AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ
Hazırlayan: Sabri BALTA
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Yaşadığı Devrin Özellikleri
Devrin Siyasî ve Sosyal Hayatına Bakış
Aziz Mahmud Hüdâyî, yaşadığı dönem itibarıyla Osmanlı dönemi
velileri içerisinde en meşhur velilerden birisidir. XVI. ve XVII. asırlar
arasında geçen ve neredeyse bir yüzyıllık zaman dilimini içine alan 87 yıllık
ömrü, devletin saadetlerini ve felaketlerini içerisinde barındıran bir döneme
tekabül etmektedir. Devlet-i Osman- ı Alî’nin sekiz padîşahını idrâk etmesiyle
de, o zamanki sosyal ve siyasî hayat üzerindeki tesirinin ne denli önemli
olduğu ortadadır. Gerek yazmış olduğu eserleriyle ve gerekse sohbet, nasihat,
vaaz ve irşad faaliyetleriyle manevî şöhretin haklı bir zirvesini yakalamıştır.
Zîra, doğmuş olduğu dönem devletin en ihtişamlı dönemini, yani Kanunî Sultan
Süleyman dönemini kapsamaktadır (Yılmaz,1990:27).
XVI. asır olan Kanuni dönemi devletin güç, şöhret ve zenginlik
bakımından zirveye ulaştığı, büyüme ve gelişmenin imparatorluğa dönüştüğü bir
dönemi ihtiva etmektedir. Zira tahtın tek varisi olan Kanuni zengin ve
ihtişamlı bir devletin başına geçmiştir. Babası I. Selimin mağduriyet oluşturan
icraatlarından dolayı devletteki mağduriyetleri gidermiş, İran’dan ve Mısır’da
getirilmiş olan sanatkârların kendi memleketlerine dönmeleri hususunda azami
gayret göstermiştir. Osmanlı devleti ve İran arasında yürürlükte olan ipek
ticaretiyle ilgili yasağı kaldırmasıyla, bu ticaretten dolayı mağdur olup,
mallarına el konulan tacirlerin zararlarını hazineden karşılamak suretiyle
onların gönlünü almıştır. Yine o dönemde halka karşı eziyet verici bir tutum
içerisinde olan devlet görevlilerini de cezalandırarak halkın üzerindeki
baskıyı kaldırmıştır (Uzunçarşılı, 1988: 257-264).
Bu dönemde devletin hudutları Avrupa içlerine Viyana’ya,
Ortadoğu’da Mısır’a, Kuzey Afrika’ya, Asya’da İran ve Hindistan sınırlarına
kadar genişleyerek gerek karada ve gerekse denizde askeri açıdan altın devrini
yaşamıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin çocukluk evresini içine alan bu dönemden
sonra devlet kendi içerisinde bütün müesseseleriyle bir duraklama dönemine
girmiştir. II. Selim dönemi Kanuni ve Yavuz dönemleri kadar başarılı bir dönem
değildir, zîra II. Selim’in devlet işlerine karşı liyakati yoktur. O, devlet
işlerini kavrayamamakta ve görevi devletin hukuki ve
irsi işlerini yürütmekten ileri gidememektedir. Bu durum da
devletin zemininde askerî, idarî ve siyasî açıdan olumsuzluklara zemin
hazırlamıştır. II. Selim’in en büyük avantajı ise babası zamanından kalma
Sokullu Mehmet Paşa gibi bir devlet adamına sahip oluşudur. Devlet dünyanın üç
kıtasına hükmetmiştir, gurur ve güven duygusuyla hareket etmektedir. Bu
vesileyle de kendi içerisinde Yahudi azınlıklara iktisadi ve ticari bir takım
ayrıcalıklar tanımıştır. Ancak bu müsaade zaman içerisinde devletin başına
telafisi mümkün olmayan gaileler açılmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim Yasef
Nassi isminde bir Yahudi tacir, ticari olarak devleti yaralayan ilk kişilerden
birisidir(Yılmaz, 1990:27-28).
Kanuni dönemi seferler dönemidir. Belgrad ve Rodos bu dönemde
fethedilerek Avrupa toprakları ele geçirilmiştir. Devlet artık Avrupa’nın
diplomatik ilişkilerine aktif olarak dâhil olmaktadır. Antlaşmalara dayalı
siyasi oluşumlar başlamış, devletin Avrupa topraklarındaki yeri kesin hale
gelerek, devlet bundan sonra hiçbir Hristiyan gücün asla müdahale edemeyeceği
bir pozisyona yükselmiştir (Gençdoğan, 2010:15).
Sekiz yıl Osmanlı tahtını elinde tutan II. Selim seferlere iştirak
etmemesi bakımından kötü bir örnektir. Fakat o, böyle bir bid’ade sebep olurken
devletin imarı ve sanat gibi işlerle meşgul olmuş, Sokullu Mehmed Paşa, Sinan
Paşa, Piyale Paşa ve Kılıç Ali Paşa gibi çok değerli devlet adamları da devlet
ve fetih işleriyle meşgul olmuşlardır. Hatta çok stratejik bir öneme haiz olan
Kıbrıs adası bu zaman içerisinde fethedilmiştir. Mimari alanda Mimar Sinan,
edebiyat ve şiir alanlarında Bâki ve Fuzûli, Hüs-ü hat sanatında Karahisarî,
devlet idareciliğinde ise Sokullu Mehmed Paşa gibi zirve şahsiyetler bu
ihtişamın bu dönemdeki ileri gelenleridir (Yılmaz, 1990:28).
II. Selim’den sonra devletin başına geçen III. Murad iyi bir
tahsil görmüş ve devlet işlerinde yetişmiş olan bir padişahtır. Ancak, onun kadına
ve paraya olan düşkünlüğü kendisi açısından çok büyük bir zaaf teşkil
etmektedir. Devlet işlerini babası gibi tarafsız yürütememektedir. Olur olmaz
müdahaleleriyle devletin işleyiş ahengini bozmaktadır. Onun kadına olan
düşkünlüğünü kullanan Nurbanu Valide Sultan ve Safiye Sultan arasındaki
mücadele devlet işlerinin gittikçe açmaza girmesine neden olmuştur.
Özellikle saltanatta görülen bu bocalama emareleri aşırı güvenin
getirmiş olduğu rehavetten dolayı devletin tüm bünyesine sirayet etmiştir.
Avusturya ile sekiz yıllık barış imzalanırken, İran’da Şah Tahmasb’ın ölmesi
üzerine taht kavgalarının başlayacağı düşüncesiyle sefere çıkılmış ve oniki
yıllık bir Osmanlı-İran savaşına neden olunmuştur. Bu arada Sokullu’nun
ölmesinin de savaşın uzamasına tesiri büyük olmuştur. Bu savaş Osmanlıya çok
pahalıya mal olmuştur, zira mali ve askeri bakımdan epeyce bir güç kaybı söz
konusudur. Şah Abbas’ın İran tahtına oturmasıyla da savaş sona ermiştir.
Fakat bu seferlerin kazancı Tiflis’in, Gürcistan’ın, Şirvan’ın, Dağıstan’ın,
Tebriz ve Şamahi’nin Osmanlıya dâhil olması olmuştur. Sokullu’nun ölümü devlet
ricali arasında rekabete yol açmış ve devletin başına felaketlerin gelmesine
neden olmuştur. Safevilerle olan barış gerçekleştirildikten sonra Sinan Paşa
tarafından Avusturya üzerine harp ilan edilmiş, Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa
Avusturya’ya akın yaptığı esnada pusuya düşürülerek şehid edilmiştir. Harbin
asıl bahanesi ise bu hadise olmuştur.
Böylelikle, Sultan I. Ahmed dönemine kadar gidecek olan zorlu bir
süreç dönemi başlamıştır. Sinan Paşa Avusturya’dan Yanıkkale’yi her ne kadar
geri almışsa da, batıdaki mezhep kavgalarından istifade edilebilecek diplomasi
anlayışını gösterememiş, bu yüzden haçlı zihniyeti yeniden hortlamış ve
Boğdanda büyük bir katliam olmuştur. Osmanlı devleti batının kuşattığı ateş
çemberi içerisinde kalmıştır. Durumun ne derece olduğunu henüz kavrayamayan
III. Murad ise çok büyük bir safdillikle şehzadesi Mehmed’in sünnet merasimi
ile meşgul olmuştur. En kötüsü de, bu merasimde hünerleriyle padişahı ve halkı
eğlendiren hokkabaz tüm devlet teamüllerine ters düşmesine rağmen yeniçeri
ocağına kayıt edilmiştir. Bu kadar sıkı esaslarla elde tutulan bu iki yüz
yıllık ocak böylelikle yaralanmıştır. Yeniçeri ağası olan Ferhad Paşa bu duruma
çok direnmiş ancak, yolsuzluğa göz yummamak için istifa ederek tepkisini ortaya
koyabilmiştir (Yılmaz,1990:28-29).
Direktif vermekten aciz olan III. Murad irade bakımından zayıf bir
hükümdardır. Devlet ancak Sokullu’nun padişahın eksikliklerini kapatmasıyla
dirayetiyle ayakta kalabilmiştir. Onun ölümünden sonra devletin yapısındaki
askeri, siyasi ve iktisadi bozulmalardan dolayı Aziz Mahmud Hüdâyî devletteki
ve
toplumdaki aksaklıkların giderilmesi amacıyla padişahlarla irtibat
kurarak, devlette devamlılığın sağlanması amacıyla onlara önemli tavsiyelerde
bulunmuştur. III. Mehmed’in zamanında ise devlet işlerine müdahale had safhaya
çıkmıştır. Bir yandan dışarıdaki savaşlar, bir yandan da Celâlî isyanları baş
göstermiştir. Genç yaşta ölen babasının yerine devletin başına geçen I. Ahmed
devletin dıştaki meselelerini barış yoluyla çözümlemeye gayret ederken, içeride
de merkezi yapıyı güçlendirmiştir. Onun Aziz Mahmud Hüdâyî ile münasebeti çok
samimi bir durum arz etmektedir. Onun bu bağlılığı kendi atından inip, atına
Hüdâyî Hazretlerini bindirerek ardından yürüyecek kadar bir saygı içerisindedir
(Gençdoğan, 2010:17).
Derviş-meşrep bir padişah olan I. Ahmed aynı zamanda genç, zeki ve
şair yapıya sahiptir. Fakat henüz yirmi yedi gibi erken bir yaşta hayata
gözlerini yummasından sonra yerine devlet işleriyle meşgul olamayacak kadar
akli unsurlardan mahrum olan deli lakaplı I. Mustafa padişah olmuşsa da, üç
aylık bir zaman diliminden sonra ha’ledilmiştir. Yerine ise I. Ahmed’in çok
zeki olan küçük oğlu genç Osman adıyla maruf II. Osman geçmiştir. Genç padişah
devlet çarklarındaki tıkanıklıkları görmekte gecikmemiş, tecrübesiz olmasına
rağmen yeniçeri ocağında ıslahat çalışmaları yapmak istemiştir. Bu durumun ocak
tarafından fark edilmesiyle yeniçeriler isyankâr tavırlar sergilemişler ve
Lehistan savaşında laubalilik göstererek harbin zaferle neticelenmesini
önlemişlerdir. Bunun sonucunda saltanat ve ordu birbirlerini tasfiye edilmesi
gereken bir düşman olarak görmüşlerdir. Hatta yeniçeriler padişahın hacca gitme
arzusunu bile kendilerine karşı nefret olarak nitelemişler, onun Mısır ve
Şam’dan asker toplamak gayreti olarak görmüşler, padişahı hacca teşvik eden
hocası Ömer Efendinin bile kellesini istemişlerdir. Tecrübesiz davranan II.
Osman buna karşı çıkmış ve canından olmuştur. Siyasî otoriteye karşı bu kadar
vahim hareket eden askeri otorite hem kendi bünyesinde, hem de devletin
bünyesinde olumsuzluklara neden olurken, medreseye mensup olanlar ise
hizmetlerine devam edegelmişlerdir. II. Osman’ın şehadetiyle yine üç aylığına
devletin başına getirtilen I. Mustafa üç ay sonra tekrar görevinden alınarak
yerine IV. Murad padişah olmuştur (Yılmaz, 1990:31-32).
IV. Murad da henüz erken yaşta padişah olmuştur. Bu dönemde ülkeyi
padişahın annesi Kösem Sultan ve akrabaları yönetmişlerdir. Bu durum devlette
büyük karışıklıklar çıkmasına neden olmuştur. Anadolu’nun kuzeyinde büyük
hadiseler olmuş, Irak Safevilerce işgal edilmiş, sadrazam ve
devlet görevlileri bütün bu boşluklardan faydalanmak suretiyle yeniçeriler
tarafından öldürülmüştür. Henüz yirmi yaşında olan IV. Murad devletin işlerini
büyük bir vukufiyetle ele almasından sonra devlet işlerinde sertlik göstererek
annesi Kösem Sultanı etkisizleştirmiş, etrafında yer alan sadık adamlarıyla
yönetimde etkili olarak devletteki rüşvet ve israfı, keyfiyeti ortadan
kaldırarak huzur ve güveni tesis etmiştir. Padişahlar tahta çıkarken, o zaman
içerisinde en muteber şeyh kim ise padişahın kılıcını Eyüp Sultanda o
kuşanmaktadır. İşte IV. Murad’ın kılıcını da Hüdâyî kuşatmıştır. Bu durum
padişah açısından bakıldığında manevî otoriteyi yanına almak görülmelidir. IV.
Murad’ın saltanatı devrinde bu kadar yükselişten sonra büyük yıkımların
başladığı bir dönemde bu kadar olumsuzluğa tanıklık eden Aziz Mahmud Hüdâyî
Hazretleri irşad, sohbet, nasihat ve tavsiyeleriyle devletin başına musallat
olan olumsuzluklara cevap niteliğinde manevi yardımlarıyla padişahların yolunu
hakikatli bir şekilde aydınlatmaya gayret göstermiştir. Bu padişah döneminde de
vefat etmiştir (Gençdoğan, 2010:17-18).
Aziz Mahmud Hüdâyî döneminde Osmanlının siyasi ve sosyal vaziyeti
tarihe Türk asrı olarak geçen 15.asır ve 16.asır arasıdır. Bu dönemlerde
Türkler tarih boyunca en iyi şekilde yaşamışlardır. Bu dönemde Kanuni’den
sonraki tüm olumsuzluklara rağmen Hüdâyî toplumun ve padişahların bütün zaaf ve
meziyetlerini çok iyi teşhis etmek suretiyle, bu olumsuzlukların adalet, sünnet
ve şeriat çerçevesinde giderilmesi gayretini göstermiştir. Yani, saadetin
felakete dönüştüğü bir zaman diliminde yaşayan Hüdâyî, devletin başına musibet
olarak gelen bütün olumsuzlukları manevi rüzgârıyla bertaraf etmeye çalışmış,
padişahtan devlet adamlarına, esnaftan halka her sınıf ve muhitten insana
kucağını açmak suretiyle hizmetini büyük bir liyakatle yürütmüştür. Hüdâyî,
siyasetin toplumdan ayrı düşmesine müsaade etmeyerek, halk ve saray arasında
adeta bir köprü unsuru olmuştur. Onun derin tarih bilgisi, beşeri ilimlere olan
vukufiyeti, manevî derinliği, islâmî ilimlerdeki başarısı, Kur’an ve sünnete
hassasiyetle bağımlılığı, onu siyaseti yönlendiren bir konuma yükseltmiştir.
Gerekli müdahalelerle devletin asli görevini yürütürken adalet ve merhametle
hizmet etmesi gerekliliğini vurgulayarak görevin suiistimal edilmemesi
gerektiği anlayışını dile getirmiştir. Onun derin entelektüel ve
mütevazı kimliği gerek yaşamış olduğu döneme ve gerekse daha
sonraki dönemlere ışık tutmuş ve onu cazibe merkezi kılmıştır (Kemal,
2014:52-67).
Devrin Kültürel, Edebî ve Manevî Yönüne Bakış
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yaşamış olduğu dönem Osmanlı devleti
açısından en parlak dönemdir. Bu dönem siyasî, kültürel, sosyal, mimarî ve
edebî açıdan en yüksek seviyeye ulaşılan bir dönemdir. Türk edebiyatı bu dönem
itibarıyla kendisini diğer Türk ülkelerine kabul ettirebilecek bir seviyeye bu
zaman zarfında ulaşmıştır. Arap ve Fars nazireciliğinin de sona erdirilmesiyle
Türk edebiyatı özgünlüğüne kavuşarak klasik bir edebiyat meydana çıkmıştır. Bu
dönemin şairleri de artık örnek gösterilebilecek mümtaz üstatlardandır.
Padişahların sanata, ilme çok büyük önem vermeleri, büyük katkılar sağlamaları,
sanatkârları ve âlimleri her açıdan himaye etmeleri, kendileri adına bu durumu
vazife olarak addetmeleri fikir, sanat ve kültür hayatını yükselişe
geçirmiştir. Bizatihi padişahların kendisi sanat ve ilim erbabıdır. Hakeza,
padişahların devrin kültür hayatına da büyük bir önem atfetmeleri ülke
dışındaki âlim ve sanatkârların Osmanlı topraklarına gelmesine vesile olmuştur
(Banarlı, 1997: I/557).
Hüdâyî Dergâhının Osmanlı tahtının üzerindeki etkisi ise bu
dönemde Üsküdarı ön plana çıkartmaktadır. Siyasî ve manevî açıdan en zor
zamanlarda sadrazamlar dua almak için sürekli bu dergâha uğramışlardır.
Hüdâyî’nin günlük hayatta oynadığı rol kadar kültürel açıdan şehir kimliğinin
oluşmasında da rolü büyük olmuştur. Şehir onunla kimliğini bulmuş, adeta onunla
da bütünleşmiştir. Yine Hüdayi saraya gönderdiği ayrıntılı raporlarla
alevi-kızılbaş köylerine camilerin yapılması gerekliliğini bildirmiş ve
hayırseverler tarafından bu kültürel faaliyetlerin vakıfların ve
hayırseverlerin yardımlarıyla hızlandığı görülmüştür. Zira, Anadolu’da İran
merkezli jeopolitik tehdit dikkate alındığında bu kararların ne kadar isabetli
olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Şehrin yapılanmasında bâriz olarak göze çarpan bu durum yabancı
gezginlerin de dikkatini celp etmiştir. Aziz Mahmud Hüdâyî yalnızca İstanbul’da
değil, Anadolu ve Balkan coğrafyasındaki çok geniş kitleleri de etkisi altına
almıştır, zîra, Sultan Ahmed Camii’nin açılış hutbesini de okuyan Hüdâyî,
halkın kültürel yapılanmasına katkı sunmuştur. Aynı zamanda her ayın ilk
pazartesi günün onun burada vaazlar vermesi ve halkı irşad etmesi kültürel
faaliyetler açısından dikkat çekicidir, Şehirdeki sosyal hareketliliğin,
hayatın, ekonomik oluşumun ortaya çıkabilmesi için, şehir merkezindeki temel
yapılaşmanın oluşması ve bu yapılaşma etrafında yer alış dikkate değerdir.
Zîra, bu yapılaşma çeşitli, kültürel, sosyal, manevî, edebî unsurlardan
oluşmaktadır (Şahin, 2014:168-169).
Bu dinî, edebî ve kültürel unsurlar etrafında yetişen âlim ve
sanatkârlar içerisinde, Zatî, Hayalî, Ruhî, Bâkî, Taşlıcalı Yahya Bey gibi
şairler; Âşık Çelebi, Sehî, Lâtifî gibi tezkire yazarları ve Hoca Saadettin
Efendi gibi tarihçiler de bulunmaktadır ( Banarlı, 1997: I/557 ).
Diğer yandan, şehrin oluşturmuş olduğu kimlik yabancı gözlemcileri
ve gezginleri bir hayli etkilemiştir, bilhassa belirli bir kültür seviyesine
ulaşmış aydın Türklerin dini ve kültürel konularda yabancılara karşı olan
düşünce ve davranışlarında eski sert ve müsamahasız taassuplarını bıraktıkları
düşüncesi ortaya çıkmıştır. İstanbul’un doğu yakası batı yakasına nazaran eski
örf ve gelenekleri önemli ölçüde korumuştur. Evler, çeşmeler, camiler üslup
bakımından özelliklerini korumaktadırlar. Batı yakada ise sağlık kurumları,
temizleme çalışmaları, yol yapımları, yaya kaldırımları, at arabalarında kadınlı
ve erkekli gezintiler ise göze çarpmaktadır.
Yine, o zamanın Üsküdar tarafında köşkler, çeşmeler, yüksek
minareli camiler, mezarlıklar, tekkeler, Anadoluhisarı göze çarpmaktadır. Yine,
bu dönemin Üsküdar’ında Türk dilini yumuşak bir üslupla konuşan kadınlar ve
çocuklar dikkat çekmektedirler. Her ne kadar yüzleri peçeli de olsa o zamanki
Frenklerin bakışlarından pek fazla kaçmamaktadırlar. Dini ve kültürel yaşayışın
etkisinden dolayı Müslüman mahallelerinde yüksek şahsiyetli kişilerle yaşamak
arzusu, halkla bu şahsiyetleri birleştirmiştir Bunun en önemli göstergesi ise
Üsküdar ve Eyüp semtleridir (Şahin, 2014:170-172).
Öte yandan edebî alanda XVI. yüzyıl edebiyatın dîvân şiiri
açısından zirveyi yakaladığı bir zaman dilimidir. Bu dönemde divan şiiri ahenk,
ses ve nazım bakımından çok ileridedir. Yine, şiir mecaz ve benzetmeler
bakımından yerli ögelerle doldurulmuştur. Şiirin konularını ise, tasavvuf, aşk,
din, hikmet, tabiat gibi konular oluşturmaktadır. Her ne kadar edebiyat
doğudan, Arap, Fars medeniyetlerinden etkilenmişse de, zamanın akışı içerisinde
millileşme temayülü göstermiştir. Şiir, bağlı olduğu yüzyılın kültür ve
medeniyet anlayışını, zevkini, estetiğini, sanatını yansıtmıştır. Örf ve
adetler, gelenek, hayata bakış, kıyafet kültürü, devletin işleyiş anlayışındaki
mantık yine şiirde söz konusu edilen unsurları ihtiva etmektedir.
Bir sonraki yüzyıllık zaman diliminde ise toplumun sosyal
hayatındaki geri kalmışlığa ve çalkantılara rağmen, saat ve edebiyat dünyasında
tam tersi bir yükseliş söz konusudur. Artık klasikleşmiş olan Türk şiiri daha
bir yerli yapıya sahip olma özelliği göstererek oturmuşluğunun bilincindedir.
Şiir, daha önce etkilenmiş oldukları arabi ve farisi unsurları bile aratmayacak
derecede aksine onlarla yarışabilecek niteliktedir. Bu yüzyılın edebiyata
yansıyan diğer unsurlarından birisi de Türk şiirinin Sebk-i Hindi ve Hikemi
şiir unsurlarını taşımaya başlamasıdır. Zîra, bu tarz kendisini bir edebi akım
olarak göstermekle beraber, halkı bilgilendirici didaktik özellikler de göstermiştir.
Bu tarzın ortaya çıkmasının sebebi ise gerek devletin ve gerekse toplum
hayatının siyasi, sosyal ve mali yapısındaki durgunluktur. Hikem-i şiir daha
ziyade karşısındakine bir telkinde bulunma, ona mesaj verme amaçlıdır, aynı
zamanda kısa ve özlüdür. Dili anlaşılır olmakla beraber, gayet açıktır. Fikir
ve bilgi verici niteliklere sahiptir, süslü değildir. Bir diğer akım olan
Sebk-i Hindi ise farisi eksenli Urfi ve Saib’in etkisiyle edebiyatımıza
girmiştir. Naili, Neşati ve Fehim gibi temsilciler Türk edebiyatında bu şiirin
öncüleri durumundadırlar. Üslup bakımından sözün önemi değer kaybederken,
anlamda incelik, karmaşıklık ve derinlik gibi unsurlar söz konusudur. Istırap,
elem, acı gibi ruha dönük unsurlar daha ziyade şiirlerde baskın durumdadırlar. Abartma
ve tezatlar gibi unsurlar da şiirlerde kullanılırken, tasavvufi ögelere de yer
verilerek özlü anlatıma gerek duyulmuştur (Gençdoğan, 2010:19-21).
Devrin önemli özelliklerinden birisi de ulema, meşayıh ve devlet
ricâlinin münasebetleridir. Manevî yönden dönem iç açıcı değildir. Bu yüzden
özellikle Hüdayi dergâhı ve Aziz Mahmud Hüdâyî ulemaya ve sultanlara mektuplar
yazmak
suretiyle meşayıhı sultanlara ve âlimlere tanıtarak onların ve
kendisinin devlet üzerindeki dolaylı tesirini dile getirmiştir. Zekeriya Efendi
ve Bostanzade Mehmet Efendi gibi âlimler bu dönemde Hüdâyî’nin İstanbul’da
kalmasını sağlamışlar ve onu padişahla irtibata geçirmişlerdir. Bu kişilerin
hepsi de- Hüdâyî dâhil- medrese kökenlidirler.
Aziz Mahmud Hüdâyî padişahın meşayıhla irtibat halinde olması
gerektiği hususunu dile getirerek devlet müessesesini Sofyalı Bali Efendi,
Nurettinzade Muslihuddin Efendi, Şaban Efendi halifesi Şeyh Mehmed Efendi,
Davut Efendi, Rodoslu Aliyuddin Efendi, Medineli Şeyh Mehmed, Kastamonulu
Meczup ve Mısırlı Abdülhalik Derviş gibi önemli manevi şahsiyetlerle bir araya
getirmiştir. Hüdâyî, devlet adamları ile dosttur. Kıbrıs Paşası Ahmed Paşa,
Hızır Paşa, Kazasker Düğmecizade Efendi, Hüseyin Bey, Kapıcıbaşı Hüseyin Ağa,
Ferhad Paşa, Halil Paşa gibi devlet adamları onun manevi etkisi altında
olmuşlardır. Devlet ricâlinin dünyevi ve idari işlerde mutlaka evliyaullah ile
irtibatlı olması gerekliliği hususu da yine Hüdayi tarafından sıklıkla
öğütlenmiştir. Toplumda bir takım kötülükler söz konusudur. Bu durum kamu
düzenini olumsuz etkilemektedir. Şeriatın icrasında ve sünnetin ihyasında
gevşeklik söz konusudur. Namazda gevşeklik gösterilmektedir. Zekat ve sadaka
ihmal edilmekte, içki içenlerin sayısı çoğalmakta, eşkıya gibi unsurlar
toplumda türemektedir. Fasık ve facir insanlar çoğalmış, mehdîlik iddia edenler
zuhur etmiştir. Bütün bunlarla ilgili olarak devlet müessesesi Hüdayi
tarafından uyarılmıştır (Kemal, 2014:64).
Yine, devre edebî yönden bakıldığında gazel ve kasîde gibi
unsurlarda Nef’i ön plana çıkmaktadır. Şair Nef’i birçok kaside şairini gölgede
bırakmıştır. Gazelde ise şeyhülislam Yahya, Neşati, Naili gibi büyük
şahsiyetler yetişmiş; nesirde ise Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Peçevi, Nergisi,
Veysi gibi kişiler ön plana çıkmıştır. Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri, Kâtibi,
Üsküdari gibi saz şairleri de yine bu döneme damgasını vuran şahsiyetlerdir.
Nev’izade Atayi mesnevi alanında zirve isimlerden olurken, Rifati, Kafzade
Faizi, Fasih Dede, Riyazi gibi mesnevi şairleri de yine diğer önemli yazarlar
kısmını oluşturmuştur. Halk edebiyatı zirve devrini yaşarken, tasavvuf
edebiyatı tasavvufi çevrelerden beslenmiş, Aziz Mahmud Hüdâyî, Bâkî, Cevheri,
Şeyhülislam Yahya Efendi şairler ön plana çıkmıştır (Gençdoğan, 2010:21-23).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Hayatı, İlmî, Edebî ve Manevî
Şahsiyeti Hayatı (1541-1628)
Aziz Mahmud Hüdâyî 16. ve 17. yüzyılın şeyh, şâir ve sofisidir
(Banarlı, 1997: II/702). Her ne kadar Bayramiyye tarikatının bir şubesi olsa
da, zamanla müstakil bir tarikat haline gelmiş olan Celveti tarikatının
öncüsüdür (Yılmaz, 2009:299). Osmanlı döneminin en meşhur evliyâlarından birisi
olan, gerek kendi döneminde ve gerekse günümüzde manevî tasarrufu devam etmekte
olan Aziz Mahmud Hüdâyî’nin aslen Şereflikoçhisar’lı olmakla beraber 1543
yılında Sivrihisar’da dünyaya gelmiş olduğu söylenmektedir. Doğumu hakkında
çeşitli rivâyetler vardır. Bazıları onun Sivrihisar’da doğduğunu dile
getirirken, bazıları da Şereflikoçhisar’da doğduğu hakkında kanaatlerini beyan
etmektedirler. Ancak baskın görüşe göre onun doğum yeri olarak Koçhisar kabul
edilmektedir. Sivrihisar ise daha ziyade yetiştiği muhit olarak anılmaktadır.
Zira, Hüdâyî kendi eseri olan “Vâkıat”’ında yetişmiş olduğu Sivrihisar’dan sık
sık bahsetmiştir. Harîrizade Kemalettin onun 1543 tarihinde doğduğunu söylerken
Gülşen Efendi 1545 yılında doğduğunu söylemiştir (Yılmaz, 1990:37-42).
Yine “Vâkıat”’taki bir konuşmasında şeyhinin sormuş olduğu soruya
vermiş olduğu cevabıyla 37 yaşında olduğu, bunun 1541 senesine tekâbül ettiği
ortaya çıkmaktadır. Ebeveynlerinin Sivrihisarlı olması sebebiyle onun doğum
yerinin yanlışlıkla Sivrihisar olarak kaydedildiği ve bu çelişkinin buradan
kaynaklandığı dile getirilmektedir (Gençoğlan, 2010:26). Asıl ismi Mahmud
olmakla beraber daha ziyade yazmış olduğu şiirlerinde “Hüdâyî”mahlasını
kullanmıştır. Bu mahlas kendisine şeyhi ve üstadı olan Üftade tarafından
verilmiştir “Hüdâyî” kelimesi “doğru yola mensup olan, doğru yol,
hidâyet” manâlarına gelmektedir. “Aziz”” isminin ise daha ziyade
onun büyük bir şahsiyet olmasından kaynaklanan özel durumundan dolayı kendisine
izafe edilmiştir. Babasının adı ise Fazlullah Mahmud bin Mahmud’dur (Yılmaz,
2008:1). Bu isim aynı zamanda “Ulu”” manâsına da gelmektedir ve
Hüdâyî’nin neseb itibarıyla Sadat-ı Kiram’a dayandığı
söylenmektedir. Zira, İsmail Hakkı Bursevî’nin ifadesine göre onun
Cüneyd-î Bağdadî üzerinden Hz. Muhammed’in (SAV) soyuna dayandığı ve “Seyyid”
olduğu, bu yüzden yeşil sarık sarınmış olduğu ve halen Üsküdar’daki türbesinin
üzerinde de yeşil sarık olduğu açıktır (Yılmaz, 1990:38).
Aziz Mahmud Hüdâyî ilk tahsil yıllarını çocukluğunu yaşamış olduğu
Sivrihisar’da geçirmiştir. Daha sonra tahsilini devam ettirmeye çok daha müsait
bir muhit olan İstanbul’a gelmiştir. Orada Müderris olan Nazırzâde Ramazan
Efendiye talebe olarak onun ilminden istifâde eden Hüdâyî, Halvetiyye
tarikatının şeyhlerinden olan Muslihuddin Efendi’nin de sohbetlerine katılmak
suretiyle ondan feyz almış, manevi istifadeler elde etmiştir. Bu süreçte
İstanbul’daki ilim tahsilini tamamlayan Hüdâyî, hocası Nazırzâde’nin Edirne
Müderrisliğine tâyini dolayısıyla hocasıyla birlikte Edirne’ye gitmek zorunda
kalmıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî Edirne’de hocasına artık müderris yardımcısı ve
stajyer olarak yardım etmektedir, hatta hocasının Şam ve Mısır’a kadı olarak
tayin edildiği dönemlerde de onun vekili olma şerefine nâil olmuştur. Bu arada
Halvetiyye çevresiyle olan münâsebetlerini yoğun bir şekilde sürdüren Hüdâyî,
hocasının Bursa kadılığına tâyin edilmesi hususiyetiyle kendisi de Bursa’da
Ferhadiye Medresesinde müderris ve Mahkeme-i Suğraya vekil olarak atanmıştır
(Yılmaz, 2008:1).
Hüdâyî’nin Bursa’ya atanmasının henüz üçüncü yılında hocası
Nazırzâde ahirete intikal etmiştir. Onun vefatıyla Hüdâyî resmi vazifelerini
bırakmıştır. Görmüş olduğu bir rüya ve gaybî işaretler dolayısıyla bir
Celvetiyye şeyhi olan ve sohbetlerini dinlediği Muhiddin Üftade Hazretlerine
bağlanmıştır. Onu Üftâde’ye intisab ettiren rüyada o cehennemin ateşini
seyretmektedir. Ancak, hayattayken kendilerinin cennette olacaklarını umduğu
bazı mümin kişilerin ve hayır sahiplerinin ve hatta hocası Nazırzâde’nin de hep
birlikte cehennem ateşinde yanmış olduklarını gördüğünde dehşete kapılan Hüdâyî
o kadar acı ve üzüntü duymuş ki, daha hemen o sabah elinde avucunda ne varsa
satarak, malını, mülkünü ve vazifesini terk ederk Üftâde Hazretlerine talebe
olmuştur.
Hüdâyî’yi Üftâde’ye intisab ettiren bir başka rivâyet daha vardır.
Bu rivâyet ise onun bakmış olduğu resmî bir davadır. Bu dava onun görevini
bırakmasıyla neticelenmiştir. Bursa kadılığı sırasında o zamana kadar eşine pek
rastlanılmayan bir
davaya bakmak zorunda kalmıştır. Bursa’da Hisar semtinde ikamet
etmekte olan fakir bir zat, her yıl hale sürekli hacca gitmek ümidiyle niyet
etmektedir. Fakat bir türlü parayı denkleştirip, fırsat bulup hacca
gidememektedir. Davanın görülmüş olduğu sene olan bu zaman zarfında hanımına “inşallah
bu yıl hacca gideceğim, şayet gidemezsem seni boşayacağım’” diye bir ifâde
kullanmıştır. Vakit artık kurban bayramına yaklaşmıştır. Ne yazık ki, adam
ortalıklarda yoktur. Bu arada karısı kocasını merak etmektedir. Aşağı-yukarı
bir haftaya yakın bir süre sonra adam aniden ortaya çıkarak evine gelir ve
karısına hacca gidip geldiğini söyler. Bu duruma epeyce hayret eden karısı
tabii ki ona inanmamaktadır. Kocasına vermiş olduğu boşanma sözünü
hatırlatarak, kocasının yalan söylediğine kanaat getirir ve kadıya boşanma
davası açar. Bu zaman diliminde Bursa kadısı olan Mahmud (Hüdâyî) yapılan
şikâyetin aydınlatılması hususu ile adama mahkemeye çağırtır. Adam, karısına
söylemiş olduğu ne varsa hepsini mahkeme huzurunda bir bir anlatır. Hatta hacca
giden ve onunla beraber olan arkadaşlarından bile söz eder. Kadı Mahmud adama
bu işi nasıl yaptığını sorduğunda, adam eskici Mehmed dede vasıtasıyla bu işin
olduğunu anlatır. Böyle bir şeye inanmayan Kadı Mahmud eskici Mehmed Dedeyi
huzuruna çağırtarak olanı biteni anlattırır. Eskici Mehmed Dede vermiş olduğu
ifadesinde Allah’ın düşmanı olan şeytanın bir anda bütün dünyayı dolaştığını ve
Allah’ın dostu olan bir kulun niçin bir anda Kâbe’ye gitmesinin bu kadar abes
karşılandığını söyleyerek kadıyı şaşırtır. Mehmed Dede’nin bu cevabı çok
manidardır ve Kadı Mahmud davayı Bursalı hacıların dönüşüne kadar ertelemiştir.
Haccın bitmesiyle Bursalı hacılar hacdan dönmeye başlamıştır. Kafile hacdan
geldiğinde şahitler mahkemeye çağrılarak hacıların ifadesi alınır.
Kafiledekiler de aynı şeyleri kadı Mahmud ve davacının huzurunda söyleyince,
Kadı Mahmud büyük bir şaşkınlık içerisinde davayı düşürür ve adam karısını
boşamaktan kurtulur. Bu şaşkınlığı üzerinden bir türlü atamayan Kadı Mahmud
nihayetinde Eskici Mehmed Efendi’ye giderek büyük şaşkınlık içinde olduğunu
söyleyip ona bağlanmak ister. Ancak Mehmed Dede, bu nasibin kendisinde
olmadığını ve onun Üftâde Hazretlerine başvurması gerektiğini söyler ve Kadı
Mahmud’u Üftâde Hazretlerine gönderir (Gençdoğan, 2010:28-29).
Kadı Mahmud henüz otuz altı yaşında iken Muhyiddin Üftâde’ye
intisab etmiştir. Hz. Üftâde, buranın bir yokluk kapısı olduğunu söyleyerek
ondan, öncelikle
malını, mülkünü bırakmasını, memuriyetini, müderrisliğini terk
etmesini ve Bursa sokaklarında nefsini yenerek ciğer satmasını istemiştir. Kadı
Mahmud tereddütsüz bir şekilde Üftâde Hazretlerine söz vermiş ve verileni aynı
şekilde tatbik etmeye canla başla koyulmuştur. Artır o, Üftâde’nin irşad
halkasındadır. Kadı Mahmud verilen bütün bu görevleri yerine getirirken sıkı
bir riyazata tabi tutulmuştur. Artık üç günde bir elmayı koklayıp iftar ettiği
gibi, sadece kuru bir ekmekle de yetinmektedir. Bu halinden dolayı artık yolda
giderken dirilerden ziyâde ölülerle konuştuğunu söylemektedir. Hatta, bir gün
Üftade’yi ziyarete giderken vefat etmiş olan bir müezzine rastlamış ve bu
durumu hocasına anlatmıştır. Üftâde de onun riyazetle ruhunu kuvvetlendirdiğini
ifade ederek, kendisinin de bu yola ilk intisap ettiğinde çarşıda dirilerden
ziyâde ölülerle konuştuğundan bahsetmiştir(Yılmaz, 1990:47).
Hüdâyî Bursa’ya geldiğinde çok kibirli, çok bilgili bir
kişiliktir, ancak bu rahatsızlığını da kendi üzerinde duymaktadır, hocası
Üftâde’nin manevi tespitine göre ezelinde çok büyük bir mürşit olma temayülü
bulunmaktadır, yani ilm-i ledüne ezelden meftundur. Ancak üzerindeki bu kibrin
kırılması içinde hiç kimsenin yapamayacağı bir şeyi sırmalı kaftanıyla ciğer
satmak suretiyle nefsini yenerek ispat etmiştir. Bu hadise onun seviyesinin ne
kadar yüksek olduğuna dair bir delildir (Doğan, 2014:5-6).
Üstâdının yanında üç yıl gibi bir seyr-i sülûk eğitimine tabi
tutulan Hüdâyî Celvetî Tarikatı üzerine terbiye edilmiştir. Daha sonra şeyhi
tarafından irşad vazifesiyle Sivrihisar’da manevî görevini halife olarak
sürdürmüş, altı aylık bir zaman diliminden sonra üstadı Üftâde’yi ziyaret
amacıyla Bursa’ya gelen Hüdayi üstadının vefatı üzerine ailesiyle birlikte
Rumeli’de bir süre kalmıştır, bilahare İstanbul Üsküdar’a gelerek Mehmet Paşa camii
yakınlarındaki bir evde on altı yıl riyâzet ve mücâhede ile meşgul olmuştur
(Yılmaz, 2008:2).
Bir diğer ifadeye göre, Küçük Çamlıca mevkiinde çilehane mescidi
ve ona bağlı olarak iki taş oda yaptırmış ve burada nefsiyle mücahede etmiştir.
Bir yandan irşad vazifesini yerine getiren Hüdâyî, diğer yandan Fatih
Camii’ndeki sohbetlerini sürdürmüş, 1589 senesinde Üsküdar’da günümüzdeki
dergâhın yerini satın almak sûretiyle buranın inşaatını 1595 yılında
tamamlamıştır. Fatih camiinde vaizliği bırakan Hüdâyî, bu sefer Mihrimah Sultan
Camii’nde sadece Perşembe günleri
sohbetlerini sürdürmüş, 1617 yılında yapımı tamamlanan Sultan
Ahmed Camii’nde de Pazartesi günleri vaaz vermeye başlamıştır (Gençdoğan,
2010:30).
Hüdâyî, bütün padişahlara hükmedercesine manevî emirler veren yüce
bir kişiliktir, gazaba uğrayan devlet büyükleri için bir manevî barınak ve
sığınak olmuştur. Padişahlar yanında Sadrazam Kayserili Halil Paşa, Dilaver
Paşa, Hoca Saadettin Efendi, Sunullah Efendi, Şeyhülislam Hocazade Esat Efendi,
Okçuzade Mehmed Şahi Efendi, Sarı Abdullah Efendi, Nevizade Atai gibi
şahsiyetler onun müntesipleri arasındaki kişilerdir (Akpınar, 2005:32-33).
Hüdâyî, âlimliği, şâirliği ve mutasavvıf şahsiyeti ile gerek kendi
döneminde ve gerekse kendisinden sonraki çağlarda yaşayanlırn saygınlığını ve
beğenisini mazhar olmuş bir büyük şahsiyettir. Hilm sahibi ve tatlı dilli bir
zat olduğu ve yol gösterici özelliği ile padişahlarla sürekli ünsiyet halinde
olmuştur. Yöneten ve yönetilen kesim tarafından benimsenmiştir. Hz. Ali’nin
neslinden olan bu kâmil zatın dengi yoktur. O, bu gizli yolun sultanıdır. Kalbi
müstesna ilimlerle doludur. Ledün ilminin pınarı olduğu için herkes kapısına
hücum etmektedir. Huzurunda Hızır’ın dahi ayakta durduğu bir şahsiyettir. O,
tarikat ilminin âlimi, hakikat hazinesinin kâşifi, ledün ilminin vâkıfı, hadis
ve tefsir ilminin nakledicisi, âbid, zâhid, kâmil bir mürşittir, seyyiddir, Hz.
Muhammed’in (SAV) sırlarının mirasçısıdır (Kayaokay, 2017:41-48).
Bir rüya vesilesiyle Sultan 1. Ahmed’le tanışan Hüdâyî Sultanın
iltifatına mazhar olmuş, daha sonra da Sultan 1.Ahmed kendisine intisab
etmiştir. Zamanında yaşadığı diğer bütün padişahlar gibi 1. Ahmed’e de çeşitli
tavsiyelerde bulunup onu hayra yönlendiren Hüdâyî, onlara ihtiyaç hissettikleri
her zaman diliminde yol göstermek suretiyle manen önlerini açmış, fakat bu
münasebetler esnasında asla ve kat’a bu yakınlığı su-i istimal etmemiştir.
Başkalarının da su-i istimaline izin vermemiş, aksine devlet erkânı kendi
yanına gelmiş, kendisi ise onlardan müstağni kalmıştır. Birkaç kez evlenen
Hüdayi’nin on çocuğu dünyaya gelmiş, ancak kendisi henüz hayattayken bütün
erkek evlatları vefat etmiştir, soyu ise kızları üzerinden devam etmiştir. Üç
kez hacca gitmiş, 88 yaşında iken 1628 yılında Üsküdar’da ahirete intikal
etmiştir (Yılmaz, 2008:2).
İlmî ve Edebî Şahsiyeti
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yaşamış olduğu dönem Osmanlı Devleti’nin
ilim bakımından doruklara ulaştığı bir zaman aralığına rastlamaktadır. Medrese
tahsilli hem kadı hem de müderristir. Üstadının vermiş olduğu vaizlik
vazifesine devam etmesinden dolayı artık bu görevlerinden ferâgat ederek
tefsir, hadis, tasavvuf gibi alanlara yönelerek otuz kadar eser yazmıştır. Onun
bu eserleri ilmî derinliğinin derecesini göstermesi bakımından önemli bir delil
teşkil etmektedir. Bursalı İsmail Hakkı Hz. Hüdâyî’yi yazmış olduğu eserlerle
tıpkı onun Üstâdı Üftâde gibi ehl-i kalem bir evliya olduğunu ve ilmi
olgunluğunun çok yüksek olduğunu dile getirmiştir (Yılmaz, 1990:89-90).
Hem kadı hem müderris düzeyinde pâyelere sahip olmak hem de diğer
manevî ilimler alanına yönelip tüm bu payeleri terkederek bu kadar üstün
eserler vücuda getirmek büyük bir olgunluğa sahip olmayı gerektirmektedir.
Zîra, zahirî ilimler her zaman kişiye bir varlık duygusu verebilmektedir. Fakat
bu zahirî ilimler Hüdâyî’ye varlık açısından azap olarak gelmiştir. O, daima
Allah’a vasıl olma ve O’na kavuşma arzusu içerisinde olduğundan dolayı, bu
şekilde hareket etmiştir. Allah’a vasıl olmak üstün bir değer taşımaktır.
Hüdâyî, kadılığı ve müderrisliği tasavvuf gibi derinlik içermemesinden dolayı
terk etmiştir, çünkü her ikisini birden götürmesi kendisinin manevî ve ilmî
olarak olgunlaşmasına engel teşkil etmektedir (Yüceer, 2005:133).
Aziz Mahmud Hüdâyî mürşid ve ıslahatçı bir şahsiyet olmasının
yanında, aynı zamanda bir teorisyen, müellif, âlim ve eğitmen olarak karşımıza
çıkmaktadır. Onun irşad ve ilim anlayışı yalnızca tek bir muhite yönelik bir
anlayış değildir, aksine ümmete şâmildir. O, mesajlarıyla, eserleriyle sadece
kendi döneminin insanlarına değil, kendisinden sonra gelecek olan nesillere de
hitap etmek sûretiyle insanların manevî derecelerinin yükselmesini ve Allah’ın
sevgisini kazanmalarını arzu etmektedir. Hüdâyî’ye göre insanların derece
bakımından peygamberlere en yakın olanları ilim ehli ve Allah yolunda gayret
gösterenlerdir, çünkü halk âlimlere
sürekli muhtaç bir vaziyettedir, kaldı ki insanlar cennette bile
ilim adamlarına danışacaklardır (Özervarlı, 2005:115).
Tasavvuf! edebiyatın mesafe kat etmesinde, yol almasında Hüdâyî
önemli bir yere sahiptir. Yunus Emre ile başlayan tasavvuf! halk edebiyatı
Hüdâyî ile gelişmiştir. O, hocası Üftâde döneminde temelleri atılmış olan zühdî
halk edebiyatını geliştirerek tekke edebiyatının oluşmasında oldukça önemli bir
yer edinmiştir (Gençdoğan, 2010:32).
İlmî bir muhitten tasavvuf! bir muhite intikal etmiş olan Aziz
Mahmud Hüdâyî edebî verilerini Yunus Emre yöntemiyle ortaya koyarken kafiyeden
ziyâde manâyı ön plana çıkararak, kadı ve müderrisliğin de bilgisiyle daima
dinin zâhir kısmına dâhil kalmıştır. Her ne kadar vahdet-i vücut düşüncesini
dile getirse de, dinin zâhirine ters düşecek bir ifade anlayışına mahal
bırakmamıştır. Konu olarak mâsivayı değil, Allah’ı istediğini dile getirmiştir.
Onun amacı ehl-i dünya olmak değildir, aksine âhireti kazanan kişi olma
arzusudur. Şiirlerinde vermiş olduğu bilgiler ve ahlâkî öğütler dünyanın gerçek
yönüyle tanıtılması istikametindedir. İnsanın dünyaya değil de fizik ötesi
âleme gönül vermekle isabetli bir iş yapmış olacağı düşüncesini benimsemiştir.
Dîvân edebiyatı türünde verdiği eserlerinde dua üslûbunu kullanmış, sabrın
zorluklardan sonra gelen bir anahtar olduğunu belirterek, meşakkatten sonra
kolaylığın geleceği fikrini kabul etmiştir (Yüceer, 2005:133-134).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin tasavvufî halk edebiyatı türündeki şiirleri
ve ilâhîleri Yunus Emre ve Ahmed Yesevî tarzındadır. O, şiirlerinin tamamına
yakın bir kısmını aruz kalıpları içerisinde büyük bir ustalıkla söylerken, sırf
manâyı kaybetmemek için gerektiğinde kafiye ve vezni terk ettiği de olmuştur. O,
kendi yaşamış olduğu devrin hem aruzla, hem de heceyle söyleyen şairleri
arasında telakkî edilmektedir. Hüdâyî, Yunus Emre’den farklı olarak,
Arapça-Farsça şiirler, Türkçe- Arapça mülemmalar, yani başka dillerden alınma
parçalar bulunan şiirler de yazmıştır. Şiirleri serbest fikirleri yansıtmaktan
ziyâde, ahlâkî ve dinî öğütler içeriklidir, yani didaktiktir (Yılmaz,
1990:90-95).
Hüdâyî her ne kadar bir şâir olarak meşhur olmadıysa da, yaşamış
olduğu hal ve sözlerinde olduğu gibi şiirleriyle de çok etkili olmuş yüksek bir
şahsiyettir. Hüdâyî’nin şiirlerinin pek çoğunun bestesi yapılmış ve onlar
dergâhlarda okunmuştur. Bizzat kendisi de şiirlerini bestelemiştir. Bu yönüyle
de bir bestekâr ve musıkîşinasttır (Yılmaz, 2008:8).
Na’at ve ilâhî türündeki şiirleri hep tevhid içeriklidir. Diğer
yandan o şiirlerinde Hz. Muhammed’le (SAV) ilgili pek çok yönü işlemektedir.
O’nun beşeri yönünü, ahlâkını, üstünlüğünü, peygamberlik yönünü, sünnetini
vurgulayarak, üstün meziyetlerini dile getirmiştir (Zülfikar, 2005:438).
Aziz Mahmud Hüdâyî için edebiyat bir vasıtadır, zîra o fikirlerini
ve tasavvuf! görüşlerini sunarken edebiyatı bir vasıta olarak kullanmıştır. Bu
yönüyle o kitaba ve sünnete uygun bir mutasavvıf şairdir. İlâhîleri,
murabbbaları, bestelenmiş güfteleri, zarif nükteleri kendisini sevdirmektedir.
Hadîsat karşısındaki itidâlini de şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde sanat
endişesi taşımamaktadır. Şiirin estetiği için ifade etmek istediği şeyden asla
ödün vermemektedir, yani şiir onun anlatmak istediği konuya araç konumundadır.
Aruzla yazılan şiirlerindeki terkipler, kullandığı dilin ağırlığından ve ifade
şeklinden anlaşılmaktadır, zîra bu tür şiirlerinde imale ve zihaflar dikkati
çekecek kadar çoktur. Bu şiirlerini ustaca ve üstün bir şekilde söylememiştir,
iç ahenk ve muhteva şekil özelliklerinden daha ön plandadır. Na’atler gazel
formunda olmakla beraber, bazıları murabba tarzındadır. Müfredleri, dîvân
edebiyatı tarzına uygun olmakla birlikte, gazel, murabba, muhammes ve kıt’a
tarzıyla yazılmış olan şiirleri azınlıktadır. Müfretleri 200 civarındadır.
Beyitlerinde dikkat çekici veciz ifadeler ve darb-ı meseller bulunmaktadır.
Ayrıca mesnevî tarzında yazılmış mülemma şiirleri de mevcuttur. Şiirlerinde
Türkçeyi tercih ettiği görülmekle beraber, aruz veznindeki şiirleri lirizm
yönüyle daha ağır bir dille yazılmıştır. Onun hiçbir zaman şairlik iddiası ve
tasası olmamıştır, belki de bu yüzden dîvân şâirleri arasında ismi
geçmemektedir, çünkü şâirliğinin ve sanatının üstünlüğünü iddia etmemesi onu
mütevâzı kılmıştır. Onun kendisinden önce gelen derviş şâirleri taklit
konusunda başarılı olduğu söylenemez, bilakis onları temsil ve taklit zordur. O
kendi yolunda seyretmiştir.
Aziz Mahmud Hüdâyî daha ziyâde Ahmed Yesevî ve Hacı Bayram
ekolünün kendi şahsına münhasır bir devamı niteliğinde değerlendirilmelidir.
Şiirleri bir hitâbe niteliği de taşımaktadır. Kendi çağında yaşayan ve aynı
zamanda kendisinden sonraki çağlarda yaşayan birçok mutasavvıf şairi de
etkilemiştir. Hitabetindeki zarafet müjde
niteliğinde karşımıza çıkmaktadır. Zîra onun, kendisini ziyaret
için gelenlere, vefatından sonra ise kabrinin önünden geçerken kendisine fatiha
okuyanlara ve ona gönülden bağlı kalanlara bir müjde ve hediye niteliği
taşıyan, aynı zamanda bir arzu, bir dilek ve temenni olan ..Denizde boğulmasınlar;
ahir ömürlerinde yoksulluk çekmesinler! İmanlarını kurtarmadıkça ahirete
göçmesinler! Öleceklerini bilsinler; haber versinler” duası bir dilek
ve temenni duasıdır (Ertan, 2005:449- 462).
Hüdâyî, şiirlerini maksada göre belirlerken, geleneğe büyük ölçüde
bağlı kalmıştır. Şiirinde tabiat cıvıl cıvıldır. O, Allah’a ve Peygamber’e
duyduğu derin aşkı çok samimi ifadelerle dile getirirken, muhataplarını sorduğu
sorularla tefekküre davet etmiştir. Dili külfetsiz olmakla beraber, medreseyi
ve tekkeyi şahsında birleştirmiş âlim bir şâirdir (Tavukçu, 2003:284).
Manevî Şahsiyeti
Aziz Mahmud Hüdâyî’yi ön plana çıkaran, onu şöhrete kavuşturup
ölümsüz kılan unsur aslında manevî şahsiyetidir. Zîra, bir insanın elindeki
önemli dünyevî varlıkları terk etmesi; mevkîyi, makamı elinin tersiyle itmesi;
kendisine dünyevî nimetlerden el çektirmesi öyle kolay kolay terkedilebilecek
unsurlar değildir. Ancak, Aziz Mahmud Hüdâyî çok zor bir görev olan ve vicdan
muhasebesi ve murakabe gerektiren kadılığı; bunun yanında müderrisliği terk
edebilmiştir. O, mürşidi Üftâde tarafından kabul gördükten sonra onun yanında
çok büyük bir fikrî ve ruhî kemalâta eriştikten sonra ancak kalbi itminana
erişmiş, zihnen durulmuş ve kendisinden sonra bu manevî yolda seyr-u sülûk
edecek kişilere rehberlik edebilecek bir seviyeye ulaşabilmiştir.
Özellikle, hocasının vefatından sonra kendisine tevdî edilen bu
manevî görevi yerine getirirken yapmış olduğu vaazlar, irşad faaliyetleri,
zikir meclisleri, tefsir ve hadis derslerindeki uygulamalar hep bir manevî
neş’e içerisinde ve duygu
dolu bir atmosfer kıvamında gerçekleşmiştir. Özellikle, “Tecelliyat”
adlı eserinde kendisinin vermiş olduğu bilgilere göre de değişik zaman
dilimleri içerisinde çok farklı tecellilere mazhar olduğunu, kutup ve
kutbu’l-aktablık mertebelerine ulaştığını ifade etmektedir. Kutupluk makamıyla
ilgili ifadeleri bizzat şu şekildedir:
“-1011 Şa’ban-ı Muazzam’ın yirminci gecesi temcid vaktinde bir hal
zahir olup cemi-i halkı Hakk ’a davet eylemişim, nazar eyledim âleme sanki
“kutub ” olmuşum. ” “1012 Ramazan 29. Pazartesi günü büyük bir tecelli oldu.
Ondan sonra bir bisat ihsan olundu. Genişliği âlemler kadarınca. Bunlar
zikrolunmaz.” “...tarih-i mezburda Muharrem 9. Pazartesi günü fakire işaret
edip bu zamanın kutbu ’l-afakı bunlardır, denildi.” “1012 Zilka’de 8. Cuma
gecesi beni âdeme kutb oldun diye kutbiyet ihsan olunduğudur. ” “1003 Ramazan
29. Pazartesi büyük bir tecelli vakı oldu. Ondan evvel böylesi olmamıştı. Büyük
bir döşek döşediler ki, cemi ’alemi tuttu. Ba ’dehu ‘kutub kimdir ’ diye sual
eyledim, cevap geldi ki söylenmez. Yine onun kutbu’l-aktab olduğunu gösteren
ifadeleri de şöyledir: “1013 Cemaziyelahir 18. Cuma günü namazdan sonra fukara
tevhidde iken Canib - i Hak’dan müminlerin kalplerini tathir etmeği Rabb ’ım
ihsan edip ‘Kutbu ’l- aktab’ olduk. ” “1013 Muharrem 9. Pazartesi bir veçhile
müşahede olundu ki, bazı mahlûkat Mihalıç tarafına teveccüh ettiklerinde bu
akir canibine sevkolundular. Hem bu halkın bazısı bazısına bu fakiri gösterip
‘Kutbu ’l- akta-ı afak bunlardır’ diyorlardı.” “1018 Cemaziyelahir 18. Cuma
günü Cuma’dan sonra mihrabda iken ve fukara tevhidde olduğu halde ‘tathir-i
kulub-i mü’minin’ ihsan olundu. Güya ki, ‘kutb-u aktab idim.” “1013 Zilka ’de
18. Cuma günü ‘sen kutbu ’l-âmsın ’ diye kelam olundu!” Aziz Mahmud
Hüdâyî’nin ‘âlemin kalbi’ demek olan ‘Kutbu’l-aktab’lık makamına yükseldiğini o
devri yaşamış olan Evliya Çelebi ve Tarihçi Peçevi İbrahim Efendi bizzat
belirtmişlerdir (Yılmaz, 1990:96-97).
Hüdâyî, vahdet-i vücut düşüncesinin ehl-i sünnet çerçevesine en
dikkate değer sadık temsilcilerinden biridir (Güneş, 2005:432). ‘Varoluşun
Birliği’ şeklinde ifade edilebilecek olan bu düşünce ise 12.ve 13. yüzyıl
İspanya’sının önde gelen arap mutasavvufı ve filozofu İbn-i Arâbi’ye kadar
giden tasavvufi bir kavramdır (Izutsu, 2001:81). Bu düşünceye sahip olan
Hüdâyî, sadece kendi tarikatanlayışına
ait fikirleri yaymakla kalmamış, resmî ve gayr-ı resmî olarak
insanların dini anlama ve yaşama hususunda onlara rehberlik etmiş, çok geniş
bir kitleyi etkilemiştir. Namaz, oruç, zekat, hac ibadetleri, kelime-i tevhid,
kelime-i şahadet, diğer evrad ve ezkara dikkat hususunda bağlılarını
özendirmiştir (Arpaguş, 2005:101-108).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin itikad ve tefekkür yönü dikkatli bir
şekilde tetkik edildiğinde, onda herhangi bir sıradanlığın değil de, bunun tam
tersine bir de rûnîlik söz konusu olduğu fark edilmektedir. Zîra, bir insanın
bir takım çabalarla dünyevî ilimlerde mesafe kaydetmesi olağandır, ancak
kişinin kendisini insana en lazım olan yeme, içme, uyuma, konuşma ve buna
benzer pek çok faaliyetten alıkoyması ve çok büyük fedakârlıklarla nefsine
engel olup, onu arıtması, ona müspet bir şekilde yön tayin etmesi o kadar kolay
başarılacak bir hadise değildir. Kişi ancak böyle kazanımlar sayesinde bir
takım olağanüstü hadiselere vâkıf olabilir ve yüce bilgilere ulaşabilir. Hüdayi
bunu başarmıştır.
O, hem kadı, hem de müderris olarak adalet ve ilmi yaymada
başarılı olurken, tasavvufa yönelişinden itibaren de fevkalâde başarılı bir
mutasavvıf, merhaleleri aşmış bir velidir. Gerek halkın eğitim ve irşâdında,
gerekse padişahlara yaptığı mektuplardaki tavsiye, telkin ve danışmanlıklarında
hiç hata yapmamıştır. O, maneviyatlı ve olgun kişiliğiyle devletin selâmeti
için uğraş vermiş, hizmetleriyle hep örnek olmuştur. Üstün manevî kişiliği
fevkalâdedir. İtikatta geldiği üstün konum ve bunu ifade etme şekli, dinin
naslarına nasıl bağlı kaldığını göstermesindeki hassasiyeti onu çok yönlü,
kâmil bir mümin olarak görmemizi sağlamaktadır. Evrensel boyutta bir
şahsiyettir. O, medreseyle birlikte manevî alanı birlikte yürütebilmiş nadir
bir şahsiyettir, zîra oradan aldığı bilgisini sohbet ve vaazlarına yansıtmayı
bilmiştir. Halkın dünya ve ahiret dengesini kurması hususunda çok başarılıdır.
Her türlü meşrepten ve meslekten kişinin dini hayatını yönlendirmesi hususunda
istikâmet vericidir. Onun nezninde rüyalar çok önemlidir, zîra padişahların
rüyalarına getirmiş olduğu mâkul yorumlarla onları manen yönlendirmiştir. İbn-i
Arabî’den etkilenmiştir, etkisi kendi dönemiyle sınırlı kalmamış, kendisinden
sonra da devam etmiştir. Her tabakadan kişilerin faydalanmış olduğu nasihat ve
öğütlerle toplumu yönlendirmeyi hedeflemiştir. O kalbindeki değişime önem
vermiş, bunun da tevhid zikriyle gerçekleşeceğini düşünmüştür (Yüceer,
2005:122-140).
Hüdâyî’nin düşünce sisteminde hakka vasıl olma şekli dört unsurdan
oluşmaktadır. Bunlar, şerîat, tarîkat, mârifet ve hakîkattir. Faydasız ilmin
Hüdâyî’nin nezninde bir kıymeti harbiyesi yoktur (Özervarlı, 2005:117).
Hüdâyî bir Pazar gecesi manevî mi’rac yapmış, Allah’ın (CC)
hitâbına mazhar olmuştur, ruhanî mir’ac yapmış, Hakk Tealâ’ya vâsıl olmuş,
sonra kulları irşad için geri dönmeye izin istemiştir (Tosun, 2005:227).
Hüdâyî, dinin temellerini ve yasakladığı şeylerden sakınma
yollarını, yani Hızır ilmini ve Musa’nın(AS) bilgilerini kimseden yardım
almaksızın öğrenerek bütün bu zorlu yolları aşmış bir birisidir. İlmiyle
bilgisiyle, devrin otorite olarak kabul görenleri tarafından önemli âlimlerden
biri olarak kabul görmüştür. O, şeriat hakkında fetva veren, verdiği hükümler
herkes tarafından emniyet ve itimatla kabul gören bir kişidir. Bu yüzden
meclisinde bulunanlar kendisine hayran kalarak, büyük bir şaşkınlıkla susmaya
mecbur olmuşlardır. Şeyhülislam bile böyle bir âlimin ilmi yanında ebcedi yeni
okumaya başlayan bir çocuk gibidir. O, kaf dağı gibi kanaatin sembolüdür.
Dünyanın resmi muamelerine karşı kayıtsızdır, teferruatla meşgul olmaktan
beridir. Hâlinin kararlılığı, onun dağlar gibi bir metânet sahibi olduğunu
göstermektedir. O, gücenikliğini bile göstermeyen hoşgörüye sahiptir.
Hüdayi, kendisine uyulan, rağbet gören, önde giden, inci, mücevher
bir imamdır. Hüdâyî, bir güneş, kandildir. Karanlıkta kalanları aydınlatır,
onlara yol gösteren bir meşale durumundadır. Onun dalgaları ile pekçok yolunu
kaybetmiş inci kıyıya ulaşmıştır. O, felek gibi gösterişli, Allah’ın sevdiği
bir sultandır. Dertler onda deva bulmaktadır, Fütûhatın iskelesi olduğu için
herkes bu limana yaklaşmak ister. O, her yerde halifelerini oturtmuş olan bir
güneştir. O, sevgi âleminin padişahlar padişahıdır. Tacı, tahtı olmayan bir
hükümdardır. Padişahlar ona muhtaç kalmıştır. Padişahlar onun ayağını öpmeden
tahtlarına oturmamışlardır, ona hizmet etmeye yetişememişlerdir. Padişah ve
köle onun kapısında eşittir (Kayaokay, 2017:48-56).
Şeyhine İntisâbı
Aziz Mahmud Hüdâyî kadılık
ve müderrislik vazifesini ifa ederken İstanbul’da talebelik yıllarında ve
Mısır’da bulunmuş olduğu zamanlarda tarikate intisab etmiş, daha sonra da bu
tarikat çevresinden evlilik yapmak suretiyle tarikat erbabıyla da bir yakınlık
temasında bulunmuştur. Yâni, onun gençlik yılları bu tarikat muhiti içerisinde
geçmiştir (Yılmaz, 1990:46). Mısır’da hocası Nazırzâde ile birlikteyken
Halvetiyye Tarikatı’nın Demirtaşiyye kolundan Kerimüddin el- Halveti’den esma
usulleri terbiyesini almıştır. Ancak, bu arada hocası Nazırzâde’nin Bursa’daki
Mevlevîhanenin başına getirilmesiyle Hüdâyî’de Bursa’ya gelmiştir. Bursa’ya
gelişininden sonra hocasının vefat etmesi münasebetiyle Hüdâyî derin teessürler
içerisine girmiş, üzerinde îfa etmiş olduğu bütün resmî vazifelerinden
ayrılmıştır. Onun bu görevleri terk edişi, onu daha önce de vaaz ve
sohbetlerinden faydalanmış olduğu Muhiddin Üftâde’ye sevketmiş ve Hüdâyî
Muhiddin Üftâde’ye bağlanmıştır (Kemal, 2014:51).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin otuz altı yaşındayken görmüş olduğu bir
rüya, ya da almış olduğu bir manevî işaret üzerine de üzerindeki vazifeleri
terkederek Üftade’ye intisab ettiği de söylenmektedir (Yılmaz, 2008:1-2). Bir
diğer görüşe göre Hüdâyî’yi Üftâde’ye bağlayan sebep , kendisinin bakmış olduğu
bir dava neticesidir (Gençdoğan, 2010:28).
Hüdâyî, mürşidi Hz. Üftâde’ye bağlı kalacağına söz verirken,
malını, mülkünü terk edeceğini, memuriyetten ayrılacağını, nefsini terbiye
edeceğini de ifade etmiştir, zîra bu üç şey hocasının kendisinden istemiş
olduğu unsurlardır. O da bu unsurları yerine getireceğine dair hocasına söz
vermiş ve böylelikle onun manevî halkasına katılma şerefine nâil olmuştur.
Hüdâyî bütün bu unsurları yerine getirmiş ve ardından çok sıkı bir riyazet devresine
girmiştir. Hattâ, o artık dirilerden ziyîde ölülerle konuşur haldedir (Yılmaz,
1990:45-46).
Üftâde’nin Şahs-ı Manevîsi
Celvetiyye Tarikatı’nın Piri olarak gösterilen Mehmed Muhyiddin
Üftâde 1490 yılında Bursa’da dünyaya gelmiştir. O, Celvetiyye Tarikatı’nın
manevî ayı olarak ifade edilmektedir. En belirgin özellikleri zühd ve takvası
olmakla beraber, o haramlardan son derece kaçınmaktadır, hatta helallerin bile
az bir kısmıyla yetinmiştir. Kanuni Sultan Süleyman kendisini İstanbul’a davet
edip hürmet göstermiştir. Kanuni Üftâde’ye tekke hizmetinde vakfolunmak üzere
birkaç köy vermek istemiş, Üftâde ise bunu kesinlikle kabul etmemiştir. Bütün
hâl ve hareketlerinde şer-i şerife göre hareket etmiştir. Ona göre melekût
âleminde gezen bir mürit orada gördüklerini asla ve kat’a mülk âlemindeki
kişilere anlatmamalıdır. Yâni, hakikati keşfeden kişi ağzını kilitlemelidir.
Zîra uluorta konuşursa bu fesada sebebiyet verebilmektedir (Azamat,
2012:282-283).
Üftâde’nin babası henüz daha çocuk yaşlarında iken Bursa’ya gelmiş
ve orada araplar mahallesine yerleşmiştir. Üftâde de buradaki evde doğmuştur.
Üftâde dünyaya geldiğinde annesi onu süt deryasında dalıp çıkarken görmüştür.
Görülen bu rûya Üftade’nin babasına anlatılmış, o da bu rûyayı oğlunun ilim erbabı
ve kâmil bir zat olacağı şeklinde yorumlamıştır. O mânen seyiddir. Çocukluk
yıllarında babasının da teşvik etmesiyle ipekçilikle uğraşmış, fakat bu iş
kendisini tatmin etmediğinden babasının vefatıyla da birlikte bu mesleği
bırakmış ve şeyhi Hızır Dede’ye intisap etmiştir.
Üftâde, kemalât sahibi biri olan Muhyiddin adında bir ermiş zattan
dua almış, bunun yanında bazı meczupların da manevî nazarlarına erişmiş çok
güzel sesli bir zattır. Zaman zaman müezzinlik yapmış, ayrıca muhtelif
camilerde de vaazlar vermiştir. Emir Sultan Camii’nde de hatiplik yapmış olması
onun medrese tahsilli olduğunu göstermektedir. Hızır Dede’ye olan intisâbı
annesi ve kız kardeşinin henüz hayatta olduğu döneme rast gelmektedir. Kız
kardeşinin evliliğiyle yalnız kalan Üftâde artık sık sık üstadı Hızır Dede ile
görüşme imkânını yakalamıştır. Şeyhinden tasavvuf yolunun sırlarını talim eden
Üftâde ayrıca rüya tabiri ilmine de âşinâdır. Şeyhinin vefatıyla birlikte,
üveysi koldan Muhyiddin-i Arabi’nin ruhaniyetinden
istifade etmiştir. Fars diline oldukça âşinâdır, zîra vaaz ve
sohbetlerini dahi mesneviden nakiller şeklinde yapabilmektedir. Pek çok menkîbe
ve kerametler sahibidir. Doksanüç yaşında 18850 Temmuz’un’da Bursa’da vefat
eden Üftâde bugünkü türbesine defnedilmiştir (Yılmaz, 1990:178-181).
Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri kendisine talebe olan zatları
manen işleyerek, onları benliklerinden arındırıp ilm-ü ledünle besleyen, onları
hâlden hâle sokarak başkalarına can olabilecek münbit bir toprak haline getiren
Bursa’nın manevî gönül sultanıdır. “Üftâde” manâ olarak makamından
düşen, mecnun, âşık, Allah sevgilisi demektir. Bu ifade kendisine rüyasında
üstadı tarafından verilmiştir. Had safhada mütevazı ve Melamî meşreplidir.
Hocası Hızır Dede’yi sırtında taşıyarak ve tüm hizmetlerini yerine getirerek
ona yar olmuştur. Arapça, Farsça, Türkçe bilmektedir. Batı âlemi tarafından
tanınmaktadır. Arapça kitabı Oxford’da okutulmaktadır. Üftâdeye göre vücûtta
dört bölüm bulunmaktadır. Bunların ikisi dünyevî, ikisi de uhrevîdir. Dünyevî olanlar
nefs ve tabiattır. Uhrevî olanlar ise ruh ve sırdır. Üftâde amel konusunda çok
hassastır. Kulluk ve şeriatı her konuda ön planda tutmaktadır. Zühd ve takva
hususunda titizdir. Keşf ve mârifetle ilgili hususların herkese anlatılmasına
karşıdır. Keramet göstermenin makbul olmadığını düşünmektedir. Gönül kırmamak
için kendisini tenkit edenlere bile cevap vermekten sakınmıştır (Doğan; 2014:
1-20).
Hüdâyî’nin Müridlik ve Şeyhlik Dönemi
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin müritlik dönemi 1580 yılına denk
gelmektedir. Üftâde’ye mürid olarak intisab ettiğinde henüz otuz altı
yaşındadır. Hocasının yanında üç sene seyr u sülûke tâbi tutulan Hüdâyî,
hocasından hilâfet alacak manevî mertebeye yükselmiş ve hocası tarafından
Halife-yi Mürşid sıfatıyla Sivrihisar’a gönderilmiştir. Sivrihisar’da sadece
altı ay kalabilen Hüdâyî, hocası
Üftâde’nin de Bursa’da vefatıyla beraber çoluk çocuğu ile birlikte
Rumeli tarafına geçmiş ve bir müddet oralarda seyahat edip ikamet etmiştir.
Daha sonra İstanbul’a gelip önce Küçükçamlıca mevkîine yerleşen
Hüdâyî sonra Rum Mehmed Paşa Camii’nin sol tarafında bir odaya yerleşmiştir.
Küçükayasofya’da sekiz yıl şeyh olarak hizmet etmiş, sonra Üsküdar tarafına
geçmiştir. Şeyhliği döneminde Ferhad Paşa komutasında İran seferine
katılmıştır. Şeyhliği döneminde gerek halka ve gerekse saray ve ilmiye
çevresine vaazlar ve nasihatlerde bulunarak, toplumu ve devlet ricalini m ânen
yönlendirmiştir (Yılmaz, 1990:46-65).
Hüdâyî’nin Şöhreti ve Kerametleri
Aziz Mahmud Hüdâyî çok şöhretli bir velidir. Velâyet derecesine
ermeden önce henüz zahirî ilimlerle iştigal ederken görmüş olduğu olağanüstü
bir rüya, zamanda ve mekânda meydana gelen yolculuğu tespiti, onun Üftâde’ye
intisap etmesini sağlayan unsurlardandır. Onu şöhretli kılan sebeplerden birisi
de zahirî ilimleri tamamen terk ederek kendisini Üftâde önderliğinde çok sıkı
bir nefis terbiyesine tabi tutturmasıdır. Müderrislik ve kadılık gibi o zamanın
şartlarında şan ve şöhrete temâyüllü bir mesleği terk edip, bir dervişin taht-ı
terbiyesinde riyâzat yapmak nefse kolay gelen adetlerden değildir. Sırmalı
kaftanı ile sokaklarda ciğer satması, helâları temizlemesi, hizmetkârlıktan
dahi kaçınmaması onun manevî basamakları yükselmesi ve manevî şöhrete ulaşması
yolunda atılmış adımlardır. Zîra, bu merhaleler aşılmadan manevî tecellilere
muttali olunamamaktadır. Mânen yücelmenin yolu nefsi alçaltmaktan geçmektedir.
Nefsini tezkiye etmek, kalbi saflaştırıp tamamen arındırmak, kişiyi diğer
insanların vâkıf olamadıkları derinliklere erdirmektedir.
Bütün bunlar neticesinde Hüdâyî bir çiçeği bile koparmaktan bile
kendisini alıkoyacak şuurdadır artık. Bir çiçeği koparmak bir insan için meşru
olabilir, ancak
onun, çiçeğin zikrini duyarak onu koparmaktan vazgeçerek varlıklar
arasındaki iletişimde bir denge unsurunu anlamış olması ne derece ince bir
ölçüyle hareket ettiğinin kanıtıdır. Aziz Mahmud Hüdâyî yeme-içme konusunda da
çok hassastır. Her şeyde ölçülüdür. Duasının kabul olması, kışın yazlık meyveyi
elde etmesi, Hz. Meryem’e sunulan kerametler gibi, Allah’ın has kullarına
sunmuş olduğu özel hallerdir. Aziz Mahmud Hüdâyî bu özel kişiler arasında
olmakla şöhretlidir. Hızır’la görüşebilmekte, dar zamanlarında onun
yardımlarını görebilmektedir. Yine soğuk su kabını kalbinin üzerinde ısıtmış
olması onun kerametidir.
Hüdâyî rüyalara çok önem vermektedir. Padişahların rüyalarına
getirmiş olduğu mâkul yorumlar makbul görülerek, kendisini saray çevresinde
meşhur etmiştir. Fizik ötesini görebilen, geniş ufuklu ve derin tefekkür sahibi
bir zattır. Allah’ın bildirmesiyle kalplerden geçene muttalidir. Hüdâyî’ye göre
kimya ilmini öğrenmek kişinin kendisinin kimya olmasından ibarettir. Ölülerin
dirilmesi ve tekrar eski haline gelmesi onun kerametleri arasındadır., zîra Hz.
İsa (AS) ve Hz. Musa’nın da mucizelerinden olan bu durum, Hz. Peygamberin ümmetinde
keramet olarak görülmüştür (Yüceer, 2005:131-132).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin diğer kerametlerini de zikredecek olursak,
o padişahın kendisine göndermiş olduğu ve gördüğü bir rüyayla ilgili mektubu
henüz okumamış olmasına rağmen, cevabını mektubu getiren naibe vermiş
olmasıdır. Yine hanımının hamilelik döneminde çocuğunun dünyaya geldiğinde
hiçbir şeylerinin olmadığı üzerine şikâyetle ilgili kerameti de bir başkadır.
Zîra, hanımı şikâyet ederken kapı çalınmış ve padişah Hüdâyî’ye verilmek üzere
hediyeler ve atıyyeler göndermiştir. Böylece, Hüdâyî hanımının gönlünü de
yapmıştır. Padişah Sultan Ahmed’in Üsküdar’a gittiği bir günde Hüdâyî’ye rast
gelmesi ve atından inmesi ve şeyhini atına bindirerek onun ardından yürümesi
de, Üftâde’nin bir zamanlar kendisine ettiği dua mesabesindeki kerametindendir.
Zîra, Üftâde ona ”Oğlum, padişahlar ardınca yürüsün” demiştir.
Onun şeyhlik dönemine ait bir diğer kerameti de, şiddetli bir
kasırga esnasında, kayıkçıların denize çıkmaya cesaret edemediği bir günde
Sultan Ahmed Camii’ne yetişmek üzere binmiş olduğu kayığın her tarafının son
derece sakin olmasıdır. Yine bu esnada karşı tarafta Sultan Ahmed’in dalgaları
seyrettiği bir
esnada kasrına isabet eden bir yıldırımla yara alması ve bir süre
yıkılmayışı, Sultan Ahmed’in canının kurtulması, Hüdayi’nin şeylik döneminin
kerametlerinden birisi olarak anılmaktadır. Onun Üsküdar-Sarayburnu arasında
kayıkla gitmiş olduğu bu yol meşhurdur. Hüdâyî hazretlerinin buna benzer çok
kerametleri vardır. Yine bir gün padişah Hüdâyî ile görüşmek istemektedir. O
ise Bulgurlu’daki çilehanede bir gençle sohbet etmektedir. Bu durumu öğrenen
padişah da ertesi gün onların yanına gelir. Sohbetten sonra Hüdâyî karışıya
geçmek istediğini söyler. Padişahla beraber kayıkla karşıya geçerken padişahın yüzüğü
denize düşer ve yanlarındaki genç adam denize atlayıp yüzüğü bulur ve padişaha
verip ortadan kaybolur . Bundan endişe duyan padişah çocuğun boğulduğunu
söylediğinde, Hüdâyî onun Hızır’ın kardeşi İlyas olduğunu söyler.
Bir gün bir zengin Hüdâyî’nin kerametlerini ve manevî durumunu
yakından temaşa etmek ister. Bu vesileyle onun yanına varır ve ziyaretten sonra
fark ettirmeden seccadenin altına bir kese altın bırakır. Bu duruma muttali
olan Hüdâyî, onun deliye de veliye de lazım olduğunu ve hayra sarf olunmak
üzere kabul olunduğunu söyleyerek, bu kişinin kalbinden geçenleri olduğu gibi
dile getirmesine neden olmuştur. Bir gün yine Sultan Ahmed’le beraber
Karacaahmed mezarlığında gezerken Hüdâyî ölülerin nasıl dirildiğini Sultan
Ahmed’e göstermiştir. Diğer bir kerameti ise, İstanbul’da veba salgını zuhur
etmiştir. Çok insan ölmüştür. Halk Hüdâyî’ye müracaat ettiğinde, Hüdâyî halkı
Karacaahmed mezarlığındaki çıplak bir zat olan Hasirpuş Dede’ye göndermiş,
ancak bu kişi onları huzurundan kovmuştur. Tekrar Hüdâyî’nin huzuruna gelen
halk, bu kez onun selamıyla gidince Hüdâyî’nin selamını Hasirpuş Dede’ye
iletmişlerdir. O da, bir kişinin daha cenaze namazı kılınsın temennisiyle dua
etmiş ve hastalık ortadan kalkmıştır (Yılmaz, 1990:75-86).
Aziz Mahmud Hüdayi hem zahirî ilimlere vukufiyetiyle, hem de bu
vukufiyetten faydalanarak âlim, şair ve manevi kişiliğiyle en zengininden en
fakirine kadar, her sınıftan insanın kalbinde taht kurmayı başarmış nâdir
şahsiyetlerdendir.
Celvetî Tarikatı ve Hüdâyî Yolu
Celvetî Tarikatı
Celvetiyye tarikatı, Bayramiyye tarikatının bir şubesi olarak
görülse de, zaman içerisinde müstakil bir hale gelmiş, İslam şeriatına ve Sunni
akideye bağlı bir tarikattır. Pîri Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleridir. Aziz
Mahmud Hüdâyî Osmanlı dönemindeki en nüfuzlu şeyhlerdendir. Medrese tahsili ve
müderrislik pâyesini elde ettikten sonra Halvetî şeyhi olan Üftâde’ye intisap
etmiş, hocasının ölümünden sonra Celvetiyye’nin Pîriyi olarak yüzbinlerce mürit
yetiştirmiş ve otuza yakın eser yazmıştır. Celvetiyye Tarikatı, gerek Aziz
Mahmud Hüdâyî’nin sağlığında ve gerekse vefatından sonra İstanbul, Bursa ve
Balkanlarda yayılarak ilim ve devlet adamlarının ilgisine mazhar olmuş bir
tarikattır. Tevhid zikri ve mücahede esâsına dayalı bir metodu vardır.
Celvetiyye Tarikatı’nın Hakkıyye, Fenaiyye, Selamiyye ve Haşimiyye adlı kolları
bulunmakla beraber, İstanbul’da otuz civarında da tekkesi bulunmaktadır
(Yılmaz, 2009:298).
Arapça olan “Celvet” kelimesi, bir kimsenin vatanı ve
hanımından avâre kalması, kılıç ve ayna gibi şeylerin pasını almak manâsına
gelmektedir. Tasavvufta ise halvetten çıkmak manâsını taşır. Celvetî Tarıkı
adını ilk kullanan Aziz Mahmud Hüdâyî olmuştur. Zîra, Celvetiyye zaman
içerisinde İbrahim Zahid Gilani devrinde hilâl, Üftâde devrinde kamer, Hüdâyî
devrinde ise artık dolunay durumundadır. Celvetiyye de, Hz. Muhammed’den (SAV)
itibaren hiç kesiksiz bir silsile geleneğine sahiptir ve Halvetiyye geleneğiyle
de bir iç içeliği bulunmaktadır. Bayramiyye ile de ilgisi bulunmaktadır, zîra,
Üftâde üzerinden geriye doğru Hızır Dede, Akbıyık Sultan ve Hacı Bayram-ı
Veli’ye uzanmaktadır (Yılmaz, 1990: 149154).
Celvet, müridin bütün kötü huylarını terk ettikten sonra toplum
hayatına geri dönmesidir. Her ne kadar tek bir tarikatı esas almaktaysa da,
celvet tüm tarikatların müşterek esaslarını teşkil etmektedir. Celvet, halk ile
iyi münasebet kurmanın adıdır. Bu tarikata giren kişinin açlığa, susuzluğa,
seyr u sülûka, uzlete alışma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu tarikat mensubu her
gün yüz istiğfar, yedi yüz
kelime-i tevhid ve beş vakit namaz sonrası “Aleyhissalatü
vesselam sallallahü aleyhi vesellem” i tekrarlamak zorundadır. Mürid iki
rekât işrak namazı kılar, altı rekât duha namazı ve on iki rekât teheccüd
namazı kılmakla yükümlüdür. Boş vakitlerde Kur’an-ı Kerim okunur, üç aylar
denilen Recep-Şaban-Ramazan tamamen oruçlu geçirilir, Ramazan’dan sonraki
Şevval ayında altı gün oruç tutulur, Muharrem, Rebiü’l-evvel ve Zilhicce’de
onar gün oruçlu olunur, Pazartesi ve Perşembe günleri de oruç tutulmaktadır
(Ünal, 2012:95-99).
Celvetiyye tarikatı da Bayramiyye üzerinden Nakşibendiyye ile
temas halindedir. Bu yüzden Nakşibendiyyeden de etkilenmiştir. Silsile
itibarıyla Hz. Ali’ye(RA) kadar gitmektedir. Tarikatın mensupları cehrî,
açıktan zikri esas almışlardır. Bu tarikata intisap eden kişi ilk önce tevhid
zikri ile başlamaktadır. Bu zikrin de basamakları olmakla beraber kişi
kabiliyeti nisbetinde kemâle erebilmektedir (Gençdoğan, 2010:41).
Celvetiyye’nin seyr u sülûku dört unsur üzerine bina edilmiştir.
Bunlar tabiat, nefis, ruh ve sırdır. Şeriata mukabil olan tabiat mertebesini
aşan mürit bütün bedeni ihtiyaçlarını kendisi tedarik etmektedir. Bu helallerle
yetinen kişi böylelikle nefs mertebesine yükselmektedir. Bunun da karşılığı
tarikat mertebesine denk gelmektedir. Burada mürit daima bir mücahade ve
riyazat halindedir. Daha sonra mürit marifetullaha ulaşan ruh mertebesine
yönelir. Kişinin keşfi açılır. İlâhî aşk makamına ulaşan kişi , artık sır
mertebesine çıkarak hakikate erişir ve artık mücahededen de böylelikle lezzet
almaya başlar (Tek, 2005:181-189).
Hüdâyî Yolu
Aziz Mahmud Hüdâyî, Cuma günleri Sultan Ahmed Camii’nde vaaz
vermektedir. Yine bir Cuma günü vaaz vermek için Üsküdar’dan karşıya geçmek
istemiştir, ancak hava gayet fırtınalıdır ve hiçbir kayıkçı böyle bir fırtınalı
havada karşıya geçmeye cesaret dahi edememektedir. Hüdâyî’nin de vaaza
yetişmesi
gerekmektedir. Hüdâyî havanın fırtınalı olmasına rağmen, sanki bir
koridordan geçercesine, boğazı kayıkla beraber birkaç müridiyle Üsküdar'dan
sâlim bir şekilde karşıya geçmiştir. Allâh Teâlâ'nın izniyle kayığın takip
ettiği yol, gâyet süt liman olmuş ve dört bir yanda şâha kalkmış dalgalar bu
Allâh dostunun kayığına hiçbir zarar vermemiştir.
Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdâyî
Yolu" denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip
ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri'nin günümüze kadar uzanan bâriz bir
kerâmetidir. Nitekim, bugün bile lodoslu havalarda Boğaz vapur seferlerinin
sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesi, oldukça düşündürücüdür (Yılmaz,
1990:82).
Hüdâyî’nin Duası
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Sultan Ahmed Han üzerinden yapmış olduğu ve
bugünümüzü de ilgilendiren meşhur duası şüphesiz dikkat çekicidir. Bir gün
Sultan Ahmed Han’la sohbet ederken, padişah Hüdâyî’ye Seyyid Abdülkadir Geylanî
Hazretlerinin kıyamet gününde bağlılarından pek çok günahkâr kişiye şefaatte
bulunacağına dair rivayetini aktarmış ve kendisinden bunun ne derece doğru
olduğu üzerine bilgi almak istemiştir. Hüdâyî bir müddet murakabeye vardıktan
sonra, bu rivayetin doğruluğunu haber vermiştir. Bunun üzerine Padişah “Sizin
de bizlere bir müjdeniz, bir vaadiniz yok mu?” dediğinde, Hüdâyî ellerini
açarak şu veciz duayı yapmıştır:
“Yâ Rabbî!
Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere
türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir... Bize mensup olanlar,
denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını
kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de
ölümleri denizde boğularak olmasın!..” (Yılmaz,
1990:86-87).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar