Gökyüzüne, Sen Böyle Bir Ay Gördün Mü Dedim
CXXXIV
Ay yüzlü, parıl parıl apaydın elbiseli bir güzel gördün mü? Bir
güzel, bir ateş, bir belâ gördün mü sen?
İnsanı, olduğundan yüz binlerce defa daha da sarhoş eden bir göz,
seher yelinden de lâtif bir cisim gördün mü hiç?
Devlet, ikbal herkese şifadır, halbuki devlet, havasına kapılmış
da bir şifa gördün mü diye peşinden koşuyor.
Devlet kuşunu padişahlar arar, sınar; halbuki
bu devlet kuşu, devlet kuşunu gördün mü diye padişahı aramada.
A gökyüzü, doğru söyle, bunca demdir dönmedesin, o çeşit bir güneş
yüzlü, ay yüzlü güzel gördün mü sen?
Gönül, bu aşkta yok mu oldun, yoksa bu yokluğun aşkında bir varlık
mı gördün?
Her ağlayış, gülüşü arar; bugünse gülüşler, öyle bir ağlayış
gördün mü diye göze y alvarmada.
Ayrılığın lûtfu da, keremi de yakan, yandıran bir vebadır cana;
ayrılıktan daha fazla helâk edici bir veba gördün mü hiç?
O cefaya toprak kesilmişsin, yerlere döşenmişsin, lâf değil ya bu;
şu cefada bir vefa gördün mü sen?
Sahibimiz
Şemseddin gibi bir padişah duydun mu? A Tebriz, senin padişahın gibi bir
padişahı bir yerde gördün mü hiç?
XLVII
Bunca alım, bunca tatlılık; böylesine sarhoşluk,
böylesine açılıp saçılış... Bütün bunları ezel ressamı nasıl vermiş o sarhoş
gözlerine senin?
Gözlerin, her an binlerce göz açmada, binlerce göze
görüş bağışlamada; Tanrı, Mesîh’e verdiği gibi sana da bu gücü, bu kuvveti
vermiş.
Görüş bağışladığı, şifa verdiği gözlerin hepsi de nasıl
oldu bu diye onun gözlerine dalmış, hayran olup gitmiş.
Gökyüzüne, sen böyle bir Ay gördün mü dedim; and içti de
dedi ki: Hiç mi hiç hatırlamıyorum.
Şimdi iki dudağını yum da
can gözünü aç; onunla birleşmişsen, birsen artık söz söyleme.
Yüzlerce padişahlık şehri zulümle yıkıldı gitti;
yüzlerce saltanat denizi haksızlıkla kurudu, seraba döndü.
Yüzlerce hırs burcu, nekeslik kalesi, yüzüstü hendeklere
yıkıldı, yarı uykuya dalmış yüzlerce baht büsbütün uyudu, uykuya daldı.
Gayb âleminin anacaddesi zaten o kavme kapanmıştı, o
kapkara zulüm Ay’ı da büsbütün örtüldü, bulut altına girdi, görünmez oldu.
Şimşek gibi çakan, boyuna halkı yakıp yandıran o göz,
feryatlara düştü, ağlamaya koyuldu, buluta döndü.
Yüz binlerce gönlü yakıp kavuran o gönül, şimdi Tanrı
ateşinde kebap olup gidiyor.
Ne mutlu o kişiye ki bir ibret aldı bundan; padişahın bu
kahrı bir kapı açtı ona.
Gündüz olunca geceleyin ne
yaptığını gördü, anladı amma ne fayda; rezil rüsvay oldu, yüzlerce derde
uğradı.
geçir; çünkü Nuh’un duası da geceleyin kabul oldu.
CXXXI
Gökyüzüne bir
uğultudur düştü; a Ay, ne diye oturmuşsun diyorlar; diyorlar ki: Otağı, otağ y
erini nurlandır, ne diye oturup kalmışsın?
A her şeyden
haberi olan, a her şeyi bilen güzel, şu donmuş, buz kesilmiş o lanlar, belki de
seni, senin ateşini bilmezler, fakat sen ne diye oturmuşsun?
Yolda ateş
yiyenler var, yol başında bekleyip
duruyorlar seni;
sen aptal akıllılarla ne diye oturup kalmışsın?
Gönül, ormandaki
arslan, fakat başı sensin o arslanın; gönül Tanrı ordusu, ordunun başbuğu,
padişahı sensin, ne diye oturmuşsun yâni?
A kulağı kesilen
can, içinden duy, sana her yol başında bir yoldaş var, ne diye oturmuşsun?
Kendine gel,
dinle de duy, gönlünün boğazından kopup çıkan vuslat naraları, gülüşler,
kahkahalar, ta Arş’a ulaştı; ne diye oturmuşsun sen?
Dün sabah gönül,
canımın eteğini tuttu, o can geldi, erişti, o gönül ulaştı, eyvah dedi, sen ne
diye oturmuş kalmışsın?
Şemseddin Tebriz’den gelen bir devlet dolabıdır, el çırp, feyz al
ondan, ne diye şu kuyunun dibinde oturakalmışsın?
XCVII
O
sevgiliye âşık oldum olalı hem işten güçten kaldım, hem işte güçteyim. Başım
dönmede, ayağımı diremişim de diremişim, tıpkı pergele benziyorum.
Mirrîh
gibi Ay’a da kızgınım, gökyüzüne de; altın külâhlı gökyüzünden bile
sıkılıyorum, utanıyorum âdeta.
Benim
yakınımsan ey dost, bak da seyret, nasıl kendimden geçmişim ben; ne diye sırlar
sorarsın bana? Zaten meşhur olmuşum, ortaya düşmüşüm ben.
O
arslan, âşıkm gönül kanından başka bir şey içmez; ben de yavrusuyum o arslanm,
gönül arıyorum, kan içiyorum ben.
*
Hastayım, biliyorsun da Fâtiha okuyorsun;
fakat a dostum, görmüyor musun ki zaten Fâtiha’dan hastayım ben.
*
Gerçeği işaretle anlatan Hallâc’ı halk
darağacma çekti; Hallâc sağ olsaydı sırlarımın azametinden o kurardı darağacımı
benim.
Hocam,
istersen sen ikrar etme; zaten ben sana söylemiyorum ki; ben ölü yıkamıyorum,
kaya kaşımıyorum ki.
Ey
âlemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’ini inkâr eden kişi, senin gibi
körün ikrarından zaten bezmişim, usanmışım ben.
Yüzünün ateşiyle ateşle gönlümü, gönlümün ateşinden bir yalım al,
sal şu nakışlarla bezenmiş gökyüzüne, alevle gönülleri.
Ey
bütün kayıtlardan kurtulmuş hoş can, ey aslında melekten doğmuş can; nereye
gidersen hoşça git, soluk aldın mı hoşça al.
Canım,
şu bedenini candan ayırt ederse elinde kılıç var ya, çal o kılıcı canımın ta
tepesine.
Düğümlerle,
büklümlerle dopdolu saçları, gönüllerdeki düğümleri çözen güzel, o
karmakarışık, o darmadağın saçlara bir düğüm daha vur.
CCXXXI
O Ay, her
an gökyüzünde de, yeryüzünde de parıl parıl parlayıp durmuyor mu? Zaten de o
Ay’dan başka hiçbir şeycikler yok; böyle mi, böyle değil mi?
*
Her yolda, her ormanda, düşünce ordusunun içinde, her
çevik, her yavaş kişiye karşı pusudan çıkıyor mu, çıkmıyor mu?
O
kendinden kurtulan, o önünü ardını gören, gelecek günden emin olmuş mu, olmamış
mı? O güne boş vermiş mi, vermemiş mi?
Her adımda
bir tuzak var, hem de şeker gibi, badem gibi tatlı; emin candan başka bu tuzaktan
aman bulmuş var mı, yok mu?
Yakın gül
bahçesine ulaşmak istiyorsan zanna pek güvenme; zan yüce olsa bile yakıyne
benzer mi, benzemez mi?
Ey hoca,
esenlik sana; zahmetimizden ne haldesin? Ey güzellik madeni, ey vefa haznesi,
nicesin, ne âlemdesin?
Cennette de a
benim canım, seni soruyorlar, cehennemde de; a can cenneti, a temizlik denizi,
nasılsın?
Her nur, a
benim gözüm, a benim ışığım der sana; her elem, a belâları defeden der,
nicesin?
A tapısında
gökyüzünün gülbeşeker yemeye koyulduğu güzel; bu yaltaklanmadan, şu var ol
seslerinden ne hale gelmedesin?
Cefa ettiğin
vakit bile gönüle yüzlerce taçlar giydirir, kemerler kuşatırsın; cefa ettiğin
zaman buysan vefa çağında nicesin sen?
A şu zamanın
Mûsa’sı, Firavunlardan ne âlemdesin? Ey yed-i beyzâ padişahı, körlerle ne
âlemdesin?
Sana her gül
bahçesi, her nerkis, her süsen, a seher yeli der, verdiğimiz zahmetle nasılsın,
ettiğimiz eziyetle ne âlemdesin?
A Hızır’ın
abıhayatı, şu gök kubbenin dönüşünden ne haldesin? A bütün canların baş tacı,
şu ağır elbiselere bürünmüşsün, nicesin?
A
zahmetler görmüş, eziyetler çekmiş can, sus ki inayetler her an sana sorarlar:
Zahmetlerle
Canım
efendim, şarap getir, çünkü günler geçiyor; gamın acılığı ancak o kadehin
lezzetiyle geçip gidiyor.
Bir kadeh ki
akla eş, can onunla düşüp kalkıyor; gönül gözü kör olan nefsin koşup gittiği
kadeh değil o.
Ateş gibi
kadehle kapıdan içeriye girdin mi vesvese veren gam şeytanları duman gibi ağıp
bacadan gidiveriyorlar.
Başını
yıkamak için kil vurduysan yıkama, bırak, öylece koş, öylece başın kil içinde
seğirt, gel, çünkü zaman geçiyor.
Aklı çelip
alanı coştur, çiğ sözler söyleyen kişiyi pişir, olgunlaştır.
*
Güneş’e, Ay’a, gökyüzüne o şaraptan sundun da her biri
râm oldu sana, neşeyle yelip gitmede.
(s. 112)
Vallahi zerre bile o şarapla kendinden geçmiş, adamakıllı, olasıya sarhoş, gene
de şarap sunmanı özlemede, o yana gitmede.
O şarapla bir
huzur, bir rahat ver şu cana ki o şarabın hararetiyle sabır da gitmiş, karar
da; tövbe de gitmiş, huzur da.
Eşekler bile
o şarabın kokusunu alsalar, merhametli anaların yetimlere gösterdikleri
esirgeme duygusuna sahip olurlar, öylesine bir hal alırlar.
Toprak
bugün kana kana bir yudumcuk içti o şaraptan da güneş gibi kerem kadehini
döndürüp sunmada, herkese lûtfetmede, herkese ihsanda bulunmada.
Bedendeki
kan, nasıl hemencecik hacamatçının şişesine gelirse, çekilen de onun gibi,
çabucacık çekene koşar, gelir.
Hani Kâbe’nin
kalkıp Tanrı dostunun, erenin kapısına gittiği gibi. Bu bir Tanrı rahmetidir ki
rahmetlerle akar, çağlar gider.
Eren de
sarhoş değilse bütün topallardan, bütün aksaklardan geridir; fakat kendisinden
geçti mi o da tutar, Kâbe’ye bir adımda varır, ulaşıverir.
Kendisinde
olunca edebe riayet eder, sırrı saklar, fakat sarhoş oldu mu ne çare, gönlüne
gelene uyar gider.
Sus, ham
adamın yanında şaraptan bahsetme, söyleme o adı; çünkü hatırına o adı sanı kötü
şarap gelir onun.
Bunca alım,
bunca tatlılık; böylesine sarhoşluk, böylesine açılıp saçılış. bütün bunları
ezel ressamı nasıl vermiş o sarhoş gözlerine senin?
Gözlerin, her
an binlerce göz yaratıyor; çünkü Tanrı, kendi kudretinden kudret vermiş onlara.
O gözlerin
hepsi de gözlerine, dalmış, şaşırıp kalmış, hepsi de gözlerine yüz binlerce
rahmet olsun demede.
Gözlerin,
padişahlık tahtına geçmiş, kurulmuş; gözlerini gören can, aman, aman, merhamet
diye feryat etmede.
Gökyüzüne,
sen hiç böyle göz gördün mü diye sordum; and içti, yemin etti de hiç mi hiç hatırlamıyorum
dedi.
CV
Can, o ay yüzlüye toprak kesilsin; müşterisi
Tanrı onun; öylesine bir ay ki ne gökyüzü onu görmüş, ne insan, ne peri.
Varlığından çıkmış, soyunmuş, insanlık
kalmamış onda; aydın can gözü açık, haberler getiren can kulağı açık.
İnsan insan olalı, melek melek olalı ikisinin
de gözü o cana, o dilbere karşı kapalı, onu ne insan görebilmiş, ne melek.
Âlem onun hükmünde, fakat bundan ne övünç
ona? Çünkü bir uğurdan âlemi yaratan, onun.
Bir deniz ki en aşağılık, en değersiz
boncuğu bile inci haline getirir, hâşâ, artık inciden söz mü eder o deniz?
Öyle bir zerre o ki böyle bir ışıkta
oynamaya lâyık; çünkü güneş gibi, Ay gibi yüzlerce aydın varlıktan ayrılmış da,
hiçbirine aldırmamış o.
Bir zerredir ki güneş, ayağını öpse onun,
dönüp de aydınlığına, ışığına b akmaz bile.
A ay, güneşin inadına bir parla da gözleri kör olsun, bundan böyle ay dınlığından,
parlaklığından söz açmasın, olmayacak yere
çene oynatmasın.
A padişahım, a
Tebriz’in övündüğü padişah Şems, bir parla da iki dünya da yücelik, ululuk ışığıyla
dopdolu bir hale gelsin.
Kaynak:
Cilt 2
Mevlânâ
Celâleddin-Divân-ı Kebîr-Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar