Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
ش Ş
90
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Dermân
arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim
dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben
gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile
sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır
menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân
imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların
bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa
uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz
durur,
Âlem kamû bir yüz dürür
gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk
yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
Dermân arardım derdime derdim bana dermân
imiş,
Bürhân[1] sorardım aslıma aslım bana
bürhân imiş.
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Delil sorardım aslıma aslım bana delilmiş.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kur’ân
okuyan mü’min turunçgillere benzer; kokusu da güzeldir, tadı da güzeldir.
Kur’ân okumayan mü’min ise, hurmaya benzer; kokusu yoktur, fakat tadı güzeldir.
Kur’ân okuyan münafık reyhana benzer; kokusu güzeldir, tadı ise acıdır.
Kur’ân okumayan münafık da Ebû Cehil karpuzuna benzer; kokusu olmadığı gibi,
tadı da acıdır.” [2]
Eskiden
anne babalar, çocukların atlattıkları her hastalıktan sonra bir olgunlaşma ve gelişme evresi geçirdiklerini bilirlerdi Sadece çocuklar değil, yetişkinler de her
hastalıktan daha olgunlaşmış olarak
çıkarlar. Bütün büyük kültürler de büyük mücadeleler sonucu oluşmuşlardır. [3]
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem
deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Sağ ve solumu gözler idim dost yüzünü görmek için,
Ben dışarıda arar idim ol cân içinde cân imiş.
Pervane, Mevlânâ kaddese’llâhü
sırrahü’l-azîzden bir öğüt dinlemek için ısrarda bulundu. Mevlânâ:
“Emir Muineddin muktedirsen, hiç gevşeklik
göstermeden dört kıbleye hizmet et ve dört kıbleye hizmet etmeği kendine
gerekli bil” dedi.
Pervane baş koydu ve:
“Biz bir kıble biliyoruz, diğer üçü
hangileridir? Diye
sordu. Mevlânâ:
“Bunlardan birincisi namaz kıblesidir ki
günde beş defa yüzünü ona çevirirsin.
İkincisi dua kıblesi olan gökyüzüdür. İhtiyaç
düştüğü vakit yüzünü dua kıblesine çevirir ve ağlayıp sızlayarak kendi arzunun
yerine gelmesi için ricada bulunursun.
Üçüncüsü padişahlardır: Padişahlar,
yoksulların ihtiyaçlarının kıblesi ve mazlumların sığınağıdırlar. Bir mazlum ve
çaresiz kimse senin tarafına yüzünü çevirdiği vakit, onun ihtiyacını yerine
getir ki, yüce Allah Teâlâ da senin din ve dünya ihtiyacını yerine getirsin.
Dördüncüsü Allah Teâlâ erlerinin kalbidir. Bu
kalb, Allah Teâlâ’nın nazarının kıblesidir ve kâinattan da daha yüksek ve
yücedir.[4]
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben
gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost başkadır ben başkayım,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Niyâzî-i Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz burada insanda bulunan kuvvetlerin aslında kendine
verilen cevhereden yani üfürülen ruhun olduğunu beyan ediyor. Yoksa bakiyenin
aciz ile vasıflandığını haber veriyor.
Ol lezzet-i
ruhaniyye ile beden de kuvvet bulur.
Hikâye:
Bir kimse var imiş
günde bir sığırı pişürür ve başında götürür imiş halk bunun haline ta'accüb
iderler imiş. Bir gün ol şehre bir yeni Hâkim gelür. münâsebet ile ol kimseyi
anarlar. Hâkim:
“Getürün göreyüm
der.
getürürler ta didükleri gibi bulur der ki;
“Soyun”, bunı soyarlar kemerinde
on dörd cevher bulunur ki
pâdişâhların
değmesi mâlik olamaz. Ol cevahiri alur var kebâbunı sat der. Bu kerre dizine
dek kalduramaz etrafındakiler bunu görürler. Cevahiri yine verür bilâ taassüf
yine başına alur gider. Hâkim der ki:
Bu kadar
cevâhirdür ona bu takati viren.
Şimdi Mısrınün bu pirlükde bu kadar kahrı
çekmesi takati bu iki ruhani lezzetler ve ol iki cismânî lezzetlerdür. İmdi bu
dörd lezzetlerin bişincisi yokdur ya'ni bunlara benzer bir dahi yokdur bu sözi
anlayabilen teslim olur. [5]
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid
işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Oruç, namaz ve hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Sûfî
muhakkikler ibadet, riyazet ve halvet amellerinin kendilerinin bilgi alıcısı
olmadığını buna aracılık ettiklerini ileri sürerler. Yani bu amellerin sonunda
kişide bir nûr oluştuğunu ve ancak o nûr
ile Hakk’ı tanıyabildiklerini söylerler. Yoksa bu amellerin tek başına yeterli
olduğunu hiç bir sûfî söylememiştir.
Savm u sâlât u hac ile
sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
beyti
tam bu mânâya işâret etmektedir. Sufiler bu yönleriyle Hâricîlerin, Selefîlerin
ve bazı ehl-i hadîsin somut zühd anlayışlarından uzaklaşırlar. Bunlarda mutlak
manada ibadetler esas iken sûfîlerde bu ibadetlerin kişide hâsıl edeceği hal ve
makam önemlidir. Yoksa kul ile Rabbi arasındaki perdelerden bir perde de o
ibadetler olabilmektedir. Hemen hemen bütün dînî pratiklerde yer aldığını
gördüğümüz ve sûfîlere göre ilâhi bilgiyi elde etme yolunda atılacak ilk pratik
adım olan “halvet” ve “inzivâ” uygulamasının aslında düşünce tarihinde de
önemli bir yeri bulunduğu maalesef modernler tarafından unutulmuştur. Kadim ve
ezoterik felsefe okullarında öğrencinin metafizik konulara olan temerküzünün
sağlanmasında başvurulan yollardan en önemlisi budur. Pithagoras’ta, Platon’da
karşılığı olan bir uygulamadır.
Mesela
İslam filozoflarından İbn Miskeveyh felsefe ile meşgul olmak isteyenlere önce “kalblerin temizlenmesi” işiyle uğraşmalarını
tavsiye eder zira ona göre “hikmet ilâhî vergilerin en büyüğü ve
Allah’ın kendi dostlarına ikrâm ettiği en faziletli yüceliktir”. Bunun ardından halveti
tavsiye eder. Der ki;
“Derin bir konu üzerinde düşündüğümüz zaman çevredeki
şeylerin bizim nefsânî faaliyetimize mânî olmaması için onlara göz kapatırız.
Eğer nefs (bil-kuvve akıl] zâtı îtibâriyle maddî olsaydı onun aktivasyonu,
maddî dünyadan ilgisini kesmek zorunda kalmazdı”.
Sûfî
muhakkikler bu tür uygulamalara niçin diğerlerinden fazla önem vermektedirler?
Çünkü onlara göre ilâhi bilgi dışarıda (taşrada) aranacak bir şey değildir.
Allah bütün isimlerini yalnızca en şerefli mahlûk olarak yarattığı “insana”
talim ettiğini söyler. [6]
Hz. Kuddûsî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz bu beyit için buyurdu ki:
Sözlerinin anlatmak istediği irfân'ın kalpte
belli bir usûle göre hâsıl olacağını biliyorum ve ihtiyarlık sebebiyle nafile
amellerime gücüm kalmadığından dolayı gece ve gündüz farz amellerime çalışıyor,
tevhide devam ediyorum.[7]
Kande gelir yolun senin ya kande varır
menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân
imiş.
Nereden gelir yolun senin ya nereye varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
İnsan hayatının kendine ait geçmişi büyük
sırlarla örülüdür. Bunun zahiri olarak bile tespitini yapmak mümkün değildir.
İnsan
yeryüzünde ne zaman ortaya çıkmıştır?
Dinî-felsefî düşünce sistemlerinde birçok gnostik unsura yer veren
Bâtınî-İsmâilî müellifler ile İmâmiyye Şiası’na mensup bazı âlimlere göre ise
Kur’ân-ı Kerim’de sözü edilen Âdem aleyhisselâm, yeryüzündeki ilk insan olmayıp
ondan önce nice Âdemler gelip geçmiştir.[8]
Buna benzer bir görüş, tasavvufu felsefîleştirmesiyle tanınan Muhyiddîn İbn’ül
Arabî (hyt. 638/1240) tarafından da dile getirilmiştir.[9]
Yerbilim ve insanbilim erbabı bu meseleyi
çözememişlerdir. Herhalde insanın ortaya çıkış tarihi, Benî îsrail
bilginlerinin haber verdikleri gibi yedi bin yıllık olamaz. Fakat ne faydası var
ki, diğer İsrailiyât (İsrail oğulları kitaplarından alınıp aktarılan hurafeye
yakın kıssa ve bilgiler) gibi bu rivayet de eski kitaplarımıza girmiştir.
Ancak şeyhimiz bu meseleyi, yerbilim
uzmanlarını alkışlamaya mecbur edecek bir surette çözmüştür.
Şeyhimizin bir gün Mekke-i Mükerreme'de tavaf
sırasında gözüne, şekil ve kıyafetiyle yabancı olduğu belli olan bir adam
çarpar. Yanına yaklaşıp kim olduğunu sorar. O yabancı:
“Ben senin büyük atalarındanım” der.
Şeyh sorar:
“Hangi asırda yaşıyordunuz?”
Yabancı:
“Kırk bin sene önce vefat etmiştim.”
Şeyh:
“Kitaplar Ebu'l-Beşer (İnsanlığın Babası)
Âdem'in altı bin sene önce
yaratıldığını haber veriyorlar.”
Yabancı:
“Sen hangi Âdem'den bahsediyorsun? Bil ki, Ebu'l-Beşer olan
Âdem'den önce daha yüz bin Âdem geçmiştir.”
[10]
Şeyhimizin böyle bir ruhanî konuşmağa
bağladığı tahminini çağdaş ilimlerin keşifleri ve tahminleri tamamen
doğrulamaktadır. Gerçek şu ki, üçüncü devirde bile yaşamış ve hattâ kadîm fil (Elephantus
antiquus) denilen şimdi nesli tükenmiş bir hayvanla çağdaş olduğunu
gösteren kemiklere çeşitli araştırmalar sırasında tesadüf edildiğinden, insanın
yeryüzünde herhalde yüz bin sene önce de var olduğuna inanmak gerekir. İşte bu
keşf ve ayırım sebebiyle şeyhimiz insan için:
“Hadistir (sonradan olmadır),
ama bir ezelî hadistir. Hâdisât ayn-ı kadim olamaz usulü’d-din ve ilm-i kelamın
dâhi ulemasının ve hükema-ı İslamiyyenin” gördükleri ve hadsiz
burhanlarla isbat ettikleri hudûs ve imkân hakikatlarıdır. Onlar demişler ki “madem
âlemde ve herşeyde tegayyür ve tebeddül var elbette fânidir, hadistir, kadîm
olamaz” (7.-Şua 1. Hakikat) hükmünü vermiştir. [11]
150-200 milyon yıl önce
yaşamış olan dinozorların hemen her türlü fosilinin bulunmasının yanında
dışkısı bile bulunabilirken birkaç yüz bin senelik insan fosilleri dahi
bulunamaktadır. [12]
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân
imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri şüpheli imiş.
Bir
Mürşid-i Kâmil gerektir ki sana Hakk’el-yakîni bildirsin. Çünkü
ilm’el-yakîn şeriat ehlinin ilmidir. Ayn’el-yakîn ise tarîkat ehlinin
ilmidir. Hakk’al-yakîn ise hakîkat
ehlinin ilmidir. İşte Hakk’ı ancak Hakkal-yakîn bildiren Hakîkat Mürşididir, Mürşidi-i Kâmildir. Mürşidi olmayanların
kitap mütalaasından ve muhabbetlerden (devam ettiği sohbetlerden) anladığı ve
bellediği şeyler boş şeylerdir, zirâ
tevhid sülûksüz anlaşılmaz.
Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin bildirdiğine göre “mürid-mürşid ilişkisinin ilk misali Allah
Teâlâ ile Rûh-i Muhammedi” arasında gerçekleşmiştir. Gizli
bir hazîne iken bilinip tanınmayı istemiş olan Yüce Allah Teâlâ, bu tanınma
sevgisi neticesinde ilk önce Rûh-i Muhammedi'yi yaratarak
onu mürid menzilesinde tutup halvet ettirmiş ve kendini de şeyh yerine koyup
tevhidi telkîn etmiştir. Sonra usûl-i esmâ’da yer alan diğer isimleri sırayla ve teker
teker telkîn eylemiştir.[13]
Ali Kemalî Efendi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
(d.1853-hyt: 4 Ekim 1920), Piri Mehmet Paşa mahallesinde yaptırdığı evin alçak
tavanlı bir hücresinde, devrin ileri gelen bilginlerini ve dostlarını toplar,
sabahlara kadar sohbet ederler. Abdülaziz Mecdi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz,
bazen Ali Kemalî’yi evinden alır, kırlara götürür, yol boyunca tasavvufı
sohbetlerde bulunurlar. Yine böyle bir gün Abdülaziz Mecdi Efendi
ile Konya dışında kırlarda gezerlerken, bir çobana rastlarlar. Şakrak ve
latifeci bir zât olan Ali Kemalî, çobana okuma yazma bilip bilmediğini sorar.
Okuma-yazma bilmediği cevabını alınca ona derki:
“Çoban hele şu etrafına bir bak ne
görüyorsun?”
“Şu gördüğün ağaç, taş, toprak, hayvan ve
insandan sence hangisi, olsa olsa Allah olabilir?”
Çoban bu
garip sual karşısında biran duraklar, düşünür, düşünür de: “insan” diye cevap
verir. Bu cevap üzerine Ali Kemalî Efendi'de: “Aferin çoban! Konya ulemasından
daha akıllı imişsin” der.
Ali Kemalî ve Abdülaziz Mecdi Efendi'nin
çobanla bu konuşmaları üzerine Osman Nuri Ergin, Abdülaziz Mecdi Tolun, adlı
eserinde şu mütâlâayı beyan eder:
“Allah
Teâlâ çobanların bile arayıp bulması lazım gelen bir hakikattir, bir varlıktır;
hatta hakikat'ül hakayıktır. Çünkü o olmayınca ne bir vücut, ne de bir hakikat,
hatta en ufak bir şey bile olamaz.” [14]
Üstatsız
kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna
binlerce rahmet olsun, işte benim üstadım budur. Etrafına da toplanırlar. Şüphe
ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o
ölünün vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım. [15]
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa
uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Her mürşide gönül verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu kolay imiş
Mürşid-i Kâmil neden anlaşılır? Alâmeti nedir?
Bir
Mürşid-i Kâmilin alâmeti şudur: Şayet kalbinde dünyâ sıkıntılı
işi, felâketi olduğu halde yanına
gittiği zaman, o gailen eksilir ve yok
olup kalkarsa, işte o kimse Kâmildir.
Yok gâilen eksilmeyip daha da çoğalır ve gâilene gâile katılırsa, o insan Kâmil
değidir, bir yalancıdır, andan kaç.
Zirâ o kimse senin yolunu daha sarpa uğratır. Mürşid-i Kâmil olanın yolu âsândır (bu gibi
insan ancak rahatlık ve kolaylık verir).
Her mürşide dil verme kim
yolun sarpa uğratır, gönül bağına sahip çık demektir.
Şeyh-i Ekber’e göre birden
fazla şeyhe bağlanmanın her hangi bir sakıncası yoktur. Hatta ona göre aksi
tarzda bir kural cahiller tarafından icat edilmiştir.[16]
Nikâhlar da dört türlüdür.
Cismani nikâh, misali nikâh, ruhani nikâh, ilmi nikâh. Birincisi için kalpte
eserler vardır; ikincisi için gizlide nurlar; üçüncüsü ruhta sırlar; dördüncüsü
gözde mücerred külli hakikatler vardır. Bunların hepsi de manevi buluğ ve
evlilikle ilgilidir. [17]
Bu evliliklerin neticesi doğacak evlat
nesebin devamını sağlayacaktır.
Anla
hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân
imiş.
Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem hepsi bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk
yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere gizli imiş
Nitekim Ca'fer-i
Sâdık aleyhisselâm buyurur Kur'ânun tecellisi vardur. Yani hakkun dostlarına
Kur'ân içinden tecellisi vardur ehli olmayana tecelli etmez. “ O’na temiz
olanlar dokunabilir.”[18] buncılayın mahbûb
yüzinden hak âşıklarına tecellî ider tessellî virür. mahbûbun haberi olmaz
mahbûb ancak bir âyinedür görinen ğayrıdur gayrı degül aynıdur. ğayrı olduğı
bir sanıdur. Siz âyineye bakarsız enbiya ve evliya âyine içindeki cemala
bakarlar. İmdi bir göz ki ayineye baka ol göz içinde tecelli iden cemâl kanda görür.
Füsûsda yazar ki
“âyineye bakan
içindeki sureti göremez içindeki surete bakan ayineyi göremez, acebdür.” Der. Gönül her neye kasd iderse gördügi odur. Gönlün
maksûdı olmayan gözine de girse görmez. Bu mücerrebdür insan bir şeye ziyâde
meşgul olsa gayrı ne görür ne işidir. Gâh olur bir gözden bir ahir kimse bir
şeyi görür gözün, sahibinün haberi olmaz acebdür kudretullaha nihayet yokdur.[19]
TAHMİS-İ AZBÎ
Buldum
aradım geldim mürşid bana Kur’an imiş
Dostum diye çağırdığım benden yana seyranmış
Bu remzi ârif fehm eder puşide-i [20] nâdanmış[21]
Dermân arardım derdime derdim bana dermân
imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Bir mürşide muhtaç idim
yârdan haber sorsam deyü
Aklı hayal fikrimi
dildârıma versem deyü
Sa’yi beliğ eyler idim ya
vaslına ersem deyü
Sağ u solum gözler idim
dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Hayli zamandır sevdiğim hicr u gamınla
sayruyem[22]
Merğubiyem[23] özcanımın halkın
yanında horiyem[24]
Zâhir u batında elhak Hakk özüme doğruyem
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben
gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Oldu tevekkül hem rıza
tesbihi âşık dervişin
Mahvi vücud etmen gerek
batında zâhir teşvişin[25]
Hakk yoluna talip isen
Hakk’tan ola her cünbüşün
Savm u sâlât u hac ile
sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Her ne tâlip eyler isen olur senin Hakk ilmin
Acep riyayı terk edip at bu fenâda emelin
Gelmez ise idrâke hayf [26] zâtınla aslın senin
Kande gelir yolun senin ya kande varır
menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân
imiş.
Sanma olur vechi Hüdâ
irfanla Hakk’al-yakîn
Bildi sülûk ile bilen nûru
Hakk’ı ilm’el-yakîn
Kenz-i fenâ ola özün ola
Hüdâ’ya hem nişîn[27]
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların
bildikleri gümân imiş.
Vaslı Habibe ermek ariflere devran budur
Cennette dîdâr isteyen zemzem bilir sohbet
budur
İmâna gelmekliğin üzre Allah-ü a’lem [28]söz budur
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa
uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Herkes görüp işittiğini söyler sana bir bir
durur
“hubbul vatan” [29]manzumunun şerh
beyân-ı bu durur
Batın gözü görür onu sanma
bu göz yüzü görür
Anla hemen bir söz durur
yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürur
gören anı hayrân imiş.
Terk etme irfân sohbetin göster bize gel Hakk
yüzün
İki cihanda bil özün ârif ola hem ak yüzün
Azbî vücudun Mısrî’dir gördün ise gör bak
yüzün
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk
yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
[1]
BÜRHAN: Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Mantık: Yakînî mukaddemelerden
meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette
isbat-ı hakikat eden kavi hüccet. (Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi
bazı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk
hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'i, sahih bürhanı reddetmek
üzere: “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez.” diye
bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır.
[2]
Buhârî, Et’ıme, 30; Fedâilü’l-Kur’ân, 17, 36; Müslim, Müsâfirîn, 243; Ebû Ya'lâ
el-Mevsılî, Müsned, XII, 168 (7237); Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 136
(8670); Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, II, 337 (1973); Kudâ'î, Müsnedü’ş-şihâb, II,
289 (1381). Mesel için bkz. Hakîm et-Tirmizî, el-Emsâl, s. 44, 45; Râmhürmüzî,
Kitâbü emsâli'l-hadîs, s. 85 (46); Ebu'ş-Şeyh, Kitâbü’l-emsâl, s. 215 (318);
Abdülmecîd Katâmış, el-Emsâl el-Arabiyye, s. 163.
[3]
[4]
[5]
[6]
[7]
[8]
Ca‘fer b. Mansûrü’l-Yemen, Serâiru
ve Esrâru’n-Nutekâ, nşr. M. Gâlib, Beyrut 1984, s.
21. İmâmiyye kaynaklarından aktarılan muhtelif rivayetler için bkz. Süleyman
Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri,
İstanbul 1988, I. 142-143. (Öztürk, Mustafa, (2004). Âdem,
Cennet ve Düşüş, Milel ve Nihal, 1 (2), 151-186.)
[9]
Bkz. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye,
Beyrut (Dâru Sâdır) trz., III. 348. (Öztürk, Mustafa, (2004). Âdem,
Cennet ve Düşüş, Milel ve Nihal, 1 (2), 151-186.)
[10]
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye,
Beyrut (Dâru Sâdır) trz., III. 348.
[11]
[12]
[13]
[14]
[15]
[16]
[17]
[18]
Vâkıa, 79
[19]
[20]
Puşide: (Puşe) f. Örtülmüş.
Örtü. Örtülü, gizli.
[21]
Nâdan: câhil, haddini bilmez.
[22]
Sayruret: (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir
şeye dönmesi. Olmak, edilmek. Vücud, kevn.
[23]
Mergub: rağbet edilen, istenen, aranan, arzu edilen; bütün mahlukatın
kendisinin rızâsını istediği Allah.
[24]
Hor: f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi.
[25]
Teşviş: Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
[26]
Hayf: (Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr.
(Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.)
[27]
Nişin: f. "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka
kelimelerle birleşir
[28]
Allah-ü a’lem: Allah Teâlâ bilir ki:
[29]
“Vatan sevgisi imandandır.” Sehavî, Makasıd: s.183; Semhudî, Gammaz: s. 60; İbnü'd-Deyba\ Temyiz: s.77; Aliyyü'1-Karî, Kübra:
s.189; Aclûnî, üTesf 1/413. Hadis hafızlarına göre bunun aslı yoktur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar