Print Friendly and PDF

Ağaçlar Yakublara Benziyor; Hepsi De Yusuf’unu Görmüş

 



XXV

“Tercî-i Bend”

Gel, padişahlar padişahı doğan kuşları gibi saldığı canları geri çağırıyor. Gel, çoban sürüyü ovaya sürüyor.

Bahar çağı bütün Türkler yaylaya yüz tutmuş; varlarını yoklarını kışlaktan yaylağa taşıma zamanı gelip çattı. 

Koyunlara bıldırki otu verme; bağ bahçe, orman gülüp duruyor; yepyeni yapraklar saçıyor artık.

A ağaçlar, gelin; hani karakış elbiselerinizi almıştı; adalet baharı gene geldi; alın karşılığını ondan.

Hüthütle kumru, gül, artık ağlama; karıncayı bile incitmeyen Süleyman tekrar geldi diye salâ verdi.

Dünya cennete döndü; sevgilinin lûtfuna benziyor bu şekil, buyurun diye saha verdi devlet tellâlı.

Kışın soğuk soluğunun, nisan bulutunun gözyaşlarının sonu, işte biliyorsun, bu oldu; dünyayı güldürüyor bunlar.

Pılını pırtını bahçeye çek; gülle nilüfer gülüyor; olur ya, belki sevgili de orda bulunur; kim bilir kutluluğun ne zaman geleceğini, fırsatın ne vakit elvereceğini?

Mutlaka o sevgili, o abıhayat kaynağının beyi ordadır; çünkü ölmüş bahçe dirildi; odur can bağışlayan ancak.

Gül bahçesine girdi mi, gül de secdeye kapanır, gül fidanı da; şekerkamışlığına girdi mi kamış şekerlere sarılır.

Ağaçlar Yakublara benziyor; hepsi de Yusuf’unu görmüş; her ayrılanı, sabırdır sonunda ayrılıktan kurtaran.

Bahar geldi, bahar geldi; bahara ait şiirler söylemek gerek; tercî beytini söyle de çiçek nerden açıldı, saçıldı, söyleyeyim sana.

*

Şu, bahardır, bahar; yahut da sevgilinin yüzü. Ağaç yelle oynayıp durmada; benim gibi onun da kararı yok.

Periden doğmuş güzeller topluluğu, mamûr gül bahçesi; ne de güzel... Böyle gülüp durmada, böyle sevinçli; Tanrı lûtfundandır bu.

Ne de şaşılacak gönül bahçesi, balla süt sanki; yahut da her güzelin özünde mahmurluk vermeyen bir şarap var.

Gonca başını yakasına sokmuş da gizli gizli gülüyor; neden gizli gülüyor acaba; dikenden korktuğundan mı?

Nerkisin bütün bedeni göz kesilmiş, süsense dilsiz; sus, sözü bırak artık; şimdi bakıp ibret alınacak zaman diyor âdeta.

Dağ lâlesi Mecnun gibi ciğerini yakmış, gönlü kanlarla dopdolu; gül yanaklı, usûl boylu sevgilinin aşkından bu.

Reyhan buluşma çağı geldi diye buhur yakıyor; çınarlar kucaklaşma zamanı geldi diye kollarını uzatmış, ellerini açmış.

Bırak bağ bahçe hikâyesini, şakayık lâfını;

gerçekleri anlat; bize o iş yarar, o işin tam zamanı şimdi.

Gerçekler aşkın da canıdır; denizleri içer, sömürür; Tanrı susuzluğuna tutulmuştur, padişahlar padişahına susamıştır onlar.

Ne de üstün mü üstün bir aşk; kumara girişti mi, iki dünyayı da oynar, kaybeder; canını başının üstüne alır, hâlâ da kumarı bırakmaz.

İçi bağdır bahçedir, cennettir, yemyeşil, uçsuz bucaksız bir bahardır; bu boyuna da böyledir işte; görünüşte de bahardır zaten o.

Üçüncü tercî bendi şu: Her güzelin üstüne gözyaşı saçmak gerek; fakat bir bulandı mı yüzüme tokat vurur, kızgınlıkla tırmalar yüzümü.

*

Gel a padişaha benzeyen aşk, gene ne getirdin bize? Kara da senin cömertliğinden çalmıştır cömertliğini, deniz de:

Salına salına sarhoş bir halde geliyorsun;

kadeh elinde geliyorsun sen; âlemin bütün arı duru şeyleri o tortulu şaraba feda olsun.

En aşağılık kadehin deniz; en değersiz zarın İkizler burcu; en aşağı sineğin Zümrüdüanka, en bayağı sanatın adamlık.

Hastalığımdan öyle de sevinçliyim ki; çünkü hal hatır sormaya gelirsin hastaya; sağlıktan, esenlikten öyle de hastay ım ki; sohbetimden kesildin çünkü.

Gel a şekilsiz aşk; ne de güzel şekillerin var. O renge hayranım ben; ne al alsın, ne sarı.

Şekle bürünüp geldin mi, ne de güzelsin, ne de cana canlar katarsın; fakat şekli attın mı da o aşksın işte, o tek güzelsin sen.

Gönlün baharı rutubetten değil; gönlün güzü kuruluktan değil; ne yazı ıssılıktan onun, ne kışı soğuktan.

Ne kutlu andır o an ki gelirsin de o eşsiz lûtfunla ben seninim, sen de benimsin; neden gamlısın, neden dertlere batmışsın dersin.

A aşk, arslana benziyorsun; kan içmek ayıp değil sana. Kim tutar da arslana, ne biçim arslansın sen, neden kan içiyorsun der.

Canlar her solukta sana, kanımız helâl olsun; kimin kanını içtiysen onu bir güzel, bir hoş hale getirdin, ölümsüz ettin gitti der.

Gökyüzü kapının eşiğinde Ay’ından ayrılmak korkusuyla çizginir durur; ansızın ondan yüz çevirirsin diye korkar da fır döner boyuna.

Dördüncü tercî bendinden ne diye kaçmazsın; şaşılacak şey. Aşk arslanı pek susamış, kan dökme kasdında.

*

* Gel, arslanların korkması hamlıktır; ateş olsun da utanç olmasın de; ölüm, adı kötüye çıkmaktan yeğdir.

Bütün bağ bahçe, yeşiller giyince, gül herkesin giydiği elbiseyi giymekten utandı da kızıl kaftanlara büründü, çıkageldi.

Lâlenin elbisesi pek tuhaf, görülmemiş bir şey;

siyahımsı kızıl; yakası güneş gibi de eteği akşama benziyor.

Bülbül ağzını açtı da goncaya, a ağzını yummuş gonca dedi, yumma ağzını; şarap içmeye bak.

Bülbül ona cevap verdi de şarap içeceksen dedi; bil ki şarap sarho şları azat eder; sen de bizim gibi şu tuzağa tutulmuşsun zaten.

Bülbül, şundan haberim var ki ben sevgilinin elçisiyim, onun haberini getirdim dedi; gül de sevgiliyi biliyorsan dedi, ne diye haber kaydındasın?

Bülbül, sırlarımı işit dedi; ben aklı başında bir sarhoşum; gönlümün rahatı, huzuru olan o sevgilide yok olmuş gitmişim; şu gönlümdeki rahatı, huzuru bundan anla.

Ne bu sarhoşluk şu sarhoşluklara benziyor; ne bu akıl şu akıllara; bunlar gölge, oysa güneş; bunlar aşağılık, oysa dam.

Dünyadakilerin akıllarına bu sarhoşluktan bir yudumcuk dökülse ne âlem kalır, ne âdem kalır; ne zora katlanış kalır, ne bencilik kalır.

Gâh onun gözüyle sarhoşum, gâh şekerlerine gark olur giderim; a gönül, sonucu kendine gel; zaten şekerle badem içindesin san.

Fakat tercîin beşinci bendine, Tebrizli Şemseddin, hadi söyle deyip izin vermedikçe giremeyeceğim.

*

Bana, hadi, söyle; ben gamlıyım, sense balarısısın; söyle de kanın bal olsun, mumun nur kesilsin der.

Can bahçesinin arıları yüzünden dünya balla, mumla doldu; şu düğünün ehliysen baldan, mumdan kaçmazsın elbet.

Yabancının bağından bal toplama; balın bozulur; yabancı arılara bakma; o düşmandır, sense çırçıplaksın.

Şu çirkin, öylesine güzellikten ne de güzel bir hale gelmiş; o kadar uzak olduğu halde şu gözde o güneşten nasıl da bir ışık var.

A gönül, dikeniyle bağdaşmaya bak; çünkü onun gül bahçesi, miskim amma zahmetsiz buluşmaya imkân yok deyip duruyor.

Utanan, âr namus kaydına düşen kişi de nedir ki? Mecnun gibi ortaya düşmek gerek. Böylesine örtünen kişiyi, kimsecikler, haremine almaz.

Canın sağ oldukça gökyüzünde bile olsan gene gökten nimetler yağar, yerden nimetler biter.

Canın İsrâfîl’dir; onun sesiyle dirilirsin; beden kamışını bomboş bir hale getir; İsrâfîl’in Sûr’usun sen.

Onlardan canını kurtarınca kimlere üst oldun, bilesin diye binlerce düşman belirmiştir, binlerce yol kesen haydut peydahlanmıştır.

Güneşe konak olan o Öküz’le Kuzu’ya, ne Arslan el atabilir; ne de bir şeye alt olur onlar.

Bakışlar elde edemiyorsun, bakanı, göreni göremiyorsun; şu ikisinden de mahrumsun; çünkü görünenlerle perdelenmişsin.

Altıncı tercî bendine geleyim, dileğim, isteğim arı duruysa; fakat bu ayrılıktan da öylesine şaşkınım ki sanki afyon çiğniyorum.

*

Aklım, Akl-ı Küll’ün ışığıyla öylesine şaşırmış kalmış ki ne afyona ihtiyacı var, ne esrara, ne de üzümden meydana gelen şaraba.

Padişahın sağrağı gelince şeytanın kadehi de nedir ki? Esirgeyen ana gelince üvey ananın sevgisi de nedir?

* Yüzümü onun aşkına tuttum mu, ne diye bilgiyle uğraşayım, ne diye üstünlük peşinde koşayım? Ne diye Basra’ya hurma, Kirman’a kimyon götüreyim?

Binlerce üstün, binlerce bilgin kişi, bir görür göze kul olmuş, köle kesilmiş; en küçük, en değersiz bir arslan bile, görürsün ki öküze, file üst olmuş.

Ne de cana canlar katan güneş ki bir parıltısı göründü mü, kara topraktan binlerce insanın canı bitiverir.

Bu güneşin yüzünden, kendisine uyutabilecek her gölge, ilk tekbiri kaçırdım diye alçalmış gitmiş.

Geceleyin gözü görmeyen akrepten, gökyüzündeki Akrep burcuna yol var; fakat Mekke’yi gözü şaşkınlıkla bağlanmayan görür.

Devlet Kâbe’sinden elçi olarak aşk, emîr-hac oldu, geldi; seni yolda her kötü kişiden, her kötü kadından o kurtarır ancak.

* Meryem’in gözünü ışıtan hurmadan ne de gelişmişim ben; o hurmay la yüreklendim; incir aşkı yok bende artık.

Şu bahtı genç, devleti dinç erlerin aşkıyla kocalmış dünya gençleşti gitti; ne de güzel gökyüzü, ne de güzel yer; o yol ulusu, bu da onun halifesi.

Bizden doğru dürüst lâf isteme; burda kırık gönül ara; edebe riay et uçup gidinceye dek her lâfımız edepliydi.

Yedinci tercî bendini de söyle de sözün olgunlaşsın; çünkü gök de yedidir, yer de yedi, âza da haftanın günleri gibi yedi.

*

Gel, a sopayı elinde yılan şekline sokan Mûsa; Firavunlara Mûsa’nın kerametlerini göster.

A can baharı, bir solukta dünyayı yeşertirsin; kuru dâvalara düşmüş ağaca mâna meyveleri bağışlarsın.

Bahçedeki hurilerin hepsini de şuracıkta akıp duran şarap ırmaklarıy la sarhoş et, kendilerinden geçir de yerlerini yurtlarını tanımaz bir hale gelsinler.

* Gizlice ne de canlı resimler y aptın ki Mânî’nin resimlerini bile oynattı gitti.

Her meyveye bir koku ver, her yanda bir ırmak akıt; selviyi, Tûbâ’yı çiçeklerle güldür.

Karakışın kanlarına girdiği çiçekleri meydana çıkardın, can verdin onlara; mahşeri gösterdin, yeniden yaratılışı belirttin.

încecik elbiseler giydiler o rızklar verenin elinden; her yaprağın yeşil hal dili, bir ücret istemede, bir ihsan dilemede.

Her dalda bir kuş alın yazımızı okumada; bu yıl kim ölecek, dünyayı kim yiyip sömürecek, bir bir söylemede.

Kim anadan doğacak, kim baş verecek; kim kötülüklere uğrayacak, kim muştulanacak mal elde edecek; bir bir anlatmada.

Galiba gül bunu anlıyor da kızarıyor, sararıyor; galiba bunun anlamını anladı da şu dal, yaprak gibi tir tir titriyor.

Suçtan çekinme ateşi, Tanrı’dan başka ne varsa hepsini de yaktı, yandırdı; derken Allah’tan bir şimşektir çaktı, suçtan çekinmeyi de y aktı, kül etti.

Şu yedi fetvâyı, tercîiyle Şi’râ yıldızını bile yakan böylesine şiiri alın, ilk müftüye götürün.

 

Kaynak: Cilt 5

Mevlânâ Celâleddin-Divân-ı Kebîr-Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar