Print Friendly and PDF

Halvet


65





Vezin: Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün





Bu halvete bakma güzâf zevk-u safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.
  





Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-u fenâ halvettedir.  





Deryâ olup durmaz coşar talazlanup baştan aşar,
Kendisini bilmez şaşar âşk-ü hevâ halvettedir.  





Encüm ile şems-ü kamer âteşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler döner arz-u semâ halvettedir.  





Aç gözünü ibretle bak birdir kamu yakın ırak,
Deprenmez olur dil dudak vasl u likâ halvettedir.  





Firkâtte vuslat isteyen mihnette rahat isteyen,
Vuslatta işret isteyen ayş-ü bekâ halvettedir.  





Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,
Duysam diyen Hakk sırrını sırr-ı Hüdâ halvettedir.  





Bu halvete bakma güzâf zevk-u safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.  





Bu halvet için söylenen boş söze bakma güzâf zevk ve safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.  





HALVETİYYE TARİKATI VE PİRLERİ A. PİR ŞEYH ÖMER EL-HALVETİ





kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz





Zâhidiyye tarikatının bir kolu olan halvetiyye tarikatı, adını kurucusu Ebû Abdullah Sirâcüddîn Ömer el-Lahcî el-Halvetî (hyt.800/1397) den almaktadır. Bu zât Hazar Denizinin güneybatısında bulunan Geylan bölgesindeki Lâhîcân’da doğup büyümüş ve burada yetişmiştir. Tahsilini burada tamamladıktan sonra Harizm’e amcası Şeyh Ahî Muhammed b. Nûr el-Halvetî (hyt.717/1317)’ nin yanına gelerek ona intisap etmiştir. Amcası Ahî Muhammed tasavvuf yolunda halvet zikrini çok sevdiği ve ömrünün çoğunu Halvet’te geçirdiği için insanlar arasında Halveti diye anılmıştır.





Silsile büyüklerinden Halvetî lakabını alan İlk zât budur. Ömer el-Halvetî amcasının vefatı üzerine onun en kâmil halîfesi olarak yerine geçmiştir (hyt. 717/1317). Olgun ve kabiliyetli olan Ömer el-Halvetî, Allah Teâlâ’ya kullukta gösterdiği büyük azim ve irâde sebebiyle yüksek makamlara ererek Halvetiyye tarikatının kurucusu ve ilk piri olmuştur. İrşâd makamına turduktan bir müddet sonra Ömer el-Halvetî, Karakoyunlu hakimiyyeti altında bulunan Tebriz civarında Hoy kasabasına giderek irşâd faaliyetini uzun bir süre burada devam ettirmiş, daha sonra Mısır’a oradan Hicaz’a gidip haccını edâ etmiş ve Sultan Üveys’in daveti üzerine Herat’a gelmiş ve orada (hyt.750/1349) veya (hyt.800/1397) de vefat etmiştir.





Rivayet edilir ki, Ömer el-Halvetî tarîkat sulûkunu tamamlayıp kendisine halîfelik icâzesi verildiğinde, irşâd görevini kabul etmez ve dağlara çıkar. Orada bir ağaç kovuğuna yerleşir. Bu ağaç kovuğunda peşpeşe erbaîn çıkarır. Hatta kırk kere erbaini üst üste çıkararak (1600 gün) kendisine “Halveti” ismi verilir. Ömer el-Halvetî hayvânî gıdaları yemez, daima tevhid ve zikr üzere olur, tevhid zikrini yapmaya başlayınca dağlardaki kuşlar ve diğer hayvanlar ağaç kovuğundaki Ömer el-Halvetî’nin etrafını çevirip halka oluşturarak tevhid zikrini sonuna kadar dinlerlerdi. 





Kıymetli sözlerinden:





“Derviş olanın dört türlü ölümü vardır. Sâlik, ölümü görüp ondan ders almazsa, dervişlik ona haramdır.” 





“ Dervişin konuşmayanı ve idrâki yüksek olanı makbuldür. Zîra sükût her halden üstündür. Sonra halktan uzlet gelir. Bir nesne ki Hakk’dır, ibareye sığmaz, ondan gayri olanı söylemeye değmez”





 Ömer el-Halvetî Mısır’da bulunduğu yıllarda yedi kere hacc etmiştir. Tebriz yakınında “Mîr Ali” türbesi civarında gömülüdür. Yerine Ahî Emre el-Halvetî (hyt.812/1409) postnişîn olmuştur.





Pîr Seyyid Yahya Şirvânî ve Halîfeleri Ömer el-Halvetî’nin vefatından sonra tarikatın silsilesi;





Ahî Emre (hyt.812/1409),





Hacı İzzeddin (hyt.828/1425),





Sadreddin-i Hıyavî (hyt.860/1455) şeklinde devam ederek tarikatın ikinci pîri, bir bakıma gerçek kurucusu olan Seyyid Yahya-ı Şirvânî’ye ulaşır. Halvetî’ye tarikatının kemâli bu zâtta toplanmış, İslâm âleminin çeşitli bölgelerine bu yolun feyzi onun vasıtasıyla yayılmış ve tarîkatin en büyük pîri sayılmıştır. Yahya Şirvânî Şirvan’ın merkezi olan Şemahî’de doğmuştur. İmam Mûsa Kâzım radiyallâhü anhın torunlarından olması hasebiyle kendisine Seyyid denilmiştir. Yahya Şirvânî küçük yaşta tahsile başlamış, bir müddet sonra Tebriz’e yerleşmiş ve burada tahsilini tamamlamıştır. Bir ara yine burada müderrislik de yapmıştır. İlmiyle, dînine bağlılığıyla ve takvâsıyla herkesin sevgi ve hürmetini kazanan Yahya Şirvânî’nin alınlarında seyyidlik ve velilik nuru parlar, yüzlerini görenler ister istemez kendilerine övgüler yağdırmak mecburiyetinde kalırlardı. Sadreddin Hayyâvî’den feyz ve tarîkat alarak hilâfet almış ve bu zâta damat olmuştur. Halîfe olduktan sonra doğduğu yere Şemahî’ye geri dönmüş, oradanda Bakü’ye geçerek ölümüne kadar burada irşâd faaliyetine devam etmiştir. Vefat tarihi “Canişîn-i Cennet” terkibinin gösterdiği (hyt.862/1472) dir. Kabri Bakü’dedir. Kırk kadar şube kurucusu yetiştiren Halvetîyye tarikatının bugünkü feyz ve tesiri, Yahya Şirvânî’nin etrafa gönderdiği halîfeleri sayesinde olmuştur. Zahirî ve şer’î ilimlerde yüksek derecede bir âlim olduğundan pek çok eseri vardır. Halvetîyye şubelerinde zikir esnasında okunan “Vird-i Settâr”  onun tertib ettiği bir eseridir. Diğer eserlerinin isimleri Osmanlı Müelliflerinde kayıtlıdır. Yahya Şirvânî’nin halîfelerinin en meşhurları şunlardır:





Dede Ömer Rûşenî, Ali Alâaddîn, Şükrullâh el-Ensarî, Habib Karamanı, Muhammed Erzincanî’dir. Hazretin vefatından sonra yerine Muhammed Erzincânî geçmiştir. Başka bir rivayete göre de Ömer Rûşenî geçmiştir. Halvetîyye tarikatı dört ana şubeye ayrılmıştır. Bunlar:





1-Rûşenîyye: Dede Ömer Rûşenî (hyt.892/148 7) tarafından kurulmuştur.





2-Cemâliyye: Cemal el-Bekrî (hyt. 899/1494) tarafından kurulmuştur.





3-Ahmediyye: Ahmed Şemseddin Marmaravî (hyt. 910/1504) tarafından kurulmuştur.





4-Şemsiyye: Şemsüddîn Ahmed es-Sivâsî (hyt. 1006/1597) tarafından kurulmuştur.





c. Halvetîyye Tarîkati Silsilesi ve Kolları Silsile:





1. Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem (hyt. 632)





2. Hz.Ali b. Ebî Tâlib kerremâ’llâhü veche (hyt. 41/661)





3. Hasan Basrî (hyt. 111/728)





4. Habîb A’cemî (hyt. 150/767)





5. DâvudTâî (hyt. 184/800)





6. Ma’rûfKerhî (hyt.200/815)





7. Seriyyü’s-Sakatî  (hyt. 253/867)





8. Cüneyd Bağdadî (hyt.298/910)





9. Ahmed Mimşâd Dîneverî (hyt. 299/911)





10. Abdullah Muhammed Dîneverî (hyt. 370/980)





11. Muhammed Bekri (6.487/1094)





12. Vecîhüddin Ömer el-Kâdî el-Bekrî (0.503/1109)





13. Ebû’n-Necîb Abdulkâhir Sühreverdî





14. Kutbüddîn Ebherî





15. Rüknüddin Muhammed Ali es-Sencâsî





16. Şihâbüddîn Tebrizî





17. Cemâleddîn Tebrizî





18. İbrahim Zâhid Geylânî (hyt. 690/1291)





19. Sa’düddîn Fergânî





20. Ahî Muhammed Nûr el-Halvetî





21. Pîr Ömer el-Halvetî





22. Ahî Muhammed Halvetî





23. Hacı İzzüddîn Halvetî





24. Sadreddîn Hıyâvî el-Halvetî





25.Seyyid Yahya Şirvânî el-Halvetî





26. Pîr Muhammed Erzincânî el-Halvetî





27. Molla Pîrî Erzincanî





28.Tacuddin Kayseri





29.Alauddin Uşşâkî





30.Yiğitbaşı





31.Abdülvehhâb Elmalı Halvetî





32.Eroğlu





33.Ümmî Sinan Halveti[1]





Halvetîliğin Usûl ve Âdabı





Harîrizâde, Tıbyan’ında Halvetîyye tarîkatının esaslarını şöyle açıklamaktadır. Halvetîyyenin esasları, kelime-i tevhid, gizli ve açık “Esmâ-ı Seb’a” üzere zikre devam, rü’yâ ta’bîr ve te’vilî, olayların kalp ve nefs üzerindeki tesirlerini dikkate alarak gönlü mâsivâdan temizlemekdir.





“Esma-i Seb’a”: Lâilâheillallâh, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr’dır.





Seyr ü sülük Allah’ın bu yedi ismiyle yapılır. Daha önce sadece kelime-i tevhid ile yapılan seyr ü sülük ilk olarak İbrahim Zâhid Geylanî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz tarafından altı isim eklenerek yediye çıkarılmıştır” .





Bazı tarikat ileri gelenleri bu yedi ismi içtihatlarına göre azaltıp çoğaltmışlardır.





Halvetîyye tarikatında zikir usûlü şöyledir:





Mürîd kıbleye karşı oturur, kalbini her tür düşünceden boşaltarak zihni temiz bir şekilde önce kelime-i tevhid zikrini 33 veya 165 defa tekrar eder sonra Allah sonra sırayla Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr isimlerini şeyhin gösterdiği gibi zikreder.[2]





Yeni bir mürîd için bu isimlerin hepsiyle birden meşgul olmak uygun görülmemiştir. Evvelâ kelime-i tevhid ile zikre başlanır. Bu zikrin sırlan ve te’sirleri görülmeye başlayınca lafza-i celâl olan Allah ismine geçilir. Bu sıra içerisinde müridin kabiliyetine ve şeyhin iznine göre yedi isim tamamlanır. Allah’ı zikretmeye istiğfar ile başlanır ve bu tam 100 kere tekrar edilir. Daha sonra 100 adet salavât getirilir. Sonra yedi ismin ilkinin esrarının keşfinden sonra diğerine geçmek suretiyle zikir tamamlanır. Bu tertip seyr ü sülûkun manevi kanununudur. Bu tamamlama işine “tekmîl-i merâtip” ve “kat-ı menâzil” denir. Bu şekilde manevi menzilleri aşıp, mertebeleri tamamlayan bir mürîd halifeliğe hak kazanmış olur. Bu müride icazet verilerek tarikat taç ve hırkası giydirilir. İcazetsiz irşada izin yoktur.





Şeyhinin yanında bulunamayan bir mürîde bu yedi ismin tamamı birden verilir. Oda bu zikirleri 100.000 âdete ulaştırır. Bunları eksiksiz olarak yerine getirebilirse hilâfet icazeti almaya hak kazanır. Toplu yapılan zikirlerde herkes zikre katılır. Mürşidin idaresinde zikir ayakta veya oturarak yapılır, ardından devrâna başlanır. Devrân, esmâhan bulunduğu halde sağa veya sola doğru topluca yürümektir. Kul ile Allah arasında 70.000 perde vardır. Bunlar yedi isme tekabül eder. Her bir ismin sonunda 10.000 perde kalkar. Esmâ-i seb’a ile mürîd yedi mertebeyi aşarak 70.000 perdenin kalkması sonucunda Allah Teâlâ’ya yakınlık kazanır. Bu zikredilen yedi mertebe nefse nispetle şunlardır:





1- Nefs-i Emmâre: Bu kalın ve karanlık zulmet perdeleriyle örtülü bulunan nefsin makamıdır.





2- Nefs-i Levvâme: Hafif zulmet perdeleriyle örtülü nefsin makamdır.





3- Nefs-i Mülhime: Nur ve zulmet arasındaki perdelerle örtülü nefsin makamdır.





4- Nefs-i Mutmainne: Nûrânîyete yükselen perdelerle örtülü nefsin makamıdır.





5- Nefs-i Râdiyye: Perdelerin devamlı incelmeye yüz tuttuğu nefsin makamdır.





6- Nefs-i Mardiyye: Hissedilir olan ve hissedilmeyen hiçbir perdenin kalmadığı nefs makamıdır.





7- Nefs-i Kâmile: Nefislerin nihayet bulduğu makamdır. Halvetiyye tarikatında müridin her gün tek başına okuduğu zikirler, dualar ve virdler vardır. Bunlar haftanın günlerine göre değişir. Yahya-yı Şirvânî’nin “Virdi’s-Settâr”ınınokunmasına önem verilir. Ayrıca haftanın belli günlerinde tekkelerde cehrî (sesli) olarak topluca zikir yapılır. Buna yukarıda da geçtiği gibi devrân denir. Devrânda ilâhiler okunur.





Zikir yapılırken mûsikîye önem verilir ve başta ney, kudüm ve def olmak üzere çeşitli mûsikî aletleri kullanılır. Bundan dolayı kendilerine karşı çıkan bazı âlimlerin itirazlarını red etmek için halvetîler devrânı savunan eserler yazmışlardır. Halvetîyye tarikatında nefs tezkiyesi asıldır. Bunun yolu da dille, kalple, ruh ve sırla yapılan zikirdir. Bu sebeple az yeme, az konuşma, az uyuma, inziva, zikir, fikir ve şeyhe bağlılık ilkelerine halvetîlikte hassasiyetle uyulur. Mücâhede (vazifeleri îfa) müşahedeye (Allah Teâlâ’ya vuslat) ulaşmak için vazgeçilmez bir şarttır”[3] 





Halvet üç kısımdır:





  1. Şeriatte halvet.
  2. Tarîkatte halvet.
  3. Hakîkatte halvettir. 




1- Şeriâtte halvet: Camide Ramazan-ı şerîfin son on gününde yapılan itikâftır (mukaddes bir yere kapanıp ibâdetle meşgul olmak).   İtikâf yerinin dâima cemaatle namaz kılınan cami olması ve özürsüz dışarı çıkılmaması şarttır. Özrü meselâ,  bir cenâzesi olur veya yiyeceğini tedârik için gibi şeyler olabilir ve o camide oturacağı yerin bir örtü ile sarılması lâzımdır.   Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hasır ile sarmıştı.   Ziyâretine gelen erkek ve kadın olduklarını ayırt edebilmesi için kadınların tırnaklarına kına sürmelerini emir buyurmuştu. Fakat sonrada bir kadın bileğine kadar kına koyup elini öpmek isteyince bunu yasakladı.   Sünnet olmak üzere eline kına koymanın aslı yoktur.   





2-Tarikatte halvet: Bir insanın dört duvar arasında kırk gün kalarak orada ibâdet ve riyâzat ile meşgul olmasıdır.   Bu camiye mahsus değildir,  camide de tekkede de veya kendi evinde olur.   Yalnız erbain vakti denilen (19 Aralıktan 17 Ocağa kadar süre) zamana münhasır değildir,  sair zamanlarda da olur.   Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yiyecek ve içeceğini alarak Hira dağında bir mağara içinde 15-17 gün veya daha fazla kalarak halvet ederlerdi.   Hatta Tarîkat ehlinin halvet yapmalarının istinâd ettikleri husus budur.   





3-Hakîkatte halvet: Fenâ-i Ef’âl,  Fenâ-i Sıfât ve Fenâ-i Vücûd etmektir.   O zaman Hakk’dan gayrı kalır mı,  kalmaz.   Bu mevcûdatın vücûdu Hakk’ın vücûdudur.   Bu âlemde Hak-tan gayrı mevcûd yoktur. 





“Zevk-ü safâ halvettedir” sözlerinden maksadı,  sen bu halvete hakaretle bakma,  içini saf kıl,  yani kalbini halvetle şirkten tasfiye eyle,  o zaman senin kalbinde Allahın nûru doğar demesidir.  





Buraya “Mûtû kabl-e en temûtû” şerefli hadisine işaret olunmaktadır.   Öyle ya halvet fakr-ü fenâyı icâ ettirir,  çünkü halvet ehlinin ef’âl,  sıfât ve zâtı Hakk’ın ef’âl,  sıfât ve zâtında fânîdir. 





Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-u fenâ halvettedir.  





Sana nefsini bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duydurur fakr-u fenâ halvettedir.  





“Kendini hiçe saymazsan hiçlikten kurtulamazsın”[4]





Birisi, kızgınlıkla anasını hançerleyerek, döverek öldürdü. Biri, ona “Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin. Çirkin herif, ananı neden öldürdün! Niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?” dedi. Adam,





“Çok ayıp bir iş işledi, ben de onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi. Kınayan “Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin” deyince dedi ki: “Her gün başka birisini mi öldüreyim? Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onun boğazladım, bu daha iyi!” O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zahir olan nefsindir Her ana onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür!.[5]





Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin konu ile ilgili bir menkabesi şudur:





“Bir kimse Yiğitbaşı Efendi hazretlerine gelip inâbet rica etti. Ol dahi inâbet verip o gün halvete koydu. o gün ikindiden sonra içeriden bir sadâ gelip:





“Müslüman oldum, vaz geç!” demiş. Azîz demiş ki:





“Yalan söyler. Var, yine meşgul ol!” ikinci gün ikindiden sonra yine cevâb gelmiş ki:





“Vallahi ben müslümân oldum, vaz geç!” demiş. Azîz de:





“Buna yine inanma! Tâ öldüm, deyip ses kesilince kadar vaz geçme!” demişler. Üçüncü gün:





“Ben öldüm” deyu cevâb gelmiş; 





“Şimden sonra kurtuldun” deyu cevâb eylemişler. O kimse azizin kuvvetiyle “Şeytan Hannâs”[6]ın şerrinden kurtuldu.[7]        





Deryâ olup durmaz coşar talazlanup baştan aşar,
Kendisini bilmez şaşar âşk-ü hevâ halvettedir.  





Deryâ olup durmaz coşar dalgalanıp baştan aşar,
Şaşar kendisini bilmez âşk ve hevâ halvettedir.  





Encüm ile şems-ü kamer âteşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler döner arz-u semâ halvettedir.  





Yıldızlar, güneş ve ay ateşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler döner yer ve semâ halvettedir.  





Yıldızlar,  güneş,  ay ateşlere dönüp yanarlar,  yani dönerler.   Yer oturup demesi de yerin döndüğü görülmediğinden dolayı söylemiş,  yoksa yer dönmektedir,  fakat yerin hareketi devrî,  göklerin hareketi ufkîdir. 





“Arz-u semâ halvettedir” demek,  çünkü onlar da Hakk’tır,  yakında da uzakta da olan Hakk’ın vücûdu değil midir?





Evet Hakk’ın vücûdudur.  





Aç gözünü ibretle bak birdir kamu yakın ırak,
Deprenmez olur dil dudak vasl u likâ halvettedir.  





Aç gözünü ibretle bak birdir hepsi yakın veya uzak,
Deprenmez olur dil dudak vasl ve kavuşmak halvettedir.  





Firkâtte vuslat isteyen mihnette rahat isteyen,
Vuslatta işret isteyen ayş-ü bekâ halvettedir.  





Ayrılıkta vuslat isteyen sıkıntıda rahat isteyen,
Vuslatta içmek isteyen zevk ve bekâ halvettedir.  





Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,
Duysam diyen Hakk sırrını sırr-ı Hüdâ halvettedir.  





Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,
Hakk sırrını duysam diyen Hüdâ’nın sırrı halvettedir.  





Halvet yalnız kalmak değil, yalnızlıkta Allah Teâlâ’yı bulmak içindir. Bağları çok olan insanın bu buluşmayı kolaylaştırması içindir. Yoksa halvet bedeni zevk ve kuvvetlerin hapsedilerek eziyet çekmek için değildir.










[1] Bu silsile Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîze doğru devam ededir.





[2] “Cenâb-ı Hak, insanı, ruhlar ve hakîkatler âleminde, yani lâhût âleminde önce ahsen-i takvîm üzere, mahbûb ve mahbûbe suretinde yarattı. Yani, önce, Habibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi ıtlâkiyet âleminde "Lâ ilahe illâ Hû" kelâmının nurundan yarattı.





Bu nuru bir kandile koydu. Sonra bu nura, zâtı diliyle evvela tevhîdi telkin eyledi. Hakîkat-i Muhammedi, o kandilde, tevhitle bin yıl meşgul oldu. Sonra, sırasıyla ikinci zât ismini (Allah), üçüncü zat ismini (Hû), dördüncü ismi (Hakk), beşinci ismi (Hay), altıncı ismi (Kayyûm) ve yedinci ismi (Kahhâr) telkin etti. Her isimle biner yıl meşgul oldu.





Hakikat ehli rehberler buna "Usûl-i Esma" demişlerdir.





Hakk teâlâ, bütün varlıkları, Hakîkat-i Muhammediyye'nin meşgul olduğu tevhîdin ve isimlerin nurundan yaratmıştır. Yani önce, Hakîkat-i Muhammediyye vasıtasıyla istiğrak âleminde "Lâ ilahe illâ Hû" kelâmının nurundan, enbiyâ-yı mürselînin hakikatlerini, onlar vasıtasıyla da, enbiyâ-yı gayr-ı mürselînin hakikatlerini yaratmıştır.





Bunların tamamı, birbirlerilerinin vasıtasıyla zât nurunun mazharıdırlar. (Ümmî Sinan, Antalya), s. 133





[3] (OKUMUŞ, 1998), s. 21-28





[4] MevlânâDîvân, c.V. b. 1118





[5] Mesnevi, c II. b.776-783.





[6] “Vesvâsil Hannâs” “Vesvas”ın anlamı, “tekrar tekrar vesvese veren”dir. Vesvesenin anlamı insanın kalbine ona hissettirmeden peşpeşe kötü düşünce sokmaktır. “Vesvese” kelimesinde yapılan fiilin sürekliliği, tekrarı söz konusudur.





“İnsan, Allah’ı zikrettiğinde şeytan siner. Allah Teâlâ’dan gafil olduğunda ise ona vesvese verir. Bu bakımdan şeytana “Sinsi ve gizlenen” manasına hannas denilmiştir. Abdullah b. Abbas radiyallâhü anha göre şeytan insanı Allah Teâlâ’ya isyan etmeye davet eder. Kendisine itaat edildiğinde siner. Yani şeytana ibadet eden kul, hesaba çekildiğinde şeytan ona sahip çıkmaz. Bilakis ondan kaçıp uzaklaşır.





Bu konuda Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Eğer şeytanın seni kışkırttığını hissedersen Allah Teâlâ'ya sığın!” (Araf, 200, Fussilet, 36),





“De ki: Şeytanın kışkırtmasından Sana sığınırım” (Mu'minun, 97). “Muttakilerin durumu, şeytandan kötü bir düşünce geldiğinde hemen Allah'ı hatırlayarak doğru yolu bulmalarıdır.” (A'raf, 201)





Burada bir başka noktaya da dikkat edilmelidir. O da, insanın kalbine sadece dışarıdan cin ve şeytanlardan vesvese gelmediğidir. İnsanın kendi nefsi de vesvese verir. Yanlış düşünce ve sapmış aklın da vesvese vereceği ihtimal dışında değildir. İnsanın gayri meşru istek ve hevesleri, irade gücü ve muhakemesinin de onu saptırabileceği bilinmelidir. Bu konu Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır: “Biz onun nefsinin ne vesveseler verdiğini biliriz.” (Kaf, 16). Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem cuma namazı hutbesinde okunması sünnet olan duada şöyle buyurmuştur: “Nefsin şer ve fitnelerinden Allah'a sığınırız.” (Neuzu billahi min şururi enfusina.) (Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 7/327-329.)





[7] (ÖGKE, 2000), s.76


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar