SULTAN VELED’İN HAYATI, ESERLERİ VE TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan: Figen POYRAZ
·
1.
SULTAN VELED’İN HAYATI, ESERLERİ, KİŞİLİĞİ ve
MEVLEVÎLİK TARİKATINA TESİRİ
Menâkıbnâmelerin
tarih kaynağı olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda farklı görüşler
olmakla beraber genel görüş, bazı hususlar dikkate alınarak tahlile tâbi
tutuldukları takdirde zengin birer kültür tarihi kaynağı olarak
görülebilecekleri ve kendilerinden istifade sağlanabileceğidir. Biz de
çalışmamızda Sultan Veled in hayatını tarihî hayatı ve menkîbevî hayatı olarak
iki grupta ele aldık. Tarihî hayatı bölümünde adı, doğum tarihi, yeri, ailesi
evliliği-çocukları, tasavvufî terbiyesi, vefatı; menkîbevi hayatı bölümünde
ise; çocukluğu babasıyla olan ilişkisi, eğitimi, vefatı konularına yer
verilmiştir (Küçük, 2005: 19).
·
1.1.
Hayatı
o
1.1.1.
Tarihi Hayatı
Sultan Veled, 25 Rebiulâhir 623/25
Nisan 1226 tarihinde eski adı “Lârende” olan Karaman’da dünyaya gelmiştir.
Babası, ünlü mutasavvıf ve mütefekkir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. Annesi ise
soylu bir aileden Semerkandlı Şeyh Şerâfeddin’in kızı Gevher Hâtun’dur
(Tarıkâhya, 2011: 7).
Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’nin büyük
oğlu olan Sultan Veled’in tam adı, Muhammed (Mehmed) Bahâüddîn İbn Mevlânâ
Celâleddîn’dir. “Sultan Veled” kelime olarak, “Sultanoğlu” ma’nâsına “veled-i
sultân”ın atıf terkîbi ve dedesi Sultânu’l-Ulemâ’nın diğer lakabıdır.
Sultânu’l-Ulemâ’ya bu lakab, annesi Harzem prenseslerinden olduğu için
verilmiştir. Doğuda büyük babalar, ilk erkek toruna kendi adlarını verdikleri
için dedesi, Muhammed Bahaeddîn’e kendi ad ve lakabını vermiştir. Onun adı bazı
kaynaklarda “Bahaeddîn Ahmed” olarak da geçer. Sultan Veled şiirlerinde “veled”
mahlasını kullanmıştır (Küçük, 2005: 41; Değirmençay, 2016: 9433-508). Sultan
Veled, 10 Recep 712 /11 Kasım 1312 Cumartesi günü 86 yaşında Konyada vefat
etmiştir (Değirmençay, 2016: 10).
Eğitimi
“Veled’e babasının verdiği ilim ve
velayetten başka, ilim ve velâyet yoktur”. Diyen Sultan
Veled, küçük yaştan itibaren babasının rahle-i tedrisinde ve terbiyesinde
eğitime başlamış, yazmayı öğrenmiş, on yaşından itibaren babasının yanında ilmî
ve dinî tüm sohbetlerde hazır bulunmuştur. Böylece zâhir ve bâtın ilimlerde
bilgi tecrübe sahibi olmakta olgunlaşmaktaydı. Akabinde dinî ilimleri tahsil
etmek için küçük kardeşi Alâeddin ile beraber, dedesi Şeyh Şerâfeddin’in
gözetiminde önce Halep’e, sonra Şam’a gitmiştir. Eflâkî, Sultan Veled ve
kardeşinin Şam’da uzun süre kaldıklarından bahseder. Fakat ne zaman
gittiklerini ne kadar kaldıklarını ve hangi medresedelerde kaldıklarını
zikretmez. Mevlânâ da bu sırada çocuklarına dedelerine itaat etmeleri ve onu
incitmemeleri hususunda mektup yazmıştır. Anlaşılıyor ki Mevlânâ, onların
öğrenimleri kadar eğitimlerine de önem vermiştir. Ayrıca Sultan Veled Hanefi
fıkhının büyük kitabı Hidâye’yi bizzât babası Mevlânâ gözetiminde okumuştur.
Fıkıh alanındaki bilgi ve yorumlarıyla Hanefî fakihleri hakkında yazılan
tabakat kitaplarında Mevlânâ ile birlikte fakihlerin en meşhurları arasında yer
almıştır. (Füruzanfer, 1963: 231; Eflâkî, 1973: 219; Sultan Veled, 2005: 48;
Öztürk, 2013: 116; Değirmençay,2016: 9-10). O, babası Mevlânâ başta olmak
üzere, Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî (561/1166 veya 565/1169- 639/1241).
Şemseddin Tebrîzî
(582/1186-645/124[?]). Selâhaddin
Zerkûbi (582/1186-657/1258), Çelebi Hüsâmeddîn (622/1255-683/1284), Şeyh
Kerimüddin (ö.691/1292) gibi mânevî şahsiyetlerden ders almış, onlara mürid
olmuştur.
Evliliği ve Çocukları
Sultan Veled, babasının tavsiyesi
üzerine Şeyh Selâhaddin Zerkûb’un kızı Fâtıma Hâtun’la evlenmiştir. Bu
evliliğinden on iki-on üç çocuğu dünyaya gelmiş ancak bunlardan üç tanesi
yaşamıştır. Adları: Celâleddin Emir/Çelebi Ârif, Mutahhara Hâtun, Şeref Hâtun’dur.
Fâtıma Hâtun’un vefatından sonra cariyeleri olan Nusret Hâtun ve Sünbüle
Hâtun’la evlenen Sultan Veled’in Nusret Hâtun’dan Âbid Çelebi, Sünbüle
Hâtun’dan ise Emir Zâhid ve Sultan Vâcid isminde üç çocuğu dünyaya gelmiştir
(Sipehsâlâr,1977: 147; Sultan Veled, 2005: 45-46; Eflâkî,2012: 605; Dede Ahmed,
2011:180- 210-211).
Tasavvuf? Terbiyesi
Sultan Veled’in hocalarına gelince,
Seyyid Burhâneddin Muhakkik, Şeyh Şemseddin Tebrîzî’ye çok hizmet etmiştir.
Kayınpederi olan Şeyh Selâhaddin’e ise çok bağlıydı. O, babasından sonra
sırasıyla Seyyid Burhâneddin Tirmizî, Şemseddin Tebrîzî, Selâhaddin Zerkûb,
Çelebi Hüsâmeddîn, Şeyh Kerimüddin gibi mânevî şahsiyetlerden birçok feyz ve
faydalar elde etmiştir (Câmi,1995: 645; Köprülü, 2016: 336).
Tasavvufî ilimlerde Sultan Veled’in,
babasından sonraki ilk mürşidi, Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî’dir
(561/1166 veya 565/1169- 639/1241). Tirmizi şehrinin Hüseynî seyyidlerinden
olan Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizi, Bahâeddin Veled’e mânevî olarak
bağlanmış, onun müridi olmuştur (Firuzanfer, 1963: 48-49; Câmi, 1995:633).
Bahâeddin Veled’in ahirete
irtihalinden sonra Konya’ya gelen Burhâneddin Tirmizi, Mevlânâ’ya mürşidlik
yapmış, onun batınî ilimlerde ilerlemesini sağlamış, sülûk yolunu ve şeyhlerin
adabını telkin etmiştir. Hz. Mevlânâ, kendisine dokuz yıl hizmet etmiştir.
Burhâneddin Tirmizî, Konya’ya geldiğinde Sultan Veled henüz altı yaşında idi.
Onun vefatına kadar yaklaşık on bir yıl boyunca ilminden istifade etmiştir
(Firuzanfer, 1963: 52; Sipehsâlâr, 1972: 141; Sultan Veled, 2014: 247-249;
Küçük, 2005: 50).
Eflâkî’nin rivayetine göre, Sultan
Veled Seyyid Burhâneddin’i gönül vermiş, ona pek çok hizmet ve hürmette
bulunmuştur. Nitekim Dîvân’ında: “Ben, Burhâneddin Muhakkik ile bilgin ve
müdekkik oldum. Onun hayat hikâyesini ve vasfını anlatmakla gül bahçesi gibi
şâd oldum”. Dizelerine yer verir (Eflâkî, 1973: 198-199; Sultan Veled,
2016: 267).
Sultan Veled’in ikinci derece mürşidi
Şemseddin Tebrîzî’dir (582/1186-645/124[?]). Tebriz’de doğan Şemseddin-i
Tebrîzî’nin asıl adı Muhammed b. Ali olup genellikle Şemseddin,
Şemsü’l-Hakve’ddin, Şems, Şems-i Tebrîzî lakaplarıyla anılır.
Mütevâzi bir yaşama sahip olan
Şemseddin Tebrîzî, gittiği şehirlerde tacir tavrında ve kıyafetinde
kervansaraylarda yaşardı. Nitekim Mevlânâ ile karşılaşıncaya dek kimse onun
varlığından ve halinden haberdar değildi. Şemseddin Tebrîzî, Mevlânâ’yı görüp
onunla tanışıncaya kadar herhangi bir şeyhe bağlı kalamamıştı. Mevlânâ
hazretleriyle tanışıp ondaki hakikate şahit olunca: “Ben aradığımı Hüdâvendigarım
Mevlânâ’da gördüm’”. Diyerek Konya’da kalmıştır (Sipehsâlâr, 1977:145;
Ceyhan, 1998, s.511; Küçük, 2005: 51; Can, 2017: 47-48). Küçük’e göre ise
Mevlânâ’nın Şemsedin Tebrîzî ve Selâhaddin ile ilişkisi şeyh ya da mürid olarak
tanımlayamayacağımız şekilde “bir dostluk” o dönemin ifadesiyle “hem demlik
idi” (Küçük,2016:186).
Sultan Veled, babasının gönül verdiği
Şemseddin Tebrîzî’ye yine babasının tavsiyesi üzerine mürid olmuştu. Ona sonsuz
hürmet ve bağlılığı vardı (Sipehsâlâr; 2011: 145; Gölpınarlı, 2006: 35).
Nitekim Sultan Veled babasının isteği üzerine
Şemseddin Tebrîzî’yi Konya’ya davet
için gider. Dönüşte Şemseddin Tebrîzî’ye hürmeten:
“Hem padişah ata binsin hem kul;
lâyık değil bu...
Sen gerçekten de efendisin, bense
kulum, hatta sen cansın, ben seninle diriyim ”.
Sözleriyle ata binmeyi kabul etmemiş,
bir aydan fazla süren yolculuğu yaya olarak yapmıştır (Sultan Veled, 2014: 62).
Şemseddin Tebrîzî, Konya’ya ulaştığında Sultan Veled’in samimiyet ve aşktan
hâsıl olan davranışını ve onun terbiyesini överek ondan memnuniyetini ifade
etmiş ve Sultan Veled’e olan teveccühü artmıştır (Sipehsâlâr; 2011: 154).
Şemseddin Tebrîzî, onun zahmet, keder ve meşakkat
çekmeden velîlik makamının
en yükseğine ulaşabilmesi için Cenâb-ı Hakk’a duada bulunurdu (Sipehsâlâr,
2011: 172).
Sultan Veled’e göre Şemseddin
Tebrîzî, mana padişahıdır. Onun ruhunun yanında diğer ruhlar beden hükmündedir.
O, bütün müşkülleri halledebilir. Bütün manalar ondan feyzeder ve onun manası
yanında diğer mânâlar lafız kalır. Kimse onun makamına ulaşamamıştır. Onu
sadece Mevlânâ anlayabilmiştir (Küçük, 2016: 108).
Sultan Veled’in üçüncü mürşidi olan
Selâhaddin Zerkûbî’nin (582/1186-657/1258) asıl adı Ferîdun’dur. Selâhaddin
Zerkûbî, Selâhaddîn-i Zerrinkûb ve Selâhaddin Zerkûb unvanlarıyla anılır.
Mevlânâ’nın şeyhi Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî’ye intisab eden
Selâhaddin Zerkubî, sonra Mevlânâ’ya intisab eder ve ona mürid olur (Ceyhan,
1998, s.340). Hz. Mevlânâ, Şemseddin’in kaybolmasından sonra Şeyh Selâhaddin
ile hem dem oldu. Şimdi Sultan Veled’in bu konuya müteallik dizelerine yer
verelim:
Şeyhin heyecanı onunla sükûn buldu;
Bütün o zahmet ve dedikodu dindi.
Şeyh Tanrı'nın has kullarndan olan
Şems-i Tebrîzî’yle nasılsa Selâhaddin 'le de öyleydi.
Birbirleriyle süt ve şeker gibi
kaynaştılar, her ikisinin de işi bir birinden daha altın oldu fSipehsâlâr,
2011:158-159).
Mevlânâ bir gün Sultan Veled’i yanına
çağırarak Selâhaddin’in yüzüne bakmasını, onun Hakk’ı hatırlatan bir zat
olduğunu söyler ve ona tabi olmasını ister. Sultan Veled: “Gerçeklikle niyaz
ederek ona yüz tuttum; aşkla niyaz ederek ona kul oldum”. Sözleriyle
babasının isteğini kabul ettiğini ifade etmektedir. Sultan Veled, İbtidânâme
’sinde Selâhaddin’in mânevî iklimine şöyle yer verir: “O, öyle bir
olgunluğa erişmişti ki onun üzerine olgunluk yoktu. Canı katre iken derya oldu,
gönlü ise yücelere ağdı”. O aynı zamanda kayınpederi olan Şeyh Selâhaddin’e
karşı tevazu kanatlarını yerlere sermiş, kendisini her daim oldukça küçük
görmüştür (Eflâkî,1973:198; Sultan Veled, 2014: 89-90).
Sultan Veled,
yirmi yaşında iken girdiği halvette, Mevlânâ ve Selâhaddin Zerkubî’nin üç günde
bir gelip halvetin etrafında dolaşarak mânevî tasarruflarda bulunmaları ve
halvetin sonunda Mevlânâ’nın Sultan Veled’e Selâhaddin Zerkubî’nin huzurunda
halvetteki keşf ve tecrübelerini anlatmasını istemesi ve Selâhaddin Zerkubî’ye “bizim
Selâhaddin 'imiz' diye hitap etmesi, bize Mevlânâ ve Selâhahaddin
Zerkubî’nin Sultan Veled’e şeyhlik yaptığını göserir (Küçük, 2005: 51).
Şeyh Selâhaddin’in vefatından sonra
Mevlânâ’nın isteğiyle hilafete Ahitürk Oğlu Hüsâmeddîn (622/1255-683/1284)
erişmiştir. Dolayısıyla Sultan Veled, babası hayatta iken Selâhaddin
Zerkubî’den sonra Çelebi Hüsâmeddîn’i rehber edinmiştir. Çelebi Hüsâmeddîn, Hz.
Mevlânâ’nın mazhârıydı ve Mesnevi onun ricasıyla yazılmıştı. Bütün
Mesnevi ciltlerinin önsözleri Çelebi Hüsâmeddîn’in şerefli lakaplarıyla
süslenmişti. Sultan Veled İbtidânâme’sinde erenlerin vasıflarından söz
eder ve akabinde bütün bu vasıfların, mertebelerin Çelebi Hüsâmeddîn’de
bulunduğundan bahseder (Sipehsâlâr, 2011: 164-165; Sultan Veled, 2014:
152-153).
Hz. Mevlânâ hayatta iken dokuz yıl
şeyhlik yapmış Çelebi Hüsâmeddîn Mevlânâ’nın vefatından sonra Sultan Veled’e
giderek: “Babandan sonra uyulacak, dayanılacak kişi sensin. Onun makamı sana
düşer, onun yerine geç; çünkü senin gibi Ârif ve yol gören yok”. Sözüyle
babasının makamına geçmesini ister. Fakat Sultan Veled, büyük bir
kadirşinaslıkla “Canla, gönülle, riyasızca, gönülden, candan yalvardım ona”.
“Babamın zamanında halife idin bize, değişen bir şey yok öne geç ”. Buyurarak
bu teklifi kabul etmez. On yıl daha Çelebi Hüsâmeddîn’e mürid olur (Sultan
Veled, 2014: 151-154).
Sultan Veled’in mütevâziliği bahsinde
mezkûr olduğu üzere o, mistik bir yapıya sahip olduğu için kendisini mânevî
alanda hep yetersiz görmekte ve bir mürşide ihtiyaç duymaktadır. Çelebi
Hüsâmeddîn’in âhirete irtihalinden sonra kendisinin yetim çocuklar gibi
kaldığını söyleyen Sultan Veled’in ruhu, hüzün içerisinde yeni bir şeyh aramaya
yönelmiştir. Rüyasında Çelebi Hüsâmeddîn, Sultan Veled’e; velîlerin, insan
sûretine bürünmüş Hakk’ın nuru olduğunu, Sultan Veled’in Hak yolunda tam
olgunluğa erişmesi için başka bir bedende zuhûr edip ona aşka dair yeniden
dersler vereceğini ifade eder. Sultan Veled, rüyadan sonra Çelebi Hüsâmeddîn’in
işaret ettiği kişiyi bulduğunu ve Çelebi Hüsâmeddîn’in zuhûrunu şöyle dile
getirir: “...O kişiyi buldum; gizli olan sırrı apaydın oldu bana. Bana dedi
ki: Beni iyice gör, tanı; ben balçık bedende konuk gibiyim ama oyum ben.
Yeniden dostluk edeyim...”'.
Padişah Hak nûrudur, beden ise binek;
vücud libası farklı olsa da ondan sudûr eden nur aynıdır. Ve Sultan Veled Hak
nûrundan (evliyâ) cüda düşmeden aşk deryasında Kerimüddin (ö.691/1292) ile
yolculuğa devam etmiştir. Kabir kitabesinden Mevlânâ müntesiblerinden olduğu
anlaşılan Şeyh Kerimüddin hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye
rastlanmamaktadır. Sultan Veled’in İbtidânâme adlı eserinde de çok az
bilgiye yer verilmiştir. Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddîn’in vefatından sonra
Bektemüroğlu Kerimüddin’e yedi yıl müridlik yapmıştır. Bektemüroğlu Kerimüddin,
zamanın seçkin velîlerindendir. Bu devirde gönül sahibi odur, nefsini Tanrı
uğruna kurban etmiştir. Onu seven, ona dost olan kişinin işi nihayet
tamamlanır. Himmet ettiği er, Cüneyd ve Ma’ruf gibi yücelir. Onun sırlarını
duyan anlar ki o hürlerdendir (Gölpınarlı, 2006: 45-46).
Sultan Veled; Hz. İsâ’yı, Hz.
Mûsâ’yı, İmran’ı, İbrahim b. Edhem’i, Maruf el-Kerhî’yi, Zü’n-nûn el-Mısrî’yi
ve Hallac-ı Mansur’u anışının hep Bektemüroğlu Kerimüddin’in sıfatlarını anmak
için olduğunu ifade eder (Küçük, 2005: 53;
Gölpınarlı, 2006: 45). Şeyh Bektemüroğlu Kerimüddin’in vefatından sonra
İbtidânâmC sinde ona dair
duygularını şöyle dile getirir: “Kerimüddin, o huyları güzel seçilmiş velî,
beden âleminden göçtü. Öyle bir erdi ki onun gibi kerem sahibi bir padişah
yoktu; dünyada eşi bulunmaz, paha biçilmez bir inciydi adeta”. Sultan
Veled:
“Fakat Haktan da ümit kesmeyelim,
onsuz kanadı bağlı kuşuz ama Lütfuyla kanatlarımızı çözecek biri de var elbet
dostum ”.
“Güneş, gökkubbe durdukça hakkın bir
halifesi vardır ”.
Sözleriyle bir
şeyhe intisabın gerekliliğine vurgu yapmış ve kendisi de bu şiârı düstur
edinmiştir (Sultan Veled, 2014: 165, 172-173-174, 414-415).
·
1.1.2.Menkîbevî
Hayatı
Küçük yaşta annesiz kalan Sultan
Veled, dadısı Kiramana ve üvey annesi Kira Hâtun’un annesi Büyük Kira Hâtun’un
ilgi ve gözetiminde yetişmiştir (Sultan Veled, 2011: 42). Babası Mevlânâ,
küçük yaşta öksüz
kalan bu yavrusuyla
yakından ilgilenmiş ve onu şefkat kanatlarının altından hiç ayırmamıştır:
Öyle ki; Sultan Veled süt emme
döneminde sürekli babasının kollarında uyur, Mevlânâ teheccüd vaktinde kalkıp
namazı ifa edeceği sırada, Sultan Veled bağırır ve ağlardı. Mevlânâ, yavrusunu
susturmak için namazı bırakıp kucağına alır, süt emmek istediğinde ise mübarek
memesini, şefkatle onun ağzına verirdi. Sultan Veled, Cenâb-ı Hakk ’ın emriyle
“İçenler için çok elverişli halis ve saf süt akardı ”. (Nahl, 16/66)
hakikatince babalık şefkatinin çokluğundan, mânâ ve hakikat aslanının sütünden
kana kana içer ve uyurdu. Kâmil velîlerin ve peygamberlerin kerâmet ve
mûcizeleri sayısız olduğu mâlûmdur. Nitekim Hz. Peygamber’in parmaklarından
tatlı su akmış, sâdık dostu Hz. Ebubekir'in tükürüğü Mescid-i Nebevî'nin
çerağının yağı olup seher vaktine kadar etrafı aydınlatmıştır. Halil hazretleri
(Hz. İbrahim a.s) ise süt emme zamanında mağaranın bir köşesinde tam kırk gün
küçük parmağından emdiği halis sütle yaşamını devam ettirmiştir.
Burada Sultan Veled’in babasının
memesinden süt içme hadisesini bâtınî ilmin tevarüsü olarak anlayabiliriz.
Sultan Veled ile babası Mevlânâ'nın arasında sağlam bir gönül bağı hâkimdir.
Öyle ki sevgisinden dolayı Hz. Mevlânâ oğluna, babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin
Veled’in adı ve lakabını vermiştir. Mevlânâ’nın oğluna düşkünlüğünü,
muhabbetinin mânâ ve derinliğini ortaya koyan pek çok hadise yaşanmakla beraber
biz burada birkaçını beyanla iktifa edeceğiz: Bir gün Büyük Kira, Mevlânâ
hazretlerine Sultan Veled’in evin bütün hizmetkârlarına kızdığını ve onları
incittiğini, onun hiddet ve şiddetinden büyük bir zahmet içinde olduklarını söyleyerek
serzenişte bulunur. Buna mukâbil Hz. Mevlânâ, Sultan Veled’in mânevî
cihetini göz önünde
bulundurarak: “Ona sert bir söz söylenemez. Çünkü Tanrı Hazretleri ona
kızmaz ve onu seviyor. O hür ve serbest bir adamdır. Ben, yüzüne karşı ona kaba
bir şey söyleyemem”.Buyurmuştur. Birgün Mevlânâ oğlu Sultan Veled’e şöyle
iltifatta bulunur: “Ey Bahaeddin! Benim dünyaya gelişim, senin dünyaya
gelmen içindi; çünkü benim bütün bu söylediğim sözler, benim sözüm (kavlim)
’dür. Hâlbuki sen, benim eserimsin (fiilimsin) ”. Babası, ona: “Sen
yaratılış ve ahlâk bakımından bana herkesten çok
benzersin”. Derdi. Gençlik
zamanında onları gören birçok kişi Sultan Veled’i, Mevlânâ ile kardeş
zannederdi. O, genelde babasından ayrılmaz, on yaşından itibaren bütün
toplantılarda babasının yanında bulunurdu (Eflâkî, 2012: 585 589).
Dinî ilimleri
tahsil için gittiği Şam ve Halep yolculuğunun akabinde Konya’ya dönüşünden
sonra ilmî, dinî ve tasavvufî sohbetlere sürekli iştirak eden Sultan Veled,
ukbâ hayatına dair ve sırlarla dolu sohbette babasının ilim pınarından
beslenirken, Mevlânâ da sorduğu sorularla oğlunu sohbete dâhil eder onun bilgi,
kavrayış ve firâsetinin inkişâfına zemin hazırlardı. Verdiği tatmin
edici cevaplarla da bilgi ve kavrayışı ortaya çıkan Sultan Veled, babasını
sevinç ve sürûra erdirirdi. Eflâkî’nin şu rivayeti buna güzel örnek teşkil
eder:
Şöyle ki: İlahi arkadaşlardan
Mesnevîhan Sirâceddin şöyle rivayet etti: Ulu kişiler bir gün Mevlânâ
Hazretleri’ni ziyarete gitmişti. Mevlânâ, o gün bilgiler saçtığı sırada
Mûsâ'nın asasını anlatıyordu:
Mûsâ'nın asasının, o dinsiz
sihirbazların sapıklıklarının ve boş hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü
tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini, celâl sahibi Tanrı'nın
yardımıyla öyle bir yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini
yuttuğu halde asanın kendisinde ne bir şey arttı ne de bir şey eksildi. Ben
şimdi, bu benzeri olmayan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve
halk bunu anlayabilsin?" dedikten sonra zekâ ve iç sezisiyle daima
babasının teveccühünü kazanan Sultan Veled’e dönerek: "Bahâeddin
bunu sen söyle". Dedi. Sultan Veled, baş
koyduktan sonra şöyle
anlattı: "Bu tıpkı şuna benzer: Birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve
son derece karanlık bir gecenin içinde bulunsa, sonra da o sarayın içine bir
mum getirseler, o mumun ışığı onca karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir
şey kalmaz ve onca karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar ne de bir
şey eksilir”. Bunun üzerine Mevlânâ, hemen kalkıp Sultan Veled'i kucakladı,
yüzünü gözünü öptü, duaları etti ve "Aferin Bahâeddin, aferin, çok
güzel hareket ettin,
çok güzel söyledin, çok nadir bir inci deldin”.
Diye buyurdu.
Sultan Veled, aşk, şevk ve cezbeyle
muttasıf idi. Sefîne-i Evliyâ’da; “Müşarünileyh Hazretleri cezebat-ı
Ilâhiyye ile ekser evkatta vale ve hayran idi. Hâlât-ı galebat-ı şevk ve
cezbeden müstağrak idi. Keyfiyet-i câm-ı aşktan, mestâne sıfat idi”.
Sözleri de bunu ifade eder (Vassaf, 1990: 320).
Sipehsâlâr, Risâle 'sinde
Sultan Veled’in ulvî şahsiyeti ve derin ilmi hakkında şu cümleleri serdeder:
Sevilenlerin sultanı, ilk ve son
gelenlerin sevgilisi, lâhutî âlemin sırlarını bilen, nâsut âlemine ait
gizlilikleri telkin eden, insanlar arasında rahmet alameti, yeryüzünde
Tanrı'nın velîsi, halka Tanrı'nın hücceti, delili. Velîlik dairesini tamamlayan
ve onların son geleni, hakikat iklimlerinin sahibi ve hâkimi Efendimiz,
Seyyidimiz, senedimiz; mezheb, Hakk ve dinin parlaklığı, din ve gerçek bilgi
(yakîn) yoluna hidayette bulunan, Peygamber ve elçilerin varisi olan Sultan
Veled (Tanrı onun aziz olan sırrını kutlasın) hazretleri. Bütün
mûtad ilimlerde sonsuz bir deniz, ilahi bilgi ve kutsal hakikatlerde eşi
benzeri olmayan bir padişah idi. Ne zaman ifade incisini, mercan gibi olan dil
elması ile yakut gibi olan ağız hokkasında delseydi, dünyaya mensup olanların
kapalı müşkülleri ve birbirine girmiş olan sırlarını hep birden, her birinin
pas tutmuş iç aynasından görüp çözerdi. Hakikatlerin sırrını ve ince
şeylerin özünü, kesin ve açık deliller ile ^Bfrütün
hazır bulunanlara aydın ve açık bir hale getirirdi: Din ve mezhebin üstün
kişileri ve bilginlerine parmak ısırtırdı ve kudsun gelin odasında oturanlar ve
üns havlusu komşularına ''Sende Tanrı'nın gözü vardır” dedirtirdi. Mevlânâ
Şemseddin Hazretleri’nin (Tanrı zikrini yüceltsin), onun hakkında tam
bir inayeti vardı.
Tecelliler ve münacat esnasında izzet
sahibi Tanrı'ya, zahmet, keder ve sıkıntı çekmeksizin ona velîlik makamlarının
en yükseğini nasip etmesi için duada bulunurdu.
Büyük küçük herkes dünya ve ahiret
nimetleri ve faydaları adına Sultan
Veled’in mânevî ikliminden müstefid
idiler. (Sipehsâlâr, 1977: 144-145).
Eflâkî, Sultan Veled'in diğer
tarikatlarda olduğu halvete girip çile çıkarması olayını, yakîn yolunun
yardımcıları olarak nitelendirdiği kişilerden şöyle rivayet eder:
Sultan Veled, yirmi yaşındayken
halvete girip çile çıkarmak için Mevlânâ'ya ricada bulundu. Mevlânâ:
"Bahâeddin! Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mensup olanlar
(müslümanlar) için çile ve halvet yoktur. Bu, bizim dinimizde bid'attır. Mûsâ
ve Isa (selam onların üzerine olsun) şeriatında vardır. Bizim yapacağımız bütün
mücâhedeler, yalnızca çocuklarımızın ve dostlarımızın rahatı içindir. Halvete
hiç ihtiyaç yoktur zahmet çekip mübarek vücudunu incitme". Diye buyurdu.
Buna rağmen Sultan Veled, yine çok ısrar etti ve "Kırk gün halvette
oturmak istiyorum. Hüdâvendigar Hazretlerinden himmet ve kuvvet
diliyorum". Dedi. Bunun üzerine Mevlânâ ona izin verdi ve bir hücre
hazırlamalarını emretti. Sultan Veled, halvete girince kapısını kerpiçle
ördüler. Şeyh Selâhaddin Hazretleri ve Mevlânâ üç günde bir gelirler, o
halvetin etrafına dolaşır ve mânevî tasarruflarda bulunurlardı. Kırk gün tamam
olunca bütün dostlar ve ileri gelen muhipler yanlarında güyendelerle birlikte
toplandılar; tam bir saygı, büyük bir i ’zaz ve ikram ile halvetin kapısını
açtılar. O yüce baba (Mevlânâ), oğlunun nura gark olduğunu ve acayip bir şekil
aldığını gördü. Sultan Veled, babasının mübarek yüzünü görünce yerlere kapandı,
ayaklarına sarılıp onları uzun zaman öptü. O gün Mevlânâ, nice sonsuz inayetlerde
bulunup dostlarla birlikte semâya başladı, kavvallara birçok fereci
bağışladılar. Semâ sona erip haremin harîminde dostlardan başka mahrem
kalmayınca Mevlânâ: "Bahâeddin! Bizim şeyh Selâhaddin’imiz huzurunda
halvette gerçekleşen keşiflerden birkaç sır söyle. Halvet erbabı bu
hareketinden boş olmaz". Dedi. Sultan Veled, baş koydu ve şöyle dedi:
“Halvette otuz günü geçince gözümün önünden yüksek dağlar gibi renk renk
nurların hiç ara vermeksizin yığın yığın geçtiğini gördüm ve o nurlar arasında
‘...Allah bütün günahları elbette bağışlar. Doğrusu O, çok bağışlayıcı çok
merhametlidir’. (Zümer 39/53). Âyetini kulağımla işittim. Bu ses aralıksız
olarak can kulağıma ulaşıyordu. Ben de bu sesin güzelliğinden kendimden
geçiyordum. Bundan başka gözümün önüne kırmızı, yeşil, beyaz levhalar
tuttuklarını gördüm ve bu levhalarda: 'Bizden yüz çevirmekten başka senin bütün
günahların affolunmuştur'. Kelimeleri yazıyordu”. Mevlânâ bunu işitir işitmez
feryatlarla dönmeye başladı ve dostların heyecanından bir kıyamettir koptu,
sonra da Mevlânâ şöyle buyurdu: "Bahâeddin, gördüğün işittiğin gibidir,
belki bundan yüz bin kat fazladır; fakat şeriatın namusunu korumak ve şeriat
sahibine uymak için bu sırları gizli tut, kimseye söyleme! Çünkü bu eşek
kuyruğundan farkı olmayan insanlar tefsiz oynarlar, insanların kötüleri bu
hakikatlerin sırlarına vâkıf olurlarsa dünyayı harap ederler, ümmetin kalbi
zayıf olanlarınında da kaderin sırrına tahammül edecek güç yoktur. Onlar
Tanrı'nın hikmetinden habersiz ve beşer şeklinde yaratılmış eşeklerdir”.
Buyurdu. (Eflâkî, 2012: 590-591).
Sipehsâlâr, Sultan Veled’in doksan
altı yaşında iken rahatsızlanarak birkaç gün yatalak olduğunu, hastalığı
sırasında büyük oğlu Ârif Çelebi’yi kucaklayarak, arkadaşları, aziz kişileri ve
müridlerini ona tevdi ettiğini ifade eder. Sultan Veled, rahmeti sonsuz olan
mâşukuna vâsıl olacağı gece evini yabancılardan boşaltmış, gecenin ilerleyen
saatlerinde oturup şöyle buyurmuştur: “Hüdâvendigar, Mevlânâ Şemseddin ve
Tanrı velîlerinin hepsi gelmiş beni bekliyorlar. Benim yokluğuma
üzülmemenizgerekir”. O, bu sözleriyle sevenlerini şefkatle teselli
ediyordu. Vazifesini müdrik bir şekilde hakikat ve sırları anlatmaya devam
etti. Mahbûbuna olan kurbiyetini artırmak için zikirle meşgul iken vefat etti.
Babası Mevlânâ'nın da buyurduğu gibi, o gece sevenin sevdiğine kavuştuğu (Şeb-i
Ârus) geceydi. Tarih ise 10 Recep 712 Cumartesi (11 Kasım 1312) seher vaktini
gösteriyordu. Sefine-i Evliydi da ise ölümü
doksan iki yaşında iken, hicrî 712 (1312) Recep’in onuncu Perşembe günü olarak
geçer. Mübarek naaşı çok sevdiği, yolunun takipçisi olduğu aziz babasının
yanına defnedilmiştir. Namazını ise Şeyh Mecdüddîn-i Aksarayî kıldırmıştır.
Sipehsâlâr, Sultan
Veled’in vefatından sonra Konya'da yedi gün yerin sallandığını, üç gün üç gece
göklere kadar uzanan ışık hüzmesinin durduğunu ve küçük büyük bütün halkın gece
ve gündüz bu ışığı (nur) gördüğünü söyler. Konya halkı, bu ululuk karşısında
hayrette kalmış, Sultan Veled’in vefatından büyük üzüntü duymuştur (Sipehsâlâr,
1977: 147; Vassaf, 1990: 321; Sipehsâlâr, 2011: 173-174).
·
1.2.
Eserleri
Sultan Veled, bütün eserlerini Farsça
kaleme almıştır. Dîvân, İbtidâ-nâme ve Rebâb-nâme adlı eserlerde
Türkçe ve Rumca beyitlere de rastlanmaktadır. Sultan Veled, çoğunluğu Türk olan
halka ulaşmak, tarikatının düstûrunu yaymak için onların dilini kullanarak
yazmıştır. Bu yoruma istinaden Rumca yazmış olmasını da Rumlara ulaşabilmek
olarak anlamak mümkündür. Sultan Veled, Türkçe ve Rumcaya, Farsça ve Arapça
kadar hâkim olmadığını beyitleriyle belirtmiştir.
Sultan Veled’in eserleri
incelendiğinde Maârif hariç hepsinin manzum olduğunu görmekteyiz. Şiire
atfettiği mânâdan dolayı manzum yazdığı sanılmaktadır. Sultan Veled’e göre
Allah’ın velîlerinin şiiri tamamıyla tefsirdir ve Kur’ân’ın sırlarıdır.
Düşüncelerinden yola çıktığımızda,
orta halli bir mütefekkir olduğunu bildiğimiz Sultan Veled, telkin edici ve
eğitici tasavvuf şiirinin temelini atmış, devrinin Türkçesini başarıyla,
amacına uygun şekilde kullanmıştır.
Sultan Veled’in, eserlerini babasına
benzemek, dostlarının ısrarı yahut nasihatle insanlara faydalı olmak için
yazdığı bilinmektedir. İnsanlara faydalı olmak isteyen bir şairin eserlerinde
aramamız gereken şey, sanat yapma gayesi olmamalıdır. Onun maksadı
etrafındakilere, topluma bildiklerini aktarabilmektir.
Sultan Veled, mesnevilerinin hepsinde
şiirlerinin aralarına işlemiş olduğu konuların özetini barındıran başlıklar
yerleştirmiştir. Buradan anlaşılacağı üzere onun amacı nazım değildir. O,
Küçük’ün belirttiği gibi; babası Mevlânâ’nın “bediî tasavvufunu didaktik bir
hale” getirmiştir. Sultan Veled’in eserlerinde babasındaki gibi sürükleyici,
coşkulu bir anlatım yoktur. O, babasının eserlerindeki hikâyeleri yeniden
yorumlayıp halkın daha iyi anlayacağı bir hale getirmiştir. Aynı zamanda ömrü
boyunca babasının sözlerini fasih bir dille açıklamıştır (Câmi, 1995: 645;
Küçük, 2005: 54-55-56).
Anadolu Türk
edebiyatının gelişmesinde önemli bir yeri hâiz olan Sultan Veled, Türkçe
beyitlerinin çokluğuyla dikkati çeken en eski şairdir. O, Türk edebiyatını,
İran tasavvuf edebiyatının örneklerine göre düzenlemeye çalışmıştır. Babasının
görüşlerini, tasavvufî esaslarını halka neşr ve telkinden başka gayesi olmayan
Sultan Veled, Türk edebiyatında Mevlânâ’nın tesirinin öncüsü olmuştur (Köprülü,
2016: 336-337-338).
·
1.2.1.
Dîvân
Eser yazma gayesinden birinin de
babası Mevlânâ’ya benzemek olduğunu bildiğimiz Sultan Veled’in, Dîvân’ı bu
gayeyle yazdığı anlaşılmaktadır. Babasını takip ederek yazdığı bu eser,
Mevlânâ’nın Dîvânının yarısı kadardır (Küçük, 2005: 57-58).
Sultan Veled’in Dîvâriı, aruz
bahrinin yirmi dokuz vezninden yararlanılarak, Farsça, Türkçe, Farsça-Türkçe,
Türkçe-Rumca, Arapça, Arapça-Farsça, Rumca, Türkçe-Rumca, Farsça-Rumcadan
oluşan toplam 13345 beyittir. Dîvân’daki çoğu gazel, Mevlânâ’nın
gazellerine nazire olarak Mevlânâ’nın üslubunda yazılmıştır. Bundan dolayı bu
nazirelerin tespitinden mecmualar meydana getirilmiştir.
Şiirler, Sultan Veled’in şiir yazma
maksadını göz önünde bulundurarak yorumlandığında genellikle orta edebî
seviyede, basit ve sade bir dile sahiptir. Eser verme amacı sanat yapmak değil,
topluma nasihatlerle fayda sağlamak olan Sultan Veled’den beklenen edebî dilin
bu özelliklere sahip olması doğaldır. Sultan Veled’in Dîvâriında yer yer
Türkçe şiirlere rastlanmaktadır. Bu durum da Türkçenin o devrin toplumunda
önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir.
Bu eser, Fars, Türk, Arap ve Rum dili
ve edebiyatlarından harmanlanmış, XI-XIII. yüzyıl Anadolu tarihi ve
Mevlevîlikle ilgili sundukları bakımından oldukça önemlidir. Ayrıca, Sultan
Veled bu eserinde, mânevî bağ kurduğu şahsiyetleri, Anadolu Selçuklu sultan,
emir ve ileri gelenlerini övmüş; Konya, Aksaray, Kayseri şehirlerini ve
halklarını da öven şiirler kaleme almıştır.
Sultan Veled’in babasının izinden
giderek meydana getirmiş olduğu Dîvân, Feridun Nafiz Uzluk tarafından
neşredilmiştir. Dîvâriın içindeki rubailer ile Arapça şiirler de Veyis
Değirmençay tarafından Türkçeye çevrilip yayımlanmıştır (Değirmençay, 2016:
15-16 ).
Sultan Veled'in Dîvân'ında
ve aynı zamanda Rebâbnâme'sinde geçen Türkçe şiirleri, Veled Çelebi
İzbudak ve Kilisli Muallim Rıfat tarafindan Dîvân-u Türki-i Sultan Veled
adıyla neşr ve şerh edilmiştir. (Bkz. Ankara, Maârif Vekâleti, 1923,
1965; Istanbul, Matbaa-i Âmire, 1341) Mecdut Mansuroğlu, bunların tenkitli bir
metnini transkripsiyon ile Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri (Istanbul,
İÜEF, 1958) adlı eserinde toplamıştır (Küçük, 2005: 58).
·
1.2.2.
İbtidânâme (Velednâme)
Sultan Veled, bu esere Mesnevî-yi
Veledî adını vermiş; ancak Velednâme adıyla tanınmıştır. Üç
mesnevinin birincisi olması ve ‘ibtidâ’ kelimesiyle başlamasından dolayı da ibtidânâme
adıyla anılmıştır. Senâî’nin Hadîka’sı gibi hafif bahrinde, nazım ve
nesir karışık olarak yazılmıştır. Eser, Farsça olarak yazılıp içinde 76 Türkçe,
180 Arapça, 23 Rumca beyit bulundurur. Toplamda 166 başlık 9007 beyittir. Hülya
Küçük’ün ifadesine göre ise 8754 beyittir. Mevlevîlik hakkında en eski
kaynaklardan olan Risale-i Sipehsâlâr ve Menakibu’l-Ârifirinin
yazılı kaynağıdır.
Eserin nesir bölümlerinde Mevlânâ ve
Mevlevi halifelerinin hayat hikâyelerine ve özelliklerine, dinî konulara yer
verilmiştir. Nesri, dibace ve fasıllarda görülen ve hepsi şairin kendi
kaleminden çıkan ve manzumelerin bir tür özeti olan cümlelerdir. Bu cümleler
genelde sade, külfetsiz, son derece sağlam ve mükemmeldir. Nazım bölümlerinde
başlıklardan sonra konular, beyitlerde genişçe işlenmiştir. Nazmı sade, akıcı bir
dile sahip olmakla birlikte gevşek beyitler ve eksik kafiyeler yer alır.
Bu eser ilk defa Celâl Humâî
tarafından yayımlanmış, Abdülbâkî Gölpınarlı tarafından da Türkçeye çevrilip
yayımlanmıştır. Veled Çelebi’nin de eser üzerinde bir tercüme çalışması olmuş,
ancak henüz yayınlanmamıştır (Küçük, 2005: 59;
·
1.2.3.
Rebâbnâme
Gönül dostlarından birisi, Sultan
Veled’e, onun Mevlânâ’nın Mesnevi*si vezninde bir mesnevî yazmasını,
zâten yazdığı bütün şiirlerinde Mevlânâ’nın düşüncelerini ele alıp incelemeyi
gaye edindiğini, mesnevî yazarak ona benzeme gayretinin mükemmel şekilde
amacına ulaşacağını söyler. Ayrıca Mevlânâ’ya gönül verenler de Mevlânâ’nın
üslubuna aşina oldukları için hoşnut olacaktır. Sultan Veled, bu teklifi kabul
ederek mesnevisine babasına isnad ettiği “Rebâb” ile başlar. “Rebâb” kelimesiyle
başladığı ve rebâb üzerine kurulu olduğundan bu ada sahiptir (Sultan Veled,
2011: 2).
Bu eserde, kulların Allah’ın (c.c)
emirlerine ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uygun
yaşamalarına dair öğütler verilmiştir. Bunun yanında, Şemseddin Tebrîzî’nin
gelişi, Mevlânâ-Şems ilişkisi, Mevlânâ’nın müridlerinden uzaklaşıp Şemseddin
Tebrîzî’ye yaklaşması üzerine müridlerin Şemseddin Tebrîzî’ye haset etmeleri ve
sonucunda bağış ve kerâmetten uzak kalma hadiseleri; Mevlevîlik’le ilgili
anlatımlar, tarikatın gerek ve hususları anlatılmaktadır. İşarı tefsir ve
tasavvufî hadis yorumları yer almaktadır.
Rebâbnâme eseri, nazım ve nesir
karışık olmak üzere, Mevlânâ’nın Mesnevi' si, yani remel bahrinde
yazılmıştır. Mukaddime ile birlikte 106 başlık ve Farsça, Türkçe, Arapça ve
Rumcadan oluşmuş 8124 beyittir.
Rebâbnâme, ilk olarak F.
Wilhelm Radloff, sonra da Ali Sultânî Gird Ferâmerzî tarafından yayımlanmıştır.
Ayrıca Niğdeli Hakkı Eroğlu tarafından eski harfle Türkçeye çevrilmiş, bu
çeviri Amber Güneysel ve İsmail Koçak tarafından yeni harf aktarımıyla
yayımlanmıştır.
Eser, Ali Sultani
Feramerzi tarafindan neşredilmiştir (Mc Gill University-Dânişgâh-ı Tahran,
Müessese-i Mütalaat-i islâmi, Tahran 1980). F. Nafiz Uzluk'un himmetiyle Hakkı
Eroğlu tarafından 1945 tamamlanmış Osmanlıca bir Rebâbnâme tercümesi,
müsvedde hâlde SÜSAM Uzluk arşivinde (Demirbaş No: Y99) bulunmaktadır. Eser, F.
Tolga Ocak (Sultan Veled'in Rebâbnâme si, Ankara, 1989) ve Veyis Değirmençay
(Sultan Veled ve Rebâbnâme, Atatürk Üniv. SBE,
Doktora Tezi, 80 s. 1996) tarafından da çalışılmıştır.
Sultan Veled’in Rumca şiirleri, Mevlânâ’nın şiirleriyle birlikte Mevlânâ ve
Sultan Veled’in Rumca Şiirleri adıyla Veled Çelebi İzbudak tarafından bir
araya getirilmiştir. Bu çalışma basılmamış halde SUSAM da bulunmaktadır (Küçük,
2005: 63; Değirmençay, 2016: 17).
·
1.2.4.
İntihânâme
Bu eser, Sultan Veled’in üçüncü, yani
son mesnevîsi olduğundan bu adı almıştır. Kendinden önceki mesnevîler gibi
nazım-nesir karışık olarak, remel bahrinde kaleme alınmıştır. Diğer
mesnevîlerden farklı olarak tamamen Farsça yazılmış olan Intihânâme,
mukaddimeyle birlikte 121 başlık, 8313 beyittir. Ancak Muhammed Aliyi
Hızânedârlu tarafından yayımlanan çalışmada (Tahran 1374 hş.) görüldüğü üzere
mukaddimeyle birlikte 111 başlık ve 7083 beyittir.
Intihânâme, Sultan Veled’in
diğer eserlerinde gördüğümüz gibi yine vaaz ve nasihatlerden, bunlara ek olarak
da tarikatın gerektirdiği hususlardan, Mevlânâ’nın Şemseddin Tebrizi’den önceki
hayatı, ona bağlanışı, Şemseddin Tebrizi’nin Mevlânâ’yı semâya başlatması,
semânın müridler arasında yayılması ve semâyla ilgili anlatılardan söz
etmektedir. Bunun dışında diğer eserlerinde rastlamadığımız İlahi sırları
anlatmadaki arzu ve iştiyakı görülmektedir
Bu eser, Muhammed
Ali-yi Hızânedârlu tarafından yayımlanmış; (İntihannâme-i Sultan Veled, Tahran
1324 hş.) Niğdeli Hakkı Eroğlu tarafından Türkçeye çevrilmiş (1942), bu çeviri
Hülya Küçük tarafından neşredilmiştir ; (Küpten Sızan Sırlar İntihaname-i
Sultan Veled). (Sultan Veled, 2010:288-289; Sultan Veled, 2016: 17-18).
·
1.2.5.
Maârif
Bu eser, Sultan Veled’e ait tek
mensur eserdir. Oldukça açık ve sade bir konuşma diliyle yazılan bu eser elli
altı bölümden oluşmaktadır. İşlediği konular, mesnevilerdeki konuların tekrarı
niteliğinde olup tevhid, tasavvuf, şeriat ve tarikat hususunda konulardır.
Konular, her bir bölümde Sultan Veled’in kendine ait beyitlerle, âyet ve
hadislerin yanında tazminlerle süslenmiştir.
Bu eser, ilk başta taş basma şeklinde
Mevlânâ’nın eseri sanılarak Fîhi Mâ Fih’in ikinci cildi halinde Hâc Şeyh
Abdullah-i Hâyiri’nin mukaddimesiyle basılmıştır. Daha sonra da Necib Mâyil-i
Herevi tarafından yayımlanmıştır. Meliha Ülker Tarıkahya tarafından Türkçeye
çevrilip basılmış, Hülya Küçük tarafından da Sultan Veled ve Maârifi
(Konya 2005) adıyla neşredilmiştir. Ayrıca, Eva de Vitray-Meyerovitch
tarafından da Fransızcaya çevrilip yayımlanmıştır (Paris 1982). Semâ Aydın ise
Sırrın Sırrı Sultan Veled adıyla bir çalışma yapmıştır.
Mevlevi kaynaklarında bulunmayan,
ancak Kâtip Çelebi’nin bizlere haber vermiş olduğu üzere Sultan Veled, Hanefi
bilgini Nasreddin Ebu’l-Kâsım Muhammed’in fıkha dair, Nâfi’unfî’l-furû
adlı kitabını şerh edip nazmetmiştir. Ayrıca Abdülbâki Gölpınarlı’nın kaynak
belirtmeden bulunduğu beyana göre, Işknâme,
Tıraşnâme ve Risâle-i
Itikad gibi uydurma eserler de Sultan Veled’e atfedilmiştir. Bunun dışında
Sultan Veled’e ait olduğu söylenen, ancak Mevlevî kaynaklarında adı geçmeyip
ona ait olup olmadığı kesinlik kazanmamış eserler de vardır (Değirmençay, 2016:
18).
·
1.3.
Kişiliği
Sultan Veled’in karekteristlik
özelliklerine bakıldığında şu hususlar öne çıkmaktadır:
O, her zaman samimi ve mütevâzidir.
Babasının ilim ve feyziyle beslenen Şam ve Halep’te dini ilimlere devam eden
Sultan Veled, vâkıf olduğu ilmin mahviyetini ömrü boyunca üzerinde taşımıştır.
Nitekim babasının tavsiyesi üzerine Selâhaddin
Zerkubi’ye, Çelebi Hüsâmeddîn’e tabi olmuş, Çelebi Hüsâmeddîn’in vefatından
sonra halkın ısrarcı teklifleri üzerine babasının makamına geçmesine rağmen,
kendisinin henüz mânevî kemale ermediği düşüncesiyle Bektemüroğlu Kerimüddin’e
tabi olmuş; fakat Şemseddin Tebrîzî’nin akıbeti onu daha temkinli ve tedbirli
kılmış ve o gizli erden_herkese bahsetmemiştir. Şeyh Kerimüddin ahirete göçene
kadar yedi yıl onun mânevî terbiyesi altına girmiştir.
Onun en mümeyyiz vasıflarından birisi
de babasına olan sevgi, saygı ve bağlılığıdır. O, hayatı boyunca babasını örnek
almayı düstur edinmiş, hayatını onun öğretileriyle yoğurmuştur. Her daim
babasını ve ona dair hatıraları zevkle dile getirmiştir. Ibtidânâme adlı
eserinde yer yer babasına, babasının gönül verdiği Şemseddin Tebrîzî’ye,
Selâhaddin Zerkubi’ye, Çelebi Hüsâmeddîn’e, Kerimüddin’e yer vermiştir. Onların
ululuklarını, velîliklerini, ibadetlerini, uzletlerini, irşadlarını can-ı
gönülden anlatarak ölü gönülleri ihya etmeyi gaye edinmiştir (Gölpınarlı, 2006:
46-47 Sultan Veled, 2014:208).
Diğer karakteristik özelliği
teşkilatçı ve girişken bir yapıya sahip olmasıdır. O, babasının sahip olduğu
reformist, idealist, ibda yönüne, tefekkür ve heyecanına mukâbil, temkinli,
mantıklı ve özellikle zamanın gerektirdiği şartları görüp gözeten birisiydi.
Hz. Mevlânâ, zamanını aşan reformlar yapması hasebiyle çağdaşları tarafından
tam manasıyla idrak edilememiştir. Sultan Veled ise Mevlânâ’yı idrakleri
ölçüsünde anlayanlar içerisinde, zamanın şartlarına göre Mevlânâ yolunun
esasında bazı feragatlarda bulunarak ve bu yolu sistemleştirerek Mevlevîlik
tarîkatı haline getirme hedefine ulaşmıştır (Gölpınarlı 1959; 191-214;
Gölpınarlı, 2006: 47-48). Sultan Veled’in eserlerindeki bilgiler ışığında
diyebiliriz ki o girişken yapıya sahip olması yönüyle yaşadığı devirdeki
idarecilerle iyi ilişkiler içerisinde olmuştur. Zaman zaman onlara övgü
içerikli kasideler yazmış, bazı kasidelerinde ise idarecilerden dilek ve
temennilerine yer vermiştir. Vezir Fahreddin Sâhip- Ata, Sultan 4. Rükneddin
Kılıç Arslan, Mühezzebeddîn ve oğlu Muîneddîn Pervane, Sultan 2. Gıyâseddîn
Mes’ûd'u bu idareciler arasında zikredebiliriz. 2.Gıyâseddîn Mes’ûd’un Moğollar
tarafından tahta çıkarılmış kukla bir sultan olduğu söylenir. (1283-1298 ikinci
kez,1303-1308). Sultan Veled ise “ Zulüm ve sitem bittti, adalet ve kerem
meydana çıktı, işin sonu övülecek hale geldi. Şu dünya yeniden dirildi, iyi ve
kötü kişiler yeniden kul oldu ”. Şeklinde 2.Gıyâseddîn Mes’ûd’u öven, “Yeniden
kutlulukla bahtla padişahımız Mes ’üd” redifli bir medhiye,15 beyitli bir
kaside, 11 beyıtlik bir gazel yazmıştır. O, bu övgü içeren sözleriyle belki de
olanı değil olması gerekeni bir temenni niteliğinde yazıyordu (Küçük, 2005:
35-36; Sultan Veled, 2016: 543-549-550-551-567-568).
Eflâki bize Sultan Veled’in Moğol
idarecilerinin teveccühünü kazandığını ve bazı idarecilerin Sultan Veled’e
mürid olduğunu aktarır. Bunlardan birisi Anadolu'yu idare ile görevli Moğol
Emiri Abişga Noyindir. Temkinli, kerim mizaçlı ve sünni bir müslüman olan
Abişga Noyin Sultan Veled’e ziyarete geldiğinde Sultan Veled’in sohbetinde
bulunanların nârâ atmaları dikkatini çekmiş Sultan Veled’e bunun sebebini
sormuştur. Sultan Veled’in mantıklı ikna edici örneklerle cevap vermesi üzerine
Abişga Noyin ona mürid olmuştur. Moğol Beyi Emir İrencin Noyin de Sultan
Veled’e ziyarete gelmiş kendi inançlarına göre “dünyanın kırk sahibi olduğu”
fikrinin hakikatte geçerliliğini sormuştur. Sultan Veled de bu tanrıların “en
büyüğünden” söz edildiğini diğer otuzdokuz tanrının en büyük tanrının hükmü
altında olduğunu kendisinin de kırkıncı tanrıya âşık olması ve onu araması
gerektiğini ifade ederek yine tatmin edici örneklerle İrencin Noyin’i ikna eder
ve İrencin Noyin müslüman olur (Eflâkî,1973: 206-221;Küçük2005:38).
Sultan Veled’de mistik zihniyet ön
plandadır. Rüyalar ve kerâmetler onun fikir hayatında önemli bir yere hâizdir.
Mevlânâ’da pek rastlayamadığımız mistik yön, Sultan Veled’de fikir, ruh ve
gönül dünyasında tatminsizlik olarak kendini göstermekte ve onun maddî
hayatıyla mânevî hayatında tezât teşkil etmektedir. Mistik düşünceye sahip
olması, onu merasime bağlı kılmıştır. Nitekim yirmi yaşında halvete girmek
istemesi, merasime bağlı olmayan babası Hz. Mevlânâ’nın bunu kabul etmemesine
rağmen kararını ısrarla kabul ettirmesi buna örnektir (Eflâkî, 1973: 203204;
Gölpınarlı; 2006: 51-52).
Sultan Veled’de
derin bir Anadolu sevgisi hâkimdir. O, doğup büyüdüğü, sevdikleriyle hemhâl
olduğu ve yine sevdiklerinden ayrıldığı Konya’ya olan muhabbetini yer yer dile
getirmiş ve yazdığı iki şiirle de Konya şehrine övgüde bulunmuştur. Ayrıca Dîvâriında
Aksaray ve Kütahya şehirleri hakkında övgüye yer vermiştir (Eflâkî,1973: 209;
Gölpınarlı, 2006: 52-53; Sultan Veled, 2016: 566-567).
·
1.4.
Sultan Veled’in Âyet ve Hadislere Getirdiği İşâri Bazı Yorumlar
Sultan Veled’in eserlerinde özellikle
Rebâbnâme’sinde işârî tefsir ve hadis yorumlarına rastlamaktayız. Örnek olması
bakımından birkaçına yer vermek istiyoruz.
Kur’an âyetlerinin keşf ve ilham
yoluyla açıklandığı tefsire işarî tefsir denir. Aynı zamanda “remzî tefsir” veya
“tasavvufî tefsir” olarak adlandırılan işarî tefsir, tutarlı olmayan bâtınî
tefsirden ayrıdır. Bu tefsiri yapanlar çoğunlukla zâhiri manaya karşı çıkmamış,
açık nasla ortaya konan hükümleri reddetmemişlerdir. İşâri tefsir gönül ve iç
dünyasının yansıması ve âyetlerin iç yorumu olarak kabul edilir. Sultan
Veled’in de bazı ayetlerin işârî yorumuna yer verdiğini görmekteyiz.
Örneğin o: “fJİ ^£ ûâj£ aSJj”
“Beni Âdemi (ilimle) mükerrem kıldık, sair mahlûka vermediğimiz ilmi onlara
verdik” (İsra, 17/70). Mânâsını ihtiva eden âyette geçen ilimden kastedilenin
insana faydalı olan ilim; yani mârifet-i İlâhiye’olduğunu beyan eder. Ona göre
her kim bu ilme sahip değilse bütün eşyanın ilmine vâkıf olsa da yine câhildir.
İlim, Hakk’ın sıfatı olduğu için insanın rütbesi ilimdir; yani insan sahip
olduğu ilimle değer kazanır. Dolayısıyla kimin ilmi (mârifet-i İlâhiye) fazla
ise o, daha mükerremdir (Sultan Veled, 2010: 444).
Sultan Veled: ûj^?1Sİ AJ ÛIj .j^Jdl ÛÎjj ^âj ûl “Biz zikri gönderdik, o zikrin
muhafızı biziz”. (Hicr, 15/9). âyetinde geçen zikirden maksûdun enbiyâ ve
evliyâ olduğunu ifade eder. Enbiyâ ve evliyâ ayn-ı zikirdir, zira zikir
(Kur’ân) enbiyâ ve evliyâdan müncelî olur, onların mânevî varlıkları zikir,
vücudları ise elbisedir. Hıfzdan murad ise bu mânevî varlıklarının
korunmasıdır. Nitekim sıkıntılar çeken, öldürülen enbiyâ ve evliyâ olmuştur.
Mânevî varlıklarına zarar gelmediğine delil olarak şu âyetlere yer verilir:
“Allah yolunda maktul olanları ölü sanma! Onlar Rablerinin yanında sağdırlar,
yerler içerler”. (Âl-i İmrân, 3/169). “Haberiniz olsun ki Allah’ın dostları
için hiç korku ve keder yoktur”. (Yûnus, 10/62). (Birışık, 1998: 287; Sultan
Veled, 2010: 433-434-435).
Sultan Veled Cenab-ı HakkIn ^jj <i^i “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” (Araf, 7/172). Sorusuna mukabil ruhların
evet (Araf, 7/172). ). Cevabının,
zâhirde müsâvi görünse de hakikatte
müsâvi olmadığını, “belâ”ların sırrının âyân olmasını ve bütün varlık
tarafından bilinmesini murad buyuran Hak Teâlâ tarafından ruhların ^1 “ininiz”
nidâsıyla yeryüzüne gönderildiğini ifade eder. “Belâ”nın mânâsı ise: “Evet,
matlûbumuz ve mahbûbumuz Sensin”. Demektir. Ona göre Rûhlar, mekânsızlık
âleminden yeryüzüne nefsle mücâdele ederek mertebelerini yüceltmek bir tane
iken yüzler, binler olmak için gönderilmiştir (Sultan Veled, 2011: 44-
61-62-6392).
Hadis, Hz Peygamber’in(salla’llâhü
aleyhi ve sellem) söz, fiil, takrir yaratılış veya huyla ilgili vasıf ve
özelliklerini inceleyen ilimdir. Tasavvufî hayatın temelini oluşturan Hz
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruhî ve zühdî hayatı ile bu
konudaki sözleri tasavvuf ile hadis ilmini birbirine yaklaştırmıştır.
Mutasavvıfların başlangıcından beri hadis ilmi ile meşgul oldukları zâhid
sûfilerin çoğunun muhaddis olduğu bilinmektedir. Mutasavvıflar hadisleri irşad
vesilesi ve ahlâkî öğüt şeklinde değerlendirmişler, tefsir ilminde olduğu gibi
hadisleri de işârî üslupta şerhetmişler ve farklı tasavvufî konularda 40 hadis
mecmuaları oluşturmuşlardır. Şimdi ise Sultan Veled’in işârî olarak yorumladığı
hadislerden birisine yer verelim:
Sultan Veled, “Saadetli, daha
anasının karnında iken saadet ile idi. Şâki de böyle”. (Aclûnî,2000,
Keşfü’l-hafa, I, 515.). hadîs-i şerifinin şerhinde zâhir ulemâsının hadiste
“Annenin cisminin kast edildiğini” ifade ettiklerini evliyâ ve muhakkiklerinin
de kastedilenin “elest ahdi” olduğunu belirttiklerini ifade eder. Sultan Veled
de hadisteki “Ümmü’den kasıt elest ahdidir”. Der. Ona göre zikredilen anne,
benzetmedir. Onun ifadesiyle “...giyinip, kuşanıp süslenmekle iftihar eden
kadın” değildir. O halde insanın himmet atını ve talebini elest (vatan-ı
asli) yönüne çevirmesi gerekir. (Sultan Veled, 2011: 249; Yılmaz, 2013: 60-61).
Sultan Veled Rebâbnâme’sinde, Hz.
Peygamber’in: “Allah Teâlâ’nın bir sofrası vardır ki, onun mislini ne gözler
gördü ne kulaklar duydu ne de bir insanın hatır ve hayalinden geçti. O sofraya
oruç tutanlardan başkası oturamaz”. (kaynak
bulunamadı). Hadisini izah
ederken: Buradaki oruçtan maksadın Hak’tan gayrısından geçmek olduğunu
belirtmiştir. Ona göre oruç; sadece yeme ve içmeden, şehevî arzulardan uzak
durmak değil; mal, makam, şöhret, kibir, yeme, içme, uyku, atalet, gaflet gibi
Hakk’a vuslat yolunda engel olan her şeyden yüz çevirmektir. Rahmân’ın rahmet
sofrasına mahrem olanlar ise varlığından geçenler ve oruçlulardır. Sultan
Veled, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in“ <**j feUaJI”
(Münâvî, 1972 Feyzu’l-Kadîr, III, 357). ifadesinde
kastettiği mânânın zikir olduğunu ifade eder. Ona göre bu cemaat insanların
gönüllerinden sudûr olan zikirlerden müteşekkil mânevî bir cemaattir. Bedeni
ise cami hükmündedir. (Sultan Veled,2011: 324).
·
1.5.
Mevlevîlik Tarîkatına Tesiri
Allah’a giden yolların, mahlûkatın
nefesleri sayısınca olduğunu ifade eden Necmeddîn-i Kübrâ, bu yolları üç ana
grupta ele alır: ibadet ve amel-i salih ile Allah’a vâsıl olmayı hedefleyen
Tarîk-i Ahyâr; bu yolda vuslata erenlerin sayısı azdır. Mücâhede ve Riyâzet ile
kalb ve bâtınını tasfiye ederek ve iyi huylar edinerek vuslatı hedefleyen
Tarîk-i Ebrar; bu yolda Hakk’a erişenlerin sayısı bir önceki yola göre daha
fazladır.
Aşk, cezbe ve muhabbet ile Allah’a
seyr ve seyahat edenlerin yolu Tarîk-i Şuttar; bu yolda sâlikin başlangıçta
ulaştığı mertebe, diğerlerinin sülûk hayatlarının sonunda ulaştıkları
mertebeden daha yüksektir ( Küçük, 2005: 75; Gökbulut, 2010: 213-214).
Bu minvalde diyebiliriz ki:
Mevlevîlik aşk, cezbe, semâ ve sefa üzerine kurulmuş bir tarikattır.
Mevlevîye’nin kolu yoktur, her ne kadar Şems kolu, Veled kolu olarak
gösteriliyorsa da bunlar daha çok bir meşrep ve neş’edir. Şems kolu rinddir.
Veled kolu ise zâhiddir ve ehl-i Sünnete bağlıdırlar (Kara,1998:294). Sultan Veled’in Temsil Ettiği Gelenek ve Takipçileri Tasavvuf
tarihinde Hicri 1. ve 2. asırda Hasan Basri’nin temsil ettiği korku ve hüzne
dayalı zühd ve takva geleneği, Râbiatü’l-Adeviyye’ nin öncülüğünü yaptığı “
Allah'ı zâtından dolayı severek dünyadan el- etek çekme ve yalnız O’nun cemâlini
temâşâya gönül verme” esasına dayalı muhabbet ve aşk geleneği ortaya çıkmıştır.
Sözlerinde ve şiirlerinde sevgi kavramına ilk kez açıkça yer veren
Râbiatü’l- Adeviyye olmuştur. Aşk ve cezbe geleneği olarak adlandırılan bu
gelenek daha sonraki dönemlerde korku ve hüzne dayalı tasavvufî telakkiden daha
fazla yaygınlaşmıştır. 3. asırda korku ve hüzne dayalı tasavvuf telakkisi
yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. Bu mektepte Allah ile kulları arasındaki
ilişki “Allah onları onlar da Allah'ı severler”. (el-Mâide5/54).
âyetinden hareketle muhabbet/ sevgi; “o mü'minler Allah'ı daha yoğun/ güçlü/
şiddetli severler”. (Bakara 2/165). âyetindeki “eşeddü hubben” ifadesinin
aşk olarak anlaşılması ile beraber muhabbetin coşkun hali ise aşk kavramı ile
ifade edilmiştir. İlk dönem sûfileri daha ziyade muhabbet kavramını kullanıp
aşk kavramına ihtiyatla yaklaşmışlardır. Daha sonraki dönemlerde ise birçok
sûfi aşk kavramına daha fazla yer vermiş, aşk hakkında bazı ileri seviyede
felsefî- tasavvufî yorumlar yapmışlardır.
Râbiatü’l- Adeviyye ile başlayan bu
süreç devam etmiş hicri 5.asırdan itibaren aşka dair eserler yazılmış Orta
Asya'da ortaya çıkan birikimin Anadolu'ya geçmesiyle aşk sosyal bir muhteva
kazanarak daha seyyal bir aşk felsefesine dönüşmüştür. Nitekim
İbn Hazm (ö.456/ 1064) ile başlayıp Ahmed el- Gazzâli (ö.520/ 1126), Aynu’l
Kudât Hemedâni (ö.525/ 1131), Ruzbihan Baklî (ö. 606/ 1209), Feridüddin Attâr
(ö. 618/ 1221), Fahredin Irâkî (ö.688/ 1289), ibn Fârız (ö.632/ 1235), İbn
Arabî (ö. 638/1240) gibi sûfîler tarafından tasavvufî aşkın teorik
temelleri atılmıştır.
Mevlânâ (ö. 670/ 1273) ve Yunus Emre
(ö.720/ 1320) ile birlikte aşk sosyal bir muhteva kazanmıştır.
Mevlânâ aşk ve âşıkları anlattığı bir
gazelinde kendinden önceki aşk ve cezbe geleneğine şöyle atıfta bulunur:
Ebu Said’in arayıp bulduğu saadete
karşı bu dünya saadetleri bir hiçtir.
Bayezıd’ın aktarıp elde ettiği
bolluğa ve bu bolluğu verene karşı bu dünyanın bolluğu bir darlıktır.
Senâî’nin anlattığı o ışığı, Attârlar
içinde Ferid buldu da, onunla eşsizliğe ve tekliğe ulaştı.
Eserlerinde Mevlânâ, Senâî ve
Feridüddin Attâra isimlerini zikrederek atıfta bulunan Sultan Veled aşk ve
cezbe yolunu takip etmiş Mevlânâ'dan almış olduğu bu mirası süsleyerek
zenginleştirmiştir (Sultan Veled,2010: 196-276-277; Yılmaz,2013: 105-106-109;
Küçük,2016: 72-73; Karadayı, 2017:164).
Mevlânâ’nın tesiriyle bir nüve
(tohum) haline gelen Mevlevîlik, henüz sistemleşmemişti. Sultan Veled, Çelebi
Hüsâmeddîn’den sonra babasını temsil etmeye başlamış, teşkilatçı ruha sahip olmasının
etkisiyle de farklı bölgelere gönderdiği halifelerle, babasının yolunda
Mevlevîlik tohumunu filizlendirmiş, bilfiil Mevlevîlik’in başına geçmiştir.
Nitekim İbtidânâme adlı eserinde, babasının makamına geçtikten sonra
kadın erkek birçok kişinin mürid olduğunu, uzaklardaki şehirlere bile halifeler
gönderdiğini; böylece Anadolu’nun halifelerle dolduğunu, onlara şecereler
yazdığını ifade eder:
“Halifelerin hepsi de uyulmaya lâyık
oldu; her biri bir şeyh olmaya, kılavuzluk etmeye liyâkât kazandı.
Ta ki onlara icâzet-nâmeler yazdık”.
Bu sözlere istinaden diyebiliriz ki
tayin edilen halifeler iyi bir eğitimden geçmekte ve liyâkat sahibi olanlara
“icâzetnâme” verilmektedir. Nitekim Çelebi Hüsâmeddîn zamanında da halkı irşad
için görevlendirilenlere icâzet veriliyordu. Onun bu davranışı, babasına ve
onun yoluna olan sevgi ve bağlılığının neticesidir (Küçük, 2005: 77;
Gölpınarlı, 2006: 46-47). Sultan Veled, Amasya, Erzincan ve Kırşehir'e
halifeler gönderip Mevlevi tekkeleri açtırmıştır. Halifelerden birisi Mevlevî
Şeyh Huseyn oğlu Şeyh Süleyman-ı Türkmâni’dir. Kırşehir'in doğu tarafında bir
Mevlevî zaviyesi kuran Şeyh Süleyman-ı Türkmâni civarda, hatta Hacıbektaş
nâhiyesinde birçok tarlayla yirmiye yakın köyü, bu zaviyenin imarına,
konukların doyurulması ve artan paranın mütevelli ile şeyh arasında
paylaşılması şartları ile vakfetmiştir. Diğer halife; Hüsameddin Hüseyin
el Mevlevî Sultan Veled’den icâzet alarak Erzincan'da halife olarak
görevlendirilmiştir. Sipehsâlâr’a göre halife Amasyalı Alâeddin, Çelebi Hüsameddin
ile Sultan Veled’e mensuptur. Eflâkî ise bu zâtın Çelebi Hüsâmeddin’in halifesi
olduğunu söyler. Menakibu’l-Ârifiride isimleri geçen halifelerin bir
kısmı Sultan Veled’e mensuptur (Küçük, 2003: 29; Gölpınarlı, 2006: 55-56;
Sipehsâlâr, 2011: 177).
Hz. Mevlânâ’nın ahirete irtihalinden
sonra Alâmeddin Kayser, Sultan Veled’in izni ve Muineddin Pervâne ve Gürcü
Hâtun’un da maddi desteğiyle benzersiz bir mezar yaptırır. (Burada Sultan
Veled’in teşkilatçı yönünü ve tesirini görmekteyiz). Nitekim Sultan
Veled, bundan hoşnud olmuş ve Alameddin Kayser’i gazeliyle övmüş, gazelinde
türbenin yapılışına ve medresenin tamirine bilhassa yer vermiştir. Türbenin
bulunduğu mekân, Mevlevîlik’in ilk merkezi kabul edilir. Merkez âsitanesi
Konya’daki dergâhtır (Eflâkî,1973:202-203;Kara,1998:293;
Gölpınarlı, 2006: 72;
Öztürk, 2013: 163).
Teşkilatçı ve girişken kişiliğe sahip olması hasebiyle Sultan
Veled, zamanında görevde olan
idarecilerle kurduğu yakınlık neticesinde dergâhı kurduğu vakıflarla yükseltmiş
vakfın gelirlerini ise Çelebilerin kontrolü altına almıştır (Küçük,2003: 29;
Küçük, 2005: 80-81).
Yaklaşık otuz yıl halifelik makamında
kalan Sultan Veled, bu zaman içerisinde babası Mevlânâ’nın tarîkını yaymakla,
tarîkın usûl ve esaslarını oluşturmakla iştigal etmiştir. O, kendi mistik
zihniyetinin de tesiriyle vecd ve semâ, cezbe ve aşk, müzik ve raks unsurları,
Mevlânâ’nın aşkın insan sevgisi ekseninde bazı eklenti ve tadillerle inanç,
menasik ve töreni değişmeyecek şekilde belli bir şekle büründürmüştür. Nitekim
Mevlevîlerin günümüzde de kabul gören semâ’daki ekser ayinlerini, giyim
tarzlarını Sultan Veled oluşturmuştur. Mevlevîlik XV. asrın ilk yarısında Ulu
Arif Çelebi (ö. 719/1319) ile beraber teşkilatlanmasını tamamlamış, sonraki
dönemlerde bu makama geçen Pîr Adil Çelebi (ö. 864/1460) tarafından tarîkatın
usûl ve erkânı, semâın son hali değişmemek üzere yerleştirilmiştir (Küçük,
2003: 30; Küçük, 2005: 80).
Kaynakları incelediğimizde Sultan
Veled’in Mevlevî âyin ve erkânına katkısının tartışmalı olduğunu görmekteyiz.
Gölpınarlı’ya göre Sultan Veled, semâ esnasında rubailer okumuştur; fakat
Sultan Veled’in Dîvân’ında, mesnevîlerinde, Sipehsâlâdda ve Menakıbde
naatten, taksimden, Devr-i Veledi’den, post duasından, selamlardan ve
mukabeleden bahsedilmemiştir. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanlarındaki
semâ, Mevlânâ zamanındaki semâ ile aynıdır. Bir tören halinde değil, vecd
halinde gerçekleşmiştir. Sadece Devr-i Veledî ismine ve bu konudaki Mevlevî
rivayetlerine dayanak göstererek semâyı mukabele haline dönüştürenin Sultan
Veled olduğunu söylemek ilmî olmaktan uzaktır.
Eski Mevlevîler ise semâda “Sultan
Veled devrinin” Sultan Veled tarafından oluşturulduğuna ve yine mukabelinin de
Sultan Veled tarafından düzenlendiğine inanırlar. Sultan Veledi “Pîr-i
sanî-ikinci Pîr” olarak kabul ederler (Fürûzenfer, 1963: 233-234; Küçük, 2005:
80; Gölpınarlı, 2006: 85-87).
Hz. Mevlânâ, şekilcilikten uzak,
merasime tâbi olmayan tasavvufî hayata sahipti. Ona nisbet edilen tek merasim;
kendisine intisap edenleri saç, bıyık, sakal ve kaşlardan makasla birkaç kıl
keserek tıraş etmesidir. Bunun da saç, bıyık ve sakallarını usturayla tıraş
ettiren Kalenderîlerden geçtiği düşünülür. Mevlânâ zamanında Emir Tâceddin
Mu’tez el-Horosanî, medresenin yanına birkaç oda (Âşıklar evi) yapmak isteyince
Mevlânâ, Âd ve Semud gibi binalar yaptırmak istemediğini söylerek isteğini
reddetmiş, babasını bu konuda Sutan Veled ikna etmiştir (Küçük, 2005: 75-76).
Sultan Veled babasından farklı olarak
merasime bağlı biriydi. Sultan Veled’in merasim olarak
uyguladığı esasları, halkı irşada mezun olanlara icâzet vermesi, Mevlânâ’nın
türbesinde; imam, hâfız, müezzin, mesnevîhan, şeyyâdân gûyendegân ve hüddâm
bulundurup bunlar için düzenli ödeme yapması, dergâhta mesnevî okutması,
okunmasını gerekli gördüğü Mesnevinin muhakkak kendi eliyle yazılmış ve
Mevlânâ’nın tashihinden geçmiş bir nüshadan kopya edilmesini şart koşmuş
olması, sema’ı, Cuma namazından ve Kur’an tilaveti, Mesnevi ve Dîvân’dan
na’tların okunmasından sonra yaptırması olarak zikredebiliriz. O
babasının adet üzere yaptıklarına da sımsıkı bağlı idi (Gölpınarlı,2006: 51;
Öztürk,2013: 263). Örneğin:
Sultan Veled hayatta iken, bir
büyüğün oğlu vefat eder. Merhumun ana babası, gûyendelerin cenazenin önünde
hâzır bulunmalarını ve gazeller okumalarını ister. Âhi Ahmet: “Bu, şeriatte
bid’attır, câiz değildir”. Düşüncesiyle gûyendelerin gazel okumalarına izin
vermez. Sultan Veled gelince: “Bizim kavvallerimiz niçin bir şey okumuyor!
Ruhların ve cennetin Rıdvan ’ının birbirleriyle buluşmalarından dolayı sevinç
göstermiyorlar ”. Der. Âhi Ahmet’in elini sıkıca tutarak ona; bu âdetin
temelini büyük bir adamın (Mevlânâ) attığını ve bunu caiz gördüğünü, âdetin
kaldırılması için Mevlânâ’dan daha büyük birinin gelmesi gerektiğini ve bu
âdetin âşıklar tarafından kıyamete dek uygulanacağını ifade eder (Eflâkî,1973:
224).
Mevlevîlik tarikatında Halvet
uygulaması tamamen farklıdır ve genellikle “çile” adı kullanılır. Farsça kırk
anlamına gelen Ü4^ çihil veya çil kelimelerinden dolayı çille
denilmiştir. “Rıza” kelimesinin ebced karşılığı olan 1001 günlük (hiçbir yere
ayrılmadan yapılan) mutfak hizmeti bunu takip eden on sekiz güne ek olarak üç
günlük hücre halveti, Mevlevî Çilesi’nin esaslarıdır. Mevlânâ, Sultan Veled ve
Ulu Ârif Çelebi zamanlarında çileye rastlanmamaktır (Artam, 2007: 76; Küçük,
2016: 182). Nitekim Sultan Veled, yirmi yaşlarında iken diğer tarikatların
uyguladığı kırk günlük halvete girip çile çıkarmak ister. Babası Mevlânâ,
halvetin Hz. İsa ve Hz. Mûsâ’nın dininde olmasına karşın İslâm dinine göre
bid’at olduğunu ifade ederek izin vermek istemez. Sultan Veled’in ısrarı
üzerine bu isteğini kabul eder. Mevlânâ, Sultan Veled’e halvet sonunda halvette
vâki olan keşf ve sırrından birkaç örnek verdirir ve bu sırrı kimseye
anlatmamasını söyler (Eflâkî, 1973: 203-204; Küçük, 2016: 182-183.)
Sultan Veled döneminden (1284-1312)
başlayarak Mevlevîler Anadolu'da hüküm süren beyliklerle yakın temasa geçmiş
özellikle bey ailelerine nüfuz etmişler ve gayr-i sünnî unsurların tesirlerini
hafifletip dengeleyerek beylikler merkezlerinde Mevlevîhaneler kurmuşlardır
(Küçük, 2003: 29-30). Sultan Veled döneminde daha çok toplumun üst kademelerine
hitap eden, beyliklerle sağlanan irtibat neticesinde siyasi alanda da etkinlik
gösteren Mevlevîlik toplumsal birlik haline gelmiştir. Mevlevîliğin
teşkilatlanması Sultan Veled zamanında başlamış olup 16. Yüzyılda kesin şeklini
almıştır. Sultan Veled’in yaşadığı dönem; tarîkatlaşmanın hızla devam ettiği
dönemdir. Merkeziyetçi bir yapıya sahip olan Mevlevîlik
tarikatı Sultan Veled’in Konya Mevlânâ Âsitane postuna geçmesinden sonra, 13.
asır sonlarında tarikatın yönetimini üstlenen Çelebilik makamı kurulmuş
dolayısıyla her türlü idari yetki, bu makamı temsil eden Mevlânâ soyuna mensup
erkek üyelerin, babadan oğula veya büyük kardeşe devrettikleri bir aile tipi
yönetim kastı tarafından kullanılmıştır. Mevlevîliğin merkeziyetçi
karaktere bürünmesini sağlayan Çelebi ailesi, Mevlânâ Celâleddin’in mânevî
kişiliği ve Osmanlı hanedanına nispetle daha köklü bir geçmişe sahip olmaları
hasebiyle sarayın gözünde her zaman itibarını korumuştur. Saray nezdindeki bu
itibarın neticesinde ise Çelebilik makamı siyasi yönden güçlendirilmiştir
(Küçük,2003:328).
Sultan Veled’in Çelebi Hüsâmeddîn’in
vefatından sonra Şeyhlik makamına geçerek Mevlevîlik’te “Çelebilik” makamını
tesis etmesiyle, şeyhlik konusunda çıkabilecek tefrikaların önüne geçilmiştir.
Uzluk’a göre Sultan Veled, bu sistemleştirmeyle Mevlevîlik’te birliği
sağlayarak Mevlevîlik’in Türk-İslâm dünyasına ifa ettiği büyük hizmetlere zemin
hazırlamıştır. Gölpınarlı, Sultan Veled’in Mevlevîlik’i sistemleştirme ve yayma
gayretini babası Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışıyla bağdaştırmaz. Fakat Sultan
Veled, Mevlevîlik’in yayılıp gelişmesi için bunu gerekli görmüştür (Küçük,
2005: 76-77).
Sultan Veled’in; babası Mevlânâ’nın,
Bahâeddin Veled ve Burhâneddin Muhakkık Tirmîzî’den aldığı kübreviliği,
Şemseddin Tebrîzî’den aldığı vecd ve coşkuyu, İbn-i Arabî'den aldığı Vahdet-i
Vücudu ile yoğurarak yeni bir mektep ortaya çıkardığını söyleyebiliriz
(Küçük,2005: 79).
İbtidânâme adlı eserinde
Mevlânâ ve hemdemleri (dost) hakkında en sahih bilgileri bize aktaran Sultan
Veled, böylece kendisinden sonraki kaynakların dayandığı birinci el bir eser
ortaya koymuştur. Mevlânâ’nın fikirlerinin, eserlerinin günümüze kadar
ulaşmasını, menkıbelerinin tesbitini, ana kaynakların oluşmasını ve Mevlânâ’yı
olduğu gibi doğru şekilde anlamamızı sağlayan Mevlevîlik tarîkatı ve bu
tarikatı sistemleştiren Sultan Veled olduğunu söyleyebiliriz (Fürûzenfer, 1963:
233-234;Gölpınarlı, 2006: 72)
İKİNCİ BÖLÜM
·
2.
SULTAN VELED’İN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Bu bölümde Sultan
Veled’in İbtidânâme başta olmak üzere Rebâbnâme, Maârif, İntihanâme ve Dîvân
adlı eserleri ışığı altında önce tarikat mes’elelerine bakışı, akabinde bazı
tasavvufî hâller ve tasavvufî düşüncelerle alakalı görüşleri, son olarak da
din, ibâdet ve ahlâkla ilgili fikirleri ele alınacaktır.
·
2.1. Tarîkat Mes’eleleriyle İlgili
Görüşleri
o 2.1.1. Tâlib
Lügatte; ism-i fâil olarak isteyici,
hahende manasında olan tâlip (Âsım Efendi, 2013: 1522). Tasavvuf ıstılahında
ise; vuslat yolunun ilk derecesidir ki matlûbu bulmak ve murada nâil olmak için
O’nu aramaktır (Uludağ, 2012: 342; Cebecioğlu, 2014: 472).
Sultan Veled Intihânâme adlı
eserinde: “Dünyada tâlibler, sâlikler ve vâsıllar üç kısımdır”. Derken
tâlibleri birinci sırada zikreder. Ona göre tâlibin tek matlûbu Hakk’ın rızası
ve O’nun dîdarıdır. Tâlib, her daim nefsiyle mücadele halindedir. Nefsî, şehevî
arzularından geçer. Sevmesi ve beğenmesi, bütün işleri Hakk’ın rızasına
matuftur. Tâlibe talep duygusu Hakk’tan gelir. İster ki tâlib matlûbuna
ulaşsın. Kendisine talep duygusu gelmeyen kişiyi hayvan olarak nitelendiren
Sultan Veled, talep duygusu ihsan edilmiş tâlibe şunları öğütler:
Ne vakit ki tâlibsin, şükret, sevin,
o lezzetle mest ol!
Hudâ ’dan dâima sıdkla niyâz et ki
seni talebsiz bırakmasın.
Hudâ ’dan
her zaman aşkı taleb et, ama dilden değil, candan!
Hudâ ’nın lütfundan bundan başkasını
isteme.
Taki o visâl deryasında müsteğrak olasın (Sultan Veled,
2010: 454).
Talib dünyada ektiği iyilik
tohumlarının, taatın semerelerini ahirette elde eder.
Onun yeri cennetü’l me’vâdır (Sultan
Veled, 2010: 324).
Sultan Veled’e göre tâliblerin
hedefinde vuslat olduğu ve o yolda bulundukları için tâlibler de vâsıl
cinsindendir. Sonunda onlar da vâsıl olacaktır. O, aralarındaki farkı tay ve at
benzetmesiyle açıklar: Tâlib tay, vâsıl attır. Tay sonunda at olacaktır.
(Sultan Veled, 2010: 482). Talep etmenin önemine vurgu yapan Sultan Veled’e
göre taleb ile matlûb birdir. Tâlib ise matlûbun elinde alettir. Rüzgârın
toprağı havalandırması gibi tâlibi harekete geçiren de matlûbdur. Sultan Veled Intihânâme
'sinde babasına şöyle atıfta bulunur: “Hz. Mevlânâ buyurdu:
Anlamı: Tevhid yolunda tâlible
matlûbu ayrı ayrı vasıflarda gören, ne tâlibdir ne de matlûb”. (Sultan Veled,
2010: 181).
Söz üç kısımdır: Bunlardan birincisi
olan söz, tâliblere benliklerinden, nefislerinden kurtarmak için söylenir
(Sultan Veled, 2010: 173). Sultan Veled,
Hakk’ın sırlarının şerh ve beyanının
zor olmasına rağmen O’nun zikrine dair sözlerin söylenmesini gerekli görür. Bu
sözlerden etkilenen tâlibde yeni yeni şevk ve rağbet husul olur. Sürekli
terakki eder, yeni bilgilere vâkıf olur. Sözlerin tekrarıyla zinciri gevşer,
dünya esaretinden kurtulur. Vahdet âlemine geçer (Sultan Veled, 2010: 289).
Tâliblere Hakk’ın zikrinden bahseden
rehber evliyâdır. Tâliblerin yolu, fenâya ermekten geçer ve sınırlıdır. Bu
durağı geçtikten sonra artık mânâ âlemine vâsıl olurlar. Havf ve recadan
geçerek cehennemden âzâd olurlar.
“Bilin ki Allah’ın velîleri için korku ve
keder yoktur”. Beşaretine mahzar olurlar (Sultan Veled, 2010: 329).
Tâlibin bu beşaretle müjdelenebilmesi
için seyrinde sürekli terakki edebilmesi gerekir. Ulaştığı makâm, bir önceki
makâmdan yüksek olmalıdır ve bunu kendi derununda müşâhede etmelidir. Terakki
ettiğine delil ise şudur ki: Ulaştığı her menzilde yeni yeni bağlar, bahçeler,
ağızsız yenilen sebze ve meyveler görülür. Mana âlemine vâsıl oluncaya kadar
ulaşılan menzil, son menzil sanılır. Tâlib, terakki etmediğini anladığı
takdirde talebinde samimi ise tazarru ve niyaz etmelidir. Yine de terakki
ettiği görülmezse korkulur ki dünya pazarında kaybedenlerden olur (Sultan
Veled, 2010: 359-360-361).Tâlibin talebi candan olursa muhakkak matlûbuna
ulaşır. Talepte sadakatin nişanı ise namaz, oruç, devamlı yapılan zikir ve
niyazdır. Aksi halde talep, sözden ibaret olur (Sultan Veled, 2010: 512).
Sultan Veled: “...Benim de
düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri kendilerine sevgi göstererek dost
edinmeyin”. (Mümtehine 60/1). Âyetine istinaden tâlibin Hak yolunu
katedinceye kadar münkirlerle, kötülerle oturup kalkmaması, onların sohbetinde
bulunmamasını öğütler. Zira onların inancı tâlibe sirayet eder ve o da dininden
olur. Ne zamanki vuslat menziline ulaştı, o zaman münkir ve kötülerle sohbet
edebilir (Sultan Veled, 2010: 364-365). Velî ay, tâlib yıldız gibidir (Sultan
Veled, 2010: 461).
Sülûkta bulunan
tâlibler birbirinden farklı makamlarda seyrederler, dereceleri aynı değildir.
Vuslat menziline ulaştıkları zaman aralarında fark kalmaz. (Sultan Veled, 2010:
481).
·
2.1.2.
Seyr u Sülûk
“Seyr” kelimesi sözlükte yürümek,
yolda gitmek, seyahat anlamındadır. Tasavvuf ıstılahı olarak seyr-u sülûk;
Allah’a vusûle kabiliyet kazanmak maksadıyla sâlikin cehaletten ilme, kötü ve
çirkin huylardan güzel ve iyi ahlâka, kendi vücudundan Hakk’ın vücuduna doğru
yapmış olduğu mânevî bir yolculuk demektir (Şimşek, 2005: 93; Uludağ, 2012,
316).
Sultan Veled, insan ruhunun seyr-u
sülûkunu diğer varlıkların seyrini örnek vererek anlatmıştır. Nitekim buğday
filizlenir, başak olur; samandan ayrılarak değirmende öğütülür, un halini alır.
Sonra su ile karıştırılarak hamur, fırında pişirilip ekmek olur. Bütün bu
seyirden sonra insan midesine giderek orada ayrı bir seyre başlar. Midede
mahvolan ekmek, zulmetten nura döner. Aynı can olarak akıl ve ilim tarafına
seyre koyulur. La’l taşı da seyr yaşar. Şöyle ki: La’l, önce değersiz adi bir
taş iken güneş ışınları sayesinde renk almış, içindeki sır meydana çıkınca
güzellik ve letâfet sahibi olmuş, kirden pastan kurtulmuştur. Bunun gibi üzümün
koruk iken olgunlaşarak kendi hâlini alması, diğer meyvelerin olgunlaşması,
kendi kabiliyetlerine göre bir seyirdir.
Cenâb-ı Hak, vücud libasımıza birçok
nimetler ihsan eder ve vücud azaları ihtiyacı ne ise alır. Zâhirî cisme böyle
atâlarda bulunan Hudâ, elbetteki ruha nice atiyyeler ihsan eder. Bunların
başında fikir, ilim, aşk gelir. Sultan Veled’e göre müminler Hudâ’dan ilm-i
gayb alma istidadındadırlar. Süt gibi o ilim ruhlarına nüfûz eder ve kuvve-i
mânevîyelerini güçlendirir. Artık ruh, fâni bedene galebe çalarak onu Hakk’ta
yok eder. Bu, la’l taşının renk kabul etmesi gibidir (Sultan Veled, 2010:
177178). “Aşk-ı Hak’la mütemadiyen terakki ederler. Ruhları Hak’tan yeni yeni
ders alır”. (Sultan Veled, 2010: 178). Akl-ı külli cihanında, lâmekândaki seyr
ve sefer, başsız ve ayaksızdır. O yolun eli ayağı tefekkürdür. Maksuda fikirle
vâsıl olunur (Sultan Veled, 2010: 177).
Sultan Veled’e göre seyr u sülûk iki
aşamadan oluşur:
Seyr-i illallah kara, seyr-i fillah
deryâdır. Ancak “ölmeden önce ölmek” (Aclûnî, 2000, Keşfü’l-hafa, II,
346.) sırrına erenler Hak’tan ebedî hayata nâil olabilirler. (Sultan Veled,
2010: 235).
·
1- Seyr-i illallah: Bu yolda zulmet
perdeleri mevcuttur. Zulmet perdeleri ise insanın kendi varlığıdır. Burada
kalmak şevk ve neşeye engeldir. Fâni bedeninden geçerek Hudâ’nın nuruna gark
olan kişi, artık zulmet perdelerini aşmış, ayn-ı nur olmuştur. Katrenin deryâya
ulaşınca deryânın kendisi olduğu gibi. Zulmet içinde zulmet olan bu seyrden
sonraki seyrler, menzildedir ve nur içinde nurdur.
·
2- Seyr-i fillah: Bu yolda nurdan
perdeler vardır. Vuslat içinde vuslat yaşanır. (Sultan Veled, 2010: 186). Bu
seyir sonsuzdur. Burada ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn olur (Sultan Veled, 2011:
251). Vâsıl olan velîlerin seyri buradadır.
Sultan Veled seyr-i fillah için şöyle
der:
Didâr-ı Huda ’ya vâsıl olduğun vakit,
sana başka bir seyr seyr fillah yüz gösterir.
Çünkü vuslattaki seyr başka türlüdür.
Bu türlü pervanenin kuşu başkadır.
Vuslat âleminin seyri böyledir. Bunu
anlayan kâmil insan olur.
O sefer ayn-ı Hak’da seferdir. O yola
ne melek sığar ne de beşer.
Orada benimdir senindir gibi şeyler
yoktur. Hudâ-yı Ehad, adedden ve cihetten münezzehtir.
Öyle değil mi ki “benim” ve “benimle”
gibi tabirler ta’dâd anlatır.
İkiden geç ki müşkil hallolsun. (Sultan Veled, 2010:
200-201).
Cenâb-ı Hakk’a seyrde yüzlerce
menzile ulaşılır. Her menzilde mânevî sofralar, meyve sebzeler vardır ki
ağızsız yenilir. Varılan menzil son menzil zannedilir. Ta ki Hakk’a vâsıl
oluncaya dek. (Sultan Veled, 2010: 200). Seyr-i evvel olan bu seyrin sınırı
bellidir. Keyfiyeti malumdur. (Sultan Veled, 2010: 234). Vuslattaki seyr de
Hakk’ı müşâhede vardır ve Dîdâr-ı İlâhî’de yeni, birbirinden farklı kudret
eserleri seyr edilir (Sultan Veled, 2010: 200). Bu seyrdeki hâl târif olunamaz,
çünkü keyfiyetsizdir (Sultan Veled, 2011: 251). Bu hâli ise ancak yaşayanlar
anlayabilir. Sultan Veled,
Seyr-u sülûk yolcusunun bu yolda feyzlenmesi ve terakki etmesi için itikadının
doğru ve sağlam olması gerektiğini ifade eder.
Sultan Veled Maârif adlı
eserinde Lakın onu Tanrı attı” (Enfal,8/17). Olduğu gibi ‘Kul sülûkun
sonunda öyle bir dereceye gelir ki yaptıklarını Hakk’ın
emriyle yapar. Ondan sudûr olan iyi kötü her şey Hak’tandır.’ düşüncelerine
yer verir (Sultan Veled, 2011: 209).
·
2.1.3.
Sâlik
Sözcük olarak Arapçada bir yola
girmiş olan, mesafe kateden anlamında olan sâlik; ıstılahta ise menzil-i
maksuda varma azmine sahip, hedefe ulaşma kararıyla tasavvuf yolunu tutan, bu
yolun gerektirdiği hususları maddi ihtiyaçlardan önde tutan, tasavvufu meslek
edinen insanlar demektir. Üç tabakadır: vâsıl-kâmil; tâlib, sâlik, kemal yolunu
tutanlar; mukîm, yerinde duran ve kımıldamayanlar. Sâlik dört çeşittir:
zahitler, fukara, hâdimler, âbidler (Cami, 1995: 72; Uludağ, 2012: 306; Şimşek,
2015: 299).
Sultan Veled, sâlikin vasıflarını
şöyle zikreder: Sâlik, terki dünya eylemiş, yüzünü emin olan âlem-i bekâya
yöneltmiş olup seyrleri devamlı Hakk’a vuslat yolundadır. Bu yolda korkusuz ve
zararsız, kâr üstüne kâr elde ederler. Surur içerisinde hayatları devam eder
(Sultan Veled, 2011: 267).
Saf gümüş nasıl maden toprağının
maden ocağında kaynamasıyla topraktan ayrışarak ortaya çıkar. Sâlik de Hakk
yolunda ibadetin meşakkatine severek katlanma neticesinde cevher hükmünde olan
canı, cisim toprağından ayrışır ve Allah’ın hoşnut olduğu has kullarından olur
Sultan Veled, 2011: 215). Sultan Veled’e göre baş
kulağı herkeste vardır. Fakat sır kulağı sadece sâliklere aittir (Sultan Veled,
2011: 315).
Sâni’-i Hakîkî’nin sanat eserlerinin
teşhir edildiği dünyada insana düşen görev; bu harika sanatları görüp hayrette
kalarak tefekkür etmek, sanattan sanatkârı bulmaktır. Hiçbir şeyin başıboş,
gayesiz yaratılmadığını anlayanlar bu eserlerden faydalar, hikmetler elde eder.
Elde edemedikleri faydaları ararlar. Sonra bunlardan da faydalanırlar.
Böylelikle mârifet bilgi ve görüşleri artar. Bir önceki günden bir sonraki günü
daha kazançlıdır. Zira Hz. Peygamber: “İki günü bir olan kimse aldanmıştır”.
Buyurmaktadır (Sehâvî, 1979,el-Mekâsidü’l-Hasene, s.402 ). Yani ikinci günün
feyzi, bereketi, faydası birinci günden fazla olmalı ki bu dünya hayatında
ahiret adına iyi bir ticaret yapmış olsun. Sâlike lazım olan şey, her an ve her
dakika terakki etmesidir. Eğer kişi kendisini hep aynı hal üzere görürse o
katiyyen bilsin ki zarardadır ve keyfiyetsiz olan Hazret’in huzurundan
kovulmuştur (Sultan Veled, 2011: 46).
Bu dünya ebedî âlemin bir gölgesi,
numunesi ve yansımasıdır. Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelligâhıdır. Bu
yönüyle dünya temaşa yeri ve Hakk’a ulaşmada bir vasıtadır. Kim gölge ve akse
dilbeste olmadan (gönül bağlamadan) aslını arar ve bulursa bâkî ve sermedî
olarak dünya nimetlerine nâil olur. Gölge hükmünde olan dünyaya tâlip olanlar
ise kazançsız ve ziyan içinde bu âlemden göçer. Sultan Veled, dizelerindeki bu
düşüncelerini anlatırken sâlikin kim olduğunu da beyan eder. Şiir:
Dünya hayalden başka bir şey
değildir.
Fakat o hakikatte Hakk ’tır.
Kim bu hakikati bilirse o, tarikatta
eşi bulunmayan bir sâliktir. Tanrı
daha iyisini bilir (Sultan Veled,
2011: 87).
Sultan Veled’in Maârif adlı
eserinde ifade ettiğine göre Bâyezid’in bulunduğu mertebeden sonra sâlike üç
mertebe daha vardır:
·
1. Sâlike kendi ihtiyari, dahli
olmadan bir hâl gelir. Sâlik, bu durumda başına kuş konan, küçük hareketinde
kuşun uçup gitmesinden korkan kişinin durumuna benzer.
·
2. Sâlik, artık kuşu alıştırmış,
istediği zaman da yanına çağırıp getirecek şekilde eğitmiş insanın vaziyetine
benzer. Hakk’ın adını zikrettiğinde gönlünde gayb âleminin perileri belirir.
·
3. Gayb âleminin perileri hiç
ayrılmazlar (Sultan Veled, 2011: 205).
·
2.1.4.
Derviş
Sözlük manası; fakir, dilenci,
dünyadan yüz çeviren, kendini Allah’a veren kişi anlamındadır (Cebecioğlu,
2014: 124). Istılâh-ı meşâyıhta ol kimseye derler ki kalbi mehbit-i envâr-ı
tecelliyât-ı ilâhî (İlâhî tecellilerin nurlarının iniş yeri) ola. Tâb-ı nur-ı
tecelli-i İlâhîde kendinden fâni ve bekâ-yı Hak’la bâkî ola (Şimşek, 2017: 90).
Derviş, zâhiren (görünüşte) fakir
olduğu gibi mânen de fakir olmalıdır. Sûreten fakir olduğu halde gönlünde dünya
sevgisini barındırıyorsa o sûreten fakir, mânen dünyaya tâlip bir emir;
sûretten idris, fakat manen iblis olur. Bütün ibadetlerde amellerde olduğu gibi
bu kutlu yola giren dervişin de niyeti büyük önem arz eder. Nitekim Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ameller niyetlere göredir”
buyurmuşlardır (Buhârî, 1400, Bedü’l-Vahy, 1; Ebu Davud, Talak, 11).
Her işimizde sadece onun rızasını
talep etmeliyiz. Sultan Veled’e göre mal, mülk, makam, şan, şeref gibi dünya
nimetleri için dervişliğe meyledene derviş denilmez. O, ehl-i dünya olur ve
dünyayı fakirlikle elde etmeye çalışır. İnsandaki dünya sevgisi ayranın
içindeki yağ gibi gizlidir. Kalbinde var olduğu halde bu sevgi silinmiş,
tamamen yok olmuş gibi görünür. Bundan dolayı sadık ve Hakk’ı arzulayan kullar,
ihlas sahibi olmalarına rağmen Rabblerine karşı kalplerinde saflığı muhafaza
etmek adına her daim mücâhede ve riyâzettedirler.
Şiir: “Sen candan ve yürekten ne
kadar riyazet etsen yine emin olma!
Çünkü nefs-i emmare, daima gizlide,
pusudadır” (Sultan Veled, 2011: 245-246).
Sultan Veled, dervişin velîlik
makâmında olmayıp diğer sıradan insanlardan da üstün olduğunu beyan eder. Şöyle
ki: Dünya tuzak zevkleri ise danedir. Halk kendini bu tuzağa kaptırır, asıl
matlûbunu unutur. Dervişin gönlü ise Hudâ’nın nuruyla doludur, dünya metaına
tenezzül etmez (Sultan Veled, 2010: 390-391). Dervişlerin temiz yüreklerinden
halka atiyyeler ulaşır. Ezelde fenâ olanlar onların nefesleriyle kurtuluşa
ererler (Sultan Veled, 2010: 228).
Sultan Veled şöyle
der: “Dervişler gizli definelerdir, onlarla düşüp kalkana ne mutlu”
(Sultan Veled, 2010: 124). Hudâ, devamlı yarattıklarıyla beraberdir. Fakat
dervişlerle olan beraberliği farklıdır. Onları uykularında ve uyanık iken
besler. (Sultan Veled, 2014: 153).
·
2.1.5.
Abdâl
Sözlük anlamı olarak bedel
kelimesinin çoğulu olan abdâl kelimesi, tekil kabul edilerek Türkçede abdâllar
(evlatlar gibi), Farsçada abdâlân şeklinde çoğul yapılır; bir bakıma çoğulun
çoğulu olmaktır. Istılahî olarak ise; sayıları yedi, yetmiş ya da kırk olarak
gösterilen bir evliyâ zümresidir. Abdâl ismi, kötü huylarını iyi huylarına
tebdil ettiklerinden ya da bir anda birçok yerlerde görünebildiklerinden veya
kutbun ölümünden sonra yerine kutb erenden biri, onun yerine evtâddan biri,
evtâdın yerine de abdâldan biri geçtiğinden verilmiştir (Uludağ, 2012: 19;
Cebecioğlu, 2014: 13).
Sultan Veled, İntihânâme adlı
eserinde vuslata giden yolları, akabinde kayıtsızlık yurdunu izah ederken “Orada
başsız, ayaksız koşar; dilsiz, ayaksız söylersin. Şevk ve tarab içinde hem var
hem yok olursun, her dem acayib âlem seyredersin”. Buyurur. Hem var hem yok
olmayı ise şöyle örneklendirir: Nasıl ki bakır külçesi kimyanın tesiriyle
tamamen altın olur ve bakırdan hiç eser kalmaz. Zâhiren bakıldığında tamamen
altın olarak mevcuttur; yani hem var hem yok. Öyle de, abdal kendisini Hakk’ta
yok ederek Hak’la inâyet-i İlâhî ile kaim olurlar. Tebeddül ederek (değişerek)
zulmânî (bakır hükmünde olan bedeni ) altın misali nurânî olur ve ölmeden önce
ölerek ölüm korkusundan kurtulurlar (Sultan Veled, 2010: 365).
Değiştikleri için evliyâya “Ebdal”
denilir (Küçük, 2010: 57). Onlar da hem var hem yokturlar. Sultan Veled, bu
görüşünü babası Hz. Mevlânâ’nın şu dizeleriyle destekler:
Evliyâ-ı kiram kendilerinden fâni ve
Dost (Allah) ile bakîdirler.
Şurası gariptir ki onlar hem
yokturlar hem vardırlar.
Cennette ise en yüksek makamda,
Hak’la görme makamındadır ve cennet ehli onlardan uzak ve habersizdirler. (Küçük, 2010:
57).
·
2.1.6.
Sûfî
Arapça bir kelime olan sûfî sözlükte,
[es-sûf] (yüne denir. Ve hâ ile [ sûfet] [sûf]tan
ahasstır. [es-sûfânet] Bir türlü me’kül nebât adıdır ki kasîr ve hürde tüyleri
olur (Âsım Efendi, 2013: 697-698). Tasavvuf ıstılahında ise; ulu ve yüce olan
Allah’ın huzurunda “ilk safta” bulundukları için bu isim verilmiştir. Sûfi,
Allah’la olan muamelesini sâf hale getirdiği için Azîz ve Celîl olan Allah’ın
sâf ikramına ve kerâmetine nâil olan kimsedir” (Kelâbâzî, 2016: 59).
Nefsinden fâni, Hak ile bâkî olan
sûfî, Hakk’a ermiştir. Sâhib-i vusûl’dur. Sükût ettiği halde muhatabın sırrını
okuyan, nefsinde ölen, hâl ile diri kalan; zâhirde halk ile ve bâtında Hak ile
olandır (Uludağ, 2012: 322-323). Sultan Veled, İntihanâme ve Rebâbnâme
adlı eserlerinde velîlerle sohbetin önemine değinirken sahih olduğunu ifade
ettiği, Hz. Peygamberin: “Allah ile oturup kalkmak isteyen sûfî ile otursun,
kalksın”. (Kaynak bulunamadı ) beyânına yer verir. Ona göre Allah ile
teklifsiz arkadaş olmak isteyen kişi Hak erinin hizmetine devam etmeli. Saf
kalpli sûfîlerle oturmalı, hemdem olmalıdır ki Mahbûb-ı Hakîkî’yi bulsun. Zira
Hakk’ın cemâli, sûfîlerde tezâhür etmektedir. Onlar Rabbimizin cemâline,
esmâsına âyinedir. O halde onlarla sohbet, Vuslat-ı Hak olur. Bu görüşlerine
istinaden diyebiliriz ki Sultan Veled, velî ile sûfîyi eşdeğer görmektedir (Sultan
Veled, 2011: 168).
Tarîkatta yapılması gerekli olan ilk
şey; Hakk’ın otağı olan kalbin temizlenmesi, saflaştırılmasıdır. Nasıl ki
toprakta, bağda, gül, çemen, gıda verici sebzeler yetiştirebilmek için
öncelikle toprağı taştan, dikenden zararlı otl ardan, ayrıktan temizlememiz
elzemse nazargâh-ı ilahi olan kalbimizi de kötü duygu ve düşüncelerden, şehevî
arzulardan, mâsivâdan arındırmamız gerekir. Bedendeki ruh suyu temiz olduğunda
Cenâb-ı Hak’tan gayrısına meyletmez. Sultan Veled’e göre sûfîler, kalplerini
Hakk’ın gayrısından arındırarak saflaştırmış gayb âlemini müşahede
etmektedirler. Gönül deryalarında maddî sûretlerden (anâsır) perdelerden
soyutlanmış mana âlemini seyrederler.
Gönlündeki nur
arttıkça kendinden geçerek Hakk’ın nurunda fenâ bulur ve sahip olduğu nur dışa
akseder. Artık yanında içi ile dış aynı olur. Semâdaki dolunayın açıkça
görünmesi gibi onun bakışında Hakk’ın nuru parlar. Ruhlar semâsında seyran
eder. Yer ve gök o nurun şuasına gark olur. Âlem ise güzelliğinden zevk duyar.
Kim onun huzurunda olur, ayağının altına başını koyarsa onun sırrını alır,
sayısız atiyyelere ulaşır, ruhu terakki eder, yokluğu olmayan ebedîliğe kavuşur
(Sultan Veled, 2011: 274).
·
2.1.7.
Mürşid
Kelime anlamı rehber, delil, kılavuz,
yol gösteren olan mürşid tasavvuf ıstılahında; sırât-ı müstakîmi gösteren,
dalâletten önce hak yola ileten şeyh, velî, er, eren, pir demektir. Mürşid,
merdiven gibidir, başkaları ona basa basa yükselir; mum gibidir, kendisi yanar;
ama çevresindekileri aydınlatır (Uludağ, 2012: 263).
Sultan Veled’e göre şeyhliğe giden
yol, yok olmaktan geçer. Ona göre gerçek şeyh, nefsânî ve şehevî arzularından
arınmış, Hak’tan gayrısını (mâsivâyı) terk etmiş, kendinden ve varlığından
geçmiştir. O, benlik ve bizlikten geçerek birlik konağına ulaşmıştır. Bu
vasıflara sahip olmayan kişi şeyhlikten dem vursa da onun şekerinde acılık
eseri vardır; yani gerçek şeyh değildir (Sultan Veled, 2014: 121). Vâsıl olmuş
kâmil mürşid, Cenâb-ı Hakk’ın mazhârıdır, onda zuhur etmiştir. Kim böyle bir
mürşide rastlarsa onu bırakmamalı, eteğine sımsıkı yapışmalı, ona râm
olmalıdır. Sohbetinden dûr olmamalı, feyzinden müstefid olmalıdır. Zira onunla
oturan Hakk’la oturmuş demektir (Sultan Veled, 2010: 182).
Onda fâni olan Hak’ta fâni olmuştur.
Nasıl ki ovada toprak, nehirde su aramak, bulduğun şeyi tekrar bulmaya çalışmak
abesle iştigaldir. Öyle de, mürşid-i kâmile intisab eden matlûbunu bulur.
Allah’a kavuşur ve ebedî olur. Artık başka aramalara ihtiyaç yoktur
(Gölpınarlı, 2014: 244).
Sultan Veled’e göre mürşid, yer ve
gökyüzünde Cenâb-ı Hakk’ın halifesidir. Yeryüzünde yaşayanların nasıl ona tabi
olması gerekiyorsa, semâ ehlinin de tabi olması gerekir. “Bu sûretle
yeryüzünde şeyhin ve Tanrı ’nın halifesinin vücudu ile bâtıl haktan; eğri
doğrudan; kötü iyiden; yakınlar uzak olanlardan; tortu saftan; kalp nakitten;
yar ağyardan ayrıldı”. Dolayısıyla nurunu Hakk’ın güneşinden alan mürşid,
ay misali gece zulümatını aydınlatarak birbirinin aynı ve gizli olan her şeyi
ortaya çıkardı. Mürşid burada Huda’nın vasıtasıdır; yani bu işleri yapan
hakikatte Hudâ’dır (Sultan Veled, 2011: 44).
İnsanın cüz’î
ruhu, ulûhiyet denizinden bir damla hükmündedir. İnsanın asıl vazifesi Rabbini
tanıyarak kendi âcizliğini idrak etmesi, ubûdiyetiyle onda fâni olarak ebedîlik
sırrına ermesi, bütün zorlu engelleri aşarak ulûhiyet denizine yeniden
ulaşmasıdır. Ona bu zorlu yolda bir rehber gerektir ki o da mürşid-i kâmildir.
Nasıl ki deniz suyundan alınmış bir miktar su, bir yere konulduğunda rengi,
kokusu ve tadı zamanla kaybolur. Toprak, suyu çekerek azaltır. Güneşin harareti
çeker, rüzgâr alır, götürür. Bu engellerle mücadele eden deniz suyunu, bir sel
gelir ve denize (asıl vatanına) tekrardan ulaştırır. İşte bu sel, mürşid-i
kâmildir (Sultan Veled, 2011: 4142). Sultan Veled, İbtidânâme adlı
eserinde insanların kâmil mürşide olan ihtiyacını, gerçek şeyhi başa; diğer
insanları ise insan vücuduna benzeterek açıklar. Başsız ayaklar gideceği yere
gidebilir mi? Baş olmadan el, ayak, kol kısa bir süreliğine hareket etse de sonunda
yok olmaya mahkûmdur. Öyle de, dinsiz, şeyhsiz millet, başsız bedene benzer ve
böyle insanlar zâhirde insan görünse de batınî olarak insan olma
hususiyetlerinden uzaktırlar. Sultan Veled’e göre Kâmil Mürşid gerektir ki
feyziyle o milleti insanlığın zirvesine çıkarsın. (Sultan Veled, 2014: 114).
·
2.1.8.
Mürid-Mürşid İlişkisi
Kelime anlamı; irade ve talep eden,
ehl-i irade, isteyen, arzu eden manasında olan mürid, tasavvuf ıstılahında ise;
irâdesi bulunmayan, iradesinden soyutlanan, şeyhini emir ve iradesini yerine
getiren bir alettir. Kelâbâzî’ye göre mürid, Allah Teâlâ’nın, hakkında: “Bizim
için mücâhede edenleri biz yollarımıza iletiriz”. (Ankebut, 29/69).
Buyurduğu kimsedir (Kelâbâzi,1904:140; Uludağ, 2012:263; Kuşeyri, 2016: 283).
Sultan Veled, Rebâbnâmesi’nde
müridi toprağa benzetir. Ona göre kör için güneş bir anlam ifade etmez ve kör,
güneşin aydınlığından istifade edemez. Mermer de sudan etkilenmez ve fayda elde
etmez. O halde toprak olmak gerektir ki, sudan istifade ederek enva-ı çeşit
meyveler bitkiler versin. Üzerinde guna gun (çeşit çeşit) çiçekler açsın ve
semeredar olsun (Sultan Veled, 2011: 163). Kibir, insanı taş yürekli yapar.
Gurur ve bencillik bu kişiye hâkim olur ve kalbi mermer gibi kaskatı kesilir.
Katı kalpler hakkında Rabbimiz:
Bundan sonra kalpleriniz yine
katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır, taşın öylesi var
ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrında su fışkırır; bazı
taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah yapmakta olduklarınızdan
habersiz değildir.
Buyurmuştur (Bakara 2/74).
Mürid, toprak olmayı tercih etmeli,
toprak gibi mütevâzi olup şeyhine ram olmalıdır. Sultan
Veled, Selâhaddin’in mürşid-mürid münasebetiyle ilgili şu meyanda
açıklamalarına yer verir: Kendisinin gerçek şeyh olduğunu vurgu yaparak, gerçek
şeyhin nazarının güneş, müridin ise taş olduğunu, kabiliyeti olan taşın güneş
ışığıyla la’l olacağını; fakat diğer şeyhlerin nazarlarının gölge mesabesinde
olduğunu, kabiliyeti olsa dahi bir taşın gölgede la’l olamayacağını
vurgulayarak müridi, bağlanacağı şeyhe dikkat etmesi hususunda uyarır (Sultan
Veled, 2014: 132).
Sultan Veled, İbtidânâme
eserinde mürid-mürşid ilişkisine değinirken gönül akışından ve meylinden
bahseder. Şöyle ki, ona göre her gönül akışı gönlün aktığı şeyin cinsinden
değildir. Bazı meyiller menfaatten, yani dışa bağlı sebeplerden oluşur.
Bazıları ise özden gelen meyildir. Menfaatsizdir ve yalnız onu ister, ondan
gayrı muradı yoktur. İşte bu tür meyil, aynı cinsten olan oluşa delil olan
meyildir. Buna da en güzel örnek şeyhle mürid arasındaki meyildir. Şeyhine
yürekten bağlanan mürid için artık can, dünya, mâsivâ hiçbir şey yoktur. Sevgi
ve sadâkatla bağlandığı şeyhin uğruna hepsinden de vazgeçer. Başını da verir,
sırrını da. Böyle bir mürid, şeyhin cinsinden olup bu bilgiye halk vâkıf
değildir (Sultan Veled, 2014: 379.)
Sultan Veled’e göre müridin vuslat
yolunda dikkat etmesi gereken bazı hususlar da vardır ki şunlardır:
·
1- Cenâb-ı Hak (cc) insanın
gönlünde önce ihtiyaç duygusunu yaratır. Bu duyguyu can-ı gönülden idrak
edenleri maksuduna ulaştırır. Muhtaç ve âciz olduğunun şuurunda olanlar
Allah’ın lütuf ve keremine mazhar olurlar:
Hâcet ol değildir ki can ve dilden
olmayarak lisânla söylensin,
Hâcet odur ki olmazsa cihânda bir an
bile yaşayamazsın.
Enbiyâdaki ihtiyaç, böyle ihtiyaç
idi. Şüphe yok ki maksûdları da bu ihtiyaç ile hâsıl oldu. Onların gönlü neyi
arzu ederse, Hakk ’ın keremiyle ona nâil olurlar.
Böyle ciddî talep kimde olursa, Hakk
’ın inâyeti ona muhakkak olarak yetişir.
Gerek visâl, gerek cemâl, gerekse
kemâl, her ne isterse derhâl vücûd bulur (Sultan Veled, 2010: 161).
·
2- Dünya sevgisinden kaynaklanan
nefsin heva ve arzuları, kulun Rabbine kavuşacağı yolda büyük bir engeldir. Bu
engel, onlarla daimi mücadele ile aşılmalıdır:
Nefsin hevâ ve heveslerinden geç,
yüzünü ondan mirâz tarafına çevir.
Bu dünyanın hevesleri bütün
rehzendir; aldatmak, mekr ve hîle yapmak husûsunda kadın gibidir.
Her hevesin kadınca derin (kurnazca)
bir mekri, bir hilesi vardır. Her dânesinin altında mühiş bir tuzak saklıdır.
Ey oğul! Senin yolunu bağlamışlardır
ki sen o güzellikten, o zînetten geri bırakalar.
Bu hevesler birer şeytana benzer;
senin gibi yüz binlerce insanın yolunu kesmişlerdir (Sultan Veled,
2010: 175).
Bu mücadeledeki düstur ise sıdk ve
ihlastır:
Haydi! Sıdk ve ihlâs kılıcıyla
boyunlarını devir ki kadın gibi onların altında kalmayasın.
Mü’minlerin harbi böyle düşmanlarla
olur. Onlara bu düşmanların kanı, şekerden tatlı gelir.
Her birinin katliyle bir mükâfata
erer. Yeni yeni zindelik ve hayâta kavuşur.
Her birinin katlinde yüzlerce hayât
vardır. Öyle hayâtlar ki hastalıktan ve ölümden uzaktırlar.
Cenkte her sırdan bir sır edin! Ta ki
derûnunla tortusu saf şarap olsun (Sultan Veled, 2010: 176).
·
3- Rabbe vuslat, sabır ile
gerçekleşir. İnsan yemek, içmek, uyku, şehevî arzular gibi dünyanın
câzibedarlığı karşısında gösterdiği sabır mesabesinde bu yolda ilerleyebilir:
Her kimin kalbinde kuvvetli sabır
bulu(nu)rsa, o, ibâdette sâbit-kadem olur.
Sabır ve tahammül, cana karîn olursa
dîn yolunda candan ameller îfâ edilir.
Bil ki imânın merkebi sabırdır.
Dünyâda sabırsız îmân olmaz (merkepsiz yoluna devam edemez).
Sabrı olmayan kimsenin îmânı yoktur.
Sabırsız kimse kâfirden başka değildir (Sultan Veled, 2010: 316).
Sabır, dini kuvvetlendirir. İmânı
ziyadeleştirir:
Din yolunun rehberi olan Hazreti
Peygamber, “Sabrı olmayanın îmânı yoktur” buyurdu.
Nefsin arzusu, lezzet ve şehvet
tarafındadır. Ona mâni olacak şey, ancak sabırdır.
Her kimin sabrı ziyâde ise, dînî de
ziyadedir. Kalbindeki îmânını artıracak şey, sabırdır.
Dîn yolundaAllah rızası için mihnete
katlan; ta ki sana bu yolun faydaları hâsıl olsun.
O zaman, mekânsız mekâna başvurursun.
(kavuşursun el ayak olmayan yere ayak basarsın) (Sultan Veled,
2010: 316).
·
4- Tasavvuf)
görüşe göre âlemlerin yaratılış sebebi aşktır. Eserlerinde aşk temasına çok yer
veren Sultan Veled, insan vücudunu bir ırmağa, suyunu aşka benzetir. Nasıl ki
su olmadan ırmak beslenemezse, aşksız beden de gıdasız kalır (Sultan Veled,
2011: 40).
Sende Tanrı aşkı oldu mu, bu çeşit
batıp çıkmaktan baş çıkarır, kurtulursun.
Aşk yalımı perdeleri yakar; aşk
boyuna gönlü aydınlatır.
Aşksız kişi ölü canlıdır; o yüzden de
beden mezarında kalmıştır.
Beden canla diridir, cansa Tanrı
’yla; pörsümüş canı arama, kendine gel.
Canı diri olan, iki dünyâda da Tanrı
eridir; sende Tanrı derdi varsa onu ara.
Aşk ateşi kılavuzdur, yol gösterir;
aşk bütün ışıkların üstündedir.
Kime, Tanrı aşkı eş dost olursa,
sonunda Tanrı katında seçilmiş olur.
Aşk, Tanrı ’ya kılavuzun olursa
ulaşırsın; durup kalmazsın, kendine gel.
Sen, toprak içindeki gümüşe
benzersin; kaynayıp coşmadıkça nasıl arınırsın?
Yahut da gönül taşa benzer, aşksa
güneşe; taşı lâl yapan güneş ışığıdır.
Aşk kimya gibidir; bedeninse bakıra
benzer. Her aşağılık bakır, kimya ile altın ^^plur (Sultan Veled,
2014: 103).
Sultan Veled’e göre aşk, herkese
nasip olacak bir pâye değildir. Ancak, ten kafesinden kurtulanlar bu pâyeye
mazhar olabilir ve nefsle mücadelede başarı kazanabilir:
Senin varlığın, Allah ile senin
aranda perdedir. Bu perdeyi yırtacak, aşktır. Ey oğul, perdeleri aşk yırtar.
Âşık olunca sana kapılar açılır. Kapı nedir ki? Evini sahra kadar genişletir,
varlık dağını kökünden söker atar. Eğer aşk atına binersen, küfürden, dinden,
zühdden, fısıktan her şeyden geçersin.
Renk, koku kaydı olmadan, arayıp
taramak ihtiyacı duymadan, kanatsız olarak mekânsızın tarafına uçarsın. Arayıp
sormak senin değil, aşkın vazifesidir. Aşk ile yürüyenlerin âdeti budur. Eğer
seni benliğinden soyutlanarak arşa kadar götürürse, seni bu fâni dünyanın
kavgasından kurtarır. Aşk geldikten sonra git, rahatına bak! O senin hesabına
düşmanlarınla cenkleşir ( Sultan Veled, 2011: 58).
Vuslata tâlib olanlar, Hudâ’dan, onun
aşkından başka bir şey istememeli. Zira aşk atına binmeden o yola gidilemez ve
aşk atından başkası, o yola gidemez. (Sultan Veled, 2011: 51).
·
5- Yaratılış gayemiz Hakk’a
kulluktur:
Boyuna ibâdetle coş, kulluğa giriş,
dudaksız damaksız aşk şarabını iç.
Hak sana oturmak gücünü,
kendiliğinden bir ev kurup düzesin diye verdi.
O kudretle ululanmışsın sen; kulluk
etmeden onun tapısına nerden, ne vakit erişeceksin ki?
Dünyâda birkaç gün diriyken, kullukla
kendini dünyâ tuzağından kurtar.
Dünyâda uğradığın darlık, sıkıntı,
şunu bil ki tuzağın derdindendir.
Haydi, Tanrı ’yı anarak, namaz
kılarak, seher çağlarında ah ederek kendini cehennem ateşinden kurtar (Sultan Veled,
2014: 105).
·
6- Dünya işlerinde ve nefsle
mücadelede akla (akl-ı meaş) büyük önem veren Sultan Veled, gayb âleminde bu
aklın (akl-ı meaş) terk edilmesi gerektiğini vurgular: “Bura iş yeridir; söz
yeri değil. Bî-hûşluk istersen akıldan geç! Akıl, fikir, renc (acı) ve mihneti
mûcib olur. Akılsızlık (kendinden geçip mest-i lâ yâkil olmak) ise bir
hazînedir. Akılsızlığı tercih et ki akıl renc ve elemdir”. (Sultan Veled,
2010: 258).
·
7- Sâliklerin (vuslata ermeleri için
uğradıkları) menzillerden ilk menzil ve
tâliblerin (ulaştıkları) makamlardan
birinci makam olan tevbeye büyük önem veren (Uludağ, 2016: 187). Sultan Veled,
tevbe kapısının açık olduğunu ve maksuda
ulaşıncaya kadar ümitvar bir
şekilde o kapıdan ayrılınmaması gerektiğini öğütler:
Tevbe kapısına otur, oradan ayrılma.
O kapıdan “ kün” emri sâdır olarak ^^maksudun
hâsıl oluncaya kadar ayrılma!
Muhakkak bil ki: Eğer gufrâna lâyık
görülürsen, çaren o kapıdır.
Nezd-i Hak’da dâima açık olan tevbe
kapısıdır. Fırsatı kaçırma bir yerde durmadan git!
Günahlarından durmadan istiğfar et!
Yüzünü Hazret-i Gaffâr tarafına döndür.
Mâdemki sen câhilsin, yüzünü esrâra
vâkıf olan tarafına çevir, can ü dilden ağla!
Cenâb-ı Hak “Sen içlerinde oldukça
Allah onlara azap etmez, tövbe edip dururken de Allah onlara yine azap
etmeyecetir”. (Enfal 8/33). Buyurmuştur Onlar istiğfara devam ettikçe azaptan
masun kalırlar (Sultan Veled, 2010: 358).
·
8- Her şeyi yaratan Sâni’i Hakiki
O’dur. Her şeyde O’nu görmeliyiz. Zira O, yarattıklarına isim ve sıfatlarıyla
tecelli etmiş, mevcudâta âyinedarlık vazifesini yüklemiştir:
Her şeyin sâni’ i O’dur.
Biz masnû’larız. O olmazsa hepimiz hiçiz, “lâ şey ’’ ’iz
Şu halde hep O’dur.
Uyan! Dâima o dîdara müsteğrak ol!
Yerde gökde Hak’tan başka mevcud
görme ki bu görüşle dînin kuvvetlensin. (Sultan Veled, 2010: 341).
Cihanın sûreti onun nakşıdır onun
çehresini gör
Ondan başkası yoktur ey gören gönül
bak
Felek, yer ve cihan beden gibidir ve
o cana benzer
Eğer kör değilsen onu âşikâr ve
açıkça bak. (Sultan Veled, 2015: 160).
·
9- Gaflet uykusundan âgâh ol
ki, kurtuluşa eresin:
Gaflet uykusu, cehennemin tuzak
kurduğu yerdir. Cehenneme giden yola yüzünü döndürme!
Bu ağır uykudan kalk! Uyan, kendi can
ve teninden bîzâr ol (onları terk et)!
Dünyâya arkanı döndür! Yüzünü Hakk’a
çevir, dâima Hakk ’ı ara!
Beldi bahtın yâr olur da doğru yolu
bulursun, menzile erişirsin, mesûd olursun. Yol kesenlerden kurtulur, emniyetle
Hakk’ın penâh-ı lütfunda sâkin olursun.
Ebedî hayata nâil, Dâr-ı bekâda mes
’ûd ve kâmrân olursun.
Hadsiz, nîmetlere, sayısız hurilere
mülâkî olursun.
Süt, bal, şarâb, su ırmaklarına
(cennet-i a‘lâya) karışırsın (Sultan Veled, 2010: 241).
·
10- Allah Rasulü’nün tebliğden
sonra en önemli görevi temsil (hâl) idi. Hâl ile insanları zulmetten nura,
sâhil-i selamete çıkarmıştı. Sultan Veled de sözden ziyade halin tesirli
olduğunu ve hal ile ahlâklanmak gerektiğine salık verir. Ona göre: Yaşanmadan
söylenen söz, susuz testiye benzer.
İhraz ettiği kazanç, dîl ile tarîf
olunmaz. Kîl u kâlı bırak da hâle bak! Hâle tâlib olmak, Hak yolunda ölmekten
metâını ifnâ etmek demektir.
Hâle karîn olmayan söz yalandır. Öyle
sözden ne sûretle faydalanabilirsin.
Hak erlerinin ahlâkı söz değil,
davranıştır. Onların huzurunda perişan sözler söylenmez.
Mert olanlar faydasız söz söylemekten
utanır, onların işi eylemdir, söz değil (Sultan Veled, 2010: 265-266-397;
Sultan Veled, 2011: 42).
·
11- Sohbette insibağ (manevî
boya) vardır. Mürid, mürşidin boyasıyla boyanır. Ondan sadır olan feyz, müridin
iradesiyle, cehd ve gayretiyle elde ettiği amelden daha faziletlidir:
Şeyhin sohbeti her amelden iyidir;
kim onunla oturursa, ibadettedir.
O ibadet gizli sırra benzer;
sevgiliye ulaşman için kılavuz olur sana.
Yokluğa ermek için en büyük vesîle
sohbettir; şeyhin bakışı da, sana dosta kavuşmayı bağışlar.
Çalışır çabalarsan, bu da iyidir; ama
sohbet denizdir, çalışıp çabalamaksa ırmak.
A bilgili er, kulağını aç da dinle:
Çalışıp çabalamakla elde edeceğin şeyin, iki yüz mislini sohbetle elde edersin;
canla, gönülle pîrin eteğini tut.
Şeyhin bakışı, çalışıp çabalamakla
yüz yılda elde edeceğin şeyi hemencecik verir sana.
Şeyh, görür, onun izini izlersen hoş
bir halde, onun ışığıyla kuyudan, ırmaktan kurtulursun.
Şeyhin sohbeti, çalışıp çabalamaların
canıdır; onu bulan kişi, Tanrı haslarındandır (Sultan Veled,
2014:121- 409).
·
12- Sultan Veled, eserlerinde
mevt-i irâdîyi zorunlu görür. Ona göre ıztırarî ölüm gelmeden ihtiyârî olarak
ölmek insanı ebedîleştirir. Nefs, her daim şehevî arzuları ve dünya hayatına
meyli artırmaktadır. İnsan nefsine karşı kuvve-i mâneviyesini güçlendirmek için
azim ve kararlılık içerisinde ibadet, taat, zikir, cehd ve gayrette ısrarcı
olmalıdır. Ancak bu sayede melekleşebilir. Nefsin köleliğinden azad olarak
ölümden ve ademden halâs olur:
Ey oğul! Ecel gelmeden önce yokluğa
karış ki temizlik bulasın. Bana yoldaş isen gidecek yol budur.
Git iradenle öl ki ebedî hayâta
kavuşasın. İrâdenle ölmezsen sonunda yine öleceksin fakat yok olacaksın
. Bu yolda Hazret-i Halîl gibi ol;
âfilleri bırak ki Rabb-i Celîle vâsıl olasın. Her ne ki sonunda yok olacaktır,
onu evvelden yok say! (Sultan Veled, 2010: 258; Sultan
Veled, 2011: 71).
Sultan Veled, iradeyle ölmenin yolunu
şöyle açıklar:
Git, irâdenle öl ki emir olasın. Can
cihânında cihângir olasın. Bilir misin irâdenle ölmek nasıl olur? Sözümü
dikkatle dinlersen mes ’eleyi halledersin. O hırısz nefsin arzularını terk
eyle! İsterse nefsin hayâtı ona bağlı olsun. Bütün şehevâtı ondan kes, Hakk ’a
kul ol ki hür olasın.
Git, gece gündüz Hakk ’ın rızasını
taleb et!
Ta ki Hak dergâhında makbul olasın.
Kendinden geç, Hakk’a sıkı sarıl ki seni inayetiyle kurtarsın.
Nefsi Hak yolunda kurban et! Kur’ân
neyi emrediyorsa onları yap!
Gönlünden dünyâ hırsını çıkar. Allah
aşkını artıracak işler yap! Bil ki
nefsi öldürmek böyle
olur. Mü’minler gibi dînini kuvvetlendir.
Ta ki nefs ateşi sönsün. Ondan sonra
Allah ’ın inayetiyle nur olursun (Küçük, 2010: 146).
·
2.1.9.
Velî
Arapça bir sözcük olan velî lügatte;
bir kişinin dostuna (muin), yâr ve sâdıkına aynı zamanda yardımcısına denir.
(Firuzabadi, 1305/1888: 951). Istılâhî mana olarak ise; mümkün olduğu vechile
taata müvâzebet (ısrar) ederek günahlardan ictinab, lezzet ve şehevattan îraz
eden (yüz çeviren) ârif-i billah ve ârif-i bi-sıfâtillah olan kimsedir (Şimşek,
2017: 378).
Sultan Veled’e göre velîler üç
nevdir: tâlibler, sâlikler ve vâsıllar.
Tâlibler, onların her hal ve işleri
Hak içindir. Hakk’ın varlığında yok olmuşlardır. Birçok rahmete mazhardırlar.
Ahiretin mezrası olan dünyada attıkları tohumların semerelerini dünyada değil,
ahirette alırlar. Sâlikler, din yolunda ihlas ile yürümüşler ve dünyada iken
Cenâb-ı Hakk’ın dîdarıyla şerefyâb olmuşlardır. Vâsıllar, dünyadaki işleri
mücâhede değil temaşadır. Zira ezelden mücâhedesiz olarak ilim ve ferasette
kâmildirler. Vâsılın inayeti, her daim sâlik ve tâlip üzerinedir. Onların
işlerini düzenler. Halkı da kabiliyetine göre hakikate uyandırır. Baharın; ot,
bitki ve ağaca, istidadına göre yaprak, çiçek, meyve vermesi, tabiatı
canlandırmaya vesile olması gibi bu velîler de âlemin dirilişi için rahmet
olarak gönderilmişlerdir (Sultan Veled, 2010: 324, 325).
Velîler derecelerine göre Hakk’a
vâsıl olmuşlardır. Velîlerin hepsi “helmin mezid” sırrınca bulundukları
makamdan başka üst makama tâliptirler. Kutbun ulaştığı visale ermek için vuslat
içinde vuslat ararlar (Sultan Veled, 2011: 50-51).
Sultan Veled’e göre Hz. Âdem, sahte
para ile geçer parayı birbirinden ayıran; yani iyiyi kötüden ayıran mihenk
taşıdır. Bu yönüyle Hz. Âdem’in varisleri velîler ve sâliklerdir. Zira onlar
Rablerine verdikleri sözde vefalı olup elest ahdinin zevkiyle sarhoşturlar
(Sultan Veled, 2011: 91).
Sultan Veled, Rebâbnâme adlı
eserinde enbiyâ ve evliyânın bir nurdan olduğunu, aralarında bir fark
olmadığını beyan eder. Ona göre kesin bilgi sahibi olan kişi, onları birbirinden
üstün görmez. Enbiya ve evliyâ farklı sûretlerde görünse farklı dillerde
konuşsalar da hiçbiri birbirinden üstün değildir. Suyu, farklı renk ve
şekildeki bardaklara koyduğumuzda su özelliğinden bir şey kaybetmez ve biz ona
yine de su deriz. Ekmeğin mahiyetini ve tadını bilen kişi, farklı şekillerde
ekmek gördüğünde onun ekmek olduğunu anlar. Enbiyâ ve evliyâ da aynı
madendendir. Ama bu hakikati herkes kavrayamaz (Sultan Veled, 2011: 161).
Sayıları fazla ve farklı sûrettedirler. Bu gerçeği Hz. Mevlânâ şöyle ifade
eder:
O kırmızı elbiseli ki, geçen yıl ay
gibi görünmüştü, bu sene mavi renkli hırka içinde zuhûr etti.
O Türk ki, o sene onu renksiz
görmüştüm, aynı Türk ’tür, bir sene Arap kıyafetinde gelmişti.
O bade aynı badedir kadehi değişmişse
de. Bak! Şarapçının başı üstünde ne hoş görünüyor (Sultan Veled,
2011: 94).
Evliyâdan biri yüzünü gösterse ve
halkta velîlerin âlemini görme kabiliyeti olsa ne şirk kalırdı ne küfür.
Küfürle iman bir olurdu. Sultan Veled, dünya hayatını geceye, ahiret hayatını
gündüze benzetir. Orada her şey iyi-kötü, doğru-yanlış, nur-zulmet ayan
beyandır. Velî ise gündüz hükmündedir. Onun âleminde iyi kötü, arı duru, tortu
saf ortadadır. Fakat bunu herkes göremez. Onun sırrı halka gizlidir. Tıpkı
güneşe maruz kalan taşın zamanla değerli mücevher olduktan sonra herkesin onu
hala taş zannetmesi gibi (Sultan Veled, 2014: 311-312). Hakk’a vâsıl olan
velîler, Cenâb-ı Hakk’ın isminde zâtını müşahede ederler. Çünkü Hakk’ın zâtı,
isminden ayrı değildir. (Sultan Veled, 2010: 160).
Sultan Veled’in velî kavramına dair
görüşlerini, velînin özellikleri başlığı altında kapsamlı bir şekilde ele
alalım.
Sultan Veled’e göre velîlerin
özellikleri şunlardır:
·
1- Velîler ezelde seçilmişlerdir:
“Rahmetim gazabımı geçmiştir”
(Nevevi, 1992: 387). Hadis-i kudsîyi şerh eden Sultan Veled’e göre; Cenâb-ı
Hak, sonsuz lütuf ve kerem sahibidir. Kâinattaki bütün mevcudâta ihtiyacına
göre lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Evliyâya olan ikram ve ihsanı daha fazladır.
Ezelde seçilmiş olan evliyânın ruhu haktandır. Yaratılış gayesi olan kulluk
vazifesini hakkıyla ifa eden evliyâ, Hakk’ın maksudu olmuştur. Evliyâ, ibadet,
taat, zikir ile vücut hükmünde olan âleme candır. Can ise vücut gibi fenâya
kalbolmayacaktır, bâkîdir (Sultan Veled, 2011: 244).
·
2- Vuslata ermiş velîler Hz. Âdem
mesabesindedir:
Nasıl ki ilk insan ve ilk peygamber
Allah’ın halifesi Hz. Âdem (as) yeryüzünde insanlara, gökyüzünde meleklere
rehberlik etmiş; insanları, Rablerini tanıma, bilme ve ona kulluk noktasında
irşad etmiştir. Rabbisinin öğrettiği ilim ile de melekleri aydınlatmış, tezyin
etmiştir. Vâsıl olan velîler de böyledir. Yeryüzünde Hz. Âdem gibi Allah’ın
halifesidir, yer ve gök ehline rehberdir ve Hakk’tan gayrı değildir (Sultan
Veled, 2011: 254).
·
3- Evliyânın nazarı daima Hakk’ın
nuruna yöneliktir:
Sultan Veled’e göre, “Cenâb-ı Hak
insanı kendi gölgesinde yaratarak, üzerlerine kendi nurundan serpti”.
Hakikatine istinaden zâhirde methe layık görünmeyen kişilere övgü yapsa da o
övgü kişiye değil, Hakk’ın nurunadır. Zira Evliyâullah her şeyde Hakk’ın nurunu
apaçık görmektedir. Hakk’ın nuru Hak’tan gayrı değildir. O’nunla mevcuttur.
Bakış nura olunca yapılan medh-ü senâlar, O’nun (cc) özelliklerine
mükemmelliğinedir. Velînin gözü, Hudâ’nın nuruyla doludur. O’nun nuruna
bağlanmıştır (Sultan Veled, 2011: 27).
·
4- Hakk’ın velîleri gizlidirler:
Bazı velîler vardır ki şeriat ve
takva yolundadır. Zâhirde bakıldığında da herkes doğru yolda olduklarını
hükmeder. Bazı velîlerde vardır ki batınları nurludur. Hak yolunda sebat
içindedirler. Fakat zâhiren isyan, fısk u fücur içerisinde zulmette görünürler.
Cenâb-ı Hak, bu kullarını milletten korumak için onlara hoş olmayan
istenilmeyen huylar verir. Böylece onları yırtık, yamalı elbise içerisinde
halktan gizler. Onlar halk içerisinde tebdil-i kıyafet ile dolaşan padişah
gibidirler. Onları ancak kalplerindeki sırlara vâkıf olan evliyâullah
tanıyabilir (Sultan Veled, 2011: 28). İntihanâme adlı eserinde de bu
düşüncelerine yer veren Sultan Veled, i (Velîlerim,
kubbelerim altında saklıdır. Onları benden gayrı kimse bilmez.) Hadis-i kudsiye (Kaynak bulunamadı) istinaden Cenâb-ı
Hakk’ın vâsıl olan velîlerin Hak katında aziz olduğunu, sakınıp gizlendiğini
vurgular. Aynı zamanda velîler, Hakk’ın nuru olması hasebiyle mevcudâtın bu
nura dayanacak tâkâti olmadığı için velînin vücudunu nuruna perde yaparak
gizlemiştir (Sultan Veled, 2010: 232).
·
5- Velîlerin namazı vücudsuz ve
daimdir:
Cenâb-ı Hak, bilinmeyi murad ederek
yoktan var ettiği eşyadan, mahlûkattan uzak değildir. Eşyanın perde arkasına
vâkıf olanlar bilirler ki onların varlığı ve varlığının devamı, zindeliği Hakk
ile kaimdir. Her şey yüce yaratıcısı ile vuslat halindedir; ama çoğu bundan
habersizdir. Kendilerini Rablerine uzak görmeyen, her daim O’nunla olan
deryanın dışında yaşamlarını sürdüremeyen balık misali, Hakk’ın varlığıyla
gıdalanan yaşamını devam ettiren velîler, O’nun huzurunda olmanın şuuruyla
mesrur olurlar. Sultan Veled’e göre, bu hal üzere olan velîler rükûsuz,
sücûdsuz, kıyamsız ve vücudsuz olarak sürekli namazdadırlar. Çünkü onlar
devamlı Hakk ile mevcut ve zindedirler. Bir an bile Hak’tan cüda değildirler.
(Sultan Veled, 2011: 441). Her işleri kusursuz olduğu gibi ibadetleri de
ekmeldir. (Küçük, 2011: 161). Sultan Veled, Maârifinde “Namazlarına devam
ederler”. (Mearic,70/23).
âyetindeki daimi salâtın evliyânın
vasfı olduğunu, onların fâsılasız namazda olduklarını vurgular (Sultan Veled,
2011: 152).
·
6- Evliyâ rahmet bulutları gibidir:
Sultan Veled’e göre evliyâ, rahmet
bulutları gibi yeryüzüne canlılık verir. İnsan bedeni toprak, ruhu ise deryaya
benzer. İnsan bedeninde Ahirete iman, taat, sabır, sadakat, sıdk, takva,
sözünde durma, marufu yayma gibi güzel davranışların ortaya çıkmasına vesile
olan evliyâ, yağmur damlalarının deryada inci meydana getirdiği gibi insanın
derya hükmünde olan ruhuna ilahi nimetler, sırların keşfi, vuslat gibi
bağışlarda bulunarak nice inciler deler. Yeryüzü ve gökyüzü ehli, onlarla diridir.
Nâçar kalan, çareyi onlarda bulur (Sultan Veled, 2011: 187).
·
7- Velîlerin zâhirde aykırı görünen
hâl ve sözleri de rahmettir:
Gâye-i hayalleri Hakk’a vuslat olan
velîler, sadece Hakk’ı talep ederler. Öyle ki onlar için ibadetlerin zâhirî
görüntüsü (çirkin veya güzel olması) mühim değildir. Örneğin; Hallac-ı Mansur J^JI
û' Ene’l Hak dediğinde zâhire göre hükmeden nâdanlar onu anlamamışlardır,
münkir ve kâfir ilan etmişlerdir. Hâlbuki Mansur’un dillendirdiği tek hakikat;
her şeyde Hakk’ı görmesiydi. Mansur’un gönlüne nigehbân olan halk, sohbet
meclislerinde onu her zaman rahmetle yâd etmiştir. Takdirle karşılamıştır ve
her şeyde onun gibi Hudâ’yı görmeye cehdetmişlerdir. Firavun da aynı sözü
söylemiştir. Fakat herkes tarafından lanetle anılmaktadır. Şöyle ki kendisinde
velînin nurundan bir parça olan kişiler, velîlerin davranış ve sözlerindeki
sûretlere göre hüküm vermemelidirler ki onlardaki hikmet ve rahmetten istifade
edebilsinler (Sultan Veled, 2010: 509-510).
·
8- Hakk’ın velîsi Hakk’ın zuhûrudur:
Sultan Veled, eserlerinde velîden
bahsederken onların Hakk’ın aletleri olduğu tezini savunur. Şöyle ki;
Evliyâullah benlikten, bizlikten ve mâsivâdan geçerek nefsini öldürmüş. “Öo^
û' d£ I>j*” “ölmeden önce ölünüz”. Sırrına ererek Hakk’ta fâni
olmuştur. Fenâdan sonra velî hakkın aleti (vasıta) hükmünde olup ondan ortaya
çıkan davranışlar Hakk’tan sudur etmektedir. Sultan Veled, “veme rameyte”
âyetine atıf yapar. “Attığın zaman oku atan bizdik, sen değil”. (Enfal,
8/17). Velînin yaptığı fiilleri hal ve hareketleri, söyledikleri ve sükûtu hep
Hudâ’dan olup kendinden değildir (Sultan Veled, 2010: 220).
·
9- Evliyâ kalp ve dinin hekimleridir:
Fâtır-ı Hakîm (hikmetle yaratan),
insanı beden ve ruhtan müteşekkil kılmıştır. İnsanın bedenî hastalıkları olduğu
gibi ruhî (mânevî) hastalıkları da vardır. Nasıl ki bedenindeki hastalık olan
kişi iyi bir hekime gider ve hekimin dediklerini yaparak marazdan kurtulur.
Öyle de, ruhî hastalıklara (Hudâ’dan gayrısını talep itaatsizlik, tembellik,
cehalet) duçar olan insan, ruhunu çirkinleştiren bu marazdan kurtulmak için
ruhun ve ruhu besleyen dinin hekimi olan evliyânın kapısına gidip onun emrine
amade olmalıdır. Yap dediklerini yapmalı, yasaklarından ictinab etmelidir.
Velîler öyle hekimlerdir ki dünyevi ve uhrevi hayatı etkileyen hastalığın
devası için hastalara yüz türlü çare, mânevî reçete sunarlar. Onların ilacı,
her hastaya dermandır. Onların söyledikleri, enbiyânın sözlerinden uzak
değildir. Kim evliyânın söz nasihatlerini can-ı gönülden dinler ve kabul ederse
hastalığından şifayâb, iki cihanda aziz olur. (Sultan Veled, 2010: 244).
Evliyânın fikirleri candır, ruh hastalıklarına devadır. Nakış görünse de ruhun
rengidir (Sultan Veled,2011: 29).
·
10- Velîlerin gıdası, Hakk’ın
dîdârıdır:
Mün’im-i Hakîkî (hakîkî nimet veren)
herkese yaratılışına göre lâyıkınca gıdasını verir. İnsan, ilimle gıdalanır ve
arpa, saman yiyen hayvandan bu yönüyle farklılık arz eder. Velîlerin gıdası ise
sadece onlara münhasır olan Hakk’ın dîdarıdır, başkası elde edemez. Canları
ancak mâşukların cemal, kemal nuruyla zindedir (Sultan Veled, 2010: 455).
·
11- Velî kurtarıcı sefinedir:
Sultan Veled, dünya hayatını tûfana,
evliyâyı ise tûfanda gark olanları kurtarmak için gelen gemiye benzetir. Dünya
cazibedarlığıyla insanları kendine çeker. Tûl-i emel, hubb-u cah duygularıyla
nefsin esiri olup günah deryasına gark olan insan, ancak evliyânın sözleriyle
kurtuluşa erer, sahil-i selamete çıkar. Kim ki nasihatleri dinlemeyip dünya
hayatını tercih ederse ziyandadır, akıbeti fenâ olur (Sultan Veled, 2011: 471).
·
12- Velîye düşman olan Allah’a düşman
olur:
Bütün mevcudâtın varlığı Cenâb-ı
Hak’tandır. Dolayısıyla Hakk’a kimse zıdd ve düşman olamaz. Cenâb-ı Hak, su ve
çamurdan bir kul yarattı. O ki gönlü nazargâh-ı İlâhî’dir. Hakk’ın mahbubudur.
Onun Hakk’a kurbiyeti fazladır ve Hakk’ın sırrına vâkıftır. Artık ona düşman
olan, Allah’ın düşmanıdır. Ona dost olan, Allah’ın dostudur (Sultan Veled,
2010: 474-475).
Sultan Veled, bu meyandaki
görüşlerine Maârif adlı eserinde şöyle yer verir:
Birtakım kullar yarattım ve onlara
bana ulaşmaları için yol gösterdim. Onların varlığı benim aynam oldu. Benimle
onlar arasında keyfiyeti meçhul bir münasebet peyda oldu ki, zıddiyet ve
düşmanlığı girebilmesi için orada bir ayrılık, gayrılık yoktur. Her kim, onlara
yabancılık, düşmanlık ederse bana etmiş olur. Her kim, Tanrı ile beraber olmak
ve konuşmak isterse “Doğru sofiler, “Sofi-i rastin” ile oturur”. (Sultan Veled,
2011: 93).
·
13- Allah’ın nuru velîden
aydınlanır:
Hazreti Peygamber buyuruyor ki:
“Yüksek ve celil olan Tanrı, yerin ve
göğün nurudur. O’nun nuru, içinde mum ve kandil koymak için manastırın bir
köşesinde bulunan dipsiz bir hücre gibidir. Kandilin bulunduğu bu yerde
(Mişkât) bir parlaklık olur ve o parlaklık billûr kandilde parlak bir yıldız
gibidir. Ne şarkî ve ne de garbî olan zeytin ağacından yapılır. O kandilin
yağı, kandilin ışık vermesi gibi parlaklık verir ”. (Hadis-i Kudsi) (Kaynak
bulunamadı).
Sultan Veled’e göre bu hadisteki
mişkâttan kasıt velînin vücudu, zeytinyağı ise velînin mâsivâdan temizlenmiş
gönlüdür. Hudâ’nın bu gönüle muhabbeti, ilgisi vardır. Âlemin vücudu, velînin
gönlünden yansıyan nurla canlı ve tazedir. Bu nur ise Hakk’ın nurudur. Lambanın
ışığının dediği gibi: “Beni, suda sert taşlarla dolu yerlerde, dağda
aramayınız. Onlar beni kabul etmezler ve yansıtamazlar. Beni zeytinyağı bulunan
lambada arayınız”. Rabbimiz de: “Ben ki Tanrı’yım. Göklere ve yere
sığmadım. Ancak mümin kulumun kalbine sığdım”. Beyânıyla kâinatta hiçbir
yere değil, sadece mümin kulunun gönlüne sığdığını ifade etmiştir. Hakk’ın
nuru, Evliyâullah’ın gönlünden parlar, yeri göğü aydınlatır (Sultan Veled,
2011: 68-69).
·
14- Velîlerden âhiret talep edilir:
Cenâb-ı Hak, meşiet-i İlahi olarak
her bir varlığa farklı görevler tevzi etmiştir. Kâinat fabrikasındaki her bir
çark kendi görevini yapar ve birbirinin işine karışmaz, aralarında muavenet ve
imtizac vardır. Velîlerin görevi de halka, dünya hayatının kendini genç
gösteren acûze çirkin kadın misali aldatıcı, insanı gayesinden alıkoyan bir
tuzak olduğunu anlatmak, mârifetullahla donatarak insanları ebedî saadet yurdu
cenneti ve rıza-i İlahi’yi kazandırmaktır. Velî’den ancak ahiret istenilebilir.
Onlardan dünya hayatı talep edilmemelidir. Gerçi Cenâb-ı Hak istese velî
dünyayı da vermeye kâdirdir; fakat bu âdet-i sübhaniyeye uygun değildir (Sultan
Veled, 2011: 238).
·
15- Hakk’ın velîleri iki nevidir:
Sultan Veled’e göre bazı velîler
kibirli, korkunç, heybetli bazıları ise mütevâzi ve sevimlidir. Azamet ve
heybet sahibi, büyüklüğü seven, tercih eden velînin kibrine “Kibriya” denilir.
Çünkü velî, “Ölmeden önce ölünüz”. (Aclûnî,2000, Keşfü’l-hafa, II, 346..) emr-i mucibince nefsini, dünyayı terk ederek hakta fâni
olmuş; dolayısıyla beşeri vasıflar onda mahvolmuştur. O halde diyebiliriz ki
velînin kibri Hakk’ın sıfatı olan Kibriyâ’dandır. Buna kibir demek doğru olmaz.
Bazı velîler halkın yüzüne gülmez, onlara iltifat etmez, padişahlara karşı da
büyüklük gösterirler, gerektiğinde muahezede bulunurlar. Onlar bu şekilde emr-i
bil ma’ruf yaparlar. Bazı velîler ise tevâzu kanatlarını yerlere serer.
Herkesle selamlaşır, konuşur, onlarla iç içe yaşar, kimseye itiraz etmez. Bu
velîler, halkın üzerinde heybet, korku hâkim kılmazlar. Vazifelerini farklı
sûretlerde icra eden bu velîler, icraatı sübhaniyedir. Zira onlar nefislerinin
değil, Hakk’ın aletleridir (Sultan Veled, 2011: 57-58).
·
16- Velîler her daim taat
üzeredirler:
Sultan Veled’e göre velî, her halde
taat üzeredir. Çünkü o, yaptığı her şeyi Allah için yapar. Yemesi, içmesi,
uyuması, konuşması, sükûtu, sulhu, cengi emirdir. Sevmesi ve nefret etmesi de
Allah içindir. Evlilikleri de Allah Rasulü’nün (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sünnetine temessük etmek ve rıza-ı Bâri’yi kazanmak içindir. Velîlerin,
Rabbimizin: “Evleniniz, içinizden evli olmayanlar, köle ve cariyelerinizden
nikâha layık olanları evlendiriniz” (Nur,24/32). Beyânına, Hz.
Peygamber’in ümmetine nikâhı ve
çoğalmayı tavsiye etmesine
uygun hareket ettiğini vurgulayan Sultan Veled: “Bu, senden bir oğul meydana
gelmesi ve senden sonra Tanrı’nın bendeliğini yapması niyetiyle verilen bir
emirdir”. Buyurur. Onlar nefisleri için evlenip çoğalmazlar (Sultan
Veled, 2011: 153-154).
·
17- Âlimler nebilerin varisleridir:
Âlimlerden murad velîler, âşıklardır.
İlim onların sıfatıdır ve kendiliğinden bilinmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim, kırk sabah Tanrı’ya ihlâs ile
kulluk ederse onun yüreğinden hikmet pırıltıları, diline doğru akar”. (Sehâvî,
1979, el-Mekâsidü’l-Hasene, 395.).
Onların ilmi kitaptan, halktan,
kalemle kâğıtla öğrenilen taklidi ilim değildir. İçlerinden kaynayan Rableri
tarafından öğretilen ilimdir. Ancak böyle bir ilim insanların gönüllerini
diriltir, Hakk’a nigehbân eyler. Taklîdi ilim ise ölü ve cansızdır, şekilden
ibarettir. Gönülleri aydınlatıp canlandıramaz. Tıpkı mihraba yapılan kandil
resmi gibi gece olunca kendilde kandilde bir ışık hüzmesi göremezsin,
faydasızdır. Sultan Veled’e göre kim nebilerin velîlerin ilmine vâkıf olursa
onların vârisleri olur (Sultan Veled, 2011: 186-187).
·
18- Velî zikirdir:
Kur’an-ı Kerim’de “ûj&ı^dijyüıı^ûaJ
ûl” “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik. Onu koruyan
da yine biziz”. (Hicr-15/9). Zikirden kast olunan enbiya ve evliyâdır. İkisi de
mânen aynı nurdandır. Üstlendikleri vazife birdir. İnsanlar onlar vasıtasıyla
sırat-ı müstagîme ulaşırlar, Kur’ân onlarda zâhir olur. Varlıkları tamamen
zikirdir. Nasıl ki zikir olan Kur’ân, Hak tarafından kıyamete kadar muhafaza
edilecektir. Öyle de, velînin libas hükmünde olan bedenlerine zarar gelse de
zikir olan varlıkları Hudâ tarafından muhafaza edilecektir.
Evliyâullah ser a per (baştan aşağı)
zikirdir; çünkü her daim onunla meşguldür. Zikir bir katre, velî ise zikir
deryasıdır. Halka zikirler velîden zuhur eder, aydınlanır (Sultan Veled, 2010:
433).
·
19- Velîlik aşktır:
Sultan Veled’e göre peygamberler
içerisinde nasıl ki padişah, yönetici (Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), Hz. Süleyman (as), Hz. Davud (as) gibi) zengin, fakir olanlar var ise
velîler arasında da dünya malı itibariyle zengin veya fakir olanlar da
mevcuttur. Velîlik öyle bir payedir ki hiçbir şey mal-mülk, makam, şan buna
engel değildir. Velâyet aşktır. Velî, zâhirde dünya nimetlerine sahip olsa da
onun gönlünde bu dünya nimetlerinin zerre miskal değeri yoktur. Çünkü o,
ateşten denizi geçerek aşk oduyla yanmış, gönlü Hakk’la dolmuş, dâima O’nunla meşguldür
(Sultan Veled, 2010:501).
Hakiki evliyâya Huda’dan gayrı her
şey eziyet verir. Onun sermayesi aşktır. Onlar aşk ile doludur. Gönüllerinde
Hakk’ın nurundan başka hiçbir şey yoktur (Sultan Veled, 2011: 240).
·
20- Velî mücâhedesiz vuslata erer
fakat kesbi terk etmemelidir:
Sultan Veled’e göre Cenâb-ı Hak,
Evliyâullah’a cehdsiz, gayretsiz, zahmetsiz vuslat ihsan eyler. Fakat bu
anlayış insanı tembelliğe itmemeli, herkes ibadet, taat, cehdle meşgul olmalı,
kesbi terketmemelidir. Zira cehdsiz Hakk’a vâsıl olanların sayısı nadirdir,
nâdir ile de hüküm verilmez (Sultan Veled, 2010: 336-337).
İbadetler Hakk’a kurbiyet sağlar.
Kişinin ibadetle meşgul olması Hakk’ın kulunu kendisine çekmesine işarettir.
Meşguliyetlerin Hakk’ın rızasına karîn olması O’nun lütfudur; çünkü her şey
O’nun dilemesiyledir (Sultan Veled, 2010: 340).
·
21- Velîlerin şiiri Kur’ân
tefsiridir:
Sultan Veled’e göre, Kur’ân-ı
Kerîm’de âhirete müteallik hususlar zikredilmektedir. Dünyada iyi hayat yaşayıp
rızaya tâlip olanlar övülerek ebedî yurtları olan cennet, yaratıcısını ve
yaratılış gayesini idrak edemeyenler zemmedilerek varacakları yer olan cehennem
tasvir edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu meyan üzeredir. Velîler, şiirlerinde
âhiret âlemini ahvâlini beyan ederler. Onların şiirleri Kur’an’ın tefsiri,
şerhi hükmündedir. Zira onlar diğer şairler gibi yalana, mübalağaya yer
vermezler. Söyledikleri Kur’ân hakikatidir. Ayrıca velîler sahip oldukları
bilgileri ve seyr u sülûkta elde ettikleri hal ve sırları şiirlerinde nakış
nakış işlemişlerdir. Sultan Veled’e göre bu sırlardaki manaları ancak sırlara
aşina gönüller anlayabilir (Sultan Veled, 2010: 400-401).
·
22- Âlem var oldukça velîler de var
olacaktır:
Âlem, ehl-i dil için vücuda
gelmiştir. Onun için ayaktadır. Sûret âlemi (yer, gök) var olduğu müddetçe
halkın velileri de var olacaktır. “Biz semâyı kitap sahifeleri gibi büküp
katlayacağımız günde...”(Enbiya-21/104). Âyeti delil gösteren Sultan
Veled’e göre, vâsıl olan velî, suret âleminden çekildikten sonra (son velî
vefat edince) gökler ve zemin dürülüp bükülüp kaldırılır. Nitekim Hz. Mevlânâ
şöyle buyurmuştur:
Şu kadar şeyi düşünemiyorsun ki eğer
padişah yoksa bu padişah çadırı (da) ne oluyor?
Herkesin malumudur ki çadır, padişah
için kurulduysa bir padişah vardır demektir. Padişah gidince çadırı da
kaldırılır.
Bunu gibi kâinat çadırı var olduğu
müddetçe Allah’ın velî kulları var olacaktır ve insanları bu kasvetli hayattan
nura yönlendirme gayretleri devam edecektir (Sultan Veled, 2010: 424-425).
·
23- Mevcûdâtın zikrine şahit olan
velîlerdir:
Cemadât, nebetât, hayvânât hepsi de
Rabb-i Rahîm’lerini lisân-ı hâlleriyle gizli, âşikâr tesbih eder. O’na hamd ü
senâda bulunurlar. Fakat bu zikri herkes duyamaz. Ancak Hakk’ın sırrına ermiş
velîler Hakk’ın nuruyla duyar, hissederler. Çünkü onlar Hak’ta fâni
olmuşlardır. (Sultan Veled, 2010: 362).
Sultan Veled’in velîlerle sohbet
konusuna da temas ettiğini görüyoruz. Ona göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): “Din nasihattir”. (Müslim, îmân, 95). Buyurmuşlardır.
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tebliğ ettiği hakikatleri temsil ile
bütünleştirerek, âleme ve bütün insanlığa hayat bahş olmuştur. Dini anlatmada
hâlden sonra etkili yöntemlerden birisi sohbettir. Sohbet, Allah Rasulü’nün
arkadaşlarını sahâbe yapan iksirdir. Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
oturup kalkması,
konuşması, sükûtu, bakışı, hali etrafındakileri kendi iklimine alarak onlara
insanlığın ve kulluğun zirvesine çıkarmıştır. Hz. Ebubekir de, Ebu Cehil de bu
lal ü güher (cevher) sözleri işitmiştir. Fakat Hz. Ebubekir “Sadakte” deyip
sıddıklardan olmuş, Ebu Cehil ise gönlünü hakikate kapatıp en aşağı derekeye
düşmüştür. Böylelikle Allah Resulü, zâhirde eşit gibi görünen “said” ve
“şâki”yi birbirinden ayırmıştır.
Enbiyayla aynı madenden olan
velîlerin sohbeti de bu meyandadır. Herkes kendi kabiliyetine göre velînin
boyasıyla boyanır, haliyle hâllenir. Velî de nebi gibi
iyi ile kötüyü, elmas ile kömürü birbirinden ayıran mihenk taşıdır.
Bu hakikat yolunun erleri, hiçbir
zaman sohbetteki feyzden dûr olmamışlardır. Hakk’a giden yollardan biri olan
Mevlevîlik’te de sohbet esastır (Sultan Veled, 2011: 102). Bu konuda Ankaravî
şöyle der:
Derviş olan kimse, (manevî) kokusu
güzel olan azizlerle sohbet ederse, mânen onlar gibi hoş kokulu olur. Güzel
huylu âriflerin meclisinde bulunursa, onların hoş ve güzel huylarına ait
hususiyetlerini alır. Her tarîkin bir şanı vardır. Kimisi halvetî, kimisi ise
uzletîdir. Bizim tarîkimiz olan Mevlevîyye tarîki ise; sohbetîdir. Bizim
dışımızdaki fukaraya halvetten ve uzletten hâsıl olan şey, bize sohbetten hâsıl
olur (Ankaravî, 2011: 102-103).
Sultan Veled’e göre tarîkatın esası
sohbettir. Müride gerektir ki kendisine faydalı olan sohbet halkasını tercih
etsin ve diğerlerini bıraksın. Evliyâullah’ın makbulü olmak çok mühimdir. Zira
evliyânın sohbeti itaatlerin en büyüğü olup ibadetlerin en faydalısıdır.
Sürekli ibadet taat ehli olan kişi velî tarafından kabul görmezse reddedilmiş
demektir. Sohbette insibağ (manevî boya) vardır ve ruhlar etkileşim halindedir.
Sohbetteki tesir hiçbir şeyde yoktur. Sâlihlerle, sıddîklarla oturup kalkmak
lazım gelir. Çünkü sâlih ve sıddîkların sohbetinde bulunan sâlihlerden,
sıddîklardan; şâki ve fâsıklarla oturup kalkanlar ise şâki ve fâsıklardan olur.
İnsan bedeninde bulunan bazı
hastalıklar nasıl bulaşıcı ise (alaca ve uyuz hastalığı vb.) her ruhta, ruhtan
ruha sinsice geçen gizli hastalıklar mevcuttur. Temiz ruhların, habis ruhların
tesiri altında kalmaması için perhiz yöntemi kullanılmaktadır. Sultan Veled’e
göre, emanet olarak verilen cana geçici mesken olan, sonunda aslına dönerek
toprak olacak olan vücudumuza hastalık bulaşmaması için bulaşıcı hastalıklara
sahip olan bir kişi sırmalı, şâşâlı kıyafet giyse de yine de ondan uzak
dururuz. Maraza mübtela olduğumuzda da şifa için Rabbimize gece gündüz tazarru
ve niyazda bulunuruz. Hâlbuki vücut sadece dünya içindir. Vücut keçeye, ruh
aynaya benzer. Keçe üzerinde toz, toprak olsa da çok mühim değildir. Fakat
ayna; toz, kir ve pas olursa onda hiçbir renk, şekil, sûret görünmez. Ruh iki
cihanda da bize dost olacaktır. Onu temiz tutmak gerek. Bunun için kişi,
cahillerden, onların sohbetinden uzak durmalıdır. Her kim velîlerle oturup
kalkarsa onların haliyle hâllenir, ruhu onların
nuruyla nurlanır (Sultan Veled, 2011: 102-103).
Nasıl ki anka kuşunun yanında
sivrisinek; deryanın yanında bir testi su, bir katre önem ifade etmezse
Allah’ın has kulları ile yapılan sohbet yanında ehl-i dünyayla yapılan sohbet
bir değer ifade etmez (Sultan Veled, 2011: 156). Velînin sohbeti, sıhhat ve
şifadır. Sağlığı bulan hiç derman arar mı? (Sultan Veled, 2011: 145). O
sohbette öyle bolluk ve hediyeler ulaşır ki insana, yüz yıl gece gündüz namaz
kılsa, zikir ve dua etse; Hz. Nuh ömrünce ibadet etse, nefsî ve şehevî
arzulardan geçse yine de sohbetteki o bolluğa erişemez (Sultan Veled,
2011:177).
Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz âlemleri vardır.
Bu âlemleri, sırrına sahip olan evliyâsına göstermiştir. Yaşadığımız âlemde
gördüklerimiz, o sonsuz âlemin nurunun yansıması, gölgesidir. Verilen nimetler
birer numûnedir. Yapmamız gereken ise gölgelerden geçip asılları talep
etmektir. Asıl ise Cenâb-ı Hak’tır. Evliyâ bu aslı istemiş ve bulmuştur. O
halde bir velî sohbetine rastlarsan bil ki görünen her şey senin yansıman olur.
Çünkü sohbetle beraber asl’a; yani Cenâb-ı Hakk’a ulaşmış olursun.
Sultan Veled, Rebâbnâme adlı
eserinde nefs-i emmâreyi terk etmeyi, günahlardan uzak durarak itaate
sarılmayı; gücü yetmeyene velînin sohbetine dâhil olmayı öğütler. Sohbet
erlerine tâlip olan onlar gibi vâsıllardan olur. Nefsinden kurtularak Hak’ta
fâni olur, ebedî vuslata erer (Sultan Veled, 2011: 271-272). Velîye intisabı,
velî ile sohbeti gerekli gören Sultan Veled’e göre velînin aracılığı olmadan
Hakk’a vuslat mümkün değildir. Hak’la ve O’nun zikri ile meşgul olmak güzeldir,
doğru harekettir, dini güçlendirir. Fakat en iyi ve kısa yol; velî ile beraber
olmaktır (Sultan Veled, 2011: 334).
Sultan Veled, velî ile sohbetin
önemini şöyle örneklendirir: Bir kimse kendi düşüncesi, gayreti, imkânlarıyla
bir sanatı belleyemez. Bir hayli zaman geçtikten sonra öğrense bile bilgisi
eksiktir. Ustadan öğrendiğini yıllarca çabalasa elde edemez. Evliyâ ile sohbet
de böyledir. Bir iki yıl cehd ve gayretle elde edilemeyen, sohbetle elde
edilir. Cenâb-ı Hak, “Rahman, Kur’an’ı öğretti”. Hükmünce birisine
vasıtasız bir şey öğrettiyse de bunların sayısı çok azdır. Hüküm galibedir.
Zâten velî elinde yetişen kişiler daha olgun ve pişkindir (Sultan Veled, 2014:
382). Sultan Veled, velî ile sohbet eden, Hak ile sohbettedir, hakikatini şöyle
ifade eder:
Her kim, Tanrı ile oturmak isterse,
evliyanın huzuruna oturmalıdır.
Eğer evliyânın huzurundan ayrılırsan,
külden ayrılmış bir cüz gibi helak olursun.
Her kim daima Tanrı ’yla beraber
bulunmak onunla konuşmak isterse sofiyan-i rastin ile oturmalıdır (Sultan Veled,
2011: 93).
Nitekim Ebubekir Tamesetâni
Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Ey fukara topluluğu! Allah’la dost olunuz.
Eğer buna güç yetiremiyorsanız, Allah’la dost olanlarla dost olunuz ki, sizi
onların sohbetinin bereketi; Allah ’ın dostluğuna götürsün”. (Ankaravî,
2011: 102).
Sultan Veled, Intihânâme
adlı eserinde velînin sohbetini gemiye benzeterek şunları söyler: Velî, insanı
maksuda kolayca ulaştırır. Onun bakışıyla gelen feyz, taş gönülleri la’l eyler.
Velînin didarı, taatlerin aslıdır. Velîye ulaşan mücâhedesiz maksûda ulaşır.
Sohbetin neticesi Cenâb-ı Hakk’ın cemâlidir. Hakkın rahmet güneşi insanlara
velîlerden yansır. Onun için gerçek velîye rastladığımızda ona hizmetten geri
kalmamalı, onun rızasını aramalıyız (Sultan Veled, 2010: 367).
·
2.1.10.
Ârif
Sözcük olarak Arapçada, sabûr, sâbit
ve mütehammil adama ıtlak olunur ki sabır manasında olan irften gelir. Ârif,
münkerin mukâbilidir. Tasavvuf ıstılahında, ârif kimdir sorusunu Cüneyd, şöyle
açıklamıştır: “Suyun rengi kabının rengidir”. Bu sözün manası O her
vakitte, o vakit için en uygun olan hareket tarzını icra eden kişidir. Bu
sebeple hâli değişir. Bu yüzden “O İbn-i vakttır”. (vaktin oğludur)
denilmiştir. Zunnûn’a göre ârif, halkla beraber bulunan; fakat onlardan ayrı
olan adamdır (Firuzabadi, 1887: 3793; Kelâbâzî, 1904: 138-139).
Ârif, benliğinden geçerek Hak’ta yok
olmuş, O’nun aşk deryasına dalmıştır. Onun bakışı sürekli Hakk’adır. Hudâ’nın
sırrıyla dolarak mârifet iklimine kanatlanmış olan ârif, Rabbinin ululuğu
karşısında bihuş olmuştur. (Sultan Veled, 2014: 73). Artık onun için zühd,
riyâzet, namaz, hac, niyaz vb. gibi taatlerle meşguliyet Hak’tan firak
anlamındadır. Çünkü ârifte “Dünya ahiretin tarlasıdır”. (Aclûnî, 2000
Keşfu’l-Hafa, I/467) hadisi emri mucibince tarlayı biçmek, maksûda ulaşmak (vuslat)
hali vardır (Sultan Veled, 2011: 286).
Sultan Veled’e göre ârif, mana
ehlidir; surete, zarfa bakmaz. Bu hakikati, iradeyi Hakk’a vermenin ve sûrete
değil de mânâya değer vermenin gerekliliğini izah ederken şöyle der:
“Hakk’ın denizinde yok olunca hareketin
de Hakk’ın hareketi sayılır. Ondan sonra insanoğlu görüntüsünde Hak sen
olursun, senden başkası değil. Su, eğer kanal içinde akarsa yolunu yanıltmak
ihtimali kalmaz. Arifler kanal içinde akan suya bakarlar. Ona kıymet verirler,
kanala değil. Aktığın vakit enginlere ak! ” (Sultan Veled,
2011: 194).
Ârif, havf ve
recadan sıyrılmıştır. Gözünde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu vardır.
Onun himmeti yüce arşın sahibinin katındadır (Sultan Veled, 2014: 73). Ârif
olmayan kişi mârifete dair ne kadar söz söylerse söylesin faydasızdır. Çünkü o,
Allah’ın zâtından gafildir. Doğru yoldan sapmıştır (Sultan Veled, 2014: 179).
·
2.1.11.
Eren
Sözlük olarak ulaşan, varan anlamına
gelen eren, tasavvuf ıstılahında; vâsıl, ehl-i vusul, vuslatı gerçekleştiren,
velî, ermiş, kâmil insan manasındadır (Uludağ, 2012: 125).
Sultan Veled’e göre erenler
peygamberlerle aynı can ve nurdandırlar. Erenler dünyanın cazibesine kapılmayıp
varlıklarından kurtulup, Hak ile var olurlar. Sadece Hakk’ın zikriyle ve onu
yüceltmekle meşguldürler. Nasıl ki şekere farklı isimler verilse de şekerin
tadı damakta aynıdır. Erenlerin de isimleri farklı olsa da hepsi de aynıdır.
Ama yolları çeşit çeşittir, neliksiz niteliksizdirler (Sultan Veled, 2014: 25).
Eren, dosttan gayrısından yüz
çevirmiştir. O, kabiliyeti ve istidâdı olanları Hak yoluna davet eder.
Kâbiliyeti olmayanları da sevmez ve onlardan uzak durur. Eren, kendisi gibi aşk
sarhoşu bir âşık arar ki gönlünün sırrını ona açabilsin. Nitekim Hz.
Mevlânâ’nın da bu meyanda sözleri
vardır. Şöyle ki:
Ayrılık derdinden lime lime olmuş bir
sine isterim ki
Hasret ve özlemin ne anlama geldiğini
ona anlatabileyim (Yılmaz, 2011: 35).
Erenler de ancak Hakk’ın has
kullarına sırları beyan etmek isterler (Sultan Veled, 2014: 26). Erenler,
eşyanın perde arkasına nüfuz etmişlerdir. İşlerin zâhirî yönüne bakmazlar.
Bâtınında sırlara vâkıftırlar. Öyle ki sevdiğimiz olmasını arzu ettiğimiz bazı işler vardır ki hakikatte şerdir.
İstemediğimiz de hayırdır. Onların gözünde iyi kötü, güzel çirkin ortadadır.
Kur’an bu gerçeği şöyle ifade eder. “... Sizin için kötü olduğu halde bir
şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilemezsiniz”
(Bakara, 2/216)
·
2.1.12.
Kutb
Lügatte, değirmenin deliğine takılan
uzun demire denir ki, değirmen onun üzerine deveran eder (Âsım Efendi, 2013:
611). Tasavvuf ıstılahında ise; mânevî derecesi büyük velî bir kuldur ve âlemin
ruhu olarak değerlendirilir. Kâinat idare bakımından kutbun etrafında döner.
Kutb, tasarruf sâhibidir ve o, bu tasarrufunu kader-i İlâhî programı dışında
kullanamaz. Halkı Hakk’a götürmekle görevli en büyük velîler olup;
kutbü’l-aktâb, kutbü’l-ekber, kutbü’l-irşâd ismiyle zikredilir (Cebecioğlu,
2014: 295-296).
Sultan Veled’e göre kutb, öyle büyük
bir sırra mazhârdır ki diğer bütün velîlerden yücedir. Makâmı, bütün yüce
makâmların üstünde olması hasebiyle kimseden atiyye almaz ve başka haller ona
tesir etmez. Onların Rabbe kurbiyyetlerinin yanında diğer velîlerin yakınlığı
uzaklık sayılır. Zira o “hâssu’l-hâs”tır (Sultan Veled, 2014: 210).
Her velî başlangıçta bir katre iken
gönlünde var olan sonsuz muhabbet, aşk, Hakk’a vuslat iştiyakı sonucunda
Hakk’ın denizinden coşan dalgalar olarak deniz haline gelir. Denizden
kastedilen duraklardır. Bu duraklar, dalgaların büyüklüğüne göre farklılık arz
eder. Sultan Veled’e göre Mevlânâ, en ulu dalgadır. Ululuk ise sahip olduğu
himmete bağlıdır. O, hasların hasıdır. Onun eşi benzeri yoktur. Cihana onun
gibisi gelmemiştir. Diğer velîler onun yanında güneş karşısındaki mum misalidir
(Sultan Veled, 2014: 328-329).
Canın sûretini insan bedeninde
görebiliriz. Şöyle ki: Kişinin konuşması, gülmesi, hüzünlenmesi, işitmesi,
vücut azalarının hareket edip ihtiyaçlarını karşılaması bütün bunlar can ile
mümkündür. Can olmayınca bedenin tazeliği, diriliği, varlığı kalmaz. Yer ve
gökler de bir can ile diridir ki o can Hakk’ın nurunun, Hakk’ın halifesinden
yansımasıdır. “4$4j at
<2ül ç^ü Jâ” “Her şey helak
olacaktır”. Ona bakan müstesna diyebiliriz ki her şey fenâ bulacaktır. Ancak
onun nuruyla canlı olanlar bâkî olacaktır. Tıpkı ateşteki demirin sıcaklık ve
kızıllığı ateşten alması gibi demiri ateşten ayırdığımızda sıcaklık ve rengi
kaybolur. Ateş ise sıcaklık ve renge maliktir. Kutb da böyledir, sahip
oldukları kendinden ayrılmaz.
Sultan Veled’e göre kutb, yerin ve
göğün nurudur. Güneşin önce dördüncü kata, sonra sırasıyla üçüncü, ikinci ve
birinci kata, oradan da yeryüzüne yansıması gibi. Kutb da akılların ve ruhların
güneşidir. Yerin ve göğün yedi tabakası gibi nuranî ve zulmânî mânevî perdeler
vardır. _Nurani perdeler; melekler, evliyâ ve kutbun zâtları gibidir. Zulmânî
perdeler ise şeytan ve periler misalidir. Hepsi de kabiliyetine ve mânevî
cevherine göre kutbdan istifade eder. Her velînin gönlünde Hak’tan bir nur
vardır. Artık velî vuslata erince, katre deryaya ulaşınca, cüz külle
bütünleşince nur üstüne nur olur. Yansıttığı şualar artar, kemal bulur,
böylelikle asrın kutbu olur (Sultan Veled, 2011: 77-79-80). Sultan Veled, Rebâbnâme
adlı eserinde kutb; evliyanın, bütün dervişlerin önderidir diyerek evliyânın
hepsinin ona bağlı ve kutbun bir olduğunu belirtir. (Sultan Veled, 2011: 45).
Ay ve yıldızların ışığını güneşten
alması gibi evliyâ da derecelerine göre Hakk’a vâsıl olduktan sonra vuslatta
ilerleme çabasındadırlar ve kutbun mazhar olduğu vuslata erinceye kadar kutbdan
yardım talep ederler. Vaktin kutbu, vâsılların rehberidir ve canları (ruh)
olgunlaştırır, pişirir. Kutbun bendeleri; vâsıl ve kâmil ermişler, ilmiyle amil
âlimlerdir (Sultan Veled, 2011: 50-51). Velîler için kutbluk yüksek makamdır.
Daha yüksek makam yoktur. Çünkü o kimya ile altına dönüşmüş bakır misalidir.
Tekrar bakır olma ihtimali yoktur. Altın özelliği kendinde kalıcıdır.
Sultan Veled, kutbun makâmının
üstünlüğünü şöyle dile getirir: “Kutba yeni mürid olan kimse, şeyhlerin
şeyhidir ve âlemde eşsizdir. Her kimin üstadı hünerli olursa bil ki onun
şakirdi de kudretlidir. Ona göre kutb, nimetlere Hak ’tan vasıtasız olarak
ulaşır” (Sultan Veled, 2011: 211-234).Kutbluk cehd ve gayretle elde
edilmez, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıdır, Cezbe-i Rahmânî’dir (Sultan Veled, 2010:
330). Kutb, Hak ile avam-havas arasında râbıta oluşturur. Söze hacet olmadan
müşkülleri çözer, can yoluyla ilm-i ledün bahşeder ve yaptıklarını vasıtasız
yapar. (Sultan Veled, 2010: 482). Sultan Veled, Intihânâme adlı eserinin
hitamında kutba işaret ederek Allah aşkının kutbun sohbetinden hâsıl olacağını
vurgular (Sultan Veled, 2010: 545).
Kimin me’vası yedinci kat semâda
olursa o zamanının kutbu olur (Sultan Veled, 2011: 136). Evliyâ arşında kutb
bir olur, herkesin gözüne sürmeyi o çeker (Sultan Veled, 2011: 49).
·
2.1.13.
Nefs ve Nefsle Mücâdele Yolları
Sözlükte ruh; can, kan ve ceset
manasında olup tasavvuf ıstılahında kulun kötü ve illetli vasıfları ile yerilen
(ve zemm edilen) huy ve fiilleridir. Nefis, muhtemelen şubeden kalıbına tevdi
edilen ve kötü huyların mahalli olan bir latife (sır) dir (Firuzabadi,
1305/1888: 299; Kuşeyri, 2007: 120-121).
Sultan Veled, insanî ve hayvanî
nefsten bahseder. İnsanî nefsin gıdası candır. Hayvanî nefsin gıdası ise
ekmektir (Sultan Veled, 2011: 183) Biz burada Sultan Veled’in özellikle hayvanî
nefis hakkındaki görüşlerine yer vereceğiz ki nefisten kastettiğimiz de odur.
Sultan Veled’e göre nefis, ekmek ve yemekten gıdalanır. Bu gıdalarla nefsi
besleyen kişide makam-mevki isteği ortaya çıkar. Nefsin bu istekleri yılanın
gıdası olan toprak ve yele benzer; ekmek, yemek, toprak olur gider. Makam-mevki
ise yel gibi savrulur gider. Mevki aynı zamanda kuyu misalidir, kuyudan uzak
durmak gerek. Kişi ilim ve hikmetle gıdalanmalıdır ki aşka layık bir hal
kazansın, iman kılıcıyla nefsini öldürsün (Sultan Veled, 2014: 36-37).
Nefis fânidir, yokluktan var olmuştur
ve yine fenâya kalbolacaktır. (Sultan Veled, 2014:110). Sultan Veled,
eserlerinde akıl ile nefsi karşılaştırır. Ona göre aklın sıfatı, sonu
görmektir. Akıl, gaflet perdesini yırtar. Akılla yapılan her iş dine aittir.
Nefis ise sonu görmez ve anı yaşar, isteği şehvettir. (yeme, içme, mâlâyâniyat)
Bu arzuların altında ezilir, kalır. Kötü nefis, insanın can düşmanıdır.
Şeytanın sütünü emdiği için onun cinsindendir (Sultan Veled, 2014: 190-191).
Nitekim Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Düşmanlarının en
çetini, iki yağırının arasındaki nefsindir”. Buyurmuştur (Aclûnî, 2000,
Keşfu’l-hafâ, I, 168). Onun için nefis ne isterse onun aksini yapmalı ve çirkin
bir dala benzeyen nefsi kökünden kesip atmalıyız (Sultan Veled, 2014: 200).
Nefsin bir diğer özelliği ise dünya
hayatını tercih etmesi, bekâ âlemini unutturmasıdır (Sultan Veled, 2011: 200).
Nefis, hileci ve tuzak kurandır. Onun mekrinden binlerce insan zarar görmüş,
ebedî hayatını kaybetmiştir (Sultan Veled, 2011: 189). Nefsanî arzular, heva,
şehvet insanı cehenneme götürür (Sultan Veled, 2010: 385).
Akıldan doğan düşünceler erkeğe,
nefisten doğan düşünceler kadına benzer. Erkek, hekim gibi dertlere devadır;
kadın ise zarar. Nefsin düşünceleri şeytanların ordusudur ki nefsin peri ve
şeytandan oluşan ve insanların gönlüne nüfuz eden, saldıran, vesvese veren
sayısız orduları vardır. Hz. Süleyman’ı (as) gönüle benzeten Sultan Veled, Hz.
Süleyman’ın (as) padişahlığı ve buyruğunun yüzükle devam ettiğini şeytan ve
perilere de hükmettiğini anlatarak insanın buyruk yüzüğünü şeytana
kaptırmamasını, gafletten uzak durarak tevbe-i nasuhla Hakk’ın kapısında
emirlerine ittiba ederek İlahi aşka yol almasını öğütler (Sultan Veled,
2014:192- 193).
Sultan Veled’e göre akıl, arştan
gelmiştir, menşei orasıdır. Nefis ise yerdendir, dünyevîdir. Kimin aklı nefsine
galip olursa o galiptir ve bahtiyardır. Burada nefsin galibiyeti söz konusudur.
Çünkü hüküm, galibedir. Kimin aklı, nefs-i emmaresine mağlub ise o akıl yere
aittir, ondan fayda gelmez. İnsanda bulunan akıl ve nefs kuvvetinden hangisi
galip ise o tarafa gidilir ve galibin gücü artar. Eğer nefs üstün ise kişi
gittiği yolda iblis olur, sahip olduğu dinini de kaybeder. Akıl üstün ise
kişinin nuru artar ve Hudâ’nın aşkına mazhar olur. Hak’tan yeni yeni dersler
alır. (Sultan Veled, 2011: 68). Sultan Veled, aklın önemini şöyle ifade eder:
“Nefsi dinleme ki senin düşmanındır.
Akla kulak ver ki samimi ve candan dostun odur. Aklın öğütleri (lezzet
itibariyle acı ise de) sen onları şeker gibi tatlı tatlı ye! Çünkü onda zühd ve
takvanın tadı karışıktır. O yemekte ruh için yüzlerce gıda vardır. Her deminde
sayısız aşk ve zevk, her nefesinde baş ağrısı vermeyen şaraptan bir kadeh
neşesi vardır. Sana acı göründüğüne bakma, şekerden daha tatlıdır” (Sultan Veled,
2011: 69).
Sultan Veled aklı, Hz. Mûsâ’ya (as),
nefsi Firavun’a benzetir. Akıl, nefisten önce gönderilmiş peygamber gibidir. O,
nefse ten kuyusundan çıkmasını, şeytana meyletmeyerek, akla tâbi olup yücelere
ağmasını öğütler (Sultan Veled, 2011: 108).
Sultan Veled, Hz. Peygamber’in şu
sözüne yer verir: “Bir şahsın dini galib olursa, nefis onun esiri olur. Eğer
aklı mağlub olarak esir olursa, kendi kul, nefsi emir(efendi) olur”.
(Kaynak bulunamadı) İnsan bedeni büyük bir şehir, düşünceleri ise halktır.
Düşüncelerin niteliği önemlidir; zira bedeni düşünceler harekete geçirir. Beden
binektir; düşünceler ise binicidir ve bineği yönlendirir. Sultan Veled, şehrin
halkının (düşüncelerin) yarısının iyi huylu (akıl), yarısının kötü huylu
(nefis) olduğunu vurgular. Hakk’ın naibi olan akıl galib olursa şehirde halk
köşkler, saraylar, ter-ü taze bağlar ve Hakk’ın rayihasının olduğu gül
bahçeleri içinde yaşarlar. Hepsi de Hakk’a yönelmiş, O’na ibadetle meşguldür.
Eğer nefis hâkim ise halk gaflet içerisinde lanetlenmiş şeytanın emrine uyarak
içki, zina, taam, makam, şöhret gibi kötülüklere meyleder, din ve imandan olur.
Şehirde (beden) iyi (akıl) kötü lütûf, yarısı kahır olur (Sultan Veled, 2014:
201-202). Kimin nefsi akla galib olursa o, aldatıcı dünyaya meylederek
rahmetten uzak kalır (Sultan Veled, 2010: 167).
Sultan Veled’e göre kişi zaruri ölüm
(ecel) gelmeden önce ölümü tatmazsa yani bedeninden geçerek Hak’ta fâni
olmazsa, onun davranış ve sözleri nefsin aleti olur. Çünkü nefis, Hakk’ı
umursamaz. Kim de ecel gelmeden önce ölürse (Hak’ta fâni olursa) o artık
Hakk’ın aleti olmuştur. Bütün hal ve hareketleri, sözleri Hak’tandır. Bu
mazhâriyete ermek için kişiye gerektir ki ahiret için sıkıntı ve zahmete
katlansın, cehaletten gelen atalete düşmeden önce ibadet ve taat ile Hak
yolunun sadık yolcusu olsun. Sultan Veled, “Nefse ağır gelen her şey, cennet
yoludur, bütün rahatlıklar da (nefsin hoşlanacağı şeyler) cehennemdir ”.
Diyerek bu vuslat yolunda nefsin arzularına karşı gösterilmesi gereken sabrın
önemini vurgular (Sultan Veled, 2011: 74). Büyük sufi Hâtem-i Esem hazretlari
şöyle buyurur:
Tarîkatimize giren kimsenin nefsini
dört ölümle öldürmesi gerekir; beyaz ölüm, siyah ölüm, yeşil ölüm ve kızıl
ölüm. Beyaz ölüm açlık, siyah ölüm insanların yaptığı eziyetlere sabretmek,
yeşil ölüm hırka giymek, kızıl ölüm nefis heva ve hevese muhalefet
etmektir. Her kim nefsine bu ölümleri uygularsa Cemâlullaha kavuşur (Ankaravî,
2012: 195).
Sultan Veled’e göre nefsi öldürmek
ancak Hakk’ın yardımıyla olur. “La havle vele guvvete illa billahil azim”
Nefisten Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmadır. Sultan Veled, bu hakikati şöyle
örneklendirir: Küçük bir çocuk, yırtıcı bir hayvan karşısında aciz, savunmasız
olduğu için gücü yetenlerden yardım ister ki yırtıcı hayvandan kurtulsun.
İnsanın ibadeti, taati, gayreti, yırtıcı nefsin elinden kurtulmak için Cenâb-ı
Hakk’ın yardımını talep eden mânevî bir feryaddır. Sultan Veled, talep ederken
kavlî duanın yeterli olmadığını, fiilî olarak ibadet ve gayretin gerektiğini ve
bunun mânevî bir dua olduğunu; ancak bu şekilde yapılan talebin Hakk tarafından
cevap verileceğini söyler. Zira ona göre çabayı terk etmek duayı terk etmektir.
Dua olmazsa ibadet de olmaz” (Sultan Veled, 2011: 279).
Intihânâme adlı eserinde
nefis düşmanının herkesi mağlub ettiğini bu konuda kişinin acizliğini anlayarak
Hakk’ın kuvvetine dayanması gerektiğini; ancak O’nun tevfik ve inayetiyle nefsi
ayaklar altına alabileceğini ifade eder (Sultan Veled, 2010:189).Sultan Veled,
nefsi öldürmenin zorluğunu ifade için nefsi öldürmeyi iğneyle Kafdağı’nı
delmeye benzetir. Ona göre insan, aciz bir koyun; nefis yırtıcı bir kurt
misalidir. Hiç koyun kurtla baş edebilir mi? İnsana ancak Allah’ın yardımı
ulaşırsa nefis ortadan kaldırılabilir (Sultan Veled, 2014: 411).
Sultan Veled’e göre nefs,
şeytandandır. O öyle bir varlıktır ki şehveti dünya sevgisini artırır, Hakk’tan
uzaklaştırır. Böyle bir nefsin elinden kurtularak melek sıfatı kazanmak hatta
onlardan da daha yüce mertebeye ulaşmak için zikir, ibadet, taat, tazarrû ve
niyaz ile dini kuvvetlendirmek lazımdır. Başta dini kuvvetlendiren ibadet,
taat, cehd ve gayret nefse ağır gelse de çekilen zorluklar sonunda rahmet
hazinesi olarak insana geri döner (Sultan Veled, 2011: 71). Dolayısıyla insan,
Cenâb-ı Hakk’ın kendisini nefse, şeytana, günahlara karşı kullanması için
verdiği inat duygusunu harekete geçirir. İradenin hakkını vererek şeytana galip
gelir. (Sultan Veled, 2011: 71). Ehl-i dilin, hak erlerinin yanında ibadetten
gelen zorluk, yorgunluk, şekerden daha tatlıdır (Sultan Veled, 2011: 72-73).
“Aklı dost edin, nefsi koğ! Nefs
perdedir. Onu çabuk yırt”. (Sultan Veled, 2010: 347). Diyen
Sultan Veled, insanın varlığı olarak nitelendirdiği nefsi canın önünde perde
olarak görür. Zâhirde nefis ve can birdir. Fakat hakikatte ayrıdırlar. Can,
elbise; nefis ise elbise üzerindeki kirdir. Kişi bu kiri, mücâhede suyuyla
yıkamadıkça makbul kullar zümresine giremez (Sultan Veled, 2010: 348).
Nefisle mücâdelenin devamlı olmasını
söyleyen Sultan Veled şunları öğütler:
Namazı zikri, orucu artır. Kâfir
nefisle mücâhede ederek kılıcı boynuna indir.
Gece gündüz deme, onunla muradına
savaş, onun uğursuz kökünü dibinden kaz.
Onu daima arzularından mahrum bırak!
Onunla cenk böyle olur.
Bunu iyi bil!
Onu dinlemediğin zaman, galiben bekâ
âlemine tâlipsin demektir.
Eğer cehline uyarak nefsini dinlersen
bil ki o seni aldattı. Bu sözü hor görme! (Sultan Veled, 2010: 347).
Nefsi arzularından mahrum bırakmak,
mağlub etmek ve Hakk’a vuslat nasıl olacak? Daha önce zikrettiğimiz üzere
nefsin gıdası yemek içmektir. Yapılması gereken nefsin gıdasını kesmek ve onu
açlıkla gıdalandırmaktır. Derdin dermanı da budur. Sultan Veled’in sözleriyle
ifade edecek olursak:
Hiçbir sûrette muradını verme onun,
dileğini kavuşturma onu, boyuna gamdan eziyetten başka bir şey verme.
Onun gıdasını mihnetten, meşakkatten
düz koş da yalvarıp yakararak namaza koyulsun.
Aç kal, işin sonunda birçok
nimetlerle doyarsın...
Yemeden, içmeden uykudan vazgeç,
uyanık dur da sonunda o yüzü
(Hakk ’ın dîdarını) göresin, o
kavuşmaya eresin.
Tanrı gıdasını açlıkta ara da geri
döndüğün vakit gözü tok dönesin
Şu ince yolda dikkatli yürü de
gerçekleyişte tek kişi ol.
Yola riyâzetsiz adım atma da
peygamberler gibi yücel (Sultan Veled, 2014: 495).
Rebâbnâme ’sinde zühd ve
takvadan bahsederken huşuyla ikame edilen namazdan sonra “bilhassa açlık”
diyen Sultan Veled’e göre açlık, ibadetlerin anasıdır. İnsanın canına huzur,
vücuduna sıhhat, gönlüne sekine verir. Hücviri’ye göre de ruhun arınmasında
açlık büyük önem arz eder. Ona göre fakirlik (açlık) insanı bencilce düşünce ve
davranışlardan ruhunu ise mânevî kirlerden korur. Böylece insana, dinin
emirlerini ifa etme kabiliyeti kazandırır. Az yemek evliyânın şiarı, tıbbın
esasıdır. Çok yemek hırsın neticesidir ve hırs ise nefsin en kötü
huylarındandır. Nefsin isteklerini yerine getirmezsek o bizim esirimiz olur ve
öl dersek ölür (Hücviri,1911: 25; Sultan Veled, 2011: 264).
Sultan Veled, kişinin kâfir nefsin
tuzağından kurtulmanın yolunun taat olduğunu, eğer kişinin buna gücü yetmezse
Huda’nın aşkıyla sarhoş bir mürşid-i kâmil araması gerektiğini ifade eder. Zira
mürşidi kâmilin hali, Hakk’ı talep duygusu kişiye sirayet eder ve onun cismi
can, zulmetten ibaret olan nefsi yok olur. Kişide bulunan zulmet nura kalbolur
ve kişi ebedî vuslata nâil olur (Sultan Veled, 2011: 271-272).
Sultan Veled, nefisten kurtulmak için
bir mürşid-i kâmile intisabı gerekli görür. Çünkü cehd ve gayretle nefsle
mücadele uzun sürer ve çoğu zaman başarısız olunur. Nefs, bin çeşit hilesiyle
zühd ve takvaya karşı koyar. Madeni ateş ve cehennemden bir cüz olan nefis,
şeytan gibi insana nüfuz eder. Onun nârını ancak şeyhin nuru söndürür ve şeyhin
bakışıyla nefis ölür (Sultan Veled, 2011: 180). Kişide bir mürşid-i kâmile
karşı meyil oluşursa onu nimet bilmeli, ondan başkasına gönül vermemelidir. Her
kim bu payeye ererse berbat nefsi kahrolur (Sultan Veled, 2011: 179).
Cenâb-ı Erhamürrahim’in merhametinin
enginliğinden kullarının kendisine ulaşmada engel teşkil eden yol kesici olan
nefis ve mallarını, karşılığında cennet vererek satın almıştır. Her şeyin
mâliki olan Cenâb-ı Hak, nefis ve malın da sahibidir. Kulları dünyada sıkıntı,
mihnet yaşamasın diye onlara bu teklifi yapmıştır. Nefis ve malı Allah’a
satmak; O’nun karşısında insanın acizliğini idrak ederek taat içerisinde
kulluğunu hatırlaması, nefsin isteklerinden uzak durmasıdır. Böyle bir ticaret,
kârlı bir ticaret olur. Şöyle ki: Zâten mal, mülk, makam, beden arzu ve
hevesler hepsi fânidir ve
dünyada yok olacaktır.
Eğer kişi sahip olduğu nimet ve imkânları Cenâb-ı Hak adına onun rızasına uygun
kullanırsa dünya zindanından kurtulur, cennet misal bir hayat yaşar. Ebedî
âlemde ise bâkî semereler, mükâfatlar elde eder. Öyle ki Hak Teâla cemal-i
kereminden kötü ağaçları söküp yerine iyilerini dikiyor ki güzel, gıda verici,
lezzetli ebedî meyveler versin. Sultan Veled’e göre bu lütûf ve keremi saymaya
söz yetmez (Sultan Veled, 2011: 305). Bu mânevî ticaretten uzak duran kişi ise
müminlerin bu alışverişten
elde ettikleri nimetleri gördükçe gaflet ettim, diyerek nedâmet ve pişmanlık
içerisinde kıvranır (Sultan Veled, 2011: 305).
Kişi, önce kendisi akıl ve fikrine
tabi olarak Hakk’ın emirlerini yerine getirmeli, aksi takdirde nefsine
zulmetmiş olur. Önce kendine adaletli davranmalı ki başkalarına da adaleti
anlatabilsin. O, bu düşüncesini şu sözlerle ifade eder:
Kendine adalet yapmayan kimse, bil ki
mazlumlar hakkında adalet icra edemez
Bardaktaki neyse elbette dışına sızan
da odur. Öyle ise önce git, önce kendi ahlâkını düzelt de iyilikten sonra dem
vur!
Eğer halk ile meşgul olursan,
sözlerin halk yanında candan makbul olur. Ondan sonra serverlik sana yakışır. Çünkü, bu tuzak cihanından kurtulmuş olursun (Sultan Veled,
2010:486-487).
·
2.1.13.1.
Mücâhede
Kelime manası olarak mücâhede;
düşmana karşı savaşıp mücâdele etmek, üstünlük kazanmak manasınadır
(Firuzabadi, 1305/1888: 593). Tasavvuf ıstılahında ise; nefsi meşakk-ı
bedeniyyeye (bedeni eziyetlere) düçar etmek ve her halde heva ve hevese
muhalefette bulunmaktır (Şimşek: 2017; 250).
İnsanda esas olan mânâdır, sûret
değil. Zâhirde görünmese de, iyilik, fenâlık, doğruluk, eğrilik, küfür, iman
hepsi insanda mevcuttur. İnsan yaşantısıyla, olaylar karşısındaki tutum ve
tavırlarıyla gizli olan bu yönlerini ortaya koyar. İnsanın topraktan müteşekkil
kalıbının içinde bulunan insanlık cevherini ortaya çıkarmak için toprak
(beden), mücâhede kupasında şevk ateşiyle eritilerek cevher (insanlık),
topraktan ayrılır. Sarı tortusu birbirinden ayrılarak cevher ortaya çıkar.
Böylece insan kendini bilir, kendini bilen ise Rabbini bilir (Sultan Veled,
2011: 247).
Dünyanın geçici hevâsı, mal, mansıp,
şöhret sevgisi her ne kadar kalpten silinmiş gibi görünse de ayranın içindeki
yağ gibi gizlidir. Bunun içindir ki sâdık, ihlâslı ve Hudâ’yı talep eden
kullar, Rableri içindeki yerlerini muhafaza etmek adına taatte ihlası, mücâhede
ve riyâzeti aralıksız sürdürürler. Bütün kuvvetlerini bu yola sarf ederler.
“Sen candan ve yürekten ne kadar
riyazet etsen yine emin olma! ” Çünkü nefs-i emmare, daima gizlide, pusudadır.
(Sultan Veled: 2011:245-246).
Cenâb-ı Hak, kullarına cehd ve gayret
olmadan da aşk ve vuslatı ihsan etmiştir. Fakat mücâhedesiz maksuduna ulaşanlar
nadirdir. Nadir ile hüküm olunmadığından kesbi, mücâhedeyi bırakmamak gerekir.
Zira her işte olduğu gibi maksûd-ı İlâhî’ye ulaşmak da cehde bağlıdır. Kişinin
nefsin arzularından sakınması, nazargâh-ı İlâhî olan kalbi kötü duygulardan
arındırması, ibâdet ve taati artırarak devam ettirmesi için mücâhede etmesi
inâyet-i İlâhî’nin ona yâr olduğunu gösterir. Sultan Veled, cehd yolunda da
ihlâsı esas alır ve riyânın, sum’anın, araz olan cehdin gerçek cehd olmadığını,
o yüzden ûâl lalj^l ^ffiAll “Bizi doğru yola,
kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet”. (Fatiha, 1/5). Duasıyla
Ma’bûdu bi’l-Hakk’a iltica edildiğini ifade eder.(Sultan Veled; 2010: 336-337).
Ona göre mücâhede yolunda çekilen
meşakkatler karşılıksız kalmaz, kul çok büyük ecre, mükâfata, gönül huzuruna
cennet nimetlerine nâil olur. İbâdet ve mücâhedeyi terk edenler yaptıkları
fenalığın farkındadır, her daim sıkıntı yaşarlar ve çektikleri ızdırabı her ne
kadar gizleseler de rıhlet ve mihnet zamanında hissettikleri ortaya çıkar,
nedâmetle tevbe kapısına yönelirler; fakat ömrünü mücâhedeyle geçirmiş kişi
hiçbir zaman elem ve nedâmet duygusunu yaşamaz (Sultan Veled, 2010: 338).
İntihânâme’sinde nefisle mücâdeleden
bahsederken canı elbiseye, nefsi elbisenin üzerindeki kire benzeterek bu kirin
ancak mücâhede suyuyla temizleneceğini, böylece insanın makbul kullar zümresine
dâhil olacağını ifade eder. Aynanın pası mücâhede ile temizlenmeli ki oradan
Hakk’ın cemâli müşâhede edilsin (Sultan Veled, 2010: 348). Sultan Veled’e göre
din yolunda mücâhedeyi asıl itibariyle pâk olanlar yapar, zira onun kirleri
ârızîdir. Necâset bulaşmış elbise yıkanabilir; fakat aslen necaset olan
temizlenemez (Sultan Veled, 2010: 489).
Yukarıdaki ifadelerden de
anlaşılacağı üzere Sultan Veled, mücâdeleyi ve mücâdelenin devamlılığını
zorunlu görmektedir. Zira ona göre mürşid-i kâmile intisap etmek onun
sohbetinde bulunmak daha mühimdir, deryadaki gemi gibi tâlibi, maksuduna çabuk
ulaştırır. Cehd ve taat ise karada yaya olarak menzilden menzile yürümeye
benzer, bu yolda endişe ve meşakkat fazladır. Cehd ve taatte devamlılık bir
mürşid-i kâmile kavuşmak için elzemdir (Sultan Veled, 2010: 367). Zira mürşid-i
kâmilin bir gün sohbetinde bulunmaktan hâsıl olan fayda, aylarca yıllarca
yapılan mücâhedeyle elde edilemez (Sultan Veled, 2011: 258-259).
·
2.1.13.2.
Riyâzât
Riyâzât, riyâzet kelimesinin
çoğuludur. Riyâzet; sözlükte idman, eğitme, terbiye ve ıslah
etme, boyun eğdirme; çekici ama zararlı şeylerden uzak kalma, zor ama faydalı
şeyleri yapma, kendini alıştırma anlamlarında olup tasavvuf ıstılahında ise;
nefsin arzularını kırmak maksadıyla bedeni zor ve çetin işlere koşma, diğer
taraftan sürekli olarak zihni ve düşünceyi mâsivâdan uzaklaştırıp Allah üzerinde
yoğunlaştırmaktır Şeyh Hazretleri Fütûhat’ta riyâzetin nefsi zelil etmek,
kulluk yularıyla yularlamak, kendi katında da riyazetin nefsi toprak gibi
yapmak olduğunu iyi kötü ona ayak koyulduğunda elem çekilmeyeceğini bildirir
(Uludağ, 2012: 297-298; Ankaravî, 2012: 221).
Nefsi terbiye etmede açlık ve
perhizin (riyâzet) önemine dikkat çeken Sultan Veled, hayat yolculuğunun
sonunda pişman olmamak için yemeği bırakıp açlığı tercih ederek taate devam
etmek gerektiğini ifade eder. Ona göre, velîlerden başkasının ihtiyacından
fazla yemesi haramdır. Fazla yemek, kalbi aydın olanın kalbini karartır. Nurlu
olan canı, nârî olur. Az yemek, kalbi güneş gibi nurlandırır. Kötü gıdaları
terk eden riyâzet çeşmesinden enva-ı çeşit rızıklara nâil olur. Ölmeden önce
ölmek sırrına riyâzet ve mücâhede ile erilir. Dünyaya ait işler de gönül
aynasını paslandırır. Bu pas; riyâzet, aşk, sıdk ile cilalandığı zaman oradan
Cemâlullah ve eserleri zuhur eder. Oruç ve perhiz (riyâzet) gibi açlıklardan
din gıdalanır ve güçlenir. Zahmet ve meşakkate katlanarak mânevî atiyyelere
nâil olunur (Sultan Veled, 2011: 72; Sultan Veled, 2011: 36; Sultan Veled;
2011: 195-197).
Sultan Veled’e göre insanın kalbi
riyâzetle temizlenir, cilalanır; böylece gayb âlemiyle bağlantı oluşur, gönül
aynasında o âlemin hali ona görünür. İnsân-ı kâmil olan evliyâ, Hakk’ın makbul
kulları ve yardımcıları olmalarındandır ki bu kerâmetler evliyâdan riyâzetsiz
ortaya çıkar. Ona göre papazlar bile riyâzetle (az yeme içme, açlık ile az
uyumak) kişinin ne yediğini, ne yaptığını, ne yapmak istediğini gayb âleminde
görüp haber verebilirler (Sultan Veled, 2011: 235- 236).
·
2.1.14.
Can
Lügat olarak ruh; nefis, hayat
manasında olan can, tasavvuf ıstılahında rûh-ı İnsanîdir ve nefes-i Rahmânî ve
Hakk’ın tecellilerinden kinâyedir. Tarikatlarda özellikle Mevlevîlik’te
dervişler birbirlerine “can” tabirini kullanırlar, isimlerinin akabine “can”
eklerler, “Velî can, Ali can” gibi. İhvanlardan söz edilirken de “canlar”
tabiri kullanılır (Şimşek, 2017: 69).
İnsanda bedenî hastalıklar olduğu
gibi rûhî hastalıklar da vardır. Bedenin hekimleri “Şunu ye, bunu yeme, şu
ilacı kullan” der. Can ve gönlün hekimleri olan peygamberler ve erenler de
canın (rûh) arı (duru) olması için yol gösterir: Yalan söyleme, kanaatkâr ol,
haramlara yaklaşma, az ye, az iç, övülmekten nefsini uzak tut, namazı ve zikri
artır, gece gündüz mücâhedede bulun, diyerek Yûsuf olan canları beden
kuyusundan çıkarmak için gayret gösterirler. Zira Cenâb-ı Hak, canı, beden
kuyusunda hapsetmiştir. İnsan Hakk’ın canıdır, canını canâna kavuşturmak için
ten kafesindeki canını kurtarmalıdır, dünyaya gönderiliş gayesi de budur
(Sultan Veled, 2014: 165, 220-221, 223). İnsanın canı dünyadan sürekli kaçar,
Hakk’a meyleder; çünkü O’ndandır. Beden ise dünyadan var olmuştur (Sultan
Veled, 2014: 231). Ne mutlu tamamen can olan cisme, can gibi mesut bahtiyârdır.
Yazık olur o cana ki ten tarafına meyledip ten gibi belâ ve mihnet içinde kalır
(Sultan Veled, 2011: 130). Canın (rûh) ızdırabı, elemi, araya nefsin girmesiyle
Hudâ’dan ayrı düşmesidir. Dünyaya ait hiçbir şey onu huzura erdirmez. Izdırab
ve elemden kurtulmanın çaresi Hakk’ın nuruyla birleşmektir (Sultan Veled, 2011:
327). Ten eksildikçe canın nuru artar, nur arttıkça da can tenden uzaklaşır
(Sultan Veled, 2011: 315). Sultan Veled canı (rûh) suya, bedeni ise testiye
benzetir. Su, her ne kadar testide hoş, tatlı olsa da olması gereken yeri
ırmaktır; çünkü ırmakta yüzlerce kat daha hoş ve tatlı bir hal alır (Sultan
Veled, 2014: 303). Her can, deryadan (asıl) ayrılan katre misalidir. Katre, yalnız
kaldığında güneşin harareti onu kurutur, toprak ve yel onu yok eder; ama
katreler birleşince güçlenir, sel olur, deryaya kavuşur. O halde canını
kurtaran, velîye intisap edilmelidir ki diğer canlarla kuvvet bulsun. Can
şehrine yol alsın (Sultan Veled, 2014: 327).
Sultan Veled, Rebâbnâme’sinde
rûhu (can) saf ve berrak suya, kötü fikirleri suyun üzerindeki çer çöpe
benzetir. İnsan kötü fikirlerden, dünya meşgalelerinden, mâsivâdan kendini
temizlediğinde canın (rûhun) üzerinde canânın cemâlini görür. Ona göre can
nakşının aynası, mü’mindir ve onda canın (rûhun) yüzü görülür (Sultan Veled,
2011: 29). Sultan Veled’e göre canların bazıları âli, bazıları ise dûn (alçak)
olup sayısız mertebeleri vardır. Her canın Hak’la olan irtibatı farklıdır. Her
bir vücud, canla zindedir. Zâhirde kâmil insan olarak görünen kişi, hakîkatta
nâkıs olabilir. Cenâb-ı Hak, iyi ve kötünün dünyada gizli olması için bir perde
açmış, böylece gaybın sırları halktan gizlenmiştir (Sultan Veled, 2010: 395).
Sultan Veled, can
şehrinden, can âleminden bahseder şöyle ki, orası lâmekândır; orada enginlik,
yükseklik yoktur. Orada üst ve alt keyfiyetsizdir. Can âlemi, baş gözüyle
değil; can gözüyle görülebilir. Can iklimindeki âsmân, cihân âsmânını hükmü
altına almıştır. Bir de can mescidi vardır ki âşıkların mescididir. Tavansız ve
kapısızdır. Secde ve rükû, başsız ayaksız yapılır. Çünkü orada artık vücud
yoktur. Sultan Veled, İntihânâme’de can Kâbe’sine de vurgu yapar.
Müntehâ olan can Kâbe’sine vâsıl olan katre can, derya olur (Sultan Veled, 2010:
327-335-386-442517).
·
2.1.15.
Nur
Lügat manası olarak nur; aydınlık ve
ziya manasında olup zulmetin zıddıdır (Firuzabadi, 1305/1888: 134).
Tasavvuf ıstılahında; Allah’ın isimlerinden biri;
Allah’ın zâhir ismiyle tecelli
etmesi, tüm eşyanın sûretlerinde kendini gösteren İlâhî varlık. Maddenin
kalpten uzaklaştırdığı İlâhî feyz ve dini bilgileri açığa çıkarmada araç olan
ışıktır (Uludağ, 2012: 280).
Sultan Veled’e göre Fâtır-ı Hakîm
(Hikmetle yaratan), insanı zulmette yaratmış, sonra zulmet üzerine nurundan
serperek nur ve rü’yetini bahşetmiştir. Kimin üzerine Hakk’ın nuru isabet
ettiyse kimya gibi o nur damlası, bakır olan cismini altına tebdil eder (Sultan
Veled, 2010: 286). Âdi taş hükmünde olan bedeni nurun etkisiyle la’l olur ve bu
nurdan herkes emeline nâil olur (Sultan Veled, 2010: 287).
Sultan Veled, Rebâbnâme’sinde
nurun iyi kötü herkese isabet ettiğinden fakat niteliğinin farklı olmasından
bahseder. İsabet eden nurun miktarına göre mertebe elde edilir (Sultan Veled,
2011: 129). Bunun içindir ki enbiyâ ve evliyânın Hakk’a
(Hakk’ın nuruna) kurbiyetleri derece
derecedir. Enbiyâ ve evliyânın hepsi de vuslatta kendinden ileri olan bir velî
ile mülâki olmayı arzulamıştır. Hz. Mûsâ’nın Hz. Hızır’ı arzu etmesi bundandır.
Yine Cüneyd, Şiblî, Bâyezid Hazretleri de vuslatta kendilerinden önde gizli bir
merd-i Hudâ’ya tâlibdiler. Zira Hakk’ın nuru, onlarda daha fazla parlamaktadır.
Böyle bir merd-i Hudâ Hakk’ın nurunu neşreden nurlu mekânlardır. Asıl talep
edilen ise Bâri-i Teâlâdır (Sultan Veled, 2010: 184).
Sultan Veled, ezel ve ebed sultanı
Zât-ı Bâri’yi anlattığı satırlarda bütün mevcûdâtın, âlemdeki varlıkların
Hakk’ın nuruyla diri olduğunu ve O’ndan feyz aldığını ifade eder. (Sultan
Veled, 2011: 4). Her mahlûkata O’ndan bir nur damlamıştır (Sultan Veled, 2011:
128) . Ona göre yaratılış vücuda benzer, Cenâb-ı Hak ise o vücudun canı
mesabesindedir (Sultan Veled, 2010: 175). Sultan Veled, tekrarların sebebinin
insanların unutmak hâssasına sahip olması olarak açıklarken “...insanda
diyorum; Hakk’a tâlib olan ‘şâhidde’ demiyorum”. Cümlesinde şâhid olarak
isimlendirdiği velinin, Hakk’ın kendisi olduğunu, Hudâ’nın nurunun can gibi
bedenini kaplayarak ayn-ı nur olduğunu vurgular (Sultan Veled, 2010: 400).
Evliyânın nazarı daima Hakk’ın nuruna yönelmiş ve o nura bağlanmıştır. Halk ise
kendinde var olan nurun farkında değildir, dünyaya meylederek gönüllerini
candan ve Hakk’ın nurundan uzaklaştırmışlardır (Sultan Veled, 2011: 27).
Sultan Veled nurun ezelî olduğunu şu
sözleriyle ifade eder: “Ceddimiz Bahâeddin Veled ki nurun nuru ve Hakk ’ın
gizli sırrıdır. O, merdân-ı Hudâ ’nın serveri idi. Sultanlığı burada verilmiş
değil, ezelîdir”. (Sultan Veled, 2010: 383).
Güneşin nurunun güneşten ayrılmayıp
onunla gelip onunla gittiği gibi evliyânın nuru da Hudâ’nın nurundan ayrı değildir.
Evliyâ, o nurun anâsır âlemindeki aksidir (Sultan Veled, 2010: 287). Gökler, bu
aksten aldığı güçle direksiz durmakta arz ise su üzerinde sâbit kalmaktadır.
Bunun gibi anâsır âlemine ait her şey, bu nur ile gerçekleşir. Lâmekânda ise
nurun aslı olan Sâni-i Hakîm’in enva-ı çeşit icadları vardır. O halde fer’i
bırakıp asla tâlib olmak gerektir. Zira aksin bekâsı yoktur. (Sultan Veled,
2010: 287). Dünyadaki fâni eserlerden Hâlık-ı Kerîm’e yol bulmalı ki asla vâsıl
olunabilinsin (Sultan Veled, 2010: 288). Her kim anâsır dünyasından, beden
zindanından kurtulup cihetsiz
âleme yönelirse Hakk’ın nuru olur, artık Hudâ’yı onun nuruyla görür (Sultan
Veled, 2010: 375).
·
2.1.16.
Gönül
Lügatte gönül; bir nesneyi geriye
döndürmek, çevirmek ve bir kimsenin yüreğine vurmak yahud dokunmak
mânâsındadır; gerek hakiki olsun ve gerek mânevî olsun ki gönüle dokunmak tabir
olunur. Akl ve hûş mânâsına da istimal olunur. Ve her şeyin lübbüne, mahz ve
hâlisine denir (Âsım Efendi, 2013: 616-617). Kökeni Türkçe olan gönül
kelimesinin Arapça karşılığı kalb, Farsça karşılığı dildir. Mevlânâ ve diğer
mutasavvıflara göre gönül-kalb, insan göğsündeki kan pompalayan et parçası
olmayıp ruh beden arasındaki ilişki gibi o et parçasına keyfiyetsiz taalluk
eden nuranî bir latifedir. Aynı zamanda gönül, insan varlığında melekût
âlemindeki arşın insan varlığındaki mukâbiliydi (Küçük, 2015: 188-189).
Sultan Veled, gönlü aynaya benzetir.
Riyâzet ve taatle, gönül aynasının gaflet pası temizlenir. Ona göre sıradan
insanlar da riyâzet ile gönlü saflaştırır ve halkın sırları bu cihanın
nakışları onda ayan olur. Evliyânın saf olan gönlü ise bulunduğu her bir
makâmdaki nakışlara, sırlara ayinedârlık yapar. Önemli olan gönlün nereye bağlı
olmasıdır (Sultan Veled, 2011: 236).
Gönlün içi maddî unsur itibariyle
görünmez ve sûretsizdir (Sultan Veled, 2011: 256). Sultan Veled, kâmil şeyhin
hallerinden, insana lütuflarından bahseder, akabinde bu sözleri ancak gönül
kulağına yani akıl ve mânevî bilgilere sahip olanların anlayabileceğini ifade
eder (Sultan Veled, 2011: 315).
Sultan Veled, İbtidânâme’sinde
gönlü Süleyman’a (as) benzetir ki cinlerden sayısız askerleri mevcuttur. Gönlün
de onun gibi sayısız kulları, askerleri vardır. Süleyman’ın (as) pâdişâhlığı
gibi gönül de insanın özünde pâdişâhtır. Pâdişâhlık buyruğu ise yüzükle devam
eder. Dolayısıyla gönül, yüzüğü korumalı ki bedene, nefsin ve şeytanın
ordularına karşı durabilsin. İnsan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu cüz’î
iradesini kullanarak nefsin ve şeytanın ordularıyla mücâdele etmelidir. (Sultan
Veled, 2014: 191-192).
Gönül ehlini hor görmemeli, ona değer
vermelidir. Zira gönül, Hakk’ın hazinesidir (Sultan Veled, 2010: 311). Gönül
ehli, Kafdağı’na ulaşabilen huma
kuşudur (Sultan Veled,
2010: 352). Gece gündüz, gizli açık, can-u dilden gönül ehli aramalı, ona tâlib
olmalıdır. Nitekim Hz. Mûsâ, kendi büyüklüğüne rağmen bir ehl-i dile (Hızır)
tâlip olmuştur. Onlar Hakk’ın matlûbu ve sırrıdır. Gâye-i hayalleri, Hakk’a
vuslattır (Sultan Veled, 2010: 426; Sultan Veled, 2014: 191-192).
Merd-i Hudâ’nın gönlü, Cenâb-ı
Hakk’ın otağıdır ve Hakk’ın cemâli bu gönül aynasından zuhûr eder, müşâhede
edilir. Bunun içindir ki; bir ehl-i dil aramalı, ona meyletmeli ve onda Hakk’ı
bulmalıdır (Sultan Veled, 2010: 531). Hakk’ın tahtgâhı olan
gönlü levsiyattan, mâsivâdan temizlemeli, gönlün arzusu olan ibâdet zevkini ona
tattırmalı, Hak’tan gayrısına gönül vermemelidir. Zira Hakk’ın olmadığı gönle
şeytan otağını kurar. Mü’min bu konuda teyakkuz içinde olmalıdır (Sultan Veled,
2010: 377, 385). Kişi bir konuda tereddüt ettiğinde doğru olanı yapması için
gönül ona yardım eder, bu gönle ait güzel bir vasıftır (Sultan Veled, 2014:
190-191).
·
2.1.17.
Zikir
Lügatte zikri lisanidir ki anmak ve
yâd etmek anlamındadır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’e ıtlak olunur. Ezberde tutma,
anma, hatırlama manasınadır. Kuşeyrî zikri şöyle târif eder: Hakk Sübhânehu ve
Teâlâ’ya giden yolda (riâyeti lüzumlu) kuvvetli bir esastır, hatta bu yolda
temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka bir şekilde hiçbir kimse
Allah’a ulaşamaz. Zikir iki nevidir: dilin zikri, kalbin zikri. Kalbin daimî
zikri mertebesine kul, lisan zikri ile vâsıl olur. Tesirli olan kalp zikridir.
İmdi kul, hem dille hem kalple zikir hâlinde olursa sülûk hâlindeki vasfı
itibariyle kemâle ulaşmış olur (Firuzabadi, 1305/1888: 869; İbn Manzur,
1707-1507; Kuşeyri, 2007; 253).
Semâ ve yeryüzü ehli, cemadat,
nebatat, hayvanat âlemi (yırtıcı hayvanlar, kuşlar) dört unsur (toprak, hava,
su, ateş) zerreden şemse bütün mevcudât, kendilerine has hâl ve dilleriyle
Hakk’ı zikrederler. Fâtır-ı Hâkim’in verdiği görevleri de bihakkın yerine
getirirler ki bu da bir nevi ibadettir. Varlık içerisinde insan zümresi vardır
ki bir kısmı akıl ve şuur sahibi olmasına rağmen yaratıcısından ve yaratılış
gayesinden bîhaber; geçici dünya zevklerine meftun, tefekkür, zikir ve
ibadetten yoksundur. Bir kısmı da isteyerek ve şuurluca ibadet ve taat
içerisindedir. Bir kısım daha vardır ki zorla ibadet eder ve bundan da mükâfat
umar. Dost, düşman, canlı, cansız bütün varlık ibadet ve zikirdedir (Sultan
Veled, 2014: 294-295).
Sultan Veled, dünyanın aldatıcılığı
ve bedenin cehenneme sürükleyen arzuları karşısında zikir ile korunulması
gerektiğini şöyle ifade eder:
Hakkın adını an da ona üfle böylece
onun azgınlığını yatıştır;
Allah ’ı kal ’a edin de canını onun
düzeninden kurtar.
O sebepten merhametli Tanrı, onu
def’etmek için Kur’an’da bize buyurdu ki beni çok anın da o düzencinin
cefasından kurutulun.
Beni anış onun elini, ayağını keser;
saç gibi onun sırrını başından kazır, tıraş eder.
Beni anış; ona karşı keskin bir
kılıçtır; şüphe yok ki onun damarını, iliğini keser.
Böyle yaparsan ondan kurtulursun;
düşman sana karşı kör olur muradsız kalır (Sultan Veled, 2014: 458).
Sultan Veled, ebedî âlemi, cenneti
tasvir ederken Hudâ’nın ihsan ettiği bütün güzelliklerin, cennet nimetlerinin,
dünyada atılan tohumların birer semeresi olduğunu şöyle ifade eder: “Hepsi
de yapılan işlerden var olmuş; her köşkün taşı, kerpiçi zikirle dirilmiş,
zikirden var olmuş. Zikir, vird, namaz diriliktir; gerçeklik, yanış, niyaz,
hayattır”. Dolayısıyla dar-ı dünyada kulun Hakk’ı zikretmesi, O’nu
hatırlayıp anması, cennet nimetlerinin neşv-ü nema bulmasına vesiledir. Ondaki
her bir nimet, kuru da olsa yaş da zikirle diridir (Sultan Veled, 2014:145).
Sultan Veled, Yûnus’un (as) balığın
karnından Allah’ı anışla, zikirle kurtuluşunu örnek gösterir: Âlem deniz,
lisanın bedeni balık, canı, özü ise Yûnus (as) misalidir. İnsan da Hakk’ı
noksan sıfatlardan tenzih ederek, O’nu anarak beden balığından kurtulmalı, her
şeye sözü geçen Zât-ı Zülcelâl’e sığınarak o âlemin denizinden sahil-i selamete
ermelidir (Sultan Veled, 2014: 459). “Hakk’ı zikir, O’na muhabbet ve vefadan
kaynaklanır”. (Sultan Veled, 2011:141). İnsanın bedeninden kurtulması,
O’nda ölmesi, yok olması da Allah’ı anıştır (Sultan Veled, 2014: 459).
Hak tarafından gelen koku, kişiyi o
âleme çağırır. Koku (şevk ve neşe) tarîkat esasında vuslatın ta kendisidir.
Dolayısıyla koku elzemdir. Sultan Veled, kokuyu (Hak’tan çağrıyı) elde etmek
için kişinin zikir ve ibadetle meşgul olması gerektiğini ifade eder (Sultan
Veled, 2010:180).
“Çünkü zikir, mezkûrdan ayrılamaz,
öyleyse sen de zikirde mezkûru gör!” diyen Sultan Veled’e göre Hakk’ın
ismi kendi Zâtından ayrı değildir. Bunun içindir ki evliyâ O’nun isminde Zât-ı
Bârî’yi görür. Zikirde aslolan, isimde müsemmayı görmektir. Ancak bu şuurla
yapılan zikir ve taat insanı diri kılar. Rabbe kurbiyet sağlar (Sultan Veled,
2010:263). Zikirde ihlas ve samimiyet esastır. Ancak riyasızca yapılan zikir ve
taat, insanı makbüller zümresine ilhak eder; la’l taşının güneşten renk aldığı
gibi insan da zikir sayesinde Allah’ın boyasıyla boyanır. Zira Kur’an “^1 4*j^”
buyurdu (Sultan Veled, 2010:463).
Sultan Veled’e göre; halk-cemaat
insanın kalbindeki zikir, bedeni ise cami hükmündedir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber’in “ ^^j feUşdl” ifadesinde kastettiği mana zikirdir. Hz.
Peygamber’e tabi halk topluluğu değil, bu cemaat insanların gönüllerinden sudûr
olan zikirlerden müteşekkil mânevî bir cemaattir. Kemmiyet planında
zikir arttıkça cemaat artar (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 357; Sultan Veled,
2011: 297-298). Zikredilen şey kalpte iz bırakır; “İyilerin zikrinden iyilik,
kötülerin zikrinden kötülük meydana gelir”. (Sultan Veled,2011: 324).
·
2.1.18.
Tefekkür
Arapça bir kelime olan tefekkür,
sözlükte “düşünmek” manasındadır (Firuzabadi, 1305/1888:71). Tasavvuf
ıstılâhında ise tefekkür; kalbin kandilidir. Tefekkür giderse kalbin ışığı
söner. Tefekkür, seyr ilellah, seyr fillah ve seyr billâhtan ibâret olup,
mevâni’inden (engellerinden) tecrîd-i zâhire ve Hakk’ın temyizinden tefrîd-i
bâtına mevkuftur. Aradığını elde etmesi için şeylerin anlamları ve kavramları
arasında kalbin faaliyette bulunması muhakeme, hayrı ve şerri görmeye yarayan ışık;
vicdan manasınadır (Uludağ, 2012: 348-349; Şimşek, 2017: 349).
Fikir, kalbin ameli, aklın ve ruhun
neticesidir. Hakk’ın lütf-u ihsânı olması hasebiyle amelden üstündür. Nitekim
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur: ^^
’Ut^ ja jjâ feUı jSİj “Allah’ı tafekkür (Onun
kudretini düşünmek), yetmiş yıllık ibadetten hayırlıdır”. (Aclûnî,2000,
Keşfu’l-Hafa, I/356). Vücut ile yapılan ibadet iradidir ve hakikatte fikir için
vardır, fikri harekete geçirir. Amel ağaç, ağacın meyvesi ise ille-i gaye olan fikirdir.
Fikir ebedîdir; çünkü tefekkür ettiği canın yolculuğu canan tarafınadır (Sultan
Veled, 2011: 20 -24).
Zikir merkezli fikir, cismi hayra
yönlendirir. Beden, fikir elinde alettir. Zikirle fazla meşgul olanın fikri,
canı zindedir. Hak katında zikir ile fikir eşittir. Zira ikisi de sevgi ve vefa
timsalidir (Sultan Veled, 2011:297). Sultan Veled, fikri, Hakk’ın insan ruhuna
bağışladığı atiyye olarak ifade eder (Sultan Veled, 210: 178).
Sultan Veled, mekânsızlık âleminden
ilâhî sırlardan bahsederken akıl ve fikirden geçilmesi gerektiğini şu sözüyle
ifade eder: “Akl ve fikri bırak da sıdkını artır! Ta ki her lahza bâkir bir
lütfa tecelliye nâilolasın”.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi cisim,
fikir elinde alettir. Sultan Veled, fikirleri şahıslara, insan vücudunu şehre
benzetir. Bu şehirde iyi fikirler din askerleri olup aklın emrindedir. Kötü
fikirler ise şeytandandır ve nefsin emri altındadır. Hangi fikir galib gelirse
beden o hale bürünür. Hakkın inayetiyle akıl yoluyla nefse galib olunursa fenâ
fikirler tamamen yok olur. Artık meleklere benzeyen iyi fikirler vücuda hâkim
olur. İnsan, artık can âsumânı olur ve meleklere arada seyran eder (Sultan
Veled, 2010:298-299).
İnsanın rûhu
temiz, saf suya benzer. Kötü fikirler de suyun üzerinde bulunan ve onun
görünmesine engel olan çer çöp gibidir. İnsan, hayat suyunda canın güzelliğine
ulaşmalıdır. Tenden ve nakıştan doğan fikirler ırmak üzerindeki pislik,
süprüntü gibidir. Canın güzelliğini görmede engeldir. Bu fikirleri gönülden
atmak gerek; fakat havassın (seçkinler), abdalın (evliyâ) fikirleri canın
kendisidir. Nitekim ırmağın üzerindeki nakışlar (dalga, kabarcık, çizgi) suyun
bizzat kendisidir (Sultan Veled, 2011: 29).
·
2.1.19.
Samt (Susmak)
Sözlük manası; kıllet-i kelâm. Sükût;
susmak, hamuş olmaktır. Sessiz olmak, konuşmamak, bilâ-kelâm manasındadır.
Tasavvuf ıstılahında ise samt; sükût etmek ve bir mecburiyet olmadan konuşmamak,
konuşunca da gerektiği kadar konuşmak esastır. Samt iki türlüdür: Birincisi
zâhiri sükût olup lisanın konuşmamasıdır. İkincisi ise bâtınî sükûttur ki
zihnin ve kalbin konuşmamasıdır. Dil, sükût olsa dahi zihin mâsivâ ile meşgulse
bu susma makbul değildir. Zira tefekküre dalmak için sükût edilir (İbn Manzur,
1707:2493; Uludağ, 2012: 306-307).
Tahkiki imanı elde edememiş, gönül
kulağıyla dinlemeyen kişilere karşı “Vazgeçtim bundan: Gene susmayı anlatışa
döndüm. Susmak denize benzer söylemekse balığa” der (Sultan Veled, 2014:
22). Sultan Veled’e göre susmak, söylemekten üstündür. Bu üstünlük, susan
kişinin hususiyetlerine bağlıdır. Bilgisizleri bilgilendiren, bilginleri ise
göğün yücesine çıkaran sözüyle ölü gönülleri dirilten ve birçok inciler delen Hakk’ın
ledün ilmine mazhar olan kişilerin susması, sözden daha iyidir. Onlar susarak
da nice gönülleri ihya ederler. Kastedilen bilgisiz, hakikate kapalı, Hakk’ın
nurunun olmadığı gönle sahip olanların susması değildir.
Hücviri Keşfu’l Mahcub adlı eserinde
şöyle ifade eder:
Söz iki nevidir. Sükût da iki
nevidir. Sözün bir kısmı hak, bir kısmı da bâtıldır. Sükûtun bazısından maksat
bazısından gaflet hâsıl olur. O halde her insanın konuşma halinde de susma
halinde de nefsinin yakasına sarılması lazımdır. Şayet söyleyeceği söz hak ise
o halde sözü sükûtundan üstündür; batıl ise bu durumda susması konuşmasından
efdaldir. Susmak, maksadın hususu veya müşahede için olursa sükût sözden daha
iyidir. Susma sebebi hicap ve gaflet ise bu takdirde söz sükûttan üstündür (Hücvirî,2016:
417).
Sultan Veled, Mesnevî’de de geçen Hz.
Osman’ın susmasını örnek gösterir: “Osman gibi susan nerede ki susuşu sözle,
sesle, ünle dopdolu olsun. Gönlü hikmet pınarları gibi coşan evliyanın
susmasıyla hikmet, bilgi, akıl, fikir, zevk, şevk insanın gönlüne akar ”.
Hz. Osman halife olunca hutbe irad etmek için minbere çıktığında bir şey
söyleyememiş. Ebu Bekr ve Ömer burada hutbe okurlardı, ben de okurum elbette;
Allah’ın beni de sizi de yargılamasını dilerim, diyerek minberden inmiş, namazı
kıldırmıştı. Onların susuşu da birçok hikmete mebnidir. Hz. Peygamber de vahiy
esnasında susardı, ruhu ve bedeni vahyin ağırlığından etkilenirdi. O hâl
geçince artık sıra söze gelirdi. Denizin suyunun kaplara doldurulması gibi
ilahi mesaj da harflere bürünerek insanlara hayat bahş olurdu (Sultan Veled,
2014: 23-24).
Bazen susmayı
tercih eden Sultan Veled, susmayı neliksiz, niteliksiz, ucu bucağı olmayan,
içinde bereket barındıran denize benzetir: “Susmak; gönlünde bir denize
benzer, içten içe harfsiz söz söylemektir”. (Sultan Veled, 2014: 20).
·
2.1.20.
Semâ-Ney-Rebâb
Semâ, sözlükte; işitmek, kulak vermek
ve dinlemek mânâsındadır (Âsım Efendi, 2013: 3380). Tasavvuf ıstılâhında;
raksetme, devrân etme, dinlenen dinî mûsikinin tesiriyle coşup dönmeye denir
(Uludağ, 2012: 312). Semâ, hâl sahiplerinin teneffüs yapmaları, meşguliyeti
olanların sırlarını hazır vaziyete getirmeleri, (mürid ve mücâhede
sahiplerinin) vaktin getirdiği yorgunluktan uzaklaşıp hoş bir zaman geçirmeleri
maksadıyla yapılır (Kelâbâzî, 1904: 160-161). Necmeddîn Kübra’ya göre semâ
yapan kişiye bast hâli mâlik olur, onu hâkimiyeti altına alır. Şeyh ise bu
durumdan uzaktır, aksine o halleri kontrol edebilir (Gökbulut, 2010: 249).
Semâ, bir raks değildir. Semâ halinde
insan aşk, şevk, vecd ile kendi varlığından geçer. El, ayak ve akıl gibi
cihazâtını artık hissetmez ve tamamen mahvolur. Bu yönüyle semâ, nübüvvete
benzer. Nitekim Zât-ı Akdes dağa tecellî edince dağ, Hakk’ın azametinden
paramparça olmuş, bu olay karşısında Hz. Mûsâ bîhuş olarak yere yuvarlanmış ve
o halde eve götürmüşlerdir (Araf, 7/143). Bununla beraber her görülen semâ
değildir, asıl semâ kendinden geçmektir. Sultan Veled’e göre semâdan sarhoş
olmayan hoşluktan, zevk ve şevkten nasipsiz demektir. Mânâ bakımından yücelmiş
olsa da bu kişi münkirdir ve sözlerinin dinlenilmemesi gerekir (Sultan Veled,
2014: 84).
Sultan Veled, semâın başlangıcını Intihânâme
'sinde şöyle zikreder:
Hz. Mevlânâ, bulûğ zamanından beri üç
gün oruç tutar, üç günde bir iftar açar ve bunu da istifrağ ile çıkarırdı. Gecelerini
sabaha kadar evrâd ve ezkâr, namazla ihyâ ederdi. Sahip olduğu makâmât ve
tecelliyâta ibâdet, zühd ve takva ile nâil oldu. Hz. Mevlânâ, evliyânın mâşûku
ve sultanı olan Şemseddin Tebrîzî’yi basiret gözüyle görüp, onun fevkinde
kimsenin olmadığını fehmederek ona âşık bir mürid oldu. Onun emirlerine can-ı
gönülden itaat ederdi. Şemseddin Tebrîzî: “Semâ’a gel! Semâ et! Talep ettiğin
semâ ile artacaktır”. Diyerek Hz. Mevlânâ ’yı semâ ’a dâvet edince, daha önce
semâ’a hiç şurû etmeyenMevlânâ, semâ’a başladı. Semâ ile birlikte gönlünde
inşirah ve inbisat hâsıl oldu. Hâlinin ziyadeleştiğini gören Hz. Mevlânâ, artık
semâ’a sıkıca bağlandı, hiç terk etmedi. Semâ onun tarîki ve âyini oldu.
Müridleri de aynı feyze ıttıla’a nâil olmak için semâ ile meşgul olup, hepsi de
semâ’dan müstefid oldular. Peygamber Efendimiz’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ümmeti, namazı, Hz. Peygamber’in namazındaki huşû ve hudû ile edaya güç
yetiremese de Peygamberlerine olan muhabbet ve bağlılıklarından dolayı namazı
şeklen de olsa muhafaza ederler ve namazın rûhu olan mirâcı yaşamaya
çalışırlardı. Öyle de, tarîkat ehli yaranlar, semâ ’ın sûretini şeyhlerinden
gördükleri üzere muhafaza ediyor, semâ’a devam etmek sûretiyle maksudlarına
ulaşacaklarını ümid ediyorlardı.
Sultan Veled’e göre semâ, âşıklara
can gıdası, rehber; âşık olmayanlara rehzendir (engel). Nefsin hevâ ve
arzularına uyan halka semâ haramdır. Çünkü semâ ettiklerinde kötü halleri
ziyadeleşir. Hakk’a tâlib olan kulların semâ etmesi ise taleplerini artırır. Bu
durumda semâ câizdir. Semâ, günümüze kadar tarikatın âdeti olarak devam etmiş,
yâranların toplanmasına vesile olmuştur (Sultan Veled, 2010: 417-418).
Sultan Veled, Dîvân’ında
semânın keyfiyetine dair şu dizelere yer verir:
Dün gece âşıkları sıra olmuş gördüm
semâda; hırkalarını göbeklerine kadar raks ederek yırtmışlardı semâda.
Çalgıcıların Dâvûdî nağmesi bizim
içimize kadar işledi; onunla Süleyman kuşların sırrını işitmişti semâda.
Her taraf onun aşkında kıyametti
sanki neyzenler neyi sûr gibi üflemişlerdi semâda. Gönlü cezbeden sâkilerden
hayat veren şaraplar; âşıklar o şarapları içmişlerdi semâda.
Onun arzusunda yapraklarını
dökmüşlerdi, sonbahardaki asmalar gibi; boyları posları taze dal gibi eğilmişti
semâda.
Bazen Tanrı'nın yeryüzünde secde
ediyorlar, bazen canânın arşında kanat çırpıyorlardı semâda.
Arş ve yeryüzü, her biri canın
içindedir; bütün gayb lezzetlerini gönülden tatmışlardı semâda.
Hem meleği hem arşı hem de bu
yeryüzünü dışarıda aramışlar; ama kendi içlerinde görmüşlerdi semâda.
Canları taş gibiydi; ama güneş
ışığıyla lâl olmuş ve kendi varlıklarından kurtulmuşlardı semâda.
Ham meyveler gayb âleminin dallarinda
ezelî güneşle iyice olgunlamıştı semâda.
Veled, Hakk'ın güzellik
gülistânındaki vuslat bahçesinde yüz binlerce çeşit nimet yemişti semâda (Sultan Veled,
2016: 236).
Neye gelince, sözlük mânâsı olarak
üflenerek çalınan nefesli bir çalgı olan ney, tasavvuf ıstılahında; ince bir
perde içindeki sevgilinin makâmı, sevgiden haber vermek, sevgilinin sunduğu
kadeh, mürşid-i kâmil anlamlarına gelir. Esas vatanı olan rûhlar ve kutsiler
âleminden ayrılarak bu dünyaya gelen insan rûhu; gurbet ellerindeki beşer
ruhudur (Uludağ, 2012: 277).
Ney, tasavvuf kültüründe özellikle
Mevlevîlik’te çok önemli yeri hâizdir. Ney, kamış ağacından yapılır.
Kamışlıktan koparılarak iki ucu kesilip yaprakları sıyrılarak temizlenir. Biri
altta, altısı üstte olmak üzere, dağlanarak gövdesinde yedi delik açılır,
başına başpâre, ayağına parazvana takılır ve üflenince yanık yanık sesler
çıkarmaya başlar. Neyin sesinde sadece bir inleme söz konusudur. Mevlânâ’ya
göre ney, kamışlıktan kesilip dostlarından ayrılarak garip kaldığı için
inlemektedir. Bu görüşünü şu beyitte ifade eder:
Dinle ki ney nasıl şikâyet ediyor
Ayrılık derdinden hikâyet ediyor
Ona göre ney, insan-ı kâmili
sembolize eder (Sultan Veled, 2011: 2; Yılmaz, 2011: 11-17). Mesnevî
şârihlerinden İsmail Ankaravî, neyi sûret, lafız, zât yönünden insan-ı kâmile
benzeterek şöyle izah eder: Sûret olarak, insan-ı kâmilin siması riyâzetten
dolayı sarıdır, neyin de rengi sarıdır. Ney, birkaç yerinden kemerlenmiş,
insan-ı kâmil de Allah'a has kılarak yaptığı ibâdetlere ve Rabbine
bağlanmıştır. Lafız olarak ney kelimesi Farsçada olumsuzluk yani nefy ifade
eder, bir şeyin yokluğunun ifadesi için kullanılır. İnsân-ı kâmil de kendisinde
vehmettiği varlığından geçerek Hakk'ın varlığında yok olur, beşerî varlığından
soyutlanıp İlâhî sıfatlara âyinedarlık makâmına yükselir. Zât açısından
benzerliği ise şu örneklerle açıklar: Nasıl ki neyin içi çer çöp
boşaltılmıştır. Nağmelerin neyden çıkmasına sebep neyzendir ve neyzenin nefesi
olmadan ney, bir şey ifade etmez. Aynı şekilde insan-ı kâmilin bâtını mâsivâdan
boşaltılmış, İlâhî nağmeler ve Rabbânî nefeslerle doldurulmuştur. İnsan-ı
kâmilden sudûr olan her şey İlâhî kelâmın, hakikatlerin dilde tecellisidir.
Ankaravî, neyi istiare olarak kaleme benzetmiş ve faziletli bir mürşidin
varlığına izafe etmiştir. Nasıl ki kalemin hareket etmesi veya durması yazarın
elinde ise mürşidlerin de davranışları, konuşma ve susmaları, kemalleri
vâcibü'l-vücud olan Allah'ın elindedir (Ankaravî, 2008: 85-86).
Sultan Veled’e göre de ney ile def,
Hay ve Kayyûm olan Hudâ’nın huzuruna götüren rehberdir. Ney, tıpkı rebâb gibi
âşık ve tâliblerin sembolüdür. Âşıkların müezzinleri mutriplerdir (Sultan
Veled, 2010: 419). Ona göre semâ gibi ney ve ney cinsinden olan sazlar,
âşıklara helâldir. Bu konuda şüpheye yer yoktur. Ney, âşıklara kâm (lezzet) ve
murad verir. Gönülleri kabz hâlinden basta tebeddül eder. Neydeki vatan-ı
asliye, iştiyak derdini anlayan sineler, dünyadan soyutlanarak ukbâ âlemine kanat
çırpar (Sultan Veled, 2010: 418).
Rebâb ise, dervişlerin raks ve semâ
esnasında kullandıkları bir çeşit çalgı aletidir (Seccadi, 2007: 375). Deri,
kıl, tel ve ahşaptan meydana gelmiş bir mûsiki âleti olan rebâb, İslâm âleminin
hemen hemen her yerinde genellikle birbirine yakın şekillerde kullanılan bir
grup telli musiki aletinin genel adıdır. Aynı zamanda hem ayaklı kemane hem de
lavta türünden tamamen ya da yarı yarıya deri göğüslü çalgıların ismi olarak
kullanılır. Ayaklı kemane türünden olan rebâbların ilk örneği Orta Asya
ıklığıdır (rebâb). İranlılar ıklığa, keman veya kemançe; Araplar ise rebâb
adını vermişlerdir. Ayaklı kemane türünden rebâb, İslamiyet’le birlikte
Endonezya, Cava, Malezya gibi ülkelerde de benimsenerek birtakım bölgesel ölçü
ve biçim farklılıkları olan bir çalgı tipine dönüşmüştür. Organolojinin (enstrüman) “ayaklı kemane” diye adlandırdığı çalgıların en
tipik örneği Türk rebâbıdır. Çalgı tarihçilerine göre kökeni, Orta Asya
Türklerinin yaylı sazı olan ıklığa dayanır. Hindistan cevizi kabuğundan yapılan
bu çalgının kesik küre biçiminde bir gövdesi (ses kutusu), ince deriden veya
zardan bir göğsü (ses tablası), metal ya da ahşap bir mil aracılığı ile gövdeye
takılan uzun silindirik bir sapı vardır. Göğsün sapa yakın kesiminde yer alan
hareketli eşik, boynuzdan veya ağaçtan olabilir. İki veya üç telli olan rebâbın
burguları, iri olması sebebiyle burgu (tel) sayısına ve sapın uzunluğuna oranla
büyüktür. Sap, burguluktan sonra gelen, genellikle soğan biçiminde, bazen de
Mevlevî sikkesi şeklinde bir figürle son bulur. Mevlevî musikisinde rağbetle
kullanılan rebâba bu adın Mevlevîler tarafından verilmiş olduğu kabul edilir.
(Karakaya, 1998: 493494). Rebâbı oluşturan deri, kıl, tel ve ahşap malzemelerin
her biri kendi vatanından ve cinsinden ayrıldıkları için inlemekte ve feryad
etmektedir. Dolayısıyla rebâbın iniltileri çok ve çeşitlidir. Neyin sesinde ise
bir tek inleme söz konusudur. Ney, kamışlıktan kesilip vatanından ve
dostlarından ayrılığının ızdırâbını terennüm eder. Rebâb ve neyin inlemeleri
benzetme ve mecâzdır.
Sultan Veled, rebâb ve neyin inleme
ve şikâyetlerinin hakikatte sebebini şöyle açıklar: Ezelî bilgi içerisinde olan
rebâb ve ney, sanatkârın mânevî birlikteliğinden ayrılarak bir eser olarak
sûret âleminde vücud bulmuşlardı. Ayrıldıkları mânevî birliktelik ve bütünlüğe
kavuşma arzu ve iştiyakından dolayı inlemekte; bulundukları durumdan şikâyet
etmektedirler. Rebâbın derisi: “Etten ayrıldım, n’olur acıyın bana, beni
germeyin”. Şeklinde serzenişte bulunmakta, atın kuyruğundan ayrılan kılları
ise: “Ben kuyruktan kesileli beri hicran atının ayakları altında çiğneniyor,
mahvoluyorum”. Diyerek hicranını dile getirmekte. Telleri ve çubukları
(demir).
Ben madenden çıkarılıp,
uzaklaştırıldıktan sonra gam ateşlerine atıldım, ateşten çıkınca başım sırtım
ve ensem çekiç darbeleriyle döğülmekte. Bâri ben de deri gibi rebâb üzerine
gerileyim de dostlardan ayrı kaldığımız için firâktan gelen hüznümüzü, kendi
cinslerimize kavuşma arzumuzu derileriyle beraber dillendirelim ki Hudâ’dan
bize inâyet ulaşa.
Şeklinde nidâ etmektedir (Sultan
Veled, 2011: 10).
Rebâbın ahşap kısmı da: “Biz ağaç
üzerinde her sene meyve veren taze dal iken şimdi o hâlimizden uzağız, garibiz.
Ağlayıp inlememiz ondandır ”. Demektedir (Sultan Veled, 2011: 10).
Rebâb, âşıkları ve tâlibleri simgeler
(remzidir). Rûhlar âleminde Zât-ı Ulûhiyet’in huzurunda bulunmanın zevkini
yaşayan, o âlemin güzelliklerini müşâhede eden rûhlar “ihbitu” (Bakara, 2/61).
Emriyle maddî âleme gönderilerek Hakk’ın (âşık tâlib) huzurundan, vatan-ı aslîden
ayrı düşmüşlerdir. Firâkın elemiyle vatan-ı aslîlerine kavuşma arzusuyla her
daim ağlayıp inlemektedirler. (Sultan Veled, 2014: 2-3). Çünkü âşık ve
tâlibler, cemâlullaha hayran ve meftûndur. Aşka dâir ifade ve beyâna sığmayan
öyle sırlar ve sözler vardır ki bunlar rebâb gibi sazların seslerinden faş olur
ve bu esrârı anlayan âşıklar dertlerine dermân bulur (Sultan
Veled, 2011: 9).
Rebâb da tıpkı ney gibi ayrılık ve
özlem ateşiyle yanmış bir sine ve bu serzenişi, iştiyak ateşinin şerhini
dinleyecek bir kulak ister ki derdini ona anlatabilsin. Böyle bir sine ve kulak
(gönül kulağı) ancak kendinden geçip hakta fâni olanlarda bulunur (Sultan
Veled, 2011: 10). Sultan Veled’e göre rebâbın nağmesini dinleyen herkes, onda
kendi kabiliyetine bulunduğu hâl ve makâma göre mânâlar bulur. O bir tek
nağmeden âşıkın gönlüne, birbirine benzer yüz binlerce mana gider. Herkes
(halk) rebâbın sesinden ayrı bir hisse alır, o sesten kendi mutluluğunu hüznünü
dinler, kendi emelini anlar (Sultan Veled, 2011: 15).
Rebâb, her nefeste farklı hikâyeler
anlatır. Bazen nağmelerde firâkın acısı bazen de vuslatın zevki duyulur. Bazen
aşk ateşiyle yanar kavrulur, bazen de aşkın verdiği zevkle müteselli olur.
Bazen ziyan ve hüsrandan dem vurur bazen de kârla zararın imtizâcından bahseder
(Sultan Veled, 2011: 18). Bazen büyüklüğün nimet, bazen de cehennem ve belâ
olduğunu söyler. Bazen der: “Şan ve büyüklükte ben
Süleyman gibiyim”, Bazen de der: “Karıncadan da değersizim”, Bazen
der: “Hakikatta iki âlem benden ibaret”, Bazen der: “Ben fâni bir
vücûdum””, Bazen der: “O’ndan (Cenâb-ı Hak’tan) iki yüz hazineye
sahibim”, Bazen de der: “Çeyrek hazineye bile sahip değilim””, bazen
der: “Ben suyu tatlı bir ummanım”, Bazen de der: “Susuzluktan
ölüyorum””. Rebâbın böyle bin türlü serzenişi vardır (Sultan Veled,
2011: 10). Sultan Veled’e göre bu sırları, serzenişleri anlamak için duyma
kabiliyetine sahip kulak olmak gerek ki duyup icâbet etsin. Sırlar ona yük
gelmesin. Zira bu sırları anlamak kolay değildir. Ancak iyi ruhlu kişiler bu
sırlardan nasipdâr olur. Süleyman (as) olmak gerekir ki kuşların sırrı
anlaşılabilsin (Sultan Veled, 2011: 18).
Yüce Rabbimizin: “Yedi gök, yer ve
bunların içinde bulunanlar Allah ’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile
tesbih eder, ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, hâlimdir (hemen
cezalandırmaz mühlet verir), çok bağışlayandır” (îsra, 17/44). Beyanlarına
göre kâinatta bulunan bütün mevcudât ve bütün zerreler Hakk’ı zikretmektedir.
Rebâb da bir şey olduğu için o da Hakk’ı tesbih eder ve gizli gizli kendine has
diliyle Hudâ’yı zikreder. O’nun zikrini ancak ârifler duyabilir. Zâhir ehli ise
rebâbı eğlence ve çalgı kabilinden dinlerler.
Mutlu olma, eğlenme ve sevinme
vaktidir; bizim çalgıcı, tef çal; neyzemiz sen de neyi üfle ve yüzlerce feryat
figân et.
Sen de rebâbcı, oturma, kalk, bir
sesle çal, zevki ve eğlenceyi artır, arttır da göğsümüzden üzüntüler gitsin.
Ey güzel yüzlü oğul, yardım için daha
öne gel; o bekâ davulunu güzelce çal da yırtsın bizim perdemizi.
Sen kadehlerle şarap iç sâkiden; semâ
ve rahatlama zamanıdır rûh bedenden daha iyidir; vazgeç bu beden varlığından (Sultan Veled,
2016: 329).
Dizelerinde de görüldüğü üzere Sultan
Veled semâ, ney, def ve rebâb unsurlarına önem atfetmiştir.
·
2.1.21.
Vuslat
Vuslat sözlükte; vusul, ulaşmak,
erişmek, ermek manasında olup tasavvuf terimi olarak ise; Hakk’a ermek, kemale
ermek, olgunlaşmak; seyr ve sülûku tamamlamaktır. Kelâbâzî, vuslatı şöyle
tanımlar; Vuslat hali şudur: Her hususta beni sevk ve idare eden Ulu ve Yüce
Allah’tır, kendi fiillerimde olan ben değilim. O, Allah Teâla’dır, ben değildir
(fiilimin fâili Allah’tır, tevhid-i efal) (Uludağ, 2012: 382; Kelâbâzî, 2016:
199).
Sultan Veled’e göre Hakk’a vuslat,
zikrin visali kişinin bedeninden, benliğinden, nefs zulmetinden uzaklaşmasıyla
dünya ve mâsivâyı terkle mümkün olur. İhlas ve samimiyetiyle bu yola başlayan
tâlipte cehd ve gayret esastır. Nefis zulmeti, aşkın nurunda mahv olunca kişi
artık kayıt âleminden kurtularak mekânsızlık âleminde sultan olur (Sultan
Veled, 2010: 233-256-308).
Sultan Veled’e göre tâlibin duyduğu
koku mesabesinde olan zevk ve neş’e, Hak yoluna davet ve bu yolun
başlangıcıdır. Kimde bu koku mevcut ise bu kişi kokuyu artırmak için gayret
göstermeli ki maksûduna erebilsin. Zira koku, aynı visâldir. Kişinin kokuyu
duyması ve artırması için namaz, oruç, zekât vb. ibadet, taat, zikir, tazarru
ve niyaz ile mücâhede yolunu tutması elzemdir (Sultan Veled, 2010: 179-180).
Sultan Veled, insanın gönlündeki
ızdırabın, tatminsizliğin sebebini ceddi Bahâeddin Veled’in yaşadığı şu olayı
iktibasla izah eder. Şöyle ki: Bahâeddin Veled’in gönlü gam, mihnet ve belaya
dûçar iken Bahâaddin Veled niye böyle bir hal içinde olduğunun hayretiyle çare
olarak gönlünü âlemden soyutlayıp kendinden geçerek fenâ bulur ve böylelikle
kendisine Hak Teâla tecelli eder. Artık onda ne gam kalmıştır ne keder. O
yakînen şahit olmuştur ki gönlündeki ızdırap, gam ve mihnet ayrılıktan
kaynaklanıyor. Sînesi, firak ateşinden teellüm içerisinde iken Dîdar’a vuslatla
beraber huzur ve sükûnete eriyor (Sultan Veled, 2010: 325).
Visalsiz firakın yaşanamayacağını
ifade eden Sultan Veled’e göre kişi, gördüğü, bildiği, meftun olduğu şeye karşı
arzu ve iştiyak duyar (Sultan Veled, 2010: 451). Mâşuk görünmeden aşktan söz
edilebilir mi? Ezelde Hudâ’nın aşkıyla yanan O’nun cemalini müşahede eden
ruhlar deni dünyaya geldiklerinde sürekli ezelde tattıkları aşk şarabını,
müşâhede ettikleri Cemâlullah’ı talep içerisinde olurlar. Bu firaktan doğan
elemden kurtulmanın yollarını arar, vuslat der inlerler. Firaktan sonra talepte
ısrar ederek vuslata tekrar mazhar olurlar. Seyr u sülûkla Hak’ta vuslatı elde
eden kişi ise artık insan-ı kâmil olur ve o artık vâsıl velidir (Sultan Veled,
2010: 201202).
Seyr u sülûk bahsinde de mezkûr olan
Hak’ta vuslatın (seyr fillah) keyfiyetini o hali yaşayan bilebilir, oradaki
sırların izahı mümkün değildir. Burada ikilik, benlik, bizlik yoktur. Zira Hak
Teâla, sayıdan ve cihetten münezzehtir (Sultan Veled: 2010: 200-201).
Sultan Veled’e göre vâsılların
vuslattaki makamları, vasl cihetiyle müsavi olmasına rağmen makam ve derecat
itibariyle farklılık arz eder. Cenâb-ı Hakk’ın nazarı, herkese başka türlüdür.
Fakat her vâsıl ulaştığı mertebeyi en son mertebe olarak bilir, halinden memnun
ve sürurludur (Sultan Veled 2010: 521-523). Örneğin; Bâyezîd Bistami Hakk’a
vâsıl olunca”” “Cübbemde Allah’tan başkası yoktur”. Diyerek bulunduğu
makamdan ziyade vuslatın olmadığını zannetmiştir ve halinden hoşnuddur. Zât-ı
Zü’lcaleli müşahedede ” "” Kendimi teşbih ederim şanım ne
yücedir”. Diye nida etmiştir. Aslında kastettiği Zât-ı Hak’tır. Fakat bunu
Hakk’ın sırrına mazhar olamayanlar idrak edemez. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nihayetsiz vuslat yolculuğunda ulaştığı her mertebeden sonra
Cenâb-ı Hak, kendisine ayrı bir visâl göstermişti. O da (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sonu olmayan vasl-ı Hudâ’yı görerek “^” Seni gereği gibi
bilemedik” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 410). Sözlerini ifade buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in ulaştığı makam çok yüce “^Uâj& U” sözü ise çok
mütevâzidir. Habibullah olması itibariyle Cenâb-ı Hak, habibine bütün vuslat
derecelerini tahsis buyurduğundan O (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
hâtemu’n-nebiyyîn, imâmu’l-enbiyâ olmuştur (Sultan Veled 2010: 412-413).
Sultan Veled’e göre vâsıl, velîdir ve
onlar nadirlerdendir. Ezelde mücâhedesiz bir şekilde ilim, basiret ehli olarak
kemale ermişlerdir. Kendi mülkleri hükmünde olan dünyaya mücâhede değil
müşâhede için gelmişlerdir. Derecesi itibariyle herkese can bağışlar. Onların
yüzlerini Hakk’a tevcih ederler (Sultan Veled, 2010: 325).Vâsılların rehberi,
bütün evliyânın fevkinde olan Kutb’dur. Vâsıllara yeni mertebeler onun
atiyyesidir. Her vâsıl, bir kutbdan inayet almak ister (Sultan Veled, 2010:
329).Sultan Veled’e göre dünyada vâsıl velî olduğu müddetçe âlem de var
olacaktır (Sultan Veled, 2014: 414).
·
2.2. Bazı Tasavvuf? Hâllerle İlgili
Görüşleri
·
2.2.1.
Hâl
Lügatte nihâyet-i mazi, bidâyet-i
müstakbel manasınadır (Şimşek, 2017:139). Zıddı kâl olup “Dedi” anlamındadır,
kâl dili olarak kullanıldığında zâhirî ve şerî hükümlerden söz etmek
manasındadır (Uludağ, 2012: 204; Cebecioğlu, 2014:264). Ariflerin nezdinde
tarîkat yolunun yolcusunun temiz kalbine sâlik istemeden varid olan nefsani
sıfatları ortadan kaldıran ilahi vergilerin her birine hâl denir (Seccadi,
2013: 171).
Sultan Veled, yaşanmadan söylenen
sözü susuz testiye benzetir ki kimse ondan müstefid olamaz. Hak erleri, abesle
iştigal etmediği gibi faydasız sözlerde onlardan sudur olmaz. Enbiyânın
ahlâkıyla ahlâklanan Hak erleri, kâl ehli değil, hâl ehlidirler. Benliğinden
tamamen soyutlanıp kendinden geçtiği zaman tâlibin şekli hâl olur (Sultan
Veled, 2011: 40- 41-42-51).
Sultan Veled, gönül bağının
temaşasındaki zevkten bahsederken “Susayım da onu hal diliyle anlatmaya
özeneyim”. Diyerek o hâlin sözle şerhinin mümkün olmadığını ifade eder. Hâl
dilinden ise cana sahip olanlar mânevî koku sezebilir. Böyle bir hâle nâil olan
ise daima Hakk’ın koruması altındadır ve korkusuzca, emniyet makâmında bulunur.
Artık o, havf ve recâ kanatlarına ihtiyaç duymadan tayeran eder (uçar) (Sultan
Veled, 2010: 213) Ancak hâl sahibi olanlara Hudâ’yı, Hudâ’nın nuruyla görmek
müyesser olur (Sultan Veled, 2010: 375) Sultan Veled’e göre bütün taatlerin
gayesi, Hak’tan istenilen büyük mertebe, dîdârı müşâhede hayranlığıdır. Hak’tan
talep edilmesi gereken ilim değil “hayret”tir. Çünkü Hak yoluna gitmek için
gerekli olan şey hâldir, kâl değil. Meyvenin, güneşin ısı ve ışığıyla halinin
tegayyür edip (değişerek) kemâle ermesi, olgunlaşması gibi sülûk erbâbı da
noksandan kemâle doğru hâlden hâle geçerek seyreyler (Sultan Veled, 2010:
396-397)
Bir kişinin ağzında misk olduğu halde
sarımsaktan bahsetse sözleri yine de misk kokar. Eğer ağzında sarımsak bulunsa
ve miski anberden dem vursa onun sözleri sarımsak kokar. Sultan Veled, hâlin
önemini şu sözlerle anlatır:
“Bizim sözlerimiz zâhiren fasih
değilse de hâlimiz, o huzurda melih (güzel) ve makbuldür”. Âgah olan bir
kişi, dünyaya dair bir mes’ele hakkında konuşsa halkın o sözlerden âhirete
meyli oluşur. Nefsin tuzağından kurtulamamış gafletteki bir kimse Cenâb-ı
Hak’tan bahsetse de halka, o sözden hevâ ve levsiyata dair koku gelir. Çünkü
evliyânın sözleri, gördükleri,
hissettikleri ve yaşadıkları halden neş’et eder (Sultan Veled; 2010: 510).
Evliyâ söze, ibâdetin zâhirine bakmaz, onların gâye-i hayalleri sadece Hakk’a
vuslattır ve sürekli Hakk’ı talep ederler, dîdâra müştâktırlar. Böyle ulvî
gayesi olmayan halk ise dünyevî meşakkatten dolayı ibâdetin zâhiriyle (güzellik
ve çirkinlikle) meşgul olup, zâhirî ilimle ömrü telef ederler. Evliyânın
sözlerini belagâtlı bir şekilde söyleseler de kendileri o hâllerden uzak
oldukları ve o hâlleri görmedikleri için mukalliddirler (Sultan Veled, 2011:
509) Dolayısıyla hiçbir gönle te’sir
edemezler. Gönlü âgah olan
kimse zâhire bakmaz.
Evliyânın aykırı
görünen hâl ve kâlleri bile halk için rahmet ve diriliktir. Örneğin;
“Ene’l-Hak” (Ben Hakkın kendisiyim) diyen Hallâc-ı Mansûr’un ismi, ilim
meclislerinde hayırla yâd edilmesine rağmen aynı sözü söyleyen Firavun lanetle anılır.
Çünkü Mansûr, Hakk’ın râzı ve hoşnut olacağı hâl üzereydi. O halde söze değil,
sözü söyleyene bakılmalıdır (Sultan Veled, 2010: 509).
·
2.2.2.
Mahv
Kelime olarak; yok etmek, ortadan
kaldırmak anlamına gelen mahv (Şimşek, 2017:219). Tasavvuf ıstılahında;
alışılan sıfatları (yani huyları) ortadan kaldırmak olup bir kimsenin kendi hâl
ve hareketlerinden zemmedilen huyları uzaklaştırmasıdır. Mahv; zâhirden ve
bedenden hataları mahv etme (izale etme, silme), kalpten gafleti mahvetme ve
ruhtan illeti (Allah’tan başka bir şey görme hâli) mahv etme gibi kısımlara
ayrılır (Kuşeyri, 2016: 167).
Sultan Veled’e göre rûhânî seyr,
deryaya dalmak gibidir ve bu deryada aşılması gereken rûhânî dalgalar vardır,
bu dalgalardan biri de mahv (yok olma)’tır (Sultan Veled, 2011: 115).
Seyrde farklı makâmlar ve makamın
ayrı sırları vardır. Cihetsiz âleminde de Rabbe vuslatın gerçekleştiği son
makâmına kadar sayısız, hayretengiz makâmlar bulunur. En son makâma erişenin
cismi ve rûhu tamamen mahv olur. Sultan Veled burada “mahv olmayı” yok olma
mânâsında değil, seyr âlemindeki kişinin, bütün vücudların aslı olmasını ifade
sadedinde kullanmıştır. Boncuk gibiyse inci, toprak gibi ise altından da
kıymetli, zerre ise güneş olur (Sultan Veled, 2011: 238).
Yine Sultan Veled’e göre, varlığı
(teni) mahv etmek için sarhoşluğu artırmak gerektir. Varlığı eritmenin başka
yolu ise ibâdet, taat, zikre devam ederek küfür ve
fısktan nefsin
isteklerinden uzak durmaktır. Varlık perdedir, varlık perdesi yanınca Vâhid-i
Hak, perdesiz tecelli eder (Sultan Veled, 2010: 308).
·
2.2.3.
Fenâ-Bekâ
Kelime olarak fenâ; hiçlik, ölümlük,
yokluk mânâsınadır. Tasavvuf ıstılahında ise; kulun (nefsânî ve behîmî) haz ve
arzularından fani olması (kendinden geçerek) temyiz özelliğini kaybetmesi,
daima içinde kendini yok ettiği varlıkla meşgul olduğu için eşyadan da fâni
olması mânâsına gelir (Kelâbâzî, 1904: 123; Uludağ, 2015: 134; Şimşek, 2017:
118).
Varlık ve benlikten arınan kişi
Hudâ’nın tecellisini temaşa eder (Sultan Veled, 2014: 8) Sultan Veled, burada
fenâfi’ş-şuhûd mertebesinden bahsetmektedir (Uludağ, 2012: 135).
Varlık, dîdâr-ı Hudâ’ya engeldir.
Ancak varlığından fenâ bulanlar vuslata, seyr fillâh makâmına erer (Sultan
Veled, 2010: 200). Bunu da kâmil insanlar idrak edebilir (Sultan Veled, 2010:
201-208). Yüksek ve fehimlerden uzak, dile ve söze sığmayan sırlar fenâya
erince dilsiz ve sözsüz işitilir (Sultan Veled, 2010: 174). Sultan Veled’e göre
hayret, en yüce mertebedir. Her kim hayret makamına ererse fenâ bulur ve fenâ
âleminde iken bekâya nâil olur (Sultan Veled, 2010: 194).
Sultan Veled, eserlerinde asıl
varlığın yok olmakla elde edileceğini, varlığından yok olup, kendinden
geçenlerin bekâ bulacağını ifade eder. Nasıl ki sıhhat gelince hastalık, nurun
gelmesiyle zulmet son bulur. Öyle de, fenâ, bütün gam ve kederleri meserrete
kalb eder. Bakır mahiyetinde olan duyguları altın yapar. Ser-â-per mahz-ı nur
olur (Sultan Veled, 2010: 197) Fenâ makâmında yalnız Hak kalır, artık sâlikin
fiilleri Hakk’ın fiilleridir. O Hak’la zinde ve ebedî olur (Sultan Veled, 2011:
209). Sultan Veled’e göre O’nun tuzlasında eriyip fâni olan şekten şüpheden
kurtulur, ayn-i yakîn olur (Sultan Veled, 2010: 380). Elbette ki bir şeyden
haberdar olmak onu gözle görmek gibi olmaz. Gözle görmekten murad, ayn-i
yakîndir. İnsan hakikatte mahz-ı candır. Fakat o, kendisini tenden ibaret
sanır. Fâni olan benliğinden geçerek hodperestliği bırakır, Hakperest olursa
mevt-i irâdîyi gerçekleştirir ve necât bulur (Sultan Veled, 2010: 464).
Sultan Veled’e göre fenâya ermek için
mürşid-i kâmilin huzurunda onun nurunun tesiriyle anbean değişerek la’l olmak
gerekir (Sultan Veled, 2010: 404).
Mürşid-i kâmilin bakışı, Hakk’a
vuslatı bağışlar (Sultan Veled, 2014:409). Varlıktan geçince, mukâbilinde nice
nimetlere mazhar olacağını bilen kişiye benliğinden geçmek daha kolay gelir
(Sultan Veled, 2014: 268). Artık o, katre iken derya olur Sultan Veled, 2014:
269). Benlikten tamamen yok olmak gerekir. Kişide
benlikten bir kıl kadarı kalsa Hudâ’nın vuslatı yüz göstermez (Sultan Veled,
2014: 439). Sultan Veled, bu gerçeği şöyle ifade eder:
Kemâlle sıfatlanmış bir kimse fenâ
yolunu tuttu.
Ansızın vücûd deryâsından geçerken,
Onda varlığından bir kıl parçası
kalmıştı ve bu kıl, Fakrın gözüne zünnâr göründü (Sultan Veled,
2011: 26).
Dolayısıyla maddî varlığından tamamen
kurtularak fenâ buluncaya kadar insanın kendisinden emin olmaması gerekir.
Nefse karşı teyakkuzda olmalıdır (Sultan Veled, 2011: 26). Nefsini (varlığını)
tamamen öldürmelidir. Sultan Veled’in burada varlıktan muradı nefistir. Can ile
ten (varlık) tortusundan arınan vuslata lâyık hal kazanır. (Sultan Veled, 2010:
463). Yine IntihânâmFde Hakk’ın cemâlini müşâhede edecek olanların
tenden geçenler olduğunu ifade eder. Her kim nefsin isteklerinden vazgeçer,
Hudâ’nın emir ve nehiylerini yerine getirmeyi ahlâk edinirse “Ölmeden evvel
ölünüz” (Kaynağı bulunamadı). Sırrına mazhar olur ve velîler sırasına dâhil
olur (Sultan Veled, 2011: 203).
“Sen varlığını mahvetmedikçe, mutlak
yoklukta kanatlı bir kuş olamazsın ”. Diyen Sultan Veled, buradaki
benlikten maksadın vücud değil; bu vücuddaki benlik, varlık ve bilgi zannı
olduğunu belirtir. Kar ve buzun güneşle birlikte eriyip mahvolması gibi benlik,
varlık ve bilgi mana güneşiyle eriyip mahvolursa artık onlar tamamen asıl ve öz
olur (Sultan Veled, 2011: 17).
Bekâya gelince, kelime olarak,
ebedîlik ve kalıcılık olan bekâ tasavvuf ıstılahında; fenâdan sonra gelen bekâ,
kulun nefsine ait şeylerden fâni, Hakk’a ait olan şeylerle bâki (nefsinden
fâni, Hak ile bâki) olmasıdır (Kelâbâzî, 1904: 123; Şimşek, 2017: 59).
Kâinattaki bütün mevcûdat fânidir. “Ancakyüzünü
bâki olan Allah’a teveccüh edenler müstesna”. “ ” (Kasas,28/88).
Sûret fâni, mânâ bâkidir. Bekâyı arzulayanlar cisimden geçip mânâya
meyletmelidirler (Sultan Veled, 2011:250). Sultan Veled, talibe, şan şöhret
için makâm sahibi olmanın, hırs duygusunu tatmin etmek ve herkesin onun hükmü
altında olması için reisliği talep etmenin büyük günâh olduğunu belirterek
reisliğin, makâmın mayasının benlik (kibir) olduğunu, benlik (kibir)
duygusundan hadsiz kötülüklerin neşet ettiğini, dolayısıyla benlikten kurtulmak
gerektiğini öğütler. Hak yolunda benlikten tamamen kurtulmadıkça bekâ âlemine
yol bulunmaz (Sultan Veled, 2011:290-291).
Sultan Veled, Rebâbnâme’de
aynı hakikati şöyle ifade eder:
Dünya ve
içindekiler iğretidir, fenadır. Her kim sadece bâki olan Allah’a gönül bağlarsa
bekâ bulur. Hakk’a bağlılık ise namaz, oruç, zekât gibi ibadetler; tatlar ve
haramlardan, ahlâk-ı seyyieden ictinab ile gerçekleşir (Sultan Veled, 2011:
324-325). Sultan Veled, bekâya erenlerin cennette, rûhu gibi cisminin de bekâ
bulacağını ifade eder (Sultan Veled, 2011:327). Ona göre fenâdan da fâni
olmadıkça bekâ saltanatına ulaşılamaz (Sultan Veled Küçük, 2010: 251). Sâlik,
hiçbir zaman me’yus olmamalı, seyr u sülûkta ale’d-devâm mücâhede etmelidir.
Zira bâki olan Cenâb-ı Hak, fâniyi bâki yapmaya kâdirdir (Sultan Veled, 2010:
371). Evliyâ, rûhlara bâki ve zevalsiz, sayısız gül, reyhan, ağaç ve meyve gibi
mânevî atiyyeler bahşeder. Her kim gönlünü bâkiye rabtedip mânevî sofradan
rızıklanırsa fânilikten kurtulur, bâki can bulur (Sultan Veled, 2010: 491-492).
·
2.2.4.
Cezbe
Kelime olarak cezbe; bir şeye çekme
anlamındadır. Tasavvuf ıstılahında; celbetmek, çekmek, Allah’a koşmak, İlâhî
inâyetin gereği olarak Cenâb-ı Hakk’ın, kendine giden yolda ihtiyaç duyulan her
şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine çekmesi ve
yaklaştırmasıdır. Cezbe, geçici olduğu gibi sürekli de olabilir (İbn Manzur,
1707: 573).
Aşk, yüzünü herkeste farklı şekilde
gösterir. Sultan Veled’in aşkın parçaları olarak adlandırdığı aşkın dereceleri
vardır ki en azına irâde, çok olana meyl, daha çok olana muhabbet, muhabbetin
ifrat derecesinde olana ise aşk denir. Aşk, kemâle erdiğinde cezbe meydana
gelir. Cezbe, Hak’tandır ve Hakk’ın fiilidir. Sultan Veled, cezbenin, kulu
Hakk’a ulaştıran en kolay yol olduğunu ifade eder. Zira cezbe halinde aşk,
Hudâ’dır. Hakk’ın nuru, meczûbun rûhuna sirayet eder. Fakat o, aşkı kendinin
sanır. Hâlbuki aşk ve sıdk Hak’tandır. Rûhlar böylelikle fazilet ve kereme nâil
olur ve dîdârın cemâli cezbeyle yan olur. Kulun kendi irâdesiyle yaptığı sâlih
amelleri ile cezbeyle ulaşılan paye elde edilemez. Çünkü o, kendi fiilidir
(Sultan Veled, 2011:292).
Sultan Veled’e göre cezbe, kulu
ayrılık noksanlığından kurtarır ve kulun ilmi açık (ayn) olur. İlme’l-yakîn,
ayne’l-yakîn olur. Öğrenilen, duyulan şeyler müşâhede edilir. Sultan Veled
cezbenin, ibâdetlerin şâhı, sırrın sırrı ve dinin özü olduğunu ifade eder.
Cezbede ansızın öyle bir hâl gelir ki meczûb, lutf-i İlâhî ile aletsiz
sanatkâr, kesbsiz mahz-ı ilim olur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. İbrahim’in (as) gösterdiği mûcizeler bu nevdendir.
Ma’rûf Kerhî, Cüneyd Bağdadi, Ebu Said gibi meşhûr evliyânın çok kerâmetleri
vardır ki bunların hepsi de cezbe-i Hak ile vuslata ermişlerdir (Sultan Veled,
2011:293).
Cezbe neticesinde vuslat şarabını
kadehsiz içmiş, birçok fazilete nâil olmuş kendilerine gaybın sırları tecellî
etmiştir. Cezbe olmasaydı enbiyâ ve evliyâ, ahlâk-ı İlâhî ile ahlâklanamaz, bu
kadar mûcize ve kerâmeti gösteremezlerdi (Sultan Veled, 2011:293).O hâlde
cânâna tâlib olmak gerekir. Her kimde talep varsa bilmeli ki o talep, Hudâ’nın
ihsânı ve kudretiyledir. Tâlib ve talep edileni bir görmek gerekir, böylece
maksuda erilir.
Sultan Veled,
kutbluk mertebesinden bahsederken bu mertebeye cehdle erilemeyeceğini, ancak
cezbe-i Rahmân ile mücâhedesiz olarak ulaşılabileceğini belirtir. O, bu
hakikati şöyle örneklendirir: Evin damına çıkmak için merdiven yapılabilir,
halkın cehdi merdiven misalidir. Fakat bu merdivenle göklere çıkmak mümkün
müdür? Göklerin merdiveni ancak cezbe-i İlâhîdir. Hakk’ın cezbesi, kulu Hakk’a
yaklaştıracak bütün ibâdetlerin fevkindedir. İnsanın fiili katre, Hakk’ın fiili
derya misâlidir (Sultan Veled, 2010: 330).
·
2.2.5.
Aşk
Aşk, Arapça “ışk” kökünden gelir.
“Aşeka”dan müştaktır. Sarmâşık otuna derler. İfrat üzere muhabbet beslemek anlamındadır
(Firuzabadi, 1887: 5/4102).
Tasavvuf ıstılâhında aşk; muhabbetin
muhibbi istilâ edip ona iltifâf etmesidir. Şöyle ki cümle eczâ-yı vücuduna
karışmasıdır. Onu belâ ve şiddet müştemil olduğu gibi kılmasıdır. Pes aşkın,
âşıka ziyâde iltifâfı olduğundan aşk derler. Bu ecilden ifrat-ı muhabbetle
tefsir kıldılar. Kur’ân’da muhib vardır. Aşk nâmı yoktur. Velâkin şiddet-i hub
ile aşktan kitâbet olundu. Nitekim Hak Teâlâ buyurdu. (Bakara, 2/165).
Yani kâfirlerin endâd (benzerlere) ve esnâma (putlara) muhabbetlerinden
müminlerin Allah’a muhabbetleri eşeddir ki, müminler Rablerine âşıktırlar
(Şimşek, 2017: 43).
Aşk, Hakk’ın bir ismidir. Mâhiyeti
medârik-i akl ve fehimden müteâlidir. Aşk, hidayet yolunun aydınlatıcısı
demektir. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî, aşkı şöyle târif etmiştir: “Aşk,
kalplerdeki ateştir ki mahbûb olan Allah’ın dışındakileri yakıp yok eder”.
Cüneyd Bağdâdî’ye göre muhabbet, kalbin meylidir. Yani muhabbet, kulun kalbinin
tabi bir şekilde Allah’a ve O’na ait olan şeye meyletmesi ve yönelmesidir
(Kelâbâzî, 1904:109; Şimşek, 2017: 43-44).
Sultan Veled: “Ben gizli bir
hazine idim bilinmekliği murad ettim ve bu halkı halk eyledim ki bilineyim”.
( Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/156). Hadis-i kudsîsine istinaden bütün mevcûdatın
menbaının muhabbet olduğunu, kâinatta var olan alt, üst, gök, yer, ön, arka,
cemadât, nebatât, hayvanât ve insan âleminin aşktan vücud bulduğunu ifade eder.
Zât-ı Zül-Cemâl bilinmeyi talep etti. Zira o, sonsuz güzellik ve mükemmelliyet
sahibi idi. Elbette ki güzelliğini ve mükemmelliğini görmek ve göstermek
isteyecekti. Bu talep, aşk denizinden bir damladır. Her cüz külle kavuşur,
hakikatince talep, aşkın aslıdır. Hakikatte asıl olan aşktır ve âlem, aşkın
parçalarının sonucudur. Bâkî olan asıldır, o halde gölge gibi gelip geçici olan
parçaların parçalarına değil, bâki olan aşka ve aşk ile yaratan sanatkâra tâlib
olunmalıdır. ( Hadis ilmi kriterlerine uygun olarak
naklen sâbit olmayan bu söz, tasavvuf literatüründe kudsi hadis olarak kabul
görmüştür. Nitekim Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî (638/140) bu rivayet
hakkında “Keşfen sâbit fakat naklen sâbit değildir” . İfadesine yer
verir. İsmail Hakkı Bursevî’ye (1137/1725) göre ise bu rivayet hadis ilmiyle
meşgul olanlara göre sahih olmasa da keşf ehline göre sahihtir. Zira ehl-i keşf
bizzat Hz. Peygamber’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) alır söylerler, hadis
ezbercileri ise nakil yoluyla aktarırlar. Ayrıca o bir şeyin belli bir
senedinin olmamasının onun sâbit olmadığını gerektirmediğini ifade eder (Ögke,
2004: 11; Sultan Veled, 2011: 7-8 ).
Sultan Veled bu konuya dair Aşknâme’de
ise şu dizelere yer verir:
“Aşk hanüman cihana sığmaz
Aşk, mekânsızlık şâhbazıdır ve ‘Ol
deyince hemen oluverir.’ sırrının nüktesidir ”.
Aşk, öyle yüce ve nâmütenahîdir ki
cihana sığmaz; çünkü hâdis olan cihân sınırlıdır. Âlemde ‘’ol’’ emriyle vücûd
bulan her şey aşktan doğmuştur. Aşktır bütün âlemin zuhûruna sebep olan, ancak
candır aşk şâhbazının mekânı. (Sultan Veled, 2015:108).
“Aşk gözlerden gizlenir, dâima
canının içinde olur”.
İyi kötü her şeyi rahmet ve
cömertliği ile yaratan, herkesin rızkını verip besleyen mün‘im-i hakîkî O’dur.
Rızık verip beslemek ise muhabbetin temelinin temelidir. Bunun içindir ki genç,
ihtiyar, herkes ve bütün varlık ona âşıktır (Sultan Veled, 2011: 168-182).
İnsanın kalbindeki sevgi, heyecan,
aşk, Hudâ’dandır. Zira muhabbet, Hakk’ın sıfatıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah
onları sever, onlar da Allah’ı severler” (Mâide, 5/54). beyânı bu mânâyı
ifade eder. Önce Cenâb-ı Hak kullarını sevmiş, talep etmiştir. Bu sevgi ve
talebin tezâhürü olarak insan da Hudâ’yı sever ve talep eder. Kulun Allah’ı
sevmesi Hakk’ın sevgisinin inikâsıdır. Hudâ kendi sevgisi ile kulunu kendine
çeker; dolayısıyla her iki halde de faal olan Cenâb-ı Hak’tır ( Sultan Veled,
2010: 340; Sultan Veled, 2011: 110-292).
Sultan Veled, Hakk’a duyulan sevginin
dinin aslı, imândan muradın ise sevgi olduğunu söyler. Ona göre amelsiz sevgi,
insana fayda verir. Fakat sevgisiz amelin hiçbir değeri yoktur. Sevgi (aşk) at
ise amel eğerdir, eğere değil ata tâlib olmalı. Ama ikisi bir arada olursa daha
mükemmel olur (Sultan Veled, 2014: 319-329).
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
aşk feryadımdan erkek kadın inlemektedir.
İştiyak derdinin şerh edebilmem için
Ayrılık acılarıyla şerha şerha olmuş
bir kalp isterim.
Sultan Veled’e göre aşkta sadâkat
mühim ve elzemdir. Aşkında sadakat üzere olan ve aşka tâlip her kişinin dertli
olması ve hicran ateşinde yanması gerekir. Âşıkın kalbi, ney gibi ayrılık
acısıyla yaralıdır. O, her lahza ayrılık ateşiyle lime lime olmuş bir kalp
ister ki derdini ona şerh edebilsin. Zira dertsiz ve aşksız kişiye aşktan
bahsedilmez. (Yakub-i Çerhî, 2015: 54; Sultan Veled, 2016: 343-432).
Aşk, öyle bir iksirdir ki ister
hakikî ister mecâzî olsun âşığı, vahdet deryasına götürür. Âşıkta aşktan başka
bir şey yoktur, kişi gerçekten aşka sahip ise Hudâ’ya ya da bir insana karşı
olması, safâ ve menzil yönüyle farksızdır. Niyet ve isim teferruattır. Nitekim
şâir Sabrî de şöyle der:
“ Aşk ko dursun mecâzî ise de
gönlünde
Âb-ı engur hum içre durarak bâde olur
”
Hz. Mevlânâ da İlahi aşk gibi mecâzi
aşka değer verir. Dünyada var olan bütün aşklar, İlahi aşkın bir yansımasıdır.
Zira âşık olunan varlığın güzelliği, bir yansımadır. Umulur ki kişi, bunu bir
gün idrak eder ve mecâzi aşkı ilahi aşka ulaşmada merdiven yapar (Küçük, 2016:
173).
Sultan Veled’e göre aşk rehberdir,
aşk deryasının dalgaları arasında yüzlerce cihân vardır ve âşıkı istediği yere
yuvarlar, artık âşıkta irade kalmaz, aşkın elinde alet olan ise aşk sarhoşluğu
içinde bîhuş olur. Artık âşık, mazhâr-ı Yezdân ve kutb-ı hakikîdir (Sultan
Veled, 2011: 259).
Sultan Veled, aşkı şeyh-i kâmile
benzetir. Tâlib, o ne verirse onu kabul etmeli ve ondan ayrılmamalıdır. Aşka
tâlib olmalı ve dualarda aşktan başka bir şey istememelidir, aşktan âşıkâne
bahsetmelidir. Çünkü dîdârı gören göz, ancak aşk gözüdür (Sultan Veled, 2010:
204). Âşıklar, sınırsız aşk deryasının balıkları gibidir. Aşktan doğmuşlardır,
aşksız yaşayamazlar. ( Sultan Veled, 2011: 265-271).
Balıktan başkası onun suyuna kandı
Nasipsiz olanın da rızkı gecikti
Balıktan başka her şey suya kanmış,
sadece balık suya doymamıştır. Zira su, balığın varlığının devamı için
gereklidir. Âşıklar da balıklar gibidir, aşk deryasından cudâ düşemezler ve
irfan hayatının suyuna kanmazlar. (Yakub-i Çerhî, 2015: 72).
Dede Ömer Rûşenî de dîdâra ulaşmanın
aşk yolundan geçtiğini, aşk ile aşkı talep edilmesinin gerekliliğini ve bir an
bile aşktan dûr olmadan sadakatle mâşûkun yolunda olunmasını şu dizeleriyle
ifade eder:
Aşk iletür âşıkı bu menzile
Pes yüri aşk ile âşıklık dile
Tâlibâ terk etme sen ger varını
Aşk kande gösterür dîdârını
Bir nefes terk etme aşkı âşık ol
Yüri ma ’şûkun yolunda sâdık ol (Rûşeni, 2014:
148).
Vasf-ı Hudâ’yı işitmekle başlayan
aşk, gönülde Hakk’ı zikretmekle neşv-ü nemâ bulur, Hakk’ın cemâlini müşâhadeden
sonra muttali olunan (bilinen) cemâle aşk, kesintisiz artar. Dolayısıyla
iştiyak duygusu da artar. Vuslat halindeki âşıkların feryâd-u figânları, yanıp
yıkılmaları daha fazladır. Bu hâl ise keyfiyetsizdir, yaşanılan güzellikleri
tatmayan bilmez (Sultan Veled, 2010: 539-540).
“Aşk bir zâttır ki nihâyeti yoktur,
aşkın sıfatlarının başlangıcı yoktur”.
Sultan Veled’e göre aşk, Hakk’ın
muhabbetten dolayı zuhûruna isim olduğu için ezelî ve ebedîdir. Zira zât ve
sıfatla muttasıf olan hâdis olamaz (Sultan Veled, 2015:175).
Sultan Veled, Rebâbnâme’de
aşkın parçalarından da bahseder. Şöyle ki: İrâdeler, meyiller, muhabbetler
aşkın parçaları olup az olursa irâde, çok olursa meyil, daha çok olursa
muhabbet, ifrat derecesinde (aşırılığa kaçarsa) ise aşk adını alır. Aşkın
kemâline ise cezbe denir (Sultan Veled, 2011: 292).
“Aşk hem Eyyüb’ün -as- derdinin
sırrıdır hem Pîr-i Yakub’un hüznüdür.”
Aşk yolunda mihnet ve belalar çoktur.
Âşıkların rehberi olan enbiyâ da bu yolda aşk ve muhabbetlerinin derecesi
nisbetinde en çok sıkıntı ve belaya maruz kalanlardır. Onlar aşktan gelen
belâya yine aşkla sabretmişlerdir. Eyyüb’ün (a.s) aşka mazhar olmasıdır, onun
mal, evlad ve sağlığıyla imtihanına sebep. Zekeriyya’yı testereyle biçtiren,
İbrahim’i ateşlere teslim eden, Yûnus’u balığın karnında eğiten aşktır. Dürr-i
yektâ (benzeri olmayan inci) olan Habibullah’ı “kavminden çok çektim yâ Âişe”
dedirten ve ızdırapla “ümmetî, ümmetî” diye iki dünyada da âh-u efgân
ettiren aşktır. Hz. Mevlânâ’nın:
Cefa kadehinde sunulanı içmek zordur,
ağırdır; ancak Dost elinden olursa hoştur". Sözü bu mânâyı ne
de güzel özetler. (Sultan Veled, 2015: 99-100-143-145).
Sultan Veled, aşkta kahır ve lütfun,
cefâ ve sefânın, firâk ve visâlin bir arada olduğunu şu dizelerde beyan
etmektedir:
Benim yârim, zalim oldu; revâ değil;
zulümden ve beladan elbise yaptı; revâ değil.
Şefkatle kendi aşığını (sevip)
okşuyordu; (şimdi) açıkça şiddet uyguluyor; revâ değil.
Geçen yıl yabancılar (bile) o güzel
sevgilinin dostu idi; bu yıl işler ters gitti; revâ değil.
Taze yanakları kırmızı gül gibi idi;
(şimdi) niçin diken gibi çirkin oldu? Revâ değil.
Yakınım ve soydaşım olan ay yüzlü
sevgili, yabancı gibi, düşman oldu; revâ değil.
(Gönül huzur veren) sevgilinin lütfu
yaralının merhemiydi; (şimdi) gönül yaralı kahır oldu; revâ değil.
Bana sayısız inayeti vardı; bu günse
hesaba bile katmıyor beni; revâ değil.
Ben onu her zaman kucaklıyor,
öpüyordum; şimdi benden kaçıyor revâ değil.
Onun ayrılığının haddi hesabı vardı;
şimdi böyle hadsiz hesapsız oldu; revâ değil.
Onun yanında kıymetliydim, çok
değerliydim; şimdi niçin hakir ve zelil etti beni? Revâ değil.
Onu bahar gibi olan vuslatıyla
gülüyordum, mutluydum şimdi ise o bahar son bahar oldu bana; revâ değil.
Ondan bana (doğru hep) huzur incisi
saçılırdı; şimdi belâ taşına döndü o bağış; revâ değil.
Onun arkadaşlık konusunda bana
verdiği sözü vardı, (şimdi) düşman
ve yabancı oldu
sevgili; revâ değil.
Onun vuslat şarabıyla sarhoştum hep;
(şimdi ise) ayrılık böyle mahmurluğa bıraktı beni; revâ değil.
Veled’i kahır (ve cefa) yaralayınca,
dedi ki: ‘Yârin lütfundan böyle bir kahır’ revâ değil. (Sultan Veled,
2016: 340; Sultan Veled, 2016: 109-110).
Âşıkların gözünde rahat ile mihnet,
sefa ile cefa, lütuf ile kahr birdir.
Şimdi de Eşrefoğlu Rûmî’nin bu
hakikate müteallik dizelerine yer verelim:
Cana cefâ kıl ya vefâ senden o hem
hoş hem bu hoş
Ya derd gönder ya deva senden o hem
hoş hem bu hoş
Hoştur bana senden gelen ya hilat
yahut kefen
Ger taze gül yahut diken senden o hem
hoş hem bu hoş
Ger bâğ u ger bostân ola ger bend ü
ger zindân ola
Ger vasl u ger hicrân ola senden o
hem hoş hem bu hoş
Hâlimi bir soragel diler isen bağrımı
del
Ey kahrı vü lütfu güzel senden o hem
bu hoş hem bu hoş
Gelse celâlinden cefâ yahut
cemalinden vefa
İkisi de cana sefâ senden o hem hoş
hem bu hoş
Derdi cana yaraştırır hem merhemi
ereştirir
Rumî yükün derviş dürür senden o hem
hoş hem bu hoş (Rûmî, 1976:
290).
Sultan Veled’e göre Hak âşığı;
öncelikle kibri bırakmalı, mazlum ve merhametli olup kimseyi incitmemeli;
ilimde, amelde mülk ve devlette, keramet ve makâmâtta benlik ve bizlik
talebinde bulunmamalıdır (Sultan Veled, 2011: 90-91).
Akıl ve aşkın birbirine zıt olduğunu
söyleyen Sultan Veled, aklın özgürlüğü sevdiğini, vücud ve sıhhate önem
verdiğini; aşkın ise mâşûk yolunda harap olmayı, mihneti, tutsaklığı tercih
ettiğini, rahatı, çekilen sıkıntılarda bulduğunu söyler. Ona göre kulluğuyla,
Rabbe kurbiyet ve ittisaliyle özgür olan, aşık; tutsak
ise beden kuyusuna hapsolmuş âkildir. Nitekim duasında şu dizelere yer verir:
“Tutsak akıllı sensin, özgür âşık
benim, senin canın boş bir heybe; dolu, dopdolu benim. Boş doluyu anlamaz;
siyah kehribar inci değirmende değildir.(O) değersiz siyah kehribar sensin;
parlak inci benim ” (Sultan Veled, 2011: 257).
Sultan Veled’e göre akıl ve aşk
birbirine zıttır:
“İyi bilin ki, akıl aşkın zıddıdır.
Bundan dolayı aralarında dostluk bulunmaz” (Sultan Veled,
2016: 252).
Sultan Veled, aşkın akıldan
üstünlüğünü ise şu dizelerle anlatır:
Sen akıllısın, âşık değil; şu hususa
kulak ver. Akıl kargası oldukça, şahin ve hümâ olamazsın (Sultan Veled,
2016: 460).
Akıl ve aşk, her ikisi birbirine
zıttırlar. Aşk sanatında akıl, nasıl dâhi olur? Veled şöyle fetva verdi: Akıl,
âşıktan ne söylemişse veya ne söylerse söylesin, o yanılmıştır (Sultan Veled,
2016: 104).
Bana saf şarap ver; çünkü iki
dünyadan da uzağım ben; bu eski akılı azalt, (yok et); o yeni aşkı çoğalt.
Nefret ediyorum o akıldan; hayatımı zehrediyorsun çünkü. Ya Rabbi ne tatlıdır
delilik ve sevda (Sultan Veled, 2016: 129).
Aşk, içinde hadsiz sırlar barındıran,
sefa ve cefâyı, yara ve merhemi, rahat ve mihneti, kabz ve bastı aşığa
yaşatarak aşk yolcusunu menzile ulaştıran hakikat ve nur deryasıdır ki ne
tasavvuru ne de tasviri mümkün değildir. Aşk, inceden inceye araştırır ve
sırlarını öyle izhar eder. Akıl ise aşkı anlamada âcizdir. Sultan Veled’e göre
aşkın lafız ve ibarelerle târifi mümkün degildir. Aşk “ayın, şin kaf’
harflerine ihtiyaç duymadan târif edilebilir. “Aşk; ayn, şın, kafsız olur,
aşk dâima kılı kırk yarar”. Sözüyle bu mânâya işaret edilmektedir.
Hz. Mevlânâ’nın bu meyândaki “Aşk
nedir öyleyse? Yokluk denizi. Aklın ayağı orada kırıktır”. Sözü de aşkın
akılla kavranılamayacağını yine: “Aşktan dolayı dil, hayret içinde kalır. Artık
olayı anlatacak cesareti kalmaz”. Sözleriyle, sözün bu konuda kifâyetsiz
olduğunu belirtmektedir (Sultan Veled, 2015: 171-172).
Aşkın târifinde dil yetersiz kalır,
sükût eder. Aşk, şerhe ve beyana sığmaz. Aşkı faş eden kimse, dilsiz olur. Aşkı
anlatmak kelimelerle mümkün değildir. Aşk ancak hâl diliyle anlatılabilir, dil
susar hâl konuşur. Fakat yine de aşk sırrını fâş etmek ne mümkün? Zira o, bir
hâldir; tatmayan bilmez. Balı hiç görmeyen ve tatmayan kişiye bal târif edilse
ve lezzeti anlatılmaya çalışılsa da o kişinin balın lezzetinden uzak olması
gibi. Sultan Veled: “Aşkı şerh etmeye nasıl kudretim yeter? Aşk cevherini
nasıl anlayabilirim?”, “Aşk, nâm ve nişandan münezzehtir. Aşk bahsinde her ne
dersen aşk onun ötesindedir” (Sultan Veled, 2015: 194 ).
Hücvîrî de muhabbetin (aşk) yaşanan
ve tadılan bir hâl olduğunu, hâlin ise kâl ile ifadesinin mümkün olmadığını
beyan eder (Hücvîrî, 1911: 309). Aşk, insanı ihlâsın zirvesine çıkarır. Ancak
Hak âşığı, dünyada yaptığı her işi sadece Hak için yapar ve rıza yörüngeli
yaşar (Sultan Veled, 2011: 154). İnsan, yokluk bağından bir dal, yokluk
denizinden bir köpüktür. İradesi ve aşkın saikasıyla aslına, yokluk denizine
kavuşmaya çalışmalıdır (Sultan Veled, 2010: 237;Sultan Veled, 2011: 159).
Sultan
Veled: “Aşk kendiliğinden insana gelir, çalışmakla elde edilmez”. Buyurarak
âşıklığın kesbî değil vehbî olduğunu belirtmiştir: Kulluki insanın irâdesi
dâhilindedir; fakat aşk kendiliğinden doğar (Sultan Veled, 2011: 154 230). Aynı
meyânda düşünen Hücvîrî de muhabbettin mevâhibden olup mekâsibden olmadığını
ifade eder. Ona göre muhabbet isteyen kişiye bütün mevcudât, muhabbeti
celbetmek isteseler buna muktedir olamazlar ve yine muhabbete ehil olan
birisinden muhabbeti uzaklaştırmak isteseler buna da güçleri yetmez. Zira
muhabbet, lütf-i İlâhî’dir (Hücvîrî, 1911: 310).
Sultan Veled’e göre kesb, çalışıp
kazanmak ayak; aşk ise kanat hükmünde olup tâlibi maksuduna daha çabuk
ulaştırır (Sultan Veled, 2014:496). Ayakla yüzyılda aşılan yolu âşık, aşk
kanadı ile bir solukta kat eder. Aşk kanadına sahip olmayan ayakla yürümeye
devam etmeli ki Rahmân’ın rahmeti ona ulaşsın (Sultan Veled, 2011: 135; Sultan
Veled, 2014: 436).
Nitekim Hz. Mevlânâ şöyle
buyurmuştur: “Eğer sende aşk yoksa kulluk vazivesini yerine getir; çünkü
Cenâb-ı Hak, ecirlerinin ücretini verir ”.
Âşığın sözü, insanı âşık eder.
Nitekim: Mecnûn'un cerraha “Haksız yere Leylâ'nın kanını dökeceksin”
sözüne mukâbil cerrah, “Nerede Leylâ? Uyuyor musun? Yoksa cin çarptı da sara
mı tuttu?” sorusuna karşılık Mecnûn: “Ey Usta! Burada hayal nerede? Sen
aşkların hâlini hayal tasavvur etme! Benim vücudumda Leylâ'dan başka kimse
yoktur. Ben Leylâ'nın ta kendisiyim, benden akacak kan Leylâ'nın kanıdır”.
(Sultan Veled, 2011: 258). Bu sözlerden cerrahın gönlüne, Mecnûn'un aşkının
tabiatında öyle bir aşk ateşi düşer ki cerrah artık sevgilisini arar durur,
dağlara ve sahralara yol alır (Sultan Veled, 2011: 258 ). Hak aşkından gayrısı
yok oldu mu insan o zaman Rabbânî seraper (baştan ayağa) can olur. Mutluluk,
cennet ve kevser mazhâr-ı aşktır (Sultan Veled, 2011: 117).
Sultan Veled’in Dîvân’ında İlâhî
aşkı terennüm ederken çeşitli sembol ve benzetmelere yer verdiği de görülür.
Bunlar; mey (şarap), meyhâne, kadeh, sâki, derya, semender, anka, Kafdağı,
sevgili, sine, zülf, servi boy, yüz, dudak, buse, kûy-i yâr gibi teşbihlerdir.
Tasavvufta
kuvvetli aşk ve bu aşkın verdiği şevk anlamına gelen mey; dostların sohbet
meclisi, tekke, mürşid-i kâmilin kalbi mânâsında olan meyhâne; âşığın kalbi ve
mânevî hâl anlamında olan kadeh; mutlak feyz sahibi olan, sevgi ve feyz sahibi
Allah, mürşid, mürşid-i kâmil mânâlarını ihtiva eden sâki sembollerine sıkça
yer vermiştir (Cebecioğlu, 2014: 335-336-415; Şimşek, 2017: 188). Şimdi bu
sembollerle mecâzî anlatımın geçtiği dizelere yer verelim:
Meyhane senin tasarrufundadır; can ve
dünya senin sarhoşundur; can sakisi senin sıradan (uşağ)ındır. Senin aşkın
bizim şaraplarımızdır. (Sultan Veled, 2016: 4).
Ver (ey) şefkatli sâki, ver kadehi
sen kadehi; o ebrâr şarabından (ver) kadehi sen kadehi iyiliksever dostlara ver
ateş gibi (kırmızı) şarabı; yabancılara asla verme kadehi sen kadehi.
Mahmur olduğumuzda, üzgün
olduğumuzda, bize getir, bize getir kadehi sen kadehi. Bu yeryüzü şarabından
değil, o arş şarabından, bu meyhânede çok (ver) kadehi sen kadehi.
Biz, bazen şarap bağımlısı oluruz
bazen de ney üfleriz; içki satan (pire) bağışla kadehi sen kadehi.
Ne güzel şarap ne güzel ney çalmak;
çünkü Zeyd'siz ve Amr'sız verdin sırlar için kadehi sen kadehi.
Sen göster kadehi, artır neşeyi; sen
şarap içene sun kadehi, sen kadehi.
Bütün topluluk, Ey can! Bize şarap
ver, diye feryat etmekte; bu işe çare bul, (ver) kadehi sen kadehi çık çabuk;
Veled! Sarhoş (olarak) içeri gir
çabuk; bu alçaklıktan dışarı yüz gibi
açıkça göster kadehi
sen kadehi. (Sultan Veled, 2016: 55).
Derya tarafına ırmak gibi giden
Tez ve akarak baş üstü gider.
O bedeniyle yönden yöne gitse de
Onun canını daima yönsüzlükte bil.
Sonunda hepsi yok olur gider; onlara
bekâdan nasib yoktur. Ama o canlar ki orada kadîm ve bu âlem yok iken o deryada
mukîm idiler. (Sultan Veled, 2010: 408).
Sultan Veled, burada derya kavramını
mutlak varlık olarak zikretmiştir. Nitekim her can deryadan ayrılan bir katre
olup bu firâkı visâle ulaştırma gayesindedir. (Sultan Veled, 2015: 865).
Arapça karşılığı ankâ, “uzun
boyunlu" olan simurg, hiç kimse tarafindan görülmemiş bir kuştur. Ankâ,
Arapların mitolojik kuşudur ve yuvası Kafdağı’ndadır. İranlıların simurg adını
verdikleri tanrısal güç taşıyan ve murg-ı Âhûrâyî, Ahura Mazda'nın kuşu olarak
da bilinen efsanevi kuşların yuvalarıysa El-burz dağındadır. İslâm sonrası
dönemdeyse bu iki kuş birleştirilerek aynı kuş olarak bilinmiştir. Efsaneye
göre anka, her kuştan bir özellik almıştır. Otuz kuşun özelliğini taşıdığı için
simurg; otuz kuş ve otuz çeşit rengi bulunduğu için sireng; otuz renk diye de
anılır. Renginin yeşil olduğuna inanıldığı için ona zümrüdüankâ da denilir; ama
bu son adın simurg-u ankâ'dan geldiği de söylenir. Tasavvufta ise vücudda
taayyünü olmayan sadece zihinde vücud bulan heyûlâ, diye târif edilir (Yıldırım, 2008: 626-627;
Cebecioğlu, 2014: 51).
Kafdağı, dünyanın etrafını çevreleyen
ve bütün dağların köklerinin yerin derinliklerinde ona bağlı olduğuna inanılan,
büyük kısmı suyun altında, okyanusların derinliklerinde bulunan, her sabah
güneş doğduğunda güneş ışınlarının üzerine düşmesiyle yansımalarının yeşil
göründüğü, ankanında üzerinde yuva kurduğu kabul edilen efsanevi dağdır.
Sûfîler de Kafdağı’nı gönül ülkesi, can ve gerçeklik dünyası, simurgun makâmı
olarak kabul ederler. Sâlikin tek ve en büyük hedefi oraya erişmektir; ama bu
yolculuk alabildiğine zorlu, engebeli yollardan geçer ve tüm bu sıkıntıları
aşmak için sabır, dayanma gücü ve gayret gerekir. Mevlânâ da Kafdağı’nı bazen
Allah’ın yüce sıfatlarının tecelli şekillerinden biri olarak nitelendirir
(Yıldırım, 2008: 444-445).
Eğer ahvâlimin saltanatını görseniz
(yanında) bir zerre görünür (bu) âdem; ne gökyüzü kalır ne güneş ne tatlıdır bu
sarhoşluk.
Ey ankâ kafesi kır, gökyüzünde uç
hakkın yakını kafdağında yaşa; ne tatlıdır bu sarhoşluk.
Veled! Aşk yolunda git, can ol;
cananın denizinde git bu bedende haps olma; ne tatlıdır bu sarhoşluk”. (Sultan Veled,
2016:472).
Ankâ’nın çocuğu baykuşla çift olmaz
Belki uçarakKaf tarafına gider (Sultan Veled,
2015: 875).
Tasavvuf
ıstılahında sevgili, hakikî mahbûb olan Cenâb-ı Hak; sine, ilâhî ilim, tâlib ve
matlûb arasında gizli bir perde ve alâka; zülf, hiç kimsenin ulaşamadığı gaybî
hüviyet, zât-ı ehadiyetin sıfatı ve imkân mertebesi; servi, tefekkürden hâsıl
olan ilimler ve istikamet, vahdet ve Hak, Hakk’ın her şeyi istilası ve
mertebenin yüceliği; yüz: keyfiyeti bilinen hakkındaki bilgilerin kalıcı olduğu
tecelliler; dudak (leb), nefes-i rahmâniyeye işaret eder; bûse, nefh-i rûh ve
ihyâ, kemâlde yükselmek ve visâl zevkini tattırmak mânâlarını ihtiva etmektedir
(Uludağ, 2012: 94-333; Şimşek, 2017: 65-398318-309).
Sultan Veled, yukarıda mânâlarını
verdiğimiz bu kavramlara Dîvâriında sıkça yer vermiştir. Şimdi
kullandığı sembollerin yer aldığı dizelere bir göz atalım:
(Ey sevgili!) senin ay gibi olan
yüzünden utanmakta sabah ışığı.
Senden dolayı ruhlar şaşkın, bedenler
sarhoş;
Senin o lâl dudaklarından ve kâfir
zülfünden dolayı herkeste takva ve kurtuluş görünmekte (Sultan Veled,
2016: 638).
Senin zülfün gibi kıvrım kıvım
dağınığım. Zülfün gibi ayağını ne zaman öpeyim
Ey yüzü güneşten daha güzel olan ben
senin Hintliye benzer zülfünün kölesiyim.
Her ne kadar cihânda çokça güzel
görmüş olsam da
Bütün bunların hepsi senin bir
zülfüne değmez (Sultan Veled, 2015: 780-781-782).
Gönül onunla sınırsız kucaklaşır,
sarmaş dolaş olur, o öpüceğe senin dudağın sığmaz dikkat et (Sultan Veled,
2016: 219).
O mahmur gözünden şarapsız sarhoşuz;
o parlak la’l dudağından gülsuyu içti canımız.
Üzümden şarap istemem, karga gibi
karanlık istemem; çünkü vuslatta onun dudaklarından saf şarap içmişim (Sultan Veled,
2016: 457).
Niçin güzel ve endamlısın ey sevgili?
Niçin ay (yüzünün parlaklığını) arttırırsın ey sevgili?
Niçin o gözün, kaşın ve dudaklarınla
bizi deli dîvâne ediyorsun ey sevgili?
Niçin sonsuz nazınla bizi öldürür,
salınarak bize doğru gelirsin ey sevgili.
Bütün güzeller ve gençler
şaşkınlıklarından sana derler ki: "Ne (kadar) güzelsin ey sevgili?"
Ben güzellikte nerede bulabilirim bir
benzerini? Çünkü güzellikte teksin ey sevgili!
Ay nedir ki bir kimse desin: Ay gibi
güzel yüzlüsün ey sevgili!
Servi de nedir ki ben diyeyim: Düzgün
ve güzel servi boylusun ey sevgili! (Sultan Veled, 2016: 67).
·
2.3. Tasavvuf? Düşünceye Dair
Görüşleri
·
2.3.1.
Akıl
Kelime olarak akıl; yasaklayan, kalp,
ahmaklığın zıddı anlamında olup (İbn Manzur, 1707: 3046) tasavvuf ıstılahında;
Hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmeye yarayan nur demektir. Rabbânî latife,
kalp, Allah’a ibâdete ve cennete girmeye vasıta olan düşünce, kulluk yapmaya
âlet olan fikir, ibâdetin yolunu gösteren ışık anlamlarında da kullanılmıştır
(Uludağ, 2012: 32-33).
Sultan Veled, Hak katında en değerli
ve en sevgili varlığın akıl olduğunu sebepleri ile şöyle ifade eder: Allah,
aklı yaratmış ve akıl, Rabbinin kendisinden yapmasını istediği emirleri yerine
getirmiştir. Akıl, insanların doğru yolu bulmalarında bir rehberdir. İnsan,
aklı ile düşünür, tefekkür eder ve yaratıcısına yol bulur. Said, akıl sayesinde
mükâfata nâil olacak ve şakî ise yine akıl yüzünden mücazâta müstahak
olacaktır. Bu yönü ile akıl, insanın değerini ortaya koyan bir mihenktir. Kim
aklına tabi olarak yaşarsa onun hayatı mahz-ı din olur. Çünkü akıl, sonu
görüşle muttasıftır ve onun bakışı âhirete; cennete, sevaba, yargılanmayadır
(Sultan Veled, 2014: 32-33104-190).
Hz. Mevlânâ’nın bu meyanda sözleri
olduğunu biliyoruz:
Şu hakir âlemin güzel tabiatlı âdil
sultanı, Tûr-i Sina’nın nâru, her müşkülün düğümünü açan bir cevher Yüce
Yaratıcı ’ya karşı rûhların kılavuzu, insanın değerini gösterecek yegâne
terazi, O’ndan başka yoktur tapacak, hükmü ile bildirilen padişahın rahmet
gölgesi (Küçük, 2006: 102).
Sultan Veled, aklı nefisle
karşılaştırarak da izah etmiştir. Aklın menşei arş, nefsin ise ferş (dünya)
olup mahiyet itibari ile birbirlerine zıttırlar. Kimin aklı, nefsine hâkim
(emir) olursa o bahtiyârdır ki onun aklı arşîdir. Kimin nefsi emmâresi, aklı emir
altına aldıysa o da bedbahtır ve onun aklı dünyadandır. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır: “Saadet o kimsenindir ki, aklı emir
(hâkim), nefsi esir (mahkûm) dir. Hüsran da bunun aksine olan kimsenindir. Gene
saadet, aklı erkek, nefsi dişi olanlarındır. Felaket de bunun aksine olan
kimseyedir”. (Kaynak bulunamadı) (Sultan Veled, 2011: 68).
Sultan Veled, âdemoğlunun biri hakir
diğerinin aziz olan iki unsurdan (ceset ve rûh) oluştuğunu belirtirken rûhu
akıl olarak zikreder. Ona göre kişi, aklın (rûhun) kılavuzladığı yolda
ilerlerse arşî, ten kafesinden kurtulamazsa ferşî olur. (Sultan Veled, 2011:
69). O aklı, öğütleri ile doğru yola sevkeden babaya, nefsi ise hilekâr lûtîye
benzetir (Sultan Veled, 2011: 69). İnsana nefsinden önce gönderilmiş
peygamber gibi olan akıl
Mûsâ (a.s), nefis ise Firavun’dur (Sultan Veled, 2011: 68-69108; Sultan Veled,
2014: 200).
Sultan Veled, Hz.Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye hitaben buyurduğu: “Halk, yaratıcılarına
ibadetlerin herhangi biriyle yakınlaşmak isteği içerisindedir. Sen de
akıllıların sohbetiyle yakınlaşmaya bak ki dünyada insanların katında, ahirette
de Allah ’ın katında derece ve yakınlık açısından onları geçesin ”.
İfadesindeki “akıllılar”dan murâdın merd-i Hudâ olduğunu söyler. Zira akıllı,
Hak’tan gâfil olmayan, Hak’tan gayrı her şeyden (mâsivâ) uzaklaşıp bakışını
Zât-ı Bâri’ye hasreden, dersini ale’d devam O’ndan alandır. (Sultan Veled,
2011:178-179). Ona göre aklının artmasını isteyen, akıllı (merd-i Hudâ)larla
oturup kalkmalı, onlarla sohbet etmelidir (Sultan Veled, 2011: 167; Sultan
Veled, 2014: 382, 383).
Sultan Veled: “Melek ve akıl ikisi
de bir nurdandır; şeytanla nefisse karanlıkların sarhoşudur”. Sözüyle aklın
melek cinsinden olduğunu, nefis ve şeytana karşı, insanın melekî yönünü temsil
ettiğini ifade eder (Sultan Veled, 2011: 200; Sultan Veled, 2014: 191). O,
diğer insanların zâhirî gözle göremediği birtakım şeyleri görebilmesini izah
ederken akıl örneğine yer verir. Uzuvlar, aklın âleti olup kimin aklı fazla ise
temyiz gücü de o nispette fazla olur. Nitekim insan, çocukluğunda sahip olduğu
aynı göz ve kulakla göremediği ve işitemediği şeyleri ihtiyarladığında ve aklı
kemâle erdiğinde sahip olduğu temyiz ve nazarla görür ve işitir hâle gelir.
Artık olayları muhâkeme gücü artar, işittiği sözlerin fayda ve zararını tefrik
eder. Davranışlarını ona göre şekillendirir. (Bunun gibi bütün azalar, aklın
hükmü altına girince insanın görüşü değişir.) Nasıl ki aklı fazla olanın temyiz
hassası da ona göre fazla olursa Cenâb-ı Hakk’ın kuluna alakası ne kadar çok ise
kulun da Rabbine olan ilgisi o derecededir. Hak ehli, Rabbine olan yakınlığı
ölçüsünde gayb âlemine dair bazı sırlar ve acibelerden haberdar olur. Hakk’a
kurbiyeti sona erer ise Hak dostunun nazarındaki acîbeler yok olur (Sultan
Veled, 2011: 279).
Yüce Yaratıcı’yı muhâkeme yoluyla
bulmada, ubûdiyet vazifesini ifada, nefs-i mücâdelede ve dünya işlerinde aklı
gerekli gören Sultan Veled, vahdet deryasını anlatırken bu aklın (akl-ı meâş)
terk edilmesi gerektiğini ifade eder. Şimdi buna dair sözlerine yer verelim:
Bura iş yeridir; söz yeri değil.
Bî-hûşluk istersen akıldan geç!
Akıl, fikir, renc ve mihneti mûcib
olur. Akılsızlık (kendinden geçip mest-i lâ yâkil olmak) ise bir hazinedir.
Akılsızlığı tercih et ki akıl renc ve elemdir (Sultan Veled,
2010: 258).
Ona göre mürşid-i kâmilin gözetiminde
vuslat yolundaki seyrde, akıldan ve ilimden geçmek gerek. O, bu düşüncelerini
şu sözlerle dile getirir:
Merdânın işine akıl ermez. Akıldan
ilimden geç de gözünle görmeye çalış. Eğer talep yolunda öyle bir göze mâlik
değilsen bu sırrı ondan duyduğun gibi kabul et.
Çünkü o fehimden, akıldan hariçtir.
Haydi! Bu yolu sadakat ayağıyla katetmeye gayret et.
Akl ve fikri bırak da sıdkını artır!
Ta ki her lahza bâkir bir lütfa, tecelliye nâil olasın (Sultan Veled,
2010:166- 211; Sultan Veled, 2014: 104).
Bu zıd, bu nid, bu adet burada olur.
Vâhid tarafına vahdetten başkası yol bulamaz.
Bu nakıştan, bu adedden
temizlenmedikçe, sen oraya akl u fikrinle yol bulamazsın.
Mâdem ki aklın sana ikal (ayakbağı)
oluyor, onu koparmak lazım.
Ta ki canın rûh gibi ayaksız, başsız,
vücudsuz olarak vahdet sahrasına revân ola. (Sultan Veled,
2010: 461-462).
·
2.3.2.
Rûh
Lügatte Kur’ân; vahiy, Cibril ve Hz.
İsa’ya ıtlak olunur. Nefh mânâsındadır ki nefes ile üflemektir. Rûhun hakikati
bir latîfe-i Rabbâniyedir ki ulvî âlemden bir unsur-ı şeriftir. Rûh; hayvânî,
tâbiî ve nefsânî olmak üzere üç çeşittir. Rûh-ı hayvânînin merkezi kalp, rûh-ı
tâbiînin dem (kan), rûh-ı nefsânînin merkezi dimağdır (Firuzabadi, 1305/1888:
472). Aynı zamanda ferah, Kur’ân, emir ve nefs mânâsınadır. Tasavvuf
ıstılahında rûh; öyle bir latifedir (sır) ki, bedende bulunduğu müddetçe Allah
Teâlâ, rûhun mahalli olan beden kalıbında hayat yaratır. Tabiattaki İlâhî kanun
böyle cereyan etmektedir. İnsan (rûh ile değil) hayat ile diri ve canlıdır,
uyku hâlinde (rûh maddî âlemden) yükselir, bedenden ayrılır, sonra ona döner.
Cüneyd’e göre rûhla ilgili bilgileri Allah kendisine tahsis etmiştir.
Yarattıklarından hiçbirini buna vâkıf kılmamıştır. “De ki: Ruh, Rabbinin
emrindendir”. (İsra, 17/85). âyetine göre rûh hakkında: “O vardır”,
demekten fazla bir şey söylemek mümkün değildir (İbn Manzur, 1707: 3/1768;
Kelâbâzî,1904: 67; Kuşeyri, 2007: 121).
Sultan Veled, mürşid-i kâmilin
sohbetinde bulunmanın önemine değinirken, kişilerin bilmeden iyi kötü herkesle
oturup kalktığını, bu konuda teyakkuz içinde olunması gerektiğini ifade eder.
Bilinmelidir ki her rûhta gizli hastalıklar vardır, bu hastalıklara sahip olan
ruhtan, kendisine yakın olan ruha hastalıklar sinsice geçer. Sultan Veled,
ruhların birbirlerinden etkilendiklerini; görüşülen, konuşulan, aynı ortamda
bulunulan kişilerin görüşlerinin kişi fark etmeden kendisine geçtiğini ifade
eder (Sultan Veled, 2011: 101). Hastalıkların ve kötü görüşlerin temiz
rûhu
kirletmemesi adına perhiz
(riyâzet) kalkanına sahip olmak gerektir. Zira rûha vurulan damga geçmez. Rûh
aynadır, pas tutarsa ayinedârlık vazifesini yapamaz; hiçbir renk ve şekil onda
zâhir olmaz. Rûh, insana iki cihanda da yârdır. Dolayısıyla onu temiz tutmak
gerektir ki güzelliğini onda seyredebilsin. Mürşid-i kâmilin sohbetinde
bulunanın ruhu, onlar gibi nurlanır (Sultan Veled, 2011: 102-103). Rûhun gıdası
hikmettir, gücü ondan alır; öyle mertebeye yükselir ki kesrette vahdete ulaşır
(Sultan Veled, 2011: 127).
Cisimler dört unsurdan müteşekkil
olup hepsi de birdir. Sûretlerdeki farklılık ise mananın farklı olmasından
kaynaklanır. Çünkü mânâ sûrete nüfuz eder (Sultan Veled, 2011: 19). Cisimler,
rûh ile zindegîdir (hayat bulur) ve değer kazanır, ruhtan ayrılan sûret çürür
ve yok olur (Sultan Veled, 2011: 212-213). Cisim, rûha nisbeten deryada damla
gibidir (Sultan Veled, 2010: 223).
İnsanın kalbinde yetmiş iki millet
(akideleri-rûhî hâlleri) gizlidir. İman-küfür, cehâlet-ilim gibi vasıfları gam
ve meserret gibi rûhtan zuhûr eder. Kişi, hangi vasfı zuhûr ettiyse o isimle
anılır; mü’min, kâfir, câhil, âlim gibi. Evliyâ bu hallerden uzaktır; çünkü o
Hakk’ı, aynel-yakîn müşâhede etmiş, şekten kurtulmuştur (Sultan Veled, 2010:
223-224).
Sultan Veled’e göre rûh iki nev’dir:
Birincisi rûh-i hayvânîdir. Bu rûh, vücudun oluşumunun neticesidir. Ten
cinsinden olup sonunda o da ten gibi yok olacaktır. İkincisi rûh-i Rabbânîdir
ki beş vakit namaz, oruç, zikir, tefekkür, emirlere itaat, nehiylerden ictinab
ile bedende vücud bulur. Bu can (rûh), Cenâb-ı Hakk’ın nurudur. Rûh-i Rabbânî,
fâni olan rûh-i hayvânîyi bekâya kalbeder (Sultan Veled, 2010: 467-468).
Ruhlar, yokluk âleminde farklı
madenlerdendi. Her biri Hâlık-ı Kerîm’i dilsiz dudaksız zikreder, tazimde
bulunurdu. Sahip oldukları mertebeler vardı (Sultan Veled, 2011: 62). Rûhlar,
mekânsızlık âleminden yeryüzüne nefisle mücâdele ederek
mertebelerini yüceltmek bir
tane iken yüzler, binler olmak için gönderilmiştir. (Sultan Veled, 2011: 61).
Ayrıca Rablerinin £»«İÎ
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
(Araf, 7/172). Sorusuna ruhların Jj- evet (Araf, 7/172). Cevabı, zâhirde müsâvi görünse de
hakikatte müsâvi olmadığından rûh Ij^aI
“ininiz” nidâsıyla yeryüzüne gönderildi ki, “belâ”ların sırrı ayan olsun
(Sultan Veled, 2011: 62-63).
Mekânsızlık âleminde aynı madenden
olan ruhlar, dünyada birbirlerine dost olurlar. Cenâb-ı Hak, ezelde onların
arasına yakınlık koymuştur. İki rûh arasını telif etmek ancak Kâdir-i Mutlak’a
mahsustur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştır: “Mü’minlerin gönüllerini
birleştiren de O ’ dur. Dünyanın bütün servetini harcasaydın onların
gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah onların aralarını düzeltti. O, izzet
ve hikmet sahibidir”. (Enfal, 8/63).
Ruhlar, cisimlere nazaran latiftir;
fakat Hakk’a nazaran kesif sayılırlar (Sultan Veled, 2011: 212). İnsanın ruh
hakkında bilgi sahibi olmadığını Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan eder: “Sana
rûh hakkında soru sorarlar. De ki: rûhun ne olduğunu ancak Rabbim bilir, size
ise pek az bilgi verilmiştir”. (İsra, 17/85). Sultan Veled’e göre asıl rûh
evliyâdan gelen, vahye ve ilhâma mazhar olan rûhtur. Bu rûh âbı hayattır ve
insana nasip olan rûhtur. Başkalarından gelen rûh ise tulumdaki yel misali
yanıp gitmeye mahkûmdur ve hayvanların nasibidir. Nefse dost ve köle olanların
hayatları, hayvanî ruhlardır (Sultan Veled, 2014: 360- 414).
Rûhun hâssası, vücudun bütün eczasını
beslemek ve her birini kendi yerinde diri tutmaktır. Rûh, âliyi sâfil, sâfili
âli yapma gücüne sahip değildir. “Sen dilediğin kimseyi aziz, dilediğini
zelil edersin. [Hayır] Şer Senin elindedir. Muhakkak ki Sen, her şeye
kâdirsin”. (Al-i İmran, 2/26). Beyânında da görüldüğü gibi her şeyde tebdil
ve tasarruf kudreti, Kudret-i Sonsuz’a aittir (Sultan Veled, 2010: 527-528).
Beden, rûhun zindanıdır ve rûh orada
canâna olan hasretinden, iştiyâk derdinden dolayı perişandır (Sultan Veled,
2014: 448). Tâlib, mânevî mi’râca urûc ederken anâsır âleminden kurtulup
tamamen rûh olur (Sultan Veled, 2010: 175).
Sultan Veled, İntihânâme’nin
sonunda öğütlerinin son bulduğunu, artık bundan sonra rûhlar âleminde sükûta
dalıp halkın dine rağbetinin artması, her tâlibin canının makbul olması için
dua edeceğini, zira Cenâb-ı Hak murad etmedikçe hiçbir işin tamam olmadığını
ifade eder (Sultan Veled, 2010: 545).
Cenâb-ı Hak, rûh-ı gaybîyi insanın
vücuduna koydu, çamur ile aynîleşti. Su gibi yumuşak iken burada taş oldu. O
âlemde haberdar iken bu âlemde bîhaber oldu. Gıdası olan rûhânî zevklerden zevk
almaz hale geldi ve gıdası hayvanların gıdası olan otlar vs. oldu. Rûh, bu edna
dünyaya gelince aslını, o hoş cihanı ve güzellikleri tamamen unutarak hiç
hatırlamadı. Dünyanın değersiz zevkleri ruhu sermest etti ve ezelde verdiği
ahdi unuttu (Sultan Veled, 2011: 57). Nasıl ki insan, uykuya daldığı zaman
altmış yıllık hatıraları sıkıntıları hatırlamaz; öyle de, rûhlar âlemindeki
hatıralar dostlar, sonsuz nimetler, garur (aldatıcı) olan dünyada hatırlanmaz.
Zira dünya hayatındaki uyanıklık, gayb âlemine nazaran uykudur, gaflet
uykusudur (Sultan Veled, 2011: 57).
Rûh için zühd ve
takva yemeğinde yüzlerce gıda sayısız aşk ve zevk vardır (Sultan Veled, 2011:
69). Sultan Veled, Âdem’in (as) beden ve ruhtan müteşekkil olduğunu anlatırken
ruhtan akıl olarak söz eder (Sultan Veled, 2011: 69).
·
2.3.3.
Sır
Kelime olarak sır; gizli şey, kök,
kıymetli, vadinin orta yeri, asıl mânâsınadır (Cebecioğlu, 2014: 436). Tasavvuf
ıstılahında sır; insanın vâkıf olduğu şeydir. Sırrın sırrı ise Hak’tan
başkasının muttali olamadığı (bilemediği) şeydir. Sûfîlerin ıstılahına ve
esaslarına göre sırrın rûhtan daha latif, rûhun da kalpten daha şerefli olması
icap etmektedir. Kul ile Hak Sübhânehu ve Teâlâ arasında saklı ve gizli kalan
(mektûm, masun) hâllere de sır denilir (Kuşeyrî, 2007: 122).
Sûfilerin esasları ve prensipleri,
sırrın müşâhede (ulûhiyeti seyr ve temâşa) mahalli olduğunu icap ve ifade eder.
Sûfilere göre sırlar, Allah’tan başka hiçbir şeye meyletmez, hiçbir şeyin kulu
ve kölesi olmaz. Kul ile Hak Teâlâ arasında saklı ve gizli kalan (mektûm,
masûn) hallere de sır denilir. Sırlarımız bâkîredir, hiçbir kimsenin vehmi, bu
bekâreti bozmamıştır, sözü de bu mânâyı ihtiva eder (Kuşeyrî, 2016: 182).
Sühreverdî’ye göre İlâhî hakikat ve
sır, aklın ötesi ile alakalıdır. Dolayısıyla sır, aklı-ı me’âşla (dünyevî
işleri anlayan akıl) anlaşılamaz. Çünkü akıl, görünen âlemi anlayacak şekilde
donatılmıştır. Gayb âleminin derinliklerini anlamak onun değil rûhun işidir
(Küçük, 2010: 90-91).
Sultan Veled de “Bu sözlerden de
herkes bir nasib alır. Tamamını kimse anlayamaz. Onda çok yüksek sırlar vardır
ki oraya fikir kemendiyle çıkılamaz”. Sözleriyle sırrın akıl ile idrak
edilemeyeceğini vurgular (Sultan Veled, 2010: 512513).
Zâhir ve bâtın ilminde koca derya
olan Sultan Veled, bazen sessiz ve durgun bazen de heyecanlı ve coşkulu bir
hâle bürünür. Vâkıf olduğu sırları ve tecrübelerini anlatma arzu ve gayretini Intihânâme
adlı eserinde ve az da olsa İbtidânâme’sinde görmekteyiz. O vaaz ve
nasihatleriyle, ifşa ettiği sırlarla, gönül kulağına sahip insanları hak yoluna
kılavuzlamayı gaye edinmiştir. Nitekim Intihânâme ’sine şu nüktelerle
başlar: “Hak Teâlâ’nın adıyla yine nâdir ve esrârlı olan nüktelerle başlıyorum.
Çünkü bizim bu sözümüz bu vaaz ve nazmımız halkı Hak tarafına kılavuzlar”.
(Sultan Veled, 2010: 159).
Sırları beyân zor olmakla beraber
Sultan Veled'in sırları anlatmada istek ve hırsı, ona bu çetin işi kolay
göstermektedir. O, gönül hazinesinden daha önce hiç delinmemiş nice inciler
delecektir:
Kalbimde meknûn olan muhabbet
dolayısıyla sırları daima beyan etmek emelindeyim!
İsterim ki bence âşıkâr olan bu sır, benimle
beraber olanlarca da bilinsin.
Bu maksada olan hırsım bana güçten
güç olan bu işi kolay gösteriyor.
Ta ki rûhu ibareye getireyim.
Nuh'un ruhunu şerh edeyim
Her ne kadar o sır gözle görülemezse
de o inciyi ibare ile delen olmadıysa da.
Başka bir ifadesiyle emelini
söylemeye şöyle devam eder:
Bu sırların izahı güçtür; fakat ben
bu çetin yola adım atacağım. Kimsenin söylemediği sırrı söyleyeceğim, kimsenin
bilmediği inciyi deleceğim. Eğer izni olursa bundan sonra o sırlardan haber
vereceğim ki evvelkilerden hiç kimse onları beyâna tasaddi etmemiştir, iki âlem
halkına da gizli kalmıştır (Sultan Veled, 2010: 288-289).
Burada Sultan Veled’in sır olarak
bahsettiği konulara yer vereceğiz:
Bütün mevcudât gizli âşikâr, Sâni-i
Hakikî’yi tesbih eder. Bu sırrı ise ancak Hudâ ve Hudâ’nın nuruyla zindegi (hayat
bulan) Hakk’a mahrem velîler işitebilir. Ona göre velîler, Hak’ta fâni
oldukları için, o sırrı işiten yine beşer değil Hudâ’dır:
Yerin göğün bütün eczası, gizli
âşikâr Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ederler.
Onların tesbihini Hudâ’dan başka
veyahud Hakk’a mahrem olan velîlerden başka kimse işitemez.
O sırrı, o sessiz sesleri Hakk’ın
nuruyla velîler işitebilir (Sultan Veled, 2010: 362).
“Ene’l-Hak” sözünün sırrını beyân
eden Sultan Veled’e göre benliğinden geçerek Hak’ta fâni olan Hallâc-ı Mansûr: “Ben
yokum, sadece Hak vardır”. Ânlamını ihtiva eden “Ene’l-Hak” sözünü fenâ
makâmında söylemiştir (Sultan Veled, 2010: 267).
Sır, söze sığmaz; zira sır derya, söz
testi misalidir. Güneş zerreden, derya lüleden akan sudan bilinir mi hiç? Sırrı
söze dökmek; rüzgârın dağı, saman çöpü gibi titretmesi kadar zordur. (Sultan
Veled, 2014: 490). Bütün âlem birdir, ikilik yoktur, hakikati sırrın özüdür
(Sultan Veled, 2014: 324).
Sultan Veled, orada anâsır ve aded
yok, orası vahdet-i mahzdır, diyerek mekânsızlık âleminden bahsederken: “O
hâlin şerh-i, lisâna sığmaz. Binaenaleyh bu sözün ağzını kapıyorum”.
Buyuyarak ve “Gayb âleminden az bir şey söylüyorum, çünkü ilim deryasının
kenarı yoktur ”. İfadesiyle de sırrın sözle beyânının zorluğundan dem
vurarak sözünü kısa kesmektedir (Sultan Veled, 2010: 171).
Varlık âleminde hakikatte her şey
Hakk’ın kendisidir. Bu ise “Lâilahe illallah” sırrının ayan olmasıdır. Bu sırra
erenler, gönül gözleriyle gören velîlerdir. Onlar dünyada Hak’tan gayrı bir şey
görmezler. Yerde, gökte, gece gündüz, hayırda ve şerde hep Hudâ’yı temâşâ
ederler (Sultan Veled, 2010: 398-399).
Sultan Veled, zikr-i Hudâ olan
Kur’ân-ı Kerim’i zevk duyulmadan okunduğu takdirde okuyana lanet etmesinden ve
zevk ile tilâvetinden elde edilen mânevî terakkiden bahsederken bu hakikati
remz ifadesiyle sır olarak verir. Zira o, “Akıllıya bir işaret kâfidir ”.
Diyerek bazen düşüncelerini veciz ifadelerle anlatmayı tercih eder: “Onun pâk
nuru, o serverliğin kılavuzudur. O nurun yanında bu nur, sermedîdir. Aklın
varsa sana küçük bir remz söyledim; o akl seni mesrûr eder, gamdan kurtarır”
(Sultan Veled, 2010: 216-217-410).
Evliyânın Hakk’ın nuru ve sırrı,
Hakk’ın sırrının ise Hak’tan gayrı olmadığını ifade ederken: “Söz buraya
gelince dudaklarımı kapadım, gayret ateşi dilimi yakmasın diye” sözüyle de
sırrın beyânını, Hudâ’nın gayretinden (kıskanmasından) dolayı bıraktığını
anlamaktayız (Sultan Veled, 2010: 235).
Merd-i Hudâ’nın müridlerine
fevâidlerinden, Hudâ’yı bilâ-hicâb müşâhededen bahsederken: “Sözle bu kadar
anlatılabilir. Bu sırrın hakikati ise öldükten sonra anlaşılır”. Diyerek
sâlike mevt-i irâdîyi öğütler (Sultan Veled, 2010: 238). Müşâhede hâlinde
merd-i Hudâ’nın aşk-bâzlığı kendisiyledir. Ve kutb gibi kendi etrafında döner,
diyen Sultan Veled: “Bu mânânın sırrı dile sığmaz, o olmadan (onun aynı
olmadan ) anlayamazsın”Sözüyle sırrın, hâl ile anlaşılabileceğini vurgular.
(Sultan Veled, 2010: 258).
Cemadât âlemi,
irâde sahibi olup irâdesinin hakkını vermeyerek hayatını dalâlette geçiren
sonra da: “Keşke toprak gibi irâdesiz olsaydım, bu azab bana irâdemden
geldi”. Diyerek hüsrânını dile getiren fena insanlardan daha bahtiyârdır.
Zira onda elem, kahır ve sitem yoktur derken: “Bunun tafsili uzun sürer. Bu
kadar yeter. Âkil olan bu kadarıyla esrâra vâkıf olur ”. Sözüyle de veciz
ifadeleri tercih eder.
·
2.3.4.
İlm-i Ledün
îlm-i Ledün; ders ve okuma yoluyla
elde edilemeyen ilimdir. Mutasavvıflara göre bütün ilimler Allah katından
gelir. Şer’î ve zâhirî ilimler, melek ve resul aracılığıyla gelir. îlhâm ise
aracısız olarak doğrudan Hak’tan gelmektedir. Bunun içindir ki ilhâma, ilm-i
ledün denilmiştir. Bu ilim, kişiye özgü mahrem ve gizemli bir bilgidir
(Seccâdî, 2007: 229; Uludağ, 2012: 185).
“Ölmeden önce ölünüz”. (Aclûnî, 2000,
Keşfü’l-hafa, II, 346.). Emr-i mucibince beden kafesinden kurtularak, gönlü
aşk-ı Hak ile dolan evliyânın kalpleri, Hak ilminin (İlâhî sırlar) menbaıdır.
Onlardan sâdır olan sözler, İlâhî sırlar (ilm-i ledün) olup her biri etrafına
nice inciler saçar (Sultan Veled, 2011: 90-306). Nitekim âşıkların şâhı Sultan
Veled, mekânsızlık âleminden bahsederken nice inciler deler. Ve akabinde bu
hakikate şöyle vurgu yapar: “Bir cihandaki hayatın aslı odur, oraya giden
kurtuluş bulur. Bunun sonu gelmez. Bu gece bu kadarla yetinelim, Hak’tan başkasını
gönülden atalım. Yarın gene Mesnevî’den yeni bir mevzu bulmaya çalışırım. İlm-i
ledünden yardım gördüğüm takdirde yarınki sözlerim daha mânâlı olur. Çünkü bu
ırmağın (gönül ırmağı) suyu o deryadan geliyor, o arttıkça bu da artar”.
(Sultan Veled, 2011: 301).
Sultan Veled’e göre ledün ilmi,
yönsüzlük yönünden kaynayarak gelen ebedî hayat suyudur. Öyle ki testisi
evliyâdır ve su kuşlarını (hakikat teşneleri) deryaya çekmekle muvazzaftırlar
(Sultan Veled, 2011: 323).
O Intihânâme'de nasihatlerinin
Hak’tan mülhem olduğunu beyan eder (Sultan Veled, 2010: 517). O, Hudâ’yı
tanımanın, merd-i Hudâ’yı tanımaktan daha kolay olduğundan bahsederken
mes’eleyi Hz. Mûsâ'nın Hz. Hızır'ın esrârını fehmedemediğine yer vererek izah
eder. Ona göre Sâni-i Zü’l-Celâl’in sanatı ve kudreti âşikârdır ve o, bütün
âlemin sevgilisidir, onun kulluğundan habersiz olan yoktur. Fakat merd-i
Hudâ’nın işareti mânevî’dir, ilmi ledün kaynağından gelen sözlerdir, onu ancak
saf ve incelikleri görebilen bir rûh anlayabilir (Sultan Veled, 2011: 332-333).
Öyle evliyâ da vardır ki (kutb)
sözsüz ve savtsız can yoluyla ilmi ledün bahşeder. Her ne yaparsa vasıtasız
yapar. Böylece abd ile Rabbi arasında râbıta oluşturur (Sultan Veled, 2010:
482; Sultan Veled, 2014: 98). Sultan Veled, ledün ilmine sahip olmak yolunda
kesbe önem atfeder. Ona göre aczini itiraf edip kulluk şuuruyla gece gündüz
taatte bulunmak, gözünü sadece Hakk’a hasretmek Allah'ın ihsanı olan ledün
ilmini celb eder. İhsâna mazhar olan ise Hak’tan dembedem vasıtasız dersler
alır (Sultan Veled, 2011: 97).
Öte yandan her ibadet ve taatle
meşgul olan, ömrünü zühd ve takva ile geçiren kişiye ledün ilmi nasip olmaz.
Zira o, bir lütf-u İlâhî’dir. Kimin rûhu ezelde bu atiyyeye layık ise Hak Teâla
ona bağışlarda bulunur, layıkını verir. Kısaca diyebiliriz ki Cenâb-ı Hakk'ın
ihsânı ezelîdir, amel vasıtasıyla elde edilen nimetleri de tamamen kısmettir.
O, dilerse amelde ileri olmayan kullarına da atâda bulunabilir. Dilerse de
lütfunu amelde bahşeder ki; kulu lütfa layık olmak için atâletten zulüm ve cehâletten
ihlâsla yaptığı amellerle uzaklaşsın. Nitekim Mevlânâ şöyle buyurmuştur: “insan,
yüz bin amel ve mücâhededen sonra Hakk’a vâsıl olduğu zaman gördü ki o taatler,
kendisine erişen atiyyelere nisbetle hiçtir ve anladı ki saadet kısmettir, amel
karşılığında değildir” (Sultan Veled, 2011: 208).
Fenâfillah
makâmında duyuların, mekân ve yönün olmadığı öyle bir cihan vardır ki bu semâ,
oraya nispetle bulut gibidir ve o cihanda öyle ilimler öğrenilir ki dünyadaki
kitaplar ona bir satır bile mukâbil olamaz. Lâhutî âlemdeki ilimden bir cüz, bu
dünyaya gönderilmiştir ki bu ilimden ilmin asıl kaynağına yol bulunabilsin ve
insan değerli, şerefli, rağbet edilen bir varlık olduğunu inâyet-i İlâhî ile
ortaya koyabilsin (Sultan Veled, 2011: 277). Bu ilim, mü’minin rûhunu besleyici
süt gibi kuvvetlendirir (Sultan Veled, 2010: 178). Ebedî hayatı etkileyen rûhî
hastalıklardan ancak hikmet (ledün ilmi) sahibi hekimler kurtarabilir (Sultan
Veled, 2011: 223).
·
2.3.5.
Elest Bezmi
Elest bezmi, kelime olarak; meclis,
muhabbet ve sohbet toplantısı mânâsındadır. Tasavvuf ıstılahında; Hakk’ın:
“Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye sorduğu, rûhların da “Evet
öyledir”. (A‘raf, 7/172). Şeklinde cevap verdikleri meclis demektir. Bu
olay, insanlar yeryüzünde yaratılmadan evvel Allah ile insan rûhları arasında
meydana gelmiştir (Uludağ, 2012: 75).
Sultan Veled, insanın, kâinatın
yaratılış sebebini ve insanın dünyaya gönderilişini izah ederken ifadelerinde
“elest bezmi”ne yer verir. Ona göre Fâtır-ı Hakîm, rûhları cisimlerden yedi yüz
bin sene evvel yaratmıştır. (Sultan Veled, 2011: 99). Rûhlar, o âlemde (âlem-i
ervâh), ten kaydı olmaksızın Hakk’ın nimetlerinden müstefiddiler (Sultan Veled,
2010: 169; Sultan Veled, 2011: 99). Onlara orada
pâdişahlık, mülk, zevk ü sefâ
ağızsız, damaksız, sofrasız, tabaksız nimetler verilirdi (Sultan Veled, 2010:
169). Orada talepsiz arzulara erişilir, ağızsız bâdeler içilir, elsiz avuçsuz
kadeh tutulur, dilsiz nükteler söylenir, kulaksız nağmeler dinlenilir ve
kalpsiz surûra erilirdi (Sultan Veled, 2011: 99). Elest ahdinde evliyânın
rûhları izle,
Rahman'ın şarabı ile sarhoştu (Sultan
Veled, 2011: 91). Cenâb-ı Hak, ruhlara: “Ben
sizin Rabbiniz değil
miyim?” nidâsını buyurduğu zaman “Belâ (Evet)” (A‘raf, 7/172).
Dediler (Sultan Veled, 2010: 169). “Belâ”nın mânâsı ise: '“Evet, matlûbumuz
ve
mahbûbumuz Sensin”. Demektir (Sultan
Veled, 2011: 44). Her ne kadar bütün rûhlar “evet” dese de sözlerinde samimi
olmayanlar da vardı (Sultan Veled, 2010: 169). “Belâ” zâhirde eşit görünse de
bâtında birbirinden farklıydı. “Belâ”ların mahiyeti, nitelikleri Cenâb-ı Hakk’a
ayan idi. Fakat O (cc), “Belâ”ların mahiyetinin bütün varlık tarafından
bilinmesini murad buyurarak (Sultan Veled, 2011: 92). “Buradan yere ininiz”
(Bakara, 2/36). Emriyle ruhları, nur-ı cihândan zulmet âlemine gönderdi. Rûhlar
orada topraktan müteşekkil vücûd libâsını giydiler; halis nakd ile kalp
akçenin, a’lâ ile ednânın, vefâ ile cefânın, saf ile tortunun âşikâr olması
için (Sultan Veled, 2010: 170).
Sultan Veled, “Saadetli,
daha anasının karnında iken saadet ile idi. Şâki de böyle”. (Aclûnî,2000,
Keşfü’l-hafa, I, 515.). Hadîs-i şerifinin şerhine dair şunları söyler: Zâhir
ulemâsı hadiste “Annenin cisminin kast edildiğini” ifade ederken evliyâ
ve muhakkikler de kastedilenin “elest ahdi” olduğunu belirtmişlerdir. Sultan
Veled de hadisteki “Ümmüden kasıt elest ahdidir”. Der. Ona göre
zikredilen anne, benzetmedir (Sultan Veled, 2011: 249). Tâlib, himmet atını
tarafsız cihetine, vatan-ı aslîsine sürmelidir (Sultan Veled, 2011: 249).
Nitekim elest bezminin saf şarabıyla sarhoş olan sûfînin ruhu, ten kafesinde huzur
bulamaz, âlem-i ervâhtaki saltanat zevkini, tâc ve tahtını, debdebe ve
gösterişi, tattığı mânevi lezzetleri, bîhuşluğu unutamaz. İnsanda bir şeye arzu
ve iştiyak gördükten sonra hâsıl olur. “Visâlsiz firâk olmaz. Nikâhsız talak
olmadığı gibi”. Diyen (Sultan Veled, 2010: 451). Sultan Veled, cisme
girmeden önce aşk şarabıyla mest olan canın, dünyada tâlib-i Yezdân olduğunu,
herkeste Hakk’ı talep duygusunun olamayacağını belirtmiştir. Ona göre ancak
elest ahdine vefalı olanlar vuslat yoluna sülûk edebilir (Sultan Veled, 2011:
248).
·
2.3.6.
Halk-ı İnsan
Tasavvufî düşünceye göre insanın
yaratılışı tekâmül ile gerçekleşmiştir. Sultan Veled Rebâbnâme’sinde bu
durumu şöyle açıklar:
İnsan, yokluk âleminden varlık
âlemine çeşitli menzillerden geçerek gelmiştir. Onun ilk menzili toprak idi (o
katı bir cisimdi). Toprak olduktan sonra nebâta dönüşerek nebatât âleminde de
bazı menzillerden geçti. Hayvan, otu yedi ve ot, hayvan oldu; hayvanı ise insan
yedi ve hayvan insana dönüştü. İnsan olunca da birtakım menzillere uğradı.
Burada da tekâmül devam etti ve önce nutfe, sonra alaka, akabinde mudga oldu ve
azaları oluşarak sûrete bürünüp insan oldu. Ana rahminden dünyaya gelince önce
sütle sonra ekmek, enva-ı çeşit yemeklerle beslendi. Bu seyri esnasında da
birçok menzillere uğrayarak bedeni, ahlâkı, tabiatı değişip gelişti; artık o
olgunlaşmış, bütün yaşam şartlarına hâiz, mükemmel bir insan oldu. Âkil ve
baliğ olunca da emir ve yasaklardan sorumlu oldu. Nitekim kendisine irâde ve
tercih kabiliyeti verilmişti (Sultan Veled, 2011: 12-83).
Sultan Veled, insanın ve dünyanın
yaratılışı ile ilgili ise şunları söyler: Zât-ı Ezelî, yerle gök yaratılmazdan
evvel var ve gizli idi. O zaman her şey nur ve aydınlıktı. Cenâb-ı Hak zâhir
olmayı, bilinmeyi murâd etti, bir nurdan zulmet âlemini, yerle göğü yarattı.
Zira her şey zıddıyla bilinir, açığa çıkar. Tıpkı
sıcak-soğuk, aydınlık- karanlık, iyi- kötü, adalet- zulüm gibi. Öyle de,
nuranî, nâmütenâhî, metafizik (melekût) âleminin bilinmesi için mukayyed olan
eşyanın (maddenin), zulmetin varlığı elzemdi. Kudret-i Sonsuz, yerle göğü insan
için gerekli birçok nimeti yarattıktan sonra sahip olduğu sonsuz güzelliği ve
mükemmelliyeti, vahdaniyeti, lütuf ve kahrı âşikâr olsun diye topraktan Âdem'i
yarattı. Sonra kendi emânetini göklere, yere ve dağlara, deryalara vermek
istedi. Fakat bu varlıklar: “Bizim bu emanetleri taşımaya gücümüz yetmez”.
Diye feryat ettiler. Âdemoğulları ise bu varlıklardan cismen daha zayıf
oldukları halde zâlim ve câhil olduklarından emaneti yüklenmeyi kabul ettiler
(Ahzab,33/72). Cenâb-ı Hak, saf ve temiz nuru (emânetlerini ) zulmetin içine
koyarak zayıf bir kuşa (insana) Kafdağı’nı yükletti. Böylece insan ağır bir
yükü taşımakla sorumlu oldu. Bu ağır yük, Hakk’ın emirleridir. Her kim emir ve
nehiylere uyarsa câhillikten kurtulur, meleklerden daha üstün ve makbuller
zümresine dâhil olur (Sultan Veled, 2011: 53-54).
Sultan Veled’e göre Hallâk-ı Kerîm,
insanın yarısını ulvî, diğer yarısını süflî olarak yarattı. Ulvî yönü yüksek
göklerdendir ki akıl ve iman buna örnektir. Süflî yönü ise aşağı, yer
toprağındandır; küfür ve ihtiras zulmetleri bu nev’dendir, bu farklı iki kuvvet
insanı kendine çeker. Ancak Hakk’a tâlib olan can, ulvî yönü tercih eder
(Sultan Veled, 2011: 246).
Ona göre Âdem'in varlığı İblis ile
melekler arasında mihenktir ve bu mihenklik Âdemoğulları vasıtasıyla kıyâmete
kadar sürdürülecek; böylece mü'min kâfirden, iyi
kötüden, sahte para
gerçek paradan ayrılacaktır (Sultan Veled, 2011: 91).
Yaratılanların en
şereflisi olan insanoğlunu diğer varlıklardan ayıran en bariz özellik irâde
sahibi olmasıdır; nitekim şeytanın, meleklerin, cinlerin, cemâdâtın, nebâtâtın,
hayvanâtın ihtiyârı yoktur ve hepsi neyle muvazzaf ise onu yerine getirirler
(Sultan Veled, 2014: 266).
·
2.3.7.
Vahdet-i Vücûd
Kelime olarak vahdet; yalnız kalmak
manasındadır ki murâd biricik olmaktır. Tasavvuf ıstılahında; bir bilme,
Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak demektir.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından sistemleştirildiği kabul edilen vahdet-i
vücûdda, birlik bilgidedir; yani sâlik, gerçek varlığın bir tane olduğunu,
bunun da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellilerinden
başka hiçbir şeyin hakikî bir varlığı olmadığını bilir. Ancak vahdet-i vücûd
ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil, yaşayarak ve mânevî tecrübeyle ulaşır
(Uludağ, 2012: 371-372).
Sultan Veled’e göre âlemde Hak’tan
başka mevcûd yoktur. Fakat bu hakikati gaflet içinde olanlar göremezler. Bu
sır, ancak Hakk’ın atiyyelerine mazhar olan velîler tarafından fehmedilebilir.
Velî, vücûd âleminde sadece Zât-ı Vâhidi görür (Sultan Veled, 2010: 436). O,
vahdet-i vücûd düşüncesinin hülâsasını ise şu cümlelerle beyan eder:
“Hakikatte Hak’tan başka mevcûdyoktur. Hep Hak’tır. O sırrı da velîden başkası
seyredemez. Lâilâhe illellâhın sırrı ona ayan olmuştur. Dünyada Hak’tan başka
mevcûd görmez”. (Sultan Veled, 2010: 398-399). Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyden
uzak değildir. Aşağı, yukarı, sağ, sol, ön, arka, her şey Kudret-i Sonsuz’un
kabza-ı kudret ve tasarrufundandır. Her şey O’ndan hayat bulur. Bütün eşya, her
lahza Hak’la beraber olmalarına rağmen bu vuslattan bî-haberdirler. Tıpkı su
ile dolu bardağın, inciyle dolu sedefin mazruflarından habersiz oldukları gibi.
Eşyalar arasındaki ittisal ise muvakkattır, birleşmenin akabinde ayrılma
gerçekleşir. Fakat Hâlık-ı Yezdân ile mahlûku arasındaki yakınlık dâimidir.
O’nun görünmemesi ise ifrat derecesindeki yakınlığındandır (Sultan Veled, 2010:
439-440). Bu ifadeleri ile Sultan Veled, vahdet-i vücûdda sıkça müracaat
edilen: “Biz ona şah damarından daha yakınız”. (Kâf,50/16). beyânındaki
manayı tahattur etmektedir (Küçük, 2010: 127-128).
İnsan, perde hükmünde olan
varlığından kurtularak evliyâ silkine dâhil olunca, melekût âlemindeki, arş,
kürsi, levha ve sair acayibi ve onun fevkinde ne görürse hayrete düşmemelidir.
Zira âlemde ne varsa Hakk’ın kendisidir. Bütün varlık, Zât-ı Zü’l- Cemâl’in
isim ve sıfatlarına âyinedarlık yapar (Sultan Veled, 2010: 256). Sultan Veled,
vahdet-i vücûd düşüncesindeki taayün-i sâni (Hakk’ın isim ve sıfatlarından
ayrılışı) mertebesine şöyle işaret etmektedir:
İnsan ezelde Hak’la vahdet hâlinde
idi. O, kadîm deryada bir nur idi, vahdet deryasına gark olmuş ve orada mukîm
idi.
O can deryası ki kendi kendine
aşkbâzlık etti ve bir cevheri yüzden ziyade farklı vechi ile gösterdi.
Zulmetten gunagun (türlü türlü) beşer
yaratarak onlara zevk, şehvet, gam, sürur, hırs, tûl-i emel duyguları verdi (Küçük, 2010:
122).
Hakk’ın sırrını beyan mümkün olmasa
da Hakk’a dair olan sözlerin tekrarı tâlibde yeni yeni şevk ve rağbet hâsıl
eder ve tâlib işittiği sözlerin tesiri ile anbean mânevî terakkiyat elde eder.
Böylece o, zindân-ı dünyadan kurtulur, kendinden geçerek bîhuşluğa erer. Artık
iyilik-kötülük kayıtlarından uzaklaşır. Vahdet âlemine ayak basar. O âlemde zıt
yoktur. İyilik-kötülük ise zıtlardır. Zıt, nid, (eş), aded, yaş-kuru, iyi-kötü
gibi zıtlar dünyaya aittir. Vahdet âlemi, sûret ve nakış kabul etmez, orada her
şey bir ve aynıdır. Bunun içindir ki vâhid tarafına varlığından fenâ
bulmayanlar gidemez (Sultan Veled, 2010: 289-461). Varlık perdesinden kurtulan
tamamen o olur ve vahdet sırrı, o kula âyân olur (Sultan Veled, 2011: 328). O,
ikiliksiz Hak’la beraber olur (Sultan Veled, 2010: 479).
Sultan Veled, vahdeti Hallâc-ı
Mansûr’un sözüyle şöyle izah eder: Mansûr “Ene’l-Hak” derken O’nun rûhu benim,
benim rûhum O’nundur, hakikatini vurgulamıştır (Sultan Veled, 2010: 505).
Sultan Veled, Mesnevi-i Şerif’te:
“Vahdetin nasıl ve ne yolda açıklandığını babamın dilinden dinle!” diyerek
şu ifadelere yer verir: Evliyânın sayısının çok olmasına rağmen hepsi bir
nurdandır, aynı can güneşinden hayat bulurlar. Sûreten birbirlerinden farkılık
arz etseler de mana itibari ile hepsi birdir, aralarında ikilik yoktur, tıpkı
denizin dalgaları gibi rüzgâr, denizin dalgalarını arttırır. Fakat dalgaların
hepsi de denizin kendisidir. Biri iki görenler ise kesrette vahdet hakikatini
idrak edemeyenler, beden perdesinden sıyrılıp çıkamayan nâdanlardır. İbtidânâme
’de de bu meyânda açıklamalar mevcuttur (Sultan Veled, 2011: 95; Sultan
Veled, 2014:170-171).
Sultan Veled,
kesrette vahdeti halkın anlayacağı şekilde şöyle örneklendirir: Kur’ân
harflerinden olan “elif” harfinin bütün harflerde mevcûd olduğunu “Ey aziz!
İyi düşünürsen her harfte eliften başka bir şey olmadığını görürsün. Dikkatle
bak ‘ba’ da üç elif vardır. ‘Ta’ ile ‘sa’ yı da öyle bil! ‘Cim’in nakşında
(yazılışında) üç ‘elif’ gizlenmiştir”. Sözleri ile belirtir. Ona göre elif
harfi, Cenâb-ı Hakk’ı simgeler, varlık ise mânevî harflerdir. Bütün eşyada
Cenâb-ı Hak zuhûr etmektedir. Bütün mevcûdât O’ndan ibarettir. Farklılık sadece
sûrettedir, mânâyı ise yalnız görüş sahipleri anlayabilir. Sultan Veled,
kesrette vahdeti bir başka açıdan şöyle örneklendirir: İnsanda eller, ayaklar,
gözler, kulaklar, dişler, çene, yanaklar ve görünmeyen dâhilî organlar mevcûd
olmasına rağmen biz insana bütüncül olarak bakarız ve hepsini bir görürüz. Zira
birliğine adetler şahittir. Âkillere göre çokluğun tek olduğunu ifade eden
Sultan Veled, bu örnekleri akıllılara ipucu olarak verdiğini belirtir (Sultan
Veled, 2011: 48-49).
·
2.4. Din, İbâdet ve Ahlâkla İlgili
Görüşleri
2.4.1. Din
Din, sözlükte; cezâ, mükâfat, cezâ
günü, taat, İslâm, dönüş, dua anlamlarna gelmektedir. Tasavvufî anlamı; telika
(ayrılık) makamında ortaya çıkan inanç, aşk, sevgi şeklindedir (İbn Manzur,
1707: 2/1468; Cebecioğlu, 2014:132).
Din, müminlerin
hânumânı (evi barkı), malı mülküdür. Sultan Veled, nefisle mücâdele yollarından
bahsederken insanın apaçık düşmanı olan nefsin, din evinden uzaklaştırılmasını,
onunla beraber oturulmamasını öğütler. Zira insan, her şeyini din sayesinde
elde eder. Onun izzeti, değeri, saygınlığı dininden ileri gelir (Sultan Veled,
2010: 347). Şerîat bahsinde zikredileceği üzere Sultan Veled’e göre din, şerîat
gibi kadeh ve kâse hükmündedir (Sultan Veled, 2011: 20).
2.4.2 İbâdet
Arapça bir kelime olan ibâdet
sözlükte; boyun eymek, kulluk ve itaat etmek demektir. Tasavvuf ıstılahında
ise; sâlikin gösterdiği gayret ve çaba, ibadetlerin edasındaki maksat, imanın
hakikatı olan yakîn halini elde etmektir. Ve dahi derler ki ibadet üç maksat
için yapılır: cehennem korkusu ve cennete girme ümidi için, Allah emrettiği
için ki bunlar ibadeti bir şeref sayarlar (İmâm-ı Rabbânî, 2013: I/268; Uludağ,
2012: 179; Cebecioğlu; 2014: 229).
Her şeyi hikmete mebni yaratan
Cenâb-ı Hak, insan ve cinleri kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım”. (Zariyat, 51/56). Diye buyurulmaktadır. Dünyaya
Rabbini tanımak ve O’na ibâdet, kulluk etmek için gönderilen, fakat gaflet
içerisinde yaratılış gayesinden uzak, başıboş hayat yaşayarak dünya ve
ahiretini zindana çeviren insanlara bu hakikati hatırlatmak elzemdir. İnsan,
kısa ve süresini bilemediği ömür sermayesini ibadetle bereketlendirmelidir.
Onun dışındaki malâyâniyatla meşgul olursa mücazât olarak azabı hak eder. Bazı
müfessirler bu âyeti kerimede geçen, ^1 ûjW’ “Bana ibâdet etsinler
diye” ifadesinde “^jj**^” “Beni tanısınlar diye"” şeklinde
tefsir nakletmişlerdir. “Beni tanısınlar diye” den murad, “Beni mabud
tanısınlar”dır. Yani sadece benim emirlerimi yerine getirerek bana ibadet,
kulluk etsinler manasındadır. Bazı isyankâr insan ve cinlerin, kendilerinden
istenilen ibadet ve kulluk vazifelerini yerine getirmemeleri, yaratılış
gayesinin en yüce gaye olmasına engel teşkil etmez ve Cenâb-ı Hakk’ın muradının
geri kalmış olması yerine getirilmediği manası çıkarılamaz. Zira fıkıh
bilginleri bu gibi konularda: “Hikmet, fertlerin her biri itibarıyla değil,
cins itibarıyla göz önüne alınır ”. Der. Diyebiliriz ki, Allah (cc), cin ve
insanları kulluk vazifesiyle mükellef kılmıştır. Herkesin salih kullardan
olmasını (murad ettik, tekdir ettik) manası çıkarılmamalıdır (Yazır, 2011:
cilt;7 291-292). Sultan Veled de bu âyet-i kerîmeye istinaden insanların
yaratılış gayesinin Hakk’a ibâdet olduğunu ifade eder. İnsanın ana rahmine
düşüşü, sûret buluşu, rahimden çıkması, büyümesi, baliğ-mükellef olması farklı
birer seyrdir. Ona göre hakiki seyr, kullukta seyrdir ve diğer seyrler bunun
için gerçekleşir (Sultan Veled, 2010: 467)
Kulluk, dünyada ve ahirette geçer
akçe kabul edilen büyük bir payedir (Sultan Veled, 2010: 338). Kişi, ibadet ve
taat içerisinde Rabbin rızasını aramalıdır. Eğer rızasını kazanırsa O’nun
maksudu olur. Sultan Veled, insanın ibadeti dünyada yapması gerektiğini aksi
takdirde cehennemde bu vazifeyi yapmak zorunda kalacağını ifade buyurur (Sultan
Veled, 2011: 244). Ona göre makbul olan kulluk, dünyada iken zâtını müşâhede
etmese de onu eserleriyle tanıyarak yapılan kulluktur. Görmeden yaptığı için bu
kulluk, ona ayrı bir huzur verir. Zâten öbür âlemde Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve
kibriyâsını idrak eden kişi, kulluğunu korku içinde yapmak isteyecektir. Ama
insanın dünyada havf ve reca arasında yaptığı ibadetler, O’nun huzurunda
yapılan ibadetten daha faziletlidir (Sultan Veled, 2014: 195). İbâdetin sırrı,
insanın dünya zindanından kurtularak yüzünü Hakk’a çevirmesidir. Bu da başta
bedenine ağır gelen ibâdetlerden zevk almaya başlamasıyla mümkün olur (Sultan
Veled, 2014: 103).
Hakk’a kulluk şuuruyla yaşayan kişi,
cennet bahçelerinde öyle lütuflara mazhar olur ki şaşırır kalır ve ‘Ey Rabbim,
ben ne yaptım da bu ihsanlara gark oldum.’ der. Yapılan iyilik ve ibadetlerin
cennette sûret değiştirerek kendisine sunulduğunda hayret eden kişilere Sultan
Veled, durumu şöyle izah eder: Nasıl ki insanın oluştuğu erlik suyu insana,
tohum kendisinden filizlenen meyveler veren koca ağaca benzemez. Padişaha vefalı olan kişiye vefası neticesinde padişahın verdiği
elbise, at, mevki, rütbe, vefaya benzemez ise öyle de, bekâ âlemine atılan
tohum hükmünde olan dünyada yapılan ibadet, zikir, iyilikler, Hakk’ın rızasına
matuf söz, bakış ve duyuşların her bireri cennette bağlar, bahçeler, envaı
çeşit meyve ve çiçekler, köşkler, huriler olarak sûret değiştirip neşv u nema
bulacaktır (Sultan Veled, 2014: 385-386).
Sultan Veled, babası Hz. Mevlânâ’nın
Hak’tan birçok sırra mazhar olmasına rağmen hırs ve iştiyakla ibadeti ve talebi
ziyadeleştirdiğini ifade eder (Sultan Veled, 2010: 414). Havf ve recâ arasında
ibâdetleri artırma yolunda olunmalıdır. Rahmân’ın cûd ve keremini düşünerek
ümitvar olmalıdır (Sultan Veled, 2010: 259). Sultan Veled: “İbâdetsizlik
insanı ızdıraba, huzursuzluk ve sıkıntıya duçar eder. Kişi her ne kadar bu
gerçekten kaçmak istese de sonunda nedâmetle tevbe kapısına yönelir. Ama ibâdet
eden kişiden hiçbir zaman pişmanlık duygusu sadır olmaz ”. Görüşü ile
bedene sıkıntı ve eziyet gelse de ibâdetlerden dûr olmamak gerektiğini öğütler
(Sultan Veled, 2010: 338). Çünkü benliği, ancak kulluk yok edebilir. Onun için
de ibâdeti çoğaltmak gerekmektedir (Sultan Veled, 2014: 433). İbâdette bedene
zorluk, ruha gizli rahatlıklar vardır (Sultan Veled, 2011: 120). Zahmete
katlanarak taata devam edilirse ondan hâsıl olan nur, gönül taşını la’l eder.
Böylece gönül, kıymetdar bir hal kazanarak nazargâh-ı Îlâhî olur ( Sultan
Veled, 2010: 366).
Sultan Veled, ibâdetin neticesinin
cennet olduğunu, Cemâlullah’ı müşâhede için ise bir mürşid-i kâmile mürid
olunması gerektiğini söyler. Eğer kişi, mürşid-i kâmile rast gelmezse ona
gereken şey; ibâdet ve taatte ale’d-devâm olmasıdır. Umulur ki Hak Teâlâ
ibâdetin neticesinde ona bir mürşid-i kâmil lütfeder (Sultan Veled, 2010: 367).
İbadette istek ve samimiyetin önemini
vurgulayan Sultan Veled, sevmeden, aşksız, adat üzere yapılan ibâdetin
münâfıklık olduğunu (Sultan Veled,2014: 435). Riyâsızca, ihlâsla yapılan
ibâdetin kişiyi makbuller zümresine ilhak ettiğini söyler (Sultan Veled, 2010:
463). İbâdetler, dinin gıdasıdır. Kişi dinini onlarla güçlendirerek sırlara
vâkıf olur. (Sultan Veled, 2010: 539). Her ne kadar cehd ve gayretsiz, sırlara
vâkıf olan varsa da bu nadirdir. Nadirle de hüküm olunmaz. Velîler aşkla
ibâdet, taata yönelir ve Hakk’a kurbiyeti bu şekilde elde ederler (Sultan
Veled, 2010: 340).
Sultan Veled, ibâdetin kabulü için
evliyâya muhabbeti, onların kabulünü zorunlu görür. Şöyle ki: Hz. Peygamber’in
nübüvvetine inanmayanların yaptığı iyilik ve ibâdetler onlara bir şey
kazandırmadığı gibi peygamberlerin varisleri olan velîleri inkâr edenlerin ibâdetleri
de hiçbir değer ifade etmez (Sultan Veled, 2011: 307).
Cenâb-ı Hak,
insana akıl, irâde, hürriyet vermiş; doğru yolu gösteren kitap ve bu kitaptaki
hakikatleri kal ve haliyle anlatan peygamber göndermiştir. İnsana düşen vazife;
aklını ve iradesini kullanarak hakikati bulması, önündeki birçok engeli, süfli
arzuları, dünya sevgisini mâlâyâniyatı aşıp ibadete meylederek melekleşmesi ve
hatta iradesi olması hasebiyle meleklerden de üstün bir hal almasıdır (Sultan
Veled, 2010: 507). Sultan Veled’e göre ibâdet, insanın kendi iradesiyle ve
vücud âzâlarıyla îfa ettiği vazifesidir. İbâdet, aynı zamanda fikir ağacını
besleyen su misalidir. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Bir
kimse kırk gün ihlas ile ibadet ederse kalbinden hikmet pınarları zuhûr ederek
lisanından akar”. (Sehâvî, 1979, el-Mekâsidü’l-Hasene, 395.) buyurmaktadır.
Diyebiliriz ki gerçek amel, insanın gönlünden ve dilinden hikmet pınarlarını
akıtır. Sultan Veled’e göre vücudla yapılan ibâdetler, vücud gibi son bulurken;
gönül ibâdeti (tefekkür) gönül gibi ( can, ruh) sonsuzdur (Sultan Veled, 2011:
24).
·
2.4.3.
Peygamber (Nebi)
Arapça bir kelime olan nebi sözlükte,
peygamber manasındadır. Allah Teâlâ’yı haber veren zât-ı şeriftir (Firuzabadi,
1887: 238). Mutasavvıflara göre peygamberler, en üstün insanlardır. Derecesi ne
kadar yüksek, kadr ü kıymeti ne kadar yüce olursa olsun insanlardan ne bir
sıddîk ne bir evliyâ ne de başka biri fazilet yönünden
peygamberlere denk değildirler.
Nitekim Bayezîd-i Bistâmî: “En büyük velîler olan “sıddîk”ların son hâlleri,
peygamberlerin ilk hâlleridir. Peygamberlerin son hâlleri için ise ulaşılacak
bir hudut yoktur”. Buyurmuştur (Kelâbâzî, 2016: 114-115).
Sultan Veled, peygamberlerin
gönderiliş gayesini şöyle açıklar:
Hz. Âdem’de var olan Allah’ın nurunu
göremeyen iblis, kibrinden dolayı Âdem’e secde etmeyince huzûr-ı İlahî’den
kovulur. İblis, artık insana apaçık düşman kesilir ve Rabbinden insanları doğru
yoldan ayırmak için kıyamete kadar mühlet ister. Bu isteğini kabul eden Cenâb-ı
Hak, İblis’in desiselerine kapılıp doğru yoldan sapanların onun gibi cehenneme
gideceğini buyurur. Rahmeti sonsuz, kullarına bir kez daha rahmet ve inayetini
göstererek iblisin desiselerini, büyülerini, aldatıcılığını, insana apaçık
düşman olduğunu öğretmek için birçok peygamber göndermiştir. Böylece İblis’in
yolunu takip ederek cehenneme ehil hale gelen insanlar: “Biz iblis’in
işlerinden, telbislerinden habersizdik”. Diyerek bahane bulamayacaklardır
(Sultan Veled, 2011: 113).
Peygamber, aynı zamanda insanı
hilelerle aldatan, din yolundan saptırmaya çalışan kâfir nefsin tuzağından
kurtarıp sâhil-i selâmete çıkarmak için gönderilen bir ihsân-ı İlâhî’dir
(Sultan Veled, 2010: 281). İnsanlara düşen görev ise peygamberlerin getirdiği
mesajları iyi dinlemek, doğru anlamak ve tereddüt etmeden eksiksiz yerine
getirmektir. Böylece insan, bu dünyada misafir olduğunun fehmine vararak,
vatan-ı aslîye iştiyak ile kulluk vazifesini yerine getirmiş olur (Sultan
Veled, 2010: 346). Âdemoğlu aklıyla Sânî’-i Hakîkî olan Allah’ın eserlerine
bakarak bir yaratıcının olduğunu idrak edebilir. Fakat o yaratıcının
kendisinden ne istediği, O’na nasıl ibâdet etmesi gerektiği konusunda yetersiz
kalır. Peygamberler ise insanlara tevhid akidesini bildirmiş, Hakk’a âşina
gönüllere Yüce Yaratıcı’ya nasıl ibâdet edilmesi gerektiği noktasında
sözleriyle ve uygulamalarıyla örnek olmuşlardır. Dünyaya gönderiliş gayesi,
ölümden sonraki hayat, namaz, hac, zekât, oruç, Hakk’a yakarış, muhâsebe rûhu
gibi hususlarda insanlara rehberlik etmişlerdir (Sultan Veled, 2014: 411).
Velî kavramını ele alırken
zikrettiğimiz üzere Sultan Veled’e göre bütün peygamberler, velîler ve vâsıllar
bir nurdandır, aynıdırlar. Birine rastlayan hepsini görmüş gibi olur. Birini
reddeden hiçbirini kabul etmemiş olur. Peygamberlerin hepsini tasdik edip
onlara imân etmek imanın gereğidir ki birine küfreden kişi kâfir olur. Diğer
peygamberleri övüp yüceltmenin ise bir faydası olmaz.
Sultan Veled, bir peygambere adâvet
besleyen kişiyi şaşı adama benzetir ki usta, şaşı olan çırağından içerideki
şişeyi getirmesini ister. Çırak ise içeride iki şişe olduğunu hangisini
getireceğini sorar. Usta içeride bir tane şişe olduğunu söyler. Çırak iki şişe
olduğunda ısrar edince usta: “Şişenin birisini kır diğerini getir” der.
Şaşı olan çırak, gördüğü şişenin birini kırınca diğer şişe de kırılmış olur.
Bir peygamberi inkâr eden hepsini inkâr etmiş demektir. (Sultan Veled, 2011:
178; Sultan Veled, 2011: 161). Nitekim Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur: “Allah’ın
elçisi ve müminler, Rabbinden ona indirilene imân ettiler. Her biri; Allah ’a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar “O’nun elçileri arasında
ayırım yapmayız’ ve “işittik, itaat ettik bağışlamanı dileriz, gidiş sanadır”
dediler... ” (Bakara, 2/285-286).
Peygamberler her hususta vazifelerine
müdrik bir şekilde, ihlâs ve samimiyetle zirvede oldular. Onların
ibadetlerindeki mükemmelliyet, Hak indindeki mertebelerini yükseltti.
Cennetteki makam ve mertebeleri de havâssın bile fehmedemeyeceği kadar yücedir.
Peygamberlerin duaları müstecâbtır, cevap bulur. Çünkü onlar riyasızca can-ı
gönülden Hakk’ı talep ederler. İnsanlardan da hiçbir talep içerisine girmezler.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “" “Sizden bir ücret istemeyen o kimselere tabi
olun; onlar doğru yoldadırlar”. (Yâsîn-36/21). Buyrulmaktadır (Sultan
Veled, 2010: 161). Ona göre, peygamberler birçok ağır sıkıntılara katlanarak
sabır ve sebat içerisinde insanların gafletten âgâh olmaları için tebliğ
vazifelerine devam ettiler. Buna rağmen gaflet perdesini yırtıp hakikati
görenlerin sayısı çok az olmuştur (Sultan Veled, 2010: 171).
Sultan Veled’e göre farklı cins olan
şeyler birbirini iter, nefis ve beden ehli olan kâfirler de maddî mânevî
füyuzât hislerinden feragat eden (uzaklaşan) peygamberlere her zaman düşmandır.
Bir Arap atasözüne göre: “iki zıt birleşmez”. Bu düşmanlık, Hz. Âdem’in
yaratılışıyla başlayarak Hâtemü’l-Enbiyâ olan Peygamber Efendimiz’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kadar devam etmiş ve peygamberlerin varisleri olan evliyâya
karşı da kıyâmete kadar devam edecektir. Küfür ve zulüm, bütün dönemlerde
farklı şekillerde kendini göstermiştir. Dâvâsı uğruna çile çeken peygamberler
her olayda sebeplere riâyet edip sonucu müsebbibü’l-esbâba bırakmışlar.
Sebeplerin sükût ettiği yerde de yine O’na dayanıp O’na güvenmişlerdir.
İnâyet-i İlâhî ise her dâim imdâda yetişmiş, sayıları daha fazla ve daha güçlü
olan kâfir topluluğunu daha az, zayıf, zelil olarak göstermiş; onların
kalplerine korku salarak muttakilere muzafferiyet ihsan etmiştir (Enfal, 8/12;
Ahzâb, 33/26). Zira Cenâb-ı Hak, bir topluluğun helâkını dilerse düşmanların
sayıları çok da olsa onları az gösterir: “O, karşılaştığınız sırada da sizin
gözünüzde onları az gösteriyordu. Onların gözünde de sizi az gösteriyordu
Allah, murad ettiği şeyi gerçekleştirsin diye. Zâten bütün işler Allah’a
döner”. (Enfal, 8/44).
Sultan Veled, bu konuyla ilgili İbtidânâme
adlı eserinde şu örnekleri serdeder: Hz. İbrahim (as) Nemrut’un emriyle yakılan
devasa ateş karşısında zâhirde yalnız ve güçsüz iken, Hakk’a teslimiyetin
neticesinde Cenâb-ı Hak, ateşe: “ “Ey ateş serin ve selametli
ol” (Enbiya,21/69). Emrini verdi ve ateş gül, gülistan oldu. (Sultan Veled,
2014: 55-56). Firavun’un niyeti Hz. Mûsâ’yı yok etmek iken kendisi denize gark
oldu gitti. Hz. İsâ gizlice göğe yükseldi. Hûd ve Nuh kavimleri de zamanı
gelince helâk oldu. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve sâdık
dostu Hz. Ebû Bekir’i, Sevr Mağarası’nda kâfirlere karşı koruyan da O idi. Öyle
ki müşrikler eğilip baksa Resulullah’ı göreceklerdi. Cenâb-ı Hak, her şeyiyle
kendisine teslim olmuş: “Endişelenme ya Eba Bekir, ikinin üçüncüsü
Allah’tır”. Diyen Habîb’ini muhafaza etmiştir (Sultan Veled, 2014: 55;
Tevbe,9/40).
Bütün peygamberler
insanlara -Ahmed-i Muhtâr vasıflarını anlatmış- gelecek olan son peygamberin
müjdesini vermişlerdir (Sultan Veled, 2014: 289). Dilleri, ırkları, görüntüleri
farklı olsa da farklı zamanlarda ve bölgelerde gelseler de onlar Allah’ın,
kulları arasından seçtiği seçkin insanlar olup bütün insanlığa müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderilmişlerdir (Sultan Veled, 2011: 161).
·
2.4.4.
Kur’ân-ı Kerim
Arapça bir kelime olan Kur’ân
sözlükte; okunan, Allah’ın kelamı, Peygamber’e inen, yüce, şerefli ve kutsal
manasınadır. Istılahta ise; Allah tarafından, Peygamber Efendimiz’e gönderilen
son İlâhî kitaptır. Bütün sıfatların kendinde kaybolduğu İlâhî Zât, cem ve
icmâl makâmıdır. Cümle hakâyıkı câmi olan ilm-i ledünnî-i icmâlîdir (İbn
Manzur, 1707: 5/3563; Cebecioğlu, 2014: 294).
Kur’ân’ı söz olarak nitelendiren
Sultan Veled’e göre Kur’ân’ın gönderiliş gayesi; Cenâb-ı Hakk’ın matlûbunun
kullara ayân olmasıdır. İnsan niçin yaratıldı? Ruhlar âleminden bu anâsır
dünyasına niçin getirildi? Rabbimiz bizden neler istiyor? Bütün bu sorulara
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân cevap vermekte, insanlara sırât-ı müstakîmi
göstermekte, bu dağdağalı meydân-ı imtihanda insanı zulmetten nura
çıkarmaktadır. Kur’ân, insana Allah’a kul olduğunu, Allah’ın kendisine ihsan
ettiği zâhir-bâtın nimetler karşısında dünyada iken şükür vazifesini yerine
getirmesini, ibâdetlerle Rabbine yaklaşmasını öğütler (Sultan Veled, 2010:
438). Kur’ân-ı Kerim, a’lâdan esfele doğru uzanan bir ip misalidir. Dünya
kuyusunda mahsur kalmış, kurtulmak için çare arayanlara bir rahmettir. Her kim
bu ipe (Kur’ân’a) sımsıkı tutunup yukarı çıkarsa dünya zulmetinden kurtulmuş
olur (Sultan Veled, 2010: 471).
Sultan Veled, rehber olan amelin
taat, engel olan amelinde masiyet olduğunu izah ederken Kur’ân-ı Kerim’i
okumayı örnek verir. Kişinin Kur’ân âyetlerini okurken zevk almaması, şevk ve
heyecan duymaması rûhunun, Kur’ân’ın ve Hudâ’nın ululuğundan bihaber olduğunun
delilidir. Bu kişiye Kur’ân’dan lanet ve zahmet erişir. Dolayısıyla bu amel,
Hakk’a giden yolda engel olur. Her kim Kur’ân’ı zevk ile okursa hakiki tilaveti
gerçekleştirmiş olur ve Kur’ân onu kabul eder, ona yüzünü gösterir. Artık
okunan Kur’ân, Hudâ tarafına götüren rehber olur. Okunulan kelâm, insana
zindelik verir. Kimde bu hâl var ise o, Hakk’ın makbulü ve enisi olmuş demektir
(Sultan Veled, 2010: 216).
Sultan Veled Intihânâme'sinde
Kur’ân (zikir) ile enbiyâ ve evliyânın bir olduğunu ifade eder. Ona göre: “Şüphe
yok o zikri biz indirdik biz, her halde biz onu muhafaza da edeceğiz”.
(Hicr, 14/9). Âyetinde geçen zikirden murad, enbiyâ ve evliyadır (Âl-i İmran,
3/169).
Enbiyâ, zikrin menbalarıdır. Enbiyâ,
dünyaya süflî ruhları ulvileştirmek, halkı enginden yükseğe çıkarmak için Hak
Teâla tarafından gönderilmiştir. Evliyâ da halka olan şefkatinden gece gündüz
nasihatle meşgul, onların hidâyet, zühd ve takvâ üzere olmaları için Hakk’a
duacıdırlar. Evliyâ, Kur’ân’ın tercümanı olan Peygamber’den sâdır olan sözleri
halka duyurarak yollarını aydınlatmıştır (Sultan Veled, 2010: 434435).
Enbiyâ ve evliyânın isim ve sûretleri
farklı olsa da manen hepsi de bir nurdan olup insanların saâdet-i dâreyne
ulaşması için gayret ederler. Sultan Veled: “Biz zikri gönderdik, o zikrin
muhafızı biziz”. (Hicr, 15/9). âyetinde geçen zikirden maksûdun enbiyâ ve
evliyâ olduğunu ifade eder. Enbiyâ ve evliyâ ayn-ı zikirdir, zira zikir
(Kur’ân) enbiyâ ve evliyâdan müncelî olur, mânevî varlıkları zikir, vücudları
ise elbisedir. Hıfzdan murad ise bu mânevî varlıklarının korunmasıdır. Nitekim
sıkıntılar çeken, öldürülen enbiyâ ve evliyâ olmuştur. Mânevî varlıklarına
zarar gelmediğine delil olarak şu âyetlere yer verilir:
“Allah yolunda maktul olanları ölü sanma! Onlar Rablermınyanında sağdırlar,
yerler içerler”. (Âl-i İmrân, 3/169). “Haberiniz olsun ki Allah ’ın
dostları için hiç korku ve keder yoktur ”. (Yûnus, 10/62). (Sultan Veled,
2010: 433-434-435).
·
2.4.5.
Dünya Hayatı (Ehl-i Dünyanın Tasviri)
Sultan Veled, eserlerinde dünya
hayatının aldatıcılığına dikkat çekerek muhatabı uyarır. Dünyayı, kendini güzel
ve genç göstermek için yüzünü allayıp pullayan ihtiyar ve çirkin kadına
benzetir (Sultan Veled, 2014:265). Dünya, zâhirde güzel ve câzib, hakikatte ise
çirkin ve merduddur. O, Allah’a giden yolda engeldir. Kötüyü iyi, çirkini
güzel, kalpı altın, yoku var gösterir. Onun tuzağından ancak peygamberler,
erenler, zikir, namaz ve oruçla Allah’a sığınanlar kurtulabilir (Sultan Veled,
2014:262-263). Âcizliğinin farkına varıp dünyanın cazibedarlığından ancak
Allah’ın inayetiyle kurtulabileceğine inananlar selamete erer (Sultan Veled,
2014:265). Ancak âkil olan kişi dünyadan boyuna kaçar, dünyaya kul köle olanlar
ise kâfirdir (Sultan Veled, 2014: 298).
Kur’ân’da da ifade buyrulduğu gibi
dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir
oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat
sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle:
Bir yağmur ki bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz
tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise
(dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası
vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir (Hadid, 57/20).
Sultan Veled, burada bu âyete atıfta
bulunur. Dünyanın güzellikleri eğretidir. Cenâb-ı Hak, iyi ile kötüyü, elmas
ile kömürü ayırt edebilmek için dünya nimetlerini bezemiş, güzelleştirmiştir.
Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve
gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler
insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl
varılacak güzel yer ancak Allah ’ın katındadır (Al-i İmran,
3/14).
İnsanın dünya nimetlerine
meyletmesinin sebebi de budur (Sultan Veled, 2014: 265). Bu güzellik ise
sonsuzluk âleminden ve âriyeten (emaneten) verilmiştir (Sultan Veled, 2011:
112). Dünya hakikatte bakırdır, meze, lezzet vasıtasıyla altın
görünmektedir; yani altın
yaldızlı bakırdır. Cennet nimetlerinin içi ve dışı altın yani meze ve lezzet
olduğundan zevkleri mütemadi ve ebedîdir. Rebâbnâme adlı eserinde aynı
konuya değinen Sultan Veled, dünya işlerinin ve nimetlerinin çirkin ve sevimsiz
olduğunu; fakat verdiği lezzet nispetinde insanlara güzel göründüğünü, lezzet
ortadan kalktığında ise kötü çirkin yüzünün ortaya çıktığını örneklerle
açıklar. Şöyle ki:
Çocuk oyuna çok düşkündür, oyuna olan
hırsından dolayı acıktığını, üşüdüğünü bile fark etmez. Oyundan bir an bile
ayrılmak ona ölüm kadar zor gelir. Ama çocukta oyunun zevki bittikten sonra
daha önce yaptığı şeylerden hoşlanmamaya başlar ve ona ayıp gelir. Oyun aynı
oyundur, değişen tek bir şey vardır ki o da zevkin lezzetin son bulmasıdır
(Sultan Veled, 2011: 87). İşte dünya hayatı da bu oyun gibidir. Gaflette olan
insan çocuk gibi onun fenâlığından habersiz, mâlâyâni yaşamakta, ömrünü boşa
geçirmektedir. Dünya, ateş cinsinden olup aslı cehennemdir. “Her şey döner,
aslına varır”. Kâidesince, dünyaya meftun insanın gideceği yer de
muhakkakki orasıdır (Sultan Veled, 2014: 297). Dünyaya tâlip kişiler cehennemin
mayasındandır (Sultan Veled, 2011: 92).Dünyaya ait olan şehvet, zevk lezzetler
ateştir, dikendir; ama gül görünür, sevinci de gamı da fenâ bulur (Sultan
Veled, 2014: 298).
Sultan Veled, dünya ve dünya ehlini
geceye benzetir. Şöyle ki: Ehl-i dünya, ağır bir gaflet uykusundadır ve onu bu
uykudan ancak ölüm uyandırır. Gece hükmünde olan dünyada iyi-kötü, mümin-kâfir,
cennetlik-cehennemlik birbirinden ayırt edilemez; ancak gündüz olan ahiret
hayatında bu belirsizlik son bulur. (Sultan Veled, 2014: 313). Sınırsız âleme
göre bu dünya bir zerre bile değildir. Cennetteki Tûbâ ağacının gölgesi ya da
gül-i zârın bir yaprağıdır. Bu dünyanın hilkat-i sebebi halden hale dönmek,
beden âleminden can âlemine geçmektir. Akıllı insan, geçici olan canı Allah’a
verir, karşılığında binlerce can alır. (Sultan Veled, 2014: 422).
Sultan Veled, dünyanın değer
verilmeden gönül bağlamadan sadece konaklanan bir menzil olduğunu, halkın
seviyesine inerek şöyle izah eder: Âdemoğlu, yokluktan varlık âlemine gelinceye
kadar ve sonrasında sayısız, çeşit çeşit menzillerden geçti. Kemâle erip akıl
bâliğ olunca menzillerden çoğunu unuttu, hatırladıkları menziller önceden güzel
görünen, sevilen, cihan değerinde olduğu halde şimdi ise sevilmeyen
istenilmeyen oldu. Örneğin; ana rahminde, gıdası kanla karışık maddelerdi.
Orada gelişip dâr-ı dünyaya gelince anne sütüyle gıdalandı, şimdi ise bu
gıdalardan tiksinir, nefret eder oldu. Öyle de, geçici ve bir sonraki menzile
köprü olan dünya menzilini hoş görmemeli, onun gösteriş ve güzelliğine
aldanmamalı, dünyaya gönül bağlamamalıdır. Çünkü daha büyük bir menzile
ulaşıldığı zaman dünya menzili, istenilmeyen sevilmeyen olacaktır. O halde
zaruri ölüm gelmeden dünya menzilinden geçip sınırsız âleme yol almak gerektir
(Sultan Veled, 2011: 12-13).
Dünya, Sâni-i Hakîkî’nin yüce
sanatıdır. Akıl ve şuur sahibi insanlar yaratılanlara, kendi yaratılışına,
etrafındaki hadisata hayretle ve iman nazarıyla bakarak sanattan sanatkâra
ulaşır ki dünyanın yaratılış sebebi de budur. Bu kişiye, Allah’a kurbiyet,
vuslat ve kesin bilgi kazandırılır. Dünyadaki eserlerde Hakk’ı temaşa, onun
için nimet ve rehber olur. Nitekim Bâyezîd Hazretleri buyurmuştur: “Hiçbir
şey görmedim ki onda Allah’ın sanatını seyretmeyeyim”.
Ahmaklığıyla sanatta kalıp sanatı
Hak’tan bilmeyen kişi için ise dünya bir yol kesicidir. Hak’tan uzaklaştırır,
habersizlik ve perdedir. Bu konuya şu âyet açıklık getirir:
“Bilmeli ki Allah, bir sivrisineği
hattâ daha üstününü bir mesel yapmaktan sıkılmaz, iman edenler bilirler ki o
şüphesiz haktır, Rablarındandır; amma küfre saplananlar, Allah böyle bir mesel
ile ne murad etmiş derler. Allah, onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla
birçoklarını yola getirir, hem onunla ancak o fasıkları şaşırtır”. (Bakara, 2/26).
(Sultan Veled, 2011: 32-34).
Dünyanın bütün dert ve elemi Hak’tan
cüda düşmekten daha kolaydır (Sultan Veled, 2011: 139). Dünya ve cennet
nimetlerinin güzellikleri nâr ve nur gibi çok benzerdir; ama hakikatte ayrıdır.
Nâr ve nur ikisi de aydınlatır; ama nâr yakıcıdır, nur yakıcı değildir. Ateş,
ağacı yakar; güneşin nuru ise ağaca zindelik, tazelik verir. Öyle de, dünya
zevkleri, üzüntü ve cehennem tarafına götürür. Dünya zevklerine sabrederek,
dünya rahatından ictinab edip ibâdet zevkini tadan kişi, cennet tarafına yol
alır ve âhiret rahatını elde eder (Sultan Veled, 2011: 89).
Dünya malını leşe benzeten Sultan
Veled, ona tâlip olanları ise kuzgun ve köpek olarak nitelendirir (Sultan
Veled, 2011: 98). Dünya sevgisi gönle girdiğinde insan baştan ayağa gamla
dolar; çünkü dünya, mahz-ı gamdır (Sultan Veled, 2011: 122).Dünya malının
fazlası insanı ibâdet, tâat, samimiyet ve duadan alıkoyar. Dünyaya ait
güzellikler, bağlar, zevk ve safalar, kadın, makam, saltanat, ihtişam,
özellikle mal ve evlat, gönlü cezb eder; fakat sonunda ejderha olur. Nitekim
Sultan Veled, bu hakikati şöyle örneklendirir: Hz. Mûsâ’nın asası, Allah’ın
izni ile ejderha olmadı mı? İşte bu olay, bütün âleme örnek oldu ki; dünyada
büyük küçük, iyi kötü her şey cennet gibi görünse de aslında cehennemdir
(Sultan Veled, 2011: 140). Dünya mihenktir, kalp akçe ile nakd-i hâlis burada
ortaya çıkar (Sultan Veled, 2010: 190). Nakd-i hâlis ise Hakk’a taattir (Sultan
Veled, 2010: 469). Bu dünya ketm-i Âdem’den gelmiştir ki (Sultan Veled, 2 010:
242). lâmekân deryâsının en küçük dalgasıdır. (Sultan Veled, 2010: 188).
Sultan Veled, dünya sevgisinin
gönülden kaldırılması ve gönlün âhirete meyl etmesi için Cenâb-ı Hakk’a niyazda
bulunulması gerektiğini söyler. Zira Cenâb-ı Hak, kulun talep ve ihtiyacına
göre ihsanlarda bulunur. Burada tâat tohumları saçan âhirette semeresini,
mükâfatını alır. Dünya; âhiretin tarlası, ibadet, taat, mücâhede yeridir.
Kıymetli ömür cevheri iyi değerlendirilmeli, basit cam parçaları ile
değiştirilmemelidir (Sultan Veled, 2010:275). Kişi neye tâlipse odur,
matlûbuyla aynıdır (Sultan Veled, 2010: 260).
İnsanın tabiatında ne galip ise meyli
ve gayreti de o yönedir. Dünya ehli, dünya tarafına koşar, dünyaya meyli çok
olduğu için Hak yolunda tembellik eder ve der: “Eğer din yolunda gösterdiğim
gayretten muhakkak bir ticaret hâsıl olsaydı, bütün gayretimi bu yola sarf
eder, başka hiçbir tarafa bakmazdım ”. Hâlbuki insan, dünyaya ait işlerde
yüz türlü şüphe ve tereddüt içinde de olsa o işte candan çalışır. Çünkü meyli
ve sevgisi o yönedir (Sultan Veled, 2010: 261). Sultan Veled’e göre halk
(avam), faydasız işler yapan çocuklar gibi dâima dünyaya meyleder. Dünya ise
sadece hüsran, nedâmet ve hebâdır. (Sultan Veled, 2010: 320). Dünya hırsı
insanı Allah’tan uzaklaştırır. Hem sıhhati bozar zaif düşürür, canı
çirkinleştirir bozar. Fâni zevkler için bâkî zevkleri feda ettirir (Sultan
Veled, 2010: 338-457).
Dünyanın hayretengiz güzellikleri
bâkî hüsnün yansımasıdır. Dünya bir gölgedir, insana düşen vazife; gölgeden
gölge sahibini bulmak, cansız sûretlerden oluşan nakışı bırakıp nakkaşı
aramaktır (Sultan Veled, 2010:398). Âkil kişi, gölgeden Hakk’ın cemâlini görmüş
taat yoluna baş koymuştur. Cenâb-ı Hak, dünya sevgisini gölgede takılıp kalan
gözsüzlere, dünya malını ise kendinden uzak olanlara vermiştir (Sultan Veled,
2010: 454).
Sultan Veled, dünyayı zindana
benzetir. Dünya zindanından ve dünyanın zincirlerinden kurtulmak için Cenâb-ı
Hak, taat yolunu insanlara göstererek inayet elini uzâttı (Sultan Veled,
2010:468). Bu âlem, insanları şerre gark eden tûfan misalidir. Bu tûfandan
ancak kurtarıcı gemi hükmünde olan peygamberlerin dâveti ve evliyânın
öğütlerine kulak verip onlara itaat edenler selâmete erebilir. “Hep birlikte
Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın”. (Bakara, 2/103). âyetin manası
da bunu ifade eder (Sultan Veled, 2010: 471). Sultan Veled, ehl-i dünyayı
yılana benzetir. Yılanın gıdası toprak ve hava olduğu gibi ehl-i dünyanın
gıdası da ekmek (toprak), makâm ve rütbedir (hava). Câhil güruhunun tercihi
bunlardır. Bu gıda ile beslenen beşer, Firavun ve Şeddad gibi ejderhaya
dönüşür. Bunlar zâhirde beşer; fakat bâtınen yılan olup, dinden uzak, küfür ve
şirk içerisindedirler. Mü’minlere zarar verirler, baştan aşağı şerdirler ve
mekânları da sakar olacaktır (Sultan Veled, 2010: 376-377).
Dünya malı, mü’minler için Hakk’ın
rızasını kazanmada vasıtadır, fakirlere sadaka, zekât vererek mescid medrese
vb. hayır hasenat yaparak âhireti için tohum ekmiş olur. Gönülde Allah sevgisi
hâkim olduğu müddetçe dünya malı, nurunu ziyadeleştirir. Tıpkı gemiyi,
altındaki suyun yüzdürüp, içine giren suyun batırması gibi... Mal sevgisi gönle
girmedikten sonra mü’min için kol kanattır, yardımcıdır (Sultan Veled 2010:
377).
Sultan Veled,
dünyayı tehlikelerle dolu bir köprüye benzetir. Dünyaya tâlip olan insanlara
köprü üzerine ev kurmanın anlamsızlığını şöyle anlatır: Köprünün altından su
geçmektedir ve sonunda Cenâb-ı Hak köprüyü yıkacak, orada mekân edinenler de
tûfan misali suya gark olacaktır. Dünyanın güçlü bir büyüsü vardır ki binlerce
kişiden ancak biri kurtulmuştur, diğerleri cehennem gibi ateşinde yanmıştır.
Onun tuzak ve hilelerinin haddi yoktur. Aldatıcı dünya isteklerinden, nefisten
kurtulmanın yolu şeyhe intisap etmek, “Lâ havle.” nin sırrını bilerek Allah’a
sığınmak, boyuna kulluk yolunda ilerlemektir (Sultan Veled, 2014: 432-433).
·
2.4.6.
Ömür
Arapça bir kelime olan ömür, sözlükte
hayat anlamındadır (îbn Manzur, 1707: 3100).
Ömür, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara din
yolunda yaşamaları için ihsan ettiği en kıymetli nimettir. Öyle bir nimet ki,
insanoğlu değil bir gününü, bir anını bile karşılığında altınlar ve dünya
definesi verse elde edemez. Ömür sermayesi çok kıymettardır; insan, zamanla
yakutlar satın alabilir; fakat yakutlarla zamanı satın alamaz. Sultan Veled,
ömrün paha biçilmez kıymetini fehmedemeyen, ömrü değerlendirip mârifet ilmine
yol alamayan insanın durumunu çocuğa benzetir ki; çocuğa yüz tane at hediye
edilir, o ise atın kamet-i kıymetini bilmediğinden sevinmez, atlara bakmaz. Kendisine verilen bir kuşcağızla sevinir,
onunla oyalanır ve onu yeterli görür. Gaflet ve cehâlet içerisindeki insanoğlu
da atları bırakıp kuşla yetinen çocuk misali; neliksiz niteliksiz âlemdeki
zevklerden, mârifetullahtan bîhaber, dünyanın hakikatte kötü ve aşağı olan
güzelliklerine meftun olarak aziz ömrünü yele vermiş, savurmuştur. Ömrü israf
ederek, sonunda nedâmetle iki büklüm olup elini dişler durur. Dünya metaı olan
bir kumaşı bile tâcir, para almadan satmaz iken ebedî hayatı kazanmak için
değerlendirilmesi gereken ömrü karşılıksız vererek sonsuz ziyana ve hüsrana
uğramak ahmaklıktır. Ömrünü şuurluca Rabbe kullukta ve canla, başla O’nda yok
olmada harcarsa İlahi nimet ve lezzetlere mazhar olur (Sultan Veled, 2011:
270271).
·
2.4.7.
Âhiret
Kelime olarak; dâru’l-bekâya ıtlak
olunur ki sıfât-ı galibedir. Murad, neş’e-i saniyedir; nitekim dâr-ı dünya ile
neşe-i uladan tabir olunur ve gâh olur ki lafzı terk olunur (Firuzabadi,
1305/1888: 301).
Sultan Veled, dünya hayatını gece,
âhiret hayatını ise gündüz olarak nitelendirir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın “Din günü”
dediği kıyametin kopmasıyla gece gündüze kalbolacak, artık başlayan âhiret
hayatında; iyi-kötü, cennetlik-cehennemlik, kalp akça-geçer akça değişmeksizin
âyân olarak sırlar meydana çıkacaktır. Ona göre âşığın ölmeden önce ölmesi
büyük kıyâmet, kopacak kıyâmet ise küçük kıyâmettir. İkisi de sırları ortaya
çıkarır; fakat küçük kıyâmet mücazât, azap için kopar, büyük kıyâmette ise
(ölmeden önce ölmek) vergiler, bağışlar ihsanlar vardır (Sultan Veled, 2014:
313-314).
Sultan Veled, ölümden sonraki hayatı
ise şöyle tasvir eder: Varlıkların aslı olan o âlemde, baş ağrısı ve mahmurluğu
olmayan sarhoşluklar vardır. O cihanda zaman kavramı yoktur, ne ay vardır ne
yıl. Ne zıtlık-eşitlik, ne yücelik-alçaklık, ne sağ-sol, ne ön-arka vardır.
Sayısız şehirler, kaleler vardır. Ebedî bir hayat, zevk-sefa içinde yaşayış
vardır (Sultan Veled, 2014: 148). Her kim namaz, oruç ve diğer ibadetlerini
artırarak ifa ederse ahiret günü (din günü) Hakk’ın rahmetine nâil olur (Sultan
Veled, 2010: 225).
Sultan Veled, tâlibe yüzünü, deni
dünyadan asıl yurdumuz olan ahiret tarafına çevirmesini öğütler (Sultan Veled,
2010: 261). Çünkü âhiret hayatı ebedî, zevâlsiz ve Hakk’ın koruması altındadır
(Sultan Veled, 2010: 346).
Herkes dirildiği
zaman ameller mahiyetine göre sûretlere bürünür. Herkese layığınca mücazât ya
da mükâfat verilir. “O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri
kararanlara, ‘imanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkâr etmenize
karşılık azabı tadın’ denilir”. (Âl-i İmran, 3/106). âyetinde de beyan
edildiği gibi bazıları zevk ve inbisat içinde yüzleri apaydındır. Kimi de
ümitsizlik, nedâmet, matem içinde yüzleri kapkaradır (Sultan Veled, 2010: 456).
·
2.4.8.
Cennet ve Cehennem
Kelime anlamı; bahçe, güzel bahçe
anlamında olan cennet, tasavvuf ıstılahında ise; rûhânî cennet, yani bedenin
aracılığı olmadan kalbin duyduğu mânevî zevk ve hazlardır (Uludağ, 2012: 76;
Şimşek, 2017: 73).
Varlığından bahsettiğin cennet ve
cehennemin yerlerini söyle ve göster, diyenlere mukâbil Sultan Veled, şöyle
cevap verir: Allah, Kâdir-i Mutlak’tır. Onun her şeye gücü yeter. Latîf ismi
ile kullarına lütuflarda bulunduğu gibi Kahhar ismiyle de kahrını gösterir.
Dilediği şey hemen olur. Kur’ân'ın ifadesiyle, ” “Ol der oluverir”.
(Yasin,36/82). O halde cennet ve cehennemin var olması için Allah'ın dilemesi
yeterlidir. O dilerse istediği yeri cehenneme ve ateşi de bostan-ı cinana
çevirebilir. Nitekim “Ey ateş serin ve selametli ol”. (Enbiya,21/69).
Buyurarak İbrahim (as) için yakılan ateşi gülistana çeviren o değil midir?
İnsan öyle bir varlıktır ki halden
hale geçer. Bazen gam ve kedere gark olur, bazen sevinç ve surûra. Bazen kabz
halinde müzdarip olur, bast halinde ise mesrur. İnsan bu halleri bizzât yaşayıp
kendisinde müşahade etmesine rağmen yerlerini bilememekte ve yerini tayin
edemese de yaşadığı bu iki hali kabul etmektedir. Öyleyse insanın cennet ve
cehennemin yerini bilmemesi onların mevcudiyetinin inkârını gerektirmez.
Cenâb-ı Hakk’ın yarattıklarında
gayesiz ve başıboş hiçbir şey yoktur. Yaratılmışların en mükemmeli ve
şereflisi, akıl ve şuur sahibi olan insan da belli bir gayeye matuf yaratılmış
ve başıboş olmayıp bütün söz ve fiillerinden sorumludur. Sultan Veled’e göre
insan, mükâfat yeri olan cenneti, mücâzât yeri olan cehennemi dünyada iken
kendisi inşa eder. ''Dünya, ahiretin mezrasıdır'' . (Aclûnî, 2000,
Keşfu’l-Hafa, I/467). Hadis-i şerîfi bu gerçeği ifade etmektedir.
İnsanın amelleri birer tohum mesabesindedir
ki hayırlı amelleri, cennetin mevcudiyetine vesiledir. Namaz, oruç, zikir,
hamd-ü sena, tefekkür, dua hepsi birer tohumdur. Her bir zikirden, namazdan;
dallar, ağaçlar, bağ ve bahçeler, köşk ve saraylar; oruçtan enva-ı çeşit
nimetler vücud bulur ve diğerlerini buna kıyas edebiliriz. Bu nimetler dünyada
görünmese de âhiret yurdunda alanen görünecek ve insanı karşılayacaklardır.
Orada insanın gönlünün istediği her şey kendisine verilir. Dikensiz gül
bahçeleri, sarhoş etmeyen şarab, baştanbaşa zevk ve neşe vardır. Cennet ehli,
korktuklarından emin olarak orada ebedî kalacaktır. Cennet nimetleri de
ebedîdir. Kur’ân’da şöyle beyan edilir: “Yemişleri ve gölgesi süreklidir”.
(Rad, 13/35). Sultan Veled’e göre kavl ve fiil, ihlâs yörüngeli olmalı ki
âhirette güzel nimetler neşv-u nemâ bulsun. İhlâs ise sırf Hakk’ın rızâsını
gözeterek riyaya: ''Kapılar sürmeli içeri giremezsin''.Diyerek kazanılabilir
(Sultan Veled, 2010: 264-265).
Cennet ehli, sâlih amellerine göre
derece ve mükâfata nâil olur, ektiği tohumlar nisbetinde ihsanlara mazhar olur.
Sultan Veled: "Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı her şey
vardır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız”. (Zuhruf, 43/71). âyetine
telmih yapar. Cennet ehli, Hakk’ın makbul kulları olduğu için yüz türlü şan,
şeref, izzet sahibi olurlar. Fakat cennet ehlinin makamı vasat derecededir.
Öyle bir makâm daha vardır ki, o makâm ancak evliyâullaha hasredilmiştir. Zira
onlar, dünyada iken ölmeden evvel ölmüş, Hak’ta fâni olmuşlardır. Çok yüce olan
bu nişansız cennete ulaşanlar çok azdır. Nasıl ki âlemin sûreti cennetlere
perdedir. Öyle de, cennetler de bu âlemlere perdedir (Sultan Veled, 2010:
164-165). Cennetin nimetleri, itaat ve ibâdetten müteşekkil olduğu için hayat
sahibi ve natıktırlar. Köşkler, cennet ehlinin isteğine göre gezer, mekân
edinir. Kişi, ağaç ve meyvelerin hamrsız şarabının sözlerinden sevinç ve neşeye
bürünür. Sultan Veled, bu sözlerine inanmayanlara ise nasıl ki insan, dünyada
vücut sarayını emri altında istediği yere götürür ve bu saraydaki beş farklı pencere
hükmündeki beş duyu organıyla farklı manzaraları, çiçekleri, bağları,
bahçelerin rengini kokusuyla ve dokusuyla hissedersin. Buna inanırsın da ne
için ukbâ hayatında bu nimetlerin varlığını eşekçe inkâr edersin, diyerek
şaşkınlığını ifade eder, Ukbâ hayatı, cennet nimetleri bir bağ ise dünya
nimetleri o bağdan sadece bir daldır. Bir dalda bunca nimetler mevcut ise bu
nimetlerin aslı ve kaynağı olan bağda nice güzel , latif,
enva-i çeşit yüzlercesi insana sunulmaz mı? (Sultan Veled, 2010: 241-242).
Dünyada elde edilen mal mülk, makam,
sıkıntı ve zahmet neticesinde elde edildiği gibi âhirette rahatlık, cennet
nimetleri, cemâlullah için elbette ki sıkıntı, zahmet ve çileye katlanmak
gerekmektedir. Cennetin etrafı, nefsin hoşlanmayacağı bedene ağır gelen ibadet,
taat, günde beş vakit namaz, az yeme ve aç kalma gibi şeylerle çevrilidir.
Sultan Veled, özellikle az yeme hususunda tâlibe ikazda bulunur; cennete,
cemâlullaha tâlib kişi kandan, irinden deryaları, ateşten denizi, dikenli
yolları ve her türlü çileye tâlib demektir. Ahiret azığını toplamak peygamber,
evliyâ ve mü’minlerin işidir. Cehenneme giden yolda rahatlık, tenperverlik,
tembellik ve sıkıntıdan kaçmak vardır; cehennemin etrafı yeme, içme, uyku,
sarhoş edici içecek, kadın, para, makâm, şan, şöhret, tûl-i emel gibi şehvet ve
arzularla çevrilidir. Dünya zevk ve nimetlerinden, bedenden doğan rahatlık
insanı cehenneme götürür. Taatten, dinden neşet eden rahatlık ise zâhirde
bedene zahmet olsa da cennet-i a’lâya ulaştırır (Sultan Veled, 2010: 282). Sultan
Veled’e göre gayba, Allah'ın vaadine inanan kişiye Hak Teâla karşılık olarak
mutlaka cennet verecektir (Sultan Veled, 2010: 354).
Cehenneme gelince, kelime anlamı
olarak, dibi derin kuyuya denir. Cennetin mukâbili olan cehennem “e’azenallahu
minha” onunla tesmiye olundu (Firuzabadi, 1305/1888:421). Tasavvuf ıstılahında;
rûhânî cehennem, yani bedenin aracılığı olmadan kalbin duyduğu elem ve
ıztırablardır (Uludağ, 2012: 112).
Sultan Veled, Cenâb-ı Hakk'ın bütün
varlıkların ihtiyaç duyduğu rızkı verdiğini, cehennemin rızkının da kâfirler
olduğunu, böylece kâfirlerin de yanacağını vurgular. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
“Andolsun biz, cinler
ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla
görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var
ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin
ta kendileridir”. (A’raf, 7: 179).
Onların dalalette olmalarının sebebi
akıl ve idrak sahibi olmalarına rağmen Cenâb-ı Hakk’a kavuşmayı arzulamamaları,
ondan gayrısına yönelmeleridir (Yakub-i Çerhî, 2015: 56).
Büyük bir iştahla insin ve cinnin içine
atılmasını bekleyen cehennem doymak bilmez, doydun mu sorusuna karşılık ise “hel
min mezid” “daha yok mu” şeklinde cevap verir. Kur'ân'da bu gerçek şöyle
anlatılır: “O gün, cehenneme ‘Doldun mu?’ diyeceğiz, cevap verecek: ‘Dahayok
mu?’ diyecek” ta ki Hâkim olan Allah'ın kudret ayağıyla cehennemin üzerine
basmasına kadar. Böylece açlık hırsı yok olur ve cehennem ‘Yeter, doydum’ der.
(Kâf, 50/30) . (Sultan Veled, 2010: 375- 376).
Âdil-i Mutlak olan Allah, meydan-ı
imtihan olan dünyada küfür bataklığına saplanan, günah girdaplarında dolaşan
kullarına kurtuluş olarak tevbe kapısını açık tutmuş, onlara mühlet vermiştir.
Gerçi küfür ve günahta ısrar edenler çok olsa da doğru yolu tercih edenler de
olmuştur. Tövbe kapısına sığınmadan günah yüküyle Allah'ın huzuruna gelenler: “işte
o gün insanlar yaptıkları kendilerine gösterilsin diye (bulundukları yerden)
farklı gruplar halinde çıkarlar. Kim zerre miktarı hayr yaparsa karşılığını
görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse karşılığını görür”. (Zilzal,99/7-8).
emri mucibince, dünyada attığı seyyie tohumlarından
vücut bulan cehenneme atılır. Dünyada Rabbini tanımayan, unutan insanoğlu artık
cehennemde unutulur ve onun feryat ve figanı dinlenilmez, yakarışlarına “Alçaldıkça alçalın
orada! Bana karşı
konuşmayın artık!” (Mü’minun, 23/108). Nidâsıyla karşılık verilir.
Onlara bin bir azap tattırılır, derileri yandıkça tazelenir ve bu şekilde
azapları şiddetlenir. Onların yiyecek ve içecekleri hep ateştir (Sultan Veled,
2010: 282-283). İşlenen suçların, isyanın derecesine göre cehennem yedi
tabakadır. Ateşin azabıının şiddeti birbirinden farklıdır. Herkes hak ettiği
cezayı müstahak olacaktır (Sultan Veled, 2011: 218). Orası; kaçışı, geri dönüşü
olmayan yerdir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: “İnkâr
edenlerin malları da evlatları da Allah ’ın azabına karşı onlara hiçbir fayda
sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemin yakıtıdır”. (Âl-i İmrân, 3/10).
Sultan Veled’e göre Hak Teâla’nın
velî kullarına düşmanlık edenlerin meskeni cehennemdir. Bunlara Kur'ân'ın
ifadesiyle jJ*JI düşman denildi ki bunlar; kâfir, murdar, müfsid
vasıflarıyla anılmıştır (Sultan Velî 2011 168). Dünya hırsı
cehennemden bir cüzdür, cüz
ise er geç bütününe dâhil olacağından insan içinde var olan hırs duygusunu
Hakk’a kullukta kullanmalıdır ki âhiretini kaybetmesin (Sultan Veled, 2011:
74-75). İlim ve zikirle donanmış gönlünde Hak’tan gayrısına yer vermeyen,
Hakk’ın cemalini devamlı müşahede eden kişi Hakk’ın sırrıdır ve onun aletidir.
Cemâlinin seyrinin lezzetini tadan, artık cenneti neylesin. Onun için cennet
onun visâli, cehennem ise ondan firak ve hicrandır (Sultan Veled, 2010: 378
379).
·
2.4.9.
Hızır-Mûsâ
Sultan Veled, eserlerinde Hızır (as)
ile Mûsâ (as) buluşmasına şu şekilde yer verir: Mûsâ (as), Hızır’a kavuştuğu
için gizli, âşikâr hamdeder ve Hızır’ın huzurunda tevâzu ile elini öperek
temennada bulunur. Hızır ise Mûsâ’ya iltifatta bulunarak nazar eder. Hızır’ın,
kendisi için meşakkat dolu yolculuğa katlanan Mûsâ’ya “Nicesin?” sorusuna
mukâbil Mûsâ (as) aşk ile “Senin uğrunda çekilen zahmet definedir, incidir;
senin elinle sunulan zehir şekerden de güzeldir, tatlıdır ”. Diyerek
teslimiyetini ifade eder. Hz. Hızır, bu teslimiyet karşısında sevgi ve lütufla
gönlündeki ilm-i ledün sırlarını dile dökerek Mûsâ’nın gönül aynasını siler ve
arıtır. Hızır’ın sohbetinden feyiz alan, müstefid olan Hz. Mûsâ, bulunduğu
halin üstünde yüzlerce derece elde eder. Her ne kadar Hızır (as), benimle
yolculuk yapmaya senin gücün yetmez, dese de Hz. Mûsâ, yüzünü görmezken seninle
derdinle müzdarip idim, yüzünü gördükten sonra sensiz neyleyeyim, diyerek
Hızır’dan ayrılmak istemez ve onunla yolculuğa devam etmek ister (Sultan Veled,
2014: 27-28).
Hızır, onu sohbetine kabul etti.
Mûsâ’da (as) onun sohbetine tahammül, hal ve davranışlarına teslimiyet vardı.
Birkaç gün sözlerle nice inciler delerek yolculuğa devam ederken; deniz
kenarında büyük, görkemli, insanları barındıran bir gemiye rastlarlar. Hızır
(as) kızgın bir halde büyük bir balta ile gemiye vurur. Zâhire göre hüküm veren
Hızır’ın davranışını Hz. Mûsâ, akla ve şerîata zıt görmüştür. Hızır: “Ben
sana sabredemezsin benimle yoldaşlık edemezsin”. Diyerek Mûsâ’dan (as)
ayrılmak ister. Mûsâ’nın bağışlanma dilemesi üzerine yola devam ederler. Adada
güzel yüzlü bir erkek çocuk görürler. Hızır, çocuğu dağın ardındaki dere
kenarında yere yatırarak boğazını keser. Olaya şâhit olan Hz. Mûsâ şaşkınlıkla:
“Masum bir çocuğu ağlatarak inleterek öldürdün ”. Diyerek itiraz eder.
Hızır (as), ona: “Sen bu sırrı anlayamazsın; zira sûrete bakmaktasın”.
Deyince Hz. Mûsâ, son kez ondan kendisini bağışlamasını diler. Devam eden
yolculuklarında aç susuz ve bitap halde iken, içinde hiç fakiri olmayan bir
köye gelirler. Köyde yetimlere ait bir konak vardı ve konağın duvarı eğik
halde, yıkılmaya ramak kalmıştı. Hızır (as), bu eğik duvarı tamir eder ve
yiyecek içecek istemeden ayrılırlar. “Açlığımızı ve ziyanımızı ne diye
söylemedin”. Diye serzenişte bulunan Hz. Mûsâ, bu davranışıyla Hızır (as)
ile yollarını ayırır. Sûretten geçip mânâya nüfuz etmeyen Hz. Mûsâ’nın itiraz
ettiği Hızır’ın davranışlarındaki hikmet şudur: Gemiyi baltalamasının hikmeti;
bir kâfir müslümanlara karşı kullanmak üzere yine müslümanlara ait gemiyi ele
geçirecek ve içindeki insanları suda gark edecekti. Gemiyi baltalamasının
hikmeti buna engel olmaktı. Çocuğu öldürmesindeki hikmet ise, çocuğun imân ve
itaate kabiliyeti yoktu ve anne babası ise erenlerdendi. Çocuğuna karşı aşırı
sevgi ve zaafı olan anne baba, din yolunda akim kalıp kâfir olacaktı. Buna
engel olmak için onları çocuğun şerrinden kurtardı. Duvarını düzelttiği konağın
ise sahipleri kâl ve hâl ehli insanlardı. O yetimlerden nasıl ücret talep
edebilirdi. Hızır’a göre yoldaş olmak, ona uymak demektir. Bu ise bedenen değil
mânâ itibariyle olmalıdır (Sultan Veled, 2014: 31, 47-48).
Sultan
Veled, babası Hz. Mevlânâ’yı Mûsâ’ya (as); Şemseddin Tebrîzî’yi ise Hızır’a
benzetir: Hiçbir varlığın, insanın ulaşamayacağı, vehbî olarak elde edilen
peygamberlik makâmına sahip olan Mûsâ (as), ululuğuna rağmen Hızır’ı (as)
araması, onu arzulaması gibi; üstün hâl ve vasıflara, güzel huylara, makâmlara,
kerâmetlere, nurlara ve sırlara sahip zamanının en üstünü, yoklukta ve aşkta
tek olan Mevlânâ’nın da Hızır’ı, Şemseddin Tebrîzî olmuştur. Hz. Mûsâ’nın
Hızır’dan birçok sırra mazhar olması gibi, Mevlânâ da Şemseddin Tebrîzî’den
birçok ilm-i ledün sırrına mazhar olmuştur. Nitekim Şemseddin Tebrîzî’yi
anlayan sadece Mevlânâ’dır (Sultan Veled, 2014: 50-51).
·
2.4.10.
Sûret-Mânâ (Zâhir-Bâtın)
Zâhir, lügatte; ayan ve âşikâre denir
ki bâtının mukâbilidir. Esmâ-i hüsnâdandır (Firuzabadi, 1887: 2152). Tasavvuf
ıstılahında; şerîat, şer’i hükümlere denildiği gibi tecellî eden Hakk’a da
denir. Zâhir olan, Hakk’ın vücûdudur. Allah’ın sıfatlarındandır (Uludağ, 2012:
389; Kelâbâzî, 2016: 70).
Yerin ve göğün ikisi arasındakilerin
tek hâkimi, mâliki Cenâb-ı Hak’tır. Hakikatte her şey Hakk’ın kendisidir. Sûret
de mânâ da O’ dur. (Sultan Veled, 2010: 358). Bu gerçeği Kur’ân şöyle ifade
eder. “Gökteki ilâh da O’ dur, yerdeki ilâh da O’dur. O, sınırsız hikmet ve
ilim sâhibidir”. (Zuhruf, 43/84). “O, Evvel ve Âhir; Zâhir ve Bâtındır”.
(Hadîd, 57/3).
Yerden göğe kadar maddî âlem (sûret
âlemi), ilmullah da mânâ idi. O mânâ, Fâtır-ı Hakîm’in dilemesiyle ve kudretiyle
sûret bulunca keyfiyetten uzak iken bu âlemde keyfiyet kesbederek müncemid oldu
(şekle büründü). Bunun için bu âleme cemâd âlemi denir. Suyun hararetten
geçince buz olması ve buzun güneşin hararetiyle tekrar su olmasını buna örnek
gösterebiliriz. Mânâ da önce sûret oldu, daha sonra mânâ âlemi perdesiz olarak
tekrar görününce cemâdâtın sûreti suya dönüştü. Sûrete bürünmüş her mânâ,
makâmına doğru ilerler ve oraya ulaşır (Sultan Veled, 2010: 195196). Sûrete
bakıldığında hepsi beşer cinsinden olsa da her biri mânen müsâvî değildir. “Allah
ile birlikte başka bir tanrıya yalvarma, O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun
kendinden başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve siz ancak O
’na döndüreleceksiniz”. (Kasas, 28/83). (Sultan Veled, 2010: 518).
Denilebilir ki sadece mânâlar
sûretsiz olarak ebedî kalır. Dolayısıyla ki sûrete değil mânâya hasr-ı nazar
etmeli ki sûreti eriyip mânâya kalbolsun, cisminden âzâd olup mahz-ı can olsun.
Sultan Veled’e göre bunu gerçekleştirmek için de mürşid-i kâmilin yolundan
gitmek gerekir (Sultan Veled, 2010: 288). Hakikatte evliyâ, Hakk’ın sırrıdır,
Hak’tan ayrı değildir. Evliyânın sûreti (cisim), envârına hicâbtır. Sûretten
geçip mânâya bakılırsa O’nda Hakk’ın nuru görülür ve imânı ziyadeleştirir
(Sultan Veled, 2010: 310).
Sûret nakıştır (Sultan Veled, 2010:
293). Nakışsıza ulaşmak için nakıştan geçmek gerek. Sûretler mânâdan diridir,
mânâsız sûret ölü demektir (Sultan Veled, 2010: 335) Sultan Veled, sözün isim
(zarf), cevherin ise müsemmâ olduğunu ifade ederken sözün suret, müsemmânın ise
mânâ olduğunu; mânânın tercih edilmesini ve sırların ondan âşikâr olacağını
belirtir (Sultan Veled, 2010: 348). Hakikatte her şey O’ dur evvel-âhir,
zâhir-bâtın, sûret- mânâ hepsi O’dur. Kim bu inançta ise cismi tebeddül ederek
rûh olur (Sultan Veled, 2010: 359). Ona göre sûret âlemi (taht, âsmân, zemin)
mânâ âlemini izhâr için vardır. Sûret mânâya intikal etmek için vücûd bulmuştur
ve asıl maksud mânâdır. Bütün mevcûdâtta olduğu gibi insandaki suret, mânâ da
Hak’tandır (Sultan Veled, 2010: 386-387-394).
Sultan Veled, “Sûreti bırak mânâ
tarafına git”. Öğüdünü birçok yerde tekrar eder. Ona göre mânâ tarafına yol
almak; ömrün tamamını dine, ibâdet ve taata sarf etmek; böylece nefsin
arzularını gönülden söküp atmakla gerçekleşir. Kişinin gönlü, mânâya intisab
edince ayn-ı mânâ olur ve mânâ gibi bütün gönüllere nüfuz eder. Kişi neye
tâlibse odur. O halde kişi, mânâya tâlib olmalı ki ebedîyete mazhar olabilsin
(Sultan Veled, 2010: 430). Âlemin sureti, cennete hicâbtır. Ancak sûret
âleminden geçenler cennete yol bulabilir. Cennet ise nişansız âleme perdedir ki
sâliklerden oraya ulaşabilenlerin sayısı çok azdır (Sultan Veled, 2010: 165).
Bâtına gelince tasavvuf ıstılahında;
Allah’ın dört isminden biridir (Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın). (Hadîd, 57/2). Âyetlerin
ve hadislerin, ancak ârifler ve velîler tarafından bilinen gizli anlamlarıdır.
Her zâhirin bir bâtını vardır. Bâtınî anlamlar, keşfen ve zevken bilinir.
Sâlikin kalbi ve rûhu, iç âlemi (Uludağ, 2012: 67-68; Kelâbâzî, 2016: 70).
Sultan Veled, Rebâbnâme'de:
“Neden, nedensizlikten vücud bulmuştur; neden (sûret) zâhir, nedensizlik (mânâ)
ise bâtındır”. Der. Dinin aslı bâtında gizlidir, diyen Sultan Veled, mânâyı
suya, sûreti değirmene benzetir. Yine aynı yerde sûreti kanala, mânâyı suya
benzetir. Âriflerin nazarları, devamlı kanal içindeki suyadır. Su, susuzların
gözünden hiç gizlenebilir mi? Su (mânâ), susuzlara (âriflere) hayat bahşeden
âb-ı hayâttır (Sultan Veled, 2011: 194).
Bu âleme ait
sûretler aynı cins olan sûretten kuvvet alır ve çoğalır. Örneğin; su sudan,
toprak topraktan, ateş ateşten kuvvet alır. Fakat gayba ait suretler, her ne
kadar sûret görünürlerse de hakikatte mânâdır. Meselâ, Azrail (as) rûhu
kabzetmek için geldiğinde ölecek olan kişinin gözüne, ona layığınca sûret
olarak görünür. Can çekişen kişi, yüzünü başka yöne çevirdiğinde Azrail’in
sûreti yok olur. Eğer Azrail, sûret olsaydı orada yok olmazdı (Sultan Veled,
2011: 313). Rûhunu kabzedeceği kişinin haline göre sûrete girmezdi. Evliyâ da
böyledir: Zâhirde sûret görünse de hakikatte mânâdır. Çünkü müridin cismi,
şeyhin sûretinden fenâ bulur. Müridde iyi, kötü, küfür, iman pak olur; varlığı
tebeddül eder ve ölmeden evvel ölme sırrına erişir, evliyânın ilmi, akıl,
mârifet ve nazarıyla can bulur (Sultan Veled, 2011: 313).
·
2.4.11.
Avâm-Havâs
Mutasavvıflar, insanları öncelikle
avam ve havas olarak ikiye ayırır. Kelime olarak avam, halk; havas ise
nitelikli kişiler anlamındadır. Mutasavvıflara göre genellikle Sûfi olmayanlar,
âlim olsa dahi avam diye nitelendirilir. Havas ise kendi içinde ikiye ayrılır.
Birincisine Havâs denilir ki, nitelikli kişiler aydınlardır. İkincisi ise
Hass’ül-Havâs; yani üstün niteliklere sahip bulunan kişiler, ârifler ve
seçkinlerdir. Havâs; hass, hassa, ehl-i husus şeklinde de adlandırılır. Havâs,
avâmın yaşadığı dini hayatla yetinmeyerek daha üstün bir dini hayat yaşamak
için gayret gösterir. Hass’ul-Havâs ise mükemmel bir dini ve mânevî hayata
sahiptir. Tasavvuf yolu avamın değil, havassın yoludur. Nitekim Mevlevîlik’te
de tarikata mensup olmayanlara avam denilir (Uludağ, 2012: 53-161).
Şimdi Sultan Veled’in avâm ve havâs
hakkındaki düşüncelerine yer verelim:
Sultan Veled eserlerinde avâm ile
halkı eş anlamlı olarak zikreder. Örneğin;
Bu sözler halk için söyleniyor ki
yükseklensinler; cahil olanlar ilim tarafına uçsunlar.
Fakat herkeste esrâr-ı Hudâ ’ya vâkıf
olmak sevdası nerde!
O yoldan ve böyle bir seyrek vücuddan
haberdar olanlar pek azdır.
Havastan başkası o yola gidemez.
Bu beyitte görüldüğü üzere halk, avâm
terimi yerine kullanılmış olup avâm teriminin zıddı olarak da havâs terimine
yer verilmiştir. (Sultan Veled, 2010: 443444).
Avâm (halk), Hak’tan uzak gaflettedir
ve nasihate muhtaçtır. Sultan Veled, halkı Hakk’a yaklaştırmada kendisini
sorumlu addederek va’z ve nasihatleriyle halkı aydınlatmayı amaçlar:
“Hak Teâlâ ’nın adıyla yine nadir ve
esrarlı olan nüktelerle başlıyorum.
Çünkü bizim bu sözümüz, bu va’z ve
nazmımız, halkı hak tarafına kılavuzlar” (Sultan Veled, 2010: 159).
Avâm câhil, noksandır ve hayvan
gibidir. Fakat Sultan Veled, kendisini yaratan bir Halık-ı Kerim’in olduğunu
düşünen ve O’na ulaşmaya çalışan insanı avam olarak nitelendirmez. Ona göre
avam, bilgilendirilebilir ve eğitilebilir. Sultan Veled’e göre avâm (halk)
ehl-i surettir; manadan bihaberdir. Intihânâme adlı eserinde o, mahşeri,
günahkâr müminlerin Hz. Peygamber’in şefaati ile cehennem azabından nasıl halas
olacaklarını tasvir ettikten sonra sözlerinin sûret ehli için olduğunu
belirtir. Zira halk, zâhire bakar, sûretten geçemediği için mânâya yol bulamaz
ve sırlar ona inkişaf etmez (Sultan Veled, 2010: 466). Sultan Veled’e göre nice
inciler delerek sırlardan bahsetse de bunu ancak havas anlayabilir, avâm değil
(Sultan Veled, 2010: 466).
Sultan Veled’e göre avâm-havâssın bir
takım özellikleri de olup şunlardır:
·
1- Havâssa mahsus sır avâma
verilemez.
Sultan Veled’e göre havassın sahip
olduğu ilim kesbi değil, ilm-i atidir. Cehd ve gayretle elde edilemez. Havâs,
hâl ve kâl ehlidir. Rabbiyle arasında hicâb yoktur ve Hakk’ın sırrına
ermişlerdir. Avâm ise dünya tuzağına tutulmuş kuş misalidir. Hak ile arasında
hicâb (perde) vardır. Hakk’ın sırrına eremez, hâl ve kâl ehli değildir. Sultan
Veled, avâmı ihtiyar, acûze kadına; havâssı Rüstem’e benzeterek birbirinden
farkını ortaya koyar. Havâs, aynı zamanda avâma, Hakk’a ulaşma yolunda var olan
perdeleri kaldırmada yardımcı olur (Sultan Veled, 2010: 209).
Şahinin lokması küçük kuşa
verildiğinde o lokma, küçük kuşa zarar verir, yeni doğmuş bebeğe et yedirilmeye
kalkışılsa et bebeğin ölümüne sebebiyet verir. Öyle de, Havâssa verilen sır,
aynı seviyede olmayan avâma verilemez (Sultan Veled, 2010: 209). Sultân Veled Maârifinde,
avâmın anlayamayacağı konuları anlatırken, konunun anlaşılması için
benzetmelerden ve misâllerden faydalanır. Örneğin, Allah
Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i insânlara gönderiliş sebebinin “hakkı batıldan
ayırmak” olduğunu anlatırken Allah Teâlâ’nın: “İşte seni bu kararmış olan beyaz
kumruları, o aslen kara olan kargaların arasından kurtarmak, onları etrafında
toplamak için onların yardımına gönderiyorum” buyurduğunu aktardıktan sonra: “O
halde o Peygamber’i beyaz bir kumruya benzetmekliğim, halkın anlaması içindir;
yoksa yüzbinlerce simurg onun en âdi bir kanadına yetişemez”. Diyerek
avâmın anlamasını kolaylaştırır (Küçük,2007: 100).
·
2- Avâm (halk) doğana, havâs şahine
benzer.
Halk, lâşe yiyen doğana benzer. Avını
kendi hesabına avlar ve boğazına düşkündür. Bu yönüyle halk, her işini kendi
hesabına yapar. Hakkın rızasını gözetmez. Havâs ise padişah tarafından terbiye
olunmuş şahine benzer. Sahibine sadıktırlar. Onun adına avlanırlar. Avını
yakalayınca padişahın yanına geri döner. Havâssın iş ve fiillerinde Hakk’ın
emri ve iradesi söz konusudur. Dolayısıyla işleri Cenâb-ı Hak’tan sudûr oluyor
demektir. Havas, Hakk’ın aletidir. Sevmeleri, benzetmeleri, davranışları hep
Hak rızası yörüngelidir. Nasıl ki terbiye edilmiş doğan, kendi boğazı için
değil de sahibi için çalışır, sadık olursa zâten şâhı onu aç bırakmaz; onu
bileğinin üzerinde taşır ve sever, ta ki vefasız olana kadar onun canı, avâmın
canı gibi değildir, iki âlemde de canı Hak’tır. Onlar Hakk’ın nuruyla görürler
(Sultan Veled, 2010: 239-240).
·
3- Avâmın ruhu ızdırab çekerken
havâssın ruhu çekmez.
Sultan Veled’e göre insanoğlu, ruhlar
âleminden asıl vatanından ayrılıp Rabbini tanıma, ona layıkıyla kulluk yapma
gayretiyle ahiretin mezrası olan dünya hayatına geçici olarak gönderilmiştir.
Bedenin canı olan ruh, ancak Huda’nın aşkıyla elest bezminin şarabıyla sükûna
erdiği için, dünya tuzağına, onun gelip geçici güzelliğine, zevk ve eğlencesine
kapılan avâmın (halk) ruhu, Hakk’ın firâkıyla müteellim ve muzdariptir. Bunun
ilacı ise Hakk’ın gayrısından kesbi olarak değil manen yüz çevirmektir. Bunu
gerçekleştiren, ruhlarını ızdıraptan kurtaranlar da havâstır.
Ona göre dünya zevkleri dane, dünya
ise tuzaktır. Halk dünyaya müpteladır, gönlü hep onunla meşguldür. Makâm-mansıp
sevdası, rızık endişesi, bedenî hazlarla gaflet içerisindedir. Halk (avâm),
bazen ölümü, azabı düşünüp bir nevi ömrün muhasebesini yaparak Hakk’a yönelir.
Hakk’ı zikreder. Ona müteşekkir bir kul olmaya gayret gösterir ve böylelikle
Hakk’a meyleder. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikredin”. (Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz,
3). Buyurmuştur. Böylece Hakk’ın nazarı, kendisine meyli olan gönledir
hakikatince gönül, nazargâh-ı İlâhî olur (Sultan Veled, 2010: 391).
·
4- Avâm İlâhî mesajdan bihaberdir.
Samandan, arpadan beslenen, yiyip
yatmakla yaşayan hayvan, insanların yediği yiyecekleri tanımaz ve onlardan
lezzet almaz. Hayvanın boğazına, damağına, samanla arpa layıktır. Önüne enva-ı
çeşit yiyecek ve içecek konulsa bile o, lezzetten mahrumdur. Çünkü gören
gözleri, kuvve-i zaikaları (tad alma duyuları) yemeklere karşı kördür.
Sultan Veled, halkı bu yönüyle
hayvana benzetir. Zira halk ne kadar nâtıksa da Hâlık’ın cemâline, kemâline
karşı gören gözleri kördür ve câhildirler. Hak’tan ve İlâhî mesajdan
bîhaberdirler. Manadan uzak sûrettirler. Sultan Veled, halkı ve halkın hayatını
teşbihlerle anlatmaya devam eder. Şöyle ki halk (avâm), yaprakları ve meyveleri
olmayan kuru ağaç gibidir. Can baharından faydalanamazlar. Nasıl ki sonbaharda
kısa süreliğine yeşillenen bitki ve ot misali, güzelliği ve yeşilliği
muvakkattır. Ecel hükmünde olan kışın gelmesiyle de kuruyup çürüyüp
mahvolurlar. Öyle de, ecel kılıcıyla hayatları son bulan halk (avâm), toprak altında
çürür gider (Sultan Veled, 2010: 405).
·
5- Avâmın sözleri kıymetsiz ve
tesirsizdir.
Sultan Veled, halin ve ehl-i dilin
önemine dikkat çekerken avâmın (halk) sözlerinin kıymetsiz ve tesirsiz
olduğunu, belagatlı, süslü de olsa yaşanılmadan söylenen sözlerin gönüllerde
makes bulmadığını şu sözleriyle ifade eder:
Avâmın sözleri parlak da olsa
kıymetsizdir. Çünkü kendilerinde o hâl olmadığından te’sîrsiz olur.
Ömürlerini kîl ü kâle sarf ettikleri
için ilâhî hallerden bî-behre kalmışlardır.
Bir kimsenin ağzında misk olsa,
sarımsaktan bahsetse de sözlerinde misk kokar.
Bilâkis, ağzında sarımsak bulunsa,
anberden dem vursa da ağzından sarımsak kokusu gelir.
Bizim sözlerimiz zâhiren fasih
değilse de, hâlimiz o huzurda melîh ve makbuldür.
Halkta koku almak hissi oldukça,
sâhib-i dillerin sözlerinden pekâlâ koku sezerler.
Nefsânî olan bir kimse, Hudâ’ya dâir
söz söylese, halka o sözden hevâya taalluk eden koku gelir (Sultan Veled,
2010: 510).
·
6- Avâm, velînin büyüklüğüne, hâline
ve sırlarına müdrik değildir.
Padişahı ancak padişah tanır. Cisim
olarak küçücük olan karınca, madde ve manasıyla büyük olan Süleyman’ı (as)
bilse bile onun ahvalini, kıymetini nasıl tam idrak edemezse avâm da (halk)
velî hakkında tam bilgiye vâkıf değildir (Sultan Veled, 2010: 516).
·
7- Halk testiye benzer.
Hiç derya ile desti bir olur mu?
Deryada nice inciler tekevvün eder (oluşur); fakat destide inci oluşur mu?
(Sultan Veled, 2010: 534).
·
8- Havâs, kendine has, sıkıntısız
elde ettiği ve başkalarının istifade edemediği nimet ile gıdalanır.
Dudaksız, ağızsız gıda alırlar. O
yemek, gözle yenir. Aşkı göze benzeten Sultan Veled’e göre Havâs, can gözleri
(aşk) ile Cenâb-ı Hakk’ın cemalini, hüsnünü mekânsızlık âleminde müşahede
ederler, onların gıdası Cemalullah’tır. (Sultan Veled, 2010: 204).
Bundan dolayı Sultan Veled, aşkın
taleb edilmesini öğütler: “Göz aşktır. Git Huda’dan aşk iste! Talepte ısrar
eyle. Ta ki dostunu hicapsız olarak seyredesin, kabuğu terk ederek iç olasın”.
(Sultan Veled, 2010: 204).
Bu aşk ise havâssın işidir, avâmın
değil. Avâmdan aşk yolunun sonuna ulaşmış olan çok azdır. Bu yolda azim ve
kararlılık ve sebat gerektir ki bu da avâmda yoktur. Havâs ise aşk yolundaki
kararlılığıyla aşkta fâni olarak mâşukunun aynısı olmuştur. Tuz
gölüne düşen bir hayvanın bir süre sonra tamamen tuz olması, bakırın kimya
yoluyla altına kalbolması, ya da sedefin karnına düşen yağmur damlasının
nihayetinde inci olarak kıymet bulması, denizin acı suyunun havaya yükselerek
tatlı suya dönüşmesi vb. misallerle Sultan Veled, âşıkın mâşukta fani oluşunu
izah eder (Sultan Veled, 2010: 267-268).
·
9- Avam taklitçi ve münakaşacıdır.
Cenâb-ı Hak, insanın fiil ve
amellerine değil kalbine, kalbindeki imana nazar eder. Aslolan gönlündeki
tahkiki itikaddır. Ameller ise o itikadın zâhirî delilleridir. O, pazarda inanç
kaynaklı, riyasız, sum’asız, sadece Hak rızası için yapılan amel makbuldür.
Bunun içindir ki kişi itikadını güçlendirmeye çalışmalı. Taklit ve münakaşaya
düşkün olan avâm gibi olmamalı, havâsı örnek almalı, onun yoluna gitmelidir.
Sultan Veled, bunu şöyle ifade eder: “Taklidi bırak, münakaşayı terk eyle,
havâsınyoluna git, avâmın değil ”. (Sultan Veled, 2010: 284).
·
10- Halk câhil çocuklara benzer.
Sultan Veled’e göre halk câhil
çocuklar gibidir. Bundan dolayı iradelerinin hakkını veremezler ve tercihlerini
dünyadan yana yaparlar. Çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi onlar da dünya
zevkleriyle, mâlâyâniyatla oyalanmaktadırlar. Cehâletleri Hakk’a ulaşmada engel
oluşturan tac, taht, altın, gümüşe olan bağlılıklarını artırmıştır. Kayıtlı
dünyada mahpusturlar, kayıtsızlık âleminin lezzetini tadamamışlardır. Cehl-i
mürekkeptirler, bilmezler, gaflettedirler. Bunun da farkında değildirler
(Sultan Veled, 2010: 319-320).
·
11- Halk pespayedir.
Sultan Veled: “Onlara biz
zulmetmedik. Onlar kendi kendilerine zülmettiler”. (Hud 11/101). Âyetiyle
Hakk’ın kullarına zulmetmediğini insanın kendine yapılan zulmü kendinden
bilmesi gerektiğini ifade eder. Ona göre halk böyledir. En büyük düşmanı olan
nefs-i emmarenin kölesi ve ona mûtî olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’ın değil,
nefislerinin ve dünyanın zebunu oldukları için Sultan Veled, halkı pespaye
olarak nitelendirir. Böylece nefislerine zulmetmişleridr. Zira yüce yaratıcı
kendisini tanıtmak, doğru yolu göstermek için kitap ve peygamberler göndermiş.
Peygamberler, nefsin hile ve desiselerini insanlara anlatmışlardır (Sultan
Veled, 2010: 281).
·
12- Halk unutkandır.
Sultan Veled tekrarların sebebini
şöyle izah eder:
“Sözlerim gerçi mükerrer oluyor;
fakat te’kid için böyle oluyor.
Çünkü insanda unutmak hâssası
galiptir “insanda” diyorum; Hakk’a tâlib olan “şâhidde” demiyorum.
Çünkü o ölmüştür. Nasıl unutabilir ki
unutkanlar sırasından çıkmıştır”. (Sultan Veled, 2010: 400).
Burada insandan
kastedilen avâm halktır. Unutkanlar sırasından çıkmış ve Hakk’a tâlip olan
şahid (yani hakikate şahid olmuş ârif) değildir. Çünkü o, ölmeden önce mevt-i
irâdî ile ölmüş ve Hak’ta fâni olmuştur. Unutmak ondan uzaktır (Küçük, 2010:
52-400).
·
2.4.12.
Câhil-Âlim
Kelime olarak cehâlet; ilm-i nâkıs,
nefsi câhil, ilmi dışında amelde bulunmak olup cehâlet ehline câhil denir.
Tasavvuf ıstılahında; yıllarca resmî ve zâhirî ilimleri tahsil etmiş olsa bile
gerçekleri kavrama yeteneğinden uzak bulunan gönül demektir. Mârifete nur-i
ilim dendiği gibi anlayışsız kalbe de zulmet-i cehâlet denir (Uludağ; 2012:
85).
Mü’min, cehd ve gayret yeri olan
dünyada hayır tohumları ekmeli, Hakk’ı bilâ-hicâb (perdesiz) görebilmek için
O’nun isminden başka şeye tâlip olmamalıdır. Zira Cenâb-ı Hak, kendi isminden
ayrı değildir. Hiç zikir, mezkûrdan ayrı olur mu? Sultan Veled’e göre “Âlim”
isminde müsemmâyı, zikirde mezkûru ve her lafzın altındaki mânâyı açıkça görendir.
Câhil ise, lafzı okur; ama lafızdaki mânâyı fehmedemez. Sultan Veled, evliyânın
da “Âlim” gibi Hakk’ın isminde Hudâ’nın zâtını (isimde müsemmâyı) gördüğünü
söyler (Sultan Veled, 2010: 263). Burada bahsedilen câhil, okuma yazma bilmeyen
değil zâhirî ilimlere vâkıf; fakat eşyanın, ismin perde arkasına nüfuz
edemeyen, mârifetten nasibi olmayan kişilerdir diyebiliriz (Sultan Veled, 2010:
444).
İnsanların canının kanadına bağ olan
tac, taht, altın, gümüş sevdası, dünya sevgisi halka cehllerinden dolayı güzel
görünmektedir. Âlim-i vâsıl olanlar ise bunları kerih görürler. Dünyanın
hevesleri onlara zincir ve bukağı gelir. Halk, kayıtsızlık zevkinden habersiz
oldukları için dünyaya meyilleri her geçen gün artar, bu zindanı cennet
görürler ve nuru nâra değişirler. Câhil faydasız, mâlâyâni işlerle uğraşır
(Sultan Veled; 2010: 319-320). Cehâlet ve körlük insanı Hudâ’dan uzaklaştırır
(Sultan Veled; 2010: 392). Sultan Veled: “îlim ve hikmet, insanın vasfıdır.
Cehl ve gaflet de hayvanların şanıdır”. Sözüyle cehâlet ve ilmin farkını
ortaya koymuştur (Sultan Veled, 2010: 444).
Kelime olarak ilim; Allah’ın
sıfatlarından olup, Hak’tan gelen bilgidir. Cehlin zıddıdır. Mutasavvıflara
göre muâmele ve hâl ile beraber bulunan ilme -ki onların hallerini ifade eden
ilim budur - mârifet, bu ilmin âlimine de ârif denilir (İbn Manzur, 1707:
4/3083; Hücviri, 2016: 439-440).
Sultan Veled’e göre ilimden maksud,
insana faydalı olan ilim; yani mârifet-i İlâhiye’dir. Her kim bu ilme sahip
değilse bütün eşyanın ilmine vâkıf olsa da yine câhildir. İlim, Hakk’ın sıfatı
olduğu için insanın rütbesi ilimdir; yani insan sahip olduğu ilimle değer
kazanır. Nitekim Allah Teâlâ: “ “Beni Âdemi (ilimle) mükerrem
kıldık, sair mahlûka vermediğimiz ilmi onlara verdik” (İsra, 17/70).
mânâsını ihtiva eden âyeti, bunun için beyan etmiştir. Dolayısıyla kimin ilmi
(mârifet-i İlâhiye) fazla ise o, daha mükerremdir (Sultan Veled, 2010: 444).
İlim, insanın vasfıdır. Bunun
şuurunda olan insanın gizli, açık gıdası ilimdir. Artık o sürekli ilme rağbet eder.
Hudâ’dan can-u gönülden ilim talep eder. Kendisi merâmına ulaşamadığı takdirde
ızdırap, kabz hâli olur. Bir âlime intisap eder, yarasına merhem, derdine devâ
ister. Âlimler ki hayatları ilme sarf olunmuştur, talep yolunda ilmin sonu
yoktur. İnsan, ilim ile terakki eder; diyebiliriz ki ilim, mânevî yükseliş,
cehâlet mânevî alçalmaktır (Sultan Veled, 2010: 445). İlmin gayesi, Hakk’ın
dîdârıdır. Kim bu payeye ererse aklı bîhûş olur. Bîhuşluk ise ilmin lezzetinden
doğar. Matlûb, zevk ve lezzeti için istenir. O halde her şeyi bırakıp Hakk’ın
cemâlindeki zevk-i rûhânîye tâlib olmak gerek. Kim, o hüsn şarabından bir kadeh
içerse bütün ilimleri yok olur. İlim yıldızlara benzer, cemâl güneşi zâhir
olunca yıldızlar ortadan kalkar.
Senâî şöyle demiştir:
“Âlemden maksûd âdemdir, akıldır.
Akıldan maksûd bîhuşluktur”. (Sultan Veled, 2010: 444-445).
Sultan Veled, Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Âlimin uykusu, cahilin
ibadetinden daha iyidir” (Aclûnî, 2000, Keşfü’l-hafa, II, 395.). Sözünü
izah ederken âlimi şöyle anlatır: Buradaki âlimden murad, ulemâ-i rusûm (resmen
âlim görünen, hakikatte âlim olmayan) değil, ulûm-ı nakliye ve urfiyyeden
(zâhirî ilim) kurtulmuş âlim-i Rabbanîdir. Onun ilmi vehbî,
Hudâ-yı Âlîm’in atiyyesi olup, nakl ve kitaptan değildir. Böyle bir âlimin
ilmi, hakikatte Hakk’ın ilmidir. Dilinden sudûr olan sözler O’nun (cc)
sözleridir. Ona yeni yeni dersler, atiyyeler ihsân edilir. Böyle bir âlimi
bulan kişi cehâletten kurtulur, kitapsız nur deryası olur, sonsuz iyiliklere
erer, enginden yükseğe çıkar. O halde insan, cehâleti bırakıp âlim-i Rabbânî
aramalıdır.
Sultan Veled,
özellikleri zikredilen âlimin uykusunun cahilin ibadetinden daha iyi olmasını, “ “Sevimli
kimselerin her işi (sevimsizleri bile) sevimli olur”. Sözüyle
açıklamıştır. Dolayısıyla velîlerin her işi, noksan ve zemmedilmiş de olsa
câhilin mükemmel ve övülen işlerinden daha iyidir. (Cahilden maksûd, mârifet-i
İlâhî’den bîhaber olanlardır.) Zira âlim, Hakk’ın makbûl ve sevdiği kullarıdır
(Sultan Veled; 2010: 410-411).
·
2.4.13.
Söz (Kavl)
Kelime olarak kelâm; tertip üzerine
söylenen söz, cümledeki kelime anlamına gelen söz (kavl). Tasavvuf ıstılahında;
Hak Teâlâ buyurur ki: “Sözü, Allah’a davet edenden daha güzel olan kim
vardır”. (Fussilet, 41/33). “iyi söz” (Bakara, 2/263). “iman
ettik, deyiniz”. (Bakara, 2/136). Allah’ın vahdaniyetini ikrah etmek, O’na
hamd-ü senada bulunmak, halkı dergâha çağırmak gibi nutk ve söz ise Hak
Teâlâ’dan kula olan büyük bir nimettir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en
önemli vasıftır (İbn Manzur, 1707: 5/3777; Hücviri, 1911: 415).
Sultan Veled’e göre söz, Hakk’a
vuslat yolunda vazgeçilmez bir unsurdur. Kâmil akla sahip olan kişi bilir ki
sözün üstünde bir şey yoktur. Zira haller, sözlerden meydana gelir. Şöyle ki,
peygamberler tebliğ ve irşad görevini öncelikle kendilerinden sâdır olan “söz”
ile yerine getirmişler, sonrasında temsil ile insanlara söylediklerinin
yaşanılabilir olduğunu göstermişlerdir. Evliyâ da Hakk’a olan kurbiyetlerini,
nefsle mücâdele yollarını, yaşadıkları hâl ve tecrübelerini söz yoluyla
anlatmışlardır. Bu hakikati anlayan kişi, mânevî terakki eder. Baş ağrısı,
böğür veya karın ağrısı gibi bedenî hastalıkların ve diğer hallerin sözle
anlaşılması gibi gizli haller de sözle ortaya çıkar. İçinde yanlış ve yalan
barındırmayan söze yüksek değer atfeden Sultan Veled, Kur’ân-ı Kerim’i söz
olarak nitelendirir. Söz (Kur’ân), Hakk’ın istekleri kullara ayân olsun diye
gönderilmiştir. Enbiyâ ve evliyâdan sâdır olan söz de bu nevden olup insanları
deryadan (meydân-ı imtihan) sâhil-i selâmete, vatan-ı asliye götüren gemi
hükmündedir (Sultan Veled, 2010: 438). Söylenen söz, hâle karîn olmalı ki söz,
yalan olmasın ve sözü işiten, sözden faydalansın. Çünkü söz söylemedeki murad,
hayrı ve şerri anlatarak doğru yolu göstermektir. Hiç yalan ile doğru yol
bulunur mu?
Küfürden, fısktan sevaba nâil olunur
mu? Söz, öze uygun (doğru) olmazsa kediye “arslan” denmiş olur. Ne söylenirse
söylensin, te’vil de isabetsiz olur (Sultan Veled, 2010: 397).
Hücviri, sözü şaraba benzetir. Söz
şarabına mübtela olan kişi, asla onu terk edemez. Sözün afet olduğunu bilen
ehl-i tasavvufun sözü sadece Hak içindir. Zaruret olmadıkça konuşmaz, sükûtü
tercih ederler. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Sükût
eden necât bulur”. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme,5).
Buyurmuşlardır. Sükûtta birçok fetih, gönül açılışları ve fevaid, konuşmakta
ise fazlasıyla âfet ve musibet vardır. Cüneyd (k.s.) de sükûtu, söze tercih
edenlerdendir (Hücviri, 1911: 355).
Sultan Veled’e göre söz üç nev’dir:
Birincisi; tâlibler için söylenen sözdür ki onları kendiliklerinden (nefis ve
benliğinden) kurtarmak için söylenir. İkincisi; kendiliklerinden kurtulmuş
vâsıllar için söylenen sözdür ki birtakım sırlardır. Bu sırlar vâsılların
bulunduğu hâlden terakki etmeleri için söylenir. Üçüncüsü; harflere ve esvata
(sese) sığmaz. Ancak o makâma (fenâ makâmı) eren kişi, o tür sözü işitip
anlayabilir (Sultan Veled, 2010: 173).
Birinci söz nev’ine örnek: Enbiyâ ve
evliyânın sözleridir ki insanları şerre gark eden dünya tûfanında kurtarıcı
gemi hükmündedir. Her kim sözleri (öğütleri) can kulağıyla dinleyerek kabul
eder ve amelle de taçlandırırsa felaha erenlerden olur. Yaptıklarının ve
sabrettiklerinin, mükâfatına cezâ gününde nâil olur (Sultan Veled, 2010: 471).
İkinci söz nev’ine örnek: Sultan
Veled’in risalelerinde tekrar ettiği kısa ve özlü sözleridir (Küçük, 2010: 81).
Ona göre fehmeden, âkil kişiye tek bir söz söylenmesi yeterlidir. Şimdi bu
meyândaki sözlerine yer verelim:
(Ben burada) remz söylerim. Âkillere
bu kâfidir. Eğer köyde cevap verecek bir kimse varsa bir ses yeter.
Aklın varsa, sana remz söyledim, o
akl seni mesrur eder, gamdan kurtarır (Sultan Veled, 2010: 217).
Ârife işâret kâfidir (Sultan Veled,
2010: 434).
Sultan Veled, Huda’nın sırrını
beyânda sözün yeterli olmadığını, maksudun söze sığmadığını: “Derin derya,
harfe sığar mı? Bir harmanı, bir ölçeğin istiâb ettiğini (içine almak) gördün
mü? Derya gemiye sığdırılabilir mi? Buna beyhude uğraşma!” sözleriyle ifade
eder. Ona göre esrâr-ı Hudâ’nın anlatılması, şerh ve beyânın üstünde olsa da
O’na dair sözlerin dile getirilmesinden ve tekrarından tâlibde yeni yeni şevk
ve rağbet hâsıl olur. Böylece tâlib, dünya zincirlerinden ve esaretinden
kurtularak kendinden geçer. Zıtsız ve kayıtsız âleme kanat çırpar. Zira
yaş-kuru, soğuk-sıcak, iyi-kötü vb. zıtlar bu anâsır âlemine mahsustur (Sultan
Veled, 2010: 288289).
Üçüncü söz nev’ine örnek: Hurûf ve
esvâta (ses) sığmayan sözlerdir. Sultan Veled, bazı şeyleri anlatmada sözün
(hurûf ve esvâta dayalı) yetersiz olduğunu vurgular. Rebâbnâme adlı
eserinde mahv’ı anlatırken, tâlibe; onu, sana can-ı gönülden anlatmam için mahv
(yokluk) olman gerek, diyerek o hâletin târifinin sözle olunamayacağını ifade
eder. Zâten mahv olunca eksik söze gerek duyulmayacaktır (Sultan Veled, 2011:
114).
Sultan Veled’e göre ilk yaratılıştan
itibaren enbiyâ ve evliyâ Zât-ı Zü’l-Celâl’i anlatmaya değişik şekillerde dile
getirmeye çalışsalar da O’nu layıkıyla anlatmak mümkün olmamıştır. Bunun
içindir ki Sultan Veled: “Sözü bırak, can gözünü aç ve Rabbinden O’nu
görebileceğin bir göz iste”. Öğüdünde bulunarak sözün yetersizliğini bazı
hallerin sadece yaşayarak anlaşılabileceğini vurgular (Sultan Veled, 2011:
119).
Sultan Veled, kişinin ihlas ile
ibâdet ve taatini artırarak devam etmesi, mürşid-i kâmilin nazar ve
terbiyesiyle ölmeden önce ölmek sırrına mazhar olarak, Hudâ’nın aşkıyla abdâl
zümresine dâhil olmasından, Hak ile bâki olmanın sırrından bahsederken: “Söz
buraya gelince sükût ettim. Her ne kadar bu söz aynel-yakîn müşâhede ise de
bundan sonra, harfsiz, savtsız, dilsiz tefekkürsüz (hâl diliyle) söyleyeceğim”.
Diyerek can ve tenin sığmadığı yerde ilmin sözle değil can gözüyle olacağını,
bunun şerhinin de çok zor olduğunu ifade eder (Sultan Veled, 2010: 166167).
Nasıl ki hiç deniz görmemiş, denize
girmemiş kişiye ne kadar denizden bahsedilse de söz kifayetsizdir. Kişi, ancak
denizi gördüğünde ve denize girip ıslandığında denizi tanımış olur. Sultan
Veled’e göre sözler sûret, mânâları ise ruhtur. Mânâ deniz ise söz gemidir.
İlim deryasında gemisiz (söz) ilerlenmez, hedefe ulaşılmaz. Her kim de aşk
ateşinde eriyip su olduysa (buz mahiyetindeki benliğini erittiyse) artık ona
gemi ve vasıta gerekmez. Çünkü kendisi mahz-ı derya olmuştur. Zulmetten
kurtulup mutlak nur olmuştur.
Sultan Veled, gönül bağında Hakk’ı
temaşâdan alınan zevkten bahsederken, O’nu sözle şerh etmenin mümkün
olmadığını: “Susayım da onu hâl diliyle anlatmaya özeneyim”. İfadesiyle
dile getirir (Sultan Veled, 2010: 213). Şu ifadeleriyle, sırların beyânında
sözün yetersiz olduğuna salık verir:
Harf, testiye benzer; sırsa deryadır sanki, deniz testiye sığar mı hiç (Sultan Veled,
2014:490).
Hak sırrını dedikoduda arama; o sırra
erince de sus, söyleme (Sultan
Veled, 2011: 490).
Ben eksik olan zebâna (dil) bakmam (Sultan Veled,
2010: 219).
Onun işi sırrı dile sığmaz, ben az
sözü yeter bulayım da sözü tüketeyim (Sultan Veled, 2014: 489).
Sultan Veled’in Hakk’a vuslat yolunda
sözü gerekli gördüğünü söylemiştik. Ona göre vâsıl olan kişi, artık sözden
geçer. Kendi varlığından tamamen yok olduğu, fenâ makâmına erdiği zaman harf ve
esvatsız havâs ile konuşur. Adetten geçip ehade yol alınca artık söz dilsiz ve
dudaksızdır, var olan ise fiildir (Sultan Veled, 2011: 143).
Sultan Veled, Rebâbnâme’sinde
yaptığı teşbihlerle söz hakkındaki düşüncelere şöyle yer verir: Aslolan dîdârı
müşâhededir, söz ise onun uzantısıdır. Dîdârı görmek iç (öz), söz ise kabuktur
(Sultan Veled, 2011: 116). Talepten bahsederken de sözün özünün talep, sözün
ise özün üzerindeki çer çöp olduğunu ifade eder. Söz kabuktur ve içi için
elzemdir, nasıl ki içsiz kabuk faydasız ve kusurludur. Hakikate tercüman
olmayan söz de böyledir (Sultan Veled, 2011: 113). O, susmanın öneminden
bahsederken ise faydasız ve
batıl sözlerin Hak eri için bir örtü, sıkıntı olduğunu dile getirir (Sultan
Veled, 2011: 115).
“Söz isimdir, isim ise müsemmayla
değer kazanır. (Sultan Veled, 2010: 212). ismi
bırakıp müsemmaya (cevher) tâlip olmak gerekir. Sûretten geçip mânâyı tercih
etmeli ki sırlar âşikâr olsun ”. (Sultan Veled, 2010: 348).
Sultan Veled,
sırların beyânında sözün yetersiz olduğunu söyler. Bazı sırlar vardır ki söze
sığmaz, görmekle bilinir. Örneğin; mücâhede yoluyla nefis perdesinin kalkması
neticesinde Hakk’ı müşâhede ancak görmekle, o hâli yaşamakla olur. O, bu
gerçeği ise şöyle ifade eder: “Bu görmekle anlaşılır, sözle değil; görmek ve
işitmek nereden müsavi olacak? Söz, başkaları için söylenir. Yüzünü o tarafa
çevirsin, aşk yolunda yürüsün diye”. (Sultan Veled, 2010: 348).
·
2.4.14.
Yeis (Ümitsizlik)
Arapça bir kelime olan yeis, nevmit
(ümitsiz) olan kişiye denir. (Firuzabadi, 1305/1888:309). Istılâhî tanımı ise;
kabz (tutukluk) halidir (Cebecioğlu, 2014: 536).
Cenâb-ı Allah, Kâdir-i Mutlak’tır. Fâni olan topraktan yarattığı Âdem’i, ferşten
arşa çıkararak fâniyi bâki yapmış, İblis’i de arştan ferşe indirmiştir (Sultan
Veled, 2011: 371-372). O, dilediği her şeyi yapar. Ölü toprağa can verir. O’nun
“û*” “Ol” demesi yeterlidir. Kullarının günahlarını bağışlamaya
muktedirdir. Zira Kur’ân’da Rabbimiz: “De ki; ey nefislerine fenâlık
yapmakta ileri giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyiniz. Çünkü
Allah bütün günahları bağışlar. O gafûrdur, rahimdir”. (Zümer, 39/53).
Buyurmuştur. Rabbimizin, günahta haddi aşanlara kullarım, diye hitabı, O’nun
rahmetinin enginliğini bir kez daha sinelerimize duyurmuş, gönlümüzde ümit
tomurcukları açtırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ciğerparesi olan amcası Hz. Hamza’yı şehid eden Hz. Vahşi, işlediği
günahların ağırlığından ve hacâletinden, çok arzu etmesine rağmen
ümitsizliğinden dolayı İslâm dairesine girmeyi cesaret edememişti. Buna binaen
Yüce Allah, bu âyeti nazil buyurduktan sonra Hz. Vahşi, ümitvar bir şekilde
müslüman olmuştur.
Kul ne kadar
günahkâr olursa olsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelidir. Ye’s (ümitsizlik)
Hakk’a karşı büyük bir günahtır. Me’yûs olan Hak katında merdûd (reddedilmiş)
ve perişandır. Çünkü ümitsizlik kâfir sıfatıdır. “Allah’ın rahmetinden
kâfirlerden başkası me’yûs olmaz”. (Hicr, 15/56). (Sultan Veled, 2010:
372). Cenâb-ı Hak, güzel sıfatlarla muttasıftır, O’ndan sadece iyilik sâdır
olur. Her kim Allah’tan ümidini keserse O’nu acizlikle tavsif etmiş olur.
(Sultan Veled, 2010: 373). Nitekim “Allah, mahlûkatı yaratınca arşın üstünde
kendi katındaki bir kitaba: ‘Rahmetim gazabıma galip geçti’ diye yazmıştır”.
(Nevevi, 1992: 387). Hadis-i kudside bu hakikati ifade eder.
·
2.4.15.
Gaflet-Adalet
Sözlükte gaflet; aymazlık, dalgınlık,
dikkatsizlik (®j^)[temret] vezninde ve fethateynle ve ğayn’ın zammıyla
isimdir, gâfillik mânâsınadır (Âsım Efendi, 2013: 4675). Tasavvufî ıstılâh
olarak ise; nefsin arzularına uymak, zamanı boşa geçirmek, önemli bir şeyin
önemini kavrayamamak, değerli bir şeyin değerini takdir edememek, kalbin
Hak’tan gâfil olması, O’nun zikrinden mahrum kalması demektir. İşlenen bir
günahın tevbesinden gâfil olmak, o günahı işlemekten daha beterdir. Gaflet
derin bir uykudur. Gaflette olan kişilere gâfil ve ehl-i gaflet denir (Uludağ,
2012: 141).
Dünya zevklerini tercih ederek ebedî
hayatı bırakmak gaflettir. (Sultan Veled, 2010: 251). İnsan, gaflet uykusundan
dolayı kör ve sağırdır; dolayısıyla kendisini doğru yola çağıran, dünya
tuzağından kurtarmak için çabalayan enbiyâ ve evliyâyı işitmez, Sâni-i
Hakîkî’nin sanatlarına bakarak yaratıcıya yol bulamaz. Böylece gaflet uykusu,
cehenneme giden yol olur. Sultan Veled, gaflet uykusundan uyanarak ten
kafesinden kurtulmak gerektiğini, terk-i dünya eyleyerek yüzü Hakk’a çevirmek
sûretiyle Hakk’ın rızâsına ve saâdet-i ebedîyeye mazhar olunacağını ifade eder
(Sultan Veled, 2010: 240-241).
Sultan Veled: “Gafleti bırak,
kendine vâkıf ol ki iyi olasın, fenalığın kalmaya”. Sözüyle de ifade ettiği
gibi kişi, fiilî ve kavlî duasıyla iradesinin hakkını vererek gaflet perdesini
yırtar ve kendisine verilen vücut libasına tefekkür nazarıyla bakarak zâhirî ve
bâtınî yönüyle kendisini bilir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ı da bilmiş olur (Sultan
Veled, 2010: 496).
Adalete gelince, Arapça bir sözcük
olup “adl” kökünden türemiştir. Âdil olmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak
mânâsınadır. Bu da farklı farklı olur. Bu konuda zirve nokta: “Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 11/112). Âyetidir. Tasavvufî ıstılâh olarak ise;
şol bir hakka derler ki mahlûkat onunla halk olunmuştur. Hakk’ın yarattığı
mevcûdun evvelînden ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Biz gökleri ve
yeri, bunlar arasında bulunanları ancak hak ile yarattık”. (Hicr, 15/85).
(Şimşek, 2017: 33).
“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir
şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler”. (Yûnus, 10/44).
Zulmün zıddı adâlettir. Âdil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak, kullarına zulmetmez.
Fakat insan nefsî arzularının peşinde koşarak, batınındaki kötülükleri
büyüterek kendine (nefsine) zulmeder. Yaptığı zulümle elde edeceği mânevî feyz
ve derecattan da mahrum kalır. Kendine adalet yapmayan kimse, bil ki mazlumlar
hakkında da adalet icra edemez (Sultan Veled, 2010: 285). Kelâm-ı kibar olan şu
söz de aynı manayı ifade eder: “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah
edemez”. (Nursi, 2016:319).
İnsan, nefs-i emmârenin isteklerini
dizginleyerek bâtınındaki kötülükleri yok eder; ibâdet, taat, sâlih amel ile
rûhî yükselişe geçerse kendine adalet yapmış olur. Ancak kendi nefsini terbiye
eden, güzel ahlâkla ahlâklanarak hal insanı olanlar diğer zalim (nefsine
zulmeden) kişileri adaletle ihyâ edebilir. Her kedere ve derde derman olurlar. Kendine adâletli olan, büyük küçük herkese
adaletle muamele eder. Onun sözleri, halkın yanında candan kabul görür ve
herkes böylece korkudan emân bulur. Herkes küfürden, fısktan dine yönelir,
böylece bütün dünya mamur olur. Zulmet içinde gark olmuş zalimden ise adalet
beklenmez. Hiç kötüden iyilik doğar mı? Zehirden bal olur mu? (Sultan Veled,
2010: 286-287). İyi kötü her şey yerini bulduğunda, iyiliğe mükâfat, kötülüğe
mücazât verildiğinde de Cenâb-ı Hakk’ın adaleti tecelli etmiş olur (Sultan
Veled, 2010: 484).
·
2.4.16.
Şerîat
Arapça kelime olan şerîat, sözlükte;
Hak Teâlâ’nın ibâdına vaz’ ve tayin eylediği din ve âyindir. Ta ki ona sülûk
eyleye. Doğru ve açık yola, kapı atebesine ve nehirden su alacak ve su içecek
suvata denir. Tasavvuf ıstılahında ise; Ubûdiyyete (kulluğa ve ibâdete) sımsıkı
sarılmak hakkındaki emirdir. Hakikat, rubûbiyyeti temâşa (müşâhede) etmektir.
Hakikat tarafından teyit edilmeyen hiçbir şerîat makbul değildir. Şerîatla
mukayyet olmayan hiçbir hakikat da makbul değildir. O hâlde, O’na ibâdet etmek
şerîat, O’nu müşâhede etmek hakikattir (Firuzabadi, 1305/1888: 311; Kuşeyri,
2007:117).
Şerîatin hakikati Hakk’a kulluk,
insanın dünya ve şeytandan yüz çevirerek Cenâb-ı Hakk’a yönelmesidir. Sultan
Veled bu düşüncesini deniz ve balık metaforu
kullanarak avâm-havâs karşılaştırmasıyla ifade eder. Şöyle ki; karada yaşayan
hayvanlar her ne kadar suya yaklaşarak su içse, suda yıkansa da uzun süre suyun
içinde kalamazlar. Balık ise deryadan bir lahza ayrı kalamaz, sudan
ayrıldığında yaşamı son bulur. Çünkü aslı oradan çıkmıştır. Karaya ait olan
avâm, gece gündüz beş vakitte Rabbini zikretse de meyli ve aşkı zayıf olduğu
için bununla iktifa eder. Havâssın yaptıklarını yapamaz.
Kimseye gücünün üstünde sorumluluk
vermeyen Allah (cc) avâmı, gücü, tâkâti, kabiliyeti nisbetinde ibâdetle
mükellef kılmıştır. Sultan Veled’e göre suya (denize) dönmek şerîattir. Havâs
(Allah’ın seçkin kulları), balık misali sürekli denizdedirler; yani şerîatin
içinden dışarı çıkmaz her dem zikir, fikir, şükür, Allah’ı tazim, O’na itaatle
meşguldürler. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Onlar ayakta dururken,
oturuken, yatarken hep Allahı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışlarını
düşünürler. ”. (Âl-i İmrân, 3/191). Fakr yolu şerîatın kendisidir, diyen
Sultan Veled’e göre Allah’tan bir an
bile uzak olmayan evliyâ ve fukarânın şerîata aykırı davranışları yoktur.
Onların hâl ve davranışlarını şerîata aykırı görenlerin hâli, gül ile gül
suyunu birbirinden, zeytinyağını zeytinden, Fırat’ı su testisindeki sudan,
bademi badem içi ve yağından ayrı görüp; gülden, Fırat’tan, bademden ve
zeytinden bîhaber olanların hâli gibidir. Onlar da şerîattan habersiz zâhire
göre hüküm veren mukallitlerdir (Sultan Veled, 2011: 18-19-20).
Sultan Veled,
şerîatı başka bir zâviyeden şöyle değerlendirir. Şerîat namaz, zekât, oruç
zikirden ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edildiği üzere: “O Kur’ân
şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır”. (Şuara, 26/196). Fakat
zikredilen hükümlerin dilleri, uygulama şekilleri, orucu, haccı, bayramı,
delili, helal ve haramı farklıydı. Sultan Veled, dilleri ve şerîatı kadehlere
benzetir. Asıl olan, din ve Allah’ın Zât-ı ulûhiyetini bilmek mârifetullahtır.
Din ve mârifetullah sırrı, birbirinden farklı kadeh ve kâselerde bulunan su ve
mey misalidir. Su ve meyi bilen kişi, farklı kadehlerde olsa da onu tanır,
şekle takılmaz, can-ı gönülden suya koşar. Mukallit ise sudan habersiz olduğu
için aşina olduğu kadehi görmeyince suyu kabul etmez. Onun içindir ki; kadeh
hükmünde olan Hz. Âdem’de var olan Allah’ın nurunu mârifetullah sırrıyla gören
melekler, Rablerinden secde emri gelince hemen Âdem (as)’e secde ettiler. İblis
ise kibir ve gururundan sûrete takıldı. Allah’ın nurunu göremedi ve secde
etmeyerek hâlislerden olmadığını ortaya koydu. Cenâb-ı Hakk’ın muradı, kadeh
değil meydir; yani kendi Zâtı’nın tanınmasıdır (Sultan Veled, 2011: 20-21).
·
2.4.17.
Ölüm (Mevt)
Ölüm, mevt. Istılahta; nefsin hevâ ve
hevesinin kökünü kazımak anlamındadır. Nefsin canı, bu hevâ ve hevestir. Onu
maddî hazlara ve bedensel zevklere yönelten heva ve hevesin yok edilmesi,
nefsin ölümü (ölmeden evvel ölmek) anlamına gelir. Hz. Mevlânâ, ölüm gününe
şeb-i arus (düğün gecesi) demiştir. Zira ölümle beraber âşık, mâşûkuna kavuşur.
Mevt, iki çeşittir: mevt-i ıztırârî, mevt-i irâdî. Mutasavvıflara göre mevt-i
ihtiyarı; iradeli ölümü, nefsin etkisi ve dinlenmez hale getirilmesi, ölmeden
evvel ölmek manasına gelir (Uludağ, 2012:247).
Mevt-i irâdî, Hak’ta dirilmenin
yollarındandır (Uludağ, 2012: 247). Mücâhede bahsinde zikrolunduğu üzere Sultan
Veled’e göre taattan elde edilen sevabın yüz misli bir mürşid-i kâmilin
sohbetinden ve nazarından elde edilebilir. Mürşidin rahle-i tedrisinde bulunmak
mevt-i irâdîyi kolay kılar. Zira ondan daima nur, irfân, feyz sirayet eder;
rûhunu nakış nakış, ilmik ilmik dokur ve rûhu can âlemine dehalet eder (Sultan
Veled, 2010: 402-403). Ölüm, kötü huylardan arınmaktır; kötü huy ise Cenâb-ı
Hak’tan gâfil olmaktır. Hakk’a dost olmak iyi insanlarla aynı cinsten olmak,
iyi huydur (Sultan Veled, 2014: 118).
Sultan Veled’e göre mevt-i irâdî bir
halden başka bir hale geçiştir. Tıpkı fenânın iyiye, noksanın kemâle tebeddülü,
kimya vasıtasıyla bakırın altına, odunun kıvılcım ve küle dönüşümü gibi; sâlik
de bu halden ölür, o hal ile hayat bularak yaşamı devam eder (Sultan Veled,
2010: 226).
Dünyada din gamını çekmeyen, taat
yolunda mücâhede etmeyip rahat yaşayanların ölümü acı olur. Dünyada din ve taat
yolunda sıkıntı çekenlerin ölümü ise tatlı olur. Sultan Veled’in burada: “İki
korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem”. (İbn Hibban, 1993, Sahihu İbn
Hibban, 2/406; Bezzâr, 2006, Müsned,14/342). Kudsi hadisine telmihte
bulunduğunu söyleyebiliriz. Meydân-ı imtihanda âhiret endişesinden dolayı nefsin
arzularını dizginleyip, taata sabırla devam eden, Allah’ın rızâ ve rıdvanını
kaybetmekten korkan kişinin akıbeti (ölümü) güzel olur (Sultan Veled, 2010:
317). Ehl-i dilin yaşayışı ebedîdir. Onların ölümü, mekân değiştirmekten
ibarettir; yokluk âleminden varlık âlemine gidiştir. Zâhir ve bâtın diri
olmaktır. Dünya, ehl-i dilin geçici evi hükmündedir, ölüm o evden başka bir eve
(âhirete) göçmektir. Böyle bir ölüm; yoksulu azığa, mala mülke gark eder
(Sultan Veled, 2011: 117; Sultan Veled, 2014: 114-115-147).
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem): “Nasılyaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle
diriltilirsiniz”. (Nevevi: 259). Hadisine vurgu yapan Sultan Veled’e göre
insan, dünyada ne ise öldükten sonra da o olur. Nitekim zehir eriyince şeker
olmaz. Altın eriyince yine altın olarak kalır. Buğday, un olduğunda yine
buğdaydır, arpa değildir. Hangi tohum ekildiyse o biter. Ölen birisi nasıl bir
hayat yaşadıysa, ne ise o şekilde haşredilir. Ölüm bir aynadır, iyi kötü her
kişi onda kendini görür. Aslında korkulan ölüm değil, kişinin kendisidir.
Hakikatte ölüm güzeldir, çirkin olan kişinin kendi yüzüdür (amelidir). Can
ağaca, ölüm yaprağa benzer. Can ne ise yaprağı da ona göre şekillenir (Sultan
Veled, 2014: 45,46).
Evliyâ için ölüm, dünya tuzağından
ebedî kurtuluş, dosta vâsıl olmaktır. Ölüm soluktan soluğa ölümsüz yaşayıştır
(Sultan Veled, 2014:147). Ölümle âşık, mâşûkuna
kavuşur. Ölüm, rûha
rahattır, evliyânın bedenleri toprak olsa da rûhları ölümsüzlüğü bulur, yücelir
(Sultan Veled, 2014: 149). Ölüm, âşıklara şeb-i arusdur. Ölümün
gerçekleşmesiyle bu âlem yok olur,
neliksiz ve niteliksiz, sevgilinin âlemine (can âlemi) kapı açılır. Zâten
âşıkların murâdı da budur. Âşık, balık misali; canı olan denizi (ölümü)
arzular. Çünkü malı mülkü, hayatı denizdedir (Sultan Veled, 2014:400). Nitekim
Şeyh Selâhaddin Zerkûbi şöyle buyurmuştur: “Benim cenazeme davul dümbelek ve
def çalandan çağırın. Güle oynaya, hoş neşeli, sarhoş bir halde, el çırpa çırpa
götürün beni mezarıma”. Çünkü onların ölümleri sevgiliye kavuşmadır,
zevktir, sefadır (Sultan Veled, 2014: 150).
Nitekim Hz. Mevlânâ da ölüme dair şu
dizelere yer verir:
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde
arama
Âriflerin gönüllerindedir mezarımız
bizim”. (Gölpınarlı, 1959: 130).
Sultan Veled’e göre ölüm, gaflet
uykusundan uyanmaktır. Ölmeden önce ölmek, hayat bahşeden ölümdür. Bu sırra
nâil olanlara Hudâ’dan bol atiyyeler, lütuflar ihsân edilir; nefsi, nârî iken
nur, katre hükmünde olan mahiyeti derya, zerre iken can güneşi olur. Şems-i
Sermed olan Hakk’a ulaşınca sermedî bekâya nâil olur. Fânî vücudun yok olup
ölümün gerçekleşmesi ise avâmın ölümüdür ki bunda mükâfat yoktur (Sultan Veled,
2010: 236; Sultan Veled, 2011: 255).
Ona göre iradeyle
ölmek; nefsî, şehevî, gadabî duygu ve arzulardan uzaklaşarak, nefsin
istemediklerini yaparak gerçekleşir. Gece gündüz Hakk’ın rızasına tâlip olmak,
Kur’ân hakikatlerini vicdanında duyarak emirlerine uymak, yasaklarından
kaçınmak, gönlünden dünya hırsını çıkararak Hakk’a sarılmak, aşk-ı İlâhî’yi
artırmada cehd ederek dinini kuvvetlendirmek; hülâsa hâl insanı olmak, nefsi
öldürüp kendinden geçerek Hak’ta dirilmenin yollarına ulaşmaktır (Sultan Veled,
2010: 266). Hakk’ı talep edende ölüm korkusu yoktur. O, daima ölümü arzular
(Sultan Veled, 2014: 399).
·
2.4.18.
Oruç (Savm)
Oruç, Farsça bir kelime olup,
Arapçası “savm”dır. Savm; yemeyi, içmeyi, kelamı ve nikâhı (cima) terk
manasınadır. Tasavvuf ıstılahına göre orucun hakikati imsaktır (kendine hâkim
olma, nefsi zabdetme, geçici ve bayağı, galip gelme). Yolun tümü bunda gizlidir.
(Yani oruç tutmanın gayesi ve ruhu bunda muzmar ve saklıdır.) Oruçta asgari
derece açlıktır (İbn Manzur, 1707: 2529; Hücviri, 2016: 382).
Sultan Veled Rebâbnâme"sinde,
Hz. Peygamber’in: “Allah Teâlâ’nın bir sofrası vardır ki, onun mislini ne
gözler gördü ne kulaklar duydu ne de bir insanın hatır ve hayalinden geçti. O
sofraya oruç tutanlardan başkası oturamaz”.(Suyûti, 1994, VI, 113).
Hadisini izah ederken: ‘Oruç, Hak’tan gayrısından geçmektir’. Diyerek oruç
ibadetine farklı bir boyut kazandırmıştır. Ona göre Rahmân’ın yeryüzünde
faydalı, can nimetleriyle dolu ebedî rahmet sofraları vardır. Canlar,
keyfiyetsiz, cisimsiz bu sofradan beslenir. Diyebiliriz ki oruç; sadece yeme ve
içmeden, şehevî arzulardan uzak durmak değil; mal, makam, şöhret, kibir, yeme,
içme, uyku, atalet, gaflet gibi Hakk’a vuslat yolunda engel olan her şeyden yüz
çevirmektir. Sultan Veled’e göre Rahmân’ın rahmet sofrasına mahrem olanlar;
varlığından geçenler ve oruçlulardır. Kibirliler ve avâm, o sofradan müstefid
olamazlar (Sultan Veled, 2011: 301).
İnsanın kalbinin
hakikate aşina, nâsihin nasihatinden hissedâr olabilmesi için zâhirî oruç ve
namaza devam etmesi gerekir. Kişi, böylelikle nefsini alt ederek hayvânî
vasıflardan kurtulur, insânî vasıflara sahip olur (Sultan Veled, 2010: 261,
297).
·
2.4.19.
Mûcize ve Kerâmet
Arapça bir kelime olan mûcize sözlük
olarak; bir şeye güç yetirememek anlamında ki “acz” kökünden türemiş olup aciz
kalmak, güçsüz bırakmak anlamındadır. Tasavvuf ıstılahında ise mûcizeler;
peygamberlerin davalarında sâdık olduklarını gösteren delillerdir (Kuşeyri,
2007: 385-386).
Sultan Veled, bütün peygamberlerin
her türlü mûcize ve kerâmeti mükemmel bir sûrette gösterebilecek güce sahip
olduğunu ancak onların, gönderildikleri zamanın şartlarına ve ihtiyacına göre
insanların talepleri doğrultusunda mûcize gösterdiklerini ifade eder.
Peygamber, Hakk’ta fenâ bulup yok
olarak Cenâb-ı Hakk’ın mazhâriyetine nâil olmuştur. Artık o Hakk’ın aleti
hükmündedir. Bu, kâtibin elindeki kalem, ressamın elindeki fırçaya benzer.
Nasıl ki yazıyı yazan kâtip, resmi çizen ressamdır. Bunun gibi, işi yapan
zâhirde peygamber görünse de hakikatte Allah’tır. Kişinin, peygamberlerin her
birinin bütün mûcizeleri göstermeye muktedir olmadığına inanması, Cenâb-ı
Hakk’ın gücünün her şeye yetmediği mânâsını taşıyacağından doğru değildir
(Sultan Veled, 2011: 3-4). Zira peygamberlerin iradesi, ihtiyarı yoktur ve her
şey Allah’ın dilemesiyle ve gücüyle gerçekleşir. Hem kabiliyetli, usta bir
terzi kaftan dikse bundan başka bir şey dikemez denilmez. Yahut doktor,
hastanın sahip olduğu rahatsızlığının tedavisi için ilaç verse, doktora bu
ilaçtan başka ilaçlardan habersiz denilmesi ne kadar akla zıt ise peygamberler
hakkında birkaç mûcize göstermesiyle başka mûcizeleri gösteremez vehmine
kapılmak da akılsızlıktır (Sultan Veled, 2014: 218).
Sultan Veled’e göre mûcize; hakikati
göremeyen, söylenenleri ispat ve deliller neticesinde kabul eden körler için
gönderilmiştir. Sultan Veled, bu kişiyi aldırışsız, umursamaz diye
nitelendirir. Nasıl ki güneşi göremeyen kör, delil ve ispatlarıyla
anlatıldığında güneşin varlığını kabul eder. Gözleri görene ise ispat gerekmez.
Öyle de, Ebû Cehil körlerdendi, mûcizeleri tasdik etmedi ve bu onun inkârını
artırdı. Hz. Ebû Bekir ise görenlerden olup, mûcizeye gerek görmeden Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) risâletini kabul etti. Ona göre
mûcize, serkeşlere ve yabancılara gönderilmiştir. Ârife ise mûcize gerekmez.
Çünkü onlar varlık ve olayların perde arkasını bilir iyi-kötü, güzel-çirkin her
şeyi eşit görerek Allah’tan geldiğini kabul eder. O’nun nazarında zâten her şey
mûcizedir. Eğer bir kişide ilahi nur var ise bu kişi mûcizesiz Hakk’ı kabul
eder.
Kişi kendisinde İlâhî nur ve
peygamberlik nuru olduğu halde hâlâ inanmamakta ısrar ederse bu inatçılık,
küfr-i inâdî düşmanlıktan kaynaklanır, umursamazlıktan değil. Kâfirler de
Kur’ân’ın da beyân buyurduğu gibi: “Öz oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlardı”. (En’am, 6/20).
Kâfirler, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği İlahi mesajların doğruluğundan emin
oldukları halde kibir, menfaatperestlik ve düşmanlık duygusundan dolayı inkâr
bataklığından kurtulamamışlardı. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
insanlar acizliklerini anlayıp Kudret-i Sonsuz’a iman etsinler, insanların
dinleri kuvvetlensin diye mûcizeler gösterdi. Gerçi görenlere, güneşin delili
bizzât kendisi olduğu gibi Hakk’ın delili de Hakk’ın kendisidir, hem delil aynı
zamanda delillendirendir (Sultan Veled, 2011: 191-192).
Sözlükte şeref mânâsına gelen
kerâmet, ıstılâhî olarak; su üzerinde yürümek, hayvanlarla konuşmak, az zamanda
uzun mesafe katetmek (tayy-i mekân), bir şeyin mahallinden ve mevsiminden başka
bir yerde ve zamanda zuhûr etmesi gibi evliyâda görünen mûcize nev’inden
hadiselerdir (Kelâbâzî, 1904: 81-82).
Sultan Veled,
kevnî ve sûrî kerâmete değer vermez. Ona göre şeyh-i kâmilin müridde tasarrufta
bulunarak ölü olan gönlünü diriltmesi, gözünü hakikate açarak mânevî zulümâttan
kurtarması, iç âlemine, bilgi, görgü, ilim ve hikmete dair sırlar vermesi en
büyük kerâmettir. Müridin de bilgi sahibi olduğu, ne yedi ne içti ne yaptı ya
da zihninden ne geçiyor vb. konularda şeyhin bilgi vermesi, müride bir şey
kazandırmaz, asıl olan müridin gaybî sırlara tâlip olmasıdır. Sultan Veled’e
göre kerâmet, aldırışsızlar; yani hakikati ispat ve delil ile kabul eden gönül
gözleri kapalı nâdânlar içindir. Tıpkı kör olana güneşin varlığını ispat etmek
gibi. Görene ise güneşi ispata gerek yoktur. Sultan Veled, kerâmeti başka
zâviyeden şöyle değerlendirir: Evliyâ, birkaç kerâmet gösterse de asıl
itibariyle bütün kerâmetleri göstermeye muktedirdir. Zira o, Hakk’ın mazhârı ve
onun elinde bir âlettir. İşi gören sanatkâr, Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı
Hak’tır. Dolayısıyla Hakk’ın, kerâmetin bazısına gücü yeter, bazısına yetmez
düşüncesi insanı küfür bataklığına düşürür (Sultan Veled, 2011:216; Sultan
Veled, 2011:7-8; Sultan Veled, 2011:136-137;Sultan Veled, 2011: 191;Sultan
Veled,2011: 85-86-87).
·
2.4.20.
Mi’râc
Lügatte merdiven manasında olup
çıkacak yere denir (Firuzabadi, 1305/1888: 421). Tasavvuf ıstılâhında ise:
Mi’râc genellikle rûhun yükselişi ve mânevî yolculuk şeklinde tasvir edilir. Buna
urûc-hubût, su’ûd-nüzûl, yani çıkış-iniş denir. Hz. Âdem yeryüzüne indirilmiş
(hubût-ı Âdem), Hz. Peygamber göklere çıkarılmıştır (Mi’râc). Bütün mü’minler
namaz kılarken bu rûhânî ve mânevî mi’râcdan nasip alırlar (Uludağ, 2012: 250).
İnsanın, Allah’a olan meyil ve
şevkinin ortaya çıkması için hubb-ı dünyadan kaynaklanan heves ve arzularla
mücâdele edip, engelleri aşması gerekmektedir. Bunun için daha önce de
zikrettiğimiz üzere bir mürşid-i kâmile intisap elzemdir. Böylece o kişinin
nazarı ulvîleşir, her simada, sûrette Hakk’ı müşâhede eder. Zira Hak, vücuda
benzeyen hilkatin canı hükmündedir. Sultan Veled’e göre kendisine birçok sırrın
ayân olduğu bu kişi (tâlip) artık mi’râca urûc eyler. Geçici dünyevî arzuları,
maksutları terk ederek, maksûd-ı İlâhî’de sâbit kadem eyleyerek küçük mi’râca
başsız ayaksız yükselir. Bu küçük mi’râcda, müntehâya kadar ulaşılır ve
sonrasında tâlibe başka yollar açılır (Sultan Veled, 2010:175-176).
Maârif adlı eserinde de
mi’râca değinen Sultan Veled, insanda ulvî, süflî, nur, zulmet, cennet,
cehennemin mündemiç (toplanmış) olduğunu ifade eder. Ona göre insanın bedeninde
yedi yüz zulmet perdesi vardır ki bu zulmet perdeleri zâhirdedir. Canında da
yedi yüz nur perdesi vardır, bu nur perdeleri ise bâtındadır. Kişi, süflî ve zulmet
olan cisminden ulvî ve nur olan bâtınına yükselir ve bâtın âleminden de Cenâb-ı
Hakk’a urûc eyler. Böylece insanın yapısında var olan mi’râc gerçekleşmiş olur.
Sultan Veled, insanın bedenini abanozdan (sert odun) yapılmış siyah merdivene;
bâtınını ise beyaz fildişinden yapılmış merdivene benzetir. İnsanın vazifesi
bunlardan yükselerek arş-ı âlâya ulaşmasıdır. Oraya ulaşınca her şey, arş-ferş,
küfür-imân bir olur.
O bu düşüncelerini şöyle ifade eder:
“Küfür ve iman hep beraber:
‘O her şeyi yok eden, bir bizim
yaratanımızdır’ derler ”.
Bu hakikati ancak
her şeyden geçerek saflaşmış, zikre karışmış, ayn-ı zikir olanlar görebilir
(Sultan Veled, 2011: 214-215).
·
2.4.21.
Kâbe (Kıble)
Sultan Veled’e göre Kâbe; Allah dostu
Hz. İbrâhim tarafından inşa edildiği için aziz ve değerlidir. Hz. İbrâhim (as),
Hz. Peygamber ve ümmetine kıblegâh olması için kendi mübarek elleriyle kâbeyi
inşa etmiştir. Cisim olan Kâbe’nin canı evliyâdır. Her ne kadar cisim olarak
Kâbe değerli olsa da Kâbe canıyla kaimdir. Vücuda güzellik ve dirilik veren de
can değil midir?
Sultan Veled, öncelikle cana (evliyâ)
tâlip olunmasını, sonra candan geçerek canana yol bulunacağını ifade eder. “Bu
(Kâbe) isim, kurucusu (Hudâ) isimlendirilen gibidir”. Diyen Sultan Veled,
bunun şerhini Hudâ’dan başkasının bilemeyeceğini ifade eder. Ona göre ancak
aşk-ı Hudâ derdiyle inleyenler Kâbe’yi (merd-i Hudâ) kıble edinebilir.
Varlık âlemi yokluktan geldiği için
her varlığın aslı yokluktur: “Ey Kâbe arayan git, yokluğu kıble edin ta ki
sana Kâbe perdesiz olarak görünsün”. Diyen Sultan Veled’e göre Kâbe
yokluktur. (gaib olan Allah) Öyle ki Kâbe’nin içinde hangi yöne dönsen orası
kıbledir. Bu itibarla Kâbe’de namaz kılmak daha kolaydır. Aşkını yokluğa
hasreden kişinin kıble araması manasızdır (Sultan Veled; 2011:329-330).
·
2.4.22.
Namaz
Farsça bir kelime olan namazın
Arapçası “salât”tır. Salât, sözlükte; rükû, secde, dua ve istiğfar manasınadır.
Tasavvuf ıstılahında ise; namaz bir emirdir, ne huzurun âletidir ne de gaybetin
vasıtasıdır. Yani namaz, huzur temin etmenin veya gaybet halinin, yani
kendinden geçmenin bir vasıtası değildir. Namazın bizzât kendisi gaye ve
maksattır (İbn Manzur, 1707: 2489; Hücviri, 2016: 363).
İnsanın ve içinde yaşadığı dünyanın
faniliğini hatırlatan Sultan Veled, ceza günü Hakk’ın rahmetine nâil olabilmek
için namaz ve oruç gibi ibadetlerin artırılmasını öğütler. O, namazı cisme
benzetir. Namazın uzuvları rükû, secde, kıyam, kuûd, teşehhüd ve selamdır.
Namaz cisminin canı (ruh) ise aşktır; neşe ve niyazdır. Nasıl ki beden can ile
zinde ise namaz da canı ile makbuldür. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) namazın ruhuna aykırı, zevksiz, huzursuz bir şekilde namaz
kılan bir sahabiye namazını tekrar edâ etmesi hususunda uyarır. Sahabe ikinci
kez namazını edâ eder. Hz. Peygamber, namazın olmadığını tekrar edâ etmesini
söyler. Üçüncü kez namazını kılan sahabeye Hz. Peygamber: “Sen namaz
kılmadın. Namaz ancak huzurla tamam olur”. Buyurur ( Buhârî,1400, Ezan, 95,
122; Eymân, 15, İsti’zân, 18; Müslim Salât, 45; Sultan Veled, 2010: 225).
Sultan Veled namazı, namâz-ı mecâz ve
namâz-ı hakîkî olarak iki kısımda ele alır. Ona göre namâz-ı hakîkî; âşıkların,
velîlerin namazıdır (Sultan Veled, 2010: 273). Zira varlığından beşeri
vasıflardan kurtularak ihtiyari ölümü gerçekleştiren kişi, artık Hak ile zinde
ve kaim olduğu için sürekli onun huzurunda vücudsuz olarak rükû, secde, kıyam
olmadan daim namazdadır. Balığın deryanın dışında yaşayamadığı gibi velî de
Hakk’ın huzurundan bir lahza ayrılmaz. Onun aşkıyla hayat bulur (Sultan Veled,
2010: 441; Sultan Veled, 2011: 152-153).
Sultan Veled, hakîkî namazı şöyle
tasvir eder: Âşıkların namazı kendinden geçmektir, mescidleri ise mânevî olup
Hudâ, mescidi kendi nurundan yapmıştır. Mutripler ise müezzindir. Âşık,
kendinden geçerek vücudsuz olarak namaza gelir, beş vakit namaza ihtiyaç
olmadan başsız ayaksız secde eder (Sultan Veled, 2010: 418419). Zira hakiki
secde aşk-ı Hudâ’dır (Sultan Veled, 2010: 272). Nitekim
“Namazlarına devam ederler”. (Meâric, 70/23).
âyeti buna işaret etmektedir.
Sultan Veled’e göre: “Müminler
kesinlikle kurtuluşa ermiştir ki onlar namazlarında derin bir saygı halinde
yaşarlar. Anlamsız yararsız şeylerden uzak dururlar”. (Mü’minun, 23/1-2-3)
âyetindeki ifadeler, müminlerden mükellefler için söylenmiştir. Zira ancak
Rabbini bilen, azamet ve kibriyası karşısında korku içerisinde olan akıllı bir
insan huşû içerisinde namaz kılabilir. Bilmek, aklın sıfatıdır. Dolayısıyla
namazda hissedilen korku ve huşû derecesinde akıl ve mârifet sahibi olunur.
Kimin mârifeti üstünse Hak katında faziletli ve makbuldür. Mükelleflerin
kıldığı bu namaz namaz-ı mecâzîdir (Sultan Veled,2011:152). Mecâzî namazı edâ
ederken hakîkî namaza niyet etmeli ve onu elde edebilmek, riyasızca namaz
kılmak, Hudâ’nın cemâline mazhar olmak için Rabbe gönülden niyaz etmek gerektir
(Sultan Veled, 2010: 273).
Sultan Veled, beş
vakit namazı doğru yola ve hakîkî namaza ulaşmada zorunlu görür (Sultan Veled,
2014:103). Aynı zamanda namaz, oruç, zikir ve dua, tâlibin talepte sadakatinin
remzi olduğu için önemli bir yeri hâizdir (Sultan Veled, 2010: 512). Zira ona
göre can definesine ulaşmak, beden zahmetine katlanmakla mümkündür. Cana
ulaştın mı namazın başsız ve ayaksız olur (Sultan Veled, 2014: 106).
·
2.4.23.
Dua
Kelime olarak dua; yakarış, yalvarış,
niyaz, dilek dilemek, halinin arz etmek (Uludağ, 2012: 111). Istılâhî anlam
olarak dua; ihtiyaç anahtarıdır, ihtiyaç sahiplerinin istirahat mahallidir,
sıkıntıda kalanların sığındığı yerdir, dert ve hacet sahiplerinin nefes
aldıkları alandır (Kuşeyrî, 2007: 291). Kabul edilmesi ihtimali en fazla olan
dua ( kâl ile değil) hâl ile yapılan duadır.
Sultan Veled, insana aczini
hatırlatarak dua ile Rabbine sığınmasını, ondan yardım talep etmesini öğütler.
İnsanın en büyük düşmanı olan nefisle mücadele etmek, onu öldürmek, aldatıcı
dünya tuzağından kurtulmak ancak Allah’ın inayetiyle, “la havle ve la
guvvete illa billahil aliyyil azim” kalesine sığınarak mümkündür (Sultan
Veled, 2011: 279; Sultan Veled, 2014: 265).
Sultan Veled, mânevî dua olarak
nitelendirdiği fiili duanın önemine dikkat çeker. Ona göre itaatsiz, cehd ve
gayret göstermeden sadece dil ile yardım isteme, gerçek manada dua olmaz. O, bu
düşüncesini şöyle örneklendirir: Bir ilim talebesi “Ya Rabbi, beni büyük bir
âlim kıl, herkesten üstün olayım” diye kavlen dua eder; ama hiç ders
çalışmaz. Bunu gören hocası talebeye bacadan: “Ey kulum, gece gündüz gayret
et, derslerini tekrar tekrar oku” şeklinde seslenir. Sözlerini söyleyenin
Cenâb-ı Hak olduğunu zanneden talebenin ilim konusunda gayreti artar, çalışma
ve tekrarla akranlarından üstün bir âlim olur. Gösterilen çaba, gayret, duanın
kendisidir. Nefisle mücâdele yolunda mücâhede eden gayretli olan kişi lisân-ı
haliyle: “Ya Rabbi, şu nefis köpeğinin elinden beni kurtar”. Diye
yalvarmış olur. Tâlib, ibadet ve taatla duayı artırdığında “Lebbeyk kulum”
nidasıyla karşılaşacaktır. Nitekim rahmeti sonsuz şöyle buyurmuştur:
“Hâlbuki Rabbiniz buyurdu: Yalvarın ki bana size karşılık vereyim, çünkü benim
ibâdetimden kibirlenenler yarın hor, hakîr olarak cehenneme girecekler”.
Kim çabayı bırakırsa duayı terk etmiş olur. Amele yakın olmayan dua kemmiyetçe
çok olsa da hakiki dua olmadığından Allah’ın rahmetini celbetmez (Sultan Veled,
2011: 279). Sultan Veled, duayı bırakan kişiyi tembel ve kibirli olarak
nitelendirir, gayretsiz talebe yalancılık der ve tâlibin gayretten bir an bile
uzak olmamasını öğütler (Sultan Veled,2011:280).
Onun duası ukbâ yörüngelidir. Allah’a
vuslat yolundaki engellerden korunmak için daima Allah’a tazarrû ve niyazda
bulunulmasını öğütleyerek tâlibe nasıl dua edilmesi hususunda yol gösterir.
Namaz bahsinde de zikrettiğimiz üzere namâz-ı mecâz (beş vakit namaz) dan
namâz-ı hakîkîye (âşıkların namazı) ulaşabilmek için ağlayarak tazarru edip: “Ya
Rabbi! Gönlüme riyasız namaz bahşet! Ta ki o namazda cemalini gizlice
seyredeyim, esrarın bana zâhir olsun ”. Sözleriyle dua edilmesini tavsiye
eder. Ona göre namaz, duanın kendisidir. Dağ mesabesinde olan nefse mukâbil,
saman çöpü kadar zayıf olan insan: “Ya Rabbi, bize yardım eyle de düşman
nefsi kahre muktedir olabilelim”. Manasını taşıyan beş vakit namazla
Rabbine ilticâ eder.(Sultan Veled, 2010: 273; Sultan Veled, 2010: 296-297).
Sultan Veled’e göre duada samimiyet
esastır; ancak kebap olmuş sine ile yaşlı gözlerle, sıdk ve sebat içerisinde
yapılan dua, sonsuz Rahmet’in merhametini celbeder (Sultan Veled, 2010: 384).
Duada samimiyet ve ihlâsı gerekli gören Mevlânâ da bu minvalde şu sözleri ifade
eder: “Sözün eğri, manan doğru olursa o lafız eğriliği, Hudâ’nın
makbulüdür”. Sultan Veled’e göre rahat ve mihnet zamanında da Kerim olan
Allah’ın kapısından hiç ayrılmamalı, onun rahmetinden ümit kesmeyerek: “Ben
ki aciz günahkâr bir kulum, senden başka kimim var ki ona dehalet edeyim, sen
ise iki cihânın sultanısın”. Diyerek dergâh-ı İlâhî’de sebat etmelidir.
Elbette sonsuz ikram sâhibi Allah (cc) kulunu rahmetiyle kuşatacaktır (Sultan
Veled, 2010: 304; Küçük, 2015: 640).
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu çalışmamızda
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin kâl ve hâlini, evrensel ve insan merkezli
düşüncelerini, insanlara en güzel şekliyle aktaran ve bu kutlu yolun takipçisi
olan, babasının izdüşümü diyebileceğimiz Bahâeddin Sultan Veled’in hayatı,
eserleri ve tasavvufî görüşlerini ortaya koymaya çalıştık.
25 Rebiulâhir 623/25 Nisan 1226
tarihinde eski adı “Lârende” olan Karaman’da dünyaya gelen Sultan Veled’in
eğitim hayatı, küçük yaşta babası Mevlânâ’nın rahle-i tedrisinde başlamış olup
Halep ve Şam’da devam etmiştir. O, sırasıyla Seyyid Burhâneddin Muhakkık
Tirmizî, Şeyh Şemseddin Tebrîzî, Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, Çelebi Hüsâmeddîn’i
mürşid kabul etmiş, babasının makâmına geçtikten sonra da kendisini mânevî
alanda yetersiz görerek Bektemüroğlu Kerimüddin’in mânevî terbiyesi altına
girmiştir.
Mevlânâ’nın te’siriyle bir nüve
(tohum) haline gelen Mevlevîlik, henüz sistemleşmemişti. Çelebi Hüsâmeddîn’den
sonra babasını temsil etmeye başlayan Sultan Veled, girişken ve teşkilatçı rûha
sahip olmasının etkisiyle de farklı bölgelere gönderdiği halifelerle babasının
yolunda Mevlevîlik tohumunu filizlendirmiş, zamanın şartlarını da göz önünde
bulundurarak bazı feragatlarla Mevlevîlik tarîkini sistemleştirerek bilfiil
tarîkatın başına geçmiştir.
O, eserlerinde tarikat mes’elelerine,
tasavvufî hâl ve makam ile ilgili görüşlerine, tasavvufî düşünce ve din, ibâdet
ve ahlâkla ilgili görüşlerine yer vermiştir. Görüyoruz ki o özellikle velî,
velînin sohbeti ve nazarı, mürid- mürşid ilişkisi, nefs ve nefsle mücadele
yolları, fenâ, bekâ ve mevt-i iradi, vahdet-i vücud, hâl, akıl, sır, aşk ve
vuslat, avâm ve havâs, dünyanın aldatıclığı konularına dikkat çekmiştir.
Diyebiliriz ki; şuttâr yolunu takip
eden Sultan Veled, aşka büyük önem atfeder. Ona göre aşk, kesbî değil vehbîdir.
İnsana kendiliğinden gelir. Aşk varlığın zuhûruna sebeptir. Aşk öyle bir iksirdir
ki ister hakikî olsun ister mecâzî, âşığı vahdet deryasına götürür, aşk
rehberdir. O, aşk ve âşıklık hakkında nice inciler delmiştir. Onun gözünde aşk,
âşık ve mâşûk birdir.
Velînin aracılığı olmadan vasl-ı
Hudâ’yı mümkün görmeyen Sultan Veled, velîlerle sohbeti en iyi ve en kısa yol
olarak görür. Sohbette insibağ (manevî boya) vardır ve ruhlar etkileşim
hâlindedir. Velînin sohbeti ve nazarı, yüzlerce yıl cehd ve gayretle elde
edilemeyen nice atiyyeler bahşeder.
Çalışmamızda görülmüştür ki,
tekrarlara sıkça yer veren Sultan Veled, dünyanın aldatıcılığına, nefis ve
şeytanın desiselerine karşı insanı uyarmakta ve çare olarak da mevt-i irâdîyi
gerekli görmekte, bunun da olabilirliğini ve yollarını eserlerinde izah
etmektedir.
Namazı hakikî ve mecâzî olarak iki
grupta ele alan Sultan Veled, velîlerin rükû ve sücûdsuz sürekli namazda
olduklarına vurgu yapar. Hakikî namaz, âşıkların namazıdır. Hakikî secde ise
aşk-ı Hudâ’dır. Müezzinleri ise mutriplerdir. Şunu da belirtmeliyiz ki Sultan
Veled için ney ve rebâb vazgeçilmez bir unsurdur. Âşıkları, tâlibleri simgeler.
İnilti ve feryatları ise vatan-ı aslîden firâkın teellümündendir. Onlar da
ayrılık ve özlem ateşiyle kebâb olmuş bir sine ve iştiyak ateşinin şerhini
dinleyecek kulak isterler.
Görülüyor ki Sultan Veled, sırları
beyân konusunda bazen sessiz ve durgun bazen de heyecanlı ve coşkulu bir
hâldedir. O özellikle Intihânâme'sinde: “Kalbimde meknûn olan muhabbet
dolayısıyla sırları, dâima beyân etmek emelindeyim. İsterim ki bence âşikâr
olan bu sır, benimle beraber olanlarca da bilinsin”. Sözüyle de ifade buyurduğu
gibi sahip olduğu sırları ve tecrübelerini anlatmada arzulu ve hırslıdır. Ancak
o bu sırları kendi gibi olanlara aktarmak muradındadır.
Her ne kadar sırları anlatma
gayretinde olsa da ona göre sır, söze sığmaz. Zira sır, derya; söz ise testi
misalidir. Dolayısıyla o, beyânını kalkıştığı sırları anlatırken: “O hâlin
şerhi lisana sığmaz”. “Akıllıya bir işaret kâfidir”. “Ben remz söyledim”. Gibi
sözlerle bazen veciz ifadeler kullanır, bazen de sırrı anlatmayı bırakır.
Sultan Veled’i Küçük’ün de belirttiği gibi “Hakk’ın sırrını fâş etmeyen sûfiler
zümresinden” olarak görebiliriz.
Ona göre varlık (beden), dîdâr-ı
Hudâ’ya engeldir. Ancak varlığından fenâ bulanlar vuslata, seyr fillâh makâmına
erer. Aşkın kemâl noktası olan cezbe, kulu ayrılık noksanlığından kurtarır ve
ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn olur. Sultan Veled, mânevî dua olarak nitelendirdiği
fiili duanın gerekliliğine vurgu yapar. Ona göre itaatsiz, cehd ve gayret
göstermeden sadece dil ile yardım istemek gerçek manada dua olmaz. Onun duası
ukbâ yörüngelidir. O, Allah’a vuslat yolundaki engellerden korunmak için daima
Allah’a tazarru ve niyazda bulunulmasını öğütler.
Sultan Veled, said ve şakiyi ayıran,
insanın değerini ortaya koyan bir mihenk taşı olması hasebiyle akla büyük önem
verir. O, vahdet deryasından, mekânsızlık âleminden bahsederken aklın (akl-ı
meâş) terk edilmesi gerektiğini ifade eder. O, mürid-mürşid ilişkisinde müridi
toprağa benzetir. Ancak toprak gibi mütevâzi olup şeyhine râm olan mürid, mürşidin
feyz ve nazarından müstefid olabilir. Velîler, aynı madenden ve aynı nurdan
olup bedenen farklılık arz etseler de hakikatte birdirler.
Bütün mevcudâtta Hakk’ın ehadiyet
nurunun varlığına dikkat çekerek Vahdet-i Vücuda vurgu yapan Sultan Veled’e göre
gerçek varlık Hak’tır. Cemâl ve kemâl sahibi Kudret-i Sonsuz, Zât’ını
eserleriyle tanıtır. Bunu ise ancak velîler fehmedebilir.
Bu bilgiler sadece teorikte kalmayıp
günümüz dünyasında da uygulanabilir Yaptığımız çalışma ekseninde söyleyebiliriz
ki: İnsanoğlu kendisine verilen akıl ve cüz’î iradesiyle Kur’ân, kâinat ve
insan kitabını okuyarak bir yaratıcının olduğunu fehmeder. Peygamberlere ve
onların vârisleri hükmünde olan evliyânın nasihatlerine kulak verenler ile
Sultan Veled’i inceleyenler görecektir ki verilen mesajlar teorik bir bilgiden
ziyade tecrübe ve yaşanılabilir hâllerdir. Örneğin kişi, günümüzde de bir kâmil
mürşid aramalı ve bulduğunda da ondan müstefid olmalıdır. Rûhtan rûha etkileşim
olması hasebiyle iyi insanlarla oturup kalkmalıdır, nefis ve şeytanın hileleri
çok açıklayıcı şekilde anlatılmış olup sadece insana düşen bu hilelere karşı
müteyakkız olması irâdesinin hakkını vermesidir.
KAYNAKÇA
ACLÛNÎ İsmail b.
Muhammed; (1421/2000), Keşfü’l-Hafâ’ Ve Müzîlü’l-İlbâs, Thk.
Yusuf b. Mahmud, Mektebetü İlmi’l-Hadîs, Dimeşk.
ANKARAVÎ İsmail b. Ahmed; (2012), Mevlevîler
Yolu, Hazırlayan: Mehmet Kanar, Birinci Baskı, Şûle Yayınları, İstanbul.
ANKARAVÎ İsmail b. Ahmed; (2011), Minhacu’l
Fukaranâ (Fakirlerin Yolu), Hazırlayan: Saadettin Ekinci, Meral Kuzu,
Üçüncü Baskı, İnsan Yayınları, İstanbul.
ARTAM Goncagül; (2007), Osmanlı
Devletinde Mevlevî Tarîkati’nin Klasik Öncesi Dönemi (13-17. Yüzyıllar),
Birinci Baskı, Tarih Encümeni Yayınları, İstanbul.
ÂSIM EFENDİ Mütercim; (2013), El-Okyânûsü’l-Basît
fi Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhit, Cilt:1-2-3-4-5 Çev: Mustafa Koç, Eyyub
Tanrıverdi, Birinci Baskı, Fotografika Türkiye Yazma Eserler Kurumu
BaşkanlığıYayın, İstanbul.
BEZZÂR Ebû Bekr Ahmed b. Amr b.
Abdilhâlik; ( 1427/2006) Müsnedü’l-Bezzâr, Thk. Adil b. Sa‘d,
Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, Medine.
BUHÂRÎ Ebû Abdullah Muhammed b.
İsmail;(256/870), (1400) el-Câmiu’s-Sahîh, thk. Muhammed Fuâd
Abdülbâki vd, el-Matba’atü’s-Selefiyye, Kahire,
BİRIŞIK A. (1998), “İşârî Tefsir”, TDV
İslam Ansiklopedisi, Cilt:40, İstanbul, ss.287.
CÂMİ Abdurrahman; (1995), Nefahât’l-Üns
Evliyâ Menkıbeleri, Şerh: Lâmiî Çelebi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ,
Mustafa Kara, Birinci Basım, Mârifet Yayınları, İstanbul.
CAN Şefik; (2017), Mevlânâ
Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, 11. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul.
CEBECİOĞLU Ethem;(2014), Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Altıncı Baskı, Otto Yayınları, Ankara.
CELÂLEDDÎN Mevlânâ; (2015), Fîhi
Mâ FÎh, Çev: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: Selçuk Eraydın, Onuncu Baskı, İz
Yayınları, İstanbul.
CEYHAN S. (1998), “Selâhaddin
Zerkubî”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:36, İstanbul, ss.340-341.
CEYHAN S. (1998), “Şems-i Tebrîzî”, TDV
İslam Ansiklopedisi, Cilt:38, İstanbul. ss.3511.
CEYHAN S. (1998), “Seyyid
Burhâneddin”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:37, İstanbul, ss.340.
CÜLLÂBÎ Hücvirî Ali b. Osman; (2016),
Keşfü’l-Mahcûb, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Beşinci Baskı, Dergâh
Yayınları, İstanbul.
ÇERHÎ Yakub-î; (2015), Neynâme, Çev.
M. Ali Özkan, Birinci Baskı, Semerkand Yayınları, İstanbul.
DEDE Ahmed; (2011), Mevlevîlerin
Tarihi (Mecmûatü’t- Tevârihil- Mevlevîyye), Hazırlayan: Cem Zorlu, İkinci
Baskı, İnsan Yayınları, İstanbul.
DEĞİRMENÇAY Veyis; (2014), Sultan
Veled Dîvânı, Birinci Baskı, Demavend
Kitapları, İstanbul.
EBÛ DÂVÛD Süleyman b. el-Eş’as İbn
İshak es-Sicistânî (ts), Sünenü Ebû Dâvûd, thk. Muhammed Nâsıruddin
Elbânî), Mektebetü’l-Ma’ârif, Riyad.
EFLÂKİ Ahmed; (2012), Menakibu’l-Ârifîn
(Ariflerin Menkıbeleri), Çev: Tahsin Yazıcı, Birinci Baskı, Kabalcı
Yayıncılık, İstanbul.
EFLÂKİ Ahmed; (1973), Menakibu’l-Ârifîn
(Âriflerin Menkıbeleri), Cilt: I-II, Çev: Tahsin Yazıcı, İkinci Baskı,
Hüriyyet Yayınları, İstanbul.
FAZIL Mehmed; (2010), Mevlevîyye
Silsilesi, Hazırlayan: Tahir Hafızalioğlu, Birinci Baskı, İnsan Yayınları,
İstanbul.
FİRUZABADİ Muhamed b. Yakub;
(1305[1887]), El-okyanusü'l-Basit Fi Tercemeti'l Kamusül-Muhit, Cilt: 1-6, Trc:
Mütercim Ahmed Âsım, Matbaat ül-Osmaniye, İstanbul.
FÜRÛZANFER Bediüzzaman; (1963), Mevlânâ
Celâleddin; Çev. Feridun Nafiz Uzluk, Birinci Baskı, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul.
GÖKBULUT Süleyman; (2010), Necmeddîn-i
Kübrâ Hayatı, Eserleri, Görüşleri, Birinci Baskı, İnsan Yayınları,
İstanbul.
GÖLPINARLI Abdülbâkî; (1959), Mevlânâ
Celâlledin, Üçüncü Baskı, İnkılap Kitapevi, İstanbul.
GÖLPINARLI Abdülbâki; (2006), Mevlânâ’dan
Sonra Mevlevîlik, İnkılâp Kitapevi, İstanbul.
GÖLPINARLI Abdülbâki; (2006), Mevlevi
Âdâb ve Erkânı, İnkılâp Yayınevi, İstanbul.
HÜCVİRİ Ali b. Osman el-Cullabi;
(2016), Keşfu’l Mahcûb, Dergâh Yayınları, İstanbul.
AL-HUJWİRİ Ali b. Uthman Al-Jullabi;
(1911), The Kashf al-Mahjub, Çev: Reynold a. Nicholson, Birinci Baskı,
London.
İBN MANZUR Muhammed İbn Mukerrem b.
Ali b. Ahmed b. Hubka el-Ensari; (1707), Lisanu’l Arab, Dar’ul Maârif
Matbaası, Kahire.
İBN HİBBÂN, Ebû Hâtim Muhammed, (1414/1993), Sahihu
İbn Hibban, Thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût.
KARA Mustafa; (1998), Tasavvuf ve
Tarîkatlar Tarihi, Dördüncü Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
KARADAYI Osman Nuri; (2017),
“Dergipark”, İlahiyat Tetkikleri Dergisi, Sayı:48,ss.161-194.
KARAKAYA F. (1998), “Rebâb”, TDV
İslam Ansiklopedisi, Cilt:34, İstanbul, ss.493-494.
KELÂBÂZİ Ebu Bekir Muhammed b. İshak
Buhari; (1904), Et’Ta’arruf li-mezhebi ehli’t-Tasavvuf, Birinci Baskı,
Darul İmanYayınları, Dımaşk-Beyrut.
KELÂBÂZİ Ebu Bekir Muhammed b. İshak
Buhari; (2016), Doğuş Devrinde Tasavvuf, Hazırlayan: Süleyman Uludağ,
Beşinci Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
KÖPRÜLÜ Mehmet Fuad; (2016), Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İkinci Baskı, Alfa Basım, İstanbul.
KUR’AN-I KERİM, (2015), Tashih:
Mehmet Ali Soy, Birinci Baskı, Ertem Basım, Ankara.
KUŞEYRİ Abdülkerim; (2016), Kuşeyri
Risalesi (Tasavvuf İlmine Dair),
Hazırlayan:
Süleyman Uludağ, Sekizinci Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
KUŞEYRİ Abdulkerim; (2007), Risalet’ül-Kuşeyri,
Şerh Eden: Şeyh Salih Ca‘zeri, Cevami’l Kelim Matbaası, Dördüncü Baskı,
Kahire.
KÜÇÜK Hülya; (2005), Sultan Veled
Ve Maârifi, Birinci Baskı, Kültür Yayınları, Konya.
KÜÇÜK Hülya; (2016), Uzatılmış Yol,
Nefes Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul.
KÜÇÜK Hülya; (2010), Küpten Sızan
Sırlar İntihânâme-i Sultan Veled, Birinci Baskı, Ataç Yayınları, İstanbul.
KÜÇÜK Hülya; (2007), “Hakk’ın Sırrını
Fâş Etmeyen Sûfiler Sultan Veled Örneği”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, Cilt:8,Sayı: 18, ss.87-102.
KÜÇÜK Osman Nuri; (2015), Mevlânâ’ya
Göre Mânevî Gelişim-Benliğin Dönüşümü ve Miracı, Altıncı Baskı, İnsan
Yayınları, İstanbul.
KÜÇÜK Osman Nuri; (2006), Fihi Ma
Fih Ekseninde Mevlânâ’nın Tassavufî Görüşleri, Birinci Baskı, Rumi
Yayınları, Konya.
KÜÇÜK Osman Nuri; (2016), Sûfîliğin
Zirvesi: Hz.Mevlânâyı Anlamak, Birinci Baskı, Nefes Yayınları, İstanbul.
KÜÇÜK Sezai; (2003), Mevlevîliğin
Son Yüzyılı, Birinci Baskı, Simurg Yayınları, İstanbul.
MÜNÂVÎ Zeynüddîn Muhammed Abdürraûf
b. Tâcil‘ârifîn b. Nûriddîn Alî;
1391/1972, Feyzü'l-Kadîr
Şerhu'l-Cami‘i's-Sağîr, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût.
MÜSLİM Ebu’l-Hüseyn el-Kuşeyrî; (1426), Sahîh-u
Müslim, (thk. Nazzâr Muhammed Fâribânî), Dâr-u Tayyibe, Riyad.
NESÂÎ Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb;
Sünenü’l-Kübra, thk. Muhammed Nâsıruddin Elbânî, Mektebetü’l-Ma’ârif,
Riyad, “ts”.
NEVEVİ İmam; (1992), Riyâz’üs
Sâlihîn, Cilt: 1-3, Çev: İhsan Özkes, Birinci Baskı, Merve
Yayınları, İstanbul
NEVEVİ İmam; ts. Riyâz’üs Sâlihîn,
Cilt: 1-6, Çev: İhsan Özkes, Birinci Baskı, Kahraman Yayınları, İstanbul
NURSİ Bediüzzaman Said; (2016), Sözler,
2. Baskı Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara.
ÖGKE Ahmet; (2004), Tasavvuf İlmî
ve Akademik Araştırma Dergisi, Cilt sayı 12
ÖZTÜRK Kâzım; (2013), Sultan
Veled’in Evrensel Mesajları (Lârende’de Açan Gül), Birinci Baskı, Nüve
Kültür Merkezi Yayınları, Konya.
RÛMİ Eşrefoğlu Abdullah; (1976), Müzekki’n-Nüfûs
(Nefisleri Temizleyici), Birinci Baskı, Divan Yayınları, İstanbul.
RÛŞENİ Dede Ömer; (2014), Âsâr-ı
Aşk, Hazırlayan: Selami Şimşek, Birinci Baskı, Buhara Yayınları, İstanbul.
SECCADİ Dr. Seyyid Cafer; (2007), Tasavvuf
ve İrfan Terimleri Sözlüğü, Çev: Hakkı Uygur, Birinci Baskı, Ensar
Neşriyat, İstanbul.
SEHÂVÎ Ebü’l-Hayr Şemsüddîn Muhammed
b. Abdirrahmân b. Muhammed; 1399/1979, el-Makâsıdü’l-hasene, Thk.
Abdullah Muhammed es-Sadîk, Dâru’l-Kütübi’i-İlmiyye, Beyrût
SEVGİ H.A. (1998), “Çelebi
Hüsâmeddîn”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:18, İstanbul, ss.518
SİPEHSÂLÂR Feridun b. Ahmed; (1977), Risale-i
Sipehsâlâr (Mevlânâ ve Etrafındakiler), Çev: Tahsin Yazıcı, Birinci Baskı,
Kervan Yayınevi, İstanbul.
SİPEHSÂLÂR Feridun b. Ahmed; (2011), Risale-i
Sipehsâlâr (Mevlânâ ve Etrafındakiler), Çev: Tahsin Yazıcı, Birinci
Baskı, Pinhan Yayınevi, İstanbul.
SUYÛTÎ Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî
Bekr; 1414/1994 Câmiu'l-Ehâdîs el-Camis's-Sağîr ve Zevâidühû
ve'l-Câmiu'l-Kebîr (Cem ve tertib: Abbas Ahmed Sakar, Ahmed Abdulcevad),
Dâru’l-Fikr, Beyrût 1414/1994, VI, 113.
SÜHREVERDİ Şihabüddin; (2010), Avârifü’l-Meârif,
Çev: Abdülvehhab Öztürk, Birinci Baskı, Saadet Yayınevi, İstanbul.
ŞİMŞEK Selami; (2017), Tasavvuf
Edebiyatı Terimleri Sözlüğü, Birinci Baskı, Litera Yayıncılık, İstanbul.
TARIKAHYA(Anbarcıoğlu) Meliha Ülker;
(2011), Maârif, İkinci Baskı, Ataç Yayınları, İstanbul.
TİRMÎZÎ Muhammed b. İsa (279/892);
ts. el-Câmiu’s-Sahîh, (thk. Muhammed
Nâsıruddin Elbânî) Mektebetü’l-Ma’ârif, Riyad,
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ, (1998), Cilt:18-40, Diyanet Yayınevi, Birinci Baskı,
İstanbul.
ULUDAĞ Süleyman; (2012), Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Birinci Baskı, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul.
VASSAF Hüseyin; (1990), Sefine-i
Evliya, Birinci Baskı, Seha Neşriyat, Ankara.
VELED Sultan; (2014), Sultan Veled
Dîvânı, Çev: Veyis Değirmençay, Birinci Baskı, Demavend Kitapları,
İstanbul.
VELED Sultan; (2010), Küpten Sızan
Sırlar İntihaname-i Sultan Veled, Çev: Hülya Küçük, Birinci Baskı, Ataç
Yayınları, İstanbul.
VELED Sultan; (2011), Maârif, Çev:
Meliha Ülker Tarıkahya (Anbarcıoğlu), İkinci Baskı, Ataç Yayınları, İstanbul.
VELED Sultan; (2011), Rebâbnâme,
Çev: Niğdeli Hakkı Eroğlu, Birinci Baskı, Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü
Yayınları, Konya.
VELED Sultan;(2014), İntihaname, Çev:
Abdülbâkî Gölpınarlı, İnkılâp Kitapevi, İstanbul.
VELED Sultan;(2015), Aşknâme,
Şerh: Hasan Halid el-Mevlevî, Birinci Baskı, Sûfi Kitap, İstanbul.
YILDIRIM Nimet; (2008), Fars
Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
YILMAZ Kâmil; (2011), Mesnevi
Sohbetleri Dinle Neyden, Erkam Yayınları, İstanbul.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar