Klâsik Türk Edebiyatında Mûsâ Peygamber
Hazırlayan:
Havva Dereli
GİRİŞ
·
1. KLÂSİK TÜRK EDEBİYATININ
KAYNAKLARI
Türk
edebiyatının umumî gelişimi içinde XIII. yüzyıldan başlayıp XIX. yüzyılın
ikinci yarısına kadar devam eden bir süreçte nazarî ve estetik esaslarını
İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars
edebiyatının kuvvetli ve sürekli etkisi altında şekillenen, Arapça - Farsça
kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dille varlığını altı sürdürmüş bir şiir
geleneği olan Klâsik Türk edebiyatı diğer İslâmî edebiyatlar ile aynı
kaynaklardan benzer ve müşterek konu ve ilhamlar almaları yönüyle benzerlik
taşımaktadır (Akün, 1994: 389).
Klâsik
Türk edebiyatının kaynaklarını Agâh Sırı Levend “Divan Edebiyatı -Kelimeler ve
Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir:
“Bu
kadar zengin ve çeşitli kaynaklara malik olan bu edebiyat, esas karekteri
itibariyle kitabî ve mücerret olduğundan, bütün dinî ve felsefî müdevvenat,
Kur'an ve hadis, kıssalar ve mucizeler, tarih ve esâtir; bâtıl ve hakikî
ilimler, bu kaynakların başında gelir. Bunlara, içtimai hayatın ve çeşitli
hadiselerin akisleriyle, o günkü zihniyetten doğan san'at telakkilerini de
ilave edecek olursak, bu edebiyat, fikri, ictimaî, hissî ve hayalî cephesile
meydana çıkmış olur.” (Levend, 1984, s. 9)
Klâsik
Türk edebiyatının İslâm kültürü kaynağından beslendiğini ve bilhassa
başlangıçta İran edebiyatını örnek aldığını ifade eden Faruk Kadri Timurtaş ise
Klâsik Türk edebiyatının muhteva itibariyle çok çeşitli unsurlara dayandığını
söyler ve bu edebiyatın kaynaklarını şu şekilde sıralar: "1. Dinî
inançlar (Âyet ve hadîsler),
·
2.
İslâmî ilimler (tefsir,
kelâm, fıkıh), 3. İslâm tarihi, 4. Tasavvuf ve remizleri, 5. İran
mitolojisi (şahsiyetler ve hâdiseler), 6. Peygamber kıssaları,
mûcizeler, efsâneler, rivâyetler, 7. Tarihî, efsânevî, mitolojik
şahsiyetler ve hâdiseler, 8. Çağın ilimleri (hikmet, kimya, hendese, tıp
v.s.), 9. Türk tarihi ve millî kültür unsurları, 10. Devrin
edebiyat anlayışı ve edebî bilgileri (belâgât), 11. Dil malzemesi
(deyimler, atasözleri, Arapça ve Farsça kelimeler, şekiller tamlamalar,
birleşik sıfatlar v.s.)" (Timurtaş, 1990: 10-11).
Mine
Mengi ise tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, siyer ve kısas gibi İslâm
kültürünün bilim dallarından kısaca söz ettikten sonra bu bilim dallarından az
ya da çok etkilenmiş olan eski Türk edebiyatının kaynağındaki diğer unsurları
şu şekilde sıralar: İslâm tarihi (Tarihî olay ve kişiler), İran mitolojisi
(Mitolojik olay ve özellikle kişiler), Türk tarihi ve millî kültür unsurları
(Gelenek ve görenekler), Dil malzemesi (Deyimler, atasözleri, halk söyleyişleri
ve edebî dili yapan bütün unsurlar). Mine Mengi, eski edebiyatın kaynağındaki
bu unsurlardan önce kaynağını Kur'ân ve hadislerden alan dinî inançlar ile
tasavvufun da bulunduğunu unutmamak gerektiğini ifade eder (Mengi, 2003: 14).
İskender
Pala ise Klâsik Türk edebiyatının sınırlı şeklî yapısına karşın muhteva
yönünden sınırsız zengin ve çeşitli kaynaklardan beslendiğini ifade eder ve bu
edebiyatın kaynaklarını şu şekilde sıralar: “1. Kur'ân-ı Kerîm âyetleri
ve Hadis-i Şerifler, 2. Dinî ilimler, 3. İslâm tarihi ve
peygamber kıssaları, 4. Mucizeler ve kerametler, 5. Tarihî ve
efsanevî kişilerin maceraları, 6. Çağın ilimleri, 7. Türk millî
kültürü ve yerli malzeme, 8. Dil.” (Pala, 2002: 45-54).
Klâsik
Türk edebiyatını, dinî kültürün ve dinî malzemenin bolca kullanıldığı bir
edebiyat olarak niteleyen Ömer Kara ise bu edebiyatın kaynaklarını doğrudan
dinî muhtevalı kaynaklar ve dolaylı olarak dinî muhtevalı kaynaklar olmak üzere
iki başlıkta ele alır. Başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere Hadisler, peygamber
kıssa ve mucizeleri, siyer ve İslâm tarihi, Tefsir, Fıkıh, Kelâm, tasavvuf ve
İbrâhim Edhem, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdâdî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
gibi tasavvufî şahsiyetleri doğrudan dinî muhtevalı kaynaklar olarak ele
alırken dolaylı olarak dinî muhtevalı kaynaklar olarak ise devrin ilimlerini,
tarihî ve efsanevî şahsiyetleri, günlük hadiseleri, kültür ve dili gösterir.
Ayrıca Klâsik Türk edebiyatında sözü edilen dinî kaynaklardan temelde telmîh ve
iktibâs yoluyla olmak üzere iki türlü yararlanıldığını da ifade eder (Kara,
2016: 27-28).
Bütün
Orta Çağ edebiyatları gibi Klâsik Türk edebiyatının da ilhamını büyük ölçüde
din ve tasavvuftan aldığını dile getiren Cihan Okuyucu, bilhassa tasavvufun
Klâsik Türk edebiyatının beslendiği en temel ilham kaynağı olduğunu, Kur’ân-ı
Kerîm ile hadislerin de bu edebiyatın zengin bir müracaat ve ilham kaynağı
olduğunu dile getirir ve Klâsik Türk edebiyatında şairlerin, bilhassa peygamber
kıssalarından telmih yoluyla bir fikri kesif olarak ifade etmede çokça
yararlandıklarını ifade eder (2015: 185-186).
Klâsik
Türk edebiyatının en önemli dinî kaynaklarından olan "peygamber
kıssaları" arasında en çok söz konusu edilen ve araştırmanın konusunu
teşkil eden Mûsâ
Peygamber'in
kıssasına geçmeden evvel kısaca "kıssa" kavramına değinmek yerinde
olacaktır. Arapçada "k-s-s" kökünden gelen "kıssa" kelimesi
sözlükte "fıkra, hikâye, rivâyet; vak'a, mâcerâ" mânâlarındadır
(Devellioğlu, 2005: 517). Ayrıca "bir
kimsenin
izini sürmek, ardınca gitmek; bir kimseye bir haber veya sözü bildirmek"
gibi manalara da gelen kıssa kelimesi bir kimse yahut bir şeye ait hadiselerin
adım adım, nokta nokta takip edilerek anlatılması, hikâye edilmesi ve bu
niteliği taşıyan hikâyeyi de ifade eder (Şengül, 2002: 498). Kıssa, anlatılan
olayların adım adım izlenecek nitelikte önemli ve ilginç olmasıyla doğru ve
gerçekçi olması nitelikleriyle hikâyeden ayrılır. Asıl anlamı nakil olan hikâye
gerçekçi-hayâlî, önemli-önemsiz başkalarına anlatılabilecek her tür olayı
kapsar (Şengül, 2002: 498).
Arap
Edebiyatında hikâye anlamında kullanılan kıssa kelimesi son dönem Arap
edebiyatında hikâyenin yanında romanı da kapsayan bir tür olmuştur (Şengül,
2002: 499). Osmanlılar ise bu kelimeyi olağanüstü durumları anlatan “yazı” ve
“menkıbe” anlamında kullanmışlardır (Pala, 2016: 272).
Kur'ân'da
“kıssa” kelimesi geçmez ancak isim olarak “hikâye”, masdar olarak da hikâye
etmek” anlamında “kasas” ile aynı kökten türeyen fiiller (kassa, kısâs)
kullanılır (Şengül, 2002: 499). Mûsâ Peygamber'in çocukluğundan itibaren
hayatını, mücadelesini, tevhid ehlinin zaferini ve dünya servetine güvenmenin
acı sonunu konu alan Kur'ân'ın yirmi sekizinci sûresi “el-Kasas” diye
anılmaktadır (Ölker, 2013: 10). Kıssalar, Kur'ân'da “Nebe” ve “Haber”
kelimeleriyle de sıkça ifade edilmiştir (Atım, 2010: 5).
“Kasas”
veya “kıssa” kelimelerinin ıstılahtaki anlamını Şeyhmus Demir ise “İnsanların
ibret almalarını ve hidâyete ulaşmalarını sağlamak amacıyla, çoğunlukla zaman
ve mekândan soyutlanmış, geçmiş peygamberler ve kavimleri ile veya geçmiş
toplumlarla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan olaylara kıssa denir.” şeklinde
ifade etmiş ve bu kıssalarla, tarihin derinliklerinde kalan ibret yüklü
olayların izinin sürülmekte ve bu olaylarla ilgili bilgi verilmekte olduğunu
dile getirmiştir (2015: 69).
“Kıssa”
kelimesinin Kur'ân'da altı farklı anlamda kullanıldığını ifade eden Ahmet Atım,
bunları şu şekilde sıralar: 1. Peygamber kıssalarının zikri, 2. Anlatma,
3. Açıklama, 4. İzini takip etme, 5. Haber, 6. Geçmiş
olayları haber veren tarihi bilgi. (Atım, 2010: 6)
Kur'ân
kıssalarının mahiyetleri itibariyle üçe ayrıldığını ifade eden İdris Şengül
(2002) bu sınıflandırmayı şu şekilde yapar:
·
1.
Tarihî kıssalar: Âdem ve
iki oğlu, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya'kûb, Yûsuf, Şuayip,
Mûsâ, Davûd, Süleyman, Eyyûb, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ gibi
peygamberlerin kıssalarıdır. Bunlardan özellikle Yûsuf, Âdem, Mûsâ ve Îsâ'ya
ait olanlar geniş yer tutar. Bazı şahsiyetlerle hadiselere dair kıssalar da bu
kategoriye girer. Üzeyr, Lokmân, Zülkarneyn, Firavun, Nemrûd, Kârûn, Ashâb-ı
Kehf, Ashâbü'l-karye, Ashâbü'l-fîl, Ashâbü'l-uhdûd gibi.
·
2.
Kur'ân'ın nüzûlü sırasında meydana gelen olaylar: Kur'ân'da
bu olaylar da kıssa formunda anlatılmıştır: İsrâ, mi'rac, hicret, Ahzâb, Bedir,
Uhud, Hendek, Huneyn, Hamrâü'l-esed, Tebük savaşları ve seferleri.
Bey'atü'r-rıdvân ve Hudeybiye Antlaşması gibi.
·
3.
Gaybî kıssalar:
Bunlar yedi ayrı sûrede anlatılan Âdem'in yaratılışı kıssasıyla kıyamet
sahneleri, âhiret, cennet, cehennem, buralara girecek olanların durumu ve
haberleri olup ibret için kıssa formunda anlatılmıştır (Şengül, 2002:499).
Kur'ân-ı
Kerîm'de geçmiş milletlerin tarihlerine dair kıssaların geniş bir yer
kapladığını ifade eden İbn Kesîr, bu kıssalardaki asıl maksadın bu olaylardan
ibret alınması ve aynı durumlara düşülmemesi olduğunu ve bu kıssaların ahlâkî
ve terbiyevî unsurlar taşıdığını ifade eder (İbn Kesîr, 1988: 392).
Ahmet
Atım, Kur'ân'da yer alan kıssaların yer alış sebeplerini şu altı maddede
özetler:
·
1.
İnsanlar arasında tevhid inancını yaymak ve hâkim kılmak,
·
2.
Hz. Peygamber'in risaletini ve vahyi ispat etmek,
·
3.
İlahi dinlerin aynı kaynaktan geldiğini ortaya koymak,
·
4.
Yüce Allah'ın inananlara yardım edeceğini, inanmayanlara mühlet verdiğini ve
azabı hatırlatmak,
·
5.
Seçkin kullara verilen nimetlere işaret ederek güzel amel işlemelerini teşvik
etmek,
·
6.
Şeytandan sakındırmak ve şeytan eksenli inançların yanlış olduğunu ortaya
çıkarmak (Atım, 2010: 7-8).
Kur'ân
kıssalarının en önde gelen nitelikleri itibarıyla öğretici-ibret verici
olduğunu dile getiren Mehmet Atalay ayrıca bu kıssaların tarihin herhangi bir
döneminden başkaca herhangi bir dönemine bilgi, basiret, kılavuzluk sağlamada
insanlığın elindeki bütün yazılı miras içinde zirve örnekler olduğunu da dile
getirir (Atalay, 2017:175)
Kur'ân'daki
kıssaların anlatımında yöntem bakımından bazı özellikler görüldüğünü ifade eden
İdris Şengül, kıssalardaki temel amacın tarihî olayları ayrıntılarıyla ortaya
koymak olmadığını, ibret ve derslerle dinî mesaj vermek olduğunu, bu sebeple
olayın bizzat kendisine önem atfedildiğini ve ibret gayesine hizmet etmeyen,
irşad amacını gölgede bırakacak olayın şahısları, zamanı ve mekânı, kronolojik
sıralama ve ayrıntısı gibi hususların önemsenmediğini dile getirir. Kur'ân
kıssalarının anlatım yöntemindeki üç temel özelliği ise şöyle sıralar: “Tekrar,
olayların sadece maksada (dini mesaj / ibret) yetecek kadarının anlatılması,
kıssaların arasında ibret alınacak husus ve noktaların ne olduğunun
belirtilmesi (Şengül, 2002: 500).”
Peygamber
kıssaları, peygamberlerin hayat, menkıbe ve kutsal kişiliklerini anlatan
kitaplara “kısas-ı enbiyâ” denilir (Pala, 2016: 271-272). “Divan şiirinde
telmih edilen peygamber hikâyelerinin çoğunun kökü Kur'ân-ı Kerim'dedir.
Bunların başında Hz. Peygamber'in hayatı gelir ki siyer adı ile başlı başına
bir türdür”. (İsen, Horata, Macit, Aksoyak, Kılıç, 2014: 317). Muhammed
Peygamber'den önceki
peygamberlerin
çoğunun adları da Kur'ân-ı Kerim'de geçmekle birlikte bunlarla ilgili hikâyeler
Kur'ân'da daha kısa olup Klâsik Türk şiirinde kullanılan malzeme ise daha çok
ünlü Kur'ân yorumlarında verilen ayrıntılı menkıbelere dayanır. 14. ve 15.
yüzyıllardan itibaren Türk edebiyatında çok sayıda “kısâs-ı enbiyâ” türünde
eser kaleme alınmıştır (İsen, Horata, Macit, Aksoyak, Kılıç, 2014: 317-318). Bu
türün müstakil ilk örneklerini veren ve gelişmesine önemli katkılar sağlayan
yazarların başında “Kitâbu Bed’i’d-Dünyâ ve Kısasü’l-Enbiyâ” adlı eseriyle
Muhammed b. Abdillâh el-Kisâî (5.-6. asır) ve “el-Keşf ve’l-Beyân an
Tefsîri’l-Kur’ân” isimli tefsirindeki kıssaları birtakım rivayetlerle
zenginleştirerek “Kitâbu Arâisü’l-Mecâlis fî Kısasü’l-Enbiyâ” adıyla
kitaplaştıran Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm es-Sa’lebî en-Nîsâbûrî
eş-Şâfiî (v. 427/1035) gelmektedir (Karataş: 119). 1310
yılında
Rabgûzî tarafından kaleme alınan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eser ise Türkçe olarak
yazılmış en önemli peygamber kıssaları kitabıdır. Ahmet Cevdet Paşa tarafından
1874-1888 yılları arasında yazılan "Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i
Hulefa" adlı kitap ise son dönemde yazılan peygamber kıssalarından olup
birçok defa yeniden basılmıştır (Ölker, 2013: 12).
Türk
edebiyatında kısasü'l-enbiyâların yanında sadece bir peygamberi anlatan çok
sayıda kıssa vardır. Bu kıssalardan bazıları mensur bazıları manzum olarak
yazılmış olup manzum olanlar genellikle mesnevi şeklinde yazılmıştır. Türk
edebiyatında “Yûsuf kıssası” en çok sevilen ve işlenen hikâye konulardan biri
olup müstakil olarak Yûsuf kıssasını işleyen mesnevilerin sayısı kırkı
geçmektedir. Ayrıca Süleyman-nâmeler, Zülkarneyn için yazılan İskender-nâmeler,
İsa Peygamber ve Eyyûb Peygamber'in kıssaları Türk edebiyatında peygamber
kıssalarını konu alan önemli mesnevilerdir (Ölker, 2013: 12-13).
Kısâs-ı
Enbiyâlar içinde kendine geniş yer bulan Mûsâ Peygamber'in kıssasının müstakil
bir hikâye olarak mensur olarak yazılmış birçok yazması1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 vardır. Mûsâ
kıssasını ele alan biri Çağatay edebiyatının son döneminde, diğeri de 16.
yüzyılda Anadolu sahasında yazılan iki mesnevi vardır. Çağatay edebiyatının son
dönemini yansıtan bir eser olan Mûsâ-nâme, Mirza Ahmed b. Mirza Kerim
tarafından kaleme alınmıştır. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde basıldığı tahmin edilen bu eser Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Allah
ile konuşmasını konu edinir. 16. yüzyılda kaleme alındığı ve Mecîdî mahlaslı
bir şaire ait olan eser ise mevcut verilere göre Anadolu sahasında Mûsâ
Peygamber'in kıssasını konu alan ilk ve tek mesnevi olma özelliğine sahiptir
(Ölker, 2013: 18-19). İki bölümden oluşan bu eserin ilk bölümünde Mûsâ
Peygamber'in Firavun ve onun kavmi ile yaptığı mücadeleleri, onları imana getirmek
için göstermiş olduğu mucizeleri; ikinci bölümde ise Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'na çıkması ve orada Tanrı ile konuşması anlatılmaktadır (Ölker, 2013: 21).
Telmihin
edebiyatta bilhassa Klâsik Türk şiirinde beğenilen ve çok kullanılan bir ifade
yolu olduğunu dile getiren Zülfi Güler, peygamber kıssalarının Klâsik Türk
şiirindeki önemini şöyle ifade etmiştir:
“Peygamber
kıssaları da İslam toplumlarında herkesçe bilinen, birçoğu Kur'ân-ı Kerîm’de
anlatıldığı için, dinî birer inanç olarak kabul edilen, üzerinde birçok eser
yazılan mevzulardır. Divan şairleri bu kıssalara çok özel bir ehemmiyet
atfetmişler ve her vesile ile övgülerinde ve övünmelerinde; tabiat ve sevgili
tasvirlerinde; aşka, sevgiye, derde ve kedere dayalı duygularında; dünya ve
hayata ait görüşlerinde ifade edecekleri herhangi duyuş ve ilhamı, çoğu zaman
bu hikâyelere işaret ederek söylemişlerdir.” (Güler, 2006: 9)
“Ulû’l-azm”
denen beş büyük peygamberden biri olan Mûsâ Peygamber Kur'ân-ı Kerim'de ismi en
çok geçen peygamber olma özelliğine sahiptir. Mûsâ'nın ismi Kur'ân'da 136 defa
geçmektedir. Sahih hadislerde geçmiş peygamberler arasında kendisinden en çok
söz edilen peygamber de Mûsâ’dır (Harman, Mûsâ, 2006, s. 212). Mûsâ
Peygamber'in kıssasını İslâmî kaynaklara dayanarak etraflıca araştırıp
inceleyen Ali Sayı,“Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsâ” adlı
eserinde bu konuyla ilgili şu bilgileri aktarır:
“Hz.
Musa (a.s.) Kur’ân’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136
yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Hz. İbrahim’in (as) yalnız 69,
Hz. Hârûn’un (as) ise 11 yerde zikredilmesi Hz.Mûsâ’nın (as) Kur’ân’da önemli
bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Musa ile dolaylı olarak
ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı
görülmektedir.” (Sayı, 2016: 11)
Ali
Sayı aynı eserinde Mûsâ Peygamber ve kıssasının önemi ile ilgili olarak ise
Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'e benzer bir resul olarak Kur'ânda
kendisinden en çok bahsedilen “ulû'l-azm” bir peygamber olduğunu, Mûsâ
Peygamber'in Kur'ân'da özellikle Tâ Hâ, Şu'arâ ve Kasas gibi Mekkî sûrelerde
anlatıldığını ve bununla da ilâhî iradenin Muhammed Peygamber'i Mekke'de teyit
ve takviye etmeyi amaçladığı çıkarımına ulaşılabileceğini ifade eder. Muhammed
Peygamber'in Mekke'de putperest yönetime karşı verdiği mücadele ile Mûsâ
Peygamber'in Mısır'da Firavun'a karşı yürüttüğü mücadelenin büyük ölçüde
birbirine benzediğini dile getiren Sayı, Mûsâ Peygamber'in seksen yılda sadece
kendi kavmi için gerçekleştirdiklerini Muhammed Peygamber'in yirmi yılda tüm
insanlık için gerçekleştirdiğini ve her iki peygamberin de sosyolojik açıdan
öneminin devlet kuran peygamberler olmalarından kaynaklandığını beyan eder
(2016: 305).
Mûsâ
Peygamber çeşitli özellikleri, mucizeleri, kıssaları ile Klâsik Türk
edebiyatında da sıkça zikredilmiştir. Mûsâ’nın Klâsik Türk edebiyatına sabrın
ve korkunun efsanevî yorumları ve mecazî ifadeleriyle giren ender insan
motiflerinden biri olduğunu ifade eden Rıdvan Canım, özellikle Mûsâ’nın Firavun
ve Hızır ile olan ilişkilerindeki pek çok olayın edebî malzeme olarak
kullanıldığını da dile getirmiştir (Canım, 2016: 215). Tahir Üzgör ise Fehîm-i
Kadîm Dîvânı’nında Sebk-i Hindî’nin üslup özelliklerinden bahsettiği bölümde
“hayrân” ile “hayret” arasında bir münasebet olduğuna ve bu durumun edebiyatta
temsilcisinin Mûsâ olduğuna değinmiştir (Üzgör, 1991: 61). “Îslamî gelenekte
Hz. Mûsâ'ya “Kelîmu'llâh”
denilmektedir.
Çünkü Allah, Mûsâ ile aracısız konuşmuş ve ona vahyini bildirmiştir (Harman,
Mûsâ, 2006: 212).” Klâsik Türk şiirinde şairler Mûsâ’dan bahsederken çoğu zaman
“Kelîm” diye söz ederler. Şairlerin en çok telmihte bulunduğu peygamberlerden
birinin Mûsâ olduğunu dile getiren Zülfi Güler, Mûsâ’nın Tûr'da tecellîye nail
olması, Allah ile konuşması, asâ ve yedd-i beyzâ mucizeleri birçok yönden
şairlere ilham kaynağı olduğunu ifade etmiştir (Güler, 2006: 93).
Klâsik
Türk edebiyatında manzum ve mensur eserlerde geniş yer bulan Mûsâ Kıssası, bu
eserlerdeki aktarımların günümüze ulaşmasıyla hâlâ güncelliğini korumakta ve
modern edebiyatın yanı sıra resim, minyatür, sinema gibi farklı sanat
dallarında kendisine yer bulmaya ve bir ilham kaynağı olmaya devam emektedir.
Bu
çalışmada Mûsâ Kıssası daha çok kutsal metinlerden yola çıkılarak ele alınacak,
Klâsik Türk edebiyatında dîvânlarda, mesnevilerde ve mensur eserlerde Mûsâ
Peygamber'in hangi yönleriyle yer aldığına bakılacak böylelikle ortak imajlar
üzerinden yazar ve şairlerin hayal dünyasını hangi ilhamlarla çeşitlendirdiği
ortaya konulacaktır. Çalışmanın bu kısmında kıssanın kutsal metinlerde ne
şekilde yer aldığına değinilecektir.
·
II. MÛSÂ KISSASININ MENŞEİ
Mûsâ Peygamber'in “hem Yahudilik ve Hristiyanlık'a hem de
İslâm'a göre büyük bir peygamber ve İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden
kurtarıp hürriyete kavuşturan bir lider” olduğunu ifade eden Ömer Faruk Harman,
onunla ilgili yegâne kaynağın Tevrat ile Kur'ân-ı Kerîm olduğunu ve Tevrat'ın
hemen hemen tamamının Mûsâ Peygamber'in ve önderliğini yaptığı
İsrailoğulları'nın tarihinden ibaret olduğunu belirtir (Harman, 2006: 207).
Kur'ân-ı Kerîm'in 34 sûresinde 136 yerde adı geçen Mûsâ
Peygamber'in ismi dinler tarihi kitaplarında da geniş yer tutar (Aydemir A. ,
2014: 113). Kur'ân'da adı en çok geçen peygamberlerden ikinci sırayı alan
İbrahim Peygamber'in adının bu sayının ancak yarısına yaklaştığını dile getiren
Aydemir, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ve kavmine ayrılan kısmın birkaç cüz
tuttuğunu ifade eder (Aydemir A. , 2014: 113). Mûsâ Peygamber'in kıssasının
Kur'ân-ı Kerîm'de en çok bahsedilen peygamber olmasının sebebini Ahmet Atım şu
şekilde ifade eder:
“Bunun nedenlerini araştırdığımızda şunu görüyoruz. Hz. Mûsâ
Ulû’l-Azm denilen büyük peygamberlerden biridir. Yine Hz. Mûsâ’nın etrafında
diğer peygamberlerden daha fazla kişi, mekân ve olay bulunmaktadır. Bunlar Firavun,
Firavun’un eşi, Harun, Hz. Mûsâ’nın annesi, Haman, Kârun, ledünnî ilme sahip
olan kişi, Firavun’un ailesinden bir mümin, Sâmirî, Hz. Mûsâ’nın fetâsı, kız
kardeşi, Hz. Şuayip’in kızları, Hz. Şuayip gibi şahsiyetler ile Mısır, Medyen,
Tûr, Tuva, Arz-ı Mukaddes gibi mekânlardır. Aslolan Hz. Mûsâ’nın İsrailoğulları
ve İsrailoğulları adına Firavunda olan mücadelesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz.
Mûsâ ile ilgili geçen tüm olaylar bir nevi İsrailoğulları’nın da tarihidir. ”
(Atım, 2010: 11)
Tevrat ile Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgiler
birebir aynı değildir. Bu iki ana kaynaktaki Mûsâ Peygamber ile ilgili çelişen
bilgileri Ömer Faruk
Harman şu şekilde sıralar:
“Mûsâ hakkında Kur'ân'da yer alan bazı bilgiler Tevrat'takilerle
çelişmektedir. Tevrat'a göre Musa'yı sudan çıkaran kadın Firavun'un kızı,
Kur'ân'a göre ise Firavun'un hanımıdır. Medyen'de Musa'nın yardım ettiği
kızların sayısı Kur'ân'a göre iki, Tevrat'a göre yedidir. Tevrat'ta Mısır
halkına geldiği bildirilen on musibet yerine Kur'ân'da onun dokuz mucizesinden
bahsedilmektedir. Tevrat'ta kayadan sadece bir kaynağın çıktığı belirtilirken
Kur'ân'a göre on iki kaynak fışkırır. Kur'ân'da Firavun'un veziri olarak anılan
Hâmân'dan Tevrat'ta söz edilmez. Kur'ân'a göre Mûsâ bir kastı olmaksızın Mısırlı'yı
öldürdüğü için pişman olur, bu pişmanlık Tevrat'ta yer almaz. Mûsâ geceleyin
dağda ateş görür ve ondan bir kor parçası almak veya yol sormak için dağa
yaklaşır. Tevrat'a göre ise bu olay gündüz olmuştur. Kur'ân'da sihirbazların
Mûsâ'ya iman ettiği belirtilmekte, fakat Tevrat'ta bu husus zikredilmemektedir.
Kur'ân'da yer alan Mûsâ ve Hızır kıssası Kitab-ı Mukaddes'te bulunmamaktadır.”
(2006: 212)
Mûsâ Peygamber ile ilgili en fazla bilginin Tevrat'ta olduğunu,
ancak onun da tahrif edilmiş olduğunu, bu tahrif konusuna Kur'ân-ı Kerîm'de yer
yer atıflar yapıldığını belirten Abdullah Aydemir Tevrat'ın Mûsâ Peygamber ile
ilgili verdiği bilgileri ihtiyatla karşılamak gerektiğini, Kur'ân ve hadise
dayanmayan haberlerin ayrıntılarının geniş ölçüde mübalağa ve İsrailiyat ile iç
içe olduğunu dile getirir ve
Mûsâ Peygamber'e ait bilgilerdeki mübalağa ve hurafeleri şu
şekilde sıralar:
“Hz. Musa'nın bebeklik döneminde yapıldığı ifade edilen tabut,
tabutun denize atılması, sarayda geçen olaylar, Asiye'ye nispet edilen hediyeli
karşılama törenleri, asanın nereden ve hangi yollarla ele geçtiği, eni boyu, ne
cins ağaçtan yapıldığı, marifet ve hünerleri, Hz. Mûsâ'nın dilindeki pelteklik,
ejderhanın alt ve üst çenesinin tasvirleri, yırtıcı hayvanların Hz. Musa'nın
üzerine salınması, sihirbazların sayısı, sihirbaz iki kardeşin kabirdeki
babalarıyla konuşmaları, Asiye ve Hazakiyel'in hanımı ile ilgili şeyler,
Haman'ın inşa ettiği kule, Firavun'un şahsı ile ilgili olan ve tabii
ihtiyaçlarını sözkonusu eden haberler...” (Aydemir A. , 2014: 149)
·
1. Kutsal Kitaplarda Mûsâ Peygamber
Kutsal
metinlerdeki Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgiler onun edebiyattaki ve diğer
sanat alanlarındaki yerini ve önemini daha iyi anlamamızı sağlayacak bir temel
işleve sahiptir. Bu sebeple üç büyük dinin kutsal kitaplarında Mûsâ
Peygamber'in nasıl geçtiği kronolojik olarak ele alınacaktır.
·
1.1. Tevrat'a Göre Mûsâ Peygamber
İsrailoğulları'nın
tarihi (MÖ.13. yüzyıl) Mûsâ Peygamber ile başlar ve Mûsâ Peygamber'in yazdığına
inanılan ‘yasa ve şeriat’ anlamına gelen ve içinde dinsel öğretileri içeren
Tevrat: 1. Tekvin, 2. Çıkış, 3. Levililer, 4. Sayılar,
5. Tesniye’den oluşmaktadır (Çetin, 2015: 11).
Beş kitaptan
oluşanTevrat’ın kitapları arasında üslûp birliği bulunmamakta, Tekvîn ve
Tesniye kitapları normal bir metin özelliği gösterirken Çıkış, Levililer ve
Sayılar kitapları ise vahiy üslûbu taşımaktadır.
Tevrat'ta
İsrailoğulları'nın gelip Mısır'a yerleşmesinden başlayıp Mûsâ Peygamber'in
doğumu ve doğumu öncesinde Mısır yönetiminin İsrailoğulları'na uyguladığı
baskılar ile ilgili bilgiler, Firavun'un sarayında büyümesi, bir Mısırlıyı
öldürüp Medyen'e kaçışı ve orada Medyenli Kâhin Yitro ile tanışması ve onun
kızı ile evlenmesi, risalet ile görevlendirilip Mısır'a gelmesi ve ağabeyi
Hârûn ile birlikte İsrailoğulları'nı Mısır yönetiminin zulmünden kurtarmak için
Firavun'a karşı verdikleri mücadeleler, Kızıldeniz'i geçerek kurtuluşa eren
İsrailoğulları'nın çölde yaşadıkları Mısır'dan Çıkış bölümünde
kronolojik bir sırayla anlatılmaktadır. Sayılar bölümünde de
Mûsâ'nın
Kenan ülkesine casuslar göndermesi, İsrailoğulları'nın Amalika kavmi ile
savaşmayı reddedip başkaldırmaları, Hârûn ve Mûsâ'nın çölde susuz kalan
İsrailoğulları için kayadan su çıkarmaları, Hârûn ve Mûsâ Peygamber'in ölümü
gibi hususlar yer almaktadır.
Yahudiler,
Mûsâ Peygamber'in hayatını kırk yıl Mısır'da, kırk yıl Medyen'de ve kırk yıl
çölde olmak üzere üç döneme ayırmaktadırlar (Harman, 2006: 210). Aşağıdaki
başlıklandırmada yukarıdaki dönem tasnifine uygun olmak üzere Mürüvvet Çetin
tarafından hazırlanan "Tevrat ve Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Hz. Mûsâ Kıssası
Kıyaslaması" başlıklı Yüksek Lisans çalışmasından istifade edilmiştir.
·
1.1.1. Mûsâ’nın Bebekliği ve
Gençliği
Tevrat'ta
anlatıldığına göre Mısırlılar her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi
ağır işlerle yaşamı İsrailoğulları'na zehir ederek bütün işlerinde onları
amansızca kullanırlar (Çıkış 1: 14), Mısır'da İsrailoğulları'nın sayıca
çoğalmalarından endişe ettiklerinde Firavun'un bütün halkına "Doğan her
İbrani erkek çocuk Nil'e atılacak, kızlar sağ bırakılacak." diye buyruk
verir (Çıkış 1: 22).
Tevrat'ta
Mûsâ ve Hârûn'un soy kütüğü ile ilgili olarak İsrailoğulları'nın Yakup'un on
iki oğlundan geldiği bilgisine yer verilir ve her birinin adlarına değinilir;
Mûsâ ile Hârûn'un babalarının adının Amram, annelerinin adının ise Yokevet
olduğu, Amram'ın 137 yıl yaşadığı bilgisi aktarılır (Çıkış 6:14-27).
Mûsâ'nın
doğumu ile ilgili olarak babasının Levililerden olduğu ve kendi oymağından bir
kızla evlendiği anlatılır (Çıkış 2: 1). Mûsâ doğduğunda annesi onu üç ay
gizler, daha fazla gizleyemeyeceğini anladığında, hasır bir sepet alıp katran
ve ziftle sıvayarak içine çocuğu yerleştirir ve Nil kıyısındaki sazlığa
bırakır. Yıkanmak için ırmağa inen Firavun'un kızı sazların arasındaki sepeti
görüp onu getirmesi için hizmetçisini gönderir (Çıkış 2:5), kardeşini uzaktan
gözleyen çocuğun ablası Firavun'un kızına gidip onun için sütanne bulmayı
teklif eder. Firavun'un kızı bu teklifi kabul edip emzirmesi için ücret vererek
annesine verir. Annesi çocuk büyüyünce çocuğu geri getirir. Firavun'un kızı
çocuğu evlat edinir ve "Onu sudan çıkardım" diyerek adını Mûsâ koyar
(Çıkış 2: 7-10).
Mûsâ,
büyüdükten sonra bir gün bir Mısırlı'nın bir İbrani'yi dövdüğünü görür ve
çevresinde kimse olmadığını görünce Mısırlı'yı öldürüp kuma gizler (Çıkış 2:
11-12).
Ertesi
gün ise iki İbrani'nin kavga ettiğini görüp haksız olana, "Niçin kardeşini
dövüyorsun?" diye sorduğunda adamın "Kim seni başımıza yönetici ve
yargıç atadı?" diye yanıtlaması üzerine işin ortaya çıktığını anlar (Çıkış
2: 13-14) ve
Firavun'un
olayı duyup kendisini öldürtmek istemesi üzerine Medyen yöresine kaçar (Çıkış
2: 15). Oraya vardığında Medyenlı bir kâhinin yedi kızının hayvanlarını
sulamak
istediğini ancak başka çobanlar tarafından kovulduğunu görür ve onlara yardıma
koşup hayvanlarını sular (Çıkış 2: 16-17). Sonra kızlar babalarının yanına
dönüp olanları babalarına anlatırlar (Çıkış 2: 18-19). Bunun üzerine Medyenli
Kâhin Mûsâ'yı çağırtır ve yanında çalışmasını ister ve Mûsâ'yı kızı Sippora'yı
onunla evlendirir. Gerşom ve Eliezer adında iki oğulları olur (Çıkış 2: 20-22;
18:3-4).
·
1.1.2. Mûsâ'nın Peygamberliği ve
Firavun ile Mücadelesi
Mûsâ
bir gün Horeb Dağı'nda kayınbabası Medyenli Kâhin Yitro'nun sürüsünü güderken
çalıdan yükselen alevlerin içinde Tanrı'nın meleğini görür ve oraya
yaklaştığında Tanrı Mûsâ'ya daha fazla yaklaşmamasını ve kutsal toprağa
basmakta olduğu için çarıklarını çıkarmasını söyler (Çıkış 3: 1-5). Tanrı,
Mûsâ'yı İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarmak üzere Firavun'a gönderir (Çıkış 3:
10-11) ve Mûsâ'ya yardım edeceğini, aralarında şaşılacak işler yaparak Mısır'ı
cezalandıracağını, bu sayede Mısır kralının İsrailoğulları'nı salıvereceğini
söyler (Çıkış 3: 19-20). Mûsâ'nın Tanrı ile bu konuşması sırasında Mûsâ'ya
asasının yılan olması ve elini koynuna sokup çıkardığında nura bürünmesi
mucizeleri verilir, ayrıca dilinde tutukluk olan Mûsâ'ya ağabeyi Hârûn yardımcı
olarak görevlendirilir (Çıkış 4: 1-17). Mûsâ, Mısır'a gitmek üzere kayınpederi
Yitro ile vedalaşıp ailesiyle birlikte Mısır'a gider (Çıkış 4: 18-20),
ağabeyi Hârûn'un onları karşılar ve birlikte
İsrailoğulları'nı
toplayarak onlara risalet görevlerini açıklarlar (Çıkış 4: 37-31). Daha sonra
Hârûn ve Mûsâ, Firavun'un huzuruna çıkarak İsrailoğulları'na çöle gidip orada
Tanrı'ya kurban kesip bayram yapmaları için üç gün izin vermesini isterler
ancak Firavun buna izin vermeye yanaşmaz ve İsrailoğulları'na olan baskı ve
zulümlerini daha da arttırır.
Mûsâ
ve Hârûn İsrailoğulları'nı ülkesinden salıvermesini söylemek üzere tekrar
Firavun'a giderler (Çıkış 8: 1-6) ve Hârûn elindeki asayı Firavun'un huzurunda
yere attığında asa yılan olur, bunun üzerine Firavun kendi büyücülerini
çağırtıp bir müsabaka yapar. Hârûn'un yılan olan asası büyücülerin yılan olan
değneklerini yutar (Çıkış 8: 9-12 ). Bu sırada Mûsâ'nın seksen, Hârûn'un seksen
üç yaşında olduğu (Çıkış 8: 7) anlatılır. Firavun'un, bu mucizelere aldırış
etmeyip Hârûn ile Mûsâ'yı dinlememesi üzerine Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Hârûn'a
elindeki asayı ırmağın, kanalların, bütün su birikintilerinin üzerine uzatıp
vurmasını söyler. Hârûn, Firavun'la görevlilerin gözü önünde elindeki asayı
suya vurunca sular kana dönüşür, ırmaktaki balıkların ölüp ırmağın
kokmaya başlar ve bu durum yedi gün sürer (Çıkış 7: 14-25).
Firavun
ve kavmi daha sonra kurbağa, sivrisinek, atsineği belâları ile
cezalandırılır, ancak Firavun yine inatçılık edip îsrailoğulları'nı salıvermez.
Firavun'un inadında ısrarlı olması yüzünden Mısırlıların hayvanlarının
hepsinin ölür (Çıkış 9:1-7), daha sonra da Firavun ve kavmi çıban
belâsına (Çıkış 9: 8-12) ve şiddetli dolu afetine uğratılırlar (Çıkış 9:
13-35). Firavun'un hâlâ îsrailoğulları'nı salıvermemesi üzerine ülkeyi çekirgeler
istilâ eder (Çıkış 10: 1-20), sonrasında da üç gün Mısır koyu karanlığa
gömülür. Bu defa Firavun, îsrailoğulları'nın hayvanlarını yanlarına almadan
gidip Tanrı'ya tapıp ibadetlerini yapabileceklerini söyler. Mûsâ ise kurban
kesmek için hayvanlarını da yanlarında götürmek istediklerini söylediğinde
Firavun îsrailoğulları'nı salıvermeye yanaşmaz ve Mûsâ'yı "Bir daha sakın
karşıma çıkma. Yüzümü gördüğün gün ölürsün." diye tehdit eder (Çıkış 10:
21-29). Tanrı, Mûsâ'ya “Firavun'un ve Mısır'ın başına bir bela daha
getireceğim. O zaman gitmenize izin verecek, sizi buradan adeta kovacak.
Halkına söyle, kadın erkek herkes komşusundan altın, gümüş eşya istesin.”
(Çıkış 11: 1-2) diye buyurur. Söz konusu bela, Mısır'da insan, hayvan fark
etmeksizin bütün ilk doğanların ölümüdür (Çıkış 11: 4-7). Tanrı, îsrailli her
ailenin belirlenen vakitte ve belirlenen nitelikte bir kurban keserek (Fısıh
kubanı) kurbanın kanından kapılarının yan ve üst taraflarına sürmelerini
buyurur, bütün ilk doğanların ölmesi belasından îsrailoğulları'nın böylece
etkilenmeyecekleri (Çıkış 12: 1-13) ve bu günün îsrailoğulları için bayram
olarak kutlanacağı (mayasız ekmek bayramı) belirtilir (Çıkış 12: 14-20).
Firavun'un ilk çocuğundan zindandaki tutsağın ilk çocuğuna kadar Mısır'daki
bütün insanların ve hayvanların ilk doğanların ölür (Çıkış 12: 28-30).
Tevrat'ta anlatıldığına göre aynı gece Firavun Mûsâ ve Hârûn'u çağırtarak
kavimleri ile birlikte hayvanlarını da yanlarına alarak çıkıp gitmelerini
söyler (Çıkış 12: 31-33). Bunun üzerine îsrailoğulları da Mısırlılardan
aldıkları altın, gümüş ve giysilerle birlikte hayvanlarını da yanlarına alarak
kadın ve çocukların dışında altı yüz bin kadar erkekle yaya olarak Ramses'ten
Sukkot'a doğru yola düşerler (Çıkış 12: 34-37) ve İsrailoğulları dört yüz otuz
yıl yaşadıkları Mısır'dan ordular hâlinde çıkarak şehri terk ederler (Çıkış 12:
40-41). İsrailoğulları, Mısır'dan çıkınca çöl yolundan Kızıldeniz'e dolaşırlar
ve silahlıdırlar. Yûsuf'un kemiklerini vasiyet üzerine Mûsâ yanına alır ve çöl
kenarında Etam'da konaklarlar. Gündüzleri bir bulut geceleri ise bir ateşin
onlara öncülük eder. (Çıkış 13: 17-22). İsrailoğulları'nı salıverdiği için
pişman olan Firavun, ordusunu da yanına alarak peşlerine düşer ve deniz
kıyısında konaklarken onlara yetişir. Firavun'un ordusuyla birlikte peşlerinden
geldiğini gören İsrailoğulları'nın korkuya kapılması üzerine Mûsâ onları teskin
etmeye çalışır ve Tanrı'nın buyruğuna uyarak değneğini kaldırıp elini uzatması
üzerine sular yarılır ve İsrailoğulları kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi
geçerler. Firavun'un askerleriyle birlikte onların peşi sıra denize girdikleri
sırada Mûsâ tekrar elini denizin üzerine uzatınca deniz olağan hâline döner ve
Firavun'u bütün ordusuyla yutar (Çıkış 14:1-28).
Mısır'dan
Çıkış'ın on beşinci
bölümünde İsrailoğulları'nın Kızıldeniz'i geçtikten sonra Şur Çölü'ne
girdikleri, üç gün yol yürümelerine rağmen su bulamadıkları, Mara (acı su)'ya
vardıklarında Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ'nın bir ağaç parçasını suya attığında
suyun tatlandığı anlatılır ve sonra Elim'e vardıkları, orada on iki su kaynağı
ile hurma ağaçlarının bulunduğu bildirilir (Çıkış 15: 22-27).
·
1.1.3. Mûsâ Peygamber'in
İsrailoğulları ile Çöldeki Hayatı ve Vefatı
İsrailoğulları
Elim'den ayrılıp Sin Çölü'ne vardıklarında Mısır'daki günlerini özlerler, orada
hâllerinden Mûsâ'ya yakınırlar. Tanrı tarafından kendilerine yemeleri için
akşam bıldırcın kuşları gönderilir (Çıkış 16: 13), sabahları da “man” adını
verdikleri ekmekle karınlarını doyururlar. Tevrat'ta İsrailoğulları'na verilen man
denilen nimetin çiy eriyince çölün yüzeyinde kırağıya benzer pulcuklar şeklinde
belirdiği (Çıkış 16: 15), herkesin her sabah yiyeceği kadar man
topladığı, güneşin ortalığı ısıtmaya başladığında yerde kalanların eridiği
(Çıkış 16: 21), kişniş tohumu gibi beyazımsı olduğu, tadının da ballı yufka
gibi olduğu (Çıkış 16: 31) ifade edilir ve İsrailoğulları Kenan topraklarına
varıncaya kadar kırk yıl çölde man yerler (Çıkış 16: 35).
Çölde
susuz kalan İsrailoğulları bu sebeple Mûsâ'ya çıkışırlar. Tanrı'nın buyruğu
üzerine Mûsâ, Horev Dağı'nda bir kayanın üzerine çıkarak asâsıyla kayaya vurur
ve kayadan su çıkar (Çıkış 17: 1-7; Sayılar 20: 7-8). Bu arada Amelekliler
gelip
İsrailoğulları'na
savaş açarlar savaşın sonunda mağlup olan Amalek ordusu kılıçtan geçirilir
(Çıkış 17: 8-16).
Mûsâ'nın
kayınpederi Medyenli Kâhin Yitro, Mûsâ'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı
Dağı'na, Mûsâ'nın konakladığı çöle ziyarete gelir (Çıkış 18: 1-12). Yitro,
Mûsâ'ya halkı içerisinde belirli sayılarda toplulukların başına önder kimseler
atamasını, halka onların yargıçlık etmesini, kendisinin sadece büyük davalara
bakmasını öğütler ve Yitro daha sonra ülkesine döner (Çıkış 18: 13-27).
İsrailoğulları
Mısır'dan çıktıktan tam üç ay sonra Sina Çölü'ne varırlar ve Sina Dağı'nın
karşısında konaklarlar. Mûsâ da Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıkar (Çıkış 19:
1-25) ve on buyruk verilir (Çıkış 20: 1-17). Mûsâ, dağdan inerek Tanrı'nın
bütün buyruklarını halka anlatır, Tanrı'nın bütün buyruklarını yazar, daha
sonra dağın eteğinde bir sunak kurarak İsrailoğulları'nın on iki oymağını
simgeleyen on taş sütun diker ve sunakta esenlik kurbanları keserler (Çıkış 24:
3-5). Mûsâ, İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi de yanına
alarak dağa çıkar ve yetmiş kişi Tanrı'yı görürler (Çıkış 24: 9-11). Daha sonra
Tanrı, yasalarla buyrukların yazılı olduğu levhaları vermek üzere Mûsâ'yı dağa
çağırır (Çıkış 24: 12). Bulutun içinden dağa çıkan Mûsâ orada kırk gün kırk
gece kalır (Çıkış
24: 18). Mûsâ, elinde anlaşma kurallarının yazılı olduğu iki taş levhayla
dağdan indiğinde halkını Hârûn'un yaptığı altından buzağıya taptıklarını
görünce çok öfkelenir ve elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde
parçalar (Çıkış 32: 15-19). Altın buzağıyı yakıp parçalayan Mûsâ, kardeşi
Hârûn'a da çıkışır (Çıkış 32: 20-21). Mûsâ, ordugâhın girişinde Tanrı'dan yana
olanların yanına gelmesini ve kılıçlarını kuşanmalarını, Tanrı'nın “Herkes kılıcını
kuşansın. Ordugâhta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını
öldürsün.” diye buyurduğunu söyler ve o gün halktan üç bine yakın kişi
öldürülür (Çıkış 32: 26-28). Daha sonra İsrailoğulları Sina Çölü'nden ayrılarak
kendilerine yol gösteren buluta uyup Paran Çölü'ne varırlar. Mûsâ, Tanrı'nın
buyruğu uyarınca Kenan ülkesini araştırmak üzere her oymaktan bir önder seçip
onları casus olarak gönderir (Sayılar 13:1-3). Adamlar kırk gün dolaştıktan
sonra geri dönerler ve orada yaşayan halkın çok güçlü olduğunu söylerler
(Sayılar 13: 26-28). Heyette yer alan on iki kişiden Nun oğlu Yeşu ve Kalev
gidip bu kavimle savaşmak gerekiğini söyleseler de halk buna yanaşmaz,
Tanrı'nın buyruğuna karşı gelerek kırk yıl çölde kalmakla cezalandırılırlar
(Sayılar 13: 30 - Sayılar 14: 38). İsrailoğulları Kadeş'te iken Korah Mûsâ'ya
karşı çıkınca yer yarılır ve bütün mal ve mülküyle birlikte toprağa gömülerek
cezalandırlır (Sayılar 16: 1-34). Hârûn ve Mûsâ da Meriva sularında Tanrı'nın
buyruğuna karşı geldikleri için Tanrı tarafından cezalandırılır ve ata
topraklarını göremezler (Sayılar 20: 24). Edom ülkesinden geçip ata
topraklarına ulaşmak isterler ancak Edom kralı buna müsade etmez ve
İsrailoğulları'na saldırmak üzere orduyla yola çıkınca İsrailoğulları dönüp
oradan uzaklaşırlar (Sayılar 20: 1-21) ve Kadeş'ten ayrılıp Hor Dağı'na
gelirler. Hârûn, Hor Dağı'ında ölür ve İsrailoğulları onun için otuz gün yas
tutarlar (Sayılar 20: 25-29; Sayılar 33: 38-39). Daha sonra İsrailoğulları
Amorluların topraklarını ele geçirerek orada yaşamaya başlarlar (Sayılar 21:
21-25). Mûsâ, 120 yaşına geldiğinde yetkilerini Yeşu'ya devreder (Sayılar 27:
15-22) Mûsâ da Haavarim dağlık bölgesinde Eriha karşısındaki Moav ülkesindeki
Nevo Dağı'nda ölür (Tesniye 32: 48-50). Tesniye'nin 34. bölümünde Tanrı'nın
Mûsâ'yı Beytpeor karşısındaki vadide gömdüğü, mezarının nerede olduğunun
bilinmediği, Mûsâ'nın öldüğünde 120 yaşında olduğu, İsrailoğulları'nın Moav
ovalarında Mûsâ için otuz gün yas tuttukları anlatılır (Tesniye 34: 1-12).
·
1.2. İncil'e Göre Mûsâ Peygamber
Kitâb-ı
Mukaddes, hem Yahudi hem de Hristiyanların kutsal kitabı olan Ahd-i Atîk (Eski
Ahit) ile sadece Hristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Ahd-i Cedîd
(Yeni Ahit)'den oluşmaktadır (Tanyu, 1988: 501). Hristiyanların kutsal
metinlerinde Mûsâ Peygamber ile ilgili bilgilere Yeni Ahit'teki Resullerin
işleri bölümünün yedinci babında değinilmiştir (Arslan, 2013: 7).
Resullerin
İşleri bölümünün
yedinci babında İsrailoğulları'nın Yûsuf Peygamber zamanında Kenan diyarındaki
kıtlık ve kuraklık sebebiyle Mısır'a gelip yerleştikleri, çoğaldıkları
(Resullerin İşleri 7: 11-15,17) ve orada 400 yıl yaşadıkları (Resullerin İşleri
7:6), ancak Yûsuf Peygamber'den sonra tahta çıkan ve Yûsuf hakkında bilgisi
olmayan yeni krallardan birinin İsrailoğulları'na haince davrandığı, onlara
kötülük ettiği, yeni doğan çocuklarını açıkta bırakıp ölüme terk etmeye
zorladığı (Resullerin İşleri 7:
18-19) anlatılır. Bu
zamanda dünyaya gelen Mûsâ'nın doğumu ve yetişmesi ile ilgili anlatılanlar
şöyledir:
“O
sırada, son derece güzel bir çocuk olan Musa doğdu. Musa, üç ay babasının
evinde beslendikten sonra açıkta bırakıldı. Firavunun kızı onu bulup evlat
edindi ve kendi oğlu olarak yetiştirdi. Musa, Mısırlılar'ın bütün bilim
dallarında eğitildi. Gerek sözde, gerek eylemde güçlü biri oldu.” (Resullerin
İşleri 7: 2022)
İncil'de
anlatıldığına göre Mûsâ, kırk yaşını doldurduktan sonra içinde
İsrailoğulları'nın durumunu daha yakından görme arzusu duyar ve bir gün
İsrailoğulları'ndan birine haksızlık edildiğini görünce onu savunmak isterken
haksızlığı yapan Mısırlıyı öldürür (Resullerin İşleri 7: 23-24). Devamında
gelişen olaylar ise şu şekilde aktarılır:
“(26)Ertesi
gün Mûsî, kavga eden iki İbrani'yle karşılaşınca onları barıştırmak istedi.
'Efendiler' dedi, 'Siz kardeşsiniz. Niye birbirinize haksızlık ediyorsunuz?'
(27) "Ne var ki, soydaşına haksızlık eden kişi Mûsâ'yı yana iterek, 'Kim
seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?' dedi. (28) 'Yoksa dün Mısırlıyı
öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? (29) Bu söz üzerine Mûsâ Midyan
ülkesine kaçtı. Orada gurbette yaşadı ve iki oğul babası oldu.” (Yeni Ahit,
Resullerin İşleri 7: 26-29.)
İncil'de
anlatıldığına göre Mûsâ, Medyen ülkesine kaçmasının ardından kırk yıl geçtikten
sonra Sina Dağı yakınlarındaki çölde, yanan bir çalının alevleri içinde bir
melek görür (Resullerin İşleri 7: 30). Gördüklerine şaşıran Mûsâ, daha yakından
bakmak için yaklaştığında Tanrı tarafından kendisine “Senin atalarının Tanrısı,
İbrahim'in, İshak'ın ve Yakup'un Tanrısı benim.” diye seslenildiğini duyunca
bakmaya cesaret edemeyerek korkuyla titrer (Resullerin İşleri 7: 31-32). Daha
sonra Tanrı tarafından kendisine çarıklarını çıkarması gerektiği zira kutsal
bir toprağa basmakta olduğu söylenir (Resullerin İşleri 7: 34). Mûsâ, Tanrı
tarafından Mısır'a yönetici ve kurtarıcı olarak gönderilir ve halkını Mısır'dan
çıkarır (Resullerin İşleri, 7: 35-36). İncil'de Mûsâ ile ilgili olarak ayrıca
Kızıldeniz'de ve kırk yıl boyunca çöllerde mucizeler gösterdiği (Resullerin
İşleri 7: 36) ancak halkının onu reddederek Mısır'a dönmeyi özler oldukları ve
Mûsâ'nın Sina Dağı'na çıktığı vakit buzağı biçiminde put yapıp ona kurbanlar
sundukları (Resullerin İşleri 7: 39-41) anlatılır ve ayrıca Mûsâ'nın Tanrı'nın
buyurduğu şekle uygun olarak yaptığı Tanıklık Çadırı'ndan söz edilir
(Resullerin İşleri 7: 44).
·
1.3. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Mûsâ
Peygamber
Kur'ân-ı
Kerîm'de Mûsâ Peygamber'e dair verilen bilgiler büyük ölçüde Tevrat ile
paralellik göstermekle (Harman, 2006: 211) birlikte Tevrat'ta olduğu gibi
kronolojik bir anlatım söz konusu değildir. Mûsâ Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de
en çok zikri geçen peygamber olup 34 sûre, 131 ayet ve 136 yerde kendisinden
doğrudan bahsedilmekte; Mûsâ Peygamber ile dolaylı olarak ilgili ayetlerinde
dikkate alınması hâlinde ayet sayısının 502'ye ulaştığı görülmektedir (Sayı,
2016: 11). Mûsâ Peygamber'in kıssası, Kur'ân'da Yûsuf Peygamber'in kıssasında
olduğu gibi ardışık âyetlerde bir bütün hâlinde anlatılmayıp aksine kıssa temel
yapı ve zirve noktaları itibarıyla değişik sûrelere serpiştirilmiştir (Atalay,
2017: 170).
Ulü’l-Azm
denilen büyük peygamberlerden biri olan Mûsâ Peygamber'in Kur’ân’da birçok
sûrede kıssasının anlatılmasının ve hem kendisinden hem de kavminden çokça
bahsedilmesinin nedenleri ile ilgili olarak yapılan araştırmalar Mûsâ
Peygamber'in etrafında diğer peygamberlerden daha fazla kişi, mekân ve olay bulunduğunu
ortaya koymakta, bunlara örnek olarak Firavun, Firavun’un eşi, Hârûn, Mûsâ’nın
annesi, Hâmân, Kârun, ledünnî ilme sahip olan kişi, Firavun’un ailesinden bir
mümin, Sâmirî, Mûsâ’nın genç adamı, kız kardeşi, Şuayip Peygamber ve kızları
gibi şahsiyetler ile Mısır, Medyen, Tûr, Tuva, Arz-ı Mukaddes gibi mekânlardan
söz edilmekte ve aslolanın Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları ve İsrailoğulları
adına Firavun’la olan mücadelesi olduğu ve tüm olayların bir nevi
İsrailoğulları’nın da tarihi olduğunu ortaya koymaktadır (Atım, 2010: 11).
Aşağıdaki
başlıklandırmada Ali Sayı'nın “Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsa”
adlı eseri ile Nevzat Yüksel'in “Kur'ân-ı Kerîm Fihristi”nden yararlanılmıştır.
Ayrıca konuyla ilgili ayetlerin meâllerinin aktarımında Hayrettin Karaman, Ali
Özek, İbrahi Kâfi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadrettin Gümüş ve Ali Turgut
tarafından hazırlanan “Kur'ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli” esas alınıştır.
·
1.3.1. Peygamberlik Öncesi
Kur'ân'da
Mûsâ Peygamber'in nesebinden bahsedilmez, ancak diğer İslâmî kaynaklarda Mûsâ
Peygamber'in nesebi Mûsâ b. İmrân b. Kahes b. Lâvi b.Ya'kûb veya Mûsâ b. İmrân
b. Yehsur b. Kahes b. Lâvi b. Ya'kûb şekilde verilmektedir (Harman, 2006:
210-211).
Mûsâ’nın
doğumu öncesinde Firavun bir rüyasında Beytü’l-Makdis tarafından gelen bir
ateşin Mısır’ı sararak Kıptî evlerini yakıp yıktığını, fakat İsrailoğulları’nın
evlerine zarar vermediğini görür ve Kıptî bir kâhinin Firavun’a
İsrailoğulları’ndan doğacak bir çocuğun elinden saltanatını alacağını söylemesi
üzerine Firavun deliye dönerek İsrailoğulları’ndan doğacak her erkek çocuğun
öldürülmesini emreder (Yılmaz F. 2004: 9-10). Bu hususu Kur’ân-ı Kerîm şöyle
haber vermektedir: “Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından
kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan
erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta
bırakıyorlardı. Aslında o size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan
vardı.” (Bakara 2/49) Erkek çocuklarının kesilmesi hadisesi o kadar uzun sürer
ki Kıptîlerin ileri gelenleri, İsrailoğulları arasında ölüm çoğalmasından
dolayı bütün işlerin kendilerine kalmasından korkarak durumu Firavun’a
anlatırlar. Firavun, bunun üzerine erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl
sağ bırakılmasını emreder. Erkek çocukların sağ bırakıldığı yılda Hârûn doğar,
erkek çocukların öldürülmesinin emredildiği yılda annesi Mûsâ’ya hâmile kalır
(Yılmaz F. 2004: 11).
Mûsâ
Peygamber'in doğumu Kur'ân-ı Kerîm'de Kasas Sûresi'nde şu şekilde
bildirilmektedir: “Mûsâ'nın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden
endişelendiğinde onu denize (Nil Nehri'ne) bırakıver, hiç korkup kaygılanma,
çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye
bildirdik.” (Kasas, 376: 28/7)
Annesi,
Mûsâ’yı daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca kendisine ilham edildiği gibi
Mûsâ’yı bir sandığa koyup Nil Nehri’nin sularına bırakır. Firavun ve ailesi onu
nehirden yitik bir çocuk olarak alırlar ve Firavun'un karısı “Benim ve senin
için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu
evlât ediniriz.” diyerek Firavun ve adamlarının Mûsâ'yı öldürmelerine engel
olur (Kasas, 28/8-9). Yüreğinde Mûsâ'nın tasası kalan annesi Mûsâ'nın ablasına
kardeşinin izini takip etmesini söyleyince ablası uzaktan kardeşini gözetler ve
kardeşi için sütanası arandığını öğrenince “Size, onun bakımını namınıza
üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?” diyerek
annesinin Mûsâ'ya tekrar kavuşmasına vesile olur (Kasas, 28/10-13). Mûsâ'ya
yiğitlik çağına erip olgunlaştığında Tanrı tarafından ilim ve hikmet verilir
(Kasas, 28-14).
Mûsâ
bir gün Mısır’da dolaşırken biri kendi tarafından diğeri düşmanlardan olan iki
adamın dövüştüğünü görür, kendi tarafından olana yardım etmek için Mısırlıya
vurarak ölümüne sebep olur. Söz konusu olayın devamı Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
anlatılmaktadır: “Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de
ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek yine ondan imdat
istiyor. Mûsâ ona (yardım isteyene) dedi ki: Doğrusu sen, besbelli bir
azgınsın! Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi
ki: Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek,
düzelticilerden olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı
arzuluyorsun sen!” (Kasas, 28/ 18-19) Bir gün önce adam öldürdüğü şehirde
duyulur ve şehrin ileri gelenleri Mûsâ’yı öldürmek için müzakere ederken bir
adam gelerek durumu Mûsâ’ya haber verince Mûsâ başına geleceklerden korkup
hemen Mısır’ı terk eder ve Medyen’e doğru yönelir (Kasas, 28/ 20-22).
Mûsâ,
Medyen vardığı zaman bir kuyu başında hayvanlarını sulamakta olan insanlar ve
diğer tarafta da hayvanlarını suya salmayıp bekleyen iki kadın görür ve onlara
durumlarını sorduğunda “Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup
hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.” cevabını alır ve hemen
onların sürülerini sulayıp bir gölgeye çekilerek “Rabbim! Doğrusu bana
indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım.” diyerek niyazda bulunur (Kasas,
28/23-24). Kızların babası olan Şuayip Peygamber, hayvanları sulamanın
karşılığı olarak Mûsâ'yı çağırtır, onu ücretle çoban olarak tutar ve sekiz yıl
yanında çalışmasına karşılık, onu kızlarından biri ile nikâhlamak istediğini
dile getirir ve “Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık
vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden (işverenlerden) bulacaksın.”
diyerek isterse iki yıl daha kalabileceğini söyler (Kasas 28/ 25-27).
Medyen'deki
süreyi dolduran Mûsâ, ailesi ile birlikte Medyen'den ayrılıp yola çıkınca Tûr
tarafında bir ateş görür, ailesinin ısınması için bir parça ateş getirmek
umuduyla oraya yöneldiğinde vadinin sağ kıyısından, oradaki ağaç tarafından
Tanrı'nın kendisine seslendiği işitir. (Kasas, 28/29-30) Bu, Mûsâ'nın Tûr
Dağı'na ilk varışı ve Tanrı ile ilk konuşması olup yoldan çıkmış bir kavim olan
Firavun adamlarına bir delil olmak üzere “asâ” ve “yedd-i beyzâ” mucizeleri
kendisine verilir. (Tâ Hâ, 20/17-23) Böylece risâlet ile görevlendirilen Mûsâ
Peygamber'e dilindeki tutukluk sebebiyle bir yardımcı istemesi üzerine kardeşi
Hârûn ile destekleneceği buyrulur (Tâ Hâ, 20/25-36; Şu’arâ, 26/13; Kasas,
28/31-35).
·
1.3.2. Peygamberlik Sonrası
Mûsâ'nın
peygamber olduktan sonraki vermiş olduğu mücadelelere ve risâlet görevinin
seyrine bakıldığında ilk etapta Firavun ve kavmine karşı büyük mücadeleler
verdiği, İsrailoğulları'nı Mısır'dan, Firavun'un zulmünden kurtarmaya çalıştığı
daha sonra da kırk yıl çölde kavmi İsrailoğulları ile mücadele ettiği
görülmektedir.
·
1.3.2.1. Mûsâ'nın Peygamberliği ve
Şahsiyeti
Kur'ân-ı
Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in peygamberliği ve şahsiyeti ile ilgili de âyetler
bulunmaktadır. İsrâ Sûresi'nin 2. ayetinde Mûsâ Peygamber'e kitap verildiği ve
İsrailoğulları'na kılavuz kılındığı, 101. ayetinde Mûsâ'ya apaçık dokuz ayet
(mucize) verildiği, Hûd Sûresi’nin 96. ayetinde de ayetlerle ve apaçık
delillerle gönderildiği bildirilir. Ayrıca Mûsâ Peygamber Kur'ân-ı Kerîm'de
ihlaslı bir kul ve gönderilmiş bir peygamber (Meryem, 19/52), güvenilir ve
şerefli bir elçi (Duhân, 44/17-18), güçlü ve güvenilir bir adam (Kasas, 28-26)
olarak da anılır ve Meryem Sûresi'nin 52. ayetinde ise Mûsâ Peygamber'in
Tanrı'ya yakınlığı şöyle bildirilir: “Biz ona Tûr dağının sağ yanından
seslendik ve onu hususi bir konuşmada bulunmak üzere kendimize yaklaştırdık.” (Meryem,
19/52)
Şu’arâ
Sûresi’nde Mûsâ Peygamber’in dilinde tutukluk olduğu ve bu sebeple risâlet
görevinde kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı olmasını dilediği bildirilir:
“(Bu durumda) içim daralır, dilim dönmez; onun için Hârûn’a da elçilik
ver.”(Şu’arâ, 26/13)
A’râf
Sûresi’nin şu ayetinde Tanrı’nın Mûsâ Peygamber’i seçkin kıldığı
bildirilmektedir: “(Allah) Ey Mûsâ! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim
görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve
şükredenlerden ol.” (A’râf, 7/144)
Kehf
Sûresi’nin 60-82. ayetlerinde Mûsâ Peygamber’in Hızır ile yolculuğu anlatılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre Mûsâ Peygamber, genç adamı ile birlikte
iki denizin birleştiği yere varınca orada balıklarını unuturlar fakat bunun
farkına varmayıp yollarına devam ederler. Acıktıklarında durumu fark edip geri
dönerler ve orada kendisine Tanrı katından bir rahmet verilmiş ve bir ilim
öğretilmiş bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, ona öğretilenden kendisinin doğruyu
bulmasına yardım edecek bir bilgi öğrenmek üzere ona tâbi olur. Hızır ona
“Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.” dese de Mûsâ “İnşaallah, dedi,
sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.” der. Hızır, “Eğer
bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana
soru sorma!” der ancak gemiye binip de yolculuğa çıktıkları vakit Hızır gemiyi
delince Mûsâ dayanamayarak “Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen
(ziyanı) büyük bir iş yaptın!” diye söyler. Hızır, “Ben sana, benimle beraber
(olacaklara) sabredemezsin, demedim mi? diye uyarır ve yollarına devam ederler.
Bu defa Hızır rastladıkları bir erkek çocuğu tutup öldürünce Mûsâ’nın “Tertemiz
bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey
yaptın!” demesi üzerine Hızır onu tekrar uyarır. Yollarına devam ederek bir köy
halkına varırlar, onlardan yiyecek istedikler ancak köy halkı onları misafir
etmek istemez. O köyden çıkarlarken Hızır yıkık bir duvarı tamir edince
Mûsâ’nın “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın.” demesi üzerine Hızır
“İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin
şeylerin içyüzünü haber vereceğim.” diyerek her bir olayın iç yüzünü anlatır ve
sonra yolları ayrılır. Söz konusu olayların içi yüzü Kur'ân-ı Kerîm'de şu
şekilde bildirilmektedir:
“79.
'Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak
istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir
kral vardı.'
·
80.
'Erkek çocuğa gelince, onun ana babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun)
onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.'
·
81.
(Devam etti:) 'Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha
temiz ve daha merhametlisini versin.'
·
82.
'Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir
hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk
güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini
çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin
şeylerin iç yüzü budur.'”(Kehf, 18/ 79-82)
Mûsâ’nın
şeriatı, İsâ’nın peygamberliğine kadar devam eder. İkisinin arasında gelip
geçen peygamberlerin hepsi Mûsâ’nın şeriatı ile amel etmek üzere gönderilirler.
Mûsâ’nın vefatından sonra İsrailoğulları’na Yûşâ peygamber olur (Ahmet Cevdet
Paşa, 2012: 32).
·
I.3.2.2. Mûsâ Peygamber'in Firavun
ile Mücadelesi
Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'ına ilk gidişinde kardeşi Hârûn ile birlikte Firavun'a
gitmekle görevlendirildiği Kur'ân'da belirtilmekte, hatta ona belki aklına
başına alabileceği bu yüzden Firavun'a yumuşak söz söylemelerinin buyrulduğu
ifade edilmektedir (Tâ Hâ, 20/41-44). Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şu ayetlerde
beyân edilmiştir:
“Haydi,
ona gidin de deyin ki: Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullannı hemen
bizimle birlikte gönder; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet
getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır.” (Tâ Hâ, 20/47)
“Haydi
Firavun’a gidip deyin ki: Gerçekten biz, âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz;
İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.” (Şu’arâ,
26/16-17)
Ancak
Firavun, “Andolsun biz
ona (Firavun’a) bütün (bu) delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve
diretti.” (Tâ Hâ, 20/56) ayetinde belirtildiği üzere bütün mucizelere rağmen
Mûsâ’nın sözlerine inanmaz, onu nankörlükle suçlar, gösterdiği mucizelerden
dolayı ona sihirbazlık isnat eder ve Mûsâ Peygamber'i küçük düşürüp
yenebileceği zannına kapılarak ülkesindeki bilgisi derin sihirbazları tayin
edilen vakitte toplar ve Mûsâ Peygamber'e karşı üstün geldikleri takdirde gözde
kimselerden olacakları vaadinde bulunur ancak Mûsâ Peygamber asâsı ile bütün
sihirbazları âciz bırakınca, mucizeyi gören sihirbazlar bunun sihir olmadığını
anlayarak Mûsâ’ya iman ederler. Bunun üzerine Firavun bunu hazmedemez ve
sihirbazların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirip hepsini astırır.
(A’râf, 7/115-126; Yûnus, 10/79-82; Tâ Hâ, 20/57-73; Şu’arâ, 26/36-51).
Kur'ân-ı
Kerîm'de Firavun'un Tanrı'ya yükselmek için yaptırdığı kule ise Mü'min
Sûresi'nde bildirilmektedir: “Firavun: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap;
belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın Tanrısı'nı görürüm!
Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş
süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.”
(Mü’min, 40/36-37)
Büyücülerle
karşılaşmasından sonra Mûsâ, Mısır’da kalmaya devam eder ancak Firavun
İsrailoğulları’na karşı baskı ve eziyetlerini daha da arttırır. Firavun ve
kavmi imansızlık ve küfürde ısrar edince Allah onlara kuraklık, sel baskını,
kıtlık; kurbağa, çekirge ve haşerat istilası gibi türlü belâlar verir.
Başlarına bela geldikçe Mûsâ’ya gelip başlarındaki belanın kalması durumunda
iman edeceklerini söylerler, ancak hiçbir zaman iman etmezler. (A’râf,
7/130-135; Kâf, 50/13-14)
Mûsâ
Peygamber'e “Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden
korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol
aç.” (Tâ Hâ, 20/77; Duhân, 44/23) diye vahyedilmesi üzerine Mûsâ Peygamber ve
kavmi bir gece Mısır’ı terk etmek üzere yola çıkarlar ancak Firavun ve adamları
gün doğumunda peşlerine düşerler (Tâ Hâ, 20/78; Şu’arâ 26/60). İsrailoğulları,
Firavun ve askerlerinin peşlerinden gelmekte olduğunu görünce korkuya kapılır.
O sırada Mûsâ Peygamber Tanrı'nın “Asân ile denize vur!” vahyinin gereğini
yapınca derhâl yarılan denizde on iki yol açılır (Şu’arâ, 26/63). Mûsâ
Peygamber ve beraberindekilerin hepsi açılan on iki yoldan denizi geçerek
kurtulur; Firavun ve adamları ise suda boğulur (A’râf, 7/136; Tâ Hâ, 20/78;
Şu’arâ, 26/63). Firavun'un son nefesinde iman ettiği Kur'ân'da şu ayette
bildirilir: “Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri
zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma
hâline gelince, (Firavun:) 'Gerçekten, İsrailoğulları’nın inandığı Tanrı’dan
başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!' dedi.”
(Yûnus, 10/90)
·
I.3.2.3. Mûsâ Peygamber'in Kavmiyle
Mücadelesi
Mûsâ
ve kavmi Firavun’un zulmünden kurtulup Mısır’dan çıktıktan sonra Ken’an iline
yönelirler ancak İsrailoğulları içerisinde imanî yönden çok zayıf ve sapkınlığa
çok açık kimseler de vardır (Yusufoğlu, 2007: 226). Her ne kadar Mûsâ’ya
inanmışlarsa
da Mısır’da iken gözleri putlara alışmış olduğundan ve zihinlerinde henüz
Allah’ın birliği yerleşmemiş olduğundan yolda giderken karşılaştıkları öküz
suretine tapan kavimden etkilenirler (Ahmet Cevdet Paşa, 2012: 29). Kur'ân-ı
Kerîm'de bu olay A’râf Sûresi'nde şöyle bildirilmektedir: “İsrailoğulları’nı
denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme
rastladılar. Bunun üzerine: Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de
bizim için bir tanrı yap! dediler. Mûsâ: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz,
dedi.” İsrailoğulları Kızıldeniz'i geçip Firavun'un zulmünden kurtulduktan
sonra Mûsâ Peygamber'in önderliğinde Tûr Dağı yakınlarına gelirler (Tâ Hâ,
20/80). Mûsâ Peygamber, Tanrı'ya ibadet etmek üzere otuz geceliğine Tûr Dağı'na
çıkar ancak buna on gece daha eklenir (A’râf, 7/142). Mûsâ Peygamber, Tûr
Dağı'na çıkacağı vakit Hârûn Peygamber'i kavminin başında bırakıp acele ile
kavminden ayrılır (A’râf, 7/142; Tâ Hâ, 20/83-84) Tayin edilen vakitte Tûr'a
giden Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi bu zamanda vukû bulmuş olup
hadise Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır:
“Mûsâ
tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca 'Rabbim! Bana
(kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi): 'Sen beni asla göremezsin.
Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!' buyurdu.
Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca
dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben
inananların ilkiyim.” (A’râf,
7/143)
Mûsâ
Peygamber'e levhaların da bu zamanda verilmiş ve Tanrı tarafından Mûsâ
Peygamber'e “Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını
emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.” diye buyrulduğu
A’râf Sûresi'nin 145. ayetinde belirtilmiştir. Mûsâ’nın Tûr Dağı’nda olduğu
sırada İsrailloğulları’ndan Sâmirî adında bir münâfık İsrailoğulları’nın zînet
eşyalarını toplayarak altından bir buzağı yaparak halkı bu altın buzağıya
tapmalarını söyleyerek sapkınlığa sürükler (A’râf,
7/148; Tâ Hâ, 20/85-88).
Mûsâ Peygamber, Tûr
Dağı’ndan indiğinde kavmini altından buzağıya tapar vaziyette bulunca elindeki
Tevrat levhalarını yere atar ve “Ey Hârûn! Dedi, sana ne engel oldu da,
bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi
oldun?” (Tâ Hâ, 20/94) diyerek hesap sorar. Sâmirî’yi lanetleyip kovan Mûsâ
Peygamber buzağı heykelini yakıp denize atar (Tâ Hâ, 20/97). Kur'ân-ı Kerîm'de
fitne sebeplerini yok ettikten sonra tüm kavmine ders vererek onları tövbeye,
Tanrı'ya itaate davet eder (Bakara, 2/54; A’râf,
7/155-156) ve Tevrat’ı
halkına tebliğ ederek ona göre amel etmelerini ister.
İsrailoğulları'na
Tîh Çölü'nde oldukları zamanda verilen nimetler A’râf Sûresi'nin 160. ayetinde
şöyle bildirilmektedir: “Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki kabileye
ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya, ‘Asanı taşa vur!’ diye
vahyettik. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi.
Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti
indirdik. (Onlara dedik ki) ‘Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyin.’
Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendilerine
zulmediyorlardı.”(A’râf, 7/160) İsrailoğulları bu nimetler hor görerek “Ey
Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin
bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.”
dediklerinde Mûsâ Peygamber “Hayırlı olanı, şu değersiz şeyle mi değiştirmek
istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz
vardır” diye cevap verir ve İsrailoğulları Tanrı tarafından gazaba uğratılır
(Bakara, 2/61).
Tanrı
tarafından İsrailoğulları'na emrolunan kutsal yere girmeleri buyrulduğunda
İsrailoğulları: “Ey Mûsâ, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları
sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak
gireriz.” (Mâide, 5/22) diyerek oraya gidip savaşmaya yanaşmazlar ve hatta daha
da ileri giderek “Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya
girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız.” diye karşılık
verirler (Mâide, 5/24). Bunun üzerine Tanrı tarafından İsrailoğulları'nın kırk
yıl o vaat edilen topraklara girmelerinin haram kılınır (Mâide, 5/26).
Mûsâ
Peygamber'in İsrailoğulları ile mücadelesine örnek teşkil eden bir diğer olay
ise “bakara olayı”dır. Bakara Sûresi'nin 67-73 ayetlerinde söz konusu olay
bildirilmektedir. İsrailoğulları'ndan zengin fakat çocuğu olmayan bir adamın
öldürülüp katilinin bulunamaması üzerine İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'den
katili bulmasını isterler ve Mûsâ Peygamber de Tanrı'nın bu hususta bir sığır
boğazlamalarını emrettiğini bildirince Mûsâ Peygamber'i alaya alırlar ancak
emri yerine getirmek yerine birbiri ardınca sorular sıralarlar. Sığırın
hususiyetleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi
arası dinç bir sığır olduğu, bakanlara sürûr veren sapsarı bir rengi olduğu, ne
çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası
olmayan bir sığır olduğu bildirilir. Nihayetinde sığırı boğazlayıp bir
parçasıyla ölüye vurduklarında ölü dirilerek katilini haber verir ve katil
anlaşılmış olur.
Kur'ân-ı
Kerîm'de Mûsâ'nın kavminden olan ancak kendisine verilen zenginlik ile şımaran ve
azgınlaşan Kârûn'dan da söz edilir. Ankebût, 29/39). Kur'ân-ı Kerîm'de Kârûn'un
zenginliğinden şöyle bahsedilir: “Biz ona öyle hazineler vermiştik ki,
anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki:
‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.’” (Kasas, 28/76). “O (servet) bana
ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.” (Kasas, 28/78) diyen Kârûn'un
ihtişam içinde kavminin karşısına çıktığı ve dünya hayatını arzulayanların
“Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük
devlet sahibidir” dediği (Kasas, 28/79) ve Tanrı tarafından Kârûn'un sarayı ile
birlikte yerin dibine geçirildiği (Kasas, 28/81) bildirilir.
Görüldüğü
üzere kutsal kitaplarda bilhassa Tevrat ve Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber ile
ilgili anlatılar geniş yer tutmakta, doğumundan ölümüne kadarki süreç ayrıntılı
olarak zikredilmekte, Firavun ve kavmi ile mücadelesi yanında kendi kavmi
İsrailoğulları ile de mücadele etmek zorunda kaldığı anlatılmaktadır. Kutsal
kitaplarda da çokça zikredilen Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile
konuşması ve O'nun tecellîsine mazhar olması, Kızıldeniz'i ikiye yarması,
mucizeleri, verdiği mücadeleler gerek Klâsik Türk edebiyatı müellifleri için
gerekse çağdaş sanatkâr için zengin bir ilham kaynağı olmuş ve Mûsâ Peygamber
bir motif, telmih, kavram, model insan örneği olarak ele alınmıştır. Kutsal
kitaplardaki didaktik unsurlar ve olağanüstülükler de Klâsik Türk edebiyatı
sanatkârlarını Mûsâ Peygamber'in kıssasına yönlendirmiştir.
Yapılan
çalışmada akademik tavır çerçevesinde geleneğin güncellenerek geleceğe
nakledilmesi ve Klâsik Türk edebiyatı çalışmalarına katkı sağlaması
amaçlanmıştır.
Evrenini
Klâsik Türk edebiyatının, örneklemini ise bu gelenek içerisinde yüzyıllar
boyunca kaleme alınmış manzum ve mensur metinlerde yer alan Mûsâ Peygamber ile
ilgili beyit/bent ve anlatıların teşkil ettiği bu çalışmada yöntemsel model
olarak klâsik şerh metodu uygulanacaktır.
Geleneksel
yöntem olarak da adlandırılan klâsik metin şerhi metodu metnin nesre
çevrilmesi, şekil ve muhteva yönünden incelenmesi, edebî sanatlar ve
mazmunların tespiti ve açıklanması gibi başlıklarla metni inceler (Yekbaş,
2008: 203). Klâsik Türk edebiyatı alanında metin şerhi ile ilgilenen
araştırmacıların başında Şerh-i Mütûn Profesörü Ömer Ferit Kam ile Tahirü'l
Mevlevî (Olgun) gelir. Modern bilim anlayışına uygun metin şerhi
çalışmalarının öncüsü ve en büyük ustası olarak Ali Nihat Tarlan'ın adı
zikredilir (Macit, 2014: 337). A. N. Tarlan'ın “Şeyhî Dîvânı'nı Tetkîk”
adlı çalışmasından bu yana Harun Tolasa'nın “Ahmet Paşa'nın Şiir
Dünyası”, Cemal Kurnaz'ın “Hayâlî Bey Dîvânı'nın Tahlili” ile bu
çalışmaları örnek ve model alan başka çalışmalar yapılmıştır (Mengi, 2000: 77).
BİRİNCİ BÖLÜM
Klâsik
Türk şiirinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bu şiiri besleyen ilham
kaynaklarının tespitine ihtiyaç vardır. Geniş bir kültürel yelpazenin ürünü
olan Klâsik Türk şiirinin en önemli ilham kaynaklarından biri “peygamber
kıssaları”dır. Konunun asıl sıklıkla kendisi gösterdiği alan şiir olmakla
birlikte mensur eserlerde de peygamber kıssalarına eserin türüne göre bazen
telmih unsuru olarak bazen de didaktik mahiyette sıkça yer verilmiştir. Telmih,
teşbih, istiare vb. sanatlar vasıtasıyla şiirlerde kullanılan peygamber
kıssaları, Klâsik Türk şiirine büyük bir anlam ve hayal zenginliği katmıştır.
Peygamber kıssalarının Klâsik Türk şiirine yansımalarını tespit etmek, bizi bu
şiirin dünyasına bir adım daha yaklaştırmış olacaktır. Söz konusu çalışma,
Klâsik Türk şiirinin ilham kaynaklarının tespit edilmesi yönüyle öneme haizdir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de en çok zikri geçen peygamber olan Mûsâ Peygamber, Klâsik Türk
edebiyatında da çokça zikredilmiş onun kıssasına telmih yoluyla atıflarda
bulunulmuştur. Bu türden kıssalar geçmişle gelecek arasında köprü kurarlar.
Günümüz şair ve yazarlarına bile ilham vermeye devam eden Mûsâ Peygamberin
kıssası ile ilgili olarak Klâsik Türk edebiyatı alanında muhtelif çalışmalar
yapılmış olmakla birlikte müstakil bir çalışma yapılmadığı tespit edilmiştir.
Zülfi Güler’in “Divan Edebiyatında Peygamber Hikâyelerine Telmihler” adlı eseri
ve Melike Uçar’ın “Klâsik Türk Şiirinde Peygamberler” adlı yüksek lisans tez
çalışmaları ile Adnan Uzun’un “Divan Şirinde Hz. Musa” ve Abdullah Eren'in "Klâsik
Türk Şiirinde Tasavvufî Açıdan Tûr-i Sînâ" adlı makaleleri bu konuda
tespit edilen muhtelif çalışmalardır. Bu çalışmada yukarıda isimleri verilen
kaynaklardan yararlanarak daha kapsayıcı bir çalışma ile gelenekten geleceğe
Mûsâ Peygamber'in hangi yönleriyle Klâsik Türk edebiyatı içerisinde kendisine
yer bulduğu ortaya konacaktır.
Çalışmanın
Birinci Bölümü'nde Mûsâ Peygamber’in Klâsik Türk edebiyatındaki yeri
dîvânlarda, mesnevilerde ve mensur metinlerde ayrı ayrı ele alınıp
değerlendirilecektir. Manzum metinlerde Mûsâ Peygamber'in ele alınışı dîvânlar
ile mesnevilerde farklılık arz ettiği için bu metinler ayrı ayrı ele alınıp
incelenecektir. Çalışmanın örneklemini teşkil eden dîvânlardaki konuyla ilgili
beyitlerin/bentlerin klâsik şerh metoduyla edebî niteliği ortaya konularak Mûsâ
Peygamber ile ilgili kültürel ve estetik arka plân gözler önüne serilecektir.
Yöntemsel
model olarak çalışmaya örnek teşkil edecek olan eserler Ömer Okumuş ve Muhsin
Kalkışım tarafından ortak olarak kaleme alınan “Klâsik Türk, Fars ve Arap
Şiirlerinde Hz. İsâ” adlı kitap ile Seydi Kiraz tarafından hazırlanan “Türk
İslâm Edebiyatında Hz. İsâ” adlı Yüksek Lisans tez çalışmasıdır.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA MÛSÂ
PEYGAMBER
·
1. DÎVÂNLARDA MÛSÂ PEYGAMBER
Mûsâ
Peygamber’in Klâsik Türk edebiyatında dîvânlardaki yerini belirlemek üzere
taranan 85 Dîvân’da tespit edilen beyitler/ bentler, kronolojik olarak
belirlenen başlıklarda gruplanarak değerlendirilecektir. Ele alındığı başlığı
en iyi örneklediği düşünülen beyitler şerh edilecek ve tekrara düşmemek
maksadıyla diğer beyitlerin/bentlerin numaraları ilgili başlığın sonunda
zikredilecektir.
·
1.1. Nil Nehri’ne Bırakılması
Mûsâ’nın
doğmasına yakın yıllarda Firavun, gördüğü bir rüyanın kâhinler tarafından
“İsrailoğulları’ndan bir oğlan çocuğu dünyaya gelecek ve onun eliyle tüm Mısır
halkı mahvolacak” şeklinde yorumlanınca İsrailoğulları’ndan doğacak erkek
çocukların anında öldürülmesi emrini vermiştir. Bu zulüm, Mısır’da ekonomik
hayatın temel taşı sayılan ve her türlü ağır işi görmeye mecbur bir kesim olan
İsrailoğulları’nın erkek nüfusunu azaltmıştır. Böyle olunca üretimin düşüp
işlerin aksamasından halkın şikâyet etmesi üzerine Firavun, doğan erkek
çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl terk edilmesini emretmiştir. Hârûn, doğan
erkek çocukların öldürülmediği yılda dünyaya gelerek yaşama şansına kavuşmuş,
ancak Mûsâ’nın doğumu erkek çocukların öldürüldüğü yıla rastlamıştır (Aydemir
A. , 2014: 114). Mûsâ doğduğu zaman
Firavun’un
zulmünden Mûsâ'ya bir zarar geleceği hususunda annesi endişelenir. O vakit
Mûsâ'nın annesi Tanrı'nın kendisine ilham etmesiyle Mûsâ'yı bir tabut/sanduka
içerisinde Nil Nehri’nin sularına bırakır. Firavun’un karısı Âsiye’nin
cariyeleri sandık içerisindeki bebeği bulup Âsiye’ye götürürler. Firavun’un
karısı bebeği çok sever. Firavun bu durumdan haberdar olduğunda derhal bebeğin
öldürülmesini emreder fakat eşi Âsiye bu duruma müdahale ederek Firavun’u
bundan vazgeçirinceye kadar konuşur, “Benim ve senin için göz
aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât
ediniriz.” der ve Mûsâ, Firavun’un sarayında büyümeye başlar.
Taranan
dîvânlar içerisinde Mûsâ Peygamber’in Nil Nehri’ne bırakılması hadisesine
değinen tek şair 16. yüzyıl şairlerinden Nev’î olmuştur:
Eylegil
tâbût-ı cismün garka-i Nîl-i fenâ
Tâ
bula Mûsî-i cân Fir'avn-ı nefsünden mefer
Nev’î,
Dîvân, K 12/29
“Beden
tabutunu yokluk Nil’inde suya bırak. Tâ can Mûsâ’sı nefsinin Firavun’undan
saklanacak bir yer bulsun.”
Mûsâ
Peygamber’in Nil Nehri’ne bırakılması hadisesine telmihte bulunduğu bu beyitte
Nev’î, bedeni Mûsâ’nın konulduğu tabuta/sandukaya, cânı/rûhu Mûsâ'ya, nefsi
Firavun'a, yokluğu Nil Nehri’ne benzetmiştir. Bedenini yokluk Nil'ine atarsan,
maddî varlığını yok ederek rûhunu nefsin elinden kurtarabilirsin, demiştir.
İbn
Arabî, Füsûsu’l Hikem’de bu husûsun tasavvufî yönü ile ilgili olarak Mûsâ'nın
annesi tarafından sandık içinde denize bırakılmasının görünüşte helâk olduğu
ancak hakikatte bu surette öldürülmekten kurtulduğunu dile getirmiştir (İbn
Arabî, 2014: 251).
Beyitte
Nil, tabut ve Mûsâ kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Çalışmada
dîvânları örnek seçilen 85 şairden sadece Nev’î, Mûsâ Peygamber’in Nil Nehri’ne
bırakılması hadisesine telmihte bulunmuştur.
·
1.2. Mûsâ Peygamberin Dilindeki
Tutukluk
Mûsâ
Peygamber, Firavun’un karısı Âsiye’nin ısrarları ile saraya alınıp evlat
edinilse de Firavun nezdinde henüz tüm şüpheler giderilmemiş ve hareketinden
anlam çıkarıldığı sıkıntılı bir gözetim ve denetim safhasından geçirilmiştir
(Sayı, 2016: 53). Bir gün Firavun, onu kucağına alınca, Mûsâ Peygamber,
Firavun’un sakalını çekip yolar. Bir rivayete göre de elinde oynamakta olduğu
sopa ile Firavun’un kafasına vurur.
Bunun üzerine Firavun
kızıp, öldürülmesi emrini verir, fakat karısı Âsiye bu defa da müdahale ederek
onun daha çocuk olduğunu, bu eylemi bilinçli yapmadığını söyleyerek bunu
ispatlamaya çalışır. Bunun ispatı için de, bir ateş koru ile süs yakutlarından
birini bebek Mûsâ’nın önüne koydurur. Cebrail gelir, ateş korunu bebek Mûsâ’nın
eline aldırır. Bebek Mûsâ ateş parçacıklarını dilinin üstüne koyar, dili yanar
ve kekemeliği bu şekilde meydana gelir. (Sayı, 2016: 53; Köksal, 2016: 13;
Arslan, 2013: 25)
Mûsâ
Peygamber’in dilinde meydana gelen bu tutukluğa Kur’ân-ı Kerîm’de Tâ Hâ
Sûresi’nin 25-36. ayetlerinde şu şekilde yer verilmiştir:
“Mûsâ:
Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı
çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, Kardeşim
Hârûn'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece
seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi
görmektesin. Allah: Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâ Hâ, 20/25-36)
Klâsik
Türk edebiyatında şairler, Mûsâ Peygamber’in dilindeki bu tutukluğa da şu
metinlerde telmihte bulunmuşlardır:
Ey
Yûsuf-ı 'Îsâ-dem-i Mûsâ-lüknet
Zülf-i
ejder ü leb-i rûhda vü hüsn-âfet Nâmun diğer enbiyâ ki etmiş sende İ'câzı bu
evc-i nebîlerün cem'iyyet Fehîm-i Kadîm, Dîvân, R 6
“Ey
Mûsâ dilli İsa nefesli Yusuf, ejder saçlı, ruh dudaklı, güzelliği başa bela
olan! Bütün bu yüce peygamberlerin mucizeleri sende toplandığından senin bir
diğer namın da enbiyâdır.”
·
17.
yüzyıl şairlerinden Fehîm-i Kadîm bu rubaisinde sevgilinin büyüleyici
güzelliğine ilişkin vasıflarını İsâ, Mûsâ ve Yûsuf Peygamberlere ilişkin türlü
mucizevî hususiyetlerle ilişkilendirerek sevgiliyi methetmiş, onu adeta bir
peygamber olarak telakki etmiştir. Beyitte sevgili, nefesinin ölüleri
diriltmesi, can bağışlaması vasfıyla İsâ Peygamber'e, dillere destan güzelliği
hasebiyle Yûsuf Peygamber'e teşbih edilmiştir. “Mûsâ-lüknet” ibaresi ile
de Mûsâ Peygamber'in hem “Kelîm” vasfına hem de dilindeki tutukluğa telmihte
bulunulmuştur.
·
18.
yüzyıl şairi İsmail Hakkî Burusevî ise Mûsâ Peygamber’in dilindeki tutukluğa
sebep olan hadiseye şu beyitle telmihte bulunmuştur:
Kim
durur şol tıfl-ı Fir‘avn-ı zamân Mûsâ gibi Ya dehân içre yedügi ahker u nîrân
nedür
İsmail
Hakkî Burusevî, Müteferrik 4/8
“Şu
zamanın Firavun’unun çocuğu kimdir? Ya Mûsâ gibi ağzının içinde yediği kor ve
ateş nedir?”
Mûsâ
Peygamberin kıssası üzerinden yaşadığı devri sorguladığı bu beyitte şair, Mûsâ
Peygamber’in dilindeki tutukluğa, bu tutukluğa sebep olan küçük bir çocukken
ateş korunu alıp ağzına atması hadisesine ve Firavun (bilhassa karısı Âsiye)
tarafından evlat edinilerek saraya alınması hadisesine telmihte
bulunmuştur.
Güftâr-ı
şeker-bâra gel ey sözleri nâ-yâb
‘Umrân
ola bî-tâb
Meydân-ı
sühandân ile bir mu‘cize in
‘Âciz
ola Musâ
Nigârî,
Dîvân, Müs. 835/6
“Ey
sözleri ender olan, şeker dağıtıcısının sözlerine gel de bitkin olan mutluluk
bulsun. Güzel söz söyleyenlerin meydanından bir mucize gibi in. Mûsâ çaresiz
kalsın.”
Mûsâ
Peygamber'in güzel söz söyleyenlerin meydanında aciz kalması, dilindeki
tutukluğa bir göndermedir. Nitekim Mûsâ Peygamber, dilindeki düğümü çözmesi,
söylediklerini anlaşılır kılması için Tanrı'ya Tûr Dağı'nda yakarışta
bulunmuştur. Beyitte Mûsâ Peygamber'in dilindeki peltekliğe telmihte
bulunulmuştur.
Çalışmada
dîvânları taranan şairlerden sadece üç şairin dîvânlarında; Fehîm-i Kadîm,
İsmail Hakkî Burusevî ve Nigârî'de Mûsâ Peygamberin dilinin peltekliği ile
ilgili telmih unsurlarına rastlanmıştır. Fehîm-i Kadîm, kendi dilindeki
pelteklik dolayısıyla bu hususa telmihte bulunurken İsmail Hakkî Burusevî Mûsâ
Peygamber’in dilindeki peltekliğe sebep olan hadiseye telmihte
bulunmuştur. Nigârî ise Mûsâ Peygamber'in sevgilinin güzel söz söyleyenlerin
meydanına gelmesiyle aciz kalacağını dile getirerek dilindeki peltekliğe telmihte
bulunmuştur.
·
1.3. Şuayip Peygamber ile Alakası ve
Çobanlık Yapması
Şuayip
Peygamber, Medyen ve Eyke halkına gönderilen peygamberdir. Kavmini Hak yoluna
davet ettiği zaman kavmi onu yalanlamış ve ona eziyet etmiştir. Allah o kavmi
çeşitli musibetlerle cezalandırmıştır. Şuayip Peygamber kendisine inananları
yanına alıp Mekke’ye gitmiş ve 300 yaşına kadar Mekke’de ibadetle meşgul olmuştur
(Pala, 2016: 433). Şuayip Peygamber Medyen’de iken kızı Safura’yı Mûsâ
Peygamber’e nikâhlamıştır.
Mûsâ
Peygamber, Mısır’da kazaen bir Mısırlıyı öldürüp başına gelecek kötülüklerden
korkarak kaçıp Medyen’e geldiği zaman Şuayip Peygamber iyice yaşlanmış durumda
olduğundan işleri kızları tarafından görülmekte ve bundan da iş şartlarının
uygun olmaması nedeniyle son derece sıkıntı duymakta, ancak onları zorunlu
olarak göndermekte ve güvenilir bir adama büyük ihtiyaç duymaktadır (Sayı,
2016: 66).
Mûsâ
Peygamber, Medyen’e geldiği zaman bir kuyu başında bir topluluk ve ayrıca
topluluk dışında hayvanlarının başında onları korumaya çalışan iki kadın görür.
Bir kenarda duran bu kadınların hâllerinden etkilenerek onlarla ilgilenir. Mûsâ
Peygamber’in; “Nedir işiniz, ne istiyorsunuz?” sorusuna cevaben kadınlar,
çobanların işleri bitinceye kadar izdiham sebebiyle koyunlarını
sulayamadıklarını, babalarının ihtiyar bir adam olduğunu ve bu işi kendileri
için yapacak bir kimse de olmadığını söylerler. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber bu
iki kadın için onların yerine hayvanları sulama işini yapar. Kızlarından durumu
öğrenen Şuayip Peygamber, kızlarından birini Mûsâ Peygamber’e göndererek
yaptığı sulama işinin ücretini vermek üzere davet ettiğini bildirir. Yalnız ve
aç olmasından dolayı Mûsâ Peygamber gitmekten başka çare bulamaz.
Mûsâ,
Şuayip Peygamberin yanında on yıl çobanlık yapar. Şuayip Peygamber, hikâyelerde
ve beyitlerde Mûsâ ile birlikte, onun vasıtasıyla anılır (Güler, 2006: 92).
Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber ile alakasına, onun yanında çobanlık
yapmasına dîvânlarını taradığımız şairlerden sadece altısı şiirlerinde yer
vermişlerdir. Konuyla ilgili beyitler çalışmanın bu kısmında kronolojik olarak
dikkatlere sunulacaktır:
Peygamberler
tarihine bakıldığında hemen her peygamberin hayatının bir döneminde çobanlık
yaptığı görülmektedir. Çobanlık bir peygamber mesleği olarak bilinir. 13.
yüzyılda Yûnus Emre, Mûsâ Peygamber’in çobanlık yapmasını olgunluk kazanma
yolunda bir merhale olarak görür:
Çobanlık
itmeyince Mûsâ'layın
Kelîm'üm
diyüp Tûr'a göndermeye
Yûnus
Emre, Dîvân, G 326/6
“Mûsâ
gibi çobanlık yapmayınca (Allah) Kelîm’im diye (onu) Tûr Dağı’na göndermeye.”
Mûsâ
Mısır’dan kaçıp Medyen’e geldiği zaman Şuayip Peygamber’in yanında on yıl
çobanlık yapar ve bu hizmetine karşılık Şuayip Peygamber onu kızlarından biri
ile evlendirir. Şâir bu beyitte çobanlığı peygamberlik verilecek derecede
olgunlaşma olarak yorumlamıştır. Ali Sayı, bu hususu şöyle değerlendirmektedir:
“
... Hz. Mûsâ’nın tam da rûhen olgunlaşma sürecinin bu başlangıç merhalesinde
bir Nebi’nin yanında kalması ve ona damat olması son derece uygun görünüyor.
Peygamber olacak bir zatın, peygamberlerin bir aileden peş peşe çıktığı bu
dönemlerde, Nebi olan bir zâtın yanına yetişmesi hiç de mantıksız gözükmüyor.
• Kur’ân’da
kebir bir şeyh olarak vasıflanan bu zatın, İnşaallah’ın anlamına vakıf
olduğunu, Hz. Mûsâ (as) ile iş anlaşması yaptıktan sonra söylediği ‘İnşaallah
beni salihlerden bulacaksın’ âyetinden anlamaktayız.” (Sayı,
2016: 63-64)
Mûsâ’ya
peygamberlik Medyen’deki süreyi tamamlayıp oradan ayrıldıktan sonra Tûr
Dağı’nda verilmiştir. Mûsâ, Tûr Dağı’nda Tuva Vadisi’nde Tanrı’nın nîdâsını
işitir, Tanrı ile konuşur. Kendisine peygamberlik ve mucizeler verilir. Bu
Mûsâ’nın Tanrı ile Tûr Dağı’nda birinci mükâlemesidir. Tanrı ile olan
mükâlemesinden dolayı Mûsâ Peygamber’e “Kelîm/Kelîmu'llâh” denilmiştir. Beyitte
Tanrı’nın Mûsâ’yı Tûr Dağı’na göndermesi, onu peygamber olarak seçip onunla
konuşması, çobanlık yapmak, rûhen kemâl mertebesine erişmiş olmasına bağlanmıştır.
Beyitteki çobanlık etmek, Mûsâ, Kelîm ve Tûr kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
Çü
batn-ı hut eminem çü-zeyl-i Yûsuf pâk Çü Îsî ehl-i necâtem Şu‘aybe çobânem
Hayâlî Bey, Dîvân, G 342/5
“Çünkü
Îsâ (gibi) kurtuluşa erenim, Şuayip'e
çobanım. Çünkü Yûnus gibi
balığın karnından korkusuzum, çünkü Yûsuf’un temiz eteğiyim.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Hayâlî Bey bu beytinde, peygamberlerin öne çıkan özelliklerine
telmihte bulunarak, bu telmih üzerinden kendisini övmüş, kendisini üstün
vasıflara sahip peygamberlere benzeterek mübalağa yapmıştır. Îsâ
Peygamber’in çarmıha gerilmekten kurtarılıp göğe çıkarılarak kurtuluşa ermiş
olmasına, Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber’e çobanlık yapmasına, Yûnus
Peygamber’in büyük bir balık tarafından yutulması hadisesine ve Yûsuf
Peygamber’in iffetli oluşuna telmihte bulunulmuştur.
·
17. yüzyıl
şairlerinden Nâ’ilî ise kalemini Mûsâ Peygamber’in asâsına benzeterek Mûsâ ve
Şuayip Peygamberler arasındaki münasebete şöyle değinir:
Pîr-i
endişe kef-i destime yâ sundu kalem Ya Şu’ayb oldu asâ-dâd-ı kef-i Mûsâyî
Nâ’ilî,
Dîvân, K V/6 “Düşüncenin pîri elimin içine kalem sundu. Sanki Şuayip,
Mûsâ’nın elinin içine asâ veren oldu.”
Mûsâ,
Mısır’dan kaçıp Medyen’e geldiğinde Şuayip Peygamber’in kızı ile evlenmiş ve on
yıl Medyen’de kalıp Şuayip Peygamber’in koyunlarına çobanlık yapmıştır. “Mûsâ
Peygamberin asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrâil bunu Şuayip
Peygambere vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir (İpekten, 1986: 153).”
Beyitte Şuayip Peygamber’in Mûsâ Peygamber’e asâsını vermesi olayına telmihte
bulunulmuştur. Bu asâ mucizevî özelliklere sahip bir asâdır. Şair kalemini,
Mûsâ’nın asâsına benzeterek şairliğini övmektedir. Şair, düşüncenin pîri diye
bahsettiği memdûhunu, eline kalem sunması yönüyle Mûsâ’nın eline asâyı veren
Şuayip Peygamber ile; kalemini de Mûsâ’nın asâsı ile ilişkilendirerek mürettep
leff ü neşr yapmıştır.
17.
yy.’da Vahyî ise Mûsâ ve Şuayip Peygamberleri şu beytinde birlikte anar: Âsâr-ı
iltifât-ı Kelîm ü Şu‘aybdur Buldı bu sâha kesret-i ni‘metle iştihâr
Vahyî,
Dîvân, G 42/4
“Mûsâ
ve Şuayip’in iltifâtından izler taşıyan bu saha nimetin bolluğu ile şöhret
buldu.”
Klâsik
Türk şiirinde, şiirlerin başlıksız olarak yazılması bir gelenek haline gelmiş
olmasına rağmen Vahyî’nin bu beytinin yer aldığı gazelinin başında “În
Der-Tarîk-i Hac Gofte-est” başlığı bulunmakta ve bu başlık bizi beytin işaret
ettiği saha konusunda aydınlatmaktadır. Şair, Hac yolunun Mûsâ Peygamber ve
Şuayip Peygamber’in bakışından izler taşıdığını, nimetlerin bolluğu ile şöhret
bulduğunu ifade ederken söz konusu peygamberlerin kıssasına telmihte bulunan
bir ifade kullanmamıştır. Ancak bu iki peygamberin birlikte anılması bile, Mûsâ
Peygamber’in Şuayip Peygamber ile alakasını çağrıştırmaktadır. Mûsâ
Peygamber’in Şuayip Peygamber ile karşılaşması Medyen’de olmuştur. Medyen
şehri, Kızıldeniz kenarında, Tebük ile aynı hizada ve ona altı merhale
mesafede, ondan daha büyük bir yer olarak tanımlanmakta (Sayı, 2016: 61) ve
Anadolu coğrafyasından hacca gidenler için bu saha uğrak noktası teşkil
etmektedir.
Mûsî-i
cânı râ‘i-i cism ü cevârih et Versin Şu’ayb-ı ‘aşk sana tâ ‘asâ-yı feyz
Esrâr
Dede, Dîvân, G 126/2
“Cânın
Mûsâ’sını beden ve uzuvlarının çobanı yap, aşkın Şuayib’i feyz asâsını sana
kadar versin/uzatsın.”
·
18. yy.
şairlerinden Esrâr Dede bu beytinde, Şuayip Peygamber’in Mûsâ Peygamber’e
verdiği asâya ve Mûsâ Peygamber’in çobanlık yapmasına telmihte bulunmuştur.
Beyitte, cân/ruh Mûsâ’ya benzetilmiştir. Cân insanın manevî, beden ise maddî ve
dünyevî yönüdür. Cânın bedene, uzuvlara çobanlık yapması, bir nevi nefis
terbiyesini, olgunlaşmayı ifade eder. Mûsâ Peygamber de on yıl Şuayip
Peygamber’in koyunlarına çobanlık yaparak peygamber olma yolunda bir olgunluğa
erişmiştir. “Mûsâ Peygamberin asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır.
Cebrâil bunu Şuayip Peygamber'e vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir
(İpekten, Nâ'ilî, 1986: 153).” Mûsâ Peygamber, elindeki bu asâ ile asâyı yılan
şekline sokup canlandırmak, İsrailoğulları’nı Kızıldeniz’den geçireceği zaman
denizi ikiye yarmak, kayadan su çıkarmak ve gökten kudret helvası indirmek gibi
mucizeler göstermiştir (Canım, 2016: 40). Beyitte ise bu asânın feyz veren bir
asâ olduğu ifade edilerek onun mucizevî yönüne de telmihte
bulunulmuştur.
Yedd-i
beyzâ-nümâ-yı Musa'dan Şu'belendi menâkıbât-ı Şuayip
Şeyh
Gâlib, Dîvân, G 21/4
“Şuayip’in
menkabeleri, yedd-i beyzâ mucizesini gösteren Mûsâ’dan dallanıp budaklandı.”
Esrâr
Dede’nin çok yakın arkadaşı olan Şeyh Gâlib ise bu beyitte, Mûsâ Peygamber’in
Şuayip Peygamber ile olan ilişkisine ve “yedd-i beyzâ” mucizesine telmihte
bulunulmuştur. Mûsâ, Mısır’dan Medyen’e geldiğinde Şuayip Peygamber ile
tanışır. Şuayip Peygamber, sekiz-on yıl yanında çalışıp davarlarına çobanlık
yapmasına karşılık kızlarından birini Mûsâ’ya nikâhlar. Süreyi doldurduktan
sonra Mûsâ, ailesiyle birlikte Medyen’den ayrılır. Yolda giderken Tûr Dağı’nda
tecellî sırasında yanan ağacı görür, ağaçtan Tanrı’nın nidasını işitir ve Tanrı
ile konuşur. Bu onun Tanrı ile ilk konuşmasıdır. Kendisine peygamberlik ve yedd-i
beyzâ mucizeleri bu sırada verilir.
·
1.
Mûsâ Peygamber’in Şuayip Peygamber’in yanında çobanlık yapması, onun
peygamberlik yolunda olgunluğa erişme merhalesi olarak görülmüştür.
·
2.
Mûsâ Peygamber’in mucizevî âsâsı, kendisine Şuayip Peygamber tarafından
verilmiştir.
·
3.
Şuayip Peygamber’in menkıbesi, Mûsâ Peygamber ile (onunla tanışması ve
kendisine damat olmasıyla) genişlemiştir.
·
4.
Hac yolunun Mûsâ ve Şuayip Peygamber’in bakışından/iltifatından izler taşıdığı
düşünülmüştür.
·
1.4. Tûr Dağı (Eymen Vâdîsi/Sînâ
Dağı)’nda Mûsâ Peygamber
Tûr
Dağı, Sina Çölü’nde Mûsâ Peygamber’in ilâhî hitabı işittiği dağdır. "Tefsirlerde,
tecellî hadisesinin geçtiği dağın Tûr veya Cebel-i Zübeyr veya Ürdün Dağı
olduğu ifade edilmektedir. Ancak edebiyatımızda bu dağ, hep ilk andığımız
isimle anılmaktadır (Üzgör, 1991: 47). "Mûsâ, Tûr Dağı’na iki kere
gitmiştir. İlk gidişinde kendisine peygamberlik ile birlikte yedd-i beyzâ ve
asâsının yılan olması mucizeleri verilir. İkinci gidişinde ise tecellî hadisesi
gerçekleşir ve Tevrat verilir. Mustafa Sinanoğlu, “Sînâ” maddesinde, Kur'ân-ı
Kerîm'de “Sînâ” kelimesinin, “dağ” anlamındaki “tûr” kelimesiyle birlikte
“Tûriseynâ” (Mü'minûn, 23/20) ve “Tûrisînîn” (Tîn, 95/2) şeklinde iki defa
geçmekte olduğunu ve “tûr” kelimesinin yalnız kullanıldığında (Tûr, 52/1)
“Sînâ” dağını tanımladığını ifade eder. Mustafa Sinanoğlu sözkonusu dağ ile
ilgili olarak şu bilgileri de aktarır: “Kur'ân'da Allah, Sînâ'ya yemin
etmektedir (Tûr, 52/1; Tîn, 95/2). Hz. Mûsâ'nın Allah'ı görmek istemesi üzerine
Allah bu dağa tecellî etmiş ve dağ parçalanmıştır (A'râf, 7/143) . Allah,
Mûsâ'ya dağın sağ tarafından seslenmiş (Meryem, 19/52; Tâ Hâ, 20/80; Kasas,
28/29, 46). İsrâiloğulları'ndan söz almak için dağ üzerlerine kaldırılmış
(Bakara, 2/63, 93; Nisâ, 4/1 54; A'râf, 7/171), burada yetişen ağaç
methedilmiştir (Mü'minûn, 23/20)
(Sinanoğlu,
2009: 222).”
"Tasavvufta
Tûr Dağı, insanın maddî yapısını temsil eder. Nitekim bu maddî yapı, Allah’ın
tecellîsi ile yok olur. Bunun için önce varlığı yok etmek gerekir (Pala, 2016:
461)." Tasavvufta “Tûr”un, nefs anlamına geldiğini belirten Süleyman
Uludağ,
Tûr’un
tasavvufî yönünü şöyle ifade eder:
“Tûr'un
sağ yanından ona seslenmiştik.” (Meryem Suresi 52) mealindeki ayet “Ona nefs
yönünden seslenmiştik.” anlamına gelir. Hz. Mûsâ Allah’a ibadet ederken
üzerinde bulunduğu dağda Allah ona nefs yönünden hitap etmişti. Allah ehlullâha
mağarada, vadide ve halvethanede tecellî ettiği gibi Hz. Mûsâ’ya da dağ başına
tecellî etmişti. Dağın darmadağınık ve hak ile yeksan oluşu (A’raf Sûresi 143)
nefsin Allah ile fani olması demektir. “Tûr’u başlarına kaldırdık,” (Bakara
Sûresi 63,93) ifadesi nefslerini azdırdık, başlarına bela ettik anlamındadır.
Tûr, insan nefsinin bâtılı olup bu da ilahi hakikatten ibarettir.” (Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2001: 355)
Klâsik
Türk şiirinde tecellîye mazhar olması bakımından Tûr-i Sînâ'ya özel bir önem
atfedilmiş olduğunu dile getiren Abdullah Eren, Tûr-i Sînâ Dağı'nın özellikle
aşk, gönül, vücut, insan-ı kâmil, âşık, tevazu, mahviyet, şevk, vecd, cezbe ve
istiğrak gibi bazı tasavvufî kavram ve hâllerin anlatımında temel figürlerden
biri olarak kullanıldığını ifade etmiştir (2018: 197).
·
13. yüzyıl
şairlerinden Yûnus Emre’nin Dîvân’ında Tûr Dağı, toplam 26 beyitte
zikredilmiştir. Yûnus Emre’nin şiirlerinde Tûr Dağı “hâcet-gâh” olması özelliği
ile ön plâna çıkmıştır. Ayrıca söz konusu beyitlerde şair Mûsâ Peygamber’in Tûr
Dağı’na çıkmasına, orada Tanrı’ya yakarışta bulunmasına ve Tanrı’nın
tecellîsini görmesine değinir:
Ne
Tûr’um var ne turagum hîç yirde yokdur karârum Hakk'a münâcât itmege bellü
yirüm olmaz benüm
Yûnus
Emre, Dîvân, G 175/4
“Ne
Tûr’um ne de durağım var, hiçbir yerde (duramam) kararım yoktur. Hakk’a
yalvarmak için benim belli bir yerim olmaz.”
Bir
yerde karar kılmak orada huzur ve sükûnete ulaşıp durmak demektir. Tasavvufta
âşığın gönlü ancak Tanrı’ya ulaştığında, fenâfillâha eriştiğinde sükûnet bulur.
Buna ulaşmak için de her dem Hakk’a yakarışta bulunur. Nitekim Tanrı, kendisini
sevenlerden yakarışta bulunmalarını ister. Yûnus Emre’nin bu beyti “...Artık
hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın vechi (Zat’ı) işte oradadır...”
(Bakara, 2/115) meâlindeki ayeti çağrıştırmaktadır. Şair, Mûsâ Peygamber’in Tûr
Dağı’ndaki yakarışına telmihte bulunmuş, söz konusu hâdisedeki mekân
olan Tûr’un Hakk’a yakarış için sabit bir mekân olmadığını, Hakk’a her yerde
yakarışta bulunulabileceğini ifade etmiştir.
Hâcet
degül ‘âşıklara Tûr'da münâcât eylemek
Ben
kandasam dost andadur her bir yiri Tûr eyleyem
Yûnus
Emre, Dîvân, G 206/6
“Âşıklara
Tûr’da yakarışta bulunmak gerekli değildir. Ben neredeysem dost oradadır, her
bir yeri Tûr eyleyeyim.”
Yûnus
Emre bu beyitte de önceki beyit ile benzer bir şekilde âşıkları Tanrı’ya
yakarışta bulunmak için Tûr Dağı’na ihtiyaç duymadıklarını dile getirir. Aşkın
tecellî yeri gönüldür. Zira bir Hadis-i Kudsî'de “Ben yerlere ve göklere
sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." deniliyor. Şair, ben
neredeysem dost oradadır derken, gönlünde Tanrı’nın nurunun tecellî ettiği
insanın her yeri Tûr eylediğini ifade etmektedir. Osman Kabakçılı, Yunus
Emre’nin kurbet makamına geniş bir yelpazeden bakarak kulun Allah’a yakınlığı
için mekâna ihtiyaç duymadığına ve önemli olanın her an Allah ile olmak
olduğuna vurgu yaparak cem billaha işaret ettiğini ifade eder (Kabakçılı,
2013).
Beyitteki
“Tûr’da münâcât eylemek” ifadesiyle Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda Tanrı’ya
yakarışına telmihte bulunulmuştur.
Dîvân’ında
Mûsâ Peygamberin kıssası ile ilgili telmih unsurlarına çokça yer veren
·
14. yüzyıl
şairlerinden Seyyid Nesîmî, 30 beyitte Tûr Dağı’ndan söz etmiştir. Klâsik Türk
şiirinde Tûr Dağı’nın tasavvufî bağlamda bedene yahut gönle benzetilmesi, Mûsâ Peygamber’in
Tûr Dağı’nda Tanrı’ya yakarışta bulunup Tanrı’nın tecellîsine mazhar olması
yönüyle zikredilmesi yaygındır fakat Seyyid Nesîmî beşerî aşk bağlamında
sevgilinin kimi zaman boyunu kimi zaman yanağını da Tûr Dağı’na benzetmiştir.
Nesîmî,
Tûr Dağı’nın bedene, tecellî nurunun gönle benzetilmesi şöyle ifade eder:
Gönlümüz nûr-ı tecellî cismimizdir kûh-ı Tûr Cânımız dîdâra karşı oldu Mûsî-vâr
mest
Nesîmî,
Dîvân, G 22/29
“Gönlümüz
tecellî nuru, bedenimiz ise Tûr Dağı’dır. Cânımız ilâhî tecellî karşısında Mûsâ
gibi kendinden geçti.”
Tûr
Dağı, tasavvufta insanın bedeni yani maddî yönünü temsil eder. Gönül ise ilâhî
aşk ile dolu olması hasebiyle Tanrı’nın “tecellî-gâhı”dır. Bu beyitte Tûr
Dağı’nın Tanrı’nın tecellîsine tahammül edemeyip parçalanması ve bunu gören
Mûsâ Peygamberin düşüp bayılması hadisesine telmihte bulunulmuştur.
“Dîdâr” kelimesi lügatte; yüz, çehre, göz; görme, seyretme anlamlarındadır.
Tasavvufta ise Allah’ın tecellîsi yerine kullanılır (Pala, 2016: 116). Şair,
ilâhî tecellînin verdiği sarhoşluk konusunda kendisini Mûsâ Peygamber ile
özdeşleştirmiştir. “Tecellî, Tûr ve Mûsâ” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
Tûr
oldur şehâ ki Mûsâ-vâr
Kalb
Tûrunda eyledin mîkât
Nesîmî,
Dîvân, G 31/29
“Ey
şahım! Mûsâ Peygamber gibi davranarak Tûr Dağı’na, kalp Tûr’undan ulaştın.” Tûr
Dağı, Mûsâ Peygamber’in ilâhî tecellîye mazhar olduğu mekândır. Tasavvufta da
gönül ilâhî aşkın tecellî mekânıdır. “Mîkat”, sözlükte, bir iş için belirtilen
vakit, zaman veya yer anlamındadır. (Devellioğlu, 2005: 647) A'râf Sûresi’nin
142-143. ayetlerinde, Mûsâ Peygamber’e ibadet etmesi için otuz gece vade
verildiği, buna on gece daha ilave edilerek Rabbinin tayin ettiği gecenin kırkı
bulduğu, Mûsâ Peygamber’in tayin edilen vakitte Tûr’a geldiği ve Rabbinin
onunla konuştuğu anlatılmaktadır (A‘râf, 7/142-143). Burada Mûsâ Peygamber için
“mîkat” Tûr Dağı’dır. Nesîmî, “Ey şahım” diye seslendiği memduhunu Tûr’a
ulaşması bakımından Mûsâ Peygamber’e teşbih etmiştir. Ayrıca kalp de Tûr
Dağı’na teşbih edilmiştir.
Nesîmî,
şu beytinde ise sevgilinin yüzünü Mûsâ Peygamber’e verilen levhalara; boyunu da
Tûr Dağı’na benzetir:
Yüzündür
levh-ı Mûsâ kâmetin Tûr Hatın Fürkân yüzündür rakk-ı menşur
Nesîmî,
Dîvân, G 65/1
“Yüzün
Mûsâ’nın levhası, boyun Tûr’dur. Yüzündeki ayva tüylerin Kur’ân-ı Kerîm, yüzün
de levh-i mahfûzdur.”
Dünyaya
ait maddî bir güzellik olan sevgilide Nesîmî, Tanrı’nın kudretini görerek ilâhî
aşka yönelmiş ve sevgiliye ait güzellikleri Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı ve
mukaddes kitaplarla ilişkilendirmiş ve adeta özdeşleştirmiştir (Uzun A., 2016:
73). Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’na ikinci çıkışında, kendisine
İsrailoğulları’na tebliği öngörülen ana esasların yazılı olduğu levhalar
verilmiştir (Sayı, 2016: 212). Beyitte sevgilinin yüzü ilâhî bir kitaba, levh-i
mahfûza teşbih edilmiştir. “Hat”, ayva tüyü demek olup kelimenin yazı anlamına
da gelmesi dolayısıyla yazıya benzetilen tüyler, yanak sayfası üzerine yazılmış
yazı olarak tasavvur edilmiştir (Pala, 2016: 196). Sevgilinin boyu ise uzunluğu
yönüyle Tûr Dağı’na teşbih edilmiştir. Beyitte “levha,
Mûsâ
ve Tûr” kelimeleri arasında, ayrıca “hat ve rakk” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
Ey
yanağun Tûr-ı Sînâ v’ey hatun hayy-i kadîm Ol tecellîden çü buldu Hakka ol Mûsâ
Kelîm Nesîmî, Dîvân,
G 266/1
“Ey
yanağı Tûr-ı Sînâ ve yüzündeki ayva tüyleri eskiden beri canlı olan sevgili!
Çünkü o tecellîden o Kelîm diye anılan Mûsâ Peygamber Hakk’ı buldu.”
Sevgilinin
yanağını, kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı’na, Tûr Dağı’nda yanan tecellî
ateşine teşbih ettiği bu beytinde ise Nesîmî bu benzetmeyle sevgilinin
yüzünde gördüğü ilahî kudretin tecellîsini ifade etmektedir (Uzun A., 2016:
73). Ayrıca beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda tecellî ateşini görmesine ve
o ateşe yönelerek Tanrı ile mülakatına, bu mülakat sebebiyle de Kelîm diye
anılmasına telmihte bulunmuştur.
Dîdârunı
ider bu gönül Hakdan arzû Gerçi bilür ki n’oldı tecellîde kûh-ı Tûr
Ahmedî,
Dîvân, G 195/6
"Bu
gönül Tanrı’dan senin yüzünü göstermesini diler ancak Tanrı’nın tecellîsi ile
Tûr Dağı’na ne olduğunu da bilir."
·
14. yüzyılın bir
diğer şairi Ahmedî ise Tûr Dağı’ndan, Tanrı’nın tecellîsi karşısında
parçalanması yönüyle bahseder. Sevgilinin yüzünü görmek isteyen şair, aynı
zamanda buna dayanamayacağından korkmaktadır. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda
Tanrı’yı görmeyi dilediğinde, Tanrı Tûr Dağı’na tecellî etmiş, dağ parçalanmış,
Mûsâ Peygamber de düşüp bayılmıştır. Bu hadiseye de telmihte bulunan
şair sevgilinin dîdârını arzulaması yönüyle adeta kendisini Mûsâ peygamber ile
özdeşleştirmiştir.
Dâ‘î
sakın ki cevrün ile taga düşmesün Mûsî yolında çok kişinün ‘azmi Tûr’adur
Ahmed-i
Dâ'î, Dîvân, G 53/7
“Dâ‘î’nin
cefan ile dağa düşmesinden sakın. Mûsâ ile aynı yolda olan çok kişinin niyeti
Tûr Dağı’na ulaşmaktır.”
Dağlara
düşmek, Mecnûn’u anımsatan bir deyimdir. Bir insan yaşadığı büyük bir üzüntü
dolayısıyla insanlardan uzaklaşıp ıssız yerlerde yaşamak ister. 15. yüzyıl
şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, sevgiliye kendisine cefa çektirmeye devam ederse
üzüntüden dağlara düşebileceğini söyler. Âşığın yegâne gayesi sevgiliye
kavuşmaktır. Beytin ikinci mısraı, Mûsâ Peygamber’in ikinci kez Tûr Dağı’na
çıkışını ve bu husustaki acelesini anımsatmaktadır.
Mûsâ
Peygamber, kavminin tâbi olacağı şeriatın kendisine talim edilmek üzere ilâhî
bir emirle Tûr Dağı’na çağrıldığında, kardeşi Hârûn’u halef tayin ederek
Rabbine gitmekte acele eder (Sayı, 2016: 203). Onun bu acelesinde bir
sabırsızlık ve bir an önce Rabbine kavuşma arzusu vardır. Mûsâ Peygamber gibi
onun yolunda olan gerçek âşıkların da maksadı vuslata ulaşmaktır. Dolayısıyla
şairin, bu beyitte Tûr Dağı’nı bir vuslat makamı olarak tasavvur ettiği
söylenebilir.
·
15. yüzyıl
şairlerinden Şeyhî de Tûr Dağı’ndan gönüle benzetilmesi dolayısıyla söz eder:
Kahr
u celâl-i hecr ile yarıldı Tûr-ı cân Sabr ola mı kılınca tecellî cemâl-i dost
Şeyhî,
Dîvân, G 12/2
“Ayrılığın
büyüklüğü ve yıkıcılığı ile gönül Tûr’u yarıldı. İlâhî cemalin tecellîsi
karşısında sabır (mümkün) olabilir mi?”
Lügatte
zuhûr mânâsına gelen “tecellî”, tasavvufî ıstılahta Allah Teâlâ’nın arifin
gönlünde zâhir olmasıdır (Eraydın, 2004: 197). Maddî âlem olan dünya, gönlü
ilâhî tecellîye mekân olan arif için bir gurbettir. Bu dünya gurbetinde
olmaktan dolayı gönlü ayrılık acısının şiddetiyle Tûr Dağı gibi yarılıp
parçalanmaktadır. Gönlün bu şekilde yarılıp parçalanması da İlâhî cemâlin
gönülde tecellî etmesine bağlanmakta ve Tanrı’nın tecellîsi ile Tûr Dağı’nın
bile paramparça olmuşluğu varken gönlün buna sabır göstermesinin mümkün
olmayacağı ifade edilmiştir. Beyitte, Mûsâ Peygamber kıssasındaki tecellî hadisesine
telmihte bulunulmuştur. “Tûr, tecellî, yarılmak” kelimeleri arasında da tenâsüb;
“cemâl” ve “celâl” kelimeleri arasında da tezat vardır.
Derûnı
pâk idüp gerd-i kederden tûr-ı Mûsâveş Tecellîgâh-ı nûr-ı zât-ı pâk-i kibriyâ
olduk
Süheylî,
Dîvân, G 161/3
“Mûsâ’nın
Tûr’u gibi gönlü keder tozlarından temizleyip İlâhî nurun tecellî yeri olduk.”
·
15. yüzyıl
şairlerinden Süheylî de bu beytinde gönül ile Tûr Dağı arasındaki benzerliğe
değinir. Tasavvufta gönül bir ayna olarak ele alınır. Bu aynada Tanrı’nın
tecellîsi zuhur eder (Pala, 2016: 168). Kalp, bir tecellî aynası olup ilâhî
isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yerdir. İlâhî hitabın
mahalli ve muhatabıdır (Uludağ, 2001: 203). İsmail Hakkı Burusevî ise bu
hususta şunları ifade eder: “Kalp, Mevlâ’nın nazargâhı, hakîkatlerin mahalli ve
cârullahdır. Bir kalpte Hakk’ın muhabbeti ile gayrılarınınki bir arada
bulunmaz. Kalbin selâmeti mâsivâyı unutmaya bağlıdır. Kalp, isteklerini ele
geçirmekten ne kadar kırılırsa, o kadar Allah Teâlâ’nın nurlarının görünmesine
kabiliyet kazanır. (Bursevî, 2012: 54)” Beyitte mâ-sivâ, keder tozlarına, beden/kalp
de Tûr Dağı’na benzetilmiş, keder tozlarından arınan gönül de ilâhî nurların
tecellîgâhı olmuştur. “Tûr, tecellîgâh, Mûsî” kelimeleri arasında da tenâsüb
vardır.
Bu
gün bir meh gönül turın münur itdi tecellâdan Sanasın hurdur indi yire
Firdevs-i a‘lâdan
Cem
Sultan, Dîvân, G CCLII/1
“Bugün
bir ay(yüzlü sevgili) gönül Tûr’unu tecellî ile aydınlattı. Cennetten yere bir
huri indi sanırsın.”
15.
yüzyıl şairlerinden Cem Sultan da bu beytinde Tûr Dağı’na, bir tecellî mahalli
olması dolayısıyla gönül ile benzerliği vesilesi ile yer vermiştir. Sevgilinin
görünmesi şairin gönlünü öyle bir aydınlatmıştır ki, gören adeta cennetten
yeryüzüne bir huri indiğini sanmaktadır. Beyitte “Tûr ile tecellî” ve
“Firdevs-i a‘lâ ile hûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Bitürdün
Eymen-i dilde dıraht-ı îmânı
Ki
göre Mûsî-i cân ‘ışk odından anda şihâb
Hamdullah
Hamdî, Dîvân, K 8/10
“Gönül
Eymen’inde iman ağacını bitirdin. Can Mûsâ’sı onda aşk ateşinden kıvılcım
göre.”
Eymen,
Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda tecellîye mazhar olduğu vadinin adıdır. Lügatte
“sağ taraftaki” anlamı da yer almaktadır (Devellioğlu, 2005: 244). Meryem
Sûresi’nin 52. ayetinde de Mûsâ Peygamber’e Tûr Dağı’nın sağ tarafından
seslenildiği belirtilmektedir. Beyitte gönlün Tûr Dağı’na benzetilmesinden
hareketle gönüldeki iman da (Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü) ağaca
benzetilmiş, Tanrı’ya ulaşmayı (fenâfillâhı) arzulayan cânın/ruhun da Mûsâ
Peygamber gibi gönül Tûr’undaki iman ağacında aşk ateşinden kıvılcımları
görebileceği ifade edilmiştir. “Mûsâ, Eymen, dıraht ve şihâb” kelimeleri
arasında tenâsüb vardır. “Eymen-i dil”, “dıraht-ı îmân” ve “Mûsî-i cân”
terkipleri ise birer teşbih-i beliğdir.
Hüsrevâ
gül ruhunun şevkıla gülşende turup Tûr-veş her şecer üstine hezâr oldı Kelîm
Mihrî Hatun, Dîvân, K XIII/12
“Ey
padişah olan sevgili! Mûsâ senin gül yanağının arzusuyla gül bahçesinde durup
Tûr Dağı gibi her ağaç üstünde bir bülbül oldu.”
Mûsâ
Peygamber, Tûr Dağı’nda Tanrı ile mülakatından dolayı Kelîm veya Kelîmu'llâh
diye de anılır. Mihrî Hatun, Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamber’in gördüğü alevler
içindeki ağaçtan bahsederken adeta bir tablo çizer ve gül bahçesinde sevgilinin
yanağının kızıllığı ile şecer-i Tûr’un alevlerini bütünleştirir. Sevgilinin
yüzünün güzelliği bütün kâinatı aydınlatan bir ışık gibidir, ışığıyla âleme
aydınlık veren sevgilide Allah’ın nuru tecellî etmiştir (Ay, 2009: 126). Klâsik
Türk şiirinde rengi dolayısıyla sevgilinin birer gülü andıran yanakları, bir
gonca olan ağzı, yüz ve kulakları ile birlikte adeta bir gül bahçesi olarak düşünülür.
Bazen sevgilinin semti, vuslatı, aşkı ve kendisi de bir gül bahçesine
benzetilir (Pala, 2016: 173). Bu gül bahçesi tablosunda bülbül de Tanrı’yı
görme arzusuyla timsalleşen Mûsâ Peygamber’e benzetilmiştir. Bülbül de Klâsik
Türk edebiyatında şakıyışıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilisinin
güzelliklerini anlatan ve ona aşk sözleri arz eden bir âşığın timsalidir (Pala,
2016: 77). Beyitte “gül-gülşen-hezâr” kelimeleri arasında ve “Tûr-şecer-Kelîm”
kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Mûsâ Peygamber’in Tanrı ile
konuşmasına ve Tûr Dağı’nda gördüğü ağaca telmihte bulunulmuştur.
Seng-diller
ne revâdur bu ki dîdâra baka Tûr-ı hırmânda hasret çeke Mûsî-i Kelîm
Mesîhî,
Dîvân, G 165/4
“Taş
gönüller sevgilinin yüzüne bakarken Kelîm olan Mûsa’nın mahrumiyet Tûr’unda
hasret çekmesi ne kadar uygundur? ”
Mesîhî,
Tûr Dağı’na, burada Mûsâ Peygamber’in Tanrı’yı görmek isteyip de görememesi
nedeniyle bir mahrumiyet atfeder. Sevgiliyi görmeyi dileyip de buna mazhar
olamayan, sevgilinin yüzünü görmekten mahrum olan âşık, Tûr Dağı’nda Tanrı’yı
görmeyi dileyip “Len terânî” (A'râf Sûresi 7/143) cevabına muhatap olan,
sonrasında ilâhî tecellîye bile bakmaya dayanamayıp düşüp bayılan Mûsâ
Peygamber’e benzetilmiş ve söz konusu hadiseye telmihte bulunulmuştur.
Âşık sevgilinin yüzüne hasret bir şekilde mahrumiyet çekerken taş gönüllüler
yani rakipler sevgilinin yüzüne bakmakta ve bu durum bir tezat
oluşturmaktadır. Şair, bu durumu uygun görmemektedir. Beyitte “Tûr, Mûsî-i
Kelîm, dîdâr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
·
16. yüzyıl
şairlerinden Hayretî ise şu beyitte vücudunu Tûr Dağı’na benzetir:
Tûr-ı
Mûsîdür tenüm gönlümde nûr-ı ‘ışk-ı pâk Şol tecellî nârıdur kim Vâdî-i
Eymendedür Hayretî, Dîvân, G 58/2 “Vücudum/varlığım Mûsâ’nın Tûr’udur.
Gönlümdeki saf aşkın nuru sanki Eymen Vadisi’ndeki o tecellî ateşidir.”
Klâsik
Türk şiirinde şairler bazen gönlü bazen de bedeni Tûr Dağı’na benzetirler.
Hayretî de bedenini Tûr’a benzetirken gönüldeki ilâhî aşkın nurunu da Eymen
Vadisi’ndeki tecellî ateşine benzetmiştir. Mûsâ Peygamber’ın Tûr Dağı’nda
gördüğü tecellî ateşine telmihte bulunulmuştur. “Nâr” ile “nûr”
kelimeleri arasında da hem tezat hem de iştikak vardır. Kur’ân’da
yaklaşık 140 yerde geçen ve ateş, sıcaklık anlamına gelen “nâr” kelimesinin
“nûr” ile aynı kökten geldiğini ifade eden Necmettin Şahinler pozitif oluş
prensibinin zulmete karşı aydınlık olarak “nâr” ve “nûr” olmak üzere iki
tecellî sergilediğini; bunlardan ilkinin “celâl”, ikincisinin de “cemâl”
tecellîsi olduğunu ifade eder (Şahinler, 2012: 20).
Çemendür
Vâdi-i Eymen şükûfe ile dırahtın hem Tecellî nûruna müstağrak olmuş Tûra
benzetdüm Hayâlî Bey, Dîvân, G 9/3
“Eymen
Vadisi çimenliktir; çiçek ile ağacını tecellî nurlarına batmış Tûr’a
benzettim.”
·
16. yüzyılın önde
gelen şairlerinden Vardar Yeniceli Hayâlî Bey, çiçeklerle donanmış bir ağacı
renk ve şekil benzerliği kurarak tecellî nurlarına gark olmuş Tûr Dağı’na, Tûr
Dağı’nın bulunduğu Eymen Vadisi’ni de bir çimenliğe benzetmiştir.
Beyitte
“şükûfe-dıraht-çemen” kelimeleri arasında ve “Vâdî-i Eymen-Tecellî-Tûr”
kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Ger
tecellî itmese Mûsâya nûr-ı nâr-ı ‘ışk
Bir
kadem basmazdı ol vâdî-i Eymenden yana
Muhibbî,
Dîvân, G 53/4
“Eğer
aşk ateşinin nuru Mûsâ’ya görünmese, o Eymen Vadisi’nden yana bir adım
basmazdı.”
16.
yüzyılın şair padişahlarından Muhibbî, Mûsâ Peygamber’in Eymen Vadisi’ne
yönelmesinin sebebini orada aşk ateşinin nurunu görmesine bağlar. “Mûsâ
Peygamber'i o tarafa çeken Allah'ın kudret ve irâdesidir (Öztürk, 2016: 51).”
Beyitte
“vâdî-i Eymen-Mûsâ-tecellî-nûr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Mûsâ
Peygamber’in Tûr Dağı’na yönelişi, orada tecellîye mazhar oluşu hadisesine de telmihte
bulunulmuştur.
16.
yüzyıl şairlerinden Bursalı Rahmî, Tûr Dağı’ndan Cebel-i Mûsî diye bahseder:
Bî-basîret olımaz müdrik-i feyz-i dîdâr Herkese nûr görünmez Cebel-i Mûsîden
Bursalı
Rahmî, Dîvân, Beyitler/8
“Basiret
sahibi olmayanlar senin yüzünün nurunu idrak edemezler, nur Mûsâ Dağı'ndan
herkese görünmez.”
“Dîdâr”,
tasavvufî ıstılahta “ilâhî güzelliği temaşa, sevgili” (Uludağ, 2001: 107); feyz
ise “sâlikin çalışması ve çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından onun
kalbine herhangi bir hususun verilmesi” mânâsındadır (Uludağ, 2001: 137). İlâhî
güzelliğin ilhamını idrak edebilen kimselerin sezgisiz, öngörüsüz olamayacağını
ifade eden şair, herkesin Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı’nda gördüğü nuru
göremeyeceğini ifade eder. Necmettin Şahinler, bu hususta şöyle bir tespit
ortaya koyar: "Nûra giden yol, nâr’dan geçmektedir ve nefsinin ateşini
görmeyen, rûhunun nûruna ulaşamaz (Şahinler, 2012: 21)." Beyitte Mûsâ
Peygamber’in Tûr Dağı’nda ilâhî tecellîye şâhit olması hadisesine telmihte
bulunulmuştur.
16.
yüzyıl şairlerinden Behiştî ise şu beytinde sevgilinin boyunu Tûr Dağı’ndaki
ağaca benzetmiştir:
Kabâ-yı
sebzile kadd-i bülendün ey sehî-servüm Dıraht-ı vâdi-yi Eymen ‘izârun âteş-i
bâlâ Behiştî, Dîvân, G 10/2
“Ey
boyu servi gibi olan sevgili! Yeşil elbisenle uzun boyun Eymen Vadisi’nin
ağacı, yanağın da onun üstündeki ateş(i andırır).”
Yeşil
renkli elbise giyen uzun boylu sevgiliyi şekil ve renk yönünden Tur Dağı’nın
ağacına teşbih eden şair, sevgilinin yanağını da renk bakımından bu
ağacın üzerinde ateş olarak tasavvur etmiştir. Beyitte Mûsâ Peygamber’in Tûr
Dağı’nda gördüğü alevler içindeki ağaca, şecer-i Tûr'a telmihte
bulunulmuştur.
Çerâgı
vâdi-i Eymen ocagından uyarursın Eger pervâneveş biryân idersen murg-ı idrâki
Behiştî,
Dîvân, G 515/4
“Eğer
akıl kuşunu pervane gibi yandırırsan çırağını Eymen ocağından yakmış (gibi)
olursun.”
Farsça
bir kelime olan “çerağ” aslında kandilin fitili demek olup mecaz-ı mürsel yoluyla
sonraları “kandil” yerine kullanılmıştır. Türkçesi “çırağ” şeklinde olup
tarikatlarda her türlü ocak, mum, lamba, kandil gibi her türlü ışıklandırma
aracına çerağ denilmiş ve çerağın yakılması veya söndürülmesi gerektiği
durumlarda çırağı yak veya çırağı söndür demek yerine çırağı uyandır veya
çırağı dinlendir, denilmiştir (Keklik, 2017: 150). Pervane, gece kelebeği de
denilen kanatlı küçük bir böcektir. Gözleri çok küçük olan bu hayvan gündüzleri
karanlık yerlerde bulunur, ortalık kararınca gördüğü ışığa doğru uçar. Gözleri
kamaştığı için ayrılamayarak fener, mum, ampul gibi şeylere çarpar ve
nihayetinde kanatları, vücudu yanar. Şark edebiyatında pervane mumun, yani
ışığın âşığıdır. Pervanenin şuursuzca yanması da aşk sebebiyledir (Onay, 2007:
314-315). Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşten beyitte “Eymen ocağı”
diye bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber’in gördüğü ateşle ilgili olarak bazı
müfessirler Mûsâ Peygamber’in görmüş olduğunun aslında ateş olmayıp, tersine
Allah’ın nûru olduğu görüşündedir ve onlara göre ateş kelimesinin zikredilme
nedeni ise Mûsâ Peygamber’in onu ateş zannetmesinden kaynaklanmaktadır
(Şahinler, 2012: 20). Akıl kuşunu pervane gibi yandırmak, aşkın verdiği
sarhoşlukla aklın devre dışı olmasını, şuursuzca aşk ateşine yanmayı ifade eder
ki bu noktaya gelmiş kişi çırağını Eymen ocağından yandırmış gibi olur. Beyitte
Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşe telmihte bulunulmuştur.
Ayrıca “çerağ, uyandırmak, ocak” kelimeleri arasında ve “çerağ, pervane”
kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
16.
yüzyılda mesnevi alanında tanınmış şairlerden olan Taşlıcalı Yahyâ Bey şu
beytinde Tûr Dağı’nı bir kurbiyet makamı olarak görür:
Lâyık-ı
nûr-ı tecellâya ne lâzım kûy-ı yâr Hak Ta‘âlâ ehl-i ‘ışka her makâmı Tûr ider
Yahyâ
Bey, Dîvân, G 79/3
“Tecellî
nuruna layık kimseye sevgilinin yurdu(na varmak) ne gerek. Tanrı aşk ehline her
makamı Tûr eyler.”
Kalp/gönül,
ilâhî tecellînin mekânıdır ancak tecellî nuru her gönülde yer bulmaz. Zira
tasavvufta gönül bir ayna olarak telakki edilir ve ancak gönül aynası temizse
ilâhî nurların tecellîsi söz konusu olur. Gönlü tecellî nurlarına layık olacak
derecede gönül aynası temiz kimse Tanrı’nın kendisine şah damarından daha yakın
olduğunu (Kaf Sûresi 50/16), nereye döner ise Tanrı’nın yüzünün/zatının orada
olduğunu (Bakara Sûresi 2/115) hakkıyla idrak eden aşk ehli kimse için her
makam bir Tûr olmuştur. Beyitte Tûr Dağı Tanrı’ya yakın olmada bir makam olarak
tasavvur edilmiştir. Nitekim Mûsâ Peygamber Tanrı ile Tûr Dağı’nda konuşmuş,
kendisine peygamberlik burada verilmiştir. Aynı zamanda Mûsâ Peygamber “Erînî”
diyerek Tanrı’yı görmeyi dilediğinde Tanrı, Tûr Dağı’na tecellî etmiştir.
Beyitte Tûr Dağı’nın Tanrı’ya kurbiyet makamı olarak tasavvuru ile bu hususlara
telmihte bulunulmuştur.
Pîr-i
‘ışk oldum depem agardı ey Yahyâ benüm Tûr-veş envâra gark itdi bahâristânumuz
Yahyâ
Bey, Dîvân, G 165/7
“Ey
Yahyâ aşkın pîri oldum, tepem ağardı. Bahar bahçemizi Tûr Dağı gibi nurlara
gark etti.”
Farsça
bir kelime olan “pîr”, yaşlı, koca anlamına gelmekle birlikte bir tarikat veya
sanatın kurucusu olan kimselere de pîr denilmiştir. Yahyâ Bey bu beytinde ise
kendisini aşkın pîri olduğunu, saçının başının ağardığını ve bu haliyle nurlara
gark olmuş Tûr Dağı’na benzediğini ifade etmiştir.
Edirneli
Nazmî ise devenin hörgücünü Tûr Dağı'na benzetir:
Şütürle
hücre o şâha degül mi ‘izzet-i tam Kim ola Tûr-ı şütür hücre vâdî-i Eymen
Edirneli
Nazmî, Dîvân, K 4/29
“Hücre
ile deve o şâha noksansız yücelik, kudret değil mi? Deve Tûr’u, Eymen Vadisi de
hücre ola.”
16.
yüzyıl şairlerinden Edirneli Nazmî’nin “Kasîde-i Şütür-i Hücre”sinde geçen bu
beyitte deve demek olan “şütür” ile Tûr Dağı arasında, hücre ile de Eymen
Vadisi arasında şekil bakımından bir benzerlik ilgisi kurulmuştur. Devenin hörgücü
şekil bakımından dağa, Tûr Dağı’na benzetilmiştir. “Hücre” kelimesi sözlüklerde
“göz, odacık” (Devellioğlu, 2005: 388), “bazı tekke ve mescitlerin çevresinde
bulunan ve halvete çekilmek için kullanılan odalar” (Uludağ, 2001: 175)
anlamlarında
kullanılmıştır.
Beyitte “şütür” kelimesinin insanın maddî varlığını, “hücre”nin de gönlü temsil
ettiği ifade edilebilir. Klâsik Türk Edebiyatında “şütür ve hücre” çok farklı
çağrışımlarla şiirlere konu olmuştur. Bu konuda 16. yüzyıl şairlerinden
Âgehî’nin bir “Şütür Kasidesi” (Pektaş ve Ünal, 2013) ve yine aynı yüzyılda
yaşayan Tatavlalı Mahremî’nin de “Şütür-nâme” adıyla mensur bir hikâyesi
(Demirel, 2005) vardır. Beyitte “şütür” ile “hücre” ve “Tûr” ile “vâdî-i Eymen”
arasında tenâsüb vardır.
Gönül
nûr-ı tecellî ile ‘Âşık Tûra dönmişdür Fürûg-ı âfitâb-ı ‘âlem-ârâdan ferâgum
var
Âşık
Çelebi, Dîvân, G 83/6
“Ey
‘Âşık! Gönül tecellî nuru ile Tûr’a dönmüştür. Âlemi süsleyen güneşin nurundan
vazgeçtim.”
Gönlünün
tecellî nurları ile dopdolu olası yönüyle Tûr Dağı’na benzediğini söyleyen 16.
yüzyıl şairlerinden Âşık Çelebi, bu beytinde kendisine nîdâ ile “‘Âşık”
diye seslenmektedir. Şairin gönlündeki tecellî nûru o kadar kuvvetlidir ki
şair, âlemi aydınlatan güneşin aydınlığından bile vazgeçmiştir. Zira güneşin
aydınlığı maddî âleme aittir. Gönüldeki tecellî nuru ise ilâhîdir, manevî bir
aydınlıktır. Beyitte gönül, Tûr’a teşbih edilmiştir. “Tûr, tecellî”
kelimeleri arasında ve “âfitâb, fürûg, nûr” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
İdüp
eczâmı kül ol âteş-i ruhsâr ser-tâ-pâ Sanasın yakdı Tûrı pertev-i envâr
ser-tâ-pâ
Cinânî,
Dîvân, G 1/1
“Yanağının
ateşi uzuvlarımı baştan ayağa kül etti. Sanasın nurların parlaklığı Tûr’u
baştan ayağa yaktı.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Cinânî ise mübalağa ile baştan ayağa yanıp tutuşan, kül
olan bedenini tecellî nurlarının parlaklığı ile baştan ayağa yanan Tûr Dağı’na teşbih
etmiştir. Bu teşbihte beden ile dağ arasında şeklî bir benzerlik vardır.
Oysa tasavvufta Tûr Dağı, mecazî olarak insanın bedenini, maddî yönünü temsil
eder. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yanağı rengi bakımından gül, gülistan,
gülşen, gülzâr, gonca, lâle, şarap gibi unsurlara benzer (Canım, 2016: 102). Bu
beyitte ise sevgilinin yanağı rengi ve parlaklığı bakımından ateşe teşbih
edilmiştir. Ayrıca bu ateşin, âşığın bedenini yakıp kül edecek kadar güçlü
olduğu ifadesinde de mübalağa vardır. “Kül, ateş, yakdı, pertev”
kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Şu
âteşden yanar dâg-ı derûnı ehl-i 'aşkun kim Kül eyler nârınun bir lem'ası bin
Tûr-ı Musa'yı Nev'î, Dîvân,
G 537/3
"Aşk
ehlinin içi yakan ateş öyle bir ateştir ki onun bir parıltısı bin tane Mûsâ'nın
Tûr'unu kül eder."
Nev'î,
ilâhî aşk ile dolu olan bir gönlü yakan aşk ateşinin bir parıltısının bile bin
tane Tûr Dağı'nı kül edecek güçte olduğunu ifade ederek mübalağa yoluyla
gönüldeki ilâhî aşkın yüceliğini bile getirir ve bu yüceliği dile getirirken de
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe telmihte bulunur. Beyitte
"âteş, yanmak, kül, nâr, lem'a" kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
17.
yüzyılın kaside ve hicivleriyle ünlü şairi Nef’i, içindeki âhın ateşini Tûr
Dağı’nın ateşini alevlendirecek bir kıvılcım olarak tasavvur eder:
Olurdu
vâdî-i Eymen gülistân-ı Halîlullâh Alevlendirse ger âh-ı derûnum âteş-i Tûrı
Nef’î, Dîvân, K 35/40
“Tûr’un
ateşi gönlümdeki/içimdeki âhı alevlendirse Eymen Vadisi, İbrahim Peygamber’in
gül bahçesi olurdu.”
İbrahim
Peygamber, Arapların ve İsrailoğulları’nın, kendinden sonraki nebilerin ve
İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in atası olarak kabul edilen büyük
peygamberlerdendir. Dinler tarihinde, diğer mucizelerinden ziyade Nemrud
tarafından içine atıldığı ateşin gül bahçesine dönüşmesi ve kurban mucizeleri
ile bilinir. Hanif lâkabı ve Halilullah adı ile de anılan İbrahim
Peygamber, cömertliğine yapılan göndermelerde Halil İbrahim adıyla
anılır (Pala, 2016: 196-197). Beyitte, İbrahim Peygamber’in atıldığı ateşin gül
bahçesine dönüşmesi hadisesine ve Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda gördüğü ateşe telmihte
bulunulmuştur. Ateşin Türk ve dünya edebiyatında sayısız esere konu olduğunu ve
pek çok benzetmede kullanıldığını ifade eden Nesibe Yazgan Uslu, Klâsik Türk
edebiyatı bağlamında ateşin öncelikle âşığın içinde bulunduğu aşk ıstırabı
olduğunu, âşığın sevgilisine duyduğu hasretin kendisini ateş şeklinde gösterip
âşığı yaktığını dile getirir. Ayrıca ateşin, Nemrud’un İbrahim Peygamber’i
ateşe atması ve Sînâ Dağı’nda Mûsâ Peygamber'in yaşadığı hadise sebebiyle de
şiirlerde sık sık telmih unsuru olarak kullanıldığını ifade eder (Yazgan Uslu,
2015: 1235-1236). Bir acı ünlemi olan âh, Klâsik Türk şiirinde aşk ateşiyle
gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür. Âşık bazen öyle ateşli âh eder ki
onun göğe doğru yükselen ateşinden gökteki yıldızlar, güneş ve ay yanıp tutuşur
(Pala, 2016: 10). Bu beyitte ise şair, gönlündeki âhın kıvılcımlarının Tûr
Dağı’ndaki ateşi alevlendirdiğini ifade ederek mübalağa yapmıştır.
Ayrıca beyitteki “vâdî-i Eymen ile Tûr” kelimeleri arasında ve “gülistan,
Halîlullâh, ateş ve alev” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Yine
tâb-ı temîzî zerd idüp evrâk u eşcârı Dönüp her kûh-ı Tûr’a itdi peydâ her
şecer-bârı
Nev’î-zâde
Atâyî, Dîvân, K 5/1
“Yine
temiz tabiatı ağaçları ve yaprakları sarartıp, her ışık saçan ağacı Tûr Dağı’na
döndürüp ortaya çıkardı.”
17.
yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî, Sadrazam Nâsûh Pâşâ için yazdığı bu
kasidesinde sonbaharda sararan yapraklarıyla ışık saçan her ağacı Tûr Dağı’nın
ağacına benzetmiştir. Şiirlerde “şecer-i Tûr” adıyla anılan bu ağaç, Mûsâ
Peygamber’in Tûr Dağı’na ilk gidişinde yolunu kaybedip bir ateş ararken
gördüğü, uzaktan bir ateş yalını zannedip yanına yaklaşınca aydınlığının
Tanrı’nın nurundan olduğunu anladığı ağaçtır. Beyitte sararıp ışık saçan ağaç
ve yaprakların Tûr Dağı’na döndürüldüğü söylenmiş ancak asıl olarak Tanrı’nın
nuruyla ışık saçıp göz kamaştıran Tûr Dağı’ndaki ağaç kastedilmiş ve
dolayısıyla mecaz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. Ayrıca beyitte “kûh-ı Tûr
ile şecer” ve
“evrâk ile eşcâr” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
17.
yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî üslûbunun önde gelen şairlerinden biri olan
Fehîm-i Kadîm, "Dîvân"ında 16 yerde Tûr Dağı'ndan bahseder.
Tâ
çeşm-i hakîkatle nigâh itmeye Mûsâ Hep Tûr idügin vâdi-i kuhsârı ne bilsün
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, K IV/5
“Mûsâ,
hakikat gözüyle bakmadıkça, vadilerin ve dağların hepsinin Tûr olduğunu nereden
anlasın?”
Fehîm-i
Kadîm, bu beytinde hakikat gözüyle bakması bilen kişi için bütün dağ ve
vadilerin aslında Tûr Dağı olduğunu, yani Tanrı’ya yakınlığın belirli bir mekân
(Tûr Dağı) ile değil hakikat gözüyle bakmayı bilmekte olduğunu ifade eder. Zîrâ
beyitte Mûsâ Peygamber dahi hakikat gözüyle bakmadıkça bütün vadi ve dağların
Tûr olduğunu ne bilsin diyerek “hakikat gözüyle bakabilme”nin önemini dile
getirmiştir.
Hüsni
ki pertev sala bir gülşene
Hârları
hep şerer-i Tûr' dur
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, G LXXIV/4 “(Sevgilinin) güzelliği, bir gül bahçesine ışık
saçsa, o bahçenin bütün dikenleri Tur Dağı'nın kıvılcımı olur.”
Fehîm-i
Kadîm, bu beytinde ise sevgilinin güzelliğini göz alıcılığı yönüyle ışığa,
aleve benzetmiş ve sevgilinin güzelliğinin ışık saçtığı gül bahçesindeki
dikenler ise şekil bakımından benzerlik kurularak kıvılcıma, Tûr Dağı'nın
kıvılcımına benzetilmiştir. “Ateş” ve “Tûr Dağı” Sebk-i Hindî şairlerinin
şiirlerinde ön plana çıkan kavram ya da imaj sayılabilecek unsurlardandır
(Babacan, 2012: 432). Bu iki kavramı bir beyitte toplayan Fehîm-i Kadîm, bu
noktada Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü alevler içindeki ağaca da telmihte
bulunmuştur. Beyitte ayrıca “gülşen, hâr”, “şerer, pertev” kelimeleri arasında
da tenâsüb vardır.
17.
yüzyılın Mevlevî şairlerinden Cevrî ise şu beytinde, Tûr Dağı'nı aşkın arşı
olarak nitelemiştir:
Ben
kelîm-i kelâm-ı râz-ı dilem Ârş-ı a‘lâ-yı ‘ışk Tûrumdur
Cevrî,
Dîvân, G 46/3
“Ben
gönül sırlarının sözlerini söyleyenim. Aşkın yüce arşı benim Tûr Dağı'mdır.”
“Arş” kelimesi lügatte “çardak, çadır; çatı, dam; dokuzuncu gök; taht” gibi
anlamlarla anılır (Devellioğlu, 2005: 39). “Göğün en yüksek yeri, en büyük
felek kabul edilen, dinî ve tasavvufî birçok anlamı ihtiva eden arş kelimesi,
Divan’da daha çok mimari unsurların yüksekliği ve güzelliğinin; memdûhun şahsı,
makamı, ahlâkının güzelliği veya yüksekliğinin teşbih unsurudur (Aydın, 2010:
95).” Beyitte kendini Mûsâ Peygamber'e teşbih eden şair, Tûr Dağı'nı ise
aşkın yüce arşı olarak nitelendirmiştir. "Kelîm" lügatte söz
söyleyen, konuşan manasına gelmekte ayrıca Mûsâ Peygamber, Tûr-ı Sînâ'da
Tanrı'yla konuşmasından dolayı bu unvanla anılmaktadır (Devellioğlu, 2005:
504). Beyitte, Tûr Dağı ile Kelîm arasında tenâsüb; ayrıca “kelâm,
kelîm” sözcükleri arasında da iştikak vardır.
Sebk-i
Hindî üslûbunu benimseyen 17. yüzyıl şairlerinden İsmetî, Dîvân'ında Tûr
Dağı'ndan sadece bir beyitte söz eder:
Tahammül
bâde-i hüsn ü cemâle hayli müşkildir Kemîne reşha-i câm-ı tecellî mest eder
Tûrı İsmetî, Dîvân, G 104/3
“Güzellik
ve cemâl şarabına dayanmak oldukça zordur, tecellî şarabının küçücük bir
damlası bile Tûr’u sarhoş eder.”
Beyitte
Tanrı’nın Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamber’e tecellîsi hadisesine telmihte bulunulmuştur.
Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı’nda Tanrı’yı görmeyi dilediğinde “Len terânî” yani
“Sen beni asla göremezsin.” cevabına muhatap olmuş ve Tanrı, “Fakat şu dağa
bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!” diye buyurmuştur. Tûr
Dağı Tanrı’nın tecellî nuruyla paramparça olmuş, Mûsâ da baygın düşmüştür.
Hüsn-ü mutlak olan Tanrı’nın güzelliği beyitte sarhoşluk verici özelliği
yönüyle şaraba teşbih edilmiştir. Şair, tecellî şarabının küçücük bir damlası
bile Tûr Dağı’nı paramparça etmişken güzellik ve cemâl şarabına dayanmanın zor
olduğunu ifade etmiştir. “Sebk-i Hindî şairlerinin şiirlerinde ayrı bir yer
işgal eden Tûr Dağı, şiirlerde nefsi ve maddi varlığı temsil etmesi sebebiyle
tasavvufî anlamda da kullanılmıştır (Canım, 2016: 613).” Bu noktada “Tûr”
kelimesini tevriyeli olarak hem “Tûr Dağı” hem de “insanın maddî yapısı”
şeklinde anlamlandırmak gerekmektedir. Beyitte ayrıca “bâde, câm, mest”
kelimeleri ve “Tûr, tecellî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Dîvân'ında
6 beyitte Tûr Dağı'ndan söz eden Ümmî Sinan, şu beyitte gönül-Tûr Dağı
benzerliğine yer vermiştir:
Gönlümün
Tûrında Musâ gibi ednâdur bu cân Hem tecellu nurına giryân olam her dem
senün
Ümmî
Sinan, Dîvân, G 92/3
"Bu
can gönlümün Tûr'unda Mûsâ gibi (Tanrı'ya) yakın oldu. Her an senin tecellî
nuruna ağlayayım."
Tûr
Dağı'nı Tanrı'ya yakın olma hususunda bir makam olarak gören Ümmî Sinan bu
noktada kendisini Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. Beyitte gönlün
Tanrı'nın tecellî nurlarıyla dolu olması yönüyle Tûr Dağı'na benzerliği dile
getirilmiştir. Beyitte geçen "ednâ" kelimesi daha yakın manasında
olup “O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu.” mealindeki Necm
Sûresi'nin 9. ayetinden kısmî iktibas yapılmıştır.
·
17. yüzyıl Klâsik
Türk şiirinde önemli bir yeri olan şairlerden Nâ'ilî, Dîvân'ında 13 beyitte Tûr
Dağı'ndan söz etmiştir.
Yazdıkça
vasf-ı zâtını dest-i hayâlde
Pür-tâb
olur zebân-ı kalem şem -i Tûr’dan
Nâ’ilî,
Dîvân, K XXII/18
“Senin
vasıflarını yazdıkça hayal elinde kalemin dili Tûr'un mumundan aydınlanır.”
Sözlükte “insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı şey.” (Devellioğlu, 2005:
346) demek olan hayal, soyut bir kelime iken Nâ’ilî, bu beyitte hayali
"dest" kelimesi ile somutlaştırmıştır. Klâsik Türk şiirinde hayal
kavramının çeşitli teşbih ve mecazlarla kullanıldığını ifade eden Gülay
Karaman, şairlerin “bahr, deryâ, arûs, şebistân, genc, gencîne, gevher,
gülistân, çemenistân, bahâr, fânûs, mihr, mûm, deyr, sanem, büt, sümnât,
meydân, murg, şâhîn, şehbâz, dest, âgûş” gibi kelimelerin yardımıyla hayal
kavramını soyutluktan kurtararak somutlaştırdıklarını ifade eder (Karaman,
2016:
124).
Bu beyitte ise hayal bir “el” olarak tasavvur edilmiştir. Hattat Mehmet Paşa'ya
sunduğu kasidesinin bu beytinde şair, memdûhunu överken, onun vasıflarını dile
getirirken kaleminin dilinin Tûr Dağı'nın mumundan, yani Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda gördüğü tecellî ateşinden aydınlandığını ifade etmektedir. Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı’nda kendisine tecellî eden nurdan sonra nutka gelişine telmih
yapılan bu beyitte şairin kalemi, hayal gücü sayesinde Mûsâ Peygamber gibi
beliğ, fasih sözlerin tercümanı olur (Karaman, 2016: 124). Beyitte ayrıca
“yazdıkça, kalem, zeban” ve “şem, pür, tâb” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
Mûsâ
göremez Tûr u şecerde bizi billâh Biz şu le-i sîmâ-yı tecellâda nihânız
Nâ’ilî,
Dîvân, G 135/5
“Mûsâ,
billâhi bizi Tûr Dağı'nda ve tecellî ağacında göremez. Biz tecellî yüzünün
güzelliğindeki nurda gizliyiz.”
Bu
beyitte ise Nâ’ilî, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi
hadisesine telmihte bulunmuştur. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda ve şecer-i
Tûr'da Tanrı'yı Hz. Muhammed'in miraçta gördüğü gibi gerçekten görmemiş sadece
konuşmuştur (İpekten, 2004: 196). Bu hususu Ömür Ceylan şöyle değerlendirir:
“Hz.
Mûsâ, Allâhü Teâlâ'yı görmek istemiş fakat tecellîye tâkât getiremeyeceği
bildirilerek yalnız mükâlemeye mazhar olmuştur. Bu sebeple Kelîm sıfatıyla
anılır. Rü'yet-i hak Peygamber Efendimiz'e (sas) ise arşın fevkinde nasîb
olmuştur. Yâni rü'yet, fenâ halindeki basîret gibi değildir ve Hz. Peygamber'e
mahsustur. Hz. Mûsâ'nın rü'yeti âlem-i zâhirde taleb ettiği, Hak Teâlâ'nın
"dağa" (7/143) buyurmasından anlaşılıyor. Resûlullâh'ın makâmı
makâm-ı rü'yet ve Hz. Mûsâ'nın makâmı makâm-ı hitâbdır ki bu makâmda baştan
ayağa gûş kesilmiştir.” (Ceylan, 2000: 681)
Mûsâ
Peygamber, maddeye ait bir peygamberdir (İpekten, 2004: 196). Tanrı'yı da dünya
gözüyle görmeyi dilemesi, ancak Tûr ve şecerde görememesi de dağ ve ağacın da
madde olmasından dolayıdır (İpekten, 2004: 197). Yüz tasavvufî açıdan,
Tanrı'nın insanda tecellî ettiği yer olarak algılanmış olup aydınlık ve parlak
olması sebebiyle vahdeti sembolize eder (Canım, 2016: 131). Yüzdeki tecellî
nuru ise manevîdir.
Manevî
bir aydınlık olan tecellî nurunda gizli olan Tanrı'yı Mûsâ Peygamber'in dünya
gözüyle görmesi mümkün değildir. Beyitte "Mûsâ, Tûr, şecer, tecellâ,
şu'le" kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Neşâtî
ise şu beytinde sevgilinin yanağını parlaklığı yönüyle Tûr Dağı'nın
ateşine/mumuna benzetmiştir:
Mihr-i
ruhun ki şem‘-i şebistân-ı Tûrdur Bir nim-zerre şu‘lesi ‘alem-güdaz olur
Neşâtî,
Dîvân, G 32/3
“Yanağının
güneşi ki Tûr gecesinin mumudur. Bir parça alevi bile âlemi eritir/yakar.”
Klâsik
Türk şiirinde sevgilinin yüzü başlı başına güneşe teşbih edilmesinin yanı sıra
zaman zaman yanak da güneş gibi tasavvur edilebilir (Ay, 2009: 132). Neşâtî,
sevgilinin
yüzünü parlaklığı yönüyle güneşe teşbih ederken diğer taraftan Tûr Dağı'nın
mumu ile ilişkilendirir. “Tûr gecesinin mumu” ibaresi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'ndaki macerasına da telmihte bulunulmuştur. Mûsâ Peygamber,
Medyen'den ailesiyle birlikte ayrılıp yola düştükten sonra Tûr Dağı'nda soğuk
bir gece vakti yolunu kaybeder, ıslanan çakmağı da ateş almayınca çaresizlik
içinde kıvranırken uzakta parlayan bir ateş görür, yol sormak ve ateş almak
maksadıyla gördüğü ateşe yaklaşınca ateşin bir ağaçtan çıktığını fakat ağacı
yakmadığını görür (Aydemir A. , 2014:122; Canım, 2016: 613). Şair, sevgilinin
yanağının güneş gibi parlak ve yakıcı olmasının yanı sıra Tûr Dağı'ndaki
tecellî ateşi gibi manevî bir nuru olduğunu da ifade etmektedir. Nitekim
tasavvufta da yüz vahdeti sembolize eden bir unsurdur. Sevgilinin güneş gibi
parlak olan, Tûr Dağı'ndaki tecellî ateşine benzeyen yanağının alevinin bir
zerresinin bile âlemi eritecek/ yakacak kadar kuvvetli bir yakıcılığa sahip
olduğu ifade edilerek mübalağa yapılmıştır.
Bir
bencileyin cân ile dîdarına ‘âşık Bir sencileyin meş‘ale-i Tûr ele
girmez Fevzî, Dîvân, G 72/7
“Benim
gibi yüzünün güzelliğine âşık bir can ile senin gibi Tûr meşalesi ele girmez.”
Şiirlerinde Sebk-i Hindî üslûbu özellikleri görülen 17. yüzyıl şairlerinden
Fevzî, bu beytinde sevgiliyi göz alıcı güzelliği yönüyle Tûr Dağı'nın
meşalesine/ateşine teşbih etmiştir. Bu benzetmede ayrıca Tûr Dağı'nın
yüceliğinde sevgilinin erişilmezliği, sevgiliye ulaşmanın zor olduğu anlamı da
sezdirilmektedir. Boyu Tûr Dağı gibi uzun olan sevgilinin Tûr Dağı'nın ateşi
gibi parlak ve nurlu yüzünün güzelliğine meftûn; aciz, zavallı bir âşık
portresiyle karşımıza çıkan şair, sevgilinin boyunun uzunluğu, yüzünün göz
alıcı parlaklığı ölçüsünde kendi aczini dile getirerek hem bir mübalağa yapmış
hem de bir tezat oluşturmuştur. Ayrıca beyitte “dîdâra âşık olma” ve
buna erişememe durumu ile “meş'ale-i Tûr” terkibi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine telmihte bulunulmuştur.
Dil
ki murg-ı lâne-zâd-ı nâr-ı İbrâhîmdür Şu’le-zâ-yı gülsitân-ı Tûrdur her nağmesi
Besnili
Nehcî Dede, Dîvân, G 340/3 “Gönül, İbrahim'in atıldığı ateşteki
yuvasında doğmuş bir kuştur ve onun her bir nağmesi Tûr'un gül bahçesinde
kıvılcımlar saçar.”
17.
yüzyıl şairlerinden Besnili Nehcî Dede bu beyitte kuşa teşbih ettiği
gönlün İbrahim Peygamber'in atıldığı ateşte bir yuvası olduğunu, bu yuvada
doğduğunu ve bu kuşun nağmelerinin kızıllığı ile bir gül bahçesini andıran Tûr
Dağı'nda kıvılcımlar saçtığını dile getirirken gül-bülbül mazmununa yer
vermiş ve ayrıca İbrahim Peygamber'in ateşe atılması hadisesi ile Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda ilâhî nuru görüp de ateş sanması hadisesine telmihte
bulunmuştur. Beyitte ayrıca “murg, lâne, gülsitân, nağme” kelimeleri arasında;
“nâr, İbrahim” kelimleri arasında ve “Tûr, şu'le, nâr” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
17.
yüzyılın yaşayan ve hikemî şiirin öncüsü olan Nâbî de şu beytinde gönlü bir
“tecellîgâh” olarak tasavvur eder:
Tîre-hâl
ü zahmdâr ü pür-gubâr olsa n’ola Girde-i nakş-ı tecellîgâh-ı Eymendür gönül.
Nâbî,
Dîvân, G 490/7
"Gönül
bazen karanlık, yaralı, tozlu da olsa bir şey olmaz. O (gönül), Eymen / Tûr
Dağı gibi tecellîlerin merkezidir."
Beyitte
Nâbî, gönlün zaman zaman türlü dert ve sıkıntılarla yaralanmış, kimi zamanda
karamsarlığın karanlığına bürünmüş, keder tozlarına bulanmış olsa da her
hâlükârda Tanrı'nın tecellî nurlarının mekânı olduğunu, bedenin/benliğin Tûr
Dağı'na teşbihinden hareketle gönlün ilâhî tecellîlerin odak noktası
olduğunu dile getirmektedir. “Eymen, tecellîgâh” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
Sebk-i
Hindî şairlerinden Arpaemînizâde Sâmî ise sevgilinin cemâlinin şimşeğini Tûr
Dağı'ndaki ateşe benzetir:
Tûr-i
‘aşkam ben tecellîden beri ey mâh-rû Şu’le-i berk-i cemâlün nâr-i Eymendür bana
Arpaemîni-zâde
Sâmî, Dîvân, G 7/3
“Ey
ay yüzlü! Ben tecellîden beri aşkın Tûr’uyum. Cemâlinin şimşeğinin kıvılcımı
benim için Tûr Dağı’ndaki ateştir.”
Beyitte
“Eymen, Tûr, tecellî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. “Eymen” diye
bahsedilen yer, Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı’nda Tanrı tecellîsine mazhar olduğu
yerdir. “Tasavvufi şiirde, evrende her zerre ilâhî manayı gösteren birer
tecellîdir. Görebilene tüm kâinat tecellî nurlarıyla dolu gözükür. Tanrı'nın
tecellîsinin görülebildiği her yer, her olgu, her yaratılmış, her gönül
Tûr'dur. İnsanın gönlü ve cismi de Tanrı'nın tecellî ettiği yer olarak Tûr'a
benzetilir.” Şair sevgiliyi gördüğü andan beri gönlünün bir tecellî yeri
olduğunu ifade etmektedir. Sevgilinin cemalinin şimşeğinin kıvılcımlarını da
Tûr Dağı‘ndaki ateşe benzetmiştir. Gönlünü aşkın Tûr’u yapan şair, sevgilinin
cemalinden dolayı gönlünde hâsıl olan ateşi, kıvılcımları da Tûr Dağı’ndaki
yanan ateşe, ağaca benzetmiştir. Şimşek ile Tûr Dağı’ndaki yanan ağaç arasında
parlaklık ve şekil bakımından da bir benzerlik söz konusudur.
Üslûp
bakımından Nâbî'nin yolundan giden bir hikemî tarz şairi olan 18. yüzyıl
şairlerinden Haşmet ise yazmış olduğu Ramazaniye'de minareleri Tûr Dağı'nın
ağacına benzetir:
Oldu
her câmi-i vâlâ cebel-i Nûr’a nazîr Her minâre şecer-i Tûr gibi şule-feşân
Haşmet,
Dîvân, K 20/3
“Her
kutsal cami Nûr Dağı'na benzedi, her minare ise Tûr Dağı'nın ağacı gibi ışık
saçmakta.”
Ramazan
aylarında camilerin, minarelerin mahyalarla aydınlatılıp süslenmesi geleneğinin
vurgulandığı beyitte şair, camileri Muhammed Peygamber'e ilk vahyin geldiği dağ
olan Nûr Dağı'na, minareleri ise şekil ve parlaklık bakımından Tûr Dağı'nın
ağacına teşbih etmiştir. Ayrıca beyitte cami-minare kelimeleri arasında tenâsüb
vardır.
·
18. yüzyılın
Mevlevî şairlerinden Esrâr Dede ise vücudunu cılızlığı bakımından Eymen
Vadisi'ndeki ağaca benzetir:
Nahle-i
“Vâdî-i Eymen”dir bu cism-i lâgarım
Şu‘le-i
Tûr-ı tecellî berk-i âhımdır benim
Esrâr
Dede, Dîvân, G 178/10
“Bu
cılız bedenim Eymen Vadisi'nin ağacıdır. Tecellî Tûr'unun kıvılcımları benim
âhımın şimşeğidir.”
Cılız
bedenini mübalağa yoluyla kuru bir ağaca teşbih eden, düşkün bir
âşık portresi çizen Esrâr Dede onu Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber'in gördüğü ağaç
ile özdeşleştirir. Klâsik Türk edebiyatındaki âşık portresinin en önemli
özelliklerinden biri de çektiği âhlardır. Âhını göğe yükselmesi,
yakıcılığı ve parlaklığı yönüyle gökle ilgili bir unsur olan şimşeğe teşbih
eden şair, Tûr-ı şecerin kıvılcımlarının aslında kendisinin âhının şimşekleri
olduğunu ifade eder. Beyitte “nahle-i Vâdi-i Eymen” ile “şu‘le-i Tûr-ı tecellî”
arasında tenâsüb vardır ve Mûsâ Peygamber'i Tûr'da gördüğü yanan ağaca da telmihte
bulunulmuştur.
18.
yüzyıl şairlerinden Şeyh Gâlib ise şu beytinde şecer-i Tûr ile darağacı
arasında bir ilgi kurar:
Aşk
âteş-i tecellî-i Mansûrdur bana Her çûb-ı dâr bir şecer-i Tûrdur bana
Şeyh
Gâlib, Dîvân, G 1/1
“Aşk,
benim için Mansûr’da tecellî eden ateş gibidir. Her darağacı, benim için Tûr
dağındaki ağaçtır.”
Gâlib
için, aşk Mansûr’da görünen ateş; darağacı da Tûr Dağı’ndaki ağaçtır. Hallâc-ı
Mansûr (857-922), edebiyatta çokça anılan ünlü bir sûfîdir. Şeriata uymayan
sözlerinden ve hususiyle “Ene’l-Hak” demesinden dolayı fakihlerin fetvasıyla
önce bin değnek vurulmuş, sonra el ve ayakları kesilmiş, nihayet asılmış ve
vücudu yakılıp külü Dicle’ye atılmıştır. Mansûr, tarikat mensupları ve
mutasavvıflar arasında maksat ve gaye uğrunda Allah yolunda asılmayı göze alan
bir fedai timsalidir. Klâsik Türk şiirinin en mühim mazmun teşkil eden bir
mevzuudur (Onay, 2007: 266-267). Tasavvufta en önemli unsur aşk olup,
mutasavvıflara göre Tanrı’ya ancak aşk yoluyla varılır. Madde olan Tûr Dağı,
aşk tecellî ettiği zaman parça parça olmuştur. Mansûr, ilâhî aşk ile kendinden
geçmiş ve kendini feda ederek fenâfillâha erişmiştir (İpekten, 2006: 41).
Mansûr’da tecellî eden ve onu darağacına oradan da Tanrı’ya kavuşturan aşktır. Mansûr,
dâr, ateş kelimeleriyle Mansûr’un ölümüne telmihte bulunulmuştur. Şair,
kendisinin de Mansûr gibi ilahî aşkın esiri olduğunu anlatmaktadır.
Çalışmada
dîvânları taranan 85 şairden 63'ü toplamda 364 beyitte Tûr Dağı'ndan
bahsetmişlerdir. Tablo ve grafikten elde edilen bulgulara göre Tûr Dağı'nı en
çok zikreden şair Nesîmî'dir. Daha sonra Yûnus Emre, Yahyâ Bey ve diğer şairler
gelmektedir. Dîvânları taranan 13.-14. yüzyıl şairlerinin divanlarında (4 şair)
63 beyitte, 15. yüzyıl şairlerinin divanlarında (11 şair) 27 beyitte, 16.
yüzyıl şairlerinin divanlarında (27 şair) 74 beyitte, 17. yüzyıl şairlerinin
divanlarında (19 şair) 104 beyitte, 18. yüzyıl şairlerinin divanlarında (13
şair) 79 beyitte ve 19. yüzyıl şairlerinin divanlarında (4 şair) 17 beyitte Tûr
Dağı'ndan söz edilmiştir. Bu sonuçlara göre özellikle 17. yüzyıl şairleri
şiirlerinde diğer yüzyılların şairlerine göre Tûr Dağı'na daha geniş ölçüde yer
vermişlerdir. Bunda Sebk-i Hindî akımının etkisi söz konusudur. Şairler
genellikle aşağıdaki hususlar etrafında Tûr Dağı'ndan bahsederek Mûsâ
Peygamber'in kıssasına telmihte bulunmuşlardır:
·
1.
Gönül tecellî nurlarıyla dopdolu olması yönüyle Tûr Dağı'na
benzetilmiştir.
·
2.
İlâhî tecellîye mazhar olma ve Tanrı'ya yakınlık makamı olarak görülmüştür.
·
3.
Gönlünü masivadan temizleyen kimselerin Tûr Dağı gibi tecellîye mazhar olacağı
ifade edilmiştir.
·
4.
Aşkın yüce arşı olarak nitelenmiştir.
·
5.
Kimi şairler saçının başının ağardığını ve bu haliyle nurlara gark olmuş Tûr
Dağı'na benzediğini ifade etmişlerdir.
·
6.
Sevgilinin boyu uzunluğu dolayısıyla Tûr Dağı'na teşbih edilirken
sevgilinin yanağı da rengi ve parlaklığı dolayısıyla bu ağacın üzerinde bir ateş
olarak tasavvur edilmiştir.
·
7.
Sevgilinin yanağı kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı'na, Tûr Dağı'nda
yanan tecellî ateşine benzetilerek sevgilinin yüzünde görülen ilâhî kudretin
tecellîsi ifade edilmiştir.
·
8.
Kimi beyitlerde çiçeklerle donanmış bir ağaç, kimi beyitlerde de mahyalarla
süslenmiş bir minare renk ve şekil benzerliği kurularak, tecellî nurlarına gark
olmuş Tûr Dağı'na benzetilmiştir.
·
1.4.1. Tûr Dağı’nda Mûsâ Peygamberin
Gördüğü Ateş
Mûsâ
Peygamber, Şuayip Peygamber’in yanında on yıl hizmette bulunduktan sonra
Medyen’den ayrılıp Tûr Dağı’na doğru yönelir. Gece vakti yolunu şaşırdığında
uzaktan bir ateş görür. Ateşe yaklaştığında en alt dallarından en tepesine
kadar bembeyaz bir ateş kuşanmış ve olabileceği en büyük ateşle ve ışıkla
tutuşmuş yanmakta olan yemyeşil ağaç görür (Şahinler, 2012: 20). Bu ağaçtan
Klâsik Türk edebiyatı şairleri “nahl-i tecellâ” ve “şecer-i Tûr” diye söz
ederler. Mûsâ Peygamber’in gördüğü ateşle ilgili olarak bazı müfessirler Mûsâ
Peygamber’in görmüş olduğunun aslında ateş olmayıp, tersine Allah’ın nuru
olduğu görüşündedir ve onlara göre ateş kelimesinin zikredilme nedeni ise Mûsâ
Peygamber’in onu ateş zannetmesinden kaynaklanmaktadır (Şahinler, 2012: 20).
Klâsik Türk edebiyatında şairler, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ilâhî
nuru ateş sandığında söylediği “ânestü nâra” sözünü de bir telmih unsuru olarak
kullanmışlardır. Bilhassa bu şairlerin başında 14. yüzyıl şairlerinden Nesîmî
gelir.
Ânestü
nâran şerhine Mûsâ ne bilsin yâ şecer Anı bana sor sen ki ben ol nûr u ol nâr
olmuşum Nesîmî, Dîvân, G 250/2
“Bir
ateşe yaklaştım, demek suretiyle görünen nûru ateş sanan Mûsâ ve o ağaç,
bundaki sırrı ne bilsin? Sen bunu bana sor ki ben hem o beliren nur, hem o ateş
olmuşum.”
Kur'ân-ı
Kerîm'de (Tâ Hâ Sûresi 20/10) konuyla ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in geceleyin
ailesine bir ateş gördüğünü, ondan kendilerine bir parça getirebileceğini veya
orada bir rehber bulabileceğini söylediği anlatılmaktadır. “Bir ateş gördüm.”
anlamındaki “ânestü nârân” lafzının Nesîmî tarafından birçok şiirde iktibas
edildiğini dile getiren Reyhan Keleş, Nesîmî’ye ait bu tarz ifadelerin fenâ
makamında vecd halinde söylenmiş sözler olduğunu dile getirir (2013: 109).
Gönlünde tecellî eden ilâhî nurların şevkiyle adeta sarhoş olmuş, tüm benliğini
kaybedip tasavvufî tabiriyle fenâfillah mertebesinde erişmiş olan şair bu
noktada Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda görüp de ateş sandığı ilâhî nurun da
ateşin de kendisi olduğunu ifade eder. Mûsâ Peygamber'in de Tûr-ı şecerin de
ilâhî tecellînin sırrına eremediğini dile getirirken gönlündeki ilâhî aşkın
verdiği sarhoşluğun şiddetini de mübalağa yoluyla ortaya koyar.
Çalışmanın
örneklemini oluşturan dîvânlardan Ahmedî Dîvânı'nda 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinilmiştir:
Mûsi-yi
‘İmrân bigi bah agaca gör nice Şem‘-i şükufe yanar tal u budag üstine
Ahmedî,
Dîvân, G 597/2
“İmrânoğlu
Mûsâ gibi ağaca bak, dal ve budak üstünde yanan çiçeğin mumunu gör.” Ağacın dal
ve budakları üzerinde açan çiçekleri göz alıcı rengi ve kızıllığı ile şair alev
olarak tasavvur ederek bu hâli ile ağacı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda görüp
de ateş sandığı ilâhî nurun yansıdığı ağaca teşbih etmiştir. İmrân oğlı
Mûsâ'nın Tûr'daki ağaca bakması hadisesine telmihte bulunulmuştur.
Ayrıca “ağaç, şükûfe, dal, budak” kelimeleri arasında ve “şemc,
yanmak” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Çalışmanın
örneklemini oluşturan Şeyhî Dîvânı'nda 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda
gördüğü ateşe değinilmiştir:
Bülbül
kelâmın anla ki dîdâr-ı gül sana Yaprak içinde görüne çün âteş-i Kelîm
Şeyhî,
Dîvân, Mus 2-I/9
“Bülbülün
sözünü anla ki gülün yüzü sana yeşil yaprak içinde Kelîm'in ateşi gibi
görünsün.”
Yeşil
yaprak içindeki gülün yüzünü gülün kırmızı renginden, kızıllığından dolayı Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzeten şair, gülün didarının ancak
bülbülün sözünün anlaşıldığında görülebileceğini dile getirirken “Kelîm” ve
“dîdâr görmek” kelimeleri ile arka plânda Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi
istemesi mazmununa yer verir. Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda ateş sandığı nura
doğru yaklaştığında o nurun böğürtlen (Mûsâ ağacı) veya Avsece ağacından
yalınlandığını, ta semâdan oradaki büyük bir Avsece ağacına kadar uzandığını,
dumansız büyük bir ateş olduğunu ve yeşil bir ağacın ortasından yalınlandığı
hâlde ağacın yeşilliğini artırmaktan başka bir şey yapmadığını görür (Köksal,
2016: 25). Beyitte yeşil yaprak içinde gülün dîdârının görünmesi ibâresiyle bu
hususa telmihte bulunulmuştur. Beyitte geçen “kelâm” ile Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşmasından dolayı aldığı ünvan olan “Kelîm” aynı
kökten türeyen kelimeler olduğundan ötürü iştikak sanatı vardır. Ayrıca
“bülbül, gül” ve “gül, yaprak” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.
·
15.
yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî ise Dîvân'ında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinmiştir:
Dem-be-dem
Mûsî bigi Hakk’a münâcât idesin Göstere sana anun himmeti Tûr u şeceri
Karamanlı
Aynî, Dîvân, K 31/28
“Mûsâ
gibi an be an Hakk’a yakarışta bulunasın. Sana onun (Tanrı’nın) himmeti Tûr
Dağı’nı ve ağacı sana göstere.”
Mûsâ
Peygamber, Tûr Dağı’nda yakarışta bulunarak Tanrı’yı görmeyi diler. Onun bu
yakarışına Klâsik Türk Edebiyatı şairleri şiirlerinde sıkça yer verir. 15.
yüzyılın sonlarında yaşamış olan Karamanlı Aynî de Mûsâ Peygamber gibi ısrar ve
samimiyetle yakarışta bulunulduğunda Tanrı’nın himmeti ile tecellîye mazhar
olunabileceğini dile getirmiştir. Beyitte Mûsâ Peygamber’in yakarışına ve Tûr
Dağı’nda gördüğü ağaca telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “Tûr, şecer, Mûsâ”
kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.
Rûz-u
şeb şevk-ı tecellâ-yı cemâl-i dil-rübâ
Berk
urur gönlümde nâr-ı Vâdî-i Eymen gibi
Zâtî,
Dîvân, G 1762/2
“Gönül
alan sevgilinin cemâlinin tecellîsinin şevki gönlümde gece gündüz Eymen
Vadisi'nin ateşi gibi şimşek çakar.”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Zâtî ise bu beytinde sevgilinin cemâlini görme iştiyakıyla
gece gündüz yandığını, bu iştiyakın gönlünde adeta Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda gördüğü ateş gibi şimşekler çaktığını ifade etmektedir. Mûsâ
Peygamber'in kıssası bağlamında sevgilinin cemâlinin görünmesi Tanrı'nın
tecellîsine, bu iştiyakla gece gündüz yanan âşığın gönlündeki ateş ise Eymen
Vadisi'nin ateşine teşbih edilmiştir.
16.
yüzyıl şairlerinden Behiştî, Dîvân'ında bir tek şu beyitte Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinir ve sevgilinin yanağının rengini
Tûr Dağı'nın ateşine benzetir:
Ruh-ı
yâri görünce karşudan ‘ussum gidüp düşdüm Temâşâ eyledüm Mûsî gibi san ‘âteş-i
Tûr’ı Behiştî, Dîvân, G 505/2
“Karşıdan
sevgilinin yanağını görünce aklım gitti, düştüm. Sanki Mûsâ gibi Tûr Dağı'nın
ateşini seyrettim.”
Klâsik
Türk şiiri geleneğinde sevgilinin yanağı kırmızılığı, beyazlığı, parlaklığı,
yuvarlaklığı ve üstündeki ayva tüyleri ile şairin dikkatini çeken bir güzellik
unsuru olup çeşitli teşbihlere konu olmuştur (Ay, 2009: 132). Behiştî ise
bu beyitte
sevgilinin
yanağının parlaklığını Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe, ilâhî nûra
teşbih etmiştir. Mûsâ Peygamber'in kıssasında anlatıldığına göre Tanrı,
Mûsâ Peygamber'in isteği üzerine dağa tecellî etmiş, bu tecellîye bakmaya
dayanamayan Mûsâ Peygamber aklı gidip düşüp bayılmıştır. Beyitte bu hususa telmihte
bulunulmuş, Mûsâ Peygamber'e teşbih edilen âşığın canı sevgilinin
tecellî etmesine dayanamadığı için Mûsâ Peygamber'e benzemektedir.
16.
yüzyılda yaşayan, asıl adı Yahyâ olan Nev'î ise şu beytinde sonbaharda
yaprakları sararan ağacı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetir:
Çemenlerde zahir olup genc-i Karun Şecer nâr-ı Mûsâ'nun oldı misâli
Nev’i,
Dîvân, K 52/2
“Çimenlikte
Kârûn'un hazinesi göründü, ağaç Mûsâ'nın ateşi gibi oldu.”
Klâsik
Türk şiirinde kasidelerin nesib bölümünde en fazla işlenen mevsim bahar olmakla
birlikte diğer mevsimlere de yer verilir. Nev'î'nin bu beytinin yer aldığı
kaside bir hazaniyyedir. Çemen, ağaç ve yaprak Klâsik Türk şiirinde
hazan mevsimi ile ilgili unsurların başında gelir. Hazan mevsiminde ağaçlar
sararan yapraklarıyla şairlere farklı ilhamlar verir. Ağacın dalında sararan
her yaprak şekli ve rengi dolayısıyla altına benzetilir ve sararan yaprakların
rüzgâr etkisiyle yere dökülmesiyle bahçeler altınla dolar (Erkal, 2001: 113).
Edebiyatta zenginliği ve cimriliği ele alınan Kârûn, Mûsâ Peygamber'in
kavminden hatta akrabalarındandır. Çok zengin ancak cimri ve zalim bir kimse
olan Kârûn Tanrı tarafından kendisine büyük bir servet verilmesine rağmen zekât
vermeyerek zenginliği ile kibirlenmesi yüzünden Mûsâ Peygamber'in duası
vasıtasıyla servetiyle birlikte yere geçmiştir (Pala, 2016: 258).
Çimenlikte
yerde biriken sarı yaprakları şair altın gibi sarı olması, çok olması ve yere
serili olması yönüyle Kârûn'un hazinesine benzetmiştir. Üzerinde sararmış
yapraklarıyla ağacı ise bu hâliyle renginin ateşi andırmasından hareketle Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe, şecer-i Tûr'a benzetmiştir. Şecer-i
Tûr'a ve Kârûn'un zenginliğine telmihte bulunulan bu beyitte şecer ile
çemen kelimesi arasında, ayrıca “genc-i Kârûn” ile “Mûsâ” arasında tenâsüb
vardır.
Çalışmanın
örneklemini oluşturan eserlerden Âgâh Dîvânı'nında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe değinilmiştir. Âgâh aşağıdaki beytinde şairliğini
övmek maksadıyla “kalem”i ile “nahl-i tecellî” arasında ilişki kurar:
Nihâl-i
hâme-i Âgâhdan gayri bu gülşende
Eger
nahl-i tecellî olsa huşk oldukda bersüzdür
Âgâh,
Dîvân, G 46/5
“Bu
gül bahçesinde Âgâh'ın kaleminin fidanından başkası tecellî ağacı bile olsa
kuruduğunda meyvesizdir.”
Şairlik
sanatını bir gül bahçesine benzeten şair, kaleminin fidanının bu gül bahçesinde
çokça meyve verdiğini ifade ederek şairlik gücünü över. Bu övgüyü dile
getirirken Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda ilâhî nurla parlamakta olarak gördüğü
ağaca da telmihte bulunarak, Tanrı'nın tecellîsi ile nûrlanan fidan gibi
değerli bile olsa kuruduğunda meyve veremeyeceği için değersizleşeceğini dile
getirir. Zira çokça meyve verdiği yani velut bir şair olduğu için kaleminin
fidanı şairlik gül bahçesinde nadide bir fidan gibi olup diğer kuru ağaçlardan
üstündür. Beyitte “nihâl, nahl, ber, gülşen” kelimleri arasında tenâsüb
vardır.
Çalışmada
dîvânları taranan 85 şairden 17'si toplamda 59 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda gördüğü ateşe değinmişlerdir. Konuyla ilgili en fazla beyit Nesîmî'nin
Dîvânı'nda
geçmektedir. Yüzyıl bazında ise konuyla ilgili en fazla beyit 14. yüzyıl
dîvânlarında yer almakta iken 19. yüzyıla ait dîvânlarda bu konuya ilişkin hiç
beyit tespit edilmemiştir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşin
dîvânlarda ne şekilde yer bulduğu kısaca şöyle ifade edilebilir:
·
1.
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe şairler “ânestü nâra” iktibası ile
“âteş- i Kelîm”, “âteş-i Mûsâ”, “nâr-ı Mûsâ”, “âteş-i Tûr”, “nahl-i tecellî”,
“şemc-i Tûr”, “nâr-ı Eymen”, “nihâl-i Tûr”, “şu‘le-i Tûr” gibi
terkipler ile telmihte bulunmuşlardır.
·
2.
Tasavvufî anlam boyutunda âşığın gönlündeki aşk ateşi ile Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda gördüğü ateş özdeşleştirilmiştir.
·
3.
Sevgilinin yanağı ateş gibi göz alıcı parlaklığı sebebiyle Tûr Dağı'nın
ateşine benzetilmiştir.
·
4.
Ağaçlar sonbaharda sararan yapraklarıyla, ilkbaharda da açtığı göz alıcı
parlaklıktaki çiçekleriyle “şecer-i Tûr”'a benzetilmiştir.
·
5.
Şairlerin, şiirlerini övmek amacıyla kalemlerini, Tanrı’nın tecellîsine
mazhar olmuş Tûr Dağı'ndaki kutsal fidana benzettikleri de olmuştur.
·
1.4.2. Şeytan ile Karşılaşması
Yûnus
Emre, Dîvân'ınında yer alan 356. gazelde (8-18. beyitler) Mûsâ Peygamber ile
ilgili diğer dîvânlarda yer almayan farklı bir hikâyeye yer vermiştir. Hikâyede
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na giderken akan bir su gördüğü, suyun nereden
geldiğini takip ederken ağlamakta olan İblis ile karşılaştığı ve bu suyun da
onun göz yaşları olduğunu gördüğü, Mûsâ Peygamber'in İblis'e “agladugun
nedendir” diye sorduğunda İblis'in :
Mukarrrebdüm
Mûsâ ben ol Hakk'un dergâhında Götürdi urdı yire işümi şer eyledi (G 356/13)
Sen bilmez misin Mûsâ ben neden ayrıldugum Şunlar ögüme düşdi beni humâr eyledi
(G 356/14) Vargıl digil yâ Mûsâ rahmet eylesün bana Tevbe kılup işine hoş
istigfâr eyledi (G 356/15)
diye
cevap verdiği, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya münacatta bulunmak üzere Tûr Dağı'na
vardığı ancak şeytanın af dileğini Tanrı'ya iletmeyi unuttuğu, Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e İblis hakkında Âdem'e secde ettiği takdirde ona rahmet edeceğini
söylediği anlatılır.
·
1.4.3. Tanrı ile Konuşması /Tanrı'yı
Görmek İstemesi / Kelîmu'llâh Oluşu
Mûsâ
Peygamber'in dünyada iken Tanrı'yı görmek istemesi hâdisesi Kur'ân-ı Kerîm'de
şu şekilde anlatılmaktadır:
“Mûsâ
tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca 'Rabbim! Bana
(kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi): 'Sen beni asla göremezsin.
Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!' buyurdu.
Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca
dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların
ilkiyim.” (A'râf, 7/143)
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri sevgilinin dîdârını arzulama bakımından, Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'yı görmek istemesi hâdisesine telmihle,
kendilerini Mûsâ Peygamber'e benzetmişlerdir ve sevgilinin cemâlini görmek isteyen
âşıkların gönüllerini Mûsâ Peygamber gibi temiz tutmaları gerektiğini
belirtmişlerdir. Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşması hususuna
vurgu yapmak isteyen şairler Mûsâ Peygamber'den “Kelîm” yahut “Kelîmu'llâh”
diye bahsetmişlerdir.
·
1.4.3.1. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile
Konuşması
A‘râf
Sûresi'nin 143. ayetinin Klâsik Türk edebiyatında şairlerin en çok iktibas
ettikleri ayetlerden biri olduğunu dile getiren Reyhan Keleş özellikle de
ayette geçen “erinî” lafzı ile “len terânî” lafzının iktibas edildiğini ifade
eder (2013: 59). Klâsik Türk edebiyatı şairleri bu lafızların iktibası ile Mûsâ
Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuşlardır. Mûsâ Peygamber'in
“Rabbim bana kendini göster.” diye yalvarmasını âşıklık gereği vuslat dileme olarak
nitelendirmişlerdir (Güler, 2006: 99). Bu bölümde söz konusu lafızların iktibâs
edildiği beyitlere değinilecektir.
13.
yüzyıl sonu ile 14. yüzyıl başlarında yaşamış olan Yûnus Emre, sadece bir
beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yla konuşmasına değinirken "len
terânî" iktibasına yer vermiştir:
Kim
göre anı ‘ıyân kim diye nakş u nişân Sözi len terânîdür Mûsâ'ya Tûr
içinde Yûnus Emre, Dîvân, G 305/ 4
“Tûr
içinde Mûsâ'ya sözü ‘Len terânî’ iken O'nu kim ayan beyan görebilir, kim tarif
edebilir.”
Tanrı'yı
insanın bu dünyada yaşarken görmesi mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de “Gözler
O'nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden
haberdar olandır.” (En'âm, 133: 6/103) ayetinde bu husus beyan edilmektedir.
Yûnus Emre bu beyitte, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek istediğinde “len
terânî” cevabına muhatap olduğuna telmihte bulunmuş ve “len terânî”
lafzını iktibâs etmiştir.
Klâsik
Türk Edebiyatı, 14. yy. şairlerinden Seyyid Nesîmî, 6 beyitte Mûsâ Peygamber'in
Tanrı'yla konuşmasına değinirken “len terânî”, “erînî”, “innî ena’llâh” iktibâslarına
yer vermiştir:
Geldi
Mûsâya len terânî cevâb Erinî vakti Tûr dağından
Nesîmî,
Dîvân,
G 333/7
“Mûsâ'ya
Tûr Dağı'ndan "erînî" dediği vakit "len terânî" cevabı
geldi.”
Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'ya “Bana zâtını göster.” diyerek münacatta
bulunduğunda “Sen beni asla göremezsin!” cevabına muhatap olması hadisesine telmihte
bulunan Nesîmî, konuyla ilgili A‘râf Sûresi'nin 143. ayetinden kısmî
iktibâsa (“Len terânî” ve “erînî” lafızları) da yer vermiştir.
Klâsik
Türk Edebiyatı, 14. yy. şairlerinden Ahmedî, 7 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda Tanrı ile konuşması hadisesine konuyla ilgili ayetten iktibâslar da
yaparak değinmiştir:
Niçe
kim göreyim direm yüzini Cevâbı bu olur kim “len terânî”
Ahmedî,
Dîvân, G 674/2
“Cevabı
len terânî iken ben nasıl yüzünü göreyim diyebilirim?”
Klâsik
Türk şiirinde sevgili ulaşılmaz olduğu için âşığın hayaliyle yetindiği
soyutlanmış bir tiptir (Gönel, 2010: 209). Yine Tanrı'yı da dünya gözüyle
görmek mümkün değildir. Zîrâ Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın dîdârını görmeyi
arzulayarak “erînî” dediğinde “len terânî” cevabına muhatap olmasının sebebi de
Tanrı'yı dünya gözüyle görmenin imkânsız olmasıdır. Klâsik Türk şiirinde aşkın,
beşerîden ilahî olana doğru geliştiği ve çoğu kez ikisinin yan yana, iç içe
anlatıldığı (Gönel, 2010: 210) göz önünde bulundurulacak olursa beyitte
özlenen, şairin görmeyi arzuladığı, ama dünya gözüyle görmesinin imkânsız
olduğu dîdâr da hem beşerî hem de ilâhî aşk bağlamında değerlendirilebilir.
Beyitte “len terânî” lafzına yer vererek kısmî iktibâs yapan şair, Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi hâdisesine de telmihte
bulunmuştur.
15.
yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, Dîvân'ında 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı
ile konuşmasından söz etmiş, şu beyitte sevgilinin cemâlini görmeyi dileme
bakımdan kendisini Mûsâ Peygamber'e benzetmiştir:
Niçe
kim sen dir isen len terânî Benem Mûsî gibi dîzâra müştâk
Ahmed-i
Dâ'î, Dîvân, G 136/4
“Sen
her ne kadar ‘beni göremezsin’ der isen (bil ki) Mûsâ gibi cemâlini özleyen de
benim.”
Klâsik
Türk şiirinde sevgili kolay kolay kendisini âşığa göstermez. Böyle olunca âşık
onun hayâliyle yetinir ve ancak onu rüyasında görebilir (Pala, 2016: 402).
Sevgilinin cemâlini görme arzusuyla yanıp tutuşan âşık burada Tûr Dağı'nda
Tanrı'yı görmek isteyip de “erînî” diye Tanrı'ya yakarışta bulunan ancak “len
terânî” cevabıyla reddedilen Mûsâ Peygamber'e teşbihle her ne kadar
arzusuna erişemeyeceğini bilse de sevgilinin cemâlini görme arzusuyla yanıp
kavrulmaya devam ettiği ifade edilir. Sevgiliyi görmeyi dileyen âşık daima
yalvarıp münacatta bulunsa da sevgili ona yüzünü göstermek suretiyle vuslata
kapı açmaz; böyle olunca da âşığın yalvarmaktan başka yapacağı bir şey de
yoktur (Güler, 2006: 99). Beyitte “len terânî” ibaresine yer vererek kısmî
iktibâs yapılmış, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi hâdisesine de
telmihte bulunulmuştur.
15.
yüzyılın mesnevileri ile tanınmış şairlerinden biri olan Hamdullah Hamdî,
Dîvân'ında iki beyitte “len terânî” iktibasına yer verir. Şu beyitte Tanrı'nın
Mûsâ Peygamber'e cevabı olan “len terânî” ibaresini bir perde olarak tasavvur
eder:
Çekerdi
çâk idüp “len terânî” perdesini Eger
kilîm-i vücûdı oda yakaydı Kelîm
Hamdullah
Hamdî, Dîvân, G 102/5
“Eğer
Kelîm vücut hırkasını ateşe yaksaydı 'len terânî' perdesini yırtıp çekerdi.”
Beden insanın maddî, rûh ise manevî yönüdür. Beyitte "kilîm-i vücûd"
terkibinde teşbih-i beliğ vardır. Vücut bir kilime, hırkaya teşbih
edilmiştir. Tasavvufa göre fenâfillâha erişebilmek maddî varlığından bütünüyle
sıyrılmak ile mümkün olur. Tanrı'yı dünya gözüyle görmek mümkün olmadığı için
Mûsâ Peygamber, Tûr Dağı'nda “erînî” diye yakarışının karşılığında “len terânî”
cevabına muhatap olmuş, Tanrı'yı görememiş, Tanrı'nın dağa tecellîsine bile
bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmüştür. Beyitte “len terânî” ibaresi bir perdeye
teşbih edilerek somutlaştırılmıştır. Mûsâ Peygamber'in maddî varlığından
tümüyle sıyrılmak suretiyle bu perdeyi yırtabileceği yani fenâfillâha
erişebileceği ifade edilmiştir.
Klâsik
Türk edebiyatında kaside ve hicivleriyle tanınan 17. yüzyıl şairi Nefî, şu
beyitte “len terânî” iktibâsı
ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte bulunmuştur:
Nüktede
âlem harîf olmaz bana gûyâ benim Her ne söylersem cevâb-ı len terânîdir sözüm
Nefî,
Dîvân, K 1/19
“Nükteli
söz söylemekte bana kimse eş olamaz çünkü benim her sözüm len terânî cevabı
gibidir.”
Nef'î,
“sözüm” redifli naat türündeki kasidesinin bu beytinde nükteli ince söz
söylemede kimsenin kendisi ile söz yarıştıramayacağını ifade ederken kendi
sözünü Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile arasında geçen konuşmaya
telmihte bulunarak “sen beni göremezsin” mânâsındaki "len terânî"
lafzı gibi olduğunu söyler. Böylece kimsenin kendi sözü kuvvetinde ve
inceliğinde sözler söyleyemeyeceğini dile getirmek suretiyle şairlik gücünü mübalağa
ile ortaya koyan Nefî sözlerinin görünmeyecek kadar ince olduğunu çağrıştırır
ki gerçekte de söz görünmez duyulur (Balalan, 2012: 456-457).
·
17. yüzyılda
yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Fehîm-i Kadîm, Dîvân'ında dört yerde iktibaslar
da yaparak Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesine değinmiş, şu
beyitte Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber'e seslenişine telmihte
bulunmuştur:
Pür
olmayıcak nagme-i tevhîd ile guşı Guyâ-yı “^U: ” imiş eşcârı ne bilsün
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, K IV/ 6
“Kulağı,
birlik nağmesi ile dolmayınca, her ağacın 'Ben Allah'ım.' deyici olduğunu nasıl
duysun?”
Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'na bir parça ateş bulmak ümidiyle vardığı zaman vadinin
sağ kıyısından, oradaki ağaç yönünden kendisine “Evet yalnızca ben Allah’ım”
anlamında “innî ena’llâh” seslenişinin kulağına çalındığı Kur'ân-ı Kerîm'de
Kasas Sûresi'nin 30. ayetinde bildirilmektedir. Beyitte bu hususa telmihte bulunulmuş
ve söz konusu ayette geçen “innî ena’llâh” lafzına yer verilerek kısmî
iktibâs yapılmıştır. Mûsâ Peygamber'in bu lafzı işitmesi kulağının tevhid
nağmesi ile dolu olmasına bağlanmıştır.
·
17.
yüzyılda yaşayan mutasavvıf şairlerden Niyâzî-i Mısrî, Dîvân'ında sadece şu
beyitte “len terânî” iktibâsına yer vermek suretiyle Mûsâ Peygamber'in
Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuştur:
Herkes
anlar hem görürdi yüzüni ey dost senün Kibriyâ-yı “len terânî” nikâbı olmasa
Niyâzî-i
Mısrî, Dîvân, G 164/3
“Ey
dost! Ulu 'len terânî' peçesi olması herkes senin yüzünü anlar ve görürdü.”
Beyitte "len terânî" lafzını bir peçeye teşbih eden şair, bu sayede
Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığını dile getirmekte, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı
görmeyi dileyip de görememesi hadisesine telmihte bulunmaktadır. Beyitte
geçen “yüz” ile “nikâb” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.
·
18.
yüzyıl Klâsik Türk edebiyatı şairlerinden Esrâr Dede, Dîvân'ında “innî enâ” ve
“Len terânî” lafızlarının iktibâsı ile Mûsâ Peyamber'in Tanrı ile konuşmasına
iki beyitte telmihte bulunmuş, şu beyitte “innî enâ” lafzına yer vermiştir:
Mûsî-i
câna nükte-i “innî enâ” okur Nahl-ı sır üzre nûr-ı tecellâ-yı istivâ
Esrâr
Dede, Dîvân, K 12/17
“Sır
ağacı üzerinde yükselen tecellî nûru Can Mûsâ'sına 'innî enâ' okur.”
Tanrı
tarafından Mûsâ Peygamber'e Eymen vadisinin sağ tarafındaki ilâhî nûrlara gark
olmuş ağaçtan “innî enâ” yani “Evet yalnızca ben Allah’ım” şeklinde
seslenildiğini dile getiren Esrâr Dede, beyitte “innî enâ” lafzına yer vermek
suretiyle kısmî iktibâs yapmıştır. “Mûsî, nahl, nûr-ı tecellâ, 'innî
enâ'” kelimeleri arasında tenâsüb varır.
Çalışmanın
örneklemini oluşturan eserlerden Harputlu Rahmî Dîvânı'nda “len-terânî” iktibâsı
ile konuya telmihte bulunulmuştur:
Mûsâ’ya
“len-terânî” dedi Hak Habibi’nin “Mâ zâğe” çeşm-i pâkine hâs etti rü’yeti
Harputlu
Rahmî, Beyân-ı Mi’rac/15 “(Tanrı) Mûsâ’ya ‘Len-terânî’ Beni göremezsin, dedi.
Görünmeyi ise habibi (Muhammed Peygamber)nin temiz gözüne mahsus kıldı.”
Beyitte
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda “len terânî” hitabıyla reddine mukabil Muhammed
Peygamber'in Mi'râc gecesinde bizzat arş-ı a'zamı geçerek “ev ednâ” makamına
kadar ulaşıp (Yeniterzi, 1993: 289) İlâhî huzura vasıl olması hadisesine telmihte
bulunulmuştur. Necm Sûresi'nin 17. ayetinde geçen “Mâ zâğe” lafzına yer vermek
suretiyle ile kısmî iktibâsa yer verilmiş, “gözü kaymadı” anlamına gelen
bu lafız ile Muhammed Peygamber'in gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve
insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü hâlde sağa sola yönelmediği,
gördüğü olağanüstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmediği; aksine tam bir
dikkatle etrafını müşahede etmiş ve sağlıklı tespitler yapmış olduğu (Keleş,
2013: 195) ifade edilmektedir. Beyitte geçen “len terânî” lafzı ile bakmak,
görmek anlamındaki “rü'yet” arasında tezat vardır.”
Çalışmada
dîvânları taranan 85 şairden 28'i toplamda 61 beyitte/bentte Mûsâ Peygamber'in
Tanrı ile konuşması hadisesinden bahsetmişlerdir. Tablo ve grafikten elde
edilen bulgulara göre konuyla ilgili en fazla beyit 19. yy. şairlerinden
Nigârî'nin Dîvân'ında geçmekte, onu Ahmedî ve Nesîmî takip etmektedir.
Dîvânları taranan
·
13.-14.
yy. şairlerinin dîvânlarında (4 şair) 15 beyitte, 15. yy. şairlerinin
dîvânlarında (2 şair) 4 beyitte, 16. yy. şairlerinin dîvânlarında (8 şair) 9
beyitte, 17. yy. şairlerinin dîvânlarında (6 şair) 11 beyitte, 18. yy.
şairlerinin dîvânlarında ( 7 şair) 12 beyitte ve
·
19. yy.
şairlerinin dîvânlarında (3 şair) 10 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile
konuşmasına telmihte bulunulmuştur. Bu sonuçlara göre özellikle 13-14. yüzyıl
şairleri diğer yüzyılların şairlerine göre konuya daha geniş ölçüde yer
vermişlerdir. Şairler genellikle aşağıdaki hususlar etrafında Mûsâ Peygamber'in
Tanrı ile konuşması hadisesine telmihte bulunmuşlardır:
·
1.
Şairler
bilhassa A'râf Sûresi'nin 143. ayetinde geçen “erînî” ve “ len terânî” lafızları
ile ayrıca “innî en'allâh” lafzına yer vermek suretiyle kısmi iktibâs yaparak
Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşması hadisesine telmihte bulunmuşlardır.
·
2.
Klâsik Türk edebiyatında
beşerî aşk bağlamında sevgilinin cemâlini âşıktan gizlemesindeki tavır “len
terânî” lafzı ile ilişkilendirilmiştir.
·
3.
“Len terânî” lafzı
Tanrı'nın zâtını gizleyen bir perdeye, nikâba teşbih edilmiş bu suretle
dünya gözüyle Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığı vurgulanmıştır.
·
4.
Söz
söylemedeki inceliğin diğer şairlerce görülemediğini vurgulamak suretiyle
şairler kendi sanat kudretlerini överlerken “len terânî” lafzından
faydalanmışlardır.
·
5.
Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya
“erînî” diye yalvardığında “len terânî” cevabıyla reddedilmesine mukabil
Muhammed Peygamber'in İlâhî huzura varmış olduğu ifade edilmiştir.
·
I.4.3.2. Tanrı’yı Görmek İstemesi/
Mûsâ Peygamberin Münacatı
Mûsâ
Peygamber Tûr Dağı'na iki defa gider. İlkinde Medyen'den ayrılıp ailesiyle
birlikte Mısır'a gitmek üzere yola çıktığında yolu Tûr Dağı'ndan geçer. Soğuk
bir gecede ailesini ısıtabilmek için bir parça ateş bulma ümidiyle çıktığı
arayış onu ilâhî nura götürür ve o zaman peygamberlik ile görevlendirilir. Bu
ilk Tûr'a vardığı zamanda Tanrı ile mülakatı Tâ Hâ Sûresi'nde (20/10-36) tam
olarak anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Tûr'a ikinci gidişi ise İsrâiloğulları ile
birlikte Mısır'dan çıkıp Musa'nın Tur'a ikinci gidişi, İsrailoğullarını Mısır'dan
çıkardıktan sonra, Tûr Dağı yakınlarında konakladıkları zaman olmuş ve bu
ikincisinde Mûsâ Peygamber'e Tevrat da verilmiştir (Güler, 2006: 95). Mûsâ
Peygamber'in Tûr'da Tanrı'yı görmeyi dilemesi hadisesi de Tûr'a ikinci kez
varışında vuku bulmuştur. Mûsâ Peygamber, Tûr'da Tanrı'ya münacatta bulunması,
Tanrı'nın dîdârını görmeyi şiddetle arzulaması bakımından Klâsik Türk şiirinde
âdeta bir sembol, bir model oluşturmuştur.
Yûnus
Emre şu beytinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya yakarışlarına telmihte bulunur:
Bir
dem gelür Mûsâ olur yüz bin münâcâtlar kılur Bir dem girer kibr evine
Firavn'ıla Hâmân olur Yûnus Emre, Dîvân, G 49/11
“(Gönül)
bir zaman gelir Mûsâ gibi yüz bin yakarışta bulunur, bir zaman gelir kibir
evine girerek Firavun ile Hâmân olur.”
Mûsâ
Peygamber'in kıssasına, kıssada bahsi geçen Firavun ve veziri Hâmân'dan da söz
ederek telmihte bulunan Yûnus Emre, gönlün türlü hâllerinden bahsederken
gönlünü teşhis ve teşbih yoluyla Mûsâ, Firavun ve Hâman ile
özdeşleştirir. Ancak bu özdeşleştirmede şairin gönlü adeta bir terazi gibidir
ve terazinin bir kefesinde münacatlar ile Rabbine yönelen Mûsâ Peygamber diğer
kefesindede kibir ile diklenen Kârûn ve Hârûn olduğu hâlde inişli çıkışlı bir
hâlin tasavvuru söz konusudur. Gönlün bu inişli çıkışlı hâli de bir tezat
oluşturmaktadır.
Konuyla
ilgili en fazla beytin yer aldığı dîvân Nesîmî Dîvânı'dır. Nesîmî, 9 beyitte
Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya iştiyakına değinir ve kendisini adeta bu hususta
Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirir:
Cânımı
ânestü naran şevkına yandırma kim Olmuşum Mûsâ kimi müştâk-ı dîdâr uşta gör
Nesîmî,
Dîvân,
G100/5
“Mübarek
yüzünü, Mûsâ’yı andırırcasına göresim geldiğini işte gör de canımı, onun
'besbelli ki ben, bir ateş belirtisi gördüm' dedikten sonraki hâline benzer
şekilde özleyiş alevine yakma.” (Uzun, A., 2016: 70)
Kendisini
içinde bulunduğu ruh hali itibariyle Mûsâ Peygamber ile özdeşleştiren Nesîmî,
beyitte Mûsâ Peygamber'in Tûr'da gördüğü ateşe ve Tanrı'yı görmeyi istemesi
hadisesine telmihte bulunmuş ve “ânestü nara” lafzına yer vererek kısmî
iktibas yapmıştır.
·
14. yy.
şairlerinden Ahmedî, Dîvân'ında 4 beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek
istemesi hadisesine telmihte bulunmuştur. Şu beyitte beşerî aşk bağlamında
dîdâra iştiyak duyma bakımından kendini Mûsâ Peygamber'e benzetir:
Dir
Ahmedi sen yâre ki ol ‘ârız u ruh-sâre Mûsâ bigi dîdâre v’allâh ki müştâkam
Ahmedî,
Dîvân, G 415/9
“(Ey
sevgili!) Ahmedî sana, senin yüz ve yanağına Mûsâ gibi iştiyak duyduğuna yemin
eder.”
Klâsik
Türk şiirinde yüz ve yanak sevgilinin önemli güzellik unsurları arasında
sayılmaktadır. Ancak âşık sevgilinin cemâlini görmekten mahrumdur. Çünkü
sevgili cemâlini göstermek suretiyle asla vuslata kapı aralamaz. Durum böyle
olunca âşık için hasret içinde kıvranmaktan başka çare kalmaz. Bu hâliyle şair
kendisini Tûr Dağı'nda Tanrı'nın zâtını görmek iştiyakıyla "erînî"
diye münacatta bulunan Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirir. Bu örnekte Klâsik Türk
şiirinde Mûsâ Peygamber'in sevgilinin dîdârına müştak olma hususunda bir model
kişi olduğu görülmektedir.
·
16. yüzyıl
şairlerinden Gelibolulu Sun'î şu beyitte ilâhî aşk ile yanıp tutuşan Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'nın dağa tecellîsi karşısında düşüp bayılmasını pişmanlıktan
başını taşa vurmak olarak tasavvur etmiştir:
Göremez
didâr-ı yârı dirler anı girü tur Çalışup kim başı taşa urmasa Mûsâ gibi
Gelibolulu
Sun‘î, Dîvân, G 204/2
“Sevgilinin
yüzünü göremez diyorlar. (O yüzden sevgilinin yüzünü görme isteğinden) geri dur
da Mûsâ gibi (sevgilinin yüzünü görmeye) çalışıp başını taşa vurma.”
Beyitte
geçen “başını taşa vurmak” deyimi yaptığı bir işten dolayı pişmanlık duymak
anlamındadır. Bu deyim beyitte kinayeli olarak kullanılmıştır. Nitekim
Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda “erînî” yakarışıyla “didâr-ı yâr”ı görmeyi dilediğinde
“len terânî” cevabıyla reddedilmiş, sonrasında Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellî
etmesi üzerine bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmüştür. Mûsâ Peygamber'in bu
bayılıp düşmesinde gerçek anlamda da başını taşa vurma durumu söz konusudur.
Ancak asıl olarak mecaz anlam kastedilmiştir. Nitekim Mûsâ Peygamber ayılınca
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların
ilkiyim.” diyerek Tanrı'ya münacatta bulunup pişmanlığını dile getirmiştir.
Ayrıca beyitte geçen “göremez” kelimesi konu bağlamında “len terânî”yi
çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla beyitte Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmek
istemesi ve bunun sonucu olarak başına gelen hadiselere telmihte
bulunulmuştur.
19.
yüzyıl şairlerinden Nigarî ise şu beytinde Mûsâ Peygamber'in iştiyâkına rağmen “dîdâr-ı
yâr”dan mahrum kılınışına telmihte bulunur:
Müştâk-ı
cemâlindir bir zerre n’ola kılsan
Hûrşîd-i
‘izâr[ın]dan Mûsâ-yı dile izhâr
Nigârî,
Dîvân, G 166/2
“Cemâlini
görmeyi arzulayan gönül Mûsâ'sına, yanağının güneşinden bir zerre göstersen ne
olur?”
Beyitte
sevgilin cemâlini, güneş gibi parlak yanağının güneşini görmeyi arzulayan
âşığın gönlü kişileştirilerek Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiş olup
“Mûsâ-yı dil” terkibinde teşbih-i beliğ vardır. Klâsik Türk şiirinde
yanak kırmızılığı, beyazlığı, parlaklığı, yuvarlaklığı ve üstündeki ayva
tüyleri ile şairin dikkatini çeken bir güzellik unsuru olup kimi zaman güneş
gibi tasavvur edilir (Ay, 2009, s. 132).
Beyitte
“hûrşîd-i ‘izâr” terkibi ile doğrudan güneşe benzetildiğini görmekteyiz ve yine
bu terkipte de teşbih-i beliğ vardır.
·
1.4.3.3. Mûsâ Peygamber'e
Kelîmu'llâh Denilmesi
Arapça
bir isim olan “kelîm”, söz söyleyen, konuşan manasındadır. Tûr-ı Sînâ'da
Allah'ın hitabına mazhar olduğu için Mûsâ'ya “Kelîm” unvanı verilmiştir.
“Kelîmu'llâh” da denir (Pala, 2016: 265-266). Edebiyatta bu unvanı, Allah’ın
kendisine ilk defa nur şeklinde görünmesi, asâsı, yedd-i beyzâ ve Firavun’u
suda boğması gibi mucizeleriyle anılır (Canım, 2016: 216).
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî, Dîvân'ında 11 beyitte Mûsâ Peygamber'den
“Kelîm" diye bahseder. Şu beytinde bülbülü gülün dîdârına âşık olması
bakımından "Kelîm" unvanlı Mûsâ Peygamber'e benzetir:
Gül
yeşil yaprahda şu‘le urdı anı görüben
‘Âşık-ı
dîdâr oldı bülbül eyle kim Kelîm
Ahmedî,
Dîvân,
K LXI/4
“Gülün
yeşil yaprakta kıvılcım gibi parladığını gören bülbül Kelîm gibi gülün dîdârına
âşık oldu.”
Bülbül,
Klâsik Türk edebiyatında adı gül ile birlikte geçen en gözde kuş olup gül ile
bülbül âşık-sevgili ilişkisini somut bir şekilde ortaya koyan en yaygın
örneklerden biridir (Kaya, 2017: 60). Gül sevgilinin, bülbül ise âşığın
timsalidir. Gül, yeşil yapraklar arasında belirmeye başlayan goncanın kıvılcım
gibi kızıl rengini görünce gülün dîdârına, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın zâtını
görmek istemesi, dîdârına âşık olması gibi âşık olduğu dile getirilir. Beyitte
gülün Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda görünen “âteş-i Mûsâ”ya benzetilmesiyle
bülbülün de Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmesi (Kurnaz, 1992:
486) söz konusudur.
Dîvân'ında
3 beyitte Mûsâ Peygamber'in "Kelîmu'llâh" oluşuna telmihte bulunan
15. yy. şairlerinden Süheylî de şu beyitte bülbülü Kelîm sıfatlı Mûsâ
Peygamber'e benzetir:
Bâgda
irşâd içün gûyâ kelîm-i bülbüli
Hızr’dur
san çıkdı yaşıl perdeden her tâze gül
Süheylî,
Dîvân,
G 204/3
“Bağda
söyleyen bülbülü güya irşâd etmek için yeşil perdeden çıkan her taze gülün
Hızır olduğunu san.”
“Kelîm"
sözlükte söz söyleyen, konuşan anlamındadır. Beyitte geçen Hızır ve irşad
kelimeleri ile aynı bağlam içinde düşünüldüğünde ise Mûsâ Peygamber'in sıfatına
işaret eder ki bu açıdan bakıldığında tevriyeli bir kullanım olduğu
söylenebilir. Beyitte Hızır'a teşbih edilen gülün bağa söyleyen (öten) bülbülü
irşad için geldiği söylenmektedir. Gül Hızır'a, bülbül ise Mûsâ Peygamber'e
teşbih edilmek suretiyle Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna telmihte
bulunulmuştur. Sûfîlere göre Hızır bir mürşid, Mûsâ Peygamber ise hakikati
keşfetmeye çalışan bir mürid konumundadır (Bardakçı M. N., 2016: 53). Hızır'a
teşbih edilen her taze gülün yeşil perdeden çıktığının söylenmesinde aynı
zamanda Hızır'ın kelime anlamına atıf vardır. Arapça yeşil anlamına gelen
“ahdar” kelimesinden türeyen “Hızır ”, “yeşil kişi" anlamındadır (Halman,
2018: 27). Bunun da sebebi Hızır'ın çorak toprağa oturduğunda her taraftan
otların yeşerip ortalığın yeşile bürünmesidir (Halman, 2018: 29). Beyitte
"bağ, gül, bülbül" kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Tûr-ı
gülşende Kelîm olsa ‘aceb mi bülbül
Ana
yüz şevk ile gül eyledi ‘arz-ı dîdâr
Zâtî,
Dîvân, G 487/4
“Bülbül
gül bahçesinin Tûr'unda Kelîm olsa buna şaşılır mı? Gül ona yüz şevk ile yüzünü
gösterdi.”
16.
yüzyıl şairlerinde Zâtî bu beyitte gül bahçesini Tûr Dağı'na, bülbülü ise güzel
ötmesi yönüyle “Kelîm” sıfatlı Mûsâ Peygamber'e teşbih etmiştir. Gülün
yüzünü göstermesi Tanrı'nın Tnr Dağı'na tecellîsini çağrıştırmaktadır. Beyitte
Mûsâ Peygamber'in kıssasının yanı sıra gül ile bülbül hikâyesine de telmihte
bulunulmuştur. Güzelliği ve kırmızı rengiyle bülbüle şevk veren gülün
açılıp güzelliğini göstermesiyle bülbül aşk ile feryat etmeye başlamış, bu
hâliyle bir bahar tablosu çizilmiştir. Beyitte “Tûr, Kelîm, dîdâr” ve “gülşen,
bülbül, gül” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
·
16.
yüzyıl şairlerinden Yahyâ Bey şu beytinde sevgilinin bulunduğu yeri Tûr Dağı'na
benzetmiştir:
Var
kûy-ı yâra ola ki feth-i kelâm ola Yahyâ Kelîme cây-ı niyâz oldı çünki Tûr
Yahyâ
Bey, Dîvân, G 129/7
“Ey
Yahyâ! Varıp sevgilinin bulunduğu yere var, belki söze başlamak nasip ola.
Çünkü Tûr Dağı Kelîm'e yakarma yeri oldu.”
Mahalle,
köy, yurt, sokak anlamlarına gelen Farsça “kûy” kelimesi Klâsik Türk şiirinde
ma’şûkun veya memdûhun bulunduğu yeri ifade etmektedir (Solmaz, 2015: 166).
Şair, “Kelîm” sıfatlı Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na vardığında orada Tanrı ile
konuşmasına telmihte ve bunu misal göstererek kendisinin de sevgilinin
bulunduğu yere vardığı takdirde sevgiliyle söze başlamanın mümkün olabileceğini
ifade etmektedir. Bu suretle sevgilinin bulunduğu yeri Mûsâ Peygamber için bir
“hâcet-gâh” olan Tûr'a teşbih etmiştir ayrıca aynı kökten gelen “kelâm”
ve “Kelîm” kelimelerine aynı beyitte yer vermek suretiyle de iştikak
yapmıştır.
·
17.
yüzyıl şairlerinden Nefî'nin Dîvân'ında 8 beyitte Mûsâ Peygamber'in
“Kelîm” unvanından bahsedilmiş olup bu kullanımların hepsi de kasidelerde
geçmektedir ve bu kullanımlarda ortak bir özellik dikkati çekmektedir. Nitekim
Nef'î özellikle kasidelerinin fahriye bölümlerinde söz söyleme incelik ve
kudretini, adeta şiir sahasında mu'cizeler ortaya koyduğunu dile getirmek,
sanatını övmek maksadıyla Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” sıfatına yer vermiştir.
Sâhir-i
vahy-âzmâyım mu’ciz-i dest-i Kelîm İstesem mevkûf-ı tahrîk-i benânımdır benim
Nef’î, Dîvân, K 13/4
“İstesem
parmak ucumu kımıldatmadan Kelîm'in elinin mucizesi gibi etkili, güzel sözler
söyleyebilirim.”
Beyitte
kastedilen Kelîm'in elinin mucizesi ile kastedilen “yedd-i beyzâ”dır. Mûsâ
Peygamber elini koynuna sokup çıkardığında eli bir güneş gibi parlar,
bakanların gözleri kamaşırdı. Nef'î de sözlerini, şiirlerini Mûsâ Peygamber'in
yedd-i beyzâ mucizesine teşbih etmiştir. Yani sözlerinin, şiirlerinin ne
kadar etkileyici ve güzel olduğunu dile getirmiş üstelik bunu parmağını bile
oynatmadan yani zahmetsizce başardığını söyleyerek sanat gücünü mübalağalı
bir şekilde ortaya koymuştur. Beyitte “Mûsâ” yerine onun unvanı olan “Kelîm”
söylenerek kelimenin asıl anlamı olan “söyleyen” de çağrıştırılarak beytin
anlam inceliğine derinlik katılmıştır. Beyitte geçen “dest, benân” kelimeleri
arasında tenâsüb vardır.
Sebk-i
Hindî şairlerinden Fehîm-i Kadîm de şu beytinde Mûsâ Peygamber'i “Kelîm” sıfatı
ile anar:
Sözlerüm
nüsha-i i câz-ı Kelîm oldı Fehîm Dûrdur nisbet-i sihrî suhan-ı pâkümden
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, G CCXXXVI/8 “Ey Fehim! Benim sözlerim, Mûsâ'nın
mucizelerinin kitabı oldu, bu bakımdan sihre benzerlik, benim temiz sözlerimden
uzaktır.”
Sözlerinin
Mûsâ’nın mucizelerinin toplandığı kitap haline geldiğini söyleyen Fehîm, burada
mucizeyi sihirden daha üstün bir seviyeye çıkararak şiirlerinin sihirden de öte
mucizevi olduğunu dile getirmektedir. Çünkü sihir insanlar tarafından yapılan
göz büyülemesinden öte bir şey değildir. Mucize ise olması mümkün olmayan ve
ancak peygamberlere has bir özelliktir (Erkal, 2009: 218). “Fehîm-i Kadîm,
sözünün gücüne sonuna kadar inanan güçlü bir şairdir. Sözlerinin Tûr Dağı’nda Allah
ile konuştuğu için Kelîm sıfatıyla anılan Hz. Mûsâ’nın mucizesi olduğunu iddia
eder. Dolayısıyla mucize sihirden ne kadar uzaksa şaire göre, sözlerinin sihre
nispet edilmesi o kadar uzaktır. (Karaman, 2015: 1524)”
Sebk-i
Hindî şairlerinden Nâ'ilî de şu beytinde Mûsâ Peygamber'i “Kelîm” sıfatı ile
anar:
Uşşâka
Nâ’ilî görünür dûd-ı âhdan Ol şu le ki Kelîm’e şecerden zuhûr eder
Nâ’ilî,
Dîvân, G 105/5
“Nâ’ilî,
o kıvılcım âşıklara âhın dumanından, Mûsâ’ya ise ağaçtan görünür.”
Beyitte
âşıklara “âh”ın dumanından, Mûsâ Peygamber’e ise “ağaç”tan göründüğü söylenen
bir “kıvılcım”dan söz edilmektedir. Klâsik Türk şiirinde “âh” âşığın aşk
ateşiyle gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür. Aynı zamanda “âh”ın şu
le olması da, geceleri hem kendisinin hem de sevgilisinin bulunduğu yeri
aydınlatan bir ışık olarak ele alınmasıyla ilgilidir. Beyitte âşıkların
“âh”ları ile “şecer-i Tûr” arasında bir benzerlik ilgisi kurulmuştur. Şecer-i
Tûr, Tûr Dağı’nda Tanrı’nın tecellîsiyle nurlar içinde göründüğü ağaçtır. Tûr
Dağı’nda Tanrı ile arasındaki mülakat sebebiyle Mûsâ Peygamber’e “Kelîmu'llâh”
denilir. Beyitte de “Kelîm” ismi kullanılarak Mûsâ’nın bu kıssasına telmihte
bulunulmuştur. Âşığın aşk ateşiyle yanan ciğerinden yükselen âhının dumanı ile
Tûr Dağı’ndaki ağaç, şekil ve muhteva bakımından birbirine benzemektedir.
Beyitte “uşşâk, dûd-ı âh, şule, Kelîm, şecer” kelimeleri arasında tenâsüb
vardır (Uçan Eke, 2014: 425-426).
·
18. yüzyıl
şairlerinden Şeyhülislâm İshâk'ın şu beytinde “Kelîm” sözcüğünü yakın anlamda
Mûsâ Peygamber'in sıfatı olarak kullanmasa da Mûsâ Peygamber'in kıssasına
gönderme yapar:
Kelîm-i
hâme-i höş-gû makâlesin İshâk Tecellî-i kerem-i Hakla ‘âşıkâne yapar
Şeyhülislâm
İshâk, Dîvân, G 53/6
“İshâk,
tatlı dilli kalemin söylediği sözleri Hakk'ın kereminin tecellîsi ile âşık
olana yaraşır bir şekilde söyler.”
Şairlik
kudretini Hakk'ın kereminin tecellîsine bağlayan Şeyhülislâm İshâk, kaleminin
sözlerinin tatlı olduğunu ifade etmek suretiyle sanat gücünü övmektedir.
Beyitte geçen “kelîm" sözcüğü tevriyeli olarak kullanılmış olup
beyitteki uzak anlamı (Mûsâ Peygamber'in sıfatı olması) ile tecellî kelimesi
arasında tenâsüb ilgisi vardır ve bu yolla beyitte Mûsâ Peygamber'in
kıssasına telmihte bulunulmuştur.
·
1.
Şairler Mûsâ Peygamber'in
unvanı olan “Kelîm”i çoğu zaman kelimenin gerçek anlamını (söz söyleyen) da çağrıştıracak
şekilde tevriyeli olarak kullanmışlardır.
·
2.
Bazı beyitlerde ise Mûsâ
Peygamber tevriyeli bir kullanım olmaksızın “Kelîm” diye anılmıştır.
·
3.
Şairler
kasidelerinin fahriye bölümlerinde (bilhassa Nefî) Mûsâ Peygamber'in “Kelîm”
unvanından çeşitli şekillerde söz ederek sanat kudretlerini ifade etmişlerdir.
·
4.
Gülün Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetildiği beyitlerde bülbül de Mûsâ Peygamber'in
“Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmiştir.
·
1.4.4. Tecellî Hadisesi
Arapça
isim olan tecellî kelimesi lügatte, “1. görünme, belirme. 2. kader,
talih. 3. Allah’ın lûtfuna nâil olma. 4. tas. Hak nurunun
tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahî sırların ayân olması hâli.”
(Devellioğlu, 2005: 1050) mânâlarıyla zikredilmektedir. Süleyman Uludağ ise
tasavvuf! manasını, “Gaypten gelen ve kalpte zahir olan nurlar. Görünmeyen
kalplerde görünür hâle gelmesi.” şeklinde açıklamıştır. (Uludağ, 2001: 341)
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri, tecellî kavramının geçtiği yerde Kur’ân-ı Kerîm’de
zikredilen Mûsâ’nın Tûr Dağı kıssasına telmihte bulunurlar. Kur’ân’da A’râf
Sûresi 143. ayette bu kıssa meâlen şöyle anlatılmıştır: “Mûsâ tayin ettiğimiz
vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ‘Rabbim! Bana (kendini) göster;
seni göreyim!’dedi. (Rabbi): ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer
o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecellî
edince onu paramparça etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”
Klâsik
Türk edebiyatında şairler tecellî hadisesine, tasavvufi hâlleri ifade ederken,
bahar ve sonbahar tasviri yaparken, sevgilinin güzelliğini, aşkın
aydınlatıcılığını ve yakıcılığını söylerken, daha birçok durumlarda telmihte
bulunmuşlardır (Güler, 2006: 94).
Klâsik
Türk şiirinde şairler tecellî kavramını genellikle Tûr ve Mûsâ
kelimeleri ile birlikte bir tenâsüp içinde ele alırlar; “Len terânî” (Sen beni
görmezsin!) ve “Erîni” (Bana zâtını göster!) sözlerini şiirlerinde zikrederek
yukarıda bahsedilen ayetten kısmî iktibâslara da yer verirler ve bu sözleri
telmih unsuru olarak da kullanırlar. “Tûr-ı tecellâ”, “nahl-i tecellî”, “nûr-ı
tecellî”, “şem’-i tecellâ”, “mahv-ı tecellî” gibi terkiplerle tecellî
kavramı Mûsâ’nın kıssasına telmihte bulunularak işlenmiştir.
Gör
Mûsî'ye Tûr içinde bir tecellî neler kılur
Yir
gök tolu tecellîdür yâ ben niçe sabr eyleyem
Yûnus
Emre, Dîvân, G 206/4
“Bir
tecellînin Tûr Dağı'nda Mûsâ'ya neler kıldığını gör. Yer gök tecellî ile dolu
iken ben nasıl sabreyleyeyim?”
13.
yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başlarında yaşayan Yûnus Emre, bu beyitte Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellîsi karşısında dayanamayıp düşüp
bayılmasına telmihte bulunur ve Mûsâ Peygamber bir tecellî karşısında
bunu yaşamışken bütün kâinatın Tanrı'nın tecellîleri ile dopdolu olduğunu
görmekte iken sabretmesinin mümkün olmadığını dile getirmektedir.
Gulâm-ı
‘âşık oldur kim hemân mevlâsın andukda Tecellâ-yı cemâl-i Hak gibi Tûrı yaka
âhı
Zâtî,
Dîvân, G 1483/3
“Aşkın
kölesi odur ki Mevlâ'sını andığı zaman âhı Hakk'ın cemâlinin tecellîsi gibi
Tûr'u yaka.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Zâtî bu beytinde aşkın kölesi olan kimsenin İlâhî aşk ile vecd
hâlinde çektiği âhın, Tanrı'nın cemâlinin Tûr Dağı'na tecellîsi gibi kalp
Tûr'unu yakacağını ifade etmektedir. Beyitte âşığın âhı Tanrı'nın cemâlinin
tecellîsine, kalp ise Tûr Dağı'na teşbih edilmiş ve tecellî hadisesine telmihte
bulunulmuştur.
·
16. yüzyılın
sultan şairlerinden Kânûnî Sultan Süleyman da şu beytinde Mûsâ Peygamber'in
tecellîye mazhar oluşuna telmihte bulunmuştur:
‘Işk
nûrına tecellîye varan Mûsâ var Dâyimâ meşrebi su gibi anun pâk gerek
Muhibbî,
Dîvân, G 1534/5
“Aşk
nurunda Mûsâ gibi tecellîye varmak isteyenin yaratılışının daima su gibi temiz
olması gerekir.”
Beyitte
Mûsâ Peygamber'in tecellîye varma sebebi orada aşkın nurunu görmüş olmasına
bağlanmıştır. Bu da Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda “ânestü nâra” deyişine telmihtir.
Nitekim Mûsâ Peygamber ailesi ile birlikte Tûr Dağı'ndan geçerken gece vakti
bir parça ateş bulmak ümidiyle dağa yöneldiğine orada ateş sandığı Tanrı'nın
tecellî nurunu görür. Beyitte şair Mûsâ Peygamber gibi Tanrı'nın tecellî nurunu
görebilmek için daima su gibi temiz bir mizaca sahip olmak gerektiğini ifade
etmiştir.
16.
yüzyıl şairlerinden Bâkî de bu beytinde gönlü bir "tecellîgâh" olarak
tasavvur eder:
Sîne
pür-şu’le-i şevk olsa dil-i Mûsîvâr Nâr zann eyledügün nûr-ı tecellî görinür
Bâkî,
Dîvân, G 74/4
“Kalp,
Mûsâ'nın gönlü gibi aşk kıvılcımları ile dolu olsa ateş zannettiğin tecellî
nuru görünür.”
Gönüldeki
aşk kıvılcımlarından kasıt İlâhî aşk, Tanrı'yı görme isteğidir. Beyitte Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'yı görme isteğine ve Tûr Dağı'nda uzaktan gördüğü İlâhî nuru
ateş sanmasına telmihte bulunulmuştur. Tecellî nurunun kalpte
görünebilmesi kalbin aşk ateşiyle dopdolu olması gerektiği ifade edilmiştir.
Beyitteki “nâr ile şu’le” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
·
17. yy.
şairlerinden Râmî ise şu beyitte sevgiliyi Tanrı'nın tecellîsine teşbih
etmiştir: Râmî tecellî eyleyicek Tûr-ı cisme yâr Mûsâ-yı cânı eyledi medhûş
nâr-ı rûh
Râmî,
Dîvân, G 47/5
“Ey
Râmî! Cismin Tûr'una sevgili tecellî eyleyince yanağının ateşi ile can
Mûsâ'sını dehşete düşürdü.”
“Tûr-ı
cism” ve “Mûsâ'yı cân” terkipleri birer teşbih-i beliğ olup âşığın
bedeni Tûr Dağı'na, bedendeki can da Mûsâ Peygamber'e teşbih edilmiştir.
Beşerî aşk bağlamında sevgilinin görünmesini, dîdârını göstermesini Tanrı'nın
tecellîsine teşbih etmiştir. Nitekim Klâsik Türk şiirinde sevgilinin yüzünün
güzelliği bütün kâinati aydınlatan bir ışık gibidir, ışığıyla âleme aydınlık
veren güneş yüzlü sevgilide Tanrı’nın nuru tecellî etmiştir (Ay, 2009: 126).
Şair sevgilinin yanağının ateşinin can Mûsâ'sını dehşete düşürdüğünü ifade
etmekle Tanrı'nın dağa tecellî etmesi karşısında Mûsâ Peygamber'in bu tecellîye
bakmaya dayanamayıp bayılıp düşmesine telmihte bulunulmuştur. Beyitte
“tecellî, Tûr, Mûsâ, medhûş” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
·
17.
yüzyılda yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Fehîm-i Kadîm şu beytinde
tecellî hâdisesine telmihte bulunmuştur:
İtdi
müjemi şâhçe-i nahl-i tecellî Nur-ı eser-i bârika-i hayret-i dîdâr
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, G XLVII/ 2
“Yüz
güzelliğinin hayret şimşeğinin izinin ışığı, kirpiğimi tecellî ağacının dalı
hâline getirdi.”
“Nahl-i
tecellî“ diye bahsedilen ağaç, Mûsâ Peygamber’e Tûr Dağı’nda Tanrı’nın
tecellîsiyle nurlar içinde göründüğü ağaçtır. Şimşek, parlaklığı dolayısıyla Klâsik
Türk şiirinde sevgilinin yüz güzelliğini ifade eden bir unsur olarak
kullanılır. Şair sevgilinin yüzünün güzelliği karşısında ne yapacağını bilmez
bir hâldedir. İsrafil Babacan, Sebk-i Hindî şairlerinin özellikle gazellerinde
“ateş, hayret, Tûr-Mûsâ-tecellî, vahşet, kurban...” gibi imaj ve kavramların
sıklıkla tekrar ettiğini belirtir (Babacan, 2012: 428). Fehîm-i Kadîm'in bu
beyti bu hususu örneklemektedir. Tûr, insanın maddî yapısını temsil eder. Şair
de, bedenini Tûr, kirpiklerini de Tûr’daki tecellî ağacının ince dalları olarak
tasavvur etmiştir. Kirpik, ince dala teşbih edilmiştir.
·
18.
yüzyılda yaşayan Sebk-i Hindî şairlerinden Şeyh Gâlib, Dîvân'ında yer alan şu
iki beyitte tecellîyi bir şimşeğe teşbih etmiştir:
Tûr-ı
niyâza vardığımız olmadı müfîd Hem çün Kelîm-i berk-ı tecellâya hasretiz
Şeyh
Gâlib, Dîvân, G 117/2
“Tûr
Dağı’nda etiğimiz dua faydalı olmadı. Zira Mûsâ Peygamber’in Tanrı’nın
tecellîsini görmesiyle ulaştığı kurbiyyete ve tecellî şimşeğine hasretiz.”
Mûsâ
Peygamber, Tanrı’nın davetiyle Tûr Dağı’na çıkıp Tanrı ile konuşmuş ve bu
yüzden “Kelîm” sıfatını almıştır. Mûsâ Peygamber, yine bu dağda Tanrı’yı görme
isteğinde bulunur ve Tanrı dağa tecellî edince, dağ paramparça olur, Mûsâ da
düşüp bayılır. Mûsâ Peygamber, Tanrı’nın sadece nur olarak tecellîsine mazhar
olur, zatını görmeye muvaffak olmaz. Şimşek demek olan berk, Klâsik Türk
şiirinde daha çok ışığı ve hızı dolayısıyla ele alınmıştır. Işıklı olması
yönüyle güzellik, yüz ve yanağı betimlemek için kullanılır. Beyitte de şair,
Tûr Dağı’nda ettiğimiz dua faydalı olmadı diyor. Tasavvufta insanın gönlü ve
cismi de Tanrı’nın tecellî ettiği yer olarak Tûr’a benzetilir. Bu bağlamda
“Tûr”, hem Tûr Dağı hem de gönül mânâsında tevriyeli olarak ele alınıp
yorumlanmalıdır. Mûsâ Peygamber, Tanrı’nın zatını görmek istedi ama onun bu
duası bir fayda sağlamadı, kabul olmadı. Şair, Mûsâ’nın Tanrı’nın zatını
göremese de tecellî şimşeğine, nur olarak tecellîsine mazhar olduğunu ve
yakınlaşmaya hasret olduğunu dile getiriyor.
Rehîn-i
tîgdir kûh-ı beden berk-i tecellâdan Kelîm-i aşk Tûr-ı sînede ber-recâ mıdır
bilmem
Şeyh
Gâlib, Dîvân, G 207/6
“Beden
dağı tecellî şimşeğinden dolayı kılıçla rehin alınmıştır, aşkın Kelîm’i gönlün
Tûr Dağı’nda (hâlâ) ümidi üzere midir bilmem.”
Klâsik
Türk edebiyatında daha çok çıkardığı ışık ve hızı dolayısıyla ele alınan
şimşek, ateşi ve yakıcı olma özelliği ile bir kılıç darbesini hatırlatır (Pala,
2016: 68). Tasavvufta Tûr Dağı, insanın maddî yapısını temsil eder ve bu maddî
yapı Tanrı’nın tecellîsi ile yok olur (Pala, 2016: 461). Şair, beden dağının
tecellî şimşeği elinde rehin olduğunu söylüyor. Kelîm, Mûsâ Peygamber’e Tûr’da
Tanrı ile konuşmasından dolayı verilen sıfattır. Bu beyitte gönül Tûr’unun
Kelîm’i, gönlü Tanrı aşkı ile dolu olan, Tanrı’ya kavuşmayı, vahdeti arzulayan
kimse mânâsındadır. Bu arzunun gerçekleşmesi de ancak beden Tûr’unun tecellî
şimşeğiyle hak ile yeksan olmasıyla mümkün olabilir. Beyitte “tecellâ, Kelîm,
Tûr” kelimeleri arasında tenâsüb ve Mûsâ’nın kıssasına telmih
vardır.
·
1.
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'nın tecellîsine mazhar olmasına karşılık
aslında bütün kâinatın İlâhî tecellî ile dopdolu olduğu vurgulanmıştır.
·
2.
Mûsâ Peygamber gibi aşk nurunun tecellîsine mazhar olabilmek için sahip olunan
mizacın daima su gibi temiz olması gerektiği ifade edilmiştir.
·
3.
Gönlün Mûsâ Peygamber'in gönlü gibi aşk ateşi ile dopdolu olduğu takdirde orada
tecellî nurlarının görüneceği dile getirilmiştir.
·
4.
İlâhî aşk ile kendinden geçen, aşkın kölesi olarak nitelenen âşığın âhı
Tanrı'nın cemâlinin tecellîsine teşbih edilmiştir.
·
5.
Beşerî aşk boyutunda sevgilinin göz kamaştırıcı güzelliği, âşığın ona bakmaya
dayanamayıp Mûsâ Peygamber gibi kendinden geçmesi yönüyle Tanrı'nın tecellîsine
teşbih edilmiştir.
·
6.
“Şecer-i Tûr”dan tecellî ağacı (nahl-i tecellî) diye bahsedilmiştir.
·
7.
İnsanın maddî yapısını temsil eden Tûr'un Tanrı'nın tecellîsi ile yok olduğu
dile getirilmiş ve tecellî beden Tûr'unu yerle bir eden bir şimşeğe teşbih edilmiştir.
·
1.4.4.1. Tûr Dağı’nın Parçalanması
Tûr
Dağı'nın Klâsik Türk şiirinde tasavvufî açıdan ele alınışı tecellî kavramı
esasına dayalıdır ve tecellîye bağlı hâller ise onun sarsılıp parçalanması
örneğinde dile getirilir (Eren, 2018: 200). Kur'ân-ı Kerîm'de A'râf Sûresi'nin
143. ayetinde meâlen “Rabbi dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da
baygın düştü.” şeklinde anlatılan Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesi Klâsik
Türk edebiyatı şairleri için önemli bir ilham unsuru olmuştur. Şairler bu olaya
bilhassa “vecd, fenâ, cezbe, istiğrak ve mahviyet" gibi tasavvufî hâlleri
ifade ederken, sevgilinin güzelliğini, aşkın aydınlatıcılığını ve yakıcılığını
söylerken ve buna benzer durumlarda telmihte bulunmuşlardır (Güler,
2006: 94).
·
16. yüzyıl
şairlerinden Âşık Çelebi şu beytinde açılan gülü tecellî karşısında parçalanan
Tûr Dağı'na teşbih etmiştir:
Döymeyüp
subh-ı tecellîde dem-i dîdâra gül Tûr-ı Mûsâ gibi kendin itdi pâre pâre gül
Âşık
Çelebi, Dîvân, K 4/1
“Gül,
tecellî sabahında dîdâr vaktine dayanamayıp Mûsâ'nın Tûr'u gibi kendini parça
parça etti.”
Beyitte
geçen Tarihî Azerbaycan Türkçesine ait “döy-” fiili, “sabret-, dayan-, tahammül
et-, katlan-" anlamlarına gelmektedir (Hazar, 2011: 1). Klâsik Türk
edebiyatında
şairler kullandıkları benzetmelerde, mazmun ve motiflerde tabiat
güzelliklerinden ve tabiatın kendine has bazı niteliklerinden yararlanırlar.
Gül, çeşitli vasıflarıyla Klâsik Türk şiirinde en çok sözü edilen çiçektir
(Canım, 2016: 528). Tasavvufî sembolizmde gonca hâliyle vahdeti ifade eden gül
seher vaktinde sabâ yelinin etkisi ile açılır. Beyitte “subh-ı tecellî”
terkibi, gülün açıldığı seher vaktine işaret etmektedir. “Dem” kelimesi “nefes”
anlamı ile ele alındığında sabâ yelini de çağrıştırmaktadır. Seher vaktinde
açılan gül dîdârını da göstermiş olmaktadır. Gülün açılması ile ilgili olarak
"çak-i giriban eylemek, yakasını yırtmak, damenini çak çak etmek, eteğini
açmak, tebessüm eylemek" tabirler kullanılır (Kurnaz, Gül, 1996: 220).
Beyitte ise gülün açılması tecellî sabahında kendisini parça parça etmesi
şeklinde tasavvur edilmiştir. Nitekim şekli itibariyle gülün yaprakları da
parça parçadır. Gülün bu doğal hâli beyitte tecellî sabahında dîdâr vaktine
tahammül edemediği için pare pare olması sebebine bağlanarak hüsn-i ta'lil
yapılmıştır. Beyitte gül parça parça olması yönüyle Tûr Dağı'na teşbih
edilmiştir. Beyitte geçen “döymeyüp, Tûr-ı Mûsâ, pâre pâre, tecellî” arasında tenâsüb
vardır ve Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesine telmihte bulunulmuştur.
Pâre
pâre itdi endâmın yakasın çâk idüp
Tûr-ı
Mûsâ gibi görmişdür meğer dîdâr şi‘r
Yahyâ
Bey, Dîvân, G 108/4
“Şiir,
Mûsâ'nın Tûr'u gibi dîdâr/ tecellî görmüş olmalı ki (bunun etkisiyle kendinden
geçerek) yakasını yırtıp vücudunu parça parça etti.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Yahyâ Bey ise bu beytinde şiiri Tûr Dağı'na teşbih
etmiştir. “Tûr-ı Mûsâ, pâre pâre it-, dîdâr gör-” kelimeleri arasındaki tenâsüb
yoluyla Tûr Dağı'nın Tanrı'nın tecellîsi ile parçalanmasına telmihte
bulunulmuştur. Klâsik Türk edebiyatında nazım birimi genellikle beyittir
(Kurnaz, 2004: 61) ve şekil yapısı itibariyle parçalı bir görünüm arz etmektedir.
Ancak şair, şiirin bu parça parça oluş hâlini Tûr Dağı gibi dîdâr görmüş
olmasıyla açıklayarak hüsn-i ta'lil yapmıştır. Ayrıca özne durumunda
olan şiire dair kullanılan yakasını yırtmak, vücudunu parçalamak, dîdâr görmek
fiilleri onun zihinde kendinden geçmiş hâlde bir âşık tasavvuru oluşturmaktadır
ki bu açıdan teşhis yapılmıştır.
Cemâlün
şevkıne döymez gönüller
Tecellî
tâbına sabr eylemez Tûr
Bâkî,
Dîvân, G 132/3
"Gönüller
yüzünün güzelliğini görme isteğine tahammül edemez. Tûr Dağı tecellî gücüne/parlaklığına
sabreyleyemez."
·
16.
yüzyıl şairlerinden Bâkî, beyitte sevgilinin güneş gibi parlak ve yakıcı
yüzünü, Tanrı'nın tecellîsine teşbih etmiş, Tûr Dağı'na teşbih
edilen gönüllerin bu cemâl tecellîsinin parlaklığı/gücü karşısında
dayanamadıklarını ifade etmiş ve bu suretle Tûr Dağı'nın parçalanması
hadisesine telmihte bulunmuştur.
Döymez
Kelîm şa’şa-yı câm-ı vaslına Bir lem’ası tokunmgıla Tûr mest olur
Şeyhülislam
Yahyâ, Dîvân, G 78/4
“Kelîm,
vuslat kadehinin ışıltısına tahammül edemez. Onun bir ışıltısının dokunmasıyla
Tûr Dağı kendinden geçer.”
·
17.
yüzyıl şairlerinden Şeyhülislam Yahyâ, Tanrı'nın tecellîsini ışıltısıyla göz
kamaştıran bir kadehe/şaraba teşbih etmiştir. Bu İlâhî tecellî
karşısında Tûr Dağı'nın parçalanması, sarsılması da Tûr Dağı'nın kendinden
geçip sarhoş olması şeklinde tasavvur edilmiştir. Beyitte İlâhî tecellî
karşısında Tûr Dağı'nın sarsılması, parçalanması ve Mûsâ Peygamber'in de düşüp
bayılması hadisesine telmihte bulunulmuş olup ayrıca beyitte “şa’şa,
lem’a” kelimeleri arasında, “döymez, Kelîm, Tûr" kelimeleri arasında ve “
câm, mest” kelimleri arasında da tenâsüb vardır.
·
17. yüzyılda
yaşayan ve Sebk-i Hindî şairlerinden olan Nâ'ilî ise şu beyitte insanın maddî
yapısını temsil eden Tûr'un Tanrı'nın tecellîsi ile yok oluşuna değinir:
Sîr-çeşm-i
seyr-i dîdâr olmazız Mûsî gibi
Tûr-ı
istiğnâda tûfân-ı tecellî-matlabız
Nâ’ilî,
Dîvân, G 137/2
“Biz,
didarın seyri ile gözü doymuş olmayız. Mûsâ gibi, istiğna Tûr’unda tecellînin
tufan olmasını isteriz.”
“Mûsâ
gibi, didarın seyri ile gözü doymuş olmayız. Biz istiğna Tûr’unda tecellînin
tufan olmasını isteriz.”
Beyitte
geçen “Tûr, tecellî, dîdâr, Mûsî” kelimeleri aracılıyla Mûsâ Peygamber’in
kıssasına telmih vardır. Nâ’ilî, ilâhî nurun tecellîsine bizzat değil de dağdan
yansıdığı kadarıyla şahit olduğu ve bununla yetindiği için Mûsâ Peygamber’i
tokgözlü olarak değerlendirmiştir. Kendisi gibi âşıkların böyle bir güzelliği
seyretmeye gözlerinin doymayacağını, Tanrı güzelliğinin Tûr Dağı’nda tufan
olmasını istediklerini dile getirir. “Mûsî gibi” ifadesini sihr-i helâl ile
söyleyen Nâ’ilî, bu beyitte ikinci bir anlam olarak, aslında Mûsâ Peygamber’in
de gözünün doymadığını ve onun da Tûr Dağı’nda Tanrı güzelliğinin tufan
olmasını istediğini ve bu sebeple dağın paramparça olduğunu ifade eder, fakat neticede
Mûsâ, Tanrı’nın tecellî nuruna bakmaya dayanamamış ve bayılmıştır. Tasavvufta
Tûr, insanın maddî yapını temsil eder ve bu maddî yapı Tanrı’nın tecellîsi ile
yok olur. Nâ’ilî de Tanrı’nın tecellîsi ile varlığını yok edip “fenâ”dan
“bekâ”ya ulaşmak ümidindedir (Uçan Eke, 2014: 512-513).
Ruhun
tâbına tâkat itmeyüp dil oldı nâ-peydâ Şehâ nûr-ı tecellî yine gör mahv eyledi
Tûrı
Besnili
Nehcî Dede, Dîvân, G 333/5
“Ey
şâh! Gönül, yanağının parlaklığına (bakmaya) güç yetiremeyerek görünmez oldu,
tecellî nurunun Tûr'u yine mahveylediğini gör.”
·
17. yy.
şairlerinden Besnili Nehcî Dede bu beytinde sevgilinin cemâlini Tanrı'nın
tecellîsine teşbih etmiştir. Sevgilinin güneş gibi parlak ve yakıcı
güzelliğine bakmaya dayanamayan âşığın gönlü bu tecellî karşısında Tûr Dağı
gibi mahvolmuştur. Buradan hareketle Tûr Dağı'nın parçalanması hadisesine telmihte
bulunulmuştur. Beytin birinci mısraındaki “ruhun tâbı - tâkât itmeyüp -
dil" kelime ve terkipleri sırasıyla ikinci mısraındaki “nûr-ı tecellî -
mahv eyledi - Tûr” kelime ve terkipleri ile anlamca ilişkili olup beyitte mürettep
leff ü neşr vardır.
·
1.4.5. Mûsâ Peygamber’e Verilen
Mucizeler
Her
peygamberin kendi döneminde insanlar için geçerli olan bilgi araçlarının
yapmaktan veya anlamaktan âciz olduğu olağanüstü hâller göstermiş olduğunu
ifade eden İbn Kesîr, mucizeyi “Peygamberlik davasında bulunan zatın bu
dâvâsında doğru olduğunu isbat için Allah'ın kudretiyle göstermeye muvaffak
olduğu hârikulâde şeydir. (Kesîr, 1988: 204)” şeklinde tanımlar.
Kur'ân-ı
Kerîm'de Neml Sûresi'nin 12. ayetinde Mûsâ Peygamber'e dokuz mucize verildiği
bildirilmektedir: “Elini koynuna sok da kusursuz bembeyaz çıksın. Dokuz mucize
ile Firavun ve kavmine (git). Çünkü onlar artık yoldan çıkmış bir kavim
olmuşlardır.” (Neml 27/12) Mucizat metinlerinde Muhammed Peygamber'den sonra en
fazla mucizesinden bahsedilen Mûsâ Peygamber'dir. Klâsik Türk şiirinde Mûsâ
Peygamber'in en çok “asâ” ve “yedd-i beyzâ” mucizelerine telmihte
bulunulmuştur. Bununla birlikte az sayıda Mûsâ Peygamber'in mucizelerine genel
olarak değinilen beyitler de vardır.
Sadece
19. yy. şairlerinden Nigârî, Dîvân'ında 2 beyitte Mûsâ Peygamber'in
mucizelerinden genel olarak bahsetmiştir.
Zulm-i
rakîbe gerek tâkat-ı İsrâilî Tâ ki zuhûr eyleye mu‘cize-i Mûsevî
Nigârî,
Dîvân, G 656/6
“Rakibin
zulmüne İsrailoğulları gibi dayanmak gerek ki Mûsâ'ya has mucize ortaya
çıksın.”
Beyitte
rakip, zalimliği yönüyle Firavun'a teşbih edilmiş ancak Firavun söylenmemiş
olduğundan kapalı istiâre vardır. Şair, Firavun'un İsrailoğulları'na
yaptığı zulümlere ve İsrailoğulları'nın bu zulümlere sabır gösterdiğine ve
nihayetinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinin onların kurtuluşuna vesile oluşuna
telmihte bulunmuştur. Âşığın da böylesi bir kurtuluşa, mucizeye erişebilmesi
için İsrailoğulları gibi sabırlı olması, rakibin zulmüne katlanması gerektiğini
ifade etmiştir.
Bahş-i
Hudâ reşk-i Mesîhâdır ‘aşk
Mâye-i
mu‘cize-i Mûsâdır ‘aşk
Nigârî,
Dîvân, Tcb. 831-X/1
“Aşk
Tanrı'nın ihsanı, kıskanılan İsâ'dır. Aşk, Mûsâ'nın mucizesinin mayasıdır.”
Nigârî, bu beytinde ise aşkı tanımlarken onun Mûsâ Peygamber'in mucizesinin
mayası, özü olduğunu dile getirmiştir.
·
1.4.5.1. Asâ Mucizesi
Arapça
bir isim ola asâ; değnek, sopa, baston anlamındadır. “Kur'ân-ı Kerim'de on
âyette tekil şekliyle Mûsâ'nın asâsı, iki ayette de çoğul şekliyle (ısıyy)
Firavun'un sihirbazlarının asâları zikredilmektedir.” (Harman, 1991: 450)
Kur’ân-ı Kerîm’de Bakara Sûresi’nin 60. ayetinde, Tâ Hâ Sûresi’nin 17-21. ve
69. ayetlerinde, Neml Sûresi’nin 10. ayetinde, Kasas Sûresi’nin 31. ayetinde
Mûsâ Peygamberin asâsından bahsedilmektedir. Söz konusu ayetlerde Mûsâ
Peygamber’in asâsıyla taşa vurup su çıkarmasından, asâsını yere attığında yılan
olmasından, asâsının bir mucize ifadesi
olarak
ejderha hâlini alarak Firavun’un sihirbazlarının büyülü iplerini ve sopalarını
yutmasından bahsedilir. Ayrıca Tâ Hâ Sûresi'nin 18. ayetinde Mûsâ Peygamber,
elindekinin kendi asâsı olduğunu, onu destek olarak kullandığını, onunla yaprak
silkeleyerek sürüsünü beslediğini ve daha başka işlerde kullandığını belirtir.
Haluk İpekten Mûsâ’nın asâsı ile ilgili şu bilgileri aktarır: “Mûsâ Peygamberin
asâsı Âdem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrâil bunu Şuayip Peygambere
vermiş, o da damadı Mûsâ'ya armağan etmiştir, Mûsâ’nın mucizesi sihirdir.
Peygamberliğini kanıtlamak için Firavun’un önünde sopasını yere atmış, büyük
bir yılan olan ve sihirbazların yaptıkları yılanları yutan sopayı Mûsâ eline
alınca yeniden asâ olmuştur. Yılan soğuk ve çirkin bir yaratıktır, ama bir
peygamberliğin ispatlanmasında mucize olmuştur.” (İpekten, 1986: 153) İslâmî
Türk edebiyatında Mûsâ'nın asâsı mucizelere sebep olması, diğer asâlardan
uzunluğu, dayanak olması ve denge sağlaması gibi yönleriyle edebî unsur olarak
kullanılmıştır. (Köprülü ve Köprülü, 1991: 452) Ayrıca Klâsik Türk edebiyatında
şairler kalemlerini Mûsâ Peygamber’in asâsına benzeterek onunla diğer şairlere
üstünlük sağladıklarını ifade ederler. Asâ kelimesi yerine “sopa, değnek, odun”
mânâsında Farsça bir kelime olan “çûb” kelimesinin kullanıldığı da olur. Klâsik
Türk şiirinde sevgilinin güzellik unsurlarından olan saç, büyü ve sihir gibi
unsurlarla Mûsâ Peygamber'in yılan olabilen asâsını şekil ve durum yönüyle
hatırlatacak biçimde sıkça kullanılmıştır (Şahin, 6/3 2011: 1859).
·
14. yüzyıl
şairlerinden Seyyid Nesîmî, şu beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya
dönüşmesine telmihte bulunmuştur:
Mûsî
vü Tûr nedir Şiblî vü Mansûr nedir Ejdehâ olan ağaç urgan ile dâr nedir
Nesîmî,
Dîvân, G 102/6
“Mûsâ
ve Tûr, Şiblî ve Mansûr nedir? Ejderhaya dönen ağaç nedir? İp ile darağacı
nedir?”
Mûsâ
Peygamber Tûr Dağı'nda Tanrı'nın tecellîsine mazhar olmuş ve Tanrı ile
konuşmuş, ejderhaya dönüşen asâ mucizesi de kendisine Tûr Dağı'nda iken
verilmiştir. Şiblî (H. 247-334), Bağdat'ta doğmuş sûfî bi zât olup, “Zühd ü
takvası, ahvâl u akvâl-ı ârifânesi meşhurdur (Onay, 2007: 376). Hallâc-ı Mansûr
tarikat mensupları ve mutasavvıflar arasında Allah yolunda asılmayı göze alan
bir fedayi timsalidir (Onay, 2007: 267). 300/921 senesinde şeriata aykırı
sözlerinden ve özellikle “Ene'l Hak” demesinden ötürü fakihlerin fetvasıyla
Mansûr'a önce bin değnek vurulmuş, sonra el ve ayakları kesilmiş, nihayet
asılmış, vücudu yakılıp Dicle Nehri'ne atılmıştır (Onay, 2007: 266). Beyitte
geçen ip ile darağacı Mansûr'un akıbetiyle ilişkilidir. Nesîmî, beyitte,
müşahede ettiği İlâhî tecellîler karşısında Mûsâ Peygamber, Şiblî ve Mansûr'u
küçümseyerek mübalağa yoluyla kendisinin daha büyük mertebelere
ulaştığını dile getirmektedir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya
dönüşmesine ve ayrıca Şiblî ile Hallâc-ı Mansûr'a telmihte bulunulmuştur.
Beyitte ayrıca birinci
mısradaki “Mûsî vü Tûr,
Mansûr” ile ikinci
mısradaki “ejdehâ olan
ağaç, urgan ile dâr” kelimeleri
mürettep leff ü neşr oluşturmaktadır.
·
15.
yy. şairlerinden Karamanlı Aynî şu beyitte sevgilinin saçını Mûsâ Peygamber'in
asâsına teşbih etmiştir:
Sanma
inkâr eyleyem mûyun ‘asâsına senün
Münkir
olmak Mûsâya Fir‘avn u Hâmândan gelür
Karamanlı
Aynî, Dîvân, G 138/4
“(Ey
sevgili) Senin saçının asâsını inkâr eylediğimi sanma. Mûsâ'yı inkâr etmek
Firavun ve Hâmân'dan gelir.”
Klâsik
Türk edebiyatında şairler, saçların âşık üzerindeki sihirli etkisinden dolayı
sevgilinin saçını Mûsâ Peygamber'in asâsına benzetirler (Şahin, 6/3 2011:
1859). “Mûy” kıl, saç teli mânâsında olup asâya teşbih edilmesinde şeklî
benzerlik de söz konusudur. Beyitte ayrıca, sevgili de Mûsâ Peygamber'e teşbih
edilmiştir. Firavun ve veziri Hâmân'ın Mûsâ Peygamber'in asâ mucizesine şahit
olduklarındaki inkârcı tavra telmihte bulunan şair, sevgilinin sihirli
saçları karşısında asla inkârcı olmadığını ifade etmektedir. Beyitte aynı
kökten gelen “inkâr, münkîr” kelimelerine yer verilmesinden ötürü iştikak
vardır.
·
16.
yüzyıl şairlerinden Fuzûlî ise şu beytinde memdûhunu Mûsâ Peygamber'e, elindeki
kalemini ise Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:
Kelîm-i
Tûr-i vefâsın ki ehl-i hayr ü şere Elinde gâh asâ oldu gâh mâr kalem
Fuzûlî,
Dîvân, K 33/27
“Hayır
ve şer ehline vefâ Tûr'unun Kelîm'isin ki elindeki kalem bazen asâ bazen yılan
olur.”
Kültür
ve medeniyet tarihimizde yer edinmiş önemli unsurlardan olan kalem, Klâsik Türk
şiirinde çeşitli yönleriyle ele alınmış, hakkında müstakil kaside ve gazeller
de yazılmıştır (Şengün, Summer 2008: 755). Reîsü’l-küttâb Celâl-zâde
Mustafa Çelebi'ye yazdığı “kalem” redifli kasidesinin bu beytinde Fuzûlî,
Mustafa Çelebi'nin adaletli oluşunu ifade etmek için, onun kaleminin Mûsâ
Peygamber'in asâsına benzediğini ve böylece iyiliği asâ/dayanak olup
ödüllendirdiğini, kötülüğü yılan olup cezalandırdığını ifade etmektedir.
Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsının yılan/ejderha olmasına telmihte
bulunulmuştur.
16.
yüzyıl şairlerinden Bâkî ise şu beytinde baharı müjdeleyen sümbülü Mûsâ
Peygamber'in asâsına teşbih etmiştir:
Yine
Fir’avn-ı şitâ ceyşine Mûsâ-mânend Eyledi elde ‘asâsını bir ejder sünbül
Bâkî,
Dîvân, K 24/12
“Yine
sünbül kış Firavun'unun askerlerine karşı Mûsâ Peygamber gibi elindeki asâsını
ejderha/yılan yaptı.”
Klâsik
Türk şiirinde gül ve laleden sonra en sık kullanılan çiçeklerden biri olan
sünbül şekli, koyu rengi ve güzel kokusuyla ekseriyetle sevgilinin saçı, zülfü,
kâkülü için bir benzetme unsuru olarak karşımıza çıkar (Açıl, 2015: 15). Bakî
ise bu
beytinde
sümbülü baharı müjdelemesi yönüyle ele almıştır. Sonbaharda toprağa dikilen
sünbül soğanları ocak şubat döneminde karların erimesiyle birlikte filizlenir
ve yapraklarını topraktan çıkarmaya başlarlar (Karaman G., 2012: 315). Kış
mevsimini
Firavun'un askerlerine teşbih eden şair, sünbülü bu askerlerin karşısına
Mûsâ Peygamber'in asâsı gibi çıkararak Firavun ve askerlerinin Mûsâ Peygamber
ve Rabbi karşısında yenilgisine telmihte bulunmuştur. Sünbülün çiçek
açan dalı henüz çiçek açmamış haliyle asâya teşbih edilmiş, çiçek açmasıyla
elindeki asânın bir ejdere dönüştüğü tasavvur edilmiştir. Beyitte “Fir’avn,
Mûsâ, asâ, ejder” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
16.
yy. şairlerinden Ravzî ise şu beytinde sevgilinin zülfünü Mûsâ Peygamber'in
asâsına teşbih etmiştir:
Zülf-i
hoş-bûy-ı dil-âvîzüne su‘bân dirler Sana bu mu‘ciz ile Mûsî-i ‘İmrân dirler
Ravzî,
Dîvân, G 292/1
“Ey
sevgili! Senin gönüllerin asılı bulunduğu hoş kokulu zülfüne yılan/ejderha
derler. Bu mucize ile sana İmran oğlu Mûsâ derler.”
Klâsik
Türk şiirinde zülf, mû[y], gîsû gibi isimlerle de anılan saç; genel olarak
şekil, koku, renk ve diğer benzetme yönleriyle konu edilir (Tanyıldız, 2009).
Zülf, lügatte “yüzün iki yanından sarkan saç lülesi” mânâsındadır (Devellioğlu,
2005: 1194). Klâsik Türk şiirinde âşıkların gönülleri, sevgilinin saçına asılıp
kalmış olarak tasavvur edilir. Nitekim âşıklar sevgilinin hoş kokulu zülfünün
büyüleyici güzelliğine kapılıp tuzağa düşerler. Beyitte sevgilinin zülfü, şeklî
benzerlik yönüyle yılana, ayrıca büyüleyici, sihirli olması yönüyle Mûsâ
Peygamber'in yılana dönüşen asâsına teşbih edilmiştir. Sevgilinin bu
büyüleyici güzelliğini bir mucize olarak nitelendiren şair sevgiliyi asâsının
yılana dönüşmesi mucizesine telmihle Mûsâ Peygamber'e teşbih
etmiştir. Beyitte geçen “su‘bân, mu‘ciz, Mûsî-i ‘İmrân” arasında tenâsüb
vardır.
·
17. yüzyılın
kaside ve hiciv sahasının ünlü şairlerinden Nefî ise şu beytinde kaleminin
sihrinin Mûsâ Peygamber'in asâsını hatırlattığını ifade eder:
Anarlar
seyr edenler sihr-i kilk ü mu’ciz-i nazmım Âsâ-yı dest-i Mûsâyı dem-i nutk-ı
Mesîhâyı
Nefî,
Dîvân, K 28/46
“Kalemimin
sihrini ve şiirimin mucizesini seyredenler Mûsâ'nın elindeki asâyı ve Îsâ'nın
nefesini anarlar."
Beyitte
şair, şiirinin mucizesi ile kaleminin sihrini Mûsâ ve İsâ Peygamber'in
mucizeleri ile birlikte anarak hem kendi sanat kudretini mübalağalı bir
şekilde ortaya koymuş hem de Mûsâ Peygamber'in asâ ve İsâ Peygamber'in de
ölüleri diriltmesi mucizelerine telmihte bulunmuştur. Nefî, kaleminin
sihrini Mûsâ Peygamber'in mucizevî özelliklere sahip asâsına teşbih
ederken, nazmının mucizesini ise ölüleri diriltme mucizesi gösteren İsâ
Peygamber'in nefesine teşbih etmiştir. Beyitte birinci mısradaki
benzeyen unsurlar ile ikinci mısradaki kendisine benzetilen unsurlar sıralı
olarak veriliş olduğundan mürettep leffü neşr vardır.
Mârız
ki asâ-yı kef-i Mûsâda nihânız Mâr anlama mûruz ki teh-i pâda nihânız
Nâ’ilî,
Dîvân, G 135/1
“Biz,
Mûsâ’nın avucundaki asâda gizli olan yılanız. Bizi yılan sanma, biz ayakaltında
gizli bir karıncayız.”
17.
yüzyılın Sebk-i Hindî şairlerinden Nâ’ilî bu beyitte Mûsâ Peygamber’in asâ
mucizesine ve Süleyman Peygamberin karınca ile olan macerasına telmihte bulunmuştur.
Mûsâ’nın mucizesi sihirdir. O devirde Mısır’da sihir çok yaygındır. Mûsâ’dan
peygamberliğini kanıtlaması istenir. Firavun’un önünde sihirbazlar ellerindeki
ipleri yılan yaparlar. Mûsâ, peygamberliğini kanıtlamak için Firavun’un önünde
asâsını yere atar, asâsı büyük bir yılan olur ve sihirbazların yaptıkları
yılanları yutar, tekrar eline alınca yeniden asâya dönüşür. Yılan, soğuk ve
çirkin bir yaratıktır ama Mûsâ’nın peygamberliğini kanıtlamasında bir mucize
olmuştur. Aslında tasavvufta çirkin, kötü bir şey yoktur; çirkin, güzelliğin,
kötü iyiliğin anlaşılabilmesi içindir. Yılan, insanın nefsidir. Nefis, insanın
şeytanî, gönül, rahmanî yanıdır. İnsan nefis sahibi olması, iyilik ile kötülük
arasında bir savaşı başarması yönüyle değer kazanır ve eşref-i mahlûkat
sayılır. Beyitte, biz yılanız, yani nefis sahibi, nefsiyle savaşan insanız
denmiş. Mûsâ’nın elindeki asâda gizliyiz denilerek Mûsâ’nın yılan olan asâsına
telmihte bulunulmuştur. İkinci mısrada “biz ayak altında gizli karıncayız” denmiş.
Yılan büyük ve tehlikeli bir hayvandır; karınca ise küçücük, güçsüz,
zararsızdır. “Mûr” ve “ayak altında gizli olmak, ezilmek” sözleriyle Süleyman
Peygamber’in kıssasına telmihte bulunulmuştur. Süleyman Peygamber bir gün
ordusuyla savaşa giderken karıncalar vadisinden geçer. Karıncalardan birinin
diğer karıncalara "Ey karıncalar! Yuvalarınıza, giriniz! Sakın, Süleyman
ve ordusu, sizi -bilmeyerek- kırmasın!" dediğini işitince gülerek atından
inmiş, karınca ile konuşmuş ve ondan birçok öğüt almıştır. Beyitte, biz kâinat
içinde küçük, güçsüz, ama nefis sahibi, nefsi ile savaşabilen, eşref-i mahlûkat
olan insanız, denmiş (İpekten, 1986: 153-154; Köksal, 2016: 433).
Nâ-resâ
mısrâ-ı bercestemize çûb-i Kelîm Kâdir-i sihr-i nev-îcâd ki derler o biziz
Şeyh
Gâlib, Dîvân, G 122/3
“Kelîm’in
asâsı bizim berceste mısraımıza yetişmez, yeni ortaya çıkmış sihir kudreti
dedikleri biziz.”
Mûsâ
Peygamber’in yaşadığı dönemde sihir ve kehânet revaçta olduğu için Mûsâ’nın
sihirleri iptal eden asâsı gibi en önemli mucizeleri sihirle ilişkili olarak
gelmiştir. (Karaman,
2015: 1516) Mûsâ’nın asâsı, yere atıldığında mucize ile yılan olup
sihirbazların
sihirlerini galebe çalması yönüyle edebiyatta bir kudret unsuru olarak
görülmüştür. Şeyh Gâlib yeni ortaya çıkmış bir sihir kudretine mâlik olduğunu,
Mûsâ Peygamber’in asâsının bile bu sihir kudretine erişemeyeceğini dile
getirerek söz söylemedeki üstünlüğünü, gücünü övmüştür. Berceste, kolayca
hatıra geliveren ama yüksek bir mânâ taşıyan mısradır. (Pala, 2016: 68) “Bir
şiir terimi olarak i’câz ise şairin şaşırtacak güzellikte, incelikte ve zekice
şiir söyleyerek dinleyeni şaşırtması, kendine hayran bırakması diye bilinir ve
sihirden üstün bir mertebeyi ifade eder.” (Karaman, 2015: 1518) Şeyh Gâlib de,
Sebk-i Hindî üslûbunu benimsemiş bir şair olarak şiirde anlam ve hayâllerde
incelik, yenilik ve giriftliğe çok önem vermiş ve bu hususiyete bu beytinde
“mısra-ı berceste” ve “sihr-i nev-îcâd” kelimeleri ile değinmiştir. Beyitte
“çûb”, “Kelîm” ve “sihr” kelimeleri arasında tenâsüb ve Mûsâ Peygamber’in
sihirbazların sihirlerini yok eden asâsına telmih vardır.
·
I.4.5.2. Yedd-i Beyzâ Mucizesi
El
mânâsına gelen “yedd” kelimesinin kuvvet, kudret, güç, yardım, vasıta ve mülk
mânâları da vardır. “Beyzâ” da en beyaz demektir. “Yedd-i beyzâ”, beyaz,
parlayan el mânâsındadır. Mûsâ Peygamber’in Tanrı'nın buyruğuyla sağ elini
koltuğunun altına sokup çıkardığında parlayan eline denir. Yedd-i beyzânın
mecaz yoluyla harikulâde haller, kerametler hakkında kullanılan bir tabir
olduğunu dile getiren Rıdvan Canım, tasavvufta ise ilâhî gücün gerçekleşip
ortaya çıkmasının bir sembolü olduğunu ifade etmiştir (Canım, 2016: 178).
Kur’ân-ı
Kerim’de A'râf Sûresi’nin 108. ayetinde, Tâ Hâ Sûresi’nin 22. ayetinde, Neml
Sûresi’nin 12. ayetinde ve Kasas Sûresi’nin 32. ayetinde Mûsâ Peygambere
verilen yedd-i beyzâ mucizesinden bahsedilmektedir.
Klâsik
Türk şiirinde “yedd-i beyzâ”nın bir mazmun olması hakkında Zülfi Güler Mûsâ’nın
beyaz elinin, karanlık içinde parlayan ışığı; karanlığı kaldıran aydınlığı;
aşığın gönlünü aydınlatan ve ferahlatan sevgilinin hayalini ya da bir güzellik
unsurunun görüntüsünü yahut tecellîyi; sıkıntıyı gideren mutluluk, ferahlık ve
sevinci; kederi unutturan şarabı; kötülüğü, zulmü kaldıran adaleti; cahâleti
yok eden ilmi; güzel söylenmiş, aydınlık ve parlak sözü ya da şiir mânâlarını
ifade ettiğini dile getirmiştir (Güler, 2006: 107).
Gerçi
fir’avn ola düşmenleri kahr etmek için Yedd-i beyzâdır elin hüccet ü bürhân-ı
kerem
Şeyhî,
Dîvân, K 11/14
“Gerçi
düşmanlarını kahretmek için Firavun gibi azamet sahibisin. Cömertliğin kanıtı
ve delili olan elin yedd-i beyzâdır."
·
15. yüzyıl
şairlerinden Şeyhî, Germiyanoğlu Yakup Bey (II.) için yazmış olduğu 22 beyitlik
Kerem Kasidesi'nin (Irkılata, 2007: 5) bu beytinde memdûhunu azamet sahibi
olması ve cömertliği yönüyle övmektedir. Birinci mısrada memdûhunun
düşmanlarını galebe çalma hususunda Firavun gibi gerekli kuvvet ve azamete
sahip olduğunu dile getirirken ikinci mısrada kerem sahibi olduğunu ifade etmiş
ve memdûhunun elini yedd-i beyzâya teşbih etmiştir.
15.
yüzyıl şairlerinden Ahmed Paşa şu beyitte sevgilinin bembeyaz elini “yedd-i
beyzâ”ya teşbih etmiştir:
Ey
sâki-i gül-çehre dili kılmağa rûşen
Gel
şâh-ı şükûfe gibi göster Yedd-i Beyzâ
Ahmed
Paşa, Dîvân, K 37/27
“Ey
gül yüzlü sâkî! Gönlü aydınlatmak için gel de çiçek dalı gibi yedd-i beyzâ
göster.”
Sâkî,
Klâsik Türk şiirinde bezm âleminin en önemli unsurlarından biri olup lügat
mânâsı kadeh sunan, içki veren demektir (Pala, 2002: 387). Şairin gözünde
sevgili bir sâkî sayıldığını dile getiren İskender Pala, sâkînin bazen mutrib
olarak da görev yaptığını, mutlaka güzelliği ile de dikkat çektiğini, hatta
âşığın içkiden değil sâkînin güzelliğinden sarhoş olduğunu ve sâkînin içkiyi
sunarken “sâid-i sîmîn”inin daima görünür durumda olması gerektiğini de ifade
eder (Pala, 2016: 387). Sâkînin güzellik unsurlarından büyük bölümünü yüzü
oluşturur ve yüz parlaklığı, rengi dolayısıyla güle benzetilir (Ekici, 2017:
59). Ahmed Paşa'nın bu beytinde de sâkî sevgili mesabesinde olup şair onun
yüzünü güle teşbih etmiştir. Beyitte şair, gönlünün aydınlanması için
sâkînin çiçek dalı gibi yedd-i beyzâsını gibi göstermesini arzulamaktadır.
Sâkînin/sevgilinin kolu parlaklığı, göz kamaştırıcı olması yönüyle Mûsâ
Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiş ve bu surette Mûsâ
Peygamber'e verilen yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.
·
16. yüzyıl
şairlerinden İbn Kemal ise şu beyitte sevgilinin yanağını göz kamaştırıcı
parlaklığı yönüyle yedd-i beyzâya teşbih etmiştir:
Mûsâ
giderüp hatt-ı siyâhını yüzinden Gösterdi ‘izârında nigârun yedd-i beyzâ
İbn-i
Kemâl, Dîvân, G 16/3
“Mûsâ
sevgilinin yüzünden ayva tüylerini giderip yanağında yedd-i beyzâsını
gösterdi.”
Klâsik
Türk şiirinde “hat” kelimesi sevgili söz konusu olunca daha çok ayva tüyü
mânâsında kullanılmış ve daima yanak, yüz, dudak, çene, saç ve ben gibi
güzellik unsurlarıyla birlikte ele alınmıştır. Ayva tüyleri sevgilinin
güzelliğini gölgeleyen, bozan bir unsur olarak değerlendirilir (Şahin, 2012:
387). Şairler ayva tüyleri ile ilgili çok farklı benzetmeler ve mecaz unsurları
kullanmışlardır. Beyitte yanağın parlaklığı yönüyle ele alınması ayva
tüylerinin bir tezat unsuru yaratarak siyah kelimesiyle anılmasını
sağlamıştır. Sevgilinin yanağını parlaklığı, göz kamaştırıcı olması yönüyle
Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih edilmiş ve Mûsâ Peygamber'e
verilen yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.
Çekdi
âvâze-i Dâvûdunu her bülbül ü mest Yedd-i Beyzâsını carz eyledi gül
Mûsâ-vâr
Hayâlî
Bey, Dîvân K 2/4
“Dâvûdî
sesiyle bütün mest edici bülbüller öttü, gül Mûsâ gibi beyaz elini gösterdi.”
16. yüzyıl şairlerinden Hayâlî Bey, bu beyitte gül ve bülbül mazmûnunu Dâvûd ve
Mûsâ teşbihi ile yapmıştır. Dâvûd Peygamber sesinin güzelliği ile
meşhurdur. Dâvûd Peygamber kendisine indirilen dört semâvî kitaptan biri olan
Zebûr'u okurken herkes susup onu dinlermiş ve hatta onu dinlerken kendinden
geçip ruhunu teslim edenler bile varmış (Pala, 2016: 108). Bu beyitte bülbül
güzel sesi, ötüşü dolayısıyla Dâvûd Peygamber'e, gül de koynunun nûr olması
yönüyle Mûsâ Peygamber'e teşbih olunmuştur. Kendinden geçen bülbüllerin
Dâvûd Peygamber'in sesi gibi etkileyici ve güzel bir ötüşle inlemeleri
karşısında gülün Mûsâ Peygamber gibi beyaz elini koynundan çıkarıp gösterdiği
yani açtığı ifade edilmiştir. Beyitte Dâvûd Peygamber'in sesinin güzelliğine ve
Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine telmihte bulunulmuştur.
Dehr
Fir‘avnın meger îmâna da‘vet itmege Gösterür mu‘ciz yedd-i beyzâyı Mûsî-vâr gül
Muhibbî, Dîvân, G 1704/8
“Gül
dünya Firavun'unu imana davet için sanki Mûsâ gibi beyaz el mucizesini
gösterir.”
Mûsâ
Peygamber'e Tûr Dağı'nda Tanrı tarafından peygamberlik görevi verildiği,
peygamberliğinin kanıtı olarak asâ ve yedd-i beyzâ mucizelerinin verildiği, bu
mucizelerle gidip Firavun'u imana davet etmesinin buyrulduğu Kur'ân-ı Kerîm'de
(Tâ Hâ 20/22, Neml 27/12; Kasas 28/29-32) bildirilmektedir. Arap, Fars ve Türk
klâsik edebiyatlarında zalim, inatçı, kibirli ve gururlu gibi menfî vasıflarla
öne plana çıkarak bir mazmun şeklinde yer almış, tasavvufî metinlerde de bütün
menfî yönleriyle nefsi ifade etmek için kullanılmıştır (Uzun M. , 1996: 121).
Muhibbî de bu beyitte Firavun mazmûnuna yer vermiş ve Mûsâ Peygamber'e
verilen risalet görevi ve yedd-i beyzâ mucizesi ile Firavun'un imana davet
edilmesi hadisesine telmihte bulunarak, beyaz gülün açılmasını Mûsâ
Peygamber'in yedd-i beyzâsına teşbih etmiştir. Beyitte ayrıca gülün
açılması yani yedd-i beyzâsını göstermesi dünya Firavun'unu imana davet etme
amacına bağlanarak hüsn-i ta'lil yapılmıştır. Beyitte geçen “Fir‘avn,
îmâna da‘vet it-, yedd-i beyzâ, Mûsî” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Nigârun
pençesi vasfı ile Rahmî bu beş beytün Yedd-i beyzâ-yı Mûsî-veş ‘acâyib sihrdür
el-hak
Bursalı
Rahmî, Dîvân, G 113/5
“Ey
Rahmî! Sevgilinin elinin vasfı ile bu beş beytin hakikaten Mûsâ'nın yedd-i
beyzâsı gibi şaşılacak bir sihirdir.”
16.
yüzyıl şairlerinden Bursalı Rahmî'nin Dîvân'ında yer alan 113. gazel 5 beyitlik
yek-âhenk bir gazel olup bir güzellik unsuru olarak sevgilinin elini konu alır.
Şair, gazelinin bu (makta) beytinde sevgilinin elinin vasıflarını dile
getirdiği bu beş beytin Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsı kadar şaşırtıcı/göz
kamaştırıcı bir sihir kudretine sahip olduğunu anlatmaktadır. Şair, bu şiirini,
şaşırtıcı olması yönüyle ve bir elin beş parmağı gibi beş beyitten oluşması
hasebiyle, i'câzının parlaklığına da gönderme yaparak Mûsâ Peygamber'in yedd-i
beyzâsına teşbih etmiştir. Bu teşbih vesilesiyle Mûsâ Peygamber'in
yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte bulunulmuştur.
Dem-i
‘Îsâ dirilür bûy-ı buhûr-ı Meryem Açdı zanbak Yedd-i Beyzâyı kef-i Mûsâvâr
Bâkî, Dîvân, K 18/19
“Buhur-ı
Meryem’in kokusu îsâ’nın nefesi gibi toplanır/hayat bulur. Zambak Mûsâ’nın nur
neşreden yedd-i beyzâsı gibi açtı.”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Bâkî bu beyitte îsâ ve Mûsâ Peygamber'in mucizelerini
tabiattaki çiçeklerin hususiyetlerini ile ilişkilendirmek suretiyle telmih
unsuru olarak kullanmıştır. Beyitte “buhûr-ı Meryem” adı ile zikredilen çiçeğe
Meryemana eli de denildiğini, çiçeğin aynı zamanda tütsü olarak da
kullanıldığını ifade eden İskender Pala çiçeğin oluşmasıyla ilgili olarak
efsanesini de kısaca şöyle aktarır: "Hz. Meryem, îsâ Peygamber'i
doğururken zorlanmış ve bir çiçeği tutmuştur. Çiçek sonradan el şeklinde
belirmiştir. Ebeler kolay doğum olması için bu çiçekten yararlanırmış (Pala,
2016: 76).” Söz konusu çiçek isminden dolayı îsâ Peygamber'i de çağrıştırmaktadır.
Beyitte bahsi geçen bir diğer çiçek olan zambak çağrışım alanı zengin olmakla
birlikte nispeten az kullanılmış çiçeklerden biri olup beyazlığı ve zarafetiyle
ön plana çıkmıştır (Açıl, 2015: 22). Beyitte zambağın açılması beyazlığı Mûsâ Peygamber'in
yedd-i beyzâsına teşbih edilmiştir.
Olsa
i câz-ı yedd-i beyzâ n'ola bî-i tibâr Tâb-ı mihr itdi cihânı ol kadar pür-tef ü
tâb
Fehîm-i
Kadîm, Dîvân, K V/6
“Güneş'in
parlaklığı dünyayı o derece aydınlık ve sıcaklıkla doldurdu ki Mûsâ'nın
mucizesi olan beyaz el mucizesine itibar edilmezse buna şaşılmaz.”
·
17.
yüzyıl şairlerinden Fehîm-i Kadîm’in bu beyiti, kasîdenin nesib bölümünden bir
beyit olup söz konusu kaside, Sultan IV. Murad Hân’a sunulmuş bir
temmûziyyedir. “Temmûziyelerde en önemli unsur güneştir. Güneşin ışınları,
parlaklığı, yakıcılığı, aydınlatıcılığı değişik ilgi ve benzetmelerle ele
alınmıştır. Güneşin temmuzdaki parlaklık ve aydınlığını en güzel şekilde ifade
edebilmek için Hz. Mûsâ’nın “yedd-i beyzâ” (beyaz el) mucizesine telmih
yapılmıştır (îspir, 2009: 342-343).” Mûsâ Peygamber, Allah’ın emri ile elini
koynuna sokup çıkardığında eli bembeyaz olur ve parıl parıl parlar. Temmuz
ayında güneş o kadar sıcak ve parlaktır ki Mûsâ Peygamber’in yedd-i beyzâsından
bile daha baskındır.
Kelım-i
Tûr-ı ma nâyım ki hâmemdir yedd-ı beyzâ Midâd-ı surh ile gâhî ki nakş-ârâ-yı
manzardır.
Nâ’ilî,
Dîvân, K XXVI/24
“Ben
mana Tûr’unun Kelîm’iyim, kalemim de yedd-i beyzâdır, bazen kırmızı mürekkep
ile yapılmış bir resim görünüşündedir.”
Nâ’ilî,
Mûsâ’nın Tanrı ile konuştuğu Tûr Dağı’nı mana, kalemini de yedd-i beyzâ’ya
benzeterek, şiirin ilâhî bir güçle yazıldığını söylemeye çalışmıştır (Erkal,
2009: 194). “Divan şiirinde şairler, belâgat ve i‘câzının parlaklığını
göstermek için fahriyyede elindeki kalemi yedd-i beyzâ diye nitelendirirler.
(Uzun M. , 2013: 377)”
Dîvân
şâirlerimizin ilgi duydukları ve manzûmelerinde sık sık yer verdikleri yazı ile
ilgili unsurlardan biri de midâd yani mürekkeptir. Kırmızı mürekkep, sevgilinin
ve âşığın iştirak ettiği hayal ve benzetmelerde karşımıza çıkmakla beraber,
daha çok sevgilinin cevr ü cefâsı ve ihmâli ile perişan olan âşığın gözyaşları,
ciğer kanı (bağır kanı) için benzetme unsuru olarak kullanılır (Sefercioğlu,
1990). Bu beyitte geçen kırmızı mürekkep ile yapılmış resim de adeta Tûr
Dağı’nda alevler içindeki ağacı, alevlerin kızıllığını çağrıştırmaktadır.
Beyitte, Mûsâ Peygamber’in yedd-i beyzâ mucizesine ve “Kelîm” lakâbı
zikredilerek Tûr Dağı’nda Tanrı ile mülakatına telmihte bulunulmuştur.
Nahl-i
gül nahl-i tecellâdur şeb-i meh-tâbda Serv-i mevzûn dest-i beyzâdur şeb-i
meh-tâbda
Arpaemîni-zâde
Sâmî, Dîvân, G102/1
“Ay
ışığı gecesinde gül ağacı, tecellî ağacıdır, serviye benzeyen güzel boyun ise
beyaz eldir.”
·
18. yüzyılda
yaşayan Sebk-i Hindî şairlerinden Arpaemîni-zâde Sâmî bu beyitte ay ışında gül
ağacının görüntüsünü Mûsâ Peygamber’in Tûr Dağı'nda gördüğü ağaca teşbih
etmiştir. Klâsik Türk şiirinde sevgilin boyu uzunluğu yönüyle serviye, tazeliği
ve yeni yetişmişliği ifade etmesiyle fidana ve gül dalına benzetilir. Beyitte
geçen nahl-i tecellî ve dest-i beyzâ tamlamaları ile Mûsâ Peygamber’in
kıssasına telmihte bulunulmuştur. “Nahl-i tecellî”, Mûsâ Peygamber’in
Eymen Vadisi’nde üzerinde tecellî eden nurları gördüğü mukaddes ağaçtır. “Dest”
kelimesi ise Arapça “yedd”(el) kelimesinin karşılığıdır. Şair ay ışığında
gördüğü sevgilinin serviye benzeyen uzun boyunu parlaklığı yönüyle yedd-i
beyzâya, gül ağacını rengi dolayısıyla şecer-i Tûr’a benzetmiştir.
·
I.4.5.3. Sihir / İ‘câz
“Her
peygamber elçi olarak gönderildiği toplumun hayatında önem arz eden hususlarda
Allah tarafından mucizelerle donatılmış olarak gönderilir. Hz. Mûsâ devrinde
sihir ve kehanet revaçta olduğu için Hz. Musa’nın sihirleri iptal eden asası
gibi en önemli mucizeleri sihirle ilişkili olarak gelmiştir (Karaman, 2015:
1516).” Mûsâ Peygamber, kendisine risaletinin delili olarak asâ ve yedd-i beyzâ
mucizeleri ile Firavun'u imana davet için gittiğinde Mûsâ Peygamber'in
gösterdiği bu mucizelere Firavun ve adamları sihirdir deyip inkâr etmişler ve
Firavun ülkesindeki bütün sihirbazları Mûsâ Peygamber ile müsabakaya tabi
tutarak onu alt etmek düşüncesiyle toplamış ancak müsabaka neticesinde
sihirbazlar Mûsâ Peygamber'in mucizesinin idrakine vararak iman etmişlerdir.
Arapça
bir kelime olup acz kökünden gelen “i ‘
câz” mucize göstererek
aciz kılmakla bağlantılı bir sözcük olduğunu dile getiren Mine Mengi bir şiir
terimi olarak i ‘ câzı
“şairin şaşırtacak güzellikte, incelikte ve zekice şiir söyleyerek dinleyeni
şaşırtması, kendine hayran bırakması” şeklinde açıklamış ve i ‘
câzın şiirde şairin
ulaşmayı istediği son nokta olması gerektiğini ifade etmiştir (Mengi, 2009:
136). “Klâsik Türk şiiri estetiği içerisinde şairin şiirde ulaşmak istediği son
nokta olan i’câza giden yolunda bir estetik ölçüt de “sihir”dir (Karaman, 2015:
1518).” Klâsik Türk şiirinde şairler büyüleyici güzellik ve etkileme gücü
mânâlarına ilişkin olarak sihir niteliğinde şiir söylemekle övünürler ve bu
hususta Mûsâ Peygamber'in mucizelerine, mucizeleriyle sihri alt edişine
telmihte bulunurlar.
Kime
izhâr edeyin sihr-i beyânı ammâ
H'âba
vardıkça meğer düşde görem Mûsâyı
Nef’î,
Dîvân, K 45/42
“Ben
sözlerimin sihrini kime göstereyim. Meğer uykuya vardıkça Mûsâ'yı düşte
göreyim."
·
17. yüzyıl
şairlerinden Nef’î, övgüye, özellikle de fahriyeye olağanüstü düşkünlüğü
sebebiyle şiirde hayal oyunculuğunu, mecazı ve mübalağayı şiirin olmazsa
olmazları kabul eder (Mengi, 2009: 140). Bu beyitte de sözlerinin sihrini,
şiirindeki ince
mânâları
anlamaya kimsenin idrakinin erişemediğini dile getirerek mübalağa yapmıştır.
Sözlerinin sihrini ancak Mûsâ Peygamber'in çözebileceğini, onu da ancak düşte
görebileceğini söyleyen şair, Mûsâ Peygamber'in mucizesiyle sihri boşa
çıkarması hadisesine telmihte bulunmuştur.
·
17. yüzyıl şairlerinden
Fevzî şiirde yenilik arayışını dile getirdiği şu beyitte konuya telmihte
bulunmuştur:
Sihr-i
şi’r-i köhne tarzı Fevzî mahv itsem n’ola Mûsî-i ma’nîyem ü i’câz mahremdür
bana Fevzî, Dîvân, G 2/5
“Ey
Fevzî! Eski şiirin sihrini ortadan kaldırsam bunda şaşılacak ne var? Mânânın
Mûsâ'sıyım ve i’câz bana mahremdir.”
Şair,
beyitte eski şiirin büyüsünü ortadan kaldırmak istediğini ancak buna
şaşılmaması gerektiğini nitekim kendisinin mânânın Mûsâ'sı olduğunu ve i’câzın
bu sebeple kendisine mahrem olduğunu dile getirirken kendi şiirinin mucizevî
yönünü de ortaya koymuştur. Nitekim Mûsâ Peygamber mucizesiyle sihirbazların
sihirlerini ortadan kaldırmış, boşa çıkarmıştır. Şair, şiirini Mûsâ
Peygamber'in mucizesine, kendisini Mûsâ Peygamber'e, eski şiirin sihrini de
sihirbazların sihirlerine teşbih etmek suretiyle Mûsâ Peygamber'in
Firavun'un sihirbazlarını mağlup etmesi hadisesine de telmihte
bulunmuştur.
Hezârân
sihri ibtâl eyledim mu’ciz-beyânımla
Elimde
hâme benzer ejder-i Mûsâ-yı ‘Umrân'a
Sünbül-zâde
Vehbî, Dîvân, K 7/90
“Sözümün
mucizesi ile binlerce sihri iptal ettim. Elimdeki kalem Mûsâ Peygamber'in
ejderine benzer.”
·
18. yüzyıl
şairlerinden Sünbül-zâde Vehbî bu beyitte şiirlerini, söyleyişini şaşırtıcı,
etkileyici olması yönüyle mucizeye, elindeki kalemini Mûsâ Peygamber'in
yılana/ejderhaya dönüşen asâsına ve kendisini Mûsâ Peygamber'e teşbih
etmiş, Mûsâ Peygamber'in mucizesiyle sihirbazların sihirlerini boşa çıkarmasına
telmihte bulunmuştur.
·
1.5. Hârûn Peygamber ile Alakası
Kur'ân-ı
Kerîm'de 20 yerde adı geçen Hârûn Peygamber'in hayatı ve faaliyetiyle ilgili
fazla bilgi bulunmamaktadır ve umumiyetle Mûsâ Peygamber ile birlikte zikredilmektedir
(Harman, Hârûn, 1997: 254). Âsım Köksal, Mûsâ Peygamber'den bir yaş büyük olan
Hârûn Peygamber'in erkek çocukların öldürülmediği yılda sağ bırakılmış olduğu;
açık, düzgün dilli ve yumuşak huylu olduğu bilgisini aktarır (2016: 7-10).
Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda peygamberlik verilerek
Firavun'a gitmesi buyrulduğunda Mûsâ Peygamber'in “Rabbim, yüreğime genişlik
ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana
ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı
kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. (Tâ
Hâ 20/25-33)” diye niyazda bulunduğu ve bu isteğinin kendisine verildiği (Tâ Hâ
20/36) bildirilmektedir. Klâsik Türk şiirinde Hârûn Peygamber'in zikredildiği
beyitlerde Mûsâ Peygamber'in veziri/yardımcısı oluşuna, iyi/düzgün söz söyleme
kabiliyetine ve Sâmirî'nin fitnesine engel olmadığını düşünerek Hârûn
Peygamber'e çıkışması hadisesine telmihte bulunulmuştur.
·
15.
yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî şu beyitte Mûsâ ve Hârûn Peygamber'in kardeş
oluşuna telmihte bulunmuştur:
Mûsâ
vü Hârûn-ı İmrânem bu gün yokdur gamum Çıkmışam Tîh yazusından şâdmânem ya
kimem
Karamanlı
Aynî, Dîvân, K 55/47 “İmrânoğlu Mûsâ ve Hârûn'um, bu gün üzüntüm yoktur.
Tîh ovasından/çölünden çıkmışım, sevinçliyim. Ya kimim?”
Beyitte
kendisini Mûsâ ve Hârûn Peygamber ile özdeşleştiren şair bu gün gamdan
üzüntüden uzak olduğunu, nitekim Tîh ovasından/çölünden çıkmış bulunduğunu
bunun için sevinçli olduğunu dile getirirken İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'ndeki
serüvenine de telmihte bulunmuştur. İsrailoğulları, Mûsâ Peygamber'in
“Arz-ı Mukaddes'e girin” emrini dinlemedikleri için Tîh Çölü'nde kırk yıl
dolaşmakla cezalandırılmışlardır (Sayı, 2016: 302). İsrailoğulları, Tîh
Çölü'nden Hârûn
Peygamber'in
ve ondan üç yıl sonra da Mûsâ Peygamber'in vefatından sonra İsrailoğulları'na
peygamber olarak gönderilen Yûşa' b. Nûn tarafından çıkarılmıştır (Köksal,
2016: 121-122). Dolayısıyla Hârûn Peygamber de Mûsâ Peygamber de Tîh Çölü'nden
çıkışı görmeden vefat etmiştir. Tîh Çölü'den çıkış İsrailoğulları için cezanın
sona erişi olması yönüyle sevinç vesilesidir.
cAdet-i
Hârûnı gözle san'at-ı Kârûnı ko Defter-i dünyâda bâkî yok ser-â-ser fânîdür
Yahyâ
Bey, Dîvân, G 99/5
“Kârûn'un
sanatını bırak, Hârûn'un âdetini gözle. Dünya defterinde ölümsüz kimse yok,
(her şey) baştanbaşa geçicidir.”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahyâ Bey bu beyitte Hârûn Peygamber'in ve
Kârûn'un kıssasına telmihte bulunur ve Hârûn Peygamber'den tavrı, duruşu
âdetiyle örnek alınması gereken bir kişi olarak bahsederken Kârûn'dan ise tam
aksine dünya malına meyletmenin kötülüğünü timsalleştiren bir kişi olarak söz
edilir. Neticede ikisinin de bu dünyada kalmadığı, dünya defterinden ölümsüz
kimse olmadığı, her şeyin geçici ve ölümlü olduğu bu dünyada akıl sahibi
kimselerin Hârûn Peygamber'in yolunu tutması gerektiği vurgulanmaktadır.
Beyitte bâkî ile fânî kelimesi arasında tezat vardır. Hârûn ve Kârûn
arasında da bir tezat olduğu söylenebilir.
·
17.
yüzyıl şairlerinden, Hikemî üslûbun öncüsü olan Nâbî ise şu beyitte Hârûn
Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e yardımcı olarak gönderilmesine telmihte
bulunmuştur:
Hazret-i
Mûsî-i ‘İmrân gibi ‘âlî-câhun Emrine olmış idi Hazret-i Hârun munzam
Nâbî,
Dîvân, K 15/27
“İmranoğlu
Hazret-i Mûsâ gibi yüksek rütbelinin emrine Hazret-i Hârûn eklenmişti.” Beyitte
şair, Mûsâ Peygamber'in yüksek rütbe sahibi olduğunu ve kendisi gibi peygamber
olan kardeşi Hârûn'un da kendisinin emrine verildiğini anlatmaktadır. Lügatte
“munzam” kelimesi “üste konan, katılan; ek” mânâsındadır (Devellioğlu, 2005:
683) Mûsâ Peygamber'e peygamberlik ve delil olmak üzere mucizeler verilip
Fiavun'a gitmesi buyrulduğunda Mûsâ Peygamber, Tanrı'dan kardeşi Hârûn'un kendisine
yardımcı/vezir olarak verilmesini niyaz etmiş ve niyazının makbul olması
neticesinde Hârûn'a da peygamberlik verilmiştir. Yani peygamberlik görevi önce
Mûsâ Peygamber'e verilmiş sonra Hârûn Peygamber'e verilmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in yüksek mertebesi meâlen şöyle bildirilmektedir:
“(Allah) Ey Mûsâ! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve
sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden
ol. (A'râf 7/144)”
Olma
vezîri pâdişeh olsa birâderün Hârûn’ı itdi Hazret-i Mûsâ mu’âheze
Edirneli
Kâmî, Dîvân, Müfredat 10
“Biraderin
padişah olsa (onun) veziri olma. (Nitekim) Hazret-i Mûsâ (bile kardeşi) Hârûn'u
azarladı.”
·
18.
yüzyıl şairlerinden Edirneli Kâmî Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'ndan
döndüğünde kavmini Sâmirî'nin yaptığı altından buzağıya taparken görüp o
öfkeyle kavminin başında bıraktığı kardeşi Hârûn Peygamber'i bu duruma engel
olmadığını düşünerek azarlaması hadisesine telmihte bulunmuştur. Söz
konusu hadise Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen şöyle anlatılmaktadır: “Mûsâ, kızgın ve
üzgün bir halde kavmine dönünce: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler
yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?' dedi. Tevrat
levhalarını yere attı ve kardeşinin (Hârûn’un) başını tutup kendine doğru
çekmeye başladı. (Kardeşi): 'Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve
nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu
zalim kavimle beraber tutma!' dedi. (A'râf, 7/150)” Bu hadiseden hareketle şair
bir kimsenin kardeşinin padişah olsa onun veziri olmaktan sakınması gerektiğini
ifade etmektedir.
·
19. yüzyıl
şairlerinden Nigârî, Dîvân'ında iki beyitte Hârûn Peygamber'den söz eder:
Sal
fitneye sehhârları eyle giriftâr
Ey
kâkül-i şeh-mâr Hayrân ola sâhir dahı Hârûn ahı Mûsâ Ey kâmil-i a‘lâ
Nigârî,
Dîvân, Müstezat 835/7
“Ey
kâkülü yılan (gibi olan) şah (sevgili)! Büyüleyici (saçlarını) fitneye sal,
(âşıkları) esir eyle. Ey kemâli yüce olan! Büyücü, Hârûn (ile) kardeşi Mûsâ
hayran ola."
Bu
beyitte Mûsâ Peygamber ile Firavun'un sihirbazları arasındaki müsabakaya telmih
vardır. Mûsâ Peygamber asâ mucizesiyle sihirbazların sihirlerini boşa
çıkarıp onları hayran bırakmıştır. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin saçının
yılana teşbih edilmesi yaygındır. Yine âşıklarının gönüllerinin sevgilinin
saçına asılıp kalması, onları böylelikle esir alması da yaygın
tasavvurlardandır. Saç, rengi ve çokluğu sebebiyle kesrettir ve bu yönüyle
beyitte fitneyi çağrıştırmaktadır. Beyitte Mûsâ Peygamber'in asâsı mazmun
olarak ele alınmış, "sevgilinin kâkülü" kapalı istiaredir ve
Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih edilmiştir. Sevgilinin saçlarının
sihirbazları, mucizevi güçlere sahip asâsıyla Mûsâ Peygamber'i ve Hârûn
Peygamber'i bile hayran bırakabilecek büyüleyici güzelliğinin olduğu dile
getirilmiştir. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin hususiyetlerinden biri de büyücü
olmasıdır. “Güzelliği ile âşıklara teshîr etmesi ise en büyük büyüsüdür. Büyü
yaparken kullanılan araçlardan biri de saç kılı olduğu için sevgilinin saçı ile
büyü birlikte kullanılır (Canım, 2016: 110).”
Nigârî,
Dîvân'ında geçen şu beyitte ise Hârûn Peygamber'in doğru ve güzel konuşma
kabiliyetine telmihte bulunarak ondan “Hârûn-ı fasîh” diye söz eder ve onu
Mûsâ, İsâ ve Muhammed Peygamber ile birlikte zikreder:
Hârûn-ı
fasîh lehcesi hoş mâder-i Mûsâ Muhtâr-ı Hudâ Meryem-i zâyende-i ‘Îsâ
Nigârî,
Dîvân, Tcb. 820-III/3
·
1.6. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve
Maiyeti ile Mücadelesi
“Firavun”,
Eski Mısır'da Amâlika-Kıbt padişahlarının husûsî unvanlarıdır (Onay, 2007:
160). Tarihte ve edebiyatta bahsi geçen en meşhur Firavun Mûsâ Peygamber
devrinde yaşamış, bütün uyarıları ve ilâhî mucizeleri hiçe saymış, zalim ve
tanrılık iddiasında bulunmuş Firavun'dur (Tökel, 2016: 271). İslâmî kaynaklara
göre Mûsâ Peygamber dünyaya geldiğinde iş başındaki firavun Velîd b. Mus'ab b.
Muâviye b. Ebu Nûmeyr'dir (Harman, Mûsâ, 2006: 211). Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ
Peygamber ile olan mücadelesi, İsrailoğulları'na yapmış olduğu zulümler,
inkârcılığı ve tanrılık iddiası ile birçok yerde Firavun'dan bahsedilmektedir
(Canım, 2016: 272). Firavun'un Mûsâ Peygamber ile birlikte anıldığı olaylar Mûsâ
Peygamber'in Firavun'u imâna davet etmesi ile başlayıp Firavun'un Kızıldeniz'de
boğulmasına kadarki safhada ortaya çıkar (Uzun M., 1996: 121). Mûsâ'nın
Tanrı'sını kabul etmeyip ilahlık
iddiasını
sürdüren Firavun veziri Hâmân'ın da etkisinde kalarak Mûsâ Peygamber'in
mucizelerini de inkâr eder. Mûsâ Peygamber özellikle asâsıyla Firavun ve
taraftarları ile büyücüleri daima yenilgiye uğratır ancak inadı ve kibri
sebebiyle yenilgiyi kabul etmeyen Firavun Mûsâ Peygamber ve İsrailoğulları
üzerindeki zulmünü arttırır ancak her ne yaptıysa bir sonuç alamaz (Uzun M.,
1996: 121-122). Firavun ve kavmi inkârcılığı yüzünden türlü belâlara uğratılır.
Bu belâlara tahammülü kalmayınca Firavun Mûsâ Peygamber ve İsrailoğulları'nın
Mısır'dan çıkmalarına izin verir ancak bu kararından vazgeçip ordusuyla
birlikte peşlerine düşer ve Kızıldeniz kıyısında arkalarından yetişir.
İsrailoğulları Kızıldeniz'in yarılmasıyla açılan yollardan karşıya geçerler
ancak peşi sıra Firavun da ordusuyla birlikte arkalarından denizde açılan yollardan
geçmek isteyince Kızıldeniz'in eski hâline dönmesiyle birlikte dalgalar
arasında kalarak boğulurlar.
Firavun
tarihî bir şahsiyet olmakla birlikte etrafında teşekkül eden olağanüstü
hikâyeler sebebiyle efsanevî bir kişiliğe bürünmüştür (Tökel, 2016: 272).
Firavun adı Türkçede “zalim kimse” anlamında kullanılmakta olup “Firavun
inadı”, “Firavun kesilmek” gibi deyimlerde yaşamaktadır (Uzun M., 1996: 122).
Klâsik
Türk şiirinde bir kötülük ve şer sembolü olan Firavun istenmeyen bir kişiliği
ve hâli çağrıştırır ve genellikle sevgilinin hattı Firavun'un askerleri olarak
tasavvur edilerek âşığa verdiği sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle
anılır (Tökel, 2016: 273). Mûsâ Peygamber'in Firavun ve maiyeti ile olan
mücadelesi eserlerde iman-küfür mücadelesi şeklinde işlenir ve daha çok âşık-
rakip ve rekabet çerçevesinde ele alınır (Uzun M., 1996: 121).
·
14. yüzyıl
şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde Firavun'un denize gark olması
hadisesine telmihte bulunmuştur:
Ben
özümi salaram denizine ‘ışkunun
Ya
garka çü Fir‘avn u ya silm çü Nûh ola
Kadı
Burhâneddîn, Dîvân, G 956/4
“Ben
kendimi aşkının denizine salarım. Ya Firavun gibi gark ola ya Nûh gibi barışık
ola.”
İlâhî
aşkı bir denize teşbih eden şair kendisini sonunu düşünmeden bu denize
bıraktığını ve bunun sonucunda ya Firavun gibi boğulacağını ya da Nûh Peygamber
gibi deniz ile barışık olacağını, boğulmadan selâmete ulaşacağını ifade
etmiştir. Beyitte Firavun'un denizde boğulması hadisesinin yanı sıra Nûh
Peygamber'in kıssasına da telmihte bulunulmuştur. Nûh Peygamber, nice
yıllar kavmini imana davet eder ancak pek az kimse iman eder. Kavmini imana
davet ettikçe onların ezâ, cefâ, hakaret ve alay etmeleri üzerine ümitsizliğe
düşen Nûh Peygamber onlara bedduâ edince Tanrı tarafından kendisine bir gemi
yapması vahyedilir. Geminin inşası bitip de tûfân alâmetleri görünmeye
başlayınca Nûh Peygamber mü'minlerle birlikte her çeşit hayvandan birer çift
alarak gemiye biner. Su dağları aşıp tûfân her yeri kaplayınca yeryüzündeki
insan ve hayvanlar yok olur. Altı ay süren tûfânın sonunda sular çekilmeye
başlayınca Nûh'u gemisi de bir rivayete göre Cûdî Dağı'na oturur ve gemidekiler
kurtulur (Pala, 2016: 361). Beyitte telmihte bulunulan Firavun ile Nûh
Peygamber'in kıssaları arasında birinin boğulması birinin kurtuluşa ermesi
bakından tezat da vardır.
·
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî Mûsâ Peygamber'in, Firavun ile olan mücadelesinde
galip gelişini bir beytinde şöyle ifade eder:
San‘at-ı
ihyâyı sensin ‘İsî’ye ta‘lîm iden
Mûsî’ye
sensin kılan Fir‘avn mülkin pâ-yi-mâl
Ahmedî,
Dîvân, K II/21
“Diriltme
sanatını İsâ'ya öğreten sensin. Firavun mülkünü Mûsâ'nın ayakları altına seren
sensin.”
Beyitte
Mûsâ Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesinde galip gelerek Firavun'un
malının-mülkünün Mûsâ Peygamber ve kavmine kalması hadisesi ile İsâ
Peygamber'in ölüleri diriltmesi mucizesine telmihte bulunulmuştur. Bu
iki hadisenin de Tanrı'nın dilemesi ile vuku bulduğu dile getirilmiştir.
Firavun mülkünün Mûsâ Peygamber ve kavmine kalması hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de
şu şekilde bildirilmektedir: “Onlar neler bırakmışlardı, ne bahçeler, ne
pınarlar! Ne ekinler, ne güzel kaynaklar ve içinde eğlenip durdukları nice
nimetler ve refah! İşte böylece biz onları başka bir kavme miras bıraktık.
(Duhan 25/28)”
Zülf
ü çeşmün remzini bir kimse bilmez varsa
Mûsâ
vü Fir‘avn ilinde ejder ü sâhir ola
Karamanlı
Aynî, Dîvân, G 15/4
“Zülfünün
ve gözünün neye işaret olduğunu bilmeyen bir kimse varsa (o kimse ancak) Mûsâ
ve Firavun ülkesinde ejderha ve büyücü olmalıdır.”
·
15.
yüzyıl şairlerinden Karamanlı Aynî bu beytinde sevgilinin saçının ve gözünün
vasıflarını dile getirirken Mûsâ Peygamber ve Firavun'un kıssasına da telmihte
bulunmuştur. Sevgilinin saçı şekil bakımından Mûsâ Peygamber'in ejderha olan
mucizevî asâsına teşbih edilmiş ve ayrıca sevgilinin gözlerinin efsunlu
güzelliği ile de büyücülük arasında ilişki kurulmuştur. Sevgilinin saçının ve
gözünün bu remizlerinin herkesçe bilindiğini ifade eden şair ancak bundan Mûsâ
Peygamber'in ejderha olan asâsı ile Firavun'un sihirbazlarının/büyücülerinin
bî-haber olduğunu dile getirmiştir. Beyitte zülf-ejder ve çeşm-sâhir
sözcükleri arasında mürettep leff ü neşr vardır. Ayrıca Mûsâ,
Fir'avn, ejder, sâhir sözcükleri arasında tenâsüb vardır.
Velî
hatt-ı siyeh-pûşı yasamış leşker-i Fir‘avn Tutar Mısr-ı cemâlini meded irmezse
Mûsâ’dan Cem Sultan, Dîvân, G CCLII/7
“Ancak
Mûsâ'dan yardım yetişmezse karalar giymiş ayva tüyleri Firavun'un askerleri
gibi hazırlanıp cemâlinin ülkesini tutar.”
Fatih'in
oğlu olan Cem, şehzâde olarak görev yaptığı Konya'da etrafında “Cem şairleri”
adıyla anılan şairlerin toplandığı, aynı zamanda dîvân ve mesnevî sahibi bir
şairdir (Özgül, 2013: 49-50). Klâsik Türk şiirinde sevgilinin ayva tüyleri
yanak ülkesini istila etmiş askerler olarak sıkça ele alınır (Şahin, 2012:
392). Cem Sultan da bu beyitte sevgilinin yanağını güzellik ülkesi, ayva
tüylerini ise bu ülkeyi istila eden Firavun askerlerine teşbih etmiştir.
Ayva tüyleri rengi ve çokluğu sebebiyle kesret olarak düşünülür ve kimi zaman
sevgilinin yüz güzelliğini gizleyen unsur olarak görülür. Beyitte, Mûsâ
Peygamber'in yardımı erişmediği takdirde Firavun askerlerine benzeyen ayva
tüylerinin sevgilinin güzellik ülkesini istila edeceği dile getirilmektedir.
Beyitte Mûsâ Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesine telmih vardır.
Ayrıca “leşker-i Fircavn, Mısr, Mûsâ” kelimeleri arasında da tenâsüb
vardır.
Mısr-ı
hüsnine hatı fir’avnı kılmadan hücûm Nîle gark idüp anı böyle azâb itmek neden
Revânî,
Dîvân, G 272/2
“Güzellik
şehrine Firavun olan ayva tüylerin saldırmadan onu neden Nil nehrine gark
ederek azap ediyorsun?”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Revânî bu beytinde Firavun'un boğulması hadisesine telmihte bulunur
ancak Kızıldeniz'e değil de Nil Nehri'ne gark olduğunu ifade eder. “Mısr”
kelimesi beyitte “memleket, şehir” mânâsında olmakla birlikte Firavun kıssası
ile birlikte zikredilmesiyle hasebiyle ihâm-ı tenâsüblü olarak
kullanılmıştır. Klâsik Türk şiirinde yanak en fazla üzerinde durulan güzellik
unsurlarından biri olup berraklık, parlaklık ve şeffaflık özelliği ile suya
benzetilir. Beyitte yanaktan güzellik şehri/ülkesi diye bahsedilmiş ve
yanaktaki ayva tüyleri de Firavun ve askerlerine teşbih edilerek güzelik
şehrine hücum etmek üzere iken Nil suyuna gark olarak boğuldukları ifade
edilmiştir.
Fir'avn-ı
nefsi eyleyicek Nîl-i kahra gark Billâh tecellî Tûrına Mûsâ degül misin Zâtî, Dîvân,
G 1005/5
“Allah
için! Nefis Firavun'unu kahır Nil'inde boğduğun zaman Tanrı'nın tecellî ettiği
Tûr Dağı'ndaki Mûsâ değil misin?
16.
yüzyıl şarilerinden Zâtî bu beyitte nefsi Firavun'a teşbih ederek
kişileştirmiş, kendini de Mûsâ Peygamber ile özdeşleştirmektedir. Beyitte Mûsâ
Peygamber'in Firavun ile mücadelesine, Firavun'un denize gark olması hadisesine
telmihte bulunulmuştur. Firavun'a teşbih edilen nefsin kahır Nil'inde
boğulması insanın maddî olan şeylerden uzaklaşıp nefsini yenmesi demektir.
İnsanın gönlü tasavvufta nefsanî arzulardan, dünyevî isteklerden arındıkça
ilâhî nurların tecellî mekânı olması yönüyle Tûr Dağı'na teşbih edilir.
Böylelikle nefsini yenen kişinin Mûsâ Peygamber gibi tecellîye mazhar olacağı
ifade edilmektedir. Beyitte “Fir'avn, Nîl, Mûsâ, Tûr, tecellî" kelimeleri
arasında tenâsüb vardır. Ayrıca nefis Firavun'un şahsında
somutlaştırılarak teşhis yapılmış, “degül misin” şeklinde soru sorularak
da istifham sanatı yapılmıştır.
Bezme
gelsen zâhidâ yakmağa gam Fir‘avn’ını Bir ayağıyla elünde ejder olurdı âsâ
Behiştî,
Dîvân, G 13/3
“Ey
zâhit! Gam Firavun'unu yakmak için meclise gelsen elindeki asâ bir ayağıyla
ejder olurdu.”
Genellikle
rindâne şiirler yazan ve aynı zamanda bir Halvetî şeyhi olan 16. yüzyıl
şairlerinden Behiştî bu beyitte zâhidi gam Firavun'unu yakmak üzere içki
meclisine elinde ejder olan asâsıyla gelmiş bir şekilde tasavvur etmiştir. Bu
tasavvurda zâhid elindeki ejder olan asâdan dolayı Mûsâ Peygamber'e teşbih
edilmiş ve bu hâliyle gam ile özdeşleştirilen Firavun'un karşısında onu
yakmak/galebe çalmak üzere yer almıştır. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile
mücadelesine telmihte bulunulmuştur. Beyitte geçen ayak kelimesi
hem içki ile alakalı olarak kadeh anlamında hem de ayak anlamında tek ayak
şeklinde düşünülen asâ ile ilgili olarak kullanılmış olup bu kelimede iham-ı
tenâsüb vardır. “Firavun, ejder, asâ” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.
Hattunı
Fir‘avn okıyan gamzeni Mûsâ sanur Zülfüni agzından âteş saçar ejderhâ sanur
Emrî,
Dîvân, G 102/1
“Ayva
tüylerinin Firavun olduğunu söyleyen gamzeni Mûsâ, saçını ise ağzından ateş
saçan bir ejderha sanır.”
16.
yüzyıl şairlerinden Emrî bu beytinde sevgilinin güzellik unsurlarından ayva
tüyü ile Firavun, gamzesi ile Mûsâ Peygamber ve zülfü ile de ejderha arasında
bir ilişki kurmuştur. Klâsik Türk şiirinde sevgili söz konusu olunca “hat”
kelimesi ayva tüyü kastedilmiş, kelimenin yazı anlamına gelmesinden dolayı
yanak bir sayfa, tüyler de yazı olarak telakki edilmiştir (Şahin, 2012: 387).
Beyitte “okumak” kelimesi sesli olarak söylemek yahut değerlendirmek mânâsında
olup kelimenin “bir yazıyı çözüp seslendirmek” anlamı “hat” kelimesinin yazı
anlamı ile ilişkilidir. Sevgilinin ayva tüyleri renk ve çokluğu sebebiyle
kesret olarak telakki edilir ve bu yönüyle beyitte olumsuz sıfat ve
niteliklerle anılan, inkârın sembolü olan Firavun ile ilişkilendirilmiştir.
“Gamze” ise sevgilinin güzellik unsurlarından göz ile ilgili olup beyitte
büyüleyicilik vasfı sebebiyle mucizeleri Firavun ve adamları tarafından büyü,
sihir addedilen Mûsâ Peygamber ile ilişkilendirilmiştir. Sihir, sevgilinin câdû
gözlerinin bir özelliği olup sevgili gamzesi ile âşıklarını büyüler. Sevgilinin
güzellik unsurlarından saç ise beyitte ağzından ateş saçan bir ejderhaya,
beyitte Mûsâ Peygamber'in de zikredilmesiyle onun ejderhaya dönüşen asâsına teşbih
edilmiştir. Beyitteki “hat, gamze, zülf’ kelimeleri arasında ve “Fircavn,
Mûsâ, ejderhâ” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Sevgilinin güzellik
unsurları üzerinden teşbih yoluyla Mûsâ Peygamber ile Firavun kıssasına da telmihte
bulunulmuştur.
Mûsâ
Peygamber'in Firavun ile olan mücadelesinde Firavun'un yakın çevresinde olan
kişilerden de bahsedilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ Peygamber'in mucizelerle
desteklenerek Firavun ve çevresine/ileri gelenlerine gönderildiği bildirilir
(Zuhruf 43/46). Firavun'un yakın çevresinde bulunan ve “âl-i Fir’avn” ve
“mele-i Fir’avn” diye anılan şahısların başında veziri Hâmân gelmektedir. Hâmân'ın
yanı sıra Bel'am-ı Ba'ûr, Kârûn, Sâmirî gibi isimler tarihî kişiliklerinden çok
zulüm, inkâr, ifsâd ve kibri sembolize eden karakterler olarak Klâsik Türk
şiirinde zikredilmiştir.
Hâmân,
Mûsâ Peygamber zamanında Firavun'un veziri olan kişi olup Kur'ân-ı Kerîm'de de
adı geçmektedir ve kaynaklarda Firavun'un imana gelmesini engelleyen, sürekli
onu İsrailoğulları ile Mûsâ Peygamber'e karşı kışkırtan kişi olarak gösterilir
(Tökel, 2016: 277). Hâmân adı Kur'an-ı Kerim'de altı ayette Firavun'la birlikte
zikredilmekte olup (Kasas 28/6, 8, 38; Ankebût 29/39; Mü'min 40/24, 36) bu
ayetlerden anlaşıldığına göre Tanrı Mûsâ Peygamber'i ayetler, mucizeler ve
delillerle Firavun, Hâmân ve Kârûn'a göndermiş, fakat onlar Mûsâ'yı "çok
yalancı bir sihirbaz" diye suçlayarak tebliğini reddetmişlerdir (Kuzgun,
1997: 436). Firavun'un, veziri Hâmân'dan Mûsâ'nın Tanrı'sı ile görüşmesini
sağlayacak yüksek bir kule yapmasını istediği Kur'ân-ı Kerim'de meâlen şöyle
bildirilmektedir: “Firavun: Ey Hâmân, bana
yüksek
bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın Tanrısı’nı
görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı
kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa
çıktı. (Mü'min 40/36-37)” Hâmân tarafından yapılan bu kule “sarh-ı Hâmân” diye
meşhur bir rasathânedir (Pala, 2016: 187). Hâmân bundan başka Firavun'un
Mûsâ'nın Tanrı'sına ok atmak ve onu öldürmek üzere içine binerek yükseleceği
bir düzenek de yapmış, büyük bir sepete bağladığı gerges kuşları üzerlerinde
asılı olan ete ulaşmak için yükselmeye çalıştıkça Firavun'u daha da yükseğe
çıkarmış ancak Firavun bundan da bir sonuç alamamıştır (Uzun M., 1996: 122).
Klâsik Türk şiirinde Hâmân, kötülük sembolü olan kişilerden biri olup Firavun
kıssasına yapılan atıflarla ve Firavun'un emriyle yapmış olduğu meşhur kule
vesilesi ile zikredilir (Tökel, 2016: 279).
Sakın
dünyâya magrûr olma magrûr Ne aldı gitti Fir‘avn ile Hâmân
Muhibbî,
Dîvân, G 2167/6
“Sakın
Dünya malıyla gururlanma, Firavun ile Hâmân ne alıp götürdüler?”
Muhibbî
mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman bu beyitte Firavun ve Hâmân'ı
dünyanın geçiciliğinden habersizce hırslarıyla yaşayan, dünya malıyla
gururlanan kimselerin sembolü olarak ele almış ve böyle kimselerin akıbetinin
ne olacağına ilişkin Firavun kıssasına telmihte de bulunulmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de Firavun'un haddini aşıp üstünlük taslayan bir zorba olduğu
(Duhan 44/31), kavmine “Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan
nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” diyerek kibirlendiği
(Zuhruf 43/51), Firavun ve askerlerinin yeryüzünde haksız yere büyüklük
tasladıkları ve bu zalimlerin nihayetinde denize atıldıkları, onların ateşe
çağıran öncüler kılındıkları (Kasas 28/39-41) bildirilir.
Belâ
gird-âbına salsun -adûnı
nâ-bedîd itsün Fenâ deryâsına gark eyleyen Firavn u Hâmânı
Bâkî,
Dîvân,
K 14/36
“(Allah)
Firavun ve Hâmân'ı yokluk deryasına gark eylediği gibi düşmanı da belâ
girdabına salıp yok etsin.”
16.
yüzyıl şairlerinden Bâkî, Firavun ve Hâmân'ın denize gark olmaları hadisesine telmihte
bulunduğu bu beyitte, aynı akıbete düşmanı olan rakibin de uğraması için,
rakibin belâ girdabında yok olması için beddua etmektedir. Böylece kendisi de
rakip belasından kurtulmuş olacaktır.
Kevkeb-i
âlîsin idrâk eyleyemez erbâb-ı fen Etseler vaz'-ı rasad tâ sarh-ı Hâmân üstüne
Nedîm, Dîvân, K 3/28
“İlim
erbâbı Hâmân'ın kulesinin üstüne çıkıp gözlem yapsalar onun yüce yıldızını
idrâk eyleyemezler.”
18.
yüzyılın önde gelen şairlerinden olan ve Klâsik Türk şiirine getirmiş olduğu
yeniliklerle Nedîmâne denilen yeni bir tarz geliştirmiş (Uçan Eke, 2015:
244) olan Nedîm Sadrazam Damat Ali Paşa için yazmış olduğu kasidesinin methiye
bölümünde yer alan bu beyitte memdûhunun yıldızını bile yüce olduğunu Hâmân'ın
inşa ettiği kule çıkıp bakan ilim adamlarının bile onu gözlemlemeye gücünün
yetmediğini dile getirerek mübalağalı bir şekilde ortaya koymuştur.
Beyitte Hâmân tarafından inşa edilen ve rasathane olarak kullanılan kuleye telmihte
bulunulmuştur. Beyitte geçen “kevkeb, rasad” kelimleri arasında tenâsüb
vardır.
Bel'âm-ı
Ba'ûr hakkında Adnan Uzun “Firavun'un dinî işlerine bakan, halkı Firavun'un
tanrılığına inandırmaya çalışan, bu yolda telkinler yapan din adamıdır.”
bilgisini aktarırken (Uzun, A. 1999: 44) Ömer Faruk Harman ise “Tevrat ve
İslâmî kaynaklarda önceleri iyi bir mümin iken daha sonra Hz. Mûsâ ve kavmi
aleyhine hile tertiplediği için cezalandırıldığı rivayet edilen kişi” olduğunu
ifade eder (Harman, 1992: 389). Bel'âm-ı Ba'ûr'un ismi Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmez.
Bel'âm-ı Ba'ûr'un Mûsâ Peygamber'in üzerine yürüdüğü Kenânî kavimden duası
makbul, âbid ve zâhit bir kişi olduğu, Mûsâ Peygamber'in ordusuyla bu Kenânî
kavmin üzerine yürüdüğü vakit bu kavmin Bel'am'a gidip Mûsâ Peygamber ve
ordusuna beddua etmesini istedikleri, Bel'am'ın beddua etmeyi reddetmesi
üzerine Kenânî kavmin pek fazla miktarda para teklif ederek ısrar etmesi
üzerine bedduaya başladığı ancak o beddua ettikçe sözlerin tersine çevrilip
kendi kavmi aleyhine döndüğü, amacına ulaşamayıp lanete uğradığı rivayet edilir
(Tökel, 2016: 265). Bir başka rivayette dünyalık için beddua etmeye razı olup
Mûsâ Peygamber ve askerleri için beddua ettiği sırada ağzından beyaz bir kuşun
uçarak gittiği, sonra da dilinin sarkıp susuz köpek gibi can verdiği aktarılır
(Pala, 2016: 65). Klâsik Türk şiirinde Bel'âm-ı Ba'ûr, ibadet, zühd ve takvaya
güvenerek yaşamanın kişiyi kurtuluşa erdirmeyeceği gerçeğini sembolize eder
(Tökel,2016: 265). Taranan dîvânlarda Bel'âm-ı Ba'ûr'un kıssasına telmihte
bulununlan 2 beyit tespit edilmiştir:
İbâdetine
dayanma ki sana pend yeter Hemîn hikâyet-i İblîs ü Bel'am-ı Ba'ûr
Hayâlî
Bey, Dîvân, K 1/17
“İbadetine
güvenme ki sana tıpkı bu İblis ile Bel'âm-ı Ba'ûr'un hikâyeleri öğüt olarak
yeter.”
16.
yüzyıl şairlerinden Hayâlî Bey, yapılan ibadetlere güvenmemek gerektiği
hususuna değindiği bu beyitte ibadetlere güvenmenin kişiyi İblis ile Bel'âm -ı
Ba'ûr'un akıbetine götürebileceğini ifade ederek İblis ile Bel'âm-ı Ba'ûr'un
hikâyelerine telmihte bulunmuştur. İblis önceleri Hâris adlı bir melek olup
meleklerin ulusu ve hocası iken kendisinin ateşten yaratıldığını ileri sürerek
topraktan yaratılmış olan Âdem'e secde etmeyeceğini söyleyerek Tanrı'ya asî
olunca Tanrı tarafından lanetlenmiş ve şeytan kılığına sokulmuştur (Pala, 2016:
431). Bel'âm-ı Ba'ûr'un da hikâyesi İblis'e benzemektedir. O da önceleri iyi
bir mümin iken dünyalık için Mûsâ Peygamber ve askerlerine beddua edince
hüsrana uğrayanlardan olmuş, bir anlık tamah ve hırsı bir ömür boyu yaptığı
ibadet ve hasenâtı ateş gibi yok etmiştir (Tökel 2016: 265).
Eyleme
kibr ü hased merdûd olan şeytana bak Zühdüne dayanma gel gör n'oldı Bel'âm-ı
Ba'ûr
Muhibbî,
Dîvân, G 374/3
“Kibir
ve kıskançlık eyleme, kovulan şeytana bak. İbadetlerine güvenme, (böyle yapan)
Bel'âm-ı Ba'ûr'a ne olduğunu gör.”
16.
yüzyılda yaşayan, Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî de bu beytinde
şeytanın kibri yüzünden Âdem'e secde etmeyip Tanrı'ya asî olması sebebiyle
kovulmuş olmasına ve yıllarca dünyanın zevklerindem uzak bir şekilde yaşayıp
ibadetle ömrünü geçiren Bel'âm-ı Ba'ûr'un sapkınlığına telmihte
bulunmuş, kıskançlık, kibir gibi hasletlerin insanı sapkınlığa
sürükleyebileceğini ifade etmiştir. Beyitte Bel'âm-ı Ba'ûr, hak ve hakikati
gördükten sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumunu sembolize
etmektedir (Harman, 1992: 389).
·
1.7. Denizin Yarılması
Kur'ân'da
da bahsi geçen (Bakara 2/50, Şuarâ 26/63) İsrailoğulları'na denizin yarılması
ve bu durumunu İsrailoğulları tamamen geçinceye kadar koruması ve zemininin
kupkuru hâle gelmesi hadiseleri İslâm terminolojisinde mucize denilen
hadiselerin tipik örneklerinden olup Mûsâ Peygamber'in denizin yarılması
mucizesinin asâsını denize vurmak suretiyle gerçekleştiği yine Kur'ân'da Şuarâ
Sûresi'nin 63. ayetinde bildirilmektedir (Sayı, 2016: 192-193).
Yıllardır
Firavun ve kavminin uyguladığı haksızlık ve zulümlere maruz kalan
İsrailoğulları'nı geceleyin gizlice Mısır'dan çıkarmasının kendine vahyedilmesi
üzerine Mûsâ Peygamber, geceleyin kavmi ile birlikte yola çıkmıştır. 19. yüzyıl
şairlerinden Nigârî bu zamanlamaya şu beytinde telmihte bulunmuştur:
Kıssa-i
Hazret-i Mûsâya haberdâr bilür Şeb-i târikde sefer eyleme a‘lâ görünür
Nigârî,
Dîvân, G 191/5
“Mûsâ
Peygamber'in kıssasından haberi var, bilir. Karanlık gecede sefer yapmak
••
••
•• •* 77
yüce
görünür.
Durumu
haber alan Firavun ve adamlarıysa onları imha etmek için peşlerine düşüp güneş
doğarken onlara yetişmiş ancak İsrailoğulları mucize olarak denizin
yarılmasıyla karşıya geçmişler (Arslan, 2013: 28), Firavun ve adamları ise “Biz
de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle
kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.” (A'râf 7/136) ayetiyle
açıklandığı gibi denize gark olmuşlar, boğulmuşlardır. Bu olaydaki denizin
Kızıldeniz olduğu nakledilmekle (Sayı, 2016: 195) birlikte bazı Klâsik Türk
edebiyatı şairleri (Necatî Beg, Yahyâ Bey) şiirlerinde Nil Nehri olarak da
bahsetmişlerdir.
·
15. yüzyıl
şairlerinden Necatî Bey şu beyti ile denizin yarılması hadisesine telmihte bulunmuştur:
Yâ
meğer kim leşker-i Für‘avnı ederler helâk Nil şakk olmuş durur Mûsâ elinde
bî-gümân
Necatî
Beg, Dîvân, G 431/5
“Ya
meğer Firavun askerini helâk ederler. Şüphesiz Nil, Mûsâ'nın elinde
yarılmıştır.” Necâtî Bey bu beytinde Firavun ve askerlerinin boğulduğu yer
olarak Nil Nehri'nden bahsetmiş ve hadiseye telmihte bulunmuştur.
Yanaktaki ayva tüylerinin Firavun'un askerlerine ve yanağın parlaklığından,
berraklığından ötürü suya teşbih edilmesi tasavvurundan hareketle şairin
muhatabının yüzündeki çizik Firavun askerlerini helâk etmek üzere Mûsâ
Peygamber'in elinde denizin yarılması hadisesine teşbih edilmiştir.
Beyitteki “leşker-i Fir'avn, helâk etmek, şakk olmak, Nil, Mûsâ” kelimeleri
arasında tenâsüb vardır.
·
16. yüzyıl
şairlerinde Fuzûlî, Dîvân'ında 3 beyitte denizin yarılması hadisesine telmihte
bulunmuştur:
Kahrı
ol reng ile kim deryâ mizâcın huşk eder Çalsa ger Mûsî-sıfat deryâya tîğ-i
âb-dâr
Fuzûlî,
Dîvân, K 41/11
“O
Mûsâ sıfatlı parlak kılıcını eğer denize çalsa, kahrı o rengi ile denizin
mizacını kurutur.”
16.
yüzyılın önde gelen şairlerinden Fuzûlî, bu beytinde sevgiliyi/memdûhunu
elindeki parlak kılıcı asâya teşbih etmek suretiyle Mûsâ sıfatlı olarak
nitelemiş ve Mûsâ Peygamber'in asâsını denize vurmasıyla denizin yarılması
hadisesine telmihte bulunmuştur. Ezici davranış, zulüm, üstünlük gibi
anlamlarıyla “kahır” kelimesi beyitte Mûsâ Peygamber'ın öfkeli mizâcını da
çağrıştırmaktadır.
İki
gözden revân etmiş sirişkim kâmetin şevki Asâ-yi mu’cizi gör kim iki bölmüş bu
deryâyı
Fuzûlî,
Dîvân, G 278/2
“Endamını
görme arzusuyla gözyaşlarım iki gözden akmış. Asânın mucizesini gör ki bu
deryayı ikiye bölmüş.”
Bu
beyitte ise şair gözyaşlarının iki gözünden revan olma sebebini sevgilinin
endamını şiddetle arzulamasına bağlamıştır. İki gözden akan gözyaşları ikiye
bölünmüş bir deniz gibi tasavvur edilmek suretiyle denizin yarılması mucizesine
telmihte bulunulmuştur. Bu telmih bağlamında sevgilinin boyu da şekil
açısından benzerlik kurularak denizi yaran Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih
edilmiştir.
Nâvekim
gör kim yarıp ekşim tutar göz perdesin Ey diyen Mûsî asâsı kat’-i deryâ etmedi
Fuzûlî,
Dîvân, G 280/2
“Ey
Mûsâ’nın asâsı denizi kesip açmadı diyen! Bak sevgilinin okunun gözyaşımı yarıp
da göz perdesine nasıl ulaştırdığını gör.”
Fuzûlî
bu beyitte ise gözyaşlarını çokluğu sebebiyle mübalağa yaparak denize teşbih
etmiş, sevgilinin ok gibi etkili bakışlarını/ kirpiklerini ise Mûsâ
Peygamber'in asâsına teşbih ederek, Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ
Peygamber'in Kızıldeniz'e vurması üzerine denizin yarılması hadisesine telmihte
bulunmuştur.
Getürür
anı gören nûr-ı Nebîye salavât Nîli şakk eyledi i‘câz ile sankim Mûsâ
Yahyâ
Bey, Dîvân, K 31/4
“Onu
gören Peygamber'in nûruna salavat getirir. Sanki Mûsâ mucize ile Nil Nehri'ni
yardı.”
·
16.
yüzyıl yaşamış olan, devşirme olarak Yeniçeri Ocağı'na alınan, asker olarak
Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman dönemlerinde doğuda ve batıda
birçok sefere asker olarak katılan, bir yandan da şiirle uğraşan (Kurnaz, 2004:
229) Taşlıcalı Yahyâ Bey, bu beytinin yer aldığı 22 beyitlik kasidesinde Kâsım
Paşa'nın Bağdat'ta Şat Nehri üzerinde yaptırdığı köprü vesilesiyle Paşa'yı
överken (Tökel, 2005: 9) bu beyitte köprünün ihtişamını görenlerin Muhammed
Peygamber'in nuruna salavat getirdiklerini ifade ederken nehrin üzerindeki
köprüyü Nil'i (Kızıldeniz'i) yaran Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih
ederek konuya telmihte bulunmuştur.
Bu
bahr-i nîl-gûnda şeb-çerâg-ı mâhı şakk itdi Dü-nîm itmişdi deryâyı egerçi
mu‘ciz-i Mûsâ
Nev’î-zâde
Atâyî, Dîvân, K 1/36
“Bu
Nil renkli denizde ayın yakamozu Mûsâ Peygamber'in mucizesi gibi denizi iki
parça etmişti.”
·
17.
yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî bu beyitte deniz üzerindeki yakamozun
boylu boyunca oluşturduğu ışıltılı hattı, denizin ikiye ayrılması şeklinde
tasavvur etmiştir ve denizdeki yakamozu Mûsâ Peygamber'in denizi yarması
mucizesine teşbih ederek konuya telmihte bulunulmuştur.
Taranan
dîvânlarda denizin yarılması mucizesi ile ilgili tespit edilen diğer beyitler
şunlardır: Mesîhî: K 22/10 Zâtî: G 1333/2 Yahyâ Bey: G
6/1, G 301/5 Kilisli Zihnî: K 2/29
·
1.8. Mûsâ Peygambere Verilen
Levhalar / Tevrat
Mûsâ
Peygamber, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtardıktan sonra Tûr
Dağı'na davet edilmiş, burada oruç tutarak kırk gün kırk gece kaldıktan sonra
kendisine levhalar verilmiş ancak Mûsâ Peygamber dönüşünde kavmini buzağıya
tapar vaziyette bulunca öfkeyle levhaları yere atmış, öfkesi geçince levhaları
tekrar almıştır (Harman, 2007: 349). Bu levhaların sayısı ve cevherleri
hususunda farklı rivayetler bulunmakta olup sayısının on, yedi ve iki olduğu;
maddesinin ise zebercet, zümrüt, kırmızı yakut, taş veya ahşap olduğu
nakledilmiştir (Sayı, 2016: 210). Bu levhalarda bildirilenlerin on emir olarak
da anılan İsrailoğulları'na tebliği öngörülen ana esaslar olduğu bildirilmekte
olup bu levhaların Tevrat'ı içerdiği nakli yanında Tevrat'ın daha sonra geldiği
değerlendirmesi de yapılmaktadır (Sayı, 2016: 211-212). Kur'ân-ı Kerîm'de
Tevrat çoğu yerde İncil'le birlikte olmak üzere 16 ayette 18 defa geçmekte olup
bu ayetlerden Tevrat'ın İsrailoğulları'na indirildiği anlaşılmakla birlikte
hangi peygamber vasıtasıyla verildiği açıkça belirtilmemiş, müfessirler
muhtelif ayetlerde Mûsâ Peygamber'e verildiği belirtilen kitabı, suhufu, elvâhı
ve furkânı Tevrat şeklinde yorumlamışlar, Tevrat'ın Mûsâ Peygamber'e verilmiş
bir kitap olduğu hadis kaynaklarında açıkça belirtilmiştir (Adam, 2012: 44).
Kutsal kitap olarak Tevrat, Ahd-i Atîk'in ilk beş kitabını ifade etmekte olup
bunlar vahye dayandırılan geleneksel sırasıyla Tekvin, Çıkış, Levililer,
Sayılar ve Tesniye'dir (Adam, 2012: 41). Yahudilik dininin kutsal kitabı olan Tevrat'ta
İbrahim Peygamber'den başlayarak Mûsâ Peygamber'in ölümüne kadar olan Yahudilik
tarihi anlatılmakta olup bunun yanı sıra emir ve yasaklar da yer almaktadır
(Uzun. A. 1999: 49). Edebiyatta Tevrat, genellikler sevgili ile ilgili unsurlar
ile tasavvufî unsurlar birleştirilerek kullanılmış olup sevgilinin yüzü tevhid
remzi olması itibarıyla İlâhî kitaplara benzetilmiştir (Uzun. A. 1999: 49).
14.
yüzyıl şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde Tevrat'ın tahrif edilmiş
oluşuna telmihte bulunmuştur:
Hatun
neler yazar cânâ benüm alnumda kim bilür Diyemezem ki bîzârem bu Tevrât-ı
muharreften
Kadı
Burhâneddîn, Dîvân, G 55/4
“Ey
sevgili, ayva tüylerin benim alnıma neler yazmaktadır kim bilir? Bu tahrif
edilmiş Tevrat'tan usandığımı söyleyemiyorum ki.”
Şair
sevgilinin duru ve temiz yüzündeki ayva tüylerini hat kelimesinin yazı
mânâsından hareketle değiştirilmiş/bozulmuş Tevrat'a teşbih etmiştir. Bu
yönüyle sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri sevgilinin güzelliğini gölgeleyen,
bozan bir unsur olarak telakki edilmiştir. Fakat buna rağmen şair sevgilinin
yüzüne olan iştiyakından, tutkusundan vazgeçemediğini dile getirmektedir.
Konuyla
ilgili en fazla beyit Nesîmî Dîvânı'nda yer almakta olup 11 beyitte levh-i Mûsâ
yahut Tevrat'tan söz edilmiş, 7 beyitte Tevrat bir kutsal kitap olarak diğer
mukaddes kitaplarla birlikte zikredilmiş, “levh-i Mûsâ” terkibi de sevgilinin
yüzü için bir teşbih unsuru oluşturmuştur.
Çün
Nesîmî Tûr-ı Sinâ’da buluptur âyetin Yâre kıldı levh-ı Mûsâ innehû şey ’ün
acîb
Nesîmî,
Dîvân,
G 12/9
“Nesîmî
Tûr Dağı'nda (sevgiliden) bir belirti bulmuştur. Sevgiliye Mûsâ'nın levhasının
şaşılacak şey olduğunu arz etmiştir.”
Beyitte
Mûsâ Peygamber'e Tûr Dağı'nda verilen levhalara telmihte bulunan 13.
yüzyıl şairlerinden Nesîmî, sevgilinin yüzünü Mûsâ Peygamber'e verilen
levhalara teşbih etmiştir. Sevgilinin yüzündeki ayva tüylerinin yazı
gibi telakki edilmesi bu teşbihin dayanak noktasını oluşturmaktadır. Şairin Tûr
Dağı'nda gördüğünü söylediği ayet/iz ise sevgilinin levh-i Mûsâ'ya benzeyen
yüzüdür ve bunun şaşılacak nitelikte olduğu ifade edilmiştir. Beyitte Hûd
Sûresi ve Kâf Sûresi'nde geçen “şey’ün ‘acîb” lafzı iktibas edilmiştir
(Keleş, 2013: 81).
Yüzündür
levh-ı Mûsâ kâmetin Tûr Hatın Fürkân yüzündür rakk-ı menşur
Nesîmî,
Dîvân,
G 65/1
“Yüzün
Mûsâ'nın levhası, boyun Tûr Dağı'dır. Ayva tüylerin Furkan, neşredilmiş sayfa
yüzündür.”
Nesîmî
bu beyitte ise tasavvufî açıdan vahdeti temsil eden sevgilinin yüzünü Mûsâ
Peygamber'e verilen levhaya/levhalara teşbih ederken boyunu ise Mûsâ
kıssası bağlamında Tûr Dağı'na teşbih etmiştir. Ayrıca sevgilinin yüzü
üzerindeki yazıya benzeyen ayva tüylerinden ötürü de yazılı bir sayfa, mukaddes
bir kitap olarak telakki edilmiştir.
Kirpigün
Tevrât u İncîl ü Zebûrun şerhidür Dört kitâbun ma'nîsi seb'al-mesânî kandadur
Nesîmî,
Dîvân,
G 118/3
“Kirpiğin
Tevrât, İncîl ve Zebûr'un şerhidir. Dört kitabın mânâsı seb'al-mesânî
nerededir?”
Nesîmî
bu beyitte sevgilinin kirpiğini İlâhî kitapların şerhi olarak telakki etmiş ve
Mûsâ Peygamber'e verilen kutsal kitap olan Tevrât ile birlikte İncîl ve Zebûr'u
da zikretmiştir. Müfessirler Hicr Sûresi 87. ayette de geçen, “tekrar tekrar
okunan yedi ayet” mânâsındaki “seb'al-mesânî”nin Fâtihâ Sûresi olduğu görüşünü
ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla beyitte Fâtihâ Sûresi'nin dört kutsal kitabın
mânâsı olduğu dile getirilmiştir.
İnanmaz
âh o kâfir mâcerâ ihlâsıma Vehbî Yemîn etsem öpüp İncîl ile Tevrât-ı Mûsâ'yı
Sünbül-zâde
Vehbî, G 261/7
“Ey
Vehbî! Eyvah ki o kâfir (olan sevgili) İncîl ile Mûsâ'nın Tevrât'ını öpüp yemin
etsem (de) ona duyduğum sevgiye/aşka inanmaz.”
·
18. yüzyıl
şairlerinden Sünbül-zâde Vehbî bu beyitte Mûsâ Peygamber'e verilen mukaddes
kitap olan Tevrât'a telmihte bulunmuştur. Sevgiliyi kâfir olarak
nitelemiş olan şair bundan hareketle cereyan eden aşkına/sevgisine inanmayan
kâfir sevgiliyi buna inandırmak için İncil ile Tevrât üzerine yemin etmektedir,
nitekim sevgili gayrimüslim/kâfir olduğundan onun için İncîl yahut Tevrât
mukaddestir. Ancak buna rağmen sevgili âşığın sevgisine inanmamaktadır.
Taranan
dîvânlarda konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Nesîmî: T
79, G 11/1, G 31/21, G 39/2, G 40/3, G 240/18, G 254/2, G 437/8
·
1.9. Sâmirî Kıssası
Sâmirî,
Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na çıktığında İsrailoğulları'nı altından yaptığı
buzağıya tapmaya sevk eden kişidir (Salihoğlu, 2009: 78). Kur'ân'da Mûsâ
Peygamber'in
levhaları almak üzere Tûr'a gitti dönem itibariyle Sâmirî'den açıkça söz
edilmekte olup hangi dönemden itibaren İsrailoğulları içerisinde yer aldığı
belirtilmemektedir. Sâmirî'nin İsrailoğulları'ndan olduğu, hatta Mûsâ
Peygamber'in bir Kıbtî'nin ölümüne sebep olduğu olayda Kıbtî ile kavga eden ve
Mûsâ Peygamber'i kâtil olarak ifşâ eden kişi olduğu rivayet edilir (Sayı, 2016:
219).
Mûsâ
Peygamber'in İsrailoğulları'nı geride bırakıp Tûr'a gittiği sırada Sâmirî'nin
İsrailoğulları'nın zinet eşyalarını toplayıp eriterek bundan bir buzağı heykeli
yaptığı ve İsrailoğulları'nı bu helkele tapmaya yönelttiği, Hârûn Peygamber'in
engellemeye çalışmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in dönüşüne kadar bu heykele
tapmaya devam edeceklerini söyledikleri Tâ Hâ Sûresi'nde şöyle anlatılmaktadır:
“Dediler ki: Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik.
Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zinet eşyasından bir takım ağırlıklar
yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı. Bu adam,
onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine: İşte,
dediler, bu, sizin de, Mûsâ'nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.”(Tâ Hâ,
20/87-88) Söz konusu olayın Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e “Senden sonra
biz, kavmini (Harun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî onları
yoldan çıkardı.” (Tâ Hâ, 20/85) şeklinde bildirdiği, bunun üzerine Mûsâ
Peygamber'in öfkeli ve üzüntülü bir şekilde kavmine döndüğü, kavminin ise bu
duruma sebep olarak Sâmirî'yi gösterdiği, Mûsâ Peygamber'in Hârûn Peygamber'e
niçin buna engel olmadın diye hiddetlendiği, Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'ye neden
böyle bir şey yaptığını sorması üzerine Sâmirî'nin “Ben, onların görmediklerini
gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın
içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi.” diye cevap verdiği, bunun
üzerine Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi kovduğu, buzağı heykelini de yakıp parça
parça ederek denize savurduğu Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılmaktadır (Tâ Hâ,
20/86-97).
Klâsik
Türk şiirinde Sâmirî, sihir konusundaki üstün yeteneği, yaptığı buzağı heykeli,
insanları doğru yoldan alıkoyması/saptırması yönüyle telmih unsuru olarak yer
alır.
Samîrî
Fir'avn içün sihr itdi bâ-izni Hûdâ Hem nidâ Mûsâ'ya geldi saldı elinden 'asâ
Nesîmî,
Dîvân, Mur. 8/1-2 “Tanrı'nın izni ile Sâmirî Firavun için sihir etti. Hem de
Mûsâ'ya seslenildi, elinden asâyı saldı.”
·
14. yüzyıl
şairlerinden Nesîmî, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile konuşması, Mûsâ Peygamber'in
elindeki asânın Tanrı'dan bir mucize olarak yılana/ejderhaya dönüşmesi
hadisesine de telmihte bulunduğu bu beyitte Tanrı'nın izni ile Sâmirî'nin
Firavun için sihir yaptığı dile getirilmiş, Sâmirî'nin sihir konusundaki
yeteneğine telmihte bulunulmuştur. Sâmirî'nin Firavun için sihir yaptığının
söylenmesinin ardından Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile elindeki asâyı
saldığının söylenmesi, Mûsâ Peygamber'in yılan/ejderha olan asâsıyla Mûsâ
Peygamber'in Firavun'ın sihirbazlarını mağlup etmesi hakikatini de akıllara
getirmektedir. Beyitteki “Sâmirî, Fir'avn, sihr; Mûsâ, asâ” kelimeleri arasında
tenâsüb vardır.
Dîvân'ında
2 beyitte Sâmirî'den bahseden 15. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î, şu beyitte
Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunmuştur:
Ger
yedd-i beyzâ senün ceybünde olsa şek degül Sâmirî sihrin gözünde görmişem
‘ayne’l-yakîn
Ahmed-i
Dâ'î, Dîvân, G 47/3
“(Ey
sevgili!) Eğer yedd-i beyzâ senin cebinde/koynunda olsa şüphe duyulmaz.
(Nitekim) Sâmirî sihrini bizzat gözünde görmüşüm.”
·
15.
yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Dâ'î bu beyitte sevgilinin güzelliğini dile
getirirken sevgilinin gözlerinin âşıklar üzerinde büyüleyici bir etki
bıraktığını ifade ederken bu etkiyi Sâmirî'nin sihrine teşbih ederek Sâmirî'nin
sihir konusundaki maharetine telmihte bulunmuştur. Sevgilinin
gözlerindeki efsunlu güzelliği bizzat görüp büyülenen şair, bunun üzerine Mûsâ
Peygamber gibi elini koynundan çıkarıp yedd-i beyzâsını gösterse bundan şüphe
edilmeyeceğini ifade etmiş, sevgiliyi bu yönüyle Mûsâ Peygamber'e teşbih
etmiş, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine de telmihte
bulunmuştur. Beyitte Mûsâ Peygamber'in mucizesi ile Sâmirî'nin sihri arasında
hakikati ve batılı karşılamaları bakımından tezat vardır.
Çeşm-i
câdû birle teshîr eylemiş dil milkini Sâmirî sihrin bilür sehhâr dirsen işte
sen
Süheylî,
Dîvân,
G 259/4
“Gönül
ülkesini câdû gözü ise büyülemiş/istila etmiş Sâmirî sihrini bilen bir büyücü
dersen işte (o) sen(sin).”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Süheylî bu beyitte sevgilinin güzellik unsurlarından
gözden,
gözün
etkileyici, büyüleyici vasfından hareketle sevgiliyi Sâmirî sihrini bilen bir
büyücü olarak tasavvur etmiş, Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün yeteneğine telmihte
bulunmuştur. Kaynaklarda cadı, kocakarı görünümlü, kötülük ve büyü yapan
bir varlık olarak tanımlanır; Klâsik Türk edebiyatında ise sahip olduğu büyü
gücü ile ön plana çıkar (Nayır, 2012: 164). Beyitte cadı kelimesi
sevgilinin güzellik
unsurlarından
olan göz ile birlikte kullanılmış, sevgilinin gözlerinin âşığı adeta güzelliği
ile büyülediği ifade edilmiştir. Beyitte ayrıca gönül bir ülkeye teşbih edilmiş
ve sevgilin cadı gözlerinin gönül ülkesini ele geçirdiği tasavvur edilmiştir.
Beyitteki “teshîr, sihr, sehhâr” kelimeleri arasında hem iştikak hem de tenâsüb
sanatı vardır.
Yüzün
sûretde mâhun zâhiridür
Gözün
ma'nâda sihr-i Sâmiri'dür
Karamanlı
Aynî, Dîvân, G 177/1 “(Ey
sevgili!) Yüzün görünüşte ay gibidir. Gözün ise mânâda Sâmirî'nin sihridir.”
·
15. yüzyılda
yaşayan ve “Cem Şairleri” adıyla tanınan şairler topluluğunun en meşhur
isimlerinden biri olan Karamanlı Aynî ise sevgilinin güzellik unsurlarından
bahsettiği bu beyitte sevgilinin yüzünü şekli ve parlaklığı bakımından aya teşbih
ederken, gözlerini de sahip olduğu büyüleyici güzelliğinden ötürü
Sâmirî'nin sihrine teşbih etmiş; Sâmirî'nin sihir konusundaki üstün
yeteneğine telmihte bulunmuştur.
La‘lün
yanında zâyil olur mu‘ciz-i Mesîh Çeşmün katında bâtıl olur sihr-i Sâmirî
Hüdâyî,
Dîvân, G 237/2
“Senin
dudağının yanında İsâ’nın mucizesinin adı anılmaz. Senin gözünün katında
Sâmirî’nin büyüsü hiç kalır.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Hüdâyî de sevgilinin güzellik unsurlarından bahsettiği bu beyitte
sevgilinin dudağından ve gözünden söz ederken İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme
mucizesine ve Sâmirî'nin yapmış olduğu sihirlere telmihte bulunmuştur.
“La'l” yâkût gibi kırmızı ve kıymetli bir taş olup Klâsik Türk şiirinde
sevgilinin dudağı kırmızı rengi dolayısıyla la'l taşına benzetilmiştir. Beyitte
sadece benzeyen olan “la'l” söylendiğinden bu sözcükte açık istiâre
vardır. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin dudağı nitelik bakımından bir tabip,
ilaç, devâ olarak telakki edilmiş olup âşığa can bağışlayan her türlü meziyet
dudakta mevcuttur (Pala, 2016: 285). Sevgilinin la'l renkli dudağın atfedilen
can bağışlayıcı nitelik karşısında İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme
mucizesinin adının bile anılmayacağı, bir büyücü gibi telakki edilen sevgilinin
gözlerinin yanında Sâmirî'nin sihrinin hiç kalacağı söylenerek mübalağa
yapılmıştır.
Na‘t-ı
hüsne beydak-ı hâlün salup ferzâne at Sâmiri sihrin yehûdi-hâne içre itdi mât
Âşık
Çelebi, Dîvân, G 117/1 “Beninin askeri/piyonu güzelliğin övgüsüne
bilgece at salıp Sâmirî sihrini havra içinde yendi.”
16.
yüzyıl şairlerinden Âşık Çelebi satranç mazmûnuna yer verdiği bu beytinde
sevgilinin yanağındaki benini piyona teşbih etmiştir. Beyitteki “beydak”
kelimesi sözlükte “satranç oyununda piyâde denilen taşlardan her biri”
mânâsında olup piyonu karşılamaktadır. Klâsik Türk şiirinde şairler satranç
terimlerinin gerçek ve mecaz anlamlarından da yararlanarak beytin anlam
katmanlarını zenginleştirmişlerdir (Kayaokay, 2018: 267). Bu beyitte de şair
satranç terimlerinden olan “beydak, ferzâne, at, hâne, mat etmek” kelimelerine
yer vermiş, bunların bazısını terim anlamıyla kullanırken bazısını gerçek
anlamı ile kullanım ihâm-ı tenâsüb yoluyla terim anlamını da
çağrıştırmıştır. “At, ferzâne ve hâne” kelimeleri arasında ihâm-ı tenâsüb
vardır. Satranç terimi olarak “veziri“ karşılaşan “ferzâne” kelimesi sözlükte
“bilge, hakîm” mânâsındadır. Beyitte şair sevgilinin büyüleyici nitelikteki
benini ata binerek ustalıkla savaşan bir savaşçı olarak tasavvur ederek kişileştirmiş
ve Sâmirî'nin sihrini mat ettiğini/ yendiğini dile getirmiş böylelik sevgilinin
yanağındaki “ben”in büyüleyicilik bakımından Sâmirî'nin sihrinden daha üstün
olduğu ifade edilmiştir. Beyitte Sâmirî'nin sihir ile alakasına ve
“yehudî-hâne” kelimesi ile Sâmirî'nin Yahudi oluşuna telmihte
bulunulmuştur. “Hâne” kelimesi de ayrıca bir satranç terimi olarak satranç
tahtasındaki her bir kareyi karşılamaktadır. Beyitte geçen satranç ile ilgili
kelimeler arasında tenâsüb de vardır.
·
1.10. Tîh Çölü’nde İsrailoğulları'na
Verilen Nimetler
Kur'ân-ı
Kerîm'de İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'ndeki hayatı anlatılırken üç ayette
(Bakara, 2/57; A'râf, 7/160; Tâ Hâ, 20/80) onlara verilen nimetlerden olmak
üzere menn ve selvâdan bahsedilmektedir (Harman, 2004: 107). “Menn” denilen
gıda maddesinin ağaçtan sızan reçine, bal, sütten beyaz ve baldan tatlı bir
yiyecek olduğu, ağaçların üzerine düştüğü, kar gibi İsrailoğulları'nın üzerine
yağdığı, yenilen, pişirilip içilen bir yiyecek olduğu şeklindeki farklı
rivayetler bulunmaktadır (Harman, 2004: 108; Sayı, 2016: 259).
Tevrat'ta
ise (Çıkış /16. bab) menn hakkında "sabah çiy eriyince toprakta çölün
yüzeyinde kırağıya benzer pulcuklar" şeklinde olduğu, İsrailoğulları'nın
Mûsâ Peygamber'e bunun ne olduğunu sorduklarında "Rab'bin size yemek için
verdiği ekmektir." dediği anlatılır.
Selvâ ise müfessirler tarafından ortaya
konan rivayetlere göre Allah tarafından
İsrailoğulları'na yetecek kadar yemeleri için gönderilen bıldırcın, bıldırcın
kuşuna benzer bir kuş veya bıldırcından daha büyük güvercin gibi besili bir
kuştur (Harman, Men ve Selvâ, 2004: 108).
İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'nde Mısır'daki eski günlerini
özleyip et ve ekmek isteyip yakınmaları üzerine (Ahd-i
Atik, Çıkış 16/12)
Tanrı tarafından kendilerine selvâ ve menn verildiği, Kenan topraklarına
varıncaya kadar kırk yıl boyunca menn yedikleri (Ahd-i
Atik, Çıkış 16/35), selvâ yani bıldırcınların akşam vakti gelmesine karşılık
mennin sabahleyin indiği (Ahd-i
Atik, Çıkış 16/12-13) Tevrat'ta bildirilir.
İsrailoğulları'nın
Tih Çölü'nde susuz kalıp Mûsâ Peygamber'e şikâyette bulunarak su istedikleri
Kur'ân-ı Kerîm'de de (Bakara, 2/60) anlatılmaktadır. Kur'ân'da bildirildiğine
göre Mûsâ Peygamber, kendisine asâsı ile taşa vurması vahyedilince taşa vurmuş
ve ondan on iki pınar fışkırmış ve on iki boydan oluşan İsrailoğulları birer
pınardan su içerek susuzluklarını gidermiştir.
Mûsâ
Peygamber'in asâsı ile vurup su çıkardığı taşın Tûr'dan alınmış olduğu, dört
köşe bir taş olduğu ve Mûsâ Peygamber'in bunu beraberinde taşıdığı, bir yere
konduklarında ona asâsıyla vurup su akıttığı, göç ederken yine asâsıyla vurarak
suyu durduğu nakledilmektedir (Sayı, 2016: 269).
Klâsik
Türk edebiyatında şairler çeşitli bağlamlarda İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde
verilen nimetlerden söz etmişlerdir.
14.
yüzyılın hükümdar şairlerinden Kadı Burhâneddîn şu beytinde sevgilinin
çektirdiği cefâları menn ve selvâya benzetmektedir:
Tîhde
biz kalmışuz senden ırah iy nigâr İşbu cefâlar bize menn ile selvâ mıdur
Kadı
Burhâneddîn, Dîvân, G 1298/4
“Ey
sevgili! Biz senden uzakta Tîh Çölü'nde kalmışız. Bu cefaların bize bıldırcın
eti ile kudret helvası mıdır?”
Beyitte
şair, sevgiliden ayrı kalmak, ona uzak olmak bakımından kendi hâlini Tîh
Çölü'nde kalmakla cezalandırılan İsrailoğulları'na benzetmektedir. Klâsik Türk
şiirinin en belirgin özelliklerinden birisi sevgilinin âşığına sonu gelmeyen
cefalarda bulunmasıdır (Pala, 2016: 90). Aslında sevgilinin cefada bulunması
âşık için bir nimet, bir lütuftur; çünkü sevgilinin cefası âşığı hatırladığı
anlamına gelmektedir. Şair de beyitte sevgilinin çektirdiği cefaları
İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetler olan menn ve selvâya teşbih
ederek konuya telmihte bulunmuştur.
16.
yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Sürûrî ise Mûsâ Peygamber'in asâsıyla taşa vurup
ondan su akıtması mucizesine telmihte bulunmuştur:
Hazret-i
Mûsâ hakkı bir kez ‘asâ-yı âh ile Tagları ursam revân eylerdi seng-i hâre su
Gelibolulu Sürûrî, Dîvân, K 2/16 “Hazret-i Mûsâ'ya ait olan âh asâsı ile
bir kez dağları vursam kayadan su akardı.” Bir acı ünlemi olan âh, Klâsik Türk
şiirinde âşığın aşk ateşiyle dolu gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür
(Pala, 2016: 10). Bu hâliyle âh, şekil açısından Mûsâ Peygamber'in asâsına teşbih
edilmiştir. Beyitte kendisini Mûsâ Peygamber ile özdeşleştiren şair, Mûsâ
Peygamber'in Tîh Çölü'nde susuz kalan İsrailoğulları için, Tanrı'nın buyruğu
ile asâsını kayaya/taşa vurmak suretiyle su akıtması hadisesine telmihte
bulunmuştur.
Seng-i
cevrün kim yagar bu kalb-i hayrân üstine Menn ü selvâdur ener Mûsâ-yı ‘İmrân
üstine
Hüdâyî,
Dîvân, G 201/1
“Bu
şaşkın yürek üstine yağan cefa taşın İmran’ın Mûsâ’sı üstüne inen kudret
helvası ve bıldırcındır.”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Hüdâyî ise bu beytinde taşa benzettiği sevgilinin cefasının
kalbinin üzerine yağdığını ifade etmekte ancak bundan şikâyetçi görünmemekte
aksine sevgiliden gelen cefa taşını Tîh Çölü'nde Mûsâ Peygamber ve kavmi için
gökten indirilen “menn” ve “selvâ”ya teşbih bir nimet olarak görmektedir.
Nitekim Klâsik Türk şiirinde sevgilinin âşığa cefası âşık için bir nimet,
ilgisizliği ise felakettir. Beyitte Mûsâ Peygamber'in atası İmrân'a ve Tîh
Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen “menn” ve “selvâ”ya telmihte
bulunulmuştur.
Geçeli
dil felekün Menn ile Selvâsından İstemez mâyide-i rûhı Mesihâsından
Cevrî,
Dîvân, G 189/1
“Gönül
feleğin menn ve selvâsından geçeli Mesihâsından rûh sofrasını istemez.”
·
17.
yüzyıl şairlerinden Cevrî bu beytinde Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen
nimetler olan bıldırcın ve kudret helvasının yanı sıra İsâ Peygamber'e ait
mucizelerden gökten sofra inmesi hadisesine de telmihte bulunmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de adını İsâ Peygamber ile ilgili bu mucizeden alan Mâide
Sûresi'nin 112-115. ayetlerinde anlatıldığına göre Havariler İsâ Peygamber'e
“Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” diye sormuşlar, İsâ Peygamber de
onlara "Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun." diye
söylemiş; bunun üzerine Havariler “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz
güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım” diye
karşılık verince İsâ Peygamber Tanrı'ya niyazda bulunmuş ve sofra indirilmiş,
hâlâ inkâr edecek olurlarsa azaba uğratılacakları bildirilmiştir (Mâide,
5/112-115). Beytin her iki mısrasında da gökten Tanrı tarafından bir mucize
olarak indirilen nimetlerden söz eden şair gönlünde bunların hevesinin
olmadığını dile getirmiş, bunları dünyevî istekler, maddî arzular olarak
görerek Yunus Emre'nin “Bana seni gerek seni” dizesiyle ifade ettiği gibi
gönlünün asıl maksudunun ilâhî aşk olduğunu sezdirmiştir.
·
18. yüzyılın
mutasavvıf şâirlerinden İsmail Hakkî Burusevî Dîvân'ında şu iki beyitte “menn”
ve “selvâ”dan kalbin, ruhun gıdası olarak bahseder:
Sivâ-yı
Hak’dan eyle bir ‘aceb perhiz ey ‘âşık
Nüzûl
itsün gıdâ-yı rûh yensün menn ile selvâ
İsmail
Hakkî Burusevî, Dîvân, G 8/4
“Ey
âşık! Hak'dan başka her şeyden uzaklaş ki gökten sofra insin, bıldırcın ile
kudret helvası yensin.”
İsmail
Hakkı Bursevî Mûsâ ve İsâ Peygamberlerin kıssalarına telmihte bulunduğu
bu beyitte Mûsâ Peygamber'in kavmi olan İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen
nimetler olan bıldırcın eti ile kudret helvasını yemek; İsâ Peygamber'in
duasıyla Tanrı tarafından Havarilere gökten sofra inmesi gibi bir lütfa ermek
için İlâhî aşka yönelmiş olan kimsenin tümüyle mâ-sivâdan uzaklaşması
gerektiğini ifade etmektedir.
N’eylesün
bu çerb ü şîrîn-i cihân-ı fâniyi
Menn
ü selvâ-yı hakîkât kalbe olmuşken gıdâ
İsmail
Hakkî Burusevî, Dîvân, G 19/4 “Hakikatin menn ve selvâsı kalbe gıda
olmuşken fani dünyanın yağlı ve tatlı yiyeceklerini neylesin?”
İsmail
Hakkı Burusevî bu beytinde ise kalbi hakikatin “menn” ve “selvâ”sı ile beslenen
kimsenin fani dünyanın lezzetlerine meyletmeyeceğini ifade etmektedir. Kalbin
gıdası olduğu söylenen hakikatin “menn” ve “selvâ”sı ile fani cihanın
lezzetleri arasında tezattan söz edilebilir. Beyitte Tîh Çölü'nde
İsrailoğulları'na verilen nimetler olan bıldırcın ve kudret helvasına telmihte
bulunulmuş ve bu nimetler beyitte fani dünyanın yağlı-tatlı yiyecekleri olarak
gösterilmiştir.
Alıp
yek-kabza-i hâki ziyâfet etdin ashâba
Kef-i
bî-imtinânında nazîr-i menn ü selvâdır
Sünbülzâde
Vehbî, Dîvân, K 1/42
“Bir
tutam toprağı alıp ashaba ziyafet ettin. Cömert elinde (bu mucize) menn ve
selvâ gibidir.”
·
18. yüzyıl
şairlerinden Sünbülzâde Vehbî'nin na't türündeki kasidesinin bu beytinde
Muhammed Peygamber'in bir mucizesi Tîh Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen
“menn”
ve
“selvâ”ya teşbih edilmiştir. “Mu'cizât-ı Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde anlatıldığına
göre Azhab Gazası'nda (Hendek Savaşı) Muhammed Peygamber'in ashabı üç gün
devamlı savaştıklarından yemek yemeye fırsat bulamayıp acıkınca Muhammed
Peygamber'e şikâyette bulunmuşlar, Muhammed Peygamber elini açıp Tanrı'ya dua
edince hemen İlâhî emirle ellerini göğe kaldırmışlar, o vakit avuçları şekerden
tatlı kumla dolmuş ve dokuz gün boyunca o kumu yiyerek asla açlık
çekmemişlerdir (Çakır, 2015: 145). Söz konusu bu mucize İsrailoğulları'na Tih
Çölü'nde
menn ve selvâ gönderilmesi mucizesine teşbih edilmiştir; nitekim her
ikisinde de gökten gelen/yağan nimetler ile bütün ashabın/kavmin açlığı
giderilmiştir. Beyitte Mûsâ ve Muhammed Peygamber'in mucizelerine telmih
vardır.
·
1.11. Hızır ile Alakası
Hızır,
Klâsik Türk şiirinde şahıs, mefhum ve sembolik unsur olarak çok değişik teşbih,
telmih ve istiareler cihetiyle kullanılmış ve şairler bu kelimeyle âdeta
sınırsız bir semboller âlemi oluşturmuşlardır. Hızır, Mûsâ ile olan yolculuğu,
bu yolculuk akabinde ayrılışları, İskender’le olan macerası, âb-ı hayâtı içmiş
olması, kıyamete kadar yaşayacak olması, denizde darda kalanlara yardım ettiği
inancı vesileleriyle
pek
çok değişik suretle Klâsik Türk şiirinde söz konusu edilmiştir (Canım, 2016:
285). Hızır’ın peygamber veya veli olduğu hususunda rivayetler vardır (Pala,
2016: 204). Âlimlerin bir kısmı da ilim ve fiillerinden hareketle Hızır'ın bir
melek olduğunu ifade etmişlerdir (Bardakçı M.N. 2016: 53). Kur'ân-ı Kerîm'de
Kehf Sûresi'nin 65. ayetinde kendisine Tanrı katından bir rahmet ve ilim
verilmiş bir kul olarak bahsedilen Hızır'ın ismi geçmemektedir. “Hızır ismi ilk
olarak Buhârî ve Müslim'de geçer. Hadis, Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.)
Mûsâ'nın (a.s) yol arkadaşının kim olduğu sorulunca Hızır (a.s) diye
cevaplandığını nakleder (Halman, 2018: 98).” “Hızır” lakabı veya
unvanı Arapça yeşil anlamına gelen “ahdar”
kelimesinden
türemiştir (Halman, 2018, s. 27). Hızır'ın yeşil kişi olarak adlandırılma
sebebi ise Buhârî'nin naklettiği bir hadise göre çorak toprağa oturduğunda
ortalığın yeşile bürünmesidir (Halman, 2018: 29).
Önemli
hadisçilerden olan Buhârî, Hızır ve Mûsâ Peygamber'in kıssasını azim ve
mütevazılıkla ilim arayışının misali olarak zikreder ve onun külliyatında
kıssası anlatılan ve açıklanan ilk Kur'ânî şahsiyet olarak Mûsâ Peygamber'in
yol arkadaşı olan Hızır yer alır (Halman, 2018: 99).
Tasavvuf
edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den
başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşîd-i kâmil olarak
yorumlamışlardır (Kurnaz, Hızır, 1998: 411). Sultan Veled de bu bağlamda Şems-i
Tebrizî'yi Mevlânâ'nın Hızır'ı olarak adlandırmıştır (Halman, 2018: 30).
Türk
edebiyatında Mûsâ Peygamber'in Hızır ile görüşmesini konu alan müstakil eserler
de yazılmıştır:
“Nev'î'nin
Terceme-i Kıssa-i Hızır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivasî' nin Kıssa- i Mûsâ ve
Hızır'ı, Âhizâde'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i
Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedîde adlı risaleleri bunlara örnek
verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâi'dü'1-İrfan adlı eserinde de
ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın
kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırname adlı bir eser
kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret ettiğini
ve birçok tasavvufî meseleyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hızır'ın
cevaplarından oluşan Risâle-i Mükâleme-i Hızır aleyhisselam adlı bir eser
meydana getirmiştir. Hızriyye veya Risale-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser
Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır.” (Kurnaz,
Hızır, 1998: 412)
·
15. yüzyıl
şairlerinden Karamanlı Aynî, Dîvân'ında 7 beyitte Mûsâ Peygamber'in Hızır ile
alakasına değinmiş, aralarındaki ilişkiyi mürşit-mürit bağlamında ele almıştır:
Ledünden
Hızr olup virdi sebaklar Gönül Mûsâsına irşâd eyledi dost
Karamanlı
Aynî, Dîvân, G 64/2 “Dost, Hızır olup ledün ilminden dersler verdi,
gönül Mûsâsına irşat eyledi.” Karamanlı Aynî bu beytinde “dost” diye bahsettiği
kişiyi dersler verip gönül Mûsâsına irşat etmesi bakımından ledün ilmine vâkıf
olan Hızır'a, gönlü de mürşit-mürit ilişkisi bağlamında Mûsâ Peygamber'e teşbih
etmiştir. “Ledün ilmi, dışarıdan hiçbir vasıta ve sebep olmaksızın kalbe
yerleştirilen bilgi olup, Allah'ın zâtını ve sıfatlarını bilmeyi kapsamaktadır.
(Bardakçı, 2016: 96)” Beyitte Mûsâ Peygamber'in ledün ilmini öğrenmek üzere
Hızır'a tabi olması ile Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e irşadına telmihte
bulunulmuştur.
Sebât-i
adl için revnak bıraktın mülk-i Bağdad’a Bekâ-yi genc için ey Hızr yaptın köhne
dîvârı
Fuzûlî,
Dîvân, K 18/33
“Adaletin
devamı için Bağdat şehrine parlaklık, güzellik bıraktın. Ey Hızır! Hazinenin
bekâsı için eski/yıkık duvarı tamir ettin.”
·
16. yüzyıl
şairlerinden Fuzûlî, Ayas Paşa için yazdığı kasidesinin bu beytinde Bağdat
Valisi Ayas Paşa'yı Bağdat şehrinde adaleti temin ettiğini, şehre güzellik
kattığını dile getirmek suretiyle överken Hızır'a teşbih etmiştir.
Hızır'ın, Mûsâ Peygamber ile çıktıkları yolculukta kendilerini misafir etmeyen,
bir lokma bile ekmek vermeyen bir köyden ayrılırlarken karşılarına çıkan,
altında yetim iki çocuğa ait hazine bulunan yıkık duvarı tamir etmesi
hadisesine telmihte bulunulmuş, Ayas Paşa'nın de şehri bayındır bir hâle
getirerek şehrin yetimlerine, gelecek nesillerine bıraktığı mamur bir şehir
bıraktığı dile getirilmiştir.
Gözlerümde
caks-i zülf ü hattunı gören sanur Bulışupdur Mecma‘u’l- Bahreynde
Mûsâya Hızr
Helâkî,
Dîvân, G 40/3
“Gözlerimde
zülfünün ve ayva tüylerinin aksini gören Mûsâ ile Hızır'ın iki denizin
kavuştuğu yerde buluştuğunu sanır.”
16.
yüzyıl şairlerinden Helâkî, bu beyitte Mûsâ Peygamber'in Hızır ile iki denizin
birleştiği yerde buluşmalarına telmihte bulunmuştur. Klâsik Türk
şiirinde Hızır sevgili etrafında söz konusu edilirken kelime "yeşillik,
tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî
unsurlarla bezenerek kullanılmış, sevgilinin ayva tüyleri renk bakımından
Hızır'a teşbih edilmiştir (Kurnaz, Hızır, 1998: 412). Sevgili için klişeleşmiş
olarak Hızır'a teşbih edilen ayva tüylerinden ötürü “Hızırhat” denilir (Pala,
2016: 205). Klâsik Türk şiirinde âşık ile ilgili yaygın telakkilerden biri de
gözü yaşlı olmasıdır. Suyun da ayna gibi görüntüleri aksettirmesinden hareketle
beyite yaklaşacak olursak sevgilinin su olarak telakki edilen yüzündeki Hızır'a
teşbih edilen ayva tüyleriyle ve yüzüne dökülen saçlarıyla âşığın yaşlı
gözlerinde aksetmesi tasavvurunun Hızır ile Mûsâ'nın iki denizin birleştiği
yerde buluşmasına teşbih edildiği ifade edilebilir. Beyitte geçen “buluşmak,
Mecma‘u’l- Bahreyn, Mûsâ, Hızr” kelimeleri arasında da tenâsüb vardır.
Kılaydum
tenüm garka-i bahr-i irfân Nite kim yem-i Hızr ile hût-ı mevtâ
Nev‘î,
Dîvân, K II/16
“Bedenimi
Hızır'ın gemisi ve ölü balık gibi irfan denizine gark edeydim.”
·
16.
yüzyıl şairlerinden Nev'î ise Hızır ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte
bulunduğu bu beyitte kıssaya ait farklı ayrıntılara değinmiştir. Mûsâ
Peygamber ve genç hizmetçisi Yuşa bin Nûn iki denizin birleştiği yeri bulmaya
çalışırken oraya geldiklerinin sembolü olan tuzlanmış balık denize akıp gitmiş
(Bardakçı M. N. 2016: 13) ve canlanmıştır. Bu deniz, beyitte irfan denizi
olarak telakki edilmiş ve Hızır'ın bu denizde Mûsâ Peygamber ile birlikte
yolculuğa çıkmak üzere bindikleri gemiye de telmihte bulunulmuştur.
Hızır'ın bu gemiyi delmesi de, ölü balığın bu denizde dirilmesi de selâmete
işarettir. Şair de beyitte tenini bu irfan denizine Hızır'ın gemisi ile ölü
balık gibi gark etmeyi dilemektedir. Tasavvufî bağlamda ise deniz vahdeti
sembolize etmektedir. Beyitte geçen “bahr, yem-i Hızr, hût-ı mevtâ” kelimeleri
arasında tenâsüb vardır.
·
17.
yüzyıl şairlerinden Nâ'ilî, şu beytinde Hızır ve Mûsâ Peygamber'den yol
gösterici olarak söz eder:
O
reh-revâna ki Hızr u Kelîm bedrekadır Fürûg-ı âh yeter şem -i Tûru n’eylerler
Nâ’ilî,
Dîvân, G 51/5
“O
yolculara Hızır ve Kelîm yol göstericidir, onlara âhın ışığı yeter, Tûr’un
ışığını ne yapsınlar.”
Kelîm,
Mûsâ Peygamberin lakabıdır. Nâ’ilî, bu beytinde “Kelîm, Hızır, bedreka,
reh-revân” kelimelerini tenâsüb ilgisi içinde ele alarak Mûsâ Peygamber
ile Hızır ile yolculuğuna telmihte bulunmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de
anlatılan kıssada Hızır, Allah tarafından kendisine Mûsâ’nın bilmediği bir ilim
(ilm-i ledün) verilen bir kuldur ve Mûsâ’ya kılavuzluk eder (Uludağ, Hızır,
1998: 409).
“Âh”ın
Klâsik Türk şiirinde pek çok özelliği vardır. Âşığın âhı, geceleri hem
kendisinin hem de sevgilisinin bulunduğu yeri aydınlatan bir ışık (şu‘le)
olarak ele alınır. Âşık o kadar içten âh çeker ki adeta içinden ateş çıkar ve
bu ateş âşığı, çevresindekileri ve hatta dünyayı yakabilecek büyüklüktedir.
Âşığın eylediği âhlardan bir duman çıkar ve göğe doğru yükselip Allah katına
ulaşır. Âşığın âhı geceleri sehere kadar yanan ve bir an olsun sönmeyen bir mum
gibidir (Pezük, 2015: 149). Beyitte de âh karanlığı aydınlatan güçlü bir ışık,
bir çerağ olarak tasavvur edilmiştir. Kılavuzu Hızır ve Kelîm olan âşıklara
gönüllerindeki âhın ışığı yeteceğini, onlara Tûr’un ışığının gerekmeyeceğini
ifade ediyor. Beyitte “şem‘” ile “fürûğ”, “reh-revân” ile “bedreka”, “Tûr” ile
“Kelîm”, “Kelîm” ile “Hızır” kelimeleri arasında tenâsüb vardır.
Dahi
Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol Eski dîvârı yıkup hem katl-i oglâna gerek
Niyâzî-i Mısrî, Dîvân,
G 101/4
“(Salik
kimse) Mûsâ gibi gemisini Hızır'a deldire. Eski duvarı yıkıp hem oğlanı
öldürmek gerek.”
17.
yüzyılın mutasavvıf şairlerinden Niyâzî-i Mısrî, sâlik-mürşit arasındaki
ilişkiyi konu edindiği gazelinin bu beytinde bu konudaki en mühim örnek olarak
kabul edilen Hızır ile Mûsâ kıssasına değinmiş; Hızır'ın gemiyi delmesi, yıkık
duvarı düzeltmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi olaylarına telmihte
bulunmuştur. Geminin delinmesi bahsinde gemiden maksat insanın vücudu olup
vücut gemisine zorla el koymak isteyen kral nefstir (Bardakçı M. N., 2016:
120-121). Niyâzî-i Mısrî,
Mevâidu'l-İrfân
adlı eserinde Hızır'ın duvarı yıkıp sonra yapmasını,
Mûsâ
Peygamber'in
tabiî vücûdunu yok edip Tanrı'nın varlığı ile baki kılması olarak olarak
yorumlamış; Hızır'ın gemiyi delmekle Mûsâ Peygamber'i fiiller tevhidine, erkek
çocuğu öldürmekle sıfatlar tevhidine, duvarı yapmak ile de zât tevhidine
kavuşturulduğunu ifade etmiştir (Niyâzî-i Mısrî: 148). Erkek
çocuğun
ölüdürülmesinin
ise hakikatte nefsin başının koparılmasına işaret olduğu dile getirilmiştir
(Bardakçı M. N., 2016: 121).
Be-hem-rehî-i
Kelîm ü be-iftirâk-i Hızır Be-sırr-i
‘ilm-i ledünn ü be-çeşm-i ehl-i şühûd Arpaemîni-zâde Sâmî, Dîvân, K 1/68
“Kelîm’in yol arkadaşlığına ve Hızır’ın ayrılığına, ledünn ilminin sırlarına ve
gayb âlemine ait hakikatleri gören gözlere (yemin olsun).”
Arpaemîni-zâde
Mustafa Sâmî, “Na't-i Şerîf “inin bu beytinde Hz. Peygamber’den şefaat
dilerken Mûsâ Peygamber’in Kelîm oluşuna ve yol arkadaşlığına, Hızır’ın
ayrılığına, gayb ilmi olan ilm-i ledünne ve gayb âlemine ait hakikatleri gören
gözlere yemin etmektedir. Beyitte Mûsâ’nın Hızır ile yolculuğuna telmihte
bulunulmuştur. Tasavvufta Hızır, irşâdı ve ledünn ilmini temsil eder. (Uludağ,
Hızır, 1998: 409) Mûsâ, Hızır’a tâbi olup onunla yolculuk yaparken, onun
görünürde kendi bildiklerine ters düşen işler yapmasına dayanamayıp itirazlarda
bulunur. Bu yüzden Hızır, Mûsâ’dan ayrılmak zorunda kalır ve ayrılırken,
yaptığı işlerin iç yüzünü Mûsâ’ya anlatır.
İki
ser-çeşme-i âb-ı hayâtıdır dil ü cânın
Meâl-i
matlabıdır güft ü gûy-ı Hızr u Mûsânın
Şeyh
Gâlib, Dîvân, Tc.2-3/2
“Gönül
ve canın iki ölümsüzlük suyu kaynağıdır diye bahsedilen Hızır ve Mûsâ’nın
hikâyesidir.”
Gönül
insanın manevî, cân ise maddî cihetidir. Beyitte Hızır ve Mûsâ’nın kıssasına telmihte
bulunulmuştur. Hızır’ın âb-ı hayatı içerek ölümsüzlük sırrına eriştiğine
inanılır. Kehf Sûresi’nin 60. ayetinde bahsedilen “iki denizin birleştiği yer”
ifadesinde söz konusu olan iki deniz ile zahir ve bâtın ilimlerinin
kastedildiği, Mûsâ Peygamber’in zâhir ilmini (şeriat), Hızır’ın ise batın
ilmini (ilm-i ledünn) temsil ettiği ileri sürülür. (Uludağ, Hızır, 1998: 410)
“Niyâzî-i Mısrî bu hususu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yoldaş
olmayan" sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i
hadrâ", şeriat ve hakikat ilminin birleştiği yer olan
"mecmaü'l-bahreyn"dir. Bâtın ilmine sahip olan Hızır, insanın manevî
yönü olan gönle, zâhir ilmine sahip olan Mûsâ ise insanın maddî yönü olan câna
karşılık gelir. Dolayısıyla beytin birinci mısraındaki dil ile ikinci
mısraındaki Hızır; yine birinci mısraındaki cân ile de ikinci mısraındaki Mûsâ
arasında ilişki kurularak mürettep leff ü neşr yapılmıştır.
·
1.12. Kârûn Kısssası
Mûsâ
Peygamber'in kavminden olan Kârûn'un Taberî'den nakledildiğine göre Mûsâ
Peygamber'in amcasının oğlu olduğu bildirilmektedir (Sayı, 2016: 292). Dursun
Ali Tökel ise kaynaklarda Kârûn'ûn Mûsâ Peygamber ile akrabalığı meselesinin
ihtilaflı bir mesele olduğunu nitekim Kârûn'dan Mûsâ Peygamber'in amcasının
oğlu, teyzesinin oğlu, amcası olduğu yönünde farklı söylemlerin bulunduğunu
ifade etmiştir (Tökel, 2016: 300). Kârûn'un Firavun ve Hâmân ile işbirliği
sayesinde statü ve ekonomik güç bakımından son derece iyi bir durumda olmasını
ve buna rağmen İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan çıkmasını Ali Sayı
Kârûn'un Firavun tarafından İsrailoğulları'na başkan atamasına, Kârûn'un
Firavun nezdinde itibar bulmasının asıl sebebinin İsrailoğulları olmasına
bağlamaktadır (2016: 293).
Kur'ân-ı
Kerîm'de Kârûn ile ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in kavminden olup onlara
azgınlık ettiği, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun zor taşıyacağı
kadar çok hazinesinin bulunduğu (Kasas, 28/76); bu servetin kendisine bilgisi
sayesinde verildiğini söyleyerek büyüklendiği (Kasas, 28/78); tüm ihtişamıyla
kavminin karşısına çıktığında dünya hayatını arzulayan kimselerin kıskanmasına
sebep olduğu (Kasas, 28/79); sarayı ile birlikte yerin dibine geçirilmek
suretiyle helak edildiği (Kasas, 28/81); Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Hâmân ile
birlikte Kârûn'a da apaçık delillerle geldiği ancak büyüklük tasladığı için
helâk edildiği (Ankebut, 29/39); Firavun ve Hâman gibi Mûsâ Peygamber'i
sihirbazlıkla, yalancılıkla suçladığı (Mü'min, 40/24) bildirilmektedir.
Kârûn'un
zenginliği konusunda bir ihtilaf bulunmamakla birlikte bu zenginliğin kaynağı
konusunda farklı görüşler bulunduğunu ifade eden Ali Sayı bu husustaki değişik
görüşleri şöyle sıralar:
“1.
Ona Yûsuf Peygamber'in hazineleri intikal etmiştir,
·
2.
Kimya ilmini bilmekte, bakır ve kurşunu altına çevirmektedir,
·
3.
Kazanma yollarını ve ticareti bilmektedir. (Sayı,
2016: 294)”
Sayı,
Kârûn'un kimya ilmini nereden öğrendiği konusuyla ilgili olarak Mûsâ
Peygamber'in kimya ilmini bildiği ve bu ilmi Yuşa b. Nûn, Kalib b. Yufna ve
Kârûn'a öğrettiği; Kârûn'un diğer iki kişinin ilmini de kendi ilmine katarak
kurşun ve bakırı altın yapmaya başladığı rivayetini ve ayrıca Mûsâ Peygamber'in
kız kardeşine kimya ilmini öğrettiği, onun da eşi Kârûn'a bunu bellettiği
yönünde farklı bir rivayeti de aktarmaktadır (Sayı, 2016: 294).
İbnü
Abbas'tan nakledilen bir rivayette ise Kârûn'un zekât ayeti indikten sonra Mûsâ
Peygamber'in yanına gelerek malının binde birini vermek üzere anlaştığı fakat
sonradan ödeyeceği miktarı hesaplayan Kârûn'un bu miktarın çok fazla olduğunu
anlayınca İsrailoğulları'nı etrafında toplayarak: “Ey İsrailoğulları, siz, Mûsâ
ne emretti ise yerine getirdiniz; o şimdi ise sizin mal ve servetinizi
elinizden almak istiyor.” diyerek Mûsâ Peygamber aleyhinde sözler söyleyip
İsrailoğulları'nı kendi tarafına çekmeye çalıştığı anlatılır (Aydemir, 1979:
224). Rivayetin
devamında ise Kârûn'un kendisine iffetsiz bir kadın bulup gelmelerini
emrettiği, türlü vaatlerle kadını Mûsâ Peygamber'in kendisiyle zina yaptığını
herkesin içinde söylemesi konusunda kandırdığı, kadının kendisine söyleneni
yapmak üzere açık bir sahada toplanan İsrailoğulları'na dinî hükümleri tebliğ
etmekte olan Mûsâ Peygamber'in karşısına getirildiğinde Mûsâ Peygamber'in
“Tevrat'ı bize indiren Yaradan'ın hakkı için doğru söyle...” demesi üzerine
kadının birtakım vaatler ile bu iftirayı atmaya zorlandığını itiraf ettiği
anlatılır (Aydemir, 1979: 224-225) ve neticesinde Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla
Kârûn'un helâk oluşu şu şekilde aktarılır:
“Bunun
üzerine Mûsâ (a.s.) hemen yerinden sıçrayarak secdeye kapandı. Allah ona vahiy
yoluyla: 'Yere istediğini emret!' dedi. Hz. Mûsâ da 'Yer! Onları yakala!'
dediğinde, yer onları dizlerine kadar; ikinci defa: 'Ey yer! Onları yakala!'
dediği zaman, boylarına kadar yuttu. Hz. Mûsâ'nın üçüncü defa: 'Ey yer! Onları
yakala!” demesiyle, yer onları üzerine kapandı. (Aydemir, 1979: 225).”
Klâsik
Türk şiirinde Kârûn pek çok şair tarafından zenginliği, hazinesi, mal hırsı,
malı ve mülküyle birlikte yere batması yönleriyle sıkça telmihte bulunulan bir
isim olmuştur. Edebiyatta zenginlik ve cimriliğin sembolü olarak kullanılan
Kârûn'un hazinelerine “genc-i revân” denilmiştir (Pala, 2016: 258). Kârûn'dan
bahsedilen beyitlerin çoğunda Kârûn, Mûsâ Peygamber'in kıssasından bağımsız
olarak ele alınmıştır. Çalışmada, sadece taranan dîvânlarda Kârûn'dan Mûsâ
Peygamber ile birlikte bahseden yahut Mûsâ Kıssası ile bağlantılı olan beyitler
ele alınıp değerlendirilecektir.
Dilegüm
bu Hakdan ey gam göreyin seni yire geç Bu cihânda mâl-ı Kârûn gibi bî-şümâr
imişsin Zâtî, Dîvân, G 1153/4
“Ey
gam! Tanrı'dan dileğim senin yere geçtiğini görmektir. Bu dünyada Kârûn'un malı
gibi sayısız imişsin.”
16.
yüzyıl şairlerinden Zâtî, bu beytinde kişileştirerek kendisine seslendiği
“gam”ı sayısız, hesapsız olması bakımından Kârûn'un malına teşbih etmiş
ve “gam”ının akıbetinin de Kârûn'un malı gibi olması, yere batması için
Tanrı'ya yakarışta bulunmuştur. Şairin bu yakarışı Mûsâ Peygamber'in Kârûn
hakkındaki bedduasını anımsatmaktadır. Nitekim Kârûn da Mûsâ Peygamber'in
bedduası üzerine malıyla, mülküyle birlikte yere geçmiştir. Beyitte de bu
hususa telmihte bulunulmuştur.
Her
kim tecerüd itdi çıkdı göge çü 'İsî
Her
kim tamâ'da kaldı giçdi yire çü Kârûn
Muhibbî,
Dîvân, G 2281/3
“Her
kim ki her şeyden vazgeçip Allah'a yöneldi, İsâ gibi göğe çıktı. Her kim
tamahkârlıkta kaldı, Kârûn gibi yere geçti.”
16.
yüzyılın sultan şairlerinden Kânûnî Sultan Süleyman bu beytinde İsâ
Peygamber'in ve Kârûn'un kıssalarına telmihte bulunarak İsâ Peygamber'in
şahsında örneklediği tokgözlülüğün, her şeyden uzaklaşıp Tanrı'ya yönelme hâlinin
insanı yücelttiğini, Kârûn'un şahsında örneklediği dünya malına meyletmenin,
açgözlülüğün ise insanı alçalttığını ifade etmiştir. Beyitte geçen “tecerrüd”
ile “tamâ'” ve göğe çıkmak ile yere geçmek deyimleri arasında tezat
vardır. Hakikatte de İsâ Peygamber idama mahkûm edildiğinde Tanrı tarafından
göğe çekilmiş; Kârûn da mal-mülk hırsıyla Mûsâ Peygamber'e düşman olup ona
iftira atınca Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla malıyla-mülküyle yere geçmiştir.
16.
yüzyıl şairlerinden Emrî ise şu beytinde dert ile sararıp solan zayıf bedenini
rengi dolayısıyla Kârûn'un hazinesine teşbih etmiştir:
Şöyle
zerd oldı tenüm derd ile kim altun sanup Hey begüm yir yuta yazdı bendeni Kârûn
sanup
Emrî,
Dîvân, G 51/1
“Hey
efendim! Tenim dert ile öylesine sarardı ki yer, kulunu Kârûn sanıp yutayazdı.”
Klâsik Türk şiirinde sevgili sultan, efendi; âşık ise kuldur. Sevgilinin önde
gelen özelliklerinden biri de acı ve ıstırap verici olmasıdır (Batıislam, 2016:
79). Beyitte sevgilinin cefası ile çektiği ıstıraptan sararıp solan âşığın zayıf
bedeni renk bakımından altına, baştan ayağa altınla bezeli bir şekilde tasavvur
edilmesiyle Kârûn'a teşbih edilmiş; zayıflıktan, çektiği ıstırapların
etkisinden düştü düşecek durumda olan âşığın sendelemesi ise yerin onu
yutayazması olarak tasavvur edilmiştir. Beyitte Kârûn'un zenginliğine ve yerin
Kârûn'u yutması hadisesine telmihte bulunulmuştur. Ayrıca “beg” ve
“bende” kelimleri arasında tezat vardır.
Ben
şu ‘âlî-meşrebem kim Ravziyâ Musâ-sıfat Görünür hep genc-i Kârun hâk ile yeksan
bana Ravzî, Dîvân, G 32/4
“Ey
Ravzî, ben Mûsâ gibi şu yüce meşrepli kişiyim ki Kârûn'un hazinesi bana hep
yerle bir olmuş hâlde görünür.”
16.
yüzyıl şairlerinden Ravzî, dîvânında geçen bu beytinde kendisinin Mûsâ
Peygamber gibi yüce meşrepli bir kişi olduğunu ifade etmektedir. Şair, yüce
meşrebinin Kârûn'un hazinesini bile yerle bir olmuş hâlde gösterdiğini ifade
etmekle hem meşrebinin yüceliğini mübalağalı bir şekilde dile getirmiş
hem de Kârûn'un hazinelerinin yere batması hadisesine de telmihte
bulunmuştur. Ayrıca beyitte meşrebin yüceliği ile Kârûn'un hazinelerinin yerle
bir oluşu arasında da tezat vardır.
Mûsâ
bulup envâr-ı nübüvvetle su‘ûdu Tâ gitmededir ka‘rçe-i zillete Kârûn Erzurumlu
Zihnî, Dîvân, G 255/5
“Mûsâ
nübüvvet nurları ile yükselirken/yücelirken Kârûn, alçaklık çukurunun dibine ta
gitmededir.”
18.
yüzyıl şairlerinden Erzurumlu Zihnî ise Mûsâ Peygamber ile Kârûn arasında
kıyaslama yaptığı bu beyitte peygamberlik nurlarının Mûsâ Peygamber'i
yücelttiğini, Mûsâ Peygamber'e karşı gelerek ona en çirkin iftiraları atmaktan
geri kalmayan Kârûn'un ise alçaklık çukurunun dibine gitmede olduğunu ifade
etmiştir. Beyitte, Kârûn'un hazineleriyle birlikte yere geçmesi hadisesine telmihte
bulunulmuştur. Ayrıca “su‘ûd bulmak” ve “ka‘rçe-i zillete gitmek” arasında da tezat
vardır.
·
1.13. Mûsâ Peygamber'in Ûc İsimli
Devle Mücadelesi
İsrailiyat
kaynaklı efsanevî bir dev olan bu varlığın adı hakkında İslâmî kaynaklarda Ûc
(Âc) b. Ûk (Anak / Anâk) şeklinde farklı rivayetler vardır (Bozkurt, 2012: 34).
Kur'ân-ı Kerîm'de bahsi geçmeyen bu dev Tevrat'ta iki yerde geçmekte olup
Tevrat'taki adı “Og”dur (And, 1998:155). Edebiyatta kudret sembolü olarak
anılan Ûc hakkında İsrailiyat'tan gelen pek çok rivayet bulunmaktadır (Pala,
2016: 464). Bazı tefsirlerde Ûc b. Unuk'un Amâlikalılar'ın reisi olduğu ifade
edilirken (Bozkurt, 2012: 35) İskender Pala ise Âd kavminin hükümdarı olan
Şeddad'ın adamlarından olduğunu ifade etmiştir (Pala, 2016: 464).
3000
yıl yaşamış olan çok büyük bir dev olan Ûc hakkında Tevrat'ta boyunun dokuz
arşın, eninin dört arşın olduğu belirtilmiş; başka kaynaklarda ise Ûc'un suyu
bulutlardan içtiği, denizin dibinde yürüdüğü, denizden balina çıkartıp bunu
güneşte kızartıp yediği, ağladığında gözlerinden gelen yaşın nehir gibi aktığı,
bir yemekte iki fil yediği, yılda iki kez uyuduğu yönünde bilgiler
aktarılmıştır (And, 1998:155).
Bir
rivayete göre Ûc, tufanda Nûh Peygamber'in yanına giderek kendisini de gemiye
almasını isteyince Nûh Peygamber onu geri çevirmiş, bir rivayete göre Nûh
Peygamber onun gemiye binmesini istemiş ancak o “Tabağım kadar gemiye nasıl
bineyim?” diye karşılık vermiş, bir başka yoruma göre ise iman etmemiş olduğu
hâlde kereste taşıyarak Nûh Peygamber'e gemi yapımında yardım etmiş ve bu
sebepten ötürü tufanda boğulmamıştır (Bozkurt, 2012: 35). Tufanda yükselen
sular en yüksek dağların zirvesini kırk karış aştığı zaman Ûc'un ancak dizine
gelebilmiştir (Pala, 2016: 464).
Metin
And, Mûsâ Peygamber'in mucizeleri arasında en önemlilerinden birinin dev Ûc'u
öldürmesi olduğunu ifade eder(1998:155). Dev Ûc,İsrailoğulları'nı yok etmek
için dağdan büyük bir kaya koparıp üzerlerine atacakken Tanrı tarafından
gönderilen hüdhüd kuşu kayanın ortasını delince kaya bir gerdanlık gibi Ûc'un
üzerine düşer(And, 1998:155), Mûsâ Peygamber de sıçrayıp asâsıyla Ûc'un
topuğuna vurarak onu öldürürür (Pala, 2016: 464). Bir rivayete göre Ûc
öldüğünde Nil üzerine düşen gövdesi köprü olarak kullanılmıştır (Bozkurt, 2012:
35).
Ûc
hakkındaki bu rivayetler İsrailiyat kaynaklı olup Kur'ân-ı Kerîm'de yer
almadığı gibi sahih hadis kaynaklarında da konuyla ilgili rivayetlere pek
rastlanmaz (Bozkurt, 2012: 35). Minyatürlere bile konu olmuş Ûc hakkında mensur
eserlerde, bilhassa kısas-ı enbiyalarda genişçe malumat bulunmasına karşılık
taranan dîvânlarda sadece bir beyit tespit edilmiştir. 15. yüzyıl şairlerinden
Hamdullah Hamdî şu beytinde Ûc ile Mûsâ Peygamber'in kıssasına telmihte
bulunmuştur:
Kaddile
korkutmak ister Hamdî'yi ebleh rakîb Bilmez ol gâfil nicedür kıssa-i Mûsî vü
‘Ûc
Hamdullah
Hamdî, Dîvân, G 19/6 “Akılsız rakip Hamdî'yi boyuyla/heybetiyle
korkutmak ister. O gafil Mûsâ ve Ûc'un kıssasının nasıl olduğunu bilmez.”
Klâsik
Türk şiirinde aşk üçgeninin üçüncü kişisi olan rakip, âşık için ağyar, sevgili
için yâr olup âşığın sevgiliye kavuşmasını engelleyen, âşığın gözünde kötü,
çirkin, zararlı ve acımazsız bir kişidir (Batıislam, 2016: 91). Beyitte ise
şair gözünü korkutup kendisini sindirmek isteyen rakibini çok uzun boylu ve iri
cüssesiyle tanınan efsanevî bir kişi olan Ûc isimli deve, kendisini ise
mucizevî özelliklere sahip asâsıyla kendisinden oldukça büyük olan Ûc isimli
devi öldüren Mûsâ Peygamber'e teşbih ederek, söz konusu kıssaya telmihte
bulunmuştur. Rakibinin ne kadar güçlü kuvvetli görünse de bunun bir işe
yaramayacağını, galip gelenin kendisi olacağını ifade şair rakibini ayrıca
akılsız, gafil bir kişi olarak nitelemiştir.
·
1.15. Mûsâ Peygamber ile İlgili
Müstakil Şiirler
Taranan
dîvânlarda Mûsâ Peygamber ve kıssasına çeşitli yönlerden telmihte bulunan pek
çok bent/beyit tespit edilmiş ancak bir tek dîvânda Mûsâ Peygamber ile ilgili,
baştan sona Mûsâ Peygamber ve kıssasına telmihlerin yer aldığı müstakil bir
şiir tespit edilmiştir. 16. yüzyıl şairlerinden Hüdâyî'nin Dîvân'ında yer alan
söz konusu şiir ve günümüz Türkçesine aktarılmış şekli şöyledir:
(Tahmis
/ 45)
I
Gel
ey dil mülkine şâh-ı cihânum Ten-i fersûdeme rûh-ı revânum Alup câdû gözün
sihr-ile cânum Müjen tîgıyla dökdi yere kânum Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum
II
Rakîbünle
san ahvâl-i ahibbâ
Misâl-i
kıssa-yı Fir‘avn u Mûsâ Meded Tevrât hattun hakkı cânâ Dil-i pejmürdemi gel
eyle ihyâ Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum
Ey
cihan şahım, gönül ülkeme gel Yürüyen ruhum, eski tenime gel. Cadı gözün büyü
ile canımı aldı. Kirpiğin kılıcıyla kanımı yere döktü. Benim Mûsâcığım İsa
ağızlım.
Rakibinle
dostların hâli sanki
Firavunla
Mûsâ kıssası gibi
Yetiş
ey sevgili, Tevrat yazısının hakkı için Gel
dağınık gönlümü yeniden dirilt Benim Mûsâcığım İsa ağızlım.
III
Tayanur
tîrüne kalb-i pereşân dayandığı
gibi
‘Asâya
netekim Mûsâ-yı ‘İmrân Agız açdukca Zülfün hemçü su‘bân Halâs olmak ne mümkin
kalb-i hayrân Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum
IV
Yedd-i
beyzâ-durur ol sâ‘id-i sîm N’ola öpsem edüp ta‘zîm ü tekrîm Gözün Hârût’a eyler
sihr ta‘lîm Sözün goş eden eyler cânı teslîm Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum
V
Kadünle
ruhlarun ey gayret-i hûr Duraht-ı Vâdî-yi Eymen’dürol nûr Hüdâyî-i garîb ü
zâr-ı mehcûr Gulâmundur be-hakk-ı sûre-yi Tûr Benüm Mûsâcıgum ‘Îsâ dehânum
İmrân’ın
Mûsâ’sının asâya
Delik
deşik gönül, okuna dayanır
Saçın
ejderha gibi ağız açtıkça Şaşkın yüreğin kurtulması mümkün mü? Benim Mûsâcığım
İsâ ağızlım.
O
gümüş dirsek ak eldir.
Sevip
sayıp öpsem şaşılır mı?
Gözün
Hârût’a büyücülük öğretir. Sözünü duyan can teslim etmededir. Benim Mûsâcığım
İsâ ağızlım.
Ey
hurileri kıskandıran, boyunla yanakların, Eymen
Vadisi’ndeki ağacın nurudur. Garip Hüdâyî, unutulmuş zavallı, Tûr suresi aşkın
kulundur.
Benim
Mûsâcığım İsâ ağızlım.
Şiirin
birinci bendinde sevgilinin gözlerinin sahip olduğu söylenen büyüleyici vasfı,
Mûsâ Peygamber zamanında revaçta olan sihri ve Mûsâ Peygamber'in de büyücülükle
itham edilmesini çağrıştırmaktadır.
Şiirin
ikinci bendinde şair rakip ile dostların hâlini Firavun ve Mûsâ Peygamber
arasındaki alakaya, sevgilinin yanağındaki ayva tüylerini ise yanağın bir
levha/kitap olarak tasavvurundan hareketle Tevrat yazısına teşbih
etmiştir.
Şiirin
üçüncü bendinde Mûsâ Peygamber'in atası İmrân'a ve elindeki dayanak olarak
kullandığı yılana dönüşen, mucizevî özellikleri olan asâsına telmihte
bulunulmuştur. Sevgilinin ejderha gibi ağzını açan saçı ile de Mûsâ
Peygamber'in asâsı arasında benzerlik söz konusudur.
Şiirin
dördüncü bendinde sevgilinin eli beyazlığı bakımından Mûsâ Peygamber'in yedd-i
beyzâsına teşbih edilmiştir.
Şiirin
son bendinde ise sevgilinin boyu ile şecer-i Tûr, yanağı ile ise Mûsâ
Peygamber'in bu ağaçta gördüğü nur arasında benzerlik ilgisi kurularak Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe telmihte bulunulmuştur.
·
1.16.
Mûsâ Peygamber ile İlgili Diğer Beyitler / Bentler
Taranan
dîvânlarda belirlenen konu başlıkları dışında Mûsâ Peygamber'den sadece isim
olan bahseden, Mûsâ Peygamber'in kıssasına farklı açılardan telmihte bulunduğu
tespit edilen veya Mûsâ Peygamber'in diğer peygamberler ile birlikte
zikredildiği tespit edilen diğer beyitler / bentler şöyledir:
·
2. MESNEVİLERDE MÛSÂ PEYGAMBER
Sözlük
anlamıyla “ikişerli, ikişerlik” manasında olan mesnevi edebiyatta aynı vezinde
ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şeklinin adıdır (İpekten,
2004a: 59). İran edebiyatında doğmuş ve buradan Arap ve Türk edebiyatlarına
geçmiş olan mesnevi nazım şekli (İpekten, 2004a: 60) Klâsik Türk edebiyatında gazel
ve kaside ile birlikte en çok kullanılan bir tür olma özelliği taşır (Okuyucu,
2015:172). Diğer nazım şekillerinden farklı olarak mesnevide beyitler bir fikir
silsilesine tabi olup kendi içinde tamamlanan bir anlam taşımaz (Okuyucu, 2015:
172). Beyitlerinin kafiyelerinin bağımsız olmasından ötürü uzun hikâyelerin
yazılmasına elverişli bir nazım şekli olup destanlar, uzun aşk hikâyeleri,
şehengizler, diaktik, dinî ve ahlâkî konular ve ansiklopedik bilgiler veren
eserler mesnevi şeklinde yazılmıştır (İsen vd., 2014: 228-229). Türk
edebiyatında mesnevi nazım şeklinin ilk örneği İslâmî dönemin ilk verimi olan
Kutadgu Bilig adlı eser olup, eserini Farsça yazan Mevlânâ ile Çağatay şairi
Nevâyî mesnevi konusunda başta gelen şairlerdir (Okuyucu, 2015:172). Türk
edebiyatının en büyük mesnevi şairleri ise 16. yüzyılda yetişmiştir (İpekten,
2004a: 64). Türk şairleri, daha çok tasavvufî konulu eserler ile İslâm
âlemindeki ortak konuları işleyen bazı mesnevilerde Fars edebiyatından
etkilenmişler, daha sonraları muhteva bakımından Fars edebiyatının etkisinden
sıyrılmaya başlamışlar ve mevlid, mirâciyye ve hilye gibi tamamen Türk
edebiyatına ait orijinal mesneviler kaleme almışlardır (Ünver, 2004: 322-323).
Klâsik Türk edebiyatında kaleme alının mesnevilerde tercih edilen konuların
yüzyıllara göre dağılımına bakıldığında 15. yüzyıla kadar daha çok din,
tasavvuf, ahlâk ve hamasetin hâkim olduğu, 15. asırdan itibaren öğretici
konuların ikinci plana düşerek aşk ve estetiğin ön plana çıktığı, 17. yüzyıldan
sonra ise mahallî konuların hissedilir derecede arttığı görülür (Okuyucu,
2015:173). Mûsâ Peygamber'in kıssası da dinî -tasavvufî muhtevası ve
yorumlarıyla 15. yüzyıl ve öncesinde yazılan mesnevilerde daha geniş yer
tutmaktadır.
Mesnevilerde
geçen Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili beyitlere bakıldığında bir kısmının
Mûsâ Peygamber'den bahseden müstakil beyitler, bir kısmının Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil anlatılar olduğu tespit
edilmiştir. Ayrıca Mûsâ kıssasını konu alan mesnevi biçiminde yazılmış müstakil
eserler de vardır. Buradan hareketle mesnevilerde Mûsâ Peygamber konusu üç
başlık altında incelenecektir.
·
2.1. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber ile
İlgili Müstakil Beyitler:
İncelenen
mesnevilerde Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili tespit edilen müstakil
beyitlerin konulara göre dağılımı şöyledir:
·
2.1.1. Firavun'un Rüyası ve Mûsâ
Peygamber'in Doğumu
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in kıssasına çok geniş ölçüde
yer vermiş, söz konusu kıssayla ilgili pek çok hususu tüm ayrıntılarıyla dile
getirmiştir. Eserde Mûsâ Peygamber'in doğmasından önce Firavun'un bu husustaki
rüyasına şöyle değinilmiştir:
“Rüyada
Firavun'a Mûsâ'nın gelişi, onu ve saltanatını harap edeceği gösterildi.
Tabircilere ve müneccimlere, 'Uğursuz hayal ve rüya nasıl def edilir?' dedi.
Hepsi ona 'Doğmasının yolunu, yol kesici gibi keselim dediler.(111a/
842-844, s. 327)”
Mûsâ
Peygamber'in ana rahmine düşeceğinin hesaplandığı gece buna engel olmak
maksadıyla Firavun esiri durumunda olan bütün İsrailoğulları'nın erkeklerini
yüzünü göstermek vaadiyle şehrin meydanında toplatır. Nitekim esirlerin yasalar
gereği Firavun'u görmelerine izin yoktur. Böyle bir tedbir düşünen Firavun'un
hazinedarı olan İmrân'ı da o gün tedbir olarak evine göndermeyip sarayında
tuttuğu ancak İmran'ın hanımının o gece onu görmek maksadıyla saraya geldiği,
Mûsâ'nın o gece ana rahmine düştüğü, müneccimlerin Mûsâ'nın yıldızının semada
belirdiğini söylemesiyle Firavun'un çılgına döndüğü, müneccimlerin bu defa
doğum günün gözetleyerek dünyaya gelmesine engel olabiliriz diyerek kendilerini
affettirmeye çalıştıkları, doğum zamanı geldiğinde de yeni doğum yapmış bütün
kadınların erkek çocuklarının öldürüldüğü anlatılır (111a/ 845- 112b 947, s.
327-330).
Mûsâ'nın
doğmasından sonra annesinin onu saklamaya çalıştığı, kabilenin kadınları
tarafından gammazlanıp da Firavun'un adamları evi aramaya gelince annesinin
gelen vahiy üzerine Mûsâ'yı tandıra attığı ancak ateşin onu yakmadığı,
görevlilerin amacına ulaşamadan oradan ayrılmasından sonra gammazlayanların
olanları görevlilere aktardıkları anlatılır:
“O
zaman görevliler amacına ulaşamadan diğer tarafa gitti. Gammazlayanlar yine
ondan haberdar oldu. Birkaç kuruş için Firavun'un önünde macerayı görevlilere
aktardılar: 'Ey memurlar! Oraya tekrar dönünüz, odalara iyiden iyiye bakınız'
dediler. (112b/956-958,
s. 331)”
Bu
defa Mûsâ'nın annesine tekrar vahiy geldiği, onu Nil'e atmasının buyrulduğu,
tekrar ona kavuşacağının bildirildiği anlatılır (113a/959-960, s. 331).
Mûsâ'nın sonraları başka kadınların/ dadıların sütünü kabul etmemesinin hikmeti
ise eserde şu şekilde dile getirilmiştir:
“Ey
Mûsâ'nın annesi! Süt ver ve onu suya at, belayı düşünme. Elest gününde o sütü
içen, Mûsâ gibi sütü tanıyıp seçer. Ey Mûsâ'nın annesi! Çocuğunun tanıyıp
seçmesini istiyorsan, şu anda emzir. Böylece anne sütünün tadını görür de kötü
dadıya baş eğmez. (87b/2955-2958,
s. 269)”
·
2.1.2. Mûsâ Peygamber'in Çobanlık
Yapması
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in çobanlık yapması hadisesine
de değinmiş, Tanrı'nın çobanlık yapmadan ve bu yolda imtihan olmadan ona
önderlik vermediğini, her peygamberin çocukluğuna veya gençliğinde çobanlık
yaptığını dile getirmiş, halkın çobanı olan beylerin tedbir ve akılla Mûsâ gibi
yumuşaklık göstermesi gerektiğini ifade etmiştir (307a/3286-3291). Mevlânâ
ayrıca bu hususta Muhammed Peygamber'in de lutfun üzüntü kurdu karşısında
halkına Mûsâ Peygamber gibi şefkatle çobanlık yaptığını ifade ederek şu kıssaya
da yer vermiştir:
“Bir
koyun Kelîmu'llâh'tan kaçtı; Mûsâ'nın ayağı su topladı, ayakkabısı parçalandı.
Onun ardında geceye kadar araştırmadaydı ve o sürü gözünden kaybolmuştu. Koyun
bitkinlikten gevşeyip kaldı; sonra Kelîmu'llâh onun tozunu sildi. Sırtını ve
başını avucuyla sıvazlıyordu; onu anne gibi sevgiyle okşuyordu. Yarım zerre
öfke ve hışmı yoktu; sevgi, acıma ve gözyaşından başka bir şeyi yoktu. Dedi: 'Farz
edeyim ki sen bana acımadın, kendi kendine niçin zulmettin?' Allah o zaman
meleklere, 'Filan kişi peygamberliğe layık olmuyor mu?' dedi.” (307a/
3279-3285, s. 845)
·
14. yüzyıl
şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'den
“Kelîm” diye bahsederken onun çobanlık yapmasına ve kendisine peygamberlik
verilmesine de telmihte bulunmuştur:
Çünki
adl itdi şübânlıkda Kelîm
Virdi
peygambarlıg ana ol Kerîm (bey. 810)
·
2.1.3. Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda Gördüğü Ateş
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in ailesiyle birlikte
Medyen'den ayrılıp yola düştüklerinde Tûr Dağı'nda gördüğü, ilâhî nur ile
parlamakta olan ancak uzaktan ateş sandığı ağaca şu beyitlerde telmihte
bulunmuştur:
“O
mesut bahtlı, o ağaç tarafında ateş gören Mûsâ gibiydi.
Çünkü
üzerinde yıldırımlar çoktu. Ateş sanıyordu, oysa bizzat ışıktı.” (153b/4365-4366,
s 441)
“O,
Mûsâ'nın ağacıdır ve ziyalıdır; bari gel ona nur de, ateş deme.” (153b/4369,
s 441)
Mevlânâ
şu beyitlerinde ise Mûsâ Peygamber'in bu söz konusu ağaçtan Tanrı'nın “inni
enallah” nidasını işittiği anlatılır:
“Bu
ağaç, Mûsâ'ya ait bir ağaç olunca, yükünü Mûsâ'ya götürdüğünde, ateş onu yeşil
ve kutlu yapar; onun dalı 'Şüphesiz ben Allah'ım' der.” (204b/3569-3570, s.
579)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
216b/338, 235b/1898-1899, 244a/2524, 86b/2869-2870, 296b/2310
·
2.1.4. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile
Konuşması / Kelîmu'llâh Oluşu
Mevlânâ
Celâledîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Bana günah
yapmadığın bir ağızla dua et.” diye buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in benim öyle
ağzım yok.” demesi üzerine Tanrı'nın “ Başkasının ağzıyla 'Ey Allah'ım!' diye
dua et.” diye buyurduğunu anlatır ve Hakk'ı anmanın temizlik olduğunu, temizlik
gelince pisliğin kaçacağını ifade eder (104a/180-104b/188, s.306).
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı eserinde aklının sözüyle mayalanıp özlenen kimsenin
susmasını “Kelîm ”unvanlı Mûsâ Peygamber'e teşbih ederek onun “Kelîmu'llâh”
oluşuna telmihte bulunmuştur:
“Akıllar,
sözüyle mayalanır, özlenir; can, Allah katından verilmiş bilgisiyle tâzeleşir,
İşte
böyle kişinin susması pek büyük bir iştir; çünkü o, dünyâda Kelîm'e benzer” (Sultan
Veled, 1976: 23) (b. 319-320)
Sultan
Veled, aynı eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile
konuşmasından bahsederken kutluluk vadisi olan yere basmakta oluşundan ötürü
ayakkabılarını çıkarması hadisesine telmihte bulunmuştur:
“Kelîm,
Tanrı'yla buluşmayı dileyince, tek ve her şeyi bilen Tanrı, ona dedi ki:
Nefsini dışarda bırak da varlıksız olarak vuslat sarayına gir,
Senliğinden,
varlığından geç, yoksa buraya giremezsin; birlik yöresine ikilik suretiyle
gelme,
Birlik
âleminde sen, ben yoktur; sen yok ol da sayı ayıbından kurtul,
Hem
de, iki ayağını, iki âleme bastın mı dedi, ayakkaplarını çıkar ayağından,
Kutluluk vadisi temizlikten ibarettir; oraya bu çesit geliş, korkusuzluktan
ileri gelir,
Ayaklarından
çıkar ayakkaplarını; böylesine alana yalın ayak gel,
Ayakkapları,
Mûsâ'nın varlığıydı; Mûsâ'nın perdeleri, engelleriydi, sarhoşluğuydu,
Tanrı'yı
arıyorsan varlığından geç; varlığınla o yana nerden gidebileceksin?” (b.
6731-6739)
(Sultan Veled, 1976: 391)
14.
yüzyıl şairlerinden Âşık Paşa, “Garib-nâme” isimli mesnevisinin 287-291.
beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya münacatından söz etmiş, Tanrı'yla bin
kelâm söyleştiğini, ne olursa kaygısızca sorup söylediğini dile getirmiştir:
“Kimisi
dildür kim ol oldı Kelîm / Pâdişâh’la didi işitdi delim
‘Arz
iderdi cümle hâcâtı ‘ayân / Ma‘ruf u meşhûr münâcâtı beyân
Ol
münâcât var-ıdı anda müdâm / Söyleşürdi hakk-ıla bin bir kelâm
Ve
kellema’llâhu Mûsâ teklîmen 4/164
Ne
olursa kaygusuz söyler-idi / Ne gerekse korkusuz sorar-ıdı
Bir
sözine gelür-idi bin cevâb / Bir cevâba bulur-ıdı bin sevâb” (bey.
287
291)
(Âşık Paşa, 2000: 35-36)
Abdülvâsi
Çelebi, “Halilnâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile
konuşmasından dolayı Kelîmu'llâh oluşuna değinir:
Hâlîl
itdün sen İbrâhîmi iy Hak
Kelîm
itdün hem ol Mûsâ'yı mutlak (bey.
3392: s. 462)
Abdülvâsi
Çelebi ayrıca, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile konuşup ona yakarışta
bulunmasına karşılık Muhammed Peygamber'in bu şerefe arş-ı âlâda erişmesi
yönüyle daha üstün olduğuna da değinir:
Didüm
Mûsâya Tûrında kelâmı
Sana
arşumda virdüm hoş selâmı (bey.
3400: s. 463)
Eger
ol Tûrda kıldı ise hâcât
Bu
dem carşumda kıldun sen münâcât (bey.
3401: s.463)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı
ile konuşması hadisesine ve bundan dolayı Kelîmu'llâh diye anılmasına birçok
beyitte değinmiştir. Şu beyitte Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ ile söyleştiği buna
karşılık Muhammed Peygamber ile nûr olarak söyleştiği anlatılır:
Dedim
Mûsâ'yla söyleştin ale't-Tûr
Dedi
seninle söyleştim ale'n-nûr (bey.
2310; s.149)
18.
yüzyıl şairlerinden Şeyh Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu
beyitlerinde “erînî” ve“len terânî” lafızlarına kısmî iktibas yoluyla yer
vererek Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuşmasına telmihte bulunmuştur:
Bir
rütbededir tecellî-i nâz
Olmaz
“erînî”ye gûşı hem-râz (bey. 496)
Her
tûdesi Tûr-ı sad-tecellî
Yok
anda kelâm-ı “len terânî” (bey. 638)
Konuyla
İlgili Diğer Beyitler: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi: 75a/1806,
197a/2920-2931, 198a/3000-3028 Sultan Veled, Ibtidâ-nâme: 1395,
5826, 7213, 8448 Ahmedî, Iskender-nâme: 1343, 2448, 2450, 5365,
5379, 5588, 5589, 6518 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 1479,
1488, 3191, 4458, 5422, 5448, 5514, 6120, 7371 Şeyh Gâlib, Hüsn ü
Aşk: 749
·
2.1.5. Mûsâ Peygamber'in Hârûn
Peygamber ile Alakası:
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî” sinin şu beytinde manevî varlıkta birlik olduğunu
ifade ederken Mûsâ ve Hârûn Peygamberler arasındaki birliği buna misal olarak
gösterir:
“Yerde
Mûsâ ve Hârûn olurlar; süt ve bal gibi karışık ve hoş olurlar.” (207b/3830,
s. 588)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in kendisine yardımcı ve
destek olan kardeşi Hârûn Peygamber ile alâkasına bir beyitte telmihte bulunur
ve Muhammed Peygamber'in ağzından Ali'nin kendisi için Hârûn'un Mûsâ'ya
yakınlığı nisbetinde olduğu dile getirilir:
Ki
Mûsâ'ya Hârun gibisin bana yâ Alî
Velî
şöyle bil kim benim hâtîmül-enbiyâ (bey.
4623; s. 302)
·
2.1.6. Mûsâ Peygamber'e Verilen
Mucizeler:
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden bilhassa
asâsı üzerinde çokça durmuştur. Mûsâ'ya göre sopasının adının “asâ”,
Yaratıcı'ya göre “ejderhâ olduğunu (21b/1241) ifade eden Mevlânâ Mûsâ
Peygamber'in asâsıyla Firavun'a karşı galip geldiğini şöyle anlatır:
“Mûsâ
bir asâyla savaşa girdi, o Firavun'a ve kılıçlarına galip geldi.” (61a/348,
s.188)
“Asâ
Mûsâ'nın elinden su içince Firavun'un saltanatını bir lokma etti.”
(66b/915, s. 205)
Mevlânâ,
Mûsâ Peygamber'in asâsının yere atmadan önce sopadan başka bir şey olmadığını,
Tanrı'nın emriyle tere atınca güzelleştiğini, Mûsâ Peygamber'in önceleri onunla
kuzulara yaprak düşürdüğünü daha sonra ise aldanmış bir topluluğa mucizeler
gösterdiğini, Firavun'a bağlı olanların başına hâkim olarak onları suların kan
olması, çekirge istilası gibi türlü belalara gark ettiğini ifade etmiştir
(204b/3574-3580, s.579).
İnsanın
Hakk'ın avucunda Mûsâ'nın sopası gibi olduğunu ifade eden Mevlânâ, Mûsâ
Peygamber'in
asâsıyla denizi yarması mucizesine de değinmiştir:
“İnsan
, Mûsâ'nın sopası gibidir; insan, İsâ'nın nefesi gibidir. Müminin kalbi adalet
ve ziynet için Hakk'ın avucuna iki parmağı arasındadır. Dış görünüşü bir sopa,
fakat boğazını açtığında kâinat önünde bir lokmadır. Seni İsâ'nın nefesinden
harf ve ses görme, ölümün ondan kaçtığını gör. Sen onun nefesinden değersiz
sözler görme; ölünün sıçrayıp oturduğunu gör. Sen o asâyı kolay bulunur görme;
yeşil denizi yardığını gör.” (152a/4256-152b/4261,
s. 437)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâsının ise gökyüzündeki aydan
daha da parlak olduğunu ifade ederek bu mucizeye telmihte bulunmuştur:
“Mûsâ'nın
o avucu koynundan ışık saçtı; o gökyüzündeki aydan fazla oldu. Ey Mûsâ!
Dehşetli gökten aradığın, koynundan baş çıkardı.” (292b/1933-1934,
s.801)
·
13.
yüzyıl şairlerinden Sultan Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 1770-1772.
beyitlerinde Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşerek Firavun'un
sihirbazlarının iplerini, sopalarını yutması mucizesine şu şekilde yer
vermiştir:
“Mûsâ'nın
sopasını da böyle bil, bil de anlamını anla,
Yüzbinlerce
sopayı, ipi yuttu da ne semirip şişti, ne arıklaştı,
O
sopa, horoz gibi, savaş deminde ne bulduysa hepsini de bir lokma gibi
yutuverdi.” (bey.
1770-1772) (Sultan Veled, 1976: 104)
Âşık
Paşa, “Garib-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in asâsıyla ilgili olarak,
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in mucizelerini asâsına koyduğunu söyleyerek hayvana
teşbih ettiği İsrailoğulları'nı bununla sürerek doğru yola yürüttüğünü şöyle
ifade etmiştir:
“Mu‘cizâtın
Mûsa’nun ol Pâdişâh / ‘Asasında komış-ıdı ol İlâh
Vemâ
tilke bi-yemînike yâ Mûsâ kâle hiye ‘asâye 20/18
Zîra
hayvân sürilür agaç-ıla / Sürmeyinçe yörimez dogru yola” (bey.
2528-2529) (Âşık Paşa, 2000: 142)
·
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde
Mûsâ
Peygamber'in mucizelerinden yedd-i beyzâ ve asâsına telmihte bulunmuştur:
Sözde
idem bir yedd-i beyzâ ıyân
Kim
vire Mûsâ asâsından nişân (bey.
12)
Abdülvâsi
Çelebi, “Halil-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ Peygamber'in
mucizelerinden yedd-i beyzâsına, İsâ Peygamber'in ise ölüleri dirilmesi
mucizesine telmihte bulunmuştur:
Yedd-i
beyzâ-nümâ olsun çü Mûsâ
Diriltsün
ölüleri hem-çü cİsâ (bey.
3582; s. 486)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden
bahseden beyitlere de yer vermiştir. Şu beyitte Mûsâ Peygamber'e verilen asâdan
söz ederken Süleyman Peygamber'in yüzüğüne de değinmiştir:
Asâ
Mûsâ'ya verildi yüzük degdi Süleymân'a
Yedi
ol yaprağı âhû yaşı âsîlere şeffa3 (bey.1329;
s.86)
Yazıcıoğlu
Mehmed, eserinin şu beytinde de Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e asâyı destek, kudret
olmak üzere verdiği ifade edilmiştir:
Dahi
kim ki Mûsâ'yı görmek dilerse dedi
Ki
Hak virmiş idi salâbette ona asâ (bey.
4630; s. 303)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Mesnevî: 14a/528, 31a/2141-2142, 47b/3567, 58a/52, 59a/146, 60b/304,
80a/2274-2276, 113b/1010, 114a/1065-1066, 134a/2787-2790, 142b/3452-3454,
176a/1068-1074, 202a/3313, 219b/597, 228b/1316, 229a/1425, 231b/1539,
243a/2442-2445, 247a/2775, 260b/3808-3809, 262a/3934-3936, 286a/1347-1348
Sultan Veled,
İbtidâ-nâme:
5023, 6720 Ahmedî, Iskender-nâme: 920, 1377
·
2.1.7. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve
Kavmi (Kıptîler) ile Mücadelesi
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in Firavun ve kavmiyle,
Firavun'un sihirbazları ile mücadelesine pek çok beyitte değinmiştir. Veziri
Hâmân'ı dinleyen Firavun'un hâlini, şeytanı dinleyen Nemrud'un hâline benzeten
(21a/1192) Mevlânâ, Mûsâ ile Firavun'un zehir ile panzehir gibi olduğunu,
karanlık ve ışık gibi ilâhî iradeye bağımlı olduklarını, Firavun'un namusunun,
itibarının parçalanmaması için yalnızken yalvardığını anlatır (35a/2447-2481,
s. 123124). İnsanın nefsini ejderhaya benzeten Mevlânâ, onun gam ve
âletsizlikten dolayı donmuş yahut ölmüş vaziyette olduğunu, eğer ırmağın
Firavun'un emriyle aktığı iddiasındaki âleti bulursa nefsin Firavunluk tesis
ederek yüz Mûsâ ve Hârûn'un yolunu keseceğini ifade eder (113b/1053-1055, s.
333).
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî” sinin 114a/1065-116a/1257. beyitler arasında Mûsâ
Peygamber'in ejderha olan asâsının dehşeti karşısında kaçışan halktan pek çok
kişinin ezilerek öldüğü, bunun üzerine Firavun'un Mûsâ Peygamber'i halkı
öldürüp korkuya salmasından ötürü tehdit ettiği, Firavun'un tehdidine Mûsâ
Peygamber'in “Ey arkadaş! Ben razıyım, ben şükrederim. Bu taraf rüsvadır,
Hakk'ın huzuru şerefli.(114a/1077)” diye cevap verdiği, Firavun'un “Senin
cahilliğini şehre göstermek için zamanın sihirbazlarını toplayacağım. Bu
bir-iki günde olmayacak; yazın kırkıncı gününe kadar bana süre ver
(114a/1085-1086).” diyerek mühlet istediği, Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ
Peygamber'in Firavun'a mühlet verdiği, Firavun'un sihirbazları çağırmak için
şehirlere adamlar gönderdiği, Firavun'un çağrısını duyan iki genç ünlü
büyücünün Mûsâ'nın asâsının hikmeti ölen babalarından sordukları, Mûsâ
Peygamber uyumakta iken asâsını almak isteyen bu iki büyücünün asânın ejderhaya
dönüşerek saldırması karşısında bunun sihir olmadığını anlayıp kaçıştıkları ve
Mûsâ Peygamber'den af diledikleri, Mûsâ Peygamber'in de onlara “Ey asiller!
Affettim; bedeniniz ve canınız cehenneme haram oldu. Ey iki arkadaş! Ben sizi
bizzat görmedim, kendinizi özür dilemeye yabancı yapınız. Tanışık olsak da,
yabancı gibi -benimle- padişah için savaşa girin.(115a/1161-1243” dediği
anlatılır. Devamında şehirlerden gelen büyücülerin Firavun'un huzuruna
geldikleri ve Firavun'un onlara çok değerli bağışlar verdiği anlatılır
(1116a/1244-1249). Büyücüler ile karşılaşmada içinde korku hisseden Mûsâ
Peygamber'e Tanrı'nın teselli vererek kazanacağını telkin ettiği anlatılır
(182b/1669-1674).
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Firavun'un veziri Hâmân'dan da söz eder.
Firavun'un Mûsâ Peygamber'in sözlerini dinlediğinde gönlünün yumuşadığını,
ancak huyu kin olan veziri Hâmân'a danışınca vezirinin onu “Şimdiye kadar
padişahtın, aldanarak yırtık elbiseliye köle mi olacaksın?” diyerek Allah
yolundan döndürdüğünü, veziri Hâmân olan padişahın yerinin cehennem olacağını
anlatır (177b/1238-1253).
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 192b/2508-2626. beyitlerinde Mûsâ
Peygamber'in Firavun'a “Benden bir öğüt kabul et ve karşılığında dört fazilet
al” dediği, Firavun'un bu dört faziletin olduğunu sorunca Mûsâ Peygamber'in
şöyle açıkladığı anlatılır:
“Mûsâ
dedi: 'O dördün birincisi, bedeninin daima sıhhatli olmasıdır. Tıpta söylenen
hastalıklar bedeninden uzak olacak; ey değerli kişi! İkinci olarak senin ömrün
uzun olacak; ecel ömründen çekinecek.'” (192b/2527-2529)
“Mûsâ
dedi: 'O üçüncüsü iki kat saltanattır, iki dünyalıktır, hısım ve düşmandan
temizdir.'” (193a/2568)
“Mûsâ
dedi: 'Dördüncüsü senin genç kalman, saçının katran gibi ve yüzünün erguvan
gibi olmasıdır.'” (193a/2573)
Bu
vaatler karşısında iman etme hususunda Âsiye'ye danışan Firavun'a Âsiye “Ey
kara gönüllü! Sen, buna can ver. Çok yardımlar var; bu sözün metnini çabuk
kavra. Ey iyi huylu padişah!” diyerek onu imana yöneltmek isteyip yüreklendirse
de Firavun bir de veziri Hâmân'a danışmak ister (193b/2595-2626, s. 547-548).
Veziri Hâmân ise kötü sözlerle Firavun'un yolunu keser ve iman etmesine engel
olur (194b/2720-195a/2772). Hâmân'ın sözlerinin Firavun'un gönlünde etkili
olduğunu anlayan Mûsâ Peygamber'in bu nedenle Firavun'un iman etmesinden ümit
keserek ona “Senin aklın varsa, lütuflar ettim; eşeksen, eşek için sopa
getirdim. Sopayla kulağını ve başını kanla doldurarak bu ahırdan çıkaracağım
seni. Bu ahırda eşekler ve insanlar senin cefandan güven bulmaz...” diyerek
ejderha ola asâsıyla Firavun'a meydan okuduğu anlatılır (195b/2773-196a/2809)
Firavun'un üç yüz kat hilesinin kendisine aşağılama olduğunu, Mûsâ'nın
mucizesini çürütmek için getirttiği büyücüler karşısında asânın itibarının daha
da güçlendiğini ifade eden Mevlânâ, Firavun'un İsrailoğulları'nın peşine
düşerek Nil çevresine ordu sevk etmesinin ve nihayetinde denize gark olmasının
aslında İsrailoğulları'nın vehmini yok etmek için olduğunu dile getirir:
“Mûsâ'nın
ve kavminin yolunu kesmek için Nil'in çevresine hemen ordu sevk
. eder,
Mûsâ'nın
ümmetinin güvenliği olur; kendisiyse yerin altına ve cehenneme girer.
O/Firavun, Mısır'da kalsaydı ve gelmeseydi, İsrailoğulları'nın vehmi nasıl yok
olurdu?
Geldi
ve İsrailoğulları'nı -korkudan- eritti; zira bil ki emniyet korkuda gizlidir.” (319b/4350-4357,
s.881-882)
İnsanın
nefsini Firavun'a teşbih eden Mevlânâ, onun küfrünü hatırlaması için onu
doyurmamak gerektiğini, nitekim Firavun ve kavmi art arda türlü belalara gark
olunca Firavun'un bizzat Mûsâ Peygamber'e gelerek iki kat olup yalvardığını,
Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın buyruğuyla o belaların giderilmesiyle
tekrar nimete kavuşup karınları doyduğunda yine asî olup fenalıklarına devam
ettiklerini anlatır (204b/3579-3626, s.579-581).
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Firavun ile Hallac-ı
Mansûr'u mukayese ederek Hallac-ı Mansûr'un “Ene'l-Hak” dediğini ancak bunu
Tanrı'nın yardımıyla söylediğini ve bu sebeple halkın ona rahmet okuduğunu oysa
Firavun'un benliğe düşerek tanrılık davası gütmesinden ötürü lanet ile
anıldığını şöyle ifade etmiştir:
“Hani
Mansûr, Ene'l-Hak dedi de halk arasında tanındı,
Ama
o andan bu ana kadar halk, ona rahmet okur,
Aynı
sözü Firavun da söyledi; ama Hak, ona, bu sözü söylemek hususunda yardım
etmemişti,
Bundan
dolayı da halkın ağzından ona gündüzleri de lanet okunmada, geceleri de,
Çünkü
Hallaç, o sözü söylemeye memurdu; Firavun'sa eşekliğinden aldanmıştı, benliğe
düşmüştü,
Hâsılı
buna rahmet okunmada, o tümden pis kişiyeyse yüzlerce lanet.” (bey.
6682-6687)
(Sultan Veled, 1976: 388)
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinde Firavun'dan bir
kötülük timsali olarak söz ederek böyle kimselerin ölümden kaçışı olmadığını
ifade etmiştir:
Memleketde
ger kişi Fir’avn ola
Çün
ölür anda ne ferr ü avn ola (bey.
7675)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Mesnevî: 11b/277-279, 14a/528, 35b/2489, 50b/3833-3835, 62a/451,
65a/761-772, 66b/915, 87b/2931, 103a/85, 119b/1554-1556, 122a/1720-1744,
182a/1635-1637, 185b/1915-1920, 187b/2099,
190a/2306-2339, 190b/2353-2365, 190a/2395,
194b/2704-2705,
194b/2716, 200a/3166, 207a/3814-3815, 217b/452, 237b/2035,
252a/3109-3110,
291b/1871, 295a/2162, 304a/3004, Sultan Veled, Ibtidâ-nâme: 3333,
6824-6826 Ahmedî, Iskender-nâme: 5366, 5367
·
2.1.8. Firavun'un İman Eden Kavmine
Zulmü
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'in asâsı karşısında yenilen
ancak bunun bir mucize olduğunu görüp iman eden Firavun'un büyücülerinin ölümle
cezalandırılma anında “Firavun'un darbesinin bize zararı yoktur. Hakk'ın lütfu,
başkasının kahrına galiptir.” diyerek Firavun'a karşı imanları haykırdıkları
anlatılır (264b/4119-4152).
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Tanrı'yı bilen tanıyan kimsenin ölümden
korkmayacağından söz ederken Firavun'un gördükleri mucize karşısında Mûsâ
Peygamber'e iman eden büyücülerini öldürtmesi, ellerini ayaklarını çaprazlama
kestirmesi hadisesine de değinmiştir:
“Bu
sebeple Firavun, kendi çağında, Yüce Tanrı, kendisine yardım etmediğinden,
Büyücülerin, aşkla, yüzlerce gerçeklikle Mûsâ'ya yüz tuttuklarını görünce,
Ben
ferman etmeden dedi, ne yüzden inandınız ona?
Sizi
kılıçla paramparça ederim; kasap gibi de kanaraya çekerim,
Ellerinizi,
ayaklarınızı, bedenlerinizden ayırtırım; sizi zerre zerre doğratırım,
Hepsi
de, beden ölümü kolay bir şey dedi, Hak, yâr olunca bedeni terk etmek kolay.” (
bey. 1724-1729) (Sultan Veled, 1976: 102)
·
2.1.9. Firavun ve Kavminin
Uğratıldığı Belalar
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'e iman etmeyip
İsrailoğulları'na ve Mûsâ Peygamber'e zulmetmeye devam eden Firavun ve kavminin
uğratıldığı belalardan en çok Nil Nehri'nin sularının Kıptîlere kan olması
hadisesine sıkça değinmiştir. Eserinin şu beyitlerinde Kıptîlere Nil'in
sularının kan olması ve denizin de boğulma yeri oluşuna telmihte bulunmuştur:
“Nil'in
suyu Kıptîye kandır, güzel Sıbtîye sudur.
Deniz
İsrailoğulları’na Cadde, zalim Firavun'aysa boğulma yeridir.” (137a/3027-3028,
s. 397)
“Bu
bela Nil suyu gibidir; kutlu kişiye sudur, kötü kişilere kan.” (197b/2986)
Mevlânâ,
eserinde suların Kıptîlere kan olması ile ilgili bir hadiseye de yer verir. Bir
Kıptî'nin, Sıbtî'ye giderek kendi niyetiyle bir testi doldurup dostluk ve
kardeşlik hakkı adına içmek için ağzına koymasını ister. Sıbtî, kendisinden
istenileni yapar, testiyi Nil Nehri'nden doldurur, yarısını içtikten sonra su
isteyen Kıptî'ye doğru eğriltince su kana dönüşür. Kıptî olan bunun çaresini
Sıbtî'ye sorunca o da “Bunu takvalı içer. Takvalı kişi, Firavun'un yolundan
bıkan ve Mûsâ gibi olandır.” diye cevap verir. (203a/3429-3455). Mevlânâ buna
benzer olarak eserinin 204a/3493-3514. beyitlerinde bir Kıbtî'nin Sıbtî'den
hayr dua ve yol göstermesini istemesi hadisesine değinir. Kıbtî'nin iyiliği
için dua eden Sıbtî'nin duası kabul olur ve gönlünün kilidi açılan Kıbtî imana
gelir ve “Ben su arzusuyla sele gittim, deniz gördüm; kile kile inci aldım diye
söylenir (s. 576-577).
Mevlânâ,
eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in asâsının Firavun'na bağlı olanların başına
hâkim olarak onların sularını kan ettiğini, bunun üzerine çaresizlikle ellerini
başlarına vurduklarını, yaprak yiyen çekirgeler yüzünden tarlalarından kıtlık
ve ölüm yükseldiğini, keder verici işlerin art arda olmasıyla Nil'in baştanbaşa
kan olduğunu dile getirmiştir (204b//3579-3589, s. 579-580).
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı eserinin şu beytinde Firavun ve kavminin Mûsâ
Peygamber ve Tanrı'ya iman etmeyerek İsrailoğulları'na zulmetmeye devam etmesi
üzerine uğratıldıkları belalardan olan Nil Nehri'nin kan olması hadisesine
telmihte bulunmuştur:
“Dağ,
nasıl olur da Davud'a uyardı; Nil, nasıl Mûsâ'nın buyruğuyla kan olurdu.”
(bey.
1640) (Sultan Veled, 1976: 97)
“Nil,
Sıbtî'ye su değil miydi; ama Kıptî'ye öfkesinden kan olup durmaz mıydı?”
(bey.
4997) (Sultan Veled, 1976: 291)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
64a/690, 163b/33, 196a/2815-2817, 201a/3252-3253,
227a/1233,
287a/1443
·
2.1.10. Denizin Yarılması / Firavun
ve Askerlerinin Denize Gark Olması Hadisesi
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde îsrailoğulları'nın peşi sıra denizi kuru
görüp denize girmesiyle gark olduğunu şöyle dile getirmiştir:
“Kör
Firavun, odenizi kuru gördü de erlik ve güç sevdasıyla içine at sürdü.
Girince
de denizin dibinde kalır. Firavun'un gözü nasıl görür?
Göz,
Hakk'ı görmekle gören olur; Hak, her ahmağın nasıl sırdaşı olur?”
(80a/2295-2297, s. 248)
Sultan
Veled, “îbtidâ-nâme” adlı eserinde peygamberlere ve erenlere nefis ve beden
ehlini düşman oluşundan söz ederken şu beyitte Firavun'un da Mûsâ Peygamber'e
olan düşmanlığına ve akıbetine telmihte bulunmuştur:
“Firavun
da Mûsâ'ya kastetmişti de Hak'tan yardım görmemiş suya gark olup gitmişti.”
(bey. 829)(Sultan Veled,
1979: 52)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Firavun'un suya gark
olması hadisesine değinmiştir:
Nazar
eyledi suya Fircavn'ı gark eyledi
Nazar
eyledi gülşen oldu Halîl'ine nâr (bey.
3034)
Ki
Fircavn cezâ eyledi gark olurken nice
Sen
inkâr edersin resûle gerek sana dâr (bey.
3060) (Yazıcıoğlu
Mehmed,
1996: 197)
Şeyh
Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu beytinde Nûh Sûresi'nin “Nûh:
'Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!'" mealindeki
ayetinden kısmî iktibasla gam Nûh'unun yakarışının Firavun'u imana gark
edeceğini, yola getireceğini ifade etmiştir:
Nûh-ı
gamı olsa “lâ tezer ”-hân
Fir’avnı
ederdi gark-ı îmân (bey.523)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şunlardır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Mesnevî: 21a/1189, 137a/3028, 172b/784,
191a/2415, 196a/2828, 218a/466,
224a/954.
·
2.1.11. Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'na İkinci Varışı
Âşık
Paşa, “Garib-nâme” isimli mesnevisinin 10506 - 10510. beyitlerinde Mûsâ
Peygamber'in Tanrı tarafından kendisine kılınan va'deye göre otuz gün oruç
tuttuğu ancak bununla vade yerine gelmeyince Tanrı'nın buyruğuyla on gün daha
oruç tuttuğu, va'de tamam olunca Tanrı ile söyleştiği anlatılır:
Mûsa
birle va‘de kıldı ol hakîm / Kim otuz gün oruç ola ol Kelîm
Ve
vâ ‘adnâ Mûsâ selâsîne leyleten 7/142
Dutdı
otuz gün velîkin olmadı / Anun-ıla va‘de yirne gelmedi
Hak
buyurdı on dahı dut kim ola / Cümle eksük bitile yirne gele
Ve
etmemnâhâ bi- ‘aşrin fetemme mîkâtü rabbihi erba’îne leyleten 7/142
On
dahı dutdı ol iş oldı tamâm / ‘Ahd ü va‘de yirine geldi tamâm On-ıla yitildi ol
‘ahd eksügi / Mûsa birle söyleşüp hak eytdügi
(bey.
10506-10510) (Âşık Paşa, 2000: 530)
·
2.1.12. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı
Görmeyi Dilemesi / Tecellî Hadisesi / Tûr Dağı'nın Parçalanması
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Tûr Dağı ile ilgili olarak aşkın Tûr Dağı'nın
ruhu olduğunu ve ilâhî tecellî karşısında mest olduğunu ifade eder:
“Ey
âşık! Aşk, Tûr Dağı'nın ruhu oldu; Tûr mest oldu; Mûsâ kendinden geçerek
düştü.” (9a/26, s. 45)
Mevlânâ,
eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in tecellîye mazhar olması sebebiyle Mûsâ
Peygamber'in yüzünün ışık saçmakta olduğunu, bu nurun şiddetiyle bakan gözlerin
kör olduğunu, bu sebeple yüzünü elbisesinden bir perde yapıp onunla örttüğünü,
o hidayet nurunun arzusu ve aşkıyla Safûrâ'nın her iki gözünü kaybettiğini
anlatır (304b/3056-3083, s. 838-839).
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde yer alan şu beyitlerde Mûsâ Peygamber'in
Tanrı'yı görmek istemesi ve tecellî hadisesine telmihte bulunmuş, Tanrı'nın
tecellîsine erebilmek için varlıktan da Mûsâ'nın durağından da geçmek gerektiği
ifade edilmiştir:
“Varlıktan
geç de boyuna Tanrı tecellîsini seyrededur, Benlikten, varlıktan arın da
kadehsiz, sarapsız esrikliğe er, İsa gibi beden eşeği olmaksızın göklere ağ;
Mûsâ'nın durağını da geç gitsin” (Sultan
Veled, 1976: 9)
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 4000 - 4004. beyitlerinde ise Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi karşısında Tanrı'nın ona görünmeyişini
şu şekilde yorumlamıştır:
“Kelîm,
sarhosçasına, 'Bana görün' dedi de her şeyi bilen; ona, sen beni hiç mi, hiç
göremezsin diye cevap verdi, Sana görünmeyi esirgemem ama benim Ay'ım, gene de
senin için bulut altında. Çünkü bulutsuz bir ışığımla da sana
vursam,
yok olursun: sonra nerde bulurum seni? Sana, seni esirgediğimden ışınlıyorum;
gelmeme değil, adım atmama bile tahammül edemezsin.” (bey.
4000-4004) (Sultan Veled, 1976: 229-230)
Ahmedî,
“İskendernâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Tûr Dağı'nın Tanrı'nın tecellîsi
karşısında parçalanması hadisesine telmihte bulunmuştur:
Çünki
kamu tagdan alçah oldı Tûr
Gör
tecellîde nicesi buldı dûr (bey.
7330)
Ahmedî,
aynı mesnevisindeki şu beyitte ise Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ilk varışında
şecer-i Tûr'da ilâhî nuru, Tanrı'nın tecellîsini görmesi hadisesine de telmihte
bulunmuştur:
Cehd-ile
iderdi taleb odı Kelîm
Od
içinde ana tecellî itdi Kerîm (bey.
1343)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ikinci
gidişinde “erînî” diyerek Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine, “len terânî”
hitabıyla karşılaşmasına ve Tanrı'nın tecellîsi karşısında dağın parçalanması
hadisesine çeşitli beyitlerde değinmiştir. Özellikle mesnevi içerisinde yer
verdiği 527-528. sayfalarda yer alan müstezatta bu konuya ayrıntılı olarak yer
verir:
Budur
nakl ile meslek kim ki Mûsâ dedidi erni
Şu
vakt kim ağdıdı Tûr'a
Ki
zâtına nazar kılam onu eyle bana Hân
Görem
onu ulâsından 7865.
Cevabında
buyurmuştu kim ona "Len terânî" Hak
Ki
fânî göz beni görmez
Ki
yâ Mûsâ beni bunda görem sanma olup hayrân
Geç
onun sen hevâsından 7866.
Velî
dağa nazar eyle mekânında durursa ger
Tecellî
eyleyem ona
Göresin
yüzümü sen de olasın vaslıma ferhân
Bulasın
derd devâsından 7867.
Nazar
kıldı görür dağa tecellî eylemiş bir kez
Henüz
arş nûrunu açmış
Tutuşmuş
odlara dümdüz yakar pâre pâre nîrân
İşitipsin
edâsından 7868.
Dediler
çünkü şart etti dağın durmasını Allâh
Egerçi
titrer idi ol
Ne
şübhe eylese pes var dağın durmasına imkân
Koparsa
ger binâsından 7869.
·
15. yüzyılda
yaşayan Akkoyunlular dönemi şairlerinden olan Tebrizli Ahmedî, “Esrâr-nâme”
adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber ile ilgili anlattığı beş müstakil hikâyenin
yanı sıra başka bir hikâyenin içinde geçen 707. - 711. beyitlerde tecellî
hadisesine değinir:
Cümlesinden
biri Mûsâ söyledi Ol benüm vaslum temennâ eyledi Ben tecellî eyledüm Taga meger
İrdi Tagdan ana bir şemme eser Doymadı Mûsâ ana iy pür-hüner Ussı gitdi düşdi
olınca seher Örü Turdı sonra çok özr eyledi Tevbe kıldı "Yâ Rab
Âmennâ" didi Pes mahabbetden dem uran ham ola Dünyede gördüm diyen bed-nâm
ola
Tebrizli
Ahmedî, bahsi geçen beyitlerde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya kavuşmayı dilediğini,
Tanrı'nın dağa tecellîsi karşısında ise Mûsâ Peygamber'in aklının gidip yere
düştüğünü, seher olup da ayağa kalkıp kendine geldiğinde tevbe ettiğini dile
getirir. (Tebrizli Ahmedî, 1996: 60)
Şeyh
Gâlib, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisinin şu beytinde sevgilinin
tecellîni/görünmesini Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na çıkmasına teşbih etmiştir:
Mihr
eyledi öyle bir tecellî
Zann-oldı
ki Tûr’a çıkdı Mûsî (bey. 1864)
Şeyh
Gâlib, aynı eserinin şu beytinde ise tecellî kaşısında Tûr Dağı'nın Mûsâ
Peygamber'i bile unuttuğunu dile getirmiştir:
Ben
durdum u âlem oldı hâmûş
Tûr
etdi Kelîm’ini ferâmûş (bey. 1914)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Mesnevi 20b/1136, 61a/353-358, 62b/506-507, 102b/15-16, 152b/4265,
304b/3063-3066, 262a/3914 Sultan Veled, İbtidâ-nâme: 4161, 5624,
7040 Âşık Paşa, Garib-nâme: 2552 Ahmedî, İskender-nâme:
7330 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 3191, 3193, 3669, 3717,
7686, 8332, 8427, 8740.
·
2.1.13. Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın
Verilmesi
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Mûsâ Peygamber'e verilen kutsal kitap olan
Tevrat'ı İncil ve Zebur ile birlikte zikrederek hepsini Kur'ân-ı Kerîm'in
doğruluğuna şahit olarak gösterir:
“Ey
şükreden kişi! Tevrat, İncil ve Zebur da Kur'ân'ın doğruluğuna şahit olmadı
mı?” (131b/2538, s.
382)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'e verilen ve dört kutsal
kitaptan biri olan Tevrat'tan birçok beyitte bahsetmiştir. Şu beyitte Tanrı'nın
Mûsâ Peygamber'i Kelîm edinip ona Tevrat'ı verdiği dile getirilir:
Kim
Allâh onu edinipti Kelîm
Verip
ona Tevrât'ı giydi kilim (bey.
5514, s. 362)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Ahmedî, Iskender-nâme:
2510, 5588, 5589, 7194 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye: 1146,
1480, 2316, 3482, 5434, 7780, 7781
·
2.1.14. Sâmirî Kıssası
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na gittiği
vakit gecikmesinden faydalanıp altından bir buzağı yaparak İsrailoğulları'na
sizin tanrınız budur diyerek onları yoldan çıkarması sebebiyle Mûsâ Peygamber
tarafından lanetlenip kavimden uzaklaştırılması hadisesine de çeşitli
beyitlerde telmihte bulunmuştur. Şu beyitlerde Sâmirî'nin sahip olduğu hüneri
Mûsâ Peygamber'den öğrendiği ancak kibirle Mûsâ Peygamber'e başkaldırdığı
anlatılır:
“Sâmirî
gibi, o hüneri kendinde görünce kibirle Mûsâ'ya başkaldırdı.
O,
o sanatı Mûsâ'dan öğrenmişti; ama hocasını görmez olmuştu.
Çaresiz,
Mûsâ tekrar oyun gösterdi; böylece o oyunu ve canını kaptı.”
■ (76b/1969-1971,
s. 238)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'nin yaptığı
buzağıyı tanrı kabul edip ona secde eden kavmini azarlaması hususuna da
değinmiştir. Mûsâ Peygamber'in bu çirkin huylu kimseler hakkında şöyle
söylediği anlatılır:
“Benden
yüz binlerce mucize gördün; sana yüz hayal, şüphe ve zan ekledi.
Hayal
ve vesveseyle daraldın; peygamberliğime dil uzattın.
Denizden
açıkça toz kaldırdım, sonuçta firavuncuların şerrinden kurtuldun sen.
Kırk
yıl kâse ve sofra indi, duamla kayadan ırmak aktı.
...
Mademki
Mûsâ'nın hakkında kötü düşünceli değildin, nasıl böylece secde ettin?
Ey
çirkin huylu!
Niçin
hilesinden ve ahmak yakalayan sihrinin fesadından sende bir şüphe doğmadı?
Ey
köpekler! Bir Sâmirî kimdir ki, dünyada bir ilah yontsun?”
Mevlânâ,
bağıran altından ineğe ilgi duyan, Sâmirî'nin büyüsüne av olan bu ahmakların
ilgisini yanlışın yanlışı çekmesi, işsizin işsizi cezbetmesi olarak yorumlar
(77a/2025-77b/2044, s. 239-240).
Mevlânâ,
Sâmirî ile ilgili olarak ayrıca, onun Cebrail'in atının ayağının bastığı yerden
aldığı toprakla yaptığı buzağıya can verdiğine de şu beyitlerinde telmihte
bulunmuştur:
“Sen
bir Cebrail'in atının toprağı olursan yeşerir, tazelenir ve yenilenirsin.
Sâmirî,
buzağıya can bağışlayan bir yeşillik kattı, bir inci oldu.
Buzağı
o yeşillikten can edindi ve düşmana fitne olan bir sesle bağırdı.” (202a/3301-333,
s. 571)
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ
Peygamber Tûr Dağı'nda iken onun yokluğundan faydalanıp yaptığı altından buzağı
ile İsrailoğulları'nı yoldan çıkaran Sâmirî'ye telmihte bulunmuştur:
Ol
ki ana Sâmirî hem-dem ola
Buzagudur
Mûsiden ne zevk ala (bey.
456)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Mesnevî:32b/2258, 294a/2064
·
2.1.15. Tîh Çölü'nde
İsrailoğulları'na Verilen Nimetler
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde İsrailoğulları'nın Tih Çölü'nde kaldıkları
kırk yıl boyunca rızıklandıkları çeşitli nimetlere de değinmiştir. Hz. Ali'ye
övgüsünü dile getirdiği bir bölümde Mevlânâ, Hz. Ali'yi insanlıkta Tih Çölü'nde
Mûsâ'nın benzersiz sofra ve ekmek inen bulutuna teşbih etmiş ve burada ayrıca
İsrailoğulları'nın bu eşsiz nimetlere rağmen pintilikle ayağa kalkıp pırasa,
tere, marul istediklerinden söz etmiştir (49b/3732-3737, s. 164). Eserinin bir
başka yerindeyse gökten alımsız satımsız ve konuşup dilemeksizin sofra gelmekte
iken İsrailoğulları'ndan birkaç edepsiz kişinin “Nerede sarımsak, soğan,
mercimek?” diyerek ellerindeki nimetleri beğenmediklerine değinmiştir
(10a/80-81, s. 47).
Mevlânâ,
“Mesnevî”sinde İsrailoğulları'nın öküz mizaçlı olduğunu, gördükleri sonsuz
lütuf ve nimetin, büyük iyiliklerin buzağı aşkı yüzünden gönüllerinden
gittiğini, bu sebepten ötürü Tîh Çölü'nün sıcağında yerlerinde kaldıklarını,
canlarından gitmeyen buzağı aşkı yüzünden Tîh Çölü'nün onlar için büyük bir
girdap gibi olduğunu dile getirmiştir (291a/1788-1793, s. 797).
Âşık
Paşa, “Garib-nâme” adlı mesnevisinde (2513.-2527. beyitler) İsrailoğulları
kavminin hayvan, Mûsâ Peygamber'in de onlara çoban olduğunu dile getirmiş, buna
da sebep olarak cennet nimetlerini yiyip biz bunları yemeye katlanamayız
diyerek bakla, mercimek, sarımsak, soğan gibi türlü yiyecekler istemeleri
gösterir ve İsrailoğulları'na lütfedilen başkaca nimetlerden de şöyle söz eder:
“Pes
hakikat ol kavum hayvân-ıdı / Mûsa hem anun-ıçun çöbân-ıdı
Bir
dahı hem bunlarun hayvânlıgı / Şol-ıdı kim dogıçak oglancugı
Anasından
ton-ıla dogar-ıdı / Ten ulaldukça tonı artar-ıdı
Nitekim
hayvân togadur tüy-ile / Tüsi artadur bile kendü-y-ile
Bir
dahı tanuk bularun hâline / Mutlakâ hayvânlıgı ahvâline ”
(bey.
2523-2527) (Âşık Paşa, 2000: 141-142)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
77b/2030, 82a/2471-2482, 181a/1547
·
2.1.16. Mûsâ Peygamber'in Yaptığı
Tabut
Abdülvâsi
Çelebi, “Halil-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile
yaptığı tabut/sandığın Mûsâ Peygamber'in ölümünden sonra Câlût ve Tâlût'un
eline geçtiğinden bahseder:
Çü
Mûsâdan dahı kaldı o tâbût
Anı
sakladı ol Câlût u Tâlût (bey.
2612, s. 364)
·
2.1.17. Bel'âm-ı Bâ'ûr Kıssası
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde kibir ve haşmetinden Mûsâ Peygamber ile
savaşan Bâ'ûr oğlu Bel'âm'dan da söz etmiştir. Dünya halkının Bel'âm'ın
oyuncağı olduğunu, Tanrı tarafından İblis gibi Bel'âm'ın da geride kalanlara
örnek olması için meşhur edildiğini (45a/3297-3301, s. 150), lanetli İblis gibi
Bel'âm'ın da sonuncu imtihandan zelil olduğunu (110a/747, s. 324), her ikisine
de ibadetleri ile dinin yarar sağlamadığını (158b/4785-4787, s. 454) dile
getirmiştir.
Âşık
Paşa, “Garib-nâme” adlı eserinin 4196. - 4239. beyitleri arasında Bâ'ûr oğlu
Bel'âm'ın kıssssına yer vermiştir. Eserde Bel'am'ın gece gündüz ibadet ile
meşgul olan, cümle halkın ona mürit olduğu, duası makbul lakin kibirli bir şeyh
olduğu anlatılır. Bir gün Mûsâ Peygamber'in kırk bin er ile topraklarına
gelmekte olduğunu haber alan müritlerinin buraya geldikleri takdirde öylece
geçip gitmekle kalmayacaklar, yazıp yaylayıp kışın kışlayarak bu ülkeyi bizden
alacaklar diye yakınması üzerine önce bu söylenenlere kulak asmadığı anlatılır.
Ancak devamında Bel'âm'ın nefsine yenilerek Mûsâ Peygamber hakkında beddua
etmesi hadisesi eserde şöyle anlatılır:
“Bir
fakire var-ıdı şeyhün meger / Ana dahı degdi bu yanlış haber
Sordı
kim nedür bu ne gavgâ-durur / Bir hakikat bana eydün ne-durur
Didiler
Mûsâ gelürmiş bu ile / Kim bu mülki hükm-ile bizden ala
Eydürüz
Şeyh’e du‘â kıl dinlemez / Hîç bizümçün kaygusı yok anlamaz
Siz
diyesiz bu sözi Şeyh’e meger / Yohsa bizüm sözümüz kılmaz eser
Ol
salîta cûşa geldi kakıdı / Viribidi Şeyh’i eve okıdı
Bir
çagırdı Şeyh’e karşu haşm-ıla / Eytdi tîz dut el götür hak’dan dile Mûsi
peygâmber bu ile gelmesün / Gelüben bu mülki bizden almasun Şeyh içinde höd
kibir bitmiş-idi / Ol ki dervîşlig-idi gitmiş-idi El götürdi hazret’e kıldı
du‘â / Didi iy hak hâcetüm kılgıl revâ
Mûsi
peygâmber bu ile gelmesün / Kasd iderse gelmege yol bulmasun”
(bey.
4219-4229)
Tanrı'nın
Bel'âm'ın duasını kabul etmesiyle Mûsâ Peygamber ve kavminin kırk yıl Tîh
Çölü'nde perişan bir hâlde kaldıkları, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e bu durumu
malum kılmasıyla Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ı yere koyup yakasını yırtarak
inleyip feryat ettiği, Bel'âm'ın da kibir yüzünden bu dünyadan imansız gittiği
anlatılır (Âşık Paşa, 2000: 219-221).
·
2.1.18. Kârûn Kıssası
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Kârûn'un yere batması hadisesine de çeşitli
beyitlerde yer vermiştir. Kör kimsenin tanımaz oluşunun gözsüzlükten değil
cehaletten sarhoş olmasından ileri geldiğini ifade eden Mevlânâ, yeryüzünün
Tanrı'nın lütfuyla düşmanı görerek Kârûn'u tanıyıp yuttuğunu, Mûsâ Peygamber'in
nurunu görüp onu okşadığını dile getirmiştir (81a/2354-2357, s. 250).
Sultan
Veled, “îbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin şu beyitlerinde Kârûn ve kendisine uyan
adamlarının Mûsâ Peygamber'in buyruğuna ram olan yer tarafından bir lokma gibi
yutulduğunu dile getirerek Kârûn kıssasına telmihte bulunmuştur:
“Sevgi
bağışlayan Tanrı'yı bilmeseydi Mûsâ'nın buyruğuna nasıl ram olurdu?
Nasıl
Kârûn'u bir lokma gibi yutardı, nasıl onun cinsinden olan yüz binlerce
lanetlenmişi yok ederdi?” (bey.
1638-1639) (Sultan Veled, 1976: 97) “Yer,
Kârûn'u, o aşağılık kişiyi, Mûsâ'nin buyruğuyla bir lokma gibi yutmadı mı?” (bey.
5024) (Sultan Veled, 1976: 293)
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî, “îskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde
Kârûn'un mal-mülk hırsı sebebiyle yere girmesi akıbetine telmihte
bulunmuş, hayır işleyen kimselerin ise îsâ Peygamber gibi göğe yükseleceği,
yüceleceği ifade etmiştir:
Hayr
iden Îsî bigi göge varur
Şerr
iden Kârûn bigi yire girür (bey.
2355)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
113b/1017, 134a/2792, 196a/2829, 295a/2168-2169 Ahmedî, Iskender-nâme:
2519, 2766
·
2.1.19. Mûsâ Peygamber'in Hızır ile
Yolculuğu
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yoculuğuna
pek çok beyitte değinmiştir. Mûsâ'nın peygamber olmasına ve Tanrı'ya yakın
bulunmasına rağmen Hızır'ı aradığını dile getiren Mevlânâ, Mûsâ Peygamber'in
kendini beğenmekten uzak bir şekilde ve samimiyetle zamanın sultanı olarak
gördüğü Hızır'ın arkadaşı olmak ve onunla yol almak için iki denizin birleştiği
yere kadar gitmeye azimli oluşunu dile getirmiştir (124b/1958-125a/1970, s.
363). Birlikte çıktıkları yolculukta Hızır'ın gemiyi batırmasında yüz doğruluk
bulunduğunu ancak Mûsâ'nın düşüncesinin buna kapalı olduğunu (11b/236-237, s.
52), Mûsâ'nın Hızır'a karşı çıkmaktan dolayı mahcup olduğunu (61b/434-436, s.
190) dile getiren Mevlânâ Mûsâ ile Hızır'ın aralarındaki ayrılığı şöyle ifade
etmiştir:
“Mûsâ'nın
konuşması ölçülüydü, ancak yine de iyi arkadaşın konuşmasından fazla oldu.
O
fazlalık, Hızır'la aralarındaki ayrılık oldu; dedi: 'Git, sen çoğaltıyorsun.
Bu, ayrılıktır.
Ey
Mûsâ! Çok söylüyorsun, uzaklaş; yoksa benimle dilsiz ol, kör ol.
Gitmezsen
ve çekişip durursan sen, gerçekten gitmiş ve ayrılmış olursun.'” (93b/3501-3504,
s. 286-287)
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinin 350 - 429. beyitlerinde Mûsâ
Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna değinmiş, herkesin gerçeğe yol alamayacağını
ancak Mûsâ Peygamber'in bu yolda Tanrı'dan gerçeğe yol alabilmesine vesile
olacak bir dost bulmayı dilediğini, duası kabul olan Mûsâ Peygamber'in Hızır'ı
bulup muradına erdiğini dile getirir:
“Gerçeğe
ulaşma kabiliyeti olmayanlara hiç söz söylemez onlar; çünkü herkes gerçeğe yol
alamaz,
Kelim,
dosttan arar, onların ardından koşar dururdu,
Her
seher çağı feryad ederek Tanrı'dan o erlerle buluşmayı dilerdi,
Sonunda
duası kabul oldu, Hızır'ı buldu, muradına erdi” (bey.
350-353, s. 25)
Hızır'ın
Mûsâ Peygamber'i “Ey Kelîm, sen benimle yoldaşlık edemezsin, ben pek çok
tersine nal mıhladım; nüktelerimi kimse anlamaz. Benimle görüşüp konuşmak pek
zordur. Senin yolun benden apayrı. Sen nerden benimle konuşmaya tahammül
edeceksin?” diye uyarmasına karşılık Mûsâ Peygamber “Olur ya Allah yardım eder
de akıl-fikir verir, uyanıklık ihsan eder.” diyerek ona tabi olur ve birlikte
yolculuğa çıkarlar. Yolculukla ilgili eserde anlatılanlar Kur'ân-ı Kerîm'deki
Hızır-Mûsâ kıssasının anlatımı ile aynı doğrultuda olmakla birlikte şairin
şiirsel yorumunu/üslubunu da taşımaktadır. (Sultan Veled, 1976: 25-29) Eserinin
701.-780. beyitlerinde Hızır ile Mûsâ Peygamber'in kıssasının anlatımına devam
eden Sultan Veled, Hızır'ın yaptığı işlerin gizemini açıkladığı bu bölümün
sonunda Mevlânâ'yı Kelîm'e, Tebrizli Şems'i de Hızır'a teşbih etmiştir (Sultan
Veled, 1976: 45-48). Eserinin 6593. - 6598. beyitlerinde ise bizim Hızır'ımız
dediği Tebrizli Şems'i Hızır'dan da üstün gördüğünü mübalağalı bir şekilde dile
getirmiştir:
“Mûsâ,
Hızır'ımıza kavuşsaydı tavuskuşu gibi kanatlarını yayardı,
Hattâ
Hızır'ımızı görseydi Hızır'ın ardından koşar mıydı hiç?
Hattâ
hattâ Hızır'ımız, Hızır'a görünseydi, o bile aşkla deli - dîvâne olurdu,
Bizim
Hızır'ımız kim? Himmetler göğünün Şems'i; önüne ön olmayan demden beri Tanrı'ya
ulaşmış o seçilmiş er,
Hızır,
perdesiz - örtüsüz onu görseydi, gölge gibi ardında yürür, dolanırdı,
Aşkla
onun sohbetini seçer, ondan başkasını, hiçbir şeye karşılık olarak almazdı” (bey.
6593-6598) (Sultan Veled, 1976: 383)
Âşık
Paşa da “Garib-nâme” adlı mesnevisinin 6069 - 6106. beyitlerinde Mûsâ
Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna değinmiştir. Tanrı tarafından Hızır'a ledün
ilmi verildiği, oysa bu ilmin Mûsâ Peygamber için müşkil bir ilim olduğu ve bu
ilmi öğremek maksadıyla Hızır'a uğradığı ancak Hızır'ın “sen sabr itmeyesin iy
Kelîm / Nefs mahkûm gerek ana dil selîm” diye uyarmasına rağmen Mûsâ
Peygamber'in “inşaallâh sabr idem / Sabr idemezsem yolum bellü gidem” diyerek
ona uyduğu ve birlikte çıktıkları yolculukta Hızır'ın gemiyi delmesi, masum bir
oğlanı öldürmesi, yıkık bir duvarı tamir etmesi hadiselerindeki hikmeti
anlamayan Mûsâ Peygamber'in sabır edemeyerek bu işlerin maksadını Hızır'dan
sorduğu anlatılır:
“Gitdi
sabrı Mûsâ’nun geldi melâl / Pes bu kez bu işleri kıldı suvâl
Didi
eytgil ma‘nisin bu işlerün / Bu mıdur her yirde senün işlerün” (bey.
60836084)
Hızır'ın
bu işlerin hikmetini Mûsâ Peygamber'e açıkladığı sonrasında ise yollarının
ayrıldığı anlatılır (Âşık Paşa, 2000: 313-316).
14.
yüzyıl şairlerinden Ahmedî ise “İskender-nâme” adlı mesnevisinin şu beytinde
Mûsâ Peygamber'in Hızır'ın işlerinin hikmetinden habersiz oluşuna, bu işlere
akıl erdirememesine telmihte bulunmuştur:
Hızr
işin niçündi bilmedi Kelîm
Pes
Hak işini nice bile hakîm (bey.
6518)
Yazıcıoğlu
Mehmed, “Muhammediye” adlı mesnevisinin bir beytinde Mûsâ Peygamber'in Hızır
ile alakasına, Hızır'ın ledünnî ilmin timsali oluşuna ve Mûsâ Peygamber'in bu
ilmî öğrenmek için Hızır'a tâbi oluşun telmihte bulunmuştur:
Onun
lâ°l-i zülâlinden çün içti çeşme-i hayvân
Hızır'dan
pes enîn içti ledünnî ilmini Mûsâ (bey.
3457; s. 225)
·
16. yüzyıl
şairlerinden Fuzûlî, “Leylâ vü Mecnûn” adlı mesnevisinin şu beytinde Mûsâ
Peygamber'in Hızır'a tabi olarak yolculuğa çıkışına telmihte bulunmuştur:
Kıl
garka bahr-ı aşka vücûdum sefinesin
Fermân-ı
Hızra Mûsî eden iktidâ hakı (bey.
2538)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
41a/2968-2970, 91a/3248-3250, 93b/3513-3516, 221a/714, 283b/1127, 300a/2640 Sultan
Veled, Ibtidâ-nâme: 1909-1910, 6662-6672, 7214-7219, 7720 Şeyh
Gâlib, Hüsn ü Aşk: 30
·
2.1.20. Bakara Olayı
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci sûresine de adını
veren “bakara olayı”na da birkaç beyitte telmihte bulunmuştur. Şu beyitler söz
konusu hadisedeki bir ineğin kurban edilerek onun bir uzvuyla ölüye vurulması
üzerine hayat bulması hususuna değinilmiştir:
“Beni,
Mûsâ'nın can vermiş ineği bil; parçamın parçası her bir özgürün dirilmesidir.
Mûsâ'nın
ineği kurban edilmişti; en küçük parçası, bir öldürülmüşün hayatı oldu.
'Onun
bazı parçasını ona vurun' hitabı üzerine onun vurulmasıyla öldürülmüş yerinden
sıçradı.
Ey
ulu kişilerim! Ruhların dirilmesini görmek istiyorsanız bu ineği kesin.” (148a/3895-3898,
s. 425-426)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler şöyledir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
71a/1429-1430
·
2.1.21. Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta
Muhammed Peygamber ile Karşılaşması
·
13. yüzyılın son
çeyreği ile 14. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı tahmin edilen Şeyyâd Hamza,
“Mi'râc-nâme” adlı 545 beyitten oluşan mesnevisinde Muhammed Peygamber'in
miracı, miraç esnasında gördükleri ve miraç ile namazın farz oluşu hadiselerini
anlatırken 322.-331. beyitlerde Cebrâil ile Muhammed Peygamber'in altıncı gökte
Mûsâ Peygamber ile karşılaşmalarına değinir. Eserde anlatıldığına göre Muhammed
Peygamber ve Cebrâil altıncı göğe vardıklarında Cebrâil'in kapıyı vurarak
"Açın kapıyı!" diye çağırması üzerine melekler kapının kimin için
açılacağını sorarlar. Cebrâil de Muhammed Peygamber için yol açmalarını söyler.
Kapı açıldığında melekler selâm vererek karşılarlar. Muhammed Peygamber ile
Mûsâ Peygamber'in karşılaşmaları şu beyitlerde aktarılır:
Görürem
bir ferişte gayet ulu Oturur kürsî üzre yüzi nurlu Oturur hem dahı Mûsâ yanında
Selâm virdüm göricek anı anda Didi-kim merhabâ El-Hamdülillâh Ki bu teşrîf[i]
virdi sana Allah (bey.328-330)
Devamındaki
beyitte ise Muhammed Peygamber'in Cebrâil ile birlikte yedinci göğe doğru
yöneldiği anlatılır (Şeyyâd Hamza, 1996: 61-62).
Şeyyâd
Hamza, “Mi'râc-nâme” adlı eserinde (385 - 402. beyitler) ayrıca Mûsâ
Peygamber'in miraçta Muhammed Peygamber ile elli vakit namaz konusundaki
konuşmalarına da değinmiştir. Eserde ümmetine günde elli vakit namaz kılmaları
emrolunan Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber katına gelerek bunu Mûsâ
Peygamber'e arz kıldığı anlatılır:
Emr
olıcak böyle pes döndüm hemîn
Çünki
Mûsâ katına geldüm yakın cArza kıldum bu namâzı çün ana Yâ Muhammed
dön girü didi bana Ümmetün tâkat getürmezler ana Tahfif iste var bagışlar Hak
sana (bey. 386-388)
Bunun
üzerine Muhammed Peygamber'in tekrar Tanrı katına dönerek yalvarıp elli vakit
namazın hafifletilmesini dilediği, Tanrı'nın beş vakti bağışlaması üzerine Mûsâ
Peygamber katına tekrar dönen Muhammed Peygamber'e Mûsâ Peygamber, bunun da
fazla olduğunu, tekrar dönüp Tanrı'ya daha da hafifletmesi için yalvarmasını
söyler:
cArza
kıldım ol didi döngil girü
Tahfîf
iste var Çalabdan yalvaru
Senden
öndin halkı ben çok sınadum
Kılmazlar
anlar anı ben sana didüm (bey.
391-392)
Muhammed
Peygamber'in Mûsâ Peygamber'in uyarması ve yönlendirmesiyle tekrar tekrar
Tanrı'nın huzuruna varıp namaz vaktinin daha da hafifletilmesi için yakarışta
bulunduğu, nihayetinde Muhammed Peygamber'in ümmetine beş vakit namazın farz
olduğu anlatılır (Şeyyâd Hamza, 1996: 67-69):
Yâ
Muhammed ümmet[e] biş
vakt namâz
Farz
oldı gice gündüz kış u yaz
İşbu
bişi turdı elli yirine
On
namâz sayılur [her] birine
(bey. 401-402)
·
14. yüzyıl sonu
ve 15. yüzyıl başlarında yaşayan Abdülvasi Çelebi “Halilnâme” adlı eserinin
“Mi‘racnâme-i Seyyidü’l-beşer” (3044-3608.) başlığı taşıyan ve bazı
araştırmacılar tarafından müstakil bir mesnevi kabul edilen bölümünde Muhammed
Peygamber'in Mûsâ Peygamber ile konuşmasına da değinir. Eserde 3263-3286. beyit
aralığında Muhammed Peygamber'in miraçda göğün altıncı katında Mûsâ Peygamber'i
gördüğü, oradan arşa ulaştığı, ümmeti için elli vakit namaz buyruğunu alıp
cennetten çıktıktan sonra Mûsâ Peygamber'in katına eriştiği, Muhammed
Peygamber'in ümmetine elli vakit namazın farz kılındığını öğrenen Mûsâ
Peygamber'in bunun hafifletilmesi amacıyla Muhammed Peygamber'i Tanrı'ya
yakarması için birkaç defa Sidre'ye gönderdiği anlatılır. Devamında elli vakit
namazın kırka, otuza, ona ve nihayet beş vakte indiği anlatılır. (Abdülvâsi
Çelebi, 1996: 445-446)
Yazıcıoğlu
Mehmed de “Muhammediye” adlı mesnevisinde “Mi'râc” bölümünde Muhammed
Peygamber'in Mûsâ Peygamber ile karşılaşmasına değinmiştir:
Çün
erdim sâdisine âsümânın Dururdu üstine Mûsâ semânın (bey.
2112)
Bu
beytin devamında (2113-2115. beyitler) Mûsâ Peygamber'in bu karşılaşmada
ağladığı, niçin ağladığı sorulduğunda da "Hak Teâlâ, O'nu (Muhammed
Peygamber'i) benden sonra yarattı ama onun ümmetleri çok olup cenneti daha çok
doldurmaktadır." dediği anlatılır. (Yazıcıoğlu Mehmed, 1996: 137) Muhammed
Peygamber'in
Tanrı katına yükseldikten sonra tekrar Mûsâ Peygamber katına döndüğü anlatılır:
Buyurdu
çünki döndüm yeryüzüne Eriştim anda Mûsâ'nın özüne
Dedi
Rabbin ne emr itti sana farz Dedim elli namâz etti bana farz Dedi kim ümmetin
buna kuvvet yetirmez Bu elli vakte hiç tâkat getirmez (bey.
2205-2207)
Bu
beyitlerin devamında 2216. beyte kadar Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'e
elli vakit namazın hafifletilmesi için Tanrı'ya niyazda bulunması, nihayetinde
bu elli vaktin beş vakte inmesi anlatılır (Yazıcıoğlu Mehmed, 1996:143). 16.
yüzyıl şairlerinden Fuzûlî, “Leylâ vü Mecnûn” adlı mesnevisinde Hz. Muhammed
için yazdığı Farsça kasidesinin şu beytinde miraç hadisesi vesilesiyle Mûsâ
Peygamber'den bahsetmiştir:
Mi‘râc
yâftî to vü ber Tûr şod Kelîm
Fark
ez to tâ Kelîm zi arzest tâ semâ (bey. 265)
·
2.1.22. Mûsâ Peygamber'in Diğer
Peygamberler ile Birlikte Anılması
Mûsâ
Peygamber, mesnevilerde diğer peygamberler ile birlikte sıklıkla anılmış, bu
beyitlerde Mûsâ Peygamber'in mucizelerine de telmihler yapılmıştır. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mevnevî”sinin şu beyitlerinde Mûsâ Peygamber'i Muhammed,
Yahyâ, İbrahim, Dâvûd ve Süleyman Peygamber ile birlikte zikrederek her birinin
mucizelerine telmihte bulunmuştur:
“Dağlar
da Davudî ses yapar; demir cevheri elde mum olur.
Rüzgâr,
Süleymen'ı taşır; deniz, Mûsâ'yla söz bilen olur.
Ay,
Ahmed'le işaret gören olur; ateş İbrahim'e yaban gülü olur.
Taş,
Ahmed'e selâm verir; dağ, Yahya'ya haber verir.” (113b/1014-1018,
s.
332)
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'i Nûh ve İsâ Peygamber
ile birlikte zikretmiş ve anlayış bakımından yüce oldukları dile getirilmiştir:
“Tanrı
erlerinin akılları, tüm akıldır; başka akıllar dikendir, onların akıllarıysa
gül, Onların anlayışları yücedir, pek büyüktür; Nûh'un, Kelîm'in, Mesîh'in
anlayışları gibi.” (bey.
3107-3108) (Sultan Veled, 1976: 179)
Sultan
Veled, aynı eserinin 3624 - 3627. beyitlerinde Âdem Peygamber'e dek Mûsâ, İsâ
gibi seçilmiş peygamberlerin her birinin bir başka çeşit mucize gösterdiğini
ifade etmiştir:
“Mûsâ
gibi, Meryem oğlu İsâ gibi tâ Âdem'e dek seçilmiş peygamberlerin, Her biri
başka çeşit mucize göstermiştir; her biri Tann'ya bir yol belirtmiştir. Biri
soluğuyla ölüyü diriltmiştir; öbürü sopayı kızgın bir ejderhâ yapmıştır. Birine
ateş terü taze güllük olmuştur; öbürü dolunayı ikiye bölmüştür.” (Sultan
Veled, 1976: 207-208)
Konuyla
ilgili tespit edilen diğer beyitler ise şunlardır:
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
116b/1274, 304b/3056-3057 Sultan Veled, İbtidâ-nâme: 2644-2645, 6899 Abdülvâsi
Çelebi, Halilnâme: 1751, 2611, 2988 Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye:
1479, 1499, 1546, 1754, 4695, 4923, 5390, 5391, 5422, 6028, 7371
Mûsâ
Peygamber ile İlgili Diğer Beyitler:
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî:
137a/2995 Sultan Veled, îbtidâ-nâme:
1381,
7952 Ahmedî, îskender-nâme: 5363, 6297 Yazıcıoğlu
Mehmed,
Muhammediye: 4140
4451, 4452, 4457, 5450, 5457, 5513, 7751.
·
2. 2. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber
ile İlgili Müstakil Anlatılar:
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde kendinden sonraki şairlere de ilham olmuş
Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil hikâyelere de yer vermiştir. “Mesnevî” nin
2. cildinde yer alan "Mûsâ Peygamber ile Çobanın Hikâyesi" şöyledir:
Mûsâ
Peygamber yolda giderken bir çoban ile karşılaşır. Çobanın “Ey Allah'ım! Ey
Tanrım! Sen neredesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını
tarayayım. Elbiseni yıkayayım...” tarzı sözler söylediğini duyan Mûsâ Peygamber
ona böyle kiminle söyleştiğini sorunca çoban “Bizi yaratanla.” cevabını verir.
Mûsâ Peygamber de ona: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun.
Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka. Senin küfrünün
kokusu dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı...” diye
söylenir. Bu sözler üzerine çoban “Ey Mûsâ! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen
canımı yaktın.” diyerek elbisesini parçalar, yanık bir âh çekip çöle doğru
yönelir. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'e Tanrı'dan şöyle bir vahiy geldiği
anlatılır: “Kulumuzu bizden- ayırdın. Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa
ayırmak için mi geldin? Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en
çirkin şey ayrılıktır.” (74b/1740-1742) “Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve
hâle bakarız...” (74b/1749) Mûsâ Peygamber, Tanrı tarafından azarlamayı duyunca
çölde çobanın ardınca koşup onu bularak “Müjde ver, izin geldi. Hiç bir adap ve
tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle. Senin inkârın din ve dininse can
nuru... Korkusuzca git, dilini aç.” diye konuşunca çoban da Mûsâ Peygamber'e
şöyle cevap verir: “Ey Mûsâ! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım. Ben
Sidre-i müntehâyı/sınır ağacını geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim...
Şimdi benim hâlim anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim benim hâllerim
değildir.” (74a/170-75a/1781, s. 230-232)
“Mesnevî”
nin 3. cildinde yer alan "Hayvanların Dilini Öğrenmek İsteyen Adamın
Hikâyesi" şöyledir:
Genç
bir adam Mûsâ Peygamber’e gelerek “Bana canlıların dilini öğret. Bu şekilde
hayvanların ve vahşilerin sesinden dinim hakkında ibret elde edeyim.” diyerek
kuşların ve hayvanların dilini öğrenmek ister. Mûsâ Peygamber bunun çok
tehlikeli bir iş olduğunu, bu hevesten vazgeçmesinin daha hayırlı olacağını
söylese de bu engelleme üzerine adam daha da heveslenir. Adam, Mûsâ Peygamber’e
“Şu anda Hakk’ın halifesi sensin; beni engellersen üzüntü olur.” diyerek ikna
etmeye çalışınca Mûsâ Peygamber “Ya Rabbi! Bu saf adamı, sanki taşlaşmış şeytan
esir etmiş. Öğretirsem ona zarar verecek; öğretmezsem gönlü kötüleşecek.” diye
hâlini Tanrı’ya arz edince Tanrı tarafından “Ey Mûsâ! Ona öğret; çünkü biz
keremimizden duayı asla reddetmeyiz.” diye buyrulunca Mûsâ Peygamber adam için
endişelenir. Bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber’e “Ona istediği şeyi
veya bir kısmını öğret.” diye vahiy gelir. Mûsâ Peygamber adama tekrar “İsteğin
yüzünü solduracak. Bu sevdayı terk et ve Hak’tan kork. Şeytan, seni kandırmak
için öğretti -bunu-.” diye şefkatle öğüt verse de adam “Bari kapıda olan
köpeğin konuşmasını, kanatlı olan tavuğun konuşmasını.” diye ısrar edince Mûsâ
Peygamber adama “Haydi! Sen bilirsin, git. İzin geldi, bu ikisinin konuşması
sence anlaşılacak.” diyerek adamı gönderir. Sabah evinin eşiğinde bekleyen adam
hizmetçinin silktiği sofradan düşen bir parça ekmeği horozun kapması üzerine
“Sen bize zulmettin, git. Buğday tanesi yiyebilirsin; bense yuvamda yem
yemekten âcizim.” deyince horozun “Sus, üzülme; Allah, sana bunun yerine
başkasını verir. Bu efendimizin atı sakatlanacak; git yarın doyarcasına ye;
hüzünlenme.” dediğini duyar ve hemen gidip atını satar. Horoz köpeğe mahcup
olur. Ertesi gün aynı şekilde yine horoz ekmeği kapar. Bu defa horoz ona ertesi
gün ev sahibinin katırının sakatlanacağını, bu sayede karnını güzelce
doyurabileceğini söyler. Adam bu defa da hemen gidip katırını satarak üzüntü ve
ziyandan kurtulduğunu düşünüp mutlu olur. Üçüncü gün köpek horozun yalancı
olduğunu nitekim ne atın ne de katırın sakatlanıp öldüğünü söyleyerek sitemde
bulunur. Horoz da ev sahibinin atını ve katırını satarak zararı başkalarına
attığını ancak yarın kölesinin musibete uğrayacağını, böylece cenaze
vesilesiyle bolca yemek yiyebileceğini söyler. Bunu duyan adam hemen gidip o
köleyi satar ve ziyandan kurtulduğunu düşünüp şükreder ve sevinir. Üçüncü vaadi
de yalan olunca horoz köpeğin önünde iyice mahcup olur. Horoz köpeğe, aslına
özünün masum ve yanlıştan temiz olduğunu, kölenin yeni sahibinin yanında
öldüğünü, aslında her bir ziyanın ziyanları def etmek için olduğunu, bu defa
ertesi gün ziyanlardan kurtulduğunu sanıp sevinen ev sahibinin öleceğini,
yastaki varisinin inek keseceğini, bu vesileyle bolca yemek ve ekmek
bulabileceğini köpeğe söyler. Bunu duyan adam himaye istemek için doğruca Mûsâ
Peygamber’in yanına koşar. “Ey Mûsâ! Bunun için imdadıma yetiş.” diye yalvarır.
Mûsâ Peygamber, adama “Git, kendini sat ve kurtul. Zira usta olmuşsun; kuyudan
sıçrayıp çık. Sen Müslümanlara zarar ver; keseni, cüzdanlarını iki kat yap.
Ben, sana aynada gözüken bu ilâhî takdiri kerpiçte gördüm. Akıllı kişi, işin
sonunu önce gönlüyle görür; bilgisi az kişiyse sonunda görür.” diyerek bunun
kaçışı olmadığını söyler, en azından imanının kaybetmeden ölmesini diler ve
bunun için dua eder. Tanrı tarafından duasının kabul edildiği anlatılır:
“Hak
dedi: ‘Peki, imanını ona bağışladım; istersen şu anda onu dirilteyim. Hatta şu
anda topraktaki bütün ölüleri dirilteyim.”
Mûsâ
dedi: “Bu ölüm dünyasıdır. İçinde aydınlık olan âlemde dirilt.” (140b/3265-142a/3397,
s. 405-409)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 2. cildinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile
mülakatına dayanan şu hikâyeye yer vermiştir:
Tanrı,
Mûsâ Peygamber'i “Ey, yakasından ayın doğuşunu gören sen! Seni ilâhî nurla
aydınlatan yaptım. Ben Hakk'ım. Hastalandım, gelmedin?" uyarır. Bunun
hikmetini anlamayan Mûsâ Peygamber “Ey her şeyden üstün Allah'ım! Sen ziyandan
paksın; bu ne gizli söz? Bunu açıkla, ey Rabbim!" diye niyazda bulunur.
Tanrı ona tekrar buyurur: “Hastalığımda sen, kerem gösterip neden hâlimi
sormadın?” Hâlâ bir anlam veremeyen Mûsâ Peygamber yine “Ey Rabbim! Senin için
noksanlık yoktur; aklım kayboldu, bu sözü aç.” diye niyazda bulununca Tanrı
Mûsâ Peygamber'e şöyle buyurur: “Özel, seçkin bir kulum hastalandı; o, benim;
iyi bak. Onun özürlü olması benim özürlü olmamdır; onun hastalığı benim
hastalığımdır.” Devamında, Hak ile birlikte olmak isteyen kişilerin evliyaların
huzurunda oturması gerektiği; şeytanın kerem sahibi kişilerden ayırdığı
kimselerin kafasını yediği, bunun şeytanın hilesi olduğu bildirilir. (78b/2145-2155,
s. 243-244)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinin 6. cildinde anlattığı biri Müslüman,
biri Yahudi, biri Hristiyan üç yolcunun hikâyesinde Yahudi olan kişinin
rüyasında Mûsâ Peygamber'i gördüğünden bahseder. Hikâyede anlatıldığına göre bu
üç yol arkadaşı bir konak yerine vardıklarında bir kişi onalar helva ve yemek
getirir. Müslüman olan o gün oruçlu olduğu için açtır. Tok olan diğer ikisi ise
helva ve yemeği bu gece yemeyip ertesi güne bırakalım derler. Aç olan mümin ise
isteyenin payını yemesini, isteyenin yarına bırakmasını teklif eder ancak
diğerleri “pay eden ateştendir” diyerek buna rıza göstermezler. Amaçları
Müslümanın üzülmesi ve aç kalmasıdır. Sabah uyandıklarında biri “Herkes dün
gece gördüğü rüyayı anlatsın, kimin rüyası daha üstün ise o kişi diğerlerinin
payını yesin.” diye söyler. Yahudi olanı rüyasında yoluna Mûsâ Peygamber'in
çıktığını, Tûr Dağı'na kadar onun ardından gittiğini, nurdan görünmez
olduklarını, sonra ışıktan bir kapı açıldığını, Tûr Dağı ve Mûsâ Peygamber ile
birlikte aynı ışığın içinde kaybolup gittiklerini, sonra dağın üç parçaya
ayrıldığını, parçalardan birinin denize düşerek denizin suyunu
tatlılaştırdığını, bir parçasının yere düştüğünü ve düştüğü yerden tatlı sular
fışkırdığını, düşen diğer parçasının da Kâbe yakınlarındaki Arafat Dağı
olduğunu anlatır. Ayıldığında da Mûsâ Peygamber'in de Tûr Dağı'nın da yerinde
durmakta olduğunu gördüğünü ve dağın altındaki ovada diğer peygamberleri de
görüp onların birliğini anladığını söyler. İkinci sırada söze başlayan Hristiyan
ise şöyle anlatır rüyasını: “Rüyada bana Mesîh göründü. Ben onunla dünya
güneşinin merkezi ve meskeni dördüncü kat göğe gittim.” En son olarak Müslüman
olan anlatır rüyasını: “Ey benim dostlarım! Benim sultanım Mustafa bana geldi.
Sonra bana dedi: 'Biri Tûr'a koştu; Hakk'ın Kelîm'iyle aşk tavlası oynadı. O
diğerini, talihli İsâ dördüncü kat göğün zirvesine götürdü. Ey zarar görmüş,
geri kalmış! Kalk, bari o helva ve yahniyi ye...” O zaman diğerleri Müslüman
olana, o halde helvadan çok yedin, diye tepki gösterdiklerinde o da “O itaat
edilen padişah emredince ben kimdim ki ondan geri duracaktım? diye cevap
verince diğer ikisi en üstün rüyanın bu olduğunu kabul ederler.
(297a/2374-298b/2499 s. 816-820)
Mevlânâ,
“Mesnevî”sinde “Taassup nedeniyle Hristiyanları öldüren Yahudi padişahın
hikâyesi”nde zalim padişahın İsâ Peygamber zamanında hüküm sürdüğünü, Mûsâ
Peygamber'in dininin hamisi olduğunu söyleyerek mazlum insanları öldürdüğü
anlatılır:
“İsâ
zamanıydı ve nöbet onundu. Mûsâ'nın canı o, onun canı Mûsâ'ydı.” (12a/325,
s. 55)
“'Mûsâ'nın
dininin hamisi ve destekçisiyim' diyerek yüz binlerce mazlum mümini öldürdü.” (12a/337,
s. 55)
Sultan
Veled, “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil
hikâyelere de yer vermiştir. Eserinin CXXVI. bölümünde Mûsâ Peygamber'in
öğüdünü dinlemeyen bir adamın hikâyesi anlatılır. Söz konusu hikâye Mevlânâ'nın
“Mesnevî”sindeki 3. ciltte yer alan "Hayvanların Dilini Öğrenmek İsteyen
Adamın Hikâyesi" ile aynıdır.
15.
yüzyılda yaşayan Tebrizli Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber
ile ilgili hikâyelere de yer verilmiştir. Seksen dört beyitlik bir giriş ile
başlayan mesnevi biçimindeki eser sırasıyla Tahmîd/Tevhîd, Nâât bölümlerinin
ardından otuz dokuz hikâye ile devam eder. Bu otuz dokuz hikâyeden beş tanesi
Mûsâ Peygamber çevresinde şekillenen anlatılardır.
“Esrâr-nâme”nin
"Hikâyet-i Dîvâneyî der-zamân-ı Sultân cAmîd" (139-186.)
adlı ilk hikâyesinde anlatıldığına göre bir çağda aç ve çıplak yaşamaktansa
ölmeyi yeğleyen bir deli vardır. Bu deli bir gün kazârâ "Hor u zelîl"
bir sûrette Nişabur'a gider ve orada at, koyun gibi türlü hayvanlarla dolu bir
sahra; şehre girdiğinde "misâl-i âsümân" eyvanlar ve baştan ayağa
süslü kıyafetleriyle ellerinde altın ibriklerle ay yüzlü güzeller görür ve
bunların sahibini sorduğunda Sultan cAmîd'in olduğunu öğrenir. Yine
"kasr-ı pür-kemâl" görüp onun da sahibinin Sultan cAmîd olduğunu
öğrenince:
Merd-i
mecnun didi iy ârâm-ı cân
Bana
virmezsin yiyem bir pâra nân (bey.
152)
diyerek
başındaki köhne külahı alıp göğe atar ve isyankâr bir tavırla,
Çün
kamusın ana gördün sen revâ
Bunu
dahı vir ana olsun sezâ (bey. 156)
diyerek
bunun adalet olmadığını düşünür ve
Ko
beni tâ kim cAmîd’e kul olam
Bâri
toyunca hele etmek bulam (bey.
160)
diyerek
yoluna devam eden deliye "fermân-ı ilâhî" erişir ve divânenin canını
gamlar kaplar. Tanrı'nın nûru tecellî eyleyince o divâne de âh diye nara atınca
can kuşu göklere yükselir ve cansız bedeni oracıkta kalır. Bunun üzerine Tanrı,
Mûsâ Peygamber'e o divâneyi yıkayıp, namazını kılmasını ve defnetmesini,
gördüklerini de kendisine arz etmesini buyurur. Mûsâ Peygamber, nûrundan gün
yüzünün görünmez olduğu bir "şahs-ı ferîd" ile karşılaşır ve onu
yıkamak üzere gökten iki meleğin indiğini, meleklerin birinin elinde altın
ibrik, diğerinde ise gümüş bir leğen olduğunu, meleklerin birinin su döküp
diğerinin yıkadığını görür. Bu sırada içinde yedi hulle, iki altın nalin, bir
yeşil kemer ve “âşıklarun kûtu” olan yakut bir taç bulunan yeşil bir
sandık erişir. Sıçrayıp ayağa kalkan divâne, sandıkta bulunan hediyeleri bir
bir giyer ve şimşek gibi arşa doğrulup yürüyünce Mûsâ Peygamber arkasından
hayran hayran bakakalır ve bu divânenin evliya bir kimse olduğu anlaşılır
(Tebrizli Ahmedî, 1996: 11-15).
“Esrâr-nâme”nin
“Hikâyet-i Dîvâne-i Berh-i Esved Rahmetu'llâhi cAleyh” (281-323.
beyitler) adlı dördüncü hikâyesinde anlatıldığına göre Mûsâ Peygamber zamanında
Berh-i Esved adında yeryüzünde dengi olmayan, bir pehlivan ve dindar bir divâne
kul olan biri vardır. Viranelerde yaşadığından ona yol bulmak da pek mümkün
değildir. O zamanda yaşanan kıtlıktan, açlıktan harap olan halk Mûsâ
Peygamber'in katına gelirler, Mûsâ Peygamber her gün duâ eder ancak duâsı kabul
olmaz. Mûsâ Peygamber'in duâ etmesine rağmen kırk gün kıtlık böyle devam edince
Mûsâ Peygamber'in kavmi gıybete başlar:
Gıybete
başladı kavmı yir yirin Didiler Hak bunı redd itdi yakîn (bey.
290)
Bu
durumdan haberdar olan Mûsâ Peygamber, Tanrı'dan duâsının kabul olmamasının
sebebini sorar. Tanrı Mûsâ Peygamber'e şöyle der:
Bir
kulum var Berh-i Esveddür adı
Bu
işü mencine oldı çün o sedd
Yine
hem andan olur size meded
Var
anun gönlüni hoşnûd eylegil Bu ducâyı yine andan dilegil (bey.
296-298)
Berh-i
Esved'in yerini öğrenen Mûsâ Peygamber, o viraneye vardığında onu âlemin
varlığından geçmiş bir şekilde arka üstü yatar vaziyette bulup selâm verir ve
kelâma başlarlar:
Didi
sana küsmüşem ben iy Kelîm Komadım sana yagış vire Kerîm
Kendisini
artık ziyarete geldiği için küskünlüğünün gittiğini söyleyen Berh-i Esved, Mûsâ
Peygamber'e:
Gör
nice söyleşürem anunla ben Sen utanursın ola hoş sâz ile Söyleşürsin ola yüz
bin râz ile Ben kötegi eyle ururam ana Yagmurı gör nice aluram sana
(bey. 306-308)
der
demez nara atıp elindeki köteği yere çalar, yağmur boşanır ve her taraf sulara
gark olur, Mûsâ Peygamber de evine döner. Bir zaman sonra Mûsâ Peygamber,
Berh-i Esved'i gördüğünde sözlerinden dolayı Tanrı'nın kendisini hoş görüp
görmediğini sorar. Berh-i Esved de "Eğer sözüm hoş gelmeseydi sana bunca
yağmuru verir miydi?" der. Mûsâ Peygamber bu işe şaşar. Tanrı da Mûsâ
Peygamber'e:
Hazretüme
var benüm bin dürlü yol Her kulum bir dürlü yoldan seyr ider Her biri bir
mezhebi dutmış gider Kamusı bana gelürler gam yime Sîkin ol hiç kimseye nesne
dime (bey. 319-321)
der
ve bazısına böyle bir yol verdiğini, bunların da haslar bölüğü olduğunu söyler.
(Tebrizli Ahmedî, 1996: 24-27)
Tebrizli
Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin “Hikâyet-i Hazret-i Mûsâ” (823-859.
beyitler) adlı yirminci hikâyesinde anlatıldığına göre Mûsâ Peygamber Tûr
Dağı'na giderken oturmakta olan nurlara gark olmuş bir zahit görür ve zahit
ona:
Didi
yâ Mûsâ Haka peygam apar
Yarlıgar
mı beni ol Perverdigar Her çi buyrugıdur anı tutmışam Uş senün peygamuna gûş
itmişem (bey. 824-825)
diye
seslenir. Daha sonra kendisinin Hak dostu olduğunu söyleyen başka bir âşık ise
Mûsâ Peygamber'den Tanrı'nın da kendisine dost olmasını dilediğini Tanrı'ya
söylemesini ister. Tekrar yola düşen Mûsâ Peygamber “baş açuk yalun ayak
küstâh-var” bir divâne ile karşılaşır. O divâne kul da Mûsâ Peygamber'e
“Tanrı'ya söyle, beni avâre avâre dolaştırıyor, bana ne verdiyse geri alsın!
Sıkıntıdan canım ağzıma erişmiştir. Bunca sıkıntıyı bana niçin verir? Bundan
dolayı onu terk ettiğimi, onun da beni terk etmesini ilet!” der ancak bu sözler
Mûsâ Peygamber'in hoşuna gitmez ve o Mûsâ Peygamber o divânenin yüzüne bakmadan
oradan ayrılır ve Tûr Dağı'na varır. Tûr Dağı'nda Tanrı'ya ilk ikisinin
isteklerini bildiren Mûsâ Peygamber, üçüncüyü söylemeyip gizler. Tanrı da Mûsâ
Peygamber'e "dahı var mı râz, kanı ol dîvâne kıldıgu niyâz" diye
sorunca Mûsâ Peygamber:
Didi
yâ Rab ol dimiş idi bana
Çok
söz illâ diyemedüm ben sana (bey.
843) diyerek o divânenin haddini aşarak edepsiz sözler söylediğini, onun
sözlerini söylemeye dilinin varmadığını söyleyince Tanrı, Mûsâ Peygamber'e
gidip ona selâm söylemesini ve şu sözleri iletmesini söyler:
Di
ana kim Hak didi iy bî-karâr Sen eger kıldunsa terk-i Kirdigâr Di seni terk
eylemez ol bî-zevâl Ol senünledür yine fî-külli hâl Kanda varsa anı elden
koymazam Benden ol toysa ben andan toymazam (bey.
847-849)
Bu
sözlere kulak veren Mûsâ Peygamber gidip o divâne kulu bulur ve Tanrı'nın
sözlerini ona iletir. O deli de Mûsâ Peygamber'e "Sen benim sözlerime
kulak asmadın! Tanrı ile alışverişimi, bana neler söylediğini gördün! Tanrı'nın
kullarına doğru bak! Çünkü onların gönüllerinden habersizsin. Bencil olan kimse
Tanrı'sını bulamaz." diye cevap verir ve "Tanrı'nın herkesi
Tanrısı'nı bilenlerden eylesin. Tanrı cümle halkı rahmetiyle sevindirsin."
diye dua eder. (Tebrizli Ahmedî, 1996:70-73)
Tebrizli
Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin "Hikâyet-i İblîs" (961-997.
beyitler) adlı yirmi üçüncü hikâyesinde anlatıldığına göre İblis bir gün gelip
halka Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'den peygamberliği aldığını, artık yüzünün nûru
kalmadığını, onun için yüzünün görünmemesi için örttüğünü söyler. Bunun üzerine
İsrailoğulları'na fitne düşer ve kavmin çoğu İblis'in bu sözlerine inanırlar.
Kadın-erkek hepsi Mûsâ Peygamber'in etrafında toplanırlar. Mûsâ Peygamber gusül
etmesi gerekince oradan uzaklaşıp tenhaca bir yere gider ve giysilerini bir
taşın üzerine bırakır. O sırada taş Mûsâ Peygamber'in giysilerini de alıp
yürümeye başlar ve kavme doğru ilerler. Mûsâ Peygamber asâsını ele alarak gözünü
taşa diker ve "iy hacer eyleyem seni zîr ü zeber" diye nâra atınca
taş, Mûsâ Peygamber'in heybetinden elbiselerini bir bir getirir. Bu sırada
yüzünün nûru kendisine elbise olur ve böylece Tanrı onu setreyler. İblis'e
inananların hepsi helâk olur. Bu arada taş dile gelerek Mûsâ Peygamber'e
şunları söyler:
Dile
geldi didi ol taş iy Kelîm
Bana
emr eyledi bu dem ol cAlîm
...
Ben
Hakun emriyile kılmışam bunu Dinle sözüm eydeyüm dahısını ...
Fitne
düşmiş idi bu kavm içre hem Fitneyi defc eyledi ol zü°l-kerem Sen bana kahr
eylemegil iy Kelîm
Afv
kılgıl ir zemân olgıl halîm Hem beni kovma elünden yâ imâm Ben sana gereklüyem
der-her makâm (bey. 885-991)
Taşın
bu söylediklerini işiten Mûsâ Peygamber taşı yanına alıp gider. Devamında ise
bu taşın on iki çeşme çıkan taş olduğu belirtilir. İblis'e tâbic
olanların kurtuluşa eremeyecekleri dile getiren Tebrizli Ahmedî, Tanrı'nın
herkesi şeytanın vesvesesinden emin kılması niyazıyla hikâyeyi noktalar (Tebrizli
Ahmedî, 1996: 8285).
Tebrizli
Ahmedî'nin “Esrâr-nâme” adlı eserinin "Hikâyet-i Fî Tecellî-i Hak Teâlâ
cAlâ Mûsâ" (998-1037. beyitler) adlı yirmi dördüncü hikâyesinde
anlatıldığı göre Mûsâ Peygamber Tanrı'nın tecellîsine mazhar olduğu zaman âlem
karışır. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın tecellîsi ile aydınlanan, parlayan nurlu
yüzüne bakanlar düşüp ölür yahut kör olur. Mûsâ Peygamber her ne kadar yüzünü
örtse de yine çare olmaz:
Her
nice baglar nikâbı kat kat ol Pertev-i nûr bulur anda dahı yol Nûra mânic olmadı
hergiz hicâb Gördi kim câlem olur kamu harâb (bey.
1004-1005)
Bu
duruma çare bulamayan Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'na varır ve Tanrı'ya dua ederek
bunun dermanını ister:
Söyle
yâ Rab sen bunun dermânını
Tutayum
ben dahı Hak fermânını (bey.
1008)
Tanrı
da Mûsâ Peygamber'e "Âlemin dağlarını örtü yapsan da onu örtmesi mümkün
olmaz. Bu nûru gördüğünde nâra vurup can veren bir kişinin elbisesinden bir
parça alıp yüzüne peçe yap! Buna bundan özge derman yoktur!" diye buyurur.
Mûsâ Peygamber bu hitabı işittikten sonra eve dönerken karşısından gelen bir
delikanlı, yüzündeki nuru görünce nâra atarak canını teslim eder. Mûsâ
Peygamber, bu yiğidin kim olduğunu Tanrı'dan sorunca, Tanrı onun ahvâlini Mûsâ
Peygamber'e beyan eder. Delikanlının Yemen şahının oğlu olduğu, Mûsâ
Peygamber'i rüyasında görünce onu görmek arzusuyla tacını tahtını bırakıp Mûsâ
Peygamber'i görmek için Tûr Dağı'na geldiği, görünce de canını teslim ettiği,
sadık bir âşık olduğu bildirilir. Mûsâ Peygamber, Tanrı'nın buyruğunu yerine
getirerek o delikanlının hırkasından bir parça alıp yüzüne peçe yapar.
Delikanlıyı kendi eliyle yıkayıp namazını kılar ve Tûr'da defneder. Tanrı
ayrıca Mûsâ Peygamber'e Tûr'a gelince bu yiğidin kabrini de makam etmesini
buyurur:
Tûra
gelmek istedükçe yâ imâm Bu yigidün kabrini kılgıl makâm Bizüm ile vâkıc
oldıkca kelâm Rûhu feyz ala bunun anda tamâm (bey.
1033-1034)
Tebrizli
Ahmedî, Tanrı'nın lütuf ile herkesin sonunu hayra yazdırması duasıyla
hikâyesini noktalar (Tebrizli Ahmedî, 1996: 86-89).
2.3. Mûsâ Peygamber'i Konu Alan
Müstakil Mesneviler
16.
yüzyılın sonunda Mecîdî adlı biri tarafından kaleme alınmış 23 varaktan oluşan
manzum bir tefsir kitabı olan “Kıssa-i Mûsâ cAleyhi's-Selâm”
adlı eser, mesnevi
tarzında yazılmış olup Mûsâ Peygamber'in Firavun ve onun kavmiyle olan
mücadelesinin ve Tanrı ile olan konuşmasının anlatıldığı iki bölümden
oluşmaktadır (Mecîdî, 2013: 21).
Eserin
birinci bölümü Firavun'un tanrılık iddiasının dile getirmesi ile başlar. Âlemi
yoktan var eden Tanrı'nın emrini tutmayanların cefaya, Tanrı'nın emrini
tutanların sefaya ereceği dile getirilir.
Çünki
Fircavn eyledi tugyân
Tanrıyam
didi ol denî nâ-dân (1b/11)
beytiyle
Firavun'un tanrılık iddiasında bulunduğu,
Çün
cinâd itdi Şâh-ı cÂlem ile
Anı
gark eyledi Hudâ yem ile (1b/13)
beyti
ile onun bu inadı sebebiyle Tanrı'nın onu denize gark ederek cezalandırdığı
anlatılır. Devamında Tanrı'nın buyruklarını yerine getirenlerin mutluluk
bulacağı, Tanrı'nın onlara cenneti vereceği; Firavun ve kavminin fesat ehli
oldukları, ayetlere itibar etmeyip gaflete daldıkları, bu sebeple Tanrı'nın
onları kahır denizi içinde boğduğu hem de ahiretlerinin de ateş olduğu
anlatılır (1b/14-17).
Varak
2a'nın ilk beytinde yazar Muhammed Peygamber'e salât ve selâm ettikten sonra
Muhammed Peygamber'in ümmetine bu kıssadan haber verdiğini dile getirir ve
2a/8. beyitten itibaren de hikâyeyi anlatmaya başlar. Hikâyenin başlangıcında
bu rivayetin İbn-i Abbâs tarafından aktarıldığı dile getirildikten sonra Mûsâ
Peygamber'in mucizelerini görenlerin sihirden mucizeyi seçerek iman tohumunu
cana saçtıkları böylece lütuf ve ihsana erdikleri; Kıptî'lerinde ise cehalet
ile ziyana uğradıkları, Firavun'un askerlerinin yenilgiye uğradıkları
anlatılır:
Oldı
maglûb casker-i Fircavn
İrmedi
zerre denlü anlara cavn (2a/15)
Anlara
olmadı nasîb îmân
Küfr
ü cisyân oldı anlara şân (2a/16)
Almadılar
bu kıssasan hisse
Lâ-cerem
buldılar gam u gussa (2a/17)
Asânın
mucizelerine sihir deyip yedd-i beyzâdan ibret almayan, sapkınlığı terk etmeyen
Firavun ve kavmi hakkında Mûsâ Peygamber'in bedduâ ettiği anlatılır:
Bedducâ
eyledi Kelîmu'llâh
Didi
ey lutfı çok Kaviyyullâh (2b/7)
Etdi
Fircavn cehl-ile tugyân
Tanrıyam
didi ol sözi yalan (2b/8)
Nakz-i
cahd itdi kavmi dahı kamu Anlarun eyle yirlerin Tamu (2b/9)
Eyle
ahz anları cukûbet ile
Mübtelâ
eyle kahr u nakmet ile (2b/10)
Kavmüme
tâ ki mevhze ola ol
İşidenlere
hem cıza ol (2b/11)
Mûsâ
Peygamber'in bedduası üzerine Tanrı'nın Firavun ve kavmine tufanı gönderdiği
dile getirilir 3a/1'den itibaren Tanrı'nın Firavun ve kavmine Celâl sıfatı ile
zâhir olduğu, Kıptîlerin evlerinin hep suyla dolduğu, oturacak olsalar suya
gark oldukları ancak Mûsâ Peygamber'in kavmine hiçbir şekilde zarar erişmediği,
Tanrı'nın onları koruduğu anlatılır. Bu tufanın yedi gün boyunca devam etmesi
üzerine Kıptîlerin toplanıp Mûsâ Peygamber'e gelerek "sen ilâhına dua et
de bizi bu belâdan kurtarsın. Hepimiz sana îmân getirelim. Kavminin yaşlısını
da gencini de verelim." diye yalvardıkları, Mûsâ Peygamber'in Mevlâsına
dua ettiği, Tanrı'nın tufan belasını gidererek Mısır topraklarına yine bereket
verdiği ancak Kıptîlerin iman etmekten vazgeçtikleri,
Dönmezüz
dînimüzden ey Mûsâ
Bize
göster gerek casâ ger mâ (3b/9)
diyerek
verdikleri sözden döndükleri anlatılır. Bu defa Tanrı'nın onlara çekirge belası
ile cezalandırdığı, çekirgeler tarafından bütün meyve sebzelerinin heba
edildiği, çekirgelerin ağaçlarda yaprak bile bırakmadığı, nice insanın öldüğü,
bunca ziyana uğrayan Kıptîlerin yine kurtuluş ve ihsana ermek için Mûsâ
Peygamber'e gelerek ondan bu belanın da defci için Tanrı'ya dua
etmesini isterler:
Didiler
Rabbüne dmâ eyle
Cân
u dilden ana senâ eyle (4a/3)
Giderürse
cerâdı bizden eger
Defc
iderse bu şerri ol Ekber (
4a/4)
Getürelim
kamu sana îmân
cAhd
idelüm ki bir dahı ey cân (4a/5)
Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile sahraya çıkıp asâsıyla doğu ve batıya işaret
ederek nereden geldilerse oraya gitmeleri buyurması üzerine çekirgelerin
ortadan kaybolup gittikleri ancak bu belânın da üzerlerinden kalkmasıyla
Kıptîlerin tekrar yaramaz işlerine dönerek sözlerinde durmadıkları, imana
gelmedikleri anlatılır.
Eserin
devamında Kıptîlerin üçüncü olarak bit (4b/1-5a/11), dördüncü olarak kurbağa
(5a/14-6a/4), beşinci olarak suların kan olması (6a/5-7a/11), altıncı olarak
veba hastalığı (7a/12-7b/10) gibi türlü belâlara uğratıldıkları her defasında
gelip Mûsâ Peygamber'e Tanrı'sına bu belâları defc etmesi için yalvardıkları
iman getireceklerini söyledikleri ancak her defasında sözlerinden cayıp kötü
amellerine devam ettikleri anlatılır. Yedinci olarak da denize gark edilmeleri
olayına değinilmiş işleri hep nifak olan bu zalim kavmin cezalarının da denize
gark olmak olduğu dile getirilmiş ve bu denizin Nil nehri olduğu söylenmiştir:
Çün
inanmadılardı âyâta
İctidâ
irmiş idi gâyâta
(7b/13)
Lâ-cerem
intikâm idüp Kahhâr
Nîle
gark itdi anları ne ki var (7b/14)
İşleri
çünki olmış idi nifak
Oldı
lâ-büdd cezâları igrâk (7b/15)
Oldı
anlar helâk gaflet ile
V
irdiler cânların dalâlet ile (7b/16)
Devamında
ise Firavun'un kendi fetvasıyla can verdiğini beyan eden bir hikâyeye yer
verilmiştir. Hikâyede anlatıldığına göre Bir gün Firavun'a "Bir efendinin
kölesi nimet ile makam sahibi olsa, diğer kölelerden seçkin kılınıp kendisine
yücelik ve uzun ömür verilse ancak o köle bu nimetlerin kadrini unutup
efendisinin emrine isyan etse ona ne ceza vermek gerekir?" diye sorulur.
Firavun da "Onu denize atmalı, onu su boğmalı!" diye fetva verir.
Firavun'un verdiği bu fetvayı Cebrail'in saklar ve Tanrı'nın Firavun hakkında
kavmi ile birlikte Nîl'e gark olmalarını buyurması üzerine suya kapılan
Firavun'un derman bulmak için imana geldiği vakitte Firavun'a kendi fetvasını
sunar:
Didi
itme bu dem bu mehvâyı (8b/4)
Kendü
fetvân ile idüp cameli
Seni
gark idiser Hudâ-yı Celî (8b/5)
Hazret-i
Hakkla iden cedeli
Gark-ı
mâ-y-ıla olur ol eceli (8b/6)
Hikâyenin
sonunda şair, Tanrı'nın hükmüne karşı durulamayacağını ifade eder. (Mecîdî,
2013: 68-71)
Mecîdî,
eserinde "Hikâyet" başlığı altında (9a/3-9a/16) İbn-i Cübeyr'in Firavun
ile ilgili rivayetlerine de yer verir. Söz konusu rivayetlere göre Firavun'un
altı yüz yıl ömür sürdüğü, ömrü boyunca cehaletle nursuz olduğu, yüz yıllık
saltanatı boyunca zevk ve sefa sürdüğü, Allah'ı inkâr edip kibirle tanrılık
iddiası güttüğü, bir gün bile aç kalmadığı, hiç hastalık, ağrı, sıkıntı yüzü
görmediği anlatılır. Allah'ı inkâr edince Allah'ın onu denize atıp su ile
boğduğu ve Firavun'un canını kâfir olarak teslim ettiği dile getirilir.
(Mecîdî, 2013: 70-72)
Mecîdî,
eserinde yine bir "Hikâyet" başlığı altında (9b/1 - 10a/5) tefsir
ehlinin Firavun'un güttüğü tanrılık davası ile ilgili verdiği haberleri de
aktarır. Firavun'un kavmine:
Bilmedüm
benden özge size ilâh İderem var diyeni gümrâh (9b/1)
diyerek
tanrılık davası güttüğü, bu sözü duyan Cebrâil'in inip Firavun'u helâk ederek
yeryüzünü ondan temizlemek istediğinde Tanrı'nın Cebrâil'i bundan men ederek
acele etmemesini buyurduğu ve ecel vakti geldiğinde kimsenin men edemeyeceğini
takdir ettiği, Firavun'un bu tanrılık davası ile başına sıkıntı ve belalar
aldığı anlatılır ve Firavun'un akıbeti şöyle dile getirilir (Mecîdî, 2013:
72-74):
Anı
ahz eyledi nekâl-i Hudâ
İtdi
cân-ı cübünini ifnâ (10a/4)
İtdi
dünyâda âb-ıla igrâk
Hem
ide âhiretde nâr ihrâk (10a/5)
Eserde
aktarılan bir sonraki "Hikâyet"te ise (10a/6 - 10b/1) Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'ya Firavun hakkında:
Ol
gabî vü şakî Ebu'l-cAbbâs
Yami
Fircavn-ı bed-âvâ habs-nâs (10a/9)
Tanrıyam
diyüp itdi daYâyı
cÂeiz
iken o merd-i rüsvâyî (10a/10)
Lâf-ı
kudretle itdi istikbâr
Cevr
ü zulm oldı ana kâr u şnâr (10a/11)
Cânın
al ol habîsün ey Mevlâ
Görme
bu cür'eti sen ana revâ (10a/12)
diye
niyazda bulunduğu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e, onun zulmü bana zarar veremez,
cezasını elbet bulur, bundan kaçamaz diyerek onun ölümü konusunda acele
etmemesini buyurduğu anlatılır (Mecîdî, 2013: 74-75).
Devamında
aktarılan bir başka “Hikâyet”te ise (10b/2 - 11a/5) eski devirlerde şeytanın
insanlara insan suretinde göründüğü, onlarla konuştuğu anlatılır. Bir gün bir
insanın şeytana onun gibi olmayı istediği, bunun için ne yapması gerektiğini
şeytana sorduğu anlatılır. Şeytan ise o insana şunları söyler:
Didi
İblîs ana o hâdim-i dîn
Olmak
ister-ise benümle karın (10b/15)
Kâhil
ü süst ol namâzuda
Kıl
tehâvün Hakka niyâzuda (10b/16)
Hem
kırma her işde eyle yemîn
Olasın
tâ benümle yâr u karin (10b/17)
Gerçek
vü ger yalan eyle kasem
Olasın
tâ benümle sen bâ-hem (10b/18)
Şeytanın
bu sözleri üzerine o kişinin bir daha asla namazını bırakmamaya, bir işe yemin
etmemeye ahdettiği, şeytanın da kandırıldığını anlayarak insanoğluna bir daha
bu hileyi söylememeye ahdettiği anlatılır (Mecîdî, 2013: 75-77).
Mecîdî,
eserinde yer verdiği, müfessirlerce beyan edildiği söylenen bir başka
"Hikâyet" ise şeytan ile Firavun'un karşılaşmasını, konuşmalarını
konu alır. Hikâyede anlatıldığına göre bir gün Firavun helaya girdiğinde
şeytanın gelerek ona bir oyun yapmak isteğiyle kapıyı ittiği, bu duruma
sinirlenen Firavun'un:
Didi
kimdür kapuda ol bu zamân (11a/10b)
Böyle
cür'et idüp helâya gele
Yohsa
ister mi ol belâya gele (11a/11)
diye
hiddetle çıkışmasına şeytan, "Örtünün arkasında kim olduğunu bilmeyen,
kapının arkasında gizlenen bir kişi nasıl tanrılık davasında bulunabilir? Tanrı
hakikatte bütün sırları bilen ve işitendir." diye karşılık verir. Firavun
kapıyı açtığında karşısında İblis'i görür. Şeytan Firavun'a “sen mi daha
kötüsün yoksa ben mi” diye sorduğunda Firavun ona “Ey kötülük işinde bilgili
olan sen bu işte daha sertsin, bütün kötülük ve fitnenin kaynağı sensin.” diye
cevap verir. Şeytan ise Firavun'un şer işinde daha ileri gittiğini nitekim
kendisinin denize atsalar bir nefeste gökyüzüne çıktığını, ateşe atsalar
yanmadığını, nehre koysalar boğulmadığını, doğuya ve batıya bir anda
eriştiğini, bir nefeste semaya yetiştiğini bütün bunlara rağmen tanrılık davası
gütmediğini Âdem'e secde etmeyerek Tanrı'nın emrini kırdığı bu sebeple
büyüklüğe ermediğini, oysa Firavun'un böyle şaşılacak hünerleri yokken tanrılık
davası gütmesinden ötürü şer işinde daha ileri olduğunu söyler. Devamında ise
şeytan, Tanrı'ya ibadette tembel olan, namazımı kılayım deyip üşenen, namaz
vakti kaçınca kalbinde korku duymayan, ateşin azabını unutan, yalan yere yemin
eden, kibirli ve insana zulmetmeye meyilli olan kimselerin şeytandan da
Firavun'dan da daha sert olduğunu söyler (Mecîdî, 2013:78-80).
Mecîdî,
Firavun ile şeytan ile ilgili hikâyeden sonra (12a/10-12a/17) Ebu'l-Abbas'tan
nakledilen bir rivayete yer vermiştir. Rivayette kavminin Firavun'un
tanrılığını tasdik ettikleri, kıyamaet ve ahireti inkâr etikleri, Tanrı'nın
Firavun'a keramete benzer hâller verdiği anlatılır. Firavun'un bindiği atın
yokuş yukarı giderken arka ayaklarının uzun olduğu, aşağı doğru inerkne ön
ayaklaının uzun olduğu ve böylelikle düzde gider gibi sıkıntısız gittiği;
ayrıca Nil Nehri'ne emrettiğinde nehrin yanı sıra aktığı, yokuşa gitse onunla
yokuşa doğru gittiği anlatılır. Eserde, Tanrı tarafından Firavun'a verilen bu
hâlleri âlimlerin bir sihir olarak yorumladığı, Firavun'un ise kibirle
övündüğü, ona uyanların da ahirette cehennemlik olacakları bildirilir (Mecîdî,
2013: 80-82).
“Kıssa-i
Mûsâ Aleyhi's-selam” adlı eserin ikinci bölümünün başında A'raf Sûresi'nin 142.
ayetine yer verilmiş olup ikinci bölüm 13a/1'den başlamaktadır. Eserde, Firavun
ve askerlerinin Nil'e gark olmasının ardından Mûsâ Peygamber'in kavmine emir ve
yasakları beyan eden Tevrat isimli kitabın verileceğini vaat ettiği anlatılır:
Size
vir kitâbı-ı Tevrâtı
ide
anda beyân âyâtı
(13a/10)
Emr
ü nehyi hep anda ide beyân
Hem
ie vacd ile vacîdi cayân
(13a/11)
Mûsâ
Peygamber'in,
Vir
bana vacde key eyâ Vehhâb
Eyle
inzâl ben kuluna kitâb (13a/17)
diye
niyazda bulunması üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e Zil-kâde ayında
oruçlu olması buyrulur. Otuz günlük orucu tamamlayan Mûsâ Peygamber'in
ağzındaki kokudan ötürü ağzını misvakla temizlediği, bunun üzerine meleklerin
Mûsâ Peygamber' ağzındaki kokunun aslında misk kokusu olduğunu, bu kokuyu
gidermekle hata ettiğini ve Tanrı tarafından on gün daha oruç tutmasının
emredildiğini söyledikleri anlatılır.
Önceden
belirlenen vakte erişildiğinde Mûsâ Peygamber'in elbisesini temizleyip Tûr
Dağı'na vardığı, o vakit Tanrı'nın buyruğu ile Tûr Dağı'nı bir karanlığın
kapladığı, karanlığın yedi fersah yere yetiştiği, Tanrı'nın şeytanı oradan
kovduğu, o karanlığın şiddetiyle ne kadar haşerat varsa hepsinin kaçtığı, o
vakit tenha kalan Mûsâ Peygamber'in kokuyla hayrete düştüğü, Tanrı'nın
buyruğuyla gökyüzünün ortaya çıktığı, Mûsâ Peygamber'in gökyüzünün meleklerle
dolduğunu gördüğü ve Tanrı ile konuştuğu ve Tanrı'yı görmeyi dilediği anlatılır:
Göreyin
vech-i pâkün ey Mevlâ
Bu
durur bana matlab-ı mülva (14b/1)
Devamında
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Len terânî” dediği, dünyada kimsenin kendisini
göremeyeceğini, dünyada her kim nazar ederse ona ölümün erişeceğini söylediği
anlatılır. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in,
Göreyin
vechüni ölürsem ölem
Kalmaya
cân u dilde gussa vü gam (14b/9)
Görmeyüp diri olmadan ey
Hân
Yig
durur kim görüp çıka bu cân (14b/10)
diyerek
şevkle Tanrı'yı görme isteğini sürdürdüğü, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e Tûr Dağı'na nazar kılmasını, dağ yerinde karar ederse kendisini
görebileceğini buyurduğu anlatılır. Devamında ise Tanrı'nın Tûr Dağı'na tecellî
eylemesi üzerine Tûr Dağı'nın pare pare olduğu, Mûsâ Peygamber'in de yüzü üzre
yıkılıp aklının gittiği anlatılır. Eserde aktarılan bir başka rivayette Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'nın cemâli görmek istemesi üzerine Tanrı'nın celâl sıfatı
ile Tûr Dağı'na siyah bir bulut gönderdiği, o gün dağ üstüne kat kat şimşekler,
yıldırımlar çöktüğü, yedi gökte ne varsa cümlesinin sıra ile Mûsâ diye inerek
ona gölge saldıkları, sırasıyla göğün yedi katının kapılarının açıldığı ve her
defasında vukû bulan hâller anlatılır. Son olarak yedinci göğün kapısı
açıldığında arşın nuru belirip Tanrı'nın kudretini göstermesiyle Tûr Dağı'nın
pare pare olup yarıldığı, meleklerin de Tanrı'ya şiddetli bir sesle hamt
ettikleri anlatılır:
Şiddet-i
savt-ıla idüp tahmîd
Hazret-i
Hakka itdiler temcîd (18a/14)
Berk-i
carş-ı cazîm yakdı kamu
Tûrun
eşcârını ne varsa hemû (18a/15)
Yüzi
üzre o dem yıkıldı Kelîm
Görüp
ol hâletin o Şâh-ı calîm (18a/16)
Eserde
o anda Mûsâ Peygamber'in ruhunu teslim ettiği ancak ruhunun tekrar bedenine
gönderildiği, canlanıp ayağa kalkan Mûsâ Peygamber'in aklı başına geldiği vakit
tövbe ettiği anlatılır:
cÂkıbet
didi Rabbi tübtü ileyk
Ve
teveccehtü ve's-selâmü caleyk2(18b/14)
Kurban
Bayramı'na rastlayan bir cuma gününde Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın verildiği dile
getirilir (9a/12).
Ayılıp
kendine gelen Mûsâ Peygamber'in tövbe edip pişmanlık duyması üzerine Tanrı'nın
ona “Ben sana Tevrat'ı hediye etmedim mi? Seni insanlar üzerinde seçkin
kılmadım mı? Seni peygamber kılıp kelamım ile şereflendirmedim mi? Sana cennet
bahçesini ihsan edeyim, orada didarımı sana göstereyim.” diyerek teselli
verdiği anlatılır (19b/11- 20a/2).
Mecîdî'nin
eserinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile konuştuğu vakit onu Tanrı'nın nurunun
kuşattığı, yüzünün güneş gibi parladığı, yüzündeki nura bakan kimselerin o
nurun şiddetinden canını teslim ettiği, bu yüzden Mûsâ Peygamber'in yüzünü bir
peçe ile örttüğü anlatılır:
Yüzüne
ger bakaydı bir âdem
Bedeninden
çıkardı cânı o dem (20a/8)
Burkac
ile gezerdi ol dâ'im
Mevt
havfın sezerdi ol dâ'im (20a/9)
Devamında
Mûsâ Peygamber'in hanımının da bir gün Mûsâ Peygamber'in yüzünü görmek istediği
ancak onun da buna dayanamayarak yere yıkılıp düştüğü anlatılır (Mecîdî, 2013: 104-105).
Mecîdî,
eserinde son olarak Ka'b-ı Ahbâr'dan nakledilen bir rivayete yer vermiştir.
Rivayete göre Mûsâ Peygamber, kendisine indirilen mukaddes kitap olan Tevrat'ta
insanların en şereflisi olan,güzel ilim ve amel sahibi olan, Tanrı tarafından
kendilerine indirilen kitaba inanan ve Tanrı'nın kendilerine ucu bucağı olmayan
2
“Rabbim sana tövbe etim ve sana yöneldim. Sana selâm olsun.”
ihsanlarda
bulunduğu bir kavimden bahsedildiğini görüp onları kendi ümmeti kılması için
Tanrı'ya yakarınca o kavmin Muhammed Peygamber'in ümmeti olduğunu öğrenir:
Anları
bana ümmet it yâ Rabb
Ki
bula cân u dil sürûr u tarab (21a/1)
Ümmet-i
Ahmedündür o tarab
Eyleme
yâ Kelîm sen anı taleb (21a/2)
Mûsâ
Peygamber'in bu defa Tevrat'ta helâli gözetip zekât veren, geçmiş kavimler gibi
günahkâr olmayan, duaları da şefaatleri de makbul olan bir ümmet gördüğünü
söyleyerek Tanrı'dan onları kendisine ümmet yapmasını diler ancak yine bu
topluluğun da Muhammed Peygamber'in ümmeti olduğu cevabını alır (Mecîdî, 2013:
107).
Mûsâ
Peygamber'in yine Tanrı'ya Tevrat'ta her daim Hakk'a tekbir ile şükür/dua
eyleyen, farz ile nafile ibadetlerini yerine getiren, su bulamayınca teyemmüm
ile temizlenen, ceza gününde el-ayak ve yüzleri nur ile parlayan bir
ümmetgördüğünü söyleyerek onları kendisine ümmet yapması yalvardığı ve
Tanrı'nın yine,
Kavm-i
Ahmeddür anlar itme recâ
Sana
olmaz sezâ bu ya Mûsâ (21b/5)
diye
cevap verdiği anlatılır (Mecîdî, 2013:108). Bu kez yine Mûsâ Peygamber'in
Tevrat'ta güzeller bölüğü diye zikredilen bir ümmet gördüğünü, bir güzellik/
iyilik düşünüp onunla amel edemese de bir sevap kazanan, o emel ile amel edince
10 sevap kazanan, kötülük düşünüp onunla amle etmeyince günah yazılmayan ancak
hem isyan edip bunu amele dönüştürürse bir günah yazılan bu ümmeti kendine
ümmet eylemesi için Tanrı'ya dua eder ancak yine o ümmetin Muhammed
Peygamber'in ümmeti olduğunu öğrenir (Mecîdî, 2013: 109). Yine o zaman Mûsâ
Peygamber, Tevrat'ta seçkin kılınmış, Kitâb-ı Kur'ân'a vâris olup onunla
kemâl-i ihsâna eren, Tanrı'nın lütfuyla pür-nur olmuş, cümlesinin cennete
girdiği bir ümmet gördüğünü söyleyerek onları kendisine ümmet kılası için
Tanrı'ya dua eder ancak yine “Ümmeti Mustafâyadur ol nasîb” hitabına muhatap
olur (Mecîdî, 2013: 110).
Eserin
devamında Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ta Hakk'ın yardımının onlara rehber olduğu,
Kur'ân'ı ezberleyen, cennet elbiseleri giyen, imandan uzak olanlarının bile
sonunda cehennemden çıkıp cennete girdiği, hiçbirinin cehennemde müebbed
kalmadığı bir ümmet gördüğünü, onları kendisine ümmet kılması için Tanrı'ya dua
ettiği, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e,
Virdüm
anı ezelde Ahmed'e ben Hâtem-i enbiyâ Muhammed'e ben (22b/4)
dediği,
Mûsâ Peygamber'in de “keşke ben de Mustafa'nın ümmetinden olaydım” diye meyus
olunca Tanrı'nın onu şu şekilde teselli ettiği anlatılır:
Pey
ana vahy idüp Hudâ ol dem
Tesliye
eyledigide tâ gam (22b/8)
Didi
olma harîs yâ Mûsâ
Sana
da itmedüm mi nice atâ (22b/9)
Istıfâ
itmedüm mi nâs üzre
Enbiyâdan
niçe havâs üzre (22b/10)
İtmedüm
mi risâletümle cazîz
Bunca
kcâz u âyetümle cazîz (22b/11)
Yazmadum
mi sana niçe elvâh
İtmedüm
mi cemâlüni mısbâh (22b/12)
Mûsâ
Peygamber'in bu lütuf ve ihsanları işitince Mevlâ'dan razı olup kalbinde
anlayışın/aklın/edebin nurunu bulduğu, gönülden bu öğüdü kabul ettiği ve Tanrı
nezdinde makbul olduğu anlatılır (Mecîdî, 2013: 112).
Mûsâ
Peygamber ile ilgili mesnevi türünde müstakil bir diğer eser ise
“Mûsâ-nâme”dir. Eserin müellifi olan Mirzâ Ahmed bin Mirzâ Kerîm'in Uygur veya
Özbek Türkü olduğu düşünülmektedir (Mirzâ Ahmed bin Mirzâ Kerîm, 2012: 22). Son
devir Çağatay edebiyatı ile Çağdaş Türk lehçeleri arasında (19. yy. son çeyreği
ile
·
20. yy. ilk
çeyreği) bir geçiş metni kabul edilen eser aynı zamanda Orta Asya ve Buhara'da
yaşayan Yahudi cemaatinin en mutaber eseri olma özelliğine sahiptir (Mirzâ
Ahmed bin Mirzâ Kerîm, 2012: 17-18). Ufuk Deniz Aşçı tarafından eser üzerinde dilbilim
açısından inceleme - çeviri - tıpkıbasım çalışması yapılmıştır.
“Mûsâ-nâme”
adlı eser 42 beyitlik bir giriş bölümü ile başlar. Bu bölümde Cebrail'in Mûsâ
Peygamber'e giderek kavmi ile birlikte toplanıp Tûr Dağı'na gelmeleri
hususundaki Tanrı'nın buyruğunu aktardığı, Mûsâ Peygamber'in buyruğa uyarak
kavminden yetmiş iki kişi ile birlikte Tûr Dağı'na vardıkları, orada yetmiş iki
kişinin arkada kaldığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nın üzerine çıktığı , bu
sırada Cebrail'in uyarısı üzerine yüzünü örttüğü ve asasını da elinde tuttuğu,
orada gönüldeki isteğini Tanrı'ya havale edip feryat ettiği anlatılır.
Eser
bu giriş bölümünden sonra 3 beyitlik geçiş bölümünden sonra Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e sorular sorduğu bölüm gelir. 28 beyitlik bu bölümde Tanrı Mûsâ
Peygamber'e niçin kavmini geride bırakıp yalnız geldiğini sorar. Nasıl ümmetini
yarı yolda bırakıp geldi ise mahşer gününde de ümmetinin öylece yolda
kalacaklarını buyurduğu anlatılır. Mûsâ Peygamber, sınır olmaksızın Tanrı'ya
yakın olmayı dileyince kendisine Muhammed Peygamber'e dualar, övgüler söylemesi
buyrulur. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber “yakın sana Muhammed-mu veyâ men-mu”
diye sorar. Muhammed Peygamber'in Tanrı'ya herkesten daha yakın olduğunu
işitince bunun sebebini sorar. Bir sonraki 11 beyitlik bölümde de Tanrı'nın
Mûsâ Peygamber'in sorusuna cevap olarak neden Muhammed Peygamber'in kendisine
daha yakın olduğunu ifade ettiği anlatılır. Devamındaki 55 beyitlik bölümde ise
Tanrı ile Mûsâ Peygambe arasındaki konuşmalara yer verilmiş, Mûsâ Peygamber'in
sorularına Tanrı tarafından cevaplar verildiği anlatılmış, bu bölümü de 11
beyitlik Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan rızalık istediği bölüm izlemiştir. Mûsâ
Peygamber'in Tanrı'dan iyi ve kötü ümmetlerin kimler olduğunu sorup öğrendiği
bölüm ise 30 beyit olup mesnevinin veznine uymamaktadır. Bu bölümde 4+4+4
duraklı hece vezninin kullanıldığı görülmektedir. 24 dörtlükten oluşan bir
sonraki bölümde ise Tanrı ile peygamberlerin cennette mümin kullara ziyafetler
verip yüzlerini gösterdikleri anlatılır. Bu bölüm de bir önceki bölüm gibi aruz
vezniyle değil 4+4+4 duraklı hece vezniyle kaleme alınmıştır. Tanrı'nın
cemâlini izleyen âşıkların, mümin kulların Tanrı'nın nurunu bulduğu, halka
içinde ağlayıp bağırdıkları anlatılır:
“Hak
cemâlin izler bolsan el-câşıklar Nûrın tapıp halka içre yıglap
bozlar
Munda
yıglap anda dîdâr körer irmiş” (27/181-182)
·
3. MENSUR METİNLERDE MÛSÂ PEYGAMBER
Klâsik
Türk edebiyatında kısas-ı enbiyalarda, mu'cizât kitaplarında, tarihî
metinlerde, mensur miraciyelerde ve tasavvufî metinlerde Mûsa Peygamber'den
bahseden bölümler bulunmaktadır. Özellikle “kısas-ı enbiyalar”da İsrailiyat'tan
gelen bilgilere de geniş ölçüde yer verilmiş olup bu eserlerde Mûsâ
Peygamber'in kıssasını baştan sona bütün ayrıntılarıyla bulmak mümkündür. Bu
bölümde taranan mensur eserlerde Mûsâ Kıssası ile ilgili tespit edilen bölümler
kronolojik bir şekilde başlıklandırılmaya çalışılarak verilecektir.
·
3.1. Mûsâ Peygamber'in Nesebi ve
Doğumundan Önce Mısır'ın Durumu
·
14. yüzyılda Eski
Anadolu Türkçesi döneminin önemli eserlerinden olan “Kısas-ı Enbiya” adlı eser
Türk Dil Kurumu kitaplığında Yazma A/145 numarada kayıtlı olan nüshası baz
alınarak Emine Yılmaz, Nurettin Demir ve Murat Küçük tarafından yayımlanmıştır.
Bu eserde Mûsâ Peygamber'in kıssası çok geniş bir yer tutmakta olup kıssaya
Mûsâ Peygamberin nesebinden ve doğumundan önceki Mısır'ın durumundan
bahsedilerek bir giriş yapılmıştır. Mûsâ Peygamber'in soyu İbrahim Peygamber'e
kadar uzanarak şu şekilde verilmiştir:
“[346](1) ve ol Mûsâ
bin cİmrân (2) bin Yasmar bin Fâhis bin Lâvî bin Yackûb
bin
İshâk bin İbrâhîmdür” (2013:
236)
Eserde
ayrıca Mûsâ Peygamber'in annesini adının Yecîb olduğu, Mûsâ Peygamber
doğduğunda babası İmrân'ın yetmiş yaşında olduğu ve yüz otuz yedi yıl yaşadığı
bilgilerine yer verilmiştir. Yûsuf Peygamber'in Mısır sarayında hazinedar
olduğu dönemden Mûsâ Peygamber zamanına kadar başa geçen firavunlara, çok uzun
yıllar yaşamış olan firavun Velîd b. Mascab zamanında İsrailoğulları'nın
Mısır'da çoğaldıklarına; Yûsuf, Yakup, İshak ve İbrahim Peygamberlerin
şeriatleri üzere yaşamakta olduklarına, bu firavunun daha öncekilerin aksine
çok acımasız olduğuna, İsrailoğulları'nı bölük bölük ayırıp türlü ağır işlerde
kullandığına, İsrailoğulları'nın uğradığı zulümlerin dört yüz yıl sürdüğüne de
değinilmiştir (2013: 236-237).
·
3.2. Firavun'un Rüyası ve Mûsâ
Peygamber'in Doğumu
·
12. yüzyıl sonu
ile 13. yüzyıl başlarında yaşayan ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, şair ve
yazar İbn Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinin“Mûsâ Kelimesindeki Yücelik
Hikmetinin Aslı” başlıklı yirmi beşinci bölümünde Mûsâ Peygamber ile ilgili
olarak çeşitli tasavvufî yorumlara yer vermiştir. İbn Arabî, Mûsâ Peygamber'in
ağaç sandukaya konularak suya bırakılışındaki hikmet ile ilgili olarak “Tabut,
O'nun maddî varlığı, bedenidir. Su ise bu beden aracılığıyla ona hikmetten
verilmiş olandır ki, fikrî, duygusal ve hayatî kuvvetlerden gelen manevî bir
varlıktır. Bu manevî varlık ve benzeri kuvvetler, insanın benliğinde ancak
ögelerden oluşan bir cismin yardımıyla bulunabilir.” der ve Mûsâ Peygamber'in
manevî kuvvetlerle ilmin fenlerinde yücelmek için tabuta konularak suya
bırakıldığını ifade eder (İbn Arabî, 2014: 249). Mûsâ Peygamber'in sanduka
içinde suya bırakılması arketipinin zahirde ölüm olduğunu ifade eden İbn Arabî,
aslında bunun Mûsâ Peygamber için içte ve dışta ölümden kurtuluş olduğunu; Mûsâ
Peygamber'in, insanların ilimle bilgisizlik ölümünden dirilişi gibi dirildiğini
dile getirir (İbn Arabî, 2014: 251).
Sultan
Veled, “Maarif’ adlı eserinde dünya lezzetlerinden, nimetlerinden daha çok
faydalanmak isteyen kimselerin hayalî ve yabancı şeylerle oyalandığını ifade
ederken Firavun'a ve onun Mûsâ Peyagamber ile ilgili gördüğü rüyaya ve
akıbetine şu cümlelerle değinir:
“Aynı
hal Fir'avun'un da başına gelmişti. O da rüyada, yükseklerden baş şağı
düştüğünü, sefalete duçar olduğunu, birtakım kötülüklerle karşılaştığını
görmüştü. Uyandığı zaman kendisini teselli etti. 'Bu rüyadır, hayâldir!' diye
aldırmadı. Fakat sonunda bunun tamamen hakikat olduğunu gördü. Mûsâ (Selâm
O'nun üzerine olsun)nın zuhuru ile tahtı ve saltanatı elinden gitti. Rüyada
gördüğü sefalet ve kötü sonuç aynen oldu. Nil'in karanlık sularında boğuldu ve 'Her
şey aslına döner. Kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre 24, Ayet:26)'
hakikati meydana çıktı ve aslı olan cehenneme döndü.” (Veled, 1993: 225)
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Tanrı tarafından İsrailoğulları'na
azapla geçen dört yüz yılın ardından Mûsâ Peygamber'in gönderildiği, Mûsâ
Peygamber'in doğumundan önce Firavun'un bir gün rüyasında Beytü'l-Makdis'ten
bir od gelerek Kiptîleri yaktığını, İsrailoğulları'na zarar vermediğini görünce
hemen müneccim çağırtıp rüyasını yorumlattığı, İsrailoğulları'ndan doğacak bir
erkek çocuğun tahtını ele alacağı yorumu üzerine doğan erkek çocuklarını
öldürttüğü, İsrailoğulları'nın sayısının gitgide azalması tedirginlik yaratınca
bir yıl öldürtüp bir yıl sağ bıraktırdığı, Hârûn Peygamber'in boğazlanmak yılı
olmayan senede dünyaya geldiği ancak Mûsâ Peygamber'in boğazlanmak yılında
dünyaya gelince annesinin korkuya kapıldığı, bunun üzerine Tanrı tarafından
Mûsâ Peygamber'in annesine “[369](5)... anı emzür-(6)-gil kaçan
bogazlayıcılardan korksan anı deniz içine bırakgıl korkmagıl kaygurmagıl kim
ben girü sana döndürem (7) ve anı mürsellerden kılam” diye ilhamla vahiy
kılındığı, annesinin Mûsâ Peygamber'i gizlice doğurup emzirdikten sonra Firavun
kavminden Hızbîl adlı kişiye yaptırdığı tabutun içine koyup Nil Nehri'nin
sularına bıraktığı anlatılır (2013: 237-238). Eserde anlatılan Mûsâ
Peygamber'in
doğumu ile ilgili bir başka rivayete göre ise Mûsâ Peygamber'in annesinin dostu
olan bir kadın vardır ve ona doğumu sırasında yardımcı olur ancak doğan çocuğun
erkek olduğunu görünce Firavun'a haber vermeyi gönlünden geçirir ancak Tanrı
tarafından Mûsâ'nın sevgisi gönlüne konulunca bundan vazgeçer. O kadının evden
çıkmasıyla Firavun'un adamları eve girerler. Mûsâ Peygamber'in annesi korkuyla
aklı başından gidince onu bir beze sarıp kızgın fırına bırakır. Firavun'un
adamları evden eli boş çıkarlar. Fırını açıp baktıklarında Tanrı tarafından
ateşin ona soğuk ve selâmet kılındığını görürler ve oradan çıkarırlar (2013:
239).
İsmet
Cemiloğlu tarafından üzerinde sentaks çalışması yapılan “14. Yüzyıla Ait Bir
Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in kıssası ayrıntılı olarak ele
alınmıştır. Firavun'un gördüğü rüya; Mûsâ Peygamber'in doğumu ve annesi
tarafından suya bırakılması ve içine konulduğu sandığın Firavun sarayı ulaşması
eserde şu cümlelerle anlatılmıştır:
“[96b] (5)
Çünki Fir'avn zamânı oldı. Bir gün (6) fir'avn otururdı, müneccimler eytdiler:
'Yâ melikü'z zamân felek 'ilminde şöyle gördük kim Beni İsrâ'îl (7) kavmından
bir oglan kopısardur, senün pâdişâhlıgın anun elinde harâb olusardur.' Çünki
fir'avn anı işitdi, âdemler kodı ki kanda ki er oglan dogsa öldürürleridi. Tâ
Mûsâ dogınca bunda (9) ihtilâf itmişlerdi. Mûsâ bin Yâmin oglanlarındandur.
Ba'zılar eydür: Yahûda aslındandur.' (10) Ammâ Mûsâ 'İmrân oglıdur. Mûsâ diyü
anun çûn didiler kim suyıla agaç içinde bulundı. Mûsâ (11) dimek 'İbri
dilincedür. Çünki Mûsâ'nın anası hâmile oldı, togacak vakt oldı, Mûsâ togdı.
(12)Anası gussalandı, eytdi: 'Kendü 'ayâlüm nice öldüreyim? Eger öldürmezsem
korkarın ki fir'avn ikimüz bile öldüre' (13) didi. Bu gussayıla yatdı. Hitâb-ı
'izzet irişdi ki kulagına (Ve evhaynâ ilâ ümmi mûsâ en erdıîhi) [97a] (1)Düşinde
gördi ki Hak Ta'âlâ Mûsâ'nun anasına vahy itdi ki oglunı emzür, dahı suya
bırak, gussalanma (2) ben anun kaydını görem kudretümle. Nitekim kelâm-i mecîd
içinde yâd kıldı (İnnâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn) Biz anı sag
selamet sana girevüz, hem dahı peygamber kılavuz. Çünki anası anı (4)işitdi,
durı geldi, emzürdi. Mûsâ'yı hurma yapragına sardı. 'Ulema bunda ihtilâf
iderler. (5) Ba'zılar kavlinde bir sanduga koydı, dahı suya bırakdı, Tanrı'ya
ısmarladı. Pes Nil ırmagı (6) iki bölük akardı. Birezi fir'avnun sarayı altına
giderdi. Geldi Cebrâ'îl Mûsâ'nun sandugını kanadıyla (7) urdı, fir'avnun sarayı
altına iletdi. İrteye dek ol su içinde yatdı. İrte oldı o su Mûsâ'yı aldı, (8)
fir'avnun tahtı altından geçüp ol havza vardı ki fir'avnun kollukçıları altun
maşrabayla suyı (9) andan alurlardı...” (2000: 185-186)
·
15. yüzyılda
Çağatay sahasında yetişen Ali Şîr Nevâyî, Ayşehan Deniz Abik tarafından
üzerinde gramatikal incelemeye dayalı doktora çalışması yapılan16 “Târîh-i Enbiyâ ve
Hükemâ” adlı mensur eserinde Mûsâ Peygamber ile ilgili olarak kıssanın başında
onun ulü'l-azm olduğunu ve lakabının “Kelîmu'llâh” olduğunu, Yâkub Peygamber'in
evlatlarından olduğunu dile getirir ve Yûsuf Peygamber'in ölümünden sonra Mısır
saltanatının başında bulunan firavunların İsrailoğulları'na zulmederek onları
zayıf düşürdüklerini anlatır. Başa geçen Velid bin Mas'ab adlı firavunun
tanrılık iddiası güttüğü ve İsrailoğulları'na cefa çektirdiği anlatılır ve
Firavun'un gördüğü rüya şöyle dile getirilir:
“...
ve ol mel'ûn bir kiçe tüş kördi kim Şâm sarıdın bir ot peydâ bolup bâg u
sarâyların köydürdi, kint ve şehrleridin eser koymadı. Vehm bile oyganıp
kâhinlerni tilep bu tüşnin ta'bûrin tiledi. Alar didiler kim ol sarıdın birev
mütevellid bolgay kim sinin devletin ve milliyetin zevâliga sa'y kılgay ve Benî
İsrâyilin bolgay ve Kıbtîler zevâli andın bolgay.” (Nevâyî, 1993: 111)
Bu
satırların devamında Firavun'un gördüğü rüyâ üzerine İsrailoğulları'ndan doğan
her erkek çocuğu öldürttüğü, beş yıl sonra veba salgını dolayısıyla da
İsrailoğulları'ndan çok kişinin ölümü üzerine Kıptîlerin Firavun'a gelip
İsrailoğulları'nın tükenip gitmekte oluşundan kaygı duyup yakında hizmetlerinde
kullanacak kimse kalmayacak olmasından endişelendiklerini bildirmeleri üzerine
Firavun'un İsrâiloğulları'ndan doğan erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl
sağ bırakılmasını buyurduğu, Hârûn Peygamber'in bahşiş yılı doğduğu, Mûsâ
Peygamber'in ise aksine çocukların öldürüldüğü yılda doğduğu, bir mucize olarak
annesi Mûsâ Peygamber'e hamile iken zayıflığından dolayı hamileliğinin
müvekkillerce anlaşılmadığı, doğduğunda annesinin onu bir tabuta koyup Nil
Nehri'ne salarak Tanrı'ya ısmarladığı anlatılır (Nevâyî, 1993: 111-112).
·
3.3. Mûsâ Diye Öldürülen Bebekler
·
12. yüzyıl sonu
ile 13. yüzyıl başlarında yaşayan İbn Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde
“Firavun'un erkek çocukları öldürmesindeki hikmet, çocuklardan her birini
yaşamının, Musa'ya (as) yardım ile geri dönmesi içindir.” demiş ve Mûsâ
Peygamber'in, kendisi olduğu sanısıyla öldürülen hayatların toplamı
sayıldığını, bu öldürülen çocuklar için hazırlanmış her türlü durum ve
niteliklerin Mûsâ Peygamber'de var olduğunu dile getirmiştir (Arabî, 2014:
247).
14.
yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Veheb'den nakledilen bir rivayete
göre Mûsâ olabilir diye diye öldürülen erkek çocukların sayısının doksan bin
olduğu dile getirilmiştir (2013: 238).
·
3.4. Firavun'un Kızının Hastalığı
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un leke hastalığı olan bir
kızının olduğu, hekimlerin bu hastalığa ilaç bulamadıkları, kâhinlerin ise bu
tarihte denizden çıkacak olan bir canlının salyasıyla bu hastalığın geçeceğini
söyledikleri, Firavun'un kızının annesiyle birlikte kâhinlerin belirttiği
tarihlerde bir gün Nil kenarında otururken Mûsâ Peygamber'in içinde bulunduğu
sandığın bir ağaca takıldığı, cariyelerin o sandığı getirip açtıklarında
parmağını emen bir çocuk gördükleri ve ağzının salyasının Firavun'un kızının
hastalığına şifa olduğu anlatılır (2013: 240).
Ali
Şîr Nevâyî'nin, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde de Firavun'un
kızının hastalığından ve bu hastalığın Nil Nehri'nde bir tabut içinde bulunan
Mûsâ Peygamber'in ağzının salyasıyla iyileşmesi hadisesine değinilmiştir
(Nevâyî, 1993: 112-113).
·
3.5. Mûsâ Peygamber'in Firavun'un
Sarayına Alınması
İbn
Arabî, Füsusu'l Hikem adlı eserinde adamlarının Mûsâ Peygamber'i bir
tahta sandık içinde bulduklarında Firavun'un ona Mûsâ adını verdiğini dile
getirir ve “Kıptî dilinde Mu, su; Sa da ağaç demektir.” açıklamasında bulunur.
Devamında ise Firavun'un Mûsâ Peygamber'i öldürmek istediği ancak eşi Âsiye'nin
Firavun'dan ricada bulunduğu ve Firavun'a Mûsâ'ya dair “O, senin ve benim için
göz aydınlığıdır.” dediği anlatılır. İbn Arabî, Firavun'un boğulmakta iken
Tanrı'nın kendisine verdiği inanç sayesinde Mûsâ Peygamber'in onun için göz
aydınlığı olduğunu, bu hikmetle Tanrı'nın Firavun'u temiz olarak öldürdüğünü,
çünkü Tanrı'nın onun canını yeni bir kötülük yapmadan önce ve inandığı anda
aldığını dile getirir ve “Firavun, şayet umutsuzlardan olsaydı imana
yaklaşmazdı.” görüşünü ileri sürer (İbn Arabî, 2014: 252-253). İbn Arabî'nin
Firavun'un imanı ile ilgili görüşleri İslâm âlimleri tarafından çokça
eleştirilmiştir. İbn Arabî, eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in Firavun sarayın
kabul edilip de kendisine sütanne aramaya başladıklarında kendi annesi dışında
hiçbir sütanneyi kabul etmemesi hususuna da değinir ve Mûsâ'nın annesinin
gerçekte onu doğuran değil emziren kadın olduğunu, çünkü doğuran annenin
bebeğini bir emanet gibi karnında taşıdığını oysa sütannenin böyle olmayıp
yavrusunu emzirerek yaşamını sürdürdüğünü, Tanrı'nın bu sırrı Mûsâ Peygamber
için kendisini doğuran anneye bağışladığını, bu erdemin onu doğuran anneden
başka hiçbir kadına nasip olmadığını dile getirir (İbn Arabî, 2014: 253-255).
14.
yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Nil'in sularının Mûsâ
Peygamber'in içine konduğu sandığı sürükleyerek Firavun'un sarayına ilettiği ve
tabutun Âsiye'nin cariyeleri tarafından bulunup huzuruna getirildiği ve
açıldığı, Âsiye'nin gönlüne Tanrı tarafından Mûsâ'nın sevgisinin bırakıldığı ve
onu evlat edinmek istediği, Firavun ve adamlarının bebeği boğazlamak
girişiminde bulunduğu ancak Âsiye'nin Firavun'a “[350]...benüm
ve senün (11) gözümüz aydın ola ve ola kim bize assısı dege yâ dahı cayâl
idinevüz” diyerek katline engel olduğu ve ona Mûsâ adını Âsiye'nin verdiği
anlatılır (2013: 238). Eserde ayrıca Mûsâ Peygamber'in kız kardeşi Meryem'in,
annesinin isteği üzerine kardeşinin izini sürdüğü, sarayda Mûsâ için sütanne
arandığını fakat kimsenin sütünü emmediğini öğrenince “[356]
(2) siz bir ev kavmına
kulaguzlayayım kim ol oglanı sizün içün bisleye ve ana ögitci ola” diyerek
varıp annesine haber verdiği, Âsiye'nin Mûsâ Peygamber'in annesini sütanne
olarak tuttuğu, böylece Mûsâ Peygamber'in üç gün ayrılıktan sonra tekrar
annesine kavuştuğu anlatılır (2013: 241).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Nil Nehri'nin
sularında Firavun'un kollukçuları tarafından bir sandık içinde bulunup saraya
alınması ile ilgili anlatılan olaylar şöyledir: Nil Nehri'nin sularında bulunan
sandığı Firavun'un adamları bulup açtıklarında içinden yüzünün nuru arşa çıkan
bir oğlan çıkar ve Firavun'un karısı Âsiye çok sevinir ve "Bunu bana Tanrı
verdi." der. Mûsâ'nın düşman olabileceği düşünülür. Devamında Âsiye'nin
Mûsâ'yı evlat edinmek için Firavun'u ikna çabaları şu şekilde dile
getirilmiştir:
“[97a] (13)...Âsiye
Hâtûn Şâm ikliminden idi, 'azîm görklüyidi, [97b] (1)Lût
aslından idi. Fir'avn'a 'avrat olmuşıdı, ammâ kız oglanıdı. Fir'avn ana katı
hürmet (2) iderdi. Âsiye ol sandugı aldı, Fir'avn'un katına getürdi, eytdi: 'Yâ
Mâlik senün (3) devletünde dükeli nesne hâsıldur.Dahı halâyıklar bize ta'n
iderler, oglumuz kızımuz olmadıgıyçün. (4) İmdi Tanrı Ta'âlâ bize bir oglan
virdi, sultânzâdeye benzer. Gel biz bunu ogul idinelüm, (5) hem halâyık
sözinden kurtılalım.' Fir'avn eytdi: 'Olmasın kim ol beni helâk iden oglan bu
ola?' (6) Âsiye eytdi: 'Ol hükm vaktı geçti, gel bunı ogul idinelüm. Andan
Fir'avn razı oldı. Yakasından geçirüp ogul idindiler, emzürmege tayalar
getürdiler. Her kim emzürmege geldiyse hiç birinin (8) emcegin emmedi. Pes
Mısır'da kıgırddılar ki her kankı 'avratun emcegin emerse günde (9) yüz akçe
tonlık aluruz didiler.Çün Mûsâ anası anı işitdi, eytdi: 'Varayın göreyin, ola
ki beni geldi.' (10) Emcegin virdi, derhal emdi. Çün Âsiye anı gördi, Mûsâ'nun
anasına çok mâl virdi.(11) Pes Mûsâ'yı kıymetî tonlar geydürdiler. Hak Ta'âlâ
fir'avn'un gönline Mûsâ'nun muhabbetin bırakdı.” (Cemiloğlu, 2000: 186)
Ali
Şîr Nevâyî'nin, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde “Mûsâ” adını
Âsiye'nin koyduğu ve bu kelimenin mânâsının cİbrî dilinde “servi ağacı” demek
olduğu, Âsiye ve kızının Mûsâ'yı alıp Firavun'un sarayına getirdikleri,
Tanrı'nın Firavun'un gönlüne Mûsâ Peygamber'in muhabbetini saldığı, halkının
Mûsâ Peygamber'i katletmesi için Firavun'u kışkırttığı ancak Âsiye'nin buna
engel olduğu anlatılır ve Âsiye'nin evlat edindiği Mûsâ'yı emzirtmek için
sütanne arayışı eserde şöyle dile getirilir:
“Fircavn
anın katlin Âsiyega bagışlap Âsiye anın muhâfazatı üçün sütlüg zucafâ
kiltürdi; hîç kayının sütün içmey ittifâka anasını hem kiltürüp irdiler
anasının sütin içe kirişti ve anası süti bile perveriş taptı.” (Nevâyî, 1993:
113)
·
3.6. Mûsâ Peygamber'in Dilinin
Peltek Olması
Kur'ân-ı
Kerim'de yer almayan, İbn Abbas'ın Yahudi çevrelerinden duyup naklettiği bir
rivayet olabileceği ifade edilen (Aydemir A., 2014: 130) Mûsâ Peygamber'in
dilindeki peltekliğe sebep olan olayla ilgili olarak mensur metinlerde
anlatılanlar birbiriyle birebir örtüşmektedir. 14. yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya”
adlı eserin 241-242. sayfalarında söz konusu olayın anlatımına yer verilmiştir.
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dilindeki
peltekliğe sebep olan olay şu şekilde anlatılmıştır:
“[97b]Hak
Ta'âlâ fircavn'un gönline Mûsâ'nun muhabbetin bırakdı. Şöyle kim (12) Mûsâ'yı
görmek dilendi, tîz tîz isterdi, karârı kalmazıdı. Bir gün fircavn Mûsâ'yı
eline aldı, (13) ohşadı. Mûsâ fircavn'un sakalına yapışdı. Şöyel çeker ki çok
kıl elinde kaldı. Fircavn kakıdı [98a] (1) eytdi: 'Hâ ben didigim olmadı mı, ol
beni öldüren oglan budur.' Buyurdı ki Mûsâ'yı öldüreler. (2) Âsiye eytdi: 'Bu
oglancıkdur, senün hürmetün bilmez.' Fircavn eytdi: ' Kasdıla itdi.' Âsiye (3)
eytdi: 'Anun kasdıla itdigin, itmedigin bilesin.' İki tabak getürsünler, birine
od koysunlar, birine (4) altun koysunlar, daHı önine getürsünler. Eger altuna
sunarsa bilesin ki kasdıla itdi. (5) Eger oda sunarsa bilin ki oglandur bilmez.
Pes vardılar iki tabak getürdiler. Mûsâ'nun iki yanında (6) kodılar. Birine od
koydılar, birine altun koydılar. Mûsâ kasd itdi ki altuna suna. Derhal Cebrail
geldi (7) kanadıyla urdı, Mûsâ'nun elini oda iletdi. Mûsâ odı aldı agzına
koydı, dili (8) yandı. Ol uçun beltek oldı. Suâl sorarlarısa ki eli göyünmedi,
dili niçün göyündi? Cevâb oldur ki Mûsâ fircavn'un sakalına yapışup
koparmışıdı.” (Cemiloğlu, 2000: 186-187)
Ali
Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in
dilindeki peltekliğe sebep olan olaya “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı
Enbiyâ”
adlı eserde olduğu şekliyle nakletmiş ve Mûsâ Peygamber'in dilinde oluşan
pelteklik sebebiyle “sin” harfini iyi söyleyemediğini dile getirmiştir
(Nevâyî,
1993: 113-114).
·
3.7. Mûsâ Peygamber'in Evliliği
Ali
Şîr Nevâyî, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Âsiye'nin Mûsâ
Peygamber'i öldürmeye yönelik kasıtlardan koruyup onu terbiye ettiği, on yaşına
erişince onu şehzade gibi gösterişli giydirip himâye ettiği ve otuz yaşına
gelince de evlendirdiğini dile getirir:
“Otuz
yaşıga yitkeç Kıbtîlernin eşrâfıdın birinin kızın anın nikâhıga kivürdi ve ol
Toyda mülûk düstûrı bile âyinler baglattı. Ve Mûsî caleyhi's-selâmga
iki ferzend boldı ve ol münâsebet aslı bile Benî İsrâyilga Kıbtîler zulm
kılganda rahm kılur irdi (Nevâyî, 1993: 114).”
·
3.8. Mûsâ Peygamber'in Bir Kıbtîyi
Öldürmesi
İbn
Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in bir Kıptî'yi
öldürmesi hadisesine de değinir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e verdiği eziyetlere
karşı sabrını güçlendirmek için onu birçok yerde sınava tabi tuttuğunu dile
getiren Arabî, Mûsâ Peygamber'e verilen ilk musibetin bir Kıptî'yi öldürmesi
olduğunu dile getirir. Mûsâ Peygamber'in bunun ayrımında olmadığından dolayı
Kıptî'yi öldürdüğü için nefsinde bir korku hissetmediğini, kendisini aradıklarında
ise görünüşte korkup Mısır'dan kaçtığını ama mânâ âleminde kurtuluşu özlemiş
olduğunu, Kıptî'nin öldürülmesi olayından dolayı Mûsâ'da görülen korkunun,
ölümden kurtulmayı özlediğinden ileri geldiğini, bundan ötürü korktuğu sondan
kaçtığını, gerçekte ise Firavun'dan ve onun yapacağı kötülüklerden kurtulmak
için kaçtığını ifade eder ve kurtuluş sevgisinin, bedeni yöneten ruhun onu
koruyuşu gibi olduğunu dile getirir (İbn Arabî, 2014: 255260).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'yi
öldürmesi hadisesine de değinilmiş, Mûsâ Peygamber'in Firavun'un yanında
büyüyüp yetiştiği, hatta ona “Firavun'un oğlu Mûsâ” dendiği rivayet edilmiştir.
Eserde, Mûsâ Peygamber'in bir gün Makyıl şehrinde gündüz ortasında biri İsrailoğulları'ndan
biri Firavun kavminden iki kişiyi kavga ederken gördüğü, Mûsâ Peygamber'in
kavminden olanın adının Sâmirî, Kıptîlerden olanın adının ise Kâlûn olduğu
anlatılır. Firavun'un aşçısı olduğu Kâlûn'un Sâmirî'ye zorla odun taşıtmak
istediği, Sâmirî'nin ise Mûsâ Peygamber'i görünce feryat edip yardım istediği,
Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi Kıptî'nin elinden kurtardığı, aralarındaki çekişme
esnasında Kıptî'ye yumruğuyla vurduğu ve Kıptî'nin öldüğü, olayı Tanrı ve
Sâmirî dışında kimsenin görmediği ancak olayın duyulduğu, Mûsâ Peygamber'in
korku içinde sabahladığı, ertesi gün Mûsâ Peygamber'in Sâmirî'yi başka bir
Kıbtî ile kavga ederken gördüğü ve ona “[361] (3)... noldun sen kim (4) her gün
savaş idersin sen bellü azgunsın” diyerek yanına varıp yardım için elini
uzattığı ancak Sâmirî'nin kendisini tepelemeye geldiğini sanarak “[361] (7)...
iy Mûsâ (8) diler misin kim ben depeleyesin nitekim dün bir gişiyi depeledün”
dediği ve böylece dağıldıkları, Sâmirî'nin sözlerinden Firavun kavminin dünkü
Kıbtî'yi öldürenin Mûsâ Peygamber olduğunu öğrenerek Firavun'a haber
verdikleri, İbrâhim Peygamber'in dini üzere olduğu ve Mûsâ Peygamber'e de ilk
imân getirip inan kişi olduğu söylenen Hızbîl adındaki kişinin
boğazlayıcılardan önce gelip durumu Mûsâ Peygamber' haber verdiği, Mûsâ
Peygamber'in nereye gideceğini bilemez bir hâle olduğu sırada elinde kısa bir
mızrak bulunan bir meleğin ata binerek Mûsâ Peygamber'i yanına geldiği ve
kendisine uymasını söyleyerek onu Medyen yoluna yönlendirdiği, Mûsâ
Peygamber'in sekiz gün yol yürüyerek Medyen'e vardığı anlatılır (2013:
242-244).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un Mûsâ'yı beslediği,
onunla birlikte seyrana çıktığı hatta dört yüz kulun berberinde yürüdüğü,
kıymetli taşlarla süslü kıyafetler giydiği ancak bu durumun Kıbtîlerden bir
adamı öldürmesi ile son bulduğu dile getirilir. Mûsâ Peygamber, bir Kıbtî'nin
ölümüne sebep olunca şehirden kaçar. Eserde bunun sebebi Kasas sûresindeki
ilgili ayetlerden de alıntılar yapılarak şu şekilde açıklanmıştır:
“[98a]...Sebep
buyıdı kim (Ve dahalel medînete alâ hîni gafletin) Bir gün Mûsâ nazarından (13)
çıkdı bâzâr teferrücine geldi, gördi ki iki kişi urışur (fe vecede fîhâ
raculeyni yaktetilâni) Gine bir gün [98b](1) Mûsâ Fircavn sarâyından
çıkdı kim hâlvete gide. Gördi kim iki kişi biri biriyle urışur. Birisi (2) Beni
İsrâcîl'den, birisi kıbtilerden. Ol kıbti Beni İsrail'e güç eyler.
Mûsâ ilerü geldi, (3) eytdi: 'Kogıl anı ki Beni İsrail kavmıdur.' (fe vekezehu
mûsâ fe kadâ aleyhi kâle (4) hâzâ min ameliş şeytân) Ol kıbtıyi öldürdi, döndi,
gine gussalandı. Eytdi ki: 'Bu şeytân işidür' didi, (5) gine evine geldi.
Fircavn ol kıbtînün öldügin eşitdi, ammâ bilmedi ki kim öldürdi. Çünkü (6) irte
oldı Mûsâ gine atına bindi, teferrüc iderken gine gördi kim Beni İsrail kavmı gine
urışur. (7) Mûsâ ilerü vardı, eytdi: 'Dâyim niçün urışursız?' Ol kişi erdür:
'Dün öldürdün birimüzi, (8) bu gün bana mı geldün öldürmege' didi. (e turîdu e
taktulenî kemâ katelte nefsen bil emsi) (9) Pes ol dünküni Mîsâ öldürmiş diyü
haber Finavna degdi. Fircavn kâfiridi illâcâdilidi. (10) Buyurdu 'Tîz getirin
öldüreyim, kana kan olsun 'didi. (Ve câe raculun min aksal medîneti yes'â) (11)
Pes şehir kamından bir kişi yügürü geldi, eytdi: Yâ Mûsâ fircavn seni öldürür,
kaç git' dedi. (12) Mûsâ anı işitti, kaçdı, gitdi.” (2000: 187)
Ali
Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in
bir Kıbtî'yi öldürmesi olayını “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde
olduğu şekliyle ancak daha kısa ve öz olarak anlatır. Ayrıca Kıbtî'nin adının
"Kânûn" olduğunu ve işlediği cinayetin duyulup bundan dolayı
Firavun'un kendisini öldüreceğini haber veren kişinin de annesinin Nil Nehri'ne
Mûsâ Peygamber'i salacağı vakit sandık yaptırdığı marangoz olduğunu belirtir.
Başına geleceklerden korkup Mısır'ı terk edip gece gündüz çok sıkıntı çekerek
yol aldığını dile getirir (Nevâyî, 1993: 114).
·
3.9. Mûsâ Peygamber'in Medyen'de
Yaşadığı Olaylar
14.
yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Mısır'dan
kaçtıktan sonra sekiz günde Medyen'e geldiği, Medyen'de bir kuyu başında
karşılaştığı Şuayip Peygamber'in kızlarına yardım ettiği, Mûsâ Peygamber'in
Şuayip Peygamber'in huzuruna vardığı ve Şuayip Peygamber'in kızlarından
Safûrâ'yı kendisine sekiz yıl hizmet etmesi şartıyla Mûsâ Peygamber ile
evlendirdiği anlatılır. Devamında ise Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e
verdiği “asâ”ya da tafsilatlı olarak değinilmiş ve on yıl tamam olunca Mûsâ
Peygamber'in eşi ve çocuklarıyla beraber Şuayip Peygamber'in kendisine verdiği
koyunları da alarak Medyen'den ayrıldığı anlatılmıştır (2013: 244-248).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bir Kıbtî'nin
ölümüne sebep olup olayın duyulması üzerine kaçıp Medyen tarafına yöneldiği,
yemek yemeden üç gün yol yürüdükten sonra Medyen kapısına eriştiği
anlatılır.Mûsâ Peygamber orada bir kuyu başında halkın davarlarını sulamakta
olduğunu ancak iki kızın bir kenarda koyunları ile bekleyip durmakta olduğunu
görür ve bunu sebebini anlamak için yanlarına yaklaşıp sorar:
“Pes
Mûsâ eydür: 'Siz neye suvarmazsız?'Bunlar eytdiler: 'Biz kuyudan su çekmeziz.
Dahı bir rivâyet de budur ki (6) ol kuyu agzınun bir kapagı varıdı, anı kırk
kişi götürürdi.Meger ol gün kuyu kapaklıyıdı. (7) Ol iki kız anı götürümedi.
Meger ol gün giç gelmişidi, Câcîz kalmışlarıdı. Eydürleridi kim:
'Atamuz kocadur, (8) bizim daHı gücümüz yitmez, suyı çıkarımazuz' didiler. Mûsâ
bunları esirgedi, götürdi ol kapagı (9) şöyle bir eliyle kodı, ol kuyudan suvardı.”
(2000: 187)
Eserdeki
bu diyaloğun devamında Mûsâ Peygamber'in bir gölgeye oturup “İlâhi hâcetüm bir
pâre itmek, anı tacâm idinem. Benüm garîblıgım bana yiter. (Cemiloğlu, 2000:
187)” diye dua ettiği anlatılır. Bundan sonra kızların sevinerek evlerine
döndükleri,
Mûsâ Peygamber'in haberini babaları Şuayip Peygamber'e iletip onun vasıflarını
anlattıkları; bunun üzerine Şuayip Peygamber'in, o kişinin bir peygamber
olduğunu, gidip onu çağırmalarını kızlarına söylediği aktarılır. Kasas
Sûresinin 25. ayetinden bir alıntıyla devam eden satırlarda kızlardan birinin
Mûsâ katına gidip “Ol eylük ki sen bize itdün, anun üvâzın itmek
ister.(99b/4-5)” diyerek babası Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i çağırdığı
ve Şuayip Peygamber'in katına geldikleri, Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber'e
hâlini anlattığı, kızlarının isteği üzerine Şuayip Peygamber'in Mûsâ
Peygamber'i çoban olarak tuttuğu, sekiz yıl Şuayip Peygamber'in koyunlarını
güdüp bunun karşılığı olarak da kızlarından biri ile evlendiği anlatılır. Mûsâ
Peygamber'in Medyen'den ayrılışına ilişkin ayrıntılar ise eserde şu şekildedir:
“[100a](3)...
Şucayb eytdi: 'Sekiz yıl koyunum güt, çünki sekiz yıl tamâm idesin
(4)
kızı alasın' didi. Andan vardı, Mûsâ sekiz yıl Şucayb'un koyunın gütdi. Andan
sonra Mûsâ Şucayb'un (5) bir kızın aldı. Andan iki oglı oldı. Mûsâ eydür:
'Kavmüm, kablem görsem iki (yıl) dahı iki yıl daha durayın ancak' (6) didi.
Şucayb eytdi: 'Bu yıl kuzulayan kuzınun başı ak gevdesi kara olanı senün olsun'
didi. (7) Hak Ta'âlâ ol yıl ne kadar ki koyun kuzuladı hep başı ak gevdesi kara
oldı. İkinci yıl gine Şucayb'a (8) eytdi: 'Bu yıl togan kuzı, gevdesi ak, başı
kara olanı senün olsun' didi. Ol yıl dahı hep gevdesi (9) ak başı kara oldı,
Şucayb bildi ki bununla Tanrı'nun cinâyeti vardur. Çünki ol iki yıl dahı tamâm
oldı, (10) Mûsâ bir gün vardı yola binmege bir merkeb aldı. Şucayb dahı iki yüz
koyun virdi. Mûsâ cavratı (11) Sagura dahı oglancukların aldı, Mısır'dan yana
gitdiler.” (2000: 188) :
Ali
Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in
gece gündüz sıkıntılarla yol kat edip Medyen civarında bir kuyu başına
vardığını dile getirir ve burada Şuayip Peygamber'in kızlarına yardım etmesi,
Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i çağırtması, Safura adlı kızını sekiz yıl
koyunlarına çobanlık yapması karşılığında Mûsâ Peygamber'e vermesi hadiseleri 14.
Yüzyıla Ait Bir Kısası Enbiya adlı eserde olduğu şekliyle ancak daha kısa
ve öz olarak anlatır. Mûsâ Peygamber Medyen'den ayrılırken Şuayip Peygamber
tarafından kendisine bir miktar mal ve asâ verdiği anlatılır:
“Mîcâd
ötkeç Mûsî caleyhi's-selâmnı öylendürüp birer nime mâlıdın birip on yıldan
sonra Âdem-i safî behiştdin çıkargan casânı ana birip anı Mısrga uzattı. Ve
casâ bâbıda söz köptür, mebsût kütübdin bilse bolur (Nevâyî, 1993: 114115).”
·
3.10. Tûr Dağı / Mûsâ Peygamber'in
Tûr Dağı'nda Yaşadığı Hadiseler
İbn
Arabî, Füsusu'l-Hikem adlı eserinde Eymen Vadisi'nde Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e ateş biçiminde görünmesi ve onunla konuşması hadisesine de değinir
ve bu konuda ateşin o anda Mûsâ Peygamber'in aradığı şey olduğunu, Tanrı Mûsâ
Peyagamber'e bu sûrette tecellî edince Mûsâ Peygamber'in buna yöneldiğini,
bundan yüz çevirmediğini dile getirir ve şu yorumları ekler:
“Mûsâ'ya
(as) aradığı şeyden başka bir biçimde görünseydi, O'ndan yüz çevirirdi. Çünkü
Mûsâ'nın (as) çabası, özel bir dilekte yoğunlaşmıştı. Şayet ondan yüz
çevirseydi, yine ateşi arayacaktı. Böyle olunca da Cenab-ı Hak da ona yüz
göstermeyecekti. Oysa Mûsâ, Allah tarafından seçilmiş ve O'na yakınlık onuruna
erişmişti. Mûsâ (as) bunu bilmediği halde, Allah'ın O'na istediği biçimde
görünmesi Allah'a yakınlığındandır. Allah'ın tecellîsi, Mûsâ'nın (as)ateşi
gibidir.” (İbn Arabî,
2014: 271)
Sultan
Veled, Maârif adlı eserinde Tanrı'nın has ve seçkin kulları üzerine
yemin ettiğinden bahsederken Tûr Sûresi'nin 1. ve 2. ayetlerine işaretle
Tanrı'nın Mûsâ'nın ayak bastığı Tûr Dağı ve Mûsâ Peygamber'e inmiş olan Tevrat
üzerine de yemin ettiğini ifade eder (Veled, 1993: 127).
14.
yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Medyen'den
ayrıldıktan sonra Mısır'a gitmek üzere yola düştüğü, Tûr Dağı'nda Tanrı ile
konuştuğu, kendisine Tanrı tarafından peygamberlik ve türlü mucizeler
verildiği, Hârûn Peygamber'in kendisine yardımcı olarak verildiği ve birlikte Tanrı
sözünü Firavun'a iletmekle görevlendirildikleri tafsilatlı olarak anlatılmıştır
(2013: 248-251).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ailesi ve
koyunları ile birlikte Medyen'den ayrıldıktan sonra dört gün yol gittikleri, soğuk,
yağmurlu ve karanlık bir gecede şimşekler çakıp yıldırımlar düşerken koyunların
her birinin bir yana dağılıp gittiği, hamile olan karısının sancısı tutunca
orada konaklayıp ateş yakmak isteyen Mûsâ Peygamber'in yanındaki çakmağından da
ateş çıkmayınca âciz kaldığı, bu sırada Tûr-ı Sînâ'da Tanrı'nın kudretinden
bıraktığı bir parça nûru görüp onu ateş sanarak ailesini orada bırakıp ateş
getirmek üzere dağa doğru yöneldiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in dağa varışı ve
orada Tanrı ile konuşması eserde şu şekilde anlatılır:
“[100b](6)...
Çün Mûsâ (7) kasd itdi ki ol taga çıka. Hak Tacâlâ yire emr itdi
tayy-ı zemîn oldı. Mûsâ taga çıkdı, (8) bir agaç eline aldı, sandı ki od ala.
Ol gitdi, andan^bir yere dahı vardı, câciz kaldı. Bir âvâz işitdi ki (9) Jİjİj
u-^' <ij^ £^ (Şjjlü 2ÎI Yâ Mûsâ nadinün çıkar, sen pâk ol didi. (10) YaCıi
didigi olur ki cavratun, oglanun gussasın içinden çıkar didi. Pes Mûsâ anı
işitdi (11) naclinin çıkardı. Bunda kavl çokdur. Ammâ essah kavl budur ki:
'Fâhlac' didiginden murâd oldur ki (12) Yâ Mûsâ çıkar gönlünden cavratun
gussasın ki bu makâm yakînlık makâmıdur, ıraklık (13) makâmı degildür didi td
^-j Ufj I 22 yi^. ^ALta Yâ Mûsâ Beni İsrâdl içindeseni uyurdladum [101a] (1)
peygamber kıldum. Kimi dilersem peygamberlık virem kimden dilersem alam.
Evvel
benem, âhir benem, benden artuk Tanrı (2) yokdur. SjkalI
^_j^2d Hak
Tacâlâ
Mûsâ'ya buyurdu ki: Namâz kıl. Derhâl namâza durdı. Namâzdan fârig (3) olacak
Hak Tacâlâ didi ki : tâj <2jş 2b;,aV U
Ja <^a ^iLac eytdi: ' Yâ
Mûsâ
nedür sag elündeki?'(4) Mûsâ eytdi: 'Asamdur, hem tekye ururam. Yami nirede
olursa yire ururam, pürlenür, yapraklanur dibinde yaturam, râhat (5) oluram.
Dahı benümile iki kardaş gibi danışur, yayan yürütmez. Kaçan binsem yig atlar
gibi gider. Karnum açsa envâc (6) dürlü tacâm agzından agzıma koyar. Smâl
sorarslarısa ki Hak Tacâlâ Mûsâ'nun elindekin höd (7) bilürdi, niçün sordı?
Cevâb oldur ki Mûsâ kuvvetlenürdi, yahûd bu smâl Muhammed ümmetlerinedür. (8)
Kıyâmet güninde Hak Tacâlâ bildiğin kullarına sordı ki gine suçın
bagışlamakdan ötürü. Tâ ki Hak Tacâlâ (9) lutfın keremin bildürmekiçün. Pes Hak
Tacâlâ eytdi: 'Ol benüm didigün nesneyi elünden bırak.' (10) Mûsâ câsâsın
elinden bırakdı, derhâl ejdaha oldı. Mûsâ anı gördi, kaçdı. Hak Tacâlâ (11)
eytdi: 'Yâ Mûsâ benüm didigün nesneden niye kaçarsın?' Bu sözde hikmet budur ki
hîç kimesne dimeye ki (12) bu nesne benümdür.Nitekim Mûsâ câsâsın benüm didi,
elinde ejdahâ oldı, kendüye düşmân oldı (13) kodı kaçdı. İmdi iy müminler, siz
dahı bag benüm, bagçe benüm, mâl rızk benüm deyicek olursanuz Hak yolına [101b] (1)
Harc itmezsenüz, korku dursın içinde ilan çiyan ola sana dolaşa.” (2000: 189)
Bu
satırların devamında Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesinden korkma
sebebinin bunun Tanrı'nın kudretinden olduğunu bilmesi olduğu, peygamberlerin
âdem fi'ilinden korkmadıkları ifade edilir ve daha sonra Firavun önünde
ejderhaya dönüşünce korkmasın, gözü alışsın diye Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e
bunu önceden gösterdiği dile getirilir. Mûsâ Peygamber'in ejderhayı tekrar
tutunca elinde asâya dönüştüğü, buna benzer bir şekilde elini koynuna sokup
çıkarınca elinde göz kamaştırıcı bir nûr peyda olduğu ve bu iki mucize ile
birlikte kendisine peygamberlik verildiği, Firavun'u dine davet etmekle
görevlendirildiği dile getirilir ve Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan “Gönlümü
cilmile doldur, dahı gönül darlıgın benden gider, sabrıla yavaşlık vir. Her ne
kim olur, anı bana genez eyle. Dahı peltekligim dilimden gider, tâ ki sözüm
anlana. Dahı kavmundan kardaşum Hârûn'u bana iş vir. (2000: 190)”
diye hâcette bulunduğu ve Firavun'un askerinin çokluğundan ve Firavun'un
işlediği suçtan dolayı kendisini öldüreceğinden korktuğu, bunun üzerine
Tanrı'nın “Ben senünileyin korkmagıl”,“Yâ Mûsâ fircavn ne kadar yavuz ise ben
anı zebûn idem.” diyerek endişe etmeden Firavun'un katına varıp onu yumuşak
sözler söylemesini buyurduğu anlatılır ve yumuşak söz söylemesinin hikmeti şu şekilde
dile getirilir:
“[103a](6)... Andan Mûsâ
sordı ki: Yâ Rabbi fircavn'a arkun (7) söyle dimekden hikmet neyidi?Eytdi: 'Yâ
Mûsâ fircavn'un senün üzeründe hakkı çokdur. (8)Zîrâ seni ol bisledi. Duz etmek
hakkı vardur. Sen katı söylemegil, senün sözün üstün olsun. (9) Hem ol dahı
câsîlıgın bilsün' didi. ol
i^ _l^xA jl oi^l Hak Tacâlâ
dutdugın katı dutar. (10) Dahı eytdi: ' Yâ Mûsâ eger seni urursa, dögerse ana
kakımagıl. Nicmetlerin söylerse söylerse görmedüm (11) dimegil. Ol nicmetin
söylersesen daHı benüm sıfâtum söylegil. Sucâl sorarlarısa ki Hak Tacâlâ höd
bilür.' (12) Îmâna gelecek degildür, ne bunca didigi ^Aa^ <J^j y^
Ü^ J l Cevâb
oldur ki: Eger Mûsâ nevmîz itseyidi (13)Mûsâ kâhel olurdı, nübüvvet içinde
eyidiserdi. Çünki fircavn îmâna gelecek degildir. Zahmet çeküp [103b] (1) Tanrım
haberin yok yire niçe söyleyeyin diyiserdi. Bir dahı diledi ki Mûsâ işinde ola,
hem peygamberler (2) müzdin bula.” (2000: 190-191)
15.
yüzyılda Çağatay sahasında yetişen Ali Şir Nevâyî, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı
eserinde Mûsâ Peygamber'in Medyen'den ayrıldıktan sonra beş gün yol yürüyerek
Tûr-ı Sînâ Dağı'na vardığını, altıncı gece hava çok soğuk ve karanlık olunca
eşi Safura'nın doğum yapabileceği derdiyle ateşe ihtiyaç duyduğunu, o sırada
dağın sarı göründüğünü, oradan bir parça ateş getirmek için epey yürüdükten
sonra bir parlaklık gördüğünü, yanına vardığında o parlaklığın bir ağaçtan
geldiğini gördüğünü dile getirir ve o ağacın nitelikleri ile Mûsâ'ya
peygamberlik verilmesini şöyle ifade eder:
“Mûsî
caleyhi's-selâm yitkeç dırahtka çıktı ve ol yaruglug kasıda kuyaş
nûrı tîre köründi ammâ yıgaçnı köydürmedi, yafrak u şâhların tâzerak kılıp
irdi. Mûsî caleyhi's-selâmga hayret gâlib bolup didi yâ Rab bu ni hâl irkin ^ji
âui nidâsı kilip Mûsî
caleyhi's-selâmgnın devlet-mend başıga risâlet tâcı koyuldı, sa'âdet-mend
ignige nübüvvet hilcati kiydürüldi.” (Nevâyî, 1993: 116)
Bu
satırların devamında Mûsâ Peygamber'e verilen yedd-i beyzâ ve asâ mucizesi ile
Mûsâ Peygamber ile Tanrı arasında geçen konuşmadan uzunca bahsedilmeyip Tâ Hâ
Sûresi'nde geçtiği söylenerek ilgili ayetlere gönderme yapılmış, Mûsâ
Peygamber'in aczini arz etmesiyle de kardeşi Hârûn'a da peygamberlik nasip
olduğu, birlikte Firavun'u hidayete ve İsrailoğulları'nı da kurtuluşa erdirmeye
memur oldukları dile getirilmiştir (Nevâyî, 1993: 116).
·
17. yüzyılda
yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr Mi'râc-nâme'Sinde Muhammed
Peygamber'in Beytü'l-Makdis'e varmadan evvel ikinci olarak Tûr Dağı'na
uğradığını ve Cebrâil'in bildirmesiyle burada iki rekât namaz kıldığını dile
getirir:
“biraz
dahı gitdük gine Cebrail nidâ idüp in yâ Muhammed iki rek'at namâz kıl didi sen
didi ben dahı inüp kıldum andan Burâk’a binüp namâzun sebebini sordum Cebrail
eyitdi yâ bura Sînâ Tagıdur didi andan biraz dahı gitdük .[86/a]” (Alkan,
2015:155)
Antakî'ye
ait mensûr “Mi'râc-nâme”nin şu satırlarında ise Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda
ayakkabılarını çıkarması hadisesine telmihte bulunulur ve Miraç'ta Tanrı'nın
Muhammed Peygamber'den ayakkabılarını çıkarmasını istemediğini, Muhammed
Peygamber'in Mûsâ Peygamber'den daha üstün olduğunu şöyle ifade eder:
“Kacbü’l-Ahbâr
eydür Peygamber caleyhi’s-selâm eydür carşa varcak nadimi çıkarmak diledim bir
âvâz işitdim ki maleyni çıkarma tâ kim carş ve kürsî senün nacleyin
altında şeref bulalar ben eyitdim yâ Rabb karındaşım Mûsâ eyitdün nadeynini
çıkar tâ kim Tûr Tagınun berekâtı ayağına irişe Hakk tecâlâ eyitdi yâ Eba’l-
Kasım yâ Ahmed sen benüm katımda Musâ gibi degülsin Mûsâ benüm Kelîmümdür ammâ
sen benim habîbimsin. [121/b]” (Alkan,
2015: 177-178)
·
3.11. Mûsâ Peygamber'in Mucizeleri
Mensur
metinlerde Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden özellikle ejderha olan “asâ”sı
çokça zikredilmiştir.
İbn
Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in asâsı ie ilgili olarak
onun hem asâ hem de yılan olduğunu ve apaçık bir ejder olduğunu; yılan olması
bakımından yılanları ve asâ olması bakımından asaları yuttuğunu ifade eder.
Mûsâ Peygamber'in Firavun'un büyücüleri ile olan karşılaşmasıyla bağlantılı
olarak asâya dair şunları dile getirir:
“...Mûsâ'nın
delili asâ, halat ve ip biçiminde görünen Firavun'un delilleri üzerine belirdi.
Her ne kadar büyücülerin ipleri varsa da Mûsâ'nın ipi yoktu. Burada ip, küçük
tepenin simgesidir. Yani Mûsâ'nın değerine ve düzenine nisbetle onların
derecesi, ulu dağlar karşısında küçük tepeler gibidir. Büyücüler Mûsâ'nın
mucizesini görünce, O'nun ilimdeki düzeyini ve gösterdiği şey her ne kadar
insan gücüyle olsa da, bu mucizenin sadece ilimde kendisini hayalden kurtarmış
olan kimse tarafından gösterileceğine göre, tanık oldukları şeyin beşir gücüyle
olmadığını anladılar. Böylece de Mûsâ ve Hârûn'un Rabbi olan Cenab-ı
^Hakk'a, yani
Mûsâ ile Hârûn'un davet ettiği Allah'a inandılar.” (İbn
Arabî, 2014: 267-268)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde şu cümlelerle doğruluğun
Mûsâ
Peygamber'in asâsına benzediğini ifade eder:
“Ümit,
güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet:‘Doğru
olmayan şeyler yaptım.’deme. Doğruluğu tut. O zaman hiçbir eğrilik kalmaz.
Doğruluk Mûsâ'nın asası gibidir; eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer.
Doğruluk ortaya çıkınca, onların hepsini yutar. Eğer bir kötülük etmişsen kendi
kendine etmişsindir. Senin kötüşüğün başkasına nasıl dokunur?” (Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 52)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin on altıncı faslında Tanrı'nın
veli kullarının sebeplerin bir perdeden başka bir şey olmadığını
bildiklerinden, sebeplerin dışına bulunan, zahir olmuş ve yapılmış birçok
işleri gördüklerinden bahsederken buna misal olmak üzere Mûsâ Peygamber'in bazı
mucizelerine de değinir:
“Mesela
dağdan deve çıkmış, Mûsâ'nın asası ejderha olmuş, kaskatı bir taştan on iki
tane çeşme akmış bunun gibi; Mustafa (Tanrı'nın salâtı onun üzerine olsun) da
ayı aletsiz olarak, bir işaretle ikiye bölmüş ve Âdem (Onun üzerine selam
olsun) annesiz ve babasız olarak dünyaya gelmişti, İbrahim (Ona selam olsun)
için ateşten güller ve güllükler bitmişti. Daha bunlar gibi sonsuz misaller
verilebilir.” (Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 103)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, aynı eserinin otuz dördüncü faslında ise bozulmuş ve
bozulmamış her şeyin arif kimselerin ağzına düştüğünde ve idrakine ulaştığında
bambaşka şeylere dönüştüğünü, Tanrı'nın inayetleri ve kerametleri ile
örtüldüğünü dile getirirken bu dönüşüme misal olarak Mûsâ Peygamber'in asâsına
da değinir:
“Asâyı
görmedin mi? Mûsâ'nın elinde nasıl bambaşka bir şey oldu. Onda asâ mahiyetinde
bir şey kalmadı. O inleyen direk, Peygamber'in elindeki o dal, Mûsâ'nın
ağzındaki o dua, Dâvûd'un elindeki demir ve o dağlar bu dokunma ile eski
hâlleri ile kalmadılar, olduklarından başka bir şey oldular. İşte bu dakikalar
ve dualar bu karanlık ve cismânî elde olduğu gibi kalmazlar.” (Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 161)
Sultan
Veled, “Maârif’ adlı eserinin 174-175. sayfalarında Mûsâ Peygamber'in Tûr
Dağı'nda ateş aramak için yola düştüğünde Tanrı'nın ağaç suretinde Mûsâ
Peygamber'e seslenmesi ve O'nunla konuşarak kendisine asâ mucizesini vermesi
hadisesine değinir ve bu mucizenin Mûsâ Peygamber'e verilme hikmetini “Bunun
üzerine Tanrı şöyle buyurdu: 'Ey Mûsâ! bunu sana, bundan sonra dağ, sahra,su, hava,
kıyı ve denizden her ne görürsen, ‘gördüğüm budur’ diye hüküm vermeyesin, diye
gösterdim. Ben her şeyi insana istediğim gibi gösteririm. (Veled, 1993: 175)”
cümleleriyle
ifade eder. Yine bu hususta eserinin bir başka yerinde Tanrı'nın eşyayı
kullarına nasıl isterse öyle gösterdiğini ifade eden Sultan Veled Mûsâ
Peygamber'in asâsı ile bağlantılı olarak şunları söyler:
“Öyle
ki ey Mûsâ! Sen dostun ve dayanağın olan bu asâyı, ejderha ve kendi düşmanın
olarak gördün; benim inâyetim olmasaydı ve yılan üzerine atılsaydı, seni bir
fareden daha küçük bir hâle getirirdi. Fakat ejderha, benim inâyetimi görünce,
tekrar senin elinde asâ oldu. Bu âsiler grubu, onların yeri olan ve onları
besleyen göğü, yeri ve bütün uzuvlarını,her birinin bir taraftan kendilerine saldıran
bir yılan olarak görünce acaba o bahtsız ve muhalif âsilerin benim inâyetim
olmadan sonları ne olur?” (Veled, 1993: 177)
Sultan
Veled, “Maârif’ adlı eserinin 178-179. sayfalarında ise Mûsâ Peygamber'in
asâsının Tanrı'nın kudreti ile bazen asâ, bazen ejderha şekline girdiği gibi
her şeyin değişeceği şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Ey
Mûsâ! Akıllı bir kimsenin böyle bir uzvun ağrısından, istirahatta bulunan ve
ona yâr görünen diğer uzuvların da nasıl olacaklarını anlaması lâzımdır.Ulu
Tanrı, bu bir taneyi, diğerlerini görmeleri, anlamaları ve buna kıyas etmeleri,
onlara güvenmemeleri, onların dostluk ve yardımını Tanrı'nın arzu ve fazlından
bilmeleri, Tanrı'nın huzurundan başka sığınak bilmemeleri, aciz elini Tanrı'nın
fazilet eteğinden başka bir yere uzatmamaları, vasıtaları bahane ve örtü kabul
etmeleri ve sadece Tanrı'yı fâal bilmeleri için peydâ etti. O hâlde bunun gibi,
ey Mûsâ! Sen de yerin bir parçası olan bu asâdan, yerin kalan parçalarını
anla.” (Veled, 1993:
178-179)
“Senin
asân nasıl değişip ejderha olduysa, bunun gibi her şey değişir. Bütün âlem,
benim kudretimin avucu içinde yumuşak bir mum gibidir. Onu bazen asâ, bazan da
ejderha yaparım. Bazan yılan, bazan yâr, bazan gül, bazan diken yaparım. Ey
âdemoğlu! Bu sana ne garip görünüyor değil mi?” (Veled,
1993: 179)
Sultan
Veled, “Maârif” adlı
eserinde ayrıca Mûsâ Peygamber'in asâsı ile ilgili olarak, görünüşteki adının
“Mûsâ yanında asâ” olduğu, gerçekte ise Tanrı'nın katında onun adının “ejderha”
olduğunu, Tanrı'nın asâyı ejderha olarak göstermesinin kıyametten bir işaret
olduğunu (Veled, 1993: 181); Mûsâ Peygamber'in mucizesi, elçilik ve
peygamberlikte O'nun şahidi olduğunu (Veled, 1993: 182); Mûsâ Peygamber'in
zannettiği
ve açıkladığı şekilde sıradan bir nesne olmayıp ölümsüz ve sonsuz, büyük
faydaları olduğunu; âlemi aydınlatan bir güneş olduğunu (Veled, 1993: 184-185);
saadet iksiri olup yüzbinlerce nasipsiz fakiri tam bir nasip ve saadete
kavuşturduğunu ifade etmiştir (Veled, 1993: 187).
14.
yüzyıla ait Kısas-ı Enbiya adlı eserde Mûsâ Peygamber'in asâsından
teferruatlı olarak bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber'in asâsının Şuayip Peygamber
katında emanet iken kendisine verildiği, Âdem Peygamber tarafından cennetten
getirildiği, “asvec” ağacından olduğu, uzunluğunun Mûsâ Peygamber'in boyu ile
denk olup on arşın olduğu, iki budağı bulunan bu asânın budaklarının karanlıkta
meşale gibi aydınlık verdiği ifade edilmiştir. Mûsâ Peygamber'in asâsının
ayrıca şu türlü hususiyetleri olduğu dile getirilmiştir:
“[369](2)...
kaçan su bulmayup kuyuya irse casâyı kuyuya (3) sunardı ve kuyu
derinligince casâ uzanurıdı ve ucı koga gibi olup su dartarıdı kaçan Mûsâ
Tacâma (4) muhtâc olsa yiri casâyıla ururdı ol günlük yiyesi çıkandı kaçan
yimiş arzulasa casâyı (5) yire dikeridi şolok sacât budaklanup diledügi yimiş
biterdi kaçan Mûsâ düşmanıla savaşsa casânun (6) iki budagı iki budagı iki
ejdehâ olup birbirin kavrarıdı ve Mûsâ anı katı taga ve taşa ursa taş yarılurdı
(7) kaçan gemisüz deniz ve ırmak geçmek dilese casâyı denize ururdı ulu yol
içinde açılurdı (8) ve Mûsâ yöriyü geçerdi ve çok zamân Mûsâ anun bir
budagından bal ve birisinden süd içeridi (9) kaçan yol yöriyüp arsa casâya
binüridi depinmedin ve ayak depretmedin ne yiredilerse iltüridi ve Mûsânun (10)
düşmaıyla savaşurdı kaçan Mûsâ hoş yıyılara muhtâc olsa casâdan yıyılar
saçılurıdı Mûsânun (11) tenine ve tonına dolandı... (2013: 247)”
Söz
konusu eserde Mûsâ Peygamber'in asâsının bu hususiyetlerinden başka ona yol
gösterdiğinden ve onu yırtıcı hayvanlardan koruduğundan da söz edilmiştir.
(2013: 246-247)
15.
yüzyılda yaşayan Sinan Paşa, Klâsik Türk edebiyatında süslü nesrin en güzel
örneklerinden biri sayılan “Tazarrû-nâme” adlı eserinde “Nact-i
Enbiyâ'-i Sebca-i Meşhûre-i İzâm” başlığı altında büyük ve meşhur
yedi peygamberin (Âdem, İdris, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed) na'tine yer
verdiği bölümde beşinci sırada Mûsâ Peygamber'den bahsederken onun nebiler için
övünç vesilesi olduğunu, üstün şeriat sahibi olduğunu ifade ettikten sonra
“macden-i acâyib-i mu^izât ve menbac-ı garâyib-i kerâmât; mazhar-ı evvel-i
kütüb-i erbaa ve muzhir-i âyât-ı meşhûre-i tis'a” (Sinan Paşa, Tazarrû'nâme,
2001: 240) ifadeleriyle Mûsâ Peygamber'in şaşılacak mucizeler madeninin ocağı
ve hayret verici kerametlerin kaynağı olduğunu, dört kutsal kitabın ilkinin
kendisine verildiğini ve ayrıca kendisine dokuz mucize verildiğini dile
getirmiştir (Sinan Paşa, Tazarrû'nâme, 2001: 240; Sinan Paşa, 2014: 644, 646).
Ali
Şîr Nevâyî de, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in
asâsının Âdem Peygamber'in cennetten çıkardığı asâ olduğunu ve kendisine Şuayip
Peygamber tarafından verildiğini, asâ ile ilgili çok söz olduğunu dile getirir:
“Mkâd
ötkeç Mûsî caleyhi's-selâmnı öylendürüp birer nime mâlıdın birip on yıldan
sonra Âdem-i safî behiştdin çıkargan casânı ana birip anı Mısrga uzattı. Ve
casâ bâbıda söz köptür, mebsût kütübdin bilse bolur .” (Nevâyî,
1993: 114115)
17.
yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Bostanzâde Yahyâ Efendi, Hz. Muhammed'e ait,
çeşitli hadis ve siyer kitaplarından derlediği 100 mucizeyi rivayet
kaynaklarını da belirterek anlattığı “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde (Özkan,
Summer 2012: 2079) Hz. Muhammed'in mucizelerinin üstünlüğünü ortaya koymak için
daha önceki peygamberlerin mucizeleriyle telmih yoluyla karşılaştırma yoluna
gitmiştir (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 132). Mûsâ Peygamber de bu eserde
mucizelerine en çok telmihte bulunulan peygamberlerden biridir.
Bostanzâde
Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 1. mucize olarak yer verdiği “Mi'raç”
mucizesini anlatırken Hz. Muhammed'in Mûsâ Peygamber ile 4. felekte karşılaşıp
konuştuklarını dile getirir (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 219). Yazar, 5. mucize
olarak yer verdiği “Hz. Muhammed'den Ayrı Kalan Hannâne Adlı Minberin İnlemesi
Mucizesi”ni anlatırken Hz. Muhammed'in bu mucizesini Mûsâ Peygamber'in asâ
mucizesi ile karşılaştırarak Hz. Muhammed'in bu mucizesinin daha üstün olduğu
şöyle dile getirir:
“Eger
hazret-i Mûsâ ruy-ı 'asâdan mu'cize ibdâ’ itdi ise bu server-i Hüdâ sütun-ı
bâlâdan hanun peydâ eyledi. (33a-b”) (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 267)
Bostanzâde
Yahyâ, eserinde 20. mucize olarak yer verdiği “Perviz’in Hz. Muhammed’in
Duasıyla Öldürülmesi Mucizesi”ni anlatırken ise Hz. Muhammed'in Sasani
hükümdarı Perviz’e gönderdiği İslâm’a davet mektubunu elçinin elinde doğru yolu
gösteren bir parmağa, Mûsâ Peygamber'in asâsına ve peygamberliğin gül
bahçesindeki goncaya (Bostanzâde Yahyâ, 2011: 130) benzeterek Mûsâ
Peygamber'in
asâ mucizesine telmihte bulunur:
“Ne
nâme-i nâmu kef-i kâşıdda engüst-i hidâyet-nümâ ya 'aşâ-yı Musâ idi ki ol
Fir'avn-ı mışr-ı gurura ejderhâ ya gonce-i gülsen-i risâlet idi ki râyiha-i
'ıtrsâ ileta'tur-i mesâm-ı ehl-i safa iderdi. (60b)” (Bostanzâde
Yahyâ, 2011: 327)
Bostanzâde
Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 5. mucize olarak yer verdiği “Hz.
Muhammed’in Gönlü Körlerin İnkârlarına Karsı Ölülerden Birini Diriltme
Mucizesinde” üç Yahudi'nin bir gün Hz. Muhammed'e sorular sorduğunu dile
getirir ki bunlardan birinin Hz. Muhammed'e sorduğu soru şöyledir:
“Hazret-i
Mûsâ mazhar-ı hitâb-ı Hudâ olup niçe gune mu'âmele âhir şeref-i mükâleme ile
hurşud-i kadri müncelu olup kuh-ı Tur’da sa'âdet-i mükâleme ile fark-ı
Ferkadân’a vâsıl oldı sizde buna mu'âdil bir şeref hâsıl olmış mıdur?”
Bu
soruya cevap olarak Hz. Muhammed'in Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı ile
konuşmasına karşılık kendisinin Miraç'ta Tanrı ile yüz yüze görüştüğünü
söylediği anlatılır:
“Hazret-i
Mûsâ tecellî-i cemâl ile Tur’da muhassılu’l-âmâl oldı ise benüm zât-ı
sa'âdet-âyâtum ferş-i 'arşda meclâ-yı cemâl-i Hudâ-yı zi’lcelâl oldı.” (BostanzâdeYahyâ,
2011: 354)
Bu
satırların devamında bu soruyu soran kişinin bu hâlden gâfil olduğu söylenmiş
ve “... hazret-i Musâ def'-i mazarrat-ı a'dâda ol âb-ruy-ı dünyâ vü mâfihâ yüzi
suyına bahrden 'ubur u vâdu-i selâmete mürur itdi. (72a)” denilerek Mûsâ
Peygamber'in Kızıldeniz'i geçmesi mucizesine; ayrıca “Puşgâh-ı Fir'avn-ı
dalâlet-penâhda izhâr-ı yedd-i beyzâ 'âlem-i kıdemde hazret-i nübüvvetden el
almasa niçe hüveydâ olurdı? (72a)” denilerek de Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ
mucizesine telmihte bulunulmuştur.
Şu
cümlelerde ise Mûsâ Peygamber'in denizi yarmasına karşılık Hz. Muhammed'in
gökteki ayı yarması mucizesinin, Mûsâ Peygamber'in taştan su çıkarması
mucizesine karşılık Hz. Muhammed'in mübarek parmaklarından su akıtması
mucizesinin daha üstün olduğu dile getirilmiş ve Kelîm diye anılan Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı'nın iltifatına mazhar olmasına karşılık Hz.
Muhammed'in Kâbe Kavseyn makamında azîm sırlarının arifi olduğu yani Miraç'ta
rüyete mazhar olduğu dile getirilir:
“Hazret-i
Mûsâ infilâk-ı bahr ile mübâhât iderse hazret-i sultân-ı enbiyâ inşikâk-ı kamer
ile rüchânı isbât ider deryâ ruy-ı hâkde ammâ mâh-ı cihân eflâkdedür. Hazret-i
Mûsâ hacerden ihrâc-ı mâ itdi ise hazret-i nebiyy-i Hudâ esâbi'-i
müteberrikelerinden inficâr-ı âbı hüveydâ itdiler. Hazret-i Mûsâ Kelîm ser-i
Tur’da mazhar-ı iltifât-ı 'Allâm u 'Alum oldı ise hazret-i nebiyy-i kerîm
makâm-ı Kâbe Kavseyn’de 'ârif-i sırr-ı 'azîm oldı. (74b-75a)” (Bostanzâde
Yahyâ, 2011: 360)
Bostanzâde
Yahyâ şu satırlarda İsâ Peygamber'in ölüleri diriltme mucizesine ve Mûsâ
Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesine telmihte bulunmuş ve peygamberlerin
mucizelerinin hepsinin ve evliyaların kerametlerinin hepsinin Hz. Muhammed'in
nübüvvet denizine mensup bir damla olduğunu dile getirir:
“Âgâz-ı
i'câz-ı mesuhâ eylese hayât-bahş-ı emvât-ı cihân olur. İbrâz-ı yedd-i beyzâ ile
ibdâ’-ı kâr-ı Mûsâ itse mubtıl-ı sihr-i hezâr-ı Fir'avn u Hâmân olur. Bu
mukarrerdür ki heme-i mu'cizât-ı enbiyâ ve heme-i kerâmât-ı evliyâ katre-i
bahr-i nübüvvet-intimâ-yı hazret-i Mustafâ’dandur.” (Bostanzâde
Yahyâ, 2011: 370)
Bostanzâde
Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 82. mucize olarak yer verdiği
"Asânın Hz. Muhammed’in Meclisindekilerin Yolunu Aydınlatması
Mucizesi"ni anlatırken sahabelerin elindeki asâyı Mûsâ Peygamber'in
asâsına ve ışık saçması, aydınlık vermesi yönüyle de Mûsâ Peygamber'in yedd-i
beyzâsına teşbih etmiştir:
“Guyâ
sihâb bârik yâ hayyit-i subh sârık idi ki tâli'-i mufârık-ı ahâlu-i megârib u
mesârik oldı yâ mâh-ı tâb-dâr idi ki haylule-i ebr-i târdan rehun-i muhâkk iken
izhâr-ı isrâk itdi yâ nur-ı ruy-ı resul-i muhtâr idi ki derunı gârdan zâhir u
bedudâr oldı yâ 'asâ-yı Mûsâ idi ki def -i ef i-i zalâm ve ref-i ebr-i siyâh-ı
sâm icun yedd-i beyzâ ibdâ itdi.” (Bostanzâde
Yahyâ, 2011: 518)
Bostanzâde
Yahyâ, “Gül-i Sad-Berg” adlı eserinde 85. mucize olarak yer verdiği "Hz.
Muhammed’in Parmaklarından Su Akıtması Mucizesi"ni anlatırken Mûsâ
Peygamber'in
taştan su çıkarması mucizesine telmihte bulunarak bunu suyun kaynağının taşlar
olması yönüyle alışılmış olarak nitelendirerek Hz. Muhammed'in mucizesinin daha
üstün olduğunu şöyle ifade eder:
“Hazret-i
Mûsâ hacerden icrâ-yı mâ itdiyse ma'nâ-yı mu'tâd idügi hüveydâdur. Ahcâr
menba'-ı mâdur ammâ engüştden icrâ muhayyer-i 'ukul-i uli’n-nühâdur.” (Bostanzâde
Yahyâ, 2011: 530)
17.
yüzyılda farklı tarihlerde farklı kişilerce istinsah edilen ancak yazarı
bilinmeyip çeşitli kütüphanelerde bulunan kataloglarda farklı kişilere
atfedilen ve Arapçadan tercüme olduğu bilinen “Mu'cizat-ı Enbiyâ Tercümesi”
adlı eserde peygamberlerin 92 mucizesi anlatılmıştır. Eserde her bir
peygamberin mucizesinin ardından Hz. Muhammed'in o mucizeye benzeyen ama ondan
daha üstün olan bir mucizesi zikredilmiş; en fazla mucizesi olan Hz. Muhammed'i
18 mucizeyle Mûsâ Peygamber takip etmekte olup ardından 8 mucizeyle Süleyman
Peygamber gelmektedir (Çakır, 2015: 101).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in birinci mucizesi olarak
asâsından bahsedilmiş ve bununla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler verilmiştir.
Eserde Mûsâ Peygamber'in asâsının cennette yetişen “as” ağacından olduğu ve bu
ağaca Türkçede mersin ağacı dendiği, asânın uzunluğunun Mûsâ Peygamber'in boyu
gibi on zirâc uzunluğunda olduğu ve iki yumru yerinin bulunduğu,
gece karanlığında mum gibi ışık verip etrafı aydınlattığı, adının “Altîk”
olduğu ifade edilir. Söz konusu asânın nereden geldiği konusunda ise eserde şu
bilgiler verilir:
“Anı
cennetden hazret-i Âdem caleyhi's-selâm getürüp çıkardı. Andan sonra enbiyâ
biribirinün ardınca tevârüs vechi üzre aldılar. Bacdehu Şucayb caleyhi's-selâm
kendi hıfzında iken Mûsâ caleyhi's-selâm hazretlerine virdi.” (Çakır, 2015:223)
Eserde
nakledilen bu husus ile ilgili bir başka rivayete göre ise insan suretinde bir
melek Şuayip Peygamber'e gelip asâyı emanet etmiş, sonra Şuayip Peygamber, Mûsâ
Peygamber'e bir asâ vermek isteyince kızına bir asâ getirmesini söylemiş, kızı
da o emanet edilen asâyı getirmiştir. Şuayip Peygamber kızından başka bir asâ
getirmesini istemiş ancak kızı yine aynı asâyı getirmiştir. Bu durumun üç defa
aynı şekilde tekrarlanması üzerine Şuayip Peygamber asâyı Mûsâ Peygamber'e
vermiş ancak sonra pişman olup Mûsâ Peygamber'in arkasından yetişmiş ve bu
asânın emanet olduğunu söyleyip geri almak istemiştir. Mûsâ Peygamber geri
vermek istemeyince ilk rastladıkları kişiyi bu hususta hakem seçmek konusunda
anlaşmışlar, bu sırada insan şeklinde bir melek karşılarına çıkıp hakem olmuş ve
onlardan asâyı yere bırakmalarını ve onu yerden kaldırabilen kişinin asânın
sahibi olacağını belirtmiştir. Mûsâ Peygamber'in yere bıraktığı asâyı Şuayip
Peygamber yerden kaldırmaya muktedir olamamış, Mûsâ Peygamber ise yerden
kolaylıkla alarak asâya sahip olmuştur (Çakır, 2015: 226-227).
Eserde
Mûsâ Peygamber'in asâsının bir mucize olarak ağzından alevler fışkıran büyük
bir ejderha ve deve şekline girdiği de anlatılır:
“Hazret-i
Mûsâ caleyhi's-selâm fircavn ile ibtidâ bulışdukda
Cebrail caleyhi's-selâm hazret-i Mûsâ'ya casâyı ıtlâk eyle diyüp
Mûsâ caleyhi's-selâm dahı ıtlâk idicek ol casâ bir cazîm ejdehâ oldı-ki hîç
gorilmiş degüldür ve yine bir cazîm deve şekline girdi dahı ayak üzre kalkup
hemân fircavnun kasrı dîvârları üzre müşerref olmış idi dahı fircavnun evindeki
taşları koparurdı. Andan sonra evlerine ve hazîneleri tarafına üfleyüp fi'l-hâl
âteş düşüp evleri ve hazîneleri tarafına yandı gitdi. Cümlesi dütün ve kül
oldı.” (Çakır, 2015: 223-224)
Eserin
bilinmeyen müellifi, Mûsâ Peygamber'in asâsının yalnızca ejderhaya, deveye
dönüşmesine karşılık Tanrı'nın Hz. Muhammed'e verdiği “kadîb” denilen şeyin
onun iradesince ne çeşit hayvan isterse o şekle girdiğini ve bu yönüyle Hz.
Muhammed'in mucizesinin Mûsâ Peygamber'inkinden daha üstün olduğunu ifade etmiştir
(Çakır, 2015: 227-228).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde ayrıca Tanrı'nın buyruğuyla Mûsâ Peygamber'in
asâsını yere atmasıyla ortaya çıkan ejderhanın büyüklüğü, heybeti konusunda da
bilgiler verilmiştir, bir rivayete göre Mûsâ Peygamber ile Firavun kavmi
arasında geçenler İskenderiye'de gerçekleşmiş olduğu, o ejderhanın başının
İskenderiye'de iken kuyruğunun Büceyre denilen yerin diğer tarafına erişmiş
olduğu, ejderha ağzını açtığında iki çenesinin arasının seksen zirâc kadar
açıldığı ve bu heybetle halkın üzerine saldırınca bazılarının korkudan
bazılarının da birbirlerini ezmekten yüz yirmi beş bin kadarının helâk olduğu
ifade edilmiştir. Sonrasında Firavun'un ise ejderhanın heybeti karşısında dört
yüz kez yürek ağrısı geçirdiği çaresizlik ve korku ile Mûsâ Peygamber'den sütü
ve Âsiye'nin hakkı için aman dilediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in
ejderhaya yüksek sesle bağırdığı, ejderhanın Mûsâ Peygamber'e itaat edip
tevazua başladığı, Mûsâ Peygamber'in elinin ejderhanın ağzına sokup dilini sıkıca
tutunca ejderhanın Allah'ın izniyle yine asâ hâline döndüğü anlatılmıştır
(Çakır, 2015: 224-225).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ikinci mucizesi olarak yedd-i
beyzâsına değinilmiştir ve konuyla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili ayetine (Tâ
Hâ, 300: 20/22) işaretle Mûsâ
Peygamber'in koynuna sokup çıkardığında ellerinin ilâhî bir nurla ışık saçtığı,
gece-gündüz ay ve güneş gibi ışık verdiği, bir başka rivayette de yıldırım gibi
çaktığı ifade edilmiş, Mûsâ Peygamber'in yedd-i beyzâ mucizesi ile benzer
olarak da Hz. Muhammed'in Hendek ve Huneyn gazalarında mübarek ellerinden güneş
gibi ışık saçan bir nur ortaya çıktığı ve bunu gören kâfir askerlerinin
hezimete uğradığı dile getirilmiştir (Çakır, 2015: 228-229).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dördüncü mucizesi olarak bir
taşa vurduğunda ondan çeşmeler akması mucizesi anlatılmıştır. Tîh Çölü'nde
susuz kalan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'den su bulmasını istemeleri
üzerine Mûsâ Peygamber'in Allah'a dua ettiği, kendisine asâsı ile taşa vurması
vahyedildiği, asâsıyla vurunca taştan on iki çeşme aktığı söylenmiş, bu taşla
ilgili olarak sıradan bir taş olduğu ve hafif, dört köşeli, insan başı
büyüklüğünde bir taş olduğu yönündeki farklı rivayetler olduğu dile
getirilmiştir. Yine bir başka rivayete göre taşın dört tarafı olduğu ve her
tarafında üçer gözü olduğu ifade edilmiş, bazılarının ise mermerden olduğunu
söyledikleri dile getirilmiştir. Sacd b. Cebîr'den aktarılan
rivayete göre ise Mûsâ Peygamber yıkayıp kuruması için kaftanını bu taşın
üstüne koymuş, taş ise kaftanı alıp kaçarak İsrailoğulları içine düşmüş, o
sırada Cebrail gelip Mûsâ Peygamber'e Tanrı'nın bu taşı alıp saklamasını
buyurduğunu söylemiş, Mûsâ Peygamber de onu alıp torbası içine koymuştur.
Ayrıca Mûsâ Peygamber'in bu taşa on iki defa vurduğu, her vurduğu yerden sivri
ve yumruca bir nesne çıkıp su akmaya başladığı, her birinin bir ırmak olduğu
anlatılır. Mûsâ Peygamber'in taştan su çıkarması mucizesi ile benzer olarak Hz.
Muhammed'in Tebük gazasında İslam ordusunun su ihtiyacı üzerine Hz. Zübeyr'i su
aramaya gönderdiği, Hz. Zübeyr'in bir taş getirip Hz. Muhammed'in önüne
bıraktığı, Hz. Muhammed'in ilâhî bir emirle mübarek elini taşın üzerine
koymasıyla taştan çeşmeler peyda olup İslâm askerlerinin susuzluğunu giderdiği
anlatılır (Çakır, 2015: 230-232).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in dokuzuncu mucizesi olarak
tayy-ı mekân etmesi hadisesi anlatılmıştır. Mûsâ Peygamber uzak bir yerde
seferde iken mekânına geri gelmek istediğine Allah'a dua eylemiş, bunun üzerine
yeryüzü dürülüp nice günlük uzak yerden bir saatte mekanına gelmiştir (Çakır,
2015: 241). Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Hz. Muhammed'in şu
mucizesi anlatılmıştır:
“Kezalik
bizüm peygamberimüz salla'llâhu Tecâlâ caleyhi ve sellem hazretleri Tâ'îf nâm
vilâyete varmak murâd idindükde yir yüzi dürilüp tayy-ı mekân vâkn olup bir
sâcatda ol vilâyete vâsıl oldılar. Bi-cinâyetu'llâhi Tecâlâ.” (Çakır, 2015:
241)
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on altıncı mucizesi olarak
beddua ettiği kavmin tarlalarının taşlık olması duasıyla yeniden ekinlik hâline
gelmesi hadisesine yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in kavmine secdelerinde
“hıtta” (günahlarımızın bağışlanmasını diliyoruz) demelerini emrettiği,
insafsız kavmin bu sözü değiştirerek “hınta” (buğday) dedikleri, bunu işiten
Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla buğdaylarından oldukları, tarla ve bahçelerinin
taşlık hâle geldiği, Mûsâ Peygamber'in sonradan merhamete gelerek dua edip bir
avuç toprak saçtığı vakit güzel tarla, bahçe ve ekinlerin ortaya çıktığı
anlatılmıştır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Hz. Muhammed'in de
Hayber civarındaki halktan incinince o halkın topraklarının taşlık olup ot
bitmez bir hâl aldığı, Hayber'in fethinden sonra Hz. Muhammed'in Allah'a dua
edip o vilayetin topraklarına bereket vermesini dilediği, ilâhî emirle bir avuç
toprak alıp etrafa saçtığında gayet güzel tarlalar ve bahçeler ortaya çıktığı
anlatılır (Çakır, 2015: 247-248).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on yedinci mucizesi olarak bir
kurtla konuşması hadisesine yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in kavminden uzakta
olduğu bir gün Tîh Çölü'ndeki halkının durumunu merak ettiğinde bir kurdun Mûsâ
Peygamber'e gelip onların durumlarını anlattığı dile getirilmiştir. Devamında
Hz. Muhammed'in de benzer bir mucizesine değinilmiş, Beni Esed kabilesinin iman
getirmek yalanıyla Hz. Muhammed'e gelip ashaba karışıp hile yapmak niyetinde
olduğunda bir kurdun gelip onların hilelerini haber verdiği, herkesin de bunu
işittiği anlatılmıştır (Çakır, 2015: 248).
·
3.12. Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile
Konuşması
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin kırk birinci faslında Tanrı'nın
Mûsâ Peygamber ile konuşmasının harfsiz ve sessiz olduğunu şu şekilde dile
getirir:
“Çünkü
'Allah
Mûsâ'ya hitap ederek onunla sözleşti.'
(Kur'an, Sure: 4, Ayet:
164) buyrulduğu gibi, Ulu Tanrı, Mûsâ (Tanrı'nın selamı onun üzerine olsun) ile
konuştu. Fakat harfli ve sesli olarak söz söylemedi ve damağı dili ile de
konuşmadı. Çünkü harfin görünmesi için harfe, dudağa ve damağa ihtiyaç vardır.
O Yüce ve Mutlu olan (Tanrı) ağız, dudak ve damaktan münezzehtir. Bu yüzden
nebîlerin de bu sessiz ve harfsiz âlemde Tanrı ile söyleşmeleri, işitmeleri
vardır. Öyle ki bu cüzî akılların vehimleri ona ermez, onu kavrayamazlar.”
(Mevlânâ, 2017: 177)
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'nin oğlu Sultan Veled ise “Maârif’ adlı eserinde, Tanrı ile
beraber bulunmak, onunla konuşmak isteyen kişilerin özü-sözü doğru sofîlerle
oturması gerektiğini ifade etmiş ve buna örnek olması maksadıyla Tanrı ile Mûsâ
Peygamber arasında geçen şu konuşmaya yer vermiştir:
“Tanrı,
Mûsâ'ya: 'Ben ki Tanrıyım, hastalandım. Ey Mûsâ sen benim hastalığımı sormağa
niçin gelmedin?' dedi. Mûsâ: 'Ben bu mânayı anlayamıyorum, sen nasıl hasta
olursun?' dedi. Ulu Tanrı bu tekdiri tekrarladı ve Mûsâ'nın da hayreti arttı.
Böylece işin sonunda Tanrı şöyle buyurdu: 'Senin komşuların arasındaki
kullarımdan biri hastalandı ve sen onun hâlini, hatırını sormağa gitmedin. Onun
sağlığının, benim sağlığım ve hastalığının benim hastalığım olduğunu bilmedin.
Onun hatırını sormak, benimkini sormaktır. Onun gönlünü almak, benim gönlümü
almaktır.'” (Veled, 1993: 126-127)
17.
yüzyılda yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr “Mi'râc-nâme”sinde Hz.
Muhammed'in Tanrı ile konuşması sırasında kendisini kendinden önceki
peygamberler ile karşılaştırırken Tanrı'nın Tûr Dağı'nda Mûsâ Peygamber ile
konuşmasını ve ona Kelîm'im demesini Tanrı'dan sorduğunu dile getirir ve
Tanrı'nın bu hususta Hz. Muhammed'i nasıl daha üstün tuttuğunu şöyle ifade
eder:
“ben
eyitdim yâ Rabb Mûsâ’yı Kelîm ittihâz ve Tûr Tagında söyledün Hakk tecâlâ
eyitdi eger Mûsâ’ya Tûr Tagında hicâb ardından söyledimse sana carşdan
yukaru bi-sâtt-ı kurb üzre ve nûr-ı mahz içinde söyledim bir mevzkde ki ana
melek-i mukarreb ve lâ-nebiyy-i mürsel kadem basmamışdur. [126a]”
(Alkan, 2015:180)
·
3.13. Mûsâ Peygamber'in Firavun ile
Mücadelesi
İbn
Arabî, “Füsusu'l Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in tebliğ için Firavun'un
katına gittiğinde Firavun'un Mûsâ Peygamber'e Tanrı'nın özünü sormasındaki sır
ile ilgili olarak, Firavun'un bunu Mûsâ Peygamber'i sınamak için sorduğunu dile
getirir ve Firavun'un ilimde indirilmiş olan peygamberlerin rütbesini bildiğini
iddia eder (İbn Arabî, 2014: 263).
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinin on sekizinci faslında her
ikisinin de belli olması için Ulu Tanrı'nın insanlıkla hayvanlığı bir araya
getirdiğini, eşyanın zıttı ile belli olduğunu ve zıttı olmayan bir şeyi tarif
etmenin imkânsız olduğunu dile getirirken Yüce Tanrı'nın zıttı olmadığından bu
karanlık âlemi yarattığını, nebî ve velîlerin Tanrı nurunun mazharı
olduklarını, dostun düşmandan, gözde olanın yabancı olandan bunlar vasıtasıyla
ayırt edilebildiğini ifade eder ve buna misal olarak sıraladığı örnekler
arasında Mûsâ Peygamber'in karşısına Firavun'un çıkarılmış olduğuna da değinir
(Mevlânâ, 2017: 114).
Sultan
Veled, “Maârif” adlı eserinde Tanrı için tevazu göstermenin öneminden
bahsederken Firavun'un Mûsâ Peygamber'e tevazu göstermediğini “... Eğer Tanrı
hakkı için tevazu gösterirsen makbul, kıymetli ve kuvvetli olursun. Çünkü
Firavun, Mûsâ'ya tevazu göstermiş olsaydı, Tanrı indindeki derecesi evliya ve
peygamberlerle bir olacaktı. Sahip olduğu böyle bir büyüklüğü ve varlığı Tanrı
için feda etmiş olsaydı Tanrısal hil'ât ve menzil bulurdu. (Veled, 1993: 147)”
cümleleriyle ifade ederek Firavun'un Mûsâ Peygamber'e karşı çıkışına,
düşmanlığına telmihte bulunur. Aynı eserinin bir başka yerinde ise Firavun'un
karşısına Mûsâ Peygamber'in çıkarılma gerekçesini şöyle ifade etmiştir:
“Tanrı,
Firavun'un sihirbazlarını diğer sihirbazlardan ve Sıbtîleri Kıptîlerden
ayırması için, Mûsâ'yı meydana çıkardı. Ahir zaman peygamberi olan Muhammed ile
de böyle olmuştur. Mustafa'nın (selam O'nun üzerine olsun) zuhurundan evvel
Ebucehil ve Sıddik derece itibariyle birdiler. Belki Ebucehil'in ismi Ebulhikem
(Hikmet babası) idi. Küfür ve inkâr yüzünden ismi Ebucehil oldu. Bu, âlemin
çöküp yıkılmasına kadar böylece devam eder.” (Veled, 1993: 31)
Sultan
Veled, “Maarif’ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in asâsından söz ederken, Mûsâ
Peygamber'in asâsının bütün gösterişsizliği ile beraber bir ejderha şeklini
alarak bütün dünyayı kaplamış olan Firavun ve adamlarını yutup yok ettiğini ve
böylece onlardan öcünü aldığını dile getirir (Veled, 1993: 181). Ayrıca
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'i risalet ile görevlendirdiği zaman Firavun'a gidip
onu Tanrı yoluna çağırmasını ve ona asâ mucizesi ile yedd-i beyzâyı
göstermesini istediğini de ifade eder (Veled, 1993: 185). Şu cümlede ise Firavun
ve askerlerinin akıbetine telmihte bulunmuştur:
“Zillet
suyuna Firavun ve ona mensup olanları küçük düşür ve esir et, diye emrettiğim
zaman su hepsini ejderha gibi yuttu ve batırdı.” (Veled, 1993: 180)
Tanrı'nın
yerinin mirasının peygamberlerin ve tanınmış insanların mânevî çocuklarına
kaldığını, onlardan başkaları için bu malların geçici olduğunu ifade eden
Sultan Veled, şu cümlelerde ise Firavun'un malının mülkünün Mûsâ Peygamber ve
kavmine miras kaldığını ifade etmiştir:
“...Onlardan
başkaları için bu geçici ve ariyettir. Bu miras, salâh ehli üzerine kurulan ve
payidardır. Meselâ Firavun helâk oldu ve mülkü Mûsâ'ya ve Beni İsrail'e kaldı.
Lût'un kavmi, Hud ve Semud, Seba ehli hep mahvoldular; mülkler salih kullara
kaldı. Bunun gibi Halil (Selâm O'na olsun) zamanında da Nemrud helâk olarak,
mülkü Halil'e kaldı.” (Veled, 1993: 205)
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan ve 1310 yılında tamamlanan
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in kıssasının baş kısmı eksik olup
Mûsâ Peygamber'in kıssasına ilişkin anlatılanlar Mûsâ Peygamber'in dine davet
etmek maksadıyla Firavun'un sarayına varması ile başlar. Mûsâ Peygamber'in
Firavun'un sarayına varıp kapıdaki adamlarına “yol berin Ebu'l-Velîdge kirip
aytur sözüm bar (111r/1)” dediğinde “bu sarây bizim tenrimiznin turur(111r/2)”
deyip Mûsâ Peygamber'i bir dilenci sanarak yol vermeyip vurmaya kalktıkları,
bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in elindeki asâsı ile sarayın kapısına vurunca kapının
açıldığı, sarayın büyük meydanı olduğu ve bu meydanın başında Zencî ve Habeşî
gözcüler bulunduğu ve ayrıca has bahçe başında aslan, kurt, pars, köpek gibi
hayvanlar bulunduğu, başında kimse olmadan içeri girmenin mümkün olmadığı ancak
Mûsâ Peygamber'i gören kurtların korkup kaçtıkları, Firavun'un ise korkuya
kapılıp kapıları bağlattığı, Mûsâ Peygamber'in asâsıyla gelip kapının halkasına
vurduğunda o sesin korkusundan Firavun'un sakalının ağardığı, Mûsâ Peygamber'in
eşikten girip asâsını yere saldığında ise asânın ağzından ateşler çıkan bir
yılana dönüştüğü, ağzını açıp Firavun'u bulan yılanın üst çenesinin Firavun'un
başından bir karış yukarıda, alt çenesinin de tahtının ayağının altında olduğu
anlatılır. Yine eserde anlatıldığına göre Firavun yılanın kendisini tutacağı
sırada tahtından arkaya yuvarlanıp düşer; sonra Mûsâ Peygamber elini koynuna
sokup çıkardığında eli güneş gibi parlar, herkesin gözü fersiz kalıp
kaçışırlar. Bir başka rivayete göre ise Firavun'un eşiğine Mûsâ Peygamber'in
kardeşi Hârûn Peygamber ile birlikte gittikleri ancak bir yıla kadar yol
bulamadıkları, Firavun'un yanına girmeye muktedir olduklarında ise Firavun'un
Mûsâ Peygamber'i tanımasına rağmen kim olduğunu sorduğu, Mûsâ Peygamber'in de
“ekegü Tenrinin yalavaçları-miz, sana keldük (111r/21-111v/1)” diye cevap
verdiği, Firavun'un “Ne söz keltürdiniz? (111v/1)” sorusuna Mûsâ Peygamber'in
“yarlıg ol turur Benî İsrâ'îl-ni bizin birle ıdgıl. (111v/1-2)” diye cevap
verdiği anlatılır. Bu diyaloğun devamında Firavun, Mûsâ Peygamber'e öldürdüğü
Kıbtî'yi sorar, Mûsâ Peygamber ise onu hata ile öldürdüğünü bu sebeple
kendisinden kaçtığını, Tanrı'nın kendisine peygamberlik verdiğini söyler ve
Firavun'u dine davet edip tövbe etmesini, iman getirmesini söyler. İlk önce
tanrılık iddiasını sürdüren Firavun, tövbe edip iman getirdiği takdirde
kendisine dört yüz yıl ömür verileceği, mülklerinin arttırılacağı, cennetlik
olacağı yönündeki vaatlerle imana yanaşır ancak veziri Hâmân asânın yılana
dönüşmesinin, Mûsâ Peygamber'in elinin güneş gibi parlamasının birer sihirden
ibaret olduğunu söyleyip Firavun'u iman etmekten alıkoyar. Firavun, veziri
Hâmân'ın sözlerine uyup bütün sihirbazlarını toplatır, nev-rûz gününde Mûsâ
Peygamber'in karşısına çıkarır. Bu karşılaşmanın İskenderiye'de gerçekleştiği
rivayet edilir. Sihirbazlar gelip Firavun'un adı üstüne ant içerler.
Sihirbazların Mûsâ Peygamber'e saygı göstererek önce onun atmasını söylemesi
üzerine Cebrail'in sihirbazlara “ey câdûlar Mevlî tacâlâ yarlıkar,
siz menin yalavaçımnı burun sen kemişgil tediniz menin üzzetim ve celâlim hakkı
hürmeti sizlerge îmân HiFatin keydürme küni bu künni olarga tugurmagay-men.
(112v/9-11)” diyerek onlara iman şerefine ermeyi müjdeler. Karşılaşmada Mûsâ
Peygamber'in yere attığı asâsı yılan olarak bütün sihirbazların iplerini,
sopalarını yutar. Bunun sihir değil bir mucize olduğunu anlayan sihirbazlar
artık Firavun'u tanımazlar ve “Mûsî takı Hârûn Tenrisıga îmân keltürdük.
(113r/7)” derler ve buna çok sinirlenen Firavun iman eden sihirbazların hepsini
öldürtür. Kuşluk vakti sihirbazlık yapan bu sihirbazların, gün ortasında iman
getirdikleri, akşamında da şehit olup cennete vardıkları anlatılır. Ayrıca
Firavun'un hanımı Âsiye'nin de “menin Tenrim Allâh turur (113v/5)” deyip
imanını açığa vurması üzerine, Firavun'un ona kırk gün yemek, su vermeyip türlü
işkenceler ettiği, dört demir kazığa Âsiye'yi gerdiği, Âsiye'nin şehit
olmasıyla halkın Mûsâ Peygamber'e gelip imân getirmeye başladığı dile getirilir
(Rabgûzî, 1997: 155-158).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda Tanrı
ile konuşup risalet ile görevlendirildikten sonra Mısır'a geldiği ve Nil
kenarında kardeşi Hârûn Peygamber ile buluşup Tanrı'nın kelâmını iletmek üzere
Firavun'un sarayına vardıkları ancak kapıcıların engellemeleri yüzünden Firavun'un
katına bir hayli zaman ulaşamadıkları, ulaşmaya muktedir olduklarında ise Mûsâ
Peygamber'in “ben câlemler tanrısınun resûlıvan” diye kendini takdim ettiğinde
Firavun'un onu tanıdığı ancak onu ve sözlerini inkâr ve alay ile karşıladığı,
Mûsâ Peygamber'in haklılığını göstermek için asâ ve yedd-i beyzâ mu'cizelerini
gösterdiği, Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya dönüşmesi ve kendisine kasd
eylemesiyle büyük bir korkuya kapılan ve yine yedd-i beyzasının nurunun
parlaklığından gözleri kamaşan Firavun'un Mûsâ Peygamber'den bir gün mühlet
isteyip ertesi gün iman getireceğini söylediği, ancak veziri Hâmân'ın Mûsâ
Peygamber'in mucizlerinin sihirden başka bir şey olmadığını söyleyerek kendini
iman etmekten alıkoyduğu anlatılır. Devamında ise Firavun'un ülkesindeki bütün
sihirbazları toplayıp mucizelerini boşa çıkarıp mağlup etmek üzere Mûsâ
Peygamber'in karşısına çıkardığı ancak Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderha olup
sihirbazların iplerini sopalarını yutup temizlediği, ejderhanın heybetinden
korkarak kaçışan halkın birbirini ezdiği, bu hadisenin bir sihir olamayacağını
apaçık bir mucize olduğunu anlayan sihirbazların “îmân getirdük câlemler
tanrısına kim ol Mûsâ ve Hârûn tanrısıdır” diyerek iman getirdikleri ancak
Firavun buna kızarak sihirbazların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirerek
onları şehit ettiği anlatılır (2013: 251-257).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiya”da sayfa 103b'nin 2. satırından 108b'nin sonuna
kadar Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesi ayrıntılı bir şekilde yer bulur.
Mûsâ'nın peygamberlik ile görevlendirildikten sonra Medyen'den Mısır'a gelip
kardeşi Hârûn ile karşılaşmaları, Hârûn'un Mûsâ'yı tanıyamayışı, Mûsâ'nın
kardeşi Hârûn'a asâdan bahsetmesi, ardından ayağının tozuyla Firavun'un
kapısına varıp Firavun ile görüşmek isteyince kapıcıların Mûsâ Peygamber'i
çoban sanıp bunu engellemeye çalışmaları ve güçlükle Firavun'un katına ulaşmayı
başarması anlatılır ve eserde Mûsâ Peygamber ile Firavun'un karşılaşmaları
şöyle anlatılır:
“[104b] (12)...
Çünki fircavn Mûsâ'yı görür, bir kişi cabâ geymiş gelür. Hak Tacâlâ Mûsâ'nun
(13) heybetin fircavnun gönline bırakdı, fircavnı ditremek dutdı, eytdi: Ne
kişisin ki kapudan destûr [105a] (1) virmedin girdün?' Mûsâ
eydür: Ben Tanrı'nun Habercisiyem, geldüm ki anun hükmin sana bildirem. DaHı
(2) Beni Îsrâcîl kavmından elüni çekesin. Bunları kul idinmeyesin,
âzâd idesin. Zîre bunlar peygamber (3) zâdelerdü' dedi. Haberde şöyle gelmişdür
kim: Çünki Mûsâ fircavn'un katına girdi, sordı ki: Ne kişisin?' (4) Mûsâ eytdi:
Bilmez misin ben ol Mûsâ'yın ki niçe zamân evünde beslendüm.' Çünki Mûsâ'yı
fircavn (5) bildi, eytdi: 'Bunca zamân katumda durdun, duzum etmegüm yidün, anı
unutdun mı' didi. Mûsâ eytdi: '(6)Gerçeksin' [104b] jA^ll
j^ filj 13] Ja
^2Ü
U ^Si^ <^jjiâ Senden kaçdum,
(7) korkdum. Şimdi bana peygamberlık virdi Tanrı, seni dîne da'vet itmege
geldüm didi.” (2000: 192)
Bu
satırların devamında Firavun'un, döktüğü kan için Mûsâ Peygamber'i tutup
öldürmelerini adamlarına emretmesi üzerine Mûsâ Peygamber'in elindeki asâsını
yere bıraktığı ve asânın ejderhaya dönüşüp ağzından ateşler saçarak Firavun'u
yutmak için hamle yaptığı sırada Firavun'un tahtından düştüğü, Firavun'un
adamları Mûsâ Peygamber'i yakalamaya kalkınca da Mûsâ Peygamber'in elini
koynuna sokup çıkardığı ve bunun üzerine elinin parlaklığı karşısında gözleri
kamaşan Firavun'un adamlarının Firavun'un arkasına geçtikleri, Firavun'un
ağlayıp yalvarmaya başlaması üzerine Mûsâ Peygamber'in ejderhayı tuttuğu,
ejderhanın tekrar asâya dönüştüğü anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Firavun'a
Tanrı'ya iman getirmesini, bunun karşılığından Tanrı tarafından kendisine 400
yıl ömür ömür verileceğini söylemesi üzerine Firavun'un vezirlerime danışayım,
sen yarın yine gel ve kavmimle sana iman getireyim
dediğini
ancak Firavun'un veziri Hâmân'ın Firavun'u iman yolundan döndürdüğü dile
getirilir. Ayrıca Hâmân'ın Firavun'a Mûsâ Peygamber'in asâ ve yedd-i beyzâ
mucizelerinin birer sihir olduğunu, ülkedeki sihirbazlar ile savaştırıp Mûsâ
Peygamber'i öldürebileceklerini söylediği, ertesi gün Mûsâ Peygamber'in kardeşi
Hârûn ile birlikte Firavun'un katına geldiklerinde Firavun'un iman etme
fikrinden caymış olduğunu gördükleri, Firavun'un tanrılık davası gütmeye devam
edip Mûsâ Peygamber'den mucize göstermesini istediği, bunun üzerine Mûsâ
Peygamber'in asâsını yere bıraktığında ejderhaya dönüştüğü ve elini koynuna
sokup çıkardığında elinin parlaklığından herkesin gözünün kamaştığı ancak
Hâmân'ın telkiniyle bu mucizelerin sadece birer sihir olduğunu söyleyip buna
inanmadığını dile getirdiği ve ülkesindeki usta sihirbazları toplayıp Mûsâ
Peygamber'e meydan okuduğu anlatılır. (2000: 192-195) Mûsâ Peygamber'in
Firavun'un sihirbazları ile karşılaşmasının
sonuçlarına,
İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp denizi aşmaları hadiselerine ve Firavun'un
akıbetine eserde değinilmemiştir.
Sinan
Paşa, “Tazarru'nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Firavun ile mücadelesine
şu benzetmeler üzerinden sanatlı bir üslûp ile değinmiştir:
“diller
Mısr'ında nefis Firavn'ı sultân, gönüller şehrinde hevâ Kıptîleri nigeh-bân
olup, rûh askeri, Benî-İsrâ'il-vâr ol Fircavn'e makhûr ve can
leşkeri, kavm-i Mûsâ gibi ol melcûna mecbûr olup, dil tahtıgâhı
makarr-ı şeyâtîn ve gönül bârigâhı menzil-i melâ'în, cân sahrâsını zulümât-ı
gayâvet tutmuş ve sîne fezâsına kasâvet-i cehâlet tolmış iken... ” (Sinan Paşa,
2001: 241)
Bu
satırlarında Sinan Paşa, gönlü bir ülkeye ve orayı ele geçiren nefsi ise
Firavun'a, gönlün arzu ve heveslerini Kıptîlere, ruh ordusu ve can birliklerini
ise Firavun ve Kıptîlerin baskısı altında ezilen İsrailoğulları'na benzetmiştir
(Sinan Paşa, 2001: 241).
Ali
Şîr Nevâyî de, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in
mukaddes vadiden ayrıldıktan sonra Mısır'a gittiğini, önce anası evine varıp
anası ve öz halkını dine davet ettikten ve kardeşi Hârûn'a peygamberlik
müjdesini verdikten sonra Firavun'un sarayına gidip onunla konuştuğunu, onu
Tanrı yoluna davet ettiğini, Firavun'un ise bunun üzerine Mûsâ Peygamber'den
mucize göstermesini istemesi üzerine Mûsâ Peygamber'in asâsını saldığı ve asânın
ejderhaya dönüşüp birçok kişiyi heybetiyle helâk ettiğini, Firavun'un ise
korkuyla kendinden geçtiği, Mûsâ Peygember'in tekrar eline almasıyla asâya
dönüştüğünü ve sonra yedd-i beyzâ mucizesini gösterince Firavun'un ona
sihirbazlık isnat ettiğini, Mûsâ Peygamber'e eğer sihirbazlarını yenerse
dilediğini yapabilceği ama yenemezse helâk olacağını söyleyerek bütün
sihirbazlarını toplatıp Mûsâ Peygamber'in sihirini batıl kılmalarını
istediğini, kararlaştırılan gün gelince Mûsâ Peygamber'in asâsının ejderhaya
dönüşüp sihirbazların iplerini sopalarını yutunca sihirbazların Mûsâ
Peygamber'e iman getirdiklerini, Âsiye'nin dahi Firavun'un sohbetinden,
kaygılarından usandığını dile getirir. (Nevâyî, 1993: 116-117)
16.
yüzyılda Fuzûlî, Hz. Hüseyin 'in Kerbelâ'da şehadeti olayını anlatan
“Hadîkatü's-Sü'edâ” adlı Türkçe olarak yazılmış, arada küçük manzum parçalar da
bulunan, 10 bâb ve bir hâtimeden oluşan mensur eserinin birinci bâbında büyük
peygamberlerin hayatlarında çektikleri eziyetlerden söz eder (İpekten, 2007:
54-55). Fuzûlî, söz
konusu
eserinde “Tîr-i tahammül ser-geştelerinün ve tîg-ı tevekkül küştelerinün biri
Hazret-i Kelîmu'llâhdır” diye bahsettiği Mûsâ Peygamber'in kavminin ve
Firavun'un cefası karşısında çektiği eziyetleri Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da çektiği
eziyetlere benzetir:
“...kıllet-i
acvân ü ensârla cefâ-yı âl-i Fircavna mütehammil olup ve
süfehâ-yı kavmazarına sabr kılup, şükr ıderdı. Fıl-vakıc anun şıddet-ı ahvali
ve kesret-ı ^ehvâli şebîhdür vakâyk-i Şâh-ı
Kerbelâya ki istilâ-yı acdâdan müncezir olup, terk
i
ravza-i Resûl idüp, yâr ü diyârından mahrûm kalup, deşt-i Kerbelâda mübtelâ-yı
dâm-ı mesâyib ve beste-i nevâyib oldukda tahammül pîşe kılup mütezelzil olmadı
ve cakîde-i salâhı tagayyür bulmadı.” (Fuzûlî, 1987: 70)
Fuzûlî,
bu satırların devamında konuyla ilgili olarak şu manzum parçaya yer vermiştir:
Mihnet-i Mûsâ degül mânend-i endûh-i Hüseyn Farkın itmiş anların mîzân-ı endûh
ü belâ Şem-i bezm-efrûzdur Vâdî-i Eymen âteşi
Nâr-ı
âlem-sûzdur berk-ı belâ-yı Kerbelâ (Fuzûlî, 1987: 70)
“Mûsâ’nın
çektiği eziyet, Hüseyin’in uğradığı belâ gibi olamaz; sıkıntı ve felaket
terazisi, onları birbirinden ayırmış. Eymen Vadisi’nin ateşi, meclisi
aydınlatan bir mumdur; Kerbelâ felaketinin şimşeğiyse âlemi yakan bir ateştir.”
·
3.14. Firavun'un Yaptırdığı Kule
14.
yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un yaptırdığı kuleden bahsedilir.
Âsiye'nin şehadetinden sonra halktan birçok kişinin iman getirmeye başlaması
üzerine aciz kalan Firavun'un “menin Mûsî birle işim yok, men kendü kökge
yavuklanayın Mûsî Tenrisin köreyin. (113v/13-14)” diye düşünüp veziri Hâmân'a
bir kule yaptırmasını buyurur. Hâmân'ın ateşte kerpiçleri pişirtip onunla
minare gibi upuzun bir kule yaptırdığı, o kadar ki kulenin tepesine ancak iki
günde ulaşılabildiği rivayet edilir. Firavun'un o kuleyi aşıp göğe baktığında
gökyüzünü yerden gördüğü gibi gördüğü başka da bir şey görmediği, kuleden
inince “Mûsî yalgan sözleyür ermiş kökde Tenri yok, yernin köknin Tenrisi
men-men (114r/1-2)” dediği anlatılır (Rabgûzî, 1997: 159).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un kendi kavminin Mûsâ
Peygamber'e iman getirmesinden korkarak kendi sultanlığının gücünü gösterecek
bir köşk yaptırmaya karar verdiği ve “benüm içün bir köşk yapgıl ola kim anun
üstiden gök sebeblerine irem ve Mûsâ tanrısın görem kim anı ben yalansuzvan”
diyerek bunu veziri Hâmân'a buyurduğu, Hâmân'ın işçi ve ustalar toplayıp hemen
işe koyuldukları ve inşasının yedi yıl sürdüğü, tamamlandığı zaman Tanrı'nın
Cebrâil'i gönderdiği, Cebrâil'in kanadıyla kuleye vurduğu, kulenin yıkıldığı,
kulenin yapımında çalışanların hepsinin bu enkazda öldüğü, kendi hilesinin
fayda sağlamadığını gören Firavun'un Mûsâ Peygamber ile savaşmaya kasdeylediği
anlatılır. (2013: 259-260)
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde, Firavun'un kavminin
uğradığı belalar karşısında veziri Hâmân'a yüksek bir kule yaptırmasını
buyurduğu, bu yüksek kule sayesinde gökyüzüne çıkıp Mûsâ Peygamber'in Tanrı'sı
ile vuruşmak istediği, bunun için âlim ve üstatlarını toplayıp kuleyi bina
ettirdiği, bu kulenin yüksekliğinin bazılarınca dört günlük yol bazılarınca da
bundan da fazla olduğunu söyledikleri, Firavun'un kuleye çıktığı vakit
gökyüzünün ona yerden göründüğü gibi göründüğü bunun üzerine Firavun'un
kendisini aciz/güçsüz hissettiği ve Tanrı'nın emriyle o kulenin yok olduğu
anlatılır (Nevâyî, 1993: 118).
·
3.15. Firavun ve Kavminin
Uğratıldığı Belalar
14.
yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Firavun ve kavminin iman getirmedikleri için
uğratıldığı dokuz beladan söz edilir. Firavun ve kavminin zulmüne artık
tahammül edemeyen İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e giderek “ey Mûsî
emgekimiz artuk boldı, Mevlî tacâlâdın tilegil bizge ferah bersün
(114r/3-4)” diye yakınmaları üzerine Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'na
sabretmelerini söyleyip Firavun'a giderek “îmân keltürgil Benî İsrâ'îlni mana
bergil, yok erse ducâ kılgam cazâb kelgey. (114r/5-6)” diye uyarmasına
Firavun'un aldırmadığı, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya kırk gün dua
edip yalvardığı ve Tanrı'nın Firavun ve kavmini dokuz türlü belaya gark ettiği
anlatılır. Eserde bu musibetler şöyle sıralanır:
“[114r](9)...Evvel
tayak, ekinçi beyzâ elig, üçünçi inficâr, törtünçi infilâk, beşinçi Tûfân,
altınçı çekürge, (10) yetinçi küye, sekizinçi baka, tokuzunçı kan.” (Rabgûzî,
1997: 159-160)
Firavun
ve kavminin ilk uğratıldığı belanın tufan olduğu ve yedi gün boyunca yağmur
yağıp her yerin sular altında kalması üzerine Kıptîlerin Firavun'a giderek
“Tenri ersen suwdan bizni kurtargıl.” diye yakındıkları, Firavun'un ise bu işe
Mûsâ Peygamber'in sebep olduğunu gidip ona yalvarmaları gerektiğini, bu azabın
gitmesi hâlinde iman getireceğini ve İsrailoğulları'nı ona vereceğini söylediği
anlatılır. Kıptîler gelip Mûsâ Peygamber'e yalvarırlar ve onun duasıyla bu bela
üzerlerinden giderilir ancak sözlerine sadık kalmazlar ve iman getirmezler.
Firavun ve kavminin sırasıyla çekirge, güve/bit belaları ile helâk oldukları,
her bir belanın Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın yardımıyla üzerlerinden
kalkmasına rağmen sözlerinden dönüp iman getirmedikleri anlatılır. Bu insafsız
kavme bu kez de Tanrı'nın buyruğu ile bütün sular kan olur, o sudan içen ölür
ve bu durum yedi gün boyunca devam eder. Yedi gün boyunca susuzluktan helâk
olurlar. Sonunda Firavun başkaları verdikleri sözde durmadı ben söz verip
sözümde durayım deyip Mûsâ Peygamber'in yanına vararak “sen ducâ
kılgıl bu belâ kitsün men müsülmân bolayın takı Benî İsrâ'îl'ni sana bereyin.
(115r/8-9)” diye söyler. Mûsâ Peygamber'in duasıyla kan olan sular tekrar eski
hâline döner ve Mûsâ Peygamber Firavun'a artık İsrailoğulları'nı serbest
bırakmasını söyler (Rabgûzî, 1997: 159-161).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in getirdiği nişanların,
gösterdiği mucizelerin Firavun ve kavmine kâr kılmadığı, bu yüzden bunlara
azabın lâyık olduğu ifade edildikten sonra Tanrı'nın bunları dokuz türlü azap
ile helâk kıldığı dile getirilir ve bu dokuz türlü azap eserde şöyle sıralanır:
“[397] (3)
... ol Mûsânun casâsıdur ve ol (4) nûr virdügi ve tûfân ve çekürge ve dahıl
biti ve kurbaga ve su kan olmak ve mâlları taş olmak (5) ve deniz
yarılmagı...”(2013: 261)
Eserde
Firavun ve kavminin uğratıldığı bu sıralanan dokuz türlü belanın her biri hakkında
ayrıntılı olarak durulmuş, her bela geldiğinde Kıptîlerin belaya tahammül
edemeyip Mûsâ Peygamber'e gelerek belanın def olması için dua ettiği takdirde
iman edeceklerini söyledikleri ancak sözlerine sadık kalmayıp inkârda ısrarcı
oldukları anlatılmıştır (2013: 260-267).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde, Kıptîler'in zulümlerine
maruz kalan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e gelerek yalvarıp sızlanması
üzerine Mûsâ Peygamber'in Kıptîler hakkında dua ettiği ve bunun üzerine belaların
Kıptîlerden tarafa yöneldiği dile getirilmiş, ilk olarak üç yıl süren bir
kuraklık belasına mübtela oldukları, ikinci olarak tufan belasının eriştiği
ancak bazılarının bunun yağmur bazılarının ise veba olduğunu söyledikleri ve bu
belanın yedi gün sürdüğü, çok kişinin ölümüne sebep olduğu, üçüncü gün çekirge
belasının erişerek ekinlerini yok ettiği ve yedi gün sürdüğü, dördüncü olarak
bit (kaml) belasının erişerek kulak ve gözlerine düşüp çoğunu yok ettiği,
beşinci olarak kurbağa belasının eriştiği, altıncı bela olarak Tanrı'nın
Kıptîlere Nil suyunu kan eylediği ancak İsrailoğulları için kan olmadığı,
yedinci bela olarak şiddetli rüzgâr, gök gürlemesi ve karanlık havaların
onların çoğunu helâk ettiği ve sekizinci bela olarak yabanî hayvanların
Kıbtîlere musallat olduğu anlatılır (Nevâyî, 1993: 117-118). Bu
belalardan
her birinin ortaya çıkışında Kıbtîlerin iman edip sonradan cayışları ise şöyle
anlatılır:
“Her
belâ bolganda şart kılur irdiler kim defc bolganda îmân kiltüreli.
Mûsî caleyhi's-selâm drnâ bile defc kılgaç küfrde muzırrak bolup
Benî İsrâilga zulm ^köprek kılur irdiler. ün
Mûsî caleyhi's-selâm Fircavn bile kavmidin nâ-ümîd
boldı.”
(Nevâyî, 1993: 118)
Mûsâ
Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak. Muhammed Peygamber, Benî Karîze
kavmini katledip yeryüzü maktûllerin bedenleri ile dolduğunda halk bundan
şikâyette bulunmuş, Muhammed Peygamber'in Tanrı'ya dua etmesiyle şiddetli bir
yağmur yağarak yeryüzünü temizlemiştir (Çakır, 2015: 241-242).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on birinci mucizesi olarak
tufandan bahsedilir. Firavun kavmine gelen belalardan ilki olduğu bahsedilen
tufanın sekiz gün boyunca devam ettiği, halkın güneşi göremediği, bütün
sokakların, köşe bucağın suyla dopdolu olmasıyla boğulmaktan korkan Firavun'un
kavminin Mûsâ Peygamber'e yalvarmaya başladıkları ve “Yâ Mûsâ Rabbüne ducâ
eyle. İşbu yagmurlı Tufânı bizden defc eyle sana îmân getürelüm ve Benî
İsrâîl'i sana virelüm” dedikleri, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya dua
ederek tufanı onlardan def eylediği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine
benzer olarak Muhammed Peygamber zamanında buna benzer şiddetli bir yağmur
yağdığı, Muhammed Peygamber mescitte minber üzerinde hutbeyle meşgul iken
birçok kişinin gelip boğulmaktan korktuklarını söylemeleri üzerine Muhammed
Peygamber'in dua edip sağ eliyle işaret etmesiyle hemen yağmurun kesilip
Tanrı'nın yardımıyla şehir halkının tufandan kurtulduğu dile getirilmiştir
(Çakır, 2015: 242).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on ikinci mu'cizesi olarak
çekirgeden bahsedilir. Tanrı'nın Firavun kavmine bela olarak çekirge
gönderdiği, çekirgelerin Kıptîlerin ekinlerini, ağaçlarını, meyvelerini, hatta
evlerindeki mallarını, evlerin çatı ve tahtalarına varana kadar her şeylerini
yediği, bu durumun yedi gün boyunca devam ettiği, anlatılması mümkün olmayan bu
büyük bela karşısında Firavun kavminin Mûsâ Peygamber'e gelerek eğer bu belayı
bizden def edersen sana iman getirelim diye türlü yeminler ettikleri, yedi
günün sonunda Mûsâ Peygamber'in duasıyla çekirge belasının ortadan kalktığı
ancak bu azmış kavmin yine önceki gibi yaramaz işlerine devam ettikleri
anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in
isyana düşen Mısır halkına bedduada bulunduğu, bunun üzerine Tanrı tarafından
üzerlerine çekirge musallat olarak her şeylerini yiyip bitirdiği, büyük bir
kıtlık olduğu, bu beladan kurtulmak isteyen Mısır halkının Muhammed Peygamber'e
gelip yalvarması üzerine Muhammed Peygamber'in dua ettiği, Tanrı'nın yardımıyla
çekirgelerin yok olduğu anlatılır (Çakır, 2015: 243-244).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on üçüncü mucizesi
ise “kaml” denilen hayvandır. Bu hayvanın bit yahut güve olduğu konusunda
farklı rivayetler olduğu dile getirilmiştir. Kaml denilen hayvanın Kıptîlerin
ekinlerine, meyve, çayır ve otlaklarına düşüp hepsini yiyip bitirdiği, bazı
kişilerin kaftaları içine girip bedenlerini yiyip parçaladığı, hatta yedikleri
yemeklere kadar girdiği anlatılır. Bu bela karşısında da halkın Mûsâ
Peygamber'e gelerek “Biz itdügümüz günâhlardan dönüp tevbe vü rücûc
iderüz. Lutf u ihsân eyle ducâ idüp bu belâdan bizi kurtar” diye
yalvarmaları üzerine Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya dua ettiği ve yedi gün süren bu
belanın def olduğu ancak bedbaht kavmin yine de imana gelmediği anlatılır. Mûsâ
Peygamber'in bu mucizesine benzer olarak Muhammed Peygamber'in Harrân halkına
bir hususta incinip beddua ettiği, Tanrı'nın onların üzerine "kaml"i
musallat ettiği, o aciz kavmin gelip Muahmmed Peygamber'den af dilemesi üzerine
Muhammed Peygamber'in onları affedip Tanrı'nın izniyle o belanın def olduğu
anlatılır (Çakır, 2015: 244-245).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on dördüncü mucizesi
ise kurbağadır. Tanrı'nın Firavun halkına kurbağayı musallat ettiği, kavmin
evlerinin, bucaklarının, kap kacaklarının kurbağa ile dopdolu olduğu,
kurbağalardan yemek yiyemez, ağız açamaz hâle gelip perişan oldukları, nihayet
Mûsâ Peygamber'e gelip yalvararak kendilerini bu beladan kurtarmasını istedikleri,
bu dafa sana iman getirir, sözümüzden dönemeyiz dedikleri, Mûsâ Peygamber'in
Rabb'ine dua etmesiyle yedi gün süren kurbağa belasının def olduğu ancak
inafsız kavmin yine iman etmedikleri anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine
benzer olarak Muhammed Peygamber'in de Cidde halkına incinip onlara beddua
ettiğinde Tanrı tarafından kendilerine deniz tarafından pek çok kurbağa
musallat edildiği, bu bela karşısında o halkın tövbe imana gelmeleri üzerine
Muhammed Peygamber'in dua ettiği, Tanrı'nın yardımıyla kurbağa belasının
onlardan def olduğu anlatılır (Çakır, 2015: 245-246).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in bahsedilen on beşinci mucizesi
kandır. Tanrı'nın Firavun kavmine gazap edip sularının hepsini kan eylediği,
Nil suyunun, bütün ırmak ve kuyuların sularının kan olduğu ancak İsrailoğulları
için su olarak kaldığı, Firavun kavminin ise yedi gün susuzluktan perişan olup
gidip Firavun'a yakındıkları, Firavun'un da Mûsâ Peygamber'e varıp bu belayı
def ettiği takdirde iman getireceklerini söylediği, Mûsâ Peygamber'in dua
ettiği, kan belasının da ortadan kalktığı ancak Firavun ve kavminin yine de
iman getirmedikleri dile getirilir. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesine benzer
olarak da Muhammed Peygamber'in de bir sefer sırasında uğradığı Beni Kilâb
kabilesinin kendilerine su vermemesi üzerine onlara beddua ettiği, bunun
üzerine kavmin pınar ve kuyularının bütün sularının kan olduğu, durumu gören
halkın yalvarıp tövbe ve istiğfar ettiği, Muhammed Peygamber dua edince
Allah'ın yardımıyla suların eski hâline döndüğü anlatılır (Çakır,
2015:246-247).
·
3.16. Firavun'un İman Eden Halkına
Zulmü
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Firavun'un Hızbîl ve karısını ve kendi
karısı Âsiye'yi imanlarını âşikâr etmeleri üzerine türlü işkencelerle
katlettiği anlatılır. Eserde anlatıldığına göre Hızbîl Firavun kavminden bir
marangoz olup Mûsâ Peygamber doğduğunda annesi onu denize bırakacağı vakit onun
için tabutu/sandığı yapan kimsedir. Bir başka rivayete göre ise Hızbîl,
Firavun'un yüz yıl hazinedarlığını yapmıştır. Hızbîl'in yıllarca imanını gizli
tuttuğu ancak Mûsâ Peygamber'in sihirbazlar karşısında gâlip geldiği gün
imanını âşikâr ettiği bunun üzerine Firavun'un onu tutup sihirbazlar ile
birlikte tepelediği anlatılır. Eserde Firavun'un kızının tarakçısı olan
Hızbîl'ın karısının da sâliha bir kimse olduğu, bir gün Firavun'un kızının
saçlarını taramakta iken elindeki tarağın yere düştüğü, tarağı yerden alır
“bi-smi'l-lâh” dediğini işiten Firavun'un kızının durumu babasına bildirdiği,
Firavun'un da bu kadını çocukları ile birlikte fırına attırdığı, o sırada
kadının bebeğinin konuşarak annesine sabretmesini, hak üzere olduğunu söylediği
anlatılır. Firavun'un karısı Âsiye ile ilgili olarak da İsrailoğulları'ndan
olduğu, Tanrı'ya gizlice ibadet eden sâliha bir kadın olduğu ifade edilir.
Firavun tarafından Hızbîl'in karısının nasıl azap çektiğini ve öldürüldüğünü
gören Âsiye'nin Firavun'a “yâ Fircavn vay sana kim tanrıya yavlak
alplık kıldun” diyerek çıkıştığı ve imanını âşikâr ettiği, bunun üzerine Firavun'un
emriyle çarmıha gerildiği, işkence edildiği ve nihayetinde şehâdete erdiği
anlatılır (2013: 257-259).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Firavun'un kızının berberi
olan salihâ bir kadının ve Firavun'un hanımı Âsiye'nin Allah'a iman etmesi
yüzünden işkence ile katledilmesi hadiselerine de yer verilmiştir. Nevâyî, söz
konusu eserinde, Firavun'un kızının berberi olan kadının bir gün Firavun'un
kızının saçlarını tararken elinden tarağı düşürünce onu yerden alırken
“bi'smillâh” dediğini duyan Firavun'un kızının bu durumu babasına söylediğini
ifade eder Firavun'un o kadına yaptığı işkenceleri şu şekilde anlatır:
“...
atası ol za^îfeni timür kazuglar bile çârmıh kılıp otluk kızık taşnı baş u
yüzige koydurdu. Ol mazlûme yanmadı. üç aylık tıflın kızık tennûrga
saldı...”(Nevâyî, 1993: 131)
Bu
satırların devamında üç aylık çocuğun kızgın fırına atılacağı sırada bir mucize
olarak konuşup fasih bir dille annesine sabretmesini söylediği, bu olay üzerine
Kıptîlerden imana gelenler olduğu, yine bu olay üzerine Firavun'un hanımı
Âsiye'nin de Firavun'a sert sözler söyleyerek kendisinin de Allah'a iman
edenlerden olduğunu söylediği, bu duruma çok kızan Firavun'un Âsiye'yi de aynı
şekilde işkence ile katlettiği, Âsiye'nin azap çekmekte iken Mûsâ Peygamber'in
duası üzerine işkencenin acısından kurtulup ölümsüz cennete ulaştığı anlatılır
ve Mûsâ Peygamber'in mucizelerinin bütün peygamberlerin mucizelerinden daha çok
olduğu dile getirilir (Nevâyî, 1993: 131-132).
·
3.17. İsrailoğulları'nın Mısır'dan
Çıkışları / Denizin Yarılması Hadisesi
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
Firavun'un kavminin uğradığı büyük belalar karşısında aciz kalıp nihayet
İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkıp ata topraklarına dönmelerine razı olduğu
ancak mallarını vermeyeceğini söylemesi üzerine Mûsâ Peygamber kavminin önde
gelenlerini toplayıp onlara şöyle buyurur:
“[115r]...(12)
Benî İsrâ'îl (13) erenleri tişileri, kıbtîler ewine kirsünler, aytsunlar: yarın
bizin üdimiz bar mâlımıznı bizge (14) berin kim tutum kulakdagı koldagı
nerselerni bizge emânet berin, yarın cîdimiz kılıp yana (15)
keltürüp berelin tediler.” (Rabgûzî, 1997: 161)
Tanrı'nın
Kıbtî kadınların gönlüne yumuşaklık verdiği bu sayede ellerindeki altın, gümüş
yüzük, bilezik vs. zinet eşyalarını İsrailoğulları'nın kadınlarına verdikleri
anlatılır. İsrailoğulları'nın kendilerine buyrulduğu üzere gece çıktıklarında
birbirlerini tanımak için kapılarına kan sıvadıkları ve gece yarısı evlerinden
çıktıkları, Tanrı'nın Kıptîlere uyku verdiği bu sebeple hiçbirinin uyanmadığı,
o sırada Yûsuf Peygamber'in “benim kemiklerimi çıkarıp Kemân'a götürün” diye
ettiği vasiyetin Mûsâ Peygamber'in gönlüne düştüğü, Mûsâ Peygamber'in “kimerse
Yûsuf yalavaç sünükin kaydalıkın bilgen bar mu?” sorusuna bir kurdun ben
bilirim ancak bir hâcetim var onu revâ kılmadıkça söylemem dediği, hâcetinin
ise cennette Mûsâ Peygamber ile birlikte olmak olduğunu söylediği, Mûsâ
Peygamber'in bunu kabul ettiği ve Yûsuf Peygamber'in kemiklerini alıp
çıktıkları, Mısır'dan çıkarken İsrailoğulları'nın on boyunun her birinin yirmi
bin kişi olduğu, sabah gün doğarken uyanan Kıptîlerin Firavun'a haber
verdikleri, Firavun'un askerlerini toplatıp İsrailoğulların'nın peşlerine
düştükleri, İsrailoğulları'nın ağır yükleri, yaya kadın ve çocukları yüzünden
hızlarının yavaş olduğu, üç gün yol yürüdükleri, üç yüz bin asker ile
Firavun'un arkalarından yetiştiği, İsrailoğulları'nın ilerisi deniz, arkamızda
düşman var diyerek korkuya kapıldığında Mûsâ Peygamber'in “Tanrı bizimledir, korkmayın.”
diye teselli verdiği ve Tanrı'nın buyruğu ile asâsını denize vurduğu ve denizin
yarıldığı, Tanrı'nın gönderdiği rüzgâr ve gün ışığı ile denizin dibinin kupkuru
olduğu, o denizin Nil deryası olduğu anlatılır. Devamında İsrailoğulları'nın
“ey Mûsî bu on eki yolnın tegme birine bir sıbtî oglı kızı birle kirip helâk
bolsa yana biri körmegey” diye telaşa kapıldığında Tanrı'nın o dağ gibi sulara
geçitler yarattığı, böylece bütün boyların birbirlerini görerek gönül rahatığı
ile karşıya geçtikleri, o anda Firavun'un askerleriyle yetiştiği, Firavun'un
denizin yarıdığını gördüğünde bunun Mûsâ Peygamber'in bir mucizesi olduğunu
bildiği ancak askerlerine belli etmeyip onlara “menin tenrilıkımnı bildiniz mü
suw man yol berdi” dediği, o sırada Tanrı'nın Cebrâil'i insan suretinde
gönderdiği, Cebrâil'in at üstünde Firavun'un önü sıra suya girdiği, ardından
Firavun ve askerlerinin suya girdikleri, hepsinin suya girdikleri sırada suya
emredilmesiyle akmaya başladığı ve Firavun ile askerlerinin denize gark olduğu,
selâmetle sudan çıkan İsrailoğulları'nı Mûsâ Peygamber'in yüksekçe bir yere
toplayıp orada Tanrı'ya şükrettikleri, Firavun'un öleceği sırada imân getirdim
dediği ancak Cebrâil'in “imdi mü îmân keltürür-sen, mundın durun mevlîga yazdın
tenri-men tedin, yazuksız Benî İsrâ'îl oglanlarun öltürdün” diyerek ağzına bır
avuç balçık tıktığı anlatılır. Esere aktarılan bir rivayete göre Firavun bir
gün Nil kıyısında avlanırken Cebrâil insan sûretinde yanına gelerek “menin
kulum bar sözümni almas, men buyurgan işni kılmas anın hükmi neteg bolur?” diye
sorduğunda Firavun'un “andag kulnı suwga baturmak kerek” diye cevap
verdiği, bu hükme Cebrâil'in ferman istediği, o fermnın Cebrâil'de olduğu,
denizin dibine gark olduğunda Firavun'un o fermanı gördüğü, Tanrı'ya asiliği
sebebiyle kendinin de hükmettiği şekilde helâk kılındığı anlatılır (Rabgûzî,
1997: 161-163).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nı
Mısır'dan alıp gitmesi ve denizin yarılması hadisesi ile ilgili olarak
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'i düşmanı üzere galip eylemek dilediği ve Mûsâ
Peygamber'e İsrailoğulları'nın her dört ev halkının bir eve toplanarak bir kuzu
boğazlamalarını ve boğazladıkları kuzunun kanını kapılarına sürmelerini,
Tanrı'nın düşmanları üzerine azap vereceğini ancak azap meleklerinin kan
bulaşmış ev kapısından içeri girmeyeceğini vahyettiği dile getirilir. Tanrı'nın
dilemesiyle Firavun kavminin kız-erkek bütün bekâr olanlarının hepsinin bir
saat/gece içinde veba hastalığından öldükleri ancak İsrailoğulları'nın salim
kaldıkları, Kıptî halkın ölenlerinin defin işleri ile uğraşmakta olduğu sırada
İsrailoğulları'nın hamursuz ekmekten ibaret olan azıklarını yanlarına alarak
denizden yana yöneldikleri, İsrailoğulları'nın sayısının 620 bin kişi olduğu,
Kıptîlerin defin işleri bittikten sonra İsrailoğulları'nın yokluğunu fark
ettikleri, bu olanlardan İsrailoğulları'nı sorumlu tuttukları ve mallarımızı da
alıp gittiler diye düşündükleri, Firavun'un 1 milyon 500 yüz bin kişilik
ordusunu toplayıp İsrailoğulları'nın peşine düştüğü anlatılır.
İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkarken Yûsuf Peygamber'in Nil Nehri içindeki
kabrini bulup, Mûsâ Peygamber'in duasıyla nehrin suları açılınca Yûsuf
Peygamber'in naaşının bulunduğu mermer sandığı çıkardıkları ve Şam'a
vardıklarında oraya defnettikleri bilgisine de yer verilir. Devamında Mûsâ
Peygamber'in askerleriyle denize vardığında rüzgâr esmekte ve dağ gibi
dalgaların yükselmekte olduğu ve Firavun ve askerlerinin ise arkadan yetiştiği
sırada Tanrı'nın, Mûsâ Peygamber'e asâsı ile denize vurmasını vahyettiği, Mûsâ
Peygamber'in vahyin gereğini yaptığında denizin yarıldığı ve denizin içinde on
iki yol açıldığı, on iki kabile olan İsrailoğulları'nın bu on iki yoldan
selametle karşıya geçtikleri, bu sırada Firavun ve askerlerinin açılan
yollardan denize girmeye başladığı, askerlerinin hepsinin denize girdiği sırada
denizin eski hâline döndüğü ve Firavun ile askerlerinin denize gark olduğu
anlatılır. Firavun'un şehirlerinin uluları ile savaşçılarının Firavun ile helâk
olduğu Mısır'da ise geriye kadın, çocuk, hasta ve sakatlarının kaldığı, Mûsâ
Peygamber'in Mısır'a gönderdiği askerlerin geride kalan mal - mülk ve
hazineleri ganimet olarak yüklenip geldiklerine de değinilir (2013: 267-271).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın
İsrailoğulları'na Mısır'dan çıkıp Nil kıyısında durmalarını buyurması üzerine
Mûsâ Peygamber'in kavmini Nil kıyısında yerleştirdiğini ifade eder. Mûsâ
Peygamber'in Nil Nehri içinde kalan tabutunun oradan çıkarılması hadisesi ise
eserde şu şekilde anlatılmıştır:
“Mûsî
caleyhi'sselâmnın tâbûtın anın vasiyyeti mûcibi bile alıp çıktılar
ve ol makbere Nîl rûdı içinde kalıp irdi. Mûsî caleyhi'sselâm âmâsı bile su
anın üstidin kitti tâ yirni kazıp. Tâbûtnı kim baczı taşdın baczı şîşedin
dipdürler.” (Nevâyî, 1993:118-119)
Bu
satırların devamına İsrailoğulları'nın Mısır'dan ayrıldığını haber olan
Firavun'un ne kadar askeri varsa toplayıp Mûsâ Peygamber'in karşısına çıktığı
vakit Mûsâ Peygamber'in çok korktuğu, bu sırada Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e
asâsını vurması buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in asâsını vurası üzerine Nil
Nehri'nde on iki yerde suyun ayrılıp on iki kol olduğu, Tanrı'nın buyruğuyla
denizin dibinin kuru olmasıyla Yâkup Peygamber'in on iki oğlundan torunları
olan bu on iki kabilenin her birinin bir koldan salimen karşı kıyıya geçtikleri
dile getirilir. Firavun'un Nil kıyısına yetişip de bu durumu görünce uzuvlarına
bir titreme geldiği, suya girmekte tereddüt ettiği ancak veziri Hâmân'ın
kışkırtmasıyla atını ileri sürdüğü ve ardından bütün askerlerin suya girdiği,
bu sırada suların tekrar yükselip eski hâlini almasıyla Firavun ve askerlerinin
hepsinin suya gark olup hiç birinden eser kalmadığı, bu olayın aşure gününde
meydana geldiği, bir nice zaman o denizin yüzünde ve iki kıyısında Kıptîlerin
leşlerinin göründüğü ve üzerindeki elbiselerde de pek çok süs ve ziynet eşyası
bulunduğu, saadet ehli kimselerin Mûsâ Peygamber'in irşâdına uyup bunlara
dokunmadığı ancak alçak kimselerin bunları topladıkları anlatılır. Sonrasında
Mûsâ Peygamber'in Yuşâ b. Nûn'a çok asker verip Mısır'a gönderdiği ve Mısır'ın
fethedilip Kıptîlerin mallarının, ekinlerinin zabtedildiği, Kıptîlerden bir
kişinin veliaht tayin edildiği, Yuşâ b. Nûn'un askerlerle birlikte tekrar dönüp
Mûsâ Peygamber'e katıldıkları ve Tanrı'nın buyruğu ile muharrem ayının on
ikisinde İsrailoğulları'nın Nil kıyısından göçüp yola düştükleri anlatılır
(Nevâyî, 1993: 118-120).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in üçüncü mucizesi olarak denizin
yarılması hadisesine değinilmiştir. Söz konusu hadise eserde şöyle ifade
edilmiştir:
“Tafsîli
oldur ki hazret-i Hudây Te'âlâ Mûsâ caleyhi's-selâm hazretlerine
vahy gönderdi-ki casâ ile bahrı ura. Pes ol bahr niçe yirden şakk olup on iki
yirden tag gibi su pâreleri havâya kalkup pes ol sunun bir cânibinden bir
cânibine on iki yol zâhir oldı. Pes Hak Tecâlâ yil ile güneş gönderdi. Ol
yollarun balçıgını fi'l-hâl kurutdılar ve Benî İsrâ'îl ki on iki sıbt yamî on
iki fırka idiler her bir fırka bir yola girüp geçer iken her iki yol mâbeyninde
kalan tag gibi yüksek sular ortalarında mânk vü hicâb-ı cazîm olup her fırka
sâ'ir fırkaları helâk oldı diyü korkdılar. Hemân Hudây Te'âlâ ol mânk olan tag
gibi sulara emr eyledi-ki müşebbek olalar. Pes ol sulardan yir yir kemer gibi
delükler açılıp ol on iki fırka biri birlerini görüp kelâmlarını işidürlerdi.
Pes bu hâl üzre selâmetle huzur-ı kalble öte cânibe geçdiler.” (Çakır, 2015:
229)
Mûsâ
Peygamber'in asâsıyla denize vurmasıyla denizin yarılması mucizesine benzer
olarak Muhammed Peygamber'in de bir gazaya giderken kâfirlerden bir bölüğün
gaza yollarını kesmeye çalıştığı, yollarına bir deniz çıkınca Muhammed
Peygamber'in işaret etmesiyle denizin yarılıp dağ gibi suların havaya kalktığı,
denizin ortasında açılan yerden İslâm askerlerinin hepsinin diğer tarafa
geçtikleri, buna şahit olan kâfilerin ise imana geldikleri anlatılır (Çakır,
2015: 229-230).
·
3.18. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı
Görmeyi Dilemesi ve Tecellî Hadisesi
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde tecellî hadisesi ile ilgili
olarak Ulu Tanrı'nın dağa perdeyle tecellî ettiğinde dağın güllerle dolduğunu,
yemyeşil olup süslendiğini, perdesiz olarak tecellî ettiğindeyse dağın
paramparça olduğunu, bunun için Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Ey Musa! Ben seni
Mümtaz kıldım, Sana verdiğimi al ve mazhar olduğun nimete şükredenlerden ol. (A'raf,
7/144)” diye buyurduğunu ifade eder (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2017: 75).
Sultan
Veled, “Maârif’ adlı eserinde semâ'nın enbiyadan miras kalmış bir hâl olduğunu,
o hâlde insanın kendi varlığından geçerek elini, ayağını ve aklını kaybedip
tamamıyla mahvolduğunu ve bunun nübüvvete tekabül ettiğini ifade eder ve bu
hususa delil olarak A'râf Sûresi'nin 143. ayetinde de bahsolunan Tanrı'nın dağa
tecellîsi karşısında dağın parça parça olması, Mûsâ Peygamber'in de baygın
düşmesi hadisesine değinir (Veled, 1993: 379).
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde “Mûsî
Yalavaç Dîdâr Tilegen Kıssası” başlığı altında Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı
görmeyi dilemesi hadisesine ve Mûsâ Peygamber'e dîdârın görünmeme sebeplerine
oldukça ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Bu hususta ilk olarak
İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e, 'Sen Tanrı ile konuşuyorsun bizde seninle
gelip Tanrı kelâmını işitmek istiyoruz.' dediklerinde Mûsâ Peygamber'in dua
ettiği, kavmin önde gelenlerinin Mûsâ Peygamber ile birlikte gelip Tanrı'nın
kelâmını işitebileceğinin buyrulması üzerine yetmiş kişinin Mûsâ Peygamber ile
birlikte Tûr Dağı'na vardıkları, Mûsâ Peygamber'in yerine kavminin başında
Hârûn Peygamber'i halife bıraktığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda otuz gün
oruç tuttuğu ve Tanrı'nın buyruğuna uyarak bunu kırka tamamladığı, zilhicce
ayının dokuzuncu günü Mûsâ Peygamber'in kendisiyle birlikte gelip Tûr Dağı'nın
dibinde toplanan yetmiş kişiye “siz munda turun, men tagga aşayın siz siz
sonumça kelin kelâm işitin” diyerek Tûr Dağı'na yöneldiği, Tanrı'nın kelâmını
işiten yetmiş kişinin bununla kanaat etmeyip “ey Mûsî köni tutmas-miz Tenrini
âşkâra körmegünçe” dediklerinde bir ateşin gelip onları yakıp helâk
kıldığı, sonra Tanrı'nın onları tekrar dirilttiği, artık inanıp iman getiren bu
yetmiş kişinin İsrailoğulları arasında kimisinin melik, kimisinin halife, âlim
yahut peygamber oldukları, Tevrat'ı yüzünden okuyabildikleri ifade edilir ve
Mûsâ Peygamber ile birlikte dönüp evlerine geldikleri anlatılır. Eserde Mûsâ
Peygamber'in dîdâr dilemesinin bu zamanda olduğu, İsrailoğulları'nın “ey Mûsî
bizge kerâmetler vacde kılmış erdin, imdige tegi bulmadımız, yana
bargıl ducâ kılgıl bolgay kim Mevlî tacâlâ icâbet kılgay”
dediklerinde Mûsâ Peygamber'in onların başında Hârûn Peygamber'i bırakarak
kendisinin Tûr Dağı'na vardığı, orada Tanrı'nın kelâmını işittiğinde “kelâm
tatıgı mundag bolsa dîdâr nicmeti artukrak bolgay” diye düşünerek
Tanrı'ya “İlâhi seni körüp ölsem, bu tilekim bergil” diye duâ edip dîdâr
dilediğinde “len terânî” hitabıyla karşılaştığı, zayıf olduğu için
göremeyeceğinin, dağa baktığında dağ sabit kalırsa Tanrı dîdârını
görebileceğinin buyrulduğu anlatılır. İlâhî buyruk üzerine Mûsâ Peygamber'in
iki dağ arasıdaki taşın üzerine oturduğunda yine Tanrı buyruğu ile sırasıyla
birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı kat meleklerinin türlü
suretlerde inerek Tanrı'ya tesbih ve tehlîl söyledikleri, her bir gökteki
meleklerin inişinde rüzgâr, yıldırım, yangın gibi türlü hâllerin görüldüğü ve
Mûsâ Peygamber'in korkuya kapıldığı, Tanrı'nın tecellî nurunu dağa salarak Mûsâ
Peygamber'e oraya bakmasını buyurduğu, dağın parça parça olduğu, Mûsâ
Peygamber'in de kendinden geçtiği ve üç günden sonra kendine gelerek
"İdiyâ bu tilekdin tevbe kıldım, sana kirtüngenler evveli men-men.” dediği
ve Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “sana berilgen kitâbnı algıl mana şükr kılgıl.”
dediği anlatılır. Devamında ise “14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı
eserde de bahsi geçen Mûsâ Peygamber'in İblis olan olan diyaloğuna ve Mûsâ
Peygamber'in on iki sebepten dolayı Tanrı'nın dîdârını görememiş olmasına
değinilerek bu sebepler sıralanmıştır. Ayrıca Mûsâ Peygamber'in len terânî
hitabını işitip Tûr Dağı'ndan indikten sonra tecellî nurunun Mûsâ Peygamber'de
zâhir olduğu, kimin gözü Mûsâ Peygamber'e düşse gözünün görmez olduğu, bu
sebepten Mûsâ Peygamber'in yüzünü bir örtü ile örttüğüne değinilmiştir (Rabgûzî,
1997: 168-174).
“Kısas-ı
Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'nda tecellî hadisesine de
değinilmiştir. Eserde Mısır'dan çıkıp denizi de sâlimen aşarak Firavun ve
halkının zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e “vacde kıldugun
kitâbı bize getüri vir” diye söyledikleri ve Mûsâ Peygamber'in bunu Tanrı'dan
dilediği, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğuna uyup otuz gün oruç tuttuğu ve
temizlenip Tûr Dağı'na vardığı ancak bu süreye on gün daha ilave edildiği ve
orucunu kırk güne tamamlayıp Tûr Dağı'na vardığında Tanrı ile konuştuğu, Mûsâ
Peygamber'in “rabbi erinî” diyerek Tanrı'yı görmek istediği ancak Tanrı'nın
“len terânî” yani beni görmeyesin dediği, sonra Tanrı'nın daha tecellî ettiği
ve dağın yarılıp kum olup aktığı, bunu gören Mûsâ Peygamber'in düştüğü ve
aklının gittiği, Rabgûzî'nin de eserinde bahsettiği gibi Tanrı'nın buyruğuyla
gök meleklerinin türlü suretlerde indikleri ve türlü hadiselerin gerçekleştiği,
korkuya kapılan Mûsâ Peygamber'in kendine geldikten sonra Tanrı'ya tesbih
kıldığı ve tevbe ettiği anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 271-274).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi
dilediği vakit Tanrı'nın nurunu dağa havale ettiği, Mûsâ Peygamber'in dağa
baktığı, Tanrı'nın “Eger hâkîkat sen benüm dîzârumı severmişsen taga
bakmayaydun” diyerek Mûsâ Peygamber'e dîdârını göstermediği buna karşılık Mirac
gecesinde Muhammed Peygamber'e cennetin nimetleri, makamları, köşkleri arz
edildiğinde, 'Ben Tanrı'ma muhtacım ve iştiyakım O'nadır, bunlara müştak
değilim.', dediği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın tecellîsi ile pare
pare olmuş dağı görünce düşüp aklının gittiği söylenir ve bazı âlimlerin Mûsâ
Peygamber'in aklının gitmesi hususundaki rivayetleri şu şekilde aktarılır:
“[110b] (6)
... Mûsâ'nın caklı gitidügine sebep (7) bu idi. Tanrı'yıla münâcât
itdigine gönli ulaldı, eytdi. 'Tanrı'nun benüm gibi ne kulı ola, Hak Tacâlâ
dilemedi (8) kim Mûsâ kendüzin göre. Zîrâ Hak Tacâlâ tekebbürleri sevmez.' Pes
Hak Tacâlâ carş nûrıyla (9) Mûsâ nûrın birikdirdi, taga bırakdı. Çün Mûsâ taga
nazar itdi, gördi ki kendü (10) gibi bin bin Mûsâ her bir taş dibinde turur.
cAsâsı elinde çagrışup eydürler: 'Rabbi (11) erini' dirler. Çün Mûsâ anları
gördi utandı, eytdi: 'İy bâri Hüdâ yâ her bir taş dibinde (12) bin bin benüm
bigi Mûsân varımış, imdi tevbe itdüm' didi, secdeye düşüp agladı. (13) Hak
Tacâlâ hitâb kılup eytdi ki: 'Yâ Mûsâ başunı götür ki benüm senden artuk Mûsâm
yokdur. Ol gördügün [111a] (1)
dükeli senün nûrındandur. Anı sana gösterdigim oldur kim câlem halkı bileler ki
kul ben dimek eyü (2) degüldür. Kula miskinlik gerek, maksûduna erişe.”
Bu
satırların devamında bir nice âlimin de Mûsâ Peygamber'in aklı gidip secdeye
gittiği vakit içinden 'Benim gibi Tanrı dîdârına müştak kimse yoktur.' diye
geçirdiği, bunun üzerine Tanrı'nın 'Bana müştak çoktur.' diyerek kudret
âvâzıyla “yâ ümmet-i Muhammed” dediğinde her ne kadar erkekten, kadından
dünyaya gelecek kimse varsa hepsinin birden “lebbeyk” deyişlerini ve Tanrı'nın
dîdârını görmeyi dileyen bu insanların âvâzını Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in
kulağına değdirdiği, bu âvâzı işiten Mûsâ Peygamber'in secdeye düşerek “İlâhi
ben sandum ki sana müştâk benven, ilâhi tevbe itdüm” dediği ifade edilir. Bir
nicesinin de, eğer Tanrı Mûsâ Peygamber'e dünyada dîdâr göstermiş olsaydı
kıyamet gününde kâfirler onlar dünyada iken dîdâr görüp iman ettiler, biz de
görsek biz de iman ederdik derlerdi; hem kâfirlere hem mü'minlere gösterse yine
revâ olmazdı; kâfirler görüp mü'minler görmeseler kişinin dostunu koyup düşmanını
sevindirmesi dostunun mahrum bırakması olmazdı, bu sebepten Tanrı Mûsâ
Peygamber'e dîdârını göstermedi diye rivayette bulunduğu aktarılır (Cemiloğlu,
2000: 196-197).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile münacatı
sırasında İblis'in Mûsâ Peygamber'e yaklaşıp kiminle konuştuğunu sorduğu, Mûsâ
Peygamber'in Tanrı ile söyleştiğini söylemesi üzerine İblis'in “Ne bildün ki
söyleyen Tanrı'dur, çün göremezsin , ola ki ayruk kişi ola.” demesi üzerine
Mûsâ Peygamber'in Tanrı'dan didârını göstermesini dilediği ancak Tanrı'nın “len
terânî” yani “göremezsin” diyerek şeytan vesvesesiyle bunu dilediğini için Mûsâ
Peygamber'e dîdârını göstermediği anlatılır. Devamında da on iki sebepten
dolayı Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın dîdârını göremediği söylenip şu on madde
sıralanmıştır: 1. Dîdârın bütün nimetlerin ulusu olduğu, Mûsâ Peygamber'in
dîdârı vakitsiz dilemiş olması. 2. Fânî olan Mûsâ Peygamber'in gözünün bâkî
olan dîdârı görmesinin mümkün olmaması. 3. Dîdâr dileyen Mûsâ Peygamber'in önce
İblis'e bakması. Düşman yüzüne bakan bir gözün dost yüzünü görmesinin mümkün
olmaması. 4. Mûsâ Peygamber'in dîdârı Habîbsiz dilemesi (Ya'ni Hak Ta'âlâ
didigi olur ki yâ Mûsâ Muhammed Mustafâ benüm habîbümdür. Ben dîzârumı andan
dirîg itmezem. Sabr it ki Habîbüm ümmetiyle göresin. Sen ne dilersen dahı
anlarınla göresin.). 5. Bir kişi bir nesneyi zahmetsiz, bedava bulursa kıymeti
olmaz. (Ya'ni Hak Ta'âlâ didigi olur ki yâ Mûsâ kandayıdun? Eytdi: “Şucayb
katındayıdum.” Dükeli nesneyi bilür ammâ sorar. eytdi: “Neylerdün?” Eytdi:
“İlâhî koyun güderdim.” Eytdi: “Kaç yıl koyun gütdün?” eytdi: “On yıl
koyun gütdüm.” Eytdi: “Yâ Mûsâ sana ne virdi?” Eytdi: “İlâhî bir kızın virdi.”
Eytdi: “Yâ Mûsâ sen nefsün dilegiyiçün on yıl koyun gütdün, şimdi bir sâ'atda geldün
benden dîzâr mı dilersin? Görmeyesin yâ Mûsâ” didi.) 6. Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e münacat içinde Hz. Muhammed'in sıfatlarını söylemesi üzerine Mûsâ
Peygamber'in Muhammed Peygamber'e âşık olup onu görmek istemesi üzerine
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Muhammed Peygamber'in dîdârını Mûsâ Peygamber'e
göstermeyi vaat etmiş olduğu ve bunun üzerine Tanrı'nın “Habîbüm dîzârın
unutdun mı göster bana didinidi. Bir kişi ki Hâlık dîzârın göre, ol mahlûk
dîzârı hor olur. İmdi hâşâ kim ben habîbüm dîzârın hor idem. Evvel habîbüm
dîzârın göresin beni görmekile anı görmeyesin, anı görmekile beni göresin.”
demesi. 7. Bu dünyanın fânî olması sebebiyle Mûsâ Peygamber'in de sabredip bâkî
dünyada bâkî dîdâr görebilecek olması. 8. Tanrı'nın peygamberlerin gayret
sahibi olduğunu, eğer Mûsâ Peygamber'e dîdâr gösterecek olsa geri kalan diğer
peygamberlerin bize niçin göstermedi diye kederleneceklerini, onun için
hepsinin dirileceği zamanı sabırla beklemesini ancak o zaman görebileceğini
söylemesi. 9. Cömert bir kişi konuk ağırlayacağı vakit bütün dostlar hazır
olmadan yemeği ileri götürülmez. 10. Eğer Mûsâ Peygamber dîdâr dilediği vakit
Tanrı ona gösterseydi onun sözüyle göstermiş olurdu.
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in kavmi
ile birlikte Nil kıyısından ayrıldıktan sonra, İsrailoğulları'nın Mûsâ
Peygamber'den kendileri için Tanrı'dan şeriat dilemesini istedikleri, Mûsâ
Peygamber'in de bu hususta dua ettiği, Tanrı'nın da Mûsâ Peygamber'e hitaben
Tûr Dağı'nda otuz gün oruç tutarak orada dilemesini buyurduğu ifade edilir.
Bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in kavminin hilafetini kardeşi Hârun Peygamber'e
bırakarak kavminin önde gelenlerinden yetmiş kişiyi yanına alıp belirtilen
zamanda Tûr Dağı'na vardığı, orada otuz gün oruç tuttuğu, Cebrâil'in getirdiği
haber üzerine on gün daha orada kaldığı, Mûsâ Peygamber'in Tûr'da kaldığı kırk
gün boyunca yanında götürdüğü yetmiş kişi ile arasında bir bulut peyda olduğu,
Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile dilsiz konuştuğu, kendisine üzerinde şeriat
hükümlerinin yazılı olduğu on levha verildiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in
Tanrı'yı görmek istemesi hadisesi ise eserde şu şekilde anlatılır:
“Ve
Mûsî caleyhi's-selâm rü'yet istidcâsı kılıp müyesser
bolmadı. Çün refikleri kasıga kildi ol kavmleri Hak tacâlâ kelâmını işitürni
istidcâ kıldılar, barçanı gazab-ı ilâhî helâk kıldı yana Mûsî caleyhi's-selâm
kayıtıp kavmga mülhak boldı.” (Nevâyî, 1993: 120)
·
3.19. Mûsâ Peygamber'e Levhalar
(Tevrat)ın Verilmesi / Dağın İsrailoğulları Üzerine Kaldırılması
14.
yüzyılda Rabgûzî, kaleme almış olduğu “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde Mûsâ
Peygamber'e Tevrat'ın verilmesi ile ilgili olarak İsrailoğulları'nın Mûsâ
Peygamber'den kendilerine vaat ettiği kutsal kitabı getirmesini istemeleri
üzerine Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na giderek münacatta bulunduğu, bunun
üzerine Tanrı tarafından Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ı gönderildiği, bin sûrelik
ayetlerin on levha üzerine yazılı olduğu, bir rivayete göre levhaların yeşil
zebercetten bir diğer rivayete göre ise kızıl yakuttan olduğu, Tevrat'ı yazan
kalemin sesini Mûsâ Peygamber'in işittiği, Mûsâ Peygamber'e bu önündeki on
levhayı götürmesi buyrulduğunda götüremediği, ayet başına bir melek
gönderildiği ancak yine götüremedikleri, sonra harf başına bir melek
gönderildiği ancak yine götüremedikleri, Mûsâ Peygamber'e bir defa “Lâ havle ve
lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” demesinin buyrulduğu, bunu söyleyince
Mûsâ Peygamber'in levhaları tek başına götürerek kavmine geldiği ve kavmine
“Tenri azza ve celle bu kitâbnı sizge ıddı, cİbrî tilinçe bu kitâbda
yeti min buyruk bar Tâcâtga yeti min tayag bar, macsiyyetga yeti min ögüt bar,
yeti min edgülük ihsân bar.” dediğinde bunu işiten İsrailoğulları'nın “bularnı
kim saklayu bilgey, ol tapunganımız buzagu bizge yegrek bu ketürgendin”
dedikleri, Mûsâ Peygamber'in kendiniz kitap istediniz ama yine kabul
etmiyorsunuz diye öfkelenerek Tanrı'ya dua ve hâlini arz ettiği, bunun üzerine
Cebrâil'in Tanrı'nın buyruğu ile Filistin dağlarından bir dağı dibinden koparıp
gelerek kavmin başı üstüne tuttuğu, Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'na “kabul
kılın kılmazsanız dağ tepenize düşer” demesine rağmen İsrailoğulları kabul
etmeyince dağın inerek tepelerine değdiğinde ise bir yanaklarını yere koyup bir
gözleri ile dağa bakarak eğer daha da inerse kabul edelim inmezse kabul
etmeyelim dedikleri, dağın inerek yanaklarına değmesi üzerine kabul kıldıkları
anlatılır (Rabgûzî, 1997:167).
“Kısas-ı
Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'e verilen levhalarla ilgili tafsilatlı bilgi
verilmiştir. Eserde anlatıldığına göre Cebrâil, Tanrı'nın buyuğu ile Adn
cennetinden bir ağaç keser ve ağaçtan on arşın uzunluğunda ve eninde dokuz
tahta getirir, yine sidretü'l-müntehâdan yedi budak getirir ki o budakların
hepsi kalem olur, nur olur. Ayrıca bu kalemlerin uzunluğunun yerden göğe kadar
olduğu, Tevrat'ın bununla yazıldığı ve yazılmakta iken Mûsâ Peygamber'in
kalemin cızıltısını duyduğu, o tahtalarda her nesneden öğüt ve her nesnenin
açıklamasının bulunduğu, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e bunları alıp kavmine
götürmesini ve okumasını buyurduğu, o tahtaların gök üstüne konulduğu ancak
göğün buna güç yetiremediği, bunun üzerine Tanrı'nın Cebrâil'i gönderdiği ancak
yine götürmeye güç yetiremedikleri, bu defa Tanrı'nın Tevrat içindeki harf
sayısınca meleği Cebrâil'e yardım için gönderdiği, levhaları götürüp Tûr Dağı'nda
Mûsâ Peygamber'e arz ettikleri ve o sırada dağın yarıldığı, Mûsâ Peygamber'in
duâ kıldığı ve Tanrı'nın yardımıyla taşımaya muktedir olduğu anlatılır ve
Tevrat içindeki ayetlerden bahsedilir. Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ta bahsi geçen
Muhammed Peygamber ve ümmetinden Tanrı'ya sualler eylediği, Tanrı'nın da
Muhammed Peygamber ve ümmetinden övgüyle söz ettiği, Mûsâ Peygamber'in de
“keşke Muhamed ümmetinden olsaydım” diye söylediği aktarılır. Devamında ise
Mûsâ Peygamber'in kabul edip onunla amel kılmaları için Tevrat'ı kavmine
getirdiği ancak kavminin bunu kabul etmediği, bunun üzerine Tanrı'nın Tûr
Dağı'nı koparıp İsrailoğulları'nın üzerine getirdiği, ne zaman ki secde edip
kabul kıldılar o vakit dağın üzerlerinden uzaklaştırıldığı anlatılır (Yılmaz,
Demir, Küçük, 2013: 274-278).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in varıp
tekrar dua ettiği, Tevrat'ın nâzil olduğu, Tevrat'ın kırk bölümden oluştuğu,
onun hükümlerini işiten İsrailoğulları'nın bu hükümleri kabul etmedikleri, bunun
üzerine dağın üzerlerine kaldırıldığı dile getirilir. Dağın İsrailoğulları
üzerine kaldırılması hadisesi eserde şu şekilde anlatılır:
“...
anın ahkâmın işittiler ve kabûl kılmaylar didiler. Mûsî
caleyhi's-selâmga yana melâlet bolup Cibrîl caleyhi's-selâm
tırnagını yirdin köterip ol kavm başı üstige kiltürdi kim Tinri tacâlâ hükmin
işitmeseler başlarıga urgaylar. Zarûretdin secde kıldılar ammâ vehmdin bir yüz
bile secde kılıp bir közleri yokarı tag sarı irdi kim tag tüşmegey andak ki
Yehûdga düstûr boldı, imdi dagı bir köz bile secde kılurlar çün kavm dîn kabûl
kıldılar yana Mûsî caleyhi's-selâm dehâsı bile ol tag alar başı üstidin gâyib
boldı. Ve Tevrît ahkâmı altı yüz on üçke karâr tuttı ve Mûsî caleyhi's-selâm
kavmini başlap Mısrga mütececcih boldı.” (Nevâyî, 1993: 121)
17.
yüzyılda yaşayan Musa b. Ahmed Antakî, mensûr “Mi'râc-nâme”sinde Muhammed
Peygamber'in Tanrı ile konuşması sırasında kendisini kendinden önceki
peygamberler ile karşılaştırırken Tanrı'ya Mûsâ Peygamber'e verdiği Tevrat'ı
sorması üzerine Tanrı'nın “sana Âyete’l-kürsi virdim andan sonra Hakk tecâlâ
eyitdi yâ Muhammed ben seni bir sûre ile ikrâm eyledüm ki Tevrât’da ve Zebûr’da
ve İncîl’de ve gayrı kitâblarda anun misli yokdur ben eyitdim yâ Rabb ol nice
sûredür Hakk tecâlâ eyitdi ol Fâtiha sûresidür [126/b]”
(Alkan, 2015: 181)
dediğini dile getirir.
·
3.20. Sâmirî Kıssası
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
Sâmirî'nin Mûsâ Peygamber'in halasının oğlu olduğu ifade edilir. Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'na varıp da dönüşünün gecikmesinden istifade ederek
Sâmirî'nin İsrailoğulları'nı aldatıp ellerindeki altınları toplayıp onlarla bir
buzağı yaptığı ve bu altından buzağının içindeki boşluğa da Cebrâil'in atının
ayağının değdiği yerden aldığı bir avuç toprağı koyduğunda buzağının ses
çıkarmaya başladığı anlatılır. Eserde anlatıldığına göre Sâmirî,
İsrailoğulları'na “Uşbu sizin Teminiz turur.” diyerek onları yoldan çıkarır,
dokuz buçuk sıbt Hârûn Peygamber'in “ey Benî İsrâîl bu buzaguga tapunman, sizin
tenriniz Allâh turur, meni ederin mana Tâcat tutun.” demesine
aldırmayıp bu altın buzağıya secde ederler, Yâkûb Peygamber'in oğullarından
Yûsuf Peygamber ve Bünyamin'in soyundan gelen iki sıbt ile Yehûdâ soyundan
gelenlerin yarısı buzağıya secde etmekten geri durur. Mûsâ Peygamber Tûr
Dağı'nda iken kendisine kavminin durumu bildirilir. Öfkeli ve kaygılı bir
şekilde kavmine dönen Mûsâ Peygamber buzağıya secde kılmakta olan kavmini
görünce öfkesinden elindeki levhaları yere atar ve levhalar ufalanır. Ondan sonra
Mûsâ Peygamber “Sen bularnın arasıda yok mu erdin, nelük bularnı temedin kâfir
boldılar.” diyerek Hârun Peygamber'in saçına sakalına yapışarak hesap sorar.
Mûsâ Peygamber, Sâmirî'ye niçin böyle bir şey yaptığını sorduğunda Sâmirî
“nefsim mundag tiledi” diye cevap verir. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber Sâmirî'ye
beddua ederek onu kovar, yaptığı altından buzağıyı da yakıp suya atar.
İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'e gelerek “tevbe kılduk Mevlîga yanduk, ducâ
kılgıl İdi cazze ve celle tevbemizni kabûl kılsun” diye yalvarırlar. Mûsâ
Peygamber dua eder. Bunun üzerine Tanrı Mûsâ Peygamber'e “Benî İsrâ'îlga aygıl
biri birniz kılıç birle öltürün ya ewlerinizdin bırakıp çıkın, yerdin suwdın
tarılın tevbeniz kabûl bolsun.” diye buyurur. İsrailoğulları ölümü de
yeryüzünden ayrılıp dağılmayı da kendilerine reva görmezler. Eserde aktarılan
bir başka rivayete göre ise buzağıya tapan dokuz buçuk sıbt evlerinin
kapılarında yalın başlarını kıbleye karşı diz çöküp kılıca boyun sunarlar.
Hârûn Peygamber iki buçuk sıbt ile birlikte kılıç çekip gelirler ve onları
öldürürler. İkindi namazına kadar yetmiş bin kişi ölür ve yeryüzünde kandan
arklar akar. Ölenlerin cennete gittiği, kalanların da tövbelerinin kabul olduğu
rivayet edilir (Rabgûzî, 1997: 176-179).
“Kısas-ı
Enbiyâ” adlı eserde Firavun'un İsrailoğulları'nın yeni doğan erkek çocuklarının
öldürülmesini emrettiği zamanda İsrailoğulları'nın kadınlarının doğum zamanları
geldiğinde karanlık gece içinde bir dağa, dereye yahut mağaraya gizlendikleri,
Tanrı tarafından her çocuk için bir melek gönderdiği, çocuğun büyüyüp diğer
insanlara karışıncaya kadar melekler tarafından beslendiği ve Sâmirî'yi
besleyen meleğin de Cebrâil olduğu, bu sebeple Sâmirî'nin Cebrâil'i denizi
geçmek vaktinde dirilik atı üstünde Firavun'un önü sıra denize atıldığı sırada
tanıdığı ve atının ayağının bastığı yerden bir avuç toprak aldığı, zira bu
dirilik atının nereye değse diri kıldığı anlatılır. Mûsâ Peygaber'in Tevrat'ın
nüzulü için otuz gün diye gittiği Tûr Dağı'ndan zamanında dönmemesi üzerine
Sâmirî'nin İsrailoğulları'nın elinde bulunan Kıptîlerden aldıkları altınları,
mücevherleri toplayıp onlardan bir buzağı yaptığı ve içine de Cebrâil'in atının
ayağının bastığı yerden aldığı bir avuç toprağı koyduğunda buzağının canlanıp
ses çıkarmaya başladığı, İsrailoğulları'na “işbu sizün tanrınuzdur ve dahı
Mûsânun ve Mûsâ yol azdı bunı bundan kodı vardı ayruk yirde ister andan ötürü
geç kaldı ve vacdeye hilâf eyledi (436/7-9)” diyerek onları doğru
yoldan saptırdığı, altı yüz bin kişi olana İsrailoğulları'ndan on iki bin kişi
dışındakilerin hepsinin Sâmirî'ye uyup fitneye düştükleri, buzağıya secde
ettikleri, Mûsâ Peygamber Tûr Dağı'nda iken Tanrı tarafından kavminin fitneye
düştüğü haberinin kendisine bildirildiği ve Mûsâ Peygamber'in kavmine dönerek
kavminin durumunu gördüğü ve kardeşi Hârûn Peygamber'e duruma engel olmadığını
düşünerek saçına sakalına yapışıp hesap sorduğu, buzağıya tapanlardan yetmiş
bin kişinin kılıçtan geçirildiği, Mûsâ Peygamber'in buzağıyı yakıp külünü Nil'e
savurttuğu ve Sâmirî'ye de lânet ederek toplumdan dışladığı anlatılır.
Devamında ise Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın önde gelenlerinden yetmiş
kişiyi alarak kavimlerinin buzağıya tapmalarından ötürü bunun özrünü dilemek
için Tûr Dağı'na gittiği, orada vardıklarında bir bulutun içine girdikleri ve
secdeye vardıkları, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile konuşmasını işittikleri ancak
görmeden inanmayız diyecek kadar ileri gitmeleri üzerine gökten bir od inerek
hepsini yandırarak öldürdüğü, Mûsâ Peygamber'in duası üzerine Tanrı tarafından
tekrar diriltildikleri anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013: 278-284).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in vaat
edilen süreye on gün daha eklenmesi üzerine Tûr Dağı'nda on gün daha kaldığı,
bu zaman zarfında Sâmirî'nin saptırması ile on iki bin kişinin Sâmirî'nin
yaptığı buzağıya tapmaya başladıkları, Mûsâ Peygamber'in bu hâli görünce çok
şaşırdığı, buna engel olmadığını düşünerek Hârûn Peygamber'e kızması üzerine
Hârûn Peygamber'in özür dilediği, Mûsâ Peygamber'in Sâmirî hakkında beddua
ettiği ve buzağı heykelini yaktığı anlatılır (Nevâyî, 1993: 120-121).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in sekizinci mucizesi olarak
Sâmirî'nin bir put olarak yaptığı altından buzağı heykelini bir çöp parçası
hâline dönüştürmesinden bahsedilmiştir. Mûsâ Peygamber'in Tevrat'ı almak üzere
kavminden yetmiş kişiyi yanına alarak Tûr Dağı'na gittiği vakit Sâmirî'nin
geride kalan 600 bin kişiden 12 bin kişi haricindekileri yaptığı buzağı ile
yoldan çıkardığı dile getirilir. Sâmirî'nin, kavminin Mısır'dan çıkarken
yanlarında getirdiği altınları bir başka rivayete göre ise ganimet olarak
toplanan ancak helal olmadığı gerekçesiyle uzağa fırlatılan altınları toplayıp
eriterek altından bir buzağı yaptığı, daha önce Cebrâil'in insan şeklinde bir
ata binerek Firavun'un önünde denize doğru alıp yürüdüğü sırada onu görerek
atının ayağının bastığı bir miktar alıp sakladığı topraktan buzağı heykelinin
içine koyduğu, böylelikle buzağının hareket edip ses çıkarmaya başladığı, Hârûn
Peygamber'in engel olmaya çalışmasına rağmen 12 bin kişi dışındakilerin ona
ibadet ettikleri, Mûsâ Peygamber'in Tûr'dan gelince Hârûn Peygamber'e kızdığı
ve mübarek eliyle o buzağı heykelini tuttuğunda bir kuru çöp parçasına dönüşüp
ateşte yanıp gittiği anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak
Muhammed Peygamber Tebük gazasında iken o yerin sakinlerin bir kavmin altından
putlarıyla Muhammed Peygamber'e gelerek bir mucize talep ettikleri, eğer hak
peygamber ise putlarını bir kuru ağaca döndürmesini istedikleri, Muhammed
Peygamber'in Allah'a dua ettiği, o altından putun kuru bir ağaç parçası olduğu,
bu sebeple pek çok kişinin de imana geldiği anlatılmıştır (Çakır, 2015:
239241).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in 10. mucizesi olarak birbirini
katleden halkı bedenlerinin ve kanlarının büyük bir yağmurla temizlenmesi
hadisesine değinilmiştir. Sekizinci mucizede anlatıldığı gibi Tûr'dan
döndüğünde İsrailoğulları'nın büyük bir bölümü Sâmirî'nin altın buzağısına
tapıp ibadet etmeye başladığını gören Mûsâ Peygamber'in çok üzüldüğü ve kavmin
pişman olup tövbe etmek istediklerinde birbirlerini katletmelerinin
emrolunduğu, bunun üzerine birbirlerini öldürmeye başladıklarında kısa sürede
yetmiş bin kişinin öldüğü, kanların sel gibi aktığı ve her yerin insan leşi ile
dolduğu anlatılır. Sonrasında ise Mûsâ Peygamber'in duasıyla yağmurun yağarak
cesetleri temizlediği anlatılır:
“Pes
bakıyyesinden işbu macnâ cafv olındukda maktûllerün
bedenleri mütecaffın olup bed râyihalar peydâ olup Halk mete'ezzî
olıcak hazret-i Mûsâ caleyhi's-selâm âmâ eyleyüp fi'l-hâl bir cazîm yagmur
yagup cazîm seyller akup ol maktûllerün bedenlerini götürüp kanlarından ve
tenlerinden yiri pâk eyledi.” (Çakır, 2015: 241)
·
3.21. Mûsâ Peygamber'in
Beytü'l-Makdis'i İnşa Etmesi
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde bakara olayından sonra Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e cemaati için bir mescit yapmasını vahyettiği, bu çadırdan mescidin
yapımında kurban dersi kullanıldığı, iplerinin kurban yününden olduğu,
çadırların kırk arşınlık bakır direkler üzerine dikildiği, her bir evin dörder
kat örtüsü olduğu, yine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Beytü'l-Makdis'i yetmiş
arşınlık altın bir direk üzerine dikmesini buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in onun
içine türlü cevherler ile süslü altın bir tabut koyduğu, Tanrı'nın gökten
dumanı olmayan ve hiçbir nesneyi yandırmayan bir od indirdiği ve
Beytü'l-Makdis'e altın zincirlerle asılan altın kandillerin bu oddan
yandırıldığı, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile Beytü'l-Makdis'in
ortasına gökten inen oda ocak olmak üzere ortası çukur olan büyük bir mermer
koyduğu anlatılır. Beytü'l-Makdis'in işlerini Mûsâ Peygamber'in Hârûn
Peygamber'e, onunda iki oğluna ısmarladığı nakledilir (Yılmaz, Demir, Küçük,
2013: 304-306).
·
3.22. Mûsâ Peygamber'in Yaptığı
Sandık (Tâbût)
Rabgûzî,
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ömrünün son demlerinde
Tanrı'ya “[131v](16)...İdiyâ
Benî İsrâ°îlga nerse kerâmet kılgıl kim mendin son olarga hüccet nusret bolsun
düşmen (17) üze.” diye münacatta bulunduğu, bunun üzerine Tanrı tarafından Mûsâ
Peygamber'e “[131v](17)...ey
Mûsî aygıl bir tâbût kılsunlar, ol taşnı takı elvâh uşaklarnı takı senin casânnı
takı Hârûnnın cimâmesini anın içine koysunlar.” diye buyurduğu,
bunun üzerine İsrailoğulları'nın altın ve gümüş yığıp bir bir tabut yaptıkları
içine de Mûsâ Peygamber'in Tîh sahrasında iken asâsı ile vurup ondan su
çıkardığı taşı, Mûsâ Peygamber'in asâsını, levhaları, Hârûn Peygamber'in
imâmesini onun içine koydukları; ne zaman sıkıntıya düşseler, düşmanları
belirse o tabutu çıkarıp ileri koyup dua ettiklerinde düşmandan kurtuldukları
anlatılır. Devamında ise Câlût'un bu sandığı İsrailoğulları'ndan almaya
muktedir olduğu ancak sandığı bir türlü açamadığı, Câlût ve askerlerinin
kendilerine musallat olan hastalıktan helâk olmak korkusundan tabutu geri
İsrailoğulları'na gönderdikleri, bu duruma çok sevinen İsrailoğulları'nın
Tanrı'ya şükredip kurbanlar kestikleri, o günü bayram kabul ettikleri
anlatılır. Eserde bir başka rivayete göre ise Tâlût'un melik olduğu gün sevinen
İsrailoğulları'nın Tanrı'ya yalvararak tabutu geri istedikleri o vakit bir
bulut tarafında tabutun getirilip İsrailoğulları'nın önüne bırakıldığı dile
getirilir (Rabgûzî, 1997: 185186).
14.
yüzyıla ait yazarı belli olmayan “Kısas-ı Enbiyâ”da da içinde Mûsâ ve Hârûn
Peygamber'e ait eşyaların olduğu sandıktan söz edilmektedir. Bu sandık hakkında
bilgiler, Kur’ân-ı Kerim’de Bakara Sûresi'nin 248. ayetinde de yer almaktadır.
Eserde, Mûsâ Peygamber'in ömrünün son zamanlarında Tanrı'ya “İlâhi Beni İsrâcîl
senün kullarundur. Dahı bunlarun düşmânları çokdur. İmdi bunlara bir nesne vir
ki anunıla düşmenlerin sıyalar, dahı bunca hâcetleri revâ ola.” diye dua
ettiği, bunun üzerine Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “benüm ulu adlarumdan anun
içine koy, tâ ki benüm kudretümi göresin” dediği, bunun üzerine Mûsâ
Peygamber'in altın, gümüş, demir, bakır, tuc ve kurşunu karıştırıp kaynattığı
ondan bir sandık yaptığı ve ona sağlam mıhlar vurduğu anlatılır. Sandığa
konulduğu söylenen eşyalar ise şöyledir: “Dahı ol tahtalar andadur. Tevrît
yazılmış idi, anun içine koydı ve kendi casâsın ve Hârûn cimâmesin içine koydu,
berkitdi.” Daha sonra Mûsâ Peygamber'in sandığı İsrailoğulları'na bıraktığı,
İsrailoğulları'nın bu sandık sayesinde düşmanlarını hezimete uğrattıkları,
kavim içinde kim peygamber olursa sandığın onun hükmünde olduğu ancak Câlût'un
İsrailoğulları'nı yenip bu sandığı ele geçirdiği ve sandık elden gidince
İsrailoğulları'nın âciz kalarak peygamberlerinden kendilerine bir melik vermesi
için Tanrı'ya niyazda bulunmalarını istedikleri ve Tanrı'nın Tâlût'u onlara
melik olarak verdiği anlatılır (2000: 204-205). İsrailoğulları'nın tekrar
tâbûta kavuşması ise eserde şu şekilde anlatılır:
“[124b](10)...
Bir gün (11) Beni İsrâcîl kavmı Tâlûtıla durdılar, bir yazıya çıkdılar, dırâ
kıldılar, eytdiler: ' İlâhî bize (12) gine ol Mûsâ'dan kalan tâbûtı viribi,
düşmene zafer bulalım.' Nâgâh gördiler (13) ol tâbût bulur arasından gelür.
Tanrı'ya şükr kıldılar kurbânlar eylediler.” (2000: 205)
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in 81
yaşında Tanrı'nın buyruğu ile bir sandık yapıp onu cevher ile süslediği,
buyrukları ve levhaları içine koyduğu, çevresine yedi renk kumaş ile otağ
diktiği ve bu sandığı muhafaza görevini Hârûn Peygamber'in evlatlarına
bıraktığı ve bu sandığa “sandukü'ş-şehâde” dendiği anlatılır (Nevâyî, 1993:
121-122).
·
3.23. Bakara Olayı
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
“Sıgır Buzagu Kıssası” adı altında Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara Sûresi'nde de
anlatılan, maktûlün dirilerek kâtilini haber vermesi olayına değinilir. Eserde
anlatıldığına göre İsrailoğulları göçüp Filistin'e vardıkları zaman Erhab ve Aclam
adlı iki kent arasında bir ceset bulurlar ve bunu Mûsâ Peygamber'e haber
verirler. Mûsâ Peygamber “İdiyâ munı kim öltürdi erse bizge haber kılgıl
şerîcatnı anın üze yörütelin.” diye dua eder ve bunun üzerine Tanrı tarafından
ölünün hangi kente yakın ise o kentin kişilerine ant vermeleri, ant içmezse
kısas uygulamaları, ant içmeyenlerin kan bedeli vermeleri buyrulur. Kan bedelini
verirler ancak yine de katili bulmak isterler. Mûsâ Peygamber tekrar münacat
kılar bu defa “bir sıgır öltürün, anın etidin alıp ölügge urun, kim öltürgenin
tirilip ayta bergey” diye buyrulur. İsrailoğulları Mûsâ Peygamber'i alaya
alarak bu sığırın yaşını, rengini, niteliğini sorarlar. Tanrı tarafından bu
sığırın orta yaşlı, sarı renkli ve hiç saban sürmemiş bir sığır olduğu
buyrulur. İsrailoğulları içinde yaşlı bir kadının oğlu vardır ki çok fakir,
dindar ve annesinin sözüne bağlı bir gençtir. Bu gencin babasının zamanında
dağa bıraktığı bir buzağı vardır. Genç, annesinin buyruğu üzerine bu sığırı
dağdan alır gelir. Bu İsrailoğulları'nın aradığı sığırdır ve genç, annesinden
destur alıp sığırı İsrailoğulları'na derisi dolusu altına satar. Sığırı boğazlayıp
etiyle ölüye vurduklarında ölü dirilerek kendisini kardeşinin oğlunun
öldürdüğünü haber verir. Eserde bu olayın akabinde ölen kişinin adı Âmîl
olduğu, oğlunun kızının olmadığı, kardeşinin çocuklarının fakir olduğu,
mirasına konmak için öldürüldüğü, gerçek ortaya çıkınca da katillerin mirastan
mahrum bırakıldıkları anlatılır (Rabgûzî, 1997: 179-181).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde bakara olayına Mûsâ Peygamber'in Hızır
ile görüşüp tekrar Tîh Çölü'ndeki kavmine dönmesinden sonra yer verilmiştir.
Eserde bakara olayının anlatımı Rabgûzî'nin eserindeki anlatım ile birebir
örtüşmektedir (2013: 301-304).
Ali
Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde “bakara olayı”na
değinir. Nevâyî, söz konusu eserinde cÂmil adlı bir kişinin kardeşinin iki oğlu
tarafından malı için öldürülüp iki kavmin arasına salındığını ve katilinin
bulunması için Mûsâ Peygamber'den ısrarla yardım istediklerini, Mûsâ
Peygamber'in kasâmeye17
hüküm kıldığını, fakat kimsenin bunu kabul etmeyerek kâtilin
bulunması için Mûsâ Peygamber'den dua etmesini istediklerini, Mûsâ Peygamber'in
duası üzerine Tanrı'nın bir sığırı öldürüp onun bir uzvu ile maktûle
vurmalarını buyurduğunu, bu takdirde maktûlün katilini söyleyeceğini anlatılır.
Sonunda bu iki kavmin kendi işlerini zorlaştırarak, istenilen niteliklere uygun
olarak “orta yaşlıg rengi sarıg zirâcat ve yük zahmetin körmegen
bolgay ve nâ-pâk yirde otlamamış bolgay ve cömride ana meşakkat yitmemiş
bolgay” bir sığırı bulup kestikleri, eti ile maktûle vurduklarında maktûlün
dirilerek kâtilini söylediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in katillere kısas
cezası uyguladığı ve o sığırı yakıp külünü sakladıkları ve her ne zaman böyle
bir olay ortaya çıksa onun külünden yararlanıldığı nitekim o sığırın külünde
aynı mucizevî özelliğin bulunduğu, bu mucizenin Hârûn Peygamber'in evlatlarına
ulaştığı ve bu olaydan sonra İsrailoğulları'na kurbanın farz olduğu dile
getirilmiştir (Nevâyî, 1993: 122-123).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in beşinci mucizesi olarak ölen
bir kişinin katilini bulması olayına, bakara hadisesine değinilmiştir.
İsrailoğulları'ndan bir kişi öldürülüp katili bulunmak istenince Mûsâ
Peygamber, Tanrı'nın bir sığır boğazlanması yönündeki emrini kavmine tebliğ
etmiş, katili bulmakla sığır boğazlamak arasındaki hikmete akıl erdiremeyen
kavim saçma sapan konuşmaya, niye sığır lazım olduğunu tartışmaya başlamışlar,
ilk emirde sığırı boğazlamamışlar ve kanaat etmediklerinden Tanrı tarafından
onlara açıklamalar gelmiştir. Uzun bir süre aradıktan sonra açıklamalara uygun
sığırı bulan İsrailoğulları onu fakir ama dindar bir genç olan sahibinden
derisi dolusu altına satın alıp boğazlamışlar ve sığırın bir uzvu ile ölüye
vurduklarında o ölü dirilip kendisini öldüren kişiyi haber vermiş sonra tekrar
ölü hâline dönmüştür. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Muhammed
Peygamber'in de ensardan katledilen bir kişinin kâtili bulunamayınca dua edip
ilâhî emirle “kadîb”i o ölünün üzerine koyduğunda ölünün dirilip katilini haber
verdiği anlatılır (Çakır, 2015: 232-237).
·
3.24. Mûsâ Peygamber'in Kavmi /
İsrailoğulları
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde “Bir kimse, kendileri için
işlediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere saklanmış olan
nimetleri bilemez. (Secde, 32/17)” ayetiyle ilgili olarak kendisine “Mademki
Tanrı'nın böyle bir lütfu vardır. O hâlde her kim arzu eder ve gerçek talepte
bulunursa maksadına erer mi, istediği olur mu?” diye sorulması üzerine bunun
mürşitsiz olmayacağını söyler ve misal olarak Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya itaat
ettiğinde denizde yollar açıldığını ve buradan ahalisi birlikte geçmiş
olduklarını, fakat İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e karşı koymaya
başlamaları üzerine çölde senelerce kaldıklarını, Mûsâ Peygamber'in onları
düzeltmeye uğraştığını ifade eder (Mevlânâ, 2017: 90-91).
Sultan
Veled, “Maârif’ adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in kavminin nifaktan hakikate
yönelişini şu cümlelerinde dile getirmiştir:
“Mûsâ
(Selâm O'nun üzerine olsun) zamanında kavmi, Mûsâ'yı ve Tanrı'sını kabul
ederek, oybirliğiyle, nifaktan ve dananın tanrılığından yüz çevirdiler. Çünkü
Mûsâ, doğru ve haklı idi. Hattâ bizzat hakikatti. Onlara, dananın Tanrı olması
imkânsız göründü. Ehl-i bâtıl ise Hakka tamamiyle yabancıdırlar.” (Sultan
Veled, 1993: 333)
14.
yüzyılda Rabgûzî, kaleme almış olduğu “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde “Mûsî
Yalavaçnı Âzârlaganlar Kıssası” adı altında İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e
karşı olan suçlayıcı, ayıplayıcı tavırlarından söz eder ve Muhammed Peygamber
ne zaman Tanrı'nın buyruklarını ashabına ulaştırdıysa Tanrı'nın “ey îmân
keltürgenler sizler Mûsîni âzârlaganlarlardın bolman, menin yarlıkımnı sizge
tegürürde özini yalganga nisbet kılman, köni tep bilin” diye buyurduğunu dile
getirir. Devamında kavminin Mûsâ Peygamber'i ayıpladığı ancak Tanrı'nın
İsrailoğulları'na Mûsâ Peygamber'in ayıbı olmadığını gösterdiğini ifade ederek
şu hadiseyi anlatır. Rivayete göre Mûsâ Peygamber'in utancından dolayı tenini
örtülü tuttuğu, ancak İsrailoğulları'nın bunu bir hastalık yahut ayıbı olduğu
için böyle yaptığını düşünmeye başladıkları zamanda bir gün Mûsâ Peygamber'in
kıyafetlerini bir taşın üzerine bırakıp suya girdiği, o sırada taşın
kıyafetleri alıp halkın arasına kaçtığı, halkın kıyafetlerini almak üzere taşın
ardından gelen Mûsâ Peygamber'i görünce teninde düşündükleri gibi bir hastalığı
olmadığını, kusursuz olduğunu anladıkları anlatılır. Bazı rivayetlerde ise
kavmi tarafından öne çıksa kibirli diye, arkada yürüse korkak diye, geri dursa
bizi kovalayıp sürer gibi ardımızdan geliyor diye Mûsâ Peygamber'in
azarlandığı, Hârûn Peygamber öldüğünde ise onu Mûsâ Peygamber'in öldürdüğünü
düşündükleri anlatılır (Rabgûzî, 1997: 167-168).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde İsrailoğulları'nın nüfus
özellikleri hakkında bilgi verir. Eserde, Kârân çölünde Şuayip Peygamber'in
Mûsâ Peygamber'i ziyâret ettiği, Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber için
ziyafet verdiği, Şuayip Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e kavminin her bir boyunun
başkanlığını o boyun içerisinde akıl, zekâ ve yiğitlik bakımından seçkin bir
kişiye vermesini buyurduğu, bunun üzerine seçilen on iki kişinin bu boylara
başkan olduğu, halkın sayısının defterlere kaydedildiği, 20-50 yaş arasında 600
binden fazla insan olduğu, yaşlı ve genç nüfusunsa nihayetinin olmadığı belirtilir
(Nevâyî, 1993: 123).
·
3.25. Bulutun İsrailoğulları'nı
Gölgelemesi
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde İsrailoğulları'nın bir
bulut tarafından gölgelenmesi hadisesine de değinir. Nevâyî, eserinde
İsrailoğulları'nın Kârân sahrasında iken havanın çok hararetli olduğunu,
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ve askerlerinin üzerine daima gölge salmak üzere kara
bir bulut gönderdiğini, bu bulutun gölgelemesi olayı üzerine Hârûn Peygamber
ile Meryem'in düşüncelerinden 'biz soy bakımından Mûsâ'dan aşağı değiliz,
insanlık yönünden de onun gibiyiz' diye geçirdiklerini bunun üzerine o buluttan
şöyle şiddetli bir sesleniş geldiğini anlatır:
“ol
bulutdın bu iş suncıga bir nehîb ün kildi kim iy Benî İsrâyil sizge
ni hadd kim Mûsî caleyhi's-selâm bile özünüzni tin tutkay siz kim bu künkeçe
barça mürsel peygamberni Cibrîl vâsıtası bile ve ilhâm bile ya rûyâ bile öz
Hitâbımızga müşerref kılıp biz ve ana vâsıtasız ol kelâm-ı mecîdimizga tekellüm
kılıp biz ve ana birilgen mmcizât hîç resûlga birilmeydür.” (Nevâyî, 1993:123)
Bu
satırların devamında bu seslenişin yükselmesinden sonra o bulutun kaybolarak
havanın tekrar eski hararetine döndüğü, Hârûn Peygamber ile Meryem'in
yaptıkları küstahlıktan dolayı tövbe edip af diledikleri ancak Meryem'in
yüzünde leke hastalığı ortaya çıktığı ve bu hastalığın Mûsâ Peygamber'in
duasıyla iyileştiği anlatılır (Nevâyî, 1993:123-124).
·
3.26. Kârûn Kıssası
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
Kârûn'un Mûsâ Peygamber'in halasının oğlu olduğundan bahsedildikten sonra ilk
olarak Kârûn'un nasıl zengin olduğuna dair bir rivayete yer verilir. Rivayete
göre bir gün Mûsâ Peygamber'in, Kârûn'un yanına bir buyruk iletmek için vardığı
sırada karşısına bir dilenci çıkar ve Mûsâ Peygamber'den bir şey ister, çok zor
durumda olduğunu söyleyerek yalvarır. Bu sırada Kârûn, Mûsâ Peygamber'in bir
derviş ile olduğunu görüp kendisinden bir şey istemesinler diye gizlenir. Mûsâ
Peygamber, dilenciye yanında verebileceği bir şey olmadığını, Firavun'un
yanından eve dönerken bir şey verebileceğini söyler ancak dilenci çok çaresiz
durumda olduğunu, sabrının olmadığını söyleyince Mûsâ Peygamber çaresiz adama
“yerde körüngen otlarnı yıggıl, kurutgıl andın sonbir ança temür ya tuç ya
kurgaşun kayusın, buldun erse erse eritgil bu kurutgan otdın azgına ana
kemişgil kamug kızıl altun bolgay.” der. Mûsâ Peygamber'den yalan söz
çıkmayacağını bilen derviş bu söze inanır. Mûsâ Peygamber'in oradan ayrılır.
Mûsâ Peygamber ile derviş arasındaki konuşmayı Kârûn'un işittiği ancak Mûsâ
Peygamber'in Kârûn'u görmediği, Mûsâ Peygamber gittikten sonra Kârûn'un o
dervişin yanına yaklaşarak Mûsâ Peygamber'in kendisine ne verdiğini sorunca o
derviş de bir şey vermediğini sadece “kuru otları bakıra katınca altın olacak”
dediğini söyler. Bunun üzerine Kârûn, dervişe, 'Mûsâ senden kurtulmak istediği
için öyle demiştir, bundan bir şey çıkmaz, sen var yiyecek iste' diyerek
dervişi kandırır. Daha sonra Kârûn o otları toplayıp kurutur. Demir, bakır,
tunç ve kurşuna burçağa benzeyen o ottan katınca kızıl altın olur. Tanrı'nın
kudretiyle Kârûn yedi gün gece gündüz altıncılıkla uğraşarak pek çok hazineye
sahip olur. Her bir hazineye altından bir kilit yapar ancak götürmesi zor
olunca hafif olsun diye sığır derisini kurutup ondan kilit yapar ve kırk katıra
yükletir ancak kırk katır bile taşıyamaz. Kârûn'un altınlarla bezeli bir saray
yaptırıp orada zevk ve sefa içinde yaşadığını gören dünya malına meyilli halk
'Keşke ona verilen mal-mülk bize de verilseydi.' diye iç geçirir. Rabgûzî
eserine ayrıca, Mûsâ Peygamber'in her gün İsrailoğulları'nı toplayıp minbere
çıkıp onlara vaaz ve nasihatler verdiğini, Kârûn'un da altın kadeh çıkartıp
Mûsâ Peygamber'in karşısında şarap içtiğini, etrafında kullarının, çalgılarının
hazır bulunduğunu ve Mûsâ Peygamber'in de bu duruma tahammül ettiğini
anlatılır. Kârûn'un kötü huylu bir kadına bin altın vererek karşılığında Mûsâ
Peygamber'e mecliste vaaz vermekte iken iftira atmasını istediği, kadının
meclise iftira atmak maksadıyla geldiğinde Tanrı'nın onun gönlünü çevirdiği, böylece
gidip bin tane altını Mûsâ Peygamber'in önüne koyduğu, kendisine bunları
Kârûn'un verdiğini söyleyerek tövbe ettiği anlatılır. Devamında Tanrı'nın
İsrailoğulları'na verdiği nimetler için şükretmedikleri, putlara taptıkları,
belalar karşısında kendisine inanmadıkları, Firavun'u helâk kılmasına rağmen
düzelmedikleri, bundan böyle her birinin süngülerinin uçlarına üçer gök bayrak
asmalarının ve bunları gördükçe Tanrı'nın verdiği nimetlere şükretmelerinin
buyrulduğu, on iki sıbttan/boydan dokuzunun gönülsüz de olsa astıkları ancak
üçünün asmadığı, emre itaat etmeyenler arasında Kârûn'un da olduğu, asî olan
Kârûn'a bu defa malının yarısını dervişlere vermesi ve dört bayrak asmasının
buyrulduğu ancak buna uymadığı, Cebrâil'in “Ey Mûsî Kârûnga aygıl mâlının beşde
birin çıgaylarga bersün, tört yelük assun on ança mâl bereyin.” diye buyruk
getirdiğinde Kârûn'un mal vermeyi yine kabul etmemesi üzerine Mûsâ Peygamber'in
Tanrı'ya Kârûn'a bela göndermesi için dua ettiği anlatılır. Devamında Tanrı'nın
yeri Mûsâ Peygamber'in tasarrufuna bıraktığı, Mûsâ Peygamber buyurdukça yerin
Kârûn'u biraz daha aşağıya çektiği ve nihayet tamamen yuttuğu,
İsrailoğulları'nın “Mûsî Kârûnnın mâlın almak üçün helâk kıldı” demeleri
üzerine Mûsâ Peygamber'in duası ve Tanrı'nın buyruğuyla Kârûn'un malının,
mülkünün, sarayının da yere battığı anlatılır (Rabgûzî, 1997:174-176).
“Kısas-ı
Enbiyâ” adlı eserde Kârûn'un Mûsâ Peygamber'e yakınlık/akrabalık derecesi ile
ilgili farklı rivayetler zikredildikten sonra onun aslında İsrailoğulları'nın
âlimleri arasında oldukça faziletli olduğuna, Tevrat'ı çok iyi okuduğuna ancak
münâfık olduğuna değinilmiş, kimya ilmine vakıf olduğu da belirtilmiş ve bir
rivayete göre zenginliğinin sebebi olarak kimya ilmine vâkıf olması
gösterilmiştir. Eserde aktarılan başka bir rivayette Kârûn'un aslında ibadete
oldukça düşkün bir kimse olduğu İblis'in onu bir şekilde kandırdığı ve Kârûn'un
mal-mülk hırsına kapılıp çok zenginleştiği ve Tanrı buyruğunu bile hiçe sayacak
kadar ileri gittiği, Mûsâ Peygamber'e olan düşmanlığının da giderek arttığı
anlatılmıştır. Devamında ise Rabgûzî'nin de eserinde bahsettiği Kârûn'un bir
kadına para vererek Mûsâ Peygamber'e iftira atması olayına da değinilmiş ve bu
olayın neticesinde Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla Kârûn'un ve hazinelerinin yere
battığı anlatılmıştır (2013: 284-288).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Kârûn kıssasını anlatırken
bu kıssanın başında Kârûn'dan şöyle bahseder:
“Ol
Benî İsrâyilde cilm ü fazlda münferid irdi ve gâyet-i hüsn-i
cemâlidin anı münevver dirler irdi ve Mûsî caleyhi's-selâmgnın yakın ü
karâbetidür. Mûsî caleyhi's-selâm anın terbiyetide mübâlaga kılur irdi ve
mlûm-ı cArabiyye ve fünûn-ı cAcemiyye kim feyz-i ilâhîdin mübârek zamîriga
münakkas irdi anın fehmi yitkençeni ana tadim kılur irdi.” (Nevâyî, 1993:124)
Bu
satırların devamında Nevâyî, Kârûn'un ayrıca kimya ilmiyle meşgul olduğunu, çok
zengin olduğunu o kadar ki mal ve hazinelerinin kilitlerinin kırk katır yükü
olduğunu, İsrailoğulları'nın bu duruma boyun eğdiğini, Mûsâ Peygamber'in ise
Kârûn'a Tanrı'nın hükmü ile malının binde birini zekât olarak vermesini
buyurduğu ancak Kârûn'un buna yanaşmadığını dile getirir. Ayrıca Kârûn'un yine
bir gün Mûsâ Peygamber ile alay etmek maksadıyla bir kadına çok mal verip
karşılığında Mûsâ Peygamber'in halka vaaz verip nasihat etmekte olduğu bir
sırada ona iftira atmasını buyurduğu, o zaman gelip de o kadının söyleyeceği
vakit Tanrı'nın o kadına gerçeği söylettiği, kadının bunu yapmaya kendisini
Kârûn'un zorladığını söyleyerek iman ettiği ve Mûsâ Peygamber'den özür dilediği
anlatılır. Bu duruma çok öfkelenen Mûsâ Peygamber'in dua ettiği, Cebrâil'in
gelerek Mûsâ Peygamber'e Kârûn hakkında her ne hüküm vermek isterse
verebileciğini bildirmesi üzerine Mûsâ Peygamber'in orada bulunan halktan
Kârûn'a tâbi olanların Kârûn'a, kendisine tâbi olanların da kendisine
katılmasını söylediği ve ardından yere Kârûn'u aşağıya çekmesini buyurması
üzerine Kârûn'un Mûsâ Peygamber'e sihirbazlık isnat ettiği, Mûsâ Peygamber'in
yere tekrar buyurması üzerine Kârûn'un dizine kadar yere battığı, bunun üzerine
korkup Mûsâ Peygamber'den özür dilediği, Kârûn özür diledikçe Mûsâ Peygamber'in
yere aşağıya çekmesini emrettiği böylece Kârûn'un tamamen yere battığı dile
getirilir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e,'Senden yetmiş defa aman diledi ama kabul
etmedin, bizden dileseydi kabul kılardık.' diye buyurması üzerine Mûsâ
Peygamber'in de Kârûn'un Tanrı'dan aman dilemesini umduğunu ama Tanrı'dan değil
de hep kendinden aman dilediği için kabul etmediğini söylediği, nihayetinde
Kârûn'un mal tamahı uğruna helâk olduğu, Mûsâ Peygamber'in duasıyla Kârûn'un ne
kadar birikmiş hazinesi, malı-mülkü varsa hepsinin yere girdiği anlatılır (Ali
Şir Nevâyî, 1993: 124-125).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in on sekizinci mucizesi olarak
kuru ağaç parçasını altın hâline getirmesi hadisesine değinilmiştir. Mûsâ
Peygamber'e Kârûn zenginliğini gösterdiği vakit Mûsâ Peygamber'in dua ettiği,
Tanrı'nın yardımıyla bir kuru ağaç parçasının altın olduğu ve bu haberin
Kârûn'a da ulaştığı anlatılmış ve Muhammed Peygamber'in de buna benzer şu
mucizesine değinilmiştir:
“Kezalik
bizüm peygamberimüz salla'llâhu Tecâlâ caleyhi ve sellem
hazretlerine Selâm bin Büreyd gelüp mucize taleb idüp bir mikdâr kurı dikenün
altun olmasın murâd idindükde hazret âmâ idüp ol diken fi'l-hâl adâ bî-nazîr
hâlis altun oldı. Bi-cavni'llâhi Tecâlâ.” (Çakır, 2015: 248-249)
·
3.27. Mûsâ Peygamber'in Şam Diyarına
Varması / Amâlika Kavmi ve cÛe İsimli Devle Mücâdele
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
İsrailoğulları'nın denizi salimen aşıp Firavun ve askerlerinin suya gark
olmalarından sonra tekrar Mısır'a girip kalan Kıptîleri köle edinip onlara
kendilerine ettikleri muamelenin aynısını yapmayı umut ettikleri ancak
Tanrı'nın onları atalarının yeri olan Şam vilayetine varmalarını buyurduğu
anlatılır. İsrailoğulları'nın Şam'a vardıklarında kendilerine emir geldiği, bu
kente girdiklerinde hepsinin secde kılmalarının, tevbe etmelerinin, “hıtta”
yani “puta tapmışlığımızdan dolayı bizi affet” demelerinin buyrulduğu, iyi ve
masum olanların buyruğa uyduğu ancak kötülerin alay ederek “hıtta” yerine
“hıntata” dedikleri anlatılır. Yine o zamanda Şuayip Peygamber'in vefat ettiği,
Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na çıktığı, Tanrı'nın Mûsâ Peygamber ile söyleştiği
ve ona Tevrat'ı verdiği, otuz bin peygamberin Tevrat'ın şeriatına bağlı
oldukları, İsrailoğulları'nın da bu şerefe erdiği anlatılır. Yine Mûsâ
Peygamber Tûr Dağı'nda iken Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e “Ey Mûsî sizlerni
yalavaç ulugları kıldım, bir ança sizdin yalavaç, bir ançası melik bolgaylar,
bir ançası câlimler, adın halklardın ozdudum sizni edgüler kıldım, yarlıkga
boyun sunun câsî bolman menin hoş-nûdlıkım tiler erseniz Yemen
vilâyeti tapa atlanın atalırınıznın Amâlika atlıg düşmenleri bar olar birle
harb kılınsizlerge nusret bereyin.” diye buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in sevinçle
Tûr Dağı'ndan dönerek buyrukları İsrailoğulları'na ilettiği, hazırlanıp yola
çıktıkları dile getirilir. Firavun'un helâk olduğunu duyan Amâlika melikinin
İsrailoğulları'nın gelmekte olduğu haberini duyunca korkuya kapıldığı, Amâlika
kavminin çok uzun boylu ve güçlü oldukları, onlara "cÂdiler" dendiği
ve bu kavmin Mûsâ Peygamber'e bir kişi gönderip heybetleriyle gözdağı vermek
istedikleri, Mûsâ Peygamber'in “men sizlerdin korkmas-men, öz könlümçe kelmişim
yok, men Teminin yalavaçı-men, meni saklagan Mevlî tacâlâ turur, îmân keltürin
yok erse sançışur-miz.” diye karşılık verdiği ve on iki kişiyi casus olarak o
kavme gönderdiği anlatılır. Devamında bu on iki kişinin gece yürüyüp gündüz
gizlenerek düşmen sınırına vardıkları, orada bir üzüm bağına girdikleri, bağ
sahibinin bunları görüp 'Nereden geldiniz?' diye sorduğunda korkudan doğruyu
söyleyiverdikleri, bağ sahibinin bunların altısını bir yenine diğer altısını
bir yenine sokup yemiş topladığı ve melik sarayına vararak bunların kendilerine
düşmanlığa geldiklerini söylediği, bu on iki casusun bir şekilde Amâlika
kavminin elinden kurtulup yolda dönerlerken 'Amâlika kavminin heybetinden
kimseye bahsetmeyelim yoksa kimse savaşa varmaz.' diye sözleştikleri, durumu
öğrenen İsrailoğulları'nın korkuya kapılıp “biz ol elge kirmez-miz, olar
küçlüg
ermişler, ol elde bar erginçe kirmes-miz kaçan çıksalar kirgey-miz” diyerek
savaşa yanaşmadıkları hatta “sen Tenrin birle bargıl yana sançışgıl, biz munda
olturup turur-miz” dedikleri, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya yalvararak kavminden
yakındığı ve bu kavim ile arasını ayırmasını dilediği, Tanrı'nın Mûsâ
Peygamber'e kaygılanmamasını buyurarak İsrailoğulları'nın kırk yıl çölde
kalacaklarını, kendisini koruyacağını söylediği anlatılır (Rabgûzî,
1997:164-165).
Rabgûzî,
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserinde “Kıssa-i cAvac bin cAnnak”
başlığı altında Nûh Peygamber'in kıssasının hemen ardından söz konusu devden
bahseder ve onun tufanda suya gark olmadığını, tufanda suyun onun dizlerine
bile ulaşmadığını, dağların üzerine oturup elini denize daldırarak yakaladığı
balıkları güneşe doğru tutup pişirerek yediğini ve Mûsâ Peygamber zamanına
kadar sağ kaldığını dile getirir. Devin Mûsâ Peygamber ve askerlerini
gördüğünde bir dağı yerinden koparıp onların tepesine atarak onları öldürmek
istediği sırada, başı üzerinde tutmakta olduğu dağın ortasını Tanrı'nın
buyruğuyla hüdhüd kuşunun delmesi üzerine dağın düşerek devin boynuna halka
olduğu, Tanrı'nın buyruğu üzerine Mûsâ Peygamber'in onu asâsıyla vurarak yere
düşürdüğü, kavminin de yardımıyla hep birlikte öldürdükleri anlatılır (Rabgûzî,
1997: 39-40).
“Kısas-ı
Enbiya” adlı eserde de Mûsâ Peygamber'in Amâlika kavmi ve dev cÛc ile
mücadelesine yer verilmiştir. Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Şam yerindeki Erîhâ'yı
karargâh kıldığı, kavmiyle birlikte gidip oradaki düşman üzerine gaza
kılmalarını buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın on iki boyundan
birer vekili Erîhâ'ya oradaki kavim hakkında araştırma yapmak üzere gönderdiği
ve bu on iki vekilin Erîhâ'ya vardıklarında orada cÛc bin cAnak adlı dev ile
karşılaştıkları anlatılır ve cÛc adlı devin şu hususiyetlerine değinilir:
“[501]
(6)... cÛcun uzunlugı yigirmi üç bin (7) dahı üç yüz otuz arşunıdı dahı bir
arşunun sülüsi melik arşunıyıla ve cÛc nulutları dutup (8) sıkandı ve suyın
içeridi ve balıgı deniz dibinden dutar güneş gözine dutup bişürüp yiridi...”
Devamında
ise tufan günlerinde cÛc isimli devin Nûh Peygamber'e gelerek kendisini de
gemiye bindirmesini istediği, Nûh Peygamber'in ise bunu Tanrı bana buyurmadı
diyerek onu gemiye almadığı, dağların ve ovaların suyla kaplandığı tufan zamanında
suyun cÛc'un ancak dizinden yukarı geçtiği, üç bin yıl hayat sürdüğü, Mûsâ
Peygamber'in elinden helâk olduğu anlatılır. cÛc'un, Mûsâ Peygamber'i
askerlerinin hepsini öldürecek kadar büyük bir taşı koparıp onların üzerine
atacağı sırada Tanrı'nın buyruğuyla hüdhüd kuşunun o taşın ortasını deldiği ve
böylece taşın devin boynuna geçtiği, o sırada da Mûsâ Peygamber'in cÛc'u
asâsıyla öldürdüğü anlatılır. Sonra geriye dönüşle Mûsâ Peygamber'in Erîhâ'ya
gönderdiği on iki adamı gören cÛc'un onların hepsini tutup eteğine koyduğu,
karısına götürdüğü ve bizimle savaşmak isteyen kavmi gör diyerek onun önüne
bıraktığı, karısının ise bunları salıvermesini, nasıl olsa gördüklerini
kavimlerine haber verdiklerinde savaşmaktan vazgeçeceklerini söylediği ifade
edilir. Bu on iki vekilin gördüklerini Mûsâ ve Hârûn Peygamber'den başkasına
anlatmamaya söz vermiş olsalar da ikisi hariç diğerlerinin bu sözlerini
çiğneyip kavimlerine haber verdiği, duydukları karşısında korkuya kapılan
İsrailoğulları'nın o şehre girip o cabbar kavimle savaşmayı kabul etmeyerek
Mûsâ Peygamber'e asîlik ettikleri, bunun üzerine İsrailoğulları'nın kırk yıl
çölde kalmaya mahkûm edildiği, kırk yıl sonra o kavimden asîlerin hep öldüğü,
onların neslinden olanların çoğaldığı ve Erîhâ'daki kavim ile savaşıp Erîhâ'yı
fethettikleri anlatılır (Yılmaz, Demir, Küçük, 2013:311-314).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e
Şam diyArındaki oldukça iri cüsseli ve zorba bir kavim olan Amâlika kavmi ile
savaşıp oradan uzaklaştırmasını buyurduğu, cAvc bin cAnk isimli başı adeta
bulutlara sürtülen meşhur devin de bu kavimden olduğunu dile getirir. Eserde
konuyla ilgili olarak Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nın on iki kabilesinden
seçtiği birer vekili/reisi Şam diyarına oradaki kavmin ahvali hakkında haber
getirmeleri için yolladığı, kendisinin kavmi ile birlikte kaldığı, Şam'a keşif
için gidenlerin orada tesadüfen cAvc bin cAnk isimli devle karşılaştıkları,
devin onları tutup eteğine yahut avucuna alarak padişahları karşısına
götürdüğü, bir şekilde hile ile oradan kurtulan on iki vekilin geri dönüp
gördüklerini korkunun galip gelip bozguna uğrayanlardan olmamak için Mûsâ
Peygamber'den başka kimseye söylememeyi şart koştukları anlatılır. Ancak
kabilelerine döndükten sonra Yûşac b. Nûn ve Kâlib bin Yûfnâ dışındaki on
vekilin gördüklerini şartı çiğneyerek kabilelerine anlattıkları, Mûsâ Peygamber
ne zaman ki Şam'a gitmeyi kararlaştırdı İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e
bizde o kavimle savaşacak kuvvet yoktur, şu hâlde sen ve Rabbin gidin savaşın
demeleri üzerine Mûsâ Peygamber'in çok kırıldığı, secdeye varıp “bizimle bu
yolda çıkmış kavmin arasını ayır” diye dua ettiği, apaçık ayetleri yalanlayıp
isyan edenlerin cezalandırılıp Yûşac b. Nûn ve Kâlib bin Yûfnâ dışındaki on
vekilin öldüğü anlatılır. Mûsâ ve Hârûn Peygamberler ile Yûşac ve
Kâlût'un Şam'a varmak üzere yola çıktıklarında ise İsrailoğulları'nın da
Mısır'a dönmek üzere yola çıktıkları, o gün sabahtan akşama kadar yol yürüyüp
ertesi gün aynı yere vardıklarında sürekli aynı yerde dönüp durduklarını görüp
bunun işledikleri kötü filler yüzünden Tanrı'nın kendilerini giriftAr kıldığı
bir bela olduğuna kanaat getirerek ümitsizliğe kapıldıkları ifade edilir. Mûsâ
Peygamber'in ise ashabı ile birlikte Şam'a varıp orada cAvc bin cAnk isimli
devle karşılaştıkları, devin bir taş parçasını kaldırıp Mûsâ Peygamber ve
ashabının üzerine atacağı sırada Tanrı'nın hüdhüd kuşuna taşın üstüne çıkıp
taşı gagalamasını buyurduğu, bunun üzerine ortası delinen taşın devin boynuna
geçip onu helâk kıldığı, bir başka rivayete göre de Mûsâ Peygamber'in vurması
ile öldüğü anlatılır. (Nevâyî, 1993: 125-127)
·
3.28. Tîh Çölünde İsrâiloğulları'na
Verilen Nimetler
Nâsırü'd-dîn
bin Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde
Amâlika kavmi ile savaşmayı reddedip Tanrı tarafından Tîh sahrasında kalmakla
cezalandırılan İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e gelip “Otuz gün gece gündüz,
biz burada helâk olduk, ne diye bizi burada tutuyorsun? Bizi başka bir yere
götür yoksa izin ver biz gidelim. Sen nereye varırsan var!” diye söylendikleri,
ne yöne varsalar yol bulamayıp sürekli aynı yerde dönüp durdukları, azıkları da
tükenip âciz kaldıklarında yine Mûsâ Peygamber'e yalvarmaya başladıkları, Mûsâ
Peygamber'in duası üzerine Tanrı tarafından İsrailoğulları'na “menn” denilen
kudret helvası ile “selvâ” denilen kebap olmuş bıldırcın eti ihsân edildiği;
yine susayıp susuz kaldıklarında ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğu ile
asâsını taşa vurduğunda taştan on iki pınar aktığı, her bir sıbtın/boyun bir
pınardan susuzluğunu giderdiği anlatılır. Yine bir yıl burada durduktan sonra
elbiselerinin, çadırlarının yıprandığı, güneşin sıcağına dayanamaz olunca Mûsâ
Peygamber'e yalvardıkları, Mûsâ Peygamber'in duasıyla çıkan bir buluttan her
birinin boyuna uygun elbise, ayakkabı yağmaya başladığı, ay eskimişçesine
karanlık olduğunda Tanrı'nın gökten kırık bir ışık gönderdiği ve böylece
İsrailoğulları'nın kırk yıl boyunca kudret helvası ve bıldırcın eti yiyerek,
hazır elbiseleri giyip bulut gölgesinde oturarak günlerini geçirdikleri yine bu
nimetlere kanaat etmeyip Mûsâ Peygamber'e “ey Mûsî ducâ kılgıl İdi cazze ve
celle yerdin üngen zergûn, karın, sarmusak, yasmuk, sogan bersün” dedikleri,
Mûsâ Peygamber'in “üstün nicmetni koyup astın nbmet mü tileyür-siz?” diye
karşılık verdiği dile getirilir ve İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'in
duasıyla hazır yiyecekler yiyip hazır elbiseler giydikleri, yine bu kırk yıl
içinde tırnaklarının uzamadığı, saçlarının tarağa muhtaç olmadığı,
elbiselerinin eskimediği, kirlendiğinde elbiselerini ateşe saldıkları, kirlerin
yandığı hâlde elbiselerinin yanmadığı anlatılır (Rabgûzî, 1997: 165-167).
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiya” adlı eserde Tanrı tarafından İsrailoğulları'na
verilen nimetlerden de bahsedilir. Tanrı'nın İsrailoğulları'na denizi
yarıvermesi, onları Firavun'dan kurtarması, düşmanlarını helâk kılarak onların
yerini, suyunu ve mallarını İsrailoğulları'na vermesi ve yine onlara Tevrat'ı
indirmesi nimetlerinden söz edilir. Ayrıca İsrailoğulları'nın Tîh'de olduğu
zamanda bir bulutun onlara gölge kılındığından, yiyecek olarak “menn” ve
bıldırcına benzer bir kuş olan “selvâ” gönderildiğinden, susuz kaldıklarında
ise Mûsâ Peygamber'in Tanrı'nın buyruğuyla taşa vurduğunda taştan akan suyla
susuzluklarını giderdiklerinden bahsedilir. İsrailoğulları'na verilen bir diğer
nimet olarak da Tîh sahrası içinde İsrailoğulları'nın elbiselerini Tanrı'nın
zaman geçtikçe yenilenip tazelenecek nitelikte kıldığı, elbiselerinin hiç
eskiyip çürümediği, çocukları büyüdükçe elbiselerinin de onlarla birlikte
büyüdüğü anlatılır (2013: 314-316).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ashabı
ile birlikte Şam'dan geri kavmine döndüğünde İsrailoğulları'nın hâllerini Mûsâ
Peygamber'e arz ettikleri, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in duasıyla kendilerine
bıldırcın ve kudret helvası gibi nimetler verildiği ve ayrıca bir taştan akan
iki pınar ile de susuzluklarını giderdikleri, Tanrı'nın o kavmi kırk yıl Tîh
Çölü'nde azap ile helâk kıldığı, Tîh'de doğup büyüyen İsrailoğulları'nın evlat
ve torunlarının çölden kurtuluşa erdikleri anlatılır (Nevâyî, 1993:127).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in altıncı mucizesi olarak
İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetlerden olan “menn”den bahsedilir.
İsrailoğulları Tîh sahrasında iken Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'in duası üzerine
gökten “menn” denilen şeyi yağdırdığı, bal tadında olan “menn”in her gece kar
gibi yağdığı, ağaçlar inen sumak gibi bir nesne olduğu, her kişinin hissesine
belli bir miktar düştüğü, İsrailoğulları'nın bu nesneyi yiyip karınlarını
doyurdukları anlatılır. Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak Muhammed
Peygamber'in de Ahzab gazasında ashabının üç gün devamlı savaşmaktan yemek
yemeye fırsat bulamayıp acıkması ve bundan dolayı kendisine şikâyette
bulunmaları üzerine Tanrı'ya dua ettiği, ilâhî emirle avuçlarına şekerden tatlı
kumların dolduğu ve o kumları yiyerek dokuz boyunca açlıklarını giderdikleri
anlatılmıştır (Çakır, 2015: 237-238).
“Mu'cizat-ı
Enbiyâ Tercümesi” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in yedinci mucizesi olarak
İsrailoğulları'na Tîh Çölü'nde verilen nimetlerden olan “selvâ” denilen kuştan
bahsedilir. Bu kuşun bıldırcın veya buna benzer başka bir kuş olduğu
belirtilir. Bir gün İsrailoğulları'nın Tîh Çölü'nde Mûsâ Peygamber'e “menn” çok
tatlı olduğu kendilerini helâk ettiğinden yakınıp Allah'a dua etmesini
kendilerine biraz et ihsan etmesini istedikleri, bunun üzerine Mûsâ
Peygamber'in duasıyla onlara selvâ kuşu gönderildiği, her seher vakti bir
bulutun gelip yağmur gibi bu kuşları yağdırdığı sonra kaybolduğu anlatılır.
Mûsâ Peygamber'in bu mucizesiyle benzer olarak bir gün Gaftân kabilesinin
Muhammed Peygamber'e gelerek bir mucize olarak gökten kebap olmuş kuşların
gelmesini istedikleri, Hz. Muhammed'in duasıyla havadan kebap olmuş kuşların
geldiği anlatılır. Müellife göre kuşların pişmiş kebap şeklinde inmesi yönüyle
Muhammed Peygamber'in mucizesi, Mûsâ Peygamber'in mucizesinden daha üstündür
(Çakır, 2015: 238-239).
·
3.29. Mûsâ Peygamber'in Hızır ile
Karşılaşması / Yolculuğu / Ayrılığı
Adem
Karataş “Türk-İslâm Kültür ve Edebiyatında Kısas-ı Enbiya Türü” adlı
makalesinde “Mutasavvıflar tarafından tasavvufun yapısına uygun yorumlarla
derin tahlillere tabi tutulan kıssalar arasında en dikkat çekeni Hz. Mûsâ-Hızır
kıssasıdır.” diyerek söz konusu kıssanın önemine dikkat çeker (Karataş,
2013:124). Söz konusu kıssa, mensur metinler içerisinde bilhassa İbn Arabî,
Sultan Veled ve Niyâzî-i Mısrî tarafından tasavvufî yorumlarla ele alınıp
değerlendirilmiştir.
İbn
Arabî, “Füsusu'l-Hikem” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile çıktıkları
yolculukta Hızır'ın eylemlerinin hikmetini Mûsâ Peygamber'in hayatındaki türlü
hadiselerle bağlantılı olarak açıklar. Hızır'ın bir erkek çocuğu öldürmesi ve
gemiyi delmesi ile ilgili olarak İbn Arabî'nin yorumları şöyledir:
“...Hızır,
O'na erkek çocuğun ölümünü gösterdi. Mûsâ (as) ise, çocuğun öldürülmesini Hızır
hakkında uygun bulmadı. Oysa kendisinin Kıptî'yi öldürdüğünü hatırlamadı.
Bundan dolayı Hızır, Mûsâ'ya (as),'Ben' dedi, 'kendi irademle bunu yapmadım.'
Bu sözle, Mûsâ'nın (as) düzeyine işaretle, Kıptî'yi Allah'ın buyruğuyla
öldürdüğünü anlatmış oldu. Hızır (as), Mûsâ'ya bu kez, gemiyi delme işini
gösterdi. Bu davranışın dış sonucu ölüm, içsel sonucu ise, korsanların elinden
kurtulmaktır. Hızır (as), bunu, Mûsâ'nın (as) içine konulduğu sandukayı ima
ederek yaptı. Nasıl ki o tabut da görünüşte ölümün, gerçekte kurtuluşun
simgesiydi.” (İbn Arabî,
2014: 255-256)
İbn
Arabî, Hızır'ın yıkık bir duvarı bedel karşılığı olmadan düzeltmesi ile ilgili
olarak ise, Mûsâ Peygamber'in bu durumu görünce karşı çıkmış olduğuna, oysa
Hızır'ın bu davranışıyla Mûsâ Peygamber'e ücret karşılığı olmadan genç kızların
koyunlarını sulamış olduğunu hatırlattığını, Hızır'ın Mûsâ Peygamber'in
başından geçen olaylardan başkasını hatırlatmaya yanaşmadığını dile getirir
(İbn Arabî, 2014: 260). Hızır'ın Mûsâ Peygamber'den ayrılmasındaki sırrı ise
İbn Arabî şöyle açıklamıştır:
“Mûsâ,
Hızır'a, 'şayet bundan sonra sana bir şey sorarsam bana yoldaşlık etme' dedi.
Böylece O'nu kendisine yol arkadaşlığı etmekten alıkoydu. Mûsâ, üçüncü kez
karşı çıkınca Hızır O'na, 'işte' dedi, 'bu seninle benim aramdaki ayrılıktır.'
Mûsâ, O'nu engellemedi. Arkadaşlıklarının sürmesini de istemedi. Çünkü Mûsâ,
kendisinden Hızır'la yoldaşlık etmemeyi gerektiren Resullük düzeyinin değerini
biliyordu.” (İbn Arabî,
2014: 261)
Sultan
Veled, “Maârif” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Tanrı tarafından halka gönderilen
bir peygamber olduğuna, vahyin en son mertebesi olan kelâm ile taltif
edildiğine, bütün büyüklük, bilgi ve Tanrı'ya aşinalığına rağmen Hızır'a talip
olduğuna ve Tanrı'dan Hızır ile konuşmayı dua ederek dilediğine değinir ve
şöyle devam eder:
“Pek
çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: 'Sefer et ve benim o
has kulumu ara ki ona eresin' hitabesiyle karşılık verdi. Mûsâ, böylece hareket
etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır'ı buldu. Gözü ve gönlü onun yüzü
ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hâsıl oldu. Bir
bakışta o kadar hil'atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye
kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan tahayyül
etmiştir. Hızır'ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl
âşıktı! Bunları gördüğü ve tattığı zaman aşkının ne hâle geldiğini sen kıyas
et!” (1993:13-14)
Sultan
Veled, Hızır'ın “Ey Mûsâ! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve
artık geri dön. Bizim konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah saklasın!
Bundan sana bir zarar gelebilir.” diye uyarmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in aşk
ve bağlılığının fazlalığıyla yine yalvardığını ve bir zaman beraberce
dolaştıklarını ifade eder ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 60-82.
ayetlerinde anlatılan Mûsâ Peygamber ile Hızır'ın kıssasını çeşitli izahlar da
ilave ederek anlatır ve “Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Mûsâ'ya anlattı
ve birbirinden ayrıldılar.” diyerek kıssayı sonlandırır (1993:
20).
Sultan
Veled, yine aynı eserinde veli kimseleri tanımanın zorluğundan söz ederken tüm
zorluğuna rağmen Mûsâ Peygamber'in velileri tanıma konusundaki ısrarına,
ısrarının neticesinde Hızır'ı bulmasına, birlikte yaptıkları yolculuğa şu
satırlarında değinir:
“Tanrı'yı
tanımak, velileri tanımaktan daha kolaydır. Bütün âlem Tanrı'ya taparlar, O'na
secde ederler; fakat bu yüz binlerce insandan bir kişi, layıkıyla bir veliyi
tanıyamaz. Mûsâ (selâm O'nun üzerine olsun) Tanrı'nın elçisi değil mi idi?
Tanrı O'nunla konuşmamış mı idi? Asası elinde ejderha olmuyor mu idi? O asa ile
âsilere galip gelmiyor mu idi?
Bununla
beraber o, velilerin yüzünü görmek, onları tanımak için Tanrı'dan niyazda
bulundu; O'na yalvardı. Nihayet Tanrı onun, duasını kabul eti ve ona: 'Kendi
ümmetinin arasından çık, seyahata git!' buyurdu. Sonra Mûsâ seyahata çıktı.
Kullarımızdan öyle bir kul buldular. (Sûre: 18, Ayet: 64) buyrulduğu veçhile
Hızır'ı tanıdı. Bundan sonra, Hızır'ın gemiyi kırması, o çocuğu öldürmesi,
yetimlerin duvarını düzeltmesi Sure-i Kehfin sonunda zikrolunmuştur. Bununla
beraber Mûsâ Hızır'ın; ahvali hakkında hayran kaldı. Onun ruhunun sırlarına
erişemedi. Hızır (O'na selâm olsun) her ne yaptıysa Mûsâ, onun sırrını
bilemediği için her zaman onun bu hareketlerine itiraz etti. Sonunda: 'Artık
bundan sonra senden ne zahir olursa ses çıkarmıyacağım, can ve gönülden kabul
edeceğim!' diye tövbe etti.” (1993:248)
Sultan
Veled, aynı eserinin 283. sayfasında velî kimseleri anlamanın güçlüğünden
bahsederken “Meselâ Mûsâ bu kadar büyüklüğüne rağmen dayanamayıp, 'Hiçbir
kabahati olmayan bir insanı öldürdün mü? diye Hızır'a karşı geldi. Mûsâ Böyle
yaparsa başkaları ne yapsınlar? Bu dereceye gelmiş bir insanı anlayan pek az
bulunur.” diyerek Mûsâ Peygamber'in Hızır'a karşı çıkışına telmihte
bulunmuştur. Ayrıca, Tanrı'nın evliyayı kimsenin görmemesi için kıskançlık ve
rekabet kubbeleri altına gizlediğini ifade eden Sultan Veled evliya kimseler
hakkında: “... eğer onlar böyle kullar olmasaydı mürsel, resul ve kitap sahibi
olan Mûsâ, Ulu Tanrı'dan evliyayı arar mı idi? Mûsâ'nın duası kabul olduğundan
Hızır'ın halleri O'na gizli kaldı ve O'nun sohbetine tahammül edemedi (1993:357).”
derken onları gizliliğine delil olarak Mûsâ Peygamber'in veli bir kimseyi
(Hızır'ı) Tanrı'dan dilemesini gösterir.
Sultan
Veled, eserinin bir başka yerinde ise şu sözlerle Mûsâ Peygamber ile Hızır
arasındaki ayrılığa işaret etmiştir:
“Mûsâ
(selâm O'nun üzerine olsun), Hızır (selâm O'nun üzerine olsun) ile arkadaşlık
edemedi, O'nun işlerinin sırrını anlıyamadı ve O'nu inkâr eti, aleyhinde
bulundu. Sonunda Hızır Mûsâ'ya: Artık ikimiz arasında ayrılık gerektir (Sûre:
18, Ayet: 77) dedi.” (1993:314)
Nâsırü'd-dîn
b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan ve Harezm Türkçesinin önemli
eserlerinden biri sayılan “Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır
ile yaptığı yolculuktan da bahsedilir. Eserde Mûsâ Peygamber'e peygamberlik ile
birlikte Tevrat'ın tamamı verildikten sonra Mûsâ Peygamber'in Tanrı ile yüz bin
söz söyleştiği ve Tanrı'ya “İdiyâ bu kerâmet kim manna berdin adın kimersege
berdin mü?” diye sorduğu, Tanrı'nın da denizler sahilinde bir kulu olduğunu,
onun ilminin yanında Mûsâ Peygamber'in ilminin denizde damla gibi olduğunu
buyurduğu, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in onu görmek istediği ve Tanrı'nın
buyruğuna uyarak Fars denizi ile Rum denizinin kavuştuğu yere varmak üzere Yûşac
ile birlikte yanlarına ekmek ile pişmiş birer balıktan ibaret olan
azıklarını yanlarına alıp yola düştükleri, yolda buldukları çeşmeden temizlenip
su içmeden ayrıldıkları, Yûşa'nın kolundan damlayan bir damla suyun
azıklarındaki balıkların üstüne düşmesiyle balıkların canlanıp denize
atladıkları ve Yûşa ile Mûsâ Peygamber'in bunu fark etmeden yürüyüp gittikleri,
acıkınca durumu fark edip geri döndüklerinde aynı yerde namaz kılmakta olan
Hızır'ı buldukları anlatılır. Devamında ise Mûsâ Peygamber'in Hızır ile
karşılaştıklarında ona ilim öğrenmek için geldiğini söylediği, Hızır'ın “sen
menin birle sabr kılmagay-sen” dediğinde Mûsâ Peygamber'in “bolgay kim sabr
kılgay-men” dediği ve birlikte yola girdikleri, acıktıklarında Tanrı tarafından
onlara iki tabak gönderildiği, tabakların birinde pişmiş balık ile ekmek
diğerinde ise ham et olduğu ve ham olan etin Mûsâ Peygamber'in payına düştüğü,
bunun üzerine Hızır'ın “İdi cazze ve cellenin kudretin tanlanur, bir kul sabr
kılur emgeksiz tacâm berür, bir kul sabr kılmas ana emgek birle tacâm berür”
dediği, sonra birlikte deniz kıyısına geldikleri ve orada gagasıyla denizden su
alıp uçap ağaca konan bir serçe gördükleri ve bu hâliyle Mûsâ Peygamber'in
ilminin Hızır'ın ilmi yanında kuşun gagasındaki su kadar olduğunu ima ettiği
anlatılır. Eserde anlatıldığına göre bundan sonra Hızır ve Mûsâ Peygamber
birlikte bir gemiye binerler ve Hızır gemiyi bozmaya başlayınca Mûsâ Peygamber
dayanamayıp öfkeyle “kimidekilerni helâk kılgalı mu buzar-sen?” diye
çıkıştığında Hızır onu sabırlı olması konusunda uyarır ve yollarına devam
ederlerken oyun oynayan çocuklarla karşılaşırlar ve Hızır bu çocuklardan birini
öldürür. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber yine elinde olmadan tepki gösterir.
Antakiye şehrine vardıklarında ise oradaki halk kendilerine yiyecek vermez ve
aç bir şekilde oradan ayrılacaklarken Hızır gördükleri yıkık duvarı tamir
edince Mûsâ Peygamber sabredemeyerek yine tepki gösterince Hızır “imdi ayrılgu
vakt boldı” diyerek yollarının artık ayrılacağını bildirir ve ayrılırken bütün
işlerin hikmetini Mûsâ Peygamber'e açıklar. Ayrılacaklarken Mûsâ Peygamber
Hızır'dan kendisine bir vasiyette bulunmasını ister. Hızır da ona açık yüzlü
olmasını, donuk durmamasını, hırsı özünden gidermesini ve ihtiyaçsız yere
varmamasını vasiyet kılar (Rabgûzî, 1997: 181-184).
“Kısas-ı
Enbiya” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna da ayrıntılı bir
şekilde yer verilmiştir. Mûsâ Peygamber'in Tanrı'ya “yâ rabbi eger kullarunda
benden câlimırak varısa beni ana kulaguzlagıl” diye niyazda
bulunması üzerine Tanrı'nın onu Hızır'a yönlendirdiği, Mûsâ Peygamber'in Yûşac
ile birlikte Mecmace'l-Bahreyn'de Hızır'ı bulmak üzere yola çıktıkları dile
getirildikten sonra Hızır ile ayrıntılı bilgiler verilmiş, onun nesebinden
bahsedilmiş, her ne yerde namaz kılsa o yörenin yeşillenmesinden dolayı
kendisine Hızır denildiği ifade edilmiş, atası ile ilgili kıssaya değinilmiş,
yine Hızır'ın Zülkarneyn'in veziri olduğu ve onunla ölümsüzlük suyuna ulaştığı
ve o sudan içtiği anlatılmıştır. Devamında Mûsâ Peygamber'in Yûşac ile Hızır'ı
Mecmace'l- Bahreyn'de bulduğu, Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e “sen benümile olmaga
katlanumayasın” diye uyarmasına rağmen Mûsâ Peygamber'in işinde ona asî
olmayacağını söyleyerek onun ilmini öğrenmek üzere ona uyduğu ve birlikte
yolculuğa çıktıkları anlatılır. Sırasıyla Hızır'ın gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi
ve yıkık bir duvarı tamir etmesi olaylarına ve bu olaylarda Mûsâ Peygamber'in
Hızır'a elinde olmadan karşı çıkışına ve bunun üzerine Hızır'ın Mûsâ Peygamber
ile yollarını ayırması olayına ve ayrılırken de işlediği işlerin hakikatini
Mûsâ Peygamber'e açıkladığına değinilir ve Mûsâ Peygamber'in Hızır'dan ayrılıp
Tîh'deki kavmine döndüğü, ayrılırken Hızır'ın Mûsâ Peygamber'e öğüt ve vasiyet
verdiği anlatılır (2013: 288-301).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in düşmanlarının
helâk olup peygamberliğinin karar edip dünyanın tümüyle Mûsâ Peygamber'in
şeriatına boyun eğdiği bir zamanda bir gün İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'e
“Yâ Mûsâ şimdiki zamânda senden ulurak, callâmırak kimse var mıdur?” diye
sormaları üzerine Mûsâ Peygamber'in bunu Cebrâil vasıtasıyla Tanrı'dan sorduğu,
geri gelen Cebrâil'in “Yâ Mûsâ Hak Ta'âlâ eydür: Benüm kulum vardur ki ol
senden callâmırakdur.” dediği, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in o kulu bulup
ondan ilim öğrenmeyi dilemesi, onu bir deniz kenarına bulmak üzere Yûşâc bin
Nûn ile yanlarına azık alarak yola çıkmaları anlatılır. Eserde Mûsâ
Peygamber'in Hızır ile karşılaşması şu şekilde anlatılır:
“[111b]
(9)... Deniz kenarına geldiler, bir dem (10) oturdılar, durup gine gitdiler.
^jjI jJL V 31 Jlâ ^j* Ajjü Mûsâ eytdi: Yâ Yûşâc
getür (11)
azıgımuzdan
yiyelüm, karnumuz açdı, yoldan kalmayalum.' Jl 'ij^^ll Jâ oJjI 31 Ijjjl Yûşâc
eytdi: (12)Yâ Mûsâ sen bu taş üstine oturu dur, ben azıgı unutmışın, varayın
bulayın.' Mûsâ eytdi: 'Bile (13) dönelüm mebâzâ ki yol azasın' didi. Pas gine
döndiler, ol bınar katına geldiler, Hızır'ı anda gördiler[112a] (1)durmış namâz
kılur. Sabr itdiler namâzın tamâm kıldı. Mûsâ ilerü geldi, eytdi: 'Es-selâmu
caleyke yâ Hızr.' (2) cAleyke's-selâm yâ Nebiyyu'llah' didi. Mûsâ eytdi: 'Beni
ne bildün ki ben Mûsâ'yın?' Hızr eytdi: 'Ol Tanrı ki (3) seni bana viribidi,
bana dahı seni bildürdi.' Pes Hızr niye geldün işideyin (4) didi. Mûsâ eytdi:
'Geldüm ki senden dlm ögrenem, şâkirdin olam.' Hızr eytdi: Yâ Mûsâ her ne
sorarsan (5) sor, gine dön. Tâ ki ben dahı Tanrı kullıgından kalmayam. Sen dahı
Tanrı peygamberisin. eger maksûdun yirine (6) gelmezse korkaram ki Hak Tacâlâ
bana dtâb ide'. d* Ja ^*jjI ^A jl ^.Aj
7)
oJc Ij^j) Mûsâ eytdi:'Dönmezem, gerek ki bir zamân senünle yüriyem, senden dlm
ögrenem.'” (2000:197)
Bu
satırların devamında Mûsâ Peygamber'in “Sen gine dön Beni İsrâcîl içine var
anlara 4lm ögret. Ben bir zamân bunda Hızrıla kalısaram.” diyerek Yûşac'yı
gönderdikten sonra Hızır ile Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 60-82. ayetlerinde
de anlatılan ile yolculuğa çıktıkları, Mûsâ Peygamber'in Hızır'a söz vermiş
olmasına rağmen onun işlerine sabredememesi üzerine ayrıldıkları anlatılır
(2000:197-198).
Ali
Şîr Nevâyî de, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in Hızır
ile yolculuğu hadisesine değinir. Nevâyî, eserinde bir gün Mûsâ Peygamber'in
aklından, gönlünden acaba Tanrı'nın yeryüzünde benden daha bilgili bir kulu var
mıdır, diye geçirdiğini bunun üzerine Tanrı'nın “iy Mûsî özündin câlimrak
bendeni körer bolsan mecmacü'l-bahreynga bar.” diye hitâp kıldığını, Mûsâ
Peygamber'in de yanına Yûşac'yı da alıp oraya vardığını, bir kuru balıktan
ibaret olan azıklarını orada bir taş üzerinde unuttuklarını, o balığın Hızır'ın
ayağının bereketiyle dirilip denize atladığını, yürürlerken Mûsâ Peygamber'in
acıkıp bir parça azık istemesi üzerine Yûşac'nın azığı taşın üstünde unuttuğunu
fark edip birlikte geri döndüklerini ve orada Hızır ile karşılaştıklarını,
Hızır ve Mûsâ Peygamber'in bir gemiye binip yolculuğa çıktıklarını, yolculuk
sırasına Hızır'ın gemiyi deldiğini ve Mûsâ Peygamber'in buna bir şey
demediğini, sonra vardıkları bir şehirde oyun oynayan çocuklardan birini
öldürdürünce Mûsâ Peygamber'in gayri ihtiyârî bunun sebebini sorduğunu ve sonra
bundan pişman olduğunu, tekrar yola düşüp geç vakit bir şehre vardıklarını, bir
rivayete göre bu şehrin Antakya şehri olduğunu ve acıktıklarında oradaki halkın
kendilerine
bir lokma dahi vermediklerini ve o şehirden çıkarken Hızır'ın yıkık bir duvarı
tamir ettiğini, Mûsâ Peygamber'in dayanamayıp yine bunun sebebini sorunca
Hızır'ın “bizim aramızda musâhiblıg uş munça bolgay” diyerek yollarının artık
ayrıldığını bildirdiğini ancak ayrılmadan önce her üç olayın da hikmetini Mûsâ
Peygamber'e açıkladığını anlatır (Nevâyî, 1993: 127-130). Nevâyî ayrıca Mûsâ
Peygamber'in
Hızır ile çıktığı yolculuğun zamanı konusundaki görüşünü ise şöyle ifade eder:
“Baczı
bu vâkıcanı Tîhdin burun baczı sonra dipdürler ammâ esahh
oldur kim Tîh beliyyesi eyyâmıda irkendür.” (Nevâyî, 1993: 130)
17.
yüzyılın sufî ve şairlerinden Niyâzî-i Mısrî, “İrfan Sofraları” adıyla günümüz
Türkçesine çevrilen “Mevâidu'l-İrfan” adlı eserinin bir bölümünde Mûsâ
Peygamber ile Hızır'ın yolculuğuna değinir. Sofra adı verilen 71 bölümden
oluşan eser, Arapça olarak yazılmış olup, Süleyman Ateş tarafından Türkçeye
çevrilmiştir. Ahlâkî öğütleri ve tasavvufî izahları ihtiva eden bu eserin 58.
bölümünde Kehf Sûresi'nin “Bir vakit Mûsâ genç adamına demişti ki: 'Durup
dinlenmeyeceğim,tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce
yürüyeceğim.'” meâlindeki 60. ayetinde bahsedilen iki deniz ve
“Mecma'u'l-Bahreyn”(iki denizin birleştiği yer) ile ilgili olarak Niyâzî-i
Mısrî şunları ifade etmiştir:
“İki
deniz, peygamberlik ahlâkı olan şeriat ilmiyle Mevlâ'nın hakikat ilmidir. Hıdır'ın
Mecma'u'l-Bahreyn'de olması, onun her iki ilme sahip bulunmasına; Allah'ın Mûsâ
Aleyhisselam'ı Hıdır'a göndermesi, insan kemalinin ancak ledünnî ilimle tamam
olacağına; birinci ilim her ne kadar ülü'l-azm peygamberlerde, ikinci ilim
rütbe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına,
ledünnî ilim sahibine Allah'a ibadet edecek kadar şeriat öğrenmesinin kâfi
olduğuna işarettir.” (Niyâzî-i Mısrî: 146)
Hızır
ile Mûsâ Peygamber arasında geçen ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresi'nin 6768.
ayetlerinde meâlen “Dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç
yüzünü) Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?” şeklindeki diyalog
ile ilgili olarak Niyâzî-i Mısrî, şeriat ilmine sahip olan kişinin zamanında
insanların en bilgini olsa hatta Mûsâ Peygamber bile olsa, hakikat ilminin yani
ledünnî ilmin şeriat ilmine ilk çarpışmada mukâvemet edeceğine işaret ettiğini
dile getirir. Mûsâ Peygamber'in ilk itirazının ilmi gereği dinî gayretlerinden
ileri geldiğini, sonra özür dilemesinin ise ledünnî ilmi kabule istidatlı
olduğunu olduğunu gösterdiğini ifade eden Niyâzî-i Mısrî, ilmiyle hakikat
erbâbına karşı geldiği takdirde özür dilemede Mûsâ Peygamber gibi olmasını
böylelikle hakikat ilmine vâkıf kimselerin ilminin bereketinde mahrum
kalmamalarını öğütler (Niyâzî-i Mısrî:147). Ayrıca Niyâzî-i Mısrî, Mûsâ
Peygamber ile Hızır arasındaki ilişki hususunda, mürşid-mürid ilişkisi
bağlamında şunları ifade etmiştir:
“Bil
ki: âlim her şeyden önce ilminde, amelinde ve ahlâkında halkın sevgi ve
itaatini kazanmalıdır. Sonra şeriat ve hakikat denizlerini (ilimlerini)
kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alâmeti, o âlimin
başına toplanmış bulunan halkı usuliyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin
zabtından kutulmak için emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşadı o âlimin
arzusuna muvafık olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle kimsenin zararı,
faydasından çoktur. Çünki eğer o şekilde irşad mümkün olsaydı, Hıdır Musa
Aleyhisselâm'ı irşad ederdi. Öyle bir gemi lâzım ki Hıdır'la Musa o gemide
bulunsun ve Hıdır o gemiyi yaralasın. Yara olmayan gemide Hıdır'ın bulunması
umulmaz. Hıdır'ın çocuğu öldürmesi, çok şekilde görünen cüz'î ruh makamından
görüntülerin birleştiği Külli Ruha yükseltmesine işarettir. Hıdır'ın, duvarı
yıkıp sonra yapması, Mûsâ'nın tabiî vücudunu yok edip Hakk'ın varlığı ile baki
kılmasıdır. Gemiyi delmekle fi'iller tevhidine ulaştı; çocuğu öldürmek ile
Sıfatlar Tevhidine vasıl oldu; duvarı yapakla da Zat tevhidine kavuştu. Bu
suretle Mûsâ Aleyhisselâm'ın irşadı tamam oldu.” (Niyâzî-i Mısrî: 147-148)
İki
denizin birleştiği yer ile ilgili olarak Niyâzî-i Mısrî, tahsil sebebi ile
gittiği Mısır'da Nil ile denizin birleştiği yerde şahit olduğu bir durumu “Nil,
denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da daha çok içine almıştı. Deniz de
Nil'in tatlılığından kapmış ve yarım mil kadar ya da biraz daha fazla içine
çekmişti. Şimdi ikisinin mecma'ı(birleştiği yer) sanki Nil idi, deniz değildi
ve sanki denizdi, Nil değildi. (Niyâzî-i Mısrî:149)” cümleleriyle ifade ederek Kur'ân'ı
Kerîm'de bahsi geçen söz konusu yerin gerçek konumuna ilişkin iddiasını da dile
getirmiştir.
·
3.30. Hârûn Peygamber'in Ölümü
14.
yüzyıla ait “Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Hârûn Peygamber'in ölümü ile ilgili
farklı rivayetlere değinilmiştir. Hârûn Peygamber'in ölüm vakti geldiğinde
Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e vahiy ile Hârûn Peygamber'i alıp filan dağa
götürmesini buyurduğu, orada bir ağacın ortasında yapılmış bir ev ve evin de
içinde bir taht ile karşılaştıkları, o tahta uzanan Hârûn Peygamber'in ruhunu
teslim ettiği, sonra da o ağaç, ev ve tahtın göğe götürüldüğü,
İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'i kardeşi Hârûn Peygamber'i öldürmekle
suçladıkları, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in iki rekât namaz kılıp dua ettiği,
o tahtın gökten indirilerek İsrailoğulları'na gösterildiği anlatılır. Eserde
aktarılan bir diğer rivayette ise Mûsâ ve Hârûn Peygamber'in Tîh'deki
mağaralardan birine vardıkları, Hârûn Peygamber'in orada vefat ettiği ve Mûsâ
Peygamber'in onu defnettiği, İsrailoğulları'nın Mûsâ Peygamber'i kardeşini
öldürmekle suçladığı, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in İsrailoğulları'nı alarak
Hârûn Peygamber'in kabri başına vardıkları, Mûsâ Peygamber'in “yâ Hârûn” diye
çağırması üzerine mezarından toprağını silkeleyip doğrulduğu, kendi eceli ile
öldüğünü söylediği ve sonra tekrar mezarına yattığı, İsrailoğulları'nın da geri
döndüğü anlatılır (2013: 316-317).
Ali
Şîr Nevâyî, “Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Hârûn Peygamber'in ölümüne
de değinir. Nevâyî, Hârûn Peygamber'i ölüm tarihi konusunda bazılarının
Tîh'deki üçüncü yılda, bazılarının da kırkıncı yılda olduğunu söylediklerini,
bu zikredilen tarihlerde Mûsâ Peygamber'e Hârûn Peygamber'in öleceğinin, filân
yere varmaları gerektiğinin vahyedildiğini, bunun üzerine Mûsâ Peygamber'in
Hârûn Peygamber ile birlikte belirtilen yere vardıklarını ve orada “mütekellef
öyde bir zîbâ taht” gördüklerini, Hârûn Peygamber'in Mûsâ Peygamber'e bu
yatakta dinlenmeyi arzuladığını söylediğini ancak kendisinin de yanına
uzanmasını istediğini, Mûsâ Peygamber'in söylenileni yaptığını, Hârûn Peygamber
ruhunu teslim edince onu defnetmekle meşgul iken o ev ile yatağın kaybolduğunu
anlatır. Sonrasında kavmine dönen Mûsâ Peygamber'in durumu kavmine bildirdiği
ancak kavminin Hârûn Peygamber'i onun öldürmüş olabileceğini düşünmeleri üzerine
Mûsâ Peygamber'in duâ ettiği, Tanrı'nın Hârûn Peygamber'in ruhunu teslim etmiş
olduğu ev ve yatağı İsrailoğulları'na gösterdiği ve o yerde büyük bir bina inşâ
edildiği anlatılır (Nevâyî, 1993: 130).
·
3.31. Mûsâ Peygamber'in Ölümü
14.
yüzyılda Nâsırü'd-dîn b. Burhânü'd-dîn Rabgûzî tarafından yazılan
“Kısasü'l-Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile on sekiz gün sohbet
ettiği, bu zaman zarfında on bilgi öğrendiği ve hepsinin yüz seksen söz olduğu,
Hızır ile yolları ayrılınca ise tekrar kavmine döndüğü ve üç yıl yedi ay sonra
vefat ettiği, Mûsâ Peygamber'in ölümünden sonra kavminin yetmiş türlü olduğu,
Mûsâ Peygamber'den Dâvûd Peygamber'e kadar İsrailoğulları'na 140 peygamber
gönderildiği ve bu sürecin bir rivayete göre yüz kırk diğer bir rivayete göre
ise yetmiş yıl yıl olduğu anlatılır (Rabgûzî, 1997:184).
“Kısas-ı
Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili farklı rivayetlere
değinilmiştir. Eserde aktarılan bir rivayete göre Azrâil'in, Mûsâ Peygamber'e
gelip ona canını Tanrı'ya vermesini söylediğinde Mûsâ Peygamber'in Azrâil'in
yüzüne vurup gözünü çıkardığı, Azrâil'in Tanrı'ya dönüp “ilâhî beni kula
viribidün kim hîç ölmek dilemez ve uş gözümi dahı çıkardı” dediği, Tanrı'nın
ona gözünü geri verdiği ve gidip Mûsâ Peygamber'e eğer sağlık /ömür istiyorsa
elini bir sığırın arkasına vurduğunda eline ne kadar kıl değerse onun sayısınca
yıl kendisine ömür verileceğini söylemesini buyurduğu, Mûsâ Peygamber'in bunun
sonunda da ölüm olduğunu öğrendiğinde “şimdi ölmek yigrekdür” dediği ve Tanrı'dan
kendisini arz-ı mukaddese bir taş atımı kadar yakın kılmasını dilediği
anlatılır ve Mûsâ Peygamber'in mezarının Tûr yanında bir kızılca tepecik
katında olduğu rivayeti aktarılır. Eserde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili
aktarılan bir başka rivayete göre, Azrâil'in insanların canını almak için
âşikâr bir şekilde görünür hâlde geldiği, ilkin Mûsâ Peygamber'e de öyle
geldiği ancak Mûsâ Peygamber'in Azrâil'in gözünü çıkardığı, bu sebeple ikinci
gelişinde gizlice geldiği, Mûsâ Peygamber'in Yûşac ile yürümekte
olduğu sırada Yûşac'nın karşıdan bir kara yelin gelmekte olduğunu görüp kavmine
kıyamet geliyor diye bağırdığı ve o sırada Mûsâ Peygamber'e sarıldığı, Mûsâ
Peygamber'in gömleği altından çıkıp kaçtığı, Yûşac elinde Mûsâ Peygamber'in
gömleği ile kavmi arasına gelince kavminin onu Mûsâ Peygamber'i öldürmekle
suçladıkları, İsrailoğulları'na Tanrı tarafından düşlerinde Mûsâ Peygamber'i
Yûşa'nın öldürmediğinin bildirildiği anlatılır. “Kısas-ı Enbiyâ”da yer alan
Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili bir başka rivayete göre ise bir gün Mûsâ
Peygamber bir nice iş için dışarı çıktığında çok güzel ve taze bir mezar
kazmakta olan bir bölük melek ile karşılaşır ve bu mezarı kimin için
kazdıklarını sorar. Melekler de Tanrı'nın kerim bir kulu için kazıklarını
söylediğinde Mûsâ Peygamber “işbunun issi kulun tanrı katında menzileti
vardur kim ben hîç bunun gibi görklü yir gördügüm yok” der. Bunun üzerine
melekler Mûsâ Peygamber'e bu makamın kendisinin olmasını isteyip istemediğini
sorarlar. Mûsâ Peygamber istediğini söyleyince melekler ona mezara inmesini
söylerler. Mûsâ Peygamber mezara iner, orada son nefesini verir ve melekler
üzerini toprakla örterler. Eserde aktarılan bir başka rivayete göre ise Mûsâ
Peygamber ölüm meleğinin getirdiği elmayı koklayınca canının kabz edildiği
anlatılır. Mûsâ Peygamber'in ömrünün yüz yirmi yıl olduğu belirtilir (Yılmaz,
Demir, & Küçük, 2013:317-319).
“14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ” adlı eserde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile
çıktıkları yolculuktan on sekiz gün sonra tekrar kavmine döndüğü, kavminin onu
tekrar görmekten mutlu oldukları, Bundan sonra Mûsâ Peygamber'in otuz yıl yedi
ay daha sağ kaldığı, on iki halifesi olduğu ve bunların hepsinden üstün olan
Yûşac'nın kendisinden sonra peygamber olduğu anlatılır (Cemiloğlu,
2000:198).
Sinan
Paşa da “Tazarru'nâme” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in âlemin düzeltilmesi ve
cihânın doğru yola ulaşması için Tanrı tarafından hitap ile kendisinin
yüceltildiğini ve peygamberlik hil'ati ile şanının yüceltildiğini, dokuz önemli
ayet ve mucizelerle güçlendirildiğini, âleme yıllarca hidayet nurlarıyla
aydınlık saçacak bir güneş saldığını, cihana şeriat gülistanlarını hikmet
çiçekleriyle aydınlatan bir mehtap bıraktığını, kalp evini gül bahçesine
çevirip gönül sahrasının aydınlattığını, can şehrini bayındır kıldığını ve ruh
askerini üstün kıldığını, binlerce nebinin onun yolunu tuttuğunu ve getirdiği
dinin nice peygambere din ve mezhep olduğunu ifade ettikten sonra “yüz yigirmi
üç yaşına yitişdi, dâr-ı fenâdan makarr-ı bekâya gitti” diyerek diğer
kaynaklardan farklı olarak yüz yirmi üç yaşında vefat ettiğini dile getirmiştir
(Sinan Paşa, 2001: 241).
15.
yüzyılda yaşayan Çağatay sahası ediplerinden Ali Şîr Nevâyî ise, “Târîh-i
Enbiyâ ve Hükemâ” adlı eserinde Mûsâ Peygamber'in ölümü ile ilgili olarak Mûsâ
Peygamber'in yüz yirmi yaşına eriştiğinde İsrailoğulları'nı toplayıp onlara
öğütler verdiğini, kâtiplerine Tevrat'ı yazdırıp çoğalttırdığını, kendisinin
bir tanesini mübarek yazısı ile yazıp Cebrâil ile tashîh ettikten sonra yapmış
olduğu “sandıku'ş-şehâde” denilen sandığa koyduğunu ifade eder (Nevâyî,
1993:130-131). Eserde bu olayların devamında Mûsâ Peygamber'in ölümü ve
kavminin onun ölümünden Yûşa'yı sorumlu tutmaları şöyle anlatılır:
“...
özgelerni tashîh kılgandın sonra Yûşac bile kavm arasıdın çıktı. Ve Yûşac
caleyhi's-selâmnı kuçup hayr yâd kılıp kilgen könlegi arasıdın gâyib boldı.
Nâ-insâf kavm Yûşac'nı Mûsî caleyhi's-selâm katliga müttehem kılıp mahbûs
kıldılar. Kiçesi Mûsî caleyhi's-selâm kavm tüşige kirip ol işdin men kılıp
tanlası anı koydılar. Ve Mûsî Hârûndın üç yaş kiçig irdi ve kabri madûm imes
kim kaydadur.” (Nevâyî, 1993:131)
Ali
Şîr Nevâyî, eserinde Mûsâ Peygamber ile ilgili bölümün sonunda şu rubaiye de
yer vermiştir:
Mûsî
ki cihânga tüşti gavgası anın
Hârûn
irdi vezîr ü dânâsı anın
Çün
boldı behişt sarı me'vâsı anın Ni kaldı casâ ni yedd-i beyzâsı anın
·
3.32. Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta
Muhammed Peygamber ile Karşılaşması
17.
yüzyılda Musâ b. Ahmed Antakî tarafından kaleme alınan mensur “Mi'râç-nâme”de
Muhammed Peygamber'in altıncı gökte “uzun boylı yüksek burunlı çok saçlı ak
sakallu üzerinde sofdan bir kömlek var bi casâya Tayanmış saçı gövdesini
burmaya yakın olmış ve sakalı gögsine inmiş” bir kişi gördüğü ve Cebrâil'in, bu
kişinin Mûsâ Peygamber olduğunu bildirdiği, Mûsâ Peygamber'in Muhammed
Peygamber'i görünce ağladığı ve “İsrâcîl-i benî Allâhu tecâlâ katında cümle
Halkdan mükerremdür dirler ammâ bu yigit Allâhu tecâlâ katından benden
mükerremdür” dediği, Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i selamladığı, Mûsâ
Peygamber'in de Muhammed Peygamber'e ve ümmetine hayır ve bereketle dua edip
“yâ Muhammed ben Tevrât’da seni ve ümmetini Hayurlu gördüm” dediği anlatılır.
Devamında Muhammed Peygamber ve bu göğün tüm meleklerinin iki rekât namaz
kıldıkları, namazın ardından Muhammed Peygamber'in Mûsâ Peygamber'i selamlayıp
yoluna devam ettiği ve Mûsâ Peygamber'in onun ardından yeniden ağladığını
anlatılır:
“mahallde
melekler saf saf oldılar ilerü geçüp millet-i İbrâhim üzere iki rekcat namâz
kıldım vaktâkim Mûsâ’yı selâmlayup gitdim ardımdan agladı niçün aglarsın
didiler eyitdi nice aglamam ki benden sonra bir oglan bkset oluna ve ümmetinden
cennete dâhil olan benim ümmetimdem çok ola didi”[109/b]
Antakî
tarafından kaleme alınan mensur “Mi'râç-nâme”de Muhammed Peygamber'in Allah ile
görüştükten sonra geri döndüğü, Cebrâil ve Mikâil'in Muhammed Peygamber'i
karşılayıp Mi'râc'ı kutladıkları, Cebrâil ve Mikâil'den ayrıldıktan sonra Mûsâ
Peygamber ile karşılaştığı, Mûsâ Peygamber'in Muhammed Peygamber'i tebrik
ettikten sonra ümmetine hediye olarak ne götürdüğünü sorduğu, elli vakit namaz
olduğunu öğrenince de bunun fazla olduğu söylediği ve kendi ümmetinden örnekler
vererek Muhammed Peygamber'i uyardığı anlatılır:
“andan
dahı nüzûl idüp karındaşım Mûsâ’ya irüşdüm aklar giymiş beni görüp ayaga kalkup
benümle mucânaka idüp gözlerümi öpdi bana eyitdi Allâhu tecâlâ katından geldün
belî dedim cemîc-i sualime cevâp virdi didüm ol eyitdi yâ sana ne ısmarladı ben
eyitdim bana ve ümmetim üzre gice ve gündüzde elli vakit namâz farz itdi didim
Mûsâ eyitdi yâ Muhammed ümmetün tâkat getürmezler Rabbüne rücûc it tahfif taleb
eyle zirâ senden evvel bu Halkı tecrübe etdim ve Benî İsrâcîl ile çok mucâlece
eyledüm ve çok tacab ve meşekkat çekdüm didi. [143/a-143/b]” (Alkan, 2015:192)
Bunun
üzerine Muhammed Peygamber'in Tanrı'dan elli vakit namazın hafifletilmesini
dilediği, elli vakit namazın onar onar beş vakte kadar indirildiği, Mûsâ
Peygamber'in beş vakit namazın da daha da indirilmesi hususunda Muhammed
Peygamber'i
uyardığı anlatılır:
“biz
Mûsâyla bu muhâtabada iken culâdan bir nidâ irdi ki iste yâ Muhammed
virelüm diyü ben dahı yâ Rabbi ümmetün tâkati yokdur didüm tahfif taleb itdüm
Hakk tecâlâ onun tahfif itdi andan Mûsâ’ya geldüm haber virdüm Mûsâ eyitdi
ümmetün zâyıfdur tâkatleri yetmez gine dön tahfif taleb eyle didi tekrâr dönüp
tahfif taleb itdüm on dahı tahfif idüp hâsılı Mûsâ’ya gelüp tekrâr dönüp tahfif
taleb eyledüm bir kac kez hatta beş vakte dek onar onar Rabbüm tahfif itdi Musâ
tekrâr tahfif taleb eyle didi eyitdüm çok tereddüd ve rücûc itdüm artuk
Rabbimden istihyâ iderüm didüm. [143/b-144/a]” (Alkan, 2015:192)
MANZUM VE MENSUR METİNLERİN
İNCELENMESİNDEN ELDE EDİLEN SONUÇLARIN KARŞILAŞTIRILMASI
Çalışmaya
kaynaklık eden 92'si manzum (82 dîvân, 12 mesnevi), 13'ü mensur, toplam 107
eserde müellifler Mûsâ Peygamber ve kıssasından teşbih ve telmih sanatları
vasıtasıyla eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Özellikle lirizmin, sanatsal
söyleyişin en yoğun hissedildiği, ince ve derin mana katmanlarıyla şairlerin
bütün sanat hünerlerini sergiledikleri manzum eserlerde, Mûsâ Peygamber'in
kıssası teşbih ve telmihlerin, mecazların ve daha başka edebî sanatların
vasıtasıyla şairlerin tasavvur ve tahayyüllerini renklendiren önemli bir motif
olarak kendine yer bulmuştur. Dîvânlardaki kaside ve gazellerden mesnevilere,
oradan da mensur eserlere doğru gidildikçe Mûsâ kıssasının konu edildiği
eserlerdeki lirizmin kesafeti azalmakta, hayallerin ve sanat gücünün yerini
biyografik, kitabî bilgiler almaktadır. Ancak mensur eserler içerisinde Sinan
Paşa'nın süslü nesrin nadide örneklerinden olan “Tazarru-nâme”si ve Fuzûlî'nin
“Hadikatü's-Süedâ”sı gibi sanatlı söyleyişe sahip eserleri bu genellemenin
dışında tutmak gerekir. “Kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde ise Mûsâ
Peygamber'in doğumundan ölümüne kadar hayatı bütün ayrıntılarıyla gözler önüne
serilmekte ve bu eserlerde İsrailiyat'ın büyük etkisi olduğu dikkat
çekçektedir.
Mûsâ
Peygamber'in doğumu, doğumundan önce yaşanan hadiseler, Firavun'un Mûsâ
Peygamber'in doğumuna ilişkin gördüğü rüya, kendisini bekleyen tehlike
karşısında aldığı tedbirler, annesi tarafından bir sandık içinde Nil Nehri'ne
bırakılması, Firavun'un sarayına alınması ve dilinde tutukluğa sebep olan
hadise ile ilgili olarak taranan dîvânlarda yok denecek kadar az beyit
bulunmakta iken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin “Mesnevî”sinde ve ve “kısâs-ı
enbiyâ” türündeki mensur eserlerde bu konulara oldukça geniş yer verilmiştir.
Görüş ve düşünceleri ile Klâsik Türk edebiyatında etkili olan İbn Arabi ise
Mûsâdiye öldürülen bebekler, Mûsâ'nın suya bırakılması ve Firavun'un sarayına
alınması hususlarına tasavvuf yorumlar getirmiştir.
Taranan
dîvânlarda ve mesnevilerde Mûsâ Peygamber'in bir Kıptî'yi kazara öldürmesi
hadisesine ilişkin beyit/bent tespit edilmemiş ancak “kısâs-ı enbiyâ” türündeki
mensur eserlerde oldukça geniş yer verilmiştir. Bu olayın neticesinde Mûsâ
Peygamber'in Medyen'e gitmesi, orada yaşadığı hadiseler, Şuayip Peygamber ile
tanışması, Şuayip Peygamber'in kızı Safura ile evlenmesi ve buna karşılık
Şuayip Peygamber'in yanında 8-10 yıl çobanlık yapması “kısâs-ı enbiyâ”
türündeki mensur eserlerde ayrıntılı olarak anlatılmış; dîvân ve mesnevilerde
de konuya telmihte bulunan beyitlere/bentlere rastlanmıştır. Manzum eserlerde
Mûsâ Peygamber'in Şuayip Peygamber'in yanında çobanlık yapması peygamberliğe
ulaşma, olgunluk kazanma yolunda bir merhale olarak görülmüştür.
Kendisine
verilen süreyi tamamlayan Mûsâ Peygamber'in ailesiyle birlikte Medyen'den çıkıp
yolları Tûr Dağı'na düştüğünde Mûsâ Peygamber'in burada yaşadığı hâller,
“anestü nârâ” diyerek ifade ettiği ilâhî nuru ateş sanıp ona yaklaşması, Tanrı'
ile konuşması ve bu sebeple “Kelîmu'llâh” diye anılması, kendisine verilen
mucizeler, bilhassa elindeki asânın ejderhaya/yılana dönüşmesi ve yedd-i beyzâ
mucizeleri, bu mucizelerle birlikte peygamberlik verilmesi ve azmış olan
Firavun'a gönderilmesi, bu yolda Mûsâ Peygamber'in kardeşi Hârûn'u kendisine
bir vezir/yardımcı olarak istemesi hadiseleri “kısâs-ı enbiyâ” türündeki mensur
eserlerde tahkiyeli bir anlatımla geniş yer bulurken, “Fîhi Mâ Fîh”, “Maârif”,
“Füsusû'l-Hikem” gibi eserlerde bu konulara ilişkin tasavvufî yorumlara yer
verilmiştir. Mesnevilerde ise mensur metinlere nazaran daha sanatlı bir
söyleyişle telmih unsuru olarak yer alan bu hususlar dîvânlarda Klâsik Türk
şairlerinin coşkun duygu ve hâllerini, eşsiz hayallerini ifade etmede en çok
yararlandıkları motiflerdendir. Tûr Dağı, Klâsik Türk şiirinde şairlerin Mûsâ
Kıssası bağlamında en fazla telmihte bulundukları husustur. Tûr Dağı, Klâsik
Türk şiirinde tasavvufi açıdan tecellî kavramı ekseninde ele alınmış, bu
eksende şairler gönül ile Tûr Dağı arasında her ikisinin de tecellî makamı
olması yönüyle teşbih ilgisi kurmuşlar, bütün kâinatın ilâhî tecellîler ile
dopdolu olduğunu görebilen kimseler için her yerin aslında Tûr Dağı olduğunu
ifade etmişlerdir. Tûr Dağı ve şecer-i Tûr şiirlerde ayrıca sevgili ve tabiat
unsurlarının türlü hususiyetlerini ifade etmede önemli bir teşbih unsuru olarak
kullanılmıştır. Tasavvufî anlam boyutunda âşığın gönlündeki aşk ateşi ile Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşi özdeşleştiren şairler kimi zaman da
övünmek maksadıyla kalemlerini Tanrı’nın tecellîsine mazhar olmuş Tûr
Dağı'ndaki kutsal fidana benzetmişlerdir. Yine Mûsâ Peygamber'in en çok telmihte
bulunulan mucizelerinden asâ ve yedd-i beyzâsı da şairlere çok geniş bir hayal
ufku açmış, sevgilinin saçı asâya, eli yedd-i beyzâya teşbih edilmiş, şairlik
güçlerini övmek maksadıyla şairler kalemlerini Mûsâ Peygamber'in mucizevî
güçleri olan asâsına benzetmişlerdir.
Mûsâ
Peygamber'in Firavun ile mücadelesi, Firavun'un tanrılık iddiası gütmesi, Mûsâ
Peygamber'in kendisini imana davetini veziri Hâmân'a uyarak reddetmesi ve onu
sihirbazlıkla suçlaması, Mûsâ Peygamber'in Firavun'un sihirbazları ile karşılaşması,
Firavun'un veziri Hâmân'a yaptırdığı kule, Firavun'un iman eden halkına ettiği
zulümler, Mûsâ Peygamber'e iman etmeyip İsrailoğulları'na zulmetmeye devam eden
Firavun ve kavminin uğratıldığı belalar ve en nihayetinde Firavun ve
askerlerinin denize gark olması hadiseleri de mensur metinlerde özellikle
“kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde İsrailiyat'tan gelen bilgilerle de
yoğrulmuş tahkiyeli bir anlatımla bütün ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Mevlânâ
ve Sultan Veled de bu hususlara, çalışmaya kaynaklık eden mesnevilerinde sıkça
değinmişlerdir. Mesnevilerde Firavun ile Mûsâ Peygamber'in zehir ile panzehir
gibi olduğu dile getirilmiş, Firavun bir kötülük timsali olarak ele alınmış,
insanın nefsi Firavun'a teşbih edilmiştir. Dîvânlarda ise Mûsâ Peygamber'in
Firavun ile mücadelesine ilişkin çok farklı tahayyüller, mazmunlar
görülmektedir. Klâsik Türk şiirinde bir kötülük ve şer sembolü olan Firavun,
genellikle sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri Firavun'un askerleri olarak
tasavvur edilerek âşığa verdiği sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle
anılır. Dîvânlarda Firavun'un yanında veziri Hâmân'dan ve Hâmân'ın Firavun için
yaptığı kuleden de söz edilmiştir. Firavun'un bütün ordusuyla birlikte denize
gark olması hadisesi de dîvânlarda sıkça telmih unsuru olarak yer almıştır.
İsrailoğulları'nın
Mısır'dan çıkışları, denizin yarılması hadisesi ve sonrasında
İsrailoğulları'nın şeriat dilemeleri üzerine Mûsâ Peygamber'e Tevrat'ın
verilmesi, Tevrat hükümlerini kabul etmeyen İsrailoğulları'nın üzerine dağın
kaldırılması, Mûsâ Peygamber'in Tanrı'yı görmeyi dilemesi ve tecellî hadisesi
ile Sâmirî olayı da “kısâs-ı enbiyâ” türü eserlerde tahkiyeli bir anlatım ile
kendisine geniş yer bulmuş, mucizat kitaplarında da Mûsâ Peygamber'in asâsıyla
denizi yarması mucizesi Muhammed Peygamber'in benzer bir mucizesiyle mukayeseli
olarak zikredilmiştir. “Fîhi Mâ Fîh” ve “Maârif’te tecellî hadisesine ilişkin
yorumlara yer verilmiştir. Mesneviler içerisinde bu konulara ilişkin en fazla
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin “Mesnevî’sinde bulunmaktadır. Yazıcıoğlu Mehmed,
“Muhammediye” adlı mesnevisinde Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na ikinci gidişinde
"erînî" diyerek Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine, “len terânî”
hitabıyla karşılaşmasına ve Tanrı'nın tecellîsi karşısında dağın parçalanması
hadisesine çeşitli beyitlerde değinmiş, özellikle mesnevi içerisinde yer
verdiği bir müstezatta bu konuya ayrıntılı olarak yer vermiştir. Sâmirî ise
mesnevilerde yaptığı buzağı helkeli ile kavmini yoldan çıkarması, Cebrail'in
atının ayağının bastığı yerden aldığı toprakla yaptığı buzağıya can vermesi,
kibirle Mûsâ Peygamber'e başkaldırması özellikleri ile anılmıştır. Taranan
dîvânlarda denizin yarılması mucizesine, Tevrat'ın tahrif edilmiş olmasına
telmihte bulunulmuş; sevgilinin Mûsâ Peygamber'e verilen levhalara/Tevrât'a
teşbih edilmiş, Sâmirî de sihir konusundaki üstün yeteneği, yaptığı buzağı
heykeli, insanları doğru yoldan alıkoyması/saptırması yönüyle telmih unsuru
olarak yer almıştır. Ayrıca taranan dîvânlarda Mûsâ Peygamber'in Tûr Dağı'na
ikinci gidişinde Tanrı'yı görmek istemesi hadisesine ilişkin olarak “erînî” ve
“len terânî” lafızlarına sıkça yer verilerek konuya telmihte bulunulmuştur.
Mûsâ
Peygamber'in Beytü'l-Makdis'i inşa etmesi hadisesi sadece bir tek mensur eserde
konu edilmiş, bu konuya ilişkin dîvân ve mesnevilerde yer verilmemiştir. Yine
Mûsâ Peygamber'in yaptığı içinde asâsının, levhâların, Hârûn Peygamber'in
imamesinin bulunduğu sandıktan 3 mensur eser ve bir mesnevide söz edilmiş ancak
taranan dîvânlarda bu konuya ilişkin de telmih unsuruna rastlanmamıştır.
Tîh
Çölü'nde İsrailoğulları'na verilen nimetlerden hem dîvânlarda, hem
mesnevilerde, hem de mensur eserlerde söz edilmiş olup dîvânlarda bu
nimetlerden sadece “menn” ve “selvâ”dan ve Mûsâ Peygamber'in asâsıyla vurduğu
taştan kavmi için su çıkarmasından söz edilirken mesnevi ve mensur eserlerden
bunlardan başka İsrailoğulları'nın bir bulut tarafından gölgelenmesi
hadisesine, İsrailoğulları'nın elbiselerinin hiç eskimemesi, tırnaklarının
uzamaması, saçlarının tarağa muhtaç olmaması, çocukları büyüdükçe elbiselerinin
de onlarla birlikte büyümesi gibi hususlara da yer verilmiştir.
Klâsik
Türk edebiyatında tasavvufî bağlamda mürşit-mürit ilişkisine dair bir model
olarak ele alınan Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu mensur metinler
içerisinde bilhassa İbn Arabî, Sultan Veled ve Niyâzî-i Mısrî tarafından
tasavvufî yorumlarla ele alınıp değerlendirilmiştir. “Kısâs-ı enbiyâ”larda da
Mûsâ Peygamber ile Hızır'ın kıssası Kur'ân-ı Kerîm'deki anlatıma paralel bir
şekilde oldukça detaylı olarak ele alınmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de
“Mesnevi”sinde Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğuna pek çok beyitte
değinmiştir. Sultan Veled ise “İbtidâ-nâme” adlı mesnevisinde Mevlânâ'yı Mûsâ
Peygamber'e, Tebrizli Şems'i de Hızır'a teşbih etmiştir. Taranan dîvânlarda ve
mesnevîlerde Mûsâ Peygamber'in kıssasıyla ilgili en çok telmihte bulunulan
konulardan biri olan Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu ile ilgili olarak
Hızır'ın ledünnî ilmin timsali oluşuna ve Mûsâ Peygamber'in bu ilmî öğrenmek
için Hızır'a tâbi oluşuna sıkça telmihte bulunulmuştur. Hızır'ın Mûsâ Peygamber
ile birlikte çıktıkları yolculukta gemiyi delmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi,
yıkık bir duvarı tamir etmesi hadiseleri ile Mûsâ Peygamber'in Yûşâ ile Hızır'ı
bulmak için yola çıktıklarında azıklarındaki pişmiş balığını denize süzülüp
canlanması hadisesi şiirlerde tasavvufî açıdan ele alınıp yorumlanan, kıssa ile
ilgili telmih unsuru olarak yer alan ayrıntılardır.
Edebiyatta
zenginlik ve cimriliğin sembolü olarak kullanılan Kârûn, çalışmanın örneklemini
teşkil eden eserlerin çoğunda zenginliği, hazinesi, mal hırsı, malı ve mülküyle
birlikte yere batması yönleriyle sıkça telmihte bulunulan bir isim olmuştur.
Dünya malına meyledip dünyalık toplayanların sonunun Mûsâ Peygamber'in
bedduasıyla bütün mal ve mülküyle birlikte yere geçen Kârûn gibi olacağı ifade
edilmiştir. Taranan mensur metinlerden “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde
tahkiyeli bir anlatımla bütün ayrıntılarıyla ele alan Kârûn kıssası
mesnevilerde ve dîvânlardaki şiirlerde yukarıda bahsedilen hususiyetleriyle bir
telmih unsuru olarak yer almıştır.
Mûsâ
Peygamber'in efsanevî bir dev olan Ûc ile mücadelesine ilişkin taranan
dîvânlarda sadece bir beyte rastlanmış olup mesnevilerde adından bahsedilemeyen
bu dev ile ilgili “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde İsrailiyat'tan gelen
tesir neticesinde geniş olarak yer bulmuştur. Ali Şîr Nevâyî de “Târîh-i Enbiyâ
ve Hükemâ” adlı eserinde Tanrı'nın Mûsâ Peygamber'e Şam diyârındaki oldukça iri
cüsseli ve zorba bir kavim olan Amâlika kavmi ile savaşıp oradan
uzaklaştırmasını buyurduğu, cAvc bin cAnk isimli başı adeta
bulutlara sürtülen meşhur devin de bu kavimden olduğunu dile getirir. Mensur
eserlerde ayrıca bu dev ile ilgili olarak Nûh Peygamber zamanından beri hayatta
olan bu devin Mûsâ Peygamber tarafından öldürüldüğü anlatılır.
Kur'ân-ı
Kerîm'de adını bu hadiseden alan Bakara Sûresi'nde de anlatılan katili
bilinmeyen bir maktulün katilini bulmak için İsrailoğulları'nın Mûsâ
Peygamber'den yardım istemesi, bu amaçla Tanrı tarafından buyrulduğu şekilde boğazlanan
bir hayvanın bir uzvuyla maktule vurulunca maktulün dirilip katilin söylemesi
hadisesine ilişkin taranan dîvânlarda telmih unsuruna rastlanmamıştır. Taranan
mesneviler içerisinde de bir tek Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Mesnevî”sinde
konuya birkaç beyitte telmihte bulunmuştur. Mensur metinlerden ise kısas-ı
enbiyalarda ve mucizat metinlerinde konuya tafsilatlı olarak yer verildiği
tespit edilmiştir.
Mûsâ
Peygamber'in ve Hârûn Peygamber'in ölümüne ilişkin ise çalışmanın örneklemini
oluşturan ne dîvânlarda ne de mesnevilerde bir telmih unsuruna rastlanmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de de bu hususa dair bir anlatım bulunmamaktadır. Ancak
Tevrat'ta tafsilatlı olarak yer alan Mûsâ Peygamber ve Hârûn Peygamber'in
ölümüne ilişkin anlatımların “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde ayrıntılı bir
şekilde anlatılması bu eserler üzerindeki İsrailiyat'ın tesirini gözler önüne
sermektedir.
Mûsâ
Peygamber'in Miraç'ta Muhammed Peygamber ile karşılaşması hususuna taranan
dîvânlardaki şiirlerde telmihte bulunulmadığı tespit edilmiştir. Mesnevilerde
miraç hadisesinin anlatıldığı bölümlerde Mûsâ Peygamber'in Miraç'ta Muhammed
Peygamber ile karşılaşmasına değinilmiş, aralarında geçen konuşmalardan
bahsedilmiş, Müslümanlara hediye edilen 50 vakit namazın Mûsâ Peygamber'in
yönlendirmesi ve Muhammed Peygamber'in de Tanrı'dan tahfif dilemesiyle 5 vakte
kadar hafifletilmesi hususu dile getirilmiştir. Şeyyâd Hamza ise
“Mi’râc-nâme”sinde Muhammed Peygamber'in Mirac'da altıncı gökte Mûsâ Peygamber
ile karşılaşmalarına, burada bu göğün melekleri ile iki rekât namaz kılmalarına
tafsilatlı olarak değinmiştir. Bu konu taranan mensur metinler içerisinde
sadece bir eserde, 17. yüzyılda Musâ b. Ahmed Antakî tarafından kaleme alınan
mensur “Mi'râç-nâme”de detaylıca dile getirilmiştir.
Çalışmanın
örneklemini oluşturan eserlerde yukarıda sayılan konu başlıkları dışında ayrıca
Mûsâ Peygamber ile ilgili olarak mesnevilerde müstakil hikâyelere yer verildiği
ve ayrıca mesnevi türünde müstakil eserler kaleme alındığı tespit edilmiştir.
Özet olarak çalışmaya kaynaklık eden dîvân, mesnevi ve mensur eserlerde Mûsâ
Peygamber'in kıssasına yapılan telmihlerin konuları bakımından kullanım
sıklığını her eser türünde en sık telmihte bulunulan 5
konu başlığına yer verilen şu tablo ile ifade edebiliriz:
SONUÇ
Klâsik
Türk edebiyatı zengin kaynaklardan beslenen bir edebiyattır. Klâsik Türk
edebiyatının tam manasıyla değerlendirilebilmesi için bu edebiyatın
yararlandığı malzemelerin, beslendiği kaynakların tespit edilip incelenmesi
gerekmektedir. Klâsik Türk edebiyatına hâkim olan zihniyet, din ve maneviyat gerçeği,
bu edebiyatın birincil ve en önemli kaynağının Kur'ân-ı Kerîm olduğuna işaret
etmektedir. Bu edebiyatın kaynakları ve kullandığı malzemeler arasında
peygamber kıssaları da önemli bir yer tutmaktadır. Peygamberlerin hayatları
etrafında teşekkül eden mazmunlar Klâsik Türk şairlerinin bu kıssalardan ne
kadar geniş ölçüde ilham aldıklarını göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm ve
Tevrat'ta çokça zikredilen, hatta Kur'ân'da kıssası en geniş yer tutan Mûsâ
Peygamber kıssası, Klâsik Türk edebiyatının da en önemli mazmunlarından birini
teşkil etmektedir. “Kelîmu'llâh” unvanı ile de anılan Mûsâ peygamber, eserlerde
Tûr Dağı'nda Tanrı'nın hitabına mazhar olması, mucizeleri, Firavun ile
mücadelesi, Tanrı'yı görmek istemesi, Hızır ile yolculuğu gibi hususiyetleri
vesilesiyle sıkça telmih ve teşbih unsuru olarak yer almıştır.
Çalışmada
öncelikle Mûsâ Kıssası'nın birincil kaynağı olan kutsal metinlerdeki Mûsâ
Peygamber ile ilgili beyanları tespit edildi. Buradan hareketle Mûsâ
Peygamber'in sadece dinler tarihi açısından değil insanlık tarihi açısından da
büyük bir önemi haiz olduğu sonucuna ulaşıldı.
Mûsâ
Peygamber'in Klâsik Türk edebiyatındaki yansımalarını tespit etmek amacıyla
kapsamlı bir araştırma olarak plânlanan bu çalışmada toplam 110 eser
taranmıştır. Bu eserlerin 85'i dîvân, 12'si mesnevî ve 13'ü mensur eser olup
mensur eserler içerisinde “kısâs-ı enbiyâ”, miraç-nâme, mucizat metinleri,
dînî, tasavvufî ve ahlâkî içerikli mensur eserler bulunmaktadır. Taranan
eserler içerisinde sadece İlhâmî (III. Selim) Dîvânı, Şeref Hanım Dîvânı ve
Leylâ Hanım Dîvânı'nda konuya ilişkin telmih unsuruna rastlanmamıştır. Taranan
mesnevîlerden 2'si Mûsâ Peygamber ile ilgili müstakil mesnevîlerdir. Buradan
hareketle kıssaya telmihin tespit edildiği toplam 107 eserden yola çıkılarak
Klâsik Türk edebiyatında Mûsâ Peygamber'in hangi yönleriyle ele alındığına
bakılmıştır.
Tez
çalışması kapsamında taranan eserler; dîvânlar, mesneviler ve mensur eserler
olarak tasnif edilerek her birinde belirlenen konu başlıklarının bu eserlerde
ne şekilde ele alındığına bakılmıştır. Mesnevilerde Mûsâ Peygamber ile ilgili
bölümler kendi içinde de farklı özellikler arz etmekte olduğu için bu bölüm
kendi içinde, müstakil beyitler, müstakil anlatılar ve müstakil eserler
şeklinde başlıklandırıldı.
Çalışmanın
“Dîvânlarda Mûsâ Peygamber” başlıklı bölümünde Mûsâ Kıssası'na dair tespit
edilen beyitler kronolojik bir sıra gözetilerek 16 başlık altında
sınıflandırıldı. Herbir konu başlığı ile ilgili olarak evvela bilgi ve
açıklamalara yer verdikten sonra, tespit edilen beyitler içerisinden konuyu en
iyi örneklediği düşünülen beyitler geleneksel şerh metoduna göre şerh edilmiş
ve ardından konuyla ilgili tespit edilen diğer beyitlerin sadece beyit
numaraları dikkate sunulmuştur. Dîvânlardaki şiirlerde bilhassa gazel ve kasidelerde
Mûsâ Kıssası'nın şairler için engin bir ilham kaynağı olduğu, oldukça zengin ve
çeşitli tasavvurlarla şairlerin hayal ufuklarını alabildiğine genişlettiği,
oldukça mühim bir mazmun olarak beyitlerde kendine sıkça yer bulduğu
görülmektedir.
Bu
çalışma, Mûsâ Kıssası'nda geçen olay ve kişilerin Klâsik Türk edebiyatında
nasıl ve ne ölçüde ele alındığını ortaya koyarak, sözkonusu kıssa ile ilgili
hafızayı tazelemeyi, ortak imajlardan hareketle şairlerin hayal dünyasının
nasıl çeşitlendiğini gözler önüne sermeyi hedeflemektedir. Bu hedef
doğrultusunda, çalışmadan elde edilen bilgiler ışığında Mûsâ Peygamber'in
Klâsik Türk edebiyatındaki yerine ilişkin yapılan tespitler şöyle
sıralanabilir:
·
1.
Klâsik Türk edebiyatında manzum-mensur bütün eserlerde Mûsâ Peygamber'in
kıssasına, kıssadaki olay ve kişilere oldukça sık yer verilmiş olup Mûsâ
Peygamber'in, kıssasına en çok telmihte bulunulan peygamberlerin başında
geldiği tezi doğrulanmıştır.
·
2.
Taranan dîvânlarda tespit edilen beyitlerin/bentlerin konulara göre
dağılımına bakıldığında Mûsâ Peygamber'in kıssası ile ilgili olarak en fazla
“Tûr Dağı”nın telmih unsuru olarak kullanıldığı görülmüştür. Bu durum kıssada
en dikkat çekici noktanın “Tûr Dağı” olduğunu ortaya koymaktadır. Tûr Dağı,
Klâsik Türk şiirinde daha çok tasavvufî açıdan tecellî kavramı ekseninde ele
alınmıştır. Tûr Dağı kimi şairlerce bir tecellîgâh olarak görülürken kimi
şairler ise bütün kâinatın ilâhî tecellîler ile dopdolu olduğunu görebilen
insan için her yerin Tûr Dağı olduğu ifade edilmiştir. Gönül tecellî nurlarıyla
dopdolu olması bakımından Tûr Dağı'na teşbih edilmiş, gönlünü masivadan
temizleyen kimselerin Tûr Dağı gibi tecellîye mazhar olacağı ifade edilmiştir.
Tabiata ilişkin tasvirlerde bir teşbih unsuru olarak da kaşımıza çıkan Tûr
Dağı, kimi beyitlerde çiçeklerle donanmış bir ağaca, kimi beyitlerde mahyalarla
süslenmiş bir minareye benzetilmiştir. Sevgilinin boyu uzunluğu dolayısıyla Tûr
Dağı'na teşbih edilirken sevgilinin yanağı da rengi ve parlaklığı dolayısıyla
bu ağacın üzerinde bir ateş olarak tasavvur edilmiştir. Ayrıca sevgilinin
yanağı kırmızı rengi dolayısıyla Tûr Dağı'na, Tûr Dağı'nda yanan tecellî
ateşine benzetilerek sevgilinin yüzünde görülen ilâhî kudretin tecellîsi ifade
edilmiştir.
·
3. Mûsâ
Peygamber'in mucizeleri de taranan eserlerde Mûsâ Kıssası'na ilişkin en sık
rastlanan telmih unsurlarının başında gelir. Hem manzum hem de mensur eserlerde
Mûsâ Peygamber'in mucizelerinden çokça bahsedilmiştir. Bu mucizeler ile ilgili
en fazla ayrıntı mucizat metinlerinde görülür. Mûsâ Peygamber'in mucizeleri
içinde en fazla ön plana çıkanları asâ ve yedd-i beyzâ mucizeleridir. Klâsik
Türk şiirinde Mûsâ Peygamber'in asâsı yılana/ejderhaya dönüşmesi yönüyle sıkça
telmih unsuru olarak kullanılmış, sevgilinin saçı şekil yönüyle ve sihri/mucizesi
ile âşığı büyülemesi yönüyle Mûsâ Peygamber'in yılan olan asâsına teşbih
edilmiştir. şairler kasidelerinde memdûhlarını överken, memdûhlarının adalet ve
kudretleri dile getirirken onun elindeki kalemi Mûsâ Peygamber'in asâsına
teşbih etmişlerdir. Kışın Firavun'un askerlerine teşbih edilmesi karşısında
baharın gelişini müjdeleyen sümbül Mûsâ Peygamber'in ejderhaya dönüşen asâsına
teşbih edilmiştir. Şairler kendi sanat kudretlerini övmek maksadıyla
kalemlerinin sihirli güçleri olduğunu ima ederek Mûsâ Peygamber'in mucizevi
özellikleri olan asâsına teşbih ederler. Mübalağa yoluyla şiirdeki sihir
kudretlerine Mûsâ
Peygamber'in
asâsının bile yetişemeyeceğini ifade etmişlerdir. Yılana
dönüşen
asânın cennetten geldiğine, cennet ağacından olduğuna ve Mûsâ Peygamber'e
Şuayip Peygamber tarafından verildiğine telmihte bulunulmuştur. Günümüzde
yaygın olarak bilinen ve kullanılan “Dayak cennetten çıkmadır.” atasözü de
buradan gelmektedir. Hatay'ın Samandağ ilçesindeki “Hıdırbey Mûsâ Ağacı”na
ilişkin anlatılan efsaneler Mûsâ kıssasına ilişkin ayrıntıların halkın
muhayyilesinde hâlâ canlı bir şekilde yaşadığını da göstermektedir.
·
4.
“Yedd-i beyzâ” mucizesi de Mûsâ Peygamber'in en çok zikredilen mucizelerinden
biri olup Klâsik Türk şiirinde sıkça teşbih unsuru olarak kullanılmıştır.
Kasidelerde kerem sahiplerinin eli yedd-i beyzâya teşbih edilmiştir. Şairler
belagat ve icazının parlaklığını ifade etmek maksadıyla ellerindeki kalemi
yedd-i beyzâ diye nitelendirmişlerdir. Şairler bazen de sevgilinin boyunu,
bazen güneş kimi göz kamaştıran parlaklığı ile sevgilinin yanağını, bazen de
baharda çiçeklenen ağaçları ve açılan çiçekleri de yedd-i beyzâya
benzetmişlerdir. Mûsâ Peygamber'in münkirleri imana davet için yedd-i beyzâ
mucizesini gösterdiğine ve Mûsâ Peygamber'in risaletinin delillerinden oluşuna
da telmihte bulunulmuştur.
·
5.
Mûsâ Peygamber'in Tanrı
ile konuşması ve bu vesile ile “Kelîmu'llâh” unvanı ile anılması; Tanrı'yı
görmeyi dilemesi ve buna ilişkin olarak “erînî” ve “len terânî” lafızları
Klâsik Türk şiirinde sıkça teşbih unsuru olarak kullanılmıştır. Klâsik Türk
edebiyatında şairler beşerî aşk bağlamında sevgilinin cemâlini âşıktan
gizlemesindeki tavrı "len terânî" lafzı ile ilişkilendirilmişler
ayrıca “len terânî” lafzını Tanrı'nın zâtını gizleyen bir perdeye, nikâba teşbih
etmek suretiyle dünya gözüyle Tanrı'yı görmenin mümkün olmadığı
vurgulamışlardır. Şairler konuyla ilgili beyitlerde hem ilâhî hem de beşerî aşk
bağlamında sevgilinin dîdârını görmeyi şiddetle arzulama bakımından Mûsâ
Peygamber'i model bir kişi olarak ele almışlardır. Şairler Mûsâ Peygamber'in
unvanı olan “Kelîm”i çoğu zaman kelimenin gerçek anlamını (söz söyleyen) da
çağrıştıracak şekilde tevriyeli olarak kullanmak suretiyle şiirlerinin
anlam katmanlarını derinleştirmişlerdir. Ayrıca kasidelerinin fahriye
bölümlerinde, bilhassa Nefî, Mûsâ Peygamber'in “Kelîm” unvanından çeşitli
şekillerde söz ederek sanat kudretlerini ifade etmişlerdir. Gülün Mûsâ
Peygamber'in Tûr Dağı'nda gördüğü ateşe benzetildiği beyitlerde bülbül de Mûsâ
Peygamber'in “Kelîm” sıfatıyla nitelendirilmiştir.
·
6.
Mûsâ Peygamber'in Firavun
ile mücadelesi de kıssaya ilişkin en çok üzerinde durulan, telmihte bulunulan
hususlardan biridir. Mûsâ Peygamber'in Firavun ve Hâmân ile olan mücadelesi
eserlerde iman-küfür mücadelesi şeklinde işlenir ve daha çok âşık- rakip ve
rekabet çerçevesinde ele alınır. Klâsik Türk şiirinde bir kötülük ve şer
sembolü olan Firavun istenmeyen bir kişiliği ve hâli çağrıştırır ve genellikle
sevgilinin hattı Firavun'un askerleri olarak tasavvur edilerek âşığa verdiği
sıkıntılardan dolayı olumsuz niteliklerle anılır. Eserlerde haddini aşıp
büyüklük taslayan, dünya malıyla gururlanan Firavun ile Hâmân'ın bu dünyadan
eli boş ayrıldıkları vurgulanmış, denize gark olmaları hadisesine de sıkça
telmihte bulunulmuştur. Firavun ve askerlerinin gark olduğu denizin Kızıldeniz
olmasına rağmen bazı şairler Nil Nehri'ne gark olduklarını ifade etmişlerdir.
·
7.
Mûsâ Peygamber'in Hızır ile yolculuğu da Klâsik Türk edebiyatı metinlerinde
sıkça telmihte bulunulan bir husus olup şairler Mûsâ Peygamber ile Hızır
arasındaki ilişkiyi çoğu zaman mürşit-mürit ilşkisi bağlamında ele almışlar,
Hızır'ın vâkıf olduğu ledün ilmi ile Mûsâ Peygamber'e irşadına telmihte
bulunmuşlardır. Hızır'ın Mûsâ Peygamber ile birlikte çıktıkları yolculukta
gemiyi delmesi, bir erkek çocuğu öldürmesi, yıkık bir duvarı tamir etmesi
hadiseleri ile Mûsâ Peygamber'in Yûşâ ile Hızır'ı bulmak için yola
çıktıklarında azıklarındaki pişmiş balığın denize süzülüp canlanması hadisesi
şiirlerde tasavvufî açıdan ele alınıp yorumlanan, kıssa ile ilgili telmih
unsuru olarak yer alan ayrıntılardır. Hızır-Mûsâ kıssası bağlamında Mûsâ
Peygamber, mütevazılıkla ilim arayışının timsali olarak görülmüştür.
·
8.
Mûsâ Peygamber'in kıssasında geçen kişilerden Kârûn zenginliği, hazineleri, mal
hırsı ve açgözlülüğü sebebiyle hazineleriyle birlikte yere batırılması
yönleriyle sıkça telmihte bulunulan kötülük timsali kişilerden biri olmuş Dünya
malına meyledip dünyalık toplayanların sonunun Mûsâ Peygamber'in bedduasıyla
bütün mal ve mülküyle birlikte yeregeçen Kârûn gibi olacağı ifade edilmiştir.
Kıssada geçen kötülük timsali kişilerden bir diğeri ise Sâmirî'dir. Eserlerde
Sâmirî'nin Firavun için sihir yaptığına, yaptığı altından buzağıya, sihir
konusundaki üstün yeteneğine telmihte bulunulmuş, sevgilinin güzellik
unsurlarından beni ve özellikle de gözleri büyüleyici güzelliği, vasfı
dolayısıyla Sâmirî'nin sihri ile ilişkilendirilmiştir.
·
9. Mûsâ
Kıssası'na ilişkin “kısâs-ı enbiyâ” türündeki eserlerde yer alan bilgilerde
İsrailiyat tesiri çok yoğun olarak hissedilmektedir. Mesnevi ve dîvânlarda yer
alan şiirlerde İsrailiyat etkisi yok denecek kadar azdır.
Sonuç
olarak denilebilir ki, Klâsik Türk edebiyatında manzum ve mensur eserlerde
geniş yer bulan Mûsâ Kıssası, bu eserlerdeki aktarımların günümüze ulaşmasıyla
hâlâ güncelliğini korumakta ve modern edebiyatın yanı sıra resim, minyatür,
sinema gibi farklı sanat dallarında kendisine yer bulmaya ve bir ilham kaynağı
olmaya devam emektedir. Berk Yüksel'in “Musa'nın Sırrı”, Ümit Aktaş'ın “Musa ve
Yol Arkadaşı”, Lütfi Parlak'ın “Sudan Gelen” ve T. Kuter Eren'in “Kızıldeniz'de
Bir Secde” isimli romanları yakın tarihlerde Mûsâ Kıssası'nı bir bütün olarak
ele alıp işleyen romanlardan bazılarıdır. Tarık Buğra'nın “Firavun İmanı” ve
Tuğba Doğan'ın “Musa'nın Uykusu” isimli romanları ise Mûsâ Peygamber'in
kıssasından kısmen ilham alan ve bu tesirin eserlerin isminde de hissedildiği
romanlardandır. Bu romanların yanı sıra Şükrü Karaca'nın “Ânestü Nârâ”, Sezai
Karakoç'un “Hızırla Kırk Saat” ve Özkan Gözel'in “Hızır ile Musa -Olmak ve
Aramak-” isimli şiir kitapları da Mûsâ Peygamber'in kıssasından ilhamla vücut
bulmuş eserlerdir. Mûsâ Peygamber'in kıssası ekseninde Klâsik Türk edebiyatının
bilgi birikimini gözler önüne seren bu çalışmanın yukarıda bahsi geçen türden
yazılacak yeni eserler için çağdaş sanatkâra ilham vermesi, bu alanda yapılacak
yeni çalışmalara da katkı sağlaması beklenmektedir.
KAYNAKÇA
·
1. KAYNAK ESERLER VE KİTAPLAR
Abdülvasi
Çelebi, (1996). Hâlilnâme. haz. Ayhan Güldaş, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay.
Âdile
Sultan, (1996). Dîvân. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Ahmed
Paşa, (1992). Dîvân. haz. Ali Nihat Tarlan. Ankara: Akçağ Yay.
Ahmed-i
Dâ'î, (2001). Dîvân. haz. Mehmet Özmen. Ankara: TDK Yay.
Ahmet
Cevdet Paşa, (2012). Peygamberler ve Halifeler Tarihi. İstanbul: Hikmet
Neşriyat.
Akar,
M. (1987). Türk Edebiyatında Manzum Mi'rac-nâmeler. Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Aktaş,
Ü. (2016). Musa ve Yol Arkadaşı, İstanbul: Metamorfoz Yay.
And,
M. (1998). Minyatürlerle Osmanlı-IslâmMitologyası. İstanbul: Akbank Yay.
Atalay,
M. (2017). Kur'an'a Psikoloji ile Bakmak - Hz. Yuzuf ve Hz. Musa Kıssaları
Örneği. İstanbul: İz Yay.
Ateş,
S. (2004). Kur’an’daPeygamberler Tarihi. İstanbul: Yeni Ufuklar
Neşriyat.
Aydemir,
A. (1979). Tefsirde İsrâiliyyât. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
(2014).
İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler. Ankara: TDV Yay.
Babacan,
İ. (2012). Klâsik Türk Şiirinin Son Baharı Sebk-i Hindî. Ankara: Akçağ
Yay.
Bâkî,
(2015). Dîvân (Tenkitli Basım). haz. Sabahattin Küçük. Ankara: TDK Yay.
Bardakçı,
M. N. (2016). Hakikatin Keşfi Hz. Musa ve Hızır. İstanbul: Rağbet Yay.
Batıislam,
H. D. (2016). Divan Şiirinin Benzetme ve Hayal Dünyasından. İstanbul:
Kesit Yay.
Bostanzâde
Yahyâ Efendi, (2011). Gül-i Sad-berg, haz. Feridun Hakan Özkan. Doktora
Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Buğra,
T. (1983). Firavun İmanı, İstanbul: Ötüken Yay.
Bursalı
İffet, (2005). Dîvân, haz. Mehmet Arslan. İstanbul: Kitabevi Yay.
Canım,
R. (2016). Divan Edebiyatının Kaynakları, İstanbul: Akıl Fikir Yay.
Cem
Sultan, (2013). Dîvân, haz. İ. Halil Ersoylu, Ankara: TDK Yay.
Cevrî,
(1981). Dîvân, haz. Hüseyin Ayan, Erzurum: Atatürk Üniversitesi
Basımevi.
Ceylan,
Ö. (2000). Tasavvufî Şiir Şerhleri. İstanbul: Kitabevi Yay.
Cinânî,
(1994). Dîvân, haz. Cihan Okuyucu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Demir,
Ş. (2015). Mitoloji Kur'an Kıssaları ve Tarihi Gerçeklik, İstanbul:
Beyan Yay.
Demirel,
Ş. (1999). Şehrî Hayatı, Sanatı, Divanı’nın Tenkitli Metni ve Tahlili,
Elazığ: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
Doğan,
T. (2014). Musa'nın Uykusu, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Enderunlu
Vâsıf, (1999). Dîvân, haz. Rahşan Gürel, İstanbul: Kitabevi Yay.
Eraydın,
S. (2004). Tasavvuf ve Tarikatler. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay.
Eren,
T. K. (2017). Kızıldeniz'de Bir Secde, İstanbul: Çınaraltı Yay.
Erkal,
A. (2009). Dîvân Şiiri Poetikası (17. Yüzyıl), Ankara: Birleşik Yay.
Erzurumlu
Zihnî, (2000). Dîvân, haz. Muhsin Macit, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Fehîm-i
Kadîm, (1991). Dîvân (Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi),
haz. Tahir Üzgör, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Fuzûlî,
(1987). Hadikatü's-Süceda, haz. Şeyma Güngör, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yay.
Fuzûlî,
(1990). Dîvân, haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel, Müjgan
Cunbur, Ankara: Akçağ Yay.
Gözel,
Ö. (2014). Hızır ile Mûsâ - Olmak ve Aramak-,İstanbul: Profil Yay.
Güler,
Z. (2006). Divan Şiirinde Peygamber Hikâyelerine Telmihler. Malatya: Uğurel
Yay.
Halman,
H. T. (2018). iki Denizi Buluştuğu Yer Hızır (a.s.), çev. İsmail Aydın,
İstanbul: Nefes Yay.
Harputlu
Rahmî, (1996). Dîvân, haz. İbrahim Kavaz - M. Naci Onur, Elazığ: İzzet
Paşa Vakfı Yay.
Haşmet,
(1994). Dîvân (Külliyat), haz. Mehmet Arslan, İ. Hakkı Aksoyak, Sivas:
Dilek Matbaası.
Hayâlî
Bey, (1945). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, İstanbul Üni. Yayınlarından
277 Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dalı No: 3, İstanbul: Bürhaneddin
Erenler Matbaası.
Hayretî,
(1981). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu - M. Ali Tanyeri, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 2868.
Helâkî,
(1982). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları, Edebiyat Fakültesi Matbaası.
Horata,
O. (1998). Esrâr Dede Hayatı - Eserleri - Şiir Dünyası ve Dîvânı,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Hüdâyî,
(2016), Dîvân, haz. Mustafa S. Kaçalin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
İbn
Kesîr, (1998). Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsîri. çev. Bekir Karlığa,
Bedrettin Çetiner, C.I., İstanbul: Çağrı Yay.
İbn-i
Kemâl, (1996). Dîvân, haz. Mustafa Demirel, İstanbul: Fakülteler
Matbaası,.
İpekten,
H. (1986). Nâ'ilî. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
(2004a).
Eski Türk Edebiyatı-Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul: Dergâh Yay.
(2004).
NâilîHayatı Sanatı Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.
(2006).
Şeyh Galip Hayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.
(2007).
FuzûlîHayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Akçağ Yay.
İsen,
M. vd. (2014). Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yay.
İsmail
Hakkî Burusevî, (2000). Dîvân, haz. Murat Yurtsever, Bursa: Arasta Yay.
İsmetî,
(1974). Dîvân, haz. Halûk İpekten, Ankara: Baylan Matbaası.
Kadı
Burhaneddin, (1980). Dîvân, haz. Muharrem Ergin, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.
Kara,
Ö. (2016). Dîvân Edebiyatının Dinî Kaynakları - Fuzûlî'nin Tevhîd'i ve
Neşâtî'nin Hilye-i Enbiyâ'sı. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yay.
Karaca,
Ş. (2017). Ânestü Nârâ, İstanbul: Ötüken Yay.
Karakoç,
S. (2018). Hızırla Kırk Saat, İstanbul: Diriliş Yay.
Karamanlı
Aynî, (1997). Dîvân, Ahmet Mermer, Ankara: Akçağ Yay.
Kilisli
Zihnî, (2014). Dîvân, haz. Hasan Şener, Ankara: Grafiker Yay.
Köksal,
M. A. (2016). Peygamberler Tarihi (Cilt II). Ankara: TDV Yay.
Kur’ân-ı
Kerim Açıklamalı Meâli. 2005. Ankara: TDV Yay.
Levend,
Â. S. (1984). Dîvân Edebiyatı "Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve
Mefhumlar. İstanbul: Enderun Kitabevi.
Leylâ
Hanım, (2003). Dîvân, haz. Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi.
Mecîdî,
(2013). Kıssa-iMûsâ Aleyhi's-Selâm, haz. Gökhan Ölker, Konya: Palet Yay.
Mengi,
M. (2003). Eski Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara: Akçağ Yay.
Mesîhî,
(2014). Dîvân, haz. Mine Mengi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, (2017), Fîhî Mâ Fîh, haz. Melihâ Ülker Anbarcıoğlu,
İstanbul: Ataç Yay.
Mirzâ
Ahmed Bin Mirzâ Kerîm, (2012). Mûsâ-nâme, haz. Ufuk Deniz Aşçı, Konya:
Palet Yay.
Mu'cizeler
Kitabı/Klâsik Türk Edebiyatında Müstakil Mu'cizat Metinleri/Mu'cizât-ı Enbiyâ
Tercümesi - Sinanoğlu Za'îfî-Mu'cizât-ı Mustafa,
(2015). haz. Müjgan Çakır, İstanbul: Büyüyenay Yay.
Muhammed
Bin Recep, (2017). Kıssa-i Mûsâ, haz. Yasemin Demirci, Basılmamış YL.
Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Muhibbî,
(2006). Dîvân, haz. Coşkun Ak, Trabzon: Trabzon Valiliği Yay.
Muhyiddin
İbn Arabî, (2014). Füsusu'l-Hikem, çev. Tahir Meriç, İstanbul: Kırkambar
Yay.
Na‘ilî,
(1990). Dîvân, haz. Halûk İpekten, Ankara: Akçağ Yay.
Nâbî,
(2011). Dîvân, haz. Ali Fuat Bilkan, Ankara: Akçağ Yay.
Necatî
Beg, (1992). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, Ankara: Akçağ Yay.
Nef’î,
(1993). Dîvân, haz. Metin Akkuş, Ankara: Akçağ Yay.
Nesîmî,
(2014). Dîvân, haz. Hüseyin Ayan, Ankara: TDK Yay.
Neşâtî,
(1996). Dîvân, haz. Mahmut Kaplan, İzmir: Akademi Kitabevi.
Nev'î,
(1977). Dîvân, haz. Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Neylî,
(2005). Dîvân, haz. Sadık Erdem, Ankara: AKM Yay.
Niyâzî-i
Mısrî, (1998). Dîvân, haz. Kenan Erdoğan, Ankara: Akçağ Yay.
Niyazî-i
Mısrî, irfan Sofraları, çev. Prof. Dr. Süleyman Ateş, İstanbul: Yeni
Ufuklar Neşriyat.
Okumuş,
Ö. - Kalkışım, M M. (2014). Klâsik Türk, Fars ve Arap Şiirlerinde Hz. Îsâ. İstanbul:
Sütun Yay.
Okuyucu,
C. (2015). Divan Edebiyatı Estetiği. İstanbul: Kapı Yay.
Öztürk,
N. (2016). Muhibbî Divânında Din ve Tasavvuf. Adana: Karahan Kitabevi.
Pala,
İ. (2002). Divân Edebiyatı. İstanbul: L&M Yay.
Parlak,
L. (2013). Sudan Gelen, İstanbul: İz Yay.
Râmî,
(2001). Dîvân, haz. Erdal Hamami, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Ravzî,
(2007). Dîvân, haz. Yaşar Aydemir, Ankara: Birleşik Kitabevi.
Sâbir
Parsâ, (2005). Dîvân, haz. Kâzım Yoldaş, İstanbul: Kitabevi Yay.
Sayı,
A. (2016). Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Mûsâ. İstanbul: İz
Yay.
Sebzî,
(2016). Dîvân, haz. Hakan Yekbaş, Ankara: Akçağ Yay.
Sinan
Paşa, (2001). Tazarru'nâme, haz. A. Mertol Tulum, Ankara: MEB Yay.
Sinan
Paşa, (2014). Tazarru'nâme- Yakarışlar Kitabı (inceleme - Metin
-Tıpkıbasım),haz. Mertol Tulum, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı Yay.
Sultan
Veled, (1976). İbtidâ-nâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara: Güven
Matbaası.
Sultan
Veled, (1993). Maarif, haz. Meliha Anbarcıoğlu, İstanbul: MEB Yay.
Süheylî,
(2007). Dîvân, haz. M. Esat Harmancı, Ankara: Akçağ Yay.
Sükkerî,
(1994). Dîvân, haz. Erdoğan Erol, Ankara: AKM Yay.
Şâhî
(Şehzade Bayezid), (2000). Dîvân. haz. Filiz Kılıç, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Şahinler,
N. (2012). Bir Çöl Hikayesi. İstanbul: İnsan Yay.
Şeref
Hanım, (2002). Dîvân, haz. Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi Yay.
Şeyh
Gâlib, (2011). Dîvân, haz. Naci Okçu, Ankara: TDV Yay.
Şeyhî,
(1990). Dîvân, haz. Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz, Ankara: Akçağ Yay.
Şeyhülislâm
İshak, (1997). Dîvân, haz. Muhammed Nur Doğan, İstanbul: MEB Yay.
Şeyhülislâm
Yahya, (2001). Dîvân. haz. Hasan Kavruk, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay.
Şeyyâd
Hamza, (1996). Mi'râc-nâme, haz. Gülşen Feşel Güzelışık, YL. Tezi,
İstanbul: Marmara Üni. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Tebrizli
Ahmedî, (1996). Esrâr-nâme, haz. Gönül Ayan, Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Yay.
Timurtaş,
F. K. (1990). Tarih İçinde Türk Edebiyatı. İstanbul: Boğaziçi Yay.
Tökel,
D.A. (2016). Divan Şiirinde Şahıslar Mitolojisi. İstanbul: Fatih Sultan
Mehmet Vakıf Üniversitesi Yay.
Usûlî,
(1990). Dîvân, haz. Mustafa İsen, Ankara: Akçağ Yay.
Ümmî
Sinan, (2000). Dîvân, haz. A. Azmi Bilgin, İstanbul: MEB Yay.
Ünver,
N. (2010). Gelibolulu Sürûrî ve Divanı, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Yayha
Bey, (1983). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu. Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay.
Yazıcıoğlu
Mehmed, (1996). Muhammedıyye I-II, haz. Âmil Çelebioğlu, Ankara: MEB
Yay.
Yeniterzi,
E. (1993). Divan Şiirinde Na't. Ankara: TDV Yay.
Yılmaz,
F. (2004). Peygamberler Tarihi. Ankara: Berikan Yay.
Yılmaz,
Kâşif, (2001). III. Selîm (İlhâmî) Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânın
Tenkitli Metni, Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Edirne.
Yûnus
Emre, (1991). Dîvân, haz. Mustafa Tatcı, Ankara: Akçağ Yay.
Yusufoğlu,
S. (2007). Kur'an'dakiPeygamberler, İstanbul: Bilgeoğuz Yay.
Yüksel,
B. (2016). Musa'nın Sırrı, Ankara: Akılçelen Kitaplar.
Yüksel,
N. (2007). Konularına Göre Kur'ân-ı Kerîm Fihristi. İstanbul: Bayrak
Yay.
Zâtî,
(1967). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, C. I, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Zâtî,
(1970). Dîvân, haz. Ali Nihat Tarlan, C. II, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Zâtî,
(1987). Dîvân, haz. Mehmet Çavuşoğlu - Ali Tanyeri, C. III, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
14.
Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks İncelemesi,
(2000). haz. İsmet Cemiloğlu, Ankara: TDK Yay.
·
2. MAKALELER
Açıl,
B. (2015). Klâsik Türk Şiirinde Estetik bir Unsur olarak Çiçekler, FSM İlmî
Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 5, 1-28.
Ay,
Ü. (2009). Divan Şiirinde Güneşin Sevgili Tipine Yansıması Hakkında Bir
Değerlendirme . Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 117-162.
Demirel,
Ş. (2005). 16. Yüzyıl Divan Şairlerinden Tatavlalı Mahremî ve Şütür-Nâmesi. Milli
Folklor Dergisi Uluslararası Halkbilimi Dergisi,(65\ 4966.
Ekici,
H. (2017). Bâkî Divanı’nda Sâkî Mefhumu. Litera Turca, 3/3, 55-76.
Eren,
A. (2018). Klâsik Türk Şiirinde Tasavvuf! Açıdan Tûr-i Sînâ. RumeliDE Dil ve
Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Özel Sayı:4,197-210.
Erkal,
A. (2001). Divan Edebiyatı'nda Hazaniyye ve Nevci'nin 'Hazaniyye-i
Latife' İsimli Kasidesi. Atatürk Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 18,
107-152.
Genç,
İ. (2007). Klâsik Türk Edebiyatı Metinlerini Anlamada Modern Yaklaşımlar. Turkish
Studies International Periodical For the Languages, Literatüre andHistory of
Turkish or Turkic. Volume 2/4 Fall, 393-404.
İspir,
M. (2009). Fehîm-i Kadîm Dîvânı’ndaki Temmûziye Üzerine Bir İnceleme. Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research
Volume 2/6 Winter, 339-349.
Kabakçılı,
O. (2013). Yunus Emre’nin Şiirlerine Kur’an’daki Peygamber Kıssalarının Etkisi.
Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature
andHistory of Turkish or Turkic 8/12,615-634.
Karaman,
G. (2012). Perîşân Çiçek Sünbül ve Klâsik Türk Şiirinde İşlenişi. İnsan ve
Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1/2, 288-319.
(2015).
Klâsik Türk Şiiri Estetiğinde Sihir. Turkish Studies International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 10/8 Spring, 1503-1536.
(2016,
Ekim). Şairin Saklı Bahçesinin Şiire Yansımaları. Poetik ve Estetik Açıdan
Klâsik Türk Şiirinde Hayal. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
9/46, 123-132.
Karataş,
A. (2013). Türk-İslam Kültür ve Edebiyatında Kısas-ı Enbiyâ Türü. Diyânet
İlmî Dergi, 49/3, 113-126.
Kayaokay,
İ. (2018). Divan Şiirinde Satranç Terimleriyle Yazılmış Manzumeler. Eski
Türk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1/1, 245-268.
Keklik,
M. (2017). Osmanlı Toplum Hayatından Beyitlere Yansıyan Birkaç Örnek. Türkiyat
Mecmuası, 139-169.
Macit,
M. (2014). Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları. Eski Türk Edebiyatı El Kitabı
(ss. 331-342), Ankara: Grafiker Yay.
Mengi,
M. (2000). Metin Şerhi, Tahlili ve Tenkidi Üzerine. Dîvân Şiiri Yazıları
(ss.72-80), Ankara: Akçağ Yay.
Pektaş,
M., & Ünal, M. (2013). Âgehî’nin Şütür Kasidesi. Turkish Studies,
Volume 8/1 Winter. 2165-2177.
Pezük,
Z. (2015). Ahmed Paşa Divânı’nda Âh Kavramı, Dede Korkut Türk Dili ve
Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1/2, 142-151.
Sefercioğlu,
M. N. (1990, Mart-Aralık), Yazı ve Yazı İle İlgili Unsurların Dîvân Şiirinde
Kullanılışı, Yeni Defne, c. 8-9, 96-105.
Şahin,
K. Ş. (2012). Klâsik Türk Edebiyatında Sevgilinin Ayva Tüyü/Hat. Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5/23, 386-408.
Şengün,
N. (2008). Klâsik Türk Şiirinde Kalem. Turkish Studies, Volume 3/4
Summer. 730-758.
Tanyıldız,
A. (2009). Sevgilide Güzellik Unsuru Olarak Saç. Turkish Studies, Volume
4/2 Winter. 975-992.
Tökel,
D. A. (Bahar 2005). Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin ve Sosyal Hayatın Önemli
Bir Vesikası Olarak Kasideler, Milli Eğitim (Üç Aylık Eğitim ve Sosyal
Bilimler Dergisi), S. 166, s. 8-32.
Uçan
Eke, N. (2015). Yenilikçi Bir Şairin Geleneği Takip Eden Sesi: Nedîm ve
Kasideleri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 243-256.
Uzun,
A. (2016, Mart). Divan Şiirinde Hz. Musa. Tarih, Kültür ve Sanat
Araştırmaları Dergisi(5), 64-74.
Yazgan
Uslu, N. (2015, Summer). Tecellî Dîvânı’nda Ateş Mazmunu. Turkish Studies(Volume
10/12), 1231-1242.
Yekbaş,
H. (2008). Metin Şerhi Geleneği Çerçevesinde Şârihlerin Divan Şiirine
Yaklaşımları. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (23),
189-217.
·
3. TEZLER
Abik,
A. D.,(1993) Ali Şir Nevayi'nin Risaleleri Tarih-i Enbiya ve Hükema, Tarih-i
Müluk-i Acem, Münşe'at, Metin, Gramatikal Indeks-Sözlük, Doktora Tezi, AÜ.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, s.110-132.
Arslan,
S., (2013) Hz. Musa İle İlgili Rivayetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi, FÜ.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ. s. 7.
Atım,
A., (2010) Hz. Musa Kıssalarının Din Eğitimi Açısından Değeri.
Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, UÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, s. 5-6.
Aydın,
H., (2010) Cevrî Divanı'nın Tahlili. Yayımlanmamış Doktora Tezi, BAÜN.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, s. 95.
Çetin,
M., (2015) Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'e Göre Hz. Mûsâ Kıssasının
Kıyaslanması,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara,
s. 11.
Keleş,
R., (2013) Dîvân Şiirinde Lafzî Âyet ve Hadis İktibasları, Doktora Tezi, Atatürk
Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, s.109.
Uçan
Eke, N., (2013) Nâ'ilî'nin Gazellerinin Şerhi ve Yapısalcılık Açısından
İncelenmesi,
Doktora Tezi, MSKÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla, s. 512-513.
Uzun,
A. (1999) Dîvân Şiiri'nde İslâm Dîni Dışındaki Diğer Dinlerle İlgili Mefhumlar,
Doktora Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne, s.
44.
·
4. SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Hazar,
M., “Kadı Burhaneddin Divanı’nda Geçen Tarihî Azerbaycan Türkçesine Ait Döy-
‘Dayan-’ Fiili Üzerine”, Tarihsel Gelişimi içindeki Oğuz Türkçesi ve Kadı
Burhaneddin Uluslararası Çalıştayı, Türk Dil Kurumu ve Cumhuriyet
Üniversitesi, Sivas: 13-15 Kasım 2011, 15 s.
Nayır,
H., “Divan Şiirinde Cadı”, Prof. Dr. Mine MENGİ Adına Türkoloji Sempozyumu
Bildirileri, Çukurova Üniversitesi, Adana: 20-22 Ekim 2011, 10 s.
·
5. ANSİKLOPEDİ MADDELERİ
Adam,
B., (2012). Tevrat. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 40-45).
İstanbul: TDV.
Akün,
Ö. F., (1992). Divan Edebiyatı. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss.
398422). İstanbul: TDV Yay.
Bozkurt,
N., (2012). Ûc b. Unuk. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss. 34-35).
İstanbul: TDV Yay.
Harman,
Ö. F., (1992). Bel'am b. Bâûrâ. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss.
389390). İstanbul: TDV Yay.
(1997).
Hârûn. Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 254-256). İstanbul: TDV
Yay.
(2004).
Men ve Selvâ, Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 107-108). İstanbul:
TDV Yay.
(2006).
Mûsâ, Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 207-213). İstanbul: TDV
Yay.
_________
(2007). On Emir, Diyanet
Vakfı Islâm Ansiklopedisi (ss. 347-350). İstanbul: TDV Yay.
Kurnaz,
C., (1998). Hızır-Edebiyat. Diyanet Islâm Ansiklopedisi. (ss. 41-412).
İstanbul: TDV Yay.
Kuzgun,
Ş., (1997). Hâmân. Diyanet İslâm Ansiklopedisi. (ss. 436-437). İstanbul:
TDV Yay.
Salihoğlu,
M., (2009). Sâmirî. Diyanet İslâm Ansiklopedisi. (ss.78-79). İstanbul:
TDV Yay.
Sinanoğlu,
M., (2009). Sînâ. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (37, s. 222)
İstanbul: TDV Yay.
Şengül,
İ., (2002). Kıssa. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (25, ss.498-501)
İstanbul: TDV Yay.
Tanyu,
H., (1988). Ahd-i Cedîd. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (ss.
501-507). İstanbul: TDV Yay.
Uludağ,
S., (1998). Hızır(Tasavvuf ve Halk İnancı). Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi.
(ss. 409-411). İstanbul: TDV Yay.
Uzun,
M., (1996). Firavun. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (ss. 121-122).
İstanbul: TDV Yay.
Ünver,
İ., (2004). Mesnevi. Türk Edebiyatı. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
(ss. 322-324). İstanbul: TDV Yay.
·
6. SÖZLÜKLER
Cebecioğlu,
E., (2004). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yay.
Devellioğlu,
F., (2005). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat. Ankara: Aydın Kitabevi.
Gülensoy,
T., (2011). Türkiye Türkçesindeki Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü. Ankara:
TDK Yay.
Onay,
A. T. (2007). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara: Birleşik Yay.
Pala,
İ. (2016). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Yay.
Uludağ,
S. (2001). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. 355. İstanbul: Kabalcı Yay.
Zavotçu,
G. (2006). Dîvân Edebiyatında Kişiler Kişilikler Sözlüğü, Ankara:.Aydın
Kitabevi.
·
7. E- KİTAPLAR
Âgâh,
(2012), Dîvân, haz. Şerife Akpınar, Ankara: K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55914,agah-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Âhî,
Dîvân, haz. Mustafa S. Kaçalin, Ankara: K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10590,ahidivanimustafakacalin pdf.pdf?0
(Erişim Tarihi: 03.02.2017)"
Ahmedî,
Dîvân, haz. Yaşar Akdoğan, Ankara: K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10591,ahmedidivaniyasarakdog anpdf.pdf?0
(Erişim Tarihi: 03.02.2017)"
Arpaemîni-zâde
Mustafa Sâmî, (2004), Dîvân, haz. Fatma Sabiha Kutlar, Ankara:
K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56084,arpaeminizade-mustafa-sami-divanipdf,pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Âşık
Çelebi, Dîvân, haz. Filiz Kılıç, Ankara: K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55975,asik-celebi-divanipdf.pdf?0 (Erişim Tarihi:
19.06.2017)"
Âşık
Paşa, Garib-nâme, haz. Kemal Yavuz, İstanbul: K.B.:
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10669,garib-namepdf.pdf?0
(ErişimTarihi: 26.03.2016)
Avnî,
Dîvân, haz. Muhammed Nur Doğan, Ankara: K.B.:
"http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10595,avnfatihdivanimuhamme
dnurdoganpDf.Pdf?0 (Erişim Tarihi: 03.02.2017)"
Behiştî,
Dîvân, haz. Yaşar Aydemir, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56445,ramazan-behisti-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 06.12.2017)"
Besnili
Nehcî Dede, Dîvân, haz. Üzeyir Aslan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55752,nehcidivanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Beyânî,
Dîvân, haz. Fatih Başpınar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10598,beyani-apdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Bursalı
Rahmî, Dîvân, haz. Mustafa Erdoğan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55910,bursalirahmidivanipdf.pd f?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Edirneli
Kâmî, Dîvân, haz. Gülgün Erişen Yazıcı, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55977,kami-divani-pdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Edirneli
Nazmi, Dîvân, haz. Sibel Üst, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/57766,edirneli-nazmi-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Emrî,
Dîvân, haz. Mehmet A. Yekta Saraç, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10607,emridivanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 05.12.2016)"
Fevzî,
Dîvân, haz. Yunus KAPLAN, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10610,fevzi-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Filibeli
Vecdî, Dîvân, haz. Hasan Kavruk - Bahir Selçuk, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55912,filibeli-vecdi-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Fuzûlî,
Leylâ vü Mecnûn, haz. Muhammet Nur Doğan, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10680,metinpdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 04/04/2019)
Gelibolulu
Sun‘i, Dîvân, haz. Halil İbrahim Yakar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/57257,gelibolulu-suni-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 05.12.2016)"
Hamdullah
Hamdi, Dîvân, haz. Ali Emre Özyıldırım, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10616,metinpdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Kânî,
Dîvân, haz. İlyas Yazar, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55833,3-kani-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Mânî,
(2011), Dîvân, haz. Şener Demirel, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55755,divan-ve-sehr-engiz-i-bursapdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)"
Mihrî
Hatun, Dîvân, haz. Mehmet Arslan, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/58679,mihrihatundivanipdf.pdf ?0 (Erişim
Tarihi: 05.12.2016) "
Nedîm,
Dîvân, haz. Muhsin Macit, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56214,Nedîm-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 03.02.2017)"
Nev’î-zâde
Atâyî, Dîvân, haz. Saadet Karaköse, Ankara: K.B.: "http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55734,nevizadeatayidivanipdf.p df?0 (Erişim
Tarihi: 05.12.2016)"
Nigârî,
(2011), Dîvân, haz. Azmi Bilgin, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55757,nigari-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)
Revânî,
Dîvân, haz. Ziya Avşar, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56143,revani-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 19.06.2017)
Sünbül-zâde
Vehbî, Dîvân, haz. Ahmet Yenikale, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/56212,sunbulzadevehbidivanipdf .pdf?0
(Erişim Tarihi: 26.03.2017)
Şeyh
Gâlib, Hüsn ü Aşk, haz. Muhammet Nur Doğan, Ankara: K.B.: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10711,seyhgalibhusnuaskmuham met
nurdoganpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 04/04/2019)
Vahyî,
Dîvân, haz. Hakan Taş, Ankara: K.B.:
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/55745,vahyi-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi:19.06.2017)
Vusûlî,
Dîvân, haz. Hakan Taş, Ankara: K.B.:
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10660,vusuli-divanipdf.pdf?0 (Erişim
Tarihi: 05.12.2016)
·
8. GÖRSELLER İÇİN YARARLANILAN WEB
SİTELERİ
http://agenbolamaxis.com/index.php/2017/06/14/agen-bola-online-indonesia-semak
semak-terbakar-yang-di-j anjikan-tuhan-ke-pada-musa/ (Erişim Tarihi:
08.06.2018).
http://ruhsalenerji.org/Konu-peygamberler-tarihi-minyaturleri.html (Erişim
Tarihi: 14/08/2018)
http://telletet.ru/2018/01/16/25-biblejskix-istorij-imeyushhix-nauchnoe-obosnovanie/ (Erişim
Tarihi: 14.08.2018)
http://www.sofiatopia.org/equiaeon/recitalintro.htm (Erişim
Tarihi: 14/08/2018) http://yavuztellioglu.blogspot.com/2015/11/uc-b-unuk-nebi-bozkurt.html (Erişim
Tarihi:
08.08.2018)
http://www.haydarhatemi.com/stories-of-the-messengers?lightbox=image5vo https://i.pinimg.com/originals/ad/13/d5/ad13d52e0f5b0d272578d58321b8e3b4.jpghttps://in.pinterest.com/pin/488640628298264534/ (Erişim
Tarihi: 07.08.2018)
https://tr.pinterest.com/pin/373376625332305252/ (Erişim
Tarihi: 07.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/717268678130196050/(Erişim Tarihi:
07.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/717268678130196076/ (Erişim
Tarihi: 08.08.2018) https://tr.pinterest.com/pin/776237685744976350/ (Erişim
Tarihi: 08.08.2018) https://www.facebook.com/ManuelGervasiniChristianArt/photos/a.44768358867953
8/547228932058336/?type=1&theater
(Erişim Tarihi: 07.08.2018) https://www.repro-tableaux.com/a/wang.html(Erişim Tarihi:
09.06.2018) https://www.themorgan.org/collection/treasures-of-islamic-manuscript-painting/47?page=47 (Erişim
Tarihi: 08.06.2018).
https://www.themorgan.org/drawings/item/109731 (08.06.2018).
https://www.themorgan.org/drawings/item/142985 (08.06.2018).
1
Taramalar sonucunda ulaşılan Mûsâ Peygamber ile ilgili mensur yazmalardan
bazıları şunlardır:
Hikâyet-i
Hz Musa, Kastamonu İl Halk Kütüphanesi, 37 Hk 485.
Hikâyet-i
Hz Musa, Millî Kütüphane Tokat İl Halk Kütüphanesi Koleksiyonu; No: 60 Hk
4693/2.
Hikâyet-i
Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3535/2.
Kıssa-i
Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3382/2.
Kıssa-i
Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 3382/3.
Kıssa-i
Musa, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Giresun Yazmalar Kataloğu, No: 0023
-001.
Münacat-ı
Musa, Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, No: 05 Gü 20/2.
Münacat-ı
Musa, Afyon Gedik Ahmet Paşa İl Halk Kütüphanesi, No: 03 Gedik 17166.
Münacat-ı
Musa, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, 15 Hk 310/5.
Münacat-ı
Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 5849/3.
Münacat-ı
Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 1810/2.
Risale
Fi Beyanü Kıssatü'l- Hızr ve Musa, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk
Kitaplığı, No: 704/3.
Risale-i
Münacat-ı Musa, Çorum Haan Paşa İl Halk Kütüphanesi, No: 19 Hk1493/2.
Terceme-i
Vasiyet-i Musa, Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, No: 06 Mil Yz A 4964.
Ayşehan
Deniz Abik, Ali Şir Nevayi'nin Risaleleri Tarih-i Enbiya ve Hükema, Tarih-i
Müluk-i Acem, Münşe'at, Metin, Gramatikal Indeks-Sözlük, Basılmamış Doktora
Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1993.
Kasâme:
Kâtili bulunmayan kişinin diyetinin, cesed kimin toprağında bulunmuşsa onlar
tarafından ortaklaşa ödemesini öngören bir Arap şeriatı kaidesidir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar