Print Friendly and PDF

Klâsik Türk Edebiyatında Mûsâ Peygamber

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Havva Dereli

GİRİŞ

·        1. KLÂSİK TÜRK EDEBİYATININ KAYNAKLARI

Türk edebiyatının umumî gelişimi içinde XIII. yüzyıldan başlayıp XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden bir süreçte nazarî ve estetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars edebiyatının kuvvetli ve sürekli etkisi altında şekillenen, Arapça - Farsça kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dille varlığını altı sürdürmüş bir şiir geleneği olan Klâsik Türk edebiyatı diğer İslâmî edebiyatlar ile aynı kaynaklardan benzer ve müşterek konu ve ilhamlar almaları yönüyle benzerlik taşımaktadır (Akün, 1994: 389).

Klâsik Türk edebiyatının kaynaklarını Agâh Sırı Levend “Divan Edebiyatı -Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir:

“Bu kadar zengin ve çeşitli kaynaklara malik olan bu edebiyat, esas karekteri itibariyle kitabî ve mücerret olduğundan, bütün dinî ve felsefî müdevvenat, Kur'an ve hadis, kıssalar ve mucizeler, tarih ve esâtir; bâtıl ve hakikî ilimler, bu kaynakların başında gelir. Bunlara, içtimai hayatın ve çeşitli hadiselerin akisleriyle, o günkü zihniyetten doğan san'at telakkilerini de ilave edecek olursak, bu edebiyat, fikri, ictimaî, hissî ve hayalî cephesile meydana çıkmış olur.” (Levend, 1984, s. 9)

Klâsik Türk edebiyatının İslâm kültürü kaynağından beslendiğini ve bilhassa başlangıçta İran edebiyatını örnek aldığını ifade eden Faruk Kadri Timurtaş ise Klâsik Türk edebiyatının muhteva itibariyle çok çeşitli unsurlara dayandığını söyler ve bu edebiyatın kaynaklarını şu şekilde sıralar: "1. Dinî inançlar (Âyet ve hadîsler),

·        2. İslâmî ilimler (tefsir, kelâm, fıkıh), 3. İslâm tarihi, 4. Tasavvuf ve remizleri, 5. İran mitolojisi (şahsiyetler ve hâdiseler), 6. Peygamber kıssaları, mûcizeler, efsâneler, rivâyetler, 7. Tarihî, efsânevî, mitolojik şahsiyetler ve hâdiseler, 8. Çağın ilimleri (hikmet, kimya, hendese, tıp v.s.), 9. Türk tarihi ve millî kültür unsurları, 10. Devrin edebiyat anlayışı ve edebî bilgileri (belâgât), 11. Dil malzemesi (deyimler, atasözleri, Arapça ve Farsça kelimeler, şekiller tamlamalar, birleşik sıfatlar v.s.)" (Timurtaş, 1990: 10-11).

Mine Mengi ise tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, siyer ve kısas gibi İslâm kültürünün bilim dallarından kısaca söz ettikten sonra bu bilim dallarından az ya da çok etkilenmiş olan eski Türk edebiyatının kaynağındaki diğer unsurları şu şekilde sıralar: İslâm tarihi (Tarihî olay ve kişiler), İran mitolojisi (Mitolojik olay ve özellikle kişiler), Türk tarihi ve millî kültür unsurları (Gelenek ve görenekler), Dil malzemesi (Deyimler, atasözleri, halk söyleyişleri ve edebî dili yapan bütün unsurlar). Mine Mengi, eski edebiyatın kaynağındaki bu unsurlardan önce kaynağını Kur'ân ve hadislerden alan dinî inançlar ile tasavvufun da bulunduğunu unutmamak gerektiğini ifade eder (Mengi, 2003: 14).

İskender Pala ise Klâsik Türk edebiyatının sınırlı şeklî yapısına karşın muhteva yönünden sınırsız zengin ve çeşitli kaynaklardan beslendiğini ifade eder ve bu edebiyatın kaynaklarını şu şekilde sıralar: “1. Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ve Hadis-i Şerifler, 2. Dinî ilimler, 3. İslâm tarihi ve peygamber kıssaları, 4. Mucizeler ve kerametler, 5. Tarihî ve efsanevî kişilerin maceraları, 6. Çağın ilimleri, 7. Türk millî kültürü ve yerli malzeme, 8. Dil.” (Pala, 2002: 45-54).

Klâsik Türk edebiyatını, dinî kültürün ve dinî malzemenin bolca kullanıldığı bir edebiyat olarak niteleyen Ömer Kara ise bu edebiyatın kaynaklarını doğrudan dinî muhtevalı kaynaklar ve dolaylı olarak dinî muhtevalı kaynaklar olmak üzere iki başlıkta ele alır. Başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere Hadisler, peygamber kıssa ve mucizeleri, siyer ve İslâm tarihi, Tefsir, Fıkıh, Kelâm, tasavvuf ve İbrâhim Edhem, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdâdî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi tasavvufî şahsiyetleri doğrudan dinî muhtevalı kaynaklar olarak ele alırken dolaylı olarak dinî muhtevalı kaynaklar olarak ise devrin ilimlerini, tarihî ve efsanevî şahsiyetleri, günlük hadiseleri, kültür ve dili gösterir. Ayrıca Klâsik Türk edebiyatında sözü edilen dinî kaynaklardan temelde telmîh ve iktibâs yoluyla olmak üzere iki türlü yararlanıldığını da ifade eder (Kara, 2016: 27-28).

Bütün Orta Çağ edebiyatları gibi Klâsik Türk edebiyatının da ilhamını büyük ölçüde din ve tasavvuftan aldığını dile getiren Cihan Okuyucu, bilhassa tasavvufun Klâsik Türk edebiyatının beslendiği en temel ilham kaynağı olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm ile hadislerin de bu edebiyatın zengin bir müracaat ve ilham kaynağı olduğunu dile getirir ve Klâsik Türk edebiyatında şairlerin, bilhassa peygamber kıssalarından telmih yoluyla bir fikri kesif olarak ifade etmede çokça yararlandıklarını ifade eder (2015: 185-186).

Klâsik Türk edebiyatının en önemli dinî kaynaklarından olan "peygamber kıssaları" arasında en çok söz konusu edilen ve araştırmanın konusunu teşkil eden Mûsâ

Peygamber'in kıssasına geçmeden evvel kısaca "kıssa" kavramına değinmek yerinde olacaktır. Arapçada "k-s-s" kökünden gelen "kıssa" kelimesi sözlükte "fıkra, hikâye, rivâyet; vak'a, mâcerâ" mânâlarındadır (Devellioğlu, 2005:  517). Ayrıca "bir

kimsenin izini sürmek, ardınca gitmek; bir kimseye bir haber veya sözü bildirmek" gibi manalara da gelen kıssa kelimesi bir kimse yahut bir şeye ait hadiselerin adım adım, nokta nokta takip edilerek anlatılması, hikâye edilmesi ve bu niteliği taşıyan hikâyeyi de ifade eder (Şengül, 2002: 498). Kıssa, anlatılan olayların adım adım izlenecek nitelikte önemli ve ilginç olmasıyla doğru ve gerçekçi olması nitelikleriyle hikâyeden ayrılır. Asıl anlamı nakil olan hikâye gerçekçi-hayâlî, önemli-önemsiz başkalarına anlatılabilecek her tür olayı kapsar (Şengül, 2002: 498).

Arap Edebiyatında hikâye anlamında kullanılan kıssa kelimesi son dönem Arap edebiyatında hikâyenin yanında romanı da kapsayan bir tür olmuştur (Şengül, 2002: 499). Osmanlılar ise bu kelimeyi olağanüstü durumları anlatan “yazı” ve “menkıbe” anlamında kullanmışlardır (Pala, 2016: 272).

Kur'ân'da “kıssa” kelimesi geçmez ancak isim olarak “hikâye”, masdar olarak da hikâye etmek” anlamında “kasas” ile aynı kökten türeyen fiiller (kassa, kısâs) kullanılır (Şengül, 2002: 499). Mûsâ Peygamber'in çocukluğundan itibaren hayatını, mücadelesini, tevhid ehlinin zaferini ve dünya servetine güvenmenin acı sonunu konu alan Kur'ân'ın yirmi sekizinci sûresi “el-Kasas” diye anılmaktadır (Ölker, 2013: 10). Kıssalar, Kur'ân'da “Nebe” ve “Haber” kelimeleriyle de sıkça ifade edilmiştir (Atım, 2010: 5).

“Kasas” veya “kıssa” kelimelerinin ıstılahtaki anlamını Şeyhmus Demir ise “İnsanların ibret almalarını ve hidâyete ulaşmalarını sağlamak amacıyla, çoğunlukla zaman ve mekândan soyutlanmış, geçmiş peygamberler ve kavimleri ile veya geçmiş toplumlarla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan olaylara kıssa denir.” şeklinde ifade etmiş ve bu kıssalarla, tarihin derinliklerinde kalan ibret yüklü olayların izinin sürülmekte ve bu olaylarla ilgili bilgi verilmekte olduğunu dile getirmiştir (2015: 69).

“Kıssa” kelimesinin Kur'ân'da altı farklı anlamda kullanıldığını ifade eden Ahmet Atım, bunları şu şekilde sıralar: 1. Peygamber kıssalarının zikri, 2. Anlatma, 3. Açıklama, 4. İzini takip etme, 5. Haber, 6. Geçmiş olayları haber veren tarihi bilgi. (Atım, 2010: 6)

Kur'ân kıssalarının mahiyetleri itibariyle üçe ayrıldığını ifade eden İdris Şengül (2002) bu sınıflandırmayı şu şekilde yapar:

·        1. Tarihî kıssalar: Âdem ve iki oğlu, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya'kûb, Yûsuf, Şuayip, Mûsâ, Davûd, Süleyman, Eyyûb, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ gibi peygamberlerin kıssalarıdır. Bunlardan özellikle Yûsuf, Âdem, Mûsâ ve Îsâ'ya ait olanlar geniş yer tutar. Bazı şahsiyetlerle hadiselere dair kıssalar da bu kategoriye girer. Üzeyr, Lokmân, Zülkarneyn, Firavun, Nemrûd, Kârûn, Ashâb-ı Kehf, Ashâbü'l-karye, Ashâbü'l-fîl, Ashâbü'l-uhdûd gibi.

·        2. Kur'ân'ın nüzûlü sırasında meydana gelen olaylar: Kur'ân'da bu olaylar da kıssa formunda anlatılmıştır: İsrâ, mi'rac, hicret, Ahzâb, Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Hamrâü'l-esed, Tebük savaşları ve seferleri. Bey'atü'r-rıdvân ve Hudeybiye Antlaşması gibi.

·        3. Gaybî kıssalar: Bunlar yedi ayrı sûrede anlatılan Âdem'in yaratılışı kıssasıyla kıyamet sahneleri, âhiret, cennet, cehennem, buralara girecek olanların durumu ve haberleri olup ibret için kıssa formunda anlatılmıştır (Şengül, 2002:499).

Kur'ân-ı Kerîm'de geçmiş milletlerin tarihlerine dair kıssaların geniş bir yer kapladığını ifade eden İbn Kesîr, bu kıssalardaki asıl maksadın bu olaylardan ibret alınması ve aynı durumlara düşülmemesi olduğunu ve bu kıssaların ahlâkî ve terbiyevî unsurlar taşıdığını ifade eder (İbn Kesîr, 1988: 392).

Ahmet Atım, Kur'ân'da yer alan kıssaların yer alış sebeplerini şu altı maddede özetler:

·        1. İnsanlar arasında tevhid inancını yaymak ve hâkim kılmak,

·        2. Hz. Peygamber'in risaletini ve vahyi ispat etmek,

·        3. İlahi dinlerin aynı kaynaktan geldiğini ortaya koymak,

·        4. Yüce Allah'ın inananlara yardım edeceğini, inanmayanlara mühlet verdiğini ve azabı hatırlatmak,

·        5. Seçkin kullara verilen nimetlere işaret ederek güzel amel işlemelerini teşvik etmek,

·        6. Şeytandan sakındırmak ve şeytan eksenli inançların yanlış olduğunu ortaya çıkarmak (Atım, 2010: 7-8).

Kur'ân kıssalarının en önde gelen nitelikleri itibarıyla öğretici-ibret verici olduğunu dile getiren Mehmet Atalay ayrıca bu kıssaların tarihin herhangi bir döneminden başkaca herhangi bir dönemine bilgi, basiret, kılavuzluk sağlamada insanlığın elindeki bütün yazılı miras içinde zirve örnekler olduğunu da dile getirir (Atalay, 2017:175)

Kur'ân'daki kıssaların anlatımında yöntem bakımından bazı özellikler görüldüğünü ifade eden İdris Şengül, kıssalardaki temel amacın tarihî olayları ayrıntılarıyla ortaya koymak olmadığını, ibret ve derslerle dinî mesaj vermek olduğunu, bu sebeple olayın bizzat kendisine önem atfedildiğini ve ibret gayesine hizmet etmeyen, irşad amacını gölgede bırakacak olayın şahısları, zamanı ve mekânı, kronolojik sıralama ve ayrıntısı gibi hususların önemsenmediğini dile getirir. Kur'ân kıssalarının anlatım yöntemindeki üç temel özelliği ise şöyle sıralar: Tekrar, olayların sadece maksada (dini mesaj / ibret) yetecek kadarının anlatılması, kıssaların arasında ibret alınacak husus ve noktaların ne olduğunun belirtilmesi (Şengül, 2002: 500).”

Peygamber kıssaları, peygamberlerin hayat, menkıbe ve kutsal kişiliklerini anlatan kitaplara “kısas-ı enbiyâ” denilir (Pala, 2016: 271-272). “Divan şiirinde telmih edilen peygamber hikâyelerinin çoğunun kökü Kur'ân-ı Kerim'dedir. Bunların başında Hz. Peygamber'in hayatı gelir ki siyer adı ile başlı başına bir türdür”. (İsen, Horata, Macit, Aksoyak, Kılıç, 2014:  317). Muhammed Peygamber'den önceki

peygamberlerin çoğunun adları da Kur'ân-ı Kerim'de geçmekle birlikte bunlarla ilgili hikâyeler Kur'ân'da daha kısa olup Klâsik Türk şiirinde kullanılan malzeme ise daha çok ünlü Kur'ân yorumlarında verilen ayrıntılı menkıbelere dayanır. 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren Türk edebiyatında çok sayıda “kısâs-ı enbiyâ” türünde eser kaleme alınmıştır (İsen, Horata, Macit, Aksoyak, Kılıç, 2014: 317-318). Bu türün müstakil ilk örneklerini veren ve gelişmesine önemli katkılar sağlayan yazarların başında “Kitâbu Bed’i’d-Dünyâ ve Kısasü’l-Enbiyâ” adlı eseriyle Muhammed b. Abdillâh el-Kisâî (5.-6. asır) ve “el-Keşf ve’l-Beyân an Tefsîri’l-Kur’ân” isimli tefsirindeki kıssaları birtakım rivayetlerle zenginleştirerek “Kitâbu Arâisü’l-Mecâlis fî Kısasü’l-Enbiyâ” adıyla kitaplaştıran Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm es-Sa’lebî en-Nîsâbûrî eş-Şâfiî (v. 427/1035) gelmektedir (Karataş: 119). 1310

yılında Rabgûzî tarafından kaleme alınan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eser ise Türkçe olarak yazılmış en önemli peygamber kıssaları kitabıdır. Ahmet Cevdet Paşa tarafından 1874-1888 yılları arasında yazılan "Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefa" adlı kitap ise son dönemde yazılan peygamber kıssalarından olup birçok defa yeniden basılmıştır (Ölker, 2013: 12).

Türk edebiyatında kısasü'l-enbiyâların yanında sadece bir peygamberi anlatan çok sayıda kıssa vardır. Bu kıssalardan bazıları mensur bazıları manzum olarak yazılmış olup manzum olanlar genellikle mesnevi şeklinde yazılmıştır. Türk edebiyatında “Yûsuf kıssası” en çok sevilen ve işlenen hikâye konulardan biri olup müstakil olarak Yûsuf kıssasını işleyen mesnevilerin sayısı kırkı geçmektedir. Ayrıca Süleyman-nâmeler, Zülkarneyn için yazılan İskender-nâmeler, İsa Peygamber ve Eyyûb Peygamber'in kıssaları Türk edebiyatında peygamber kıssalarını konu alan önemli mesnevilerdir (Ölker, 2013: 12-13).

Kısâs-ı Enbiyâlar içinde kendine geniş yer bulan Mûsâ Peygamber'in kıssasının müstakil bir hikâye olarak mensur olarak yazılmış birçok yazması1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 vardır. Mûsâ kıssasını ele alan biri Çağatay edebiyatının son döneminde, diğeri de 16. yüzyılda Anadolu sahasında yazılan iki mesnevi vardır. Çağatay edebiyatının son dönemini yansıtan bir eser olan Mûsâ-nâme, Mirza Ahmed b. Mirza Kerim tarafından kaleme alınmıştır. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde basıldığı tahmin edilen bu eser Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Allah ile konuşmasını konu edinir. 16. yüzyılda kaleme alındığı ve Mecîdî mahlaslı bir şaire ait olan eser ise mevcut verilere göre Anadolu sahasında Mûsâ Peygamber'in kıssasını konu alan ilk ve tek mesnevi olma özelliğine sahiptir (Ölker, 2013: 18-19). İki bölümden oluşan bu eserin ilk bölümünde Mûsâ Peygamber'in Firavun ve onun kavmi ile yaptığı mücadeleleri, onları imana getirmek için göstermiş olduğu mucizeleri; ikinci bölümde ise Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na çıkması ve orada Tanrı ile konuşması anlatılmaktadır (Ölker, 2013: 21).

Telmihin edebiyatta bilhassa Klâsik Türk şiirinde beğenilen ve çok kullanılan bir ifade yolu olduğunu dile getiren Zülfi Güler, peygamber kıssalarının Klâsik Türk şiirindeki önemini şöyle ifade etmiştir:

“Peygamber kıssaları da İslam toplumlarında herkesçe bilinen, birçoğu Kur'ân-ı Kerîm’de anlatıldığı için, dinî birer inanç olarak kabul edilen, üzerinde birçok eser yazılan mevzulardır. Divan şairleri bu kıssalara çok özel bir ehemmiyet atfetmişler ve her vesile ile övgülerinde ve övünmelerinde; tabiat ve sevgili tasvirlerinde; aşka, sevgiye, derde ve kedere dayalı duygularında; dünya ve hayata ait görüşlerinde ifade edecekleri herhangi duyuş ve ilhamı, çoğu zaman bu hikâyelere işaret ederek söylemişlerdir.” (Güler, 2006: 9)

“Ulû’l-azm” denen beş büyük peygamberden biri olan Mûsâ Peygamber Kur'ân-ı Kerim'de ismi en çok geçen peygamber olma özelliğine sahiptir. Mûsâ'nın ismi Kur'ân'da 136 defa geçmektedir. Sahih hadislerde geçmiş peygamberler arasında kendisinden en çok söz edilen peygamber de Mûsâ’dır (Harman, Mûsâ, 2006, s. 212). Mûsâ Peygamber'in kıssasını İslâmî kaynaklara dayanarak etraflıca araştırıp inceleyen Ali Sayı,“Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsâ adlı eserinde bu konuyla ilgili şu bilgileri aktarır:

Hz. Musa (a.s.) Kur’ân’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Hz. İbrahim’in (as) yalnız 69, Hz. Hârûn’un (as) ise 11 yerde zikredilmesi Hz.Mûsâ’nın (as) Kur’ân’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Musa ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir.” (Sayı, 2016: 11)

Ali Sayı aynı eserinde Mûsâ Peygamber ve kıssasının önemi ile ilgili olarak ise Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'e benzer bir resul olarak Kur'ânda kendisinden en çok bahsedilen “ulû'l-azm” bir peygamber olduğunu, Mûsâ Peygamber'in Kur'ân'da özellikle Tâ Hâ, Şu'arâ ve Kasas gibi Mekkî sûrelerde anlatıldığını ve bununla da ilâhî iradenin Muhammed Peygamber'i Mekke'de teyit ve takviye etmeyi amaçladığı çıkarımına ulaşılabileceğini ifade eder. Muhammed Peygamber'in Mekke'de putperest yönetime karşı verdiği mücadele ile Mûsâ Peygamber'in Mısır'da Firavun'a karşı yürüttüğü mücadelenin büyük ölçüde birbirine benzediğini dile getiren Sayı, Mûsâ Peygamber'in seksen yılda sadece kendi kavmi için gerçekleştirdiklerini Muhammed Peygamber'in yirmi yılda tüm insanlık için gerçekleştirdiğini ve her iki peygamberin de sosyolojik açıdan öneminin devlet kuran peygamberler olmalarından kaynaklandığını beyan eder (2016: 305).

Mûsâ Peygamber çeşitli özellikleri, mucizeleri, kıssaları ile Klâsik Türk edebiyatında da sıkça zikredilmiştir. Mûsâ’nın Klâsik Türk edebiyatına sabrın ve korkunun efsanevî yorumları ve mecazî ifadeleriyle giren ender insan motiflerinden biri olduğunu ifade eden Rıdvan Canım, özellikle Mûsâ’nın Firavun ve Hızır ile olan ilişkilerindeki pek çok olayın edebî malzeme olarak kullanıldığını da dile getirmiştir (Canım, 2016: 215). Tahir Üzgör ise Fehîm-i Kadîm Dîvânı’nında Sebk-i Hindî’nin üslup özelliklerinden bahsettiği bölümde “hayrân” ile “hayret” arasında bir münasebet olduğuna ve bu durumun edebiyatta temsilcisinin Mûsâ olduğuna değinmiştir (Üzgör, 1991: 61). “Îslamî gelenekte Hz. Mûsâ'ya “Kelîmu'llâh”

denilmektedir. Çünkü Allah, Mûsâ ile aracısız konuşmuş ve ona vahyini bildirmiştir (Harman, Mûsâ, 2006: 212).” Klâsik Türk şiirinde şairler Mûsâ’dan bahsederken çoğu zaman “Kelîm” diye söz ederler. Şairlerin en çok telmihte bulunduğu peygamberlerden birinin Mûsâ olduğunu dile getiren Zülfi Güler, Mûsâ’nın Tûr'da tecellîye nail olması, Allah ile konuşması, asâ ve yedd-i beyzâ mucizeleri birçok yönden şairlere ilham kaynağı olduğunu ifade etmiştir (Güler, 2006: 93).

Klâsik Türk edebiyatında manzum ve mensur eserlerde geniş yer bulan Mûsâ Kıssası, bu eserlerdeki aktarımların günümüze ulaşmasıyla hâlâ güncelliğini korumakta ve modern edebiyatın yanı sıra resim, minyatür, sinema gibi farklı sanat dallarında kendisine yer bulmaya ve bir ilham kaynağı olmaya devam emektedir.

Bu çalışmada Mûsâ Kıssası daha çok kutsal metinlerden yola çıkılarak ele alınacak, Klâsik Türk edebiyatında dîvânlarda, mesnevilerde ve mensur eserlerde Mûsâ Peygamber'in hangi yönleriyle yer aldığına bakılacak böylelikle ortak imajlar üzerinden yazar ve şairlerin hayal dünyasını hangi ilhamlarla çeşitlendirdiği ortaya konulacaktır. Çalışmanın bu kısmında kıssanın kutsal metinlerde ne şekilde yer aldığına değinilecektir.

·        II. MÛSÂ KISSASININ MENŞEİ

Mûsâ Peygamber'in “hem Yahudilik ve Hristiyanlık'a hem de İslâm'a göre büyük bir peygamber ve İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtarıp hürriyete kavuşturan bir lider” olduğunu ifade eden Ömer Faruk Harman, onunla ilgili yegâne kaynağın Tevrat ile Kur'ân-ı Kerîm olduğunu ve Tevrat'ın hemen hemen tamamının Mûsâ Peygamber'in ve önderliğini yaptığı İsrailoğulları'nın tarihinden ibaret olduğunu belirtir (Harman, 2006: 207).

Kur'ân-ı Kerîm'in 34 sûresinde 136 yerde adı geçen Mûsâ Peygamber'in ismi dinler tarihi kitaplarında da geniş yer tutar (Aydemir A. , 2014: 113). Kur'ân'da adı en çok geçen peygamberlerden ikinci sırayı alan İbrahim Peygamber'in adının bu sayının ancak yarısına yaklaştığını dile getiren Aydemir, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ve kavmine ayrılan kısmın birkaç cüz tuttuğunu ifade eder (Aydemir A. , 2014: 113). Mûsâ Peygamber'in kıssasının Kur'ân-ı Kerîm'de en çok bahsedilen peygamber olmasının sebebini Ahmet Atım şu şekilde ifade eder:

“Bunun nedenlerini araştırdığımızda şunu görüyoruz. Hz. Mûsâ Ulû’l-Azm denilen büyük peygamberlerden biridir. Yine Hz. Mûsâ’nın etrafında diğer peygamberlerden daha fazla kişi, mekân ve olay bulunmaktadır. Bunlar Firavun, Firavun’un eşi, Harun, Hz. Mûsâ’nın annesi, Haman, Kârun, ledünnî ilme sahip olan kişi, Firavun’un ailesinden bir mümin, Sâmirî, Hz. Mûsâ’nın fetâsı, kız kardeşi, Hz. Şuayip’in kızları, Hz. Şuayip gibi şahsiyetler ile Mısır, Medyen, Tûr, Tuva, Arz-ı Mukaddes gibi mekânlardır. Aslolan Hz. Mûsâ’nın İsrailoğulları ve İsrailoğulları adına Firavunda olan mücadelesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ ile ilgili geçen tüm olaylar bir nevi İsrailoğulları’nın da tarihidir. ” (Atım, 2010: 11)

Tevrat ile Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgiler birebir aynı değildir. Bu iki ana kaynaktaki Mûsâ Peygamber ile ilgili çelişen bilgileri Ömer Faruk

Harman şu şekilde sıralar:

“Mûsâ hakkında Kur'ân'da yer alan bazı bilgiler Tevrat'takilerle çelişmektedir. Tevrat'a göre Musa'yı sudan çıkaran kadın Firavun'un kızı, Kur'ân'a göre ise Firavun'un hanımıdır. Medyen'de Musa'nın yardım ettiği kızların sayısı Kur'ân'a göre iki, Tevrat'a göre yedidir. Tevrat'ta Mısır halkına geldiği bildirilen on musibet yerine Kur'ân'da onun dokuz mucizesinden bahsedilmektedir. Tevrat'ta kayadan sadece bir kaynağın çıktığı belirtilirken Kur'ân'a göre on iki kaynak fışkırır. Kur'ân'da Firavun'un veziri olarak anılan Hâmân'dan Tevrat'ta söz edilmez. Kur'ân'a göre Mûsâ bir kastı olmaksızın Mısırlı'yı öldürdüğü için pişman olur, bu pişmanlık Tevrat'ta yer almaz. Mûsâ geceleyin dağda ateş görür ve ondan bir kor parçası almak veya yol sormak için dağa yaklaşır. Tevrat'a göre ise bu olay gündüz olmuştur. Kur'ân'da sihirbazların Mûsâ'ya iman ettiği belirtilmekte, fakat Tevrat'ta bu husus zikredilmemektedir. Kur'ân'da yer alan Mûsâ ve Hızır kıssası Kitab-ı Mukaddes'te bulunmamaktadır.” (2006: 212)

Mûsâ Peygamber ile ilgili en fazla bilginin Tevrat'ta olduğunu, ancak onun da tahrif edilmiş olduğunu, bu tahrif konusuna Kur'ân-ı Kerîm'de yer yer atıflar yapıldığını belirten Abdullah Aydemir Tevrat'ın Mûsâ Peygamber ile ilgili verdiği bilgileri ihtiyatla karşılamak gerektiğini, Kur'ân ve hadise dayanmayan haberlerin ayrıntılarının geniş ölçüde mübalağa ve İsrailiyat ile iç içe olduğunu dile getirir ve

Mûsâ Peygamber'e ait bilgilerdeki mübalağa ve hurafeleri şu şekilde sıralar:

“Hz. Musa'nın bebeklik döneminde yapıldığı ifade edilen tabut, tabutun denize atılması, sarayda geçen olaylar, Asiye'ye nispet edilen hediyeli karşılama törenleri, asanın nereden ve hangi yollarla ele geçtiği, eni boyu, ne cins ağaçtan yapıldığı, marifet ve hünerleri, Hz. Mûsâ'nın dilindeki pelteklik, ejderhanın alt ve üst çenesinin tasvirleri, yırtıcı hayvanların Hz. Musa'nın üzerine salınması, sihirbazların sayısı, sihirbaz iki kardeşin kabirdeki babalarıyla konuşmaları, Asiye ve Hazakiyel'in hanımı ile ilgili şeyler, Haman'ın inşa ettiği kule, Firavun'un şahsı ile ilgili olan ve tabii ihtiyaçlarını sözkonusu eden haberler...” (Aydemir A. , 2014: 149)

·        1. Kutsal Kitaplarda Mûsâ Peygamber

Kutsal metinlerdeki Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgiler onun edebiyattaki ve diğer sanat alanlarındaki yerini ve önemini daha iyi anlamamızı sağlayacak bir temel işleve sahiptir. Bu sebeple üç büyük dinin kutsal kitaplarında Mûsâ Peygamber'in nasıl geçtiği kronolojik olarak ele alınacaktır.

·        1.1. Tevrat'a Göre Mûsâ Peygamber

İsrailoğulları'nın tarihi (MÖ.13. yüzyıl) Mûsâ Peygamber ile başlar ve Mûsâ Peygamber'in yazdığına inanılan ‘yasa ve şeriat’ anlamına gelen ve içinde dinsel öğretileri içeren Tevrat: 1. Tekvin, 2. Çıkış, 3. Levililer, 4. Sayılar, 5. Tesniye’den oluşmaktadır (Çetin, 2015: 11). Beş kitaptan oluşanTevrat’ın kitapları arasında üslûp birliği bulunmamakta, Tekvîn ve Tesniye kitapları normal bir metin özelliği gösterirken Çıkış, Levililer ve Sayılar kitapları ise vahiy üslûbu taşımaktadır.

Tevrat'ta İsrailoğulları'nın gelip Mısır'a yerleşmesinden başlayıp Mûsâ Peygamber'in doğumu ve doğumu öncesinde Mısır yönetiminin İsrailoğulları'na uyguladığı baskılar ile ilgili bilgiler, Firavun'un sarayında büyümesi, bir Mısırlıyı öldürüp Medyen'e kaçışı ve orada Medyenli Kâhin Yitro ile tanışması ve onun kızı ile evlenmesi, risalet ile görevlendirilip Mısır'a gelmesi ve ağabeyi Hârûn ile birlikte İsrailoğulları'nı Mısır yönetiminin zulmünden kurtarmak için Firavun'a karşı verdikleri mücadeleler, Kızıldeniz'i geçerek kurtuluşa eren İsrailoğulları'nın çölde yaşadıkları Mısır'dan Çıkış bölümünde kronolojik bir sırayla anlatılmaktadır. Sayılar bölümünde de

Mûsâ'nın Kenan ülkesine casuslar göndermesi, İsrailoğulları'nın Amalika kavmi ile savaşmayı reddedip başkaldırmaları, Hârûn ve Mûsâ'nın çölde susuz kalan İsrailoğulları için kayadan su çıkarmaları, Hârûn ve Mûsâ Peygamber'in ölümü gibi hususlar yer almaktadır.

Yahudiler, Mûsâ Peygamber'in hayatını kırk yıl Mısır'da, kırk yıl Medyen'de ve kırk yıl çölde olmak üzere üç döneme ayırmaktadırlar (Harman, 2006: 210). Aşağıdaki başlıklandırmada yukarıdaki dönem tasnifine uygun olmak üzere Mürüvvet Çetin tarafından hazırlanan "Tevrat ve Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Hz. Mûsâ Kıssası Kıyaslaması" başlıklı Yüksek Lisans çalışmasından istifade edilmiştir.

·        1.1.1. Mûsâ’nın Bebekliği ve Gençliği

Tevrat'ta anlatıldığına göre Mısırlılar her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı İsrailoğulları'na zehir ederek bütün işlerinde onları amansızca kullanırlar (Çıkış 1: 14), Mısır'da İsrailoğulları'nın sayıca çoğalmalarından endişe ettiklerinde Firavun'un bütün halkına "Doğan her İbrani erkek çocuk Nil'e atılacak, kızlar sağ bırakılacak." diye buyruk verir (Çıkış 1: 22).

Tevrat'ta Mûsâ ve Hârûn'un soy kütüğü ile ilgili olarak İsrailoğulları'nın Yakup'un on iki oğlundan geldiği bilgisine yer verilir ve her birinin adlarına değinilir; Mûsâ ile Hârûn'un babalarının adının Amram, annelerinin adının ise Yokevet olduğu, Amram'ın 137 yıl yaşadığı bilgisi aktarılır (Çıkış 6:14-27).

Mûsâ'nın doğumu ile ilgili olarak babasının Levililerden olduğu ve kendi oymağından bir kızla evlendiği anlatılır (Çıkış 2: 1). Mûsâ doğduğunda annesi onu üç ay gizler, daha fazla gizleyemeyeceğini anladığında, hasır bir sepet alıp katran ve ziftle sıvayarak içine çocuğu yerleştirir ve Nil kıyısındaki sazlığa bırakır. Yıkanmak için ırmağa inen Firavun'un kızı sazların arasındaki sepeti görüp onu getirmesi için hizmetçisini gönderir (Çıkış 2:5), kardeşini uzaktan gözleyen çocuğun ablası Firavun'un kızına gidip onun için sütanne bulmayı teklif eder. Firavun'un kızı bu teklifi kabul edip emzirmesi için ücret vererek annesine verir. Annesi çocuk büyüyünce çocuğu geri getirir. Firavun'un kızı çocuğu evlat edinir ve "Onu sudan çıkardım" diyerek adını Mûsâ koyar (Çıkış 2: 7-10).

Mûsâ, büyüdükten sonra bir gün bir Mısırlı'nın bir İbrani'yi dövdüğünü görür ve çevresinde kimse olmadığını görünce Mısırlı'yı öldürüp kuma gizler (Çıkış 2: 11-12).

Ertesi gün ise iki İbrani'nin kavga ettiğini görüp haksız olana, "Niçin kardeşini dövüyorsun?" diye sorduğunda adamın "Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?" diye yanıtlaması üzerine işin ortaya çıktığını anlar (Çıkış 2: 13-14) ve

Firavun'un olayı duyup kendisini öldürtmek istemesi üzerine Medyen yöresine kaçar (Çıkış 2: 15). Oraya vardığında Medyenlı bir kâhinin yedi kızının hayvanlarını

sulamak istediğini ancak başka çobanlar tarafından kovulduğunu görür ve onlara yardıma koşup hayvanlarını sular (Çıkış 2: 16-17). Sonra kızlar babalarının yanına dönüp olanları babalarına anlatırlar (Çıkış 2: 18-19). Bunun üzerine Medyenli Kâhin Mûsâ'yı çağırtır ve yanında çalışmasını ister ve Mûsâ'yı kızı Sippora'yı onunla evlendirir. Gerşom ve Eliezer adında iki oğulları olur (Çıkış 2: 20-22; 18:3-4).

·        1.1.2. Mûsâ'nın Peygamberliği ve Firavun ile Mücadelesi

Mûsâ bir gün Horeb Dağı'nda kayınbabası Medyenli Kâhin Yitro'nun sürüsünü güderken çalıdan yükselen alevlerin içinde Tanrı'nın meleğini görür ve oraya yaklaştığında Tanrı Mûsâ'ya daha fazla yaklaşmamasını ve kutsal toprağa basmakta olduğu için çarıklarını çıkarmasını söyler (Çıkış 3: 1-5). Tanrı, Mûsâ'yı İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarmak üzere Firavun'a gönderir (Çıkış 3: 10-11) ve Mûsâ'ya yardım edeceğini, aralarında şaşılacak işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağını, bu sayede Mısır kralının İsrailoğulları'nı salıvereceğini söyler (Çıkış 3: 19-20). Mûsâ'nın Tanrı ile bu konuşması sırasında Mûsâ'ya asasının yılan olması ve elini koynuna sokup çıkardığında nura bürünmesi mucizeleri verilir, ayrıca dilinde tutukluk olan Mûsâ'ya ağabeyi Hârûn yardımcı olarak görevlendirilir (Çıkış 4: 1-17). Mûsâ, Mısır'a gitmek üzere kayınpederi Yitro ile vedalaşıp ailesiyle birlikte Mısır'a gider (Çıkış 4:  18-20), ağabeyi Hârûn'un onları karşılar ve birlikte

İsrailoğulları'nı toplayarak onlara risalet görevlerini açıklarlar (Çıkış 4: 37-31). Daha sonra Hârûn ve Mûsâ, Firavun'un huzuruna çıkarak İsrailoğulları'na çöle gidip orada Tanrı'ya kurban kesip bayram yapmaları için üç gün izin vermesini isterler ancak Firavun buna izin vermeye yanaşmaz ve İsrailoğulları'na olan baskı ve zulümlerini daha da arttırır.

Mûsâ ve Hârûn İsrailoğulları'nı ülkesinden salıvermesini söylemek üzere tekrar Firavun'a giderler (Çıkış 8: 1-6) ve Hârûn elindeki asayı Firavun'un huzurunda yere attığında asa yılan olur, bunun üzerine Firavun kendi büyücülerini çağırtıp bir müsabaka yapar. Hârûn'un yılan olan asası büyücülerin yılan olan değneklerini yutar (Çıkış 8: 9-12 ). Bu sırada Mûsâ'nın seksen, Hârûn'un seksen üç yaşında olduğu (Çıkış 8: 7) anlatılır. Firavun'un, bu mucizelere aldırış etmeyip Hârûn ile Mûsâ'yı dinlememesi üzerine Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Hârûn'a elindeki asayı ırmağın, kanalların, bütün su birikintilerinin üzerine uzatıp vurmasını söyler. Hârûn, Firavun'la görevlilerin gözü önünde elindeki asayı suya vurunca sular kana dönüşür, ırmaktaki balıkların ölüp ırmağın kokmaya başlar ve bu durum yedi gün sürer (Çıkış 7: 14-25).

Firavun ve kavmi daha sonra kurbağa, sivrisinek, atsineği belâları ile cezalandırılır, ancak Firavun yine inatçılık edip îsrailoğulları'nı salıvermez. Firavun'un inadında ısrarlı olması yüzünden Mısırlıların hayvanlarının hepsinin ölür (Çıkış 9:1-7), daha sonra da Firavun ve kavmi çıban belâsına (Çıkış 9: 8-12) ve şiddetli dolu afetine uğratılırlar (Çıkış 9: 13-35). Firavun'un hâlâ îsrailoğulları'nı salıvermemesi üzerine ülkeyi çekirgeler istilâ eder (Çıkış 10: 1-20), sonrasında da üç gün Mısır koyu karanlığa gömülür. Bu defa Firavun, îsrailoğulları'nın hayvanlarını yanlarına almadan gidip Tanrı'ya tapıp ibadetlerini yapabileceklerini söyler. Mûsâ ise kurban kesmek için hayvanlarını da yanlarında götürmek istediklerini söylediğinde Firavun îsrailoğulları'nı salıvermeye yanaşmaz ve Mûsâ'yı "Bir daha sakın karşıma çıkma. Yüzümü gördüğün gün ölürsün." diye tehdit eder (Çıkış 10: 21-29). Tanrı, Mûsâ'ya “Firavun'un ve Mısır'ın başına bir bela daha getireceğim. O zaman gitmenize izin verecek, sizi buradan adeta kovacak. Halkına söyle, kadın erkek herkes komşusundan altın, gümüş eşya istesin.” (Çıkış 11: 1-2) diye buyurur. Söz konusu bela, Mısır'da insan, hayvan fark etmeksizin bütün ilk doğanların ölümüdür (Çıkış 11: 4-7). Tanrı, îsrailli her ailenin belirlenen vakitte ve belirlenen nitelikte bir kurban keserek (Fısıh kubanı) kurbanın kanından kapılarının yan ve üst taraflarına sürmelerini buyurur, bütün ilk doğanların ölmesi belasından îsrailoğulları'nın böylece etkilenmeyecekleri (Çıkış 12: 1-13) ve bu günün îsrailoğulları için bayram olarak kutlanacağı (mayasız ekmek bayramı) belirtilir (Çıkış 12: 14-20). Firavun'un ilk çocuğundan zindandaki tutsağın ilk çocuğuna kadar Mısır'daki bütün insanların ve hayvanların ilk doğanların ölür (Çıkış 12: 28-30). Tevrat'ta anlatıldığına göre aynı gece Firavun Mûsâ ve Hârûn'u çağırtarak kavimleri ile birlikte hayvanlarını da yanlarına alarak çıkıp gitmelerini söyler (Çıkış 12: 31-33). Bunun üzerine îsrailoğulları da Mısırlılardan aldıkları altın, gümüş ve giysilerle birlikte hayvanlarını da yanlarına alarak kadın ve çocukların dışında altı yüz bin kadar erkekle yaya olarak Ramses'ten Sukkot'a doğru yola düşerler (Çıkış 12: 34-37) ve İsrailoğulları dört yüz otuz yıl yaşadıkları Mısır'dan ordular hâlinde çıkarak şehri terk ederler (Çıkış 12: 40-41). İsrailoğulları, Mısır'dan çıkınca çöl yolundan Kızıldeniz'e dolaşırlar ve silahlıdırlar. Yûsuf'un kemiklerini vasiyet üzerine Mûsâ yanına alır ve çöl kenarında Etam'da konaklarlar. Gündüzleri bir bulut geceleri ise bir ateşin onlara öncülük eder. (Çıkış 13: 17-22). İsrailoğulları'nı salıverdiği için pişman olan Firavun, ordusunu da yanına alarak peşlerine düşer ve deniz kıyısında konaklarken onlara yetişir. Firavun'un ordusuyla birlikte peşlerinden geldiğini gören İsrailoğulları'nın korkuya kapılması üzerine Mûsâ onları teskin etmeye çalışır ve Tanrı'nın buyruğuna uyarak değneğini kaldırıp elini uzatması üzerine sular yarılır ve İsrailoğulları kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçerler. Firavun'un askerleriyle birlikte onların peşi sıra denize girdikleri sırada Mûsâ tekrar elini denizin üzerine uzatınca deniz olağan hâline döner ve Firavun'u bütün ordusuyla yutar (Çıkış 14:1-28).

Mısır'dan Çıkış'ın on beşinci bölümünde İsrailoğulları'nın Kızıldeniz'i geçtikten sonra Şur Çölü'ne girdikleri, üç gün yol yürümelerine rağmen su bulamadıkları, Mara (acı su)'ya vardıklarında Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ'nın bir ağaç parçasını suya attığında suyun tatlandığı anlatılır ve sonra Elim'e vardıkları, orada on iki su kaynağı ile hurma ağaçlarının bulunduğu bildirilir (Çıkış 15: 22-27).

·        1.1.3. Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları ile Çöldeki Hayatı ve Vefatı

İsrailoğulları Elim'den ayrılıp Sin Çölü'ne vardıklarında Mısır'daki günlerini özlerler, orada hâllerinden Mûsâ'ya yakınırlar. Tanrı tarafından kendilerine yemeleri için akşam bıldırcın kuşları gönderilir (Çıkış 16: 13), sabahları da “man” adını verdikleri ekmekle karınlarını doyururlar. Tevrat'ta İsrailoğulları'na verilen man denilen nimetin çiy eriyince çölün yüzeyinde kırağıya benzer pulcuklar şeklinde belirdiği (Çıkış 16: 15), herkesin her sabah yiyeceği kadar man topladığı, güneşin ortalığı ısıtmaya başladığında yerde kalanların eridiği (Çıkış 16: 21), kişniş tohumu gibi beyazımsı olduğu, tadının da ballı yufka gibi olduğu (Çıkış 16: 31) ifade edilir ve İsrailoğulları Kenan topraklarına varıncaya kadar kırk yıl çölde man yerler (Çıkış 16: 35).

Çölde susuz kalan İsrailoğulları bu sebeple Mûsâ'ya çıkışırlar. Tanrı'nın buyruğu üzerine Mûsâ, Horev Dağı'nda bir kayanın üzerine çıkarak asâsıyla kayaya vurur ve kayadan su çıkar (Çıkış 17: 1-7; Sayılar 20: 7-8). Bu arada Amelekliler gelip

İsrailoğulları'na savaş açarlar savaşın sonunda mağlup olan Amalek ordusu kılıçtan geçirilir (Çıkış 17: 8-16).

Mûsâ'nın kayınpederi Medyenli Kâhin Yitro, Mûsâ'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı'na, Mûsâ'nın konakladığı çöle ziyarete gelir (Çıkış 18: 1-12). Yitro, Mûsâ'ya halkı içerisinde belirli sayılarda toplulukların başına önder kimseler atamasını, halka onların yargıçlık etmesini, kendisinin sadece büyük davalara bakmasını öğütler ve Yitro daha sonra ülkesine döner (Çıkış 18: 13-27).

İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan tam üç ay sonra Sina Çölü'ne varırlar ve Sina Dağı'nın karşısında konaklarlar. Mûsâ da Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıkar (Çıkış 19: 1-25) ve on buyruk verilir (Çıkış 20: 1-17). Mûsâ, dağdan inerek Tanrı'nın bütün buyruklarını halka anlatır, Tanrı'nın bütün buyruklarını yazar, daha sonra dağın eteğinde bir sunak kurarak İsrailoğulları'nın on iki oymağını simgeleyen on taş sütun diker ve sunakta esenlik kurbanları keserler (Çıkış 24: 3-5). Mûsâ, İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi de yanına alarak dağa çıkar ve yetmiş kişi Tanrı'yı görürler (Çıkış 24: 9-11). Daha sonra Tanrı, yasalarla buyrukların yazılı olduğu levhaları vermek üzere Mûsâ'yı dağa çağırır (Çıkış 24: 12). Bulutun içinden dağa çıkan Mûsâ orada kırk gün kırk gece kalır (Çıkış 24: 18). Mûsâ, elinde anlaşma kurallarının yazılı olduğu iki taş levhayla dağdan indiğinde halkını Hârûn'un yaptığı altından buzağıya taptıklarını görünce çok öfkelenir ve elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçalar (Çıkış 32: 15-19). Altın buzağıyı yakıp parçalayan Mûsâ, kardeşi Hârûn'a da çıkışır (Çıkış 32: 20-21). Mûsâ, ordugâhın girişinde Tanrı'dan yana olanların yanına gelmesini ve kılıçlarını kuşanmalarını, Tanrı'nın “Herkes kılıcını kuşansın. Ordugâhta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.” diye buyurduğunu söyler ve o gün halktan üç bine yakın kişi öldürülür (Çıkış 32: 26-28). Daha sonra İsrailoğulları Sina Çölü'nden ayrılarak kendilerine yol gösteren buluta uyup Paran Çölü'ne varırlar. Mûsâ, Tanrı'nın buyruğu uyarınca Kenan ülkesini araştırmak üzere her oymaktan bir önder seçip onları casus olarak gönderir (Sayılar 13:1-3). Adamlar kırk gün dolaştıktan sonra geri dönerler ve orada yaşayan halkın çok güçlü olduğunu söylerler (Sayılar 13: 26-28). Heyette yer alan on iki kişiden Nun oğlu Yeşu ve Kalev gidip bu kavimle savaşmak gerekiğini söyleseler de halk buna yanaşmaz, Tanrı'nın buyruğuna karşı gelerek kırk yıl çölde kalmakla cezalandırılırlar (Sayılar 13: 30 - Sayılar 14: 38). İsrailoğulları Kadeş'te iken Korah Mûsâ'ya karşı çıkınca yer yarılır ve bütün mal ve mülküyle birlikte toprağa gömülerek cezalandırlır (Sayılar 16: 1-34). Hârûn ve Mûsâ da Meriva sularında Tanrı'nın buyruğuna karşı geldikleri için Tanrı tarafından cezalandırılır ve ata topraklarını göremezler (Sayılar 20: 24). Edom ülkesinden geçip ata topraklarına ulaşmak isterler ancak Edom kralı buna müsade etmez ve İsrailoğulları'na saldırmak üzere orduyla yola çıkınca İsrailoğulları dönüp oradan uzaklaşırlar (Sayılar 20: 1-21) ve Kadeş'ten ayrılıp Hor Dağı'na gelirler. Hârûn, Hor Dağı'ında ölür ve İsrailoğulları onun için otuz gün yas tutarlar (Sayılar 20: 25-29; Sayılar 33: 38-39). Daha sonra İsrailoğulları Amorluların topraklarını ele geçirerek orada yaşamaya başlarlar (Sayılar 21: 21-25). Mûsâ, 120 yaşına geldiğinde yetkilerini Yeşu'ya devreder (Sayılar 27: 15-22) Mûsâ da Haavarim dağlık bölgesinde Eriha karşısındaki Moav ülkesindeki Nevo Dağı'nda ölür (Tesniye 32: 48-50). Tesniye'nin 34. bölümünde Tanrı'nın Mûsâ'yı Beytpeor karşısındaki vadide gömdüğü, mezarının nerede olduğunun bilinmediği, Mûsâ'nın öldüğünde 120 yaşında olduğu, İsrailoğulları'nın Moav ovalarında Mûsâ için otuz gün yas tuttukları anlatılır (Tesniye 34: 1-12).

·        1.2. İncil'e Göre Mûsâ Peygamber

Kitâb-ı Mukaddes, hem Yahudi hem de Hristiyanların kutsal kitabı olan Ahd-i Atîk (Eski Ahit) ile sadece Hristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Ahd-i Cedîd (Yeni Ahit)'den oluşmaktadır (Tanyu, 1988: 501). Hristiyanların kutsal metinlerinde Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgilere Yeni Ahit'teki Resullerin işleri bölümünün yedinci babında değinilmiştir (Arslan, 2013: 7).

Resullerin İşleri bölümünün yedinci babında İsrailoğulları'nın Yûsuf Peygamber zamanında Kenan diyarındaki kıtlık ve kuraklık sebebiyle Mısır'a gelip yerleştikleri, çoğaldıkları (Resullerin İşleri 7: 11-15,17) ve orada 400 yıl yaşadıkları (Resullerin İşleri 7:6), ancak Yûsuf Peygamber'den sonra tahta çıkan ve Yûsuf hakkında bilgisi olmayan yeni krallardan birinin İsrailoğulları'na haince davrandığı, onlara kötülük ettiği, yeni doğan çocuklarını açıkta bırakıp ölüme terk etmeye zorladığı (Resullerin İşleri 7: 18-19) anlatılır. Bu zamanda dünyaya gelen Mûsâ'nın doğumu ve yetişmesi ile ilgili anlatılanlar şöyledir:

“O sırada, son derece güzel bir çocuk olan Musa doğdu. Musa, üç ay babasının evinde beslendikten sonra açıkta bırakıldı. Firavunun kızı onu bulup evlat edindi ve kendi oğlu olarak yetiştirdi. Musa, Mısırlılar'ın bütün bilim dallarında eğitildi. Gerek sözde, gerek eylemde güçlü biri oldu.” (Resullerin İşleri 7: 2022)

İncil'de anlatıldığına göre Mûsâ, kırk yaşını doldurduktan sonra içinde İsrailoğulları'nın durumunu daha yakından görme arzusu duyar ve bir gün İsrailoğulları'ndan birine haksızlık edildiğini görünce onu savunmak isterken haksızlığı yapan Mısırlıyı öldürür (Resullerin İşleri 7: 23-24). Devamında gelişen olaylar ise şu şekilde aktarılır:

“(26)Ertesi gün Mûsî, kavga eden iki İbrani'yle karşılaşınca onları barıştırmak istedi. 'Efendiler' dedi, 'Siz kardeşsiniz. Niye birbirinize haksızlık ediyorsunuz?' (27) "Ne var ki, soydaşına haksızlık eden kişi Mûsâ'yı yana iterek, 'Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?' dedi. (28) 'Yoksa dün Mısırlıyı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? (29) Bu söz üzerine Mûsâ Midyan ülkesine kaçtı. Orada gurbette yaşadı ve iki oğul babası oldu.” (Yeni Ahit, Resullerin İşleri 7: 26-29.)

İncil'de anlatıldığına göre Mûsâ, Medyen ülkesine kaçmasının ardından kırk yıl geçtikten sonra Sina Dağı yakınlarındaki çölde, yanan bir çalının alevleri içinde bir melek görür (Resullerin İşleri 7: 30). Gördüklerine şaşıran Mûsâ, daha yakından bakmak için yaklaştığında Tanrı tarafından kendisine “Senin atalarının Tanrısı, İbrahim'in, İshak'ın ve Yakup'un Tanrısı benim.” diye seslenildiğini duyunca bakmaya cesaret edemeyerek korkuyla titrer (Resullerin İşleri 7: 31-32). Daha sonra Tanrı tarafından kendisine çarıklarını çıkarması gerektiği zira kutsal bir toprağa basmakta olduğu söylenir (Resullerin İşleri 7: 34). Mûsâ, Tanrı tarafından Mısır'a yönetici ve kurtarıcı olarak gönderilir ve halkını Mısır'dan çıkarır (Resullerin İşleri, 7: 35-36). İncil'de Mûsâ ile ilgili olarak ayrıca Kızıldeniz'de ve kırk yıl boyunca çöllerde mucizeler gösterdiği (Resullerin İşleri 7: 36) ancak halkının onu reddederek Mısır'a dönmeyi özler oldukları ve Mûsâ'nın Sina Dağı'na çıktığı vakit buzağı biçiminde put yapıp ona kurbanlar sundukları (Resullerin İşleri 7: 39-41) anlatılır ve ayrıca Mûsâ'nın Tanrı'nın buyurduğu şekle uygun olarak yaptığı Tanıklık Çadırı'ndan söz edilir (Resullerin İşleri 7: 44).

·        1.3. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Mûsâ Peygamber

Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'e dair verilen bilgiler büyük ölçüde Tevrat ile paralellik göstermekle (Harman, 2006: 211) birlikte Tevrat'ta olduğu gibi kronolojik bir anlatım söz konusu değildir. Mûsâ Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de en çok zikri geçen peygamber olup 34 sûre, 131 ayet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilmekte; Mûsâ Peygamber ile dolaylı olarak ilgili ayetlerinde dikkate alınması hâlinde ayet sayısının 502'ye ulaştığı görülmektedir (Sayı, 2016: 11). Mûsâ Peygamber'in kıssası, Kur'ân'da Yûsuf Peygamber'in kıssasında olduğu gibi ardışık âyetlerde bir bütün hâlinde anlatılmayıp aksine kıssa temel yapı ve zirve noktaları itibarıyla değişik sûrelere serpiştirilmiştir (Atalay, 2017: 170).

Ulü’l-Azm denilen büyük peygamberlerden biri olan Mûsâ Peygamber'in Kur’ân’da birçok sûrede kıssasının anlatılmasının ve hem kendisinden hem de kavminden çokça bahsedilmesinin nedenleri ile ilgili olarak yapılan araştırmalar Mûsâ Peygamber'in etrafında diğer peygamberlerden daha fazla kişi, mekân ve olay bulunduğunu ortaya koymakta, bunlara örnek olarak Firavun, Firavun’un eşi, Hârûn, Mûsâ’nın annesi, Hâmân, Kârun, ledünnî ilme sahip olan kişi, Firavun’un ailesinden bir mümin, Sâmirî, Mûsâ’nın genç adamı, kız kardeşi, Şuayip Peygamber ve kızları gibi şahsiyetler ile Mısır, Medyen, Tûr, Tuva, Arz-ı Mukaddes gibi mekânlardan söz edilmekte ve aslolanın Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları ve İsrailoğulları adına Firavun’la olan mücadelesi olduğu ve tüm olayların bir nevi İsrailoğulları’nın da tarihi olduğunu ortaya koymaktadır (Atım, 2010: 11).

Aşağıdaki başlıklandırmada Ali Sayı'nın “Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsa” adlı eseri ile Nevzat Yüksel'in “Kur'ân-ı Kerîm Fihristi”nden yararlanılmıştır. Ayrıca konuyla ilgili ayetlerin meâllerinin aktarımında Hayrettin Karaman, Ali Özek, İbrahi Kâfi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadrettin Gümüş ve Ali Turgut tarafından hazırlanan “Kur'ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli” esas alınıştır.

·        1.3.1. Peygamberlik Öncesi

Kur'ân'da Mûsâ Peygamber'in nesebinden bahsedilmez, ancak diğer İslâmî kaynaklarda Mûsâ Peygamber'in nesebi Mûsâ b. İmrân b. Kahes b. Lâvi b.Ya'kûb veya Mûsâ b. İmrân b. Yehsur b. Kahes b. Lâvi b. Ya'kûb şekilde verilmektedir (Harman, 2006: 210-211).

Mûsâ’nın doğumu öncesinde Firavun bir rüyasında Beytü’l-Makdis tarafından gelen bir ateşin Mısır’ı sararak Kıptî evlerini yakıp yıktığını, fakat İsrailoğulları’nın evlerine zarar vermediğini görür ve Kıptî bir kâhinin Firavun’a İsrailoğulları’ndan doğacak bir çocuğun elinden saltanatını alacağını söylemesi üzerine Firavun deliye dönerek İsrailoğulları’ndan doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini emreder (Yılmaz F. 2004: 9-10). Bu hususu Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber vermektedir: Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.” (Bakara 2/49) Erkek çocuklarının kesilmesi hadisesi o kadar uzun sürer ki Kıptîlerin ileri gelenleri, İsrailoğulları arasında ölüm çoğalmasından dolayı bütün işlerin kendilerine kalmasından korkarak durumu Firavun’a anlatırlar. Firavun, bunun üzerine erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılmasını emreder. Erkek çocukların sağ bırakıldığı yılda Hârûn doğar, erkek çocukların öldürülmesinin emredildiği yılda annesi Mûsâ’ya hâmile kalır (Yılmaz F. 2004: 11).

Mûsâ Peygamber'in doğumu Kur'ân-ı Kerîm'de Kasas Sûresi'nde şu şekilde bildirilmektedir: “Mûsâ'nın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil Nehri'ne) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik.” (Kasas, 376: 28/7)

Annesi, Mûsâ’yı daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca kendisine ilham edildiği gibi Mûsâ’yı bir sandığa koyup Nil Nehri’nin sularına bırakır. Firavun ve ailesi onu nehirden yitik bir çocuk olarak alırlar ve Firavun'un karısı “Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz.” diyerek Firavun ve adamlarının Mûsâ'yı öldürmelerine engel olur (Kasas, 28/8-9). Yüreğinde Mûsâ'nın tasası kalan annesi Mûsâ'nın ablasına kardeşinin izini takip etmesini söyleyince ablası uzaktan kardeşini gözetler ve kardeşi için sütanası arandığını öğrenince “Size, onun bakımını namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?” diyerek annesinin Mûsâ'ya tekrar kavuşmasına vesile olur (Kasas, 28/10-13). Mûsâ'ya yiğitlik çağına erip olgunlaştığında Tanrı tarafından ilim ve hikmet verilir (Kasas, 28-14).

Mûsâ bir gün Mısır’da dolaşırken biri kendi tarafından diğeri düşmanlardan olan iki adamın dövüştüğünü görür, kendi tarafından olana yardım etmek için Mısırlıya vurarak ölümüne sebep olur. Söz konusu olayın devamı Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır: “Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek yine ondan imdat istiyor. Mûsâ ona (yardım isteyene) dedi ki: Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın! Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, düzelticilerden olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!” (Kasas, 28/ 18-19) Bir gün önce adam öldürdüğü şehirde duyulur ve şehrin ileri gelenleri Mûsâ’yı öldürmek için müzakere ederken bir adam gelerek durumu Mûsâ’ya haber verince Mûsâ başına geleceklerden korkup hemen Mısır’ı terk eder ve Medyen’e doğru yönelir (Kasas, 28/ 20-22).

Mûsâ, Medyen vardığı zaman bir kuyu başında hayvanlarını sulamakta olan insanlar ve diğer tarafta da hayvanlarını suya salmayıp bekleyen iki kadın görür ve onlara durumlarını sorduğunda “Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.” cevabını alır ve hemen onların sürülerini sulayıp bir gölgeye çekilerek “Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım.” diyerek niyazda bulunur (Kasas, 28/23-24). Kızların babası olan Şuayip Peygamber, hayvanları sulamanın karşılığı olarak Mûsâ'yı çağırtır, onu ücretle çoban olarak tutar ve sekiz yıl yanında çalışmasına karşılık, onu kızlarından biri ile nikâhlamak istediğini dile getirir ve “Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden (işverenlerden) bulacaksın.” diyerek isterse iki yıl daha kalabileceğini söyler (Kasas 28/ 25-27).

Medyen'deki süreyi dolduran Mûsâ, ailesi ile birlikte Medyen'den ayrılıp yola çıkınca Tûr tarafında bir ateş görür, ailesinin ısınması için bir parça ateş getirmek umuduyla oraya yöneldiğinde vadinin sağ kıyısından, oradaki ağaç tarafından Tanrı'nın kendisine seslendiği işitir. (Kasas, 28/29-30) Bu, Mûsâ'nın Tûr Dağı'na ilk varışı ve Tanrı ile ilk konuşması olup yoldan çıkmış bir kavim olan Firavun adamlarına bir delil olmak üzere “asâ” ve “yedd-i beyzâ” mucizeleri kendisine verilir. (Tâ Hâ, 20/17-23) Böylece risâlet ile görevlendirilen Mûsâ Peygamber'e dilindeki tutukluk sebebiyle bir yardımcı istemesi üzerine kardeşi Hârûn ile destekleneceği buyrulur (Tâ Hâ, 20/25-36; Şu’arâ, 26/13; Kasas, 28/31-35).

·        1.3.2. Peygamberlik Sonrası

Mûsâ'nın peygamber olduktan sonraki vermiş olduğu mücadelelere ve risâlet görevinin seyrine bakıldığında ilk etapta Firavun ve kavmine karşı büyük mücadeleler verdiği, İsrailoğulları'nı Mısır'dan, Firavun'un zulmünden kurtarmaya çalıştığı daha sonra da kırk yıl çölde kavmi İsrailoğulları ile mücadele ettiği görülmektedir.

·        1.3.2.1. Mûsâ'nın Peygamberliği ve Şahsiyeti

Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in peygamberliği ve şahsiyeti ile ilgili de âyetler bulunmaktadır. İsrâ Sûresi'nin 2. ayetinde Mûsâ Peygamber'e kitap verildiği ve İsrailoğulları'na kılavuz kılındığı, 101. ayetinde Mûsâ'ya apaçık dokuz ayet (mucize) verildiği, Hûd Sûresi’nin 96. ayetinde de ayetlerle ve apaçık delillerle gönderildiği bildirilir. Ayrıca Mûsâ Peygamber Kur'ân-ı Kerîm'de ihlaslı bir kul ve gönderilmiş bir peygamber (Meryem, 19/52), güvenilir ve şerefli bir elçi (Duhân, 44/17-18), güçlü ve güvenilir bir adam (Kasas, 28-26) olarak da anılır ve Meryem Sûresi'nin 52. ayetinde ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya yakınlığı şöyle bildirilir: “Biz ona Tûr dağının sağ yanından seslendik ve onu hususi bir konuşmada bulunmak üzere kendimize yaklaştırdık.” (Meryem, 19/52)

Şu’arâ Sûresi’nde Mûsâ Peygamber’in dilinde tutukluk olduğu ve bu sebeple risâlet görevinde kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı olmasını dilediği bildirilir: “(Bu durumda) içim daralır, dilim dönmez; onun için Hârûn’a da elçilik ver.”(Şu’arâ, 26/13)

A’râf Sûresi’nin şu ayetinde Tanrı’nın Mûsâ Peygamber’i seçkin kıldığı bildirilmektedir: “(Allah) Ey Mûsâ! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” (A’râf, 7/144)

Kehf Sûresi’nin 60-82. ayetlerinde Mûsâ Peygamber’in Hızır ile yolculuğu anlatılır. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre Mûsâ Peygamber, genç adamı ile birlikte iki denizin birleştiği yere varınca orada balıklarını unuturlar fakat bunun farkına varmayıp yollarına devam ederler. Acıktıklarında durumu fark edip geri dönerler ve orada kendisine Tanrı katından bir rahmet verilmiş ve bir ilim öğretilmiş bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, ona öğretilenden kendisinin doğruyu bulmasına yardım edecek bir bilgi öğrenmek üzere ona tâbi olur. Hızır ona “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.” dese de Mûsâ “İnşaallah, dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.” der. Hızır, “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” der ancak gemiye binip de yolculuğa çıktıkları vakit Hızır gemiyi delince Mûsâ dayanamayarak “Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen (ziyanı) büyük bir iş yaptın!” diye söyler. Hızır, “Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi? diye uyarır ve yollarına devam ederler. Bu defa Hızır rastladıkları bir erkek çocuğu tutup öldürünce Mûsâ’nın “Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!” demesi üzerine Hızır onu tekrar uyarır. Yollarına devam ederek bir köy halkına varırlar, onlardan yiyecek istedikler ancak köy halkı onları misafir etmek istemez. O köyden çıkarlarken Hızır yıkık bir duvarı tamir edince Mûsâ’nın “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın.” demesi üzerine Hızır “İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.” diyerek her bir olayın iç yüzünü anlatır ve sonra yolları ayrılır. Söz konusu olayların içi yüzü Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde bildirilmektedir:

“79. 'Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.'

·        80. 'Erkek çocuğa gelince, onun ana babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.'

·        81. (Devam etti:) 'Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.'

·        82. 'Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.'”(Kehf, 18/ 79-82)

Mûsâ’nın şeriatı, İsâ’nın peygamberliğine kadar devam eder. İkisinin arasında gelip geçen peygamberlerin hepsi Mûsâ’nın şeriatı ile amel etmek üzere gönderilirler. Mûsâ’nın vefatından sonra İsrailoğulları’na Yûşâ peygamber olur (Ahmet Cevdet Paşa, 2012: 32).

·        I.3.2.2. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile Mücadelesi

Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'ına ilk gidişinde kardeşi Hârûn ile birlikte Firavun'a gitmekle görevlendirildiği Kur'ân'da belirtilmekte, hatta ona belki aklına başına alabileceği bu yüzden Firavun'a yumuşak söz söylemelerinin buyrulduğu ifade edilmektedir (Tâ Hâ, 20/41-44). Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şu ayetlerde beyân edilmiştir:

“Haydi, ona gidin de deyin ki: Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullannı hemen bizimle birlikte gönder; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır.” (Tâ Hâ, 20/47)

“Haydi Firavun’a gidip deyin ki: Gerçekten biz, âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz; İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.” (Şuarâ, 26/16-17)

Ancak Firavun, “Andolsun biz ona (Firavun’a) bütün (bu) delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.” (Tâ Hâ, 20/56) ayetinde belirtildiği üzere bütün mucizelere rağmen Mûsâ’nın sözlerine inanmaz, onu nankörlükle suçlar, gösterdiği mucizelerden dolayı ona sihirbazlık isnat eder ve Mûsâ Peygamber'i küçük düşürüp yenebileceği zannına kapılarak ülkesindeki bilgisi derin sihirbazları tayin edilen vakitte toplar ve Mûsâ Peygamber'e karşı üstün geldikleri takdirde gözde kimselerden olacakları vaadinde bulunur ancak Mûsâ Peygamber asâsı ile bütün sihirbazları âciz bırakınca, mucizeyi gören sihirbazlar bunun sihir olmadığını anlayarak Mûsâ’ya iman ederler. Bunun üzerine Firavun bunu hazmedemez ve sihirbazların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirip hepsini astırır. (A’râf, 7/115-126; Yûnus, 10/79-82; Tâ Hâ, 20/57-73; Şu’arâ, 26/36-51).

Kur'ân-ı Kerîm'de Firavun'un Tanrı'ya yükselmek için yaptırdığı kule ise Mü'min Sûresi'nde bildirilmektedir: “Firavun: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın Tanrısı'nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.” (Mü’min, 40/36-37)

Büyücülerle karşılaşmasından sonra Mûsâ, Mısır’da kalmaya devam eder ancak Firavun İsrailoğulları’na karşı baskı ve eziyetlerini daha da arttırır. Firavun ve kavmi imansızlık ve küfürde ısrar edince Allah onlara kuraklık, sel baskını, kıtlık; kurbağa, çekirge ve haşerat istilası gibi türlü belâlar verir. Başlarına bela geldikçe Mûsâ’ya gelip başlarındaki belanın kalması durumunda iman edeceklerini söylerler, ancak hiçbir zaman iman etmezler. (A’râf, 7/130-135; Kâf, 50/13-14)

Mûsâ Peygamber'e “Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç.” (Tâ Hâ, 20/77; Duhân, 44/23) diye vahyedilmesi üzerine Mûsâ Peygamber ve kavmi bir gece Mısır’ı terk etmek üzere yola çıkarlar ancak Firavun ve adamları gün doğumunda peşlerine düşerler (Tâ Hâ, 20/78; Şu’arâ 26/60). İsrailoğulları, Firavun ve askerlerinin peşlerinden gelmekte olduğunu görünce korkuya kapılır. O sırada Mûsâ Peygamber Tanrı'nın “Asân ile denize vur!” vahyinin gereğini yapınca derhâl yarılan denizde on iki yol açılır (Şu’arâ, 26/63). Mûsâ Peygamber ve beraberindekilerin hepsi açılan on iki yoldan denizi geçerek kurtulur; Firavun ve adamları ise suda boğulur (A’râf, 7/136; Tâ Hâ, 20/78; Şu’arâ, 26/63). Firavun'un son nefesinde iman ettiği Kur'ân'da şu ayette bildirilir: “Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun:) 'Gerçekten, İsrailoğulları’nın inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!' dedi.” (Yûnus, 10/90)

·        I.3.2.3. Mûsâ Peygamber'in Kavmiyle Mücadelesi

Mûsâ ve kavmi Firavun’un zulmünden kurtulup Mısır’dan çıktıktan sonra Ken’an iline yönelirler ancak İsrailoğulları içerisinde imanî yönden çok zayıf ve sapkınlığa çok açık kimseler de vardır (Yusufoğlu, 2007: 226). Her ne kadar Mûsâ’ya

inanmışlarsa da Mısır’da iken gözleri putlara alışmış olduğundan ve zihinlerinde henüz Allah’ın birliği yerleşmemiş olduğundan yolda giderken karşılaştıkları öküz suretine tapan kavimden etkilenirler (Ahmet Cevdet Paşa, 2012: 29). Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay A’râf Sûresi'nde şöyle bildirilmektedir: “İsrailoğulları’nı denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Mûsâ: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi.” İsrailoğulları Kızıldeniz'i geçip Firavun'un zulmünden kurtulduktan sonra Mûsâ Peygamber'in önderliğinde Tûr Dağı yakınlarına gelirler (Tâ Hâ, 20/80). Mûsâ Peygamber, Tanrı'ya ibadet etmek üzere otuz geceliğine Tûr Dağı'na çıkar ancak buna on gece daha eklenir (A’râf, 7/142). Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'na çıkacağı vakit Hârûn Peygamber'i kavminin başında bırakıp acele ile kavminden ayrılır (A’râf, 7/142; Tâ Hâ, 20/83-84) Tayin edilen vakitte Tûr'a giden Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi bu zamanda vukû bulmuş olup hadise Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır:

“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca 'Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi): 'Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!' buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (Arâf, 7/143)

Mûsâ Peygamber'e levhaların da bu zamanda verilmiş ve Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e “Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.” diye buyrulduğu A’râf Sûresi'nin 145. ayetinde belirtilmiştir. Mûsâ’nın Tûr Dağı’nda olduğu sırada İsrailloğulları’ndan Sâmirî adında bir münâfık İsrailoğulları’nın zînet eşyalarını toplayarak altından bir buzağı yaparak halkı bu altın buzağıya tapmalarını söyleyerek sapkınlığa sürükler (Arâf, 7/148; Tâ Hâ, 20/85-88). Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’ndan indiğinde kavmini altından buzağıya tapar vaziyette bulunca elindeki Tevrat levhalarını yere atar ve “Ey Hârûn! Dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun?” (Tâ Hâ, 20/94) diyerek hesap sorar. Sâmirî’yi lanetleyip kovan Mûsâ Peygamber buzağı heykelini yakıp denize atar (Tâ Hâ, 20/97). Kur'ân-ı Kerîm'de fitne sebeplerini yok ettikten sonra tüm kavmine ders vererek onları tövbeye, Tanrı'ya itaate davet eder (Bakara, 2/54; Arâf, 7/155-156) ve Tevrat’ı halkına tebliğ ederek ona göre amel etmelerini ister.

İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde oldukları zamanda verilen nimetler A’râf Sûresi'nin 160. ayetinde şöyle bildirilmektedir: “Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya, ‘Asanı taşa vur!’ diye vahyettik. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki) ‘Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyin.’ Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendilerine zulmediyorlardı.”(A’râf, 7/160) İsrailoğulları bu nimetler hor görerek “Ey Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.” dediklerinde Mûsâ Peygamber “Hayırlı olanı, şu değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır” diye cevap verir ve İsrailoğulları Tanrı tarafından gazaba uğratılır (Bakara, 2/61).

Tanrı tarafından İsrailoğulları'na emrolunan kutsal yere girmeleri buyrulduğunda İsrailoğulları: “Ey Mûsâ, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz.” (Mâide, 5/22) diyerek oraya gidip savaşmaya yanaşmazlar ve hatta daha da ileri giderek “Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız.” diye karşılık verirler (Mâide, 5/24). Bunun üzerine Tanrı tarafından İsrailoğulları'nın kırk yıl o vaat edilen topraklara girmelerinin haram kılınır (Mâide, 5/26).

Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları ile mücadelesine örnek teşkil eden bir diğer olay ise “bakara olayı”dır. Bakara Sûresi'nin 67-73 ayetlerinde söz konusu olay bildirilmektedir. İsrailoğulları'ndan zengin fakat çocuğu olmayan bir adamın öldürülüp katilinin bulunamaması üzerine İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'den katili bulmasını isterler ve Mûsâ Peygamber de Tanrı'nın bu hususta bir sığır boğazlamalarını emrettiğini bildirince Mûsâ Peygamber'i alaya alırlar ancak emri yerine getirmek yerine birbiri ardınca sorular sıralarlar. Sığırın hususiyetleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığır olduğu, bakanlara sürûr veren sapsarı bir rengi olduğu, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığır olduğu bildirilir. Nihayetinde sığırı boğazlayıp bir parçasıyla ölüye vurduklarında ölü dirilerek katilini haber verir ve katil anlaşılmış olur.

Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ'nın kavminden olan ancak kendisine verilen zenginlik ile şımaran ve azgınlaşan Kârûn'dan da söz edilir. Ankebût, 29/39). Kur'ân-ı Kerîm'de Kârûn'un zenginliğinden şöyle bahsedilir: “Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.’” (Kasas, 28/76). “O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.” (Kasas, 28/78) diyen Kârûn'un ihtişam içinde kavminin karşısına çıktığı ve dünya hayatını arzulayanların “Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir” dediği (Kasas, 28/79) ve Tanrı tarafından Kârûn'un sarayı ile birlikte yerin dibine geçirildiği (Kasas, 28/81) bildirilir.

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda bilhassa Tevrat ve Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ile ilgili anlatılar geniş yer tutmakta, doğumundan ölümüne kadarki süreç ayrıntılı olarak zikredilmekte, Firavun ve kavmi ile mücadelesi yanında kendi kavmi İsrailoğulları ile de mücadele etmek zorunda kaldığı anlatılmaktadır. Kutsal kitaplarda da çokça zikredilen Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşması ve O'nun tecellîsine mazhar olması, Kızıldeniz'i ikiye yarması, mucizeleri, verdiği mücadeleler gerek Klâsik Türk edebiyatı müellifleri için gerekse çağdaş sanatkâr için zengin bir ilham kaynağı olmuş ve Mûsâ Peygamber bir motif, telmih, kavram, model insan örneği olarak ele alınmıştır. Kutsal kitaplardaki didaktik unsurlar ve olağanüstülükler de Klâsik Türk edebiyatı sanatkârlarını Mûsâ Peygamber'in kıssasına yönlendirmiştir.

Yapılan çalışmada akademik tavır çerçevesinde geleneğin güncellenerek geleceğe nakledilmesi ve Klâsik Türk edebiyatı çalışmalarına katkı sağlaması amaçlanmıştır.

Evrenini Klâsik Türk edebiyatının, örneklemini ise bu gelenek içerisinde yüzyıllar boyunca kaleme alınmış manzum ve mensur metinlerde yer alan Mûsâ Peygamber ile ilgili beyit/bent ve anlatıların teşkil ettiği bu çalışmada yöntemsel model olarak klâsik şerh metodu uygulanacaktır.

Geleneksel yöntem olarak da adlandırılan klâsik metin şerhi metodu metnin nesre çevrilmesi, şekil ve muhteva yönünden incelenmesi, edebî sanatlar ve mazmunların tespiti ve açıklanması gibi başlıklarla metni inceler (Yekbaş, 2008: 203). Klâsik Türk edebiyatı alanında metin şerhi ile ilgilenen araştırmacıların başında Şerh-i Mütûn Profesörü Ömer Ferit Kam ile Tahirü'l Mevlevî (Olgun) gelir. Modern bilim anlayışına uygun metin şerhi çalışmalarının öncüsü ve en büyük ustası olarak Ali Nihat Tarlan'ın adı zikredilir (Macit, 2014: 337). A. N. Tarlan'ın “Şeyhî Dîvânı'nı Tetkîk” adlı çalışmasından bu yana Harun Tolasa'nın “Ahmet Paşa'nın Şiir Dünyası”, Cemal Kurnaz'ın “Hayâlî Bey Dîvânı'nın Tahlili” ile bu çalışmaları örnek ve model alan başka çalışmalar yapılmıştır (Mengi, 2000: 77).

BİRİNCİ BÖLÜM

Klâsik Türk şiirinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bu şiiri besleyen ilham kaynaklarının tespitine ihtiyaç vardır. Geniş bir kültürel yelpazenin ürünü olan Klâsik Türk şiirinin en önemli ilham kaynaklarından biri “peygamber kıssaları”dır. Konunun asıl sıklıkla kendisi gösterdiği alan şiir olmakla birlikte mensur eserlerde de peygamber kıssalarına eserin türüne göre bazen telmih unsuru olarak bazen de didaktik mahiyette sıkça yer verilmiştir. Telmih, teşbih, istiare vb. sanatlar vasıtasıyla şiirlerde kullanılan peygamber kıssaları, Klâsik Türk şiirine büyük bir anlam ve hayal zenginliği katmıştır. Peygamber kıssalarının Klâsik Türk şiirine yansımalarını tespit etmek, bizi bu şiirin dünyasına bir adım daha yaklaştırmış olacaktır. Söz konusu çalışma, Klâsik Türk şiirinin ilham kaynaklarının tespit edilmesi yönüyle öneme haizdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikri geçen peygamber olan Mûsâ Peygamber, Klâsik Türk edebiyatında da çokça zikredilmiş onun kıssasına telmih yoluyla atıflarda bulunulmuştur. Bu türden kıssalar geçmişle gelecek arasında köprü kurarlar. Günümüz şair ve yazarlarına bile ilham vermeye devam eden Mûsâ Peygamberin kıssası ile ilgili olarak Klâsik Türk edebiyatı alanında muhtelif çalışmalar yapılmış olmakla birlikte müstakil bir çalışma yapılmadığı tespit edilmiştir. Zülfi Güler’in “Divan Edebiyatında Peygamber Hikâyelerine Telmihler” adlı eseri ve Melike Uçar’ın “Klâsik Türk Şiirinde Peygamberler” adlı yüksek lisans tez çalışmaları ile Adnan Uzun’un “Divan Şirinde Hz. Musa” ve Abdullah Eren'in "Klâsik Türk Şiirinde Tasavvufî Açıdan Tûr-i Sînâ" adlı makaleleri bu konuda tespit edilen muhtelif çalışmalardır. Bu çalışmada yukarıda isimleri verilen kaynaklardan yararlanarak daha kapsayıcı bir çalışma ile gelenekten geleceğe Mûsâ Peygamber'in hangi yönleriyle Klâsik Türk edebiyatı içerisinde kendisine yer bulduğu ortaya konacaktır.

Çalışmanın Birinci Bölümü'nde Mûsâ Peygamber’in Klâsik Türk edebiyatındaki yeri dîvânlarda, mesnevilerde ve mensur metinlerde ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilecektir. Manzum metinlerde Mûsâ Peygamber'in ele alınışı dîvânlar ile mesnevilerde farklılık arz ettiği için bu metinler ayrı ayrı ele alınıp incelenecektir. Çalışmanın örneklemini teşkil eden dîvânlardaki konuyla ilgili beyitlerin/bentlerin klâsik şerh metoduyla edebî niteliği ortaya konularak Mûsâ Peygamber ile ilgili kültürel ve estetik arka plân gözler önüne serilecektir.

Yöntemsel model olarak çalışmaya örnek teşkil edecek olan eserler Ömer Okumuş ve Muhsin Kalkışım tarafından ortak olarak kaleme alınan “Klâsik Türk, Fars ve Arap Şiirlerinde Hz. İsâ” adlı kitap ile Seydi Kiraz tarafından hazırlanan “Türk İslâm Edebiyatında Hz. İsâ” adlı Yüksek Lisans tez çalışmasıdır.

KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA MÛSÂ PEYGAMBER

·        1. DÎVÂNLARDA MÛSÂ PEYGAMBER

Mûsâ Peygamber’in Klâsik Türk edebiyatında dîvânlardaki yerini belirlemek üzere taranan 85 Dîvân’da tespit edilen beyitler/ bentler, kronolojik olarak belirlenen başlıklarda gruplanarak değerlendirilecektir. Ele alındığı başlığı en iyi örneklediği düşünülen beyitler şerh edilecek ve tekrara düşmemek maksadıyla diğer beyitlerin/bentlerin numaraları ilgili başlığın sonunda zikredilecektir.

·        1.1. Nil Nehri’ne Bırakılması

Mûsâ’nın doğmasına yakın yıllarda Firavun, gördüğü bir rüyanın kâhinler tarafından “İsrailoğulları’ndan bir oğlan çocuğu dünyaya gelecek ve onun eliyle tüm Mısır halkı mahvolacak” şeklinde yorumlanınca İsrailoğulları’ndan doğacak erkek çocukların anında öldürülmesi emrini vermiştir. Bu zulüm, Mısır’da ekonomik hayatın temel taşı sayılan ve her türlü ağır işi görmeye mecbur bir kesim olan İsrailoğulları’nın erkek nüfusunu azaltmıştır. Böyle olunca üretimin düşüp işlerin aksamasından halkın şikâyet etmesi üzerine Firavun, doğan erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl terk edilmesini emretmiştir. Hârûn, doğan erkek çocukların öldürülmediği yılda dünyaya gelerek yaşama şansına kavuşmuş, ancak Mûsâ’nın doğumu erkek çocukların öldürüldüğü yıla rastlamıştır (Aydemir A. , 2014: 114). Mûsâ doğduğu zaman

Firavun’un zulmünden Mûsâ'ya bir zarar geleceği hususunda annesi endişelenir. O vakit Mûsâ'nın annesi Tanrı'nın kendisine ilham etmesiyle Mûsâ'yı bir tabut/sanduka içerisinde Nil Nehri’nin sularına bırakır. Firavun’un karısı Âsiye’nin cariyeleri sandık içerisindeki bebeği bulup Âsiye’ye götürürler. Firavun’un karısı bebeği çok sever. Firavun bu durumdan haberdar olduğunda derhal bebeğin öldürülmesini emreder fakat eşi Âsiye bu duruma müdahale ederek Firavun’u bundan vazgeçirinceye kadar konuşur, Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz.” der ve Mûsâ, Firavun’un sarayında büyümeye başlar.

Taranan dîvânlar içerisinde Mûsâ Peygamber’in Nil Nehri’ne bırakılması hadisesine değinen tek şair 16. yüzyıl şairlerinden Nev’î olmuştur:

Eylegil tâbût-ı cismün garka-i Nîl-i fenâ

Tâ bula Mûsî-i cân Fir'avn-ı nefsünden mefer

Nev’î, Dîvân, K 12/29

“Beden tabutunu yokluk Nil’inde suya bırak. Tâ can Mûsâ’sı nefsinin Firavun’undan saklanacak bir yer bulsun.”

Mûsâ Peygamber’in Nil Nehri’ne bırakılması hadisesine telmihte bulunduğu bu beyitte Nev’î, bedeni Mûsâ’nın konulduğu tabuta/sandukaya, cânı/rûhu Mûsâ'ya, nefsi Firavun'a, yokluğu Nil Nehri’ne benzetmiştir. Bedenini yokluk Nil'ine atarsan, maddî varlığını yok ederek rûhunu nefsin elinden kurtarabilirsin, demiştir.

İbn Arabî, Füsûsu’l Hikem’de bu husûsun tasavvufî yönü ile ilgili olarak Mûsâ'nın annesi tarafından sandık içinde denize bırakılmasının görünüşte helâk olduğu ancak hakikatte bu surette öldürülmekten kurtulduğunu dile getirmiştir (İbn Arabî, 2014: 251).

Beyitte Nil, tabut ve Mûsâ kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Çalışmada dîvânları örnek seçilen 85 şairden sadece Nev’î, Mûsâ Peygamber’in Nil Nehri’ne bırakılması hadisesine telmihte bulunmuştur.

·        1.2. Mûsâ Peygamberin Dilindeki Tutukluk

Mûsâ Peygamber, Firavun’un karısı Âsiye’nin ısrarları ile saraya alınıp evlat edinilse de Firavun nezdinde henüz tüm şüpheler giderilmemiş ve hareketinden anlam çıkarıldığı sıkıntılı bir gözetim ve denetim safhasından geçirilmiştir (Sayı, 2016: 53). Bir gün Firavun, onu kucağına alınca, Mûsâ Peygamber, Firavun’un sakalını çekip yolar. Bir rivayete göre de elinde oynamakta olduğu sopa ile Firavun’un kafasına vurur. Bunun üzerine Firavun kızıp, öldürülmesi emrini verir, fakat karısı Âsiye bu defa da müdahale ederek onun daha çocuk olduğunu, bu eylemi bilinçli yapmadığını söyleyerek bunu ispatlamaya çalışır. Bunun ispatı için de, bir ateş koru ile süs yakutlarından birini bebek Mûsâ’nın önüne koydurur. Cebrail gelir, ateş korunu bebek Mûsâ’nın eline aldırır. Bebek Mûsâ ateş parçacıklarını dilinin üstüne koyar, dili yanar ve kekemeliği bu şekilde meydana gelir. (Sayı, 2016: 53; Köksal, 2016: 13; Arslan, 2013: 25)

Mûsâ Peygamber’in dilinde meydana gelen bu tutukluğa Kur’ân-ı Kerîm’de Tâ Hâ Sûresi’nin 25-36. ayetlerinde şu şekilde yer verilmiştir:

“Mûsâ: Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, Kardeşim Hârûn'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin. Allah: Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâ Hâ, 20/25-36)

Klâsik Türk edebiyatında şairler, Mûsâ Peygamber’in dilindeki bu tutukluğa da şu metinlerde telmihte bulunmuşlardır:

Ey Yûsuf-ı 'Îsâ-dem-i Mûsâ-lüknet

Zülf-i ejder ü leb-i rûhda vü hüsn-âfet Nâmun diğer enbiyâ ki etmiş sende İ'câzı bu evc-i nebîlerün cem'iyyet Fehîm-i Kadîm, Dîvân, R 6

“Ey Mûsâ dilli İsa nefesli Yusuf, ejder saçlı, ruh dudaklı, güzelliği başa bela olan! Bütün bu yüce peygamberlerin mucizeleri sende toplandığından senin bir diğer namın da enbiyâdır.”

·        17.  yüzyıl şairlerinden Fehîm-i Kadîm bu rubaisinde sevgilinin büyüleyici güzelliğine ilişkin vasıflarını İsâ, Mûsâ ve Yûsuf Peygamberlere ilişkin türlü mucizevî hususiyetlerle ilişkilendirerek sevgiliyi methetmiş, onu adeta bir peygamber olarak telakki etmiştir. Beyitte sevgili, nefesinin ölüleri diriltmesi, can bağışlaması vasfıyla İsâ Peygamber'e, dillere destan güzelliği hasebiyle Yûsuf Peygamber'e teşbih edilmiştir. “Mûsâ-lüknet” ibaresi ile de Mûsâ Peygamber'in hem “Kelîm” vasfına hem de dilindeki tutukluğa telmihte bulunulmuştur.

·        18. yüzyıl şairi İsmail Hakkî Burusevî ise Mûsâ Peygamber’in dilindeki tutukluğa sebep olan hadiseye şu beyitle telmihte bulunmuştur:

Kim durur şol tıfl-ı Fir‘avn-ı zamân Mûsâ gibi Ya dehân içre yedügi ahker u nîrân nedür

İsmail Hakkî Burusevî, Müteferrik 4/8

“Şu zamanın Firavun’unun çocuğu kimdir? Ya Mûsâ gibi ağzının içinde yediği kor ve ateş nedir?”

Mûsâ Peygamberin kıssası üzerinden yaşadığı devri sorguladığı bu beyitte şair, Mûsâ Peygamber’in dilindeki tutukluğa, bu tutukluğa sebep olan küçük bir çocukken ateş korunu alıp ağzına atması hadisesine ve Firavun (bilhassa karısı Âsiye) tarafından evlat edinilerek saraya alınması hadisesine telmihte bulunmuştur.

Güftâr-ı şeker-bâra gel ey sözleri nâ-yâb

‘Umrân ola bî-tâb

Meydân-ı sühandân ile bir mu‘cize in

‘Âciz ola Musâ

Nigârî, Dîvân, Müs. 835/6

“Ey sözleri ender olan, şeker dağıtıcısının sözlerine gel de bitkin olan mutluluk bulsun. Güzel söz söyleyenlerin meydanından bir mucize gibi in. Mûsâ çaresiz kalsın.”

Mûsâ Peygamber'in güzel söz söyleyenlerin meydanında aciz kalması, dilindeki tutukluğa bir göndermedir. Nitekim Mûsâ Peygamber, dilindeki düğümü çözmesi, söylediklerini anlaşılır kılması için Tanrı'ya Tûr Dağı'nda yakarışta bulunmuştur. Beyitte Mûsâ Peygamber'in dilindeki peltekliğe telmihte bulunulmuştur.

Çalışmada dîvânları taranan şairlerden sadece üç şairin dîvânlarında; Fehîm-i Kadîm, İsmail Hakkî Burusevî ve Nigârî'de Mûsâ Peygamberin dilinin peltekliği ile ilgili telmih unsurlarına rastlanmıştır. Fehîm-i Kadîm, kendi dilindeki pelteklik dolayısıyla bu hususa telmihte bulunurken İsmail Hakkî Burusevî Mûsâ Peygamber’in dilindeki peltekliğe sebep olan hadiseye telmihte bulunmuştur. Nigârî ise Mûsâ Peygamber'in sevgilinin güzel söz söyleyenlerin meydanına gelmesiyle aciz kalacağını dile getirerek dilindeki peltekliğe telmihte bulunmuştur.

·        1.3. Şuayip Peygamber ile Alakası ve Çobanlık Yapması

Şuayip Peygamber, Medyen ve Eyke halkına gönderilen peygamberdir. Kavmini Hak yoluna davet ettiği zaman kavmi onu yalanlamış ve ona eziyet etmiştir. Allah o kavmi çeşitli musibetlerle cezalandırmıştır. Şuayip Peygamber kendisine inananları yanına alıp Mekke’ye gitmiş ve 300 yaşına kadar Mekke’de ibadetle meşgul olmuştur (Pala, 2016: 433). Şuayip Peygamber Medyen’de iken kızı Safura’yı Mûsâ Peygamber’e nikâhlamıştır.

Mûsâ Peygamber, Mısır’da kazaen bir Mısırlıyı öldürüp başına gelecek kötülüklerden korkarak kaçıp Medyen’e geldiği zaman Şuayip Peygamber iyice yaşlanmış durumda olduğundan işleri kızları tarafından görülmekte ve bundan da iş şartlarının uygun olmaması nedeniyle son derece sıkıntı duymakta, ancak onları zorunlu olarak göndermekte ve güvenilir bir adama büyük ihtiyaç duymaktadır (Sayı, 2016: 66).

Mûsâ Peygamber, Medyen’e geldiği zaman bir kuyu başında bir topluluk ve ayrıca topluluk dışında hayvanlarının başında onları korumaya çalışan iki kadın görür. Bir kenarda duran bu kadınların hâllerinden etkilenerek onlarla ilgilenir. Mûsâ Peygamber’in; “Nedir işiniz, ne istiyorsunuz?” sorusuna cevaben kadınlar, çobanların işleri bitinceye kadar izdiham sebebiyle koyunlarını sulayamadıklarını, babalarının ihtiyar bir adam olduğunu ve bu işi kendileri için yapacak bir kimse de olmadığını söylerler. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber bu iki kadın için onların yerine hayvanları sulama işini yapar. Kızlarından durumu öğrenen Şuayip Peygamber, kızlarından birini Mûsâ Peygamber’e göndererek yaptığı sulama işinin ücretini vermek üzere davet ettiğini bildirir. Yalnız ve aç olmasından dolayı Mûsâ Peygamber gitmekten başka çare bulamaz.

Mûsâ, Şuayip Peygamberin yanında on yıl çobanlık yapar. Şuayip Peygamber, hikâyelerde ve beyitlerde Mûsâ ile birlikte, onun vasıtasıyla anılır (Güler, 2006: 92). Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber ile alakasına, onun yanında çobanlık yapmasına dîvânlarını taradığımız şairlerden sadece altısı şiirlerinde yer vermişlerdir. Konuyla ilgili beyitler çalışmanın bu kısmında kronolojik olarak dikkatlere sunulacaktır:

Peygamberler tarihine bakıldığında hemen her peygamberin hayatının bir döneminde çobanlık yaptığı görülmektedir. Çobanlık bir peygamber mesleği olarak bilinir. 13. yüzyılda Yûnus Emre, Mûsâ Peygamber’in çobanlık yapmasını olgunluk kazanma yolunda bir merhale olarak görür:

Çobanlık itmeyince Mûsâ'layın

Kelîm'üm diyüp Tûr'a göndermeye

Yûnus Emre, Dîvân, G 326/6

“Mûsâ gibi çobanlık yapmayınca (Allah) Kelîm’im diye (onu) Tûr Dağı’na göndermeye.”

Mûsâ Mısır’dan kaçıp Medyen’e geldiği zaman Şuayip Peygamber’in yanında on yıl çobanlık yapar ve bu hizmetine karşılık Şuayip Peygamber onu kızlarından biri ile evlendirir. Şâir bu beyitte çobanlığı peygamberlik verilecek derecede olgunlaşma olarak yorumlamıştır. Ali Sayı, bu hususu şöyle değerlendirmektedir:

“ ... Hz. Mûsâ’nın tam da rûhen olgunlaşma sürecinin bu başlangıç merhalesinde bir Nebi’nin yanında kalması ve ona damat olması son derece uygun görünüyor. Peygamber olacak bir zatın, peygamberlerin bir aileden peş peşe çıktığı bu dönemlerde, Nebi olan bir zâtın yanına yetişmesi hiç de mantıksız gözükmüyor.

Kur’ân’da kebir bir şeyh olarak vasıflanan bu zatın, İnşaallah’ın anlamına vakıf olduğunu, Hz. Mûsâ (as) ile iş anlaşması yaptıktan sonra söylediği ‘İnşaallah beni salihlerden bulacaksın’ âyetinden anlamaktayız.” (Sayı, 2016: 63-64)

Mûsâ’ya peygamberlik Medyen’deki süreyi tamamlayıp oradan ayrıldıktan sonra Tûr Dağı’nda verilmiştir. Mûsâ, Tûr Dağı’nda Tuva Vadisi’nde Tanrı’nın nîdâsını işitir, Tanrı ile konuşur. Kendisine peygamberlik ve mucizeler verilir. Bu Mûsâ’nın Tanrı ile Tûr Dağı’nda birinci mükâlemesidir. Tanrı ile olan mükâlemesinden dolayı Mûsâ Peygamber’e “Kelîm/Kelîmu'llâh” denilmiştir. Beyitte Tanrı’nın Mûsâ’yı Tûr Dağı’na göndermesi, onu peygamber olarak seçip onunla konuşması, çobanlık yapmak, rûhen kemâl mertebesine erişmiş olmasına bağlanmıştır. Beyitteki çobanlık etmek, Mûsâ, Kelîm ve Tûr kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Çü batn-ı hut eminem çü-zeyl-i Yûsuf pâk Çü Îsî ehl-i necâtem Şu‘aybe çobânem Hayâlî Bey, Dîvân, G 342/5

“Çünkü Îsâ (gibi) kurtuluşa erenim, Şuayip'e çobanım. Çünkü Yûnus gibi balığın karnından korkusuzum, çünkü Yûsuf’un temiz eteğiyim.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Hayâlî Bey bu beytinde, peygamberlerin öne çıkan özelliklerine telmihte bulunarak, bu telmih üzerinden kendisini övmüş, kendisini üstün vasıflara sahip peygamberlere benzeterek mübalağa yapmıştır. Îsâ Peygamber’in çarmıha gerilmekten kurtarılıp göğe çıkarılarak kurtuluşa ermiş olmasına, Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber’e çobanlık yapmasına, Yûnus Peygamber’in büyük bir balık tarafından yutulması hadisesine ve Yûsuf Peygamber’in iffetli oluşuna telmihte bulunulmuştur.

·        17. yüzyıl şairlerinden Nâ’ilî ise kalemini Mûsâ Peygamber’in asâsına benzeterek Mûsâ ve Şuayip Peygamberler arasındaki münasebete şöyle değinir:

Pîr-i endişe kef-i destime yâ sundu kalem Ya Şu’ayb oldu asâ-dâd-ı kef-i Mûsâyî

Nâ’ilî, Dîvân, K V/6 “Düşüncenin pîri elimin içine kalem sundu. Sanki Şuayip, Mûsâ’nın elinin içine asâ veren oldu.”

Mûsâ, Mısır’dan kaçıp Medyen’e geldiğinde Şuayip Peygamber’in kızı ile evlenmiş ve on yıl Medyen’de kalıp Şuayip Peygamber’in koyunlarına çobanlık yapmıştır. “Mûsâ Peygamberin asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrâil bunu Şuayip Peygambere vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir (İpekten, 1986: 153).” Beyitte Şuayip Peygamber’in Mûsâ Peygamber’e asâsını vermesi olayına telmihte bulunulmuştur. Bu asâ mucizevî özelliklere sahip bir asâdır. Şair kalemini, Mûsâ’nın asâsına benzeterek şairliğini övmektedir. Şair, düşüncenin pîri diye bahsettiği memdûhunu, eline kalem sunması yönüyle Mûsâ’nın eline asâyı veren Şuayip Peygamber ile; kalemini de Mûsâ’nın asâsı ile ilişkilendirerek mürettep leff ü neşr yapmıştır.

17. yy.’da Vahyî ise Mûsâ ve Şuayip Peygamberleri şu beytinde birlikte anar: Âsâr-ı iltifât-ı Kelîm ü Şu‘aybdur Buldı bu sâha kesret-i ni‘metle iştihâr

Vahyî, Dîvân, G 42/4

“Mûsâ ve Şuayip’in iltifâtından izler taşıyan bu saha nimetin bolluğu ile şöhret buldu.”

Klâsik Türk şiirinde, şiirlerin başlıksız olarak yazılması bir gelenek haline gelmiş olmasına rağmen Vahyî’nin bu beytinin yer aldığı gazelinin başında “În Der-Tarîk-i Hac Gofte-est” başlığı bulunmakta ve bu başlık bizi beytin işaret ettiği saha konusunda aydınlatmaktadır. Şair, Hac yolunun Mûsâ Peygamber ve Şuayip Peygamber’in bakışından izler taşıdığını, nimetlerin bolluğu ile şöhret bulduğunu ifade ederken söz konusu peygamberlerin kıssasına telmihte bulunan bir ifade kullanmamıştır. Ancak bu iki peygamberin birlikte anılması bile, Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber ile alakasını çağrıştırmaktadır. Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber ile karşılaşması Medyen’de olmuştur. Medyen şehri, Kızıldeniz kenarında, Tebük ile aynı hizada ve ona altı merhale mesafede, ondan daha büyük bir yer olarak tanımlanmakta (Sayı, 2016: 61) ve Anadolu coğrafyasından hacca gidenler için bu saha uğrak noktası teşkil etmektedir.

Mûsî-i cânı râ‘i-i cism ü cevârih et Versin Şu’ayb-ı ‘aşk sana tâ ‘asâ-yı feyz

Esrâr Dede, Dîvân, G 126/2

“Cânın Mûsâ’sını beden ve uzuvlarının çobanı yap, aşkın Şuayib’i feyz asâsını sana kadar versin/uzatsın.”

·        18. yy. şairlerinden Esrâr Dede bu beytinde, Şuayip Peygamber’in Mûsâ Peygamber’e verdiği asâya ve Mûsâ Peygamber’in çobanlık yapmasına telmihte bulunmuştur. Beyitte, cân/ruh Mûsâ’ya benzetilmiştir. Cân insanın manevî, beden ise maddî ve dünyevî yönüdür. Cânın bedene, uzuvlara çobanlık yapması, bir nevi nefis terbiyesini, olgunlaşmayı ifade eder. Mûsâ Peygamber de on yıl Şuayip Peygamber’in koyunlarına çobanlık yaparak peygamber olma yolunda bir olgunluğa erişmiştir. “Mûsâ Peygamberin asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrâil bunu Şuayip Peygamber'e vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir (İpekten, Nâ'ilî, 1986: 153).” Mûsâ Peygamber, elindeki bu asâ ile asâyı yılan şekline sokup canlandırmak, İsrailoğulları’nı Kızıldeniz’den geçireceği zaman denizi ikiye yarmak, kayadan su çıkarmak ve gökten kudret helvası indirmek gibi mucizeler göstermiştir (Canım, 2016: 40). Beyitte ise bu asânın feyz veren bir asâ olduğu ifade edilerek onun mucizevî yönüne de telmihte bulunulmuştur.

Yedd-i beyzâ-nümâ-yı Musa'dan Şu'belendi menâkıbât-ı Şuayip

Şeyh Gâlib, Dîvân, G 21/4

“Şuayip’in menkabeleri, yedd-i beyzâ mucizesini gösteren Mûsâ’dan dallanıp budaklandı.”

Esrâr Dede’nin çok yakın arkadaşı olan Şeyh Gâlib ise bu beyitte, Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber ile olan ilişkisine ve “yedd-i beyzâ” mucizesine telmihte bulunulmuştur. Mûsâ, Mısır’dan Medyen’e geldiğinde Şuayip Peygamber ile tanışır. Şuayip Peygamber, sekiz-on yıl yanında çalışıp davarlarına çobanlık yapmasına karşılık kızlarından birini Mûsâ’ya nikâhlar. Süreyi doldurduktan sonra Mûsâ, ailesiyle birlikte Medyen’den ayrılır. Yolda giderken Tûr Dağı’nda tecellî sırasında yanan ağacı görür, ağaçtan Tanrı’nın nidasını işitir ve Tanrı ile konuşur. Bu onun Tanrı ile ilk konuşmasıdır. Kendisine peygamberlik ve yedd-i beyzâ mucizeleri bu sırada verilir.

·        1. Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber’in yanında çobanlık yapması, onun peygamberlik yolunda olgunluğa erişme merhalesi olarak görülmüştür.

·        2. Mûsâ Peygamber’in mucizevî âsâsı, kendisine Şuayip Peygamber tarafından verilmiştir.

·        3.  Şuayip Peygamber’in menkıbesi, Mûsâ Peygamber ile (onunla tanışması ve kendisine damat olmasıyla) genişlemiştir.

·        4. Hac yolunun Mûsâ ve Şuayip Peygamber’in bakışından/iltifatından izler taşıdığı düşünülmüştür.

·        1.4. Tûr Dağı (Eymen Vâdîsi/Sînâ Dağı)’nda Mûsâ Peygamber

Tûr Dağı, Sina Çölü’nde Mûsâ Peygamber’in ilâhî hitabı işittiği dağdır. "Tefsirlerde, tecellî hadisesinin geçtiği dağın Tûr veya Cebel-i Zübeyr veya Ürdün Dağı olduğu ifade edilmektedir. Ancak edebiyatımızda bu dağ, hep ilk andığımız isimle anılmaktadır (Üzgör, 1991: 47). "Mûsâ, Tûr Dağı’na iki kere gitmiştir. İlk gidişinde kendisine peygamberlik ile birlikte yedd-i beyzâ ve asâsının yılan olması mucizeleri verilir. İkinci gidişinde ise tecellî hadisesi gerçekleşir ve Tevrat verilir. Mustafa Sinanoğlu, “Sînâ” maddesinde, Kur'ân-ı Kerîm'de “Sînâ” kelimesinin, “dağ” anlamındaki “tûr” kelimesiyle birlikte “Tûriseynâ” (Mü'minûn, 23/20) ve “Tûrisînîn” (Tîn, 95/2) şeklinde iki defa geçmekte olduğunu ve “tûr” kelimesinin yalnız kullanıldığında (Tûr, 52/1) “Sînâ” dağını tanımladığını ifade eder. Mustafa Sinanoğlu sözkonusu dağ ile ilgili olarak şu bilgileri de aktarır: “Kur'ân'da Allah, Sînâ'ya yemin etmektedir (Tûr, 52/1; Tîn, 95/2). Hz. Mûsâ'nın Allah'ı görmek istemesi üzerine Allah bu dağa tecellî etmiş ve dağ parçalanmıştır (A'râf, 7/143) . Allah, Mûsâ'ya dağın sağ tarafından seslenmiş (Meryem, 19/52; Tâ Hâ, 20/80; Kasas, 28/29, 46). İsrâiloğulları'ndan söz almak için dağ üzerlerine kaldırılmış (Bakara, 2/63, 93; Nisâ, 4/1 54; A'râf, 7/171), burada yetişen ağaç methedilmiştir (Mü'minûn, 23/20)

(Sinanoğlu, 2009: 222).”

"Tasavvufta Tûr Dağı, insanın maddî yapısını temsil eder. Nitekim bu maddî yapı, Allah’ın tecellîsi ile yok olur. Bunun için önce varlığı yok etmek gerekir (Pala, 2016: 461)." Tasavvufta “Tûr”un, nefs anlamına geldiğini belirten Süleyman Uludağ,

Tûr’un tasavvufî yönünü şöyle ifade eder:

“Tûr'un sağ yanından ona seslenmiştik.” (Meryem Suresi 52) mealindeki ayet “Ona nefs yönünden seslenmiştik.” anlamına gelir. Hz. Mûsâ Allah’a ibadet ederken üzerinde bulunduğu dağda Allah ona nefs yönünden hitap etmişti. Allah ehlullâha mağarada, vadide ve halvethanede tecellî ettiği gibi Hz. Mûsâ’ya da dağ başına tecellî etmişti. Dağın darmadağınık ve hak ile yeksan oluşu (A’raf Sûresi 143) nefsin Allah ile fani olması demektir. “Tûr’u başlarına kaldırdık,” (Bakara Sûresi 63,93) ifadesi nefslerini azdırdık, başlarına bela ettik anlamındadır. Tûr, insan nefsinin bâtılı olup bu da ilahi hakikatten ibarettir.” (Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2001: 355)

Klâsik Türk şiirinde tecellîye mazhar olması bakımından Tûr-i Sînâ'ya özel bir önem atfedilmiş olduğunu dile getiren Abdullah Eren, Tûr-i Sînâ Dağı'nın özellikle aşk, gönül, vücut, insan-ı kâmil, âşık, tevazu, mahviyet, şevk, vecd, cezbe ve istiğrak gibi bazı tasavvufî kavram ve hâllerin anlatımında temel figürlerden biri olarak kullanıldığını ifade etmiştir (2018: 197).

·        13. yüzyıl şairlerinden Yûnus Emre’nin Dîvân’ında Tûr Dağı, toplam 26 beyitte zikredilmiştir. Yûnus Emre’nin şiirlerinde Tûr Dağı “hâcet-gâh” olması özelliği ile ön plâna çıkmıştır. Ayrıca söz konusu beyitlerde şair Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’na çıkmasına, orada Tanrı’ya yakarışta bulunmasına ve Tanrı’nın tecellîsini görmesine değinir:

Ne Tûr’um var ne turagum hîç yirde yokdur karârum Hakk'a münâcât itmege bellü yirüm olmaz benüm

Yûnus Emre, Dîvân, G 175/4

“Ne Tûr’um ne de durağım var, hiçbir yerde (duramam) kararım yoktur. Hakk’a yalvarmak için benim belli bir yerim olmaz.”

Bir yerde karar kılmak orada huzur ve sükûnete ulaşıp durmak demektir. Tasavvufta âşığın gönlü ancak Tanrı’ya ulaştığında, fenâfillâha eriştiğinde sükûnet bulur. Buna ulaşmak için de her dem Hakk’a yakarışta bulunur. Nitekim Tanrı, kendisini sevenlerden yakarışta bulunmalarını ister. Yûnus Emre’nin bu beyti “...Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın vechi (Zat’ı) işte oradadır...” (Bakara, 2/115) meâlindeki ayeti çağrıştırmaktadır. Şair, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’ndaki yakarışına telmihte bulunmuş, söz konusu hâdisedeki mekân olan Tûr’un Hakk’a yakarış için sabit bir mekân olmadığını, Hakk’a her yerde yakarışta bulunulabileceğini ifade etmiştir.

Hâcet degül ‘âşıklara Tûr'da münâcât eylemek

Ben kandasam dost andadur her bir yiri Tûr eyleyem

Yûnus Emre, Dîvân, G 206/6

“Âşıklara Tûr’da yakarışta bulunmak gerekli değildir. Ben neredeysem dost oradadır, her bir yeri Tûr eyleyeyim.”

Yûnus Emre bu beyitte de önceki beyit ile benzer bir şekilde âşıkları Tanrı’ya yakarışta bulunmak için Tûr Dağı’na ihtiyaç duymadıklarını dile getirir. Aşkın tecellî yeri gönüldür. Zira bir Hadis-i Kudsî'de “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." deniliyor. Şair, ben neredeysem dost oradadır derken, gönlünde Tanrı’nın nurunun tecellî ettiği insanın her yeri Tûr eylediğini ifade etmektedir. Osman Kabakçılı, Yunus Emre’nin kurbet makamına geniş bir yelpazeden bakarak kulun Allah’a yakınlığı için mekâna ihtiyaç duymadığına ve önemli olanın her an Allah ile olmak olduğuna vurgu yaparak cem billaha işaret ettiğini ifade eder (Kabakçılı, 2013).

Beyitteki “Tûr’da münâcât eylemek” ifadesiyle Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda Tanrı’ya yakarışına telmihte bulunulmuştur.

Dîvân’ında Mûsâ Peygamberin kıssası ile ilgili telmih unsurlarına çokça yer veren

·        14. yüzyıl şairlerinden Seyyid Nesîmî, 30 beyitte Tûr Dağı’ndan söz etmiştir. Klâsik Türk şiirinde Tûr Dağı’nın tasavvufî bağlamda bedene yahut gönle benzetilmesi, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda Tanrı’ya yakarışta bulunup Tanrı’nın tecellîsine mazhar olması yönüyle zikredilmesi yaygındır fakat Seyyid Nesîmî beşerî aşk bağlamında sevgilinin kimi zaman boyunu kimi zaman yanağını da Tûr Dağı’na benzetmiştir.

Nesîmî, Tûr Dağı’nın bedene, tecellî nurunun gönle benzetilmesi şöyle ifade eder: Gönlümüz nûr-ı tecellî cismimizdir kûh-ı Tûr Cânımız dîdâra karşı oldu Mûsî-vâr mest

Nesîmî, Dîvân, G 22/29

“Gönlümüz tecellî nuru, bedenimiz ise Tûr Dağı’dır. Cânımız ilâhî tecellî karşısında Mûsâ gibi kendinden geçti.”

Tûr Dağı, tasavvufta insanın bedeni yani maddî yönünü temsil eder. Gönül ise ilâhî aşk ile dolu olması hasebiyle Tanrı’nın “tecellî-gâhı”dır. Bu beyitte Tûr Dağı’nın Tanrı’nın tecellîsine tahammül edemeyip parçalanması ve bunu gören Mûsâ Peygamberin düşüp bayılması hadisesine telmihte bulunulmuştur. “Dîdâr” kelimesi lügatte; yüz, çehre, göz; görme, seyretme anlamlarındadır. Tasavvufta ise Allah’ın tecellîsi yerine kullanılır (Pala, 2016: 116). Şair, ilâhî tecellînin verdiği sarhoşluk konusunda kendisini Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirmiştir. “Tecellî, Tûr ve Mûsâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Tûr oldur şehâ ki Mûsâ-vâr

Kalb Tûrunda eyledin mîkât

Nesîmî, Dîvân, G 31/29

“Ey şahım! Mûsâ Peygamber gibi davranarak Tûr Dağı’na, kalp Tûr’undan ulaştın.” Tûr Dağı, Mûsâ Peygamber’in ilâhî tecellîye mazhar olduğu mekândır. Tasavvufta da gönül ilâhî aşkın tecellî mekânıdır. “Mîkat”, sözlükte, bir iş için belirtilen vakit, zaman veya yer anlamındadır. (Devellioğlu, 2005: 647) A'râf Sûresi’nin 142-143. ayetlerinde, Mûsâ Peygamber’e ibadet etmesi için otuz gece vade verildiği, buna on gece daha ilave edilerek Rabbinin tayin ettiği gecenin kırkı bulduğu, Mûsâ Peygamber’in tayin edilen vakitte Tûr’a geldiği ve Rabbinin onunla konuştuğu anlatılmaktadır (A‘râf, 7/142-143). Burada Mûsâ Peygamber için “mîkat” Tûr Dağı’dır. Nesîmî, “Ey şahım” diye seslendiği memduhunu Tûr’a ulaşması bakımından Mûsâ Peygamber’e teşbih etmiştir. Ayrıca kalp de Tûr Dağı’na teşbih edilmiştir.

Nesîmî, şu beytinde ise sevgilinin yüzünü Mûsâ Peygamber’e verilen levhalara; boyunu da Tûr Dağı’na benzetir:

Yüzündür levh-ı Mûsâ kâmetin Tûr Hatın Fürkân yüzündür rakk-ı menşur

Nesîmî, Dîvân, G 65/1

“Yüzün Mûsâ’nın levhası, boyun Tûr’dur. Yüzündeki ayva tüylerin Kur’ân-ı Kerîm, yüzün de levh-i mahfûzdur.”

Dünyaya ait maddî bir güzellik olan sevgilide Nesîmî, Tanrı’nın kudretini görerek ilâhî aşka yönelmiş ve sevgiliye ait güzellikleri Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı ve mukaddes kitaplarla ilişkilendirmiş ve adeta özdeşleştirmiştir (Uzun A., 2016: 73). Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’na ikinci çıkışında, kendisine İsrailoğulları’na tebliği öngörülen ana esasların yazılı olduğu levhalar verilmiştir (Sayı, 2016: 212). Beyitte sevgilinin yüzü ilâhî bir kitaba, levh-i mahfûza teşbih edilmiştir. “Hat”, ayva tüyü demek olup kelimenin yazı anlamına da gelmesi dolayısıyla yazıya benzetilen tüyler, yanak sayfası üzerine yazılmış yazı olarak tasavvur edilmiştir (Pala, 2016: 196). Sevgilinin boyu ise uzunluğu yönüyle Tûr Dağı’na teşbih edilmiştir. Beyitte “levha,

Mûsâ ve Tûr” kelimeleri arasında, ayrıca “hat ve rakk” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Ey yanağun Tûr-ı Sînâ v’ey hatun hayy-i kadîm Ol tecellîden çü buldu Hakka ol Mûsâ Kelîm Nesîmî, Dîvân, G 266/1

“Ey yanağı Tûr-ı Sînâ ve yüzündeki ayva tüyleri eskiden beri canlı olan sevgili! Çünkü o tecellîden o Kelîm diye anılan Mûsâ Peygamber Hakk’ı buldu.”

Sevgilinin yanağını, kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı’na, Tûr Dağı’nda yanan tecellî ateşine teşbih ettiği bu beytinde ise Nesîmî bu benzetmeyle sevgilinin yüzünde gördüğü ilahî kudretin tecellîsini ifade etmektedir (Uzun A., 2016: 73). Ayrıca beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda tecellî ateşini görmesine ve o ateşe yönelerek Tanrı ile mülakatına, bu mülakat sebebiyle de Kelîm diye anılmasına telmihte bulunmuştur.

Dîdârunı ider bu gönül Hakdan arzû Gerçi bilür ki n’oldı tecellîde kûh-ı Tûr

Ahmedî, Dîvân, G 195/6

"Bu gönül Tanrı’dan senin yüzünü göstermesini diler ancak Tanrı’nın tecellîsi ile Tûr Dağı’na ne olduğunu da bilir."

·        14. yüzyılın bir diğer şairi Ahmedî ise Tûr Dağı’ndan, Tanrı’nın tecellîsi karşısında parçalanması yönüyle bahseder. Sevgilinin yüzünü görmek isteyen şair, aynı zamanda buna dayanamayacağından korkmaktadır. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda Tanrı’yı görmeyi dilediğinde, Tanrı Tûr Dağı’na tecellî etmiş, dağ parçalanmış, Mûsâ Peygamber de düşüp bayılmıştır. Bu hadiseye de telmihte bulunan şair sevgilinin dîdârını arzulaması yönüyle adeta kendisini Mûsâ peygamber ile özdeşleştirmiştir.

Dâ‘î sakın ki cevrün ile taga düşmesün Mûsî yolında çok kişinün ‘azmi Tûr’adur

Ahmed-i Dâ'î, Dîvân, G 53/7

“Dâ‘î’nin cefan ile dağa düşmesinden sakın. Mûsâ ile aynı yolda olan çok kişinin niyeti Tûr Dağı’na ulaşmaktır.”

Dağlara düşmek, Mecnûn’u anımsatan bir deyimdir. Bir insan yaşadığı büyük bir üzüntü dolayısıyla insanlardan uzaklaşıp ıssız yerlerde yaşamak ister. 15. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, sevgiliye kendisine cefa çektirmeye devam ederse üzüntüden dağlara düşebileceğini söyler. Âşığın yegâne gayesi sevgiliye kavuşmaktır. Beytin ikinci mısraı, Mûsâ Peygamber’in ikinci kez Tûr Dağı’na çıkışını ve bu husustaki acelesini anımsatmaktadır.

Mûsâ Peygamber, kavminin tâbi olacağı şeriatın kendisine talim edilmek üzere ilâhî bir emirle Tûr Dağı’na çağrıldığında, kardeşi Hârûn’u halef tayin ederek Rabbine gitmekte acele eder (Sayı, 2016: 203). Onun bu acelesinde bir sabırsızlık ve bir an önce Rabbine kavuşma arzusu vardır. Mûsâ Peygamber gibi onun yolunda olan gerçek âşıkların da maksadı vuslata ulaşmaktır. Dolayısıyla şairin, bu beyitte Tûr Dağı’nı bir vuslat makamı olarak tasavvur ettiği söylenebilir.

·        15. yüzyıl şairlerinden Şeyhî de Tûr Dağı’ndan gönüle benzetilmesi dolayısıyla söz eder:

Kahr u celâl-i hecr ile yarıldı Tûr-ı cân Sabr ola mı kılınca tecellî cemâl-i dost

Şeyhî, Dîvân, G 12/2

“Ayrılığın büyüklüğü ve yıkıcılığı ile gönül Tûr’u yarıldı. İlâhî cemalin tecellîsi karşısında sabır (mümkün) olabilir mi?”

Lügatte zuhûr mânâsına gelen “tecellî”, tasavvufî ıstılahta Allah Teâlâ’nın arifin gönlünde zâhir olmasıdır (Eraydın, 2004: 197). Maddî âlem olan dünya, gönlü ilâhî tecellîye mekân olan arif için bir gurbettir. Bu dünya gurbetinde olmaktan dolayı gönlü ayrılık acısının şiddetiyle Tûr Dağı gibi yarılıp parçalanmaktadır. Gönlün bu şekilde yarılıp parçalanması da İlâhî cemâlin gönülde tecellî etmesine bağlanmakta ve Tanrı’nın tecellîsi ile Tûr Dağı’nın bile paramparça olmuşluğu varken gönlün buna sabır göstermesinin mümkün olmayacağı ifade edilmiştir. Beyitte, Mûsâ Peygamber kıssasındaki tecellî hadisesine telmihte bulunulmuştur. “Tûr, tecellî, yarılmak” kelimeleri arasında da tenâsüb; “cemâl” ve “celâl” kelimeleri arasında da tezat vardır.

Derûnı pâk idüp gerd-i kederden tûr-ı Mûsâveş Tecellîgâh-ı nûr-ı zât-ı pâk-i kibriyâ olduk

Süheylî, Dîvân, G 161/3

“Mûsâ’nın Tûr’u gibi gönlü keder tozlarından temizleyip İlâhî nurun tecellî yeri olduk.”

·        15. yüzyıl şairlerinden Süheylî de bu beytinde gönül ile Tûr Dağı arasındaki benzerliğe değinir. Tasavvufta gönül bir ayna olarak ele alınır. Bu aynada Tanrı’nın tecellîsi zuhur eder (Pala, 2016: 168). Kalp, bir tecellî aynası olup ilâhî isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yerdir. İlâhî hitabın mahalli ve muhatabıdır (Uludağ, 2001: 203). İsmail Hakkı Burusevî ise bu hususta şunları ifade eder: “Kalp, Mevlâ’nın nazargâhı, hakîkatlerin mahalli ve cârullahdır. Bir kalpte Hakk’ın muhabbeti ile gayrılarınınki bir arada bulunmaz. Kalbin selâmeti mâsivâyı unutmaya bağlıdır. Kalp, isteklerini ele geçirmekten ne kadar kırılırsa, o kadar Allah Teâlâ’nın nurlarının görünmesine kabiliyet kazanır. (Bursevî, 2012: 54)” Beyitte mâ-sivâ, keder tozlarına, beden/kalp de Tûr Dağı’na benzetilmiş, keder tozlarından arınan gönül de ilâhî nurların tecellîgâhı olmuştur. “Tûr, tecellîgâh, Mûsî” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

Bu gün bir meh gönül turın münur itdi tecellâdan Sanasın hurdur indi yire Firdevs-i a‘lâdan

Cem Sultan, Dîvân, G CCLII/1

“Bugün bir ay(yüzlü sevgili) gönül Tûr’unu tecellî ile aydınlattı. Cennetten yere bir huri indi sanırsın.”

15. yüzyıl şairlerinden Cem Sultan da bu beytinde Tûr Dağı’na, bir tecellî mahalli olması dolayısıyla gönül ile benzerliği vesilesi ile yer vermiştir. Sevgilinin görünmesi şairin gönlünü öyle bir aydınlatmıştır ki, gören adeta cennetten yeryüzüne bir huri indiğini sanmaktadır. Beyitte “Tûr ile tecellî” ve “Firdevs-i a‘lâ ile hûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Bitürdün Eymen-i dilde dıraht-ı îmânı

Ki göre Mûsî-i cân ‘ışk odından anda şihâb

Hamdullah Hamdî, Dîvân, K 8/10

“Gönül Eymen’inde iman ağacını bitirdin. Can Mûsâ’sı onda aşk ateşinden kıvılcım göre.”

Eymen, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda tecellîye mazhar olduğu vadinin adıdır. Lügatte “sağ taraftaki” anlamı da yer almaktadır (Devellioğlu, 2005: 244). Meryem Sûresi’nin 52. ayetinde de Mûsâ Peygamber’e Tûr Dağı’nın sağ tarafından seslenildiği belirtilmektedir. Beyitte gönlün Tûr Dağı’na benzetilmesinden hareketle gönüldeki iman da (Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü) ağaca benzetilmiş, Tanrı’ya ulaşmayı (fenâfillâhı) arzulayan cânın/ruhun da Mûsâ Peygamber gibi gönül Tûr’undaki iman ağacında aşk ateşinden kıvılcımları görebileceği ifade edilmiştir. “Mûsâ, Eymen, dıraht ve şihâb” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. “Eymen-i dil”, “dıraht-ı îmân” ve “Mûsî-i cân” terkipleri ise birer teşbih-i beliğdir.

Hüsrevâ gül ruhunun şevkıla gülşende turup Tûr-veş her şecer üstine hezâr oldı Kelîm Mihrî Hatun, Dîvân, K XIII/12

“Ey padişah olan sevgili! Mûsâ senin gül yanağının arzusuyla gül bahçesinde durup Tûr Dağı gibi her ağaç üstünde bir bülbül oldu.”

Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda Tanrı ile mülakatından dolayı Kelîm veya Kelîmu'llâh diye de anılır. Mihrî Hatun, Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamber’in gördüğü alevler içindeki ağaçtan bahsederken adeta bir tablo çizer ve gül bahçesinde sevgilinin yanağının kızıllığı ile şecer-i Tûr’un alevlerini bütünleştirir. Sevgilinin yüzünün güzelliği bütün kâinatı aydınlatan bir ışık gibidir, ışığıyla âleme aydınlık veren sevgilide Allah’ın nuru tecellî etmiştir (Ay, 2009: 126). Klâsik Türk şiirinde rengi dolayısıyla sevgilinin birer gülü andıran yanakları, bir gonca olan ağzı, yüz ve kulakları ile birlikte adeta bir gül bahçesi olarak düşünülür. Bazen sevgilinin semti, vuslatı, aşkı ve kendisi de bir gül bahçesine benzetilir (Pala, 2016: 173). Bu gül bahçesi tablosunda bülbül de Tanrı’yı görme arzusuyla timsalleşen Mûsâ Peygamber’e benzetilmiştir. Bülbül de Klâsik Türk edebiyatında şakıyışıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilisinin güzelliklerini anlatan ve ona aşk sözleri arz eden bir âşığın timsalidir (Pala, 2016: 77). Beyitte “gül-gülşen-hezâr” kelimeleri arasında ve “Tûr-şecer-Kelîm” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Mûsâ Peygamber’in Tanrı ile konuşmasına ve Tûr Dağı’nda gördüğü ağaca telmihte bulunulmuştur.

Seng-diller ne revâdur bu ki dîdâra baka Tûr-ı hırmânda hasret çeke Mûsî-i Kelîm

Mesîhî, Dîvân, G 165/4

“Taş gönüller sevgilinin yüzüne bakarken Kelîm olan Mûsa’nın mahrumiyet Tûr’unda hasret çekmesi ne kadar uygundur?

Mesîhî, Tûr Dağı’na, burada Mûsâ Peygamber’in Tanrı’yı görmek isteyip de görememesi nedeniyle bir mahrumiyet atfeder. Sevgiliyi görmeyi dileyip de buna mazhar olamayan, sevgilinin yüzünü görmekten mahrum olan âşık, Tûr Dağı’nda Tanrı’yı görmeyi dileyip “Len terânî” (A'râf Sûresi 7/143) cevabına muhatap olan, sonrasında ilâhî tecellîye bile bakmaya dayanamayıp düşüp bayılan Mûsâ Peygamber’e benzetilmiş ve söz konusu hadiseye telmihte bulunulmuştur. Âşık sevgilinin yüzüne hasret bir şekilde mahrumiyet çekerken taş gönüllüler yani rakipler sevgilinin yüzüne bakmakta ve bu durum bir tezat oluşturmaktadır. Şair, bu durumu uygun görmemektedir. Beyitte “Tûr, Mûsî-i Kelîm, dîdâr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        16. yüzyıl şairlerinden Hayretî ise şu beyitte vücudunu Tûr Dağı’na benzetir:

Tûr-ı Mûsîdür tenüm gönlümde nûr-ı ‘ışk-ı pâk Şol tecellî nârıdur kim Vâdî-i Eymendedür Hayretî, Dîvân, G 58/2 “Vücudum/varlığım Mûsâ’nın Tûr’udur. Gönlümdeki saf aşkın nuru sanki Eymen Vadisi’ndeki o tecellî ateşidir.”

Klâsik Türk şiirinde şairler bazen gönlü bazen de bedeni Tûr Dağı’na benzetirler. Hayretî de bedenini Tûr’a benzetirken gönüldeki ilâhî aşkın nurunu da Eymen Vadisi’ndeki tecellî ateşine benzetmiştir. Mûsâ Peygamber’ın Tûr Dağı’nda gördüğü tecellî ateşine telmihte bulunulmuştur. “Nâr” ile “nûr” kelimeleri arasında da hem tezat hem de iştikak vardır. Kur’ân’da yaklaşık 140 yerde geçen ve ateş, sıcaklık anlamına gelen “nâr” kelimesinin “nûr” ile aynı kökten geldiğini ifade eden Necmettin Şahinler pozitif oluş prensibinin zulmete karşı aydınlık olarak “nâr” ve “nûr” olmak üzere iki tecellî sergilediğini; bunlardan ilkinin “celâl”, ikincisinin de “cemâl” tecellîsi olduğunu ifade eder (Şahinler, 2012: 20).

Çemendür Vâdi-i Eymen şükûfe ile dırahtın hem Tecellî nûruna müstağrak olmuş Tûra benzetdüm Hayâlî Bey, Dîvân, G 9/3

“Eymen Vadisi çimenliktir; çiçek ile ağacını tecellî nurlarına batmış Tûr’a benzettim.”

·        16. yüzyılın önde gelen şairlerinden Vardar Yeniceli Hayâlî Bey, çiçeklerle donanmış bir ağacı renk ve şekil benzerliği kurarak tecellî nurlarına gark olmuş Tûr Dağı’na, Tûr Dağı’nın bulunduğu Eymen Vadisi’ni de bir çimenliğe benzetmiştir.

Beyitte “şükûfe-dıraht-çemen” kelimeleri arasında ve “Vâdî-i Eymen-Tecellî-Tûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Ger tecellî itmese Mûsâya nûr-ı nâr-ı ‘ışk

Bir kadem basmazdı ol vâdî-i Eymenden yana

Muhibbî, Dîvân, G 53/4

“Eğer aşk ateşinin nuru Mûsâ’ya görünmese, o Eymen Vadisi’nden yana bir adım basmazdı.”

16. yüzyılın şair padişahlarından Muhibbî, Mûsâ Peygamber’in Eymen Vadisi’ne yönelmesinin sebebini orada aşk ateşinin nurunu görmesine bağlar. “Mûsâ Peygamber'i o tarafa çeken Allah'ın kudret ve irâdesidir (Öztürk, 2016: 51).”

Beyitte “vâdî-i Eymen-Mûsâ-tecellî-nûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’na yönelişi, orada tecellîye mazhar oluşu hadisesine de telmihte bulunulmuştur.

16. yüzyıl şairlerinden Bursalı Rahmî, Tûr Dağı’ndan Cebel-i Mûsî diye bahseder: Bî-basîret olımaz müdrik-i feyz-i dîdâr Herkese nûr görünmez Cebel-i Mûsîden

Bursalı Rahmî, Dîvân, Beyitler/8

“Basiret sahibi olmayanlar senin yüzünün nurunu idrak edemezler, nur Mûsâ Dağı'ndan herkese görünmez.”

“Dîdâr”, tasavvufî ıstılahta “ilâhî güzelliği temaşa, sevgili” (Uludağ, 2001: 107); feyz ise “sâlikin çalışması ve çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir hususun verilmesi” mânâsındadır (Uludağ, 2001: 137). İlâhî güzelliğin ilhamını idrak edebilen kimselerin sezgisiz, öngörüsüz olamayacağını ifade eden şair, herkesin Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı’nda gördüğü nuru göremeyeceğini ifade eder. Necmettin Şahinler, bu hususta şöyle bir tespit ortaya koyar: "Nûra giden yol, nâr’dan geçmektedir ve nefsinin ateşini görmeyen, rûhunun nûruna ulaşamaz (Şahinler, 2012: 21)." Beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda ilâhî tecellîye şâhit olması hadisesine telmihte bulunulmuştur.

16. yüzyıl şairlerinden Behiştî ise şu beytinde sevgilinin boyunu Tûr Dağı’ndaki ağaca benzetmiştir:

Kabâ-yı sebzile kadd-i bülendün ey sehî-servüm Dıraht-ı vâdi-yi Eymen ‘izârun âteş-i bâlâ Behiştî, Dîvân, G 10/2

Ey boyu servi gibi olan sevgili! Yeşil elbisenle uzun boyun Eymen Vadisi’nin ağacı, yanağın da onun üstündeki ateş(i andırır).”

Yeşil renkli elbise giyen uzun boylu sevgiliyi şekil ve renk yönünden Tur Dağı’nın ağacına teşbih eden şair, sevgilinin yanağını da renk bakımından bu ağacın üzerinde ateş olarak tasavvur etmiştir. Beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü alevler içindeki ağaca, şecer-i Tûr'a telmihte bulunulmuştur.

Çerâgı vâdi-i Eymen ocagından uyarursın Eger pervâneveş biryân idersen murg-ı idrâki

Behiştî, Dîvân, G 515/4

“Eğer akıl kuşunu pervane gibi yandırırsan çırağını Eymen ocağından yakmış (gibi) olursun.”

Farsça bir kelime olan “çerağ” aslında kandilin fitili demek olup mecaz-ı mürsel yoluyla sonraları “kandil” yerine kullanılmıştır. Türkçesi “çırağ” şeklinde olup tarikatlarda her türlü ocak, mum, lamba, kandil gibi her türlü ışıklandırma aracına çerağ denilmiş ve çerağın yakılması veya söndürülmesi gerektiği durumlarda çırağı yak veya çırağı söndür demek yerine çırağı uyandır veya çırağı dinlendir, denilmiştir (Keklik, 2017: 150). Pervane, gece kelebeği de denilen kanatlı küçük bir böcektir. Gözleri çok küçük olan bu hayvan gündüzleri karanlık yerlerde bulunur, ortalık kararınca gördüğü ışığa doğru uçar. Gözleri kamaştığı için ayrılamayarak fener, mum, ampul gibi şeylere çarpar ve nihayetinde kanatları, vücudu yanar. Şark edebiyatında pervane mumun, yani ışığın âşığıdır. Pervanenin şuursuzca yanması da aşk sebebiyledir (Onay, 2007: 314-315). Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşten beyitte “Eymen ocağı” diye bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber’in gördüğü ateşle ilgili olarak bazı müfessirler Mûsâ Peygamber’in görmüş olduğunun aslında ateş olmayıp, tersine Allah’ın nûru olduğu görüşündedir ve onlara göre ateş kelimesinin zikredilme nedeni ise Mûsâ Peygamber’in onu ateş zannetmesinden kaynaklanmaktadır (Şahinler, 2012: 20). Akıl kuşunu pervane gibi yandırmak, aşkın verdiği sarhoşlukla aklın devre dışı olmasını, şuursuzca aşk ateşine yanmayı ifade eder ki bu noktaya gelmiş kişi çırağını Eymen ocağından yandırmış gibi olur. Beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşe telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “çerağ, uyandırmak, ocak” kelimeleri arasında ve “çerağ, pervane” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

16. yüzyılda mesnevi alanında tanınmış şairlerden olan Taşlıcalı Yahyâ Bey şu beytinde Tûr Dağı’nı bir kurbiyet makamı olarak görür:

Lâyık-ı nûr-ı tecellâya ne lâzım kûy-ı yâr Hak Ta‘âlâ ehl-i ‘ışka her makâmı Tûr ider

Yahyâ Bey, Dîvân, G 79/3

“Tecellî nuruna layık kimseye sevgilinin yurdu(na varmak) ne gerek. Tanrı aşk ehline her makamı Tûr eyler.”

Kalp/gönül, ilâhî tecellînin mekânıdır ancak tecellî nuru her gönülde yer bulmaz. Zira tasavvufta gönül bir ayna olarak telakki edilir ve ancak gönül aynası temizse ilâhî nurların tecellîsi söz konusu olur. Gönlü tecellî nurlarına layık olacak derecede gönül aynası temiz kimse Tanrı’nın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu (Kaf Sûresi 50/16), nereye döner ise Tanrı’nın yüzünün/zatının orada olduğunu (Bakara Sûresi 2/115) hakkıyla idrak eden aşk ehli kimse için her makam bir Tûr olmuştur. Beyitte Tûr Dağı Tanrı’ya yakın olmada bir makam olarak tasavvur edilmiştir. Nitekim Mûsâ Peygamber Tanrı ile Tûr Dağı’nda konuşmuş, kendisine peygamberlik burada verilmiştir. Aynı zamanda Mûsâ Peygamber “Erînî” diyerek Tanrı’yı görmeyi dilediğinde Tanrı, Tûr Dağı’na tecellî etmiştir. Beyitte Tûr Dağı’nın Tanrı’ya kurbiyet makamı olarak tasavvuru ile bu hususlara telmihte bulunulmuştur.

Pîr-i ‘ışk oldum depem agardı ey Yahyâ benüm Tûr-veş envâra gark itdi bahâristânumuz

Yahyâ Bey, Dîvân, G 165/7

“Ey Yahyâ aşkın pîri oldum, tepem ağardı. Bahar bahçemizi Tûr Dağı gibi nurlara gark etti.”

Farsça bir kelime olan “pîr”, yaşlı, koca anlamına gelmekle birlikte bir tarikat veya sanatın kurucusu olan kimselere de pîr denilmiştir. Yahyâ Bey bu beytinde ise kendisini aşkın pîri olduğunu, saçının başının ağardığını ve bu haliyle nurlara gark olmuş Tûr Dağı’na benzediğini ifade etmiştir.

Edirneli Nazmî ise devenin hörgücünü Tûr Dağı'na benzetir:

Şütürle hücre o şâha degül mi ‘izzet-i tam Kim ola Tûr-ı şütür hücre vâdî-i Eymen

Edirneli Nazmî, Dîvân, K 4/29

“Hücre ile deve o şâha noksansız yücelik, kudret değil mi? Deve Tûr’u, Eymen Vadisi de hücre ola.”

16. yüzyıl şairlerinden Edirneli Nazmî’nin “Kasîde-i Şütür-i Hücre”sinde geçen bu beyitte deve demek olan “şütür” ile Tûr Dağı arasında, hücre ile de Eymen Vadisi arasında şekil bakımından bir benzerlik ilgisi kurulmuştur. Devenin hörgücü şekil bakımından dağa, Tûr Dağı’na benzetilmiştir. “Hücre” kelimesi sözlüklerde “göz, odacık” (Devellioğlu, 2005: 388), “bazı tekke ve mescitlerin çevresinde bulunan ve halvete çekilmek için kullanılan odalar” (Uludağ, 2001:  175) anlamlarında

kullanılmıştır. Beyitte “şütür” kelimesinin insanın maddî varlığını, “hücre”nin de gönlü temsil ettiği ifade edilebilir. Klâsik Türk Edebiyatında “şütür ve hücre” çok farklı çağrışımlarla şiirlere konu olmuştur. Bu konuda 16. yüzyıl şairlerinden Âgehî’nin bir “Şütür Kasidesi” (Pektaş ve Ünal, 2013) ve yine aynı yüzyılda yaşayan Tatavlalı Mahremî’nin de “Şütür-nâme” adıyla mensur bir hikâyesi (Demirel, 2005) vardır. Beyitte “şütür” ile “hücre” ve “Tûr” ile “vâdî-i Eymen” arasında tenâsüb vardır.

Gönül nûr-ı tecellî ile ‘Âşık Tûra dönmişdür Fürûg-ı âfitâb-ı ‘âlem-ârâdan ferâgum var

Âşık Çelebi, Dîvân, G 83/6

“Ey ‘Âşık! Gönül tecellî nuru ile Tûr’a dönmüştür. Âlemi süsleyen güneşin nurundan vazgeçtim.”

Gönlünün tecellî nurları ile dopdolu olası yönüyle Tûr Dağı’na benzediğini söyleyen 16. yüzyıl şairlerinden Âşık Çelebi, bu beytinde kendisine nîdâ ile “‘Âşık” diye seslenmektedir. Şairin gönlündeki tecellî nûru o kadar kuvvetlidir ki şair, âlemi aydınlatan güneşin aydınlığından bile vazgeçmiştir. Zira güneşin aydınlığı maddî âleme aittir. Gönüldeki tecellî nuru ise ilâhîdir, manevî bir aydınlıktır. Beyitte gönül, Tûr’a teşbih edilmiştir. “Tûr, tecellî” kelimeleri arasında ve “âfitâb, fürûg, nûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

İdüp eczâmı kül ol âteş-i ruhsâr ser-tâ-pâ Sanasın yakdı Tûrı pertev-i envâr ser-tâ-pâ

Cinânî, Dîvân, G 1/1

“Yanağının ateşi uzuvlarımı baştan ayağa kül etti. Sanasın nurların parlaklığı Tûr’u baştan ayağa yaktı.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Cinânî ise mübalağa ile baştan ayağa yanıp tutuşan, kül olan bedenini tecellî nurlarının parlaklığı ile baştan ayağa yanan Tûr Dağı’na teşbih etmiştir. Bu teşbihte beden ile dağ arasında şeklî bir benzerlik vardır. Oysa tasavvufta Tûr Dağı, mecazî olarak insanın bedenini, maddî yönünü temsil eder. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yanağı rengi bakımından gül, gülistan, gülşen, gülzâr, gonca, lâle, şarap gibi unsurlara benzer (Canım, 2016: 102). Bu beyitte ise sevgilinin yanağı rengi ve parlaklığı bakımından ateşe teşbih edilmiştir. Ayrıca bu ateşin, âşığın bedenini yakıp kül edecek kadar güçlü olduğu ifadesinde de mübalağa vardır. “Kül, ateş, yakdı, pertev” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Şu âteşden yanar dâg-ı derûnı ehl-i 'aşkun kim Kül eyler nârınun bir lem'ası bin Tûr-ı Musa'yı Nev'î, Dîvân, G 537/3

"Aşk ehlinin içi yakan ateş öyle bir ateştir ki onun bir parıltısı bin tane Mûsâ'nın Tûr'unu kül eder."

Nev'î, ilâhî aşk ile dolu olan bir gönlü yakan aşk ateşinin bir parıltısının bile bin tane Tûr Dağı'nı kül edecek güçte olduğunu ifade ederek mübalağa yoluyla gönüldeki ilâhî aşkın yüceliğini bile getirir ve bu yüceliği dile getirirken de Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe telmihte bulunur. Beyitte "âteş, yanmak, kül, nâr, lem'a" kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

17. yüzyılın kaside ve hicivleriyle ünlü şairi Nef’i, içindeki âhın ateşini Tûr Dağı’nın ateşini alevlendirecek bir kıvılcım olarak tasavvur eder:

Olurdu vâdî-i Eymen gülistân-ı Halîlullâh Alevlendirse ger âh-ı derûnum âteş-i Tûrı Nef’î, Dîvân, K 35/40

“Tûr’un ateşi gönlümdeki/içimdeki âhı alevlendirse Eymen Vadisi, İbrahim Peygamber’in gül bahçesi olurdu.”

İbrahim Peygamber, Arapların ve İsrailoğulları’nın, kendinden sonraki nebilerin ve İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in atası olarak kabul edilen büyük peygamberlerdendir. Dinler tarihinde, diğer mucizelerinden ziyade Nemrud tarafından içine atıldığı ateşin gül bahçesine dönüşmesi ve kurban mucizeleri ile bilinir. Hanif lâkabı ve Halilullah adı ile de anılan İbrahim Peygamber, cömertliğine yapılan göndermelerde Halil İbrahim adıyla anılır (Pala, 2016: 196-197). Beyitte, İbrahim Peygamber’in atıldığı ateşin gül bahçesine dönüşmesi hadisesine ve Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşe telmihte bulunulmuştur. Ateşin Türk ve dünya edebiyatında sayısız esere konu olduğunu ve pek çok benzetmede kullanıldığını ifade eden Nesibe Yazgan Uslu, Klâsik Türk edebiyatı bağlamında ateşin öncelikle âşığın içinde bulunduğu aşk ıstırabı olduğunu, âşığın sevgilisine duyduğu hasretin kendisini ateş şeklinde gösterip âşığı yaktığını dile getirir. Ayrıca ateşin, Nemrud’un İbrahim Peygamber’i ateşe atması ve Sînâ Dağı’nda Mûsâ Peygamber'in yaşadığı hadise sebebiyle de şiirlerde sık sık telmih unsuru olarak kullanıldığını ifade eder (Yazgan Uslu, 2015: 1235-1236). Bir acı ünlemi olan âh, Klâsik Türk şiirinde aşk ateşiyle gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür. Âşık bazen öyle ateşli âh eder ki onun göğe doğru yükselen ateşinden gökteki yıldızlar, güneş ve ay yanıp tutuşur (Pala, 2016: 10). Bu beyitte ise şair, gönlündeki âhın kıvılcımlarının Tûr Dağı’ndaki ateşi alevlendirdiğini ifade ederek mübalağa yapmıştır. Ayrıca beyitteki “vâdî-i Eymen ile Tûr” kelimeleri arasında ve “gülistan, Halîlullâh, ateş ve alev” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Yine tâb-ı temîzî zerd idüp evrâk u eşcârı Dönüp her kûh-ı Tûr’a itdi peydâ her şecer-bârı

Nev’î-zâde Atâyî, Dîvân, K 5/1

“Yine temiz tabiatı ağaçları ve yaprakları sarartıp, her ışık saçan ağacı Tûr Dağı’na döndürüp ortaya çıkardı.”

17. yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî, Sadrazam Nâsûh Pâşâ için yazdığı bu kasidesinde sonbaharda sararan yapraklarıyla ışık saçan her ağacı Tûr Dağı’nın ağacına benzetmiştir. Şiirlerde “şecer-i Tûr” adıyla anılan bu ağaç, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’na ilk gidişinde yolunu kaybedip bir ateş ararken gördüğü, uzaktan bir ateş yalını zannedip yanına yaklaşınca aydınlığının Tanrı’nın nurundan olduğunu anladığı ağaçtır. Beyitte sararıp ışık saçan ağaç ve yaprakların Tûr Dağı’na döndürüldüğü söylenmiş ancak asıl olarak Tanrı’nın nuruyla ışık saçıp göz kamaştıran Tûr Dağı’ndaki ağaç kastedilmiş ve dolayısıyla mecaz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. Ayrıca beyitte “kûh-ı Tûr ile şecerve “evrâk ile eşcâr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

17. yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî üslûbunun önde gelen şairlerinden biri olan Fehîm-i Kadîm, "Dîvân"ında 16 yerde Tûr Dağı'ndan bahseder.

Tâ çeşm-i hakîkatle nigâh itmeye Mûsâ Hep Tûr idügin vâdi-i kuhsârı ne bilsün

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, K IV/5

“Mûsâ, hakikat gözüyle bakmadıkça, vadilerin ve dağların hepsinin Tûr olduğunu nereden anlasın?”

Fehîm-i Kadîm, bu beytinde hakikat gözüyle bakması bilen kişi için bütün dağ ve vadilerin aslında Tûr Dağı olduğunu, yani Tanrı’ya yakınlığın belirli bir mekân (Tûr Dağı) ile değil hakikat gözüyle bakmayı bilmekte olduğunu ifade eder. Zîrâ beyitte Mûsâ Peygamber dahi hakikat gözüyle bakmadıkça bütün vadi ve dağların Tûr olduğunu ne bilsin diyerek “hakikat gözüyle bakabilme”nin önemini dile getirmiştir.

Hüsni ki pertev sala bir gülşene

Hârları hep şerer-i Tûr' dur

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, G LXXIV/4 “(Sevgilinin) güzelliği, bir gül bahçesine ışık saçsa, o bahçenin bütün dikenleri Tur Dağı'nın kıvılcımı olur.”

Fehîm-i Kadîm, bu beytinde ise sevgilinin güzelliğini göz alıcılığı yönüyle ışığa, aleve benzetmiş ve sevgilinin güzelliğinin ışık saçtığı gül bahçesindeki dikenler ise şekil bakımından benzerlik kurularak kıvılcıma, Tûr Dağı'nın kıvılcımına benzetilmiştir. “Ateş” ve “Tûr Dağı” Sebk-i Hindî şairlerinin şiirlerinde ön plana çıkan kavram ya da imaj sayılabilecek unsurlardandır (Babacan, 2012: 432). Bu iki kavramı bir beyitte toplayan Fehîm-i Kadîm, bu noktada Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü alevler içindeki ağaca da telmihte bulunmuştur. Beyitte ayrıca “gülşen, hâr”, “şerer, pertev” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

17. yüzyılın Mevlevî şairlerinden Cevrî ise şu beytinde, Tûr Dağı'nı aşkın arşı olarak nitelemiştir:

Ben kelîm-i kelâm-ı râz-ı dilem Ârş-ı a‘lâ-yı ‘ışk Tûrumdur

Cevrî, Dîvân, G 46/3

“Ben gönül sırlarının sözlerini söyleyenim. Aşkın yüce arşı benim Tûr Dağı'mdır.” “Arş” kelimesi lügatte “çardak, çadır; çatı, dam; dokuzuncu gök; taht” gibi anlamlarla anılır (Devellioğlu, 2005: 39). “Göğün en yüksek yeri, en büyük felek kabul edilen, dinî ve tasavvufî birçok anlamı ihtiva eden arş kelimesi, Divan’da daha çok mimari unsurların yüksekliği ve güzelliğinin; memdûhun şahsı, makamı, ahlâkının güzelliği veya yüksekliğinin teşbih unsurudur (Aydın, 2010: 95).” Beyitte kendini Mûsâ Peygamber'e teşbih eden şair, Tûr Dağı'nı ise aşkın yüce arşı olarak nitelendirmiştir. "Kelîm" lügatte söz söyleyen, konuşan manasına gelmekte ayrıca Mûsâ Peygamber, Tûr-ı Sînâ'da Tanrı'yla konuşmasından dolayı bu unvanla anılmaktadır (Devellioğlu, 2005: 504). Beyitte, Tûr Dağı ile Kelîm arasında tenâsüb; ayrıca “kelâm, kelîm” sözcükleri arasında da iştikak vardır.

Sebk-i Hindî üslûbunu benimseyen 17. yüzyıl şairlerinden İsmetî, Dîvân'ında Tûr Dağı'ndan sadece bir beyitte söz eder:

Tahammül bâde-i hüsn ü cemâle hayli müşkildir Kemîne reşha-i câm-ı tecellî mest eder Tûrı İsmetî, Dîvân, G 104/3

“Güzellik ve cemâl şarabına dayanmak oldukça zordur, tecellî şarabının küçücük bir damlası bile Tûr’u sarhoş eder.”

Beyitte Tanrı’nın Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamber’e tecellîsi hadisesine telmihte bulunulmuştur. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda Tanrı’yı görmeyi dilediğinde “Len terânî” yani “Sen beni asla göremezsin.” cevabına muhatap olmuş ve Tanrı, “Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!” diye buyurmuştur. Tûr Dağı Tanrı’nın tecellî nuruyla paramparça olmuş, Mûsâ da baygın düşmüştür. Hüsn-ü mutlak olan Tanrı’nın güzelliği beyitte sarhoşluk verici özelliği yönüyle şaraba teşbih edilmiştir. Şair, tecellî şarabının küçücük bir damlası bile Tûr Dağı’nı paramparça etmişken güzellik ve cemâl şarabına dayanmanın zor olduğunu ifade etmiştir. “Sebk-i Hindî şairlerinin şiirlerinde ayrı bir yer işgal eden Tûr Dağı, şiirlerde nefsi ve maddi varlığı temsil etmesi sebebiyle tasavvufî anlamda da kullanılmıştır (Canım, 2016: 613).” Bu noktada “Tûr” kelimesini tevriyeli olarak hem “Tûr Dağı” hem de “insanın maddî yapısı” şeklinde anlamlandırmak gerekmektedir. Beyitte ayrıca “bâde, câm, mest” kelimeleri ve “Tûr, tecellî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Dîvân'ında 6 beyitte Tûr Dağı'ndan söz eden Ümmî Sinan, şu beyitte gönül-Tûr Dağı benzerliğine yer vermiştir:

Gönlümün Tûrında Musâ gibi ednâdur bu cân Hem tecellu nurına giryân olam her dem senün

Ümmî Sinan, Dîvân, G 92/3

"Bu can gönlümün Tûr'unda Mûsâ gibi (Tanrı'ya) yakın oldu. Her an senin tecellî nuruna ağlayayım."

Tûr Dağı'nı Tanrı'ya yakın olma hususunda bir makam olarak gören Ümmî Sinan bu noktada kendisini Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. Beyitte gönlün Tanrı'nın tecellî nurlarıyla dolu olması yönüyle Tûr Dağı'na benzerliği dile getirilmiştir. Beyitte geçen "ednâ" kelimesi daha yakın manasında olup “O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu.” mealindeki Necm Sûresi'nin 9. ayetinden kısmî iktibas yapılmıştır.

·        17. yüzyıl Klâsik Türk şiirinde önemli bir yeri olan şairlerden Nâ'ilî, Dîvân'ında 13 beyitte Tûr Dağı'ndan söz etmiştir.

Yazdıkça vasf-ı zâtını dest-i hayâlde

Pür-tâb olur zebân-ı kalem şem -i Tûr’dan

Nâ’ilî, Dîvân, K XXII/18

“Senin vasıflarını yazdıkça hayal elinde kalemin dili Tûr'un mumundan aydınlanır.” Sözlükte “insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı şey.” (Devellioğlu, 2005: 346) demek olan hayal, soyut bir kelime iken Nâ’ilî, bu beyitte hayali "dest" kelimesi ile somutlaştırmıştır. Klâsik Türk şiirinde hayal kavramının çeşitli teşbih ve mecazlarla kullanıldığını ifade eden Gülay Karaman, şairlerin “bahr, deryâ, arûs, şebistân, genc, gencîne, gevher, gülistân, çemenistân, bahâr, fânûs, mihr, mûm, deyr, sanem, büt, sümnât, meydân, murg, şâhîn, şehbâz, dest, âgûş” gibi kelimelerin yardımıyla hayal kavramını soyutluktan kurtararak somutlaştırdıklarını ifade eder (Karaman, 2016:

124). Bu beyitte ise hayal bir “el” olarak tasavvur edilmiştir. Hattat Mehmet Paşa'ya sunduğu kasidesinin bu beytinde şair, memdûhunu överken, onun vasıflarını dile getirirken kaleminin dilinin Tûr Dağı'nın mumundan, yani Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü tecellî ateşinden aydınlandığını ifade etmektedir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı’nda kendisine tecellî eden nurdan sonra nutka gelişine telmih yapılan bu beyitte şairin kalemi, hayal gücü sayesinde Mûsâ Peygamber gibi beliğ, fasih sözlerin tercümanı olur (Karaman, 2016: 124). Beyitte ayrıca “yazdıkça, kalem, zeban” ve “şem, pür, tâb” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Mûsâ göremez Tûr u şecerde bizi billâh Biz şu le-i sîmâ-yı tecellâda nihânız

Nâ’ilî, Dîvân, G 135/5

“Mûsâ, billâhi bizi Tûr Dağı'nda ve tecellî ağacında göremez. Biz tecellî yüzünün güzelliğindeki nurda gizliyiz.”

Bu beyitte ise Nâ’ilî, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine telmihte bulunmuştur. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda ve şecer-i Tûr'da Tanrı'yı Hz. Muhammed'in miraçta gördüğü gibi gerçekten görmemiş sadece konuşmuştur (İpekten, 2004: 196). Bu hususu Ömür Ceylan şöyle değerlendirir:

“Hz. Mûsâ, Allâhü Teâlâ'yı görmek istemiş fakat tecellîye tâkât getiremeyeceği bildirilerek yalnız mükâlemeye mazhar olmuştur. Bu sebeple Kelîm sıfatıyla anılır. Rü'yet-i hak Peygamber Efendimiz'e (sas) ise arşın fevkinde nasîb olmuştur. Yâni rü'yet, fenâ halindeki basîret gibi değildir ve Hz. Peygamber'e mahsustur. Hz. Mûsâ'nın rü'yeti âlem-i zâhirde taleb ettiği, Hak Teâlâ'nın "dağa" (7/143) buyurmasından anlaşılıyor. Resûlullâh'ın makâmı makâm-ı rü'yet ve Hz. Mûsâ'nın makâmı makâm-ı hitâbdır ki bu makâmda baştan ayağa gûş kesilmiştir.” (Ceylan, 2000: 681)

Mûsâ Peygamber, maddeye ait bir peygamberdir (İpekten, 2004: 196). Tanrı'yı da dünya gözüyle görmeyi dilemesi, ancak Tûr ve şecerde görememesi de dağ ve ağacın da madde olmasından dolayıdır (İpekten, 2004: 197). Yüz tasavvufî açıdan, Tanrı'nın insanda tecellî ettiği yer olarak algılanmış olup aydınlık ve parlak olması sebebiyle vahdeti sembolize eder (Canım, 2016: 131). Yüzdeki tecellî nuru ise manevîdir.

Manevî bir aydınlık olan tecellî nurunda gizli olan Tanrı'yı Mûsâ Peygamber'in dünya gözüyle görmesi mümkün değildir. Beyitte "Mûsâ, Tûr, şecer, tecellâ, şu'le" kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Neşâtî ise şu beytinde sevgilinin yanağını parlaklığı yönüyle Tûr Dağı'nın ateşine/mumuna benzetmiştir:

Mihr-i ruhun ki şem‘-i şebistân-ı Tûrdur Bir nim-zerre şu‘lesi ‘alem-güdaz olur

Neşâtî, Dîvân, G 32/3

“Yanağının güneşi ki Tûr gecesinin mumudur. Bir parça alevi bile âlemi eritir/yakar.”

Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yüzü başlı başına güneşe teşbih edilmesinin yanı sıra zaman zaman yanak da güneş gibi tasavvur edilebilir (Ay, 2009: 132). Neşâtî,

sevgilinin yüzünü parlaklığı yönüyle güneşe teşbih ederken diğer taraftan Tûr Dağı'nın mumu ile ilişkilendirir. “Tûr gecesinin mumu” ibaresi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'ndaki macerasına da telmihte bulunulmuştur. Mûsâ Peygamber, Medyen'den ailesiyle birlikte ayrılıp yola düştükten sonra Tûr Dağı'nda soğuk bir gece vakti yolunu kaybeder, ıslanan çakmağı da ateş almayınca çaresizlik içinde kıvranırken uzakta parlayan bir ateş görür, yol sormak ve ateş almak maksadıyla gördüğü ateşe yaklaşınca ateşin bir ağaçtan çıktığını fakat ağacı yakmadığını görür (Aydemir A. , 2014:122; Canım, 2016: 613). Şair, sevgilinin yanağının güneş gibi parlak ve yakıcı olmasının yanı sıra Tûr Dağı'ndaki tecellî ateşi gibi manevî bir nuru olduğunu da ifade etmektedir. Nitekim tasavvufta da yüz vahdeti sembolize eden bir unsurdur. Sevgilinin güneş gibi parlak olan, Tûr Dağı'ndaki tecellî ateşine benzeyen yanağının alevinin bir zerresinin bile âlemi eritecek/ yakacak kadar kuvvetli bir yakıcılığa sahip olduğu ifade edilerek mübalağa yapılmıştır.

Bir bencileyin cân ile dîdarına âşık Bir sencileyin meş‘ale-i Tûr ele girmez Fevzî, Dîvân, G 72/7

“Benim gibi yüzünün güzelliğine âşık bir can ile senin gibi Tûr meşalesi ele girmez.” Şiirlerinde Sebk-i Hindî üslûbu özellikleri görülen 17. yüzyıl şairlerinden Fevzî, bu beytinde sevgiliyi göz alıcı güzelliği yönüyle Tûr Dağı'nın meşalesine/ateşine teşbih etmiştir. Bu benzetmede ayrıca Tûr Dağı'nın yüceliğinde sevgilinin erişilmezliği, sevgiliye ulaşmanın zor olduğu anlamı da sezdirilmektedir. Boyu Tûr Dağı gibi uzun olan sevgilinin Tûr Dağı'nın ateşi gibi parlak ve nurlu yüzünün güzelliğine meftûn; aciz, zavallı bir âşık portresiyle karşımıza çıkan şair, sevgilinin boyunun uzunluğu, yüzünün göz alıcı parlaklığı ölçüsünde kendi aczini dile getirerek hem bir mübalağa yapmış hem de bir tezat oluşturmuştur. Ayrıca beyitte “dîdâra âşık olma” ve buna erişememe durumu ile “meş'ale-i Tûr” terkibi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine telmihte bulunulmuştur.

Dil ki murg-ı lâne-zâd-ı nâr-ı İbrâhîmdür Şu’le-zâ-yı gülsitân-ı Tûrdur her nağmesi

Besnili Nehcî Dede, Dîvân, G 340/3 “Gönül, İbrahim'in atıldığı ateşteki yuvasında doğmuş bir kuştur ve onun her bir nağmesi Tûr'un gül bahçesinde kıvılcımlar saçar.”

17. yüzyıl şairlerinden Besnili Nehcî Dede bu beyitte kuşa teşbih ettiği gönlün İbrahim Peygamber'in atıldığı ateşte bir yuvası olduğunu, bu yuvada doğduğunu ve bu kuşun nağmelerinin kızıllığı ile bir gül bahçesini andıran Tûr Dağı'nda kıvılcımlar saçtığını dile getirirken gül-bülbül mazmununa yer vermiş ve ayrıca İbrahim Peygamber'in ateşe atılması hadisesi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda ilâhî nuru görüp de ateş sanması hadisesine telmihte bulunmuştur. Beyitte ayrıca “murg, lâne, gülsitân, nağme” kelimeleri arasında; “nâr, İbrahim” kelimleri arasında ve “Tûr, şu'le, nâr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

17. yüzyılın yaşayan ve hikemî şiirin öncüsü olan Nâbî de şu beytinde gönlü bir “tecellîgâh” olarak tasavvur eder:

Tîre-hâl ü zahmdâr ü pür-gubâr olsa n’ola Girde-i nakş-ı tecellîgâh-ı Eymendür gönül.

Nâbî, Dîvân, G 490/7

"Gönül bazen karanlık, yaralı, tozlu da olsa bir şey olmaz. O (gönül), Eymen / Tûr Dağı gibi tecellîlerin merkezidir."

Beyitte Nâbî, gönlün zaman zaman türlü dert ve sıkıntılarla yaralanmış, kimi zamanda karamsarlığın karanlığına bürünmüş, keder tozlarına bulanmış olsa da her hâlükârda Tanrı'nın tecellî nurlarının mekânı olduğunu, bedenin/benliğin Tûr Dağı'na teşbihinden hareketle gönlün ilâhî tecellîlerin odak noktası olduğunu dile getirmektedir. “Eymen, tecellîgâh” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Sebk-i Hindî şairlerinden Arpaemînizâde Sâmî ise sevgilinin cemâlinin şimşeğini Tûr Dağı'ndaki ateşe benzetir:

Tûr-i ‘aşkam ben tecellîden beri ey mâh-rû Şu’le-i berk-i cemâlün nâr-i Eymendür bana

Arpaemîni-zâde Sâmî, Dîvân, G 7/3

“Ey ay yüzlü! Ben tecellîden beri aşkın Tûr’uyum. Cemâlinin şimşeğinin kıvılcımı benim için Tûr Dağı’ndaki ateştir.”

Beyitte “Eymen, Tûr, tecellî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. “Eymen” diye bahsedilen yer, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda Tanrı tecellîsine mazhar olduğu yerdir. “Tasavvufi şiirde, evrende her zerre ilâhî manayı gösteren birer tecellîdir. Görebilene tüm kâinat tecellî nurlarıyla dolu gözükür. Tanrı'nın tecellîsinin görülebildiği her yer, her olgu, her yaratılmış, her gönül Tûr'dur. İnsanın gönlü ve cismi de Tanrı'nın tecellî ettiği yer olarak Tûr'a benzetilir.” Şair sevgiliyi gördüğü andan beri gönlünün bir tecellî yeri olduğunu ifade etmektedir. Sevgilinin cemalinin şimşeğinin kıvılcımlarını da Tûr Dağı‘ndaki ateşe benzetmiştir. Gönlünü aşkın Tûr’u yapan şair, sevgilinin cemalinden dolayı gönlünde hâsıl olan ateşi, kıvılcımları da Tûr Dağı’ndaki yanan ateşe, ağaca benzetmiştir. Şimşek ile Tûr Dağı’ndaki yanan ağaç arasında parlaklık ve şekil bakımından da bir benzerlik söz konusudur.

Üslûp bakımından Nâbî'nin yolundan giden bir hikemî tarz şairi olan 18. yüzyıl şairlerinden Haşmet ise yazmış olduğu Ramazaniye'de minareleri Tûr Dağı'nın ağacına benzetir:

Oldu her câmi-i vâlâ cebel-i Nûr’a nazîr Her minâre şecer-i Tûr gibi şule-feşân

Haşmet, Dîvân, K 20/3

“Her kutsal cami Nûr Dağı'na benzedi, her minare ise Tûr Dağı'nın ağacı gibi ışık saçmakta.”

Ramazan aylarında camilerin, minarelerin mahyalarla aydınlatılıp süslenmesi geleneğinin vurgulandığı beyitte şair, camileri Muhammed Peygamber'e ilk vahyin geldiği dağ olan Nûr Dağı'na, minareleri ise şekil ve parlaklık bakımından Tûr Dağı'nın ağacına teşbih etmiştir. Ayrıca beyitte cami-minare kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        18. yüzyılın Mevlevî şairlerinden Esrâr Dede ise vücudunu cılızlığı bakımından Eymen Vadisi'ndeki ağaca benzetir:

Nahle-i “Vâdî-i Eymen”dir bu cism-i lâgarım

Şu‘le-i Tûr-ı tecellî berk-i âhımdır benim

Esrâr Dede, Dîvân, G 178/10

“Bu cılız bedenim Eymen Vadisi'nin ağacıdır. Tecellî Tûr'unun kıvılcımları benim âhımın şimşeğidir.”

Cılız bedenini mübalağa yoluyla kuru bir ağaca teşbih eden, düşkün bir âşık portresi çizen Esrâr Dede onu Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber'in gördüğü ağaç ile özdeşleştirir. Klâsik Türk edebiyatındaki âşık portresinin en önemli özelliklerinden biri de çektiği âhlardır. Âhını göğe yükselmesi, yakıcılığı ve parlaklığı yönüyle gökle ilgili bir unsur olan şimşeğe teşbih eden şair, Tûr-ı şecerin kıvılcımlarının aslında kendisinin âhının şimşekleri olduğunu ifade eder. Beyitte “nahle-i Vâdi-i Eymen” ile “şu‘le-i Tûr-ı tecellî” arasında tenâsüb vardır ve Mûsâ Peygamber'i Tûr'da gördüğü yanan ağaca da telmihte bulunulmuştur.

18. yüzyıl şairlerinden Şeyh Gâlib ise şu beytinde şecer-i Tûr ile darağacı arasında bir ilgi kurar:

Aşk âteş-i tecellî-i Mansûrdur bana Her çûb-ı dâr bir şecer-i Tûrdur bana

Şeyh Gâlib, Dîvân, G 1/1

“Aşk, benim için Mansûr’da tecellî eden ateş gibidir. Her darağacı, benim için Tûr dağındaki ağaçtır.”

Gâlib için, aşk Mansûr’da görünen ateş; darağacı da Tûr Dağı’ndaki ağaçtır. Hallâc-ı Mansûr (857-922), edebiyatta çokça anılan ünlü bir sûfîdir. Şeriata uymayan sözlerinden ve hususiyle “Ene’l-Hak” demesinden dolayı fakihlerin fetvasıyla önce bin değnek vurulmuş, sonra el ve ayakları kesilmiş, nihayet asılmış ve vücudu yakılıp külü Dicle’ye atılmıştır. Mansûr, tarikat mensupları ve mutasavvıflar arasında maksat ve gaye uğrunda Allah yolunda asılmayı göze alan bir fedai timsalidir. Klâsik Türk şiirinin en mühim mazmun teşkil eden bir mevzuudur (Onay, 2007: 266-267). Tasavvufta en önemli unsur aşk olup, mutasavvıflara göre Tanrı’ya ancak aşk yoluyla varılır. Madde olan Tûr Dağı, aşk tecellî ettiği zaman parça parça olmuştur. Mansûr, ilâhî aşk ile kendinden geçmiş ve kendini feda ederek fenâfillâha erişmiştir (İpekten, 2006: 41). Mansûr’da tecellî eden ve onu darağacına oradan da Tanrı’ya kavuşturan aşktır. Mansûr, dâr, ateş kelimeleriyle Mansûr’un ölümüne telmihte bulunulmuştur. Şair, kendisinin de Mansûr gibi ilahî aşkın esiri olduğunu anlatmaktadır.

Çalışmada dîvânları taranan 85 şairden 63'ü toplamda 364 beyitte Tûr Dağı'ndan bahsetmişlerdir. Tablo ve grafikten elde edilen bulgulara göre Tûr Dağı'nı en çok zikreden şair Nesîmî'dir. Daha sonra Yûnus Emre, Yahyâ Bey ve diğer şairler gelmektedir. Dîvânları taranan 13.-14. yüzyıl şairlerinin divanlarında (4 şair) 63 beyitte, 15. yüzyıl şairlerinin divanlarında (11 şair) 27 beyitte, 16. yüzyıl şairlerinin divanlarında (27 şair) 74 beyitte, 17. yüzyıl şairlerinin divanlarında (19 şair) 104 beyitte, 18. yüzyıl şairlerinin divanlarında (13 şair) 79 beyitte ve 19. yüzyıl şairlerinin divanlarında (4 şair) 17 beyitte Tûr Dağı'ndan söz edilmiştir. Bu sonuçlara göre özellikle 17. yüzyıl şairleri şiirlerinde diğer yüzyılların şairlerine göre Tûr Dağı'na daha geniş ölçüde yer vermişlerdir. Bunda Sebk-i Hindî akımının etkisi söz konusudur. Şairler genellikle aşağıdaki hususlar etrafında Tûr Dağı'ndan bahsederek Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunmuşlardır:

·        1.  Gönül tecellî nurlarıyla dopdolu olması yönüyle Tûr Dağı'na benzetilmiştir.

·        2. İlâhî tecellîye mazhar olma ve Tanrı'ya yakınlık makamı olarak görülmüştür.

·        3. Gönlünü masivadan temizleyen kimselerin Tûr Dağı gibi tecellîye mazhar olacağı ifade edilmiştir.

·        4.  Aşkın yüce arşı olarak nitelenmiştir.

·        5. Kimi şairler saçının başının ağardığını ve bu haliyle nurlara gark olmuş Tûr Dağı'na benzediğini ifade etmişlerdir.

·        6.  Sevgilinin boyu uzunluğu dolayısıyla Tûr Dağı'na teşbih edilirken sevgilinin yanağı da rengi ve parlaklığı dolayısıyla bu ağacın üzerinde bir ateş olarak tasavvur edilmiştir.

·        7.  Sevgilinin yanağı kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı'na, Tûr Dağı'nda yanan tecellî ateşine benzetilerek sevgilinin yüzünde görülen ilâhî kudretin tecellîsi ifade edilmiştir.

·        8. Kimi beyitlerde çiçeklerle donanmış bir ağaç, kimi beyitlerde de mahyalarla süslenmiş bir minare renk ve şekil benzerliği kurularak, tecellî nurlarına gark olmuş Tûr Dağı'na benzetilmiştir.

·        1.4.1. Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamberin Gördüğü Ateş

Mûsâ Peygamber, Şuayip Peygamber’in yanında on yıl hizmette bulunduktan sonra Medyen’den ayrılıp Tûr Dağı’na doğru yönelir. Gece vakti yolunu şaşırdığında uzaktan bir ateş görür. Ateşe yaklaştığında en alt dallarından en tepesine kadar bembeyaz bir ateş kuşanmış ve olabileceği en büyük ateşle ve ışıkla tutuşmuş yanmakta olan yemyeşil ağaç görür (Şahinler, 2012: 20). Bu ağaçtan Klâsik Türk edebiyatı şairleri “nahl-i tecellâ” ve “şecer-i Tûr” diye söz ederler. Mûsâ Peygamber’in gördüğü ateşle ilgili olarak bazı müfessirler Mûsâ Peygamber’in görmüş olduğunun aslında ateş olmayıp, tersine Allah’ın nuru olduğu görüşündedir ve onlara göre ateş kelimesinin zikredilme nedeni ise Mûsâ Peygamber’in onu ateş zannetmesinden kaynaklanmaktadır (Şahinler, 2012: 20). Klâsik Türk edebiyatında şairler, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ilâhî nuru ateş sandığında söylediği “ânestü nâra” sözünü de bir telmih unsuru olarak kullanmışlardır. Bilhassa bu şairlerin başında 14. yüzyıl şairlerinden Nesîmî gelir.

Ânestü nâran şerhine Mûsâ ne bilsin yâ şecer Anı bana sor sen ki ben ol nûr u ol nâr olmuşum Nesîmî, Dîvân, G 250/2

“Bir ateşe yaklaştım, demek suretiyle görünen nûru ateş sanan Mûsâ ve o ağaç, bundaki sırrı ne bilsin? Sen bunu bana sor ki ben hem o beliren nur, hem o ateş olmuşum.”

Kur'ân-ı Kerîm'de (Tâ Hâ Sûresi 20/10) konuyla ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in geceleyin ailesine bir ateş gördüğünü, ondan kendilerine bir parça getirebileceğini veya orada bir rehber bulabileceğini söylediği anlatılmaktadır. “Bir ateş gördüm.” anlamındaki “ânestü nârân” lafzının Nesîmî tarafından birçok şiirde iktibas edildiğini dile getiren Reyhan Keleş, Nesîmî’ye ait bu tarz ifadelerin fenâ makamında vecd halinde söylenmiş sözler olduğunu dile getirir (2013: 109). Gönlünde tecellî eden ilâhî nurların şevkiyle adeta sarhoş olmuş, tüm benliğini kaybedip tasavvufî tabiriyle fenâfillah mertebesinde erişmiş olan şair bu noktada Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda görüp de ateş sandığı ilâhî nurun da ateşin de kendisi olduğunu ifade eder. Mûsâ Peygamber'in de Tûr-ı şecerin de ilâhî tecellînin sırrına eremediğini dile getirirken gönlündeki ilâhî aşkın verdiği sarhoşluğun şiddetini de mübalağa yoluyla ortaya koyar.

Çalışmanın örneklemini oluşturan dîvânlardan Ahmedî Dîvânı'nda 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinilmiştir:

Mûsi-yi ‘İmrân bigi bah agaca gör nice Şem‘-i şükufe yanar tal u budag üstine

Ahmedî, Dîvân, G 597/2

“İmrânoğlu Mûsâ gibi ağaca bak, dal ve budak üstünde yanan çiçeğin mumunu gör.” Ağacın dal ve budakları üzerinde açan çiçekleri göz alıcı rengi ve kızıllığı ile şair alev olarak tasavvur ederek bu hâli ile ağacı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda görüp de ateş sandığı ilâhî nurun yansıdığı ağaca teşbih etmiştir. İmrân oğlı Mûsâ'nın Tûr'daki ağaca bakması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “ağaç, şükûfe, dal, budak” kelimeleri arasında ve “şemc, yanmak” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Çalışmanın örneklemini oluşturan Şeyhî Dîvânı'nda 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinilmiştir:

Bülbül kelâmın anla ki dîdâr-ı gül sana Yaprak içinde görüne çün âteş-i Kelîm

Şeyhî, Dîvân, Mus 2-I/9

“Bülbülün sözünü anla ki gülün yüzü sana yeşil yaprak içinde Kelîm'in ateşi gibi görünsün.”

Yeşil yaprak içindeki gülün yüzünü gülün kırmızı renginden, kızıllığından dolayı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzeten şair, gülün didarının ancak bülbülün sözünün anlaşıldığında görülebileceğini dile getirirken “Kelîm” ve “dîdâr görmek” kelimeleri ile arka plânda Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi istemesi mazmununa yer verir. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda ateş sandığı nura doğru yaklaştığında o nurun böğürtlen (Mûsâ ağacı) veya Avsece ağacından yalınlandığını, ta semâdan oradaki büyük bir Avsece ağacına kadar uzandığını, dumansız büyük bir ateş olduğunu ve yeşil bir ağacın ortasından yalınlandığı hâlde ağacın yeşilliğini artırmaktan başka bir şey yapmadığını görür (Köksal, 2016: 25). Beyitte yeşil yaprak içinde gülün dîdârının görünmesi ibâresiyle bu hususa telmihte bulunulmuştur. Beyitte geçen “kelâm” ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşmasından dolayı aldığı ünvan olan “Kelîm” aynı kökten türeyen kelimeler olduğundan ötürü iştikak sanatı vardır. Ayrıca “bülbül, gül” ve “gül, yaprak” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

·        15. yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî ise Dîvân'ında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinmiştir:

Dem-be-dem Mûsî bigi Hakk’a münâcât idesin Göstere sana anun himmeti Tûr u şeceri

Karamanlı Aynî, Dîvân, K 31/28

“Mûsâ gibi an be an Hakk’a yakarışta bulunasın. Sana onun (Tanrı’nın) himmeti Tûr Dağı’nı ve ağacı sana göstere.”

Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda yakarışta bulunarak Tanrı’yı görmeyi diler. Onun bu yakarışına Klâsik Türk Edebiyatı şairleri şiirlerinde sıkça yer verir. 15. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Karamanlı Aynî de Mûsâ Peygamber gibi ısrar ve samimiyetle yakarışta bulunulduğunda Tanrı’nın himmeti ile tecellîye mazhar olunabileceğini dile getirmiştir. Beyitte Mûsâ Peygamber’in yakarışına ve Tûr Dağı’nda gördüğü ağaca telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “Tûr, şecer, Mûsâ” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

Rûz-u şeb şevk-ı tecellâ-yı cemâl-i dil-rübâ

Berk urur gönlümde nâr-ı Vâdî-i Eymen gibi

Zâtî, Dîvân, G 1762/2

“Gönül alan sevgilinin cemâlinin tecellîsinin şevki gönlümde gece gündüz Eymen Vadisi'nin ateşi gibi şimşek çakar.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Zâtî ise bu beytinde sevgilinin cemâlini görme iştiyakıyla gece gündüz yandığını, bu iştiyakın gönlünde adeta Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateş gibi şimşekler çaktığını ifade etmektedir. Mûsâ Peygamber'in kıssası bağlamında sevgilinin cemâlinin görünmesi Tanrı'nın tecellîsine, bu iştiyakla gece gündüz yanan âşığın gönlündeki ateş ise Eymen Vadisi'nin ateşine teşbih edilmiştir.

16. yüzyıl şairlerinden Behiştî, Dîvân'ında bir tek şu beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinir ve sevgilinin yanağının rengini Tûr Dağı'nın ateşine benzetir:

Ruh-ı yâri görünce karşudan ‘ussum gidüp düşdüm Temâşâ eyledüm Mûsî gibi san ‘âteş-i Tûr’ı Behiştî, Dîvân, G 505/2

“Karşıdan sevgilinin yanağını görünce aklım gitti, düştüm. Sanki Mûsâ gibi Tûr Dağı'nın ateşini seyrettim.”

Klâsik Türk şiiri geleneğinde sevgilinin yanağı kırmızılığı, beyazlığı, parlaklığı, yuvarlaklığı ve üstündeki ayva tüyleri ile şairin dikkatini çeken bir güzellik unsuru olup çeşitli teşbihlere konu olmuştur (Ay, 2009:  132). Behiştî ise bu beyitte

sevgilinin yanağının parlaklığını Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe, ilâhî nûra teşbih etmiştir. Mûsâ Peygamber'in kıssasında anlatıldığına göre Tanrı, Mûsâ Peygamber'in isteği üzerine dağa tecellî etmiş, bu tecellîye bakmaya dayanamayan Mûsâ Peygamber aklı gidip düşüp bayılmıştır. Beyitte bu hususa telmihte bulunulmuş, Mûsâ Peygamber'e teşbih edilen âşığın canı sevgilinin tecellî etmesine dayanamadığı için Mûsâ Peygamber'e benzemektedir.

16. yüzyılda yaşayan, asıl adı Yahyâ olan Nev'î ise şu beytinde sonbaharda yaprakları sararan ağacı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetir: Çemenlerde zahir olup genc-i Karun Şecer nâr-ı Mûsâ'nun oldı misâli

Nev’i, Dîvân, K 52/2

“Çimenlikte Kârûn'un hazinesi göründü, ağaç Mûsâ'nın ateşi gibi oldu.”

Klâsik Türk şiirinde kasidelerin nesib bölümünde en fazla işlenen mevsim bahar olmakla birlikte diğer mevsimlere de yer verilir. Nev'î'nin bu beytinin yer aldığı kaside bir hazaniyyedir. Çemen, ağaç ve yaprak Klâsik Türk şiirinde hazan mevsimi ile ilgili unsurların başında gelir. Hazan mevsiminde ağaçlar sararan yapraklarıyla şairlere farklı ilhamlar verir. Ağacın dalında sararan her yaprak şekli ve rengi dolayısıyla altına benzetilir ve sararan yaprakların rüzgâr etkisiyle yere dökülmesiyle bahçeler altınla dolar (Erkal, 2001: 113). Edebiyatta zenginliği ve cimriliği ele alınan Kârûn, Mûsâ Peygamber'in kavminden hatta akrabalarındandır. Çok zengin ancak cimri ve zalim bir kimse olan Kârûn Tanrı tarafından kendisine büyük bir servet verilmesine rağmen zekât vermeyerek zenginliği ile kibirlenmesi yüzünden Mûsâ Peygamber'in duası vasıtasıyla servetiyle birlikte yere geçmiştir (Pala, 2016: 258).

Çimenlikte yerde biriken sarı yaprakları şair altın gibi sarı olması, çok olması ve yere serili olması yönüyle Kârûn'un hazinesine benzetmiştir. Üzerinde sararmış yapraklarıyla ağacı ise bu hâliyle renginin ateşi andırmasından hareketle Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe, şecer-i Tûr'a benzetmiştir. Şecer-i Tûr'a ve Kârûn'un zenginliğine telmihte bulunulan bu beyitte şecer ile çemen kelimesi arasında, ayrıca “genc-i Kârûn” ile “Mûsâ” arasında tenâsüb vardır.

Çalışmanın örneklemini oluşturan eserlerden Âgâh Dîvânı'nında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinilmiştir. Âgâh aşağıdaki beytinde şairliğini övmek maksadıyla “kalem”i ile “nahl-i tecellî” arasında ilişki kurar:

Nihâl-i hâme-i Âgâhdan gayri bu gülşende

Eger nahl-i tecellî olsa huşk oldukda bersüzdür

Âgâh, Dîvân, G 46/5

“Bu gül bahçesinde Âgâh'ın kaleminin fidanından başkası tecellî ağacı bile olsa kuruduğunda meyvesizdir.”

Şairlik sanatını bir gül bahçesine benzeten şair, kaleminin fidanının bu gül bahçesinde çokça meyve verdiğini ifade ederek şairlik gücünü över. Bu övgüyü dile getirirken Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda ilâhî nurla parlamakta olarak gördüğü ağaca da telmihte bulunarak, Tanrı'nın tecellîsi ile nûrlanan fidan gibi değerli bile olsa kuruduğunda meyve veremeyeceği için değersizleşeceğini dile getirir. Zira çokça meyve verdiği yani velut bir şair olduğu için kaleminin fidanı şairlik gül bahçesinde nadide bir fidan gibi olup diğer kuru ağaçlardan üstündür. Beyitte “nihâl, nahl, ber, gülşen” kelimleri arasında tenâsüb vardır.

Çalışmada dîvânları taranan 85 şairden 17'si toplamda 59 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinmişlerdir. Konuyla ilgili en fazla beyit Nesîmî'nin

Dîvânı'nda geçmektedir. Yüzyıl bazında ise konuyla ilgili en fazla beyit 14. yüzyıl dîvânlarında yer almakta iken 19. yüzyıla ait dîvânlarda bu konuya ilişkin hiç beyit tespit edilmemiştir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşin dîvânlarda ne şekilde yer bulduğu kısaca şöyle ifade edilebilir:

·        1. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe şairler “ânestü nâra” iktibası ile “âteş- i Kelîm”, “âteş-i Mûsâ”, “nâr-ı Mûsâ”, “âteş-i Tûr”, “nahl-i tecellî”, “şemc-i Tûr”, “nâr-ı Eymen”, “nihâl-i Tûr”, “şu‘le-i Tûr” gibi terkipler ile telmihte bulunmuşlardır.

·        2. Tasavvufî anlam boyutunda âşığın gönlündeki aşk ateşi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateş özdeşleştirilmiştir.

·        3.  Sevgilinin yanağı ateş gibi göz alıcı parlaklığı sebebiyle Tûr Dağı'nın ateşine benzetilmiştir.

·        4.  Ağaçlar sonbaharda sararan yapraklarıyla, ilkbaharda da açtığı göz alıcı parlaklıktaki çiçekleriyle “şecer-i Tûr”'a benzetilmiştir.

·        5.  Şairlerin, şiirlerini övmek amacıyla kalemlerini, Tanrı’nın tecellîsine mazhar olmuş Tûr Dağı'ndaki kutsal fidana benzettikleri de olmuştur.

·        1.4.2. Şeytan ile Karşılaşması

Yûnus Emre, Dîvân'ınında yer alan 356. gazelde (8-18. beyitler) Mûsâ Peygamber ile ilgili diğer dîvânlarda yer almayan farklı bir hikâyeye yer vermiştir. Hikâyede Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na giderken akan bir su gördüğü, suyun nereden geldiğini takip ederken ağlamakta olan İblis ile karşılaştığı ve bu suyun da onun göz yaşları olduğunu gördüğü, Mûsâ Peygamber'in İblis'e “agladugun nedendir” diye sorduğunda İblis'in :

Mukarrrebdüm Mûsâ ben ol Hakk'un dergâhında Götürdi urdı yire işümi şer eyledi (G 356/13) Sen bilmez misin Mûsâ ben neden ayrıldugum Şunlar ögüme düşdi beni humâr eyledi (G 356/14) Vargıl digil yâ Mûsâ rahmet eylesün bana Tevbe kılup işine hoş istigfâr eyledi (G 356/15)

diye cevap verdiği, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya münacatta bulunmak üzere Tûr Dağı'na vardığı ancak şeytanın af dileğini Tanrı'ya iletmeyi unuttuğu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e İblis hakkında Âdem'e secde ettiği takdirde ona rahmet edeceğini söylediği anlatılır.

·        1.4.3. Tanrı ile Konuşması /Tanrı'yı Görmek İstemesi / Kelîmu'llâh Oluşu

Mûsâ Peygamber'in dünyada iken Tanrı'yı görmek istemesi hâdisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde anlatılmaktadır:

“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca 'Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi): 'Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!' buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A'râf, 7/143)

Klâsik Türk edebiyatı şairleri sevgilinin dîdârını arzulama bakımından, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi hâdisesine telmihle, kendilerini Mûsâ Peygamber'e benzetmişlerdir ve sevgilinin cemâlini görmek isteyen âşıkların gönüllerini Mûsâ Peygamber gibi temiz tutmaları gerektiğini belirtmişlerdir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşması hususuna vurgu yapmak isteyen şairler Mûsâ Peygamber'den “Kelîm” yahut “Kelîmu'llâh” diye bahsetmişlerdir.

·        1.4.3.1. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile Konuşması

A‘râf Sûresi'nin 143. ayetinin Klâsik Türk edebiyatında şairlerin en çok iktibas ettikleri ayetlerden biri olduğunu dile getiren Reyhan Keleş özellikle de ayette geçen “erinî” lafzı ile “len terânî” lafzının iktibas edildiğini ifade eder (2013: 59). Klâsik Türk edebiyatı şairleri bu lafızların iktibası ile Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuşlardır. Mûsâ Peygamber'in “Rabbim bana kendini göster.” diye yalvarmasını âşıklık gereği vuslat dileme olarak nitelendirmişlerdir (Güler, 2006: 99). Bu bölümde söz konusu lafızların iktibâs edildiği beyitlere değinilecektir.

13. yüzyıl sonu ile 14. yüzyıl başlarında yaşamış olan Yûnus Emre, sadece bir beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yla konuşmasına değinirken "len terânî" iktibasına yer vermiştir:

Kim göre anı ‘ıyân kim diye nakş u nişân Sözi len terânîdür Mûsâ'ya Tûr içinde Yûnus Emre, Dîvân, G 305/ 4

“Tûr içinde Mûsâ'ya sözü ‘Len terânî’ iken O'nu kim ayan beyan görebilir, kim tarif edebilir.”

Tanrı'yı insanın bu dünyada yaşarken görmesi mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de “Gözler O'nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (En'âm, 133: 6/103) ayetinde bu husus beyan edilmektedir. Yûnus Emre bu beyitte, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istediğinde “len terânî” cevabına muhatap olduğuna telmihte bulunmuş ve “len terânî” lafzını iktibâs etmiştir.

Klâsik Türk Edebiyatı, 14. yy. şairlerinden Seyyid Nesîmî, 6 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yla konuşmasına değinirken “len terânî”, “erînî”, “innî ena’llâh” iktibâslarına yer vermiştir:

Geldi Mûsâya len terânî cevâb Erinî vakti Tûr dağından

Nesîmî, Dîvân, G 333/7

“Mûsâ'ya Tûr Dağı'ndan "erînî" dediği vakit "len terânî" cevabı geldi.”

Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'ya “Bana zâtını göster.” diyerek münacatta bulunduğunda “Sen beni asla göremezsin!” cevabına muhatap olması hadisesine telmihte bulunan Nesîmî, konuyla ilgili A‘râf Sûresi'nin 143. ayetinden kısmî iktibâsa (“Len terânî” ve “erînî” lafızları) da yer vermiştir.

Klâsik Türk Edebiyatı, 14. yy. şairlerinden Ahmedî, 7 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşması hadisesine konuyla ilgili ayetten iktibâslar da yaparak değinmiştir:

Niçe kim göreyim direm yüzini Cevâbı bu olur kim “len terânî”

Ahmedî, Dîvân, G 674/2

“Cevabı len terânî iken ben nasıl yüzünü göreyim diyebilirim?”

Klâsik Türk şiirinde sevgili ulaşılmaz olduğu için âşığın hayaliyle yetindiği soyutlanmış bir tiptir (Gönel, 2010: 209). Yine Tanrı'yı da dünya gözüyle görmek mümkün değildir. Zîrâ Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın dîdârını görmeyi arzulayarak “erînî” dediğinde “len terânî” cevabına muhatap olmasının sebebi de Tanrı'yı dünya gözüyle görmenin imkânsız olmasıdır. Klâsik Türk şiirinde aşkın, beşerîden ilahî olana doğru geliştiği ve çoğu kez ikisinin yan yana, iç içe anlatıldığı (Gönel, 2010: 210) göz önünde bulundurulacak olursa beyitte özlenen, şairin görmeyi arzuladığı, ama dünya gözüyle görmesinin imkânsız olduğu dîdâr da hem beşerî hem de ilâhî aşk bağlamında değerlendirilebilir. Beyitte “len terânî” lafzına yer vererek kısmî iktibâs yapan şair, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi hâdisesine de telmihte bulunmuştur.

15. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, Dîvân'ında 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasından söz etmiş, şu beyitte sevgilinin cemâlini görmeyi dileme bakımdan kendisini Mûsâ Peygamber'e benzetmiştir:

Niçe kim sen dir isen len terânî Benem Mûsî gibi dîzâra müştâk

Ahmed-i Dâ'î, Dîvân, G 136/4

“Sen her ne kadar ‘beni göremezsin’ der isen (bil ki) Mûsâ gibi cemâlini özleyen de benim.”

Klâsik Türk şiirinde sevgili kolay kolay kendisini âşığa göstermez. Böyle olunca âşık onun hayâliyle yetinir ve ancak onu rüyasında görebilir (Pala, 2016: 402). Sevgilinin cemâlini görme arzusuyla yanıp tutuşan âşık burada Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek isteyip de “erînî” diye Tanrı'ya yakarışta bulunan ancak “len terânî” cevabıyla reddedilen Mûsâ Peygamber'e teşbihle her ne kadar arzusuna erişemeyeceğini bilse de sevgilinin cemâlini görme arzusuyla yanıp kavrulmaya devam ettiği ifade edilir. Sevgiliyi görmeyi dileyen âşık daima yalvarıp münacatta bulunsa da sevgili ona yüzünü göstermek suretiyle vuslata kapı açmaz; böyle olunca da âşığın yalvarmaktan başka yapacağı bir şey de yoktur (Güler, 2006: 99). Beyitte “len terânî” ibaresine yer vererek kısmî iktibâs yapılmış, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi hâdisesine de telmihte bulunulmuştur.

15. yüzyılın mesnevileri ile tanınmış şairlerinden biri olan Hamdullah Hamdî, Dîvân'ında iki beyitte “len terânî” iktibasına yer verir. Şu beyitte Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e cevabı olan “len terânî” ibaresini bir perde olarak tasavvur eder:

Çekerdi çâk idüp “len terânî” perdesini Eger kilîm-i vücûdı oda yakaydı Kelîm

Hamdullah Hamdî, Dîvân, G 102/5

“Eğer Kelîm vücut hırkasını ateşe yaksaydı 'len terânî' perdesini yırtıp çekerdi.” Beden insanın maddî, rûh ise manevî yönüdür. Beyitte "kilîm-i vücûd" terkibinde teşbih-i beliğ vardır. Vücut bir kilime, hırkaya teşbih edilmiştir. Tasavvufa göre fenâfillâha erişebilmek maddî varlığından bütünüyle sıyrılmak ile mümkün olur. Tanrı'yı dünya gözüyle görmek mümkün olmadığı için Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda “erînî” diye yakarışının karşılığında “len terânî” cevabına muhatap olmuş, Tanrı'yı görememiş, Tanrı'nın dağa tecellîsine bile bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmüştür. Beyitte “len terânî” ibaresi bir perdeye teşbih edilerek somutlaştırılmıştır. Mûsâ Peygamber'in maddî varlığından tümüyle sıyrılmak suretiyle bu perdeyi yırtabileceği yani fenâfillâha erişebileceği ifade edilmiştir.

Klâsik Türk edebiyatında kaside ve hicivleriyle tanınan 17. yüzyıl şairi Nefî, şu beyitte “len terânîiktibâsı ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunmuştur:

Nüktede âlem harîf olmaz bana gûyâ benim Her ne söylersem cevâb-ı len terânîdir sözüm

Nefî, Dîvân, K 1/19

“Nükteli söz söylemekte bana kimse eş olamaz çünkü benim her sözüm len terânî cevabı gibidir.”

Nef'î, “sözüm” redifli naat türündeki kasidesinin bu beytinde nükteli ince söz söylemede kimsenin kendisi ile söz yarıştıramayacağını ifade ederken kendi sözünü Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile arasında geçen konuşmaya telmihte bulunarak “sen beni göremezsin” mânâsındaki "len terânî" lafzı gibi olduğunu söyler. Böylece kimsenin kendi sözü kuvvetinde ve inceliğinde sözler söyleyemeyeceğini dile getirmek suretiyle şairlik gücünü mübalağa ile ortaya koyan Nefî sözlerinin görünmeyecek kadar ince olduğunu çağrıştırır ki gerçekte de söz görünmez duyulur (Balalan, 2012: 456-457).

·        17. yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Fehîm-i Kadîm, Dîvân'ında dört yerde iktibaslar da yaparak Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesine değinmiş, şu beyitte Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber'e seslenişine telmihte bulunmuştur:

Pür olmayıcak nagme-i tevhîd ile guşı Guyâ-yı “^U: ” imiş eşcârı ne bilsün

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, K IV/ 6

“Kulağı, birlik nağmesi ile dolmayınca, her ağacın 'Ben Allah'ım.' deyici olduğunu nasıl duysun?”

Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na bir parça ateş bulmak ümidiyle vardığı zaman vadinin sağ kıyısından, oradaki ağaç yönünden kendisine “Evet yalnızca ben Allah’ım” anlamında “innî ena’llâh” seslenişinin kulağına çalındığı Kur'ân-ı Kerîm'de Kasas Sûresi'nin 30. ayetinde bildirilmektedir. Beyitte bu hususa telmihte bulunulmuş ve söz konusu ayette geçen “innî ena’llâh” lafzına yer verilerek kısmî iktibâs yapılmıştır. Mûsâ Peygamber'in bu lafzı işitmesi kulağının tevhid nağmesi ile dolu olmasına bağlanmıştır.

·        17. yüzyılda yaşayan mutasavvıf şairlerden Niyâzî-i Mısrî, Dîvân'ında sadece şu beyitte “len terânî” iktibâsına yer vermek suretiyle Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuştur:

Herkes anlar hem görürdi yüzüni ey dost senün Kibriyâ-yı “len terânî” nikâbı olmasa

Niyâzî-i Mısrî, Dîvân, G 164/3

“Ey dost! Ulu 'len terânî' peçesi olması herkes senin yüzünü anlar ve görürdü.” Beyitte "len terânî" lafzını bir peçeye teşbih eden şair, bu sayede Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığını dile getirmekte, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dileyip de görememesi hadisesine telmihte bulunmaktadır. Beyitte geçen “yüz” ile “nikâb” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

·        18. yüzyıl Klâsik Türk edebiyatı şairlerinden Esrâr Dede, Dîvân'ında “innî enâ” ve “Len terânî” lafızlarının iktibâsı ile Mûsâ Peyamber'in Tanrı ile konuşmasına iki beyitte telmihte bulunmuş, şu beyitte “innî enâ” lafzına yer vermiştir:

Mûsî-i câna nükte-i “innî enâ” okur Nahl-ı sır üzre nûr-ı tecellâ-yı istivâ

Esrâr Dede, Dîvân, K 12/17

“Sır ağacı üzerinde yükselen tecellî nûru Can Mûsâ'sına 'innî enâ' okur.”

Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e Eymen vadisinin sağ tarafındaki ilâhî nûrlara gark olmuş ağaçtan “innî enâ” yani “Evet yalnızca ben Allah’ım” şeklinde seslenildiğini dile getiren Esrâr Dede, beyitte “innî enâ” lafzına yer vermek suretiyle kısmî iktibâs yapmıştır. “Mûsî, nahl, nûr-ı tecellâ, 'innî enâ'” kelimeleri arasında tenâsüb varır.

Çalışmanın örneklemini oluşturan eserlerden Harputlu Rahmî Dîvânı'nda “len-terânî” iktibâsı ile konuya telmihte bulunulmuştur:

Mûsâ’ya “len-terânî” dedi Hak Habibi’nin “Mâ zâğe” çeşm-i pâkine hâs etti rü’yeti

Harputlu Rahmî, Beyân-ı Mi’rac/15 “(Tanrı) Mûsâ’ya ‘Len-terânî’ Beni göremezsin, dedi. Görünmeyi ise habibi (Muhammed Peygamber)nin temiz gözüne mahsus kıldı.”

Beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda “len terânî” hitabıyla reddine mukabil Muhammed Peygamber'in Mi'râc gecesinde bizzat arş-ı a'zamı geçerek “ev ednâ” makamına kadar ulaşıp (Yeniterzi, 1993: 289) İlâhî huzura vasıl olması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Necm Sûresi'nin 17. ayetinde geçen “Mâ zâğe” lafzına yer vermek suretiyle ile kısmî iktibâsa yer verilmiş, “gözü kaymadı” anlamına gelen bu lafız ile Muhammed Peygamber'in gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü hâlde sağa sola yönelmediği, gördüğü olağanüstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmediği; aksine tam bir dikkatle etrafını müşahede etmiş ve sağlıklı tespitler yapmış olduğu (Keleş, 2013: 195) ifade edilmektedir. Beyitte geçen “len terânî” lafzı ile bakmak, görmek anlamındaki “rü'yet” arasında tezat vardır.”

Çalışmada dîvânları taranan 85 şairden 28'i toplamda 61 beyitte/bentte Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesinden bahsetmişlerdir. Tablo ve grafikten elde edilen bulgulara göre konuyla ilgili en fazla beyit 19. yy. şairlerinden Nigârî'nin Dîvân'ında geçmekte, onu Ahmedî ve Nesîmî takip etmektedir. Dîvânları taranan

·        13.-14. yy. şairlerinin dîvânlarında (4 şair) 15 beyitte, 15. yy. şairlerinin dîvânlarında (2 şair) 4 beyitte, 16. yy. şairlerinin dîvânlarında (8 şair) 9 beyitte, 17. yy. şairlerinin dîvânlarında (6 şair) 11 beyitte, 18. yy. şairlerinin dîvânlarında ( 7 şair) 12 beyitte ve

·        19. yy. şairlerinin dîvânlarında (3 şair) 10 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunulmuştur. Bu sonuçlara göre özellikle 13-14. yüzyıl şairleri diğer yüzyılların şairlerine göre konuya daha geniş ölçüde yer vermişlerdir. Şairler genellikle aşağıdaki hususlar etrafında Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesine telmihte bulunmuşlardır:

·        1.  Şairler bilhassa A'râf Sûresi'nin 143. ayetinde geçen “erînî” ve “ len terânî” lafızları ile ayrıca “innî en'allâh” lafzına yer vermek suretiyle kısmi iktibâs yaparak Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesine telmihte bulunmuşlardır.

·        2. Klâsik Türk edebiyatında beşerî aşk bağlamında sevgilinin cemâlini âşıktan gizlemesindeki tavır “len terânî” lafzı ile ilişkilendirilmiştir.

·        3. “Len terânî” lafzı Tanrı'nın zâtını gizleyen bir perdeye, nikâba teşbih edilmiş bu suretle dünya gözüyle Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığı vurgulanmıştır.

·        4.  Söz söylemedeki inceliğin diğer şairlerce görülemediğini vurgulamak suretiyle şairler kendi sanat kudretlerini överlerken “len terânî” lafzından faydalanmışlardır.

·        5. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya “erînî” diye yalvardığında “len terânî” cevabıyla reddedilmesine mukabil Muhammed Peygamber'in İlâhî huzura varmış olduğu ifade edilmiştir.

·        I.4.3.2. Tanrı’yı Görmek İstemesi/ Mûsâ Peygamberin Münacatı

Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na iki defa gider. İlkinde Medyen'den ayrılıp ailesiyle birlikte Mısır'a gitmek üzere yola çıktığında yolu Tûr Dağı'ndan geçer. Soğuk bir gecede ailesini ısıtabilmek için bir parça ateş bulma ümidiyle çıktığı arayış onu ilâhî nura götürür ve o zaman peygamberlik ile görevlendirilir. Bu ilk Tûr'a vardığı zamanda Tanrı ile mülakatı Tâ Hâ Sûresi'nde (20/10-36) tam olarak anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Tûr'a ikinci gidişi ise İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan çıkıp Musa'nın Tur'a ikinci gidişi, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkardıktan sonra, Tûr Dağı yakınlarında konakladıkları zaman olmuş ve bu ikincisinde Mûsâ Peygamber'e Tevrat da verilmiştir (Güler, 2006: 95). Mûsâ Peygamber'in Tûr'da Tanrı'yı görmeyi dilemesi hadisesi de Tûr'a ikinci kez varışında vuku bulmuştur. Mûsâ Peygamber, Tûr'da Tanrı'ya münacatta bulunması, Tanrı'nın dîdârını görmeyi şiddetle arzulaması bakımından Klâsik Türk şiirinde âdeta bir sembol, bir model oluşturmuştur.

Yûnus Emre şu beytinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya yakarışlarına telmihte bulunur:

Bir dem gelür Mûsâ olur yüz bin münâcâtlar kılur Bir dem girer kibr evine Firavn'ıla Hâmân olur Yûnus Emre, Dîvân, G 49/11

“(Gönül) bir zaman gelir Mûsâ gibi yüz bin yakarışta bulunur, bir zaman gelir kibir evine girerek Firavun ile Hâmân olur.”

Mûsâ Peygamber'in kıssasına, kıssada bahsi geçen Firavun ve veziri Hâmân'dan da söz ederek telmihte bulunan Yûnus Emre, gönlün türlü hâllerinden bahsederken gönlünü teşhis ve teşbih yoluyla Mûsâ, Firavun ve Hâman ile özdeşleştirir. Ancak bu özdeşleştirmede şairin gönlü adeta bir terazi gibidir ve terazinin bir kefesinde münacatlar ile Rabbine yönelen Mûsâ Peygamber diğer kefesindede kibir ile diklenen Kârûn ve Hârûn olduğu hâlde inişli çıkışlı bir hâlin tasavvuru söz konusudur. Gönlün bu inişli çıkışlı hâli de bir tezat oluşturmaktadır.

Konuyla ilgili en fazla beytin yer aldığı dîvân Nesîmî Dîvânı'dır. Nesîmî, 9 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya iştiyakına değinir ve kendisini adeta bu hususta Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirir:

Cânımı ânestü naran şevkına yandırma kim Olmuşum Mûsâ kimi müştâk-ı dîdâr uşta gör

Nesîmî, Dîvân, G100/5

“Mübarek yüzünü, Mûsâ’yı andırırcasına göresim geldiğini işte gör de canımı, onun 'besbelli ki ben, bir ateş belirtisi gördüm' dedikten sonraki hâline benzer şekilde özleyiş alevine yakma.” (Uzun, A., 2016: 70)

Kendisini içinde bulunduğu ruh hali itibariyle Mûsâ Peygamber ile özdeşleştiren Nesîmî, beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr'da gördüğü ateşe ve Tanrı'yı görmeyi istemesi hadisesine telmihte bulunmuş ve “ânestü nara” lafzına yer vererek kısmî iktibas yapmıştır.

·        14. yy. şairlerinden Ahmedî, Dîvân'ında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine telmihte bulunmuştur. Şu beyitte beşerî aşk bağlamında dîdâra iştiyak duyma bakımından kendini Mûsâ Peygamber'e benzetir:

Dir Ahmedi sen yâre ki ol ‘ârız u ruh-sâre Mûsâ bigi dîdâre v’allâh ki müştâkam

Ahmedî, Dîvân, G 415/9

“(Ey sevgili!) Ahmedî sana, senin yüz ve yanağına Mûsâ gibi iştiyak duyduğuna yemin eder.”

Klâsik Türk şiirinde yüz ve yanak sevgilinin önemli güzellik unsurları arasında sayılmaktadır. Ancak âşık sevgilinin cemâlini görmekten mahrumdur. Çünkü sevgili cemâlini göstermek suretiyle asla vuslata kapı aralamaz. Durum böyle olunca âşık için hasret içinde kıvranmaktan başka çare kalmaz. Bu hâliyle şair kendisini Tûr Dağı'nda Tanrı'nın zâtını görmek iştiyakıyla "erînî" diye münacatta bulunan Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirir. Bu örnekte Klâsik Türk şiirinde Mûsâ Peygamber'in sevgilinin dîdârına müştak olma hususunda bir model kişi olduğu görülmektedir.

·        16. yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Sun'î şu beyitte ilâhî aşk ile yanıp tutuşan Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın dağa tecellîsi karşısında düşüp bayılmasını pişmanlıktan başını taşa vurmak olarak tasavvur etmiştir:

Göremez didâr-ı yârı dirler anı girü tur Çalışup kim başı taşa urmasa Mûsâ gibi

Gelibolulu Sun‘î, Dîvân, G 204/2

“Sevgilinin yüzünü göremez diyorlar. (O yüzden sevgilinin yüzünü görme isteğinden) geri dur da Mûsâ gibi (sevgilinin yüzünü görmeye) çalışıp başını taşa vurma.”

Beyitte geçen “başını taşa vurmak” deyimi yaptığı bir işten dolayı pişmanlık duymak anlamındadır. Bu deyim beyitte kinayeli olarak kullanılmıştır. Nitekim Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda “erînî” yakarışıyla “didâr-ı yâr”ı görmeyi dilediğinde “len terânî” cevabıyla reddedilmiş, sonrasında Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellî etmesi üzerine bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmüştür. Mûsâ Peygamber'in bu bayılıp düşmesinde gerçek anlamda da başını taşa vurma durumu söz konusudur. Ancak asıl olarak mecaz anlam kastedilmiştir. Nitekim Mûsâ Peygamber ayılınca “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” diyerek Tanrı'ya münacatta bulunup pişmanlığını dile getirmiştir. Ayrıca beyitte geçen “göremez” kelimesi konu bağlamında “len terânî”yi çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istemesi ve bunun sonucu olarak başına gelen hadiselere telmihte bulunulmuştur.

19. yüzyıl şairlerinden Nigarî ise şu beytinde Mûsâ Peygamber'in iştiyâkına rağmen “dîdâr-ı yâr”dan mahrum kılınışına telmihte bulunur:

Müştâk-ı cemâlindir bir zerre n’ola kılsan

Hûrşîd-i ‘izâr[ın]dan Mûsâ-yı dile izhâr

Nigârî, Dîvân, G 166/2

“Cemâlini görmeyi arzulayan gönül Mûsâ'sına, yanağının güneşinden bir zerre göstersen ne olur?”

Beyitte sevgilin cemâlini, güneş gibi parlak yanağının güneşini görmeyi arzulayan âşığın gönlü kişileştirilerek Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiş olup “Mûsâ-yı dil” terkibinde teşbih-i beliğ vardır. Klâsik Türk şiirinde yanak kırmızılığı, beyazlığı, parlaklığı, yuvarlaklığı ve üstündeki ayva tüyleri ile şairin dikkatini çeken bir güzellik unsuru olup kimi zaman güneş gibi tasavvur edilir (Ay, 2009, s. 132).

Beyitte “hûrşîd-i ‘izâr” terkibi ile doğrudan güneşe benzetildiğini görmekteyiz ve yine bu terkipte de teşbih-i beliğ vardır.

·        1.4.3.3. Mûsâ Peygamber'e Kelîmu'llâh Denilmesi

Arapça bir isim olan “kelîm”, söz söyleyen, konuşan manasındadır. Tûr-ı Sînâ'da Allah'ın hitabına mazhar olduğu için Mûsâ'ya “Kelîm” unvanı verilmiştir. “Kelîmu'llâh” da denir (Pala, 2016: 265-266). Edebiyatta bu unvanı, Allah’ın kendisine ilk defa nur şeklinde görünmesi, asâsı, yedd-i beyzâ ve Firavun’u suda boğması gibi mucizeleriyle anılır (Canım, 2016: 216).

14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, Dîvân'ında 11 beyitte Mûsâ Peygamber'den “Kelîm" diye bahseder. Şu beytinde bülbülü gülün dîdârına âşık olması bakımından "Kelîm" unvanlı Mûsâ Peygamber'e benzetir:

Gül yeşil yaprahda şu‘le urdı anı görüben

‘Âşık-ı dîdâr oldı bülbül eyle kim Kelîm

Ahmedî, Dîvân, K LXI/4

“Gülün yeşil yaprakta kıvılcım gibi parladığını gören bülbül Kelîm gibi gülün dîdârına âşık oldu.”

Bülbül, Klâsik Türk edebiyatında adı gül ile birlikte geçen en gözde kuş olup gül ile bülbül âşık-sevgili ilişkisini somut bir şekilde ortaya koyan en yaygın örneklerden biridir (Kaya, 2017: 60). Gül sevgilinin, bülbül ise âşığın timsalidir. Gül, yeşil yapraklar arasında belirmeye başlayan goncanın kıvılcım gibi kızıl rengini görünce gülün dîdârına, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın zâtını görmek istemesi, dîdârına âşık olması gibi âşık olduğu dile getirilir. Beyitte gülün Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda görünen “âteş-i Mûsâ”ya benzetilmesiyle bülbülün de Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmesi (Kurnaz, 1992: 486) söz konusudur.

Dîvân'ında 3 beyitte Mûsâ Peygamber'in "Kelîmu'llâh" oluşuna telmihte bulunan 15. yy. şairlerinden Süheylî de şu beyitte bülbülü Kelîm sıfatlı Mûsâ Peygamber'e benzetir:

Bâgda irşâd içün gûyâ kelîm-i bülbüli

Hızr’dur san çıkdı yaşıl perdeden her tâze gül

Süheylî, Dîvân, G 204/3

“Bağda söyleyen bülbülü güya irşâd etmek için yeşil perdeden çıkan her taze gülün Hızır olduğunu san.”

“Kelîm" sözlükte söz söyleyen, konuşan anlamındadır. Beyitte geçen Hızır ve irşad kelimeleri ile aynı bağlam içinde düşünüldüğünde ise Mûsâ Peygamber'in sıfatına işaret eder ki bu açıdan bakıldığında tevriyeli bir kullanım olduğu söylenebilir. Beyitte Hızır'a teşbih edilen gülün bağa söyleyen (öten) bülbülü irşad için geldiği söylenmektedir. Gül Hızır'a, bülbül ise Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmek suretiyle Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna telmihte bulunulmuştur. Sûfîlere göre Hızır bir mürşid, Mûsâ Peygamber ise hakikati keşfetmeye çalışan bir mürid konumundadır (Bardakçı M. N., 2016: 53). Hızır'a teşbih edilen her taze gülün yeşil perdeden çıktığının söylenmesinde aynı zamanda Hızır'ın kelime anlamına atıf vardır. Arapça yeşil anlamına gelen “ahdar” kelimesinden türeyen “Hızır ”, “yeşil kişi" anlamındadır (Halman, 2018: 27). Bunun da sebebi Hızır'ın çorak toprağa oturduğunda her taraftan otların yeşerip ortalığın yeşile bürünmesidir (Halman, 2018: 29). Beyitte "bağ, gül, bülbül" kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Tûr-ı gülşende Kelîm olsa ‘aceb mi bülbül

Ana yüz şevk ile gül eyledi ‘arz-ı dîdâr

Zâtî, Dîvân, G 487/4

“Bülbül gül bahçesinin Tûr'unda Kelîm olsa buna şaşılır mı? Gül ona yüz şevk ile yüzünü gösterdi.”

16. yüzyıl şairlerinde Zâtî bu beyitte gül bahçesini Tûr Dağı'na, bülbülü ise güzel ötmesi yönüyle “Kelîm” sıfatlı Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. Gülün yüzünü göstermesi Tanrı'nın Tnr Dağı'na tecellîsini çağrıştırmaktadır. Beyitte Mûsâ Peygamber'in kıssasının yanı sıra gül ile bülbül hikâyesine de telmihte bulunulmuştur. Güzelliği ve kırmızı rengiyle bülbüle şevk veren gülün açılıp güzelliğini göstermesiyle bülbül aşk ile feryat etmeye başlamış, bu hâliyle bir bahar tablosu çizilmiştir. Beyitte “Tûr, Kelîm, dîdâr” ve “gülşen, bülbül, gül” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        16. yüzyıl şairlerinden Yahyâ Bey şu beytinde sevgilinin bulunduğu yeri Tûr Dağı'na benzetmiştir:

Var kûy-ı yâra ola ki feth-i kelâm ola Yahyâ Kelîme cây-ı niyâz oldı çünki Tûr

Yahyâ Bey, Dîvân, G 129/7

“Ey Yahyâ! Varıp sevgilinin bulunduğu yere var, belki söze başlamak nasip ola. Çünkü Tûr Dağı Kelîm'e yakarma yeri oldu.”

Mahalle, köy, yurt, sokak anlamlarına gelen Farsça “kûy” kelimesi Klâsik Türk şiirinde ma’şûkun veya memdûhun bulunduğu yeri ifade etmektedir (Solmaz, 2015: 166). Şair, “Kelîm” sıfatlı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na vardığında orada Tanrı ile konuşmasına telmihte ve bunu misal göstererek kendisinin de sevgilinin bulunduğu yere vardığı takdirde sevgiliyle söze başlamanın mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Bu suretle sevgilinin bulunduğu yeri Mûsâ Peygamber için bir “hâcet-gâh” olan Tûr'a teşbih etmiştir ayrıca aynı kökten gelen “kelâm” ve “Kelîm” kelimelerine aynı beyitte yer vermek suretiyle de iştikak yapmıştır.

·        17. yüzyıl şairlerinden Nefî'nin Dîvân'ında 8 beyitte Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” unvanından bahsedilmiş olup bu kullanımların hepsi de kasidelerde geçmektedir ve bu kullanımlarda ortak bir özellik dikkati çekmektedir. Nitekim Nef'î özellikle kasidelerinin fahriye bölümlerinde söz söyleme incelik ve kudretini, adeta şiir sahasında mu'cizeler ortaya koyduğunu dile getirmek, sanatını övmek maksadıyla Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatına yer vermiştir.

Sâhir-i vahy-âzmâyım mu’ciz-i dest-i Kelîm İstesem mevkûf-ı tahrîk-i benânımdır benim Nef’î, Dîvân, K 13/4

“İstesem parmak ucumu kımıldatmadan Kelîm'in elinin mucizesi gibi etkili, güzel sözler söyleyebilirim.”

Beyitte kastedilen Kelîm'in elinin mucizesi ile kastedilen “yedd-i beyzâ”dır. Mûsâ Peygamber elini koynuna sokup çıkardığında eli bir güneş gibi parlar, bakanların gözleri kamaşırdı. Nef'î de sözlerini, şiirlerini Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine teşbih etmiştir. Yani sözlerinin, şiirlerinin ne kadar etkileyici ve güzel olduğunu dile getirmiş üstelik bunu parmağını bile oynatmadan yani zahmetsizce başardığını söyleyerek sanat gücünü mübalağalı bir şekilde ortaya koymuştur. Beyitte “Mûsâ” yerine onun unvanı olan “Kelîm” söylenerek kelimenin asıl anlamı olan “söyleyen” de çağrıştırılarak beytin anlam inceliğine derinlik katılmıştır. Beyitte geçen “dest, benân” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Sebk-i Hindî şairlerinden Fehîm-i Kadîm de şu beytinde Mûsâ Peygamber'i “Kelîm” sıfatı ile anar:

Sözlerüm nüsha-i i câz-ı Kelîm oldı Fehîm Dûrdur nisbet-i sihrî suhan-ı pâkümden

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, G CCXXXVI/8 “Ey Fehim! Benim sözlerim, Mûsâ'nın mucizelerinin kitabı oldu, bu bakımdan sihre benzerlik, benim temiz sözlerimden uzaktır.”

Sözlerinin Mûsâ’nın mucizelerinin toplandığı kitap haline geldiğini söyleyen Fehîm, burada mucizeyi sihirden daha üstün bir seviyeye çıkararak şiirlerinin sihirden de öte mucizevi olduğunu dile getirmektedir. Çünkü sihir insanlar tarafından yapılan göz büyülemesinden öte bir şey değildir. Mucize ise olması mümkün olmayan ve ancak peygamberlere has bir özelliktir (Erkal, 2009: 218). “Fehîm-i Kadîm, sözünün gücüne sonuna kadar inanan güçlü bir şairdir. Sözlerinin Tûr Dağı’nda Allah ile konuştuğu için Kelîm sıfatıyla anılan Hz. Mûsâ’nın mucizesi olduğunu iddia eder. Dolayısıyla mucize sihirden ne kadar uzaksa şaire göre, sözlerinin sihre nispet edilmesi o kadar uzaktır. (Karaman, 2015: 1524)”

Sebk-i Hindî şairlerinden Nâ'ilî de şu beytinde Mûsâ Peygamber'i “Kelîm” sıfatı ile anar:

Uşşâka Nâ’ilî görünür dûd-ı âhdan Ol şu le ki Kelîm’e şecerden zuhûr eder

Nâ’ilî, Dîvân, G 105/5

“Nâ’ilî, o kıvılcım âşıklara âhın dumanından, Mûsâ’ya ise ağaçtan görünür.”

Beyitte âşıklara “âh”ın dumanından, Mûsâ Peygamber’e ise “ağaç”tan göründüğü söylenen bir “kıvılcım”dan söz edilmektedir. Klâsik Türk şiirinde “âh” âşığın aşk ateşiyle gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür. Aynı zamanda “âh”ın şu le olması da, geceleri hem kendisinin hem de sevgilisinin bulunduğu yeri aydınlatan bir ışık olarak ele alınmasıyla ilgilidir. Beyitte âşıkların “âh”ları ile “şecer-i Tûr” arasında bir benzerlik ilgisi kurulmuştur. Şecer-i Tûr, Tûr Dağı’nda Tanrı’nın tecellîsiyle nurlar içinde göründüğü ağaçtır. Tûr Dağı’nda Tanrı ile arasındaki mülakat sebebiyle Mûsâ Peygamber’e “Kelîmu'llâh” denilir. Beyitte de “Kelîm” ismi kullanılarak Mûsâ’nın bu kıssasına telmihte bulunulmuştur. Âşığın aşk ateşiyle yanan ciğerinden yükselen âhının dumanı ile Tûr Dağı’ndaki ağaç, şekil ve muhteva bakımından birbirine benzemektedir. Beyitte “uşşâk, dûd-ı âh, şule, Kelîm, şecer” kelimeleri arasında tenâsüb vardır (Uçan Eke, 2014: 425-426).

·        18. yüzyıl şairlerinden Şeyhülislâm İshâk'ın şu beytinde “Kelîm” sözcüğünü yakın anlamda Mûsâ Peygamber'in sıfatı olarak kullanmasa da Mûsâ Peygamber'in kıssasına gönderme yapar:

Kelîm-i hâme-i höş-gû makâlesin İshâk Tecellî-i kerem-i Hakla ‘âşıkâne yapar

Şeyhülislâm İshâk, Dîvân, G 53/6

“İshâk, tatlı dilli kalemin söylediği sözleri Hakk'ın kereminin tecellîsi ile âşık olana yaraşır bir şekilde söyler.”

Şairlik kudretini Hakk'ın kereminin tecellîsine bağlayan Şeyhülislâm İshâk, kaleminin sözlerinin tatlı olduğunu ifade etmek suretiyle sanat gücünü övmektedir. Beyitte geçen “kelîm" sözcüğü tevriyeli olarak kullanılmış olup beyitteki uzak anlamı (Mûsâ Peygamber'in sıfatı olması) ile tecellî kelimesi arasında tenâsüb ilgisi vardır ve bu yolla beyitte Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunulmuştur.

·        1. Şairler Mûsâ Peygamber'in unvanı olan “Kelîm”i çoğu zaman kelimenin gerçek anlamını (söz söyleyen) da çağrıştıracak şekilde tevriyeli olarak kullanmışlardır.

·        2. Bazı beyitlerde ise Mûsâ Peygamber tevriyeli bir kullanım olmaksızın “Kelîm” diye anılmıştır.

·        3.  Şairler kasidelerinin fahriye bölümlerinde (bilhassa Nefî) Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” unvanından çeşitli şekillerde söz ederek sanat kudretlerini ifade etmişlerdir.

·        4. Gülün Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetildiği beyitlerde bülbül de Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmiştir.

·        1.4.4. Tecellî Hadisesi

Arapça isim olan tecellî kelimesi lügatte, “1. görünme, belirme. 2. kader, talih. 3. Allah’ın lûtfuna nâil olma. 4. tas. Hak nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahî sırların ayân olması hâli.” (Devellioğlu, 2005: 1050) mânâlarıyla zikredilmektedir. Süleyman Uludağ ise tasavvuf! manasını, “Gaypten gelen ve kalpte zahir olan nurlar. Görünmeyen kalplerde görünür hâle gelmesi.” şeklinde açıklamıştır. (Uludağ, 2001: 341)

Klâsik Türk edebiyatı şairleri, tecellî kavramının geçtiği yerde Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen Mûsâ’nın Tûr Dağı kıssasına telmihte bulunurlar. Kur’ân’da A’râf Sûresi 143. ayette bu kıssa meâlen şöyle anlatılmıştır: “Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!’dedi. (Rabbi): ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”

Klâsik Türk edebiyatında şairler tecellî hadisesine, tasavvufi hâlleri ifade ederken, bahar ve sonbahar tasviri yaparken, sevgilinin güzelliğini, aşkın aydınlatıcılığını ve yakıcılığını söylerken, daha birçok durumlarda telmihte bulunmuşlardır (Güler, 2006: 94).

Klâsik Türk şiirinde şairler tecellî kavramını genellikle Tûr ve Mûsâ kelimeleri ile birlikte bir tenâsüp içinde ele alırlar; “Len terânî” (Sen beni görmezsin!) ve “Erîni” (Bana zâtını göster!) sözlerini şiirlerinde zikrederek yukarıda bahsedilen ayetten kısmî iktibâslara da yer verirler ve bu sözleri telmih unsuru olarak da kullanırlar. “Tûr-ı tecellâ”, “nahl-i tecellî”, “nûr-ı tecellî”, “şem’-i tecellâ”, “mahv-ı tecellî” gibi terkiplerle tecellî kavramı Mûsâ’nın kıssasına telmihte bulunularak işlenmiştir.

Gör Mûsî'ye Tûr içinde bir tecellî neler kılur

Yir gök tolu tecellîdür yâ ben niçe sabr eyleyem

Yûnus Emre, Dîvân, G 206/4

“Bir tecellînin Tûr Dağı'nda Mûsâ'ya neler kıldığını gör. Yer gök tecellî ile dolu iken ben nasıl sabreyleyeyim?”

13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başlarında yaşayan Yûnus Emre, bu beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellîsi karşısında dayanamayıp düşüp bayılmasına telmihte bulunur ve Mûsâ Peygamber bir tecellî karşısında bunu yaşamışken bütün kâinatın Tanrı'nın tecellîleri ile dopdolu olduğunu görmekte iken sabretmesinin mümkün olmadığını dile getirmektedir.

Gulâm-ı ‘âşık oldur kim hemân mevlâsın andukda Tecellâ-yı cemâl-i Hak gibi Tûrı yaka âhı

Zâtî, Dîvân, G 1483/3

“Aşkın kölesi odur ki Mevlâ'sını andığı zaman âhı Hakk'ın cemâlinin tecellîsi gibi Tûr'u yaka.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Zâtî bu beytinde aşkın kölesi olan kimsenin İlâhî aşk ile vecd hâlinde çektiği âhın, Tanrı'nın cemâlinin Tûr Dağı'na tecellîsi gibi kalp Tûr'unu yakacağını ifade etmektedir. Beyitte âşığın âhı Tanrı'nın cemâlinin tecellîsine, kalp ise Tûr Dağı'na teşbih edilmiş ve tecellî hadisesine telmihte bulunulmuştur.

·        16. yüzyılın sultan şairlerinden Kânûnî Sultan Süleyman da şu beytinde Mûsâ Peygamber'in tecellîye mazhar oluşuna telmihte bulunmuştur:

‘Işk nûrına tecellîye varan Mûsâ var Dâyimâ meşrebi su gibi anun pâk gerek

Muhibbî, Dîvân, G 1534/5

“Aşk nurunda Mûsâ gibi tecellîye varmak isteyenin yaratılışının daima su gibi temiz olması gerekir.”

Beyitte Mûsâ Peygamber'in tecellîye varma sebebi orada aşkın nurunu görmüş olmasına bağlanmıştır. Bu da Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda “ânestü nâra” deyişine telmihtir. Nitekim Mûsâ Peygamber ailesi ile birlikte Tûr Dağı'ndan geçerken gece vakti bir parça ateş bulmak ümidiyle dağa yöneldiğine orada ateş sandığı Tanrı'nın tecellî nurunu görür. Beyitte şair Mûsâ Peygamber gibi Tanrı'nın tecellî nurunu görebilmek için daima su gibi temiz bir mizaca sahip olmak gerektiğini ifade etmiştir.

16. yüzyıl şairlerinden Bâkî de bu beytinde gönlü bir "tecellîgâh" olarak tasavvur eder:

Sîne pür-şu’le-i şevk olsa dil-i Mûsîvâr Nâr zann eyledügün nûr-ı tecellî görinür

Bâkî, Dîvân, G 74/4

“Kalp, Mûsâ'nın gönlü gibi aşk kıvılcımları ile dolu olsa ateş zannettiğin tecellî nuru görünür.”

Gönüldeki aşk kıvılcımlarından kasıt İlâhî aşk, Tanrı'yı görme isteğidir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görme isteğine ve Tûr Dağı'nda uzaktan gördüğü İlâhî nuru ateş sanmasına telmihte bulunulmuştur. Tecellî nurunun kalpte görünebilmesi kalbin aşk ateşiyle dopdolu olması gerektiği ifade edilmiştir. Beyitteki “nâr ile şu’le” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        17. yy. şairlerinden Râmî ise şu beyitte sevgiliyi Tanrı'nın tecellîsine teşbih etmiştir: Râmî tecellî eyleyicek Tûr-ı cisme yâr Mûsâ-yı cânı eyledi medhûş nâr-ı rûh

Râmî, Dîvân, G 47/5

“Ey Râmî! Cismin Tûr'una sevgili tecellî eyleyince yanağının ateşi ile can Mûsâ'sını dehşete düşürdü.”

“Tûr-ı cism” ve “Mûsâ'yı cân” terkipleri birer teşbih-i beliğ olup âşığın bedeni Tûr Dağı'na, bedendeki can da Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiştir. Beşerî aşk bağlamında sevgilinin görünmesini, dîdârını göstermesini Tanrı'nın tecellîsine teşbih etmiştir. Nitekim Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yüzünün güzelliği bütün kâinati aydınlatan bir ışık gibidir, ışığıyla âleme aydınlık veren güneş yüzlü sevgilide Tanrı’nın nuru tecellî etmiştir (Ay, 2009: 126). Şair sevgilinin yanağının ateşinin can Mûsâ'sını dehşete düşürdüğünü ifade etmekle Tanrı'nın dağa tecellî etmesi karşısında Mûsâ Peygamber'in bu tecellîye bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmesine telmihte bulunulmuştur. Beyitte “tecellî, Tûr, Mûsâ, medhûş” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        17. yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Fehîm-i Kadîm şu beytinde tecellî hâdisesine telmihte bulunmuştur:

İtdi müjemi şâhçe-i nahl-i tecellî Nur-ı eser-i bârika-i hayret-i dîdâr

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, G XLVII/ 2

“Yüz güzelliğinin hayret şimşeğinin izinin ışığı, kirpiğimi tecellî ağacının dalı hâline getirdi.”

“Nahl-i tecellî“ diye bahsedilen ağaç, Mûsâ Peygamber’e Tûr Dağı’nda Tanrı’nın tecellîsiyle nurlar içinde göründüğü ağaçtır. Şimşek, parlaklığı dolayısıyla Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yüz güzelliğini ifade eden bir unsur olarak kullanılır. Şair sevgilinin yüzünün güzelliği karşısında ne yapacağını bilmez bir hâldedir. İsrafil Babacan, Sebk-i Hindî şairlerinin özellikle gazellerinde “ateş, hayret, Tûr-Mûsâ-tecellî, vahşet, kurban...” gibi imaj ve kavramların sıklıkla tekrar ettiğini belirtir (Babacan, 2012: 428). Fehîm-i Kadîm'in bu beyti bu hususu örneklemektedir. Tûr, insanın maddî yapısını temsil eder. Şair de, bedenini Tûr, kirpiklerini de Tûr’daki tecellî ağacının ince dalları olarak tasavvur etmiştir. Kirpik, ince dala teşbih edilmiştir.

·        18. yüzyılda yaşayan Sebk-i Hindî şairlerinden Şeyh Gâlib, Dîvân'ında yer alan şu iki beyitte tecellîyi bir şimşeğe teşbih etmiştir:

Tûr-ı niyâza vardığımız olmadı müfîd Hem çün Kelîm-i berk-ı tecellâya hasretiz

Şeyh Gâlib, Dîvân, G 117/2

“Tûr Dağı’nda etiğimiz dua faydalı olmadı. Zira Mûsâ Peygamber’in Tanrı’nın tecellîsini görmesiyle ulaştığı kurbiyyete ve tecellî şimşeğine hasretiz.”

Mûsâ Peygamber, Tanrı’nın davetiyle Tûr Dağı’na çıkıp Tanrı ile konuşmuş ve bu yüzden “Kelîm” sıfatını almıştır. Mûsâ Peygamber, yine bu dağda Tanrı’yı görme isteğinde bulunur ve Tanrı dağa tecellî edince, dağ paramparça olur, Mûsâ da düşüp bayılır. Mûsâ Peygamber, Tanrı’nın sadece nur olarak tecellîsine mazhar olur, zatını görmeye muvaffak olmaz. Şimşek demek olan berk, Klâsik Türk şiirinde daha çok ışığı ve hızı dolayısıyla ele alınmıştır. Işıklı olması yönüyle güzellik, yüz ve yanağı betimlemek için kullanılır. Beyitte de şair, Tûr Dağı’nda ettiğimiz dua faydalı olmadı diyor. Tasavvufta insanın gönlü ve cismi de Tanrı’nın tecellî ettiği yer olarak Tûr’a benzetilir. Bu bağlamda “Tûr”, hem Tûr Dağı hem de gönül mânâsında tevriyeli olarak ele alınıp yorumlanmalıdır. Mûsâ Peygamber, Tanrı’nın zatını görmek istedi ama onun bu duası bir fayda sağlamadı, kabul olmadı. Şair, Mûsâ’nın Tanrı’nın zatını göremese de tecellî şimşeğine, nur olarak tecellîsine mazhar olduğunu ve yakınlaşmaya hasret olduğunu dile getiriyor.

Rehîn-i tîgdir kûh-ı beden berk-i tecellâdan Kelîm-i aşk Tûr-ı sînede ber-recâ mıdır bilmem

Şeyh Gâlib, Dîvân, G 207/6

“Beden dağı tecellî şimşeğinden dolayı kılıçla rehin alınmıştır, aşkın Kelîm’i gönlün Tûr Dağı’nda (hâlâ) ümidi üzere midir bilmem.”

Klâsik Türk edebiyatında daha çok çıkardığı ışık ve hızı dolayısıyla ele alınan şimşek, ateşi ve yakıcı olma özelliği ile bir kılıç darbesini hatırlatır (Pala, 2016: 68). Tasavvufta Tûr Dağı, insanın maddî yapısını temsil eder ve bu maddî yapı Tanrı’nın tecellîsi ile yok olur (Pala, 2016: 461). Şair, beden dağının tecellî şimşeği elinde rehin olduğunu söylüyor. Kelîm, Mûsâ Peygamber’e Tûr’da Tanrı ile konuşmasından dolayı verilen sıfattır. Bu beyitte gönül Tûr’unun Kelîm’i, gönlü Tanrı aşkı ile dolu olan, Tanrı’ya kavuşmayı, vahdeti arzulayan kimse mânâsındadır. Bu arzunun gerçekleşmesi de ancak beden Tûr’unun tecellî şimşeğiyle hak ile yeksan olmasıyla mümkün olabilir. Beyitte “tecellâ, Kelîm, Tûr” kelimeleri arasında tenâsüb ve Mûsâ’nın kıssasına telmih vardır.

·        1. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'nın tecellîsine mazhar olmasına karşılık aslında bütün kâinatın İlâhî tecellî ile dopdolu olduğu vurgulanmıştır.

·        2. Mûsâ Peygamber gibi aşk nurunun tecellîsine mazhar olabilmek için sahip olunan mizacın daima su gibi temiz olması gerektiği ifade edilmiştir.

·        3. Gönlün Mûsâ Peygamber'in gönlü gibi aşk ateşi ile dopdolu olduğu takdirde orada tecellî nurlarının görüneceği dile getirilmiştir.

·        4.  İlâhî aşk ile kendinden geçen, aşkın kölesi olarak nitelenen âşığın âhı Tanrı'nın cemâlinin tecellîsine teşbih edilmiştir.

·        5.  Beşerî aşk boyutunda sevgilinin göz kamaştırıcı güzelliği, âşığın ona bakmaya dayanamayıp Mûsâ Peygamber gibi kendinden geçmesi yönüyle Tanrı'nın tecellîsine teşbih edilmiştir.

·        6.  “Şecer-i Tûr”dan tecellî ağacı (nahl-i tecellî) diye bahsedilmiştir.

·        7.  İnsanın maddî yapısını temsil eden Tûr'un Tanrı'nın tecellîsi ile yok olduğu dile getirilmiş ve tecellî beden Tûr'unu yerle bir eden bir şimşeğe teşbih edilmiştir.

·        1.4.4.1. Tûr Dağı’nın Parçalanması

Tûr Dağı'nın Klâsik Türk şiirinde tasavvufî açıdan ele alınışı tecellî kavramı esasına dayalıdır ve tecellîye bağlı hâller ise onun sarsılıp parçalanması örneğinde dile getirilir (Eren, 2018: 200). Kur'ân-ı Kerîm'de A'râf Sûresi'nin 143. ayetinde meâlen “Rabbi dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü.” şeklinde anlatılan Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesi Klâsik Türk edebiyatı şairleri için önemli bir ilham unsuru olmuştur. Şairler bu olaya bilhassa “vecd, fenâ, cezbe, istiğrak ve mahviyet" gibi tasavvufî hâlleri ifade ederken, sevgilinin güzelliğini, aşkın aydınlatıcılığını ve yakıcılığını söylerken ve buna benzer durumlarda telmihte bulunmuşlardır (Güler, 2006: 94).

·        16. yüzyıl şairlerinden Âşık Çelebi şu beytinde açılan gülü tecellî karşısında parçalanan Tûr Dağı'na teşbih etmiştir:

Döymeyüp subh-ı tecellîde dem-i dîdâra gül Tûr-ı Mûsâ gibi kendin itdi pâre pâre gül

Âşık Çelebi, Dîvân, K 4/1

“Gül, tecellî sabahında dîdâr vaktine dayanamayıp Mûsâ'nın Tûr'u gibi kendini parça parça etti.”

Beyitte geçen Tarihî Azerbaycan Türkçesine ait “döy-” fiili, “sabret-, dayan-, tahammül et-, katlan-" anlamlarına gelmektedir (Hazar, 2011: 1). Klâsik Türk

edebiyatında şairler kullandıkları benzetmelerde, mazmun ve motiflerde tabiat güzelliklerinden ve tabiatın kendine has bazı niteliklerinden yararlanırlar. Gül, çeşitli vasıflarıyla Klâsik Türk şiirinde en çok sözü edilen çiçektir (Canım, 2016: 528). Tasavvufî sembolizmde gonca hâliyle vahdeti ifade eden gül seher vaktinde sabâ yelinin etkisi ile açılır. Beyitte “subh-ı tecellî” terkibi, gülün açıldığı seher vaktine işaret etmektedir. “Dem” kelimesi “nefes” anlamı ile ele alındığında sabâ yelini de çağrıştırmaktadır. Seher vaktinde açılan gül dîdârını da göstermiş olmaktadır. Gülün açılması ile ilgili olarak "çak-i giriban eylemek, yakasını yırtmak, damenini çak çak etmek, eteğini açmak, tebessüm eylemek" tabirler kullanılır (Kurnaz, Gül, 1996: 220). Beyitte ise gülün açılması tecellî sabahında kendisini parça parça etmesi şeklinde tasavvur edilmiştir. Nitekim şekli itibariyle gülün yaprakları da parça parçadır. Gülün bu doğal hâli beyitte tecellî sabahında dîdâr vaktine tahammül edemediği için pare pare olması sebebine bağlanarak hüsn-i ta'lil yapılmıştır. Beyitte gül parça parça olması yönüyle Tûr Dağı'na teşbih edilmiştir. Beyitte geçen “döymeyüp, Tûr-ı Mûsâ, pâre pâre, tecellî” arasında tenâsüb vardır ve Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesine telmihte bulunulmuştur.

Pâre pâre itdi endâmın yakasın çâk idüp

Tûr-ı Mûsâ gibi görmişdür meğer dîdâr şi‘r

Yahyâ Bey, Dîvân, G 108/4

“Şiir, Mûsâ'nın Tûr'u gibi dîdâr/ tecellî görmüş olmalı ki (bunun etkisiyle kendinden geçerek) yakasını yırtıp vücudunu parça parça etti.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Yahyâ Bey ise bu beytinde şiiri Tûr Dağı'na teşbih etmiştir. “Tûr-ı Mûsâ, pâre pâre it-, dîdâr gör-” kelimeleri arasındaki tenâsüb yoluyla Tûr Dağı'nın Tanrı'nın tecellîsi ile parçalanmasına telmihte bulunulmuştur. Klâsik Türk edebiyatında nazım birimi genellikle beyittir (Kurnaz, 2004: 61) ve şekil yapısı itibariyle parçalı bir görünüm arz etmektedir. Ancak şair, şiirin bu parça parça oluş hâlini Tûr Dağı gibi dîdâr görmüş olmasıyla açıklayarak hüsn-i ta'lil yapmıştır. Ayrıca özne durumunda olan şiire dair kullanılan yakasını yırtmak, vücudunu parçalamak, dîdâr görmek fiilleri onun zihinde kendinden geçmiş hâlde bir âşık tasavvuru oluşturmaktadır ki bu açıdan teşhis yapılmıştır.

Cemâlün şevkıne döymez gönüller

Tecellî tâbına sabr eylemez Tûr

Bâkî, Dîvân, G 132/3

"Gönüller yüzünün güzelliğini görme isteğine tahammül edemez. Tûr Dağı tecellî gücüne/parlaklığına sabreyleyemez."

·        16. yüzyıl şairlerinden Bâkî, beyitte sevgilinin güneş gibi parlak ve yakıcı yüzünü, Tanrı'nın tecellîsine teşbih etmiş, Tûr Dağı'na teşbih edilen gönüllerin bu cemâl tecellîsinin parlaklığı/gücü karşısında dayanamadıklarını ifade etmiş ve bu suretle Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesine telmihte bulunmuştur.

Döymez Kelîm şa’şa-yı câm-ı vaslına Bir lem’ası tokunmgıla Tûr mest olur

Şeyhülislam Yahyâ, Dîvân, G 78/4

“Kelîm, vuslat kadehinin ışıltısına tahammül edemez. Onun bir ışıltısının dokunmasıyla Tûr Dağı kendinden geçer.”

·        17. yüzyıl şairlerinden Şeyhülislam Yahyâ, Tanrı'nın tecellîsini ışıltısıyla göz kamaştıran bir kadehe/şaraba teşbih etmiştir. Bu İlâhî tecellî karşısında Tûr Dağı'nın parçalanması, sarsılması da Tûr Dağı'nın kendinden geçip sarhoş olması şeklinde tasavvur edilmiştir. Beyitte İlâhî tecellî karşısında Tûr Dağı'nın sarsılması, parçalanması ve Mûsâ Peygamber'in de düşüp bayılması hadisesine telmihte bulunulmuş olup ayrıca beyitte “şa’şa, lem’a” kelimeleri arasında, “döymez, Kelîm, Tûr" kelimeleri arasında ve “ câm, mest” kelimleri arasında da tenâsüb vardır.

·        17. yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Nâ'ilî ise şu beyitte insanın maddî yapısını temsil eden Tûr'un Tanrı'nın tecellîsi ile yok oluşuna değinir:

Sîr-çeşm-i seyr-i dîdâr olmazız Mûsî gibi

Tûr-ı istiğnâda tûfân-ı tecellî-matlabız

Nâ’ilî, Dîvân, G 137/2

“Biz, didarın seyri ile gözü doymuş olmayız. Mûsâ gibi, istiğna Tûr’unda tecellînin tufan olmasını isteriz.”

“Mûsâ gibi, didarın seyri ile gözü doymuş olmayız. Biz istiğna Tûr’unda tecellînin tufan olmasını isteriz.”

Beyitte geçen “Tûr, tecellî, dîdâr, Mûsî” kelimeleri aracılıyla Mûsâ Peygamber’in kıssasına telmih vardır. Nâ’ilî, ilâhî nurun tecellîsine bizzat değil de dağdan yansıdığı kadarıyla şahit olduğu ve bununla yetindiği için Mûsâ Peygamber’i tokgözlü olarak değerlendirmiştir. Kendisi gibi âşıkların böyle bir güzelliği seyretmeye gözlerinin doymayacağını, Tanrı güzelliğinin Tûr Dağı’nda tufan olmasını istediklerini dile getirir. “Mûsî gibi” ifadesini sihr-i helâl ile söyleyen Nâ’ilî, bu beyitte ikinci bir anlam olarak, aslında Mûsâ Peygamber’in de gözünün doymadığını ve onun da Tûr Dağı’nda Tanrı güzelliğinin tufan olmasını istediğini ve bu sebeple dağın paramparça olduğunu ifade eder, fakat neticede Mûsâ, Tanrı’nın tecellî nuruna bakmaya dayanamamış ve bayılmıştır. Tasavvufta Tûr, insanın maddî yapını temsil eder ve bu maddî yapı Tanrı’nın tecellîsi ile yok olur. Nâ’ilî de Tanrı’nın tecellîsi ile varlığını yok edip “fenâ”dan “bekâ”ya ulaşmak ümidindedir (Uçan Eke, 2014: 512-513).

Ruhun tâbına tâkat itmeyüp dil oldı nâ-peydâ Şehâ nûr-ı tecellî yine gör mahv eyledi Tûrı

Besnili Nehcî Dede, Dîvân, G 333/5

“Ey şâh! Gönül, yanağının parlaklığına (bakmaya) güç yetiremeyerek görünmez oldu, tecellî nurunun Tûr'u yine mahveylediğini gör.”

·        17. yy. şairlerinden Besnili Nehcî Dede bu beytinde sevgilinin cemâlini Tanrı'nın tecellîsine teşbih etmiştir. Sevgilinin güneş gibi parlak ve yakıcı güzelliğine bakmaya dayanamayan âşığın gönlü bu tecellî karşısında Tûr Dağı gibi mahvolmuştur. Buradan hareketle Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Beytin birinci mısraındaki “ruhun tâbı - tâkât itmeyüp - dil" kelime ve terkipleri sırasıyla ikinci mısraındaki “nûr-ı tecellî - mahv eyledi - Tûr” kelime ve terkipleri ile anlamca ilişkili olup beyitte mürettep leff ü neşr vardır.

·        1.4.5. Mûsâ Peygamber’e Verilen Mucizeler

Her peygamberin kendi döneminde insanlar için geçerli olan bilgi araçlarının yapmaktan veya anlamaktan âciz olduğu olağanüstü hâller göstermiş olduğunu ifade eden İbn Kesîr, mucizeyi “Peygamberlik davasında bulunan zatın bu dâvâsında doğru olduğunu isbat için Allah'ın kudretiyle göstermeye muvaffak olduğu hârikulâde şeydir. (Kesîr, 1988: 204)” şeklinde tanımlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de Neml Sûresi'nin 12. ayetinde Mûsâ Peygamber'e dokuz mucize verildiği bildirilmektedir: “Elini koynuna sok da kusursuz bembeyaz çıksın. Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine (git). Çünkü onlar artık yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.” (Neml 27/12) Mucizat metinlerinde Muhammed Peygamber'den sonra en fazla mucizesinden bahsedilen Mûsâ Peygamber'dir. Klâsik Türk şiirinde Mûsâ Peygamber'in en çok “asâ” ve “yedd-i beyzâ” mucizelerine telmihte bulunulmuştur. Bununla birlikte az sayıda Mûsâ Peygamber'in mucizelerine genel olarak değinilen beyitler de vardır.

Sadece 19. yy. şairlerinden Nigârî, Dîvân'ında 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden genel olarak bahsetmiştir.

Zulm-i rakîbe gerek tâkat-ı İsrâilî Tâ ki zuhûr eyleye mu‘cize-i Mûsevî

Nigârî, Dîvân, G 656/6

“Rakibin zulmüne İsrailoğulları gibi dayanmak gerek ki Mûsâ'ya has mucize ortaya çıksın.”

Beyitte rakip, zalimliği yönüyle Firavun'a teşbih edilmiş ancak Firavun söylenmemiş olduğundan kapalı istiâre vardır. Şair, Firavun'un İsrailoğulları'na yaptığı zulümlere ve İsrailoğulları'nın bu zulümlere sabır gösterdiğine ve nihayetinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinin onların kurtuluşuna vesile oluşuna telmihte bulunmuştur. Âşığın da böylesi bir kurtuluşa, mucizeye erişebilmesi için İsrailoğulları gibi sabırlı olması, rakibin zulmüne katlanması gerektiğini ifade etmiştir.

Bahş-i Hudâ reşk-i Mesîhâdır ‘aşk

Mâye-i mu‘cize-i Mûsâdır ‘aşk

Nigârî, Dîvân, Tcb. 831-X/1

“Aşk Tanrı'nın ihsanı, kıskanılan İsâ'dır. Aşk, Mûsâ'nın mucizesinin mayasıdır.” Nigârî, bu beytinde ise aşkı tanımlarken onun Mûsâ Peygamber'in mucizesinin mayası, özü olduğunu dile getirmiştir.

·        1.4.5.1. Asâ Mucizesi

Arapça bir isim ola asâ; değnek, sopa, baston anlamındadır. “Kur'ân-ı Kerim'de on âyette tekil şekliyle Mûsâ'nın asâsı, iki ayette de çoğul şekliyle (ısıyy) Firavun'un sihirbazlarının asâları zikredilmektedir.” (Harman, 1991: 450) Kur’ân-ı Kerîm’de Bakara Sûresi’nin 60. ayetinde, Tâ Hâ Sûresi’nin 17-21. ve 69. ayetlerinde, Neml Sûresi’nin 10. ayetinde, Kasas Sûresi’nin 31. ayetinde Mûsâ Peygamberin asâsından bahsedilmektedir. Söz konusu ayetlerde Mûsâ Peygamber’in asâsıyla taşa vurup su çıkarmasından, asâsını yere attığında yılan olmasından, asâsının bir mucize ifadesi

olarak ejderha hâlini alarak Firavun’un sihirbazlarının büyülü iplerini ve sopalarını yutmasından bahsedilir. Ayrıca Tâ Hâ Sûresi'nin 18. ayetinde Mûsâ Peygamber, elindekinin kendi asâsı olduğunu, onu destek olarak kullandığını, onunla yaprak silkeleyerek sürüsünü beslediğini ve daha başka işlerde kullandığını belirtir. Haluk İpekten Mûsâ’nın asâsı ile ilgili şu bilgileri aktarır: “Mûsâ Peygamberin asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrâil bunu Şuayip Peygambere vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir, Mûsâ’nın mucizesi sihirdir. Peygamberliğini kanıtlamak için Firavun’un önünde sopasını yere atmış, büyük bir yılan olan ve sihirbazların yaptıkları yılanları yutan sopayı Mûsâ eline alınca yeniden asâ olmuştur. Yılan soğuk ve çirkin bir yaratıktır, ama bir peygamberliğin ispatlanmasında mucize olmuştur.” (İpekten, 1986: 153) İslâmî Türk edebiyatında Mûsâ'nın asâsı mucizelere sebep olması, diğer asâlardan uzunluğu, dayanak olması ve denge sağlaması gibi yönleriyle edebî unsur olarak kullanılmıştır. (Köprülü ve Köprülü, 1991: 452) Ayrıca Klâsik Türk edebiyatında şairler kalemlerini Mûsâ Peygamber’in asâsına benzeterek onunla diğer şairlere üstünlük sağladıklarını ifade ederler. Asâ kelimesi yerine “sopa, değnek, odun” mânâsında Farsça bir kelime olan “çûb” kelimesinin kullanıldığı da olur. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin güzellik unsurlarından olan saç, büyü ve sihir gibi unsurlarla Mûsâ Peygamber'in yılan olabilen asâsını şekil ve durum yönüyle hatırlatacak biçimde sıkça kullanılmıştır (Şahin, 6/3 2011: 1859).

·        14. yüzyıl şairlerinden Seyyid Nesîmî, şu beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesine telmihte bulunmuştur:

Mûsî vü Tûr nedir Şiblî vü Mansûr nedir Ejdehâ olan ağaç urgan ile dâr nedir

Nesîmî, Dîvân, G 102/6

“Mûsâ ve Tûr, Şiblî ve Mansûr nedir? Ejderhaya dönen ağaç nedir? İp ile darağacı nedir?”

Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda Tanrı'nın tecellîsine mazhar olmuş ve Tanrı ile konuşmuş, ejderhaya dönüşen asâ mucizesi de kendisine Tûr Dağı'nda iken verilmiştir. Şiblî (H. 247-334), Bağdat'ta doğmuş sûfî bi zât olup, “Zühd ü takvası, ahvâl u akvâl-ı ârifânesi meşhurdur (Onay, 2007: 376). Hallâc-ı Mansûr tarikat mensupları ve mutasavvıflar arasında Allah yolunda asılmayı göze alan bir fedayi timsalidir (Onay, 2007: 267). 300/921 senesinde şeriata aykırı sözlerinden ve özellikle “Ene'l Hak” demesinden ötürü fakihlerin fetvasıyla Mansûr'a önce bin değnek vurulmuş, sonra el ve ayakları kesilmiş, nihayet asılmış, vücudu yakılıp Dicle Nehri'ne atılmıştır (Onay, 2007: 266). Beyitte geçen ip ile darağacı Mansûr'un akıbetiyle ilişkilidir. Nesîmî, beyitte, müşahede ettiği İlâhî tecellîler karşısında Mûsâ Peygamber, Şiblî ve Mansûr'u küçümseyerek mübalağa yoluyla kendisinin daha büyük mertebelere ulaştığını dile getirmektedir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesine ve ayrıca Şiblî ile Hallâc-ı Mansûr'a telmihte bulunulmuştur. Beyitte ayrıca birinci mısradaki “Mûsî vü Tûr, Mansûr” ile ikinci mısradaki “ejdehâ olan ağaç, urgan ile dâr” kelimeleri mürettep leff ü neşr oluşturmaktadır.

·        15. yy. şairlerinden Karamanlı Aynî şu beyitte sevgilinin saçını Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:

Sanma inkâr eyleyem mûyun ‘asâsına senün

Münkir olmak Mûsâya Fir‘avn u Hâmândan gelür

Karamanlı Aynî, Dîvân, G 138/4

“(Ey sevgili) Senin saçının asâsını inkâr eylediğimi sanma. Mûsâ'yı inkâr etmek Firavun ve Hâmân'dan gelir.”

Klâsik Türk edebiyatında şairler, saçların âşık üzerindeki sihirli etkisinden dolayı sevgilinin saçını Mûsâ Peygamber'in asâsına benzetirler (Şahin, 6/3 2011: 1859). “Mûy” kıl, saç teli mânâsında olup asâya teşbih edilmesinde şeklî benzerlik de söz konusudur. Beyitte ayrıca, sevgili de Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiştir. Firavun ve veziri Hâmân'ın Mûsâ Peygamber'in asâ mucizesine şahit olduklarındaki inkârcı tavra telmihte bulunan şair, sevgilinin sihirli saçları karşısında asla inkârcı olmadığını ifade etmektedir. Beyitte aynı kökten gelen “inkâr, münkîr” kelimelerine yer verilmesinden ötürü iştikak vardır.

·        16. yüzyıl şairlerinden Fuzûlî ise şu beytinde memdûhunu Mûsâ Peygamber'e, elindeki kalemini ise Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:

Kelîm-i Tûr-i vefâsın ki ehl-i hayr ü şere Elinde gâh asâ oldu gâh mâr kalem

Fuzûlî, Dîvân, K 33/27

Hayır ve şer ehline vefâ Tûr'unun Kelîm'isin ki elindeki kalem bazen asâ bazen yılan olur.”

Kültür ve medeniyet tarihimizde yer edinmiş önemli unsurlardan olan kalem, Klâsik Türk şiirinde çeşitli yönleriyle ele alınmış, hakkında müstakil kaside ve gazeller de yazılmıştır (Şengün, Summer 2008:  755). Reîsü’l-küttâb Celâl-zâde Mustafa Çelebi'ye yazdığı “kalem” redifli kasidesinin bu beytinde Fuzûlî, Mustafa Çelebi'nin adaletli oluşunu ifade etmek için, onun kaleminin Mûsâ Peygamber'in asâsına benzediğini ve böylece iyiliği asâ/dayanak olup ödüllendirdiğini, kötülüğü yılan olup cezalandırdığını ifade etmektedir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının yılan/ejderha olmasına telmihte bulunulmuştur.

16. yüzyıl şairlerinden Bâkî ise şu beytinde baharı müjdeleyen sümbülü Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:

Yine Fir’avn-ı şitâ ceyşine Mûsâ-mânend Eyledi elde ‘asâsını bir ejder sünbül

Bâkî, Dîvân, K 24/12

“Yine sünbül kış Firavun'unun askerlerine karşı Mûsâ Peygamber gibi elindeki asâsını ejderha/yılan yaptı.”

Klâsik Türk şiirinde gül ve laleden sonra en sık kullanılan çiçeklerden biri olan sünbül şekli, koyu rengi ve güzel kokusuyla ekseriyetle sevgilinin saçı, zülfü, kâkülü için bir benzetme unsuru olarak karşımıza çıkar (Açıl, 2015: 15). Bakî ise bu

beytinde sümbülü baharı müjdelemesi yönüyle ele almıştır. Sonbaharda toprağa dikilen sünbül soğanları ocak şubat döneminde karların erimesiyle birlikte filizlenir ve yapraklarını topraktan çıkarmaya başlarlar (Karaman G., 2012: 315). Kış

mevsimini Firavun'un askerlerine teşbih eden şair, sünbülü bu askerlerin karşısına Mûsâ Peygamber'in asâsı gibi çıkararak Firavun ve askerlerinin Mûsâ Peygamber ve Rabbi karşısında yenilgisine telmihte bulunmuştur. Sünbülün çiçek açan dalı henüz çiçek açmamış haliyle asâya teşbih edilmiş, çiçek açmasıyla elindeki asânın bir ejdere dönüştüğü tasavvur edilmiştir. Beyitte Fir’avn, Mûsâ, asâ, ejder” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

16. yy. şairlerinden Ravzî ise şu beytinde sevgilinin zülfünü Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:

Zülf-i hoş-bûy-ı dil-âvîzüne su‘bân dirler Sana bu mu‘ciz ile Mûsî-i ‘İmrân dirler

Ravzî, Dîvân, G 292/1

“Ey sevgili! Senin gönüllerin asılı bulunduğu hoş kokulu zülfüne yılan/ejderha derler. Bu mucize ile sana İmran oğlu Mûsâ derler.”

Klâsik Türk şiirinde zülf, mû[y], gîsû gibi isimlerle de anılan saç; genel olarak şekil, koku, renk ve diğer benzetme yönleriyle konu edilir (Tanyıldız, 2009). Zülf, lügatte “yüzün iki yanından sarkan saç lülesi” mânâsındadır (Devellioğlu, 2005: 1194). Klâsik Türk şiirinde âşıkların gönülleri, sevgilinin saçına asılıp kalmış olarak tasavvur edilir. Nitekim âşıklar sevgilinin hoş kokulu zülfünün büyüleyici güzelliğine kapılıp tuzağa düşerler. Beyitte sevgilinin zülfü, şeklî benzerlik yönüyle yılana, ayrıca büyüleyici, sihirli olması yönüyle Mûsâ Peygamber'in yılana dönüşen asâsına teşbih edilmiştir. Sevgilinin bu büyüleyici güzelliğini bir mucize olarak nitelendiren şair sevgiliyi asâsının yılana dönüşmesi mucizesine telmihle Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. Beyitte geçen “su‘bân, mu‘ciz, Mûsî-i ‘İmrân” arasında tenâsüb vardır.

·        17. yüzyılın kaside ve hiciv sahasının ünlü şairlerinden Nefî ise şu beytinde kaleminin sihrinin Mûsâ Peygamber'in asâsını hatırlattığını ifade eder:

Anarlar seyr edenler sihr-i kilk ü mu’ciz-i nazmım Âsâ-yı dest-i Mûsâyı dem-i nutk-ı Mesîhâyı

Nefî, Dîvân, K 28/46

“Kalemimin sihrini ve şiirimin mucizesini seyredenler Mûsâ'nın elindeki asâyı ve Îsâ'nın nefesini anarlar."

Beyitte şair, şiirinin mucizesi ile kaleminin sihrini Mûsâ ve İsâ Peygamber'in mucizeleri ile birlikte anarak hem kendi sanat kudretini mübalağalı bir şekilde ortaya koymuş hem de Mûsâ Peygamber'in asâ ve İsâ Peygamber'in de ölüleri diriltmesi mucizelerine telmihte bulunmuştur. Nefî, kaleminin sihrini Mûsâ Peygamber'in mucizevî özelliklere sahip asâsına teşbih ederken, nazmının mucizesini ise ölüleri diriltme mucizesi gösteren İsâ Peygamber'in nefesine teşbih etmiştir. Beyitte birinci mısradaki benzeyen unsurlar ile ikinci mısradaki kendisine benzetilen unsurlar sıralı olarak veriliş olduğundan mürettep leffü neşr vardır.

Mârız ki asâ-yı kef-i Mûsâda nihânız Mâr anlama mûruz ki teh-i pâda nihânız

Nâ’ilî, Dîvân, G 135/1

“Biz, Mûsâ’nın avucundaki asâda gizli olan yılanız. Bizi yılan sanma, biz ayakaltında gizli bir karıncayız.”

17. yüzyılın Sebk-i Hindî şairlerinden Nâ’ilî bu beyitte Mûsâ Peygamber’in asâ mucizesine ve Süleyman Peygamberin karınca ile olan macerasına telmihte bulunmuştur. Mûsâ’nın mucizesi sihirdir. O devirde Mısır’da sihir çok yaygındır. Mûsâ’dan peygamberliğini kanıtlaması istenir. Firavun’un önünde sihirbazlar ellerindeki ipleri yılan yaparlar. Mûsâ, peygamberliğini kanıtlamak için Firavun’un önünde asâsını yere atar, asâsı büyük bir yılan olur ve sihirbazların yaptıkları yılanları yutar, tekrar eline alınca yeniden asâya dönüşür. Yılan, soğuk ve çirkin bir yaratıktır ama Mûsâ’nın peygamberliğini kanıtlamasında bir mucize olmuştur. Aslında tasavvufta çirkin, kötü bir şey yoktur; çirkin, güzelliğin, kötü iyiliğin anlaşılabilmesi içindir. Yılan, insanın nefsidir. Nefis, insanın şeytanî, gönül, rahmanî yanıdır. İnsan nefis sahibi olması, iyilik ile kötülük arasında bir savaşı başarması yönüyle değer kazanır ve eşref-i mahlûkat sayılır. Beyitte, biz yılanız, yani nefis sahibi, nefsiyle savaşan insanız denmiş. Mûsâ’nın elindeki asâda gizliyiz denilerek Mûsâ’nın yılan olan asâsına telmihte bulunulmuştur. İkinci mısrada “biz ayak altında gizli karıncayız” denmiş. Yılan büyük ve tehlikeli bir hayvandır; karınca ise küçücük, güçsüz, zararsızdır. “Mûr” ve “ayak altında gizli olmak, ezilmek” sözleriyle Süleyman Peygamber’in kıssasına telmihte bulunulmuştur. Süleyman Peygamber bir gün ordusuyla savaşa giderken karıncalar vadisinden geçer. Karıncalardan birinin diğer karıncalara "Ey karıncalar! Yuvalarınıza, giriniz! Sakın, Süleyman ve ordusu, sizi -bilmeyerek- kırmasın!" dediğini işitince gülerek atından inmiş, karınca ile konuşmuş ve ondan birçok öğüt almıştır. Beyitte, biz kâinat içinde küçük, güçsüz, ama nefis sahibi, nefsi ile savaşabilen, eşref-i mahlûkat olan insanız, denmiş (İpekten, 1986: 153-154; Köksal, 2016: 433).

Nâ-resâ mısrâ-ı bercestemize çûb-i Kelîm Kâdir-i sihr-i nev-îcâd ki derler o biziz

Şeyh Gâlib, Dîvân, G 122/3

“Kelîm’in asâsı bizim berceste mısraımıza yetişmez, yeni ortaya çıkmış sihir kudreti dedikleri biziz.”

Mûsâ Peygamber’in yaşadığı dönemde sihir ve kehânet revaçta olduğu için Mûsâ’nın sihirleri iptal eden asâsı gibi en önemli mucizeleri sihirle ilişkili olarak gelmiştir. (Karaman, 2015: 1516) Mûsâ’nın asâsı, yere atıldığında mucize ile yılan olup

sihirbazların sihirlerini galebe çalması yönüyle edebiyatta bir kudret unsuru olarak görülmüştür. Şeyh Gâlib yeni ortaya çıkmış bir sihir kudretine mâlik olduğunu, Mûsâ Peygamber’in asâsının bile bu sihir kudretine erişemeyeceğini dile getirerek söz söylemedeki üstünlüğünü, gücünü övmüştür. Berceste, kolayca hatıra geliveren ama yüksek bir mânâ taşıyan mısradır. (Pala, 2016: 68) “Bir şiir terimi olarak i’câz ise şairin şaşırtacak güzellikte, incelikte ve zekice şiir söyleyerek dinleyeni şaşırtması, kendine hayran bırakması diye bilinir ve sihirden üstün bir mertebeyi ifade eder.” (Karaman, 2015: 1518) Şeyh Gâlib de, Sebk-i Hindî üslûbunu benimsemiş bir şair olarak şiirde anlam ve hayâllerde incelik, yenilik ve giriftliğe çok önem vermiş ve bu hususiyete bu beytinde “mısra-ı berceste” ve “sihr-i nev-îcâd” kelimeleri ile değinmiştir. Beyitte “çûb”, “Kelîm” ve “sihr” kelimeleri arasında tenâsüb ve Mûsâ Peygamber’in sihirbazların sihirlerini yok eden asâsına telmih vardır.

·        I.4.5.2. Yedd-i Beyzâ Mucizesi

El mânâsına gelen “yedd” kelimesinin kuvvet, kudret, güç, yardım, vasıta ve mülk mânâları da vardır. “Beyzâ” da en beyaz demektir. “Yedd-i beyzâ”, beyaz, parlayan el mânâsındadır. Mûsâ Peygamber’in Tanrı'nın buyruğuyla sağ elini koltuğunun altına sokup çıkardığında parlayan eline denir. Yedd-i beyzânın mecaz yoluyla harikulâde haller, kerametler hakkında kullanılan bir tabir olduğunu dile getiren Rıdvan Canım, tasavvufta ise ilâhî gücün gerçekleşip ortaya çıkmasının bir sembolü olduğunu ifade etmiştir (Canım, 2016: 178).

Kur’ân-ı Kerim’de A'râf Sûresi’nin 108. ayetinde, Tâ Hâ Sûresi’nin 22. ayetinde, Neml Sûresi’nin 12. ayetinde ve Kasas Sûresi’nin 32. ayetinde Mûsâ Peygambere verilen yedd-i beyzâ mucizesinden bahsedilmektedir.

Klâsik Türk şiirinde “yedd-i beyzâ”nın bir mazmun olması hakkında Zülfi Güler Mûsâ’nın beyaz elinin, karanlık içinde parlayan ışığı; karanlığı kaldıran aydınlığı; aşığın gönlünü aydınlatan ve ferahlatan sevgilinin hayalini ya da bir güzellik unsurunun görüntüsünü yahut tecellîyi; sıkıntıyı gideren mutluluk, ferahlık ve sevinci; kederi unutturan şarabı; kötülüğü, zulmü kaldıran adaleti; cahâleti yok eden ilmi; güzel söylenmiş, aydınlık ve parlak sözü ya da şiir mânâlarını ifade ettiğini dile getirmiştir (Güler, 2006: 107).

Gerçi fir’avn ola düşmenleri kahr etmek için Yedd-i beyzâdır elin hüccet ü bürhân-ı kerem

Şeyhî, Dîvân, K 11/14

“Gerçi düşmanlarını kahretmek için Firavun gibi azamet sahibisin. Cömertliğin kanıtı ve delili olan elin yedd-i beyzâdır."

·        15. yüzyıl şairlerinden Şeyhî, Germiyanoğlu Yakup Bey (II.) için yazmış olduğu 22 beyitlik Kerem Kasidesi'nin (Irkılata, 2007: 5) bu beytinde memdûhunu azamet sahibi olması ve cömertliği yönüyle övmektedir. Birinci mısrada memdûhunun düşmanlarını galebe çalma hususunda Firavun gibi gerekli kuvvet ve azamete sahip olduğunu dile getirirken ikinci mısrada kerem sahibi olduğunu ifade etmiş ve memdûhunun elini yedd-i beyzâya teşbih etmiştir.

15. yüzyıl şairlerinden Ahmed Paşa şu beyitte sevgilinin bembeyaz elini “yedd-i beyzâ”ya teşbih etmiştir:

Ey sâki-i gül-çehre dili kılmağa rûşen

Gel şâh-ı şükûfe gibi göster Yedd-i Beyzâ

Ahmed Paşa, Dîvân, K 37/27

“Ey gül yüzlü sâkî! Gönlü aydınlatmak için gel de çiçek dalı gibi yedd-i beyzâ göster.”

Sâkî, Klâsik Türk şiirinde bezm âleminin en önemli unsurlarından biri olup lügat mânâsı kadeh sunan, içki veren demektir (Pala, 2002: 387). Şairin gözünde sevgili bir sâkî sayıldığını dile getiren İskender Pala, sâkînin bazen mutrib olarak da görev yaptığını, mutlaka güzelliği ile de dikkat çektiğini, hatta âşığın içkiden değil sâkînin güzelliğinden sarhoş olduğunu ve sâkînin içkiyi sunarken “sâid-i sîmîn”inin daima görünür durumda olması gerektiğini de ifade eder (Pala, 2016: 387). Sâkînin güzellik unsurlarından büyük bölümünü yüzü oluşturur ve yüz parlaklığı, rengi dolayısıyla güle benzetilir (Ekici, 2017: 59). Ahmed Paşa'nın bu beytinde de sâkî sevgili mesabesinde olup şair onun yüzünü güle teşbih etmiştir. Beyitte şair, gönlünün aydınlanması için sâkînin çiçek dalı gibi yedd-i beyzâsını gibi göstermesini arzulamaktadır. Sâkînin/sevgilinin kolu parlaklığı, göz kamaştırıcı olması yönüyle Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiş ve bu surette Mûsâ Peygamber'e verilen yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.

·        16. yüzyıl şairlerinden İbn Kemal ise şu beyitte sevgilinin yanağını göz kamaştırıcı parlaklığı yönüyle yedd-i beyzâya teşbih etmiştir:

Mûsâ giderüp hatt-ı siyâhını yüzinden Gösterdi ‘izârında nigârun yedd-i beyzâ

İbn-i Kemâl, Dîvân, G 16/3

“Mûsâ sevgilinin yüzünden ayva tüylerini giderip yanağında yedd-i beyzâsını gösterdi.”

Klâsik Türk şiirinde “hat” kelimesi sevgili söz konusu olunca daha çok ayva tüyü mânâsında kullanılmış ve daima yanak, yüz, dudak, çene, saç ve ben gibi güzellik unsurlarıyla birlikte ele alınmıştır. Ayva tüyleri sevgilinin güzelliğini gölgeleyen, bozan bir unsur olarak değerlendirilir (Şahin, 2012: 387). Şairler ayva tüyleri ile ilgili çok farklı benzetmeler ve mecaz unsurları kullanmışlardır. Beyitte yanağın parlaklığı yönüyle ele alınması ayva tüylerinin bir tezat unsuru yaratarak siyah kelimesiyle anılmasını sağlamıştır. Sevgilinin yanağını parlaklığı, göz kamaştırıcı olması yönüyle Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiş ve Mûsâ Peygamber'e verilen yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.

Çekdi âvâze-i Dâvûdunu her bülbül ü mest Yedd-i Beyzâsını carz eyledi gül Mûsâ-vâr

Hayâlî Bey, Dîvân K 2/4

“Dâvûdî sesiyle bütün mest edici bülbüller öttü, gül Mûsâ gibi beyaz elini gösterdi.” 16. yüzyıl şairlerinden Hayâlî Bey, bu beyitte gül ve bülbül mazmûnunu Dâvûd ve Mûsâ teşbihi ile yapmıştır. Dâvûd Peygamber sesinin güzelliği ile meşhurdur. Dâvûd Peygamber kendisine indirilen dört semâvî kitaptan biri olan Zebûr'u okurken herkes susup onu dinlermiş ve hatta onu dinlerken kendinden geçip ruhunu teslim edenler bile varmış (Pala, 2016: 108). Bu beyitte bülbül güzel sesi, ötüşü dolayısıyla Dâvûd Peygamber'e, gül de koynunun nûr olması yönüyle Mûsâ Peygamber'e teşbih olunmuştur. Kendinden geçen bülbüllerin Dâvûd Peygamber'in sesi gibi etkileyici ve güzel bir ötüşle inlemeleri karşısında gülün Mûsâ Peygamber gibi beyaz elini koynundan çıkarıp gösterdiği yani açtığı ifade edilmiştir. Beyitte Dâvûd Peygamber'in sesinin güzelliğine ve Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine telmihte bulunulmuştur.

Dehr Fir‘avnın meger îmâna da‘vet itmege Gösterür mu‘ciz yedd-i beyzâyı Mûsî-vâr gül Muhibbî, Dîvân, G 1704/8

“Gül dünya Firavun'unu imana davet için sanki Mûsâ gibi beyaz el mucizesini gösterir.”

Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda Tanrı tarafından peygamberlik görevi verildiği, peygamberliğinin kanıtı olarak asâ ve yedd-i beyzâ mucizelerinin verildiği, bu mucizelerle gidip Firavun'u imana davet etmesinin buyrulduğu Kur'ân-ı Kerîm'de (Tâ Hâ 20/22, Neml 27/12; Kasas 28/29-32) bildirilmektedir. Arap, Fars ve Türk klâsik edebiyatlarında zalim, inatçı, kibirli ve gururlu gibi menfî vasıflarla öne plana çıkarak bir mazmun şeklinde yer almış, tasavvufî metinlerde de bütün menfî yönleriyle nefsi ifade etmek için kullanılmıştır (Uzun M. , 1996: 121). Muhibbî de bu beyitte Firavun mazmûnuna yer vermiş ve Mûsâ Peygamber'e verilen risalet görevi ve yedd-i beyzâ mucizesi ile Firavun'un imana davet edilmesi hadisesine telmihte bulunarak, beyaz gülün açılmasını Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih etmiştir. Beyitte ayrıca gülün açılması yani yedd-i beyzâsını göstermesi dünya Firavun'unu imana davet etme amacına bağlanarak hüsn-i ta'lil yapılmıştır. Beyitte geçen “Fir‘avn, îmâna da‘vet it-, yedd-i beyzâ, Mûsî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Nigârun pençesi vasfı ile Rahmî bu beş beytün Yedd-i beyzâ-yı Mûsî-veş ‘acâyib sihrdür el-hak

Bursalı Rahmî, Dîvân, G 113/5

“Ey Rahmî! Sevgilinin elinin vasfı ile bu beş beytin hakikaten Mûsâ'nın yedd-i beyzâsı gibi şaşılacak bir sihirdir.”

16. yüzyıl şairlerinden Bursalı Rahmî'nin Dîvân'ında yer alan 113. gazel 5 beyitlik yek-âhenk bir gazel olup bir güzellik unsuru olarak sevgilinin elini konu alır. Şair, gazelinin bu (makta) beytinde sevgilinin elinin vasıflarını dile getirdiği bu beş beytin Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsı kadar şaşırtıcı/göz kamaştırıcı bir sihir kudretine sahip olduğunu anlatmaktadır. Şair, bu şiirini, şaşırtıcı olması yönüyle ve bir elin beş parmağı gibi beş beyitten oluşması hasebiyle, i'câzının parlaklığına da gönderme yaparak Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih etmiştir. Bu teşbih vesilesiyle Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.

Dem-i ‘Îsâ dirilür bûy-ı buhûr-ı Meryem Açdı zanbak Yedd-i Beyzâyı kef-i Mûsâvâr Bâkî, Dîvân, K 18/19

“Buhur-ı Meryem’in kokusu îsâ’nın nefesi gibi toplanır/hayat bulur. Zambak Mûsâ’nın nur neşreden yedd-i beyzâsı gibi açtı.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Bâkî bu beyitte îsâ ve Mûsâ Peygamber'in mucizelerini tabiattaki çiçeklerin hususiyetlerini ile ilişkilendirmek suretiyle telmih unsuru olarak kullanmıştır. Beyitte “buhûr-ı Meryem” adı ile zikredilen çiçeğe Meryemana eli de denildiğini, çiçeğin aynı zamanda tütsü olarak da kullanıldığını ifade eden İskender Pala çiçeğin oluşmasıyla ilgili olarak efsanesini de kısaca şöyle aktarır: "Hz. Meryem, îsâ Peygamber'i doğururken zorlanmış ve bir çiçeği tutmuştur. Çiçek sonradan el şeklinde belirmiştir. Ebeler kolay doğum olması için bu çiçekten yararlanırmış (Pala, 2016: 76).” Söz konusu çiçek isminden dolayı îsâ Peygamber'i de çağrıştırmaktadır. Beyitte bahsi geçen bir diğer çiçek olan zambak çağrışım alanı zengin olmakla birlikte nispeten az kullanılmış çiçeklerden biri olup beyazlığı ve zarafetiyle ön plana çıkmıştır (Açıl, 2015: 22). Beyitte zambağın açılması beyazlığı Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiştir.

Olsa i câz-ı yedd-i beyzâ n'ola bî-i tibâr Tâb-ı mihr itdi cihânı ol kadar pür-tef ü tâb

Fehîm-i Kadîm, Dîvân, K V/6

“Güneş'in parlaklığı dünyayı o derece aydınlık ve sıcaklıkla doldurdu ki Mûsâ'nın mucizesi olan beyaz el mucizesine itibar edilmezse buna şaşılmaz.”

·        17. yüzyıl şairlerinden Fehîm-i Kadîm’in bu beyiti, kasîdenin nesib bölümünden bir beyit olup söz konusu kaside, Sultan IV. Murad Hân’a sunulmuş bir temmûziyyedir. “Temmûziyelerde en önemli unsur güneştir. Güneşin ışınları, parlaklığı, yakıcılığı, aydınlatıcılığı değişik ilgi ve benzetmelerle ele alınmıştır. Güneşin temmuzdaki parlaklık ve aydınlığını en güzel şekilde ifade edebilmek için Hz. Mûsâ’nın “yedd-i beyzâ” (beyaz el) mucizesine telmih yapılmıştır (îspir, 2009: 342-343).” Mûsâ Peygamber, Allah’ın emri ile elini koynuna sokup çıkardığında eli bembeyaz olur ve parıl parıl parlar. Temmuz ayında güneş o kadar sıcak ve parlaktır ki Mûsâ Peygamber’in yedd-i beyzâsından bile daha baskındır.

Kelım-i Tûr-ı ma nâyım ki hâmemdir yedd-ı beyzâ Midâd-ı surh ile gâhî ki nakş-ârâ-yı manzardır.

Nâ’ilî, Dîvân, K XXVI/24

“Ben mana Tûr’unun Kelîm’iyim, kalemim de yedd-i beyzâdır, bazen kırmızı mürekkep ile yapılmış bir resim görünüşündedir.”

Nâ’ilî, Mûsâ’nın Tanrı ile konuştuğu Tûr Dağı’nı mana, kalemini de yedd-i beyzâ’ya benzeterek, şiirin ilâhî bir güçle yazıldığını söylemeye çalışmıştır (Erkal, 2009: 194). “Divan şiirinde şairler, belâgat ve i‘câzının parlaklığını göstermek için fahriyyede elindeki kalemi yedd-i beyzâ diye nitelendirirler. (Uzun M. , 2013: 377)”

Dîvân şâirlerimizin ilgi duydukları ve manzûmelerinde sık sık yer verdikleri yazı ile ilgili unsurlardan biri de midâd yani mürekkeptir. Kırmızı mürekkep, sevgilinin ve âşığın iştirak ettiği hayal ve benzetmelerde karşımıza çıkmakla beraber, daha çok sevgilinin cevr ü cefâsı ve ihmâli ile perişan olan âşığın gözyaşları, ciğer kanı (bağır kanı) için benzetme unsuru olarak kullanılır (Sefercioğlu, 1990). Bu beyitte geçen kırmızı mürekkep ile yapılmış resim de adeta Tûr Dağı’nda alevler içindeki ağacı, alevlerin kızıllığını çağrıştırmaktadır. Beyitte, Mûsâ Peygamber’in yedd-i beyzâ mucizesine ve “Kelîm” lakâbı zikredilerek Tûr Dağı’nda Tanrı ile mülakatına telmihte bulunulmuştur.

Nahl-i gül nahl-i tecellâdur şeb-i meh-tâbda Serv-i mevzûn dest-i beyzâdur şeb-i meh-tâbda

Arpaemîni-zâde Sâmî, Dîvân, G102/1

“Ay ışığı gecesinde gül ağacı, tecellî ağacıdır, serviye benzeyen güzel boyun ise beyaz eldir.”

·        18. yüzyılda yaşayan Sebk-i Hindî şairlerinden Arpaemîni-zâde Sâmî bu beyitte ay ışında gül ağacının görüntüsünü Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı'nda gördüğü ağaca teşbih etmiştir. Klâsik Türk şiirinde sevgilin boyu uzunluğu yönüyle serviye, tazeliği ve yeni yetişmişliği ifade etmesiyle fidana ve gül dalına benzetilir. Beyitte geçen nahl-i tecellî ve dest-i beyzâ tamlamaları ile Mûsâ Peygamber’in kıssasına telmihte bulunulmuştur. “Nahl-i tecellî”, Mûsâ Peygamber’in Eymen Vadisi’nde üzerinde tecellî eden nurları gördüğü mukaddes ağaçtır. “Dest” kelimesi ise Arapça “yedd”(el) kelimesinin karşılığıdır. Şair ay ışığında gördüğü sevgilinin serviye benzeyen uzun boyunu parlaklığı yönüyle yedd-i beyzâya, gül ağacını rengi dolayısıyla şecer-i Tûr’a benzetmiştir.

·        I.4.5.3. Sihir / İ‘câz

“Her peygamber elçi olarak gönderildiği toplumun hayatında önem arz eden hususlarda Allah tarafından mucizelerle donatılmış olarak gönderilir. Hz. Mûsâ devrinde sihir ve kehanet revaçta olduğu için Hz. Musa’nın sihirleri iptal eden asası gibi en önemli mucizeleri sihirle ilişkili olarak gelmiştir (Karaman, 2015: 1516).” Mûsâ Peygamber, kendisine risaletinin delili olarak asâ ve yedd-i beyzâ mucizeleri ile Firavun'u imana davet için gittiğinde Mûsâ Peygamber'in gösterdiği bu mucizelere Firavun ve adamları sihirdir deyip inkâr etmişler ve Firavun ülkesindeki bütün sihirbazları Mûsâ Peygamber ile müsabakaya tabi tutarak onu alt etmek düşüncesiyle toplamış ancak müsabaka neticesinde sihirbazlar Mûsâ Peygamber'in mucizesinin idrakine vararak iman etmişlerdir.

Arapça bir kelime olup acz kökünden gelen “i câz” mucize göstererek aciz kılmakla bağlantılı bir sözcük olduğunu dile getiren Mine Mengi bir şiir terimi olarak i câzı “şairin şaşırtacak güzellikte, incelikte ve zekice şiir söyleyerek dinleyeni şaşırtması, kendine hayran bırakması” şeklinde açıklamış ve i câzın şiirde şairin ulaşmayı istediği son nokta olması gerektiğini ifade etmiştir (Mengi, 2009: 136). “Klâsik Türk şiiri estetiği içerisinde şairin şiirde ulaşmak istediği son nokta olan i’câza giden yolunda bir estetik ölçüt de “sihir”dir (Karaman, 2015: 1518).” Klâsik Türk şiirinde şairler büyüleyici güzellik ve etkileme gücü mânâlarına ilişkin olarak sihir niteliğinde şiir söylemekle övünürler ve bu hususta Mûsâ Peygamber'in mucizelerine, mucizeleriyle sihri alt edişine telmihte bulunurlar.

Kime izhâr edeyin sihr-i beyânı ammâ

H'âba vardıkça meğer düşde görem Mûsâyı

Nef’î, Dîvân, K 45/42

“Ben sözlerimin sihrini kime göstereyim. Meğer uykuya vardıkça Mûsâ'yı düşte göreyim."

·        17. yüzyıl şairlerinden Nef’î, övgüye, özellikle de fahriyeye olağanüstü düşkünlüğü sebebiyle şiirde hayal oyunculuğunu, mecazı ve mübalağayı şiirin olmazsa olmazları kabul eder (Mengi, 2009: 140). Bu beyitte de sözlerinin sihrini, şiirindeki ince

mânâları anlamaya kimsenin idrakinin erişemediğini dile getirerek mübalağa yapmıştır. Sözlerinin sihrini ancak Mûsâ Peygamber'in çözebileceğini, onu da ancak düşte görebileceğini söyleyen şair, Mûsâ Peygamber'in mucizesiyle sihri boşa çıkarması hadisesine telmihte bulunmuştur.

·        17. yüzyıl şairlerinden Fevzî şiirde yenilik arayışını dile getirdiği şu beyitte konuya telmihte bulunmuştur:

Sihr-i şi’r-i köhne tarzı Fevzî mahv itsem n’ola Mûsî-i ma’nîyem ü i’câz mahremdür bana Fevzî, Dîvân, G 2/5

“Ey Fevzî! Eski şiirin sihrini ortadan kaldırsam bunda şaşılacak ne var? Mânânın Mûsâ'sıyım ve i’câz bana mahremdir.”

Şair, beyitte eski şiirin büyüsünü ortadan kaldırmak istediğini ancak buna şaşılmaması gerektiğini nitekim kendisinin mânânın Mûsâ'sı olduğunu ve i’câzın bu sebeple kendisine mahrem olduğunu dile getirirken kendi şiirinin mucizevî yönünü de ortaya koymuştur. Nitekim Mûsâ Peygamber mucizesiyle sihirbazların sihirlerini ortadan kaldırmış, boşa çıkarmıştır. Şair, şiirini Mûsâ Peygamber'in mucizesine, kendisini Mûsâ Peygamber'e, eski şiirin sihrini de sihirbazların sihirlerine teşbih etmek suretiyle Mûsâ Peygamber'in Firavun'un sihirbazlarını mağlup etmesi hadisesine de telmihte bulunmuştur.

Hezârân sihri ibtâl eyledim mu’ciz-beyânımla

Elimde hâme benzer ejder-i Mûsâ-yı ‘Umrân'a

Sünbül-zâde Vehbî, Dîvân, K 7/90

“Sözümün mucizesi ile binlerce sihri iptal ettim. Elimdeki kalem Mûsâ Peygamber'in ejderine benzer.”

·        18. yüzyıl şairlerinden Sünbül-zâde Vehbî bu beyitte şiirlerini, söyleyişini şaşırtıcı, etkileyici olması yönüyle mucizeye, elindeki kalemini Mûsâ Peygamber'in yılana/ejderhaya dönüşen asâsına ve kendisini Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiş, Mûsâ Peygamber'in mucizesiyle sihirbazların sihirlerini boşa çıkarmasına telmihte bulunmuştur.

·        1.5. Hârûn Peygamber ile Alakası

Kur'ân-ı Kerîm'de 20 yerde adı geçen Hârûn Peygamber'in hayatı ve faaliyetiyle ilgili fazla bilgi bulunmamaktadır ve umumiyetle Mûsâ Peygamber ile birlikte zikredilmektedir (Harman, Hârûn, 1997: 254). Âsım Köksal, Mûsâ Peygamber'den bir yaş büyük olan Hârûn Peygamber'in erkek çocukların öldürülmediği yılda sağ bırakılmış olduğu; açık, düzgün dilli ve yumuşak huylu olduğu bilgisini aktarır (2016: 7-10). Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda peygamberlik verilerek Firavun'a gitmesi buyrulduğunda Mûsâ Peygamber'in “Rabbim, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. (Tâ Hâ 20/25-33)” diye niyazda bulunduğu ve bu isteğinin kendisine verildiği (Tâ Hâ 20/36) bildirilmektedir. Klâsik Türk şiirinde Hârûn Peygamber'in zikredildiği beyitlerde Mûsâ Peygamber'in veziri/yardımcısı oluşuna, iyi/düzgün söz söyleme kabiliyetine ve Sâmirî'nin fitnesine engel olmadığını düşünerek Hârûn Peygamber'e çıkışması hadisesine telmihte bulunulmuştur.

·        15. yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî şu beyitte Mûsâ ve Hârûn Peygamber'in kardeş oluşuna telmihte bulunmuştur:

Mûsâ vü Hârûn-ı İmrânem bu gün yokdur gamum Çıkmışam Tîh yazusından şâdmânem ya kimem

Karamanlı Aynî, Dîvân, K 55/47 “İmrânoğlu Mûsâ ve Hârûn'um, bu gün üzüntüm yoktur. Tîh ovasından/çölünden çıkmışım, sevinçliyim. Ya kimim?”

Beyitte kendisini Mûsâ ve Hârûn Peygamber ile özdeşleştiren şair bu gün gamdan üzüntüden uzak olduğunu, nitekim Tîh ovasından/çölünden çıkmış bulunduğunu bunun için sevinçli olduğunu dile getirirken İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'ndeki serüvenine de telmihte bulunmuştur. İsrailoğulları, Mûsâ Peygamber'in “Arz-ı Mukaddes'e girin” emrini dinlemedikleri için Tîh Çölü'nde kırk yıl dolaşmakla cezalandırılmışlardır (Sayı, 2016:  302). İsrailoğulları, Tîh Çölü'nden Hârûn

Peygamber'in ve ondan üç yıl sonra da Mûsâ Peygamber'in vefatından sonra İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderilen Yûşa' b. Nûn tarafından çıkarılmıştır (Köksal, 2016: 121-122). Dolayısıyla Hârûn Peygamber de Mûsâ Peygamber de Tîh Çölü'nden çıkışı görmeden vefat etmiştir. Tîh Çölü'den çıkış İsrailoğulları için cezanın sona erişi olması yönüyle sevinç vesilesidir.

cAdet-i Hârûnı gözle san'at-ı Kârûnı ko Defter-i dünyâda bâkî yok ser-â-ser fânîdür

Yahyâ Bey, Dîvân, G 99/5

“Kârûn'un sanatını bırak, Hârûn'un âdetini gözle. Dünya defterinde ölümsüz kimse yok, (her şey) baştanbaşa geçicidir.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahyâ Bey bu beyitte Hârûn Peygamber'in ve Kârûn'un kıssasına telmihte bulunur ve Hârûn Peygamber'den tavrı, duruşu âdetiyle örnek alınması gereken bir kişi olarak bahsederken Kârûn'dan ise tam aksine dünya malına meyletmenin kötülüğünü timsalleştiren bir kişi olarak söz edilir. Neticede ikisinin de bu dünyada kalmadığı, dünya defterinden ölümsüz kimse olmadığı, her şeyin geçici ve ölümlü olduğu bu dünyada akıl sahibi kimselerin Hârûn Peygamber'in yolunu tutması gerektiği vurgulanmaktadır. Beyitte bâkî ile fânî kelimesi arasında tezat vardır. Hârûn ve Kârûn arasında da bir tezat olduğu söylenebilir.

·        17. yüzyıl şairlerinden, Hikemî üslûbun öncüsü olan Nâbî ise şu beyitte Hârûn Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e yardımcı olarak gönderilmesine telmihte bulunmuştur:

Hazret-i Mûsî-i ‘İmrân gibi ‘âlî-câhun Emrine olmış idi Hazret-i Hârun munzam

Nâbî, Dîvân, K 15/27

“İmranoğlu Hazret-i Mûsâ gibi yüksek rütbelinin emrine Hazret-i Hârûn eklenmişti.” Beyitte şair, Mûsâ Peygamber'in yüksek rütbe sahibi olduğunu ve kendisi gibi peygamber olan kardeşi Hârûn'un da kendisinin emrine verildiğini anlatmaktadır. Lügatte “munzam” kelimesi “üste konan, katılan; ek” mânâsındadır (Devellioğlu, 2005: 683) Mûsâ Peygamber'e peygamberlik ve delil olmak üzere mucizeler verilip Fiavun'a gitmesi buyrulduğunda Mûsâ Peygamber, Tanrı'dan kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı/vezir olarak verilmesini niyaz etmiş ve niyazının makbul olması neticesinde Hârûn'a da peygamberlik verilmiştir. Yani peygamberlik görevi önce Mûsâ Peygamber'e verilmiş sonra Hârûn Peygamber'e verilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in yüksek mertebesi meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Allah) Ey Mûsâ! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol. (A'râf 7/144)”

Olma vezîri pâdişeh olsa birâderün Hârûn’ı itdi Hazret-i Mûsâ mu’âheze

Edirneli Kâmî, Dîvân, Müfredat 10

“Biraderin padişah olsa (onun) veziri olma. (Nitekim) Hazret-i Mûsâ (bile kardeşi) Hârûn'u azarladı.”

·        18.  yüzyıl şairlerinden Edirneli Kâmî Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'ndan döndüğünde kavmini Sâmirî'nin yaptığı altından buzağıya taparken görüp o öfkeyle kavminin başında bıraktığı kardeşi Hârûn Peygamber'i bu duruma engel olmadığını düşünerek azarlaması hadisesine telmihte bulunmuştur. Söz konusu hadise Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen şöyle anlatılmaktadır: “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?' dedi. Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşinin (Hârûn’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): 'Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalim kavimle beraber tutma!' dedi. (A'râf, 7/150)” Bu hadiseden hareketle şair bir kimsenin kardeşinin padişah olsa onun veziri olmaktan sakınması gerektiğini ifade etmektedir.

·        19. yüzyıl şairlerinden Nigârî, Dîvân'ında iki beyitte Hârûn Peygamber'den söz eder:

Sal fitneye sehhârları eyle giriftâr

Ey kâkül-i şeh-mâr Hayrân ola sâhir dahı Hârûn ahı Mûsâ Ey kâmil-i a‘lâ

Nigârî, Dîvân, Müstezat 835/7

“Ey kâkülü yılan (gibi olan) şah (sevgili)! Büyüleyici (saçlarını) fitneye sal, (âşıkları) esir eyle. Ey kemâli yüce olan! Büyücü, Hârûn (ile) kardeşi Mûsâ hayran ola."

Bu beyitte Mûsâ Peygamber ile Firavun'un sihirbazları arasındaki müsabakaya telmih vardır. Mûsâ Peygamber asâ mucizesiyle sihirbazların sihirlerini boşa çıkarıp onları hayran bırakmıştır. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin saçının yılana teşbih edilmesi yaygındır. Yine âşıklarının gönüllerinin sevgilinin saçına asılıp kalması, onları böylelikle esir alması da yaygın tasavvurlardandır. Saç, rengi ve çokluğu sebebiyle kesrettir ve bu yönüyle beyitte fitneyi çağrıştırmaktadır. Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsı mazmun olarak ele alınmış, "sevgilinin kâkülü" kapalı istiaredir ve Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih edilmiştir. Sevgilinin saçlarının sihirbazları, mucizevi güçlere sahip asâsıyla Mûsâ Peygamber'i ve Hârûn Peygamber'i bile hayran bırakabilecek büyüleyici güzelliğinin olduğu dile getirilmiştir. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin hususiyetlerinden biri de büyücü olmasıdır. “Güzelliği ile âşıklara teshîr etmesi ise en büyük büyüsüdür. Büyü yaparken kullanılan araçlardan biri de saç kılı olduğu için sevgilinin saçı ile büyü birlikte kullanılır (Canım, 2016: 110).”

Nigârî, Dîvân'ında geçen şu beyitte ise Hârûn Peygamber'in doğru ve güzel konuşma kabiliyetine telmihte bulunarak ondan “Hârûn-ı fasîh” diye söz eder ve onu Mûsâ, İsâ ve Muhammed Peygamber ile birlikte zikreder:

Hârûn-ı fasîh lehcesi hoş mâder-i Mûsâ Muhtâr-ı Hudâ Meryem-i zâyende-i ‘Îsâ

Nigârî, Dîvân, Tcb. 820-III/3

·        1.6. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Maiyeti ile Mücadelesi

“Firavun”, Eski Mısır'da Amâlika-Kıbt padişahlarının husûsî unvanlarıdır (Onay, 2007: 160). Tarihte ve edebiyatta bahsi geçen en meşhur Firavun Mûsâ Peygamber devrinde yaşamış, bütün uyarıları ve ilâhî mucizeleri hiçe saymış, zalim ve tanrılık iddiasında bulunmuş Firavun'dur (Tökel, 2016: 271). İslâmî kaynaklara göre Mûsâ Peygamber dünyaya geldiğinde iş başındaki firavun Velîd b. Mus'ab b. Muâviye b. Ebu Nûmeyr'dir (Harman, Mûsâ, 2006: 211). Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ile olan mücadelesi, İsrailoğulları'na yapmış olduğu zulümler, inkârcılığı ve tanrılık iddiası ile birçok yerde Firavun'dan bahsedilmektedir (Canım, 2016: 272). Firavun'un Mûsâ Peygamber ile birlikte anıldığı olaylar Mûsâ Peygamber'in Firavun'u imâna davet etmesi ile başlayıp Firavun'un Kızıldeniz'de boğulmasına kadarki safhada ortaya çıkar (Uzun M., 1996: 121). Mûsâ'nın Tanrı'sını kabul etmeyip ilahlık

iddiasını sürdüren Firavun veziri Hâmân'ın da etkisinde kalarak Mûsâ Peygamber'in mucizelerini de inkâr eder. Mûsâ Peygamber özellikle asâsıyla Firavun ve taraftarları ile büyücüleri daima yenilgiye uğratır ancak inadı ve kibri sebebiyle yenilgiyi kabul etmeyen Firavun Mûsâ Peygamber ve İsrailoğulları üzerindeki zulmünü arttırır ancak her ne yaptıysa bir sonuç alamaz (Uzun M., 1996: 121-122). Firavun ve kavmi inkârcılığı yüzünden türlü belâlara uğratılır. Bu belâlara tahammülü kalmayınca Firavun Mûsâ Peygamber ve İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkmalarına izin verir ancak bu kararından vazgeçip ordusuyla birlikte peşlerine düşer ve Kızıldeniz kıyısında arkalarından yetişir. İsrailoğulları Kızıldeniz'in yarılmasıyla açılan yollardan karşıya geçerler ancak peşi sıra Firavun da ordusuyla birlikte arkalarından denizde açılan yollardan geçmek isteyince Kızıldeniz'in eski hâline dönmesiyle birlikte dalgalar arasında kalarak boğulurlar.

Firavun tarihî bir şahsiyet olmakla birlikte etrafında teşekkül eden olağanüstü hikâyeler sebebiyle efsanevî bir kişiliğe bürünmüştür (Tökel, 2016: 272). Firavun adı Türkçede “zalim kimse” anlamında kullanılmakta olup “Firavun inadı”, “Firavun kesilmek” gibi deyimlerde yaşamaktadır (Uzun M., 1996: 122).

Klâsik Türk şiirinde bir kötülük ve şer sembolü olan Firavun istenmeyen bir kişiliği ve hâli çağrıştırır ve genellikle sevgilinin hattı Firavun'un askerleri olarak tasavvur edilerek âşığa verdiği sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle anılır (Tökel, 2016: 273). Mûsâ Peygamber'in Firavun ve maiyeti ile olan mücadelesi eserlerde iman-küfür mücadelesi şeklinde işlenir ve daha çok âşık- rakip ve rekabet çerçevesinde ele alınır (Uzun M., 1996: 121).

·        14. yüzyıl şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde Firavun'un denize gark olması hadisesine telmihte bulunmuştur:

Ben özümi salaram denizine ‘ışkunun

Ya garka çü Fir‘avn u ya silm çü Nûh ola

Kadı Burhâneddîn, Dîvân, G 956/4

“Ben kendimi aşkının denizine salarım. Ya Firavun gibi gark ola ya Nûh gibi barışık ola.”

İlâhî aşkı bir denize teşbih eden şair kendisini sonunu düşünmeden bu denize bıraktığını ve bunun sonucunda ya Firavun gibi boğulacağını ya da Nûh Peygamber gibi deniz ile barışık olacağını, boğulmadan selâmete ulaşacağını ifade etmiştir. Beyitte Firavun'un denizde boğulması hadisesinin yanı sıra Nûh Peygamber'in kıssasına da telmihte bulunulmuştur. Nûh Peygamber, nice yıllar kavmini imana davet eder ancak pek az kimse iman eder. Kavmini imana davet ettikçe onların ezâ, cefâ, hakaret ve alay etmeleri üzerine ümitsizliğe düşen Nûh Peygamber onlara bedduâ edince Tanrı tarafından kendisine bir gemi yapması vahyedilir. Geminin inşası bitip de tûfân alâmetleri görünmeye başlayınca Nûh Peygamber mü'minlerle birlikte her çeşit hayvandan birer çift alarak gemiye biner. Su dağları aşıp tûfân her yeri kaplayınca yeryüzündeki insan ve hayvanlar yok olur. Altı ay süren tûfânın sonunda sular çekilmeye başlayınca Nûh'u gemisi de bir rivayete göre Cûdî Dağı'na oturur ve gemidekiler kurtulur (Pala, 2016: 361). Beyitte telmihte bulunulan Firavun ile Nûh Peygamber'in kıssaları arasında birinin boğulması birinin kurtuluşa ermesi bakından tezat da vardır.

·        14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî Mûsâ Peygamber'in, Firavun ile olan mücadelesinde galip gelişini bir beytinde şöyle ifade eder:

San‘at-ı ihyâyı sensin ‘İsî’ye ta‘lîm iden

Mûsî’ye sensin kılan Fir‘avn mülkin pâ-yi-mâl

Ahmedî, Dîvân, K II/21

“Diriltme sanatını İsâ'ya öğreten sensin. Firavun mülkünü Mûsâ'nın ayakları altına seren sensin.”

Beyitte Mûsâ Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesinde galip gelerek Firavun'un malının-mülkünün Mûsâ Peygamber ve kavmine kalması hadisesi ile İsâ Peygamber'in ölüleri diriltmesi mucizesine telmihte bulunulmuştur. Bu iki hadisenin de Tanrı'nın dilemesi ile vuku bulduğu dile getirilmiştir. Firavun mülkünün Mûsâ Peygamber ve kavmine kalması hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde bildirilmektedir: “Onlar neler bırakmışlardı, ne bahçeler, ne pınarlar! Ne ekinler, ne güzel kaynaklar ve içinde eğlenip durdukları nice nimetler ve refah! İşte böylece biz onları başka bir kavme miras bıraktık. (Duhan 25/28)”

Zülf ü çeşmün remzini bir kimse bilmez varsa

Mûsâ vü Fir‘avn ilinde ejder ü sâhir ola

Karamanlı Aynî, Dîvân, G 15/4

“Zülfünün ve gözünün neye işaret olduğunu bilmeyen bir kimse varsa (o kimse ancak) Mûsâ ve Firavun ülkesinde ejderha ve büyücü olmalıdır.”

·        15. yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî bu beytinde sevgilinin saçının ve gözünün vasıflarını dile getirirken Mûsâ Peygamber ve Firavun'un kıssasına da telmihte bulunmuştur. Sevgilinin saçı şekil bakımından Mûsâ Peygamber'in ejderha olan mucizevî asâsına teşbih edilmiş ve ayrıca sevgilinin gözlerinin efsunlu güzelliği ile de büyücülük arasında ilişki kurulmuştur. Sevgilinin saçının ve gözünün bu remizlerinin herkesçe bilindiğini ifade eden şair ancak bundan Mûsâ Peygamber'in ejderha olan asâsı ile Firavun'un sihirbazlarının/büyücülerinin bî-haber olduğunu dile getirmiştir. Beyitte zülf-ejder ve çeşm-sâhir sözcükleri arasında mürettep leff ü neşr vardır. Ayrıca Mûsâ, Fir'avn, ejder, sâhir sözcükleri arasında tenâsüb vardır.

Velî hatt-ı siyeh-pûşı yasamış leşker-i Fir‘avn Tutar Mısr-ı cemâlini meded irmezse Mûsâ’dan Cem Sultan, Dîvân, G CCLII/7

“Ancak Mûsâ'dan yardım yetişmezse karalar giymiş ayva tüyleri Firavun'un askerleri gibi hazırlanıp cemâlinin ülkesini tutar.”

Fatih'in oğlu olan Cem, şehzâde olarak görev yaptığı Konya'da etrafında “Cem şairleri” adıyla anılan şairlerin toplandığı, aynı zamanda dîvân ve mesnevî sahibi bir şairdir (Özgül, 2013: 49-50). Klâsik Türk şiirinde sevgilinin ayva tüyleri yanak ülkesini istila etmiş askerler olarak sıkça ele alınır (Şahin, 2012: 392). Cem Sultan da bu beyitte sevgilinin yanağını güzellik ülkesi, ayva tüylerini ise bu ülkeyi istila eden Firavun askerlerine teşbih etmiştir. Ayva tüyleri rengi ve çokluğu sebebiyle kesret olarak düşünülür ve kimi zaman sevgilinin yüz güzelliğini gizleyen unsur olarak görülür. Beyitte, Mûsâ Peygamber'in yardımı erişmediği takdirde Firavun askerlerine benzeyen ayva tüylerinin sevgilinin güzellik ülkesini istila edeceği dile getirilmektedir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesine telmih vardır. Ayrıca “leşker-i Fircavn, Mısr, Mûsâ” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

Mısr-ı hüsnine hatı fir’avnı kılmadan hücûm Nîle gark idüp anı böyle azâb itmek neden

Revânî, Dîvân, G 272/2

“Güzellik şehrine Firavun olan ayva tüylerin saldırmadan onu neden Nil nehrine gark ederek azap ediyorsun?”

·        16. yüzyıl şairlerinden Revânî bu beytinde Firavun'un boğulması hadisesine telmihte bulunur ancak Kızıldeniz'e değil de Nil Nehri'ne gark olduğunu ifade eder. “Mısr” kelimesi beyitte “memleket, şehir” mânâsında olmakla birlikte Firavun kıssası ile birlikte zikredilmesiyle hasebiyle ihâm-ı tenâsüblü olarak kullanılmıştır. Klâsik Türk şiirinde yanak en fazla üzerinde durulan güzellik unsurlarından biri olup berraklık, parlaklık ve şeffaflık özelliği ile suya benzetilir. Beyitte yanaktan güzellik şehri/ülkesi diye bahsedilmiş ve yanaktaki ayva tüyleri de Firavun ve askerlerine teşbih edilerek güzelik şehrine hücum etmek üzere iken Nil suyuna gark olarak boğuldukları ifade edilmiştir.

Fir'avn-ı nefsi eyleyicek Nîl-i kahra gark Billâh tecellî Tûrına Mûsâ degül misin Zâtî, Dîvân, G 1005/5

“Allah için! Nefis Firavun'unu kahır Nil'inde boğduğun zaman Tanrı'nın tecellî ettiği Tûr Dağı'ndaki Mûsâ değil misin?

16. yüzyıl şarilerinden Zâtî bu beyitte nefsi Firavun'a teşbih ederek kişileştirmiş, kendini de Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirmektedir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesine, Firavun'un denize gark olması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Firavun'a teşbih edilen nefsin kahır Nil'inde boğulması insanın maddî olan şeylerden uzaklaşıp nefsini yenmesi demektir. İnsanın gönlü tasavvufta nefsanî arzulardan, dünyevî isteklerden arındıkça ilâhî nurların tecellî mekânı olması yönüyle Tûr Dağı'na teşbih edilir. Böylelikle nefsini yenen kişinin Mûsâ Peygamber gibi tecellîye mazhar olacağı ifade edilmektedir. Beyitte “Fir'avn, Nîl, Mûsâ, Tûr, tecellî" kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Ayrıca nefis Firavun'un şahsında somutlaştırılarak teşhis yapılmış, “degül misin” şeklinde soru sorularak da istifham sanatı yapılmıştır.

Bezme gelsen zâhidâ yakmağa gam Fir‘avn’ını Bir ayağıyla elünde ejder olurdı âsâ

Behiştî, Dîvân, G 13/3

“Ey zâhit! Gam Firavun'unu yakmak için meclise gelsen elindeki asâ bir ayağıyla ejder olurdu.”

Genellikle rindâne şiirler yazan ve aynı zamanda bir Halvetî şeyhi olan 16. yüzyıl şairlerinden Behiştî bu beyitte zâhidi gam Firavun'unu yakmak üzere içki meclisine elinde ejder olan asâsıyla gelmiş bir şekilde tasavvur etmiştir. Bu tasavvurda zâhid elindeki ejder olan asâdan dolayı Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiş ve bu hâliyle gam ile özdeşleştirilen Firavun'un karşısında onu yakmak/galebe çalmak üzere yer almıştır. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesine telmihte bulunulmuştur. Beyitte geçen ayak kelimesi hem içki ile alakalı olarak kadeh anlamında hem de ayak anlamında tek ayak şeklinde düşünülen asâ ile ilgili olarak kullanılmış olup bu kelimede iham-ı tenâsüb vardır. “Firavun, ejder, asâ” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

Hattunı Fir‘avn okıyan gamzeni Mûsâ sanur Zülfüni agzından âteş saçar ejderhâ sanur

Emrî, Dîvân, G 102/1

“Ayva tüylerinin Firavun olduğunu söyleyen gamzeni Mûsâ, saçını ise ağzından ateş saçan bir ejderha sanır.”

16. yüzyıl şairlerinden Emrî bu beytinde sevgilinin güzellik unsurlarından ayva tüyü ile Firavun, gamzesi ile Mûsâ Peygamber ve zülfü ile de ejderha arasında bir ilişki kurmuştur. Klâsik Türk şiirinde sevgili söz konusu olunca “hat” kelimesi ayva tüyü kastedilmiş, kelimenin yazı anlamına gelmesinden dolayı yanak bir sayfa, tüyler de yazı olarak telakki edilmiştir (Şahin, 2012: 387). Beyitte “okumak” kelimesi sesli olarak söylemek yahut değerlendirmek mânâsında olup kelimenin “bir yazıyı çözüp seslendirmek” anlamı “hat” kelimesinin yazı anlamı ile ilişkilidir. Sevgilinin ayva tüyleri renk ve çokluğu sebebiyle kesret olarak telakki edilir ve bu yönüyle beyitte olumsuz sıfat ve niteliklerle anılan, inkârın sembolü olan Firavun ile ilişkilendirilmiştir. “Gamze” ise sevgilinin güzellik unsurlarından göz ile ilgili olup beyitte büyüleyicilik vasfı sebebiyle mucizeleri Firavun ve adamları tarafından büyü, sihir addedilen Mûsâ Peygamber ile ilişkilendirilmiştir. Sihir, sevgilinin câdû gözlerinin bir özelliği olup sevgili gamzesi ile âşıklarını büyüler. Sevgilinin güzellik unsurlarından saç ise beyitte ağzından ateş saçan bir ejderhaya, beyitte Mûsâ Peygamber'in de zikredilmesiyle onun ejderhaya dönüşen asâsına teşbih edilmiştir. Beyitteki “hat, gamze, zülf’ kelimeleri arasında ve “Fircavn, Mûsâ, ejderhâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Sevgilinin güzellik unsurları üzerinden teşbih yoluyla Mûsâ Peygamber ile Firavun kıssasına da telmihte bulunulmuştur.

Mûsâ Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesinde Firavun'un yakın çevresinde olan kişilerden de bahsedilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in mucizelerle desteklenerek Firavun ve çevresine/ileri gelenlerine gönderildiği bildirilir (Zuhruf 43/46). Firavun'un yakın çevresinde bulunan ve “âl-i Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” diye anılan şahısların başında veziri Hâmân gelmektedir. Hâmân'ın yanı sıra Bel'am-ı Ba'ûr, Kârûn, Sâmirî gibi isimler tarihî kişiliklerinden çok zulüm, inkâr, ifsâd ve kibri sembolize eden karakterler olarak Klâsik Türk şiirinde zikredilmiştir.

Hâmân, Mûsâ Peygamber zamanında Firavun'un veziri olan kişi olup Kur'ân-ı Kerîm'de de adı geçmektedir ve kaynaklarda Firavun'un imana gelmesini engelleyen, sürekli onu İsrailoğulları ile Mûsâ Peygamber'e karşı kışkırtan kişi olarak gösterilir (Tökel, 2016: 277). Hâmân adı Kur'an-ı Kerim'de altı ayette Firavun'la birlikte zikredilmekte olup (Kasas 28/6, 8, 38; Ankebût 29/39; Mü'min 40/24, 36) bu ayetlerden anlaşıldığına göre Tanrı Mûsâ Peygamber'i ayetler, mucizeler ve delillerle Firavun, Hâmân ve Kârûn'a göndermiş, fakat onlar Mûsâ'yı "çok yalancı bir sihirbaz" diye suçlayarak tebliğini reddetmişlerdir (Kuzgun, 1997: 436). Firavun'un, veziri Hâmân'dan Mûsâ'nın Tanrı'sı ile görüşmesini sağlayacak yüksek bir kule yapmasını istediği Kur'ân-ı Kerim'de meâlen şöyle bildirilmektedir: “Firavun: Ey Hâmân, bana

yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı. (Mü'min 40/36-37)” Hâmân tarafından yapılan bu kule “sarh-ı Hâmân” diye meşhur bir rasathânedir (Pala, 2016: 187). Hâmân bundan başka Firavun'un Mûsâ'nın Tanrı'sına ok atmak ve onu öldürmek üzere içine binerek yükseleceği bir düzenek de yapmış, büyük bir sepete bağladığı gerges kuşları üzerlerinde asılı olan ete ulaşmak için yükselmeye çalıştıkça Firavun'u daha da yükseğe çıkarmış ancak Firavun bundan da bir sonuç alamamıştır (Uzun M., 1996: 122). Klâsik Türk şiirinde Hâmân, kötülük sembolü olan kişilerden biri olup Firavun kıssasına yapılan atıflarla ve Firavun'un emriyle yapmış olduğu meşhur kule vesilesi ile zikredilir (Tökel, 2016: 279).

Sakın dünyâya magrûr olma magrûr Ne aldı gitti Fir‘avn ile Hâmân

Muhibbî, Dîvân, G 2167/6

“Sakın Dünya malıyla gururlanma, Firavun ile Hâmân ne alıp götürdüler?”

Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman bu beyitte Firavun ve Hâmân'ı dünyanın geçiciliğinden habersizce hırslarıyla yaşayan, dünya malıyla gururlanan kimselerin sembolü olarak ele almış ve böyle kimselerin akıbetinin ne olacağına ilişkin Firavun kıssasına telmihte de bulunulmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de Firavun'un haddini aşıp üstünlük taslayan bir zorba olduğu (Duhan 44/31), kavmine “Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” diyerek kibirlendiği (Zuhruf 43/51), Firavun ve askerlerinin yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladıkları ve bu zalimlerin nihayetinde denize atıldıkları, onların ateşe çağıran öncüler kılındıkları (Kasas 28/39-41) bildirilir.

Belâ gird-âbına salsun -adûnı nâ-bedîd itsün Fenâ deryâsına gark eyleyen Firavn u Hâmânı

Bâkî, Dîvân, K 14/36

“(Allah) Firavun ve Hâmân'ı yokluk deryasına gark eylediği gibi düşmanı da belâ girdabına salıp yok etsin.”

16. yüzyıl şairlerinden Bâkî, Firavun ve Hâmân'ın denize gark olmaları hadisesine telmihte bulunduğu bu beyitte, aynı akıbete düşmanı olan rakibin de uğraması için, rakibin belâ girdabında yok olması için beddua etmektedir. Böylece kendisi de rakip belasından kurtulmuş olacaktır.

Kevkeb-i âlîsin idrâk eyleyemez erbâb-ı fen Etseler vaz'-ı rasad tâ sarh-ı Hâmân üstüne Nedîm, Dîvân, K 3/28

“İlim erbâbı Hâmân'ın kulesinin üstüne çıkıp gözlem yapsalar onun yüce yıldızını idrâk eyleyemezler.”

18. yüzyılın önde gelen şairlerinden olan ve Klâsik Türk şiirine getirmiş olduğu yeniliklerle Nedîmâne denilen yeni bir tarz geliştirmiş (Uçan Eke, 2015: 244) olan Nedîm Sadrazam Damat Ali Paşa için yazmış olduğu kasidesinin methiye bölümünde yer alan bu beyitte memdûhunun yıldızını bile yüce olduğunu Hâmân'ın inşa ettiği kule çıkıp bakan ilim adamlarının bile onu gözlemlemeye gücünün yetmediğini dile getirerek mübalağalı bir şekilde ortaya koymuştur. Beyitte Hâmân tarafından inşa edilen ve rasathane olarak kullanılan kuleye telmihte bulunulmuştur. Beyitte geçen “kevkeb, rasad” kelimleri arasında tenâsüb vardır.

Bel'âm-ı Ba'ûr hakkında Adnan Uzun “Firavun'un dinî işlerine bakan, halkı Firavun'un tanrılığına inandırmaya çalışan, bu yolda telkinler yapan din adamıdır.” bilgisini aktarırken (Uzun, A. 1999: 44) Ömer Faruk Harman ise “Tevrat ve İslâmî kaynaklarda önceleri iyi bir mümin iken daha sonra Hz. Mûsâ ve kavmi aleyhine hile tertiplediği için cezalandırıldığı rivayet edilen kişi” olduğunu ifade eder (Harman, 1992: 389). Bel'âm-ı Ba'ûr'un ismi Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmez. Bel'âm-ı Ba'ûr'un Mûsâ Peygamber'in üzerine yürüdüğü Kenânî kavimden duası makbul, âbid ve zâhit bir kişi olduğu, Mûsâ Peygamber'in ordusuyla bu Kenânî kavmin üzerine yürüdüğü vakit bu kavmin Bel'am'a gidip Mûsâ Peygamber ve ordusuna beddua etmesini istedikleri, Bel'am'ın beddua etmeyi reddetmesi üzerine Kenânî kavmin pek fazla miktarda para teklif ederek ısrar etmesi üzerine bedduaya başladığı ancak o beddua ettikçe sözlerin tersine çevrilip kendi kavmi aleyhine döndüğü, amacına ulaşamayıp lanete uğradığı rivayet edilir (Tökel, 2016: 265). Bir başka rivayette dünyalık için beddua etmeye razı olup Mûsâ Peygamber ve askerleri için beddua ettiği sırada ağzından beyaz bir kuşun uçarak gittiği, sonra da dilinin sarkıp susuz köpek gibi can verdiği aktarılır (Pala, 2016: 65). Klâsik Türk şiirinde Bel'âm-ı Ba'ûr, ibadet, zühd ve takvaya güvenerek yaşamanın kişiyi kurtuluşa erdirmeyeceği gerçeğini sembolize eder (Tökel,2016: 265). Taranan dîvânlarda Bel'âm-ı Ba'ûr'un kıssasına telmihte bulununlan 2 beyit tespit edilmiştir:

İbâdetine dayanma ki sana pend yeter Hemîn hikâyet-i İblîs ü Bel'am-ı Ba'ûr

Hayâlî Bey, Dîvân, K 1/17

“İbadetine güvenme ki sana tıpkı bu İblis ile Bel'âm-ı Ba'ûr'un hikâyeleri öğüt olarak yeter.”

16. yüzyıl şairlerinden Hayâlî Bey, yapılan ibadetlere güvenmemek gerektiği hususuna değindiği bu beyitte ibadetlere güvenmenin kişiyi İblis ile Bel'âm -ı Ba'ûr'un akıbetine götürebileceğini ifade ederek İblis ile Bel'âm-ı Ba'ûr'un hikâyelerine telmihte bulunmuştur. İblis önceleri Hâris adlı bir melek olup meleklerin ulusu ve hocası iken kendisinin ateşten yaratıldığını ileri sürerek topraktan yaratılmış olan Âdem'e secde etmeyeceğini söyleyerek Tanrı'ya asî olunca Tanrı tarafından lanetlenmiş ve şeytan kılığına sokulmuştur (Pala, 2016: 431). Bel'âm-ı Ba'ûr'un da hikâyesi İblis'e benzemektedir. O da önceleri iyi bir mümin iken dünyalık için Mûsâ Peygamber ve askerlerine beddua edince hüsrana uğrayanlardan olmuş, bir anlık tamah ve hırsı bir ömür boyu yaptığı ibadet ve hasenâtı ateş gibi yok etmiştir (Tökel 2016: 265).

Eyleme kibr ü hased merdûd olan şeytana bak Zühdüne dayanma gel gör n'oldı Bel'âm-ı Ba'ûr

Muhibbî, Dîvân, G 374/3

“Kibir ve kıskançlık eyleme, kovulan şeytana bak. İbadetlerine güvenme, (böyle yapan) Bel'âm-ı Ba'ûr'a ne olduğunu gör.”

16. yüzyılda yaşayan, Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî de bu beytinde şeytanın kibri yüzünden Âdem'e secde etmeyip Tanrı'ya asî olması sebebiyle kovulmuş olmasına ve yıllarca dünyanın zevklerindem uzak bir şekilde yaşayıp ibadetle ömrünü geçiren Bel'âm-ı Ba'ûr'un sapkınlığına telmihte bulunmuş, kıskançlık, kibir gibi hasletlerin insanı sapkınlığa sürükleyebileceğini ifade etmiştir. Beyitte Bel'âm-ı Ba'ûr, hak ve hakikati gördükten sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumunu sembolize etmektedir (Harman, 1992: 389).

·        1.7. Denizin Yarılması

Kur'ân'da da bahsi geçen (Bakara 2/50, Şuarâ 26/63) İsrailoğulları'na denizin yarılması ve bu durumunu İsrailoğulları tamamen geçinceye kadar koruması ve zemininin kupkuru hâle gelmesi hadiseleri İslâm terminolojisinde mucize denilen hadiselerin tipik örneklerinden olup Mûsâ Peygamber'in denizin yarılması mucizesinin asâsını denize vurmak suretiyle gerçekleştiği yine Kur'ân'da Şuarâ Sûresi'nin 63. ayetinde bildirilmektedir (Sayı, 2016: 192-193).

Yıllardır Firavun ve kavminin uyguladığı haksızlık ve zulümlere maruz kalan İsrailoğulları'nı geceleyin gizlice Mısır'dan çıkarmasının kendine vahyedilmesi üzerine Mûsâ Peygamber, geceleyin kavmi ile birlikte yola çıkmıştır. 19. yüzyıl şairlerinden Nigârî bu zamanlamaya şu beytinde telmihte bulunmuştur:

Kıssa-i Hazret-i Mûsâya haberdâr bilür Şeb-i târikde sefer eyleme a‘lâ görünür

Nigârî, Dîvân, G 191/5

“Mûsâ Peygamber'in kıssasından haberi var, bilir. Karanlık gecede sefer yapmak

••             ••   ••     •*    77

yüce görünür.

Durumu haber alan Firavun ve adamlarıysa onları imha etmek için peşlerine düşüp güneş doğarken onlara yetişmiş ancak İsrailoğulları mucize olarak denizin yarılmasıyla karşıya geçmişler (Arslan, 2013: 28), Firavun ve adamları ise “Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.” (A'râf 7/136) ayetiyle açıklandığı gibi denize gark olmuşlar, boğulmuşlardır. Bu olaydaki denizin Kızıldeniz olduğu nakledilmekle (Sayı, 2016: 195) birlikte bazı Klâsik Türk edebiyatı şairleri (Necatî Beg, Yahyâ Bey) şiirlerinde Nil Nehri olarak da bahsetmişlerdir.

·        15. yüzyıl şairlerinden Necatî Bey şu beyti ile denizin yarılması hadisesine telmihte bulunmuştur:

Yâ meğer kim leşker-i Für‘avnı ederler helâk Nil şakk olmuş durur Mûsâ elinde bî-gümân

Necatî Beg, Dîvân, G 431/5

“Ya meğer Firavun askerini helâk ederler. Şüphesiz Nil, Mûsâ'nın elinde yarılmıştır.” Necâtî Bey bu beytinde Firavun ve askerlerinin boğulduğu yer olarak Nil Nehri'nden bahsetmiş ve hadiseye telmihte bulunmuştur. Yanaktaki ayva tüylerinin Firavun'un askerlerine ve yanağın parlaklığından, berraklığından ötürü suya teşbih edilmesi tasavvurundan hareketle şairin muhatabının yüzündeki çizik Firavun askerlerini helâk etmek üzere Mûsâ Peygamber'in elinde denizin yarılması hadisesine teşbih edilmiştir. Beyitteki “leşker-i Fir'avn, helâk etmek, şakk olmak, Nil, Mûsâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        16. yüzyıl şairlerinde Fuzûlî, Dîvân'ında 3 beyitte denizin yarılması hadisesine telmihte bulunmuştur:

Kahrı ol reng ile kim deryâ mizâcın huşk eder Çalsa ger Mûsî-sıfat deryâya tîğ-i âb-dâr

Fuzûlî, Dîvân, K 41/11

“O Mûsâ sıfatlı parlak kılıcını eğer denize çalsa, kahrı o rengi ile denizin mizacını kurutur.”

16. yüzyılın önde gelen şairlerinden Fuzûlî, bu beytinde sevgiliyi/memdûhunu elindeki parlak kılıcı asâya teşbih etmek suretiyle Mûsâ sıfatlı olarak nitelemiş ve Mûsâ Peygamber'in asâsını denize vurmasıyla denizin yarılması hadisesine telmihte bulunmuştur. Ezici davranış, zulüm, üstünlük gibi anlamlarıyla “kahır” kelimesi beyitte Mûsâ Peygamber'ın öfkeli mizâcını da çağrıştırmaktadır.

İki gözden revân etmiş sirişkim kâmetin şevki Asâ-yi mu’cizi gör kim iki bölmüş bu deryâyı

Fuzûlî, Dîvân, G 278/2

“Endamını görme arzusuyla gözyaşlarım iki gözden akmış. Asânın mucizesini gör ki bu deryayı ikiye bölmüş.”

Bu beyitte ise şair gözyaşlarının iki gözünden revan olma sebebini sevgilinin endamını şiddetle arzulamasına bağlamıştır. İki gözden akan gözyaşları ikiye bölünmüş bir deniz gibi tasavvur edilmek suretiyle denizin yarılması mucizesine telmihte bulunulmuştur. Bu telmih bağlamında sevgilinin boyu da şekil açısından benzerlik kurularak denizi yaran Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih edilmiştir.

Nâvekim gör kim yarıp ekşim tutar göz perdesin Ey diyen Mûsî asâsı kat’-i deryâ etmedi

Fuzûlî, Dîvân, G 280/2

“Ey Mûsâ’nın asâsı denizi kesip açmadı diyen! Bak sevgilinin okunun gözyaşımı yarıp da göz perdesine nasıl ulaştırdığını gör.”

Fuzûlî bu beyitte ise gözyaşlarını çokluğu sebebiyle mübalağa yaparak denize teşbih etmiş, sevgilinin ok gibi etkili bakışlarını/ kirpiklerini ise Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih ederek, Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Peygamber'in Kızıldeniz'e vurması üzerine denizin yarılması hadisesine telmihte bulunmuştur.

Getürür anı gören nûr-ı Nebîye salavât Nîli şakk eyledi i‘câz ile sankim Mûsâ

Yahyâ Bey, Dîvân, K 31/4

“Onu gören Peygamber'in nûruna salavat getirir. Sanki Mûsâ mucize ile Nil Nehri'ni yardı.”

·        16. yüzyıl yaşamış olan, devşirme olarak Yeniçeri Ocağı'na alınan, asker olarak Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman dönemlerinde doğuda ve batıda birçok sefere asker olarak katılan, bir yandan da şiirle uğraşan (Kurnaz, 2004: 229) Taşlıcalı Yahyâ Bey, bu beytinin yer aldığı 22 beyitlik kasidesinde Kâsım Paşa'nın Bağdat'ta Şat Nehri üzerinde yaptırdığı köprü vesilesiyle Paşa'yı överken (Tökel, 2005: 9) bu beyitte köprünün ihtişamını görenlerin Muhammed Peygamber'in nuruna salavat getirdiklerini ifade ederken nehrin üzerindeki köprüyü Nil'i (Kızıldeniz'i) yaran Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih ederek konuya telmihte bulunmuştur.

Bu bahr-i nîl-gûnda şeb-çerâg-ı mâhı şakk itdi Dü-nîm itmişdi deryâyı egerçi mu‘ciz-i Mûsâ

Nev’î-zâde Atâyî, Dîvân, K 1/36

“Bu Nil renkli denizde ayın yakamozu Mûsâ Peygamber'in mucizesi gibi denizi iki parça etmişti.”

·        17. yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî bu beyitte deniz üzerindeki yakamozun boylu boyunca oluşturduğu ışıltılı hattı, denizin ikiye ayrılması şeklinde tasavvur etmiştir ve denizdeki yakamozu Mûsâ Peygamber'in denizi yarması mucizesine teşbih ederek konuya telmihte bulunulmuştur.

Taranan dîvânlarda denizin yarılması mucizesi ile ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mesîhî: K 22/10 Zâtî: G 1333/2 Yahyâ Bey: G 6/1, G 301/5 Kilisli Zihnî: K 2/29

·        1.8. Mûsâ Peygambere Verilen Levhalar / Tevrat

Mûsâ Peygamber, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtardıktan sonra Tûr Dağı'na davet edilmiş, burada oruç tutarak kırk gün kırk gece kaldıktan sonra kendisine levhalar verilmiş ancak Mûsâ Peygamber dönüşünde kavmini buzağıya tapar vaziyette bulunca öfkeyle levhaları yere atmış, öfkesi geçince levhaları tekrar almıştır (Harman, 2007: 349). Bu levhaların sayısı ve cevherleri hususunda farklı rivayetler bulunmakta olup sayısının on, yedi ve iki olduğu; maddesinin ise zebercet, zümrüt, kırmızı yakut, taş veya ahşap olduğu nakledilmiştir (Sayı, 2016: 210). Bu levhalarda bildirilenlerin on emir olarak da anılan İsrailoğulları'na tebliği öngörülen ana esaslar olduğu bildirilmekte olup bu levhaların Tevrat'ı içerdiği nakli yanında Tevrat'ın daha sonra geldiği değerlendirmesi de yapılmaktadır (Sayı, 2016: 211-212). Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat çoğu yerde İncil'le birlikte olmak üzere 16 ayette 18 defa geçmekte olup bu ayetlerden Tevrat'ın İsrailoğulları'na indirildiği anlaşılmakla birlikte hangi peygamber vasıtasıyla verildiği açıkça belirtilmemiş, müfessirler muhtelif ayetlerde Mûsâ Peygamber'e verildiği belirtilen kitabı, suhufu, elvâhı ve furkânı Tevrat şeklinde yorumlamışlar, Tevrat'ın Mûsâ Peygamber'e verilmiş bir kitap olduğu hadis kaynaklarında açıkça belirtilmiştir (Adam, 2012: 44). Kutsal kitap olarak Tevrat, Ahd-i Atîk'in ilk beş kitabını ifade etmekte olup bunlar vahye dayandırılan geleneksel sırasıyla Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye'dir (Adam, 2012: 41). Yahudilik dininin kutsal kitabı olan Tevrat'ta İbrahim Peygamber'den başlayarak Mûsâ Peygamber'in ölümüne kadar olan Yahudilik tarihi anlatılmakta olup bunun yanı sıra emir ve yasaklar da yer almaktadır (Uzun. A. 1999: 49). Edebiyatta Tevrat, genellikler sevgili ile ilgili unsurlar ile tasavvufî unsurlar birleştirilerek kullanılmış olup sevgilinin yüzü tevhid remzi olması itibarıyla İlâhî kitaplara benzetilmiştir (Uzun. A. 1999: 49).

14. yüzyıl şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde Tevrat'ın tahrif edilmiş oluşuna telmihte bulunmuştur:

Hatun neler yazar cânâ benüm alnumda kim bilür Diyemezem ki bîzârem bu Tevrât-ı muharreften

Kadı Burhâneddîn, Dîvân, G 55/4

“Ey sevgili, ayva tüylerin benim alnıma neler yazmaktadır kim bilir? Bu tahrif edilmiş Tevrat'tan usandığımı söyleyemiyorum ki.”

Şair sevgilinin duru ve temiz yüzündeki ayva tüylerini hat kelimesinin yazı mânâsından hareketle değiştirilmiş/bozulmuş Tevrat'a teşbih etmiştir. Bu yönüyle sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri sevgilinin güzelliğini gölgeleyen, bozan bir unsur olarak telakki edilmiştir. Fakat buna rağmen şair sevgilinin yüzüne olan iştiyakından, tutkusundan vazgeçemediğini dile getirmektedir.

Konuyla ilgili en fazla beyit Nesîmî Dîvânı'nda yer almakta olup 11 beyitte levh-i Mûsâ yahut Tevrat'tan söz edilmiş, 7 beyitte Tevrat bir kutsal kitap olarak diğer mukaddes kitaplarla birlikte zikredilmiş, “levh-i Mûsâ” terkibi de sevgilinin yüzü için bir teşbih unsuru oluşturmuştur.

Çün Nesîmî Tûr-ı Sinâ’da buluptur âyetin Yâre kıldı levh-ı Mûsâ innehû şey ’ün acîb

Nesîmî, Dîvân, G 12/9

“Nesîmî Tûr Dağı'nda (sevgiliden) bir belirti bulmuştur. Sevgiliye Mûsâ'nın levhasının şaşılacak şey olduğunu arz etmiştir.”

Beyitte Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda verilen levhalara telmihte bulunan 13. yüzyıl şairlerinden Nesîmî, sevgilinin yüzünü Mûsâ Peygamber'e verilen levhalara teşbih etmiştir. Sevgilinin yüzündeki ayva tüylerinin yazı gibi telakki edilmesi bu teşbihin dayanak noktasını oluşturmaktadır. Şairin Tûr Dağı'nda gördüğünü söylediği ayet/iz ise sevgilinin levh-i Mûsâ'ya benzeyen yüzüdür ve bunun şaşılacak nitelikte olduğu ifade edilmiştir. Beyitte Hûd Sûresi ve Kâf Sûresi'nde geçen “şey’ün ‘acîb” lafzı iktibas edilmiştir (Keleş, 2013: 81).

Yüzündür levh-ı Mûsâ kâmetin Tûr Hatın Fürkân yüzündür rakk-ı menşur

Nesîmî, Dîvân, G 65/1

“Yüzün Mûsâ'nın levhası, boyun Tûr Dağı'dır. Ayva tüylerin Furkan, neşredilmiş sayfa yüzündür.”

Nesîmî bu beyitte ise tasavvufî açıdan vahdeti temsil eden sevgilinin yüzünü Mûsâ Peygamber'e verilen levhaya/levhalara teşbih ederken boyunu ise Mûsâ kıssası bağlamında Tûr Dağı'na teşbih etmiştir. Ayrıca sevgilinin yüzü üzerindeki yazıya benzeyen ayva tüylerinden ötürü de yazılı bir sayfa, mukaddes bir kitap olarak telakki edilmiştir.

Kirpigün Tevrât u İncîl ü Zebûrun şerhidür Dört kitâbun ma'nîsi seb'al-mesânî kandadur

Nesîmî, Dîvân, G 118/3

“Kirpiğin Tevrât, İncîl ve Zebûr'un şerhidir. Dört kitabın mânâsı seb'al-mesânî nerededir?”

Nesîmî bu beyitte sevgilinin kirpiğini İlâhî kitapların şerhi olarak telakki etmiş ve Mûsâ Peygamber'e verilen kutsal kitap olan Tevrât ile birlikte İncîl ve Zebûr'u da zikretmiştir. Müfessirler Hicr Sûresi 87. ayette de geçen, “tekrar tekrar okunan yedi ayet” mânâsındaki “seb'al-mesânî”nin Fâtihâ Sûresi olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla beyitte Fâtihâ Sûresi'nin dört kutsal kitabın mânâsı olduğu dile getirilmiştir.

İnanmaz âh o kâfir mâcerâ ihlâsıma Vehbî Yemîn etsem öpüp İncîl ile Tevrât-ı Mûsâ'yı

Sünbül-zâde Vehbî, G 261/7

“Ey Vehbî! Eyvah ki o kâfir (olan sevgili) İncîl ile Mûsâ'nın Tevrât'ını öpüp yemin etsem (de) ona duyduğum sevgiye/aşka inanmaz.”

·        18. yüzyıl şairlerinden Sünbül-zâde Vehbî bu beyitte Mûsâ Peygamber'e verilen mukaddes kitap olan Tevrât'a telmihte bulunmuştur. Sevgiliyi kâfir olarak nitelemiş olan şair bundan hareketle cereyan eden aşkına/sevgisine inanmayan kâfir sevgiliyi buna inandırmak için İncil ile Tevrât üzerine yemin etmektedir, nitekim sevgili gayrimüslim/kâfir olduğundan onun için İncîl yahut Tevrât mukaddestir. Ancak buna rağmen sevgili âşığın sevgisine inanmamaktadır.

Taranan dîvânlarda konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Nesîmî: T 79, G 11/1, G 31/21, G 39/2, G 40/3, G 240/18, G 254/2, G 437/8

·        1.9. Sâmirî Kıssası

Sâmirî, Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na çıktığında İsrailoğulları'nı altından yaptığı buzağıya tapmaya sevk eden kişidir (Salihoğlu, 2009:  78). Kur'ân'da Mûsâ

Peygamber'in levhaları almak üzere Tûr'a gitti dönem itibariyle Sâmirî'den açıkça söz edilmekte olup hangi dönemden itibaren İsrailoğulları içerisinde yer aldığı belirtilmemektedir. Sâmirî'nin İsrailoğulları'ndan olduğu, hatta Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'nin ölümüne sebep olduğu olayda Kıbtî ile kavga eden ve Mûsâ Peygamber'i kâtil olarak ifşâ eden kişi olduğu rivayet edilir (Sayı, 2016: 219).

Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nı geride bırakıp Tûr'a gittiği sırada Sâmirî'nin İsrailoğulları'nın zinet eşyalarını toplayıp eriterek bundan bir buzağı heykeli yaptığı ve İsrailoğulları'nı bu helkele tapmaya yönelttiği, Hârûn Peygamber'in engellemeye çalışmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in dönüşüne kadar bu heykele tapmaya devam edeceklerini söyledikleri Tâ Hâ Sûresi'nde şöyle anlatılmaktadır: “Dediler ki: Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zinet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı. Bu adam, onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine: İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ'nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.”(Tâ Hâ, 20/87-88) Söz konusu olayın Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e “Senden sonra biz, kavmini (Harun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.” (Tâ Hâ, 20/85) şeklinde bildirdiği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in öfkeli ve üzüntülü bir şekilde kavmine döndüğü, kavminin ise bu duruma sebep olarak Sâmirî'yi gösterdiği, Mûsâ Peygamber'in Hârûn Peygamber'e niçin buna engel olmadın diye hiddetlendiği, Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'ye neden böyle bir şey yaptığını sorması üzerine Sâmirî'nin “Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi.” diye cevap verdiği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi kovduğu, buzağı heykelini de yakıp parça parça ederek denize savurduğu Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılmaktadır (Tâ Hâ, 20/86-97).

Klâsik Türk şiirinde Sâmirî, sihir konusundaki üstün yeteneği, yaptığı buzağı heykeli, insanları doğru yoldan alıkoyması/saptırması yönüyle telmih unsuru olarak yer alır.

Samîrî Fir'avn içün sihr itdi bâ-izni Hûdâ Hem nidâ Mûsâ'ya geldi saldı elinden 'asâ

Nesîmî, Dîvân, Mur. 8/1-2 “Tanrı'nın izni ile Sâmirî Firavun için sihir etti. Hem de Mûsâ'ya seslenildi, elinden asâyı saldı.”

·        14. yüzyıl şairlerinden Nesîmî, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile konuşması, Mûsâ Peygamber'in elindeki asânın Tanrı'dan bir mucize olarak yılana/ejderhaya dönüşmesi hadisesine de telmihte bulunduğu bu beyitte Tanrı'nın izni ile Sâmirî'nin Firavun için sihir yaptığı dile getirilmiş, Sâmirî'nin sihir konusundaki yeteneğine telmihte bulunulmuştur. Sâmirî'nin Firavun için sihir yaptığının söylenmesinin ardından Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile elindeki asâyı saldığının söylenmesi, Mûsâ Peygamber'in yılan/ejderha olan asâsıyla Mûsâ Peygamber'in Firavun'ın sihirbazlarını mağlup etmesi hakikatini de akıllara getirmektedir. Beyitteki “Sâmirî, Fir'avn, sihr; Mûsâ, asâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Dîvân'ında 2 beyitte Sâmirî'den bahseden 15. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, şu beyitte Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunmuştur:

Ger yedd-i beyzâ senün ceybünde olsa şek degül Sâmirî sihrin gözünde görmişem ‘ayne’l-yakîn

Ahmed-i Dâ'î, Dîvân, G 47/3

“(Ey sevgili!) Eğer yedd-i beyzâ senin cebinde/koynunda olsa şüphe duyulmaz. (Nitekim) Sâmirî sihrini bizzat gözünde görmüşüm.”

·        15. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î bu beyitte sevgilinin güzelliğini dile getirirken sevgilinin gözlerinin âşıklar üzerinde büyüleyici bir etki bıraktığını ifade ederken bu etkiyi Sâmirî'nin sihrine teşbih ederek Sâmirî'nin sihir konusundaki maharetine telmihte bulunmuştur. Sevgilinin gözlerindeki efsunlu güzelliği bizzat görüp büyülenen şair, bunun üzerine Mûsâ Peygamber gibi elini koynundan çıkarıp yedd-i beyzâsını gösterse bundan şüphe edilmeyeceğini ifade etmiş, sevgiliyi bu yönüyle Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiş, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunmuştur. Beyitte Mûsâ Peygamber'in mucizesi ile Sâmirî'nin sihri arasında hakikati ve batılı karşılamaları bakımından tezat vardır.

Çeşm-i câdû birle teshîr eylemiş dil milkini Sâmirî sihrin bilür sehhâr dirsen işte sen

Süheylî, Dîvân, G 259/4

“Gönül ülkesini câdû gözü ise büyülemiş/istila etmiş Sâmirî sihrini bilen bir büyücü dersen işte (o) sen(sin).”

·        16. yüzyıl şairlerinden Süheylî bu beyitte sevgilinin güzellik unsurlarından gözden,

gözün etkileyici, büyüleyici vasfından hareketle sevgiliyi Sâmirî sihrini bilen bir büyücü olarak tasavvur etmiş, Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunmuştur. Kaynaklarda cadı, kocakarı görünümlü, kötülük ve büyü yapan bir varlık olarak tanımlanır; Klâsik Türk edebiyatında ise sahip olduğu büyü gücü ile ön plana çıkar (Nayır, 2012:  164). Beyitte cadı kelimesi sevgilinin güzellik

unsurlarından olan göz ile birlikte kullanılmış, sevgilinin gözlerinin âşığı adeta güzelliği ile büyülediği ifade edilmiştir. Beyitte ayrıca gönül bir ülkeye teşbih edilmiş ve sevgilin cadı gözlerinin gönül ülkesini ele geçirdiği tasavvur edilmiştir. Beyitteki “teshîr, sihr, sehhâr” kelimeleri arasında hem iştikak hem de tenâsüb sanatı vardır.

Yüzün sûretde mâhun zâhiridür

Gözün ma'nâda sihr-i Sâmiri'dür

Karamanlı Aynî, Dîvân, G 177/1 “(Ey sevgili!) Yüzün görünüşte ay gibidir. Gözün ise mânâda Sâmirî'nin sihridir.”

·        15. yüzyılda yaşayan ve “Cem Şairleri” adıyla tanınan şairler topluluğunun en meşhur isimlerinden biri olan Karamanlı Aynî ise sevgilinin güzellik unsurlarından bahsettiği bu beyitte sevgilinin yüzünü şekli ve parlaklığı bakımından aya teşbih ederken, gözlerini de sahip olduğu büyüleyici güzelliğinden ötürü Sâmirî'nin sihrine teşbih etmiş; Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunmuştur.

La‘lün yanında zâyil olur mu‘ciz-i Mesîh Çeşmün katında bâtıl olur sihr-i Sâmirî

Hüdâyî, Dîvân, G 237/2

“Senin dudağının yanında İsâ’nın mucizesinin adı anılmaz. Senin gözünün katında Sâmirî’nin büyüsü hiç kalır.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Hüdâyî de sevgilinin güzellik unsurlarından bahsettiği bu beyitte sevgilinin dudağından ve gözünden söz ederken İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme mucizesine ve Sâmirî'nin yapmış olduğu sihirlere telmihte bulunmuştur. “La'l” yâkût gibi kırmızı ve kıymetli bir taş olup Klâsik Türk şiirinde sevgilinin dudağı kırmızı rengi dolayısıyla la'l taşına benzetilmiştir. Beyitte sadece benzeyen olan “la'l” söylendiğinden bu sözcükte açık istiâre vardır. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin dudağı nitelik bakımından bir tabip, ilaç, devâ olarak telakki edilmiş olup âşığa can bağışlayan her türlü meziyet dudakta mevcuttur (Pala, 2016: 285). Sevgilinin la'l renkli dudağın atfedilen can bağışlayıcı nitelik karşısında İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme mucizesinin adının bile anılmayacağı, bir büyücü gibi telakki edilen sevgilinin gözlerinin yanında Sâmirî'nin sihrinin hiç kalacağı söylenerek mübalağa yapılmıştır.

Na‘t-ı hüsne beydak-ı hâlün salup ferzâne at Sâmiri sihrin yehûdi-hâne içre itdi mât

Âşık Çelebi, Dîvân, G 117/1 “Beninin askeri/piyonu güzelliğin övgüsüne bilgece at salıp Sâmirî sihrini havra içinde yendi.”

16. yüzyıl şairlerinden Âşık Çelebi satranç mazmûnuna yer verdiği bu beytinde sevgilinin yanağındaki benini piyona teşbih etmiştir. Beyitteki “beydak” kelimesi sözlükte “satranç oyununda piyâde denilen taşlardan her biri” mânâsında olup piyonu karşılamaktadır. Klâsik Türk şiirinde şairler satranç terimlerinin gerçek ve mecaz anlamlarından da yararlanarak beytin anlam katmanlarını zenginleştirmişlerdir (Kayaokay, 2018: 267). Bu beyitte de şair satranç terimlerinden olan “beydak, ferzâne, at, hâne, mat etmek” kelimelerine yer vermiş, bunların bazısını terim anlamıyla kullanırken bazısını gerçek anlamı ile kullanım ihâm-ı tenâsüb yoluyla terim anlamını da çağrıştırmıştır. “At, ferzâne ve hâne” kelimeleri arasında ihâm-ı tenâsüb vardır. Satranç terimi olarak “veziri“ karşılaşan “ferzâne” kelimesi sözlükte “bilge, hakîm” mânâsındadır. Beyitte şair sevgilinin büyüleyici nitelikteki benini ata binerek ustalıkla savaşan bir savaşçı olarak tasavvur ederek kişileştirmiş ve Sâmirî'nin sihrini mat ettiğini/ yendiğini dile getirmiş böylelik sevgilinin yanağındaki “ben”in büyüleyicilik bakımından Sâmirî'nin sihrinden daha üstün olduğu ifade edilmiştir. Beyitte Sâmirî'nin sihir ile alakasına ve “yehudî-hâne” kelimesi ile Sâmirî'nin Yahudi oluşuna telmihte bulunulmuştur. “Hâne” kelimesi de ayrıca bir satranç terimi olarak satranç tahtasındaki her bir kareyi karşılamaktadır. Beyitte geçen satranç ile ilgili kelimeler arasında tenâsüb de vardır.

·        1.10. Tîh Çölü’nde İsrailoğulları'na Verilen Nimetler

Kur'ân-ı Kerîm'de İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'ndeki hayatı anlatılırken üç ayette (Bakara, 2/57; A'râf, 7/160; Tâ Hâ, 20/80) onlara verilen nimetlerden olmak üzere menn ve selvâdan bahsedilmektedir (Harman, 2004: 107). “Menn” denilen gıda maddesinin ağaçtan sızan reçine, bal, sütten beyaz ve baldan tatlı bir yiyecek olduğu, ağaçların üzerine düştüğü, kar gibi İsrailoğulları'nın üzerine yağdığı, yenilen, pişirilip içilen bir yiyecek olduğu şeklindeki farklı rivayetler bulunmaktadır (Harman, 2004: 108; Sayı, 2016: 259).

Tevrat'ta ise (Çıkış /16. bab) menn hakkında "sabah çiy eriyince toprakta çölün yüzeyinde kırağıya benzer pulcuklar" şeklinde olduğu, İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e bunun ne olduğunu sorduklarında "Rab'bin size yemek için verdiği ekmektir." dediği anlatılır.

Selvâ ise müfessirler tarafından ortaya konan rivayetlere göre Allah tarafından İsrailoğulları'na yetecek kadar yemeleri için gönderilen bıldırcın, bıldırcın kuşuna benzer bir kuş veya bıldırcından daha büyük güvercin gibi besili bir kuştur (Harman, Men ve Selvâ, 2004: 108).

İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'nde Mısır'daki eski günlerini özleyip et ve ekmek isteyip yakınmaları üzerine (Ahd-i Atik, Çıkış 16/12) Tanrı tarafından kendilerine selvâ ve menn verildiği, Kenan topraklarına varıncaya kadar kırk yıl boyunca menn yedikleri (Ahd-i Atik, Çıkış 16/35), selvâ yani bıldırcınların akşam vakti gelmesine karşılık mennin sabahleyin indiği (Ahd-i Atik, Çıkış 16/12-13) Tevrat'ta bildirilir.

İsrailoğulları'nın Tih Çölü'nde susuz kalıp Mûsâ Peygamber'e şikâyette bulunarak su istedikleri Kur'ân-ı Kerîm'de de (Bakara, 2/60) anlatılmaktadır. Kur'ân'da bildirildiğine göre Mûsâ Peygamber, kendisine asâsı ile taşa vurması vahyedilince taşa vurmuş ve ondan on iki pınar fışkırmış ve on iki boydan oluşan İsrailoğulları birer pınardan su içerek susuzluklarını gidermiştir.

Mûsâ Peygamber'in asâsı ile vurup su çıkardığı taşın Tûr'dan alınmış olduğu, dört köşe bir taş olduğu ve Mûsâ Peygamber'in bunu beraberinde taşıdığı, bir yere konduklarında ona asâsıyla vurup su akıttığı, göç ederken yine asâsıyla vurarak suyu durduğu nakledilmektedir (Sayı, 2016: 269).

Klâsik Türk edebiyatında şairler çeşitli bağlamlarda İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetlerden söz etmişlerdir.

14. yüzyılın hükümdar şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde sevgilinin çektirdiği cefâları menn ve selvâya benzetmektedir:

Tîhde biz kalmışuz senden ırah iy nigâr İşbu cefâlar bize menn ile selvâ mıdur

Kadı Burhâneddîn, Dîvân, G 1298/4

“Ey sevgili! Biz senden uzakta Tîh Çölü'nde kalmışız. Bu cefaların bize bıldırcın eti ile kudret helvası mıdır?”

Beyitte şair, sevgiliden ayrı kalmak, ona uzak olmak bakımından kendi hâlini Tîh Çölü'nde kalmakla cezalandırılan İsrailoğulları'na benzetmektedir. Klâsik Türk şiirinin en belirgin özelliklerinden birisi sevgilinin âşığına sonu gelmeyen cefalarda bulunmasıdır (Pala, 2016: 90). Aslında sevgilinin cefada bulunması âşık için bir nimet, bir lütuftur; çünkü sevgilinin cefası âşığı hatırladığı anlamına gelmektedir. Şair de beyitte sevgilinin çektirdiği cefaları İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetler olan menn ve selvâya teşbih ederek konuya telmihte bulunmuştur.

16. yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Sürûrî ise Mûsâ Peygamber'in asâsıyla taşa vurup ondan su akıtması mucizesine telmihte bulunmuştur:

Hazret-i Mûsâ hakkı bir kez ‘asâ-yı âh ile Tagları ursam revân eylerdi seng-i hâre su Gelibolulu Sürûrî, Dîvân, K 2/16 “Hazret-i Mûsâ'ya ait olan âh asâsı ile bir kez dağları vursam kayadan su akardı.” Bir acı ünlemi olan âh, Klâsik Türk şiirinde âşığın aşk ateşiyle dolu gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür (Pala, 2016: 10). Bu hâliyle âh, şekil açısından Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih edilmiştir. Beyitte kendisini Mûsâ Peygamber ile özdeşleştiren şair, Mûsâ Peygamber'in Tîh Çölü'nde susuz kalan İsrailoğulları için, Tanrı'nın buyruğu ile asâsını kayaya/taşa vurmak suretiyle su akıtması hadisesine telmihte bulunmuştur.

Seng-i cevrün kim yagar bu kalb-i hayrân üstine Menn ü selvâdur ener Mûsâ-yı ‘İmrân üstine

Hüdâyî, Dîvân, G 201/1

“Bu şaşkın yürek üstine yağan cefa taşın İmran’ın Mûsâ’sı üstüne inen kudret helvası ve bıldırcındır.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Hüdâyî ise bu beytinde taşa benzettiği sevgilinin cefasının kalbinin üzerine yağdığını ifade etmekte ancak bundan şikâyetçi görünmemekte aksine sevgiliden gelen cefa taşını Tîh Çölü'nde Mûsâ Peygamber ve kavmi için gökten indirilen “menn” ve “selvâ”ya teşbih bir nimet olarak görmektedir. Nitekim Klâsik Türk şiirinde sevgilinin âşığa cefası âşık için bir nimet, ilgisizliği ise felakettir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in atası İmrân'a ve Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen “menn” ve “selvâ”ya telmihte bulunulmuştur.

Geçeli dil felekün Menn ile Selvâsından İstemez mâyide-i rûhı Mesihâsından

Cevrî, Dîvân, G 189/1

“Gönül feleğin menn ve selvâsından geçeli Mesihâsından rûh sofrasını istemez.”

·        17. yüzyıl şairlerinden Cevrî bu beytinde Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen nimetler olan bıldırcın ve kudret helvasının yanı sıra İsâ Peygamber'e ait mucizelerden gökten sofra inmesi hadisesine de telmihte bulunmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de adını İsâ Peygamber ile ilgili bu mucizeden alan Mâide Sûresi'nin 112-115. ayetlerinde anlatıldığına göre Havariler İsâ Peygamber'e “Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” diye sormuşlar, İsâ Peygamber de onlara "Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun." diye söylemiş; bunun üzerine Havariler “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım” diye karşılık verince İsâ Peygamber Tanrı'ya niyazda bulunmuş ve sofra indirilmiş, hâlâ inkâr edecek olurlarsa azaba uğratılacakları bildirilmiştir (Mâide, 5/112-115). Beytin her iki mısrasında da gökten Tanrı tarafından bir mucize olarak indirilen nimetlerden söz eden şair gönlünde bunların hevesinin olmadığını dile getirmiş, bunları dünyevî istekler, maddî arzular olarak görerek Yunus Emre'nin “Bana seni gerek seni” dizesiyle ifade ettiği gibi gönlünün asıl maksudunun ilâhî aşk olduğunu sezdirmiştir.

·        18. yüzyılın mutasavvıf şâirlerinden İsmail Hakkî Burusevî Dîvân'ında şu iki beyitte “menn” ve “selvâ”dan kalbin, ruhun gıdası olarak bahseder:

Sivâ-yı Hak’dan eyle bir ‘aceb perhiz ey ‘âşık

Nüzûl itsün gıdâ-yı rûh yensün menn ile selvâ

İsmail Hakkî Burusevî, Dîvân, G 8/4

“Ey âşık! Hak'dan başka her şeyden uzaklaş ki gökten sofra insin, bıldırcın ile kudret helvası yensin.”

İsmail Hakkı Bursevî Mûsâ ve İsâ Peygamberlerin kıssalarına telmihte bulunduğu bu beyitte Mûsâ Peygamber'in kavmi olan İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetler olan bıldırcın eti ile kudret helvasını yemek; İsâ Peygamber'in duasıyla Tanrı tarafından Havarilere gökten sofra inmesi gibi bir lütfa ermek için İlâhî aşka yönelmiş olan kimsenin tümüyle mâ-sivâdan uzaklaşması gerektiğini ifade etmektedir.

N’eylesün bu çerb ü şîrîn-i cihân-ı fâniyi

Menn ü selvâ-yı hakîkât kalbe olmuşken gıdâ

İsmail Hakkî Burusevî, Dîvân, G 19/4 “Hakikatin menn ve selvâsı kalbe gıda olmuşken fani dünyanın yağlı ve tatlı yiyeceklerini neylesin?”

İsmail Hakkı Burusevî bu beytinde ise kalbi hakikatin “menn” ve “selvâ”sı ile beslenen kimsenin fani dünyanın lezzetlerine meyletmeyeceğini ifade etmektedir. Kalbin gıdası olduğu söylenen hakikatin “menn” ve “selvâ”sı ile fani cihanın lezzetleri arasında tezattan söz edilebilir. Beyitte Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen nimetler olan bıldırcın ve kudret helvasına telmihte bulunulmuş ve bu nimetler beyitte fani dünyanın yağlı-tatlı yiyecekleri olarak gösterilmiştir.

Alıp yek-kabza-i hâki ziyâfet etdin ashâba

Kef-i bî-imtinânında nazîr-i menn ü selvâdır

Sünbülzâde Vehbî, Dîvân, K 1/42

“Bir tutam toprağı alıp ashaba ziyafet ettin. Cömert elinde (bu mucize) menn ve selvâ gibidir.”

·        18. yüzyıl şairlerinden Sünbülzâde Vehbî'nin na't türündeki kasidesinin bu beytinde Muhammed Peygamber'in bir mucizesi Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen “menn”

ve “selvâ”ya teşbih edilmiştir. “Mu'cizât-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde anlatıldığına göre Azhab Gazası'nda (Hendek Savaşı) Muhammed Peygamber'in ashabı üç gün devamlı savaştıklarından yemek yemeye fırsat bulamayıp acıkınca Muhammed Peygamber'e şikâyette bulunmuşlar, Muhammed Peygamber elini açıp Tanrı'ya dua edince hemen İlâhî emirle ellerini göğe kaldırmışlar, o vakit avuçları şekerden tatlı kumla dolmuş ve dokuz gün boyunca o kumu yiyerek asla açlık çekmemişlerdir (Çakır, 2015: 145). Söz konusu bu mucize İsrailoğulları'na Tih

Çölü'nde menn ve selvâ gönderilmesi mucizesine teşbih edilmiştir; nitekim her ikisinde de gökten gelen/yağan nimetler ile bütün ashabın/kavmin açlığı giderilmiştir. Beyitte Mûsâ ve Muhammed Peygamber'in mucizelerine telmih vardır.

·        1.11. Hızır ile Alakası

Hızır, Klâsik Türk şiirinde şahıs, mefhum ve sembolik unsur olarak çok değişik teşbih, telmih ve istiareler cihetiyle kullanılmış ve şairler bu kelimeyle âdeta sınırsız bir semboller âlemi oluşturmuşlardır. Hızır, Mûsâ ile olan yolculuğu, bu yolculuk akabinde ayrılışları, İskender’le olan macerası, âb-ı hayâtı içmiş olması, kıyamete kadar yaşayacak olması, denizde darda kalanlara yardım ettiği inancı vesileleriyle

pek çok değişik suretle Klâsik Türk şiirinde söz konusu edilmiştir (Canım, 2016: 285). Hızır’ın peygamber veya veli olduğu hususunda rivayetler vardır (Pala, 2016: 204). Âlimlerin bir kısmı da ilim ve fiillerinden hareketle Hızır'ın bir melek olduğunu ifade etmişlerdir (Bardakçı M.N. 2016: 53). Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 65. ayetinde kendisine Tanrı katından bir rahmet ve ilim verilmiş bir kul olarak bahsedilen Hızır'ın ismi geçmemektedir. “Hızır ismi ilk olarak Buhârî ve Müslim'de geçer. Hadis, Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) Mûsâ'nın (a.s) yol arkadaşının kim olduğu sorulunca Hızır (a.s) diye cevaplandığını nakleder (Halman, 2018: 98).”  Hızır” lakabı veya unvanı Arapça yeşil anlamına gelen “ahdar”

kelimesinden türemiştir (Halman, 2018, s. 27). Hızır'ın yeşil kişi olarak adlandırılma sebebi ise Buhârî'nin naklettiği bir hadise göre çorak toprağa oturduğunda ortalığın yeşile bürünmesidir (Halman, 2018: 29).

Önemli hadisçilerden olan Buhârî, Hızır ve Mûsâ Peygamber'in kıssasını azim ve mütevazılıkla ilim arayışının misali olarak zikreder ve onun külliyatında kıssası anlatılan ve açıklanan ilk Kur'ânî şahsiyet olarak Mûsâ Peygamber'in yol arkadaşı olan Hızır yer alır (Halman, 2018: 99).

Tasavvuf edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşîd-i kâmil olarak yorumlamışlardır (Kurnaz, Hızır, 1998: 411). Sultan Veled de bu bağlamda Şems-i Tebrizî'yi Mevlânâ'nın Hızır'ı olarak adlandırmıştır (Halman, 2018: 30).

Türk edebiyatında Mûsâ Peygamber'in Hızır ile görüşmesini konu alan müstakil eserler de yazılmıştır:

“Nev'î'nin Terceme-i Kıssa-i Hızır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivasî' nin Kıssa- i Mûsâ ve Hızır'ı, Âhizâde'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedîde adlı risaleleri bunlara örnek verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâi'dü'1-İrfan adlı eserinde de ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırname adlı bir eser kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret ettiğini ve birçok tasavvufî meseleyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hızır'ın cevaplarından oluşan Risâle-i Mükâleme-i Hızır aleyhisselam adlı bir eser meydana getirmiştir. Hızriyye veya Risale-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır.” (Kurnaz, Hızır, 1998: 412)

·        15. yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî, Dîvân'ında 7 beyitte Mûsâ Peygamber'in Hızır ile alakasına değinmiş, aralarındaki ilişkiyi mürşit-mürit bağlamında ele almıştır:

Ledünden Hızr olup virdi sebaklar Gönül Mûsâsına irşâd eyledi dost

Karamanlı Aynî, Dîvân, G 64/2 “Dost, Hızır olup ledün ilminden dersler verdi, gönül Mûsâsına irşat eyledi.” Karamanlı Aynî bu beytinde “dost” diye bahsettiği kişiyi dersler verip gönül Mûsâsına irşat etmesi bakımından ledün ilmine vâkıf olan Hızır'a, gönlü de mürşit-mürit ilişkisi bağlamında Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. “Ledün ilmi, dışarıdan hiçbir vasıta ve sebep olmaksızın kalbe yerleştirilen bilgi olup, Allah'ın zâtını ve sıfatlarını bilmeyi kapsamaktadır. (Bardakçı, 2016: 96)” Beyitte Mûsâ Peygamber'in ledün ilmini öğrenmek üzere Hızır'a tabi olması ile Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e irşadına telmihte bulunulmuştur.

Sebât-i adl için revnak bıraktın mülk-i Bağdad’a Bekâ-yi genc için ey Hızr yaptın köhne dîvârı

Fuzûlî, Dîvân, K 18/33

“Adaletin devamı için Bağdat şehrine parlaklık, güzellik bıraktın. Ey Hızır! Hazinenin bekâsı için eski/yıkık duvarı tamir ettin.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Fuzûlî, Ayas Paşa için yazdığı kasidesinin bu beytinde Bağdat Valisi Ayas Paşa'yı Bağdat şehrinde adaleti temin ettiğini, şehre güzellik kattığını dile getirmek suretiyle överken Hızır'a teşbih etmiştir. Hızır'ın, Mûsâ Peygamber ile çıktıkları yolculukta kendilerini misafir etmeyen, bir lokma bile ekmek vermeyen bir köyden ayrılırlarken karşılarına çıkan, altında yetim iki çocuğa ait hazine bulunan yıkık duvarı tamir etmesi hadisesine telmihte bulunulmuş, Ayas Paşa'nın de şehri bayındır bir hâle getirerek şehrin yetimlerine, gelecek nesillerine bıraktığı mamur bir şehir bıraktığı dile getirilmiştir.

Gözlerümde caks-i zülf ü hattunı gören sanur Bulışupdur Mecma‘u’l- Bahreynde Mûsâya Hızr

Helâkî, Dîvân, G 40/3

“Gözlerimde zülfünün ve ayva tüylerinin aksini gören Mûsâ ile Hızır'ın iki denizin kavuştuğu yerde buluştuğunu sanır.”

16. yüzyıl şairlerinden Helâkî, bu beyitte Mûsâ Peygamber'in Hızır ile iki denizin birleştiği yerde buluşmalarına telmihte bulunmuştur. Klâsik Türk şiirinde Hızır sevgili etrafında söz konusu edilirken kelime "yeşillik, tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî unsurlarla bezenerek kullanılmış, sevgilinin ayva tüyleri renk bakımından Hızır'a teşbih edilmiştir (Kurnaz, Hızır, 1998: 412). Sevgili için klişeleşmiş olarak Hızır'a teşbih edilen ayva tüylerinden ötürü “Hızırhat” denilir (Pala, 2016: 205). Klâsik Türk şiirinde âşık ile ilgili yaygın telakkilerden biri de gözü yaşlı olmasıdır. Suyun da ayna gibi görüntüleri aksettirmesinden hareketle beyite yaklaşacak olursak sevgilinin su olarak telakki edilen yüzündeki Hızır'a teşbih edilen ayva tüyleriyle ve yüzüne dökülen saçlarıyla âşığın yaşlı gözlerinde aksetmesi tasavvurunun Hızır ile Mûsâ'nın iki denizin birleştiği yerde buluşmasına teşbih edildiği ifade edilebilir. Beyitte geçen “buluşmak, Mecma‘u’l- Bahreyn, Mûsâ, Hızr” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.

Kılaydum tenüm garka-i bahr-i irfân Nite kim yem-i Hızr ile hût-ı mevtâ

Nev‘î, Dîvân, K II/16

“Bedenimi Hızır'ın gemisi ve ölü balık gibi irfan denizine gark edeydim.”

·        16. yüzyıl şairlerinden Nev'î ise Hızır ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunduğu bu beyitte kıssaya ait farklı ayrıntılara değinmiştir. Mûsâ Peygamber ve genç hizmetçisi Yuşa bin Nûn iki denizin birleştiği yeri bulmaya çalışırken oraya geldiklerinin sembolü olan tuzlanmış balık denize akıp gitmiş (Bardakçı M. N. 2016: 13) ve canlanmıştır. Bu deniz, beyitte irfan denizi olarak telakki edilmiş ve Hızır'ın bu denizde Mûsâ Peygamber ile birlikte yolculuğa çıkmak üzere bindikleri gemiye de telmihte bulunulmuştur. Hızır'ın bu gemiyi delmesi de, ölü balığın bu denizde dirilmesi de selâmete işarettir. Şair de beyitte tenini bu irfan denizine Hızır'ın gemisi ile ölü balık gibi gark etmeyi dilemektedir. Tasavvufî bağlamda ise deniz vahdeti sembolize etmektedir. Beyitte geçen “bahr, yem-i Hızr, hût-ı mevtâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

·        17. yüzyıl şairlerinden Nâ'ilî, şu beytinde Hızır ve Mûsâ Peygamber'den yol gösterici olarak söz eder:

O reh-revâna ki Hızr u Kelîm bedrekadır Fürûg-ı âh yeter şem -i Tûru n’eylerler

Nâ’ilî, Dîvân, G 51/5

“O yolculara Hızır ve Kelîm yol göstericidir, onlara âhın ışığı yeter, Tûr’un ışığını ne yapsınlar.”

Kelîm, Mûsâ Peygamberin lakabıdır. Nâ’ilî, bu beytinde “Kelîm, Hızır, bedreka, reh-revân” kelimelerini tenâsüb ilgisi içinde ele alarak Mûsâ Peygamber ile Hızır ile yolculuğuna telmihte bulunmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan kıssada Hızır, Allah tarafından kendisine Mûsâ’nın bilmediği bir ilim (ilm-i ledün) verilen bir kuldur ve Mûsâ’ya kılavuzluk eder (Uludağ, Hızır, 1998: 409).

“Âh”ın Klâsik Türk şiirinde pek çok özelliği vardır. Âşığın âhı, geceleri hem kendisinin hem de sevgilisinin bulunduğu yeri aydınlatan bir ışık (şu‘le) olarak ele alınır. Âşık o kadar içten âh çeker ki adeta içinden ateş çıkar ve bu ateş âşığı, çevresindekileri ve hatta dünyayı yakabilecek büyüklüktedir. Âşığın eylediği âhlardan bir duman çıkar ve göğe doğru yükselip Allah katına ulaşır. Âşığın âhı geceleri sehere kadar yanan ve bir an olsun sönmeyen bir mum gibidir (Pezük, 2015: 149). Beyitte de âh karanlığı aydınlatan güçlü bir ışık, bir çerağ olarak tasavvur edilmiştir. Kılavuzu Hızır ve Kelîm olan âşıklara gönüllerindeki âhın ışığı yeteceğini, onlara Tûr’un ışığının gerekmeyeceğini ifade ediyor. Beyitte “şem‘” ile “fürûğ”, “reh-revân” ile “bedreka”, “Tûr” ile “Kelîm”, “Kelîm” ile “Hızır” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.

Dahi Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol Eski dîvârı yıkup hem katl-i oglâna gerek Niyâzî-i Mısrî, Dîvân, G 101/4

“(Salik kimse) Mûsâ gibi gemisini Hızır'a deldire. Eski duvarı yıkıp hem oğlanı öldürmek gerek.”

17. yüzyılın mutasavvıf şairlerinden Niyâzî-i Mısrî, sâlik-mürşit arasındaki ilişkiyi konu edindiği gazelinin bu beytinde bu konudaki en mühim örnek olarak kabul edilen Hızır ile Mûsâ kıssasına değinmiş; Hızır'ın gemiyi delmesi, yıkık duvarı düzeltmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi olaylarına telmihte bulunmuştur. Geminin delinmesi bahsinde gemiden maksat insanın vücudu olup vücut gemisine zorla el koymak isteyen kral nefstir (Bardakçı M. N., 2016: 120-121). Niyâzî-i Mısrî,

Mevâidu'l-İrfân  adlı  eserinde Hızır'ın duvarı  yıkıp  sonra yapmasını,  Mûsâ

Peygamber'in tabiî vücûdunu yok edip Tanrı'nın varlığı ile baki kılması olarak olarak yorumlamış; Hızır'ın gemiyi delmekle Mûsâ Peygamber'i fiiller tevhidine, erkek çocuğu öldürmekle sıfatlar tevhidine, duvarı yapmak ile de zât tevhidine kavuşturulduğunu ifade etmiştir (Niyâzî-i Mısrî:   148). Erkek çocuğun

ölüdürülmesinin ise hakikatte nefsin başının koparılmasına işaret olduğu dile getirilmiştir (Bardakçı M. N., 2016: 121).

Be-hem-rehî-i Kelîm ü be-iftirâk-i Hızır Be-sırr-i ‘ilm-i ledünn ü be-çeşm-i ehl-i şühûd Arpaemîni-zâde Sâmî, Dîvân, K 1/68 “Kelîm’in yol arkadaşlığına ve Hızır’ın ayrılığına, ledünn ilminin sırlarına ve gayb âlemine ait hakikatleri gören gözlere (yemin olsun).”

Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmî, “Na't-i Şerîf “inin bu beytinde Hz. Peygamber’den şefaat dilerken Mûsâ Peygamber’in Kelîm oluşuna ve yol arkadaşlığına, Hızır’ın ayrılığına, gayb ilmi olan ilm-i ledünne ve gayb âlemine ait hakikatleri gören gözlere yemin etmektedir. Beyitte Mûsâ’nın Hızır ile yolculuğuna telmihte bulunulmuştur. Tasavvufta Hızır, irşâdı ve ledünn ilmini temsil eder. (Uludağ, Hızır, 1998: 409) Mûsâ, Hızır’a tâbi olup onunla yolculuk yaparken, onun görünürde kendi bildiklerine ters düşen işler yapmasına dayanamayıp itirazlarda bulunur. Bu yüzden Hızır, Mûsâ’dan ayrılmak zorunda kalır ve ayrılırken, yaptığı işlerin iç yüzünü Mûsâ’ya anlatır.

İki ser-çeşme-i âb-ı hayâtıdır dil ü cânın

Meâl-i matlabıdır güft ü gûy-ı Hızr u Mûsânın

Şeyh Gâlib, Dîvân, Tc.2-3/2

“Gönül ve canın iki ölümsüzlük suyu kaynağıdır diye bahsedilen Hızır ve Mûsâ’nın hikâyesidir.”

Gönül insanın manevî, cân ise maddî cihetidir. Beyitte Hızır ve Mûsâ’nın kıssasına telmihte bulunulmuştur. Hızır’ın âb-ı hayatı içerek ölümsüzlük sırrına eriştiğine inanılır. Kehf Sûresi’nin 60. ayetinde bahsedilen “iki denizin birleştiği yer” ifadesinde söz konusu olan iki deniz ile zahir ve bâtın ilimlerinin kastedildiği, Mûsâ Peygamber’in zâhir ilmini (şeriat), Hızır’ın ise batın ilmini (ilm-i ledünn) temsil ettiği ileri sürülür. (Uludağ, Hızır, 1998: 410) “Niyâzî-i Mısrî bu hususu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan" sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i hadrâ", şeriat ve hakikat ilminin birleştiği yer olan "mecmaü'l-bahreyn"dir. Bâtın ilmine sahip olan Hızır, insanın manevî yönü olan gönle, zâhir ilmine sahip olan Mûsâ ise insanın maddî yönü olan câna karşılık gelir. Dolayısıyla beytin birinci mısraındaki dil ile ikinci mısraındaki Hızır; yine birinci mısraındaki cân ile de ikinci mısraındaki Mûsâ arasında ilişki kurularak mürettep leff ü neşr yapılmıştır.

·        1.12. Kârûn Kısssası

Mûsâ Peygamber'in kavminden olan Kârûn'un Taberî'den nakledildiğine göre Mûsâ Peygamber'in amcasının oğlu olduğu bildirilmektedir (Sayı, 2016: 292). Dursun Ali Tökel ise kaynaklarda Kârûn'ûn Mûsâ Peygamber ile akrabalığı meselesinin ihtilaflı bir mesele olduğunu nitekim Kârûn'dan Mûsâ Peygamber'in amcasının oğlu, teyzesinin oğlu, amcası olduğu yönünde farklı söylemlerin bulunduğunu ifade etmiştir (Tökel, 2016: 300). Kârûn'un Firavun ve Hâmân ile işbirliği sayesinde statü ve ekonomik güç bakımından son derece iyi bir durumda olmasını ve buna rağmen İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan çıkmasını Ali Sayı Kârûn'un Firavun tarafından İsrailoğulları'na başkan atamasına, Kârûn'un Firavun nezdinde itibar bulmasının asıl sebebinin İsrailoğulları olmasına bağlamaktadır (2016: 293).

Kur'ân-ı Kerîm'de Kârûn ile ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in kavminden olup onlara azgınlık ettiği, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun zor taşıyacağı kadar çok hazinesinin bulunduğu (Kasas, 28/76); bu servetin kendisine bilgisi sayesinde verildiğini söyleyerek büyüklendiği (Kasas, 28/78); tüm ihtişamıyla kavminin karşısına çıktığında dünya hayatını arzulayan kimselerin kıskanmasına sebep olduğu (Kasas, 28/79); sarayı ile birlikte yerin dibine geçirilmek suretiyle helak edildiği (Kasas, 28/81); Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Hâmân ile birlikte Kârûn'a da apaçık delillerle geldiği ancak büyüklük tasladığı için helâk edildiği (Ankebut, 29/39); Firavun ve Hâman gibi Mûsâ Peygamber'i sihirbazlıkla, yalancılıkla suçladığı (Mü'min, 40/24) bildirilmektedir.

Kârûn'un zenginliği konusunda bir ihtilaf bulunmamakla birlikte bu zenginliğin kaynağı konusunda farklı görüşler bulunduğunu ifade eden Ali Sayı bu husustaki değişik görüşleri şöyle sıralar:

“1. Ona Yûsuf Peygamber'in hazineleri intikal etmiştir,

·        2. Kimya ilmini bilmekte, bakır ve kurşunu altına çevirmektedir,

·        3. Kazanma yollarını ve ticareti bilmektedir. (Sayı, 2016: 294)”

Sayı, Kârûn'un kimya ilmini nereden öğrendiği konusuyla ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in kimya ilmini bildiği ve bu ilmi Yuşa b. Nûn, Kalib b. Yufna ve Kârûn'a öğrettiği; Kârûn'un diğer iki kişinin ilmini de kendi ilmine katarak kurşun ve bakırı altın yapmaya başladığı rivayetini ve ayrıca Mûsâ Peygamber'in kız kardeşine kimya ilmini öğrettiği, onun da eşi Kârûn'a bunu bellettiği yönünde farklı bir rivayeti de aktarmaktadır (Sayı, 2016: 294).

İbnü Abbas'tan nakledilen bir rivayette ise Kârûn'un zekât ayeti indikten sonra Mûsâ Peygamber'in yanına gelerek malının binde birini vermek üzere anlaştığı fakat sonradan ödeyeceği miktarı hesaplayan Kârûn'un bu miktarın çok fazla olduğunu anlayınca İsrailoğulları'nı etrafında toplayarak: “Ey İsrailoğulları, siz, Mûsâ ne emretti ise yerine getirdiniz; o şimdi ise sizin mal ve servetinizi elinizden almak istiyor.” diyerek Mûsâ Peygamber aleyhinde sözler söyleyip İsrailoğulları'nı kendi tarafına çekmeye çalıştığı anlatılır (Aydemir, 1979: 224). Rivayetin devamında ise Kârûn'un kendisine iffetsiz bir kadın bulup gelmelerini emrettiği, türlü vaatlerle kadını Mûsâ Peygamber'in kendisiyle zina yaptığını herkesin içinde söylemesi konusunda kandırdığı, kadının kendisine söyleneni yapmak üzere açık bir sahada toplanan İsrailoğulları'na dinî hükümleri tebliğ etmekte olan Mûsâ Peygamber'in karşısına getirildiğinde Mûsâ Peygamber'in “Tevrat'ı bize indiren Yaradan'ın hakkı için doğru söyle...” demesi üzerine kadının birtakım vaatler ile bu iftirayı atmaya zorlandığını itiraf ettiği anlatılır (Aydemir, 1979: 224-225) ve neticesinde Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla Kârûn'un helâk oluşu şu şekilde aktarılır:

Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) hemen yerinden sıçrayarak secdeye kapandı. Allah ona vahiy yoluyla: 'Yere istediğini emret!' dedi. Hz. Mûsâ da 'Yer! Onları yakala!' dediğinde, yer onları dizlerine kadar; ikinci defa: 'Ey yer! Onları yakala!' dediği zaman, boylarına kadar yuttu. Hz. Mûsâ'nın üçüncü defa: 'Ey yer! Onları yakala!” demesiyle, yer onları üzerine kapandı. (Aydemir, 1979: 225).”

Klâsik Türk şiirinde Kârûn pek çok şair tarafından zenginliği, hazinesi, mal hırsı, malı ve mülküyle birlikte yere batması yönleriyle sıkça telmihte bulunulan bir isim olmuştur. Edebiyatta zenginlik ve cimriliğin sembolü olarak kullanılan Kârûn'un hazinelerine “genc-i revân” denilmiştir (Pala, 2016: 258). Kârûn'dan bahsedilen beyitlerin çoğunda Kârûn, Mûsâ Peygamber'in kıssasından bağımsız olarak ele alınmıştır. Çalışmada, sadece taranan dîvânlarda Kârûn'dan Mûsâ Peygamber ile birlikte bahseden yahut Mûsâ Kıssası ile bağlantılı olan beyitler ele alınıp değerlendirilecektir.

Dilegüm bu Hakdan ey gam göreyin seni yire geç Bu cihânda mâl-ı Kârûn gibi bî-şümâr imişsin Zâtî, Dîvân, G 1153/4

“Ey gam! Tanrı'dan dileğim senin yere geçtiğini görmektir. Bu dünyada Kârûn'un malı gibi sayısız imişsin.”

16. yüzyıl şairlerinden Zâtî, bu beytinde kişileştirerek kendisine seslendiği “gam”ı sayısız, hesapsız olması bakımından Kârûn'un malına teşbih etmiş ve “gam”ının akıbetinin de Kârûn'un malı gibi olması, yere batması için Tanrı'ya yakarışta bulunmuştur. Şairin bu yakarışı Mûsâ Peygamber'in Kârûn hakkındaki bedduasını anımsatmaktadır. Nitekim Kârûn da Mûsâ Peygamber'in bedduası üzerine malıyla, mülküyle birlikte yere geçmiştir. Beyitte de bu hususa telmihte bulunulmuştur.

Her kim tecerüd itdi çıkdı göge çü 'İsî

Her kim tamâ'da kaldı giçdi yire çü Kârûn

Muhibbî, Dîvân, G 2281/3

“Her kim ki her şeyden vazgeçip Allah'a yöneldi, İsâ gibi göğe çıktı. Her kim tamahkârlıkta kaldı, Kârûn gibi yere geçti.”

16. yüzyılın sultan şairlerinden Kânûnî Sultan Süleyman bu beytinde İsâ Peygamber'in ve Kârûn'un kıssalarına telmihte bulunarak İsâ Peygamber'in şahsında örneklediği tokgözlülüğün, her şeyden uzaklaşıp Tanrı'ya yönelme hâlinin insanı yücelttiğini, Kârûn'un şahsında örneklediği dünya malına meyletmenin, açgözlülüğün ise insanı alçalttığını ifade etmiştir. Beyitte geçen “tecerrüd” ile “tamâ'” ve göğe çıkmak ile yere geçmek deyimleri arasında tezat vardır. Hakikatte de İsâ Peygamber idama mahkûm edildiğinde Tanrı tarafından göğe çekilmiş; Kârûn da mal-mülk hırsıyla Mûsâ Peygamber'e düşman olup ona iftira atınca Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla malıyla-mülküyle yere geçmiştir.

16. yüzyıl şairlerinden Emrî ise şu beytinde dert ile sararıp solan zayıf bedenini rengi dolayısıyla Kârûn'un hazinesine teşbih etmiştir:

Şöyle zerd oldı tenüm derd ile kim altun sanup Hey begüm yir yuta yazdı bendeni Kârûn sanup

Emrî, Dîvân, G 51/1

“Hey efendim! Tenim dert ile öylesine sarardı ki yer, kulunu Kârûn sanıp yutayazdı.” Klâsik Türk şiirinde sevgili sultan, efendi; âşık ise kuldur. Sevgilinin önde gelen özelliklerinden biri de acı ve ıstırap verici olmasıdır (Batıislam, 2016: 79). Beyitte sevgilinin cefası ile çektiği ıstıraptan sararıp solan âşığın zayıf bedeni renk bakımından altına, baştan ayağa altınla bezeli bir şekilde tasavvur edilmesiyle Kârûn'a teşbih edilmiş; zayıflıktan, çektiği ıstırapların etkisinden düştü düşecek durumda olan âşığın sendelemesi ise yerin onu yutayazması olarak tasavvur edilmiştir. Beyitte Kârûn'un zenginliğine ve yerin Kârûn'u yutması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “beg” ve “bende” kelimleri arasında tezat vardır.

Ben şu ‘âlî-meşrebem kim Ravziyâ Musâ-sıfat Görünür hep genc-i Kârun hâk ile yeksan bana Ravzî, Dîvân, G 32/4

“Ey Ravzî, ben Mûsâ gibi şu yüce meşrepli kişiyim ki Kârûn'un hazinesi bana hep yerle bir olmuş hâlde görünür.”

16. yüzyıl şairlerinden Ravzî, dîvânında geçen bu beytinde kendisinin Mûsâ Peygamber gibi yüce meşrepli bir kişi olduğunu ifade etmektedir. Şair, yüce meşrebinin Kârûn'un hazinesini bile yerle bir olmuş hâlde gösterdiğini ifade etmekle hem meşrebinin yüceliğini mübalağalı bir şekilde dile getirmiş hem de Kârûn'un hazinelerinin yere batması hadisesine de telmihte bulunmuştur. Ayrıca beyitte meşrebin yüceliği ile Kârûn'un hazinelerinin yerle bir oluşu arasında da tezat vardır.

Mûsâ bulup envâr-ı nübüvvetle su‘ûdu Tâ gitmededir ka‘rçe-i zillete Kârûn Erzurumlu Zihnî, Dîvân, G 255/5

“Mûsâ nübüvvet nurları ile yükselirken/yücelirken Kârûn, alçaklık çukurunun dibine ta gitmededir.”

18. yüzyıl şairlerinden Erzurumlu Zihnî ise Mûsâ Peygamber ile Kârûn arasında kıyaslama yaptığı bu beyitte peygamberlik nurlarının Mûsâ Peygamber'i yücelttiğini, Mûsâ Peygamber'e karşı gelerek ona en çirkin iftiraları atmaktan geri kalmayan Kârûn'un ise alçaklık çukurunun dibine gitmede olduğunu ifade etmiştir. Beyitte, Kârûn'un hazineleriyle birlikte yere geçmesi hadisesine telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “su‘ûd bulmak” ve “ka‘rçe-i zillete gitmek” arasında da tezat vardır.

·        1.13. Mûsâ Peygamber'in Ûc İsimli Devle Mücadelesi

İsrailiyat kaynaklı efsanevî bir dev olan bu varlığın adı hakkında İslâmî kaynaklarda Ûc (Âc) b. Ûk (Anak / Anâk) şeklinde farklı rivayetler vardır (Bozkurt, 2012: 34). Kur'ân-ı Kerîm'de bahsi geçmeyen bu dev Tevrat'ta iki yerde geçmekte olup Tevrat'taki adı “Og”dur (And, 1998:155). Edebiyatta kudret sembolü olarak anılan Ûc hakkında İsrailiyat'tan gelen pek çok rivayet bulunmaktadır (Pala, 2016: 464). Bazı tefsirlerde Ûc b. Unuk'un Amâlikalılar'ın reisi olduğu ifade edilirken (Bozkurt, 2012: 35) İskender Pala ise Âd kavminin hükümdarı olan Şeddad'ın adamlarından olduğunu ifade etmiştir (Pala, 2016: 464).

3000 yıl yaşamış olan çok büyük bir dev olan Ûc hakkında Tevrat'ta boyunun dokuz arşın, eninin dört arşın olduğu belirtilmiş; başka kaynaklarda ise Ûc'un suyu bulutlardan içtiği, denizin dibinde yürüdüğü, denizden balina çıkartıp bunu güneşte kızartıp yediği, ağladığında gözlerinden gelen yaşın nehir gibi aktığı, bir yemekte iki fil yediği, yılda iki kez uyuduğu yönünde bilgiler aktarılmıştır (And, 1998:155).

Bir rivayete göre Ûc, tufanda Nûh Peygamber'in yanına giderek kendisini de gemiye almasını isteyince Nûh Peygamber onu geri çevirmiş, bir rivayete göre Nûh Peygamber onun gemiye binmesini istemiş ancak o “Tabağım kadar gemiye nasıl bineyim?” diye karşılık vermiş, bir başka yoruma göre ise iman etmemiş olduğu hâlde kereste taşıyarak Nûh Peygamber'e gemi yapımında yardım etmiş ve bu sebepten ötürü tufanda boğulmamıştır (Bozkurt, 2012: 35). Tufanda yükselen sular en yüksek dağların zirvesini kırk karış aştığı zaman Ûc'un ancak dizine gelebilmiştir (Pala, 2016: 464).

Metin And, Mûsâ Peygamber'in mucizeleri arasında en önemlilerinden birinin dev Ûc'u öldürmesi olduğunu ifade eder(1998:155). Dev Ûc,İsrailoğulları'nı yok etmek için dağdan büyük bir kaya koparıp üzerlerine atacakken Tanrı tarafından gönderilen hüdhüd kuşu kayanın ortasını delince kaya bir gerdanlık gibi Ûc'un üzerine düşer(And, 1998:155), Mûsâ Peygamber de sıçrayıp asâsıyla Ûc'un topuğuna vurarak onu öldürürür (Pala, 2016: 464). Bir rivayete göre Ûc öldüğünde Nil üzerine düşen gövdesi köprü olarak kullanılmıştır (Bozkurt, 2012: 35).

Ûc hakkındaki bu rivayetler İsrailiyat kaynaklı olup Kur'ân-ı Kerîm'de yer almadığı gibi sahih hadis kaynaklarında da konuyla ilgili rivayetlere pek rastlanmaz (Bozkurt, 2012: 35). Minyatürlere bile konu olmuş Ûc hakkında mensur eserlerde, bilhassa kısas-ı enbiyalarda genişçe malumat bulunmasına karşılık taranan dîvânlarda sadece bir beyit tespit edilmiştir. 15. yüzyıl şairlerinden Hamdullah Hamdî şu beytinde Ûc ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunmuştur:

Kaddile korkutmak ister Hamdî'yi ebleh rakîb Bilmez ol gâfil nicedür kıssa-i Mûsî vü ‘Ûc

Hamdullah Hamdî, Dîvân, G 19/6 “Akılsız rakip Hamdî'yi boyuyla/heybetiyle korkutmak ister. O gafil Mûsâ ve Ûc'un kıssasının nasıl olduğunu bilmez.”

Klâsik Türk şiirinde aşk üçgeninin üçüncü kişisi olan rakip, âşık için ağyar, sevgili için yâr olup âşığın sevgiliye kavuşmasını engelleyen, âşığın gözünde kötü, çirkin, zararlı ve acımazsız bir kişidir (Batıislam, 2016: 91). Beyitte ise şair gözünü korkutup kendisini sindirmek isteyen rakibini çok uzun boylu ve iri cüssesiyle tanınan efsanevî bir kişi olan Ûc isimli deve, kendisini ise mucizevî özelliklere sahip asâsıyla kendisinden oldukça büyük olan Ûc isimli devi öldüren Mûsâ Peygamber'e teşbih ederek, söz konusu kıssaya telmihte bulunmuştur. Rakibinin ne kadar güçlü kuvvetli görünse de bunun bir işe yaramayacağını, galip gelenin kendisi olacağını ifade şair rakibini ayrıca akılsız, gafil bir kişi olarak nitelemiştir.

·        1.15. Mûsâ Peygamber ile İlgili Müstakil Şiirler

Taranan dîvânlarda Mûsâ Peygamber ve kıssasına çeşitli yönlerden telmihte bulunan pek çok bent/beyit tespit edilmiş ancak bir tek dîvânda Mûsâ Peygamber ile ilgili, baştan sona Mûsâ Peygamber ve kıssasına telmihlerin yer aldığı müstakil bir şiir tespit edilmiştir. 16. yüzyıl şairlerinden Hüdâyî'nin Dîvân'ında yer alan söz konusu şiir ve günümüz Türkçesine aktarılmış şekli şöyledir:

(Tahmis / 45)

I

Gel ey dil mülkine şâh-ı cihânum Ten-i fersûdeme rûh-ı revânum Alup câdû gözün sihr-ile cânum Müjen tîgıyla dökdi yere kânum Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum

II

Rakîbünle san ahvâl-i ahibbâ

Misâl-i kıssa-yı Fir‘avn u Mûsâ Meded Tevrât hattun hakkı cânâ Dil-i pejmürdemi gel eyle ihyâ Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum


Ey cihan şahım, gönül ülkeme gel Yürüyen ruhum, eski tenime gel. Cadı gözün büyü ile canımı aldı. Kirpiğin kılıcıyla kanımı yere döktü. Benim Mûsâcığım İsa ağızlım.

Rakibinle dostların hâli sanki

Firavunla Mûsâ kıssası gibi

Yetiş ey sevgili, Tevrat yazısının hakkı için Gel dağınık gönlümü yeniden dirilt Benim Mûsâcığım İsa ağızlım.

III

Tayanur tîrüne kalb-i pereşân dayandığı gibi

‘Asâya netekim Mûsâ-yı ‘İmrân Agız açdukca Zülfün hemçü su‘bân Halâs olmak ne mümkin kalb-i hayrân Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum

IV

Yedd-i beyzâ-durur ol sâ‘id-i sîm N’ola öpsem edüp ta‘zîm ü tekrîm Gözün Hârût’a eyler sihr ta‘lîm Sözün goş eden eyler cânı teslîm Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum

V

Kadünle ruhlarun ey gayret-i hûr Duraht-ı Vâdî-yi Eymen’dürol nûr Hüdâyî-i garîb ü zâr-ı mehcûr Gulâmundur be-hakk-ı sûre-yi Tûr Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum


İmrân’ın Mûsâ’sının asâya

Delik deşik gönül, okuna dayanır

Saçın ejderha gibi ağız açtıkça Şaşkın yüreğin kurtulması mümkün mü? Benim Mûsâcığım İsâ ağızlım.

O gümüş dirsek ak eldir.

Sevip sayıp öpsem şaşılır mı?

Gözün Hârût’a büyücülük öğretir. Sözünü duyan can teslim etmededir. Benim Mûsâcığım İsâ ağızlım.

Ey hurileri kıskandıran, boyunla yanakların, Eymen Vadisi’ndeki ağacın nurudur. Garip Hüdâyî, unutulmuş zavallı, Tûr suresi aşkın kulundur.

Benim Mûsâcığım İsâ ağızlım.


Şiirin birinci bendinde sevgilinin gözlerinin sahip olduğu söylenen büyüleyici vasfı, Mûsâ Peygamber zamanında revaçta olan sihri ve Mûsâ Peygamber'in de büyücülükle itham edilmesini çağrıştırmaktadır.

Şiirin ikinci bendinde şair rakip ile dostların hâlini Firavun ve Mûsâ Peygamber arasındaki alakaya, sevgilinin yanağındaki ayva tüylerini ise yanağın bir levha/kitap olarak tasavvurundan hareketle Tevrat yazısına teşbih etmiştir.

Şiirin üçüncü bendinde Mûsâ Peygamber'in atası İmrân'a ve elindeki dayanak olarak kullandığı yılana dönüşen, mucizevî özellikleri olan asâsına telmihte bulunulmuştur. Sevgilinin ejderha gibi ağzını açan saçı ile de Mûsâ Peygamber'in asâsı arasında benzerlik söz konusudur.

Şiirin dördüncü bendinde sevgilinin eli beyazlığı bakımından Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiştir.

Şiirin son bendinde ise sevgilinin boyu ile şecer-i Tûr, yanağı ile ise Mûsâ Peygamber'in bu ağaçta gördüğü nur arasında benzerlik ilgisi kurularak Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe telmihte bulunulmuştur.

·        1.16. Mûsâ Peygamber ile İlgili Diğer Beyitler / Bentler

Taranan dîvânlarda belirlenen konu başlıkları dışında Mûsâ Peygamber'den sadece isim olan bahseden, Mûsâ Peygamber'in kıssasına farklı açılardan telmihte bulunduğu tespit edilen veya Mûsâ Peygamber'in diğer peygamberler ile birlikte zikredildiği tespit edilen diğer beyitler / bentler şöyledir:

·        2. MESNEVİLERDE MÛSÂ PEYGAMBER

Sözlük anlamıyla “ikişerli, ikişerlik” manasında olan mesnevi edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şeklinin adıdır (İpekten, 2004a: 59). İran edebiyatında doğmuş ve buradan Arap ve Türk edebiyatlarına geçmiş olan mesnevi nazım şekli (İpekten, 2004a: 60) Klâsik Türk edebiyatında gazel ve kaside ile birlikte en çok kullanılan bir tür olma özelliği taşır (Okuyucu, 2015:172). Diğer nazım şekillerinden farklı olarak mesnevide beyitler bir fikir silsilesine tabi olup kendi içinde tamamlanan bir anlam taşımaz (Okuyucu, 2015: 172). Beyitlerinin kafiyelerinin bağımsız olmasından ötürü uzun hikâyelerin yazılmasına elverişli bir nazım şekli olup destanlar, uzun aşk hikâyeleri, şehengizler, diaktik, dinî ve ahlâkî konular ve ansiklopedik bilgiler veren eserler mesnevi şeklinde yazılmıştır (İsen vd., 2014: 228-229). Türk edebiyatında mesnevi nazım şeklinin ilk örneği İslâmî dönemin ilk verimi olan Kutadgu Bilig adlı eser olup, eserini Farsça yazan Mevlânâ ile Çağatay şairi Nevâyî mesnevi konusunda başta gelen şairlerdir (Okuyucu, 2015:172). Türk edebiyatının en büyük mesnevi şairleri ise 16. yüzyılda yetişmiştir (İpekten, 2004a: 64). Türk şairleri, daha çok tasavvufî konulu eserler ile İslâm âlemindeki ortak konuları işleyen bazı mesnevilerde Fars edebiyatından etkilenmişler, daha sonraları muhteva bakımından Fars edebiyatının etkisinden sıyrılmaya başlamışlar ve mevlid, mirâciyye ve hilye gibi tamamen Türk edebiyatına ait orijinal mesneviler kaleme almışlardır (Ünver, 2004: 322-323). Klâsik Türk edebiyatında kaleme alının mesnevilerde tercih edilen konuların yüzyıllara göre dağılımına bakıldığında 15. yüzyıla kadar daha çok din, tasavvuf, ahlâk ve hamasetin hâkim olduğu, 15. asırdan itibaren öğretici konuların ikinci plana düşerek aşk ve estetiğin ön plana çıktığı, 17. yüzyıldan sonra ise mahallî konuların hissedilir derecede arttığı görülür (Okuyucu, 2015:173). Mûsâ Peygamber'in kıssası da dinî -tasavvufî muhtevası ve yorumlarıyla 15. yüzyıl ve öncesinde yazılan mesnevilerde daha geniş yer tutmaktadır.

Mesnevilerde geçen Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili beyitlere bakıldığında bir kısmının Mûsâ Peygamber'den bahseden müstakil beyitler, bir kısmının Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil anlatılar olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Mûsâ kıssasını konu alan mesnevi biçiminde yazılmış müstakil eserler de vardır. Buradan hareketle mesnevilerde Mûsâ Peygamber konusu üç başlık altında incelenecektir.

·        2.1. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber ile İlgili Müstakil Beyitler:

İncelenen mesnevilerde Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili tespit edilen müstakil beyitlerin konulara göre dağılımı şöyledir:

·        2.1.1. Firavun'un Rüyası ve Mûsâ Peygamber'in Doğumu

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in kıssasına çok geniş ölçüde yer vermiş, söz konusu kıssayla ilgili pek çok hususu tüm ayrıntılarıyla dile getirmiştir. Eserde Mûsâ Peygamber'in doğmasından önce Firavun'un bu husustaki rüyasına şöyle değinilmiştir:

“Rüyada Firavun'a Mûsâ'nın gelişi, onu ve saltanatını harap edeceği gösterildi. Tabircilere ve müneccimlere, 'Uğursuz hayal ve rüya nasıl def edilir?' dedi. Hepsi ona 'Doğmasının yolunu, yol kesici gibi keselim dediler.(111a/ 842-844, s. 327)”

Mûsâ Peygamber'in ana rahmine düşeceğinin hesaplandığı gece buna engel olmak maksadıyla Firavun esiri durumunda olan bütün İsrailoğulları'nın erkeklerini yüzünü göstermek vaadiyle şehrin meydanında toplatır. Nitekim esirlerin yasalar gereği Firavun'u görmelerine izin yoktur. Böyle bir tedbir düşünen Firavun'un hazinedarı olan İmrân'ı da o gün tedbir olarak evine göndermeyip sarayında tuttuğu ancak İmran'ın hanımının o gece onu görmek maksadıyla saraya geldiği, Mûsâ'nın o gece ana rahmine düştüğü, müneccimlerin Mûsâ'nın yıldızının semada belirdiğini söylemesiyle Firavun'un çılgına döndüğü, müneccimlerin bu defa doğum günün gözetleyerek dünyaya gelmesine engel olabiliriz diyerek kendilerini affettirmeye çalıştıkları, doğum zamanı geldiğinde de yeni doğum yapmış bütün kadınların erkek çocuklarının öldürüldüğü anlatılır (111a/ 845- 112b 947, s. 327-330).

Mûsâ'nın doğmasından sonra annesinin onu saklamaya çalıştığı, kabilenin kadınları tarafından gammazlanıp da Firavun'un adamları evi aramaya gelince annesinin gelen vahiy üzerine Mûsâ'yı tandıra attığı ancak ateşin onu yakmadığı, görevlilerin amacına ulaşamadan oradan ayrılmasından sonra gammazlayanların olanları görevlilere aktardıkları anlatılır:

“O zaman görevliler amacına ulaşamadan diğer tarafa gitti. Gammazlayanlar yine ondan haberdar oldu. Birkaç kuruş için Firavun'un önünde macerayı görevlilere aktardılar: 'Ey memurlar! Oraya tekrar dönünüz, odalara iyiden iyiye bakınız' dediler. (112b/956-958, s. 331)”

Bu defa Mûsâ'nın annesine tekrar vahiy geldiği, onu Nil'e atmasının buyrulduğu, tekrar ona kavuşacağının bildirildiği anlatılır (113a/959-960, s. 331). Mûsâ'nın sonraları başka kadınların/ dadıların sütünü kabul etmemesinin hikmeti ise eserde şu şekilde dile getirilmiştir:

“Ey Mûsâ'nın annesi! Süt ver ve onu suya at, belayı düşünme. Elest gününde o sütü içen, Mûsâ gibi sütü tanıyıp seçer. Ey Mûsâ'nın annesi! Çocuğunun tanıyıp seçmesini istiyorsan, şu anda emzir. Böylece anne sütünün tadını görür de kötü dadıya baş eğmez. (87b/2955-2958, s. 269)”

·        2.1.2. Mûsâ Peygamber'in Çobanlık Yapması

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in çobanlık yapması hadisesine de değinmiş, Tanrı'nın çobanlık yapmadan ve bu yolda imtihan olmadan ona önderlik vermediğini, her peygamberin çocukluğuna veya gençliğinde çobanlık yaptığını dile getirmiş, halkın çobanı olan beylerin tedbir ve akılla Mûsâ gibi yumuşaklık göstermesi gerektiğini ifade etmiştir (307a/3286-3291). Mevlânâ ayrıca bu hususta Muhammed Peygamber'in de lutfun üzüntü kurdu karşısında halkına Mûsâ Peygamber gibi şefkatle çobanlık yaptığını ifade ederek şu kıssaya da yer vermiştir:

“Bir koyun Kelîmu'llâh'tan kaçtı; Mûsâ'nın ayağı su topladı, ayakkabısı parçalandı. Onun ardında geceye kadar araştırmadaydı ve o sürü gözünden kaybolmuştu. Koyun bitkinlikten gevşeyip kaldı; sonra Kelîmu'llâh onun tozunu sildi. Sırtını ve başını avucuyla sıvazlıyordu; onu anne gibi sevgiyle okşuyordu. Yarım zerre öfke ve hışmı yoktu; sevgi, acıma ve gözyaşından başka bir şeyi yoktu. Dedi: 'Farz edeyim ki sen bana acımadın, kendi kendine niçin zulmettin?' Allah o zaman meleklere, 'Filan kişi peygamberliğe layık olmuyor mu?' dedi.” (307a/ 3279-3285, s. 845)

·        14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'den “Kelîm” diye bahsederken onun çobanlık yapmasına ve kendisine peygamberlik verilmesine de telmihte bulunmuştur:

Çünki adl itdi şübânlıkda Kelîm

Virdi peygambarlıg ana ol Kerîm (bey. 810)

·        2.1.3. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Gördüğü Ateş

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in ailesiyle birlikte Medyen'den ayrılıp yola düştüklerinde Tûr Dağı'nda gördüğü, ilâhî nur ile parlamakta olan ancak uzaktan ateş sandığı ağaca şu beyitlerde telmihte bulunmuştur:

“O mesut bahtlı, o ağaç tarafında ateş gören Mûsâ gibiydi.

Çünkü üzerinde yıldırımlar çoktu. Ateş sanıyordu, oysa bizzat ışıktı.” (153b/4365-4366, s 441)

“O, Mûsâ'nın ağacıdır ve ziyalıdır; bari gel ona nur de, ateş deme.” (153b/4369, s 441)

Mevlânâ şu beyitlerinde ise Mûsâ Peygamber'in bu söz konusu ağaçtan Tanrı'nın “inni enallah” nidasını işittiği anlatılır:

“Bu ağaç, Mûsâ'ya ait bir ağaç olunca, yükünü Mûsâ'ya götürdüğünde, ateş onu yeşil ve kutlu yapar; onun dalı 'Şüphesiz ben Allah'ım' der.” (204b/3569-3570, s. 579)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 216b/338, 235b/1898-1899, 244a/2524, 86b/2869-2870, 296b/2310

·        2.1.4. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile Konuşması / Kelîmu'llâh Oluşu

Mevlânâ Celâledîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Bana günah yapmadığın bir ağızla dua et.” diye buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in benim öyle ağzım yok.” demesi üzerine Tanrı'nın “ Başkasının ağzıyla 'Ey Allah'ım!' diye dua et.” diye buyurduğunu anlatır ve Hakk'ı anmanın temizlik olduğunu, temizlik gelince pisliğin kaçacağını ifade eder (104a/180-104b/188, s.306).

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı eserinde aklının sözüyle mayalanıp özlenen kimsenin susmasını “Kelîm ”unvanlı Mûsâ Peygamber'e teşbih ederek onun “Kelîmu'llâh” oluşuna telmihte bulunmuştur:

“Akıllar, sözüyle mayalanır, özlenir; can, Allah katından verilmiş bilgisiyle tâzeleşir,

İşte böyle kişinin susması pek büyük bir iştir; çünkü o, dünyâda Kelîm'e benzer” (Sultan Veled, 1976: 23) (b. 319-320)

Sultan Veled, aynı eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşmasından bahsederken kutluluk vadisi olan yere basmakta oluşundan ötürü ayakkabılarını çıkarması hadisesine telmihte bulunmuştur:

“Kelîm, Tanrı'yla buluşmayı dileyince, tek ve her şeyi bilen Tanrı, ona dedi ki: Nefsini dışarda bırak da varlıksız olarak vuslat sarayına gir,

Senliğinden, varlığından geç, yoksa buraya giremezsin; birlik yöresine ikilik suretiyle gelme,

Birlik âleminde sen, ben yoktur; sen yok ol da sayı ayıbından kurtul,

Hem de, iki ayağını, iki âleme bastın mı dedi, ayakkaplarını çıkar ayağından, Kutluluk vadisi temizlikten ibarettir; oraya bu çesit geliş, korkusuzluktan ileri gelir,

Ayaklarından çıkar ayakkaplarını; böylesine alana yalın ayak gel,

Ayakkapları, Mûsâ'nın varlığıydı; Mûsâ'nın perdeleri, engelleriydi, sarhoşluğuydu,

Tanrı'yı arıyorsan varlığından geç; varlığınla o yana nerden gidebileceksin?” (b.

6731-6739) (Sultan Veled, 1976: 391)

14. yüzyıl şairlerinden Âşık Paşa, “Garib-nâme” isimli mesnevisinin 287-291. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya münacatından söz etmiş, Tanrı'yla bin kelâm söyleştiğini, ne olursa kaygısızca sorup söylediğini dile getirmiştir:

“Kimisi dildür kim ol oldı Kelîm / Pâdişâh’la didi işitdi delim

‘Arz iderdi cümle hâcâtı ‘ayân / Ma‘ruf u meşhûr münâcâtı beyân

Ol münâcât var-ıdı anda müdâm / Söyleşürdi hakk-ıla bin bir kelâm

Ve kellema’llâhu Mûsâ teklîmen 4/164

Ne olursa kaygusuz söyler-idi / Ne gerekse korkusuz sorar-ıdı

Bir sözine gelür-idi bin cevâb / Bir cevâba bulur-ıdı bin sevâb” (bey. 287

291) (Âşık Paşa, 2000: 35-36)

Abdülvâsi Çelebi, “Halilnâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşmasından dolayı Kelîmu'llâh oluşuna değinir:

Hâlîl itdün sen İbrâhîmi iy Hak

Kelîm itdün hem ol Mûsâ'yı mutlak (bey. 3392: s. 462)

Abdülvâsi Çelebi ayrıca, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşup ona yakarışta bulunmasına karşılık Muhammed Peygamber'in bu şerefe arş-ı âlâda erişmesi yönüyle daha üstün olduğuna da değinir:

Didüm Mûsâya Tûrında kelâmı

Sana arşumda virdüm hoş selâmı (bey. 3400: s. 463)

Eger ol Tûrda kıldı ise hâcât

Bu dem carşumda kıldun sen münâcât (bey. 3401: s.463)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşması hadisesine ve bundan dolayı Kelîmu'llâh diye anılmasına birçok beyitte değinmiştir. Şu beyitte Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ ile söyleştiği buna karşılık Muhammed Peygamber ile nûr olarak söyleştiği anlatılır:

Dedim Mûsâ'yla söyleştin ale't-Tûr

Dedi seninle söyleştim ale'n-nûr (bey. 2310; s.149)

18. yüzyıl şairlerinden Şeyh Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu beyitlerinde “erînî” ve“len terânî” lafızlarına kısmî iktibas yoluyla yer vererek Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuştur:

Bir rütbededir tecellî-i nâz

Olmaz “erînî”ye gûşı hem-râz   (bey. 496)

Her tûdesi Tûr-ı sad-tecellî

Yok anda kelâm-ı “len terânî” (bey. 638)

Konuyla İlgili Diğer Beyitler: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi: 75a/1806, 197a/2920-2931, 198a/3000-3028 Sultan Veled, Ibtidâ-nâme: 1395, 5826, 7213, 8448 Ahmedî, Iskender-nâme: 1343, 2448, 2450, 5365, 5379, 5588, 5589, 6518 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 1479, 1488, 3191, 4458, 5422, 5448, 5514, 6120, 7371 Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk: 749

·        2.1.5. Mûsâ Peygamber'in Hârûn Peygamber ile Alakası:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî” sinin şu beytinde manevî varlıkta birlik olduğunu ifade ederken Mûsâ ve Hârûn Peygamberler arasındaki birliği buna misal olarak gösterir:

“Yerde Mûsâ ve Hârûn olurlar; süt ve bal gibi karışık ve hoş olurlar.” (207b/3830, s. 588)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in kendisine yardımcı ve destek olan kardeşi Hârûn Peygamber ile alâkasına bir beyitte telmihte bulunur ve Muhammed Peygamber'in ağzından Ali'nin kendisi için Hârûn'un Mûsâ'ya yakınlığı nisbetinde olduğu dile getirilir:

Ki Mûsâ'ya Hârun gibisin bana yâ Alî

Velî şöyle bil kim benim hâtîmül-enbiyâ (bey. 4623; s. 302)

·        2.1.6. Mûsâ Peygamber'e Verilen Mucizeler:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden bilhassa asâsı üzerinde çokça durmuştur. Mûsâ'ya göre sopasının adının “asâ”, Yaratıcı'ya göre “ejderhâ olduğunu (21b/1241) ifade eden Mevlânâ Mûsâ Peygamber'in asâsıyla Firavun'a karşı galip geldiğini şöyle anlatır:

“Mûsâ bir asâyla savaşa girdi, o Firavun'a ve kılıçlarına galip geldi.” (61a/348, s.188)

“Asâ Mûsâ'nın elinden su içince Firavun'un saltanatını bir lokma etti.” (66b/915, s. 205)

Mevlânâ, Mûsâ Peygamber'in asâsının yere atmadan önce sopadan başka bir şey olmadığını, Tanrı'nın emriyle tere atınca güzelleştiğini, Mûsâ Peygamber'in önceleri onunla kuzulara yaprak düşürdüğünü daha sonra ise aldanmış bir topluluğa mucizeler gösterdiğini, Firavun'a bağlı olanların başına hâkim olarak onları suların kan olması, çekirge istilası gibi türlü belalara gark ettiğini ifade etmiştir (204b/3574-3580, s.579).

İnsanın Hakk'ın avucunda Mûsâ'nın sopası gibi olduğunu ifade eden Mevlânâ, Mûsâ

Peygamber'in asâsıyla denizi yarması mucizesine de değinmiştir:

“İnsan , Mûsâ'nın sopası gibidir; insan, İsâ'nın nefesi gibidir. Müminin kalbi adalet ve ziynet için Hakk'ın avucuna iki parmağı arasındadır. Dış görünüşü bir sopa, fakat boğazını açtığında kâinat önünde bir lokmadır. Seni İsâ'nın nefesinden harf ve ses görme, ölümün ondan kaçtığını gör. Sen onun nefesinden değersiz sözler görme; ölünün sıçrayıp oturduğunu gör. Sen o asâyı kolay bulunur görme; yeşil denizi yardığını gör.” (152a/4256-152b/4261, s. 437)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsının ise gökyüzündeki aydan daha da parlak olduğunu ifade ederek bu mucizeye telmihte bulunmuştur:

“Mûsâ'nın o avucu koynundan ışık saçtı; o gökyüzündeki aydan fazla oldu. Ey Mûsâ! Dehşetli gökten aradığın, koynundan baş çıkardı.” (292b/1933-1934, s.801)

·        13. yüzyıl şairlerinden Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 1770-1772. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşerek Firavun'un sihirbazlarının iplerini, sopalarını yutması mucizesine şu şekilde yer vermiştir:

“Mûsâ'nın sopasını da böyle bil, bil de anlamını anla,

Yüzbinlerce sopayı, ipi yuttu da ne semirip şişti, ne arıklaştı,

O sopa, horoz gibi, savaş deminde ne bulduysa hepsini de bir lokma gibi yutuverdi.” (bey. 1770-1772) (Sultan Veled, 1976: 104)

Âşık Paşa, “Garib-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in asâsıyla ilgili olarak, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in mucizelerini asâsına koyduğunu söyleyerek hayvana teşbih ettiği İsrailoğulları'nı bununla sürerek doğru yola yürüttüğünü şöyle ifade etmiştir:

“Mu‘cizâtın Mûsa’nun ol Pâdişâh / ‘Asasında komış-ıdı ol İlâh

Vemâ tilke bi-yemînike yâ Mûsâ kâle hiye ‘asâye 20/18

Zîra hayvân sürilür agaç-ıla / Sürmeyinçe yörimez dogru yola” (bey. 2528-2529) (Âşık Paşa, 2000: 142)

·        14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde

Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden yedd-i beyzâ ve asâsına telmihte bulunmuştur:

Sözde idem bir yedd-i beyzâ ıyân

Kim vire Mûsâ asâsından nişân (bey. 12)

Abdülvâsi Çelebi, “Halil-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden yedd-i beyzâsına, İsâ Peygamber'in ise ölüleri dirilmesi mucizesine telmihte bulunmuştur:

Yedd-i beyzâ-nümâ olsun çü Mûsâ

Diriltsün ölüleri hem-çü cİsâ (bey. 3582; s. 486)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden bahseden beyitlere de yer vermiştir. Şu beyitte Mûsâ Peygamber'e verilen asâdan söz ederken Süleyman Peygamber'in yüzüğüne de değinmiştir:

Asâ Mûsâ'ya verildi yüzük degdi Süleymân'a

Yedi ol yaprağı âhû yaşı âsîlere şeffa3 (bey.1329; s.86)

Yazıcıoğlu Mehmed, eserinin şu beytinde de Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e asâyı destek, kudret olmak üzere verdiği ifade edilmiştir:

Dahi kim ki Mûsâ'yı görmek dilerse dedi

Ki Hak virmiş idi salâbette ona asâ (bey. 4630; s. 303)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 14a/528, 31a/2141-2142, 47b/3567, 58a/52, 59a/146, 60b/304, 80a/2274-2276, 113b/1010, 114a/1065-1066, 134a/2787-2790, 142b/3452-3454, 176a/1068-1074, 202a/3313, 219b/597, 228b/1316, 229a/1425, 231b/1539, 243a/2442-2445, 247a/2775,  260b/3808-3809, 262a/3934-3936, 286a/1347-1348 Sultan Veled,

İbtidâ-nâme: 5023, 6720 Ahmedî, Iskender-nâme: 920, 1377

·        2.1.7. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Kavmi (Kıptîler) ile Mücadelesi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in Firavun ve kavmiyle, Firavun'un sihirbazları ile mücadelesine pek çok beyitte değinmiştir. Veziri Hâmân'ı dinleyen Firavun'un hâlini, şeytanı dinleyen Nemrud'un hâline benzeten (21a/1192) Mevlânâ, Mûsâ ile Firavun'un zehir ile panzehir gibi olduğunu, karanlık ve ışık gibi ilâhî iradeye bağımlı olduklarını, Firavun'un namusunun, itibarının parçalanmaması için yalnızken yalvardığını anlatır (35a/2447-2481, s. 123124). İnsanın nefsini ejderhaya benzeten Mevlânâ, onun gam ve âletsizlikten dolayı donmuş yahut ölmüş vaziyette olduğunu, eğer ırmağın Firavun'un emriyle aktığı iddiasındaki âleti bulursa nefsin Firavunluk tesis ederek yüz Mûsâ ve Hârûn'un yolunu keseceğini ifade eder (113b/1053-1055, s. 333).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî” sinin 114a/1065-116a/1257. beyitler arasında Mûsâ Peygamber'in ejderha olan asâsının dehşeti karşısında kaçışan halktan pek çok kişinin ezilerek öldüğü, bunun üzerine Firavun'un Mûsâ Peygamber'i halkı öldürüp korkuya salmasından ötürü tehdit ettiği, Firavun'un tehdidine Mûsâ Peygamber'in “Ey arkadaş! Ben razıyım, ben şükrederim. Bu taraf rüsvadır, Hakk'ın huzuru şerefli.(114a/1077)” diye cevap verdiği, Firavun'un “Senin cahilliğini şehre göstermek için zamanın sihirbazlarını toplayacağım. Bu bir-iki günde olmayacak; yazın kırkıncı gününe kadar bana süre ver (114a/1085-1086).” diyerek mühlet istediği, Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Peygamber'in Firavun'a mühlet verdiği, Firavun'un sihirbazları çağırmak için şehirlere adamlar gönderdiği, Firavun'un çağrısını duyan iki genç ünlü büyücünün Mûsâ'nın asâsının hikmeti ölen babalarından sordukları, Mûsâ Peygamber uyumakta iken asâsını almak isteyen bu iki büyücünün asânın ejderhaya dönüşerek saldırması karşısında bunun sihir olmadığını anlayıp kaçıştıkları ve Mûsâ Peygamber'den af diledikleri, Mûsâ Peygamber'in de onlara “Ey asiller! Affettim; bedeniniz ve canınız cehenneme haram oldu. Ey iki arkadaş! Ben sizi bizzat görmedim, kendinizi özür dilemeye yabancı yapınız. Tanışık olsak da, yabancı gibi -benimle- padişah için savaşa girin.(115a/1161-1243” dediği anlatılır. Devamında şehirlerden gelen büyücülerin Firavun'un huzuruna geldikleri ve Firavun'un onlara çok değerli bağışlar verdiği anlatılır (1116a/1244-1249). Büyücüler ile karşılaşmada içinde korku hisseden Mûsâ Peygamber'e Tanrı'nın teselli vererek kazanacağını telkin ettiği anlatılır (182b/1669-1674).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Firavun'un veziri Hâmân'dan da söz eder. Firavun'un Mûsâ Peygamber'in sözlerini dinlediğinde gönlünün yumuşadığını, ancak huyu kin olan veziri Hâmân'a danışınca vezirinin onu “Şimdiye kadar padişahtın, aldanarak yırtık elbiseliye köle mi olacaksın?” diyerek Allah yolundan döndürdüğünü, veziri Hâmân olan padişahın yerinin cehennem olacağını anlatır (177b/1238-1253).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 192b/2508-2626. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Firavun'a “Benden bir öğüt kabul et ve karşılığında dört fazilet al” dediği, Firavun'un bu dört faziletin olduğunu sorunca Mûsâ Peygamber'in şöyle açıkladığı anlatılır:

“Mûsâ dedi: 'O dördün birincisi, bedeninin daima sıhhatli olmasıdır. Tıpta söylenen hastalıklar bedeninden uzak olacak; ey değerli kişi! İkinci olarak senin ömrün uzun olacak; ecel ömründen çekinecek.'” (192b/2527-2529)

“Mûsâ dedi: 'O üçüncüsü iki kat saltanattır, iki dünyalıktır, hısım ve düşmandan temizdir.'” (193a/2568)

“Mûsâ dedi: 'Dördüncüsü senin genç kalman, saçının katran gibi ve yüzünün erguvan gibi olmasıdır.'” (193a/2573)

Bu vaatler karşısında iman etme hususunda Âsiye'ye danışan Firavun'a Âsiye “Ey kara gönüllü! Sen, buna can ver. Çok yardımlar var; bu sözün metnini çabuk kavra. Ey iyi huylu padişah!” diyerek onu imana yöneltmek isteyip yüreklendirse de Firavun bir de veziri Hâmân'a danışmak ister (193b/2595-2626, s. 547-548). Veziri Hâmân ise kötü sözlerle Firavun'un yolunu keser ve iman etmesine engel olur (194b/2720-195a/2772). Hâmân'ın sözlerinin Firavun'un gönlünde etkili olduğunu anlayan Mûsâ Peygamber'in bu nedenle Firavun'un iman etmesinden ümit keserek ona “Senin aklın varsa, lütuflar ettim; eşeksen, eşek için sopa getirdim. Sopayla kulağını ve başını kanla doldurarak bu ahırdan çıkaracağım seni. Bu ahırda eşekler ve insanlar senin cefandan güven bulmaz...” diyerek ejderha ola asâsıyla Firavun'a meydan okuduğu anlatılır (195b/2773-196a/2809) Firavun'un üç yüz kat hilesinin kendisine aşağılama olduğunu, Mûsâ'nın mucizesini çürütmek için getirttiği büyücüler karşısında asânın itibarının daha da güçlendiğini ifade eden Mevlânâ, Firavun'un İsrailoğulları'nın peşine düşerek Nil çevresine ordu sevk etmesinin ve nihayetinde denize gark olmasının aslında İsrailoğulları'nın vehmini yok etmek için olduğunu dile getirir:

“Mûsâ'nın ve kavminin yolunu kesmek için Nil'in çevresine hemen ordu sevk

. eder,

Mûsâ'nın ümmetinin güvenliği olur; kendisiyse yerin altına ve cehenneme girer. O/Firavun, Mısır'da kalsaydı ve gelmeseydi, İsrailoğulları'nın vehmi nasıl yok olurdu?

Geldi ve İsrailoğulları'nı -korkudan- eritti; zira bil ki emniyet korkuda gizlidir.” (319b/4350-4357, s.881-882)

İnsanın nefsini Firavun'a teşbih eden Mevlânâ, onun küfrünü hatırlaması için onu doyurmamak gerektiğini, nitekim Firavun ve kavmi art arda türlü belalara gark olunca Firavun'un bizzat Mûsâ Peygamber'e gelerek iki kat olup yalvardığını, Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın buyruğuyla o belaların giderilmesiyle tekrar nimete kavuşup karınları doyduğunda yine asî olup fenalıklarına devam ettiklerini anlatır (204b/3579-3626, s.579-581).

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Firavun ile Hallac-ı Mansûr'u mukayese ederek Hallac-ı Mansûr'un “Ene'l-Hak” dediğini ancak bunu Tanrı'nın yardımıyla söylediğini ve bu sebeple halkın ona rahmet okuduğunu oysa Firavun'un benliğe düşerek tanrılık davası gütmesinden ötürü lanet ile anıldığını şöyle ifade etmiştir:

“Hani Mansûr, Ene'l-Hak dedi de halk arasında tanındı,

Ama o andan bu ana kadar halk, ona rahmet okur,

Aynı sözü Firavun da söyledi; ama Hak, ona, bu sözü söylemek hususunda yardım etmemişti,

Bundan dolayı da halkın ağzından ona gündüzleri de lanet okunmada, geceleri de,

Çünkü Hallaç, o sözü söylemeye memurdu; Firavun'sa eşekliğinden aldanmıştı, benliğe düşmüştü,

Hâsılı buna rahmet okunmada, o tümden pis kişiyeyse yüzlerce lanet.” (bey.

6682-6687) (Sultan Veled, 1976: 388)

14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinde Firavun'dan bir kötülük timsali olarak söz ederek böyle kimselerin ölümden kaçışı olmadığını ifade etmiştir:

Memleketde ger kişi Fir’avn ola

Çün ölür anda ne ferr ü avn ola (bey. 7675)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 11b/277-279, 14a/528, 35b/2489, 50b/3833-3835, 62a/451, 65a/761-772, 66b/915, 87b/2931, 103a/85, 119b/1554-1556, 122a/1720-1744, 182a/1635-1637, 185b/1915-1920,   187b/2099,   190a/2306-2339,   190b/2353-2365,   190a/2395,

194b/2704-2705, 194b/2716, 200a/3166, 207a/3814-3815, 217b/452, 237b/2035,

252a/3109-3110, 291b/1871, 295a/2162, 304a/3004, Sultan Veled, Ibtidâ-nâme: 3333, 6824-6826 Ahmedî, Iskender-nâme: 5366, 5367

·        2.1.8. Firavun'un İman Eden Kavmine Zulmü

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in asâsı karşısında yenilen ancak bunun bir mucize olduğunu görüp iman eden Firavun'un büyücülerinin ölümle cezalandırılma anında “Firavun'un darbesinin bize zararı yoktur. Hakk'ın lütfu, başkasının kahrına galiptir.” diyerek Firavun'a karşı imanları haykırdıkları anlatılır (264b/4119-4152).

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Tanrı'yı bilen tanıyan kimsenin ölümden korkmayacağından söz ederken Firavun'un gördükleri mucize karşısında Mûsâ Peygamber'e iman eden büyücülerini öldürtmesi, ellerini ayaklarını çaprazlama kestirmesi hadisesine de değinmiştir:

“Bu sebeple Firavun, kendi çağında, Yüce Tanrı, kendisine yardım etmediğinden, Büyücülerin, aşkla, yüzlerce gerçeklikle Mûsâ'ya yüz tuttuklarını görünce,

Ben ferman etmeden dedi, ne yüzden inandınız ona?

Sizi kılıçla paramparça ederim; kasap gibi de kanaraya çekerim,

Ellerinizi, ayaklarınızı, bedenlerinizden ayırtırım; sizi zerre zerre doğratırım,

Hepsi de, beden ölümü kolay bir şey dedi, Hak, yâr olunca bedeni terk etmek kolay.” ( bey. 1724-1729) (Sultan Veled, 1976: 102)

·        2.1.9. Firavun ve Kavminin Uğratıldığı Belalar

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'e iman etmeyip İsrailoğulları'na ve Mûsâ Peygamber'e zulmetmeye devam eden Firavun ve kavminin uğratıldığı belalardan en çok Nil Nehri'nin sularının Kıptîlere kan olması hadisesine sıkça değinmiştir. Eserinin şu beyitlerinde Kıptîlere Nil'in sularının kan olması ve denizin de boğulma yeri oluşuna telmihte bulunmuştur:

“Nil'in suyu Kıptîye kandır, güzel Sıbtîye sudur.

Deniz İsrailoğulları’na Cadde, zalim Firavun'aysa boğulma yeridir.” (137a/3027-3028, s. 397)

“Bu bela Nil suyu gibidir; kutlu kişiye sudur, kötü kişilere kan.” (197b/2986)

Mevlânâ, eserinde suların Kıptîlere kan olması ile ilgili bir hadiseye de yer verir. Bir Kıptî'nin, Sıbtî'ye giderek kendi niyetiyle bir testi doldurup dostluk ve kardeşlik hakkı adına içmek için ağzına koymasını ister. Sıbtî, kendisinden istenileni yapar, testiyi Nil Nehri'nden doldurur, yarısını içtikten sonra su isteyen Kıptî'ye doğru eğriltince su kana dönüşür. Kıptî olan bunun çaresini Sıbtî'ye sorunca o da “Bunu takvalı içer. Takvalı kişi, Firavun'un yolundan bıkan ve Mûsâ gibi olandır.” diye cevap verir. (203a/3429-3455). Mevlânâ buna benzer olarak eserinin 204a/3493-3514. beyitlerinde bir Kıbtî'nin Sıbtî'den hayr dua ve yol göstermesini istemesi hadisesine değinir. Kıbtî'nin iyiliği için dua eden Sıbtî'nin duası kabul olur ve gönlünün kilidi açılan Kıbtî imana gelir ve “Ben su arzusuyla sele gittim, deniz gördüm; kile kile inci aldım diye söylenir (s. 576-577).

Mevlânâ, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in asâsının Firavun'na bağlı olanların başına hâkim olarak onların sularını kan ettiğini, bunun üzerine çaresizlikle ellerini başlarına vurduklarını, yaprak yiyen çekirgeler yüzünden tarlalarından kıtlık ve ölüm yükseldiğini, keder verici işlerin art arda olmasıyla Nil'in baştanbaşa kan olduğunu dile getirmiştir (204b//3579-3589, s. 579-580).

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı eserinin şu beytinde Firavun ve kavminin Mûsâ Peygamber ve Tanrı'ya iman etmeyerek İsrailoğulları'na zulmetmeye devam etmesi üzerine uğratıldıkları belalardan olan Nil Nehri'nin kan olması hadisesine telmihte bulunmuştur:

Dağ, nasıl olur da Davud'a uyardı; Nil, nasıl Mûsâ'nın buyruğuyla kan olurdu.”

(bey. 1640) (Sultan Veled, 1976: 97)

“Nil, Sıbtî'ye su değil miydi; ama Kıptî'ye öfkesinden kan olup durmaz mıydı?”

(bey. 4997) (Sultan Veled, 1976: 291)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:  64a/690,  163b/33,  196a/2815-2817,  201a/3252-3253,  227a/1233,

287a/1443

·        2.1.10. Denizin Yarılması / Firavun ve Askerlerinin Denize Gark Olması Hadisesi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde îsrailoğulları'nın peşi sıra denizi kuru görüp denize girmesiyle gark olduğunu şöyle dile getirmiştir:

“Kör Firavun, odenizi kuru gördü de erlik ve güç sevdasıyla içine at sürdü.

Girince de denizin dibinde kalır. Firavun'un gözü nasıl görür?

Göz, Hakk'ı görmekle gören olur; Hak, her ahmağın nasıl sırdaşı olur?” (80a/2295-2297, s. 248)

Sultan Veled, “îbtidâ-nâme” adlı eserinde peygamberlere ve erenlere nefis ve beden ehlini düşman oluşundan söz ederken şu beyitte Firavun'un da Mûsâ Peygamber'e olan düşmanlığına ve akıbetine telmihte bulunmuştur:

“Firavun da Mûsâ'ya kastetmişti de Hak'tan yardım görmemiş suya gark olup gitmişti.” (bey. 829)(Sultan Veled, 1979: 52)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Firavun'un suya gark olması hadisesine değinmiştir:

Nazar eyledi suya Fircavn'ı gark eyledi

Nazar eyledi gülşen oldu Halîl'ine nâr (bey. 3034)

Ki Fircavn cezâ eyledi gark olurken nice

Sen inkâr edersin resûle gerek sana dâr (bey. 3060) (Yazıcıoğlu

Mehmed, 1996: 197)

Şeyh Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu beytinde Nûh Sûresi'nin “Nûh: 'Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!'" mealindeki ayetinden kısmî iktibasla gam Nûh'unun yakarışının Firavun'u imana gark edeceğini, yola getireceğini ifade etmiştir:

Nûh-ı gamı olsa “lâ tezer ”-hân

Fir’avnı ederdi gark-ı îmân (bey.523)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:  21a/1189,  137a/3028,  172b/784,  191a/2415,  196a/2828,  218a/466,

224a/954.

·        2.1.11. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na İkinci Varışı

Âşık Paşa, “Garib-nâme” isimli mesnevisinin 10506 - 10510. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı tarafından kendisine kılınan va'deye göre otuz gün oruç tuttuğu ancak bununla vade yerine gelmeyince Tanrı'nın buyruğuyla on gün daha oruç tuttuğu, va'de tamam olunca Tanrı ile söyleştiği anlatılır:

Mûsa birle va‘de kıldı ol hakîm / Kim otuz gün oruç ola ol Kelîm

Ve vâ ‘adnâ Mûsâ selâsîne leyleten 7/142

Dutdı otuz gün velîkin olmadı / Anun-ıla va‘de yirne gelmedi

Hak buyurdı on dahı dut kim ola / Cümle eksük bitile yirne gele

Ve etmemnâhâ bi- ‘aşrin fetemme mîkâtü rabbihi erba’îne leyleten 7/142

On dahı dutdı ol iş oldı tamâm / ‘Ahd ü va‘de yirine geldi tamâm On-ıla yitildi ol ‘ahd eksügi / Mûsa birle söyleşüp hak eytdügi

(bey. 10506-10510) (Âşık Paşa, 2000: 530)

·        2.1.12. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı Görmeyi Dilemesi / Tecellî Hadisesi / Tûr Dağı'nın Parçalanması

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Tûr Dağı ile ilgili olarak aşkın Tûr Dağı'nın ruhu olduğunu ve ilâhî tecellî karşısında mest olduğunu ifade eder:

“Ey âşık! Aşk, Tûr Dağı'nın ruhu oldu; Tûr mest oldu; Mûsâ kendinden geçerek düştü.” (9a/26, s. 45)

Mevlânâ, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in tecellîye mazhar olması sebebiyle Mûsâ Peygamber'in yüzünün ışık saçmakta olduğunu, bu nurun şiddetiyle bakan gözlerin kör olduğunu, bu sebeple yüzünü elbisesinden bir perde yapıp onunla örttüğünü, o hidayet nurunun arzusu ve aşkıyla Safûrâ'nın her iki gözünü kaybettiğini anlatır (304b/3056-3083, s. 838-839).

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde yer alan şu beyitlerde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istemesi ve tecellî hadisesine telmihte bulunmuş, Tanrı'nın tecellîsine erebilmek için varlıktan da Mûsâ'nın durağından da geçmek gerektiği ifade edilmiştir:

“Varlıktan geç de boyuna Tanrı tecellîsini seyrededur, Benlikten, varlıktan arın da kadehsiz, sarapsız esrikliğe er, İsa gibi beden eşeği olmaksızın göklere ağ; Mûsâ'nın durağını da geç gitsin” (Sultan Veled, 1976: 9)

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 4000 - 4004. beyitlerinde ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi karşısında Tanrı'nın ona görünmeyişini şu şekilde yorumlamıştır:

“Kelîm, sarhosçasına, 'Bana görün' dedi de her şeyi bilen; ona, sen beni hiç mi, hiç göremezsin diye cevap verdi, Sana görünmeyi esirgemem ama benim Ay'ım, gene de senin için bulut altında. Çünkü bulutsuz bir ışığımla da sana

vursam, yok olursun: sonra nerde bulurum seni? Sana, seni esirgediğimden ışınlıyorum; gelmeme değil, adım atmama bile tahammül edemezsin.” (bey. 4000-4004) (Sultan Veled, 1976: 229-230)

Ahmedî, “İskendernâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Tûr Dağı'nın Tanrı'nın tecellîsi karşısında parçalanması hadisesine telmihte bulunmuştur:

Çünki kamu tagdan alçah oldı Tûr

Gör tecellîde nicesi buldı dûr (bey. 7330)

Ahmedî, aynı mesnevisindeki şu beyitte ise Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ilk varışında şecer-i Tûr'da ilâhî nuru, Tanrı'nın tecellîsini görmesi hadisesine de telmihte bulunmuştur:

Cehd-ile iderdi taleb odı Kelîm

Od içinde ana tecellî itdi Kerîm (bey. 1343)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ikinci gidişinde “erînî” diyerek Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine, “len terânî” hitabıyla karşılaşmasına ve Tanrı'nın tecellîsi karşısında dağın parçalanması hadisesine çeşitli beyitlerde değinmiştir. Özellikle mesnevi içerisinde yer verdiği 527-528. sayfalarda yer alan müstezatta bu konuya ayrıntılı olarak yer verir:

Budur nakl ile meslek kim ki Mûsâ dedidi erni

Şu vakt kim ağdıdı Tûr'a

Ki zâtına nazar kılam onu eyle bana Hân

Görem onu ulâsından 7865.

Cevabında buyurmuştu kim ona "Len terânî" Hak

Ki fânî göz beni görmez

Ki yâ Mûsâ beni bunda görem sanma olup hayrân

Geç onun sen hevâsından 7866.

Velî dağa nazar eyle mekânında durursa ger

Tecellî eyleyem ona

Göresin yüzümü sen de olasın vaslıma ferhân

Bulasın derd devâsından 7867.

Nazar kıldı görür dağa tecellî eylemiş bir kez

Henüz arş nûrunu açmış

Tutuşmuş odlara dümdüz yakar pâre pâre nîrân

İşitipsin edâsından     7868.

Dediler çünkü şart etti dağın durmasını Allâh

Egerçi titrer idi ol

Ne şübhe eylese pes var dağın durmasına imkân

Koparsa ger binâsından 7869.

·        15. yüzyılda yaşayan Akkoyunlular dönemi şairlerinden olan Tebrizli Ahmedî, “Esrâr-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber ile ilgili anlattığı beş müstakil hikâyenin yanı sıra başka bir hikâyenin içinde geçen 707. - 711. beyitlerde tecellî hadisesine değinir:

Cümlesinden biri Mûsâ söyledi Ol benüm vaslum temennâ eyledi Ben tecellî eyledüm Taga meger İrdi Tagdan ana bir şemme eser Doymadı Mûsâ ana iy pür-hüner Ussı gitdi düşdi olınca seher Örü Turdı sonra çok özr eyledi Tevbe kıldı "Yâ Rab Âmennâ" didi Pes mahabbetden dem uran ham ola Dünyede gördüm diyen bed-nâm ola

Tebrizli Ahmedî, bahsi geçen beyitlerde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya kavuşmayı dilediğini, Tanrı'nın dağa tecellîsi karşısında ise Mûsâ Peygamber'in aklının gidip yere düştüğünü, seher olup da ayağa kalkıp kendine geldiğinde tevbe ettiğini dile getirir. (Tebrizli Ahmedî, 1996: 60)

Şeyh Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu beytinde sevgilinin tecellîni/görünmesini Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na çıkmasına teşbih etmiştir:

Mihr eyledi öyle bir tecellî

Zann-oldı ki Tûr’a çıkdı Mûsî (bey. 1864)

Şeyh Gâlib, aynı eserinin şu beytinde ise tecellî kaşısında Tûr Dağı'nın Mûsâ Peygamber'i bile unuttuğunu dile getirmiştir:

Ben durdum u âlem oldı hâmûş

Tûr etdi Kelîm’ini ferâmûş (bey. 1914)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi 20b/1136, 61a/353-358, 62b/506-507, 102b/15-16, 152b/4265, 304b/3063-3066, 262a/3914 Sultan Veled, İbtidâ-nâme: 4161, 5624, 7040 Âşık Paşa, Garib-nâme: 2552 Ahmedî, İskender-nâme: 7330 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 3191, 3193, 3669, 3717, 7686, 8332, 8427, 8740.

·        2.1.13. Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın Verilmesi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'e verilen kutsal kitap olan Tevrat'ı İncil ve Zebur ile birlikte zikrederek hepsini Kur'ân-ı Kerîm'in doğruluğuna şahit olarak gösterir:

“Ey şükreden kişi! Tevrat, İncil ve Zebur da Kur'ân'ın doğruluğuna şahit olmadı mı?” (131b/2538, s. 382)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'e verilen ve dört kutsal kitaptan biri olan Tevrat'tan birçok beyitte bahsetmiştir. Şu beyitte Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'i Kelîm edinip ona Tevrat'ı verdiği dile getirilir:

Kim Allâh onu edinipti Kelîm

Verip ona Tevrât'ı giydi kilim (bey. 5514, s. 362)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Ahmedî, Iskender-nâme: 2510, 5588, 5589, 7194 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 1146, 1480, 2316, 3482, 5434, 7780, 7781

·        2.1.14. Sâmirî Kıssası

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na gittiği vakit gecikmesinden faydalanıp altından bir buzağı yaparak İsrailoğulları'na sizin tanrınız budur diyerek onları yoldan çıkarması sebebiyle Mûsâ Peygamber tarafından lanetlenip kavimden uzaklaştırılması hadisesine de çeşitli beyitlerde telmihte bulunmuştur. Şu beyitlerde Sâmirî'nin sahip olduğu hüneri Mûsâ Peygamber'den öğrendiği ancak kibirle Mûsâ Peygamber'e başkaldırdığı anlatılır:

“Sâmirî gibi, o hüneri kendinde görünce kibirle Mûsâ'ya başkaldırdı.

O, o sanatı Mûsâ'dan öğrenmişti; ama hocasını görmez olmuştu.

Çaresiz, Mûsâ tekrar oyun gösterdi; böylece o oyunu ve canını kaptı.”

(76b/1969-1971, s. 238)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'nin yaptığı buzağıyı tanrı kabul edip ona secde eden kavmini azarlaması hususuna da değinmiştir. Mûsâ Peygamber'in bu çirkin huylu kimseler hakkında şöyle söylediği anlatılır:

“Benden yüz binlerce mucize gördün; sana yüz hayal, şüphe ve zan ekledi.

Hayal ve vesveseyle daraldın; peygamberliğime dil uzattın.

Denizden açıkça toz kaldırdım, sonuçta firavuncuların şerrinden kurtuldun sen.

Kırk yıl kâse ve sofra indi, duamla kayadan ırmak aktı.

...

Mademki Mûsâ'nın hakkında kötü düşünceli değildin, nasıl böylece secde ettin?

Ey çirkin huylu!

Niçin hilesinden ve ahmak yakalayan sihrinin fesadından sende bir şüphe doğmadı?

Ey köpekler! Bir Sâmirî kimdir ki, dünyada bir ilah yontsun?”

Mevlânâ, bağıran altından ineğe ilgi duyan, Sâmirî'nin büyüsüne av olan bu ahmakların ilgisini yanlışın yanlışı çekmesi, işsizin işsizi cezbetmesi olarak yorumlar (77a/2025-77b/2044, s. 239-240).

Mevlânâ, Sâmirî ile ilgili olarak ayrıca, onun Cebrail'in atının ayağının bastığı yerden aldığı toprakla yaptığı buzağıya can verdiğine de şu beyitlerinde telmihte bulunmuştur:

“Sen bir Cebrail'in atının toprağı olursan yeşerir, tazelenir ve yenilenirsin.

Sâmirî, buzağıya can bağışlayan bir yeşillik kattı, bir inci oldu.

Buzağı o yeşillikten can edindi ve düşmana fitne olan bir sesle bağırdı.” (202a/3301-333, s. 571)

14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda iken onun yokluğundan faydalanıp yaptığı altından buzağı ile İsrailoğulları'nı yoldan çıkaran Sâmirî'ye telmihte bulunmuştur:

Ol ki ana Sâmirî hem-dem ola

Buzagudur Mûsiden ne zevk ala (bey. 456)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:32b/2258, 294a/2064

·        2.1.15. Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na Verilen Nimetler

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde İsrailoğulları'nın Tih Çölü'nde kaldıkları kırk yıl boyunca rızıklandıkları çeşitli nimetlere de değinmiştir. Hz. Ali'ye övgüsünü dile getirdiği bir bölümde Mevlânâ, Hz. Ali'yi insanlıkta Tih Çölü'nde Mûsâ'nın benzersiz sofra ve ekmek inen bulutuna teşbih etmiş ve burada ayrıca İsrailoğulları'nın bu eşsiz nimetlere rağmen pintilikle ayağa kalkıp pırasa, tere, marul istediklerinden söz etmiştir (49b/3732-3737, s. 164). Eserinin bir başka yerindeyse gökten alımsız satımsız ve konuşup dilemeksizin sofra gelmekte iken İsrailoğulları'ndan birkaç edepsiz kişinin “Nerede sarımsak, soğan, mercimek?” diyerek ellerindeki nimetleri beğenmediklerine değinmiştir (10a/80-81, s. 47).

Mevlânâ, “Mesnevî”sinde İsrailoğulları'nın öküz mizaçlı olduğunu, gördükleri sonsuz lütuf ve nimetin, büyük iyiliklerin buzağı aşkı yüzünden gönüllerinden gittiğini, bu sebepten ötürü Tîh Çölü'nün sıcağında yerlerinde kaldıklarını, canlarından gitmeyen buzağı aşkı yüzünden Tîh Çölü'nün onlar için büyük bir girdap gibi olduğunu dile getirmiştir (291a/1788-1793, s. 797).

Âşık Paşa, “Garib-nâme” adlı mesnevisinde (2513.-2527. beyitler) İsrailoğulları kavminin hayvan, Mûsâ Peygamber'in de onlara çoban olduğunu dile getirmiş, buna da sebep olarak cennet nimetlerini yiyip biz bunları yemeye katlanamayız diyerek bakla, mercimek, sarımsak, soğan gibi türlü yiyecekler istemeleri gösterir ve İsrailoğulları'na lütfedilen başkaca nimetlerden de şöyle söz eder:

“Pes hakikat ol kavum hayvân-ıdı / Mûsa hem anun-ıçun çöbân-ıdı

Bir dahı hem bunlarun hayvânlıgı / Şol-ıdı kim dogıçak oglancugı

Anasından ton-ıla dogar-ıdı / Ten ulaldukça tonı artar-ıdı

Nitekim hayvân togadur tüy-ile / Tüsi artadur bile kendü-y-ile

Bir dahı tanuk bularun hâline / Mutlakâ hayvânlıgı ahvâline ”

(bey. 2523-2527) (Âşık Paşa, 2000: 141-142)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 77b/2030, 82a/2471-2482, 181a/1547

·        2.1.16. Mûsâ Peygamber'in Yaptığı Tabut

Abdülvâsi Çelebi, “Halil-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile yaptığı tabut/sandığın Mûsâ Peygamber'in ölümünden sonra Câlût ve Tâlût'un eline geçtiğinden bahseder:

Çü Mûsâdan dahı kaldı o tâbût

Anı sakladı ol Câlût u Tâlût (bey. 2612, s. 364)

·        2.1.17. Bel'âm-ı Bâ'ûr Kıssası

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde kibir ve haşmetinden Mûsâ Peygamber ile savaşan Bâ'ûr oğlu Bel'âm'dan da söz etmiştir. Dünya halkının Bel'âm'ın oyuncağı olduğunu, Tanrı tarafından İblis gibi Bel'âm'ın da geride kalanlara örnek olması için meşhur edildiğini (45a/3297-3301, s. 150), lanetli İblis gibi Bel'âm'ın da sonuncu imtihandan zelil olduğunu (110a/747, s. 324), her ikisine de ibadetleri ile dinin yarar sağlamadığını (158b/4785-4787, s. 454) dile getirmiştir.

Âşık Paşa, “Garib-nâme” adlı eserinin 4196. - 4239. beyitleri arasında Bâ'ûr oğlu Bel'âm'ın kıssssına yer vermiştir. Eserde Bel'am'ın gece gündüz ibadet ile meşgul olan, cümle halkın ona mürit olduğu, duası makbul lakin kibirli bir şeyh olduğu anlatılır. Bir gün Mûsâ Peygamber'in kırk bin er ile topraklarına gelmekte olduğunu haber alan müritlerinin buraya geldikleri takdirde öylece geçip gitmekle kalmayacaklar, yazıp yaylayıp kışın kışlayarak bu ülkeyi bizden alacaklar diye yakınması üzerine önce bu söylenenlere kulak asmadığı anlatılır. Ancak devamında Bel'âm'ın nefsine yenilerek Mûsâ Peygamber hakkında beddua etmesi hadisesi eserde şöyle anlatılır:

“Bir fakire var-ıdı şeyhün meger / Ana dahı degdi bu yanlış haber

Sordı kim nedür bu ne gavgâ-durur / Bir hakikat bana eydün ne-durur

Didiler Mûsâ gelürmiş bu ile / Kim bu mülki hükm-ile bizden ala

Eydürüz Şeyh’e du‘â kıl dinlemez / Hîç bizümçün kaygusı yok anlamaz

Siz diyesiz bu sözi Şeyh’e meger / Yohsa bizüm sözümüz kılmaz eser

Ol salîta cûşa geldi kakıdı / Viribidi Şeyh’i eve okıdı

Bir çagırdı Şeyh’e karşu haşm-ıla / Eytdi tîz dut el götür hak’dan dile Mûsi peygâmber bu ile gelmesün / Gelüben bu mülki bizden almasun Şeyh içinde höd kibir bitmiş-idi / Ol ki dervîşlig-idi gitmiş-idi El götürdi hazret’e kıldı du‘â / Didi iy hak hâcetüm kılgıl revâ

Mûsi peygâmber bu ile gelmesün / Kasd iderse gelmege yol bulmasun”

(bey. 4219-4229)

Tanrı'nın Bel'âm'ın duasını kabul etmesiyle Mûsâ Peygamber ve kavminin kırk yıl Tîh Çölü'nde perişan bir hâlde kaldıkları, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e bu durumu malum kılmasıyla Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ı yere koyup yakasını yırtarak inleyip feryat ettiği, Bel'âm'ın da kibir yüzünden bu dünyadan imansız gittiği anlatılır (Âşık Paşa, 2000: 219-221).

·        2.1.18. Kârûn Kıssası

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Kârûn'un yere batması hadisesine de çeşitli beyitlerde yer vermiştir. Kör kimsenin tanımaz oluşunun gözsüzlükten değil cehaletten sarhoş olmasından ileri geldiğini ifade eden Mevlânâ, yeryüzünün Tanrı'nın lütfuyla düşmanı görerek Kârûn'u tanıyıp yuttuğunu, Mûsâ Peygamber'in nurunu görüp onu okşadığını dile getirmiştir (81a/2354-2357, s. 250).

Sultan Veled, “îbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Kârûn ve kendisine uyan adamlarının Mûsâ Peygamber'in buyruğuna ram olan yer tarafından bir lokma gibi yutulduğunu dile getirerek Kârûn kıssasına telmihte bulunmuştur:

“Sevgi bağışlayan Tanrı'yı bilmeseydi Mûsâ'nın buyruğuna nasıl ram olurdu?

Nasıl Kârûn'u bir lokma gibi yutardı, nasıl onun cinsinden olan yüz binlerce lanetlenmişi yok ederdi?” (bey. 1638-1639) (Sultan Veled, 1976: 97) “Yer, Kârûn'u, o aşağılık kişiyi, Mûsâ'nin buyruğuyla bir lokma gibi yutmadı mı?” (bey. 5024) (Sultan Veled, 1976: 293)

14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “îskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Kârûn'un mal-mülk hırsı sebebiyle yere girmesi akıbetine telmihte bulunmuş, hayır işleyen kimselerin ise îsâ Peygamber gibi göğe yükseleceği, yüceleceği ifade etmiştir:

Hayr iden Îsî bigi göge varur

Şerr iden Kârûn bigi yire girür (bey. 2355)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 113b/1017, 134a/2792, 196a/2829, 295a/2168-2169 Ahmedî, Iskender-nâme: 2519, 2766

·        2.1.19. Mûsâ Peygamber'in Hızır ile Yolculuğu

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yoculuğuna pek çok beyitte değinmiştir. Mûsâ'nın peygamber olmasına ve Tanrı'ya yakın bulunmasına rağmen Hızır'ı aradığını dile getiren Mevlânâ, Mûsâ Peygamber'in kendini beğenmekten uzak bir şekilde ve samimiyetle zamanın sultanı olarak gördüğü Hızır'ın arkadaşı olmak ve onunla yol almak için iki denizin birleştiği yere kadar gitmeye azimli oluşunu dile getirmiştir (124b/1958-125a/1970, s. 363). Birlikte çıktıkları yolculukta Hızır'ın gemiyi batırmasında yüz doğruluk bulunduğunu ancak Mûsâ'nın düşüncesinin buna kapalı olduğunu (11b/236-237, s. 52), Mûsâ'nın Hızır'a karşı çıkmaktan dolayı mahcup olduğunu (61b/434-436, s. 190) dile getiren Mevlânâ Mûsâ ile Hızır'ın aralarındaki ayrılığı şöyle ifade etmiştir:

“Mûsâ'nın konuşması ölçülüydü, ancak yine de iyi arkadaşın konuşmasından fazla oldu.

O fazlalık, Hızır'la aralarındaki ayrılık oldu; dedi: 'Git, sen çoğaltıyorsun. Bu, ayrılıktır.

Ey Mûsâ! Çok söylüyorsun, uzaklaş; yoksa benimle dilsiz ol, kör ol.

Gitmezsen ve çekişip durursan sen, gerçekten gitmiş ve ayrılmış olursun.'” (93b/3501-3504, s. 286-287)

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 350 - 429. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna değinmiş, herkesin gerçeğe yol alamayacağını ancak Mûsâ Peygamber'in bu yolda Tanrı'dan gerçeğe yol alabilmesine vesile olacak bir dost bulmayı dilediğini, duası kabul olan Mûsâ Peygamber'in Hızır'ı bulup muradına erdiğini dile getirir:

“Gerçeğe ulaşma kabiliyeti olmayanlara hiç söz söylemez onlar; çünkü herkes gerçeğe yol alamaz,

Kelim, dosttan arar, onların ardından koşar dururdu,

Her seher çağı feryad ederek Tanrı'dan o erlerle buluşmayı dilerdi,

Sonunda duası kabul oldu, Hızır'ı buldu, muradına erdi” (bey. 350-353, s. 25)

Hızır'ın Mûsâ Peygamber'i “Ey Kelîm, sen benimle yoldaşlık edemezsin, ben pek çok tersine nal mıhladım; nüktelerimi kimse anlamaz. Benimle görüşüp konuşmak pek zordur. Senin yolun benden apayrı. Sen nerden benimle konuşmaya tahammül edeceksin?” diye uyarmasına karşılık Mûsâ Peygamber “Olur ya Allah yardım eder de akıl-fikir verir, uyanıklık ihsan eder.” diyerek ona tabi olur ve birlikte yolculuğa çıkarlar. Yolculukla ilgili eserde anlatılanlar Kur'ân-ı Kerîm'deki Hızır-Mûsâ kıssasının anlatımı ile aynı doğrultuda olmakla birlikte şairin şiirsel yorumunu/üslubunu da taşımaktadır. (Sultan Veled, 1976: 25-29) Eserinin 701.-780. beyitlerinde Hızır ile Mûsâ Peygamber'in kıssasının anlatımına devam eden Sultan Veled, Hızır'ın yaptığı işlerin gizemini açıkladığı bu bölümün sonunda Mevlânâ'yı Kelîm'e, Tebrizli Şems'i de Hızır'a teşbih etmiştir (Sultan Veled, 1976: 45-48). Eserinin 6593. - 6598. beyitlerinde ise bizim Hızır'ımız dediği Tebrizli Şems'i Hızır'dan da üstün gördüğünü mübalağalı bir şekilde dile getirmiştir:

“Mûsâ, Hızır'ımıza kavuşsaydı tavuskuşu gibi kanatlarını yayardı,

Hattâ Hızır'ımızı görseydi Hızır'ın ardından koşar mıydı hiç?

Hattâ hattâ Hızır'ımız, Hızır'a görünseydi, o bile aşkla deli - dîvâne olurdu,

Bizim Hızır'ımız kim? Himmetler göğünün Şems'i; önüne ön olmayan demden beri Tanrı'ya ulaşmış o seçilmiş er,

Hızır, perdesiz - örtüsüz onu görseydi, gölge gibi ardında yürür, dolanırdı,

Aşkla onun sohbetini seçer, ondan başkasını, hiçbir şeye karşılık olarak almazdı” (bey. 6593-6598) (Sultan Veled, 1976: 383)

Âşık Paşa da “Garib-nâme” adlı mesnevisinin 6069 - 6106. beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna değinmiştir. Tanrı tarafından Hızır'a ledün ilmi verildiği, oysa bu ilmin Mûsâ Peygamber için müşkil bir ilim olduğu ve bu ilmi öğremek maksadıyla Hızır'a uğradığı ancak Hızır'ın “sen sabr itmeyesin iy Kelîm / Nefs mahkûm gerek ana dil selîm” diye uyarmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in “inşaallâh sabr idem / Sabr idemezsem yolum bellü gidem” diyerek ona uyduğu ve birlikte çıktıkları yolculukta Hızır'ın gemiyi delmesi, masum bir oğlanı öldürmesi, yıkık bir duvarı tamir etmesi hadiselerindeki hikmeti anlamayan Mûsâ Peygamber'in sabır edemeyerek bu işlerin maksadını Hızır'dan sorduğu anlatılır:

“Gitdi sabrı Mûsâ’nun geldi melâl / Pes bu kez bu işleri kıldı suvâl

Didi eytgil ma‘nisin bu işlerün / Bu mıdur her yirde senün işlerün” (bey. 60836084)

Hızır'ın bu işlerin hikmetini Mûsâ Peygamber'e açıkladığı sonrasında ise yollarının ayrıldığı anlatılır (Âşık Paşa, 2000: 313-316).

14. yüzyıl şairlerinden Ahmedî ise “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'in Hızır'ın işlerinin hikmetinden habersiz oluşuna, bu işlere akıl erdirememesine telmihte bulunmuştur:

Hızr işin niçündi bilmedi Kelîm

Pes Hak işini nice bile hakîm (bey. 6518)

Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinin bir beytinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile alakasına, Hızır'ın ledünnî ilmin timsali oluşuna ve Mûsâ Peygamber'in bu ilmî öğrenmek için Hızır'a tâbi oluşun telmihte bulunmuştur:

Onun lâ°l-i zülâlinden çün içti çeşme-i hayvân

Hızır'dan pes enîn içti ledünnî ilmini Mûsâ (bey. 3457; s. 225)

·        16. yüzyıl şairlerinden Fuzûlî, “Leylâ vü Mecnûn” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'in Hızır'a tabi olarak yolculuğa çıkışına telmihte bulunmuştur:

Kıl garka bahr-ı aşka vücûdum sefinesin

Fermân-ı Hızra Mûsî eden iktidâ hakı    (bey. 2538)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 41a/2968-2970, 91a/3248-3250, 93b/3513-3516, 221a/714, 283b/1127, 300a/2640 Sultan Veled, Ibtidâ-nâme: 1909-1910, 6662-6672, 7214-7219, 7720 Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk: 30

·        2.1.20. Bakara Olayı

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci sûresine de adını veren “bakara olayı”na da birkaç beyitte telmihte bulunmuştur. Şu beyitler söz konusu hadisedeki bir ineğin kurban edilerek onun bir uzvuyla ölüye vurulması üzerine hayat bulması hususuna değinilmiştir:

“Beni, Mûsâ'nın can vermiş ineği bil; parçamın parçası her bir özgürün dirilmesidir.

Mûsâ'nın ineği kurban edilmişti; en küçük parçası, bir öldürülmüşün hayatı oldu.

'Onun bazı parçasını ona vurun' hitabı üzerine onun vurulmasıyla öldürülmüş yerinden sıçradı.

Ey ulu kişilerim! Ruhların dirilmesini görmek istiyorsanız bu ineği kesin.” (148a/3895-3898, s. 425-426)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 71a/1429-1430

·        2.1.21. Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta Muhammed Peygamber ile Karşılaşması

·        13. yüzyılın son çeyreği ile 14. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı tahmin edilen Şeyyâd Hamza, “Mi'râc-nâme” adlı 545 beyitten oluşan mesnevisinde Muhammed Peygamber'in miracı, miraç esnasında gördükleri ve miraç ile namazın farz oluşu hadiselerini anlatırken 322.-331. beyitlerde Cebrâil ile Muhammed Peygamber'in altıncı gökte Mûsâ Peygamber ile karşılaşmalarına değinir. Eserde anlatıldığına göre Muhammed Peygamber ve Cebrâil altıncı göğe vardıklarında Cebrâil'in kapıyı vurarak "Açın kapıyı!" diye çağırması üzerine melekler kapının kimin için açılacağını sorarlar. Cebrâil de Muhammed Peygamber için yol açmalarını söyler. Kapı açıldığında melekler selâm vererek karşılarlar. Muhammed Peygamber ile Mûsâ Peygamber'in karşılaşmaları şu beyitlerde aktarılır:

Görürem bir ferişte gayet ulu Oturur kürsî üzre yüzi nurlu Oturur hem dahı Mûsâ yanında Selâm virdüm göricek anı anda Didi-kim merhabâ El-Hamdülillâh Ki bu teşrîf[i] virdi sana Allah (bey.328-330)

Devamındaki beyitte ise Muhammed Peygamber'in Cebrâil ile birlikte yedinci göğe doğru yöneldiği anlatılır (Şeyyâd Hamza, 1996: 61-62).

Şeyyâd Hamza, “Mi'râc-nâme” adlı eserinde (385 - 402. beyitler) ayrıca Mûsâ Peygamber'in miraçta Muhammed Peygamber ile elli vakit namaz konusundaki konuşmalarına da değinmiştir. Eserde ümmetine günde elli vakit namaz kılmaları emrolunan Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber katına gelerek bunu Mûsâ Peygamber'e arz kıldığı anlatılır:

Emr olıcak böyle pes döndüm hemîn

Çünki Mûsâ katına geldüm yakın cArza kıldum bu namâzı çün ana Yâ Muhammed dön girü didi bana Ümmetün tâkat getürmezler ana Tahfif iste var bagışlar Hak sana (bey. 386-388)

Bunun üzerine Muhammed Peygamber'in tekrar Tanrı katına dönerek yalvarıp elli vakit namazın hafifletilmesini dilediği, Tanrı'nın beş vakti bağışlaması üzerine Mûsâ Peygamber katına tekrar dönen Muhammed Peygamber'e Mûsâ Peygamber, bunun da fazla olduğunu, tekrar dönüp Tanrı'ya daha da hafifletmesi için yalvarmasını söyler:

cArza kıldım ol didi döngil girü

Tahfîf iste var Çalabdan yalvaru

Senden öndin halkı ben çok sınadum

Kılmazlar anlar anı ben sana didüm (bey. 391-392)

Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'in uyarması ve yönlendirmesiyle tekrar tekrar Tanrı'nın huzuruna varıp namaz vaktinin daha da hafifletilmesi için yakarışta bulunduğu, nihayetinde Muhammed Peygamber'in ümmetine beş vakit namazın farz olduğu anlatılır (Şeyyâd Hamza, 1996: 67-69):

Yâ Muhammed ümmet[e] biş vakt namâz

Farz oldı gice gündüz kış u yaz

İşbu bişi turdı elli yirine

On namâz sayılur [her] birine   (bey. 401-402)

·        14. yüzyıl sonu ve 15. yüzyıl başlarında yaşayan Abdülvasi Çelebi “Halilnâme” adlı eserinin “Mi‘racnâme-i Seyyidü’l-beşer” (3044-3608.) başlığı taşıyan ve bazı araştırmacılar tarafından müstakil bir mesnevi kabul edilen bölümünde Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber ile konuşmasına da değinir. Eserde 3263-3286. beyit aralığında Muhammed Peygamber'in miraçda göğün altıncı katında Mûsâ Peygamber'i gördüğü, oradan arşa ulaştığı, ümmeti için elli vakit namaz buyruğunu alıp cennetten çıktıktan sonra Mûsâ Peygamber'in katına eriştiği, Muhammed Peygamber'in ümmetine elli vakit namazın farz kılındığını öğrenen Mûsâ Peygamber'in bunun hafifletilmesi amacıyla Muhammed Peygamber'i Tanrı'ya yakarması için birkaç defa Sidre'ye gönderdiği anlatılır. Devamında elli vakit namazın kırka, otuza, ona ve nihayet beş vakte indiği anlatılır. (Abdülvâsi Çelebi, 1996: 445-446)

Yazıcıoğlu Mehmed de “Muhammediye” adlı mesnevisinde “Mi'râc” bölümünde Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber ile karşılaşmasına değinmiştir:

Çün erdim sâdisine âsümânın Dururdu üstine Mûsâ semânın (bey. 2112)

Bu beytin devamında (2113-2115. beyitler) Mûsâ Peygamber'in bu karşılaşmada ağladığı, niçin ağladığı sorulduğunda da "Hak Teâlâ, O'nu (Muhammed Peygamber'i) benden sonra yarattı ama onun ümmetleri çok olup cenneti daha çok doldurmaktadır." dediği anlatılır. (Yazıcıoğlu Mehmed, 1996: 137) Muhammed

Peygamber'in Tanrı katına yükseldikten sonra tekrar Mûsâ Peygamber katına döndüğü anlatılır:

Buyurdu çünki döndüm yeryüzüne Eriştim anda Mûsâ'nın özüne

Dedi Rabbin ne emr itti sana farz Dedim elli namâz etti bana farz Dedi kim ümmetin buna kuvvet yetirmez Bu elli vakte hiç tâkat getirmez  (bey. 2205-2207)

Bu beyitlerin devamında 2216. beyte kadar Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'e elli vakit namazın hafifletilmesi için Tanrı'ya niyazda bulunması, nihayetinde bu elli vaktin beş vakte inmesi anlatılır (Yazıcıoğlu Mehmed, 1996:143). 16. yüzyıl şairlerinden Fuzûlî, “Leylâ vü Mecnûn” adlı mesnevisinde Hz. Muhammed için yazdığı Farsça kasidesinin şu beytinde miraç hadisesi vesilesiyle Mûsâ Peygamber'den bahsetmiştir:

Mi‘râc yâftî to vü ber Tûr şod Kelîm

Fark ez to tâ Kelîm zi arzest tâ semâ (bey. 265)

·        2.1.22. Mûsâ Peygamber'in Diğer Peygamberler ile Birlikte Anılması

Mûsâ Peygamber, mesnevilerde diğer peygamberler ile birlikte sıklıkla anılmış, bu beyitlerde Mûsâ Peygamber'in mucizelerine de telmihler yapılmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mevnevî”sinin şu beyitlerinde Mûsâ Peygamber'i Muhammed, Yahyâ, İbrahim, Dâvûd ve Süleyman Peygamber ile birlikte zikrederek her birinin mucizelerine telmihte bulunmuştur:

“Dağlar da Davudî ses yapar; demir cevheri elde mum olur.

Rüzgâr, Süleymen'ı taşır; deniz, Mûsâ'yla söz bilen olur.

Ay, Ahmed'le işaret gören olur; ateş İbrahim'e yaban gülü olur.

Taş, Ahmed'e selâm verir; dağ, Yahya'ya haber verir.” (113b/1014-1018, s.

332)

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'i Nûh ve İsâ Peygamber ile birlikte zikretmiş ve anlayış bakımından yüce oldukları dile getirilmiştir:

“Tanrı erlerinin akılları, tüm akıldır; başka akıllar dikendir, onların akıllarıysa gül, Onların anlayışları yücedir, pek büyüktür; Nûh'un, Kelîm'in, Mesîh'in anlayışları gibi.” (bey. 3107-3108) (Sultan Veled, 1976: 179)

Sultan Veled, aynı eserinin 3624 - 3627. beyitlerinde Âdem Peygamber'e dek Mûsâ, İsâ gibi seçilmiş peygamberlerin her birinin bir başka çeşit mucize gösterdiğini ifade etmiştir:

“Mûsâ gibi, Meryem oğlu İsâ gibi tâ Âdem'e dek seçilmiş peygamberlerin, Her biri başka çeşit mucize göstermiştir; her biri Tann'ya bir yol belirtmiştir. Biri soluğuyla ölüyü diriltmiştir; öbürü sopayı kızgın bir ejderhâ yapmıştır. Birine ateş terü taze güllük olmuştur; öbürü dolunayı ikiye bölmüştür.” (Sultan Veled, 1976: 207-208)

Konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler ise şunlardır:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 116b/1274, 304b/3056-3057 Sultan Veled, İbtidâ-nâme: 2644-2645, 6899 Abdülvâsi Çelebi, Halilnâme: 1751, 2611, 2988 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 1479, 1499, 1546, 1754, 4695, 4923, 5390, 5391, 5422, 6028, 7371

Mûsâ Peygamber ile İlgili Diğer Beyitler:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî: 137a/2995 Sultan Veled, îbtidâ-nâme:

1381,  7952 Ahmedî, îskender-nâme: 5363,  6297 Yazıcıoğlu Mehmed,

Muhammediye: 4140 4451, 4452, 4457, 5450, 5457, 5513, 7751.

·        2. 2. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber ile İlgili Müstakil Anlatılar:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde kendinden sonraki şairlere de ilham olmuş Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil hikâyelere de yer vermiştir. “Mesnevî” nin 2. cildinde yer alan "Mûsâ Peygamber ile Çobanın Hikâyesi" şöyledir:

Mûsâ Peygamber yolda giderken bir çoban ile karşılaşır. Çobanın “Ey Allah'ım! Ey Tanrım! Sen neredesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını tarayayım. Elbiseni yıkayayım...” tarzı sözler söylediğini duyan Mûsâ Peygamber ona böyle kiminle söyleştiğini sorunca çoban “Bizi yaratanla.” cevabını verir. Mûsâ Peygamber de ona: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun. Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka. Senin küfrünün kokusu dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı...” diye söylenir. Bu sözler üzerine çoban “Ey Mûsâ! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen canımı yaktın.” diyerek elbisesini parçalar, yanık bir âh çekip çöle doğru yönelir. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'e Tanrı'dan şöyle bir vahiy geldiği anlatılır: “Kulumuzu bizden- ayırdın. Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin? Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey ayrılıktır.” (74b/1740-1742) “Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve hâle bakarız...” (74b/1749) Mûsâ Peygamber, Tanrı tarafından azarlamayı duyunca çölde çobanın ardınca koşup onu bularak “Müjde ver, izin geldi. Hiç bir adap ve tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle. Senin inkârın din ve dininse can nuru... Korkusuzca git, dilini aç.” diye konuşunca çoban da Mûsâ Peygamber'e şöyle cevap verir: “Ey Mûsâ! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım. Ben Sidre-i müntehâyı/sınır ağacını geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim... Şimdi benim hâlim anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim benim hâllerim değildir.” (74a/170-75a/1781, s. 230-232)

“Mesnevî” nin 3. cildinde yer alan "Hayvanların Dilini Öğrenmek İsteyen Adamın Hikâyesi" şöyledir:

Genç bir adam Mûsâ Peygamber’e gelerek “Bana canlıların dilini öğret. Bu şekilde hayvanların ve vahşilerin sesinden dinim hakkında ibret elde edeyim.” diyerek kuşların ve hayvanların dilini öğrenmek ister. Mûsâ Peygamber bunun çok tehlikeli bir iş olduğunu, bu hevesten vazgeçmesinin daha hayırlı olacağını söylese de bu engelleme üzerine adam daha da heveslenir. Adam, Mûsâ Peygamber’e “Şu anda Hakk’ın halifesi sensin; beni engellersen üzüntü olur.” diyerek ikna etmeye çalışınca Mûsâ Peygamber “Ya Rabbi! Bu saf adamı, sanki taşlaşmış şeytan esir etmiş. Öğretirsem ona zarar verecek; öğretmezsem gönlü kötüleşecek.” diye hâlini Tanrı’ya arz edince Tanrı tarafından “Ey Mûsâ! Ona öğret; çünkü biz keremimizden duayı asla reddetmeyiz.” diye buyrulunca Mûsâ Peygamber adam için endişelenir. Bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber’e “Ona istediği şeyi veya bir kısmını öğret.” diye vahiy gelir. Mûsâ Peygamber adama tekrar “İsteğin yüzünü solduracak. Bu sevdayı terk et ve Hak’tan kork. Şeytan, seni kandırmak için öğretti -bunu-.” diye şefkatle öğüt verse de adam “Bari kapıda olan köpeğin konuşmasını, kanatlı olan tavuğun konuşmasını.” diye ısrar edince Mûsâ Peygamber adama “Haydi! Sen bilirsin, git. İzin geldi, bu ikisinin konuşması sence anlaşılacak.” diyerek adamı gönderir. Sabah evinin eşiğinde bekleyen adam hizmetçinin silktiği sofradan düşen bir parça ekmeği horozun kapması üzerine “Sen bize zulmettin, git. Buğday tanesi yiyebilirsin; bense yuvamda yem yemekten âcizim.” deyince horozun “Sus, üzülme; Allah, sana bunun yerine başkasını verir. Bu efendimizin atı sakatlanacak; git yarın doyarcasına ye; hüzünlenme.” dediğini duyar ve hemen gidip atını satar. Horoz köpeğe mahcup olur. Ertesi gün aynı şekilde yine horoz ekmeği kapar. Bu defa horoz ona ertesi gün ev sahibinin katırının sakatlanacağını, bu sayede karnını güzelce doyurabileceğini söyler. Adam bu defa da hemen gidip katırını satarak üzüntü ve ziyandan kurtulduğunu düşünüp mutlu olur. Üçüncü gün köpek horozun yalancı olduğunu nitekim ne atın ne de katırın sakatlanıp öldüğünü söyleyerek sitemde bulunur. Horoz da ev sahibinin atını ve katırını satarak zararı başkalarına attığını ancak yarın kölesinin musibete uğrayacağını, böylece cenaze vesilesiyle bolca yemek yiyebileceğini söyler. Bunu duyan adam hemen gidip o köleyi satar ve ziyandan kurtulduğunu düşünüp şükreder ve sevinir. Üçüncü vaadi de yalan olunca horoz köpeğin önünde iyice mahcup olur. Horoz köpeğe, aslına özünün masum ve yanlıştan temiz olduğunu, kölenin yeni sahibinin yanında öldüğünü, aslında her bir ziyanın ziyanları def etmek için olduğunu, bu defa ertesi gün ziyanlardan kurtulduğunu sanıp sevinen ev sahibinin öleceğini, yastaki varisinin inek keseceğini, bu vesileyle bolca yemek ve ekmek bulabileceğini köpeğe söyler. Bunu duyan adam himaye istemek için doğruca Mûsâ Peygamber’in yanına koşar. “Ey Mûsâ! Bunun için imdadıma yetiş.” diye yalvarır. Mûsâ Peygamber, adama “Git, kendini sat ve kurtul. Zira usta olmuşsun; kuyudan sıçrayıp çık. Sen Müslümanlara zarar ver; keseni, cüzdanlarını iki kat yap. Ben, sana aynada gözüken bu ilâhî takdiri kerpiçte gördüm. Akıllı kişi, işin sonunu önce gönlüyle görür; bilgisi az kişiyse sonunda görür.” diyerek bunun kaçışı olmadığını söyler, en azından imanının kaybetmeden ölmesini diler ve bunun için dua eder. Tanrı tarafından duasının kabul edildiği anlatılır:

“Hak dedi: ‘Peki, imanını ona bağışladım; istersen şu anda onu dirilteyim. Hatta şu anda topraktaki bütün ölüleri dirilteyim.”

Mûsâ dedi: “Bu ölüm dünyasıdır. İçinde aydınlık olan âlemde dirilt.” (140b/3265-142a/3397, s. 405-409)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 2. cildinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile mülakatına dayanan şu hikâyeye yer vermiştir:

Tanrı, Mûsâ Peygamber'i “Ey, yakasından ayın doğuşunu gören sen! Seni ilâhî nurla aydınlatan yaptım. Ben Hakk'ım. Hastalandım, gelmedin?" uyarır. Bunun hikmetini anlamayan Mûsâ Peygamber “Ey her şeyden üstün Allah'ım! Sen ziyandan paksın; bu ne gizli söz? Bunu açıkla, ey Rabbim!" diye niyazda bulunur. Tanrı ona tekrar buyurur: “Hastalığımda sen, kerem gösterip neden hâlimi sormadın?” Hâlâ bir anlam veremeyen Mûsâ Peygamber yine “Ey Rabbim! Senin için noksanlık yoktur; aklım kayboldu, bu sözü aç.” diye niyazda bulununca Tanrı Mûsâ Peygamber'e şöyle buyurur: “Özel, seçkin bir kulum hastalandı; o, benim; iyi bak. Onun özürlü olması benim özürlü olmamdır; onun hastalığı benim hastalığımdır.” Devamında, Hak ile birlikte olmak isteyen kişilerin evliyaların huzurunda oturması gerektiği; şeytanın kerem sahibi kişilerden ayırdığı kimselerin kafasını yediği, bunun şeytanın hilesi olduğu bildirilir. (78b/2145-2155, s. 243-244)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 6. cildinde anlattığı biri Müslüman, biri Yahudi, biri Hristiyan üç yolcunun hikâyesinde Yahudi olan kişinin rüyasında Mûsâ Peygamber'i gördüğünden bahseder. Hikâyede anlatıldığına göre bu üç yol arkadaşı bir konak yerine vardıklarında bir kişi onalar helva ve yemek getirir. Müslüman olan o gün oruçlu olduğu için açtır. Tok olan diğer ikisi ise helva ve yemeği bu gece yemeyip ertesi güne bırakalım derler. Aç olan mümin ise isteyenin payını yemesini, isteyenin yarına bırakmasını teklif eder ancak diğerleri “pay eden ateştendir” diyerek buna rıza göstermezler. Amaçları Müslümanın üzülmesi ve aç kalmasıdır. Sabah uyandıklarında biri “Herkes dün gece gördüğü rüyayı anlatsın, kimin rüyası daha üstün ise o kişi diğerlerinin payını yesin.” diye söyler. Yahudi olanı rüyasında yoluna Mûsâ Peygamber'in çıktığını, Tûr Dağı'na kadar onun ardından gittiğini, nurdan görünmez olduklarını, sonra ışıktan bir kapı açıldığını, Tûr Dağı ve Mûsâ Peygamber ile birlikte aynı ışığın içinde kaybolup gittiklerini, sonra dağın üç parçaya ayrıldığını, parçalardan birinin denize düşerek denizin suyunu tatlılaştırdığını, bir parçasının yere düştüğünü ve düştüğü yerden tatlı sular fışkırdığını, düşen diğer parçasının da Kâbe yakınlarındaki Arafat Dağı olduğunu anlatır. Ayıldığında da Mûsâ Peygamber'in de Tûr Dağı'nın da yerinde durmakta olduğunu gördüğünü ve dağın altındaki ovada diğer peygamberleri de görüp onların birliğini anladığını söyler. İkinci sırada söze başlayan Hristiyan ise şöyle anlatır rüyasını: “Rüyada bana Mesîh göründü. Ben onunla dünya güneşinin merkezi ve meskeni dördüncü kat göğe gittim.” En son olarak Müslüman olan anlatır rüyasını: “Ey benim dostlarım! Benim sultanım Mustafa bana geldi. Sonra bana dedi: 'Biri Tûr'a koştu; Hakk'ın Kelîm'iyle aşk tavlası oynadı. O diğerini, talihli İsâ dördüncü kat göğün zirvesine götürdü. Ey zarar görmüş, geri kalmış! Kalk, bari o helva ve yahniyi ye...” O zaman diğerleri Müslüman olana, o halde helvadan çok yedin, diye tepki gösterdiklerinde o da “O itaat edilen padişah emredince ben kimdim ki ondan geri duracaktım? diye cevap verince diğer ikisi en üstün rüyanın bu olduğunu kabul ederler. (297a/2374-298b/2499 s. 816-820)

Mevlânâ, “Mesnevî”sinde “Taassup nedeniyle Hristiyanları öldüren Yahudi padişahın hikâyesi”nde zalim padişahın İsâ Peygamber zamanında hüküm sürdüğünü, Mûsâ Peygamber'in dininin hamisi olduğunu söyleyerek mazlum insanları öldürdüğü anlatılır:

“İsâ zamanıydı ve nöbet onundu. Mûsâ'nın canı o, onun canı Mûsâ'ydı.” (12a/325, s. 55)

“'Mûsâ'nın dininin hamisi ve destekçisiyim' diyerek yüz binlerce mazlum mümini öldürdü.” (12a/337, s. 55)

Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil hikâyelere de yer vermiştir. Eserinin CXXVI. bölümünde Mûsâ Peygamber'in öğüdünü dinlemeyen bir adamın hikâyesi anlatılır. Söz konusu hikâye Mevlânâ'nın “Mesnevî”sindeki 3. ciltte yer alan "Hayvanların Dilini Öğrenmek İsteyen Adamın Hikâyesi" ile aynıdır.

15. yüzyılda yaşayan Tebrizli Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber ile ilgili hikâyelere de yer verilmiştir. Seksen dört beyitlik bir giriş ile başlayan mesnevi biçimindeki eser sırasıyla Tahmîd/Tevhîd, Nâât bölümlerinin ardından otuz dokuz hikâye ile devam eder. Bu otuz dokuz hikâyeden beş tanesi Mûsâ Peygamber çevresinde şekillenen anlatılardır.

“Esrâr-nâme”nin "Hikâyet-i Dîvâneyî der-zamân-ı Sultân cAmîd" (139-186.) adlı ilk hikâyesinde anlatıldığına göre bir çağda aç ve çıplak yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen bir deli vardır. Bu deli bir gün kazârâ "Hor u zelîl" bir sûrette Nişabur'a gider ve orada at, koyun gibi türlü hayvanlarla dolu bir sahra; şehre girdiğinde "misâl-i âsümân" eyvanlar ve baştan ayağa süslü kıyafetleriyle ellerinde altın ibriklerle ay yüzlü güzeller görür ve bunların sahibini sorduğunda Sultan cAmîd'in olduğunu öğrenir. Yine "kasr-ı pür-kemâl" görüp onun da sahibinin Sultan cAmîd olduğunu öğrenince:

Merd-i mecnun didi iy ârâm-ı cân

Bana virmezsin yiyem bir pâra nân (bey. 152)

diyerek başındaki köhne külahı alıp göğe atar ve isyankâr bir tavırla,

Çün kamusın ana gördün sen revâ

Bunu dahı vir ana olsun sezâ (bey. 156)

diyerek bunun adalet olmadığını düşünür ve

Ko beni tâ kim cAmîd’e kul olam

Bâri toyunca hele etmek bulam (bey. 160)

diyerek yoluna devam eden deliye "fermân-ı ilâhî" erişir ve divânenin canını gamlar kaplar. Tanrı'nın nûru tecellî eyleyince o divâne de âh diye nara atınca can kuşu göklere yükselir ve cansız bedeni oracıkta kalır. Bunun üzerine Tanrı, Mûsâ Peygamber'e o divâneyi yıkayıp, namazını kılmasını ve defnetmesini, gördüklerini de kendisine arz etmesini buyurur. Mûsâ Peygamber, nûrundan gün yüzünün görünmez olduğu bir "şahs-ı ferîd" ile karşılaşır ve onu yıkamak üzere gökten iki meleğin indiğini, meleklerin birinin elinde altın ibrik, diğerinde ise gümüş bir leğen olduğunu, meleklerin birinin su döküp diğerinin yıkadığını görür. Bu sırada içinde yedi hulle, iki altın nalin, bir yeşil kemer ve âşıklarun kûtu” olan yakut bir taç bulunan yeşil bir sandık erişir. Sıçrayıp ayağa kalkan divâne, sandıkta bulunan hediyeleri bir bir giyer ve şimşek gibi arşa doğrulup yürüyünce Mûsâ Peygamber arkasından hayran hayran bakakalır ve bu divânenin evliya bir kimse olduğu anlaşılır (Tebrizli Ahmedî, 1996: 11-15).

“Esrâr-nâme”nin “Hikâyet-i Dîvâne-i Berh-i Esved Rahmetu'llâhi cAleyh” (281-323. beyitler) adlı dördüncü hikâyesinde anlatıldığına göre Mûsâ Peygamber zamanında Berh-i Esved adında yeryüzünde dengi olmayan, bir pehlivan ve dindar bir divâne kul olan biri vardır. Viranelerde yaşadığından ona yol bulmak da pek mümkün değildir. O zamanda yaşanan kıtlıktan, açlıktan harap olan halk Mûsâ Peygamber'in katına gelirler, Mûsâ Peygamber her gün duâ eder ancak duâsı kabul olmaz. Mûsâ Peygamber'in duâ etmesine rağmen kırk gün kıtlık böyle devam edince Mûsâ Peygamber'in kavmi gıybete başlar:

Gıybete başladı kavmı yir yirin Didiler Hak bunı redd itdi yakîn (bey. 290)

Bu durumdan haberdar olan Mûsâ Peygamber, Tanrı'dan duâsının kabul olmamasının sebebini sorar. Tanrı Mûsâ Peygamber'e şöyle der:

Bir kulum var Berh-i Esveddür adı

Bu işü mencine oldı çün o sedd

Yine hem andan olur size meded

Var anun gönlüni hoşnûd eylegil Bu ducâyı yine andan dilegil   (bey. 296-298)

Berh-i Esved'in yerini öğrenen Mûsâ Peygamber, o viraneye vardığında onu âlemin varlığından geçmiş bir şekilde arka üstü yatar vaziyette bulup selâm verir ve kelâma başlarlar:

Didi sana küsmüşem ben iy Kelîm Komadım sana yagış vire Kerîm

Kendisini artık ziyarete geldiği için küskünlüğünün gittiğini söyleyen Berh-i Esved, Mûsâ Peygamber'e:

Gör nice söyleşürem anunla ben Sen utanursın ola hoş sâz ile Söyleşürsin ola yüz bin râz ile Ben kötegi eyle ururam ana Yagmurı gör nice aluram sana   (bey. 306-308)

der demez nara atıp elindeki köteği yere çalar, yağmur boşanır ve her taraf sulara gark olur, Mûsâ Peygamber de evine döner. Bir zaman sonra Mûsâ Peygamber, Berh-i Esved'i gördüğünde sözlerinden dolayı Tanrı'nın kendisini hoş görüp görmediğini sorar. Berh-i Esved de "Eğer sözüm hoş gelmeseydi sana bunca yağmuru verir miydi?" der. Mûsâ Peygamber bu işe şaşar. Tanrı da Mûsâ Peygamber'e:

Hazretüme var benüm bin dürlü yol Her kulum bir dürlü yoldan seyr ider Her biri bir mezhebi dutmış gider Kamusı bana gelürler gam yime Sîkin ol hiç kimseye nesne dime (bey. 319-321)

der ve bazısına böyle bir yol verdiğini, bunların da haslar bölüğü olduğunu söyler. (Tebrizli Ahmedî, 1996: 24-27)

Tebrizli Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin “Hikâyet-i Hazret-i Mûsâ” (823-859. beyitler) adlı yirminci hikâyesinde anlatıldığına göre Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na giderken oturmakta olan nurlara gark olmuş bir zahit görür ve zahit ona:

Didi yâ Mûsâ Haka peygam apar

Yarlıgar mı beni ol Perverdigar Her çi buyrugıdur anı tutmışam Uş senün peygamuna gûş itmişem (bey. 824-825)

diye seslenir. Daha sonra kendisinin Hak dostu olduğunu söyleyen başka bir âşık ise Mûsâ Peygamber'den Tanrı'nın da kendisine dost olmasını dilediğini Tanrı'ya söylemesini ister. Tekrar yola düşen Mûsâ Peygamber “baş açuk yalun ayak küstâh-var” bir divâne ile karşılaşır. O divâne kul da Mûsâ Peygamber'e “Tanrı'ya söyle, beni avâre avâre dolaştırıyor, bana ne verdiyse geri alsın! Sıkıntıdan canım ağzıma erişmiştir. Bunca sıkıntıyı bana niçin verir? Bundan dolayı onu terk ettiğimi, onun da beni terk etmesini ilet!” der ancak bu sözler Mûsâ Peygamber'in hoşuna gitmez ve o Mûsâ Peygamber o divânenin yüzüne bakmadan oradan ayrılır ve Tûr Dağı'na varır. Tûr Dağı'nda Tanrı'ya ilk ikisinin isteklerini bildiren Mûsâ Peygamber, üçüncüyü söylemeyip gizler. Tanrı da Mûsâ Peygamber'e "dahı var mı râz, kanı ol dîvâne kıldıgu niyâz" diye sorunca Mûsâ Peygamber:

Didi yâ Rab ol dimiş idi bana

Çok söz illâ diyemedüm ben sana (bey. 843) diyerek o divânenin haddini aşarak edepsiz sözler söylediğini, onun sözlerini söylemeye dilinin varmadığını söyleyince Tanrı, Mûsâ Peygamber'e gidip ona selâm söylemesini ve şu sözleri iletmesini söyler:

Di ana kim Hak didi iy bî-karâr Sen eger kıldunsa terk-i Kirdigâr Di seni terk eylemez ol bî-zevâl Ol senünledür yine fî-külli hâl Kanda varsa anı elden koymazam Benden ol toysa ben andan toymazam (bey. 847-849)

Bu sözlere kulak veren Mûsâ Peygamber gidip o divâne kulu bulur ve Tanrı'nın sözlerini ona iletir. O deli de Mûsâ Peygamber'e "Sen benim sözlerime kulak asmadın! Tanrı ile alışverişimi, bana neler söylediğini gördün! Tanrı'nın kullarına doğru bak! Çünkü onların gönüllerinden habersizsin. Bencil olan kimse Tanrı'sını bulamaz." diye cevap verir ve "Tanrı'nın herkesi Tanrısı'nı bilenlerden eylesin. Tanrı cümle halkı rahmetiyle sevindirsin." diye dua eder. (Tebrizli Ahmedî, 1996:70-73)

Tebrizli Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin "Hikâyet-i İblîs" (961-997. beyitler) adlı yirmi üçüncü hikâyesinde anlatıldığına göre İblis bir gün gelip halka Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'den peygamberliği aldığını, artık yüzünün nûru kalmadığını, onun için yüzünün görünmemesi için örttüğünü söyler. Bunun üzerine İsrailoğulları'na fitne düşer ve kavmin çoğu İblis'in bu sözlerine inanırlar. Kadın-erkek hepsi Mûsâ Peygamber'in etrafında toplanırlar. Mûsâ Peygamber gusül etmesi gerekince oradan uzaklaşıp tenhaca bir yere gider ve giysilerini bir taşın üzerine bırakır. O sırada taş Mûsâ Peygamber'in giysilerini de alıp yürümeye başlar ve kavme doğru ilerler. Mûsâ Peygamber asâsını ele alarak gözünü taşa diker ve "iy hacer eyleyem seni zîr ü zeber" diye nâra atınca taş, Mûsâ Peygamber'in heybetinden elbiselerini bir bir getirir. Bu sırada yüzünün nûru kendisine elbise olur ve böylece Tanrı onu setreyler. İblis'e inananların hepsi helâk olur. Bu arada taş dile gelerek Mûsâ Peygamber'e şunları söyler:

Dile geldi didi ol taş iy Kelîm

Bana emr eyledi bu dem ol cAlîm

...

Ben Hakun emriyile kılmışam bunu Dinle sözüm eydeyüm dahısını ...

Fitne düşmiş idi bu kavm içre hem Fitneyi defc eyledi ol zü°l-kerem Sen bana kahr eylemegil iy Kelîm

Afv kılgıl ir zemân olgıl halîm Hem beni kovma elünden yâ imâm Ben sana gereklüyem der-her makâm (bey. 885-991)

Taşın bu söylediklerini işiten Mûsâ Peygamber taşı yanına alıp gider. Devamında ise bu taşın on iki çeşme çıkan taş olduğu belirtilir. İblis'e tâbic olanların kurtuluşa eremeyecekleri dile getiren Tebrizli Ahmedî, Tanrı'nın herkesi şeytanın vesvesesinden emin kılması niyazıyla hikâyeyi noktalar (Tebrizli Ahmedî, 1996: 8285).

Tebrizli Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin "Hikâyet-i Fî Tecellî-i Hak Teâlâ cAlâ Mûsâ" (998-1037. beyitler) adlı yirmi dördüncü hikâyesinde anlatıldığı göre Mûsâ Peygamber Tanrı'nın tecellîsine mazhar olduğu zaman âlem karışır. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın tecellîsi ile aydınlanan, parlayan nurlu yüzüne bakanlar düşüp ölür yahut kör olur. Mûsâ Peygamber her ne kadar yüzünü örtse de yine çare olmaz:

Her nice baglar nikâbı kat kat ol Pertev-i nûr bulur anda dahı yol Nûra mânic olmadı hergiz hicâb Gördi kim câlem olur kamu harâb (bey. 1004-1005)

Bu duruma çare bulamayan Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na varır ve Tanrı'ya dua ederek bunun dermanını ister:

Söyle yâ Rab sen bunun dermânını

Tutayum ben dahı Hak fermânını (bey. 1008)

Tanrı da Mûsâ Peygamber'e "Âlemin dağlarını örtü yapsan da onu örtmesi mümkün olmaz. Bu nûru gördüğünde nâra vurup can veren bir kişinin elbisesinden bir parça alıp yüzüne peçe yap! Buna bundan özge derman yoktur!" diye buyurur. Mûsâ Peygamber bu hitabı işittikten sonra eve dönerken karşısından gelen bir delikanlı, yüzündeki nuru görünce nâra atarak canını teslim eder. Mûsâ Peygamber, bu yiğidin kim olduğunu Tanrı'dan sorunca, Tanrı onun ahvâlini Mûsâ Peygamber'e beyan eder. Delikanlının Yemen şahının oğlu olduğu, Mûsâ Peygamber'i rüyasında görünce onu görmek arzusuyla tacını tahtını bırakıp Mûsâ Peygamber'i görmek için Tûr Dağı'na geldiği, görünce de canını teslim ettiği, sadık bir âşık olduğu bildirilir. Mûsâ Peygamber, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirerek o delikanlının hırkasından bir parça alıp yüzüne peçe yapar. Delikanlıyı kendi eliyle yıkayıp namazını kılar ve Tûr'da defneder. Tanrı ayrıca Mûsâ Peygamber'e Tûr'a gelince bu yiğidin kabrini de makam etmesini buyurur:

Tûra gelmek istedükçe yâ imâm Bu yigidün kabrini kılgıl makâm Bizüm ile vâkıc oldıkca kelâm Rûhu feyz ala bunun anda tamâm      (bey. 1033-1034)

Tebrizli Ahmedî, Tanrı'nın lütuf ile herkesin sonunu hayra yazdırması duasıyla hikâyesini noktalar (Tebrizli Ahmedî, 1996: 86-89).

2.3. Mûsâ Peygamber'i Konu Alan Müstakil Mesneviler

16. yüzyılın sonunda Mecîdî adlı biri tarafından kaleme alınmış 23 varaktan oluşan manzum bir tefsir kitabı olan “Kıssa-i Mûsâ cAleyhi's-Selâmadlı eser, mesnevi tarzında yazılmış olup Mûsâ Peygamber'in Firavun ve onun kavmiyle olan mücadelesinin ve Tanrı ile olan konuşmasının anlatıldığı iki bölümden oluşmaktadır (Mecîdî, 2013: 21).

Eserin birinci bölümü Firavun'un tanrılık iddiasının dile getirmesi ile başlar. Âlemi yoktan var eden Tanrı'nın emrini tutmayanların cefaya, Tanrı'nın emrini tutanların sefaya ereceği dile getirilir.

Çünki Fircavn eyledi tugyân

Tanrıyam didi ol denî nâ-dân (1b/11)

beytiyle Firavun'un tanrılık iddiasında bulunduğu,

Çün cinâd itdi Şâh-ı cÂlem ile

Anı gark eyledi Hudâ yem ile (1b/13)

beyti ile onun bu inadı sebebiyle Tanrı'nın onu denize gark ederek cezalandırdığı anlatılır. Devamında Tanrı'nın buyruklarını yerine getirenlerin mutluluk bulacağı, Tanrı'nın onlara cenneti vereceği; Firavun ve kavminin fesat ehli oldukları, ayetlere itibar etmeyip gaflete daldıkları, bu sebeple Tanrı'nın onları kahır denizi içinde boğduğu hem de ahiretlerinin de ateş olduğu anlatılır (1b/14-17).

Varak 2a'nın ilk beytinde yazar Muhammed Peygamber'e salât ve selâm ettikten sonra Muhammed Peygamber'in ümmetine bu kıssadan haber verdiğini dile getirir ve 2a/8. beyitten itibaren de hikâyeyi anlatmaya başlar. Hikâyenin başlangıcında bu rivayetin İbn-i Abbâs tarafından aktarıldığı dile getirildikten sonra Mûsâ Peygamber'in mucizelerini görenlerin sihirden mucizeyi seçerek iman tohumunu cana saçtıkları böylece lütuf ve ihsana erdikleri; Kıptî'lerinde ise cehalet ile ziyana uğradıkları, Firavun'un askerlerinin yenilgiye uğradıkları anlatılır:

Oldı maglûb casker-i Fircavn

İrmedi zerre denlü anlara cavn (2a/15)

Anlara olmadı nasîb îmân

Küfr ü cisyân oldı anlara şân     (2a/16)

Almadılar bu kıssasan hisse

Lâ-cerem buldılar gam u gussa (2a/17)

Asânın mucizelerine sihir deyip yedd-i beyzâdan ibret almayan, sapkınlığı terk etmeyen Firavun ve kavmi hakkında Mûsâ Peygamber'in bedduâ ettiği anlatılır:

Bedducâ eyledi Kelîmu'llâh

Didi ey lutfı çok Kaviyyullâh (2b/7)

Etdi Fircavn cehl-ile tugyân

Tanrıyam didi ol sözi yalan      (2b/8)

Nakz-i cahd itdi kavmi dahı kamu Anlarun eyle yirlerin Tamu     (2b/9)

Eyle ahz anları cukûbet ile

Mübtelâ eyle kahr u nakmet ile (2b/10)

Kavmüme tâ ki mevhze ola ol

İşidenlere hem cıza ol           (2b/11)

Mûsâ Peygamber'in bedduası üzerine Tanrı'nın Firavun ve kavmine tufanı gönderdiği dile getirilir 3a/1'den itibaren Tanrı'nın Firavun ve kavmine Celâl sıfatı ile zâhir olduğu, Kıptîlerin evlerinin hep suyla dolduğu, oturacak olsalar suya gark oldukları ancak Mûsâ Peygamber'in kavmine hiçbir şekilde zarar erişmediği, Tanrı'nın onları koruduğu anlatılır. Bu tufanın yedi gün boyunca devam etmesi üzerine Kıptîlerin toplanıp Mûsâ Peygamber'e gelerek "sen ilâhına dua et de bizi bu belâdan kurtarsın. Hepimiz sana îmân getirelim. Kavminin yaşlısını da gencini de verelim." diye yalvardıkları, Mûsâ Peygamber'in Mevlâsına dua ettiği, Tanrı'nın tufan belasını gidererek Mısır topraklarına yine bereket verdiği ancak Kıptîlerin iman etmekten vazgeçtikleri,

Dönmezüz dînimüzden ey Mûsâ

Bize göster gerek casâ ger mâ (3b/9)

diyerek verdikleri sözden döndükleri anlatılır. Bu defa Tanrı'nın onlara çekirge belası ile cezalandırdığı, çekirgeler tarafından bütün meyve sebzelerinin heba edildiği, çekirgelerin ağaçlarda yaprak bile bırakmadığı, nice insanın öldüğü, bunca ziyana uğrayan Kıptîlerin yine kurtuluş ve ihsana ermek için Mûsâ Peygamber'e gelerek ondan bu belanın da defci için Tanrı'ya dua etmesini isterler:

Didiler Rabbüne dmâ eyle

Cân u dilden ana senâ eyle      (4a/3)

Giderürse cerâdı bizden eger

Defc iderse bu şerri ol Ekber     ( 4a/4)

Getürelim kamu sana îmân

cAhd idelüm ki bir dahı ey cân (4a/5)

Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile sahraya çıkıp asâsıyla doğu ve batıya işaret ederek nereden geldilerse oraya gitmeleri buyurması üzerine çekirgelerin ortadan kaybolup gittikleri ancak bu belânın da üzerlerinden kalkmasıyla Kıptîlerin tekrar yaramaz işlerine dönerek sözlerinde durmadıkları, imana gelmedikleri anlatılır.

Eserin devamında Kıptîlerin üçüncü olarak bit (4b/1-5a/11), dördüncü olarak kurbağa (5a/14-6a/4), beşinci olarak suların kan olması (6a/5-7a/11), altıncı olarak veba hastalığı (7a/12-7b/10) gibi türlü belâlara uğratıldıkları her defasında gelip Mûsâ Peygamber'e Tanrı'sına bu belâları defc etmesi için yalvardıkları iman getireceklerini söyledikleri ancak her defasında sözlerinden cayıp kötü amellerine devam ettikleri anlatılır. Yedinci olarak da denize gark edilmeleri olayına değinilmiş işleri hep nifak olan bu zalim kavmin cezalarının da denize gark olmak olduğu dile getirilmiş ve bu denizin Nil nehri olduğu söylenmiştir:

Çün inanmadılardı âyâta

İctidâ irmiş idi gâyâta            (7b/13)

Lâ-cerem intikâm idüp Kahhâr

Nîle gark itdi anları ne ki var (7b/14)

İşleri çünki olmış idi nifak

Oldı lâ-büdd cezâları igrâk      (7b/15)

Oldı anlar helâk gaflet ile

V irdiler cânların dalâlet ile       (7b/16)

Devamında ise Firavun'un kendi fetvasıyla can verdiğini beyan eden bir hikâyeye yer verilmiştir. Hikâyede anlatıldığına göre Bir gün Firavun'a "Bir efendinin kölesi nimet ile makam sahibi olsa, diğer kölelerden seçkin kılınıp kendisine yücelik ve uzun ömür verilse ancak o köle bu nimetlerin kadrini unutup efendisinin emrine isyan etse ona ne ceza vermek gerekir?" diye sorulur. Firavun da "Onu denize atmalı, onu su boğmalı!" diye fetva verir. Firavun'un verdiği bu fetvayı Cebrail'in saklar ve Tanrı'nın Firavun hakkında kavmi ile birlikte Nîl'e gark olmalarını buyurması üzerine suya kapılan Firavun'un derman bulmak için imana geldiği vakitte Firavun'a kendi fetvasını sunar:

Didi itme bu dem bu mehvâyı (8b/4)

Kendü fetvân ile idüp cameli

Seni gark idiser Hudâ-yı Celî (8b/5)

Hazret-i Hakkla iden cedeli

Gark-ı mâ-y-ıla olur ol eceli     (8b/6)

Hikâyenin sonunda şair, Tanrı'nın hükmüne karşı durulamayacağını ifade eder. (Mecîdî, 2013: 68-71)

Mecîdî, eserinde "Hikâyet" başlığı altında (9a/3-9a/16) İbn-i Cübeyr'in Firavun ile ilgili rivayetlerine de yer verir. Söz konusu rivayetlere göre Firavun'un altı yüz yıl ömür sürdüğü, ömrü boyunca cehaletle nursuz olduğu, yüz yıllık saltanatı boyunca zevk ve sefa sürdüğü, Allah'ı inkâr edip kibirle tanrılık iddiası güttüğü, bir gün bile aç kalmadığı, hiç hastalık, ağrı, sıkıntı yüzü görmediği anlatılır. Allah'ı inkâr edince Allah'ın onu denize atıp su ile boğduğu ve Firavun'un canını kâfir olarak teslim ettiği dile getirilir. (Mecîdî, 2013: 70-72)

Mecîdî, eserinde yine bir "Hikâyet" başlığı altında (9b/1 - 10a/5) tefsir ehlinin Firavun'un güttüğü tanrılık davası ile ilgili verdiği haberleri de aktarır. Firavun'un kavmine:

Bilmedüm benden özge size ilâh İderem var diyeni gümrâh      (9b/1)

diyerek tanrılık davası güttüğü, bu sözü duyan Cebrâil'in inip Firavun'u helâk ederek yeryüzünü ondan temizlemek istediğinde Tanrı'nın Cebrâil'i bundan men ederek acele etmemesini buyurduğu ve ecel vakti geldiğinde kimsenin men edemeyeceğini takdir ettiği, Firavun'un bu tanrılık davası ile başına sıkıntı ve belalar aldığı anlatılır ve Firavun'un akıbeti şöyle dile getirilir (Mecîdî, 2013: 72-74):

Anı ahz eyledi nekâl-i Hudâ

İtdi cân-ı cübünini ifnâ          (10a/4)

İtdi dünyâda âb-ıla igrâk

Hem ide âhiretde nâr ihrâk      (10a/5)

Eserde aktarılan bir sonraki "Hikâyet"te ise (10a/6 - 10b/1) Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya Firavun hakkında:

Ol gabî vü şakî Ebu'l-cAbbâs

Yami Fircavn-ı bed-âvâ habs-nâs (10a/9)

Tanrıyam diyüp itdi daYâyı

cÂeiz iken o merd-i rüsvâyî     (10a/10)

Lâf-ı kudretle itdi istikbâr

Cevr ü zulm oldı ana kâr u şnâr (10a/11)

Cânın al ol habîsün ey Mevlâ

Görme bu cür'eti sen ana revâ (10a/12)

diye niyazda bulunduğu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e, onun zulmü bana zarar veremez, cezasını elbet bulur, bundan kaçamaz diyerek onun ölümü konusunda acele etmemesini buyurduğu anlatılır (Mecîdî, 2013: 74-75).

Devamında aktarılan bir başka “Hikâyet”te ise (10b/2 - 11a/5) eski devirlerde şeytanın insanlara insan suretinde göründüğü, onlarla konuştuğu anlatılır. Bir gün bir insanın şeytana onun gibi olmayı istediği, bunun için ne yapması gerektiğini şeytana sorduğu anlatılır. Şeytan ise o insana şunları söyler:

Didi İblîs ana o hâdim-i dîn

Olmak ister-ise benümle karın   (10b/15)

Kâhil ü süst ol namâzuda

Kıl tehâvün Hakka niyâzuda    (10b/16)

Hem kırma her işde eyle yemîn

Olasın tâ benümle yâr u karin (10b/17)

Gerçek vü ger yalan eyle kasem

Olasın tâ benümle sen bâ-hem (10b/18)

Şeytanın bu sözleri üzerine o kişinin bir daha asla namazını bırakmamaya, bir işe yemin etmemeye ahdettiği, şeytanın da kandırıldığını anlayarak insanoğluna bir daha bu hileyi söylememeye ahdettiği anlatılır (Mecîdî, 2013: 75-77).

Mecîdî, eserinde yer verdiği, müfessirlerce beyan edildiği söylenen bir başka "Hikâyet" ise şeytan ile Firavun'un karşılaşmasını, konuşmalarını konu alır. Hikâyede anlatıldığına göre bir gün Firavun helaya girdiğinde şeytanın gelerek ona bir oyun yapmak isteğiyle kapıyı ittiği, bu duruma sinirlenen Firavun'un:

Didi kimdür kapuda ol bu zamân (11a/10b)

Böyle cür'et idüp helâya gele

Yohsa ister mi ol belâya gele (11a/11)

diye hiddetle çıkışmasına şeytan, "Örtünün arkasında kim olduğunu bilmeyen, kapının arkasında gizlenen bir kişi nasıl tanrılık davasında bulunabilir? Tanrı hakikatte bütün sırları bilen ve işitendir." diye karşılık verir. Firavun kapıyı açtığında karşısında İblis'i görür. Şeytan Firavun'a “sen mi daha kötüsün yoksa ben mi” diye sorduğunda Firavun ona “Ey kötülük işinde bilgili olan sen bu işte daha sertsin, bütün kötülük ve fitnenin kaynağı sensin.” diye cevap verir. Şeytan ise Firavun'un şer işinde daha ileri gittiğini nitekim kendisinin denize atsalar bir nefeste gökyüzüne çıktığını, ateşe atsalar yanmadığını, nehre koysalar boğulmadığını, doğuya ve batıya bir anda eriştiğini, bir nefeste semaya yetiştiğini bütün bunlara rağmen tanrılık davası gütmediğini Âdem'e secde etmeyerek Tanrı'nın emrini kırdığı bu sebeple büyüklüğe ermediğini, oysa Firavun'un böyle şaşılacak hünerleri yokken tanrılık davası gütmesinden ötürü şer işinde daha ileri olduğunu söyler. Devamında ise şeytan, Tanrı'ya ibadette tembel olan, namazımı kılayım deyip üşenen, namaz vakti kaçınca kalbinde korku duymayan, ateşin azabını unutan, yalan yere yemin eden, kibirli ve insana zulmetmeye meyilli olan kimselerin şeytandan da Firavun'dan da daha sert olduğunu söyler (Mecîdî, 2013:78-80).

Mecîdî, Firavun ile şeytan ile ilgili hikâyeden sonra (12a/10-12a/17) Ebu'l-Abbas'tan nakledilen bir rivayete yer vermiştir. Rivayette kavminin Firavun'un tanrılığını tasdik ettikleri, kıyamaet ve ahireti inkâr etikleri, Tanrı'nın Firavun'a keramete benzer hâller verdiği anlatılır. Firavun'un bindiği atın yokuş yukarı giderken arka ayaklarının uzun olduğu, aşağı doğru inerkne ön ayaklaının uzun olduğu ve böylelikle düzde gider gibi sıkıntısız gittiği; ayrıca Nil Nehri'ne emrettiğinde nehrin yanı sıra aktığı, yokuşa gitse onunla yokuşa doğru gittiği anlatılır. Eserde, Tanrı tarafından Firavun'a verilen bu hâlleri âlimlerin bir sihir olarak yorumladığı, Firavun'un ise kibirle övündüğü, ona uyanların da ahirette cehennemlik olacakları bildirilir (Mecîdî, 2013: 80-82).

“Kıssa-i Mûsâ Aleyhi's-selam” adlı eserin ikinci bölümünün başında A'raf Sûresi'nin 142. ayetine yer verilmiş olup ikinci bölüm 13a/1'den başlamaktadır. Eserde, Firavun ve askerlerinin Nil'e gark olmasının ardından Mûsâ Peygamber'in kavmine emir ve yasakları beyan eden Tevrat isimli kitabın verileceğini vaat ettiği anlatılır:

Size vir kitâbı-ı Tevrâtı

ide anda beyân âyâtı            (13a/10)

Emr ü nehyi hep anda ide beyân

Hem ie vacd ile vacîdi cayân      (13a/11)

Mûsâ Peygamber'in,

Vir bana vacde key eyâ Vehhâb

Eyle inzâl ben kuluna kitâb     (13a/17)

diye niyazda bulunması üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e Zil-kâde ayında oruçlu olması buyrulur. Otuz günlük orucu tamamlayan Mûsâ Peygamber'in ağzındaki kokudan ötürü ağzını misvakla temizlediği, bunun üzerine meleklerin Mûsâ Peygamber' ağzındaki kokunun aslında misk kokusu olduğunu, bu kokuyu gidermekle hata ettiğini ve Tanrı tarafından on gün daha oruç tutmasının emredildiğini söyledikleri anlatılır.

Önceden belirlenen vakte erişildiğinde Mûsâ Peygamber'in elbisesini temizleyip Tûr Dağı'na vardığı, o vakit Tanrı'nın buyruğu ile Tûr Dağı'nı bir karanlığın kapladığı, karanlığın yedi fersah yere yetiştiği, Tanrı'nın şeytanı oradan kovduğu, o karanlığın şiddetiyle ne kadar haşerat varsa hepsinin kaçtığı, o vakit tenha kalan Mûsâ Peygamber'in kokuyla hayrete düştüğü, Tanrı'nın buyruğuyla gökyüzünün ortaya çıktığı, Mûsâ Peygamber'in gökyüzünün meleklerle dolduğunu gördüğü ve Tanrı ile konuştuğu ve Tanrı'yı görmeyi dilediği anlatılır:

Göreyin vech-i pâkün ey Mevlâ

Bu durur bana matlab-ı mülva (14b/1)

Devamında Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Len terânî” dediği, dünyada kimsenin kendisini göremeyeceğini, dünyada her kim nazar ederse ona ölümün erişeceğini söylediği anlatılır. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in,

Göreyin vechüni ölürsem ölem

Kalmaya cân u dilde gussa vü gam (14b/9) Görmeyüp diri olmadan ey Hân

Yig durur kim görüp çıka bu cân (14b/10)

diyerek şevkle Tanrı'yı görme isteğini sürdürdüğü, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'na nazar kılmasını, dağ yerinde karar ederse kendisini görebileceğini buyurduğu anlatılır. Devamında ise Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellî eylemesi üzerine Tûr Dağı'nın pare pare olduğu, Mûsâ Peygamber'in de yüzü üzre yıkılıp aklının gittiği anlatılır. Eserde aktarılan bir başka rivayette Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın cemâli görmek istemesi üzerine Tanrı'nın celâl sıfatı ile Tûr Dağı'na siyah bir bulut gönderdiği, o gün dağ üstüne kat kat şimşekler, yıldırımlar çöktüğü, yedi gökte ne varsa cümlesinin sıra ile Mûsâ diye inerek ona gölge saldıkları, sırasıyla göğün yedi katının kapılarının açıldığı ve her defasında vukû bulan hâller anlatılır. Son olarak yedinci göğün kapısı açıldığında arşın nuru belirip Tanrı'nın kudretini göstermesiyle Tûr Dağı'nın pare pare olup yarıldığı, meleklerin de Tanrı'ya şiddetli bir sesle hamt ettikleri anlatılır:

Şiddet-i savt-ıla idüp tahmîd

Hazret-i Hakka itdiler temcîd (18a/14)

Berk-i carş-ı cazîm yakdı kamu

Tûrun eşcârını ne varsa hemû (18a/15)

Yüzi üzre o dem yıkıldı Kelîm

Görüp ol hâletin o Şâh-ı calîm (18a/16)

Eserde o anda Mûsâ Peygamber'in ruhunu teslim ettiği ancak ruhunun tekrar bedenine gönderildiği, canlanıp ayağa kalkan Mûsâ Peygamber'in aklı başına geldiği vakit tövbe ettiği anlatılır:

cÂkıbet didi Rabbi tübtü ileyk

Ve teveccehtü ve's-selâmü caleyk2(18b/14)

Kurban Bayramı'na rastlayan bir cuma gününde Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın verildiği dile getirilir (9a/12).

Ayılıp kendine gelen Mûsâ Peygamber'in tövbe edip pişmanlık duyması üzerine Tanrı'nın ona “Ben sana Tevrat'ı hediye etmedim mi? Seni insanlar üzerinde seçkin kılmadım mı? Seni peygamber kılıp kelamım ile şereflendirmedim mi? Sana cennet bahçesini ihsan edeyim, orada didarımı sana göstereyim.” diyerek teselli verdiği anlatılır (19b/11- 20a/2).

Mecîdî'nin eserinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuştuğu vakit onu Tanrı'nın nurunun kuşattığı, yüzünün güneş gibi parladığı, yüzündeki nura bakan kimselerin o nurun şiddetinden canını teslim ettiği, bu yüzden Mûsâ Peygamber'in yüzünü bir peçe ile örttüğü anlatılır:

Yüzüne ger bakaydı bir âdem

Bedeninden çıkardı cânı o dem  (20a/8)

Burkac ile gezerdi ol dâ'im

Mevt havfın sezerdi ol dâ'im (20a/9)

Devamında Mûsâ Peygamber'in hanımının da bir gün Mûsâ Peygamber'in yüzünü görmek istediği ancak onun da buna dayanamayarak yere yıkılıp düştüğü anlatılır (Mecîdî, 2013: 104-105).

Mecîdî, eserinde son olarak Ka'b-ı Ahbâr'dan nakledilen bir rivayete yer vermiştir. Rivayete göre Mûsâ Peygamber, kendisine indirilen mukaddes kitap olan Tevrat'ta insanların en şereflisi olan,güzel ilim ve amel sahibi olan, Tanrı tarafından kendilerine indirilen kitaba inanan ve Tanrı'nın kendilerine ucu bucağı olmayan

2 “Rabbim sana tövbe etim ve sana yöneldim. Sana selâm olsun.”

ihsanlarda bulunduğu bir kavimden bahsedildiğini görüp onları kendi ümmeti kılması için Tanrı'ya yakarınca o kavmin Muhammed Peygamber'in ümmeti olduğunu öğrenir:

Anları bana ümmet it yâ Rabb

Ki bula cân u dil sürûr u tarab (21a/1)

Ümmet-i Ahmedündür o tarab

Eyleme yâ Kelîm sen anı taleb (21a/2)

Mûsâ Peygamber'in bu defa Tevrat'ta helâli gözetip zekât veren, geçmiş kavimler gibi günahkâr olmayan, duaları da şefaatleri de makbul olan bir ümmet gördüğünü söyleyerek Tanrı'dan onları kendisine ümmet yapmasını diler ancak yine bu topluluğun da Muhammed Peygamber'in ümmeti olduğu cevabını alır (Mecîdî, 2013: 107).

Mûsâ Peygamber'in yine Tanrı'ya Tevrat'ta her daim Hakk'a tekbir ile şükür/dua eyleyen, farz ile nafile ibadetlerini yerine getiren, su bulamayınca teyemmüm ile temizlenen, ceza gününde el-ayak ve yüzleri nur ile parlayan bir ümmetgördüğünü söyleyerek onları kendisine ümmet yapması yalvardığı ve Tanrı'nın yine,

Kavm-i Ahmeddür anlar itme recâ

Sana olmaz sezâ bu ya Mûsâ (21b/5)

diye cevap verdiği anlatılır (Mecîdî, 2013:108). Bu kez yine Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ta güzeller bölüğü diye zikredilen bir ümmet gördüğünü, bir güzellik/ iyilik düşünüp onunla amel edemese de bir sevap kazanan, o emel ile amel edince 10 sevap kazanan, kötülük düşünüp onunla amle etmeyince günah yazılmayan ancak hem isyan edip bunu amele dönüştürürse bir günah yazılan bu ümmeti kendine ümmet eylemesi için Tanrı'ya dua eder ancak yine o ümmetin Muhammed Peygamber'in ümmeti olduğunu öğrenir (Mecîdî, 2013: 109). Yine o zaman Mûsâ Peygamber, Tevrat'ta seçkin kılınmış, Kitâb-ı Kur'ân'a vâris olup onunla kemâl-i ihsâna eren, Tanrı'nın lütfuyla pür-nur olmuş, cümlesinin cennete girdiği bir ümmet gördüğünü söyleyerek onları kendisine ümmet kılası için Tanrı'ya dua eder ancak yine “Ümmeti Mustafâyadur ol nasîb” hitabına muhatap olur (Mecîdî, 2013: 110).

Eserin devamında Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ta Hakk'ın yardımının onlara rehber olduğu, Kur'ân'ı ezberleyen, cennet elbiseleri giyen, imandan uzak olanlarının bile sonunda cehennemden çıkıp cennete girdiği, hiçbirinin cehennemde müebbed kalmadığı bir ümmet gördüğünü, onları kendisine ümmet kılması için Tanrı'ya dua ettiği, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e,

Virdüm anı ezelde Ahmed'e ben Hâtem-i enbiyâ Muhammed'e ben (22b/4)

dediği, Mûsâ Peygamber'in de “keşke ben de Mustafa'nın ümmetinden olaydım” diye meyus olunca Tanrı'nın onu şu şekilde teselli ettiği anlatılır:

Pey ana vahy idüp Hudâ ol dem

Tesliye eyledigide tâ gam       (22b/8)

Didi olma harîs yâ Mûsâ

Sana da itmedüm mi nice atâ (22b/9)

Istıfâ itmedüm mi nâs üzre

Enbiyâdan niçe havâs üzre      (22b/10)

İtmedüm mi risâletümle cazîz

Bunca kcâz u âyetümle cazîz (22b/11)

Yazmadum mi sana niçe elvâh

İtmedüm mi cemâlüni mısbâh (22b/12)

Mûsâ Peygamber'in bu lütuf ve ihsanları işitince Mevlâ'dan razı olup kalbinde anlayışın/aklın/edebin nurunu bulduğu, gönülden bu öğüdü kabul ettiği ve Tanrı nezdinde makbul olduğu anlatılır (Mecîdî, 2013: 112).

Mûsâ Peygamber ile ilgili mesnevi türünde müstakil bir diğer eser ise “Mûsâ-nâme”dir. Eserin müellifi olan Mirzâ Ahmed bin Mirzâ Kerîm'in Uygur veya Özbek Türkü olduğu düşünülmektedir (Mirzâ Ahmed bin Mirzâ Kerîm, 2012: 22). Son devir Çağatay edebiyatı ile Çağdaş Türk lehçeleri arasında (19. yy. son çeyreği ile

·        20. yy. ilk çeyreği) bir geçiş metni kabul edilen eser aynı zamanda Orta Asya ve Buhara'da yaşayan Yahudi cemaatinin en mutaber eseri olma özelliğine sahiptir (Mirzâ Ahmed bin Mirzâ Kerîm, 2012: 17-18). Ufuk Deniz Aşçı tarafından eser üzerinde dilbilim açısından inceleme - çeviri - tıpkıbasım çalışması yapılmıştır.

“Mûsâ-nâme” adlı eser 42 beyitlik bir giriş bölümü ile başlar. Bu bölümde Cebrail'in Mûsâ Peygamber'e giderek kavmi ile birlikte toplanıp Tûr Dağı'na gelmeleri hususundaki Tanrı'nın buyruğunu aktardığı, Mûsâ Peygamber'in buyruğa uyarak kavminden yetmiş iki kişi ile birlikte Tûr Dağı'na vardıkları, orada yetmiş iki kişinin arkada kaldığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nın üzerine çıktığı , bu sırada Cebrail'in uyarısı üzerine yüzünü örttüğü ve asasını da elinde tuttuğu, orada gönüldeki isteğini Tanrı'ya havale edip feryat ettiği anlatılır.

Eser bu giriş bölümünden sonra 3 beyitlik geçiş bölümünden sonra Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e sorular sorduğu bölüm gelir. 28 beyitlik bu bölümde Tanrı Mûsâ Peygamber'e niçin kavmini geride bırakıp yalnız geldiğini sorar. Nasıl ümmetini yarı yolda bırakıp geldi ise mahşer gününde de ümmetinin öylece yolda kalacaklarını buyurduğu anlatılır. Mûsâ Peygamber, sınır olmaksızın Tanrı'ya yakın olmayı dileyince kendisine Muhammed Peygamber'e dualar, övgüler söylemesi buyrulur. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber “yakın sana Muhammed-mu veyâ men-mu” diye sorar. Muhammed Peygamber'in Tanrı'ya herkesten daha yakın olduğunu işitince bunun sebebini sorar. Bir sonraki 11 beyitlik bölümde de Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in sorusuna cevap olarak neden Muhammed Peygamber'in kendisine daha yakın olduğunu ifade ettiği anlatılır. Devamındaki 55 beyitlik bölümde ise Tanrı ile Mûsâ Peygambe arasındaki konuşmalara yer verilmiş, Mûsâ Peygamber'in sorularına Tanrı tarafından cevaplar verildiği anlatılmış, bu bölümü de 11 beyitlik Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan rızalık istediği bölüm izlemiştir. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan iyi ve kötü ümmetlerin kimler olduğunu sorup öğrendiği bölüm ise 30 beyit olup mesnevinin veznine uymamaktadır. Bu bölümde 4+4+4 duraklı hece vezninin kullanıldığı görülmektedir. 24 dörtlükten oluşan bir sonraki bölümde ise Tanrı ile peygamberlerin cennette mümin kullara ziyafetler verip yüzlerini gösterdikleri anlatılır. Bu bölüm de bir önceki bölüm gibi aruz vezniyle değil 4+4+4 duraklı hece vezniyle kaleme alınmıştır. Tanrı'nın cemâlini izleyen âşıkların, mümin kulların Tanrı'nın nurunu bulduğu, halka içinde ağlayıp bağırdıkları anlatılır:

“Hak cemâlin izler bolsan el-câşıklar Nûrın tapıp halka içre yıglap bozlar

Munda yıglap anda dîdâr körer irmiş” (27/181-182)

·        3. MENSUR METİNLERDE MÛSÂ PEYGAMBER

Klâsik Türk edebiyatında kısas-ı enbiyalarda, mu'cizât kitaplarında, tarihî metinlerde, mensur miraciyelerde ve tasavvufî metinlerde Mûsa Peygamber'den bahseden bölümler bulunmaktadır. Özellikle “kısas-ı enbiyalar”da İsrailiyat'tan gelen bilgilere de geniş ölçüde yer verilmiş olup bu eserlerde Mûsâ Peygamber'in kıssasını baştan sona bütün ayrıntılarıyla bulmak mümkündür. Bu bölümde taranan mensur eserlerde Mûsâ Kıssası ile ilgili tespit edilen bölümler kronolojik bir şekilde başlıklandırılmaya çalışılarak verilecektir.

·        3.1. Mûsâ Peygamber'in Nesebi ve Doğumundan Önce Mısır'ın Durumu

·        14. yüzyılda Eski Anadolu Türkçesi döneminin önemli eserlerinden olan “Kısas-ı Enbiya” adlı eser Türk Dil Kurumu kitaplığında Yazma A/145 numarada kayıtlı olan nüshası baz alınarak Emine Yılmaz, Nurettin Demir ve Murat Küçük tarafından yayımlanmıştır. Bu eserde Mûsâ Peygamber'in kıssası çok geniş bir yer tutmakta olup kıssaya Mûsâ Peygamberin nesebinden ve doğumundan önceki Mısır'ın durumundan bahsedilerek bir giriş yapılmıştır. Mûsâ Peygamber'in soyu İbrahim Peygamber'e kadar uzanarak şu şekilde verilmiştir:

[346](1) ve ol Mûsâ bin cİmrân (2) bin Yasmar bin Fâhis bin Lâvî bin Yackûb

bin İshâk bin İbrâhîmdür” (2013: 236)

Eserde ayrıca Mûsâ Peygamber'in annesini adının Yecîb olduğu, Mûsâ Peygamber doğduğunda babası İmrân'ın yetmiş yaşında olduğu ve yüz otuz yedi yıl yaşadığı bilgilerine yer verilmiştir. Yûsuf Peygamber'in Mısır sarayında hazinedar olduğu dönemden Mûsâ Peygamber zamanına kadar başa geçen firavunlara, çok uzun yıllar yaşamış olan firavun Velîd b. Mascab zamanında İsrailoğulları'nın Mısır'da çoğaldıklarına; Yûsuf, Yakup, İshak ve İbrahim Peygamberlerin şeriatleri üzere yaşamakta olduklarına, bu firavunun daha öncekilerin aksine çok acımasız olduğuna, İsrailoğulları'nı bölük bölük ayırıp türlü ağır işlerde kullandığına, İsrailoğulları'nın uğradığı zulümlerin dört yüz yıl sürdüğüne de değinilmiştir (2013: 236-237).

·        3.2. Firavun'un Rüyası ve Mûsâ Peygamber'in Doğumu

·        12. yüzyıl sonu ile 13. yüzyıl başlarında yaşayan ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, şair ve yazar İbn Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinin“Mûsâ Kelimesindeki Yücelik Hikmetinin Aslı” başlıklı yirmi beşinci bölümünde Mûsâ Peygamber ile ilgili olarak çeşitli tasavvufî yorumlara yer vermiştir. İbn Arabî, Mûsâ Peygamber'in ağaç sandukaya konularak suya bırakılışındaki hikmet ile ilgili olarak “Tabut, O'nun maddî varlığı, bedenidir. Su ise bu beden aracılığıyla ona hikmetten verilmiş olandır ki, fikrî, duygusal ve hayatî kuvvetlerden gelen manevî bir varlıktır. Bu manevî varlık ve benzeri kuvvetler, insanın benliğinde ancak ögelerden oluşan bir cismin yardımıyla bulunabilir.” der ve Mûsâ Peygamber'in manevî kuvvetlerle ilmin fenlerinde yücelmek için tabuta konularak suya bırakıldığını ifade eder (İbn Arabî, 2014: 249). Mûsâ Peygamber'in sanduka içinde suya bırakılması arketipinin zahirde ölüm olduğunu ifade eden İbn Arabî, aslında bunun Mûsâ Peygamber için içte ve dışta ölümden kurtuluş olduğunu; Mûsâ Peygamber'in, insanların ilimle bilgisizlik ölümünden dirilişi gibi dirildiğini dile getirir (İbn Arabî, 2014: 251).

Sultan Veled, “Maarif’ adlı eserinde dünya lezzetlerinden, nimetlerinden daha çok faydalanmak isteyen kimselerin hayalî ve yabancı şeylerle oyalandığını ifade ederken Firavun'a ve onun Mûsâ Peyagamber ile ilgili gördüğü rüyaya ve akıbetine şu cümlelerle değinir:

“Aynı hal Fir'avun'un da başına gelmişti. O da rüyada, yükseklerden baş şağı düştüğünü, sefalete duçar olduğunu, birtakım kötülüklerle karşılaştığını görmüştü. Uyandığı zaman kendisini teselli etti. 'Bu rüyadır, hayâldir!' diye aldırmadı. Fakat sonunda bunun tamamen hakikat olduğunu gördü. Mûsâ (Selâm O'nun üzerine olsun)nın zuhuru ile tahtı ve saltanatı elinden gitti. Rüyada gördüğü sefalet ve kötü sonuç aynen oldu. Nil'in karanlık sularında boğuldu ve 'Her şey aslına döner. Kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre 24, Ayet:26)' hakikati meydana çıktı ve aslı olan cehenneme döndü.” (Veled, 1993: 225)

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Tanrı tarafından İsrailoğulları'na azapla geçen dört yüz yılın ardından Mûsâ Peygamber'in gönderildiği, Mûsâ Peygamber'in doğumundan önce Firavun'un bir gün rüyasında Beytü'l-Makdis'ten bir od gelerek Kiptîleri yaktığını, İsrailoğulları'na zarar vermediğini görünce hemen müneccim çağırtıp rüyasını yorumlattığı, İsrailoğulları'ndan doğacak bir erkek çocuğun tahtını ele alacağı yorumu üzerine doğan erkek çocuklarını öldürttüğü, İsrailoğulları'nın sayısının gitgide azalması tedirginlik yaratınca bir yıl öldürtüp bir yıl sağ bıraktırdığı, Hârûn Peygamber'in boğazlanmak yılı olmayan senede dünyaya geldiği ancak Mûsâ Peygamber'in boğazlanmak yılında dünyaya gelince annesinin korkuya kapıldığı, bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'in annesine “[369](5)... anı emzür-(6)-gil kaçan bogazlayıcılardan korksan anı deniz içine bırakgıl korkmagıl kaygurmagıl kim ben girü sana döndürem (7) ve anı mürsellerden kılam” diye ilhamla vahiy kılındığı, annesinin Mûsâ Peygamber'i gizlice doğurup emzirdikten sonra Firavun kavminden Hızbîl adlı kişiye yaptırdığı tabutun içine koyup Nil Nehri'nin sularına bıraktığı anlatılır (2013:  237-238). Eserde anlatılan Mûsâ

Peygamber'in doğumu ile ilgili bir başka rivayete göre ise Mûsâ Peygamber'in annesinin dostu olan bir kadın vardır ve ona doğumu sırasında yardımcı olur ancak doğan çocuğun erkek olduğunu görünce Firavun'a haber vermeyi gönlünden geçirir ancak Tanrı tarafından Mûsâ'nın sevgisi gönlüne konulunca bundan vazgeçer. O kadının evden çıkmasıyla Firavun'un adamları eve girerler. Mûsâ Peygamber'in annesi korkuyla aklı başından gidince onu bir beze sarıp kızgın fırına bırakır. Firavun'un adamları evden eli boş çıkarlar. Fırını açıp baktıklarında Tanrı tarafından ateşin ona soğuk ve selâmet kılındığını görürler ve oradan çıkarırlar (2013: 239).

İsmet Cemiloğlu tarafından üzerinde sentaks çalışması yapılan “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in kıssası ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Firavun'un gördüğü rüya; Mûsâ Peygamber'in doğumu ve annesi tarafından suya bırakılması ve içine konulduğu sandığın Firavun sarayı ulaşması eserde şu cümlelerle anlatılmıştır:

[96b] (5) Çünki Fir'avn zamânı oldı. Bir gün (6) fir'avn otururdı, müneccimler eytdiler: 'Yâ melikü'z zamân felek 'ilminde şöyle gördük kim Beni İsrâ'îl (7) kavmından bir oglan kopısardur, senün pâdişâhlıgın anun elinde harâb olusardur.' Çünki fir'avn anı işitdi, âdemler kodı ki kanda ki er oglan dogsa öldürürleridi. Tâ Mûsâ dogınca bunda (9) ihtilâf itmişlerdi. Mûsâ bin Yâmin oglanlarındandur. Ba'zılar eydür: Yahûda aslındandur.' (10) Ammâ Mûsâ 'İmrân oglıdur. Mûsâ diyü anun çûn didiler kim suyıla agaç içinde bulundı. Mûsâ (11) dimek 'İbri dilincedür. Çünki Mûsâ'nın anası hâmile oldı, togacak vakt oldı, Mûsâ togdı. (12)Anası gussalandı, eytdi: 'Kendü 'ayâlüm nice öldüreyim? Eger öldürmezsem korkarın ki fir'avn ikimüz bile öldüre' (13) didi. Bu gussayıla yatdı. Hitâb-ı 'izzet irişdi ki kulagına (Ve evhaynâ ilâ ümmi mûsâ en erdıîhi) [97a] (1)Düşinde gördi ki Hak Ta'âlâ Mûsâ'nun anasına vahy itdi ki oglunı emzür, dahı suya bırak, gussalanma (2) ben anun kaydını görem kudretümle. Nitekim kelâm-i mecîd içinde yâd kıldı (İnnâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn) Biz anı sag selamet sana girevüz, hem dahı peygamber kılavuz. Çünki anası anı (4)işitdi, durı geldi, emzürdi. Mûsâ'yı hurma yapragına sardı. 'Ulema bunda ihtilâf iderler. (5) Ba'zılar kavlinde bir sanduga koydı, dahı suya bırakdı, Tanrı'ya ısmarladı. Pes Nil ırmagı (6) iki bölük akardı. Birezi fir'avnun sarayı altına giderdi. Geldi Cebrâ'îl Mûsâ'nun sandugını kanadıyla (7) urdı, fir'avnun sarayı altına iletdi. İrteye dek ol su içinde yatdı. İrte oldı o su Mûsâ'yı aldı, (8) fir'avnun tahtı altından geçüp ol havza vardı ki fir'avnun kollukçıları altun maşrabayla suyı (9) andan alurlardı...” (2000: 185-186)

·        15. yüzyılda Çağatay sahasında yetişen Ali Şîr Nevâyî, Ayşehan Deniz Abik tarafından üzerinde gramatikal incelemeye dayalı doktora çalışması yapılan16 “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı mensur eserinde Mûsâ Peygamber ile ilgili olarak kıssanın başında onun ulü'l-azm olduğunu ve lakabının “Kelîmu'llâh” olduğunu, Yâkub Peygamber'in evlatlarından olduğunu dile getirir ve Yûsuf Peygamber'in ölümünden sonra Mısır saltanatının başında bulunan firavunların İsrailoğulları'na zulmederek onları zayıf düşürdüklerini anlatır. Başa geçen Velid bin Mas'ab adlı firavunun tanrılık iddiası güttüğü ve İsrailoğulları'na cefa çektirdiği anlatılır ve Firavun'un gördüğü rüya şöyle dile getirilir:

“... ve ol mel'ûn bir kiçe tüş kördi kim Şâm sarıdın bir ot peydâ bolup bâg u sarâyların köydürdi, kint ve şehrleridin eser koymadı. Vehm bile oyganıp kâhinlerni tilep bu tüşnin ta'bûrin tiledi. Alar didiler kim ol sarıdın birev mütevellid bolgay kim sinin devletin ve milliyetin zevâliga sa'y kılgay ve Benî İsrâyilin bolgay ve Kıbtîler zevâli andın bolgay.” (Nevâyî, 1993: 111)

Bu satırların devamında Firavun'un gördüğü rüyâ üzerine İsrailoğulları'ndan doğan her erkek çocuğu öldürttüğü, beş yıl sonra veba salgını dolayısıyla da İsrailoğulları'ndan çok kişinin ölümü üzerine Kıptîlerin Firavun'a gelip İsrailoğulları'nın tükenip gitmekte oluşundan kaygı duyup yakında hizmetlerinde kullanacak kimse kalmayacak olmasından endişelendiklerini bildirmeleri üzerine Firavun'un İsrâiloğulları'ndan doğan erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılmasını buyurduğu, Hârûn Peygamber'in bahşiş yılı doğduğu, Mûsâ Peygamber'in ise aksine çocukların öldürüldüğü yılda doğduğu, bir mucize olarak annesi Mûsâ Peygamber'e hamile iken zayıflığından dolayı hamileliğinin müvekkillerce anlaşılmadığı, doğduğunda annesinin onu bir tabuta koyup Nil Nehri'ne salarak Tanrı'ya ısmarladığı anlatılır (Nevâyî, 1993: 111-112).

·        3.3. Mûsâ Diye Öldürülen Bebekler

·        12. yüzyıl sonu ile 13. yüzyıl başlarında yaşayan İbn Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde “Firavun'un erkek çocukları öldürmesindeki hikmet, çocuklardan her birini yaşamının, Musa'ya (as) yardım ile geri dönmesi içindir.” demiş ve Mûsâ Peygamber'in, kendisi olduğu sanısıyla öldürülen hayatların toplamı sayıldığını, bu öldürülen çocuklar için hazırlanmış her türlü durum ve niteliklerin Mûsâ Peygamber'de var olduğunu dile getirmiştir (Arabî, 2014: 247).

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Veheb'den nakledilen bir rivayete göre Mûsâ olabilir diye diye öldürülen erkek çocukların sayısının doksan bin olduğu dile getirilmiştir (2013: 238).

·        3.4. Firavun'un Kızının Hastalığı

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un leke hastalığı olan bir kızının olduğu, hekimlerin bu hastalığa ilaç bulamadıkları, kâhinlerin ise bu tarihte denizden çıkacak olan bir canlının salyasıyla bu hastalığın geçeceğini söyledikleri, Firavun'un kızının annesiyle birlikte kâhinlerin belirttiği tarihlerde bir gün Nil kenarında otururken Mûsâ Peygamber'in içinde bulunduğu sandığın bir ağaca takıldığı, cariyelerin o sandığı getirip açtıklarında parmağını emen bir çocuk gördükleri ve ağzının salyasının Firavun'un kızının hastalığına şifa olduğu anlatılır (2013: 240).

Ali Şîr Nevâyî'nin, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde de Firavun'un kızının hastalığından ve bu hastalığın Nil Nehri'nde bir tabut içinde bulunan Mûsâ Peygamber'in ağzının salyasıyla iyileşmesi hadisesine değinilmiştir (Nevâyî, 1993: 112-113).

·        3.5. Mûsâ Peygamber'in Firavun'un Sarayına Alınması

İbn Arabî, Füsusu'l Hikem adlı eserinde adamlarının Mûsâ Peygamber'i bir tahta sandık içinde bulduklarında Firavun'un ona Mûsâ adını verdiğini dile getirir ve “Kıptî dilinde Mu, su; Sa da ağaç demektir.” açıklamasında bulunur. Devamında ise Firavun'un Mûsâ Peygamber'i öldürmek istediği ancak eşi Âsiye'nin Firavun'dan ricada bulunduğu ve Firavun'a Mûsâ'ya dair “O, senin ve benim için göz aydınlığıdır.” dediği anlatılır. İbn Arabî, Firavun'un boğulmakta iken Tanrı'nın kendisine verdiği inanç sayesinde Mûsâ Peygamber'in onun için göz aydınlığı olduğunu, bu hikmetle Tanrı'nın Firavun'u temiz olarak öldürdüğünü, çünkü Tanrı'nın onun canını yeni bir kötülük yapmadan önce ve inandığı anda aldığını dile getirir ve “Firavun, şayet umutsuzlardan olsaydı imana yaklaşmazdı.” görüşünü ileri sürer (İbn Arabî, 2014: 252-253). İbn Arabî'nin Firavun'un imanı ile ilgili görüşleri İslâm âlimleri tarafından çokça eleştirilmiştir. İbn Arabî, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Firavun sarayın kabul edilip de kendisine sütanne aramaya başladıklarında kendi annesi dışında hiçbir sütanneyi kabul etmemesi hususuna da değinir ve Mûsâ'nın annesinin gerçekte onu doğuran değil emziren kadın olduğunu, çünkü doğuran annenin bebeğini bir emanet gibi karnında taşıdığını oysa sütannenin böyle olmayıp yavrusunu emzirerek yaşamını sürdürdüğünü, Tanrı'nın bu sırrı Mûsâ Peygamber için kendisini doğuran anneye bağışladığını, bu erdemin onu doğuran anneden başka hiçbir kadına nasip olmadığını dile getirir (İbn Arabî, 2014: 253-255).

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Nil'in sularının Mûsâ Peygamber'in içine konduğu sandığı sürükleyerek Firavun'un sarayına ilettiği ve tabutun Âsiye'nin cariyeleri tarafından bulunup huzuruna getirildiği ve açıldığı, Âsiye'nin gönlüne Tanrı tarafından Mûsâ'nın sevgisinin bırakıldığı ve onu evlat edinmek istediği, Firavun ve adamlarının bebeği boğazlamak girişiminde bulunduğu ancak Âsiye'nin Firavun'a “[350]...benüm ve senün (11) gözümüz aydın ola ve ola kim bize assısı dege yâ dahı cayâl idinevüz” diyerek katline engel olduğu ve ona Mûsâ adını Âsiye'nin verdiği anlatılır (2013: 238). Eserde ayrıca Mûsâ Peygamber'in kız kardeşi Meryem'in, annesinin isteği üzerine kardeşinin izini sürdüğü, sarayda Mûsâ için sütanne arandığını fakat kimsenin sütünü emmediğini öğrenince “[356] (2) siz bir ev kavmına kulaguzlayayım kim ol oglanı sizün içün bisleye ve ana ögitci ola” diyerek varıp annesine haber verdiği, Âsiye'nin Mûsâ Peygamber'in annesini sütanne olarak tuttuğu, böylece Mûsâ Peygamber'in üç gün ayrılıktan sonra tekrar annesine kavuştuğu anlatılır (2013: 241).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Nil Nehri'nin sularında Firavun'un kollukçuları tarafından bir sandık içinde bulunup saraya alınması ile ilgili anlatılan olaylar şöyledir: Nil Nehri'nin sularında bulunan sandığı Firavun'un adamları bulup açtıklarında içinden yüzünün nuru arşa çıkan bir oğlan çıkar ve Firavun'un karısı Âsiye çok sevinir ve "Bunu bana Tanrı verdi." der. Mûsâ'nın düşman olabileceği düşünülür. Devamında Âsiye'nin Mûsâ'yı evlat edinmek için Firavun'u ikna çabaları şu şekilde dile getirilmiştir:

[97a] (13)...Âsiye Hâtûn Şâm ikliminden idi, 'azîm görklüyidi, [97b] (1)Lût aslından idi. Fir'avn'a 'avrat olmuşıdı, ammâ kız oglanıdı. Fir'avn ana katı hürmet (2) iderdi. Âsiye ol sandugı aldı, Fir'avn'un katına getürdi, eytdi: 'Yâ Mâlik senün (3) devletünde dükeli nesne hâsıldur.Dahı halâyıklar bize ta'n iderler, oglumuz kızımuz olmadıgıyçün. (4) İmdi Tanrı Ta'âlâ bize bir oglan virdi, sultânzâdeye benzer. Gel biz bunu ogul idinelüm, (5) hem halâyık sözinden kurtılalım.' Fir'avn eytdi: 'Olmasın kim ol beni helâk iden oglan bu ola?' (6) Âsiye eytdi: 'Ol hükm vaktı geçti, gel bunı ogul idinelüm. Andan Fir'avn razı oldı. Yakasından geçirüp ogul idindiler, emzürmege tayalar getürdiler. Her kim emzürmege geldiyse hiç birinin (8) emcegin emmedi. Pes Mısır'da kıgırddılar ki her kankı 'avratun emcegin emerse günde (9) yüz akçe tonlık aluruz didiler.Çün Mûsâ anası anı işitdi, eytdi: 'Varayın göreyin, ola ki beni geldi.' (10) Emcegin virdi, derhal emdi. Çün Âsiye anı gördi, Mûsâ'nun anasına çok mâl virdi.(11) Pes Mûsâ'yı kıymetî tonlar geydürdiler. Hak Ta'âlâ fir'avn'un gönline Mûsâ'nun muhabbetin bırakdı.” (Cemiloğlu, 2000: 186)

Ali Şîr Nevâyî'nin, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde “Mûsâ” adını Âsiye'nin koyduğu ve bu kelimenin mânâsının cİbrî dilinde “servi ağacı” demek olduğu, Âsiye ve kızının Mûsâ'yı alıp Firavun'un sarayına getirdikleri, Tanrı'nın Firavun'un gönlüne Mûsâ Peygamber'in muhabbetini saldığı, halkının Mûsâ Peygamber'i katletmesi için Firavun'u kışkırttığı ancak Âsiye'nin buna engel olduğu anlatılır ve Âsiye'nin evlat edindiği Mûsâ'yı emzirtmek için sütanne arayışı eserde şöyle dile getirilir:

“Fircavn anın katlin Âsiyega bagışlap Âsiye anın muhâfazatı üçün sütlüg zucafâ kiltürdi; hîç kayının sütün içmey ittifâka anasını hem kiltürüp irdiler anasının sütin içe kirişti ve anası süti bile perveriş taptı.” (Nevâyî, 1993: 113)

·        3.6. Mûsâ Peygamber'in Dilinin Peltek Olması

Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan, İbn Abbas'ın Yahudi çevrelerinden duyup naklettiği bir rivayet olabileceği ifade edilen (Aydemir A., 2014: 130) Mûsâ Peygamber'in dilindeki peltekliğe sebep olan olayla ilgili olarak mensur metinlerde anlatılanlar birbiriyle birebir örtüşmektedir. 14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserin 241-242. sayfalarında söz konusu olayın anlatımına yer verilmiştir.

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dilindeki peltekliğe sebep olan olay şu şekilde anlatılmıştır:

“[97b]Hak Ta'âlâ fircavn'un gönline Mûsâ'nun muhabbetin bırakdı. Şöyle kim (12) Mûsâ'yı görmek dilendi, tîz tîz isterdi, karârı kalmazıdı. Bir gün fircavn Mûsâ'yı eline aldı, (13) ohşadı. Mûsâ fircavn'un sakalına yapışdı. Şöyel çeker ki çok kıl elinde kaldı. Fircavn kakıdı [98a] (1) eytdi: 'Hâ ben didigim olmadı mı, ol beni öldüren oglan budur.' Buyurdı ki Mûsâ'yı öldüreler. (2) Âsiye eytdi: 'Bu oglancıkdur, senün hürmetün bilmez.' Fircavn eytdi: ' Kasdıla itdi.' Âsiye (3) eytdi: 'Anun kasdıla itdigin, itmedigin bilesin.' İki tabak getürsünler, birine od koysunlar, birine (4) altun koysunlar, daHı önine getürsünler. Eger altuna sunarsa bilesin ki kasdıla itdi. (5) Eger oda sunarsa bilin ki oglandur bilmez. Pes vardılar iki tabak getürdiler. Mûsâ'nun iki yanında (6) kodılar. Birine od koydılar, birine altun koydılar. Mûsâ kasd itdi ki altuna suna. Derhal Cebrail geldi (7) kanadıyla urdı, Mûsâ'nun elini oda iletdi. Mûsâ odı aldı agzına koydı, dili (8) yandı. Ol uçun beltek oldı. Suâl sorarlarısa ki eli göyünmedi, dili niçün göyündi? Cevâb oldur ki Mûsâ fircavn'un sakalına yapışup koparmışıdı.” (Cemiloğlu, 2000: 186-187)

Ali Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in dilindeki peltekliğe sebep olan olaya “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı

Enbiyâ” adlı eserde olduğu şekliyle nakletmiş ve Mûsâ Peygamber'in dilinde oluşan pelteklik sebebiyle “sin” harfini iyi söyleyemediğini dile getirmiştir

(Nevâyî, 1993: 113-114).

·        3.7. Mûsâ Peygamber'in Evliliği

Ali Şîr Nevâyî, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Âsiye'nin Mûsâ Peygamber'i öldürmeye yönelik kasıtlardan koruyup onu terbiye ettiği, on yaşına erişince onu şehzade gibi gösterişli giydirip himâye ettiği ve otuz yaşına gelince de evlendirdiğini dile getirir:

“Otuz yaşıga yitkeç Kıbtîlernin eşrâfıdın birinin kızın anın nikâhıga kivürdi ve ol Toyda mülûk düstûrı bile âyinler baglattı. Ve Mûsî caleyhi's-selâmga iki ferzend boldı ve ol münâsebet aslı bile Benî İsrâyilga Kıbtîler zulm kılganda rahm kılur irdi (Nevâyî, 1993: 114).”

·        3.8. Mûsâ Peygamber'in Bir Kıbtîyi Öldürmesi

İbn Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in bir Kıptî'yi öldürmesi hadisesine de değinir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e verdiği eziyetlere karşı sabrını güçlendirmek için onu birçok yerde sınava tabi tuttuğunu dile getiren Arabî, Mûsâ Peygamber'e verilen ilk musibetin bir Kıptî'yi öldürmesi olduğunu dile getirir. Mûsâ Peygamber'in bunun ayrımında olmadığından dolayı Kıptî'yi öldürdüğü için nefsinde bir korku hissetmediğini, kendisini aradıklarında ise görünüşte korkup Mısır'dan kaçtığını ama mânâ âleminde kurtuluşu özlemiş olduğunu, Kıptî'nin öldürülmesi olayından dolayı Mûsâ'da görülen korkunun, ölümden kurtulmayı özlediğinden ileri geldiğini, bundan ötürü korktuğu sondan kaçtığını, gerçekte ise Firavun'dan ve onun yapacağı kötülüklerden kurtulmak için kaçtığını ifade eder ve kurtuluş sevgisinin, bedeni yöneten ruhun onu koruyuşu gibi olduğunu dile getirir (İbn Arabî, 2014: 255260).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'yi öldürmesi hadisesine de değinilmiş, Mûsâ Peygamber'in Firavun'un yanında büyüyüp yetiştiği, hatta ona “Firavun'un oğlu Mûsâ” dendiği rivayet edilmiştir. Eserde, Mûsâ Peygamber'in bir gün Makyıl şehrinde gündüz ortasında biri İsrailoğulları'ndan biri Firavun kavminden iki kişiyi kavga ederken gördüğü, Mûsâ Peygamber'in kavminden olanın adının Sâmirî, Kıptîlerden olanın adının ise Kâlûn olduğu anlatılır. Firavun'un aşçısı olduğu Kâlûn'un Sâmirî'ye zorla odun taşıtmak istediği, Sâmirî'nin ise Mûsâ Peygamber'i görünce feryat edip yardım istediği, Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi Kıptî'nin elinden kurtardığı, aralarındaki çekişme esnasında Kıptî'ye yumruğuyla vurduğu ve Kıptî'nin öldüğü, olayı Tanrı ve Sâmirî dışında kimsenin görmediği ancak olayın duyulduğu, Mûsâ Peygamber'in korku içinde sabahladığı, ertesi gün Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi başka bir Kıbtî ile kavga ederken gördüğü ve ona “[361] (3)... noldun sen kim (4) her gün savaş idersin sen bellü azgunsın” diyerek yanına varıp yardım için elini uzattığı ancak Sâmirî'nin kendisini tepelemeye geldiğini sanarak “[361] (7)... iy Mûsâ (8) diler misin kim ben depeleyesin nitekim dün bir gişiyi depeledün” dediği ve böylece dağıldıkları, Sâmirî'nin sözlerinden Firavun kavminin dünkü Kıbtî'yi öldürenin Mûsâ Peygamber olduğunu öğrenerek Firavun'a haber verdikleri, İbrâhim Peygamber'in dini üzere olduğu ve Mûsâ Peygamber'e de ilk imân getirip inan kişi olduğu söylenen Hızbîl adındaki kişinin boğazlayıcılardan önce gelip durumu Mûsâ Peygamber' haber verdiği, Mûsâ Peygamber'in nereye gideceğini bilemez bir hâle olduğu sırada elinde kısa bir mızrak bulunan bir meleğin ata binerek Mûsâ Peygamber'i yanına geldiği ve kendisine uymasını söyleyerek onu Medyen yoluna yönlendirdiği, Mûsâ Peygamber'in sekiz gün yol yürüyerek Medyen'e vardığı anlatılır (2013: 242-244).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un Mûsâ'yı beslediği, onunla birlikte seyrana çıktığı hatta dört yüz kulun berberinde yürüdüğü, kıymetli taşlarla süslü kıyafetler giydiği ancak bu durumun Kıbtîlerden bir adamı öldürmesi ile son bulduğu dile getirilir. Mûsâ Peygamber, bir Kıbtî'nin ölümüne sebep olunca şehirden kaçar. Eserde bunun sebebi Kasas sûresindeki ilgili ayetlerden de alıntılar yapılarak şu şekilde açıklanmıştır:

[98a]...Sebep buyıdı kim (Ve dahalel medînete alâ hîni gafletin) Bir gün Mûsâ nazarından (13) çıkdı bâzâr teferrücine geldi, gördi ki iki kişi urışur (fe vecede fîhâ raculeyni yaktetilâni) Gine bir gün [98b](1) Mûsâ Fircavn sarâyından çıkdı kim hâlvete gide. Gördi kim iki kişi biri biriyle urışur. Birisi (2) Beni İsrâcîl'den, birisi kıbtilerden. Ol kıbti Beni İsrail'e güç eyler. Mûsâ ilerü geldi, (3) eytdi: 'Kogıl anı ki Beni İsrail kavmıdur.' (fe vekezehu mûsâ fe kadâ aleyhi kâle (4) hâzâ min ameliş şeytân) Ol kıbtıyi öldürdi, döndi, gine gussalandı. Eytdi ki: 'Bu şeytân işidür' didi, (5) gine evine geldi. Fircavn ol kıbtînün öldügin eşitdi, ammâ bilmedi ki kim öldürdi. Çünkü (6) irte oldı Mûsâ gine atına bindi, teferrüc iderken gine gördi kim Beni İsrail kavmı gine urışur. (7) Mûsâ ilerü vardı, eytdi: 'Dâyim niçün urışursız?' Ol kişi erdür: 'Dün öldürdün birimüzi, (8) bu gün bana mı geldün öldürmege' didi. (e turîdu e taktulenî kemâ katelte nefsen bil emsi) (9) Pes ol dünküni Mîsâ öldürmiş diyü haber Finavna degdi. Fircavn kâfiridi illâcâdilidi. (10) Buyurdu 'Tîz getirin öldüreyim, kana kan olsun 'didi. (Ve câe raculun min aksal medîneti yes'â) (11) Pes şehir kamından bir kişi yügürü geldi, eytdi: Yâ Mûsâ fircavn seni öldürür, kaç git' dedi. (12) Mûsâ anı işitti, kaçdı, gitdi.” (2000: 187)

Ali Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'yi öldürmesi olayını “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde olduğu şekliyle ancak daha kısa ve öz olarak anlatır. Ayrıca Kıbtî'nin adının "Kânûn" olduğunu ve işlediği cinayetin duyulup bundan dolayı Firavun'un kendisini öldüreceğini haber veren kişinin de annesinin Nil Nehri'ne Mûsâ Peygamber'i salacağı vakit sandık yaptırdığı marangoz olduğunu belirtir. Başına geleceklerden korkup Mısır'ı terk edip gece gündüz çok sıkıntı çekerek yol aldığını dile getirir (Nevâyî, 1993: 114).

·        3.9. Mûsâ Peygamber'in Medyen'de Yaşadığı Olaylar

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Mısır'dan kaçtıktan sonra sekiz günde Medyen'e geldiği, Medyen'de bir kuyu başında karşılaştığı Şuayip Peygamber'in kızlarına yardım ettiği, Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber'in huzuruna vardığı ve Şuayip Peygamber'in kızlarından Safûrâ'yı kendisine sekiz yıl hizmet etmesi şartıyla Mûsâ Peygamber ile evlendirdiği anlatılır. Devamında ise Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e verdiği “asâ”ya da tafsilatlı olarak değinilmiş ve on yıl tamam olunca Mûsâ Peygamber'in eşi ve çocuklarıyla beraber Şuayip Peygamber'in kendisine verdiği koyunları da alarak Medyen'den ayrıldığı anlatılmıştır (2013: 244-248).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'nin ölümüne sebep olup olayın duyulması üzerine kaçıp Medyen tarafına yöneldiği, yemek yemeden üç gün yol yürüdükten sonra Medyen kapısına eriştiği anlatılır.Mûsâ Peygamber orada bir kuyu başında halkın davarlarını sulamakta olduğunu ancak iki kızın bir kenarda koyunları ile bekleyip durmakta olduğunu görür ve bunu sebebini anlamak için yanlarına yaklaşıp sorar:

“Pes Mûsâ eydür: 'Siz neye suvarmazsız?'Bunlar eytdiler: 'Biz kuyudan su çekmeziz. Dahı bir rivâyet de budur ki (6) ol kuyu agzınun bir kapagı varıdı, anı kırk kişi götürürdi.Meger ol gün kuyu kapaklıyıdı. (7) Ol iki kız anı götürümedi. Meger ol gün giç gelmişidi, Câcîz kalmışlarıdı. Eydürleridi kim: 'Atamuz kocadur, (8) bizim daHı gücümüz yitmez, suyı çıkarımazuz' didiler. Mûsâ bunları esirgedi, götürdi ol kapagı (9) şöyle bir eliyle kodı, ol kuyudan suvardı.” (2000: 187)

Eserdeki bu diyaloğun devamında Mûsâ Peygamber'in bir gölgeye oturup “İlâhi hâcetüm bir pâre itmek, anı tacâm idinem. Benüm garîblıgım bana yiter. (Cemiloğlu, 2000: 187)” diye dua ettiği anlatılır. Bundan sonra kızların sevinerek evlerine

döndükleri, Mûsâ Peygamber'in haberini babaları Şuayip Peygamber'e iletip onun vasıflarını anlattıkları; bunun üzerine Şuayip Peygamber'in, o kişinin bir peygamber olduğunu, gidip onu çağırmalarını kızlarına söylediği aktarılır. Kasas Sûresinin 25. ayetinden bir alıntıyla devam eden satırlarda kızlardan birinin Mûsâ katına gidip “Ol eylük ki sen bize itdün, anun üvâzın itmek ister.(99b/4-5)” diyerek babası Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i çağırdığı ve Şuayip Peygamber'in katına geldikleri, Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber'e hâlini anlattığı, kızlarının isteği üzerine Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i çoban olarak tuttuğu, sekiz yıl Şuayip Peygamber'in koyunlarını güdüp bunun karşılığı olarak da kızlarından biri ile evlendiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Medyen'den ayrılışına ilişkin ayrıntılar ise eserde şu şekildedir:

[100a](3)... Şucayb eytdi: 'Sekiz yıl koyunum güt, çünki sekiz yıl tamâm idesin

(4) kızı alasın' didi. Andan vardı, Mûsâ sekiz yıl Şucayb'un koyunın gütdi. Andan sonra Mûsâ Şucayb'un (5) bir kızın aldı. Andan iki oglı oldı. Mûsâ eydür: 'Kavmüm, kablem görsem iki (yıl) dahı iki yıl daha durayın ancak' (6) didi. Şucayb eytdi: 'Bu yıl kuzulayan kuzınun başı ak gevdesi kara olanı senün olsun' didi. (7) Hak Ta'âlâ ol yıl ne kadar ki koyun kuzuladı hep başı ak gevdesi kara oldı. İkinci yıl gine Şucayb'a (8) eytdi: 'Bu yıl togan kuzı, gevdesi ak, başı kara olanı senün olsun' didi. Ol yıl dahı hep gevdesi (9) ak başı kara oldı, Şucayb bildi ki bununla Tanrı'nun cinâyeti vardur. Çünki ol iki yıl dahı tamâm oldı, (10) Mûsâ bir gün vardı yola binmege bir merkeb aldı. Şucayb dahı iki yüz koyun virdi. Mûsâ cavratı (11) Sagura dahı oglancukların aldı, Mısır'dan yana gitdiler.” (2000: 188)                           :

Ali Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in gece gündüz sıkıntılarla yol kat edip Medyen civarında bir kuyu başına vardığını dile getirir ve burada Şuayip Peygamber'in kızlarına yardım etmesi, Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i çağırtması, Safura adlı kızını sekiz yıl koyunlarına çobanlık yapması karşılığında Mûsâ Peygamber'e vermesi hadiseleri 14. Yüzyıla Ait Bir Kısası Enbiya adlı eserde olduğu şekliyle ancak daha kısa ve öz olarak anlatır. Mûsâ Peygamber Medyen'den ayrılırken Şuayip Peygamber tarafından kendisine bir miktar mal ve asâ verdiği anlatılır:

“Mîcâd ötkeç Mûsî caleyhi's-selâmnı öylendürüp birer nime mâlıdın birip on yıldan sonra Âdem-i safî behiştdin çıkargan casânı ana birip anı Mısrga uzattı. Ve casâ bâbıda söz köptür, mebsût kütübdin bilse bolur (Nevâyî, 1993: 114115).”

·        3.10. Tûr Dağı / Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Yaşadığı Hadiseler

İbn Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde Eymen Vadisi'nde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e ateş biçiminde görünmesi ve onunla konuşması hadisesine de değinir ve bu konuda ateşin o anda Mûsâ Peygamber'in aradığı şey olduğunu, Tanrı Mûsâ Peyagamber'e bu sûrette tecellî edince Mûsâ Peygamber'in buna yöneldiğini, bundan yüz çevirmediğini dile getirir ve şu yorumları ekler:

“Mûsâ'ya (as) aradığı şeyden başka bir biçimde görünseydi, O'ndan yüz çevirirdi. Çünkü Mûsâ'nın (as) çabası, özel bir dilekte yoğunlaşmıştı. Şayet ondan yüz çevirseydi, yine ateşi arayacaktı. Böyle olunca da Cenab-ı Hak da ona yüz göstermeyecekti. Oysa Mûsâ, Allah tarafından seçilmiş ve O'na yakınlık onuruna erişmişti. Mûsâ (as) bunu bilmediği halde, Allah'ın O'na istediği biçimde görünmesi Allah'a yakınlığındandır. Allah'ın tecellîsi, Mûsâ'nın (as)ateşi gibidir.” (İbn Arabî, 2014: 271)

Sultan Veled, Maârif adlı eserinde Tanrı'nın has ve seçkin kulları üzerine yemin ettiğinden bahsederken Tûr Sûresi'nin 1. ve 2. ayetlerine işaretle Tanrı'nın Mûsâ'nın ayak bastığı Tûr Dağı ve Mûsâ Peygamber'e inmiş olan Tevrat üzerine de yemin ettiğini ifade eder (Veled, 1993: 127).

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Medyen'den ayrıldıktan sonra Mısır'a gitmek üzere yola düştüğü, Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuştuğu, kendisine Tanrı tarafından peygamberlik ve türlü mucizeler verildiği, Hârûn Peygamber'in kendisine yardımcı olarak verildiği ve birlikte Tanrı sözünü Firavun'a iletmekle görevlendirildikleri tafsilatlı olarak anlatılmıştır (2013: 248-251).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ailesi ve koyunları ile birlikte Medyen'den ayrıldıktan sonra dört gün yol gittikleri, soğuk, yağmurlu ve karanlık bir gecede şimşekler çakıp yıldırımlar düşerken koyunların her birinin bir yana dağılıp gittiği, hamile olan karısının sancısı tutunca orada konaklayıp ateş yakmak isteyen Mûsâ Peygamber'in yanındaki çakmağından da ateş çıkmayınca âciz kaldığı, bu sırada Tûr-ı Sînâ'da Tanrı'nın kudretinden bıraktığı bir parça nûru görüp onu ateş sanarak ailesini orada bırakıp ateş getirmek üzere dağa doğru yöneldiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in dağa varışı ve orada Tanrı ile konuşması eserde şu şekilde anlatılır:

[100b](6)... Çün Mûsâ (7) kasd itdi ki ol taga çıka. Hak Tacâlâ yire emr itdi tayy-ı zemîn oldı. Mûsâ taga çıkdı, (8) bir agaç eline aldı, sandı ki od ala. Ol gitdi, andan^bir yere dahı vardı, câciz kaldı. Bir âvâz işitdi ki (9) Jİjİj u-^' <ij^ £^ (Şjjlü 2ÎI Yâ Mûsâ nadinün çıkar, sen pâk ol didi. (10) YaCıi didigi olur ki cavratun, oglanun gussasın içinden çıkar didi. Pes Mûsâ anı işitdi (11) naclinin çıkardı. Bunda kavl çokdur. Ammâ essah kavl budur ki: 'Fâhlac' didiginden murâd oldur ki (12) Yâ Mûsâ çıkar gönlünden cavratun gussasın ki bu makâm yakînlık makâmıdur, ıraklık (13) makâmı degildür didi td ^-j Ufj I 22 yi^. ^ALta Yâ Mûsâ Beni İsrâdl içindeseni uyurdladum [101a] (1) peygamber kıldum. Kimi dilersem peygamberlık virem kimden dilersem alam.

Evvel benem, âhir benem, benden artuk Tanrı (2) yokdur.    SjkalI ^_j^2d Hak

Tacâlâ Mûsâ'ya buyurdu ki: Namâz kıl. Derhâl namâza durdı. Namâzdan fârig (3) olacak Hak Tacâlâ didi ki : tâj <2jş 2b;,aV U       Ja <^a ^iLac eytdi: ' Yâ

Mûsâ nedür sag elündeki?'(4) Mûsâ eytdi: 'Asamdur, hem tekye ururam. Yami nirede olursa yire ururam, pürlenür, yapraklanur dibinde yaturam, râhat (5) oluram. Dahı benümile iki kardaş gibi danışur, yayan yürütmez. Kaçan binsem yig atlar gibi gider. Karnum açsa envâc (6) dürlü tacâm agzından agzıma koyar. Smâl sorarslarısa ki Hak Tacâlâ Mûsâ'nun elindekin höd (7) bilürdi, niçün sordı? Cevâb oldur ki Mûsâ kuvvetlenürdi, yahûd bu smâl Muhammed ümmetlerinedür. (8) Kıyâmet güninde Hak Tacâlâ bildiğin kullarına sordı ki gine suçın bagışlamakdan ötürü. Tâ ki Hak Tacâlâ (9) lutfın keremin bildürmekiçün. Pes Hak Tacâlâ eytdi: 'Ol benüm didigün nesneyi elünden bırak.' (10) Mûsâ câsâsın elinden bırakdı, derhâl ejdaha oldı. Mûsâ anı gördi, kaçdı. Hak Tacâlâ (11) eytdi: 'Yâ Mûsâ benüm didigün nesneden niye kaçarsın?' Bu sözde hikmet budur ki hîç kimesne dimeye ki (12) bu nesne benümdür.Nitekim Mûsâ câsâsın benüm didi, elinde ejdahâ oldı, kendüye düşmân oldı (13) kodı kaçdı. İmdi iy müminler, siz dahı bag benüm, bagçe benüm, mâl rızk benüm deyicek olursanuz Hak yolına [101b] (1) Harc itmezsenüz, korku dursın içinde ilan çiyan ola sana dolaşa.” (2000: 189)

Bu satırların devamında Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesinden korkma sebebinin bunun Tanrı'nın kudretinden olduğunu bilmesi olduğu, peygamberlerin âdem fi'ilinden korkmadıkları ifade edilir ve daha sonra Firavun önünde ejderhaya dönüşünce korkmasın, gözü alışsın diye Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e bunu önceden gösterdiği dile getirilir. Mûsâ Peygamber'in ejderhayı tekrar tutunca elinde asâya dönüştüğü, buna benzer bir şekilde elini koynuna sokup çıkarınca elinde göz kamaştırıcı bir nûr peyda olduğu ve bu iki mucize ile birlikte kendisine peygamberlik verildiği, Firavun'u dine davet etmekle görevlendirildiği dile getirilir ve Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan “Gönlümü cilmile doldur, dahı gönül darlıgın benden gider, sabrıla yavaşlık vir. Her ne kim olur, anı bana genez eyle. Dahı peltekligim dilimden gider, tâ ki sözüm anlana. Dahı kavmundan kardaşum Hârûn'u bana iş vir. (2000: 190) diye hâcette bulunduğu ve Firavun'un askerinin çokluğundan ve Firavun'un işlediği suçtan dolayı kendisini öldüreceğinden korktuğu, bunun üzerine Tanrı'nın “Ben senünileyin korkmagıl”,“Yâ Mûsâ fircavn ne kadar yavuz ise ben anı zebûn idem.” diyerek endişe etmeden Firavun'un katına varıp onu yumuşak sözler söylemesini buyurduğu anlatılır ve yumuşak söz söylemesinin hikmeti şu şekilde dile getirilir:

[103a](6)... Andan Mûsâ sordı ki: Yâ Rabbi fircavn'a arkun (7) söyle dimekden hikmet neyidi?Eytdi: 'Yâ Mûsâ fircavn'un senün üzeründe hakkı çokdur. (8)Zîrâ seni ol bisledi. Duz etmek hakkı vardur. Sen katı söylemegil, senün sözün üstün olsun. (9) Hem ol dahı câsîlıgın bilsün' didi. ol i^ _l^xA jl oi^l Hak Tacâlâ dutdugın katı dutar. (10) Dahı eytdi: ' Yâ Mûsâ eger seni urursa, dögerse ana kakımagıl. Nicmetlerin söylerse söylerse görmedüm (11) dimegil. Ol nicmetin söylersesen daHı benüm sıfâtum söylegil. Sucâl sorarlarısa ki Hak Tacâlâ höd bilür.' (12) Îmâna gelecek degildür, ne bunca didigi ^Aa^ <J^j y^ Ü^ J l Cevâb oldur ki: Eger Mûsâ nevmîz itseyidi (13)Mûsâ kâhel olurdı, nübüvvet içinde eyidiserdi. Çünki fircavn îmâna gelecek degildir. Zahmet çeküp [103b] (1) Tanrım haberin yok yire niçe söyleyeyin diyiserdi. Bir dahı diledi ki Mûsâ işinde ola, hem peygamberler (2) müzdin bula.” (2000: 190-191)

15. yüzyılda Çağatay sahasında yetişen Ali Şir Nevâyî, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Medyen'den ayrıldıktan sonra beş gün yol yürüyerek Tûr-ı Sînâ Dağı'na vardığını, altıncı gece hava çok soğuk ve karanlık olunca eşi Safura'nın doğum yapabileceği derdiyle ateşe ihtiyaç duyduğunu, o sırada dağın sarı göründüğünü, oradan bir parça ateş getirmek için epey yürüdükten sonra bir parlaklık gördüğünü, yanına vardığında o parlaklığın bir ağaçtan geldiğini gördüğünü dile getirir ve o ağacın nitelikleri ile Mûsâ'ya peygamberlik verilmesini şöyle ifade eder:

“Mûsî caleyhi's-selâm yitkeç dırahtka çıktı ve ol yaruglug kasıda kuyaş nûrı tîre köründi ammâ yıgaçnı köydürmedi, yafrak u şâhların tâzerak kılıp irdi. Mûsî caleyhi's-selâmga hayret gâlib bolup didi yâ Rab bu ni hâl irkin ^ji âui nidâsı kilip Mûsî caleyhi's-selâmgnın devlet-mend başıga risâlet tâcı koyuldı, sa'âdet-mend ignige nübüvvet hilcati kiydürüldi.” (Nevâyî, 1993: 116)

Bu satırların devamında Mûsâ Peygamber'e verilen yedd-i beyzâ ve asâ mucizesi ile Mûsâ Peygamber ile Tanrı arasında geçen konuşmadan uzunca bahsedilmeyip Tâ Hâ Sûresi'nde geçtiği söylenerek ilgili ayetlere gönderme yapılmış, Mûsâ Peygamber'in aczini arz etmesiyle de kardeşi Hârûn'a da peygamberlik nasip olduğu, birlikte Firavun'u hidayete ve İsrailoğulları'nı da kurtuluşa erdirmeye memur oldukları dile getirilmiştir (Nevâyî, 1993: 116).

·        17. yüzyılda yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr Mi'râc-nâme'Sinde Muhammed Peygamber'in Beytü'l-Makdis'e varmadan evvel ikinci olarak Tûr Dağı'na uğradığını ve Cebrâil'in bildirmesiyle burada iki rekât namaz kıldığını dile getirir:

“biraz dahı gitdük gine Cebrail nidâ idüp in yâ Muhammed iki rek'at namâz kıl didi sen didi ben dahı inüp kıldum andan Burâk’a binüp namâzun sebebini sordum Cebrail eyitdi yâ bura Sînâ Tagıdur didi andan biraz dahı gitdük .[86/a]” (Alkan, 2015:155)

Antakî'ye ait mensûr “Mi'râc-nâme”nin şu satırlarında ise Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda ayakkabılarını çıkarması hadisesine telmihte bulunulur ve Miraç'ta Tanrı'nın Muhammed Peygamber'den ayakkabılarını çıkarmasını istemediğini, Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'den daha üstün olduğunu şöyle ifade eder:

“Kacbü’l-Ahbâr eydür Peygamber caleyhi’s-selâm eydür carşa varcak nadimi çıkarmak diledim bir âvâz işitdim ki maleyni çıkarma tâ kim carş ve kürsî senün nacleyin altında şeref bulalar ben eyitdim yâ Rabb karındaşım Mûsâ eyitdün nadeynini çıkar tâ kim Tûr Tagınun berekâtı ayağına irişe Hakk tecâlâ eyitdi yâ Eba’l- Kasım yâ Ahmed sen benüm katımda Musâ gibi degülsin Mûsâ benüm Kelîmümdür ammâ sen benim habîbimsin. [121/b]” (Alkan, 2015: 177-178)

·        3.11. Mûsâ Peygamber'in Mucizeleri

Mensur metinlerde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden özellikle ejderha olan “asâ”sı çokça zikredilmiştir.

İbn Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in asâsı ie ilgili olarak onun hem asâ hem de yılan olduğunu ve apaçık bir ejder olduğunu; yılan olması bakımından yılanları ve asâ olması bakımından asaları yuttuğunu ifade eder. Mûsâ Peygamber'in Firavun'un büyücüleri ile olan karşılaşmasıyla bağlantılı olarak asâya dair şunları dile getirir:

“...Mûsâ'nın delili asâ, halat ve ip biçiminde görünen Firavun'un delilleri üzerine belirdi. Her ne kadar büyücülerin ipleri varsa da Mûsâ'nın ipi yoktu. Burada ip, küçük tepenin simgesidir. Yani Mûsâ'nın değerine ve düzenine nisbetle onların derecesi, ulu dağlar karşısında küçük tepeler gibidir. Büyücüler Mûsâ'nın mucizesini görünce, O'nun ilimdeki düzeyini ve gösterdiği şey her ne kadar insan gücüyle olsa da, bu mucizenin sadece ilimde kendisini hayalden kurtarmış olan kimse tarafından gösterileceğine göre, tanık oldukları şeyin beşir gücüyle olmadığını anladılar. Böylece de Mûsâ ve Hârûn'un Rabbi olan Cenab-ı

^Hakk'a, yani Mûsâ ile Hârûn'un davet ettiği Allah'a inandılar.” (İbn Arabî, 2014: 267-268)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde şu cümlelerle doğruluğun

Mûsâ Peygamber'in asâsına benzediğini ifade eder:

“Ümit, güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet:‘Doğru olmayan şeyler yaptım.’deme. Doğruluğu tut. O zaman hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk Mûsâ'nın asası gibidir; eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, onların hepsini yutar. Eğer bir kötülük etmişsen kendi kendine etmişsindir. Senin kötüşüğün başkasına nasıl dokunur?” (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 52)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin on altıncı faslında Tanrı'nın veli kullarının sebeplerin bir perdeden başka bir şey olmadığını bildiklerinden, sebeplerin dışına bulunan, zahir olmuş ve yapılmış birçok işleri gördüklerinden bahsederken buna misal olmak üzere Mûsâ Peygamber'in bazı mucizelerine de değinir:

“Mesela dağdan deve çıkmış, Mûsâ'nın asası ejderha olmuş, kaskatı bir taştan on iki tane çeşme akmış bunun gibi; Mustafa (Tanrı'nın salâtı onun üzerine olsun) da ayı aletsiz olarak, bir işaretle ikiye bölmüş ve Âdem (Onun üzerine selam olsun) annesiz ve babasız olarak dünyaya gelmişti, İbrahim (Ona selam olsun) için ateşten güller ve güllükler bitmişti. Daha bunlar gibi sonsuz misaller verilebilir.” (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 103)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, aynı eserinin otuz dördüncü faslında ise bozulmuş ve bozulmamış her şeyin arif kimselerin ağzına düştüğünde ve idrakine ulaştığında bambaşka şeylere dönüştüğünü, Tanrı'nın inayetleri ve kerametleri ile örtüldüğünü dile getirirken bu dönüşüme misal olarak Mûsâ Peygamber'in asâsına da değinir:

Asâyı görmedin mi? Mûsâ'nın elinde nasıl bambaşka bir şey oldu. Onda asâ mahiyetinde bir şey kalmadı. O inleyen direk, Peygamber'in elindeki o dal, Mûsâ'nın ağzındaki o dua, Dâvûd'un elindeki demir ve o dağlar bu dokunma ile eski hâlleri ile kalmadılar, olduklarından başka bir şey oldular. İşte bu dakikalar ve dualar bu karanlık ve cismânî elde olduğu gibi kalmazlar.” (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 161)

Sultan Veled, “Maârif’ adlı eserinin 174-175. sayfalarında Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda ateş aramak için yola düştüğünde Tanrı'nın ağaç suretinde Mûsâ Peygamber'e seslenmesi ve O'nunla konuşarak kendisine asâ mucizesini vermesi hadisesine değinir ve bu mucizenin Mûsâ Peygamber'e verilme hikmetini “Bunun üzerine Tanrı şöyle buyurdu: 'Ey Mûsâ! bunu sana, bundan sonra dağ, sahra,su, hava, kıyı ve denizden her ne görürsen, ‘gördüğüm budur’ diye hüküm vermeyesin, diye gösterdim. Ben her şeyi insana istediğim gibi gösteririm. (Veled, 1993: 175)”

cümleleriyle ifade eder. Yine bu hususta eserinin bir başka yerinde Tanrı'nın eşyayı kullarına nasıl isterse öyle gösterdiğini ifade eden Sultan Veled Mûsâ Peygamber'in asâsı ile bağlantılı olarak şunları söyler:

“Öyle ki ey Mûsâ! Sen dostun ve dayanağın olan bu asâyı, ejderha ve kendi düşmanın olarak gördün; benim inâyetim olmasaydı ve yılan üzerine atılsaydı, seni bir fareden daha küçük bir hâle getirirdi. Fakat ejderha, benim inâyetimi görünce, tekrar senin elinde asâ oldu. Bu âsiler grubu, onların yeri olan ve onları besleyen göğü, yeri ve bütün uzuvlarını,her birinin bir taraftan kendilerine saldıran bir yılan olarak görünce acaba o bahtsız ve muhalif âsilerin benim inâyetim olmadan sonları ne olur?” (Veled, 1993: 177)

Sultan Veled, “Maârif’ adlı eserinin 178-179. sayfalarında ise Mûsâ Peygamber'in asâsının Tanrı'nın kudreti ile bazen asâ, bazen ejderha şekline girdiği gibi her şeyin değişeceği şu cümlelerle ifade etmiştir:

“Ey Mûsâ! Akıllı bir kimsenin böyle bir uzvun ağrısından, istirahatta bulunan ve ona yâr görünen diğer uzuvların da nasıl olacaklarını anlaması lâzımdır.Ulu Tanrı, bu bir taneyi, diğerlerini görmeleri, anlamaları ve buna kıyas etmeleri, onlara güvenmemeleri, onların dostluk ve yardımını Tanrı'nın arzu ve fazlından bilmeleri, Tanrı'nın huzurundan başka sığınak bilmemeleri, aciz elini Tanrı'nın fazilet eteğinden başka bir yere uzatmamaları, vasıtaları bahane ve örtü kabul etmeleri ve sadece Tanrı'yı fâal bilmeleri için peydâ etti. O hâlde bunun gibi, ey Mûsâ! Sen de yerin bir parçası olan bu asâdan, yerin kalan parçalarını anla.” (Veled, 1993: 178-179)

“Senin asân nasıl değişip ejderha olduysa, bunun gibi her şey değişir. Bütün âlem, benim kudretimin avucu içinde yumuşak bir mum gibidir. Onu bazen asâ, bazan da ejderha yaparım. Bazan yılan, bazan yâr, bazan gül, bazan diken yaparım. Ey âdemoğlu! Bu sana ne garip görünüyor değil mi?” (Veled, 1993: 179)

Sultan Veled, “Maârif” adlı eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in asâsı ile ilgili olarak, görünüşteki adının “Mûsâ yanında asâ” olduğu, gerçekte ise Tanrı'nın katında onun adının “ejderha” olduğunu, Tanrı'nın asâyı ejderha olarak göstermesinin kıyametten bir işaret olduğunu (Veled, 1993: 181); Mûsâ Peygamber'in mucizesi, elçilik ve peygamberlikte O'nun şahidi olduğunu (Veled, 1993: 182); Mûsâ Peygamber'in

zannettiği ve açıkladığı şekilde sıradan bir nesne olmayıp ölümsüz ve sonsuz, büyük faydaları olduğunu; âlemi aydınlatan bir güneş olduğunu (Veled, 1993: 184-185); saadet iksiri olup yüzbinlerce nasipsiz fakiri tam bir nasip ve saadete kavuşturduğunu ifade etmiştir (Veled, 1993: 187).

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in asâsından teferruatlı olarak bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber'in asâsının Şuayip Peygamber katında emanet iken kendisine verildiği, Âdem Peygamber tarafından cennetten getirildiği, “asvec” ağacından olduğu, uzunluğunun Mûsâ Peygamber'in boyu ile denk olup on arşın olduğu, iki budağı bulunan bu asânın budaklarının karanlıkta meşale gibi aydınlık verdiği ifade edilmiştir. Mûsâ Peygamber'in asâsının ayrıca şu türlü hususiyetleri olduğu dile getirilmiştir:

[369](2)... kaçan su bulmayup kuyuya irse casâyı kuyuya (3) sunardı ve kuyu derinligince casâ uzanurıdı ve ucı koga gibi olup su dartarıdı kaçan Mûsâ Tacâma (4) muhtâc olsa yiri casâyıla ururdı ol günlük yiyesi çıkandı kaçan yimiş arzulasa casâyı (5) yire dikeridi şolok sacât budaklanup diledügi yimiş biterdi kaçan Mûsâ düşmanıla savaşsa casânun (6) iki budagı iki budagı iki ejdehâ olup birbirin kavrarıdı ve Mûsâ anı katı taga ve taşa ursa taş yarılurdı (7) kaçan gemisüz deniz ve ırmak geçmek dilese casâyı denize ururdı ulu yol içinde açılurdı (8) ve Mûsâ yöriyü geçerdi ve çok zamân Mûsâ anun bir budagından bal ve birisinden süd içeridi (9) kaçan yol yöriyüp arsa casâya binüridi depinmedin ve ayak depretmedin ne yiredilerse iltüridi ve Mûsânun (10) düşmaıyla savaşurdı kaçan Mûsâ hoş yıyılara muhtâc olsa casâdan yıyılar saçılurıdı Mûsânun (11) tenine ve tonına dolandı... (2013: 247)”

Söz konusu eserde Mûsâ Peygamber'in asâsının bu hususiyetlerinden başka ona yol gösterdiğinden ve onu yırtıcı hayvanlardan koruduğundan da söz edilmiştir. (2013: 246-247)

15. yüzyılda yaşayan Sinan Paşa, Klâsik Türk edebiyatında süslü nesrin en güzel örneklerinden biri sayılan “Tazarrû-nâme” adlı eserinde “Nact-i Enbiyâ'-i Sebca-i Meşhûre-i İzâm” başlığı altında büyük ve meşhur yedi peygamberin (Âdem, İdris, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed) na'tine yer verdiği bölümde beşinci sırada Mûsâ Peygamber'den bahsederken onun nebiler için övünç vesilesi olduğunu, üstün şeriat sahibi olduğunu ifade ettikten sonra “macden-i acâyib-i mu^izât ve menbac-ı garâyib-i kerâmât; mazhar-ı evvel-i kütüb-i erbaa ve muzhir-i âyât-ı meşhûre-i tis'a” (Sinan Paşa, Tazarrû'nâme, 2001: 240) ifadeleriyle Mûsâ Peygamber'in şaşılacak mucizeler madeninin ocağı ve hayret verici kerametlerin kaynağı olduğunu, dört kutsal kitabın ilkinin kendisine verildiğini ve ayrıca kendisine dokuz mucize verildiğini dile getirmiştir (Sinan Paşa, Tazarrû'nâme, 2001: 240; Sinan Paşa, 2014: 644, 646).

Ali Şîr Nevâyî de, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in asâsının Âdem Peygamber'in cennetten çıkardığı asâ olduğunu ve kendisine Şuayip Peygamber tarafından verildiğini, asâ ile ilgili çok söz olduğunu dile getirir:

“Mkâd ötkeç Mûsî caleyhi's-selâmnı öylendürüp birer nime mâlıdın birip on yıldan sonra Âdem-i safî behiştdin çıkargan casânı ana birip anı Mısrga uzattı. Ve casâ bâbıda söz köptür, mebsût kütübdin bilse bolur .” (Nevâyî, 1993: 114115)

17. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Bostanzâde Yahyâ Efendi, Hz. Muhammed'e ait, çeşitli hadis ve siyer kitaplarından derlediği 100 mucizeyi rivayet kaynaklarını da belirterek anlattığı “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde (Özkan, Summer 2012: 2079) Hz. Muhammed'in mucizelerinin üstünlüğünü ortaya koymak için daha önceki peygamberlerin mucizeleriyle telmih yoluyla karşılaştırma yoluna gitmiştir (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 132). Mûsâ Peygamber de bu eserde mucizelerine en çok telmihte bulunulan peygamberlerden biridir.

Bostanzâde Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 1. mucize olarak yer verdiği “Mi'raç” mucizesini anlatırken Hz. Muhammed'in Mûsâ Peygamber ile 4. felekte karşılaşıp konuştuklarını dile getirir (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 219). Yazar, 5. mucize olarak yer verdiği “Hz. Muhammed'den Ayrı Kalan Hannâne Adlı Minberin İnlemesi Mucizesi”ni anlatırken Hz. Muhammed'in bu mucizesini Mûsâ Peygamber'in asâ mucizesi ile karşılaştırarak Hz. Muhammed'in bu mucizesinin daha üstün olduğu şöyle dile getirir:

“Eger hazret-i Mûsâ ruy-ı 'asâdan mu'cize ibdâ’ itdi ise bu server-i Hüdâ sütun-ı bâlâdan hanun peydâ eyledi. (33a-b”) (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 267)

Bostanzâde Yahyâ, eserinde 20. mucize olarak yer verdiği “Perviz’in Hz. Muhammed’in Duasıyla Öldürülmesi Mucizesi”ni anlatırken ise Hz. Muhammed'in Sasani hükümdarı Perviz’e gönderdiği İslâm’a davet mektubunu elçinin elinde doğru yolu gösteren bir parmağa, Mûsâ Peygamber'in asâsına ve peygamberliğin gül bahçesindeki goncaya (Bostanzâde Yahyâ, 2011:  130) benzeterek Mûsâ

Peygamber'in asâ mucizesine telmihte bulunur:

“Ne nâme-i nâmu kef-i kâşıdda engüst-i hidâyet-nümâ ya 'aşâ-yı Musâ idi ki ol Fir'avn-ı mışr-ı gurura ejderhâ ya gonce-i gülsen-i risâlet idi ki râyiha-i 'ıtrsâ ileta'tur-i mesâm-ı ehl-i safa iderdi. (60b)” (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 327)

Bostanzâde Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 5. mucize olarak yer verdiği “Hz. Muhammed’in Gönlü Körlerin İnkârlarına Karsı Ölülerden Birini Diriltme Mucizesinde” üç Yahudi'nin bir gün Hz. Muhammed'e sorular sorduğunu dile getirir ki bunlardan birinin Hz. Muhammed'e sorduğu soru şöyledir:

“Hazret-i Mûsâ mazhar-ı hitâb-ı Hudâ olup niçe gune mu'âmele âhir şeref-i mükâleme ile hurşud-i kadri müncelu olup kuh-ı Tur’da sa'âdet-i mükâleme ile fark-ı Ferkadân’a vâsıl oldı sizde buna mu'âdil bir şeref hâsıl olmış mıdur?”

Bu soruya cevap olarak Hz. Muhammed'in Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşmasına karşılık kendisinin Miraç'ta Tanrı ile yüz yüze görüştüğünü söylediği anlatılır:

“Hazret-i Mûsâ tecellî-i cemâl ile Tur’da muhassılu’l-âmâl oldı ise benüm zât-ı sa'âdet-âyâtum ferş-i 'arşda meclâ-yı cemâl-i Hudâ-yı zi’lcelâl oldı.” (BostanzâdeYahyâ, 2011: 354)

Bu satırların devamında bu soruyu soran kişinin bu hâlden gâfil olduğu söylenmiş ve “... hazret-i Musâ def'-i mazarrat-ı a'dâda ol âb-ruy-ı dünyâ vü mâfihâ yüzi suyına bahrden 'ubur u vâdu-i selâmete mürur itdi. (72a)” denilerek Mûsâ Peygamber'in Kızıldeniz'i geçmesi mucizesine; ayrıca “Puşgâh-ı Fir'avn-ı dalâlet-penâhda izhâr-ı yedd-i beyzâ 'âlem-i kıdemde hazret-i nübüvvetden el almasa niçe hüveydâ olurdı? (72a)” denilerek de Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine telmihte bulunulmuştur.

Şu cümlelerde ise Mûsâ Peygamber'in denizi yarmasına karşılık Hz. Muhammed'in gökteki ayı yarması mucizesinin, Mûsâ Peygamber'in taştan su çıkarması mucizesine karşılık Hz. Muhammed'in mübarek parmaklarından su akıtması mucizesinin daha üstün olduğu dile getirilmiş ve Kelîm diye anılan Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'nın iltifatına mazhar olmasına karşılık Hz. Muhammed'in Kâbe Kavseyn makamında azîm sırlarının arifi olduğu yani Miraç'ta rüyete mazhar olduğu dile getirilir:

“Hazret-i Mûsâ infilâk-ı bahr ile mübâhât iderse hazret-i sultân-ı enbiyâ inşikâk-ı kamer ile rüchânı isbât ider deryâ ruy-ı hâkde ammâ mâh-ı cihân eflâkdedür. Hazret-i Mûsâ hacerden ihrâc-ı mâ itdi ise hazret-i nebiyy-i Hudâ esâbi'-i müteberrikelerinden inficâr-ı âbı hüveydâ itdiler. Hazret-i Mûsâ Kelîm ser-i Tur’da mazhar-ı iltifât-ı 'Allâm u 'Alum oldı ise hazret-i nebiyy-i kerîm makâm-ı Kâbe Kavseyn’de 'ârif-i sırr-ı 'azîm oldı. (74b-75a)” (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 360)

Bostanzâde Yahyâ şu satırlarda İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme mucizesine ve Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine telmihte bulunmuş ve peygamberlerin mucizelerinin hepsinin ve evliyaların kerametlerinin hepsinin Hz. Muhammed'in nübüvvet denizine mensup bir damla olduğunu dile getirir:

“Âgâz-ı i'câz-ı mesuhâ eylese hayât-bahş-ı emvât-ı cihân olur. İbrâz-ı yedd-i beyzâ ile ibdâ’-ı kâr-ı Mûsâ itse mubtıl-ı sihr-i hezâr-ı Fir'avn u Hâmân olur. Bu mukarrerdür ki heme-i mu'cizât-ı enbiyâ ve heme-i kerâmât-ı evliyâ katre-i bahr-i nübüvvet-intimâ-yı hazret-i Mustafâ’dandur.” (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 370)

Bostanzâde Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 82. mucize olarak yer verdiği "Asânın Hz. Muhammed’in Meclisindekilerin Yolunu Aydınlatması Mucizesi"ni anlatırken sahabelerin elindeki asâyı Mûsâ Peygamber'in asâsına ve ışık saçması, aydınlık vermesi yönüyle de Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih etmiştir:

“Guyâ sihâb bârik yâ hayyit-i subh sârık idi ki tâli'-i mufârık-ı ahâlu-i megârib u mesârik oldı yâ mâh-ı tâb-dâr idi ki haylule-i ebr-i târdan rehun-i muhâkk iken izhâr-ı isrâk itdi yâ nur-ı ruy-ı resul-i muhtâr idi ki derunı gârdan zâhir u bedudâr oldı yâ 'asâ-yı Mûsâ idi ki def -i ef i-i zalâm ve ref-i ebr-i siyâh-ı sâm icun yedd-i beyzâ ibdâ itdi.” (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 518)

Bostanzâde Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 85. mucize olarak yer verdiği "Hz. Muhammed’in Parmaklarından Su Akıtması Mucizesi"ni anlatırken Mûsâ

Peygamber'in taştan su çıkarması mucizesine telmihte bulunarak bunu suyun kaynağının taşlar olması yönüyle alışılmış olarak nitelendirerek Hz. Muhammed'in mucizesinin daha üstün olduğunu şöyle ifade eder:

“Hazret-i Mûsâ hacerden icrâ-yı mâ itdiyse ma'nâ-yı mu'tâd idügi hüveydâdur. Ahcâr menba'-ı mâdur ammâ engüştden icrâ muhayyer-i 'ukul-i uli’n-nühâdur.” (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 530)

17. yüzyılda farklı tarihlerde farklı kişilerce istinsah edilen ancak yazarı bilinmeyip çeşitli kütüphanelerde bulunan kataloglarda farklı kişilere atfedilen ve Arapçadan tercüme olduğu bilinen “Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde peygamberlerin 92 mucizesi anlatılmıştır. Eserde her bir peygamberin mucizesinin ardından Hz. Muhammed'in o mucizeye benzeyen ama ondan daha üstün olan bir mucizesi zikredilmiş; en fazla mucizesi olan Hz. Muhammed'i 18 mucizeyle Mûsâ Peygamber takip etmekte olup ardından 8 mucizeyle Süleyman Peygamber gelmektedir (Çakır, 2015: 101).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in birinci mucizesi olarak asâsından bahsedilmiş ve bununla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Eserde Mûsâ Peygamber'in asâsının cennette yetişen “as” ağacından olduğu ve bu ağaca Türkçede mersin ağacı dendiği, asânın uzunluğunun Mûsâ Peygamber'in boyu gibi on zirâc uzunluğunda olduğu ve iki yumru yerinin bulunduğu, gece karanlığında mum gibi ışık verip etrafı aydınlattığı, adının “Altîk” olduğu ifade edilir. Söz konusu asânın nereden geldiği konusunda ise eserde şu bilgiler verilir:

“Anı cennetden hazret-i Âdem caleyhi's-selâm getürüp çıkardı. Andan sonra enbiyâ biribirinün ardınca tevârüs vechi üzre aldılar. Bacdehu Şucayb caleyhi's-selâm kendi hıfzında iken Mûsâ caleyhi's-selâm hazretlerine virdi.” (Çakır, 2015:223)

Eserde nakledilen bu husus ile ilgili bir başka rivayete göre ise insan suretinde bir melek Şuayip Peygamber'e gelip asâyı emanet etmiş, sonra Şuayip Peygamber, Mûsâ Peygamber'e bir asâ vermek isteyince kızına bir asâ getirmesini söylemiş, kızı da o emanet edilen asâyı getirmiştir. Şuayip Peygamber kızından başka bir asâ getirmesini istemiş ancak kızı yine aynı asâyı getirmiştir. Bu durumun üç defa aynı şekilde tekrarlanması üzerine Şuayip Peygamber asâyı Mûsâ Peygamber'e vermiş ancak sonra pişman olup Mûsâ Peygamber'in arkasından yetişmiş ve bu asânın emanet olduğunu söyleyip geri almak istemiştir. Mûsâ Peygamber geri vermek istemeyince ilk rastladıkları kişiyi bu hususta hakem seçmek konusunda anlaşmışlar, bu sırada insan şeklinde bir melek karşılarına çıkıp hakem olmuş ve onlardan asâyı yere bırakmalarını ve onu yerden kaldırabilen kişinin asânın sahibi olacağını belirtmiştir. Mûsâ Peygamber'in yere bıraktığı asâyı Şuayip Peygamber yerden kaldırmaya muktedir olamamış, Mûsâ Peygamber ise yerden kolaylıkla alarak asâya sahip olmuştur (Çakır, 2015: 226-227).

Eserde Mûsâ Peygamber'in asâsının bir mucize olarak ağzından alevler fışkıran büyük bir ejderha ve deve şekline girdiği de anlatılır:

Hazret-i Mûsâ caleyhi's-selâm fircavn ile ibtidâ bulışdukda Cebrail caleyhi's-selâm hazret-i Mûsâ'ya casâyı ıtlâk eyle diyüp Mûsâ caleyhi's-selâm dahı ıtlâk idicek ol casâ bir cazîm ejdehâ oldı-ki hîç gorilmiş degüldür ve yine bir cazîm deve şekline girdi dahı ayak üzre kalkup hemân fircavnun kasrı dîvârları üzre müşerref olmış idi dahı fircavnun evindeki taşları koparurdı. Andan sonra evlerine ve hazîneleri tarafına üfleyüp fi'l-hâl âteş düşüp evleri ve hazîneleri tarafına yandı gitdi. Cümlesi dütün ve kül oldı.” (Çakır, 2015: 223-224)

Eserin bilinmeyen müellifi, Mûsâ Peygamber'in asâsının yalnızca ejderhaya, deveye dönüşmesine karşılık Tanrı'nın Hz. Muhammed'e verdiği “kadîb” denilen şeyin onun iradesince ne çeşit hayvan isterse o şekle girdiğini ve bu yönüyle Hz. Muhammed'in mucizesinin Mûsâ Peygamber'inkinden daha üstün olduğunu ifade etmiştir (Çakır, 2015: 227-228).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde ayrıca Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Peygamber'in asâsını yere atmasıyla ortaya çıkan ejderhanın büyüklüğü, heybeti konusunda da bilgiler verilmiştir, bir rivayete göre Mûsâ Peygamber ile Firavun kavmi arasında geçenler İskenderiye'de gerçekleşmiş olduğu, o ejderhanın başının İskenderiye'de iken kuyruğunun Büceyre denilen yerin diğer tarafına erişmiş olduğu, ejderha ağzını açtığında iki çenesinin arasının seksen zirâc kadar açıldığı ve bu heybetle halkın üzerine saldırınca bazılarının korkudan bazılarının da birbirlerini ezmekten yüz yirmi beş bin kadarının helâk olduğu ifade edilmiştir. Sonrasında Firavun'un ise ejderhanın heybeti karşısında dört yüz kez yürek ağrısı geçirdiği çaresizlik ve korku ile Mûsâ Peygamber'den sütü ve Âsiye'nin hakkı için aman dilediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in ejderhaya yüksek sesle bağırdığı, ejderhanın Mûsâ Peygamber'e itaat edip tevazua başladığı, Mûsâ Peygamber'in elinin ejderhanın ağzına sokup dilini sıkıca tutunca ejderhanın Allah'ın izniyle yine asâ hâline döndüğü anlatılmıştır (Çakır, 2015: 224-225).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ikinci mucizesi olarak yedd-i beyzâsına değinilmiştir ve konuyla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili ayetine (Tâ Hâ, 300: 20/22) işaretle Mûsâ Peygamber'in koynuna sokup çıkardığında ellerinin ilâhî bir nurla ışık saçtığı, gece-gündüz ay ve güneş gibi ışık verdiği, bir başka rivayette de yıldırım gibi çaktığı ifade edilmiş, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesi ile benzer olarak da Hz. Muhammed'in Hendek ve Huneyn gazalarında mübarek ellerinden güneş gibi ışık saçan bir nur ortaya çıktığı ve bunu gören kâfir askerlerinin hezimete uğradığı dile getirilmiştir (Çakır, 2015: 228-229).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dördüncü mucizesi olarak bir taşa vurduğunda ondan çeşmeler akması mucizesi anlatılmıştır. Tîh Çölü'nde susuz kalan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'den su bulmasını istemeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in Allah'a dua ettiği, kendisine asâsı ile taşa vurması vahyedildiği, asâsıyla vurunca taştan on iki çeşme aktığı söylenmiş, bu taşla ilgili olarak sıradan bir taş olduğu ve hafif, dört köşeli, insan başı büyüklüğünde bir taş olduğu yönündeki farklı rivayetler olduğu dile getirilmiştir. Yine bir başka rivayete göre taşın dört tarafı olduğu ve her tarafında üçer gözü olduğu ifade edilmiş, bazılarının ise mermerden olduğunu söyledikleri dile getirilmiştir. Sacd b. Cebîr'den aktarılan rivayete göre ise Mûsâ Peygamber yıkayıp kuruması için kaftanını bu taşın üstüne koymuş, taş ise kaftanı alıp kaçarak İsrailoğulları içine düşmüş, o sırada Cebrail gelip Mûsâ Peygamber'e Tanrı'nın bu taşı alıp saklamasını buyurduğunu söylemiş, Mûsâ Peygamber de onu alıp torbası içine koymuştur. Ayrıca Mûsâ Peygamber'in bu taşa on iki defa vurduğu, her vurduğu yerden sivri ve yumruca bir nesne çıkıp su akmaya başladığı, her birinin bir ırmak olduğu anlatılır. Mûsâ Peygamber'in taştan su çıkarması mucizesi ile benzer olarak Hz. Muhammed'in Tebük gazasında İslam ordusunun su ihtiyacı üzerine Hz. Zübeyr'i su aramaya gönderdiği, Hz. Zübeyr'in bir taş getirip Hz. Muhammed'in önüne bıraktığı, Hz. Muhammed'in ilâhî bir emirle mübarek elini taşın üzerine koymasıyla taştan çeşmeler peyda olup İslâm askerlerinin susuzluğunu giderdiği anlatılır (Çakır, 2015: 230-232).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dokuzuncu mucizesi olarak tayy-ı mekân etmesi hadisesi anlatılmıştır. Mûsâ Peygamber uzak bir yerde seferde iken mekânına geri gelmek istediğine Allah'a dua eylemiş, bunun üzerine yeryüzü dürülüp nice günlük uzak yerden bir saatte mekanına gelmiştir (Çakır, 2015: 241). Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Hz. Muhammed'in şu mucizesi anlatılmıştır:

“Kezalik bizüm peygamberimüz salla'llâhu Tecâlâ caleyhi ve sellem hazretleri Tâ'îf nâm vilâyete varmak murâd idindükde yir yüzi dürilüp tayy-ı mekân vâkn olup bir sâcatda ol vilâyete vâsıl oldılar. Bi-cinâyetu'llâhi Tecâlâ.” (Çakır, 2015: 241)

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on altıncı mucizesi olarak beddua ettiği kavmin tarlalarının taşlık olması duasıyla yeniden ekinlik hâline gelmesi hadisesine yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in kavmine secdelerinde “hıtta” (günahlarımızın bağışlanmasını diliyoruz) demelerini emrettiği, insafsız kavmin bu sözü değiştirerek “hınta” (buğday) dedikleri, bunu işiten Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla buğdaylarından oldukları, tarla ve bahçelerinin taşlık hâle geldiği, Mûsâ Peygamber'in sonradan merhamete gelerek dua edip bir avuç toprak saçtığı vakit güzel tarla, bahçe ve ekinlerin ortaya çıktığı anlatılmıştır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Hz. Muhammed'in de Hayber civarındaki halktan incinince o halkın topraklarının taşlık olup ot bitmez bir hâl aldığı, Hayber'in fethinden sonra Hz. Muhammed'in Allah'a dua edip o vilayetin topraklarına bereket vermesini dilediği, ilâhî emirle bir avuç toprak alıp etrafa saçtığında gayet güzel tarlalar ve bahçeler ortaya çıktığı anlatılır (Çakır, 2015: 247-248).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on yedinci mucizesi olarak bir kurtla konuşması hadisesine yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in kavminden uzakta olduğu bir gün Tîh Çölü'ndeki halkının durumunu merak ettiğinde bir kurdun Mûsâ Peygamber'e gelip onların durumlarını anlattığı dile getirilmiştir. Devamında Hz. Muhammed'in de benzer bir mucizesine değinilmiş, Beni Esed kabilesinin iman getirmek yalanıyla Hz. Muhammed'e gelip ashaba karışıp hile yapmak niyetinde olduğunda bir kurdun gelip onların hilelerini haber verdiği, herkesin de bunu işittiği anlatılmıştır (Çakır, 2015: 248).

·        3.12. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile Konuşması

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin kırk birinci faslında Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile konuşmasının harfsiz ve sessiz olduğunu şu şekilde dile getirir:

“Çünkü 'Allah Mûsâ'ya hitap ederek onunla sözleşti.' (Kur'an, Sure: 4, Ayet: 164) buyrulduğu gibi, Ulu Tanrı, Mûsâ (Tanrı'nın selamı onun üzerine olsun) ile konuştu. Fakat harfli ve sesli olarak söz söylemedi ve damağı dili ile de konuşmadı. Çünkü harfin görünmesi için harfe, dudağa ve damağa ihtiyaç vardır. O Yüce ve Mutlu olan (Tanrı) ağız, dudak ve damaktan münezzehtir. Bu yüzden nebîlerin de bu sessiz ve harfsiz âlemde Tanrı ile söyleşmeleri, işitmeleri vardır. Öyle ki bu cüzî akılların vehimleri ona ermez, onu kavrayamazlar.” (Mevlânâ, 2017: 177)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin oğlu Sultan Veled ise “Maârif’ adlı eserinde, Tanrı ile beraber bulunmak, onunla konuşmak isteyen kişilerin özü-sözü doğru sofîlerle oturması gerektiğini ifade etmiş ve buna örnek olması maksadıyla Tanrı ile Mûsâ Peygamber arasında geçen şu konuşmaya yer vermiştir:

Tanrı, Mûsâ'ya: 'Ben ki Tanrıyım, hastalandım. Ey Mûsâ sen benim hastalığımı sormağa niçin gelmedin?' dedi. Mûsâ: 'Ben bu mânayı anlayamıyorum, sen nasıl hasta olursun?' dedi. Ulu Tanrı bu tekdiri tekrarladı ve Mûsâ'nın da hayreti arttı. Böylece işin sonunda Tanrı şöyle buyurdu: 'Senin komşuların arasındaki kullarımdan biri hastalandı ve sen onun hâlini, hatırını sormağa gitmedin. Onun sağlığının, benim sağlığım ve hastalığının benim hastalığım olduğunu bilmedin. Onun hatırını sormak, benimkini sormaktır. Onun gönlünü almak, benim gönlümü almaktır.'” (Veled, 1993: 126-127)

17. yüzyılda yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr “Mi'râc-nâme”sinde Hz. Muhammed'in Tanrı ile konuşması sırasında kendisini kendinden önceki peygamberler ile karşılaştırırken Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber ile konuşmasını ve ona Kelîm'im demesini Tanrı'dan sorduğunu dile getirir ve Tanrı'nın bu hususta Hz. Muhammed'i nasıl daha üstün tuttuğunu şöyle ifade eder:

“ben eyitdim yâ Rabb Mûsâ’yı Kelîm ittihâz ve Tûr Tagında söyledün Hakk tecâlâ eyitdi eger Mûsâ’ya Tûr Tagında hicâb ardından söyledimse sana carşdan yukaru bi-sâtt-ı kurb üzre ve nûr-ı mahz içinde söyledim bir mevzkde ki ana melek-i mukarreb ve lâ-nebiyy-i mürsel kadem basmamışdur. [126a](Alkan, 2015:180)

·        3.13. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile Mücadelesi

İbn Arabî, “Füsusu'l Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in tebliğ için Firavun'un katına gittiğinde Firavun'un Mûsâ Peygamber'e Tanrı'nın özünü sormasındaki sır ile ilgili olarak, Firavun'un bunu Mûsâ Peygamber'i sınamak için sorduğunu dile getirir ve Firavun'un ilimde indirilmiş olan peygamberlerin rütbesini bildiğini iddia eder (İbn Arabî, 2014: 263).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin on sekizinci faslında her ikisinin de belli olması için Ulu Tanrı'nın insanlıkla hayvanlığı bir araya getirdiğini, eşyanın zıttı ile belli olduğunu ve zıttı olmayan bir şeyi tarif etmenin imkânsız olduğunu dile getirirken Yüce Tanrı'nın zıttı olmadığından bu karanlık âlemi yarattığını, nebî ve velîlerin Tanrı nurunun mazharı olduklarını, dostun düşmandan, gözde olanın yabancı olandan bunlar vasıtasıyla ayırt edilebildiğini ifade eder ve buna misal olarak sıraladığı örnekler arasında Mûsâ Peygamber'in karşısına Firavun'un çıkarılmış olduğuna da değinir (Mevlânâ, 2017: 114).

Sultan Veled, “Maârif” adlı eserinde Tanrı için tevazu göstermenin öneminden bahsederken Firavun'un Mûsâ Peygamber'e tevazu göstermediğini “... Eğer Tanrı hakkı için tevazu gösterirsen makbul, kıymetli ve kuvvetli olursun. Çünkü Firavun, Mûsâ'ya tevazu göstermiş olsaydı, Tanrı indindeki derecesi evliya ve peygamberlerle bir olacaktı. Sahip olduğu böyle bir büyüklüğü ve varlığı Tanrı için feda etmiş olsaydı Tanrısal hil'ât ve menzil bulurdu. (Veled, 1993: 147)” cümleleriyle ifade ederek Firavun'un Mûsâ Peygamber'e karşı çıkışına, düşmanlığına telmihte bulunur. Aynı eserinin bir başka yerinde ise Firavun'un karşısına Mûsâ Peygamber'in çıkarılma gerekçesini şöyle ifade etmiştir:

“Tanrı, Firavun'un sihirbazlarını diğer sihirbazlardan ve Sıbtîleri Kıptîlerden ayırması için, Mûsâ'yı meydana çıkardı. Ahir zaman peygamberi olan Muhammed ile de böyle olmuştur. Mustafa'nın (selam O'nun üzerine olsun) zuhurundan evvel Ebucehil ve Sıddik derece itibariyle birdiler. Belki Ebucehil'in ismi Ebulhikem (Hikmet babası) idi. Küfür ve inkâr yüzünden ismi Ebucehil oldu. Bu, âlemin çöküp yıkılmasına kadar böylece devam eder.” (Veled, 1993: 31)

Sultan Veled, “Maarif’ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in asâsından söz ederken, Mûsâ Peygamber'in asâsının bütün gösterişsizliği ile beraber bir ejderha şeklini alarak bütün dünyayı kaplamış olan Firavun ve adamlarını yutup yok ettiğini ve böylece onlardan öcünü aldığını dile getirir (Veled, 1993: 181). Ayrıca Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'i risalet ile görevlendirdiği zaman Firavun'a gidip onu Tanrı yoluna çağırmasını ve ona asâ mucizesi ile yedd-i beyzâyı göstermesini istediğini de ifade eder (Veled, 1993: 185). Şu cümlede ise Firavun ve askerlerinin akıbetine telmihte bulunmuştur:

“Zillet suyuna Firavun ve ona mensup olanları küçük düşür ve esir et, diye emrettiğim zaman su hepsini ejderha gibi yuttu ve batırdı.” (Veled, 1993: 180)

Tanrı'nın yerinin mirasının peygamberlerin ve tanınmış insanların mânevî çocuklarına kaldığını, onlardan başkaları için bu malların geçici olduğunu ifade eden Sultan Veled, şu cümlelerde ise Firavun'un malının mülkünün Mûsâ Peygamber ve kavmine miras kaldığını ifade etmiştir:

...Onlardan başkaları için bu geçici ve ariyettir. Bu miras, salâh ehli üzerine kurulan ve payidardır. Meselâ Firavun helâk oldu ve mülkü Mûsâ'ya ve Beni İsrail'e kaldı. Lût'un kavmi, Hud ve Semud, Seba ehli hep mahvoldular; mülkler salih kullara kaldı. Bunun gibi Halil (Selâm O'na olsun) zamanında da Nemrud helâk olarak, mülkü Halil'e kaldı.” (Veled, 1993: 205)

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan ve 1310 yılında tamamlanan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in kıssasının baş kısmı eksik olup Mûsâ Peygamber'in kıssasına ilişkin anlatılanlar Mûsâ Peygamber'in dine davet etmek maksadıyla Firavun'un sarayına varması ile başlar. Mûsâ Peygamber'in Firavun'un sarayına varıp kapıdaki adamlarına “yol berin Ebu'l-Velîdge kirip aytur sözüm bar (111r/1)” dediğinde “bu sarây bizim tenrimiznin turur(111r/2)” deyip Mûsâ Peygamber'i bir dilenci sanarak yol vermeyip vurmaya kalktıkları, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in elindeki asâsı ile sarayın kapısına vurunca kapının açıldığı, sarayın büyük meydanı olduğu ve bu meydanın başında Zencî ve Habeşî gözcüler bulunduğu ve ayrıca has bahçe başında aslan, kurt, pars, köpek gibi hayvanlar bulunduğu, başında kimse olmadan içeri girmenin mümkün olmadığı ancak Mûsâ Peygamber'i gören kurtların korkup kaçtıkları, Firavun'un ise korkuya kapılıp kapıları bağlattığı, Mûsâ Peygamber'in asâsıyla gelip kapının halkasına vurduğunda o sesin korkusundan Firavun'un sakalının ağardığı, Mûsâ Peygamber'in eşikten girip asâsını yere saldığında ise asânın ağzından ateşler çıkan bir yılana dönüştüğü, ağzını açıp Firavun'u bulan yılanın üst çenesinin Firavun'un başından bir karış yukarıda, alt çenesinin de tahtının ayağının altında olduğu anlatılır. Yine eserde anlatıldığına göre Firavun yılanın kendisini tutacağı sırada tahtından arkaya yuvarlanıp düşer; sonra Mûsâ Peygamber elini koynuna sokup çıkardığında eli güneş gibi parlar, herkesin gözü fersiz kalıp kaçışırlar. Bir başka rivayete göre ise Firavun'un eşiğine Mûsâ Peygamber'in kardeşi Hârûn Peygamber ile birlikte gittikleri ancak bir yıla kadar yol bulamadıkları, Firavun'un yanına girmeye muktedir olduklarında ise Firavun'un Mûsâ Peygamber'i tanımasına rağmen kim olduğunu sorduğu, Mûsâ Peygamber'in de “ekegü Tenrinin yalavaçları-miz, sana keldük (111r/21-111v/1)” diye cevap verdiği, Firavun'un “Ne söz keltürdiniz? (111v/1)” sorusuna Mûsâ Peygamber'in “yarlıg ol turur Benî İsrâ'îl-ni bizin birle ıdgıl. (111v/1-2)” diye cevap verdiği anlatılır. Bu diyaloğun devamında Firavun, Mûsâ Peygamber'e öldürdüğü Kıbtî'yi sorar, Mûsâ Peygamber ise onu hata ile öldürdüğünü bu sebeple kendisinden kaçtığını, Tanrı'nın kendisine peygamberlik verdiğini söyler ve Firavun'u dine davet edip tövbe etmesini, iman getirmesini söyler. İlk önce tanrılık iddiasını sürdüren Firavun, tövbe edip iman getirdiği takdirde kendisine dört yüz yıl ömür verileceği, mülklerinin arttırılacağı, cennetlik olacağı yönündeki vaatlerle imana yanaşır ancak veziri Hâmân asânın yılana dönüşmesinin, Mûsâ Peygamber'in elinin güneş gibi parlamasının birer sihirden ibaret olduğunu söyleyip Firavun'u iman etmekten alıkoyar. Firavun, veziri Hâmân'ın sözlerine uyup bütün sihirbazlarını toplatır, nev-rûz gününde Mûsâ Peygamber'in karşısına çıkarır. Bu karşılaşmanın İskenderiye'de gerçekleştiği rivayet edilir. Sihirbazlar gelip Firavun'un adı üstüne ant içerler. Sihirbazların Mûsâ Peygamber'e saygı göstererek önce onun atmasını söylemesi üzerine Cebrail'in sihirbazlara “ey câdûlar Mevlî tacâlâ yarlıkar, siz menin yalavaçımnı burun sen kemişgil tediniz menin üzzetim ve celâlim hakkı hürmeti sizlerge îmân HiFatin keydürme küni bu künni olarga tugurmagay-men. (112v/9-11)” diyerek onlara iman şerefine ermeyi müjdeler. Karşılaşmada Mûsâ Peygamber'in yere attığı asâsı yılan olarak bütün sihirbazların iplerini, sopalarını yutar. Bunun sihir değil bir mucize olduğunu anlayan sihirbazlar artık Firavun'u tanımazlar ve “Mûsî takı Hârûn Tenrisıga îmân keltürdük. (113r/7)” derler ve buna çok sinirlenen Firavun iman eden sihirbazların hepsini öldürtür. Kuşluk vakti sihirbazlık yapan bu sihirbazların, gün ortasında iman getirdikleri, akşamında da şehit olup cennete vardıkları anlatılır. Ayrıca Firavun'un hanımı Âsiye'nin de “menin Tenrim Allâh turur (113v/5)” deyip imanını açığa vurması üzerine, Firavun'un ona kırk gün yemek, su vermeyip türlü işkenceler ettiği, dört demir kazığa Âsiye'yi gerdiği, Âsiye'nin şehit olmasıyla halkın Mûsâ Peygamber'e gelip imân getirmeye başladığı dile getirilir (Rabgûzî, 1997: 155-158).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşup risalet ile görevlendirildikten sonra Mısır'a geldiği ve Nil kenarında kardeşi Hârûn Peygamber ile buluşup Tanrı'nın kelâmını iletmek üzere Firavun'un sarayına vardıkları ancak kapıcıların engellemeleri yüzünden Firavun'un katına bir hayli zaman ulaşamadıkları, ulaşmaya muktedir olduklarında ise Mûsâ Peygamber'in “ben câlemler tanrısınun resûlıvan” diye kendini takdim ettiğinde Firavun'un onu tanıdığı ancak onu ve sözlerini inkâr ve alay ile karşıladığı, Mûsâ Peygamber'in haklılığını göstermek için asâ ve yedd-i beyzâ mu'cizelerini gösterdiği, Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesi ve kendisine kasd eylemesiyle büyük bir korkuya kapılan ve yine yedd-i beyzasının nurunun parlaklığından gözleri kamaşan Firavun'un Mûsâ Peygamber'den bir gün mühlet isteyip ertesi gün iman getireceğini söylediği, ancak veziri Hâmân'ın Mûsâ Peygamber'in mucizlerinin sihirden başka bir şey olmadığını söyleyerek kendini iman etmekten alıkoyduğu anlatılır. Devamında ise Firavun'un ülkesindeki bütün sihirbazları toplayıp mucizelerini boşa çıkarıp mağlup etmek üzere Mûsâ Peygamber'in karşısına çıkardığı ancak Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderha olup sihirbazların iplerini sopalarını yutup temizlediği, ejderhanın heybetinden korkarak kaçışan halkın birbirini ezdiği, bu hadisenin bir sihir olamayacağını apaçık bir mucize olduğunu anlayan sihirbazların “îmân getirdük câlemler tanrısına kim ol Mûsâ ve Hârûn tanrısıdır” diyerek iman getirdikleri ancak Firavun buna kızarak sihirbazların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirerek onları şehit ettiği anlatılır (2013: 251-257).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiya”da sayfa 103b'nin 2. satırından 108b'nin sonuna kadar Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesi ayrıntılı bir şekilde yer bulur. Mûsâ'nın peygamberlik ile görevlendirildikten sonra Medyen'den Mısır'a gelip kardeşi Hârûn ile karşılaşmaları, Hârûn'un Mûsâ'yı tanıyamayışı, Mûsâ'nın kardeşi Hârûn'a asâdan bahsetmesi, ardından ayağının tozuyla Firavun'un kapısına varıp Firavun ile görüşmek isteyince kapıcıların Mûsâ Peygamber'i çoban sanıp bunu engellemeye çalışmaları ve güçlükle Firavun'un katına ulaşmayı başarması anlatılır ve eserde Mûsâ Peygamber ile Firavun'un karşılaşmaları şöyle anlatılır:

[104b] (12)... Çünki fircavn Mûsâ'yı görür, bir kişi cabâ geymiş gelür. Hak Tacâlâ Mûsâ'nun (13) heybetin fircavnun gönline bırakdı, fircavnı ditremek dutdı, eytdi: Ne kişisin ki kapudan destûr [105a] (1) virmedin girdün?' Mûsâ eydür: Ben Tanrı'nun Habercisiyem, geldüm ki anun hükmin sana bildirem. DaHı (2) Beni Îsrâcîl kavmından elüni çekesin. Bunları kul idinmeyesin, âzâd idesin. Zîre bunlar peygamber (3) zâdelerdü' dedi. Haberde şöyle gelmişdür kim: Çünki Mûsâ fircavn'un katına girdi, sordı ki: Ne kişisin?' (4) Mûsâ eytdi: Bilmez misin ben ol Mûsâ'yın ki niçe zamân evünde beslendüm.' Çünki Mûsâ'yı fircavn (5) bildi, eytdi: 'Bunca zamân katumda durdun, duzum etmegüm yidün, anı unutdun mı' didi. Mûsâ eytdi: '(6)Gerçeksin' [104b] jA^ll j^ filj 13]     Ja

^2Ü U ^Si^ <^jjiâ Senden kaçdum, (7) korkdum. Şimdi bana peygamberlık virdi Tanrı, seni dîne da'vet itmege geldüm didi.” (2000: 192)

Bu satırların devamında Firavun'un, döktüğü kan için Mûsâ Peygamber'i tutup öldürmelerini adamlarına emretmesi üzerine Mûsâ Peygamber'in elindeki asâsını yere bıraktığı ve asânın ejderhaya dönüşüp ağzından ateşler saçarak Firavun'u yutmak için hamle yaptığı sırada Firavun'un tahtından düştüğü, Firavun'un adamları Mûsâ Peygamber'i yakalamaya kalkınca da Mûsâ Peygamber'in elini koynuna sokup çıkardığı ve bunun üzerine elinin parlaklığı karşısında gözleri kamaşan Firavun'un adamlarının Firavun'un arkasına geçtikleri, Firavun'un ağlayıp yalvarmaya başlaması üzerine Mûsâ Peygamber'in ejderhayı tuttuğu, ejderhanın tekrar asâya dönüştüğü anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Firavun'a Tanrı'ya iman getirmesini, bunun karşılığından Tanrı tarafından kendisine 400 yıl ömür ömür verileceğini söylemesi üzerine Firavun'un vezirlerime danışayım, sen yarın yine gel ve kavmimle sana iman getireyim

dediğini ancak Firavun'un veziri Hâmân'ın Firavun'u iman yolundan döndürdüğü dile getirilir. Ayrıca Hâmân'ın Firavun'a Mûsâ Peygamber'in asâ ve yedd-i beyzâ mucizelerinin birer sihir olduğunu, ülkedeki sihirbazlar ile savaştırıp Mûsâ Peygamber'i öldürebileceklerini söylediği, ertesi gün Mûsâ Peygamber'in kardeşi Hârûn ile birlikte Firavun'un katına geldiklerinde Firavun'un iman etme fikrinden caymış olduğunu gördükleri, Firavun'un tanrılık davası gütmeye devam edip Mûsâ Peygamber'den mucize göstermesini istediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in asâsını yere bıraktığında ejderhaya dönüştüğü ve elini koynuna sokup çıkardığında elinin parlaklığından herkesin gözünün kamaştığı ancak Hâmân'ın telkiniyle bu mucizelerin sadece birer sihir olduğunu söyleyip buna inanmadığını dile getirdiği ve ülkesindeki usta sihirbazları toplayıp Mûsâ Peygamber'e meydan okuduğu anlatılır. (2000:  192-195) Mûsâ Peygamber'in Firavun'un sihirbazları ile karşılaşmasının

sonuçlarına, İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp denizi aşmaları hadiselerine ve Firavun'un akıbetine eserde değinilmemiştir.

Sinan Paşa, “Tazarru'nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesine şu benzetmeler üzerinden sanatlı bir üslûp ile değinmiştir:

“diller Mısr'ında nefis Firavn'ı sultân, gönüller şehrinde hevâ Kıptîleri nigeh-bân olup, rûh askeri, Benî-İsrâ'il-vâr ol Fircavn'e makhûr ve can leşkeri, kavm-i Mûsâ gibi ol melcûna mecbûr olup, dil tahtıgâhı makarr-ı şeyâtîn ve gönül bârigâhı menzil-i melâ'în, cân sahrâsını zulümât-ı gayâvet tutmuş ve sîne fezâsına kasâvet-i cehâlet tolmış iken... ” (Sinan Paşa, 2001: 241)

Bu satırlarında Sinan Paşa, gönlü bir ülkeye ve orayı ele geçiren nefsi ise Firavun'a, gönlün arzu ve heveslerini Kıptîlere, ruh ordusu ve can birliklerini ise Firavun ve Kıptîlerin baskısı altında ezilen İsrailoğulları'na benzetmiştir (Sinan Paşa, 2001: 241).

Ali Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in mukaddes vadiden ayrıldıktan sonra Mısır'a gittiğini, önce anası evine varıp anası ve öz halkını dine davet ettikten ve kardeşi Hârûn'a peygamberlik müjdesini verdikten sonra Firavun'un sarayına gidip onunla konuştuğunu, onu Tanrı yoluna davet ettiğini, Firavun'un ise bunun üzerine Mûsâ Peygamber'den mucize göstermesini istemesi üzerine Mûsâ Peygamber'in asâsını saldığı ve asânın ejderhaya dönüşüp birçok kişiyi heybetiyle helâk ettiğini, Firavun'un ise korkuyla kendinden geçtiği, Mûsâ Peygember'in tekrar eline almasıyla asâya dönüştüğünü ve sonra yedd-i beyzâ mucizesini gösterince Firavun'un ona sihirbazlık isnat ettiğini, Mûsâ Peygamber'e eğer sihirbazlarını yenerse dilediğini yapabilceği ama yenemezse helâk olacağını söyleyerek bütün sihirbazlarını toplatıp Mûsâ Peygamber'in sihirini batıl kılmalarını istediğini, kararlaştırılan gün gelince Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşüp sihirbazların iplerini sopalarını yutunca sihirbazların Mûsâ Peygamber'e iman getirdiklerini, Âsiye'nin dahi Firavun'un sohbetinden, kaygılarından usandığını dile getirir. (Nevâyî, 1993: 116-117)

16. yüzyılda Fuzûlî, Hz. Hüseyin 'in Kerbelâ'da şehadeti olayını anlatan “Hadîkatü's-Sü'edâ” adlı Türkçe olarak yazılmış, arada küçük manzum parçalar da bulunan, 10 bâb ve bir hâtimeden oluşan mensur eserinin birinci bâbında büyük peygamberlerin hayatlarında çektikleri eziyetlerden söz eder (İpekten, 2007: 54-55). Fuzûlî, söz

konusu eserinde “Tîr-i tahammül ser-geştelerinün ve tîg-ı tevekkül küştelerinün biri Hazret-i Kelîmu'llâhdır” diye bahsettiği Mûsâ Peygamber'in kavminin ve Firavun'un cefası karşısında çektiği eziyetleri Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da çektiği eziyetlere benzetir:

“...kıllet-i acvân ü ensârla cefâ-yı âl-i Fircavna mütehammil olup ve süfehâ-yı kavmazarına sabr kılup, şükr ıderdı. Fıl-vakıc anun şıddet-ı ahvali ve kesret-ı ^ehvâli şebîhdür vakâyk-i Şâh-ı Kerbelâya ki istilâ-yı acdâdan müncezir olup, terk

i ravza-i Resûl idüp, yâr ü diyârından mahrûm kalup, deşt-i Kerbelâda mübtelâ-yı dâm-ı mesâyib ve beste-i nevâyib oldukda tahammül pîşe kılup mütezelzil olmadı ve cakîde-i salâhı tagayyür bulmadı.” (Fuzûlî, 1987: 70)

Fuzûlî, bu satırların devamında konuyla ilgili olarak şu manzum parçaya yer vermiştir: Mihnet-i Mûsâ degül mânend-i endûh-i Hüseyn Farkın itmiş anların mîzân-ı endûh ü belâ Şem-i bezm-efrûzdur Vâdî-i Eymen âteşi

Nâr-ı âlem-sûzdur berk-ı belâ-yı Kerbelâ (Fuzûlî, 1987: 70)

“Mûsâ’nın çektiği eziyet, Hüseyin’in uğradığı belâ gibi olamaz; sıkıntı ve felaket terazisi, onları birbirinden ayırmış. Eymen Vadisi’nin ateşi, meclisi aydınlatan bir mumdur; Kerbelâ felaketinin şimşeğiyse âlemi yakan bir ateştir.”

·        3.14. Firavun'un Yaptırdığı Kule

14. yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un yaptırdığı kuleden bahsedilir. Âsiye'nin şehadetinden sonra halktan birçok kişinin iman getirmeye başlaması üzerine aciz kalan Firavun'un “menin Mûsî birle işim yok, men kendü kökge yavuklanayın Mûsî Tenrisin köreyin. (113v/13-14)” diye düşünüp veziri Hâmân'a bir kule yaptırmasını buyurur. Hâmân'ın ateşte kerpiçleri pişirtip onunla minare gibi upuzun bir kule yaptırdığı, o kadar ki kulenin tepesine ancak iki günde ulaşılabildiği rivayet edilir. Firavun'un o kuleyi aşıp göğe baktığında gökyüzünü yerden gördüğü gibi gördüğü başka da bir şey görmediği, kuleden inince “Mûsî yalgan sözleyür ermiş kökde Tenri yok, yernin köknin Tenrisi men-men (114r/1-2)” dediği anlatılır (Rabgûzî, 1997: 159).

14. yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un kendi kavminin Mûsâ Peygamber'e iman getirmesinden korkarak kendi sultanlığının gücünü gösterecek bir köşk yaptırmaya karar verdiği ve “benüm içün bir köşk yapgıl ola kim anun üstiden gök sebeblerine irem ve Mûsâ tanrısın görem kim anı ben yalansuzvan” diyerek bunu veziri Hâmân'a buyurduğu, Hâmân'ın işçi ve ustalar toplayıp hemen işe koyuldukları ve inşasının yedi yıl sürdüğü, tamamlandığı zaman Tanrı'nın Cebrâil'i gönderdiği, Cebrâil'in kanadıyla kuleye vurduğu, kulenin yıkıldığı, kulenin yapımında çalışanların hepsinin bu enkazda öldüğü, kendi hilesinin fayda sağlamadığını gören Firavun'un Mûsâ Peygamber ile savaşmaya kasdeylediği anlatılır. (2013: 259-260)

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde, Firavun'un kavminin uğradığı belalar karşısında veziri Hâmân'a yüksek bir kule yaptırmasını buyurduğu, bu yüksek kule sayesinde gökyüzüne çıkıp Mûsâ Peygamber'in Tanrı'sı ile vuruşmak istediği, bunun için âlim ve üstatlarını toplayıp kuleyi bina ettirdiği, bu kulenin yüksekliğinin bazılarınca dört günlük yol bazılarınca da bundan da fazla olduğunu söyledikleri, Firavun'un kuleye çıktığı vakit gökyüzünün ona yerden göründüğü gibi göründüğü bunun üzerine Firavun'un kendisini aciz/güçsüz hissettiği ve Tanrı'nın emriyle o kulenin yok olduğu anlatılır (Nevâyî, 1993: 118).

·        3.15. Firavun ve Kavminin Uğratıldığı Belalar

14. yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Firavun ve kavminin iman getirmedikleri için uğratıldığı dokuz beladan söz edilir. Firavun ve kavminin zulmüne artık tahammül edemeyen İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e giderek “ey Mûsî emgekimiz artuk boldı, Mevlî tacâlâdın tilegil bizge ferah bersün (114r/3-4)” diye yakınmaları üzerine Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'na sabretmelerini söyleyip Firavun'a giderek “îmân keltürgil Benî İsrâ'îlni mana bergil, yok erse ducâ kılgam cazâb kelgey. (114r/5-6)” diye uyarmasına Firavun'un aldırmadığı, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya kırk gün dua edip yalvardığı ve Tanrı'nın Firavun ve kavmini dokuz türlü belaya gark ettiği anlatılır. Eserde bu musibetler şöyle sıralanır:

[114r](9)...Evvel tayak, ekinçi beyzâ elig, üçünçi inficâr, törtünçi infilâk, beşinçi Tûfân, altınçı çekürge, (10) yetinçi küye, sekizinçi baka, tokuzunçı kan.” (Rabgûzî, 1997: 159-160)

Firavun ve kavminin ilk uğratıldığı belanın tufan olduğu ve yedi gün boyunca yağmur yağıp her yerin sular altında kalması üzerine Kıptîlerin Firavun'a giderek “Tenri ersen suwdan bizni kurtargıl.” diye yakındıkları, Firavun'un ise bu işe Mûsâ Peygamber'in sebep olduğunu gidip ona yalvarmaları gerektiğini, bu azabın gitmesi hâlinde iman getireceğini ve İsrailoğulları'nı ona vereceğini söylediği anlatılır. Kıptîler gelip Mûsâ Peygamber'e yalvarırlar ve onun duasıyla bu bela üzerlerinden giderilir ancak sözlerine sadık kalmazlar ve iman getirmezler. Firavun ve kavminin sırasıyla çekirge, güve/bit belaları ile helâk oldukları, her bir belanın Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın yardımıyla üzerlerinden kalkmasına rağmen sözlerinden dönüp iman getirmedikleri anlatılır. Bu insafsız kavme bu kez de Tanrı'nın buyruğu ile bütün sular kan olur, o sudan içen ölür ve bu durum yedi gün boyunca devam eder. Yedi gün boyunca susuzluktan helâk olurlar. Sonunda Firavun başkaları verdikleri sözde durmadı ben söz verip sözümde durayım deyip Mûsâ Peygamber'in yanına vararak “sen ducâ kılgıl bu belâ kitsün men müsülmân bolayın takı Benî İsrâ'îl'ni sana bereyin. (115r/8-9)” diye söyler. Mûsâ Peygamber'in duasıyla kan olan sular tekrar eski hâline döner ve Mûsâ Peygamber Firavun'a artık İsrailoğulları'nı serbest bırakmasını söyler (Rabgûzî, 1997: 159-161).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in getirdiği nişanların, gösterdiği mucizelerin Firavun ve kavmine kâr kılmadığı, bu yüzden bunlara azabın lâyık olduğu ifade edildikten sonra Tanrı'nın bunları dokuz türlü azap ile helâk kıldığı dile getirilir ve bu dokuz türlü azap eserde şöyle sıralanır:

[397] (3) ... ol Mûsânun casâsıdur ve ol (4) nûr virdügi ve tûfân ve çekürge ve dahıl biti ve kurbaga ve su kan olmak ve mâlları taş olmak (5) ve deniz yarılmagı...”(2013: 261)

Eserde Firavun ve kavminin uğratıldığı bu sıralanan dokuz türlü belanın her biri hakkında ayrıntılı olarak durulmuş, her bela geldiğinde Kıptîlerin belaya tahammül edemeyip Mûsâ Peygamber'e gelerek belanın def olması için dua ettiği takdirde iman edeceklerini söyledikleri ancak sözlerine sadık kalmayıp inkârda ısrarcı oldukları anlatılmıştır (2013: 260-267).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde, Kıptîler'in zulümlerine maruz kalan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e gelerek yalvarıp sızlanması üzerine Mûsâ Peygamber'in Kıptîler hakkında dua ettiği ve bunun üzerine belaların Kıptîlerden tarafa yöneldiği dile getirilmiş, ilk olarak üç yıl süren bir kuraklık belasına mübtela oldukları, ikinci olarak tufan belasının eriştiği ancak bazılarının bunun yağmur bazılarının ise veba olduğunu söyledikleri ve bu belanın yedi gün sürdüğü, çok kişinin ölümüne sebep olduğu, üçüncü gün çekirge belasının erişerek ekinlerini yok ettiği ve yedi gün sürdüğü, dördüncü olarak bit (kaml) belasının erişerek kulak ve gözlerine düşüp çoğunu yok ettiği, beşinci olarak kurbağa belasının eriştiği, altıncı bela olarak Tanrı'nın Kıptîlere Nil suyunu kan eylediği ancak İsrailoğulları için kan olmadığı, yedinci bela olarak şiddetli rüzgâr, gök gürlemesi ve karanlık havaların onların çoğunu helâk ettiği ve sekizinci bela olarak yabanî hayvanların Kıbtîlere musallat olduğu anlatılır (Nevâyî, 1993:  117-118). Bu

belalardan her birinin ortaya çıkışında Kıbtîlerin iman edip sonradan cayışları ise şöyle anlatılır:

“Her belâ bolganda şart kılur irdiler kim defc bolganda îmân kiltüreli. Mûsî caleyhi's-selâm drnâ bile defc kılgaç küfrde muzırrak bolup Benî İsrâilga zulm ^köprek kılur irdiler. ün Mûsî caleyhi's-selâm Fircavn bile kavmidin nâ-ümîd

boldı.” (Nevâyî, 1993: 118)

Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak. Muhammed Peygamber, Benî Karîze kavmini katledip yeryüzü maktûllerin bedenleri ile dolduğunda halk bundan şikâyette bulunmuş, Muhammed Peygamber'in Tanrı'ya dua etmesiyle şiddetli bir yağmur yağarak yeryüzünü temizlemiştir (Çakır, 2015: 241-242).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on birinci mucizesi olarak tufandan bahsedilir. Firavun kavmine gelen belalardan ilki olduğu bahsedilen tufanın sekiz gün boyunca devam ettiği, halkın güneşi göremediği, bütün sokakların, köşe bucağın suyla dopdolu olmasıyla boğulmaktan korkan Firavun'un kavminin Mûsâ Peygamber'e yalvarmaya başladıkları ve “Yâ Mûsâ Rabbüne ducâ eyle. İşbu yagmurlı Tufânı bizden defc eyle sana îmân getürelüm ve Benî İsrâîl'i sana virelüm” dedikleri, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya dua ederek tufanı onlardan def eylediği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber zamanında buna benzer şiddetli bir yağmur yağdığı, Muhammed Peygamber mescitte minber üzerinde hutbeyle meşgul iken birçok kişinin gelip boğulmaktan korktuklarını söylemeleri üzerine Muhammed Peygamber'in dua edip sağ eliyle işaret etmesiyle hemen yağmurun kesilip Tanrı'nın yardımıyla şehir halkının tufandan kurtulduğu dile getirilmiştir (Çakır, 2015: 242).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on ikinci mu'cizesi olarak çekirgeden bahsedilir. Tanrı'nın Firavun kavmine bela olarak çekirge gönderdiği, çekirgelerin Kıptîlerin ekinlerini, ağaçlarını, meyvelerini, hatta evlerindeki mallarını, evlerin çatı ve tahtalarına varana kadar her şeylerini yediği, bu durumun yedi gün boyunca devam ettiği, anlatılması mümkün olmayan bu büyük bela karşısında Firavun kavminin Mûsâ Peygamber'e gelerek eğer bu belayı bizden def edersen sana iman getirelim diye türlü yeminler ettikleri, yedi günün sonunda Mûsâ Peygamber'in duasıyla çekirge belasının ortadan kalktığı ancak bu azmış kavmin yine önceki gibi yaramaz işlerine devam ettikleri anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in isyana düşen Mısır halkına bedduada bulunduğu, bunun üzerine Tanrı tarafından üzerlerine çekirge musallat olarak her şeylerini yiyip bitirdiği, büyük bir kıtlık olduğu, bu beladan kurtulmak isteyen Mısır halkının Muhammed Peygamber'e gelip yalvarması üzerine Muhammed Peygamber'in dua ettiği, Tanrı'nın yardımıyla çekirgelerin yok olduğu anlatılır (Çakır, 2015: 243-244).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on üçüncü mucizesi ise “kaml” denilen hayvandır. Bu hayvanın bit yahut güve olduğu konusunda farklı rivayetler olduğu dile getirilmiştir. Kaml denilen hayvanın Kıptîlerin ekinlerine, meyve, çayır ve otlaklarına düşüp hepsini yiyip bitirdiği, bazı kişilerin kaftaları içine girip bedenlerini yiyip parçaladığı, hatta yedikleri yemeklere kadar girdiği anlatılır. Bu bela karşısında da halkın Mûsâ Peygamber'e gelerek “Biz itdügümüz günâhlardan dönüp tevbe vü rücûc iderüz. Lutf u ihsân eyle ducâ idüp bu belâdan bizi kurtar” diye yalvarmaları üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya dua ettiği ve yedi gün süren bu belanın def olduğu ancak bedbaht kavmin yine de imana gelmediği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in Harrân halkına bir hususta incinip beddua ettiği, Tanrı'nın onların üzerine "kaml"i musallat ettiği, o aciz kavmin gelip Muahmmed Peygamber'den af dilemesi üzerine Muhammed Peygamber'in onları affedip Tanrı'nın izniyle o belanın def olduğu anlatılır (Çakır, 2015: 244-245).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on dördüncü mucizesi ise kurbağadır. Tanrı'nın Firavun halkına kurbağayı musallat ettiği, kavmin evlerinin, bucaklarının, kap kacaklarının kurbağa ile dopdolu olduğu, kurbağalardan yemek yiyemez, ağız açamaz hâle gelip perişan oldukları, nihayet Mûsâ Peygamber'e gelip yalvararak kendilerini bu beladan kurtarmasını istedikleri, bu dafa sana iman getirir, sözümüzden dönemeyiz dedikleri, Mûsâ Peygamber'in Rabb'ine dua etmesiyle yedi gün süren kurbağa belasının def olduğu ancak inafsız kavmin yine iman etmedikleri anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in de Cidde halkına incinip onlara beddua ettiğinde Tanrı tarafından kendilerine deniz tarafından pek çok kurbağa musallat edildiği, bu bela karşısında o halkın tövbe imana gelmeleri üzerine Muhammed Peygamber'in dua ettiği, Tanrı'nın yardımıyla kurbağa belasının onlardan def olduğu anlatılır (Çakır, 2015: 245-246).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on beşinci mucizesi kandır. Tanrı'nın Firavun kavmine gazap edip sularının hepsini kan eylediği, Nil suyunun, bütün ırmak ve kuyuların sularının kan olduğu ancak İsrailoğulları için su olarak kaldığı, Firavun kavminin ise yedi gün susuzluktan perişan olup gidip Firavun'a yakındıkları, Firavun'un da Mûsâ Peygamber'e varıp bu belayı def ettiği takdirde iman getireceklerini söylediği, Mûsâ Peygamber'in dua ettiği, kan belasının da ortadan kalktığı ancak Firavun ve kavminin yine de iman getirmedikleri dile getirilir. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak da Muhammed Peygamber'in de bir sefer sırasında uğradığı Beni Kilâb kabilesinin kendilerine su vermemesi üzerine onlara beddua ettiği, bunun üzerine kavmin pınar ve kuyularının bütün sularının kan olduğu, durumu gören halkın yalvarıp tövbe ve istiğfar ettiği, Muhammed Peygamber dua edince Allah'ın yardımıyla suların eski hâline döndüğü anlatılır (Çakır, 2015:246-247).

·        3.16. Firavun'un İman Eden Halkına Zulmü

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un Hızbîl ve karısını ve kendi karısı Âsiye'yi imanlarını âşikâr etmeleri üzerine türlü işkencelerle katlettiği anlatılır. Eserde anlatıldığına göre Hızbîl Firavun kavminden bir marangoz olup Mûsâ Peygamber doğduğunda annesi onu denize bırakacağı vakit onun için tabutu/sandığı yapan kimsedir. Bir başka rivayete göre ise Hızbîl, Firavun'un yüz yıl hazinedarlığını yapmıştır. Hızbîl'in yıllarca imanını gizli tuttuğu ancak Mûsâ Peygamber'in sihirbazlar karşısında gâlip geldiği gün imanını âşikâr ettiği bunun üzerine Firavun'un onu tutup sihirbazlar ile birlikte tepelediği anlatılır. Eserde Firavun'un kızının tarakçısı olan Hızbîl'ın karısının da sâliha bir kimse olduğu, bir gün Firavun'un kızının saçlarını taramakta iken elindeki tarağın yere düştüğü, tarağı yerden alır “bi-smi'l-lâh” dediğini işiten Firavun'un kızının durumu babasına bildirdiği, Firavun'un da bu kadını çocukları ile birlikte fırına attırdığı, o sırada kadının bebeğinin konuşarak annesine sabretmesini, hak üzere olduğunu söylediği anlatılır. Firavun'un karısı Âsiye ile ilgili olarak da İsrailoğulları'ndan olduğu, Tanrı'ya gizlice ibadet eden sâliha bir kadın olduğu ifade edilir. Firavun tarafından Hızbîl'in karısının nasıl azap çektiğini ve öldürüldüğünü gören Âsiye'nin Firavun'a “yâ Fircavn vay sana kim tanrıya yavlak alplık kıldun” diyerek çıkıştığı ve imanını âşikâr ettiği, bunun üzerine Firavun'un emriyle çarmıha gerildiği, işkence edildiği ve nihayetinde şehâdete erdiği anlatılır (2013: 257-259).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Firavun'un kızının berberi olan salihâ bir kadının ve Firavun'un hanımı Âsiye'nin Allah'a iman etmesi yüzünden işkence ile katledilmesi hadiselerine de yer verilmiştir. Nevâyî, söz konusu eserinde, Firavun'un kızının berberi olan kadının bir gün Firavun'un kızının saçlarını tararken elinden tarağı düşürünce onu yerden alırken “bi'smillâh” dediğini duyan Firavun'un kızının bu durumu babasına söylediğini ifade eder Firavun'un o kadına yaptığı işkenceleri şu şekilde anlatır:

“... atası ol za^îfeni timür kazuglar bile çârmıh kılıp otluk kızık taşnı baş u yüzige koydurdu. Ol mazlûme yanmadı. üç aylık tıflın kızık tennûrga saldı...”(Nevâyî, 1993: 131)

Bu satırların devamında üç aylık çocuğun kızgın fırına atılacağı sırada bir mucize olarak konuşup fasih bir dille annesine sabretmesini söylediği, bu olay üzerine Kıptîlerden imana gelenler olduğu, yine bu olay üzerine Firavun'un hanımı Âsiye'nin de Firavun'a sert sözler söyleyerek kendisinin de Allah'a iman edenlerden olduğunu söylediği, bu duruma çok kızan Firavun'un Âsiye'yi de aynı şekilde işkence ile katlettiği, Âsiye'nin azap çekmekte iken Mûsâ Peygamber'in duası üzerine işkencenin acısından kurtulup ölümsüz cennete ulaştığı anlatılır ve Mûsâ Peygamber'in mucizelerinin bütün peygamberlerin mucizelerinden daha çok olduğu dile getirilir (Nevâyî, 1993: 131-132).

·        3.17. İsrailoğulları'nın Mısır'dan Çıkışları / Denizin Yarılması Hadisesi

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un kavminin uğradığı büyük belalar karşısında aciz kalıp nihayet İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkıp ata topraklarına dönmelerine razı olduğu ancak mallarını vermeyeceğini söylemesi üzerine Mûsâ Peygamber kavminin önde gelenlerini toplayıp onlara şöyle buyurur:

[115r]...(12) Benî İsrâ'îl (13) erenleri tişileri, kıbtîler ewine kirsünler, aytsunlar: yarın bizin üdimiz bar mâlımıznı bizge (14) berin kim tutum kulakdagı koldagı nerselerni bizge emânet berin, yarın cîdimiz kılıp yana (15) keltürüp berelin tediler.” (Rabgûzî, 1997: 161)

Tanrı'nın Kıbtî kadınların gönlüne yumuşaklık verdiği bu sayede ellerindeki altın, gümüş yüzük, bilezik vs. zinet eşyalarını İsrailoğulları'nın kadınlarına verdikleri anlatılır. İsrailoğulları'nın kendilerine buyrulduğu üzere gece çıktıklarında birbirlerini tanımak için kapılarına kan sıvadıkları ve gece yarısı evlerinden çıktıkları, Tanrı'nın Kıptîlere uyku verdiği bu sebeple hiçbirinin uyanmadığı, o sırada Yûsuf Peygamber'in “benim kemiklerimi çıkarıp Kemân'a götürün” diye ettiği vasiyetin Mûsâ Peygamber'in gönlüne düştüğü, Mûsâ Peygamber'in “kimerse Yûsuf yalavaç sünükin kaydalıkın bilgen bar mu?” sorusuna bir kurdun ben bilirim ancak bir hâcetim var onu revâ kılmadıkça söylemem dediği, hâcetinin ise cennette Mûsâ Peygamber ile birlikte olmak olduğunu söylediği, Mûsâ Peygamber'in bunu kabul ettiği ve Yûsuf Peygamber'in kemiklerini alıp çıktıkları, Mısır'dan çıkarken İsrailoğulları'nın on boyunun her birinin yirmi bin kişi olduğu, sabah gün doğarken uyanan Kıptîlerin Firavun'a haber verdikleri, Firavun'un askerlerini toplatıp İsrailoğulların'nın peşlerine düştükleri, İsrailoğulları'nın ağır yükleri, yaya kadın ve çocukları yüzünden hızlarının yavaş olduğu, üç gün yol yürüdükleri, üç yüz bin asker ile Firavun'un arkalarından yetiştiği, İsrailoğulları'nın ilerisi deniz, arkamızda düşman var diyerek korkuya kapıldığında Mûsâ Peygamber'in “Tanrı bizimledir, korkmayın.” diye teselli verdiği ve Tanrı'nın buyruğu ile asâsını denize vurduğu ve denizin yarıldığı, Tanrı'nın gönderdiği rüzgâr ve gün ışığı ile denizin dibinin kupkuru olduğu, o denizin Nil deryası olduğu anlatılır. Devamında İsrailoğulları'nın “ey Mûsî bu on eki yolnın tegme birine bir sıbtî oglı kızı birle kirip helâk bolsa yana biri körmegey” diye telaşa kapıldığında Tanrı'nın o dağ gibi sulara geçitler yarattığı, böylece bütün boyların birbirlerini görerek gönül rahatığı ile karşıya geçtikleri, o anda Firavun'un askerleriyle yetiştiği, Firavun'un denizin yarıdığını gördüğünde bunun Mûsâ Peygamber'in bir mucizesi olduğunu bildiği ancak askerlerine belli etmeyip onlara “menin tenrilıkımnı bildiniz mü suw man yol berdi” dediği, o sırada Tanrı'nın Cebrâil'i insan suretinde gönderdiği, Cebrâil'in at üstünde Firavun'un önü sıra suya girdiği, ardından Firavun ve askerlerinin suya girdikleri, hepsinin suya girdikleri sırada suya emredilmesiyle akmaya başladığı ve Firavun ile askerlerinin denize gark olduğu, selâmetle sudan çıkan İsrailoğulları'nı Mûsâ Peygamber'in yüksekçe bir yere toplayıp orada Tanrı'ya şükrettikleri, Firavun'un öleceği sırada imân getirdim dediği ancak Cebrâil'in “imdi mü îmân keltürür-sen, mundın durun mevlîga yazdın tenri-men tedin, yazuksız Benî İsrâ'îl oglanlarun öltürdün” diyerek ağzına bır avuç balçık tıktığı anlatılır. Esere aktarılan bir rivayete göre Firavun bir gün Nil kıyısında avlanırken Cebrâil insan sûretinde yanına gelerek “menin kulum bar sözümni almas, men buyurgan işni kılmas anın hükmi neteg bolur?” diye sorduğunda Firavun'un “andag kulnı suwga baturmak kerek diye cevap verdiği, bu hükme Cebrâil'in ferman istediği, o fermnın Cebrâil'de olduğu, denizin dibine gark olduğunda Firavun'un o fermanı gördüğü, Tanrı'ya asiliği sebebiyle kendinin de hükmettiği şekilde helâk kılındığı anlatılır (Rabgûzî, 1997: 161-163).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nı Mısır'dan alıp gitmesi ve denizin yarılması hadisesi ile ilgili olarak Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'i düşmanı üzere galip eylemek dilediği ve Mûsâ Peygamber'e İsrailoğulları'nın her dört ev halkının bir eve toplanarak bir kuzu boğazlamalarını ve boğazladıkları kuzunun kanını kapılarına sürmelerini, Tanrı'nın düşmanları üzerine azap vereceğini ancak azap meleklerinin kan bulaşmış ev kapısından içeri girmeyeceğini vahyettiği dile getirilir. Tanrı'nın dilemesiyle Firavun kavminin kız-erkek bütün bekâr olanlarının hepsinin bir saat/gece içinde veba hastalığından öldükleri ancak İsrailoğulları'nın salim kaldıkları, Kıptî halkın ölenlerinin defin işleri ile uğraşmakta olduğu sırada İsrailoğulları'nın hamursuz ekmekten ibaret olan azıklarını yanlarına alarak denizden yana yöneldikleri, İsrailoğulları'nın sayısının 620 bin kişi olduğu, Kıptîlerin defin işleri bittikten sonra İsrailoğulları'nın yokluğunu fark ettikleri, bu olanlardan İsrailoğulları'nı sorumlu tuttukları ve mallarımızı da alıp gittiler diye düşündükleri, Firavun'un 1 milyon 500 yüz bin kişilik ordusunu toplayıp İsrailoğulları'nın peşine düştüğü anlatılır. İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkarken Yûsuf Peygamber'in Nil Nehri içindeki kabrini bulup, Mûsâ Peygamber'in duasıyla nehrin suları açılınca Yûsuf Peygamber'in naaşının bulunduğu mermer sandığı çıkardıkları ve Şam'a vardıklarında oraya defnettikleri bilgisine de yer verilir. Devamında Mûsâ Peygamber'in askerleriyle denize vardığında rüzgâr esmekte ve dağ gibi dalgaların yükselmekte olduğu ve Firavun ve askerlerinin ise arkadan yetiştiği sırada Tanrı'nın, Mûsâ Peygamber'e asâsı ile denize vurmasını vahyettiği, Mûsâ Peygamber'in vahyin gereğini yaptığında denizin yarıldığı ve denizin içinde on iki yol açıldığı, on iki kabile olan İsrailoğulları'nın bu on iki yoldan selametle karşıya geçtikleri, bu sırada Firavun ve askerlerinin açılan yollardan denize girmeye başladığı, askerlerinin hepsinin denize girdiği sırada denizin eski hâline döndüğü ve Firavun ile askerlerinin denize gark olduğu anlatılır. Firavun'un şehirlerinin uluları ile savaşçılarının Firavun ile helâk olduğu Mısır'da ise geriye kadın, çocuk, hasta ve sakatlarının kaldığı, Mûsâ Peygamber'in Mısır'a gönderdiği askerlerin geride kalan mal - mülk ve hazineleri ganimet olarak yüklenip geldiklerine de değinilir (2013: 267-271).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın İsrailoğulları'na Mısır'dan çıkıp Nil kıyısında durmalarını buyurması üzerine Mûsâ Peygamber'in kavmini Nil kıyısında yerleştirdiğini ifade eder. Mûsâ Peygamber'in Nil Nehri içinde kalan tabutunun oradan çıkarılması hadisesi ise eserde şu şekilde anlatılmıştır:

“Mûsî caleyhi'sselâmnın tâbûtın anın vasiyyeti mûcibi bile alıp çıktılar ve ol makbere Nîl rûdı içinde kalıp irdi. Mûsî caleyhi'sselâm âmâsı bile su anın üstidin kitti tâ yirni kazıp. Tâbûtnı kim baczı taşdın baczı şîşedin dipdürler.” (Nevâyî, 1993:118-119)

Bu satırların devamına İsrailoğulları'nın Mısır'dan ayrıldığını haber olan Firavun'un ne kadar askeri varsa toplayıp Mûsâ Peygamber'in karşısına çıktığı vakit Mûsâ Peygamber'in çok korktuğu, bu sırada Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e asâsını vurması buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in asâsını vurası üzerine Nil Nehri'nde on iki yerde suyun ayrılıp on iki kol olduğu, Tanrı'nın buyruğuyla denizin dibinin kuru olmasıyla Yâkup Peygamber'in on iki oğlundan torunları olan bu on iki kabilenin her birinin bir koldan salimen karşı kıyıya geçtikleri dile getirilir. Firavun'un Nil kıyısına yetişip de bu durumu görünce uzuvlarına bir titreme geldiği, suya girmekte tereddüt ettiği ancak veziri Hâmân'ın kışkırtmasıyla atını ileri sürdüğü ve ardından bütün askerlerin suya girdiği, bu sırada suların tekrar yükselip eski hâlini almasıyla Firavun ve askerlerinin hepsinin suya gark olup hiç birinden eser kalmadığı, bu olayın aşure gününde meydana geldiği, bir nice zaman o denizin yüzünde ve iki kıyısında Kıptîlerin leşlerinin göründüğü ve üzerindeki elbiselerde de pek çok süs ve ziynet eşyası bulunduğu, saadet ehli kimselerin Mûsâ Peygamber'in irşâdına uyup bunlara dokunmadığı ancak alçak kimselerin bunları topladıkları anlatılır. Sonrasında Mûsâ Peygamber'in Yuşâ b. Nûn'a çok asker verip Mısır'a gönderdiği ve Mısır'ın fethedilip Kıptîlerin mallarının, ekinlerinin zabtedildiği, Kıptîlerden bir kişinin veliaht tayin edildiği, Yuşâ b. Nûn'un askerlerle birlikte tekrar dönüp Mûsâ Peygamber'e katıldıkları ve Tanrı'nın buyruğu ile muharrem ayının on ikisinde İsrailoğulları'nın Nil kıyısından göçüp yola düştükleri anlatılır (Nevâyî, 1993: 118-120).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in üçüncü mucizesi olarak denizin yarılması hadisesine değinilmiştir. Söz konusu hadise eserde şöyle ifade edilmiştir:

Tafsîli oldur ki hazret-i Hudây Te'âlâ Mûsâ caleyhi's-selâm hazretlerine vahy gönderdi-ki casâ ile bahrı ura. Pes ol bahr niçe yirden şakk olup on iki yirden tag gibi su pâreleri havâya kalkup pes ol sunun bir cânibinden bir cânibine on iki yol zâhir oldı. Pes Hak Tecâlâ yil ile güneş gönderdi. Ol yollarun balçıgını fi'l-hâl kurutdılar ve Benî İsrâ'îl ki on iki sıbt yamî on iki fırka idiler her bir fırka bir yola girüp geçer iken her iki yol mâbeyninde kalan tag gibi yüksek sular ortalarında mânk vü hicâb-ı cazîm olup her fırka sâ'ir fırkaları helâk oldı diyü korkdılar. Hemân Hudây Te'âlâ ol mânk olan tag gibi sulara emr eyledi-ki müşebbek olalar. Pes ol sulardan yir yir kemer gibi delükler açılıp ol on iki fırka biri birlerini görüp kelâmlarını işidürlerdi. Pes bu hâl üzre selâmetle huzur-ı kalble öte cânibe geçdiler.” (Çakır, 2015: 229)

Mûsâ Peygamber'in asâsıyla denize vurmasıyla denizin yarılması mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in de bir gazaya giderken kâfirlerden bir bölüğün gaza yollarını kesmeye çalıştığı, yollarına bir deniz çıkınca Muhammed Peygamber'in işaret etmesiyle denizin yarılıp dağ gibi suların havaya kalktığı, denizin ortasında açılan yerden İslâm askerlerinin hepsinin diğer tarafa geçtikleri, buna şahit olan kâfilerin ise imana geldikleri anlatılır (Çakır, 2015: 229-230).

·        3.18. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı Görmeyi Dilemesi ve Tecellî Hadisesi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde tecellî hadisesi ile ilgili olarak Ulu Tanrı'nın dağa perdeyle tecellî ettiğinde dağın güllerle dolduğunu, yemyeşil olup süslendiğini, perdesiz olarak tecellî ettiğindeyse dağın paramparça olduğunu, bunun için Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Ey Musa! Ben seni Mümtaz kıldım, Sana verdiğimi al ve mazhar olduğun nimete şükredenlerden ol. (A'raf, 7/144)” diye buyurduğunu ifade eder (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 75).

Sultan Veled, “Maârif’ adlı eserinde semâ'nın enbiyadan miras kalmış bir hâl olduğunu, o hâlde insanın kendi varlığından geçerek elini, ayağını ve aklını kaybedip tamamıyla mahvolduğunu ve bunun nübüvvete tekabül ettiğini ifade eder ve bu hususa delil olarak A'râf Sûresi'nin 143. ayetinde de bahsolunan Tanrı'nın dağa tecellîsi karşısında dağın parça parça olması, Mûsâ Peygamber'in de baygın düşmesi hadisesine değinir (Veled, 1993: 379).

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde “Mûsî Yalavaç Dîdâr Tilegen Kıssası” başlığı altında Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi hadisesine ve Mûsâ Peygamber'e dîdârın görünmeme sebeplerine oldukça ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Bu hususta ilk olarak İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e, 'Sen Tanrı ile konuşuyorsun bizde seninle gelip Tanrı kelâmını işitmek istiyoruz.' dediklerinde Mûsâ Peygamber'in dua ettiği, kavmin önde gelenlerinin Mûsâ Peygamber ile birlikte gelip Tanrı'nın kelâmını işitebileceğinin buyrulması üzerine yetmiş kişinin Mûsâ Peygamber ile birlikte Tûr Dağı'na vardıkları, Mûsâ Peygamber'in yerine kavminin başında Hârûn Peygamber'i halife bıraktığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda otuz gün oruç tuttuğu ve Tanrı'nın buyruğuna uyarak bunu kırka tamamladığı, zilhicce ayının dokuzuncu günü Mûsâ Peygamber'in kendisiyle birlikte gelip Tûr Dağı'nın dibinde toplanan yetmiş kişiye “siz munda turun, men tagga aşayın siz siz sonumça kelin kelâm işitin” diyerek Tûr Dağı'na yöneldiği, Tanrı'nın kelâmını işiten yetmiş kişinin bununla kanaat etmeyip “ey Mûsî köni tutmas-miz Tenrini âşkâra körmegünçe dediklerinde bir ateşin gelip onları yakıp helâk kıldığı, sonra Tanrı'nın onları tekrar dirilttiği, artık inanıp iman getiren bu yetmiş kişinin İsrailoğulları arasında kimisinin melik, kimisinin halife, âlim yahut peygamber oldukları, Tevrat'ı yüzünden okuyabildikleri ifade edilir ve Mûsâ Peygamber ile birlikte dönüp evlerine geldikleri anlatılır. Eserde Mûsâ Peygamber'in dîdâr dilemesinin bu zamanda olduğu, İsrailoğulları'nın “ey Mûsî bizge kerâmetler vacde kılmış erdin, imdige tegi bulmadımız, yana bargıl ducâ kılgıl bolgay kim Mevlî tacâlâ icâbet kılgay” dediklerinde Mûsâ Peygamber'in onların başında Hârûn Peygamber'i bırakarak kendisinin Tûr Dağı'na vardığı, orada Tanrı'nın kelâmını işittiğinde “kelâm tatıgı mundag bolsa dîdâr nicmeti artukrak bolgay” diye düşünerek Tanrı'ya “İlâhi seni körüp ölsem, bu tilekim bergil” diye duâ edip dîdâr dilediğinde “len terânî” hitabıyla karşılaştığı, zayıf olduğu için göremeyeceğinin, dağa baktığında dağ sabit kalırsa Tanrı dîdârını görebileceğinin buyrulduğu anlatılır. İlâhî buyruk üzerine Mûsâ Peygamber'in iki dağ arasıdaki taşın üzerine oturduğunda yine Tanrı buyruğu ile sırasıyla birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı kat meleklerinin türlü suretlerde inerek Tanrı'ya tesbih ve tehlîl söyledikleri, her bir gökteki meleklerin inişinde rüzgâr, yıldırım, yangın gibi türlü hâllerin görüldüğü ve Mûsâ Peygamber'in korkuya kapıldığı, Tanrı'nın tecellî nurunu dağa salarak Mûsâ Peygamber'e oraya bakmasını buyurduğu, dağın parça parça olduğu, Mûsâ Peygamber'in de kendinden geçtiği ve üç günden sonra kendine gelerek "İdiyâ bu tilekdin tevbe kıldım, sana kirtüngenler evveli men-men.” dediği ve Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “sana berilgen kitâbnı algıl mana şükr kılgıl.” dediği anlatılır. Devamında ise “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde de bahsi geçen Mûsâ Peygamber'in İblis olan olan diyaloğuna ve Mûsâ Peygamber'in on iki sebepten dolayı Tanrı'nın dîdârını görememiş olmasına değinilerek bu sebepler sıralanmıştır. Ayrıca Mûsâ Peygamber'in len terânî hitabını işitip Tûr Dağı'ndan indikten sonra tecellî nurunun Mûsâ Peygamber'de zâhir olduğu, kimin gözü Mûsâ Peygamber'e düşse gözünün görmez olduğu, bu sebepten Mûsâ Peygamber'in yüzünü bir örtü ile örttüğüne değinilmiştir (Rabgûzî, 1997: 168-174).

“Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda tecellî hadisesine de değinilmiştir. Eserde Mısır'dan çıkıp denizi de sâlimen aşarak Firavun ve halkının zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e “vacde kıldugun kitâbı bize getüri vir” diye söyledikleri ve Mûsâ Peygamber'in bunu Tanrı'dan dilediği, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğuna uyup otuz gün oruç tuttuğu ve temizlenip Tûr Dağı'na vardığı ancak bu süreye on gün daha ilave edildiği ve orucunu kırk güne tamamlayıp Tûr Dağı'na vardığında Tanrı ile konuştuğu, Mûsâ Peygamber'in “rabbi erinî” diyerek Tanrı'yı görmek istediği ancak Tanrı'nın “len terânî” yani beni görmeyesin dediği, sonra Tanrı'nın daha tecellî ettiği ve dağın yarılıp kum olup aktığı, bunu gören Mûsâ Peygamber'in düştüğü ve aklının gittiği, Rabgûzî'nin de eserinde bahsettiği gibi Tanrı'nın buyruğuyla gök meleklerinin türlü suretlerde indikleri ve türlü hadiselerin gerçekleştiği, korkuya kapılan Mûsâ Peygamber'in kendine geldikten sonra Tanrı'ya tesbih kıldığı ve tevbe ettiği anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 271-274).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilediği vakit Tanrı'nın nurunu dağa havale ettiği, Mûsâ Peygamber'in dağa baktığı, Tanrı'nın “Eger hâkîkat sen benüm dîzârumı severmişsen taga bakmayaydun” diyerek Mûsâ Peygamber'e dîdârını göstermediği buna karşılık Mirac gecesinde Muhammed Peygamber'e cennetin nimetleri, makamları, köşkleri arz edildiğinde, 'Ben Tanrı'ma muhtacım ve iştiyakım O'nadır, bunlara müştak değilim.', dediği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın tecellîsi ile pare pare olmuş dağı görünce düşüp aklının gittiği söylenir ve bazı âlimlerin Mûsâ Peygamber'in aklının gitmesi hususundaki rivayetleri şu şekilde aktarılır:

[110b] (6) ... Mûsâ'nın caklı gitidügine sebep (7) bu idi. Tanrı'yıla münâcât itdigine gönli ulaldı, eytdi. 'Tanrı'nun benüm gibi ne kulı ola, Hak Tacâlâ dilemedi (8) kim Mûsâ kendüzin göre. Zîrâ Hak Tacâlâ tekebbürleri sevmez.' Pes Hak Tacâlâ carş nûrıyla (9) Mûsâ nûrın birikdirdi, taga bırakdı. Çün Mûsâ taga nazar itdi, gördi ki kendü (10) gibi bin bin Mûsâ her bir taş dibinde turur. cAsâsı elinde çagrışup eydürler: 'Rabbi (11) erini' dirler. Çün Mûsâ anları gördi utandı, eytdi: 'İy bâri Hüdâ yâ her bir taş dibinde (12) bin bin benüm bigi Mûsân varımış, imdi tevbe itdüm' didi, secdeye düşüp agladı. (13) Hak Tacâlâ hitâb kılup eytdi ki: 'Yâ Mûsâ başunı götür ki benüm senden artuk Mûsâm yokdur. Ol gördügün [111a] (1) dükeli senün nûrındandur. Anı sana gösterdigim oldur kim câlem halkı bileler ki kul ben dimek eyü (2) degüldür. Kula miskinlik gerek, maksûduna erişe.”

Bu satırların devamında bir nice âlimin de Mûsâ Peygamber'in aklı gidip secdeye gittiği vakit içinden 'Benim gibi Tanrı dîdârına müştak kimse yoktur.' diye geçirdiği, bunun üzerine Tanrı'nın 'Bana müştak çoktur.' diyerek kudret âvâzıyla “yâ ümmet-i Muhammed” dediğinde her ne kadar erkekten, kadından dünyaya gelecek kimse varsa hepsinin birden “lebbeyk” deyişlerini ve Tanrı'nın dîdârını görmeyi dileyen bu insanların âvâzını Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in kulağına değdirdiği, bu âvâzı işiten Mûsâ Peygamber'in secdeye düşerek “İlâhi ben sandum ki sana müştâk benven, ilâhi tevbe itdüm” dediği ifade edilir. Bir nicesinin de, eğer Tanrı Mûsâ Peygamber'e dünyada dîdâr göstermiş olsaydı kıyamet gününde kâfirler onlar dünyada iken dîdâr görüp iman ettiler, biz de görsek biz de iman ederdik derlerdi; hem kâfirlere hem mü'minlere gösterse yine revâ olmazdı; kâfirler görüp mü'minler görmeseler kişinin dostunu koyup düşmanını sevindirmesi dostunun mahrum bırakması olmazdı, bu sebepten Tanrı Mûsâ Peygamber'e dîdârını göstermedi diye rivayette bulunduğu aktarılır (Cemiloğlu, 2000: 196-197).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile münacatı sırasında İblis'in Mûsâ Peygamber'e yaklaşıp kiminle konuştuğunu sorduğu, Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile söyleştiğini söylemesi üzerine İblis'in “Ne bildün ki söyleyen Tanrı'dur, çün göremezsin , ola ki ayruk kişi ola.” demesi üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan didârını göstermesini dilediği ancak Tanrı'nın “len terânî” yani “göremezsin” diyerek şeytan vesvesesiyle bunu dilediğini için Mûsâ Peygamber'e dîdârını göstermediği anlatılır. Devamında da on iki sebepten dolayı Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın dîdârını göremediği söylenip şu on madde sıralanmıştır: 1. Dîdârın bütün nimetlerin ulusu olduğu, Mûsâ Peygamber'in dîdârı vakitsiz dilemiş olması. 2. Fânî olan Mûsâ Peygamber'in gözünün bâkî olan dîdârı görmesinin mümkün olmaması. 3. Dîdâr dileyen Mûsâ Peygamber'in önce İblis'e bakması. Düşman yüzüne bakan bir gözün dost yüzünü görmesinin mümkün olmaması. 4. Mûsâ Peygamber'in dîdârı Habîbsiz dilemesi (Ya'ni Hak Ta'âlâ didigi olur ki yâ Mûsâ Muhammed Mustafâ benüm habîbümdür. Ben dîzârumı andan dirîg itmezem. Sabr it ki Habîbüm ümmetiyle göresin. Sen ne dilersen dahı anlarınla göresin.). 5. Bir kişi bir nesneyi zahmetsiz, bedava bulursa kıymeti olmaz. (Ya'ni Hak Ta'âlâ didigi olur ki yâ Mûsâ kandayıdun? Eytdi: “Şucayb katındayıdum.” Dükeli nesneyi bilür ammâ sorar. eytdi: “Neylerdün?” Eytdi: “İlâhî koyun güderdim.” Eytdi: “Kaç yıl koyun gütdün?” eytdi: On yıl koyun gütdüm.” Eytdi: “Yâ Mûsâ sana ne virdi?” Eytdi: “İlâhî bir kızın virdi.” Eytdi: “Yâ Mûsâ sen nefsün dilegiyiçün on yıl koyun gütdün, şimdi bir sâ'atda geldün benden dîzâr mı dilersin? Görmeyesin yâ Mûsâ” didi.) 6. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e münacat içinde Hz. Muhammed'in sıfatlarını söylemesi üzerine Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'e âşık olup onu görmek istemesi üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Muhammed Peygamber'in dîdârını Mûsâ Peygamber'e göstermeyi vaat etmiş olduğu ve bunun üzerine Tanrı'nın “Habîbüm dîzârın unutdun mı göster bana didinidi. Bir kişi ki Hâlık dîzârın göre, ol mahlûk dîzârı hor olur. İmdi hâşâ kim ben habîbüm dîzârın hor idem. Evvel habîbüm dîzârın göresin beni görmekile anı görmeyesin, anı görmekile beni göresin.” demesi. 7. Bu dünyanın fânî olması sebebiyle Mûsâ Peygamber'in de sabredip bâkî dünyada bâkî dîdâr görebilecek olması. 8. Tanrı'nın peygamberlerin gayret sahibi olduğunu, eğer Mûsâ Peygamber'e dîdâr gösterecek olsa geri kalan diğer peygamberlerin bize niçin göstermedi diye kederleneceklerini, onun için hepsinin dirileceği zamanı sabırla beklemesini ancak o zaman görebileceğini söylemesi. 9. Cömert bir kişi konuk ağırlayacağı vakit bütün dostlar hazır olmadan yemeği ileri götürülmez. 10. Eğer Mûsâ Peygamber dîdâr dilediği vakit Tanrı ona gösterseydi onun sözüyle göstermiş olurdu.

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in kavmi ile birlikte Nil kıyısından ayrıldıktan sonra, İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'den kendileri için Tanrı'dan şeriat dilemesini istedikleri, Mûsâ Peygamber'in de bu hususta dua ettiği, Tanrı'nın da Mûsâ Peygamber'e hitaben Tûr Dağı'nda otuz gün oruç tutarak orada dilemesini buyurduğu ifade edilir. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in kavminin hilafetini kardeşi Hârun Peygamber'e bırakarak kavminin önde gelenlerinden yetmiş kişiyi yanına alıp belirtilen zamanda Tûr Dağı'na vardığı, orada otuz gün oruç tuttuğu, Cebrâil'in getirdiği haber üzerine on gün daha orada kaldığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr'da kaldığı kırk gün boyunca yanında götürdüğü yetmiş kişi ile arasında bir bulut peyda olduğu, Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile dilsiz konuştuğu, kendisine üzerinde şeriat hükümlerinin yazılı olduğu on levha verildiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istemesi hadisesi ise eserde şu şekilde anlatılır:

“Ve Mûsî caleyhi's-selâm rü'yet istidcâsı kılıp müyesser bolmadı. Çün refikleri kasıga kildi ol kavmleri Hak tacâlâ kelâmını işitürni istidcâ kıldılar, barçanı gazab-ı ilâhî helâk kıldı yana Mûsî caleyhi's-selâm kayıtıp kavmga mülhak boldı.” (Nevâyî, 1993: 120)

·        3.19. Mûsâ Peygamber'e Levhalar (Tevrat)ın Verilmesi / Dağın İsrailoğulları Üzerine Kaldırılması

14. yüzyılda Rabgûzî, kaleme almış olduğu “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın verilmesi ile ilgili olarak İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'den kendilerine vaat ettiği kutsal kitabı getirmesini istemeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na giderek münacatta bulunduğu, bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ı gönderildiği, bin sûrelik ayetlerin on levha üzerine yazılı olduğu, bir rivayete göre levhaların yeşil zebercetten bir diğer rivayete göre ise kızıl yakuttan olduğu, Tevrat'ı yazan kalemin sesini Mûsâ Peygamber'in işittiği, Mûsâ Peygamber'e bu önündeki on levhayı götürmesi buyrulduğunda götüremediği, ayet başına bir melek gönderildiği ancak yine götüremedikleri, sonra harf başına bir melek gönderildiği ancak yine götüremedikleri, Mûsâ Peygamber'e bir defa “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” demesinin buyrulduğu, bunu söyleyince Mûsâ Peygamber'in levhaları tek başına götürerek kavmine geldiği ve kavmine “Tenri azza ve celle bu kitâbnı sizge ıddı, cİbrî tilinçe bu kitâbda yeti min buyruk bar Tâcâtga yeti min tayag bar, macsiyyetga yeti min ögüt bar, yeti min edgülük ihsân bar.” dediğinde bunu işiten İsrailoğulları'nın “bularnı kim saklayu bilgey, ol tapunganımız buzagu bizge yegrek bu ketürgendin” dedikleri, Mûsâ Peygamber'in kendiniz kitap istediniz ama yine kabul etmiyorsunuz diye öfkelenerek Tanrı'ya dua ve hâlini arz ettiği, bunun üzerine Cebrâil'in Tanrı'nın buyruğu ile Filistin dağlarından bir dağı dibinden koparıp gelerek kavmin başı üstüne tuttuğu, Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'na “kabul kılın kılmazsanız dağ tepenize düşer” demesine rağmen İsrailoğulları kabul etmeyince dağın inerek tepelerine değdiğinde ise bir yanaklarını yere koyup bir gözleri ile dağa bakarak eğer daha da inerse kabul edelim inmezse kabul etmeyelim dedikleri, dağın inerek yanaklarına değmesi üzerine kabul kıldıkları anlatılır (Rabgûzî, 1997:167).

“Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'e verilen levhalarla ilgili tafsilatlı bilgi verilmiştir. Eserde anlatıldığına göre Cebrâil, Tanrı'nın buyuğu ile Adn cennetinden bir ağaç keser ve ağaçtan on arşın uzunluğunda ve eninde dokuz tahta getirir, yine sidretü'l-müntehâdan yedi budak getirir ki o budakların hepsi kalem olur, nur olur. Ayrıca bu kalemlerin uzunluğunun yerden göğe kadar olduğu, Tevrat'ın bununla yazıldığı ve yazılmakta iken Mûsâ Peygamber'in kalemin cızıltısını duyduğu, o tahtalarda her nesneden öğüt ve her nesnenin açıklamasının bulunduğu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e bunları alıp kavmine götürmesini ve okumasını buyurduğu, o tahtaların gök üstüne konulduğu ancak göğün buna güç yetiremediği, bunun üzerine Tanrı'nın Cebrâil'i gönderdiği ancak yine götürmeye güç yetiremedikleri, bu defa Tanrı'nın Tevrat içindeki harf sayısınca meleği Cebrâil'e yardım için gönderdiği, levhaları götürüp Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber'e arz ettikleri ve o sırada dağın yarıldığı, Mûsâ Peygamber'in duâ kıldığı ve Tanrı'nın yardımıyla taşımaya muktedir olduğu anlatılır ve Tevrat içindeki ayetlerden bahsedilir. Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ta bahsi geçen Muhammed Peygamber ve ümmetinden Tanrı'ya sualler eylediği, Tanrı'nın da Muhammed Peygamber ve ümmetinden övgüyle söz ettiği, Mûsâ Peygamber'in de “keşke Muhamed ümmetinden olsaydım” diye söylediği aktarılır. Devamında ise Mûsâ Peygamber'in kabul edip onunla amel kılmaları için Tevrat'ı kavmine getirdiği ancak kavminin bunu kabul etmediği, bunun üzerine Tanrı'nın Tûr Dağı'nı koparıp İsrailoğulları'nın üzerine getirdiği, ne zaman ki secde edip kabul kıldılar o vakit dağın üzerlerinden uzaklaştırıldığı anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 274-278).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in varıp tekrar dua ettiği, Tevrat'ın nâzil olduğu, Tevrat'ın kırk bölümden oluştuğu, onun hükümlerini işiten İsrailoğulları'nın bu hükümleri kabul etmedikleri, bunun üzerine dağın üzerlerine kaldırıldığı dile getirilir. Dağın İsrailoğulları üzerine kaldırılması hadisesi eserde şu şekilde anlatılır:

“... anın ahkâmın işittiler ve kabûl kılmaylar didiler. Mûsî caleyhi's-selâmga yana melâlet bolup Cibrîl caleyhi's-selâm tırnagını yirdin köterip ol kavm başı üstige kiltürdi kim Tinri tacâlâ hükmin işitmeseler başlarıga urgaylar. Zarûretdin secde kıldılar ammâ vehmdin bir yüz bile secde kılıp bir közleri yokarı tag sarı irdi kim tag tüşmegey andak ki Yehûdga düstûr boldı, imdi dagı bir köz bile secde kılurlar çün kavm dîn kabûl kıldılar yana Mûsî caleyhi's-selâm dehâsı bile ol tag alar başı üstidin gâyib boldı. Ve Tevrît ahkâmı altı yüz on üçke karâr tuttı ve Mûsî caleyhi's-selâm kavmini başlap Mısrga mütececcih boldı.” (Nevâyî, 1993: 121)

17. yüzyılda yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr “Mi'râc-nâme”sinde Muhammed Peygamber'in Tanrı ile konuşması sırasında kendisini kendinden önceki peygamberler ile karşılaştırırken Tanrı'ya Mûsâ Peygamber'e verdiği Tevrat'ı sorması üzerine Tanrı'nın “sana Âyete’l-kürsi virdim andan sonra Hakk tecâlâ eyitdi yâ Muhammed ben seni bir sûre ile ikrâm eyledüm ki Tevrât’da ve Zebûr’da ve İncîl’de ve gayrı kitâblarda anun misli yokdur ben eyitdim yâ Rabb ol nice sûredür Hakk tecâlâ eyitdi ol Fâtiha sûresidür [126/b]” (Alkan, 2015: 181) dediğini dile getirir.

·        3.20. Sâmirî Kıssası

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Sâmirî'nin Mûsâ Peygamber'in halasının oğlu olduğu ifade edilir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na varıp da dönüşünün gecikmesinden istifade ederek Sâmirî'nin İsrailoğulları'nı aldatıp ellerindeki altınları toplayıp onlarla bir buzağı yaptığı ve bu altından buzağının içindeki boşluğa da Cebrâil'in atının ayağının değdiği yerden aldığı bir avuç toprağı koyduğunda buzağının ses çıkarmaya başladığı anlatılır. Eserde anlatıldığına göre Sâmirî, İsrailoğulları'na “Uşbu sizin Teminiz turur.” diyerek onları yoldan çıkarır, dokuz buçuk sıbt Hârûn Peygamber'in “ey Benî İsrâîl bu buzaguga tapunman, sizin tenriniz Allâh turur, meni ederin mana Tâcat tutun.” demesine aldırmayıp bu altın buzağıya secde ederler, Yâkûb Peygamber'in oğullarından Yûsuf Peygamber ve Bünyamin'in soyundan gelen iki sıbt ile Yehûdâ soyundan gelenlerin yarısı buzağıya secde etmekten geri durur. Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda iken kendisine kavminin durumu bildirilir. Öfkeli ve kaygılı bir şekilde kavmine dönen Mûsâ Peygamber buzağıya secde kılmakta olan kavmini görünce öfkesinden elindeki levhaları yere atar ve levhalar ufalanır. Ondan sonra Mûsâ Peygamber “Sen bularnın arasıda yok mu erdin, nelük bularnı temedin kâfir boldılar.” diyerek Hârun Peygamber'in saçına sakalına yapışarak hesap sorar. Mûsâ Peygamber, Sâmirî'ye niçin böyle bir şey yaptığını sorduğunda Sâmirî “nefsim mundag tiledi” diye cevap verir. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber Sâmirî'ye beddua ederek onu kovar, yaptığı altından buzağıyı da yakıp suya atar. İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'e gelerek “tevbe kılduk Mevlîga yanduk, ducâ kılgıl İdi cazze ve celle tevbemizni kabûl kılsun” diye yalvarırlar. Mûsâ Peygamber dua eder. Bunun üzerine Tanrı Mûsâ Peygamber'e “Benî İsrâ'îlga aygıl biri birniz kılıç birle öltürün ya ewlerinizdin bırakıp çıkın, yerdin suwdın tarılın tevbeniz kabûl bolsun.” diye buyurur. İsrailoğulları ölümü de yeryüzünden ayrılıp dağılmayı da kendilerine reva görmezler. Eserde aktarılan bir başka rivayete göre ise buzağıya tapan dokuz buçuk sıbt evlerinin kapılarında yalın başlarını kıbleye karşı diz çöküp kılıca boyun sunarlar. Hârûn Peygamber iki buçuk sıbt ile birlikte kılıç çekip gelirler ve onları öldürürler. İkindi namazına kadar yetmiş bin kişi ölür ve yeryüzünde kandan arklar akar. Ölenlerin cennete gittiği, kalanların da tövbelerinin kabul olduğu rivayet edilir (Rabgûzî, 1997: 176-179).

“Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un İsrailoğulları'nın yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emrettiği zamanda İsrailoğulları'nın kadınlarının doğum zamanları geldiğinde karanlık gece içinde bir dağa, dereye yahut mağaraya gizlendikleri, Tanrı tarafından her çocuk için bir melek gönderdiği, çocuğun büyüyüp diğer insanlara karışıncaya kadar melekler tarafından beslendiği ve Sâmirî'yi besleyen meleğin de Cebrâil olduğu, bu sebeple Sâmirî'nin Cebrâil'i denizi geçmek vaktinde dirilik atı üstünde Firavun'un önü sıra denize atıldığı sırada tanıdığı ve atının ayağının bastığı yerden bir avuç toprak aldığı, zira bu dirilik atının nereye değse diri kıldığı anlatılır. Mûsâ Peygaber'in Tevrat'ın nüzulü için otuz gün diye gittiği Tûr Dağı'ndan zamanında dönmemesi üzerine Sâmirî'nin İsrailoğulları'nın elinde bulunan Kıptîlerden aldıkları altınları, mücevherleri toplayıp onlardan bir buzağı yaptığı ve içine de Cebrâil'in atının ayağının bastığı yerden aldığı bir avuç toprağı koyduğunda buzağının canlanıp ses çıkarmaya başladığı, İsrailoğulları'na “işbu sizün tanrınuzdur ve dahı Mûsânun ve Mûsâ yol azdı bunı bundan kodı vardı ayruk yirde ister andan ötürü geç kaldı ve vacdeye hilâf eyledi (436/7-9)” diyerek onları doğru yoldan saptırdığı, altı yüz bin kişi olana İsrailoğulları'ndan on iki bin kişi dışındakilerin hepsinin Sâmirî'ye uyup fitneye düştükleri, buzağıya secde ettikleri, Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda iken Tanrı tarafından kavminin fitneye düştüğü haberinin kendisine bildirildiği ve Mûsâ Peygamber'in kavmine dönerek kavminin durumunu gördüğü ve kardeşi Hârûn Peygamber'e duruma engel olmadığını düşünerek saçına sakalına yapışıp hesap sorduğu, buzağıya tapanlardan yetmiş bin kişinin kılıçtan geçirildiği, Mûsâ Peygamber'in buzağıyı yakıp külünü Nil'e savurttuğu ve Sâmirî'ye de lânet ederek toplumdan dışladığı anlatılır. Devamında ise Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın önde gelenlerinden yetmiş kişiyi alarak kavimlerinin buzağıya tapmalarından ötürü bunun özrünü dilemek için Tûr Dağı'na gittiği, orada vardıklarında bir bulutun içine girdikleri ve secdeye vardıkları, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile konuşmasını işittikleri ancak görmeden inanmayız diyecek kadar ileri gitmeleri üzerine gökten bir od inerek hepsini yandırarak öldürdüğü, Mûsâ Peygamber'in duası üzerine Tanrı tarafından tekrar diriltildikleri anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 278-284).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in vaat edilen süreye on gün daha eklenmesi üzerine Tûr Dağı'nda on gün daha kaldığı, bu zaman zarfında Sâmirî'nin saptırması ile on iki bin kişinin Sâmirî'nin yaptığı buzağıya tapmaya başladıkları, Mûsâ Peygamber'in bu hâli görünce çok şaşırdığı, buna engel olmadığını düşünerek Hârûn Peygamber'e kızması üzerine Hârûn Peygamber'in özür dilediği, Mûsâ Peygamber'in Sâmirî hakkında beddua ettiği ve buzağı heykelini yaktığı anlatılır (Nevâyî, 1993: 120-121).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in sekizinci mucizesi olarak Sâmirî'nin bir put olarak yaptığı altından buzağı heykelini bir çöp parçası hâline dönüştürmesinden bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ı almak üzere kavminden yetmiş kişiyi yanına alarak Tûr Dağı'na gittiği vakit Sâmirî'nin geride kalan 600 bin kişiden 12 bin kişi haricindekileri yaptığı buzağı ile yoldan çıkardığı dile getirilir. Sâmirî'nin, kavminin Mısır'dan çıkarken yanlarında getirdiği altınları bir başka rivayete göre ise ganimet olarak toplanan ancak helal olmadığı gerekçesiyle uzağa fırlatılan altınları toplayıp eriterek altından bir buzağı yaptığı, daha önce Cebrâil'in insan şeklinde bir ata binerek Firavun'un önünde denize doğru alıp yürüdüğü sırada onu görerek atının ayağının bastığı bir miktar alıp sakladığı topraktan buzağı heykelinin içine koyduğu, böylelikle buzağının hareket edip ses çıkarmaya başladığı, Hârûn Peygamber'in engel olmaya çalışmasına rağmen 12 bin kişi dışındakilerin ona ibadet ettikleri, Mûsâ Peygamber'in Tûr'dan gelince Hârûn Peygamber'e kızdığı ve mübarek eliyle o buzağı heykelini tuttuğunda bir kuru çöp parçasına dönüşüp ateşte yanıp gittiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Muhammed Peygamber Tebük gazasında iken o yerin sakinlerin bir kavmin altından putlarıyla Muhammed Peygamber'e gelerek bir mucize talep ettikleri, eğer hak peygamber ise putlarını bir kuru ağaca döndürmesini istedikleri, Muhammed Peygamber'in Allah'a dua ettiği, o altından putun kuru bir ağaç parçası olduğu, bu sebeple pek çok kişinin de imana geldiği anlatılmıştır (Çakır, 2015: 239241).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in 10. mucizesi olarak birbirini katleden halkı bedenlerinin ve kanlarının büyük bir yağmurla temizlenmesi hadisesine değinilmiştir. Sekizinci mucizede anlatıldığı gibi Tûr'dan döndüğünde İsrailoğulları'nın büyük bir bölümü Sâmirî'nin altın buzağısına tapıp ibadet etmeye başladığını gören Mûsâ Peygamber'in çok üzüldüğü ve kavmin pişman olup tövbe etmek istediklerinde birbirlerini katletmelerinin emrolunduğu, bunun üzerine birbirlerini öldürmeye başladıklarında kısa sürede yetmiş bin kişinin öldüğü, kanların sel gibi aktığı ve her yerin insan leşi ile dolduğu anlatılır. Sonrasında ise Mûsâ Peygamber'in duasıyla yağmurun yağarak cesetleri temizlediği anlatılır:

“Pes bakıyyesinden işbu maccafv olındukda maktûllerün bedenleri mütecaffın olup bed râyihalar peydâ olup Halk mete'ezzî olıcak hazret-i Mûsâ caleyhi's-selâm âmâ eyleyüp fi'l-hâl bir cazîm yagmur yagup cazîm seyller akup ol maktûllerün bedenlerini götürüp kanlarından ve tenlerinden yiri pâk eyledi.” (Çakır, 2015: 241)

·        3.21. Mûsâ Peygamber'in Beytü'l-Makdis'i İnşa Etmesi

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde bakara olayından sonra Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e cemaati için bir mescit yapmasını vahyettiği, bu çadırdan mescidin yapımında kurban dersi kullanıldığı, iplerinin kurban yününden olduğu, çadırların kırk arşınlık bakır direkler üzerine dikildiği, her bir evin dörder kat örtüsü olduğu, yine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Beytü'l-Makdis'i yetmiş arşınlık altın bir direk üzerine dikmesini buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in onun içine türlü cevherler ile süslü altın bir tabut koyduğu, Tanrı'nın gökten dumanı olmayan ve hiçbir nesneyi yandırmayan bir od indirdiği ve Beytü'l-Makdis'e altın zincirlerle asılan altın kandillerin bu oddan yandırıldığı, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile Beytü'l-Makdis'in ortasına gökten inen oda ocak olmak üzere ortası çukur olan büyük bir mermer koyduğu anlatılır. Beytü'l-Makdis'in işlerini Mûsâ Peygamber'in Hârûn Peygamber'e, onunda iki oğluna ısmarladığı nakledilir (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 304-306).

·        3.22. Mûsâ Peygamber'in Yaptığı Sandık (Tâbût)

Rabgûzî, “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ömrünün son demlerinde Tanrı'ya “[131v](16)...İdiyâ Benî İsrâ°îlga nerse kerâmet kılgıl kim mendin son olarga hüccet nusret bolsun düşmen (17) üze.” diye münacatta bulunduğu, bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e “[131v](17)...ey Mûsî aygıl bir tâbût kılsunlar, ol taşnı takı elvâh uşaklarnı takı senin casânnı takı Hârûnnın cimâmesini anın içine koysunlar.” diye buyurduğu, bunun üzerine İsrailoğulları'nın altın ve gümüş yığıp bir bir tabut yaptıkları içine de Mûsâ Peygamber'in Tîh sahrasında iken asâsı ile vurup ondan su çıkardığı taşı, Mûsâ Peygamber'in asâsını, levhaları, Hârûn Peygamber'in imâmesini onun içine koydukları; ne zaman sıkıntıya düşseler, düşmanları belirse o tabutu çıkarıp ileri koyup dua ettiklerinde düşmandan kurtuldukları anlatılır. Devamında ise Câlût'un bu sandığı İsrailoğulları'ndan almaya muktedir olduğu ancak sandığı bir türlü açamadığı, Câlût ve askerlerinin kendilerine musallat olan hastalıktan helâk olmak korkusundan tabutu geri İsrailoğulları'na gönderdikleri, bu duruma çok sevinen İsrailoğulları'nın Tanrı'ya şükredip kurbanlar kestikleri, o günü bayram kabul ettikleri anlatılır. Eserde bir başka rivayete göre ise Tâlût'un melik olduğu gün sevinen İsrailoğulları'nın Tanrı'ya yalvararak tabutu geri istedikleri o vakit bir bulut tarafında tabutun getirilip İsrailoğulları'nın önüne bırakıldığı dile getirilir (Rabgûzî, 1997: 185186).

14. yüzyıla ait yazarı belli olmayan “Kısas-ı Enbiyâ”da da içinde Mûsâ ve Hârûn Peygamber'e ait eşyaların olduğu sandıktan söz edilmektedir. Bu sandık hakkında bilgiler, Kur’ân-ı Kerim’de Bakara Sûresi'nin 248. ayetinde de yer almaktadır. Eserde, Mûsâ Peygamber'in ömrünün son zamanlarında Tanrı'ya “İlâhi Beni İsrâcîl senün kullarundur. Dahı bunlarun düşmânları çokdur. İmdi bunlara bir nesne vir ki anunıla düşmenlerin sıyalar, dahı bunca hâcetleri revâ ola.” diye dua ettiği, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “benüm ulu adlarumdan anun içine koy, tâ ki benüm kudretümi göresin” dediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in altın, gümüş, demir, bakır, tuc ve kurşunu karıştırıp kaynattığı ondan bir sandık yaptığı ve ona sağlam mıhlar vurduğu anlatılır. Sandığa konulduğu söylenen eşyalar ise şöyledir: “Dahı ol tahtalar andadur. Tevrît yazılmış idi, anun içine koydı ve kendi casâsın ve Hârûn cimâmesin içine koydu, berkitdi.” Daha sonra Mûsâ Peygamber'in sandığı İsrailoğulları'na bıraktığı, İsrailoğulları'nın bu sandık sayesinde düşmanlarını hezimete uğrattıkları, kavim içinde kim peygamber olursa sandığın onun hükmünde olduğu ancak Câlût'un İsrailoğulları'nı yenip bu sandığı ele geçirdiği ve sandık elden gidince İsrailoğulları'nın âciz kalarak peygamberlerinden kendilerine bir melik vermesi için Tanrı'ya niyazda bulunmalarını istedikleri ve Tanrı'nın Tâlût'u onlara melik olarak verdiği anlatılır (2000: 204-205). İsrailoğulları'nın tekrar tâbûta kavuşması ise eserde şu şekilde anlatılır:

[124b](10)... Bir gün (11) Beni İsrâcîl kavmı Tâlûtıla durdılar, bir yazıya çıkdılar, dırâ kıldılar, eytdiler: ' İlâhî bize (12) gine ol Mûsâ'dan kalan tâbûtı viribi, düşmene zafer bulalım.' Nâgâh gördiler (13) ol tâbût bulur arasından gelür. Tanrı'ya şükr kıldılar kurbânlar eylediler.” (2000: 205)

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in 81 yaşında Tanrı'nın buyruğu ile bir sandık yapıp onu cevher ile süslediği, buyrukları ve levhaları içine koyduğu, çevresine yedi renk kumaş ile otağ diktiği ve bu sandığı muhafaza görevini Hârûn Peygamber'in evlatlarına bıraktığı ve bu sandığa “sandukü'ş-şehâde” dendiği anlatılır (Nevâyî, 1993: 121-122).

·        3.23. Bakara Olayı

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde “Sıgır Buzagu Kıssası” adı altında Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara Sûresi'nde de anlatılan, maktûlün dirilerek kâtilini haber vermesi olayına değinilir. Eserde anlatıldığına göre İsrailoğulları göçüp Filistin'e vardıkları zaman Erhab ve Aclam adlı iki kent arasında bir ceset bulurlar ve bunu Mûsâ Peygamber'e haber verirler. Mûsâ Peygamber “İdiyâ munı kim öltürdi erse bizge haber kılgıl şerîcatnı anın üze yörütelin.” diye dua eder ve bunun üzerine Tanrı tarafından ölünün hangi kente yakın ise o kentin kişilerine ant vermeleri, ant içmezse kısas uygulamaları, ant içmeyenlerin kan bedeli vermeleri buyrulur. Kan bedelini verirler ancak yine de katili bulmak isterler. Mûsâ Peygamber tekrar münacat kılar bu defa “bir sıgır öltürün, anın etidin alıp ölügge urun, kim öltürgenin tirilip ayta bergey” diye buyrulur. İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'i alaya alarak bu sığırın yaşını, rengini, niteliğini sorarlar. Tanrı tarafından bu sığırın orta yaşlı, sarı renkli ve hiç saban sürmemiş bir sığır olduğu buyrulur. İsrailoğulları içinde yaşlı bir kadının oğlu vardır ki çok fakir, dindar ve annesinin sözüne bağlı bir gençtir. Bu gencin babasının zamanında dağa bıraktığı bir buzağı vardır. Genç, annesinin buyruğu üzerine bu sığırı dağdan alır gelir. Bu İsrailoğulları'nın aradığı sığırdır ve genç, annesinden destur alıp sığırı İsrailoğulları'na derisi dolusu altına satar. Sığırı boğazlayıp etiyle ölüye vurduklarında ölü dirilerek kendisini kardeşinin oğlunun öldürdüğünü haber verir. Eserde bu olayın akabinde ölen kişinin adı Âmîl olduğu, oğlunun kızının olmadığı, kardeşinin çocuklarının fakir olduğu, mirasına konmak için öldürüldüğü, gerçek ortaya çıkınca da katillerin mirastan mahrum bırakıldıkları anlatılır (Rabgûzî, 1997: 179-181).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde bakara olayına Mûsâ Peygamber'in Hızır ile görüşüp tekrar Tîh Çölü'ndeki kavmine dönmesinden sonra yer verilmiştir. Eserde bakara olayının anlatımı Rabgûzî'nin eserindeki anlatım ile birebir örtüşmektedir (2013: 301-304).

Ali Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde “bakara olayı”na değinir. Nevâyî, söz konusu eserinde cÂmil adlı bir kişinin kardeşinin iki oğlu tarafından malı için öldürülüp iki kavmin arasına salındığını ve katilinin bulunması için Mûsâ Peygamber'den ısrarla yardım istediklerini, Mûsâ Peygamber'in kasâmeye17 hüküm kıldığını, fakat kimsenin bunu kabul etmeyerek kâtilin bulunması için Mûsâ Peygamber'den dua etmesini istediklerini, Mûsâ Peygamber'in duası üzerine Tanrı'nın bir sığırı öldürüp onun bir uzvu ile maktûle vurmalarını buyurduğunu, bu takdirde maktûlün katilini söyleyeceğini anlatılır. Sonunda bu iki kavmin kendi işlerini zorlaştırarak, istenilen niteliklere uygun olarak “orta yaşlıg rengi sarıg zirâcat ve yük zahmetin körmegen bolgay ve nâ-pâk yirde otlamamış bolgay ve cömride ana meşakkat yitmemiş bolgay” bir sığırı bulup kestikleri, eti ile maktûle vurduklarında maktûlün dirilerek kâtilini söylediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in katillere kısas cezası uyguladığı ve o sığırı yakıp külünü sakladıkları ve her ne zaman böyle bir olay ortaya çıksa onun külünden yararlanıldığı nitekim o sığırın külünde aynı mucizevî özelliğin bulunduğu, bu mucizenin Hârûn Peygamber'in evlatlarına ulaştığı ve bu olaydan sonra İsrailoğulları'na kurbanın farz olduğu dile getirilmiştir (Nevâyî, 1993: 122-123).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in beşinci mucizesi olarak ölen bir kişinin katilini bulması olayına, bakara hadisesine değinilmiştir. İsrailoğulları'ndan bir kişi öldürülüp katili bulunmak istenince Mûsâ Peygamber, Tanrı'nın bir sığır boğazlanması yönündeki emrini kavmine tebliğ etmiş, katili bulmakla sığır boğazlamak arasındaki hikmete akıl erdiremeyen kavim saçma sapan konuşmaya, niye sığır lazım olduğunu tartışmaya başlamışlar, ilk emirde sığırı boğazlamamışlar ve kanaat etmediklerinden Tanrı tarafından onlara açıklamalar gelmiştir. Uzun bir süre aradıktan sonra açıklamalara uygun sığırı bulan İsrailoğulları onu fakir ama dindar bir genç olan sahibinden derisi dolusu altına satın alıp boğazlamışlar ve sığırın bir uzvu ile ölüye vurduklarında o ölü dirilip kendisini öldüren kişiyi haber vermiş sonra tekrar ölü hâline dönmüştür. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Muhammed Peygamber'in de ensardan katledilen bir kişinin kâtili bulunamayınca dua edip ilâhî emirle “kadîb”i o ölünün üzerine koyduğunda ölünün dirilip katilini haber verdiği anlatılır (Çakır, 2015: 232-237).

·        3.24. Mûsâ Peygamber'in Kavmi / İsrailoğulları

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde “Bir kimse, kendileri için işlediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere saklanmış olan nimetleri bilemez. (Secde, 32/17)” ayetiyle ilgili olarak kendisine “Mademki Tanrı'nın böyle bir lütfu vardır. O hâlde her kim arzu eder ve gerçek talepte bulunursa maksadına erer mi, istediği olur mu?” diye sorulması üzerine bunun mürşitsiz olmayacağını söyler ve misal olarak Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya itaat ettiğinde denizde yollar açıldığını ve buradan ahalisi birlikte geçmiş olduklarını, fakat İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e karşı koymaya başlamaları üzerine çölde senelerce kaldıklarını, Mûsâ Peygamber'in onları düzeltmeye uğraştığını ifade eder (Mevlânâ, 2017: 90-91).

Sultan Veled, “Maârif’ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in kavminin nifaktan hakikate yönelişini şu cümlelerinde dile getirmiştir:

“Mûsâ (Selâm O'nun üzerine olsun) zamanında kavmi, Mûsâ'yı ve Tanrı'sını kabul ederek, oybirliğiyle, nifaktan ve dananın tanrılığından yüz çevirdiler. Çünkü Mûsâ, doğru ve haklı idi. Hattâ bizzat hakikatti. Onlara, dananın Tanrı olması imkânsız göründü. Ehl-i bâtıl ise Hakka tamamiyle yabancıdırlar.” (Sultan Veled, 1993: 333)

14. yüzyılda Rabgûzî, kaleme almış olduğu “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde “Mûsî Yalavaçnı Âzârlaganlar Kıssası” adı altında İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e karşı olan suçlayıcı, ayıplayıcı tavırlarından söz eder ve Muhammed Peygamber ne zaman Tanrı'nın buyruklarını ashabına ulaştırdıysa Tanrı'nın “ey îmân keltürgenler sizler Mûsîni âzârlaganlarlardın bolman, menin yarlıkımnı sizge tegürürde özini yalganga nisbet kılman, köni tep bilin” diye buyurduğunu dile getirir. Devamında kavminin Mûsâ Peygamber'i ayıpladığı ancak Tanrı'nın İsrailoğulları'na Mûsâ Peygamber'in ayıbı olmadığını gösterdiğini ifade ederek şu hadiseyi anlatır. Rivayete göre Mûsâ Peygamber'in utancından dolayı tenini örtülü tuttuğu, ancak İsrailoğulları'nın bunu bir hastalık yahut ayıbı olduğu için böyle yaptığını düşünmeye başladıkları zamanda bir gün Mûsâ Peygamber'in kıyafetlerini bir taşın üzerine bırakıp suya girdiği, o sırada taşın kıyafetleri alıp halkın arasına kaçtığı, halkın kıyafetlerini almak üzere taşın ardından gelen Mûsâ Peygamber'i görünce teninde düşündükleri gibi bir hastalığı olmadığını, kusursuz olduğunu anladıkları anlatılır. Bazı rivayetlerde ise kavmi tarafından öne çıksa kibirli diye, arkada yürüse korkak diye, geri dursa bizi kovalayıp sürer gibi ardımızdan geliyor diye Mûsâ Peygamber'in azarlandığı, Hârûn Peygamber öldüğünde ise onu Mûsâ Peygamber'in öldürdüğünü düşündükleri anlatılır (Rabgûzî, 1997: 167-168).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde İsrailoğulları'nın nüfus özellikleri hakkında bilgi verir. Eserde, Kârân çölünde Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i ziyâret ettiği, Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber için ziyafet verdiği, Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e kavminin her bir boyunun başkanlığını o boyun içerisinde akıl, zekâ ve yiğitlik bakımından seçkin bir kişiye vermesini buyurduğu, bunun üzerine seçilen on iki kişinin bu boylara başkan olduğu, halkın sayısının defterlere kaydedildiği, 20-50 yaş arasında 600 binden fazla insan olduğu, yaşlı ve genç nüfusunsa nihayetinin olmadığı belirtilir (Nevâyî, 1993: 123).

·        3.25. Bulutun İsrailoğulları'nı Gölgelemesi

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde İsrailoğulları'nın bir bulut tarafından gölgelenmesi hadisesine de değinir. Nevâyî, eserinde İsrailoğulları'nın Kârân sahrasında iken havanın çok hararetli olduğunu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ve askerlerinin üzerine daima gölge salmak üzere kara bir bulut gönderdiğini, bu bulutun gölgelemesi olayı üzerine Hârûn Peygamber ile Meryem'in düşüncelerinden 'biz soy bakımından Mûsâ'dan aşağı değiliz, insanlık yönünden de onun gibiyiz' diye geçirdiklerini bunun üzerine o buluttan şöyle şiddetli bir sesleniş geldiğini anlatır:

“ol bulutdın bu iş suncıga bir nehîb ün kildi kim iy Benî İsrâyil sizge ni hadd kim Mûsî caleyhi's-selâm bile özünüzni tin tutkay siz kim bu künkeçe barça mürsel peygamberni Cibrîl vâsıtası bile ve ilhâm bile ya rûyâ bile öz Hitâbımızga müşerref kılıp biz ve ana vâsıtasız ol kelâm-ı mecîdimizga tekellüm kılıp biz ve ana birilgen mmcizât hîç resûlga birilmeydür.” (Nevâyî, 1993:123)

Bu satırların devamında bu seslenişin yükselmesinden sonra o bulutun kaybolarak havanın tekrar eski hararetine döndüğü, Hârûn Peygamber ile Meryem'in yaptıkları küstahlıktan dolayı tövbe edip af diledikleri ancak Meryem'in yüzünde leke hastalığı ortaya çıktığı ve bu hastalığın Mûsâ Peygamber'in duasıyla iyileştiği anlatılır (Nevâyî, 1993:123-124).

·        3.26. Kârûn Kıssası

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Kârûn'un Mûsâ Peygamber'in halasının oğlu olduğundan bahsedildikten sonra ilk olarak Kârûn'un nasıl zengin olduğuna dair bir rivayete yer verilir. Rivayete göre bir gün Mûsâ Peygamber'in, Kârûn'un yanına bir buyruk iletmek için vardığı sırada karşısına bir dilenci çıkar ve Mûsâ Peygamber'den bir şey ister, çok zor durumda olduğunu söyleyerek yalvarır. Bu sırada Kârûn, Mûsâ Peygamber'in bir derviş ile olduğunu görüp kendisinden bir şey istemesinler diye gizlenir. Mûsâ Peygamber, dilenciye yanında verebileceği bir şey olmadığını, Firavun'un yanından eve dönerken bir şey verebileceğini söyler ancak dilenci çok çaresiz durumda olduğunu, sabrının olmadığını söyleyince Mûsâ Peygamber çaresiz adama “yerde körüngen otlarnı yıggıl, kurutgıl andın sonbir ança temür ya tuç ya kurgaşun kayusın, buldun erse erse eritgil bu kurutgan otdın azgına ana kemişgil kamug kızıl altun bolgay.” der. Mûsâ Peygamber'den yalan söz çıkmayacağını bilen derviş bu söze inanır. Mûsâ Peygamber'in oradan ayrılır. Mûsâ Peygamber ile derviş arasındaki konuşmayı Kârûn'un işittiği ancak Mûsâ Peygamber'in Kârûn'u görmediği, Mûsâ Peygamber gittikten sonra Kârûn'un o dervişin yanına yaklaşarak Mûsâ Peygamber'in kendisine ne verdiğini sorunca o derviş de bir şey vermediğini sadece “kuru otları bakıra katınca altın olacak” dediğini söyler. Bunun üzerine Kârûn, dervişe, 'Mûsâ senden kurtulmak istediği için öyle demiştir, bundan bir şey çıkmaz, sen var yiyecek iste' diyerek dervişi kandırır. Daha sonra Kârûn o otları toplayıp kurutur. Demir, bakır, tunç ve kurşuna burçağa benzeyen o ottan katınca kızıl altın olur. Tanrı'nın kudretiyle Kârûn yedi gün gece gündüz altıncılıkla uğraşarak pek çok hazineye sahip olur. Her bir hazineye altından bir kilit yapar ancak götürmesi zor olunca hafif olsun diye sığır derisini kurutup ondan kilit yapar ve kırk katıra yükletir ancak kırk katır bile taşıyamaz. Kârûn'un altınlarla bezeli bir saray yaptırıp orada zevk ve sefa içinde yaşadığını gören dünya malına meyilli halk 'Keşke ona verilen mal-mülk bize de verilseydi.' diye iç geçirir. Rabgûzî eserine ayrıca, Mûsâ Peygamber'in her gün İsrailoğulları'nı toplayıp minbere çıkıp onlara vaaz ve nasihatler verdiğini, Kârûn'un da altın kadeh çıkartıp Mûsâ Peygamber'in karşısında şarap içtiğini, etrafında kullarının, çalgılarının hazır bulunduğunu ve Mûsâ Peygamber'in de bu duruma tahammül ettiğini anlatılır. Kârûn'un kötü huylu bir kadına bin altın vererek karşılığında Mûsâ Peygamber'e mecliste vaaz vermekte iken iftira atmasını istediği, kadının meclise iftira atmak maksadıyla geldiğinde Tanrı'nın onun gönlünü çevirdiği, böylece gidip bin tane altını Mûsâ Peygamber'in önüne koyduğu, kendisine bunları Kârûn'un verdiğini söyleyerek tövbe ettiği anlatılır. Devamında Tanrı'nın İsrailoğulları'na verdiği nimetler için şükretmedikleri, putlara taptıkları, belalar karşısında kendisine inanmadıkları, Firavun'u helâk kılmasına rağmen düzelmedikleri, bundan böyle her birinin süngülerinin uçlarına üçer gök bayrak asmalarının ve bunları gördükçe Tanrı'nın verdiği nimetlere şükretmelerinin buyrulduğu, on iki sıbttan/boydan dokuzunun gönülsüz de olsa astıkları ancak üçünün asmadığı, emre itaat etmeyenler arasında Kârûn'un da olduğu, asî olan Kârûn'a bu defa malının yarısını dervişlere vermesi ve dört bayrak asmasının buyrulduğu ancak buna uymadığı, Cebrâil'in “Ey Mûsî Kârûnga aygıl mâlının beşde birin çıgaylarga bersün, tört yelük assun on ança mâl bereyin.” diye buyruk getirdiğinde Kârûn'un mal vermeyi yine kabul etmemesi üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya Kârûn'a bela göndermesi için dua ettiği anlatılır. Devamında Tanrı'nın yeri Mûsâ Peygamber'in tasarrufuna bıraktığı, Mûsâ Peygamber buyurdukça yerin Kârûn'u biraz daha aşağıya çektiği ve nihayet tamamen yuttuğu, İsrailoğulları'nın “Mûsî Kârûnnın mâlın almak üçün helâk kıldı” demeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın buyruğuyla Kârûn'un malının, mülkünün, sarayının da yere battığı anlatılır (Rabgûzî, 1997:174-176).

“Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Kârûn'un Mûsâ Peygamber'e yakınlık/akrabalık derecesi ile ilgili farklı rivayetler zikredildikten sonra onun aslında İsrailoğulları'nın âlimleri arasında oldukça faziletli olduğuna, Tevrat'ı çok iyi okuduğuna ancak münâfık olduğuna değinilmiş, kimya ilmine vakıf olduğu da belirtilmiş ve bir rivayete göre zenginliğinin sebebi olarak kimya ilmine vâkıf olması gösterilmiştir. Eserde aktarılan başka bir rivayette Kârûn'un aslında ibadete oldukça düşkün bir kimse olduğu İblis'in onu bir şekilde kandırdığı ve Kârûn'un mal-mülk hırsına kapılıp çok zenginleştiği ve Tanrı buyruğunu bile hiçe sayacak kadar ileri gittiği, Mûsâ Peygamber'e olan düşmanlığının da giderek arttığı anlatılmıştır. Devamında ise Rabgûzî'nin de eserinde bahsettiği Kârûn'un bir kadına para vererek Mûsâ Peygamber'e iftira atması olayına da değinilmiş ve bu olayın neticesinde Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla Kârûn'un ve hazinelerinin yere battığı anlatılmıştır (2013: 284-288).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Kârûn kıssasını anlatırken bu kıssanın başında Kârûn'dan şöyle bahseder:

“Ol Benî İsrâyilde cilm ü fazlda münferid irdi ve gâyet-i hüsn-i cemâlidin anı münevver dirler irdi ve Mûsî caleyhi's-selâmgnın yakın ü karâbetidür. Mûsî caleyhi's-selâm anın terbiyetide mübâlaga kılur irdi ve mlûm-ı cArabiyye ve fünûn-ı cAcemiyye kim feyz-i ilâhîdin mübârek zamîriga münakkas irdi anın fehmi yitkençeni ana tadim kılur irdi.” (Nevâyî, 1993:124)

Bu satırların devamında Nevâyî, Kârûn'un ayrıca kimya ilmiyle meşgul olduğunu, çok zengin olduğunu o kadar ki mal ve hazinelerinin kilitlerinin kırk katır yükü olduğunu, İsrailoğulları'nın bu duruma boyun eğdiğini, Mûsâ Peygamber'in ise Kârûn'a Tanrı'nın hükmü ile malının binde birini zekât olarak vermesini buyurduğu ancak Kârûn'un buna yanaşmadığını dile getirir. Ayrıca Kârûn'un yine bir gün Mûsâ Peygamber ile alay etmek maksadıyla bir kadına çok mal verip karşılığında Mûsâ Peygamber'in halka vaaz verip nasihat etmekte olduğu bir sırada ona iftira atmasını buyurduğu, o zaman gelip de o kadının söyleyeceği vakit Tanrı'nın o kadına gerçeği söylettiği, kadının bunu yapmaya kendisini Kârûn'un zorladığını söyleyerek iman ettiği ve Mûsâ Peygamber'den özür dilediği anlatılır. Bu duruma çok öfkelenen Mûsâ Peygamber'in dua ettiği, Cebrâil'in gelerek Mûsâ Peygamber'e Kârûn hakkında her ne hüküm vermek isterse verebileciğini bildirmesi üzerine Mûsâ Peygamber'in orada bulunan halktan Kârûn'a tâbi olanların Kârûn'a, kendisine tâbi olanların da kendisine katılmasını söylediği ve ardından yere Kârûn'u aşağıya çekmesini buyurması üzerine Kârûn'un Mûsâ Peygamber'e sihirbazlık isnat ettiği, Mûsâ Peygamber'in yere tekrar buyurması üzerine Kârûn'un dizine kadar yere battığı, bunun üzerine korkup Mûsâ Peygamber'den özür dilediği, Kârûn özür diledikçe Mûsâ Peygamber'in yere aşağıya çekmesini emrettiği böylece Kârûn'un tamamen yere battığı dile getirilir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e,'Senden yetmiş defa aman diledi ama kabul etmedin, bizden dileseydi kabul kılardık.' diye buyurması üzerine Mûsâ Peygamber'in de Kârûn'un Tanrı'dan aman dilemesini umduğunu ama Tanrı'dan değil de hep kendinden aman dilediği için kabul etmediğini söylediği, nihayetinde Kârûn'un mal tamahı uğruna helâk olduğu, Mûsâ Peygamber'in duasıyla Kârûn'un ne kadar birikmiş hazinesi, malı-mülkü varsa hepsinin yere girdiği anlatılır (Ali Şir Nevâyî, 1993: 124-125).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on sekizinci mucizesi olarak kuru ağaç parçasını altın hâline getirmesi hadisesine değinilmiştir. Mûsâ Peygamber'e Kârûn zenginliğini gösterdiği vakit Mûsâ Peygamber'in dua ettiği, Tanrı'nın yardımıyla bir kuru ağaç parçasının altın olduğu ve bu haberin Kârûn'a da ulaştığı anlatılmış ve Muhammed Peygamber'in de buna benzer şu mucizesine değinilmiştir:

“Kezalik bizüm peygamberimüz salla'llâhu Tecâlâ caleyhi ve sellem hazretlerine Selâm bin Büreyd gelüp mucize taleb idüp bir mikdâr kurı dikenün altun olmasın murâd idindükde hazret âmâ idüp ol diken fi'l-hâl adâ bî-nazîr hâlis altun oldı. Bi-cavni'llâhi Tecâlâ.” (Çakır, 2015: 248-249)

·        3.27. Mûsâ Peygamber'in Şam Diyarına Varması / Amâlika Kavmi ve cÛe İsimli Devle Mücâdele

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde İsrailoğulları'nın denizi salimen aşıp Firavun ve askerlerinin suya gark olmalarından sonra tekrar Mısır'a girip kalan Kıptîleri köle edinip onlara kendilerine ettikleri muamelenin aynısını yapmayı umut ettikleri ancak Tanrı'nın onları atalarının yeri olan Şam vilayetine varmalarını buyurduğu anlatılır. İsrailoğulları'nın Şam'a vardıklarında kendilerine emir geldiği, bu kente girdiklerinde hepsinin secde kılmalarının, tevbe etmelerinin, “hıtta” yani “puta tapmışlığımızdan dolayı bizi affet” demelerinin buyrulduğu, iyi ve masum olanların buyruğa uyduğu ancak kötülerin alay ederek “hıtta” yerine “hıntata” dedikleri anlatılır. Yine o zamanda Şuayip Peygamber'in vefat ettiği, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na çıktığı, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile söyleştiği ve ona Tevrat'ı verdiği, otuz bin peygamberin Tevrat'ın şeriatına bağlı oldukları, İsrailoğulları'nın da bu şerefe erdiği anlatılır. Yine Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda iken Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Ey Mûsî sizlerni yalavaç ulugları kıldım, bir ança sizdin yalavaç, bir ançası melik bolgaylar, bir ançası câlimler, adın halklardın ozdudum sizni edgüler kıldım, yarlıkga boyun sunun câsî bolman menin hoş-nûdlıkım tiler erseniz Yemen vilâyeti tapa atlanın atalırınıznın Amâlika atlıg düşmenleri bar olar birle harb kılınsizlerge nusret bereyin.” diye buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in sevinçle Tûr Dağı'ndan dönerek buyrukları İsrailoğulları'na ilettiği, hazırlanıp yola çıktıkları dile getirilir. Firavun'un helâk olduğunu duyan Amâlika melikinin İsrailoğulları'nın gelmekte olduğu haberini duyunca korkuya kapıldığı, Amâlika kavminin çok uzun boylu ve güçlü oldukları, onlara "cÂdiler" dendiği ve bu kavmin Mûsâ Peygamber'e bir kişi gönderip heybetleriyle gözdağı vermek istedikleri, Mûsâ Peygamber'in “men sizlerdin korkmas-men, öz könlümçe kelmişim yok, men Teminin yalavaçı-men, meni saklagan Mevlî tacâlâ turur, îmân keltürin yok erse sançışur-miz.” diye karşılık verdiği ve on iki kişiyi casus olarak o kavme gönderdiği anlatılır. Devamında bu on iki kişinin gece yürüyüp gündüz gizlenerek düşmen sınırına vardıkları, orada bir üzüm bağına girdikleri, bağ sahibinin bunları görüp 'Nereden geldiniz?' diye sorduğunda korkudan doğruyu söyleyiverdikleri, bağ sahibinin bunların altısını bir yenine diğer altısını bir yenine sokup yemiş topladığı ve melik sarayına vararak bunların kendilerine düşmanlığa geldiklerini söylediği, bu on iki casusun bir şekilde Amâlika kavminin elinden kurtulup yolda dönerlerken 'Amâlika kavminin heybetinden kimseye bahsetmeyelim yoksa kimse savaşa varmaz.' diye sözleştikleri, durumu öğrenen İsrailoğulları'nın korkuya kapılıp “biz ol elge kirmez-miz, olar

küçlüg ermişler, ol elde bar erginçe kirmes-miz kaçan çıksalar kirgey-miz” diyerek savaşa yanaşmadıkları hatta “sen Tenrin birle bargıl yana sançışgıl, biz munda olturup turur-miz” dedikleri, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya yalvararak kavminden yakındığı ve bu kavim ile arasını ayırmasını dilediği, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e kaygılanmamasını buyurarak İsrailoğulları'nın kırk yıl çölde kalacaklarını, kendisini koruyacağını söylediği anlatılır (Rabgûzî, 1997:164-165).

Rabgûzî, “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde “Kıssa-i cAvac bin cAnnak” başlığı altında Nûh Peygamber'in kıssasının hemen ardından söz konusu devden bahseder ve onun tufanda suya gark olmadığını, tufanda suyun onun dizlerine bile ulaşmadığını, dağların üzerine oturup elini denize daldırarak yakaladığı balıkları güneşe doğru tutup pişirerek yediğini ve Mûsâ Peygamber zamanına kadar sağ kaldığını dile getirir. Devin Mûsâ Peygamber ve askerlerini gördüğünde bir dağı yerinden koparıp onların tepesine atarak onları öldürmek istediği sırada, başı üzerinde tutmakta olduğu dağın ortasını Tanrı'nın buyruğuyla hüdhüd kuşunun delmesi üzerine dağın düşerek devin boynuna halka olduğu, Tanrı'nın buyruğu üzerine Mûsâ Peygamber'in onu asâsıyla vurarak yere düşürdüğü, kavminin de yardımıyla hep birlikte öldürdükleri anlatılır (Rabgûzî, 1997: 39-40).

“Kısas-ı Enbiya” adlı eserde de Mûsâ Peygamber'in Amâlika kavmi ve dev cÛc ile mücadelesine yer verilmiştir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Şam yerindeki Erîhâ'yı karargâh kıldığı, kavmiyle birlikte gidip oradaki düşman üzerine gaza kılmalarını buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın on iki boyundan birer vekili Erîhâ'ya oradaki kavim hakkında araştırma yapmak üzere gönderdiği ve bu on iki vekilin Erîhâ'ya vardıklarında orada cÛc bin cAnak adlı dev ile karşılaştıkları anlatılır ve cÛc adlı devin şu hususiyetlerine değinilir:

[501] (6)... cÛcun uzunlugı yigirmi üç bin (7) dahı üç yüz otuz arşunıdı dahı bir arşunun sülüsi melik arşunıyıla ve cÛc nulutları dutup (8) sıkandı ve suyın içeridi ve balıgı deniz dibinden dutar güneş gözine dutup bişürüp yiridi...”

Devamında ise tufan günlerinde cÛc isimli devin Nûh Peygamber'e gelerek kendisini de gemiye bindirmesini istediği, Nûh Peygamber'in ise bunu Tanrı bana buyurmadı diyerek onu gemiye almadığı, dağların ve ovaların suyla kaplandığı tufan zamanında suyun cÛc'un ancak dizinden yukarı geçtiği, üç bin yıl hayat sürdüğü, Mûsâ Peygamber'in elinden helâk olduğu anlatılır. cÛc'un, Mûsâ Peygamber'i askerlerinin hepsini öldürecek kadar büyük bir taşı koparıp onların üzerine atacağı sırada Tanrı'nın buyruğuyla hüdhüd kuşunun o taşın ortasını deldiği ve böylece taşın devin boynuna geçtiği, o sırada da Mûsâ Peygamber'in cÛc'u asâsıyla öldürdüğü anlatılır. Sonra geriye dönüşle Mûsâ Peygamber'in Erîhâ'ya gönderdiği on iki adamı gören cÛc'un onların hepsini tutup eteğine koyduğu, karısına götürdüğü ve bizimle savaşmak isteyen kavmi gör diyerek onun önüne bıraktığı, karısının ise bunları salıvermesini, nasıl olsa gördüklerini kavimlerine haber verdiklerinde savaşmaktan vazgeçeceklerini söylediği ifade edilir. Bu on iki vekilin gördüklerini Mûsâ ve Hârûn Peygamber'den başkasına anlatmamaya söz vermiş olsalar da ikisi hariç diğerlerinin bu sözlerini çiğneyip kavimlerine haber verdiği, duydukları karşısında korkuya kapılan İsrailoğulları'nın o şehre girip o cabbar kavimle savaşmayı kabul etmeyerek Mûsâ Peygamber'e asîlik ettikleri, bunun üzerine İsrailoğulları'nın kırk yıl çölde kalmaya mahkûm edildiği, kırk yıl sonra o kavimden asîlerin hep öldüğü, onların neslinden olanların çoğaldığı ve Erîhâ'daki kavim ile savaşıp Erîhâ'yı fethettikleri anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013:311-314).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Şam diyArındaki oldukça iri cüsseli ve zorba bir kavim olan Amâlika kavmi ile savaşıp oradan uzaklaştırmasını buyurduğu, cAvc bin cAnk isimli başı adeta bulutlara sürtülen meşhur devin de bu kavimden olduğunu dile getirir. Eserde konuyla ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın on iki kabilesinden seçtiği birer vekili/reisi Şam diyarına oradaki kavmin ahvali hakkında haber getirmeleri için yolladığı, kendisinin kavmi ile birlikte kaldığı, Şam'a keşif için gidenlerin orada tesadüfen cAvc bin cAnk isimli devle karşılaştıkları, devin onları tutup eteğine yahut avucuna alarak padişahları karşısına götürdüğü, bir şekilde hile ile oradan kurtulan on iki vekilin geri dönüp gördüklerini korkunun galip gelip bozguna uğrayanlardan olmamak için Mûsâ Peygamber'den başka kimseye söylememeyi şart koştukları anlatılır. Ancak kabilelerine döndükten sonra Yûşac b. Nûn ve Kâlib bin Yûfnâ dışındaki on vekilin gördüklerini şartı çiğneyerek kabilelerine anlattıkları, Mûsâ Peygamber ne zaman ki Şam'a gitmeyi kararlaştırdı İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e bizde o kavimle savaşacak kuvvet yoktur, şu hâlde sen ve Rabbin gidin savaşın demeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in çok kırıldığı, secdeye varıp “bizimle bu yolda çıkmış kavmin arasını ayır” diye dua ettiği, apaçık ayetleri yalanlayıp isyan edenlerin cezalandırılıp Yûşac b. Nûn ve Kâlib bin Yûfnâ dışındaki on vekilin öldüğü anlatılır. Mûsâ ve Hârûn Peygamberler ile Yûşac ve Kâlût'un Şam'a varmak üzere yola çıktıklarında ise İsrailoğulları'nın da Mısır'a dönmek üzere yola çıktıkları, o gün sabahtan akşama kadar yol yürüyüp ertesi gün aynı yere vardıklarında sürekli aynı yerde dönüp durduklarını görüp bunun işledikleri kötü filler yüzünden Tanrı'nın kendilerini giriftAr kıldığı bir bela olduğuna kanaat getirerek ümitsizliğe kapıldıkları ifade edilir. Mûsâ Peygamber'in ise ashabı ile birlikte Şam'a varıp orada cAvc bin cAnk isimli devle karşılaştıkları, devin bir taş parçasını kaldırıp Mûsâ Peygamber ve ashabının üzerine atacağı sırada Tanrı'nın hüdhüd kuşuna taşın üstüne çıkıp taşı gagalamasını buyurduğu, bunun üzerine ortası delinen taşın devin boynuna geçip onu helâk kıldığı, bir başka rivayete göre de Mûsâ Peygamber'in vurması ile öldüğü anlatılır. (Nevâyî, 1993: 125-127)

·        3.28. Tîh Çölünde İsrâiloğulları'na Verilen Nimetler

Nâsırü'd-dîn bin Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Amâlika kavmi ile savaşmayı reddedip Tanrı tarafından Tîh sahrasında kalmakla cezalandırılan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e gelip “Otuz gün gece gündüz, biz burada helâk olduk, ne diye bizi burada tutuyorsun? Bizi başka bir yere götür yoksa izin ver biz gidelim. Sen nereye varırsan var!” diye söylendikleri, ne yöne varsalar yol bulamayıp sürekli aynı yerde dönüp durdukları, azıkları da tükenip âciz kaldıklarında yine Mûsâ Peygamber'e yalvarmaya başladıkları, Mûsâ Peygamber'in duası üzerine Tanrı tarafından İsrailoğulları'na “menn” denilen kudret helvası ile “selvâ” denilen kebap olmuş bıldırcın eti ihsân edildiği; yine susayıp susuz kaldıklarında ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile asâsını taşa vurduğunda taştan on iki pınar aktığı, her bir sıbtın/boyun bir pınardan susuzluğunu giderdiği anlatılır. Yine bir yıl burada durduktan sonra elbiselerinin, çadırlarının yıprandığı, güneşin sıcağına dayanamaz olunca Mûsâ Peygamber'e yalvardıkları, Mûsâ Peygamber'in duasıyla çıkan bir buluttan her birinin boyuna uygun elbise, ayakkabı yağmaya başladığı, ay eskimişçesine karanlık olduğunda Tanrı'nın gökten kırık bir ışık gönderdiği ve böylece İsrailoğulları'nın kırk yıl boyunca kudret helvası ve bıldırcın eti yiyerek, hazır elbiseleri giyip bulut gölgesinde oturarak günlerini geçirdikleri yine bu nimetlere kanaat etmeyip Mûsâ Peygamber'e “ey Mûsî ducâ kılgıl İdi cazze ve celle yerdin üngen zergûn, karın, sarmusak, yasmuk, sogan bersün” dedikleri, Mûsâ Peygamber'in “üstün nicmetni koyup astın nbmet mü tileyür-siz?” diye karşılık verdiği dile getirilir ve İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'in duasıyla hazır yiyecekler yiyip hazır elbiseler giydikleri, yine bu kırk yıl içinde tırnaklarının uzamadığı, saçlarının tarağa muhtaç olmadığı, elbiselerinin eskimediği, kirlendiğinde elbiselerini ateşe saldıkları, kirlerin yandığı hâlde elbiselerinin yanmadığı anlatılır (Rabgûzî, 1997: 165-167).

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Tanrı tarafından İsrailoğulları'na verilen nimetlerden de bahsedilir. Tanrı'nın İsrailoğulları'na denizi yarıvermesi, onları Firavun'dan kurtarması, düşmanlarını helâk kılarak onların yerini, suyunu ve mallarını İsrailoğulları'na vermesi ve yine onlara Tevrat'ı indirmesi nimetlerinden söz edilir. Ayrıca İsrailoğulları'nın Tîh'de olduğu zamanda bir bulutun onlara gölge kılındığından, yiyecek olarak “menn” ve bıldırcına benzer bir kuş olan “selvâ” gönderildiğinden, susuz kaldıklarında ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğuyla taşa vurduğunda taştan akan suyla susuzluklarını giderdiklerinden bahsedilir. İsrailoğulları'na verilen bir diğer nimet olarak da Tîh sahrası içinde İsrailoğulları'nın elbiselerini Tanrı'nın zaman geçtikçe yenilenip tazelenecek nitelikte kıldığı, elbiselerinin hiç eskiyip çürümediği, çocukları büyüdükçe elbiselerinin de onlarla birlikte büyüdüğü anlatılır (2013: 314-316).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ashabı ile birlikte Şam'dan geri kavmine döndüğünde İsrailoğulları'nın hâllerini Mûsâ Peygamber'e arz ettikleri, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in duasıyla kendilerine bıldırcın ve kudret helvası gibi nimetler verildiği ve ayrıca bir taştan akan iki pınar ile de susuzluklarını giderdikleri, Tanrı'nın o kavmi kırk yıl Tîh Çölü'nde azap ile helâk kıldığı, Tîh'de doğup büyüyen İsrailoğulları'nın evlat ve torunlarının çölden kurtuluşa erdikleri anlatılır (Nevâyî, 1993:127).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in altıncı mucizesi olarak İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetlerden olan “menn”den bahsedilir. İsrailoğulları Tîh sahrasında iken Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in duası üzerine gökten “menn” denilen şeyi yağdırdığı, bal tadında olan “menn”in her gece kar gibi yağdığı, ağaçlar inen sumak gibi bir nesne olduğu, her kişinin hissesine belli bir miktar düştüğü, İsrailoğulları'nın bu nesneyi yiyip karınlarını doyurdukları anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Muhammed Peygamber'in de Ahzab gazasında ashabının üç gün devamlı savaşmaktan yemek yemeye fırsat bulamayıp acıkması ve bundan dolayı kendisine şikâyette bulunmaları üzerine Tanrı'ya dua ettiği, ilâhî emirle avuçlarına şekerden tatlı kumların dolduğu ve o kumları yiyerek dokuz boyunca açlıklarını giderdikleri anlatılmıştır (Çakır, 2015: 237-238).

“Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in yedinci mucizesi olarak İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetlerden olan “selvâ” denilen kuştan bahsedilir. Bu kuşun bıldırcın veya buna benzer başka bir kuş olduğu belirtilir. Bir gün İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'nde Mûsâ Peygamber'e “menn” çok tatlı olduğu kendilerini helâk ettiğinden yakınıp Allah'a dua etmesini kendilerine biraz et ihsan etmesini istedikleri, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in duasıyla onlara selvâ kuşu gönderildiği, her seher vakti bir bulutun gelip yağmur gibi bu kuşları yağdırdığı sonra kaybolduğu anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak bir gün Gaftân kabilesinin Muhammed Peygamber'e gelerek bir mucize olarak gökten kebap olmuş kuşların gelmesini istedikleri, Hz. Muhammed'in duasıyla havadan kebap olmuş kuşların geldiği anlatılır. Müellife göre kuşların pişmiş kebap şeklinde inmesi yönüyle Muhammed Peygamber'in mucizesi, Mûsâ Peygamber'in mucizesinden daha üstündür (Çakır, 2015: 238-239).

·        3.29. Mûsâ Peygamber'in Hızır ile Karşılaşması / Yolculuğu / Ayrılığı

Adem Karataş “Türk-İslâm Kültür ve Edebiyatında Kısas-ı Enbiya Türü” adlı makalesinde “Mutasavvıflar tarafından tasavvufun yapısına uygun yorumlarla derin tahlillere tabi tutulan kıssalar arasında en dikkat çekeni Hz. Mûsâ-Hızır kıssasıdır.” diyerek söz konusu kıssanın önemine dikkat çeker (Karataş, 2013:124). Söz konusu kıssa, mensur metinler içerisinde bilhassa İbn Arabî, Sultan Veled ve Niyâzî-i Mısrî tarafından tasavvufî yorumlarla ele alınıp değerlendirilmiştir.

İbn Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile çıktıkları yolculukta Hızır'ın eylemlerinin hikmetini Mûsâ Peygamber'in hayatındaki türlü hadiselerle bağlantılı olarak açıklar. Hızır'ın bir erkek çocuğu öldürmesi ve gemiyi delmesi ile ilgili olarak İbn Arabî'nin yorumları şöyledir:

“...Hızır, O'na erkek çocuğun ölümünü gösterdi. Mûsâ (as) ise, çocuğun öldürülmesini Hızır hakkında uygun bulmadı. Oysa kendisinin Kıptî'yi öldürdüğünü hatırlamadı. Bundan dolayı Hızır, Mûsâ'ya (as),'Ben' dedi, 'kendi irademle bunu yapmadım.' Bu sözle, Mûsâ'nın (as) düzeyine işaretle, Kıptî'yi Allah'ın buyruğuyla öldürdüğünü anlatmış oldu. Hızır (as), Mûsâ'ya bu kez, gemiyi delme işini gösterdi. Bu davranışın dış sonucu ölüm, içsel sonucu ise, korsanların elinden kurtulmaktır. Hızır (as), bunu, Mûsâ'nın (as) içine konulduğu sandukayı ima ederek yaptı. Nasıl ki o tabut da görünüşte ölümün, gerçekte kurtuluşun simgesiydi.” (İbn Arabî, 2014: 255-256)

İbn Arabî, Hızır'ın yıkık bir duvarı bedel karşılığı olmadan düzeltmesi ile ilgili olarak ise, Mûsâ Peygamber'in bu durumu görünce karşı çıkmış olduğuna, oysa Hızır'ın bu davranışıyla Mûsâ Peygamber'e ücret karşılığı olmadan genç kızların koyunlarını sulamış olduğunu hatırlattığını, Hızır'ın Mûsâ Peygamber'in başından geçen olaylardan başkasını hatırlatmaya yanaşmadığını dile getirir (İbn Arabî, 2014: 260). Hızır'ın Mûsâ Peygamber'den ayrılmasındaki sırrı ise İbn Arabî şöyle açıklamıştır:

“Mûsâ, Hızır'a, 'şayet bundan sonra sana bir şey sorarsam bana yoldaşlık etme' dedi. Böylece O'nu kendisine yol arkadaşlığı etmekten alıkoydu. Mûsâ, üçüncü kez karşı çıkınca Hızır O'na, 'işte' dedi, 'bu seninle benim aramdaki ayrılıktır.' Mûsâ, O'nu engellemedi. Arkadaşlıklarının sürmesini de istemedi. Çünkü Mûsâ, kendisinden Hızır'la yoldaşlık etmemeyi gerektiren Resullük düzeyinin değerini biliyordu.” (İbn Arabî, 2014: 261)

Sultan Veled, “Maârif” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı tarafından halka gönderilen bir peygamber olduğuna, vahyin en son mertebesi olan kelâm ile taltif edildiğine, bütün büyüklük, bilgi ve Tanrı'ya aşinalığına rağmen Hızır'a talip olduğuna ve Tanrı'dan Hızır ile konuşmayı dua ederek dilediğine değinir ve şöyle devam eder:

“Pek çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: 'Sefer et ve benim o has kulumu ara ki ona eresin' hitabesiyle karşılık verdi. Mûsâ, böylece hareket etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır'ı buldu. Gözü ve gönlü onun yüzü ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hâsıl oldu. Bir bakışta o kadar hil'atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan tahayyül etmiştir. Hızır'ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl âşıktı! Bunları gördüğü ve tattığı zaman aşkının ne hâle geldiğini sen kıyas et!” (1993:13-14)

Sultan Veled, Hızır'ın “Ey Mûsâ! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve artık geri dön. Bizim konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah saklasın! Bundan sana bir zarar gelebilir.” diye uyarmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in aşk ve bağlılığının fazlalığıyla yine yalvardığını ve bir zaman beraberce dolaştıklarını ifade eder ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 60-82. ayetlerinde anlatılan Mûsâ Peygamber ile Hızır'ın kıssasını çeşitli izahlar da ilave ederek anlatır ve “Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Mûsâ'ya anlattı ve birbirinden ayrıldılar.” diyerek kıssayı sonlandırır (1993: 20).

Sultan Veled, yine aynı eserinde veli kimseleri tanımanın zorluğundan söz ederken tüm zorluğuna rağmen Mûsâ Peygamber'in velileri tanıma konusundaki ısrarına, ısrarının neticesinde Hızır'ı bulmasına, birlikte yaptıkları yolculuğa şu satırlarında değinir:

“Tanrı'yı tanımak, velileri tanımaktan daha kolaydır. Bütün âlem Tanrı'ya taparlar, O'na secde ederler; fakat bu yüz binlerce insandan bir kişi, layıkıyla bir veliyi tanıyamaz. Mûsâ (selâm O'nun üzerine olsun) Tanrı'nın elçisi değil mi idi? Tanrı O'nunla konuşmamış mı idi? Asası elinde ejderha olmuyor mu idi? O asa ile âsilere galip gelmiyor mu idi?

Bununla beraber o, velilerin yüzünü görmek, onları tanımak için Tanrı'dan niyazda bulundu; O'na yalvardı. Nihayet Tanrı onun, duasını kabul eti ve ona: 'Kendi ümmetinin arasından çık, seyahata git!' buyurdu. Sonra Mûsâ seyahata çıktı. Kullarımızdan öyle bir kul buldular. (Sûre: 18, Ayet: 64) buyrulduğu veçhile Hızır'ı tanıdı. Bundan sonra, Hızır'ın gemiyi kırması, o çocuğu öldürmesi, yetimlerin duvarını düzeltmesi Sure-i Kehfin sonunda zikrolunmuştur. Bununla beraber Mûsâ Hızır'ın; ahvali hakkında hayran kaldı. Onun ruhunun sırlarına erişemedi. Hızır (O'na selâm olsun) her ne yaptıysa Mûsâ, onun sırrını bilemediği için her zaman onun bu hareketlerine itiraz etti. Sonunda: 'Artık bundan sonra senden ne zahir olursa ses çıkarmıyacağım, can ve gönülden kabul edeceğim!' diye tövbe etti.” (1993:248)

Sultan Veled, aynı eserinin 283. sayfasında velî kimseleri anlamanın güçlüğünden bahsederken “Meselâ Mûsâ bu kadar büyüklüğüne rağmen dayanamayıp, 'Hiçbir kabahati olmayan bir insanı öldürdün mü? diye Hızır'a karşı geldi. Mûsâ Böyle yaparsa başkaları ne yapsınlar? Bu dereceye gelmiş bir insanı anlayan pek az bulunur.” diyerek Mûsâ Peygamber'in Hızır'a karşı çıkışına telmihte bulunmuştur. Ayrıca, Tanrı'nın evliyayı kimsenin görmemesi için kıskançlık ve rekabet kubbeleri altına gizlediğini ifade eden Sultan Veled evliya kimseler hakkında: “... eğer onlar böyle kullar olmasaydı mürsel, resul ve kitap sahibi olan Mûsâ, Ulu Tanrı'dan evliyayı arar mı idi? Mûsâ'nın duası kabul olduğundan Hızır'ın halleri O'na gizli kaldı ve O'nun sohbetine tahammül edemedi (1993:357).” derken onları gizliliğine delil olarak Mûsâ Peygamber'in veli bir kimseyi (Hızır'ı) Tanrı'dan dilemesini gösterir.

Sultan Veled, eserinin bir başka yerinde ise şu sözlerle Mûsâ Peygamber ile Hızır arasındaki ayrılığa işaret etmiştir:

“Mûsâ (selâm O'nun üzerine olsun), Hızır (selâm O'nun üzerine olsun) ile arkadaşlık edemedi, O'nun işlerinin sırrını anlıyamadı ve O'nu inkâr eti, aleyhinde bulundu. Sonunda Hızır Mûsâ'ya: Artık ikimiz arasında ayrılık gerektir (Sûre: 18, Ayet: 77) dedi.” (1993:314)

Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan ve Harezm Türkçesinin önemli eserlerinden biri sayılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yaptığı yolculuktan da bahsedilir. Eserde Mûsâ Peygamber'e peygamberlik ile birlikte Tevrat'ın tamamı verildikten sonra Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile yüz bin söz söyleştiği ve Tanrı'ya “İdiyâ bu kerâmet kim manna berdin adın kimersege berdin mü?” diye sorduğu, Tanrı'nın da denizler sahilinde bir kulu olduğunu, onun ilminin yanında Mûsâ Peygamber'in ilminin denizde damla gibi olduğunu buyurduğu, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in onu görmek istediği ve Tanrı'nın buyruğuna uyarak Fars denizi ile Rum denizinin kavuştuğu yere varmak üzere Yûşac ile birlikte yanlarına ekmek ile pişmiş birer balıktan ibaret olan azıklarını yanlarına alıp yola düştükleri, yolda buldukları çeşmeden temizlenip su içmeden ayrıldıkları, Yûşa'nın kolundan damlayan bir damla suyun azıklarındaki balıkların üstüne düşmesiyle balıkların canlanıp denize atladıkları ve Yûşa ile Mûsâ Peygamber'in bunu fark etmeden yürüyüp gittikleri, acıkınca durumu fark edip geri döndüklerinde aynı yerde namaz kılmakta olan Hızır'ı buldukları anlatılır. Devamında ise Mûsâ Peygamber'in Hızır ile karşılaştıklarında ona ilim öğrenmek için geldiğini söylediği, Hızır'ın “sen menin birle sabr kılmagay-sen” dediğinde Mûsâ Peygamber'in “bolgay kim sabr kılgay-men” dediği ve birlikte yola girdikleri, acıktıklarında Tanrı tarafından onlara iki tabak gönderildiği, tabakların birinde pişmiş balık ile ekmek diğerinde ise ham et olduğu ve ham olan etin Mûsâ Peygamber'in payına düştüğü, bunun üzerine Hızır'ın “İdi cazze ve cellenin kudretin tanlanur, bir kul sabr kılur emgeksiz tacâm berür, bir kul sabr kılmas ana emgek birle tacâm berür” dediği, sonra birlikte deniz kıyısına geldikleri ve orada gagasıyla denizden su alıp uçap ağaca konan bir serçe gördükleri ve bu hâliyle Mûsâ Peygamber'in ilminin Hızır'ın ilmi yanında kuşun gagasındaki su kadar olduğunu ima ettiği anlatılır. Eserde anlatıldığına göre bundan sonra Hızır ve Mûsâ Peygamber birlikte bir gemiye binerler ve Hızır gemiyi bozmaya başlayınca Mûsâ Peygamber dayanamayıp öfkeyle “kimidekilerni helâk kılgalı mu buzar-sen?” diye çıkıştığında Hızır onu sabırlı olması konusunda uyarır ve yollarına devam ederlerken oyun oynayan çocuklarla karşılaşırlar ve Hızır bu çocuklardan birini öldürür. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber yine elinde olmadan tepki gösterir. Antakiye şehrine vardıklarında ise oradaki halk kendilerine yiyecek vermez ve aç bir şekilde oradan ayrılacaklarken Hızır gördükleri yıkık duvarı tamir edince Mûsâ Peygamber sabredemeyerek yine tepki gösterince Hızır “imdi ayrılgu vakt boldı” diyerek yollarının artık ayrılacağını bildirir ve ayrılırken bütün işlerin hikmetini Mûsâ Peygamber'e açıklar. Ayrılacaklarken Mûsâ Peygamber Hızır'dan kendisine bir vasiyette bulunmasını ister. Hızır da ona açık yüzlü olmasını, donuk durmamasını, hırsı özünden gidermesini ve ihtiyaçsız yere varmamasını vasiyet kılar (Rabgûzî, 1997: 181-184).

“Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna da ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya “yâ rabbi eger kullarunda benden câlimırak varısa beni ana kulaguzlagıl” diye niyazda bulunması üzerine Tanrı'nın onu Hızır'a yönlendirdiği, Mûsâ Peygamber'in Yûşac ile birlikte Mecmace'l-Bahreyn'de Hızır'ı bulmak üzere yola çıktıkları dile getirildikten sonra Hızır ile ayrıntılı bilgiler verilmiş, onun nesebinden bahsedilmiş, her ne yerde namaz kılsa o yörenin yeşillenmesinden dolayı kendisine Hızır denildiği ifade edilmiş, atası ile ilgili kıssaya değinilmiş, yine Hızır'ın Zülkarneyn'in veziri olduğu ve onunla ölümsüzlük suyuna ulaştığı ve o sudan içtiği anlatılmıştır. Devamında Mûsâ Peygamber'in Yûşac ile Hızır'ı Mecmace'l- Bahreyn'de bulduğu, Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e “sen benümile olmaga katlanumayasın” diye uyarmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in işinde ona asî olmayacağını söyleyerek onun ilmini öğrenmek üzere ona uyduğu ve birlikte yolculuğa çıktıkları anlatılır. Sırasıyla Hızır'ın gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi ve yıkık bir duvarı tamir etmesi olaylarına ve bu olaylarda Mûsâ Peygamber'in Hızır'a elinde olmadan karşı çıkışına ve bunun üzerine Hızır'ın Mûsâ Peygamber ile yollarını ayırması olayına ve ayrılırken de işlediği işlerin hakikatini Mûsâ Peygamber'e açıkladığına değinilir ve Mûsâ Peygamber'in Hızır'dan ayrılıp Tîh'deki kavmine döndüğü, ayrılırken Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e öğüt ve vasiyet verdiği anlatılır (2013: 288-301).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in düşmanlarının helâk olup peygamberliğinin karar edip dünyanın tümüyle Mûsâ Peygamber'in şeriatına boyun eğdiği bir zamanda bir gün İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e “Yâ Mûsâ şimdiki zamânda senden ulurak, callâmırak kimse var mıdur?” diye sormaları üzerine Mûsâ Peygamber'in bunu Cebrâil vasıtasıyla Tanrı'dan sorduğu, geri gelen Cebrâil'in “Yâ Mûsâ Hak Ta'âlâ eydür: Benüm kulum vardur ki ol senden callâmırakdur.” dediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in o kulu bulup ondan ilim öğrenmeyi dilemesi, onu bir deniz kenarına bulmak üzere Yûşâc bin Nûn ile yanlarına azık alarak yola çıkmaları anlatılır. Eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile karşılaşması şu şekilde anlatılır:

“[111b] (9)... Deniz kenarına geldiler, bir dem (10) oturdılar, durup gine gitdiler. ^jjI      jJL V 31 Jlâ ^j* Ajjü Mûsâ eytdi: Yâ Yûşâc getür (11)

azıgımuzdan yiyelüm, karnumuz açdı, yoldan kalmayalum.' Jl 'ij^^ll Jâ oJjI 31 Ijjjl Yûşâc eytdi: (12)Yâ Mûsâ sen bu taş üstine oturu dur, ben azıgı unutmışın, varayın bulayın.' Mûsâ eytdi: 'Bile (13) dönelüm mebâzâ ki yol azasın' didi. Pas gine döndiler, ol bınar katına geldiler, Hızır'ı anda gördiler[112a] (1)durmış namâz kılur. Sabr itdiler namâzın tamâm kıldı. Mûsâ ilerü geldi, eytdi: 'Es-selâmu caleyke yâ Hızr.' (2) cAleyke's-selâm yâ Nebiyyu'llah' didi. Mûsâ eytdi: 'Beni ne bildün ki ben Mûsâ'yın?' Hızr eytdi: 'Ol Tanrı ki (3) seni bana viribidi, bana dahı seni bildürdi.' Pes Hızr niye geldün işideyin (4) didi. Mûsâ eytdi: 'Geldüm ki senden dlm ögrenem, şâkirdin olam.' Hızr eytdi: Yâ Mûsâ her ne sorarsan (5) sor, gine dön. Tâ ki ben dahı Tanrı kullıgından kalmayam. Sen dahı Tanrı peygamberisin. eger maksûdun yirine (6) gelmezse korkaram ki Hak Tacâlâ bana dtâb ide'. d* Ja ^*jjI ^A jl ^.Aj

7) oJc Ij^j) Mûsâ eytdi:'Dönmezem, gerek ki bir zamân senünle yüriyem, senden dlm ögrenem.'” (2000:197)

Bu satırların devamında Mûsâ Peygamber'in “Sen gine dön Beni İsrâcîl içine var anlara 4lm ögret. Ben bir zamân bunda Hızrıla kalısaram.” diyerek Yûşac'yı gönderdikten sonra Hızır ile Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 60-82. ayetlerinde de anlatılan ile yolculuğa çıktıkları, Mûsâ Peygamber'in Hızır'a söz vermiş olmasına rağmen onun işlerine sabredememesi üzerine ayrıldıkları anlatılır (2000:197-198).

Ali Şîr Nevâyî de, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu hadisesine değinir. Nevâyî, eserinde bir gün Mûsâ Peygamber'in aklından, gönlünden acaba Tanrı'nın yeryüzünde benden daha bilgili bir kulu var mıdır, diye geçirdiğini bunun üzerine Tanrı'nın “iy Mûsî özündin câlimrak bendeni körer bolsan mecmacü'l-bahreynga bar.” diye hitâp kıldığını, Mûsâ Peygamber'in de yanına Yûşac'yı da alıp oraya vardığını, bir kuru balıktan ibaret olan azıklarını orada bir taş üzerinde unuttuklarını, o balığın Hızır'ın ayağının bereketiyle dirilip denize atladığını, yürürlerken Mûsâ Peygamber'in acıkıp bir parça azık istemesi üzerine Yûşac'nın azığı taşın üstünde unuttuğunu fark edip birlikte geri döndüklerini ve orada Hızır ile karşılaştıklarını, Hızır ve Mûsâ Peygamber'in bir gemiye binip yolculuğa çıktıklarını, yolculuk sırasına Hızır'ın gemiyi deldiğini ve Mûsâ Peygamber'in buna bir şey demediğini, sonra vardıkları bir şehirde oyun oynayan çocuklardan birini öldürdürünce Mûsâ Peygamber'in gayri ihtiyârî bunun sebebini sorduğunu ve sonra bundan pişman olduğunu, tekrar yola düşüp geç vakit bir şehre vardıklarını, bir rivayete göre bu şehrin Antakya şehri olduğunu ve acıktıklarında oradaki halkın

kendilerine bir lokma dahi vermediklerini ve o şehirden çıkarken Hızır'ın yıkık bir duvarı tamir ettiğini, Mûsâ Peygamber'in dayanamayıp yine bunun sebebini sorunca Hızır'ın “bizim aramızda musâhiblıg uş munça bolgay” diyerek yollarının artık ayrıldığını bildirdiğini ancak ayrılmadan önce her üç olayın da hikmetini Mûsâ Peygamber'e açıkladığını anlatır (Nevâyî, 1993: 127-130). Nevâyî ayrıca Mûsâ

Peygamber'in Hızır ile çıktığı yolculuğun zamanı konusundaki görüşünü ise şöyle ifade eder:

“Baczı bu vâkıcanı Tîhdin burun baczı sonra dipdürler ammâ esahh oldur kim Tîh beliyyesi eyyâmıda irkendür.” (Nevâyî, 1993: 130)

17. yüzyılın sufî ve şairlerinden Niyâzî-i Mısrî, “İrfan Sofraları” adıyla günümüz Türkçesine çevrilen “Mevâidu'l-İrfan” adlı eserinin bir bölümünde Mûsâ Peygamber ile Hızır'ın yolculuğuna değinir. Sofra adı verilen 71 bölümden oluşan eser, Arapça olarak yazılmış olup, Süleyman Ateş tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Ahlâkî öğütleri ve tasavvufî izahları ihtiva eden bu eserin 58. bölümünde Kehf Sûresi'nin “Bir vakit Mûsâ genç adamına demişti ki: 'Durup dinlenmeyeceğim,tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim.'” meâlindeki 60. ayetinde bahsedilen iki deniz ve “Mecma'u'l-Bahreyn”(iki denizin birleştiği yer) ile ilgili olarak Niyâzî-i Mısrî şunları ifade etmiştir:

“İki deniz, peygamberlik ahlâkı olan şeriat ilmiyle Mevlâ'nın hakikat ilmidir. Hıdır'ın Mecma'u'l-Bahreyn'de olması, onun her iki ilme sahip bulunmasına; Allah'ın Mûsâ Aleyhisselam'ı Hıdır'a göndermesi, insan kemalinin ancak ledünnî ilimle tamam olacağına; birinci ilim her ne kadar ülü'l-azm peygamberlerde, ikinci ilim rütbe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına, ledünnî ilim sahibine Allah'a ibadet edecek kadar şeriat öğrenmesinin kâfi olduğuna işarettir.” (Niyâzî-i Mısrî: 146)

Hızır ile Mûsâ Peygamber arasında geçen ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 6768. ayetlerinde meâlen “Dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?” şeklindeki diyalog ile ilgili olarak Niyâzî-i Mısrî, şeriat ilmine sahip olan kişinin zamanında insanların en bilgini olsa hatta Mûsâ Peygamber bile olsa, hakikat ilminin yani ledünnî ilmin şeriat ilmine ilk çarpışmada mukâvemet edeceğine işaret ettiğini dile getirir. Mûsâ Peygamber'in ilk itirazının ilmi gereği dinî gayretlerinden ileri geldiğini, sonra özür dilemesinin ise ledünnî ilmi kabule istidatlı olduğunu olduğunu gösterdiğini ifade eden Niyâzî-i Mısrî, ilmiyle hakikat erbâbına karşı geldiği takdirde özür dilemede Mûsâ Peygamber gibi olmasını böylelikle hakikat ilmine vâkıf kimselerin ilminin bereketinde mahrum kalmamalarını öğütler (Niyâzî-i Mısrî:147). Ayrıca Niyâzî-i Mısrî, Mûsâ Peygamber ile Hızır arasındaki ilişki hususunda, mürşid-mürid ilişkisi bağlamında şunları ifade etmiştir:

“Bil ki: âlim her şeyden önce ilminde, amelinde ve ahlâkında halkın sevgi ve itaatini kazanmalıdır. Sonra şeriat ve hakikat denizlerini (ilimlerini) kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alâmeti, o âlimin başına toplanmış bulunan halkı usuliyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin zabtından kutulmak için emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşadı o âlimin arzusuna muvafık olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle kimsenin zararı, faydasından çoktur. Çünki eğer o şekilde irşad mümkün olsaydı, Hıdır Musa Aleyhisselâm'ı irşad ederdi. Öyle bir gemi lâzım ki Hıdır'la Musa o gemide bulunsun ve Hıdır o gemiyi yaralasın. Yara olmayan gemide Hıdır'ın bulunması umulmaz. Hıdır'ın çocuğu öldürmesi, çok şekilde görünen cüz'î ruh makamından görüntülerin birleştiği Külli Ruha yükseltmesine işarettir. Hıdır'ın, duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsâ'nın tabiî vücudunu yok edip Hakk'ın varlığı ile baki kılmasıdır. Gemiyi delmekle fi'iller tevhidine ulaştı; çocuğu öldürmek ile Sıfatlar Tevhidine vasıl oldu; duvarı yapakla da Zat tevhidine kavuştu. Bu suretle Mûsâ Aleyhisselâm'ın irşadı tamam oldu.” (Niyâzî-i Mısrî: 147-148)

İki denizin birleştiği yer ile ilgili olarak Niyâzî-i Mısrî, tahsil sebebi ile gittiği Mısır'da Nil ile denizin birleştiği yerde şahit olduğu bir durumu “Nil, denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da daha çok içine almıştı. Deniz de Nil'in tatlılığından kapmış ve yarım mil kadar ya da biraz daha fazla içine çekmişti. Şimdi ikisinin mecma'ı(birleştiği yer) sanki Nil idi, deniz değildi ve sanki denizdi, Nil değildi. (Niyâzî-i Mısrî:149)” cümleleriyle ifade ederek Kur'ân'ı Kerîm'de bahsi geçen söz konusu yerin gerçek konumuna ilişkin iddiasını da dile getirmiştir.

·        3.30. Hârûn Peygamber'in Ölümü

14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Hârûn Peygamber'in ölümü ile ilgili farklı rivayetlere değinilmiştir. Hârûn Peygamber'in ölüm vakti geldiğinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e vahiy ile Hârûn Peygamber'i alıp filan dağa götürmesini buyurduğu, orada bir ağacın ortasında yapılmış bir ev ve evin de içinde bir taht ile karşılaştıkları, o tahta uzanan Hârûn Peygamber'in ruhunu teslim ettiği, sonra da o ağaç, ev ve tahtın göğe götürüldüğü, İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'i kardeşi Hârûn Peygamber'i öldürmekle suçladıkları, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in iki rekât namaz kılıp dua ettiği, o tahtın gökten indirilerek İsrailoğulları'na gösterildiği anlatılır. Eserde aktarılan bir diğer rivayette ise Mûsâ ve Hârûn Peygamber'in Tîh'deki mağaralardan birine vardıkları, Hârûn Peygamber'in orada vefat ettiği ve Mûsâ Peygamber'in onu defnettiği, İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'i kardeşini öldürmekle suçladığı, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nı alarak Hârûn Peygamber'in kabri başına vardıkları, Mûsâ Peygamber'in “yâ Hârûn” diye çağırması üzerine mezarından toprağını silkeleyip doğrulduğu, kendi eceli ile öldüğünü söylediği ve sonra tekrar mezarına yattığı, İsrailoğulları'nın da geri döndüğü anlatılır (2013: 316-317).

Ali Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Hârûn Peygamber'in ölümüne de değinir. Nevâyî, Hârûn Peygamber'i ölüm tarihi konusunda bazılarının Tîh'deki üçüncü yılda, bazılarının da kırkıncı yılda olduğunu söylediklerini, bu zikredilen tarihlerde Mûsâ Peygamber'e Hârûn Peygamber'in öleceğinin, filân yere varmaları gerektiğinin vahyedildiğini, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Hârûn Peygamber ile birlikte belirtilen yere vardıklarını ve orada “mütekellef öyde bir zîbâ taht” gördüklerini, Hârûn Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e bu yatakta dinlenmeyi arzuladığını söylediğini ancak kendisinin de yanına uzanmasını istediğini, Mûsâ Peygamber'in söylenileni yaptığını, Hârûn Peygamber ruhunu teslim edince onu defnetmekle meşgul iken o ev ile yatağın kaybolduğunu anlatır. Sonrasında kavmine dönen Mûsâ Peygamber'in durumu kavmine bildirdiği ancak kavminin Hârûn Peygamber'i onun öldürmüş olabileceğini düşünmeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in duâ ettiği, Tanrı'nın Hârûn Peygamber'in ruhunu teslim etmiş olduğu ev ve yatağı İsrailoğulları'na gösterdiği ve o yerde büyük bir bina inşâ edildiği anlatılır (Nevâyî, 1993: 130).

·        3.31. Mûsâ Peygamber'in Ölümü

14. yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile on sekiz gün sohbet ettiği, bu zaman zarfında on bilgi öğrendiği ve hepsinin yüz seksen söz olduğu, Hızır ile yolları ayrılınca ise tekrar kavmine döndüğü ve üç yıl yedi ay sonra vefat ettiği, Mûsâ Peygamber'in ölümünden sonra kavminin yetmiş türlü olduğu, Mûsâ Peygamber'den Dâvûd Peygamber'e kadar İsrailoğulları'na 140 peygamber gönderildiği ve bu sürecin bir rivayete göre yüz kırk diğer bir rivayete göre ise yetmiş yıl yıl olduğu anlatılır (Rabgûzî, 1997:184).

“Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili farklı rivayetlere değinilmiştir. Eserde aktarılan bir rivayete göre Azrâil'in, Mûsâ Peygamber'e gelip ona canını Tanrı'ya vermesini söylediğinde Mûsâ Peygamber'in Azrâil'in yüzüne vurup gözünü çıkardığı, Azrâil'in Tanrı'ya dönüp “ilâhî beni kula viribidün kim hîç ölmek dilemez ve uş gözümi dahı çıkardı” dediği, Tanrı'nın ona gözünü geri verdiği ve gidip Mûsâ Peygamber'e eğer sağlık /ömür istiyorsa elini bir sığırın arkasına vurduğunda eline ne kadar kıl değerse onun sayısınca yıl kendisine ömür verileceğini söylemesini buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in bunun sonunda da ölüm olduğunu öğrendiğinde “şimdi ölmek yigrekdür” dediği ve Tanrı'dan kendisini arz-ı mukaddese bir taş atımı kadar yakın kılmasını dilediği anlatılır ve Mûsâ Peygamber'in mezarının Tûr yanında bir kızılca tepecik katında olduğu rivayeti aktarılır. Eserde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili aktarılan bir başka rivayete göre, Azrâil'in insanların canını almak için âşikâr bir şekilde görünür hâlde geldiği, ilkin Mûsâ Peygamber'e de öyle geldiği ancak Mûsâ Peygamber'in Azrâil'in gözünü çıkardığı, bu sebeple ikinci gelişinde gizlice geldiği, Mûsâ Peygamber'in Yûşac ile yürümekte olduğu sırada Yûşac'nın karşıdan bir kara yelin gelmekte olduğunu görüp kavmine kıyamet geliyor diye bağırdığı ve o sırada Mûsâ Peygamber'e sarıldığı, Mûsâ Peygamber'in gömleği altından çıkıp kaçtığı, Yûşac elinde Mûsâ Peygamber'in gömleği ile kavmi arasına gelince kavminin onu Mûsâ Peygamber'i öldürmekle suçladıkları, İsrailoğulları'na Tanrı tarafından düşlerinde Mûsâ Peygamber'i Yûşa'nın öldürmediğinin bildirildiği anlatılır. “Kısas-ı Enbiyâ”da yer alan Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili bir başka rivayete göre ise bir gün Mûsâ Peygamber bir nice iş için dışarı çıktığında çok güzel ve taze bir mezar kazmakta olan bir bölük melek ile karşılaşır ve bu mezarı kimin için kazdıklarını sorar. Melekler de Tanrı'nın kerim bir kulu için kazıklarını söylediğinde Mûsâ Peygamber işbunun issi kulun tanrı katında menzileti vardur kim ben hîç bunun gibi görklü yir gördügüm yok” der. Bunun üzerine melekler Mûsâ Peygamber'e bu makamın kendisinin olmasını isteyip istemediğini sorarlar. Mûsâ Peygamber istediğini söyleyince melekler ona mezara inmesini söylerler. Mûsâ Peygamber mezara iner, orada son nefesini verir ve melekler üzerini toprakla örterler. Eserde aktarılan bir başka rivayete göre ise Mûsâ Peygamber ölüm meleğinin getirdiği elmayı koklayınca canının kabz edildiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in ömrünün yüz yirmi yıl olduğu belirtilir (Yılmaz, Demir, & Küçük, 2013:317-319).

“14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile çıktıkları yolculuktan on sekiz gün sonra tekrar kavmine döndüğü, kavminin onu tekrar görmekten mutlu oldukları, Bundan sonra Mûsâ Peygamber'in otuz yıl yedi ay daha sağ kaldığı, on iki halifesi olduğu ve bunların hepsinden üstün olan Yûşac'nın kendisinden sonra peygamber olduğu anlatılır (Cemiloğlu, 2000:198).

Sinan Paşa da “Tazarru'nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in âlemin düzeltilmesi ve cihânın doğru yola ulaşması için Tanrı tarafından hitap ile kendisinin yüceltildiğini ve peygamberlik hil'ati ile şanının yüceltildiğini, dokuz önemli ayet ve mucizelerle güçlendirildiğini, âleme yıllarca hidayet nurlarıyla aydınlık saçacak bir güneş saldığını, cihana şeriat gülistanlarını hikmet çiçekleriyle aydınlatan bir mehtap bıraktığını, kalp evini gül bahçesine çevirip gönül sahrasının aydınlattığını, can şehrini bayındır kıldığını ve ruh askerini üstün kıldığını, binlerce nebinin onun yolunu tuttuğunu ve getirdiği dinin nice peygambere din ve mezhep olduğunu ifade ettikten sonra “yüz yigirmi üç yaşına yitişdi, dâr-ı fenâdan makarr-ı bekâya gitti” diyerek diğer kaynaklardan farklı olarak yüz yirmi üç yaşında vefat ettiğini dile getirmiştir (Sinan Paşa, 2001: 241).

15. yüzyılda yaşayan Çağatay sahası ediplerinden Ali Şîr Nevâyî ise, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in yüz yirmi yaşına eriştiğinde İsrailoğulları'nı toplayıp onlara öğütler verdiğini, kâtiplerine Tevrat'ı yazdırıp çoğalttırdığını, kendisinin bir tanesini mübarek yazısı ile yazıp Cebrâil ile tashîh ettikten sonra yapmış olduğu “sandıku'ş-şehâde” denilen sandığa koyduğunu ifade eder (Nevâyî, 1993:130-131). Eserde bu olayların devamında Mûsâ Peygamber'in ölümü ve kavminin onun ölümünden Yûşa'yı sorumlu tutmaları şöyle anlatılır:

“... özgelerni tashîh kılgandın sonra Yûşac bile kavm arasıdın çıktı. Ve Yûşac caleyhi's-selâmnı kuçup hayr yâd kılıp kilgen könlegi arasıdın gâyib boldı. Nâ-insâf kavm Yûşac'nı Mûsî caleyhi's-selâm katliga müttehem kılıp mahbûs kıldılar. Kiçesi Mûsî caleyhi's-selâm kavm tüşige kirip ol işdin men kılıp tanlası anı koydılar. Ve Mûsî Hârûndın üç yaş kiçig irdi ve kabri madûm imes kim kaydadur.” (Nevâyî, 1993:131)

Ali Şîr Nevâyî, eserinde Mûsâ Peygamber ile ilgili bölümün sonunda şu rubaiye de yer vermiştir:

Mûsî ki cihânga tüşti gavgası anın

Hârûn irdi vezîr ü dânâsı anın

Çün boldı behişt sarı me'vâsı anın Ni kaldı casâ ni yedd-i beyzâsı anın

·        3.32. Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta Muhammed Peygamber ile Karşılaşması

17. yüzyılda Musâ b. Ahmed Antakî tarafından kaleme alınan mensur “Mi'râç-nâme”de Muhammed Peygamber'in altıncı gökte “uzun boylı yüksek burunlı çok saçlı ak sakallu üzerinde sofdan bir kömlek var bi casâya Tayanmış saçı gövdesini burmaya yakın olmış ve sakalı gögsine inmiş” bir kişi gördüğü ve Cebrâil'in, bu kişinin Mûsâ Peygamber olduğunu bildirdiği, Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'i görünce ağladığı ve “İsrâcîl-i benî Allâhu tecâlâ katında cümle Halkdan mükerremdür dirler ammâ bu yigit Allâhu tecâlâ katından benden mükerremdür” dediği, Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i selamladığı, Mûsâ Peygamber'in de Muhammed Peygamber'e ve ümmetine hayır ve bereketle dua edip “yâ Muhammed ben Tevrât’da seni ve ümmetini Hayurlu gördüm” dediği anlatılır. Devamında Muhammed Peygamber ve bu göğün tüm meleklerinin iki rekât namaz kıldıkları, namazın ardından Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i selamlayıp yoluna devam ettiği ve Mûsâ Peygamber'in onun ardından yeniden ağladığını anlatılır:

“mahallde melekler saf saf oldılar ilerü geçüp millet-i İbrâhim üzere iki rekcat namâz kıldım vaktâkim Mûsâ’yı selâmlayup gitdim ardımdan agladı niçün aglarsın didiler eyitdi nice aglamam ki benden sonra bir oglan bkset oluna ve ümmetinden cennete dâhil olan benim ümmetimdem çok ola didi”[109/b]

Antakî tarafından kaleme alınan mensur “Mi'râç-nâme”de Muhammed Peygamber'in Allah ile görüştükten sonra geri döndüğü, Cebrâil ve Mikâil'in Muhammed Peygamber'i karşılayıp Mi'râc'ı kutladıkları, Cebrâil ve Mikâil'den ayrıldıktan sonra Mûsâ Peygamber ile karşılaştığı, Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'i tebrik ettikten sonra ümmetine hediye olarak ne götürdüğünü sorduğu, elli vakit namaz olduğunu öğrenince de bunun fazla olduğu söylediği ve kendi ümmetinden örnekler vererek Muhammed Peygamber'i uyardığı anlatılır:

“andan dahı nüzûl idüp karındaşım Mûsâ’ya irüşdüm aklar giymiş beni görüp ayaga kalkup benümle mucânaka idüp gözlerümi öpdi bana eyitdi Allâhu tecâlâ katından geldün belî dedim cemîc-i sualime cevâp virdi didüm ol eyitdi yâ sana ne ısmarladı ben eyitdim bana ve ümmetim üzre gice ve gündüzde elli vakit namâz farz itdi didim Mûsâ eyitdi yâ Muhammed ümmetün tâkat getürmezler Rabbüne rücûc it tahfif taleb eyle zirâ senden evvel bu Halkı tecrübe etdim ve Benî İsrâcîl ile çok mucâlece eyledüm ve çok tacab ve meşekkat çekdüm didi. [143/a-143/b]” (Alkan, 2015:192)

Bunun üzerine Muhammed Peygamber'in Tanrı'dan elli vakit namazın hafifletilmesini dilediği, elli vakit namazın onar onar beş vakte kadar indirildiği, Mûsâ Peygamber'in beş vakit namazın da daha da indirilmesi hususunda Muhammed

Peygamber'i uyardığı anlatılır:

“biz Mûsâyla bu muhâtabada iken culâdan bir nidâ irdi ki iste yâ Muhammed virelüm diyü ben dahı yâ Rabbi ümmetün tâkati yokdur didüm tahfif taleb itdüm Hakk tecâlâ onun tahfif itdi andan Mûsâ’ya geldüm haber virdüm Mûsâ eyitdi ümmetün zâyıfdur tâkatleri yetmez gine dön tahfif taleb eyle didi tekrâr dönüp tahfif taleb itdüm on dahı tahfif idüp hâsılı Mûsâ’ya gelüp tekrâr dönüp tahfif taleb eyledüm bir kac kez hatta beş vakte dek onar onar Rabbüm tahfif itdi Musâ tekrâr tahfif taleb eyle didi eyitdüm çok tereddüd ve rücûc itdüm artuk Rabbimden istihyâ iderüm didüm. [143/b-144/a]” (Alkan, 2015:192)

MANZUM VE MENSUR METİNLERİN İNCELENMESİNDEN ELDE EDİLEN SONUÇLARIN KARŞILAŞTIRILMASI

Çalışmaya kaynaklık eden 92'si manzum (82 dîvân, 12 mesnevi), 13'ü mensur, toplam 107 eserde müellifler Mûsâ Peygamber ve kıssasından teşbih ve telmih sanatları vasıtasıyla eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Özellikle lirizmin, sanatsal söyleyişin en yoğun hissedildiği, ince ve derin mana katmanlarıyla şairlerin bütün sanat hünerlerini sergiledikleri manzum eserlerde, Mûsâ Peygamber'in kıssası teşbih ve telmihlerin, mecazların ve daha başka edebî sanatların vasıtasıyla şairlerin tasavvur ve tahayyüllerini renklendiren önemli bir motif olarak kendine yer bulmuştur. Dîvânlardaki kaside ve gazellerden mesnevilere, oradan da mensur eserlere doğru gidildikçe Mûsâ kıssasının konu edildiği eserlerdeki lirizmin kesafeti azalmakta, hayallerin ve sanat gücünün yerini biyografik, kitabî bilgiler almaktadır. Ancak mensur eserler içerisinde Sinan Paşa'nın süslü nesrin nadide örneklerinden olan “Tazarru-nâme”si ve Fuzûlî'nin “Hadikatü's-Süedâ”sı gibi sanatlı söyleyişe sahip eserleri bu genellemenin dışında tutmak gerekir. “Kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde ise Mûsâ Peygamber'in doğumundan ölümüne kadar hayatı bütün ayrıntılarıyla gözler önüne serilmekte ve bu eserlerde İsrailiyat'ın büyük etkisi olduğu dikkat çekçektedir.

Mûsâ Peygamber'in doğumu, doğumundan önce yaşanan hadiseler, Firavun'un Mûsâ Peygamber'in doğumuna ilişkin gördüğü rüya, kendisini bekleyen tehlike karşısında aldığı tedbirler, annesi tarafından bir sandık içinde Nil Nehri'ne bırakılması, Firavun'un sarayına alınması ve dilinde tutukluğa sebep olan hadise ile ilgili olarak taranan dîvânlarda yok denecek kadar az beyit bulunmakta iken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin “Mesnevî”sinde ve ve “kısâs-ı enbiyâ” türündeki mensur eserlerde bu konulara oldukça geniş yer verilmiştir. Görüş ve düşünceleri ile Klâsik Türk edebiyatında etkili olan İbn Arabi ise Mûsâdiye öldürülen bebekler, Mûsâ'nın suya bırakılması ve Firavun'un sarayına alınması hususlarına tasavvuf yorumlar getirmiştir.

Taranan dîvânlarda ve mesnevilerde Mûsâ Peygamber'in bir Kıptî'yi kazara öldürmesi hadisesine ilişkin beyit/bent tespit edilmemiş ancak “kısâs-ı enbiyâ” türündeki mensur eserlerde oldukça geniş yer verilmiştir. Bu olayın neticesinde Mûsâ Peygamber'in Medyen'e gitmesi, orada yaşadığı hadiseler, Şuayip Peygamber ile tanışması, Şuayip Peygamber'in kızı Safura ile evlenmesi ve buna karşılık Şuayip Peygamber'in yanında 8-10 yıl çobanlık yapması “kısâs-ı enbiyâ” türündeki mensur eserlerde ayrıntılı olarak anlatılmış; dîvân ve mesnevilerde de konuya telmihte bulunan beyitlere/bentlere rastlanmıştır. Manzum eserlerde Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber'in yanında çobanlık yapması peygamberliğe ulaşma, olgunluk kazanma yolunda bir merhale olarak görülmüştür.

Kendisine verilen süreyi tamamlayan Mûsâ Peygamber'in ailesiyle birlikte Medyen'den çıkıp yolları Tûr Dağı'na düştüğünde Mûsâ Peygamber'in burada yaşadığı hâller, “anestü nârâ” diyerek ifade ettiği ilâhî nuru ateş sanıp ona yaklaşması, Tanrı' ile konuşması ve bu sebeple “Kelîmu'llâh” diye anılması, kendisine verilen mucizeler, bilhassa elindeki asânın ejderhaya/yılana dönüşmesi ve yedd-i beyzâ mucizeleri, bu mucizelerle birlikte peygamberlik verilmesi ve azmış olan Firavun'a gönderilmesi, bu yolda Mûsâ Peygamber'in kardeşi Hârûn'u kendisine bir vezir/yardımcı olarak istemesi hadiseleri “kısâs-ı enbiyâ” türündeki mensur eserlerde tahkiyeli bir anlatımla geniş yer bulurken, “Fîhi Mâ Fîh”, “Maârif”, “Füsusû'l-Hikem” gibi eserlerde bu konulara ilişkin tasavvufî yorumlara yer verilmiştir. Mesnevilerde ise mensur metinlere nazaran daha sanatlı bir söyleyişle telmih unsuru olarak yer alan bu hususlar dîvânlarda Klâsik Türk şairlerinin coşkun duygu ve hâllerini, eşsiz hayallerini ifade etmede en çok yararlandıkları motiflerdendir. Tûr Dağı, Klâsik Türk şiirinde şairlerin Mûsâ Kıssası bağlamında en fazla telmihte bulundukları husustur. Tûr Dağı, Klâsik Türk şiirinde tasavvufi açıdan tecellî kavramı ekseninde ele alınmış, bu eksende şairler gönül ile Tûr Dağı arasında her ikisinin de tecellî makamı olması yönüyle teşbih ilgisi kurmuşlar, bütün kâinatın ilâhî tecellîler ile dopdolu olduğunu görebilen kimseler için her yerin aslında Tûr Dağı olduğunu ifade etmişlerdir. Tûr Dağı ve şecer-i Tûr şiirlerde ayrıca sevgili ve tabiat unsurlarının türlü hususiyetlerini ifade etmede önemli bir teşbih unsuru olarak kullanılmıştır. Tasavvufî anlam boyutunda âşığın gönlündeki aşk ateşi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşi özdeşleştiren şairler kimi zaman da övünmek maksadıyla kalemlerini Tanrı’nın tecellîsine mazhar olmuş Tûr Dağı'ndaki kutsal fidana benzetmişlerdir. Yine Mûsâ Peygamber'in en çok telmihte bulunulan mucizelerinden asâ ve yedd-i beyzâsı da şairlere çok geniş bir hayal ufku açmış, sevgilinin saçı asâya, eli yedd-i beyzâya teşbih edilmiş, şairlik güçlerini övmek maksadıyla şairler kalemlerini Mûsâ Peygamber'in mucizevî güçleri olan asâsına benzetmişlerdir.

Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesi, Firavun'un tanrılık iddiası gütmesi, Mûsâ Peygamber'in kendisini imana davetini veziri Hâmân'a uyarak reddetmesi ve onu sihirbazlıkla suçlaması, Mûsâ Peygamber'in Firavun'un sihirbazları ile karşılaşması, Firavun'un veziri Hâmân'a yaptırdığı kule, Firavun'un iman eden halkına ettiği zulümler, Mûsâ Peygamber'e iman etmeyip İsrailoğulları'na zulmetmeye devam eden Firavun ve kavminin uğratıldığı belalar ve en nihayetinde Firavun ve askerlerinin denize gark olması hadiseleri de mensur metinlerde özellikle “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde İsrailiyat'tan gelen bilgilerle de yoğrulmuş tahkiyeli bir anlatımla bütün ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Mevlânâ ve Sultan Veled de bu hususlara, çalışmaya kaynaklık eden mesnevilerinde sıkça değinmişlerdir. Mesnevilerde Firavun ile Mûsâ Peygamber'in zehir ile panzehir gibi olduğu dile getirilmiş, Firavun bir kötülük timsali olarak ele alınmış, insanın nefsi Firavun'a teşbih edilmiştir. Dîvânlarda ise Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesine ilişkin çok farklı tahayyüller, mazmunlar görülmektedir. Klâsik Türk şiirinde bir kötülük ve şer sembolü olan Firavun, genellikle sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri Firavun'un askerleri olarak tasavvur edilerek âşığa verdiği sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle anılır. Dîvânlarda Firavun'un yanında veziri Hâmân'dan ve Hâmân'ın Firavun için yaptığı kuleden de söz edilmiştir. Firavun'un bütün ordusuyla birlikte denize gark olması hadisesi de dîvânlarda sıkça telmih unsuru olarak yer almıştır.

İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışları, denizin yarılması hadisesi ve sonrasında İsrailoğulları'nın şeriat dilemeleri üzerine Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın verilmesi, Tevrat hükümlerini kabul etmeyen İsrailoğulları'nın üzerine dağın kaldırılması, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi ve tecellî hadisesi ile Sâmirî olayı da “kısâs-ı enbiyâ” türü eserlerde tahkiyeli bir anlatım ile kendisine geniş yer bulmuş, mucizat kitaplarında da Mûsâ Peygamber'in asâsıyla denizi yarması mucizesi Muhammed Peygamber'in benzer bir mucizesiyle mukayeseli olarak zikredilmiştir. “Fîhi Mâ Fîh” ve “Maârif’te tecellî hadisesine ilişkin yorumlara yer verilmiştir. Mesneviler içerisinde bu konulara ilişkin en fazla Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin “Mesnevî’sinde bulunmaktadır. Yazıcıoğlu Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ikinci gidişinde "erînî" diyerek Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine, “len terânî” hitabıyla karşılaşmasına ve Tanrı'nın tecellîsi karşısında dağın parçalanması hadisesine çeşitli beyitlerde değinmiş, özellikle mesnevi içerisinde yer verdiği bir müstezatta bu konuya ayrıntılı olarak yer vermiştir. Sâmirî ise mesnevilerde yaptığı buzağı helkeli ile kavmini yoldan çıkarması, Cebrail'in atının ayağının bastığı yerden aldığı toprakla yaptığı buzağıya can vermesi, kibirle Mûsâ Peygamber'e başkaldırması özellikleri ile anılmıştır. Taranan dîvânlarda denizin yarılması mucizesine, Tevrat'ın tahrif edilmiş olmasına telmihte bulunulmuş; sevgilinin Mûsâ Peygamber'e verilen levhalara/Tevrât'a teşbih edilmiş, Sâmirî de sihir konusundaki üstün yeteneği, yaptığı buzağı heykeli, insanları doğru yoldan alıkoyması/saptırması yönüyle telmih unsuru olarak yer almıştır. Ayrıca taranan dîvânlarda Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ikinci gidişinde Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine ilişkin olarak “erînî” ve “len terânî” lafızlarına sıkça yer verilerek konuya telmihte bulunulmuştur.

Mûsâ Peygamber'in Beytü'l-Makdis'i inşa etmesi hadisesi sadece bir tek mensur eserde konu edilmiş, bu konuya ilişkin dîvân ve mesnevilerde yer verilmemiştir. Yine Mûsâ Peygamber'in yaptığı içinde asâsının, levhâların, Hârûn Peygamber'in imamesinin bulunduğu sandıktan 3 mensur eser ve bir mesnevide söz edilmiş ancak taranan dîvânlarda bu konuya ilişkin de telmih unsuruna rastlanmamıştır.

Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen nimetlerden hem dîvânlarda, hem mesnevilerde, hem de mensur eserlerde söz edilmiş olup dîvânlarda bu nimetlerden sadece “menn” ve “selvâ”dan ve Mûsâ Peygamber'in asâsıyla vurduğu taştan kavmi için su çıkarmasından söz edilirken mesnevi ve mensur eserlerden bunlardan başka İsrailoğulları'nın bir bulut tarafından gölgelenmesi hadisesine, İsrailoğulları'nın elbiselerinin hiç eskimemesi, tırnaklarının uzamaması, saçlarının tarağa muhtaç olmaması, çocukları büyüdükçe elbiselerinin de onlarla birlikte büyümesi gibi hususlara da yer verilmiştir.

Klâsik Türk edebiyatında tasavvufî bağlamda mürşit-mürit ilişkisine dair bir model olarak ele alınan Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu mensur metinler içerisinde bilhassa İbn Arabî, Sultan Veled ve Niyâzî-i Mısrî tarafından tasavvufî yorumlarla ele alınıp değerlendirilmiştir. “Kısâs-ı enbiyâ”larda da Mûsâ Peygamber ile Hızır'ın kıssası Kur'ân-ı Kerîm'deki anlatıma paralel bir şekilde oldukça detaylı olarak ele alınmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de “Mesnevi”sinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna pek çok beyitte değinmiştir. Sultan Veled ise “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mevlânâ'yı Mûsâ Peygamber'e, Tebrizli Şems'i de Hızır'a teşbih etmiştir. Taranan dîvânlarda ve mesnevîlerde Mûsâ Peygamber'in kıssasıyla ilgili en çok telmihte bulunulan konulardan biri olan Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu ile ilgili olarak Hızır'ın ledünnî ilmin timsali oluşuna ve Mûsâ Peygamber'in bu ilmî öğrenmek için Hızır'a tâbi oluşuna sıkça telmihte bulunulmuştur. Hızır'ın Mûsâ Peygamber ile birlikte çıktıkları yolculukta gemiyi delmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi, yıkık bir duvarı tamir etmesi hadiseleri ile Mûsâ Peygamber'in Yûşâ ile Hızır'ı bulmak için yola çıktıklarında azıklarındaki pişmiş balığını denize süzülüp canlanması hadisesi şiirlerde tasavvufî açıdan ele alınıp yorumlanan, kıssa ile ilgili telmih unsuru olarak yer alan ayrıntılardır.

Edebiyatta zenginlik ve cimriliğin sembolü olarak kullanılan Kârûn, çalışmanın örneklemini teşkil eden eserlerin çoğunda zenginliği, hazinesi, mal hırsı, malı ve mülküyle birlikte yere batması yönleriyle sıkça telmihte bulunulan bir isim olmuştur. Dünya malına meyledip dünyalık toplayanların sonunun Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla bütün mal ve mülküyle birlikte yere geçen Kârûn gibi olacağı ifade edilmiştir. Taranan mensur metinlerden “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde tahkiyeli bir anlatımla bütün ayrıntılarıyla ele alan Kârûn kıssası mesnevilerde ve dîvânlardaki şiirlerde yukarıda bahsedilen hususiyetleriyle bir telmih unsuru olarak yer almıştır.

Mûsâ Peygamber'in efsanevî bir dev olan Ûc ile mücadelesine ilişkin taranan dîvânlarda sadece bir beyte rastlanmış olup mesnevilerde adından bahsedilemeyen bu dev ile ilgili “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde İsrailiyat'tan gelen tesir neticesinde geniş olarak yer bulmuştur. Ali Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Şam diyârındaki oldukça iri cüsseli ve zorba bir kavim olan Amâlika kavmi ile savaşıp oradan uzaklaştırmasını buyurduğu, cAvc bin cAnk isimli başı adeta bulutlara sürtülen meşhur devin de bu kavimden olduğunu dile getirir. Mensur eserlerde ayrıca bu dev ile ilgili olarak Nûh Peygamber zamanından beri hayatta olan bu devin Mûsâ Peygamber tarafından öldürüldüğü anlatılır.

Kur'ân-ı Kerîm'de adını bu hadiseden alan Bakara Sûresi'nde de anlatılan katili bilinmeyen bir maktulün katilini bulmak için İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'den yardım istemesi, bu amaçla Tanrı tarafından buyrulduğu şekilde boğazlanan bir hayvanın bir uzvuyla maktule vurulunca maktulün dirilip katilin söylemesi hadisesine ilişkin taranan dîvânlarda telmih unsuruna rastlanmamıştır. Taranan mesneviler içerisinde de bir tek Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde konuya birkaç beyitte telmihte bulunmuştur. Mensur metinlerden ise kısas-ı enbiyalarda ve mucizat metinlerinde konuya tafsilatlı olarak yer verildiği tespit edilmiştir.

Mûsâ Peygamber'in ve Hârûn Peygamber'in ölümüne ilişkin ise çalışmanın örneklemini oluşturan ne dîvânlarda ne de mesnevilerde bir telmih unsuruna rastlanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu hususa dair bir anlatım bulunmamaktadır. Ancak Tevrat'ta tafsilatlı olarak yer alan Mûsâ Peygamber ve Hârûn Peygamber'in ölümüne ilişkin anlatımların “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde ayrıntılı bir şekilde anlatılması bu eserler üzerindeki İsrailiyat'ın tesirini gözler önüne sermektedir.

Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta Muhammed Peygamber ile karşılaşması hususuna taranan dîvânlardaki şiirlerde telmihte bulunulmadığı tespit edilmiştir. Mesnevilerde miraç hadisesinin anlatıldığı bölümlerde Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta Muhammed Peygamber ile karşılaşmasına değinilmiş, aralarında geçen konuşmalardan bahsedilmiş, Müslümanlara hediye edilen 50 vakit namazın Mûsâ Peygamber'in yönlendirmesi ve Muhammed Peygamber'in de Tanrı'dan tahfif dilemesiyle 5 vakte kadar hafifletilmesi hususu dile getirilmiştir. Şeyyâd Hamza ise “Mi’râc-nâme”sinde Muhammed Peygamber'in Mirac'da altıncı gökte Mûsâ Peygamber ile karşılaşmalarına, burada bu göğün melekleri ile iki rekât namaz kılmalarına tafsilatlı olarak değinmiştir. Bu konu taranan mensur metinler içerisinde sadece bir eserde, 17. yüzyılda Musâ b. Ahmed Antakî tarafından kaleme alınan mensur “Mi'râç-nâme”de detaylıca dile getirilmiştir.

Çalışmanın örneklemini oluşturan eserlerde yukarıda sayılan konu başlıkları dışında ayrıca Mûsâ Peygamber ile ilgili olarak mesnevilerde müstakil hikâyelere yer verildiği ve ayrıca mesnevi türünde müstakil eserler kaleme alındığı tespit edilmiştir. Özet olarak çalışmaya kaynaklık eden dîvân, mesnevi ve mensur eserlerde Mûsâ Peygamber'in kıssasına yapılan telmihlerin konuları bakımından kullanım sıklığını her eser türünde en sık telmihte bulunulan 5 konu başlığına yer verilen şu tablo ile ifade edebiliriz:

SONUÇ

Klâsik Türk edebiyatı zengin kaynaklardan beslenen bir edebiyattır. Klâsik Türk edebiyatının tam manasıyla değerlendirilebilmesi için bu edebiyatın yararlandığı malzemelerin, beslendiği kaynakların tespit edilip incelenmesi gerekmektedir. Klâsik Türk edebiyatına hâkim olan zihniyet, din ve maneviyat gerçeği, bu edebiyatın birincil ve en önemli kaynağının Kur'ân-ı Kerîm olduğuna işaret etmektedir. Bu edebiyatın kaynakları ve kullandığı malzemeler arasında peygamber kıssaları da önemli bir yer tutmaktadır. Peygamberlerin hayatları etrafında teşekkül eden mazmunlar Klâsik Türk şairlerinin bu kıssalardan ne kadar geniş ölçüde ilham aldıklarını göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm ve Tevrat'ta çokça zikredilen, hatta Kur'ân'da kıssası en geniş yer tutan Mûsâ Peygamber kıssası, Klâsik Türk edebiyatının da en önemli mazmunlarından birini teşkil etmektedir. “Kelîmu'llâh” unvanı ile de anılan Mûsâ peygamber, eserlerde Tûr Dağı'nda Tanrı'nın hitabına mazhar olması, mucizeleri, Firavun ile mücadelesi, Tanrı'yı görmek istemesi, Hızır ile yolculuğu gibi hususiyetleri vesilesiyle sıkça telmih ve teşbih unsuru olarak yer almıştır.

Çalışmada öncelikle Mûsâ Kıssası'nın birincil kaynağı olan kutsal metinlerdeki Mûsâ Peygamber ile ilgili beyanları tespit edildi. Buradan hareketle Mûsâ Peygamber'in sadece dinler tarihi açısından değil insanlık tarihi açısından da büyük bir önemi haiz olduğu sonucuna ulaşıldı.

Mûsâ Peygamber'in Klâsik Türk edebiyatındaki yansımalarını tespit etmek amacıyla kapsamlı bir araştırma olarak plânlanan bu çalışmada toplam 110 eser taranmıştır. Bu eserlerin 85'i dîvân, 12'si mesnevî ve 13'ü mensur eser olup mensur eserler içerisinde “kısâs-ı enbiyâ”, miraç-nâme, mucizat metinleri, dînî, tasavvufî ve ahlâkî içerikli mensur eserler bulunmaktadır. Taranan eserler içerisinde sadece İlhâmî (III. Selim) Dîvânı, Şeref Hanım Dîvânı ve Leylâ Hanım Dîvânı'nda konuya ilişkin telmih unsuruna rastlanmamıştır. Taranan mesnevîlerden 2'si Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil mesnevîlerdir. Buradan hareketle kıssaya telmihin tespit edildiği toplam 107 eserden yola çıkılarak Klâsik Türk edebiyatında Mûsâ Peygamber'in hangi yönleriyle ele alındığına bakılmıştır.

Tez çalışması kapsamında taranan eserler; dîvânlar, mesneviler ve mensur eserler olarak tasnif edilerek her birinde belirlenen konu başlıklarının bu eserlerde ne şekilde ele alındığına bakılmıştır. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber ile ilgili bölümler kendi içinde de farklı özellikler arz etmekte olduğu için bu bölüm kendi içinde, müstakil beyitler, müstakil anlatılar ve müstakil eserler şeklinde başlıklandırıldı.

Çalışmanın “Dîvânlarda Mûsâ Peygamber” başlıklı bölümünde Mûsâ Kıssası'na dair tespit edilen beyitler kronolojik bir sıra gözetilerek 16 başlık altında sınıflandırıldı. Herbir konu başlığı ile ilgili olarak evvela bilgi ve açıklamalara yer verdikten sonra, tespit edilen beyitler içerisinden konuyu en iyi örneklediği düşünülen beyitler geleneksel şerh metoduna göre şerh edilmiş ve ardından konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitlerin sadece beyit numaraları dikkate sunulmuştur. Dîvânlardaki şiirlerde bilhassa gazel ve kasidelerde Mûsâ Kıssası'nın şairler için engin bir ilham kaynağı olduğu, oldukça zengin ve çeşitli tasavvurlarla şairlerin hayal ufuklarını alabildiğine genişlettiği, oldukça mühim bir mazmun olarak beyitlerde kendine sıkça yer bulduğu görülmektedir.

Bu çalışma, Mûsâ Kıssası'nda geçen olay ve kişilerin Klâsik Türk edebiyatında nasıl ve ne ölçüde ele alındığını ortaya koyarak, sözkonusu kıssa ile ilgili hafızayı tazelemeyi, ortak imajlardan hareketle şairlerin hayal dünyasının nasıl çeşitlendiğini gözler önüne sermeyi hedeflemektedir. Bu hedef doğrultusunda, çalışmadan elde edilen bilgiler ışığında Mûsâ Peygamber'in Klâsik Türk edebiyatındaki yerine ilişkin yapılan tespitler şöyle sıralanabilir:

·        1. Klâsik Türk edebiyatında manzum-mensur bütün eserlerde Mûsâ Peygamber'in kıssasına, kıssadaki olay ve kişilere oldukça sık yer verilmiş olup Mûsâ Peygamber'in, kıssasına en çok telmihte bulunulan peygamberlerin başında geldiği tezi doğrulanmıştır.

·        2.  Taranan dîvânlarda tespit edilen beyitlerin/bentlerin konulara göre dağılımına bakıldığında Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili olarak en fazla “Tûr Dağı”nın telmih unsuru olarak kullanıldığı görülmüştür. Bu durum kıssada en dikkat çekici noktanın “Tûr Dağı” olduğunu ortaya koymaktadır. Tûr Dağı, Klâsik Türk şiirinde daha çok tasavvufî açıdan tecellî kavramı ekseninde ele alınmıştır. Tûr Dağı kimi şairlerce bir tecellîgâh olarak görülürken kimi şairler ise bütün kâinatın ilâhî tecellîler ile dopdolu olduğunu görebilen insan için her yerin Tûr Dağı olduğu ifade edilmiştir. Gönül tecellî nurlarıyla dopdolu olması bakımından Tûr Dağı'na teşbih edilmiş, gönlünü masivadan temizleyen kimselerin Tûr Dağı gibi tecellîye mazhar olacağı ifade edilmiştir. Tabiata ilişkin tasvirlerde bir teşbih unsuru olarak da kaşımıza çıkan Tûr Dağı, kimi beyitlerde çiçeklerle donanmış bir ağaca, kimi beyitlerde mahyalarla süslenmiş bir minareye benzetilmiştir. Sevgilinin boyu uzunluğu dolayısıyla Tûr Dağı'na teşbih edilirken sevgilinin yanağı da rengi ve parlaklığı dolayısıyla bu ağacın üzerinde bir ateş olarak tasavvur edilmiştir. Ayrıca sevgilinin yanağı kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı'na, Tûr Dağı'nda yanan tecellî ateşine benzetilerek sevgilinin yüzünde görülen ilâhî kudretin tecellîsi ifade edilmiştir.

·        3. Mûsâ Peygamber'in mucizeleri de taranan eserlerde Mûsâ Kıssası'na ilişkin en sık rastlanan telmih unsurlarının başında gelir. Hem manzum hem de mensur eserlerde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden çokça bahsedilmiştir. Bu mucizeler ile ilgili en fazla ayrıntı mucizat metinlerinde görülür. Mûsâ Peygamber'in mucizeleri içinde en fazla ön plana çıkanları asâ ve yedd-i beyzâ mucizeleridir. Klâsik Türk şiirinde Mûsâ Peygamber'in asâsı yılana/ejderhaya dönüşmesi yönüyle sıkça telmih unsuru olarak kullanılmış, sevgilinin saçı şekil yönüyle ve sihri/mucizesi ile âşığı büyülemesi yönüyle Mûsâ Peygamber'in yılan olan asâsına teşbih edilmiştir. şairler kasidelerinde memdûhlarını överken, memdûhlarının adalet ve kudretleri dile getirirken onun elindeki kalemi Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmişlerdir. Kışın Firavun'un askerlerine teşbih edilmesi karşısında baharın gelişini müjdeleyen sümbül Mûsâ Peygamber'in ejderhaya dönüşen asâsına teşbih edilmiştir. Şairler kendi sanat kudretlerini övmek maksadıyla kalemlerinin sihirli güçleri olduğunu ima ederek Mûsâ Peygamber'in mucizevi özellikleri olan asâsına teşbih ederler. Mübalağa yoluyla şiirdeki  sihir kudretlerine Mûsâ

Peygamber'in asâsının bile yetişemeyeceğini ifade etmişlerdir.  Yılana

dönüşen asânın cennetten geldiğine, cennet ağacından olduğuna ve Mûsâ Peygamber'e Şuayip Peygamber tarafından verildiğine telmihte bulunulmuştur. Günümüzde yaygın olarak bilinen ve kullanılan “Dayak cennetten çıkmadır.” atasözü de buradan gelmektedir. Hatay'ın Samandağ ilçesindeki “Hıdırbey Mûsâ Ağacı”na ilişkin anlatılan efsaneler Mûsâ kıssasına ilişkin ayrıntıların halkın muhayyilesinde hâlâ canlı bir şekilde yaşadığını da göstermektedir.

·        4. “Yedd-i beyzâ” mucizesi de Mûsâ Peygamber'in en çok zikredilen mucizelerinden biri olup Klâsik Türk şiirinde sıkça teşbih unsuru olarak kullanılmıştır. Kasidelerde kerem sahiplerinin eli yedd-i beyzâya teşbih edilmiştir. Şairler belagat ve icazının parlaklığını ifade etmek maksadıyla ellerindeki kalemi yedd-i beyzâ diye nitelendirmişlerdir. Şairler bazen de sevgilinin boyunu, bazen güneş kimi göz kamaştıran parlaklığı ile sevgilinin yanağını, bazen de baharda çiçeklenen ağaçları ve açılan çiçekleri de yedd-i beyzâya benzetmişlerdir. Mûsâ Peygamber'in münkirleri imana davet için yedd-i beyzâ mucizesini gösterdiğine ve Mûsâ Peygamber'in risaletinin delillerinden oluşuna da telmihte bulunulmuştur.

·        5. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması ve bu vesile ile “Kelîmu'llâh” unvanı ile anılması; Tanrı'yı görmeyi dilemesi ve buna ilişkin olarak “erînî” ve “len terânî” lafızları Klâsik Türk şiirinde sıkça teşbih unsuru olarak kullanılmıştır. Klâsik Türk edebiyatında şairler beşerî aşk bağlamında sevgilinin cemâlini âşıktan gizlemesindeki tavrı "len terânî" lafzı ile ilişkilendirilmişler ayrıca “len terânî” lafzını Tanrı'nın zâtını gizleyen bir perdeye, nikâba teşbih etmek suretiyle dünya gözüyle Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığı vurgulamışlardır. Şairler konuyla ilgili beyitlerde hem ilâhî hem de beşerî aşk bağlamında sevgilinin dîdârını görmeyi şiddetle arzulama bakımından Mûsâ Peygamber'i model bir kişi olarak ele almışlardır. Şairler Mûsâ Peygamber'in unvanı olan “Kelîm”i çoğu zaman kelimenin gerçek anlamını (söz söyleyen) da çağrıştıracak şekilde tevriyeli olarak kullanmak suretiyle şiirlerinin anlam katmanlarını derinleştirmişlerdir. Ayrıca kasidelerinin fahriye bölümlerinde, bilhassa Nefî, Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” unvanından çeşitli şekillerde söz ederek sanat kudretlerini ifade etmişlerdir. Gülün Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetildiği beyitlerde bülbül de Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmiştir.

·        6. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesi de kıssaya ilişkin en çok üzerinde durulan, telmihte bulunulan hususlardan biridir. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Hâmân ile olan mücadelesi eserlerde iman-küfür mücadelesi şeklinde işlenir ve daha çok âşık- rakip ve rekabet çerçevesinde ele alınır. Klâsik Türk şiirinde bir kötülük ve şer sembolü olan Firavun istenmeyen bir kişiliği ve hâli çağrıştırır ve genellikle sevgilinin hattı Firavun'un askerleri olarak tasavvur edilerek âşığa verdiği sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle anılır. Eserlerde haddini aşıp büyüklük taslayan, dünya malıyla gururlanan Firavun ile Hâmân'ın bu dünyadan eli boş ayrıldıkları vurgulanmış, denize gark olmaları hadisesine de sıkça telmihte bulunulmuştur. Firavun ve askerlerinin gark olduğu denizin Kızıldeniz olmasına rağmen bazı şairler Nil Nehri'ne gark olduklarını ifade etmişlerdir.

·        7. Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu da Klâsik Türk edebiyatı metinlerinde sıkça telmihte bulunulan bir husus olup şairler Mûsâ Peygamber ile Hızır arasındaki ilişkiyi çoğu zaman mürşit-mürit ilşkisi bağlamında ele almışlar, Hızır'ın vâkıf olduğu ledün ilmi ile Mûsâ Peygamber'e irşadına telmihte bulunmuşlardır. Hızır'ın Mûsâ Peygamber ile birlikte çıktıkları yolculukta gemiyi delmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi, yıkık bir duvarı tamir etmesi hadiseleri ile Mûsâ Peygamber'in Yûşâ ile Hızır'ı bulmak için yola çıktıklarında azıklarındaki pişmiş balığın denize süzülüp canlanması hadisesi şiirlerde tasavvufî açıdan ele alınıp yorumlanan, kıssa ile ilgili telmih unsuru olarak yer alan ayrıntılardır. Hızır-Mûsâ kıssası bağlamında Mûsâ Peygamber, mütevazılıkla ilim arayışının timsali olarak görülmüştür.

·        8. Mûsâ Peygamber'in kıssasında geçen kişilerden Kârûn zenginliği, hazineleri, mal hırsı ve açgözlülüğü sebebiyle hazineleriyle birlikte yere batırılması yönleriyle sıkça telmihte bulunulan kötülük timsali kişilerden biri olmuş Dünya malına meyledip dünyalık toplayanların sonunun Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla bütün mal ve mülküyle birlikte yeregeçen Kârûn gibi olacağı ifade edilmiştir. Kıssada geçen kötülük timsali kişilerden bir diğeri ise Sâmirî'dir. Eserlerde Sâmirî'nin Firavun için sihir yaptığına, yaptığı altından buzağıya, sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunulmuş, sevgilinin güzellik unsurlarından beni ve özellikle de gözleri büyüleyici güzelliği, vasfı dolayısıyla Sâmirî'nin sihri ile ilişkilendirilmiştir.

·        9. Mûsâ Kıssası'na ilişkin “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde yer alan bilgilerde İsrailiyat tesiri çok yoğun olarak hissedilmektedir. Mesnevi ve dîvânlarda yer alan şiirlerde İsrailiyat etkisi yok denecek kadar azdır.

Sonuç olarak denilebilir ki, Klâsik Türk edebiyatında manzum ve mensur eserlerde geniş yer bulan Mûsâ Kıssası, bu eserlerdeki aktarımların günümüze ulaşmasıyla hâlâ güncelliğini korumakta ve modern edebiyatın yanı sıra resim, minyatür, sinema gibi farklı sanat dallarında kendisine yer bulmaya ve bir ilham kaynağı olmaya devam emektedir. Berk Yüksel'in “Musa'nın Sırrı”, Ümit Aktaş'ın “Musa ve Yol Arkadaşı”, Lütfi Parlak'ın “Sudan Gelen” ve T. Kuter Eren'in “Kızıldeniz'de Bir Secde” isimli romanları yakın tarihlerde Mûsâ Kıssası'nı bir bütün olarak ele alıp işleyen romanlardan bazılarıdır. Tarık Buğra'nın “Firavun İmanı” ve Tuğba Doğan'ın “Musa'nın Uykusu” isimli romanları ise Mûsâ Peygamber'in kıssasından kısmen ilham alan ve bu tesirin eserlerin isminde de hissedildiği romanlardandır. Bu romanların yanı sıra Şükrü Karaca'nın “Ânestü Nârâ”, Sezai Karakoç'un “Hızırla Kırk Saat” ve Özkan Gözel'in “Hızır ile Musa -Olmak ve Aramak-” isimli şiir kitapları da Mûsâ Peygamber'in kıssasından ilhamla vücut bulmuş eserlerdir. Mûsâ Peygamber'in kıssası ekseninde Klâsik Türk edebiyatının bilgi birikimini gözler önüne seren bu çalışmanın yukarıda bahsi geçen türden yazılacak yeni eserler için çağdaş sanatkâra ilham vermesi, bu alanda yapılacak yeni çalışmalara da katkı sağlaması beklenmektedir.

KAYNAKÇA

·        1. KAYNAK ESERLER VE KİTAPLAR

Abdülvasi Çelebi, (1996). Hâlilnâme. haz. Ayhan Güldaş, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Âdile Sultan, (1996). Dîvân. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Ahmed Paşa, (1992). Dîvân. haz. Ali Nihat Tarlan. Ankara: Akçağ Yay.

Ahmed-i Dâ'î, (2001). Dîvân. haz. Mehmet Özmen. Ankara: TDK Yay.

Ahmet Cevdet Paşa, (2012). Peygamberler ve Halifeler Tarihi. İstanbul: Hikmet Neşriyat.

Akar, M. (1987). Türk Edebiyatında Manzum Mi'rac-nâmeler. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Aktaş, Ü. (2016). Musa ve Yol Arkadaşı, İstanbul: Metamorfoz Yay.

And, M. (1998). Minyatürlerle Osmanlı-IslâmMitologyası. İstanbul: Akbank Yay.

Atalay, M. (2017). Kur'an'a Psikoloji ile Bakmak - Hz. Yuzuf ve Hz. Musa Kıssaları Örneği. İstanbul: İz Yay.

Ateş, S. (2004). Kur’an’daPeygamberler Tarihi. İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat.

Aydemir, A. (1979). Tefsirde İsrâiliyyât. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.

(2014). İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler. Ankara: TDV Yay.

Babacan, İ. (2012). Klâsik Türk Şiirinin Son Baharı Sebk-i Hindî. Ankara: Akçağ Yay.

Bâkî, (2015). Dîvân (Tenkitli Basım). haz. Sabahattin Küçük. Ankara: TDK Yay.

Bardakçı, M. N. (2016). Hakikatin Keşfi Hz. Musa ve Hızır. İstanbul: Rağbet Yay.

Batıislam, H. D. (2016). Divan Şiirinin Benzetme ve Hayal Dünyasından. İstanbul: Kesit Yay.

Bostanzâde Yahyâ Efendi, (2011). Gül-i Sad-berg, haz. Feridun Hakan Özkan. Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Buğra, T. (1983). Firavun İmanı, İstanbul: Ötüken Yay.

Bursalı İffet, (2005). Dîvân, haz. Mehmet Arslan. İstanbul: Kitabevi Yay.

Canım, R. (2016). Divan Edebiyatının Kaynakları, İstanbul: Akıl Fikir Yay.

Cem Sultan, (2013). Dîvân, haz. İ. Halil Ersoylu, Ankara: TDK Yay.

Cevrî, (1981). Dîvân, haz. Hüseyin Ayan, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Basımevi.

Ceylan, Ö. (2000). Tasavvufî Şiir Şerhleri. İstanbul: Kitabevi Yay.

Cinânî, (1994). Dîvân, haz. Cihan Okuyucu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Demir, Ş. (2015). Mitoloji Kur'an Kıssaları ve Tarihi Gerçeklik, İstanbul: Beyan Yay.

Demirel, Ş. (1999). Şehrî Hayatı, Sanatı, Divanı’nın Tenkitli Metni ve Tahlili, Elazığ: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Doğan, T. (2014). Musa'nın Uykusu, İstanbul: Yapı Kredi Yay.

Enderunlu Vâsıf, (1999). Dîvân, haz. Rahşan Gürel, İstanbul: Kitabevi Yay.

Eraydın, S. (2004). Tasavvuf ve Tarikatler. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay.

Eren, T. K. (2017). Kızıldeniz'de Bir Secde, İstanbul: Çınaraltı Yay.

Erkal, A. (2009). Dîvân Şiiri Poetikası (17. Yüzyıl), Ankara: Birleşik Yay.

Erzurumlu Zihnî, (2000). Dîvân, haz. Muhsin Macit, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Fehîm-i Kadîm, (1991). Dîvân (Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi), haz. Tahir Üzgör, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.

Fuzûlî, (1987). Hadikatü's-Süceda, haz. Şeyma Güngör, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Fuzûlî, (1990). Dîvân, haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel, Müjgan Cunbur, Ankara: Akçağ Yay.

Gözel, Ö. (2014). Hızır ile Mûsâ - Olmak ve Aramak-,İstanbul: Profil Yay.

Güler, Z. (2006). Divan Şiirinde Peygamber Hikâyelerine Telmihler. Malatya: Uğurel Yay.

Halman, H. T. (2018). iki Denizi Buluştuğu Yer Hızır (a.s.), çev. İsmail Aydın, İstanbul: Nefes Yay.

Harputlu Rahmî, (1996). Dîvân, haz. İbrahim Kavaz - M. Naci Onur, Elazığ: İzzet Paşa Vakfı Yay.

Haşmet, (1994). Dîvân (Külliyat), haz. Mehmet Arslan, İ. Hakkı Aksoyak, Sivas: Dilek Matbaası.

Hayâlî Bey, (1945). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, İstanbul Üni. Yayınlarından 277 Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dalı No: 3, İstanbul: Bürhaneddin Erenler Matbaası.

Hayretî, (1981). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu - M. Ali Tanyeri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 2868.

Helâkî, (1982). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Edebiyat Fakültesi Matbaası.

Horata, O. (1998). Esrâr Dede Hayatı - Eserleri - Şiir Dünyası ve Dîvânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Hüdâyî, (2016), Dîvân, haz. Mustafa S. Kaçalin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.

İbn Kesîr, (1998). Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsîri. çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, C.I., İstanbul: Çağrı Yay.

İbn-i Kemâl, (1996). Dîvân, haz. Mustafa Demirel, İstanbul: Fakülteler Matbaası,.

İpekten, H. (1986). Nâ'ilî. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

(2004a). Eski Türk Edebiyatı-Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul: Dergâh Yay.

(2004). NâilîHayatı Sanatı Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.

(2006). Şeyh Galip Hayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.

(2007). FuzûlîHayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.

İsen, M. vd. (2014). Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yay.

İsmail Hakkî Burusevî, (2000). Dîvân, haz. Murat Yurtsever, Bursa: Arasta Yay.

İsmetî, (1974). Dîvân, haz. Halûk İpekten, Ankara: Baylan Matbaası.

Kadı Burhaneddin, (1980). Dîvân, haz. Muharrem Ergin, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

Kara, Ö. (2016). Dîvân Edebiyatının Dinî Kaynakları - Fuzûlî'nin Tevhîd'i ve Neşâtî'nin Hilye-i Enbiyâ'sı. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay.

Karaca, Ş. (2017). Ânestü Nârâ, İstanbul: Ötüken Yay.

Karakoç, S. (2018). Hızırla Kırk Saat, İstanbul: Diriliş Yay.

Karamanlı Aynî, (1997). Dîvân, Ahmet Mermer, Ankara: Akçağ Yay.

Kilisli Zihnî, (2014). Dîvân, haz. Hasan Şener, Ankara: Grafiker Yay.

Köksal, M. A. (2016). Peygamberler Tarihi (Cilt II). Ankara: TDV Yay.

Kur’ân-ı Kerim Açıklamalı Meâli. 2005. Ankara: TDV Yay.

Levend, Â. S. (1984). Dîvân Edebiyatı "Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar. İstanbul: Enderun Kitabevi.

Leylâ Hanım, (2003). Dîvân, haz. Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi.

Mecîdî, (2013). Kıssa-iMûsâ Aleyhi's-Selâm, haz. Gökhan Ölker, Konya: Palet Yay.

Mengi, M. (2003). Eski Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara: Akçağ Yay.

Mesîhî, (2014). Dîvân, haz. Mine Mengi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, (2017), Fîhî Mâ Fîh, haz. Melihâ Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul: Ataç Yay.

Mirzâ Ahmed Bin Mirzâ Kerîm, (2012). Mûsâ-nâme, haz. Ufuk Deniz Aşçı, Konya: Palet Yay.

Mu'cizeler Kitabı/Klâsik Türk Edebiyatında Müstakil Mu'cizat Metinleri/Mu'cizât-ı Enbiyâ Tercümesi - Sinanoğlu Za'îfî-Mu'cizât-ı Mustafa, (2015). haz. Müjgan Çakır, İstanbul: Büyüyenay Yay.

Muhammed Bin Recep, (2017). Kıssa-i Mûsâ, haz. Yasemin Demirci, Basılmamış YL. Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Muhibbî, (2006). Dîvân, haz. Coşkun Ak, Trabzon: Trabzon Valiliği Yay.

Muhyiddin İbn Arabî, (2014). Füsusu'l-Hikem, çev. Tahir Meriç, İstanbul: Kırkambar Yay.

Na‘ilî, (1990). Dîvân, haz. Halûk İpekten, Ankara: Akçağ Yay.

Nâbî, (2011). Dîvân, haz. Ali Fuat Bilkan, Ankara: Akçağ Yay.

Necatî Beg, (1992). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, Ankara: Akçağ Yay.

Nef’î, (1993). Dîvân, haz. Metin Akkuş, Ankara: Akçağ Yay.

Nesîmî, (2014). Dîvân, haz. Hüseyin Ayan, Ankara: TDK Yay.

Neşâtî, (1996). Dîvân, haz. Mahmut Kaplan, İzmir: Akademi Kitabevi.

Nev'î, (1977). Dîvân, haz. Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

Neylî, (2005). Dîvân, haz. Sadık Erdem, Ankara: AKM Yay.

Niyâzî-i Mısrî, (1998). Dîvân, haz. Kenan Erdoğan, Ankara: Akçağ Yay.

Niyazî-i Mısrî, irfan Sofraları, çev. Prof. Dr. Süleyman Ateş, İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat.

Okumuş, Ö. - Kalkışım, M M. (2014). Klâsik Türk, Fars ve Arap Şiirlerinde Hz. Îsâ. İstanbul: Sütun Yay.

Okuyucu, C. (2015). Divan Edebiyatı Estetiği. İstanbul: Kapı Yay.

Öztürk, N. (2016). Muhibbî Divânında Din ve Tasavvuf. Adana: Karahan Kitabevi.

Pala, İ. (2002). Divân Edebiyatı. İstanbul: L&M Yay.

Parlak, L. (2013). Sudan Gelen, İstanbul: İz Yay.

Râmî, (2001). Dîvân, haz. Erdal Hamami, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Ravzî, (2007). Dîvân, haz. Yaşar Aydemir, Ankara: Birleşik Kitabevi.

Sâbir Parsâ, (2005). Dîvân, haz. Kâzım Yoldaş, İstanbul: Kitabevi Yay.

Sayı, A. (2016). Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsâ. İstanbul: İz Yay.

Sebzî, (2016). Dîvân, haz. Hakan Yekbaş, Ankara: Akçağ Yay.

Sinan Paşa, (2001). Tazarru'nâme, haz. A. Mertol Tulum, Ankara: MEB Yay.

Sinan Paşa, (2014). Tazarru'nâme- Yakarışlar Kitabı (inceleme - Metin -Tıpkıbasım),haz. Mertol Tulum, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yay.

Sultan Veled, (1976). İbtidâ-nâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara: Güven Matbaası.

Sultan Veled, (1993). Maarif, haz. Meliha Anbarcıoğlu, İstanbul: MEB Yay.

Süheylî, (2007). Dîvân, haz. M. Esat Harmancı, Ankara: Akçağ Yay.

Sükkerî, (1994). Dîvân, haz. Erdoğan Erol, Ankara: AKM Yay.

Şâhî (Şehzade Bayezid), (2000). Dîvân. haz. Filiz Kılıç, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Şahinler, N. (2012). Bir Çöl Hikayesi. İstanbul: İnsan Yay.

Şeref Hanım, (2002). Dîvân, haz. Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi Yay.

Şeyh Gâlib, (2011). Dîvân, haz. Naci Okçu, Ankara: TDV Yay.

Şeyhî, (1990). Dîvân, haz. Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz, Ankara: Akçağ Yay.

Şeyhülislâm İshak, (1997). Dîvân, haz. Muhammed Nur Doğan, İstanbul: MEB Yay.

Şeyhülislâm Yahya, (2001). Dîvân. haz. Hasan Kavruk, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Şeyyâd Hamza, (1996). Mi'râc-nâme, haz. Gülşen Feşel Güzelışık, YL. Tezi, İstanbul: Marmara Üni. Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Tebrizli Ahmedî, (1996). Esrâr-nâme, haz. Gönül Ayan, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.

Timurtaş, F. K. (1990). Tarih İçinde Türk Edebiyatı. İstanbul: Boğaziçi Yay.

Tökel, D.A. (2016). Divan Şiirinde Şahıslar Mitolojisi. İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Yay.

Usûlî, (1990). Dîvân, haz. Mustafa İsen, Ankara: Akçağ Yay.

Ümmî Sinan, (2000). Dîvân, haz. A. Azmi Bilgin, İstanbul: MEB Yay.

Ünver, N. (2010). Gelibolulu Sürûrî ve Divanı, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

Yayha Bey, (1983). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Yazıcıoğlu Mehmed, (1996). Muhammedıyye I-II, haz. Âmil Çelebioğlu, Ankara: MEB Yay.

Yeniterzi, E. (1993). Divan Şiirinde Na't. Ankara: TDV Yay.

Yılmaz, F. (2004). Peygamberler Tarihi. Ankara: Berikan Yay.

Yılmaz, Kâşif, (2001). III. Selîm (İlhâmî) Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânın Tenkitli Metni, Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Edirne.

Yûnus Emre, (1991). Dîvân, haz. Mustafa Tatcı, Ankara: Akçağ Yay.

Yusufoğlu, S. (2007). Kur'an'dakiPeygamberler, İstanbul: Bilgeoğuz Yay.

Yüksel, B. (2016). Musa'nın Sırrı, Ankara: Akılçelen Kitaplar.

Yüksel, N. (2007). Konularına Göre Kur'ân-ı Kerîm Fihristi. İstanbul: Bayrak Yay.

Zâtî, (1967). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, C. I, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

Zâtî, (1970). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, C. II, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

Zâtî, (1987). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu - Ali Tanyeri, C. III, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks İncelemesi, (2000). haz. İsmet Cemiloğlu, Ankara: TDK Yay.

·        2. MAKALELER

Açıl, B. (2015). Klâsik Türk Şiirinde Estetik bir Unsur olarak Çiçekler, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 5, 1-28.

Ay, Ü. (2009). Divan Şiirinde Güneşin Sevgili Tipine Yansıması Hakkında Bir Değerlendirme . Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 117-162.

Demirel, Ş. (2005). 16. Yüzyıl Divan Şairlerinden Tatavlalı Mahremî ve Şütür-Nâmesi. Milli Folklor Dergisi Uluslararası Halkbilimi Dergisi,(65\ 4966.

Ekici, H. (2017). Bâkî Divanı’nda Sâkî Mefhumu. Litera Turca, 3/3, 55-76.

Eren, A. (2018). Klâsik Türk Şiirinde Tasavvuf! Açıdan Tûr-i Sînâ. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Özel Sayı:4,197-210.

Erkal, A. (2001). Divan Edebiyatı'nda Hazaniyye ve Nevci'nin 'Hazaniyye-i Latife' İsimli Kasidesi. Atatürk Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 18, 107-152.

Genç, İ. (2007). Klâsik Türk Edebiyatı Metinlerini Anlamada Modern Yaklaşımlar. Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literatüre andHistory of Turkish or Turkic. Volume 2/4 Fall, 393-404.

İspir, M. (2009). Fehîm-i Kadîm Dîvânı’ndaki Temmûziye Üzerine Bir İnceleme. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Volume 2/6 Winter, 339-349.

Kabakçılı, O. (2013). Yunus Emre’nin Şiirlerine Kur’an’daki Peygamber Kıssalarının Etkisi. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature andHistory of Turkish or Turkic 8/12,615-634.

Karaman, G. (2012). Perîşân Çiçek Sünbül ve Klâsik Türk Şiirinde İşlenişi. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1/2, 288-319.

(2015). Klâsik Türk Şiiri Estetiğinde Sihir. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 10/8 Spring, 1503-1536.

(2016, Ekim). Şairin Saklı Bahçesinin Şiire Yansımaları. Poetik ve Estetik Açıdan Klâsik Türk Şiirinde Hayal. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9/46, 123-132.

Karataş, A. (2013). Türk-İslam Kültür ve Edebiyatında Kısas-ı Enbiyâ Türü. Diyânet İlmî Dergi, 49/3, 113-126.

Kayaokay, İ. (2018). Divan Şiirinde Satranç Terimleriyle Yazılmış Manzumeler. Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1/1, 245-268.

Keklik, M. (2017). Osmanlı Toplum Hayatından Beyitlere Yansıyan Birkaç Örnek. Türkiyat Mecmuası, 139-169.

Macit, M. (2014). Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları. Eski Türk Edebiyatı El Kitabı (ss. 331-342), Ankara: Grafiker Yay.

Mengi, M. (2000). Metin Şerhi, Tahlili ve Tenkidi Üzerine. Dîvân Şiiri Yazıları (ss.72-80), Ankara: Akçağ Yay.

Pektaş, M., & Ünal, M. (2013). Âgehî’nin Şütür Kasidesi. Turkish Studies, Volume 8/1 Winter. 2165-2177.

Pezük, Z. (2015). Ahmed Paşa Divânı’nda Âh Kavramı, Dede Korkut Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1/2, 142-151.

Sefercioğlu, M. N. (1990, Mart-Aralık), Yazı ve Yazı İle İlgili Unsurların Dîvân Şiirinde Kullanılışı, Yeni Defne, c. 8-9, 96-105.

Şahin, K. Ş. (2012). Klâsik Türk Edebiyatında Sevgilinin Ayva Tüyü/Hat. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5/23, 386-408.

Şengün, N. (2008). Klâsik Türk Şiirinde Kalem. Turkish Studies, Volume 3/4 Summer. 730-758.

Tanyıldız, A. (2009). Sevgilide Güzellik Unsuru Olarak Saç. Turkish Studies, Volume 4/2 Winter. 975-992.

Tökel, D. A. (Bahar 2005). Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin ve Sosyal Hayatın Önemli Bir Vesikası Olarak Kasideler, Milli Eğitim (Üç Aylık Eğitim ve Sosyal Bilimler Dergisi), S. 166, s. 8-32.

Uçan Eke, N. (2015). Yenilikçi Bir Şairin Geleneği Takip Eden Sesi: Nedîm ve Kasideleri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 243-256.

Uzun, A. (2016, Mart). Divan Şiirinde Hz. Musa. Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi(5), 64-74.

Yazgan Uslu, N. (2015, Summer). Tecellî Dîvânı’nda Ateş Mazmunu. Turkish Studies(Volume 10/12), 1231-1242.

Yekbaş, H. (2008). Metin Şerhi Geleneği Çerçevesinde Şârihlerin Divan Şiirine Yaklaşımları. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (23), 189-217.

·        3. TEZLER

Abik, A. D.,(1993) Ali Şir Nevayi'nin Risaleleri Tarih-i Enbiya ve Hükema, Tarih-i Müluk-i Acem, Münşe'at, Metin, Gramatikal Indeks-Sözlük, Doktora Tezi, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, s.110-132.

Arslan, S., (2013) Hz. Musa İle İlgili Rivayetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi, FÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ. s. 7.

Atım, A.,  (2010) Hz. Musa Kıssalarının Din Eğitimi Açısından Değeri.

Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, UÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, s. 5-6.

Aydın, H., (2010) Cevrî Divanı'nın Tahlili. Yayımlanmamış Doktora Tezi, BAÜN. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, s. 95.

Çetin, M.,  (2015) Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'e Göre Hz. Mûsâ Kıssasının

Kıyaslanması, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, s. 11.

Keleş, R., (2013) Dîvân Şiirinde Lafzî Âyet ve Hadis İktibasları, Doktora Tezi, Atatürk Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, s.109.

Uçan Eke, N., (2013) Nâ'ilî'nin Gazellerinin Şerhi ve Yapısalcılık Açısından

İncelenmesi, Doktora Tezi, MSKÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla, s. 512-513.

Uzun, A. (1999) Dîvân Şiiri'nde İslâm Dîni Dışındaki Diğer Dinlerle İlgili Mefhumlar, Doktora Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne, s. 44.

·        4. SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ

Hazar, M., “Kadı Burhaneddin Divanı’nda Geçen Tarihî Azerbaycan Türkçesine Ait Döy- ‘Dayan-’ Fiili Üzerine”, Tarihsel Gelişimi içindeki Oğuz Türkçesi ve Kadı Burhaneddin Uluslararası Çalıştayı, Türk Dil Kurumu ve Cumhuriyet Üniversitesi, Sivas: 13-15 Kasım 2011, 15 s.

Nayır, H., “Divan Şiirinde Cadı”, Prof. Dr. Mine MENGİ Adına Türkoloji Sempozyumu Bildirileri, Çukurova Üniversitesi, Adana: 20-22 Ekim 2011, 10 s.

·        5. ANSİKLOPEDİ MADDELERİ

Adam, B., (2012). Tevrat. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 40-45). İstanbul: TDV.

Akün, Ö. F., (1992). Divan Edebiyatı. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 398422). İstanbul: TDV Yay.

Bozkurt, N., (2012). Ûc b. Unuk. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 34-35). İstanbul: TDV Yay.

Harman, Ö. F., (1992). Bel'am b. Bâûrâ. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 389390). İstanbul: TDV Yay.

(1997). Hârûn. Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 254-256). İstanbul: TDV Yay.

(2004). Men ve Selvâ, Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 107-108). İstanbul: TDV Yay.

(2006). Mûsâ, Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 207-213). İstanbul: TDV Yay.

_________          (2007). On Emir, Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 347-350). İstanbul: TDV Yay.

Kurnaz, C., (1998). Hızır-Edebiyat. Diyanet Islâm Ansiklopedisi. (ss. 41-412). İstanbul: TDV Yay.

Kuzgun, Ş., (1997). Hâmân. Diyanet İslâm Ansiklopedisi. (ss. 436-437). İstanbul: TDV Yay.

Salihoğlu, M., (2009). Sâmirî. Diyanet İslâm Ansiklopedisi. (ss.78-79). İstanbul: TDV Yay.

Sinanoğlu, M., (2009). Sînâ. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (37, s. 222) İstanbul: TDV Yay.

Şengül, İ., (2002). Kıssa. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (25, ss.498-501) İstanbul: TDV Yay.

Tanyu, H., (1988). Ahd-i Cedîd. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 501-507). İstanbul: TDV Yay.

Uludağ, S.,  (1998). Hızır(Tasavvuf ve Halk İnancı). Diyanet Vakfı İslâm

Ansiklopedisi. (ss. 409-411). İstanbul: TDV Yay.

Uzun, M., (1996). Firavun. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (ss. 121-122). İstanbul: TDV Yay.

Ünver, İ., (2004). Mesnevi. Türk Edebiyatı. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (ss. 322-324). İstanbul: TDV Yay.

·        6. SÖZLÜKLER

Cebecioğlu, E., (2004). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yay.

Devellioğlu, F., (2005). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat. Ankara: Aydın Kitabevi.

Gülensoy, T., (2011). Türkiye Türkçesindeki Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü. Ankara: TDK Yay.

Onay, A. T. (2007). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara: Birleşik Yay.

Pala, İ. (2016). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Yay.

Uludağ, S. (2001). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. 355. İstanbul: Kabalcı Yay.

Zavotçu, G. (2006). Dîvân Edebiyatında Kişiler Kişilikler Sözlüğü, Ankara:.Aydın Kitabevi.

·        7. E- KİTAPLAR

Âgâh, (2012), Dîvân, haz. Şerife Akpınar, Ankara: K.B.:

"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55914,agah-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Âhî, Dîvân, haz. Mustafa S. Kaçalin, Ankara: K.B.:

"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10590,ahidivanimustafakacalin pdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Ahmedî, Dîvân, haz. Yaşar Akdoğan, Ankara: K.B.:

"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10591,ahmedidivaniyasarakdog anpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmî, (2004), Dîvân, haz. Fatma Sabiha Kutlar, Ankara:

K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56084,arpaeminizade-mustafa-sami-divanipdf,pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Âşık Çelebi, Dîvân, haz. Filiz Kılıç, Ankara: K.B.:

"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55975,asik-celebi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Âşık Paşa, Garib-nâme, haz. Kemal Yavuz, İstanbul: K.B.:

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10669,garib-namepdf.pdf?0 (ErişimTarihi: 26.03.2016)

Avnî, Dîvân, haz. Muhammed Nur Doğan, Ankara: K.B.:

"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10595,avnfatihdivanimuhamme dnurdoganpDf.Pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Behiştî, Dîvân, haz. Yaşar Aydemir, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56445,ramazan-behisti-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 06.12.2017)"

Besnili Nehcî Dede, Dîvân, haz. Üzeyir Aslan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55752,nehcidivanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Beyânî, Dîvân, haz. Fatih Başpınar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10598,beyani-apdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Bursalı Rahmî, Dîvân, haz. Mustafa Erdoğan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55910,bursalirahmidivanipdf.pd f?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Edirneli Kâmî, Dîvân, haz. Gülgün Erişen Yazıcı, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55977,kami-divani-pdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Edirneli Nazmi, Dîvân, haz. Sibel Üst, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/57766,edirneli-nazmi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Emrî, Dîvân, haz. Mehmet A. Yekta Saraç, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10607,emridivanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 05.12.2016)"

Fevzî, Dîvân, haz. Yunus KAPLAN, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10610,fevzi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Filibeli Vecdî, Dîvân, haz. Hasan Kavruk - Bahir Selçuk, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55912,filibeli-vecdi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, haz. Muhammet Nur Doğan, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10680,metinpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 04/04/2019)

Gelibolulu Sun‘i, Dîvân, haz. Halil İbrahim Yakar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/57257,gelibolulu-suni-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 05.12.2016)"

Hamdullah Hamdi, Dîvân, haz. Ali Emre Özyıldırım, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10616,metinpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Kânî, Dîvân, haz. İlyas Yazar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55833,3-kani-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Mânî, (2011), Dîvân, haz. Şener Demirel, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55755,divan-ve-sehr-engiz-i-bursapdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)"

Mihrî Hatun, Dîvân, haz. Mehmet Arslan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/58679,mihrihatundivanipdf.pdf ?0 (Erişim Tarihi: 05.12.2016) "

Nedîm, Dîvân, haz. Muhsin Macit, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56214,Nedîm-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"

Nev’î-zâde Atâyî, Dîvân, haz. Saadet Karaköse, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55734,nevizadeatayidivanipdf.p df?0 (Erişim Tarihi: 05.12.2016)"

Nigârî, (2011), Dîvân, haz. Azmi Bilgin, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55757,nigari-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)

Revânî, Dîvân, haz. Ziya Avşar, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56143,revani-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 19.06.2017)

Sünbül-zâde Vehbî, Dîvân, haz. Ahmet Yenikale, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56212,sunbulzadevehbidivanipdf .pdf?0 (Erişim Tarihi: 26.03.2017)

Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, haz. Muhammet Nur Doğan, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10711,seyhgalibhusnuaskmuham met nurdoganpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 04/04/2019)

Vahyî, Dîvân, haz. Hakan Taş, Ankara: K.B.:

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55745,vahyi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi:19.06.2017)

Vusûlî, Dîvân, haz. Hakan Taş, Ankara: K.B.:

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10660,vusuli-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 05.12.2016)

·        8. GÖRSELLER İÇİN YARARLANILAN WEB SİTELERİ

http://agenbolamaxis.com/index.php/2017/06/14/agen-bola-online-indonesia-semak semak-terbakar-yang-di-j anjikan-tuhan-ke-pada-musa/ (Erişim Tarihi: 08.06.2018).

http://ruhsalenerji.org/Konu-peygamberler-tarihi-minyaturleri.html (Erişim Tarihi: 14/08/2018)

http://telletet.ru/2018/01/16/25-biblejskix-istorij-imeyushhix-nauchnoe-obosnovanie/ (Erişim Tarihi: 14.08.2018)

http://www.sofiatopia.org/equiaeon/recitalintro.htm (Erişim Tarihi: 14/08/2018) http://yavuztellioglu.blogspot.com/2015/11/uc-b-unuk-nebi-bozkurt.html (Erişim

Tarihi: 08.08.2018)

http://www.haydarhatemi.com/stories-of-the-messengers?lightbox=image5vo https://i.pinimg.com/originals/ad/13/d5/ad13d52e0f5b0d272578d58321b8e3b4.jpghttps://in.pinterest.com/pin/488640628298264534/ (Erişim Tarihi:  07.08.2018)

https://tr.pinterest.com/pin/373376625332305252/ (Erişim Tarihi: 07.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/717268678130196050/(Erişim Tarihi: 07.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/717268678130196076/ (Erişim Tarihi: 08.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/776237685744976350/ (Erişim Tarihi: 08.08.2018) https://www.facebook.com/ManuelGervasiniChristianArt/photos/a.44768358867953

8/547228932058336/?type=1&theater (Erişim Tarihi: 07.08.2018) https://www.repro-tableaux.com/a/wang.html(Erişim Tarihi: 09.06.2018) https://www.themorgan.org/collection/treasures-of-islamic-manuscript-painting/47?page=47 (Erişim Tarihi: 08.06.2018).

https://www.themorgan.org/drawings/item/109731 (08.06.2018).

https://www.themorgan.org/drawings/item/142985 (08.06.2018).

1

1 Taramalar sonucunda ulaşılan Mûsâ Peygamber ile ilgili mensur yazmalardan bazıları şunlardır:

2

 Hikâyet-i Hz Musa, Kastamonu İl Halk Kütüphanesi, 37 Hk 485.

3

 Hikâyet-i Hz Musa, Millî Kütüphane Tokat İl Halk Kütüphanesi Koleksiyonu; No: 60 Hk 4693/2.

4

 Hikâyet-i Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3535/2.

5

 Kıssa-i Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3382/2.

6

 Kıssa-i Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3382/3.

7

 Kıssa-i Musa, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Giresun Yazmalar Kataloğu, No: 0023 -001.

8

 Münacat-ı Musa, Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, No: 05 Gü 20/2.

9

 Münacat-ı Musa, Afyon Gedik Ahmet Paşa İl Halk Kütüphanesi, No: 03 Gedik 17166.

10

 Münacat-ı Musa, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, 15 Hk 310/5.

11

Münacat-ı Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 5849/3.

12

Münacat-ı Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 1810/2.

13

Risale Fi Beyanü Kıssatü'l- Hızr ve Musa, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, No: 704/3.

14

Risale-i Münacat-ı Musa, Çorum Haan Paşa İl Halk Kütüphanesi, No: 19 Hk1493/2.

15

Terceme-i Vasiyet-i Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 4964.

16

Ayşehan Deniz Abik, Ali Şir Nevayi'nin Risaleleri Tarih-i Enbiya ve Hükema, Tarih-i Müluk-i Acem, Münşe'at, Metin, Gramatikal Indeks-Sözlük, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1993.

17

Kasâme: Kâtili bulunmayan kişinin diyetinin, cesed kimin toprağında bulunmuşsa onlar tarafından ortaklaşa ödemesini öngören bir Arap şeriatı kaidesidir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar