Print Friendly and PDF

Münacât'ü-l İmam-ı Şafiî

Bunlarada Bakarsınız


Münacât'ü-l İmam-ı Şafiî, 

Zamanında Mısır Vilayetinde,  yokluk, kıtlık, fakirliğin kalkması, dualara icabet, sıkıntıyı ve tasaları giderme, göz ve baş ağrısını dindirme, felaketlerin kalkması için Münacât'ü-l İmam-ı Şafiî, vesile edilerek Allah Teâlâ’dan arz u niyaz edilmiştir. Bu meyanda Bediuzzaman Said Nursi hazretleri de bu münacata devam eder di.[1]

 

 

يَا مَنْ يَرَى مَا فِي الضَّمِيرِ وَيَسْمَعُ

Ey kalplerden geçeni gören ve duyan.

أَنْتَ المُعَدُّ لِكُلِّ مَا يُتَوَقَّعُ

Sensin olabilecekleri bilen ve planlayan

يَا مَنْ يُرَجَّى لِلشَّدَائِدِ كُلِّهَا

Ey bütün sıkıntılara karşı kendisinden umut beklenen

يَا مَنْ إِلَيْهِ المُشْتَكَى وَالمَفْزَعُ

Ey şikâyet ve korkuların kendisine iletildiği

يَا مَنْ خَزَائِنُ رِزْقِهِ فِي قَوْلِ (كُنْ)

Ey rızkının hazineleri "Kün" emrinde olan

اُمْنُنْ فَإِنَّ الخَيْرَ عِنْدَكَ أَجْمَعُ

Nimetlendir! Çünkü bütün hayır sendedir.

مَا لِي سِوَى فَقْرِي إِلَيْكَ وَسِيلَةٌ

Elimde sadece sana karşı olan fakrım var.

وَبِالاِفْتِقَارِ إِلَيْكَ فَقْرِي أَدْفَعُ

Fakrım ile fakirliğimi def ediyorum.

مَا لِي سِوَى قَرْعِي لِبَابِكَ حِيلَةٌ

Çare olarak elimde sadece kapını çalma var.

وَلَئِنْ طُرِدْتُ فَأَيَّ بَابٍ أَقْرَعُ

O kapıdan kovulursam hangi kapıyı çalayım?

فَمَنِ الَّذِي أَدْعُو وَأَهْتِفُ بِاسْمِهِ

Kimin ismi ile çağırayım, dua edeyim?

إِنْ كَانَ فَضْلُكَ عَنْ فَقِيرِكَ يُمْنَعُ

Eğer fazlın, fakirinden men edilirse

حَاشَا لِجُودِكَ أَنْ تُقَنِّطَ عَاصِيًا

Sen asileri ümitsizliğe düşürmezsin.

الْفَضْلُ أَجْزَلُ وَالمَوَاهِبُ أَوْسَعُ

Fazlın bol, hibe ettiğin nimetlerin çokçadır.

بِالذُّلِّ قَدْ وَافَيْتُ بَابَكَ عَالِماً

Zillet ile kapına geldim.

اِنَّ التَّذَلُّلَ عِنْدَ بَابِكَ يَنْفَعُ

Muhakkak ki senin kapındaki zillet menfaattardır.

وَجَعَلْتُ مُعْتَمَدي عَلَيْكَ مُتَوَكِّلاً

Seni kendisine "itimat ettiğim" ve "tevekkül ettiğim" olarak ihtiyar ettim.

وَبَسَطْتُ كَفّي سَائِلاً اَتَضَرَّعُ

Avuçlarımı açıp tazarru ile istedim.

فَبِحَقِّ مَنْ أَحْبَبْتَهُ وَبَعَثْتَهُ

Mahbubun ve irsal ettiğin zât hürmetine...

وَأَجَبْتَ دَعْوُةَ مَنْ بِه يَتَشفَّعُ

Kendisinden şefaat dilenen zâtın duasına icabet ettin

اِجْعَلْ لَنَا مِنْ كُلِّ ضيقٍ مَخْرَجاً

Onu, bütün sıkıntılarda bize çıkış yolu kıl!

وَالْطُفْ بِنَا يَا مَنْ إِلَيْهِ الْمَرْجِعُ

Ey kendisine dönülen! Bize lütufta bulun.

ثُمَّ الصَّلاة عَلَى النَّبِيِّ وَآلهِ

Sonra salât ve selâm Nebi'ye ve âline olsun.

خَيْرِ الْخَلَائِقِ شَافِعٌ وَمُشَفَّعٌ

Mahlûkatın en hayırlısı, şefaat eden ve edilmişe! (Selâm olsun)

 



[1]  

HAŞİYE1 : Hem ehl-i zikir ve münâcâta karşı, Kur’ân’ın ziynetli ve kafiyeli lâfzı ve fesahati, san’atlı üslûbu ve nazarı kendine çevirecek belâğatin mezâyâsı çok olmakla beraber, ulvî ciddiyeti ve İlâhî huzuru ve cem’iyet hatırı veriyor, ihlâl etmiyor. Halbuki, o çeşit mezâyâ-yı fesahat ve san’at-ı lâfziye ve nazım ve kafiye, ciddiyeti ihlâl eder, zarafeti işmam ediyor, huzuru bozar, nazarı dağıtır. Hattâ münâcâtın en lâtîfi ve en ciddîsi ve en ulvî nazımlı ve Mısır’ın kaht u galâsının sebeb-i ref’i olan İmam-ı Şâfiî’nin meşhur bir münâcâtını çok defa okuyordum. Gördüm ki, nazımlı, kafiyeli olduğu için, münâcâtın ulvî ciddiyetini ihlâl eder. Sekiz dokuz senedir virdimdir. Hakikî ciddiyeti, ondaki kafiye ve nazımla birleştiremedim. Ondan anladım ki, Kur’ân’ın has, fıtrî, mümtaz olan kafiyelerinde, nazım ve mezâyâsında bir nevi i’câzı var ki, hakikî ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez. İşte, ehl-i münâcat ve zikir, bu nevi i’câzı aklen fehmetmezse de kalben hisseder.
HAŞİYE2 : Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mânevî bir sırr-ı i’câzı şudur ki: Kur’ân, İsm-i Âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor. Hem, mukaddes bir harita gibi, âlem-i âhiretin ve âlem-i rububiyetin yüksek hakikatlerini beyan eden, gayet büyük ve geniş ve âli olan hak dinin mertebe-i ulviyesini fıtrî bir tarzda ifade ediyor, ders veriyor. Hem Hâlık-ı Kâinatın, umum mevcudatın Rabbi cihetinde, hadsiz izzet ve haşmetiyle hitabını ifade ediyor. Elbette, bu suretteki ifade-i Furkan’a ve bu tarzdaki beyan-ı Kur’ân’a karşı,قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَيَاْتُونَ بِمِثْلِهِ [“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.] sırrıyla bütün ukul-ü beşeriye ittihad etse, birtek akıl olsa dahi, karşısına çıkamaz, muaraza edemez. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا [Yer nerede, Süreyyâ yıldızı nerede!] Çünkü, şu üç esas nokta-i nazarında, kat’iyen kàbil-i taklid değildir ve tanzir edilmez.

 

Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı > Mektubat > On Dokuzuncu Mektup > On Sekizinci İşaret








Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar