sözkonusu eser, Allah
sözünün sırlarını açığa vurmaktadır. Beyitte, Muhabbetnâme’nin bu yönüne
işaret edilmiştir.
Kelâm-ı
Câvidânîdür zemîn ü âsumân içre
Mü’ebbeddür
fenâ bulmaz nişân-ı Esterâbâdî (K 7/3)
Esterâbâdî’nin
işareti sonsuzdur, yeryüzü ve gökyüzünde ebedi (bir) sözdür; yok olmaz.
Hurûfîliğe göre; ilahi kelimelerin şekli ve sureti yoktur. Bu kelimeler
uzunluktan, derinlikten, görünüşten ve renkten münezzehtir. İlahi kelimeler
için ne geçmiş, ne şimdi ne de gelecek vardır. Zamanın dışında bulunan bu
kelimeler ezeli ve ebedidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66). Dolayısıyla
Esterabadlı Fazlullah’ın sözleri ezeli ve ebedidir; asla yok olmaz. Beyitte
geçen “câvîdânî” kelimesi ebedi, sonsuz anlamlarına gelir (Kanar, 2015: 209;
Tulum, 2011: 481). Şair, “kelâm-ı câvidânî” tamlaması ile Fazlullah’ın
sözlerinin ölümsüz olduğunu anlatırken, okuyucuya Câvidânnâme’y]. de
hatırlatır ve bu kitabın sonsuza kadar kalacağına işaret eder.
Bu
beyânu’llâhı bilmek ister isen mû-be-mû
Câvidân-Nâme’yi
sa’y ile var bul tâlibâ (G 6/19)
Ey talipl
Allah’ın sözlerini inceden inceye bilmek istersen gayret ederek Câvidân-nâme
’yi bul. Bu beyitte şair, Allah sözlerinin anlaşılabilmesi için kaynak
olarak doğrudan Câvidânnâme’yi göstermiştir.
Bulmışuz
esmâ-i küllîden müsemmâya sebîl
Okuyalı
Câvidân-ı Fazl-ı Hakdan bâ-edeb (G 18/2)
Fazl-ı Hak
’tan edep ile Câvidân-nâme okuduktan sonra esmadan müsemmaya yol bulmuşuz.
“Esmâ-i küllî” otuz iki ilahi kelimedir, “müsemmâ” ise Allah’tır. Şair, Câvidânnâme
sayesinde varlıklardaki ilahi isimleri okumayı öğrenerek Allah’a ulaşmıştır.
Çün behişt-i
Câvidân fazlından oldı âşikâr
Nûş idüp câm-ı
safâ hem eylenüz ‘ayş u tarab (G 18/8)
Câvidân
cenneti (onun) lütfundan ortaya çıktığı için (bu) neşe kadehini içip eğleniniz.
“Behişt-i Câvidân” tamlaması, Câvidânnâme"ye işaret eder,
“fazlından” kelimesi ise Fazlullah’ı hatırlatır. Câvidânnâme,
Fazlullah’ın iyiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu eser bir “câm-ı safâ” (neşe
kadehi)dir. İnsanlara da bu kadehi içip eğlenmek düşmektedir.
Arşî’ye göre;
Fazlullah’ın eserleri insanları şirkten ve yanlış yoldan koruyan, doğru yola
ileten bir rehberdir. Okuyucularını esmadan müsemmaya götürür. Allah’ın
sözlerinin sırrını bilmek ve anlamak isteyenler bu kitaplara başvurmalıdır.
Hakikati ortaya koyan bu kitaplardaki sözler, kelimelerin ebediyete ait
olmasından dolayı, sonsuza dek varlığını sürdürecektir.
Fazlullah
Esterâbâdî’de Allah’ın Tecelli Etmesi
Hurûfiliğe
göre üç tarihsel dönem vardır: Nübüvvet, imamet ve uluhiyet. Nübüvvet dönemi
Hz. Adem ile başlayıp Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile son
bulur. Hz. Ali ile imamet devri başlar. Fazlullâh Esterâbâdî, imamet devrinin
bitip uluhiyet devrinin başladığı noktada bulunmaktadır (Bashir, 2013: 55;
AnaBritannica, 1994: 81). Sonra gelen, önce gelenden faziletlidir. Fazlullâh,
bütün peygamberlerden ve imamlardan sonra gelmiştir. Tüm peygamberler, Allah’ın
zuhuru olan Fazlullâh’ın habercisidirler (Tökel, 2016: 43). Muhîtî Dede’ye
göre; Fazlullah’a iman etmemek kafirliktir; çünkü Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Şeyhi olmayanın imanı yoktur.” demiştir. ‘Şeyh’, ebced
hesabıyla dokuz yüz on sayısına karşılık gelir. ‘Fazl’ kelimesinin ebced
karşılığı da dokuz yüz ondur. Bu nedenle Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in bahsettiği şeyh, Fazlullah’tan başkası olamaz (Muhîtî Dede, 2014:
257-258).
Hurûfîlere
göre, Kur’arida geçen bütün ‘fazl’ kelimeleri, Fazlullâh Esterâbâdî’ye
işaret etmektedir. Ayrıca, Allah’ın kendi suretinde yarattığı ve otuz iki ilahi
kelimeyi nakşettiği insan yüzünde de ‘Fazl’ yazmaktadır. Hurûfîler, bu şekilde,
Fazlullâh’ın, Allah’ın zuhuru olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır (Aksu, 1995:
278; Tökel, 2016: 42).
Hurûfîler,
metinlerde Fazlullâh Esterâbâdî için Fazl-ı Hak, Fazl-ı Gayb, Fazl-ı Allâh,
Fazl-ı Lâyezâl, Fazl-ı İlâh ve Fazl-ı Hudâ gibi isimler kullanmaktadırlar. Bu
durum, Fazlullâh’ın, Hurûfîlerce, Allah’ın zuhur ettiği yer, Allah’ın tecelli
ettiği beden olarak kabul edildiğini göstermektedir (Usluer, 2009a: 575).
Arşî
Divanı’nda, Allah’ın Fazlullâh Esterâbâdî bedeninde tecelli ettiğine dair
beyitler bulunmaktadır:
Fazl idi gelüp
kılan tecellî
Emr iden ezel
namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)
Gelip
tecelli eden, ezelde namazı elli (vakit olarak) emreden Fazl idi. İslam
geleneğindeki bir rivayete göre, Miraç gecesi Allah, tüm Müslümanlar tarafından
itaat edilmek üzere Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e namazı elli
rekat olarak emretmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), arştan
dönüş yolunda Hz. Musa ile görüşür. Hz. Musa sorar: “Rabbin ümmetine neleri
farz kıldı?” Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevaplar: “Elli vakit
namaz...”. Hz. Musa, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah ile
bu konuda tekrar görüşmesini ister: “Rabbine dön, şefaat et. Ümmetin bu kadar
namaza güç yetiremez.” der. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah
ile tekrar görüşür ve O’ndan namaz vakitlerini azaltmasını ister. Allah, bu
sefer namazı on vakit olarak emreder. Dönüş yolunda Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Hz. Musa ile tekrar görüşür. Hz. Musa, İslam ümmeti için on
vakit namazı da fazla bulur ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
Allah ile tekrar görüşmesini ister. Bunun üzerine Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Allah ile bir kez daha görüşür ve O’ndan tekrar namaz
vakitlerini azaltmasını talep eder. Allah, namazı beş vakit olarak emreder. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dönüş yolunda Hz. Musa ile bir kez
daha görüşür. Beş vakit namaz, Hz. Musa’ya göre, İslam ümmeti için yine
fazladır. Hz. Musa, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den Allah ile
namaz vakitlerini azaltması hususunda son defa görüşmesini talep eder; ancak Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah’tan daha fazlasını
isteyemeyeceğini belirterek Hz. Musa’nın bu isteğini geri çevirir. Beyitte, bu
rivayete telmih vardır. Şair, ezelde elli vakit namazı emredenin Fazl olduğunu
ifade ederek, Allah ile Fazlullah arasında bir eşitlik kurmuştur. Tecelli,
“aşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhur etmek” anlamlarına gelir (Uludağ,
2016: 346). Ezelde namazı elli vakit olarak emreden Allah’ın tecelli etmesi ise
14. yüzyılda Fazlullah Esterâbâdî’nin bedeniyle olmuştur (Gökmen, 2017: 435).
Çün kıldı
tecellî sûret-i Fazl ile zât
Zâtına delîl
oldı esmâ-i sıfât
Yazıldı
yüzinde nûr ile dört yedi hat
Farz oldı
a’dâd ile beş vakt-i salât (Rubai 8)
'Zât, Fazl
suretinde tecelli kıldığı için, zatına sıfat isimleri delil oldu. Yüzüne nur
ile dört (tane) yedi hat yazıldı. Sayıyla beş vakit namaz farz oldu. ‘Zât’
ile kastedilen Allah’tır; ‘Fazl’ ile kastedilen ise Fazlullah’tır. Beyte göre
Allah, Fazlullah suretinde görünmüştür. ‘Esmâ-i sıfât’, otuz iki ilahi isimdir.
Hurûfiliğe göre; isim ile müsemma aynı şeydir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59).
Otuz iki harf, Allah’ın ismi ve sıfatı olduğu için (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13), bizzat Allah’ın kendisidir. Dolayısıyla, ‘esmâ-i
sıfât’, Allah’ın kendisi olduğundan dolayı, Allah’a delildir. Bir başka deyişle
Allah, kendisinin kanıtıdır. Allah’a kanıt oluşturan otuz iki isim, insanın
yüzüne hat olarak yazılmıştır. Yüze ‘nur’ ile hattın yazılmasının sebebi, ilahi
isimlerin nur olmasındandır. Fazlullah Esterâbâdî (2012: 417), Câvidânnâme
adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Hakkteâlâ Kur’ariı nûr okudu pes
kelime nûr ola...”. Rubaide geçen ‘dört yedi hat’, Arap alfabesindeki yirmi
sekiz harfe karşılık gelmektedir. ‘Dört’ ile kastedilen, anasır-ı erbaadır;
yedi ile kastedilen ise iki kaş, dört kirpik ve bir saçtan oluşan ümmî
hatlardır. Her bir hat dört unsurdan oluştuğuna göre, insanın yüzünde dört tane
yedi hat vardır ki yirmi sekiz hat yapar (Âmiloğlu, 2014: 57). Yirmi sekiz hat,
yirmi sekiz ilahi isme karşılık gelir. Böylece insanın yüzü, Allah’ın varlığına
delil olur. Rubai bağlamında düşünürsek, Allah’a delil olan insan yüzü,
Fazlullah’ın yüzüdür. Beş vakit namazın farz olması ise Miraç bahsiyle
alakalıdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç’ta Allah ile
öyle yakınlaşmıştır ki arada hiç mesafe kalmamıştır; çünkü Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Allah’ın otuz iki ilahi kelimeden ibaret olduğunu
anlamıştır. Bu otuz iki ilahi kelime, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in yüzünde yazılıdır. Böylece, aradan ikilik kalkmış, vahdete
erilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkunda yirmi sekiz
ilahi kelime vardır. Bunlar, Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin
karşılığıdır. Bu harflerin toplam yirmi iki noktası vardır ki harflerin
sayısıyla toplanınca elli olur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
Miraç’ta elli vakit namaz emredilmesinin sebebi budur. Elli vakit namaz, Hz.
Musa’nın uyarısı sayesinde düşürülmüş, beş vakte indirilmiştir. Beyitte, Miraç
hadisesinin bu Hurûfi yorumuna telmih vardır (Âmiloğlu, 2014: 100).
Tecellî
itmeseydi sûret-i Ademde Fazlu’llâh
Olurdı
reh-zen-i evlâd-ı Âdem zümre-i şeytân (G 221/9)
Fazlullah,
Âdem suretinde tecelli etmeseydi, şeytan topluluğu Âdemoğlunun yol kesicisi
olurdu. Arşî Divanı’rnn 8. rubaisine göre Fazlullah, Allah’tır. Onun Âdem
suretinde tecelli etmesi, Allah’ın insan suretine bürünmesidir. Eğer Allah,
Fazlullah şeklinde görünüp insanlara doğru yolu göstermeseydi, şeytan topluluğu
insanoğlunu saptırırdı. 221. gazelin 9. beytinin devamı aşağıdaki gibidir:
Kalurdı
perde-i gayb içre esrâr-ı Hudâ mübhem
Bilinmezdi ne
hikmetdür bu çarh u encüm ü erkân (G 221/10)
Huda’nın
sırları, gayb perdesi içinde örtülü kalırdı. Bu feleğin, yıldızların ve
sütunların hikmeti bilinmezdi. Allah’ın tecelli ettiği kişi olan Fazlullah,
gayb perdesini aralayarak Huda’nın sırlarını açığa çıkarmıştır. Feleğin,
yıldızların ve gökleri ayakta tutan sütunların hikmetini açıklamıştır. Eğer o
gelmeseydi, bunların hiçbiri olmazdı. Aşağıdaki beyit, bu beytin devamıdır:
Açılmazdı
hidâyet kapusı erbâb-ı tahkîka
Tecerrüd
‘âleminden kalmış idi cümle ser-gerdân (G 221/11)
Hakikat
erbabına hidayet kapısı açılmazdı. Bütün şaşkınlar, tecerrüd âleminden
kalmıştı. ‘Hakikat erbabı’ ile kastedilen, Hurûfî topluluğudur. Fazlullah
gelmeseydi, bu topluluk hidayete ermezdi. ‘Sergerdân’, başı dönen, şaşkın ve
perişan anlamlarında Farsça bir kelimedir (Devellioğlu, 2016: 1099). ‘Tecerrüd’
ise yalnızlık, halvet, uzlet ve mücerredlik anlamlarına gelir (Tulum, 2011:
1721). Ali Nihad Tarlan (2009: 259), Fuzûlî’nin “Sülûk-i fakr etvârum mezâk-ı
ışk hâlümdür / Tecerrüd âlemi seyrinde âlem pâyimâlümdür” beytini şerh ederken,
tecerrüd âlemi kavramını ‘âlemden elini eteğini çekmek âlemi’ olarak
anlamlandırır. Dolayısıyla, beytin ikinci mısrasını şu şekilde anlamlandırabiliriz:
(Hak âşığı olan) şaşkınların tamamı, elini eteğini çekme âleminden kalmış idi.
Arşî, pek çok
şiirinde Fazlullah’tan bahsederken Fazl-ı Hak, Fazl-ı Huda, Hazret-i Fazl-ı
Hudâ, Fazl-ı Allah, Fazl-ı Mutlak, Fazl-ı İlâh ve Cenâb-ı Fazl-ı Hakk gibi tamlamalar
kullanmaktadır. Şair, bu şekilde, Allah’ın Fazlullah Esterâbâdî’de tecellî
ettiğini anlatmak istemektedir. Fatih Usluer (2009a: 575), Hurufilik
adlı eserinde bu konuya şu sözleriyle değinmiştir: “Hurûfîlerin Fazlullah için
Fazl-ı Hak, Fazl-ı îlâh gibi isimleri kullanmaları, onların Fazlullah’a
uluhiyet atfettikleri anlamına gelmez. Ancak Fazlullah’ın uluhiyeti açıkça dile
getirilmese de Hurûtî eserlerde bunu çağrıştıracak ifadeler fazlasıyla
mevcuttur. En azından Hurûfîlerce Fazlullah’ın Allah’ın bir mazharı olarak
kabul edildiği rahatlıkla söylenebilir”. Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki
beyitler örnek gösterilebilir:
Fazl-ı Hakdur
kâdir ü hayy ü kadîm ü lâ-yenâm
Fazl-ı Hakdur
mâlik-i mülk-i Hudâvend ü Kerîm (K 8/7)
Kuvvetli,
diri, başlangıcı olmayan ve sonsuz (olan) Fazl-ı Hak ’tır. Hâkim ve Kerîm (olan
Allah’ın) mülkünün sahibi Fazl-ı Hak’tır. Hâkim ve Kerîm, Allah’ın doksan
dokuz isminden ikisidir. Allah mülkünün sahibi; O’ndan daha büyük, daha yüce,
daha üstün bir varlık olmadığından, yine Allah’tır. Beyitte, Allah mülkünün
sahibi olarak Fazl-ı Hakk’ın gösterilmesinin sebebi, Allah’ın Fazlullah’ta
tecelli etmiş olmasıdır. Ayrıca; kuvvetli, diri, başlangıcı olmayan ve sonsuz
sıfatları Allah’tan başka bir varlık için kullanılamazken burada Fazl-ı Hak
için kullanılmıştır
(Mü’min,
40/65; Hadid, 57/25; Rahman, 55/27). Dolayısıyla, şairin, Allah’ın sıfatlarını,
O’nun tecelli ettiği kişi olan Fazlullah için kullandığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Böylece Fazlullah, şiirde, Allah konumunda kabul edilmiştir.
Fazl-ı Hakdur
sî vü dû esmâ-i bahr-ı bî-girân
Fazl-ı Hakdur
cümle şeyde hayy ü kayyûm u kadîm (K 8/9)
Otuz iki
ismin ağırlıksız denizi Fazl-ı Hak ’tır. Her şeyde diri, ezelî ve ebedî olan
Fazl-ı Hak’tır. Hurûfîlikte otuz iki isim, Allah’ın ismi ve sıfatıdır
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). İsim ile müsemma bir olduğundan (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 59), otuz iki isim Allah’ın kendisidir ve Allah’tadır. Bu
açıdan bakarsak, otuz iki ismin ağırlıksız denizi Allah olmalıdır; ancak
beyitte Fazl-ı Hak olarak belirtilmiştir. Ayrıca; her şeyde diri, ezelî ve
ebedî olan varlık Allah’tan başkası olamayacağı halde (Mümin, 40/65; Rahman,
55/27) beyitte Fazl-ı Hak olarak gösterilmiştir. Bu bize, Fazlullah’ın,
Allah’ın tecelli ettiği zat olduğunu göstermektedir.
Kıldı teblîğ-i
risâlet Fazl-ı Hakdan ‘âleme
Ahmed ü Mahmûd
Ebu’l-Kâsım Muhammed Mustafa (G 6/7)
Ahmet,
Mahmud, Kasım ’ın babası Muhammed Mustafa; Fazl-ı Hak ’tan âleme peygamberlik
tebliği yaptı. Beyte göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Fazlullah’ın peygamberliğini yapmaktadır. Yani Fazlullah, Allah’tır; O,
Allah’ın kendisinde tecelli ettiği Fazl-ı Hak’tır. Beyit, Fazlullah’ı Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den daha üstün bir konuma
yerleştirmektedir.
Görünen cümle
zât-ı Fazl-ı Hakdur
Sıfât-ı sî vü
dû ag u karadan (G 233/2)
Ak ve
karadan otuz iki sıfat (olarak) görünen her şey Fazl-ı Hak’kın kendisidir.
Allah bilinmek istedi, âlemi yarattı (Bashir, 2013: 49). Kendisi bizzat otuz
iki isim olan Allah (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59-319; Seyyid Nesîmî, 2017:
13), yarattığı her varlığa isimlerinden bir kısmını verdi. Kendi sureti üzerine
yarattığı (Buhârî’den aktaran Çiftçi, 2014: 8) ve halifesi olarak seçtiği
Âdem’e ise otuz iki ismin tümünü vererek onu yaratılmışların en üstünü kıldı
(Usluer, 2009a: 265-266). Bu sebeple, hangi yaratılmışa bakılırsa bakılsın
Allah görülür; çünkü her şeyde, Allah’ın bizzat kendisi olan otuz iki kelime
bulunmaktadır. Beyitte ise, ak ve karadan otuz iki sıfat olarak görünen ne
varsa hepsinin Fazl-ı Hak olduğu söylenerek, Fazlullah ile Allah arasında bir
eşitlik kurulmuştur.
Bildürdi râzı
geldi hudâvend-i rûz-ı dîn
Fazl-ı Hudâ ki
hâkim-i arz u semâ-yı û (G 256/3)
Din gününün
sahibi olan, yeryüzü ve gökyüzünün hakimi Fazl-ı Hudâ geldi, sırrı bildirdi.
Din gününün, yeryüzünün ve gökyüzünün sahibi Allah’tır (Fatiha, 1/4; Al-i
İmran, 3/189). Beyitte bunların sahibi olarak Fazl-ı Hudâ’nın geçmesinin
sebebi, Fazlullah’ın Allah’a mazhar olmasıdır. Allah, Fazlullah suretinde
yeryüzüne inip insanları irşat etmiştir, onlara dinin sırlarını bildirmiştir.
Aşağıdaki beyit de, bu beyte benzer bir anlam içermektedir:
Nâsûta basdığı
kademin Fazl-ı mutlakun
Lutf u ‘atâ vü
merhamet ü feyz ü cûd idi (G 283/6)
Fazl-ı
Mutlak’ın insanlığa ayak basması; iyilik, bağış, merhamet, feyz ve cömertlik
idi. Fazl-ı Mutlak’ın insanlığa ayak basması, Allah’ın Fazlullah suretinde
yeryüzüne inmesi demektir. Böylece insanlar, doğru yolu bulmuşlardır. Bu ise,
insanlara iyilikten, merhametten ve cömertlikten başkası değildir.
Ta’lîm iden
melâ’ikeye esmâ-i külli
Fazl-ı İlâh
idi zi-ezel tâ-be-intihâ (G 8/4)
Meleklere
bütün isimleri öğreten, ezel ve ebed sahibi Fazl-ı ilâh idi. Meleklere
bütün isimleri öğreten Hz. Âdem’dir (Bakara, 2/33; Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
490). Ezel ve ebed sahibi olansa Allah’tan başkası değildir (Rahman, 55/27).
Beyitte,
meleklere isimleri öğreten ile ezel ve ebed sahibi olanın Fazl-ı İlâh olduğu
söyleniyor. Ezel ve ebed sahibi olan Allah’ın Fazl-ı İlâh olarak geçmesi, O’nun
Fazlullah olarak tecelli etmesiyle açıklanabilir. Meleklere isimleri öğreten
Hz. Âdem’in neden Fazl-ı İlâh olarak geçtiğini açıklamak için Câvidânnâme’yç
başvuruyoruz:
(...) Yirmi
sekiz ve otuz iki kitâbet-i vech-i Âdem üzerinde zâhir ola ki jll oj aj5li’ (Allah Âdem’i kendi sureti ve
Rahman sureti üzerine yarattı.) ki sûret-i rahmândan murâd bu otuz iki kelime-i
İlâhîdir (...) ol otuz iki kelime Hazret-i Ehadiyyet’in sıfatıdır...
(FazlullahEsterâbâdî, 2012: 38)
Allah’ın
sıfatı olan otuz iki ilahi kelime, aynı zamanda O’nun isimleridir (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 319). Hurûfilikte isim ile müsemma birdir. Dolayısıyla, otuz
iki kelime, Allah’ın kendisidir. Allah, otuz iki ismini Âdem’in yüzüne yazarak,
onu Rahman suretinde, yani kendi suretinde yaratmıştır. Hurûfîliğin vahdet
anlayışına göre, meleklere isimleri öğreten her ne kadar Âdem gibi gözükse de,
aslında Allah’tır; yani, beyitteki ifadesiyle Fazl-ı İlâh’tır. Çünkü, Arşî
Divanı’mn 233. gazelinin 2. beytinde belirtildiği gibi: “Görünen cümle
zât-ı Fazl-ı Hakdur / Sıfât-ı sî vü dû ag u karadan”.
Sâcid ol
Fazl-ı zü’l-celâl oldur
Nâtık u hayy ü
lâ-yezâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/28)
Secde eden
ol, Fazl-ı zü’l-celâl odur. Konuşan, diri ve sonsuz odur. Şair bu beyitte
de Allah’ın sıfatlarını Fazl-ı zü’l-celâl için kullanmıştır. Bir de, insanları
Fazl- 1 zü’l-celâl’e secde etmeye çağırmıştır. Çünkü Fazlullah, Allah’tır. Allah,
yüzünü onda göstermiştir. Misâlî, bu konuda şu beyti söylemiştir: “Fazl-ı
Hak’dur sırr-ı bismi’l-lâh bak / Anda gösterdi yüzin Allah bak” (Misâlî, 2014:
464). Aşağıdaki beyit, Arşî’nin bu beytiyle bağlantılı olarak düşünülmelidir;
çünkü aynı şiirden, bir beyit arayla alınmıştır:
Cennet ehline
rûz-ı ‘ukbâda
Perdesüz ‘arz
iden cemâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/30)
Ahiret
gününde cennet ehline yüzünü perdesiz (olarak) sunan odur. Bu beyit, Cerir
ibn Abdillah’ın rivayet ettiği bir hadise telmihte bulunmaktadır: "Siz şu
ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede
bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek)" (Sarı, 2016:
314). Beyitte ise, cennette yüzünü perdesiz olarak gösterecek varlığın Fazl-ı
zü’l-celâl olduğu söylenmektedir. Şair, Fazl-ı zü’l-celâl ile Allah arasında
bir eşitlik oluşturmuştur.
Fazl-ı Hak u
Hâliku’l-‘ibâde
Yüz dut ola
‘izzetün ziyâde (Terkib-i bend l/IV/32)
Fazl-ı
Hakk’a (ve) kulların yaratıcısına yüz tut; ululuğun artsın. ‘Fazl-ı Hak’
ile ‘kulların yaratıcısı’ arasında ‘ve’ bağlacıyla bir eşitlik kuruşmuştur;
yani, Fazl-ı Hak, kulların yaratıcısıdır. İnsanlar, yücelmek için yüzlerini ona
dönmelidir.
Yüz dut
cenâb-ı Hazret-i Fazl-ı Hudâya kim
Hail ola
müşkilât-ı zemîn ü semâ sana (G 8/2)
Fazl-ı Hudâ
Hazretlerine yüz tut ki yerde ve gökteki güçlükler sana çözülsün. Bu
beyitte ise, insanlar, tüm güçlüklerinin hallolması için Fazl-ı Hudâ'ya yüz
tutmaya çağırtmaktadır.
Feyz-i Fazl-ı
Hak tecellî eyledi
Geldi cisme
câm ihyâ eyledi
Cümleten
eşyâyı gûyâ eyledi
Gör ne lutf u
gör ne i’tâ eyledi (Tuyug 2)
Fazl-ı
Hakk’ın feyzi tecelli eyledi. Cisme gelip canı diriltti. Bütün her şeyi
‘söyleyen’ eyledi. Gör; ne iyilik ve ne bağış yaptı. ‘Feyz’in anlamı, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü’nde şu şekilde verilmektedir:
Taşmak. 2.
Sâlikin çalışması ve çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine
herhangi bir hususun verilmesi. Her an tecelli eden feyz aracılığıyla meydana
gelen varlıklar, özündeki imkân itibariyle yok olmakta, fakat tecelli eden
Hakk’ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır. (Uludağ, 2012: 137)
Fazl-ı Hakk’ın
tecelli edip cisme gelmesi, onun taşmasıyla mümkündür. Fazlı Hak, Allah’tan
başkası değildir. O’nun cisme gelmesi ise, Fazlullah Esterâbâdî’nin bedeninde
tecelli etmesidir. Böylece O, Fazlullah’ın canı olmuştur. Fazlullah’ın ilmi
ise, bütün mevcudatın sırlarını açığa çıkararak hepsini konuşturmuştur. Bu,
iyilik ve bağıştan başkası değildir.
Halâs itdi
beni şirk-i hafiden
Kemâl-i
kudretinden Fazl-ı Allâh (G 268/3)
Fazl-ı
Allah, kudretinin olgunluğuyla beni gizli şirkten kurtardı. Beyitte şair,
Fazl-ı Allah’ın kendisini gizli şirkten kurtardığını ifade etmektedir. Beyitte
Fazl-ı Allah yerine hem Allah hem de Fazlullah isimleri konulabilir; çünkü bu
isim beyitte her ikisini de karşılayacak şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu
beyit; Fazl-ı Hak, Fazl-ı İlâh, Fazl-ı zü’l-celâl ve Fazl-ı Allah gibi
isimlerin Allah ile Fazlullah Esterâbâdî arasında bir eşitlik kurduğunu
kanıtlar niteliktedir. Sözkonusu eşitliğin sebebi ise, Allah’ın Fazlullah’ta tecelli
etmesinden başka bir şey değildir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki; Hurûfîlikte evrenin üçüncü dönemi kabul edilen ulûhiyet devri,
Allah’ın Fazlullah bedeninde dünyaya gelip insanları irşat etmesiyle başlar.
Bundan dolayı Fazlullah, tüm peygamberlerden ve tüm imamlardan üstündür; çünkü
o en son gelmiştir. Hurûfî bir şair olan Arşî’nin şiirlerinde, Allah’ın
Fazlullah’ta tecelli ettiğine dair pek çok kanıt bulunmaktadır. Şair, diğer
Hurûfî müellifler ve şairler gibi, Fazlullah’tan ya da Allah’tan bahsederken
Fazl-ı Hak, Fazlı İlâh, Fazl-ı zü’l-celâl, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Hudâ gibi
isimler kullanarak, ikisi arasında bir eşitlik kurma yoluna gitmiştir. Böylece,
Fazlullah’ın, Allah’ın mazharı olduğuna işaret etmiştir.
Fazlullah’ın
İlâhi Bir Görevle Dünyaya Gelmesi
Hurûfîliğe
göre zamanın üç devri vardır: nübüvvet, imamet ve uluhiyet. Fazlullah, uluhiyet
devrinin adamıdır (Bashir, 2013: 55). Çünkü, Allah Fazlullah’ın bedeninde
tecelli etmiştir. Fazlullah’ın dünyaya gelmesi, Allah’ın, yani Fazl-ı Hakk’ın
yeryüzüne inmesidir (Arşî, G 283/6). Dolayısıyla, Fazlullah kutsal bir
şahsiyettir. Kur'anAa geçen bütün ‘fazl’ kelimeleri (Bakara, 2/251;
Maide, 5/54; Nemi, 27/40), Fazlullah’a göre, kendisini işaret etmektedir
(Gölpınarlı, 1989: 24; Aksu, 1995: 278). Bu düşünce de Fazlullah’ın ilahi
konumuna işaret etmektedir. Arşî Divanı’nda Fazlullah’ın ilahi bir
görevle dünyaya geldiğine dair pek çok beyit bulunmaktadır:
Şems-i magrib
togdı yatma hâb-ı gafletden uyan
İste Fazl-ı
Hakkı irdi va’de-i rûz-ı cezâ (G 6/3)
Batı güneşi
doğdu, yatma, gaflet uykusundan uyan; ceza gününün vakti geldi, Fazl-ı Hakk’ı
iste. Beyitte Ebû Zerr’in rivayet ettiği şu hadise telmih vardır:
Güneş gider,
sonunda arşın altında secdeye varır ve tekrar gelmek için izin ister, kendisine
izin verilir. (Bir gün) güneş secde edip, izin istemeye yaklaşır ama kabul
edilip kendisine izin verilmez ve: ‘Geldiğin yere dön.’ denilir. O da batıdan
doğar. Bu, Allah’ın ‘Güneş de kendi yörüngesinde hareket eder. Bu hareket,
güçlü ve çok bilgili olan Allah’ın takdiridir (Yâsîn, 36/38) ayetinin
ifadesidir. (Buhârî, 2012: 399)
Güneşin
batıdan doğması, kıyamet alametlerinden biri kabul edilir. En’âm suresinin 158.
ayetinde, kıyamet alameti olarak güneşin batıdan doğmasına işaret edildiğine
dair rivayetler vardır. Câvidânnâme’de bu konu ile ilgili şunlar
söylenmektedir:
Eğer sâil suâl
eylese ki ey şehîd-i men indehû ilmu’l-kitâb, âfıtâbın mağribden çıka gelmesi
ne olsa gerekdir dese cevâb oldur ki Resûl aleyhi’s- selâm buyurdu ki her gâh
ki benden bir hadîsi rivâyet eyleseler onu Kur’an’a mukâbil eyleyeler eğer
muvâfık gelirse kabûl edeler ve eğer muvâfık gelmezse redd edeler dedi. Ve
sûre-i Kur’an’da Yûsuf aleyhi’s-selâm söyler ki inniy raeytü ehade aşere
kevkeben veş-şemse vel kamere raeytühüm li sacidiyn[4] Ya’kûb aleyhi’s-selâm
te’vîl eyledi ki kezâlike yectebiyke Rabbüke ve yuallimüke min te ’viylil
ehadiys[5]
dedi, ondan ötürü ki her gâh ki ecrâm-ı semâvîyi göre ki âlem-i keşfde ona
secde eyler neticesi ol ma’nayı verir ki ona musahhar oldular ve Yusûf
aleyhi’s-selâm onları tutdu ve çün Yûsuf’un kardeşleri ve anası ve atası
Yûsuf’a secde eylediler ve Yûsuf aleyhi’s-selâm hazâ te ’viylü ru’yaye min
kabl[6]
dedi ki bir düş iki vechle te’vîl olunur pes hadîs-i tulûi’ş-şemsi
mine’l-mağrib âfıtâbın mağribden doğması ve secde eylemesi, sâhib-i kemâlin ve
kâmil hüdâşinâsın vücûdu zuhûrudur. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 487-488)
Görülüyor ki
Fazlullah, Hz. Yusuf’un rüyasını batıdan güneşin doğması ve bunun neticesinde
kendisinin zuhur etmesiyle açıklar. O, sahib-i tevildir ve sonunda herkes ona
boyun eğecektir. Hz. Yusuf’un rüyasında, herkesin boyun eğdiği kişi
Fazlullah’tan başkası değildir. Yani Fazlullah, kıyametin yaklaştığı vakitte
gelen ilahi kişidir. İnsanlar, gaflet uykusundan uyanmalı ve Fazlullah’a
koşmalıdırlar;
çünkü o, Zühal
devrinin hakimidir:
Anla bu esrârı
gafletden uyar cân u dili
Hâkim-i devr-i
zühal geldi sakın olma ‘amâ (G 6/15)
Zühal
devrinin hâkimi geldi, sakın kör olmal Bu sırları anla, canını ve gönlünü
gafletten uyar. Eski kozmolojiye göre yedi adet gezegen vardır ve her
birinin devri bin yıl sürer. İlk gezegen Zühal’dir ve onun devrinde Hz. Adem
yaratılmıştır. Son devir ise ay devridir. Bu devirde Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gelmiştir. Kıyamet ay devrinde kopacaktır (Pala, 2011: 115).
Bununla beraber, Hurûfîlere göre Zuhâl devri, kıyamet vaktinin yaklaştığı
devirdir. Bu dönemde gelecek olan kişi Mehdî ve Mesih olan Fazlullah’tır. Şair,
okuyucularını uyanık olmaları ve Fazlullah’ı anlayıp gafletten kurtulmaları
hususunda uyarmaktadır.
Hurûfîliğe
göre, dünyaya gelen son ilahi şahıs Fazlullah Esterâbâdî’dir (Bashir, 2013:
55). O, peygamberlerin açıklamadığı sırları öğretmek ve böylece dini tamamlamak
üzere yeryüzüne inmiştir. Arşî Divanı'mn altıncı gazelindeki on altıncı
ve on yedinci beyitler bu konu hakkındadır:
Enbiyânun râzı
kalmışdı pes-i perde nihân
Cümle
mermûzât-ı vahy idi olan emr-i kazâ (G 6/16)
Peygamberlerin
sırrı perde arkasında gizli kalmıştı. Kaza emri olanların hepsi vahyin
işaretleriydi. Peygamberlerin hiçbiri, sırları açıklayamamıştır. Sırlar,
perde arkasında gizli kalmıştır.
Geldi şimdi
sâhibi kıldı ‘ıyân harfâ-be-harf
Oldı esmâdan
müsemmâya delîl ü reh-nümâ (G 6/17)
Şimdi
sahibi geldi, (sırları) harf harf açıkladı. Adlardan adlandırılana delil ve
rehber oldu. Fazlullah gelip, peygamberlerin açıklamadığı tüm sırları harf
harf açıklayarak esmadan müsemmaya, yani yaratılanlardan Hakk’a gitmek için
insanlara rehber oldu. Peygamberlerin şarihi olması, onların açıklamadıkları
sırları açıklaması Fazlullah’ı onlara üstün kılmıştır. Bu nedenle o, en az
peygamberler kadar ilahidir ve en az onlar kadar ilahi bir dava için dünyaya
gelmiştir.
Fazl-ı Hakun
zuhûrı durur rûz-ı rüstehîz
Hâb-ı ‘ademden
aç gözün ey tâlib-i likâ (G 8/10)
Ey yüzün
talibi! Yokluk uykusundan gözünü aç. Kıyamet günü, Fazl-ı Hakk’ın ortaya
çıkışıdır. ‘Tâlib-i likâ’, Allah yüzünü talep eden kişidir; yani Hakk’ın
yolcusudur. Şair, Hak yolcusuna gözünü açmasını; çünkü Fazlullah’ın ortaya
çıktığını söylemektedir. Fazlullah, kıyamet vaktinde ortaya çıkacak olan,
Allah’ın kendisinde tecelli ettiği kutsal kişidir.
Magribden itdi
çünki hakîkî güneş tulü’
Nûr-ı ‘adâlet
ile cihân oldı pür-ziyâ (G 8/11)
Hakiki
güneş Batıdan doğduğu için cihan adalet nuruyla aydınlık oldu. Kıyamet
vaktinin bir işareti olan güneşin batıdan doğması, meydana gelmiştir. Bu
devirde Fazlullah ortaya çıkmış ve cihanı adaletle doldurmuştur. Yani
Fazlullah, dünyaya adalet getiren ve onu koruyan kişidir.
İtdi magribden
âfıtâb tulü’
Çıkdı
maşrıkdan âteş-i küffâr (Tercî-i bend 3/1/2)
Güneş
Batıdan doğdu; Doğudan kafirlerin ateşi çıktı. Bu beyit de, kıyamet
vaktinde Fazlullah’ın ilahi bir görevle dünyaya gelmesiyle alakalıdır. ‘Güneş
batıdan doğdu’ cümlesinde tevriye vardır: Şair ya gerçek anlamda güneşin
batıdan doğmasını kasdetmiştir ya da güneş kelimesinde açık istiare olup
Fazlullah’ı anlatmaktadır. Böylece Fazlullah’ın batıda ortaya çıktığını
anlatmak istemektedir. Aşağıdaki beyitte de bu beyte benzer bir anlam
bulunmaktadır:
Kılmayaydı
Fazl-ı Hak gün gibi magribden tulü’
Zulmet-i cehl
içre kalmışdı kamu şeyh ile şâb (G 17/5)
Fazl-ı Hak,
gün gibi Batıdan doğmasaydı, bütün ihtiyar ve gençler cehalet karanlığı içinde
kalmıştı. İnsanların cehalet karanlığından kurtulması, ilahi bir görevle
batıda meydana çıkan Fazlullah sayesindedir.
Âfitâb-ı
hakîkî kıldı tulü’
Gitdi zulmet
döşendi nûr-ı Halîl (Tercî-i bend l/VD/53)
Hakikat
güneşi doğdu, karanlık gitti; (yeryüzüne) Halil’in nuru döşendi. O bir
hakikat güneşidir. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp yeryüzüne Hz.
İbrahim’in dinini hakim kılar.
Zâhir oldı
âfitâb-ı zât Fazl-ı gaybdan
Görmedi münkir
‘amâ kaldı ebeddür târ (u) teb (G 18/7)
Gayb
Fazl’ından Zât’m güneşi ortaya çıktı; inkar edenler (onu) göremeyip kör kaldı.
Karanlık ve hararet sonsuzdur. Fazl, ilahi bir güneştir; insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onu inkar eden kafirler ise güneşten mahrum
olmaya ve sonsuza kadar karanlıkta göremez bir halde kalmaya mahkumdur.
Aşağıdaki üç
beyit Fazlullah hakkındadır ve birbirine bağlıdır:
Geldi terkibe
kuvvet-i evvel
Kesreti kıldı
vahdete tebdil (Tercî-i bend l/VII/50)
îlk kuvvet
vücuda geldi; çokluğu tekliğe çevirdi. Fazlullah’ın bir vücuda girerek
dünyaya gelmesi, insanlara vahdeti öğretmek içindir.
Eyledi ‘arş-ı
istivâda karâr
Cennet-i
câvidâna açdı sebil (Tercî-i bend l/VII/51)
istiva
arşında durup sonsuz cennete sebil açtı. O, insanların cennete gitmesine
vesile olmuştur.
İhtilaf-ı
zamâne’i giderüp
Koymadı dînde
zerrece müşkil (Tercî-i bend l/VII/52)
Zamanenin
anlaşmazlığını giderip dinde zerrece güçlük bırakmadı. İnsanlar arasındaki
anlaşmazlıkları, dinin zorluklarını, peygamberlerin açıklamadığı sırları hep o
açıklamıştır.
Geldi terkîbe
şarih-i Kur’ân
Eyledi cümle
müşkilâtı beyân (Tercî-i bend 3/VII/55)
Kur’an’ın
şerh edicisi vücuda geldi; bütün güçlükleri açıkladı. Fazlullah,
A'/z/'i/Adaki tüm sırları açıklamıştır. Hurûf-ı mukattaanın ne anlama geldiği,
Kur’aridaki
kıssaların gizli manaları ve kutsal kitabın sırları hep Fazlullah sayesinde
açığa çıkmıştır.
Sen gelmek ile
bisât-ı arza
Oldı yer ü gök
senünle gûyâ (Terkib-i bend 1/1/4)
Senin
yeryüzü kilimine gelmenle yer ve gök ‘konuştu’. Fazlullah Esterâbâdî,
‘Kün!’ emriyle yaratılan her şeyin söz olduğunu öğretmiştir. Kendisi de otuz
iki kelime sahibi söz olan Allah[7], yarattığı her bir varlığa
kelimelerinden birkaçını vermiş, insana ise otuz iki ilahi kelimenin hepsini
bağışlamıştır. Câvidânnâme ’de Fazlullah şöyle der: “(...) Isâ
aleyhi’s-selâm kelime-i hüdâdır ve cümle eşyâ kelimeden taşra değildir hattâ ol
hadd u gâyete değin ki eğer iki nesneyi birbirine vursan ondan bir âvâz taşra
gelip zâhir olur ki ol âvâz otuz iki kelimeden birûn değildir ve olmaya” (2012:
514). Bu nedenle her şey konuşur. Ateşin Hz. Musa’ya konuşması bunun
delillerinden bir tanesidir (Amiloğlu, 2014: 116). Fazlullah, söz ilmini
insanlara öğretmek üzere yeryüzüne inmiş kişidir. Bu nedenle, onun yeryüzüne
inmesinden dolayı yer ve gök, yani bütün varlıklar, konuşur.
Hâdî-i râh-ı
zât-ı İlâhî odur yakîn
Farz oldı
mü’minâna kamu iktidâ-yı û (G 256/6)
ilahi
Zat’ın yolunun birincisi, kesinlikle odur. Müminlerin hepsine, ona uymak farz
oldu. Fazlullah, yeryüzüne ilahi bir görevle gelen en son kişi olmasından
dolayı bütün peygamberlerden ve bütün imamlardan üstündür. O, uluhiyet devrinin
kutsal kişisidir (Bashir, 2013: 55). Bu nedenle, bütün Müslümanların ona uyması
farzdır.
Fazl-ı Hakdur
mübeyyin-i tenzîl
Fazl-ı Hakdur
mükâşif-i te’vîl (Tercî-i bend l/VII/49)
Kur’an’ı
açıklayan Fazl-ı Hak’tır. Tevili meydana çıkaran Fazl-ı Hak’tır. Arşî’ye
göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kur ’ariı tam
anlamıyla açıklamamıştır (Arşî, G 6/16). Fazlullah ise, kendisine verilen tevil
ilmi sayesinde Kur’arida açıklanmayan hiçbir yer bırakmamıştır.
Enbiyânun kamu
işârâtı
Anları
bildürür me’âl oldur (Tercî-i bend 3/IV/29)
Peygamberlerin
bütün işaretleri onları bildirir; anlam odur. Her gelen peygamber,
Fazlullah hakkında birtakım işaretler vermiştir. Fazlullah, tüm peygamberler
tarafından müjdelenmiştir. O, ilahi bir görevle gelen en son kişidir ve
kendisinden öncekilerin hepsinden üstündür.
İbtidâdur
ibtidâdur ibtidâ
Geldi Fazl-ı
Hak bulundı intihâ
Oldı keşşâf-ı
rumûz-ı mâ-verâ
Çeşm-i cânı aç
berü gel tâlibâ (Tuyug 1)
Başlangıçtır,
başlangıçtır, başlangıç. Ey talipl Beri gel, can gözünü aç. Fazl-ı Hak geldi,
son bulundu. (Fazlullah), ötenin işaretlerinin kaşifi oldu. Fazlullah, hem
başlangıç hem de sondur. O, Fazl-ı Hak’tır; çünkü Allah, onun bedeninde tecelli
etmiştir. Hiçbir peygamberin ve hiç kimsenin açıklayamadığı sırları o
açıklamıştır. Fazlullah, tüm bunları, kaşifi olduğu ilm-i teville
gerçekleştirmiştir.
Yani Fazlullah
Esterâbâdî, uluhiyet devrinde ilahi bir görevle yeryüzüne inen kutsal bir
kişidir. Kendisinden önce gelen peygamberler hep onu müjdelemişler, ona dair
işaretlerde bulunmuşlardır. Kur’arida da ona dair bazı işaretler
bulunmaktadır. Fazlullah, kıyamet vaktinde insanları kurtarmak, onları doğru
yola iletmek için dünyaya gelmiştir. Kaşifi olduğu ilm-i teville dinde hiçbir
zorluk bırakmamış, peygamberlerin bile açıklayamadığı sırları açıklamıştır. Kur'an.
Fazlullah tarafından tam anlamıyla şerh edilmiştir. Onun öğretisi sayesinde
yeryüzü ve gökyüzündeki her şey konuşmuştur. O, dünyada adaleti sağlamış, insanları
cehaletin karanlığından hakikatin aydınlığına taşımıştır.
Mesih
ve Mehdî Olarak Fazlullah
Hurûfîler,
ahir zamanda Mesih ve Mehdî’nin yeryüzüne ineceğine inanırlar. Câvidânnâme"de
Mesih’in yeryüzüne inmesiyle alakalı olarak şunlar ifade edilmektedir:
Eğer sâil suâl
eylese ki enbiyâ aleyhimü’s-selâm arasında sebeb ne ola ki Isâ aleyhi’s-selâm
gelse gerekdir dese cevâb oldur ki Resûl aleyhi’s-selâm dahî kavmine söylemiş
idi ki her söz ki ben size söyledim remz ve işâretle söyledim bu kere ki
gelirem ol remz ve işâretle söylediğimin ma’nâsım size âşikâr eyleyem dedi...
(FazlullahEsterâbâdî, 2012: 484).
Câvidânnâme"ye
göre İsa, yeryüzüne indiğinde Mehdi ile namaz kılacaktır (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 484). Fazlullah, eserinde “Meryem oğlu İsa’dan başka Mehdi yoktur.”
hadisini anarak ikisinin aynı kişi olduğunu söyler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
490). Câvidânnâme"de Fazlullah’ın Mehdi olduğuna dair işaretler
vardır:
Suâl takdîri
zevki eğer söyleseler ki ey Mehdî sen ne kimsesin ki bu ilmi beyân edersin yani
sidretü’l-müntehâ ve seb’u’l-mesânî ve Ka’be ve arş ve levh-i mahfûz ve Âdem ve
Havvâ’nın hakîkatini beyân edersin deseler, el- cevâb min-hâza’l-mezkûrât oldur
ki men-indehû ilmu’l-kitâb ve ümmet-i vasat ve günde nice kere gûyende-i
kelime-i eşhedü en lâ ilâhe illâ’l-lâh ve eşhedü enne muhammeden resûlu’l-lâh
derler yani pes ben şehîd olurum ve cümle müslümânlar hem şehîd olsunlar.
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 492).
Fazlullâh’a
göre; Müslümanlar mecazi şahittir, kendisi ise hakiki şahittir: “Ey tâlib-i esrâr-ı
İlâhî bil ki mecmû’-ı ümmet-i Muhammed şehîd-i mecâzîdir ve Fazl-ı yezdân
şehîd-i hakîkîdir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 492). Dolayısıyla Fazlullah
Esterâbâdî, kendisinin Mehdi olduğunu söylemektedir. Hadise göre Mehdi ve Mesih
aynı kişi olduğundan dolayı, Fazlullah aynı zamanda Mesih’tir (Gölpınarlı,
1989: 18;
Usluer, 2010:
1374; Bashir, 2013: 20). ArşîDivanı’nda Fazlullah’ın Mesih ve Mehdî
olduğuna dair beyitler bulunmaktadır:
Bulup itmâm
‘ahdi enbiyânun
Yetişdi
va’desi sâhib-i zamânun (M 2/28)
Peygamberlerin
sözü tamamlandı; zamanın sahibinin vakti geldi. Peygamberlerin devri
bitmiştir, zamanın sahibi olan Fazlullah’ın devri başlamıştır. Bu devir,
Hurûfîlere göre zamanın üç devrinden sonuncusu olan uluhiyet devridir (Bashir,
2013: 55).
Vücûda geldi
Mehdî gâretinden
Bu mülki aldı
Ye’cûc-i fitenden (M 2/29)
Mehdî,
yağmadan vücuda gelip bu ülkeyi fitneci Yec’üc’ten aldı. Ye’cüc ve Me’cüc,
iki kabiledir. Ahir zamanda ortaya çıkıp dünyayı fesada boğacaklar, bütün
insanlığa bir afet olacaklardır (Pala, 2011: 480). Kıyamet vakti gelmiş ve
Ye’cüc ortaya çıkmıştır. Mehdî ve Mesih olan Fazlullah ise yeryüzüne inmiş,
insanlığı fitneci Ye’cüc belasından kurtarmıştır. Şiirin devamı şöyledir:
Cihânı eyledi
kist ile memlû
‘Adâlet
kulzüminden saçdı lü’lü’ (M 2/30)
Cihanı
nasiple doldurdu; adalet denizinden inci saçtı. Mesih ve Mehdî olan
Fazlullah, böylece dünyada adaleti sağlamıştır.
Sürüp Deccâl-i
şirki eyledi hâk
Uyup şeytâna
sakın eyleme şek (M 2/31)
Şirk Deccal
’ini sürüp toprak etti. Şeytana uyup sakın şüphe etme. O, dünyayı
Deccal’den kurtarmış, insanlardan şirki uzaklaştırmıştı^
Deccâl-i şirk
ü şekki kamu kıldı münhezim
Geldi vücûda
Mehdî-i hâdî açup livâ (G 8/12)
Doğru yolu
gösteren Mehdi bayrak açıp vücuda geldi; şüphe ve şirk Deccâl’ini hep hezimete
uğrattı. Mehdî, Deccal’i yenilgiye uğrattı; böylece şüphe ve şirk,
Deccal’le birlikte Mehdî olan Fazlullah’a yenildi. Firişteoğlu, bu konu ile
ilgili olarak Işknâme adlı eserinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in bir hadisinden bahseder ve ümmetin Deccâl askerleri ve Mehdî askerleri
olarak ikiye ayrılacağını söyler:
Peygamber a.s.
eyitdi benüm ümmetüm yitmiş üç fırka ola yitmiş iki fırkası ehl-i cehennem ola
ve Deccâl-ı a’ver leşkeri ola yitmiş üçünci fırka ehl-i cennet ola ve ehl-i
nâciyye ola ve sevâd-ı a’zam ehli ola ve Mehdî leşkeri ola didi imdi iy Tâlib-i
esrâr-ı İlâhî ve kelime-i nâ-mütenâhî vaktâ ki bir kişi gelse kelime-i Kur’ânı
ki yigirmi sekiz harf ü yigirmi iki noktadur ki elli şukke olur kendü vücudında
ve mecmû’-ı kâ’inâtda isbât eylese bil ki Mehdî oldur zîrâ ki peygamberün
‘ilmini ol getürmiş olur... (İsmail Arıkoğlu, 2006: 81)
Yani, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisinde belirtildiği üzere ümmet
yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve bu fırkaların yetmiş ikisi Deccâl’in askeri
olurken yalnız bir tanesi Mehdî’nin askeri olup kurtuluşa erecektir. Mehdî ise,
Kur’ân'rn yazıldığı yirmi sekiz harfi ve bu harflerin yirmi iki
noktasını kendi vücudunda ve tüm kainatta kim gösterirse odur. Bu kişi ise,
Fazlullah’tan başkası değildir. Dolayısıyla Fazlullah Mehdî’dir ve Deccâl’in
düşmanıdır. Kimler Fazlullah’ın askeri olursa yalnız onlar kurtuluşa
ereceklerdir.
‘lyân itdi
cemâl-i bâ-kemâlin
Yürütdi ‘âleme
hükm ü celâlin (M 2/32)
Mükemmel
güzelliğini gösterdi; âlemde hükmünü ve celâlini yürüttü. Ye’cüc ve
Deccal’e karşı zafer kazanan Fazlullah, âlemde hüküm sahibi olmuştur.
Zemîni kıldı
nûr ile mürevvak
Bu eski kevne
virdi tâze revnak (M 2/33)
Yeryüzünü
nur He saflaştırdı; bu eski âleme yeni (bir) parlaklık getirdi. İlahi
kelimeler nurdur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Fazlullah ise insanlara
ilahi kelimelerin sırlarını öğreten kişidir. Fazlullah’ın yeryüzünü nur ile
saflaştırması, insanlara ilahi kelimeleri öğretmesidir. Bu sayede Fazlullah,
daha önce bilinmeyen, peygamberler tarafından dahi açıklanmayan bir ilmi
insanlara açıklamış; böylece eski âleme yeni bir parlaklık vermiştir.
Müyesser oldı
Fazl-ı Hakdan âsân
Visâl-i hûri
vü gılmân u Rıdvân (M 2/35)
Huriye,
gılmana ve Rıdvan (cennetine) kavuşmak; Fazl-ı Hak (sayesinde) kolay oldu.
Fazlullah’ın öğrettiği ilim sayesinde, insanların cennete ulaşması
kolaylaşmıştır.
Eğer var ise
ikrârun zuhûr-ı haşr-i ecsâda
Zamân-ı rûz-ı
sâ’atdür zamân-ı Esterâbâdî (K 7/5)
Eğer
cesetlerin dirileceğini kabul ediyorsan; (diriliş) gününün zamanı,
Esterâbâdî’nin zamanıdır. Fazlullah’ın devri ahir zamandır; yani, Mehdî ve
Mesih’in vaktidir. Aşağıdaki beyit de bu beyitle benzer bir manadadır:
İbtidâdur
ibtidâdur ibtidâdur ibtidâ
Fazl-ı Hak
terkîbe geldi buldı ‘âlem intihâ (G 6/1)
Başlangıçtır,
başlangıçtır, başlangıçtır, başlangıç. Fazl-ı Hak vücuda geldi, âlem sona ulaştı.
Geldi Mehdî-i
hâdî-i devvâr
Mağfiret kıldı
‘âleme Gaffar (Tercî-i bend 3/1/4)
Dünyaya
doğru yolu gösteren Mehdi geldi; Gaffar, âlemin günahlarını bağışladı.
Mehdî, Fazlullah’tır. O dünyaya geldiği için Allah insanların günahlarını
bağışladı. Bu beyitte, Hurûfîlikteki Hıristiyanlık etkisi hissedilmektedir.
Kist u ‘adi
ile eyledi tâhir
Zulm ü çevrini
‘âlemün yek-bâr (Tercî-i bend 3/1/5)
Âlemin
zulüm ve eziyetini bir defada ölçü ve adaletle temizledi. Mehdî ve Mesih
olan Fazlullah, dünyadaki zulüm ve eziyetleri ortadan kaldırıp her yerde
adaleti sağladı.
Fazlullah
Esterâbâdî, ahir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdî ve Mesih’tir. Ye’cüc ve
Deccal’i yenilgiye uğratan Fazlullah, şüphe ve şirki yeryüzünden silmiş,
dünyada adaleti sağlamış ve insanlar için cennete ulaşabilmeyi
kolaylaştırmıştır. Onun öğrettiği ilim sayesinde insanlar, cennette mücevher
tahtlara kurulmuş halde Allah’ın yüzünü görebileceklerdir.
Fazlullah’ın
İlmi
774/1373 veya
775/1374 yılında Fazlullah’a tevil ilmi verilir (Aksu, 1995: 277; Usluer,
2009a: 38). Bu, büyük bir ilimdir. Öyle ki, Fazlullah’tan önce gelen hiç
kimseye, hiçbir peygambere bu ilim verilmemiştir. Böylece Fazlullah, en büyük
ilim sahibi olmuştur. ArşîDivanı’nda, Fazlullah’ın sahip olduğu büyük
ilme dair pek çok beyit bulunmaktadır:
Fazl-ı Hak sî
vü dû tekellüm ile
Arza basdı
kadem terahhüm ile (Tercî-i bend l/VI/41)
Fazl-ı Hak
otuz iki kelimeyle (ve) merhametle yeryüzüne ayak bastı. Fazlullah’ın ilmi,
en başta otuz iki ilahi kelimedir. Kainattaki isimlerin tamamı otuz iki ilahi kelimeden
ibaret olduğu için, Fazlullah bilinebilecek her şeyi bilmektedir (Seyyid
Nesîmî, 2017: 13). O, bu ilmini öğretmek üzere ilahi bir görevle yeryüzüne
inmiştir.
Fazl-ı Hakdan
‘Arşiyâ keşf olalı esmâ-i kül
Oldı faş
esrâr-ı Hakk-ı evvelîn ü âhirîn (G 220/15)
Ey Arşîl
Bütün isimler Fazl-ı Hak tarafından keşfedildiğinden beri Hakk’ın önceki ve
sonraki sırları açığa çıktı. Peygamberler insanlara dinin bütün sırlarını
açıklamamıştır (Arşî, G 6/16). Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bile, Kur’arida, hurûf-ı mukattaa gibi, açıklanmayan kısımlar
bırakmıştır. Ancak Fazlullah, keşfettiği tevil ilmiyle Allah’ın bütün sırlarını
ortaya sermiştir. Bu bakımdan o, en büyük ilim sahibidir. Aşağıdaki beyit de,
bu beyte benzer bir anlam içermektedir:
Kitâb-ı
enbiyâda remz olan dîn müşkilâtın hep
‘lyân itdi
kamu bir bir beyân-ı Esterâbâdî (K 7/2)
Esterâbâdlının
sözü, peygamberlerin kitaplarında işaretle anlatılan bütün din zorluklarını tek
tek açıkladı. Fazlullah, kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı kadar açık
bir şekilde, dinin tüm sırlarını ortaya koymuştur ve zorlukları tek tek
halletmiştir.
Enbiyâ sırrını
idüp zâhir
Sadra geçdi bu
gün tekaddüm ile (Tercî-i bend l/VI/46)
Peygamberlerin
sırrını açıklayıp bugün öne geçerek en başa oturdu. Fazlullah,
peygamberlerin sırlarını açıklayacak kadar büyük bir ilim sahibidir. O, ilmiyle
en önde bulunmaktadır. Bu sebeple, bütün peygamberlerden üstündür:
Cemî’-i
enbiyânun bildi râzın
Kamudan riPati
a’lâ degül mi (G 281/4)
(Fazlullah),
bütün peygamberlerin sırrını bildi. (Onun) derecesi hepsinden yüksek değil
midir? Fazlullah’ın üstünlüğü, Allah’tan bizzat öğrendiği otuz iki ilahi
kelime sayesindedir. Böylece Fazlullah, peygamberlerin açıklamadığı tüm sırları
açıklayabilmiştir. Derecesinin bütün peygamberlerden üstün olmasının sebebi de
budur.
Fazl-ı Hakdur
reh-nümâ-yı şer’-i Hayrü’l-Mürselîn
Fazl-ı Hakdur
nûr-ı pâk-i revnak-ı kalb-i selîm (K 8/10)
Gönderilmişlerin
hayırlısının şeriatinin kılavuzu Fazl-ı Hak ’tır. Temiz kalbin parlak saf nuru
Fazl-ı Hak’tır. O, ilmiyle, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
şeriatini açıklayan kılavuzdur. Temizliğin, saflığın sembolüdür.
Cihânun
müşkilâtı tâlib-i ma’nâya ey ‘Arşî
Bi-hamdi’llâh ki feyz-i Fazl-ı Hakdan oldı hep âsân (G 221/15)
Ey Arşî!
Allah’a hamd olsun ki mananın taliplerine cihanın zorlukları Fazl-ı Hakk’ın
feyzi dolayısıyla hep kolay oldu. Onun ilmi sayesinde, Hak yolunun
yolcularının karşılaştığı zorluklar kolaylaşır. Öyle büyük bir ilim sahibidir
ki, onun ilmine, peygamberler dahil, hiç kimse erişemez:
‘Aceb bî-misl
ü hemtâdur civân-ı Esterâbâdî
Hayât-ı cân
virür her dem zebân-ı Esterâbâdî (K 7/1)
Esterâbâdlı
genç eşsiz ve benzersizdir, hayret! Esterâbâdhnın dili her an cana hayat verir.
O, ilmiyle eşsiz bir insandır. Hurûfîliğe göre âb-ı hayat, içenin bir daha asla
susamayacağı otuz iki ilahi kelimedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 438).
Fazlullah’ın öğretisi de otuz iki ilahi kelime üzerinedir. Bu nedenle onun
sözleri, insanların canına hayat verir. Aşağıdaki iki beyit de, bu beyte benzer
bir anlam içerir:
Katresin nûş
iden olur câvîd
Menba’-ı
çeşme-i zülâl oldur (Tercî-i bend 3/IV/33)
(Fazlullah’m)
damlasını içen sonsuz olur. Saflık pınarının kaynağı odur. Fazlullah, âb-ı
hayatın kaynağıdır. Onun ilminden biraz olsun faydalananlar bile sonsuzluğa
ulaşır.
Hayât-ı
câvidân irgürdi kevne
Kelâm-ı
mu’ciz-i ‘İsâ degül mi (G 281/5)
Varoluşu
sonsuz hayata kavuşturdu. Sözü mucize (olan) Isa değil midir? İsa, sözleri
ile, Allah tarafından bir mucize olarak, ölüleri diriltebiliyordu (Levend,
2015: 141). Fazlullah’m sözleri de ölü canları diriltmekte, insanları sonsuz
bir hayata kavuşturmaktadır. Fazlullah’m öğretisi, otuz iki ilahi kelimenin her
şey olduğu üzerine kuruludur. Bu kelimeler, Allah’ın kendisidir. Allah,
mevcudatı yaratırken her şeye bu kelimelerden bazılarını vermiştir. İnsana ise
tüm kelimeler verilmiştir; çünkü Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır.
Otuz iki kelime sonsuzdur, ezeli ve ebedidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 40).
Fazlullah’m ilmi sayesinde kendisinin de otuz iki kelime olduğunu öğrenen
insan, sonsuz hayata kavuşur.
Fazl-ı Hakdur ‘ilmü’l
esmâ-i küllihd’ dan murâd
Fazl-ı Hakdur
Âdem-i mescûd-ı ma’hûd-ı kadîm (K 8/3)
İlmü’l
esmâ-i küllihâ’ ile kastedilen Fazl-ı Hak’tır. Eskide bilinen secde edilmiş
Âdem, Fazl-ı Hak’tır. Fazlullah, bütün isimleri bilendir. Bakara suresinin
31. ayetine göre Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Hurûtîlere göre bu
isimler, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404;
Seyyid Nesîmî, 2017: 17). Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin sebebi, onun otuz
iki ilahi kelimeyi biliyor olmasıdır. Şeytan ise, otuz iki ilahi kelimeden
habersiz olduğu için Âdem’e secde etmemiştir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37).
Fazlullah, otuz iki ilahi kelimeyi keşif yoluyla öğrenen ve insanlara öğreten
kişidir. Bu sebeple, Arşî’ye göre, meleklerin secde ettiği Âdem, aslında
Fazlullah’tır. Yani Fazlullah, hakiki Âdem’dir:
Rumûz-ı Âdem-i
tahkiki anla
Zuhûr-ı ‘ilm-i
Fazl-ı Hakkı anla (M 2/24)
Hakiki Âdem
’in işaretlerini anla; Fazl-ı Hakk’ın ilminin ortaya çıkışını anla. Fazlullah’ın
ilminin ortaya çıkışı, Allah sayesindedir. Âdem, aslında Fazlullah’tır. Bu
nedenle Allah’ın, bizzat otuz iki ilahi kelimeyi öğrettiği kişi de odur
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 404; Seyyid Nesîmî, 2017: 17). Dolayısıyla
Fazlullah, görünen şeyleri bildiği gibi, görünmeyen şeyleri de bilir:
Fazl-ı Hakdur
evvel ü âhirde ‘allemü’l-guyûb
Fazl-ı Hakdur
‘Arşiyâ vallâhi zü’l-fazlü’l- ‘azîm (K 8/11)
Başında ve
sonunda, görünmeyen şeyleri bilen Fazl-ı Hak ’tır; Vallahi ‘ ‘zü’l-
fazlü’l-‘azîm’ (olan) Fazl-ı Hak’tır. Otuz iki ilahi kelimeyi bilen
Fazlullah’ın, görünen ve görünmeyen, bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kur’arida
her nerede ‘fazl’ ismi geçiyorsa ona işaret eder. Dolayısıyla Fazlullah, büyük
bir lütuf sahibidir; çünkü kendisine Allah tarafından bütün isimler
öğretilmiştir.
Fazl-ı Hakdur
kâşif-i te’vîl-i ‘ilmi-i men ledün
Fazl-ı Hakdur
vâkıf-ı esrâr-ı Kur’ân-ı ‘Azîm (K 8/5)
‘Men ledün’
ilminin tevilini keşfeden Fazl-ı Hak’tır; Kur ’an’ın sırlanmadan haberdar olan
Fazl-ı Hak’tır. Kehf suresinin 65. ayetinde Allah şöyle der: “Derken
kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş,
kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”. Bu kul, yaygın görüşe göre,
Hızır’dır ve sahip olduğu ilim ledün ilmidir. Bu ilmin ne olduğu Kur’arida
açıklanmaz. Fazlullah ise, sahip olduğu ilim sayesinde ledün ilminin tevilini
keşfeder. O, bu ilim sayesinde, Kur’arida açıklanmayan her şeyi,
Allah’ın bütün sırlarını açıklayan kişidir:
‘Arşî su’âl
idenlere uş bu cevâbdur esah
Geldi
mü’evvel-i kelâm oldı mübeyyin-i kitâb (G 20/7)
(Ey) Arşî!
Soranlara işte bu gerçekten cevaptır: Tevil edilen söz geldi, kitabı açıkladı.
Fazlullah’ın tevilleri, Kur’arim açıklamalarıdır. Her sorunun cevabı,
Fazlullah’ın öğrettiği ilimdedir.
Kasr-ı vahdet
yapmak istersen eğer ‘ukbâda sen
‘Üm-i Fazl-ı
zü’l-minendür bil ki mi’mâr-ı Hudâ (G 5/3)
Eğer sen
ahirette birlik kasrı yapmak istersen bil ki Tanrı mimarı Fazl-ı Allah’ın
ilmidir. Cennetin anahtarı Fazlullah’ın ilmindedir. Cennette nimetlere
erişmek isteyenler, Fazlullah’ın ilminden faydalanmak zorundadırlar. Cennetteki
kasırların, köşklerin mimarı, Fazlullah’ın ilminden başka bir şey değildir.
‘Üm-i Fazl
ilen gelür terkibe ey ehl-i safâ
Şol ki erbâb-ı
tasavvufdur vücûd-ı mükteseb (G 18/4)
Ey zevk
ehli! Şu tasavvuf erbabı olanlar Fazl’ın ilmiyle varlık kazanır. Tasavvuf
erbabı olanlar, Fazlullah’ın ilmi sayesinde hayat bulurlar.
Bi-hamdi’llah
ki feyz-i Fazl-ı Hakdan
Dükenmez
ni’met-i ‘uzmâdayam ben (G 227/8)
Allah’a
hamd olsun ki ben Fazl-ı Hakk’ın ilminden dolayı tükenmez (bir) büyük
nimetteyim. Yani, Fazlullah’ın ilmi, sonsuz bir nimettir. Şair de bu ilme
sahip olmuştur.
Ey Fazl-ı Hûda
sâhib-i esrâr-ı hakikat
İt gel bize
in’âm
Tâ kim olavuz
lütfün ile ehl-i tarikat
Dil senden ala
kâm (Müstezad 3/1)
Ey Fazl-ı
Hudâ! Hakikat sırlarının sahibi! Gel, bizi nimetlendir. Ta ki iyiliğinle
tarikat ehli olalım; gönül senden zevk alsın. O, ilahi sırların bilgisine
sahiptir. Bu bilgi, şüphesiz ki gönle zevk veren büyük bir nimettir.
Şîrîn
dehenünden saçılur feyz-i İlâhî
Cânsuzlar olur
hay
Nutkundan irer
mürdelere kuvvet ü kudret
Sıhhat bulur
eskâm (Müstezad 3/4)
Şirin
ağzından ilahi feyizler saçılır, cansızlar dirilir; sözünden ölülere kuvvet ve
kudret erişir, hastalıklar sıhhat bulur. Fazlullah’ın ilmi öyle bir ilimdir
ki, onun sayesinde cansızlar dirilir, ölüler kuvvet ve kudrete kavuşur,
hastalar şifa bulur.
Mevt-i şirk-i
hafî’i kati itdi
‘Âlemi kıldı
hay tefehhüm ile (Tercî-i bend l/VI/44)
Gizli şirki
öldürüp âlemi anlayış ile diriltti. Onun ilmi sayesinde insanlar, gizli
şirkten kurtulup anlayış sahibi oldular.
Ey mazhar-ı
ism ü hem müsemmâ
Ve’y câmi’-i
sırr-ı zât-ı yek-tâ (Terkib-i bend 1/1/1)
Ey hem isme
hem de müsemmaya erişen; ve ey eşsiz zatın sırrını içinde bulunduran!..
Fazlullah, Allah’ın sırrını bilen kişidir. O, hem otuz iki ilahi ismi hem de bu
isimlerin gösterdiği varlık olan Allah’ı bilir.
Fazl-ı Ehad ol
kadîm ü dâ’im
‘Üm ile dün
(ü) gün oldı kâ’im (Terkib-i bend 1/II/16)
Fazl-ı
Ehad, o başlangıcı ve sonu olmayan, gece ve gündüz ilim ile durdu. Fazlullah
sonsuzdur, başlangıcı ve sonu yoktur. O daima ilim ile durmaktadır. Bu sebeple,
Fazlullah sonsuz olduğu için, onun ilmi de sonsuzdur.
Fazl-ı Hakdan
taleb it ‘ilm-i İlâhî remzin
Diler isen
olasın vâkıf-ı esrâr-ı Hudâ (Kıt’a 4/1)
Hudâ’nın
sırlarına ulaşmayı dilersen ilahi ilmin işaretlerini Fazl-ı Hak’tan talep et.
Allah’ın sırlarını bilmek isteyen, Fazlullah’tan ilim talep etmek zorundadır.
O, ilahi ilmin işaretlerine sahip bir insandır. Gül Baba, bu konu ile alakalı
olarak şu beyti söylemiştir: “Fazl-ı Hak’dan heft hatt-ı hüsnini keşf itmeyen /
Vâkıf olmaz bîst ü heşt esrâr-ı hatemden bugün” (Gül Baha’dan aktaran Dede,
2001: 342). Bu beyti Arşî’nin beytiyle bağlantılı düşünürsek, Allah’ın sırrı
yirmi sekiz ilahi kelimedir. Bu sırra ulaştıracak vasıta ise, Fazlullah’ın
öğrettiği, yüzde bulunan yedi hattır.
Sonuç olarak
Fazlullah Esterâbâdî, tevil ilmi sahibidir. Bu öyle büyük bir ilimdir ki hiçbir
peygambere ve hiç kimseye verilmemiştir. Fazlullah, bu ilim sayesinde
peygamberlerin yalnızca işaret edebildiği hususları açık açık anlatabilmiş,
dinde zorluk bırakmamıştır. Bundan dolayı Fazlullah, ilim bakımından bütün
peygamberlerden üstündür. Fazlullah’ın sözleri, İsa’nın nefesi gibi ölüleri
diriltir. Bu sözler âb-ı hayâttır; insanlara sonsuz bir hayat bağışlar.
Fazlullah, ilmini bizzat Allah’tan öğrenmiştir. Kur’arite. Allah’ın
Âdem’e bütün isimleri öğrettiğinden bahsedilir. Âdem, aslında Fazlullah’tır ve
Fazlullah bütün isimleri Allah’tan vasıtasız bir şekilde öğrenmiştir. Bu
isimler otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Her şey otuz iki ilahi kelime
olduğundan dolayı, bu isimleri bilen Fazlullah her şeyi öğrenmiş olur.
Fazlullah’ın bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Onun ilmi, büyük bir nimettir.
Ledün ilmini de bilen Fazlullah, cennetin anahtarını elinde tutmaktadır. O,
gece ve gündüz, sonsuza kadar bu ilimle durmaktadır. Fazlullah nasıl sonsuz bir
hayat sahibiyse onun ilmi de öyle sonsuzdur. Bu ilim ölülere kuvvet ve
hastalara şifa olur. İnsanları gizli şirkten kurtarır ve onları esmadan
müsemmaya, yaratılanlardan Hakk’a ulaştırır.
Hakikatin
Habercisi Olarak Fazlullah
Fazlullah,
yeryüzüne en son inen hakikat temsilcisidir. Peygamberlerin işaret ettiği yüce
kişi odur (Tercî-i bend 3/IV/29). Bu sebeple o, hakikatin en büyük temsilcisi
olarak yeryüzüne inmiştir ve dindeki tüm zorlukları halletmek, peygamberlerce
açıklanmayan sırları bildirmekle görevlidir (Arşî, Tercî-i bend 3/VH/55;
Tercî-i bend l/VH/52). Bu bölümde, Arşî Divanı’nda bulunan, Fazlullah’ın
hakikatin anahtarı olduğuna dair beyitler incelenecektir.
Şu’â-ı feyz ü
fazlından doludur maşrık u magrib
Hakîkat
âfıtâbıdur fülân-ı Esterâbâdî (K 7/4)
Esterabadlı
olan (Fazlullah), hakikat güneşidir; Doğu ve Batı (onun) ilim ve fazileti ile
doludur. Fazlullah, güneşe teşbih edilmektedir. O, ilmiyle, hem doğuyu hem
de batıyı, yani, tüm insanları cehalet karanlığından hakikatin aydınlığına
çıkarmasıyla bir güneş gibidir; hakikatin güneşidir. Bu sebeple kurtuluş, onun
yoluyladır:
Dilersen
bulmağa râh-ı selâmet
Var iste
Fazl-ı Hakdan isti’ânet (M 2/49)
Kurtuluş
yolunu bulmayı dilersen gidip Fazl-ı Hak’tan yardım iste. Fazlullah,
hakikatin anahtarıdır. Bu nedenle insanlar, kurtuluş için ondan yardım
istemelidir.
Hatt-ı
vechinden ‘ıyân itdi sırâtü’l müstakîm
Oldı zâhir
sırr-ı er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istiva (G 6/18)
(Fazlullah),
yüzündeki hatlarla dosdoğru yolu açığa çıkardı; ‘er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı
istiva’ sırrı ortaya çıktı. ‘Er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istivâ’, Tâhâ
suresinin beşinci ayetidir. Meali şudur: “Rahmân Arş’a kurulmuştur”. Hurûfîlere
göre arş, Âdem’in vücududur. Rahman’ın arşa kurulması ise ilahi kelimelerin
Âdem’in yüzünde görünmesidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 39). Doğru yolun
bulunması, Âdem’in yüzündeki yirmi sekiz ve otuz iki hattın okunması ile olur.
Yüzdeki
hatların, yani ilahi kelimelerin işaretlerinin okunması ise Fazlullah’ın ilmi
sayesinde mümkün olmuştur. Fazlullah, ilahi kelimeleri açıklayarak dosdoğru
yolu göstermiş, ‘er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istivâ’ sırrını ortaya koymuştur.
Esrâr-ı zâtı
cümle ‘ıyân itdi mû-be-mû
Okundı hatt-ı
vech-i peder ref olup gıtâ (G 8/13)
Zatın
sırlarını inceden inceye açığa çıkardı. (Böylece) örtü kalkıp babanın yüzündeki
hatlar okundu. Bu beyit de, bir önceki beyit gibi, hatların sırlarının
açığa çıkarılması ile ilgilidir. Hurûfîlikte söz her şeydir. Bu nedenle ilahi
kelimelerin sırlarını ortaya koymak en büyük hakikattir. Fazlullah, işte bu
büyük hakikati öğretmiştir. Böylece insanlığın babası olan Adem’in yüzüne
yazılan hatlar okunabilmiştir. Âdem, Hakk’ın suretinde yaratıldığından dolayı
bu hatları okumak, Allah’ın yüzünü görmeye vesiledir:
Keşf-i
sürâdıkât-ı cemâl-i visâl iden
Rü’yet güninde
tâlibe fazl-ı Vedûd idi (G 283/5)
Görme
gününde yüze ulaşılması (için) taliplere perdeleri açan, Fazl-ı Vedûd’du.
İnsanın yüzündeki hatları okumak, Fazlullah’ın öğretisi sayesinde mümkün
olmuştur. Bu ise, ahirette Allah’ın yüzünü görmeye vesiledir. Çünkü Allah, otuz
iki kelimedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400). Bu ilahi kelimeleri dünyada
okuyabilen ahirette de okuyabilecek, böylece Allah’ın yüzünü görebilecektir.
Fazl-ı Hakdan
anlara feth oldı sırr-ı küntü kenz
Şimdi anlardan
ricâlu’llâh fî-arz u semâ (G 6/21)
‘Küntü kenz’
sırrı onlara Fazl-ı Hak tarafından açıldı; şimdi onlardan yeryüzü ve gökyüzünde
evliyalar (meydana geldi). ‘Küntü kenz’, “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmek istedim; bundan dolayıdır ki halkı yarattım, var ettim.” kudsi
hadisinin başıdır (Pala, 2011: 266). Allah, otuz iki ilahi kelimedir (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 400). Her şeyi “Kün!” emriyle yaratmıştır (Bakara, 2/117). O,
kelimeler vasıtasıyla yarattığı her şeye, bu kelimelerden bazılarını vermiştir;
insana ise tüm ilahi kelimeleri öğretmiştir. Bundan dolayı her şey ilahi
kelimelerden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 40). Fazlullah, sözkonusu
ilahi kelimeleri okumayı öğretmiştir. Onun ilmini öğrenen her şeyi bilebilir,
hakikate erer. Böylece ‘küntü kenz’in sırrına ulaşır. Bu sırra ulaşanlar, Fazlullah
sayesinde evliya olur.
Kıldı ihyâ
cemî’-i emvâtı
Oldı çün Fazl
sâkî-i ebrâr (Tercî-i bend 3/1/7)
Fazl, hayır
sahiplerinin sakisi olduğu için bütün ölüleri diriltti. İlahi harfler ezeli
ve ebedi olup diridir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 66). Fazlullah, insanlara
daima diri olan hakikati -ilahi kelimeleri- öğretmiştir. Sonuçta insanlar
ölümden dirilip can bulmuşlar, hayât-ı câvidâna, yani sonsuz hayata
kavuşmuşlardır.
Fazl u
‘inâyetinden eğer irmese meded
Kalmışdı halk
bahr-ı cehâletde mübtelâ (G 8/6)
(Fazlullah’ın)
iyilik ve bağışından yardım ermeseydi halk cehalet denizine tutulmuş (olarak)
kalmıştı. Eğer Fazlullah hakikati gösterip bir güneş gibi insanları
aydınlatmasaydı, onlara iyilik ve bağışından yardım etmeseydi, pek çoğu cehalet
denizinde boğulacaktı.
Beyân-ı Fazl-ı
Hakdan iste meded
Halâs olmağa
tâ cehl-i kavîden (G 234/4)
Yakıcı
cehaletten kurtulmak için Fazl-ı Hakk’ın sözünden yardım iste. Fazlullah’ın
sözü hakikattir, cehaleti ortadan kaldırır. Bu sebeple, cehaletten kurtulmak
için Fazlullah’tan yardım istenmelidir.
Yaturdum
künc-i gamda zâr u haste Fazl-ı bî-hemtâ
Hayât-ı nev
yetürdi cânuma kıldı beni ihyâ (G 7/1)
Gam
köşesinde hasta ve ağlayarak yatardım. Benzersiz Fazl, canıma yeni (bir) hayat
getirip beni diriltti. Şair, Fazlullah’ın, hayatını tamamen
değiştirdiğinden, kendisini yeni bir hayatla dirilttiğinden bahseder. Bunun
sebebi, Fazlullah’ın hakikatin anahtarı olmasıdır:
Halâs itdi
beni şirk-i hafiden
Kemâl-i
kudretinden Fazl-ı Allâh (G 268/3)
Fazl-ı
Allah, kudretinin olgunluğuyla beni gizli şirkten kurtardı. Fazlullah,
şaire de hakikati göstererek onu gizli şirkten kurtarmıştır. Şairin makamını
yükseltmiştir:
Tabî’at
‘âleminden kaldurup kurtardı esfelden
Bi-hamdi’llah
ki Fazl itdi makâmum ‘Arşiyâ a’lâ (G 7/7)
Ey Arşîl
Fazlullah, (beni) tabiat âleminden kaldırıp aşağılardan kurtardı; Allah’a
hamdolsun, makamımı yükseltti. Yani Fazlullah, şairi âlem-i süfliden âlem-i
ulvîye çıkarmış; böylece makamını yükseltmiştir.
Hamdü li’llâh
irişüp feyz-i ezel ansızdan
‘Arşiyâ kıldı
şifâ Fazl-ı İlâhî ihsân (G 247/5)
Ey Arşîl
Allah’a şükürler olsun, ezelî feyz aniden erişti; Fazl-ı ilahi şifa bağışladı.
Şair, Fazlullah’tan aldığı feyz ve şifa için Allah’a hamdetmektedir.
Visâl-i yâre
vâsıl olmazdı ‘Arşî
‘İnâyet irmese
Fazl-ı ehadden (G 248/5)
Fazl-ı Ehad’den
iyilik erişmeseydi; Arşî sevgiliye kavuşamazdı. Eğer Fazlullah -hakikati
göstererek- yardım etmeseydi, Arşî sevgili’ye, yani Allah’a ulaşamazdı.
İder hal
‘Arşiyâ her müşkilâtın
Bulan Fazl-ı
Hudâdan Câvidânı (G 290/7)
Ey Arşî!
Fazl-ı Hudâdan Câvidân’ı bulan, her zorluğu halleder. ‘Câvidân’ ile
kastedilen, Hurûfîlerin kutsal kitabı Câvidânnâme’ dir. Bu kitap,
Fazlullah Esterâbâdî’nin hakikate dair tüm öğretilerini içerir. Bu kitabı
öğrenen, hiçbir zorlukla karşılaşmaz, hepsini halleder.
Her kimün matlûbı
Fazl’ullâh ola
‘Âkıbet ol
‘ârif-i bi’llâh ola (G 266/1)
Kim
Fazlullah’ı talep ederse sonunda o veli olur, marifeti Allah’a ulaşır. Fazlullah’ı
isteyenler, onun öğrettiği hakikati talep edenler sonunda velilik mertebesine
ulaşır; bu bilgisiyle Allah’a kavuşur.
Olma tûfân-ı
cehl içinde helâk
Yüri Fazl-ı
Hudâdan iste necât (Tercî-i bend 3/III/25)
Cehalet
tufanı içinde mahvolma; yürü, Fazl-ı Huda’dan kurtuluş iste. Fazlullah’tan
uzak olmak, cehalet tufanı içinde kalmaktır. İnsanlar, cehalete karşı Fazlullah’tan
kurtuluş istemelidir. Fakat inatçı olan bazı insanlar bundan kaçınır:
Fazl-ı Haka
olmayınca sâcid
Şeytâna uyar
kalur mu’ânid (Terkîb-i bend 1/1/8)
inatçı,
Fazl-ı Hakk’a secde eden olmayınca şeytana uyar kalır. İnatçı olan insanlar
Fazlullah’a secde etmezse, ondan kurtuluş istemezse hakikate eremez ve şeytana
uyar.
Demek ki
Fazlullah Esterâbâdî, hakikatin güneşidir. O, yirmi sekiz ve otuz ikinin
hakikatini insanlara öğreterek 'er-rahman aliyyü’l ‘arş-ı istiva’
ayetinin sırlarını ortaya koymuş; insanın yüzündeki ilahi kelimelerin
işaretleri olan hatların nasıl okunacağını anlatarak, Âdem’i kendi suretinde
yaratan Allah’ın yüzünü görebilmeyi kolaylaştırmıştır. Otuz iki kelime her
şeydir. Bu ilahi kelimeleri bilenin, bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Câvidânnâme"
nrn ilmini bilen her zorluğu halleder. Bu kişinin altından kalkamayacağı
hiçbir zorluk olamaz. Fazlullah, bu kelimeleri öğreterek, aslında bilinebilecek
her şeyi öğretmiş olmaktadır. Onun hakikate dair sözleri insanları ölümden
diriltir, onlara sonsuz bir hayat bağışlar. Fazlullah, insanları cehaletin
karanlığından hakikatin aydınlığına çıkaran kişidir. O olmasaydı, halk cehalet
tufanında boğulurdu. İnsanlar, cehaletten kurtulmak için Fazlullah’tan yardım
istemelidir.
Fazlullah,
hakikatin bir anahtarı olarak, Şair Arşî’nin canına yeni bir hayat bağışlamış,
hakikati göstererek onu gizli şirkten kurtarmıştır. Böylece Arşî, Fazlullah
sayesinde âlem-i süfliden âlem-i ulvîye çıkmıştır. Şair, Fazlullah’tan
kendisine erişen feyz, yardım ve şifa için Allah’a şükretmektedir. Çünkü o, bu
sayede sevgiliye, yani Allah’a kavuşmuştur.
Arşî’nin
Fazlullâh’a Bağlılığı
Arşî,
Dzva^’ında Fazlullah’a bağlılığını sık sık dile getirmiştir. Bu beyitlerde
Arşî’nin Fazlullah’a nasıl baktığına, onu nasıl anladığına dair işaretler bulunmaktadır.
Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesi, şairin, bir âşık gibi, Fazlullah’a
kayıtsız şartsız bağlanmasına neden olmuştur. Şairin hayatının merkezinde
Fazlullah vardır. Fazlullah; şairin ümit ettiği, yardım dilediği, şifa ve
iyilik istediği tek kişidir:
‘Arşî cenâb-ı
Fazl-ı Hudâdan recâ idin
Her ne murâdun
olsa ana eyle ilticâ (G 8/16)
(Ey) Arşî!
Fazl-ı Hudâ Hazretlerinden ümit et; her ne isteğin varsa ona sığın. Şair,
Fazlullah’a tam bağlanmıştır. O, daima Fazlullah’tan ümit eder; her isteğinde ondan
yardım diler.
Yüzün döndür
Cenâb-ı Fazl-ı Hakka
Halâs olmak
dilersen mâ-cerâdan (G 233/3)
Maceradan
kurtulmak istersen yüzünü Fazl-ı Hak Hazretlerine döndür. Macera, yaşamın
mâsivasıdır. Arşî, hayatın boş çabalarından uzaklaşmak için kendisini Fazlullah’ın
yoluna vermiştir.
‘Arşiyâ ‘abd
olmayan Fazl-ı Haka
Şâhı kimdür
kâ’inâtun anlamaz (G 118/9)
Ey Arşî!
Fazl-ı Hakk ’a kul olmayan, kainatın şahı kimdir, anlamaz. Kainatın şahı
Allah’tır. Allah, yalnızca Fazlullah’ın öğretisi yardımıyla bilinebilir; çünkü
dinin ve Allah’ın bütün sırlarını sadece Fazlullah ortaya koyabilmiştir. Bu
nedenle şair, Allah’ı bilebilmek için Fazlullah’a kul olmayı şart koşar.
Fazl-ı Ehadün
gulâmıyam ben
Cân mülketinün
nizâmıyam ben (Terkib-i bend 1/III/24)
Ben, Fazl-ı
Ehad’ın kölesiyim; can ülkesinin yoluyum. Şair, pek çok beyitte olduğu gibi
bu beyitte de Fazlullah’a kul olduğunu ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki
şair, bu durumdan son derece memnundur. Onun kulluğu, bir aşk ilişkisi
mahiyetindedir. ‘Can ülkesi’, ilahi aşkın ülkesidir. Şair, can ülkesinin
yolunda olduğunu söylerken, aşk yolunda olduğunu anlatmak istemektedir.
Ezelden
‘Arşiyâ Fazl-ı Hudânun
Yolında
bende-i ednâsıyım ben (G 226/7)
Ey Arşî!
Ben, Fazl-ı Hudâ’nın yolunda, (onun) ezelden aşağı bir kuluyum. Arşî, Fazlullah’a
olan kulluğunu başlangıçsız geçmişe kadar götürmektedir. O, her zaman
Fazlullah’ın kuluydu ve bu nedenle sonsuza dek onun kulu olmaya devam
edecektir.
Der-geh-i
zât-ı Fazl-ı yek-tâya
‘Arşiyâ
bende-i hakîrem ben (H 225/7)
Ey Arşî!
Ben, Fazl-ı Yekta’nm dergahına adi bir kulum. Şair, Fazlullah’a olan
kulluğunu defalarca tekrarlayarak, bu kulluğun ne büyük bir mutluluk olduğunu
hissettirmek istemektedir.
İrişmek ister
isen Ka’be-i maksûda ey hâcı
Bu ‘Arşî gibi
cân ile gulâm-ı Fazl-ı Sübhân ol (G 173/9)
Ey hacı!
Kabe ’ye erişmek istersen, bu Arşîgibi canla Fazl-ı Sübhân’ın kulu ol.
Kendisi Fazlullah’a kul olmaktan mutlu olan Arşî, başkalarına da bunu tavsiye
etmektedir. Şair, Kâbe’ye erişmenin şartı olarak Fazlullah’a kul olmayı
göstermektedir; çünkü, Hurûfîliğe göre, hac ibadetinin kabul olmasının şartı,
bu ibadetin gizli anlamlarını bilmekten geçer. Tüm ibadetlerin amacı, Allah’ın
yüzünün müşahedesidir (Fazlullah-ı Esterâbâdî, 2012: 440). Hac ibadetinde
Allah’ın yüzünün müşahedesine dair sırları açıklayan tek kişi ise
Fazlullah’tır.
Ey Fazl-ı Ehad
lütfün umar hâk-i deründe
Bu ‘Arşî-i
miskin
Vaktidür ana
eylesen ihsân u mürüvvet
Tâ kim bula
ârâm (Müstezad 3/7)
Ey Fazl-ı
Ehad! Bu zavallı Arşî, kapının toprağında iyiliğini umar. Vaktidir; ona iyilik
et ve cömertlikte bulun ki rahat bulsun. Divan edebiyatı estetiğine göre
âşık, sevgilisinin eşiğinde bir dilenci gibidir. Bu durumda bile o, bir
padişahtan üstündür. Sevgilinin semti, ona Kâbe gibi görünür. Âşık, gül
bahçelerinde eğlenmeyi değil, sevgilinin evinin yöresinde huzur bulmayı tercih
eder (Kaplan, 2013: 102103). Bu beyitte Arşî âşık, Fazlullah ise sevgili
konumundadır. Arşî, bir âşık gibi Fazlullah’ın eşiğinde ondan iyilik ve
cömertlik beklemektedir.
Kapunda bir
fütâde ‘abd-i hakîrünüzdür
Arşîye dest-gîr
ol yâ Fazl-ı Rabbü’l-erbâb (K 2/11)
Ey uluların
Rabbi Fazl! Kapında bir düşkün, değersiz kul olan Arşî’nin elinden tut.
Fazlullah, bu beyitte Allah konumundadır; çünkü Allah, onda tecelli etmiştir.
Arşî, Rab olan Fazlullah’ın kapısında yardım dilenmektedir.
‘Arşî kulunam
bî-sühan ey Fazl-ı zât-ı zü’l-minen
Feth eyle
bâb-ı ‘ilmi sen ben bende-i bî-çâreye (Kıt’a 1/9)
Ey Fazl-ı
zât-ı zü’l-minen! (Ben), sözsüz Arşî kulunum. Sen, çaresiz (bir) kulun (olan)
bana ilim kapısını fethet. Söz, Hurûfîliğe göre, en büyük ilimdir. Arşî ise
sözden yani ilimden mahrumdur. Bu nedenle, söz ilmini öğreten Fazlullah’tan
yardım istemektedir. Beyit, bir çeşit dua niteliğindedir. Beyitte Arşî kul,
Fazlullah ise Allah konumundadır. Arşî, isteğini dilerken kendini soyutlamakta;
ilim kapısını kendisi için Fazlullah’ın fethetmesini istemektedir.
Gerçi şâhuz
‘Arşiyâ mülk-i ma’ânîde velî
İşiginde
Fazl-ı Hakkun bende-i muhtâcıyuz (G 121/5)
Ey Arşî!
Mana ülkesinde her ne kadar şah olsak da, Fazl-ı Hakk ’ın eşiğinde, (onun)
muhtaç kuluyuz. Mana ülkesi, insanın içsel dünyasıdır. Arşî, iç dünyasında,
kalp âleminde bir şahtır; ancak onun şahlığı, Fazlullah’a kul olmasından
dolayıdır. Beyitteki tezad, iç dünyada şah olma ile Fazlullah’a kul olmanın
ayrılmaz bütünlüğü sayesinde meydana gelmektedir.
‘Arşîyem
cümleden müberrâ
‘Abd-i der-i
Fazl-ı zü’l-celâlem (G 197/16)
Arşî’yim;
her şeyden kurtulmuş, Fazl-ı Zü’l-celâl’in kapısının kulu olmuşum. Arşî,
kendisini bağlayan, nefsinin özdeşleştiği her şeyden kurtulmuş; Fazlullah’a kul
olmuştur.
‘Arşî cenâb-ı
Fazl-ı Keremden umar ‘atâ
Dâ’im bu
bendenün yüzi ol âsitânedür (G 87/7)
Arşî,
Fazl-ı Kerem Hazretlerinden bağış umar. Bu kölenin yüzü daima o eşiktedir.
Bir ilah konumunda olan Fazlullah’ın eşiğinde bekleyen Arşî, bir kul olarak
daima ondan bağış ummaktadır.
‘Arşî hakîr-i
bendene lutf eyle ey Fazl-ı Hudâ
Yâ Rabbenâ yâ
Rabbenâ estagfiru’llâh el-‘azîm (G 195/6)
Ey Fazl-ı
Hudâl Adi kulun olan Arşî’ye iyilik yap; yâ Rabbenâ yâ Rabbenâ estagfiru’llâh
el-‘azîm. Arşî, ilah olan Fazlullah’tan iyilik dilemekte, günahlarının
affını istemektedir.
Yok penâhum
senden özge tâ ebed
Zât-ı pâkün
hakkı ey Fazl-ı Ehad (M 1/10)
Ey Fazl-ı
Ehadl Temiz zatının hakkı (için), sonsuza dek senden başka sığınağım yoktur.
Fazlullah, Allah’ın kendisinde tecelli etmesinden dolayı ilah konumundadır ve
bu nedenle zatı tertemizdir. Kul olan Arşî’nin Fazlullah’tan başka sığınağı
yoktur.
Murâdum
kimseden yok tâ ebed Fazl-ı Hudâdandur
Şefâ’at
umduğum rûz-ı cezâda Mustafâdandur (K 5/1)
Sonsuza
kadar Fazl-ı Hudâ (dışında) kimseden isteğim yoktur. Ceza günü (ise) şefaat
umduğum (kişi) Mustafa ’dır. Arşî, sonsuza dek sadece Fazlullah’tan ister;
çünkü istekleri gerçekleştirebilecek tek ilah odur. Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ise, bir peygamber olarak, şefaat makamındadır. Bu nedenle
Arşî, şefaaati Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den bekler.
Ser-i kûyında
‘Arşî Fazl-ı Hakkun
Fütâde bî-ser
ü bi-pâ degül mi (G 281/7)
Arşî,
Fazl-ı Hakk’m köyünün başında başsız ve ayaksız (bir) aşk düşkünü değil midir?
Arşî’nin Fazlullah ile ilişkisi, bir aşk ilişkisidir. Arşî, Fazlullah’ın
köyünde başsız ve ayaksız dolaşan bir aşk hastasıdır.
Fazl-ı Feyyâza
yüzün dut ‘Arşî-i şeydâ gibi
Tâlibâ olmak
dilersen kâm-rân u kâm-yab (G 17/7)
Ey talipl
Eğer mutlu olmak ve amacına ulaşmak istersen aşk delisi Arşî gibi Fazl-ı
Feyyâz’a yüzünü tut. İnsanın mutluluğa ve amacına ulaşması, Arşî gibi
Fazlullah için aşk delisi olmasına bağlıdır.
Marîz-i ‘aşk
olup bî-tâkat (ü) bî-iktidâr oldı
Bu ‘Arşî haste
Fazl-ı zü’l-keremden bir şifâ ister (G 106/5)
Bu Arşî aşk
hastası olup takatsiz ve iktidarsız kaldı; kerem sahibi Fazlullah’tan bir şifa
ister. Mutluluğa ve amaca ulaştıran bu aşk, aynı zamanda Arşî’yi takatsiz
ve iktidarsız bırakmaktadır. Arşî, bir âşık olarak, çareyi yine sevgilisinden
ummakta ve Fazlullah’tan şifa dilemektedir.
‘Arşiyâ
âzâde-i her-dü-cihân olsam ne var
Sürmişem
der-gâh-ı Fazlullâha her dem rûy-ı zerd (G 48/5)
Ey Arşî!
Her iki cihandan özgür olsam ne olur? Her an sarı yüzümü Fazlullah’ın dergahına
sürmüşüm. Arşî, aşkından dolayı hem bu dünyadan hem de ahiretten
kurtulmuştur. Onun bu çifte özgürlüğü, aşkın getirdiği sonsuz bağlılıkla tezad
oluşturmaktadır. Arşî, her iki cihandan özgür olmuş olsa da aşk sebebiyle
sonsuza kadar Fazlullah’a bağlıdır. Arşî’nin yüzünün sarı olması, onun bir aşk
hastası olduğunu gösteren en önemli işarettir.
Sâcidem
der-gâh-ı ‘âlî-şân-ı Fazl-ı Hâlıka
Bende-i
dîrîne’em ey ‘Arşî bî-pervâ direm (G 189/7)
Ey Arşî!
Fazl-ı Hâlık’m şan ve şerefi büyük olan dergahına secde edenim.
Eski köleyim, korkusuzum. Şair, Fazlullah’ın dergahına
bir kul gibi secde eder.
Yüz sürmeğe
der-gâh-ı Fazl-ı Haka ey ‘Arşî
Esrâr-ı
hakâyıka hayrân oluban geldüm (G 192/14)
Ey Arşî!
Fazl-ı Hakk’ın dergahına yüz sürmek için hakikatlerin sırlarına hayran olup
geldim. Şair, hakikatlerin sırlarını Fazlullah’ın öğretisi sayesinde
anlamış ve hayran olmuştur. Bu hayranlıkla Fazlullah’ın dergahına yüz sürmek
istemiştir.
Fârigu’l-bâlüz
makâm-ı fakrı itdük ihtiyâr
Fazl-ı Hakkun
‘Arşiyâ lutf u ‘atâsın gözlerüz (G 128/8)
Ey Arşî!
Fakr makamını seçtik, gönlü rahatız; Fazl-ı Hakk’ın iyilik ve bağışını
gözleriz. Vîrânî Abdal, Fakrnâme adlı eserinde ‘fakr’ı şöyle
anlatır:
İnsan her neyi
mabudu edinse, maksudu da o olmuş olur. O halde insanın Hakk’tan başka bir şey
istememesi gerekir. Ey fakr ve fena tâlibi! Allah ehli ve ahiret ehli kişi,
yaşaması için gerekli olan miktar dışında bir şeye ihtiyaç duymaz ve bunun için
başkasından bir talepte bulunmaz, insanlardan bir şey isteyerek kendini
düşürmez. O sadece Allah’ı bilmek için talepte bulunur (Vîrânî Abdal, 2015:
15-16).
Arşî, Vîrânî
Abdal’ın tarif ettiği fakr makamını seçmiştir. Hiç kimseden bir şey istemediği
için hayal kırıklığına uğramaz. Bu nedenle gönlü rahattır. Onun tek isteği,
Fazlullah’ın iyiliği ve bağışından başka bir şey değildir.
Dest-gîr olmaz
ise Fazl-ı İlâh
Kalısar ‘Arşî
böyle zâr u zebûn (G 237/7)
Fazl-ı ilâh
yardımcı olmazsa Arşî böyle ağlayarak ve aciz (bir şekilde) kalır. Arşî’ye
yardım edebilecek tek kişi Fazlullah’tır. Eğer o yardım etmezse, Arşî çaresiz
ve aciz bir şekilde kalır. Arşî sadece Fazlullah’a bağlanmıştır ve onun tek
ümidi Fazlullah’tır.
Görülüyor ki
Arşî, Fazlullah’ı bir ilah olarak kabul eder ve ona kullukla, aşkla bağlıdır.
O, âşık olduğu Fazlullah’ın eşiğinde, onun yardımını ve iyiliğini istemektedir.
Arşî’nin Fazlullah’tan başka sığınacağı kimse yoktur. O, Fazlullah sayesinde
hayatın mâsivasından, yaşamın macerasından kurtulmuş; fakr makamına ulaşmıştır.
Artık istediği tek şey, Allah’ı bilmektir. Allah’ı ise, yine Allah’ın tecelli
ettiği zat olan Fazlullah sayesinde bilmektedir. Fazlullah, Arşî’nin her
şeyidir. Mutluluk ve isteklere kavuşabilmek, ibadetlerin kabul olması ve dini
anlamak yalnızca Fazlullah’a kulluk sayesinde mümkündür. Eğer Fazlullah,
Arşî’ye yardım etmezse, şair tek başına, çaresiz ve aciz kalacaktır.
Allah
ve İnsan
Bu başlık
altında yanıt arayacağımız sorular şunlardır: Arşî Divanı"nındaki
Hurûfî şiirlerde Allah ile insan tasavvuru nasıldır ve ikisi arasındaki
ilişkinin keyfiyeti nedir?
Allah
Allah, İslam
anlayışının merkezindedir. Başlangıç ve son O’dur. O, her şeyin yaratıcısıdır,
mutlak hakimdir, ezeli ve ebedidir. Zamandan, mekandan ve şekilden münezzeh
olup doğmamış ve doğurmamıştır; hiçbir şey ona denk değildir (İhlas, 112/3-4).
İslam kaynaklı bir düşünce ve inanç olan Hurûfîliğin Allah’a bakış açısı, ArşîDivam’nâan
takip edilebilir. Arşî, Allah hakkında şu beyitleri söyler:
Terkîbe geldi
nutka gelüp kuvvet-i ezel
Kün didi oldı
var zemîn ü tokuz semâ (K 6/2)
Ezel
kuvveti konuşup vücut buldu. ‘Kün’ dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Shahzad
Bashir’e göre; Hurûfî düşüncesinde söz ile madde birbirinden ayrılamaz, çünkü
madde sözden yaratılmıştır (Bashir, 2013: 49). Ezel kuvveti olan Allah’ın
konuşması ve vücut bulmasının sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olması bundan
dolayıdır. Yine; Allah’ın “Kün!” sözü, göklerin ve yerin yaratılmasının
sebebidir (Yasin, 36/82). Demek ki söz, her şeyin aslıdır.
Gelelden
‘âlem-i terkibe zât-ı kuvvet-i evvel
Gehî savt u
gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)
îlk
kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses bazen de söz ile âlemi
diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır ve yaratma eylemiyle terkip âlemine
gelmiştir. Bu eylem, bazen ses bazen de söz ile olur. Varlıkların yaratılışı ve
hayatını devam ettirmesi, Allah’ın sözüne bağlıdır. Bu nedenle Allah’ın sesi ve
sözü ile yaratılış ve hayat arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır.
Hudâdur
hâkim-i mutlak vücûd-ı cümle eşyâda
Hudâdur
fa’il-i âb u hevâ vü hâk bâ-nirân (G 221/3)
Bütün
şeylerin vücudunda mutlak hakim (olan) Hudâ’dır. Ateşle su, toprak ve havanın
yapanı Allah’tır. Allah otuz iki ilahi kelimedir ve anasır-ı erbaa ile
varlığın tamamını bu ilahi kelimelerden yaratmıştır. Her varlık, aslı olan otuz
iki kelimeye bağlıdır. Bundan dolayı Allah, yarattıkları üzerinde kesin bir
hakimiyete sahiptir.
Gelür
bi’l-kuvveden bi’l-fi’le izhâr-ı sıfat içün
Olur otuz iki
esmâ’ ola tâ halk-ı esmâ-dân (G 221/6)
Sıfatını
ortaya çıkarmak için düşünce âleminden hakikat âlemine gelir, isimlik halkından
olmak için otuz iki isim olur. Fazlullah’a göre otuz iki isim, Allah’ın hem
ismi hem de sıfatıdır. Allah, sıfatını -yani otuz iki ismini- ortaya çıkarmak
için düşünce âleminden hakikat -yani madde- âlemine gelir. Böylece otuz iki
isim olarak görünür.
Tabâyı’dan
geyer bir hoş libâs-ı ahsen-i takvim
Olur kendü
sıfatıyla zuhûr-ı zâtına bürhân (G 221/7)
Tabiatten
bir hoş ‘ahsen-i takvim’ elbisesi giyer. Kendi sıfatıyla, zâtının ortaya
çıkışına delil olur. ‘Ahsen-i takvîm’, Tin suresinin 4. ayetinde geçer.
Ayetin meali şöyledir: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık”.
Hadise göre Allah, Âdem’i kendi sureti üzerine, yani Rahman suretinde
yaratmıştır. Allah’ın “Tabiatten bir hoş ahsen-i takvîm elbisesi” giymesi,
maddi olarak en güzel insan suretine bürünüp görünmesidir. O’nun otuz iki
sıfatı, kendisinin insan suretinde ortaya çıkışına delildir. Demek ki Allah,
yarattığı insanın aslıdır ve onun bedeninde yaşar. Bu da, hulûl anlayışıyla
örtüşür.
Velâkin
mazhar-ı zât oldugı-çün Âdem-i hâki
İder bî-vâsıta
ta’lîm-i esmâ zât-ı zü’l-ihsân (G 221/5)
Topraktan
yaratılan Âdem, zatın mazharı olduğu için, ıhsan edenin zatının isimlerini
vasıtasız öğrenir. Âdem topraktan, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesi üzerine
Rahman suretinde yaratılmıştır, bu nedenle o, Allah’ın mazharıdır. Dolayısıyla
Âdem, Allah’ın otuz iki ilahi kelimesini kendisinde barındırır. Bir başka
ifadeyle; Âdem, arada hiçbir vasıta olmadan Allah’tan ilahi kelimeleri
öğrenmiştir. Bu olay, şu ayetin Hurûfi yorumuna dayanır: “Allah, Âdem’e bütün
varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru
söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin.’ dedi” (Bakara,
2/31). Ayete göre Allah, Âdem’e isimlerin öğretilmesi için herhangi bir melek
veya başka bir aracı göndermemiş, bizzat isimleri kendisi öğretmiştir. Bu
isimler, Hurûfi anlayışına göre, otuz iki ilahi kelimeden ibarettir.
Görindi
perdesüz vech-i İlâhî dîde-i câna
Açıldı bâb-ı
hikmet oldı zâhir sırr-ı mâ evhâ (G 7/2)
Allah’ın
yüzü can gözüne perdesiz göründü. Hikmet kapısı açıldı; ‘mâ evhâ’ sırrı açığa
çıktı. ‘Mâ evhâ’, Necm suresinin 10. ayetinde geçer: “Böylece Allah, kuluna
vahyedeceğini vahyetti”. Bu ayet, Miraç gecesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in, arada iki kaş arası mesafe kalıncaya kadar Allah’a yakınlaştığı
an için söylenmiştir. O yakınlaşma esnasında Allah, kuluna vahyedeceğini
vahyetmiş; yani söyleyeceği her şeyi söylemiştir. Bu ayet, Hurûfîler tarafından
şöyle anlaşılır: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın yüzünü
sakalsız bir oğlan suretinde görmüştür ve bu yüzdeki ümmî hatları bilmiştir.
Allah’ın vahyedeceği her şey otuz iki ilahi harften ibarettir. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), otuz iki harfi Allah’ın yüzünde ümmî hatlar
vasıtasıyla görerek, kendisine vahyedilecek her şeyi almıştır.
Fazl idi gelüp
kılan tecellî
Emr iden ezel
namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)
Gelip
görünen, ezelde namazı elli (rekat olarak) emreden Fazl idi. Beyitte, Miraç
hadisesinde Allah’ın Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ve tüm
Müslümanlara elli vakit namazı farz kılması anlatılmaktadır. Şaire göre, elli
vakit namazı farz kılan Allah değil, Fazlullah’tır. Hurûfîlere göre hakiki Âdem
Fazlullah’tan başkası değildir. Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır; yani
Âdem’in yüzü Allah’ın yüzüdür. Dolayısıyla, asıl Âdem olan Fazlullah, Allah’ın
yüzüne sahiptir. Ayrıca, Hurûfîlik düşüncesi ve inancına göre Allah,
Fazlullah’ın bedeninde görünüp insanlara dosdoğru yolu göstermek için yeryüzüne
inmiştir. Bunlardan dolayı Fazlullah Allah’tır ve Allah Fazlullah’tır.
Her cânibe
baksa göre vech-i Allâh’ı
Bînâ ola ‘Arşî
şâhid-i ma’nâdan (G 229/7)
Hangi yöne
baksa Allah’ın yüzünü görür. ‘Arşî, mana şahidine görücü olsun. Allah’ın
yüzü otuz iki ilahi harften ibarettir, tüm varlık, Allah’ın yüzündeki ilahi
harflerden yaratılmıştır. Kainatta olan her şey, otuz iki harftir. Bu nedenle
nereye bakılırsa bakılsın yalnızca Allah’ın yüzü -yani otuz iki harf- görülür.
Mürîdem ben
murâdum vech-i Allâh
Kamu akvâl ü
efâlüm il’Allâh (G 268/1)
Ben
müridim, isteğim Allah’ın yüzüdür. Bütün sözlerim ve işlerim Allah’tır. Bir
Fazlullah takipçisinin en büyük amacı Allah’ın yüzünü görebilmektir. Onlar,
vahdet düşüncesiyle yaşarlar ve kainata, Allah’ın yüzü olan otuz iki ilahi
harflerin işaretlerini bulabilmek için bakarlar. Söyledikleri her kelime,
onlara göre, ilahi harflerden ibarettir. Bu nedenle; onların bütün sözleri ve
işleri Allah’tır.
Demek ki
Allah, otuz iki sözdür ve kainatı bu sözlerle yaratmıştır. O’nun yaratma
eylemi, aslında yaratılmışların şekline bürünmekten ibarettir; çünkü tek varlık
otuz iki ilahi kelimedir, yani Allah’tır. Allah’tan başka hakiki varlık yoktur.
O, bilinmek isteği ile yarattığı kainatta kendi kendisini izler. Bu nedenle,
nereye bakılsa bakılsın Allah’ın yüzü görülür. Allah, ilahi kelimelerden ibaret
olan kainata mutlak hakimdir. Âdem’in yüzüne otuz iki kelimeyi yazarak, ona
esmâ ilmini vasıtasız öğretmiştir. Böylece onu, tüm yaratılmışlardan üstün
tutmuş ve kendi halifesi olarak seçmiştir. Âdem’in yüzü, Allah’ın yüzü
olmuştur; fakat hakiki Âdem Fazlullah’tır. Allah’ın kelimeleri yalnızca Âdem’de
ya da Fazullah’ta değil, bütün insanlarda bulunur. Bu nedenle kendini bilen,
yani yüzündeki hatları çözüp ilahi kelimeleri okuyan, Allah’ı bilir ve görür.
Allah’ı görmek ise, bir Hurûfînin en büyük amacıdır.
İnsan
Hurûfîlik,
insanı merkeze koyan ve tanrısal insana ulaşmayı amaçlayan felsefi-dini bir
sistemdir (Usluer, 2009a: 19). Hurûfîliğe göre insan, Bakara suresinin 31.
ayetinde belirtildiği üzere, Allah’ın kendisine bütün isimleri vasıtasız olarak
öğretmesinden dolayı dikkate şayan bir varlıktır. Hiçbir varlığa nasip olmayan
nimet insana nasip olmuştur; ona otuz iki ilahi kelime verilmiştir. Bu nedenle
melekler, insana -Âdem’e- secde etmişlerdir. Arşî’ye göre Allah, bilinmek
istemiş ve insan şekline bürünerek varlık sahasına çıkmıştır:
Ma’lûm ola tâ
ki zât-ı mutlak
Geydükde
libâs-ı şekl-i inşân (Terkib-i bend l/VI/47)
Mutlak zat,
bilinmek için, insan şeklinde elbise giydi. Allah otuz iki sözdür ve
bilinmek için âlemi bu sözlerle yaratmıştır. Dolayısıyla evren otuz iki sözden,
yani Allah’tan ibarettir. Allah, insanı kendi suretinde ve Rahman suretinde
otuz iki harf üzerine halketmiştir. Kendisi de otuz iki harf olan Allah, insan
şeklinde elbise giyip evrende kendi kendisini seyretmektedir. Bu durum,
Hurûtîliğin vahdet anlayışının temelidir.
Vücûdumdur
medâr-ı çarha merkez
Hudânun sî vü
dû esmâsıyam ben (G 226/2)
Dünyanın
yörüngesinin merkezi vücudumdur. Ben, Hudâ’nın otuz iki ismiyim. Allah’ın
otuz iki ismi üzerine yaratılan insan evrenin merkezindedir; çünkü var olan her
şey ve tek hakikat otuz iki isimdir. Bu isimler Allah tarafından insanın yüzüne
yazılmıştır. İnsanın vücudu, otuz iki ismin işaretleriyle doludur. Hatlar,
delikler, dişler, kemiklerin ve eklemlerin sayısı gibi unsurlar, hep yirmi
sekiz ve otuz iki ismi gösterir. Fazlullah Esterâbâdî, bu konuda şu açıklamayı
yapar:
(...) Ve her
şeyden ne ki mahlûk olmuşdur, vücûd-ı Âdem’in cüz’üdürler şöyle ki Âdem
aleyhi’s-selâmın hey’âtı üzerine seyr eylerler ve yedi kevkeb-i seyyâre üç yüz
altmış derecede seyr eyler ki üç yüz altmış, altı kez yirmi sekiz ve altı kez
otuz iki olur pes Âdem ki merkezi-i zemindedir ve yedi şeb u rûzun zamânı onun
ve onun çeşminin hey’âtı üzerine seyr eyledi ve dâim seyr eyler fefhem.
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 139).
Burada
Fazlullah, yaratılmış her şeyi Âdem’in vücuduna bağlar; böylece onu dünyanın
merkezine yerleştirir. Sonuç olarak, beyitte denildiği gibi, dünyanın yörüngesi
Âdem’in vücudu olur.
Şu’ûn-ı bahr-ı
zâtam ki göründüm
Otuz iki
sıfâtam ki büründüm (M 2/6)
'Zat
denizinin işleriyim ki göründüm; otuz iki sıfatım ki büründüm. Kainat,
Allah’ın denizidir. Bu denizdeki işler Allah’a aittir ve bir görüntüden
ibarettir. Her şeyin aslı ise Allah’ın otuz iki sıfatıdır, yani otuz iki ilahi
kelimedir. İnsan, bu kelimelerin şekle bürünmüş halidir. Bir diğer deyişle o,
otuz iki ilahi kelimeden başka bir şey değildir. O halde insanı bilmek, Bülent
Gürkan’ın da değindiği gibi, Allah’ı bilmek demektir (Gürkan, t.y. : 5).
Otuz iki geydi
câme-i ten
Gösterdi
cemâlini müsemmâ (Tercî-i bend 2/II/11)
isimlenen,
otuz iki adet beden elbisesi giyip yüzünü gösterdi. İsimlenen Allah’tır. O,
yarattığı her şeyi otuz iki isimle yaratmış ve her varlığa bu isimlerden
bazılarını vermiştir. Yalnızca insana otuz iki ismin tümünü vermiş, böylece onu
kendi sureti üzerine yaratmıştır. Bundan dolayı insanın yüzü Allah’ın yüzüdür
(Alparslan, 1967: 31). İnsan, otuz iki kelimeden ibarettir ki bu kelimeler
Allah’tır. Yani, insan, Allah’ın bedene bürünüp insan şekline girmiş halidir.
Niçün kim
mâ-verâ-yı ‘akl u hûşam
Benem bâbâ ki
mescûd-ı sürûşam (M 2/4)
Aklın ve
fikrin ötesinde olduğum için baba benim ki meleklerin secde ettiği kimseyim.
Allah Adem’e bütün isimleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu isimler, otuz iki
ilahi kelimeden ibarettir. Meleklerin Âdem’e secde etmesi, Âdem’de Allah’ın
isimleri ve sıfatları olan bu kelimelerin bulunmasından dolayıdır (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 319). Bu ilahi kelimeler, yalnızca Âdem’de değil, her insanda
bulunduğu için ortaktır. Melekler, yalnızca Âdem’e değil, Âdem’in şahsında
bütün insanlığa secde etmişlerdir. Akıl ve fikir insanları farklı görür;
halbuki bütün insanlar otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Şair, aklın ve
fikrin ötesine geçtiği için insanlar arasındaki ayrıma bakmayıp asıl olan otuz
iki ilahi kelimeyi görür ve meleklerin kendisine secde ettiğini ifade eder.
Vücûdum oldı mevcûdâta bâ’is
Benem Fazl-ı Hudâdan arza vâris (M 2/17)
Vücudum
varlıklara sebep olmuştur. Fazl-ı Hudâ’dan yeryüzüne varis benim. İnsanın
vücudu otuz iki ilahi kelimedir; çünkü Allah onu kendi suretinde yaratmıştır.
Evrendeki her şey bu kelimelerden, yani insanın vücudundaki otuz iki isimden
halkedilmiştir. Evrende ne varsa hepsi Âdem’in vücudunda bulunur. Bütün varlık,
Âdem’in vücudundan ibarettir. Dolayısıyla insanın vücudu varlıkların sebebidir.
Câvidânnâme" de bu konu şöyle ele alınır:
(...) Pes
cemî’-i eşyâ bir Âdem’in vücûdu ola ve Âdem’in hatt-ı istivâsından cümle
eşyânın hatt-ı istivâsı üzerine git ve Hakk teâlânın kelimesini cümle eşyâda
oku ki Âdem aleyhi’s-selâm ol kelimenin mazharıdır. Şöyle ki ez-rû-yı ismiyyet
otuz iki kelime-i İlâhî cemî’-i eşyâya erişmişdir ve ez rû-yı zuhûr eşyânın
cümlesinde tecellî eylemişdir ve mecmû’-ı eşyâ bi’l-kuvve ve bi’l-fı’l ol
kelime-i İlâhînin mazharıdır ki Âdem’dir... (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 43)
Hudânun zâtına mir’âtsın sen
Okı kim mazhar-ı âyâtsın sen (M 2/45)
Sen,
Hudâ’nın zatına aynasın. Oku ki sen ayetlerin mazharısın. Âdem’in sureti
Allah’ın suretidir. Bu husus, Câvidânnâme" te. şöyledir: “Hüdâ’nın
sûreti Hakk teâlânın sıfatıdır ve Hakk teâlânın sıfatı otuz iki kelime-i
hüdâdır ki Hazret-i Âdem’in hilkati ol sıfat üzerinedir ve onun üzerine
mahlûkdur ve hakîkatde Âdem sûreti, sûret-i Hüdâ’dır...” (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 175). Yani, Allah’ın sıfatı otuz iki ilahi kelimedir. Hurûfîlikte sıfat
ile zat bir kabul edildiğinden dolayı Allah bizzat otuz iki kelimedir. Hz.
Âdem, bu kelimeler üzerine yaratılmıştır. Böylece Âdem’in yüzü Allah’ın yüzü
olur. Hurûfîlik düşüncesine göre, mevcut olan tüm isimler otuz iki adettir. Bu
isimler Levh-i Mahfûz’âa yazılıdır. Kur’an, Cebrail tarafından Levh-i
Mahfûz"dan okunup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
bildirilmiştir. Âdem’in yüzü Levh-i Mahfuz"dur: “(...) Hakîkatde Levh-i
Mahfuz vech-i Âdem ve vech-i Muhammed aleyhi’s-selâmdır...” (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 101). Dolayısıyla, Kuntum bütün ayetleri Âdem’in
yüzünde yazılıdır. Âdem, tüm insanların atası olduğu için, onun yüzüne ait
nitelikler her insanda bulunur. O halde, beyitte insana hitap edilir ve ona
şöyle denir: “Sen, Hudâ’nın zatına aynasın. Oku ki sen ayetlerin mazharısın”.
Mübeddel oldı
bu arz u semâ ma’nîde inşâna
Yok oldı cümle
eşyâ kaldı Âdem mazhar-ı yek-tâ (G 2/17)
Bu yer ve
gök, manada insana değiştirildi. Bütün her şey yok oldu, eşsiz mazhar Âdem
kaldı. Bu beyitte Rahman suresinin 26. ve 27. ayetlerine telmih vardır:
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi
Rabbinin yüzü bâki kalacaktır”. Allah’ın yüzü, Âdem’in yüzüdür. Bu sebeple
ebedi olan tek şey Âdem’in yüzünden başkası değildir. Yer ve göğün manada
insana değiştirilmesi, insanın otuz iki kelime üzerine yaratılıp diğer hiçbir
varlığın böyle bir nimete ermemesinden dolayıdır. Allah, yarattığı her şeye
ilahi kelimelerden bir kısmını verirken Âdem’e hepsini öğretmiştir. Bu nedenle
Âdem, yani insanoğlu, yer ve gök dahil her şeyden üstündür. Bu nedenle o, yok
olmayacaktır, ebedidir.
Hılkatum eflâk
ile vezn eyledüm
Altı kez
altmış ‘aded oldı kamu (G 254/3)
Yaratılışımı
felekler ile tarttım. Hepsi altı kez altmış adet oldu. Felekler üç yüz
altmış derecedir; başka bir deyişle, altı adet altmış derecedir. Her altmış
derecede yirmi sekiz ve otuz iki bulunur. Yani, üç yüz altmış derecenin aslı
yirmi sekiz ve otuz ikidir. Âdem’in yaratılışı da bu sayı üzerinedir. Bu
nedenle insanoğlunun yaratılışı ile felek arasında bir münasebet vardır.
Vücûdun ‘arş-ı
Rahmândur ser-â-pâ
Hadîs ü âyet ü
bürhânlar ile (G 269/6)
Hadis, ayet
ve deliller He vücudun baştan ayağa Rahmân’ın arşıdır. Âdem, yani
insanoğlu, Allah’ın arşıdır. Bu husus, Câvidânnâme’te. şöyle anlatılır:
(...) Âdem
ahsen-i takvim kisvetindedir ol cihetle ki nitekim Âdem aleyhi’s-selâm otuz iki
kelime-i ezelî ve ebedî-i İlâhînin mazharı oldu onun vechi ve zebânı yolundan
ez-rû-yı hilkat onun alm ve dendânı ve a’zâsı ve cenbi cümle kelime-i tamâm-ı
İlâhînin âlemi oldu. Bu cihetdendir ki Âdem aleyhi’s-selâm Hakk teâlânın
arşıdır... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 49)
Yani, Âdem
otuz iki ilahi kelimenin mazharıdır. Bu kelimeler onun yüzünde, dişlerinde ve
azalarında bulunmaktadır. Bu sebeple, beyitte denildiği gibi, Âdem’in -
dolayısıyla insanoğlunun- vücudu baştan başa Hakk’ın arşıdır. Hurûfîler, Tâhâ
suresinin 5. ayetini ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Müminin
kalbi Allah’ın arşıdır.” hadisini bu düşüncelerine delil olarak
göstermektedirler (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 48).
Yapıldı
hayme-i mî’âd-ı cismüm
Tınâbı oldı
cümle iki elli (G 287/2)
Vücudumun
hayme-i mî’âdı yapıldı. Hepsinin çadır ipi toplamı iki tane elli oldu.
Beyitte geçen ‘hayme-i mî’âd-ı cism’ tamlaması, insanoğlunun bedeni ile hayme-i
mî’âd arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Hayme-i mî’âdın iki tarafında bulunan
ellişer adet ip ise vücuttaki el, ayak ve eklem gibi birtakım uzuvlara
işarettir.
‘Hayme-i
mî’âd’, Hz. Musa’nın çadırıdır. Bu çadırın iki tarafında ellişer adet ip
bulunur ki Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkunda bulunan
yirmi sekiz harfin kendileri ve noktaları sayısıncadır. Bu çadırın on bir parça
kumaşı vardır; bu sayı, seferde bir günde kılınan farz namazların rekat
adedidir. Çadırın eni dört arştır. Bu dört arş ile on bir parça kumaşın toplamı
on beş olur ki cuma günü kılınan farz namazlarının rekatıdır. Her bir kumaşın
boyu yirmi sekiz arştır ve zemini dört arştır. Bu ikisinin toplamı otuz iki
eder ki ilahi kelimelerin sayısı adedincedir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 71).
Hayme-i mî’âd,
Âdem’in bir örneğidir. Bu çadır, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin bir misalidir.
Çadırın boyu yirmi sekiz arştır ve zemini dört arştır.
Bunların
toplamı otuz iki arş eder ki Hz. Âdem’in yüzündeki hatlara işarettir. Çadırın
sağında ve solunda bulunan ellişer ip Âdem’in iki eline ve iki ayağına denk
gelir; sağ el ve sağ ayaktaki boğumlar yirmi sekiz adettir, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in nutkundaki harflerin sayısıncadır. Bu harflerin toplam
yirmi iki noktası olur. Harflerin kendileri ile noktaları toplamı elli eder ki
hayme-i mî’âdın sağındaki iplere eşittir. Sol el ve sol ayağın durumu ellerin
durumu ile aynıdır. Onlarda da toplam yirmi sekiz boğum vardır ve bu sayı Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nutkundaki harf sayısına eşittir. Bu
harflerin toplam yirmi iki noktası bulunur. Harflerin kendileri ile noktaları
toplamı elli eder ki hayme-i mî’âdın solundaki iplerin sayısına denk gelir
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 72). Virânî Abdal Fakrnâme adlı eserinde
hayme-i mî’âddan şöyle bahseder:
(...) Âdem’in
yüzü Allah’ın hikmetidir, eli Allah’ın kudretidir ayağı da Allah’ın kuvvetidir,
çünkü Âdem kuvvet ile yürür ve menziline gider, kudret ile iş yapar ve hikmet
ile söyler. Tüm bu uzuvlarda da müfret harfleri sayısınca hat yazılmıştır. Söz
yüzden ortaya çıkar, yüz de kaf harfinin ebcet değeri olan yüz adet iple
bağlanmış olan Hayme-i Mî’âd’dır (buluşma çadırı). Âdem’in de Hayme-i Mî’âd’ın
yan taraflarında ellişer ip olduğu gibi sağında elli solunda da elli parça
eklem vardır ki toplamı yüz olur; Hayme-i Mî’âd’ın ipleri ve kaf harfinin
ebcedi mukabilindedir. Âdem’in bir tarafındaki elli eklem şunlardır: Eldeki
parmakların on dört eklemi, beş parmak, beş tırnak, elin kendisi toplam yirmi
beş adettir. Yirmi beş de ayakta vardır, toplamı elli olur. Diğer el ve ayakta
da elli alâmet vardır ki toplamı yüz olur. “Kâf. Şanlı ve şerefli Kur’ân’a
andolsun ki...” adedincedir. Bu alâmetler sayısınca Hayme-i Mî’âd’ın yüz ipi
vardır, Âdem’in vücudu Hayme-i Mî’âd’dır. (Virânî Abdal, 2015: 62-63)
Tavâf itdi
gelüp saf saf melâ’ik
Lisânumdan
görüp esmâ-i külli (G 287/4)
Melekler,
dilimdeki ilahi isimleri görüp saf saf geldi, (beni) tavaf etti. İnsanlar
da, tıpkı Allah gibi, otuz iki ilahi kelimeyle konuşur; çünkü Allah, Âdem’i
yarattıktan sonra ona bütün isimleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Âdem’in bu
bilgisinden dolayı melekler ona secde etmişlerdir. İnsanoğlu, tıpkı atası Âdem
gibi, otuz iki ilahi kelimeyi konuşur. Şair, konuşmasındaki bu nitelikten
dolayı meleklerin gelip, atası Âdem’e secde ettikleri gibi kendisini de tavaf
ettiklerini söyler.
Vücûdum ‘Arş-ı
Rahmân olsa tan mı
Olursa kıble-i
merd-i musallî (G 287/5)
Vücudum beş
vakit namaz kılan adamın kıblesi olduğu halde, (onun) Rahmân’ın arşı olmasına
şaşılır mı? Âdem’in yüzü Kâbe’dir; çünkü Kâbe toprağından yaratılmıştır
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 109). Bu nedenle asıl kıble Âdem’in -yani
insanoğlunun- yüzüdür. Vücud, beyitte denildiği gibi, beş vakit namaz kılan
adamın kıblesidir. O halde, vücudun Allah arşı olmasına da şaşmamak gerekir.
Sonuç olarak
Allah, insan bedeni giyerek varlık sahasına çıkmıştır. O, bilinmek istemiş ve
insanı otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır. Var olan bütün ilahi
kelimeler insana verilmiş olup başka hiçbir varlığa bu kelimelerin bütünü
verilmemiştir. Bu durum, Allah’ın insanı en üstün mahluk ve kendisine halife
olarak seçmesinin sebebidir. O, insana otuz iki kelimeyi bizzat öğretmiştir. Bu
bağış, meleklerin insana secde etmesinin nedenidir. Var olan her şey, otuz iki
ilahi kelimeden -yani Allah’ın zatından- yaratıldığı için, insanda mevcuttur.
Kelimeler ezeli ve ebedi olduğu için, aslı kelime olan insan da öyledir. Her
şey yok olacaktır; ancak Allah’ın kendi sureti üzerine yarattığı insanın yüzü
-başka bir deyişle Allah’ın yüzü- bakidir. Gökler ve yer, Allah tarafından
insanın vücuduna göre yaratılmıştır. Feleğin üç yüz altmış derecesi, altı adet
yirmi sekiz ve altı adet otuz ikiden oluşur ki yirmi sekiz ve otuz iki,
insandaki ilahi kelimelerin işareti olan hatlardır. Allah kelimedir ve insan da
Allah’ın arşıdır. Bu sebeple Allah’ın arşa istiva etmesi, insanın yüzünde yirmi
sekiz ve otuz iki ilahi kelime olarak görünmesidir. Hayme-i mî’âd, Âdem’in vücudunun
bir misalidir. Ayrıca, Âdem’in yüzü asıl Kâbe’dir; çünkü Kâbe’nin toprağı,
Âdem’in yüzünü yaratmak için kullanılmıştır. Kâbe’ye dönerek kılınan namaz,
aslında Âdem’in yüzüne -yani Allah’ın yüzüne- kılınmaktadır.
Söz
Hurûfîlikte
söz her şeydir. Yaratılış “Kün!” emriyledir ve yine otuz iki harften ibaret
olan Allah tarafındandır (Yasin, 36/82). Allah, yarattığı her şeye otuz iki
ilahi kelimeden bazılarını vermiştir; Âdem’e ise bu kelimelerin hepsini
öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu nedenle her varlık, otuz iki kelimedir.
Fazlullah bu hususu şöyle ifade eder: “Her nesne ki kef ve nûn emrinden mevcûd
ola ol Hakk teâlânın kelimesinden gayrı değildir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
246). Arşî, şiirlerinde sözün yaratılıştaki rolüne, insanlar ve tüm varlıklar
için anlamına dair konulara değinmiştir.
Terkibe geldi
nutka gelüp kuvvet-i ezel
Kün didi oldı
var zemin ü tokuz semâ (K 6/2)
Ezel
kuvveti söz He vücuda geldi; “Ol! ” dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Ezel
kuvveti Allah’tır ve söz ile vücuda gelmiştir. Allah’ın söz olması, Yuhanna
İncili'nin ilk ayetini hatırlatmaktadır: Başlangıçta Söz vardı. Söz
Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” (İncil, 2016: 165). Hıristiyanlık ile
Hurûfîlik arasında bilimsel olarak kanıtlanmış herhangi bir ilişki bulunmasa da
sözkonusu benzerlik ilginçtir. Söz olan Allah’ın “Ol!” emriyle kainat
yaratılmıştır. Demek ki, söz ile madde arasında bir ilişki bulunmalıdır.
Shahzad Bashir bu ilişkiye şu ifadelerle dikkat çekmektedir:
Fazlullah’a
göre Allah’ın ‘Ol/Kün’ hitabı mecazi olarak değil gerçek olarak kabul
edilmeliydi. Allah’ı, dilin yapısı içerisinde bir kelime sarf ederek âlemi
yaratan olarak görmek gerekiyordu. Yaratılışa önayak olan bu ilk eylemin
mahiyeti nedeniyle dil ve madde, âlemin tüm mevcudiyeti boyunca daima birbirine
sıkı sıkıya bağlıydı. (Bashir, 2013: 49)
Yaratılışı
kelime ile olan varlığın, özü de kelime olmalıdır. Câvidânnâme"de
söz ile yaratılan maddi varlıkların özüne dair şu cümleler geçmektedir:
Mecmû’-ı cevâhir kelime-i İlâhîden mevcûd olmuş olalar ki Kün
feyekün[8]
emridir pes çün buncılayın eflâkdan müşâhede eyledi, nâ-çâr ferzendân-ı Âdem ol
âlemde gökleri ve zemîni yâkutdan ve la’lden ve zebercedden ve cevâhirden
ebedü’l-âbidîn görür ve ol makâmda sâkin olur ki Halidme [ıha madametis
semavatü vel erdu Ula ma şae rabbük[9]
istisnâ eyledi ki gâh olur ki ancılayın cümle kelime-i İlâhînin âlemin ki bir
kelimenin zımnındadır, be-hükm-i Ikru’l-Kurân ilâ harfi vâhid[10]
müşâhede eylemek olur bürhân-ı İlâhî ile ki cümle eşyâyı Hazret-i Ehadiyyet’in
zâtı bulurlar lâ- şekk ve lâ-şübhe ki tâ cümlesi bir kelime-i Hazret-i İlâhî
olalar. (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 46)
Görülüyor ki,
Hurûfîliğe göre, kelime ile yaratılan varlığın aslı da kelimedir.
Bu şekilde,
söz ile madde arasındaki boşluk ortadan kalkmış olur; çünkü madde ile söz ayrı
şeyler değildirler. Söz, maddenin aslıdır. Maddi varlıklar, söz olmadan
yaşamlarını sürdüremezler. Onların var olması ve varlığını devam ettirmesi söze
bağlıdır. Seyyid Nesîmî, bu hususu Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı kitabında
şöyle ifade etmiştir:
(...) Tüm
varlık bu otuz iki harf ile vardır. Nasıl ki el-hamdü lâfzından elif, lâm, ha,
mim, dal harfleri çıksa el-hamdü var olmaz; aynı şekilde eğer varlıktan bu otuz
iki harf ayrılsa, eşyanın da varlığı ortadan kalkar ve ondan geriye bir şey
kalması mümkün değildir. (Seyyid Nesîmî, 2017: 18)
Varlık, özü
itibariyle sözdür. Bu nedenle, yerin ve dokuz göğün “Ol!” emriyle yaratılmasına
şaşmamak gerekir.
Nutka oldı
bedel zemîn ü semâ
Kâf u nûn
cümlesine virdi hayât (Tercî-i bend 3/III/24)
Yer ve gök
sözün bedeli oldu; kâf ve nün hepsine hayat verdi. Kâf (*^) ve nûn (ûjj),
“Kün!” emrinin harfleridir. Yer ve gök, bu harflerle yaratılmıştır ve yine bu
harfler sayesinde hayattadır. Yer ve göğün söze bedel olması, sözün değerini
göstermektedir. Kainat, yani yaratılan her şey, sözün karşılığını oluşturur.
Kün
emri ile ihata kıldı
Altı gün
içinde kâ’inâtı (Terkîb-i bend 1/II/12)
Kainatı
altı gün içinde “OU” emri He kuşattı. Kainatın “Kün!” emriyle altı günde
kuşatılması, altı günde yaratılması anlamındadır. Araf suresinin 54. ayetinde
bu konuya değinilmektedir. Altı günde yaratma, bu kelimeyi oluşturan iki harfin
ve j) okunuşu olan kâf ve nûn ( ve jjj)’daki harf sayıları toplamına işaret
eder. Bunların okunuşundaki harfler altı adettir ve kainatın yaratılış gününe
karşılık gelir.
Gayrı kalmadı
yerde ve gökde
Doldı nutk-ı
Hak ile kevn ü mekân (Tercî-i bend 3/VII/57)
Yerde ve
gökte Hakk’ın sözü He dolmayan bir şey kalmadı. Kainatın Hak sözüyle
dolması, her şeyin Hakk’ın “Kün!” emriyle yaratılmış olmasındandır.
Haşr-ı nutk oldı sûret-i Âdem
Neşr oldı
sühan cemâd ü nebât (Tercî-i bend 3/III/23)
Söz,
cansızlar ve bitkilere yayıldı; Âdem ’in yüzü sözün toplanması oldu. Her
şey, Allah’ın sözüyle meydana gelmiştir. Allah, tüm yarattığı varlıklara otuz
iki ilahi kelimeden bazılarını vermiştir. Fazlullah şöyle der: “Hakk teâlânın
rahmeti ki kelimedir cümle eşyâya erişmişdir...” (2012: 247). Âdem’e ise bütün
ilahi kelimeleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu sebeple Arşî, sözün cansızlar
ve bitkilere yayıldığını; sonra Âdem’in yüzünde toplandığını söyler.
Kadîmî nutk-ı
hayy-i lâ-yenâmem
Egerçi zâhirâ
cild ü ‘izâmem (M 2/1)
Her ne
kadar görünürde deri ve kemik olsam da (aslında) eskiden beri sonsuz dirinin
sözüyüm. İnsanın maddi varlığı yalnızca bir görüntüdür, hayaldir. Asıl
olan, otuz iki ilahi kelimedir; ezeli ve ebedi olan Allah’ın sözüdür.
Biz sî vü dû
nutk-ı lâ-yezâlüz
Kevn ile mekân
bisâtumuzdur (Tercî-i bend 2/VII/53)
Biz, otuz
ve iki sonsuz sözüz; kainat minderimizdir. Otuz iki ilahi kelime sonsuzdur.
Bu kelimelerden yaratılan insan da otuz iki sözden ibarettir ve tıpkı kelimeler
gibi ezeli ve ebedidir. Aşağıdaki beyitte de benzer bir mana bulunur:
İrmez bize
mevt dâ’imü’d-dehr
Nutkuz ki
kadîm-i zü’l-hayâtuz (Tercî-i bend 2/1/7)
Dünya devam
ettikçe bize ölüm ermez; sözüz ki sonsuz hayat sahibiyiz. Söz sonsuzdur.
Aslı söz olan insan da sonsuz olduğu için ona ölüm yoktur.
Başdan ayağa
kelâm-ı Hakkuz
Bir vech-i
hasen degül miyüz biz (Tercî-i bend 2/VIII/58)
Baştan
ayağa Hakk’ın sözüyüz; biz bir güzel yüz değil miyiz? İnsan, Hakk’ın
sözüyle yaratılmıştır. Allah, ilahi kelimeleri insanın yüzüne yazmıştır. Bu
nedenle yüz güzeldir.
Göstermeğe
vech-i şâhid-i gayb
Mir’ât-ı
hurûf-ı ‘âliyâtuz (Tercî-i bend 2/1/5)
Gaybın
şahidinin yüzünü göstermek için ulu harflerin aynasıyız. Hadis-i şerifte
şöyle buyurulur: “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” (Çiftçi, 2014: 3).
Allah otuz iki harftir; insanı da otuz iki harf üzerine yaratmış olup harflerin
işaretlerini yüze hatlar vasıtasıyla kazımıştır. Bu nedenle insanın yüzü,
Allah’ın yüzünü gösterir. Yüz, otuz iki harfin aynasıdır. İlahi harflerin Allah
olarak kabul edildiğini düşünürsek şöyle de söyleyebiliriz: Yüz, Allah’ın
aynasıdır.
Kelâmum cümle
mermûzât-ı Hakdur
Vücûd-ı vâhide
âyât-ı Hakdur (M 2/13)
Sözüm,
tamamen Hakk ’ın işaretleridir; tek vücuda Hakk ’ın ayetidir. İnsanın sözü,
ilahi kelimeden ayrı değildir; çünkü yaratılan her şey ilahi kelimelerden
ortaya çıkmıştır. İnsanın sözü de buna dahildir. Dolayısıyla söz, Allah’ın bir
delilidir; vücuttaki ayetlerden biridir.
Lisânumdan
işit esmâ-i külli
Ki eyler zât-ı
mutlakdan tecellî (M 2/12)
Mutlak
Zat’tan görünen bütün isimleri dilimden işit. Bakara suresinin 31. ayetine
göre Allah Adem’e bütün isimleri öğretmiştir. Bu isimler, Hurûfîlere göre otuz
iki ilahi kelimedir. İnsan, konuşmasında bütün ilahi harfleri kullanabilen tek
varlıktır. Bu nedenle o, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Şair, bu beyitte,
konuşmasında Allah’tan görünen bütün ilahi kelimelerin bulunduğunu ifade
etmektedir.
Zuhûr-ı zâtun
oldum tercemânı
Götürdüm
perde-i sırr-ı nihânı (M 2/10)
Gizli
sırrın perdesini açıp zatın ortaya çıkışının tercümanı oldum. Gizli sır
perdesinin arkasında otuz iki ilahi kelime vardır. İnsan, konuşmasında bütün
ilahi kelimeleri kullanabilir. Onun konuşması, ilahi kelimelerin kendisi olan
Hakk’ı ortaya çıkarır. Yani konuşma, Hakk’ın gizli perdesini sıyırıp onun otuz
iki ilahi kelimeden oluşan varlığını bilinir kılar.
Otuz iki kelâm
olmış egerçi menşe-i kesret
Velâkin
sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)
Otuz iki
söz, çokluğun kaynağı olmuştur; ancak ilk kuvvetten tek sestir. Fazlullah’a
göre “otuz iki kelime bir kelimedir” (2012: 129). Kelimeler arasında ayrılık,
farklılık ve hiyerarşi yoktur. Hepsinin kaynağı tek bir sestir. Bu husus,
Hurûfîlikteki vahdet anlayışının kaynağını oluşturur. Asıl olan tek ses vahdet
iken, otuz iki ilahi kelime çokluğun kaynağı olmuştur. Bunun sebebi, yaratılan
her varlığa otuz iki ilahi kelimeden bazı sözlerin verilmesidir. Aşağıdaki
beyit de aynı manadadır:
Bir sahya-i
vâhid iken evvel
Otuz ikide
bulup sebâtı (Terkîb-i bend l/II/ll)
En başta
tek bir haykırış iken otuz ikide karar bul(du)...
Ol emânet kim
ana âbâ didi arz u semâ
Nutk-ı
Rahmândur kim olmışdur ana Adem emîn (G 220/4)
Babaların
yer ve gök dedikleri o emanet Rahman’ın sözüdür ki Âdem ona emanetçi olmuştur.
Ahzab suresinin 72. ayeti şöyledir: “Şüphesiz ki biz emaneti göklere, yere ve
dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu
insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir”. Fazlullah Esterâbâdî,
ayette bahsedilen emaneti otuz iki ilahi kelime olarak yorumlar: “Emânet otuz
iki kelimedir” (2012: 421). Arşî, beyitte bu anlayıştan bahseder. Babaların yer
ve gök dedikleri, Adem’in emanetçi olduğu şey otuz iki kelimedir.
Bulardur
‘arş-ı Rahmân nutk-ı zât-ı Hak bu ma’nîde
Geçüp kürsî-i
dendâna olupdur dem-be-dem gûyâ (G 2/6)
Rahman’ın
arşı bunlardır. Hakk’ın sözü bu manada dişlerin kürsüsüne geçip an be an
söyleyici olmuştur. Araf suresinin 54. ayeti şöyledir: “Şüphesiz sizin
Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a
kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve
bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır..Ayette geçen arş,
Hurûfîler tarafından Hz. Âdem’in bedeni olarak kabul edilir. Câvidânnâme’de
şöyle yazar: “(...) Arş Âdem aleyhi’s-selâmın vücûdudur ki kelime-i İlâhînin
istivâsı onun vechinin hilkati üzerinde zâhir oldu...” (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 39). Yani, Allah’ın arşı istivası, Âdem’in yüzünde otuz iki harf olarak
görünmesidir. Bu bilgiler ışığında beyte baktığımızda mana şöyledir: İnsan,
Rahman’ın arşıdır. Allah, sözünü daima insanların ağzındaki dişler vasıtasıyla
söylemektedir. Allah’ın sözü otuz iki ilahi kelimedir. Dişler de otuz iki
adettir. Hurûfîlere göre dişler ile ilahi kelimeler arasında, aynı sayıda
olmalarından dolayı bir münasebet bulunmaktadır (Âmiloğlu, 2014: 65).
Gel imdi
dâhil-i Dârü’s-Selâm ol
‘Anâsır
i’tibârın ko kelâm ol (M 2/46)
Şimdi gel,
selam yurdu (olan cennete) gir; anasıra itibar etmeyi bırak, söz ol. Anasır
dünyevî heveslerdir ve malayani şeylerdir. Hakikat ise yalnızca sözdür. Cennet,
malayani şeylerden uzaktır ve hakikat ehlinin mekanıdır. Bu sebeple şair,
emniyet yurdu cennete girip dünyanın boş işlerinden uzaklaşmayı, saf hakikat
olan söz olmayı tavsiye etmektedir.
Gelelden
‘âlem-i terkîbe zât-ı kuvvet-i evvel
Gehî savt u
gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)
îlk
kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses ve bazen de söz ile
âlemi diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır, terkip âlemi ise dünyadır.
Allah’ın dünyaya gelmesi, Fazlullah suretinde tecelli etmesidir. Dolayısıyla
beyit, Fazlullah hakkındadır. O, âlemi bazen ses bazen de söz ile diriltmiştir.
Bu bakımdan, sözleriyle ölüleri dirilten Hz. İsa’ya benzemektedir. Alem, söz
ile var olmuştur ve yine onunla ayaktadır. Bu sebeple Fazlullah’ın söz ile
âlemi diriltmesi şaşılacak bir durum değildir.
Mâlikü’l-mülk
cümle eşyâdur
Nutk-ı Hak
bâkî gayruhu fânî (Tercî-i bend 3/II/11)
Mülkün
sahibi bütün şeylerdir; Hakk’ın sözü kalıcıdır, gerisi ölümlüdür. Bu
beyitte Hurûfîliğin vahdet anlayışı bulunmaktadır. Allah her şeyi otuz iki
ilahi harfle yaratmıştır. Kendisi de otuz iki kelime olan Allah, yarattığı
şeylere ilahi kelimelerden vererek, onları da kendisi gibi ölümsüz kılmıştır.
Mülk Allah’ındır; ancak Allah her şeydedir. Bu nedenle beyitte mülkün sahibi
olarak ‘cümle eşyâ’ gösterilmiştir. Beyit, vahdet anlayışının ileri boyutu olan
panteizme ait izler taşır. Beyte göre Allah’ın sözü kalıcı olup bunun dışında
her şey ölümlüdür; fakat kainatta Allah’ın sözü dışında hiçbir şey yoktur.
Dolayısıyla ölecek hiçbir şey de olmayacaktır; her şey sonsuzdur, her şey
Allah’tır.
Olalı otuz iki
rûz-ı ezel aduma bahş
Oldı dört yedi
kelâmu’llâh ile cânuma bahş
Nutkumı Fazl-ı
Hudâ eyleyeli bir heme bahş
Acı tatlu ne
ki var benden olur ‘âleme bahş
Kimine zehr-i
helâhil kimine tiryâkem (Tahmis 1/3)
Otuz iki
ezel günü adıma bahşedildiğinden beri yirmi sekiz Allah kelamı canıma
bahşedildi. Fazl-ı Hudâ sözümü hep bahşettiğinden beri acı tatlı olan her şey
âleme benden bahşolur. Kimine öldürücü zehirim, kimine tiryakım. Allah, her
şeyi ilahi kelimelerle yaratmıştır ve insana bu kelimelerin hepsini
öğretmiştir. Böylece insan, Allah gibi olmuştur. Bu nedenle şair, acı olsun
tatlı olsun her şeyin âleme kendisi tarafından bağışlandığını söyler. Çünkü o,
Allah mertebesindedir.
Sayha-i vâhid
idüm Fazl-ı Ehad mülkinde
Otuz iki
sıfatam şimdi ‘aded mülkinde
Olmışam rûh-ı
revan gerçi cesed mülkinde
Vâhidem ferdem
ü yek-tâyam ebed mülkinde
Kuvvet-i zât-ı
ezel fa’il-i âb u hâkem (Tahmis 1/4)
Fazl-ı Ehad
ülkesinde tek haykırış idim. Şimdi adet ülkesinde otuz iki sıfatım. Ceset
ülkesinde gidici olan (bir) ruh olsam da ebediyet ülkesinde tekim, ferdim ve
biriciğim. Sonsuz zatın kuvveti, su ve toprağın işleyeniyim. Söz, esasında
tek bir sayhadır. Otuz iki ilahi kelime bir kelimeden ibarettir. Kuvvet
âleminde tek bir sayha, adet ülkesi olan terkip âleminde otuz iki olmuştur.
Otuz iki harf, Allah’ın kendisidir; bu nedenle Allah gibi ezeli ve ebedidir.
Allah’ın yarattığı her şeyde bulunan otuz iki harf, yaratılanları da sonsuz
kılar. Şair, ceset ülkesinde ölümlü olsa da aslında ölümsüz, tek ve biricik
olduğunu söyler. Çünkü o, kendisindeki ilahi harflerden dolayı Allah’tır ve
Allah ile kendisi arasında herhangi bir ayrım bulunmamaktadır.
Arşî, sözü
Allah’ın kendisi olarak algılamaktadır. Söz, esasında tek bir sestir. Otuz iki
harf, bir harften ibarettir. Kuvvet âleminde tek bir sayha olan söz, terkip
âleminde otuz iki olmuştur. Allah, âlemi “Kün!” emriyle yaratmıştır ve
yarattığı her şeye ilahi kelimelerden bazılarını verirken Adem’e hepsini
öğretmiştir. Allah’ın zatı da otuz iki kelime olduğundan tüm yaratılmışlarda
Allah bulunmaktadır. Hakk, yani söz, nasıl sonsuzsa yaratılanlar da öyle
sonsuzdur. Ölüm yalnız bedeni götürür; ancak öz ebedidir. Zaten beden, bir
görünümden başka bir şey değildir; çünkü maddenin aslı da sözden ibarettir.
İnsanların otuz iki dişi arkasından otuz iki kelimeyi konuşan, Alemlerin
Rabbinden başkası değildir. Göklere, yere ve dağlara teklif edilip hiçbirisinin
kabul etmediği fakat insanın yüklendiği emanet, sözdür. İnsanın konuşması,
Allah’ın varlığına delil olur; çünkü o, otuz iki ilahi kelime ile oluşur ve bu
kelimeler Allah’ın kendisidir.
Vahdet
ve Hulûl
Hurûfîlik,
vahdete dayalı bir sistemdir; fakat bu sistemin hulûl inancına varan tarafları
vardır. Bu başlık altında biz, Arşî’nin şiirleri örneğinde bu konuyu
inceleyeceğiz.
Vahdet
Hurûfîlik
öğretisi vahdet düşüncesine dayanır (Ballı, 2012: 381). Bu öğretiye göre isim
ile müsemma aynıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 59). Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın
ismi ve sıfatıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13).
Bundan dolayı Allah otuz iki kelimedir. Alemlerin Rabbi, her şeyi kâf (<^t£)
ve nûn (jjj) harflerinden oluşan “Kün!” emriyle, yani sözle yaratmıştır (Yasin,
36/82). O, yarattığı varlıklara ilahi kelimelerden bazılarını vermiştir. Âdem’e
ise, bir istisna olarak, bütün kelimeleri öğretmiştir (Bakara, 2/31). Demek ki
her şeyin mayası, özü sözdür. Yani, yaratılanların tamamı Allah’ın sözünden
ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 246). Bu durum, Hurûfîlikteki vahdet
anlayışını doğurur. Arşî’nin bu konuda bazı beyitleri bulunmaktadır:
Vahdetündür
câna maksûd u murâd
Olmaya hâkim
gönül mülkine yâd (M 1/49)
Canın amacı
ve isteği tekliğindir. Hatıra, gönül ülkesine hakim olmasın. Şaire göre
‘hatıra’, varlığın çokluğuna dair bir zandır. Halbuki varlıkta vahdet vardır.
Şairin isteği, kainattaki vahdeti anlamaktır.
Benüm fi’lümde
fi’lün ola fâ’il
Benüm kavlümde
kavlün ola izhâr (K 1/7)
Benim
eylemimde (senin) eylemin ‘yapan’ olsun. Benim sözümde (senin) sözün ortaya
çıksın. Şair, kendi eylemlerini ve konuşmasını Allah’ın yapmasını,
kendisinde O’nun görünmesini istemektedir. Aslında, Hurûfî akidesine göre, olan
şey zaten budur. Şairin asıl talebi, bu durumun farkındalığına erişmektir.
Otuz iki kelâm
olmış egerçi menşe-i kesret
Velâkin
sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)
Çokluğun
kaynağı otuz iki kelam olsa da ilk kuvvetten (çıkan) tek haykırıştır. Şair,
bu beyitte Hurûfîliğin vahdet düşüncesinden bahsetmektedir. Otuz iki ilahi kelime,
aslında tek bir sestir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Kelimeler, nurdur.
Nur ise bölünmez, tektir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Kuvvet âleminde
kelime tek bir sayhaydı; ancak terkip âleminde otuz iki olmuştur. Bu nedenle
çokluğun kaynağı otuz iki kelamdır. Fakat bu çokluk görünüştedir. Nihayetinde
otuz iki kelime, birbirinden ayrı ve farklı değildir, aralarında hiyerarşik bir
durum yoktur. Hepsi tek bir kelimedir.
Geldi terkîbe
kuvvet-i evvel
Kesreti kıldı
vahdete tebdil (Tercî-i bend l/VII/50)
îlk kuvvet
vücuda geldi; çokluğu tekliğe çevirdi. İlk kuvvetin vücuda gelmesi,
Allah’ın Fazlullah’ta tecelli etmesidir. Fazlullah, harflerin sırrını öğreterek
çokluğu yine tekliğe çevirmiş, insanlara vahdeti öğretmiştir.
Görünen cümle
zât-ı Fazl-ı Hakdur
Sıfât-ı sî vü
dû ag u karadan (G 233/2)
Görünen her
şey Fazl-ı Hakk’ın zatıdır; ak ve karadan otuz iki sıfattır. Allah, otuz
iki sıfattır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 319). Bu sıfatlarını yarattığı
varlıklara dağıtmıştır. Bu nedenle neye bakılırsa Hak görülür. Hurûfîlik
inancına göre Allah, Fazlullah’ta tecelli etmiştir. Dolayısıyla Fazlullah,
aslında Allah’tır. ‘Fazl-ı Hakk’ ile hem Allah hem de Fazlullah kastedilir;
fakat burada bir ikilik söz konusu değildir. Çünkü Allah ile Fazlullah iki ayrı
varlık olmayıp tek bir varlıktır.
Yazdı sıfat-ı
zâtını ol sûret-i pâke
Otuz iki perde
Kendüsi yine
kendüsini kıldı temâşâ
Ref itdi
gıtayı (Müstezad 1/3)
Zatının
sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi
yine kendisini izledi. Hadise göre “Allah, Adem’i kendi suretinde
yaratmıştır” (Çiftçi, 2014: 3). Yani, onu otuz iki ilahi kelime üzerine
yaratıp, yüzüne bu kelimelerin işaretlerini hatlar vasıtasıyla yazmıştır. Bu
nedenle Âdem’in yüzü, Allah’ın aynasıdır. Fazlullah Esterâbâdî: “(...) Hüdâ
sûreti Âdem’dir.” der (2012: 71). Dolayısıyla yaratıcı ile insanın ilişkisi,
beyitte belirtildiği gibi, Allah’ın kendi kendini izlemesidir.
Vahdet gözin
aç eyle nazar fi’l-i Hudâya
01 ‘ârif-i
bi’llâh
Tâ fehm idesin
neydügin esmâ vü müsemmâ
Terk eyle
dü-tâyı (Müstezad 1/10)
Vahdet
gözünü aç, Hudâ’nm işlerine bak, veli ol. Esma ile müsemmanın ne olduğunu
anlamak için ikiliği terk et. Hurûfîliğe göre isim ile müsemma birdir, aynı
şeydir. Otuz iki kelime olan Allah, âlemi de otuz iki kelime üzerine yaratmıştır.
Bundan dolayı âlemde vahdet bulunur. Bunu anlamak için ikilik terk edilmeli,
Hudâ’nm işlerine vahdet gözüyle bakılmalıdır. Veli olmanın yolu budur.
Kelâmum cümle
mermûzât-ı Hakdur
Vücûd-ı vâhide
âyât-ı Hakdur (M 2/13)
Sözüm,
tamamen Hakk’ın işaretleridir; tek vücuda Hakk’ın ayetidir. Söz, Allah’tır.
İnsanın konuşması da Allah’ın bir kanıtıdır; çünkü konuşan, Allah’tan başkası
değildir (Arşî, G 2/6).
Beni lâ
menzilinde sanma sûfî
Mekânum
lâ’durur illâ’dayam ben (G 227/8)
(Ey) sufi!
Beni ‘lâ’ menzilinde sanma. Mekanım ‘lâ’dır; (ancak) ben ‘illâ’dayım.
İnsan, beden olarak, yokluk âleminde yaşamaktadır. Ölümlü beden, aslında bir
görüntüden ibarettir. Allah’ın sözleri ölümsüzdür ve insanın aslı da ilahi
kelimelerden yaratılmıştır. Bu nedenle ruh ölümsüzdür ve Allah ile vahdet
içindedir. Dolayısıyla şair, yokluk âleminde yaşasa da aslında sonsuzluk
âlemine aittir.
Zâtam ki kılup
sûret-i Ademde tecellî
Sî vü dû
sıfatla
Fehm itmese
tan mı sözümi zâhid-i ahmak
Esrâr-ı
beyânam (Müstezad 2/2)
Zatım ki
Âdem ’in suretinde otuz iki sıfatla göründüm. Ahmak zahit sözümü anlamasa
ayıplanır mı? Sözün sırlarıyım. İnsanın asıl varlığı, aslında Allah’tır. O,
insan suretinde görünmüş Hakk’tır. Hak sözdür ve insan sözün sırlarıdır. Ahmak
zahidin bu durumu anlaması beklenemez. Bu nedenle onu ayıplamaya gerek yoktur.
Yerde gökde ne
ki var zâtumuza mülhakdur
Zâtumuzdur ki
tabâyı’da şeh-i mutlakdur
Dilümüz
anlamaz kimse bizüm muglakdur
Her ne sâdır
ola bizden kamu fi’l-i Hakdur
Fâ’il-i
mutlaka biz âlet ü biz esbâbuz (Tahmis 2/2)
Yerde (ve)
gökte olan her şey zatımıza katılmıştır. Bizim dilimiz kapalıdır; kimse
anlamaz. Bizden her ne ortaya çıksa Hakk’ın işidir. Biz, mutlak eyleyene alet
ve vasıtalarız. Her şey otuz iki ilahi kelimeden yaratılmıştır. İnsanda ise
otuz iki kelimenin tamamı bulunmaktadır; çünkü Allah yalnızca insana bütün
isimleri öğretmiştir. Dolayısıyla, yerde ve gökte ne varsa insanda da vardır.
Arşî, bir başka beytinde bu durumu şöyle ifade eder: “Sûretâ gerçi kim sagîrem
ben / Ma’nîde ‘âlem-i kebirem ben” (G 225/1). Allah otuz iki kelimedir ve
insanı da kendi suretinde, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır.
İnsanlardan ortaya çıkan her şeyin Allah işi olmasının sebebi budur.
Vahdet,
Hurûfiliğin temel düşüncelerinden biridir. Arşî, vahdete erişmek istemekte,
bunun farkındalığım kazanmak için çabalamaktadır. Aslında her şey tek bir
sesten ibarettir; ancak terkip âleminde otuz iki kelime ortaya çıkmıştır ve bu
çokluk olarak görünmektedir. Halbuki görüntüler, hakikati yansıtmazlar. Otuz
iki ilahi kelime, tek bir kelimeden ibarettir. Allah, otuz iki ilahi kelime
olup her şeyi bu kelimeler vasıtasıyla yaratmıştır. İnsana ise, bir istisna
olarak, bütün ilahi kelimeleri vermiştir. Bu sebeple yerde ve gökte ne varsa
insanda da vardır. İnsanda ne varsa Allah’ta da vardır. İnsanların eylemleri ve
konuşması, aslında Allah’ın işleri ve sözleridir. Allah, kendi suretinde
yarattığı insanda, yine kendisini izlemektedir. İnsanın yüzü, Allah’ın yüzüdür.
İnsan, otuz iki sıfatla görünen Allah’tır. Zahitler bunu anlamayacaktır; zaten
anlamaları da beklenmemektedir.
Hulûl
Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü"nde ‘hulûl’ kavramını şöyle
tanımlamaktadır: “1. Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. 2. Allah’ın bazı eşyaya
veya kişilere girmesi inancı” (2016: 173). Hurûfîlikte hulûl inancının olduğu
açıktır; çünkü Hurûfîler Allah’ın Fazlullah’ta tecelli ettiğine inanırlar.
‘Allah’ın Fazlullah’ta Tecelli Etmesi’ başlığı altında bu konudan uzun uzun
bahsettiğimiz için burada birkaç örnek vermekle yetineceğiz. Bununla beraber, Arşî
Divanı" nda hulûl inancına örnek olabilecek onlarca beyit
bulunmaktadır.
Ma’lûm ola tâ
ki zât-ı mutlak
Geydükde
libâs-ı şekl-i inşân (Terkib-i bend l/VI/47)
Mutlak zat,
bilinmek için insan şeklinde elbise giydi. Mutlak zat, Allah’tır. Otuz iki
ilahi kelime olan Allah, yarattığı şeylere ilahi isimlerden verdi. İnsanı ise
kendi suretinde, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yarattı. İnsanın yüzüne
otuz iki ilahi kelimenin işaretini koydu. Böylece insan yüzü, Allah’ın aynası
oldu. Allah, insanda kendisini seyretti. Allah, bilinmek için yarattığı bu
âlemde insan elbisesi giydi. Aslında insan sureti, yalnızca bir görünüşten, bir
hayalden ibarettir. Asıl olan, ölümsüz otuz iki kelimedir. Hurûfîlere göre
Allah, Adem suretinde görünmüş; yani Adem’e hulûl etmiştir: “Hakk teâlânın
hânesi muayyen bir şahsın vücûdundan ibâretdir şöyle ki ol vücûd-ı şahs-ı Âdem
aleyhi’s-selâmdır” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 213).
Fazl idi gelüp
kılan tecellî
Emr iden ezel
namâzı elli (Terkib-i bend l/VI/48)
Gelip
tecelli eden, ezelde namazı elli (rekat olarak) emreden Fazl idi. Rivayete
göre Allah, Miraç’ta Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e elli rekat
namazı farz kılar. Beyte göre ise, namazı farz kılan kişi Fazlullah’tır; çünkü
Allah Fazlullah’a hulûl etmiştir. Allah, dünyaya gelip Fazlullah suretinde
tecelli etmiştir.
Arşî’nin
neredeyse bütün şiirlerinde Fazlullah, aynı zamanda Allah’tır. Bu nedenle
beyitlerde Fazl-ı Hak, Fazl-ı İlâh, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Sübhan gibi
isimlerle anılır. Bunun sebebi, Allah’ın Fazlullah’a hulûl ettiğine
inanılmasıdır.
Yaratılış
Yaratılış,
Allah’ın “Kün!” emriyle meydana gelmiş, kainat altı günde yaratılmıştır:
Kün
emri ile ihata kıldı
Altı gün
içinde kâ’inâtı (Terkîb-i bend 1/II/12)
Kainatı
altı gün içinde “OU” emri He kuşattı. Yaratılış, “Kün!” emriyle meydana
gelmiştir. Bu kelime kâf ve nûn harflerinden oluşmaktadır. Bu iki harfin
eczasında (<^ ve jjj) altı harf bulunmaktadır. Bu harflerin sayısı,
yaratılışın altı gününe eşittir. Yani; yaratılışın her bir günü, kâf ve nûn
harflerinin eczasındaki her bir kelimeye eşittir. Kainatın altı günde
yaratılmasının anlamı budur. Câvidânnâme'âeki bir başka açıklama ise
şöyledir:
(...) Altı gün
altı kez on iki sâatden ibâretdir şöyle ki yetmiş iki sâat olur gecesiz vakti
ki şeb u rûz müstevî ola yani gece on iki sâat ve gün on iki sâat ola, eknûn
altı kez on iki sâat yetmiş iki sâat olur ve yirmi sekiz kelime-i İlâhî ki
ibâretdir yirmi sekiz esmâdan pes ol yüzdendir ki isim ayn-ı müsemmâdır.
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 73).
Yani, bir gün
on iki saat gündüz ve on iki saat gecedir. Altı gün, altı adet gündüz demektir.
Altı tane on iki yetmiş iki eder. Allah, kainatı yetmiş iki saatte yaratmıştır.
Arap alfabesindeki yirmi sekiz harf, yirmi sekiz ilahi kelimenin karşılığıdır.
Bu harflerin eczasında toplam yetmiş iki harf bulunur ki yaratılışın saatleri
adedincedir. Altı günde yaratılmanın manası budur.
Fazl issi
Hudâ-yı ferd ü yek-tâ
Kıldı yedi
günde halkı peydâ (Terkib-i bend l/V/40)
Fazl
sahibi, tek ve eşsiz Hudâ; halkı yedi günde yarattı. Hurûfî inanışına göre
Allah, altı günde kainatı, yedinci günde ise insanı yaratmıştır. Âdem’in
yaratıldığı gün cumadır ve cuma günü ‘arttırılmış gün’ olarak isimlendirilir:
“(...) Cuma günü altı gün üzerine mezîd ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
74). Bu günün arttırılmış olması, yaratılışın altı günü üzerine gelen yedinci
gün olmasındandır.
Terkibe geldi
nutka gelüp kuvvet-i ezel
Kün didi oldı
var zemin ü tokuz semâ (K 6/2)
Ezel
kuvveti söz ile vücuda geldi; “Ol! ” dedi, yer ve dokuz gök var oldu. Yer
ve dokuz göğün yaratılması, kâf ve nûn’dan oluşan “Kün!” kelimesiyle meydana
gelmiştir. Söz, maddeyi oluşturmuştur. Demek ki ikisi arasında bir ilişki
mevcuttur. Hurûfîler, bu ilişkiyi açıklarken, maddeyi bir elbise, vehim, hayal
olarak düşünürler ve hakiki varlığı kelime olarak kabul ederler:
Otuz iki
kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat
‘lyân oldı ki
Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)
Hakk’ın
otuz iki sözü yaratılış elbisesi giydiğinden beri ortaya çıktı ki tükenmez
hâzinenin emini Âdem'dir. Allah, Âdem’i otuz iki kelime ile kendi sureti
üzerine yaratmıştır. Âdem, her ne kadar vücut sahibi maddi bir varlık olarak
görünse de onun aslı otuz iki kelimedir; maddi varlık ise bir hayaldir,
görünüştür. Âdem’in asıl varlığını oluşturan otuz iki ilahi kelime, Ahzab
suresinin 72. ayetinde belirtilen emanettir. Bu emanet, beyitte belirtildiği
üzere, tükenmez bir hazinedir; çünkü Allah otuz iki kelimedir ve her şeyi bu
kelimeler ile yaratmıştır. Otuz iki kelimeye sahip olan, yerde ve göklerdeki
her şeye sahip olur.
Gelelden
‘âlem-i terkîbe zât-ı kuvvet-i evvel
Gehî savt u
gehî nutk ile kıldı ‘âlemi ihyâ (G 2/7)
îlk
kuvvetin zatı terkip âlemine geldiğinden beri bazen ses ve bazen de söz ile
âlemi diriltti. İlk kuvvetin zatı Allah’tır. Terkip âlemi ise dünyadır.
Allah’ın dünyaya gelmesi; Fazlullah suretinde tecelli etmesidir. Fazlullah,
bazen ses ve bazen de söz ile âlemi diriltmektedir. Alemin ölü olması, dünyada
hakikatin unutulması ya da gizli kalmış olmasıdır. Fazlullah ise,
peygamberlerin açıklayamadığı sırları kendisine verilen tevil ilmi sayesinde
açıklamış, dinde açıklanacak hiçbir sır bırakmamıştır. Böylece dünya, cehaletin
ölümünden hakikatin dirilişine uyanmıştır. Fazlullah’ın ses ve sözü Hurûfîlik
öğretisidir. Hurûfîlik, âlemin dirilişinin sebebidir. Bu beytin yaratılış ile
ilgisi ise şudur: Alem, ilk olarak kelime ile yaratılmış, hayat bulmuştur. Bu
nedenle yine kelime ile diriltilmesi, şaşılacak bir durum değildir.
Hurûfîlere
göre yaratılış sözle meydana gelmiştir. Allah’ın “Kün!” emri, kainatın
oluşmasını sağlamıştır. Kainatın altı günde yaratılması, Hurûfîlerce “Kün!”
emrindeki harflerin ya da Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin eczasına
bağlanmıştır. Âdem ise arttırılmış gün olan cuma günü yaratılmıştır. Yaratılış,
otuz iki harfledir. Allah, otuz iki harftir ve yarattığı her şeye ilahi
harflerden bazılarını vermiştir. Yalnızca insana tüm harfleri öğretmiş, böylece
onu kendi sureti üzerine, yani otuz iki ilahi kelime üzerine yaratmıştır.
İnsan, yaratılış elbisesi giymiş otuz iki harftir. Bu nedenle insan görünüştür
ve Allah asildir. Allah, bilinmeyi istediği için insanı yaratmıştır, sonra da
insanda kendisini izlemiştir. Çünkü var olan yegane şey ilahi kelimelerdir.
Onun dışındaki her şey hayaldir.
Tevil
İlmi
Ferit
Devellioğlu, ‘te’vîl’ kelimesini “sözü çevirme, söze ayrı mânâ vermeye
kalkışma” olarak; ‘te’vîl-i Kur ’âri kelimesini ise "Kur ’ân-ı
Kerîm ’e sarâhatten hâriç mânâ verme” olarak tanımlar (2016: 1285).
Devellioğlu’nun olumsuz bir anlam verdiği bu kelime, Hurûfiler tarafından en
büyük ilimlerden biri olarak kabul edilir; çünkü Fazlullah, kendisine verilen
tevil ilmi sayesinde, peygamberlerin bile açıklayamadığı sırları
açıklayabilmiş, dinde soru işareti bırakmamıştır.
Okı te’vîl-i
kelâmu’llâhı cânun tazele
İ’tikât it
‘ilm-i te’vîle îmânun tâzele (G 272/2)
Allah
sözünün tevilini oku, canını tazele. Tevil ilmine inan, imanını tazele. ‘Allah
sözünün tevili’ ile kastedilen, Fazlullah’ın kitaplarıdır. Bu kitaplardaki ilme
inanmak, imanını tazelemek demektir. Başka bir deyişle, tevile inanmak, imanın
şartlarındandır. Bu ilmi -Ferit Devellioğlu gibi- reddetmek, kafir olmak
demektir.
Te’vîl-i
kelâm-ı Haki fehm itmeğe sa’y it
Leylen ve
nehâren
‘Arşîden işit
bu sözi ey ‘âkil ü dânâ
Bul Fazl-ı
Hudâyı (Müstezad 1/11)
Gece ve
gündüz Hakk’ın sözünün tevilini anlamaya gayret et. Ey akıllı ve bilgili
(kişi)! Bu sözü Arşî’den işit, Fazl-ı Hudâ’yı bul. Hak sözünün sırlarını
anlamak yalnızca tevil ilmi sayesinde olur. Bu ilim, Allah’ın kendisinde
tecelli ettiği Fazl-ı Hudâ, yani Fazlullah tarafından bulunmuştur. Arşî, akıllı
ve bilgili kişileri bu ilmi anlamaya davet etmektedir; zira bu ilim akılsızlar
ve cahiller tarafından anlaşılamaz.
Kelâm-ı Hakka
mazhar oldı ser-tâ-pâ kamu ‘uzvum
İrişdüm cümle
te’vîlât-ı Kur’âna bi-hamdi’llâh (G 260/4)
Baştan
ayağa bütün uzvum Hakk’ın sözüne mazhar oldu. Allah’a hamdolsun, bütün Kur’an
tevillerine eriştim. Hakk’ın sözüne mazhar olmak, bu sözlerin sırrına
erişmek yalnızca Kur’an tevillerini anlamak sayesinde mümkün olur. Bu
ise, şükredilecek bir nimettir.
Tevil ilmi,
Fazlullah’ın bulduğu bir ilimdir ve peygamberlerin dahi açıklayamadığı sırları
açıklamaya yarar. Allah sözünü, Kur’ariı ve hakikati hakkıyla anlamak
isteyen akıllı ve bilgili kişiler, bu ilmi öğrenmeye gayret etmelidir. Bu ilme
inanmak, imanın şartlarındandır. Tevil ilmini reddeden, kafir olur.
İlmü’l
Esmâ, Harfler ve Harflerin Ortaya Çıkışı
Hurûfîlik
sisteminin temelinde Arap alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz
iki harften oluşan ilahi kelimeler bulunmaktadır. Allah, her şeyi bu ilahi
kelimelerden yaratmış olup bütün varlıklara ilahi kelimelerin işaretlerini hatlar
vasıtasıyla yazmıştır. Sözkonusu ilahi kelimelerin bilgisine ilmü’l-esmâ denir.
Allah, Adem’i yaratmış ve yalnız ona bizzat ilmü’l-esmâ’yı öğretmiştir. Böylece
insan Allah’a halife olmuştur. Melekler, Âdem’in ilahi kelimeler konusundaki
bilgisinden dolayı ona secde etmişlerdir.
Bu başlık
altında biz, Arşî Divanı’ndan hareketle, Hurûfîliğin dayandığı temel
unsur olan ilahi harfleri, bu harflerin ilmi olan ilmü’l-esmâyı ve harflerin
nasıl ortaya çıktığını inceleyeceğiz.
İlmü’l-Esmâ
Esmâ ilmi,
hakikati anlamak için en gerekli olan ilimdir. Hurûfîlik, bu ilmin anlaşılması
üzerine kuruludur; çünkü esmâ ilmini bilen, Allah’ı bilebilir. Arşî, bu ilmin
anlamına dair bazı beyitler yazmıştır:
Olanlar
ıstılâhât-ı Hudâya ‘Arşiyâ vâkıf
Kılur i’câz-ı
nutk ile beyân-ı ‘ilmü’lesmâ fG4/7)
Ey Arşî!
Hudâ’nm tabirlerinden haberdar olanlar az sözle esma ilmini anlatırlar.
‘Istılâhât-ı Hudâ’ ile kastedilen, Allah’ın ilahi kelimeleridir. Bunları
bilenler, esma ilmini az sözle anlatabilirler. Peki, esma ilmi nedir? Bu ilim,
ezelde Allah’ın Âdem’e öğrettiği ilimdir:
Kıldı ta’lîm
Âdeme bî-vâsıta esmâ-i kül
Oldı mescûd-i melâ’ik hem cemî’u’l-mürselîn (G 220/2)
Âdem ’e
vasıtasız olarak bütün isimleri öğretti; (böylece Âdem), meleklerin ve bütün
peygamberlerin secde ettiği (kişi) oldu. Bakara suresinin 31. ayetinde
Allah şöyle buyurur: “Allah Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti...”.
Hurûfîler, Allah’ın Âdem’e öğrettiği bütün isimlerin otuz iki ilahi kelime
olduğunu söyler. Böylece Âdem, bilinebilecek her şeyi öğrenerek meleklere
muallim olmuştur. Âdem’in meleklere öğrettiği isimler Allah’ın otuz iki ilahi
kelimesidir ve Âdem’in yaratılışı bu otuz iki ilahi kelime üzerinedir. Onun
yüzünde ilahi kelimelerin işaretleri olan hatlar bulunmaktadır. Bu nedenle
melekler ona secde etmişlerdir. Beyitte, meleklerin ve bütün peygamberlerin
Âdem’e secde etmesinin sebebi olarak esma ilmi gösterildiğine göre; Âdem’in
yüzündeki hatlar, Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimlerin bir göstergesidir.
Âdem-i hâkîden
aldılar sebak esmâ-i kül
Oldılar
şâkird-i Âdem çün sürûş-ı ecma’în (G 220/5)
Bütün
melekler, topraktan (yaratılmış olan) Âdem ’den esma dersini aldılar; Âdem ’in
öğrencisi oldular. Önce Âdem, Allah’tan esma ilmini öğrenir; ardından
meleklere öğretir. Bu nedenle o, meleklerin hocası konumundadır. Âmiloğlu’nun Arşnâme
çevirisinde bu olay şu şekilde anlatılır:
Evvel Âdem bildi esmâ ‘ilmini
Ohıdı çünki müsemmâ ‘ilmini
Melek anunçün ana kıldı sücûd
Kamunun mescûd(ı) olmış ol vücûd
Andan öğrendi melek ‘ilm u edeb
Âdem’e her neye ki öğretdi Rab (Âmiloğlu, 2014: 95)
Melekler,
Âdem’den esma ilmini öğrenirken şeytan öğrenmemiştir:
Çünki İblîs
almadı esmâ-i Âdemden sebak
Oldı Hakdan tâ
ebed merdûd u şeytân-ı la’în (G 220/6)
İblis, Âdem
’in isimlerinden ders almadığı için sonsuza kadar Hak ’tan kovuldu ve lanetlenmiş
şeytan oldu. Hurûfîlere göre şeytanın Âdem’e secde etmemesi, ondan esma
ilmini öğrenmemesinden dolayıdır. Câvidânnâme"de bu durum şöyle
anlatılır: “(...) Âdem aleyhi’s-selâma secde eylemedi ki fe secedel
melâiketü küllühüm ecmeûn illâ ıblis''V\ şeytân ol esmânın ta’lîmin
bulmadı, onun için ki Âdem aleyhi’s-selâma secde eylemedi ki Âdem
aleyhi’s-selâm ona muallim-i esmâ ola” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37). Bu
olay, Arşnâme’ te ise şöyle geçer:
‘Alleme’l-esmâ bu Âdem’dür hemân
K’ottuz ikki
nutkı kılmışdur beyân
Nutk-ı Âdem
ottuz ikki nutk-ı Hak Yohdur iblise bu hikmetden nutak
Görmedi ottuz
iki hattın Hakk’un
Secdesin kılmadı zât-ı mutlakun (Âmiloğlu, 2014: 75).
Şeytanın otuz
iki ilahi kelimeyi öğrenememesi ateşten yaratılmasından dolayıdır. Anasır-ı erbaadan
yalnızca toprağa yazı yazılabilir; ateş, hava ve suya yazı yazılamaz. Bu
nedenle esma ilmi topraktan yaratılan Âdem’e verilmiş; ateşten yaratılan
şeytana ise verilmemiştir (Âmiloğlu, 2014: 77). İsimlerden ders alamadığı için
Âdem’e secde etmeyen iblis, Hak katından kovularak lanetlenmiş, şeytan
olmuştur.
Ta’lîm iden
melâ’ikeye esmâ-i külli
Fazl-ı İlâh
idi zi-ezel tâ-be-intihâ (G 8/4)
11
“Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler. Ancak iblis etmedi...”.
(Sâd, 38/73-74)
Meleklere
bütün isimleri öğreten, en başından en sonuna kadar Fazl-ı ilah idi.
Hurûfîlere göre Âdem, aslında Fazl-ı İlâh’tı, yani Fazlullah’tı. O, esma ilmini
Allah’tan vasıtasız öğrenip meleklere öğretmiştir.
Ey tâlib
olmayınca şâkird-i mekteb-i eb
Esmâ-i kül
bilinmez irmez hidâyet-i Rab (G 19/1)
Ey talipl
Baba mektebinin öğrencisi olmadıkça bütün isimler bilinmez, Rabbin hidayeti
ermez. ‘Baba’ Âdem’dir; ‘baba mektebi’ ise Âdem’in esma okuludur. Bütün
isimleri bilmek için Âdem’e öğrenci olmak gerekir. Eğer isimler öğrenilmezse,
Allah doğru yolu göstermez.
Aldun mı
esmâdan haber mülk-i müsemmâ kandedür
Ya istivâ-yı
hılkat-i ‘arşa ‘ubûrun var mı (G 284/2)
isimlerden
haber aldın mı, müsemmanın ülkesi nerdedir? Ya arşın yaratılışının istivasına
geçebildin mi? Otuz iki ilahi kelime isimdir, Allah ise müsemmadır. Allah,
ancak otuz iki ilahi kelime vasıtasıyla bilinebilir: “Her kim ol esmâya bilmez
iy peser / Ol müsemmâdan kaçan ala haber” (Âmiloğlu, 2014: 77). Arş, Âdem’dir;
arşın yaratılışının istivası ise Âdem’in yüzünden geçen istiva çizgisidir. Bu
çizgi, bazı hatları ikiye bölerek yüzdeki yirmi sekiz hattı otuz iki hatta
çıkarır. Şair, beyitte bu konulara dair sorular sorarak bunların bilinmesi
gerektiğine dikkat çekmektedir.
Haşr eyledün
mi kalbüne ma’nâ-yı İsm-i A’zamı
Ya sî vü dû
esmâ ile kevne nüşûrun var mı (G 284/5)
Ism-i Azam
’ın manasını kalbinde dirilttin mi? Ya otuz iki isim ile yaratılışa dirilişin
var mı? Şair soru sorarak bu konulara dikkat çekmeye devam eder. Allah
katında ism-i azam Âdem’dir (Fazlullah, 2012: 221). İsm-i azamin manasını
anlamak, Âdem’i tanımaktır. Âdem’i tanımak ise hatları bilmek ile olur. Hatlar,
otuz iki ilahi kelimenin yüzdeki işaretleridir. Bu nedenle hatları bilmek ilahi
kelimeleri bilmektir. Otuz iki ilahi kelime, yaratılışta her varlığa dağıtılmıştır.
Varlıkların yaşaması ve hayatlarını sürdürmesi bu kelimelere bağlıdır.
Dolayısıyla otuz iki ilahi kelime, yaratılışın ve dirilişin kaynağıdır.
Olalı şâkird-i
mekteb-hâne-i esmâ-i eb
Râsihân-ı
‘ilm-i te’vîlüz be-‘avn-i Fazl-ı Rab (G 18/1)
Baba isimlerinin
okulunda öğrenci olduğumuzdan beri Fazl-ı Rabb’in yardımıyla tevil ilminin
bilgini olduk. Fazlullah, tevil ilmini keşfeden kişidir. Bu ilim, ilahi
kelimeler -yani baba isimleri- üzerine kuruludur ve dinde açıklanmayan hiçbir
boşluk bırakmaz. Kainattaki her şeyi açıklar.
Olup dört
kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla
Sevâd-ı vech-i
Âdemden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)
Unsurların
hükmüyle dört kere sekize erişip Âdem ’in yüzünün karalarından esma ilmini
okudum. Âdem’den esma ilmini okumak, onun yüzündeki hatları bilmekle olur.
Âdem’in yüzünde yedi adet ümmî hat bulunur: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik.
Eğer istiva hattı geçerse saç ikiye ayrılır ve sekiz adet hat meydana gelir. Bu
hatlar, anasır-ı erbaadan oluştuğuna göre her bir hatta dört unsur bulunur.
Dört tane sekiz otuz iki eder ki bu ilahi kelimelerin sayısıdır. Âdem’in
Allah’tan vasıtasız olarak öğrendiği bütün isimler, bu ilahi kelimelerden
ibarettir. Yüzdeki otuz iki hattı okuyabilen, otuz iki ilahi kelimeyi bilir.
Bulmışuz
esmâ-i külliden müsemmâya sebîl
Okuyalı
Câvidân-ı Fazl-ı Hakdan bâ-edeb (G 18/2)
Fazl-ı
Hakk’ın Cavidan’ından edeple okuduğumuzdan beri bütün esmadan müsemmaya yol
bulmuşuz. ‘Cavidan’, Fazlullah’ın Câvidânnâme isimli eseridir. Bu
eser, esmadan müsemmaya, yani eşyadan Allah’a giden yolu gösteren, esmâ ilmi
üzerine bir tevil kitabıdır.
‘Üm-i esmâya
olalı mahrem
Bizüz evlâd-ı
zübde-i Âdem (Tercî-i bend 1/1/1)
Esma
ilminin sırlarını öğrendiğimizden beri Âdem ’in öz evladı biziz. Allah,
esmâ ilmini yalnızca insana öğretmiştir; Âdem de bu ilmi meleklere aktarmıştır.
Esmâ ilmini bilmeyen şeytandır. Bu ilmi bilmek, insan olmanın ayırıcı vasfıdır.
Şair, esmâ ilmini öğrendiğinden dolayı kendisini Âdem’in öz evladı saymaktadır.
Okuduk ‘ilmini
bu eşyânun
Oldı yek-sân
bize vücûd u ‘adem (Tercî-i bend 1/1/3)
Bu eşyanın
ilmini okuduk. Bize varlık ve yokluk bir oldu. Eşya, yani tüm varlık, ilahi
isimlerden yaratılmıştır. Bu sebeple ‘eşyanın ilmi’, aslında esma ilmidir.
İlahi isimler otuz iki adettir ve temelde hepsi bir harftir. Bu durum, Hurûtîliğin
vahdet boyutunu meydana çıkarır. Yaratılan her şey harflerden meydana
geldiğinden ve harfler de aslında tek bir harf olduğundan dolayı her şey
birdir. Varlık ve yokluğun eşya ilmini -yani esma ilmini- öğrenen için bunların
bir olmasının nedeni budur.
Hıl’at-i
esmâ-i kül gey gel mukarreblerden ol
Ola huddâm-ı
cinân-ı ‘izzün ebrâr-ı Hudâ (G 5/2)
Bütün
isimler hilatini giy, gel, yakınlardan ol. Yücelik cennetlerinin hizmetçileri,
Hudâ’nın hayır sahipleri olsun. İlahi isimler, insanın Allah’a yakınlaşma vasıtasıdır.
Esmâ-i kül elbisesini giymek, aslında ilahi isimler haricinde her şeyden
kurtulmaktır; çünkü ilahi isimler asildir. Yalnızca ilahi isimden ibaret
olanlar mukarrebliğe yükselir ve cennete girmeye hak kazanır. Cennette onların
hizmetçileri, Allah’ın hayır sahipleri olur.
Esmâ ilmi,
Allah’ın Âdem’e vasıtasız olarak verdiği isimler ilmidir. O, yalnızca Âdem’e
bütün isimleri öğretti. Bu isimler otuz iki ilahi kelimedir. Ezelde dağların,
yerin ve göğün kabul etmeyip insanın yüklendiği sorumluluk budur (Ahzab,
33/72). Âdem, esmâ ilmini meleklere öğretmiştir; bu nedenle meleklerin hocası
konumundadır. Şeytan ise esmâ ilmini öğrenmemiştir. Melekler esmâ ilmini
bildikleri için Âdem’e secde ederken şeytan bu ilmi bilmediği için secde
etmemiştir.
Sonuçta, Allah’ın
esmâ ilmini öğrettiği kişi, aslında Âdem değil, Fazlullah’tır. Allah’tan
vasıtasız bir şekilde otuz iki ilahi kelimeyi talim eden kişi Fazlullah’tan
başkası değildir. Bu sebeple o, esmâ ilminin asıl hocasıdır. Onun öğretileri,
otuz iki ilahi kelimeyi okuyabilmek üzerinedir; çünkü Allah’ın anlaşılması ve
görünür olması sadece bu ilahi kelimelerin okunabilmesiyle mümkündür. Esmâ ilmi
esmadan müsemmaya, yani yaratılmışlardan yaratana götüren vasıtadır. Bu
kelimeler sayesinde, Allah’ın kendi suretinde yarattığı insanın yüzündeki otuz
iki hattı okumak, Allah’ı anlamak demektir; çünkü insan Hakk’ın aynasından
ibarettir.
Yirmi
Sekiz ve Otuz İki Harf
Hurûfîlik,
Arap alfabesindeki yirmi sekiz ve Fars alfabesindeki otuz iki harf üzerine
kurulu bir inanç ve düşünce sistemidir. Bu sistemde önemli olan, harflerin
ebced hesabındaki sayısal değerlerinden ziyade Arap ve Fars alfabesindeki harf
sayısıdır (Usluer, 2009a: 118). Bu iki alfabenin harf sayıları, Hurûfî
metinlerinde genellikle yan yana durur. Buna örnek olarak Câvidânnâme’den
şu cümleyi verebiliriz: “(...) Şeytân bilmedi ki hâkde âlem-i kelime-i İlahînin
kâbiliyyeti vardır ve bu kâbiliyyeti Hazret-i İzzet suda ve yelde ve âteşde
koymamışdır ki yirmi sekiz ve otuz iki kitâbet-i vech-i Âdem üzerinde zâhir
ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 37-38). Şu beyit ise Âmiloğlu’nun Arşnâme
Tercümesi’ndendir:
Yüz hattın
Hakk sözince bilesüz
Hem otuz ikki
vü yigirmi sekiz (Âmiloğlu, 2014: 66)
Arap
alfabesindeki yirmi sekiz harf ile Fars alfabesindeki otuz iki harf birbirinden
farklı değildir; çünkü lamelif (Y) harfi, Fars alfabesinde olup Arap
alfabesinde olmayan dört harfe, yani pe (^), çe (g), je (j) ve ge (^)
harflerine karşılık gelir. Şöyle ki; lamelif (Y) harfinin eczasında, yani
okunuşunda, tekrarsız dört harf bulunur: fe (<^), lam (d), elif (') ve mim
0. Bu dört harf pe (0, çe (g), je (j) ve ge (0 harflerinin karşılığıdır. Bu
nedenle, Hurûfî metinlerinde ‘yirmi sekiz’ ve ‘otuz iki’ kelimenin arasındaki
farka vurgu yapılmadığı sürece, ‘yirmi sekiz’ denildiğinde ‘otuz iki’ de
kastedilmiştir (Usluer, 2009a: 191).
İlahi harfler
Allah’ın sıfatları olup sonsuzdurlar (Âmiloğlu, 2014: 56). Hurûfîliğe göre isim
ile müsemmâ bir olduğundan otuz iki harf bizzat Allah’tır (Fazlullah, 2012:
93). Allah, kainatı “Kün! (û$)” emriyle, yani kâf 00 ve nûn (j0 ilahi
kelimeleriyle yaratmıştır (Yâsîn, 36/82). Bundan dolayı varlığın aslı harftir.
Yaratılan her şey yirmi sekiz ve otuz iki harf ile vücut bulmuştur (Âmiloğlu,
2014: 59). Söz ile madde birbirinden ayrılmaz. Beden bir görüntüdür, asıl olan
ise ilahi kelimelerdir. Her şey sözdür ve söz mekanındadır (Âmiloğlu, 2014:
187). Allah dahil her şey otuz iki ilahi kelime olduğundan dolayı bu kelimeler
tek hakikattir. Her yerde yalnızca bu kelimeler vardır. Otuz iki kelime,
Hakk’ın sözü olduğu için yer ve gökte Hakk sözünün erişmediği tek bir nokta
bile kalmamıştır (Arşî, Tercî-i bend 3/VB/57).
Allah’ın sözü
olan yirmi sekiz ve otuz iki harf, Âdem’in yüzüne yazılmıştır. Bu sebeple
Âdem’in yüzü hakiki Kıır'anWw. Levh-i Mahfuz’ism-i a’zamdır. Âdem’in
yüzündeki otuz iki ilahi kelimenin karşılığı olan otuz iki hat, Allah’a götüren
bir yoldur (Âmiloğlu, 2014: 59). Allah otuz iki ilahi kelimedir ve onu bilmenin
tek yolu kainattaki her şeyde yirmi sekiz ve otuz iki harfi okumaktır. İnsan
yalnızca kendi bedenine baksa bile yirmi sekiz ve otuz iki harfin pek çok
alametini bulacaktır. Vücuttaki üç yüz altmış kemik, altı adet yirmi sekiz ve
altı adet otuz ikinin toplamıdır. Yedisi başta beşi de gövdede olmak üzere
vücudun on iki adet deliği vardır: İki göz, iki kulak, iki burun deliği, bir
ağız, iki meme ucu, bir göbek, ön ve arka delikler. İstivâ hattı geçerse ağız,
göbek, ön ve arka delikler ikiye ayrılır; vücudun toplam on altı deliği olur.
Bu on altı delik, bulundukları yerler ile toplanırsa otuz iki eder. İnsanın
ağzında otuz iki diş vardır. Parmaklardaki boğumların toplamı yirmi sekiz eder.
Ayak parmaklarındaki boğumlar da aynı sayıdadır (Âmiloğlu, 2014: 71, 80, 157,
170).
Fazlullah,
insanlara yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin sırrını göstermek üzere
dünyaya gelmiştir. Onun amacı, insanların Allah’ı görebilmesini, yapılan
ibadetlerin ve kainattaki her şeyin anlamını kavrayabilmesini sağlamaktır.
Hurûfîlik, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime üzerine kuruludur. Hakikat bu
kelimelerdedir ve bu kelimeleri inkar eden kafir olur (Âmiloğlu, 2014: 187).
Arşî
Divanı’nda yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye dair pek çok beyit
bulunur. Arşî, Hurûfî bir şair olarak, savunduğu inancın ve düşüncenin en temel
unsurlarından biri olan yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi şiirlerinde sık
sık konu edinmiştir:
Otuz iki kelâm
olmış egerçi menşe-i kesret
Velâkin
sayha-i vâhid durur ez-kuvvet-i ûlâ (G 2/18)
Çokluğun
kaynağı otuz iki söz olmuşsa da ilk kuvvetten (gelen) ses tektir. Fazlullah
Esterâbâdî’ye göre otuz iki kelime aslında bir kelimedir (2012: 129). Bunun
sebebi, kelimelerin nur olmasıdır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Nur, yani
ışık bölünmez, parçalara ayrılmaz. Işıkta hiyerarşi mevcut değildir. Bu
özellikler, nurdan yaratılan kelimeler için de geçerlidir. Otuz iki söz,
aslında tek sesten ibarettir:
Bir sahya-i
vâhid iken evvel
Otuz ikide
bulup sebâtı (Terkîb-i bend l/II/ll)
Önce tek
bir çığlık iken otuz ikide karar kıldı. Kuvvet âleminde tek olan söz,
terkip âleminde otuz iki olmuştur. Önceleri tek bir çığlık olan sözün otuz
ikide karar kılması, yaratılış vesilesiyledir. Çünkü yaratılıştan önce terkip
âleminin -yani çokluk âleminin- varlığı söz konusu değildir.
Gevher-i zât
vâhidü’s-Samede
Sî vü dûdür
sıfât-ı bahr-ı ‘âmîk (Tercî-i bend 3/VI/50)
Otuz iki,
tek Samed için, derin denizin inci zatıdır. Allah Samed’dir; yani her şey
O’na muhtaçtır ve O hiçbir şeye muhtaç değildir (İhlas, 112/2). Derin denizin
inci zatı olmak, bir değer ve gizlilik göstergesidir. İnci, değerli bir taştır
ve incinin derin denizin dibinde bulunması, gizli olduğunu ve onu bulup
çıkarmak için oldukça çok uğraşmak gerektiğini işaret eder. Otuz iki ilahi
kelime, Allah için derin denizdeki inci gibidir. İncidir, çünkü bu isimler,
Hurûfîliğe göre isim ile müsemmâ bir olduğundan, Allah’ın kendisidir. Bu inci
derin denizdedir, çünkü Fazlullah gelene dek hiç kimse otuz iki ilahi kelimenin
anlamını çözebilmiş değildir. Fazlullah, ilm-i tevil sayesinde esmâyı öğrenmiş
ve varlığın, Allah’ın ve dinin sırrını çözmüştür.
Mahkûmıdur
zemîn ü semâ hâkim ol durur
Otuz iki
kelâm-ı şerifi yiter güvâ (G 8/5)
Hakim odur.
Yer ve gök (onun) mahkumudur. Otuz iki şerefli söz (buna) şahit olarak
yeterdir. Allah, yerin ve göğün hakimidir. Her şey ona kuldur. O, otuz iki
sözün sahibidir ve daha ötesinde bizzat otuz iki kelimedir. Kainatın yaratılışı
ve varlıkların hayatını sürdürmesi otuz iki harf sayesindedir. Bu nedenle Allah
her şeye hakimdir ve kainatın var olması, hayatını sürdürebilmesi Allah’ın izni
sayesindedir. Allah, “Ol!” emriyle kainatı yaratabildiği gibi “Yok ol! emriyle
her şeye bir anda son verebilir. Bu durum, O’nun varlık üzerindeki gücünü ve
hakimiyetini; otuz iki harfin ise bu güç ve hakimiyet konusundaki rolünü gösterir.
Sonuçta hem “Ol!” hem de “Yok ol!” emri sözden, yani ilahi kelimelerden
ibarettir.
Zât-ı pâk-i
zü’l-celâle reh-nümâdur sî vü dü
Şa’şa’-ı nûr-ı
cemâl-i kibriyâdur sî vü dü (G 253/1)
Otuz iki,
ululuk sahibi olan Allah’ın pak zatına rehberdir. Otuz iki, ululuk yüzünün
nurunun parlaklığıdır. Otuz iki, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 319; Seyyid Nesîmî, 2017: 13). Hurûfîlikte isim ile müsemma
bir olduğundan otuz iki ilahi kelime bizzat Allah’tır (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 59).
Dolayısıyla
ilahi kelimeler Allah’a rehberdir. Aslı nur olan bu kelimeler, Yüce Allah’ın
yüzünde parlar (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417).
Ahsen-i
sûretde izhâr itmeğe hüsn ü cemâl
Sırr-ı er-rahman
‘ali ’l ‘arşi ’stivâ’dur sî vü dü (G 253/3)
Otuz iki,
güzelliği ve yüzü en güzel surette göstermek için ‘er-rahman ‘ali ’l
‘arşi’stivâ’ sırrıdır. ‘Er-rahman ‘ali’l ‘arşi’stivâ’, A’râf suresinin 54.
ayetinde geçer ve “Rahman arşa istiva etti.” anlamındadır. Hurûfîlik
düşüncesine göre arş, Hz. Âdem’dir. Allah’ın arşa istiva etmesi, Âdem’in
yüzünde otuz iki ilahi kelime olarak görünmesidir. Bu da yüzdeki hatlar
vesilesiyle olur. Ümmî hatlar yedi adettir, istiva hattı geçerse sekiz olur.
Her bir hat dört unsurdan meydana geldiği için dört tane sekiz, yani otuz iki
adet hat bulunur. Bir diğer hesap şöyledir: Âdem’in yüzünde yedi ümmî ve yedi
ebî hat bulunur. Toplamları on dört hattır. Eğer istiva geçerse saç ve anfeka
hatlarının bölünmesiyle hat sayısı on altıya çıkar. Bu hatları, bulundukları
yerler ile toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz. Yüz için son hat
hesaplaması, delikler vasıtasıyladır. Yüzde yedi delik bulunur, istiva geçerse
ağız deliğinin ikiye bölünmesiyle sekiz delik olur. Her bir delik anasır-ı
erbaaya göre dört unsurdan meydana gelir. Dört tane sekiz otuz iki yapar ki bu
otuz iki ilahi harfin karşılığıdır. Yüzdeki otuz iki hat, güzelliğin sebebidir.
Sî vü dû
harf-i lem-yezel geldi sıfâta ‘âkıbet
Hılkat-i
nutk-ı Âdemî zât-ı şu’ûna benzedi (Kıt’a 20/2)
Sonunda
otuz iki sonsuz harf sıfata geldi; insan sözünün yaratılışı işlerin zatına
benzedi. Otuz iki harfin sıfata gelmesi, yaratılışta kullanılmasıdır.
Allah, yarattığı her varlığa ilahi kelimelerden bazılarını vermiş; insana ise
tüm harfleri öğretmiştir. Bu sebeple insan, diğer varlıklardan farklı olarak otuz
iki ilahi kelime ile konuşur. Allah’ın kelimeleri de otuz iki adettir. Bundan
dolayı, insanın konuşması Allah’ın konuşması gibidir.
Otuz iki
kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat
‘lyân oldı ki
Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)
Otuz iki
Hak kelamı yaratılış elbisesini giydiğinden beri belli oldu ki tükenmeyen
hâzinelerin emini Âdem ’dir. Otuz iki Hak kelamının yaratılış elbisesini
giymesi, Âdem’in otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılmasıdır. Allah, kendi
sureti üzerine yarattığı Âdem’e otuz iki ilahi kelimeyi öğretmiştir. Ahzab
suresinin 72. ayetinde bahsedilen emanet, Âdem’e verilen esmâ-i küll’den (otuz
iki ilahi kelimeden) başkası değildir. Bundan dolayı Âdem, tükenmeyen
hâzinelerin eminidir. Otuz iki ilahi kelime, Yaqup Babayev’in de belirttiği
gibi, her şey demektir (Babayev, 2007: 63). Asıl zenginlik, sonsuzlukve varlık
esmâ-i küle aittir.
Hem be-hakk-ı
mazhar-ı esmâ-i kül
Âdem-i
tahkîk-i âbâ-yı rüsül (M 1/16)
Hem bütün
isimlerin mazharı (olan), peygamberlerin gerçek babası Âdem ’in hakkı için...
Âdem, bütün isimlerin mazharıdır; çünkü Allah onu kendi suretinde (Çiftçi,
2014: 3), yani otuz iki harf üzerine yaratmıştır. Bu harfleri de Âdem’in yüzüne
hatlar vasıtasıyla yazmıştır.
Sî vü dû oldı
sıfât-ı zât-ı Fazl-ı lâ-yenâm
Bilmeğe zât-ı
Hudâyı bu sıfat oldı sebeb (G 18/3)
Sonsuz
Fazl’ın zatının sıfatı otuz iki oldu. Bu sıfat, Hudâ’nın zatını bilmek için
sebep oldu. Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın ismi ve sıfatıdır (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 319). Beyitte bu kelimelerin Fazlullah’ın sıfatı olduğu
söylenmektedir. Şair, bu şekilde Fazlullah ile Allah arasında bir eşitlik
kurmaktadır. Fazlullah’ın Allah gibi sonsuz olması, ezeli ve ebedi otuz iki
kelimeden dolayıdır. Otuz iki ilahi kelimenin bilgisi, Allah’ı tanımak için
şarttır. Bu kelimeler Fazlullah’ta bulunur. Dolayısıyla Fazlullah, Allah’ın
zatını bilmek için bir vesiledir.
Mu’cizât-ı
enbiyâyı kılmağa bir bir beyân
Mazhar-ı
mev’ûd olan Fazl-ı Hudâ’dur sî vü dü (G 253/4)
Otuz iki,
peygamberlerin mucizelerini bir bir anlatmak için vadolunmuş mazhar olan Fazl-ı
Hudâ’dır. Fazlullah, peygamberlerin açıklamadığı sırları anlatan kişidir.
Bunu da, kendisinde bulunan otuz iki ilahi kelimeyle, yani esmâ ilmiyle yapar.
Otuz iki kelime Fazlullah’tır.
‘Anâsır ile sî
vü dû olur fî ahsen-i sûret
Sekiz hatt-ı
ruh-ı zât kim oldur fatih-i ma’nâ (G 2/14)
Unsurlar
ile otuz iki, en güzel surette olur. Zatın yanağının sekiz hattı, mana
fatihidir. Yüzde sekiz hat bulunur: istiva ile ikiye bölünmüş saç, iki kaş
ve dört kirpik. Bu hatlar anasır-ı erbaadan oluşur. Her biri ateş, hava, su ve
topraktan olmak üzere dört tane sekiz hat vardır ki otuz iki hat eder. Bu
hatlar, yüzün güzel olmasının sebebidir. Otuz iki ilahi kelimenin işareti olan
otuz iki hat ile kainattaki her şey açıklanabilir; çünkü yaratılış ilahi
kelimelere dayanır. Bu sebeple yüzdeki hatlar mana fatihidir.
Olup dört
kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla
Sevâd-ı vech-i
Ademden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)
Öğelerin
(anasır-ı erbaa) hükmüyle dört kere sekiz mazharı olup Âdem ’in yüzü
siyahlığından isimler ilmini okudum. Adem’in yüzünde istiva hattıyla
bölünmüş olan ümmî hatlar sekiz adettir: İki saç, iki kaş ve dört kirpik. Hepsi
siyah olan bu hatların her biri dört unsurdan oluştuğu için yüzdeki hatların
sayısı otuz ikidir. Bu hatların her biri, bir ilahi kelimenin karşılığıdır.
Bundan dolayı Âdem’in yüzü, esmâ ilminin okunacağı bir sayfa gibidir.
Yazdı sıfat-ı
zâtını ol sûret-i pâke
Otuz iki perde
Kendüsi yine
kendüsini kıldı temâşâ
Ref itdi
gıtayı (Müstezad 1/3)
Zatının
sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi
yine kendisini izledi. Allah, otuz iki sıfat sahibidir. Adem’i kendi
suretinde yaratan Allah, onun yüzüne otuz iki sıfatın işaretlerini koymuştur.
Böylece O, Âdem’in suretinde kendi suretini izlemiştir. İzleyen de izlenen de
Allah’tır. Bu beyit, Hurûfîlikteki vahdet düşüncesini ortaya koymaktadır.
Aşağıdaki beyit de vahdet düşüncesi üzerinedir:
Doldı gönül
hânesine sırr-ı hû
Başdan ayağa
olubam sî vü dü (G 253/1)
Gönül evine
‘hû’ sırrı doldu; baştan ayağa otuz iki oldum. Gönül evi “O!” zikriyle
dolunca, insanın vehmedilen benliği aradan çekilir ve ortada yalnızca Hâlık
kalır. Otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılan insan, zaten baştan ayağa O’ndan
ibarettir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimedir.
Otuz iki
dürr-i bahr-ı yek-tâ
Kıldı sadef-i
gönülde me’vâ (Tercî-i bend 2/II/9)
Eşsiz
denizin otuz iki incisi, gönül sedefini yurt edindi. Otuz iki inci, ilahi
kelimelerdir. İncilerin ait olduğu eşsiz deniz ise Allah’tır; çünkü ilahi
kelimeler Allah’ın sıfatlarıdır. İnci sedefte bulunur, Allah’ın mekanı ise
müminlerin gönülleridir. Bu nedenle şair, isim ile müsemma birliğinden dolayı
otuz iki kelime olan Allah’ın, gönlü yurt edindiğini belirtmektedir.
Vücûdumdur
medâr-ı çarha merkez
Hudânun sî vü
dû esmâsıyam ben (G 226/2)
Dünyanın
yörüngesinin merkezi vücudumdur. Ben, Huda’nın otuz iki ismiyim. Yaratılan
her şeyde Allah’ın otuz iki ismi bulunmaktadır. Bu isimler her şeyin
yaratılışındadır ve bizzat Allah’tır. Bu yüzden, Allah’ın otuz iki ismini
vücudunda taşıyan şair, dünyanın merkezi olduğunu iddia etse yanlış söylemiş
olmaz.
Şu’ûn-ı bahr-ı
zâtam ki göründüm
Otuz iki
sıfâtam ki büründüm (M 2/6)
Zat
denizinin işleriyim ki göründüm; otuz iki sıfatım ki büründüm. İnsanın
bütün eylemleri, aslında Allah tarafından yapılmaktadır: “(Savaşta) onları siz
öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat
Allah attı... (Enfâl, 8/17). Bütün eylemleri Allah’a ait olan insanın bedeni de
Allah’a aittir; çünkü otuz iki sıfata bürünmüştür. Yani, şaire göre yapan da
görünen de Allah’tan başkası değildir. Zaten Arşî bir şiirinde şöyle demiyor
mudur: “Yazdı sıfat-ı zâtını ol sûret-i pâke / Otuz iki perde / Kendüsi yine
kendüsini kıldı temâşâ / Ref itdi gıtayı (Müstezad 1/3).
Lisânumdan
işit esmâ-i külli
Ki eyler zât-ı
mutlakdan tecellî (M 2/12)
Bütün
isimleri dilimden işit ki mutlak zattan ortaya çıkar. İnsanın
konuşmasındaki bütün isimler, yani bütün harfler, Allah’tan ortaya çıkmaktadır.
Bu harfler otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Allah, Bausani’nin de değindiği
gibi, otuz iki ilahi kelime ile konuşur (Bausani, 1992: 360).
Yazdun mı
levh-i vechüne sî vü dû kerre sî vü dû
Taksîm-i
zâtu’llah içün hatt-ı sütûrun var mı (G 284/4)
Yüzünün
levhasına otuz iki kere otuz iki yazdın mı? Allah’ın zatının bölümlenmesi için
hat satırların var mı? Yüz, üzerine otuz iki ilahi harfin yazıldığı bir
levhadır. Otuz iki harf, tek bir harfte toplanabilir, yani her bir harfte otuz
iki harf bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 129). Bundan dolayı yüzdeki
hatlar otuz iki tane otuz iki hattır. Şair, sorularını sorarken “Yüzündeki
hatların farkında mısın?” demek istemektedir; çünkü bu hatlar zaten ezelde
insanın yüzüne yazılmıştır. Hat satırları da yüzde mevcuttur. İnsanın, kendi
yüzüne hatları yazıp hat satırları oluşturmasına gerek yoktur.
Haşr eyledün
mi kalbüne ma’nâ-yı İsm-i A’zamı
Ya sî vü dû
esmâ ile kevne nüşûrun var mı (G 284/5)
Ism-i A
’zam ’ın sırrını kalbinde diriltin mi? Peki otuz iki isim ile varlığa yayıldın
mı? İsm-i a’zam Âdem’dir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221). Câvidânnâme"de
bu beyitle ilgili olarak şunlar yazılıdır: “Âdem aleyhi’s-selâm inda’l-lâh
ism-i a’zamdır ve cümle eşyâlar esmâu’l-lâhdır ve her kimse ki ism-i a’zamı
okuya cümle eşyâ ona musahhar ola yani cümle eşyânın sırrına yetişe ve kendi
emrine musahhar eyleye... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 221). Her şey, Allah’ın
isimlerinden ibarettir. Bu nedenle ism-i azami bilen, Hz. Süleyman gibi bütün
varlığa hükmedebilir. Âdem’in sırrını kalpte diriltmek, mevcudat üzerinde
hükümdar olup varlığa yayılmak demektir. Âdem’in sırrı, yüzdeki hatlarda
gizlidir.
Esfel ü a’lâya
olmışdur muhît ü münbasıt
Ya’ni ki
dârende-i ‘arz u semâdur sî vü dü (G 253/5)
Otuz iki,
en aşağı ve en yukarılara yayılmış ve (buraları) kuşatmıştır; yani (otuz iki),
yer ve göğü tutandır. Bütün mevcudat otuz iki ilahi kelimeden ibaret olduğu
için her yerde bu kelimeler bulunmaktadır. Aşağıda ve yukarıda, yerde ve gökte
bu kelimeler vardır. Otuz iki, yeri ve göğü tutarak dünyada ve kainatta uyumu
sağlayan, ilahi düzenin bozulmasını engelleyen unsurdur.
Bâg-ı cennetde
tena”um kılmağa erbâb-ı Fazl
Meyve-i şâh-ı
dıraht-ı müntehâdur sî vü dü (G 253/6)
Otuz ve
iki, Fazl erbabının cennet bağında rahat etmesi için, müntehâ ağacının dalının
meyvesidir. Müntehâ ağacı, Kur ’ari da şöyle geçmektedir:
(Kur’an’ı)
ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü Cebrail öğretti. O, en yüksek
ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu. Sonra (ona) yaklaştı,
derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı
kadar, yahut daha az oldu. Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. Kalp,
(gözün) gördüğünü yalanlamadı. (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla
tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî
suretiyle) görmüştü. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında... Me’vâ cenneti onun
(Sidre’nin) yanındadır. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz (gördüğünden)
şaşmadı ve (onu) aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir
kısmını gördü. (Necm, 5/18).
Görüldüğü gibi
Sidretü’l-Müntehâ, Me’vâ cennetinin yanında bulunan semâvî bir ağaçtır. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç gecesinde bu ağacın yanında
Cebrail’i görmüştür. Bu esnada peygamberin gözü şaşmamış, Cebrail’den başkasına
bakmamıştır. Hurûfîlerin Sidretü’l-Müntehâ’dan anladıkları Hz. Âdem’dir: “(...)
Sidretü’l- Müntehâ’dan murâd Âdem aleyhi’s-selâmdır...” (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 42). Müntehâ ağacının dalının meyvesi olan otuz iki, Hz. Âdem’in
yüzündeki hatlardır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Miraç
gecesinde Allah’ın hatlarını Müntehâ ağacından okumuştur: “Müntehâ’nun ya’nî
yaprağından ol / Ohıdum dir hattını Hakk’un Resûl” (Âmiloğlu, 2014: 95). Bu
hatlar, Hurûfîlerin cennet bağında rahat etmesi içindir; çünkü kurtuluş, bu
hatlar vesilesiyle olacaktır ve Allah’ın cemali yine bu hatlar sayesinde
görülebilecektir.
Müntehâ oldı
kâmet-i inşân
Otuz iki kelâmdur semerât (Tercî-i bend 3/III/22)
İnsanın
boyu Müntehâ oldu; meyveler otuz iki sözdür. Âdem’in boyu 60 ziradır ki bu
sayı yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin toplamına eşittir. Âmiloğlu’nun Arşnâme
Tercümesi ’nde bu konu hakkında şu beyitler bulunur:
Âdem’ün kaddin dimişdür Mustafâ
Ya’nî ol sittûne zirâ’ an fi’s-semâ
İşbu altmış dahi bilgil iy ‘azîz
Oldı ottuz ikki vü yigirmi sekiz (2014: 228)
Arap
alfabesindeki yirmi sekiz harf, Fars alfabesinin içindedir. Bu sebeple asıl
olan, Fars alfabesindeki harf sayısıdır. Mümkün olan bütün ilahi kelimeler otuz
iki adettir. Bu kelimeler, Sidre-i Müntehâ ağacının meyveleridir. Âdem’in
boyunun Müntehâ olması, bu meyvelerin ilahi kelimelere denk gelmesindendir.
On sekiz bin
‘âleme bi’l-kuvve vü bi’l-fi’l olan
Dâ’im ü ka’im
sıfât-ı zü’l-‘atâdur sî vü dü (G 253/7)
Otuz iki;
on sekiz bin âleme, düşünce halinde ve hakikatte, devamlı ve sabit (halde)
ihsan verendir. Otuz iki ilahi kelimenin Allah olduğunu bilmek, bu beyti
anlamak için yeterlidir; çünkü on sekiz bin âlemi yaratıp sonsuza kadar, her
şekilde ve hiç şaşmadan onları nimetlendiren Allah’tır.
Münkir-i
a’dâ-yı dünye zehr-i kâtildürvelî
Ehl-i tahkîka
mey-i câm-ı safâdur sî vü dü (G 253/8)
Otuz iki,
inkarcı dünyevi düşmana katil (bir) zehirdir; ancak, hakikat ehline neşe
kadehinin şarabıdır. Otuz iki ilahi kelime, bir ayna gibidir: Ona bakanın
göreceği şey, ancak kendi yüzüdür. İnkarcı için otuz iki mutsuzluk ve ölümün
sebebiyken hakikat ehli için neşe ve hayatın vesilesidir.
Kırmağa
Ye’cûc-i küfr ü şirki Hakdan ‘Arşiyâ
Zü’l-fekâr-ı
Haydar-i kişver-güşâdur sî vü dü (G 253/9)
Ey ‘Arşîl
Otuz iki, küfür ve şirk Yecüc ’ünü kırmak için cihangir Haydar ’ın
Zülfikar’ıdır. Bu beyit, Hz. Ali’nin Hurûfî yorumunu içermektedir. Hz.
Ali’nin kılıcı olan Zülfikar, beyitte kafirleri ortadan kaldıran bir silah
olarak yer almaktadır. Küfür, karanlığa aittir. Hakikat ise aydınlıktır. Aslı
nurdan olan otuz iki harf, küfür karanlığını ortadan kaldıracak tek gerçektir.
Bu durumda Zülfikar, otuz iki ilahi kelime yerine geçmektedir.
Tılısm-ı cismine
sâhib olup
Yol bula
müsemmâya râh-ı esmâdan (G 229/2)
Sag elden
okuya defter-i a’mâlin
İre derecâta
Cennetü’l-Me’vâdan (G 229/3)
Cisminin
tılsımına sahip olup, esma yolundan müsemmaya yol bulsun. Amel defterini sağ
elden okusun. Meva cennetinin derecelerine ersin. Bedenin tılsımı, otuz iki
ilahi kelimedir. Bunları bilen kişi, Hakk’a yol bulur. Hakk’ı öğrenen, ahirette
amel defterini sağ elden alır: “Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte
çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından verilirse, işte
onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar” (İsrâ, 17/71).
Amel defterini okuyabilenler yalnız Hurûfiler olacaktır; çünkü defterde yazılı
olan şey, otuz iki harften ibarettir. Bundan dolayı, cennete girebilecek
kişiler, Hurûfilerden başkası değildir. Me’vâ cenneti, Hurûfilerin gireceği
cennettir; çünkü o, Sidretü’l- Müntehâ’nın yanındadır. Bu ağaç Hz. Adem’e,
ağacın meyveleri ise Adem’in otuz iki hattına karşılık gelir (Arşî, G 253/6).
Otuz iki; Allah’a ulaşmanın, hakikate ermenin ve cennete girmenin anahtarıdır.
Zulmet-i cehl
ü dalâletden halâs olmağa halk
Meşrık-ı
dilden togar şems-i hüdâdur sî vü dü (G 253/2)
Halkın
cehalet ve sapıklık karanlığından kurtulması için, Hüdâ’nın güneşi olan otuz ve
iki, kalp doğusundan doğar. Cehalet, karanlıktır. Hüdâ’nın otuz iki
kelimesi ise nurdan olduğu için karanlığı ortadan kaldırır (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 417). Allah Fazlullah’tır; bu yüzden Fazlullah otuz ikidir.
‘Kalp doğusu’, güneşin doğduğu yönü belirttiği gibi Fazlullah’ın ortaya çıktığı
yeri de belirtir. Fazlullah, yani aslı nur olan otuz iki ilahi kelime, bir
güneş gibi doğudan doğmuş ve cehalet karanlığını yok etmiştir.
Yazdı Hak
kudretle vech-i yâre hatt-ı sî vü dü
Gösterür
sırr-ı kelâmu’llâhı hattı mû-be-mû (G 253/1)
‘Arşiyâ hejdeh
hezârân ‘âlem içre bî-gümân
Gayri yok
mevcûd tahkîk oldı illâ sî vü dü (G 255/5)
Hak,
sevgilinin yüzüne kudretle otuz iki hattı yazdı. (Sevgilinin) hattı, kıl kıl
Allah sözünün sırlarını gösterir. Ey ‘Arşîl Şüphesiz, on sekiz bin âlem içinde
otuz ikiden başka hakikat yoktur. Beyitte geçen ‘sevgili’, Adem ya da
Fazlullah olabileceği gibi herhangi bir insan da olabilir. Nitekim Allah, tüm
insanların yüzüne otuz iki hattı yazmıştır. Bu hatlar, Allah’ın tüm sözlerini
oluşturan otuz iki ilahi kelimenin işaretleridir. Kainat, bu otuz iki kelimeden
yaratıldığı ve Allah’ın kendisi de otuz iki kelime olduğu için, bu kelimelerden
başka hakikat yoktur. Bir başka deyişle; tek hakikat otuz iki kelimedir.
Varlık bilindi
sî vü dü esmâ imiş ‘ıyân
Saldı cihâna velvele
sayt u sadâ-yı û (G 256/7)
Varlık
bilindi, besbelli ki otuz iki isimmiş. Cihana O ’nun sesi salındı. Tüm
varlık otuz iki isimdir; çünkü her şey bu isimlerden yaratılmıştır. Her bir
isim, Allah’ın sesiyle varlığını sürdürür. Dolayısıyla, kainattaki her şey
Allah’ın sesinden ibarettir.
Otuz iki
kelâm-ı Rabbânî
Aldı hükmüne
cümle ekvânı (Tercî-i bend 3/II/10)
Rabbin otuz
iki sözü, bütün varlığı hükmüne aldı. Kainattaki her şey otuz iki sözden
ibarettir; çünkü evren, kendisi otuz iki söz olan mutlak varlığın zuhurudur
(Ünver, 2009: 544). Bundan dolayı Allah, tüm kainatı hükmü altına almıştır.
Tâ ola sî vü
dû sühan teşhis
Mahreç itdi
hurûfa dendânı (Tercî-i bend 3/II/14)
Otuz iki
söz, (birbirinden) ayrılsın diye, dişleri harflere mahreç etti. Otuz iki
söz, aslında tek bir sestir (Arşî, G 2/18). Bu sözlerin birbirinden ayrılması
için dişler, harflerin çıkış yeri olmuştur. Otuz iki diş, otuz iki harfe
karşılık gelmektedir.
Allah, otuz
iki ilahi kelimedir. Var olan kelimelerin tamamı bu kadardır. Otuz iki ilahi
kelimenin aslı tek bir harftir. Her harfte otuz iki harf gizlidir. Bu durum,
Hurûfîlikteki vahdet anlayışının temelidir. Allah’ın otuz iki ismi ve otuz iki
sıfatı vardır. Bilinmek için kainatı yaratan Allah, her şeyi otuz iki kelimeden
var etmiştir. Bu sebeple tek hakikat otuz ikidir. Kainatın hayatını devam
ettirmesi otuz iki kelime sayesindedir. Allah, otuz iki kelimeyi insanın yüzüne
hatlar halinde yazmıştır. Dolayısıyla insanın yüzü Allah’ın aynasıdır. Allah,
yalnızca otuz iki ilahi kelime sayesinde anlaşılabilir. Yeri ve göğü tutan, tüm
varlıkları kuşatan otuz iki, şirki ortadan kaldıran bir kılıçtır.
Hurûf-ı
Mukattaa
Mukattaa
harfleri, yani hurûf-ı mukattaa, ‘kesilmiş harfler’ demek olup bağımsız ve ayrı
harfler anlamına gelmektedir. Kur ’an-ı Kerim ’in yirmi dokuz suresinin
başında yer alan on dört harften oluşan hurûf-ı mukattaa şunlardır: j ' Bu
harflerin anlamları, ayet sayılıp sayılmayacakları gibi konularda İslâm
alimleri birbirinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Küfeli kıraat
alimleri bazı hurûf-ı mukattaa terkiplerini bir ayet, bazılarını iki ayet,
bazılarını da kendisinden sonra gelen ayetin parçası saymışlardır. Basralı
kıraat alimleri ise hurûf-ı mukattaa terkiplerinden hiçbirini ayet olarak kabul
etmemişlerdir (Duman ve Altundağ, 1998: 401).
İtibarlı hadis
kaynaklarında, hurûf-ı mukattaanın anlamına dair herhangi bir hadis
bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu harflere dair kesin bir bilgi yoktur. Selef
alimlerinden bir gruba göre hurûf-ı mukattaa, tevilini yalnızca Allah’ın
bildiği müteşabih ayetlerden oluşur. Yani, bu harfler üzerine yorum yapılamaz.
Hulefa-i Râşidîn, İbn Mes’ûd, İbn Abbas gibi sahabiler ve Şa’bî, Süfyân
es-Sevrî, İbn Hibbân, İbn Hazm, Ebû Hayyân el-Endülüsî ve Suyûtî gibi alimler
bu görüştedir. Diğer bir grup alime göre, Kıır'aıı. Şuara suresinin 195.
ayetinde bildirildiği gibi, apaçık bir Arapça ile indirilmiş olup içerisinde
anlaşılmayan bir ayet bulunmamaktadır. Alimler, hurûf-ı mukattaanın hece
harfleri olduğunu benimseyenler ile bazı kelimelerin anahtarı ve kısaltması
olduğunu savunanlar olarak ikiye ayrılır (Duman ve Altundağ, 1998: 401).
Hurûf-ı
mukattaanın hece harfleri olduğunu benimseyenlerin düşünceleri kısaca şöyledir:
Zeyd b. Eşlem, Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyhî’ye göre bu harfler, başında yer
aldıkları surelerin isimlerinden ibarettir. Çünkü Araplarda varlıklara harf ile
isim verme geleneği vardır. Hârise et-Tâî’nin babasının adının Lâm olması,
balığa nûn ve dağa kâf adının verilmesi bunu gösterir. Katâde ve Mücâhid’e göre
ise bu harfler Kur’an'rn isimlerindendirler; çünkü bu harflerden sonra Kur’aria
yemin edilmektedir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. Müsennâ ve Sa’leb’e göre hurûf-ı
mukattaa, iki sureyi birbirinden ayırma işlevi görür. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ
ve Kutrub’a göre sözkonusu harfler Kur’an'rn i’cazım ortaya koymaktadır.
Ebû Revk Atıyye b. Hâris el-Hemedânî ve Kutrub, hurûf-ı mukattaanın Kıır'an'a
dikkat çekmek amacıyla zikredildiği görüşünü benimser. Ahfeş el-Evsat ve İbn
Kayyim el-Cevziyye; Kur’an’âa. zeytin, incir, fecr, asr ve kalem gibi
şeylere yemin edildiği gibi mukattaa harflerine de yemin edildiğini söyler.
Süheylî ve Tantâvî Cevheri, mukattaa harflerinin ebced hesabıyla birtakım
olayların tarihine işaret ettiğini savunur (Duman ve Altundağ, 1998: 401 -
403).
Hurûf-ı
mukattaanın, bazı kelimelerin işaretleri veya kısaltması olduğunu düşünen
alimlerin görüşleri ise kısaca şöyledir: Saîd b. Cübeyr, Sâlim b. Abdullah ve
Süddî el-Kebîr’e göre hurûf-ı mukattaa, ilahi isim ve sıfatların kısaltmasından
ibarettir. Bir düşünceye göre bu harfler, ism-i azamin sure başlarına dağılmış
şeklidir. Örnek olarak; elif-lâm-râ, hâ-mîm ve nûn harfleri bir araya gelince
er- Rahmân ismi ortaya çıkmaktadır. Bir diğer düşünceye göre ise her bir harf
bir isim veya sıfatın sembolüdür. Elif-lâm-mîm’de elif Allah’ı, lâm Latifi ve
mîm de Mecîd ismini sembolize eder. İbn Cübeyr ve Dahhâk’e göre mukattaa
harflerinin bazıları Allah’ın, bazıları ise diğer varlıkların isimlerini
sembolize eder. Meselâ; elif-lâm- mîm’deki elif Allah’ı, lâm Cebrâil’i ve mîm
de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i temsil eder (Duman ve
Altundağ, 1998: 404).
Hurûfîlere
göre Kur’arim sırrı hurûf-ı mukattaa harflerindedir (Gölpınarlı, 1989:
19). Kur’an'rn ve harflerin esası bu on dört harften ibarettir (Usluer,
2009a: 118-119). Seyyid Nesîmî, mukattaa harfleri hakkında şunları söyler:
Harflerde olan
her ne varsa, gökten inen semavî kitaplarda vardır, Kur’ân’da da vardır.
Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ve tüm semavî kitapların aslı, Hakk Teâlâ’nın
isimleri ve sırları olan mukattaa harfleridir. Mukattaa harflerinin mânâsı,
şimdiye kadar insan idraki tarafından anlaşılamamış ve ona gizli kalmıştı.
Nitekim Müminlerin Emîni Hz. Ali (k.v.), “Allah tüm kitaplarda sır olarak
vardır. Kur’ân’ın sırrı, sûrelerin başında(ki mukattaa harflerinde(dir).”
buyurmuştur. (SeyyidNesîmî, 2017: 5)
Arşî,
şiirlerinde hurûf-ı mukattaaya yer vermiştir:
Yâ Rab
be-hakk-ı tâhâ senden budur murâdum
Hail olsa
müşkilâtum feth olsa cümle ebvâb (K 2/10)
Ya Rab!
Tâhâ hakkı için senden isteğim budur (ki), zorluklarım hallolup bütün kapılar
açılsın. ‘Tâ. Hâ.’, Kur’adrn 20. suresi olan Tâhâ suresinin ilk
ayetidir. Muhîtî’nin Kısmetnâme"sine göre tâ ve hâ, kâf (*^) ve nûn
(jjj)’un esrarını açıklayan iki harftir. Bu harfler, cuma namazının iki
rekatının karşılığıdır. Tı (-^) harfinin ebcedi 9’dur ve he (°) harfinin ebcedi
5’tir. Bu harflerin ebcedleri toplamı 14 olur ki yüzdeki hatların karşılığıdır.
Tâ ile hâ’nın eczasında dört nokta bulunur. Bu noktalar harflerin kendi
sayısıyla toplanırsa altı sayısı elde edilir. Bu ise “Kün! (û£)” emrindeki kâf
(<^l£) ve nûn (jjj) harflerinin eczasındaki altı harfe eşittir. Yani tâhâ,
“Kün!” sırrını içinde barındırır (Muhîtî, 2016: 149-150). Şair, bu mukattaa
harflerini vesile edinerek Allah’tan zorluklarının halledilmesini diler.
Mi’râca çıkdı
gördi çün ‘ayne’l-yakîn Haki
Oldı Emîn-i
mahzen-i esrâr-ı tâ vü hâ (K 6/7)
Miraca
çıkıp Hakk ’ı ayne ’l-yakin gördü. Tâ ve hâ’nın sırlar mahzeninin emini oldu.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’ı bizzat görmüştür. Câvidânnâme'yç
göre Allah, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ‘emred katat’
(sakalsız oğlan) suretinde görünmüştür (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 34).
Oğlanın yüzünün sakalsız olması, ebî hatların çıkmadığı anlamına gelmektedir.
Yani oğlan, yalnızca ümmî hatlara sahiptir ki bu hatlar yedi adettir. Bu
hatların sırrı tâhâ’dadır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Allah’ın yüzünü görünce tâhâ’nın sırrına da erişmiştir.
Hutûtundur
beyân-ı sırr-ı tâhâ
Kaşından kâb-ı
kavseyn oldı peydâ (M 2/43)
Tâhâ
sırrının açıklaması kaşlarındır. Kaşından iki yay arası ortaya çıktı. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’a iki kaşın arası kadar
yaklaşmış, O’nun yüzünü bizzat görmüştür (Necm, 53/9). Bu şekilde hatların
sırrına erişmiştir. Tâhâ ise, hatların sırrını içinde barındırdırır; çünkü
tâhâ’yı oluşturan harflerin ebcedleri toplamı on dörttür ki yüzdeki hatlar
sayısındadır. Böylece Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tâhâ sırrını
anlamıştır. Kaşlar, yedi adet ümmî hattan ikisini oluşturur. Bu sebeple tâhâ
sırrının açıklamasıdır.
Kıldı nüzûl
zât-ı Hudâ kalb-i ‘ârife
Geldi beyâna
oldı ‘ıyân sırr-ı tâ vü hâ (G 8/14)
Hudâ’nın
zatı arif kalbe indi; tâ ve hâ sırrı söze gelip ortaya çıktı. Tâ ve hâ
sırrı, yirmi sekiz ilahi kelime ve yüzdeki hatlardan ibarettir; çünkü tâhâ’yı
oluşturan harfler olan tı (-^) ve he (»)’nin ebcedleri toplamı on dörttür ki
yüzdeki hatlara karşılık gelir. Bu hatların kendileri ve bulundukları on dört
mahal toplanırsa yirmi sekize ulaşılır ki bu sayı ilahi harfler adedincedir. Bu
sırlar ortaya çıkınca, bizzat ilahi kelimeler olan Allah, hatların ve ilahi
kelimelerin bilgisine ulaşan arifin kalbine iner.
Fazl-ı Hakdur bât-'\
bismillâhirrahmânirrahîm
Fazl-ı Hakdur
kâri-i sırr-ı elifü lâm u mim (K 8/1)
Bismillahirrahmanirrahim
’in be ’si Fazl-ı Hak ’tır; elif, lâm ve mîm ’in sırrının okuyucusu Fazl-ı
Hak’tır. Be harfi Hz. Âdem’in sembolüdür. Muhîtî’ye göre; be harfinin
eczasının (^j) ebcedi on ikidir.
Fadl ve Âdem’in eczalarındaki harf ve noktaların toplamı da on ikidir (Muhîtî,
2016: 184-185). Hurûfîliğe göre hakiki Âdem, Fazlullah’tan başkası değildir. Bu
nedenle Fazlullah, bismillahirrahmanirrahim’in be’sidir. Elif, lâm ve mîm sırrı
ise şudur: Elif Allah’ı, lâm Cebrâil’i ve mîm de Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i sembolize eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 364).
On dört hutûtı
yazdı mukatta’ yüzünde Hak
Tâ harf harf
okıyalar ‘ilm-i ebced (G 289/3)
Hak, ilm-i
ebcedi harf harf okusunlar diye, (on dört) mukattaa (harfini) on dört hat
(halinde) yüzüne yazdı. Mukattaa harfleri yüzdeki on dört hattın
karşılığıdır. Allah, ebced ilmi okunsun diye bu harfleri hat olarak insanın
yüzüne yazmıştır.
Seyr ide
dâ’imâ be-ebced-i şın
Ola şeksüz
münâdî-i yasin (M 3/17)
Daima
‘şın’ın ebcediyle seyretsin. Şüphesiz Yasin nidacısı olsun. Şın (^)’ın
ebcedi üç yüzdür. Bu harfin eczasında üç harf vardır ki bunlar şın, ye ve
nûn’dur. Bu üç harfin ebcedi toplamı ise üç yüz altmıştır. Şın’ın ebcediyle
seyretmek, üç yüz altmış ile kainata bakmaktır. Felek, üç yüz altmış derecedir
ve bu sayının içinde ilahi harflerin karşılığı olarak altı adet yirmi sekiz ve
altı adet otuz iki bulunmaktadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 240-241). Âdem’in
kemikleri toplamı da üç yüz altmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 239). Yâsin
ise “Ey Muhammedi” anlamındadır; çünkü sin (^>) Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in sembolüdür. Fazlullah bu konuyu şöyle ifade eder: “Hakk
teâlâ Muhammed aleyhi’s-selâmı sîn okudu yani ey kelime Kur’an hakkı için ki
sen gönderilmişsin çün ol kelime olsa Hakk teâlânın yanından gelmiş ola veyâ
Cebrail’den onu ona arz eylemiş ola pes ol bu iki vechle mürselînden ola”
(FazlullahEsterâbâdî, 2012: 368).
Arşî, hurûf-ı
mukattaayı derinlemesine incelememiş, şiirlerinde genellikle sembol olarak
kullanmıştır. İncelediğimiz beyitlerde Hurûfîlik düşüncesinin temel öğretileri
ile hurûf-ı mukattaanın münasebetlerine şahit olmaktayız. Bu harfler, ilahi
kelimelerle ve yüzdeki hatlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu harflerin Hurûfî
yorumları bilinmedikçe ilgili beyitler kesinlikle anlaşılamaz.
Müfred
Haldeki Hurûf-ı Mukattaa
Bu başlık
altında, A'///'û//’daki yirmi dokuz surenin başında geçen harf terkiplerinin
haricindeki mukattaat harflerini inceleyeceğiz.
Yetmiş ikidür
altı günün sâ’atı tamâm
Şeş günde oldı
kevn ü mekân Kâfu Nün güvâ (K 6/3)
Altı günün
saati tam olarak yetmiş ikidir, ‘kâf’ ve ‘nün’ şahittir ki varlık ve mekan altı
günde oldu. Kâf (*^) ve nûn (jjj)’un eczasında toplam altı harf
bulunmaktadır. Bu harflerden her biri, bir güne denk gelmektedir. Kaf suresinin
38. ayetinde belirtildiği gibi dünyanın altı günde yaratılması, “Kün! (û$)”
emrini oluşturan harflerin eczasında bulunan altı harften dolayıdır. Hurûfiler
günü on iki saat, geceyi de on iki saat olarak kabul ederler. Onlara göre altı
gün, altı gündüz vaktini ifade eder. Bu nedenle altı günün saati, altı adet on
ikiden, yani yetmiş iki saatten oluşmaktadır. Yetmiş iki sayısı ise, yirmi
sekiz ilahi kelimenin eczasındaki harflerin sayısıdır. Bu sayının “Kün!”
emriyle ilişkisi, yaratılışın yirmi sekiz ilahi kelime üzerine olmasıdır.
Bâ-i
bismillah ile Kur’ân’a itdüm ibtidâ
Kâfuyâ
vü dâhi kıldum harf-i vâhidde edâ (G 1/1)
Bismillah’ın
‘be ’si ile Kur ’ân’a başladım. ‘Kaf’, ‘ye ’ ve ‘dal ’ı tek harfte söyledim.
Kur’an’rn ilk harfi be (^)’dir. Hurûfîliğe göre yirmi sekiz ve otuz iki
harf bir harften ibarettir. Harflerin şekli ve sureti olmayıp birinde olan şey
diğerlerinde de mevcuttur: “(...) 01 ki müfreddir hiç kendi zâtında ona şekil
ve sûret ve peyker yokdur ve her ne ki birinde mevcûddur gayrısında dahî
mevcûddur” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 81). Bu sebeple şair, Kur’arirn
be harfini okuduktan sonra, diğer bütün harfleri okumuş gibi olur. Kaf, ye ve
dal’ı tek bir harfte, be’de söyler.
Kâf u
tâ’da ‘ayn u zî esrârını gördüm ‘ıyân
Kenz-i
lâyefha’yı buldum ez-dem-i Fazl-ı Hudâ (H 1/2)
‘Kaf’ ve
‘te ’de ‘ayn’ ve ‘ze ’ sırlarını açıkça gördüm. Fazl-ı Hudâ’nın nefesiyle
‘lâyefnâ’ hâzinesini buldum. Te (^) harfi iki nokta ve bir gövdeden oluşur
ki toplamları üç eder. Fazl (d^s) ismi de üç harften oluşur. Bu nedenle te
harfi, Fazl ismine karşılık gelir (Muhîtî, 2016: 193). Kaf (ö) harfinde de
durum aynıdır; çünkü o da iki nokta ve bir gövdeden oluşup Fazl ismine karşılık
gelmektedir (Muhîtî, 2016: 157). Şair, kâf ve te’de ‘ayn ve ze sırlarını
gördüğünü ifade etmektedir. Bunun sebebi, ayn ve ze harflerinin tıpkı kâf ve te
gibi Fazl ismine karşılık gelmesidir. Ayn (£) harfi, anasır-ı erbaaya göre dört
unsurdan oluşur. Bu unsurlar ile harfin kendisi toplamı beştir. Fazl (d^s) ismi
ise iki nokta ve üç harf gövdesinden oluşur ki toplamları beştir (Muhîtî, 2016:
238). Bu nedenle ‘ayn harfi Fazl’a işaret eder. Bunun gibi, zî (^) harfinin
eczasında (^) iki adet ye’nin ve bir adet zî’nın olmak üzere üç nokta ve iki
harfin gövdesi bulunur ki toplamları beştir (Muhîtî, 2016: 236). Böylece zî
harfi de Fazl’a karşılıktır. ‘Lâ yefnâ’ sonsuz, tükenmez anlamlarına gelip Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “El kanaatû kenzûn lâ yefnâ / Kanaat
tükenmez bir hazinedir” hadisini hatırlatır (Çelik, 2017: 320). Arşî, Kâf ve
te’nin ‘ayn ve zî’ye karşılık geldiğine, hepsinin Fazl’a işaret ettiğine dair
sırrı çözünce tükenmez bir hâzineye kavuşmuştur. Bunu da Fazlullah’ın nefesi
sayesinde başarmıştır.
Yîvüzîoldı
delîl-i ‘âlem-i mülk-i şûhûd
Cim ü hî
oldı beyân-ı Ka’be-i vasl-ı Hudâ (G 1/6)
Şehadet
âleminin delili ye ve ze oldu; cim ve he Hudâ’ya kavuşma (yeri olan) Kabe ’nin
beyanı oldu. Ye (ş) harfinin eczasında (^>) iki harf ve dört
nokta vardır. Bu harfin ikinci eczasında (^j
^j) ise sekiz nokta ve dört harf vardır. Bu harf ve noktaların toplamı
on sekizdir. Bu sebeple ye harfi on sekiz bin âlemi gösterir:
Gösterür hijdeh
hezârân ‘âlemi
Harf-i yi fehm
eyle anla bu demi (Muhîtî, 2016: 274)
On sekiz bin
âlem, Arşî’nin beytinde şehadet âlemi olan cihana karşılık gelmektedir. Ze (j)
harfinin eczasının eczasında, yani batn-ı sânîsinde dokuz harf vardır. Bu
harflere, ze’nin alfabedeki sırası olan dokuz sayısı eklenirse on sekiz elde
edilir (Muhîtî, 2016: 214). Bu da, tıpkı ye harfinde olduğu gibi, on sekiz bin
âleme karşılık gelir. Yani, ze harfi de şehadet âlemi olan cihanı gösteren bir
harftir. Cim (ç) harfinin ebcedi üçtür. Harf ile harfin bir noktası, harfin
ebcedi olan üç ile toplanırsa beş elde edilir (Muhîtî, 2016: 199). Bu sayı, beş
vakit namazın karşılığıdır; dolayısıyla cim, Kâbe’nin beyanıdır. Aynı durum hı
(£) harfi için geçerlidir. Hı harfinin eczasındaki iki harf ve üç noktanın
toplamı beştir (Muhîtî, 2016: 204). Bu nedenle hı, Kâbe’nin karşılığıdır.
Mazhar-ı sîn-l
kelâm-ı Fazl-ı Hakkam ‘Arşiyâ
Nutk-ı
pâkümden irür câna safâ rûha gıdâ (G 1/7)
Ey Arşî!
Fazl-ı Hakk’m sın sözünün mazharıyım; saf nutkumdan cana sefa ruha gıda
yetişir. Sîn (^>) sözü, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
işaret eder (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 368). Fazlullah’ın sîn sözüne erişen
Arşî, dolayısıyla Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sırlarına da
erişmiştir. Bu nedenle onun ağzından çıkan sözler cana sefa, ruha gıda olur.
Oldur ki Kâf u
Nûndan ider kevni âşikâr
Eyyâm-ı
sittede yer ü gök buldı intihâ (G 8/7)
’dur ki kâf
ve nün ’dan varlığı ortaya çıkardı; altı günde yer ve gök (yaratılışı) son
buldu. Kâf (*^) ve nûn (j>). “Kün! (û$)” emrini oluşturan harflerdir. Bu
harflerin eczasında altı harf bulunur ki bu harfler yaratılışın altı gününe
denktir.
Bu nedenle Allah, “Kün!” emriyle gökleri ve yeri altı günde
yaratmıştır.
Görülüyor ki
Arşî, ilahi harflerin geçtiği beyitlerde ince ebced hesaplarına girmektedir.
Arşî’nin bu hesaplarında, şeyhi Muhîtî Dede’den etkilenmiş olması kuvvetli bir
ihtimaldir. Çünkü Muhîtî Dede, Hurûfî hesaplamalarını Kısmetnâme adlı
eseriyle zirveye taşıyan kişidir. Arşî de bazı beyitlerinde oldukça girift ve
anlaşılması zor hesaplamalar yapmıştır. Kâf (<^) ve nûn (jjj) harflerinin
geçtiği beyitler ise, Hurûfîlik hakkında temel bilgisi olanlarca bile kolayca
anlaşılacak beyitlerdir. Şair, şiirlerinde, bazı Hurûfî düşüncelerini, yalnızca
Hurûfîlerin ya da bu konuda bilgi sahibi olanların anlayacağı şekilde yazmıştır.
Yüz
Yüz,
Hurûfîlikte çok önemlidir; çünkü Allah, otuz iki ilahi kelimeyi Adem’in yüzüne
yazmıştır. Seyyid Nesîmî, Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı eserinde bu konuda
şunlardan bahseder:
(...) Cennet
kim ‘arduhâ ke-‘ardi’s-semâvâti ve’l-ardi u’ıddet li’l- müttakîn otuz iki
kelimeden ‘ibâretdür ki esmâ-i zât ve sıfat-ı Hazret-i Meliki (Mâlik-i)
kadîm-i lem-yezel ve lâ-yezâl bu otuz iki kelimedür ki isim müsemmânun
‘aynıdur. Ve otuz iki kitâbet ki Âdem’ün vechinde mektûbdur, ol otuz iki
kelime-i Üâhî’nün ‘alemi ve kâ’im-i makâmıdur. Ve Âdem’ün vechi bu cihetden
er-rahmânü ‘ale’l-‘arşi’stevâ’dur, Rahmân’un ‘arşıdur ve ‘alemidür ki
halaka’l-lâhu Te’âlâ Âdeme ‘alâ sûretihî ve ‘alâ sûreti’r-rahmân ey halkuhû
mazharu’l-cemîl ve sıfatuhû ve esmâ’uhû otuz iki kelime-i ezelî ve ebedîdür kim
anun ‘alemi ve kâ’im-i makâmıdur ki Âdem’ün vechindedür, kudret eliyle anı
tasvîr eylemişdür.... (2017: 64)
Yani; cennet,
otuz iki kelimedir. İsim ve müsemma aynı olduğundan dolayı Allah da otuz iki
kelimedir. Bu kelimelerin işaretleri, Âdem’in yüzüne yazılmıştır. Bu sebeple
Âdem’in yüzü, Hak’tan bir mektuptur. Tâhâ suresinin 5. ayetinde geçen “Allah
arşa istivâ etti.” sözünün manası, Allah’ın otuz iki kelime olarak Âdem’in
yüzünde görünmesinden ibarettir. Bu durumda Âdem’in yüzü arştır.
Allah,
yarattığı her varlığa ilahi isimlerden bazılarını vermiştir. İnsana ise, bir
istisna olarak bütün kelimeleri bağışlamıştır. Hurûfîlere göre Bakara suresinin
31. ayeti bu olaya işaret etmektedir: “Allah Âdem’e bütün varlıkların
isimlerini öğretti”. Yirmi sekiz ve otuz iki kelime, yalnızca insanda bütünüyle
görünür. Fazlullah’ın dediği gibi: “(...) Hiçbir mahlûkatdan yirmi sekiz ve
otuz iki kelime-i İlâhî zâhir değildir illâ inşândan ve evvel bu Âdem ve âhir
bu Hâtem’dir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 91). Bu niteliğinden dolayı yüz
hakiki A7//'i///’dır. Levh-i Mahfuz’dur ve Hakk’ın suretidir (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 101, 71). Arşî’nin yüz hakkındaki beyitleri şöyledir:
Görindi
perdesüz vech-i İlâhî dîde-i câna
Açıldı bâb-ı
hikmet oldı zâhir sırr-ı mâ evhâ (G 7/2)
Allah’ın
yüzü can gözüne perdesiz göründü. Hikmet kapısı açıldı; ‘mâ evhâ’ sırrı açığa
çıktı. ‘Mâ evhâ’, Necm suresinin 10. ayetinde geçer: “Böylece Allah kuluna
vahyedeceğini vahyetti”. Necm suresi Miraç hadisesi hakkındadır. Bu surenin 10.
ayetini anlamak için sekizinci ve dokuzuncu ayetlere de bakılmalıdır: “Sonra
(ona) yaklaştı, derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygambere olan mesafesi)
iki yay aralığı kadar, yahud daha az oldu” (Necm, 53/8-9). Bu ayetlerde, Allah
ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in birbirine yaklaşması
anlatılmaktadır. Aradaki mesafe en aza inince, 10. ayette belirtildiği gibi,
Allah vahyedilecek her şeyi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
vahyetmiştir. Hurûfîler bu durumu, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
Allah’ın yüzünü görmesi olarak yorumlar. Hakk’ın yüzündeki ilahi kelimeleri
gören peygamber, O’nun vahyedeceği bütün şeyleri almıştır; çünkü Allah’ın yüzü
otuz iki ilahi kelimedir ve söylenecek her şey bu kelimelerden ibarettir.
Yüzinde
sûret-i Rahmânı çün kim görmedi zahir
Sücûda gelmedi
şeytân yedi kez gel didi Mevlâ (G 2/2)
Mevlâ yedi
kez gel dedi; (ancak) şeytan, (Âdem ’in) yüzünde Rahman suretini açıkça
görmediği için secde etmedi. Allah Âdem’i kendi sureti üzerine, yani Rahman
sureti üzerine yaratmıştır. Bu suret, ilahi kelimelerin bütününden ibarettir.
Bu nedenle Âdem’in yüzünde otuz iki hat bulunmaktadır. Bu hatlar otuz iki ilahi
kelimenin karşılığıdır. Kısaca, Âdem’in yüzü Rahman’ın yüzüdür. Şeytan bu
gerçeği göremediği için secde etmemiştir. Halbuki secde Âdem’in bedenine değil,
ondaki otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Bu kelimeler ise bizzat Allah’tır.
Şeytân ki
vech-i pâk-i Haka bî-sücûd idi
Âdemde Hakkı
görmedi zîrâ hasûd idi (G 283/1)
Şeytan ki
Hakk ’m pak yüzüne secdesiz idi; Âdem ’de Hakk ’ı görmedi, çünkü kıskanç idi.
İlahi kelimeler ateşe, suya ve havaya yazılamazlar; ancak toprağa
yazılabilirler. Bu sebeple otuz iki kelime iblise değil, Âdem’e yazılmıştır;
çünkü iblis ateşten, Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Secde, ilahi
kelimeleredir. İblis, Âdem’e yazılan ilahi kelimeleri fark edememiş, gururlanıp
ona secde etmekten kaçınmış, böylece Allah tarafından huzurdan kovularak şeytan
olmuştur. Şeytan’ın kıskançlığı, Kur’an’âa şu ifadelerle geçmektedir:
“Hani meleklere: ‘Âdem için saygı ile eğilin.’ demiştik de İblis hariç bütün
melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış
ve kafirlerden olmuştu” (Bakara, 2/34).
Beyân it
‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle
Hutût-ı vech-i
Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)
Ey Arşî,
kainatın bütün sırrını Âdem ’in yüzündeki hatlardan anlat; çünkü büyük nüsha
(Levh-i Mahfuz) odur. Levh-i Mahfuz, ‘korunmuş levha’ anlamındadır
(Redhouse, 2015: 1765). Bu kitap, Kur'an'da şöyle geçer: “Yeryüzünde
gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi
birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler” (En’âm,
6/38). Var olan her şey otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. îçinde her şeyin
bulunduğu kitap olan Levh-i Mahfuz"da bu kelimeler yazılıdır.
Allah, kendi suretinde yarattığı Âdem’in yüzüne otuz iki ilahi kelimeyi otuz
iki hat halinde yazdığından dolayı yüz, Levh-i Mahfuz" dur, yani
büyük nüshadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 41). Demek ki Âdem’in yüzünde
kainatın bütün sırları yazılıdır.
Kelâmu’llâha
nâtıkdur vücûd-ı Bu’l-beşer mutlak
Yazıldı levh-i
vechinde ser-â-ser ma’nî-i Kur’ân (221/13)
İnsanlığın
babası (olan Âdem ’in) vücudu, mutlaka Allah’ın sözüyle konuşur. (Onun) yüzü
levhasına baştan başa Kur ’ân’ın manası yazıldı. İnsan vücudu, Allah’ın
sözüyle, yani otuz iki isimle yaratılmıştır. Bu sözlerin işaretleri vücutta kıl
ve delikten oluşan hatlar olarak bulunur. İnsanın konuşması Allah’ın sözünden
farklı değildir; Allah nasıl otuz iki kelime ile konuşuyorsa insan da otuz iki kelime
ile konuşur. Kur'an. yirmi sekiz harfle yazılmıştır. Bu harfler yüzde
mevcuttur. Dolayısıyla yüz, Reyhan Keleş’in de dikkat çektiği gibi, Kur’an’m
manasına sahiptir (Keleş, 2017: 56).
Hâl ü hatun
kitabını okumayan varak varak
Mahrem-i
Fazl-ı Hak degül bulmadı kurb-ı ‘izz ü câh (G 264/4)
Ben ve ayva
tüylerinin kitabını yaprak yaprak okumayan, Fazl-ı Hakk’ın mahremi değildir;
yücelik ve itibara yakınlık bulmadı. Ben ve ayva tüyleri, klasik Türk
edebiyatı estetiğinde sıkça kullanılan unsurlardır. Sevgilinin yüzündeki ben ve
ayva tüyleri, şairlerce yazıya benzetilir. Bu yazının bazen Kur’an hattı
olduğu düşünülür. Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası adlı
eserinde bu konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar ve Ahmed Paşa’dan bir
beyit örnek vererek şerh eder:
Bu teşbihlerde
bene eşlik eden diğer unsur, yüzdeki ayva tüyleridir. Yanak, bu vesileyle
mushaf, hat ile ben ise bu mushafta berkenar olan yani kenara yazılan ayetler
durumundadırlar.
Safha-i haddinde hâli düşdi gâyet ber-kenâr
Resmdür mektûbda olur ‘alâmet ber-kenâr
beytinde de
yanak unsurunun mektub olarak tasavvuruna mukabil, ben eskiye dair âdetlerden
olmak üzere, mektub kenarına konan bir işarettir. Ayva tüyleri, bu beyitte
işaretten kendisini hissettirir. (2001: 235)
Arşî’nin
beytinde ben ve ayva tüyleri Kur’an hattı olarak düşünülmüştür. Bu
kitabı yaprak yaprak okumak; yüzdeki otuz iki hattı görmek, böylece otuz iki
ilahi kelimeyi anlamak demektir. Bunu yapmayan, Fazlullah’ı anlayamaz, ona dost
da olamaz. Sonuç olarak Fazlullah’a yakın olmanın getireceği yücelik ve
itibardan yoksun kalır.
Derûnun kenz-i
lâyefnâ degül mi
Cemâlün
nüsha-i kübrâ degül mi (M 2/42)
Gönlün, ‘lâ
yefnâ’ hâzinesi değil mi? Yüzün Levh-i Mahfuz değil mi? ‘Lâ yefnâ’,
‘tükenmez’ anlamına gelir. Bu söz “El-kanaatü kenzün lâ-yefnâ (Kanaat tükenmez
bir hazinedir)” hadisini hatırlatmaktadır (Çelik, 2017: 320). Bu beyitte ise,
tükenmez hâzinenin gönül olduğu ifade edilir. Yüz ise, otuz iki hattın
yazıldığı bir sayfa olduğundan dolayı Levh-iMahfuz’dur.
Kılmışam
vech-i sevâd-ı a’zâmında cum’a’i
Mısr-ı
câmi’dür yüzi te’vil-i burhân bulmışam (G 200/4)
Yüzü mısır
camisidir. Cuma (namazını) yüzünün yüce siyahında kılmış, tevil delili
bulmuşum. Cuma namazı, eskiden, bir yerleşim yerinde, yalnızca bir camide
veya bir alanda kılınırdı. Bu camilere veya alanlara ‘mısır camiî’ denirdi
(Serahsî, 2008: 34). Şair, cuma namazını sevgilinin yüzünde kılar; çünkü her
şeyde olduğu gibi namazın sırrı da otuz iki ilahi kelimededir. Beyitte geçen
‘vech-i sevâd-ı a’zâm’, yüzdeki hatlar için kullanılmıştır. Bu hatlarda tevil
delili bulunmaktadır.
Zülf ü kaş u
kirpiğinden okudum Ümmü’l-Kitâb
Cennet-i
hüsninde ben hûr ile gılmân bulmışam (G 200/5)
Saç, kaş ve
kirpiğinden Kitapların Anası’nı okudum. Ben, güzelliğinin cennetinde huri ile
gılman bulmuşum. Şair, yüzde bulunan ümmî hatlar olan bir saç, iki kaş ve
dört kirpikten Ümmü’l-Kitâb’ı okumaktadır. Ümmü’l-Kitâb, Fatiha
suresinin bir adıdır; çünkü Fatiha’nın yedi ayeti, Shahzad Bashir’in de
bahsettiği gibi, yedi adet ümmî hatta karşılık gelir (Bashir, 2000: 296). Ümmî
hatlar, Arşî’nin de beyitte bahsettiği üzere, şüphesiz ki yüzü
güzelleştirmektedir.
Rumûzı ‘arş
ile ferşün yüzünden cümle faş oldı
Zihî hâl ü
hat-ı cânân zihî hüsn-i ruh-ı zîbâ (G 4/2)
Gök ve
yerin bütün işaretleri, yüzünden ortaya çıktı. Ne güzel ben ve sevgilinin ayva
tüyü, ne güzel süslü yanağın güzelliği... Gök ve yerdeki her şey otuz iki
ilahi harftir. Yüzde de bu harfler bulunur. Demek ki yüz, gök ve yerdeki her
şeyi içinde barındırır. Bu nitelik, yüzün güzelliğinin sebebidir. Klasik Türk
edebiyatı geleneğine göre ben ve ayva tüyü, yüzün güzellik unsurlarındandır. Bu
beyitte şair, Hurûfî anlayışı ile klasik Türk şiiri geleneğini birleştirmiştir.
Bu durum, Arşî’nin şiirlerinde pek yaygın değildir.
Okundı âyet-i
Kur’ân tamâmet levh-i vechünden
Göğe çıkdı
kelâmu’llâh yerden fehm ider dânâ (G 4/6)
Yüzünün
levhasından Kur’ân ayetleri tamamıyla okundu. Bilgililer, Allah sözünün yerden
göğe çıktığını anlarlar. Kur ’an yirmi sekiz harften oluşur. Bu harfler
yüzde de bulunmaktadır. Yedi adet ümmî hat, her bir hattın dört unsurdan
oluşması dolayısıyla dört ile çarpılır; yirmi sekiz hat elde edilir. Bunun
yanında, yedi adet ümmî hat ile yedi adet ebî hat toplanır; on dört hat elde
edilir. Bu hatlar, bulundukları on dört mahal ile toplanır; ortaya yirmi sekiz
hat çıkar. Son olarak; başta yedi adet delik bulunur: İki göz, iki kulak, iki
burun ve bir ağız. Delikler dört unsurdan meydana geldiği için dört ile
çarpılır; yirmi sekiz sayısına ulaşılır. Hatlar, ilahi kelimelerin
işaretleridir. Bu kelimeler ise hakikatin ta kendileridir. Allah, insana
kelimeleri bizzat öğretmiştir ve yüzüne nakşetmiştir. Bundan dolayı yüz,
Hurûfîler tarafından hakiki Kur ’an olarak kabul edilir.
Okı te’vîl-i
kelâmu’llâhı vech-i yârde
Hâme-i
kudretle yazmışdur anı dest-i Çalab (G 18/6)
Allah
sözünün tevilini sevgilinin yüzünde oku. Çalab’ın eli onu kudret kalemiyle
yazmıştır. Sevgilinin yüzü, Allah’ın yazdığı kelimeler ile kaplıdır. Hurûfî
anlayışına göre aşkın sebebi, yüzdeki ilahi kelimelerdir. Bu sebeple şair,
Allah’ın kelimelerini sevgilinin yüzünde okumamızı isterken, mecazi aşkın
içinde olan ilahi aşka dikkatimizi çekmektedir. Fazlullah Esterâbâdî, bu konu
ile alakalı olarak şunları söylemektedir:
(...) Aşk-ı
mecâzînin kendi zımnında aşk-ı hakîkî vardır ki ol hüsn ü cemâl kelime-i
İlâhînin alemidir, âşık ol kelime-i İlâhînin alemine hayrân ve nigerândır ve
bî-hord u hâb ol kelime-i İlâhînin alemine âşık olmuşdur ve ol kimse zer u sîm
ve mâlik ve hayâtın ve nâm u nengin ve tâatin ve sevâbın ve ukâbın ve
selâmetliğin terkin eyler ve her çend ki bilmez ki ol hüsn ü cemâl ve çeşm ve
ebrû ve hatt u hâl ve zülf kelime-i İlâhînin alemidir ammâ çün fı- nefsi’l-emr
kelâm-ı Hazret-i Ehadiyyet’dir ve Hazret-i Ehadiyyet’in kelâmının alemidir.
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 119)
Ruhlarundur âyet-i
nûru’s-semavât-ı zemîn
Zülf ü
kaşundur beyân-ı sûre-i Ümmü’l-Kitâb (G 23/3)
‘Nûru’s-semavât-ı
zemin ’ ayeti yanaklarındır; ‘Ümmü’l-Kitâb’ suresinin açıklaması saç ve
kaşındır. Beyitte bahsedilen ayet, Nur suresinin 35. ayetidir: “Allah,
göklerin ve yerin nurudur...”. Nur, otuz iki ilahi kelimedir ve Allah’tır.
Yanaklar, kelimelerin mekanı olduğundan dolayı beyitte göklerin ve yerin nuru
olarak geçmektedir. ‘Ümmü’l-Kitâb’, Fatiha suresinin bir başka ismidir. Şöyle
ki; yüzde bir saç, iki kaş ve dört kirpik olmak üzere yedi adet ümmî hat
vardır. Fatiha suresi de yedi ayettir. Ümmî hatlar, yüzden istiva hattı geçince
sekiz olur. Fatiha suresi de ‘Amin’ ile bitirilince sekiz ayet olur. Bu nedenle
yüzdeki ümmî hatlar ile Fatiha suresi arasında bir ilişki vardır. Fatiha
suresinde yedi harf yoktur; Havva’nın yüzünde ise yedi adet ebî hat bulunmaz.
Yani, Fatiha suresi ile Havva arasında da bir ilişki vardır (Gölpınarlı, 1989:
18-19). Bu surenin ümmî hatlar ve Havva ile olan ilişkisi, ona Ümmü’l-Kitâb
denmesinin sebebidir. Beyitte, sevgilinin saç ve kaşının Ümmü’l-Kitâb
olduğundan bahsedilir; çünkü saç ve kaş ümmî batlardandır ve Fatiha suresine
karşılık gelir.
Yüzündür
âyet-i Seb’a’l-Mesânî
Hat ü hâlün
kelâm-ı âsümânî (G 290/1)
Tekrarlanan
yedinin ayeti yüzündür; hat ve benin göksel sözdür. Tekrarlanan yedi ayet
Fatiha suresidir. Bu surenin yedi ayeti yedi ümmî hatta karşılık gelir.
Dolayısıyla yüz, Fatiha suresidir. Hat ve ben, ilahi kelimelerin işaretleri
olan batlardandır. Otuz iki ilahi kelime, Allah’ın tüm sözleridir ve Levh-i
Mahfuz*da yazılı olan her şeydir. Bu nedenle hat ve ben, göksel sözdür.
Gördi Hakkı
sûretün âyînesinde şübhesiz
Kim ki açdı
cân gözin oldı senünle rû-be-rû (G 255/2)
Kim can
gözünü açarak seninle yüz yüze olduysa yüzünün aynasında Hakk ’ı gördü.
Kudsi hadise göre Allah, Âdem’i kendi sureti üzerine yaratmıştır (Çiftçi, 2014:
3). Allah otuz iki kelimedir; Âdem’in yüzünde de bu kelimeler bulunur. Bu
yüzden yüz, Allah’ın aynasıdır. Şair “Kim ki açdı cân gözin” derken, kişinin
hakikate uyanık bir vaziyette olmasını anlatmaktadır. Hakikat gözüyle bakan,
her yüzde Allah’ı görür.
Levh-i
mahfûz-ı Hudâ ya şa’şa’-ı nûr-ı ezel
Ya yed-i
kudretle zâhir bir musavver rû mı bu (G 257/11)
Bu Hudâ’nm
Levh-i Mahfuz ’u mu, ezel nurunun parlaklığı mı, yoksa kudret eliyle tasvir
edilip açığa çıkarılmış bir yüz mü? Allah, kudret eliyle yüzü, otuz iki
ilahi kelime olarak yaratmıştır. Bu kelimeler nur olduğundan yüz de nurdur,
ezel nurunun parlaklığına sahiptir. Bütün hakikat ve söylenebilecek,
yazılabilecek her şey otuz iki kelimeden ibaret olduğu için yüz, her şeyin
yazılı olduğu kitap olan Levh-i Mahfuz* dur.
Ey saçı
Leyletü’l-Berât ey yüzi mazhar-ı İlâh
‘Âşık-ı sâdıka
kaşun kıblesi oldı secde-gâh (G 264/1)
Ey saçı
Berat gecesi! Ey yüzü Ilah’m mazharı! Sadık âşığa kaşının kıblesi secde yeri
oldu. Bu beyitte şair, Hurûfî düşüncesini klasik Türk edebiyatı geleneği
doğrultusunda açıklamıştır. Saç, karalığından dolayı Berat gecesidir. Yüz ise,
otuz iki kelimenin yazılı olduğu bir levha olduğundan Allah’ın mazharıdır. Hurûfîlere
göre Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
109). Bundan dolayı Kâbe’ye doğru namaz kılmak aslında Âdem’in yüzüne doğru
namaz kılmaktır. Beyitte ise namaz, sevgilinin yüzüne doğru kılınır ki
sevgilinin kaşları klasik Türk edebiyatı anlayışına göre mihrap kabul edilir.
‘Arş-ı ruhunda
istivâ sırrına vâkıf olmayan
Kaldı Sırâtı
geçmedi bulmadı Hakka togrı yol (G 264/3)
Ruhunun
arşında istiva sırrından haberli olmayan kaldı, Sırat’ı geçemedi, Hakk’a doğru
yol bulmadı. Allah otuz iki ilahi kelimedir ve ilahi kelimelerin tamamı bu
kadardır. Yüzden geçen istiva hattı, buradaki otuz iki hattı meydana çıkarır.
İstiva hattını bilmeyen otuz ikiye ulaşamaz ve Allah’a kavuşamaz. İstiva
sırrıyla yedi ümmî hattı sekize çıkaran sekiz cennet kapısından girmeye hak
kazanırken bu sırrı bilmeyip yedi adet ümmî hatta kalan Sırat’ı geçemeyip yedi
cehenneme düşer.
Ahsen-i sûrete
sücûd itmedi deyü nâ-kabûl
Görmedi nûr-ı
vâhidi kaldı la’în-i rû-siyâh (G 264/5)
En güzel
surete secde etmedi diye kabul edilmedi; tekin nurunu görmedi, lanetlenmiş
siyah yüzlü (olarak) kaldı. İblis, Âdem’in yüzündeki nurdan hatları
okuyamadığı için ona secde etmedi. “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.”
diyerek böbürlendi (Sad, 38/76); ancak ilahi kelimelerin ateşe, havaya ya da
suya değil de yalnızca toprağa yazılabileceğini anlayamadı. Bu sebeple isyancı
olup huzurdan kovuldu, siyah yüzlü şeytan olarak kaldı.
Teveccüh eyle
ey ‘Arşî dem-â-dem
Cemâl-i zât-ı
pâk-i Kirdigâra (G 265/9)
Ey ‘Arşî!
An be an Tanrı’nın pak zatının yüzüne yönel. Allah’ın yüzü Âdem’in yüzüdür;
çünkü Allah Âdem’i kendi sureti üzerine yaratmıştır. Âdem’in yüzü otuz iki
ilahi kelime üzerine olduğu için Allah’ın yüzü de otuz iki kelimedir. Şair
kendisine daima Allah’ın pak zatının özüne yönelmesini söylerken, aslında daima
otuz iki ilahi kelimeye yönelmesi gerektiğini kasdetmektedir.
Mürîdem ben
murâdum vech-i Allâh
Kamu akvâl ü
efâlüm il’Allâh (G 268/1)
Ben
müridim, isteğim Allah’ın yüzüdür. Bütün sözlerim ve işlerim Allah’tır. Bir
Hurûfînin temel amacı, yirmi sekiz ve otuz ikinin sırrına erip Allah’ın yüzünü
görebilmektir; çünkü tek hakikat budur. Allah otuz iki kelime olduğu gibi,
Yaqup Babayev’in belirttiği üzere, kainattaki her şey de böyledir (Babayev,
2007: 63). İnsanın bütün sözleri ve işleri, her şey otuz ikiden ibaret olduğu
için, yalnızca Allah’tır.
Şer’-i Resûle
kılma tecâvüz gel secde eyle vech-i kerîme
Tâ kim bulasın
Fazl-ı Hudâdan fazl-ı mü’ebbed hûri na’îme (G 279/1)
Resûl ’ün
şeriatine tecavüz etme, gel, kerem sahibi yüze secde et; ta ki Fazl-ı Hüdâ’dan
hurilere (ve) cennete sonsuz lütuf bulasın. Şair, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in şeriatinden ayrılmamak ve, Hurûfîlerin inandığı gibi, yüze
secde etmek gerektiğini söylemektedir. Fazl-ı Hudâ’nın cennete ulaştıran
yardımı için bu gereklidir. Demek ki Hurûfîler, inançlarını ve düşüncelerini Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatinden ayrılmadan
yürütmektedirler. Fazlullah, yeni bir şeriat getirmemiştir; İslam şeriatini
kendi tevilleri doğrultusunda yeniden yorumlamıştır.
Gördüm yüzünde
nûr-ı cemâl-i Muhammedi
Buldum hatunda
sırr-ı kemâl-i Muhammedi (G 286/1)
Yüzünde,
Muhammed yüzünün nurunu gördüm; hattında, Muhammed olgunluğunun sırrını buldum.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzünde, herkeste olduğu gibi,
otuz iki hat bulunmaktadır. Hatlar kelimelerin işaretleridir ve kelimeler
nurdur. Bu sebeple şair, bir başkasının yüzünde Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in yüzünün nurunu görse, hattında Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in sırrını bulsa şaşılmaz.
Gören Hakkı
yüzün âyînesinde
Nedür bu tâc ü
taht u hânümânî (G 290/4)
Yüzünün
aynasında Hakk’ı gören (için) bu tac, taht ve ev bark nedir? Hakk’ın yüzünü
görmek, otuz iki ilahi kelimeyi görmektir. Tek hakikat olan bu kelimelere
eriştikten sonra; varlıkları birer görüntüden, hayalden ibaret olan dünyevi
şeyler gereksiz olur.
Vechünden ayru
her kim Ka’be murâd idindi
Sa’yı Safâsız
oldı farzı kazâya kaldı (G 296/4)
Her kim,
yüzünden ayrı olarak Kabe ’ye gidip (Hac yapmak istedi), onların sa’yı Safâ’sız
oldu, farzı kazaya kaldı. Fazlullah’a göre “Ka’be, yirmi sekiz kelimenin
misâlidir” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 445). Hz. Âdem’in yüzü de yirmi sekiz
kelimenin yazılı olduğu levhadır. Ayrıca, Âdem’in yüzü Kâbe toprağından
yaratılmıştır: “Ve dahî hadîs-i nebevî deliliyle ki Âdem’in toprağını cümle
yeryüzünden getirdiler ve onun ra’s u cebhesi Ka’be turâbındandır...”
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 222). Kâbe’ye secde etmenin asıl manası, yirmi
sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye secde etmekten ibarettir. Ezelde Allah’ın
meleklere Âdem’in önünde secde etmelerini emretmesi, yine Âdem’in yüzündeki
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeden dolayıdır (Bakara, 2/34). Bu nedenle
Kâbe’ye secde etmek, Âdem’e secde etmekten ibarettir. Anlamını bilmeden yapılan
ibadetler boşa girmiştir. Haccın anlamı ise yirmi sekiz ve otuz iki kelimenin
sırrındadır. Âdem’in yüzündeki hatlardan habersiz olanların yapacakları hac,
elbette geçersizdir. Bu kimselerin yaptıkları hac boşa gitmiştir.
Yazdı sıfat-ı
zâtını ol sûret-i pâke
Otuz iki perde
Kendüsi yine
kendüsini kıldı temâşâ
Ref itdi
gıtayı (Müstezad 1/3)
Zatının
sıfatını otuz iki perde (halinde) o pak surete yazdı. Örtüyü kaldırıp kendisi
yine kendisini izledi. Allah, Adem’in yüzüne otuz iki harfi yazdı. Kendisi
de otuz iki ilahi kelime olan Allah, böylece Adem’i kendi suretinde yarattı.
Allah, Âdem’in yüzünde kendisini izledi. İzleyen de izlenen de O idi.
İzhar ide
envâr-ı şu’ûnâtını bir bir
Ol vech-i
hüsünde
Tâ ola bu
sûret ana mir’ât-ı mücellâ
‘Arz ide
likâyı (Müstezad 1/2)
güzel yüzde
hadiselerin nurlarını bir bir açığa çıkarır; ta ki bu suret ona parlak bir ayna
olup yüzü göstersin. Her şey, bütün olaylar ve durumlar otuz iki ilahi
kelimeden ortaya çıkar. Bu kelimeler nurdur. Dolayısıyla olayların nurları,
otuz iki kelimenin işaretleri olan hatların yazılı olduğu yüzde açığa çıkar.
Yüz, bütün anlamların toplandığı yerdir. Cemalullah’ın bulunacağı yer de yine yüzdür.
Her
lahza-be-lahza ider izhar cemâlin
Ol vâhid-i
mutlak
Ammâ iremez
rü’yete her dîde-i a’mâ
Bulmaz bu
ziyâyı (Müstezad 1/9)
mutlak tek,
an be an yüzünü açığa çıkarır; ama her gözü kör (bu yüzü) göremez, bu aydınlığı
bulamaz. Allah’ın yüzü otuz iki kelimedir ve her varlıkta bu kelimeler
bulunur. Otuz iki kelime her şeydir. Bakmasını bilenler, her şeyde Allah’ın
yüzünü görebilir; ancak bu aydınlık, gözü kör olanlara nasip olmaz.
Allah, otuz
iki ilahi kelimeden ibarettir ve Âdem’i de bu kelimeler üzerine yaratmıştır.
O’nun Âdem’e öğrettiği isimlerin hepsi, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi
kelimedir. Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin ve şeytanın ona secde etmeyip
kafir olmasının sebebi, yüze yazılan ilahi kelimelerdir. Allah’ın Miraç
gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e vahyettiği her şey,
otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir. Kainat, bu kelimelerle
yaratılmıştır. Bunun için bütün sır ve tek hakikat, otuz iki ilahi kelimededir.
Bizzat Allah olan bu ilahi kelimeler, insanın yüzüne yazıldığı için insanın
yüzü Hakk’ın yüzüdür. Levh-i Mahfuz" da yazılı olan her şey, bu
kelimelerden ibarettir. Kur’an, Levh-iMahfûz"dan okunup Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretilmiştir. Demek ki yüz, Levh-i
Mahfûz"un ve Kur’an"m aslıdır. Göklerde ve yerde otuz iki
harf ile yaratılan ne varsa, insanın yüzündedir. Yüzdeki ümmî hatlar, Fatiha
suresinin karşılığıdır. Secde yalnızca Allah’a yapılır ve otuz iki kelime olan
Allah, insanın yüzündedir. Bu nedenle Kâbe’ye secde etmek, yüzü Kâbe’nin
toprağıyla yaratılmış olan Âdem’in suretine secde etmektir. Bir Hurûfînin tek
amacı, Allah’ın yüzünü görmektir. Bu ise, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi
kelimenin sırrına ermekle olur.
Hatlar
Hatlar, ilahi
kelimelerin işaretleridir. Bu başlık altında, Arşî’nin şiirlerinden hareketle,
hatların ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını inceleyeceğiz.
Ümmî
Hatlar
Ümmî hatlar,
doğuştan gelen hatlardır. Mekanı yüz olan bu hatlar yedi adettir: Bir saç, iki
kaş ve dört kirpik. Hatlar, anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan oluşur. Bu
durumda dört tane yedi adet hat vardır ki yirmi sekiz eder. Bu sayı, Arap
alfabesinin sayısına denktir ve yirmi sekiz ilahi kelimenin karşılığıdır. Eğer
yüzü ortadan ikiye dikey bir şekilde bölen istiva hattı geçerse saç hattı ikiye
ayrılacağından dolayı sekiz hat meydana gelir. Dört tane sekiz hat otuz iki hat
eder ki bu Fars alfabesindeki harf sayısıdır ve otuz iki ilahi kelimenin
karşılığıdır (Âmiloğlu, 2014: 56). ArşîDivanı ’nda ümmî hatlar ile
ilgili beyitler şöyledir:
Gıtâ ref oldı
gördüm yedi hatt-ı emredi rûşen
Okudum Sûre-i
Seb’a’l-Mesânı mest ü bî-pervâ (G 7/3)
Örtü
kalktı, yedi oğlan hattını apaçık gördüm. Tekrarlanan yedi suresini korkusuzca
ve mest olarak okudum. Hurûfîliğe göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Miraç’ta Allah’ı sakalsız bir oğlan suretinde görmüştür (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 56). Sakalsız oğlanda yalnızca ümmî hatlar bulunur, ebî
hatlar bulunmaz. Bu sebeple Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Allah’ın yüzünde yedi adet ümmî hattı görmüştür. Şair de, örtünün kalktığını ve
Allah’ın yüzündeki yedi ümmî hattı gördüğünü söylemiş, ardından yedi ayetten
oluşan Fatiha suresini okuduğunu ifade etmiştir. Fatiha suresi, Hurûfîlere
göre, ümmî hatların karşılığıdır. Bu sebeple Ümmü’l-Kitâb’dır.
‘Ubûr itdünse
yeddi hatt-ı ümmîden muhakkak bil
Sekiz hatt-ı
semâvât üzre buldun cennet-i a’lâ (G 2/12)
Yedi anne
hattının ötesine geçtiysen muhakkak bil, sekiz semavi hat üzere en yüksek
cenneti buldun. Ümmî hatlar yedi adettir: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik.
Eğer istiva hattı geçerse saç ikiye ayrılır ve sekiz hat meydana gelir.
Cennetler de sekiz adettir. Sekiz hattı bilen sekiz cennetin en yükseğine
ulaşır. İstiva sırrını bilmeyen ise yedi cehennemde kalır. Aşağıdaki beyitte de
benzer bir anlam vardır:
Yedi hatta
‘ubûr itdüm sekiz cennet ‘ıyân oldı
Çıkup ‘arşa
‘urûc itdüm be-‘avn-i Fazl-ı bi-hem-tâ (G 4/4)
Yedi hattın
ötesine geçtim, sekiz cennet açığa çıktı. Eşsiz Fazl ’ın yardımıyla arşa çıkıp
yükseldim. Yedi hattın ötesi, istiva hattının saç hattını ikiye bölmesiyle
ortaya çıkan sekiz hattır ki sekiz cennete karşılık gelir. Arş, Âdem’in
yüzünden ibarettir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 49). Şair, sekiz hattı bilerek
arşa çıkmış, yani Âdem’in yüzünü anlamıştır.
‘Ubûr itdüm
sırâtü’l-müstakîminden yedi hattun
Sekiz ebvâb-ı
Firdevs içre buldum Cennetü’l-Me’vâ (G 7/4)
Yedi hattın
dosdoğru yolundan geçtim. Firdevs ’in sekiz kapısı içinde Me ’vâ cennetini
buldum. Şair, yedi ümmî hattı istiva hattı ile geçmiştir. Böylece sekiz
hatta, yani sekiz cennete ulaşmış, Me’vâ cennetini bulmuştur.
İtmeyenler
yedi hattun istivâsından ‘ubûr
Oldılar yedi
cehennemde ‘azâba mübtelâ (G 6/12)
Yedi hattın
istivasından geçmeyenler, yedi cehennemde azaba tutuldular. İstiva hattı
ile yedi ümmî hattı geçip sekiz hatta ulaşamayanlar, yedi cehennemde kalıp
azaba tutulmuşlardır.
‘Anâsır ile sî
vü dû olur fî ahsen-i sûret
Sekiz hatt-ı
ruh-ı zât kim oldur fatih-i ma’nâ (G 2/14)
Unsurlar
ile otuz iki, en güzel surette olur. Zatın yanağının sekiz hattı, mana
fatihidir. Yüzde yedi adet ümmî hat vardır. İstiva hattı geçerse saçın
ikiye ayrılmasıyla bu hatlar sekiz olur. Her bir hat anasır-ı erbaaya göre dört
unsurdan meydana geldiği için yüzde dört tane sekiz hat, yani otuz iki hat
vardır. Bu da, yüzün en güzel surette olmasının sebebidir. Hatlar, kainatta var
olan bütün manaları içerir. İçerisinde her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz
otuz iki kelimeden ibarettir. Adem’in yüzünde de otuz iki hat bulunur. O halde Levh-i
Mahfuz, Adem’in yüzüdür. Dolayısıyla insanın yüzü, hatlardan dolayı bütün
manaları içeren bir levhadır.
Ümmî hatlar,
doğuştan gelen hatlardır ve yedi adettir. Bu hatlar istiva hattı yardımıyla
geçilip sekiz hatta ulaşılmalıdır; zira cennete ulaşmanın yolu budur. Aksi
halde yedi hatta kalmak, yedi cehennemde azaba tutulmaktır. Allah Miraç
gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e sakalsız bir oğlan
suretinde, yani yedi adet ümmî hatla görünmüştür. Yedi hat, Fatiha’nın yedi
ayetine denktir. Yedi hattın istiva ile sekiz hat olması, mana kapılarını açar.
Her biri dört unsurdan oluşan sekiz hat, dört tane sekiz olmak üzere otuz iki
eder ki bu otuz iki ilahi kelimenin karşılığıdır. Bu kelimeler tek hakikattir
ve Levh-i Mahfuz bu kelimelerden ibarettir. Âdem’in yüzünde de bu
kelimeler hatlarla yazılmıştır. Âdem’in yüzü, Levh-i Mahfûz’duv Levh-i
Mahfuz, içinde her şeyin yazılı olduğu korunmuş kitap olduğundan dolayı,
Âdem’in yüzündeki hatları anlayanlar, bütün manaları anlarlar.
Ebî
Hatlar
Ebî hatlar,
babadan gelen hatlardır ve yalnızca erkeklerde bulunur. Bu hatlar da ümmî
hatlar gibi yedi adettir: İki bıyık, iki sakal, iki burun içi kılı ve bir
anfeka (Gölpınarlı, 1989: 18). ArşîDivanı’nda ebî hatlardan doğrudan
bahseden beyit sayısı oldukça azdır:
On altı oldı
hatt-ı ümm ü âbâ istivâsiyle
Olur otuz iki
hâl ü mahal bir sûret-i âbâ (G 2/15)
istivasıyla
anne ve baba hatları on altı oldu. Bir baba suretinde, hatların kendileri ile
mahalleri toplamı otuz iki olur. Yedi adet ümmî hat ile yedi adet ebî
hattın toplamı on dörttür. Eğer yüzü dikey olarak bölen istiva hattı geçerse,
saç ve anfeka ikiye ayrılır; böylece hatların sayısı on altı olur. Hatların
kendileri ile mahallerini toplarsak otuz iki sayısını elde ederiz ki bu, ilahi
harflere karşılık gelmektedir.
Genel
Olarak Yüzdeki Hatlar
Bu bölümde,
özel olarak ümmî ya da ebî hatlardan bahsetmeyip, yüzdeki hatlardan genel
olarak bahseden beyitleri inceleyeceğiz:
Beyân it
‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle
Hutût-ı vech-i
Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)
Ey ‘Arşı!
Varlığın ve mekanın bütün sırlarını Âdem ’in yüz hatlarından anlat ki büyük
kitap (Levh-i Mahfuz) odur. Tek gerçek otuz iki ilahi kelimedir. Bizzat
otuz iki kelime olan Allah, kendi sureti üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne bu
harfleri hatlar olarak kazımıştır. Levh-i Mahfûz ise, içerisinde her
şeyin yazdığı korunmuş kitaptır. Bu kitapta yazan, otuz iki harftir. Bu durumda
Levh-i Mahfuz, Âdem’in yüzü olmaktadır: “Hakîkatde Levh-i Mahfûz vech-i
Âdem ve vech-i Muhammed aleyhi’s- selâmdır ...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
101). Dolayısıyla, varlığın ve mekanın bütün sırları Âdem’in yüzündeki
hatlardan okunabilir.
Behişt-i ‘Adne
reh-ber olmasa hatt-ı ruh-ı Âdem
Müyesser olmaz
idi kimseye vasl-ı ruh-ı cânân (G 221/12)
Âdem ’in
yanağı hatları Adn cennetine rehber olmasaydı, sevgilinin yanağına kavuşmak hiç
kimseye nasip olmazdı. Âdem’in yanağındaki hatlar, ümmî hatlardır ve yedi
adettir. Yüzden istiva hattı geçtiğinde saç ikiye ayrılır ve hatların sayısı
sekiz olur. Sekiz hat, sekiz cennete karşılıktır. Hatlar, müminleri cennete
ulaştıracak olan vasıtadır. Cennete giden müminler, Allah’ın yüzünü
görebilecektir. Dolayısıyla beyitte geçen sevgili, Allah’tır. Şair, Âdem’in
yanağındaki hatlar sayesinde cennete ulaşıp Allah’ın yüzünü görebilecektir.
Beyân-ı
sûret-i Rahmâna sad berâhinle
Kitâb-ı
nâtık-ı Hakdur o hatt u hâl-i Habîb (G 21/3)
Habîb’in
ben ve hatları, Rahman’ın suretini yüz delille anlatmak için, Hakk’ın konuşan
kitabıdır. Arşî, klasik Türk edebiyatı geleneğindeki güzellik unsurlarından
olan ben ve hatları Hurûfîlik düşüncesi bağlamında kullanmış; bu unsurların,
Rahman olan Allah’ın yüzünü yüz delille anlatan, konuşan bir kitap olduğunu
ifade etmiştir. Yüz, üzerine yazılan hatlardan dolayı bir kitaptır. Hatlar ise
ilahi kelimelere işaret eder. Bu kelimeler Allah’ın kendisidir. Dolayısıyla
yüz, üzerinde bizzat Allah’ın yazılı olduğu bir delildir.
Çâr-deh hatt
ile beyân itdi
Muhkemât-ı
hurûf-ı Kur’ânı (Tercî-i bend 3/II/13)
Kur’ân’ın
muhkemât harflerini on dört hat He anlattı. Muhkemât harfleri, hurûf-ı
mukattaanın bastedilmesiyle ortaya çıkan tekrarsız on yedi harftir. Bir başka
deyişle, muhkemât harflerinin kaynağı, on dört harften oluşan hurûf-ı
mukattaadır (Gölpınarlı, 1989: 19). Hurûf-ı mukattaa, yüzdeki on dört hatta
karşılık gelir. Bu sebeple hurûf-ı mukattaa sayesinde ortaya çıkan muhkemât
harflerinin manası, yüzdeki on dört hatta bulunmaktadır.
Hatlarundan
oldı faş esrâr-ı Kur’ân harf harf
Mushaf-ı
hüsnünde açıldı ma’ânî bâb bâb (G 23/2)
Kur ’an’ın
sırları hatların sayesinde harf harf çözüldü. Güzellik mushafında manalar kapı
kapı açıldı. Yüzdeki hatlar, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin
işaretleridir. Kur’an yirmi sekiz harf ile yazılmıştır. Kur’ân’m
sırrını anlamak, yüzdeki hatları çözmek yoluyla olur; çünkü hakiki Kur 'an.
yüzden başkası değildir: “(•..) Cebrâil aleyhi’s-selâm Kur’an’ı levh-i
mahfûzdan okudu ki sûret-i vech-i Âdem ve vücûd-ı Âdem ola” (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 101).
Olalı vâkıf
otuz iki hutût-ı Âdeme
Yüzin anun
tercemânı sırr-ı Kur’ân bulmışam (G 200/3)
Âdem ’in
otuz iki hattına vakıf olduğumdan beri Kur ’an’ın sırrını bulmuşum. Yüzün onun
(Kur’an’ın) tercümanıdır. Kur’ân’m sırrı Âdem’in otuz iki hattındadır;
çünkü Âdem’in yüzü, içerisinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı Levh-i
Mahfuz'dur ve Kur’ân’m aslı da oradadır. Cebrail Kur’an’ı, Levh-i
Mahfuz olan Âdem’in yüzünden okuyarak Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’e vahyetmiştir. Bu nedenle yüz, Kur’an’m tercümanıdır,
açıklamasıdır, manasıdır.
Hatt-ı vechün
çeşmesinden nûş idüp Âb-ı Hayât
Hızr-ı vakfem
zulmet içre Âb-ı Hayvân bulmışam (G 200/2)
Vaktin
Hızır ’ıyım; karanlık içinda âb-ı hayvan bulup yüz hatlarının çeşmesinden âb-ı
hayât içmişim. Âb-ı hayât, klasik Türk edebiyatı geleneğinde ölümsüzlük
veren sudur. Rivayete göre İskender, ölümsüzlük suyunu bulmak istiyormuş. Bunun
için Hızır ile İlyas’ı göndermiş. İkisi, âb-ı hayâtı bir ormanın içinde
bulmuşlar ve hemen içip ölümsüzlüğe kavuşmuşlar. Geri dönüp aradıkları suyu
bulduklarını İskender’e haber vermişler. İskender, Hızır ile İlyas’tan
kendisini hemen âb-ı hayâta götürmelerini istemiş. Ancak Hızır ile İlyas, suyun
yolunu bir türlü bulamamışlar. İskender ise suyu içememiş ve ölmüş. Câvidânnâme’te.
âb-ı hayât yorumu şöyledir: “Çeşme-i hayvân ki karanlıkdadır ve o karanlık
şa’rdır ki vech üzerindedir şöyle ki her kimse ki ondan su içe teşne olmaya ki
havz-ı kevserin misâlidir ki her kimse ki içe hergiz teşne olmaya ve o otuz iki
kelimedir...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 438). Yani, âb-ı hayât
karanlıktadır. Bu karanlık, yüzdeki kıllardan oluşan hatlardan ibarettir. Âb-ı hayat
ise otuz iki kelimedir. Her kim yüzdeki hatlardan otuz iki kelimeyi içerse
ölümsüzlüğe kavuşur, bir daha asla susamaz.
Oldı bana
defter-i esmâ-i kül
Levh-i
cemâlümde olan hatt-ı mü (G 254/5)
Yüzümün
levhasında olan hatlar bana bütün (ilahi) isimlerin defteri oldu. Bütün
ilahi isimler otuz iki kelimeden ibarettir. Bu kelimelerin tümü insanın yüzünde
hatlar halinde yazılıdır. Demek ki yüz, bütün ilahi isimlerin defteridir.
Okı hat-ı
levh-i vech-i pâki
Yol bulmağa
zât-ı müste’âne (Tercî-i bend 2/X/75)
Kendisinden
yardım istenen (Allah’ın) zatına yol bulmak için pak yüzün levhasındaki hatları
oku. Allah otuz iki ilahi kelimedir. Yüzde de bu kelimeler hatlar halinde
yazılıdır. Bu nedenle Allah’a ulaşmanın yolu, yüzdeki hatları çözmekten geçer.
Allah, otuz iki
kelimedir ve bu kelimelerin tümü insanın yüzüne ümmî ve ebî hatlar şeklinde
yazılmıştır. Allah’a ulaşabilmek ve O’nu görebilmek, yüzdeki hatları görmeye ve
anlamaya bağlıdır. Kainattaki bütün harfler otuz iki ilahi harften ibarettir.
İçerisinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı kitap olan Levh-i Mahfuz"da
bu harfler yazılıdır. Kur’an, Cebrail tarafından Levh-i Mahfûz"dan
okunup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e öğretilmiştir. Levh-i
Mahfuz"da yazılı olan otuz iki ilahi kelimenin tümü yüze ümmî ve ebî
hatlar olarak yazılmıştır. Bu nedenle asıl Levh-i Mahfuz ve asıl Kur’an
yüzdür. Yüz, Kur’an"m sırrının bulunduğu bir kitaptır. Bütün ilahi
isimlerin otuz iki kelime olması dolayısıyla yüz, ilahi isimlerin defteridir.
Otuz iki harf ölümsüz olduğundan dolayı yüzdeki hatların sırrını anlayan kişi
ölümsüz olur. Yüzdeki yedi ümmî hattın istiva hattı ile bölünmesi sonucu ortaya
çıkan sekiz hat, sekiz cennete giden yolu açar. İstiva sırrını bilmeyen ise,
yedi cehennemde kalır.
İstiva
Hattı
İstivâ hattı,
varlığı dikey bir şekilde ortadan ikiye bölen çizgidir. Bu hattın önemi, otuz
iki harfin insanda ortaya çıkışını göstermesinden kaynaklanır (Usluer, 2009a:
286-287; Ballı, 2010: 64). Câvidânnâme"de bu hat hakkında şöyle
denir:
İki gûş ve iki
çeşm ve iki bînî ve bir dehendir ki hatt-ı istivâ üzerine geç ve gör ve yirmi
sekiz satır ve otuz iki satır-ı kitâbet-i İlâhîyi oku şöyle ki o hayvân o
kitâbet-i İlâhîye dânâ değildir ve bir inşân ki ol kitâbet-i İlâhîyi bilmez ve
ol kitâbet-i İlâhîye dânâ değildir, Hazret-i İzzet ol kimseyi belhüm adali
okudu. (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 63)
Arşnâme
Tercümesfnde belirtildiği üzere istiva hattı, yerden göğe ve cansızdan
canlıya her varlıkta bulunur (Âmiloğlu, 2014: 69). Fazlullah’a göre bu hat
buğday tohumunda, haşhaş tanesinde ve yaprak üzerinde bulunduğu gibi horozun
ibiğinde, hüdhüdün tacında, devenin ağzında, yılanın dilinde, tavusun
kanatlarında ve gergedanın yüzünde bulunur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 63-65).
Kısacası istiva hattı her varlıkta vardır.
Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarma mucizesi, istiva hattına
işaret eder: “İstivâ hattıyla eylersen güzer / Anlayasın ma’nî-i şakku’l-kamer”
(Âmiloğlu, 2014: 57). Bu görüşe göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) aslında ayı işaret parmağıyla fiziksel olarak ikiye ayırmamıştır;
yalnızca saçlarını ortadan ikiye ayırmış, böylece istiva hattına işaret
etmiştir. Çünkü, istiva hattının geçtiği bir yüzde ümmî hatlardan saç ikiye
ayrılır; böylece yedi adet ümmî hat sekiz adet olur. Her bir hat dört unsurdan
meydana geldiği için otuz iki hat açığa çıkar ki bu, ilahi kelimelerinin
tümünün yüzde zuhur etmesidir.
Arşî, istiva
hattı ile ilgili olarak şiirlerinde şunları söylemiştir:
Yedinci günde
Ademi halk itdi zât-ı pâk
İzhâr-ı kudret
itdi aliyyü’l-arş-ı istiva (K 6/4)
Pak zat,
yedinci günde Âdem ’i yarattı. İstiva arşı üzerinde kudretini açığa çıkardı.
Allah altı günde gökleri ve yeri yarattı. Yevmi’l-mezîd olan yedinci günde ise
Âdem’i yarattı ki o gün cuma günüydü (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 461). Allah
Âdem’in yüzüne yedi adet ümmî hattı yazdı. Ardından, Taha suresinin 5. ayetinde
belirtildiği gibi arşa, yani Hurûfîlerce arş olarak kabul edilen Âdem’e, istiva
etti; böylece kudretini açığa çıkardı.
On altı oldı
hatt-ı ümm ü âbâ istivâsiyle
Olur otuz iki
hâl ü mahal bir sûret-i âbâ (G 2/15)
istivasıyla
anne ve baba hatları on altı oldu. Bir baba suretinde, hatların kendileri ile
mahalleri toplamı otuz iki olur. Bir erkeğin yüzünde hem ümmî hem de ebî
hatlar bulunur. Bu hatların toplamı on dörttür. Eğer yüzden istiva hattı
geçerse ümmî hatlardan saç ve ebî hatlardan anfeka ikiye ayrılır, on altı hat
meydana gelir. Hatların kendileri ile mahallerinin toplamı otuz ikidir ki ilahi
harfler sayısıncadır.
Cümle eşyâda
müstakîm olmış
İstivâ-yı
hutût-ı insânî (Tercî-i bend 3/II/12)
insanın
hatlarının istivası, bütün her şeyde doğru olmuş. İnsanda bulunan istiva
hattı, canlı ve cansız başka varlıklarda da bulunur. Buğday tohumunda, haşhaş
tanesinde, yaprak üzerinde, horoz ibiğinde, tavus kuşunun kanadında, yılanın
ağzında ve gergedanın yüzünde bu hat apaçık bellidir (Fazlullah Esterâbâdî, 2012:
63-65).
Gîsûlarım
böldi iki şâh-ı mürselîn
Şakk oldı
gökde mâh be-i’câz-ı Mustafâ (K 6/6)
Peygamberlerin
şahı saçlarını ikiye ayırdı. Gökte ay, Mustafa’nın işaretiyle ikiye ayrıldı.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarma mucizesi,
Hurûtîlerce saçın ikiye ayrılması olarak anlamlandırılmıştır. Hurûfî
düşüncesine göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) saçını ikiye
ayırarak istiva hattına dikkat çekmiştir.
Şakka’l-Kamer
rumûzım gösterdi âşikâr
Mâh-ı ruhunda
ol hat u hâl-i Muhammedi (G 286/3)
Muhammed’in
yanak ayında bulunan ben ve hatlar, ayın yarılması delilini açıkça gösterdi.
Beyitte yanak, aya benzetilmiştir. Klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik
unsurlarından olan ben ve hatlar, ayın yarılması delilini, yani istiva sırrını
açıkça göstermiştir.
İrmeyince
istivâ-yı hatt-ı vech-i Ademe
Olmadı rü’yet
müyesser Ahmede ‘ayne’l-yakîn (G 220/9)
Âdem’in
yüzünün hatlarının istivasına ermedikçe Ahmed’e (Allah’ı) aynelyakin derecede
görmek nasip olmadı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), beyte
göre, Miraç’ta Hz. Âdem’in yüzündeki istiva hattını fark ettikten sonra
Allah’ın yüzünü aynelyakin derecede görmüştür. Ayne’l-yakîn, “Gözle ve görerek
hasıl olan yakîn. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn adı verilen üç
yakîn mertebesinden İkincisi. Kalbin, müşahede yoluyla hakiki vahdeti görmesi”
demektir (Uludağ, 2012: 57).
Dest-i velâyet
ile çeküp nefs-i ejderi
Mihr-i ten
içre böldi iki anı Murtazâ (K 6/9)
Murtaza,
velilik eliyle nefis ejderini çekip beden güneşi içinde onu ikiye böldü.
Hz. Ali, nefis ejderini bedeninde ikiye bölmüş; böylece hem nefsinden kurtulmuş,
hem de istiva sırrına işaret etmiştir. Aşağıdaki beyit, nefsin ikiye
bölünmesinin istiva sırrına işaret ettiğini göstermektedir:
İki böldüm
ser-â-ser istivâdan
Çeküp nefs-i
hasîs-i nâ-be-kârı (G 291/3)
Yaramaz
alçak nefsi çekip baştan başa istivadan ikiye böldüm. Şair, istiva hattıyla
nefsi ikiye böldüğünü söylemekte; böylece nefsin üstesinden geldiğini ima
etmektedir.
Fazl-ı Hakdur
sırr-ı er-rahman-ı ‘aliyyü’l-arş-ı istivâ
Fazl-ı Hakdur
hâdî-i râh-ı sırâtü’l-müstakîm (K 8/4)
Er-rahman-ı
‘aliyyü’l-arş-ı istiva sırrı Fazl-ı Hak’tır. Dosdoğru yolun birincisi Fazl-ı
Hak’tır. Beyitte geçen “Er-rahman-ı ‘aliyyü’l-arş-ı istivâ”, Tâhâ suresinin
5. ayetine aittir. Sözkonusu ayetin Türkçe meâli şöyledir: “Rahman arşa
kurulmuştur”. Bu ayet, Hurûfilere göre, Allah’ın Adem’in yüzünde istiva
sırrıyla otuz iki hat olarak belirmesidir. Âdem aslında Fazlullah’tır (Arşî, G
221/9). Dolayısıyla Allah, aslında istiva sırrıyla Fazlullah’ın yüzünde otuz
iki hat olarak görünmüştür. Bu nedenle Fazlullah, dosdoğru yolun birincisidir.
Bizde rûz-ı
istivâ-yı hilkat
Allâha giden
sırâtumuzdur (Tercî-i bend 2/VII/51)
Yaratılış
istivasının günü bizim Allah’a giden yolumuzdur. Yaratılış istivasının
günü, Tâhâ suresinin beşinci ayetinde belirtildiği üzere Allah’ın arşa istiva
ettiği gündür. Yani Allah, arş olan Âdem’in yüzünde, istiva sırrıyla otuz iki
hat olarak görünmüştür. Beytin mazmunu otuz iki hattır. Şairin “Allâha giden
sırâtumuzdur” dediği şey, otuz iki hattan ve bu hatların işaret ettiği otuz iki
ilahi kelimeden ibarettir; zira tek gerçek, otuz ikidir.
Aldun mı
esmâdan haber mülk-i müsemmâ kandedür
Ya istivâ-yı
hılkat-i ‘arşa ‘ubûrun var mı (G 284/2)
isimlerden
haber aldın mı, müsemmanın ülkesi nerededir? Peki arşın yaratılış istivasına
geçebildin mi? İsimler, Allah’ın otuz iki ismidir; yani ilahi kelimelerdir.
İsimlenenin ülkesi, yüzdür; çünkü otuz iki harf yüze kazınmıştır. Arşın
yaratılış istivası ise, yaratma anında Allah’ın, Âdem’in yüzüne otuz iki ilahi
kelimenin işareti olmak üzere otuz iki hat çizmesidir ki bu olay, Hurûfîlere
göre, Tâhâ suresinin beşinci ayetinde ifade edilmiştir: “Allah arşa
kurulmuştur”.
Buldum iki
gîsûmı olup fârık-ı Kur’ân
Hadî-i reh
oldum
Göstermek içün
bedr-i ruhumda kameri şak
İ’câz-ı
beyânam (Müstezad 2/4)
Kur ’an’ı
fark edip iki kakülümü buldum; yolun birincisi oldum. Yanağımın ayında ayın
yarılması (mucizesini) göstermek için, aciz bırakacak kadar düzgün
anlatmaktayım. Bu beytin mazmunu istiva hattıdır. Fark etmenin bir anlamı
da ayırmaktır (Devellioğlu, 2016: 287). Şair, iki kakülünü, yani saçını ayırdığına
işaret etmekte; böylece yolun birincisi olduğunu söylemektedir. Çünkü dosdoğru
yola ulaşmak ancak istiva hattını bilmekle olur. Hakikate ulaşan şair, istiva
sırrını anlatmak için beyân ilmini -yani şiirlerini- kullanmaktadır. Bunun için
de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olan ayın yarılması
mucizesinden bahsetmektedir; çünkü bu mucize, istiva sırrına işaret etmektedir.
İstivâ-yı
cemâl-i yâri görüp
Koymışuz rah-ı
müstakime kadem (Tercî-i bend 1/1/5)
Sevgilinin
yüzündeki istivayı görüp dosdoğru yola ayak koymuşuz. İstiva, dosdoğru bir
dikey çizgidir ve varlıkları ikiye böler. Beyitte geçen sevgili Âdem, Fazlullah
ya da herhangi bir insan olabilir. Yüzü ikiye ayıran istiva hattı, yedi adet
ümmî hattan saç hattını ikiye böler, böylece hatların sayısı sekiz olur. Her
bir hat dört unsurdan meydana geldiği için otuz iki hat açığa çıkar. Otuz
ikinin açığa çıkması istiva hattına bağlıdır. Tek hakikat otuz iki olduğundan
dolayı, hakikate giden yol istivadan geçer. İstiva sırrını anlayıp yüzdeki
sekiz hattı görebilenler sekiz cennete ulaşırken istivayı anlamayıp yedi hatta
kalanlar yedi cehennemi hak ederler. Bu sebeple şair, sevgilinin yüzündeki
istiva hattını görmekle sekize ulaştığını ima etmekte, dosdoğru yola
koyulduğunu belirtmektedir.
İstiva hattı,
canlı ve cansız her şeyde bulunan, varlığı ortadan ikiye dikey bir şekilde
bölen çizgidir. Bu çizginin önemi, otuz iki hattı ortaya çıkarmasından
gelmektedir. Tâhâ suresinin 5. ayetine göre Allah, arşa istiva etmiştir.
Hurûfîlikte arş, Âdem’dir. Ayetin manası, Allah’ın Âdem’in suretinde, otuz iki
ilahi kelimenin işareti olan otuz iki hat olarak görünmesinden ibarettir; çünkü
Allah, otuz iki ilahi kelimedir. Yalnızca istiva sırrını anlayanlar cennete
kavuşacak, dolayısıyla Allah’ı görebilecektir. Bu sırrı anlamayanlar ise cehennemi
hak edecektir. Allah’ı anlamanın ve görmenin tek yolu, istiva sırrını bilmekten
geçer. Dosdoğru yol, istiva hattının yoludur.
Peygamberler,
Kutsal Kitaplar ve İbadetler
Bu başlık
altında, Arşî’nin Hurûfîlik ile alakalı şiirlerinde geçen peygamberler, kutsal
kitaplar ve ibadetler hakkında incelemelerde bulunacağız.
Peygamberler
Arşî
Divanı’nda pek çok peygamberin ismi geçmektedir; ancak Hurûfîlik ile
alakalı olarak en çok anılan peygamberler Hz. Âdem ile Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’den ibarettir. Onları Hz. Nuh ile Hz. Musa takip eder.
Hz.
Âdem
Hurûfîlikte
Hz. Âdem, merkezi bir konumda yer alır. Öyle ki, Hurûfî metinlerinde Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in isminden daha çok Hz. Âdem’in ismi
geçer; çünkü Âdem, Hak suretinde yaratılmış ve Allah’tan vasıtasız bir şekilde
ilmu’l-esmâyı öğrenmiştir. Bundan dolayı onun yüzü Hakk’ın yüzüdür. Âdem;
meleklerin öğretmenidir, Levh-i Mahfûz’dur, hakiki A’wr’a«’dır, Sidre-i
Müntehâ’dır ve Allah’ın arşıdır. O, bütün insanlığın babasıdır. Arşî Divanı’nda
Hz. Âdem ile ilgili beyitler şöyledir:
Yedinci günde
Âdemi halk itdi zât-ı pâk
İzhâr-ı kudret
itdi aliyyü’l-arş-ı istiva (K 6/4)
Pak zat,
yedinci günde Âdem ’i yarattı. İstiva arşı üzerinde kudretini açığa çıkardı.
Allah altı günde Âdem dışındaki her şeyi, yedinci gün olan cuma günü ise Âdem’i
yaratmıştır. Bu olay Câvidânnâme’de şöyledir:
(...) Cuma
gecesi hilkat-i Âdem aleyhi’s-selâmdır pes ondan ötürü ki söyler ki müddet-i
eşyâ yedi bin yıl olsa gerekdir ve hilkat-i Âdem’den bin yıl ola ve yevmen elfi
seneti cuma günüdür ve hafta yedi gündür ve altı gün ol altı gündür ki onun
içinde gayr-ı Âdem mahlûk olmuşdur ki gayr-i cuma gelmişdir.
(FazlullahEsterâbâdî, 2012: 462-463).
Allah, Âdem’i
yarattıktan sonra arşı istiva etmiştir; yani arş olan Âdem’in yüzünde yirmi
sekiz ve otuz iki ilahi kelime olarak görünmüştür. Böylece, Âdem’in yüzünde
kudretini açığa çıkarmıştır.
Hak Te’âlâ
Âdemün toprağını kıldı ‘acîn
İtdi Rahmân
sûretinde Âdemi halk âferîn (G 220/1)
Hak Te ’âlâ
Âdem ’in toprağını yoğurdu; onu Rahman suretinde yarattı. Allah Âdem’i
topraktan ve kendi sureti üzerine yaratmıştır. Bunun için Allah, kendisinin
otuz iki sıfatını Âdem’in yüzüne hatlar halinde yazmıştır.
Velâkin
mazhar-ı zât oldugı-çün Âdem-i hâki
İder bî-vâsıta
ta’lîm-i esmâ zât-ı zü’l-ihsân (G 221/5)
Topraktan
yaratılan Âdem, zatın mazharı olduğu için, ihsan eden zattan vasıtasız olarak
isimler ilmini öğrenir. Topraktan ve Allah’ın suretinde yaratılan Âdem,
Allah’tan vasıtasız olarak bütün isimleri öğrenmiştir. Bakara suresinin 31.
ayeti bu olay hakkındadır.
Kıldı ta’lîm
Âdeme bî-vâsıta esmâ-i kül
Oldı mescûd-i
melâ’ik hem cemî’u’l-mürselîn (G 220/2)
Âdem ’e
vasıtasız (bir şekilde) isimler ilmini öğretti; (böylece Âdem), meleklerin ve
bütün peygamberlerin secde ettiği kişi oldu. Âdem, Allah’tan vasıtasız
olarak isimler ilmini, yani yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimeyi öğrenir. Bu
sebeple tüm melekler ve peygamberler Âdem’e secde ederler; çünkü secde, yirmi
sekiz ve otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Bu ilahi kelimeler, Allah’ın bizzat
kendisidir.
Esmâya
mu’allim oldugı-çün
Mescûd-ı
mela’ik oldı baba (Tercî-i bend 2/II/13)
Baba,
isimlerin öğretmeni olduğu için meleklerin secde ettiği varlık oldu. Âdem,
Allah’tan öğrendiği ilmü’l-esmâyı meleklere öğretmiştir. Bu konu ile ilgili
olarak, Bakara suresinin 33. ayetinde şöyle buyurulur: “Allah şöyle dedi: ‘Ey
Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini
bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim,
yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’
dedi”. Bu ilminden dolayı melekler, Âdem’e, yani insanlığın babasına, secde
etmişlerdir.
Yüzinde
sûret-i Rahmânı çün kim görmedi zahir
Sücûda gelmedi
şeytân yedi kez gel didi Mevlâ (G 2/2)
Mevlâ yedi
kez gel dedi; (ancak) şeytan, (Âdem ’in) yüzünde Rahman suretini açıkça
görmediği için secde etmedi. Şeytanın Âdem’e secde etmemesinin sebebi,
Hurûfîlere göre, onun yüzündeki yirmi sekiz ve otuz iki hattı görememesidir.
Halbuki bu hatlar, Rahman’ın suretidir. Asıl secde Âdem’in şahsına değil, onda
görünen Allah’a yapılır:
Şeytân ki
vech-i pâk-i Haka bî-sücûd idi
Âdemde Hakkı
görmedi zîrâ hasûd idi (G 283/1)
Şeytan ki
Hakk ’m pak yüzüne secdesiz idi; Âdem ’de Hakkı görmedi, çünkü kıskanç idi.
Âdem’in yüzü Hakk’ın yüzüdür. Arşnâme Tercümesi’nde bu konu ile alakalı
şu beyit bulunmaktadır: “Âdem’ün başıyimiş ‘arş-ı Hüdâ / Hakk olur mı hîç
‘arşından cüdâ” (Âmiloğlu, 2014: 64). Şeytan, kıskançlık sebebiyle Âdem’deki
Hakk’ı göremedi; secde etmeyip kafir oldu.
Okı esmâ-i
külli Âdem-i hâkîden ey tâlib
Dilersen
olmayasın cehl ile şeytân gibi rüsvâ (G 2/4)
Ey talipl
Şeytan gibi, cehaletle rezil olmamak istersen, topraktan yaratılan Âdem ’den
bütün isimleri oku. Otuz iki ilahi kelime, anasır-ı erbaadan yalnızca
toprağa yazılabilir. Ateşe yazı yazılamaz. Bu sebeple şeytan esmâ-i küll’ü, yani
bütün isimleri, bilemez. Şeytanın bu cahilliği, onun Âdem’e secde etmeyip
Allah’a karşı gelerek rezil olmasına yol açmıştır. Bütün isimler, topraktan
yaratılan Âdem’dedir. Arşnâme Tercümesi’nde bu konu ile alakalı olarak
şu beyitler bulunmaktadır:
Çekdi baş ve bilmeyidi ol fuzûl
Od Hakk hattın kaçan kıla kabûl
Odun u yilün u su üzre kaçan
Nakş olısar ottuz ikki hatt ‘ayân
Toprağa bu kâbiliyyet u kemâl
Vardur kim yazıla hatt-ı cemâl
Anla kim ol sırât-ı müstakim
K’olmayasın tâbi’-i dîv-i racîm
Dîv Adem’den çü esmâ bulmadı
Lâ-cerem kimdür müsemmâ bilmedi (Âmiloğlu, 2014: 77)
Tılısmâtın
bozup kenzini bulmak isteyen kevnün
Makâlîd-i
zemin ü âsumândur Âdem ü Havvâ (G 2/5)
Tılsımlarını
bozup varlığın hâzinesini bulmak isteyen(ler)! Âdem ve Havva, yer ve göğün anahtarlarıdır.
Allah insanın yüzüne otuz iki ilahi kelimeyi yazmıştır ve bütün mevcûdatı bu
kelimeler ile halketmiştir. Bu nedenle, kainatta ne varsa Âdem’de ve
dolayısıyla Havva’da bulunmaktadır. Arşnâme Tercümesi’nde şöyle denir:
Ol sebebden buyurupdur Kirdgâr
Kâyinâtun varı bu Âdem’de var
Hem ana tanukdurur esmâ-yı kül
Gayr-ı Âdem kime el virmişdür ol (Âmiloğlu, 2014: 70)
Kainatta olan
her şey Âdem ile Havva’da bulunduğuna göre, bu iki kişi bütün sırların
anahtarlarını ellerinde tutmaktadırlar. Varlığın hâzinesini koruyan tılsımı
bozacak anahtar, yani otuz iki hat, Âdem ile Havva’dadır: “Tâlibâ bil hatt-ı
vechin Âdem’ün / yolını tâ varasın her ‘âlemün” (Âmiloğlu, 2014: 68).
Bulardur
‘arş-ı Rahmân nutk-ı zât-ı Hak bu ma’nîde
Geçüp kürsî-i
dendâna olupdur dem-be-dem gûyâ (G 2/6)
Rahman’m
arşı bunlardır (Âdem ile Havva’dır). Bu manada Hak zatının sözü, dişler
kürsüsüne geçip an be an söyleyen olur. Âdem ile Havva, Allah’ın arşıdır
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 39). Onların konuştuğu şeyler, Allah’ın
sözlerinden başkası değildir; çünkü Allah, onların otuz iki dişinin arkasından
otuz iki ilahi kelime ile konuşur.
Otuz iki
kelâm-ı Hak geyelden câme-i hilkat
‘lyân oldı ki
Âdemdür emîn-i kenzü’l yefnâ (G 2/8)
Otuz iki
Hak kelamı yaratılış elbisesini giydiğinden beri belli oldu ki tükenmeyen
hâzinelerin emini Âdem ’dir. Tükenmeyen hazine, otuz iki ilahi kelimedir ki
kainattaki tek gerçek budur. Otuz iki söz olan Allah, yaratılış elbisesi giyip
insan suretine girmiş ve otuz iki sözü bedeninin belli yerlerinde işaretlenmiş
olarak taşımıştır. Âdem, aslında Allah’tır. Âdem, Ahzab suresinin 72. ayetinde
belirtilen emaneti kabul ederek bitip tükenmeyen hâzinelerin emanetçisi
olmuştur. O emanet, otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir.
Şekl-i beşer
ile oldı zâhir
Tâ ola halîfe-i
mu’allâ (Tercî-i bend 2/II/12)
Yüce halife
olsun diye insan şekliyle ortaya çıktı. Âdem, Allah’ın halifesidir ve bu
amaç için yaratılmıştır.
Haşr-ı nutk
oldı sûret-i Âdem
Neşr oldı
sühan cemâd ü nebât (Tercî-i bend 3/III/23)
Âdem ’in
yüzü, sözün toplamı oldu. Söz, cansızlar ve bitkilere yayıldı. Bütün ilahi
kelimeler otuz iki adettir ve hepsi Âdem’in yüzünde yer almaktadır. İnsan
dışındaki varlıklar, ilahi kelimelerden bazılarını alırken insan bütün ilahi
kelimeleri almıştır. Bu sebeple, cansızlara ve bitkilere yayılan sözün tamamı
Âdem’dedir. Âdem’in yüzü, sözün toplamıdır.
Esmâ okıyandur
Âdem-i zât
İnkâr iden
oldı dîv-i ebnâ (Tercî-i bend 2/II/14)
Âdem,
isimleri okuyandır. (Bunu) inkar edenler şeytanın oğulları oldular. Allah
Âdem’e bütün isimleri öğretmiş; Âdem de bu isimleri meleklere okumuştur. İblis
isimleri inkar ederek şeytan olmuştur. Bundan dolayı, Hurûfî düşüncesi ve
inancındaki Âdem’in esmâ-i küllü okuduğunu inkar edenler, şeytanın
oğullarıdırlar.
Kelâmu’llâha
nâtıkdur vücûd-ı Bu’l-beşer mutlak
Yazıldı levh-i
vechinde ser-â-ser ma’nî-i Kur’ân (221/13)
İnsanlığın
babası (olan Âdem ’in) vücudu, mutlaka Allah’ın sözüyle konuşur. (Onun) yüzü
levhasına baştan başa Kur’an’ın manası yazıldı. Otuz iki ilahi kelime,
kainattaki tek gerçektir. Bu sebeple, içinde her şeyin yazılı olduğu Levh-i
Mahfûz’te yazılı olan, bu kelimelerden başkası değildir. Cebrail, Kur’an
ayetlerini Levh-i Mahfûz’dan okuyup Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
öğrettiği için Kur’an’m aslı da Levh-i Mahfuz’dur. Âdem’in
yüzünde otuz iki ilahi kelimenin işareti olan otuz iki hat yazılıdır ki bu
kelimeler Levh-i Mahfûz’ da yazan kelimeler olduğundan Hurûfîlikte
Âdem’in yüzü Levh-i Mahfuz olarak kabul edilir. Bu durumda Âdem’in yüzü,
Kur’an’m aslı olur. Ayrıca, Âdem’in konuşması, Allah’ın konuşması gibi,
otuz iki ilahi kelime iledir. Dolayısıyla Âdem’in sözü Allah’ın sözüdür.
Beyân it
‘Arşiyâ kevn ü mekânun sırrını cümle
Hutût-ı vech-i
Âdemden kim oldur nüsha-i kübrâ (G 2/19)
Ey ‘Arşı!
Varlığın ve mekanın bütün sırlarını Âdem ’in yüz hatlarından anlat ki büyük
kitap (Levh-i Mahfuz) odur. Bütün her şey otuz iki ilahi kelimeden
yaratılmıştır. Bundan dolayı, içinde her şeyin yazılı olduğu kitap olan Levh-i
Mahfûz’da yazılı olanlar otuz iki ilahi kelimeden ibarettir. Bu kelimeler
Âdem’in yüzüne Allah tarafından yazılmıştır. Demek ki Âdem’in yüzü, her şeyin
bilgisini ve sırrını içeren Levh-i Mahfûz’ dur.
Cennet-i
hûrî-likâ vü kevser ü mâ-i mu’în
Vech-i Âdemden
kinâyetdür eğer kılsân taleb (G 18/5)
Huri yüzlü
cennet, kevser ve su, eğer talep edersen, Âdem’in yüzüne göndermedir. Huri
yüzlü cennet, kevser ve su, Âdem’in yüzünü anlatan kelimelerdir ve bu yüz için
kullanılır.
Buyurdı küntü
kenz Âdemin şânında çün kim Hak
Bulındı genc-i
esmâ vü müsemmâ oldı hem ifşâ (G 2/9)
Hak, Âdem
’in şanında ‘küntü kenz ’ buyurduğu için, esma ile müsemma hâzinesi açığa çıkıp
bulundu. ‘Küntü kenz’, bir kudsi hadisten alınmadır. Sözkonusu kudsi hadis
şudur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim, bilineyim diye
mahlûkatı yarattım” (Yıldırım, 2018: 156). Yani, Allah’ın Âdem’i yaratması,
kendisinin bilinmesi, tanınması içindi. Bununla beraber, Allah Âdem’i kendi
suretinde yarattı. Bu durumda Allah, Âdem’in suretinde kendisini seyretti. Var
olan asıl varlık, Allah’tan başkası değildi. Bir başka deyişle hem isim hem de
müsemma Allah idi. Hurûfîlik düşüncesinde isim ve müsemma aynıdır, birdir.
Fazl-ı Hakdur ‘ilmü’l
esmâ-i küllihd’ dan murâd
Fazl-ı Hakdur
Âdem-i mescûd-ı ma’hûd-ı kadîm (K 8/3)
‘Bütün
isimlerin ilmi’ ile kastedilen Fazl-ı Hak’tır; ezelde bilinen secde edilmiş
Âdem, Fazl-ı Hak’tır. Fazlullah, ilmü’l-esmâdır; Allah’ın ezelde Âdem’e
öğrettiği bütün isimlerdir. Meleklerin kendisine secde ettiği kişidir. Âdem’in
aslı, Fazlullah’tır.
Mescûd-ı
melâ’ik oldı âhir
Geydi yedi
câme-i hayâtı (Terkib-i bend 1/II/14)
(Fazlullah),
sonunda yedi hayat elbisesini giyerek meleklerin secde ettiği varlık oldu.
Allah, bilinmek isteği ile kainatı yaratıp insan suretine girdi, Âdem oldu.
Halbuki asıl
Âdem, Fazlullah’tır. Beyte göre Fazlullah, Allah’tır. Fazlullah insan suretine
girip Âdem olmuştur. Meleklerin secde ettiği Âdem, Fazlullah’tan başkası
değildir.
Sûret-i Âdem
ezel olmazdı mescûd-ı melek
Tıynet-i
Fazl-ı Hudâ ger olmasaydı hâk ü âb (G 17/3)
Eğer Fazl-ı
Hudâ ’nm mayası toprak ve su olmasaydı ezelde Âdem ’in sureti meleklerin secde
ettiği yer olmazdı. Âdem topraktan yaratılmıştır ve melekler ona secde
etmiştir. Fazlullah’ın mayası da, tıpkı Âdem gibi, toprak ve sudur. Beyte göre,
eğer Fazlullah çamurdan yaratılmasaydı, melekler topraktan yaratılan Âdem’e
secde etmezlerdi. Demek ki meleklerin secdesi aslında Fazlullah’adır. Melekler,
sırf Fazlullah topraktan yaratıldığı için, onun gibi topraktan yaratılan Âdem’e
secde etmişlerdir.
Olup dört
kerre sekiz mazharı hükm-i ‘anâsırla
Sevâd-ı vech-i
Âdemden okudum ‘ilmü’l esmâ’ (G 7/5)
Öğelerin (anasır-ı
erbaa) hükmüyle dört kere sekiz mazharı olup Âdem ’in yüzü siyahlığından
isimler ilmini okudum. Âdem’in yüzünde yedi adet ümmî hat vardır: Bir saç,
iki kaş ve dört kirpik. İstiva hattının geçmesiyle saç ikiye ayrılır ve toplam
sekiz adet ümmî hat olur. Her hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan meydana
geldiği için yüzde dört tane sekiz, yani otuz iki, hat bulunur. Bu hatların her
biri, bir ilahi kelimeye denk gelir. Bu sebeple şair, Âdem’in yüz siyahlığı
olan hatlardan isimler ilmini (ilmu’l-esmâ) okumuştur.
‘İlmini Âdemün
okı kuvvet-i ebden al haber
Tâ bilesin ki
neydügin sırr-ı me’âd ü hem me’âb (G 20/3)
Âdem ’in
ilmini oku, baba kuvvetinden haber al. Ta ki ahiret ve dönülecek yer sırlarını
bilesin. Âdem insanlığın babasıdır. Şair, insanlara Âdem’den ahiret
sırlarını öğrenmeyi tavsiye etmektedir; çünkü dönülecek yer orasıdır.
Enfâs-ı
halâyıkdan bir şemme habîr olmaz
Bâbâ-yı
hakîkîden kim olmasa esmâ-dân (G 231/13)
Kim hakiki
babadan isimleri öğrenmezse, cariyelerin nefeslerinden bir miktar bile haber
alamaz. Hakiki baba Âdem’dir. Âdem’den ilahi isimleri öğrenmeyen asla
cennete giremez.
Veled-i hâs
odur be-kavl-i nebî
Ola vâkıf
be-sırr-ı ‘ilm-i ebî (M 3/7)
Nebinin
sözüyle has oğul odur ki baba ilminin sırlarına vakıf olsun. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sözüne göre hakiki oğul, babası Âdem’in
ilminin sırlarına vakıf olan, bu sırları anlayan kişidir.
Derk ide
Âdemün rumûzâtın
Terk ide
dildeki muhâlâtın (M 3/8)
Âdem ’in
işaretlerini anlasın; gönüldeki olmayacak şeyleri terk etsin. Oğul, Âdem’in
söylediği şeyleri, ilmini ve hatlarını anlasın. Gönlünden malayani şeyleri -
yani otuz iki ilahi kelime dışındaki her şeyi- çıkarsın.
Uymaya dîve
merd-i ‘âbid ola
Âdemün
sûretine sâcid ola (M 3/9)
Şeytana
uymasın, ibadet eden adam olsun. Âdem ’in suretine secde etsin. Oğul şeytana
uymasın ve Âdem’in yüzüne, dolayısıyla o yüzdeki hatlara secde etsin. İbadet
eden adam olsun. Hurûfîliğe göre; Allah Âdem’de tecelli ettiğinden dolayı secde
Âdem’in yüzüne yapılır. Nesîmî, bu konuda şöyle der: “Âdem’de tecellî kıldı
Allâh / Kıl Âdem’e secde olma güm-râh” (Nesîmî, 1990: 54).
Ferzend-i
zülâl-i Âdem isen
Esmâ okı ebden
ol sühan-dân (Terkib-i bend l/VI/46)
Âdem ’in
saf oğluysan, babadan isimleri oku, güzel söz söyleyen ol. Âdem’in saf
oğlu, Âdem’den ilahi isimleri öğrenir. İlahi ilimleri bilir ve güzel söz
söyleyen biri olur.
Hz. Âdem,
Allah tarafından yedinci gün olan cuma günü yaratılmıştır. Onun yaratılışı
Rahman suretindedir. Allah’tan vasıtasız bir şekilde isimler ilmini, yani otuz
iki ilahi kelimeyi, öğrenmiştir. Bu isimleri meleklere de öğreterek onların
hocası olmuştur. Melekler, Âdem’in isimler ilminden dolayı ona secde
etmişlerdir. Şeytan ise Âdem’i kıskanmış, ondaki Rahman suretini görememiş,
secde etmeyip kafirlerden olmuştur. Cennete gidebilmek, Âdem’in esma ilmine
vakıf olmakla mümkündür. Esma ilmi, varlığın hâzinesidir; çünkü bütün kainat
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime üzerine yaratılmıştır. Âdem, Allah’ın
insan suretine girmiş halidir. Âdem’in konuşması, otuz iki diş arkasından otuz
iki ilahi kelime ile Hakk’ın konuşmasıdır. Göklerin ve yerin üstlenmekten
çekindiği otuz iki ilahi kelimeyi Âdem emanet olarak almıştır; bu nedenle o,
Allah’ın yüce halifesidir. Kainatın bütün sırları, Âdem’deki otuz iki ilahi
kelimededir. Âdem’in yüzündeki hatlar, esma ilminin işaretleridir. İnsanlar,
esma ilmini Âdem’in yüzünden öğrenirler. Âdem, aslında Fazlullah’tır. Melekler
Âdem’e değil, Âdem suretindeki Fazlullah’a secde etmişlerdir. Daha da ötesi;
Fazlullah, insan suretine girmiş Allah’tır.
Hz. Nuh
Hz. Nuh, ArşîDivanı’nda
mukattaa harfleri ile ilgili olarak geçmektedir:
Ben ol yetmiş
yedi tûfan-ı Nûham
Ki ka’r-ı bist
ü nüh deryâdayam ben (G 227/7)
Ben o
yetmiş yedi Nuh tufanıyım ki yirmi dokuz denizin dibindeyim. Yetmiş yedi
sayısı, mukattaa harflerine işaret eder. Tüm mukattaa ayetlerindeki harflerin
toplamı yetmiş yedidir (Seyyid Nesîmî, 2017: 6). Yirmi dokuz ise, başında
mukattaa harflerinin bulunduğu sure sayısıdır. Tufan, nasıl denizin dibinde
gizliyse yetmiş yedi mukattaa harfi de yirmi dokuz surede gizlidir.
Hz.
Musa
Hz. Musa, ArşîDivanı’nda
istiva hattıyla alakalı olarak geçer:
Emîn oldı
bulup râh-ı selâmet Hazret-i Mûsâ
İki şakk itdi
bahr-i Nîli gösterdi ‘asâ berzah (G 41/5)
Asa, Nil
denizini ikiye ayırıp geçidi gösterince Hz. Musa kurtuluş yolunu bulup korkudan
kurtuldu. Beyitte, asanın Nil denizindeki istiva hattını göstermesi
anlatılmaktadır. İstiva hattı, kurtuluş yolunu gösterir. Yüzü ortadan ikiye
bölüp yedi adet ümmî hattın sayısını sekize çıkaran bu hat, sekiz cennetin
anahtarıdır. İstiva hattının sırrını bilmeyen ise kurtuluş bulamayıp yedi
cehenneme düşer. Hz. Musa, asanın gösterdiği Nil denizinin ikiye yarılması
mucizesi sayesinde istiva sırrını anlayıp kurtuluş yolunu görmüş, böylece
korkularından kurtulmuştur.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Hurûfîlerin verdiği anlam, her şeyde olduğu
gibi, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime etrafındadır. Hurûfî düşüncesinde
hiyerarşik olarak Allah konumunda olan Fazlullah en üstte bulunurken onu Rahman
suretinde yaratılan Hz. Âdem takip eder. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Hz. Âdem’den daha alt bir mertebededir.
Gördi evvel
gökde Ahmed Âdemün dîdârını
Anun içün oldı
halka rahmeten U ’l- ‘âlemin (G 220/7)
Ahmed, ilk
önce gökte Âdem ’in yüzünü gördü. Onun için ‘âlemlere rahmet ’ oldu. Bu
gazel, Miraç gecesi ile alakalıdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in,
Enbiyâ suresinin 107. ayetinde belirtildiği gibi âlemlere rahmet olması, ilk
önce gökte Âdem’in yüzünü görmesine bağlanmıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in Âdem’in yüzünde gördüğü şey, otuz iki hattan başkası
değildir. Âlem bu hatların işaret ettiği ilahi kelimelerle yaratılmıştır; yani
tüm evren otuz iki kelimedir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Âdem’in yüzünden öğrendiği bu kelimeler ile, yine bu kelimelerden ibaret olan
âleme rahmet olmuştur.
İrmeyince
istivâ-yı hatt-ı vech-i Âdeme
Olmadı rü’yet
müyesser Ahmede ‘ayne’l-yakîn (G 220/9)
Âdem’in
yüzünün hatlarının istivasına ermedikçe Ahmed’e (Allah’ı) aynelyakin derecede
görmek nasip olmadı. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah’ı
görebilmesi, Âdem’in yüzündeki hatların istivasına ulaşmaya bağlanmıştır.
Allah, otuz iki harften ibarettir: “Allah ve rabbin aslı hurûfdur” (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 400). Allah’a yaklaşmak, otuz iki ilahi kelimeyi öğrenmekle
olur. Allah’ı görmek ise otuz iki ilahi kelimeyi görmektir. Bu kelimelerin
görülmesi, yüzdeki istiva hattının sırrına ermekle mümkündür; çünkü yüzün ümmî
hatları yedi adettir ve bu yedi adet hat anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan
meydana geldiği için dört tane yedi hat eder ki yirmi sekizdir. Bu sayı, Arap
alfabesindeki harf sayısına eşittir. Yirmi sekiz hattın otuz iki hatta çıkması
istiva hattıyla olur. İstiva çizgisi, yüzü ortadan ikiye dikey bir biçimde
böler. Böylece ümmî hatlardan saç, ortadan ikiye ayrılır; ümmî hatların sayısı
sekiz olur. Sekiz adet hat dört unsurdan meydana geldiği için yüzde dört tane
sekiz hat görülür ki otuz ikidir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
istiva sırrına erdiğinden dolayı otuz iki hattı, yani Allah’ı, müşahede
edebilmiştir.
Beyân-ı
sûret-i Rahmâna sad berâhinle
Kitâb-ı
nâtık-ı Hakdur o hatt u hâl-i Habîb (G 21/3)
Habîb’in
ben ve hatları, Rahman’m suretini yüz delille anlatmak için, Hakk’ın konuşan kitabıdır.
Ben ve hat, klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik unsurlarındandır. Hurûfî
düşüncesinde ümmî ya da ebî hatlardan kabul edilmeyen bu unsurlar, beyitte hat
olarak düşünülmüştür. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzündeki
siyahlıklardan olan ben ve hatlar, beyte göre, ilahi kelimelerin karşılığıdır.
Allah ise, ilahi kelimelerin kendisidir. Bundan dolayı ben ve hatlar, Rahman
olan Allah’ın sureti için bir delildir.
Gîsûlarım
böldi iki şâh-ı mürselîn
Şakk oldı
gökde mâh be-i’câz-ı Mustafâ (K 6/6)
Peygamberlerin
şahı saçlarını ikiye ayırdı. Gökte ay, Mustafa’nın işaretiyle ikiye ayrıldı.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı yarma mucizesi ve saçını
ikiye ayırarak taraması, Hurûfîlerce istiva hattının bir işareti olarak kabul
edilmiştir. İstiva hattı, yüzü ikiye ayıran dikey bir çizgidir. Bu hat
geçtiğinde, ümmî hatlardan olan saç ikiye ayrılır ve yedi adet olan ümmî
hatların sayısı böylece sekize çıkar. Her hat anasır-ı erbaaya göre dört
unsurdan oluşur. Bu nedenle ümmî hatlar, istiva hattı geçmeden önce yirmi sekiz
ilahi kelimeye işaret ederken, istiva hattı geçtikten sonra otuz iki ilahi
kelimeye işaret eder. Dolayısıyla istiva hattının önemi, yüzdeki otuz iki ilahi
kelimeyi açığa çıkarmasıdır.
Emîn-i kenz-i
tâhâdur Muhammed
Habîb-i Fazl-ı
yek-tâdur Muhammed
Cemâl-i Hakka
bînâdur Muhammed
Kemâl-i zâta
dânâdur Muhammed (Tuyug 6)
Muhammed,
tâhâ hâzinesinin eminidir; eşsiz Fazl’ın sevgilisidir; Hakk’ın yüzünü görendir;
zatın olgunluğu konusunda bilgilidir. Tâhâ hâzinesi, Tâhâ suresinin 5.
ayeti olan “Rahmân, arşa kurulmuştur” sözünün işaret ettiği otuz iki harften
ibarettir; çünkü bu ayet, Hurûfî düşüncesine göre, Allah’ın otuz iki isim
halinde Adem’in -yani insanın- yüzünde görünmesini anlatır. Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), otuz iki ilahi kelimenin eminidir; çünkü bu kelimeler, Ahzab
suresinin 72. ayetinde belirtildiği üzere, göklerin ve yerin kabul etmeyip
insanın üstlendiği emanettir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Fazlullah’ın sevgilisidir. O, Miraç’ta istiva sırrıyla otuz iki kelimeyi -yani
Allah’ı- aynelyakin görmüştür. Bundan dolayı o, zatın olgunluğu konusunda bilgilidir.
Hâdî-i râh-ı
bekâdur Mustafâ
Nûr-ı zât-ı
Kibriyâdur Mustafâ
Şâhid-i Fazl-ı
Hudâdur Mustafâ
Halka Hâlıkdan
‘atâdur Mustafâ (Tuyug 7)
Mustafa,
sonsuzluk yolunun birincisidir; ululuk zatının nurudur; Fazl-ı Hudâ’nın
şahididir; yaratıcıdan halka ihsandır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in aslı, bütün insanlar gibi, otuz iki ilahi kelimedir. Bu kelimeler
sonsuz olduğu için Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de sonsuzdur.
Kelimeler, bizzat Allah’tır ve nurdur (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 417). Bu
nedenle, otuz iki kelimeden yaratılan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), ululuk zatı olan Allah’ın nurudur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), hadisleriyle Fazlullah’a şahitlik yapmıştır. O, Allah’tan insanlığa
bir bağıştır, iyiliktir.
Kıldı teblîğ-i
risâlet Fazl-ı Hakdan ‘âleme
Ahmed ü Mahmûd
Ebu’l-Kâsım Muhammed Mustafâ (G 6/7)
Ahmed ve
Mahmud, Kasım ’ın babası, Muhammed Mustafa; Fazl-ı Hak ’dan âleme peygamberliği
tebliğ etti. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fazlullah’ın
peygamberliğini yapmaktadır. Fazlullah, bu beyitte, Allah konumundadır.
Rasûlün
hilkati endâze olmasa semâvâta
Dimezdi Fazl-ı
Hak levlâk şânında anun aslâ (G 2/10)
Resul ’ün
yaratılışı göklerin ölçeği olmasaydı, Fazl-ı Hak, onun şanında asla ‘levlâk’
demezdi. Göklerin yaratılışı, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
yaratılışı üzerinedir. Beyitte Fazlullah, Allah konumundadır. Fazlullah, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i göklerin yaratılışının ölçüsü
seçmeseydi onun hakkında “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” (Yıldırım,
2018: 156) demezdi.
Be-âb-ı rûy-ı
Ahmed yaratıldı bu tokuz eflâk
Be-‘avn-i
Fazl-ı Sübhân oldı kâ’im merkez-i dünyâ (G 2/11)
Fazl-ı
Sübhân’ın yardımıyla dünyanın merkezinin direği olan bu dokuz gök, Ahmed’in
yüzü suyu için yaratıldı. Kudsi hadise göre Allah, felekleri Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüzü suyu için yaratmıştır. Bundan dolayı,
İslam kozmolojisindeki dokuz gök, Allah konumunda olan Fazlullah tarafından, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için var edilmiştir.
Sırr-ı yâsîri
e olalı mahrem
Muhbir-i
sâdıka habîrem ben (G 225/6)
Ben,
Yâsîn’in sırrına mahrem olduğumdan beri sadık haberci (olan Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)) konusunda bilgiliyim. Hurûfî anlayışına göre ‘yâsîn’,
“Ey Muhammed!” demektir; çünkü sîn (^>), Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in sembolüdür. Yâsîn’in sıırı budur. Câvidânnâme"de bu konu
ile ilgili olarak şunlar söylenir: “Hakk teâlâ Muhammed aleyhi’s-selâmı sîn
okudu yani ey kelime Kur’an hakkı için ki sen gönderilmişsin çün ol kelime olsa
Hakk teâlânın yanından gelmiş ola veyâ Cebrâil’den onu ona arz eylemiş ola pes
ol bu iki vechle mürselînden ola” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 368). Yâsîn
sırrını bilen, sadık haberci olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i
de bilir.
Şer’-i Resûle
kılma tecâvüz gel secde eyle vech-i kerîme
Tâ kim bulasın Fazl-ı Hudâdan fazl-ı mü’ebbed hûri na’îme (G
279/1)
Resûl ’ün
şeriatine tecavüz etme, gel, kerem sahibi yüze secde et; ta ki Fazl-ı Hudâ’dan
hurilere (ve) cennete sonsuz lütuf bulasın. Hurûfîler, kendi düşünce ve
inanışlarını yaşarken, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatine
kesin bir şekilde uyarlar. Hurûfîlik, İslam şeriatini değiştirmez, ona yeni bir
yorum getirir. Mesela; namaz hem Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
şeriatinde hem de Hurûfîlikte vardır. Ancak Hurûfîler, kendi anlayışlarına
göre, Kâbe’yi Hz. Âdem’in yüzü olarak yorumlarlar ve secdeyi Âdem’in yüzüne
yaparlar. Fazlullah tarafından cennete kavuşmak, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in şeriatine sıkıca bağlanmakla, kesin bir şekilde ona
uymakla mümkündür.
Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in âlemlere rahmet olması, Miraç gecesinde gökte
Hz. Âdem’in yüzünü görmesi sebebiyledir. O, Hz. Âdem’in yüzündeki istiva
sırrına erdiği için Allah’a iki yay arası kadar yakınlaşabilmiş, Allah’ı
aynelyakin görebilmiştir. Ayın ikiye yarılma mucizesi, aslında Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in istiva sırrına dikkat çekmek için saçlarını
ortadan ikiye ayırmasından ibarettir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), tıpkı atası Hz. Âdem gibi, Allah’ın ilahi kelimelerini hatlar halinde
yüzünde taşır; bu nedenle onun yüzü Rahman’ın delilidir. Fazlullah Esterâbâdî
Allah konumunda olduğu için, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
aslında Fazlullah’ın peygamberliğini yapmıştır.
Kutsal
Kitaplar
Arşî
Divanı’nda Hurûfîlik ile alakalı olarak geçen neredeyse tek kutsal kitap Kur’an’dır,
diğerleri yalnızca isim olarak geçmektedir.
Tevrat,
Zebur ve İncil
Tevrat,
Zebûr ve Incil; bir beyitte yalnızca isim olarak geçmektedir.
Sözkonusu beyit şöyledir:
Hem Zebûr u
İncil ü Tevrât içün
Zâhir olan sî
vü dû âyât içün (M 1/15)
Hem Zebur,
Incil ve Tevrat için; apaçık olan otuz iki ayet için...
Kur’an
Kur ’an,
Hurûfîlik düşüncesi ve inancının dayandığı dini sistem olan İslam’ın kutsal
kitabı olması bakımından oldukça önemlidir. Bu kitap sırlarla doludur ve yirmi
sekiz ilahi kelime ile yazılmıştır. Kur’an’ da geçen yirmi dokuzuncu
harf olan lamelif (V), Fars alfabesinde olup Arap alfabesinde olmayan dört
harfin karşılığıdır; çünkü lamelifın eczasında tekrarsız dört harf
bulunmaktadır (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 76). Fazlullah’ın Câvidânnâme
adlı, Hurûfîlerce kutsal olarak kabul edilen kitabı, bir çeşit Kur ’an
tefsiridir. ArşîDivanı’nda Kur ’an ile ilgili beyitler şöyledir:
Bâ-l
bismillah ile Kur’ân’a itdüm ibtidâ
Kâfuyâ
vü dâl’i kıldum harf-i vâhidde edâ (G 1/1)
Bismillah’ın
‘be ’si ile Kur ’ân’a başladım. Kaf’, ‘ye ’ ve ‘dal ’ı tek harfte söyledim.
Hurûfîliğe göre mevcut olan bütün kelimeler otuz iki adettir ve hepsinin aslı
noktadır: “(...) Elifin zâhir vücûdu bir noktadan mevcûd oldu hutûtun ve otuz
iki harf-i hüdâînin aslı bir nokta ola...” (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 128).
Bu sebeple şair, Kur’ân’a be (^) harfinin altındaki nokta ile başlar.
Ardından kaf, ye ve dal harflerini tek harfte söyler. Fazlullah’a göre bütün
harfler aslında tek bir harftir: “(...) Otuz iki kelime bir kelimedir...”
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 53). Her bir harfte, diğer bütün harfler
bulunmaktadır: “Çün bir kelimenin hakîkati otuz iki kelimenin hakikatidir...”
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 67). Câvidânnâme’de, Arşî’nin bu beytini
anlamamıza yardımcı olacak şu sözler geçmektedir: “(...) Yirmi sekiz kelimenin
mecmûundan her birinde ma’ni-i el-hamdü ve her aşır ve her sûre ki vardır bir
kelimede mündericdir” Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 79). Demek ki şair, bütün Kur
’an’ı tek bir harfte okumuştur.
Hem be-hakk-ı
âyet-i Seb’a’l-mesân
Hem odur
miftâh-ı kenz-i Müste’ân (M 1/14)
Hem
tekrarlanan yedi ayetin hakkı için ki Müste ’ân’ın hâzinesinin anahtarı odur.
Tekrarlanan yedi ayet, Fatiha suresidir. Bu surenin ayetleri, yedi adet ümmî
hattın karşılığıdır. Yedi hat, her biri anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan
oluştuğu için yirmi sekiz hat eder. Eğer yüzden istiva çizgisi geçerse, saç
hattı ikiye ayrılır ve böylece ümmî hatların sayısı sekiz olur. Fatiha suresi
okunduktan sonra “Amin!” denirse, yüzdeki sekizinci hattın karşılığı olur.
Sekiz hat ise, her bir hat anasır-ı erbaadan oluştuğu için, otuz iki hatta
karşılık gelir. Otuz iki hat, otuz iki ilahi kelimenin işaretidir. Müsteân’ın
-yani Allah’ın hâzinesi ise otuz iki ilahi kelimeden başkası değildir.
Dolayısıyla, Fatiha suresi, beyitte ifade edildiği gibi, Allah’ın hâzinesi olan
otuz iki ilahi kelimenin anahtarıdır.
Gıtâ ref oldı
gördüm yedi hatt-ı emredi rûşen
Okudum Sûre-i
Seb’a’l-Mesânı mest ü bî-pervâ (G 7/3)
Örtü
kalktı, yedi oğlan hattını apaçık gördüm. Tekrarlanan yedi suresini korkusuzca
ve mest olarak okudum. Miraç gecesinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Allah’ı sakalsız bir genç suretinde görmüştür (Fazlullah Esterâbâdî,
2012: 42). Gencin yüzünün sakalsız olması, onda ebî hatların bulunmayıp
yalnızca ümmî hatların bulunduğuna işarettir ki ümmî hatlar şu yedi adet hattan
ibarettir: Bir saç, iki kaş ve dört kirpik, yedi adet ümmî hat, Hurûfîlere
göre, Fatiha suresinin yedi ayetine karşılık gelir. Beyitte geçen ‘Sûre-i
Seb’a’l-Mesân’, Fatiha suresinin bir ismidir (Muhîtî, 2014: 246). Şair, örtü
kalkıp Allah’ın yüzü ümmî hatlarla ortaya çıkınca, bu yüzde Fatiha suresini
okumuştur.
Yüzündür
âyet-i Seb’a’l-Mesânî
Hat ü hâlün
kelâm-ı âsümânî (G 290/1)
Tekrarlanan
yedinin ayeti yüzündür; hat ve benin göksel sözdür. Yüzdeki ümmî hatlar,
Fatiha suresinin yedi ayetinin karşılığıdır. Beyitte geçen hat ve benler,
klasik Türk edebiyatı geleneğinin güzellik unsurlarından olup, Hurûfîlerce ebî
ya da ümmî hatlardan kabul edilmezler. Bundan dolayı hat ve benler ilahi
kelimelere karşılık gelmezler. Ancak Arşî’nin bu beytinde bir istisna söz
konusudur. Çünkü hat ve benin göksel söz, yani ilahi kelime olduğu
söylenmiştir.
Hatlarundan
oldı faş esrâr-ı Kur’ân harf harf
Mushaf-ı
hüsnünde açıldı ma’ânî bâb bâb (G 23/2)
Kur ’an’ın
sırları hatların sayesinde harf harf çözüldü. Güzellik mushafında manalar kapı
kapı açıldı. Kur’an’ın sırrı, otuz iki ilahi kelimedir, harftir. Bu sır,
yüzdeki ümmî ve ebî hatlar sayesinde çözülür. Yüz, ilahi kelimelerin işaretleri
olan hatlardan dolayı mushaftır. Yüzün güzelliği de buradan gelmektedir. Bu
güzel yüzde bulunan hatlar, bütün manaları tek tek açıklar.
Ruhlarundur
âyet-i nûru’s-semavât-ı zemîn
Zülf ü
kaşundur beyân-ı sûre-i Ümmü’l-Kitâb (G 23/3)
‘Nûru’s-semavât
’ ayeti yanaklarındır; ‘Ümmü ’l-Kitâb’ suresinin açıklaması saç ve kaşındır.
‘Nûru’s-semavât’, Nur suresinin 35. ayetidir ve meali şudur: “Allah, göklerin
ve yerin nurudur”. Yanak, ilahi kelimelerin işaretleri olan hatların mekanıdır.
İlahi kelimeler nur olduğundan yanaklar da nurdur. Ümmü’l-Kitâb., Fatiha
suresidir; çünkü tekrarsız yirmi bir harfle yazılmıştır. Havva’nın hatları
yirmi bir tanedir, onda ebî hatlar yoktur. Havva, yirmi bi hat ile nasıl
insanlığın annesiyse Fatiha suresi de tekrarsız yirmi bir harf ile Kur’an’m
annesidir. Fatiha’nın yedi ayeti, yedi adet ümmî hatta karşılık gelir. Bu
nedenle, ümmî hatlardan olan saç ve kaş, Fatiha suresinin açıklamasıdır.
‘Arşiyâ nakş
itdi bismillâhirrahmânirrahîm
Mushaf-ı
hüsninde yârün hâlık-ı rûz-ı hisâb (G 23/5)
Ey ‘Arşîl
Hesap gününün yaratıcısı, güzellik mushafına bismillahirrahmanirrahim’i
nakşetti. Güzellik mushafı yüzdür; çünkü Kur’an’ın yazıldığı yirmi
sekiz harf, insanın yüzüne hatlarla nakşedilmiştir. Allah, üzerinde yirmi sekiz
hattın bulunduğu yüze besmeleyi yazmıştır.
Buldun mı
yetmiş sekizi yigirmi tokuz sûrede
On yedi nûr-ı
mutlaka âyâ şu’ûrun var mı (G 284/3)
Yirmi dokuz
surede yetmiş sekizi buldun mu? Acaba on yedi mutlak nura anlayışın var mı?
Şair bu beyitte mukattaa harflerinden bahsetmektedir. Mukattaat harfleri, Kur'an'\n
yirmi dokuz suresinin başında bulunan, on dört harften oluşan ve birbirleri
arasında çeşitli terkipler bulunan, kelimeden bağımsız harflerdir. Hurûf-ı
mukattaaya yâ-sîn, hâ-mîm, tâ-hâ, elif-lâm-mîm terkipleri örnek olarak
gösterilebilir (Duman ve Altundağ, 1998: 401). Beyitte, yirmi dokuz surenin
başında, tekrarlarla yetmiş sekiz adet mukattaa harfi bulunduğu ifade
edilmektedir. Nesîmî, mukattaa harflerinin sayısıyla ilgili şu açıklamayı
yapmaktadır:
Ayrıca
mukattaa harflerinin aslı, yani tekrarsız olarak oluştukları harfler on dört
tanedir. Tüm mukattaa âyetlerindeki harfler ise, tekrar eden harflerin de
hesaplanmasıyla yetmiş yedi tanedir. Diğer bir te’vile göre ise, (Yâ-sîn’deki
yâ harfinin nidâ harfi olduğu düşünülmeyip, mukattaa harfi olarak
hesaplanmasıyla) yetmiş sekiz harf olur. (Seyyid Nesîmî, 2017: 6)
On dört
mukattaa harfinin eczasında, tekrarsız olarak on yedi harf bulunmaktadır.
Beyitte geçen ‘on yedi nûr-ı mutlak’ bu harflere işaret etmektedir. Hurûfîliğe
göre Kur 'an\n aslı ve sırrı mukattaa harflerindedir (Seyyid Nesîmî,
2017: 5). Beyit, bu anlayışa bir örnektir.
‘Arşî su’âl
idenlere uş bu cevâbdur esah
Geldi
mü’evvel-i kelâm oldı mübeyyin-i kitâb (G 20/7)
(Ey) ‘Arşî!
Soru soranlara asıl işte bu cevaptır: Tabir edilmiş söz geldi, açıklanmış kitap
oldu. Fazlullah Kur’ariı kendisinin keşfettiği tevil ilmi sayesinde
tabir etmiş, Allah’ın sözünü açıklamıştır.
Yirmi sekiz
ilahi kelimeden her biri, diğer bütün kelimeleri içinde barındırdığından
dolayı, Kur’arirn bir harfini okumak, Kur’ariı hatmetmek gibidir.
Ayrıca, harfin aslı noktadır. Bu nedenle Kur’arim bütün sırrı, be(^)
harfinin altındaki noktadadır. Ümmî hatlar, Kur’arim ilk suresi olan
Fatiha’nın yedi ayetine karşılık gelir. Yüz, hakiki Kur’ariâıy çünkü
kutsal kitabın yazıldığı alfabe ezelde insanın yüzüne nakşedilmiştir. Yüz, Kur’arirn
manasıdır. Kur’an’ın sırrı, yirmi dokuz surenin başında bulunan, tekrarsız on
dört adet mukattaa harfindedir. Fazlullah, tevil ilmi sayesinde, Kur ’arida
açıklanmayan bir yer bırakmamıştır.
İbadetler
Hurûfîlik, her
şeyi yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime ile açıklayan bir sistemdir.
İbadetler de ilahi kelimelerle açıklanır. Kelime-i şehadetteki harflerin sayıları,
namazların rekat sayıları, hazarda, cumada ve seferde rekat sayılarının niçin
farklı olduğu, secdenin niçin Kâbe’ye yapıldığı, haccın ve orucun asıl manası
hep yirmi sekiz ve otuz iki kelime etrafında anlamlandırılır. Arşî
Divanı’nda yalnızca namaz ve hac ibadeti ile alakalı beyitler
bulunmaktadır.
Namaz
Hurûfîler,
namaz ile ilgili olarak, daha çok rekat sayılarıyla ilgilenmişlerdir; çünkü
farklı şartlara göre değişen günlük farz namazı rekatları, aslında yirmi sekiz
ve otuz iki ilahi kelimenin açığa çıkmasında önemli bir roldedirler. Arşı
Divanı’nda namaz ile ilgili beyitler şöyledir:
Yüzüm hâke
koyup kıldum edâ otuz iki rek’at
Salât-ı farz-ı
Fazl-ı Hakka oldum sâcid-i bâbâ (G 7/6)
Yüzümü
toprağa koyup otuz iki rekat namaz kıldım. Fazl-ı Hakk’ın farz namazlarıyla
babaya secde eden oldum. Farz namazların rekat sayıları, günlere ve evde
oturup seferde olmaya göre farklılık gösterir. Bir günde kılınan farz
namazların rekat sayıları hazarda on yedi, seferde on bir ve cuma günü on
beştir. Bunun hikmeti, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi harftir. Hazar ile seferde
kılınan farz namazının rekatları toplamı yirmi sekiz eder ki yirmi sekiz ilahi
kelimeye karşılık gelir. Hazarda ve cuma gününde kılınan farz namazının
rekatları ise otuz ikidir ki otuz iki ilahi kelimeye denk gelir (Ballı, 2010:
92). Beyitte “Yüzümü toprağa koyup otuz iki rekat namaz kıldım.” derken,
hazarda ve cumada bir günde kılınan farz namazlarının rekatları toplamı
söylenmiştir. Beyitte Fazlullah, Allah konumundadır ve Müslümanlara namaz
kılmayı emretmiştir (Arşî, Terkib-i bend l/VI/48). ‘Baba’ denilen kişi ise
Âdem’dir ve secde onun yüzüne yapılır; çünkü bu yüzde otuz iki ilahi kelime
yazılıdır ki bu kelimeler Allah’ın kendisidir. Melekler, Âdem’in yüzüne secde
etmişlerdir. Müslümanlar Kâbe’ye dönüp namaz kılarlar; çünkü Âdem’in yüzü Kâbe
toprağındandır. Kâbe’ye doğru namaz kılmak, aslında Âdem’in yüzüne doğru namaz
kılmaktır. Hurûfîlerin kıblesi, Âdem’in yüzüdür. Namaz kılmanın amacı da zaten
Hz. Âdem’in yüzünü yüceltmektir (Ballı, 2010: 77). Beyitte bu anlayışa işaret
edilmiştir.
Hem didi on
yedi farz oldı salât-ı mü’minân
Cum’a on
beşdür didi tâ ola sî vü dü karin (G 220/11)
Hem,
“müminlerin namazı on yedi rekat farz oldu”, dedi. “Cuma on beş (rekattır) ”
dedi, “ta otuz iki yakın olsun”. Hazarda kılınan farz namazların rekatları
on yedidir ve cuma günü kılınan farz namazların rekatları on beştir. Bu
sayıların böyle olmasının hikmeti, otuz ikiye ulaşmaktır. Hazarda ve cuma günü
kılınan namazların rekatları toplam otuz ikidir ki otuz iki ilahi kelimeye denk
gelir.
Kılmışam
vech-i sevâd-ı a’zâmında cum’a’i
Mısr-ı
câmi’dür yüzi te’vil-i burhân bulmışam (G 200/4)
Yüzü mısır
camisidir. Cuma (namazını) yüzünün yüce siyahında kılmış, tevil delili
bulmuşum. Mısır’ın bir anlamı ‘şehir’dir (Redhouse, 2015: 1877;
Devellioğlu, 2016: 746). Cuma namazının kılınabilmesinin şartlarından biri
şehirdir; çünkü Cuma namazı, bir şehirde yalnızca en büyük camide kılınır
(Karaman, 1993: 85-89). Mısır camisi, cuma namazının kılındığı camidir. Mısır
Camisi kavramı, Serahsî’nin Mebsût adlı fıkıh kitabının Cuma namazı
kılınabilecek şehirler hakkındaki bölümünde şöyle geçmektedir:
Cemiyetli
kasabanın (Mısr Cami’)[11]
tercih edilen mezheb görüşünde (zâhiru’l-mezheb) tanımı, ‘Kamu (had)
cezalarının ve hükümlerin uygulanması için bir yönetici veya hâkimin bulunduğu
yer’ şeklindedir. Bazı âlimlerimiz (rh. a.), her sanatkârın orada sanatıyla
yaşayıp geçinebildiği, başka bir sanata geçmeye ihtiyaç duymadığı yerdir,
demişlerdir. (Serahsî, 2008: 34)
Mısır camisi
sevâd-ı a’zâmdır ve sevâd-ı a’zâmın bir manası da ‘ulu şehir’dir, yani
Mekke’dir (Devellioğlu, 2016: 1103). Yüz de sevâd-ı a’zâmdır; çünkü yüzde siyah
hatlar vardır ve Adem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır. Bu sebeple yüz,
beyitte ifade edildiği gibi, mısır camisidir. Câvidânnâme’de bu konu ile
ilgili olarak şunlar söylenir: “Ve mısır câmide ola ki mısır sevâd-ı a’zamdan
ibâretdir ki aleyküm sevâd-ı a’zâm ki vechin siyahıdır ve a’zamdır ki bahs-i
hilkat eyler ve kelime-i İlâhînin a’dâdından işâret ile haber verir” (Fazlullah
Esterâbâdî, 2012: 464). Secde, otuz iki ilahi kelimeye yapılır. Meleklerin
Âdem’e secde etmesi, Âdem’in şahsına değil, yüzünde yazılı olan otuz iki ilahi
kelimeyedir. Otuz iki ilahi kelime, yüze hatlar vasıtasıyla yazılmıştır ki bu
hatlar saç, kaş ve kirpik gibi siyah kıllardan oluşmaktadır. Beyitte yüzün yüce
siyahına namaz kılmak, hatlara -dolayısıyla otuz iki ilahi kelimeye- namaz
kılmak anlamına gelir. Yüz, Fazlullah’ın keşfettiği bir ilim olan tevile ait
deliller barındırmaktadır; çünkü tevil, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin
varlıklardaki işaretlerini bulma amacına dayanmaktadır.
Çün kıldı
tecellî sûret-i Fazl ile zât
Zâtına delîl
oldı esmâ-i sıfât
Yazıldı
yüzinde nûr ile dört yedi hat
Farz oldı
a’dâd ile beş vakt-i salât (Rubai 8)
Zat,
Fazl’ın suretiyle tecelli kıldığı için, zatına isimlerin sıfatı delil oldu.
Yüzüne nur ile dört (tane) yedi hat yazıldı. Adet ile beş vakit namaz farz
oldu. Allah, Fazlullah suretiyle yeryüzüne inmiştir. Allah’ın yüzünde,
anasır-ı erbaaya göre her biri dört unsurdan meydana gelmiş yedi adet ümmî hat
vardır ki bir saç, iki kaş ve dört kirpikten ibarettir. Ümmî hatlar yirmi sekiz
ilahi kelimeye karşılık gelir. Farz kılınan beş vakit namazın rekatları toplamı
hazarda on yedi ve seferde on birdir.
Bunların
rekatlarının toplamı yirmi sekiz eder ki yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık
gelir.
Bir günlük
farz namazının rekat sayıları hazarda on yedi, seferde on bir ve cumada on
beştir. Bu sayıların böyle olması, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin
açığa çıkması içindir. Hazarda ve seferde kılınan farz namazların rekat
sayıları toplamı yirmi sekizdir ki yirmi sekiz ilahi kelimeye karşılık gelir.
Hazarda ve cumada kılınan farz namazlarının rekatları toplamı ise otuz ikidir
ki otuz iki ilahi kelimeye karşılıktır. Hurûfilikte namaz yüze kılınır; çünkü
yüz, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin yeridir. Meleklerin Hz. Âdem’e
secde etmelerinin sebebi budur. Tüm Müslümanlar, Âdem’in yüzü Kâbe toprağından
yaratıldığı için Kâbe’ye doğru namaz kılarlar. Buradaki asıl amaç, yüzün -yani
yüzdeki ilahi kelimelerin, başka bir deyişle, bizzat ilahi kelimeler olan
Allah’ın- yüceltilmesidir.
Hac
Hurûfîler Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatini değiştirmemişler, ona
harfiyen uymuşlardır. Emredildiği gibi bütün ibadetleri yerine getirmeye
çalışmışlardır. Bununla beraber, ibadetleri kendilerince anlamlandırmalardır.
Hurûfîlere göre hac, yüze yapılır. Kâbe’nin tavaf edilmesinin sebebi, Âdem’in
yüzünün Kâbe toprağından yaratılmasıdır. Yani, asıl yüceltme, yüze
yapılmaktadır. Bu nedenle, hac ibadeti Mekke ile sınırlı tutulamaz. Hurûfîler,
Fazlullah’ın ölümünden sonra, hac ibadetinin mekanını Mekke’den Alıncak’a
taşımışlardır:
Melâ’ik yüz
koyup hâk-i şerifine olur sâcid
Matâf-ı ehl-i
vahdetdür mekân-ı Esterâbâdî (K 7/6)
Esterâbâdî’nin
mekanı vahdet ehlinin tavaf yeridir. Melekler, şerefli toprağına yüz koyup
secde ederler. Fazlullah Esterâbâdî, 1394 yılında Alıncak kalesinde başı
kesilerek idam edilmiş ve buraya defnedilmiştir. Bu olay üzerine
Hurûfîler, hac
yapmak üzere Alıncak’a gelmeye başlamışlar, Fazlullah’ın mezarını tavaf yeri
olarak benimsemişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye ’de
Mezhepler ve Tarikatler adlı eserinde Hurûfîlikteki hac anlayışına dair şu
bilgileri verir:
Hacları,
Fazl’ın öldürüldüğü Alıncak’ta edâ edilir. ‘Maktelgâh’ dedikleri, Fazl’ın
öldürüldüğü yerde ihrâma bürünüp orayı yedi kere tavaf ederler; Mârân-şâh
(yılanlar şahı) dedikleri Miranşâh’ın yaptırdığı Senceriyye Kalesi’ne üç kere
yedişer taş atarak Şeytan’ı taşlamış olurlar. Bunları, bütün hususiyetleriyle,
Fazl’ın öldürülmesinden aşağı yukarı yirmi küsur yıl sonra yazılmış olan ‘Istivâ-nâme’ten
öğrenmekteyiz. (...) Fakat Hurûfîler, bu ibadet tarzlarını pek az bir müddet
yürütebilmişlerdir; çünkü muahhar kaynaklarda bunlara ait hiçbir kayda
rastlayamıyoruz. (Gölpınarlı, 1969: 152153)
Vechünden ayru
her kim Ka’be murâd idindi
Sa’yı Safâsız
oldı farzı kazâya kaldı (G 296/4)
Her kim,
yüzünden ayrı olarak Kabe ’ye gidip (Hac yapmak istedi), onların sa’yı Safâ’sız
oldu, farzı kazaya kaldı. Haccın asıl manası, yirmi sekiz ve otuz iki ilahi
kelimeyi yüceltmektir. Allah, kendi sureti üzerine yarattığı Âdem’in yüzüne
otuz iki ilahi kelimenin işareti olarak otuz iki hat yazmıştır. Melekler, bu
sebeple Âdem’e secde etmişlerdir. Secde ve ibadetler Âdem’in yüzüne yapılır.
Âdem’in yüzü Kâbe toprağından yaratılmıştır. Haccın asıl manası, Âdem’in yüzünü
yüceltmektir (Ballı, 2010: 84). Dolayısıyla, yüzden habersiz bir şekilde
yapılan hac ibadeti anlamsızdır, boşunadır.
Hac, yüze
-yani otuz iki ilahi kelimeye- yapılır. Hz. Âdem’in yüzü Kâbe toprağından
yaratıldığı için, Kâbe tavaf edilmektedir. Tavafın asıl anlamı Hz. Âdem’in
yüzünü ve dolayısıyla yüzde bulunan otuz iki hattın işaret ettiği otuz iki
ilahi kelimeyi yüceltmektir. Hac ibadetinin bu yorumu, onu mekandan bağımsız
hale getirmektedir. Bu nedenle Hurûfîler, Allah’ın kendisinde tecelli ettiği
varlık olan Fazlullah’ın mezarını yeni hac mekanı olarak benimsemişlerdir.
Haccın mekanı Mekke’den Alıncak’a taşınmıştır. Şeytan olarak, Fazlullah’ı idam
ettiren Miranşâh’ın yaptırdığı Senceriyye Kalesi taşlanmıştır. Hurûfîlere göre;
yüzü ve yüzdeki otuz iki ilahi kelimeyi bilmeyenin haccı kabul olmaz,
boşunadır. Çünkü asıl anlam yüzdedir; yani ilahi kelimelerdedir.
Hurûfîler
Bu başlık
altında, Arşî Divani1 ndan hareketle, Hurûfîlerin kendilerini
nasıl tanımladıklarını anlayamaya çalışacağız. ‘Hurûfîler kendilerini hangi
konumda görmektedirler?’ ve ‘Hurûfîler kendilerini ve Hurûfî büyüklerini nasıl
anlamaktadırlar?’ sorularının yanıtlarını arayacağız.
Hurûfî
Büyükleri
Arşî’nin
şiirlerinde geçen Hurûfî büyükleri Aliyyü’l-A’la ve Muhîtî’den ibarettir.
Aliyyu-l
A’lâ
Asıl adı
Ebu’l-Hasan-ı İsfahânî’dir; ancak Aliyyu-l A’lâ ismiyle tanınmıştır. Henüz
gençken Fazlullah Esterâbâdî’ye intisap eden Aliyyu-1 A’lâ, onun baş
halifesidir. Fazlullah’ın idamından sonra Timurlular tarafından Hurûfîlerin
takip edilmesiyle Suriye’ye kaçtı; ardından Anadolu’ya geçti. Kardeşi ile
beraber burada Hurûfîliği yaymaya çalışan Aliyyu-1 A’lâ, Bektâşîlere Câvidânnâme'yi
Hacı Bektaş’ın yolu olarak tanıttı. Hurûfîlik öğretilerini dinin sırları olarak
anlattı. Anadolu’da uzun bir süre kaldıktan sonra İran’a dönen Aliyyu’l-A’lâ,
Alıncak’ta öldü ve Fazlullah’ın yanına gömüldü. Fazlullah’ın baş halifesinin,
Hurûfîliği öğretmek amacıyla, Câvidânnâme1 yi esas alarak
yazdığı Tevhîdnâme ve Kıyâmetnâme adlarında eserleri mevcuttur.
Bunun dışında; Fazlullah’ın kızı için yazdığı Firaknâme, kardeşinin
ölümü üzerine kaleme aldığı Mersiye-i Birader, önde gelen Hurûfîlerden
Seyyid Kemâleddîn Hüseyin için nazmettiği Mersiye-i Seyyid Kemâleddîn Hüseyin
ve Kıyâmetnâme’nin devamı niteliğinde olan Mesnevi adlı eserleri
bulunmaktadır (Aksu, 1989: 381).
ArşîDivanı’nda
9 numaralı gazelin tamamı Aliyyu’l-A’lâ hakkındadır:
Fazl-ı Ehade
veliyy-i vâlâ
Kimdür dir
isen ‘Aliyy-i A’lâ (G 9/1)
Fazl-ı
Ehad’inyüce ermişi kimdir dersen (o) ‘Aliyy-i A ’lâ’dır. Aliyyu’l-A’lâ,
Fazlullah’ın yüce ermişlerindendir; o, büyük velilerdendir.
Keşşâf-ı
rumûz-ı Fazl-ı Bârî
Fettâh-ı
tılısm-ı kenz-i ahfâ (G 9/2)
Fazl-ı
Bârî’nin işaretlerinin kaşifi; en gizli hâzinelerin tılsımının fatihi... O,
Fazlullah’ın işaretlerini keşfeden, Hurûfiliğin gizli hâzinelerini fetheden
kişidir. Sözkonusu gizli hazineler, Kur ’an tevilleri ve Hurûfiliğin en
derin manalarıdır.
Ser-çeşme-i
tâlibân-ı te’vîl
Ser-halka-i
‘âşıkân-ı şeydâ (G 9/3)
Tevil
taliplerinin piri; divane âşıkların halka başı... Aliyyu’l-A’lâ, tevil
konusunda bir üstaddır. Aynı zamanda o, divane bir Hak âşığı olup bu konuda en
ileri gidenlerdendir.
Bînâ
be-cemâl-i zât-ı zü’l-cûd
Dânâ
be-kemâl-i zât-ı Mevlâ (G 9/4)
Cömertlik
sahibi zatın yüzünü görücü; Mevlâ’nın zatının olgunluğunu bilici... Aliyyu’l-A’lâ,
kendisinde bulunan ilmu’l-esmâ ile cömertlik sahibi zatın, yani Allah’ın,
yüzünü görmüş; O’nun zatının olgunluğunu kavramıştır.
Ser-dâr-ı
cüyûş-ı ehl-i tevhîd
Hâdî-i tarîk-i
mülk-i ma’nâ (G 9/5)
Tevhit ehli
askerlerine komutan; mana ülkesinin yoluna rehber... O, tevhid ehli
kişilerin başıdır, onlara yol göstericidir. Hurûfîliğin mana ikliminde
taliplere bir rehberdir.
Arz üzre odur
halîfetu’llâh
Çarh üzre odur
meh-i mücellâ (G 9/6)
Yeryüzünde
Allah’ın halifesi odur; gökte parlak ay odur. Halife, Allah’ın yeryüzündeki
temsilcisidir. Hurûtî düşüncesine göre ise halife, otuz iki ilahi kelime olan
Allah’ın işaretlerini yüzünde taşıyan insandır. Aliyyu’l-A’lâ, insanın bu yüce
konumunun farkındadır ve yüzdeki hatların bizzat Allah olduğunu bilir. Bu
nedenle o, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, cehalet
karanlığındaki insanlara yol gösterir. Bundan dolayı Aliyyu’l-A’lâ, gecenin
zifiri karanlığında yeryüzünü aydınlatan parlak bir ay gibidir.
Feyzinden anun
bu ‘Arşi dâ’im
Ahbâba ider
beyân-ı esmâ (G 9/7)
Bu Arşî,
onun ilminden daima dostlara isimleri anlatır. Arşî, dostlarına ve
çevresindekilere Hurûfîliği ve ilahi isimleri anlatırken Aliyyu’l-A’lâ’nın
ilminden faydalanır.
Vasıyy-i
mutlak-ı Fazl-ı Hudânun
‘Aliyy-i
‘Âli-i A’lâ degül mi (G 281/6)
Mutlak
Fazl-ı Hudâ’nın vasiyetini yerine getimeye memur olan kişi ‘Aliyy-i ‘Âli-i A
’lâ değil midir? Bu beyte göre, Fazlullah’ın Hurûfîliği yaymakla ilgili
vasiyetini yerine getirmekle sorumlu birinci kişi Aliyyu’l-A’lâ’dır; çünkü o,
Fazlullah’ın baş halifesidir.
Âşıkân-ı
cemâl-i Fazl-ı Hakuz
Hak-i pây-ı
‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)
Fazl-ı
Hakk’ın yüzünün âşıklarıyız; ‘AUyy-i A’lâ’nın ayağının toprağıyız. Şair,
Fazlullah”ın yüzüne aşkını dile getirip Aliyyu’l-A’lâ’nm yolunda olduğunu ifade
etmektedir.
Aliyyu’l-A’lâ,
Fazlullah’ın baş halifesi olan yüce bir Hurûfî ermişidir. Tevil ilminin üstadı
ve Hurûfîlik sırlarının fatihidir. Tevhid ehlinin başı ve mana ülkesinin
rehberidir. Allah’ı aynelyakin görmüş bir Hak âşığıdır. O, Allah’ın
yeryüzündeki halifesidir ve cehalet karanlığında kalanların yolunu aydınlatacak
bir ışıktır. Hurûfîlere pek çok şey öğretmiştir ve onlara dosdoğru yolu
göstermiştir.
Muhîtî
Muhîtî
960/1553 yılında doğmuş, 1621’den önce vefat etmiştir. Bu şair hakkında
kaynaklarda somut bilgiler yoktur. Bir divan şairi olan Muhîtî, Arşî’nin
şeyhidir; dolayısıyla bir Hurûfî mürşididir. Arşî Ergirikasrı’nda yaşadığına
göre Muhîtî de burada yaşamış olmalıdır. Şair, şiirlerinden anlaşıldığı
kadarıyla, on iki imama gönülden bağlıdır. Muhîtî’nin Dîvân-ı Muhîtî.,
Keşf-nâme ve Kısmet-nâme adlarında üç eseri bulunmaktadır (Usluer,
2016: 27-28).
Arşî
Dzraro’ndaki 243 numaralı gazel Muhîtî hakkındadır:
Gurûb itdi
egerçi neyyir-i ma’nî Muhîtîden
Tulü’ itdi
dil-i ‘Arşîde âhir gün gibi rûşen (G 243/1)
Eğer mana
güneşi Muhîtî’den battıysa sonunda gün gibi aydınlık (olarak) Arşî’nin gönlünde
doğdu. Bu beyit Muhîtî’nin ölümünden sonra yazılmış olmalıdır; çünkü mana
güneşinin Muhîtî’den batması, onun ölmüş olabileceğini düşündürmektedir.
Muhîtî’nin, Arşî’nin şeyhi olduğunu düşünürsek, beyitte, Muhîtî’den sonra
şeyhlik postuna Arşî’nin oturduğunu düşünebiliriz. Ne yazık ki bu konularda
kesin bilgiye ulaştıracak kaynaklar bulunmamaktadır.
Muhît olmışdı
evvel mâ-verâ-yı kevne ammâ kim
Bu dem ‘arz
itdi Rahmân sûretini ‘arş-ı a’zamdan (G 243/2)
Önce,
varlık ötesini kuşatmıştı ki bu zamanda Allah’ın katından Rahman suretini
gösterdi. Varlık ötesi, mana âlemine işaret eder. Muhîtî, mana âleminin
fatihidir. O, Rahman suretini göstermiştir. Muhîtî’nin Hurûfî olduğunu
düşünürsek, bunu yüzdeki otuz iki ilahi kelimenin keşfiyle yaptığını
söyleyebiliriz; çünkü Allah Adem’i kendi suretinde, yani Rahman suretinde
yaratmıştır. Bu nedenle tüm insanlar Rahman suretindedirler; fakat bazı
insanlar bunun farkındadır, pek çoğu ise farkında değildir. Muhîtî, farkında
olanlardandır.
Muhît oldı
gehî cûş u hurûş itdi tabâyı’da
Gehî ‘arş-ı
‘ulâya çıkdı çekdi cümleden dâmen (G 243/3)
Bazen
tabiatleri kuşatarak coşup taştı; bazen de en yüksek arşa çıkıp her şeyden etek
çekti. Beyitte Muhîtî’nin gönül ve ruh dünyasına işaret edilmiştir. Hurûfî
düşüncesinde ve inanışında tabiatleri kuşatmak, otuz iki ilahi kelimenin
bilgisiyle olur; çünkü her şey otuz iki kelimeden ibarettir. Arş, Adem’in
yüzüdür. En yüksek arşa çıkmak, yüzdeki hatların bilgisini edinip ruhen Allah
katında yaşamaktır.
Gehî kenz-i
İlâhî oldı Kur’ân-ı ‘Azîm içre
Gehî şer’-i
mesa’il ‘ukdesinden açdı bin revzen (G 243/4)
Bazen
Kur’an içinde ilahi hazine oldu; bazen de şeriat meselelerinin düğümünden bin
pencere açtı. Muhîtî, Hurûfîlik bilgisiyle yalnızca Kur’an’rn hâzinelerini,
sırlarını öğreten değil; aynı zamanda şeriat meselelerini de halleden,
zorlukları ortadan kaldıran bir şeyhtir.
Muhîtinün
derûnmda olan dür-dâne-i vahdet
Sadef-âsâ
dil-i ‘Arşîde kıldı ‘âkıbet mesken (G 243/5)
Muhîtî’nin
gönlünde olan vahdet incisi, sonunda, Arşî’nin sedef gibi olan gönlünde
konakladı. Muhîtî, vahdet anlayışını Arşî’nin gönlüne koymuş bir mürşittir.
Arşî, vahdet bilincini Muhîtî’den almıştır.
Ey çarh-ı
bî-vefâ yine ney ki bu resme hâl
Kıldun Muhîtî
gibi şeh-i kevni pây-mâl (Terkib-i bend 2/1/1)
Ey vefasız
dünya! Yine durum şu ki; Muhîtî gibi (bir) varlık şahını ayak altına aldın.
Şair, şeyhi Muhîtî’nin ölümünden dolayı dünyayı vefasızlıkla suçlamaktadır.
Muhîtî, otuz iki ilahi kelimenin sırlarına vakıf olduğundan dolayı beyitte
varlık şahı olarak anılmıştır.
Erbâb-ı ma’nî
ol şehi her demde yâd idüp
Giryân olur
gözinde sirişkin ziyâd idüp (Terkib-i bend 2/1/8)
Mana
erbabı, o şahı her nefeste hatırlayıp gözünde gözyaşları çoğalarak ağlar.
Mana erbabı, Hurûfîlerdir. Hurûfî topluluğu, Muhîtî’yi her nefeste hatırlayıp
onun ölümünden dolayı üzülerek gözyaşı dökmektedir.
Makbûl-i bâb-ı
der-geh-i Fazl oldugı içün
Emr oldı durma
gel didiler âsitâneden (Terkib-i bend 2/II/12)
(Muhîtî),
Fazl dergahının kapısının makbulu olduğu için, payitahttan “Durma, gel!” diye
emrolundu. Muhîtî’nin vefatının sebebi, onun makbul bir kul olmasıydı. O,
Fazlullah dergahında makbul bir kişi olduğundan dolayı, Allah katından
çağırılmıştır; ona “Durma, gel!” denilmiştir. Bu nedenle Muhîtî, zamansız bir
şekilde ahirete göçmüştür.
‘İlmine Fazl-ı
Hâlıkun olmışdı reh-nümûn
Yetdi makâm-ı
menziline eyledi sükûn (Terkib-i bend 2/IV/32)
Fazl-ı
Hâlık’ın ilmine kılavuz olmuştu; (kabir) durağına varıp sessizliğe büründü.
O, Hurûfîliğin kılavuzlarından biriydi; bir Hurûfî şeyhiydi. Sonunda kabirde
sessizliğe büründü. Müritlerine yaptığı onca dersten, onca konuşmadan sonra
ebedlere dek sustu.
Hâdî-i râh-ı
şeridi ez-Fazl-ı lem-yezel
Câ’iz disem ki
Mehdî-i sâhib-zamân idi (Terkib-i bend 2/V/37)
Sonsuz
Fazl’ın şeriat yolunun birincisiydi. (Ona) ‘Zamanın Mehdî’si’ desem caizdir.
Şaire göre Muhîtî, Fazlullah yolunun birincisiydi. Ona ‘Zamanın Mehdî’si’ dense
yeridir.
Niçün ki
gül-‘izâr-ı riyâz-ı na’îm idi
‘İlmine Fazl-ı
Hâlıkun ol serv-i ser-firâz (Terkib-i bend 2/VI/42)
başını
yukarı kaldıran servi, Fazl-ı Hâlık ’ın ilmiyle, Naim cennetinin gül yanaklısı
idi. Muhîtî, Fazlullah’ın ilmi sayesinde istiva hattını bilmiş, yüzdeki
yedi adet ümmî hattı sekiz yapmış, böylece cennetin sekiz kapısını açarak Naim
cennetine ulaşmıştır.
Muhîtî, Hurûfî
şeyhlerindendir ve Arşî’nin mürşididir. Otuz iki ilahi kelimenin sırrına sahip
olan Muhîtî, mana âleminin fatihidir. Fazlullah yolunun kılavuzu, Allah katının
makbul kuludur. O, Kur’arim sırlarını açığa çıkaran bir önder, şeriatin
zorluklarını tek tek halleden bir hocadır. Arşî’ye göre Muhîtî, Hurûfîliğin en
önde gelen kişisidir ve zamanın Mehdî’sidir.
Hurûfî
Topluluğu
Bu kısımda, Arşî
Divanı’nda Hurûfîlerden genel olarak bahseden beyitler ve bendler
incelenecektir.
Bâkıyât u
sâlihâtun hakkı-çün
Ol gürûh-ı
nâciyânun hakkı-çün (M 1/45)
Bakilerin
ve salihlerin hakkı için, o kurtulmuş fırkanın hakkı için... Beyitte
‘kurtulmuş fırka’ olarak bahsedilenler Hurûfîlerdir. Kurtulmuş fırka (gürûh-ı
nâciye) ile ilgili hadis şöyledir: “Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap
olanlar 72 fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır.
Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır” (Oral, 2014: 295).
Hurûtîlere
göre gürûh-ı nâciye, Fazlullah’ın yolundan gidenlerdir. Aşağıdaki beyitte de
Hurûtîlerin kurtulmuş fırka olduğundan bahsedilir:
Hakkun sözi
Rasûlün oldı hadîsi şâhid
Ol fırkaya kim
oldı Fazl-ı Hudâ me’âvîn (G 222/4)
Hakk’ın
sözü (ve) Resulün hadisi, Fazl-ı Hudâ’nın yardımcı olduğu o fırkaya şahit oldu.
Yukarıda, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in gürûh-ı nâciye ile
alakalı hadisini zikrederek Hurûtîlerin bu konudaki yorumunu açıklamıştık. Kur’ari
da ise kurtulan fırka şöyle geçmektedir: “Bütün insanları kendi önderleriyle
birlikte çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından
verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa
uğratılmazlar” (İsra, 17/71). Hurûfî düşüncesine göre, ahirette verilecek olan
kitapta yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime yazmaktadır. Dünyada bu kelimeleri
varlıklarda müşahede edip okuyamayan, ahirette de okuyamaz ve cehennemi hak
eder. Bu nedenle kurtulacak olan fırka, Hurûfîlerden başkası değildir (Usluer,
2009a: 136). Bu konudaki ayet ve hadis, Hurûfılerin kurtulmuş fırka olduğuna
şahitlik eder.
‘Arşiyâ
der-gâh-ı ehl-i Fazldur dâru’l-emân
Nâci bunlardur
necât bunlardan iste dâ’imâ (G 6/22)
Ey ‘Arşî!
Eminlik yurdu Fazl ehlinin dergahıdır. Kurtulanlar bunlardır; kurtuluşu daima
bunlardan iste. Şair, Hurûfî dergahının güvenli bir yer olduğunu ifade
eder; çünkü burası, fırka-i nâciyenin, yani kurtulmuş olan fırkanın mekanıdır. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in fırka-i nâciye hakkında şöyle bir
hadisi bulunmaktadır: “Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72
fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan
72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır” (Oral, 2014: 295). Hurûtî topluluğu,
bu hadiste belirtilen kurtulmuş grubun kendileri olduğunu iddia ederler; çünkü
Hurûfîlik akidesine göre yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin sırlarını
bilmeyen Allah’a ulaşamaz ve ahirette kendisine verilecek olan, içinde otuz iki
harfin yazılı olduğu amel defterini okuyamayıp cehenneme gider. İstiva sırrını
bilmeyen cennete ulaşamaz. İlahi kelimelerin ve istiva hattının sırlarını bilen
tek grup ise Hurûfîlerdir. O halde kurtulan fırka bunlardır. Bu sebeple
kurtuluş da yalnızca Hurûfî topluluğundan istenir. Aşağıdaki beyit de fırka-i
nâciye hakkındadır:
Yetmiş üçünci
nâcî bunlardur ümmet içre
Ger hüccet
ister isen bî-hadd ü ‘ad berâhîn (G 222/5)
Eğer
sınırsız ve adetsiz deliller istersen; ümmet içinde kurtulmuş olan yetmiş
üçüncü (fırka) bunlardır. Bu beyit de, kurtulacak olan fırkanın Hurûfîler
olduğunu söylemekte; Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu konudaki
hadisine telmihte bulunmaktadır. Beyte göre; sınırsız ve adetsiz deliller
isteyenler Hurûfîlere gitmelidir; çünkü Fazlullah’ın takipçileri, bu delillerin
sahibidir.
Olardur hâdi-i
râh-ı hidâyet
Olardur vâli-i
mülk-i velâyet (M 2/51)
Kurtuluş
yolunun birincileri anlardır. Velilik ülkesinin valisi anlardır. Hurûfîler,
kurtulacak olan fırkadır. Onlar, Fazlullah’ın öğretileri sayesinde velilik
mertebesine yükselmişlerdir.
Olardur Hızrı
devr-i rûzigârun
Olardur
mahremi Perverdigârun (M 2/52)
Zamanın
Hızır ’ı anlardır; Rızıklandırıcı ’nın mahremi anlardır. Beyitte Hızır,
ölümsüzlüğün sembolüdür. Hurûfîler, ilmu’l-esmâ sayesinde ölümsüzlüğe
kavuşmuşlardır. İlahi kelimeler sonsuzdur, ezeli ve ebedidir. Her varlık ilahi
kelimelerden yaratıldığı için, şeylerin asılları da ölümsüzdür. Aslını gören, ölüm
diye bir şeyin var olmadığını anlar. Ölüm, yalnızca bir hayal olan, somut bir
gerçekliği olmayan bedeni ortadan kaldırır. Hurûfîler, Fazlullah’ın öğretileri
sayesinde ilahi harfleri öğrenmiş ve kendi asıllarım görmüşlerdir. Bu nedenle
onlara ölüm asla erişemez. Hurûfî topluluğu, otuz iki ilahi kelimenin bilgisi
sayesinde Allah’ı bizzat görmektedirler; çünü Allah, otuz iki ilahi kelimenin
kendisidir. Dolayısıyla Hurûfîler, rızıklandırıcı olan Allah’ın mahremidirler.
Olardan iste
‘ilm-i enbiyâyı
Olardan sor
rumûz-ı evliyâyı (M 2/53)
Peygamberlerin
ilmini onlardan iste; nebilerin işaretlerini onlardan sor. Fazlullah,
peygamberlerin dahi açıklayamadığı sırları açıklamış, dinde hiçbir zorluk ve
hiçbir boşluk bırakmamıştır. Fazlullah’tan ders alanlar, peygamberlerin ilmine
ve nebilerin işaretlerine vakıftırlar. Bundan dolayı, onlara sözkonusu
konularda sorular sorulabilir.
01 kenz-i
ma’rifet kim kalmışdı enbiyâdan
Bunlara oldı
zâhir mahfî olan hazâ’in (G 222/3)
nebilerden
kalan marifet hâzinesi, gizli olan hazineler, bunlara belli oldu. Peygamberlerin
ilimleri, hatta peygamberlerin dahi bilmediği ve açıklayamadığı sırlar
hâzinesi, tevil ilmi yoluyla Hurûfîlere belli olmuştur.
Nübüvvet
mülkine bürhân olardur
Velâyet
tahtına sultân olardur (M 2/54)
Peygamberlik
devletine delil onlardır; velilik tahtının sultanı onlardır. Hurûfîler,
peygamberlerin delilidirler ve elde ettikleri ilim sayesinde veliliğin en üst
mertebesindedirler.
Bu güftâr-ı
beşârâtı işit ‘Arşîden ey tâlib
Ricâlu’llâhdur
şimdi kesân-ı Esterâbâdî (K 7/7)
Ey talip!
Bu müjde sözünü Arşî’den işit; şimdi Esterâbâdî’nin insanları evliyadır.
Fazlullah Esterâbâdî’ye mensup olanlar, elde ettikleri ilim sayesinde evliyalık
mertebesine çıkmışlardır. Bu, büyük bir müjdedir ve bu müjdeyi Arşî
vermektedir.
Kim ki ricâl-i
gaybı görmek diler mu’âyin
Erbâb-ı Fazl-ı
Hakkı görsün olup mukârin (G 222/1)
Kim gayb
perdesine bürünmüş mübarek kimseleri açık bir şekilde görmek isterse yaklaşıp
Fazl-ı Hak erbabını görsün. Hurûfî topluluğu, dünyadan gelip geçmiş ve
ahiret âlemine göçmüş mübarek kişilerin apaçık benzerleridir. Eski zamanlarda
yaşamış mübarek kişileri görmek isteyenler, Hurûfîlere bakmalıdırlar.
Pergâr-ı devre
merkez bunlar durur muhakkak
Tahtına
kâ’inâtun bunlar durur selâtîn (G 222/2)
Devrin
pergelinin merkezi muhakkak bunlardır; kainatın tahtına sultan bunlardır.
Hurûfîler, elde ettikleri ilim sayesinde kainata sultan olmuşlardır. Otuz iki
ilahi kelimeyi bilen Hurûfî topluluğu, otuz iki kelimeden yaratılan kainata
hükmedebilir. Bundan dolayı devrin merkezi, Hurûfîlerden başkası değildir.
Devr-i zühâlde
bunlar oldı halîfe-i ‘arz
İnkâr iden bu
kavmi oldı kamu melâ’în (G 222/6)
Zühal
devrinde bunlar yeryüzünün halifesi oldu. Bu kavmi inkar eden herkes
lanetlenmiştir. Zühal devri, Hurûfîlere göre, kıyametin yaklaştığı
dönemdir. Bu dönemde Hurûfîler yeryüzünün halifesi olmuştur. Hurûtîleri inkar
edip bu inanca ve düşünceye tavır alanlar, bu öğretinin müritlerine eziyet
edenler lanetlenmiştir.
Olmak dileyen
mukarreb-i Mevlâdan
Olsun sulehâ-i
Fazl-ı bî-hem-tâdan (G 229/1)
Mevlâ ’nm
yakınlarından olmayı dileyen; eşsiz Fazl ’ın salihlerinden olsun. Allah’a
yakın olmak isteyen, Fazlullah’ın yoluna girmelidir; Hurûfî topluluğuna
katılmalıdır.
Uy ehl-i Fazla
insâniyyet öğren
Ne lâzım
ihtilât-ı dîv ü dedden (G 248/3)
Fazl ehline
uy, insanlık öğren. Dev ve yabani hayvanın karışmasına ne gerek var?
İnsanlık, Fazlullah’ın yolundakilerin bir özelliğidir. Diğerlerinde bu özellik
yoktur.
Serâsîme
gezerdüm vâdî-i hayretde bî-hâsıl
Ulaşdum
meclis-i erbâb-ı ‘irfana bi-hamdi’llâh (G 260/2)
Hayret
vadisinde sersemce boş boş gezerdim. Allah’a hamd olsun, irfan erbabının
meclisine ulaştım. Arşî, hayret vadilerinde boş boş gezdiğini; ama sonra
irfan erbabı olan Hurûfîlerin meclisine ulaştığını söyler ve bunun için Allah’a
şükreder. Muhtemelen şair, Hurûfî olmadan önce başka tarikatlarda bulunmuş;
fakat hiçbirini beğenmeyip arayışına devam etmiş, sonunda Hurûfî topluluğuna
katılmıştır.
Erbâb-ı tahkîk
olmaz mukayyed ahlâf-ı dehrün cem’iyyetinden
Anlar irişdi
Fazl-ı Hudâdan nâz-ı na’îme feyz-i ‘azîme (279/4)
Hakikat
erbabı, dünya müttefiklerinin topluluğuna bağlı olmaz. Onlar, Fazl-ı Hudâ
(sayesinde) refah ve bolluğa, büyük bir ilme erişti. Hakikat erbabı,
Hurûfîlerdir. Onlar, dünyevi şeylere bağlı değildirler; çünkü zaten
Fazlullah’ın ilmi sayesinde refah ve bolluğa, aynı zamanda büyük bir ilme
ulaşmışlardır. Dünyanın zenginlikleri, Hurûfîliğin verdiği ilmin zenginliği ile
boy ölçüşemez.
‘Üm-i te’vili
gel okı bizden
Tâ sana feth
ola kelâmu’llâh (Tercî-i bend l/II/ll)
Gel, tevil
ilmini bizden oku ki sana Allah’ın sözleri açılsın. Allah’ın sözlerinin
manası ancak tevil ilmi sayesinde açığa çıkar. Bu ilim, Fazlullah tarafından
keşfedilmiştir; dolayısıyla Hurûfilere aittir. Şair, Allah sözünün manasını
anlamaya talip olanları, isteklerine ulaşmaları için Hurûfî topluluğuna
çağırmaktadır.
Bende-i Fazl-ı
kibriyâyuz biz
Vâris-i ‘ilm-i
enbiyâyuz biz (Tercî-i bend 1/1/8)
Biz, Ulu
Fazl’ın kullarıyız. Biz, peygamberler ilminin varisleriyiz. Fazlullah’a
bağlı olan Hurûfîler, peygamberlerin ilmine varis olmuşlardır.
Ey tâlib olan
zâta aç gözün uyar cânın
Gel sırr-ı
Haki gûş it Fazlun hulefâsından (G 223/2)
Ey zâta
talip olanl Gözünü aç, canını uyar; gel, Fazl’ın halifelerinden Hakk’ın sırrını
işit. Allah’ın sırlarını bilenler Fazlullah’ın halifeleridir; Allah’a talip
olanlar onlardan yardım istemelidir.
Men ledün
‘ilmin okı anlardan
Tâ sana feth
ola sırr-ı dakîk (Tercî-i bend 3/VI/53)
Onlardan
‘men ledün’ ilmini oku ki sana ince sırlar açılsın. Arşî’ye göre Fazlullah,
ledün ilmine sahiptir ve bu ilmin tevilini keşfetmiştir (Arşî, K 8/5). O, bu
ilmi takipçilerine aktarmıştır. Bu nedenle Hurûfîler, ledün ilmine sahiptir.
İnce sırların kendilerine açılmasını isteyenler, Hurûfî topluluğundan ledün
ilmini okumalıdırlar.
Ahirüz gerçi
ümmet-i vasatuz
Dâd-ı Fazl-ı
Hak oldı bize güvâh (Tercî-i bend 1/II/12)
Orta yol
ümmeti olsak da (biz) sonuz; Fazl-ı Hakk ’ın ihsanı bize tanık oldu. Müslümanların
orta yol ümmeti olduğuna dair Kur ’an ayeti şudur: “Böylece, sizler
insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve peygamber de size bir şahit (ve
örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık...” (Bakara, 2/143). Hurûfîler
Müslümandır; yani orta yol ümmetine dahildir. Bununla birlikte onlar, İslam
ümmeti içinde ortalarda değil, en sondadır; çünkü kıyamet yaklaşmış, Mehdî ve
Mesîh olan Fazlullah yeryüzüne inmiştir. Fazlullah, takipçilerine otuz iki
ilahi kelimeye dair öğretisiyle büyük bir bağışta bulunmuş; kendisinden sonra
yeryüzüne ilahi bir görevle hiç kimse gelmeyeceği için onların son fırka
olduğuna tanıklık etmiştir. Bu nedenle, Fazlullah’ın izinden giden Hurûfîler,
İslam ümmetinin en son fırkasıdır.
Kendü vechi
kitâbım okıyan
Şübheden çıkdı
oldı ehlu’llâh (Tercî-i bend 1/II/14)
Kendi
yüzünün kitabını okuyan şüpheden çıkıp Allah ehlinden oldu. Kendisi otuz
iki ilahi kelime olan Allah, insanın yüzüne bu kelimeleri hatlar vasıtasıyla
yazmıştır. Bu sebeple yüz, bir çeşit kitaptır. Hurûfîler bu kitabı okuyarak
Allah’a ulaşır, Allah ehlinden olurlar.
Âşıkân-ı
cemâl-i Fazl-ı Hakuz
Hak-i pây-ı
‘Aliyy-i A’lâyuz (Tercî-i bend 1/III/22)
Fazl-ı Hakk
’ın yüzünün âşıklarıyız. ‘AUyy-i A ’lâ ’nın ayağının toprağıyız. Hurûfîler,
Fazlullah’ın yüzüne aşkla bağlıdırlar; çünkü bu yüz, Allah’ın yüzünden başkası
değildir. Otuz iki harf olan Allah, bu harfleri insanın yüzüne yazmış; böylece
insanı kendi sureti, yani Rahman sureti üzerine yaratmıştır. Bundan dolayı,
Fazlullah’ın yüzüne bakan Hurûfîler, bu yüzde Allah’tan başkasını görmezler.
Aliyyu’l A’lâ, Fazlullah’ın baş halifesidir. Hurûfîler, onun ayağının
toprağıdırlar ve onun yolundadırlar.
Dut dâmen-i
ehl-i Fazl-ı muhkem
Zahid ko
riyâ-yı zühdi elden (Tercî-i bend 2/IV/28)
(Ey) zahitl
Fazl’ın korunmuş ehlinin eteğini tut; zühd riyasını elden bırak. İnsanları
kurtaracak olan şey zühd değil, Fazlullah’ın her türlü tehlikeden, şirkten,
şeytandan ve yoldan sapmışlıktan korunmuş takipçilerine bağlılıktır; çünkü zühd
ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Bâg-ı cennetde
tena”um kılmağa erbâb-ı Fazl
Meyve-i şâh-ı
dıraht-ı müntehâdur sî vü dü (G 253/6)
Otuz iki,
Fazl erbabının cennet bağında rahat etmesi için, müntehâ ağacının dalının
meyvesidir. Otuz iki, Hurûfîlerin cennete gitmelerini sağlayacak olan
Sidre-i Müntehâ ağacı meyveleridir.
Hamdü li’llâh
kim kelâm-ı Fazl-ı Hakka mazharuz
Bist ü heşt ü
sî vü dû harfe ser-â-pâ masdaruz
Men ‘aref
sırrına irdük rûh iline reh-berüz
Ya’ni kim
mülk-i serîr-i ma’rifetde serverüz
Zübde-i
eşyâbizüz arz-ı sadefde gevherüz (Muhammes 2/1)
Allah’a
şükürler olsun ki Fazl-ı Hakk ’ın sözüne mazharız. Baştan ayağa, otuz iki
harfin çıktığı yeriz. ‘Men ‘aref sırrına erdik, ruh iline rehberiz; yani, bilgi
tahtının ülkesinde reisiz. Eşyanın özü biziz, yeryüzü sedefinde inciyiz.
Hurûfîler, Fazlullah’ın sözüne erişmişlerdir; bundan dolayı baştan ayağa otuz
iki harfin göründüğü yer olduklarını bilirler. ‘Men aref sözü, “Kendini bilen
Rabbini bilir.” hadisine telmih yapmaktadır (Ayhan, 2015: 46). Hurûfîler,
kendilerindeki otuz iki harfi bildiklerinden dolayı Allah’ı da bilirler; çünkü
Allah bizzat otuz iki harftir. İnsan ile Allah’ın otuz iki harfte buluşmasının
nedeni, otuz iki harften ibaret olan Allah’ın Âdem’i bu harfler üzerine
yaratmasıdır. Hurûfîler, bu bilgilerinden dolayı ruh ilinin rehberi, bilgi
ülkesinin reisidirler. Yaratılan her varlıkta otuz iki ilahi kelimeden bazıları
bulunmaktadır; fakat insanda bu kelimelerin hepsi mevcuttur. Bundan dolayı
insan, yeryüzü sadefınin incisidir ve şeylerin özüdür.
Yerde gökde ne
ki var zâtumuza mülhakdur
Zâtumuzdur ki
tabâyı’da şeh-i mutlakdur
Dilümüz
anlamaz kimse bizüm muglakdur
Her ne sâdır
ola bizden kamu fi’l-i Hakdur
Fâ’il-i
mutlaka biz âlet ü biz esbâbuz (Tahmis 2/2)
Yerde (ve)
gökte ne varsa zatımıza katılmıştır. Zatimizdir ki tabiatte mutlak şahtır.
Bizim dilimiz kapalıdır, kimse anlamaz. Bizden ne ortaya çıkarsa hepsi Hakk’ın
işidir. Biz, mutlak yapana aletiz ve sebepleriz. İnsan, otuz iki ilahi
kelime üzerine yaratılmıştır. Kainattaki her şey bu ilahi kelimelerden
yaratıldığı için, yerde ve gökte olanlar Âdem’in, yani insanın, zatında
bulunur. Dolayısıyla insan, yaratılış bakımından üstün olduğu tabiatin şahıdır.
Beyte göre; Hurûfîlerin dili kapalıdır, yazdıkları ve söyledikleri, yalnızca
Hurûfîlerin bildiği işaretlerle doludur. Bu nedenle onları kimse anlamaz. Her
şey otuz iki kelimeden yaratıldığı ve Allah bizzat kelimenin kendisi olduğu
için Hurûfîlikte vahdet anlayışı bulunmaktadır. Beyitte geçen “Bizden ne ortaya
çıkarsa hepsi Hakk’ın işidir.” sözü bunu doğrulamaktadır. İnsan, mutlak eylem
sahibinin aleti ve onun için (sözde) sebeplerdir.
Vechümüz
kılmışuz Allâha ezelden teslîm
İtmişüz sî vü
dû esmâ-i Hudâya tefhîm
Fazl-ı Hak
kıldı bize ‘ilm-i ledünni ta’lîm
N’ola ger
çâkerümüz olsa şeh-i heft-iklîm
Cezbe-i ‘aşk-ı
İlâhi ile ser-kullâbuz (Tahmis 2/3)
Yüzümüzü
ezelden Allah’a teslim etmişiz. Hudâ’nm otuz iki ismini büyük saymışız. Eğer
kölemiz yedi iklimin şahı olsa şaşılır mı? ilahi aşkın cezbesiyle sarhoşuz.
Bu beyitte elest bezmi mazmunu bulunmaktadır. Bu olay Kur’ariâa şöyle
geçmektedir: “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini
almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi.
Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik.’ dememeniz içindir”
(A’râf, 7/172).
‘Arşiyâbizdedür
esrâr-ı Sevâd-ı A’zam
Vâris itdi
bizi ‘ilmine habîb-i Ekrem
Bize döndür
yüzün ey tâlib-i ‘ilm-i Âdem
Ey Muhîtî
bizüz ol ‘ukde-güşâ-yı ‘âlem
Ya’ni mîr-i
‘urefâ şehr-i ‘ulûma bâbuz (Tahmis 2/7)
Ey ‘Arşîl
Ulu şehir (olan Mekke ’nin) sırları bizdedir. Habîb-i Ekrem bizi ilmine varis
kıldı. Ey Âdem ilminin talibi! Yüzünü bize döndür. Ey Muhîtî! O âlemin düğüm
çözücüsü biziz; yani, arifler başı (olan) ilimler şehrine kapıyız.
Hurûfîler, otuz iki ilahi kelimenin bilgisine sahiptir ve bu kelimeler her
şeyin bilgisini içermektedir. Dolayısıyla, Hurûfîlerin bilmeyeceği bir ilim,
bir sır veya bilgi yoktur. Mekke’nin sırları, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in ve Hz. Ali’nin ilmini Hurûfîler bilmektedirler. Onlar, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ilmine varistirler. Kainatta düğüm
haline gelmiş ne kadar çok problem varsa Hurûfîler bunları çözebilir. Onlar,
ariflerin içerisinde bulunduğu ilim şehrinin kapısıdır. Yani Hurûfîler,
istemedikleri kişileri ilim kapısına almayabilirler. Bir başka deyişle; ilmi
elinde tutan Hurûfîler, ariflerin üzerinde yer almaktadırlar.
Ser-tâ-be-kadem
kelâm-ı tenzîlüz biz
Keşşâf-ı
beyân-ı ‘ilm-i te’vîlüz biz
Hail itmeğe
‘ukde-i kelâmu’llâhı
Bî-perde işit
ki ehl-i tafsîlüz biz (Rubai 17)
Biz, baştan
ayağa, indirilmiş sözüz. Biz, tevil ilminin sözünün kaşifleriyiz. Biz, Allah
sözünün düğümlerini çözmek için, perdesiz işit ki, uzun uzadıya anlatıp
açıklayan kimseleriz. Her şey gibi Hurûfîler de baştan ayağa sözden
ibarettir; ancak bu söz, gökten indirilmiştir, yani ilahidir. Fazlullah tevil
ilmini bulan kişidir ve bunu takipçilerine de öğretmiştir. Dolayısıyla
Hurûfîler, tevil ilminin sahipleridir. Onlar, Allah sözünün anlaşılmayan
yönlerini tevil ilmine başvurarak çözmektedir.
Hurûfîler
fîrka-i nâciyedir, yani kurtulmuş fırkadır; çünkü ahirette insanın eline
verilecek olan ve içinde otuz iki ilahi kelime yazan amel defterini
okuyabilecek tek grup onlardır. Böylece Hurûfîler cennete, diğerleri ise
cehenneme gideceklerdir. Kurtulmuş fırkadan olanların dergahı emniyetli bir
yerdir. Kurtuluş daima onlardan istenir. Fazlullah’ın takipçileri, kendi
varlıklarının esasen ilahi kelimelerden ibaret olduğunu bildikleri için ölümsüzdürler,
zamanın Hızır’ıdırlar. ‘Men aref sırrının sahibi olan Fazlullah takipçileri,
Hurûfîlik öğretisi sayesinde velidirler, Allah’ın mahremidirler. Tevil ilmiyle
Allah’ın sırlarını öğrenmişlerdir. İlimde peygamberlerin varisleridirler. Otuz
iki kelimeyi bildikleri için, bu kelimelerden yaratılan kainata sultan
olmuşlardır. Onlar devrin merkezi, yeryüzünün halifesi, insanlığın örnek
şahsiyetleri, irfan sahipleri ve hakikat erbabıdırlar. Dünyanın nimetleri
onların ruhunu etkilemez. Hurûfîler, bir Müslüman olarak, orta yol
ümmetindendirler; ancak Fazlulah’ın, yeryüzüne ilahi görevle gelen son kişi
olmasından dolayı, son fırkadırlar.
ARŞI DİVAN'INDA HURÛFÎLİK VE BEKTÂŞÎLİK
MÜNASEBETLERİ
Fazlullah
Esterâbâdî’nin idam edilmesinden sonra, gerek Timurlular tarafından Hurûfîlere
yönelik baskı ve idamlar sebebiyle ve gerek Hurûfîliği tebliğ etme amacıyla pek
çok Fazlullah takipçisi Anadolu’ya gelmiştir. Bunlar arasında en dikkat
çekenleri Fazlullah’ın halifelerinden Aliyyü’l-A’lâ ve Seyyid Nesîmî’dir.
Emir Seyyid
Ali diye de bilinen Aliyyü’l-A’lâ, kardeşiyle beraber Suriye ve Şam üzerinden
Anadolu’ya geçmiştir. Burada Hurûfîliği yaymak amacıyla Tevhîdnâme ve Kıyâmetnâmz
adlı iki eser telif ederek Anadolu’nun farklı yerlerine seyahatlere çıkmıştır.
Bir süre Hacı Bektaş Tekkesi’nde kalan Aliyyü’l-A’lâ, dervişlere Câvidânnâme'y'r
‘Hacı Bektaş’ın yolu’ olarak tanıtmış, bu kitaptaki bilgileri sır olarak
öğretmiş ve dervişlerden, öğrendikleri şeyleri gizli tutmalarını istemiştir
(Aksu, 1989 : 381). Bektâşîliğin Hurûfîlik ile ilk münasebeti bu olmalıdır.
Fazlullah
Esterâbâdî’ye intisap edip Bakü ve Şirvan’da bir süre onunla yaşayan Seyyid
Nesîmî, tıpkı Aliyyü’l-A’lâ gibi, Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra Anadolu’ya
geçmiş ve I. Murad döneminde Bursa’ya ulaşmıştır; ancak burada pek iyi
karşılanmamıştır. Onun Hacı Bayrâm-ı Veli ile görüşme isteği, kendisinin Hurûfî
olmasından dolayı kabul edilmemiştir. Nesîmî, Anadolu’da tutunamayarak
Hurûfîlerin çok olduğu Halep şehrine gitmiş ve burada Fazlullah takipçilerine
şeyhlik yapmıştır. Ünü o kadar yayılmıştır ki Dulkadiroğlu Ali Bey ile
Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’ı bile etkilemiştir. Ancak Halep ulemâsı,
Seyyid Nesîmî’nin öğretilerini İslâm’a aykırı bulmuş ve onun öldürülmesi
hakkında fetva çıkarmıştır. Bunun üzerine Seyyid Nesîmî, derisi yüzülerek ve
başı kesilerek idam edilmiştir (Bilgin, 2007: 3-4). Fazlullah’ın halifelerinden
biri olan ve muhtemelen Hurûfîliği yaymak üzere Anadolu’ya gelen Seyyid
Nesîmî’nin Alevî-Bektâşî geleneğinde yedi büyük ozandan biri sayılması, Hurûfîlik
ile Bektâşîliğin münasebeti sonucu olmalıdır.
Alevî-Bektâşîlerin
yedi büyük ozandan saydıkları bir diğer isim Vîrânî Abdal’dır. Vîrânî Abdal,
17. yüzyıl şairlerindendir. Hurûfîdir, ancak onun Hurûfîliği Fazlullah, Seyyid
Nesîmî, Emir Gıyaseddin Muhammed ve Muhyiddin Abdal kadar değildir. Bir Divan"ı
ve bir de Rısale's\ vardır. Risale’si Nazm u Nesr-i Hazret-i Vîrânî
Baba, Fakrnâme ve Ilm-i Câvidân gibi adlarla neşredilmiştir (Usluer,
2014: 95-98). Bu Risale, Bektâşîlik ve Hurûfîliğin harmanlandığı bir kitap olma
özelliği taşır. Samet Karahüseyin’in de dikkat çektiği gibi, Vîrânî Abdal’ın
eseri, tam bir Hurûfî kitabı olmasa da Hurûfîliğin pek çok konusunu anlatmış,
neredeyse Hurûfî kaynaklarındakiler kadar ilgili terminolojiyi kullanmıştır
(Karahüseyin, 2017: 115116). O halde, Vîrânî Abdal’ın kitabı, Hurûfîlik ile
Bektâşîlik arasındaki etkileşime dair bir kanıt olarak sayılabilir.
Çalışmamızda
temel kaynaklardan biri olarak kabul ettiğimiz Fazlullah Esterâbâdî’ye ait Câvidânnâme
adlı kitabın Dürr-i Yetîm isimli tercümesi, Derviş Murtaza adlı bir
Bektâşî tarafından yapılmıştır:
Ve ba’d-ez-ân
bi-izni’l-lâh ve bi-şefâat-i hândân-ı Hazret-i Şâh-ı Merdân ve be-inâyet-i
Fazl-ı Yezdân ve be-himmet-i kutbü’l-evliyâ Hâc Bektâş Velî el-Horasânî
salavâtu’l-lâhi te’âlâ aleyhim ecmaîn fakîrü’l-hakîr Derviş Murtazâ ve Bektâşî
min fukarâ-i Hazret-i Şâh-ı Necef ba’d-ez hicret-i Hazret-i Resûl
aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm fî târih-i gayn u hı ve mîm (1048) fî zamâni
matlûb-ı tâlibân ve ma’şûk-ı âşıkân ve mahall-i ârifân rahmetu’l-lâhi aleyh bu
Câvidânnâme-i İlâhî lisân-ı Türkî üzerine tercüme eyledi ve bu nâme-i İlâhîye
Dürr-i Yetîm diye isim verdi... (Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 31-32)
Bazı
araştırmacılar da Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki münasebete dikkat
çekmişlerdir. Haşan Hüseyin Ballı, Hurûfîlik hakkında şu yargıda bulunur:
“Hurûfîlik, Alevîlik ve Bektâşîlik’e o kadar sirayet etmiştir ki; Hurûfîliği,
Alevîlik ve Bektâşîlikten ayırmak mümkün değildir. Örneğin, günümüz
Alevilerinin çok kullandığı ‘Bizim haccımız insanadır.’ cümlesinin kaynağı
Hurûfîlikteki insan anlayışıdır” (Ballı, 2012: 382). Abdülbaki Gölpınarlı’ya
göre Hurûfîlik, Bektâşîliğin temel dayanaklarından biridir: “Hurûfîliğin,
Bektâşîliğe aslî bir umde olarak dahil olduğunu ve Bektâşîliğin muhtelif akidelerinden
bir tanesini teşkil ettiğini bildiğimiz gibi...” (Gölpınarlı, 1992: 283). Aynı
yazar, bir başka yerde ise 16. yüzyıl Bektâşîlerinde Hurûfîliğin ilk planda
olduğunu ifade eder: “Bektâşîlerin X. Yüzyılda (XVI) yaşayanlarında Hurûfilik
ilk plandadır ve esas inançtır; onların Abdâl, Kalenderi, yahut Bektâşî
oluşları çok geride kalmaktadır ve âdeta Hurûfiliği örten bir perdedir”
(Gölpınarlı, 1969: 158). Ahmet Yaşar Ocak’a göre; ilk kez Hacı Bektâş-ı
Veli’nin kullandığı ‘ışık’ terimi, Hurûfiler için de kullanılmaktadır (Ocak,
1999: 105107).
Hurûfilik ile
Bektâşîlik arasında bir münasebet olduğu açık ve kesindir. Bu konu ile alakalı
olarak bizi ilgilendiren şey ise, Arşî Divanı’nda sözkonusu ilişki ile
alakalı beyitlerin bulunup bulunmadığı ve bu ilişkinin ne derecede olduğudur.
Tabi ki Divarida bunu araştırmadan önce, Arşî’nin Bektâşîlikle ilgisi
olup olmadığını bilmek gerekir. Şuara tezkirelerinde adı geçmeyen ve hayatı
hakkında çok az şey bilebildiğimiz bir şairin biyografisi ile ilgili olarak
kullanabileceğimiz elimizdeki en önemli malzeme, onun şiirlerinden başka bir
şey değildir.
Atilla
Özkırımlı, Bektâşîlik ile alakalı olarak şöyle der: “Ali sevgisi Bektâşîlikte
her şeyin üstündedir ve Allah-Muhammed-Ali üçlemesi, üçünün tek bir nûr olduğu
inancına dayanır. Tenasüh (ruhun bir insanın bedenine girmesi ve onunla
birleşmesi), tevellâ ve teberrâ da başlıca inançlar arasındadır” (Özkırımlı,
1990: 121). Hurûfî bir şair olan Arşî’nin Divariım incelediğimizde,
yalnızca 7 numaralı kasidenin redifi Fazlullah’la alakalı olarak ‘-ı
Esterâbâdî’dir. Bununla beraber, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ile alakalı rediflerin sayısı altı[12]
iken Hz. Ali ile alakalı olan rediflerin sayısı yedidir[13].
Bu durum, Arşî’nin Hz. Ali’ye karşı büyük bir sevgi duyduğunu gösterir. Dahası;
Divan’daki pek çok kaside, gazel ve diğer nazım şekillerinde on iki
imamdan bahsedilmiştir ve 150 numaralı gazelde Yezid’e lanet edilmiştir ki
bunlar da teberrâ ve tevellâ örneğidir. Ayrıca Arşî, 308 numaralı gazelinde
Hacı Bektâş-ı Veli’den bahsetmektedir. Divan1 daki şiirlerin
bu özelliğinden dolayı şairin Bektâşî olması kuvvetle muhtemeldir.
Arnavutluk’ta
yer alan Ergirikasrı kasabasında Bektâşîlerin de yaşadığı bilinmektedir (Kiel,
1995: 299). Arşî’nin, hayatının bir bölümünü burada geçirdiğini Uzra^’mdan
öğrenmekteyiz. Şairin, kendisi gibi bir Hurûfî olan Muhîtî Dede’ye,
Ergirikasrı’ndaki bir Bektâşî tekkesinde bağlanma ihtimali hayli yüksektir.
Fatih Usluer, bununla ilgili olarak şöyle der: “Hatta Ergirikasrı’ndaki Tekye
Mahallesi, adını muhtemelen Muhîtî ve Arşî’nin başında bulunduğu, bugüne kadar
varlığı devam etmemiş olan, Bektâşî Tekkesinden almıştır” (Usluer, 2016: 27).
Bu bilgi, Arşî’nin Bektâşî olma ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir. Hatta,
Fatih Usluer, Arşî’nin bir Bektâşî olduğunu ifade etmektedir (Usluer, 2010:
1367). Tabi ki Arşî’nin Bektâşîliği değil Hurûfîliği ön plandadır. Onun Divan"ı
bunun en büyük kanıtıdır. O, Bektâşîlik kisvesi altında gizlenen Hurûfîlerden
olmalıdır.
Arşî
Divanı"nda hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik özellikleri taşıyan bazı beyitler
şunlardır:
Yâ ‘Alî
esrâr-ı Fazl-ı Kibriyâsın yâ ‘Alî
Yâ ‘Alî bâb-ı
‘ulûm-ı Mustafâsın yâ ‘Alî (K 4/1)
Yâ AH!
(Sen) Fazl-ı Kibriya’nın sırlarısın yâ AH! Yâ Ali! (Sen) Mustafa ’nın
ilimlerinin kapışısın yâ Ali! Beyte göre Hz. Ali, Fazlullah’ın sırlarına
sahiptir. Fazlullah’ın sırrı ise yirmi sekiz ile otuz iki ilahi kelimenin
bilgisidir ki tek hakikat ilahi kelimelerden ibaret olduğundan dolayı
bilinebilecek her şey budur. Hz. Ali’nin ‘ilmin kapısı’ olması bu sebepledir.
Bir Bektâşî olan Derviş Murtazâ, Câvidânnâme"yi birebir tercüme
ettiği Dürr-i Yetim isimli kitabının başlarında şu ifadeleri
kullanmaktadır: “Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî ve ey âşık-ı hakâik-i nâ-mütenâhî!
Böyle ma’lûm
olsun ki bu ilm-i İlâhî ki ilm-i te’vîldir yani ilm-i Hazret-i Aliyyü’l
Murtazâ’dır...” (FazlullahEsterâbâdî, 2012: 31).
Yâ ‘Alî sensin
olan esmâ-i küllî Âdeme
Çün kelâm-ı
nâtık-ı Fazl-ı Hudâsın yâ ‘Alî (K 4/10)
Ya Ali!
Âdem ’e (öğretilen) isimlerin hepsi sensin; çünkü Fazl-ı Huda’nın konuşan
sözüsün. Ezelde Allah tarafından Âdem’e öğretilen bütün isimler Hz. Ali’den
ibarettir; çünkü Hz. Ali, Allah konumundaki Fazlullah’ın konuşan sözüdür. Bütün
sözler, ilahi kelimeler Hz. Ali’dedir.
Kur’ânı harf-i
^â’da vâzıh mü’evvil itmiş
Bâb-ı ‘ulûm-ı
Ahmed Şîr-i Hudâya kaldı (G 296/3)
Tevilci,
Kur’an’ı ‘be’ harfinde açıklamış. Ahmed’in ilimlerinin kapısı Hudâ’nın
Aslanı’na kaldı. Tevilci, Fazlullah’tan başkası değildir. Beyte göre o, Kur’an’ı
be harfiyle açıklamıştır. Bu durum, Hz. Ali’nin “Ben be’nin altındaki
noktayım.” (Özkan, 2012: 190) ve “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”
(Usluer, 2010: 1375) sözlerini akla getirmektedir. Demek ki tüm sırlar ve
Hurûfîlik öğretisinin dayandığı her şey, Hz. Ali’nin bilgisi dahilindeydi.
Kırmağa
Ye’cûc-i küfr ü şirki Hakdan ‘Arşiyâ
Zü’l-fekâr-ı
Haydar-i kişver-güşâdur sî vü dü (G 253/9)
Ey ‘Arşîl
Otuz iki, küfür ve şirk Yecüc ’ünü kırmak için cihangir Haydar ’ın
Zülfikar’ıdır. Otuz iki ilahi kelime tek hakikattir (Ballı, 2010: 68).
Küfür ve şirk, otuz ikinin karşısında yenilir. Beyitte otuz iki, kafirleri
ortadan kaldıran Hz. Ali’nin kılıcına benzetilmiştir.
Dest-i velâyet
ile çeküp nefs-i ejderi
Mihr-i ten
içre böldi iki anı Murtazâ (K 6/9)
Murtaza,
velilik eliyle nefis ejderini çekip beden güneşi içinde onu ikiye böldü. Bu
beyitte Hz. Ali, velilik eliyle nefis ejderini ikiye bölerken istiva hattına
işaret etmektedir ki bu hat Hurûfîlikte çok önemlidir. İstiva sırrını bilmek
sekiz cennetin kapılarını açarken bu sırrı bilmemek yedi cehenneme düşmeye
sebep olur.
Keşf itdi
râz-ı Âdemi evvel benem didi
Oldı ‘ulûm-ı
Ahmed-i ümmîye harf-i bâ (K 6/10)
Âdem’in
sırrını keşfetti, ‘ilk benim’ dedi. Ümmi Ahmed’in ilimlerine ‘be’ harfi oldu.
Beyitte Hz. Ali’nin “Ben be’nin altındaki noktayım.” (Özkan, 2012: 190) ve
“İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” (Usluer, 2010: 1375) sözlerine
telmih vardır. Hz. Ali, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
ilimlerine be harfi olmuştur; çünkü Hz. Âdem’in sırrını keşfetmiştir. Bu sır,
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimedir. Hurûfî düşüncesine göre, mümkün olan
bütün harfler otuz ikiden ibarettir ve her bir harfte diğer bütün harfler
bulunur. Bu sebeple be harfi, aslında bütün ilimleri kapsar. Hz. Ali’nin, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ilimlerine be harfi olmasındaki
anlam budur. Hurûfîlikte harfler arasında ayrım yoktur ve her bir harf
sonsuzdur. İnsanlar da harflerden yaratıldığına göre onlar da sonsuzdur. Sonsuz
olan şeyler arasında öncelik veya sonralık ilişkisi bulunmaz. Dolayısıyla Hz.
Âdem ile Hz. Ali arasında öncelik ve sonralık olamaz.
İncelediğimiz
beyitler yalnızca Hz. Ali hakkındadır ve oldukça sınırlıdır; çünkü Arşî
Divanı içerisinde hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik özellikleri gösteren
şiirler yok denecek kadar azdır. Bununla beraber, Divan" da
Bektâşîlikle alakası olmayan Hurûfî şiirleri olduğu gibi, Hurûfîlikle alakası
olmayan Bektâşî şiirleri de bulunmaktadır. Buna 308 numaralı gazeli örnek
gösterebiliriz:
Külâh-ı Hâcı
Bektâş-ı Velîyi
Geyen idrâk
ider sırr-ı ‘Alî’yi
Olur âyîne-i
kalbi musaffa
Derûnmda bulur
nûr-ı celîyi
Geyüp kisvet
sücûd itdükde anlar
Ezelden
söylenen kâlu belâyı
Görür ol kisvet-i
hünkâra lâyık
Hıred-mend-i
tarîkat her velîyi
Olur tâbi’
tarîk-i evliyâya
Sevenler
‘Arşiyâ âl-i ‘Alîyi
Görüldüğü
gibi, Arşî Divanfnda hem Bektâşîlik hem de Hurûfîlik ile alakalı şiirler
bulunmaktadır; ancak Hurûfîlik daha baskındır. Şairin Hurûfîlik ile Bektâşîlik
düşünceleri sadece birkaç beyitte örtüşür, bunun dışında aynı beyitte her iki
düşüncenin bulunması zordur. Divan"daki şiirler -incelememiz
dışında tuttuğumuz âşıkane gazelleri saymazsak- genel olarak Bektâşîlikle
ilgili olmayan Hurûfî şiirler ve Hurûfîlikle ilgili olmayan Bektâşî şiirler
olmak üzere ikiye ayrılır. Her ne kadar şiirlerde Hurûfîlik ile Bektâşîlik
düşünceleri birbirine pek karışmasa da her iki tür şiirin aynı Divan"
da olması, Hurûfîlik ile Bektâşîlik arasındaki münasebete bir kanıt
oluşturmaktadır.
SONUÇ
14. yüzyılın
İran’ında Fazlullah Esterâbâdî öncülüğünde ortaya çıkan Hurûfîlik, Umurluların
baskı ve idamları sonucu Osmanlı sahasına kaymış ve buradaki tasavvufî zümreler
arasında varlığını devam ettirmeye çalışmıştır. Öncü Hurûfîlerin çabalarıyla,
bir süre sonra, öğretileri genellikle edebi eserler yoluyla yayılan bu inanç ve
düşüncenin, Osmanlı sahasına ait şair ve müellifleri yetiştirilmiştir. Misâli,
Firişteoğlu, Amiloğlu, Muhîtî ve Arşî, sözkonusu şair ve müelliflerden bazılarıdır.
Bizim
çalışmamız, 16. yüzyıl Osmanlı sahası divan şairlerinden Arşî’nin Divariı
hakkındadır. Hurûfîliğin ilk divan şairlerinden ve Fazlullah Esterâbâdî’nin
halifelerinden olan Nesîmî’nin şairane üslûbundan farklı olarak, Arşî okuyucuya
mesaj verme kaygısındadır. Meselâ; Nesîmî Hurûfîlik inancıyla alakalı
kavramlara şiirinde oldukça az ve genellikle şiirin estetik yönünü bozmadan yer
verirken Arşî pek çok Hurûfî düşüncesini, kavramları oldukça yoğun bir şekilde
kullanarak ve şiirin estetik yönünden ödün vererek okuyucuya sunmuştur. Ayrıca;
Nesîmî’nin şiirleri genellikle vahdet-i vücûd düşüncesi hakkındadır. Onun
şiirlerinde Hurûfîlik ile ilgili olan örnekler, çoğunlukla yüz hakkındadır.
Nesîmî, Hurûfîlik bağlamında Hakk’ın insan yüzüne tecelli etmesinden, yüzdeki
yirmi sekiz ve otuz iki harfin belirtisi olan hatlardan ve yüzün Kâbe olması
gibi hususlardan bahsetmektedir. Ancak Arşî, yalnızca yüz ile ilgili konulara
değil, Hurûfîlik ile alakalı neredeyse her şeye şiirlerinde yer vermektedir.
Arşî Divanı"
na göre fe (<^), dad (^) ve lâm (d), yani Fazl (d^). Allah’ın en büyük
ismidir. Bu durum, Fazlullah’ın büyüklüğünü ve Arşî’nin Fazlullah’ı nasıl
anladığını gösterir. Arşî’ye göre Fazlullah’ın vücudu ilmü’l-esmânm bir
ifadesidir. Fazlullah’ın yüzü, Allah’ın yüzünü gösteren bir aynadır. Allah,
Fazlullah’ta tecelli etmiştir; bu yüzden şiirlerde ondan bahsedilirken Fazl-ı
İlâh, Fazl-ı Allah ve Fazl-ı Zü’l-Celâl gibi isimler kullanılır. Dolayısıyla
Fazlullah, bütün peygamberlerden ve imamlardan büyüktür; çünkü o, Hurûfîlik
akidesince zamanın üç döneminden sonuncusu olan ulûhiyet devrinin adamıdır.
İlahi bir görevle yeryüzüne inmiştir. Ahir zamanda ortaya çıkıp insanları
şirkten ve şüpheden kurtaracak, dünyada adaleti sağlayıp cennetin yolunu açacak
olan Mehdî ve Mesih, Fazlullah’tan başkası değildir. Allah, Fazlullah’a, hiç
kimseye vermediği tevil ilmini nasip etmiştir. Bu ilim, yirmi sekiz ve otuz iki
harfin sırlarını çözmeye, dolayısıyla esmadan müsemmaya -yani mevcudattan
Allah’a- gitmeye, nihayetinde Allah’ı anlayıp O’nun yüzünü görmeye yarar.
Allah, Arşî
Dzraro’ndaki Hurûfî şiirlere göre, otuz iki harftir ve her şeyi bu harfler
üzerine meydana getirmiştir. O, bilinmek için yarattığı insanın yüzüne ilahi
harflerin işaretlerini ümmî ve ebî hatlar vasıtasıyla koyduğundan dolayı,
insanın yüzü Allah’ın yüzünün aynası olmuştur. Arşî’ye göre Allah, insan
suretine bürünüp varlık sahasına çıkmıştır. Özü kelime olan insan, tıpkı
kelimeler gibi sonsuzdur. O, Allah’ın arşıdır; çünkü Allah, yirmi sekiz ve otuz
iki kelime halinde insanın yüzünde görünmüştür.
Arşî’nin
şiirlerine göre söz, her şeydir. Kendisi sözden ibaret olan Allah, her şeyi
sözden yaratmıştır. Bu nedenle maddenin aslı sözdür. Söz, ezeli ve ebedidir;
şekilden, derinlikten ve renkten münezzehtir. Aslı tek bir ses olan söz,
göklere, yere ve dağlara teklif edilip de onların kabul etmekten korktuğu;
fakat sorumluluğunu insanın üstlendiği büyük emanettir. O, Allah’ın varlığının
en büyük delillerindendir. Şaire göre insan, yaratılış elbisesi giymiş otuz iki
harften ibarettir. O, sadece bir görünüştür; asıl olan ise Allah’tan başkası
değildir. Bir başka deyişle; var olan yegane şey ilahi kelimelerdir. Onun
dışındakiler yalnızca hayaldir.
Arşî’nin
şiirlerinden anladığımız kadarıyla Hurûfîlik, panteizme uzanan bir vahdet-i
vücûd düşüncesine dayanmaktadır; çünkü her şeyin aslı tek bir sesten ibarettir.
Gerçek, tektir; çokluk ise görünüştedir.
İncelediğimiz
beyit ve bendlerde verilen bilgilere bakarsak, tevil ilmi, yalnızca Fazlullah’a
verilen bir ilimdir. Bu ilmi bulan Fazlullah, yirmi sekiz ve otuz iki harfin
tüm sırlarına erebilmiştir. Tevil ilmi Hurûfîlik açısından çok önemlidir; çünkü
Allah’ı anlamak ve onu görebilmek bu ilim sayesinde mümkündür. Kur’an’rn sırrı
huruf-ı mukattaadadır ve Fazlullah tevil ilmi sayesinde bu harflerin esrarına
vakıf olmuştur. Ümü’l-esmâ ise ezelde Âdem’e Allah tarafından bizzat öğretilen
bir ilimdir. Bu ilim, tüm ilahi kelimelerin bilgisini içerir. İlmu’l-esmâ
sayesinde insan, tüm yaratılmışlardan faziletli olmuş, Allah’ın halifesi olarak
seçilmiştir. Allah’ı bilmek, ilmü’l-esmâyı bilmeye bağlıdır.
Hz. Âdem,
Hurûfîlik inancı ve düşüncesinde merkezi bir konumdadır. O, Rahman suretinde
yaratılmış ve Allah’tan bizzat yirmi sekiz ve otuz iki harfi öğrenmiştir.
Şiirlerde Hz. Âdem, tüm ilahi harfleri ümmî ve ebî hatlar halinde yüzünde
taşır. Göklerin ve yerin üstlenmekten çekindiği, ancak Hz. Âdem’in
sorumluluğunu aldığı yirmi sekiz ve otuz iki ilahi harf emaneti, onun Allah
halifesi olarak seçilmesini sağlamıştır. Hz. Âdem, Allah’ın arşıdır; çünkü
Allah yirmi sekiz ve otuz iki harf olarak Âdem’in yüzünde görünmüştür. Onun
yüzü Levh-i Mahfuz"dur ve Kur’arim aslıdır. Namaz ve hac
ibadetleri, Hz. Âdem’in yüzünü yüceltmek için yapılır; çünkü bu yüzde görünen,
şüphesiz ki Allah’tır. Arşî’nin şiirlerine göre; Âdem’in aslı Fazlullah’tır.
Melekler Âdem’e değil, Âdem suretinde görünen Fazlullah’a secde etmişlerdir.
Fazlullah, insan suretine girmiş Allah’tan başkası değildir.
Hurûfîlikte Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hiyerarşik olarak Hz. Âdem’in altında
yer almaktadır. Arşî Divanı"ndaki bir şiire göre o, Miraç gecesi
gökte Hz. Âdem’in yüzünü gördüğü için âlemlere rahmet olmuştur. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayı ikiye yarması ve saçlarını ortadan ikiye
ayırarak taraması, istiva hattına işaret etmek içindir. Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), istiva sırrını anlayabildiği için Miraç’ta Allah’a arada iki
yay arası mesafe kalacak kadar yakmiaşabilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in yüzü Allah’ın delilidir; çünkü o da, tıpkı atası Hz. Âdem
gibi, Allah’ın bütün ilahi kelimelerini yüzünde taşır. Arşî’ye göre Fazlullah
Allah’tır ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aslında Fazlullah’ın
resûlüdür.
Beyit ve
bendlerde karşımıza çıktığı gibi, Kur’an’m bir harfini okumak, bütün Kur'an'\
hatmetmek gibidir; çünkü her bir harfte diğer bütün harfler gizlidir. Harfler
birbirinden ayrılmaz, aralarında hiyerarşik bir yapı yoktur ve hepsi aynı
nurdan ibarettir. Kur'an'm ilk suresi olan Fatiha’nın yedi ayeti, yedi
adet ümmî hattın karşılığıdır. Yüz, Kur’an’rn tüm manasını içerir.
Hurûfîler tüm
ibadetleri yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelime ile açıklamışlardır. Arşî
Divanı’nda namaz ve hac ibadetlerinin Hurûfî yorumları bulunmaktadır. Farz
namazların rekat adedi hazarda (Bir yerde ikamet ederken, seferde değilken) on
yedi, seferde on bir ve cuma günü on beştir. Bunun böyle olmasının sebebi,
yirmi sekiz ve otuz iki ilahi kelimenin açığa çıkmasıdır. Hazar ve seferde
kılınan farz namazın rekatları toplamı yirmi sekiz yapar ki Arap alfabesindeki
yirmi sekiz harfin karşılığıdır. Hazarda ve cuma günü kılınan farz namazın
rekatları toplamı ise otuz ikidir ki bu Fars alfabesindeki harflerin
sayısındadır. İncelediğimiz şiirlere göre, Adem’in yüzü Kâbe toprağından
yaratıldığı için tüm dünyadaki Müslümanlar Kâbe’ye doğru namaz kılarlar. Hem
namazın hem de haccın asıl amacı, Hz. Âdem’in, üzerinde yirmi sekiz ve otuz iki
ilahi kelimenin işareti bulunan yüzünü yüceltmektir.
Arşî’ye göre
Hurûfîler, kurtulmuş olan fırkadır (fırka-i nâciye); çünkü, yalnızca onlar
ahirette verilecek kitabı okuyabileceklerdir. Bu kitapta yazılı olan şey, yirmi
sekiz ve otuz iki harften başkası değildir. Bu harfleri dünyada okuyamayan
ahirette asla okuyamaz. Bu topluluk, ilahi kelimelerin bilgisine sahip olduğu
için ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Hurûfîler, Fazlullah’ın öğretileri sayesinde
Allah’ın tüm sırlarına ermişler, veli olmuşlardır. Onlar kainatın sultanı,
devrin merkezi, yeryüzünün halifeleri, irfan sahipleri ve hakikat erbabıdırlar.
Hurûfîlik ile
Bektâşîlik arasındaki münasebet bilinen bir husustur. Arşî Divanî1
nda da hem Hurûfîlik hem de Bektâşîlik ile alakalı şiirler bulunmaktadır; ancak
Arşî’de Hurûfîlik daha baskındır. İncelediğimiz şiirler arasında hem Hurûfîliği
hem de Bektâşîliği aynı örnekte bulmak oldukça zordur. Bu nedenle Divan’da bazı
şiirler Hurûfîlik ile alakalı olup Bektâşîlik unsurları barındırmıyorken bazı
şiirler de Bektâşîlikle alakalı olup Hurûfîlik unsurları barındırmamaktadır.
Bununla beraber, hem Hurûfîliği hem de Bektâşîliği ilgilendiren birkaç beyit ve
bend de bulunmaktadır.
İncelememizde
gördük ki Arşî, oldukça koyu bir Hurûfî şairidir. Onun şiirlerinin önemli bir
kısmı Hurûfîlik hakkındadır. Arşî’nin şiirleri, sanat kaygısından ziyade mesaj
verme amacıyla yazılmış gözükmektedir. Şiirleri şerh etmeye çalışırken, bazen
bir şiirin açıklamasını Câvidânnâme"de paragraf halinde gördüğümüz
olmuştur. Demek ki şair, bazı şiirlerinde Câvidânnâme"de
okuduklarını nazmetmiştir. Bundan dolayı, Arşî’nin şiirlerindeki Hurûfîlik
düşüncesi ile Fazlullah’ın Câvidânnâme ve sindeki düşünce büyük oranda örtüşmektedir.
Bunun dışında,
Arşî’ye özgü bazı Hurûfîlik yorumları da bulunmaktadır.
Bu çalışma,
bir 16. yüzyıl Osmanlı sahası Hurûfî şairinin anlam ve düşünce dünyasını ortaya
koymayı ve onun şiirlerindeki Hurûfîlik etkisinin boyutunu görmeyi
amaçlamıştır. Bu nedenle incelememiz, 16. yüzyılda yaşamış diğer Hurûfî
şairleri anlamak ve yorumlamak için bir başvuru ve mukayese kaynağıdır.
Edebiyat,
canlı ve etkileşime açık bir sanat olduğundan dolayı, zamanla değişmekte,
farklılaşmakta ve çeşitlenmektedir. Türkçe Hurûfîlik edebiyatındaki değişim ve
gelişim, Nesîmî ile Arşî’nin şiirlerinin karşılaştırılması yoluyla
anlaşılabilir; çünkü Arşî; yaşadığı yüzyıl, doğup büyüdüğü coğrafya ve aldığı
eğitimle Nesîmî’den farklı bir şairdir. Bu sebeple, bizim incelememizin üzerine
Nesîmî ve Arşî’nin sanatlarının, anlam ve düşünce dünyalarının mukayesesi
hakkında bir çalışma yapılması alana katkı sağlayacaktır.
Hurûfî şiirler
üzerine şerhli bir antolojinin hazırlanmalıdır; çünkü Hurûfî şairler, klasik
Türk edebiyatı geleneğinin anlam, hayal ve düşünce çerçevesinin dışına
çıkmaktadırlar. Biz Misâlî’nin, Muhîtî’nin ve Arşî’nin şiirlerini Fuzûlî’nin,
Bâkî’nin ve Hayâlî’nin şiirlerini yorumladığımız gibi yorumlayamayız.
Hurûfîliğin
pek çok Hurûfî olmayan şaire etki ettiği bilinmektedir; fakat bu etkinin boyutu
ve sınırı nedir? Hurûfî şairlerin klasik Türk edebiyatı geleneğine kazandırdığı
mazmun ve hayaller var mıdır? Gelenekte yüzün Kâbe’ye benzetilmesi, sevgilinin
kaşının mihrap olması, şairlerce yüzdeki güzellik unsurları ile Kur’an arasında
bağlantı kurulması acaba klasik Türk edebiyatına Hurûfîliğin bir katkısı mıdır?
Bu soruların cevabı, klasik Türk edebiyatında Hurûfîlik etkisini tam olarak
anlamamızı sağlayacaktır.
Aksu, H.
(1989). Ali el-A’lâ. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 2, s. 381.
Aksu, H.
(1993). Câvidânnâme. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 7, s. 178.
Aksu, H.
(1995). Fazlullah-ı Hurûfî. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 12, s.
277-279.
Aksu, H.
(1998). Hurûfîlik. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 18, s. 408-412.
Alparslan, A.
(1967). Câvidân-nâme’nin
Nesîmî’ye Tesiri. Yayımlanmamış Doçentlik Tezi.
AnaBritannica Genel Kültür
Ansiklopedisi. (1994). Hurûfîlik maddesi. (Cilt 16). İstanbul:
Ana Yayıncılık ve EncyclopediaBritannicalnc, s. 81.
Âmiloğlu.
(2014). Arş-nâme
Tercümesi. (1. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Arıkoğlu, İ.
(2006). Ferişteoğlu’nun
Câvidân-nâme Tercümesi: 'işkillime (İnceleme-Metin).
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Van.
Âşık Çelebi.
(2010). Meşâ’irü’ş-Şu’arâ.
(2. Cilt), haz. Filiz Kılıç. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
Attar,
A. (t.y.). Hurufiliğin Dini ve İdeolojik Boyutları ve Seyyid İmadü’d-din
Nesimi. Nesimi Sempozyumu. Web:
http://fatihusluer.com/archive/ATTAR%20-
%20Hurufiligin%20Dini%20ve%20Ideolojik%20Boyutlari%20.pdf (Erişim
Tarihi: 12.11.2018).
Babayev, Y. (2007). Tariqat ddabiyyatı: Sufizm, Hürufizm. Bakü:
Nurlan Neşriyat.
Ballı, H. H.
(2010). Fazlullah Hurûfı
ve Hurufîlik. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi, İzmir.
Ballı, H. H.
(2011). Hurûfîlik Nedir? e-makâlât
Mezhep Araştırmaları, IV/2, s. 3144
Ballı, H. H.
(2012). Çağdaş Hurufilik ya da Şifrecilik Adlı Tebliğin Müzakeresi. Gnostik Akımlar ve Okültizm (XVII.
Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı). Malatya: İnönü
Üniversitesi Yayınları, 381-383.
Bashir, S.
(2000). Enshrining Divinity: The Death and Memoralization of Fazlallâh
Astarâbâdî in Hurûfî Thought. The Müslim World, 90, 3/4 , pg. 289-308.
Bashir, S.
(2013). Fazlullah
Esterâbâdî ve Hurufilik. (1. Baskı), çev. Ahmet Tunç Şen.
İstanbul: Kitap Yayınevi.
Bausani, A.
(1992). Hurûfîlik (çev. N. Öztekin). Tarih İncelemeleri Dergisi VII. İzmir: Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 357-361.
Beyânî Mustafa
Bin Carullah. (1997). Tezkiretü’ş-Şu’arâ.
haz. İbrahim Kutluk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Bilgin, A.
(2007). Nesîmî. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 33. Cilt. s. 35.
Bostan, İ.
(1989). Alıncak. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 2. Cilt, s. 370.
Buhârî.
(2012). Sahîh-i Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarih. (6. Baskı), haz. ve çev. Abdullah
Feyzi Kocaer. Konya: Hüner Yayınevi.
Çelik, A.
(2017). Haşan Rızâyî’nin Cûy-I Rahmet Adlı Manzum Gülistân Şerhinde Ayet Ve
Hadis İktibasları. SUTAD,
Güz; (42): s. 303-323.
Çiftçi, Ş.
(2014). ‘Allah Âdem’i Kendi Suretinde Yaratmıştır’ Hadisinin Tahric ve
Değerlendirmesi. Pamukkale
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Yıl: 1. Sayı: 1. s.
1-20.
Dede, M.
(2001). Divân-ı Gül Baba
ve Transkripsiyonlu Metni. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya.
Türk
Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1977). Arşî (Hurûfî) maddesi.
(1. Cilt). İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 163.
Devellioğlu, F. (2016). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat. (32.
Baskı). Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.
Esrar Dede. (2000). Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye. (1. Baskı),
haz. İlhan Genç. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.
Fazlullah Esterâbâdî. (2012). Câvidân-nâme - Dürr-i Yetim İsimli Tercümesi.
(1. Baskı), çev. Derviş Murazâ, haz. Fatih Usluer, İstanbul: Kabalcı
Yayıncılık.
Gökmen, S. (2017). Hurûfîlik ve Misâlî’nin Bir Gazelinin
Hurûfîlik Bağlamında Şerhi. Journal of Oriental Scıentific Research, Cilt: 9 Sayı:l,
s. 433-452.
Gölpınarlı, A. (1964). Bektâşîlik-Hurûfîlik ve Fadl Allâh’ın
Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih. Şarkiyat Mecmuası, N, s. 15-22.
Gölpınarlı, A. (1969). 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler.
İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Gölpınarlı, A. (1989). Hurûfîlik Metinleri Katalogu. (2. Baskı).
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Gölpınarlı, A.
(1992). Melâmîlikve
Melâmîler. Gri Yayın: İstanbul.
Gürkan, M. B.
(t.y.). Anadolu’da
Ezoterik Yapılanmalar. http://www.anadoluaydinlanma.org/Anadolu/anadoluda_ezoterik_yapilanmalar
.pdf (Erişim Tarihi: 06.12.2018).
İncil. (2016). (2.
Baskı). Kitabı Mukaddes Şirketi ve Yeni Yaşam Yayınları: İstanbul.
İsen, M.,
Kılıç, F., Aksoyak, İ. H., Sungurhan, A., Durmuş, M. (2015). Şair Tezkireleri. (4.
Baskı). Ankara: Grafiker Yayınları.
Kahraman, B.
(1989). Arşi Divânı’nın
Tenkidli Metni I-II. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
SelçukÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Kanar, M.
(2015). Farsça-Türkçe
Türkçe-Farsça Sözlük. (2. Baskı). İstanbul: Say Yayınları.
Kansızoğlu, Y.
(2003). Hurufilik
Tasavvuru ve Kur’an Yorumuna Olan Etkileri. Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Karaman,
Hayreddin. (1993). Cuma. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. (8. Cilt), s. 85-89.
Kaplan, M.
(2013). Şiirin Sultanı
Baki. İstanbul: Etkileşim Yayınları.
Karahüseyin,
S. (2017). Alevî-Bektâşîlikte
Hurûfiliğin Etkisi (Alevî-Bektâşî Klasik Metinler Örneği).
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Kayseri.
Keleş, R.
(2017). Yedi Ulu Ozanın Yedi Sembolizmi. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli AraştırmaDergisi,
Sayı: 83, s. 49-79.
Kınalı-zâde
Haşan Çelebi. (2014). Tezkiretü’ş-Şuarâ.
(3. Baskı 2. Cilt), haz. İbrahim Kutluk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Kiel, M.
(1995). Ergirikasrı. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt: 11, s. 298-299.
Kocabıyık, E.
(1997). Vazıh Yüz.
(1. Baskı). İstanbul: Söz Yayın.
Köprülü, M. F.
(2016). Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar. (2. Baskı). İstanbul: Alfa Yayınları.
Kur’an-ı Kerim Meali.
(2010). (6. Baskı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Mehmed
Süreyyâ. (1996). Sicill-i
Osmanî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye. (Cilt 3). İstanbul:
Sebil Yayınevi.
Melikoff, I.
(2015). Vyur İdik
Uyardılar. (4. Baskı), çev. Turan Alptekin. İstanbul: Demos
Yayınları.
Misâlî. (2014). Miftâhu’l-Gayb. Hurufi Metinleri I. haz. Fatih Usluer,
Birleşik Yayınları: Ankara, s. 452-468.
Muhîtî Dede. (2014). Keşfnâme. Hurufi Metinleri I. haz. Fatih Usluer,
Birleşik Yayınları: Ankara, s. 246-319.
Muhîtî Dede. (2016). Kısmet-nâme. (1. Baskı), haz. Fatih Usluer,
İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Muhtar, C. (1986). Hurûfî Türk Şairleri. Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı 4, 219-226.
Nesîmî.
(1990). Nesimi Divanı,
(haz. Hüseyin Ayan). Akçağ Yayınları: Ankara.
Ocak, A. Y. (1999). Osmanh İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderiler (XIV-XVII.
Yüzyıllar). (2. Baskı). Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.
Özkan, F. H. (2012). Kaygusuz Abdal’ın Elifnâmesi. Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Velî
AraştırmaDergisi, Sayı: 64, s. 185-198.
Özkırımlı, A. (1990). Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi Alevilik-Bektûşilik. Cem
Yayınevi: İstanbul, s. 121.
Redhouse, S. J. W. (2015) Turkish and English Lexicon (5. Baskı).
İstanbul: Çağrı Yayınları.
Sarı, E.
(2016). Yunus Emre Dergahı. (1. Baskı). Antalya: Nokta e-Kitap,
Serahsî.
(2008). Mebsût.
(2. Cilt). Editör: Mustafa Cevat Akşit. İstanbul: Gümüşev Yayınları.
Seyyid Nesîmî.
(2017). Hakikatlere Giriş
— Mukaddimetü’l-Hakâyık. (2. Baskı), haz. Fatih Usluer,
İstanbul: Revak Kitabevi.
Şenödeyici, Ö.
(2015). Nesimi ve
Hurufilik Kitabı. (1. Baskı). İstanbul: Kesit Yayınları.
Tarlan, A. N. (2009). Fuzuli Divanı Şerhi. (5. Baskı). Ankara: Akçağ
Yayınları.
Tolasa, H.
(2001). Ahmet Paşa'nın
Şiir Dünyası. (2. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları.
Tökel, D. A.
(2016). Divan Şiirinde
Harf Simgeciliği. (2. Baskı). İstanbul: Fatih Sultan Mehmet
Vakıf Üniversitesi Yayınları.
Tulum, M. (2011).
17. Yüzyıl Türkçesi ve
Söz Varlığı. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Uludağ, S.
(2016). Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü. (2. Baskı). İstanbul: Kabalcı Yayıncılık.
Usluer, F.
(2007). Misâlî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı - Metin ve Açıklama. Turkish Studies / Türkoloji
Araştırmaları, 2(2), 697-722.
Usluer, F.
(2009a). Hurufilik.
(1. Baskı). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Usluer, F.
(2009b). Nesîmî Şiirlerinin Şerhlerinde Yapılan Yanlışlıklar. Turkish Studies International
Periodical For The Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic,
4(2), 1040-1059.
Usluer, F.
(2010). Hurûfîlikte On İki İmam. Turkish Studies International Periodical for the Languages,
Literatüre and History of Turkish or Turkic, Volüme 5/1, Ankara,
s. 1361-1389.
Usluer, F.
(2014). Farsçadan Türkçeye Hurûfî Metin Tercümeleri. Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları IX:
Metnin Hâlleri: Osmanlı’da Telif, Tercüme ve Şerh. İstanbul:
KlasikYayınları, 352-374.
Usluer, F.
(2014b). Vîrânî Abdal ve Risâleleri. Hurufi Metinleri 1. Birleşik Yayınları: Ankara,
s. 94-129.
Usluer, F.
(2016). Giriş. Kısmet-nâme.
(1. Baskı). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, s.
17-32.
Ünver, M.
(2003). Hurufilik
veKur’an —Nesîmî Örneği. Ankara: Fecr Yayınevi.
Ünver, M.
(2009). Nesimi ve Vahdet-i Vücud. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, Sayı: 39, s. 537-552.
Vicdânî, M. S.
(2017). Hurûfîlik ve
Bektaşîlik — Ne İdiler ve Nasıl Kaynaştılar? (2. Baskı), haz.
İsmail Güleç. İstanbul: İz Yayıncılık.
Vîrânî Abdal.
(2015). Fakrnâme.
(1. Baskı), haz. Fatih Usluer, İstanbul: Revak Kitabevi.
Yıldırım, A.
(2018). ‘Sen Olmasaydın Felekleri Yaratmazdım’ Hadis-i Kudsîsinin Klasik Şiire
Yansımaları. Eski Türk
Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1 Sayı: 1 Ağustos, s.
154-168.
[1] “Hurûfîler harflerin
okunuşlarında ortaya çıkan harfleri ‘eczâ’ olarak nitelemişlerdir” (Şenödeyici,
2015: 205).
[2] Fatih Usluer, istinsah yeri belli
olan otuz dokuz nüsha olduğunu söylemektedir; ancak istinsah yerlerine göre
nüsha dağılımı yaparken bu sayıyı aşmaktadır. Biz, sözkonusu araştırmaya göre,
metnimizde yalnızca otuz dokuz nüshadan bahsettik. Fatih Usluer, otuz dokuz
nüshaya ek olarak, şu şehirlerde de birer nüsha istinsah edildiğini
söylemektedir: Iskece, Golos, Solnok, Aksaray, Trabzon, Belgrad-Istanbul arası,
Zile, Üsküp ve Kayseri.
[3] Hurûfî metinlerinde otuz iki
ilahi kelime; bazen isim, bazen sıfat ve bazen de harf olarak geçmektedir. Bu
nedenle, tezimizde hangi kavramı kullanırsak kullanalım, kastedilen anlam otuz
iki ilahi kelimedir.
[4] “Gerçekten
ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun
eğiyorlardı, demişti” (Yusuf, 12/4).
[5] “işte Rabb’in seni böylece seçecek, sana
(rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek...” (Yusuf, 12/6).
[6] “işte
bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur” (Yusuf, 12/100).
[7] “(…) Allah ve Rabbin aslı hurûftur...”
(Fazlullah Esterâbâdî, 2012: 400).
[8] “(...) ’Ol’ der, o da hemen oluverir.” (Yâsin,
36/82)
[9] “Onlar, gökler ve yerler durdukça orada ebedî
olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Şüphesiz Rabbin istediğini
yapandır.” (Hûd, 107)
[10] “Kur’ân’ı bir harf üzerine okuyun.”
[11]
Vurgu benimdir.
[12] G 21: ‘-i Habîb’ redifli, G 25: ‘-ı Habîb’
redifli, G 286: ‘-i Muhammedi’ redifli, Müseddes 1: ‘Peygamberün’ redifli,
Tuyug 6: ‘-dur Muhammed’ redifli, Tuyug 7: ‘-dur Mustafâ’ redifli.
[13] K 4: ‘-sın yâ ‘Alî’ redifli, G 45: ‘yâ ‘Alî
meded’ redifli, G 205: -ı ‘Alîyem’ redifli, G 228: ‘ ‘Alîden’ redifli, Tuyug
11: ‘-dur Murtazâ’ redifli, Tuyug 12: ‘-dür ‘Alî’ redifli, Rubâî 15: ‘-dur
Haydar’ redifli.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar