Print Friendly and PDF

AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ

Bunlarada Bakarsınız

 


 

Hazırlayan: Sabri BALTA

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Yaşadığı Devrin Özellikleri

Devrin Siyasî ve Sosyal Hayatına Bakış

Aziz Mahmud Hüdâyî, yaşadığı dönem itibarıyla Osmanlı dönemi velileri içerisinde en meşhur velilerden birisidir. XVI. ve XVII. asırlar arasında geçen ve neredeyse bir yüzyıllık zaman dilimini içine alan 87 yıllık ömrü, devletin saadetlerini ve felaketlerini içerisinde barındıran bir döneme tekabül etmektedir. Devlet-i Osman- ı Alî’nin sekiz padîşahını idrâk etmesiyle de, o zamanki sosyal ve siyasî hayat üzerindeki tesirinin ne denli önemli olduğu ortadadır. Gerek yazmış olduğu eserleriyle ve gerekse sohbet, nasihat, vaaz ve irşad faaliyetleriyle manevî şöhretin haklı bir zirvesini yakalamıştır. Zîra, doğmuş olduğu dönem devletin en ihtişamlı dönemini, yani Kanunî Sultan Süleyman dönemini kapsamaktadır (Yılmaz,1990:27).

XVI. asır olan Kanuni dönemi devletin güç, şöhret ve zenginlik bakımından zirveye ulaştığı, büyüme ve gelişmenin imparatorluğa dönüştüğü bir dönemi ihtiva etmektedir. Zira tahtın tek varisi olan Kanuni zengin ve ihtişamlı bir devletin başına geçmiştir. Babası I. Selimin mağduriyet oluşturan icraatlarından dolayı devletteki mağduriyetleri gidermiş, İran’dan ve Mısır’da getirilmiş olan sanatkârların kendi memleketlerine dönmeleri hususunda azami gayret göstermiştir. Osmanlı devleti ve İran arasında yürürlükte olan ipek ticaretiyle ilgili yasağı kaldırmasıyla, bu ticaretten dolayı mağdur olup, mallarına el konulan tacirlerin zararlarını hazineden karşılamak suretiyle onların gönlünü almıştır. Yine o dönemde halka karşı eziyet verici bir tutum içerisinde olan devlet görevlilerini de cezalandırarak halkın üzerindeki baskıyı kaldırmıştır (Uzunçarşılı, 1988: 257-264).

Bu dönemde devletin hudutları Avrupa içlerine Viyana’ya, Ortadoğu’da Mısır’a, Kuzey Afrika’ya, Asya’da İran ve Hindistan sınırlarına kadar genişleyerek gerek karada ve gerekse denizde askeri açıdan altın devrini yaşamıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin çocukluk evresini içine alan bu dönemden sonra devlet kendi içerisinde bütün müesseseleriyle bir duraklama dönemine girmiştir. II. Selim dönemi Kanuni ve Yavuz dönemleri kadar başarılı bir dönem değildir, zîra II. Selim’in devlet işlerine karşı liyakati yoktur. O, devlet işlerini kavrayamamakta ve görevi devletin hukuki ve

irsi işlerini yürütmekten ileri gidememektedir. Bu durum da devletin zemininde askerî, idarî ve siyasî açıdan olumsuzluklara zemin hazırlamıştır. II. Selim’in en büyük avantajı ise babası zamanından kalma Sokullu Mehmet Paşa gibi bir devlet adamına sahip oluşudur. Devlet dünyanın üç kıtasına hükmetmiştir, gurur ve güven duygusuyla hareket etmektedir. Bu vesileyle de kendi içerisinde Yahudi azınlıklara iktisadi ve ticari bir takım ayrıcalıklar tanımıştır. Ancak bu müsaade zaman içerisinde devletin başına telafisi mümkün olmayan gaileler açılmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim Yasef Nassi isminde bir Yahudi tacir, ticari olarak devleti yaralayan ilk kişilerden birisidir(Yılmaz, 1990:27-28).

Kanuni dönemi seferler dönemidir. Belgrad ve Rodos bu dönemde fethedilerek Avrupa toprakları ele geçirilmiştir. Devlet artık Avrupa’nın diplomatik ilişkilerine aktif olarak dâhil olmaktadır. Antlaşmalara dayalı siyasi oluşumlar başlamış, devletin Avrupa topraklarındaki yeri kesin hale gelerek, devlet bundan sonra hiçbir Hristiyan gücün asla müdahale edemeyeceği bir pozisyona yükselmiştir (Gençdoğan, 2010:15).

Sekiz yıl Osmanlı tahtını elinde tutan II. Selim seferlere iştirak etmemesi bakımından kötü bir örnektir. Fakat o, böyle bir bid’ade sebep olurken devletin imarı ve sanat gibi işlerle meşgul olmuş, Sokullu Mehmed Paşa, Sinan Paşa, Piyale Paşa ve Kılıç Ali Paşa gibi çok değerli devlet adamları da devlet ve fetih işleriyle meşgul olmuşlardır. Hatta çok stratejik bir öneme haiz olan Kıbrıs adası bu zaman içerisinde fethedilmiştir. Mimari alanda Mimar Sinan, edebiyat ve şiir alanlarında Bâki ve Fuzûli, Hüs-ü hat sanatında Karahisarî, devlet idareciliğinde ise Sokullu Mehmed Paşa gibi zirve şahsiyetler bu ihtişamın bu dönemdeki ileri gelenleridir (Yılmaz, 1990:28).

II. Selim’den sonra devletin başına geçen III. Murad iyi bir tahsil görmüş ve devlet işlerinde yetişmiş olan bir padişahtır. Ancak, onun kadına ve paraya olan düşkünlüğü kendisi açısından çok büyük bir zaaf teşkil etmektedir. Devlet işlerini babası gibi tarafsız yürütememektedir. Olur olmaz müdahaleleriyle devletin işleyiş ahengini bozmaktadır. Onun kadına olan düşkünlüğünü kullanan Nurbanu Valide Sultan ve Safiye Sultan arasındaki mücadele devlet işlerinin gittikçe açmaza girmesine neden olmuştur.

Özellikle saltanatta görülen bu bocalama emareleri aşırı güvenin getirmiş olduğu rehavetten dolayı devletin tüm bünyesine sirayet etmiştir. Avusturya ile sekiz yıllık barış imzalanırken, İran’da Şah Tahmasb’ın ölmesi üzerine taht kavgalarının başlayacağı düşüncesiyle sefere çıkılmış ve oniki yıllık bir Osmanlı-İran savaşına neden olunmuştur. Bu arada Sokullu’nun ölmesinin de savaşın uzamasına tesiri büyük olmuştur. Bu savaş Osmanlıya çok pahalıya mal olmuştur, zira mali ve askeri bakımdan epeyce bir güç kaybı söz konusudur. Şah Abbas’ın İran tahtına oturmasıyla da savaş sona ermiştir.

Fakat bu seferlerin kazancı Tiflis’in, Gürcistan’ın, Şirvan’ın, Dağıstan’ın, Tebriz ve Şamahi’nin Osmanlıya dâhil olması olmuştur. Sokullu’nun ölümü devlet ricali arasında rekabete yol açmış ve devletin başına felaketlerin gelmesine neden olmuştur. Safevilerle olan barış gerçekleştirildikten sonra Sinan Paşa tarafından Avusturya üzerine harp ilan edilmiş, Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa Avusturya’ya akın yaptığı esnada pusuya düşürülerek şehid edilmiştir. Harbin asıl bahanesi ise bu hadise olmuştur.

Böylelikle, Sultan I. Ahmed dönemine kadar gidecek olan zorlu bir süreç dönemi başlamıştır. Sinan Paşa Avusturya’dan Yanıkkale’yi her ne kadar geri almışsa da, batıdaki mezhep kavgalarından istifade edilebilecek diplomasi anlayışını gösterememiş, bu yüzden haçlı zihniyeti yeniden hortlamış ve Boğdanda büyük bir katliam olmuştur. Osmanlı devleti batının kuşattığı ateş çemberi içerisinde kalmıştır. Durumun ne derece olduğunu henüz kavrayamayan III. Murad ise çok büyük bir safdillikle şehzadesi Mehmed’in sünnet merasimi ile meşgul olmuştur. En kötüsü de, bu merasimde hünerleriyle padişahı ve halkı eğlendiren hokkabaz tüm devlet teamüllerine ters düşmesine rağmen yeniçeri ocağına kayıt edilmiştir. Bu kadar sıkı esaslarla elde tutulan bu iki yüz yıllık ocak böylelikle yaralanmıştır. Yeniçeri ağası olan Ferhad Paşa bu duruma çok direnmiş ancak, yolsuzluğa göz yummamak için istifa ederek tepkisini ortaya koyabilmiştir (Yılmaz,1990:28-29).

Direktif vermekten aciz olan III. Murad irade bakımından zayıf bir hükümdardır. Devlet ancak Sokullu’nun padişahın eksikliklerini kapatmasıyla dirayetiyle ayakta kalabilmiştir. Onun ölümünden sonra devletin yapısındaki askeri, siyasi ve iktisadi bozulmalardan dolayı Aziz Mahmud Hüdâyî devletteki ve

toplumdaki aksaklıkların giderilmesi amacıyla padişahlarla irtibat kurarak, devlette devamlılığın sağlanması amacıyla onlara önemli tavsiyelerde bulunmuştur. III. Mehmed’in zamanında ise devlet işlerine müdahale had safhaya çıkmıştır. Bir yandan dışarıdaki savaşlar, bir yandan da Celâlî isyanları baş göstermiştir. Genç yaşta ölen babasının yerine devletin başına geçen I. Ahmed devletin dıştaki meselelerini barış yoluyla çözümlemeye gayret ederken, içeride de merkezi yapıyı güçlendirmiştir. Onun Aziz Mahmud Hüdâyî ile münasebeti çok samimi bir durum arz etmektedir. Onun bu bağlılığı kendi atından inip, atına Hüdâyî Hazretlerini bindirerek ardından yürüyecek kadar bir saygı içerisindedir (Gençdoğan, 2010:17).

Derviş-meşrep bir padişah olan I. Ahmed aynı zamanda genç, zeki ve şair yapıya sahiptir. Fakat henüz yirmi yedi gibi erken bir yaşta hayata gözlerini yummasından sonra yerine devlet işleriyle meşgul olamayacak kadar akli unsurlardan mahrum olan deli lakaplı I. Mustafa padişah olmuşsa da, üç aylık bir zaman diliminden sonra ha’ledilmiştir. Yerine ise I. Ahmed’in çok zeki olan küçük oğlu genç Osman adıyla maruf II. Osman geçmiştir. Genç padişah devlet çarklarındaki tıkanıklıkları görmekte gecikmemiş, tecrübesiz olmasına rağmen yeniçeri ocağında ıslahat çalışmaları yapmak istemiştir. Bu durumun ocak tarafından fark edilmesiyle yeniçeriler isyankâr tavırlar sergilemişler ve Lehistan savaşında laubalilik göstererek harbin zaferle neticelenmesini önlemişlerdir. Bunun sonucunda saltanat ve ordu birbirlerini tasfiye edilmesi gereken bir düşman olarak görmüşlerdir. Hatta yeniçeriler padişahın hacca gitme arzusunu bile kendilerine karşı nefret olarak nitelemişler, onun Mısır ve Şam’dan asker toplamak gayreti olarak görmüşler, padişahı hacca teşvik eden hocası Ömer Efendinin bile kellesini istemişlerdir. Tecrübesiz davranan II. Osman buna karşı çıkmış ve canından olmuştur. Siyasî otoriteye karşı bu kadar vahim hareket eden askeri otorite hem kendi bünyesinde, hem de devletin bünyesinde olumsuzluklara neden olurken, medreseye mensup olanlar ise hizmetlerine devam edegelmişlerdir. II. Osman’ın şehadetiyle yine üç aylığına devletin başına getirtilen I. Mustafa üç ay sonra tekrar görevinden alınarak yerine IV. Murad padişah olmuştur (Yılmaz, 1990:31-32).

IV. Murad da henüz erken yaşta padişah olmuştur. Bu dönemde ülkeyi padişahın annesi Kösem Sultan ve akrabaları yönetmişlerdir. Bu durum devlette büyük karışıklıklar çıkmasına neden olmuştur. Anadolu’nun kuzeyinde büyük

hadiseler olmuş, Irak Safevilerce işgal edilmiş, sadrazam ve devlet görevlileri bütün bu boşluklardan faydalanmak suretiyle yeniçeriler tarafından öldürülmüştür. Henüz yirmi yaşında olan IV. Murad devletin işlerini büyük bir vukufiyetle ele almasından sonra devlet işlerinde sertlik göstererek annesi Kösem Sultanı etkisizleştirmiş, etrafında yer alan sadık adamlarıyla yönetimde etkili olarak devletteki rüşvet ve israfı, keyfiyeti ortadan kaldırarak huzur ve güveni tesis etmiştir. Padişahlar tahta çıkarken, o zaman içerisinde en muteber şeyh kim ise padişahın kılıcını Eyüp Sultanda o kuşanmaktadır. İşte IV. Murad’ın kılıcını da Hüdâyî kuşatmıştır. Bu durum padişah açısından bakıldığında manevî otoriteyi yanına almak görülmelidir. IV. Murad’ın saltanatı devrinde bu kadar yükselişten sonra büyük yıkımların başladığı bir dönemde bu kadar olumsuzluğa tanıklık eden Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri irşad, sohbet, nasihat ve tavsiyeleriyle devletin başına musallat olan olumsuzluklara cevap niteliğinde manevi yardımlarıyla padişahların yolunu hakikatli bir şekilde aydınlatmaya gayret göstermiştir. Bu padişah döneminde de vefat etmiştir (Gençdoğan, 2010:17-18).

Aziz Mahmud Hüdâyî döneminde Osmanlının siyasi ve sosyal vaziyeti tarihe Türk asrı olarak geçen 15.asır ve 16.asır arasıdır. Bu dönemlerde Türkler tarih boyunca en iyi şekilde yaşamışlardır. Bu dönemde Kanuni’den sonraki tüm olumsuzluklara rağmen Hüdâyî toplumun ve padişahların bütün zaaf ve meziyetlerini çok iyi teşhis etmek suretiyle, bu olumsuzlukların adalet, sünnet ve şeriat çerçevesinde giderilmesi gayretini göstermiştir. Yani, saadetin felakete dönüştüğü bir zaman diliminde yaşayan Hüdâyî, devletin başına musibet olarak gelen bütün olumsuzlukları manevi rüzgârıyla bertaraf etmeye çalışmış, padişahtan devlet adamlarına, esnaftan halka her sınıf ve muhitten insana kucağını açmak suretiyle hizmetini büyük bir liyakatle yürütmüştür. Hüdâyî, siyasetin toplumdan ayrı düşmesine müsaade etmeyerek, halk ve saray arasında adeta bir köprü unsuru olmuştur. Onun derin tarih bilgisi, beşeri ilimlere olan vukufiyeti, manevî derinliği, islâmî ilimlerdeki başarısı, Kur’an ve sünnete hassasiyetle bağımlılığı, onu siyaseti yönlendiren bir konuma yükseltmiştir. Gerekli müdahalelerle devletin asli görevini yürütürken adalet ve merhametle hizmet etmesi gerekliliğini vurgulayarak görevin suiistimal edilmemesi gerektiği anlayışını dile getirmiştir. Onun derin entelektüel ve

mütevazı kimliği gerek yaşamış olduğu döneme ve gerekse daha sonraki dönemlere ışık tutmuş ve onu cazibe merkezi kılmıştır (Kemal, 2014:52-67).

Devrin Kültürel, Edebî ve Manevî Yönüne Bakış

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yaşamış olduğu dönem Osmanlı devleti açısından en parlak dönemdir. Bu dönem siyasî, kültürel, sosyal, mimarî ve edebî açıdan en yüksek seviyeye ulaşılan bir dönemdir. Türk edebiyatı bu dönem itibarıyla kendisini diğer Türk ülkelerine kabul ettirebilecek bir seviyeye bu zaman zarfında ulaşmıştır. Arap ve Fars nazireciliğinin de sona erdirilmesiyle Türk edebiyatı özgünlüğüne kavuşarak klasik bir edebiyat meydana çıkmıştır. Bu dönemin şairleri de artık örnek gösterilebilecek mümtaz üstatlardandır. Padişahların sanata, ilme çok büyük önem vermeleri, büyük katkılar sağlamaları, sanatkârları ve âlimleri her açıdan himaye etmeleri, kendileri adına bu durumu vazife olarak addetmeleri fikir, sanat ve kültür hayatını yükselişe geçirmiştir. Bizatihi padişahların kendisi sanat ve ilim erbabıdır. Hakeza, padişahların devrin kültür hayatına da büyük bir önem atfetmeleri ülke dışındaki âlim ve sanatkârların Osmanlı topraklarına gelmesine vesile olmuştur (Banarlı, 1997: I/557).

Hüdâyî Dergâhının Osmanlı tahtının üzerindeki etkisi ise bu dönemde Üsküdarı ön plana çıkartmaktadır. Siyasî ve manevî açıdan en zor zamanlarda sadrazamlar dua almak için sürekli bu dergâha uğramışlardır. Hüdâyî’nin günlük hayatta oynadığı rol kadar kültürel açıdan şehir kimliğinin oluşmasında da rolü büyük olmuştur. Şehir onunla kimliğini bulmuş, adeta onunla da bütünleşmiştir. Yine Hüdayi saraya gönderdiği ayrıntılı raporlarla alevi-kızılbaş köylerine camilerin yapılması gerekliliğini bildirmiş ve hayırseverler tarafından bu kültürel faaliyetlerin vakıfların ve hayırseverlerin yardımlarıyla hızlandığı görülmüştür. Zira, Anadolu’da İran merkezli jeopolitik tehdit dikkate alındığında bu kararların ne kadar isabetli olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.

Şehrin yapılanmasında bâriz olarak göze çarpan bu durum yabancı gezginlerin de dikkatini celp etmiştir. Aziz Mahmud Hüdâyî yalnızca İstanbul’da değil, Anadolu ve Balkan coğrafyasındaki çok geniş kitleleri de etkisi altına almıştır, zîra, Sultan Ahmed Camii’nin açılış hutbesini de okuyan Hüdâyî, halkın kültürel yapılanmasına katkı sunmuştur. Aynı zamanda her ayın ilk pazartesi günün onun burada vaazlar vermesi ve halkı irşad etmesi kültürel faaliyetler açısından dikkat çekicidir, Şehirdeki sosyal hareketliliğin, hayatın, ekonomik oluşumun ortaya çıkabilmesi için, şehir merkezindeki temel yapılaşmanın oluşması ve bu yapılaşma etrafında yer alış dikkate değerdir. Zîra, bu yapılaşma çeşitli, kültürel, sosyal, manevî, edebî unsurlardan oluşmaktadır (Şahin, 2014:168-169).

Bu dinî, edebî ve kültürel unsurlar etrafında yetişen âlim ve sanatkârlar içerisinde, Zatî, Hayalî, Ruhî, Bâkî, Taşlıcalı Yahya Bey gibi şairler; Âşık Çelebi, Sehî, Lâtifî gibi tezkire yazarları ve Hoca Saadettin Efendi gibi tarihçiler de bulunmaktadır ( Banarlı, 1997: I/557 ).

Diğer yandan, şehrin oluşturmuş olduğu kimlik yabancı gözlemcileri ve gezginleri bir hayli etkilemiştir, bilhassa belirli bir kültür seviyesine ulaşmış aydın Türklerin dini ve kültürel konularda yabancılara karşı olan düşünce ve davranışlarında eski sert ve müsamahasız taassuplarını bıraktıkları düşüncesi ortaya çıkmıştır. İstanbul’un doğu yakası batı yakasına nazaran eski örf ve gelenekleri önemli ölçüde korumuştur. Evler, çeşmeler, camiler üslup bakımından özelliklerini korumaktadırlar. Batı yakada ise sağlık kurumları, temizleme çalışmaları, yol yapımları, yaya kaldırımları, at arabalarında kadınlı ve erkekli gezintiler ise göze çarpmaktadır.

Yine, o zamanın Üsküdar tarafında köşkler, çeşmeler, yüksek minareli camiler, mezarlıklar, tekkeler, Anadoluhisarı göze çarpmaktadır. Yine, bu dönemin Üsküdar’ında Türk dilini yumuşak bir üslupla konuşan kadınlar ve çocuklar dikkat çekmektedirler. Her ne kadar yüzleri peçeli de olsa o zamanki Frenklerin bakışlarından pek fazla kaçmamaktadırlar. Dini ve kültürel yaşayışın etkisinden dolayı Müslüman mahallelerinde yüksek şahsiyetli kişilerle yaşamak arzusu, halkla bu şahsiyetleri birleştirmiştir Bunun en önemli göstergesi ise Üsküdar ve Eyüp semtleridir (Şahin, 2014:170-172).

Öte yandan edebî alanda XVI. yüzyıl edebiyatın dîvân şiiri açısından zirveyi yakaladığı bir zaman dilimidir. Bu dönemde divan şiiri ahenk, ses ve nazım bakımından çok ileridedir. Yine, şiir mecaz ve benzetmeler bakımından yerli ögelerle doldurulmuştur. Şiirin konularını ise, tasavvuf, aşk, din, hikmet, tabiat gibi konular oluşturmaktadır. Her ne kadar edebiyat doğudan, Arap, Fars medeniyetlerinden etkilenmişse de, zamanın akışı içerisinde millileşme temayülü göstermiştir. Şiir, bağlı olduğu yüzyılın kültür ve medeniyet anlayışını, zevkini, estetiğini, sanatını yansıtmıştır. Örf ve adetler, gelenek, hayata bakış, kıyafet kültürü, devletin işleyiş anlayışındaki mantık yine şiirde söz konusu edilen unsurları ihtiva etmektedir.

Bir sonraki yüzyıllık zaman diliminde ise toplumun sosyal hayatındaki geri kalmışlığa ve çalkantılara rağmen, saat ve edebiyat dünyasında tam tersi bir yükseliş söz konusudur. Artık klasikleşmiş olan Türk şiiri daha bir yerli yapıya sahip olma özelliği göstererek oturmuşluğunun bilincindedir. Şiir, daha önce etkilenmiş oldukları arabi ve farisi unsurları bile aratmayacak derecede aksine onlarla yarışabilecek niteliktedir. Bu yüzyılın edebiyata yansıyan diğer unsurlarından birisi de Türk şiirinin Sebk-i Hindi ve Hikemi şiir unsurlarını taşımaya başlamasıdır. Zîra, bu tarz kendisini bir edebi akım olarak göstermekle beraber, halkı bilgilendirici didaktik özellikler de göstermiştir. Bu tarzın ortaya çıkmasının sebebi ise gerek devletin ve gerekse toplum hayatının siyasi, sosyal ve mali yapısındaki durgunluktur. Hikem-i şiir daha ziyade karşısındakine bir telkinde bulunma, ona mesaj verme amaçlıdır, aynı zamanda kısa ve özlüdür. Dili anlaşılır olmakla beraber, gayet açıktır. Fikir ve bilgi verici niteliklere sahiptir, süslü değildir. Bir diğer akım olan Sebk-i Hindi ise farisi eksenli Urfi ve Saib’in etkisiyle edebiyatımıza girmiştir. Naili, Neşati ve Fehim gibi temsilciler Türk edebiyatında bu şiirin öncüleri durumundadırlar. Üslup bakımından sözün önemi değer kaybederken, anlamda incelik, karmaşıklık ve derinlik gibi unsurlar söz konusudur. Istırap, elem, acı gibi ruha dönük unsurlar daha ziyade şiirlerde baskın durumdadırlar. Abartma ve tezatlar gibi unsurlar da şiirlerde kullanılırken, tasavvufi ögelere de yer verilerek özlü anlatıma gerek duyulmuştur (Gençdoğan, 2010:19-21).

Devrin önemli özelliklerinden birisi de ulema, meşayıh ve devlet ricâlinin münasebetleridir. Manevî yönden dönem iç açıcı değildir. Bu yüzden özellikle Hüdayi dergâhı ve Aziz Mahmud Hüdâyî ulemaya ve sultanlara mektuplar yazmak

suretiyle meşayıhı sultanlara ve âlimlere tanıtarak onların ve kendisinin devlet üzerindeki dolaylı tesirini dile getirmiştir. Zekeriya Efendi ve Bostanzade Mehmet Efendi gibi âlimler bu dönemde Hüdâyî’nin İstanbul’da kalmasını sağlamışlar ve onu padişahla irtibata geçirmişlerdir. Bu kişilerin hepsi de- Hüdâyî dâhil- medrese kökenlidirler.

Aziz Mahmud Hüdâyî padişahın meşayıhla irtibat halinde olması gerektiği hususunu dile getirerek devlet müessesesini Sofyalı Bali Efendi, Nurettinzade Muslihuddin Efendi, Şaban Efendi halifesi Şeyh Mehmed Efendi, Davut Efendi, Rodoslu Aliyuddin Efendi, Medineli Şeyh Mehmed, Kastamonulu Meczup ve Mısırlı Abdülhalik Derviş gibi önemli manevi şahsiyetlerle bir araya getirmiştir. Hüdâyî, devlet adamları ile dosttur. Kıbrıs Paşası Ahmed Paşa, Hızır Paşa, Kazasker Düğmecizade Efendi, Hüseyin Bey, Kapıcıbaşı Hüseyin Ağa, Ferhad Paşa, Halil Paşa gibi devlet adamları onun manevi etkisi altında olmuşlardır. Devlet ricâlinin dünyevi ve idari işlerde mutlaka evliyaullah ile irtibatlı olması gerekliliği hususu da yine Hüdayi tarafından sıklıkla öğütlenmiştir. Toplumda bir takım kötülükler söz konusudur. Bu durum kamu düzenini olumsuz etkilemektedir. Şeriatın icrasında ve sünnetin ihyasında gevşeklik söz konusudur. Namazda gevşeklik gösterilmektedir. Zekat ve sadaka ihmal edilmekte, içki içenlerin sayısı çoğalmakta, eşkıya gibi unsurlar toplumda türemektedir. Fasık ve facir insanlar çoğalmış, mehdîlik iddia edenler zuhur etmiştir. Bütün bunlarla ilgili olarak devlet müessesesi Hüdayi tarafından uyarılmıştır (Kemal, 2014:64).

Yine, devre edebî yönden bakıldığında gazel ve kasîde gibi unsurlarda Nef’i ön plana çıkmaktadır. Şair Nef’i birçok kaside şairini gölgede bırakmıştır. Gazelde ise şeyhülislam Yahya, Neşati, Naili gibi büyük şahsiyetler yetişmiş; nesirde ise Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Peçevi, Nergisi, Veysi gibi kişiler ön plana çıkmıştır. Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri, Kâtibi, Üsküdari gibi saz şairleri de yine bu döneme damgasını vuran şahsiyetlerdir. Nev’izade Atayi mesnevi alanında zirve isimlerden olurken, Rifati, Kafzade Faizi, Fasih Dede, Riyazi gibi mesnevi şairleri de yine diğer önemli yazarlar kısmını oluşturmuştur. Halk edebiyatı zirve devrini yaşarken, tasavvuf edebiyatı tasavvufi çevrelerden beslenmiş, Aziz Mahmud Hüdâyî, Bâkî, Cevheri, Şeyhülislam Yahya Efendi şairler ön plana çıkmıştır (Gençdoğan, 2010:21-23).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Hayatı, İlmî, Edebî ve Manevî Şahsiyeti Hayatı (1541-1628)

Aziz Mahmud Hüdâyî 16. ve 17. yüzyılın şeyh, şâir ve sofisidir (Banarlı, 1997: II/702). Her ne kadar Bayramiyye tarikatının bir şubesi olsa da, zamanla müstakil bir tarikat haline gelmiş olan Celveti tarikatının öncüsüdür (Yılmaz, 2009:299). Osmanlı döneminin en meşhur evliyâlarından birisi olan, gerek kendi döneminde ve gerekse günümüzde manevî tasarrufu devam etmekte olan Aziz Mahmud Hüdâyî’nin aslen Şereflikoçhisar’lı olmakla beraber 1543 yılında Sivrihisar’da dünyaya gelmiş olduğu söylenmektedir. Doğumu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bazıları onun Sivrihisar’da doğduğunu dile getirirken, bazıları da Şereflikoçhisar’da doğduğu hakkında kanaatlerini beyan etmektedirler. Ancak baskın görüşe göre onun doğum yeri olarak Koçhisar kabul edilmektedir. Sivrihisar ise daha ziyade yetiştiği muhit olarak anılmaktadır. Zira, Hüdâyî kendi eseri olan “Vâkıat”’ında yetişmiş olduğu Sivrihisar’dan sık sık bahsetmiştir. Harîrizade Kemalettin onun 1543 tarihinde doğduğunu söylerken Gülşen Efendi 1545 yılında doğduğunu söylemiştir (Yılmaz, 1990:37-42).

Yine “Vâkıat”’taki bir konuşmasında şeyhinin sormuş olduğu soruya vermiş olduğu cevabıyla 37 yaşında olduğu, bunun 1541 senesine tekâbül ettiği ortaya çıkmaktadır. Ebeveynlerinin Sivrihisarlı olması sebebiyle onun doğum yerinin yanlışlıkla Sivrihisar olarak kaydedildiği ve bu çelişkinin buradan kaynaklandığı dile getirilmektedir (Gençoğlan, 2010:26). Asıl ismi Mahmud olmakla beraber daha ziyade yazmış olduğu şiirlerinde “Hüdâyî”mahlasını kullanmıştır. Bu mahlas kendisine şeyhi ve üstadı olan Üftade tarafından verilmiştir “Hüdâyî” kelimesi “doğru yola mensup olan, doğru yol, hidâyet” manâlarına gelmektedir. “Aziz”” isminin ise daha ziyade onun büyük bir şahsiyet olmasından kaynaklanan özel durumundan dolayı kendisine izafe edilmiştir. Babasının adı ise Fazlullah Mahmud bin Mahmud’dur (Yılmaz, 2008:1). Bu isim aynı zamanda “Ulu”” manâsına da gelmektedir ve Hüdâyî’nin neseb itibarıyla Sadat-ı Kiram’a dayandığı

söylenmektedir. Zira, İsmail Hakkı Bursevî’nin ifadesine göre onun Cüneyd-î Bağdadî üzerinden Hz. Muhammed’in (SAV) soyuna dayandığı ve “Seyyid” olduğu, bu yüzden yeşil sarık sarınmış olduğu ve halen Üsküdar’daki türbesinin üzerinde de yeşil sarık olduğu açıktır (Yılmaz, 1990:38).

Aziz Mahmud Hüdâyî ilk tahsil yıllarını çocukluğunu yaşamış olduğu Sivrihisar’da geçirmiştir. Daha sonra tahsilini devam ettirmeye çok daha müsait bir muhit olan İstanbul’a gelmiştir. Orada Müderris olan Nazırzâde Ramazan Efendiye talebe olarak onun ilminden istifâde eden Hüdâyî, Halvetiyye tarikatının şeyhlerinden olan Muslihuddin Efendi’nin de sohbetlerine katılmak suretiyle ondan feyz almış, manevi istifadeler elde etmiştir. Bu süreçte İstanbul’daki ilim tahsilini tamamlayan Hüdâyî, hocası Nazırzâde’nin Edirne Müderrisliğine tâyini dolayısıyla hocasıyla birlikte Edirne’ye gitmek zorunda kalmıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî Edirne’de hocasına artık müderris yardımcısı ve stajyer olarak yardım etmektedir, hatta hocasının Şam ve Mısır’a kadı olarak tayin edildiği dönemlerde de onun vekili olma şerefine nâil olmuştur. Bu arada Halvetiyye çevresiyle olan münâsebetlerini yoğun bir şekilde sürdüren Hüdâyî, hocasının Bursa kadılığına tâyin edilmesi hususiyetiyle kendisi de Bursa’da Ferhadiye Medresesinde müderris ve Mahkeme-i Suğraya vekil olarak atanmıştır (Yılmaz, 2008:1).

Hüdâyî’nin Bursa’ya atanmasının henüz üçüncü yılında hocası Nazırzâde ahirete intikal etmiştir. Onun vefatıyla Hüdâyî resmi vazifelerini bırakmıştır. Görmüş olduğu bir rüya ve gaybî işaretler dolayısıyla bir Celvetiyye şeyhi olan ve sohbetlerini dinlediği Muhiddin Üftade Hazretlerine bağlanmıştır. Onu Üftâde’ye intisab ettiren rüyada o cehennemin ateşini seyretmektedir. Ancak, hayattayken kendilerinin cennette olacaklarını umduğu bazı mümin kişilerin ve hayır sahiplerinin ve hatta hocası Nazırzâde’nin de hep birlikte cehennem ateşinde yanmış olduklarını gördüğünde dehşete kapılan Hüdâyî o kadar acı ve üzüntü duymuş ki, daha hemen o sabah elinde avucunda ne varsa satarak, malını, mülkünü ve vazifesini terk ederk Üftâde Hazretlerine talebe olmuştur.

Hüdâyî’yi Üftâde’ye intisab ettiren bir başka rivâyet daha vardır. Bu rivâyet ise onun bakmış olduğu resmî bir davadır. Bu dava onun görevini bırakmasıyla neticelenmiştir. Bursa kadılığı sırasında o zamana kadar eşine pek rastlanılmayan bir

davaya bakmak zorunda kalmıştır. Bursa’da Hisar semtinde ikamet etmekte olan fakir bir zat, her yıl hale sürekli hacca gitmek ümidiyle niyet etmektedir. Fakat bir türlü parayı denkleştirip, fırsat bulup hacca gidememektedir. Davanın görülmüş olduğu sene olan bu zaman zarfında hanımına “inşallah bu yıl hacca gideceğim, şayet gidemezsem seni boşayacağım’” diye bir ifâde kullanmıştır. Vakit artık kurban bayramına yaklaşmıştır. Ne yazık ki, adam ortalıklarda yoktur. Bu arada karısı kocasını merak etmektedir. Aşağı-yukarı bir haftaya yakın bir süre sonra adam aniden ortaya çıkarak evine gelir ve karısına hacca gidip geldiğini söyler. Bu duruma epeyce hayret eden karısı tabii ki ona inanmamaktadır. Kocasına vermiş olduğu boşanma sözünü hatırlatarak, kocasının yalan söylediğine kanaat getirir ve kadıya boşanma davası açar. Bu zaman diliminde Bursa kadısı olan Mahmud (Hüdâyî) yapılan şikâyetin aydınlatılması hususu ile adama mahkemeye çağırtır. Adam, karısına söylemiş olduğu ne varsa hepsini mahkeme huzurunda bir bir anlatır. Hatta hacca giden ve onunla beraber olan arkadaşlarından bile söz eder. Kadı Mahmud adama bu işi nasıl yaptığını sorduğunda, adam eskici Mehmed dede vasıtasıyla bu işin olduğunu anlatır. Böyle bir şeye inanmayan Kadı Mahmud eskici Mehmed Dedeyi huzuruna çağırtarak olanı biteni anlattırır. Eskici Mehmed Dede vermiş olduğu ifadesinde Allah’ın düşmanı olan şeytanın bir anda bütün dünyayı dolaştığını ve Allah’ın dostu olan bir kulun niçin bir anda Kâbe’ye gitmesinin bu kadar abes karşılandığını söyleyerek kadıyı şaşırtır. Mehmed Dede’nin bu cevabı çok manidardır ve Kadı Mahmud davayı Bursalı hacıların dönüşüne kadar ertelemiştir. Haccın bitmesiyle Bursalı hacılar hacdan dönmeye başlamıştır. Kafile hacdan geldiğinde şahitler mahkemeye çağrılarak hacıların ifadesi alınır. Kafiledekiler de aynı şeyleri kadı Mahmud ve davacının huzurunda söyleyince, Kadı Mahmud büyük bir şaşkınlık içerisinde davayı düşürür ve adam karısını boşamaktan kurtulur. Bu şaşkınlığı üzerinden bir türlü atamayan Kadı Mahmud nihayetinde Eskici Mehmed Efendi’ye giderek büyük şaşkınlık içinde olduğunu söyleyip ona bağlanmak ister. Ancak Mehmed Dede, bu nasibin kendisinde olmadığını ve onun Üftâde Hazretlerine başvurması gerektiğini söyler ve Kadı Mahmud’u Üftâde Hazretlerine gönderir (Gençdoğan, 2010:28-29).

Kadı Mahmud henüz otuz altı yaşında iken Muhyiddin Üftâde’ye intisab etmiştir. Hz. Üftâde, buranın bir yokluk kapısı olduğunu söyleyerek ondan, öncelikle

malını, mülkünü bırakmasını, memuriyetini, müderrisliğini terk etmesini ve Bursa sokaklarında nefsini yenerek ciğer satmasını istemiştir. Kadı Mahmud tereddütsüz bir şekilde Üftâde Hazretlerine söz vermiş ve verileni aynı şekilde tatbik etmeye canla başla koyulmuştur. Artır o, Üftâde’nin irşad halkasındadır. Kadı Mahmud verilen bütün bu görevleri yerine getirirken sıkı bir riyazata tabi tutulmuştur. Artık üç günde bir elmayı koklayıp iftar ettiği gibi, sadece kuru bir ekmekle de yetinmektedir. Bu halinden dolayı artık yolda giderken dirilerden ziyâde ölülerle konuştuğunu söylemektedir. Hatta, bir gün Üftade’yi ziyarete giderken vefat etmiş olan bir müezzine rastlamış ve bu durumu hocasına anlatmıştır. Üftâde de onun riyazetle ruhunu kuvvetlendirdiğini ifade ederek, kendisinin de bu yola ilk intisap ettiğinde çarşıda dirilerden ziyâde ölülerle konuştuğundan bahsetmiştir(Yılmaz, 1990:47).

Hüdâyî Bursa’ya geldiğinde çok kibirli, çok bilgili bir kişiliktir, ancak bu rahatsızlığını da kendi üzerinde duymaktadır, hocası Üftâde’nin manevi tespitine göre ezelinde çok büyük bir mürşit olma temayülü bulunmaktadır, yani ilm-i ledüne ezelden meftundur. Ancak üzerindeki bu kibrin kırılması içinde hiç kimsenin yapamayacağı bir şeyi sırmalı kaftanıyla ciğer satmak suretiyle nefsini yenerek ispat etmiştir. Bu hadise onun seviyesinin ne kadar yüksek olduğuna dair bir delildir (Doğan, 2014:5-6).

Üstâdının yanında üç yıl gibi bir seyr-i sülûk eğitimine tabi tutulan Hüdâyî Celvetî Tarikatı üzerine terbiye edilmiştir. Daha sonra şeyhi tarafından irşad vazifesiyle Sivrihisar’da manevî görevini halife olarak sürdürmüş, altı aylık bir zaman diliminden sonra üstadı Üftâde’yi ziyaret amacıyla Bursa’ya gelen Hüdayi üstadının vefatı üzerine ailesiyle birlikte Rumeli’de bir süre kalmıştır, bilahare İstanbul Üsküdar’a gelerek Mehmet Paşa camii yakınlarındaki bir evde on altı yıl riyâzet ve mücâhede ile meşgul olmuştur (Yılmaz, 2008:2).

Bir diğer ifadeye göre, Küçük Çamlıca mevkiinde çilehane mescidi ve ona bağlı olarak iki taş oda yaptırmış ve burada nefsiyle mücahede etmiştir. Bir yandan irşad vazifesini yerine getiren Hüdâyî, diğer yandan Fatih Camii’ndeki sohbetlerini sürdürmüş, 1589 senesinde Üsküdar’da günümüzdeki dergâhın yerini satın almak sûretiyle buranın inşaatını 1595 yılında tamamlamıştır. Fatih camiinde vaizliği bırakan Hüdâyî, bu sefer Mihrimah Sultan Camii’nde sadece Perşembe günleri

sohbetlerini sürdürmüş, 1617 yılında yapımı tamamlanan Sultan Ahmed Camii’nde de Pazartesi günleri vaaz vermeye başlamıştır (Gençdoğan, 2010:30).

Hüdâyî, bütün padişahlara hükmedercesine manevî emirler veren yüce bir kişiliktir, gazaba uğrayan devlet büyükleri için bir manevî barınak ve sığınak olmuştur. Padişahlar yanında Sadrazam Kayserili Halil Paşa, Dilaver Paşa, Hoca Saadettin Efendi, Sunullah Efendi, Şeyhülislam Hocazade Esat Efendi, Okçuzade Mehmed Şahi Efendi, Sarı Abdullah Efendi, Nevizade Atai gibi şahsiyetler onun müntesipleri arasındaki kişilerdir (Akpınar, 2005:32-33).

Hüdâyî, âlimliği, şâirliği ve mutasavvıf şahsiyeti ile gerek kendi döneminde ve gerekse kendisinden sonraki çağlarda yaşayanlırn saygınlığını ve beğenisini mazhar olmuş bir büyük şahsiyettir. Hilm sahibi ve tatlı dilli bir zat olduğu ve yol gösterici özelliği ile padişahlarla sürekli ünsiyet halinde olmuştur. Yöneten ve yönetilen kesim tarafından benimsenmiştir. Hz. Ali’nin neslinden olan bu kâmil zatın dengi yoktur. O, bu gizli yolun sultanıdır. Kalbi müstesna ilimlerle doludur. Ledün ilminin pınarı olduğu için herkes kapısına hücum etmektedir. Huzurunda Hızır’ın dahi ayakta durduğu bir şahsiyettir. O, tarikat ilminin âlimi, hakikat hazinesinin kâşifi, ledün ilminin vâkıfı, hadis ve tefsir ilminin nakledicisi, âbid, zâhid, kâmil bir mürşittir, seyyiddir, Hz. Muhammed’in (SAV) sırlarının mirasçısıdır (Kayaokay, 2017:41-48).

Bir rüya vesilesiyle Sultan 1. Ahmed’le tanışan Hüdâyî Sultanın iltifatına mazhar olmuş, daha sonra da Sultan 1.Ahmed kendisine intisab etmiştir. Zamanında yaşadığı diğer bütün padişahlar gibi 1. Ahmed’e de çeşitli tavsiyelerde bulunup onu hayra yönlendiren Hüdâyî, onlara ihtiyaç hissettikleri her zaman diliminde yol göstermek suretiyle manen önlerini açmış, fakat bu münasebetler esnasında asla ve kat’a bu yakınlığı su-i istimal etmemiştir. Başkalarının da su-i istimaline izin vermemiş, aksine devlet erkânı kendi yanına gelmiş, kendisi ise onlardan müstağni kalmıştır. Birkaç kez evlenen Hüdayi’nin on çocuğu dünyaya gelmiş, ancak kendisi henüz hayattayken bütün erkek evlatları vefat etmiştir, soyu ise kızları üzerinden devam etmiştir. Üç kez hacca gitmiş, 88 yaşında iken 1628 yılında Üsküdar’da ahirete intikal etmiştir (Yılmaz, 2008:2).

İlmî ve Edebî Şahsiyeti

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yaşamış olduğu dönem Osmanlı Devleti’nin ilim bakımından doruklara ulaştığı bir zaman aralığına rastlamaktadır. Medrese tahsilli hem kadı hem de müderristir. Üstadının vermiş olduğu vaizlik vazifesine devam etmesinden dolayı artık bu görevlerinden ferâgat ederek tefsir, hadis, tasavvuf gibi alanlara yönelerek otuz kadar eser yazmıştır. Onun bu eserleri ilmî derinliğinin derecesini göstermesi bakımından önemli bir delil teşkil etmektedir. Bursalı İsmail Hakkı Hz. Hüdâyî’yi yazmış olduğu eserlerle tıpkı onun Üstâdı Üftâde gibi ehl-i kalem bir evliya olduğunu ve ilmi olgunluğunun çok yüksek olduğunu dile getirmiştir (Yılmaz, 1990:89-90).

Hem kadı hem müderris düzeyinde pâyelere sahip olmak hem de diğer manevî ilimler alanına yönelip tüm bu payeleri terkederek bu kadar üstün eserler vücuda getirmek büyük bir olgunluğa sahip olmayı gerektirmektedir. Zîra, zahirî ilimler her zaman kişiye bir varlık duygusu verebilmektedir. Fakat bu zahirî ilimler Hüdâyî’ye varlık açısından azap olarak gelmiştir. O, daima Allah’a vasıl olma ve O’na kavuşma arzusu içerisinde olduğundan dolayı, bu şekilde hareket etmiştir. Allah’a vasıl olmak üstün bir değer taşımaktır. Hüdâyî, kadılığı ve müderrisliği tasavvuf gibi derinlik içermemesinden dolayı terk etmiştir, çünkü her ikisini birden götürmesi kendisinin manevî ve ilmî olarak olgunlaşmasına engel teşkil etmektedir (Yüceer, 2005:133).

Aziz Mahmud Hüdâyî mürşid ve ıslahatçı bir şahsiyet olmasının yanında, aynı zamanda bir teorisyen, müellif, âlim ve eğitmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun irşad ve ilim anlayışı yalnızca tek bir muhite yönelik bir anlayış değildir, aksine ümmete şâmildir. O, mesajlarıyla, eserleriyle sadece kendi döneminin insanlarına değil, kendisinden sonra gelecek olan nesillere de hitap etmek sûretiyle insanların manevî derecelerinin yükselmesini ve Allah’ın sevgisini kazanmalarını arzu etmektedir. Hüdâyî’ye göre insanların derece bakımından peygamberlere en yakın olanları ilim ehli ve Allah yolunda gayret gösterenlerdir, çünkü halk âlimlere

sürekli muhtaç bir vaziyettedir, kaldı ki insanlar cennette bile ilim adamlarına danışacaklardır (Özervarlı, 2005:115).

Tasavvuf! edebiyatın mesafe kat etmesinde, yol almasında Hüdâyî önemli bir yere sahiptir. Yunus Emre ile başlayan tasavvuf! halk edebiyatı Hüdâyî ile gelişmiştir. O, hocası Üftâde döneminde temelleri atılmış olan zühdî halk edebiyatını geliştirerek tekke edebiyatının oluşmasında oldukça önemli bir yer edinmiştir (Gençdoğan, 2010:32).

İlmî bir muhitten tasavvuf! bir muhite intikal etmiş olan Aziz Mahmud Hüdâyî edebî verilerini Yunus Emre yöntemiyle ortaya koyarken kafiyeden ziyâde manâyı ön plana çıkararak, kadı ve müderrisliğin de bilgisiyle daima dinin zâhir kısmına dâhil kalmıştır. Her ne kadar vahdet-i vücut düşüncesini dile getirse de, dinin zâhirine ters düşecek bir ifade anlayışına mahal bırakmamıştır. Konu olarak mâsivayı değil, Allah’ı istediğini dile getirmiştir. Onun amacı ehl-i dünya olmak değildir, aksine âhireti kazanan kişi olma arzusudur. Şiirlerinde vermiş olduğu bilgiler ve ahlâkî öğütler dünyanın gerçek yönüyle tanıtılması istikametindedir. İnsanın dünyaya değil de fizik ötesi âleme gönül vermekle isabetli bir iş yapmış olacağı düşüncesini benimsemiştir. Dîvân edebiyatı türünde verdiği eserlerinde dua üslûbunu kullanmış, sabrın zorluklardan sonra gelen bir anahtar olduğunu belirterek, meşakkatten sonra kolaylığın geleceği fikrini kabul etmiştir (Yüceer, 2005:133-134).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin tasavvufî halk edebiyatı türündeki şiirleri ve ilâhîleri Yunus Emre ve Ahmed Yesevî tarzındadır. O, şiirlerinin tamamına yakın bir kısmını aruz kalıpları içerisinde büyük bir ustalıkla söylerken, sırf manâyı kaybetmemek için gerektiğinde kafiye ve vezni terk ettiği de olmuştur. O, kendi yaşamış olduğu devrin hem aruzla, hem de heceyle söyleyen şairleri arasında telakkî edilmektedir. Hüdâyî, Yunus Emre’den farklı olarak, Arapça-Farsça şiirler, Türkçe- Arapça mülemmalar, yani başka dillerden alınma parçalar bulunan şiirler de yazmıştır. Şiirleri serbest fikirleri yansıtmaktan ziyâde, ahlâkî ve dinî öğütler içeriklidir, yani didaktiktir (Yılmaz, 1990:90-95).

Hüdâyî her ne kadar bir şâir olarak meşhur olmadıysa da, yaşamış olduğu hal ve sözlerinde olduğu gibi şiirleriyle de çok etkili olmuş yüksek bir şahsiyettir. Hüdâyî’nin şiirlerinin pek çoğunun bestesi yapılmış ve onlar dergâhlarda okunmuştur. Bizzat kendisi de şiirlerini bestelemiştir. Bu yönüyle de bir bestekâr ve musıkîşinasttır (Yılmaz, 2008:8).

Na’at ve ilâhî türündeki şiirleri hep tevhid içeriklidir. Diğer yandan o şiirlerinde Hz. Muhammed’le (SAV) ilgili pek çok yönü işlemektedir. O’nun beşeri yönünü, ahlâkını, üstünlüğünü, peygamberlik yönünü, sünnetini vurgulayarak, üstün meziyetlerini dile getirmiştir (Zülfikar, 2005:438).

Aziz Mahmud Hüdâyî için edebiyat bir vasıtadır, zîra o fikirlerini ve tasavvuf! görüşlerini sunarken edebiyatı bir vasıta olarak kullanmıştır. Bu yönüyle o kitaba ve sünnete uygun bir mutasavvıf şairdir. İlâhîleri, murabbbaları, bestelenmiş güfteleri, zarif nükteleri kendisini sevdirmektedir. Hadîsat karşısındaki itidâlini de şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde sanat endişesi taşımamaktadır. Şiirin estetiği için ifade etmek istediği şeyden asla ödün vermemektedir, yani şiir onun anlatmak istediği konuya araç konumundadır. Aruzla yazılan şiirlerindeki terkipler, kullandığı dilin ağırlığından ve ifade şeklinden anlaşılmaktadır, zîra bu tür şiirlerinde imale ve zihaflar dikkati çekecek kadar çoktur. Bu şiirlerini ustaca ve üstün bir şekilde söylememiştir, iç ahenk ve muhteva şekil özelliklerinden daha ön plandadır. Na’atler gazel formunda olmakla beraber, bazıları murabba tarzındadır. Müfredleri, dîvân edebiyatı tarzına uygun olmakla birlikte, gazel, murabba, muhammes ve kıt’a tarzıyla yazılmış olan şiirleri azınlıktadır. Müfretleri 200 civarındadır. Beyitlerinde dikkat çekici veciz ifadeler ve darb-ı meseller bulunmaktadır. Ayrıca mesnevî tarzında yazılmış mülemma şiirleri de mevcuttur. Şiirlerinde Türkçeyi tercih ettiği görülmekle beraber, aruz veznindeki şiirleri lirizm yönüyle daha ağır bir dille yazılmıştır. Onun hiçbir zaman şairlik iddiası ve tasası olmamıştır, belki de bu yüzden dîvân şâirleri arasında ismi geçmemektedir, çünkü şâirliğinin ve sanatının üstünlüğünü iddia etmemesi onu mütevâzı kılmıştır. Onun kendisinden önce gelen derviş şâirleri taklit konusunda başarılı olduğu söylenemez, bilakis onları temsil ve taklit zordur. O kendi yolunda seyretmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâyî daha ziyâde Ahmed Yesevî ve Hacı Bayram ekolünün kendi şahsına münhasır bir devamı niteliğinde değerlendirilmelidir. Şiirleri bir hitâbe niteliği de taşımaktadır. Kendi çağında yaşayan ve aynı zamanda kendisinden sonraki çağlarda yaşayan birçok mutasavvıf şairi de etkilemiştir. Hitabetindeki zarafet müjde

niteliğinde karşımıza çıkmaktadır. Zîra onun, kendisini ziyaret için gelenlere, vefatından sonra ise kabrinin önünden geçerken kendisine fatiha okuyanlara ve ona gönülden bağlı kalanlara bir müjde ve hediye niteliği taşıyan, aynı zamanda bir arzu, bir dilek ve temenni olan ..Denizde boğulmasınlar; ahir ömürlerinde yoksulluk çekmesinler! İmanlarını kurtarmadıkça ahirete göçmesinler! Öleceklerini bilsinler; haber versinler” duası bir dilek ve temenni duasıdır (Ertan, 2005:449- 462).

Hüdâyî, şiirlerini maksada göre belirlerken, geleneğe büyük ölçüde bağlı kalmıştır. Şiirinde tabiat cıvıl cıvıldır. O, Allah’a ve Peygamber’e duyduğu derin aşkı çok samimi ifadelerle dile getirirken, muhataplarını sorduğu sorularla tefekküre davet etmiştir. Dili külfetsiz olmakla beraber, medreseyi ve tekkeyi şahsında birleştirmiş âlim bir şâirdir (Tavukçu, 2003:284).

Manevî Şahsiyeti

Aziz Mahmud Hüdâyî’yi ön plana çıkaran, onu şöhrete kavuşturup ölümsüz kılan unsur aslında manevî şahsiyetidir. Zîra, bir insanın elindeki önemli dünyevî varlıkları terk etmesi; mevkîyi, makamı elinin tersiyle itmesi; kendisine dünyevî nimetlerden el çektirmesi öyle kolay kolay terkedilebilecek unsurlar değildir. Ancak, Aziz Mahmud Hüdâyî çok zor bir görev olan ve vicdan muhasebesi ve murakabe gerektiren kadılığı; bunun yanında müderrisliği terk edebilmiştir. O, mürşidi Üftâde tarafından kabul gördükten sonra onun yanında çok büyük bir fikrî ve ruhî kemalâta eriştikten sonra ancak kalbi itminana erişmiş, zihnen durulmuş ve kendisinden sonra bu manevî yolda seyr-u sülûk edecek kişilere rehberlik edebilecek bir seviyeye ulaşabilmiştir.

Özellikle, hocasının vefatından sonra kendisine tevdî edilen bu manevî görevi yerine getirirken yapmış olduğu vaazlar, irşad faaliyetleri, zikir meclisleri, tefsir ve hadis derslerindeki uygulamalar hep bir manevî neş’e içerisinde ve duygu

dolu bir atmosfer kıvamında gerçekleşmiştir. Özellikle, “Tecelliyat” adlı eserinde kendisinin vermiş olduğu bilgilere göre de değişik zaman dilimleri içerisinde çok farklı tecellilere mazhar olduğunu, kutup ve kutbu’l-aktablık mertebelerine ulaştığını ifade etmektedir. Kutupluk makamıyla ilgili ifadeleri bizzat şu şekildedir:

“-1011 Şa’ban-ı Muazzam’ın yirminci gecesi temcid vaktinde bir hal zahir olup cemi-i halkı Hakk ’a davet eylemişim, nazar eyledim âleme sanki “kutub ” olmuşum. ” “1012 Ramazan 29. Pazartesi günü büyük bir tecelli oldu. Ondan sonra bir bisat ihsan olundu. Genişliği âlemler kadarınca. Bunlar zikrolunmaz.” “...tarih-i mezburda Muharrem 9. Pazartesi günü fakire işaret edip bu zamanın kutbu ’l-afakı bunlardır, denildi.” “1012 Zilka’de 8. Cuma gecesi beni âdeme kutb oldun diye kutbiyet ihsan olunduğudur. ” “1003 Ramazan 29. Pazartesi büyük bir tecelli vakı oldu. Ondan evvel böylesi olmamıştı. Büyük bir döşek döşediler ki, cemi ’alemi tuttu. Ba ’dehu ‘kutub kimdir ’ diye sual eyledim, cevap geldi ki söylenmez. Yine onun kutbu’l-aktab olduğunu gösteren ifadeleri de şöyledir: “1013 Cemaziyelahir 18. Cuma günü namazdan sonra fukara tevhidde iken Canib - i Hak’dan müminlerin kalplerini tathir etmeği Rabb ’ım ihsan edip ‘Kutbu ’l- aktab’ olduk. ” “1013 Muharrem 9. Pazartesi bir veçhile müşahede olundu ki, bazı mahlûkat Mihalıç tarafına teveccüh ettiklerinde bu akir canibine sevkolundular. Hem bu halkın bazısı bazısına bu fakiri gösterip ‘Kutbu ’l- akta-ı afak bunlardır’ diyorlardı.” “1018 Cemaziyelahir 18. Cuma günü Cuma’dan sonra mihrabda iken ve fukara tevhidde olduğu halde ‘tathir-i kulub-i mü’minin’ ihsan olundu. Güya ki, ‘kutb-u aktab idim.” “1013 Zilka ’de 18. Cuma günü ‘sen kutbu ’l-âmsın ’ diye kelam olundu!” Aziz Mahmud Hüdâyî’nin ‘âlemin kalbi’ demek olan ‘Kutbu’l-aktab’lık makamına yükseldiğini o devri yaşamış olan Evliya Çelebi ve Tarihçi Peçevi İbrahim Efendi bizzat belirtmişlerdir (Yılmaz, 1990:96-97).

Hüdâyî, vahdet-i vücut düşüncesinin ehl-i sünnet çerçevesine en dikkate değer sadık temsilcilerinden biridir (Güneş, 2005:432). ‘Varoluşun Birliği’ şeklinde ifade edilebilecek olan bu düşünce ise 12.ve 13. yüzyıl İspanya’sının önde gelen arap mutasavvufı ve filozofu İbn-i Arâbi’ye kadar giden tasavvufi bir kavramdır (Izutsu, 2001:81). Bu düşünceye sahip olan Hüdâyî, sadece kendi tarikatanlayışına

ait fikirleri yaymakla kalmamış, resmî ve gayr-ı resmî olarak insanların dini anlama ve yaşama hususunda onlara rehberlik etmiş, çok geniş bir kitleyi etkilemiştir. Namaz, oruç, zekat, hac ibadetleri, kelime-i tevhid, kelime-i şahadet, diğer evrad ve ezkara dikkat hususunda bağlılarını özendirmiştir (Arpaguş, 2005:101-108).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin itikad ve tefekkür yönü dikkatli bir şekilde tetkik edildiğinde, onda herhangi bir sıradanlığın değil de, bunun tam tersine bir de rûnîlik söz konusu olduğu fark edilmektedir. Zîra, bir insanın bir takım çabalarla dünyevî ilimlerde mesafe kaydetmesi olağandır, ancak kişinin kendisini insana en lazım olan yeme, içme, uyuma, konuşma ve buna benzer pek çok faaliyetten alıkoyması ve çok büyük fedakârlıklarla nefsine engel olup, onu arıtması, ona müspet bir şekilde yön tayin etmesi o kadar kolay başarılacak bir hadise değildir. Kişi ancak böyle kazanımlar sayesinde bir takım olağanüstü hadiselere vâkıf olabilir ve yüce bilgilere ulaşabilir. Hüdayi bunu başarmıştır.

O, hem kadı, hem de müderris olarak adalet ve ilmi yaymada başarılı olurken, tasavvufa yönelişinden itibaren de fevkalâde başarılı bir mutasavvıf, merhaleleri aşmış bir velidir. Gerek halkın eğitim ve irşâdında, gerekse padişahlara yaptığı mektuplardaki tavsiye, telkin ve danışmanlıklarında hiç hata yapmamıştır. O, maneviyatlı ve olgun kişiliğiyle devletin selâmeti için uğraş vermiş, hizmetleriyle hep örnek olmuştur. Üstün manevî kişiliği fevkalâdedir. İtikatta geldiği üstün konum ve bunu ifade etme şekli, dinin naslarına nasıl bağlı kaldığını göstermesindeki hassasiyeti onu çok yönlü, kâmil bir mümin olarak görmemizi sağlamaktadır. Evrensel boyutta bir şahsiyettir. O, medreseyle birlikte manevî alanı birlikte yürütebilmiş nadir bir şahsiyettir, zîra oradan aldığı bilgisini sohbet ve vaazlarına yansıtmayı bilmiştir. Halkın dünya ve ahiret dengesini kurması hususunda çok başarılıdır. Her türlü meşrepten ve meslekten kişinin dini hayatını yönlendirmesi hususunda istikâmet vericidir. Onun nezninde rüyalar çok önemlidir, zîra padişahların rüyalarına getirmiş olduğu mâkul yorumlarla onları manen yönlendirmiştir. İbn-i Arabî’den etkilenmiştir, etkisi kendi dönemiyle sınırlı kalmamış, kendisinden sonra da devam etmiştir. Her tabakadan kişilerin faydalanmış olduğu nasihat ve öğütlerle toplumu yönlendirmeyi hedeflemiştir. O kalbindeki değişime önem vermiş, bunun da tevhid zikriyle gerçekleşeceğini düşünmüştür (Yüceer, 2005:122-140).

Hüdâyî’nin düşünce sisteminde hakka vasıl olma şekli dört unsurdan oluşmaktadır. Bunlar, şerîat, tarîkat, mârifet ve hakîkattir. Faydasız ilmin Hüdâyî’nin nezninde bir kıymeti harbiyesi yoktur (Özervarlı, 2005:117).

Hüdâyî bir Pazar gecesi manevî mi’rac yapmış, Allah’ın (CC) hitâbına mazhar olmuştur, ruhanî mir’ac yapmış, Hakk Tealâ’ya vâsıl olmuş, sonra kulları irşad için geri dönmeye izin istemiştir (Tosun, 2005:227).

Hüdâyî, dinin temellerini ve yasakladığı şeylerden sakınma yollarını, yani Hızır ilmini ve Musa’nın(AS) bilgilerini kimseden yardım almaksızın öğrenerek bütün bu zorlu yolları aşmış bir birisidir. İlmiyle bilgisiyle, devrin otorite olarak kabul görenleri tarafından önemli âlimlerden biri olarak kabul görmüştür. O, şeriat hakkında fetva veren, verdiği hükümler herkes tarafından emniyet ve itimatla kabul gören bir kişidir. Bu yüzden meclisinde bulunanlar kendisine hayran kalarak, büyük bir şaşkınlıkla susmaya mecbur olmuşlardır. Şeyhülislam bile böyle bir âlimin ilmi yanında ebcedi yeni okumaya başlayan bir çocuk gibidir. O, kaf dağı gibi kanaatin sembolüdür. Dünyanın resmi muamelerine karşı kayıtsızdır, teferruatla meşgul olmaktan beridir. Hâlinin kararlılığı, onun dağlar gibi bir metânet sahibi olduğunu göstermektedir. O, gücenikliğini bile göstermeyen hoşgörüye sahiptir.

Hüdayi, kendisine uyulan, rağbet gören, önde giden, inci, mücevher bir imamdır. Hüdâyî, bir güneş, kandildir. Karanlıkta kalanları aydınlatır, onlara yol gösteren bir meşale durumundadır. Onun dalgaları ile pekçok yolunu kaybetmiş inci kıyıya ulaşmıştır. O, felek gibi gösterişli, Allah’ın sevdiği bir sultandır. Dertler onda deva bulmaktadır, Fütûhatın iskelesi olduğu için herkes bu limana yaklaşmak ister. O, her yerde halifelerini oturtmuş olan bir güneştir. O, sevgi âleminin padişahlar padişahıdır. Tacı, tahtı olmayan bir hükümdardır. Padişahlar ona muhtaç kalmıştır. Padişahlar onun ayağını öpmeden tahtlarına oturmamışlardır, ona hizmet etmeye yetişememişlerdir. Padişah ve köle onun kapısında eşittir (Kayaokay, 2017:48-56).

Şeyhine İntisâbı

Aziz Mahmud Hüdâyî kadılık ve müderrislik vazifesini ifa ederken İstanbul’da talebelik yıllarında ve Mısır’da bulunmuş olduğu zamanlarda tarikate intisab etmiş, daha sonra da bu tarikat çevresinden evlilik yapmak suretiyle tarikat erbabıyla da bir yakınlık temasında bulunmuştur. Yâni, onun gençlik yılları bu tarikat muhiti içerisinde geçmiştir (Yılmaz, 1990:46). Mısır’da hocası Nazırzâde ile birlikteyken Halvetiyye Tarikatı’nın Demirtaşiyye kolundan Kerimüddin el- Halveti’den esma usulleri terbiyesini almıştır. Ancak, bu arada hocası Nazırzâde’nin Bursa’daki Mevlevîhanenin başına getirilmesiyle Hüdâyî’de Bursa’ya gelmiştir. Bursa’ya gelişininden sonra hocasının vefat etmesi münasebetiyle Hüdâyî derin teessürler içerisine girmiş, üzerinde îfa etmiş olduğu bütün resmî vazifelerinden ayrılmıştır. Onun bu görevleri terk edişi, onu daha önce de vaaz ve sohbetlerinden faydalanmış olduğu Muhiddin Üftâde’ye sevketmiş ve Hüdâyî Muhiddin Üftâde’ye bağlanmıştır (Kemal, 2014:51).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin otuz altı yaşındayken görmüş olduğu bir rüya, ya da almış olduğu bir manevî işaret üzerine de üzerindeki vazifeleri terkederek Üftade’ye intisab ettiği de söylenmektedir (Yılmaz, 2008:1-2). Bir diğer görüşe göre Hüdâyî’yi Üftâde’ye bağlayan sebep , kendisinin bakmış olduğu bir dava neticesidir (Gençdoğan, 2010:28).

Hüdâyî, mürşidi Hz. Üftâde’ye bağlı kalacağına söz verirken, malını, mülkünü terk edeceğini, memuriyetten ayrılacağını, nefsini terbiye edeceğini de ifade etmiştir, zîra bu üç şey hocasının kendisinden istemiş olduğu unsurlardır. O da bu unsurları yerine getireceğine dair hocasına söz vermiş ve böylelikle onun manevî halkasına katılma şerefine nâil olmuştur. Hüdâyî bütün bu unsurları yerine getirmiş ve ardından çok sıkı bir riyazet devresine girmiştir. Hattâ, o artık dirilerden ziyîde ölülerle konuşur haldedir (Yılmaz, 1990:45-46).

Üftâde’nin Şahs-ı Manevîsi

Celvetiyye Tarikatı’nın Piri olarak gösterilen Mehmed Muhyiddin Üftâde 1490 yılında Bursa’da dünyaya gelmiştir. O, Celvetiyye Tarikatı’nın manevî ayı olarak ifade edilmektedir. En belirgin özellikleri zühd ve takvası olmakla beraber, o haramlardan son derece kaçınmaktadır, hatta helallerin bile az bir kısmıyla yetinmiştir. Kanuni Sultan Süleyman kendisini İstanbul’a davet edip hürmet göstermiştir. Kanuni Üftâde’ye tekke hizmetinde vakfolunmak üzere birkaç köy vermek istemiş, Üftâde ise bunu kesinlikle kabul etmemiştir. Bütün hâl ve hareketlerinde şer-i şerife göre hareket etmiştir. Ona göre melekût âleminde gezen bir mürit orada gördüklerini asla ve kat’a mülk âlemindeki kişilere anlatmamalıdır. Yâni, hakikati keşfeden kişi ağzını kilitlemelidir. Zîra uluorta konuşursa bu fesada sebebiyet verebilmektedir (Azamat, 2012:282-283).

Üftâde’nin babası henüz daha çocuk yaşlarında iken Bursa’ya gelmiş ve orada araplar mahallesine yerleşmiştir. Üftâde de buradaki evde doğmuştur. Üftâde dünyaya geldiğinde annesi onu süt deryasında dalıp çıkarken görmüştür. Görülen bu rûya Üftade’nin babasına anlatılmış, o da bu rûyayı oğlunun ilim erbabı ve kâmil bir zat olacağı şeklinde yorumlamıştır. O mânen seyiddir. Çocukluk yıllarında babasının da teşvik etmesiyle ipekçilikle uğraşmış, fakat bu iş kendisini tatmin etmediğinden babasının vefatıyla da birlikte bu mesleği bırakmış ve şeyhi Hızır Dede’ye intisap etmiştir.

Üftâde, kemalât sahibi biri olan Muhyiddin adında bir ermiş zattan dua almış, bunun yanında bazı meczupların da manevî nazarlarına erişmiş çok güzel sesli bir zattır. Zaman zaman müezzinlik yapmış, ayrıca muhtelif camilerde de vaazlar vermiştir. Emir Sultan Camii’nde de hatiplik yapmış olması onun medrese tahsilli olduğunu göstermektedir. Hızır Dede’ye olan intisâbı annesi ve kız kardeşinin henüz hayatta olduğu döneme rast gelmektedir. Kız kardeşinin evliliğiyle yalnız kalan Üftâde artık sık sık üstadı Hızır Dede ile görüşme imkânını yakalamıştır. Şeyhinden tasavvuf yolunun sırlarını talim eden Üftâde ayrıca rüya tabiri ilmine de âşinâdır. Şeyhinin vefatıyla birlikte, üveysi koldan Muhyiddin-i Arabi’nin ruhaniyetinden

istifade etmiştir. Fars diline oldukça âşinâdır, zîra vaaz ve sohbetlerini dahi mesneviden nakiller şeklinde yapabilmektedir. Pek çok menkîbe ve kerametler sahibidir. Doksanüç yaşında 18850 Temmuz’un’da Bursa’da vefat eden Üftâde bugünkü türbesine defnedilmiştir (Yılmaz, 1990:178-181).

Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri kendisine talebe olan zatları manen işleyerek, onları benliklerinden arındırıp ilm-ü ledünle besleyen, onları hâlden hâle sokarak başkalarına can olabilecek münbit bir toprak haline getiren Bursa’nın manevî gönül sultanıdır. “Üftâde” manâ olarak makamından düşen, mecnun, âşık, Allah sevgilisi demektir. Bu ifade kendisine rüyasında üstadı tarafından verilmiştir. Had safhada mütevazı ve Melamî meşreplidir. Hocası Hızır Dede’yi sırtında taşıyarak ve tüm hizmetlerini yerine getirerek ona yar olmuştur. Arapça, Farsça, Türkçe bilmektedir. Batı âlemi tarafından tanınmaktadır. Arapça kitabı Oxford’da okutulmaktadır. Üftâdeye göre vücûtta dört bölüm bulunmaktadır. Bunların ikisi dünyevî, ikisi de uhrevîdir. Dünyevî olanlar nefs ve tabiattır. Uhrevî olanlar ise ruh ve sırdır. Üftâde amel konusunda çok hassastır. Kulluk ve şeriatı her konuda ön planda tutmaktadır. Zühd ve takva hususunda titizdir. Keşf ve mârifetle ilgili hususların herkese anlatılmasına karşıdır. Keramet göstermenin makbul olmadığını düşünmektedir. Gönül kırmamak için kendisini tenkit edenlere bile cevap vermekten sakınmıştır (Doğan; 2014: 1-20).

Hüdâyî’nin Müridlik ve Şeyhlik Dönemi

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin müritlik dönemi 1580 yılına denk gelmektedir. Üftâde’ye mürid olarak intisab ettiğinde henüz otuz altı yaşındadır. Hocasının yanında üç sene seyr u sülûke tâbi tutulan Hüdâyî, hocasından hilâfet alacak manevî mertebeye yükselmiş ve hocası tarafından Halife-yi Mürşid sıfatıyla Sivrihisar’a gönderilmiştir. Sivrihisar’da sadece altı ay kalabilen Hüdâyî, hocası

Üftâde’nin de Bursa’da vefatıyla beraber çoluk çocuğu ile birlikte Rumeli tarafına geçmiş ve bir müddet oralarda seyahat edip ikamet etmiştir.

Daha sonra İstanbul’a gelip önce Küçükçamlıca mevkîine yerleşen Hüdâyî sonra Rum Mehmed Paşa Camii’nin sol tarafında bir odaya yerleşmiştir. Küçükayasofya’da sekiz yıl şeyh olarak hizmet etmiş, sonra Üsküdar tarafına geçmiştir. Şeyhliği döneminde Ferhad Paşa komutasında İran seferine katılmıştır. Şeyhliği döneminde gerek halka ve gerekse saray ve ilmiye çevresine vaazlar ve nasihatlerde bulunarak, toplumu ve devlet ricalini m ânen yönlendirmiştir (Yılmaz, 1990:46-65).

Hüdâyî’nin Şöhreti ve Kerametleri

Aziz Mahmud Hüdâyî çok şöhretli bir velidir. Velâyet derecesine ermeden önce henüz zahirî ilimlerle iştigal ederken görmüş olduğu olağanüstü bir rüya, zamanda ve mekânda meydana gelen yolculuğu tespiti, onun Üftâde’ye intisap etmesini sağlayan unsurlardandır. Onu şöhretli kılan sebeplerden birisi de zahirî ilimleri tamamen terk ederek kendisini Üftâde önderliğinde çok sıkı bir nefis terbiyesine tabi tutturmasıdır. Müderrislik ve kadılık gibi o zamanın şartlarında şan ve şöhrete temâyüllü bir mesleği terk edip, bir dervişin taht-ı terbiyesinde riyâzat yapmak nefse kolay gelen adetlerden değildir. Sırmalı kaftanı ile sokaklarda ciğer satması, helâları temizlemesi, hizmetkârlıktan dahi kaçınmaması onun manevî basamakları yükselmesi ve manevî şöhrete ulaşması yolunda atılmış adımlardır. Zîra, bu merhaleler aşılmadan manevî tecellilere muttali olunamamaktadır. Mânen yücelmenin yolu nefsi alçaltmaktan geçmektedir. Nefsini tezkiye etmek, kalbi saflaştırıp tamamen arındırmak, kişiyi diğer insanların vâkıf olamadıkları derinliklere erdirmektedir.

Bütün bunlar neticesinde Hüdâyî bir çiçeği bile koparmaktan bile kendisini alıkoyacak şuurdadır artık. Bir çiçeği koparmak bir insan için meşru olabilir, ancak

onun, çiçeğin zikrini duyarak onu koparmaktan vazgeçerek varlıklar arasındaki iletişimde bir denge unsurunu anlamış olması ne derece ince bir ölçüyle hareket ettiğinin kanıtıdır. Aziz Mahmud Hüdâyî yeme-içme konusunda da çok hassastır. Her şeyde ölçülüdür. Duasının kabul olması, kışın yazlık meyveyi elde etmesi, Hz. Meryem’e sunulan kerametler gibi, Allah’ın has kullarına sunmuş olduğu özel hallerdir. Aziz Mahmud Hüdâyî bu özel kişiler arasında olmakla şöhretlidir. Hızır’la görüşebilmekte, dar zamanlarında onun yardımlarını görebilmektedir. Yine soğuk su kabını kalbinin üzerinde ısıtmış olması onun kerametidir.

Hüdâyî rüyalara çok önem vermektedir. Padişahların rüyalarına getirmiş olduğu mâkul yorumlar makbul görülerek, kendisini saray çevresinde meşhur etmiştir. Fizik ötesini görebilen, geniş ufuklu ve derin tefekkür sahibi bir zattır. Allah’ın bildirmesiyle kalplerden geçene muttalidir. Hüdâyî’ye göre kimya ilmini öğrenmek kişinin kendisinin kimya olmasından ibarettir. Ölülerin dirilmesi ve tekrar eski haline gelmesi onun kerametleri arasındadır., zîra Hz. İsa (AS) ve Hz. Musa’nın da mucizelerinden olan bu durum, Hz. Peygamberin ümmetinde keramet olarak görülmüştür (Yüceer, 2005:131-132).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin diğer kerametlerini de zikredecek olursak, o padişahın kendisine göndermiş olduğu ve gördüğü bir rüyayla ilgili mektubu henüz okumamış olmasına rağmen, cevabını mektubu getiren naibe vermiş olmasıdır. Yine hanımının hamilelik döneminde çocuğunun dünyaya geldiğinde hiçbir şeylerinin olmadığı üzerine şikâyetle ilgili kerameti de bir başkadır. Zîra, hanımı şikâyet ederken kapı çalınmış ve padişah Hüdâyî’ye verilmek üzere hediyeler ve atıyyeler göndermiştir. Böylece, Hüdâyî hanımının gönlünü de yapmıştır. Padişah Sultan Ahmed’in Üsküdar’a gittiği bir günde Hüdâyî’ye rast gelmesi ve atından inmesi ve şeyhini atına bindirerek onun ardından yürümesi de, Üftâde’nin bir zamanlar kendisine ettiği dua mesabesindeki kerametindendir. Zîra, Üftâde ona ”Oğlum, padişahlar ardınca yürüsün” demiştir.

Onun şeyhlik dönemine ait bir diğer kerameti de, şiddetli bir kasırga esnasında, kayıkçıların denize çıkmaya cesaret edemediği bir günde Sultan Ahmed Camii’ne yetişmek üzere binmiş olduğu kayığın her tarafının son derece sakin olmasıdır. Yine bu esnada karşı tarafta Sultan Ahmed’in dalgaları seyrettiği bir

esnada kasrına isabet eden bir yıldırımla yara alması ve bir süre yıkılmayışı, Sultan Ahmed’in canının kurtulması, Hüdayi’nin şeylik döneminin kerametlerinden birisi olarak anılmaktadır. Onun Üsküdar-Sarayburnu arasında kayıkla gitmiş olduğu bu yol meşhurdur. Hüdâyî hazretlerinin buna benzer çok kerametleri vardır. Yine bir gün padişah Hüdâyî ile görüşmek istemektedir. O ise Bulgurlu’daki çilehanede bir gençle sohbet etmektedir. Bu durumu öğrenen padişah da ertesi gün onların yanına gelir. Sohbetten sonra Hüdâyî karışıya geçmek istediğini söyler. Padişahla beraber kayıkla karşıya geçerken padişahın yüzüğü denize düşer ve yanlarındaki genç adam denize atlayıp yüzüğü bulur ve padişaha verip ortadan kaybolur . Bundan endişe duyan padişah çocuğun boğulduğunu söylediğinde, Hüdâyî onun Hızır’ın kardeşi İlyas olduğunu söyler.

Bir gün bir zengin Hüdâyî’nin kerametlerini ve manevî durumunu yakından temaşa etmek ister. Bu vesileyle onun yanına varır ve ziyaretten sonra fark ettirmeden seccadenin altına bir kese altın bırakır. Bu duruma muttali olan Hüdâyî, onun deliye de veliye de lazım olduğunu ve hayra sarf olunmak üzere kabul olunduğunu söyleyerek, bu kişinin kalbinden geçenleri olduğu gibi dile getirmesine neden olmuştur. Bir gün yine Sultan Ahmed’le beraber Karacaahmed mezarlığında gezerken Hüdâyî ölülerin nasıl dirildiğini Sultan Ahmed’e göstermiştir. Diğer bir kerameti ise, İstanbul’da veba salgını zuhur etmiştir. Çok insan ölmüştür. Halk Hüdâyî’ye müracaat ettiğinde, Hüdâyî halkı Karacaahmed mezarlığındaki çıplak bir zat olan Hasirpuş Dede’ye göndermiş, ancak bu kişi onları huzurundan kovmuştur. Tekrar Hüdâyî’nin huzuruna gelen halk, bu kez onun selamıyla gidince Hüdâyî’nin selamını Hasirpuş Dede’ye iletmişlerdir. O da, bir kişinin daha cenaze namazı kılınsın temennisiyle dua etmiş ve hastalık ortadan kalkmıştır (Yılmaz, 1990:75-86).

Aziz Mahmud Hüdayi hem zahirî ilimlere vukufiyetiyle, hem de bu vukufiyetten faydalanarak âlim, şair ve manevi kişiliğiyle en zengininden en fakirine kadar, her sınıftan insanın kalbinde taht kurmayı başarmış nâdir şahsiyetlerdendir.

Celvetî Tarikatı ve Hüdâyî Yolu

Celvetî Tarikatı

Celvetiyye tarikatı, Bayramiyye tarikatının bir şubesi olarak görülse de, zaman içerisinde müstakil bir hale gelmiş, İslam şeriatına ve Sunni akideye bağlı bir tarikattır. Pîri Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleridir. Aziz Mahmud Hüdâyî Osmanlı dönemindeki en nüfuzlu şeyhlerdendir. Medrese tahsili ve müderrislik pâyesini elde ettikten sonra Halvetî şeyhi olan Üftâde’ye intisap etmiş, hocasının ölümünden sonra Celvetiyye’nin Pîriyi olarak yüzbinlerce mürit yetiştirmiş ve otuza yakın eser yazmıştır. Celvetiyye Tarikatı, gerek Aziz Mahmud Hüdâyî’nin sağlığında ve gerekse vefatından sonra İstanbul, Bursa ve Balkanlarda yayılarak ilim ve devlet adamlarının ilgisine mazhar olmuş bir tarikattır. Tevhid zikri ve mücahede esâsına dayalı bir metodu vardır. Celvetiyye Tarikatı’nın Hakkıyye, Fenaiyye, Selamiyye ve Haşimiyye adlı kolları bulunmakla beraber, İstanbul’da otuz civarında da tekkesi bulunmaktadır (Yılmaz, 2009:298).

Arapça olan “Celvet” kelimesi, bir kimsenin vatanı ve hanımından avâre kalması, kılıç ve ayna gibi şeylerin pasını almak manâsına gelmektedir. Tasavvufta ise halvetten çıkmak manâsını taşır. Celvetî Tarıkı adını ilk kullanan Aziz Mahmud Hüdâyî olmuştur. Zîra, Celvetiyye zaman içerisinde İbrahim Zahid Gilani devrinde hilâl, Üftâde devrinde kamer, Hüdâyî devrinde ise artık dolunay durumundadır. Celvetiyye de, Hz. Muhammed’den (SAV) itibaren hiç kesiksiz bir silsile geleneğine sahiptir ve Halvetiyye geleneğiyle de bir iç içeliği bulunmaktadır. Bayramiyye ile de ilgisi bulunmaktadır, zîra, Üftâde üzerinden geriye doğru Hızır Dede, Akbıyık Sultan ve Hacı Bayram-ı Veli’ye uzanmaktadır (Yılmaz, 1990: 149­154).

Celvet, müridin bütün kötü huylarını terk ettikten sonra toplum hayatına geri dönmesidir. Her ne kadar tek bir tarikatı esas almaktaysa da, celvet tüm tarikatların müşterek esaslarını teşkil etmektedir. Celvet, halk ile iyi münasebet kurmanın adıdır. Bu tarikata giren kişinin açlığa, susuzluğa, seyr u sülûka, uzlete alışma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu tarikat mensubu her gün yüz istiğfar, yedi yüz

kelime-i tevhid ve beş vakit namaz sonrası “Aleyhissalatü vesselam sallallahü aleyhi vesellem” i tekrarlamak zorundadır. Mürid iki rekât işrak namazı kılar, altı rekât duha namazı ve on iki rekât teheccüd namazı kılmakla yükümlüdür. Boş vakitlerde Kur’an-ı Kerim okunur, üç aylar denilen Recep-Şaban-Ramazan tamamen oruçlu geçirilir, Ramazan’dan sonraki Şevval ayında altı gün oruç tutulur, Muharrem, Rebiü’l-evvel ve Zilhicce’de onar gün oruçlu olunur, Pazartesi ve Perşembe günleri de oruç tutulmaktadır (Ünal, 2012:95-99).

Celvetiyye tarikatı da Bayramiyye üzerinden Nakşibendiyye ile temas halindedir. Bu yüzden Nakşibendiyyeden de etkilenmiştir. Silsile itibarıyla Hz. Ali’ye(RA) kadar gitmektedir. Tarikatın mensupları cehrî, açıktan zikri esas almışlardır. Bu tarikata intisap eden kişi ilk önce tevhid zikri ile başlamaktadır. Bu zikrin de basamakları olmakla beraber kişi kabiliyeti nisbetinde kemâle erebilmektedir (Gençdoğan, 2010:41).

Celvetiyye’nin seyr u sülûku dört unsur üzerine bina edilmiştir. Bunlar tabiat, nefis, ruh ve sırdır. Şeriata mukabil olan tabiat mertebesini aşan mürit bütün bedeni ihtiyaçlarını kendisi tedarik etmektedir. Bu helallerle yetinen kişi böylelikle nefs mertebesine yükselmektedir. Bunun da karşılığı tarikat mertebesine denk gelmektedir. Burada mürit daima bir mücahade ve riyazat halindedir. Daha sonra mürit marifetullaha ulaşan ruh mertebesine yönelir. Kişinin keşfi açılır. İlâhî aşk makamına ulaşan kişi , artık sır mertebesine çıkarak hakikate erişir ve artık mücahededen de böylelikle lezzet almaya başlar (Tek, 2005:181-189).

Hüdâyî Yolu

Aziz Mahmud Hüdâyî, Cuma günleri Sultan Ahmed Camii’nde vaaz vermektedir. Yine bir Cuma günü vaaz vermek için Üsküdar’dan karşıya geçmek istemiştir, ancak hava gayet fırtınalıdır ve hiçbir kayıkçı böyle bir fırtınalı havada karşıya geçmeye cesaret dahi edememektedir. Hüdâyî’nin de vaaza yetişmesi

gerekmektedir. Hüdâyî havanın fırtınalı olmasına rağmen, sanki bir koridordan geçercesine, boğazı kayıkla beraber birkaç müridiyle Üsküdar'dan sâlim bir şekilde karşıya geçmiştir. Allâh Teâlâ'nın izniyle kayığın takip ettiği yol, gâyet süt liman olmuş ve dört bir yanda şâha kalkmış dalgalar bu Allâh dostunun kayığına hiçbir zarar vermemiştir.

Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdâyî Yolu" denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri'nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir. Nitekim, bugün bile lodoslu havalarda Boğaz vapur seferlerinin sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesi, oldukça düşündürücüdür (Yılmaz, 1990:82).

Hüdâyî’nin Duası

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Sultan Ahmed Han üzerinden yapmış olduğu ve bugünümüzü de ilgilendiren meşhur duası şüphesiz dikkat çekicidir. Bir gün Sultan Ahmed Han’la sohbet ederken, padişah Hüdâyî’ye Seyyid Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin kıyamet gününde bağlılarından pek çok günahkâr kişiye şefaatte bulunacağına dair rivayetini aktarmış ve kendisinden bunun ne derece doğru olduğu üzerine bilgi almak istemiştir. Hüdâyî bir müddet murakabeye vardıktan sonra, bu rivayetin doğruluğunu haber vermiştir. Bunun üzerine Padişah “Sizin de bizlere bir müjdeniz, bir vaadiniz yok mu?” dediğinde, Hüdâyî ellerini açarak şu veciz duayı yapmıştır:

“Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir... Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” (Yılmaz, 1990:86-87).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar