HAFIZ OSMAN DEDE
Hazırlayan:
Berkant KOŞAR
Müzik,
insanlık kadar köklü bir tarihe sahiptir. İnsanın ince duygularını anlatan
yolların en önemlilerinden biri olmuştur. Müzik eserlerinde işlenen konular,
doğal olarak insanoğlunun yaşamında var olan ve onu etkileyen olayların
yansımasıdır 1.
İlahi sanat
deyince bunlardan en etkili olanlarından birinin müzik olduğunu söyleyebiliriz.
Bu açıdan mûsiki Türklerin İslamiyet’i ilk kabulünden beri geliştirip Selçuklu
ve Osmanlı döneminde ve bugün dahi metafizik yönüyle ve insan ruhuna olan
pozitif etkileri açısından önem arz etmektedir[1]
[2]. Türkler İslamiyet’ten önceki
mûsikideki birikimlerini İslamiyet’i kabul ettikten sonra, özellikle tekkelerde
yetişen sanatkârların eliyle manevi yönden olduğu kadar sanatsal açıdan da
zirveye ulaşmışlardır[3].
Mûsiki
insanlık tarihi sürecinde toplumlarda dini amaçlı kullanılmıştır. İslam
toplumunda mûsikinin ibadetlerle ilişkilendirilmesi, insanlara manevi haz
vermesi, Müslümanları coşturması için ilk faaliyetler, Hz. Peygamber döneminde
başlamış, Ezanı ve Kur’an’ı güzel okuma gibi dini formlarda kendini
göstermiştir.[4]
Eski
Türklerin, belirli zaman aralıklarında dini amaçlı bazı törenler yaptıkları, bu
törenlerde ve cenazelerden sonra yapılan yuğ (Eski Türklerin ölüleri için
yaptıkları tören) etkinliklerinde dini içerikli müzik kullandıkları
bilinmektedir. İslamiyet’te ibadet ve diğer toplumsal yaklaşımlarla ortaya
konan ve gelişen mûsiki Türklerin İslamiyet’e girmesiyle birlikte Türk
kültüründeki zengin mûsiki anlayışı ile birleşerek gelişmiştir.
Türkler
müziği eğlence aracı olarak görmemiştir. Türklerin İslamiyet’i kabulünden
önceki dönemlerde ve İslamiyet’i kabulünden sonraki dönemlerde müzik,
hayatlarında olmuş ve hem nefis eğitimi, hem ruhsal gelişim hem de estetik
tecrübe edinmek gayesiyle üretilmiş icra edilmiş ve dinlenilmiştir.[5]
Oluşan
müzik kültürü ile bunu nesilden nesille aktarmak, her neslin bir öncekinden
aldığı öğretiler, oluşan kültür ve inançla yoğurarak yeni eserler üretmesi,
bunu gelecek kuşaklara aktarması bir dinamiktir. Bu dinamikliğin içerisinde
mûsiki taşıyıcıları olarak niteleyebileceğimiz, bestekârlar, söz yazarları,
icracılar gibi bek çok müzik insanı tarihin sayfalarında yer almış ve önemli
hizmetlerde bulunmuştur. Bu sanatkârlar yetenekleriyle, emekleriyle, yaratıcılıklarıyla
müziğin bütün insani özelliklerini bünyesinde taşımıştır. Hafız Osman Dede’de
bu sanatkârlar arasında önemli bir yer tutar.[6]
Son dönem Osmanlı ve belki ilk dönem Cumhuriyet dönemi musikişinaslarından
diyebileceğimiz Musullu Hafız Osman besteleri, hafızlığı, eserlerini araştırmak
ve çok yönlü ilim kişiliği ile önem arz etmektedir. Musullu Hafız Osman Efendi
ilmî kişiliği, eserleri, hafızlığı ve besteleri ile önem arz etmektedir Bu
çalışma ile ilmî, kültürel ve sanatsal çalışmalarının, Musul ve İstanbul
arasında nasıl bir sanat ve kültür köprüsü olduğunun ortağa çıkarılması,
döneminde yaşamış sanatkârların, talebelerinin ve hocalarının tanıtılması ile
eserlerinin ortaya çıkarılarak, günümüze ve geleceğe kazandırılması
hedeflenmiştir.
HAFIZ OSMAN DEDE DÖNEMİ OSMANLI MUSİKİSİ
Osmanlı
mûsikisi, Osmanlı saray ve halk müzisyenlerinin askeri dini klasik ve folklorik
kültürlerde ürettiği ve toplumun her kademesinde kullanılmış bir sanat olup,
Türk mûsikisinin yaklaşık 500 yıllık bir bölümünü içine alır. Türk tarihinin en
büyük devleti, dünya tarihinde en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı
imparatorluğu, Türk ilim sanat ve siyasetinin her dalında en öne geçtiği
anlaşılmaktadır.[7]
XVIII.
yüzyıl başlarında padişahlar olmak üzere zevk sahibi mûsikişinas devlet
adamları varlıklı kimseler kısacası toplumun elit kesimi, mûsikişinas sanat
insanlarını koruyordu. Bir yandan gittikçe akademileşen Enderun ciddi bir
öğrenim yapıyor, gerek kendi içinde gerekse dışında yetişmiş olan en önemli
ustalar burada hocalıkla görevlendiriliyordu. Enderundan ustalar öğrenci
yetiştiriyor bildiklerini hevesli kimselere öğretiyorlardı. Dini mûsiki
alanında da tekkelerin meşkhanelerinde hemen hemen sanatkâr olan şeyhlerin
gayreti ile dini ve dindışı mûsiki ve öğretimi teşvik ediyordu. Özellikle
Mevlevihaneler birer Güzel Sanatlar akademisi gibiydi. Cami mûsikisi gittikçe
zenginleşiyor ve din dışı mûsikide şaheserler vermiş bestekârlar bu ortamda
eşsiz eserler veriyordu.[8]
Osmanlı’da
mûsiki üç kurumda ayrı ayrı karşılık bulmuş ve kurumsallaşmıştır. Bunları
tekkeler, mûsiki meclisleri ve saray olarak ayırabiliriz. Tekke kurumları
Osmanlı Tebaa ’sının üzerinde çok büyük ve çok etkili olan büyük bir kurumdur.
Osmanlı sosyal yaşam dünyasında mûsiki meclisleri seçkin kişilere özgü bir oluşumdur.
Saray ise tam bu toplulukların üzerinde resmî kişiliği olan kurumdur.
Tekke
çevreleri tarihsel süreçte bu güce nasıl ulaşmıştır? Çünkü tekkeler Saray’a
yani İstanbul’a ait değildi. Osmanlı’nın üç kıtadaki tüm topraklarına dağılmış
ve alan bulmuştur. Hatta Osmanlı sınırları içerisinde belli başlı şehirlerde,
hatta mezralarda bile en az üç beş tane bulunmaktaydı. Bu konuda
araştırmalarıyla öne çıkan Ünver, 16. yüzyılda başlayan tekke kültüründe, 1925
yılına kapatılmasına kadar 100 civarında Osmanlı yerleşiminde Mevlevihane
kurulduğunu tespit etmiştir[9]. Yapılan araştırmalarda
Ünver’in çalışmalarında belirtmediği Sofya, Atina, Limni ve daha başka
şehirlerde bulunan Mevlevihaneler bu sayı daha da artırmaktadır. Bunun yanında
Mevlevihanelere, zikir ve ayinleri mûsiki eşliğinde organize eden diğer cemaat
ve tarikatlar eklendiğinde sayılarının katlandığı görülmektedir. Özetle;
Mevlevihaneler, tarikatlar ve cemaatler Osmanlı mûsikisinin kuşaktan kuşağa
yayılması ve aktarılmasında tarihî açıdan büyük rol oynamışlardır[10].
Mûsiki
tekkelerin zikir ve ayinlerinde vazgeçilmez unsurları olagelmiştir. Bu açıdan
mûsikişinaslar, tekkelerin çevresinde bulunan ve dinî mûsikiyi yaratan en
önemli şahsiyetlerdir. Bu süreç zaman içerisinde dinî mûsikinin doğasını
genişleterek cami ve tekke usullerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bugün
“cami mûsikisi” olarak çeşitlediğimiz mûsiki türü bu tekkelerin eseridir.
Bununla beraber Osmanlı müziğinin ayırt edici özelliklerinden biri de geniş bir
dinî mûsiki dağarcığı oluşturmasıdır. Bu bakımdan İslam’ın başlangıcından
bugüne ki bugün dâhil Osmanlı dinî mûsikisiyle kıyaslanabilecek zenginlikte bir
dinî yapı bulunmamaktadır.
Osmanlı
mûsikişinasları için tekkeler, önemli buluşma yerleriydi. Osmanlı şehirlerinin
mûsiki insanları tekkeler gider mûsiki dinler, görüş alışverişinde bulunur ve
sohbet ederlerdi. Bununla birlikte genç mûsikişinas adayları da Tekkelere
giderler, bir şeyler öğrenmek adına ustalarının sohbetlerine katılırlar, belli
bir usul çerçevesinde kendilerini üstatlara tanıtma fırsatı bulurlardı.
Tekkelere sadece müslim müzisyenler gitmez, gayrimüslim cemaatlerin mûsiki
insanları da gidip ayin ve meşk cemiyetlerini dinlerlerdi. Bu açıdan Osmanlı
döneminde tekkelere uğramamış hiç bir mûsikişinas olduğu kabul dahi edilemez.
Osmanlı mûsikişinaslarının büyük bir çoğunluğunun tekkelerden yetiştiğini,
sarayın bu konuda işlevselliğinin düşük olduğunu söyleyebiliriz[11].
Antoine
Murat[12]’ın 18. yüzyılın sonları ve 19.
yüzyılın başlarında İstanbul ve İzmir’de yaşamıştır. Murat’ın tekkelerin rolü
ve toplumda oynadığı rolü konusunda ki gözlemi önem arz etmektedir:
Mukabele günlerinde
mûsikiseverler ile mûsikiciler Mevlevihanelere gelirlerdi. Böylece bu günlerde
mûsiki resitaline dönüşürdü. Toplantılarda yeni mûsiki besteleri eleştirilir,
üzerine yapıcı eleştiriler eklenir, çoğu zaman besteciler övgüler ya da
hatalıysa açıkça söylenirdi. Toplantılarda peşrevler çalınır, üzerinde yeniden
yorumlar yapılır, sonunda ortak görüş üzerinde uzlaşılırdı. Bu süreçte
Mevlevihaneleri bir mûsiki derneği ve de bir dini merkez gibiydi. O dönemde
mûsikiyle uğraşan hiç kimse Mevlevihanelere gelmeden, oradaki müzisyenlerle
tanışmadan, onlar tarafından imtihan edilmeden mûsiki konusunda bir yere
ulaşamaz ve adını duyuramazdı[13].
Buradan da
anlaşılacağı üzere Osmanlı sosyal yaşantısında ve oluşan mûsiki geleneğinde din
dışı mûsiki ve dinî mûsiki birbirinden kesin çizgilerle ayrılmazdı. İstanbul’da
tüm tekkelerin zikirleri ve ayinleri aynı mûsiki eşliğinde yürütülürdü. Ancak
Mevlevilerde ise basit anlamda zikri aşarak, dini müziği zikirle
bütünleştirerek bir bütünsellikte yaşamışlardır. Bu açıdan mevleviler dini
müziğin kendisini ibadet saydıkları için, dinî veya din dışı diye müziği
ayırmamışlardır. Bu ince ayrım ile Osmanlı mûsiki dünyasına Mevlevi görüşü
hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın Osmanlı mûsikisinin gelişiminde
büyük katkısı olmuştur. Özellikle Tekke çevresinde mûsikiye ilgi duyan ve
öğrenen gençler dinî ve din dışı mûsikiyi birlikte öğrenirlerdi. Mûsiki
bilgileri öğrenmeye başlayan gençler her iki mûsikiyi birlikte öğrenirlerdi.
Ali Ufkî’nin[14] derlemesinde; Osmanlı
mûsikisinin ilk döneminin örnekleri din dışı ve dinî mûsiki örneklerini
birlikte içerdiğini söylemektedir. Bu incelemede ilk dönem bestekârlara
baktığımızda ürünlerinin; her iki mûsikinin de hem bestecileri hem de
icracılarının çoğu aynı kimseler olduğu görülmektedir. Araştırmada sadece dinî
eserler verenlerin çok az olduğunu ve muhtemelen, zamanımıza ulaşmamış bile
olsa, din dışı eserler bestelemiş olması muhtemel olduğunu belirtmektedir. On yedinci
yüzyıl döneminin önemli mûsikişinaslarından ve Osmanlı mûsiki geleneğinin
kurucularından bestekârı Hafız Post, hem dinî, hem de din dışı, eserler
bestelediği anlaşılmaktadır. Dinî mûsikide en çok eser veren ve aynı yüzyılın
bestekârlarından Ali Şir ü Gani’nin de din dışı eserleri günümüze kadar
gelmiştir[15]. Dinî mûsikinin en önemli
kurucu isimlerinden Itrî ve büyük bestekâr Dede Efendi mûsiki yolculuklarına
dinî mûsiki ile başlamışlardır. İkisinin ortak yönü Mevlevi oluşlarıdır. On
dokuzuncu yüzyılın önemli mûsiki bestekârlarından Haşim Bey hem Bektaşi, hem
Mevlevi’ydi. Osmanlı döneminde mûsiki konularında kitap yazmış hemen hemen
bütün mûsiki insanları tekke mensubuydu.
XIX. yüzyıl
- diğer güzel sanat dallarındaki gibi - Türk musikîsi açısından önemi çok büyük
olmuştur. Sarayın, özellikle de Sultan III. Selîm ve II. Mahmûd’un vermiş
olduğu büyük destek ve bu destekle yetişen büyük mûsikîşinasların katkılarıyla
yüzyılın ilk yarısında zirveye çıkan Türk Mûsikîsi, asrın ikinci yarısına
doğru, giderek saray desteğinin sona ermesi bu dönemin mûsikî sanatına hâkim
olmasıyla zirveden inerek, duraklama hatta gerilemeye başlamıştır. Bununla
birlikte yine de bu asır, Türk mûsikisinin giderek geliştiği ve mûsikî zevkinin
de bütün bir İstanbul şehrine yayıldığı bir zaman dilimi olmuştur.[16]
Tekke
mûsikisinin en başında Mevlevilik tarikatını görüyoruz. Mevlevi ayini
bestekârları dikkati çekecek kadar artmıştır. Kendisi de Mevlevi olan Sultan
III. Selim ve Sultan II Mahmut gibi aydın padişahların büyük ilgi göstermeleri
zaman zaman bizzat Mevlevihanelere ziyaret giderek ya da Mevlevihane
mensuplarını saraya davet ederek ayın izlemeleri gibi hareketlerle bu
kuruluşlara destek olmalarının önemi çok büyük olmuştur. Ayrıca Mevlevi
mûsikişinaslarının çoğu ladini mûsiki ile uğraştıklarından saraydan yapılan
fasıllara katılırlardı. Bu ilgi ve alaka bu Sanatkârları teşvik etmiş
böylelikle Dede Efendi, Seyit Ahmet Ağa, Hacı Faik Bey, Bolahenk Nuri Bey,
Rıfat Bey, Ahmet Hüsamettin Dede, Mehmet Celalettin Dede gibi kişilerin ayin
bestelemelerini
sağlamıştır.[17] Ayrıca Musullu Hafız Osman
Dede’nin bestelediği Hüseyni makamında[18]
Mevlevi âyini, bir bölümü hariç unutulmuştur.[19]
Türk
mûsikisi tarihinde Hacı Arif Bey (1838-1884) ekolü, neoklasik Türk mûsikisini
takip eden bir devredir. Bu ekolün başlıca önemi, büyük güfteli klasik
formların yerini şarkı formunun almasıdır. Kâr-Beste-Semai dönemine hatime
çekilmiştir. 1850 ‘de başlayan şarkı mûsikisi, Türk mûsikisine hakim olmasına
rağmen dejenere oluştur. Ancak klasik Türk müziği besteciliği sona ermemiştir.
Zekai Dede’den sonra büyük bestekâr yetişmemiş, klasik büyük formları kullanan
bestekârlar azalarak günümüze kadar gelmişlerdir.[20]
Şarkı formundaki şiirler Hacı Arif Bey ile sözlü müzik bestecilerinin ana
unsuru haline geldi. Hemen bütün müesseseleriyle çökmekte olan devletin
romantik mûsiki atmosferinde yaşadığı acı tam olarak yansıtan bu dönemin
Osmanlı mûsikisinde melankolik lirizmin doruğundaki şarkıların bestecisi Arif
Bey ses devrimini, Tanburi Cemil'in saz devrimi izledi. Tanburi Cemil Bey de
Türk mûsikisini aydınlatan büyük bir saz üstadı olmuştur.[21]
Bu yüzyılın
sonuna doğru Türk halk mûsikisinin Türk sanat mûsikisini etkilemesinin daha
belirgin bir duruma geldiği bir gerçekti. Mûsikimiz bu etki ile başlayan ve
yaygınlık kazanan çalgılı kahvehaneler ile tarihi çok eskilere dayanan semai
kahvelerinde icra edilen mekânlara girmiş, buralarda Türk halk ve Türk sanat
mûsikiden renk ve motifler taşıyan eserler çalınıp söylenmiştir. İstanbul'un
Şehzadebaşı, Çukurçeşme, Beşiktaş, Çeşmemeydanı gibi semtlerinde Ramazan
aylarında halk buralarda toplanırdı.[22]Osman
Dede yine ramazan aylarında Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’nde Kemânî
Memduh Efendi, Kanûnî Şemsi Bey, Kanûnî Âmâ Ali Bey ve hânende Karabaş gibi
sanatçılarla küme fasıllarını birlikte yapmışlar, Kaşıyarık Hüsâmeddin Bey,
Hâfız Şevki Bey, Hâfız Osman Efendi, Hoca Ziyâ Bey ve Tanbûrî Cemil Bey gibi
dönemin üstatlarıyla birlikte devlet ricâli ve zenginlerin konaklarındaki
mûsiki toplantılarına hânende, Şeyhülislâm Pîrîzâde Molla Mehmed Sâhib
Efendi’nin konağındaki fasıllara kanunî olarak katılmıştır.[23]
Osman Dede,
kanun da çalıyordu. Çemberlitaş'ta açtığı bir kitapçı dükkânı o çağın en mühim
simalarının ve mûsiki üstatlarının toplantı yeri halini almıştı. Bununla
birlikte Şeyhülislâm Sahip Molla’nın İncir köyündeki yalısında haftada bir
yemekli toplantılara bundan sonraki mûsiki fasıllarına da kanun çalmak
suretiyle katılıyordu.[24]
Hanendeler,
diğer adıyla okuyucular hafızlık geleneği içinde yetişmişlerdir. Kur’an’ı
ezberleyerek mûsikiye başlamışlardır. Bu grubun önemli bir bölümü mevlithan,
hatip, müezzin ve fasıl hanendesiydi. Yine bu grupta din dışı mûsiki icra eden
yakın tarihimiz Cumhuriyet döneminde temsilcilerden olan Hafız Sadettin Kaynak,
Hafız Burhan, Hafız Kemal, Kani Karaca, Hafız Sami, Hafız Yaşar, Hafız Osman,
Hafız Süleyman, Ali Rıza Sağman, Hafız Ama Osman (Cumhuriyet dönemi yaşamış)
gibi dinî mûsiki icracılarının faal bir biçimde uğraştıklarını biliyoruz[25].
MUSUL’DA TÜRK MÛSİKİSİ
Musul
Ortadoğu'nun en önemli çok çeşitli kültür ve medeniyetlerin buluştuğu
merkezinde yer almaktadır. Musul'un İslamiyet hâkimiyetine girmesi de Hz. Ömer
döneminde olmuştur. Zira Utba b. Farkad komutasındaki Arap kuvvetleri Musul’a
karşı harekete geçmiş ve burayı fethetmişlerdir.[26]
1517 yıllarında Musul Safevi beylerinden Ahmet Bey, Afşar’ın elindeydi. Yavuz
Sultan Selim döneminde, Bıyıklı Mehmet Paşa, Cizre hâkimi Bedir Bey'in de
desteği ile Musul’u 1517 Nisan ayı içerisinde Ahmet Bey’i, Afşar'ın elinden
alarak Osmanlı topraklarına katmıştır.[27]
Irak'taki
mûsikiye bakarsak, mûsiki makam geleneğinin başlangıcı tam olarak
bilinmemektedir. Geleneksel makam müzisyenleri ve uzmanları arasında halen bir
tartışma konusudur. Bazıları mûsikilerindeki makamın, 16. yüzyılda fethedilen
Osmanlı
İmparatorluğu tarafından birkaç yüz yıllık bir gelenek olduğuna inanmaktadır.
Bazıları da bunun daha eskiye dayandığı konusunda hemfikirler. Irak mûsikisinde
56 makam vardır (bu sayı farklı kaynaklara göre değişir). Makamat, rast,
bayat, hicaz, segâh, neva, hüseyni, acem ve saba olmak üzere sekiz ana
mûsiki makamına göre sınıflandırılır. Neredeyse bütün makamlar bu ailelerden
doğar ve birine uyar.[28] Türk mûsikisindeki aynı
makamların kullanılması, Osmanlı dönemi mûsikisiyle tebaa, eyalet ve
komşularının mûsikisi arasında, tarih boyunca süregelen ilişkiler dolayısıyla
çeşitli türde etkileşmeler olmuştur.[29]
Yine
Musul’da yaşamış Sâlih es-Sa‘dî b. Ahmed b. Yahya el-Mûsulî (ö. 1829) önemli
bir mûsikişinas ve müellif olarak söyleyebiliriz. Mûsiki nazariyat-ı alanda çok
iyi olduğu ve Türkçeyi çok iyi kullandığını biliyoruz.[30]
Musul
vilayeti divan kâtibi olan Sâlih b. Yahya b. Yûnus b. Yahyâ Bek el- Mûsulî,
Musul sarayı selam ağası (tefrişat müdürü) Yahyâ Efendî el-Mûsulî’nin Oğludur.
Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde olduğu gibi mûsiki ilminde de çok iyi
olduğu bilinmektedir.[31]
Musul’da
doğmuş ve belirli aralıklarla Musul ve Irak şehirlerinde yaşadığı anlaşılan
Musullu Hafız Osman Dede, bu bölgenin mûsikisini öğrenip, yaşadığı her bölgeyle
sentez yapan mûsikişinasların başında gelir. Onun bu müziğin yayılması,
gelişmesinde ve yenilikler kazanmasında çok emeği vardır[32]
Her Iraklı
Kur'an okuyucusu için ve mevlit ya da zikirlerde performans sergilemeyi
amaçlamış herkes için ladini bir mûsiki Usta'dan ırak makamını öğrenmek
önemliydi. Musullu Hafız Osman Dede Irak makamı iki makam üstadından öğrendi.
Önce Musul’da, Halep’te sıkı tarihi ilişkisini sürdüren Musul Okulu'nun özel
niteliklerinin yansıtan Abdullah Karkoukli (1831 yılı Kerkük doğumlu Musul’da
yaşadı.). Bu okul iki tür müzik repertuarından birleşmesini dayanıyordu; Irak
makamı ve Suriye'de icra edilen bugünkü mevcut müzik türleri. Abdullah al
Karkoukli'nin kendisinin Irak makamında mevlit söylemede yerel dile ait şiir
sanatına dayalı, serbest söyleyiş ve vokal doğaçlamada( irticalen) çok iyi olduğunu anlıyoruz. Daha sonra Musullu Hafız
Osman Dede ırak makamını Bağdat mûsiki geleneğini öğrenmek için müzik grubu
eşliğinde Bağdat’a taşındı. Hocası Rahmat-allah Shaltagh'dı(1871). Ama büyük
olasılıkla bütün makam öğrencileri gibi diğer hocalarla temas içinde olduğu
söylenebilir. Aslında o zamanlarda Bağdat’ta, yetmişten fazla makam şarkıcısı
vardı. Bu üslup ta uzmanlaşmış diğer iki şehir olan Kerkük ve Musul’un makam
üstatlarını birçoğunu cezbeden, Musullunun Irak makamının din dışı mûsiki performansını
zenginleştirip geliştirmesi ile ünlüydü. Musullu, daha sonra başarılı usta bir
müzisyen olarak, Irak'ta bilinmeyen yeni Türk melodik makamını takdim etti.
Böylece iki yeni Irak makamının oluşmasına katkı sağladı; Nihavent ve Hicazkâr.
O ayrıca Irak hicaz divanını etkileyen, Irak’a getirdiği Türk makam
dağarcığından da oldukça esinlendi.[33]
Sünni Müslümanların büyük çoğunluğu gibi Hafız Osman Dede de sûfiydi.
Genç yaşlarda kadiri tarikatının bir üyesiydi. Al Nuri Camisi’nde bulunan
Kadiri tekkesinde zikirlere katıldı. İstanbul'da imparatorluktaki bütün sûfi
tarikatların önderi olan Halep şeyh i abu-l Hüda-i sayyadi ile olan
arkadaşlarının sonucu olarak Irak’ta Refahiye tarikatının bir üyesi oldu. Sufi
vaaz toplantılarından sonra orada Kur’an-ı Kerim’i ezbere okuduğu biliniyor.
Türkiye'nin ortasında yer alan Konya, Mevleviliğin merkezidir. 1273 yılında
Konya'da Mevlana Celalettin Rumi Konya'da vefatından sonra oğlu Sultan Veled
(ö.1312) tarafından kurulan Mevlevilik, Selçuklular döneminden başlayarak Osmanlı
Devleti’nde doruğa ulaşmış ve toplumu derinden etkileyen tarikatlardan
olmuştur.[34] Hafız Osman Dede, hayatının
son yılların da Kahire’de Mevlevi tarikatının üyesi oldu. Bazı tarikatlar
sadece def veya bendir gibi vurmalı sazlar kullanırken, Mevleviler zikirlerinde
özellikle farklı müzik aletleri kullanmayı sevmesi Hafız Osman Dede’nin
Mevleviliğe geçme sebebi olduğunu izah ediyor. Musullu Hafız Osman'ın amacı
Irak'taki Mevlevi zikir törenlerini teşvik etmek ve katkıda bulunmaktı. Kur'an
okuma ile dans ederek(semâ) ve enstrümantal müzik eşliğinde söylemeyi (Mevlevi
Ayini) birleştirerek Iraklı kadiri ve rufai sufi tarikatlarının kabul etmediği
uygulamaları takdim etti ve onlara tanıttı. Bir Mevlevi ayının, sema dansı
eşliğinde ilk kez Irak makamını tanıtarak, uygulamalarını yerel usule de uydurmak istedi. 1910'da Musul’da Shams al-din camini
Mevlevi tekkesi (sûfi toplanma yeri) olarak kullanması amacıyla yeniledi.
Ayrıca şehirdeki birçok topluluğa Mevlevi zikrini anlattığı ve Musul’daki
Mevlevi gruplarının çekirdeğini attı. Birçok enstrümandan oluşan müzik
topluluğu oluşturdu. I. Dünya Savaşı'nın başlaması, Musullu Osman'ın Irakta bu
geleneği tanıtma ve sürdürme çabalarını sonlandırdı.[35]
Musul’un
Önemli Şahsiyetleri ve Musul Hatıraları
Hâfız Osman
Efendi’yi tanıyan veya onunla görüşen kişiler, çocukluğundan itibaren görme
yetisini kaybetmiş olmasına rağmen onun çok zeki, yetenekli, dünyada görülmemiş
ve insanlar arasında benzeri az olan biri olduğunu söylerler.
Kuşkusuz
görme yetisini kaybeden kişi; becerileri gelişmiş, keskin bir zihne ve hassas
duyulara sahip biri hâline gelir. Çoğu âmâ, görme duyusu kaybına karşılık
birçok şeyde üstün mahâretlere sahip olmuştur. Ancak Hâfız Osman Efendi,
hakkında okuduğumuz veya tanıdığımız bu kimselerden zekâsıyla farklılık göstermektedir.[36] Kendisine kimsenin
sahip olmadığı yetenekler bahş olunmuştur. Hâfız Osman Efendi birçok enstrümanı
ustalıkla çalan bir müzisyen, yetenekli bir bestekâr, Kur’ân’ı yedi ve on vecih
üzere okuyabilen bir kârî, tevşih veya mevlid-i şerîf nazmedip aynı anda
besteleyebilen bir sanatçıydı. Bunların yanında sesinin güzelliği, entonasyon
uyumu ve hoş tavrıyla bilinmektedir. Ayrıca çeşitli yazıları olan bir edîp ve
kıymetli eserler ortaya koymuş müstesnâ bir şâirdir. Gazetecilikle iştigal
etmiştir. Arap Dünyası’nda bir tek basın mensubunun bile zor bulunduğu
zamanlarda bir dergi yayımlamıştır. Hâfız Osman Efendi Irak’ta yeni
Mevlevihanenin teşekkülüne katkıda bulunan sûfî öncülerdendi.
El-Yakînü’l-Bağdâdiyye dergisi 1923 yılındaki 16. sayısında Hâfız Osman
Efendi’nin astronomi ilimlerinde dönemin bazı âlimlerinden daha başarılı bir
yönünün olduğundan bahseder. Siyâsî, ulusal ve dînî konularda irticalen
saatlerce gür ve fasîh bir şekilde konuşabilen güçlü bir hatipti.[37]
Bu
anlatılanlara ek olarak; o döneme uzun süre tanıklık eden büyükler, onunla
tanışmak isteyenlerin kendisiyle tokalaşmaktan çekindiklerinden bahsederler.
Şaşılacak bir şekilde tokalaştığı kişilerin erkek veya kadın olduklarını ayırt
edebilir, hatta yaşlarını söylerdi. Yakın arkadaşları, Hâfız Osman Efendi’nin,
ellerini tutar tutmaz kendilerini tanıdığını veya daha tek bir kelime etmeden
kim olduğunu fark ettiğini anlatmaktadır. Bir kişi çocukken onunla tokalaşsa ve
yıllar sonra, gençliğine ulaştığında tekrar tokalaştığında onu hemen hatırlar
ve tanır, nerede ve ne kadar önce karşılaştıklarını söylerdi. İstanbul’a
giderken çocuk yaşta olan kişiler, döndüğünde genç ve yetişkin olmasına rağmen
kendisiyle tokalaştıklarında Hâfız Osman Efendi onları sadece ellerine
dokunmakla tanıyıp onlara aileleri ve akrabaları hakkında sorular sormuş olması
gibi, birçok insanla buna benzer hadiseler yaşamıştır.[38]
Hâfız Osman
Efendi’nin huzuruna varmış, onunla görüşmüş olan çoğu kişinin aktardığı garip
hâtıraları, kendisi hakkında söylenenleri doğrular niteliktedir. En acayibi ise
Hâfız Osman Efendi’yle tanışmış ve hakkında ender bilgilere sahip birkaç kişi
arasında yer alan seksen yaşındaki Seyyid Fâik Hacı İbrâhîm Dellâlbaşı’nın
naklettiği şu hâtıradır. “Babam bir keresinde beni İstanbul’dan yeni dönmüş
olan Hâfız Osman Efendi’yi ziyaret için yanında götürdü. Hakkında çok şey
duymuştum fakat hiç görmemiştim. Babam, Şemseddîn Mescidi’nin kapısına
vardığımızda bana “Sen burada biraz bekle, ben içeri yalnız gireceğim. ” deyip
içeri girdi. Hâfız Osman Efendi revakın altında oturmuş, içeri girenler
kendisiyle selamlaşıp sarılıyordu. Birçok kişi içeri girdikten sonra ben de
içeri girmeye karar verdim ve girenleri takip ettim. Girip ona yaklaşarak selam
verdim, elini öptüm. Elimi tuttuğunda iki eliyle elimi yoklamaya başladı sonra
beni durdurdu. Sağına soluna dönüp seslendi: “İbrâhîm, neredesin İbrâhîm? Bu
senin oğlun değil mi?” Oradakiler Hâfız Osman Efendi’nin firâsetine şaşırmıştı.
Babam da “Evet o benim oğlum, Fâik. ” dedi. [39]
Uzun zaman
sesini duymadığı kişilerle karşılaştığında seslerinden onları hatırlayıp
tanıdığı da anlatılır. Yine Fâik Dellâlbaşı bu konuda şu hâtırayı nakleder:
Fâik Dellâlbaşı bir gün Hâfız Osman Efendi’nin yanında birçok edîp ve faziletli
insanın bulunduğu bir sohbet meclisindeydi. Aralarında farklı konularda
konuşurlarken içeriye merhum Hacı Muhammed en-Necefî girip selam verir,
aralarına
oturur.
Ardından içlerinden biri Hâfız Osman Efendi’ye “Osman Efendi! Gelen kişinin kim
olduğunu bilir misin?” diye sorar. O da “Önce bir şeyler söylesin. ” der.
Muhammed en-Necefî de “Nasılsın Osman Efendi?” diye sorar. Hâfız Osman Efendi
biraz sustuktan sonra elini başının üstüne koyar. “Vallahi bu sesin sahibiyle
33 sene önce Hac mevsiminde karşılaşmıştım” der. Muhammed en-Necefî de “Vallahi
doğru söyledi. O zaman 7 yaşındaydım, hac farizasını eda ediyorduk.
Minâ’daydık. Şimdi 40 yaşındayım. ” der.[40]
Mustafa
Cevâd “Irak Şarkı ve Şarkıcılar” adlı bir araştırmasında Molla Osmân hakkında
şunları söyler: “Görme
engelli Molla Osmân el-Mûsulî, şarkıcı ve mûsikişinasların önde gelenlerindendi
ve bu alanda da bir eseri vardır. Ayrıca çok iyi mevlit okurdu. Irak Milli
hareketinin gür sesli ve güzel konuşan hatibiydi. Başına keçeden yapılmış
Mevlevi takkesini giyerdi. Birkaç yıl önce vefat etti”[41]
Bağdat’ta
1923 yılında basılmış olan el-Yakînü’s-Sâdıra adlı dergi Hâfız Osman Efendi
hakkında “Birinin sesini duyduğunda o kişinin ten rengi, boy uzunluğu ve diğer
özelliklerini bilirdi. ” şeklinde bahsetmiştir.[42]
Şeyh Muhammed Sâlih el- Cevâdî’nin naklettiği hâtıra, Hâfız Osman Efendi’nin
karşısındakinin sesini işitir işitmez (veya eline dokunur-dokunmaz) ten
renginin esmer veya açık olduğunu bilmesi yeteneğini doğrulamaktadır. Bu olay
merhum el-Hâc Şît el-Cûmerd’in evinde yaşanmıştır. Hâfız Osman Efendi bir gün
bu eve ziyarete gitmişti. Siyâhî hizmetçi, Hâfız Osman Efendi’ye kahve ikrâm
etti, o da içti. Daha sonra Hâfız Osman Efendi ev sahibine dönerek “Kahve güzel
ama siyah bir elden geldi.” dedi. Çok şaşırdılar zîrâ evde siyâhî bir hizmetçi
olduğunu bilmiyordu.[43]
Bağdat
Güzel Sanatlar Enstitütüsü’nde mûsiki makâm hocası Muhammed Hâşim er-Receb,
Molla Osman hakkında şunları söyler: “Osmân el-Mûsulî, Irak makâmı alanında
sanat camiasının imamı ve önderidir. Kıtayı ince bir üslupla mükemmel bir
şekilde yerine getirir. Şarkıyı bütün dallarıyla iyi bir şekilde bilir.
Münasebetlere
göre her makamda gerekli bahirlerde sağlam şiirleri irticalen söyler. Ayrıca O
ama olmasına rağmen ud ile kanûn çalmasını ve ney üflemesini de bilir.”[44]
Hâfız Osman
Efendi hakkında yazan müellifler, onun gibi görme yetisini kaybeden kişilere
oranla zor olmasına rağmen Hâfız Osman Efendi’nin satranç oynadığını, bununla
beraber dama gibi başka oyunları da oynadığından bahsederler. Tarihte bilinen
satranç oynayan âmâ kişilerden bazıları şunlardır: Mısırlı Alâeddîn el- Kîrân,
Ahmed b. Sadaka el-Mehnûsî, Ebu’l-Alâ el-Ma’rî.. ,[45]
Hâfız Osman
Efendi ayrıca uzun kasideleri bir kere okuyarak hızlıca ezberlemesiyle
bilinmektedir. Nitekim hocası allâme Mahmûd el-Âlûsî, Arapça ilimlerini
kendisinden öğrenmeye geldiğinde Hâfız Osman Efendi’ye dersleri ezberlemesini
şart koşması üzerine bunu kolay bulup tebessüm ettiğini ve daha sonra
derslerini eksiksiz bir şekilde ezberlediğinden bahsetmiştir.[46]
HAFIZ
OSMAN DEDE’NİN MUSİKİ ÇEVRESİ
Hafız Osman
Dede’nin mûsiki çevresi yaşadığı dönemdeki önemli mûsikişinaslar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemdeki mûsikişinasların yaşamı, ortaya koyduğu
eserler ile bunun Hafız Osman Dede’ye etkileri ortaya çıkarılmaya
çalışılmıştır. Âmâ Osman Efendi’yi diğer bütün hâfızlardan ayıran önemli bir
özelliği de sesinin güzel olmamasıydı! Sesinde en ufak bir parlaklık,
sevimlilik ve canlılık yoktu. Boğuk, küpten çıkar gibi bir sesle okurdu; ama
ismi duyulduğunda istisnasız herkes saygı duruşuna geçerdi. Peki, Osman Efendi,
nasıl olmuştu da sesi güzel olmamasına rağmen adını literatüre yazdıracak kadar
usta bir okuyucu olarak şöhret kazanmıştı.[47]
İşin püf
noktası, okuyuculuğunun altyapısının, engin kültürü ve mûsiki bilgisi ile dolu
olmasıydı. Zekâi dede, Hüseyin Fahreddin Dede ve Bolâhenk Nuri Bey gibi, Türk
Mûsikisinin büyük ustalarından mûsiki öğrenmişti. Pek güzel olmayan
sesi,emsalsiz bir şekilde sanatlıydı. Öyle ustaca geçkiler yapardı, okuduğunun
anlamını mûsikiyle öylesine bezerdi ve öyle sağlam bir müzikaliteye sahipti ki,
dinleyenler hıçkırıklar içinde kendilerinden geçerlerdi. Üstelik o boğuk,
kuyudan çıkar gibi gelen sesinde en küçük bir falso olmaz, okuduğu en basit bir
cümle bile tantanalı bir mûsiki şölenine dönüşürdü. Mûsikinin birincil
malzemesinin “ses güzelliği” olmadığının; hele de bizim mûsikimiz için “üslûp”
ve “tavır” kavramlarının ses güzelliğinden çok önde geldiğinin canlı örneğiydi.
Osman Efendi’nin bir özelliği de mevlidi, “izahlı konferans” hâlinde
okumasıydı. Bir beyti, doyumsuz bir mûsiki ziyafeti verircesine okur, hemen ardından
o beytin ihtiva ettiği dini esasları ve edebi nükteleri açıklar, sonra bir
diğer beyte geçerdi. Çok iyi kanun çalabilen Osman Efendi, bir
Direklerarası’ndaki kahvelerde fasla çıkıp hanendelik etmişti. Âmâ olmasına
rağmen, domino oyununda Osman Efendi’yle baş edecek kişi görülmemişti.[48]
Tanbûri
Cemil Bey, İstanbul’da 1871 veya 1873 tarihinde doğdu. Başbakanlık sicil
defterlerinde 1872 tarihi görülmektedir. Rüştiyeden sonra Mekteb-i Mülkiyye-i
Şâhâne ve Hamidiye Ticaret Mektebi okudu ancak ikisini de bitiremedi. Mûsiki
öğrenimine ağabeyi Ahmet Bey ile başladı. Sırasıyla Kemânî Aleksan Ağa ve
Tanbûrî Ali Efendi’den dersler aldı. Yirmi yaşında kemençe, lavta ve
viyolonselde virtüözlüğünü kabul ettirdi. Darülbedayinin mûsiki bölümünde bir
süre hocalık yaptı[49]. 1892’de Bâbıâli memur olarak
çok kısa görev yaptı. II. Abdülhamid’den Mecîdî nişanı aldı. II. Meşrutiyet’ten
sonra Dârülbedâyi’in mûsiki bölümünde bir süre hocalık yaptı. 1916 yılında genç
sayılacak bir yaşta vefat etti.
Türk
müziğinde en büyük tambur virtüözlerinden bir sayılan Cemil Bey icracılığı,
besteciliği ve müziğe teknik katkısıyla büyük eserler sunmuştur. Viyolonsel,
ud, kemençe, lavta ve tamburu eşit derecede ve üst düzeyde çalardı. Türk
müziğinde tambur tavrını değiştirmiş canlı ve hareketli bir üslûp geliştirerek
yeni bir çığır açmıştır[50]. Şarkı, oyun havası, longa,
saz semâisi ve peşrev formunda kırka yakın eser bestelemiştir. Cemil Bey batı
müziğiyle de ilgilenmiştir. Beraberce meşke katıldığı ve konserler verdiği
mûsikişinasların bazıları şunlardır: Kaşıyarık Hüsâmeddin Bey, Hâfız Mustafa
Efendi, Hanende Hâfız Osman Efendi, Kemani ve Tanbûrî Ömer Bey,
Tanbûrî
Tahsin Bey, Kadı Fuat Efendi, Udi Nevres, Mûsâ Süreyya Bey, Asım Bey, Giriftzen
Kanuni ve Hacı Arif Bey[51].
Hafız Ama
Osman Dede ile Tamburi Cemil Bey’in aynı mûsiki toplantılarında yer aldığı,
Osman Dede ramazan aylarında Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’nde Kemânî
Memduh Efendi, Kanûnî Şemsi Bey, Kanûnî Âmâ Ali Bey ve hânende Karabaş gibi
sanatçılarla küme fasılları yapmış, Kaşıyarık Hüsâmeddin Bey, Hâfız Şevki Bey,
Hâfız Osman Efendi, Hoca Ziyâ Bey ve Tanbûrî Cemil Bey gibi dönemin
üstatlarıyla birlikte devlet ricâli ve zenginlerin konaklarındaki mûsiki
toplantılarına hânende, Şeyhülislâm Pîrîzâde Molla Mehmed Sâhib Efendi’nin konağındaki
fasıllara kanunî olarak katılmıştır. Musullu Hafız Osman çok hassas bir kulağa
sahip olduğu, dinlediği sesleri bir defada eksiksiz öğrendiği, tanıştığı
kişileri asla unutmadığı ve herkesle kolayca dostluk kurduğu bildirilmektedir.[52]
İstanbul
bir mûsiki bahçesiydi şimdiki futbol kulüpleri gibi, her semtte mûsiki
teşekkürleri vardı. Bunların da merkezi Şehzadebaşı Direklerarası idi. Bütün
üstatlar oraya gelir ve konserler orada verilir hatta bestelenen eserler orada
okunurdu. Şarkıların benzeri olup olmadığı hakkında münakaşalar yapılırdı.
Bilhassa Direklerarası diye mütevazi bir yer vardı ki burası sanki bir mûsiki
okulu halini almıştı. Buraya, Beylerbeyi Refik Bey, Neyzen Tevfik, Neyzen
Şevket Gavsi, Udi Sedat, Hoca Hüseyin Kazım Bey, Musullu Hafız Osman, Udi Fahri
kopuz, Kemani Necabeddin bey, Enderunlu Mazhar Bey, Aksaraylı Hoca Nazım bey,
Tamburi Kadı Fuat Bey, Kemani ve Tamburi Ömer Faik Bey, Kemani Kadri, Eski
Hakim Suphi Bey,Hoca Ziya Bey, Arap Cemal Bey Udi Nevres Hafız Sami Zeki Arif
ve daha akla gelmedik ne şaheserler geldi, bu mekanlarda sahne aldı.
Mûsikişinas olup da İstanbul'da bu mekânlara uğramamak mümkün değildi. Bu muhit
mûsikimize çok kıymetli sanatkârlar vermiştir.[53]
Şehzadebaşı’nda
Fevziye kıraathanesinin üstünde mızıka-i-hümayundan İsmail Hakkı Bey'in
riyasetinde teşekkül eden Mûsiki-i Osmani cemiyeti meşk hanesini açmış
derslerini veriyor, Fevziye kıraathanesinde konserler veriliyordu.
Koska'da kâgir Konak’ta Kanuni Hacı Arif Bey, Hafız Aşırla
birlikte Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin himayesinde Darüt-ta’limi Mûsiki’yi tesis
etmişler; Hacı Kerami Efendi, Darülaceze muhasebeci Hafız İsmail, Tamburi Ömer
Faik, Leon Hacıyan, Nevres, Santuri Ethem Bey, valide paşanın yarışında keman
ustası Kirkor Efendi’den mürekkep üstatlar gurubu çok fazla talebe
yetiştiriyorlardı. Dönemin Erzurum kıraathanesinde verdikleri konserde bir
neva, gülüftar, sultaniyegâh faslı yaptıklarını anlıyoruz.[54]
Hafız
Osman Dede’nin Hocaları
Türk
müziğimizde yüzyıllar içerisinde yetişmiş mûsiki insanlarına baktığımızda hepsi
birbirinden etkilenmiştir. Bir bilim, bir tarz, bir usta çırak ilişkisi ve
mûsiki kültürü bu sayede nesilden nesile aktarılmıştır. Bu bakımdan her çağ
kendi sürecini yaşayarak, gelişerek bir sonraki çağ kuşağını etkilemiştir. Bu
bakımdan Türk müziğindeki önemi mûsiki insanlarının yaşayışları, bıraktıkları
eserler, din ve mûsiki bilimine verdikleri katkı önemlidir. Bu açılardan
özellikle Musullu Osman Efendi dönemindeki mûsiki insanları geçmişten aldıkları
öğretileri süreçlerini yaşatarak geleceğe aktarmışlardır. Bir diğer noktada
Musullu Osman Efendi’nim tarzını oluşturma, geliştirme ve geleceğe aktarmada
önemli şahsiyetler oluşturmuşlardır. Bu dönem yetişmiş önemli mûsikişinasları
aşağıdadır:
Bolahenk
Nuri Bey, 1834 yılında İstanbul'da doğan Bolehenk Nuri Bey
eğitim hayatının ardından çok genç yaşlarda memuriyet hayatına başlamıştır.
Tophane istihkâm ve muayene dairesi mümeyyizi görevinden emekli olmuştur. 1911
yılında vefat etmiştir[55].
Bolahenk
Nuri Bey'in Musullu Âmâ Hafız Osman Efendi’nin de hocası olduğu belirtilmiştir[56]. "Mecmua-yı şarkiyat,
Karha ve Nakşha'' ismiyle 1873 yılında 18 makam ve birçok eserinin sözlerinin
bulunduğu bir dergi yayınlanmıştır. İki Mevlevi aynı, Buselik makamında 2
Peşrev, Hisar Buselik makamında Üç Kâr, bir Sirto, 11 Beste, Ağır ve Yürük
Semailer ve Şarkılar bestelediği bilinmektedir[57].
Yetiştirdiği
mûsikişinaslardan önemlileri, Hafız Hayrettin Bilgen, Hafız Sami Efendi, Hacı
Kirâmi Efendi, Zakir Hakkâk Mehmet Efendi bulunmaktadır[58].
Behlül
Efendi, İstanbul Fatih Sarıgüzel’de dünyaya geldi Üsküdar Selimiye semtinde
‘’çatma’’cılık yapan Rıfat Efendi'nin oğludur. Mahalle mektebi ve rüştiye
öğreniminden sonra memuriyetine Bahariye nezaretinde başladı. Mahzeni evrak
kalemi mümeyyizliğinden emekli oldu. İstanbul’da 1895’te hayata gözlerini
kapamıştır.
Türk
mûsikisi icracısı ve bestekârı olan Behlül Efendi zihninde müzik eserlerinin
çokluğu kuvvetli bir maske bilgisine sahip oluşu ile bilinirdi kendine özgü
okuduğu duraklar sebebiyle Durakçı Behlül Efendi olarak da bilinir.[59]
Dini ve
klasik formda destesi vardır birçok talebe yetiştirmiştir bunlardan en
önemlileri Musullu Hafız Osman Dede, Yakup Beni Şeyh Mesut Efendi, Zakirbaşı
Malak Havuz Bestenigâr Ziya Bey ve Bunny Bestekâr İhsan İyisan’ ı
söyleyebiliriz[60].
Hüseyin
Fahrettin Dede Efendi, 1854 İstanbul Beşiktaş Mevlevihane’sinde doğdu.
Beşiktaş rüştiyesinde ilk ve orta öğrenimini tamamlamış, genel kültür ve
bilgisini Mevlevihanelerde geliştirmiştir. 1911 yılında hastalandığında,
zamanın tabibinin, hastalığın seyrini koleraya benzetmesi üzerine Hüseyin
Fahrettin Dede büyük bir üzüntüye kapıldığı ve ertesi günü öldüğü
söylenmektedir[61].
Mûsiki
hayatımda da çok iyi bir saz ve söz icracısıdır. Ney’i çalma ve hanendelik
yapmada dönemin en önemli mûsikişinaslardandı. Çok fazla olmasa da tambur sazına
da hâkimdi. Acemaşiran ayini ilk eseridir. Günümüze 1 peşrev, 2 saz semaisi, 5
şarkısı ulaşmıştır. Katıldığı meşk toplantılarında birlikte olduğu
mûsikişinaslar: Bolahenk Nuri Bey, Mehmet Celaleddin Dede, Seyyid Abdullah
Dede, Behlül Efendi, Medeni Aziz Efendi, Tamburi Kamil Dede, Yeniköylü Hasan
Efendi’dir. Hüseyin Fahrettin Dede’nin bazı öğrencileri de, H. Sadettin Arel,
Suphi Ezgi, Rauf Yekta Bey, Zekaizade Hafız Ahmet Özsoy, Muallim Kazım Uz,
Muallim İsmail Hakkı Bey, Musullu Hafız Osman, Zekai Dede’dir.[62].
Zekai
Dede Efendi, İstanbul Eyüp’te 1824-25 tarihinde Cedid Ali Paşa semtinde
dünyaya geldi. 20'li yaşlara gelmeden hafızlığını bitirdiğinde babasından da
hat icazeti aldı. Hamamizade Dede Efendi'nin öğrencilerinden Eyyûbi Şahin
Beyzade Mehmet Bey'den mûsiki eğitimi aldı. 7 Haziran 1845'te hocasıyla Mısır'a
gitti[63].
1868
tarihinde Yenikapı Mevlevihane’sinde şeyhi Osman Selahattin Dede’ye intisap
ederek Mevlevi oldu. Bunlardan başka Bahariye Mevlevihane’sine Kudümzenbaşı
oldu ve çilesini tamamlayarak Dede'lik unvanı aldı. 1899 yılında 75 yaşında
vefat etti.
Birçok
mûsiki eserini Eyüplü Mehmet Bey ile yapmı, ilahi ve şarkı bestelemiştir[64]. Zekai Dede Mehmet Bey'in
yardımıyla Hamamizade İsmail Dede’nin umumi, hususi meşklerine devam ettiği
bilinmektedir. Günümüze 260 bestesi gelmesine rağmen 500'den fazla eseri olduğu
sanılmaktadır[65].
Kanuni
Âma Ali Bey, Kaynaklarda doğum tarihine rastlanılmamıştır. Ali Bey doğuştan
kördür. 20. yüzyılın başlarında Kanuni Nazım Bey’den sonra en iyi kanun çalan
kişilerdendir. Zaman zaman Malatyalı olduğu için memlekete gider ve bir süre
ikamet ettikten sonra İstanbul’a gelirdi. Çağının mûsiki ustalarından Medeni
Aziz Efendi’den dersler almıştır. Gençlik yıllarında Osmanbey Gazinosu’nda
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da Yeni Gazino’da çalışmıştır. Çok öğrenci
yetiştirmiştir. Bunların en önemlisi Osman Güvenir’dir. Son yılları yoksulluk
içerisinde geçmiştir, 1948 yılında Malatya’da ölmüştür[66].
İsmail
Kazım Uz, 1873 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir. İlkokuldan sonra
Fatih Askeri Rüştiyesini 1892 tarihinde bitirdi. Yazdığı "Ta'lim-i Mûsiki
Yahut İstılahatı" kitabından sonra 1893 yılında Mızıka-İ Hümayun’a
alınmıştır. 2 yıl sonra bu görevinden alınmış ve Mûsiki Nezariyatı görevini
uzun yıllar sürdürmüştür[67]. İsmail Kazım Uz 1942'de vefat
etti.[68].
İsmail
Kazım Uz Zekai Dede'den aldığı derslerle ilk mûsiki eğitimine başladı. Musullu
Osman Dede'den istifade etti. Bizzat kendisinin aktardığına göre sultaniyegâh
makamındaki ayini Musullu Osman'ın ısrarı ile yazdığını
söylemiştir. Durak, ayın, ilahi, altı dini eser, bir operet, üç peşrev, iki saz
semaisi, bir beste, yirmi altı şarkı, yirmi beş marş olmak üzere iki yüz kadar
eseri bulunmaktadır[69].
Hafız
Osman Dede’nin Talebeleri
Hafız Osman
Dede’nin yaşadığı dönemde birçok talebesi olmuştur. Bu talebelerden en etkili
olan ve Hafız Osman Dede’nin felsefesini, öğretilerin, hafızlığı ve hafızlık
geleneğini kuşaklara aktaran en önemlileri kabul edebileceğimiz şahsiyetler
aşağıda incelenmiştir:
Abdul
Fettah Ma’ruf Efendi, 1891'de Bağdat'taki Asır Camii'nde doğdu. Musullu
Molla Osman’ın Öğrencisidir. Hafız Osman’dan Kur’an, İlahi ve dini eser
söylemede ustalaşmıştı. Mansouri, Apogee, Khanbat ve Alorfa da dahil olmak
üzere birçok yabancı plak şirketler, Abdul Fettah’ın sesini kaydettiler. Musullunun
bestesi kabul edilen “Ya-bn il Hamula’yı” söylemesiyle bilinir. Irak’ta ses
kayıtları birçok kuşağa öncülük eden Abdul Fettah Ma’ruf, Bağdat’ta vefat
etmiştir.[70]
Şeyh
Hafız Ömer Erbilî, merhum Şeyh Salih el-Hatîb, merhum Şeyh Hacı Abdullah
Feyzî el-Hadarî ve diğer Musul âlim ve şeyhlerinden sarf, nahiv, meânî ve beyân
gibi bazı Arapça ilimlerini tahsile başladı[71].
Musullunun asil bir öğrenciydi. Eğitim döneminde en iyi eğitimi veren Mahmud el
Umari’den de dersler almıştır. Kur'an'ın öğrenilmesinde, ezberlemesinde ve
okutulmasında, ulum al fıkı (dini bilimler) ve 'ulum allugha-l' arabiyya
(Arapça dilbilim bilimleri), edebiyat ve şiir ile hem sesli hem de enstrümantal
olarak gerekli olan öğretileri bu hocasından almıştır. Mûsiki erken yaşta
başlamış, Kur'an-ı Kerim'i çok erken yaşlarında ezberlemiştir. Bunun yanında
tarihe merak sarmış ve Arap ve İslam tarihi öğrenmiştir[72].
Ahmet
Cevdet Çağla(1900-1988), Musullu Hafız Osman’ın en bilindik
talebelerindendir. Ahmet Cevdet Çağla, 1900 yılında İstanbul doğdu. Çağla,
mûsikişinas bir ailenin içinde büyümüştür. İlk mûsiki derslerini Musullu Hafız
Osman’dan almıştır. Keman konusunda çok iyi bir noktaya kendisini taşımıştır.
Yüz
civarında
eseri bugün dahi popüler olarak arşivlerde yer almaktadır. Yaptığı eserler ve
icracılığında Musullu Hafız Osman’ın etkisi bir hayli görülmektedir[73].
Mustafa
Nazif Efendi, Erzurum'da 1882 yılında doğan Mustafa Nazif Efendi Abdurreşit
Efendi'nin oğludur. Gümrük Emin'i olarak bilinen Hafız Ahmet Fuat Efendi'den
ilk tahsilini ve hafızlığını tamamladı, 14 yaşında daha iyi bir eğitim almak
için İstanbul'a gitti, medrese tahsilini Çarşambalı Ahmet Efendi’den aldı.
Kıraat ve mûsikiyi Musullu Hafız Osman’dan öğrendi. Öğrenimini bitirdikten
sonra Mısır'a giderek orada bir süre kaldı. Bursa'ya gelerek Yenişehir’de Orhan
Camii imamı oldu. Bursa reji idaresi kâtipliği görevine başladı. 1932 tarihinde
eşinin rahatsızlığı için gittiği İstanbul'da hastalandı. 11 Temmuz 1932
tarihinde vefat etmiştir.[74]
Seyyid
Derviş, 17 Mart 1892'de İskenderiye Kom el Dakka'da doğdu. Çocukluğu
boyunca ailesi, eğitim masraflarını karşılayamadı, bu yüzden Kuran'ı
ezberlediği ve geliştirdiği İskenderiye camilerinden biri olan "Abbas -
Marsa" camilerinden oluşan bir dini kuruma katıldı. Seminerden mezun
olduktan sonra Şeyh Seyyid Derviş unvanını aldı ve iki yıl boyunca dünyanın en
ünlü dini üniversitelerinden biri olan El Ezher Üniversitesinde çalıştı. Müzik
öğretmeni Sami Efendi'nin yeteneklerinden etkilendiği için müzik okuluna girdi
ve öğretmeni Derviş’i müzikte ilerlemeye teşvik etti.[75]
Derviş, o
zaman solist olmak için eğitildi. Ailesini desteklemek için inşaatlarda
çalıştı, çalışan işçilere şarkı söylüyordu.[76]
Daha sonra şarkı söylediğini duyan Suriyeli 'Ataûllah kardeşler' tarafından
duyuldu. Seyyid Derviş, Ataûllah kardeşlerle birlikte Suriye’de müzik yapmaya
başladılar.
1909
yıllarının başında Hâfız Osman Efendi Şam’daydı. Emîn Atâullah ve kardeşi Selîm
Atâullah’ın riyâsetindeki, bazı sanatkârlardan oluşan ve Mısır’dan gelen bir
mûsiki ekibi komşu Arap ülkelerinin bazı bestelerini ve hoş şarkılarını sunmak
için gelmişti. Ekip üyelerinden biri de yetenekli müzisyen Seyyid Derviş’ti.
Emîn Atâullah onunla Kahire’de tanışmış, yeteneğini keşfedip onu bu ekibe
almaya karar vermişti.[77] Seyyid Derviş muhtemelen 17 yaşındaydı.[78]
Ekip, Şam
bölgesinde 10 ay geçirmesine rağmen bu sanat vazifesinde başarılı olamamıştı.
Seyyid Derviş de sahip olduğu büyük şöhretin hakkını verememişti. Elde
edebildiği tek başarı Musullu Hâfız Osman’la irtibata geçebilmiş olmasıydı. Boş
vakitlerinde evine ziyarete gidip, kendisinden Türkçe ve Arapça tevşihleri meşk
ettiği gibi, ondan ders almaya ve bestelerini meşk etmeye gidiyordu.[79] Mûsiki topluluğunun bu süre
sonunda yolculuk kararı vererek daha fazla burada kalmayarak Şam’ı terk
etmeleri ve Mısır’a gitmeleri üzerine Seyyid Derviş derslerini bırakmak ve
hocası Hâfız Osman’dan ayrılmak zorunda kaldı.[80]
Aynı ekip
üç sene sonra kendisine yeni yetenekler katarak, başarı ve şöhret elde etmeye
azmetmiş bir şekilde Şam bölgesine ikinci bir yolculuk yapma kararı aldı. Seyyid
Derviş de bu grubun bir üyesiydi. Topluluk, yolculuğunu henüz bitirip Şam’a
ulaşmıştı ki Seyyid Derviş hemen, hâlâ orada olan eski hocası Hâfız Osman’ı
sormaya gitti. Seyyid Derviş, kısa süre içinde âmâ olan hocasından mûsikî
derslerine başlayarak kendisinden Doğu müziği ve tevşih usulleri, yeni şarkılar
ve bileşik makamlar meşk etti. Mûsikî sanatında birçok şey öğrendiği iki
seneyi, 1912-14 yıllarını orada geçirdi. Hocası Musullu Osman’la şarkı ve
bestelerin notalarını ud eşliğinde çalar ve öğrendi.[81]
Bu eserler sayesinde Doğu müziğine hâkimiyet ve yeni beste yapma
kabiliyeti kazandı.[82]
Seyyid
Derviş 1914'te Mısır İskenderiye'ye döndü ve popüler
düğün ve kafelerde çalışmaya devam etti[83],
Arap sanat mirasından gelen köklü geçmişle ve bir taraftan zirveye de
yerleşmesi için yeni mûsiki hareketiyle bağı olan mûsiki ve şarkılarla ilgili
zihninde kapsamlı bir plan kurdu. Seyyid Derviş Mısır müziğini geliştirerek
yüceltti, böylelikle büyük bir üne ve değerli bir konuma sahip oldu. Seyyid
Derviş’in, hocası Hâfız Osman Efendi’den alarak diğerlerinin yanında paylaştığı
yeni şarkılar yayılarak tüm Mısır’da meşhur oldu. Üzerinden geçen uzun zaman
rağmen bu eski şarkılar hâlâ
ihtişamını
korumaktadır. Günümüzde de bazı sanatçılar bu eserleri takdire şayan bulmakta
ve zamanımızdaki sanatsal gelişmeyi kınamaktalar.[84]
Bu sebeple bu eserlerin bazısını alıp zamanın tozlarından kurtararak yeni bir
sesle dinleyicilere sunmaktalar, “Tala’at yâ mahlâ nuruhâ” şarkısına yaptıkları
gibi ki bu şarkı Seyyid Derviş’in Hâfız Osman Efendi’den meşk edip Mısır’da
yaydığı bestelerdendir. Bağdat’taki Iraklı eski şarkıcılar hâlen bu şarkıyı
okurlar.[85]
Seyyid
Derviş'in ezgileri ve şarkıları, 1919 Mısır devriminin kutlamalarını
destekleyen müzikal ekol haline geldi. Bu da onu ve rakipsiz bir "ilk
devrimci müzisyen" yaptı. Seyyid Derviş, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu
olan Mustafa Kemal Atatürk’ten etkilendi ve onun sözlerinden alıntılar yaptı ve
onları, devrimin ortasında isyancıların destekçileri tarafından söylenen milli
marşı “Biladi Biladi” (Ülkem Ülkem) yi yazdı.[86]
Müzik, Arap müziğinin öncüsü ve 20. yüzyılın başlarında modern Mısır
Rönesans’ının lideri olan Seyyid Derviş tarafından bestelendi.[87]
Ali
Selahattin Yiğitoğlu 1877 yılında İstanbul'da Sultan Ahmet Nalbant
Mahallesi'nde dünyaya geldi. Kadırga Rüştiyesini 1890’da bitirdi. Birçok okulda
öğrenim gören Selahaddin, iki yıl hukuk mektebine de devam etmiştir. Maarif
nezareti teftiş ve muayene eğitimde Kâtip olarak maaşla tayin edildi. Daha
sonra Hayriyye ve Pertevniyal liselerinde Türkçe ve edebiyat hocalığı
yapmıştır. 1936'da aynı okuldan emekliye ayrılan Ali Selahattin Yiğitoğlu, 31
Aralık 1996 yılında İstanbul'da akciğer kanserinden vefat etmiştir.
Türk
edebiyatının çok önemli şairlerinden olan Ali Selahaddin Yiğitoğlu, Musullu
Hafız Osman Efendi ye bağlı, mûsiki ve edebiyat yönünden de etkilendiği
anlaşılmaktadır. O dönemde Hafız Osman, yalnız mûsiki sahasında değil hatipliği
ile de ün kazanmıştı. Mevlevi tarikatına mensup olan Osman Dede, Mevlevi
ayinlerinin bir kısmını ezberden biliyor, kanun da çalıyordu. Çemberlitaş'ta
açtığı bir kitapçı dükkânı o çağın en mühim simalarının ve mûsiki üstatlarının
toplantı yeri halini almıştı. Bununla birlikte Şeyhülislâm Sahip Molla’nın
İncir köyündeki yalısında haftada bir yemekli toplantılara bundan sonraki
mûsiki fasıllarında da kanun çalmak suretiyle katılıyordu. Ali Selahaddin'in
hayranı olduğu şahsiyetlerden biri de kendisinden 37-38 yaş büyük olan Hafız
Osman Efendi’dir. Ali Selahattin’in "Mahasini Ahlak" adlı mensur
eserine Hafız Osman tarafından takriz yazılması, bunun tarafından teşvik ve
takdir edildiğini gösterir. Hafız Osman için kaside yazan Ali Selahattin onun
sesinin güzelliğini musiki ilminin onunla var olduğunu güzel konuşma
sanatındaki kudretini ve onun şiirlerini övüyor. Tanrının harikası dünyada eşi
bulunmayan bir şahsiyet olarak canlandırdığı Hafız Osman'ın gözlerinin
görmediğine de dokunmuştur: Tanrının cahilin ayıbını görmemesi için onu ama
kıldığını akıl ve zekâsıyla bütün hakikatleri görmediğini yazıyor.[88] Hafız Osman'ın Manzume-i Ha'iyye'sini
tercüme ve şerh ettiğini, bu münasebetle yazdığı bir na’tının da bulunduğunu
anlıyoruz.[89]
TÜRK
MUSİKİSİNDE HAFIZLIK GELENEĞİ
Bu bölümde
hafızlık geleneği, sistemi, eğitimi ve mûsiki ile ilişkisi ile Türk mûsikisinde
yetişmiş önemli hafız mûsikişinaslar hakkında bilgi verilecektir.
2.1.
HAFIZLIK TANIMI, GELENEĞİ, SİSTEMİ, EĞİTİMİ
VE MUSİKİ İLE İLİŞKİSİ
Hz. Peygamber Döneminde Hafızlık, Eğitimi ve
Tanımı
Hz.
Peygamber, Kur’an-ı Kerim’i ilk öğrenen, ezberleyen ve öğretendir. Hz Muhammed
(Haşa) bir müellif yazar olmayıp o sadece bu ilahi tebliği insanlara ulaştırmak
üzere seçilmiş bir aracı, bir vasıtadır. [90] Hafız, Kur’an’ın tamamını ezberleyen
ve koruyan kişiye denir. Müslümanlar, Kur’an’ı Kerim’in öğrenilmesi,
öğretilmesi, anlaşılması ve ezberlenmesine çok önem vermiştir. Bu nedenle
hafızlık çok önemli bir anlam ifade etmiştir. Hafızlık, İslam ile birlikte ilk
andan itibaren kesintiye uğramamıştır[91].
Hz.
Peygamber’den sonra Kur’an’ın ilk hafızlarının bir kısım sahabeler olmuştur.
Hz. Peygamber hafız olmamış, hafız edilmiştir. Hz. Peygamber’den başka sahâbe-i
kiram başta olmak üzere Müslümanların bir kısmı farklı zaman dilimlerinde ve
belirli bir eğitimden geçtikten sonra ya tamamı ya da bir kısmı hafız olmuştur.
Başlangıçtan günümüze kadar İslam âlemi içinde bu çalışma kesintisiz devam
etmiş ve çok sayıda Kur’an Hafızı yetişmiştir[92].
Kuran'ı
güzel sesle okumaları için Hz peygamberin ümmeti teşvik etmesi, Müslümanların
Kuran'ı güzel sesle ve hoş nağmelerle okumasına ve böyle okunan kıraatlere ilgi
göstermelerine sebep olmuştur. Her insanın fıtratında mevcut bulunan
güzele ve
güzel sese ilgi duyma istidadı, bu şekilde dini bir teşvikle birleşince, dini
müziğin ortaya çıkmasına neden oldu. Müslümanlar nazmı ve mânâsı güzel olan
Kur'an'ı ona layık bir ses güzelliği ile okumayı kendileri için dini bir ideal
bilmişler ve bu ideali gerçekleştirmek amacıyla bütün gayretlerini seferber
etmişlerdir. Bu gayretlerin neticesinde Kur'an'ın melodi (Elhân, lûhûn) ile
okunması meselesi zararlı bir şekilde karşımıza çıktı. Sahabe tabiîn ve tebe-i
tabiînden olan kurrâ Kur'an'ı güzel sesli okumayı kendilerine gaye edinmiş
olmakla beraber onlar daha çok kıraatlerin dil ve gramer yönüyle
ilgilenmişlerdi. Farklı kıraat imamları kur'an-ı beste ve makamla ilgisi
bulunmayan tabii nağme ve ses güzelliği ile okurlardı. Ancak zamanla bu durum
farklı bir şekil aldı. Din âlimi Kûrra azalmaya başladı. Bunların yerine yavaş
yavaş müzik bilgisine ve ses güzelliğine sahip hafızlar gelmeye başladı.
Bununla birlikte zamanla Hafız kelimesi Kur'an'ın manasından ve dilinden hiç
anlamayan fakat lafzını müzik kaidelerine göre güzel sesle okuyan bir zümrenin
adı olarak kullanılır oldu.[93]
Medine’de
Mescid-i Nebi yanında Suffe, Mekke’de ise Daru’l-Erkâm’da sahabeden pek çok
Kur’an hafızı yetişmiştir. Hz. Peygamber’e inmiş her ayet peygamberimiz ile
birlikte birçok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Yazı yazma imkânının o
dönemlerde fazla olmaması nedeniyle Hz. Peygamber ve ashabı, Kur’an’ı
ezberlemiştir. Hafızlık, Hz. Peygamber’den sonra gelişerek Hulefa-i Raşidin,
Emevi ve Abbasi dönemlerinde devam etmiştir. Süreçte Kur’an okumayı öğrenme ve
ezberleme çalışmaları önceki dönemlere nazaran gelişmiş ve kurumsallaşmaya
başlamıştır[94].
Belli bir
süre sonra muhtelif bölge ve şehirlerdeki güzel sesli okuyucular Kur'an
kıraatini yeni mahalle melodilerle karıştırarak ahengi bozmuşlar ve kıraati
adeta şarkı ve gazellere benzetmişlerdir. İslamiyette bu türlü söyleyişlere
asla izin verilmemiştir. Muhammed b.sa'd et Tirmizi şarkıların melodilerini
bütün yönleriyle kur'an-ı Kerim kıraatini tasdik etmiştir. Kur'an kıraat
ilminin bu şekilde şarkı melodileri ile karıştırılması neticesinde bir takım
yenilikler ortaya çıkmıştır. Bunlar:
-
Kıraat arasında sesi
titretmek (Ter'id)
-
Sesi kaldırmak, yükseltmek
ve indirmek, hafifletmek suretiyle med yerlerini çok fazla uzatmak ve meddin
bulunmadığı yerde med yapmak.(Tatrib)
-
Tabii ve mutat kıraat
tarzını bırakıp sanki huşudan ağlayacak gibi bir tarza geçmek(Tahzîn)
-
Bir harfi gizlemek okurken
ekranı sığınmak ve bilhassa harflerin mahreçlerine riayet etmemek (Lüzumsuz
yere yapmak)(Bir harfi 2 harf olarak telaffuz etmek)
Böyle
kıraatler caiz değildir. Hz peygamber bu okuyuş tarzını şöyle tanımlamışlardır:
“Kur’an’ı fasık ve günahkârların (diğer bir rivayete göre ehli kitabın)
elhânı ile değil, Arap elhânı ile okuyunuz. “
Teganni ile Kur’an-ı Kerim okunmasının bazı memleketlerde
kullanılarak alışkanlık haline gelmesini sonraki İslam uleması da tatbik
etmiştir.[95]
Kur’an’ı
Kerim Tilaveti, Hafızlık ve Sistemi
Müslümanlar
her daim Kur’an-ı Kerim okumayı, anlamayı önemsemiş; Kur’an-ı Kerim tilaveti
yapılan ortamda her zaman saygı ve edebi önemsemiştir. Herhangi bir Kur’an
yazılı sayfayı, yırtık dahi olsa bir yaprağı hatta Kur’an-ı Kerim’i sakladığı
kılıfı, kısaca Kur’an-ı Kerim ile ilgili her nesneyi önemsemiş, hürmet
etmiştir. Müslümanın kendisi Kur’an-ı Kerim okumasını çeşitli sebeplerden
öğrenememiş olsa da, Kur’an-ı Kerim okunan yere, okunan kişiye, bu alanda
çalışma yapan kişi ve kurumlara saygı göstererek kendisi de her türlü desteği
sağlamıştır. Müslüman toplumda en büyük yeminler Kur’an-ı Kerim üzerine
yapılmış, “Ekmek, Kur’an çarpsın” şeklindeki yeminlerle Kur’an-ı Kerim’e olan
saygı ve muhabbetini her fırsatta davranış olarak göstermiştir[96].
1127.
Tarihli kaynaklara bakacak olursak, Hz peygamber efendimize ne zaman bir vahiy
yani Kur’an’ın bir parçasını alacak olsa bunu, önce erkek topluluğa sonra bir
kadın topluluğa okuyup tebliğ ediyordu. Sonra kâtiplerden birine vahiyi
kaydettirip, yazı ile tespit ettiriyordu. Zeyd'ubn Sabit adındaki kâtiplerden
biri bize onun şu metodunu açıklamaktadır. “ Resûlullah bana yazdırıyor ve
bitirince de yazdığım ayeti
yine bana
okutuyordu, şayet bir yanlış veya noksan bulursa bunu düzelttiriyordu. İşte
bundan sonra da ben kalkıp bu ayeti insanlara bildiriyordum[97].
“ demiştir.
Hz.
Peygamber yeni vahyin daha önce gelen parçalar arasında nereye ve hangi sıraya
konulması gerektiğine de işaret ediyordu. Muhammet inen bu parçaları burada
izahına ihtiyaç bulunmayan önemli sebepler tahtında vahyediliş sırasına göre bir
araya getirmiyordu. O Kur’an-ı Kerim'in doğru parçalarının sadece yazı ile
tespiti ve buradan diğer insanlar için çoğaltılması emrini vermekle kalmıyor,
aynı zamanda bunların namazlarda okunması amacı ile ezberlenmesini inananlardan
istiyordu. Resûlullah Kur’an-ı Kerim'in yetişmiş ve yetki verilmiş bir öğretici
hocanın huzurunda öğrenilmesi hususunda dikkat ediyordu. Böylelikle öğreten
hoca bizzat kendisi okumakta ve onun yetki verdiği diğer kimseler ondan sonra
geliyordu ki bu tatbikat ve usul İslam cemiyetlerinde yaşana yaşana usta çırak
ilişkisi şeklinde günümüze kadar ulaşmıştır. Ramazan aylarında gündüzleri
yüksek seste o güne kadar nazil olan ayetlerden oluşan Kur'an metnini baştan
sona kadar tilavet ediyordu. Sahabeler ise diğer ayet nüshalarını yanlarında
getiriyor hep beraber girişilen bu mukabele (karşılaştırma) esnasında varsa
kelime yanlışlarını, ayet ve sure sıralarını onun okuduğuna göre tanzim edip
düzeltiyorlardı (Arza). Bir yıllık karşılaştırmalar esnasında Melek Cebrail’in
de hazır bulunduğunu Resulullah haber vermiş ve ömrünün sonuncu Ramazan ayına
rastlayan ay için:
“Cebrail
bana (bir tedbir olarak)bütün Kur’an-ı Kerim'i baştan sona 2 defa tilavet
ettirdi ki ben bundan kısa bir zaman içinde vefat edeceğimi anladım.” demişti.[98]
Kur’an-ı
Kerim, Kur’an okumak, Kur’an konulu sohbetlerde bulunmak ve Kur’an dinlemek
Müslümanların dinî hayatında çok önemli ve özel bir yere sahiptir. Bu durum
ibadet kabul edilip önemli sevap kazanımlarından biri olarak görülmüştür.
Çocukların erken yaşlarda Kur’an-ı Kerim eğitimi alması, çocukların Kur’an
öğrenmesi, ebeveyni olarak çocuklarının bu meziyetlere sahip olması Müslüman
aileler için önemli ve bir o kadar da sürece destek olduğu bir durumdur[99].
Müslüman
insan Kur’an-ı Kerim’e olan saygı ve sevgisinden dolayı Kur’an okuyan hafızlara
ve Kur’an hizmetiyle meşgul olan insanlara saygı göstermeyi keyifli
bir vazife
olarak görmüştür. Kişi, Kur’an-ı Kerim okusun veya okumasın, ibadet yapsın veya
yapmasın her daim Kur’an-ı Kerim ve yarattığı kültür ile çok iyi ilişki kurarak
bir ölçüde gönül bağı içinde olduğunu göstermiştir.
Müslümanlar
Kur’an-ı Kerim ile ilgili çalışmalar içinde hafızlık kurumuna çok farklı bakar
ve önemserler. Hafızlığı Kur’an-ı Kerim’in nesiller boyu aktarılmasında en
sağlam yol olarak görmüştür. Hafızı ise Allah’ın kelamını yeryüzünde muhafaza
etmekle yükümlü en önemli şahsiyet olarak görür. Çünkü hafız, Kur’an-ı Kerim’in
tamamını ezbere bilen, Kur’an-ı Kerim’i koruyan ve nesillere taşıyan kimsedir.
Hafız, yürüyen Kur’an ve Kur’an’laşmış insandır. Hafızlık Müslümanlar için
başlıca ilim makamı ve bunun yanında Allah katında da değerli bir makamdır.
Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek hafızlık mertebesine ulaşmak Müslüman insan için
din için yapılan en büyük hizmet ve şeref olarak görülür[100].
Hafızlık
eğitiminde ilk Müslümanlardan beri oluşmuş kültürel bir davranış biçimi vardır.
Bu davranış biçimine göre ebeveyn, hoca ve hafız adayı çocuk en temel ve önemli
unsurdur. Bu süreçte çocuğun ebeveynlerinin Müslüman inanış yoğunluğu, kalbinde
Allah’a karşı sevgi, aşk ve muhabbeti, kendilerinin hafız ebeveyni olmak
konusunda yaklaşım derecesini ortaya koyar. Ebeveynlerin evladımız hafız olsun,
biz başka bir şey istemiyoruz şeklindeki arzuları, istek ve duaları bu işin
başlaması ve devam etmesi için en önemli olmazsa olmazdır[101].
Hafızlık
eğitimi özellikle Selçuklu döneminde Daru’l-Kurra ve Daru’l-Huffaz
sistemlerinin kurulmasıyla kurumsal hale getirilmiştir. Osmanlı dönemi
içerisinde sıbyan mektebini tamamlayan öğrenciler, önce alt seviyedeki
Darü’l-Huffaza giderler ve hafızlıklarını tamamlardı. Devamında okuma
usullerini geliştirmek içir Daru’l- Kurraya devam ederlerdi[102].
Osmanlı döneminde hafızlığa başlama yaşının sınırı olmamakla birlikte genelde
Sıbyan Mektebinden sonra hafızlık eğitimine başlanmaktadır. [103].
Hafızlıkta
ilk unsur ebeveynlerin tutumudur; onların çocuklarının hafız olarak yetişmesine
kaynaklık edecek ortamı yaratmaları, gerekli davranışsal disiplinler ve
süreçteki
kararlılıkları sonucunda önemli bir eşik gerçekleşmiş olur. Ebeveynlerin
yarattığı ortam ve çocuk üzerinde kaynaklık teşkil etmesi, hafız adayı çocukta
önemli pozitif etkiler yapar. İkinci unsur hafızlık eğitimini verecek hocadır.
Hocanın Kur’an- ı Kerim, hafızlık, sürece ait bilgi ve beceri düzeyi ile
pedagoji bilgisi yetiştireceği çocuk için yeterli alt yapıda olmalıdır. Bu
vasıflara sahip hoca ile yetkin bir hafızlık eğitimi yapılmış olur. Bu durum,
çocuğun alacağı hafızlık eğitiminde başarılı olmasında en önemli anahtar
olacaktır. Üçüncü unsur da hafız adayı çocuğun durumudur. Hafız adayı çocuğun
öncelikle istekli olması, okuma becerisinin belli bir düzeyde olması, yeterli
zekâ ve alt yapıya sahip olması esastır[104].
Özellikle istekli olması çok önemlidir. Çocuk yerine ebeveyn veya hocanın bu
eğitimi istemesi, baskıyla hareket edilmesi, hafız adayı çocuğun zorlanması
eğitimlerde başarısızlığa neden olmaktadır. Bu yaklaşımlar kaş yaparken göz
çıkarmak sonucunu doğurmaktadır. Hafız adayı çocuğun taşıyamayacağı bir yükü
sırtına vurmak, bütün kişiliğini ve belki dini inanç boyutunu tahrip etmek
sonucunu doğurmaktadır[105].
Kur’an
kültürümüzde hafızlığın üzerinde kurralık, en önemli mevki olarak kabul
edilmektedir. Hafızlık müessesine maddi ve manevi destek sağlayarak büyük ilgi
gösterilmekte, özellikle kurra seviyesine çıkan hafızlar bu manada çok değer
görmektedir. Bununla beraber hafız ve kurra yetiştiren hoca da her türlü övgüye
mazhar olarak Müslüman toplumunda kabul görmektedir.
Hafızlık
geleneğimizde hafız adayı öğrenci, “hâfız-ı kavî” denen hocaların huzurunda
sınava tabi tutulur. Sınav bazı zaman tek öğrenci için akşama kadar
sürebilmektedir. Öncelikle öğrenci namaz ve yemek vakitlerinin dışında Kur’an’ı
Kerim’i baştan sona ezbere okur. Okumada “hadır” üslubu kullanılır ve öğrenci,
hatmi yaklaşık ikindiye doğru tamamlar. Bazı uygulamalar da okumayı üç güne
yayarak yapılmaktadır. Her gün on cüz okunarak üç günde hatim bitirilmiş olur.
Eski el
yazması Kur’an-ı Kerim nüshalarının metni ile bugün elimizde bulunan Kur’an-ı
Kerim en ufak bir farka sahip bulunmaksızın tıpatıp aynıdır. Yazıyla tespit
durumunun böyle olması yanında diğer taraftan Kur'an'ı ezberlemiş bulunan
hafızlar her devirde var olmuş ve hatta günümüzde de mevcut bulunmaktadırlar. 1956 yılında bana söylediğine
göre sadece Türkiye'de çoğunluğu genç olan bu hafızların sayısı 150 bini
bulmaktadır, bu hafızların ezberlerindeki Kur'an ile yazılı metin halindeki
Kur'an tam bir mutabakat halindedir. Hafıza ve yazılı metin her ikisi birden
Kur’an-ı Kerim metninin doğruluk ve salihihliğinin dayandığı ana temelleri
teşkil eder.[106]
Günümüz
uygulamalarında pazartesi günü başlayıp cuma günü cuma namazıyla birlikte
yapılan hatim duasıyla son bulan merasimle yapıldığı görülmektedir[107].
Kur’an
kültürümüzde ‘hıfız merasimi geleneği’ hafızlık kültüründeki diğer bir
gelenektir. Merasimin yapılacağı yerdeki en büyük cami bu tören için seçilir.
Hafız adayları Reisü’l-kurra kabul edilen hocanın hakemliğinde tören icra
edilir. Törene diğer cemaat ve hocalar davet edilir. Tören, misafir gelen ve
hafız olan hocaların Kur’an okumasıyla başlar. Devamında hafızlığını tamamlayan
öğrenciler mihrabın önüne hocalarıyla birlikte gelirler ve otururlar. Yüzleri
Reisü’l-kurra’ya dönüktür ve hilal şeklinde oturmuş vaziyettedirler. Töreni
yöneten Reisü’l-kurra’nın işaretiyle hafızlar okumaya başlarlar. Tören
bitiminde adaylara “hafızlık belgesi” verilir. Hafızlık sınavı ve töreniyle
birlikte hafızların hafızlıkları tescillenmiş olur. Yeni hafızlar ezberlerini
ilerletmek için özellikle ramazan ayında ve üç aylarda mukabele okurlar[108].
Cumhuriyet
döneminde Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasından sonra Kur’an eğitimi
verilen ve hafız yetiştiren kurumlarda bazı değişiklikler gidilerek, Kur’an
kursu adı altında Kur’an ve hafızlık öğrenimi verilmeye devam edilmiştir[109].
Bu dönemle
birlikte Kur’an kursları düzenli bir eğitim-öğretim süreci ile Kur’an’ı öğrenme
ve ezberleme sürecini yönetmiştir. Bununla birlikte aileler Kur’an okumayı
bilen ve özellikle hafız olan kişilerden çocuklarının Kur’an öğrenmeyi
sağlayıcı eğitimler aldırmışlardır. Bu durum 1970’li yıllara kadar devam
etmiştir.[110].
1971
yılında da Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an Kursları Yönetmeliği çıkararak
Kur’an kurslarına ait amaç, program ve işleyişi belirlemiştir. Bu sayede Kur’an
kursları çok önemli gelişme göstererek günümüze kadar işlevselliğini artırarak
gelmiştir.
Günümüzde hafızlık artık Başkanlıkça bir dizi sistematik
süreçlere bağlanmış ve bu süreçler sonunda belgeli hale getirilmiştir[111].
Hafız
Osman’ın Kur’ân, Din ve Mûsikî ile Karşılaşması
İslâm
dünyasında sosyal, edebî ve sanatsal yönelimlerde dinî çevrenin etkisi
büyüktür. Bu sebeple çeşitli sanatların ortaya çıkışının din ile bir bağı
muhakkak vardır. Kırâat ilmi denilen, Kur’ân kelimelerinin hakkının verilerek
okunması hususu, bu meselede bir örnektir. Hz. Peygamber’den beri hoca-talebe
ilişkisi içerisinde, bozulmadan aktarılan bu ilmin mütehassısları eskiden beri
olagelmiştir[112].
İslâm'ın
doğuşundan itibaren sahâbenin büyüklerinden 7 kişiden gelen kırâatler meşhur
olmuştur.[113] Bu sahâbîler Hz. Osman, Hz.
Ali, Übeyy b. Kâ'b, Zeyd b. Sâbit, İbn mes’ûd, Ebu'd-Derdâ ve Ebû Mûsâ el-Eş’arî'dir.
Sahâbe ve tâbiînin çoğu bu ilmi onlardan almıştır. Onlardan sonra kırâat
imamları denilen tabaka/kuşak gelmiştir ki bugünkü kırâatler kendilerine nispet
edilir. Bu şahsiyetler Ebû ‘Amr İbnu’l-‘Alâ (h.154), ‘Abdullah b. Kesîr
(h.120), Nâfi’ b. Nu’aym (h.168), ‘Abdullah b. ‘Âmir (h.113), ‘Âşık
ibnu'l-Esedî (h.128), Hamza b. Hubeyb (h.156), ‘Ali b. Hamza (h.189)'dır. Bu
kırâatler üzerinde icmâ ile ittifak edilmiştir.[114]
Bugünkü
uygulamada, nağmelerle sesi güzelleştirerek kıraat etmek sonradan eklenmiş bir
yorumdur. Bu şekilde okuyan ilk kişi ‘Abdullah b. Ebû Bekre'dir. Torunu
‘Abdullah b. ‘Amr da kendisinden öğrenmiştir. Halife Hârûn Reşîd ile kurduğu
bağ neticesinde "Halife’nin Kârîi" diye tanınmıştır. Hârûn Reşîd,
bütün vali ve komutanlarına mesuliyet alanlarını kontrol etmelerini ve güzel
ezan okuyan kişilere 1000 dinar; Kur’ân cem‘ edip ilimlerini tahsil edenlere
2000 dinar; Kur’ân cem‘ edip hadîs-i şerîf rivayet eden ve ilim tahsil etmiş
kimselere 4000 dinar bağışta bulunmalarını emretmiştir. Hz. Peygamber ve
Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra başka hiçbir zaman, Hârûn Reşîd zamanında
olduğu kadar âlim ve kurrâ yetişmediği söylenmektedir.[115]
Irak
bölgesi, ünlü kurrâlarıyla tanınmıştı ve Musul, Abbâsî döneminden beri bu
şehirlerin en gelişmişiydi. Meşhur kırâatlerin aslına uygun şekilde
öğretildiği, tecvîd ilimlerinin görüldüğü çok sayıda Kur’ân medresesiyle öne
çıkmıştı. Eğitim meşhur kıraât imamları/üstadları ve tecvîd hocalarının
gözetimindeydi. Büyük bir öğrenci kitlesi, her sene yapılan büyük merâsimlerde
icâzetlerini bu hocaların elinden alırdı.[116]
İbrahîm
ed-Darrûbî, “el-Bağdâdîyûn: Ahbâruhum ve mecâlisuhum ” adlı kitabında Molla
Osmân hakkında şunları söylemiştir: “Bağdat’ta el-Haffâfîn Camii’nde tecvid ve
kıraat dersleri verirdi. Güzel sesi dokunaklı nağmeleriyle kalpleri etkileyip
akılları büyülerdi. Bununla beraber faziletli bir âlim ve şairdi. Aynı zamanda
mûsikiye de aşina olan çok iyi bir mevlid-i nebevi okuyucusuydu”[117]
Musul
eskiden beri kırâat ilmini diğer kurrâlardan tevârüs eden meşhur kurrâlarıyla
öne çıkmıştır. Tarih bize bunlardan bazılarını aktarmaktadır. Molla Sa’deddîn
b. Muhammed Emîn b. Sa’deddîn gibi. Musul’un Şeyhü’l-Kurrâ’sı ve meşhur
edîplerindendi. Bağdat’da yaşamış ve orada vefat etmiş, el-Fadl Camii’ne
defnedilmiştir.[118]
Yine bu şahsiyetlerden
biri Seyyid Muhammed Hamûşî el-Mûsulî’dir. Bağdat’taki Mercân Camii imamıdır.
Sesinin ve edasının güzelliğiyle tanınmıştır. Hicrî 1335 yılında vefat etmiş ve
Gazâlî Kabristanı’na defnedilmiştir.[119]
Yine
tavrının güzelliğiyle meşhur olanlardan biri de Allâme Şeyh Abdullah el-
Vesvâsî’dir. Bağdat Hulefâ Camii müderrisiydi. Hicrî 1337 senesinde Bağdat’ta
vefat etmiştir.[120]
Hâfız Osman
Efendi gayet dindâr bir çevrede yetişmiştir. Çocukluğundan beri ibadetine
düşkün biriydi. Şâfiî mezhebi mensubu, takvâ sahibi, zikrullahtan huşû duyan
biriydi. Küçükken ilk aldığı ders Kur’ân-ı Kerîm olmuştur. Gerek Kur’ân’ı
okuyuş, ezber ve tecvîd hususunda gerek sesini kullanma konusundaki başarısı,
mürebbisi Mahmûd Efendi el-‘Umrî’nin kendisine gösterdiği ilgi ve desteğin
neticesidir. Mahmûd Efendi kendisine kırâatleri ve mûsikî nazariyatını
pratikleriyle
öğreten bir
hoca tahsis etmişti. Bu zeki öğrencinin kedisine yön veren bu şartlar altında
tamamen derslerine adanmış olması tabiî bir sonuçtur. Zaman içerisinde, gösterdiği
gayretler neticesinde Allah’ın kendisine bahşettiği bu kabiliyetinde
gelişmesiyle birlikte kırâat-i seb’a ve aşere üzerinde yoğunlaşmış, sesinin
güzelliği ve kuvveti artmıştır.[121] Nitekim kimse Kur’ân
kırâatinde kendisine yetişemezdi.[122]
Tecvîd
konusunda sahip olduğu üstünlük, İstanbul ve Mısır’da ders aldığı hocaları
sayesindedir. Tavrının ve sesinin güzelliğinde Irak bölgesi veya diğer İslâm
ülkelerinde bir benzeri yoktu. Kur’ân kırâati esnasında ayetlerin mânâsına
uygun olarak tavır takınması ve tonlamasıyla insanların hislerine hitap ederdi.[123]
Hâfız Osman
Efendi aldığı kırâatleri duyduğu gibi, en iyi şekilde öğrenirdi. Kırâat ilminde
aynı zamanda bir âlim, hoca ve müderris idi. Bu ilimlerde icâzet verme
yetkisine sahipti. Kendisinden Kur’ân-ı Kerîm dersi alan öğrencilerin; kırâat,
tilâvet ve tecvîd konularında ne varsa öğrenmek adına onun talebesi olmak
amacıyla birbiriyle yarışmaları alışılmış bir durumdu. Birçok şehirde dersler
vermiştir. En önemlisi Bağdat’ta Hafâfîn ve Murâdiye camilerinde verdiği derslerdir.
Buradaki öğrencileri, sayamayacağımız kadar çoktur.[124]
Bu öğrencilerin bir kısmını biyografi kitaplarından veya o meclislere şahitlik
edenlerden ya da Hâfız Osman Efendi’den ders alan bazı talebelerinden
öğrenmekteyiz. Muhammed Behcet el-Eseri Hoca gibi... Kendisinin hicrî 1338
yılının başlarında Hâfız Osman Efendi henüz görevlendirilmemişken ondan
kırâat-i seb’a dersleri aldığını söylemektedir.[125]
Kırâat-i
Aşere icâzeti verdiği en meşhur öğrencisi de Musul Şeyhü’l-Kurrâ’sı Şeyh
Muhammed Sâlih el-Cevâdî’dir. O da kurrâ bir kuşak yetiştirmiştir. Hâfız Osman
Efendi bu öğrencisine duyduğu derin muhabbeti icâzetini verirken yaptığı
konuşmasında belirtmiştir.[126] Konuşmasını hayır dualarla
bitirerek icâzetin sonuna iki tarih beyti düşürmüştür.[127]
Ders
verdiği diğer öğrenciler de Kur’ân kırâati ve mevlid okumada büyük bir başarı
elde etmişlerdir.[128]
TÜRK MUSİKİSİNDE ÖNEMLİ HAFIZ MUSUKİŞİNASLAR
Osmanlı
Devletinin 624 yıllık yaşam sürecinde mûsiki toplumun bütün katmanlarında
karşılığını bulmuştur. Bu süreçte halk kültüründen, askeri yaşama, saray
yaşamından birçok alana yön vermiştir. Osmanlı Türk medeniyetinin çok önemli
bir tarafı olmuştur. Bu bakımdan günümüze kadar gelen süreçte çok önemli
mûsikişinaslar yetişmiştir. Özellikle hafızlık kurumunun Osmanlıda çok önemli
bir yeri bulunmaktadır. Bu bakımdan mûsikişinaslar hafızlık bütünlüğü
içerisinde yüzyıllara yayılan bir mûsiki kültürü oluşturmuşlar ve bugüne kadar
bu süreci devşirmişlerdir. Musullu Osman’ın bestekârlık ve icracılık hayatına
dolaylı veya direkt katkı veren Osmanlı Türk hafız mûsikişinaslar yüzyıllara
göre derlenmeye çalışılmıştır.
Osmanlı
imparatorluğunun kuruluş yüzyılında Hazreti Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled öne
çıkan ilk isimdir. Sultan Veled Niyaz İlahisini sık sık duyduğumuz kişidir.
Özellikle on üçüncü yüzyıl içerisinde o döneme ait mûsiki okulu diyebileceğimiz
Mevlevilik teşkilatını kurmuş olan kişidir[129].
On dördüncü
yüzyıl sonları ve on beşinci yüzyıl içerisinde yaşamış Hafız, bestekâr ve
mûsikişinas olan Abdülkadir Meragi veya Meragalı Abdülkadir’in otuz eseri
notaya alınmış ve bu eserler bugün arşivlerimizde bulunmaktadır[130].
Fatih’in
Sultan Mehmet’in torunu Şehzade Korkut, müziğe olan katkısı ve teşviki, Kürdi
Peşrevi gibi bugüne gelmiş eserleriyle on beşinci yüzyıla damga vurmuştur.
Bununla birlikte on altıncı yüzyılda yaşadığı bilinen ama on beşinci yüzyılda
yaşadığı bazı kaynaklarca tescil edilen “Üç Ayinin” bestecisi veya bestekârları
Bestey-i Kadim, bu dönemde yaşamışlardır[131].
‘On bir Saz
Eseri’ parçasıyla Nefiri Behram Ağa; Abdül Ali, Hasan Can Çelebi; tarih
çalışmalarıyla da bilinen Hoca Sadettin Efendi; en çok bilinen eseri ‘Peşrev ve
Saz Semaisi’ ve günümüze gelmiş yirmi dört eseriyle Gazi Giray Han on altıncı
yüzyılda öne çıkmaktadır[132].
On yedinci ve on sekizinci yüzyıl Osmanlı müziğinde önemli bir sıçrama
dönemi olarak görülmektedir. Bu dönemde; Itrî’nin hocası Hafız Post Efendi
özellikle ‘Gelse O Şuh’ bestesiyle bilinmektedir. Büyük bestekâr, mûsikişinas
ve Hafız Itrî yine bu döneme damga vurmuştur. Itrî’nin bugüne de gelmiş onlarca
eserinin yanında en bilinenleri; ‘Naat’, ‘Nevakâr’, ‘Salâtü Ümmiye’ ve
‘Tekbir’dir. Yine bu dönemde Seyyid Nuh; ‘nakış’, ‘murabba besteleri ve ‘yürük
semaileriyle’ öne çıkmıştır. Yine Yahya Nazım Çelebi, Ebûbekir Ağa;
EbûbekiSaatçi, Mustafa, Nâyi Osman Dede, Tanbûrî Mustafa Çavuş bu dönemde
önemli izler bırakmışlar ve günümüze kadar birçok eserleri gelmiştir[133].
Bu dönemde kadın Hafizeler ve mûsikişinaslar da bilinmektedir.
Özellikle Enderun eğitim sisteminde yetişerek önemli eserler bırakmışlardır. Bu
döneme ait bilinen en önemlileri Dilhayat Kalfa, Enfi Hasan Ağa’dır. Dilhayat
Kalfa evcara makamından bestelediği ‘Peşrev’ ve ‘Semaisi’ ile bilinmektedir[134].
On
dokuzuncu yüzyıl Osmanlı Hafız Mûsikişinasları ve bestekârları aşağıda
verilmiştir:
Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin eseri ‘Yine Bir Gülnihâl’ gibi
Hamamizade İsmail Dede’nin lâdini formunda besteleri de bilinmektedir. Bugünkü
Türk Mûsiki formlarına katkısı olduğunu da söyleyebiliriz. Zekâi Dede Efendi;
nadide makamları ve büyük usulleri en iyi şekilde kullanmış bir Mûsikişinastır.
Bunun yanı sıra yaşadığı dönemde çok değerli Mûsikişinaslar yetiştirmiş ve bu
anlamda ciddi bir akım yaratmıştır. Tanbûri İsak Efendi klasik tanbur çalış
tarzının yaratıcısı olarak tarihteki yerini almıştır. Hüseyin Fahrettin Dede ‘Acemaşiran
Ayini’ ile iz bırakan önemli mûsikişinaslardandır. Bununla beraber Numan Ağa,
Şakir Ağa, Hacı Sadullah Ağa, Tanbûri Cemil, Udî Nevres, Dr. Suphi Ezgi,
Tanbûri Ali Efendi, Medeni Aziz Efendi ve Hüseyin Saadettin Arel bilinen
mûsikişinaslar olarak öne çıkmaktadır[135].
Hafız Kemal, Tatlı kuyu da bu bölgenin hafızı olarak ünlenmiştir[136]. Hafız Kemal'in
okuyuculuğunda en iyi olduğu alan mevlit idi. Sesi davudi, tizleştikçe
incelen tatlı, güzel ve çok makbul bir sese sahipti[137].
Döneminin en iyi mevlithan ve gazelhanları arasında yer alır. İlk önce
Nusretiye Camii müezzinliğiyle başlayan görevi Süleymaniye Camii baş
müezzinliği ile son bulmuştur. Hafız Sadettin Kaynak’la İstanbul radyosunda
birlikte programlara katıldığı, ayrıca Hafız Kemal'in plaklara gazeller ve
şarkılar okuduğu bilinmektedir[138].
Hafız Sami Efendi, 1874 yılında 4 yaşındayken Bulgaristan'ın Filibe
şehrinden ailesi ile İstanbul'a göç etmiştir. Birçok Hoca'dan icazet aldı,
birçok camide imamlık yaptı ve hacca gitti. Bolahenk Nuri Bey, Enderuni Hafız
Yusuf, Bestenigâr Ziya Bey, Çarşambalı Cemal Efendi, Şeyh Hacı Ethem Efendi ve
Hacı Kirami Efendi’den mûsiki öğrendi[139].
Hafız Sami’nin okuyuşu duygulu bir okuyuştu. Mûsiki makamlarının çoğunu
bilirdi. Çoğu icracının cesaret edemediği makamlarda, sesi ile çok rahat
gezinebilirdi. Hafız Sami zor bir makam olan şevkefza makamında bir plak
doldurmuştur[140]. Fatih Camii’nde Ramazan
ayında mukabele okuduğu bilinmektedir. Ku'ran tilavetinde tecvide önem verir,
gereksiz fazla nağmeler yapmamaya gayret gösterirdi[141].
Ali Rıza Sağman, İstanbul Fatih'te Bahr-i Sefid Tetimme-i Sani
Medresesine girmiştir. İskilipli Mehmet Akif Efendi’den Fatih Camii’nde Arapça
dersleri almıştır. Fatih Çarşamba’daki Sultan Selim Camii müezzinliğine 1910
yılında tayin edilmiştir. Darülfünun Hukuk Fakültesini bitiren Ali Rıza Sağman
1929'da avukatlık stajını tamamlasa da hukuk alanında görev yapmamıştır[142]. İstanbul'da ilk eğitime
başlayan İmam Hatip okulunda Kur'an Kelam ve Tecvit öğretmenliği yapmıştır. Bu
okullardaki görevini 1963 yılına kadar sürdürdü. Yine bu yıllarda Saint Michel
Okulu’nda göreve başlamıştır. Ölünceye kadar bu okullarda görevini
sürdürmüştür. Başlıca eserleri: Mevlit Nasıl Okunur,
Mevlithanlar, İstanbul'un Bir Asırlık Hafızları, vd[143].
1951'de Suriye ve Lübnan’a, 1952’de Mısır'a, 1953 veya 1954 yılında Irak'a
gitti. 1964 yılında vefat etmiştir[144].
Sadettin Kaynak, lise eğitimini Mercan İdadisinde aldıktan sonra
kaydını İstanbul Üniversitesi Ulum-i Şer-iyye Şubesi'ne yaptırdı. I. Dünya
Savaşı'nın başlaması üzerine öğrenimini yarıda bırakarak yedek subay olarak
askerlik görevi için 1917 yılında Diyarbakır'a gitti. Askerlik görevi sırasında
Elazığ Malatya Mardin gibi illerde halk türkülerini ve folklorunu inceleme
fırsatı buldu. Hafız Melek Efendi’den ilk dini mûsiki eğitimini aldığını,
müziğe ilahi meşk ederek başladığını da biliyoruz[145].
Türk müziğini öğrendiği çok değerli hocaları vardır. Bu hocalarından en
başta Muallim Kazım Uz gelir. Ayrıca Sadettin Kaynak hocası Zekai Dede, Musullu
Hafız Osman ve Şeyh Hüseyin Sadrettin Dede gibi dönemin Türk müziği meşk
sisteminin içinde yer almıştır[146].
Hafız Burhan, Kocamustafapaşa Rüştiyesinde ilköğrenimini tamamladı.
Sesinin güzelliği ile dikkati çekti. Hıfzını tamamlamadan mevlit mersiye
okumanın yanı sıra, mukabele müezzinlik ve zakirlik de yaptı. Mızıka-i
Hümayun’a 1918 yılında alındıysa da daha sonra bu görevden ayrıldı, geçimini
sesi ile kazanarak sürdürdü. Hem dini hem de din dışı mûsiki alanında aranan
bir icracı olarak ün yaptı HafızBurhan’ın doldurduğu plaklar halk arasında çok
değer gördü [147]
Dönemin hafızlarından Hafız Burhan’ın arkadaşı Ali Rıza Sağman, Hafız
Sami ve Hafız Şaşı Osman'dan sonra dönemin en iyi Mevlithanı olduğunu
söylemiştir. Gazel formu ses icra üstatlarından olan Hafız Burhan kanto, ninni,
tango, şarkı, operet, türkü ve maç türlerinde pek çok eseri okumuştur[148].
Hafız
Şaşı Osman Efendi Döneminin çok meşhur ses sanatkârlarından biridir. 1867
yılında Anadoluhisarı’nda doğdu. 1920'de İstanbul'da vefat etmiştir. Mızıkayı
Hümayunda yetişti. Yaşadığı yıllarda güçlü bir Hafız iyi mevlit[149] ve gazel okuyan bir ses
sanatkârı olarak tanınırdı. Dönemin ünlü saz ve ses üstatları ile saray ve
konaklarda giderdi özellikle tamburi Cemil Bey onunla Taksim etmeyi çok
severdi. Gözleri şaşı göz kapakları şiş, ağırbaşlı hoşsohbet terbiyeli bir kimseydi.
İçkiye düşkünlüğü ile tanınırdı. Tamburi Cemil Bey eşliğinde plaklara gazel,
şarkı ve köçekçe doldurmuştur.[150]
Merhum Mesut Cemil beyin babası “dünya çapında bir
müzisyen” Tanburî Cemil Bey ve Hâfız Şaşı Osman'ın birlikte icra etdikleri
harikulâde bir gazel kaydının başına yapmış olduğu konuşmada:
"... Tanburî
Cemil Bey de Şaşı Osman'ı çok hem pek çok severdi. Hafız Osman'ın çalışarak
öğrendiklerinden ziyâde, Allah vergisi olan taraflarına tam manasiyle hayrandı
Cemil Bey. Osman Efendi okurken Tanburî Cemil'in sapsarı kesildiğini kaç kere
gözlerimle gördüm. Birisi canlı, kuvvetli, kalbinin çarpıntısı yüzünün kırmızı
renginde belli; öteki ince, nahif, soluk benizli ta içinden titreyişli bu iki
adamı şimdi yine eski bir plakta yanyana bulacaksınız...”
“Her zaman bir vâmuk-i azra olur alem bu yâ Nev-be-nev
efsaneler peydâ olur alem bu yâ Kabz u bast kıl tefekkür aleminde ey gönül
Vakt-i sermânın sonu, vakt-i germân olur alem bu yâ... ”[151]
Merhum
Mesut Cemil beyin röportajında babası “dünya çapında bir müzisyen” Tamburi
Cemil Bey ve Hâfız Şaşı Osman'ın birlikte icra ettikleri gazel kayıt
ettiklerinden bahsederken, özellikle Hâfız Şaşı Osman diye vurgulamasından, bu
kişinin Musullu olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple Hâfız Şaşı Osman’ın
Gazellerinin birçoğunun Youtube gibi video paylaşım sitelerinde Musullu Hafız
Osman’ın resmini koyarak yüklenmesi, akıllarda bir karışıklık yarattığı
aşikârdır. Birçok Arap sitelerinde ’de Hâfız Şaşı Osman’ın gazellerine Molla
Osman Musli yazılması, bilgi karmaşası yarattığı anlaşılmaktadır.
HAFIZ OSMAN’IN HAYATI VE TÜRK DİNİ MUSİKİSİNE
KATKISI
MUSULLU
AMA HAFIZ OSMANIN BİYOGRAFİK HAYATI (1854-1923)
19.
yüzyılın ortalarında Musul Osmanlı hâkimiyetindeki ihmal edilmiş,
ilgilenilmeyen, küçük bir şehirdi. Yolcular onu uzaktan Dicle’nin kenarında,
kendi içine çekilmiş, eski, harap olmuş surları arasında bir halde görürdü[152].
Musul, ilmî
ve kültürel açıdan diğer Arap ülkeleri kadar şanslı değildi hatta bu dönemde bu
ülkeler dahi devletin ihmali sebebiyle gerilemenin ve cehaletin acısını
çekiyordu. İşte bu senelerde şehrin Güney Batısında kalan Irak kapısı
bölgesinde fakir bir ailenin zeki bir çocuğu dünyaya geldi. Tarihler tam olarak
hicrî 1271 senesini gösteriyordu, milâdî olarak 1854’e denk geliyordu. Babası
el-Hac Abdullah Efendi saka idi (su taşıyıcısı). Bu meslek atalarından miras
kalmıştı. Pek de takınmazdı, çok az kişi onu bilirdi hatta bu azınlık da ailesi
ve akrabaları vesilesiyle onu tanımıştı. Bu meslek de fakirlerin kabul edeceği
mütevazı bir meslekti. Bununla beraber şehir halkının kendilerine nehirlerden
su getirecek birilerini ihtiyaç duymalarına binaen Musul’da çok yaygın bir
meslekti. El-Hac Abdullah Efendi’nin nesebi hakkında yazılanlarda ihtilaf
bulunmaktadır[153].
Osman 1940
yılında[154] diğer bir kaynakta 1854
yılında Musul’da doğmuştur[155]. Musullu ve Musullu Ama Osman
Dede olarak tanınmıştır[156]. Çocukluğunda üvey annesinin
ihanetiyle gözleri kör edilmiş, bu yüzden görme yetisini kaybettiği bir olayın
başına geldiği eserlerde geçmemektedir.[157].
Bazı kaynaklarda yedi yaşındayken yetim kaldığı ve kısa süre sonra çiçek
hastalığından dolayı görüşünü kaybettiği[158]
söylenmektedir. Bir başka kaynakta babası ölmeden hemen önce çiçek
hastalığından görme yetisini kaybettiği[159]
söylenmektedir.
Küçük yaşta
hıfzını tamamlamıştır, bu sebeple Hafız Osman diye de anılmıştır[160].
Küçük
Osman'ı 2 facia çok üzmüştür. Biri; kendisi ile birlikte ilgisini, sevgisini,
eğitimini ve rehberliğini yitirdiği babasının vefatı. Diğeri de henüz küçük
yaşta iken hayatın meşakkatlerine tahammülde ve geçimini sağlamada kendisine
yardım eden görme yetisini kaybetmesidir. Bu devrede ilahî irade, yetim
çocuğu kuşatıp elinden tutarak onun kendisi için iyi olana sevk etti. Musullu
seçkinlerden komşusu Süleyman Efendi’nin oğlu Mahmud Efendi onu evine alarak
evlatlarından biri saydı, eğitimi ile ilgilendi. Ona Kur’ân-ı Kerîm’i
hissettirecek bir hoca buldu. Âmâ çocuk, gündüz Kur’an’dan ezberlediği kısmı,
geceleyin kadife sesi ile yüksek bir sesle tekrar ederdi. Bu esnada bahsedilen
komşusunun evinde, kendisine ayrılmış bir odada tek başına olurdu[161].
Araştırmaların
ortak sonucu ve rivayetlerle desteklenen şekliyle; babası el-Hac Abdullah
Efendi, küçük oğlu Osman 7 yaşına varıncaya kadar vefat etmiştir. Oğlu yetim
kaldığında başka bir akrabasının olmadığı bilinmektedir.
Hafız Osman
Efendinin hayatındaki en önemli şahsiyetin babasının ölümü ile birlikte
ergenliğinin sonuna kadar kaldığı babalığı Mahmut Efendi olduğunu
söyleyebiliriz. Babasının vefatı üzerine Mahmûd b. Suleymân el-Ömerî, küçük
Osman’ı
himaye etmiş, ona Kur’ân’ı ezberlettirip dilin esaslarını öğretmiştir[162]. Mahmut Efendi Hafız Osman’ın
eğitiminden yetişmesine kadar her süreçte kendi yaşamının içerisinde çok etkili
olmuştur. Bu anlamda Mahmut Efendinin şahsına münhasır hayatındaki izler Hafız
Osman Efendi’nin de hayatının çizgisini teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Mahmut
Efendi de Hafız Osman Efendi’nin ergenlik dönemlerinin sonlarına doğru (yirmi
beşli yaşlarda) vefat etmiştir[163].
Hafız Osman
daha sonra geçimini sağlamak ümidiyle İstanbul'a gitti. Mûsikiye olan
kabiliyeti onun tekke ortamıyla tanışmasına vesile oldu. Bu arada Mevleviliğe
intisap etti ve çilesini tamamlayıp dedeliğe yükseldi. Bu yıllarda Zekai Dede,
Bolahenk Nuri Bey ve Bahariye Mevlevihane’si şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'den
dini ve din dışı mûsiki konusunda dersler almıştır[164].
Bununla birlikte Ama Ali Bey'den kanun dersi alarak kısa zamanda ileri bir
seviyeye ulaşmıştır. Mûsiki nazariyatını Muallim Kazım Bey'den (Uz)
öğrenmiştir. Bir dönem Çemberlitaş'ta kitapçı dükkânı açarak ticaretle meşgul
olduğu bilinmektedir. Dükkânının tanınmış mûsikişinasların buluşup sohbet
ettikleri bir mekân haline geldiği söylenmektedir.
Hayatının
son yıllarında Bağdat Mevlevihanesi postnişinliğine tayin edilen Osman Dede
Efendi bu görevi sürdürürken 1920'de yolda geçirdiği bir kaza sonucunda
hayatını kaybetmiştir. Bazı kaynaklarda ölüm tarihi 1918 olarak verilmekte[165], bazı kaynaklarda ise 1923
yılında verilmektedir[166]. Gürler’in araştırmasına göre
ölüm tarihi 1919 dur[167]. Bir başka araştırmaya göre;
şişman, esmer tenli, gözleri kapalı, orta boylu bir kimse olan Osman Efendi,
Bağdat Mevlevihane’sine şeyh olarak gönderilmiş, bir otomobil kazası sonucu
1920 yılında seksen yaşında iken Bağdat’ta ölmüştür[168].
Osman Dede
Efendi hanende, ayinhan, mevlidhan ve Duahan olarak tanınmıştır. Aslen Arap
olduğu halde Türkçeyi güzel konuştuğu, tiz bir sese sahip olduğu, Mevlevi
mûsikisini iyi bildiği, Mevlevi mukabelelerine Ayinhan olarak katıldığı,
pestlerden başlayıp tize doğru yükselen bir üslupla Kur'an-ı Kerim tilavet
ettiği, zaman zaman camilerde hutbe okuduğu belirtilmektedir. Osman Dede
ramazan
aylarında
Şehzadebaşı'ndaki Fevziye Kıraathanesi'nde Kemani Memduh Efendi, Kanuni Şemsisi
Bey, Kanuni Ama Ali Bey ve hanende Karabaş gibi sanatçılarla küme fasılları
yapmış, Kaşıyarık Hüsameddin Bey, Hafız Şevki Bey, Hafız Osman Efendi, Hoca
Ziya Bey ve Tanburi Cemil Bey gibi dönemin üstatlarıyla birlikte devlet ricali
ve zenginlerin konaklarındaki mûsiki toplantılarına hanende, Şeyhülislam
Pir'izade Molla Mehmed Sahib Efendi'nin konağındaki fasıliara kanuni olarak
katılmıştır[169].
Onun çok hassas
bir kulağa sahip olduğu, dinlediği sesleri bir defada eksiksiz öğrendiği,
tanıştığı kişileri asla unutmadığı ve herkesle kolayca dostluk kurduğu
bildirilmektedir. İbnülemin Mahmud Kemal 1917 yılında Bağdat'ta bir tesadüf
sonucu onunla karşılaştığını, hiç konuşmadan elini öptüğünü, bir süre elini
tuttuktan sonra kendisini tanıdığını nakleder. Şiirle de meşgul olan Osman Dede
çok sayıda na't yazmış, ebcedle tarih düşürmede hayli ustalık kazanmıştır.
Yenikapı Mevlevihane’si şeyhi Abdülbaki Efendi'nin (Baykara) misafiri iken
dergâhın hareminden bir kişinin gelerek o sıralarda şeyhin oğlunun doğduğunu
bildirmesi üzerine o anda yirmi beş- otuz mısrahk bir tarih manzumesini
irticalen okuduğu anlatılır[170].
Günümüze
çoğu dini olmak üzere yirmi civarında eseri ulaşmıştır. Bunlardan hüseyni
peşrev, hüseyni Mevlevi ayini (sadece birinci selamı elimizdedir), hüzzam
makamında ağıraksak usulündeki, "Neş'e-yab-ı lutfun olsun bu ser-i
şuridemiz" mısraıyla hüzzam ve "Feryad ki feryadıma imdad edecek yok"
mısraıyla başlayan nihavend şarkılarla, "Eya sen sanma kim senden bu
güftarı dehan söyler" mısraıyla başlayan bayati-araban ilahisi en
meşhurlarındandır[171].
Osman Dede
Efendi bazı kaynaklarda Hafız Şaşı Osman ile karıştırılmaktadır. Ayrıca Arapça
bir ansiklopedide Osman elMevsıli maddesine konu olan kişiyle aralarında bazı
benzerlikler bulunmakla birlikte bu kişinin Osman Dede Efendi olmadığı
anlaşılmaktadır. Sadece maddenin girişine konulan resimdeki kişi Osman Dede
Efendi'dir[172] [173].
173Ebcedle
tarih düşürmede de büyük ustalık kazanan Osman Dede çok sayıda na‘t da yazmış.
Nitekim aşağıdaki ibretli hâdise bu hususu teyid etmektedir:
Tasavvufi
Hayatı
Hafız Osman
Efendi çocukluğunda ve ilk ergenlik dönemlerinde Mahmud Efendi ile yaşadığı
süreçte ortamdaki tasavvufi hayat, kendi hayatına temel teşkil edecek
öğretileri oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Merhum
Mahmud Efendi bu küçük çocuğun sesini severdi, okurken kulak kabartır, hep
dinlerdi. Nağmelerinden ve kıratından hoşlanırdı. Ona mûsikîyi öğretecek başka
bir hoca daha buldu. Mûsikîde gayet temayüz etti. Bunun yanında birçok şiir ve
kaside ezberledi. Kendisinin çok hızlı ezberlediği ve kolay kolay unutmadığı
bilinmektedir. Hatta bir şiirden 20 kadar beyti 2-3 okuyuşta ezberlediği
söylenilir daha küçük yaşta temel ilimleri öğrenerek hafızlığını tamamladı.
Osman, ergenliğe ulaştığında hala kendisini küçükken barındıran ve kendisi ile
ilgilenen, ilim deryasına daldığı, sanatta yükseldiği, her türlü bilgiyi edindiği,
kendisini eğiten, yokluğunu çektiği babalık şefkatinden kendisini mahrum
bırakmayan Mahmut Efendi'nin evinde yaşamıştır. Bu ev edebiyat, ilim ve fazilet
ehli insanların toplantı yeri niteliği taşıyordu. Fakat bu adam da 1865 yılında
vefat etmiştir[174].
Osman,
Mahmud Efendi'nin vefatının üzerine çok büyük üzüntü yaşadı ve kendisini
sevdiği şehir Musul’u terk ettiren, Bağdat’a doğru sürükleyen bir boşluk
hissetti. Bu esnada ergenlik çağında idi ve bu da Bağdat'a ilk yolculuğuydu.
Bağdat’ta
merhum Mahmud Efendi’nin oğlu edip allâme Ahmet İzzet Paşa yaşamaktaydı.
Osman’ı Bağdat’ta kaldığı uzun süre boyunca babasının yaptığı gibi,
cömertlikle, hiçbir şey esirgemeden ağırladı. Ahmet İzzet Paşa bu durumdan “el
- Ukudu'l-Cevheriyye” adlı eserinde de bahsetmiştir. Musullu Osman, Bağdat'ta
kaldığı süre boyunca Irak'ın birçok edebi ve kıymetli insanları ile tanışma
fırsatı bulmuş; onları zekâsı, nüktedanlığı ve edebi ile hayran bırakmıştır.
Her mecliste ona saygı
duyulmuştu,
her yerden insanlar onu dinlemeye geliyor, şiirlerine ve edebiyatına mukabelede
bulunuyor ve onun için ziyafetler düzenleniyordu. Programlara, meclislere
çağrılan kişilerin ilki olurdu. Ahmet İzzet Paşa yine yukarıda zikredilen
kitabında Musullu Hafız Osman’ı överek bu durumdan da bahseder[175].
Hafız Osman
Bağdat'tayken ilim tahsili açısından her imkâna rahatça ulaşabiliyor ve bu
fırsatı zayi etmek istemiyordu. Merhum İsmail Ferec'in el- Cezîratü'l-Mûsuliyye
adlı dergide yazdığına göre Hafız Osman, merhum Davut Efendi'den Sahih-i Buhari
derslerine başladı, yarısını ezberledi ve bir süre sonra hocası vefat etti.
Diğer yarısını da İmâm-ı Âzam Camii 2. müderrisi Şeyh Bahâülhak Efendi ile
ezberledi[176].
Küçük
yaşından beri yöneldiği dinî saha, fıkıh, Kur'ân dersleri ve mevlid-i şerif
kıraati vesilesiyle insanlar Musullu Osman'a "molla" lakabı
vermişlerdi. Iraklılar bu lakabı din işleri, Kur'ân-ı Kerîm kıraati ve eğitimi
ile uğraşan herkese verirlerdi.
Molla Osman
Bağdat’ta ikamet ettiği sürede benzersiz Kur'ân-ı Kerîm, tevşîh ve mevlid-i
şerif kıraatlerinin mükemmelliği ile bilindi. Bu vesile ile insanları, sesini
duymak için her yerden getiren büyük bir şöhrete ulaştı. Mahmud Behcet el-Eserî
el- Luğâtü'l-Arab dergisinde bu husustan bahsetmiştir[177].
1881
yılında Bağdat’a gidip orada Şeyh Dâvûd en-Nakşibendî ve Bahâ’ el- Hak’tan
dersler aldı. Ayrıca Musul şarkıcılarından makam ve şarkı söyleme usulü
dersleri de aldı[178].
Bir dönem
Bağdat'ta yaşadıktan sonra hac farizasını eda etmeye niyet etti. Kendisinin en
az iki defa haccettiği bilinmektedir. Bu ise ilki olacaktır. 1886 yılında hac
dönüşü uzun yıllardır görmediği ve hasretini çektiği Musul’a gitti. Memleketine
dönüşüyle hasretini giderdikten sonra şehirdeki hocaların ve âlimlerin peşini
bırakmadı ve onlardan ders almaya başladı. Onlardan biri de Nevrî lakabıyla meşhur
olmuş Musullu Şeyh Muhammed bin Cerciz idi. Bu şeyh vesilesiyle Musul'da meşhur
olan sûfî tarîkatlerden Kâdiriyye tarîkatine intisap ederek Nevriye Camii’ndeki
zikir halakalarına iştirak etti. Molla Osman, Şeyh Efendi'nin ikindi namazından
sonra verdiği vaazların sonunda Kur'ân-ı Kerîm tilavet eder; cami, müritler ve
dinleyicilerle dolup taşardı[179].
Hafız
Osman’ın Seyr-ü Süluku zamanında Şeyh Muhammed Nevrî'nin talebeleri, merhum
Şeyh Mukri Muhammed ibnu'l-Hâc Hasan'dan "Şâtibî" tarîkiyle kıraat-i
seb'ayı okumaktaydılar. Hafız Osman da bu hocadan icazet almıştır. Bir süre
sonra o zamanlar Osmanlı hilafetinin başkenti, Doğu'nun fikrî ve sosyal açıdan
merkezi olan İstanbul'a gitmeye niyet etti.[180]
Bu hususu
Şeyhi Muhammed Nevrî'ye danıştı. Şeyh Efendi izin vermekle kalmayıp bu yolculuk
için onu teşvik etti. Bunun üzerine İslam hilafetinin başkentine doğru giden
bir kafileye dâhil olup gitti. Bu esnada hükümet, kendisine ve ailesine -
yokluğunda yardımcısı olması için- bir maaş bağladı. İstanbul’da Ahmet İzzet
Paşa ile buluştu. O da onu önceki gibi hüsnükabul ve ikram ile karşıladı.
Birçok meşhur insan ve âlimle tanıştı. Onlardan biri de İzmit sancağı müftüsü
Şeyh Seyyid Mustafa Mahfî Efendi’dir[181].
Kendisinden
kıraat-ı aşere dersleri ve icazeti almıştır. Bu ilimde derinleşmeyi ve
derslerini tamamlamayı uygun görerek Mısır'a gitmiştir. Döneminin büyük
kurnalarından Tanta Kurrası Seyyid Bedevi Camii Şâfiî İmâmı Şeyh Yûsuf Acûr ile
tanışmıştır. Kendisinden kıraat-i aşere dersini tamamlayarak icazet almıştır[182].
Molla
Osman, birikimini İstanbul ve Mısır'daki insanlara açıklamak ve aktarmak
istemiştir. Hacca gidip 1886 yılında Musul’a döndü. 1889 yılında İstanbul’a
gitti. Daha sonra da Bağdat’a geri döndü.[183]
Öğrencilerine icazet verdiği bir merasimde bu husustan şöyle bahsetmiştir:
"Bu kıraati, takva sahibi, gözü yaşlı ve âbid bir âlim olan İzmit sancağı
müftüsü Şeyhim Mustafa Mahfî Efendi’den aldım ve dirayetle korudum. Kendisinden
tahbir ve teysir tarîklerini, "İtilaf11 eseri sahibi Yûsuf
Efendizâde yoluyla okudum. "Tayyibe" kitabını okumamla bana icazet
verdi. "İtilaf11 adlı eserde sadece tek bir vechi mevcuttu
Musul'da okuduğum kıraat-ı seb'a'da ise tahlil, tahmid ve tekbir vecihleri
mevcuttu. Bunun için tekbir vecihlerini tamamlamak niyetiyle icazeti aldıktan
sonra Mısır’a gitmeye karar verdim ve Tanta'ya vardım.
Dönemimdeki
kuralların hocası, evliyaların efendisi, kurralarının ilim denizinden kana kana
içtikleri, Allah dostu Hafız Şeyh Yûsuf Acûr’a vardım. Onun yanına vardığımda
135 yaşındaydı, hissiyatı ve sezgileri açıktı. Kendisinden Bakara'dan Nisâ
sûresinin sonuna kadar okudum, bunu vecihleri takip etti. Bunun üzerine kıraat
ve kıraat çeşitleri icazetini verdi."[184].
İstanbul’a
ikinci kez gidip oradan Mısır’a 1895 yılında geçti. Mısır’da 5 yıl kaldı. Bu
yıllarda Kahire’de “el-Me‘ârif’ dergisini çıkararak, kitaplarını bastırdı [185]. Molla Osman Mısır’da ayrıca
Mısır’ın birçok âlim, edip ve meşayihi ile tanışmıştır. Sonrasında özlem ve
sevgi duyduğu memleketi Musul’a geri dönerek arkadaşları, sevenleri ve
öğrencileri ile buluştu ve kaynaştı. Kısa bir süre burada bulundu, sonra ikinci
memleketi olan Bağdat’a gitti. Kendisini bilenler tarafından karşılandı ve bir
karşılama Meclisi kuruldu. Irak allâmesi Şeyh Seyyid Mahmua Şükrü al-Âlûsî de
Molla Osman’ın kendisi ile irtibat kurduğu kişilerdendir. Bağdat’ta kendisinden
Arapça ilimleri tahsil etmişti. Bu hocası, verdiği dersleri hıfz etme hususunda
Molla Osman’ın çok kuvvetli olduğunu zikretmiştir[186].
Hafız
Osman'ın yolculuk etmeyi alışkanlık haline getirdiği ve bunda çok faydalar
gördüğü zannedilebilir. Zira bir şehirde sabit kalmaz diğer şehirlerin
âlimlerini, şeyhlerini, ediplerini ve faziletli insanlarını tanımak için şehir
şehir dolaşırdı. Gittiği her yerde farklı ilimler okuttuğu, dersler verdiği,
kendisine saygı gösteren öğrencileri olduğu gibi tanıştığı insanlarla da sıkı
dostluklar kurardı. Her şehirde kendisini seven, kendisine ikramda bulunan ve
en güzel şekilde karşılayan arkadaşları vardı. Bağdat’ta da çok uzun süre
kalmadı ve İstanbul’a dönmeye karar verdi. 1895 senesinde de İstanbul’dan
tekrar Mısır’a gitmiştir. 1900 yılında İstanbul’a gitti ve oradan da 1906
yılında Şam’a gidip 1909 yılına kadar orada kaldı. Sonra ikinci defa hac
farizasını yerine getirip tekrar Dimaşk’a döndü. Daha sonra Beyrut, İstanbul,
Dimaşk ve Halep’i ziyaret etti ve sonunda 1913 yılının Haziran ayında Mûsul’a
geri döndü[187]. Sonrasında Şam ve Irak
taraflarına dönmüştür ve son olarak Bağdat’a yerleşmiştir[188].1914
Nisanında Bağdat’a geri gelen şair, Câmi‘u’l-Murâdîye
Medresesine Şeyhu’l-kurrâ’ olarak atandı. Çok geçmeden
Bağdat’ta tanınıp oradaki zikir halkalarının merkezi ve ekseni, cemiyet ve
kulüplerin toplanma aracı, sosyal ve Müzik toplantıları organize eden biri
haline geldi.[189]
İstanbul
ve Arap Ülkelerindeki Tasavvufi Hayatı
Musullu
Hafız Osman Efendi İstanbul'a ilmi, siyasi ve seyahat maksatlarıyla birden çok
yolculuk yapmıştır. İstanbul'a ilk yolculuğu Hocası Muhammed en- Nevri'nin
teşvikleriyle gerçekleşmiştir. O zamanlar İstanbul bütün Doğunun hayallerini
süsleyen ve gözlerinin ayrılmadığı bir şehirdi. Hafız Osman İstanbul'dayken
Çemberlitaş mahallesindeki Nur-i Osmaniye Camii'nde bir odada kalmaktaydı.
Orada kaldığı sırada insanlar İstanbul'da olduğunu duydu ve adeta onu ziyaret
için yarıştılar. İstanbul'un meşhur Cami-i Kebir'i Ayasofya'da kıraatte
bulunmasını istediler. Müezzin mahfilinde kıraatini icra ederken insanlar daha
önceden hiç duymadıkları güzellikte bir ses duydular. Bu ses ve tecvid
güzelliği onları ağlattı. Burada bu hal üzere bir cüz okudu. Şehrin
sanatçıları, faziletli insanları ve edipleri kendisiyle tanışmak için
koşuşurdu. Edebiyat ve sanat camiasında büyük bir şöhrete ulaştı. Türk kârîler
etrafında toplanarak ondan tecvid ilmine dair ne varsa öğrendiler. İnsanların
önde gelenleri ve idareciler kendisiyle tanıştı. Şöhretini duyan herkes onu
görmek istedi. Gördüğü bu izzet ve ikram vesilesiyle burada kalmayı istedi.
Ailesini Musul'dan getirerek Nur-i Osmaniye civarında bir ev tuttu.
İmparatorluğun başkentinde etrafındakilerin gösterdiği ihtiramla, devlet
adamlarının ve kendisini sevenlerin ihtimamıyla huzur içinde uzun bir yaşam
sürdü[190].
Hafız Osman
Efendi'nin tanınmasında, kadim dostu Ahmed İzzet Paşa ve mürebbisinin oğlunun
İstanbul'da bulunmasının etkisi büyüktür. Bu iki zatla sık sık görüşürdü.
Araplardan İstanbul'da yaşayan önde gelenler ve ediplerle de bağı kuvvetliydi.
Nitekim Arap olmaları, birbirleriyle ilişkilerini destekliyordu. Yeteneklerine
ve sanatına hayranlık duydukları için İstanbul ve diğer İslam ülkelerine
yaptığı yolculuklarında kendisine refakat etmek isteyen kişiler mevcuttu.
Muhammed Âlûsî, Şâkir Âlûsî, Alâeddin Âlûsî, Şeyh Yûsuf Süveydî, Seyyid
Muhammed Sükûtî, Bağdat’taki Rifâî Şeyhi Seyyid İbrahim Râvî, Hüsâmeddîn Âlûsî
ve daha başkaları
bunlardandır. Bu kişilerden bazıları da “Meb'ûsân Meclisi”nde
vekillik yapmaktaydı. Hafız Osman'ın İstanbul'da tanıştığı en önemli şahsiyet
Şeyh Ebu'l Hüdâ es-Sayyâdî olmuştur. Kendisiyle yakınlık kurmuş ve müritlerinin
arasına girmiştir. Hafız Osman, şeyhi Ebu'l Hüdâ vesilesiyle Rifâiyye
Tarikatine girmiş ve şeyhinin kendisini Sultan Abdülhamid'le tanıştırmasıyla
yeni ufuklar kazanmıştır[191].
Hafız
Osman ve Şeyh Ebu'l Hüdâ Arasındaki Bağ
Ebu'l Hüdâ
es-Sayyâdî'nin aynı zamanda mûsikîden çok hoşlanan birisi olduğu
anlaşılmaktadır. İstanbul'a bir sanatkâr veya mûsikîşinâs geldiğini duyduğunda
onu muhakkak evine davet eder, kendisine ikramda bulunur ve devlet ricaliyle
tanıştırırdı. 1896 yılında Mısırlı mûsikîşinâs Abduh el-Hamûlî İstanbul'a
geldiğinde kendisiyle tanışmış, ona ikramda bulunmuş ve Sultan Abdülhamid'le
tanıştırmıştır. Aynı şeyi İlyas Abûd'a da yapmıştır, bu Şeyh Efendi'nin yanında
misafir olarak kaldığı zamanda Halep’in en meşhur müzisyenlerindendi. Hafız
Osman Efendi ile de buna benzer fakat bundan daha yakın bir münasebetleri
olmuştur. Bu iki şahsiyetin arasında birden fazla bağ olduğu aşikârdır. Şiir,
mûsikî ve tasavvuf hususlarında oldukça çok ortak noktada buluştuklarından
dolayı aralarındaki bağ oldukça kuvvetlidir[192].
Bir araya geldikleri her ortamda aralarındaki muhabbet açıkça
görülmekte, birbirleriyle konuşmalarındaki uyum ve ahenk hemen fark
edilmekteydi. Meclisinde kim olursa olsun sigara içmesine izin vermezdi fakat
Hafız Osman'a izin vermesi, ona verdiği değeri göstermektedir. Onunla
konuşmasını uzun tutardı. Hafız Osman'ın üslûbundan zevk duyardı. Ondan ayrı
kalmaya dayanamaz, ziyaretine giderdi. Şiir ve sanat açısından ortak noktaları
vardı. Hafız Osman Efendi 1903 senesinde tekkeyi ziyaret ettiğinde Şeyh
Efendi'nin "Hulâsatü'l-Beyân" adlı eserini bitirdiğini gördü. Bir
süre sükûnetten sonra irticâlen şu beyti söylemiştir: "Musullu irticalen
tarih düşer/Hulâsatü'l-Beyân'la şeref duyar.” ] ….lBir
tarih beyti olduğunu düşünmekteyiz.][193]
Hafız Osman’ı, şeyhiyle
muhabbeti günden güne kuvvetlenmekteydi. Nihayetinde kendisine icazet verdi. Bundan
sonra Hafız Osman'ı Sultan Abdülhamid'le tanıştırmıştır. Abdülhamid Han bu Şeyh
Efendi'ye sarayına rahatça girme yetkisi tanımıştı. Bu, o dönemde çok az kişiye
bahş olunmuş büyük bir şerefti[194].
Hafız
Osman'ın saraya giriş hikâyesi çok acayiptir. Faik Hacı İbrahim Dellalbaşı bu
hikâyeyi kendisinden aktarmıştır. Hafız Osman şöyle demektedir:
"İstanbul'da iken orada yaşayan Musullu bir tüccarın dükkânında vakit
geçirirdim. Bir seferinde bir Osmanlı polisi beni mühim bir iş için saraya
götürdü. Bir süre sonra saraya yaklaştığımızı anladım. Askerlerin seslerini
duyuyordum. Birisi elimden tutup beni başka yerlere götürdü. Kısa bir süre
sonra sarayın çok sessiz bir kısmına ulaştık. Sükûnetin hâkim olduğu bir salona
geçtik. Beni bir sandalyeye oturttular. Bir saate yakın orada kaldım. Birden
bana doğru gelen sakin adımlar duydum. Sonra sanki etrafımı kaplayan büyük bir
perde sesi duydum. Latif bir ses bana Türkçe olarak "Oku Hafız
Efendi" dedi. Susup kaldım, ne yapacağımı bilemedim. Aynı ses aynı sözü tekrarladı.
Donup kaldım, ne diyeceğimi şaşırdım. Perdenin açılma sesini duydum. Tekrar o
adımlar benden uzaklaştı. Kısa bir süre sonra bir grup insan gelip beni
ayıpladı. "Bunu nasıl yaparsın? Sultan'a niye bir şey okumadın? Kendisi
istemişti hâlbuki. Allah seni affetsin Hoca!" dediler. Sonra beni sarayın
dışına çıkardılar. Kendimi caddede buldum, yoluma devam ettim. Bundan birkaç
gün sonra cuma günü Ayasofya Camii'ne gittim. Cumadan önce Kur'ân okumaya
başladım. İnsanların çok hoşuna gitti, huzur bulduklarını hissettim. Tilaveti
bitirdim. Namazı kıldık, camiden çıktım ve bir arkadaşımı ziyaret için yola
koyuldum. Tam oturacakken bir polis gelip sarayda Sultan'ın huzuruna
çağrıldığımı bildirdi. Emre uydum, önceki sefer olduğu gibi beni götürdüler.
Büyük salona gittiğimde Sultan oradaydı. Geldiğimde huzurunda susup kalmamdan
dolayı bana gücenmişti. Hâlbuki camide kendi isteğimle okumuştum, kimse benden
talepte bulunmamıştı. Huzuruna vardığımda söyleyebildiğim tek şey şu oldu:
"Sultanım! Size karşı gelmek niyetinde değildim fakat heybetiniz
karşısında dilim tutuldu."[195]
Cevabımdan
hoşnut oldu, cebime bir miktar para konulmasını emretti. Sonraları huzurunda
tekrar tekrar icralarda bulundum."
Hafız Osman
Balat yakınlarında kalmaya başlamıştı. Sultan Abdülhamid'in şahsî alakasına
mazhar idi. Siyasî hedeflerle İmparatorluğu dolaşmasına yardımcı oluyordu. Hac
mevsiminde de Sultan Abdülhamid'in verdiği yetkiyle onun adına hutbe îrâd
etmekteydi. Hafız Osman, İstanbul'da kaldığı uzun müddet içerisinde orada
evlendi. Darlık çekmeden, rahatlık içinde, geçim derdi olmaksızın yaşıyordu ve
böylesi bir hayata da layıktı. Bu anlamda Saray’dan maaş alıyordu[196]. Fakat hasret ve iştiyakla
kendi vatanının özlemini çekmekteydi. Osmanlı zamanında Arap ülkelerinin haline
çok üzülmekteydi ve nihayet huzur bulmak, arkadaşlıklarını ve hatıralarını
tazelemek için İstanbul'un bütün nimet ve refahını terk edip memleketine döndü[197].
Hafız Osman
Mısır'a da birçok sefer seyahat etmiştir. Mısır en gelişmiş Arap ülkesiydi.
Gerek gelişmişlik gerek ilim konusunda İstanbul'la başa baştı. Hafız Osman,
derse ve mütalaaya ihtiyaç duyduğu vakitlerde kıraat-i aşere ve ona bağlı
ilimleri tamamlamak için sık sık Kahire'ye gitmiştir. Mısır'ın birçok hocası,
âlimi ve mûsikîşinâsıyla irtibata geçmiştir. Kur'ân, tevşîh, mûsikî ve şiir
konusunda Mısır'ın önde gelenleriyle büyük ihtifallerde tatlı yarışlara
girişmiş ve bu hoş yarışlarda önde olmuştur. Bu yarışlardan başı dik bir
şekilde çıkmış, sevgi ve muhabbetleri üzerinde toplamış, arkadaşları ve
kendisini tanıyanlar artmıştır. Mısır'a 1895 yılında ikinci gidişinde
ayrılmaksızın 5 yıl kalmıştır. Bu süre zarfında kendisine çok saygı duyulur,
edipler ve kendisini sevenler daima etrafında bulunurdu. Bilhassa Mısır'da
soylu bir aile olan Râfiî ailesinin yanında kaldığında kendilerinden bolca
izzet ü ikram görmüştür[198].
Mısır'da
tanıştığı en büyük şahsiyetlerden biri Şeyhülislam Muhammed Abbâsî el-Mehdî
el-Mısrî'dir. Vefatı esnasında Hafız Osman Kahire'de, yanındaydı. Taziyesinde
onun için mersiyeler okumuş, vefatına da iki şiirle tarih düşmüştür. Birisi
kasîde-i nûniyyedir ve 11 beyittir, diğer şiiri de 25 beyittir. Her beytin ilk
yarısını milâdî hesapla 1897, her beytin ikinci yarısını hicrî 1315 senesine
denk gelecek şekilde söylemiştir[199].
Mısır'da
kendisinden ders almayı kabul eden, aralarında Abduh el-Hamûlî'nin de bulunduğu
mûsikî ve sanat erbabından birçok kişiyle tanışmıştır. Bazı eserlerini Mısır'da
bastırmıştır[200].
Hafız Osman’ın Başka Ülkeleri Ziyaretleri
Celâl
el-Hanefî, Molla Osmân hakkında şunları söylemiştir: “Çokça ülkeye yolculuk
eder ve oralarda gezerdi. Sesi kalın olduğundan kısık sesleri bastırırdı.
Irak’ta günümüz mevlidlerinde kullanılan aktivitelerin çoğu, bu alanda onlarca
öğrenci yetiştirmiş olan Molla Osman’a intisap edilir. ’[201]
Musullu
Hafız Osman, Arap ve İslam ülkeleri arasında oldukça sık seyahat ederdi.
Gittiği seyahatten daha dönmeden başka yere gitmeyi planlardı. İstanbul, Şam,
Mısır ve Hicaz’a yaptığı seyahatler çoktur ve bu seyahatlerin araştırılması,
detayları ve tarihlerinin tespiti bu sıklıktan dolayı ince tetkikler
gerektirmektedir.
Bu
seyahatlerden biri de Libya’yadır. Siyasî amaçla yapılmış bir seyahattir.
Abdülhamid Han tarafından İmam Senûsî’nin siyasi hedeflerini teftiş için
vazifelendirilmiş ve Trablusgarp’a gitmiştir. İmam Senûsî, Hafız Osman’ın
gelişindeki maksadı anlayıp kendisini en güzel şekilde ağırladı. Dönüş zamanı
da en güzel şekilde hazırlıklarını yapıp İstanbul’a yolcu etti[202].
Hafız
Osman, Suriye ve Lübnan'da da uzun süreler kalmıştır ve oralara birçok defa
gittiği anlaşılmaktadır. Bir süre buralarda kalıp başka ülkelere gittiği de
bilinmektedir[203].
1907
yılında İstanbul dönüşü bu bölgeyi ziyaret etmiştir. Üç sene kadar kaldıktan
sonra haccetmek için Mekke'ye doğru yola çıkmıştır. Bu seyahat 1909 yılında
gerçekleşmiştir ve seyahat ettiği Hicaz demiryolları bundan bir sene önce
hizmete açılmıştır. O seneki arife günü 29 Kasım 1909'a denk gelmekteydi. Hac
dönüşü tekrar trenle Şam'a doğru yola çıkmıştır. Mısır mûsikîsi üstadı Seyyid
Derviş'le burada tanışmıştır ve burada bir müddet daha kalmak istemiştir.
Mısırlı müzisyen, Mısır ve Şam arasında sürekli yolculuk yaparak Hafız
Osman'dan uzun bir süre mûsikî hususunda dersler almıştır. Şam'a her gidişinde
bu dersleri hocası Hafız Osman'a arz ederdi[204].
Şam
bölgesinde de birçok edip, âlim ve önemli şahsiyetle tanışıp bölge devletlerine
seyahate başlamıştır. Beyrut'ta üç ay kaldıktan sonra Dımaşk'a (bugünkü
Şam kenti) dönmüştür. El-Busrî'nin
"el-Hediyyetü'ş-Şâmiyye ale'l-Kasîdeti'l- Lâmiyye" adlı şiirine
Dımaşk'ta tahmis yapmıştır. Merhum Abdurrahman Paşa el- Yûsufun çocuklarının
sünnet merasimi için Dımaşk'a getirildiği de söylenir. Merasimde mevlit okumuş
ve kendisine 100 altın lira hediye edilmiştir. Merasimde şairler toplanmış,
Abdurrahman Paşa'yı öven ve tebrik eden şiirler söylenmişti. Sıra kendisine geldiğinde
Hafız Osman, her çocuğu için ayrı ayrı şiir inşad edip, her birinde sünnet
tarihlerini düşmüştür. Her biri, ilk ve son beyitlerinde sünnet tarihi düşülmüş
uzun şiirlerdi. Son olarak da Abdurrahman Paşa el-Yûsufu başka bir şiirle
tebrik etmiştir[205].
Doğu
Müziği Öncüsü ve İlk Hocası
Merhûm
Hâfız Osman Efendi, bu yüzyılın (geçen/19. asrın) ilk çeyreğinde, Doğu’nun
mûsikî konusundaki otoritelerinden biriydi. Mûsikî sancaktarlarından ve
önderlerinden biriydi. Bu müziğin yayılması, gelişmesinde ve yenilikler
kazanmasında çok emeği vardır[206].
Kendisini
Kur’ân kıraatine, tasavvuf ve edebiyat işlerine vermiş bu âmâ adamın böyle
olması acayiptir; fakat kendisinde bulunan, onlar olmadan yaşayamayacağı,
inanılması güç kabiliyetler gerçekten hayret vericidir. Sanki Allah bütün âlemi
bu adamda toplamış; etrafındakilere bir ibret, kendisini inkâr edenlere de bir
delil olması için yaratmış gibiydi. Hâfız Osman’ın gözetip geliştirerek hakkını
verdiği bu muhteşem yeteneklerini kendisinden önce mürebbisi keşfetmiş, onun mûsikîye
yatkınlığını görerek onunla ilgilenmiş ve daha küçük yaşta ona mûsikî öğretmesi
için bir hoca tutmuştur. O da öğrendikleriyle beraber bu sanatın incelik ve
derinliklerini öğrenmeye koyuldu. Gece gündüz hocalarının kapısını çalarak
onlardan ders almaya, onları dinlemeye başladı. Böylelikle bu sanatta kimsenin
ulaşamadığı bir dereceye ulaştı. İnsanların, merasimlerde icrâ ettiği mûsikîyi,
okuduğu tevşih ve mevlidleri beğenmesi, Hâfız Osman’ı bu mertebeye varması için
cesaretlendirmiştir. Ve hatta Irak makâmlarını daha 17 yaşındayken öğrenmiştir[207].
Hâfız
Osman’ın mûsikî dersi aldığı kişilerden biri, makâm icrâsında meşhur olmuş olan
Rahmetullah Şeltağ’dır. El-Hâc Abdullah el-Kerkûklî (ö.1871) ve bu
memleketlerde hüküm süren câhilâne tavır ve içinde bocaladığımız geri kalmışlık
kimsenin önemsemediği, kendileri hakkında yazmadığı veya diğer nesillere
aktarmadığı başkaları da bu hocaların arasındadır[208].
Hâfız
Osman’ın Hak vergisi, hoş, sıcak, muhteşem bir sesi vardı. Bildiğimiz seslerden
merhûm Muhammed Rifat ve Şeyh Mahmûd Subh’un seslerine benziyordu hatta Hâfız
Osman’ın sesi o ikisininkinden daha tok ve güzeldi. Sesini duyan herkes çok
beğenirdi. Muâsırlarından edîp ve tarihçi Muhammed Behcet el-Eserî onu şöyle
tasvir etmektedir: “Hüzne gark olmuş ruhları dahî yeniden dirilten, ağaçların
en tepelerindeki kuşları bile lâl eden bir sesi vardır. Hâlâ daha bu sanata
hizmet etmektedir. Bir keresinde kendisinden bir eser gelmişti ve ben de bu
eseri İbrahim el- Mûsulî’ye icra ettirmiştim. Kabiliyetinin ünü Irak semâlarında
yankılanmıştı, köşe bucak her yerde bütün meclislerin ve konuşmaların konusu bu
olmuştu.”[209]
Böyle güzel
bir sese sahip olması, mûsikîde de bir ustalık gerektiriyordu fakat Hâfız
Osman’ın kendi iradesi olmadan sahibi olduğu bu yeteneğin meyveleri zayıftı.
Bunun üzerine Irak’ın mûsikî sanatlarında Mısır’dan daha farklı olduğunu
öğrenmesiyle beraber Mısır’a yolculuklara başladı. Mısır, o zamanlar Arap
ülkelerindeki edîplerin ve münevverlerin kıblegâhıydı ve özellikle
gelişmişliğiyle, sanatıyla hilâfetin başkenti İstanbul’la yarışmaktaydı. Ayrıca
Avrupa medeniyetinin girdiği ilk Arap ülkesiydi. Büyük şöhret kazanmış, mûsikî
sanatlarında ve icrasında birbiriyle başa baş olan bir kısım üstat müzisyenler,
hânendeler ve şairler burada yaşamaktaydı. Bu kişiler aralarındaki rekabet çok
üst seviyedeydi, tanınmayan hiç kimseyi aralarına çağırmazlardı, özellikle bu
kişi başka memleketten gelmişse...[210]
Hâfız Osman
Efendi yolculuğuna Kahire’de mola verdiğinde ünü insanların kulağına gitti,
mûsikî hususunda ne kadar kabiliyetli olduğuna vâkıf oldular. Çevresinde
toplandılar. Bu, Hâfız Osman’ın da ilgisini çekti. Kısa sürede aralarında
kendine lâyık bir yer edindi; onların saygısını, takdirini ve beğenisini
kazandı. Mısır Müziği tarihi hakkında yazanlar onu, bu sanatın Mısır’daki
gelişme çağında mûsikîye ve tevşihlere hizmet etmiş olan ve bir önceki
nesildeki Mısırlı müzisyenlerin kendilerinden ders aldığı, müteşekkir oldukları
hocaların başlarında zikretmişlerdir.[211]
Mısır
müzisyenlerinin en meşhuru, Mısır’da mûsiki tahtına oturmuş olan, ünü Arap
Coğrafyasının her köşesine ulaşmış olan kişi, mûsikîşinâs Abduh el-Hamûlî’dir.
Hâfız Osman Efendi de Mısır’a vardığında kendisiyle görüşüp tanışmak istediğini
açıkça belirtmiştir. Nitekim buluşmaları da merasim havasındaydı, ikisi de
birbirini görmekten çok hoşnuttu. Aralarında da ortak sanat alanlarıyla
ilgilenmeleri hasebiyle çok sıkı bir bağ vardı. O kadar ki; uzun geceler bir
araya gelirler, birbirlerinin icrâlarını dinlerler, o meclisten sabah oluncaya
kadar ayrılmazlardı. Bir keresinde, değerli bir şahsiyetin yeni evine
taşınmasının şerefine, beraberce o eve gece meclisine çağırılmışlar. Sırayla
icralarını yaparlarken insanları kendinden geçirmişler, hepsine kendilerini
unutturmuşlar, bu hâl üzere gece bitmiş, sabah olmuş. Ev sahibi de onlara
kahvaltı ettirmeden evden çıkmalarına izin vermemiş[212].
Hâfız Osman
Efendi ile Abduh el-Hamûlî, bir keresinde de merhûm Câfer Paşa’nın evlatlığı
Musa Bey’in evinde bir araya gelmiştir. Bu sefer meşhur neyzenlerden biri de bu
meclisteydi. Bu olayı alıntıladığımız “Doğu Müziği” kitabının müellifi bu
neyzenin yeteneğine ve Hâfız Osman’ın Kâhire’ye özellikle bu neyzeni dinlemek
için geldiğine şahitlik eden birisiydi. Bu durum Hâfız Osman’ın Mısırlı
müzisyen ve müelliflerin nezdinde sahip olduğu kıymetini ve bu neyzeni dinlemek
için yanına gitmesinin önemini göstermektedir. Ve yine bu durum, aynı şekilde,
Hâfız Osman’ın Mısır’da geçirdiği dönem, bu dönemde dolaştığı şehirler ve
oradaki insanlarla kurduğu ilişkiler hakkında da bize bilgi vermektedir.[213]
Bu iki
sanatkârın yaşadığı güzel günler geçmiş, hoş sayfalar dürülmüş, kendileriyle
mâmûr olan mûsiki meclisleri dağılmıştı. Hâfız Osman Efendi Irak’a dönmüştü.
Abduh el-Hamûlî de hocasının vefatı üzerine, o sıralar Mısır’da birçok sanatkâr
ve müzisyen olmasına rağmen sanat açısından bir boşluk hissettiği için orayı
terk ederek hocasının bulunduğu memlekete gitmişti.[214]
Abduh
el-Hamûlî, Mısır’ın mûsikî önderlerinden biridir. Türkçe şarkıları tercüme
etmesi ve Arap zevkine göre düzenlemelerde bulunması vesilesiyle Türk ve
Arap
müziğinin bir araya gelmesi ve uyum sağlamasında çok katkıları vardır. Aynı
şekilde eski Arapça tevşihleri bu çağdaki mûsikisel gelişmeyi göz önünde
bulundurarak düzenlemeye tâbi tutmuştur.[215]
Edhem
el-Cündî, Dımaşk’ta basılan “Edebiyat ve Sanat Sancakları” kitabında sanatçı
Abduh el-Hamûlî’nin Hâfız Osman’dan tevşihler meşk ettiğini ve onları Mısır
tavrıyla mezcettiğini söylemektedir. Ayrıca hicazkâr, nihâvend ve türevi
makamların Mısır’da bilinmediğini, Hâfız Osman sayesinde tanındığını eklemektedir.[216]
Hâfız Osman
Efendi, Irak’a dönüşünden sonra arkadaşı Abduh el-Hamûlî’yi ve Mısır’da
beraberinde geçirdiği güzel günleri yâd ederek uzun bir müddet geçirmişti. Onu
her hatırladığında inleyerek ağlıyordu.[217]
Hâfız Osman
Efendi Mısır’da olduğu zamanlar çoğunlukla kendini mûsikî dersi verdiği
öğrencilerin önünde bulurdu. Bu talebelerden, sonraları Mısır’daki mûsiki
hareketine katılan ve bestekârlıkla uğraşan meşhur mûsikîşinâslar da vardır.
Bunlardan biri, Mısırlı müzisyen Kâmil el-Hal’î, Hâfız Osman’dan Türkçe ve Şam
tarzı kalıplardaki tevşihleri meşk etmiştir. Kâmil el-Hal’î, Doğu müziği
hakkında devrindeki en meşhur şarkıları da ihtiva eden bir kitap telif
etmiştir. Kitabın çeşitli yerlerinde de Musullu Hâfız Osman’dan ders aldığını
belirtmiştir. Bu itirafı, Hâfız Osman’ın değerini ve mûsikî ilmindeki
otoritesini ortaya koymaktadır.[218]
Mısır’da
Hâfız Osman’dan mûsikî ve tevşih dersleri alanlardan biri de Şeyh Ali
Mahmud’dur. Kendisi Mısır’daki en meşhur tevşih ve ilahi okuyucularındandır.
Hâfız Osman’dan Türkçe ve Şam tarzı vezinlerdeki tevşihleri meşk etmiştir.
Sonraları kutlama ve mevlid gecelerinde merasimler programlayan özel bir grup
kurmuştur. Şeyh Ali Mahmûd bu sıralarda mûsikîye ve ilâhîlere meyli olan bir
gençle tanışmış, onu ekibine dâhil etmiş, şarkı besteleme noktasında kendisini
motive ederek desteklemiştir. Bu genç, sonraları Mısır’ın en meşhur
bestekârlarından olan Şeyh Zekeriya Ahmed’dir. O kadar saygınlık kazanmıştır
ki, kendisine bestekârların şeyhi denmiştir.[219]
Zekeriya
Ahmed 1919 senesinde Ümmü Gülsüm Hanım’la tanıştı. Kendisiyle Ümmü Gülsüm’ün o
harika şarkılarını bestelediği uzun bir süre geçirdiler. Sakinlik veren ve
tevşih tavrına benzeyen saf Arap tavrına sahip olan Zekeriya Ahmed’in
bestelediği Ümmü Gülsüm’ün o şarkılarını duyanlar geçmiş coşkusunun gökyüzünde
uçtuklarını hayal eder. Ve sanki bu bestelerin arkasında Hâfız Osman’ın eli
vardır. Öğrencilerinden Şeyh Ali Mahmud ve onun da ekibinden Şeyh Zekeriya
Ahmed... Bunlar, şarkılardan yarattığı muhteşem destanıyla kuşakların iftihar
ettiği Ümmü Gülsüm’ün bu yeteneğinden aksetmiştir.[220]
1909
yıllarının başında Hâfız Osman Efendi Şam’daydı. Emîn Atâullah ve kardeşi Selîm
Atâullah’ın riyâsetindeki bazı sanatkârlardan oluşan ve Mısır’dan gelen bir
mûsiki ekibi, komşu Arap ülkelerinin bazı bestelerini ve hoş şarkılarını sunmak
için gelmişti. Ekip üyelerinden biri de yetenekli müzisyen Seyyid Derviş’ti.
Emîn Atâullah onunla Kâhire’de tanışmış, yeteneğini keşfedip onu bu ekibe
almaya karar vermişti.[221]
Ekip, Şam
bölgesinde 10 ay geçirmesine rağmen bu sanat vazifesinde başarılı olamamıştı.
Seyyid Derviş de sahip olduğu büyük şöhretin hakkını verememişti. Elde
edebildiği tek başarı Musullu Hâfız Osman’la irtibata geçebilmiş olmasıydı. Boş
vakitlerinde evine ziyarete gidip kendisinden Türkçe ve Arapça tevşihleri meşk
ettiği gibi, ondan ders almaya ve bestelerini meşk etmeye gidiyordu.[222] Mûsiki topluluğunun bu süre
sonunda yolculuk kararı vererek daha fazla burada kalmayarak Şam’ı terk
etmeleri ve Mısır’a gitmeleri üzerine Seyyid Derviş derslerini bırakmak ve
hocası Hâfız Osman’dan ayrılmak zorunda kaldı.[223]
Aynı ekip
üç sene sonra kendisine yeni yetenekler katarak, başarı ve şöhret elde etmeye
azmetmiş bir şekilde Şam bölgesine ikinci bir yolculuk yapma kararı aldı.
Seyyid Derviş de bu grubun bir üyesiydi. Topluluk, yolculuğunu henüz bitirip
Şam’a ulaşmıştı ki Seyyid Derviş hemen, hâlâ orada olan eski hocası Hâfız
Osman’ı sormaya gitti. Seyyid Derviş, kısa süre içinde âmâ olan hocasından
mûsikî derslerine başlayarak kendisinden Doğu müziği ve tevşih usulleri, yeni
şarkılar ve bileşik makamlar meşk etti. Mûsikî sanatında birçok şey öğrendiği
iki seneyi, 1912-14 yıllarını orada geçirdi
ve
hocasından bütün o hoş, harika şarkı ve besteleri öğrendi. Bu eserler sayesinde
Doğu müziğine hâkimiyet ve yeni beste yapma kabiliyeti kazandı.[224]
Seyyid
Derviş Mısır’a döndü, Arap sanat mirasından gelen köklü geçmişle ve bir
taraftan zirveye de yerleşmesi için yeni mûsiki hareketiyle bağı olan mûsiki ve
şarkılarla ilgili zihninde kapsamlı bir plan kurdu. Seyyid Derviş Mısır
müziğini geliştirerek yüceltti, böylelikle büyük bir üne ve değerli bir konuma
sahip oldu. Seyyid Derviş’in, hocası Hâfız Osman Efendi’den alarak diğerlerinin
yanında paylaştığı yeni şarkılar yayılarak tüm Mısır’da meşhur oldu. Üzerinden
geçen uzun zamana rağmen bu eski şarkılar hâlâ ihtişamını korumaktadır.
Günümüzde de bazı sanatçılar bu eserleri takdire şayan bulmakta ve
zamanımızdaki sanatsal gelişmeyi kınamaktalar.[225]
Bu sebeple bu eserlerin bazısını alıp zamanın tozlarından kurtararak yeni bir
sesle dinleyicilere sunmaktalar, “Tala’at yâ mahlâ nuruhâ” şarkısına yaptıkları
gibi, ki bu şarkı Seyyid Derviş’in Hâfız Osman Efendi’den meşk edip Mısır’da
yaydığı bestelerdendir. Bağdat’daki Iraklı eski şarkıcılar hâlen bu şarkıyı
okurlar.[226]
Hâfız
Osman’dan makam, beste ve özellikle tevşih hususlarında ders görmüş kişilerden
biri de Mısır ve Suriye’nin mûsikî ve tiyatroda gayet kabiliyetli
şahsiyetlerinden Şeyh Ahmed Ebû Halîl el-Kabânî’dir. Mûsikîyle ve kendi yazdığı
tiyatroları canlandırmakla iştigal etmiş birçok talebesi vardır.[227] Ahmed Ebû Halîl el- Kabânî
Mısır’a “Gınai Tiyatrosu”nun tohumlarını eken ve operet türünü ilk sahneleyen
kişi olarak bilinir. Bu tiyatro ile uğraşacak olan eş-Şayh Selâme Hicâzî,
Seyyid Derviş ve diğerlerine öncü olmuştur.[228]
Hâfız Osman
Efendi Türkiye’de de mûsikîsi ve besteleriyle yaygın bir üne sahiptir. Osmanlı
Hükûmeti onu, sanatındaki otoritesinin hakkını verir bir şekilde başkent
İstanbul’un medreselerinden birine mûsikî müderrisi olarak tayin etmiştir.
Meşhur Türk sanatçılardan hayranları ve talebeleri çoktur. Önde gelenlerinden
biri Türkiye’nin en büyük mûsiki topluluğunun başkanı mûsikîşinâs Sâmî Bey’dir.
Bunun gibi, Türkiye’nin meşhur müzisyenleri de kendisinden Türkçe tevşih ve
gazeller meşk etmiştir. Türkler onun üstün yeteneğini teslim ederek ona
hayranlık duymuşlardır.
Önünde yıldız
gibi parlayan sanatçıların sönerek cüceler gibi kaldığı, ziyaret etmek için
uğraştıkları, sanat pınarından içmeye çalıştıkları ve harika bir şaheser
olduğunu gördükleri bu yetenek kaderin insanlığa bir armağanıydı.[229]
Hâfız Osman
Efendi Türkiye’de Arap ve Türk müziğini mezcetmek ve Türk müziğine Irak
makâmlarını dâhil etmek sûretiyle kendisine has bir tavır geliştirdi. Meselâ
Türk müziğinde Beyâti makâmında okurken bunu Musul’un Mansûrî makâmı tavrında
okumuştur. Oluşturduğu bu tavra Türkiye’de “Musullu Hâfız Osman tarzında”
denirdi, bunu beğenenler ve dinlemekten hoşlananlar çoktu, Türk Müziği’nde bir
yenilik sayılırdı. Bazı öğrencileri bu tavrı kendisinden meşk ettiler. Bazı
kesitleri de Türk çarşılarında satışa sunmak için plaklara kaydettiler. Bazen
de İstanbul ve Ankara’daki radyolarda yayınlanır.[230]
Musul’un
seçkin şahsiyetlerinden bazıları bir keresinde Ankara radyosunda spikerin
“Musullu Hâfız Osman tarzında” dediği bir şarkı duyduklarını ve bu radyoya
şarkının ismini gönderip tekrar yayınlamalarını istediklerini anlatmaktalar.
Mektup Irak’tan radyo istasyonuna henüz ulaşmıştı ki böyle bir şarkı
yayındayken yayın kesildi. Tabi ki Arap müzisyenlerin tamamının Türklerden
başarılı olduklarını söyleyemeyiz.[231]
Hâfız Osman
Efendi İstanbul’dayken beste çalışmaları da yapmaktaydı. Fotoğraf aleti Doğu
memleketlerine yeni gelmişti. Bu cihazla sesini kaydedip, İstanbul’dan dönmekte
olan Iraklı tüccarlar vasıtasıyla Musul’daki arkadaşlarına hediye olarak gönderiyordu.
Yakın bir arkadaşına gönderdiği bir kayıtta iki beyitlik bir şiiri rast
makamında güzel bir icra ile okuyup kaydetmiştir.[232]
Bu
kayıtlardan sağlam olarak sadece dört adet kalmıştır. İlki rast makâmında;
ikincisi mansûrî makâmında; üçüncüsü güftesi ve bestesi kendisine ait
“li’l-Âşiki fi’l- hevâ delâilü” diye başlayan bir eser, şehrî makâmında;
dördüncüsü segâh makâmında, dinleyen kişide iz bırakan bir tarzda, memleketine
olan özlemle dolu, hüzünlü bir kayıt.[233]
Bu kayıtlar
kayıt çalarları üzerinde taşınmıştır ve bende de bir tanesi bulunmakta; cihaz
eski, yaptığı kayıt zamanına göre düşük kaliteli, bir köşede ihmal edilmiş ve
eski kalıntılar arasında kalmış olmasına rağmen hâlâ sesin harikalığını
korumakta ve bu sanatta ihtisas sahibi birine merhum Hâfız Osman’ın sesinin
tatlığı, kendine has tavrı hakkında genel bir fikir verebilecek hâldedir. Bu
kaydı kaybolmaktan koruma ve çoğaltma şerefi Şeyh Musullu Ali oğlu Hattât
Muhammed Salih Efendi’ye aittir.[234]
Hâfız Osman
Efendi, Türk müziğinden dîvân makâmını Irak makamlarına, hâlâ Musullu
mûsikiseverlerin hançerelerinde olduğu ve korunduğu şekliyle taşımıştır. Bir
keresinde Musul’da Türk Ordusunun rast makamındaki “Seyit Havası” denilen
peşreve yakın bir bestesi olan parçasını duymuş ve çok beğenmiş, bunun üzerine
meşhur şiirini nazmetmiştir. O zamanlar insanların beğenisini toplamış,
hislerine dokunmuştur. Harika bir bestesi vardır. Müzisyenlerin söylediğine
göre saz üzerinde icra etmesi de bir o kadar zordur.[235]
Hâfız
Osman, Irak’ta mûsiki durumunu yüceltme hareketine iştirâk etmiştir. Zaten
Irak’ta mûsiki tavırlarına yenilik getiren ilk kişidir. Abbâsî Devleti’nin
yıkılışından sonraki yüzyıllarda, içinde olduğu ihmal edilmişlik, tembellik ve
medeniyetin gerisinde kalmışlık çukurundan kurtarmıştır.[236]
Hâfız Osman
Efendi hakkında bilinen bir şey de nağmeleri en iyi ayırt eden ve makâmları en
iyi kavrayan kişi olduğudur. Sesleri ayırt etmede kimse kendisiyle yarışamazdı,
aralarındaki fark ne kadar az olursa olsun. Bu sebeple ud ve kânûnu muhteşem
akort ederdi. Torunu, Şeyh Ahmed oğlu merhum Hacı Ali’nin anlattığı şu olay
sesleri ayrıt etmedeki üstünlüğünü göstermektedir. Çocukken, bir seferinde
geceleyin yolu gösterip evine götürmek için elinden tutmuş, Akdi’n-Nesârâ diye
bilinen sokakta kendisiyle yürümekteymiş. O sırada yola bakan pencerelerin
birinden ud sesi gelmiş. Hemen durmuş, elinden tutan küçük torununa yaklaşıp
“Bu çalan kimse beni öldürdü. ” demiş. Sonra evin kapısına doğru yönelip kapıyı
çalmış, yüksek sesle “Udu çalan! Kulaklarımın teli gergin değil, biraz çek!”
diye seslenmiş.[237]
Aynı
şekilde birisinin ritim vuruşlarını dinlerken de dikkat kesilirmiş. Ritim
vuranlardan (-zannediyorum- kudüm-zenlerden) biri hata yaptığında ya da bazı
vuruşlarda yanıldığında (düm veya tek) onu tespit eder ve olan hatayı eliyle işaret
edermiş. Bunun da üstünde, görme yetisini kaybetmiş biri için zor olmasına
rağmen harika bir kânûn çalma yeteneği varmış.[238]
Sebebi ise kânûn tellerinin çokluğu, seslerinin birbirine yakınlığı ve hareket
kolaylığıdır. Kânûn’unda mızrap kullanmazdı, parmak uçlarıyla ve tırnaklarının
etrafıyla dokunurdu. Böylelikle kimsenin benzerini yapamayacağı bir şekilde
etkili ve yumuşak nağmeler elde etmekteydi. Udu da aynı şekilde ustalıkla
çalardı. Ney üflemeyi de öğrenmiş ve şaşılır eşsizlikler ortaya koymuştur.
Şaşılacak derecede olağanüstü bir hızda kudüm de çalmaktaydı. Batı mûsiki
notalarını da tam bir yetkinlikle kullanmakta, Türkiye ve Arap ülkelerindeki
talebelerine de öğretmekteydi. Notaları dinleyerek ezberler, notaları
uygulamaya dökmedeki mahareti bir yana, nota bilen kişilerin az olduğu
zamanlarda icrâ esnâsında da notalara göre çalardı.[239]
Hâfız
Osman’ın Mısır eserlerini icrâ ederken de kendisine has bir tavrı vardı. Meselâ
meşhur “Sellemt Ruhak yâ Fuâdi (sallemt rouhak ya fouadi)” şarkısı beyâti
makamındadır ve Musul’da tanınan ve orada çokça şarkı icrâsında bulunmuş olan
merhum Dâvûd Hüsnî’nin bestesidir. Hâfız Osman Efendi, bu şarkının icrâsı
esnâsında “el’Emru emruk...” kısmına geldiğinde Musul’a has “şarkî dügâh”
makamıyla meyâna çıkarak aynı kısmı bu makâmda tekrar ederek karar verir, sonra
baştan gelerek kendi bestesine alırdı. Bu, kimsenin kendisiyle yarışamadığı
mûsikî sanatlarından biridir.[240]
İnsanlar
Hâfız Osman Efendi’nin dehâsını takdîr eder; meclisine, onu dinlemeye giderken
acele ederlerdi. Aralarındaki dostluk vesilesiyle ikramda bulunduklarında gayet
cömert davranırlardı.[241] İstanbul’dan Irak’a
döndüğünde sadece Osman’ı Hivke ailesi değil, Irak’ta birçok aile kendilerinde
misafir olarak kalmasını istemişlerdir. Mısır ve Türkiye’de olduğu gibi
Irak’taki müzisyen ve sâzendelerden de öğrencisi çoktu. Müzisyen Hasan
Hivke’nin babası olan Muhammed Ali Hivke kendisinden şarkı, makâm ve tevşih
dersi alan talebelerindendi. Öğrencileri sanatından
ve
yeteneklerinden faydalanmak için kendisine gelirdi. Bu sanatta kendisinden ders
alanlar çoktu, onlardan biri de Hüseyn Ali es-Sofi’dir. Musul’da yaşayan
musikişinaslardandır. Sâzende Muhammed el-Kabancî Hoca’nın babası Abdürrezzak
el-Kabancî de bu öğrencilerdendir. Merâsim ve mevlid cemiyetlerinde Hâfız Osman
Efendi’nin ekibine iştirâk etmiştir.[242]
Musul’daki
Irak makâmları öğrencilerinden biri de bu konuda şüphesiz en meşhur kişi olan
Hacı Sülv el-Cuzumcî’dir. Ses performansı açısından çok iyi, en üstünleri ise
uzun süre sanatsal düzeyini ve şöhretini korumayı başarmış olan meşhur şarkıcı
Seyyid Ahmed el-Mûsulî’dir.[243] Hocasının yanında çokça
bulunurdu, Hâfız Osman Efendi Bağdat’ta ikamet ettiği sıralarda derse giderdi.[244]
Seyyid
Ahmed el-Mûsulî’nin kayıtları arasında Hâfız Osman Efendi’den meşk ettiği
“li’l-Âşiki fi’l-hevâ delâilü” kasidesi mevcuttur. Bende de hâl-i hâzırda bu
kasidenin iki tane kaydı vardır. Biri Hâfız Osman Efendi’ye, diğeri talebesi
Seyyid Ahmed el-Mûsulî’ye aittir. Dinleyen kişi; Hâfız Osman Efendi’nin sesinin
tatlılığı, pürüzsüzlüğüyle ve hoş tavrıyla ayırt edilebilen bu iki ses
arasındaki benzerliği fark edebilir. Bu kasidenin güftesi ve bestesi de aynı
zamanda Hâfız Osman Efendi’ye aittir. Gazel, Musul’da yaygın olan
eserlerdendir.[245]
Hâfız Osman
Efendi çokça tevşih ve genelde güftesi-bestesi kendisine ait olan eserler
dışında müziğin birçok formunda icrâda bulunmuştur. Bestelerindeki tekniği
farklıdır. Besteleri, sürekli nefesiyle yaptığı nağmelerle devam eden birkaç
dakikayı aşmazdı. Sonra şarkıyı veya tevşihi okumaya başlardı. Bunun için dikkatlice,
şiirin kelimelerine uygun ve hislere hitap edecek şekilde beste yapmakta en
hızlı bestekârlardan sayılmıştır.[246]
Bestelediği
en güzel tevşihlerden biri şair Abdülbâkî el-Umrî’nin yazdığı o muhteşem
tevşihtir. Kırk bölüm halinde yazılmış bir şiirdir. Her bölüm kendine has bir
şekilde bestelenmiştir. İlk kısmı beyâti makâmında ve sakîl semâî usûlünde
bestelemiştir. [247]
Diğer bir
tevşihe de tahmîs ve beste yapmıştır. Şiirin aslı şair Nahhâs’a aittir. Şeyh
Mehdî er-Ravvâs’ın bir şiirini de segâh makâmında bestelemiştir.
Hâfız Osman
Efendi türkü besteleriyle de uğraşmıştır. Irak eşrâfından birinin bir şiirini
irticâlen segâh makâmında bestelemiştir.[248]
Hâfız Osman
Efendi dinî münâsebetlerde ve senelik merâsimlerde de etkili kasideler icrâ
ederdi. İnsanlara topluca dua ederdi (duâhânlık yapardı) ve insanlar ağlardı.
Bu anlardan biri de ihtifallerden birinde idarecilerden birinin İmâm Mûsâ
Kâzım’ın türbesine bir örtü hediyesinde bulunduğu zamandı. Hâfız Osman da
Abdülbâkî el-Umrî’nin İmâm Mûsâ Kâzım’la ilgili şiirini kaside olarak
okumuştur.[249] Segâh makâmında,
etkili, tatlı bir şekilde icrâda bulunmuştur. Kadife sesinin, eşsiz icrasının
etkisiyle ağlamaktan oraya yığılan topluluğun ciğerleri parçalandı.[250]
Güftesi ve bestesi Hâfız Osman Efendi’ye ait olan güzel ve hisli
şiirlerinden birini de burada analım. Bu, birçok kez Irak radyolarında
müzisyenlerin sesiyle yayınlanmıştır. Yâ Haşûf ‘ale’l-Mekriyye: Segâh makamında
bestelediği ve insanların daha onun zamanındayken ezberlediği şarkılardandır.
28 Kasım 1964’te Bağdat’ta düzenlenen Uluslararası Arap Müziği Konferansı’nda
icrâ edilmiştir. Fakat okuyan grup, Hâfız Osman Efendi yahut talebelerinin
okuduğu ya da Musulluların dinlemeye alışık olduğu şekilde, güzelce icra
edememiştir, isteksiz bir hâlde okumuşlardır. Bununla beraber bu, tüm gücüyle
mûsikîye hizmet etmiş olan bu dâhi sanatçıya vefatından yaklaşık yarım asır
sonra bir ikram mesabesindedir.[251]
İLMÎ
ESERLERİ
Musullu
Osman’ın kitap telifi için işlerinden feragat etmesi ve bunun için geniş bir
vakit bulması açıkçası kişiyi hayrete düşürtüp “Bunu nasıl başarıyor? “
sorusunu akıllara getiriyor. O ki daima bu işle iştigaliyle tanınan biriydi
zira o ömrünün son dönemlerinde dahi bu işinde ısrarla faaliyet gösterir ve
telif esnasında eserine yazmak istediği yazıları kaydettirmek için gündüzleri
arkadaşlarına ve öğrencilerine yazdırırdı. Sonra bu yazıların bir araya
getirilmesi, incelenmesi ve düzenlemesiyle uğraşır, gerek
İstanbul,
Bağdat, Şam veya Mısırdaki herhangi bir yayınevine ulaştırmak için elini çabuk
tutmaya çalışırdı ve bu işini her nerede olsa yapar ve sonuca ulaşırdı[252].
Sanki kendi
eserlerini yayınlamak ve kitap telifleriyle yetinmeyerek, edebiyat ve ilme tüm
gücüyle hizmet etmeyi isterdi. Bu yüzden yok olup, unutulmak üzere olan bazı
âlim, edebiyatçı ve müelliflerin diğer kitaplarını araştırıp, incelemeye başlar
ve onların yeniden neşredilmesini; ülkenin aydınlarını, kültürlü kişilerini ve
edebiyatçılarını bu kitapların varlığından haberdar etmek için, yayınlanacak
kitapların düzenlemesi ve basımının denetlenmesiyle ayrıca ilgilenirdi. Ve bu
yönüyle edebî ve fikrî çalışmalarda katkıda bulunurdu. Şimdi bu konuda kayıtlı
olan ve bilinen örnekleri göreceksiniz.
Musullu
Osman’ın telif ettiği zikredilen değerli kitapların arasında belirli bir konuda
tahsis edilmiş bir kitap olmayıp, aksine birçok konu içeren bir kitap
halindedir. Kitaplarında en fazla yer alan tür şiir olup, içerisinde çeşitli
dinî ve tasavvufi kasideler bulunur[253].
Musullu
Osman’ın telif ettiği en önemli eser ise ‘’el-İbkâru’l Hasan fî Mehdi Seyyid’il
Ekvan ‘’ adlı eseridir. Eser: Hz. Peygamber ve ehl-i beytine hoş bir silsile
halinde övgüler içeren mısralardan ve muhammes nazım şeklindeki kasidelerden
oluşmaktadır. Bu eser beş defa basılmış ve bunlardan biri h.1332 yılına ait
Bağdat baskısıdır[254].
Molla Osman’ın
bir diğer kitabı ise ‘’Saadetu’d Dareyn’’ adlı eseridir. Eser: İçerisinde nesir
mukaddimeler ve güzel kasidelerin bir arada bulunduğu bir eserdir. Bu kitap
h.1316 yılında Mısır’da ve h.1318 yılında İstanbul’da olmak üzere iki defa
basılmıştır[255].
Bir diğer
kitabı ise ‘’El-merasi’l Mûsulî’’ adlı eseridir. Bu kitap molla Osman’ın
Mısır’da bulunduğu dönemde Mısırlı âlimlerin vefatı üzerine yazdığı mersiye ve
kasidelerden oluşan özel bir dîvandır. Mısırda basılmıştır.
Molla Osman
Iraklı Şair Abdulbâki el-ömrî’nin telef olmak üzere olan şiir ve kasidelerini
korumak için 1316’da divanını matbaada bastırması gibi ezher olayları hakkında
‘’et-Teveccuu’l Ekber’’ adlı kitabın basım ve yayınlatma görevini üstlenmiştir.
Molla
Osman’ın yayınladığı bir diğer eser ise’’ et- Turâzu’l Mezheb fî’l Edeb” adlı
kitaptır. Bu kitabı Fellah dergisi yayınları adlı bir matbaada bastırmıştır[256].
Yayınlamış
olduğu bir diğer eser ise‘’El-Ecvibetu’l irâkiyyetu irâkiyyet Ani’l Esileti’l
İraniyyeti’’ adlı kitaptır. Bu kitabı ihsan kitabevi matbaasında h.1307
tarihinde bastırmıştır. Bu iki kitabı şeyh Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsi te’lif
etmiştir. Bazı edebiyaçılar ise ‘’El-Ecvibetu’l irâkiyyetu’’ adlı eserin tekrar
basımı sırasında h.1314 tarihini düşmüşlerdir[257].
Molla
Osman’ın yayınlamış olduğu başka bir eser ise: Şeyh Ali Dede Efendi’ye ait
‘’Hallu’r rumûzi ve keşfu’l künûzi” adlı kitaptır. Bu kitap oldukça büyük bir
kitaptır. Molla Osman ‘’el matbaatu’ş şarkiyye’’ adlı matbaada 1324 yılında
Kahire’de bastırmıştır. Ve şeyh Yusuf Salih Muhammed bu kitabın basım yılını
beyitlerle tarih düşmüştür.
Molla
Osman’a ait çeşitli şiir ve kasideler basılmıştır ancak bu şiir ve kasideler
bir kitap haline getirilememiştir. Nitekim Bazı yetkili kişilerin molla
Osman’ın telif ettiği eserleri kendi tekellerine tahsis ettikleri söylenebilir.
Fakat bu, bize göre emin olduğumuz ve kanıtlanan bir durum değildir. Ancak
doğruluk payı olabilir[258].
Ve bu
durumu ‘’ ilâmu’l edeb ve’l fen’’ adlı bir eserde gözlemledik. Bu eser Molla
Osman’ın telif ettiği eserler hakkında bilgi edinilebilecek önemli bir kaynak
niteliği taşırmaktadır[259].
Molla
Osman’ın telif ettiği bir diğer kitabın ismi ise: ‘’Nebâtî’’ dir. Bu eseri ‘’
ilâmu’l edeb ve’l fen’’ adlı eser dışında hiçbir kaynak belirtmemiştir[260].
İsmail
Paşa’ya ait ‘’îzahu’l meknûn’’ adlı eserde molla Osman’ın te’lif ettiği
eserlerden biri geçmektedir. Kitabın ismi ‘’ Bedîu’n nizam alâ secmi’l himam’’
dır. Molla Osman’ın bu eseri şu ana kadar bu kaynak dışında hiçbir yerde
zikredilmemiştir. Ve az bir insan dışında çoğu kişinin bu eser hakkında
malumatı yoktur[261].
HAFIZ
OSMAN EFENDİNİN DİĞER ESERLERİ
Hâfız
Osman Efendi’nin Şairliği
Hâfız Osman
Efendi şiir ve kasidelerinde Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’ini methetmiştir. Bu
konuda telif ettiği kitapları da vardır. Mevlit ve tevşih yazması gayet
doğaldır. Uzun bir süredir Musul ve hatta Irak’ta en tanınmış mevlidhândı ve bu
sanatta bir eğitimci sayılırdı. Her biri birbirinden güzel bestelenmiş elliden
fazla tevşihi olduğu zikredilmiştir. Önce tevşihleri yazıp besteler, onları
mevlit ve merasimlerde icrâ eder ve talebelerine, müritlerine meşk ederdi.
Tevşih sanatında benzersiz bir ekol olarak itibar görürdü. İnsanlar da bazen
bestesi ve güftesi Hâfız Osman Efendi’ye ait olan yeni tevşihleri dinlemeye
alışmıştı. Bu tevşihler Arap coğrafyasında seyahat eden kafilelerle her yere
taşınmıştı. Meselâ bugün Musul’da dinlediğiniz bir tevşihi iki ay sonra Dımaşk,
Basra veya başka bir şehirde duyabilirdiniz.[262]
Hâfız Osman
Efendi’den önce mevlit ve tevşihler Irak’ta ihmal edilmiş bir sanattı. Kârîler,
daha doğrusu mûsikîşinâslar genel olarak bu sanatın câhiliydiler.[263] İcrâlarının sonuna
kadar tek bir nağmeyi yayarak okumaktan başka bir şey bilmiyorlardı. Eski bir
edîp de bu kırâat ve nağmelerden bahsederken “ruhların bu dinletiden
usandığını” söylemektedir. İnsanları bıktırmış, bu sanatın oraya gelmesini
geciktirmiş ve hatta insanlar nezdinde mûsikî ve şiirin bir önemi kalmamıştı.
Bunlarla uğraşmak pek istenmeyen bir hâle gelmişti. Fakat bu durum çok uzun
sürmeyerek Hâfız Osman Efendi zamanındaki yenilenme hareketiyle son buldu.
Mûsikî ve şiir, Iraklılar açısından asâleti temsil eden güzel bir sanat olarak
görülmeye başlandı. Bir akşam bir evde veya mecliste duyduklarında insanlar
oraya doluştular. Hatta bulundukları yer, kalabalığı almaz oldu. İnsanlar, bu
sanatın hak ettiği değeri idrak etti.[264]
Hâfız Osman
Efendi’nin tevşihlerine ilgi gösteren bir de grup ortaya çıkmıştı. Hâfız Osman
Efendi’nin tevşihlerini yazıp muhafaza ediyorlardı. Bu kitapta da bu dağınık
nüshalardan bir kısmını bir yolla toparlamayı başardık. Hiç dağılmamış,
bozulmaya
uğramamış bir kısmı da kitapta mevcuttur.[265]
[Sayfanın devamında şiirlerden birer-ikişer beyitle birlikte hangi makâmlarda
bestelendikleri zikredilmiştir.[266]
Bu tevşih
ve mevlidlerin icrâsı, yetenekli bir hânende ekibi gerektirmekteydi. Bunun için
Hâfız Osman Efendi büyük bir ekip çalıştırmak zorunda kalmıştı. Arada bir
yaptıkları hataları düzeltmek durumundaydı. Elinde dâimâ usta hânendeler
yetişmekteydi. Bu sebeple Irak’taki hânende ve kurrâların önde gelenleri bu
eğitime iştirâk etmiştir. Uzun bir süre geçmeden şiir ve diğer sanatlardaki
öğrencileri birçok şehre yayılmış hâldeydi. Sonraları bu sanatlarda çok meşhur
olmuş öğrencileri vardır. Bunlardan bazıları:[267]
Hâfız Molla
Mehdî: Irak’taki en meşhur kurrâ ve mevlidhânlardandı. Bağdat’ta bir dönem
mevlidhân reisliği yapmıştır. Mevlid tavrını Hâfız Osman Efendi’den almıştır.[268]
Şeyh el-Hâc
Muhammed Mellâh: Musul’un güzîde kurrâlarındandır. Kırâat ve mevlidleriyle
meşhur olmuştur.[269]
El-Hâc
Muhammed b. Serhân: Kârîdir, Musul’un tanınmış âlimlerindendir.
Bağdat’ta
ders alan kişilerden bazıları da:
Abdülfettah
b. Ma’rûf, Molla Mübârek, Ahmed b. Molla Kâzım, Molla Tâhâ eş-Şeyhlî, Ahmed b.
Şa’bân, Hüseyn Nemnem b. Ali, Mahmûd el-Hâşimî.[270]
Muhterem bir âlim olan Seyyid Muhammed Vahîdüddîn, el-Hâc Abdülkâdir b.
Abdürrezzak, el-Hâc Muhyiddîn Mekkî, Mola Reşîd, Mahmûd b. Tahâne, Reşîd Ebû
Nedr, Şihâb b. Şa’bân.[271]
Hâfız Osman
Efendi’nin küçüklüğünden beri süregelen dînî eğilimi ve Osmanlı son dönemine
şahitlik eden çevre şartları, onu tasavvuf yoluna sevk etmiştir. Böylece
gençlik yıllarında Musul’da Kâdiriyye Tarîkatine intisap etmiştir.
İstanbul’dayken Rifâiyye Tarîkatine intisap etmiş, Mısır’da bulunduğu sıralarda
da mûsikî ile bağı diğer tarîkatlerden daha kuvvetli olan Mevleviyye’ye intisap
etmiştir. Mevleviyye’de
mûsikî
aletlerini kullanmak, bu konu ihtilaflı olmasına rağmen, câiz görülmüştür.
Bunun gibi, zikir ve ibadet merasimlerinde de (semâ mukabelesi) takip edilen
ritimlerle dansa benzeyen dairesel hareketler de câiz görülmüştür. Mûsikî
sanatına olan sevgi, alâkası ve mûsikînin esrarına vukûfiyeti; Hâfız Osman
Efendi’nin kendi ilgi alanıyla uyumlu olan bu tarîkate girişindeki belki en
anlaşılır sebeptir.[272]
Mûsikî
eşliğinde ibadet âyinleri icrâ etmek insanlığın, çok tanrılı dönemlerden beri
bildiği eski bir gelenektir.[273] İsrâîloğullarıyla da devam
etmiştir. Tevrât veya Ahdi Kadîm incelendiğinde de bir kısımda Dâvûd
aleyhisselâm’ın Allah’a ettiği dua, yakarış ve yalvarışlarını içeren
mezâmirlerini[274] bulmak mümkündür. Bunların
bazılarının telli, üflemeli ve vurmalı olduğuna işaret edilmiştir. Bazıları bu
nağmelerin karar sesiyle olduğunu söylemektedir. Başka bir rivayete göre ise
Dâvûd aleyhisselâm Rabbine şükretmek için böyle terennümde bulunmuştur. Bu
dualar arasında mü’minlere tavsiyede bulunduğu bir dua vardır: “Ey sâdıklar! Rabbinize, O’nu
tesbihe yakışan aletlerle, yüksek sesle seslenin. O’na ud ile hamd edin, on
telli rebâb ile O’na terennümde bulunun, O’na yeni ilâhîler okuyun, güzel
seslerle O’nu övün. Çünkü Rabbinizin kelimesi dosdoğrudur ve her sanat
samimiyet gerektirir...” Tevrât’ın aynı kısmında bulunan, buna
benzer bir tavsiye de şöyledir: “Allah’a en güzel şekilde, O’na lâyık veçhile
tesbih edin. O’nu, gücü nispetinde tesbih edin, O’nu büyüklüğü nispetinde
tesbih edin. O’nu sûr sesiyle, rebâb ve ud sesiyle tesbih edin. Def ve raksla
tesbihte bulunun. Tellerle, üflemeyle, vurmayla, yüksek sesli vuruşlarla O’nu
zikredin.”[275]
Günümüzde
de birçok dinde, dînî merâsim ve âyînlerde mûsikî hâlen kullanılmaktadır.
İslâm’da da dînî merâsim ve mevlidlerde def mübâh olarak kullanılmaktadır.
Hatta bu tür programlar mescidlerde dahî icrâ edilmektedir. Bu durum, tasavvuf
içerisinde Mevleviyye Tarîkatinin ortaya çıkışında kuvvetli bir etki
oluşturmuştur. Deften ud, kemençe, kudüm, neye kadar ve diğer birçok âletin de
kullanıldığı bir âyîn şekli geliştirilmiştir. Sonunda mûsikisel açıdan
tamamıyla farklı bir hüviyete bürünmüştür.[276]
Hâfız Osman
Efendi Mısır’dayken Mevlevî şeyhleriyle irtibat kurmuştu. Mûsikîye olan ilgi ve
alâkası vesilesiyle de semâ mukabelelerine iştirâk ederdi. Sonraları bu
tarîkate intisap etti. Oğlu el-Hâc Ahmed Efendi de bu tarîkate intisap edince
babası Hâfız Osman Efendi onu Musul’daki Şemseddîn Mescidi’ni bir mevlevîhâneye
çevirmek ve Irak’ta bu tarîkati ihyâ edecek bir merkez hâline getirmek amacıyla
tamir etmekle görevlendirdi.[277] Hâfız Osman Efendi bu esnâda
Şam bölgesindeydi ve oğluna bu iş için maddî yardım gönderdi. Mescid tamir
edilip mevlevîhâne hâline getirildi. Babası, kapının üstüne yazması için
oğluna, tamir tarihini düştüğü ve bu binayı tamir eden kişinin oğlu Ahmed
Efendi olduğuna işaret eden bir şiir gönderdi. Şiirde “Allah’ın yardımıyla
oğlum tekkeyi tamir etti.“ demiştir. Ahmed Efendibabasından aldığı emirle bu
yeni tekkeyi açarak oranın postnişiniymiş gibi orada ikamet etti. Tarih hicrî
1328’i (1910 m.) gösteriyordu. Babası Şeyh Hâfız Osman döndüğünde de Musul’da
tarikatın kapsamlıca yayılması ve Mevlevîler için elzem olan mutribân heyetini
kurmak için çaba sarf etmiştir. Bu Mevlevî hareketi zamanla bilhassa da aslında
bu tür hareketlere karşı yapılmış olan 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla
kaybolarak tekke ve zâviyelerini kapatmış, günümüzde de unutulmuş bir hâle
gelmiştir.[278]
Yusûf
es-Suveydî’ye dair medhiyesi gibi medih ve tasavvufa dair çok fazla şiiri olan
Molla Osmân’ın İstanbul ve Kahire’de yayınlanmış birçok eseri vardır.
“1- el-Ebkâru’l-hisân fi medhi Seyyidi ’l-ekvân (1895).
2-
Tahmisu Lâmiyeti
’l-Bûsiri (1895).
3-
el-Merâsi’l-Mûsuliye
(1897).
4-
Mecmû‘at Se‘âdeti
’l-dâreyn (1898).
Bizzat neşrettiği eserler arasında şunlar vardır:
1-
el-Ecvibetu’l-
‘Irâkiye li Ebi’s-Senâ’ el-Âlûsi (1890).
2-
et-Tiryâku’l-Fârûki
(1898) (Abdulbâki el-Ömeri el-Fârûki’nin divanı) ”[279]
Hâfız Osman Efendi’nin Günümüze Ulaşabilen
Besteleri
Osman
Dede'nin dînî ve lâ-dînî formlardan birçok eser bestelemiş. Bunlardan günümüze
ulaşanların sayısı yirmi kadar olup, yarısına yakını ilâhîlerdir. Osman Dede
Hüseyni makamında bir âyin-i şerif de bestelemiş ancak bu eserin sadece
1.selâmı günümüze kalabilmiş[280].
Musullu
Hafız Osman Dede’nin bestelerinden 18 eseri tespit edilmiştir. Bunlardan 12
tanesi TRT arşivinden, 4 tanesi sanatmuziginotalari.com[281]
sitesinden notalarına ulaşılmıştır. Hüseyni ayin-i şerif (Birinci selam)[282] ve Nihavent şarkısı Var idi
emniyetim zumumca istikbalime eserlerinin notalarına ulaşılamamıştır.
Tablo 1: Hafız Osman Efendinin
Günümüze Ulaşan Besteleri Tablosu283
Eser
Adı |
Söz
Yazarı |
Makam |
Form |
Usul |
TRT Repertuar No* |
Arif ol ayine-i insane bak |
Aziz Mahmud Hüdai |
Hicaz |
İlahi |
Düyek |
14659 |
Belirsiz |
Bestenigar |
Şarkı |
Ağır Aksak |
2592 |
|
Bugün ben olmuşum aşık güzeller şahı bir yare |
Kuddusi |
Şehnazhave ran |
İlahi |
Devr-i Hindi |
- |
Doğdu ol sadr-ı risalet |
Niyazi-i Mırsi |
Isfahan |
İlahi |
Yürük semai |
14676 |
Eya sen sanma ki senden bu güftar-ı dehan
söyler |
Nakşi Akkirmani |
Bayati Araban |
İlahi |
Düyek |
14144 |
Nigar Hanım |
Nihavend |
Şarkı |
Sengin Semai |
4430 |
|
Firakınla cihandan rıhletim bir aha kalmıştır |
Osman Efendi |
Nihavend |
Şarkı |
Aksak |
4465 |
Gamdan beni azad et |
Şeref Hanım |
Suzinak |
İlahi |
Düyek |
16200 |
Hayru teslimatin min sabbin sadi |
Osman Efendi |
Mahur |
Şuğul |
Düyek |
- |
Müpteladır sana gönlüm ey nev-civan |
Belirsiz |
Saba |
Şarkı |
Aksak |
7792 |
Neşeyab-ı lutfun olsun bu ser-i şuridemiz |
Belirsiz |
Hüzzam |
Şarkı |
Ağır Aksak |
8229 |
Sen bana benden yakınsın ey şeh-i cud ü seha |
Belirsiz |
Hicaz |
İlahi |
Evsat |
- |
Nuri |
Hüzzam |
İlahi |
Düyek |
14351 |
|
Teshire seni çare yok ey reşk-i peri |
Belirsiz |
Hüseyni |
Şarkı |
Sengin Semai |
10658 |
Var idi emniyyetim zumumca istikbalime |
Belirsiz |
Nihavend |
Şarkı |
Devr-i Hindi |
Yok |
Vaslın bana hayat verir firkatin memat |
Fuzuli |
Hüzzam |
İlahi |
Düyek |
- |
Yaktı dil-i viranemi yıktı temelinden |
Belirsiz |
Suzinak |
Şarkı |
Aksak |
11072 |
Hüseyni ayin-i şerif (Birinci selam) |
— |
Hüseyni |
Ayin i şerif |
|
Yok |
*TRT
repertuarında eser numaralarıdır285
Tablo 1
incelendiğinde Musullu Hafız Osman Efendi’nin bugün elimizde bulunan 18
eserinin olduğu görülmektedir. Eserler Türk müziği makamlarının birçoğunu
içerisinde barındırdığını görülmüştür. Bunun yanında ağırlıklı olarak İlahi ve
şarkı formlarının kullanıldığını söyleyebiliriz. Hafız Osman güftesini kendi
yazdığı eserler bestelediği gibi, şiiri veya güfteyi başkasının olan birçok
eserde bestelediği görülmüştür. Bu eserlerin nota gösterimleri TRT İzmir
Televizyonu arşivinden elde edilmiştir ve Ek 1’de orijinal haliyle
sunulmuştur(Bkz. Ek, 1). Bunun yanında Rıfat Kaya (2019) koleksiyonundan 1 adet
orijinal plakların orijinal görseli Ek 2’de verilmiştir (Bkz. Ek, 2).
Musullu
Hafız Osman Dede bestelediği Hicaz, Bestenigâr, Şehnazhaveran, Beyatiaraban,
Nihavent, Suzinak, Mahur, Saba, Hüzzam, Hüseyni, Isfahan makamlarında eserleri
tespit edilmiştir. Bu eserlerin dağılımları aşağıda verilmiştir[286] [287]
[288]- 287.
Tablo 2: Musullu Hafız Osman
Dede’nin Bestelerinde Kullandığı Makam Âdeti288
Eserleri |
Âdeti |
Hicaz |
2 |
Bestenigâr |
1 |
Şehnazhaveran |
1 |
Beyatiaraban |
1 |
Nihavent |
3 |
Suzinak |
2 |
Mahur |
1 |
Saba |
1 |
Hüzzam |
3 |
Hüseyni |
1 |
Isfahan |
1 |
Musullu
Hafız Osman Dede bestelerinde Düyek, Ağır aksak, Yürük semai, Devr-i hindi,
Sengin semai, Aksak, Evsat Usûlleri kullanılmıştır. Bunların dağılımları
aşağıda verilmiştir289-290:
Tablo 3: Musullu Hafız Osman Dede
bestelerinde Usul Kullanım Âdeti291
Usûlleri |
Âdeti |
Düyek |
6 |
Ağıraksak |
2 |
Devr-i hindi |
2 |
Sengin semai |
2 |
Aksak |
3 |
Evsat |
1 |
Yürük semai |
1 |
Musullu
Hafız Osman Dede bestelerinde Aziz Mahmut Hüdai, Kuddusi, Nakşi Akkirmani,
Niyazi-i Mırsi, Nigar Hanım, Şeref Hanım, Nuri, Fuzuli ve Osman Efendi söz yazarı
olarak notalarında adlarının geçtiği tespit edilmiştir. Bunların dağılımları
aşağıda verilmiştir:
Tablo 4: Musullu Hafız Osman Dede
bestelerinde Söz Yazar Sayıları292
Söz Yazarı |
Âdeti |
Aziz Mahmut
Hüdai |
1 |
Kuddusi |
1 |
Nakşi
Akkirmani |
1 |
Nigar Hanım |
1 |
Şeref Hanım |
1 |
Nuri |
1 |
Fuzuli |
1 |
Osman Efendi |
2 |
Niyazi-i
Mırsi |
1 |
Belirsiz |
7 |
289 http://www.sanatmuziginotalari.com/sanatei_detay.asp?sanid=6555
(12.09.2019)
290 TRT, 2018.
www.trtnotaarsivi.com (15.12.2018)
291 Kaynak Tablo.3
yazar tarafından hazırlanmıştır.
292 Kaynak Tablo.4
yazar tarafından hazırlanmıştır.
Musullu Hafız Osman Dede bestelerinde, şarkı, ilahi, ayin-i
şerif ve şuğul forumlarını kullanmıştır.
Tablo 5: Musullu Hafız Osman Dede
Bestelerinde Form Adetleri293
Kullandığı Formlar |
Âdeti |
Şarkı |
8 |
İlahi |
8 |
Şuğul |
1 |
Ayin-i şerif |
1 |
İsrail'de "Carmon Band ile Sing and Dance"1963
yılında kaydedilen “Fırat Nehri” eserinin ses kaydı bulunmaktadır. Bu eserin
bestesi Osman Al- Mosli, güftesini de Chaim Nachman Bialik
yazdığı belirtilmiştir.[289] [290]
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
İlk dönem
İslam Türk müziği ve Osmanlı müziği, kendi motiflerini oluşturan, Türklerin
dini yaşayışlarıyla İslam’ı yorumladıkları, Türklere ve akabinde Osmanlı’ya has
bir mûsikidir. Bu yönüyle ilk dönem Orta Asya Türk İslam yaşayışı, Selçuklu ve
özellikle Osmanlı din müziği gelişme süreci ile diğer İslam toplumlarının
mûsiki gelişim süreci paralellik arz etmediği görülmüştür. Osmanlı Türk
mûsikisi ve bu mûsikiyi geliştiren mûsikişinaslar verdikleri eserlerle, yaşam
biçimleriyle, mûsiki bilimi açısından geliştirdikleri formlarla kendine has bir
alan oluşturmuşlardır. Osmanlı’nın özellikle gelişme ve duraklama dönemlerinde
Dini Mûsiki Tasavvufi bir tarza doğru kaymaya başlamıştır. On yedinci yüzyıl ve
on sekizinci yüzyılın başlarında müziğe şarkı formu eklenmesiyle tasavvufi dini
mûsiki gelişmesini sürdürmüştür. Bu anlamda saray, halk ve dini mekânların
olduğu üç ayrı alan birbirini geliştirerek varlığını sürdürmüştür.
Hafızlık
İslamiyet’in doğuşundan beri en önemli kurumsal alanlarından biridir. Bu
anlamda hafızlık Osmanlı döneminde özellikle Tasavvufi mûsiki ile gelişerek
önemli bir aşama kat etmiştir. Hafızlar doğal mûsikişinaslar olarak Osmanlı
mûsikisine çok önemli eserler bırakmışlardır. Bu alanda eseri bilinen veya
anonim olan sayısız eser günümüze kadar gelmiştir. Burada bazı Hafız
Mûsikişinas şahsiyetler yaşamlarıyla, ürettiği eserlerle, nesillere bıraktığı
öğretilerle tarihin sayfalarında önemli yerlere sahip olmuşlardır.
Musullu Âma
Hafız Osman Dede Efendi bu önemli şahsiyetlerden belki de en ilginçlerinden
birisi olarak karşımıza çıkmıştır. Kayıt altına alınmış on sekiz adet eseri,
güfteleri, şiirleri Âma olmasına rağmen tüm yaşamında hareketli ve üretken
kişiliği, öğretileri, sosyal ve beşeri ilişkilerindeki başarısı O’nu tarihte
önemli bir yere oturtmaktadır.
TEK,
Abdurrezzak. Bursa’da Kadirî Tekkeleri. Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: 19, Sayı: 1: 143-182.
AKDOĞAN,
Bayram. Türk Din Musikisinin Anadolu'da Doğuşu ve Tarihi Seyri Hakkında Bazı
Mülahazalar. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003, 44.1:
345-371.
Akın, Ersin. Tanburi
Cemil Bey, Töre yayınları, İstanbul, 1992.
AKSOY, Bülent.
Osmanlı Geleneğinde Dinî Musiki Üstüne Birkaç Not. Diyanet Dergisi, 2009.
Al Bakri,
Adel. Uthman al Mawsilli: alSha'er, alMusiqar, alMutasawwuf. "
Uthman al Mawsilli, the Poet, the Musician and the Sufi "
(Çeviri: Aydın, E. Koşar, B. ve Tekin, E. 2019), Baghdad. 1996.
Antoine M.
Ritter von A., “Einiges Über die Musik der Orientalen, İnsonderheit Über das
Domini-Rende Persisch-Türkische Tonsystem”, Aesthetische Rundschau, no.
10, s. 74.
Apuhan Ayşe.
Ali Rıza Sağman ve Tecvit Tilavet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi, İstanbul, 2018.
Ata, Ufuk. Hafızlık
ve Eğitim. Diyanet Aylık Dergi. Sayı: 222, Yayın Tarihi: Hazir an 2009. https://dergi.diyanet.gov.tr/MakaleDetayAramaSonuc.aspx?ID=6103&M=h
afizlik-ve-egitimi (Erişim. 10.05.2019)
Atasoy, Ceylan. (1999). Kültür
ve Medeniyet Açısından Osmanlılar Dönemindeki
Türk
Mûsikisi, Yeni Türkiye Yayınları, Osmanlı Ansiklopedisi, cilt. 10, Ankara.
Atasoy, M.
Cahit. (1993). Türk Mûsiki Tarihi Ders Notları, İ.T.O. Türk Müziği
Devlet Konservatuarı, İstanbul. Sayfa 4.
Ayhan, Halis.
Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimine Genel Bakış. AÜİF Dergisi, Özel Sayı,
1990, s. 250.
Baltacı,
Cahit. “Türk Eğitim Sistemi içinde Kur’an Kursları”, Kur’an Kurslarında
Eğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2000.
Banarlı, Nihat
Sami. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c. I-II, Milli Eğitim Bakanlığı
Basımevi, İstanbul, 1971.
Başbakanlık. Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, Ankara, 2019.
Boone Brian, Schonbrunş
Marc. Çeviren, Sezer Funda, Müzik Teorisi 101, Say Yayınları, İstanbul,
2018, sy.14-15
Bora, Salih.
(2018). Cevdet Çağla,
https://www.turksanatmuzigi.org/sanatcilarimi- z/b-estekarlarimiz/cevdet-cagla/
(Erişim. 20.05.2019)
Cemil,
Mesut. Musullu Osman Dede Efendi, 2019,
https://www.youtube.co-
m/watch?v=Ru8IaXOxONg&fbclid=IwAR03v2HC_8886Xb1ZPdgPqE8stuhnfhZM
Oa9Y6o04Fyj_kNt4VaF7ZvHNUw(Erişim.20.11.2019)
Çollak, Fatih.
(2019). Hafızlık Geleneği Üzerine. 2019, http://www.kastamonur.com-
/hafiz-lik-gelenegi-uzerine/ (Erişim.10.05. 2019)
Derviş Sayid,.https://www.arageek.com/bio/sayed-darwish,
(Erişim,08.11.2019)
Dünya Sözlük. (2019). https://dunyasozluk.com/musullu-hafiz-osman-
efendi.html/1002045
(Erişim Tarihi, 10.03.2019)
Egypt,(2019)http://www.nationalanthems.info/eg.htm(Erişim,09.11.2019)
El-Belazuri, fütuhu'l Buldan. (Çev. Mustafa fayda),KTBY.
s.476; E.Honıgmann. "MUSUL”İA, C.8, İstanbul, 1993, s. 739
Er Rahmi, Modern Mısır Tiyatrosu (I), Atatürk Üniversitesi
DTCF Dergisi, C. X X X III, Sayı: 1-2, Erzurum, 1990, s. 139
Ergun Sadettin, Türk Mûsikisi Antolojisi, Rıza Koşkun
Matbaası, İstanbul. 1942.
Kavak, Abdülcebbar. Iraklılar Dergisi, Almada Matbaası, Sayı
3962, Temmuz, 2017.
Gazeller, (2019).
https://www.youtube.com/watch?v=BK4EVWrm6lY (Erişim Tarihi,
20.05.2019).
Genç Osmanlı Piyanist. Osmanlı Bestekârları ve Eserleri
Hakkında Bilgiler. 2017, http://osmanli.site/osmanlimuzikmûsikisultan/muzisyenbestekarpadisahsultan/osman
li-bestekarlari-eserleri-hakkinda-bilgiler/
(Erişim Tarihi, 15.06.2019)
Gündüz, Ahmet. Osmanlı İdaresinde Musul, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Elazığ, 1998.
Gürler, Mehmet. İslam’da Mûsiki ve Son Osmanlı
Mûsikişinasları. Sebil Yayınevi, İstanbul, 2015, S. 74-75.
Güvençoğlu,
Şerife. Klasik Türk Müziğinin Ustası: Itrî, İstanbul Teknik Üniversitesi
Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarı Akademik Bakış Dergisi, 2013, Sayı, 3.
Hamidullah
Muhammad. İslam Peygamberi, Çevri. Tuğ Salih, İrfan yayınevi, Baskı.4,
İstanbul, 1980.
Hassan,
Scheherazade Qassim. Maqam Traditions of Turkic Peoples, Proceedings of the
Fourth Meeting of the ICTM Study Group Maqam, Istanbul, 18-24 October 1998,
Edited by Jürgen Elsner and GisaJahnichen In Collaboration with Thomas Ogger
and Ildar Kharissov, Published by trafo Verlag Berlin, Berlin 2006, pp. 98-110.
İ.E.M. Kemal
İnal. Hoş Sada-Son Asır Türk Mûsikişinasları, Maarif Basımevi, İstanbul,
1958.
İbrahim,
Şaban. XIX. Yüzyıl Osmanlı Irak’ında Edebi ve Kültürel Çevre,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi SBE, İstanbul, 2001.
İraqi maqam
http://www.amirelsaffar.com/2012/01/08/abouttheiraqimaqam/, (Erişim
,10.11.2019)
İslam
Felsefesi Klasikleri, (2013). İbn Sînâ: Mûsikî (Çev: Ahmek Hakkı
Turabi), Litera Yayıncılık 2. Basım, İstanbul.
İsrail'de"Carmon
Bandile Singand Dance" (1963) Osman Al- Mosli Bestesi https://www.zemereshet.co.il/song.asp?id=332(
Erişim.20.11.2019)
Kaçar, Yahya.
(2017). Yunus Emre ve Türk Tasavvuf Mûsikîsi, İSTEM, 2017, Sayı, 29,
Sayfa, 41-59.
Kara, Mustafa.
(2006). Doğumunun 800. Yılında Mevlana ve Mevlevilik. Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 1. Sayfa 16-18.
Karaduman, İrfan. (2014). Türklerin İslam
İnancı İle Şekillenen Dinî Mûsiki Kültürü ve Türleri, Ordu
Üniversitesi Açık Arşiv Sistemi, 2014,
Sayfa 142-150.
http://earsiv.odu.edu.tr:8080/jspui/bitstream/11489/498/1/T%C3%BCrklerin%20%C
4%B0slam%20%C4%B0nanc%C4%B1%20ile%20%C5%9Eekillenen%20Dini%20
M%C3%BCzik%20K%C3%BClt%C3%BCr%C3%BC.pdf
(Erişim Tarihi, 10.09.201 9)
Karamahmutoğlu Gülay. Tanzimat Döneminde Müzik - Dönem
Padişahları ve Müzik Anlayışları. Osmanlı, X/634; Alâeddin Yavaşça,
“İstanbul Mûsikî Hayatı: Saray Dışında Mûsikî Hayatı”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, V/529.
Kaya, Rıfat. (2019). Musullu Hafız Osman’a ait Dört Adet
Plak(Rıfat Kaya’nın Arşivinden). Anonim, Sivas, 2019.
Köprülü, Fuat. (1976). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
D.İ.B. Yayınları, T.T.K. Basımevi, Ankara 1976. Sayfa 17.
Küçük, Sezai. XIX. Asırda Mevlevilik ve Mevleviler, Doktora
Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2000.
Lşık, İhsan. kesimli ve Metin örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 2. Baskı, İstanbul, 2009.
Nağmei aşk sitesi Ebcet http://nagmeiask.blogspot.com/2015/04/musullu-hafzosman-
dede.html (13.05.2019)
Özalp, N. M. (2019). Türk Mûsikisi Tarihi.
http://www.edebiyatkultur.com/index.p- hp/turk-mûsikisi/59-turk-mûsikisi/474-musullu-ama-hafiz-osman-
efendi
(ErişimTarihi, 10.03.2019)
Neşet,
Çağatay. İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Sayı 3, Ankara, 1977.
Oransay, Gültekin.
Cumhuriyetin İlk Elli Yılında Geleneksel Sanat Mûsikimiz. Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi. Cilt VI, 1985.
Öcal, Mustafa.
“Türkiye’de Kur’an Eğitim ve Öğretiminde Görülen Gelişmeler ve Bir İcazetname
Örneği”, UÜİF Dergisi, Sayı: 2, XIII, Bursa, 2004, s. 85.
Özalp, Mehmet Türk
Mûsikîsi Tarihi (Derleme), TRT Mûsiki Dairesi Başkanlığı, Yayın No, 34. 8,
Cilt. 1, 1986.
Özalp, Mehmet.
Türk Mûsikîsi Beste Formları, TRT Genel Sekreterlik Basım ve Yayın
Müdürlüğü Yayınları, Yayın No: 239, Ankara, 1992.
Özalp, Nazmi. Türk
Mûsikisi Tarihi, MEB Basımevi, Cilt II, sayfa 26, İstanbul, 2000.
Özcan, Nazmi.
Itri Efendi Buhurizade, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, TDV
Yayınları, İstanbul, 1998.
Özcan, Nazmi. Türkiye'nin
Birikimleri-3 Müzisyenler, İlke Yayıncılık: 143, Sayfa, 55-61, İstanbul,
2014.
Özdemir,
Sinem. Popülerleşme Sürecinde Türk Müziği ve Bu Süreçte Bir Bestekâr: Saadettin
Kaynak, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul,
2019.
Öztuna,
Yılmaz. Türk Mûsikisi Teknik ve Tarih, Kent Yayınları, İstanbul, 1996
Sağman
Alirıza. Meşhur Hafız Sami Merhum, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2014.
Salcı, Vahid
Lütfi. Gizli Türk Halk Mûsikisi (Yayına Haz. Etem Ütük), İstanbul:
Numune Matbaası. 1940.
SayedDarwish,(2019)https://www.youm7.com/story/2019/3/17/%D9%82%D9%88%
D9%85-%D9%8(Erişim,09.11.2019).
Sezgin Bekir
Sıtkı. Hacı Ârif Bey, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları,
14. Cilt, 440-442, İstanbul, 1996.
Sezikli,
Ubeydullah. İsmail Kâzım Uz ve İbtidâî Nota Dersleri İsimli Eseri, Disipl
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 2, 15-44, 2017.
Şaban,
İbrahim. (2011). XIX. Yüzyıl Osmanlı Irak’ında Edebi ve Kültürel Çevre, Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, Sayfa 201204.
Tanrıkorur
Cinuçen. Osmanlı Dönemi Türk Mûsikisi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011.
TDV İslam
Ansiklopedisi. Osman Dede Efendi, Musullu. Cilt 15, Sayfa 156-157; Cilt
18, Sayfa, 546-547; Cilt 20, Sayfa 319-323; Cilt 33, Sayfa 462-463; Cilt 44,
Sayfa, 195-196.
Tek
Abdurrezzak, Bursa’da Kadiri Tekkeleri, Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2010.
Toros, Tulgar.
( 1 Ocak 1952). Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği (Bir sanat hadisesi
Ulunay’ın Münir Nurettin’e cevabı),Yeni Sabah Gazetesi,(
Arşiv.no.001510879006), İstanbul.
TRT. (2018). Musullu
Hafız Osman’ın Eserleri Nota Doküman Arşivi, www.trtnotaarsivi.com (Erişim
Tarihi 15.12.2018).
Tuna,
Süleyman. Hafız Sadettin Kaynağın Dünyasında Mûsiki ve Din, Yüksek Lisans
Tezi, Çukurova Üniversitesi, Adana, 2000.
Türk Müzik
Kültürünün Hafızası.
http://www.sanatmuziginotalari.com/s- anatci_detay.asp?sanid=6555
(Erişim Tarihi 12.09.2019)
Uludağ,
Süleyman. (2004). İslam Açısından Müzik ve Sema, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul, 2015.
Uygun, Mehmet
Nazif. TDVİslam Ansiklopedisi, 37. Cilt, Sayfa, 479-480, İstanbul, 2008.
Uymaz, Tahir.
Türk Mûsikîsi Sahasında Şa’bânî Müntesibi ve Şa’bânîlik ile Bağı Olan
Mûsikîşinâslar, SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi, 2019, Sayı: 33, s.
275-304.
Uymaz, Türkan.
Türk mûsikisi Sahasında Müntesibi ve Bayilik ile Bağı olan Mûsikişinaslar, Sosyal
Bilimler Dergisi, Sayı 33, Ocak 2019, s. 290
Ünver Süheyl.
“Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi,
Konya Turizm Derneği Yayınları, Konya, 1964
Üsküdar
Belediyesi, Üsküdar ile Meşhur Ansiklopedisi, Sayı:1, İstanbul, 2012.
Musullu Molla Osman- Arapça Şarkıların Efendisi ( Yazan:
Dr. Ömer Talip ) Kıraat ve Mûsiki, diye başlıklar verilmiş.304
“İşte bu şekilde Molla Osman el-Musli'yi tanıyordum.”
Başlığı verilmiş. 1973 yılında Musullu Molla Osman İle yapılmış programından
bir fotoğraf gösteriliyor.
Programın adı ( Tahkikat). Fotoğrafın altında “Nadir bulunan
bir resim” İfadesi yer alıyor. 305
Musullu Molla Osman- Şam Memleketi Onu,
“Güçlü Muazzam Âma” Mısır ise “ Şarkın (Doğunun) Şakıyanı” Olarak
isimlendiriyor.306 Yazan: Adil Haşimi.
Molla Osman
El-Musul'un var olan uzun bir Tarihi Geçmişini Vermek.307 Başlığı
verilmiş.
Musullu
Hakkındaki Gerçekler. (Senede Bir kez Beni Ziyaret Et.) Evet, O bir
Iraklı! Başlığı verilmiş. Yazan: Ahmed Musullu.308
MELODİLERİN GİTARI/
ARP’I? Yazan: Dr. Adil Bakri309 Şekillinde başlık ve Yazar adı
belirtilmiş.
Musullu
Molla Osman’ın hayatının son saatlerini ve vefatını anlatan bir yazı bunuyor.
HAYATININ SON SAATLERİ’NDE MOLLA OSMAN MUSULLU. Yazan: Halid Muhsin İsmail.310
1970 yılında doğum yeri olan Musul’da, Molla Osmân için bir
anıt dikilmiştir. Vefatı üzerine Abdurrahmân el-Bennâ’, Molla Osman’a aşağıdaki
beyitle başlayan bir mersiye nazmetmiştir.
“ilim şeyhi Osman, Allah ’ın korumasında göğsün imanla dolu
olduğu halde gittin. ”[304]
[1] İrfan
Karaduman. Türklerin İslam İnancı İle Şekillenen Dinî Mûsiki Kültürü Ve
Türleri, Ordu üniversitesi Açık Arşiv Sistemi, 2014, Sayfa 142-150.
[2] Gülçin Yahya Kaçar. Yunus Emre ve Türk
Tasavvuf Mûsikîsi, İSTEM, 2017, Sayı. 29, Sayfa. 41.
[3] Türkan Uymaz. Türk Mûsikîsi Sahasında
Şa’bânî Müntesibi Ve Şa’bânîlik İle Bağı Olan Mûsikîşinâslar Sosyal
Bilimler Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 33, Ocak 2019, s. 275.
[4] Akdoğan, s. 347.
[5] Banarlı, N. S., Resimli Türk Edebiyatı
Tarihi, Cilt I, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1971, s. 276277 .
[6] Hassan, S. Q., Maqam Traditions of Turkic Peoples, Proceedings of
the Fourth Meeting of the ICTM Study Group Maqam, Istanbul, 18-24 October 1998,
Edited by Jürgen Elsner and GisaJahnichen In Collaboration with Thomas Ogger
and Ildar Kharissov, Published by trafo Verlag Berlin, Berlin 2006, pp. 98-110,
2006.
[7] Tanrıkorur Cinuçen, Osmanlı Dönemi Türk
mûsikisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011, s.13
[8] Özalp, Türk Mûsikisi Tarihi, MEB Basımevi,
İstanbul 2000 Cilt I, s. 400
[9] Daha detaylı bilgi için Bakınız; Süheyl Ünver,
“Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi,
Konya Turizm Derneği Yayınları, Konya, 1964.
[10] Aksoy, s. 221.
[11] Aksoy, 222.
[12] Antoine Murat(1739 1813 yılları arasında yaşamış Ermeni asıllı
İsveçli diplomat. İstanbul'daki Batı elçiliklerin de Osmanlı uygarlığının
hakkında gözlemlerde bulunan birkaç diplomattan biriydi.Gözlem yaptığı başlıca
bilimsel alanlar dilbilim, arkeoloji tarih ve müzikti.)(https://eksisozluk.com/antoine-de-
murat--4981323)(Erişim.30.11.2019)
[13] Antoine Murat, Ritter von Adelburg. Einiges
Über die Musik der Orientalen, İnsonderheit Über das Domini-Rende
Persisch-Türkische Tonsystem, Aesthetische Rundschau, no. 10, s. 74. Akt:
Çepni, 2010 (http://www.eskieserler.com/Eski/Eserler/Makale/1873/Osmanli-Geleneginde-Dini-Mûsiki-Ustune-
Birkac-Not.asp?LID=AR&ID=1873)
(12.03.2019).
[14] Aksoy, s. 222.
[15] Aksoy, s. 222.
[16] Gülay Karamahmutoğlu, “Tanzimat Döneminde Müzik - Dönem Padişahları
ve Müzik Anlayışları”, Osmanlı, X/634; Alâeddin Yavaşça, “İstanbul
Mûsikî Hayatı: Saray Dışında Mûsikî Hayatı”, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, V/529.
[17] Özalp Nazmi, Türk Mûsikisi Tarihi, Millî Eğitim
Basımevi, cilt:1, İstanbul 2000, s. 448
[18] Ergun Sadettin N, Türk Mûsikisi Antolojisi,
Rıza Koşkun Matbaası, İstanbul 1942. S. 724-725
[19] Özalp, Age, cilt: II, s. 32
[20] Öztuna Yılmaz, Türk Mûsikisi Teknik ve Tarih,
Kent yayınevi, İstanbul 1996, s. 95
[21] Tanrıkorur, Age, s. 44-45
[22] Özalp, Age, cilt: I, say, 490
[23] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 33, ss. 462-463.
[24] Çağatay Neşet, İslam İlimleri Enstitüsü
Dergisi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Sayı 3, Ankara 1977, say 265-270
[25] Aksoy, s. 222.
[26] El-Belazuri, fütuhu'l Buldan. (Çev. Mustafa
fayda),KTBY. s. 476; E.Honigmann."MUSUL”İA, C.8, İstanbul 1993, s. 739
[27] Gündüz Ahmet, Osmanlı İdaresinde Musul, Doktora
tezi, Fırat üniversitesi, Elazığ 1998, s.3
[28] http://www.amirelsaffar.com/2012/01/08/about-the-iraqi-maqam/
(Erişim,10.11.2019)
[29] Tanrıkorur, Age, s. 18-20
[30] Şaban İbrahim, XIX. Yüzyıl Osmanlı Irak’ında
Edebi ve Kültürel Çevre, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE,
İstanbul 2011, Sayfa 201-204
[31] İbrahim, Age, ss. 103
[32] Al Bakri, 1966, Uthman al Mawsilli: al Sha'er, al Musiqar, al
Mutasawwuf, ‘Uthman al Mawsilli, the Poet, the Musician and the Sufi’, Baghdad.
ss. 38
[33] Hassan, 2006, ss. 99-110
[34] Küçük Sezai, XIX. Asırda Mevlevilik ve
Mevleviler, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul 2000, say 33-34.
[35] Hassan, 2006, ss. 99-110
[36] Al Bakri, ss. 82.
[37] Al Bakri, ss. 83.
[38] Al Bakri, ss. 84.
[39]Al Bakri, ss. 84.
[40] Al Bakri, ss. 85.
[41] Şaban ss. 203.
[42] Al Bakri, ss. 85.
[43] Al Bakri, ss. 86.
[44] Şaban ss. 203.
[45] Al Bakri, ss. 87.
[46] Al Bakri, ss. 88.
[47] Al Bakri, ss. 81.
[48] Dünya Sözlük. (2019),https://dunyasozluk.com/musullu-hafiz-osman-efendi.html/1002045
(10.03.2019)
[49] Özcan, 2014, Türkiye'nin Birikimleri-3
Müzisyenler, İlke Yayıncılık, 143, Sayfa, 55-61, İstanbul
[50] Özcan, 2014, ss. 55-56.
[51] Özcan, ss. 57-59.
[52] Özalp N. , Türk Mûsikisi Tarihi, MEB Basımevi,
Cilt II, İstanbul 2000, s.31-32.
[53] Toros Taha, Kişisel Arşivlerde İstanbul
belleği (Bir sanat hadisesi Ulunay’ın Münir Nurettin’e cevabı),Yeni Sabah
Gazetesi,( Arşiv.no.001510879006), İstanbul, ( 1 Ocak 1952).
[54] Toros Taha. 1952
[55] Özalp, ss, 26-32
[56] Özalp, 2000, ss. 31.
[57] Öztuna 1996, ss. 148.
[58] Özalp, 2000, ss. 26.
[59] Üsküdar Belediyesi, Üsküdar ile Meşhur
Ansiklopedisi, Sayı:1, İstanbul, Ocak 2012.
[60] Türkan Uymaz, Türk mûsikisi Sahasında Müntesibi
ve Bayilik ile Bağı olan Mûsikişinaslar, Sosyal
Bilimler Dergisi, Sayı 33, Ocak 2019, s. 290
[61] Özalp, 2006, ss. 43
[62] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 20, ss. 546-547.
[63] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 44, ss. 195-196.
[64] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 44, ss. 195-196.
[65] Özalp, 1996, Cilt II, ss. 622-624.
[66] Özalp, 1996, Cilt I, ss. 156.
[67] Sezikli, 2017, İsmail Kâzım Uz ve İbtidâî Nota
Dersleri İsimli Eseri, Disipl Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 2, 15-44
[68] Özalp, 1996, Cilt II, ss. 118.
[69] Özalp, 1996, Cilt II, ss. 118.
[70] https
://iraqimaqam.blogspot.com/2009/04/abdul-fattah-maruf-efendi.html(Erişim.
17.11.2019)
[71] Al Bakri, ss. 24.
[72] Hassan, 2006, ss. 98-110,
[73] Bora, S. 2018, Cevdet Çağla, https://www.turksanatmuzigi.org/sanatcilarimiz/bestekariarimiz/cevd-
et-cagla/ (Erişim, 20.05.2019).
[74] Tek Abdurrezzak, Bursa’da Kadiri Tekkeleri, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt:19, sayı 1, 2010. s.176
[75] https://www.arageek.com/bio/sayed-darwish (Erişim,08.11.2019)
[76] Kerim Fahri, Iraklılar Dergisi, Almada
Matbaası, Sayı 3962, Temmuz 2017, sy10
[77] Al Bakri, ss.70.
[78] Fahri, ss. 10
[79] Al Bakri, ss.70.
[80] Al Bakri, ss.72.
[82] Al Bakri, ss.72.
[84]Al
Bakri, ss. 72.
[85]Al Bakri, ss. 73.
[87] http://www.nationalanthems.info/eg.htm(Erişim,09.11.2019)
[88] Neşet, ss. 265-270
[89] İ.E.M. Kemal İnal, Hoş Sada-Son Asır Türk
mûsikişinasları, Maarif Basımevi, İstanbul 1958, sayfa 187-188
[90] Hamidullah Muhammad, İslam Peygamberi, Çevri.
Tuğ Salih, İrfan yayınevi, Baskı.4, İstanbul 1980, sy.754
[91] Ata, 2009. Hafızlık ve Eğitim. Diyanet Aylık
Dergi, Sayı: 222, Yayın Tarihi: Haziran 2009
https://dergi.diyanet.gov.tr/MakaleDetayAramaSonuc.aspx?ID=6103&M=hafizlik-ve-egitimi
(Erişim. 10.05.2019).
[92] Çollak, 2019, Hafızlık Geleneği Üzerine.
http://www.kastamonur.com/hafizlik-gelenegi-uzerine/ (Erişim: 10.
05. 2019).
[93] Uludağ Süleyman, İslam Açısından Müzik ve Sema,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004, s. 157
[94] Çollak, 2019.
[95] Uludağ Süleyman, s. 158
[96] Ata, 2009.
[97] Hamidullah Muhammad, s. 754
[98] Hamidullah Muhammad, s. 754-755
[99] Ata, 2009.
[100] Ata, 2009.
[101] Çollak, 2019.
[102] Baltacı, 2000, Türk Eğitim Sistemi içinde
Kur’an Kursları, Kur’an Kurslarında Eğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu,
Ensar Neşriyat, İstanbul.
[103] Öcal, 2004, “Türkiye’de Kur’an Eğitim ve
Öğretiminde Görülen Gelişmeler ve Bir İcazetname Örneği”, UÜİF Dergisi, Sayı:
2, XIII, Bursa, s. 85.
[104] Çollak, 2019.
[105] Çollak, 2019.
[106] Hamidullah Muhammad, s. 763-764
[107] Çollak, 2019.
[108] Çollak, 2019.
[109] Ayhan, 1999, Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimine
Genel Bakış, AÜİF Dergisi, Özel Sayı, s. 250.
[110] Ata, ss. 222.
[111] Ata, ss. 222.
[112] Al Bakri, ss. 44.
[113] Al Bakri, ss. 44.
[114] Al Bakri, ss. 45.
[115] Al Bakri, ss. 45.
[116] Al Bakri, ss. 45.
[117] Şaban ss. 203
[118] Al Bakri, ss. 46.
[119] Al Bakri, ss. 46.
[120] Al Bakri, ss. 46.
[121] Al Bakri, ss. 46.
[122] Al Bakri, ss. 47.
[123] Al Bakri, ss. 47.
[124] Al Bakri, ss. 47.
[125] Al Bakri, ss. 48.
[126] Al Bakri, ss. 48.
[127] Al Bakri, ss. 49.
[128]Al Bakri, ss. 49.
[129] Atasoy, 1999. Kültür ve Medeniyet Açısından Osmanlılar Dönemindeki
Türk Mûsikisi, Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt. 10, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
[130] Genç Osmanlı Piyanist, 2017.
[131] Atasoy, 1999
[132] Genç Osmanlı Piyanist, 2017
[133] Atasoy, 1999.
[134] Genç Osmanlı Piyanist, 2017.
[135] Atasoy, 1999.
[136] TDV İslam Ansiklopedisi, 15. cilt. 92-93.
[137] Sağman A.R, 2014, Meşhur Hafız Sami Merhum,
Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, s. 75.
[138] TDV İslam Ansiklopedisi. s. 92
[139] Özalp, 2000, ss. 122.
[140] Sağman, 2014, ss. 53.
[141] TDV İslam Ansiklopedisi, 15. cilt. 102-103.
[142] Apuhan, A. E. 2018, Ali Rıza Sağman ve Tecvit Tilavet Anlayışı,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, s. 7-8.
[143] lşık İ. 2009, Resimli ve Metin örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 2. Baskı, İstanbul.
[144] TDV İslam Ansiklopedisi, 35. cilt. 489-490.
[145] Tuna, s. 2010, Hafız Sadettin Kaynağın
Dünyasında Mûsiki ve Din, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, Adana, s.
11-16.
[146] Özdemir, s. 2009, Popülerleşme Sürecinde Türk
Müziği ve Bu Süreçte Bir Bestekâr: Saadettin Kaynak, Doktora Tezi, İstanbul
Teknik Üniversitesi, İstanbul, Sayfa, 99.
[147] İslam ansiklopedisi,15 cilt, 1997, s. 88- 89
[148] İslam ansiklopedisi,15 cilt, 1997, s. 88- 89,
[149] Akın Emin, Tanburi Cemil Bey, Töre yayınları,
İstanbul 1992, ss. 335
[150] Özalp, cilt: II, s.s 85-86
[151]https://www.youtube.com/watch?v=Ru8IaXOxONg&fbclid=IwAR03v2HC_8886Xb1ZPdgPqE8stu
hnfhZMOa9Y6o04Fyj_kNt4VaF7ZvHNUw(Erişim.20.11.2019)
[152] Al Bakri, 1966, Uthman al Mawsilli: al Sha'er, al Musiqar, al
Mutasawwuf, ‘Uthman al Mawsilli, the Poet, the Musician and the Sufi’, Baghdad.
ss. 22.
[153] Al Bakri, ss. 23.
[154]Gürler Mehmet, İslam’da
Mûsiki ve Son Osmanlı Mûsikişinasları, Sebil Yayınevi, İstanbul 2015, ss.
74.
[155] Şaban. ss. 201.
[156] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 33, ss.462.
[157] Al Bakri, ss. 23-24.
[158] Hassan, 2006, ss. 98-110
[159] Şaban. ss. 201.
[160] Gürler, ss. 74.
[161] Al Bakri, ss. 23.
[162] Şaban. ss. 201.
[163] Al Bakri, ss. 23.
[164] Gürler, ss.74.
[165] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 33, ss. 462.
[166] Şaban. ss. 203.
[167] Gürler, ss. 75.
[168] Nazmi M. (2019) Türk Mûsikisi Tarihi. http://www.edebiyatkultur.com/index.php/turk-mûsikisi/59-
turk-mûsikisi/474-musullu-ama-hafız-osman-efendi (10.03.2019)
[169] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 33, ss.462.
[170] TDV İslam Ansiklopedisi, ss. 463.
[171] Kaynak Tablo.1 yazar tarafından hazırlanmıştır.
s.73
[172] TDV İslam Ansiklopedisi, ss. 463
[174] Al Bakri, ss, 25.
[175] Al Bakri, ss, 25.
[176] Al Bakri, ss, 25.
[177] Al Bakri, ss, 25.
[178] Şaban, ss.202.
[179] Al Bakri, ss,27.
[180] Al Bakri, ss, 27.
[181] Al Bakri, ss, 27.
[182] Al Bakri, ss, 28.
[183] Şaban, ss.202.
[184] Al Bakri, ss, 29-30.
[185] Şaban, ss. 202.
[186] Al Bakri, ss, 31.
[187] Şaban, ss. 202.
[188] Al Bakri, ss, 32.
[189] Şaban, ss. 202.
[190] Al Bakri, ss, 33-34.
[191] Al Bakri, ss, 35.
[192] Al Bakri, ss, 35.
[193] Al Bakri, ss, 36.
[194] Al Bakri, ss, 37.
[195] Al Bakri, ss, 37.
[196] Başbakanlık, 2019, bakınız Ek. 3.
[197] Al Bakri, ss, 37.
[198] Al Bakri, ss, 37.
[199] Al Bakri, ss, 38.
[200] Al Bakri, ss, 38.
[201] Şaban ss. 203
[202] Al Bakri, ss. 43.
[203] Al Bakri, ss. 38.
[204]Al Bakri, ss. 38.
[205]Al
Bakri, ss. 38.
[206]Al Bakri, ss. 66.
[207]Al Bakri, ss. 66.
[208]Al
Bakri, ss. 66.
[209] Al Bakri, ss. 67.
[210] Al Bakri, ss. 67.
[211] Al Bakri, ss. 67.
[212] Al Bakri, ss. 68.
[213] Al Bakri, ss. 68.
[214] Al Bakri, ss. 69.
[215] Al Bakri, ss. 69.
[216] Al Bakri, ss. 69.
[217] Al Bakri, ss. 69.
[218] Al Bakri, ss. 70.
[219] Al Bakri, ss. 70.
[220] Al Bakri, ss. 70.
[221] Al Bakri, ss. 70.
[222] Al Bakri, ss. 70.
[223] Al Bakri, ss. 72.
[224] Al Bakri, ss. 72.
[225]Al Bakri, ss. 72.
[226]Al Bakri, ss. 73.
[227]Al Bakri, ss. 73
[228] Er Rahmi, Modern Mısır
Tiyatrosu (I), Atatürk Üniversitesi DTCF Dergisi, C. X X X III, Sayı: 12,
1990, s. 139
[229]Al
Bakri, ss. 73
[230] Al Bakri, ss. 74
[231] Al Bakri, ss. 74
[232] Al Bakri, ss. 74.
[233] Al Bakri, ss. 75.
[234] Al Bakri, ss. 75.
[235] Al Bakri, ss. 76.
[236] Al Bakri, ss. 76.
[237] Al Bakri, ss. 76.
[238] Al Bakri, ss. 76.
[239] Al Bakri, ss. 77.
[240] Al Bakri, ss. 77.
[241] Al Bakri, ss. 77.
[242] Al Bakri, ss. 78.
[243] Al Bakri, ss. 78.
[244] Al Bakri, ss. 79.
[245] Al Bakri, ss. 79.
[246] Al Bakri, ss. 79.
[247] Al Bakri, ss. 79.
[248] Al Bakri, ss. 80.
[249] Al Bakri, ss. 80.
[250] Al Bakri, ss. 81.
[251] Al Bakri, ss. 81.
[252] Al Bakri, ss. 110.
[253] Al Bakri, ss. 110.
[254] Al Bakri, ss. 111.
[255] Al Bakri, ss. 111.
[256] Al Bakri, ss. 112.
[257] Al Bakri, ss. 112.
[258] Al Bakri, ss. 113.
[259] Al Bakri, ss. 113.
[260] Al Bakri, ss. 113.
[261] Al Bakri, ss. 113.
[262] Al Bakri, ss. 50.
[263] Al Bakri, ss. 50.
[264] Al Bakri, ss. 51.
[265] Al Bakri, ss. 51.
[266] Al Bakri, ss. 52.
[267] Al Bakri, ss. 54.
[268] Al Bakri, ss. 54.
[269] Al Bakri, ss. 54.
[270] Al Bakri, ss. 54.
[271] Al Bakri, ss. 55.
[272] Al Bakri, ss. 58.
[273] Al Bakri, ss. 58.
[274] Dâvûd aleyhisselâm’a vahyedilen ve ilâhî
şeklinde okunan Zebur âyetleridir. Bir anlamı da “çalgı âletleri” demektir.
[275] Al Bakri, ss. 59.
[276] Al Bakri, ss. 59.
[277] Al Bakri, ss. 63.
[278] Al Bakri, ss. 64.
[279] Şaban İ.ss.204
[282] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 33, s. 462-463
[283] Kaynak Tablo. 1 yazar tarafından hazırlanmıştır.
[284] Hafız Osman Efendi(Musul'lu),
https://www.yedinota.com/beste/feryad-ki-feryadima-imdad- edecek-yok-4483,
01.10.2019
[285] TRT, 2018. www.trtnotaarsivi.com (15.12.2018).(Orijinal
nota aktarımları PDF üzerinden fotoğrafa dönüştürülmüştür.)
[287] TRT, 2018. www.trtnotaarsivi.com (15.12.2018)
[288] Kaynak Tablo.2 yazar tarafından hazırlanmıştır.
[289] Kaynak, Tablo.5 yazar tarafından hazırlanmıştır.
[290] https://www.zemereshet.co.il/song.asp?id=332(
Erişim.20.11.2019)
[304]
Şaban. ss. 203.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar