Filibeli Ahmet Hilminin Amâkı Hayal Adlı Eserinde Hakikat Kavramı
Hazırlayan:
Cihat ÖZ
İnsan düşünen bir canlı olarak kendi yaşam bağlamını ve
mukadderatını da göz önünde bulunduran bir değerlendirmeği her daim canlı tutup
hayatı anlamlandırma yoluna gitmiştir. Hayata ve gelecek endişesine dayalı umut
düşüncesi, varoluşun anlamının en önemli etkeni olarak belirmektedir. Farklı
sosyal çevreler ve kültür ortamlarında bulunan insanların varoluş, gelecek
endişesi ve umut bağlamında ortaya koyduğu düşünceler söylem ve ifade
zenginliği olarak çeşitlense de ortak bir mahiyet taşımaktadır. Muhibbî’nin şu
güzel beyanı bunu terennüm eder: “Kimi ar’ar dedi kadd-i
dildâra kimi elif; Cümlenin maksûdı bir ammâ rivâyet muhtelif”.
Muhibbî’nin işaret ettiği gibi insanın özüne yönelik temel
yönelim, aşk olsun, hakikat olsun aslında farklı tarzlar içinde aynıdır.
Üzerinde çalıştığımız Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl adlı eserinde de
bu mesele çeşitli dinlerin insanın hakikatini, dile getirişi bağlamında
irdelenmektedir. İnsan ve yaratıcı irade arasındaki ilişkide insanın yaratıcı
iradenin maksudunu anlama ve bunu hakikat algısı olarak ifade etmesi, kendi
aidiyeti bağlamında tezahür etmektedir. Bu bağlamda kişinin mensup olduğu din
onun için mutlak hakikati ifade etmekte ve hak olma hüviyetine haiz olmaktadır.
Farklı
dinlerin mensuplarının hakka ulaşma ve hakikati elde etme süreci
kendi bağlamında bir seyri suluk ile realize edilmekte ve hakka vâsiliyet
anlatıya dökülmektedir. Bu süreç aynı zamanda insan olma süreciyle
ilişkilendirilir. Tasavvuf ehlinin ifadesiyle her kişi olmadan çıkıp er kişi
olmak, epistemik anlamda sıradan bilginin ötesinde hakkı idrakte açıkgöz ve
gönüle sahip olmak, açık zihinle hakkın hakikatine ermek anlamına gelir.
A’mâk-ı Hayal’de Filibeli Ahmet Hilmi, roman tekniği ve anlatımı içinde insanın
üst seviyede idrak ve bilmeye vasıl olmasının hikâyesini yapmaktadır. Bu eser
diğer taraftan İslam felsefi düşüncesi içinde yer eden Feridüddin-i Attar’ın Mantık’üt
-Tayr adlı eserinin Ahmet Hilmi tarafından insan ve hakikat konusunda
yeniden bir gündeme getirilmesi ve modern dönemde ehemmiyet arz eden konunun
serimlenmesini sağlamaktadır.
BİRİNCİ
BÖLÜM
FİLİBELİ
AHMET HİLMİ’ NİN HAYATI VE ESERLERİ
II.
Meşrutiyet Dönemi aydın ve muharrirlerinden olan Şehbenderzâde
Filibeli Ahmet Hilmi, 1863 yılında bu günkü Bulgaristan sınırları içerisinde
yer alan Filibe şehrinde doğmuştur. Babası Süleyman Bey, annesi ise Şevkiye
Hanımdır. Rivayetlere göre babası Hazar kıyısında bulunan Akşit
Türkmenlerindendir. Annesi Şevkiye Hanım ise Kafkasyalıdır. (Halil, 2008)
Ailenin en büyük çocuğudur. Arşiv kayıtlarından bildiğimiz kadarıyla “Sıbyan
Mektebinde mukaddematı ulumu diniyyeyi okumakla beraber, Rüştiye
mektebinde ise Arabi’den mantık, Farisi’den Gülistan ve Fenni Hisab öğrendiği
resmi sicilinde belirtilir. (Ekici, 1997, s. 23) Eğitimine Galatasaray
Sultanisi’nde devam ettiği birçok kaynakta belirtilse de elimizde bu bilgiye
dair bir kayıt yoktur. Yani gerek Galatasaray Sultanisi’nin o dönem ki mezun
listelerinde gerekse arşiv kayıtlarında böyle bir bilgi yoktur. (Ekici, 1997,
s. 31)
İlk görev yeri, Sirkeci İskelesinde’ ki Şube Posta Memuriyeti
olmuştur. (1888) Daha sonra sırasıyla Yeni Cami Postahanesi Mekâtib-i
Mersule Memuriyet inde görevlendirilmiştir. (1889) Aynı yıl içerisinde İzmir
Posta Kitâbeti’ne gönderilerek yine bu kurumda da Mekâtib-i Mersule
Başmemuriyett ne terfi etmiştir. (1890) Bu kurumda bir süre kardeşiyle
beraber çalışmıştır.
1897 yılında yapılan yer değişikliği sonucunda Beyrut şehrinde
bulunan, Posta ve Telgraf Müdürlüğüne gönderilmiştir. Bilinen son resmi
görev yeri Beyrut Posta ve Telgraf Müdürlüğüdür. Bu kurumda yapılan bir
soruşturma neticesinde zimmetine para geçirmek suçundan dolayı görevinden azl
edilmiştir. (Ekici, 1997, s. 34-36) Daha sonra Jön Türkler’ in kalesi olan
Mısır’a giderek burada kendi ülküdaşlarıyla istişarelerde bulunmuştur. 1901
yılında İstanbul’a dönerek yayın hayatına başlamıştır. Ancak hükümet aleyhinde
yazdığı yazılar neticesinde Fizan’a sürgün edilmiştir. Sürgüne gönderilmeden
evvel Bab-ı Zaptiye Hapishanesinde 7 -8 ay kadar kalmıştır.
Bu dönemde “Fizan Menfası” adlı bir eser kaleme almıştır.
Yalnız bu eserin adı bizlere ulaşmakla beraber eserin kendisi kaybolmuştur.
Ahmet Hilmi, Fizan’ da Usul-u
Cedit ve Türkçe
dersler okutulan bir okulun açılışı için çok çaba harcamış ve bu okulun açılışı
için gelen İngiltere’nin Borno Valisi Mister Wishery’nin takdirlerini
kazanmıştır. Bu topraklarda bulunduğu yıllarda sadece siyasi kişiliğiyle değil
aynı zamanda dine ve tarikata bağlı bir şahsiyet olarak da bilinmektedir. O
coğrafyanın tarikatlarından olan Arusî ve Senûsî tarikatlarının
adetlerini ve öğretilerini yakından inceleme fırsatı bulmuştur. Kendini 5- 6
yıl kadar bu tarikatlar bünyesinde eğitmiş ve İslami Araştırmalara ilgi
göstermiştir.
Ahmet Hilmi, II. Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’ a
dönmüştür. “1910’ da Hikmet isimli bir haftalık gazete yayımlamaya başlamış,
yine aynı yıl Hikmet Matbaa-yi İslamiyesini kurmuştur.” (Hilmi, 2008, s.
11) Burada yayın hayatına devam etmiş ve çıkardığı yayınlarla İttihat ve
Terakki’nin yapmış olduğu faaliyetleri çok sert bir üslupla eleştirmiştir.
“1911’de, hem gazete hem de matbaa kapatılarak, Ahmet Hilmi Bursa’ya sürgüne
gönderildi.” (Toku, 1996, s. 76)
Darülfünun’da Felsefe alanında müderrislik yaptığı bilinmektedir.
Aynı zamanda İlm-i Ahval-i Ruh adlı eserini de ders kitabı olarak
okutmuştur. Dârüşşafaka Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İlmiyye Âzâlığı
görevinde bulunmuştur. (Ekici, 1997, s. 44) Yabancı dil olarak, Arapça,
Fransızca ve Farsça’yı biliyordu. Ahmet Hilmi, M. Şevki Eygi’nin bildirdiği
üzere 17 Ekim 1914 tarihinde vefat etmiştir. “Ölüm sebebi olarak bakırdan
zehirlendiği söyleniyor ise de Masonlar tarafından zehirlendiği de rivayet
edilmektedir.” (Toku, 1996, s. 77)
1.
Senûsîler ve 13. Asrın Müteffekir-i İslâmisi Seyyid Muhammed el
Senûsî Abdülhamid veya elMehdî ve Asr-i Hâmîdîde Âlemi İslam ve Senûsîler, İkdam Matbaası İstanbul 1325.
2.
Amak-ı Hayal, İstanbul,
Giridî Ahmed Saki Matbaası,1326.
3.
İslam Tarihi Cilt 1-2,
Hikmet Matbaası, İstanbul 1326.
4.
Müslümanlar Dinleyiniz(Şeyh
Mihridîn Arûsî adıyla), Ebu’z-Ziya Matbaası, İstanbul, 1326.
5.
Öksüz Turgut, Hikmet
Matbaası, İstanbul, 1326.
6.
Vay Kız Bekçiyi Seviyor,
Ebu’z-Ziya Matbaası, İstanbul, 1326.
7.
8.
istibdadın Vahşetleri Yahut Bir Fedakârın Ölümü, Müşterekü’l- Menfa’ a Osmanlı Şirketi Matbaası,1326.
9.
İlmî Ahvali ’ r Ruh(
Darülfünunda okutulan felsefe dersleri) , Hikmet Matbaası, İstanbul 1327.
10.
Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i
Siyâset, Hikmet Matbaası, İstanbul,
1327.
11.
Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? Hikmet Matbaası, İstanbul, 1329.
12.
Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor,
Hikmet Matbaası, İstanbul,1329.
13.
Akvâm-ı Cihân Cilt 1-2, Hikmet Matbaası, İstanbul, 1329.
14.
Türk Armağanı, Hikmet
Matbaası, İstanbul, 1330.
15.
Muhalefetin İflası,
Hikmet Matbaası, İstanbul,1331.
16.
İki Gavs-i Enâm: Abdülkâdir ve Abdülselâm, Hikmet Matbaası, İstanbul 1331.
17.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebîmizi Bilelim, Hikmet Matbaası, İstanbul,1331.
18.
Üss-i İslam, Hikmet
Matbaası, İstanbul,1332.
19.
Akıl ve Bilimde Materyalizm Etkisi(Huzur-ı Akl-ı Fende Mâddiyyûn
Mesleki.
Dalaleti) İstanbul 1332.
20.
Aşk-ı Bâlâ(Hikmet
Gazetesinde).
21.
Bektâşîler ve Heyet-i İçtimâiye-i Osmaniye ( Hikmet Gazetesinde).
22.
Tasavvuf-ı İslâmî ve Fünûn-ı Cedîde ve Fe/se/e(Hikmet Gazetesinde).
23.
İblis İzzeddin Behmen(Hikmet
Gazetesinde).
24.
Baş Belası Üç Jön Türk Yahut Feylesof İbiş(Coşkun Kalender).
25.
Melekzâde Ailesi(İttihâd-ı
İslâm ve Coşkun Kalender).
2.1.
Varlık Anlayışı ve Âlemin Yaratılış Fikri
Filibeli Ahmet Hilmi, kendinden önceki filozof ve mütefekkirlerin
görüşlerini inceleyerek evrenin, kendi tabiri ile âlemin oluş halindeki
durumundan hareketle asıl değişmeyen şeyin ve bu oluşa kaynaklık eden dayanak
noktasının ne olduğu sorunu üzerine düşünür. Âlem nasıl oluşmuştur? Âlemi
oluşturan şeylerin kaynağı nedir? Âlemin oluşumuna kaynaklık eden şey sayıca
tek midir yoksa daha fazla mıdır? Eğer var olan şeylerin hepsi temelde bir cevhere
indirgenmek istenirse bu cevher ya da cevherler maddi mi yoksa tinsel bir
mahiyet mi arz etmektedir? Akli bir varlık olan insan “Varlık” ve “var olan”
düzleminde neyi ne kadarıyla bilmesi mümkündür? Bu tarz sorular Ahmet Hilmi’nin
merakını bileyen sorulardır. Evvela, âlemin nasıl oluştuğu ve değişimin arka
planında değişmeyen ve değişime kaynaklık eden şeyin bilinmesi noktasında,
Ahmet Hilmi’nin nazariyesi dâhilinde felsefe tarihine bir göz gezdirelim.
İlk olarak kadim Yunan’da, âlemin oluşumuna kaynaklık eden şeyin
ne olduğunu ve mahiyeti konusunda mitolojik unsurlardan yararlanılmıştır. “Bu
düşüncede maddenin daha doğrusu kâinatın ve ilahların bundan ayrı ve bağımsız
bir şey olmadığı görüşü belirsiz bir suretle vardır. İlk yunan düşüncesine
göre, önce mevcut gece ve kuvvetti.” (Hilmi, 2008, s. 222) Buradan hareketle
zıt kuvvetlerin etkisine inanılarak ve tamamen amiyane (gündelik bilgi) bir
değerlendirme ile var olan her şeyin iki zıt kutba ayrıldığını görüyoruz.
Gece-gündüz, yer-gök, etki (hareket)-durağanlık, kaos ve düzen gibi birden
fazla çift kuvvet vardır. Bir birine zıt olan kuvvetler, sürekli değişim
dâhilindeki kâinatta kendilerini dönüşümlü bir biçimde gösterirler. “Eski
rivayetlerden biri olan Heziyad tekvinine göre ilkin kaos (nizamsızlık) vardı.
Bundan gökler, yerler ve denizler peyda oldu. Yer ve göğün birleşmesinden de
ilahlar meydana geldi” (Hilmi, 2008, s. 222) Burada geçen “kaos” kelimesinin
tam olarak mahiyeti bilinmemekle beraber Ahmet Hilmi, Aristoteles yorumuna
başvurarak bu “kaos” kelimesinin “karanlık alan” olduğu kanısına varmıştır.
Ayrıca bu “kaos” un mahiyetine “su, ateş diyenler de vardır. Şurası muhakkak
ki; hepsi bu kelimeyle varlıkların mayasını kastetmektedir.” (Hilmi, 2008, s.
222) Yunan fizikçilerinin, âlemin özünü, mayasını açıklarken tecrübi bir alana,
gözlemlenebilir maddelere indirgemesi amiyane bilgiden ziyade
bilimsel görüye geçişin temelini atmıştır.
Milet okulundan sonra Plüralistlerin ve atomcuların görüşlerine de
yer veren Ahmet Hilmi, özelliklede Demokritos ve Leukippos’un atomcu
görüşlerinin de bilimsel görü teşkil ettiğini belirtir. “Bu bakışta Vahdet- i
Vücud görülmez. En kesin bir maddi bakıştır.” (Hilmi, 2008, s. 223) Eflatun
(Platon) ile birlikte mevcuttaki amiyane ve bilimsel görüş ters yüz edilip
varlığın hakikati maddi bir tözde aranmaksızın tamamen ideal bir görü ile
tinsel bir kılığa bürünmektedir. “Ona göre kâinatın esası yaratık (yaratılmış,
yoktan var edilmiş) değildir. Bu esas eski Kaos’tan ibaret ise onu Demiourgos
(yani Tanrı) düzenlemiş ve bu günkü ahenge sokmuştur.” (Hilmi, 2008, s. 223)
Ahmet Hilmi Platon’un fikirlerinin maddeci ve ilk çağ filozoflarına nazaran
daha makul olduğunu en azından varlığı açıklarken düzenleyici bir sebep ve
maddeden ayrı bir ruhu kabul ettiğini belirtir. “Eflatun’a göre kâinat, ruh ve
cesetten meydana gelmiş bir nevi şahsiyet olup, akla sahip, daima genç ve
faaldir.” (Hilmi, 2008, s. 223) Ancak bu bakış açısı bilimsel görüşe ters
düşmekle beraber kanıtlanması mümkün değildir.
Aristoteles’e gelindiğinde ilkçağ filozoflarının eleştirisinin
yanı sıra Platoncu idealar kuramına da ağır eleştirilerde bulunur. Metafizik
adlı eserinde Aristoteles, Platon’un fikirleri hakkında çıkarımlarda bulunur.
“Platon, gençliğinden itibaren Kratylos’un[3] dostu olduğundan ve bütün
duyusal şeylerin sürekli bir akış içerisinde olduklarını ve bilimin konusu
olmayacaklarını söyleyen Herakleitos’un görüşlerini yakından bildiğinden daha
sonraki yıllarda da bu görüşleri savundu.” (Aristoteles, 2012, s. 112). Bu
durum değişen ve devinen evrenin açıklanması noktasında çoklukları tek bir
nedene bağlama ihtiyacını gerekli kılar. Zira değişen şeyleri kavrayıp bilimsel
bir ifadeyle aktarmak Platon için neredeyse imkânsızdır. Aristoteles;
Platon’un, varlığı ve evrenin oluşumunu anlamak ve makul bir açıklama getirmek
adına iki tür nedenden yararlandığını belirtir. “Bunlar formel ve maddi
nedenlerdir.” (Aristoteles, 2012, s. 116) Kendinden önceki filozoflar bu iki
nedeni varlığın sebebi olarak görüyorlardı. Aristotelesçi anlamda bu tarz
fikirler makul olmakla beraber eksik ve sığdır. Varlığın bir amacının olduğunu
savunan Aristoteles, bir üçüncü nedeni ekleyerek ereksel nedenin
zorunluluğundan bahseder. Sırasıyla; maddi, formel ve ereksel nedenlerin
varlığının, oluşu ve evreni
açıklamak için zorunlu olduğunu belirten Aristoteles, bu oluşun
kaynağına inerek; var olan, mevcuttaki harekete sebep olan ancak hareket
etmeyen bir hareket ettiriciyi de işe katarak evrenin arkasındaki sır perdesini
aralamaya çalışmıştır.
Platon ve Aristoteles’in fikirlerine yer verdikten sonra, orta çağ
ve skolastik felsefe hakkında Ahmet Hilmi’nin görüşlerini inceleyelim.
“Hristiyanlık Museviliğin esası üzerine kurulduğundan kâinat hakkında bu dinin
düşünürlerine göre mevcut fikirler “yoktan var olma” meselesi sonucuna varır.
Skolastik adı verilen felsefe okulu mensupları din düsturları ile Yunan
felsefesini bağdaştırmak gayretini gösteriyorlardı.” (Hilmi, 2008, s. 227)
Aristoteles’in fikirleri Hristiyanlık çerçevesinde kabul görüyor ve bu bakış
açısı ile kavranıyordu. Bu çerçevede evren monist bir anlayışla yegâne güç
sahibi olan bir Tanrı tarafından yoktan var edilmiştir. Evrenin ilk hareket
ettiricisi de son harekete kadar hareketin ve fiillerin yaratıcısı da Tanrı
olduğu inanışı hâkimdir. Evrenin yoktan var edilmesiyle birlikte sonlu olduğunu
ve ezeli ve ebedi olarak sadece Tanrının var kalmasının zorunlu olduğunu
savunuyorlardı.
17. Yy‘a gelindiğinde kilise otoritesi bir nebze olsun kırılmış,
çoğunluğu kiliseden ayrılma birçok düşünür ortaya çıkmıştır. Lakin Descartes
hariç, çünkü o, bilim adamı kimliğiyle adından söz ettirir. İyi derece
matematik bilen Descartes, kendinden öncekilerin, her şeyi olduğu gibi ve
herhangi bir araştırmaya tabi tutmadan kabul ettiğinden dem vurur. Hocalarının
verdiği bilgiler de buna dâhil, hepsinden şüphe duymaya başlar. Bu evrenin
nasıl oluştuğuna dair ve birde tabi gerçekliğine dair şüpheler kafasını
kemirir. Nihayet her şeyi tek bir şey üzerine temellendirebileceği Arşimet
noktasını keşfeder. Bu dayanak noktası “cogito ergo sum” önermesindeki “cogito”
yani düşünme edimidir. Burada bilincin keşfi, var olanların açıklanması için
ilk adım niteliğindedir. Sonraki aşama da ise kendi varlığından hareketle
sebepler silsilesini takip ederek ilk sebep olan Tanrı’nın varlığını
kanıtlamaya çalışır.
Yaratılmamış, ezeli-ebedi ve yetkin varlık olarak Tanrı’nın
karşısında ise Descartes’ın mekanizminde, canlılıktan, akıldan yoksun kaba bir
maddi varlık olarak doğa bulunur. Onda doğa, gerçekten de yaratan yerine
yaratılan, yani Tanrının mutlak boyunduruğu altında hiçbir özerkliği kalmamış
edilgen bir alan olarak ortaya çıkar. (Cevizci, Felsefe Tarihi, 2008)
Meditasyonlar adlı
eserinde, Tanrı’nın insanları aldatmadığından ve var olan her şeyin Tanrı’nın
eseri olduğundan dolayı doğanın varlığından şüphe edilemeyeceğini
söyler. Yani kötü bir cinin yanılgısından ziyade yetkin olan bir
Tanrı’nın varlığına kanaat getirir. Kâinat, doğa, maddi bir cevhere
indirgenerek yetkin olan Tanrı ile mümkün olur.
Ahmet Hilmi, varlık problemini temel problem kabul eden ve bu
problem üzerinden felsefi konuları serimleyen dört temel ekol (akım) üzerinde
durduğunu söyleyebiliriz. Bunlar sırasıyla; Spiritüalizm, idealizm,
Materyalizm ve Panteizm ’dir. Ahmet Hilmi, diğer bütün mesleklerin bu dört
felsefi meslekten müteşekkil olduğunu belirtir. Şimdi de bu dört meslek
grubunun varlık anlayışlarını inceleyeceğiz. Öncelikle Spiritüalizm’in esaslarının
neler olduğunu inceleyelim.
Cenâb-ı Hakk akıl ve irade sahibi bir spiritüal şahsiyettir. Âlemi
“yok” tan yaratmış olup, kendisiyle yaratılmışlar arasında “varlık bakımından”
başkalık vardır. İnsan zekâsında “akıl ve temyiz” denilen bir yeti vardır ki,
onunla Cenâb-ı Hakk ve asli şeyler bilinir. İnsan “irade özgürlüğüne” sahiptir.
(Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabûl Etmeliyiz, 2016, s. 148)
Ahmet Hilmi, Spiritüalizm mesleğinin gerek yaratıcıyı gerekse de
yaratılmışı kabul ettiğini söyler. Spiritüalizm mesleği, yaratıcı olarak
Tanrı’yı tinsel bir şahsiyet olarak düşündüğü gibi âlemi yani kâinatı da Tanrı
tarafından yaratılan, “yok” tan var edilmiş bir şey olarak düşünür.
Bir diğer felsefi meslek ise Hayâliyyûn ya da Zihniyyûn olarak da
bilinen İdealizm mesleğidir. “ Onlara göre âlemin hiçbir dışsal hakikati
olmayıp varlığı insan tarafından tasarlanmaktan ibarettir. Bu meslek İçsel
İdealizm, Mutlak İdealizm gibi birkaç dala ayrılır ve çok defa Panteizm
mesleğiyle benzerlik gösterir.” (Hilmi, 2016, s. 148) Her ne kadar Panteizm
mesleğiyle benzerlik gösterse de bu iki meslek keskin hatlarla birbirinden
ayrılır. İdealizm de aşkın varlık olarak son tahlilde idea varken, panteizmde
böyle bir aşkınlık söz konusu bile değildir. Panteizm “Varlık” ve “var olan”
dan ziyade her ikisini bir potada eriterek içkin bir tarzda varlığı açıklar.
Ahmet Hilmi, idealizmden bahsederken Hegel’in mutlak idealizminden
hareketle ideanın safhalarından bahseder. İlk olarak kendini tabiatta gösteren
idea kendini bilmekten mahrumdur ve ne vakit ki insan safhasına girdiği vakit
kendini bilir. “Şu halde tabiatın mevcudiyeti gibi temel ilke olan fikir de bir
soyutlama’dan, bir tasarımsal mutlaklıktan başka bir şey değildir.” (Hilmi,
2016, s. 148) Neticede Tanrı, bir Mutlak İdeadan ibaret olup hakikati
insan tarafından düşünülmekle bilinir. İdealizmin Tanrı fikri
Ahmet Hilmi’ye göre hatalıdır. İdealizm Tanrı fikrinde, Tanrı’nın
zatını belirli kılmaz. Bunun yanında Tanrı irade ve akıl sahibi de değildir.
Âlem ise bir İdea’dan müteşekkildir. İdea kendi doğal seyriyle mutlaklıktan
tabiata, tabiattan, insana ve insandan yine mutlaklığa geçer.
Şu halde özgürlük ve irade bir sözden ibaret olup hüküm sürmekte
olan zorunluluktur.” (Hilmi, 2016, s. 148)
Materyalizm mesleği ise sadece madde ve kuvveti kabul ettiğinden
bu meslek-i felsefede “yaratıcı” fikrine yer yoktur. Mevcut olan her şey maddi
olup, ruh gibi gayri maddi olan şeyleri de maddeye ve kuvvete indirgeyerek
maddi olmayan ve geriye kalan her şeyi reddeder. Bu görüşe göre madde ve
kuvvet, yok edilemezdir ve bu yüzden ezeli ve ebedidir. Tabiat kendi
kanunlarıyla idare edilmektedir. İnsanın iradesi ise bu zorunlu tabiat
kanunlarına bağlı olduğu için materyalizm mesleği irade özgürlüğünü bütünüyle
yadsır ve kabul etmez. Ahmet Hilmi, “Huzûr-i Akl-ü Fende Mâddiyyûn Meslek-i
Dalâleti” adlı eserinde, Leibzig Üniversitesi profesörlerinden olan
Ostwald’ın görüşlerine yer vererek, madde denilen şeyin aslında bir çeşit enerjiden
ibaret olduğunu ve bu enerji şayet yok edilebilirse maddenin de yok olacağını
söyler. “İşte görülüyor ki, günümüz bilimi, Büchner’in karanlığa benzeyen ilâhı
olan madde kavramını hak ettiği mevkiye indirmiştir.” (Hilmi, Huzûr-i Akl-ü
Fende Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti, 2012, s. 149) Yani madde görülemeyen bir
enerjiden ibarettir. Ahmet Hilmi, Büchner ve tilmizlerinin reddettiği ve
spekülasyon dediği metafizik ve bir takım soyutlamalara başvurmadan kendi
öğretilerini dahi sistemleştiremeyeceğini ve yetkin bir manada, tam anlamıyla
açıklayamayacağını belirtir. Ahmet Hilmi, materyalistleri sahte bir bilimin
cadısı olarak nitelendirir. Zira bu fikrin üstadı olan Büchner “Madde ve
Kuvvet” adlı eserinde, maddenin her yerde hazır ve nazır olduğunu belirtiyor.
Bu söylemin meali şudur ki; Büchner bütün âlemi, kâinatı incelemiş ve bu tümel
vargıya ulaşmıştır. Oysaki bu tümüyle çelişik ve paradoksal bir ifadedir. “Bir
zerreden bir sonsuza hükmediş, en bariz bir metafizik işlemidir. Neden
metafiziği hem inkâr eyliyor ve hem de her adımda tecrübe metoduna taban tabana
zıt ve akli kaidelere şu şekilde aykırı bir suretle metafizik işlemi yapıyor?”
(Hilmi, Huzûr-i Akl-ü Fende Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti, 2012, s. 149)Bu
soruyla birlikte Ahmet Hilmi, Büchner’ in görüşlerini bilime dayandırma davası
taşıdığını hem de bilim ile taban tabana zıt şeyler söylediğini belirterek bir
anlamda kendiyle
çeliştiğini ve fikrinin tutarsız olduğunu söyler. Büchner’ in ve
Dozi[4]’
nin ülkemizdeki fikri anlamda savunucuları olarak Abdullah Cevdet Bey’le, Celal
Nuri Bey’i gösteren Ahmet Hilmi, bu iki şahsiyetin ülkemizde materyalizm
fikrini savunduğunu ve yazılarında dini tahrif eden söylemlere yer verdiklerini
belirtir. (Hilmi, 2012, s. 208)
Panteizm mesleği konusunda, hem yaratıcıyı, hem de yaratılanı
kabul ettiğini ancak her ikisinin varlığının bir olduğunu söyler. Bu felsefi
mesleğin fikirlerini özetleyecek olursak: Varlık birdir. Doğa yoktan var
edilmemiş ve varlık bakımından yaratıcısından ayrı bir mahiyete sahip değildir.
Yaratıcı ve yaratılmış arasında varlıksal bakımdan fark olmakla beraber bu fark
mantıksal değildir. Tanrı tinsel bir mahiyet içermediği gibi maddi ve cismani
bir şahsiyette değildir. Tanrı, tasarımsal bir tasavvur da değildir. O, sonsuz
ve mutlak olan bir cevherdir. “Panteizm’in en zayıf tarafı, irade bahsidir.
Spinoza’nın felsefesinde değişmez ve kesin bir “cebr” (zorlama)fikri vardır.”
(Hilmi, 2008, s. 100) O halde irade özgürlüğü konusunda mevcuttaki doğa
kanunlarının içerdiği zorunlu ve geneli kapsayan bir irade söz konusu iken
insan da bu zorunlu kanunlara tâbi ve irade özgürlüğünden mahrum bir varlıktır.
Bu dört felsefi mesleği inceledikten sonra Ahmet Hilmi’nin bu
meslekler karşısında nasıl bir varlık anlayışı konumlandırdığını ve kâinatın
cevherinin ne olduğunu ve oluşum, değişim gibi kavramları ne şekilde
açıkladığını görelim.
Ahmet Hilmi, İslam tasavvuf anlayışı içerisindeki hâkim görüş olan
Vahdet-i Vücud anlayışını benimseyerek varlık anlayışını bu çerçevede
şekillendirir. “ Vahdet-i Vücutçulara göre iki tür vücut yoktur, vücut birdir.
Olaylar ve gerçeklerin hepsi kendilikleri itibariyle birer mevhum suretten
ibarettir.” (Hilmi, 2008, s. 214)Bu düşünceye göre kâinatı yaratan Cenâb-ı Hakk
tır. Söz konusu Ahmet Hilmi’ nin görüşleri olunca “Tanrı” kavramının yerine
onun farklı bir kavram telâkki ettiğini, kabul ettiğini belirtmeliyiz. Bu
kavram, İslam terminolojisine ters düşmeyen Zatı Bâri ve Kadim olan Allah’ı
işaret etmek manasında “Cenâb-ı Hakk” kavramıdır. Lokman suresinin 30. Ayetini
incelersek Ahmet Hilmi’nin Hakk kavramı ile neyi kast ettiğini anlayabiliriz.
Bu ayette: “Bu böyledir, zira Allah Hakikat’in (Hakk olanın) kendisidir; O’ nun
dışında taptıkları şeyler asılsızdır ve Allah, yalnızca O, çok yücedir, çok
büyüktür.” Hak, bâtıl
olanların tam zıddı olan şeydir. “... Hakk ile bâtıl arasında
yakınlık olması, yani bir ilim içerisinde karışık olarak zikredilmiş olması
bâtılı hak yapmaz.” (Gazzali, 1960, s. 43) Hak doğru olandır.
Yani varlığı hiç değişmeden duran sabite olarak belirtilir. İşte
Ahmet Hilmi’nin, Cenâb-ı Hakk olarak belirttiği, mutlak değişmez olan ve ezeli,
ebedi olan “Varlık” anlamındadır. Âlem ise Cenâb-ı Hakk’ ın tezahürleri ve
değişen görüntüleridir. Buna rağmen âlem, Cenâb-ı Hakk’ ın zatıyla eşdeğer
değildir. Âlem “yok” tan var edilmiştir. “Yok” tan “var” etmek ise bir şeyi
yaratmaktır. Âlemin nasıl yaratıldığı, vücuda geldiği konusunda Ahmet Hilmi’nin
görüşlerine başvuralım:
Tevhit fikri erbabının anlayış ve kabullerine göre ise: “Yaratma;
Zat’ın ilminde, âmâ[görmezlik ve görünmezlik] durumunda esasen maya itibariyle
var olan bir şeyin Allah’ın takdiri ve dilemesi ile gizlilikten açığa çıkması”
demektir. Şu halde yokluk, varlığın kapsamı içinde dâhil ve görünüşe gelmemiş
varlık manasını ifade eder. Bu ikinci manadaki “yaratma” yı, “Teşe’ ün
[görünüşe geliş], tecelli[görünme]”kelimeleri daha açık bir şekilde ifade eder.
(Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 235)
Ahmet Hilmi, âlemin kadim olduğunu söyler. Ancak bu kadimlik
Hakk’a karşı hususi ve zati varlık sahibi bir âlemin var olduğu anlamına
gelmez. Zira varlık birdir ve Hak’tan ibarettir. “ Şu halde, iki kadimin
bulunması fikri hatıra bile gelmez. Bizatihi mevcut olmayan ve bizatihi mevcut
olanın şuunu[işleyiş ve görünüşleri] bulunan âlemin Hakk’ tan farkı, akli ve
mantıki bir fark olacağından ayrı bir varlık tasavvur edilemez ki iki varlık ve
iki kadim mümkün olsun.” (Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 236-237)
Ahmet Hilmi’nin, bilgi felsefesi konusundaki görüşlerini üç temel
başlık altında incelemek mümkündür. Bunlar sırası ile:
1.
Amiyane (Basit, Gündelik) Bilgi
4.
Açıklamaları yapılacak olursa
1.
Amiyane ( Basit, Gündelik) Bilgi: Bu bilgiler günlük hayatta
işimize yarayan ve hayatımızı devam ettirebilmek adına gerekli olan
bilgilerdir. Şahsi tecrübelere ve yüzeysel gözlemlere dayanır. Özet olarak
eşyayı tanıma ve bilmedir.
2.
İlmi (bilimsel)Bilgi: Sürekli olarak değişen olaylardan çok bu
olaylara hükmeden ve arkasındaki değişmez kanunları bilmektir. “Basit bilgiler,
dünya olaylarını göründüğü biçimde tanımaktan ibaretken, ilmi bilgiler bu
olayları idare eden sebep ve ilişkileri bilmektir. Avam, olayların “nasıl” ı
ile ilgilenmez, olayları var olduğu ve göründüğü şekliyle kabul eder. Birtakım
nedensellikler üretse bile bu yüzeysel ve sığ çıkarımlardır. Aslında inanç
alanın dışında her bilgi ilmi olarak ifade edilebileceğini belirtebiliriz.
3.
Felsefi bilgi: Bu tür bilgiler olayların “Nasıl?”ın dan
ziyade “varlık” a yöneltilen “Niçin?” sorusuna cevap arar. Bu sorunun
sorulması bizi felsefe alanına yönlendirir. Burada olayların görünen boyutundan
daha çok arkasındaki görünmeyen asıl Hakikatin ne olduğunun
anlaşılmasına yönelik bir arayış ve çaba söz konusudur. “Sebepten sebebe,
kanundan kanuna, mahiyetten mahiyete geçerek tahlil ve idrak sayesinde sebepsiz
bir sebebe, başlangıcı olmak ve yaratılmaktan müstağni (uzak) bir varlığa,
sınırdan müstağni bir varlığa ulaşmayı bildirir.” (Hilmi, 2008, s. 56). Buradan
da anlaşıldığı üzere fizik âlemden hareketle bu âlemin özüne, cevherine, eğer
“yaratma” söz konusu ise “yaratıcı” sının bilinmesine dair bir çaba vardır. Bu
sebeple Ahmet Hilmi, Pozitivizm’i metafizik unsurları reddettiği gerekçesiyle
eleştirir. Oysaki bilim kanunlardan ibarettir. Peki, kanunların mahiyeti nedir?
Olaylar arasındaki sabit ilgiler ve bağıntıların ne olduğu sorusu bir
muammadır. O halde ilmi kanunlar, insan zihninde varlığı olan soyut
kuruntulardan ibarettir diyebiliriz.
“Eğer bu konular bir gerçek varlığın amaç ve emirlerini,
varlığının zaruretini, ortaya çıkışını ilan ve beyan etmiyorsa, eğer bu
kanunlar bir gerçekten değişmez, ebedi, sonsuz bir varlıktan gelmiyorsa bir
değeri kalır mı? Ve şu halde ilim “Bir hayal ve zan manzumesi”, bir “dedikodu
topluluğu” kısacası “sadece şahsi bir fikir ve hayal” olmaz mı? Eğer bu
kanunlar, gerçek varlık sahibi sonsuz ve mutlak bir varlığa ve birliğe
dayandırılırsa o zaman onların bir anlamı, bir değeri olur. (Hilmi, 2008, s.
55)”
Sonuç olarak Ahmet Hilmi’ ye göre, felsefi bilgi, amiyane ve ilmi
bilgiden daha kapsamlı ve ilgiye değerdir. Âlem ve içerisindeki eşya hakkında
bir şey söylenecekse bu felsefi bilgi ile mümkündür.
Felsefe tarihi boyunca ruh konusu tartışılarak, ruhun müstakil
olarak, kendi başına var olup olmadığı eğer var ise nasıl bir mahiyet ihtiva
ettiği merak konusu olmuştur. “ Mesela; Yunan şairlerinden Homeros’ a atfedilen
şiirlerde ruh, kalp şeklinde tasvir edilip, ölüm anında ağızdan ya da
yaralardan çıktığı yazılıdır.” (Hilmi, 2008, s. 145) Buradan hareketle aslında
çoğu filozof ve mütefekkirlerin, ruhu ölümün mahiyetini açıklamak için bilmek
istediklerini söyleyebiliriz. Ölüm bir hakikat ancak canlı bir varlık öldüğünde
beden(ceset) bir süre formunu korur ve tümüyle hareketten mahrum kalır. Bu
durumda bedene hareket veren, zihinsel anlamda düşünme edimini gerçekleştiren
ve canlılığı sağlayan şey olarak “ruh” acaba ölümden sonrada varlığını devam
ettiriyor mu?
İlk çağ filozofları ruhu, madde ile girift(iç içe, karmaşık) bir
yapıda incelemişlerdir. Miletli filozoflar su, hava gibi maddelerin canlılığın
devamı için gerekli olduğu kanaatine varması ile “ruh” u da bu cinsten bir şey
olarak değerlendirmelerine sebep olmuştur. Sonraki dönemlerde ruh “sevgi”
“nefret” gibi motiflerle ele alınırken; Anaxagoras, ruh’ u nous(akıl, zihin,
ruh vb.) olarak belirtir. Pythagoras(Pisagor) okulu ise ruhun beden ile ayrı
müstakil bir varlığının olduğuna ve ölümden sonra ruhun tenasüh(ruh göçü) ile
beka bulduğuna inanırdı. Ahmet Hilmi’ye göre: “Ruhçuluk Anaxagoras ile
başlıyor. Madde ile kuvveti, ruh ile cesedi felsefi bir biçimde ilk defa ayıran
odur.” (Hilmi, 2008, s. 147) Anaxagoras “nous” fikri ile sadece Ahmet Hilmi’nin
değil, Aristoteles’in de övgülerine mazhar olmuştur.[5]Platon ise “ruh” konusunu Phaidon
adlı eserinde detaylı bir şekilde ele alır. Cesetten ayrılan ruhu, hocası Sokrates’in
dilinden şöyle ifade eder:
“Görülemeyen ruh ise kendisine uygun bir yere, Hades’e, iyi ve
bilge tanrının yanına yani birazdan ruhumun da gideceği yere gider. Özü ve
doğası itibariyle bir olan ruh bedenden ayrıldığı zaman çoğu insanın zannettiği
gibi yok olur mu? Sevgili Kebes! Sevgili Simmias! Bu hakikatten çok uzak bir
düşüncedir. Aslında şu gerçekleşir: Ruh bedenden ayrıldığı zaman, yanına
bedenden hiçbir şey almaz. Çünkü insan yaşamı sırasında aslında bedenle
isteyerek hiçbir ilişkide bulunmuyor ve her zaman içine kapanıyordu. Evet, ruh
bu şekilde davrandığında aslında felsefe yapıyor ve sürekli olarak kendini
ölüme hazırlıyordu. Sen başka bir şey olduğunu mu düşünüyorsun? (Platon, 2013,
s. 77-78)”
Bu eserde ruhun bedenden ayrı bir varlığının olduğu, ölümden sonra
dağılmadığını yani ruhun beka sahibi olduğuna kanaat getirebiliriz. Felsefe
işiyle uğraşanların ruhunu yetkinleştirdiğini ve ölümden sonra iyi bir muamele
göreceğini söyler. Maddi haz ve isteklerin peşinde koşarak büyük suçlar işleyenlerin
ruhları ise Tartaros[6]
[7]
ve Kokytos5’a atılır. Demek ki sadece ruhun varlığını ve bekasını kabul etmekle
yetinmeyip ruhun ödüllendirileceğine veya cezalandırılacağına da inanıyor.
Ahmet Hilmi, Aristoteles’in ruh anlayışını şöyle öz bir biçimde
aktarıyor. “ Görmek göz için ne ise ruh da ceset için odur. Bu itibarla ruh,
cesede ait bir şeydir. Fakat bu şey ne hareket ne de şekildir. O cisme şekil ve
hareket veren bir faaliyettir ve sebeptir ki parçalar arasında uyuşma ahengi
meydana getirir. (Hilmi, 2008, s. 150) Ahmet Hilmi’nin ifadesiyle altını
çizdiği bu cümleler Aristoteles’ in Metafizik adlı eserinde de
geçmektedir. Burada anlatılmak istenilen beden, maddi sebeptir. Ruh ise bu
sebebin gayesi, yani ereksel nedenidir. Bu gaye bedenden ayrı düşünülemez çünkü
bedenle iç içedir. O halde ölüm bu birlikteliğin, ahengin bozulmasıdır ki
bedenle beraber ruhta dağılır.
Aristoteles, üç yaşam formuna karşılık üç türlü ruhun olduğunu
söyler. Bunlar sırasıyla bitki, hayvan ve insan ruhudur. “Bitki ruhu gıdayla
ilgilidir. Hayvan ruhu hissidir. Hisler arzuyu, arzu hareketi doğurur. İnsan
ruhu ise aklidir. Hayvan ruhu, bitki ruhunu, insan ruhu ise her ikisini
kendinde toplamıştır.” (Hilmi, 2008, s. 150)
İslam düşüncesinde de ruh meselesi tartışılmıştır. İbn-i Rüşt ve
İbn-i Sina gibi filozoflar Aristoteles’in görüşlerini temel alarak bu görüşleri
İslam düşüncesine uygun şekilde açıklamaya çalışmışlardır. Aristoteles gibi
İbn-i Sina’da ruh-beden arasında çok yakın bir ilişki görür; ancak o,
Aristoteles’in genel düşünce eğilimi olan tek cevher görüşünü reddeder. Lakin
o, ruhu ve bedeni düalist bir perspektifle ele alır.İbn-i Sina, insan ruhunun
bedenden müstakil(ayrı,bağımsız) var olabilme gücüne sahip bir cevher olduğunu
ispatlamak için iki ayrı delil getirir. Birincide, doğrudan benlik-şuura
başvurur; diğerinde de aklın gayri maddi olduğunu ispata çalışır. İlk delil
olarak ruhun gayri maddi cevher olduğunu ispatlamada en kestirme yol olarak
görülür.(İbn Sina, Kitab el Şifa, “Psikoloji”, s.7)
Burada İbn-i Sina, farzedelim ki bir kimse yetişkin olarak
yaratılmış olsun, fakat öyle bir vaziyettedir ki, bedeni hiç bir şeye temas
etmez ve dış dünyadaki hiç bir şeyi idrak edemiyeceği bir boşluğun içinde
doğmuştur. Ve yine farzedelim ki o, kendi bedenini dahi göremiyor ve vücudun organlarının
bir birine dokunması önlenmiştir. Böylece her ne olursa olsun hiçbir duyu
algısına sahip değildir. Böyle bir kişi dış dünya ile ilgili hiçbir şey bilemez
ve hatta kendi benliğinin varlığı hakkında bile bir şey öne süremez. Fakat yine
de kendi benliğinin tamamen ruhi bir nesne olarak varlığının farkındadır. O
halde ruh bedenden müstakil bir cevherdir. Filozofumuz burada gerçekleşmesi
imkânsız hayali bir durumu tasvir ediyor, ama onun üzerinde durduğu Descartes
gibi, bedenimizi yok kabuledebileceğimiz ve onun varlığından kuşku
duyabileceğimiz, fakat ruhumuzun olmayacağını düşünemeyeceğimiz hususudur.
Descartes’ ta şuur hali ya da “düşünüyorum” un Beni
oluşturduğundan ve zorunlu olarak onun bir unsuru olduğundan şüphe yoktur. Ama
İbn-i Sina’da kişinin kendi Ben’inin varlığını bilebilmesi sebebiyle Ben’de
şuur unsuru mevcut olmasına rağmen bu ancak benin kendisini bir konuma
yerleştirmesi yolu olarak söz konusudur. Bu bir imkân halidir/ mümkün bir
durumdur ve mantıki bir zorunluluk değildir. Esasında İbn-i Sina Descartes ile
Plotinos arasında bir yerde durur. Çünkü Plotinos’a göre,bir ilişki olan şuur
hali sadece tam bir kendini tanıma değil, aynı zamanda bir çeşit başkalığı
ifade eder; tam manasıyla kendini tanıma durumunda ise şuur hali büsbütün ortadan
kalkar. (Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, s.106)
Gazzâli ise Vahdet-i Vücud anlayışına benzer bir biçimde ruh
konusunu ele alır. Gazzâli, “ruh” hakkındaki görüşlerine Kimya’yı Saadet
adlı eserinde detaylı olarak yer vermiştir. Bu eserden hareketle şunları
söyleyebiliriz.
1.
Hakikatte ruh mekândan münezzehtir.
2.
Ruh, cesetten(bedenden) ayrı bir varlığa sahip olup basit bir
cevher olup bölünemez.
3.
Ruh kendi nefsini ve yaratanını bilir.
İmam-ı Gazzali, ruhu açıklarken, “Kalbin varlığı aşikârdır. Zira
insanın kendi varlığında şüphesi yoktur. İnsanın varlığı bu kalbi ile değildir.
Bu kalp ölüde de vardır, ama ruhu yoktur.” (Gazzâli, Kimyâ-i Saâdet( Mutluluk
Hazinesi), s. 19) der. Buradan hareketle ruhu bedenden ayrı bir şey olarak
anladığını biliyoruz. Ayrıca ruh konusunda Peygamber’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hitaben: “Ve sana ruhtan sorarlar. Onlara deki ruh Rabbimin emrindedir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.”
Ayetini temel alan Gazzâli, bu hususta şunu söyler: “ Ruh, Allahu Teâlâ’ya ait
şeylerdendir ve Âlem-i Emir" dendir. Âlem-i Emirde ki şeyler
boyut ve ölçü kabul etmez.” (Gazzâli, Kimyâ-i Saâdet( Mutluluk Hazinesi), s.
19) O halde cisimler içerisindeki ruh kadim(ezeli)olamaz ve yine ruha a’raz
(sıfat) da diyemeyiz. “Çünkü a’razın kıyâmı kendi ile değil tabi olma
şeklindedir. Ruh ise insanın aslıdır.” (Gazzâli, Kimyâ-i Saâdet(
Mutluluk Hazinesi), s. 20)
Gazzâli’ ye göre Âlem ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi Şahadet
Âlemi dir ki; akıl ile tasdik edeceğimiz, duyularla fark ettiğimiz her şey
bu fizik âlemde mevcuttur. Diğeri ise Gayb(Melekût) Âlemi dir ki; bu
âlem kalp ile yani ruh ile bilinir ve ruhun varacağı yer orasıdır. “Asıl ruh
olan Hakk, hem Nur hem de cesetler içindeki ruhun kaynağıdır. “Her şeyin, biri
kendine, diğeri Rabbine (yaratıcısına) dönük iki yüzü (yönü) vardır. O şey
kendine dönük yüzü itibariyle yok (âdem), Allah’a dönük yüzü bakımından var
sayılır. Öyleyse var olan yalnız Allah ve Onun zatıdır.” (Gazzâli, 2017, s. 45)
Demek ki Gazzâli’ye göre varlığın cesedi yok hükmündedir, asıl var olan ise
cesedin içindeki ruhtur. Ama bu söylemden hareketle Gazzâli, bütünüyle bedeni
reddediyor anlamı çıkarılmamalıdır. Beden burada ikinci plandadır yani asıl
insanı insan yapan bedeninden hareketle nurani, insani ruhun yetkinleştirilmesi
olarak ruh, bedene kıyasla, derece olarak daha değerli tutulmuştur. Ölüm anında
beden çürür, ruh ise bütünüyle varlığını sürdürür. Hatta ölümden sonra ruh,
kendi mahiyetinde ve boyutu(metafiziksel boyut) içerisinde yaratanına hesap
verir ve ruh mahiyetini bilmediğimiz bir bedene kavuşur. Bu yeni beden ile
birlikte ruh azap ya da iyi muamele görür. Tabi bu konular metafizik boyut
teşkil ettiği için ve dinlere göre değişiklik gösterdiği için biz burada Hakk
ve Tevhid dini olan İslami akaitleri ve Kur’ an’ ı referans göstererek böyle
bir bilgiyi paylaşıyoruz. Harici olarak bu konu hakkında bir bilgimiz yoktur.
Gazzali’nin TehâfütElFelâsife adlı eserinde bu konu detaylı bir şekilde
aktarılmıştır.
Ahmet Hilmi’ ye göre ruh: gayrı maddi bir mahiyete ve mutlak
varlığı bilen bir yapıya sahiptir. Ölümden sonra ceset(beden) dağılsa bile o
yapısını ve bütünlüğünü kaybetmez. Gazzali’ nin deyimiyle asıl nurani olan ruhu
yani asıl Nur’ a ancak ruh ile ulaşabiliriz. Burada ki ruh, bazen nur, bazen
akıl, bazen de nefs olarak farklı kavramlar altında verilmeye çalışılsa da
anlam olarak aynı şeyi yani ruhu kasteder. Asıl Nur(ruh) ise Yaratıcıyı, İlah’ı
işaret etmek anlamında kullanılan bir kavramdır. O zaman beden ile
müşahede edemediğimiz ve gözlerimizle göremediğimiz yaratıcıyı
yani Nur’ u yine Gazzâli’ nin o yerinde ve güzel tabiriyle, kalp gözü
yani asıl manada ruhumuz, sezgilerimiz ile bilebiliriz. Ölümden sonra ruhumuz
aracılığıyla dolaylı olmaksızın bilfiil müşahede edebiliriz. Ahmet Hilmi’ de
Vacib-ul Vücud’a ulaşmak noktasında en etkin yolun ruh ile olduğunu ve yine
ruhumuz aracılığıyla Cenâb-ı Hakk’ı bilebileceğimizi belirtir. Bu yönüyle
“filozof, insan ruhu üzerinde yapılan ciddi bir araştırmanın Vacib-ul Vücud’a
ulaşmak için en tecrübi yol olduğunu düşünür.” (Odabaş Yüksek, 2006)
Ahmet Hilmi, felsefe tarihi içerisinde ruhu bir takım
bölümlemelerle ifade eden filozoflara karşı bu tarz bölümlemelerin ruhun
anlaşılmasını kolaylaştırdığını söyler. Ama böyle kesin bir ayrımı yani bitkisel,
hayvani ve insani ruh olarak insan ruhunun bölüm ve kategorilere ayırmanın
doğru olmayacağını zira ruh hakkındaki bilgimizin sınırlı olduğundan bahseder.
“Ahmet Hilmi’ye göre birçok mutasavvıf, ruh hakkında bölümlemeler yaparak
(Hayvani ruh, Nebati ruh vb.) ruhu tarif etmeye çalışmışlardır. Oysaki bu
bölümlemeler ona göre, ruh gibi anlaşılması zor bir meseleyi, bazı safhalara
ayırarak izahını kolaylaştırmaktan başka bir değer taşımaz.” (Odabaş Yüksek,
2006, s. 74)
Örnek verilecek olursa bitkisel ruh, insanın beslenmesiyle alakalı
olup yiyip içmek sonucunda bedenin büyüyüp gelişmesini ifade ederken, hayvani
ruh olarak belirtilen kısım ise maddi hazlara yönelim olarak dürtüler ve şehevi
istekleri ifade eder. “Ahmet Hilmi’ye göre, bu bölümleme ruhu idrak etme
noktasında, büsbütün başka bir şey sayılacaktır. Vahdet-i Vücud düşüncesine
gitmek yerine aksine, ruhçuluğa ve idealizme gidilecektir.” (Odabaş Yüksek,
2006, s. 74). Mevzu bahis olan ruhun, bölümlere ayrılması işi sadece ruhu ifade
ederken kolay bir biçimde anlatmak ve anlaşılmasını sağlamak amaçlı olup, misal
hayvani ruh denilen maddi hazlardan kaçınarak nurani olan insan ruhunun
parlatılmasının mümkün olduğu anlatılmaya çalışılır. Bu söylem mutasavvıflar
arasında dünyevi olandan uzaklaşmak veya kaçmak olarak ta nitelendirilir.
Tanrı fikrini inceleyecek olursak, her toplumda ister kadim
isterse günümüz çağdaş toplumlarda olsun herkesin zihnini meşgul eden daha
doğru bir ifadeyle insanların kendi isteğiyle yönelip, reddedebildiği bir
mabut, ilah bulabiliriz. Konuyu detaylı bir biçimde enginliğe ulaştıracak
olursak “Tanrı” kavramının kökenine ve yönelimimiz itibariyle
felsefe tarihinde nasıl bir arka plana sahip olduğunu anlamamız
gereklidir. Tanrı nedir? Niçin bir Tanrıya ya da Tanrılara inanma gereksinimi
duyarız? Bu gibi sorular tam da istediğimiz üzere bu kavramın mahiyetine ve
felsefi arka planına erişmemize olanak sağlayacaktır.
İlk olarak Tanrı nedir? Sorusunun farklı toplumlarda ve dönemlerde
nasıl bir anlam içerdiğiyle başlayalım. “ Tanrı” kavram olarak neyi ifade eder?
Bu sorunun cevabı olarak Tanrı: “Metafizik düşüncede, vahiy, otorite, ya da
inanç temeli üzerinde var olduğu kabul edilen, varlık ve değerin kaynağı olan
mutlak, zorunlu, yüce varlık.” (Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, 2005, s.
1579)olarak belirtilir. Eski kimi kadim kültürlerde “tanrı” kutsal ruh,
ataların ruhu, tabiat ruhu, doğa ve insanlar üzerinde tasarruf yetkisine sahip
güç veya güçler olarak anılırdı.
Antropoloji sözlüğünde ise; “Tanrı, yaratıcı, ilahi güç
demektir. Tanrıça ise dişi yaratıcıdır. Tanrı daima ilahi bir kudret olarak
anılır.” (Emiroğlu & Aydın, 2003, s. 274) Türk Halk Edebiyatında ve Eski
Türk medeniyetlerinde “Tanrı” ifadesi “Tengri” olarak kullanılırdı. Tengri ise,
gerek Şamanizm gerekse de doğalar kültünün etkisiyle “kut” inancına mensup
kimselerin Tanrısı yani diğer bir ismiyle “Gök Tengri” dir. Türklerin İslam
dini ile tanışmasının ardından bu ifade kavram olarak aynı şekilde ifade
edilmiş ise de içerik olarak Arapların ve bunların dışında İslam’ı kabul etmiş
olan tüm herkesin ilahı olan Cenâb- Hakkı yani Allah’ ı ifade etmek için
kullanılır. Nitekim Kaşgarlı Mahmut önemli ve bir o kadar da değerli eseri Dîvân-ü
Lügâti’t Türk" te “Tengri” kelimesini “Allah; azze ve celle ( Muhterem
ve Ulu)” (Kâşgarlı Mahmûd, 2005, s. 551) olarak belirtmiştir. Ama bu ifade
İslam Dini’nin özüne aykırı ve İslami akaidlere uymamakla beraber Türklerin
İslam’a geçiş döneminde kullandıkları bir ifadedir. Dikkatleri celb
edebileceğimiz bir diğer husus ise her medeniyet, “Tanrı” kavramını ilahlık,
yaratıcı ya da düzenleyici güç anlamında farklı içeriklerle doldurmuştur. Bu
yüzden “Tanrı” kavramını belirtirken gerek coğrafya ismi gerekse de kültür veya
mensup oldukları dini inanışın ismi tamlayan olarak verilir. Yani “ Tanrısı”.................................. şeklinde
ifade edilir. Asur’ un
Tanrısı, Hint Tanrısı, Şaman Tanrısı, Hristiyanlığın Tanrısı, vb.
ifadeler bu konuya örnek olarak verebiliriz. Böylece her medeniyette bir inanış
biçimine rastlamanın tesadüf değil de gereklilik olduğunu yani insanın doğasıyla
alakalı bir durumun varlığını müşahede ediyoruz. Buradan ikinci soruya
geçebiliriz ve şöyle soruyoruz: Niçin bir Tanrı’ya ya da Tanrılara inanma
gereksinimi duyarız? John Dewey inanca dair bir makalesinde,
insanların bir şeylere inanma eğiliminde olduğunu ve
hep arayış içerisinde olacak şekilde bir tavır sergilediğini söyler. Çünkü
insan eşyanın mahiyetini ve kendi anlamını arayan, soru sorabilen akıllı bir
varlıktır. Bunun sonucu olarak sorduğu soruların bir başka soruyu doğurması,
neden sonuç bağıntılarının girift(karmaşık) ve tikelden hareketle tümele
ulaşmak bâbında belirsiz ve soluk oluşu insanın iç huzursuzluğunu arttırarak
insanda bir inanma gereksinimini doğurmaktadır. Ne vakit ki insan bir şeye
inanırsa ve mevcuttaki her şeyi bir Vücuda (Bir, değişmez, mutlak) bağlarsa
teskin olur ve rahat bulur.[8]
John Dewey’in belirtmiş olduğu gibi insan hep şüphe ederek ancak
kendi varlığını ve değerini kemirir. Ama yanlış ama doğru bir şeye, yani kendi
doğrusuna yönelmek zorundadır. İnanç, bir bakıma insanın kendi değerini ve
anlamını ortaya çıkarmasıdır. Tanrı fikri de bu türden elzem bir inanç
ürünüdür. Tanrı fikrinin tarihi, insanlık tarihinin temellerine ve hatta ilk
insana kadar uzanır. Çünkü insan doğa karşısında güçlü olduğu kadar, güçsüz
anları da yaşar bu durum onu her şeye gücü yeten bir ya da birçok Varlığa
inanmaya zorlar. Bunun yanı sıra birde bu Varlık’ ı açıklamak ile uğraşırlar.
İyi de belirsiz ve metafizik bir Varlık nasıl fiziki unsurlarla ya da akıl ile
açıklanabilir? Bu sorunun cevabı bizi felsefe tarihine götürür. İlk olarak Hint
felsefesini inceleyebiliriz.
MÖ 2000’ li yıllara uzanan tarihi ile kadim Hint medeniyetinde,
Arilerin Tanrı anlayışını inceleyeceğiz. “ Hindistan’ ın kuzeyinde yerleşmeye
başladıkları tarihten itibaren, hayvancılığın yanı sıra tarımla da uğraşmaya
başlamışlardı. (...) Demiri işlemişlerdi. En değerli zenginlikleri sığır
sürüleri idi. Bunları ele geçirmek ya da korumak için savaşırlardı.” (Kaya,
2016, s. 15) Yani bu medeniyet, savaşçı ve ataerkil bir toplum yapısına
sahiptir. “ Ariler, Daysu veya Dasa denilen siyah tenli insanlarla
savaşırlardı. Bunlar Hint alt kısmının yerlileri olup Fallus’a taparlardı.
Ariler, Fallus’a tapmazdı. Daysular mitolojiye “ifrit” olarak geçmişlerdir.”
(Kaya, 2016, s. 15) Ariler’i burada önemli kılan şey kültürlerinin inanışa
nasıl yansıdığını görebilmek adına incelediğimiz kadim bir medeniyet olmasıdır.
“Ariler, hiç kuşku yok, kendi savaşçı karakterine benzer olarak, savaşçı Tanrı
İndra’ yı yaratmışlardı. İndra’nın binek hayvanı olarak beyaz bir atın (Uççaişravas)
gösterilmesi, Arilerin Hindistan’a yerleşmeden önceki akıncı karakterlerini,
bir filin(Airavata) gösterilmesi ise, Hindistan’a yerleştikten ve
evcilleştirilmiş fillerin savaşlarda kullanılmasından sonraki karakterini
yansıtıyor olsa gerek.”
(Kaya, 2016, s. 15-16). Açıkça görülüyor ki Ariler bir çeşit antropomorfizme
başvurarak tanrılarını da atları ya da filleri gibi düşünmüşlerdir.
Sadece Hindistan’ da Arilerde değil Sicilya’ da Epos kentinde de
durum aynıdır. Bu sefer Tanrılar insanlarla benzer olarak düşünülmüş ve
zihinlere öyle resmedilmiştir. Anadolu’dan Sicilya’ ya giden bir filozof,
Ksenophanes bu durumu şiirinde şöyle anlatır:
Tek bir Tanrı, tanrılar ve
insanlar arasında en ulu,
Ne kılıkça insanlara benzeyen
ne de düşünmece,
Hep göz, hep düşünme, hep
kulaktır o,
Hep aynı yerde kalır hiç
kımıldamadan,
Yakışmaz ona bir oraya bir
buraya gitmek.
Yorulmadan sarsar ruhun
düşünüşüyle bütün dünyayı. (Kranz, 1984, s. 53)
Ksenophanes’in de belirttiği üzere insanlar Tanrı’yı sonsuz bir
güç, tarif edilemez bir Varlık olarak değil de tıpkı kendileri gibi insan
formunda düşünmüşler. Bu demek oluyor ki, kadim medeniyetlerde ki Tanrı fikri
daha çok maddi ve belli bir “form”a indirgenerek bir motif ya da duyusal
bir şeyin silueti olarak tahayyül edilmiştir. Ksenophanes’in şu dizeleri bunun
en güzel örneğini teşkil eder:
Elleri olsaydı öküzlerin,
atların ve arslanların
Yahut resim ve iş
yapabilselerdi elle insan gibi
Atlar atlara, öküzler öküzlere
benzer
Tanrı tasvirleri çizerler ve
vücutlar yaparlardı
Her biri kendinin şekli nasıl
ise ona göre. (Kranz, 1984, s. 53)
Ksenophanes’in dizelerin de de yer verdiği üzere antropomorfist
bir tanrı fikri, dönemin ve yörenin düşünüş biçimini belirlemiştir. Yukarıda
belirttiğimiz üzere böyle bir düşünüş biçimi ve tanrı tasavvuru; teşbihi
olarak ta adlandırılabilir. Zira bu durum duyusal verilerin zihinde yordanarak
(işlenerek) metafizik alan ile ilgili çıkarımda bulunurken metafiziğin konusu
dâhilindeki bir kavramın yine duyusal olana benzetilerek motifleştirilmesi,
form kazandırılması şeklinde de yorumlanabilir.
Teşbihi tanrı tasavvuru hakkında Ahmet Hilmi’nin sözlerine yer
verelim.“ Eski Ermenilere göre “Paramberema” yani Hâlık bir yumurta
yaratıp sonrada insan şeklinde yumurtanın içinde peydâ olmuş, sonra yumurtayı
kırıp çıkmış ve kabuğun yarısından semâyı ve yarısından arzı yaratmıştır.”
(Koçak, 2009, s. 199) Buradan hareketle görülüyor ki kadim medeniyetlerde
tenzihi Tanrı tasavvurundan çok teşbihi Tanrı
tasavvuru vardır. Bu düşünüş biçimiyle Tanrı’nın yaratmasından
ziyade; insan, gücü nispetinde bir tanrı yaramıştır. Ve bu yarattığı tanrıya
inanmıştır diyebiliriz.
Ortaçağ da ise Tanrı tasavvuru “aşkın” tanrı anlayışı sebebiyle
teşbihi anlayıştan çok tenzihi bir anlayış ve kavrama biçimine doğru evrilmiştir.
Hâl böyle iken, artık Tanrı, duyusal olana benzetilerek fizik formları ile
“olumlamak” tan çok “olumsuz” bir anlam ifade eder.
Burada belirtmiş olduğumuz “olumsuz” luk ifadesi Tanrı’nın
düşünce yapımızı aşan bir mahiyete sahip olduğunu ve onu akli bir tahayyüle
sığdıramayacağımız anlamında kullanılır. Yani “Tanrı en yetkin olandır.”
Önermesinde belirtilen “en yetkin” ibaresinde, kime göre en yetkindir?
Sorusunun cevabı olarak; Onu düşünen her insana göre ya da bana göre en
yetkindir anlamı çıkar. Peki, o zaman; en yetkin olarak Tanrı’yı ifade
ettiğimize göre Tanrı bizim düşünüş biçimimizdeki güç ölçüsünce en yetkindir.
Kendi düşünüş biçimimiz ile Tanrı’yı tanımlamak ve anlamaya çalışmak, Ona sınır
çizmek olacağından ve Onun ulûhiyetine gölge düşüreceğinden ortaçağ
filozoflarından bazıları Tanrı bizim düşüncemizin sınırını aşan bir “Varlık”
olduğu içindir ki, biz Onu tasavvur edemeyiz bu yüzden Onu anlamak ve yüceltmek
adına söylediğimiz “Tanrı en yetkin olandır. Ya da Tanrı en iyi olandır.” Gibi
çıkarımların Tanrı’yı yüceltmekten çok, bu durum Onu asıl değerinden ve
anlamından düşürerek zihni düşünüş biçimimizin, gücünün sınırlarına
indirgemekten başka bir şey değildir, diyerek eleştirmişlerdir. O halde bu
filozoflar, Tanrı bizim düşündüğümüz anlamda en yetkin olan değildir, diyerek
Tanrı bizim düşüncemizi aşan bir yetkinliğe sahiptir, demek istemişlerdir. Bu
söylemde teşbihi bir Tanrı fikri görülemez. Aksine var olan her şeyin üstünde
ve var olana benzemeyen yani tenzihi bir söylem ile Tanrı ifade edilmiştir.
Tanrı, var olan her şeyden münezzeh ve yaratma ya kadir fakat kendisi
yaratılmamıştır. Bunu bir örekle daha anlaşılır kılalım ve Aziz Augustinus’un
sözlerine yer verelim: “Şu halde beni oluşturan bu ben,
ruhum olan bu iç ben, onları bedenin duyu organları sayesinde bilir. Tüm evrene
Tanrımı sordum. Evren, "Tanrı ben değilim, beni O yarattı" dedi.”
(Saint Augustinus, 1999, s. 223)
Teşbihi ve tenzihi tanrı tasavvurlarının ne mânâya geldiğini
gördükten sonra Ahmet Hilmi’nin de benimsemiş olduğu tevhid fikrinin ne
olduğunu görelim. Kendi ifadesiyle: “ Tenzih ile teşbihi nokta itidal-i
hakikatte cem eden fikre biz “fikr-i tevhidi” namını veriyoruz ki bütün meratib
ve ma’rifeti ve bilcümle edyânın (dinler) esrâr ve hakâyıkın
câmi olan Hakikat-i İslâmiye budur.” (Koçak, 2009, s. 237). Tevhid
fikri, “Lâ ilahe illallah” ibaresinde açık bir biçimde belirtilmiştir.
Yani Allah birdir, Ondan başka ilah yoktur. Tüm var olanların “Varlık”
olarak, kaynağı ve yaratıcısı anlamına gelir. “ Tevhîd: (unifier) Lugatta bir
şeyin tek olduğuna hükmetmek ve bir tek olduğunu bilmektir. Hakikat ehlinin
ıstılâhında ise zât-i ilâhiyyeyi anlayışlardaki bütün tasavvurlardan
soyutlamak, vehimlerin ve zihinlerin hayâlinden uzaklaştırmaktır.” (Gazzâli,
Tehâfüt El Felâsife, 1981, s. 364)
Birde tüm bu fikirlerin bir reddiyesi olarak fikri inkâr vardır.
Fikri inkâr çeşitli şekillerde olabilir ama temel mânâ itibariyle Ulûhiyetin
reddi ve Tanrının inkârına dayanır. Ahmet Hilmi’ye göre fikri inkâr, Cenâb-ı
Hakkı inkâr etmek ve “Lâ ilahe illallah” ibaresindeki Lâ
kelimesinin anlamını bilerek ya da bilmeyerek inkâr etmektir. Kısaca
özetleyecek olursak “Ulûhiyet fikri için idrâk-i insanîde üç müsbet biri menfî
olmak üzere ancak dört sûret vardır.” (Koçak, 2009, s. 230)Bunlar sırası ile:
Ahmet Hilmi burada Fikr-i tevhîdî kabul ederek var olan her şeyin
yaratıcısı olarak Cenâb-ı Hakkı zikreder. O, Tanrı demez zira Tanrı’ya felsefe
tarihinde ya da dinler tarihinde birçok anlam, mânâ yüklenmiştir. “Tanrı”
kelimesi birçok anlamı içerisinde barındırır. Bu anlam karmaşasını önlemek sözü
öz bir biçimde aktarmak adına Ahmet Hilmi, bu İlah’ın isminin “Hakk” olduğunu
söyler. Hakk, kelime itibariyle doğru demektir. Hakikat ise bu kökten çıkmış
olup ancak ve ancak Hakk’ın bilinmesiyle olur. Bizde müellifin lisanına gölge
düşürmemek adına bu kavramı kullanacağız. Ahmet Hilmi, âlemi görünmez iken
görünür kılmak manasında yoktan var edenin Allah olduğunu söyler. Hakk kelimesi
Allah ismi ile aynı mahiyette birleşir. Zira batılın karşısında tek doğru yani
Hakk olan Allah’tır. O, Ehad’dır ve Vahid’dir. Yani birdir. Burada çokluk
aranmaz, zira her çokluk yetkinlik açısından bir “Bir” e ihtiyaç duyar.
Kendini var kılması ve ispatı için bu zorunludur. Bu anlamda Allah, Vacib-ul
Vücud’dur da diyebiliriz. Çünkü var olan her şeyi isimlerinde toplamıştır.
2.5.
Tekâmül(Evrim) Hakkındaki Görüşü
Herakleitos’un da dediği gibi âlemde sürekli bir değişim ve
dönüşüm vardır. Yani sabit hiçbir şey yoktur. “ Herakleitos’ a göre aynı ırmağa
iki kez girilmez. Aynı ölümlü bedene doğası gereği iki kez dokunmak
olanaksızdır. (Ölümlü olan) her şey değişimin şiddeti ve hızından dolayı
dağılır ve tekrar bir araya gelir.” (Herakleitos, 2014, s. 221) Ahmet Hilmi’nin
görüşüne göre ise değişim, en genel ve hakiki anlamda tekâmül demektir.
“ Kâinatın bizce bilinen kısımlarında görebildiğimiz harekette, değişimde, tezahür
ve tecritte “Bir önceki hale nispetle bir an sonra daha çok kemale doğru
yaklaşmak” yönlerini de görüyoruz.” (Hilmi, 2008, s. 142) Ahmet Hilmi tarihten
örnek vererek kadim medeniyetlerin yarı çıplak dolaştığını ve aklı sayesinde
her geçen süre zarfında günümüze ulaşıncaya kadar örtünmeyi, giysi giymeyi adet
haline getirdiğinden bahseder. Yani bu boyutuyla olsa bile Kant’ ın deyimi ile insan,
aklını kullanmak cesareti göstermiş ve kendisi için en iyisi en yararlısını
seçerek, gerek kültürel, gerekse de hem ilmi hem de fiziki olarak bir dizi
değişim sürecinden geçmiştir. Yaşama ve doğaya karşı direnmiş ve direndikçe
değişmiş ve yükselmiştir.
Bu değişim, tekâmül sadece zahirî anlamda değil bâtıni anlamda da
gerçekleşir. Maddi hazlara değer verenler nefsini (hayvani nefs) büyütürken bir
diğer taraftan maddi hazlardan kaçarak ilmi olarak kendini eğitenler ise asıl
insanın cevheri olan nurani nefsi cilalayarak kendi varoluşunu benliğine adeta
nakş ederek kendini kemâle ulaştırmış olur. Bu konuda Herakleitos’a başvurmadan
olmaz. O şöyle der: “Ruhları nemlendiren haz veya ölümdür. Biz onların ölümünü
yaşarız, onlar bizim ölümümüzü yaşar. (Herakleitos, 2014, s. 191) Bu sözün
tefsirini vermek istersek, yaşam fizik âlemde bir beden ve ruhla mümkündür.
Bedenin olduğu yerde tam bir yetkinlikten söz edemeyeceğimiz hususunda
filozoflar hemen hemen aynı fikirde birleşmiştir. Bedenin varlığı bizi maddi
olana yöneltir ve maddi hazların peşinde sürükler. Bizler ise yetkinleşmek
adına bu maddi olan hazlardan kurtulmak zorundayız. İyi de bu nasıl mümkündür?
Ruhumuza yönelerek ve maddi olandan yapabildiğimiz ölçüde uzaklaşmakla bu
söylediğimiz mümkün olur. Yani bitkisel ve hayvani ruhu (nefsi) da içerisinde
barındıran insan bu yönünü zayıflatırsa nurani olan ruh parlar ve insan maddenin
boyunduruğundan kurtularak hak ettiği yere mertebeye ulaşır. Herakleitos’un
dediği üzere yaşam hep bir şeyleri öldürmekle ve mücadele ile geçiyor. Peki,
niçin bu mücadele var? Diye sorduğumuz da Ahmet Hilmi
bizlere cevap vererek ve diyor ki bu mücadele kemâle ermek için
var. O halde diyebiliriz ki, Ahmet Hilmi’ ye göre tekâmülün anlamı amacı kemâle
ermekle aynı şeydir.
2.6.
Tasavvuf ve Vahdet-i Vücud Fikri
Öncelikle tasavvuf nedir? Sorusuyla başlayalım. Tasavvuf, beden
ile zorunlu bir hâl alan, maddi şeylerden uzaklaşıp ya da bu maddi olanlar her
ne ise bunları belirli bir ölçü ile sınırlandırarak asıl manevi olarak, ruhi
olarak kemâle erme ve insanın insan ismine uygun fiillerde bulunması
şeklinde tanımlayabiliriz. “ Ebû Yezîd’e (Bestâmî’ye) tasavvufun ne olduğu
sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Yardımlaşmak; hizmete koşmak ve karşılıklı
beklemekten vazgeçmektir. Nefsi ubûdiyyete (kulluğa), kalbi rubûbiyyete
bağlamak, yüce olan her âdeti uygulamak, tamamen Allah’a nazar etmektir.”
(Erginli, 2006, s. 1008) Süleyman Hayri Bolay ise eserinde tasavvuf kelimesinin
tanımının çok ve çeşitli olduğunu ancak bunu üç temel başlık altında
açıklamanın daha şık ve uygun olacağını ifade eder. Bunlar: 1. Sufi kelimesinin
Suf-yün’dan geldiği iddiasıdır ki; bu iddiaya, yoruma göre, çok basit
giyinen, her türlü lüks ve israftan kaçınan manasına gelir. 2. Bir diğer husus
ise bu kelimenin Peygamber (sav) zamanındaki ehl-i suffa’dan geldiğini
iddia eden görüştür. 3.Tasavvuf kelimesinin Yunanca Sofos- Hikmet kelimesinden
geldiğidir. (Bolay, 1967)
Tasavvuf aslında Ahmet Hilmi’nin tekâmül görüşünde de belirttiği
üzere insanın ruhi ve bedeni anlamında kemâle ulaşma çabasıdır. Yani insan bir
yönüyle sürekli bir kendini yontma, inşa etme ve oluşturma çabası
içerisindedir. Tüm bunları yaparken kendine, bu amaca ulaşmak için çeşitli
yollar ve yöntemler aramaktadır. İşte insanın bedenini fark ederek buradan
hareketle yani bedenini terbiye ve ıslah ederek ruhuna ulaşma çabası,
içerisindeki berie ulaşmada bir yol ve yöntemdir diyebiliriz. Bu iç berie
ulaştıktan sonra asıl tüm benliklerin kaynağı olan Aşkın, sıfat ve
isimleriyle birlikte tezahürleri manasında içkin olan bir Berie
ulaşılır. Peki, bu söylenilen nasıl ve ne şekilde mümkün olabilir? Bu soruya
Ebû Hüseyin Nûrî: Tasavvuf nefsin hazlarını terk etmektir. (Erginli, 2006, s.
1009) diyerek cevap verir.
Yani maddi olan bizi maddeye yaklaştırır, madde ise bir zemine ve
zamana tâbi olandır. Bu bakımdan madde ile olan ilişkimizi, etkileşimimizi ne
ölçüde azaltırsak gayri ihtiyarı insan bütününde madde haricinde ne varsa onu
sezinleyebilir ve belki de
müşahede edebiliriz. Mârûf Kerhî demiştir ki: Tasavvuf hakikatleri
almak, halkın elinde bulunan şeylerden ümidini kesmektir. (Erginli, 2006, s.
1011)
Tasavvuf ortak görüşe göre sekiz peygamberde her birinde görülen
iyi ve güzel sekiz haslet üzerine kuruludur. Bunlar: Hz İbrahim (a.s)’ın
sehâsı, Hz. İshak (a.s)’ın rızası, Hz. Eyyûb(as)’ın sabrı, Hz Zekeriyya
(a.s)’ın işareti, Hz. Yahya (a.s)’ın gurbeti, garipliği, Hz. Musa (a.s)’ın yün
giymesi, Hz. İsa (a.s)’ın seyahati, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in fakrıdır. (Erginli, 2006, s.
1014)
Tasavvuf, vahdet-i vücut akımıdır. Fakat bu akım, Avrupalıların
zannettiği gibi İslam’a birkaç asır sonra dışarıdan ekleme olmayıp Hz.
Peygamber’den ashabın bir kısım seçkinlerine bağışlanmış ve telkin olunmuştur.
(Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 371) Ahmet Hilmi, tamda bu noktada yani İslam
Dini’nin tevhidi fikir ve Vahdet-i Vücud fikri üzerine kurulmuş olduğundan
bahsederken, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) neden açıklamalarını Tenzihi Fikre yakın bir
şekilde yaptığını sorar. Bu sorunun cevabı gayet basit olmakla beraber
zannedildiği gibi zor ve karmaşık bir içeriğe sahip değildir. Şimdi de Ahmet
Hilmi’nin bu soruya nasıl cevap verdiğini görelim “Önce teşbihi fikrin en
sıradan mertebesinde olan bir halkı, maddiyatçılıktan kurtarmak ve ilahi
hakikate ulaştırmak için Tenzihi Fikre daha fazla kuvvet vermek, Tevhidi Fikri
yüksek seviyelere ve seçkin düşünürlere bırakmak, dinin tesisi için en gerekli
ve en açık hikmet idi.” (Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 371-372). Bu sebepledir
ki Tenzihi Tevhide ulaşamayanlar, Tevhidi Fikri hakkıyla özümseyemeyecek ve
Tevhidin zevkine varamayıp teşbih fikrinde ısrarcı ve sabite kalıp şirke düşmüş
olacaklardır. Bu durum ise İslam fikriyle ve ulûhiyet kavramıyla taban tabana
çelişik bir yapıyı arz edeceğinden kabul edilebilir bir şey değildir.
Ayrıca bir takım araştırmaları ve incelemeleri eksik
oryantalistler; tasavvufu, tam manasıyla anlamayıp acele ve yanlış hüküm
vermekten geri durmamışlardır. Buna göre Dozy, Poti[9] ve Desturnel[10]
gibi müsteşrikler tasavvufu sadece ilim ve irfan olarak gördüklerinden ve
yüzeysel değerlendirmelerinden ötürü tasavvufun asıl çekirdeği olan zikirleri
ya da bâtıni yolculukları tenkit ederek tasavvufi adetleri kınama yoluna
gitmişlerdir. Oysaki bu durum tasavvuf adetlerinin yanlış olması değil sadece
yapılan eksik ve yetersiz araştırmanın bir yansıması olarak
değerlendirilmelidir.
Ahmet Hilmi’ ye göre Vahdet-i Vücut, “her ne şekil ve tecelli ile
düşünülürse düşünülsün Vücudun (Varlığın) esas bakımından bir ve aynı şeyden
ibaret olduğunu, renk ve şekillerin o bir şeyin tecelli, tezahür ve
safhalarından başka bir şey olmadığı demektir.” (Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s.
377). O halde bütün vücutların tek bir Varlık potasında eridiği ilk ve son
olan, ezeli ve ebedi olan birlik şeklinde de tanımlayabiliriz. Vahdet-i Vücud
fikrini temele alan Tasavvuf ise iki mezhebe ayrılır. Bunlardan ilki ilk adımda
Hakk’ın müşahedesi ya da müessirden esere intikal usulüdür ki bu
mezhebin kurucusu Seyyid Hasan Aliyyü ’ş-Şazeli sayılır. Bununla beraber
bu mezhebi Şeyh-i Ekber Muhyiddin-iArabi’nin de benimsediği kesindir.
(Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 379) İkinci mezhepte ise: Nefsini tanıyan
kimse Rabbini tanımış olur. Kendini bilen Rabbini bilir. Sözüne istinaden,
ilk adımda nefsin marifeti(tanınması) ile ondan sonra Hakk’ ın müşahedesi yani eserden
müessire intikali usulüdür. Bu usulün öncüsü ise Imam-ı Gazalî olup
mutasavvıfların ve tarikat ashabının çoğu bu usulü benimsemiştir. (Hilmi, İslam
Tarihi, 2013, s. 379) Hangi usul kullanılırsa kullanılsın varılacak nokta
Vacib-ul Vücud yani Vahdet-i Vücud’dur.
Ahmet Hilmi tasavvuf erbabının ilk ve meşhurlarını şu şekilde
sıralar. Bunlar sırası ile Beyazid-i Bestami, İbrahim bin Edhem, Maruf-i
Kerhî, Seriyy-i Sakati, Cüneyd-i Bağdadi, Nurî ve Mümşad Deynuri’ dir.
(Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 381-382) Bu saymış olduğumuz isimlerden öyle
biri var ki bu isim Vahdet-i Vücud fikrinin adeta kandili gibidir. Onun saçtığı
ışıklar zatın bilinmesi ve birliği konusunun aydınlığa kavuşturulması
noktasında önem arz etmektedir. Bu isim Beyazid-i Bestami dir. “Vahdeti
Vücud fikri, onun sözlerinde, tenzihî fikir ile çarpışacak derecede açık ve
şiddetli idi. Onun meşhur sözü: Sübhan (Allah) benim çok büyük olan
görünüşümdedir, sözü bu söylediklerimizin delilidir.” (Hilmi, İslam Tarihi,
2013, s. 382). Ahmet Hilmi, tıpkı Beyazid-i Bestami gibi Cüneyd-i Bağdadi’nin
de Vahdet-i Vücud’u ilan eden fikirlerinin olduğunu ve bu fikirlerini Tenzihi
Fikre yaklaştırması sebebiyle de kendisine Seyyidü’t Taife unvanı
verildiğini söyler.
Her ilmin bir merkezi vardır yani çıkış yeri ya da geliştiği ve
yayıldığı yer vardır. Tasavvuf ilminin merkezi çok ve çeşitli olmasına rağmen
belli başlı merkezlerini sayabiliriz. Bunlar: Doğuda Horasan, Buhara,
Bağdat, ortada Şam, güneyde Mekke ve Yemen, batı ve uzak
batıda Endülüs, Tunus, Fas ve Mısır’dır. (Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s.
384-385) Tasavvuf ilmi daha sonrasında bu merkezlerden başka yerlere de
yayılmış
ve çeşitli coğrafyalarda kendine yer bulmuştur. Tasavvuf, ahlakın
ana kuralını korku ve mükâfat üzerine değil, aşk, muhabbet ve vahdet
üzerine bina ettiğinden İslam toplumuna ilerleme ve gelişme taraftarı, neşeli
bir çehre bahşetmiştir. (Hilmi, İslam Tarihi, 2013, s. 390)
Ahmet Hilmi, varlık, bilgi bağlamında Hakikat’in idrakinin
vasıtalarını değerlendirirken İslam düşünce geleneğinde; Felsefe ve Kelâm’ın
yanında Tasavvufun ortaya koyduğu yaklaşımın da Hakikat’in idrakinde önemli bir
vasıta olduğunu göstermektedir. Hakk’ın doğrudan müşahedesi, insanın ontolojik
düzeyinde mümkün olmadığı için, Hakk doğrudan ne tenzihi ne de teşbihi bir
bağlamda delaletin(göstergenin) konusu/nesnesi kılınamadığı için onun
müşahedesinin müşkülatı/imkânsızlığı anlatılmaktadır. Hakkikat’in idrakinde
epistemik bağlamı aşan bir duyuş, sezgi ve varoluş hali içinde zihinsel, ruhsal
ve varlık bağlamında doğrudan bir yaşayış hali söz konusu olduğu için Tasavvufun
tecrübe hali Hakk’ı idraki daha elverişli bir algı oluşturmaktadır.
3.1.
Felsefe’de Hakikat Arayışları
3.1.1.
İlk Çağda Hakikat Tasavvuru
Filozoflar, hakikate ulaşma arzusu ile bilgelik yoluna girmiş
kimselerdir. Felsefeyi değerli kılan şey ise insanın kendine dair, içinde
bulunduğu evrene dair sorular sorması ve hakikate ulaşma çabasıdır. İyide
hakikat dediğimiz şey nedir? “Hakikat, en genel anlamı içinde, dini, bilimsel,
ahlâkî, v.b.g. hakikatler bağlamında, bir bilgi alanı ya da disiplinin konu
aldığı varlık alanıyla ilgili temel doğrular bütünüdür.” (Cevizci, Paradigma
Felsefe Sözlüğü, 2005, s. 395). Özel anlamıyla hakikat terimi zaman zaman
gerçeklik, zaman zaman da doğruluk yerine kullanılmaktadır. “Bir başka vecih te
hakikat, gerçekte bir şeyin kendi özü içinde örtüsünü açarak vukua gelmesi ve
insanın bunun farkında olması durumu. Varlığın gizinden çıkarak olagelmesi ve
insanın bunun bilincinde olması hâlidir.” (Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü,
2005, s. 395)
İlk çağ filozoflarında bir ifadenin doğru olması demek o ifadenin
mantığa uygun olmakla beraber doğada mikro ya da makro anlamda tecrübe
edilmesiyle mümkün idi. Haliyle Thales’in, Cosmos’un içinde her ne varsa özünü
su teşkil eder, şeklindeki söylemi bunun en bariz örneğidir. Çünkü doğa
incelendiğinde hakikaten suyun olmadığı bir alan göremiyoruz ve işte bu varlık
ya da cisimde su yoktur dediğimizde bile o varlık ya da cisimde eser miktarda
su ya da bileşenlerinden birini veya her ikisinin olduğunu gözlemleyebiliyoruz.
“Ayrıca bu varsayımın bir başka nedeni de, her canlının tohumunun nemli yapıda
olması ve nemli şeylerin mahiyetinin kökeninde suyun bulunması olabilir.”
(Guthrie, 2011, s. 69)Yine Miletli Thales’in bu söylemi her zihin için makul ve
mantıklı bir ifade olduğundan ayrıca değişen her ne varsa arkasındaki
değişmeyen şeyin ya da şeylerin bilinmesi anlamında doğru ve nesnel bir
ifadedir. Şunu da söyleyebiliriz ki Miletli filozoflar doğruluğu, bir fikrin
ya da söylemin Cosmos’da ne ölçüde yer bulduğu ile ilgilenmişlerdir. Yani
söylenilen ifadenin bu günkü anlamda tam da bilime karşılık gelmese de deney
ve gözlem ile sabit ve gözlemlenebilir olması gereklidir. Bu yönüyle ilk
çağ filozofları bariz bir hakikat kavramına yaslanmaktan ziyade hakikat olarak
anlatılmak
istenilen şey, doğada etkileri gözlemlenebilir genel doğrular
ve bunların bilinmesiyle asıl köklerin ve arkhe"mn ne olduğunun
bilinmesidir.
Kadim Yunan Felsefesi’nin mitlerden kurtuluş evresinin özünde ve
filozoflarının yaymış olduğu görüşlerinden de anlaşılacağı üzere doğada bir
bütünsellik arayışı vardır. Bunun yanında var olanın bir öze indirgenmesi,
akıl için açık ve seçik bir hale getirilmesi çabası hâkimdir. Kadim
Yunan felsefesinden farklı olarak Çin felsefesinin de hakikat anlayışını ve
hakikati aramada ne gibi yol ve yöntemler kullandıklarını irdeleyebiliriz.
Çin’ de felsefe, her eğitimli şahsın ilgilendiği bir şeydir. Eski
zamanlarda, eğer bir adam ne olursa olsun eğitilecekse, onun alacağı ilk
eğitim, felsefe hakkında olurdu. Çocuklar okula gittiklerinde, Konfüçyüsçü
Seçmeler, Mencius’ un Kitabı, Büyük Bilgi, Orta Yol Öğretisi, adlarındaki
dört kitap, onlara okunması öğretilecek ilk kitaplardı. (Yu- Lan, 2009, s. 4)
Hatta şunu söyleyebiliriz ki; batının Kitab-ı Mukaddes" i ne ise
Çin kaynaklarında, yukarıda belirtmiş olduğumuz Dört Kitap" ta aynı
önem derecesine sahiptir. “ Dört Kitabın, Çin halkının Kitab-ı
Mukaddes" i olduğu doğrudur; ancak Dört Kitap"ta, ne
yaratılış hikâyesi ve ne cennet nede cehennemin bir zikri vardır.” (Yu-Lan,
2009, s. 5) Örnek verecek olursak batılı âlimler nazarında Konfüçyüsçülük, bir
din olarak algılanıyor. Oysaki Konfüçyüs’ ün öğretileri Platon ya da
Aristoteles’in öğretilerinden farksız ve bir dini doktrin olmaktan çok uzaktır.
Çin felsefe geleneğine göre, felsefenin işlevi pozitif bilgiyi
arttırmak değil, zihnin yüceltilmesidir. (Yu-Lan, 2009, s. 6) Çin
felsefesinde asıl problem doğayı makul bir çerçevede açıklamak değil de doğa
içerisinde insanın değeri ve başarısının ne ölçüde keşfedilebilir ve
sürdürülebilir olduğunu anlamak, olarak ifade edebiliriz. Burada hakikat,
insanın ta kendisi ve insanın insan olmaklığı bakımından değerinin ve anlamının
sorgulanmasıyla eşdeğer bir şeydir. Bu sorgulamayı gerçekleştirirken de sürekli
bir araştırma yapma ve ahlaki olana yönelme çabası vardır.
Tam da bu noktada Çin felsefesinin büyük üstatlarından olan
Konfüçyüs’ ün görüşlerine odaklanmalıyız. Çünkü her bir söylemi kendi içinde
bir hakikati barındırmakta ve insanın kendini tanıması açısından da önem arz
etmektedir. Konfüçyüs’ün doğruluk ya da gerçeklikle ilgili birkaç söylemine yer
vermeden geçemeyeceğiz. Konfüçyüs der ki: “Büyük ve üstün insanın yolu
gerçekliktir. Yeme onun hedefi olamaz. Kıtlık olduğu zaman bile çift
sürülebilir; böylece, bilgi ile kazanç elde
edilebilir. Üstün insan yoksul kalacağı için değil, gerçeği elde
edemeyeceği için endişe duyar.” (Konfüçyüs, 2003, s. 118)
Gerçeği bilenler, onu sevenlerle eşit tutulamazlar. Onu sevenler,
ondan zevk alanlarla bir değildir. İnsanlar doğruluk için dünyaya gelmiştir.
Bir insan doğru yoldan ayrılıp da buna rağmen iyi bir yaşam sürüyorsa, ölümden
kurtuluşu sadece bir şans eseridir. (Konfüçyüs, 2003, s. 46)
Çin felsefesinin ana hatlarına değindikten sonra tekrar kadim
Yunan felsefesine dönelim. Miletli filozoflardan sonra “hakikatin bizzat
kendisi tarafından araştırmaya zorlanan filozoflar yeni bir neden aramaya
koyuldular.” (Aristoteles, 2012, s. 95) Kimi filozof asıl hakikatin ateş[11] [12]
olduğunu söylüyor, kimisi de her şeyi ve tüm çoklukları birleştiren tam doluluk
arz eden bir Bir’inw varlığından bahsediyordu. Bir
başkası atomları[13] temele alarak hakikati
üzerine bina ediyordu. Ya da dört temel maddeyi (hava, su, ateş ve toprak)[14] özde kabul edip sevgi
ve nefreti ise bu maddelerin değişip dönüşmesini anlamlı kılmak için ortaya
atanlar da vardı. Sayıyı [15]hakikat
kabul edenleri de unutmamalıyız. Her bir filozof kendi bilgisi ölçüsünce bir
hakikat cevabı aramış ve bu bilgelik yoluna kendini adamıştır. Ancak doğrusunu söylemek
gerekirse sabit bir hakikat fikrine vardıklarını söyleyemeyiz. Çünkü hakikat
bizim bütünlüğümüzü de aşan bir yapıya sahiptir. Asıl erdem ise ona ulaşmayı
ve mümkün mertebede yaklaşmayı istemek ve yüzünü asıl olana hakikate dönmektir.
Yani her konuda doğruyu söylemek doğrunun peşinden sürüklenmektir. Ama bu
çabanın boş ve yararsız olduğunu söyleyenler de var. Nitekim bir sofist size
doğruyu eğri gösterecek ustalıkta zihninizi çeldirici doğru bir ifade
kullanabilir. “Protagoras’ın; bütün şeylerin ölçüsü insandır, var olanların
olduğunun, var olmayanların olmadıklarının, ifadesi Sofistlerin doğruluk
görüşlerine ilişkin en sık alıntı yapılan tümcedir.” (Tepe, 2016, s. 32)
Protagoras perspektifinden bakıldığında, hakikat ya da doğruluk
sübjektif bir anlam ile içi doldurulduğundan aslında kişiden kişiye değişen ve
kişinin içerisinde bulunduğu bağlamı algılayış biçimine bağlı bir şey olarak
görülmüştür. O halde şunu söylemek yerinde bir çıkarım olacaktır ki;
Protagoras’a göre, senin doğrun, benim doğrum şeklinde
doğrunun birçok çeşidi olacağından kesin, nesnel ve mutlak bir
doğrudan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere
sofistlerde bilgi ve haliyle doğru göreceli bir yapıdadır. Yani bu da demek
oluyor ki; “her şey üzerine bir birine karşıt iki söz söylemek mümkündür.”
(Tepe, 2016, s. 32) Misal verecek olursak; rüzgâr üşüyen biri için soğuk,
üşümeyen biri için ise sıcaktır. Önerme bütün olarak değerlendirildiğinde
doğrudur. Rüzgâr üşüyen biri için soğuktur. Aksini kanıtlamak ta mümkün olur ve
deriz ki; rüzgâr üşümeyen biri için soğuk değildir ya da sıcaktır. Sofistlerden
Protagoras doğruyu göreceli olarak değerlendirmiş ve doğrunun değişebildiğini
aklınca kanıtlamıştır. Oysaki genel manada doğru bir nesnellik arz ettiği gibi
kişiye bağlı olarak ta değişmez.
Bir diğer sofist olan Gorgias ise: “hiçbir şey yoktur; varsa bile
insan için kavranılamazdır; kavranılır(bilinebilir) olsa da öteki insanlara
bildirilemez ve anlatılamaz ifadesi, görecelik savının da ötesine geçen bir
bildirimde bulunmaktadır.” (Tepe, 2016, s. 33)
Bizde Gorgias’ a şu soruyu yöneltiyoruz. Mademki hiçbir şey
yoktur. Bu yokluğu kavrayan şeyin yok olduğunu nasıl ispat edebilirsin? Bir
şeye yoktur diyebiliyorsak o şeyi bütünüyle değerlendiriyor olmamız gerekir ki
bu söylem dahi insanın gücünü aşan ve muğlak bir çıkarımdır. Evet, bir şeyi
insan ne ölçüde bilebilir? Ve bu bildiğinin ne kadarını aktarabilir? Bu konuda
kısmen de olsa Gorgias’a hak vermemek mümkün değildir. Peki, bir sofist için
doğru nedir? “Doğru, doğru olduğu gösterilebilen, kanıtlanabilendir. Bunun
ötesinde kendinde doğru diye bir şey söz konusu değildir. Eğer böyle bir
şey söz konusu olsaydı, o durumda retorikçinin yapabileceği de sınırlı olurdu.”
(Tepe, 2016, s. 33)
Platon, Sofistlerin aksine hakikatin nesnel bir yapıda olduğunu ve
göreceli olmadığını söyler. Onun hakikat ile ilgili görüşlerine, Politeia,
Sofist, Theaitetos, Gorgias, Protagoras adlı eserlerinden ulaşabiliriz.
Platon, felsefesinde idealar ve sanılar ayrımını gözeterek
sanıların değişen görünümlerine rağmen idealar ise değişmez ve mutlak hakikati
belirtir. “İdeaların aklımız için bilinebilirliği, onların doğruluğudur
(hakikatidir). Ve burada doğruluk (aletheia) saklı olmama anlamındadır.” (Tepe,
2016, s. 37) Platon, hakikat anlayışına ve bilgi felsefesine daha yakından
bakacak olursak Politeia adlı eserini incelememiz gerekir. Bu eserde
hakikatin ne olduğunu anlamak adına bir takım bölümlemelere ve
tasvirlere başvurulmuştur. İlk olarak hayali bir çizgi düşünülmüş olup, bu
çizgi görünen ve kavranan dünyaları ikiye ayırmıştır. Sonra bu ayrılan parçalar
tekrar iki parçaya ayrılmıştır. Elde edilen her bir parça karşısındakine oranla
karanlık ve aydınlık olarak sınıflandırılınca, görülen dünyanın birinci bölümü
olarak görüntüleri elde edilir. Burada görüntülerden kastedilen gölgeler ya da
yansılardır. İkinci bölüm ise görüntülerin yansıttığı nesneler, yani
çevremizdeki hayvanlar, bitkiler ve insan elinden çıkma bütün eserler olarak
kabul edebiliriz. Burada hakikat ve onun karşıtı bakımından bölümleme şu şekilde
yapılmıştır. Görüntü aslı olan nesneye göre ne ise, sanı da bilime göre odur.
(Hilav, 2007, s. 610(Politeia,509e-510b))
Asıl doğruluğu kavramsal olarak inceleyen ve değerlendiren
Aristoteles’tir. “Doğru bir biçimde senin beyaz olduğunu düşündüğümüz için sen
beyaz değilsin, ancak sen beyaz olduğun içindir ki senin beyaz olduğunu
söylerken bir doğruyu söylemiş oluyoruz.” (Aristoteles, 2012, s. 416(1051b5))
Bu söylemden de anlaşılacağı üzere düşünsel doğruluğu belirleyen
ontolojik(varlıksal) doğruluktur. “Doğruluğu, şeyler ile onlara ilişkin
yargılar arasındaki uygunluk olarak gören Aristoteles, bir anlamda Platon’la
başlayan içinde kimi ontolojik öğeler taşıyan bilgi- doğruluk görüşünü
geliştirerek sürdürmüştür.” (Tepe, 2016, s. 42)
Kavramı, varlığı bütünlüğüyle ve daima var olan özüyle kavramayı
temsilen kullanılan dilsel göstergedir. Bu göstergenin gösterileni,
Aristotelesçi realist bakış bağlamında ekseriyetle nesne ve nesnel gerçeklik
ifadesiyle ortaya konulan zihin-dış dünya ilişkisi üzerine bina kılınır. Böyle
bir anlayış, dil-dünya ilişkisinde Hakikatli algılananla sınırlandırır.
(Erdem, 2012, s. 14) Realist görüş hakikati, dil ve dünya ile sınırlandırırken
idealist görüşe göre hakikat dil ve dünya bağlamını aşan bir mahiyete sahiptir.
3.1.2.
Orta Çağda Hristiyan Âleminde Hakikat Tasavvuru
Ortaçağ Hristiyan âlemi Yunanistan’dan miras alınan felsefe ile
11. Yy da tanışmışlardır. Eski Ahit, Yeni Ahit ve Aziz Pavlus’un Mektupları
’nın yanında merak edilen bir bilgi alanı daha açılmış oldu ki biz buna
Felsefe diyoruz. Felsefe o dönemde Avrupalının karanlıklar içerisinde kaldığı
anlarda, adeta bir kandil gibi ışığını saçmak istiyordu. Buna rağmen mevcuttaki
dini metinlerle felsefe tam bir mütekabiliyet arz
etmekten uzaktı. Yine de buna rağmen Kutsal Metinlerdeki bazı
kavramlar Helenizm kavramlarına benziyordu. “ Bunlardan ilki Logos veya Söz’
dür. Başlangıçta Söz vardı. Tanrı’yla birlikteydi; her şey O’nun
aracılığıyla var oldu; hayat O’ndaydı ve hayat insanların ışığıydı. Yunanlara
ait bu Logos kavramının felsefi, hatta daha çok stoacı bir kavram olduğu çok
açıktır; bu kavram daha önce İskenderiyeli Philon tarafından kullanılmıştır.”
(Gilson, 2007, s. 13) Burada Sözden kastedilen ne idi? Gerçekten Philon’ un
belirttiği üzere Yunan Felsefesinden bir etki söz konusu olabilir mi? Ya da
Gilson’ ın deyimiyle Yunan felsefesine ait bir kavram gelip Hristiyan
Tanrısı’nın yerine mi geçti? Bu kavram karışıklığı aslında inancın felsefi
olarak yorumlanmasından başka bir şey değildir. Anlam karmaşasına sebep olan
şey ise, “ Hristiyan inancının konusu olan somut İsa kişiliğinden yola çıkan
Aziz Yuhanna, Yunan filozoflarına dönerek onların Logos olarak
adlandırdıkları şeyin bizzat İsa olduğunu, Logos’un bedenlendiğini ve
bizim aramızda yaşadığını, hatta dünyanın yalnızca spekülatif açıklaması
peşinde olanlar için kabul edilmez bir skandal sayılsa da, onu gördüğümüzü
söyler. (Yuhanna 1:14) Oysaki İsa’nın Logos olduğunu söylemek felsefi
değil, dinsel bir iddiadır.” (Gilson, 2007, s. 13) Yani bu da demek oluyor ki;
Hristiyanlık Dini ile Felsefe arasındaki kavram karmaşası Hristiyan Azizlerin
dinini Yunan filozoflarına kabul ettirme çabası ve felsefenin mevcuttaki dini
statükonun yıkmasını önlemekten öteye gitmez. Ancak bunu yaparken hem felsefeyi
hem de dini metinleri tahrif ettikleri de su götürmez bir gerçektir.
Her şeye rağmen Ortaçağ felsefesi Aşkın bir Tanrı figürü etrafında
bina edilmiş olmakla beraber İsa Mesih’ in çarmıha gerilmesiyle günahların
affedileceği düşüncesi ile Aşkın olan İlahlık somutlaştırılarak İsa Mesih’in vücuduyla
içkin bir hale evrilmiştir. Hakikat, aşkın olan Tanrı iken artık var olan tek
hakikat İsa Mesih olmuştur. Bu bakımdan hakikat dediğimiz şey İsa Mesih’in
günahın kefaretiyle göğe çıkması ile artık ulaşılması güç bir tahayyül şeklini
almıştır. Hristiyan âlemi için artık hakikate ulaşma çabası zorunlu bir hâl
almıştır. Şayet hakikat olan İsa Mesih geri dönmez ise oğul feda edilmiş ve
Azizler affedilmiş olacaktır. Buradaki asıl hakikat Hristiyanların vicdan azabı
içerisinde kalmış olması ve bu vicdan azabını hafifletmek adına hem Tanrı’yı ve
Kutsal Metinleri hem de Felsefeyi kullanmış olmalarıdır.
Ortaçağ, doğruluk/hakikat sorunun, özellikle de ‘hakikat’
sözcüğüyle anlatılan anlamının, öne çıktığı, sorunun bu anlamıyla yoğun bir
biçimde tartışıldığı dönem olur. (Tepe, 2016, s. 43) Öncelikle Thomas
Aquinas’ın hakikat hakkındaki görüşlerini
inceleyelim. “ Thomas Aquinas Quastiones disputatae de veritatenin
daha başlarında (1. Soru 1. maddede) doğruluk kavramını şöyle belirler:
doğru(verum) ve var olan(ens) açık bir biçimde bir biriyle çok sıkı bağlantı
içindedir; sanki onların tamamen aynı şeyler olduğunu söyleyebilecek gibidir.
Yine de bu ikisi aynı şeyler değildir.” (Tepe, 2016, s. 44) Her var olan doğru
olandır. Ama her doğru var olmayabilir. Ama doğru kavramı burada var olmayan
bir şeye gönderme yapabilir. Peki, burada doğruluk dediğimiz şey nedir? “ Var
olanın hakikî olan olarak anlama yetisine uygun düşmesi; şey ile anlama
yetisinin tam denk düşmesi (adaequatio rei et intellectus), işte bu
doğruluktur (rectitudo).” (Tepe, 2016, s. 45) O halde haklı olarak şu soruyu
sormalıyız: Hakikat tam olarak nerededir? Nesnelerde mi yoksa düşüncede mi
vardır? Aristoteles, doğru ve yanlış nesnelerde değil anlama yetisindedir yani
düşüncededir demesine karşı Aquinas’ a göre ise, “doğruluk, esas olarak
düşüncededir; fakat düşünceyle ilişkide oldukları kadarıyla da şeylerde,
nesnelerdedir.” (Tepe, 2016, s. 46)
Augustinus’a göre ise hakikatin anlamı nedir? Diye sorduğumuzda,
bu soruya verilecek cevap basit ama bir o kadar da derindir. Hristiyanlığın
Tanrısı olan Rabb, var olan her şeyin anlamı ve hakikatin ta kendisidir.
Augustinus, önce hakikati var olanlar arasında arar, ancak hakikat öyle yere
göğe sığacak cinsten bir şey değildir. Kendi ifadesiyle: “Mısırlıların putlarına,
senin altın vazolarından yararlanarak Tanrı'nın hakikatini yalana dönüştüren ve
Yaradan’ın yerine yaratığa tapıp kulluk eden bu çılgınlarla birlikte kurbanlar
sunmak istemedim.” (Saint Augustinus, 1999, s. 152) Burada hakikat, ontolojik
bir mahiyete sahip olup Aşkın bir Varlık’ a tekabül eder. Augustinus’un
belirttiği üzere hakikat dil ve dünya bağlamından tamamen ilişkisiz olmamasına
karşın dil ve dünya bağlamı içerisinde de yer almaz. Hakikat, dil ile
sınırlandırılmayacak kadar geniş bir anlam dünyasını içerisinde barındırır.
Augustinus, bu durumu şöyle ifade eder: “Hayır, içimden, düşüncelerimin
içinden hakikat, ne İbranice, ne Yunanca, ne Latince, ne barbarca bir ağzın ve
de bir dilin yardımı olmadan, hecelerin gürültüsü olmadan; "doğru
söylüyor" derdi. ” (Saint Augustinus, 1999, s. 268) “Augustine,
kelimeleri literal anlamlarıyla okudu. (...) Ancak, Milan’da St. Ambrose’nin
verdiği vaazın “harf öldürür, fakat ruh diriltir” ifadesini işittikten
sonra, Kutsal Kitabı bir kez daha eline aldı ve kelimelerin literal
anlamlarının ötesinde, metnin kelimeleriyle literal olarak ifade edilen ahlâkî,
alegorik, analojik, ve içsel anlamlarına yöneldi.” (Adler, 2014, s. 44)
Böylece asıl, hakiki olan, verilmek istenilen mesajın özünü kavradı.
Aziz Anselmus ise Platocu geleneğin bir devamı niteliğindedir.
Aristotelesçi mantıktan sıyrılarak, asıl hakikat olan Tanrı’nın iman ile
kabulünü ön şart varsayar. Bertrand Russell ifadesiyle: “Anselmus, usu imana bağlı sayar. Augustinus' u izleyerek, anlamak
için inanıyorum der. İman olmaksızın Tanrı'yı anlamanın olanaklı olmadığını
söyler.” (Russell, 1972, s. 183)
Varlıksal hakikat diyebileceğimiz anlamıyla hakikat, Anselmus’un
hakikat/doğruluk görüşünde egemen anlayıştır. (Tepe, 2016, s. 51) Kimi zaman
bilgisel hakikatlere başvurmuş olsa da yine de meselenin özünde varlıksal
hakikat belirgindir. Burada hakikat: “düşüncenin ya da önermenin nesnesine
uygunluğu anlamında yani doğruluk olarak ele alınmaz; sağınlık olarak görülen
hakikat, şeylerde ve önermelerde eksik biçimde gerçekleşen her türlü özün ve
önermenin iç uyumudur (birliğidir).” (Tepe, 2016, s. 51).
3.2.
Dinlerde Hakikat Arayışı (Dinlerin Çokluğu ve Hakikat’ in Birliği
sorunu)
Bu bölümde birçok din ve öğretide yer alan hakikat/gerçek fikrinin
nasıl aktarıldığını ve birleştirici unsur olarak dinlerde ve kutsal metinlerde
hakikate ulaşma çabasının nasıl gerçekleştirildiği ele alacağız. Hakikat
dediğimiz şey eğer bir ve bütün ise bu tüm dinlerde ve öğretilerde benzer
yönlerin olduğu anlamına gelir ki bu gerçekten mümkün müdür? Yoksa her dinin ya
da öğretinin farklı bir hakikat tasavvuru mu vardır? Bu gibi sorular insan,
evren ve tanrı üçgeninde sorgulanmaya ve cevap aramaya değer sorulardır.
Öncelikle din kavramının nasıl bir anlam îfâ ettiğini serimlemekle
konuya başlayalım. Din’i, dikey düzlemde kul ile İlah arasındaki ilişkinin
bâtıni olarak varlığının kabulünden sonra zâhiri olarakta (ibadetler, fiiller)
ifade edilişi şeklinde tanımlayabiliriz. Din, yatay düzlemde ise, daha çok
toplumsal hayatı düzenleyici kurallar bütünü olarak karşımıza çıkar. Bu
kurallar bütünü tek bir boyuttan ziyade birçok farklı alanı içerisinde
barındıran daha grift, çoklu boyutlar çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu
söylemi temellendirmek istersek, Monoteist bir din olan ve evrensellik
iddiasında bulunan İslam Dininde bu bahsi geçen çok boyutluluk, açık aleni bir
biçimde kendini göstermektedir. Yapılan bir ibadetin psikolojik, sosyolojik,
felsefik, ekonomik ya da moral (ahlak)anlamda bir yansıma içerdiğini görüyoruz.
Örneğin İslam Dininde Ramazan ayı içerisinde yapılan oruç ibadetinin ibadet
boyutu yani dikey anlamı dışta tutulduğunda,
paranteze alındığında yatay düzlemde toplumsal ya da ferdi birçok
etkisinin olduğu su götürmez bir gerçektir. Zekât, namaz, hac, kurban kesmek
gibi ibadetler de sadece İlah ile kul arasındaki ilişkiyi kuvvetlendirmekten
ibaret değildir. Bununla beraber insanın yaşadığı ortamı bütün boyutuyla
düzenlemeyi hedefler. Peygamberin söz ve fiillerinden oluşan sünnette de durum
aynıdır. “Sünnet kuralları hem yatay hem de dikey olup toplumsal
ve maddi dünya ile birlikte manevi yaşamı da kapsar.” (Schuon, 2013, s. 15) . O
halde dini, sadece bir boyutuyla değil de kapsamlı olarak insanın hayatını hem
toplumsal hem de manevi anlamda iç huzuru temin edecek bir biçimde düzenleyen,
yine insanı yatay ve dikey düzlemde canlı tutan kurallar bütünü şeklinde
anlamak gerekir.
“ Din, bir temsiller sistemini (inançlar, mitleri dogmalar, vs.)
bir örgütü(kiliseler, tarikatlar, mezhepler, vs.) ve ritüelleri bir araya
getirir. Başka bir deyişle din, aşkın veya kozmik bir düzene ait inançları,
yaşam kurallarını ve ibadet biçimlerini içinde toplayan kurallar bütünüdür.”
(Kaynak, 2012, s. 676). Yine din, mensubu olan bireyin saadetini gözeterek onu
en doğru yola iletmek adına bir takım ödül veya ceza doğuran fiillere sevk eden
kurallar bütünüdür. Din kendi yapısında hem maddi hem de manevi bir vecihte
düzenleme gayesi taşır.
Her dinin kendine has bir Mutlak Hakikat iddiası vardır. Burada
Hakikat kavramı gerçek ve değişmeyen doğru, batılın karşıtı olan şey manasında
kullanılmıştır. Peki dinler de var olan bu Mutlak Hakikat nasıl bir temele
dayandırılmaktadır? Mutlak hakikat algısı her dinde değişik anlamlar içerse de
özünde belli başlı birkaç noktada kesişir. Bu noktalardan ilki, kendin için
istediğin bir şeyi ya da faydayı başkası için de istemek. Bu ahlak temelli
öğreti hemen hemen semavi olsun ya da olmasın bütün dinlerde aynıdır. İkinci
nokta ise, her din ya da mezhep bir ruh dinginliği ve ebedi saadet fikrine
dayanmaktadır. Burada ebedi saadet dediğimiz şey Schuon’un da belirtmiş olduğu
Mutlak Huzurun aynısıdır. Bunun yanında bir başka ortak hakikat ise her doğan
çocuk saf ve temizdir. Zira bir başkasının günahını ya da yanlışını henüz
doğmadan çocuğa yüklemek apaçık bir yanılgıdır. İnsan; dini, dili, ırkı fark
etmeksizin insandır ve insan olduğu içindir ki değerli ve biriciktir.
Hristiyanlık dini bu nokta-ı nazardan bakıldığında İslam fikri ile çatışır.
Çünkü Hristiyan cemaati bir günah ile doğduğuna inanır. Hristiyanlık fikrinde
insan dünyaya fırlatılmış bir öteki olmaktan ibarettir. Bu öteki fikri bir
dışlanmışlığı ve beraberinde umutsuzluğu getirmektedir.
“İsa'yı ölçü olarak veren Tanrı, bize açıkça bir ben'in devasa
gerçeğinin nereye gittiğini göstermiştir; çünkü Tanrı'nın insanın ölçüsü ve
amacı olması ancak İsa ile mümkündür. Ama ben'in yoğunluğu ile birlikte,
günahın yoğunluğu da artar. (,..)Ama Tanrı günahlarımızı bağışlayarak uzlaşmayı
sunmaktadır. Buna rağmen günahkâr umutsuzluğa düşer ve umutsuzluğunun ifadesi
de derinleşir ve işte Tanrı ile temas içindedir, ama bunun nedeni Tanrıdan hâlâ
uzakta olması ve yanlışlığının içine daha fazla dalmasıdır. Günahlarının
bağışlanacağı konusunda umutsuzluğa düşen günahkâr, Tanrı'yı sanki çok yakından
sarmak ister gibidir. "Ama hayır, günahlar affedilmedi, bu
olanaksızdır" dediği zaman bir diyalog havası sezinleriz, göğüs göğse bir
savaşım var diyebiliriz. (Kierkegaard, 2017, s. 106-107)”
“Mutlak kurtarıcı tezahürü ya Hakikat ’tır, ya da Huzur’dur; ama
hiçbir zaman bunlardan sadece biri değildir, çünkü Hakikat Huzur ile Huzur da
Hakikat ile daima beraberdir.” (Schuon, 2013, s. 13) Hıristiyanlık Dininde
Huzur, Hakikati daima önceler. Buradaki Huzur İsa olayı ve teslis inancıyla
özdeştir. “ Yani Hıristiyanlığın Hakikati İsa’nın Tanrı ile özdeşliğine
dayanır. İşte burada Teslis doktrini hâsıl olur ki eğer Hıristiyanlıkta birinci
unsur Hakikat olsaydı yani İslâm’da olduğu gibi Tanrı tek Hakikat olarak
Kendisini gösterseydi( tabii Sâmi monoteizminin çerçevesi dâhilinde) Teslis
doktrini sorun kaynağı olurdu.” (Schuon, 2013, s. 13) İslam dininde ise Hakikat
Huzurun kaynağı, Huzur ise Hakikate varmanın aracıdır. Nitekim birçok dinde
olduğu gibi İslâm da hidayete erme ve ebedi saadeti yakalama noktasında bir
Huzur hâkimdir.
İslâm düşüncesi, semavi ve vahiy temelli olduğu için, varlığı ve
insan-varlık bağlamını, varlığı var eden Fail-i Muhtar (yarattığını seçen)
yaratması zatının gereği olan İlah fikri ile kopmaz bir bağdaşım içinde tezahür
eder. Hakikat kavramı, kökeni Hakk’dan türeyen ve Hakk’ın daima belirleyici
olduğu dalalete sahiptir. Bu yüzden hakikat önce Hakikat-ı Hakk (Hakk’ın
Hakikati) şeklinde mevzubahis olur. Bu kullanım Hakikat’in en özsel tanımına
karşılık gelir. Hakk’ın Hakikati ve Sûret-i Hakikiyesi, bütün belirlemeleri,
meydana gelişleri, oluşları ve varlıktan varlığa vasıf kazanan niteliklerin,
Zatı’ndan tezahür ettiği ve Zat’ı tarafından belirlenen vücuddan ibarettir.
(Tasavvuf Sözlüğü, s.434) Bu mealde Hakikat dedikleri, Hakkın bizatihi Zat’ın
sıfatlarının tecelliyatı olan eserleri Zat’tan ayrı düşünmek Zat’ın kendisi
değil O’nun tarafından ibda olunan demektir, sıfatı ve sıfatın tezahür ettiği
eserlerini Zat’tan ayrı kılmak selb etmektir. Hakk’ın sıfatları sana fail,
sende fail veya senden fail olur. Misal verecek olursak; Basar (görme)
sıfatının sana failliği görme kudretine sahip olman, sende failliği görme
kudretine sahipliğinin bizzat Allah tarafından bir istidat olarak sende devamlı
olması, senden failliği ise sendeki görmenin tezahürü olan görmeyle
gerçekleştirdiğin her faaliyettir.
Yahudi ve Hristiyanlık düşüncesinden farklı olarak İslâm daha
ılımlı ve evrensellik iddiasına daha yakın görünmektedir. Çünkü dinler Mutlak
Hakikat konusunda her din kendi doğrusunu dikte ederken İslâm diğer dinleri de
kuşatıcı bir formu yapısında barındırır. Şöyle ki İslam fikri, Hz. Davut’un,
Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın vahiy kaynaklı aldığı ve uyguladığı mesajla
çelişmez. Bir başka vecih ise İslâm Dininde bulunan "her doğan birey
Islâm (Fıtrat) üzere doğmuştur” anlayışı gereği evrensellik iddiasını ve
mesajın kapsayıcılığını ve Aşkın bir hakikati tasdik ettiği ortadadır.
Yahudilik anlayışına bakıldığında soy ön planda tutulurken Yahudi bir anneden
doğmayan çocuk Yahudi olarak kabul edilmemektedir. Ya da Hıristiyanlıktaki
Vaftiz sürecini tamamlamayan biri tam anlamıyla Hıristiyan değildir.
Dolayısıyla evrensellik iddiasını benimseyen ve Mutlak bir Hakikate dayanan
dinlerde küreselleşmenin etkisiyle bir etkileşim, karşılaştırma ve kendi
görüşünü hâkim kılma çabası olacağından, böyle bir varsayımın diyalektik bir
süreci de beraberinde getireceği açıktır. Oysaki her hangi bir dine mensup bir
bireyi göz önüne aldığımızda hangi coğrafyada doğmuş ise o coğrafyada hâkim
olan inancı benimseme eğiliminde olduğunu görüyoruz. Yani insan bir din, dil ve
kültür bağlamı içerisine doğuyor. Bu belirlenim sonucu birey de gizil halde
zaten kimliğinde yazılı bir dinin varlığını benimsemek zorunda kalıyor. Haliyle
bu durum belirli bir Mutlak Hakikat şablonu doğurmaktadır. Yani her birey içine
doğduğu dini bilsin ya da bilmesin onu savunma gereksinimi hisseder. Bu his ya
da düşünce yapısı dindar bir bireyin bir başka dine mensup başka bireylerle
etkileşimini zorlaştırdığı gibi kendi Mutlak Hakikatini karşısındakine
inandırma ve kabullendirme çabasını doğurmaktadır. Tıpkı bireyde olduğu gibi dinlerde
de bu eğilim göze çarpmaktadır. İşte bu süreç dini bir diyalektiği beraberinde
getirmektedir. İslam Dini fıtrat fikri ile bu süreci aşmakta ve bir üçüncü
yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani monoteist ve vahye dayanan dinlerin
ilk halini ve peygamberlerinin mesajlarını kabul etmekle beraber onları
ötekileştirmekten ziyade bir kuşatıcılık ve biz fikri çerçevesinde
birleştirmektedir. Diğer bir yandan fıtrat fikrinin kabulü ile akli
erginliğe erişmemiş her bireyi Müslüman olarak görmesi ve kabullenmesi bu dinin
evrensellik iddiasına ne kadar yakın olduğunu bir kez daha kanıtlar
niteliktedir. İslâm’ın mesajı olan Kur’an temele alındığında burada İnsan
aklını, Hakikat noktasında reddetmediği görülür. Zira Kur’an da yer alan Hz.
İbrahim(as)’ın kıssası bunun en bariz örneğini teşkil eder. Hakikat bir ise
gidilen yolların öneminden çok varılacak yere dikkat çeken ilahi mesajın aklı
reddetmediğini fakat Mutlak Hakikat’in
insan aklını da aşan bir bütünsellik arz ettiğine vurgu
yapmaktadır. Yani akli ve çıkarımsal olarak İlah’ın var olan her şeyden
münezzeh maddi olmayan ve kuşatıcı, Aşkın bir form sergilediğini gören ve İslâm
ile henüz tanışmamış insanların Hanif olduğunu Kur’ an açık bir biçimde
aktarılmıştır.
İslâm’ın yatay anlamda emrettiği kurallar, insanın fıtratı temele
alındığında lokallik yani yerellik gözetmeksizin bütün insanların faydasınadır.
İslâm’da Huzur beklenilen ya da kesinlikten uzak bir anlam taşımaz. Zira Huzur
ya da Saadet hem dünyevi yani seküler hayatı hem de manevi hayatı kapsar. Bu da
demek oluyor ki Peygamber’in Kur’an’ı hayatına yansıtmasıyla oluşan sünnetini
birey hayatının her alanında ve her anında tatbik edip uygulasa, Huzur;
Hıristiyanlıkta olduğu gibi beklenilen bir şey olmaktan çıkıp bizatihi
yaşanılan bir durum halini alacağı bir gerçektir.
Bir diğer hakikat ise dinlerin anlaşılması ve ilahi mesajın
aktarılması konusunda bu mesajı oluşturan kavramların içeriklerinin birbirine
benzer oluşu, dinlerin Mutlak bir Hakikat çevresinde birleştiği varsayımını
destekler niteliktedir. Bu konuda yani dinlerde yer alan dilsel ifade biçimi
olarak kavramların etimolojisini ve anlamlarının bir bütün çerçevesinde
birliktelik yansıttığını görmek adına ilk olarak Hinduizm öğretilerini
inceleyelim. “Hinduizm’ in bilinen tarihi M.Ö iki bin yılına kadar uzanır. Bu
yönüyle o, yaşayan en eski dinlerden biri olma özelliğine sahiptir.”
(Kutlutürk, 2014, s. 7) Hinduizm dinine, Bangladeş, Nepal ve Hindistan’da
yaygın olarak inanılır. Ahlaki ve toplumsal birçok akaidi bünyesinde barındıran
Hinduizm, coğrafyadaki hâkim kast (toplumsal sınıf ayrımı) yapısına rağmen
hızlı bir şekilde yayılma imkânı bulmuştur. “Sanskrit literatüründe Arya
Dharma (soylu yol/din), Sanatana Dharma (ezelî-ebedî yol/din) veya
sadece Dharma (yol/din) olarak tanımlanan Hinduizm, kutsal metinleri
aracılığıyla asırlarca varlığını sürdürmüştür.” (Kutlutürk, 2014, s. 7)
Hinduizm hakkında daha detay bilgi için bu dinin ilk kaynakları ve ana
esaslarının yer aldığı dini metinleri olan Upanişadlar’ı inceleyebiliriz. “
Sanskritçe bir kelime olan Upanişad, oturmak, tahrip etmek veya
yaklaşmak anlamındaki şad fiili ile yakın anlamındaki upa ve
aşağı anlamındaki ni ön eklerinin terkibinden meydana gelir. Bu terkip
bir bütün olarak; oturuş, öğrenim, bir üstadın ayağının dibinde oturma
anlamlarına gelir.” (Kutlutürk, 2014, s. 14) Hindistan eğitim modeli tıpkı
bizdeki medrese usulüne benzer bir biçimde hoca ile öğrencisinin bir araya
gelerek halka oluşturup konuları tartıştığı sorulara ve sorunlara cevap aradığı
bir yapıdadır. Bu nedenle bu dinde yer alan kavramlar o coğrafyanın ana
karakterini ortaya koyar. Burada önem arz eden bir diğer kavram
ise, atman yani ruhtur. “Hinduizm dini düşüncesinde “insanların gerçek
ve ölümsüz Ben’ini ifade eden bu kavram Sufizm’deki zât ve Orta
Asya Türkçesi’nde öz sözcüğünün muadili olarak dikkat çekmektedir.”
(Kutlutürk, 2014, s. 16) En eski Upanişad kutsal metni olan Brihadaranyaka
Upanişadda atman ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Bu benlik ne budur ne de şudur. O ne kavranabilir ne de yok
edilebilir. O yakalanamaz, çünkü elle tutulamaz. O tahrip edilemez, çünkü
tahrip edilmesi mümkün değildir. O durdurulamaz, çünkü onda durdurulacak hiçbir
şey yoktur. O bağımsızdır, çünkü kendini bağlamaz. Zarar görmez, kaygılanmaz ve
yaralanmaz. Yanlış yaptım veya doğru yaptım gibi düşünceler onu etkilemez.”
(Kutlutürk, 2014, s. 17(Brihadaranyaka Upanişad,3,4,s.26))”
Burada yer alan atman insanda yer alan ruhu tarif
etmektedir. Zira bedenin yapısı bozulsa bile ruh bir bütün olarak varlığını
devam ettirmektedir. Bir diğer kelime Hint dini için önem taşıyan Brahman’dır.
“ Değişik kavramları ihtiva eden bu kavram; “büyüklüğü, kudreti ve boyutu
ölçülemeyen tanrısal güç, her şeyi kuşatan Mutlak Hakikat” anlamına da gelir.
(Kutlutürk, 2014, s. 18) Ayrıca yogalarda sıklıkla duyduğumuz Om sözcüğü
ise Tanrı’yı işaret eder. Dini törenler bu sözcükle başlar. İslâm dinindeki Hû
nasıl ki Allah’ı işaret ediyorsa buna benzer olarak Om sözcüğü de Hint
Tanrılarına işaret eder. “ Upanişad’a göre A-U-M’ den oluşan “Om sözcüğü”,
“atman”ın sesli biçimidir; cins isim olarak ise eril, dişil ve nötr dür. Bu
sözcük; ışık biçimi olarak ateş, rüzgâr ve güneştir. Tapınılacak biçim olarak
Brahma[16],
Vişnu[17],
ve Şiva (Rudra)[18]’dır.
(...) Dünya biçimi olarak yeryüzü, hava ve gökyüzüdür. Zaman biçimi olarak
geçmiş, şimdi ve gelecektir. “Om” denilince tüm bunlar kapsanır, hepsi
onurlandırılır ve hepsine dua edilir.” (Kutlutürk, 2014, s. 22) Son olarak Rişi
kelimesi kalp gözüne sahip hakikatin bilgisine ermiş kimseler için kullanılır.
“Rişiler, kalbin sesiz derinliklerinden Veda ilahilerini ve diğer kutsal
literatürü “işiten” ve “ileriyi gören” yazarlar olarak kabul edilir.” (Kutlutürk,
2014, s. 24) Karma Yasa’sı ve Samsara ise, geçici dünya, doğum ve yeniden doğum
döngüsü anlamlarına gelir. (Sarma, 2005, s. 23(dipnot:29))
Bu fikrin karşısında İslâm Dininde bir Karma Yasası ya da Samsara
fikri yoktur. Ancak buradaki benzer ve ortak payda yeniden bir doğuş fikri her
iki öğretide de vardır. İslâm Dini reenkarnasyonu kabul etmez ve ruhun tekrar
içinde yaşadığımız dünyaya farklı bedenlerde ya da formlar da geleceği
düşüncesini aleni bir biçimde reddeder. Bunun yanında ruhun ölümsüzlüğünü ve
yine insan formunda yeniden yaratılacağı gerçeğine vurgu yapar. “ O, ölüden
diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir.
Sizlerde işte öyle çıkarılacaksınız.” İşte Rum Suresi 19. ayet ve benzer
içerikteki ayetler ile İslâm düşüncesi ruhun ölümsüzlüğü ve insanın yeniden
diriltilmesi noktasında bir reenkarnasyon sürecine girmeden Hint Samsarasını
aşar. Yani bir başka deyişle İslâm; açıklığı, İlahi mesajın kesinliği ve
insanın sorabildiği her soruya tatmin edici cevap vermesiyle bir üçüncü yol
olarak varlığını sürdürmektedir.
Kavramların anlamlarının dinlerde ortak bir paydada serimlenmesi,
İlahi mesajın muhatabı olan insanın bir ve aynı olmasından kaynaklanır. Dil,
din, ırk ve coğrafya gözetmeksizin her insan doğasının gereğini yerine
getirmektedir. İslam’ın ilahi mesajı bu noktada insan doğasıyla çelişmez.
Sonuç olarak dinlerin çokluğu ve bu çokluğun içerisinde tek ve
Mutlak bir Hakikat’ in kabulü sorunu İslâm’ın diyalektik sürece girmemesi ve
bir üçüncü yol olarak evrensellik iddiasını ortaya koymasıyla aşılabilir.
Mutlak bir hakikatin varlığı fikri, hakikate dair düşüncenin çokluğu ile
bulanık bir duruş sergilese de tek tek her bir düşünceyi aşan aşkın ve bütünü
içerisine alan yapısı itibariyle reddedilmeyecek ölçüde açık ve seçiktir. Bu
öncülün kabulünü varsaydığımızda evrensel ve tek bir dilin(mesajın) kabulü
fikri ütopik bir söylemden daha ziyade ayakları yere basan bir realite olmaktan
kendini kurtaramaz.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
FİLİBELİ AHMET HİLMİ’ NİN A’MÂK- I HAYAL ADLI ESERİNDE
HAKİKAT
4.1.
A’mâk-ı Hayal
Adlı Eserde İsmi Geçen Karakterlerin Tanıtılması
A’mâk-ı Hayal adlı eserin yazarı Filibeli Ahmet Hilmi’dir. Bu eser
derin bir arka planı bünyesinde barındırmakla beraber hem dini hem de felsefi
eser diyebileceğimiz bir kapsama ve mesajlar bütününe sahip olmasıyla diğer
eserlerden ayrılır. Gerek yazarın kullanmış olduğu üslup gerekse de eser
hazırlanırken kullanılan ya da seçilen yöntemler gayet yerinde olmakla beraber,
eser ilgiye layık bir yapı bütünlüğü arz etmektedir. Osmanlı dönemi kültür ve
düşünce dünyasını bizlere yansıttığı için bir yönüyle de kimliğimizi ve özümüzü
yansıtmaktadır. Cemil Meriç, Jurnal inde kadife üslubuyla bu eser
hakkındaki yorumlarını dile getirmiştir. Dilerseniz biraz da Onun kıymetli
yorumlarına yer verelim:
“İkinci Meşrutiyet’in fikir münakaşalarını üzülerek hatırlıyorum.
Midhat Efendi romancı olarak üzerinde çok konuşulmuş bir yazar. Oysa
Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, neslimizin büsbütün meçhulü. “A’mâk-ı Hayal””
felsefi bir roman. Lehimci Bünyan’ın “Hacının Yolculuğu ” İngiltere’de Kitab-ı
Mukaddes’ten sonra en çok okunan kitapmış. A ’mâk-ı Hayal”i karıştıran
kaç Türk aydını var? (Meriç, 1981, s. 270-271)”
Cemil Meriç’e hak vermemek elde değil, zira özümüzü, değerlerimizi
yansıtan kaynaklara ihtiyacımız her geçen gün artmaktadır. Anlamın içinin
oyulduğu ve kavramların serseri mayın gibi etrafta dolaştığı şu asrımızda bize
ancak bizim dilimizle konuşacak insanlar bazı şeyleri verebilir. Bugün mimari
alanda çok gelişmemize rağmen kültürel ve ilmi anlamda bir çöküş sürecine
girdiğimiz her halde aydın zümre ya da sıradan bir insanın zihninde
yadsınamayacak kadar hakiki bir söylem olsa gerek. Yüksek ve dayanıklı binaları
yapacak malzeme ve tekniği bulduğumuz ya da geliştirdiğimiz halde geleceğimizi
ve geleceğin mimarı, hâfızası olan genç kuşağı eğitecek, donatacak kültür
malzemesini ve bunu işleyecek yöntemi hala geliştirememiş olmak, elbette ki
üzücü bir durumdur. Filibeli Ahmet Hilmi’nin bu eseri ise bizlere kültürümüzün
bir mirası olarak
kalmakla beraber insanımızın sadece akli olarak değil akli ve
kalbi olarak yani bir bütün olarak eğitilmesinin ne kadar gerekli olduğunun
bilgisini de vermektedir. Bu yönüyle değerlendirildiğinde eserin değeri bir kat
daha artmaktadır.
Eser, çeşitli hikâyelerle Raci karakterinin başından geçen
olayları ya da daha doğru bir ifadeyle hakikatin bilgisine erişmek isteyen
Raci’nin hayal âleminde dolaşmasıyla gerçekleştirdiği hakikat arayışını konu
almaktadır. Bu hayal âlemi dediğimiz şey, tıpkı tasavvuftaki seyr-ü sülûk
gibi var olanların bâtıni boyutunun aracısız müşahede edildiği akıldan ziyade
sezgilerin ön plana çıkarıldığı manevi bir düzlem, sahadır.
Burada sorulması gereken elzem iki soru var. Bunlardan ilki; Ahmet
Hilmi, niçin böyle bir eser yazma gereği duymuştur? Diğer soru ise Raci
karakteri ile anlatılmak istenen nedir? İkinci sorunun cevabı birinci sorunun
cevabını içerisinde barındırdığından öncelikle ikinci soruyu cevaplamakla işe
başlayalım. Kendi eserinden bir alıntı ile:
Aynalı Baba: İsminiz nedir?
Raci: “Ahmet Raci” dedim.
Aynalı Baba: Ahmet Raci mi? Koca insanlığın ismine sahip çıkmışsın
sen nurum. İnsanoğlu o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını ancak ricayla
sürdürürler. Raci demek, insan demektir. (Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 16)
Hakikaten öyle insan rica ile hayatını sürdürür. Hep ister ve
hayatı, doyuma ulaşmayan istekleri karşılamak için vermiş olduğu çaba ile
geçer. Burada Raci, kendini bilmek isteyen, merak eden, kendi değerini ve
anlamını sorgulayan insanın genel adıdır. Raci, kendini fenni ilimlerde arar,
felsefede ve din de arar. Aradığı şeyin cevabı kendindedir. Ama o yine de her
bedende her zihinde kendini arar. Bu insanın var olma çabasıdır, kendini bulma
çabasıdır. Raci: Dili, dini, ırkı, kültürü her ne olursa olsun hangi coğrafya
da bulunduğunun bir önemi olmaksızın insanın bizatihi insan olmaklığının
hakkını verebilmek adına merakını gidermek adına yöneldiği kıblesinin adıdır.
Raci, almış olduğu ilimlerde sorularına cevap arayan ama bir türlü tatmin
olamayan zihinlerin şüphe ejderhasını yenmek için giyindiği zırhın, elindeki
gürz’ ün adıdır.
Birinci soruya dönecek olursak Ahmet Hilmi, geleneklerine ve
kültürüne bağlı bir kişidir. Bu yüzden kendini, kendi kültür bağlamından
hareketle, kendi öz kaynaklarıyla okuyan ve anlamaya çalışan, felsefi soru ve
sorunları her zihin için tanıdık bir sima ile serimleyen (açan, anlaşılır
kılan) önemli bir filozof ve entelektüeldir. Ahmet Hilmi’nin
bu eseri yazmada ki asıl gayesi, Raci olarak isimlendirilen, belirtilen
insanın, zihnindeki soruları bileyerek, hakikatin bir ve herkes için aynı
olduğunu ispat etmekten öteye gitmez. Ahmet Hilmi, dönemin felsefi
cereyanlarını yakından takip eden, iyi bir Tasavvuf eğitimi almış ve Vahdet-i
Vücud fikrini benimsemiş birisi olarak bu eseri inşa etmiştir. Kaleme almış
olduğu bu eser ile her insanın zihnini kemiren şüphe ejderhasının nasıl yok
edileceğini anlatmaya çalışmıştır. Aynı zamanda insanda mevcut olan Mutlak
Hakikat fikrinin nasıl temellendirileceği ve dinlerin ortak amacı olarak ebedi
saadete nasıl ulaşılacağının hikâye ve hayal yöntemiyle işleyen derin tefekküre
sevk eden bir eser olmasıyla göze çarpar. İncelediğimiz bu eser insanı ve
insana dair olan her şeyi sorgulamaya ve taklitten ziyade tahkike yönelmeyi ve
yüzümüzü Hakikate çevirmemiz gerektiği fikrine dayanır.
Bir mezarlıkta küçücük bir kulübede yaşayan madden fakir, manevi
anlamda çok zengin olan bir adamdır. Aynalı baba denilmesinin sebebi ayna
parçalarını kavuğunu süslemek için kullanmasından dolayıdır. İlim ve irfan
yönünden kendini geliştirmiş ve yolunu kaybedenlere, hakikat yolunda rehberlik
edecek kadar bilgili ve bilge bir kişiliktir.
Ahmet Raci, iyi bir felsefe eğitimi görmüş ancak bir türlü
kafasındaki sorulara cevap bulamamış bir kişidir. Hakikat yolunda bir yolcu,
aynı zamanda varlığının anlamını araştıran bir gezgindir. Ancak gezilerini
hayal âleminde gerçekleştirmesine karşın yine de hakikate ulaşma çabası takdire
değerdir.
4.1.3.
Eserde Yer Alan Dinsel Motifler
Eserde birçok dinsel motif yer alır. Bunlardan ilki Aynalı Baba’
nın çalmaktan keyif aldığı ney motifidir. Ney çalgısı, üflemeli çalgılar
gurubunda yer alır. Onu dinsel motif haline getiren ise Mevlana Celaleddin-i
Rûmî’nin neyi icat etmiş olması ve Mevlevi Cemaati’nin en önemli simgesi haline
getirmesidir. Peki, Neyin Hikâyesi nedir?
“Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasılda
anlatıyor:“ Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın...
Herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki, iştiyak
derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine kavuşma zamanını arar. Ben her
cemiyette ağladım inledim. Kötü hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
(Mevlâna, 2011, s. 23(1-5))”
Ney Mevlana’nın deyişinde hikâye edilip kamışlıktan yani özünden
koparılmıştır. Tıpkı insan gibi zira insan da asıl varlık âleminden bu dünyaya
koparılmıştır. Ney bu koparılmanın verdiği hüzün ile acı acı bir ses ile
yankılanır. İnsanda böyledir yeni doğan insan ilk nefesini yudumlarken
ciğerleri yanar ve ağlar.
Ney varlığını melodide ve notalarda ararken insan ise varlığının
anlamını kendinde, özünde ve dünyanın ritminde arar. Burada asıl vurgulanmak
istenilen şey eserde ney motifinin neden kullanıldığıdır. Ney Mevlevi
Öğretisini çağrıştırır ve özünden ayrı düşmüş olanların tek nefesi ve ortak
sesidir. Hakikati arayan her kim olursa olsun bu dergâhta kabul görür ve
kendini bulur. Ney çalgısı, aşkın ve feryadın, acının ve özlemin sesini onu
duyacak kulaklara fısıldar. Onun sesini, özünü arayan hakikat yolcularından
başkası duyamaz. Ney’in sesine kulak verecek olursak şöyle söylüyordu:
Yürü ey seyyah-ı âvâre, yürü,
durma yürü
Koymasın râh-ı visalden seni
ezvâk-ı misâl.
Bu bedâyi, bu letâif, heme rüyâ
ve hayâl
Yürü ey zâir-i bîçâre yürü,
durma yürü.
Yürü ki nüzhet-i vuslatta teâli
göresin
Yürü, aslında fenâ bul, budur
etvâr-ı kemâl.
Yürü, âlâyişi terk et içesin
kes-i visâl
Yürü ki saha-i hiçte tecelli
göresin. (Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 24)
Ney motifinden sonra eserde en belirgin dinsel motif hayal
âlemi dir. Hayal âlemi ile şu anlatılmak isteniliyor ki hakikat sadece
akılla bulunabilecek ya da varlığı hissedilecek bir şey değil. Hayal benzeri
bir durum ile yani sufilerin ifadesiyle seyr-ü sülûk ile bilinir. Seyr-ü sülûk
ise en çok hayale benzediği için Ahmet Hilmi, bu kavramı zihinler için
berraklaştırmak adına vermek istediği mesajı hayallerle anlatmıştır. Hayal veya
rüya dini tecrübenin bir benzeri ya da yansıması gibidir. Ama aynı şey
değildir. Gazzâli’nin kalp gözü dediği şey ile bilinen bilgi türü
kendini bu eserde hayal âlemiyle ifşa etmektedir.
Bir başka dinsel motif Yokluk Tepesi" dir. Yokluk
Tepesi, insanın tüm bazlarından acı ve korkularından sıyrıldığı ve maddi olan
ne varsa elinin tersiyle ittiği vakit içerisinde bulunacağı hali ve cevherini
müşahede ettiği anı simgeler. Tasavvuftaki fenâ hâli ile aynıdır.
4.1.3.3.
Çirkin Bir Cadı Ya Da Güzellik Perisi
Çirkin Bir Cadı,
Bu motifle verilmek istenilen hakikat, dünya nimetlerine dalmak ve dünyadan
faydalanmaktır. Ancak dünyada iyi olarak görülen çoğu şeyin bir başka veçhesi
vardır ki bu da tıpkı cadının bir güzellik perisi gibi görünmesidir. Zira maddi
olan hazlar bize bir süreliğine kâfi gelirken sonrasında yani o hazzın
bitiminde adeta o cadının suretini görürcesine insan hayal kırıklığına uğrar. Güzellik
Perisi, dünyanın nimetleridir ve dünyada bize sunulan ve hoşumuza giden her
şeydir. Çirkin bir cadı figürü ise bize haz veren ve iyi gibi görünen şeylerin
asıl ve iç yüzü, bâtıni boyutudur. Bunları fark etmek Minledûn-i bir ilmin
bilgisini gerekli kılar.
Buda Figürü, Hakikat
yolculuğunu deneyimlemiş bilge kişi ve rehberdir. Yazar, Buda figürü ile
Budizm öğretisindeki, ruhu teskin ve terbiye konusundaki benzerliklere, tek bir
Hakikat’ in varlığına dikkat çekmekte, dil ve dinler farklı olsa da hakikat
yolcularının yüzünün aynı tarafa döndüğünü ve yolların bu anlamda kesiştiğini
ifade etmektedir. Burada Buda ile anlatılmak istenilen şey, nefsi arzulardan
arınmak ve ruh anlamında içe dönük bir yönelim ile hiçlik sahasında kişinin
kendi varlığını temaşa etmesi ve Hakikat’i tecrübi ve sezgisel zeminde seyr etmesidir.
Nitekim Buda, münferit olarak hakikat yolunda bunu başarmış bir kişi olarak
karşımıza çıkar. Yine o da yaşadığı coğrafyada bir hakikat rehberi ve aydın
kişi olarak kabul görür. Ahmet Hilmi Budizm öğretisindeki hakikat fikrini Buda
figürü üzerinden aktarmaya çalışmış ve o coğrafyanın hakikat algısını hayal
ve hikâye yöntemine başvurarak serimlemeye çalışmıştır.
Yunanlılar Zerdüşt’e “yıldıza tapan” anlamında “Zoroaster”
demişlerdir. (...) Bu günkü Farsça’da kullanılan şekli ise Zaratuştra’nın
hafifletilmiş hali olan Zertoşt’tur. Bu
dilimize Zerdüşt olarak geçmiştir. (Tığlı, 2004, s. 93) Zerdüşt
isminin anlamına bakacak olursak çok çeşitli manalara gelir. Misal; “ altın
yıldız”, İştar’ın soyundan gelen”, “güzel develerin sahibi” gibi anlamları kapsar.
“ Ancak bu anlamlardan döneme en uygun ve en makul olanı ve en çok tercih
edileni “güzel develerin sahibi” manasına gelen Zarat- uştra’dır. (Tığlı, 2004)
Buradaki “güzel develerin sahibi” anlamı metaforik bir postülatı içerisinde
barındırır. Eskiden deve kervanları değerli malların taşıyıcısı olarak
kullanılırdı. Bir yerden başka bir yere yine o yerde bulunmayan ürünler deve
kervanlarıyla nakledilirdi. Bu söylemde ise, insanın değerlerinin taşıyıcısı
olarak, kervana rehber olarak Zerdüşt ifadesine yer verilmiştir. Nitekim
Nietzsche’de eserlerinde bu kavrama yer vermiştir. Zerdüşt, karanlığın
içerisinde aydınlığı ve ışığı gören soylu kişi ve değerlerin yek vücut bulduğu,
yine değerlerin taşıyıcısı anlamındadır. Bu bakımdan değerlendirilirse Ahmet Hilmi’nin
Acem yöresi insanının zihnindeki hakikat fikrini aktarmak adına niçin bu
kavrama yer verdiği daha net anlaşılacaktır.
Zerdüşt figürü ile
anlatılmak istenilen ise, hakikat iddiasında bulunan her dinsel öğreti, ilahi
mesajı muhataplarına iletmek için bir rehbere veya aydın bir kişiliğe ihtiyaç
duyar. Acem yöresindeki Hakikat olgusu bu kavram ile kendini ifşa eder. Yine bu
kavram Ateşperest olarak bilinen Fars toplumunun hakikat algısını ve ebedi
saadete ulaşma yolunda nasıl bir felsefe edindiğini bizlere yansıtır. Işık ve
aydınlık onlar için kurtuluşun simgesidir. Aydınlık ise Hakikat’in önündeki
perdenin yırtılması manasını taşır. Bu simgesel ve örüntüsel anlam bütünlüğü
Zerdüşt figürü ile desteklenerek, aydınlığı arzulayan hakikat yolcusuna bu
süreçte yardım edebilecek tek kişi olarak Aydınlığı ve Işığı gören manasında,
Hakikat’i temaşa eden anlamında Zerdüşt’ü işaret eder. A ’mak-ı Hayal de
kendi anlamını ve amacını arayan insanın varlık ve hiçlik sahasında var olma
mücadelesinin Acem yöresinde nasıl zühur ettiğini ya da nasıl bir anlama
büründüğünü aktarmak adına o yörenin kutsal saydığı değerler ve kavramlara
başvurulmuştur. Zerdüşt’te buradaki anlamıyla aydınlığı gören bilge ve hakikat
yolcularına rehberlik eden, soylu kişi olarak aktarılır.
Hürmüz, iyiliği, aydınlığı ve nuru temsil ederken, Ehrimen ise
dinsel ve ahlaki kuralların reddi ve maddi hazlara düşkünlük, kötülük ve
karanlığı temsil eder. İkisinin mücadelesi ise birbirini var edebilme üzerine
bina edilmiştir. Yani İyilik kendini
kötülükle bilmiş, kötülük ise iyilik ile kendi farkına varmıştır.
Zıtlıklar ve farklılıklar birbirini yok etmek yerine aslında biri ötekinin
anlamını var eder. Nasıl ki karanlık ışığın eksikliği ise kötülükte iyiliğin,
aydınlığın eksikliği olarak tanımlanmaktadır.
4.I.3.7.
Anka Kuşu veya Zümrüd-i Anka, Kaf Dağı
Zümrüd-i Anka, renkli tüylü, uzun boylu, yüzü insana benzeyen,
Kafdağı’nda yaşadığına inanılan efsanevi bir kuştur. Aslında Anka kuşu deyince
sadece bir dinin figürü olarak algılanmamalıdır. Birçok din ve öğretinin kutsal
kabul ettiği ama bir türlü ulaşılamayan bir varlıktır.
4.2.
Eserde Yer Alan Hikâyeler ( Sadece Üç Hikâye)
4.2.1.
Birinci Hikâye (Aynalı Baba ile Tanışma ve Yokluk Tepesi)
Hikâye, Raci ismindeki genç bir adamın şehrin bir kenarında duran
kabristanı fark etmesiyle başlar. Raci, ilk olarak eğlenceye düşkün meraklı
biri olarak karşımıza çıkar. Her gün önünden geçtiği kabristanı merak eder,
ancak bu kabristanı gezmeye bir türlü fırsat bulamaz. Aynı zamanda Raci, dindar
bir ailenin çocuğu ve iyi derecede eğitim görmüş bir gençtir. Kafasında hayata
dair kendine dair birçok soru vardır. Öyle ki, bir vakit sonra bu sorular
zihnini oldukça meşgul eder. Kendi ifadesiyle, “küfür ile imandan, kabul ile
red’den, onay ile şüpheden oluşmuş garip bir hale bürünmüştüm.” (Şehbenderzâde
F. H., 2018, s. 7) diyerek içerisinde bulunmuş olduğu ruh halini anlatır.
Zihnini kemiren bu sorular gün geçtikçe daha fazla artar ve sonunda Raci
sorularına cevap bulmak için çeşitli cemiyetlere katılır ve bu cemiyetlerde
kendini arar. Öncelikle Ispirit1 Cemiyetine sonrada Manyetizma1
Cemiyetine giderek ruha dair kendine dair sorular sorar ancak tatmin edici
cevaplar alamaz. Bu süreçte çevresini ve insanları gözlemleyerek hemen hemen
herkesin an’a ve duruma uygun sürekli değişen bir ruh haline
büründüklerini görür. Ramazan ayı geldiğinde Müslüman olduğunu anımsayanları,
oruç tuttuğu halde namaz kılmayanları, ikindiye kadar uyuyup orucu uykuya
tutturanları, Ramazan ayı bitiminde dini duygularıyla vedalaşanları gördüğünde
tüm bu durumlar karşısında müteessir olur ve şaşkınlığını gizleyemez. İnsanın
evrendeki yeri ve değeriyle ilgili birtakım sorulara yönelir. Ancak sorduğu
sorular bir cevaba götürmeyince Buda
17
Ruh çağırma, ruhlarla iletişim kurma cemiyeti.
18
Manyetizm, insanları uyutarak onların ruhlarıyla iletişime geçme
yolu.
19
Gotama[19]’nın
öğretisi hatırına gelir ve evrenin özünün aslında kocaman bir Hiç’lik
ten ibaret olabileceğini düşünür. “Bu “Hiç” aynı zamanda kâinatın
izahıydı. (Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 11) der. Raci, içerisinde bulunduğu bu
endişe ve şüphe durumundan bir nebze olsun sıyrılmak adına arkadaşlarıyla
beraber bir kasabaya gezmeye gider. Orada iki dilenci kılıklı derviş ile
karşılaşır. Dervişler kendi aralarında konuşurken, Raci merak ettiği soruların
cevaplarını bu iki dervişin konuşmasında bulur. Dervişlerden ya da delilerden
bir tanesi diğerine şu sözleri söylüyordu:
Bu âlemde her ne varsa ise benim sıfatımdır. Ben olmasaydım hiçbir
şey olmazdı. Ben hepim ya da hiçim. Ben hiçim ya da hepim. Zaten hiçle hep aynı
şeydir; fakat cahiller aynı şeyi iki farklı isimle anlatıyorlar. (...) Yalnızca
ben varım. Çünkü hiçim ve yokum. Varlığım mutlaktır. Yokluk, kayıt altına
alınmış olan şeylerde vardır. Mutlak vücuttur. Mevcuttur. (Şehbenderzâde F. H.,
2018, s. 13)
Raci, ise hemen söze karışarak nasıl var ile yok bir olur? Nasıl
hiç ile hep aynı olur? Diye sorduğunda Delilerden biri, kalk gidelim bu hayvan
keyfimizi kaçırıyor diyerek oradan uzaklaşırlar. Olanca, pek çok tahsil görmüş
belki de sayısız kitap bitirmiş birine delinin biri çıkmış hayvan diyor. Raci
bu olaydan pek etkilenir ve tekrar evine döndüğünde bir ara kahveye gitmeye
niyetlenir. Kahveye giden yolun üstünde daha önce dikkatini çeken kabristanı
merak eder ve kabristanın kapısından içeriye girer. Metruk bir kulübede yaşlı bir
adam ile tanışır. Aynalı baba denilen bu adam adeta bir neyzendir.[20]
Gider gitmez sıcak bir karşılamayla Raci’yi Mevlevi dergâhına derviş
kabul edercesine kulübesine kabul eder. Ona közün üzerinde kahve pişirir ve
koyu bir sohbet başlar. Aynalı baba bu meraklı gence ismini sorar. O da Ahmet
Raci der. Raci istek, rica anlamına geldiği için aynı zamanda insan da
demektir. Bu yüzdendir ki, insan hep rica ile hayatını sürdürür der. Aynalı
Baba ise kendisini Âdem Baba olarak tanıtır. Âdem ise, yokluktur. Yok,
olmaktır, bir yönüyle de adam olmaktır her an, dem olmaktır, her an olmaktır.
Ahmet Hilmi, eserinin bu giriş kısmında arayış içerisindeki insanı
konu alır. Aslında bu hâl, gündüzün aydınlığında kararmış benliklerin kendini
fenerle araması gibi Varlık’ a ve varoluşa dair bir sorgulamadır. Ahmet Hilmi,
satır arasında insanın sürekli isteyen ve merak eden bir yapısının olduğuna
vurgu yapar. İnsan sürekli bir çaba ve arayış içerisindedir. Ne gariptir ki
aradığı kendisidir ama bir türlü kendine yönelemez ve kıblesi
daima kendinden başka yöndedir. Çünkü göz kendini görmekten
acizdir. Bu öyle bir yönelme olmalıdır ki insan göze ihtiyaç duymadan kendini
görebilmelidir. Ama böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Yani insanın kendi
hakikatine varması için başka yollar da mı vardır? İşte tüm bu soruların
cevabını eserin devamındaki hikâyelerde ya da hayal dalışlarında ifşa
edilmektedir.
İlk hayal, arzu ve isteklerinden sıyrılmaya çalışan insanın,
nefsini, isteklerini sınırlandırarak asıl değerine ulaşma ve kendine yönelme
çabasını konu alır. Kendini Hindistan’da Budist öğretide arayan insan önce
yokluk(hiçlik) tepesine ulaşmayı hedefler. Genç biri olarak bu çok zordur ama
denemeye değerdir. Buda’ nın önderliğinde genç adam, zirveye, yokluk tepesine
ulaşmaya çalışır, oraya giden yolda çeşitli zorluk ve sıkıntılarla mücadele
etmek zorunda kalır. Aslında zâhiri anlamda insanın bir tepeye çıktığı
düşünülse de bâtıni olarak insanın nefsine[21] karşı koyması ve gayrı maddi
olanı müşahede etmesidir. Ulvi amaçlara yönelen her insan gibi bu genç adam da
yokluk (hiçlik) zirvesini hedefler. Ancak çıktığı yolda dünyanın çeldirici ve
az bir menfaati olan şeyler kendisine ayak bağı olur. Bir saraya girer orada
envai çeşit yiyecekler içecekler vardır. Bu saray mideyi temsil eder. Midesi dolu
olanın aynı oranda kalbi, ruhu ve aklı boştur, boşluktur. Bu saraya adım atar
atmaz yiyip içmek ister ama rehber Buda, buna izin vermez ve genç adamın
anlatımıyla: “Kadehi dudaklarıma dokundurmak üzereydim ki Buda gelip birden
elime vurdu ve kadeh yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tutup saraydan
ayrılarak yolumuza devam ettik.” (Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 23) Sonra bir
ses duyar ve bu ses kulağına şunları fısıldamaktadır:
Yürü ey seyyâh-ı âvâre, yürü,
durma yürü,
Koymasın râh-ı visalden seni
ezvâk-ı misal.
Bu bedâyi, bu letâif, heme rüyâ
ve hayâl, Yürü ey zâhir-i bîçâre yürü, durma yürü. Yürü ki nüzhet-i vuslatta
teâli göresin, Yürü aslında fenâ bul, budur etvâr- kemâl. Yürü âlâyişi terk et
içesin kes-i visâl, Yürü ki saha-i hiçte tecelli göresin... (Şehbenderzâde F.
H., 2018, s. 25)
Bu kulağın satın alamayacağı kadar değerli sesi dinledikten sonra
yoluna devam eder. Bu defa daha görkemli bir saray karşılarına çıkar. Bu saray
doğruyu eğri, eğriyi
doğru gösteren bir
saraydır. İçerisindeki her şey çeldiricidir. Bu saraya kanmadan yoluna devam
eden hiçlik sahasına ulaşır ve nefsinden sıyrılarak aslına döner. Buda genç
adama dönerek: “Yürekli ol. Aldanma!
Dirençli ol! Ben seni burada bekliyorum.”
(Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 25)der.
Genç adam içeri girer ve birde ne görsün gönlüne hoş gelen her şey
kendisine sunulmak üzere hazırlanmıştır. Huriler, yemekler, içecekler derken
genç adam bu hizmet karşısında adeta kendinden geçmiş bir vaziyete dûçâr olur.
Vuslat ve Güzellik perileri onu amacından alıkoyar ve o nefsine yenilir. Bir
anda her şey ters yüz olur. Vuslat perisi bir cadıya dönüşür. Cadı onun arzu ve
istekleridir. Yani dünyasıdır, ama genç adam cadıyı peri bilir, huri bilir.
Minledûn’e [22]vakıf
mıdır ki meselenin aslını önceden bilsin. Musa (a.s) bile bazı konularda beşer
olması hasebiyle acele ederek olaylar içerisinde zahir boyutla yoruma
varmıştır. Kaldı ki her zaman Hızır(a.s)’ı nereden bulalım.[23] Bu genç adam da işte gördüğüne
iman etmiştir. Oysaki bu bir paradoks, görülen şey iman boyutunda değildir
artık, akli ve tecrübi boyuta indirgendiğinden bunun adı iman olamaz. Bu genç
adamda nefsine yenilir ve zirveden aşağı doğru bedenin ağırlık kazanmasıyla
tekrar, gerisin geriye döner. Tepeden aşağı inerken Buda’yı görür, bir köşk
üzerine oturmuş ve olanca heybetiyle genç adamı beklemektedir. Buda, işaret
parmağını genç adama çevirerek şu sözleri söyler:
Ey insan! Ey sözünde durmayan insan! Diyerek haykırdı. Ey insan!
Ey kadın mizaçlı insan, yazıklar olsun sana! Sen sözünde durmadın. Hedeflenen
sonuca ulaşamadın. Birlik sarayına giremedin. Mutlak birliğe varamadın. Yokluk
Tepesine çıkamadın. Ey gafil adam, git bu yerden git! (,)Git git ki mert
insanların gül bahçeleri senin gibilerle dolmasın. Git ey namert, git, git!
(Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 29)
Genç adam Buda’nın sert bakışları altında ruhu ve bedeni müteessir
bir halde kalmış vaziyette üzülürken birden uyanır ve karşısında Aynalı Baba’yı
görür. Aynalı Baba genç adama yokluk tepesine yükselmenin öyle kolay
olmayacağından bahseder ve hikâye burada son bulur. Buradan şunu anlıyoruz ki
bedeni olanın medeni olması çok zor ve bedeni olanın yükü ağırdır. Öyle ki, bu
ince ruh bu ağırlığı nasıl çeksin. Maddeye yönelen maddi olana benzer onun
kıymeti mevcuttaki değeri kadardır, maddenin
kaynağına yani mânâ’ya yönelen tümüyle mânâ olur, anlam olur.
Değeri ise kendinden hâsıl olur.
Bu hikâye varlık-hiçlik karşıtlığında Mutlak Varlık’a ve hiçlik
içine sığdırılan Âdem (yokluk) eşyanın varlık düzenine göndermede bulunur ve
insanı Hakk’ın sıfatlarının tezahür ettiği ve Âdem’de gerçeklik kazanan vücûd
durumunda varlığı taşıyan ve idrak mekânında ki zaafiyeti ve çelişkisini
tartışır. Bu tartışma doğrudan kavram ve tanımın konusu değil de daha çok
yaşamda tezahür edendir. Hakikat’in idraki ve belirmesi ise çapraz karşıtlıklar
içerisinde varlık ve yokluk bağlamında anlatılır.
4.2.2.
İkinci Hikâye(Şenlikli Bayram)
Raci, Aynalı Baba’nın sohbetini çok sever ve ilk fırsatta tekrar
onun yanına kabristana gider. Yanında kahve getirmiştir ve Aynalı Baba cezveyi
ocağa sürer, neyi de eline alır. Bir yandan neyin mest eden ezgisi bir yandan
da şiirin büyüleyici etkisi Raci’nin hem bedenini hem ruhunu sarar. Şiirin dili
şu sözleri söyler:
Bu şuun âlem, Bîsebât-u bî
kadem, Nerede Havva, Âdem? Varsa aklın ey dedem, Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Hayf-ü elem-ü keder, Olma
meşgul-i keder, Kimse kalmaz hep gider. Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Bu hayatta yok vefâ,
Her günü derd-ü cefâ,
Ey müştâk-i safâ,
Ömrünü etme hebâ,
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
(Şehbenderzâde F. H., 2018, s.
31-32)
Ney sesi bu kemâle ermişin sesi ile birlikte Raci, o esnada hayale
dalar. Bir de bakar ki, Belh şehrinde bir evdedir. Bir kadınla evli olduğunu
görür ve bu kadın Farsça ve Sanskritçe arasında bir dili konuşur. Kendisi de bu
dili konuşmaktadır. Şans bu ya o gün tam da dini bir bayrama denk gelir. Bayram
şenlikleri için hazırlanır ve güzel kıyafetlerini
giyer. Bu öyle bir bayram ki, herkes teker teker Zerdüşt[24]’ün
huzuruna çıkar, Zerdüşt ise her gelen hakikat yolcusuna Hakk sual eder. Lakin
bu sualin cevabı Hakk değilse yani Hakk olan sözü söylemezse alnına cehennemlik
çizgi çekilir. Hakk sözü söyleyenlerin ise hakikati müşahede etmesine izin
verilir ve alnına cennet çizgisi çekilir. Alnına cehennem çizgisi çekilenler
ise iyi işler yaptıkça o çizgi yavaş yavaş silinir.
Zerdüşt, Raci’ye nereden geldin diye sorar? Raci bu soruya sebebi
ve hikmetinden sual olunmaz, Allah’tan! Diye cevap verir. Neden geldin diye
sorar? “Allah, aydınlıkla karanlığı birbirinden ayırmak istedi. Aydınlıkla
adil, karanlıkla ezici olmak istedi. Aydınlığa ben, cefa ve karanlığa benden
başkası dedim” (Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 34) Aydınlığı nedir, karanlığı
ne? Diye sorunca; “Aydınlığı Hürmüz[25], Karanlığı Ehrimen[26]’dir.”
(Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 35) Hangisi üstündür? Diye sorduğunda ise: her
ikisinin eşit olduğunu ve birbirine üstünlük sağlayamayacağını söyler. Bu
hengâmenin sonunun ne olacağını sorar. O da Hürmüz’ün Ehrimen’e galip geleceğini
söyler. Böylece âlem daima aydınlık kalacaktır. Sonrasında ise İzid[27]
hep ben hep ben diyecek ve benden başkası demeyecek. Zerdüşt sen kimsin? Diye
sorunca: “ben nurum, aydınlığım. Hürmüz’ünüm” (Şehbenderzâde F. H., 2018, s.
35) diye cevap verir. Zerdüşt ona dönerek İzid seni aydınlık etsin diyerek
alnına Salihlerden olduğuna dair yeşil bir çizgi çizer. Raci, yanındaki
rehberiyle birlikte oradan ayrılır ve doğuda bulunan zümrütlü tepelere doğru
yola koyulurlar. Rehber, Raci’ye yarın savaşa gireceksin bu yüzden kılıç kalkan
eğitimi almalısın der. Ertesi sabah Tepe Dağa varmak için kanatlı atlarına
binerler ve söylenilen dağa ulaşırlar. Tepeden aşağı bakarlar ki; aşağıda bir
meydan var ve sağ tarafta aydınlık, sol tarafta ise karanlık hâkimdir. Her birinin
orduları ve taraftarları hazır bekletilir. Sağ tarafın komutası Hürmüz’dedir.
Sol tarafta ise Ehrimen vardır. Hürmüz bana inanın diyor Hakk ve hakikatin
kendisiyle bilineceğini iddia ederken, Ehrimen ise bunun tam tersini telkin
eder. Yedi gün süren muharebeden her iki tarafta birçok kayıp verir. Yedinci
günden sonra Ehrimen Nifak adlı bir cengâveri çıkarır. “Nifak adlı bu
yaratık, kıyamete kadar yaşamaya mahkûm edilmiş. Şu durumda onu öldürmek mümkün
değilmiş. Bu yüzden Hürmüz tarafı panik halindeydi.” (Şehbenderzâde F. H.,
2018, s. 41) Nifak, önüne ne çıkarsa ezip geçer. Ancak bir yiğit
çıkacaktır ki Nifak onun adını duyunca
bile lâl olmaktadır. Bu yiğit Muhabbet’tir. Nifak,
muhabbete tabii olduğu için onu yenemez. Nifak, Muhabbet ’i yenemez ve
yerine bir başka yiğit çıkarırlar. Bu yiğit karanlık tarafın askeri Gazap"tır.
Gazabın olduğu yerde Muhabbefte fırsat verilmeyeceğinden Gazap,
Muhabbet"'i yener. Gazab ’ın karşısına ise Hikmet
pehlivan ismiyle Raci çıkar. Mücadele devam ederken Hikmet pehlivan
rehberinin telkinleriyle Gazab"a der ki; seni başında ne var? Tam Gazap
elini başına attığı sırada koltuk altında zırh olmadığı için Hikmet pehlivan
kılıcını bu noktaya saplar ve Gazab" ı devirir. Hikmet, Gazab ’ı
devirmiştir ama karşısına öyle bir rakip çıkarırlar ki, bu rakip onu esir alır.
Hikmet ’i esir alan cengâver ise Nefs-i Emmâre ’dir. Nefs-i
Emmâre ’yi de Aşk esir alır. Vel hâsıl kelam ne Hürmüz tarafı nede
Ehrimen tarafı kazanır. Karanlık aydınlıkla bilinir, aydınlıkta karanlıkla
bilinir. Burada anlatılan hikâye aslında insanın nefsiyle vermiş olduğu
mücadeleyi konu alır. Bütün pehlivanlar iyi veya kötü olmaklığına bakılmaksızın
insan nefsinin dürtü ve isteklerine karşılık gelmektedir. İnsan bedenen ve
ruhen bir çatışma içerisindedir. Bedene yönelen taraf kötü, Ruha yönelen taraf
ise iyi olarak adlandırılmaktadır. Bu yüzden iki taraf birbirine üstün gelemez.
Bu hikâye Hakikat’in tecelliyatının insanın şahsiyetini oluşturan
ve ona kıymet veren insani tavırların arka planındaki itkiler, erdemler ve
nefsi donanımların insan şahsındaki iradeye ve nefsin tutumları bağlamında
aldığı konumla tartışılır. Hakikat’in idraki hikâye bağlamında yine yaşantıda
bizzat deneyimlenen bir husustur.
4.2.3.
Üçüncü Hikâye (Ulu Kişilerin Toplantısı )
Raci, bir gün yine Aynalı Baba’nın yanında otururken ondan ney
üflemesini ve sohbetini talep etmektedir. Bu defa Aynalı Baba kendindeki diğer
meziyetleri sergilemek ister ve ney yerine saz çalmak istediğini ve bu konuda
da marifetli olduğunu söyler. Tam saz taksimine başlamıştır ki Raci, hayal
âlemine dalar. Birde bakar ki kendini büyük bir sarayın içinde küçük bir
pencerenin önünde görür. Pencereden içeri baktığı sırada içeride yüzü peçeli
birçok zât görür. Bu zatlar her biri bir tahtın üzerine oturmuş ve karşılarında
da daha yüksek ve boş bir taht var. Bunu gören Raci, izlemeye ve oradaki durumu
anlamaya çalışır. Kürsüde oturan zâtlardan biri ayağa kalkarak diğerlerine
“Beşeriyet gelmiş” onu içeriye almak için müsaade istiyorum der. Diğer zatlarda
onay vererek Beşeriyet içeri alınır. Beşeriyet orada bulunan zatların karşısına
geçip bu hayattan mutluluk duymadığını bin bir cefa içerisinde bulunduğunu ve
bu perişan halinden
kurtulabilmek adına mutluluğun ne olduğunu kendisine söylemelerini
ister. Bu mecliste hazır bulunanlardan her biri şöyle cevap verdi:
Hz. İbrahim(a.s): “Mutluluk çalışmaktır, kazanmaktır ve
kazandığını paylaşmaktır”
Hz. Musa(a.s):
“ Mutluluk nefsini Firavun’ un ihtiraslarından kurtarmaktır.”
Hz. Âdem(a.s):
“Mutluluk, şeytana uymamaktır, Havva’ ya uymamaktır.”
Konfüçyüs: “
Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”
Eflatun: “Her
zaman yücelikleri düşünmektir.”
Aristoteles:
“Mantık! İşte mutluluk budur.”
Zerdüşt:
“Mutluluk, karanlıkta kalmamaktır.”
Brahma:
“Mutluluk mu? Herkesin kanaati neyse onun tersidir.”
Hz. İsa(a.s) “ Mutluluk geçmişi unutmak, olanı hoş görmek ve
geleceği hiç düşünmemekle mümkündür.”
Lokman: “ İnsanlar mutluluk kelimesini bütün
hüzünlerini bir defada
söyleyebilmek için icat
etmiştir.”
Hızır:
“Mutluluk, ihtirasların giremediği gönüllerde birden çıkan bir hayalettir.”
Son olarak söz Fahr-i Âlem Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya
verilince kendisi mutluluğu şu şekilde tarif etmiştir: “Ey beşeriyet! Mutluluk
demek, hayatı olduğu gibi kabullenerek, taşıdığın ağır yüklere razı olmak ve
her şeyin daha iyi olabilmesi için çaba göstermektir.” O mecliste bulunan tüm
zatlar hep bir ağızdan bu söylenilen sözde mutabık kaldılar. Raci ise
uyandığında her zaman ki gibi gözleri Aynalı Babayı aradı. Ancak hemen yanı
başında bir not yazılıdır. Elveda! Belki bir gün yine görüşürüz, yazılıydı.
4.3.
Hakikat Kavramının Eserdeki yeri ve Önemi
Ahmet Hilmi, A’mâk-ı Hayal adlı esrinde Hakikat kavramını
inceleyerek Hakikati farklı gelenek, dini öğreti ve inanış biçimlerinde
keşfetmeyi denemiştir. İnsanlar Hakikatin içine doğarlar ama sorgulanmayan
hayat yaşanmaya değmez,28söylemini haklı
28
Sokrates’ e ait olduğu belirtilen bir söylemdir.
29 çıkaracak derecede bu
yaşamı sorgulama cesaretini gösteremezler. Kant’ın deyimiyle aklını
kullanmak cesaretini kendinde bulamazlar. Ahmet Hilmi, Hakikat konusunu
muğlak zihinlere berrak kılmakta ve insanın kendiyle yüzleşmesini istemektedir.
Mevlana Mesnevi’sinde: “Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey!
Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!” (Mevlâna, 2011, s.
49(Beyit:970)) sözleriyle aynı noktaya dikkatti çeker.
İnsan madde ile mânâdan müteşekkil olup hangisine yönelirse yani
yüzünü hangi tarafa dönerse o vecihte kendini bulur. Maddi olandan kastımız
beden ve bedene dair olanlardır. Mana ise Ruh, akıl, kalp veya sezgi her ne
derseniz deyin buna, insanın kendini aşması ve hakikatini kavraması anlamında
kullanılır. Nefs ise, kendinden önce birden fazla tamlayan ifade alarak, hem
beden için hem de Ruha dair bir mahiyet arz eder. Bu sebepledir ki: Nefsini
bilen Rabbini bilir, sözü Hakikatin perdelenmemiş yüzüdür. “İşte insan daha
doğrusu kâmil insan, gerçeğin ne olduğunu önce akıl ile bilir, sonra da akıl
ile bildiğini sezgi ile bulur ve yaşarsa böyle bir insan aradığı gerçeğin
kendisi olur yahut ta aradığı gerçek kendisi olur.” (Sunar, 1974, s. 14)
A’mak-ı Hayal’ de ki ilk hikâye de insanın nefsini ezdiği ölçüde
ruha yöneldiğini ve kemâle erdiğini bildirmektedir. Kemâl ise insanın ulaşacağı
en yetkin mertebedir. Bu mertebeye varan insanda hakikati nazar hâsıl olur ki
Ayne’l yakîn derecesinden ziyade Hakka’l yakîn derecesinde evreni ve mevcudatı
seyr başlar. Zerreden künhe yani görünenden görünmeyene kadar varlık âlemi
kendini açar ve fenâ hâsıl olur. Yani yokluk, var olanda yok olma, var olanın
bir parçası, zerresi haline gelme durumu başlar ki bu durum insanın nefsini
yani Nefs-ül Emmare’yi yok etmesiyle mümkün olur. Peki, bu fenâ durumu sadece
İslâm Tasavvuf anlayışında mı vardır? Hayır, sadece İslâm Tasavvufu değil
birçok din ve öğretide farklı isimler altında bu hâl kabul görür. Budizm de ki
merhalelerin tamamlanması ve dünyevi olandan uzaklaşıp münzevi olana
yaklaştıkça Nirvana’ya ulaşılması ve nefsin her türlü hevâ ve hevesten
arındırılması bunun en güzel örneğini teşkil eder. A’mâk-ı Hayal de
Yokluk Tepesi olarak adlandırılan Nirvana makamı için şu sözlere yer
verilmiştir:
“Yokluk Tepesi’ne insanların binde biri hatta yüz binde biri bile
çıkamaz. Çünkü oraya çıkmak için kişinin kendine hâkim olması gerekir. Eğer bir
kalpte şehvet ve istek varsa yolda kalır, devam edemez. Oraya ancak canlı
cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir kuvvet hissediyor musun?
(Şehbenderzâde F. H., 2018, s. 21)”
Burada ifade ediliş biçimi değişse de aslında birçok din, öz
olarak aynı kökten beslenir ve bu durum aynı ağızla farklı dil üretmelerinden
öteye gitmez. Hans Küng, Theology for the Third Millennium adlı eserinde
Hakikat’in deskriptif yani olgusal içeriğine yönelir. Bunu yapmasındaki amaç,
Hakikat tek bir dine mi aittir? Yoksa birden fazla din aynı hakikati mi
paylaşır? Ya da her dinin kendine ait diğer dinlerden ayrı özgün bir hakikat
tasavvuru mu vardır? Gibi sorulara cevap aramaktadır. Tüm bu sorular Hans
Küng’u sorgulamaya sevk eder. O dört alternatif üreterek bu soruları
cevaplamaya çalışır:
2.
Sadece bir din doğru, diğerleri ise yanlıştır.
3.
Sadece biri bütünüyle genel hakikate sahipken, diğerleri hakikati
paylaşırlar.
4.
Bütün dinler aynı şekilde doğrudurlar. (Adler, 2014, s. 103-104)
Küng’ un bu dört alternatifini incelersek şöyle bir tabloyla karşı
karşıya kalıyoruz. Dördüncü alternatifte Bütün dinlerin aynı şekilde doğru
olduğunu söylüyor. Din fenomeni içerisinde bir inanç olgusunu barındırır. Yani
ben buna inanıyorum, dediğim vakit o benim için doğru bir vargıdır. Çünkü iman,
mantığı bir yerde öteler ve reddeder. Ama bu demek değildir ki her zaman akıl
reddedilir. Sadece akıl bir yere kadar gidebilir, işin içerisine metafizik
girdi mi aklı askıya almak ve inanıp inanmama arasında tercihte bulunmak
gerekir. Bu anlamda Küng’e hak veriyoruz. Zira bütün dinler Mutlak Hakikat iddiasını
taşır. Bu yönüyle kendi doğrusunu yaymaya ve doğru yola çağırmaya çalışır.
Üçüncü alternatifte Sadece biri bütünüyle genel hakikate sahipken, diğerleri
hakikati paylaşır. Her din Varlığın tezahürlerini bir yönüyle kavrar. Ama
yüzü daima Mutlak olana dönmüştür. Yalnız bu Mutlak olan Hakikati, bir
zamansallık içerisinde aktarmak konusunda dilsel ayrılığa düşmüşlerdir. Bu
dilsel farklılık elbette ki anlamı özünden koparmış ve içini boşaltmıştır.
Tarihsel görü ile incelenirse birçok semavi din bu içi boşaltılmış dilsel
ifadeleri kendi çabasıyla ve aklı ölçüsünde doldurmaya ve yeni bir formda ifade
etmeye çalıştığı için Mutlak Hakikatten uzak düşmüştür. Bu tarihselliği
ve kavramın içinin boşaltılmasını konu alan, anlamın yitirilmesi bağlamında her
şeyi kapsayan ve tüm bunları hakikat adına sunan dini öğreti Mutlak Hakikat
iddiasında bulunabilir. Bu bakımdan sadece bir din diğerlerini tarihsellik ve
zamansallık açısından kapsar ve bütünüyle genel hakikati verir. Diğer dinler
ise bu Mutlak Hakikat’e ters düşmedikleri ölçüde hakikati savunabilir.
Sadece bir din bu kapsamı kendinde barındırdığı için doğrudur. Diğer dinler
izafi olarak doğruluğunu iddia etseler bile hakikat
anlamında Mutlak Hakikate yüzünü dönmeleri ve bütün olarak
bu Hakikati kabul etmeleriyle doğru olurlar. Aksi durumda doğru ve yanlışı
bünyesinde saklı tutarlar ki bu durum Mutlak Hakikat fikri ile örtüşmez.
Son olarak her din doğrudur ama izafi olarak doğrudur. Mutlak
iddiası taşıyan ve evrensellik fikrini savunan her din doğru olamaz zira böyle
bir şey mümkünse hepsinin aynı Mutlak Hakikat çevresinde birleşmesi
gerekir ki bu da tek bir dini öğretinin kabulünü zorunlu kılar.
İşte filozofumuz Ahmet Hilmi’ de Vahdet-i Vücud fikrini yani
tezahürlerin arkasındaki yek özü kabul fikrine dayandığı için, görünen(nesne,
şey ile) den daha çok gören(özne) ile ilgilenmektedir. Tek bir dayanak var ise Mutlak
Hakikat adına, o halde dile gelen felsefede bu Mutlak Hakikat merkezinden
hareketle örüntülenmelidir. Gerek epistemoloji gerekse de ontolojik bağlamda bu
hakikat gözden kaçırılmamalı ve varlığın altı boşaltılmamalıdır. Epistemolojik
varyasyonlarda aklın sınırı ölçü kabul edildiği için aklı aşan bilgi ve
türevleri reddedilmek zorunda kalınmıştır. Oysaki yeni bir epistemolojinin
kabulü fikrine bu camia yaklaşırsa, yeni epistemoloji, ontolojik olan ile
kesişmekten, çatışmaktan kendini kurtararak sezgi alanı ile ontolojinin kapsamına
girebilme kudretini kendinde görecektir. Aklın giremediği kuytu köşeler sezgi
ile aydınlatılacaktır. Aslında burada sezgi dediğimiz şey mantığı aşan bir üst
akıl ya da üst biliş veya üst düzey bütünsel biliş olarak da tanımlanabilir.
Yani insanda mahiyeti tam bilinmemekle beraber bir ruhun varlığı kabul
edilebiliyorsa ruha ait olanın bilinmesine dair bir bilgi türünün de kabul
edilmesi gerekir. Ancak bu durum aklı gölgeler ve mantığı aşar. Yalnız insan
her yönüyle bir bütündür ve hem akli hem de sezgisel bir varoluşa, anlama sahip
olduğu göz ardı edilmemelidir.
Sezgi, duyusal olandan yola çıkarak duyuları da mantığı da aşan
bir alanın kapılarını bize açar. Bu süreç zaman, mekân (uzay) gibi bizde var
olan formlara ters düştüğünden ya da tam anlamıyla bir birine mütekabiliyet arz
etmediğinden mantıksal açıdan kabullenebilir görünmemektedir. Ancak Kant ve
öncekiler sezgiyi göz ardı etmişlerdir ve sezginin asıl anlamına vakıf
olamamışlardır. Sezgi, yani üst biliş zaman ve mekân formlarını bize bağlı olmaksızın
değiştirebilir ve daha önceki vargılarımızı alt üst edebilir. Bu durum
fenomenoloji alanının da peşine düştüğü bilimselliği aşan ama
reddetmeyen bir bütünselliğe ve aynı zamanda bu bütüne dair olan
şeylerin bir ölçüde bilgisine kapı aralayabilir.
A’mâk-ı Hayal de bu alanı yani dini tecrübe alanını aktarmak
konusunda en iyi yöntemlerden olan hayal ve hikâye yöntemine başvurarak,
verilmek istenilen mesaj hayal dalışlarıyla okura yansıtılır. Yine bu dalışlar
neticesinde Hakikat denizinde saklı olan Hikmet zihinlerin sahiline
çıkarılmıştır.
4.4.
Hakikat Arayışının A’mâk-ı Hayal Eseri Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
İnsan doğası gereği merak eder ve bilmek ister. Bu durum da ister
fırlatılmış olsun ister içine doğmuş olsun insanda bir Hakikat fikri vardır.
Zira inanç beraberinde Huzuru getirir. İnsan sürekli şüphe ile yaşayamaz. Bir
noktaya kadar kendini bastırabilir ama o noktadan sonra yalnız çevresini değil
kendini ve varoluş nedenini de sorgular. Çözülemeyen noktalarda işi bir
Tanrı’ya yüklemek ister ve dinlenmesi için Huzur bulması için ve tabi umudunu
yitirmemek için bu olmazsa olmaz bir şeydir. Peki, soru şu hangi Tanrı’ ya? Her
dini öğretinin ifade tarzında bir ya da birden fazla Tanrı’nın varlığı kabul
edilir. Ancak Mutlak Hakikat olan Tanrı, tezahürleri olsa da Mutlak Hakikat ise
bir ve yetkin olandır. O halde Tüm insanların Tanrısı Bir dir. Ama nasıl olur
da bu kadar farklılık varken tek bir İlahın varlığı kabul edilebilir? John
Hick, teolojide Kopernikvari bir devrimin yapılmasıyla bu sorunu aşabileceğini
söyler.
“Kopernik devrimi, kâinatın düzeni ve insanın kâinattaki yeri
konusunda muazzam bir değişikliği muhtevidir. Bu devrim yerkürenin evrenin
merkezi olduğu dogmasından Güneş’ in merkezde ve dünya dâhil diğer gezegenlerin
onun etrafında döndüğü gerçeğini ifade etmektedir. Teolojideki Kopernik
devrimi, dinler âlemi ve kendi dinimizin bu âlemdeki yeri hususunda buna benzer
radikal bir devrimi öngörmektedir. Bu devrim Hıristiyanlığın merkezde olduğu
dogması yerine Tanrı’nın merkezde olduğunu keşfeden ve kendi dinimiz dâhil,
insanlığın bütün dinlerinin O’ na hizmet için var olduğunu ve onun etrafında
döndüğü gerçeği ifadesini içermektedir. (Aslan, 2006, s. 129-130).”
Hick’in teolojik devrimi dikkate alınacak olursa Nietzsche’nin Tanrı
öldü! sözünü tam manasıyla anlamak mümkün olur. Nietzsche, kutsalın katlini
meşru gören Hıristiyan din adamlarını ve bütün inananların Tanrı’yı Hakikat"in
merkezinden çekerek kendi söylemlerini haklı çıkarmak suretiyle kutsalı ve ona
dair olanı öldürdüğünü söyler. Bu gün dinlerin çoğunda belki de hemen hemen
hepsinde benzer bir sorun ile karşı karşıyayız. Dinlerin, küreselleşmenin de
etkisiyle ve postmodern gelenek dikkate alınarak
varmış olduğu bu süreçte etkileşim içerisinde olması ve Hakikat’in
muğlaklaşması bu tezin yazılış amacını teşkil etmektedir. Zira bizler burada
dinlerin aynı Hakikate farklı açılardan yaklaştıklarını ve bu durumun
diyalektik bir süreci beraberinde getirdiği fikrini savunmaktayız. Bu
diyalektik süreç içerisindeki dinlerin yine bu süreci aşabilmesi için
diyalektik sürece dâhil edilemeyen bir üçüncü yol ile bunu aşabilecekleri
kanısındayız. Bu da dinlerden daha çok Hakikafin ön plana çıkarılması ve
din adamlarının, dini ve dünyevi problemleri konuşabilecekleri bir üst dile ve
kapsamlı bir ifade biçimine geçişi ile mümkün olacaktır.
Sonuç olarak Ahmet Hilmi, Dinlerin bu etkileşiminden ziyade
Hakikatin birliği fikrini ortaya atmasıyla evrensel ve kapsayıcı bir mesajın
bütün insanları kuşatacağına ve insanın değerinin yeniden kendisine
verileceğine işaret etmektedir. Zira Tanrı’nın Mutlak Hakikat anlamında
yeniden keşfi, değerlerin bu fikir çerçevesinde yeniden değerlendirilmesini
kolaylaştıracağı gibi bütün insanları tek bir doğru etrafında birleştirmesi
olası ve mümkündür.
A’mâk- ı Hayal eserinde
Ahmet Hilmi, insanın hangi dine, ırka ya da dile mensup olursa olsun kendi
hakikatini merak eden kişinin akıl ve sonrasında sezgi ile Hakikat" i bulacağına
ve bunu yaparken de insanın, din, dil ve ırk farkını ortadan kaldıracağına olan
inancı tamdır. Son olarak Hakikat Mutlak anlamda birdir. Her dini inanış
biçimde farklı tezahürleri olsa da özünde bütün insanlar tek bir Hakikat’in
içine doğmuştur. Kendini her dinde ve öğretide arayan insan hakikati yine
kendinde bulacaktır. Zira nefsini bilen Rabbini bilir. Rabbini, İlahını
bilen Hakikatin parçası olduğunu fark eder ve gerçeğin ta kendisi olur. Zira
ebedi saadet bu gerçekte gizlidir.
Batı, Avrupa odaklı yapılan felsefe okumaları, salt rasyonel
tabanda ve mantığın formlarına giydirilmeye, uydurulmaya çalışılırken asıl
manada varlığın ontik bağlamı göz ardı edilmekle birlikte sanki bu alanlar
insan aklı için kuytu ve karanlık köşeler şeklinde ifade edilmekteydi. Bu
durum, varlığın ontik boyutunun bilinemeyeceği yanılgısını taşısa da aslında
felsefenin kullanmış olduğu dil ve yöntemin kısıtlı ve sınırlı oluşu ile
alakalıdır. Var olanları sadece tek bakış açısı ya da kesit olarak,
durağanlaştırarak okumak ne derece yanlış ise onun dinamik bağlamını göz ardı
edip bütünsel bakışı dışta tutup sadece parçaya yönelmekte en az birincisi
kadar yanlış bir okuma biçimidir.
Avrupalı müsteşrikler, oryantalistler doğu kaynaklarını okurken
yukarıda belirtmiş olduğumuz bu yanılgıya düşmüşlerdir. Her yörenin bir okuma
biçimi ve yöntemi vardır. Doğu kaynakları öz felsefe, gerçek felsefe düsturuna
ters düşmemekle beraber varlığı hem rasyonalist tabanda hem de bu tabanı
kapsamı içerisine alan sezgisel bağlamda yazılmıştır. Bu nokta göz ardı
edilmeye devam edildiği müddetçe doğu okumaları hiçbir zaman kendini açmayacak
ve eksik bir okumayla tek yönlü anlaşılacaktır. İşin garip tarafı bizlerde
kendi öz kaynaklarımızı batı odaklı bu rasyonel bakış ile inceliyoruz. Yani öz
kaynaklarımızın ontik bağlamını ve dolayısıyla inkişaf ettiği ortamı ve kültürü
dışta tutarak kendi öz kaynaklarımıza yabancılaşıyoruz. Bu minvalde yeni bir
felsefe adı altında kendi öz kaynaklarımızı ve kültürel kimliğimizi dışta
tutmayan, soru ve sorunlarımızın çözümü için ön ayak olacak bir yöntemin
aciliyeti ve gerekliliği bizim bu çalışmada vardığımız son noktadır. Bu yeni
yöntem ve okuma biçimi öyle tahmin ediyorum ki din, felsefe ve bilim
çatışmasını ortadan kaldıracak ve Mutlak Hakikate yönelmek amacı ve
düsturu ile bu üç disiplin arasındaki etkileşimi kolaylaştırarak çağın
problemlerine en hızlı çözümü sunacaktır.
Sezgisel bakış, aklı reddetmez ancak aklın aydınlatamadığı
noktaları kuşatıcı olmasıyla kapsar ve adeta bir üst biliş ya da üst akıl
görevi görür. Felsefeci, yöntem olarak rasyonel bakış ile kavrayacağı son
noktaya kadar ilerlemeli ve çıkmaza düştüğü yerde sezgisel bilgi alanına
başvurma cesaretini kendinde görmelidir. Gazali’nin kalp gözü ile kastettiği
tamda budur. İnsanı hem rasyonel hem de sezgisel bir varlık olarak
değerlendirmek gerekir. Tüm disiplinler özde insana yönelir ve insanın kendini
anlamasında ve kendi dışında kalan her şeyi bilmesinde bir araç konumundadır.
Madem bilim, felsefe ve din insanı konu alıyor o halde saymış olduğumuz bu
disiplinlerin ve diğer disiplinlerin kullanmış olduğu yöntemleri insanın hem
rasyonel hem de sezgisel boyutunu göz ardı etmeyecek şekilde oluşturması ve
düzenlenmesi gerekir.
Edmund Husserl, Fenomenoloji alanında yapmaya çalıştığı
şeyde de tam olarak bu sorunu çıkış noktası kabul ediyordu. Sosyal bilimlerin
içerisine düşmüş olduğu yöntem krizinden kurtulma ümidiyle, felsefenin
kurtarıcı ve yegâne tek disiplin olduğuna inanıyordu. Felsefeyi bilimden kesin
bir ifade ile ayırmıştı. Fakat kurduğu yeni dizilim ve yöntem ile felsefeyi ya
bilime yaklaştıracaktı ya da tamamen bilimin dışında bilimi de kuşatacak bir
yöntem olarak sunacaktı. Yöntemin çıkış noktasını doğru kurdu ancak bu yeni
anlayışı açıklamak noktasında yetersiz kaldı. Bilimden uzaklaşınca tek benci
bir idealizme, dünyasız bir özne felsefesine ve diyalektik olmayan, verimsiz
bir aşkın yönteme saplanıp kalmakla suçlandı.
Gerçek felsefenin düşünü kuran herkes bu düşten uyanınca gördüğü
yeniliği anlatmak noktasında yetersiz kaldı. Çünkü gerek araçlar gerekse de
mevcut bilinen yöntemlerin dışına çıkamama bu yeni yöntemi sadece bir düş olmaktan
kurtaramadı. Ahmet Hilmi’de felsefenin kısıtlı yöntemine bir eleştiri
mahiyetinde yazmış olduğu eserlerinde, satır aralarında, her fırsatta bu
bahsetmiş olduğumuz gerçek felsefe, yani yeni yöntemin gerekliliğine vurgu
yapar.
Bu tez, gerçek ve öz felsefenin aslında bir düş olmadığını,
sezgisel bilginin öğretilebilir oluşu noktasında, yine sezgisel bilginin akıl
ile çatışmasından ziyade kuşatıcı rolünü göz önüne aldığımızda yeni bir felsefi
bakış açısı ve varlığın tezahürlerini daha kuşatıcı bir biçimde incelemenin
mümkün olabilirliğini savunur.
KAYNAKÇA
Adler, M. J. (2014). Dinde Hakikat Dinlerin Çokluğu ve
Hakikatin Birliği(Din Felsefesi ile ilgili Bir Deneme). (R. Yazoğlu, &
H. Aydeniz, Çev.) İstanbul: Rağbet Yayınları.
Aristoteles. (2012). Metafizik (4. b.). İstanbul: Sosyal
yayınları.
Aslan, A. (2006). Dinler ve Hakikat J. Hick ve S. H. Nasr'ın
Felsefesinde Dini Çoğulculuk. (A. Aslan, Çev.) İstanbul: İsam Yayınları.
Bolay, S. H. (1967). Türkiye'de
Ruhçu ve Maddeci Görüş. İstanbul: Yağmur Yayınları.
Cevizci, A. (2008). Felsefe
Tarihi. İstanbul: Say Yayınları.
Gazzali. (1960). ElMunkizuMin'adDalal.
(H. Güngör, Çev.) Ankara: Maarif Basımevi.
Gazzâli. (1981). TehâfütElFelâsife.
(B. Karlığa, Çev.) İstanbul: Çağrı Yayınları.
Gazzâli. (2017). Mişkâtü'lEnvâr.
(M. Kaya, Çev.) İstanbul: Klasik.
Gazzâli. (tarih yok). Kimyâ-i Saâdet( MutlulukHazinesi)
(Cilt 1. ve 2.). (A. Meyan, Çev.) İstanbul: Bedir Yayınevi.
Gilson, E. (2007). Ortaçağda Felsefe(Patristik Başlangıçtan 14.
Yüzyılın Sonlarına Kadar) (1. b.). (A. Meral, Çev.) İstanbul: Kabalcı
Yayınevi.
Guthrie, W. C. (2011). Yunan Felsefe Tarihi-1 Sokrates Öncesi
İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar (1. b.). (E. Akça, Çev.) İstanbul:
Kabalcı Yayınları.
Herakleitos. (2014). Fragmanlar (1. b.). (C. Çakmak, Çev.)
İstanbul: Alfa Yayınları.
Hilav, S. (2007). Platon Toplu Diyalogları 1. (H. Demirhan,
Çev.) Ankara: Eos Yayınları.
İbn Sina, (2008)Kitab el ŞifaTopikler. İstanbul: Litera
Yayınları
Kaya, K. (2016). Hint Felsefesinin Temelleri. Ankara: Doğu
Batı Yayınları.
Kierkegaard, S. (2017). Ölümcül Hastalık Umutsuzluk. (N.
Sevil, Dü., & M. M. Yakupoğlu, Çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Koçak, A. (2009). Hikmet
Yazıları (2. b.). İstanbul: İnsan Yayınları.
Konfüçyüs. (2003). Seçmeler(Lün-yü). (M. Türdeş, Çev.)
İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.
Kranz, W. (1984). Antik Felsefe Metinler ve Açıklamalar.
İstanbul: Sosyal Yayınları.
Kutlutürk, C. (2014). Hindu Kutsal Metinleri Upanişadlar
(1. b.). İstanbul: Dergâh Yayınları.
M. C. (2011). MESNEVİ (1. b.). (A. Y. Caferi, Çev.) Konya:
Tablet Yayınları.
Meriç, C. (2004). Jurnal (Cilt 2). İstanbul:İletişim
Yayınları
Platon. (2013). Phaidon.
(A. Cevizci, Dü., & F. Akderin, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.
Russell, B. (1972). Batı Felsefesi Tarihi (Orta Çağ) (2.
b.). (M. Sencer, Çev.) Ankara: Bilgi Yayınevi.
Saint Augustinus. (1999). itiraflar. (D. Pamir, Çev.)
İstanbul: Kaktüs Yayınları.
Sarma, D. S. (2005). Hint Dini Tarihine Giriş (1. b.).
İstanbul: Ataç Yayınları.
Schuon, F. (2013). İslâm ve Ezeli Hikmet (2. b.). (Ş.
Yalçın, Çev.) İstanbul: İz Yayınları.
Sunar, C. (1974). Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe
(1. b., Cilt 19). Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.
Şehbenderzâde, F. (2008). Allah' ı İnkâr Mümkün müdür? (A.
ALMAZ, Çev.) İstanbul: Yakamoz Yayınları.
Şehbenderzâde, F. (2012). Huzûr-i Akl-ü Fende Mâddiyyûn
Meslek-i Dalâleti. (E. Erbay, & A. Utku, Çev.) Konya: Çizgi Kitabevi.
Şehbenderzâde, F. (2013). İslam
Tarihi. (H. Ünver Altun, Çev.) Ankara: Elips Kitap.
Şehbenderzâde, F. (2016). HangiMeslek-iFelsefeyiKabûlEtmeliyiz.
(K. Kahramanoğlu, & A. Utku, Çev.) Konya: Çizgi Kitabevi.
Şehbenderzâde, F. H. (2018). Âmâk-ıHayal. (R. Ertem, Dü.,
& N. Aygün, Çev.) İstanbul: Kaldırım Yayınları.
Şerif, M. M. (1990). İslam
Düşüncesi Tarihi, İstanbul, İnsan Yayınları.
Tepe, H. (2016). Platon' dan Habermas'a Felsefede Doğruluk ya
da Hakikat (1. b.). Ankara: BilgeSu Yayınları.
Tığlı, A.(2004). Zerdüşt
Hayatı ve Öğretisi, İstanbul: Beyan Yayınları.
Toku, N. (1996). Türkiye' de Anti- Materyalist
Felsefe(Spiritualizm) İlk Temsilcileri. İstanbul: Beyan Yayınları.
Yu-Lan, F. (2009). Çin Felsefesi Tarihi (1. b.). (F. Aydın,
Çev.) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Erdem, H. S. (2012). Varlığın Cezbesinde Dil ve Hakikat -Nietzsche
Değinileriyle-. Birey ve Toplum, 2(3).
Kaynak, İ. H. (2012). İnsanın Anlam Arayışında Din ve Mit'lerin
Rolü. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, 7(1).
Ekici, M. Z. (1997). Şehbenderzâde
Filibeli Ahmet Hilmi Hayatı ve Eserleri. İstanbul.
Halil, A. N.(2008). Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin
Düşünce Hayatı. Ankara Sosyal Bilimler Enstitüsü
Odabaş Yüksek, N. (2006). Filibeli Ahmet Hilmi' nin Dini Ve
Felsefi Düşüncesi. Ankara.
Cevizci, A. (2005). Paradigma
Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Emiroğlu,
K., & Aydın, S. (2003). Antropoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları.
Erginli, Z. (2006). Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü
(1. b.). (Z. Erginli , İ. Karslı, Y. Köktaş, N. Ödül, R. R. Sevinç, & S. S.
Yavuz, Çev.) İstanbul: Kalem Yayınları.
Kâşgarlı
Mahmûd. (2005). Divânü Lügâti't Türk. (S. Erdi, Çev.) İstanbul: Kabalcı
Yayınları.
Kara, İ.(2008) Seyyid Mustafa
Rasim Efendi Tasavvuf Sözlüğü Istılahat-ı İnsân-ı
Kâmil, İstanbul:İnsan Yayınları
https://islamansiklopedisi. org.tr/
[3] Kratylos, Herakleitos’un öğrencisi aynı zamanda Platon’ un
arkadaşıdır.
[4] Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Pieter Anne Dozy dir. Doktor
Dozi olarak ta bilinir. Doğu kültürü ve İslam dini üzerine yaptığı araştırmalar
ve yine bu araştırma alanındaki tahrifatlarıyla bilinir.
[5] Aristoteles, Metafizik,
s.170
[6] Tartaros. Tartaros yeraltındaki ölüler ülkesinin en derin
yeridir.
[7] Kokytos. İniltiler ırmağı anlamına gelen Kokytos ölüler
ülkesinde akan ve Akheron'a dökülen bir ırmaktır.
[8] John
Dewey’ in inançla ilgili bir makalesinin hatırda kalan kısımlarıdır.
[9] Katolik Rahip Louis Poti
[10] Desturnel de Constante
[11] Herakleitos
[12] Parmenides
[13] Demokritos
[14] Empedokles
[15] Pythagoras
[16] Var olan her şeyin yaratıcısı ve İlahı olan Tanrı.
[17] Şiva gibi ve Praca-pati'den farklı olarak o da, eski bir
Veda tanrısıdır ve Rigveda'da küçük bir tanrı ya da en iyi şekliyle, yalnızca
başkalarıyla aynı seviyede olarak görünür.
[18] Dişi ve erkek formuyla korku ve sevgiyi üzerinde barındıran
Tanrı’dır. Rudra-Şiva biçimindeki bu ikili şekliyle o, korkunun olduğu kadar
sevginin de nesnesidir ve önemi tedricen gelişerek yüce Tanrı haline gelir.
[19] Hintli bilgin. Budizm Dininin
kurucusudur.
[20] Neyzen, İnsan-ı kâmil olan, ney çalgısını üfleyen ve özüne
dönük kişi.
[21] Nefs-ül Emmare
[22] Bkz. Mevlana, Mesnevi, 1. Defter,
s.50(beyit.975-985)
[23] Bkz. Kur ’an-ı Kerim Yüce Meali, Kehf Suresi,
Ayet.66- 82
[24] Zerdüşt, M.Ö. 628-551, İran’da kendi adıyla bilinen bir din
uydurduğu söylenen kişidir.
[25] Hürmüz, Zerdüştlük’te iyi ve aydınlık tarafı temsil eden
figürdür.
[26] Ehrimen, Zerdüştlük’te kötü ve karanlık tarafı temsil eden
figürdür.
[27] Tanrı, ilah
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar