JOHANN WOLFGANG VON GOETHE
Hazırlayan: Sabri BALTA
Goethe’nin Yaşadığı Devrin Özellikleri
Devrin Siyasî ve Sosyal Hayatına Bakış
Goethe dönemi, genel olarak
Avrupa’da bilhassa, o günkü Germen toplumunda önemli hadiselerin yaşandığı
dönüm noktalarından bir çağ olarak değerlendirilebilir. Bu devirdeki siyasî ve
sosyal hayatı incelemek için, Goethe’nin henüz doğmamış olduğu bir on yıllık
erken döneminin hadiselerini de değerlendirmek gerekmektedir. Zira hadiseler
birbirine yön verdiği için döneme de bu açıyla bakmak gerekmektedir. Avrupa
Kıtası’nın merkezinde siyasî bir güç olarak duran Alman İmparatorluğu,
sosyo-kültürel ve politik açıdan oldukça geride bulunmaktadır. Modern burjuva,
varoluşuna uzanan bu yolda geç yürümüştür (Lukacs, 2011:9). Bu topraklar
üzerinde İtalyan menşeli hümanist fikirlerin ve sanat eserlerinin tesirleri
görülmüş olmakla beraber, onların hitap etmiş olduğu sosyal sınıflar ve sosyal
muhitler, İtalya’ya göre oldukça cılız ve etkisiz durumdadır. Fakat sonraları
zengin şehir devletlerinin oluşmaya başlamasıyla Alman toplumu için bireysel
manâda da yeni bir uyanış başlamıştır. 1740 yılında I. Friedrich Wilhelm’in
ölmesi üzerine, oğlu II. Friedrich yönetimi devralmıştır. II. Friedrich
annesinin etkisinde kalan ve onun aydınlanmacı düşünceleriyle yetişmiş, müzik
ve barok kültürüne müspet bakan, bir o kadar da siyaset, ekonomi ve askerlikle
ilgisiz bir yapıya sahip olan bir kişiliktir. Babası ise otoriterdir. Bu yüzden
İngiltere’ye kaçmış, zorla devlet yönetiminde çalışması sağlanmış ve babasının
zoruyla isteksizce Braunschweig-Bevern prensesi Elisabeth ile evlenmiştir. Bu
sıralarda aydınlanma hareketinin öncüsü olan Voltaire ile karşılaşmış ve ondan
düşüncelerde ve eylemlerde yegâne ölçünün akıl olduğu bilgisini almıştır.
Friedrich’in görev anlayışında
insanları sevmek ve onlar arasındaki barışı bir hazineyi korumak gibi bir
anlayışı hâkimdir. II. Friedrich’in Prusya’da tahta geçişinin biraz sonrasında,
IV. Karl ölmüş ve ülkesinin yönetimi büyük kızı Maria Theresia’ya geçmiştir.
Almanya’da Aydınlanmanın etkisinin en derin izleri II. Friedrich vasıtasıyla
gerçekleşmiştir. Friedrich dış siyasette barışçı, içeride ise aydınlanmacıdır.
Onun aydınlanmacı fikirleri dinî tolerans, idarenin merkezileştirilmesi, bütün
bir tebaası için tekli bir hukuk sistemi, eğitim sisteminin kalitesinin
artırılması ve çiftçilere özgürlüğü öngörmektedir (Beşirli, 2001:49-53).
II. Friedrich Maria’dan
Avusturya’nın düşmanlara karşı savunması karşılığında kendisinden Silezya’yı
istemiş, ancak bu teklif reddedilmiştir. Bunun üzerine Friedrich Silezya’ya
saldırarak bu toprakları almış, oradan da Bohemya’yı alarak halkı tarafından “Büyük”
ünvanıyla lakaplandırılmıştır. Böylelikle Brandenburg-Prusya krallığı
Avrupa’nın beşinci gücü olmuştur. Karl’ın 1745’te aniden ölmesi üzerine Maria
Theresia’nın eşi I. Franz imparator seçilmiş, Maria, Fransa ve Rusya’yı;
Friedrich ise İngiltere ve Hollanda’yı kendi taraflarına çekmişler ve 1756’da
Friedrich Avusturya’ya saldırmış, böylelikle yedi yıl savaşları başlamıştır. Bu
savaş hem Prusya’nın, hem de Friedrich’in gücünü zayıflatmıştır. Rus, Fransız
ve Avusturya’nın ittifakıyla da Friedrich Berlin yakınlarında yenilmiş ve bu
yenilgiyle Prusya mâli olarak çöküş noktasına gelmiş ve Friedrich intihara
kalkışmıştır. Bu savaş Friedrich açısından büyük güçlere karşı saldırılamayacağı
gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
Friedrich Prusya’yı hukuk
devleti yapmak istemiştir, hâkimlere teminat ve tatmin edici ücretler
bağlatmıştır. Yahudi nüfusun artmaması için önlemler alarak, onların ticaret
yapmasını yasaklamıştır. Devletin soyluya, burjuvaya ve köylüye bakışı
arasındaki ayırımı korunmuş, soyluların mallarının burjuva ve köylüler
tarafından satın alınması yasaklanmıştır. Bu arada soylular devletin
belirleyici tabakası haline gelmiş, burjuva ise onların tebaası durumuna
getirilmiştir. Şehirlerdeki burjuvanın siyasi hakları yoktur. Köylülerin ise
sadece taşınabilir malları bulunmaktadır. Devlet Friedrich için rasyanalist bir
mekanizmadır, yani devlet hem hükümdar, hem de tebaa olarak hizmet edeceği
kişiliği olmayan bir yücelik olarak görülmektedir.
1780 yılında Avusturya
imparatoru olan II. Joseph Habsburg Devletini aydınlanmacı bir tutum içerisinde
yenilemeye çaba gösterirken, devleti kiliseden ayırmış, tarikatları kaldırmış,
manastırları kapatmış, ibadeti ise belirli günlerle sınırlamıştır. Protestanlar
onun hizmetinde çalışma yetkisi kazanarak eşitlik hakkını elde etmişlerdir.
Yahudilerin hukuki durumunda iyileştirmeler yapılarak, onların
öğrenim yapmalarına, zanaat
faaliyetlerinde bulunmalarına, fabrika kurmalarına ve Alman soyadı taşımalarına
izin verilmiştir. Ayrıca Yahudilerin özel kıyafet giyme zorunluluğu
kaldırılmıştır. Evlilik müessesesi 1783’te kilise nikâhı zorunlu olmakla
beraber bir burjuva akti olarak kabul edilerek, Katolik olmayanlara boşanma ve
tekrar evlenebilme izni verilmiştir. Ayrıca işkence ve ölüm cezası da
kaldırılmıştır. Aydınlanmacı burjuva tarafından Fransız Devrimi
gerçekleştirilmiş, demokratikleşme süreci başlamıştır. Öncelikle devlet
sisteminde kendine yön çizen bu hareket daha sonra toplumun diğer kesimlerinde
görülmeye başlamış ve sanayi devrimi gerçekleşerek topluma yön vermiştir.
Aydınlanma, insan hayatının
belirleyici gücü olarak aklı egemen kılmıştır. Bu egemenliğin vermiş olduğu
özgürlükle insanlar artık devleti, kiliseyi, toplumu tenkid etmeye başlamışlar,
insanlar arasında eşitlik, hoşgörü, özgürlük ve insaniyet idealleri ısınmaya
yüz tutmuştur. Hemen her alanda iyileştirmeler ve gelişmeler kaydedilmiş,
teknolojide de büyük atılımlar sağlanmıştır. Geleneksel üretim ve işletme
biçimleri değişmiş, ekonomide liberalizm ortaya çıkmıştır. Liberalizm tekelci
sisteme muhalefet etmiştir. 1791’de Fransa meşruti krallığa dönüşmüş Avrupa’nın
tutucu güçleri Fransa’ya savaş açmış 1793’te XIV. Lui ile Marie Antoinette idam
edilmiş, Fransa’da kanlı terör egemen olmuştur. 1799’da I. Napolyon Fransa
Cumhuriyeti’nin birinci konsülü olmuş, Leneville Barış Antlaşması neticesinde
Napolyon Almanya’yı yeniden düzenlemiştir. 1804 yılında kendini Fransa
imparatoru ilan eden Napolyon’u Büyük Karl gibi gören Almanlar onu büyük bir
coşku ile alkışlamışlardır (Salihoğlu, 1993:94-127).
Alman Klasizmi döneminde
Almanlarda henüz bir millî bilinç ortaya çıkmamıştır, bunun yerine daha ziyade
kendi dilinin ve halkın kaynaklarından devşirilen gücün varlığına inanılmıştır.
Bu dönemde antik çağa büyük ideallerle bakılmış, antik çağın evrenselliği ve
hayat anlayışı Goethe’nin ve Schiller’in millîlik anlayışına engel teşkil
etmiştir. Zîra, halkının kaderiyle çok yakın temas halinde olan Goethe bir
dünya vatandaşı olarak görülmüş ve Klasik dünya görüşü evrenselleşmiştir.
Yüzyılın sonunda Jena’da âlimler çevresi oluşmuş, böylelikle romantizm akımı
meydana çıkmış ve bu erken romantizm burjuva aydınlanmasına karşı da tavır
takınmıştır. Bu dönemde klasik anlayışın biçimci özelliğine karşı
çıkılmış, yeni romantikler
insandaki akıl dışılığa ve şeytani güçlere de hitap etmişlerdir. Goethe bu
güçlerle savaşmıştır.
Romantizm, siyasî ve sosyal
karakteri açısından değiştirici ve derin bir yapıya sahiptir. Ancak Jena’daki
romantik akım ve Weimar’daki klasik akım ulusalcılığı siyasî anlamda ele
almaması noktasında mutabıktır. Bu dönemde Stauferler Çağı yeniden keşfedilerek
imparatorluk düşüncesi boy göstermiştir. Devrin büyük üstadı olan Johann
Wolfgang von Goethe I. Napolyon’a karşı konulamayacağı fikrini muhafaza etmekle
birlikte, sonradan gelişen olaylar Goethe’yi haklı çıkarmamıştır. Romantizm ise
işgale rağmen milliyetçi ve tutucu olmuştur ve merkez Heidelberg’tir. Siyasî
romantizmin merkezi ise Berlin olmuştur. 1807’de Prusya Kralı Freiherr von
Stein’i başbakan olarak atamış ve ona Prusya’nın yeniden reforme edilmesi
görevini vermiştir. Stein, ilk reformunu şehirlerde gerçekleştirmiş, bir diğer
reformu ise köylüler ve çiftçilerle ilgili olmuştur. Bir yıl sonra I. Napolyon
Stein’i görevden almak isteyince Stein ülkesinden kaçmıştır.
1808’de İspanya Napolyon’a
karşı ayaklanmış, bunu takiben de Avusturya’da ayaklanmalar olmuş ve isyanlar
bastırılmış, ancak Romantizm çevrelerinde ona karşı büyük bir nefretle
bakılmıştır. Bu arada, Napolyon’a karşı direnç devamlı olarak artmış,
böylelikle orduda sessizce reformlar başlatılmış, askerlik hizmeti esasına
dayalı bir halk ordusu teşekkül edilmiştir. Böylelikle burjuva vatana sahip
çıkacak ve onlar da subay olma hakkı elde edeceklerdir. Bu reformlar halkta
büyük beklentilerin gelişmesine neden olmuştur. Devlet, halktan devleti
kurtarmasını istemiştir. Fakat bu burjuvanın devlet tarafından ödüllendirilmesi
manasını taşıdığından, Stein’in yerine geçen Prens Hardenberg öngörülen bu
reformlardan demokrasi tehlikesi sezinleyerek reformlardan vazgeçmiş ve uyanan
milli ve siyasi unsurları ekonomik alana kanalize etmiştir.
1812’de Napolyon büyük bir
orduyla Rusya seferine çıkmış, “Code Napolyon” uygulamasıyla vatandaşın
kanun karşısında eşitliği sağlanış, kölelik, feodalizm, soyluların ve din
adamlarının ayrıcalıklı durumları böylelikle geçmişte kalmıştır. Napolyon
Rusya’da yenilmiş ve orayı yakarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Almanya
yeniden düzenlenmiş ve Metternich Bavyera’yı Ren Birliğinden ayırmıştır.
1813’te Napolyon Rusya, Avusturya ve Prusya karşısında Leipzig meydan
savaşında yenilmiş ve 1814’te
görevinden çekilmiştir. Böylece tanrı himayesindeki prenslik mutlakiyeti sona
ermiştir.
Prens Merternich Viyana’da
Avrupadaki prensleri ve devlet adamlarını toplamış ve 1815’te Viyana
Kongresinde Avrupa yeniden düzenlenmiştir. Fakat bu kongrede özgür ve millî bir
Alman Devletinin kurulması özlemi ne yazık ki giderilememiş, bunun yerine
bağımsız devletlerden oluşan gevşek bir Alman birliği oluşturulmuştur. 1821’de
Napolyon ölmüş, Rusya, Avusturya ve Prusya kendi aralarında Batı’dan gelecek
liberal ve milliyetçi fikirlere karşı kutsal bir ittifak oluşturmuşlardır.
Temelini bu tutucu romantizmden alan bu reforme edici eğilim otuz yıl boyunca
Almanya’da etkili olmuş ve bir sükûnet devri olan Biedermeier dönemi yaşanmış
ve bir sanayi çağı başlamıştır (Salihoğlu, 1993:115-127).
Devrin Kültürel ve Edebî Hayatına Bakış
On sekizinci yüzyıl Almanya’sı
aydınlanmadan ziyade, Leibniz’in felsefî görüşlerinin kabul gördüğü bir
zamandır. Bu zamanda dinî alanda kiliseye karşı bir net tutum
sergilenememiştir. Leibniz’in düşüncesinde dünya monadlardan, birimlerden
oluşan alttan üste doğru tanrıya giden basamaklar sistemidir. Bu birimler kendi
içlerinde bağımsız olmakla birlikte kâinatı kendi gücüyle aktif bir şekilde
yansıtan birer ayna durumundadırlar.
Her ne kadar bu monadlar ayrı
görüntüler verseler de aynı dünyanın değişik perspektifi durumundadırlar.
Leibniz’e göre bunlar yan yana olmakla birlikte, aynı zamanda uyum
içerisindedirler. Ona göre tanrı mümkün olan en iyi dünyayı yaratmıştır. Bu
anlayış 18. yüz yılda benimsenmiştir. Bu dönemde kültürel açıdan din adamları
verdikleri konferanslarda Alman dilini bilim dili olarak kullanamışlardır.
Alman aydınlanmasının babası
olarak kabul edilen Thomasius’un Alman dilini bilim dili olarak ilk kez
kullanması, rasyonalist düşünce fikirlerini ortaya
çıkarmış ve ilk Almanca dergi
olan Monatsgesprache yayınlanmıştır. Sonraları bu düşünceyi Cristian Wollf
zirveye ulaştırmış, bu akılcı düşünce tarzıyla Alman Deizmine büyük katkılar
sağlamıştır. Bilim dili Almancalaşmış, bilimsel ifadeler ve kavramlar söz
konusu edilmiştir. Böylece Almanlar tarafından kendi dillerinde felsefe yapma
imkânı ortaya çıkmıştır.
Bu şekliyle Christian Wollf bir
kültür insanıdır. Sonra öncülük Immanuel Kant’a geçmiştir. O bu zaman diliminde
Alman düşüncesinin tek temsilcisi durumundadır, yani idealist düşünce felsefesi
benimsenmiştir. Dinî görüşlerle çatışmadan kaçınılmıştır. Kant’ın görüşleri hem
zamana bağımlı, hem de zamanı aşan görüşler olarak ortaya çıkmıştır. O, devlet,
hukuk, toplum düzeni, kilise, eğitim, yaşam tarzı gibi alanlarda aydınlanmacı
düşünceyi benimsemiştir. Kendi bilincine ulaşan insanın böylelikle değeri ve
bireyselliği de aklın keşfedilmesiyle beraber önem kazanmıştır. Hükümdarlar bu
düşünce tarzını kabul etmeseler bile, kendi güçlerine zarar gelmeyecek bir
şekilde bu fikri benimseme yolunu tutmuşlar ve tüm dini görüşlere karşı hoşgörü
kültürünü benimsemişlerdir. Böylelikle, devleti, kiliseyi ve toplumu
eleştirebilmişler; özgürlük, eşitlik, hoşgörü, insaniyet idealleri gibi
kavramlar insanların dilinde kullanılmaya başlamıştır. Kültürel alanda bu
akılcı yöntem sayesinde iyileştirmeler ve gelişmeler kaydedilmiştir. Yeni bir
iş ahlâkı geleneksel üretim ve işletme biçimlerini değiştirmiş ve liberalizm
benimsenmiştir (Salihoğlu, 1998:102-111).
1789 Fransız Devrimiyle
ekonomik alanda üstünlük sağlayan burjuvazi feodalizmden kapitalizme geçişi
sağlamış, devrimin ve Napolyon’un neden olduğu bu fırtınalı dönem kültürel
yönelimlerin de önünü açmıştır. Ulusçuluk teşvik edilmiş, eski düzen ve topluma
dair ezberlerin bozulmasıyla muhafazakâr tepkiler yükselmiş, aydınlanmacı akıma
karşı da romantik akım biçimi ortaya çıkmıştır. Romantikler, inanç, duygu,
gelenek ve aklın itelediği diğer değerler adına romantik protestoyu doruğa
ulaştırmışlardır. Bu protesto en rahat edebiyat alanında görülmüş ve Alman
edebiyatına Sturm und Drang (Deha Çağı) adıyla egemen olmuştur. Bu
huzursuz edici ve kendine acıyan tutum daha ziyâde Goethe’nin gençlik döneminde
yazmış olduğu “Genç Werther’in Acıları” romanında bâriz bir şekilde
görülmüştür. Yine Goethe’nin romantik değerler üzerine kurmuş olduğu “Faust”
adlı çalışması da onun yirmili yaşlarda başlayıp seksenli yaşlarda
tamamlayabildiği uzun manzum dram olarak Avrupa düşüncesinin beli başlı
akımları üzerine felsefî bir yorum olarak ortaya çıkmıştır.
Herder ise bir kültürel
milliyetçilik kavramı ortaya atarak, her milletin kendine özgü bir şahsiyetinin
ve büyüme kalıbının olduğu fikrini savunmuştur. Ondan etkilenmiş olan Alman
Ortaçağ edebiyatçıları halk baladlarını ve peri masallarını toplayarak Herder
sayesinde Alman edebiyatını Fransız kültürünün bağımlılığından kurtarmışlardır.
Fichte ve Grimm Kardeşler de Alman doğmanın büyük bir erdem olduğunu ifade ederek
Almanca’nın en üstün dil olduğu fikrini ileri sürmüşlerdir. Bu dönemde yine
Romantik protesto ve neo-gotik mimarî hareketi ortaya çıkmış, dini bir diriliş
söz konusu olmuş, Cizvitçilik ortadan kaldırılmış ve Romantik yazarların pek
çoğu Katolik olmuşlardır. Hegel ise, tarihin bir diyalektik süreç olduğu
söylemiştir. Müzik alanında halk türküleri ve geçmişteki öyküler aranmış, Scott
romanlarına, Shakespeare’in oyunlarına, Goethe ve Puşkin’in şiirlerine
başvurulmuş ve bu zaman diliminde en büyük rolü Beethoven üstlenmiştir.
Beethoven, Haydn ve Mozart geleneğini yeniden biçimlendirmiştir. Edebiyat,
felsefe ve müzik yeni koşullarda biçim değiştirerek opera aristokratların
eğlence aracı olmaktan çıkarılmış, topluma mesaj veren ve devrimi sembolize
eden değerler bütününe dönüşmüştür. Beethoven müzik alanında romantik çağın
cismanileşmesinde, vücut bulmasında eşsiz bir örnek teşkil etmiştir (Işıktaş B,
2015, s.159-166).
Kültürel açıdan
değerlendirildiğinde Hegel’e göre devlet, aile ve toplum gibi ahlâkî kurumlan
aşan ahlâkî bir topluluk olarak görülmüş, sivil toplumun varlık ve gelişme
şartı aşkın devletin varlığı olarak belirlenmiştir. Devlet evrensel aklı ve
toplumsal iradeyi temsil ettiği için, o olmadan toplum evrenselliği yaşayamaz
düsturu ortaya atılmıştır. Modernleşme disiplini alanında eğitimi veren ilk
üniversite ise 1810’da Prusya’da (Berlin) kurulmuştur. Eğitim; Almanya’da
toplumsal hareketlilik ve yapıyı etkilemede önemli bir rol üstlenmiştir. Bu
anlamda etkili olan üniversiteler bürokrasinin bir parçası ve devlet tarafından
finanse edilmiş durumdadırlar. Tarihi alanda Alman milletinin eski kökleri
ortaya çıkarılmış, Orta Çağ’a olan ilgi artmış, 1819’da Orta Çağ’ın
araştırılmasıyla ilgili büyük bir proje çalışmaları başlatılmıştır. Alman
tarihçiliği, millî unsurlara dayalı mitler oluşturmuştur. Avrupa devletlerinin
standartlarına göre yaşayan ve parçalanmış
devletçikler halinde bulunan
Almanlar’ın merkezi ve modern bir ortamda siyasî bir çatı altında kendi
kültürlerini korumaya güçleri yetmediğinden dolayı, Alman milliyetçiliği bir
birlik ulusçuluğu şeklinde tezahür ederek ortaya çıkmıştır (Saklı, 2012:6-15).
Kültürel açıdan geleneksel
Alman toplumunda saray ve saray yanlılarının üstünlüğüne dayanan otoriter bir
şövalyelik kültürü hâkimdir. Kraliyet ve prenslik merkezli yönetim şekilleri
ise kapalıdır. Bu da site tarzında bir mutlakıyeti gerekli kılmaktadır.
Meşrutiyet ise eski hânedanlık rejiminin isteklerini belirli ölçülerde
engellemiştir (Küçükbatur, 2013:421).
Bu dönem, içinde genç kuşağın
öncülük etmiş olduğu, on sekizinci yüzyılın altmışlı zamanlarında başlayıp
Fransız İhtilâli’ni de içeren Fırtına ve Tepki adıyla (Deha Çağı)
adlandırılan bir dönemdir. Aydınlanmanın akıl egemenliğine olan bir tepkidir bu
dönem. Zîra, akılcılık insanı tek yönlü biçimlendirmektedir. Deha çağı dönemi
edebî eserlerinde baskıcı ve merhametsiz prenslere karşı eleştirel yaklaşımlar
söz konusu edilmiştir. Herder’in de ifadesiyle halkın sefaletinin sorumluları
yalnızca prensler olmamakla birlikte, devlet sisteminin ta kendisidir. Deha
çağı kültürel açıdan da sanatta özgünlüğü, sanatçıda ise özgün dehayı
aramıştır. Gotsched’le birlikte Alman edebiyatında etkili olan Fransız Klasizm
anlayışının hüküm sürmesi, Lessing gibi genç kuşak yazarları tarafından
benimsenmemiştir.
Herder, bilimi ve edebiyatı
gerçek yaşamla donatmayı amaçlayarak, bu amaç doğrultusunda halk şiirine
eğilmiş ve onu edebi bir tür olarak kavramsallaştırmıştır. Ana dil olarak kabul
edilen şiirde insan ruhunun doğal anlatımı ve içten gelen bir anlatım ihtiyacı ifadesini
bulmuştur. Şiir tüm dinlerin, felsefelerin, tarihlerin özü ve çekirdeği olarak
anlamlandırılmıştır.
Deha çağı hareketi sanat bir
kültür hareketi olarak görülmez, önemli olan doğadır. Tabiatıyla, yazar da
kişinin doğası ile ilgilenmiştir. Edebî ürünler coşkulardan, duyguların
harekete geçmesinden, tutkuların ve duyguların esintisinden oluşmuştur. Görmüş
geçirmiş ve deneyimli bir hayata sahip olmak önemlidir. Bir doğuştan dahîlik
kavramı söz konusudur. Böyle bir sanat ortaya koyabilmek için de illâki eğitim
önemli olarak görülmemiştir. Tam tersine dahî olan yazar düşünde
özgür olan, yetenekli ve
eserlerini sezgilerine göre anlamlandıran bir yapıya sahip olmalıdır.
Yazar, eserlerin daha önceden
belirlenmiş ölçülere ve kalıplara göre basmakalıp bir tarzda yazamaz, o ancak
bir sihirbaz gibi çalışmak yaratıcı olmak zorundadır. Önemli olan doğal insanı
canlandırmaktır. Doğal insan ise, eğitim görmemiş, doğuştan orijinal, ümmî,
bozulmamış, hayat dolu, aklın dar kalıpları arasında biçimlenmemiş, candan,
yürekten, saf, güçlü ve eylemci bir insandır. Bu anlayış aynı zamanda milli
duyguların canlandırılmasını da ön planda tutmuştur. Saraydaki yabancı etkilere
karşı da tavır içerisindedir. Önemli olan Alman olmaktır, çünkü Alman olmak,
Almanlık kavramını geliştirmektedir. Bununla Almanya’nın birliği amaçlanmış,
bölünmüşlük ve parçalanmışlık ise protesto edilmiştir. Sanatta, kültürde
anlayışta, her şeyde Alman milletine özgülük ön planda tutulmuştur.
Herder’e göre “Od”larda,
yani halk türkülerinde, ilkel ve bozulmamış hayatın, gelişmemiş, eğitilmemiş
beynin anlatımı şiirin kökensel biçimi olarak görülmüştür. Fransız Klasiğinin
yapaylığına ve kuralcı yaklaşımına karşı da Klopstock ve Lessing tavır
koymuştur. Deha çağı yazarları da bu yolu izlemiş, Herder ve Goethe bu akılcı
biçime karşı bir “iç biçim” şekli geliştirmişlerdir. Üç birlik kuralı
trajedide doğa yasası olarak anlaşılmıştır.
Goethe, gotik sanatı özgün
Alman sanatı olarak benimsemiş ve onun Almanların gerçek ruh anlatımı olduğunu
ve bir ihtiyaçtan doğduğu fikrini savunmuştur. Goethe’nin yazmış olduğu serbest
şiirler ilgi görmüş, od türünde serbest ritimlerle hayatın dinamiği
vurgulanmış, balad türü ise Gottfried August Bürger ile Goethe tarafından halk
baladları ile doğrudan bire bir ilişki kurularak yeniden hayata
aksettirilmiştir. Liedlerde ise halk türküleri karakteri ağır basmaktadır. Orta
Çağın minnelerinden ve halk türkülerinden esinlenen Goethe Lied’i belirli bir
olgunluk seviyesine yükselterek hayatın ve öznel anlatımın aracı haline
getirmiştir. Dramda ise tam bir dinamik insan tipi söz konusu edilmiştir. Bu
devirde roman türü pek ilgi görmemiştir. Goethe’nin “Genç Werther’in
Acıları” dışında dişe dokunur bir eser de yazılmamıştır.
Deha çağı dönemi edebi
eserlerinde burjuva ve soylu arasındaki sınıf farkları ve bunun burjuvanın
aleyhine olan sonuçları kritize edilmiştir. Eserlerde yine aile içi
düşmanlıkları, baba-oğul arası
trajik anlaşmazlıklar ele alınmış, ayrıca eserlerde geleneksel cinsel ahlâk da
eleştirilmiştir. Prenslerin keyfi ve acımasız yönetimi, kokuşmuş mutlakıyet
rejimi eserlerde sergilenerek eleştirilmiştir (Salihoğlu, 1998: 200-207).
Friedrich
Schiller “Haydutlar”, “Aşk ve ihtiras””, “Fiesco”” oyunlarını
yayınlamış, onun “Don Carlos”” adlı eseri ise keyfi yönetime karşı,
insanlık ve özgür adına ahlâkî ve siyasî eğitim ve propaganda görevi yapmıştır.
Deha çağı üslûbu doğrultusunda eserler vermekte olan Goethe, İtalya
seyahatinden döndükten sonra sanata yeni bir anlayışla yaklaşarak “Iphigenie””
ve “Tasso”” eserleriyle evrenselliği yakalamıştır. Faust” adlı
eserinin birinci bölümünü tamamlayan Goethe, destan türünde “Herman ile
Dorothea” isimli eserini yazmış, bu eserde onun Fransız İhtilaline olan
kuşkusu söz konusu edilmiştir. “Wilhelm Meister’in Çıraklık Eğitimi”” romanında
fert ve toplum arasında olması gereken uyum söz konusu edilmiştir. Yine
Schiller “Wallenstein””, “Orleanlı
Bakire””, “Maria
Stuart” ve “Wilhelm Tell”
eserlerini yazarak özgürlük
bağımsızlık ve insancıllık mesajlarını vermiştir.
Friedrich Wilhelm Schelling
doğayı görünen bir ruh, ruhu da görünmeyen bir doğa olarak özdeş kabul
etmiştir. Novalis “Hristiyanlık ve Avrupa”” adlı makalesinde romantizmin
tutucu programını biçimlemiş ve Orta Çağı idealize etmiştir. Romantizm
yazarlarından Clemens Brentano ve Achim von Arnim “Des Knaben Wunderhorn”
adı altında topladıkları halk şarkılarını yayımlamışlardır. Grimm Kardeşler ise
filolog olarak masalları toplayıp, bunları bilimsel yorumlarla yayınlamışlar,
böylece sözlü olan edebiyat türü de yazılı hale geçmiştir. Heinrich von Kleist “Hermannsschlacht”
adlı oyununu yazmış, Friedrich Hölderlin ise “Freies Volk der Griechen””
ve “Anavatan İçin Ölüm”” gibi eserlerini bağımsızlık ve özgürlük
düşüncesi adına kaleme almıştır. Yine Goethe “West-östlicher Divan””
şiirlerini yazmış, anılarını ise “Edebiyat ve Hakikat” adlı eserinde
kaleme almıştır (Salihoğlu, 1993:112-125).
Goethe’nin Hayatı, İlmî ve Edebî Şahsiyeti
Hayatı (1749-1832)
Johann Wolfgang von Goethe 28
Ağustos 1749 yılında Almanya’nın Frankfurt Am Main şehrinde dünyaya gelmiştir.
Babası Dr. Johann Caspar kraliyetin danışmanlığını yapan bir hukukçudur. Annesi
Catharina Elisabeth Textordur. Goethe’nin babası otuz altı yaşında, annesi ise
onyedi yaşındayken evlenmişlerdir. Ebeveynlerinin altı çocuğu dünyaya
gelmiştir. Ancak bunların dördü ölmüş, Goethe ve kız kardeşi Cornelia çocukluk
çağlarını aşabilmişlerdir. Babası sert mizaçlı, titiz ve disiplinli bir
kişiliğe sahiptir. Annesi ise duygulu, hayâl gücü zengin, hayat dolu bir
insandır.
Goethe dış görünüşünü,
ciddiyetini, akıl ve mantığa uymayı babasından; hayâl gücünün zenginliğini,
anlatma zevkini ve duygu derinliğini ise annesinden almıştır. Kendisine ilk
edebiyat zevki annesi tarafından aşılanmıştır. Goethe annesi ve babası arasında
çok dengeli bir çocukluk çağı geçirmiştir. Goethe’nin ilk öğretmenliğini babası
Johann Caspar yapmıştır. Onun yabancı dil öğrenmesine çok özel bir önem
atfederek ona Latince, Yunanca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca
dillerini öğretmiştir. Babasının bu kadar dil bilmesi ve onları oğluna
aktarması, hem Johann Caspar’ın çok yönlü bir kişilik olduğunu, hem de bu çok
yönlülüğü oğluna tevarüs ettirdiğini göstermektedir. Goethe bu sayede henüz on
altı yaşındayken antik kültüre ait eserleri okumaya âşina olmakla kalmayıp,
doğu dünyasından da Bin Bir Gece Masallarını okumaya başlamıştır. Alman
halk efsanelerinden henüz daha çocukken etkilenen Goethe, babasının dinî
eğitiminden de epeyce nasibini almıştır.
Babası onu ve kız kardeşini
kiliseye götürerek onlara İncil’i okumuştur. Artık muntazaman İncil’den her gün
bir şeyler okumak alışkanlık haline gelmiştir. Goethe, daha sonraları katı
Hristiyanlık kalıplarından uzaklaşmış, fakat yine de İncil’den etkilendiğini
söylemekten de kaçınmamıştır. Onun çocukluğunda çok etkileyen şeylerden birisi,
1759 yılında Frankfurt’un Fransızlar tarafından işgal edildiği yedi yıl
savaşlarıdır. Bu savaşlar esnasında Goethe’lerin evleri Fransız sivil
idaresinin
komutanı Graf François de
Thoranc tarafından iki buçuk yıllığına karargâh olarak kullanılmış ve bu
komutan küçük Goethe ile dostluk kurmuştur. Onun vesilesiyle Goethe plastik
sanatlara karşı ilgi duymuştur. Ayrıca işgâl vesilesiyle Frankfurt’ta temsiller
veren Fransız gezici tiyatrosu da Goethe’yi etkilemiştir.
Goethe henüz on bir yaşında
Racine’yi, Molier’i bu vesileyle tanıma fırsatı bulmuş, on altı yaşında ise
üniversite öğrenimine başlamıştır. Babası, onun Leipzig’te hukuk öğrenimi
görmesi hususunda oldukça ısrarlıdır. Bir rokoko şehri olan Leipzig, Goethe’yi
oldukça etkilemiştir. Gellert’in takrirlerini dinlemiş, Winckelmann’ın
öğrencisi Oeser’den resim dersleri almış, Leipzig’te yemek yediği misafirhane
sahibinin genç kızı Katchen Schönkopfa karşı ilgi duymuş ve Anette adlı
şiir kitabındaki ilk denemelerini ona ithaf etmiştir. Bu yıllarda çoban oyunu
formuyla die Laune des Verliebten’i (Aşığın Kaprisleri) yazmıştır.
Leipzig’te geçen üç yıllık hareketli talebelik yıllarının sonunda ciddî bir
ruhi bunalım geçirmiş, babasının yanına dönerek orada bir yıl tedavi görmüş,
annesinin yakını olan Susanna Katherina von Klettenberg isimli dindar bir kadın
vesilesiyle mistik ve dinî eserlere merak sararak içine düşmüş olduğu
bunalımdan kurtulabilmiştir (Aytaç, 2010:9-56).
1770’de yarım kalan tahsilini
Strassburg’ta tamamlamış ve 1771’de orada Herder ile tanışmıştır. Herder
Goethe’yi rokoko kültüründen uzaklaştırmış ve Hamann’ın antirasyonal dünyasıyla
tanıştırmıştır. Herder ona bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Hukuk
doktorasını tamamlayamayan Goethe bir rahip kızı olan Frederike Brion’a karşı
sevgi duymuş ve kız Goethe’nin lirik şiirler yazmasına kaynaklık etmiştir.
Frederike Goethe’nin Strassburg’daki duygu dünyasını belirlemiştir. 1771’de
Frankfurt’a geri dönen Goethe ilk edebî faaliyeti olan Ossian’dan tercümeler
yapmış, Shakespeare’in eserleriyle yakından ilgilenmiştir.
O, Shakespeare’yi yazılı bir
şekilde savunmuş ve bu savunması arkadaşları arasında övülerek Alman
edebiyatında bir çığır açmıştır. 1772’de Wetzlar’a hukuk stajı için gitmiş ve
orada Charlotte Buffla tanışmış ve ona âşık olmuştur. Onun arkadaşı Kestner ile
nişanlı olduğunu öğrenen Goethe karmaşık duygular içine girmiş ve Genç
Werther’in Acıları adlı mektup tarzında monolog romanını yazmıştır. Goethe
1773’te ise Götz von Berlichingen adlı otobiyografik dramı yazmıştır.
1774’te Clavigo adlı beş perdelik nesir trajedisini yazmış, 1775’te ise Urfaust,
Prometheus ve Mahomet
gibi fragmanlar yazmış, Lili Schönemann ile nişanlanmış, İsviçre’ye ilk
seyahatini gerçekleştirmiş ve Weimar’a davet edilmiştir. Aynı yılın
sonbaharında nişanı bozulmuştur. 1775-1776’da Stella. Ein Schauspiel für
Liebende'yi yazmıştır.
1776’da Leipzig’e seyahat
etmiş, aynı yıl Weimar’da özel elçilik müşaviri sıfatıyla devlet hizmetine
girmiş, İlmenau’da madenciliğe hazırlanmış, Prens kendisine geçimini rahatlıkla
sağlayabileceği bir gelir, ev ve bahçeler bağışlamıştır. Weimar’da
aristokratların içine girmiş, sosyal çevresi genişlemiş, düşes Anna Amelia,
Frau von Stein, Wieland ve Herder gibi şahsiyetlerle de münasebetlerini
sıklaştırmıştır. Uhdesine tevdi edilen madencilik görevi nedeniyle de tabiatla
ve madenlerle uğraşma imkânı yakalamıştır. 1777 Haziran’ında kız kardeşi ölmüş,
1778’de Dük Karl August ile Berlin ve Posdam’a seyahat etmiş, 1779’da ise savaş
ve yol inşaatıyla ilgili komisyonda yönetim görevini üstlenmiştir. 1780 yılında
mineralojiye ilgi duymuş,1781’de Weimar’da sosyete hayatına katılmış ve yine
Weimar’da çizim enstitüsünde anatomi konferansları vermiştir.
1782’de Thürüingen’de
diplomatik seyahatler, 1784’de insanın ara çene kemiğini keşfetmiştir. 1785’te
botanik çalışmalarıyla ilgilenmiş, 1786’da İtalya’ya seyahat ederek Venedik ve
Roma’yı gezmiş ve orada 1779’da başladığı ve planladığı Iphigenie auf Tauris
adlı beş perdelik dramı tamamlamıştır. Yine 1788’de İtalya’da Egmont
adlı beş perdelik nesir trajediyi tamamlayan Goethe, tekrar Roma’dan Weimar’a
dönerek komisyon dışında tüm görevlerden uzaklaşmış, Rudolstadt’da Schiller ile
ilk kez buluşmuş ve Torquato Tasso adlı beş perdelik sanatkâr dramını
bitirmiştir. Aynı yıl oğlu August dünyaya gelmiştir (Aytaç, 1982:3-35).
1789’da Venedik’e seyahat etmiş
ve renk kuramı üzerine çalışmalar yapmıştır. 1792 yılında Dük Karl August’un
yanında Fransa’da mücadele ederek, Mainz kuşatmasında gözlemci olarak
bulunmuştur.1794’te hayvanlar arasında geçen bir destan olan Reineke Fuchs’u
tamamlamış, Jena’da Schiller ile ana bitki üzerine konuşmalarda bulunmuştur.
1795’te ölümünden sonra yayınlanan Römische Elegierini yazmıştır.
1795-96 yıllarında ise Wilhelm Meisters Lehrjahre eğitim romanını
tamamlamıştır.
1797 yılında Goethe İsviçre’ye
ikinci defa seyahatte bulunmuş, yine bu yıl içerisinde Frankfurt’ta annesini
son kez ziyaret etme imkânını yakalamıştır. Aynı yıl Hermann und Dorothea
eserini destan tarzında tamamlamış;1801 yılında devyılancığı hastalığına
yakalanmış, 1802’de Jena’ya sık sık seyahatlarda bulunmuş, 1803 yılında ise beş
perdelik jambus vezinli Die Natürliche Tochter trajedisini tamamlamış,
yine aynı yılda Jena’da doğa bilimleri enstitüsünün denetçiliği görevine
getirilmiş, Johann Wolfgang von Goethe 1804 yılında gerçek müşavir-i has’lığa
tayin edilmiştir
1808’de ise Fausf un ilk
bölümünü yazmıştır. Bu yıl içerisinde annesi vefat etmış ve yine aynı yıl
içerisende Erfurt’ta Napolyon ile görüşmüştür. 1809’da Wahlverwandschaften
romanını tamamlamış, 1810’da ise Farbenlehre (Renk Öğretisi) eserini tamamlamıştır.
1811 yılında Dichtung und Wahrheit (Edebiyat ve Hakikat)
otobiyografisinin ilk bölümünü yazmış; 1812’de Ludwig von Beehoven’le tanışmış
ve otobiyografisinin ikinci bölümünü yazmıştır.1813’te otobiyografisinin üçüncü
bölümünü yazmış, 1815’te ise Weimar ve Jena’daki tüm bilim ve sanat
kurumlarının baş denetçiliğine ve devlet bakanlığına atanmıştır. Karısı
Christiane ise 1816 Haziran’ında ölmüştür.
1817 yılında saray tiyatrosuyla
ilişkisi kesilmiş,1818’de ise ilk torunu Walter dünyaya gelmiştir. 1819
yılında, 1815’te başladığı West-östlicher Divan (Doğu-batı Divanı)
tamamlanmış, bir yıl sonra torunu Wolfgang dünyaya gelmiştir.1821 yılında
Ulrike von Levetzow’la tanışmış, iki yıl sonra kalp zarı iltihabından rahatsız
olmuş, Eckermann’ı ziyaret etmiş, 1825’te ise Faust trajedisinin ikinci
kısmına devam etmiş, 1827’de bir kız torunu olan Alma dünyaya gelmiştir. 1830
yılında otobiyografisinin dördüncü bölümü tamamlanmış, bir yıl sonra ise Faust
trajedisinin ikinci kısmı tamamlamıştır. 1832 yılının 16 Mart’ında hastalanan
Goethe 22 Mart 1832 yılında Weimar’da ölmüştür (Aytaç, 1992:134-170).
Alman edebiyatının en büyük
şâiri olarak nitelendirilen Johann Wolfgang von Goethe gerek Batı’da gerek,
Doğu’da; Avrupa’da, Asya’da saygınlığını dehasıyla kanıtlamış evrensel bir
kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Şâirliği ile öne çıktığından dolayı şâir
diye nitelendirilir. Sözün ve şiirin kanun koyucu dehası olan Goethe
şairliğinde ötesinde anılan evrensel bir şahsiyettir(Özkan, 2006:25). Hâlbuki,
o aynı zamanda çok büyük bir mütefekkir, sanatkâr ve büyük bir yazardır. Bir
doğu hayranı olan Goethe yalnızca kendi yaşamış olduğu çağa mührünü vurmakla
kalmayıp, yeniliği halâ muhafaza edilen bir şahsiyettir. O, edebiyatın
neredeyse tüm alanlarını içerisinde barındıran şiir, nesir, tiyatro alanların
dışında da emeği geçen, bu uğurda uğraşlar veren bir şahsiyettir. Kaldı ki,
botanik, jeoloji, anatomi, dil, renk kuramı, teoloji ve musıkî, resim, felsefe,
siyaset, sosyoloji, filoloji, tabiat bilimleri, hukuk buna benzer pek çok
alanda kendisini yetiştirmiş bir hezerfandır. Bu özelliği ile dünya
edebiyatının klasikleri arasında yer alarak ölümsüzleşmiştir.
Çocukluğundan itibaren gerek
babası ve gerekse annesi adeta eğitimi ve yetişmesi üzerine titremişlerdir.
Goethe, akıl ve mantığı bir arada tutan prensipli bir yapıya sahiptir.
Duyguludur ve hayâl gücü çok zengindir. Minnetsiz bir karakter yapısına
sahiptir. Sadece anne ve babasının bir özeti olmaktan ziyâde hayatı boyunca
neredeyse hayatın tüm alanlarında kendisini sürekli yetiştirmeye çalışan,
bitmez tükenmez enerjisiyle hayatı dopdolu yaşamaya çalışan bir kişiliktir.
Ciddidir, disiplinlidir. Hem anlatım zevki açısından hem de duygu unsurlarını
geliştirme imkânlarını bulma açısından gayet dengelidir. Çocukluğundan itibaren
kendi ana dilinin haricinde altı dili, sonradan farsça ve Arapçayı da katarsak
sekiz dil daha bilmektedir. Onun bu kadar her şeye yatkın olma karakteri duygu
ve hayal dünyasının da ne kadar geniş ve akranları arasında ulaşılamaz olduğunun
bir göstergesidir.
Goethe tam bir hakikat
adamıdır. Hakikate ulaşmada neredeyse çalmadık bir kapı bırakmamıştır
diyebiliriz. Bu yönüyle tüm dünyaya meydan okurcasına bir
araştırma ve inceleme
içerisindedir. Henüz daha on yaşındayken Aesop’u, Homeros’u, Vergilius ve
Ovidus’u tanımış, diğer taraftan ise Binbir Gece Masalları dünyasına
girerek Şark Dünyasını tanıma fırsatını yakalamıştır. Henüz çocukluk yıllarında
Fransız gezici tiyatro grubu onda büyük bir ilgi uyandırmıştır. Goethe
öğrencilik yıllarından itibaren hem mecazî aşkı, hem de ilâhî vuslata kavuşma
açısından aslında tam bir arayış içerisindedir. Onun yaşamış olduğu mecazî
aşklar aslında hakikate ulaşma, hakikati bulma, ona ram olma, teslim olma
bakımından önemlidir. Bu yönüyle Goethe tam bir estetik, hakikat ve aşk
adamıdır. Onun edebi yaşamını üç evrede ele almak mümkündür.
Üniversite yıllarından 1775’e
kadar olan birinci evrede Goethe’nin hayatında aşk ve eğlenceli bir dönem
hâkimdir. İlk şiirlerini bu zaman diliminde kaleme almıştır. Ancak bu anlayış
onun karakterine pek uygun değildir. Zira kendisini kaptırmış olduğu o dönemle
ilgili eleştirisini yapmış olduğu “Suça Katılanlar” (Die Mitschuldigen)
oyununda görmek mümkündür. Bunun yanında “Genç Werther ’in Acıları”
romanı da çok etki uyandıran bir gençlik dönemi ürünü olarak görülmektedir.
Yine Goethe ilk şiir denemelerini Leipzig’te kaldığı bir misafirhanenin genç
kızı Katchen Schönkof için yazmıştır. Yine çoban oyunları tarzında yazmış
olduğu “Aşığın Kaprisleri” (Die Laune des Verliebten) adlı eseri
Goethe’nin hayatını biçimlendiren, onu sevindiren, üzen, etkileyen şe yleri bir
imaja dönüştürdüğü eseridir. Bu onun Rokoko tarzında “Yaşantı Edebiyatı”
denen tarzıdır.
Goethe’nin Leipzig’te geçirmiş
olduğu öğrencilik süreci dönemindeki krizli, bunalımlı, hastalıklı dönemleri
onu baba ocağına sevk etmiş ve bu tedavi döneminde Goethe burada annesinin
yakını olan Susanna Katharina von Klettenberg adında dindar bir bayanla
tanışması sonucu dini ve mistik yönü ağır basan eserlere merak sarmaya başlamıştır.
Strassburg yıllarında ise hâkim Jung Stiling, Jacob Michael, Reinhold Lenz ve
ilahiyatçı Franz Christian Lerse onun ruh ve düşünce dünyasına önemli ölçüde
katkılar sunmuşlardır. Goethe’yi asıl dönüştüren ise Deha Çağı’nın ünlü şairi
ve düşünürü olan Herder olmuştur. Böylece Goethe Rokoko’dan Sturm und Drang’a
geçmiş, halk edebiyatına, Shakespeare, Ossian ve Pindar’a yönelmiştir. Bu
dönemde Herder, Goethe’nin
sadece Rokoko tarzından
vazgeçmesini sağlamakla kalmamış, onu Hamann’ın temsil etmiş olduğu antirasyonel
kültür dünyasıyla da tanışmasına sebep olmuştur.
Herder ona bambaşka bir edebi
kapı aralamıştır. Goethe bu durumun kendisine çok hitap ettiğini de söylemekten
geri kalmamıştır. Onun yönelmiş olduğu bu edebiyat ve kültür dünyası Frederike
Brion adlı bir rahip kızına duymuş olduğu sevgiyle de yakından bağdaşmaktadır.
Bu vesileyle Goethe zengin lirik şiirler meydana getirmiştir. Onun Shakespeare
günü ile ilgili yapmış olduğu konuşa ise, onu örnek olarak kabul ettiğinin bir
göstergesi olarak görülmüştür. Shakespeare ve tarzının Goethe tarafından
övülmesi Alman edebiyatında bir çığır açıcı dönem olarak görülmelidir.
Goethe bu hayran olmuş olduğu
tarzda kendisi bir tiyatro eseri vermek istemiş ve Götz von Berlichingen
otobiyografisini beş perdelik bir nesir halinde dram tarzıyla yazmıştır. O bu
eserde klasik dram şemasından ayrılmış ve Luther dilini ve Hans Sachs üslubunu
kullanmıştır. Eserde asıl ve yan figürler bolca tasvir edilmiş, eserin
yankıları büyük olmuş ve birçok şövalye dramlarının yazılışı için zemin teşkil
etmiştir. Strassburg dönüşü fragman olar ak kalan Urfaust, Prometheus,
Mahomet gibi dramları da vardır. Urfaust onun terk etmiş olduğu
Frederike’ye karşı duyduğu vicdan azabının edebi olarak yankısıdır.
Goethe’nin Wetzlar yıllarında
arkadaşı Kestner’in nişanlısı olan Charlotte’ye duymuş olduğu aşk üzerine
yazmış olduğu “Genç Werther’in Acılar!” adlı monolog mektup tarzı
sanatçı romanı Deha Çağı ekolünün tipik özellikleri olan, duygu zenginliği,
tutku,, tabiat sevgisi,, çocuk sevgisi, panteist din anlayışı ve toplum
kuramlarına karşı eleştirici bir tutum gibi ögeleri yansıtmaktadır. Onun
Werther romanı Almanya’da ve dünyada başlı başına bir çığır açmıştır. Werther
modası başlamış, intihar olayları artmış, Japon ve Çin porselenlerinde kardeşine
ekmek kesen Lotte motifleri işlenmeye başlamış ve hatt a kendisinden sonra
gelen Alman edebiyatının en önemlilerinden biri olan Thomas Mann’ın bile Lotte
in Weimar romanına konu olmuştur.
Goethe’nin Clavigo adlı
beş perdelik nesir trajedisi otobiyografik unsurlar taşımakla birlikte tipik
bir Deha Çağı dönemi unsurları taşımaktadır. Beş perdelik nesir tiyatro eseri
olan Stella ise Goethe’nin 1775’te nişanlanıp ayrıldığı Lili
Schönemann’dan izler
taşımaktadır. Goethe’nin gençlik yılları şiirleri ise kendi özel yaşantısını
esas alan lirik tarzın ritm ve sese dönüşümü olarak görülmektedir. O,
kendisinden önceki şairlerin geliştirip lirik olgunluğa ulaştırmış oldukları
bir Almanca ile şiirler yazarak, kendisinden önceki şairleri de aşmış ve
evrenselliğe yükselmiştir.
Goethe kendi zamanında şiirin
henüz el atmadığı konuları ferdilikle bir araya getirmek suretiyle okura
doğrudan hitap etmeyi başarabilmiştir. Geleneksel şiirden farklı olarak
Goethe’de aşk, ilkbahar, sonbahar ve ayışığı gibi konular kendine özgü bir canlılık
kazanmış, böylece Alman dilinde yumuşak bir tarz oluşmuştur. Goethe’nin liriği
üç şekilde ele alınmaktadır. Bunlar Sesenheim şiirleri ile başlayan
tabiat şiirleri, baladlar ve övgü şiirleridir. (Hymnen) Goethe bu
şiirlerinde tam bir sentezcidir ve yepyeni bir şiir dili ortaya çıkarmıştır.
Cümlelerdeki yapıları ve
noktalamayı geleneksel çizgiden ayırmış, somut konuları canlandırmış,
alışılmamış türde benzerlikler kullanarak yeni yeni kelimeler ortaya çıkarmak
suretiyle sık sık ünlemlere başvurmuş; baladlarında ise yalın halk dilinden
yararlanma yolunu benimsemiştir. Dolayısıyla da eserlerinde yeni biçimlere yol
aralamıştır.
Onun Strassburg şiirleri cümle
yapısı, ritim, tınlama, somutluk gibi poetik unsurları gerekli oldukları
yerlerde kendilerine mal ettiği ölçüde yeni sayılmıştır. Şiirlerinde vezin ve
kafiye yapısını bozan kelime seçimi açısından bir belirsizlik görülmemektedir.
Goethe Alman şiirine ferdilik kazandıran ilk şair olma özelliğine sahiptir.
Goethe’nin 1775 yılında Weimar’a gelişi burada iyi bir kültür çevresiyle
tanışmasına vesile olmuş ve burada ilgi duymuş olduğu bilimsel araştırmalara
yönelme imkânı elde etmiştir ve faal hayatta etkili olma fırsatını
yakalamıştır. Onun Weimar yıllarındaki aşk objesi ise Frau von Stein olmuştur.
Bu yıllar Goethe’nin akıllanma ve gençlik yıllarından sıyrılma dönemidir.
Goethe güncelerinde ve mektuplarında ruh dünyasındaki bu dönüşümü sıklıkla
belirtmiştir. Goethe Weimar’da tabiatla ilgilenirken tabiat araştırmalarını
maneviyatla ilişki kurmak, kâinatın sırrını madde-ruh bağıntısı şeklinde ortaya
koymak maksadıyla yapmıştır. Bu incelemeler ve gözlemleri esnasında kâinatın
büyüklüğünü anlamış, onun ardındaki muazzam ahenk ve büyük ruha saygısı
artmıştır.
Goethe’nin ikinci edebi dönemi
1775’te Weimar’a gidişiyle başlayıp Schiller ile arkadaşlığı ve 1805’e kadar
uzayan Klasik sanat anlayışına ulaşmış olduğu dönemidir. Bilhassa roman
alanında Wilhelm Meister ’in Çıraklık Yılları ve şiirdeki Baladları en
önemli eserleridir. Bu klasik dönemde daha ziyade tiyatro oyunları yazdığı
söylenmektedir. Goethe Fransız devriminin şiddetinden ürkmüş, bu toplumsal
patlamaya sırtını dönmüş, klasik modele dayanan güzele ve ahlaki sanata
bağlılığını sürdürerek hümanist inancı ortaya koymuştur. Herzog kral August’un
Goethe’yi Weimar’a davet edişiyle bu küçük, yoksul şehre yerleşen Goethe, artık
August’un güvenilir bir dostu, bir hocası olarak Weimar’da özel elçilik
sıfatıyla tutulmuştur. Aynı zamanda Frankfurt’ta elde etmek istediği faal
hayata da kavuşmuştur. Weimar’da bilginin gözlem yoluyla kazanılabileceği
görüşüne inanarak bu görüşünü bizzat uygulama safhasına aktarmış ve araştırmaya
dayalı bilim adamlığı özlü olarak dile getirmiştir. Ona göre hayat madde ve
biçim birliği içerisindedir. Bütün tiplerin bir yapı planı dâhilinde var
olduğuna inanarak sürekli bir arayış ve inceleme ve araştırma içerisinde
olmuştur. Goethe bütün bu araştırmalarında maneviyatla ilişki kurmak amacı
güderek, kâinatın sırrının madde ve ruh bağlantısı tarzında ortaya koymaya
çalışmıştır. Bütün bunlar onu kâinatın büyüklüğündeki ahenk ve büyük ruha saygı
duymaya götürmüştür. Onun renk öğretisi çalışması da tabiatın varlıklarını
semboller şeklinde değerlendirme amacı gütmektedir. Bu yönüyle Goethe modern
gelişim öğretisinin öncüsüdür. O, tabiatın dini yorumlarla ifade edilmesine
karşı çıkarak, her şeyin kendi kendinin amacı olduğu hakikatiyle hareket
etmiştir.
Tabiatla uğraşmak Goethe için
yaşlılık yıllarına kadar özel hayatıyla sanat hayatı açısından bir denge unsuru
durumundadır. Onun Weimar yıllarında calvini st eğitimle tarzıyla yetişmiş
duygulu, akıllı ve dengeli biri olan ve aynı zamanda asil bir saraylı olan Frau
von Stein’le olan dostluğu Goethe’yi olumlu yönde etkilemiştir. Bu sayede
Goethe daha dengeli ve ahenkli bir ruh hayatına kavuşarak bunu Weimar
yıllarındaki şiirlerine yansıtmıştır (Aytaç, 1992:134-146).
Weimar’da Iphigenie'yi
nesir olarak bitirerek, Targuato Tasso'yu yazmaya başlamış, ancak
beklediği neticeyi alamamıştır. Bir yandan da Frau von Stein’le olan ilişkisi
onu platonik bir duruma sevk etmiş ve bu durum kendisini oldukça bunaltmıştır.
1786 Eylül ayının üçünde sessiz
bir şekilde Weimar’dan ayrılan Goethe’ nin hedefinde İtalya vardır. Onun İtalya
seyahati kendisi için eğitici bir nitelik kazanmıştır. Burası artık onun için
yepyeni bir dünya olmuştur. Orada plastik sanat eserlerini tanımış ve onları
büyük ve ölümsüz yapan şeyin sırrına vakıf olmaya çalışmış, bu Akdeniz
ikliminin insanlarının yaşama sevinciyle dolu, cömert tabiatlı, hayat dolu
birer niteliğe sahip olduklarının farkına varmıştır.
Goethe İtalya’da antik kültürün
sırrına vakıf olmaya çalışarak sanatçılar ve sanat bilimcileriyle bağlantıya
girmiştir. Orada, sanat tarihi alanındaki bilgilerini sistemli bir şekilde
genişletmiş ve Roma’da galerileri, müzeleri merakla incelemiş, halkın günlük
hayatına katılmış, tiyatrolarda verilen temsilleri, kilisedeki törenleri,
mahkeme duruşmalarını izlemiş, kendi kendisinin bir nevi rönesansını
sağlamıştır. Sicilya’da botanik çalışmaları ve tabiat bilimleriyle ilgilenme
fırsatı yakalamıştır. İtalya seyahati onun Sturm und Drang’tan kurtulup klasiğe
geçişini sağlayan bir başlangıç noktasıdır (Aytaç, 1982:9-13).
Goethe’nin sanat anlayışı
kutupluluk üzerine tesis edilmiştir. Botanikte bitkilerin biçimlerinin değişim
ve gelişim zincirlerinin ilk safhasını keşfetme çalışmaları vardır. Anatomide
ise insan kalbinin çalışma esasları olan açılma ve kapanmada görmüş olduğu
kutupluluğu canlılığın temel ilkesi olarak kabul etmiştir. Onun Iphigenie
auf Tauris trajedisi onun Frau von Stein’le geçirmiş olduğu ve
otobiyografik kaynağı yine von Stein olan bir eseridir. Goethe eserdeki
konuları bir hümanizma ahlâkı düzeyinde ele almış, kendi kişisel yaşantısıyla
ve deneyimleriyle de eseri destekleyerek modernize etmiştir. Amaç entrika
değil, şifadır. Aslında bu eser kendisinin bizzat yaşamış olduğu ruhsal
değişimidir. Eserin merkezini insanlık sorunu teşkil etmiştir (Aytaç,
2010:22-25).
İnsanın özgürlüğü, alın yazısı,
ruh temizliği, hakiki insanlığa ulaşabilme gibi konular dile getirilmiştir.
Onun Iphiegenie'si bir insanlık ve fazilet idealidir. Onun 1775’te
başlamış olduğu Egmont trajedisi de İtalya’da tamamlanmıştır. Eser ruhu
itibarıyla Deha Çağı’nın izlerini taşımaktadır. Eserin sonu ise klasik unsurlar
taşır. İtalya’dan döndükten sonra 1789’de bitirmiş olduğu Targuato Tasso
klasik dramı ise sanatçı problematiğini işlediği bir türdür. Bu eseri onun daha
ziyade Werther romanını andırmaktadır. Goethe’nin sanatkâr kişiliğiyle
Weimar’ın
aristokrat yaşantısına intibak
edemeyişinin edebi bir yankısı niteliğindedir. İtalya dönüşü Goethe arkadaşları
ve dostları tarafından pek sıcak karşılanmaz. Herder onun üzerindeki etkisini
kaybettiğini görünce ondan uzaklaşmıştır. Bu ilgisizlik Goethe’yi yeni
dostlarla tanışma, yeni insanlar arama zorunluluğuna itmiştir (Aytaç,1992:145-154).
Goethe’nin 1794’te yazmış
olduğu Reineke Fuchs eseri bir tilkiyi konuşturduğu bir destanıdır.
Eserde Goethe Weimar saray hayatını hicvetmiştir. İtalya dönüşü nikâhsız olarak
evlenmiş olduğu Christiane Vilpus’a atfen 1795 yazmış olduğu Römische
Elegien"de de (Roma Mersiyeleri) kendi karakterine zıt olan
Cristiane’yi ölümsüzleştirmiştir. Eserde Roma sarayları, bahçeler,
ibadethaneler hayat dolu sevgililerin bitmez tükenmez güzellikleriyle bir arada
işlenmiştir. Her ne kadar bu şiirler zamanın eleştirmenleri ve okurları
tarafından tenkid edilmiştir. Yine Goethe’nin bir eğitim ve çağ romanı olan
1796’da yazmış olduğu Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları romanı da
bireyin tüm yönleriyle işlenmiş olduğu 18. yüzyılın Almanya’sını tasvir eden ve
aynı zamanda Goethe’nin de hayatından izler taşıyan otobiyografik bir eserdir
(Aytaç, 1992:154-157).
1797’de bitirmiş olduğu Hermann
und Dorothea adlı destansı eserinde ise Johann Heinrich Meyer’e küçük bir
Alman şehrinde yaşamakta olan insanların hayat düzenlerinin Fransız İhtilali
yüzünden nasıl bozulduğunu küçük bir aynada yansıtmak şeklinde belirtmiştir.
Eserde tamamen Alman tabiatı, Alman geleneği ve yaşam tarzı karakterize
edilmiştir. Bu yönüyle eser millidir(Aytaç, 2010:26-27).
Goethe’nin 1803’te yazmış
olduğu ve içinde Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu neticeleri dile getirdiği Die
Natürliche Tochter trajedisi ise onun yapı ve sembol dokusu bakımından
ustalık unsurları taşıyan eserlerindendir. Eserde hem dünyadan kaçış, hem de
onun cazibesine kapılma söz konusudur. Eser stilistik bir tarzda Barok devri
dramlarını hatıra getirmektedir.
Goethe’nin 1770’den beri
tasarlayıp geliştirmiş olduğu Faust eseri ise onun en meşhur ve
sanatının inceliklerinin zirvesi olarak kabul görmüş eseridir . Bu eserinin
yazılışında şüphesiz Schiller’in rolü büyük önem taşımaktadır. Esere bir bütün
olarak bakıldığında eserde klasik dram yapısından uzaklaşılmış, trajik bir
sonuca götüren olaylar zinciri şeklinde bir form söz konusu edilmemiş, aksine
ilk
bölümde balad tarzı bir form,
ikinci bölümde ise tek tek sahneler şeklinde somut müşahhas sembollerle anlatım
söz konusu edilmiştir. Eser dünya edebiyatının şaheseridir, zîra eserdeki
imajlar çok zengindir, aynı zamanda karakterlere yönelik uygun üslubun
seçilmesi bakımından da Goethe’nin tam bir dil ustası olma özelliğini ortaya
çıkarmaktadır.
1809’da bitirmiş olduğu Die
Wahlverwandschaften eseri sosyal-psikolojik bir tarzda ele alınmıştır.
Eser, evlilik hayatının hassas temeller üzerine kurulması hadisesini anlatması
açısından önemlidir. Eserdeki ilişkiler çapraşıktır ve bir kimya formülü
üzerinden okuyucuya mesaj verilmektedir. Eser ilahi bir bakış açasıyla kaleme
alınmıştır. Eser, evliliği bir ahlâk meselesi olarak ele alış tarzından dolayı
klasiktir, aynı zamanda eserdeki figürlerin şahsında ve kaderindeki romantizmde
göze çarpmaktadır. Yine Goethe’nin 1833’te yayınlanmış olan Dictung und
Wahrheit (Şiir ve Hakikat) otobiyografisi modern Alman edebiyat tarihinin
başlangıcı niteliğindedir. Onun 1819’da yazmış olduğu West-östlicher Divanı
ise doğu nazım biçimleri şeklindedir.
Viyanalı şarkiyatçı olan Joseph
von Hammer’in Hafız Divanı tercümesinden çok etkilenmiştir. Divanın iki önemli
karakteri Züleyha ve Meryem’dir. Hatem karakterinde ise Goethe adeta kendi
portresini sergilemiştir. Eserde pek çok özdeyiş de söz konusudur. Batı
edebiyatı içerisinde yazılmış tek divan olma özelliğini taşıması açısından da
Goethe’nin edebi kişiliği bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Öncesinde
Hafız’ın Farsça gazellerini taklit ederek başlamış, sonrasında gazellerin
ruhunu içselleştirmeye çaba göstermiştir. Divan on iki bölüm şeklinde
tasarlanmıştır. Eser şiir biçim, muhteva yönünden klasikten tamamen uzaktır ve
adeta Goethe’nin yaşlılık devri hayat anlayışını, tecrübesini bir doğulu
bilgenin dilinden yazıya döktüğü en önemli ve en kişisel eseridir (Aytaç,
1992:158- 169).
Goethe, Batı Avrupa’nın
ekonomik, sosyal, rûhi devrimlerini, büyük fen ve sanayi inkılâbını tüm
benliğiyle yaşamıştır. Devrin resmî kültür çevreleriyle münasebetleri vardır.
Oradaki basın-yayın ve ulaştırma kolaylıklarını yaşamıştır. Bütün bunlar onun
edebi kişiliğini etkilemiş ve onu tam bir komple adam kılmıştır (Ablay,
1987:156).
Goethe’nin Doğu Yolculuğu
Goethe’de Din
Goethe’nin yaşamış olduğu zaman
diliminde Avrupa kıtası aydınlanma döneminden geçmiştir. Bu zaman zarfında ve
aydınlanmanın derinliklerinde şüphesiz din tartışmaları da yaşanmıştır.
Özellikle otuz yıl savaşlarının vermiş olduğu hezimet, Napolyon savaşları,
barok mistisizminin ağırlığı, kilisenin halkın inancına olan baskıları, Martin
Luther’in Protestanlık anlayışı hiç şüphesiz Alman halkının din anlayışında
yepyeni açılımlara kapı aralamıştır. Akıl çağı diye nitelendirilen ve Batı
uygarlığının modern zaman dilimine geçişini öngören bu zaman dilimi aynı
zamanda zihinsel açıdan da önemli bir süreci öngörmektedir. Aklın egemen
kılındığı bu mücadeleler dönemi hiç şüphesiz insanın özgür düşüncesi için
verilen mücadeleler dönemidir. Karanlık Avrupa kendisine bir yol arayışı
içindedir. Temelleri Rönesans yıllarında atılmaya başlayan bu aydınlanma dönemi
insanın ön plana çıkarıldığı keşiflerin ve icatların yapılmış olduğu bir
dönemdir. Nitekim bu icatlar, keşifler toplumun siyasî, mâli, dinî ve kültürel
dünyasına da yansıyarak insanın toplumdaki ilişkilerinin ve dünyasının
gelişmesine ve değişmesine de ön ayak olmuştur. Yani insan kendini, toplumu,
tabiatı tanımaya başlamış, düşüncenin dar kalıpları yıkılmıştır.
Zaman, dönem itibarıyla din
eleştirisinin merkezde olduğu, dine ve Hristiyan din adamlarına karşı
eleştirilerin dolaylı olarak İslam üzerinden yapıldığı bir dönemdir. İşte böyle
bir dönemde Goethe inançları reddetmeyen, tam tersine başka inançların da
varlığını kabul eden, hoşgörü sahibi, evrensel düşünceyi ilke edinmiş, vicdan
sahibi kişiliğiyle İslam dini üzerine düşünmeye çalışıp, onun ilkelerini
yorumlamayı amaç edinmiş bir kişiliktir. Modern çağın başlamasıyla beraber
toplumun dinden uzaklaştığını ve kişinin yalnızlaştığını bire bir fark eden
Goethe bir Spinoza hayranı olmasına rağmen kadere inanmanın kaçınılmazlığının
da farkına varmıştır. Goethe’ye göre kişinin hür tam bir hür iradesi yoktur,
ona göre her şey Allah’ın ebedî hükmü ve dilemesiyle olur. Onun kader inancında
Allah’a tevekkül, hayırseverlik, sükûnet ve itidalli olma hali söz konusudur.
Din adına her
türlü sahtekârlığın, aymazlığın
ayyuka çıktığı bir zaman diliminde, tam böyle bir ortamda kendisine İslâm’ın
değer yargılarıyla bir çıkış yolu arayan ve ruh-beden dengesini sağlayan Goethe
kendine has bir dindarlık anlayışı içine girmiştir (Tezcan, 2013:2).
Goethe, dinle ilgili genel görüşlerini “Goethe der ki” adlı
eserinde özetle şu şekilde dile getirmektedir:
“—Allah ’a kul olan birisi
inanç, sevgi ve umuda dayanmalıdır.
—inancın illa da bir dine
ihtiyacı yoktur, zira büyük, yaratıcı, düzenleyici ve yönetici bir varlığın kendisini
bize kavranır hale getirmesi için kendisini tabiatın ardına gizlediği kanısı
her insanda vardır, insan bunu kaçırsa bile hayatının her hangi bir anında
bulabilir.
—İşe yarayan tek din basit ve
sıcak olandır, mutlak hakikat hakkında biz hüküm veremeyiz, ruhun Allah ’la
olan gerçek ilişkisini ancak Allah belirleyebilir.
—Din bir birey işi olarak
vicdanla ilişkilidir, vicdanın coşturulması gerekmektedir.
—Dini olmayanın, Allah ’ı da
yoktur ve onlar hiçbir düzene uymazlar.
—Bilim ve sanat ehlinin dini de
vardır, ancak bunlara sahip olmayanın da dini olmalıdır.
—Hangi şekilde olursa olsun
inancın egemen olduğu zamanlar parlak, yüceltici ve verimli zamanlardır,
inançsızlığın baskın olduğu zamanlar ise her ne kadar parlak görünse bile
kaybolmaya mahkûmdur.
—Önemli olan inanmaktır. İnanç
büyük bir güven duygusudur, güçlü ve anlaşılmaz bir varlığa teslimiyetten
kaynaklanır.
—İslam ’ın neyinin doğru veya
yanlış; zararlı ya da faydalı olup olmadığını araştırmayacağım. Her ne kadar
bize öğretilmese de aslında hepimizin içinde bu dinden bir şeyler var.
—Hepimiz Müslümanlıkta
yaşıyoruz.
—İslam Allah ’a teslimiyetse,
hepimiz İslamiyet ’te yaşıyoruz.
—İslam müminlerden zor görevler
beklemez, onlara bu sınırlar içinde her şeyi verir, onlara gelecek ümidiyle
cesaret ve din kahramanlığı ilham eder.
—İnsanın başına Allah ’ın
dilediğinden başkası gelmez. Böylece insan hayatı boyunca içi rahat ve emin
olur ve başka şeye ihtiyacı kalmaz.
—Muhammed
salla’llâhü aleyhi ve sellem bütün masalları yasaklamakla şiirden
hoşlanmayışında son derece tutarlıdır.
—Gerçek Müslüman sanki orada
bulunmuş gibi cennetten bahseder. Ona Kur ’an’ın anlattığı gibi inanır.
—Kur ’an ’ın bütün özü
kendisinde şüphe olmadığıdır.
—Kur ’an ’ın üslubu kendi
amacına ve özüne uygun bir şekilde serttir, korkutucudur, yücedir, böylelikle
bir dişli ötekini harekete geçirir. Onun etkisine kimsenin hayret etmesine
hakkı yoktur.
—Allah ’ın Kur’an ’da söylediği
doğrudur. Biz hiçbir kavme kendi dilinden başka bir peygamber göndermedik.
—Şarkın ders veren hikâyeleri
Allah’ın iradesine mutlak bir boyun eğişi, hiç kimsenin kendi kaderinden
kaçamayacağı inancını, İslamiyeti öğretir ve ispat eder.
—Günümüzde İsa’nın istediği
anlamda Hristiyan kimdir acaba? Belki sadece ben... Her ne kadar siz beni
dinsiz saysanız da.
—Kilisenin midesi büyüktür, her
şeyi yiyip bitirdi. Kilise yalnızca haram malı hazmedebilir.
—Kilise el attığı şeyi zayıf
düşürür.
—Kıyamet günü süra
üflendiğinde, dünya hayatı bittiğinde, ağzımızdan çıkan her söz için hesap
vermekle yükümlüyüz.
—Allah tövbe eden
günahkârlardan zevk alır.
—Mucize uman inancını
kuvvetlendirmelidir.
—Dindarlığı ve sofuluğu amaç
edinen kişiler çoğunlukla sahtekârdır” (Aytaç, 1982:148-163).
Goethe dini bakımdan yalnızca
Hristiyanlıkla sınırlı kalmamıştır, aksine Goethe algılarını ve ilham dünyasını
İslam dininin inanışlarıyla açıp genişletmiştir, bilhassa Kur’an’ın
Hristiyanlığı düşmanca gören ayetlerine saplanmamıştır. Kendi tabiatına uygun
bir dindarlık arayışı içerisinde olan Goethe İslam’dan aldığı ilhamları kendi
içerisinde entegre edebilmiştir (Tezcan, N. 2013, s.3)
Goethe’nin özellikle doğu
edebiyatıyla ve tasavvufla tanışmasından sonra İslâm dini onun için Allah’a
teslimiyet ve tevekkül anlamına gelmiştir. Hristiyanlığı, dolayısıyla İncil’i
de çok iyi bilmesine rağmen, Kur’an’ın din anlayışı kendisine daha yakın
gelmiştir. O İslâm dininde ve dolayısıyla Kur’an’da hayata daha müspet bakan,
dünyayı ve hayatı kolaylaştıran bir inanç sistemi bulduğuna inanmıştır. Goethe
İslâm’ı önyargılardan uzak bir şekilde anlamak için çaba göstermiş, İslâm’ın ön
yargılardan uzak bir şekilde Batı’da anlaşılabilmesi için Doğu-Batı divanını
kaleme almıştır (Alperen, 2009:107-111).
Goethe’nin kendi inanç ve
düşünceleri ile İslam’ın temel ilkeleri arasında çok yakın bir ilişki vardır.
İslâm’a karşı çok derin bir sempati içerisindedir. Zîra Allah’ın birliği,
Allah’ın tabiatta tezahürünün kabulü ve Allah’ın insanlarla diğer elçiler
yoluyla konuşması fikri Goethe’ye cazip gelen öğretilerdir (Dallmayr,
2000:116).
Goethe’nin İslâm’la ilgili
cüretkâr ifadeleri o güne kadar Almanya’da söylenmiş olan tüm ifadeleri aşacak
niteliktedir. Dolayısıyla o İslâm’a ve onun derinliklerine kök salan bir
sempati içerisindedir (Sarıçam, 2014:522; Özdemir, 1970:138). Onun İslâm’a
olağanüstü ve içten bir yakınlık duyması tolerans fikrinin hâkim olduğu
Aydınlanma döneminden de kaynaklanmaktadır, zîra bu çağ Hristiyanlıktan başka
dinlerin de değerini tanımayı kendi icaplarından saymaktaydı. Ancak Goethe’nin
İslâm’a olan ilgisi devrin tutumundan değil de, İslâm dinine olan tamamen şahsi
ilgisiyle alakalıdır. Dolayısıyla onun şark dünyasına olan ilgisi onda çok
erken başlamıştır. Zîra o hocası Herder’e mükemmelliği aradığını ve ona erişme
çabası içerisinde oluşunu büyük bir şevkle itiraf etmiştir (Maksudoğlu,
1967:187-190).
Onun Doğu-Batı Divanı’ndaki şiirseVBeri
islâmî bir nitelik taşımaktadır. Ona göre İslâm barış ve Allah’a teslimiyet
dinidir (Ateş, 2014:1).
Goethe’nin İslâm’la ilgili
onayladığı hükümler, Almanya’da bir yazarın İslâm’la ilgili mevzuda konuşmaya
cesaret ettiği her şeyi çok aşmıştır. Onun İslâm’la olan kesin müspet alakası
aslında kendi düşünce ve inancının İslâm’ın esas öğretileriyle uyuşması
sayesindedir. İslâm’a olan ilgisinde Herder vesilesiyle alışılmışın dışında bir
içtenlik söz konusudur. İnançları tanıma yönünde şiddetli bir karakteristik
arzusu vardır. Goethe’ye göre kalpte hissedilen dinle kilisede vazedilen din
arasında bağdaşmazlık, uyumsuzluk söz konusudur, İslâm dininde ise böyle bir
şey söz konusu değildir (Mommsen, 2012:17-21).
Goethe Doğu-Batı divanında “Çölde
İsrail” başlığı altında şu sözleri dile getirmiştir: “Dünya ve insanlık
tarihinin, asıl, biricik ve en derin konusunu, inançla inançsızlık arasındaki
çatışma teşkil eder; diğer mevzularsa buna tabi ve talidir. Hangi form altında
olursa olsun, inancın hüküm sürdüğü bütün çağlar, aynı çağda yaşayanlar için
de, gelecek nesiller için de muhteşemdir, kalpleri yücelticidir ve verimlidir.
Buna mukabil hangi biçimde olursa olsun, inançsızlığın bir anlık sahte bir
ihtişamla sefil zaferini hâkim kıldığı tüm asırlar, sonraki nesillere ulaşmadan
kaybolup gitmişlerdir; çünkü hiç kimse verimsiz, kısır şeyleri idrak için kafa
yormak istemez’”. Goethe inançlı bir insanı dindar bir fenomen olarak kabul
eder, her ne kadar çağdaşları onu büyük bir münkir olarak görmüşlerse de onun
yukarıda ifade etmiş olduğu açık yürekli fikirleri, onun din, inanç, dinsizlik,
teizm ve ateizm gibi meselelerdeki tavrını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ona göre insan yaratılıştan dindar bir tarzda yaratılmıştır. Ancak kastettiği
dinden kasıt nedir? Goethe prensip olarak hiçbir felsefi ve sistem ve düşünce
içerisinde kendisini asimile etmemiştir, aksine onlardan kendi dünya görüşüne
uygun olan sentezlenmiş bilgileri yepyeni bir kompozisyon ile kendi düşüncesi
olarak ifade etmiştir (Özkan, 2009:52-53).
Goethe, Katolik arkadaşı Sulpiz
Boisseree’ye yazdığı bir mektubunda din ile ilgili düşüncelerini bütün
samimiyetiyle ifade etmiştir. Buna göre, hiç kimse kendini dini duygulardan
sıyıramamaktadır. Din değiştirmenin kendi tarzı olmadığını, ancak dini
duyguları derunileştirmeyi sadakatle tamamlamak gerektiği, inanamayacağı hiçbir
mezhep olmadığını ifade etmiştir. O, dine daima hürmetkârdır. Dini
mensubiyetini ön plana çıkarmamış ve muayyen bir dinin de propagandasını
yapmamıştır. Tanrıya açılan bir pencerenin olduğu anlayışı
içerisinde olmakla beraber,
ilim ve sanat erbabının nasıl olup da dinsiz olduklarını bir türlü tasavvur
edemediğini dile getirmiştir. Ona göre Allah’ın yardımına ve himayesine mazhar
olmuş bir sanatkâr katiyyen münkir olamaz. Gerçek dindar insan bakışlarını
sonsuzluğa çevirir, ebedi olanla irtibatlı olur ve gönlünü ebediyetle doldurur
(Özkan, 2006:123-125).
Doğu-Batı Divanı’nın Oluşumu
Almanya’da Goethe’nin yaşamış
olduğu dönemde İslâm dini ile ilgili söz söylemek neredeyse imkânsızdır. Ancak
Goethe evrensel bir kişiliği temsil etmektedir. Onun yaşamış olduğu dönem
Aydınlanma diye tabir edilen bir dönemden geçmektedir ve kökeninde de din
tartışmaları vardır. Batıda bu döneme kader yapılan Kur’an çevirileri düşmanca
bir tavır altında yapılagelmiştir. 18. yüz yılın başlarında ise din üzerinde
yapılan araştırmalar önem kazanmıştır. Goethe böyle bir geçiş döneminde
İslâm’la karşılaşmış ve 1812 yılında yayınlanan şarkiyatçı Joseph von Hammer’in
Hafız divanı tercümesini okumaya başlamıştır (Aytaç,1992:167). Onun, Hafız’ı
kendisine içten yakın bulması ve Hafız’la aynı duyguları paylaşması, Hafız’ın
kendisine eş bir şâir olmasından kaynaklanmıştır. Çünkü Hafız’ın ruh büyüklüğü,
düşünce ve sağlamlığı irfanından sezgisine dayanan bilgisinden
kaynaklanmaktadır. Onun düşünce tarzı Goethe’nin inançlarına uygundur (Özgü,
2014:93). Hafız, Avrupa’da yakın şarkın en meşhur şairi sayılır. Goethe ise
Divanını onun ruhuna ithaf etmiştir (Schimmel, 2014:27). Goethe’nin Doğu-Batı
Divanı İslâm edebiyatı geleneklerine uygun olarak “ed- Dîvânu’ş-Şarkî li’l-
Mü’ellifi’l-Garbî üst başlığını taşımaktadır (Dağlar, 2015: 146).
Doğuya karşı bir merak ortalığı
sarmaya başlamıştır. Bunun başlıca sebepleri ise İstanbul’un fethi ve
Viyana’nın kuşatılmasıdır. Şairler, Türklere karşı kendilerini korumaları için
dua bile etmektedirler. Barok şairi Paul Fleming (1609 -
1649) İran edebiyatına duyduğu
hayranlığa rağmen Türklere düşman olmaktan kendini alamamıştır. O yıllarda doğu
ile ilgili konular dramatize edilmiş Bonunier 1561’de ilk Türk dramı La
Soltane'yi yazmıştır. Daha sonra Christopher Marlowe de Tamburleineyi
yazmıştır. Adam Olearius Yeni Şark Seyahatleri ve Şeyh Sadi’den yapmış
olduğu Gülistan çevirileri ile oryantalizmin kapısını açmıştır. Volter
dahi çok ciddi bir itirafla bütün sanatların beşiği olan ve batının her şeyini
borçlu olduğu doğu’ya açılmak zorunluluğunu dile getirmek zorunda kalmıştır.
Bir Alman şairi ve aynı zamanda Goethe’nin de hocası durumunda olan Herder ise
İran şiirini yeryüzü cennetinin hurisi olarak keşfetmiş bir zekâdır. Alman
sanatı ve tefekkür biçiminin onunla kabuk değiştirdiği söylenilmektedir. Goethe
de onun başlattığı geleneğe katılmıştır. Böylelikle hayalin sınır tanımadığı Binbir
Gece Masallarının, İrem Bağfnın, yanı sıra Osmanlı divan şairlerinin ve
şair- sultanlarının artık keşfedilme vakti de gelmiştir.
Goethe Birbir Gece
Masallarıyla büyümüştür. Annasi onu her gece bu masallarla ve ninnilerle
uyutmuştur. Artık onun hayatına ve hafızasına bu masallar kazınmıştır. Hatta, Wilhelm
Meister ’in Seyahat Yılları"ndaki genç Goethe ile Binbir Gece
Masallarının Şehrazad’ı aynı dünyayı paylaşmaktadır. Fausfun büyük
bölümünü dahi bu masalların etkisiyle yazmıştır. Beethoven bile meşhur 9.
Senfonisinin son kısmını Türk mûsikîsiyle bağlamıştır. Herder, A.W. Schlegel.
F.Schlegel, W. Von Humbolt doğuyu romantizmin vatanı olarak gömüşlerdir.
Doğu denildiğinde
Hammer-Prugstall birleştirici bir köktür. O, oryantalizmin çilekeşi olarak
görülmüştür. Goethe ve Hafız onsuz tanınamamaktadır. Friedrich Rückert
oryantalizmin yolunu onsuz bulamamıştır. Dolayısıyla Doğu-Batı Divanı’nı
okurken bu üç ismi göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Goethe Doğu hakkındaki
bilgilerinin büyük bir bölümünü, Hammer’in Viyana’da Şarkı’ı Sevenler Cemiyeti
aracılığı ile çıkartmış olduğu Fundgruben des Orients adlı dev bir
edebiyat, kültür ve sanat dergisinden elde etmiştir. Hammer Hafız’ın Divanını
da Almancaya çevirmiş ve iki cilt halinde yayınlamıştır. Bu divandan çok
etkilenen Goethe Doğu-Batı Divanı’nı yazmıştır. Hammer arap edebiyatından da 7
ciltlik bir tercüme yapmıştır. Friedrich Rückert ise Şark şiirinin sihrini
Almancaya taşımıştır. Ancak, bir Doğu-Batı Divanı yazılacak seviyeye
gelinememiştir.
Aynı yıllarda David Friedrich
Megerlin Kur’an-ı Kerim’i Almanca’ya tercüme etmiş ve bunu okuyan Goethe bu
tercümeyi önyargılı ve bağnazca bularak beğenmemiştir. Hammer’in çevirdiği
Hafız divanı Goethe’ye ulaşınca Go ethe adeta büyülenmiştir ve o yıllarca bu
divanı hıfzetmiştir. Hafız’ın şiirlerinde kendi ruhunu farkeden Goethe
kendisini onun ikiz kardeşi olarak kabul etse de, kendini ona eşit saymaya
cüret edememiştir. Hafız’ı takip ve taklitle işe başlayan Goethe, kendi
ateşiyle ve gönülleri tutuşturan bir lirizmin şart olduğunu anlamıştır. 1815
Ağustos’unda 29 yaşındaki ince ruhlu Marianne von Willemer adlı şair istidatlı
rakkase ile tanışmasıyla ona tutulmuş ve gönlü aşk ateşiyle fitillenmiştir.
Artık o Goethe’nin Züleyha’sıdır (Özkan, 2006:102-110).
Gerçi, Goethe henüz daha 23
yaşındayken Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem ithafen kaside
yazmıştır. Onun Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem olan hayranlığı ve
İslâm Peygamberinin ona model teşkil etmesi hadisesi başlı başına bir
fenomendir. Goethe Doğu-Batı divanı için kaleme alınmış olan duyuru yazısında “eserin
müellifi kendisinin Müslüman olduğu'” yolundaki söylentiyi
reddetmemektedir. Kendisini İslam Peygamberiyle özdeşleştirmesiyle beraber
peygamberin hayatının izini süren Goethe 1770’lerde Kur’an-ı Kerim’i okumaya
başlamıştır(Tezcan, 2013:2). Peygamberlik, ilham, vahiy, Allah’ın peygamber
aracılığı ile kendisini duyurması, Kur’an’ın Allah katından inmesi; bunun
yanında bütüncül bir Allah telakkisi hadisesi Goethe’yi İslâm dinine çeken
hadiselerdir (Aytaç, 2010:29).
Bu kadar karizmatik bir
kişiliğe sahip, büyük bir bilgelik hazinesi olarak görülen, güçlü bir ikna
kabiliyeti olan (Tezcan, 2013:s.2). Goethe’nin İslam’a duymuş olduğu ilgi
kesinlikle bir rastlantı değildir. Zîra, onun hayatında tesadüf diye bir kavram
söz konusu değildir. Sanata, edebiyata ve hayatın tüm alanlarına karşı aşırı
bir ilgi içerisinde olan hezerfan yapılı bir kişiliğe sahip olan Goethe,
doğunun Binbir Gece Masallarını annesinden ve büyükannesinden dinleyerek
hayal gücünü geliştirmiştir. Binbir Gece Masalları Goethe’ye hayatı
boyunca etki etmiş, onun düşünme yeteneğine katkıda bulunmuş; ona hikâye etme
ve efsane etme yeteneği de sunmuştur.
Goethe’nin Aşığın Mizacı “Die
Laune des Verliebten”” eserindeki karakterin isminin “Amine”” olması
bir tesadüf değildir. Bu masallar onun doğuyla bağlantısını
kuran ilk kaynaklardır. Doğunun
renkli ve ışıklı dünyasını merak eden Goethe bu itibarla henüz 12 yaşındayken
Tevrat ve İncil’de anlatılan Museviliğin ve kavimlerin hayatını incelemek
maksadıyla İngilizce, İtalyanca, Fransızca derslerinin yanında İbranice dersi
de almıştır. Leipzig Üniversitesinde hukuk tahsil ettiği yıllarda Weimar
Kütüphanesinden Arabistan Tasvirleri “Beschreibung von Arabien””adlı
eseri de sıklıkla ödünç alarak incelemiştir. Yine Leipzig yıllarında Arap
edebiyatı ve tarihi uzmanı Johann Jacob Reiske’nin tercümelerinden faydalanmış
ve Arap şairi Mütenebbi’nin şiirleriyle karşılaşmıştır. Strassburg’taki öğrenim
yıllarında ise Goethe aslında hayat boyu kendi üzerinde etkisi çok olan bir
kültür adamı niteliği taşıyan Herder ile tanışmasından sonra Yakın Doğu ve
İslâm üzerindeki fikirleri büyük bir derinlik kazanmıştır.
Onun Arap şiirine ve Kur’an’a
duymuş olduğu ilgi aslında tamamıyla Herder vesilesiyle olmuştur. Goethe
Doğu-Batı Divanında faydalanmış olduğu seyyahları ve bazı profesör dostlarını
da “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde anmıştır. Marco Polo, Johannes von
Montevilla, Pietro della Valle, Olearius, Tavernier, Chardin gibi seyyahlar
bunlar arasındadır. Yine William Jones, Johann Gottfried Eichhorn, Georg
Wilhelm Lorsbach gibi hocalar da onun faydalanmış olduğu isimler arasındadır.
Prof. Dr. Johann Georg Kosegarten ve İslam Ansiklopedisi’nin öncülerinden
D’Herbelot Goethe’nin Kur’an v e Arapça konusunda müracaat ettiği isimlerdir.
Divanın oluşumunda çok önemli bir rol oynayan asıl isimler ise Joseph Freiherr
von Hammer-Pugstall (1774-1856) ve Heinrich Friedrich von Diez’dir. Goethe,
Diez’in ve Hammer’in Şark edebiyatından yapmış oldukları bütün çalışmalardan
istifade etmiştir. Özellikle Keykavus’un Kâbusnamesindeki örf, adet, edep,
usul, genel ahlaka aykırı ilkeler ve hikâyeler Goethe’nin dikkatini celp
etmiştir ve onu derinden etkilemiştir (Özkan, 2009:36-52).
Goethe, Doğu-Batı Divanı’nın
oluştuğu zaman içerisinde bir takım ahlaki, dini ve felsefi vecizeleri de
toplayarak bunları Murakaba, Hikmet ve Temsil bahisleri şeklinde divanda
işlemiştir(Yılmaz, 2006:7). Genç yaşında yazmış olduğu Mohammets Gesang
(Muhammed’in Nağmesi) onun Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem yüce
kişiliğine duymuş olduğu hayranlığın bir belgesi mahiyetindedir. Bunun yanında
Napolyon’un Almanya’yı işgal ettiği yıllarda Almanya’nın yanında olan
Rusya’nın bu savaşa Türk asıllı
askerler göndermesi ve Goethe’nin Weimar’da bu Müslüman askerlerle tanışması da
onun İslâmiyet’e olan ilgisini artırmıştır. Kur’an- ı Kerimi bizzat okuyabilme
adına Arapça öğrenmeye çalışmış ve Arapça harfleriyle bazı süreleri bizzat
yazmıştır. Megerlin’in ve Maraccius’un Almancadan ve Latinceden yapmış olduğu
Kur’an tercümelerinden almış olduğu on Sûre’nin onun İslâm’a ilgisini arttıran
bir dökümü mahiyetindedir.. Dîvan’ı besleyen en önemli kaynak ise bizzat
Kur’anın kendisidir. Dîvan oniki bölümden müteşekkildir. Ayrıca İslâm dünyası,
cennet tasavvuru Dîvan için edebi bir malzeme niteliğindedir (Aytaç,
2010:28-31).
Dîvan’da Buch des Sangers
(Şarkılar Kitabı) onun siyasi huzursuzluk ortamından kaçışını gösteren Doğu
kültürüyle karşılaşmasıdır. Buch Hafis (Hafız Kitabı) bahsinde Goethe
Doğu şiirinin dinle bağlantılı karakteristik özelliğini konuları ve
biçimleriyle ele almıştır. Buch der Liebe (Aşk Bahsi), Buch der
Betrachtungen (Murakabe Bahsi), Buch des Unmuts (Sıkıntı Bahsi), Buch der
Sprüche (Hikmetler Bahsi),Buch des Timur (Timur Bahsi), Buch Suleika (Züleyha
Bahsi), Das Schenkenbuch (Saki Bahsi), Buch der Parabeln (Mecazlar Bahsi), Buch
der Parsen (Persler Bahsi), Buch des Paradieses (Cennet Bahsi) konuları da
Divan’ın diğer konularını içermektedir.
Eserde Timur bahsi Hafız’ın
çağdaşı Timurla, Goethe’nin çağdaşı Napolyon’nun kışın çıktıkları birer sefer
olan Çin ve Moskova seferleri arasındaki bağıntıyı dile getirir. Züleyha bahsi
Dîvan’ın en önemli bölümlerindendir. Aşk ve sevgi bu bölümde oldukça kendini
göstermektedir. Cennet bahsinde ilâhî ve mecazî aşkın birlikteliği dile
getirilirken, bahiste cennet tasavvurunun imajlarınd an hareket söz konusudur.
Şair huriler tarafından cennete sokulmuştur, fakat bu onun Züleyha’ya yazmış
olduğu şiirler neticesinde meydana gelmiştir (Aytaç, 1992:167- 169).
Goethe’de Allah Telâkkîsi
Alman Edebiyatının en büyük
şairi olan Johann Wolfgang von Goethe aynı zamanda bir hakikat şairidir. İçinde
yetişmiş olduğu Aydınlanma döneminde yaşadığı devrin Hristiyanlık algısıyla
olan çatışmalara rağmen, akıl, mantık, prensip, duygu ve hayal gücü zenginliği
gibi kavramlarla kişiliğini sağlamlaştırarak hayatı boyunca kendi prensipleri
doğrultusunda hakikat peşinde koşan bilge bir şahsiyettir. Çocukluğunda
muntazaman kiliseye gitmiştir. İncil’i okumuştur, buna rağmen Hristiyanlığın
katı kalıplarından uzaklaşmayı da bilmiştir.
Binaenaleyh,
Leipzig yıllarında geçirmiş olduğu ruhi bunalımlar oldukça ciddi boyuttadır.
Ancak onu bu bunalımlardan kurtaran annesinin yakını olan Susanna Katharina von
Klettenberg adında oldukça dindar kadının göstermiş olduğu ilgidir. Bu ilginin
neticesinde Goethe mistik ve dini eserlere karşı ilgi göstermeye başlamıştır
(Aytaç, 1992:134-137). “Goethe
der ki “ adlı eserde onun Allah telâkkisiyle ilgili sözleri şu şekilde
ifade edilmektedir:
“ Tanrı
bizden daha güçlü ve daha bilgedir; bu nedenle bize canının istediğini yapar”.
“Biz tanrısallık düşüncesi hakkında ne biliyoruz ki? Hem bizim o dar
kavramlarımız en yüce varlık hakkında ne söyleyebilir ki? Onu Türk’ün yaptığı
gibi yüz isimle de çağırsam, yine de yetmez ve o sınırsız özelliklerin yanında
yine de hiçbir şey söylememiş olurum.” “Tanrılarla ölçmeliyim, herhangi bir
insanı.” Tanrılar, bizim için neyin iyi olduğunu bizim bildiğimizden daha iyi
bilir. ” “Tanrılara tapıyorum, ama yine de onların kopyası biz insanlara karşı
davranmaya kalktıkları zaman onlardan nefret etme cesaretini içimde buluyorum.”
“Tanrıları insanlardan ayıran nedir? Onlardan bir sürü dalganın, sonsuz bir
akımın gelmesi; oysa bizim, bir dalga kaldırdığı bir dalga yuttuğu takdirde
batıverişimiz.” “Kralların olduğu çağda da tanrılar vardı.” “Tanrıya ibadetin
en güzel şekli, imaja, tasvire gerek göstermeyenidir... ” “Ah, tanrılar
aklımızı aldığında insanlar karşı koyabilir mi?” “Tanrılara benzemem ben! Çok
derinden duyuyorum bunu. Toz toprak yiyen solucana benzerim.” “Tanrılar bize
kendi eserlerini taklit etmeyi öğretiyorlar. Ama biz ne yaptığımızı bilsek de
kimi taklit ettiğimizi bilmiyoruz.” “Tek tanrıya inanmak, kendi iç dünyasının
birliğine döndürdüğü için hep ruhu yüceltici etkide bulunmuştur.” “Katkısız,
derin, doğuştan gelme ve geliştirilmiş görüş tarzım bana tanrıyı tabiatta,
tabiatı tanrıda görmeyi kesin olarak öğretti. Öyle ki, bu tasarım biçimi benim
bütün varlığımın temelini oluşturdu.” “Evrene yalnızca dışardan itip parmağında
döndüren bir tanrı nedir ki! Ona dünyayı içinden sevindirmek, tabiatı kendi
içine, kendini tabiata yükseltmek yakışır, öyle ki onun içinde yaşayıp çoğalan
ne varsa O’nun gücünü ve ruhunu her an fark eder.” “Tanrıyı seven kimse yüksek
tutmalı, çünkü onun kötüyle ilişkisi yoktur.” “Tanrıyı gerektiği gibi seven,
O’nun sevgisine karşılık vermesini istemez.” “Tanrıya güvenen kişi olgunlaşmış
demektir.” “Kişi nasılsa tanrısı da öyledir; bu yüzden de tanrı çok kez alay
konusu olmuştur.” “Tanrıya inanıyorum! Bu, güzel ve övünülecek bir söz; ama
tanrının nerede ve nasıl tezahür ettiğini anlamak, işte yeryüzündeki asıl
mutluluk budur.” “Bütün unsurlarda tanrının varlığı!” “Tanrı neden mi hoşuma
gider? Çünkü yolumuzu hiç kesmez.” “Seven gönül seni yaratıcıya yükseltsin.
Allahım, sen benim efendim ol! Sen ki her şeyi seversin, güneşi, ayı ve
yıldızları, yeri, göğü ve beni yarattın.” “Baskı ve sıkıntı içinde tanrıyı
aradığım zaman hiç elim boş dönmedim ”
“...ne olursa olsun, içimizdeki tanrı ne kadar yakındır!” “Yükselmekte
olduğumuz zaman tanrı her şeydir; alçaldığımız zaman bizim zavallılığımızın
tamamlayıcısıdır.” “Doğu tanrınındır, batı tanrınındır, kuzey ve güney ülkeleri
tanrı ellerinin huzuru içinde uzanır.” (Aytaç,1982:486-491).
Goethe, antik dönemden itibaren
tek tanrılı inançları tetkik ederek onlarda edebi açıdan faydalanabileceği
imajlar bulmuştur. İslam dinine olan alakası bir ömür devam eden Goethe İslam
Peygamberinin kişiliğine hayrandır, zira Allah O’nun vasıtasıyla kendisini
insanlığa duyurmuştur (Aytaç, 2010:29). Nitekim, Bakara sûresinden bir ayet
Goethe’ye şu dörtlüğü ilham etmiştir: “Doğu da Allah’ındır, Batı da Allah
’ın, Kuzey ve güney illeri, Huzur içinde O’nun ellerinde.” Bununla birlikte
Goethe Allah’ın adil sıfatıyla ilgili de şunları dile getirmektedir: “O,
biricik adil, Adalet diler herkes için, Yüz isminden biri ol O Yüce ’nin,
Âmin.” Goethe Allah’ın iradesine teslimdir, bağlıdır. Bu konudaki sözleri
şu şekildedir: “Herkes kendi işindeymiş, saçma, Kendi fikrini övüyor!
Allah’a teslimiyetse İslamiyet, Onda yaşıyor ve ölüyoruz hepimiz.” Goethe,
teslisi reddetmekte ve Müslümanların Allah telâkkisine ilgi duymaktadır, zira
teslis Hz. İsa’nın öğretisine de ters düşmektedir.
Goethe bunu şu şekilde dile
getirmiştir: “İsa bütün saflığıyla duruyor, Kâinatın Allah ’ı bir tek
diyordu. Onu Allahlaştıran her kişi, En kutlu hislerini yaralıyordu!” (Sarıçam,
2014:526-527).
Arap dilini öğrenme çabası
içine giren Goethe Kur’an’dan on değişik sûreden ayetler not etmiştir. Ancak bu
not edişler tamamıyla kendi kanaatleri doğrultusunda olmuştur. Bu kanaat
Allah’ın tabiatta tecelli etmesi inancıdır: “Doğu da Allah’ındır, Batı da
Allah’ın; nereye dönerseniz Allah’ın yüz oradadır (sure 2)”. Goethe,
Allah’ın tekliği ve birliği esasını şiar edinmiş ve ona en büyük değeri vermiş
bir şairdir. Nitekim bunu Kur’an’dan not etmiş olduğu “Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde....bütün bunlarda,
dikkatli olan ve düşünen bir toplum için Allah ’ın birliğini ve lütufkârlığını
gösteren yeterli deliller vardır” ayetinden anlamaktayız.
Goethe yine İslam dininin
esaslarından birini teşkil eden Allah’ın iradesine teslim olma konusunda
samimidir. O, Allah’ın iradesine teslim olmayı, onun önceden kaderi tespit
edişine ve iradesine karşı gelinmemesi gerektiği şeklinde dile getirerek gerçek
bir dindarlığın icabını ortaya koymaktadır. Herzog Carl August öldüğünde Goethe
Eckermann’a şunları ifade etmiştir:” Allah iyi bulduğunu yapıyor, biz
zavallı ölümlülere katlanmaktan başka çare kalmıyor. Biz Allah’ın verdiği ömür
kadar yaşıyoruz. Allah bizden daha kudretlidir ve hâkimdir, bunun için bizi
kendi dilediği şekilde yönetir ” (Maksudoğlu,1967:191 -200).
Goethe’nin gençliğinde başlayıp
ömrünün sonuna kadar süren İslâm’a olan alâkası onun Allah telâkkisiyle ilgili
görüşlerinde derin tesirler bırakmıştır. Goethe’ye göre Allah adildir ve herkes
için adalet dilemektedir. Allah’ın yüz isminden birisi şüphesiz Adil’dir.
Goethe, Müslümanların Allah telâkkisine sempati duymaktadır, teslisi
reddetmekte ve teslisin Hz. İsa’nınsalla’llâhü aleyhi ve sellem tevhit
anlayışına ters düştüğünü belirtmektedir. Ona göre Hz. İsa salla’llâhü aleyhi
ve sellem tamamen saftır ve kâinatın Allah’ını birlemektedir, ancak Hz. İsa’yı
salla’llâhü aleyhi ve sellem ilahlaştıranlar onun kutlu hislerini
yaralamaktadırlar (Sarıçam, 2014:522-527).
Goethe Allah’a karşı sürekli
bir hürmet içerisindedir ve onun amacı ve itikadı Allah’ın lütfunu, sevgisini
arzu etmektir. Goethe bir muhabbetullah içerisinde O’na karşı vuslat
etmektedir. Zühd ve takva vesilesiyle Allah’a ulaşmak isterken,
dünyadan kendisini tecrit etmek
ve bedenini köreltmek de Goethe’ye ters gelmektedir. Bu yüzden bir orta yol
aramaktadır. Bu da Goethe için şüphesiz ki İslamiyet’tir.
Goethe’ye göre daima bir
tesbihat içerisinde olan bir kimse Allah’a karşı bir teslimiyet ve tevazu
içerisinde olmaktadır, dolayısıyla insanın O’nu samimi bir şekilde zikretmesi
hem dünyadaki kurtuluşu, hem de ahiretteki kurtuluşu açısından önem arz
etmektedir. Goethe’ye göre Allah’ın varlığının, birliğinin ve O’nun her şeyi
gördüğünün bilincinde olan bir kişinin yalan ve ihanet içerisinde bulunması
imkânsızdır. Kâinatı yaratıp, onu bir nizam içerisinde idare edip ve dünyayı
insanın emrine, hizmetine sunan Yüce varlığı sevmek insanın en büyük görevidir.
Bununla beraber Goethe’ye göre dünyada ve ahirette mutluluğun yolu Allah
sevgisinden geçmektedir. Aşk ve sevgi Allah’a yakın olmanın en belirgin
göstergesidir. Allah sevmesini bilene yakındır, akıl ile düşünülür, ancak aşk
ile hissedilir (Yılmaz, 2006 73-74).
Goethe bir tek Allah’a
inanmanın ve iman etmenin kişiyi yücelttiğine inanmaktadır. Allah’ın takdiri
karşısında insanın teslimiyetten başka bir yolunun olmadığını; O’nun irade ve
takdirine mutlaka boyun eğilmesi gerektiğine itiraz etmemektedir. Tek bir
Allah’a inanmak ruhu yücelten bir etkiye sahiptir, dolayısıyla bu etki kişiyi
kendi iç birliğine götürmektedir (Özkan, 2009:79; Mommsen, 2012: 159).
Goethe, Hristiyanların haçına
karşı da bir tavır sergilemiştir. Zîra o, Hz. İsa’nın (AS) bir tek Allah’a (CC)
iman ettiğini ve Hz. İsa’nın (AS) Allah’ın (CC) oğlu olarak beyan edilmesinin
büyük bir günah olduğunu vurgulamak suretiyle haçı yermiştir. Hammer’in Kur’an
tercümesinde Hz. İsa’nın (AS) Allah’ın oğlu olduğunu reddettiği Kur’an’ın 5.
Suresinin 116. Ve 117. Ayetlerini bulmuştur. Goethe’nin Allah inancı
Müslümanların Allah inancıyla örtüşmektedir. Onun 1811 yılında yayınlamış
olduğu Fundgruben des Orients’in 2. cildinde Hammer’in tercümesinden bildiği
İhlas süresinde bu durum dile getirilmektedir. Yani bu duruma göre İhlas
süresinin tamamını içselleştirmiştir. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.
Allah Samed’dir. Yani, her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir.
Ondan çocuk
olmamıştır. Kimsenin babası
değildir. Kendisi de doğmamıştır, yani kimsenin çocuğu değildir. Hiçbir şey
O’ne denk ve benzer değildir” (Mommsen, 2012:161).
Goethe
Şansölye F.v. Müller’e şöyle demektedir:”................ Bugün. halâ Isa’nın
anladığı manâda Hristiyan olan
kimdir? Bu belki benim sadece; her ne kadar siz beni bir dinsiz addetseniz de.” Goethe
Doğu-Batı Divanı’nda da şunu dile getirmektedir: “O, bizzat Müslüman olduğu
yolundaki bir kuşkuyu reddetmez. “İslam’da yaşıyor ve İslam’da ölüyoruz?”
Onun Allah’ın birliği anlayışı birliğin içindeki çokluk kabulünü
reddetmemektedir (Mommsen, 2012:166-167).
Goethe Doğu-Batı Divanı’nın Muganni
Name (Şarkılar Kitabı) İnayet Belgesi ve Tılsım başlıkları altındaki
şiirlerinde Allah’ın yüz adından bahsetmektedir. Goethe, Allah’ın yüz ismine
Hammer’in Talismane der Muslimen (Müslümanlarda Tılsım Üzerine) başlıklı
yazısında rastladığını söylemektedir. Güzel sıfatıyla adlandırılan bu isimlerin
(esma-i hüsna) doksan dokuzu Kur’an’da yer almaktadır, yüzüncüsü ise gizlidir.
En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun
isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına
çarptırılacaklardır. Bu ifade Kur’an’nın 7. Süresinin 180. ayetidir. Hammer
tarafından yapılmış olan Kur’an-ı Kerim’in 59. Süresinin 22. 23. Ve 24.
Ayetleri de Goethe’nin dikkatini celp etmiştir.
Bu ayetlere göre O,
kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah ’tır. Gaybı da, görünen alimi de
bilendir. O, rahmandır, rahimdir. O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan
Allah ’tır, O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü noksanlıktan uzak),
barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi,
düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşşiz olan Allah ’tır.
Allah, onların ortak koştuklarından (putlardan) uzaktır. O, yaratan, yoktan var
eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her
şey O’nu tespih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.(Mommsen,
2012: 168-169).
Diğer yandan Hans A. Meier
Divan için yazmış olduğu şerhlerde Goethe için şunları dile getirmiştir: “Allah
’ın isimlerinin ‘iç çelişkileri’ nedeniyle Goethe’nin kendini dinden ‘kopmuş’
hissettiğini açıklaması, ko konunun yakından incelenmesini kaçınılmaz
kılmaktadır?” Oysaki bu iddia Goethe’nin notlarından dolayı yanlış olarak
ortaya atılmıştır. Zîra bu
notları da Goethe Celâleddin Rûmî’nin mesnevisini okurken görmüştür. Bu yanlış
anlaşılan notta şöyle denmektedir: “...Tevhit inancının sebep olduğu nefret
ettirici/O’na bütün çelişkili sıfatların verilmek mecburiyetinde olunması
saçmalığıdır!” Fakat Goethe burada çelişkili isimlerin absürd oluşundan söz
etmemekte, tam tersine tevhit inancının götürdüğü berbatlıktan söz etmektedir.
Bu ifadenin de Goethe’nin tevhid inancının berbat olduğu manasına gelmemektedir
(Mommsen, 2012:170.
Yine Goethe Allah’ın yüz
ismiyle ilgili şu ifadeleri dile getirmektedir:
“Undwenn ich Allahs
Namenhundert nenne,
Mitjedem klingt einName nachfür
dich”.
“Ve söylesem yüz ism-i celâlini
Allah’ın
Yankılanır senin için her
biriyle bir isim ” (Mommsen, 2012:176).
Goethe esma-i hüsnanın sırrını
Doğu-Batı Divan’ında Züleyha Bahsinin sonunda en zirve noktaya taşmıştır:
“In Tausend Formen magst du
dich verstecken,
Doch, Allerliebste, gleich
erkenn ich dich,
Du magst mit Zauberschleiern
dich bedecken,
Allgegenwartge, gleich erkenn
ich dich.
In der Zypresse reinstem jungen
Streben,
Allschöngewachsne, gleich
erkenn ich dich,
In des Kanales reinem
Wellenleben,
Allschmeichelhafte, wohl erkenn
ich dich.
Wenn steigend sich der
Wasserstrahl entfaltet,
Allspielende, wie froh erkenn
ich dich!
Wenn Wolke sich gestaltend
umgestaltet,
Allmannigfaltge, dort erkenn
ich dich.
An des geblümtenten Schleiers
Wiesenteppich, Allbuntbesternte, schoen erkenn ich dich;
Und greift umher ein
tausendarmger Eppich, O Allumklammernde, da kenn ich dich.
Wenn am Gebirg der Morgen sich
entzündetdet,
Gleich, Allerheiternde, begrüŞ
ich dich,
Dann über mir der Himme rein
sich ründet
Allherzerweiternde, dann atm
ich dich.
Was ich mit auflerm Sinn, mit
innerm kenne, Du Allbelehrende, kenn ich durch dich;
Und wenn ich Allahs
Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nachfür
dich” fGoethe, 1988:91).
“Binlerce surette saklasan da
kendini,
Sevgililer Sevgilisi, hemen
tanırım seni;
Büyülü örtülerle kapasan da
kendini,
Her yerde hazır ve Nazır olan,
anında tanırım seni.
Servilerin yukarıya can atan
saf ve taze arzularında, Yüceler yücesi anında tanırım seni,
Su kanallarındaki billur
dalgaların canlılığında,
Büyük lütufkâr elbette tanırım
seni.
Fıskiyenin yükselip dağılan
suyunda,
Ebedi oyuncu, ne mutlu ki
tanırım seni,
Bulutun kendinden değişip
şekillenmesinde,
Sûretler âleminin yaratıcısı,
orada tanırım seni.
Bir halı misali çiçeklerle
donanmış çimlerde,
Ey âlemi renkli yıldızlarla
donatan, ne güzel görürüm seni;
Etrafı kaplamış bin kollu
sarmaşıklarda,
Ey her şeyi kuşatan, orada
tanırım seni.
Sabahları şafak söktüğünde dağlarda,
Ey neş’e kaynağı hemen
selamlarım seni,
Sonra üzerimde şu berrak gök
kubbeleştiğinde,
Ey gönül ferahlatıcı, o an seni
solurum.
Zahiri anlamıyla batıni
manasını anlarım
Sen ey âlemin öğreticisi,
senden seni bilirim;
Ve söylesem yüz ism-i celalini
Allah’ın
Yankılanır senin için her biri
bir isim ” (Özkan, 2009:273).
Goethe’nin uzun bir şekilde
Allah’ı sena etmesi, aslında onun sufi geleneği vasıtasıyla Allah’a olan
vuslatını gerçekleştirmesine yardım etmektedir. Bir başka şekilde Goethe
Allah’a olan telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir:
“Soll ich nicht ein Gleichnis
brauchen,
Wie es mir beliebt?
Da uns Gott des Lebens
Gleichnis,
In der Mücke gibt.
Soll ich nicht ein Gleichnis
brauchen,
Wie es mir beliebt?
Da mir Gott Liebchens Augen
Sich ein Gleichnis gibt”.
“Bir mecaz kullanmamalı mıyım?
Hoşuma gittiği gibi,
Keza Allah bir sivrisinekte
Vermektedir bize hayat
misalini.
Bir mecaz kullanmamalı mıyım?
Tam da istediğim gibi.
Zira Allah sevgilinin
gözlerinde sunar bana
Bir mecaz olarak kendini” (Mommsen,
2012:179-180).
Yine Divan’ın Persler
Kitabındaki Pers İnancından Kalan Miras başlıklı şiirde Allah
telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir:
“Gott auf seinem Throne zu
erkennen
Ihn den Herrn des Lebensquels
zu nennen,
Jenes hohen Anblicks wert zu
handeln
Und in seinem Lichte
fortzuwandelri”.
“Hissettim ki Allah’ı arş-ı
âlâda idrak etmek,
O’na hayat pınarının hâkim-i
mutlakı demek,
yüce bakışa yaraşır biçimde
hareket etmek
O’nun ışığında durmadan
ilerlemek demek” (Mommsen, 2012:181-182).
Goethe, Eckermann’a yazmış
olduğu 11 Mart 1832 tarihli mektubunda da Hz. İsa (AS) vesilesiyle Allah
telâkkisini şu şekilde dile getirmektedir: “Onun önünde eğilirim....o en
yücenin tezahürüdür.Ben ondaki nura ve Allah ’ın yaratıcı kudretine perestij
ediyorum; yalnız onun vesilesiyle biz yaşıyor ve çalışıyoruz ve hatta bütün
nebatat ve hayvanlar da bizimle beraber” (Mommsen, 2012: 181-182).
Goethe
Gözüyle Kur’an ve Hz. Peygamber
Hristiyanlık, Batı’nın varoluş
sürecinin çoğunda Batı’ya hükmetmiş, onun manevi itici gücünü taşımakla beraber
aynı zamanda Rönesans ve Aydınlanmaya kadar Batı dünyasının tüm gelişimini de
etkilemiştir (Tarnas, 2015:155). Batı fevkalâde bir taassubun içerisinde
kıvranıp durmuştur. Bu taassup öyle bir raddeye varmıştır ki, batıda din ve
mezhep savaşları almış yürümüş ve bunun neticesinde Batı karanlık bir dünyanın
içerisinde yuvarlanıp durmuştur. Liberal din adamlarının teolojiye yaptıkları
saldırı yanlış anlamalardan kaynaklanmıştır (Whitehead, 2011:183).
Nihayetinde, Hristiyanlık
dünyası Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma gibi dönemlerin getirmiş olduğu
müsamaha neticesinde Hristiyanlığın dışında da
inançların olabileceği
düşüncesinin farkına varmıştır. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesi Batı dünyası
içerisinde kendisini en çok hissettiren bir form şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu
formun sacayaklarından biri olan Hümanizm Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasına karşı
geliştirilmiş bir protesto niteliği taşıyan tolerans düşüncesidir (Aydın,
2016-1:59). Bu tolerans fikriyle birlikte gözler İslâm’a çevrilerek Batı’da artık
İncil ve Tevrat dışında Kuran-ı Kerimin tercümeleri yapılmaya ve yayınlanmaya
başlamıştır.
İslâm’a ve İslâm bilimlerine
olan ilginin artmasıyla beraber, Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem
hayatıyla ilgili eserler de yazılmaya ve yayınlanmaya başlamıştır. İslâmiyet’le
ilgili yapılan çalışmalar da tabiatıyla daha önceden Latince’ye çevrilmiş olan
kaynaklara dayanılarak yapılmıştır. 17. Asırdan itibaren Arapça’ya ve doğu
dillerine olan ilgi artmış ve kaynaklara bizzat başvuru geleneği başlamıştır
(Sarıçam, 2007:489). Bu durum Doğu’nun zorunlu olarak Batı’ya seyri fikrini
ortaya çıkarmaktadır, zîra Avrupa tarihin mutlak sonuysa, Asya başlangıcı
durumundadır, yani belirleyici olan da zorunlu olarak doğu olmaktadır (Hegel,
2016:190). Bu dönemde Avrupa’da büyük devletlerden her biri kendisini, reforme
edilmiş, arındırılmış dini hakikatlerin bir versiyonuyla da özdeşleştirmeye
başlamıştır (McNeill, 2015:143).
Onsekizinci yüzyılda aydınlanma
fikrini savunanların piyasaya çıkıncaya değin Batılı Hristiyanlar,
Müslümanların henüz neye inandıkları konusu şöyle dursun, Doğulu Hristiyanların
bile kendileri hakkında ne düşündüklerini bilmemektedirler. Onlar için
Müslümanlar müşrik, pagan ve kâfir olarak nitelendirilmektedir. Oysaki
Müslümanlar, Hristiyanlık düşüncesinin ne olduğu ve hangi açılardan
İslâmiyet’ten farklı olduğu hakkında bilgiye sahiptiler (Pickthall,
2014:100-101).
Kaldı ki, o günkü Alman
coğrafyası 300 civarında devletçik halinde yaşamaktaydılar. Amerika’nın keşfi
ve Protestanlığın ortaya çıkmış olması Avrupa’da ve tabii ki o günkü Almanya’da
her alanda önemli değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Artık Almanya pek
çok değişime gebe kalmaktadır (Doğan, 2012:7-36). Lessing sahip olduğu
fikirlerle daha o dönemde tek başına ortaya çıkıp doğruyu haykırmak hususunda
korkusuzca bir mücadele vermiştir.
Bir ön açıcı olarak sadece
İslam’ın değil, Arapların yanın da Türklerin de ön yargısız bir şekilde
tanıtılması için yoğun bir çaba içerisine girmiştir (Taşcı, 2013: 60). Bu
dönemde Goethe deneysel gözlem ile spiritüel sezgiyi ifşa edici bir tabiat
biliminde, tabiatın organik arketip formlarını idrak etmeye muktedir olan
bilimde birleştirme çabası gösteren bir tabiat felsefesi hareketi başlatmıştır
(Tarnas, 2012:225). Kur’an bu dönem zarfında bir bütün olarak Avrupa’da
Almanca, Fransızca, Polonya dillerine çevrilmiştir. Oryantalist cemiyetler
dergilerin sunmuş oldukları katkılar neticesinde, onların kullanmış oldukları
ilmi materyaller artmış ve bilgi birikimi paylaşılabilir hale gelmiştir (Derin,
2006:28). Batı toplumu dogmatik kilise yerine, daha ılımlı, sevecen ve
hoşgörüyü önceleyen dini oluşumlara yönelmiştir (Yılmaz, 2014:359).
Goethe’nin Müslümanların kutsal
kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e olan ilgisi o dönemdeki dini hoşgörü hevesine de
dayanmaktadır. Aydınlanmacı hoşgörü bağlamında Goethe Kur’an-ı ve manasını,
İncil’in yanısıra, insanlığın büyük kısmınca kutsal olan başka kitapların da
var olduğunun müşahhas bir örneği görmektedir. Herder sayesinde, 1770-71 kış
mevsiminde Strassburg’ta Kur’an-ı okuma fırsatı yakalayan Goethe, yazmış olduğu
Divan’da Kur’an hayranlığının temelini atarak İslâmiyet’i, Kur’an-ı ve Hz.
Peygamber’i salla’llâhü aleyhi ve sellem eşsiz bir şekilde övmüştür (Aytaç,
2010:270).
Goethe, gençlik dönemindeki
dindar olan arkadaşlarıyla yapmış olduğu tartışmalarda geleneksel bir dini
geçerli kılmak isteyen koyu Hristiyanlık bakışına karşıdır. Romantizmin
içindeki tek taraflı ‘Hristiyancılık düşüncesine de muhaliftir. Bu durum
onun Kur’an-ı tekrar göz önüne almasına bir vesile niteliğindedir. Onun
Kur’an-a olan ilgisi sadece bir dini hoşgörü gösterisi olmaktan ziyade,
ulaşabildiği tüm dini inanç şekillerini tanıma merakıyla da alakalıdır.
Çocukluğundan beri kendisine uygun bir din anlayışı arayışı içerisindedir.
İnanç konusunda sürekli bir arayış ve gel gitler içerisindedir.
1770-71 yıllarında almış olduğu
hukuk öğreniminin sonrasında Herder ile tanışması Kur’an’la tanışmasına ve
uğraşmasına kaynaklık etmiş ve Kur’an’ın o muhteşem üslubuna hayranlık kesp
etmesine sebep olmuştur. Onun Kuran’ın üslubuna dair duymuş olduğu haz çok
ileri seviyededir. Goethe bu durumu şu
şekilde dile getirmiştir: “Kur
’an-ın üslubu disiplinli, büyük, müthiş, yüce” dir. Ama onu Kur’an’a çeken
asıl neden ise, Allahın tabiatta tecelli edişi, çeşitli elçiler vesilesiyle
insanlığa hitap etmesi mucizenin reddi ve dindarlığın hayırsever işlerde
kendini kanıtlaması gerektiğinden emin olmak gibi İslami öğretiler şeklindedir.
Öyle ki, İslam’la bir akrabalık duygusu içerisindedir (Aytaç, 2010:269-273).
Herder’in İslam ve Hz.Muhammed
salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkındaki olumlu düşünceleri Goethe’i tesiri
altına almıştır. Zîra, Herder’in, Hz.Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem
tevhit öğretisini yaymasındaki coşkunluğunu ve O’nun saflık, uyanıklık ve iyi
niyete dayalı hizmet anlayışını beğenmesi Goethe’ye takdire şayan bir düşünce
olarak gelmiştir. Goethe’ye göre Herder Müslümanların ulaşmış olduğu medeniyet
seviyesini övmektedir. Şarabın, temiz olmayan yiyeceklerin, tefeciliğin, aç
gözlülüğün, kumarın İslam’da yasak oluşu Herder’in övmüş olduğu saflaştırma
gayretleridir. Müslümanlar bilhassa bu yasaklara sırf Allah’a kulluk etmek
gayretiyle katlanmaktadırlar. Arınma çabası, ibadetler, zekât, sadaka, Allah’a
teslim olma gibi hasletler Müslümanlara ruh huzuru ve karakter birliği
aşılamaktadır. Bütün bu hususların Goethe’nin dikkatini celp etmesi tabiatıyla
onu Hz. Muhammed’in salla’llâhü aleyhi ve sellem görevi ve kişiliği üzerine
yoğunlaşmaya itmiştir (Sarıçam, 2007:489-490).
Goethe’nin Kur’an’a ve Hz.
Peygamber’e salla’llâhü aleyhi ve sellem yaklaşımı, hoşgörü yaklaşımı ile
geçmişin yanlış hükümlerini yeniden düzeltme gayretleri içerisinde olan
Aydınlanma Çağının tutumundan değil, daha ziyade kendi şahsi ilgisinden
kaynaklanmaktadır. Zira Goethe o zamana kadar ki söylenegelen, İslam hakkındaki
çok cüretkâr ifadelerin hepsini aşmıştır. Goethe mükemmelliğe erişme çabası
içerisindedir. Onun yol göstericisi olarak görmüş olduğu Pindar’a yazdığı bir
mektupta: ”Ben şimdi Musa’nın (a.s.) Kur’an’da dua ettiği şekilde dua etmek
istiyorum: Rabbim benim dar göğsümde genişlik ver bana. işimi kolaylaştır.
Dilimin bağını çöz’” Goethe burada Kur’an’ın 20. sûresini zikretmektedir
(Maksudoğlu, 1967:189-190).
Goethe gençlik yıllarında
içerisinde tevhit akidesini temel konu olarak işlemiş olduğu “Mahomef”
adlı bir dram hazırlığına yönelmiştir. O, bu eserde Hz. Muhammed salla’llâhü
aleyhi ve sellem ile Halime’yi konuşturarak İslâm’ın tevhit akidesini
işlemiştir.
Taslak halinde kalan bu
projeyle birlikte Hz. Ali (RA) ve Hz. Fatıma(RA) arasında terennüm halinde
gelişen bir parçayı bu taslaktan ayırarak bağımsız bir şiir haline getirmiştir.
Bu kısıh Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem için övgü niteliği taşıyan Mahomets
Gesang (Muhammed’in Şarkısı) şiiridir. Goethe’nin Hz. Muhammed’e salla’llâhü
aleyhi ve sellem olan yakınlığı ömrü boyunca devam etmiştir (Sarıçam,
2007:490).
Goethe’nin Hz. Muhammed’e
salla’llâhü aleyhi ve sellem karşı hissetmiş olduğu çok samimi sempatiler
eserlerine yansımıştır. Böylelikle Kur’an okumalarına başlayan Goethe, Kur’an’dan
notlar çıkararak bu notlar üzerinde çalışmış; Allah’ın birliği esasını içeren
ayetlerle Hz. Peygamberin davranış tarzı ve öğretisiyle ilgili olanlar üzerinde
yoğunlaşmıştır. Onun Mahomets Gesang’ şiiri Hz. Muhammed’insalla’llâhü
aleyhi ve sellem seçkin hususiyetlerini ortaya koyduğu ve O’nun beşeriyetin
manevî ve fikrî önderi olduğunu ifade ettiği övgü şiiridir (Kahraman,
2003:578). Goethe Hz. Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem olan hayranlığını
bu şiirinde şu mısralarla ifade etmektedir:
“Bakın kaynak nasıl fışkırmakta
Kayalardan neşe ile
Nurlu yıldızlar gibi pırıl
pırıl
Bulutlar üzerinden melekler
Onun gençliğini beslerdi
Fundalıklardaki kayalar
arasında
Taptaze, gencecik
Raks ederek bulutlardan
Mermer kaynaklara iner
Tekrar yükselir sevinç
Nağmeleriyle semaya
Dağ geçitlerinde o,
Kovalıyor rengârenk çakılları
Koparıp sürüklüyor genç önder
Kardeş kaynakları da birlikte
Çiçekler açıyor aşağı vadide
Yeşeriyor çimenler adım attığı
her yerde
Nefesinden
Onu yolundan alıkoyamıyor
hiçbir
Karanlık vadi, hiçbir çiçek
Aşk dolu gözlerle Onu süzerek
Dizlerini sarıp tutamaz
Düzlüğe gidiyor kıvrılarak
akışı,
Karışıp birleşerek
Dost oluyor dereler, iniyor
şimdi ovaya
Gümüş pırıltılarla,
Ovalar Onunla ihtişama bürünür,
Ovalardan ırmaklar.
Dağlardan dereler
Sevinçle sesleniyor Ona:
kardeş, Kardeş, kardeşlerini de al.
Beraber ezeli atana götür,
Açılmış kollarıyla
Bizi bekleyen
Ebedi okyanusa,
Eyvah, boşuna açılmış kollarla
bekler
Hasret çektiği bizleri
kucaklasın diye;
Çünkü ıssız çölde bizi yer
Kumlar.
Tepemizde güneş emip bitirir
kanımızı,
Ve bir tepe engelliyor, Göle
varmamızı.
Kardeş,
Ovalardan gelen kardeşlerini de
al,
Dağlardan gelen kardeşlerini de
al, Birlikte götür atana!
Gelin hepiniz!
Ve coşuyor şimdi O
Bütün ihtişamıyla.
Bir nesil kaldırır bu Sultan ’ı
yükseklere,
Ve kükreyince O, zaferler
kazanıyor, isim veriyor beldelere,
Şehirler oluşuyor ayak bastığı
her yerde.
Durdurulamaz bir akınla devam
ediyor, Kulelerin alevli zirvelerine,
Mermer sarayları, hilkatinin
icabı
Arkasında bırakarak.
Sedir ağaçlı evler atlas taşır
Geniş omuzlarında,
Dalgalanarak başının üstünde
Binlerce sancak yükseliyor
göklere
ihtişamına şehadet ederek.
Ve böylece kavuşturuyor
kardeşlerini,
Sevdiklerini, evlatlarını
Gönlü muhabbetle dolu, onları
Bekleyen Yaratıcıya. ”
Şair, şiirinde Hz.
Muhammed’isalla’llâhü aleyhi ve sellem kayalar arasından doğan bir nehre
benzetmekte ve O’nun manevi gücünün kardeşleri olan diğer ırmak ve dereleri de
kendi bünyesinde toplayarak Allah’a ulaştığını dile getirmektedir. Başlangıcı
küçük olan bu manevi gücün zaman içerisinde büyüyüşünü, yayılıp açılışını ve
Allah’ı temsil eden okyanusa dökülüşünün şanlı neticesini dile getirmektedir
(Sarıçam, 2014:522-524).
Goethe aradan geçen yıllar
içerisinde Hz. Peygambere bağlanmıştır. Onun vahdet inancının bir belgesi olan “Mahomed
Dramı ’nın” giriş monoloğunun fragmanında peygambere okuttuğu şiir şu
şekildedir:
“Mahomet
(allein)
Teilen kann ich euch nicht
dieser Seele Gefühl.
Fühlen kann ich euch nicht
allen ganzes Gefühl
Wer, wer wendet dem Flehn sein
Ohr?
Dem bittenden Auge den Blick?
Sieh, er blinket herauf, Gad,
der freundliche Stern.
Sei mein Herr du, mein Gott!
Gnadig winkt er mir zu!
Bleib! Bleib ’ Wendst du dein
Auge weg?
Wie? Liebt’ ich ihn, der sich
verbirgt?
Sei gesegnet, o Mond! Führer du
des Gestirns,
Sei mein Herr du, mein Gott! Du
beleuchtest den Weg.
Lass! Lass nicht in der
Finsternis
Mich! Irren mit irrendem Volk.
Sonn ’, dir glühenden, weiht
sich das glühende Herz.
Sei mein Herr du, mein Gott!
Leit ’, allsehende, mich.
Steigst auch du hinab,
herrliche?
Tief hüllet mich Finsternis
ein.
Hebe, liebendes Herz, dem
Erschaffenden dich!
Sei mein Herr du, mein Gott! Du
alliebender, du,
Der die Sonne, den Mond und die
Stern ’
Schuf, Erde und Himmel und mich
”
“Muhammed
Bu ruhun hislerini anlatamam
size.
Duyguları bütünüyle duyuramam.
Yakarışlara kulak verecek olan
kimdir?
Yok mudur yalvaran gözlere
bakacak biri?
Bak, şu aşina Müşteri yıldızı,
nasıl parlamakta.
ilahım ol, Tanrım ol benim! Bir
işaret lütfet bana.
Dur, gitme! Batıyor musun
yoksa?
Nasıl? Yoksa kendini gizleyen
bir faniyi mi sevdim?
Ey kamer, takdir ederim ki,
yıldızların rehberisin sen,
Rabbim ol, İlahım ol! Yolumu
aydınlatan sensin.
Bırakma! Terketme beni
karanlıklarda!
Yolunu kaybetmiş şaşkın
kalabalıklarla.
Ey güneş! Şu yanık gönül senin
için tutuşur,
İlahi, Tanrım ol! Ayırma beni
doğru yoldan, ey Basir!
Yoksa sen de mi batıp
gidiyorsun, ey ilahi kudret!
Zifiri karanlıklara
gömülmekteyim elbet.
Ey, seven kalp! Kalk! Doğrul!
Yüksel Yaradan ’a!
Rabbim ol! Tanrım ol! Sen, tüm
mahlûkatı sevensin,
Sen ki güneşi, ayı, yıldızları
yarattın,
Yeri, göğü ve beni sen yarattın
”.
Goethe’nin bu monoloğu Kur’an-ı
Kerim’in 6. Suresindeki Hz. İbrahim (AS) kıssasını değiştirerek ilhamla yazmış
olduğu ortadadır. Hadise sanki Hz. Muhammed’in (AS) başından geçmiş gibi anlatılmıştır
(Özkan,2009:107- 109;Mommsen, 2012:50-51).
Hz. Peygamber hakkında yazılmış
olan kasidelerin en güzellerinden birisi olarak kabul edilen bir şiiri de
Goethe’nin Hz. Muhammed’in Nağmesi’dir. (Mahomets Gesang) :
Mahomets
Gesang |
Hz.Muhammed’in Nağmesi |
Seht den
Felsenquell, |
Kayalıklardan fışkıran |
Freudehell, |
Şu neşe pınarına bakın |
Wie ein
Sternenblick; |
Bir yıldız çakışı sanki |
Über
Wolken |
Bulutlar üzerinde |
Ndhrten
seine Jugend |
Yüce ruhlar beslemiş
gençliğini |
Gute
Geister |
Derununda koruluktaki kayalıkların |
Zwischen Klippen im Gebüsch
Jünglingsfrisch |
Taptaze gençliğiyle |
Tanzt er
aus der Wolke |
Sıyrılıp bulutlardan |
Auf die
Marmorfelsen nieder, |
Rakseder gibi iner mermer
kayalara |
Jauchzet
wieder |
Haykırır sevincini yine |
Nach dem
Himmel |
Sinesinden asumana |
Durch die
Gipfelgdnge |
Katmış da önüne rengârenk
çakılları |
Jagt er
bunten Kieseln nach, |
Sürüklüyor dağ geçitlerinden
aşağı |
Und mit
frühem Führertritt |
Ve bir önder azmiyle |
ReiŞt er
seine Bruderquellen |
Götürüyor beraberinde |
Mit sich
fort |
Nice kardeş pınarları |
Drunten
werden in dem Tal |
Vadilerden aşağı |
Unter seinem FuŞtritt Blumen Çiçeklenir geçtiği yerler
Und die
Wiese |
Ve çimenler |
Doch ihm halt kein Schattental, Lakin eyleyemez onu
Keine
Blumen |
Ne gölgeli vadiler |
Die ihm seine Knie umschlingenNe sevdalı
bakışlarla yüze gülerek
Nach der Ebne dringt sein Lauf Basıp ovayı
ta içlere kadar ilerler
Schlangenwandelnd. |
Sonra döne dolana akar gider |
Bache
schmiegen |
Yoldaşı olur akarsular |
Sich
gesellig an. Nun tritt er |
Ve şimdi gümüş parıltılar içinde |
In die
Ebne silberprangend, |
Girer obaya |
Und die
Ebne prangt mit ihm, |
Ve onunla parıldar ova |
Und die
Flüsse von der Ebne |
Ve ovalardan gelen
ırmaklardan |
Und die Bache von den Bergen Ve
dağlardan inen derelerden
Jauchzen ihm und rufen:Bruder! Sevinçle
bir ses yükselir: Kardeş
Bruder,
nimm die Brüder mit, |
Kardeş, kardeşlerini de al
yanına, |
Mit zu
deinem alten Vater, |
O kadim Yaradana |
Zu dem
ewgen Ozean, |
Kucağını açıp bizi bekleyen |
Der mit
ausgespannten Armen |
O ebedi umman kavuştur, |
Unser
wartet |
Ah! O kollar ki beyhude
açılmış |
Die sich, ach! Vergebens
öffnen, Bağrına basmak için hasret çekenleri
Seine
sehnenden zu fassen; |
Zira şu ıssız çölün |
Denn uns
friŞt in öder Wüste |
Haris kumları bizi yiyip
bitirecek; |
Gierger Sand; die Sonne droben Güneş yukardan
kanımızı içecek
Saugt an unserm Blut; ein Hügel Bir tümsek
engel göle ulaşmamıza
Hemmet uns zum Teiche! Bruder, Kardeş
Nim mdi eBrüder von der Ebne, Al
ovalardan bütün kardeşleri,
Nimm die Brüder von den Bergen, Dağlardan
bütün kardeşleri al
Mit, zu
deinem Vater mit! |
Eriştir hepsini yüce
Yaradana! |
Kommt ihr
alle!- |
Haydi, gelin hepiniz !- |
Und nun
schwillt er |
Nasıl da coşmakta şevkle; |
Herrlicher;
ein ganz Geschlechte |
Bir nesil ki taşıyor yücelere
önderini! |
Tragt den
Fürsten hoch empor! |
Parlak zaferlerle ilerlerken, |
Und im
rollenden Triumphe |
Ülkelere ad verir, |
Gibt er
Landern Namen, Stadte |
Geçtiği yerlerde şehirler
kurulur, |
Werden
unter seinem FuŞ. |
Durdurulamaz, muttasıl akar
köpürerek |
Unaufhaltsam
rauscht er weiter, |
Öyle cömert bir fıtrat ki o, |
Laflt der
Türme Flammengipfel, |
Parlayan kuleleri, |
Marmorhauser,
eine Schöpfung |
Ve görkemli mermer sarayları |
Seiner
Fülle, hinter sich . |
Böylece ardında bırakır
gider. |
Zedernhauser tragt der Atlas |
Sanki atlas; sedir ağacından
gemileri, |
Auf den Riesenschultern;
sausend |
Taşıyor devasa omuzlarında |
Wehen über seinem Haupte |
Ve bir uğultu ki rüzgârda, |
Tausend Flaggen durch die
Lüfte, |
Sırtında binlerce yelkenli, |
Zeugen seiner Herrlichkeit. |
Ve onun ihtişamına şahit
(Özkan, 2009: |
111-113).
Şairler prensi olan Goethe’nin
bu şiiri Hz. Muhammed’i (AS.) yüceltmek üzere yazılmış bir tür na’t, kasidedir.
Bu şiir Muhammed Dramında Hz. Ali (RA)
ve Hz.Fatıma’nın (aleyhisselâm)
karşılıklı olarak okumaları için yazılmıştır, ancak dram tamamlanamayınca
geriye bu şiirler kalmıştır.
Goethe, Hz. Peygamber hakkında
o zamana kadar Avrupa’da yazılmış ne kadar kitap varsa tüm kitapları okumuştur.
Bu kitaplar menfi olarak kaleme alınmış kitaplardır. Buna rağmen o müthiş zekâ,
sezgi ve dehasıyla tüm önyargılara rağmen fışkıran bir neşe pınarı olan Hz.
Muhammed’e salla’llâhü aleyhi ve sellem ulaşmayı başarmıştır. Bu şiirinde Hz.
Peygamber’i bir din dâhisi ve bütün insanlığın manevi lideri olarak tebcil
etmektedir. O, kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, bütün insanları
bir kardeş muhabbetiyle yanına almak suretiyle Allah’a ulaştırmaya
çalışmaktadır (Özkan, 2009:113).
Goethe
İslamı hep savunmuş ve Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) çok
değerli bir insan olduğunu hep bilmiş ve O’na hayran olmuştur (Özdemir, 1970:138).
Goethe, bağnaz bir profesör olan ve Kur’an’ı Arapça aslından Almancaya tercüme
eden ilk Alman olan Megerlin’i de tenkid ederek, onun Hz. Muhammed’i
salla’llâhü aleyhi ve sellem sahte peygamber ve Deccal olarak göstermesine
şiddetle karşı çıkmıştır ve Kur’an’ın acilen yeniden, aslına uygun olarak
tercüme edilmesi gerektiğine dair bir değerlendirme yazısı yazmıştır (Dallmayr,
2000:116).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar