Print Friendly and PDF

JOHANN WOLFGANG VON GOETHE

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Sabri BALTA

Goethe’nin Yaşadığı Devrin Özellikleri

Devrin Siyasî ve Sosyal Hayatına Bakış

Goethe dönemi, genel olarak Avrupa’da bilhassa, o günkü Germen toplumunda önemli hadiselerin yaşandığı dönüm noktalarından bir çağ olarak değerlendirilebilir. Bu devirdeki siyasî ve sosyal hayatı incelemek için, Goethe’nin henüz doğmamış olduğu bir on yıllık erken döneminin hadiselerini de değerlendirmek gerekmektedir. Zira hadiseler birbirine yön verdiği için döneme de bu açıyla bakmak gerekmektedir. Avrupa Kıtası’nın merkezinde siyasî bir güç olarak duran Alman İmparatorluğu, sosyo-kültürel ve politik açıdan oldukça geride bulunmaktadır. Modern burjuva, varoluşuna uzanan bu yolda geç yürümüştür (Lukacs, 2011:9). Bu topraklar üzerinde İtalyan menşeli hümanist fikirlerin ve sanat eserlerinin tesirleri görülmüş olmakla beraber, onların hitap etmiş olduğu sosyal sınıflar ve sosyal muhitler, İtalya’ya göre oldukça cılız ve etkisiz durumdadır. Fakat sonraları zengin şehir devletlerinin oluşmaya başlamasıyla Alman toplumu için bireysel manâda da yeni bir uyanış başlamıştır. 1740 yılında I. Friedrich Wilhelm’in ölmesi üzerine, oğlu II. Friedrich yönetimi devralmıştır. II. Friedrich annesinin etkisinde kalan ve onun aydınlanmacı düşünceleriyle yetişmiş, müzik ve barok kültürüne müspet bakan, bir o kadar da siyaset, ekonomi ve askerlikle ilgisiz bir yapıya sahip olan bir kişiliktir. Babası ise otoriterdir. Bu yüzden İngiltere’ye kaçmış, zorla devlet yönetiminde çalışması sağlanmış ve babasının zoruyla isteksizce Braunschweig-Bevern prensesi Elisabeth ile evlenmiştir. Bu sıralarda aydınlanma hareketinin öncüsü olan Voltaire ile karşılaşmış ve ondan düşüncelerde ve eylemlerde yegâne ölçünün akıl olduğu bilgisini almıştır.

Friedrich’in görev anlayışında insanları sevmek ve onlar arasındaki barışı bir hazineyi korumak gibi bir anlayışı hâkimdir. II. Friedrich’in Prusya’da tahta geçişinin biraz sonrasında, IV. Karl ölmüş ve ülkesinin yönetimi büyük kızı Maria Theresia’ya geçmiştir. Almanya’da Aydınlanmanın etkisinin en derin izleri II. Friedrich vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Friedrich dış siyasette barışçı, içeride ise aydınlanmacıdır. Onun aydınlanmacı fikirleri dinî tolerans, idarenin merkezileştirilmesi, bütün bir tebaası için tekli bir hukuk sistemi, eğitim sisteminin kalitesinin artırılması ve çiftçilere özgürlüğü öngörmektedir (Beşirli, 2001:49-53).

II. Friedrich Maria’dan Avusturya’nın düşmanlara karşı savunması karşılığında kendisinden Silezya’yı istemiş, ancak bu teklif reddedilmiştir. Bunun üzerine Friedrich Silezya’ya saldırarak bu toprakları almış, oradan da Bohemya’yı alarak halkı tarafından “Büyük” ünvanıyla lakaplandırılmıştır. Böylelikle Brandenburg-Prusya krallığı Avrupa’nın beşinci gücü olmuştur. Karl’ın 1745’te aniden ölmesi üzerine Maria Theresia’nın eşi I. Franz imparator seçilmiş, Maria, Fransa ve Rusya’yı; Friedrich ise İngiltere ve Hollanda’yı kendi taraflarına çekmişler ve 1756’da Friedrich Avusturya’ya saldırmış, böylelikle yedi yıl savaşları başlamıştır. Bu savaş hem Prusya’nın, hem de Friedrich’in gücünü zayıflatmıştır. Rus, Fransız ve Avusturya’nın ittifakıyla da Friedrich Berlin yakınlarında yenilmiş ve bu yenilgiyle Prusya mâli olarak çöküş noktasına gelmiş ve Friedrich intihara kalkışmıştır. Bu savaş Friedrich açısından büyük güçlere karşı saldırılamayacağı gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

Friedrich Prusya’yı hukuk devleti yapmak istemiştir, hâkimlere teminat ve tatmin edici ücretler bağlatmıştır. Yahudi nüfusun artmaması için önlemler alarak, onların ticaret yapmasını yasaklamıştır. Devletin soyluya, burjuvaya ve köylüye bakışı arasındaki ayırımı korunmuş, soyluların mallarının burjuva ve köylüler tarafından satın alınması yasaklanmıştır. Bu arada soylular devletin belirleyici tabakası haline gelmiş, burjuva ise onların tebaası durumuna getirilmiştir. Şehirlerdeki burjuvanın siyasi hakları yoktur. Köylülerin ise sadece taşınabilir malları bulunmaktadır. Devlet Friedrich için rasyanalist bir mekanizmadır, yani devlet hem hükümdar, hem de tebaa olarak hizmet edeceği kişiliği olmayan bir yücelik olarak görülmektedir.

1780 yılında Avusturya imparatoru olan II. Joseph Habsburg Devletini aydınlanmacı bir tutum içerisinde yenilemeye çaba gösterirken, devleti kiliseden ayırmış, tarikatları kaldırmış, manastırları kapatmış, ibadeti ise belirli günlerle sınırlamıştır. Protestanlar onun hizmetinde çalışma yetkisi kazanarak eşitlik hakkını elde etmişlerdir. Yahudilerin hukuki durumunda iyileştirmeler yapılarak, onların

öğrenim yapmalarına, zanaat faaliyetlerinde bulunmalarına, fabrika kurmalarına ve Alman soyadı taşımalarına izin verilmiştir. Ayrıca Yahudilerin özel kıyafet giyme zorunluluğu kaldırılmıştır. Evlilik müessesesi 1783’te kilise nikâhı zorunlu olmakla beraber bir burjuva akti olarak kabul edilerek, Katolik olmayanlara boşanma ve tekrar evlenebilme izni verilmiştir. Ayrıca işkence ve ölüm cezası da kaldırılmıştır. Aydınlanmacı burjuva tarafından Fransız Devrimi gerçekleştirilmiş, demokratikleşme süreci başlamıştır. Öncelikle devlet sisteminde kendine yön çizen bu hareket daha sonra toplumun diğer kesimlerinde görülmeye başlamış ve sanayi devrimi gerçekleşerek topluma yön vermiştir.

Aydınlanma, insan hayatının belirleyici gücü olarak aklı egemen kılmıştır. Bu egemenliğin vermiş olduğu özgürlükle insanlar artık devleti, kiliseyi, toplumu tenkid etmeye başlamışlar, insanlar arasında eşitlik, hoşgörü, özgürlük ve insaniyet idealleri ısınmaya yüz tutmuştur. Hemen her alanda iyileştirmeler ve gelişmeler kaydedilmiş, teknolojide de büyük atılımlar sağlanmıştır. Geleneksel üretim ve işletme biçimleri değişmiş, ekonomide liberalizm ortaya çıkmıştır. Liberalizm tekelci sisteme muhalefet etmiştir. 1791’de Fransa meşruti krallığa dönüşmüş Avrupa’nın tutucu güçleri Fransa’ya savaş açmış 1793’te XIV. Lui ile Marie Antoinette idam edilmiş, Fransa’da kanlı terör egemen olmuştur. 1799’da I. Napolyon Fransa Cumhuriyeti’nin birinci konsülü olmuş, Leneville Barış Antlaşması neticesinde Napolyon Almanya’yı yeniden düzenlemiştir. 1804 yılında kendini Fransa imparatoru ilan eden Napolyon’u Büyük Karl gibi gören Almanlar onu büyük bir coşku ile alkışlamışlardır (Salihoğlu, 1993:94-127).

Alman Klasizmi döneminde Almanlarda henüz bir millî bilinç ortaya çıkmamıştır, bunun yerine daha ziyade kendi dilinin ve halkın kaynaklarından devşirilen gücün varlığına inanılmıştır. Bu dönemde antik çağa büyük ideallerle bakılmış, antik çağın evrenselliği ve hayat anlayışı Goethe’nin ve Schiller’in millîlik anlayışına engel teşkil etmiştir. Zîra, halkının kaderiyle çok yakın temas halinde olan Goethe bir dünya vatandaşı olarak görülmüş ve Klasik dünya görüşü evrenselleşmiştir. Yüzyılın sonunda Jena’da âlimler çevresi oluşmuş, böylelikle romantizm akımı meydana çıkmış ve bu erken romantizm burjuva aydınlanmasına karşı da tavır takınmıştır. Bu dönemde klasik anlayışın biçimci özelliğine karşı

çıkılmış, yeni romantikler insandaki akıl dışılığa ve şeytani güçlere de hitap etmişlerdir. Goethe bu güçlerle savaşmıştır.

Romantizm, siyasî ve sosyal karakteri açısından değiştirici ve derin bir yapıya sahiptir. Ancak Jena’daki romantik akım ve Weimar’daki klasik akım ulusalcılığı siyasî anlamda ele almaması noktasında mutabıktır. Bu dönemde Stauferler Çağı yeniden keşfedilerek imparatorluk düşüncesi boy göstermiştir. Devrin büyük üstadı olan Johann Wolfgang von Goethe I. Napolyon’a karşı konulamayacağı fikrini muhafaza etmekle birlikte, sonradan gelişen olaylar Goethe’yi haklı çıkarmamıştır. Romantizm ise işgale rağmen milliyetçi ve tutucu olmuştur ve merkez Heidelberg’tir. Siyasî romantizmin merkezi ise Berlin olmuştur. 1807’de Prusya Kralı Freiherr von Stein’i başbakan olarak atamış ve ona Prusya’nın yeniden reforme edilmesi görevini vermiştir. Stein, ilk reformunu şehirlerde gerçekleştirmiş, bir diğer reformu ise köylüler ve çiftçilerle ilgili olmuştur. Bir yıl sonra I. Napolyon Stein’i görevden almak isteyince Stein ülkesinden kaçmıştır.

1808’de İspanya Napolyon’a karşı ayaklanmış, bunu takiben de Avusturya’da ayaklanmalar olmuş ve isyanlar bastırılmış, ancak Romantizm çevrelerinde ona karşı büyük bir nefretle bakılmıştır. Bu arada, Napolyon’a karşı direnç devamlı olarak artmış, böylelikle orduda sessizce reformlar başlatılmış, askerlik hizmeti esasına dayalı bir halk ordusu teşekkül edilmiştir. Böylelikle burjuva vatana sahip çıkacak ve onlar da subay olma hakkı elde edeceklerdir. Bu reformlar halkta büyük beklentilerin gelişmesine neden olmuştur. Devlet, halktan devleti kurtarmasını istemiştir. Fakat bu burjuvanın devlet tarafından ödüllendirilmesi manasını taşıdığından, Stein’in yerine geçen Prens Hardenberg öngörülen bu reformlardan demokrasi tehlikesi sezinleyerek reformlardan vazgeçmiş ve uyanan milli ve siyasi unsurları ekonomik alana kanalize etmiştir.

1812’de Napolyon büyük bir orduyla Rusya seferine çıkmış, “Code Napolyon” uygulamasıyla vatandaşın kanun karşısında eşitliği sağlanış, kölelik, feodalizm, soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı durumları böylelikle geçmişte kalmıştır. Napolyon Rusya’da yenilmiş ve orayı yakarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Almanya yeniden düzenlenmiş ve Metternich Bavyera’yı Ren Birliğinden ayırmıştır. 1813’te Napolyon Rusya, Avusturya ve Prusya karşısında Leipzig meydan

savaşında yenilmiş ve 1814’te görevinden çekilmiştir. Böylece tanrı himayesindeki prenslik mutlakiyeti sona ermiştir.

Prens Merternich Viyana’da Avrupadaki prensleri ve devlet adamlarını toplamış ve 1815’te Viyana Kongresinde Avrupa yeniden düzenlenmiştir. Fakat bu kongrede özgür ve millî bir Alman Devletinin kurulması özlemi ne yazık ki giderilememiş, bunun yerine bağımsız devletlerden oluşan gevşek bir Alman birliği oluşturulmuştur. 1821’de Napolyon ölmüş, Rusya, Avusturya ve Prusya kendi aralarında Batı’dan gelecek liberal ve milliyetçi fikirlere karşı kutsal bir ittifak oluşturmuşlardır. Temelini bu tutucu romantizmden alan bu reforme edici eğilim otuz yıl boyunca Almanya’da etkili olmuş ve bir sükûnet devri olan Biedermeier dönemi yaşanmış ve bir sanayi çağı başlamıştır (Salihoğlu, 1993:115-127).

Devrin Kültürel ve Edebî Hayatına Bakış

On sekizinci yüzyıl Almanya’sı aydınlanmadan ziyade, Leibniz’in felsefî görüşlerinin kabul gördüğü bir zamandır. Bu zamanda dinî alanda kiliseye karşı bir net tutum sergilenememiştir. Leibniz’in düşüncesinde dünya monadlardan, birimlerden oluşan alttan üste doğru tanrıya giden basamaklar sistemidir. Bu birimler kendi içlerinde bağımsız olmakla birlikte kâinatı kendi gücüyle aktif bir şekilde yansıtan birer ayna durumundadırlar.

Her ne kadar bu monadlar ayrı görüntüler verseler de aynı dünyanın değişik perspektifi durumundadırlar. Leibniz’e göre bunlar yan yana olmakla birlikte, aynı zamanda uyum içerisindedirler. Ona göre tanrı mümkün olan en iyi dünyayı yaratmıştır. Bu anlayış 18. yüz yılda benimsenmiştir. Bu dönemde kültürel açıdan din adamları verdikleri konferanslarda Alman dilini bilim dili olarak kullanamışlardır.

Alman aydınlanmasının babası olarak kabul edilen Thomasius’un Alman dilini bilim dili olarak ilk kez kullanması, rasyonalist düşünce fikirlerini ortaya

çıkarmış ve ilk Almanca dergi olan Monatsgesprache yayınlanmıştır. Sonraları bu düşünceyi Cristian Wollf zirveye ulaştırmış, bu akılcı düşünce tarzıyla Alman Deizmine büyük katkılar sağlamıştır. Bilim dili Almancalaşmış, bilimsel ifadeler ve kavramlar söz konusu edilmiştir. Böylece Almanlar tarafından kendi dillerinde felsefe yapma imkânı ortaya çıkmıştır.

Bu şekliyle Christian Wollf bir kültür insanıdır. Sonra öncülük Immanuel Kant’a geçmiştir. O bu zaman diliminde Alman düşüncesinin tek temsilcisi durumundadır, yani idealist düşünce felsefesi benimsenmiştir. Dinî görüşlerle çatışmadan kaçınılmıştır. Kant’ın görüşleri hem zamana bağımlı, hem de zamanı aşan görüşler olarak ortaya çıkmıştır. O, devlet, hukuk, toplum düzeni, kilise, eğitim, yaşam tarzı gibi alanlarda aydınlanmacı düşünceyi benimsemiştir. Kendi bilincine ulaşan insanın böylelikle değeri ve bireyselliği de aklın keşfedilmesiyle beraber önem kazanmıştır. Hükümdarlar bu düşünce tarzını kabul etmeseler bile, kendi güçlerine zarar gelmeyecek bir şekilde bu fikri benimseme yolunu tutmuşlar ve tüm dini görüşlere karşı hoşgörü kültürünü benimsemişlerdir. Böylelikle, devleti, kiliseyi ve toplumu eleştirebilmişler; özgürlük, eşitlik, hoşgörü, insaniyet idealleri gibi kavramlar insanların dilinde kullanılmaya başlamıştır. Kültürel alanda bu akılcı yöntem sayesinde iyileştirmeler ve gelişmeler kaydedilmiştir. Yeni bir iş ahlâkı geleneksel üretim ve işletme biçimlerini değiştirmiş ve liberalizm benimsenmiştir (Salihoğlu, 1998:102-111).

1789 Fransız Devrimiyle ekonomik alanda üstünlük sağlayan burjuvazi feodalizmden kapitalizme geçişi sağlamış, devrimin ve Napolyon’un neden olduğu bu fırtınalı dönem kültürel yönelimlerin de önünü açmıştır. Ulusçuluk teşvik edilmiş, eski düzen ve topluma dair ezberlerin bozulmasıyla muhafazakâr tepkiler yükselmiş, aydınlanmacı akıma karşı da romantik akım biçimi ortaya çıkmıştır. Romantikler, inanç, duygu, gelenek ve aklın itelediği diğer değerler adına romantik protestoyu doruğa ulaştırmışlardır. Bu protesto en rahat edebiyat alanında görülmüş ve Alman edebiyatına Sturm und Drang (Deha Çağı) adıyla egemen olmuştur. Bu huzursuz edici ve kendine acıyan tutum daha ziyâde Goethe’nin gençlik döneminde yazmış olduğu “Genç Werther’in Acıları” romanında bâriz bir şekilde görülmüştür. Yine Goethe’nin romantik değerler üzerine kurmuş olduğu “Faust” adlı çalışması da onun yirmili yaşlarda başlayıp seksenli yaşlarda tamamlayabildiği uzun manzum dram olarak Avrupa düşüncesinin beli başlı akımları üzerine felsefî bir yorum olarak ortaya çıkmıştır.

Herder ise bir kültürel milliyetçilik kavramı ortaya atarak, her milletin kendine özgü bir şahsiyetinin ve büyüme kalıbının olduğu fikrini savunmuştur. Ondan etkilenmiş olan Alman Ortaçağ edebiyatçıları halk baladlarını ve peri masallarını toplayarak Herder sayesinde Alman edebiyatını Fransız kültürünün bağımlılığından kurtarmışlardır. Fichte ve Grimm Kardeşler de Alman doğmanın büyük bir erdem olduğunu ifade ederek Almanca’nın en üstün dil olduğu fikrini ileri sürmüşlerdir. Bu dönemde yine Romantik protesto ve neo-gotik mimarî hareketi ortaya çıkmış, dini bir diriliş söz konusu olmuş, Cizvitçilik ortadan kaldırılmış ve Romantik yazarların pek çoğu Katolik olmuşlardır. Hegel ise, tarihin bir diyalektik süreç olduğu söylemiştir. Müzik alanında halk türküleri ve geçmişteki öyküler aranmış, Scott romanlarına, Shakespeare’in oyunlarına, Goethe ve Puşkin’in şiirlerine başvurulmuş ve bu zaman diliminde en büyük rolü Beethoven üstlenmiştir. Beethoven, Haydn ve Mozart geleneğini yeniden biçimlendirmiştir. Edebiyat, felsefe ve müzik yeni koşullarda biçim değiştirerek opera aristokratların eğlence aracı olmaktan çıkarılmış, topluma mesaj veren ve devrimi sembolize eden değerler bütününe dönüşmüştür. Beethoven müzik alanında romantik çağın cismanileşmesinde, vücut bulmasında eşsiz bir örnek teşkil etmiştir (Işıktaş B, 2015, s.159-166).

Kültürel açıdan değerlendirildiğinde Hegel’e göre devlet, aile ve toplum gibi ahlâkî kurumlan aşan ahlâkî bir topluluk olarak görülmüş, sivil toplumun varlık ve gelişme şartı aşkın devletin varlığı olarak belirlenmiştir. Devlet evrensel aklı ve toplumsal iradeyi temsil ettiği için, o olmadan toplum evrenselliği yaşayamaz düsturu ortaya atılmıştır. Modernleşme disiplini alanında eğitimi veren ilk üniversite ise 1810’da Prusya’da (Berlin) kurulmuştur. Eğitim; Almanya’da toplumsal hareketlilik ve yapıyı etkilemede önemli bir rol üstlenmiştir. Bu anlamda etkili olan üniversiteler bürokrasinin bir parçası ve devlet tarafından finanse edilmiş durumdadırlar. Tarihi alanda Alman milletinin eski kökleri ortaya çıkarılmış, Orta Çağ’a olan ilgi artmış, 1819’da Orta Çağ’ın araştırılmasıyla ilgili büyük bir proje çalışmaları başlatılmıştır. Alman tarihçiliği, millî unsurlara dayalı mitler oluşturmuştur. Avrupa devletlerinin standartlarına göre yaşayan ve parçalanmış

devletçikler halinde bulunan Almanlar’ın merkezi ve modern bir ortamda siyasî bir çatı altında kendi kültürlerini korumaya güçleri yetmediğinden dolayı, Alman milliyetçiliği bir birlik ulusçuluğu şeklinde tezahür ederek ortaya çıkmıştır (Saklı, 2012:6-15).

Kültürel açıdan geleneksel Alman toplumunda saray ve saray yanlılarının üstünlüğüne dayanan otoriter bir şövalyelik kültürü hâkimdir. Kraliyet ve prenslik merkezli yönetim şekilleri ise kapalıdır. Bu da site tarzında bir mutlakıyeti gerekli kılmaktadır. Meşrutiyet ise eski hânedanlık rejiminin isteklerini belirli ölçülerde engellemiştir (Küçükbatur, 2013:421).

Bu dönem, içinde genç kuşağın öncülük etmiş olduğu, on sekizinci yüzyılın altmışlı zamanlarında başlayıp Fransız İhtilâli’ni de içeren Fırtına ve Tepki adıyla (Deha Çağı) adlandırılan bir dönemdir. Aydınlanmanın akıl egemenliğine olan bir tepkidir bu dönem. Zîra, akılcılık insanı tek yönlü biçimlendirmektedir. Deha çağı dönemi edebî eserlerinde baskıcı ve merhametsiz prenslere karşı eleştirel yaklaşımlar söz konusu edilmiştir. Herder’in de ifadesiyle halkın sefaletinin sorumluları yalnızca prensler olmamakla birlikte, devlet sisteminin ta kendisidir. Deha çağı kültürel açıdan da sanatta özgünlüğü, sanatçıda ise özgün dehayı aramıştır. Gotsched’le birlikte Alman edebiyatında etkili olan Fransız Klasizm anlayışının hüküm sürmesi, Lessing gibi genç kuşak yazarları tarafından benimsenmemiştir.

Herder, bilimi ve edebiyatı gerçek yaşamla donatmayı amaçlayarak, bu amaç doğrultusunda halk şiirine eğilmiş ve onu edebi bir tür olarak kavramsallaştırmıştır. Ana dil olarak kabul edilen şiirde insan ruhunun doğal anlatımı ve içten gelen bir anlatım ihtiyacı ifadesini bulmuştur. Şiir tüm dinlerin, felsefelerin, tarihlerin özü ve çekirdeği olarak anlamlandırılmıştır.

Deha çağı hareketi sanat bir kültür hareketi olarak görülmez, önemli olan doğadır. Tabiatıyla, yazar da kişinin doğası ile ilgilenmiştir. Edebî ürünler coşkulardan, duyguların harekete geçmesinden, tutkuların ve duyguların esintisinden oluşmuştur. Görmüş geçirmiş ve deneyimli bir hayata sahip olmak önemlidir. Bir doğuştan dahîlik kavramı söz konusudur. Böyle bir sanat ortaya koyabilmek için de illâki eğitim önemli olarak görülmemiştir. Tam tersine dahî olan yazar düşünde

özgür olan, yetenekli ve eserlerini sezgilerine göre anlamlandıran bir yapıya sahip olmalıdır.

Yazar, eserlerin daha önceden belirlenmiş ölçülere ve kalıplara göre basmakalıp bir tarzda yazamaz, o ancak bir sihirbaz gibi çalışmak yaratıcı olmak zorundadır. Önemli olan doğal insanı canlandırmaktır. Doğal insan ise, eğitim görmemiş, doğuştan orijinal, ümmî, bozulmamış, hayat dolu, aklın dar kalıpları arasında biçimlenmemiş, candan, yürekten, saf, güçlü ve eylemci bir insandır. Bu anlayış aynı zamanda milli duyguların canlandırılmasını da ön planda tutmuştur. Saraydaki yabancı etkilere karşı da tavır içerisindedir. Önemli olan Alman olmaktır, çünkü Alman olmak, Almanlık kavramını geliştirmektedir. Bununla Almanya’nın birliği amaçlanmış, bölünmüşlük ve parçalanmışlık ise protesto edilmiştir. Sanatta, kültürde anlayışta, her şeyde Alman milletine özgülük ön planda tutulmuştur.

Herder’e göre “Od”larda, yani halk türkülerinde, ilkel ve bozulmamış hayatın, gelişmemiş, eğitilmemiş beynin anlatımı şiirin kökensel biçimi olarak görülmüştür. Fransız Klasiğinin yapaylığına ve kuralcı yaklaşımına karşı da Klopstock ve Lessing tavır koymuştur. Deha çağı yazarları da bu yolu izlemiş, Herder ve Goethe bu akılcı biçime karşı bir “iç biçim” şekli geliştirmişlerdir. Üç birlik kuralı trajedide doğa yasası olarak anlaşılmıştır.

Goethe, gotik sanatı özgün Alman sanatı olarak benimsemiş ve onun Almanların gerçek ruh anlatımı olduğunu ve bir ihtiyaçtan doğduğu fikrini savunmuştur. Goethe’nin yazmış olduğu serbest şiirler ilgi görmüş, od türünde serbest ritimlerle hayatın dinamiği vurgulanmış, balad türü ise Gottfried August Bürger ile Goethe tarafından halk baladları ile doğrudan bire bir ilişki kurularak yeniden hayata aksettirilmiştir. Liedlerde ise halk türküleri karakteri ağır basmaktadır. Orta Çağın minnelerinden ve halk türkülerinden esinlenen Goethe Lied’i belirli bir olgunluk seviyesine yükselterek hayatın ve öznel anlatımın aracı haline getirmiştir. Dramda ise tam bir dinamik insan tipi söz konusu edilmiştir. Bu devirde roman türü pek ilgi görmemiştir. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” dışında dişe dokunur bir eser de yazılmamıştır.

Deha çağı dönemi edebi eserlerinde burjuva ve soylu arasındaki sınıf farkları ve bunun burjuvanın aleyhine olan sonuçları kritize edilmiştir. Eserlerde yine aile içi

düşmanlıkları, baba-oğul arası trajik anlaşmazlıklar ele alınmış, ayrıca eserlerde geleneksel cinsel ahlâk da eleştirilmiştir. Prenslerin keyfi ve acımasız yönetimi, kokuşmuş mutlakıyet rejimi eserlerde sergilenerek eleştirilmiştir (Salihoğlu, 1998: 200-207).

Friedrich Schiller “Haydutlar”, “Aşk ve ihtiras””, “Fiesco”” oyunlarını yayınlamış, onun “Don Carlos”” adlı eseri ise keyfi yönetime karşı, insanlık ve özgür adına ahlâkî ve siyasî eğitim ve propaganda görevi yapmıştır. Deha çağı üslûbu doğrultusunda eserler vermekte olan Goethe, İtalya seyahatinden döndükten sonra sanata yeni bir anlayışla yaklaşarak “Iphigenie”” ve “Tasso”” eserleriyle evrenselliği yakalamıştır. Faust” adlı eserinin birinci bölümünü tamamlayan Goethe, destan türünde “Herman ile Dorothea” isimli eserini yazmış, bu eserde onun Fransız İhtilaline olan kuşkusu söz konusu edilmiştir. “Wilhelm Meister’in Çıraklık Eğitimi”” romanında fert ve toplum arasında olması gereken uyum söz konusu edilmiştir. Yine Schiller “Wallenstein””,    “Orleanlı Bakire””,                      “Maria Stuart” ve “Wilhelm Tell”

eserlerini yazarak özgürlük bağımsızlık ve insancıllık mesajlarını vermiştir.

Friedrich Wilhelm Schelling doğayı görünen bir ruh, ruhu da görünmeyen bir doğa olarak özdeş kabul etmiştir. Novalis “Hristiyanlık ve Avrupa”” adlı makalesinde romantizmin tutucu programını biçimlemiş ve Orta Çağı idealize etmiştir. Romantizm yazarlarından Clemens Brentano ve Achim von Arnim “Des Knaben Wunderhorn” adı altında topladıkları halk şarkılarını yayımlamışlardır. Grimm Kardeşler ise filolog olarak masalları toplayıp, bunları bilimsel yorumlarla yayınlamışlar, böylece sözlü olan edebiyat türü de yazılı hale geçmiştir. Heinrich von Kleist “Hermannsschlacht” adlı oyununu yazmış, Friedrich Hölderlin ise “Freies Volk der Griechen”” ve “Anavatan İçin Ölüm”” gibi eserlerini bağımsızlık ve özgürlük düşüncesi adına kaleme almıştır. Yine Goethe “West-östlicher Divan”” şiirlerini yazmış, anılarını ise “Edebiyat ve Hakikat” adlı eserinde kaleme almıştır (Salihoğlu, 1993:112-125).

Goethe’nin Hayatı, İlmî ve Edebî Şahsiyeti

Hayatı (1749-1832)

Johann Wolfgang von Goethe 28 Ağustos 1749 yılında Almanya’nın Frankfurt Am Main şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Dr. Johann Caspar kraliyetin danışmanlığını yapan bir hukukçudur. Annesi Catharina Elisabeth Textordur. Goethe’nin babası otuz altı yaşında, annesi ise onyedi yaşındayken evlenmişlerdir. Ebeveynlerinin altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Ancak bunların dördü ölmüş, Goethe ve kız kardeşi Cornelia çocukluk çağlarını aşabilmişlerdir. Babası sert mizaçlı, titiz ve disiplinli bir kişiliğe sahiptir. Annesi ise duygulu, hayâl gücü zengin, hayat dolu bir insandır.

Goethe dış görünüşünü, ciddiyetini, akıl ve mantığa uymayı babasından; hayâl gücünün zenginliğini, anlatma zevkini ve duygu derinliğini ise annesinden almıştır. Kendisine ilk edebiyat zevki annesi tarafından aşılanmıştır. Goethe annesi ve babası arasında çok dengeli bir çocukluk çağı geçirmiştir. Goethe’nin ilk öğretmenliğini babası Johann Caspar yapmıştır. Onun yabancı dil öğrenmesine çok özel bir önem atfederek ona Latince, Yunanca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca dillerini öğretmiştir. Babasının bu kadar dil bilmesi ve onları oğluna aktarması, hem Johann Caspar’ın çok yönlü bir kişilik olduğunu, hem de bu çok yönlülüğü oğluna tevarüs ettirdiğini göstermektedir. Goethe bu sayede henüz on altı yaşındayken antik kültüre ait eserleri okumaya âşina olmakla kalmayıp, doğu dünyasından da Bin Bir Gece Masallarını okumaya başlamıştır. Alman halk efsanelerinden henüz daha çocukken etkilenen Goethe, babasının dinî eğitiminden de epeyce nasibini almıştır.

Babası onu ve kız kardeşini kiliseye götürerek onlara İncil’i okumuştur. Artık muntazaman İncil’den her gün bir şeyler okumak alışkanlık haline gelmiştir. Goethe, daha sonraları katı Hristiyanlık kalıplarından uzaklaşmış, fakat yine de İncil’den etkilendiğini söylemekten de kaçınmamıştır. Onun çocukluğunda çok etkileyen şeylerden birisi, 1759 yılında Frankfurt’un Fransızlar tarafından işgal edildiği yedi yıl savaşlarıdır. Bu savaşlar esnasında Goethe’lerin evleri Fransız sivil idaresinin

komutanı Graf François de Thoranc tarafından iki buçuk yıllığına karargâh olarak kullanılmış ve bu komutan küçük Goethe ile dostluk kurmuştur. Onun vesilesiyle Goethe plastik sanatlara karşı ilgi duymuştur. Ayrıca işgâl vesilesiyle Frankfurt’ta temsiller veren Fransız gezici tiyatrosu da Goethe’yi etkilemiştir.

Goethe henüz on bir yaşında Racine’yi, Molier’i bu vesileyle tanıma fırsatı bulmuş, on altı yaşında ise üniversite öğrenimine başlamıştır. Babası, onun Leipzig’te hukuk öğrenimi görmesi hususunda oldukça ısrarlıdır. Bir rokoko şehri olan Leipzig, Goethe’yi oldukça etkilemiştir. Gellert’in takrirlerini dinlemiş, Winckelmann’ın öğrencisi Oeser’den resim dersleri almış, Leipzig’te yemek yediği misafirhane sahibinin genç kızı Katchen Schönkopfa karşı ilgi duymuş ve Anette adlı şiir kitabındaki ilk denemelerini ona ithaf etmiştir. Bu yıllarda çoban oyunu formuyla die Laune des Verliebten’i (Aşığın Kaprisleri) yazmıştır. Leipzig’te geçen üç yıllık hareketli talebelik yıllarının sonunda ciddî bir ruhi bunalım geçirmiş, babasının yanına dönerek orada bir yıl tedavi görmüş, annesinin yakını olan Susanna Katherina von Klettenberg isimli dindar bir kadın vesilesiyle mistik ve dinî eserlere merak sararak içine düşmüş olduğu bunalımdan kurtulabilmiştir (Aytaç, 2010:9-56).

1770’de yarım kalan tahsilini Strassburg’ta tamamlamış ve 1771’de orada Herder ile tanışmıştır. Herder Goethe’yi rokoko kültüründen uzaklaştırmış ve Hamann’ın antirasyonal dünyasıyla tanıştırmıştır. Herder ona bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Hukuk doktorasını tamamlayamayan Goethe bir rahip kızı olan Frederike Brion’a karşı sevgi duymuş ve kız Goethe’nin lirik şiirler yazmasına kaynaklık etmiştir. Frederike Goethe’nin Strassburg’daki duygu dünyasını belirlemiştir. 1771’de Frankfurt’a geri dönen Goethe ilk edebî faaliyeti olan Ossian’dan tercümeler yapmış, Shakespeare’in eserleriyle yakından ilgilenmiştir.

O, Shakespeare’yi yazılı bir şekilde savunmuş ve bu savunması arkadaşları arasında övülerek Alman edebiyatında bir çığır açmıştır. 1772’de Wetzlar’a hukuk stajı için gitmiş ve orada Charlotte Buffla tanışmış ve ona âşık olmuştur. Onun arkadaşı Kestner ile nişanlı olduğunu öğrenen Goethe karmaşık duygular içine girmiş ve Genç Werther’in Acıları adlı mektup tarzında monolog romanını yazmıştır. Goethe 1773’te ise Götz von Berlichingen adlı otobiyografik dramı yazmıştır. 1774’te Clavigo adlı beş perdelik nesir trajedisini yazmış, 1775’te ise Urfaust,

Prometheus ve Mahomet gibi fragmanlar yazmış, Lili Schönemann ile nişanlanmış, İsviçre’ye ilk seyahatini gerçekleştirmiş ve Weimar’a davet edilmiştir. Aynı yılın sonbaharında nişanı bozulmuştur. 1775-1776’da Stella. Ein Schauspiel für Liebende'yi yazmıştır.

1776’da Leipzig’e seyahat etmiş, aynı yıl Weimar’da özel elçilik müşaviri sıfatıyla devlet hizmetine girmiş, İlmenau’da madenciliğe hazırlanmış, Prens kendisine geçimini rahatlıkla sağlayabileceği bir gelir, ev ve bahçeler bağışlamıştır. Weimar’da aristokratların içine girmiş, sosyal çevresi genişlemiş, düşes Anna Amelia, Frau von Stein, Wieland ve Herder gibi şahsiyetlerle de münasebetlerini sıklaştırmıştır. Uhdesine tevdi edilen madencilik görevi nedeniyle de tabiatla ve madenlerle uğraşma imkânı yakalamıştır. 1777 Haziran’ında kız kardeşi ölmüş, 1778’de Dük Karl August ile Berlin ve Posdam’a seyahat etmiş, 1779’da ise savaş ve yol inşaatıyla ilgili komisyonda yönetim görevini üstlenmiştir. 1780 yılında mineralojiye ilgi duymuş,1781’de Weimar’da sosyete hayatına katılmış ve yine Weimar’da çizim enstitüsünde anatomi konferansları vermiştir.

1782’de Thürüingen’de diplomatik seyahatler, 1784’de insanın ara çene kemiğini keşfetmiştir. 1785’te botanik çalışmalarıyla ilgilenmiş, 1786’da İtalya’ya seyahat ederek Venedik ve Roma’yı gezmiş ve orada 1779’da başladığı ve planladığı Iphigenie auf Tauris adlı beş perdelik dramı tamamlamıştır. Yine 1788’de İtalya’da Egmont adlı beş perdelik nesir trajediyi tamamlayan Goethe, tekrar Roma’dan Weimar’a dönerek komisyon dışında tüm görevlerden uzaklaşmış, Rudolstadt’da Schiller ile ilk kez buluşmuş ve Torquato Tasso adlı beş perdelik sanatkâr dramını bitirmiştir. Aynı yıl oğlu August dünyaya gelmiştir (Aytaç, 1982:3-35).

1789’da Venedik’e seyahat etmiş ve renk kuramı üzerine çalışmalar yapmıştır. 1792 yılında Dük Karl August’un yanında Fransa’da mücadele ederek, Mainz kuşatmasında gözlemci olarak bulunmuştur.1794’te hayvanlar arasında geçen bir destan olan Reineke Fuchs’u tamamlamış, Jena’da Schiller ile ana bitki üzerine konuşmalarda bulunmuştur. 1795’te ölümünden sonra yayınlanan Römische Elegierini yazmıştır. 1795-96 yıllarında ise Wilhelm Meisters Lehrjahre eğitim romanını tamamlamıştır.

1797 yılında Goethe İsviçre’ye ikinci defa seyahatte bulunmuş, yine bu yıl içerisinde Frankfurt’ta annesini son kez ziyaret etme imkânını yakalamıştır. Aynı yıl Hermann und Dorothea eserini destan tarzında tamamlamış;1801 yılında devyılancığı hastalığına yakalanmış, 1802’de Jena’ya sık sık seyahatlarda bulunmuş, 1803 yılında ise beş perdelik jambus vezinli Die Natürliche Tochter trajedisini tamamlamış, yine aynı yılda Jena’da doğa bilimleri enstitüsünün denetçiliği görevine getirilmiş, Johann Wolfgang von Goethe 1804 yılında gerçek müşavir-i has’lığa tayin edilmiştir

1808’de ise Fausf un ilk bölümünü yazmıştır. Bu yıl içerisinde annesi vefat etmış ve yine aynı yıl içerisende Erfurt’ta Napolyon ile görüşmüştür. 1809’da Wahlverwandschaften romanını tamamlamış, 1810’da ise Farbenlehre (Renk Öğretisi) eserini tamamlamıştır. 1811 yılında Dichtung und Wahrheit (Edebiyat ve Hakikat) otobiyografisinin ilk bölümünü yazmış; 1812’de Ludwig von Beehoven’le tanışmış ve otobiyografisinin ikinci bölümünü yazmıştır.1813’te otobiyografisinin üçüncü bölümünü yazmış, 1815’te ise Weimar ve Jena’daki tüm bilim ve sanat kurumlarının baş denetçiliğine ve devlet bakanlığına atanmıştır. Karısı Christiane ise 1816 Haziran’ında ölmüştür.

1817 yılında saray tiyatrosuyla ilişkisi kesilmiş,1818’de ise ilk torunu Walter dünyaya gelmiştir. 1819 yılında, 1815’te başladığı West-östlicher Divan (Doğu-batı Divanı) tamamlanmış, bir yıl sonra torunu Wolfgang dünyaya gelmiştir.1821 yılında Ulrike von Levetzow’la tanışmış, iki yıl sonra kalp zarı iltihabından rahatsız olmuş, Eckermann’ı ziyaret etmiş, 1825’te ise Faust trajedisinin ikinci kısmına devam etmiş, 1827’de bir kız torunu olan Alma dünyaya gelmiştir. 1830 yılında otobiyografisinin dördüncü bölümü tamamlanmış, bir yıl sonra ise Faust trajedisinin ikinci kısmı tamamlamıştır. 1832 yılının 16 Mart’ında hastalanan Goethe 22 Mart 1832 yılında Weimar’da ölmüştür (Aytaç, 1992:134-170).

İlmî ve Edebî Şahsiyeti

Alman edebiyatının en büyük şâiri olarak nitelendirilen Johann Wolfgang von Goethe gerek Batı’da gerek, Doğu’da; Avrupa’da, Asya’da saygınlığını dehasıyla kanıtlamış evrensel bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Şâirliği ile öne çıktığından dolayı şâir diye nitelendirilir. Sözün ve şiirin kanun koyucu dehası olan Goethe şairliğinde ötesinde anılan evrensel bir şahsiyettir(Özkan, 2006:25). Hâlbuki, o aynı zamanda çok büyük bir mütefekkir, sanatkâr ve büyük bir yazardır. Bir doğu hayranı olan Goethe yalnızca kendi yaşamış olduğu çağa mührünü vurmakla kalmayıp, yeniliği halâ muhafaza edilen bir şahsiyettir. O, edebiyatın neredeyse tüm alanlarını içerisinde barındıran şiir, nesir, tiyatro alanların dışında da emeği geçen, bu uğurda uğraşlar veren bir şahsiyettir. Kaldı ki, botanik, jeoloji, anatomi, dil, renk kuramı, teoloji ve musıkî, resim, felsefe, siyaset, sosyoloji, filoloji, tabiat bilimleri, hukuk buna benzer pek çok alanda kendisini yetiştirmiş bir hezerfandır. Bu özelliği ile dünya edebiyatının klasikleri arasında yer alarak ölümsüzleşmiştir.

Çocukluğundan itibaren gerek babası ve gerekse annesi adeta eğitimi ve yetişmesi üzerine titremişlerdir. Goethe, akıl ve mantığı bir arada tutan prensipli bir yapıya sahiptir. Duyguludur ve hayâl gücü çok zengindir. Minnetsiz bir karakter yapısına sahiptir. Sadece anne ve babasının bir özeti olmaktan ziyâde hayatı boyunca neredeyse hayatın tüm alanlarında kendisini sürekli yetiştirmeye çalışan, bitmez tükenmez enerjisiyle hayatı dopdolu yaşamaya çalışan bir kişiliktir. Ciddidir, disiplinlidir. Hem anlatım zevki açısından hem de duygu unsurlarını geliştirme imkânlarını bulma açısından gayet dengelidir. Çocukluğundan itibaren kendi ana dilinin haricinde altı dili, sonradan farsça ve Arapçayı da katarsak sekiz dil daha bilmektedir. Onun bu kadar her şeye yatkın olma karakteri duygu ve hayal dünyasının da ne kadar geniş ve akranları arasında ulaşılamaz olduğunun bir göstergesidir.

Goethe tam bir hakikat adamıdır. Hakikate ulaşmada neredeyse çalmadık bir kapı bırakmamıştır diyebiliriz. Bu yönüyle tüm dünyaya meydan okurcasına bir

araştırma ve inceleme içerisindedir. Henüz daha on yaşındayken Aesop’u, Homeros’u, Vergilius ve Ovidus’u tanımış, diğer taraftan ise Binbir Gece Masalları dünyasına girerek Şark Dünyasını tanıma fırsatını yakalamıştır. Henüz çocukluk yıllarında Fransız gezici tiyatro grubu onda büyük bir ilgi uyandırmıştır. Goethe öğrencilik yıllarından itibaren hem mecazî aşkı, hem de ilâhî vuslata kavuşma açısından aslında tam bir arayış içerisindedir. Onun yaşamış olduğu mecazî aşklar aslında hakikate ulaşma, hakikati bulma, ona ram olma, teslim olma bakımından önemlidir. Bu yönüyle Goethe tam bir estetik, hakikat ve aşk adamıdır. Onun edebi yaşamını üç evrede ele almak mümkündür.

Üniversite yıllarından 1775’e kadar olan birinci evrede Goethe’nin hayatında aşk ve eğlenceli bir dönem hâkimdir. İlk şiirlerini bu zaman diliminde kaleme almıştır. Ancak bu anlayış onun karakterine pek uygun değildir. Zira kendisini kaptırmış olduğu o dönemle ilgili eleştirisini yapmış olduğu “Suça Katılanlar” (Die Mitschuldigen) oyununda görmek mümkündür. Bunun yanında “Genç Werther ’in Acıları” romanı da çok etki uyandıran bir gençlik dönemi ürünü olarak görülmektedir. Yine Goethe ilk şiir denemelerini Leipzig’te kaldığı bir misafirhanenin genç kızı Katchen Schönkof için yazmıştır. Yine çoban oyunları tarzında yazmış olduğu “Aşığın Kaprisleri” (Die Laune des Verliebten) adlı eseri Goethe’nin hayatını biçimlendiren, onu sevindiren, üzen, etkileyen şe yleri bir imaja dönüştürdüğü eseridir. Bu onun Rokoko tarzında “Yaşantı Edebiyatı” denen tarzıdır.

Goethe’nin Leipzig’te geçirmiş olduğu öğrencilik süreci dönemindeki krizli, bunalımlı, hastalıklı dönemleri onu baba ocağına sevk etmiş ve bu tedavi döneminde Goethe burada annesinin yakını olan Susanna Katharina von Klettenberg adında dindar bir bayanla tanışması sonucu dini ve mistik yönü ağır basan eserlere merak sarmaya başlamıştır. Strassburg yıllarında ise hâkim Jung Stiling, Jacob Michael, Reinhold Lenz ve ilahiyatçı Franz Christian Lerse onun ruh ve düşünce dünyasına önemli ölçüde katkılar sunmuşlardır. Goethe’yi asıl dönüştüren ise Deha Çağı’nın ünlü şairi ve düşünürü olan Herder olmuştur. Böylece Goethe Rokoko’dan Sturm und Drang’a geçmiş, halk edebiyatına, Shakespeare, Ossian ve Pindar’a yönelmiştir. Bu dönemde Herder, Goethe’nin

sadece Rokoko tarzından vazgeçmesini sağlamakla kalmamış, onu Hamann’ın temsil etmiş olduğu antirasyonel kültür dünyasıyla da tanışmasına sebep olmuştur.

Herder ona bambaşka bir edebi kapı aralamıştır. Goethe bu durumun kendisine çok hitap ettiğini de söylemekten geri kalmamıştır. Onun yönelmiş olduğu bu edebiyat ve kültür dünyası Frederike Brion adlı bir rahip kızına duymuş olduğu sevgiyle de yakından bağdaşmaktadır. Bu vesileyle Goethe zengin lirik şiirler meydana getirmiştir. Onun Shakespeare günü ile ilgili yapmış olduğu konuşa ise, onu örnek olarak kabul ettiğinin bir göstergesi olarak görülmüştür. Shakespeare ve tarzının Goethe tarafından övülmesi Alman edebiyatında bir çığır açıcı dönem olarak görülmelidir.

Goethe bu hayran olmuş olduğu tarzda kendisi bir tiyatro eseri vermek istemiş ve Götz von Berlichingen otobiyografisini beş perdelik bir nesir halinde dram tarzıyla yazmıştır. O bu eserde klasik dram şemasından ayrılmış ve Luther dilini ve Hans Sachs üslubunu kullanmıştır. Eserde asıl ve yan figürler bolca tasvir edilmiş, eserin yankıları büyük olmuş ve birçok şövalye dramlarının yazılışı için zemin teşkil etmiştir. Strassburg dönüşü fragman olar ak kalan Urfaust, Prometheus, Mahomet gibi dramları da vardır. Urfaust onun terk etmiş olduğu Frederike’ye karşı duyduğu vicdan azabının edebi olarak yankısıdır.

Goethe’nin Wetzlar yıllarında arkadaşı Kestner’in nişanlısı olan Charlotte’ye duymuş olduğu aşk üzerine yazmış olduğu “Genç Werther’in Acılar!” adlı monolog mektup tarzı sanatçı romanı Deha Çağı ekolünün tipik özellikleri olan, duygu zenginliği, tutku,, tabiat sevgisi,, çocuk sevgisi, panteist din anlayışı ve toplum kuramlarına karşı eleştirici bir tutum gibi ögeleri yansıtmaktadır. Onun Werther romanı Almanya’da ve dünyada başlı başına bir çığır açmıştır. Werther modası başlamış, intihar olayları artmış, Japon ve Çin porselenlerinde kardeşine ekmek kesen Lotte motifleri işlenmeye başlamış ve hatt a kendisinden sonra gelen Alman edebiyatının en önemlilerinden biri olan Thomas Mann’ın bile Lotte in Weimar romanına konu olmuştur.

Goethe’nin Clavigo adlı beş perdelik nesir trajedisi otobiyografik unsurlar taşımakla birlikte tipik bir Deha Çağı dönemi unsurları taşımaktadır. Beş perdelik nesir tiyatro eseri olan Stella ise Goethe’nin 1775’te nişanlanıp ayrıldığı Lili

Schönemann’dan izler taşımaktadır. Goethe’nin gençlik yılları şiirleri ise kendi özel yaşantısını esas alan lirik tarzın ritm ve sese dönüşümü olarak görülmektedir. O, kendisinden önceki şairlerin geliştirip lirik olgunluğa ulaştırmış oldukları bir Almanca ile şiirler yazarak, kendisinden önceki şairleri de aşmış ve evrenselliğe yükselmiştir.

Goethe kendi zamanında şiirin henüz el atmadığı konuları ferdilikle bir araya getirmek suretiyle okura doğrudan hitap etmeyi başarabilmiştir. Geleneksel şiirden farklı olarak Goethe’de aşk, ilkbahar, sonbahar ve ayışığı gibi konular kendine özgü bir canlılık kazanmış, böylece Alman dilinde yumuşak bir tarz oluşmuştur. Goethe’nin liriği üç şekilde ele alınmaktadır. Bunlar Sesenheim şiirleri ile başlayan tabiat şiirleri, baladlar ve övgü şiirleridir. (Hymnen) Goethe bu şiirlerinde tam bir sentezcidir ve yepyeni bir şiir dili ortaya çıkarmıştır.

Cümlelerdeki yapıları ve noktalamayı geleneksel çizgiden ayırmış, somut konuları canlandırmış, alışılmamış türde benzerlikler kullanarak yeni yeni kelimeler ortaya çıkarmak suretiyle sık sık ünlemlere başvurmuş; baladlarında ise yalın halk dilinden yararlanma yolunu benimsemiştir. Dolayısıyla da eserlerinde yeni biçimlere yol aralamıştır.

Onun Strassburg şiirleri cümle yapısı, ritim, tınlama, somutluk gibi poetik unsurları gerekli oldukları yerlerde kendilerine mal ettiği ölçüde yeni sayılmıştır. Şiirlerinde vezin ve kafiye yapısını bozan kelime seçimi açısından bir belirsizlik görülmemektedir. Goethe Alman şiirine ferdilik kazandıran ilk şair olma özelliğine sahiptir. Goethe’nin 1775 yılında Weimar’a gelişi burada iyi bir kültür çevresiyle tanışmasına vesile olmuş ve burada ilgi duymuş olduğu bilimsel araştırmalara yönelme imkânı elde etmiştir ve faal hayatta etkili olma fırsatını yakalamıştır. Onun Weimar yıllarındaki aşk objesi ise Frau von Stein olmuştur. Bu yıllar Goethe’nin akıllanma ve gençlik yıllarından sıyrılma dönemidir. Goethe güncelerinde ve mektuplarında ruh dünyasındaki bu dönüşümü sıklıkla belirtmiştir. Goethe Weimar’da tabiatla ilgilenirken tabiat araştırmalarını maneviyatla ilişki kurmak, kâinatın sırrını madde-ruh bağıntısı şeklinde ortaya koymak maksadıyla yapmıştır. Bu incelemeler ve gözlemleri esnasında kâinatın büyüklüğünü anlamış, onun ardındaki muazzam ahenk ve büyük ruha saygısı artmıştır.

Goethe’nin ikinci edebi dönemi 1775’te Weimar’a gidişiyle başlayıp Schiller ile arkadaşlığı ve 1805’e kadar uzayan Klasik sanat anlayışına ulaşmış olduğu dönemidir. Bilhassa roman alanında Wilhelm Meister ’in Çıraklık Yılları ve şiirdeki Baladları en önemli eserleridir. Bu klasik dönemde daha ziyade tiyatro oyunları yazdığı söylenmektedir. Goethe Fransız devriminin şiddetinden ürkmüş, bu toplumsal patlamaya sırtını dönmüş, klasik modele dayanan güzele ve ahlaki sanata bağlılığını sürdürerek hümanist inancı ortaya koymuştur. Herzog kral August’un Goethe’yi Weimar’a davet edişiyle bu küçük, yoksul şehre yerleşen Goethe, artık August’un güvenilir bir dostu, bir hocası olarak Weimar’da özel elçilik sıfatıyla tutulmuştur. Aynı zamanda Frankfurt’ta elde etmek istediği faal hayata da kavuşmuştur. Weimar’da bilginin gözlem yoluyla kazanılabileceği görüşüne inanarak bu görüşünü bizzat uygulama safhasına aktarmış ve araştırmaya dayalı bilim adamlığı özlü olarak dile getirmiştir. Ona göre hayat madde ve biçim birliği içerisindedir. Bütün tiplerin bir yapı planı dâhilinde var olduğuna inanarak sürekli bir arayış ve inceleme ve araştırma içerisinde olmuştur. Goethe bütün bu araştırmalarında maneviyatla ilişki kurmak amacı güderek, kâinatın sırrının madde ve ruh bağlantısı tarzında ortaya koymaya çalışmıştır. Bütün bunlar onu kâinatın büyüklüğündeki ahenk ve büyük ruha saygı duymaya götürmüştür. Onun renk öğretisi çalışması da tabiatın varlıklarını semboller şeklinde değerlendirme amacı gütmektedir. Bu yönüyle Goethe modern gelişim öğretisinin öncüsüdür. O, tabiatın dini yorumlarla ifade edilmesine karşı çıkarak, her şeyin kendi kendinin amacı olduğu hakikatiyle hareket etmiştir.

Tabiatla uğraşmak Goethe için yaşlılık yıllarına kadar özel hayatıyla sanat hayatı açısından bir denge unsuru durumundadır. Onun Weimar yıllarında calvini st eğitimle tarzıyla yetişmiş duygulu, akıllı ve dengeli biri olan ve aynı zamanda asil bir saraylı olan Frau von Stein’le olan dostluğu Goethe’yi olumlu yönde etkilemiştir. Bu sayede Goethe daha dengeli ve ahenkli bir ruh hayatına kavuşarak bunu Weimar yıllarındaki şiirlerine yansıtmıştır (Aytaç, 1992:134-146).

Weimar’da Iphigenie'yi nesir olarak bitirerek, Targuato Tasso'yu yazmaya başlamış, ancak beklediği neticeyi alamamıştır. Bir yandan da Frau von Stein’le olan ilişkisi onu platonik bir duruma sevk etmiş ve bu durum kendisini oldukça bunaltmıştır.

1786 Eylül ayının üçünde sessiz bir şekilde Weimar’dan ayrılan Goethe’ nin hedefinde İtalya vardır. Onun İtalya seyahati kendisi için eğitici bir nitelik kazanmıştır. Burası artık onun için yepyeni bir dünya olmuştur. Orada plastik sanat eserlerini tanımış ve onları büyük ve ölümsüz yapan şeyin sırrına vakıf olmaya çalışmış, bu Akdeniz ikliminin insanlarının yaşama sevinciyle dolu, cömert tabiatlı, hayat dolu birer niteliğe sahip olduklarının farkına varmıştır.

Goethe İtalya’da antik kültürün sırrına vakıf olmaya çalışarak sanatçılar ve sanat bilimcileriyle bağlantıya girmiştir. Orada, sanat tarihi alanındaki bilgilerini sistemli bir şekilde genişletmiş ve Roma’da galerileri, müzeleri merakla incelemiş, halkın günlük hayatına katılmış, tiyatrolarda verilen temsilleri, kilisedeki törenleri, mahkeme duruşmalarını izlemiş, kendi kendisinin bir nevi rönesansını sağlamıştır. Sicilya’da botanik çalışmaları ve tabiat bilimleriyle ilgilenme fırsatı yakalamıştır. İtalya seyahati onun Sturm und Drang’tan kurtulup klasiğe geçişini sağlayan bir başlangıç noktasıdır (Aytaç, 1982:9-13).

Goethe’nin sanat anlayışı kutupluluk üzerine tesis edilmiştir. Botanikte bitkilerin biçimlerinin değişim ve gelişim zincirlerinin ilk safhasını keşfetme çalışmaları vardır. Anatomide ise insan kalbinin çalışma esasları olan açılma ve kapanmada görmüş olduğu kutupluluğu canlılığın temel ilkesi olarak kabul etmiştir. Onun Iphigenie auf Tauris trajedisi onun Frau von Stein’le geçirmiş olduğu ve otobiyografik kaynağı yine von Stein olan bir eseridir. Goethe eserdeki konuları bir hümanizma ahlâkı düzeyinde ele almış, kendi kişisel yaşantısıyla ve deneyimleriyle de eseri destekleyerek modernize etmiştir. Amaç entrika değil, şifadır. Aslında bu eser kendisinin bizzat yaşamış olduğu ruhsal değişimidir. Eserin merkezini insanlık sorunu teşkil etmiştir (Aytaç, 2010:22-25).

İnsanın özgürlüğü, alın yazısı, ruh temizliği, hakiki insanlığa ulaşabilme gibi konular dile getirilmiştir. Onun Iphiegenie'si bir insanlık ve fazilet idealidir. Onun 1775’te başlamış olduğu Egmont trajedisi de İtalya’da tamamlanmıştır. Eser ruhu itibarıyla Deha Çağı’nın izlerini taşımaktadır. Eserin sonu ise klasik unsurlar taşır. İtalya’dan döndükten sonra 1789’de bitirmiş olduğu Targuato Tasso klasik dramı ise sanatçı problematiğini işlediği bir türdür. Bu eseri onun daha ziyade Werther romanını andırmaktadır. Goethe’nin sanatkâr kişiliğiyle Weimar’ın

aristokrat yaşantısına intibak edemeyişinin edebi bir yankısı niteliğindedir. İtalya dönüşü Goethe arkadaşları ve dostları tarafından pek sıcak karşılanmaz. Herder onun üzerindeki etkisini kaybettiğini görünce ondan uzaklaşmıştır. Bu ilgisizlik Goethe’yi yeni dostlarla tanışma, yeni insanlar arama zorunluluğuna itmiştir (Aytaç,1992:145-154).

Goethe’nin 1794’te yazmış olduğu Reineke Fuchs eseri bir tilkiyi konuşturduğu bir destanıdır. Eserde Goethe Weimar saray hayatını hicvetmiştir. İtalya dönüşü nikâhsız olarak evlenmiş olduğu Christiane Vilpus’a atfen 1795 yazmış olduğu Römische Elegien"de de (Roma Mersiyeleri) kendi karakterine zıt olan Cristiane’yi ölümsüzleştirmiştir. Eserde Roma sarayları, bahçeler, ibadethaneler hayat dolu sevgililerin bitmez tükenmez güzellikleriyle bir arada işlenmiştir. Her ne kadar bu şiirler zamanın eleştirmenleri ve okurları tarafından tenkid edilmiştir. Yine Goethe’nin bir eğitim ve çağ romanı olan 1796’da yazmış olduğu Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları romanı da bireyin tüm yönleriyle işlenmiş olduğu 18. yüzyılın Almanya’sını tasvir eden ve aynı zamanda Goethe’nin de hayatından izler taşıyan otobiyografik bir eserdir (Aytaç, 1992:154-157).

1797’de bitirmiş olduğu Hermann und Dorothea adlı destansı eserinde ise Johann Heinrich Meyer’e küçük bir Alman şehrinde yaşamakta olan insanların hayat düzenlerinin Fransız İhtilali yüzünden nasıl bozulduğunu küçük bir aynada yansıtmak şeklinde belirtmiştir. Eserde tamamen Alman tabiatı, Alman geleneği ve yaşam tarzı karakterize edilmiştir. Bu yönüyle eser millidir(Aytaç, 2010:26-27).

Goethe’nin 1803’te yazmış olduğu ve içinde Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu neticeleri dile getirdiği Die Natürliche Tochter trajedisi ise onun yapı ve sembol dokusu bakımından ustalık unsurları taşıyan eserlerindendir. Eserde hem dünyadan kaçış, hem de onun cazibesine kapılma söz konusudur. Eser stilistik bir tarzda Barok devri dramlarını hatıra getirmektedir.

Goethe’nin 1770’den beri tasarlayıp geliştirmiş olduğu Faust eseri ise onun en meşhur ve sanatının inceliklerinin zirvesi olarak kabul görmüş eseridir . Bu eserinin yazılışında şüphesiz Schiller’in rolü büyük önem taşımaktadır. Esere bir bütün olarak bakıldığında eserde klasik dram yapısından uzaklaşılmış, trajik bir sonuca götüren olaylar zinciri şeklinde bir form söz konusu edilmemiş, aksine ilk

bölümde balad tarzı bir form, ikinci bölümde ise tek tek sahneler şeklinde somut müşahhas sembollerle anlatım söz konusu edilmiştir. Eser dünya edebiyatının şaheseridir, zîra eserdeki imajlar çok zengindir, aynı zamanda karakterlere yönelik uygun üslubun seçilmesi bakımından da Goethe’nin tam bir dil ustası olma özelliğini ortaya çıkarmaktadır.

1809’da bitirmiş olduğu Die Wahlverwandschaften eseri sosyal-psikolojik bir tarzda ele alınmıştır. Eser, evlilik hayatının hassas temeller üzerine kurulması hadisesini anlatması açısından önemlidir. Eserdeki ilişkiler çapraşıktır ve bir kimya formülü üzerinden okuyucuya mesaj verilmektedir. Eser ilahi bir bakış açasıyla kaleme alınmıştır. Eser, evliliği bir ahlâk meselesi olarak ele alış tarzından dolayı klasiktir, aynı zamanda eserdeki figürlerin şahsında ve kaderindeki romantizmde göze çarpmaktadır. Yine Goethe’nin 1833’te yayınlanmış olan Dictung und Wahrheit (Şiir ve Hakikat) otobiyografisi modern Alman edebiyat tarihinin başlangıcı niteliğindedir. Onun 1819’da yazmış olduğu West-östlicher Divanı ise doğu nazım biçimleri şeklindedir.

Viyanalı şarkiyatçı olan Joseph von Hammer’in Hafız Divanı tercümesinden çok etkilenmiştir. Divanın iki önemli karakteri Züleyha ve Meryem’dir. Hatem karakterinde ise Goethe adeta kendi portresini sergilemiştir. Eserde pek çok özdeyiş de söz konusudur. Batı edebiyatı içerisinde yazılmış tek divan olma özelliğini taşıması açısından da Goethe’nin edebi kişiliği bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Öncesinde Hafız’ın Farsça gazellerini taklit ederek başlamış, sonrasında gazellerin ruhunu içselleştirmeye çaba göstermiştir. Divan on iki bölüm şeklinde tasarlanmıştır. Eser şiir biçim, muhteva yönünden klasikten tamamen uzaktır ve adeta Goethe’nin yaşlılık devri hayat anlayışını, tecrübesini bir doğulu bilgenin dilinden yazıya döktüğü en önemli ve en kişisel eseridir (Aytaç, 1992:158- 169).

Goethe, Batı Avrupa’nın ekonomik, sosyal, rûhi devrimlerini, büyük fen ve sanayi inkılâbını tüm benliğiyle yaşamıştır. Devrin resmî kültür çevreleriyle münasebetleri vardır. Oradaki basın-yayın ve ulaştırma kolaylıklarını yaşamıştır. Bütün bunlar onun edebi kişiliğini etkilemiş ve onu tam bir komple adam kılmıştır (Ablay, 1987:156).

Goethe’nin Doğu Yolculuğu

Goethe’de Din

Goethe’nin yaşamış olduğu zaman diliminde Avrupa kıtası aydınlanma döneminden geçmiştir. Bu zaman zarfında ve aydınlanmanın derinliklerinde şüphesiz din tartışmaları da yaşanmıştır. Özellikle otuz yıl savaşlarının vermiş olduğu hezimet, Napolyon savaşları, barok mistisizminin ağırlığı, kilisenin halkın inancına olan baskıları, Martin Luther’in Protestanlık anlayışı hiç şüphesiz Alman halkının din anlayışında yepyeni açılımlara kapı aralamıştır. Akıl çağı diye nitelendirilen ve Batı uygarlığının modern zaman dilimine geçişini öngören bu zaman dilimi aynı zamanda zihinsel açıdan da önemli bir süreci öngörmektedir. Aklın egemen kılındığı bu mücadeleler dönemi hiç şüphesiz insanın özgür düşüncesi için verilen mücadeleler dönemidir. Karanlık Avrupa kendisine bir yol arayışı içindedir. Temelleri Rönesans yıllarında atılmaya başlayan bu aydınlanma dönemi insanın ön plana çıkarıldığı keşiflerin ve icatların yapılmış olduğu bir dönemdir. Nitekim bu icatlar, keşifler toplumun siyasî, mâli, dinî ve kültürel dünyasına da yansıyarak insanın toplumdaki ilişkilerinin ve dünyasının gelişmesine ve değişmesine de ön ayak olmuştur. Yani insan kendini, toplumu, tabiatı tanımaya başlamış, düşüncenin dar kalıpları yıkılmıştır.

Zaman, dönem itibarıyla din eleştirisinin merkezde olduğu, dine ve Hristiyan din adamlarına karşı eleştirilerin dolaylı olarak İslam üzerinden yapıldığı bir dönemdir. İşte böyle bir dönemde Goethe inançları reddetmeyen, tam tersine başka inançların da varlığını kabul eden, hoşgörü sahibi, evrensel düşünceyi ilke edinmiş, vicdan sahibi kişiliğiyle İslam dini üzerine düşünmeye çalışıp, onun ilkelerini yorumlamayı amaç edinmiş bir kişiliktir. Modern çağın başlamasıyla beraber toplumun dinden uzaklaştığını ve kişinin yalnızlaştığını bire bir fark eden Goethe bir Spinoza hayranı olmasına rağmen kadere inanmanın kaçınılmazlığının da farkına varmıştır. Goethe’ye göre kişinin hür tam bir hür iradesi yoktur, ona göre her şey Allah’ın ebedî hükmü ve dilemesiyle olur. Onun kader inancında Allah’a tevekkül, hayırseverlik, sükûnet ve itidalli olma hali söz konusudur. Din adına her

türlü sahtekârlığın, aymazlığın ayyuka çıktığı bir zaman diliminde, tam böyle bir ortamda kendisine İslâm’ın değer yargılarıyla bir çıkış yolu arayan ve ruh-beden dengesini sağlayan Goethe kendine has bir dindarlık anlayışı içine girmiştir (Tezcan, 2013:2).

Goethe, dinle ilgili genel görüşlerini “Goethe der ki” adlı eserinde özetle şu şekilde dile getirmektedir:

“—Allah ’a kul olan birisi inanç, sevgi ve umuda dayanmalıdır.

—inancın illa da bir dine ihtiyacı yoktur, zira büyük, yaratıcı, düzenleyici ve yönetici bir varlığın kendisini bize kavranır hale getirmesi için kendisini tabiatın ardına gizlediği kanısı her insanda vardır, insan bunu kaçırsa bile hayatının her hangi bir anında bulabilir.

—İşe yarayan tek din basit ve sıcak olandır, mutlak hakikat hakkında biz hüküm veremeyiz, ruhun Allah ’la olan gerçek ilişkisini ancak Allah belirleyebilir.

—Din bir birey işi olarak vicdanla ilişkilidir, vicdanın coşturulması gerekmektedir.

—Dini olmayanın, Allah ’ı da yoktur ve onlar hiçbir düzene uymazlar.

—Bilim ve sanat ehlinin dini de vardır, ancak bunlara sahip olmayanın da dini olmalıdır.

—Hangi şekilde olursa olsun inancın egemen olduğu zamanlar parlak, yüceltici ve verimli zamanlardır, inançsızlığın baskın olduğu zamanlar ise her ne kadar parlak görünse bile kaybolmaya mahkûmdur.

—Önemli olan inanmaktır. İnanç büyük bir güven duygusudur, güçlü ve anlaşılmaz bir varlığa teslimiyetten kaynaklanır.

—İslam ’ın neyinin doğru veya yanlış; zararlı ya da faydalı olup olmadığını araştırmayacağım. Her ne kadar bize öğretilmese de aslında hepimizin içinde bu dinden bir şeyler var.

—Hepimiz Müslümanlıkta yaşıyoruz.

—İslam Allah ’a teslimiyetse, hepimiz İslamiyet ’te yaşıyoruz.

—İslam müminlerden zor görevler beklemez, onlara bu sınırlar içinde her şeyi verir, onlara gelecek ümidiyle cesaret ve din kahramanlığı ilham eder.

—İnsanın başına Allah ’ın dilediğinden başkası gelmez. Böylece insan hayatı boyunca içi rahat ve emin olur ve başka şeye ihtiyacı kalmaz.

—Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem bütün masalları yasaklamakla şiirden hoşlanmayışında son derece tutarlıdır.

—Gerçek Müslüman sanki orada bulunmuş gibi cennetten bahseder. Ona Kur ’an’ın anlattığı gibi inanır.

—Kur ’an ’ın bütün özü kendisinde şüphe olmadığıdır.

—Kur ’an ’ın üslubu kendi amacına ve özüne uygun bir şekilde serttir, korkutucudur, yücedir, böylelikle bir dişli ötekini harekete geçirir. Onun etkisine kimsenin hayret etmesine hakkı yoktur.

—Allah ’ın Kur’an ’da söylediği doğrudur. Biz hiçbir kavme kendi dilinden başka bir peygamber göndermedik.

—Şarkın ders veren hikâyeleri Allah’ın iradesine mutlak bir boyun eğişi, hiç kimsenin kendi kaderinden kaçamayacağı inancını, İslamiyeti öğretir ve ispat eder.

—Günümüzde İsa’nın istediği anlamda Hristiyan kimdir acaba? Belki sadece ben... Her ne kadar siz beni dinsiz saysanız da.

—Kilisenin midesi büyüktür, her şeyi yiyip bitirdi. Kilise yalnızca haram malı hazmedebilir.

—Kilise el attığı şeyi zayıf düşürür.

—Kıyamet günü süra üflendiğinde, dünya hayatı bittiğinde, ağzımızdan çıkan her söz için hesap vermekle yükümlüyüz.

—Allah tövbe eden günahkârlardan zevk alır.

—Mucize uman inancını kuvvetlendirmelidir.

—Dindarlığı ve sofuluğu amaç edinen kişiler çoğunlukla sahtekârdır” (Aytaç, 1982:148-163).

Goethe dini bakımdan yalnızca Hristiyanlıkla sınırlı kalmamıştır, aksine Goethe algılarını ve ilham dünyasını İslam dininin inanışlarıyla açıp genişletmiştir, bilhassa Kur’an’ın Hristiyanlığı düşmanca gören ayetlerine saplanmamıştır. Kendi tabiatına uygun bir dindarlık arayışı içerisinde olan Goethe İslam’dan aldığı ilhamları kendi içerisinde entegre edebilmiştir (Tezcan, N. 2013, s.3)

Goethe’nin özellikle doğu edebiyatıyla ve tasavvufla tanışmasından sonra İslâm dini onun için Allah’a teslimiyet ve tevekkül anlamına gelmiştir. Hristiyanlığı, dolayısıyla İncil’i de çok iyi bilmesine rağmen, Kur’an’ın din anlayışı kendisine daha yakın gelmiştir. O İslâm dininde ve dolayısıyla Kur’an’da hayata daha müspet bakan, dünyayı ve hayatı kolaylaştıran bir inanç sistemi bulduğuna inanmıştır. Goethe İslâm’ı önyargılardan uzak bir şekilde anlamak için çaba göstermiş, İslâm’ın ön yargılardan uzak bir şekilde Batı’da anlaşılabilmesi için Doğu-Batı divanını kaleme almıştır (Alperen, 2009:107-111).

Goethe’nin kendi inanç ve düşünceleri ile İslam’ın temel ilkeleri arasında çok yakın bir ilişki vardır. İslâm’a karşı çok derin bir sempati içerisindedir. Zîra Allah’ın birliği, Allah’ın tabiatta tezahürünün kabulü ve Allah’ın insanlarla diğer elçiler yoluyla konuşması fikri Goethe’ye cazip gelen öğretilerdir (Dallmayr, 2000:116).

Goethe’nin İslâm’la ilgili cüretkâr ifadeleri o güne kadar Almanya’da söylenmiş olan tüm ifadeleri aşacak niteliktedir. Dolayısıyla o İslâm’a ve onun derinliklerine kök salan bir sempati içerisindedir (Sarıçam, 2014:522; Özdemir, 1970:138). Onun İslâm’a olağanüstü ve içten bir yakınlık duyması tolerans fikrinin hâkim olduğu Aydınlanma döneminden de kaynaklanmaktadır, zîra bu çağ Hristiyanlıktan başka dinlerin de değerini tanımayı kendi icaplarından saymaktaydı. Ancak Goethe’nin İslâm’a olan ilgisi devrin tutumundan değil de, İslâm dinine olan tamamen şahsi ilgisiyle alakalıdır. Dolayısıyla onun şark dünyasına olan ilgisi onda çok erken başlamıştır. Zîra o hocası Herder’e mükemmelliği aradığını ve ona erişme çabası içerisinde oluşunu büyük bir şevkle itiraf etmiştir (Maksudoğlu, 1967:187-190).

Onun Doğu-Batı Divanı’ndaki şiirseVBeri islâmî bir nitelik taşımaktadır. Ona göre İslâm barış ve Allah’a teslimiyet dinidir (Ateş, 2014:1).

Goethe’nin İslâm’la ilgili onayladığı hükümler, Almanya’da bir yazarın İslâm’la ilgili mevzuda konuşmaya cesaret ettiği her şeyi çok aşmıştır. Onun İslâm’la olan kesin müspet alakası aslında kendi düşünce ve inancının İslâm’ın esas öğretileriyle uyuşması sayesindedir. İslâm’a olan ilgisinde Herder vesilesiyle alışılmışın dışında bir içtenlik söz konusudur. İnançları tanıma yönünde şiddetli bir karakteristik arzusu vardır. Goethe’ye göre kalpte hissedilen dinle kilisede vazedilen din arasında bağdaşmazlık, uyumsuzluk söz konusudur, İslâm dininde ise böyle bir şey söz konusu değildir (Mommsen, 2012:17-21).

Goethe Doğu-Batı divanında “Çölde İsrail” başlığı altında şu sözleri dile getirmiştir: “Dünya ve insanlık tarihinin, asıl, biricik ve en derin konusunu, inançla inançsızlık arasındaki çatışma teşkil eder; diğer mevzularsa buna tabi ve talidir. Hangi form altında olursa olsun, inancın hüküm sürdüğü bütün çağlar, aynı çağda yaşayanlar için de, gelecek nesiller için de muhteşemdir, kalpleri yücelticidir ve verimlidir. Buna mukabil hangi biçimde olursa olsun, inançsızlığın bir anlık sahte bir ihtişamla sefil zaferini hâkim kıldığı tüm asırlar, sonraki nesillere ulaşmadan kaybolup gitmişlerdir; çünkü hiç kimse verimsiz, kısır şeyleri idrak için kafa yormak istemez’”. Goethe inançlı bir insanı dindar bir fenomen olarak kabul eder, her ne kadar çağdaşları onu büyük bir münkir olarak görmüşlerse de onun yukarıda ifade etmiş olduğu açık yürekli fikirleri, onun din, inanç, dinsizlik, teizm ve ateizm gibi meselelerdeki tavrını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre insan yaratılıştan dindar bir tarzda yaratılmıştır. Ancak kastettiği dinden kasıt nedir? Goethe prensip olarak hiçbir felsefi ve sistem ve düşünce içerisinde kendisini asimile etmemiştir, aksine onlardan kendi dünya görüşüne uygun olan sentezlenmiş bilgileri yepyeni bir kompozisyon ile kendi düşüncesi olarak ifade etmiştir (Özkan, 2009:52-53).

Goethe, Katolik arkadaşı Sulpiz Boisseree’ye yazdığı bir mektubunda din ile ilgili düşüncelerini bütün samimiyetiyle ifade etmiştir. Buna göre, hiç kimse kendini dini duygulardan sıyıramamaktadır. Din değiştirmenin kendi tarzı olmadığını, ancak dini duyguları derunileştirmeyi sadakatle tamamlamak gerektiği, inanamayacağı hiçbir mezhep olmadığını ifade etmiştir. O, dine daima hürmetkârdır. Dini mensubiyetini ön plana çıkarmamış ve muayyen bir dinin de propagandasını yapmamıştır. Tanrıya açılan bir pencerenin olduğu anlayışı

içerisinde olmakla beraber, ilim ve sanat erbabının nasıl olup da dinsiz olduklarını bir türlü tasavvur edemediğini dile getirmiştir. Ona göre Allah’ın yardımına ve himayesine mazhar olmuş bir sanatkâr katiyyen münkir olamaz. Gerçek dindar insan bakışlarını sonsuzluğa çevirir, ebedi olanla irtibatlı olur ve gönlünü ebediyetle doldurur (Özkan, 2006:123-125).

Doğu-Batı Divanı’nın Oluşumu

Almanya’da Goethe’nin yaşamış olduğu dönemde İslâm dini ile ilgili söz söylemek neredeyse imkânsızdır. Ancak Goethe evrensel bir kişiliği temsil etmektedir. Onun yaşamış olduğu dönem Aydınlanma diye tabir edilen bir dönemden geçmektedir ve kökeninde de din tartışmaları vardır. Batıda bu döneme kader yapılan Kur’an çevirileri düşmanca bir tavır altında yapılagelmiştir. 18. yüz yılın başlarında ise din üzerinde yapılan araştırmalar önem kazanmıştır. Goethe böyle bir geçiş döneminde İslâm’la karşılaşmış ve 1812 yılında yayınlanan şarkiyatçı Joseph von Hammer’in Hafız divanı tercümesini okumaya başlamıştır (Aytaç,1992:167). Onun, Hafız’ı kendisine içten yakın bulması ve Hafız’la aynı duyguları paylaşması, Hafız’ın kendisine eş bir şâir olmasından kaynaklanmıştır. Çünkü Hafız’ın ruh büyüklüğü, düşünce ve sağlamlığı irfanından sezgisine dayanan bilgisinden kaynaklanmaktadır. Onun düşünce tarzı Goethe’nin inançlarına uygundur (Özgü, 2014:93). Hafız, Avrupa’da yakın şarkın en meşhur şairi sayılır. Goethe ise Divanını onun ruhuna ithaf etmiştir (Schimmel, 2014:27). Goethe’nin Doğu-Batı Divanı İslâm edebiyatı geleneklerine uygun olarak “ed- Dîvânu’ş-Şarkî li’l- Mü’ellifi’l-Garbî üst başlığını taşımaktadır (Dağlar, 2015: 146).

Doğuya karşı bir merak ortalığı sarmaya başlamıştır. Bunun başlıca sebepleri ise İstanbul’un fethi ve Viyana’nın kuşatılmasıdır. Şairler, Türklere karşı kendilerini korumaları için dua bile etmektedirler. Barok şairi Paul Fleming (1609 -

1649) İran edebiyatına duyduğu hayranlığa rağmen Türklere düşman olmaktan kendini alamamıştır. O yıllarda doğu ile ilgili konular dramatize edilmiş Bonunier 1561’de ilk Türk dramı La Soltane'yi yazmıştır. Daha sonra Christopher Marlowe de Tamburleineyi yazmıştır. Adam Olearius Yeni Şark Seyahatleri ve Şeyh Sadi’den yapmış olduğu Gülistan çevirileri ile oryantalizmin kapısını açmıştır. Volter dahi çok ciddi bir itirafla bütün sanatların beşiği olan ve batının her şeyini borçlu olduğu doğu’ya açılmak zorunluluğunu dile getirmek zorunda kalmıştır. Bir Alman şairi ve aynı zamanda Goethe’nin de hocası durumunda olan Herder ise İran şiirini yeryüzü cennetinin hurisi olarak keşfetmiş bir zekâdır. Alman sanatı ve tefekkür biçiminin onunla kabuk değiştirdiği söylenilmektedir. Goethe de onun başlattığı geleneğe katılmıştır. Böylelikle hayalin sınır tanımadığı Binbir Gece Masallarının, İrem Bağfnın, yanı sıra Osmanlı divan şairlerinin ve şair- sultanlarının artık keşfedilme vakti de gelmiştir.

Goethe Birbir Gece Masallarıyla büyümüştür. Annasi onu her gece bu masallarla ve ninnilerle uyutmuştur. Artık onun hayatına ve hafızasına bu masallar kazınmıştır. Hatta, Wilhelm Meister ’in Seyahat Yılları"ndaki genç Goethe ile Binbir Gece Masallarının Şehrazad’ı aynı dünyayı paylaşmaktadır. Fausfun büyük bölümünü dahi bu masalların etkisiyle yazmıştır. Beethoven bile meşhur 9. Senfonisinin son kısmını Türk mûsikîsiyle bağlamıştır. Herder, A.W. Schlegel. F.Schlegel, W. Von Humbolt doğuyu romantizmin vatanı olarak gömüşlerdir.

Doğu denildiğinde Hammer-Prugstall birleştirici bir köktür. O, oryantalizmin çilekeşi olarak görülmüştür. Goethe ve Hafız onsuz tanınamamaktadır. Friedrich Rückert oryantalizmin yolunu onsuz bulamamıştır. Dolayısıyla Doğu-Batı Divanı’nı okurken bu üç ismi göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Goethe Doğu hakkındaki bilgilerinin büyük bir bölümünü, Hammer’in Viyana’da Şarkı’ı Sevenler Cemiyeti aracılığı ile çıkartmış olduğu Fundgruben des Orients adlı dev bir edebiyat, kültür ve sanat dergisinden elde etmiştir. Hammer Hafız’ın Divanını da Almancaya çevirmiş ve iki cilt halinde yayınlamıştır. Bu divandan çok etkilenen Goethe Doğu-Batı Divanı’nı yazmıştır. Hammer arap edebiyatından da 7 ciltlik bir tercüme yapmıştır. Friedrich Rückert ise Şark şiirinin sihrini Almancaya taşımıştır. Ancak, bir Doğu-Batı Divanı yazılacak seviyeye gelinememiştir.

Aynı yıllarda David Friedrich Megerlin Kur’an-ı Kerim’i Almanca’ya tercüme etmiş ve bunu okuyan Goethe bu tercümeyi önyargılı ve bağnazca bularak beğenmemiştir. Hammer’in çevirdiği Hafız divanı Goethe’ye ulaşınca Go ethe adeta büyülenmiştir ve o yıllarca bu divanı hıfzetmiştir. Hafız’ın şiirlerinde kendi ruhunu farkeden Goethe kendisini onun ikiz kardeşi olarak kabul etse de, kendini ona eşit saymaya cüret edememiştir. Hafız’ı takip ve taklitle işe başlayan Goethe, kendi ateşiyle ve gönülleri tutuşturan bir lirizmin şart olduğunu anlamıştır. 1815 Ağustos’unda 29 yaşındaki ince ruhlu Marianne von Willemer adlı şair istidatlı rakkase ile tanışmasıyla ona tutulmuş ve gönlü aşk ateşiyle fitillenmiştir. Artık o Goethe’nin Züleyha’sıdır (Özkan, 2006:102-110).

Gerçi, Goethe henüz daha 23 yaşındayken Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem ithafen kaside yazmıştır. Onun Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem olan hayranlığı ve İslâm Peygamberinin ona model teşkil etmesi hadisesi başlı başına bir fenomendir. Goethe Doğu-Batı divanı için kaleme alınmış olan duyuru yazısında “eserin müellifi kendisinin Müslüman olduğu'” yolundaki söylentiyi reddetmemektedir. Kendisini İslam Peygamberiyle özdeşleştirmesiyle beraber peygamberin hayatının izini süren Goethe 1770’lerde Kur’an-ı Kerim’i okumaya başlamıştır(Tezcan, 2013:2). Peygamberlik, ilham, vahiy, Allah’ın peygamber aracılığı ile kendisini duyurması, Kur’an’ın Allah katından inmesi; bunun yanında bütüncül bir Allah telakkisi hadisesi Goethe’yi İslâm dinine çeken hadiselerdir (Aytaç, 2010:29).

Bu kadar karizmatik bir kişiliğe sahip, büyük bir bilgelik hazinesi olarak görülen, güçlü bir ikna kabiliyeti olan (Tezcan, 2013:s.2). Goethe’nin İslam’a duymuş olduğu ilgi kesinlikle bir rastlantı değildir. Zîra, onun hayatında tesadüf diye bir kavram söz konusu değildir. Sanata, edebiyata ve hayatın tüm alanlarına karşı aşırı bir ilgi içerisinde olan hezerfan yapılı bir kişiliğe sahip olan Goethe, doğunun Binbir Gece Masallarını annesinden ve büyükannesinden dinleyerek hayal gücünü geliştirmiştir. Binbir Gece Masalları Goethe’ye hayatı boyunca etki etmiş, onun düşünme yeteneğine katkıda bulunmuş; ona hikâye etme ve efsane etme yeteneği de sunmuştur.

Goethe’nin Aşığın Mizacı “Die Laune des Verliebten”” eserindeki karakterin isminin “Amine”” olması bir tesadüf değildir. Bu masallar onun doğuyla bağlantısını

kuran ilk kaynaklardır. Doğunun renkli ve ışıklı dünyasını merak eden Goethe bu itibarla henüz 12 yaşındayken Tevrat ve İncil’de anlatılan Museviliğin ve kavimlerin hayatını incelemek maksadıyla İngilizce, İtalyanca, Fransızca derslerinin yanında İbranice dersi de almıştır. Leipzig Üniversitesinde hukuk tahsil ettiği yıllarda Weimar Kütüphanesinden Arabistan Tasvirleri “Beschreibung von Arabien””adlı eseri de sıklıkla ödünç alarak incelemiştir. Yine Leipzig yıllarında Arap edebiyatı ve tarihi uzmanı Johann Jacob Reiske’nin tercümelerinden faydalanmış ve Arap şairi Mütenebbi’nin şiirleriyle karşılaşmıştır. Strassburg’taki öğrenim yıllarında ise Goethe aslında hayat boyu kendi üzerinde etkisi çok olan bir kültür adamı niteliği taşıyan Herder ile tanışmasından sonra Yakın Doğu ve İslâm üzerindeki fikirleri büyük bir derinlik kazanmıştır.

Onun Arap şiirine ve Kur’an’a duymuş olduğu ilgi aslında tamamıyla Herder vesilesiyle olmuştur. Goethe Doğu-Batı Divanında faydalanmış olduğu seyyahları ve bazı profesör dostlarını da “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde anmıştır. Marco Polo, Johannes von Montevilla, Pietro della Valle, Olearius, Tavernier, Chardin gibi seyyahlar bunlar arasındadır. Yine William Jones, Johann Gottfried Eichhorn, Georg Wilhelm Lorsbach gibi hocalar da onun faydalanmış olduğu isimler arasındadır. Prof. Dr. Johann Georg Kosegarten ve İslam Ansiklopedisi’nin öncülerinden D’Herbelot Goethe’nin Kur’an v e Arapça konusunda müracaat ettiği isimlerdir. Divanın oluşumunda çok önemli bir rol oynayan asıl isimler ise Joseph Freiherr von Hammer-Pugstall (1774-1856) ve Heinrich Friedrich von Diez’dir. Goethe, Diez’in ve Hammer’in Şark edebiyatından yapmış oldukları bütün çalışmalardan istifade etmiştir. Özellikle Keykavus’un Kâbusnamesindeki örf, adet, edep, usul, genel ahlaka aykırı ilkeler ve hikâyeler Goethe’nin dikkatini celp etmiştir ve onu derinden etkilemiştir (Özkan, 2009:36-52).

Goethe, Doğu-Batı Divanı’nın oluştuğu zaman içerisinde bir takım ahlaki, dini ve felsefi vecizeleri de toplayarak bunları Murakaba, Hikmet ve Temsil bahisleri şeklinde divanda işlemiştir(Yılmaz, 2006:7). Genç yaşında yazmış olduğu Mohammets Gesang (Muhammed’in Nağmesi) onun Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem yüce kişiliğine duymuş olduğu hayranlığın bir belgesi mahiyetindedir. Bunun yanında Napolyon’un Almanya’yı işgal ettiği yıllarda Almanya’nın yanında olan

Rusya’nın bu savaşa Türk asıllı askerler göndermesi ve Goethe’nin Weimar’da bu Müslüman askerlerle tanışması da onun İslâmiyet’e olan ilgisini artırmıştır. Kur’an- ı Kerimi bizzat okuyabilme adına Arapça öğrenmeye çalışmış ve Arapça harfleriyle bazı süreleri bizzat yazmıştır. Megerlin’in ve Maraccius’un Almancadan ve Latinceden yapmış olduğu Kur’an tercümelerinden almış olduğu on Sûre’nin onun İslâm’a ilgisini arttıran bir dökümü mahiyetindedir.. Dîvan’ı besleyen en önemli kaynak ise bizzat Kur’anın kendisidir. Dîvan oniki bölümden müteşekkildir. Ayrıca İslâm dünyası, cennet tasavvuru Dîvan için edebi bir malzeme niteliğindedir (Aytaç, 2010:28-31).

Dîvan’da Buch des Sangers (Şarkılar Kitabı) onun siyasi huzursuzluk ortamından kaçışını gösteren Doğu kültürüyle karşılaşmasıdır. Buch Hafis (Hafız Kitabı) bahsinde Goethe Doğu şiirinin dinle bağlantılı karakteristik özelliğini konuları ve biçimleriyle ele almıştır. Buch der Liebe (Aşk Bahsi), Buch der Betrachtungen (Murakabe Bahsi), Buch des Unmuts (Sıkıntı Bahsi), Buch der Sprüche (Hikmetler Bahsi),Buch des Timur (Timur Bahsi), Buch Suleika (Züleyha Bahsi), Das Schenkenbuch (Saki Bahsi), Buch der Parabeln (Mecazlar Bahsi), Buch der Parsen (Persler Bahsi), Buch des Paradieses (Cennet Bahsi) konuları da Divan’ın diğer konularını içermektedir.

Eserde Timur bahsi Hafız’ın çağdaşı Timurla, Goethe’nin çağdaşı Napolyon’nun kışın çıktıkları birer sefer olan Çin ve Moskova seferleri arasındaki bağıntıyı dile getirir. Züleyha bahsi Dîvan’ın en önemli bölümlerindendir. Aşk ve sevgi bu bölümde oldukça kendini göstermektedir. Cennet bahsinde ilâhî ve mecazî aşkın birlikteliği dile getirilirken, bahiste cennet tasavvurunun imajlarınd an hareket söz konusudur. Şair huriler tarafından cennete sokulmuştur, fakat bu onun Züleyha’ya yazmış olduğu şiirler neticesinde meydana gelmiştir (Aytaç, 1992:167- 169).

Goethe’de Allah Telâkkîsi

Alman Edebiyatının en büyük şairi olan Johann Wolfgang von Goethe aynı zamanda bir hakikat şairidir. İçinde yetişmiş olduğu Aydınlanma döneminde yaşadığı devrin Hristiyanlık algısıyla olan çatışmalara rağmen, akıl, mantık, prensip, duygu ve hayal gücü zenginliği gibi kavramlarla kişiliğini sağlamlaştırarak hayatı boyunca kendi prensipleri doğrultusunda hakikat peşinde koşan bilge bir şahsiyettir. Çocukluğunda muntazaman kiliseye gitmiştir. İncil’i okumuştur, buna rağmen Hristiyanlığın katı kalıplarından uzaklaşmayı da bilmiştir.

Binaenaleyh, Leipzig yıllarında geçirmiş olduğu ruhi bunalımlar oldukça ciddi boyuttadır. Ancak onu bu bunalımlardan kurtaran annesinin yakını olan Susanna Katharina von Klettenberg adında oldukça dindar kadının göstermiş olduğu ilgidir. Bu ilginin neticesinde Goethe mistik ve dini eserlere karşı ilgi göstermeye başlamıştır (Aytaç, 1992:134-137).                  “Goethe der ki “ adlı eserde onun Allah telâkkisiyle ilgili sözleri şu şekilde ifade edilmektedir:

“ Tanrı bizden daha güçlü ve daha bilgedir; bu nedenle bize canının istediğini yapar”. “Biz tanrısallık düşüncesi hakkında ne biliyoruz ki? Hem bizim o dar kavramlarımız en yüce varlık hakkında ne söyleyebilir ki? Onu Türk’ün yaptığı gibi yüz isimle de çağırsam, yine de yetmez ve o sınırsız özelliklerin yanında yine de hiçbir şey söylememiş olurum.” “Tanrılarla ölçmeliyim, herhangi bir insanı.” Tanrılar, bizim için neyin iyi olduğunu bizim bildiğimizden daha iyi bilir. ” “Tanrılara tapıyorum, ama yine de onların kopyası biz insanlara karşı davranmaya kalktıkları zaman onlardan nefret etme cesaretini içimde buluyorum.” “Tanrıları insanlardan ayıran nedir? Onlardan bir sürü dalganın, sonsuz bir akımın gelmesi; oysa bizim, bir dalga kaldırdığı bir dalga yuttuğu takdirde batıverişimiz.” “Kralların olduğu çağda da tanrılar vardı.” “Tanrıya ibadetin en güzel şekli, imaja, tasvire gerek göstermeyenidir... ” “Ah, tanrılar aklımızı aldığında insanlar karşı koyabilir mi?” “Tanrılara benzemem ben! Çok derinden duyuyorum bunu. Toz toprak yiyen solucana benzerim.” “Tanrılar bize kendi eserlerini taklit etmeyi öğretiyorlar. Ama biz ne yaptığımızı bilsek de kimi taklit ettiğimizi bilmiyoruz.” “Tek tanrıya inanmak, kendi iç dünyasının birliğine döndürdüğü için hep ruhu yüceltici etkide bulunmuştur.” “Katkısız, derin, doğuştan gelme ve geliştirilmiş görüş tarzım bana tanrıyı tabiatta, tabiatı tanrıda görmeyi kesin olarak öğretti. Öyle ki, bu tasarım biçimi benim bütün varlığımın temelini oluşturdu.” “Evrene yalnızca dışardan itip parmağında döndüren bir tanrı nedir ki! Ona dünyayı içinden sevindirmek, tabiatı kendi içine, kendini tabiata yükseltmek yakışır, öyle ki onun içinde yaşayıp çoğalan ne varsa O’nun gücünü ve ruhunu her an fark eder.” “Tanrıyı seven kimse yüksek tutmalı, çünkü onun kötüyle ilişkisi yoktur.” “Tanrıyı gerektiği gibi seven, O’nun sevgisine karşılık vermesini istemez.” “Tanrıya güvenen kişi olgunlaşmış demektir.” “Kişi nasılsa tanrısı da öyledir; bu yüzden de tanrı çok kez alay konusu olmuştur.” “Tanrıya inanıyorum! Bu, güzel ve övünülecek bir söz; ama tanrının nerede ve nasıl tezahür ettiğini anlamak, işte yeryüzündeki asıl mutluluk budur.” “Bütün unsurlarda tanrının varlığı!” “Tanrı neden mi hoşuma gider? Çünkü yolumuzu hiç kesmez.” “Seven gönül seni yaratıcıya yükseltsin. Allahım, sen benim efendim ol! Sen ki her şeyi seversin, güneşi, ayı ve yıldızları, yeri, göğü ve beni yarattın.” “Baskı ve sıkıntı içinde tanrıyı aradığım zaman hiç elim boş dönmedim ” “...ne olursa olsun, içimizdeki tanrı ne kadar yakındır!” “Yükselmekte olduğumuz zaman tanrı her şeydir; alçaldığımız zaman bizim zavallılığımızın tamamlayıcısıdır.” “Doğu tanrınındır, batı tanrınındır, kuzey ve güney ülkeleri tanrı ellerinin huzuru içinde uzanır.” (Aytaç,1982:486-491).

Goethe, antik dönemden itibaren tek tanrılı inançları tetkik ederek onlarda edebi açıdan faydalanabileceği imajlar bulmuştur. İslam dinine olan alakası bir ömür devam eden Goethe İslam Peygamberinin kişiliğine hayrandır, zira Allah O’nun vasıtasıyla kendisini insanlığa duyurmuştur (Aytaç, 2010:29). Nitekim, Bakara sûresinden bir ayet Goethe’ye şu dörtlüğü ilham etmiştir: “Doğu da Allah’ındır, Batı da Allah ’ın, Kuzey ve güney illeri, Huzur içinde O’nun ellerinde.” Bununla birlikte Goethe Allah’ın adil sıfatıyla ilgili de şunları dile getirmektedir: “O, biricik adil, Adalet diler herkes için, Yüz isminden biri ol O Yüce ’nin, Âmin.” Goethe Allah’ın iradesine teslimdir, bağlıdır. Bu konudaki sözleri şu şekildedir: “Herkes kendi işindeymiş, saçma, Kendi fikrini övüyor! Allah’a teslimiyetse İslamiyet, Onda yaşıyor ve ölüyoruz hepimiz.” Goethe, teslisi reddetmekte ve Müslümanların Allah telâkkisine ilgi duymaktadır, zira teslis Hz. İsa’nın öğretisine de ters düşmektedir.

Goethe bunu şu şekilde dile getirmiştir: “İsa bütün saflığıyla duruyor, Kâinatın Allah ’ı bir tek diyordu. Onu Allahlaştıran her kişi, En kutlu hislerini yaralıyordu!” (Sarıçam, 2014:526-527).

Arap dilini öğrenme çabası içine giren Goethe Kur’an’dan on değişik sûreden ayetler not etmiştir. Ancak bu not edişler tamamıyla kendi kanaatleri doğrultusunda olmuştur. Bu kanaat Allah’ın tabiatta tecelli etmesi inancıdır: “Doğu da Allah’ındır, Batı da Allah’ın; nereye dönerseniz Allah’ın yüz oradadır (sure 2)”. Goethe, Allah’ın tekliği ve birliği esasını şiar edinmiş ve ona en büyük değeri vermiş bir şairdir. Nitekim bunu Kur’an’dan not etmiş olduğu “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde....bütün bunlarda, dikkatli olan ve düşünen bir toplum için Allah ’ın birliğini ve lütufkârlığını gösteren yeterli deliller vardır” ayetinden anlamaktayız.

Goethe yine İslam dininin esaslarından birini teşkil eden Allah’ın iradesine teslim olma konusunda samimidir. O, Allah’ın iradesine teslim olmayı, onun önceden kaderi tespit edişine ve iradesine karşı gelinmemesi gerektiği şeklinde dile getirerek gerçek bir dindarlığın icabını ortaya koymaktadır. Herzog Carl August öldüğünde Goethe Eckermann’a şunları ifade etmiştir:” Allah iyi bulduğunu yapıyor, biz zavallı ölümlülere katlanmaktan başka çare kalmıyor. Biz Allah’ın verdiği ömür kadar yaşıyoruz. Allah bizden daha kudretlidir ve hâkimdir, bunun için bizi kendi dilediği şekilde yönetir ” (Maksudoğlu,1967:191 -200).

Goethe’nin gençliğinde başlayıp ömrünün sonuna kadar süren İslâm’a olan alâkası onun Allah telâkkisiyle ilgili görüşlerinde derin tesirler bırakmıştır. Goethe’ye göre Allah adildir ve herkes için adalet dilemektedir. Allah’ın yüz isminden birisi şüphesiz Adil’dir. Goethe, Müslümanların Allah telâkkisine sempati duymaktadır, teslisi reddetmekte ve teslisin Hz. İsa’nınsalla’llâhü aleyhi ve sellem tevhit anlayışına ters düştüğünü belirtmektedir. Ona göre Hz. İsa salla’llâhü aleyhi ve sellem tamamen saftır ve kâinatın Allah’ını birlemektedir, ancak Hz. İsa’yı salla’llâhü aleyhi ve sellem ilahlaştıranlar onun kutlu hislerini yaralamaktadırlar (Sarıçam, 2014:522-527).

Goethe Allah’a karşı sürekli bir hürmet içerisindedir ve onun amacı ve itikadı Allah’ın lütfunu, sevgisini arzu etmektir. Goethe bir muhabbetullah içerisinde O’na karşı vuslat etmektedir. Zühd ve takva vesilesiyle Allah’a ulaşmak isterken,

dünyadan kendisini tecrit etmek ve bedenini köreltmek de Goethe’ye ters gelmektedir. Bu yüzden bir orta yol aramaktadır. Bu da Goethe için şüphesiz ki İslamiyet’tir.

Goethe’ye göre daima bir tesbihat içerisinde olan bir kimse Allah’a karşı bir teslimiyet ve tevazu içerisinde olmaktadır, dolayısıyla insanın O’nu samimi bir şekilde zikretmesi hem dünyadaki kurtuluşu, hem de ahiretteki kurtuluşu açısından önem arz etmektedir. Goethe’ye göre Allah’ın varlığının, birliğinin ve O’nun her şeyi gördüğünün bilincinde olan bir kişinin yalan ve ihanet içerisinde bulunması imkânsızdır. Kâinatı yaratıp, onu bir nizam içerisinde idare edip ve dünyayı insanın emrine, hizmetine sunan Yüce varlığı sevmek insanın en büyük görevidir. Bununla beraber Goethe’ye göre dünyada ve ahirette mutluluğun yolu Allah sevgisinden geçmektedir. Aşk ve sevgi Allah’a yakın olmanın en belirgin göstergesidir. Allah sevmesini bilene yakındır, akıl ile düşünülür, ancak aşk ile hissedilir (Yılmaz, 2006 73-74).

Goethe bir tek Allah’a inanmanın ve iman etmenin kişiyi yücelttiğine inanmaktadır. Allah’ın takdiri karşısında insanın teslimiyetten başka bir yolunun olmadığını; O’nun irade ve takdirine mutlaka boyun eğilmesi gerektiğine itiraz etmemektedir. Tek bir Allah’a inanmak ruhu yücelten bir etkiye sahiptir, dolayısıyla bu etki kişiyi kendi iç birliğine götürmektedir (Özkan, 2009:79; Mommsen, 2012: 159).

Goethe, Hristiyanların haçına karşı da bir tavır sergilemiştir. Zîra o, Hz. İsa’nın (AS) bir tek Allah’a (CC) iman ettiğini ve Hz. İsa’nın (AS) Allah’ın (CC) oğlu olarak beyan edilmesinin büyük bir günah olduğunu vurgulamak suretiyle haçı yermiştir. Hammer’in Kur’an tercümesinde Hz. İsa’nın (AS) Allah’ın oğlu olduğunu reddettiği Kur’an’ın 5. Suresinin 116. Ve 117. Ayetlerini bulmuştur. Goethe’nin Allah inancı Müslümanların Allah inancıyla örtüşmektedir. Onun 1811 yılında yayınlamış olduğu Fundgruben des Orients’in 2. cildinde Hammer’in tercümesinden bildiği İhlas süresinde bu durum dile getirilmektedir. Yani bu duruma göre İhlas süresinin tamamını içselleştirmiştir. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. Yani, her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ondan çocuk

olmamıştır. Kimsenin babası değildir. Kendisi de doğmamıştır, yani kimsenin çocuğu değildir. Hiçbir şey O’ne denk ve benzer değildir” (Mommsen, 2012:161).

Goethe Şansölye F.v. Müller’e şöyle demektedir:”................ Bugün. halâ Isa’nın

anladığı manâda Hristiyan olan kimdir? Bu belki benim sadece; her ne kadar siz beni bir dinsiz addetseniz de.” Goethe Doğu-Batı Divanı’nda da şunu dile getirmektedir: “O, bizzat Müslüman olduğu yolundaki bir kuşkuyu reddetmez. “İslam’da yaşıyor ve İslam’da ölüyoruz?” Onun Allah’ın birliği anlayışı birliğin içindeki çokluk kabulünü reddetmemektedir (Mommsen, 2012:166-167).

Goethe Doğu-Batı Divanı’nın Muganni Name (Şarkılar Kitabı) İnayet Belgesi ve Tılsım başlıkları altındaki şiirlerinde Allah’ın yüz adından bahsetmektedir. Goethe, Allah’ın yüz ismine Hammer’in Talismane der Muslimen (Müslümanlarda Tılsım Üzerine) başlıklı yazısında rastladığını söylemektedir. Güzel sıfatıyla adlandırılan bu isimlerin (esma-i hüsna) doksan dokuzu Kur’an’da yer almaktadır, yüzüncüsü ise gizlidir. En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır. Bu ifade Kur’an’nın 7. Süresinin 180. ayetidir. Hammer tarafından yapılmış olan Kur’an-ı Kerim’in 59. Süresinin 22. 23. Ve 24. Ayetleri de Goethe’nin dikkatini celp etmiştir.

Bu ayetlere göre O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah ’tır. Gaybı da, görünen alimi de bilendir. O, rahmandır, rahimdir. O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah ’tır, O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü noksanlıktan uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşşiz olan Allah ’tır. Allah, onların ortak koştuklarından (putlardan) uzaktır. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tespih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.(Mommsen, 2012: 168-169).

Diğer yandan Hans A. Meier Divan için yazmış olduğu şerhlerde Goethe için şunları dile getirmiştir: “Allah ’ın isimlerinin ‘iç çelişkileri’ nedeniyle Goethe’nin kendini dinden ‘kopmuş’ hissettiğini açıklaması, ko konunun yakından incelenmesini kaçınılmaz kılmaktadır?” Oysaki bu iddia Goethe’nin notlarından dolayı yanlış olarak

ortaya atılmıştır. Zîra bu notları da Goethe Celâleddin Rûmî’nin mesnevisini okurken görmüştür. Bu yanlış anlaşılan notta şöyle denmektedir: “...Tevhit inancının sebep olduğu nefret ettirici/O’na bütün çelişkili sıfatların verilmek mecburiyetinde olunması saçmalığıdır!” Fakat Goethe burada çelişkili isimlerin absürd oluşundan söz etmemekte, tam tersine tevhit inancının götürdüğü berbatlıktan söz etmektedir. Bu ifadenin de Goethe’nin tevhid inancının berbat olduğu manasına gelmemektedir (Mommsen, 2012:170.

Yine Goethe Allah’ın yüz ismiyle ilgili şu ifadeleri dile getirmektedir:

“Undwenn ich Allahs Namenhundert nenne,

Mitjedem klingt einName nachfür dich”.

“Ve söylesem yüz ism-i celâlini Allah’ın

Yankılanır senin için her biriyle bir isim ” (Mommsen, 2012:176).

Goethe esma-i hüsnanın sırrını Doğu-Batı Divan’ında Züleyha Bahsinin sonunda en zirve noktaya taşmıştır:

“In Tausend Formen magst du dich verstecken,

Doch, Allerliebste, gleich erkenn ich dich,

Du magst mit Zauberschleiern dich bedecken,

Allgegenwartge, gleich erkenn ich dich.

In der Zypresse reinstem jungen Streben,

Allschöngewachsne, gleich erkenn ich dich,

In des Kanales reinem Wellenleben,

Allschmeichelhafte, wohl erkenn ich dich.

Wenn steigend sich der Wasserstrahl entfaltet,

Allspielende, wie froh erkenn ich dich!

Wenn Wolke sich gestaltend umgestaltet,

Allmannigfaltge, dort erkenn ich dich.

An des geblümtenten Schleiers Wiesenteppich, Allbuntbesternte, schoen erkenn ich dich;

Und greift umher ein tausendarmger Eppich, O Allumklammernde, da kenn ich dich.

Wenn am Gebirg der Morgen sich entzündetdet,

Gleich, Allerheiternde, begrüŞ ich dich,

Dann über mir der Himme rein sich ründet

Allherzerweiternde, dann atm ich dich.

Was ich mit auflerm Sinn, mit innerm kenne, Du Allbelehrende, kenn ich durch dich;

Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,

Mit jedem klingt ein Name nachfür dich” fGoethe, 1988:91).

“Binlerce surette saklasan da kendini,

Sevgililer Sevgilisi, hemen tanırım seni;

Büyülü örtülerle kapasan da kendini,

Her yerde hazır ve Nazır olan, anında tanırım seni.

Servilerin yukarıya can atan saf ve taze arzularında, Yüceler yücesi anında tanırım seni,

Su kanallarındaki billur dalgaların canlılığında,

Büyük lütufkâr elbette tanırım seni.

Fıskiyenin yükselip dağılan suyunda,

Ebedi oyuncu, ne mutlu ki tanırım seni,

Bulutun kendinden değişip şekillenmesinde,

Sûretler âleminin yaratıcısı, orada tanırım seni.

Bir halı misali çiçeklerle donanmış çimlerde,

Ey âlemi renkli yıldızlarla donatan, ne güzel görürüm seni;

Etrafı kaplamış bin kollu sarmaşıklarda,

Ey her şeyi kuşatan, orada tanırım seni.

Sabahları şafak söktüğünde dağlarda,

Ey neş’e kaynağı hemen selamlarım seni,

Sonra üzerimde şu berrak gök kubbeleştiğinde,

Ey gönül ferahlatıcı, o an seni solurum.

Zahiri anlamıyla batıni manasını anlarım

Sen ey âlemin öğreticisi, senden seni bilirim;

Ve söylesem yüz ism-i celalini Allah’ın

Yankılanır senin için her biri bir isim ” (Özkan, 2009:273).

Goethe’nin uzun bir şekilde Allah’ı sena etmesi, aslında onun sufi geleneği vasıtasıyla Allah’a olan vuslatını gerçekleştirmesine yardım etmektedir. Bir başka şekilde Goethe Allah’a olan telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir:

“Soll ich nicht ein Gleichnis brauchen,

Wie es mir beliebt?

Da uns Gott des Lebens Gleichnis,

In der Mücke gibt.

Soll ich nicht ein Gleichnis brauchen,

Wie es mir beliebt?

Da mir Gott Liebchens Augen

Sich ein Gleichnis gibt”.

“Bir mecaz kullanmamalı mıyım?

Hoşuma gittiği gibi,

Keza Allah bir sivrisinekte

Vermektedir bize hayat misalini.

Bir mecaz kullanmamalı mıyım?

Tam da istediğim gibi.

Zira Allah sevgilinin gözlerinde sunar bana

Bir mecaz olarak kendini” (Mommsen, 2012:179-180).

Yine Divan’ın Persler Kitabındaki Pers İnancından Kalan Miras başlıklı şiirde Allah telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir:

“Gott auf seinem Throne zu erkennen

Ihn den Herrn des Lebensquels zu nennen,

Jenes hohen Anblicks wert zu handeln

Und in seinem Lichte fortzuwandelri”.

“Hissettim ki Allah’ı arş-ı âlâda idrak etmek,

O’na hayat pınarının hâkim-i mutlakı demek,

yüce bakışa yaraşır biçimde hareket etmek

O’nun ışığında durmadan ilerlemek demek” (Mommsen, 2012:181-182).

Goethe, Eckermann’a yazmış olduğu 11 Mart 1832 tarihli mektubunda da Hz. İsa (AS) vesilesiyle Allah telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir: “Onun önünde eğilirim....o en yücenin tezahürüdür.Ben ondaki nura ve Allah ’ın yaratıcı kudretine perestij ediyorum; yalnız onun vesilesiyle biz yaşıyor ve çalışıyoruz ve hatta bütün nebatat ve hayvanlar da bizimle beraber” (Mommsen, 2012: 181-182).

Goethe Gözüyle Kur’an ve Hz. Peygamber

Hristiyanlık, Batı’nın varoluş sürecinin çoğunda Batı’ya hükmetmiş, onun manevi itici gücünü taşımakla beraber aynı zamanda Rönesans ve Aydınlanmaya kadar Batı dünyasının tüm gelişimini de etkilemiştir (Tarnas, 2015:155). Batı fevkalâde bir taassubun içerisinde kıvranıp durmuştur. Bu taassup öyle bir raddeye varmıştır ki, batıda din ve mezhep savaşları almış yürümüş ve bunun neticesinde Batı karanlık bir dünyanın içerisinde yuvarlanıp durmuştur. Liberal din adamlarının teolojiye yaptıkları saldırı yanlış anlamalardan kaynaklanmıştır (Whitehead, 2011:183).

Nihayetinde, Hristiyanlık dünyası Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma gibi dönemlerin getirmiş olduğu müsamaha neticesinde Hristiyanlığın dışında da

inançların olabileceği düşüncesinin farkına varmıştır. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesi Batı dünyası içerisinde kendisini en çok hissettiren bir form şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu formun sacayaklarından biri olan Hümanizm Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasına karşı geliştirilmiş bir protesto niteliği taşıyan tolerans düşüncesidir (Aydın, 2016-1:59). Bu tolerans fikriyle birlikte gözler İslâm’a çevrilerek Batı’da artık İncil ve Tevrat dışında Kuran-ı Kerimin tercümeleri yapılmaya ve yayınlanmaya başlamıştır.

İslâm’a ve İslâm bilimlerine olan ilginin artmasıyla beraber, Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem hayatıyla ilgili eserler de yazılmaya ve yayınlanmaya başlamıştır. İslâmiyet’le ilgili yapılan çalışmalar da tabiatıyla daha önceden Latince’ye çevrilmiş olan kaynaklara dayanılarak yapılmıştır. 17. Asırdan itibaren Arapça’ya ve doğu dillerine olan ilgi artmış ve kaynaklara bizzat başvuru geleneği başlamıştır (Sarıçam, 2007:489). Bu durum Doğu’nun zorunlu olarak Batı’ya seyri fikrini ortaya çıkarmaktadır, zîra Avrupa tarihin mutlak sonuysa, Asya başlangıcı durumundadır, yani belirleyici olan da zorunlu olarak doğu olmaktadır (Hegel, 2016:190). Bu dönemde Avrupa’da büyük devletlerden her biri kendisini, reforme edilmiş, arındırılmış dini hakikatlerin bir versiyonuyla da özdeşleştirmeye başlamıştır (McNeill, 2015:143).

Onsekizinci yüzyılda aydınlanma fikrini savunanların piyasaya çıkıncaya değin Batılı Hristiyanlar, Müslümanların henüz neye inandıkları konusu şöyle dursun, Doğulu Hristiyanların bile kendileri hakkında ne düşündüklerini bilmemektedirler. Onlar için Müslümanlar müşrik, pagan ve kâfir olarak nitelendirilmektedir. Oysaki Müslümanlar, Hristiyanlık düşüncesinin ne olduğu ve hangi açılardan İslâmiyet’ten farklı olduğu hakkında bilgiye sahiptiler (Pickthall, 2014:100-101).

Kaldı ki, o günkü Alman coğrafyası 300 civarında devletçik halinde yaşamaktaydılar. Amerika’nın keşfi ve Protestanlığın ortaya çıkmış olması Avrupa’da ve tabii ki o günkü Almanya’da her alanda önemli değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Artık Almanya pek çok değişime gebe kalmaktadır (Doğan, 2012:7-36). Lessing sahip olduğu fikirlerle daha o dönemde tek başına ortaya çıkıp doğruyu haykırmak hususunda korkusuzca bir mücadele vermiştir.

Bir ön açıcı olarak sadece İslam’ın değil, Arapların yanın da Türklerin de ön yargısız bir şekilde tanıtılması için yoğun bir çaba içerisine girmiştir (Taşcı, 2013: 60). Bu dönemde Goethe deneysel gözlem ile spiritüel sezgiyi ifşa edici bir tabiat biliminde, tabiatın organik arketip formlarını idrak etmeye muktedir olan bilimde birleştirme çabası gösteren bir tabiat felsefesi hareketi başlatmıştır (Tarnas, 2012:225). Kur’an bu dönem zarfında bir bütün olarak Avrupa’da Almanca, Fransızca, Polonya dillerine çevrilmiştir. Oryantalist cemiyetler dergilerin sunmuş oldukları katkılar neticesinde, onların kullanmış oldukları ilmi materyaller artmış ve bilgi birikimi paylaşılabilir hale gelmiştir (Derin, 2006:28). Batı toplumu dogmatik kilise yerine, daha ılımlı, sevecen ve hoşgörüyü önceleyen dini oluşumlara yönelmiştir (Yılmaz, 2014:359).

Goethe’nin Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e olan ilgisi o dönemdeki dini hoşgörü hevesine de dayanmaktadır. Aydınlanmacı hoşgörü bağlamında Goethe Kur’an-ı ve manasını, İncil’in yanısıra, insanlığın büyük kısmınca kutsal olan başka kitapların da var olduğunun müşahhas bir örneği görmektedir. Herder sayesinde, 1770-71 kış mevsiminde Strassburg’ta Kur’an-ı okuma fırsatı yakalayan Goethe, yazmış olduğu Divan’da Kur’an hayranlığının temelini atarak İslâmiyet’i, Kur’an-ı ve Hz. Peygamber’i salla’llâhü aleyhi ve sellem eşsiz bir şekilde övmüştür (Aytaç, 2010:270).

Goethe, gençlik dönemindeki dindar olan arkadaşlarıyla yapmış olduğu tartışmalarda geleneksel bir dini geçerli kılmak isteyen koyu Hristiyanlık bakışına karşıdır. Romantizmin içindeki tek taraflı ‘Hristiyancılık düşüncesine de muhaliftir. Bu durum onun Kur’an-ı tekrar göz önüne almasına bir vesile niteliğindedir. Onun Kur’an-a olan ilgisi sadece bir dini hoşgörü gösterisi olmaktan ziyade, ulaşabildiği tüm dini inanç şekillerini tanıma merakıyla da alakalıdır. Çocukluğundan beri kendisine uygun bir din anlayışı arayışı içerisindedir. İnanç konusunda sürekli bir arayış ve gel gitler içerisindedir.

1770-71 yıllarında almış olduğu hukuk öğreniminin sonrasında Herder ile tanışması Kur’an’la tanışmasına ve uğraşmasına kaynaklık etmiş ve Kur’an’ın o muhteşem üslubuna hayranlık kesp etmesine sebep olmuştur. Onun Kuran’ın üslubuna dair duymuş olduğu haz çok ileri seviyededir. Goethe bu durumu şu

şekilde dile getirmiştir: “Kur ’an-ın üslubu disiplinli, büyük, müthiş, yüce” dir. Ama onu Kur’an’a çeken asıl neden ise, Allahın tabiatta tecelli edişi, çeşitli elçiler vesilesiyle insanlığa hitap etmesi mucizenin reddi ve dindarlığın hayırsever işlerde kendini kanıtlaması gerektiğinden emin olmak gibi İslami öğretiler şeklindedir. Öyle ki, İslam’la bir akrabalık duygusu içerisindedir (Aytaç, 2010:269-273).

Herder’in İslam ve Hz.Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkındaki olumlu düşünceleri Goethe’i tesiri altına almıştır. Zîra, Herder’in, Hz.Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem tevhit öğretisini yaymasındaki coşkunluğunu ve O’nun saflık, uyanıklık ve iyi niyete dayalı hizmet anlayışını beğenmesi Goethe’ye takdire şayan bir düşünce olarak gelmiştir. Goethe’ye göre Herder Müslümanların ulaşmış olduğu medeniyet seviyesini övmektedir. Şarabın, temiz olmayan yiyeceklerin, tefeciliğin, aç gözlülüğün, kumarın İslam’da yasak oluşu Herder’in övmüş olduğu saflaştırma gayretleridir. Müslümanlar bilhassa bu yasaklara sırf Allah’a kulluk etmek gayretiyle katlanmaktadırlar. Arınma çabası, ibadetler, zekât, sadaka, Allah’a teslim olma gibi hasletler Müslümanlara ruh huzuru ve karakter birliği aşılamaktadır. Bütün bu hususların Goethe’nin dikkatini celp etmesi tabiatıyla onu Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem görevi ve kişiliği üzerine yoğunlaşmaya itmiştir (Sarıçam, 2007:489-490).

Goethe’nin Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e salla’llâhü aleyhi ve sellem yaklaşımı, hoşgörü yaklaşımı ile geçmişin yanlış hükümlerini yeniden düzeltme gayretleri içerisinde olan Aydınlanma Çağının tutumundan değil, daha ziyade kendi şahsi ilgisinden kaynaklanmaktadır. Zira Goethe o zamana kadar ki söylenegelen, İslam hakkındaki çok cüretkâr ifadelerin hepsini aşmıştır. Goethe mükemmelliğe erişme çabası içerisindedir. Onun yol göstericisi olarak görmüş olduğu Pindar’a yazdığı bir mektupta: ”Ben şimdi Musa’nın (a.s.) Kur’an’da dua ettiği şekilde dua etmek istiyorum: Rabbim benim dar göğsümde genişlik ver bana. işimi kolaylaştır. Dilimin bağını çöz’” Goethe burada Kur’an’ın 20. sûresini zikretmektedir (Maksudoğlu, 1967:189-190).

Goethe gençlik yıllarında içerisinde tevhit akidesini temel konu olarak işlemiş olduğu “Mahomef” adlı bir dram hazırlığına yönelmiştir. O, bu eserde Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem ile Halime’yi konuşturarak İslâm’ın tevhit akidesini işlemiştir.

Taslak halinde kalan bu projeyle birlikte Hz. Ali (RA) ve Hz. Fatıma(RA) arasında terennüm halinde gelişen bir parçayı bu taslaktan ayırarak bağımsız bir şiir haline getirmiştir. Bu kısıh Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem için övgü niteliği taşıyan Mahomets Gesang (Muhammed’in Şarkısı) şiiridir. Goethe’nin Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem olan yakınlığı ömrü boyunca devam etmiştir (Sarıçam, 2007:490).

Goethe’nin Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem karşı hissetmiş olduğu çok samimi sempatiler eserlerine yansımıştır. Böylelikle Kur’an okumalarına başlayan Goethe, Kur’an’dan notlar çıkararak bu notlar üzerinde çalışmış; Allah’ın birliği esasını içeren ayetlerle Hz. Peygamberin davranış tarzı ve öğretisiyle ilgili olanlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Onun Mahomets Gesang’ şiiri Hz. Muhammed’insalla’llâhü aleyhi ve sellem seçkin hususiyetlerini ortaya koyduğu ve O’nun beşeriyetin manevî ve fikrî önderi olduğunu ifade ettiği övgü şiiridir (Kahraman, 2003:578). Goethe Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem olan hayranlığını bu şiirinde şu mısralarla ifade etmektedir:

“Bakın kaynak nasıl fışkırmakta

Kayalardan neşe ile

Nurlu yıldızlar gibi pırıl pırıl

Bulutlar üzerinden melekler

Onun gençliğini beslerdi

Fundalıklardaki kayalar arasında

Taptaze, gencecik

Raks ederek bulutlardan

Mermer kaynaklara iner

Tekrar yükselir sevinç

Nağmeleriyle semaya

Dağ geçitlerinde o,

Kovalıyor rengârenk çakılları

Koparıp sürüklüyor genç önder

Kardeş kaynakları da birlikte

Çiçekler açıyor aşağı vadide

Yeşeriyor çimenler adım attığı her yerde

Nefesinden

Onu yolundan alıkoyamıyor hiçbir

Karanlık vadi, hiçbir çiçek

Aşk dolu gözlerle Onu süzerek

Dizlerini sarıp tutamaz

Düzlüğe gidiyor kıvrılarak akışı,

Karışıp birleşerek

Dost oluyor dereler, iniyor şimdi ovaya

Gümüş pırıltılarla,

Ovalar Onunla ihtişama bürünür,

Ovalardan ırmaklar.

Dağlardan dereler

Sevinçle sesleniyor Ona: kardeş, Kardeş, kardeşlerini de al.

Beraber ezeli atana götür, Açılmış kollarıyla

Bizi bekleyen

Ebedi okyanusa,

Eyvah, boşuna açılmış kollarla bekler

Hasret çektiği bizleri kucaklasın diye;

Çünkü ıssız çölde bizi yer

Kumlar.

Tepemizde güneş emip bitirir kanımızı,

Ve bir tepe engelliyor, Göle varmamızı.

Kardeş,

Ovalardan gelen kardeşlerini de al,

Dağlardan gelen kardeşlerini de al, Birlikte götür atana!

Gelin hepiniz!

Ve coşuyor şimdi O

Bütün ihtişamıyla.

Bir nesil kaldırır bu Sultan ’ı yükseklere,

Ve kükreyince O, zaferler kazanıyor, isim veriyor beldelere,

Şehirler oluşuyor ayak bastığı her yerde.

Durdurulamaz bir akınla devam ediyor, Kulelerin alevli zirvelerine,

Mermer sarayları, hilkatinin icabı

Arkasında bırakarak.

Sedir ağaçlı evler atlas taşır

Geniş omuzlarında,

Dalgalanarak başının üstünde

Binlerce sancak yükseliyor göklere

ihtişamına şehadet ederek.

Ve böylece kavuşturuyor kardeşlerini,

Sevdiklerini, evlatlarını

Gönlü muhabbetle dolu, onları

Bekleyen Yaratıcıya. ”

Şair, şiirinde Hz. Muhammed’isalla’llâhü aleyhi ve sellem kayalar arasından doğan bir nehre benzetmekte ve O’nun manevi gücünün kardeşleri olan diğer ırmak ve dereleri de kendi bünyesinde toplayarak Allah’a ulaştığını dile getirmektedir. Başlangıcı küçük olan bu manevi gücün zaman içerisinde büyüyüşünü, yayılıp açılışını ve Allah’ı temsil eden okyanusa dökülüşünün şanlı neticesini dile getirmektedir (Sarıçam, 2014:522-524).

Goethe aradan geçen yıllar içerisinde Hz. Peygambere bağlanmıştır. Onun vahdet inancının bir belgesi olan “Mahomed Dramı ’nın” giriş monoloğunun fragmanında peygambere okuttuğu şiir şu şekildedir:

“Mahomet (allein)

Teilen kann ich euch nicht dieser Seele Gefühl.

Fühlen kann ich euch nicht allen ganzes Gefühl

Wer, wer wendet dem Flehn sein Ohr?

Dem bittenden Auge den Blick?

Sieh, er blinket herauf, Gad, der freundliche Stern.

Sei mein Herr du, mein Gott! Gnadig winkt er mir zu!

Bleib! Bleib ’ Wendst du dein Auge weg?

Wie? Liebt’ ich ihn, der sich verbirgt?

Sei gesegnet, o Mond! Führer du des Gestirns,

Sei mein Herr du, mein Gott! Du beleuchtest den Weg.

Lass! Lass nicht in der Finsternis

Mich! Irren mit irrendem Volk.

Sonn ’, dir glühenden, weiht sich das glühende Herz.

Sei mein Herr du, mein Gott! Leit ’, allsehende, mich.

Steigst auch du hinab, herrliche?

Tief hüllet mich Finsternis ein.

Hebe, liebendes Herz, dem Erschaffenden dich!

Sei mein Herr du, mein Gott! Du alliebender, du,

Der die Sonne, den Mond und die Stern ’

Schuf, Erde und Himmel und mich ”

“Muhammed

Bu ruhun hislerini anlatamam size.

Duyguları bütünüyle duyuramam.

Yakarışlara kulak verecek olan kimdir?

Yok mudur yalvaran gözlere bakacak biri?

Bak, şu aşina Müşteri yıldızı, nasıl parlamakta.

ilahım ol, Tanrım ol benim! Bir işaret lütfet bana.

Dur, gitme! Batıyor musun yoksa?

Nasıl? Yoksa kendini gizleyen bir faniyi mi sevdim?

Ey kamer, takdir ederim ki, yıldızların rehberisin sen,

Rabbim ol, İlahım ol! Yolumu aydınlatan sensin.

Bırakma! Terketme beni karanlıklarda!

Yolunu kaybetmiş şaşkın kalabalıklarla.

Ey güneş! Şu yanık gönül senin için tutuşur,

İlahi, Tanrım ol! Ayırma beni doğru yoldan, ey Basir!

Yoksa sen de mi batıp gidiyorsun, ey ilahi kudret!

Zifiri karanlıklara gömülmekteyim elbet.

Ey, seven kalp! Kalk! Doğrul! Yüksel Yaradan ’a!

Rabbim ol! Tanrım ol! Sen, tüm mahlûkatı sevensin,

Sen ki güneşi, ayı, yıldızları yarattın,

Yeri, göğü ve beni sen yarattın ”.

Goethe’nin bu monoloğu Kur’an-ı Kerim’in 6. Suresindeki Hz. İbrahim (AS) kıssasını değiştirerek ilhamla yazmış olduğu ortadadır. Hadise sanki Hz. Muhammed’in (AS) başından geçmiş gibi anlatılmıştır (Özkan,2009:107- 109;Mommsen, 2012:50-51).

Hz. Peygamber hakkında yazılmış olan kasidelerin en güzellerinden birisi olarak kabul edilen bir şiiri de Goethe’nin Hz. Muhammed’in Nağmesi’dir. (Mahomets Gesang) :

Mahomets Gesang

Hz.Muhammed’in Nağmesi

Seht den Felsenquell,

Kayalıklardan fışkıran

Freudehell,

Şu neşe pınarına bakın

Wie ein Sternenblick;

Bir yıldız çakışı sanki

Über Wolken

Bulutlar üzerinde

Ndhrten seine Jugend

Yüce ruhlar beslemiş gençliğini

Gute Geister

Derununda koruluktaki kayalıkların

Zwischen Klippen im Gebüsch

 

Jünglingsfrisch

Taptaze gençliğiyle

Tanzt er aus der Wolke

Sıyrılıp bulutlardan

Auf die Marmorfelsen nieder,

Rakseder gibi iner mermer kayalara

Jauchzet wieder

Haykırır sevincini yine

Nach dem Himmel

Sinesinden asumana

Durch die Gipfelgdnge

Katmış da önüne rengârenk çakılları

Jagt er bunten Kieseln nach,

Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı

Und mit frühem Führertritt

Ve bir önder azmiyle

ReiŞt er seine Bruderquellen

Götürüyor beraberinde

Mit sich fort

Nice kardeş pınarları

Drunten werden in dem Tal

Vadilerden aşağı

 

Unter seinem FuŞtritt Blumen Çiçeklenir geçtiği yerler

Und die Wiese

Ve çimenler

 

Doch ihm halt kein Schattental, Lakin eyleyemez onu

Keine Blumen

Ne gölgeli vadiler

 

Metin Kutusu: Ebt von seinemHauch Metin Kutusu: Soluğuyla yeşerir.

Die ihm seine Knie umschlingenNe sevdalı bakışlarla yüze gülerek

Nach der Ebne dringt sein Lauf Basıp ovayı ta içlere kadar ilerler

Schlangenwandelnd.

Sonra döne dolana akar gider

Bache schmiegen

Yoldaşı olur akarsular

Sich gesellig an. Nun tritt er

Ve şimdi gümüş parıltılar içinde

In die Ebne silberprangend,

Girer obaya

Und die Ebne prangt mit ihm,

Ve onunla parıldar ova

Und die Flüsse von der Ebne

Ve ovalardan gelen ırmaklardan

 

Und die Bache von den Bergen Ve dağlardan inen derelerden

Jauchzen ihm und rufen:Bruder! Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş

Bruder, nimm die Brüder mit,

Kardeş, kardeşlerini de al yanına,

Mit zu deinem alten Vater,

O kadim Yaradana

Zu dem ewgen Ozean,

Kucağını açıp bizi bekleyen

Der mit ausgespannten Armen

O ebedi umman kavuştur,

Unser wartet

Ah! O kollar ki beyhude açılmış

Die sich, ach! Vergebens öffnen, Bağrına basmak için hasret çekenleri

 

Seine sehnenden zu fassen;

Zira şu ıssız çölün

Denn uns friŞt in öder Wüste

Haris kumları bizi yiyip bitirecek;

 

Gierger Sand; die Sonne droben Güneş yukardan kanımızı içecek

Saugt an unserm Blut; ein Hügel Bir tümsek engel göle ulaşmamıza

Hemmet uns zum Teiche! Bruder, Kardeş

Nim mdi eBrüder von der Ebne, Al ovalardan bütün kardeşleri,

Nimm die Brüder von den Bergen, Dağlardan bütün kardeşleri al

Mit, zu deinem Vater mit!

Eriştir hepsini yüce Yaradana!

Kommt ihr alle!-

Haydi, gelin hepiniz !-

Und nun schwillt er

Nasıl da coşmakta şevkle;

Herrlicher; ein ganz Geschlechte

Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!

Tragt den Fürsten hoch empor!

Parlak zaferlerle ilerlerken,

Und im rollenden Triumphe

Ülkelere ad verir,

Gibt er Landern Namen, Stadte

Geçtiği yerlerde şehirler kurulur,

Werden unter seinem FuŞ.

Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek

Unaufhaltsam rauscht er weiter,

Öyle cömert bir fıtrat ki o,

Laflt der Türme Flammengipfel,

Parlayan kuleleri,

Marmorhauser, eine Schöpfung

Ve görkemli mermer sarayları

Seiner Fülle, hinter sich .

Böylece ardında bırakır gider.

Zedernhauser tragt der Atlas

Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,

Auf den Riesenschultern; sausend

Taşıyor devasa omuzlarında

Wehen über seinem Haupte

Ve bir uğultu ki rüzgârda,

Tausend Flaggen durch die Lüfte,

Sırtında binlerce yelkenli,

Zeugen seiner Herrlichkeit.

Ve onun ihtişamına şahit (Özkan, 2009:

111-113).

Şairler prensi olan Goethe’nin bu şiiri Hz. Muhammed’i (AS.) yüceltmek üzere yazılmış bir tür na’t, kasidedir. Bu şiir Muhammed Dramında Hz. Ali (RA)

ve Hz.Fatıma’nın (aleyhisselâm) karşılıklı olarak okumaları için yazılmıştır, ancak dram tamamlanamayınca geriye bu şiirler kalmıştır.

Goethe, Hz. Peygamber hakkında o zamana kadar Avrupa’da yazılmış ne kadar kitap varsa tüm kitapları okumuştur. Bu kitaplar menfi olarak kaleme alınmış kitaplardır. Buna rağmen o müthiş zekâ, sezgi ve dehasıyla tüm önyargılara rağmen fışkıran bir neşe pınarı olan Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem ulaşmayı başarmıştır. Bu şiirinde Hz. Peygamber’i bir din dâhisi ve bütün insanlığın manevi lideri olarak tebcil etmektedir. O, kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, bütün insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almak suretiyle Allah’a ulaştırmaya çalışmaktadır (Özkan, 2009:113).

Goethe İslamı hep savunmuş ve Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) çok değerli bir insan olduğunu hep bilmiş ve O’na hayran olmuştur (Özdemir, 1970:138). Goethe, bağnaz bir profesör olan ve Kur’an’ı Arapça aslından Almancaya tercüme eden ilk Alman olan Megerlin’i de tenkid ederek, onun Hz. Muhammed’i salla’llâhü aleyhi ve sellem sahte peygamber ve Deccal olarak göstermesine şiddetle karşı çıkmıştır ve Kur’an’ın acilen yeniden, aslına uygun olarak tercüme edilmesi gerektiğine dair bir değerlendirme yazısı yazmıştır (Dallmayr, 2000:116).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar