Hakîki Mürşidleri Ve Sahte Şeyhleri Bilmek İsteyenler İçin
"Yeseviliğin İlk Dönemine Ait
Bir Risale:, Mir'âtü'l-Kulûb”, İlâm, C 2, s. 2, Temmuz-Aralık
1997, İst. 1998, s.41-85. Eserin orijinal metni bu makale içinde yer almaktadır
(s. 49-68).
Rahman ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Hamd, işiten
ve bilen Allah Teâlâ’ya mahsustur, yaratıcı ve cömert olan Allah’ı tesbih
ederiz.
Yani bil ve
haberdâr ol ki, bu mübârek risâleyi derleyen (kişi) şeriatın delîli ve
tarikatın ehli, yani Mevlânâ Sûfî Dânişmend’tir. Ariflerin sultânı, vera’
(takvâ) ehlinin rehberi, yeryüzünün kutbü’l-aktâbı olan Hâce Ahmed Yesevî
rahmetullahi aleyh’in sözlerini, bu aziz Sûfî Muhammed Dânişmend (nakledip)
anlatırlar.
Bu risâlenin
yazılmasının sebebi şu idi ki, tüm sûfîler, sabah ve akşam belki sürekli zikir
halkasında doğru bir hâl içinde iken, günlerden bir gün Hz. Sultân Ahmed
Yesevî’ye:
"Şeyhlik
ve müridlik hakkında ve bu yüce silsilenin sülük (usûlü) ve tarikatı konusunda
bilgi verseniz, sizden sonra ehl-i tarikata hâtıra kalır", diye arzettiler.
Sonra bu
risâleye Mir’âtü’l-Kulûb adı verildi, yani Gönüllerin Aynası. Her kim
aynaya baksa yüzünü görür ve gayb aynası olsa onu da (gaybı da) görür. Binâenaleyh
her kim bu kitabı okusa ve kendi kusurunu görüp bilse, onu telâfiye çalışıp
tevbe ve istiğfâr ile benliğinden geçse, ümit edilir ki, Allah Teâlâ o kusur ve
günâhı afveder. Her sâlik ki bu risâleyi okusa veya okuyandan dinleyip amel
etse, kalb gözünü açsa, on sekiz bin âlemdeki acâyip ve gariplikleri görse,
kıyâmette inandık ve tasdik ettik Celâl sâhibi (Allah Teâlâ ) ile buluşup
keyfiyetsiz olarak onun yüzünü görse, (bu) hiç acâyip ve garîb (bir hal) olmaz.
Ancak Ondan (Allah’tan) yardım dileriz.
Muhabbet,
yakıcı ateş ve şevk diyerek bu Mir’âtü’l-Kulûb risâlesini üç bölüm üzerine binâ
ettiler. Zîrâ Hak Teâlâ , "kullarım bana yaklaşsın (beni tanısın)”, deyip
din ve İslâm yolunu bahşetti. O yola üç isim verdi.
Birinci
şerîat, ikinci tarikat, üçüncü hakikat.
Bu sebeple
(bu risâle) üç bölüm üzerine binâ edildi. Ve dahi (Hak Teâlâ Kur’ân'da) kelâmı
içinde şöyle zikretti: Allah Teâlâ’nın kelâmı:"
(İbrahim
aleyhisselâm dedi ki:) “Ben Rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu
gösterecek". (Saffat, 99).
İbrahim
aleyhisselâm Şüphesiz Rabbim beni doğru yoluna sevk etti, dedi. Yani bu yoldan
maksad, İslâm yoludur. Ama Hak
Teâlâ’nın yolu, şu delil ile üç yoldur. İslâm dini Allah’a giden yoldur.
Başlangıcı şerîat, sonu hakikat ve ikisi arasında tarikat vardır. Ve dahi şeyh
Necmüddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh haber verir ki:
Her işte
şeriat, tarikat ve hakîkat vardır. Müridlikte de böyledir. Şeriatta ilim
müşâhede ve buluşma vardır.
Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem der ki:
“Şerîat
benim sözlerim, tarîkat fiillerim (işlerim), hakîkat ise hâlimdir.”
Sultânü’l-ârifîn
(Ahmed Yesevî) der ki:
“Şerîat
zâhiren uzuvlarla amel etmek; tarîkat, kalb ile amel etmek, hakîkat ise sır
(kalbin içindeki cevher, gönül) ile amel etmektir.”
Sultânü’l-ârifîn-Yesevî
der ki:
“Kendisine
uyulan önder insanlar üç kısımdır:
Şerîat
önderleri âlimler ve pâdişâhlardır, tarîkat önderleri şeyhler ve sûfîler,
hakîkat önderleri de ârifler ve Hakk’a yakın olan şeyhlerdir.
Eğer âlimler
ve pâdişahlar şeriatta emredilene uyup yasaklanandan sakınır ve başkalarına da
(bu emir ve yasakları anlatıp) emrederlerse doğru yoldan şaşmazlar. Onlara
uyanlar da şaşmazlar. Eğer bu şartlarla birlikte olmazlarsa, şerîat yolundan
saparlar,
Şeyhler ve
sûfîler riyâzât ve çile çekip gönül âlemlerini açsalar, yetmiş makamdan geçip
gâib ruhlar ve meleklerle sohbet etseler, bu tür şeyh ve sûfîler tarîkat
yolundan sapmazlar. Bu tür büyüklere tâbi olanlar da sapmazlar. (Ama onlar) bu
şartlarla birlikte olmazlarsa tarîkat yolundan saparlar, onlara uyanlar da
saparlar.
Hakk’a yakın
olan kullar ve şeyhler, hakîkaten Allah’tan başka her şeyden vaz geçip
gönüllerini sırrra ulaştırırlarsa maksadlarına erişip hakîkat yolundan
sapmazlar. Onlara tâbi olanlar da sapmazlar.
Eğer bu
şartlar içinde bulunmazlarsa hakîkat yolundan sapıp gâye ve maksada
ulaşamazlar. En iyisini bilen Allah’tır.”
Sûfî
Muhammed Dânişmend, buna örnek vererek derler ki;
Meselâ Hicaz
bölgesinin pâdişâhı, Hıtay bölgesinin padişahına elçi (heyet) gönderse, o elçi
yolu bilmese, (içlerinden) biri başkan olup yola koyulsalar, (başkan) doğru
yoldan sapıp şaşırır ve dolayısıyla elçi de şaşırır. Eğer o kılavuz, gördüğü
yolu şaşırmasa, kılavuza uyanlar da sapmazlar. Derviş veya şeyh olan kişiler,
yolu bilen kılavuza benzerler. Onlara uyanlar da kılavuz tutan insanlara benzerler.
Sûfî
Muhammed danişmend der ki:
Hangi şeyh
yetmiş makamdan geçmeden şeyhlik ve önderlik iddiasında bulunsa iddiâsı bâtıl
(geçersiz) olur. Nidâ ederler ki:
"Ey
bâtıl iddiâda bulunan! Sana tâbi olanlar bâtıl ve bozuk (yoldadırlar)". Tâbi olan mürid ve arkadaşlarının
da günahları, o sahte şeyhin boynuna olur.
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Bazı
insanlar "şeriatla yürüyorum" bazıları da "hakikatla
yürüyorum" deyip iddiâda bulunur, şeriatla yürüdüğünü iddiâ edenlere
mü’min ve müslüman derler.
Tarikatla
yürüyenlere şeyh sûfî ve zâhid derler. Hakikatle yürüyenlere de ârif, âşık ve
muhib derler. Bu yolda yürüdüğünü iddiâ edenlerin mânevî hâl sâhibi olmaları
gerekir. Eğer (kişinin) mâneviyatı ve iddiası düzgün olursa, Hak Teâlâ onu dost
edinir. Eğer maneviyâtı düzgün olmayıp iddiâsı yalan olsa -bundan Allah’a
sığınırız böyle bir kimse Allah Teâlâ’nın düşmanıdır. Allah Teâlâ’nın kelâmı:“O
gün, yalanlayanların vay hâline,” (Mürselât, 15).
Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem yine şöyle buyururlar.
“Yalancı,
Allah’ın düşmanıdır. Bu yolda yalancılıkla yürüme, dürüstlükle yürü ki iddiâya
mâneviyât gereklidir.” Mâneviyât
size gerekir, ama herşeyin manâsı kendi yerinde (ve konumunda) açıklanacak
inşaallah.
Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Şeriat
sözlerim, tarikat fiillerim ve hakikât hâllerimdir.”
Dediler ki;
şeriat benim söylediğim sözdür, tarikat benim yaptığım işlerdir. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem, şeriat benim söylediğim sözdür demekle yetindi,
tarikat söylediğimdir, demekle yetinmedi, yaptığım işlerdir, dedi. Bunun cevabı
(izahı) şöyledir: Demişlerdir ki: Hz. Peygamber mirâc gecesinde Mevlâ azze
ve celle ile vâsıtasız olarak doksan bin konuda sözleşti. Otuz bini şeriatla,
otuz bini tarikatla ve otuz bini hakîkatla ilgili idi. (Hak Teâlâ’dan)
ferman geldi ki:
“Şeriat
sözlerini bütün mü’min, kâfir ve fâsıklara (herkese) anlat. Tarikat sözlerini
dileyen ve isteyenlere anlat, ama hakikati aslâ söyleme.”
Sultânü’l-ârifîn
Hz. Hâce Ahmed Yesevî buyururlar ki:
“Şeriat,
uzuvlarla yani zâhirle amel etmektir. Uzuvlarla (bi’l-erkân) kelimesinden
maksad, farz, vâcib sünnet ve edeblerin tümü olur. Ama şeriatla yürürüm deyip
iddiâda bulunanlar, Müslüman (diye) adlandırıldılar, iddâlara mâneviyât
gerekir.
O mâneviyât
da şudur ki, Hak Teâlâ’nın emri kullarına iki şekilde olur: Emredilen iyi işler
(farz) ve yasaklanan kötü işler (haram). Siz insanların iyiliği için ortaya
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz,
(Al-i İmrân, 110) buyurdu.
“Mü’min ve
müslüman diye adlandırılanlar, tüm emredilenleri yerine getirip
yasaklananlardan sakınsalar, şeriatta iddiâları doğru, mü’min ve
müslümanlıkları da dürüst olur. Hak Teâlâ’nın hakîkî kulları olurlar. Allah
Teâlâ’nın kelâmı: Allah inananların dostudur, onları karanlıktan aydınlığa
çıkarır,” (Bakara,
257).
Eğer (insan)
emredileni yerine getirmez, yasaklanandan sakınmaz ise, mü’min ve müslümanım
diye iddiâsı yalandır ve kendisi yalancıdır. Emredilen şudur ki, dine uygun
olan her şeyi kabul etmek ve başkalarına da onu emretmek. Yasaklanan şudur ki,
küfür, nifâk, şüphe, şirk, kendini beğenmek, gösteriş yapmak, zulmetmek, haram
yemek, yalan söylemek, gıybet yapmak, zinâ etmek, içki içmek, uyuşturucu bitki
(beng) yemek ve mü’minlere haksız yere zulmetmek. Bütün bunlar yasaklanmıştır.
Sizden
biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin, eğer gücü yetmiyorsa
diliyle (müdâhele edip karşı çıksın), ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle (öfke
duysun) ki, bu imânın en zayıf şeklidir.
Bir kişi
nehyedilen bir kötülüğü yapıyor olsa, ona engel olmak gerekir. Eğer eliyle gücü
yetmese diliyle, diliyle gücü yetmese gönlüyle o kişiye düşman olsun (ki bu
sonuncusu) îmânın zayıflığındandır. Eğer mü’min o (kötülüğü) yapıp yüklenen
kişiyi görüp engel olmasa, onu yapanın günahına ortak olur. Nitekim Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: Kâfirliğe rızâ
göstermek kâfirliktir, günâha rızâ göstermek de günahtır.
Şeyh Hasan-ı
Basrî rahmetullahi aleyh der ki:
“Hızır
aleyhisselâmı görme düşüncesi gönülden silinince, işte o zaman şerîat tamam
olur.”
Hulâsa adlı
kitapta nakledilir ki: Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kişi Cennet’e
giremez. Yani kalbinde küçük bir tane kadar kibir olan kişi Cennet’e giremez.
Ve dahi
ehl-i ma’rifet şöyle derler. Kibirli, kendisini başkalarından üstün gören
kişidir. Kibirli insan kendisini başkalarından üstün görür, işte böyle kişiler
Cennet’e giremez. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Cimri,
mü'min de olsa Cennet’e giremez; cömert, kâfir de olsa Cehennem’e girmez.”
Şeyh
Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh derler ki:
“Tüm âlimler
korku ile ümit arasındadırlar.”
Hak
Teâlâ’dan: Tüm kullarım cehennemlik, sâdece birisi cennetliktir, diye bir
fermân gelse, cennetlik ben olacağım, diye ümîd etmek gerekir. Eğer, Birçok kul
cennetliktir, sadece biri cehennemliktir, diye bir fermân gelse, cehennemlik
ben olmayayım, diye düşünüp tasalanmak gerekir. Yani korku ile ümit arasında
olmak gerekir.
Sûfî
Muhammed Dânişmend, Sultânü’l-ârifîn’den naklederler ki:
(Bir kimsenin)
şeriatı tamam olmadan tarikat yoluna girmesi (doğru) olmaz. (Kişi) benlikten
geçip yokluğa (fenâya) erişse, dünyâyı terk etse, sonra tarikata girse (câiz)
olur.
Nitekim Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
“Ölmeden
önce ölünüz.” Peygamber
doğru söyledi.
Allah Teâlâ
buyurdu:
“Doğru yola
yönelerek İbrahim’in dinine uy” (Nahl,
123)!
“O gün, ne
mal, ne de oğullar fayda etmez. Ancak Allah’a temiz bir kalb (kalb-i selîm) ile
gelenler fayda görür.” (Şuarâ,
88-89)
Hz. Hâce
Ahmed Yesevî şöyle buyurdular.
“Allah
Teâlâ, Hazreti sallallâhü aleyhi ve sellem’e emretti ki İbrâhim’in doğru dînine
tâbi ol! Ve yine emretti ki: (Siz de) onun doğru dinine tâbi olunuz. Hz.
Muhammed Mustafâ sallallâhü aleyhi ve sellem kâinâttaki herkesin (ve her şeyin)
önderi idiler.
“Biz seni,
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 107).
İbrâhim’in
dînine uyun demekte hikmet nedir?
Cevap: Allah
en iyisini bilir, hikmet odur ki; İbrâhim aleyhisselâmı "atanız"
diye zikretti. Oğul, ataya tâbi olur. Pekiyi, İbrâhim aleyhisselâmı
"atanız" diye zikretmesinin hikmeti nedir?
Cevap: İbrâhim
aleyhisselâm’dan önce tarîkat verilmedi, ilk tarîkat İbrâhim aleyhisselâma
verildiği için "atanız” dedi.
Haberde
nakledilir ki:
“Ruhların
anası Muhammed aleyhisselâmdır ve cesedlerin anası Âdem aleyhisselâmın
cesedidir. Tenler (bedenler)in atası, Âdem aleyhisselâmın tenidir,” demişler.
En iyisini
bilen Allah’tır.
Hz. Muhammed
aleyhisselâmın rûhundan önce ruh yaratılmadı ve dahi Âdem aleyhisselâmın
zâtından önce beden yaratılmadı. Bu sebeple Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin rûhu, ruhların atası oldu. Âdem aleyhisselâm’ın bedeni de bedenlerin
atası oldu.
Allah Teâlâ
yüce kelâmında şöyle zikretti:
“O gün, ne
mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a temiz bir kalb ile gelenler (o günde
fayda bulur)” (Şuarâ,
88-89).
Yani kıyâmet
günü mal, mülk, oğul ve kız fayda etmez. Ancak (kişi) kalb-i selîm ile Allah’a
ulaşırsa, o (kalb) fayda verir. Müfessir şeyhler arasında kalb-i selîm
konusunda fikir ayrılığı çoktur. Ama Mevlânâ Sûfî Dânişmend rahmetullahi aleyh
Hâce Ahmed Yesevî’den şöyle nakleder:
“(İnsanda)
kalb-i selîm olmadıkça tarikata girmesi câiz olmaz. Her kim dört deryâdan
geçse, kalb-i selîm olur.
Birinci
dünyâ deryâsı, ikinci halk deryâsı, üçüncü şeytan deryâsı, dördüncü nefs
deryâsı.
Bu deryâlar
için gemi gerekir, gemisiz geçilmez. Birinci, dünya deryasının gemisi zühd,
yiyeceği kanâat, âlimi (veya bilgisi) horlanıp küçümsenmek, gemisinin demiri
sabırdır.
İkinci halk
deryâsı, onun gemisi ümîdi kesmek ve uzlet, gemi demiri ayrılık, oturuşu
halvettir (yalnızlık).
Üçüncü
şeytan deryâsınm gemisi zikir, yiyeceği teşbih, demiri korku ve ümit, oturuşu
muhabbettir.
Dördüncü
nefs deryâsı, gemisi açlık ve susuzluk, yiyeceği aşk, demiri zevk, oturuşu
şevktir. İşte bu deryâlardan geçen kimse tarîkat yoluna lâyık olup kalb-i selîm
elde eder.[1] Bu deryâlardan
geçmeden ve yürünecek bu yolları kat etmeden (bir kişi) tarîkat yoluna adım
atsa, o ahmaktır. Böyle kişiye tâbi olanlar da ahmaktır.”
Nitekim
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Ahmak benim
düşmanımdır.”
Ve dahi
bilmek gerekir ki, Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
“Tarîkat,
benim fiillerimdir.” Yani
yaptığı işleri. Gecelerde aslâ uyumazlardı. Zikir ve tesbihten bir ân bile uzak
kalmazlardı. Sadece gündüz öğle vaktinde kaylûle uykusu yaparlardı. Rasûlullah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
“Gözlerim
uyur ama kalbim uyumaz.”
Yani göz
uyur ve gönül uyumaz. Yemeği az yerdiler. Bir rivâyette Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yetmiş üç dindaşı ile birlikte on iki batman yemek
yemişlerdi.
Mugîre b.
Şu’be radiyallâhü anh dedi ki:
“Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, bir gece ayakları şişinceye kadar namaz kıldı. Kendisine
denildi ki:
“Niçin böyle
yapıyorsun, oysa senin geçmiş ve gelecek tüm günahların bağışlanmıştır.”
Nebî
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Çok
şükreden bir kul da olmayayım mı ?”
Mugîre adlı
sahâbe der ki:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem her gece şafak atıncaya kadar ibâdet ederlerdi ki,
mübârek ayakları şişti. Sahâbe radiyallâhü anhüm dediler ki:
“Yâ
Rasûlallah! Hakk Teâlâ, sizin geçmiş ve gelecek tüm amellerinizi bağışladığını
söylüyor. Niçin kendinize meşakkat ediyorsunuz?”
Rasûlullah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Ey ashâbım!
Benim gibi yetim Muhammed’i, Rabbim, "dostum ve habîbim" diye
zikretti. Onun şükrânesi olarak itâat ve ibâdet ediyorum.”
Bundan sonra
Mevlâ azze ve celle fermân buyurdu:
“Ey örtünüp
bürünen (Rasûlüm)l Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını
(kıl). Yahut bunu biraz azalt.” (Müzzemmil,
1-3)
Yani “Ey
Muhammed Seni eziyet için yaratmadım. Gece ortasında itâat et. Arttırma ve
fazla yapma. İşte bu ferman buyurulduktan sonra Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem gecenin üçte birini ibadet ile geçirmeye
başladılar. Ve seninle olanlardan bir grup. (Müzzemmil, 20) Yani (Hak Teâlâ ) o
tâife ki, seninle olsa yani sana bey’at edip senin gibi amel etseler, onlar da
senin gibi gecenin üçte birini uyanık durup itâatle geçirsinler diye fermân
buyurunca, Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem böyle yaptı ve ashâbına da
öyle (ibâdet) yapmalarını emretti. Ashâb da öyle yaptı,
İşte ey
sâdık mürid ve tâbi olan dost!
O Hazret
sallallâhü aleyhi ve sellem’in fiil ve amellerini bunca anlattık. Eğer ümmet
isen, ona tâbi olup çaba ve gayret sarfet! Yalancı olma ki: “Yalancı,
Allah’ın düşmanıdır”, dediler.
Mevlânâ Sûfî
Dânişmend dediler ki: Hâce Ahmed Yesevî lütfedip buyururlar.
“Tarikat kalb
ile amel etmektir. Yani tarîkat, gönül ile amel etmektir ve gönül âlemi gözünü
açmaktır.”
Nitekim Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem bu konudan şöyle haber verirler:
“Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten yetmiş
bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açsaydı, baktığı her şey yanardı.
Şüphesiz, Tanrı azze ve celle’nin nurdan ve karanlıktan yetmiş bin perdesi
vardır. Eğer bunları açsa, gözünün nûru her nereye ulaşsa kesinlikle onu
yakardı.”
Ve (ayrıca)
âlem-i kübrâ (büyük âlem) ve âlem-i suğrâ (küçük âlem) vardır. Gözle görünmeyen
nesneler âlem-i kübrâdadır. Ama ehl-i tasavvufa göre, kişinin gcnül âlemi
açılsa onsekiz bin âlemi apaçık görür, tıpkı âlem-i suğrâ’da göründüğü gibi.
Ama gönlü açmak için sert çile çekmek gerek. Mevlâ azze ve cele Kur’ân’da şöyle
haber verir:
“Bizim
uğrumuzda cihad edenleri (gayret sarfederleri) elbette kendi yollarımıza
eriştireceğiz.” (Ankebut,
69)
Rasûlullah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki:
“Ölmeden
önce ölünüz.”
Şeyh Hasan-ı
Basrî rahmetullahi aleyh der ki:
“Şeyh
Bâyezîd-ı Bistâmî’ye kadar tüm şeyhler altmış günde bir lokma yemek yerler, bu
altmış gece gündüz de uyumazlardı. Tanrı’yı zikredip, göz açıp kapanıncaya
kadar bile olsa zikirden ayrı kalmazlar, sonra gönül âlemleri açılırdı.”
Şeyh
Bâyezid-ı Bistâmî rahmetullahi aleyh’den Hâce Ahmed Yesevî’ye kadar diğer
şeyhler kırk gürde bir lokma yemek yediler ve kırk gece gündüz uyumadılar.
Uyuyup zikirden uzak kalmadılar. Sonra gönül âlemleri açıldı. Hakîm Süleyman
kaddesellâhü sırrahu’l azîz kırk gün böyle yaptı. Mahmûd Hâce rahmetullahi
aleyh yirmi dokuz gün ve Zengî Ata rahmetullahi aleyh on dokuz gün böyle
yaptılar.
Şeyh
Necmeddin Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Gönül âlemi
açılmadıkça şeyhlik yapmak ve mürid edinmek doğru olmaz.”
Şeyh Ahmed
Yesevî der ki:
“(Bir kişi)
yetmiş makâmdan geçmeden şeyhlik iddiâsında bulunsa o hemen kâfir olur.”
Sadr Ata
Risâlesi’nde nakledilir ki:
“Bir kişi
gönül âlemi açılmadan gavs ve gavslar, Hızır ve İlyâs başta olmak üzere gayb
erenleri ile sohbet etmeden ve onlardan icâzet almadan şeyhlik iddiâsında
bulunsa yalancı, bid'atçı ve şeytan’dır” demişler.
Eğer bir
kimse bu adı geçen gayb erenleri ve ruhlarından icâzet alıp şeyhlik makâmında
mürid ve dostlarıyla halvete otursa, böyle şeyhi gayb erenler terbiye edip
tarikatı öğretirler ve ona yardımcı olurlar. Ayrıca mürid ve dostları da bu halvetten
vecd ve feyz elde ederler. Bu hâle sekr makâmı derler. O makâmda sâlike bazı
şeyler zuhur eder. Gayb makâmından ne gelse buna tecellî eder veya şeyh
denen kişi müridin üç yüz altmış damarından hangisinin râzı, hangisinin râzı
olmadığına vâkıf olur, işte, şeyh denen kimse müridi terbiye edip murâdına
ulaştırabiliyorsa, onun mürid edinmesi câiz ve uygun olur. Eğer müridi
maksada ulaştıramıyorsa, mürid edinmesi câiz olmaz. Kıyâmet gününde hesap
yerinde cevap vermesi gerekir. (Şeyhlik yapması câiz) ve helâl olsa sevap;
haram olsa azap görmesi gerekir. Ama gönül âlemi açılsa ve yetmiş makâma
ulaşsa, o gönül Mevlâ azze ve celle’nin nazar ettiği yer olur.
Nitekim Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyururlar:
“Mü’minin
kalbi, Rahmân’ın Arş’ıdır ve mü’minin kalbi Rahmân’ın evidir.”
Hz. Dâvûd
aleyhisselâm Hakk’a yalvarıp dedi ki:
“İlâhî!
Dünyâda pâdişâh denen kulların var ve onların hazîneleri var. Pekiyi, senin
hazînen nerededir?
Mevlâ azze
ve celle'den fermân geldi:
"Ey
Dâvûd" benim hâzinem, mü’min kullarımın gönülleridir. Dünyâda pâdişâh
denen kullarım hazinelerine zaman zaman bakarlar. Yâ Dâvûd! Ben o gönül
hazîneme her gün üç yüz altmış kere bakarım."
Binâenaleyh,
bu özellikteki gönül belki Ka'be’den daha üstün olur, onun için Kâ'be’yi Hz.
İbrâhim binâ etti, gönlü ise Rabbü’l-celîl binâ etti. Bu görünen Kâbe’ye tüm
yaratıklar nazar eder ama gönül (sadece) Hak Teâlâ nazar eder.
İŞTE O ÖNDER
(ŞEYH) Kİ, BU ÖZELLİKTEKİ GÖNÜL ÂLEMİNİ AÇSA VE YETMİŞ MAKAMDAN GEÇSE, ONUN
ŞEYHLİK YAPMASI KABUL EDİLİR. EĞER BU ÖZELLİK OLMADAN ÖNDER OLSA YALANCIDIR.
BÖYLE ŞEYHTEN SAKINMAK GEREKİR.
Gönül âlemi
açılmış olan bir mü'şid-i kâmilin nazarı müridin üzerine düşse, o mürid bayılıp
yıkılır. Nitekim Hz. Mûsâ sır makâmında Sînâ Dağı’nda Tanrı’nın zâtî
tecellîsine erişince dağ parça parça oldu ve eriyip aktı. Mûsâ aleyhisselâm
bunu görüp bayıldı. Sonra Tanrı azze ve celle kelâmında haber verir ki: Allah
Teâlâ’nın kelâmı:
“Rabbi o
dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü.” (A’râf, 143)
Hz. şeyh
Necmeddin Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Müridin
bayılmasının üç şekli (ve izahı) vardır. Önce cezbe hâli, ikinci vecd hâli,
üçüncü şeyhin nazarı hâlinden (bayılır), ilki bid’at, İkincisi sünnet, üçüncüsü
vâcib ve aynı zamanda itâattır.
Cezbe şudur
ki, (mürid) Tanrı azze ve celle’nin lutfu, rahmeti ve huzûruna yakın olayım
deyip yıkılır (bayılır). Bu bid'attir
Vecd hâli
şudur ki, Tanrı azze ve celle’nin kelâmı veya zikri gönüle tesir edip tatlılık
ve lezzet taşar, (mürid) tâkat getiremeyip yıkılır. Bu sünnettir.
Üçüncüsü ise
(mürid), şeyhin nazarına tâkat getiremeyip yıkılır. Bu vâciptir.”
Şeyh
Muzaffer Deryâyî rahmetullahi aleyh şöyle dedi:
“Hızır
aleyhisselâm ile yedi yıl yürüdüm (arkadaş oldum). Sordum ki:
“Ey Hâce!
Dâvud aleyhisselâmın meclisinde bulundunuz mu ve sözlerinden işittiniz mi?
Hızır dedi
ki:
“Evet
işittim. Sözleri ism-i zât (Allah) idi. Zevk ve şevk hâlinde Allah Allah
deyince, mecliste hazır bulunanlardan bir dostuna hâli tesir etti, nâra atıp
yıkıldı ve aklı başından gitti. Dâvud aleyhisselâm dedi ki:
“Bu kişiyi
sürüyüp deryâya salın! Eğer bunu nâra atışı ve bayılıp yıkılışı doğru (ve
samîmî) ise deryâdan kurtulur. Eğer yalan (ve sahte) ise kurtulmaz. Hemen o
kişiyi deryânın yanına getirdiler, o vakit deryânın suyu kurudu. Dâvud hunu
görüp nâra attı ve kendisini minberden attı.”
Şeyh
Necmettin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh dedi ki:
“(Kişi)
yetmiş makamdan geçse ondan sonra nâra atıp yıkılmaz ve kendine zarar vermez.”
Şeyh Ahmed
Yesevî nakleder ki:
“Yetmiş
makamın ilmini bilmek gerek, ondan sonra Mevlâ azze ve celle’den yardım gelirse
(yüksek) makâma ulaşır.”
Mevlânâ Sûfî
Dânişmend der ki:
“Keşfu’l-kubûr
(kabrin içindekileri görmek) ve keşfu’l-kulûb (kalbin içindekileri görmek) bu
makamlar cümlesindendir. Bunlar (diğer makamlardan) daha küçük olanlardır. Bu
kıyâs ile (bu şekilde), bir kimse yetmiş makâmdan geçse, sonra şeyhlik makâmına
oturup mürid edinmesi, zaruret hâlinde adak alması ve ihtiyaç hallerinde velîlik
hâli makamından haber vermesi ve (kerâmet) göstermesi câiz olur ve kabul
edilir. Böyle yetmiş makamdan geçmeden ve gönül âlemini açmadan bir şeyh mürid
edinse ve (şeyh gibi) davransa bu câiz olmaz. Böyle bir şeyh ölüp dünyadan
gitse dînine zarar ve îmânına tehlike getirir.”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ der ki:
“(Müridden)
hediye almanın şartı şudur. Kulun verdiği az çok her ne olursa olsun, onu
fakir, yoksul ve muhtaçlara vermek gerek. İkicisi, az ve çoğu denk görmek
gerek. Üçüncüsü (şeyh bu hediyeyi) kendi âile efrâdına vermemelidir. Ayrıca o
hediye şüpheli ise hiç almamalıdır. (Hediye veren) kula duâ edip Tanrı’dan
emirlerine uymada doğru yol nasîb etmesini dilemelidir.”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Yetmiş
makamdan geçen ve gönül âlemini açan önderin, ihtiyaç ve zarûret olduğunda
velîlik ve kerâmetten haber vermesi câizdir. Hz. Peygamber’den kâfirler mucize
isteyince zarûret ve ihtiyaç halinde mucize gösterdiler. Onun için derler ki:
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: Söz, fiil ve hâlleri
yönünden, kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir, işte mürid,
böyle bir şeyhe bağlansa bu uygundur. Ve böyle bir şeyh, inkârcı ve
münâfıklara doğru yolu göstermek için kerâmet gösterse bu câiz olur.”
Sûfî
Muhammed Dânişmend der ki:
“Sultânü’l-ârifîn
Hâce Ahmed Yesevî rahmetullahi aleyh’dan şöyle işittim ki: Mürid, bir şeyhe
intisâb ettikten sonra gidip başka bir şeyhe intisâb etmesi (uygun) olmaz. Ama
şâyet bu şeyh (hakîkî) mürşid değilse ve müridi maksada ulaştıramıyorsa, mürid
de başka şeyhe gidip hizmet etse ve o mürşid sâyesinde murâdı hâsıl olsa bu
câiz olur. Ama şeyhten izin almak gerekir. Şu deyim meşhurdur: “İcâzet bir
kişiye hizmet bin kişiye.” Şeyhin, müridine emir ve tavsiyelerde
bulunması, onu makamdan makama ulaştırıp yükseltmesi vâciptir. Müridin de,
şeyhin emrettikleriyle amel etmesi gerekir. Haberde gelir ki: Peygamber'e
yüklenen, sâdece açık-seçik duyurmaktır, (Nur, 54). Peygamber, Tanrı Teâlâ’nın
emrini nasıl ümmetine ulaştırdıysa, şeyh de Tanrı emrini müridlerine öyle
ulaştırır ki, onları (yüksek) makama ulaştırsın.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem gece gündüz ümmeti hakkında kaygılanıp beş bin defa ağladığı gibi,
şeyh olan kimse de gece gündüz yalvarıp müridin murâdına ulaşmasını diler. Nitekim
Tanrı Teâlâ ferman buyurur:
“Her kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş (sâlih amel) yapsın,” (Kehf, 110).
Yani şeyhten emretmek, müridten
yapmak, Mevlâ’dan lutuf, şeyhten himmet (mânevî yardım). Bunlar yerine gelirse,
mürid murâdına ulaşır.
Derler ki:
“Şeyhin
küfrü, müridin imânıdır.” Bunun
mânâsı şudur: Yetmiş makamdan geçip gönül âlemini açan şeyhe bir mürid intisâp
etse, o şeyh, bu makâmı müride öğretip göstermek için bu yüce makamdan aşağıya
dönse, bu şeyhin küfrüdür. Bu küfre imân getirmez (?). O, müridin imânıdır.
Veya o şeyhle müridin hâli şuna benzer ki, bâliğ olmamış (küçük) oğlana annesi
nasıl şefkatle davranırsa, şeyh de müridi merhamet ve muhabbetle öyle terbiye
eder.
Yine (asıl)
maksada geldik. EĞER ŞEYH, (HAKÎKÎ) MÜRŞİD OLSA VE MÜRİDİ MAKSADA ULAŞTIRSA
(UYGUNDUR). EĞER MÜRİDİ MURÂDINA ULAŞTIRAMIYORSA ŞEYHLİK MAKÂMINDA OTURMASI
CÂİZ OLMAZ. Şeyh, müridin elini tutsa (mürid edinse), din için edinir. Eğer
dünya için mürid edinirse, bu yanlış (ve fâsid) olur, câiz olmaz. Bu sebeple
Hz. Muhammed Mustafa şöyle buyururlar:
“Dünya
sevgisi tüm günahların (hatâların) başıdır.”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“İntisâbın
(şeyhe bağlanmanın) şartı şudur: Eğer şeyh zengin, mürid fakir olsa, müridin
nafakası şeyhin üzerine vâcip olur. Eğer şeyh fakir olup mürid zengin olsa,
şeyhin nafakası müridin üzerine vacib olur.”
Sûfî
Muhammed Dânişmend, Şeyh Haşan Basrî’den nakleder:
“Sohbet üç
türlü olur: Birincisi kîl u kâl ile şeriat konusunda; İkincisi hâl, velîlik,
himmet ve olgunluk ile tarikat konusunda; üçüncüsü sır (gönül ve hâl ile
hakîkat konusunda sohbet. Binâenaleyh şeriat, tarikat ve hakîkat sahibi
olanlara gereken şey, tevâzû ile riyâzat (perhiz) ve çile çekip duâ ve niyâz
ederek, inkârcı münâfık ve yoldan çıkmışları doğru yola sokmak ve tevbe
ettirmektir. Eğer tevbe etmezlerse, Allah Teâlâ tevfîk (ve hidâyet) verinceye
kadar sabretmektir. Nitekim Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle haber
verir. Tevfîk, büyük (ve önemli) bir şeydir, sâdece azîz (değerli) kula
verilir.”
Baba
[Maçin?] Risâlesi’nde şöyle derler:
“Şeriat,
tarikat ve hakîkat sâhibi diye adlandırılan kimselere gereken, doğru yoldan
sapıp yolunu kaybeden sohbet (tartışma) ehlini doğru yola getirmek için teşvik
edip onlara tevbe tavsiye etmektir. Şeyh, o yolunu kaybetmiş insan için
hidâyet diler, üç gün üç gece onun için duâ eder. Eğer bu süre içinde doğru
yola girmezse beş gün riyâzat ve çile çekmesi gerekir. Eğer beş günde de tevbe
etmezse, yedi gün böyle yapması gerekir. Bu kıyas ile kırk güne kadar çile çekip
yanlış yolda olanları doğru yola getirmelidir ki, şeyhlik onun için câiz
olsun.”
Eski şeyhler
derler ki:
“Derviş üç
şeyi sürekli vird edinmelidir: Birincisi açlık ve susuzluk, İkincisi
uykusuzluk, üçüncüsü zikr-i hafî yani kalb ile zikir. Bu üçünü beraberce yapmak
gerekir. Eğer biri eksik olsa derviş murâdına erişemez. Yani oruç gününü bu
şekilde geçirmek gerekir. Önce, günde bir lokmanın yarısını yemek ve zikirden
bir an bile uzak kalmamak için bir gece gündüz uykusuz kalmak gerekir. Bu bir
gece gündüz uyanık kalmadan sonra, üç günde bir lokma taam yeyip üç gece gündüz
uyumaz ve zikirden gâfil kalmaz. Bu üç gün uykusuzluktan sonra kötü ruhlar
görünmeye başlar. Mürid onlara hiç iltifat etmemeli.
Sonra beş günde bir
lokma yemek yeyip beş gün uyumaz. Sonra gönlünün toz, bulanıklık ve zulmeti
görünmeye başlar. Sonra her yedi günde bir lokma taâm yeyip yedi gece gündüz
uyumaz, göz açıp kapayıncaya kadar bile zikirden gâfil olmaz.
Bundan sonra keşfü’l-kulûb (kalpleri okuma) makamı açılır. Sonra bu usûl ile dokuz gece ve gündüz uykusuz kalır. Bundan sonra keşfü’lkubûr (kabrin içindekileri görme) makamı açılır. Sonra on bir gece gündüz uykusuz kalır, keşfi-ervâh-ı tayyibe (iyi ruhları görme) makamı açılır.
Sonra on üç günde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa, keşfü’l-melâike (melekleri görme) makamı açılır. Sonra on beş gece gündüzde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa, keşf-i zü’l-Celâl (Hak Teâlâ’yı müşâhede) açılıp murâdı hâsıl olur. Eğer böyle on beş günde maksadı hâsıl olmasa, kırk günde hâsıl olur. Eğer kırk günde hâsıl olmasa altmış günde elbette hâsıl olur. Eğer bunda da hâsıl olmasa üç yüz altmış gün gece böyle (perhiz) yapmalıdır. Eğer (yine) muradı hâsıl olmazsa, kendi kusurudur. Kendi kusuruna bakıp tevbe istiğfâr edip duâ ve yalvarış ile meşgul olmalıdır. Ama Hak Teâlâ’nın vaadinden ümitli olmak gerekir ki:
Bundan sonra keşfü’l-kulûb (kalpleri okuma) makamı açılır. Sonra bu usûl ile dokuz gece ve gündüz uykusuz kalır. Bundan sonra keşfü’lkubûr (kabrin içindekileri görme) makamı açılır. Sonra on bir gece gündüz uykusuz kalır, keşfi-ervâh-ı tayyibe (iyi ruhları görme) makamı açılır.
Sonra on üç günde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa, keşfü’l-melâike (melekleri görme) makamı açılır. Sonra on beş gece gündüzde bir lokma taâm yeyip gece gündüz uykusuz kalsa, keşf-i zü’l-Celâl (Hak Teâlâ’yı müşâhede) açılıp murâdı hâsıl olur. Eğer böyle on beş günde maksadı hâsıl olmasa, kırk günde hâsıl olur. Eğer kırk günde hâsıl olmasa altmış günde elbette hâsıl olur. Eğer bunda da hâsıl olmasa üç yüz altmış gün gece böyle (perhiz) yapmalıdır. Eğer (yine) muradı hâsıl olmazsa, kendi kusurudur. Kendi kusuruna bakıp tevbe istiğfâr edip duâ ve yalvarış ile meşgul olmalıdır. Ama Hak Teâlâ’nın vaadinden ümitli olmak gerekir ki:
“Allah’ın
rahmetinden ümit kesmeyiniz,” (Zümer, 53).
Eğer bu dünyada hâsıl olmasa âhirette hâsıl olur, deyip korku ve ümit içinde
itâat ve ibâdetle meşgul olur.”
Şeyh Necmeddin-i
Kübrâ rahmetullahi aleyh ve Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî rahmetullahi
aleyh derler ki:
“Gönül
âleminin kusuru çoktur. Bulanıklıkları da şunlardır. Dünya sevgisi, hırs,
hased, öfke, düşmanlık, isyan unutkanlık, kendini beğenmeme, riyâ ve gösteriş
yapma. Bu tür yasaklanan şeylerden biri müridin gönlünde bulunursa, o,
maksadına ulaşamaz. Mürid olup murâdına ulaşmak isteyen, seven olup sevdiğini
arayan kimseler, gönül âleminin kirlerini yok edip perhiz ile çile çekseler,
ayrıca şeyh yardım ve Mevlâ Teâlâ inâyet etse, o zaman murâdları hâsıl olur.”
Allah
Teâlâ’nın kelâmı:
“Uğrumuzda
çaba sarfedenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz,” (Ankebut, 69).
Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyururlar:
“Her şeyin
bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da açlık ve susuzluktur. Böyle perhiz ve çile
ile gönül âlemini açanların şerefi ve bereketi sâyesinde, Allah Teâlâ
günahkârların günâhını afveder.”
Şeyh
Muzaffer Deryâyî rahmetullahi aleyh şöyle dedi:
“Yedi yıl
Hâce Hızır aleyhisselâmın sohbetinde bulundum. Gavsların gavsı, Hızır, İlyâs
ve Kutub başta olmak üzere tüm gayb erenler, abdâllar ve evtâdlar hepsi şöyle
deyip duâ ediyorlardı:
“İlâhî!
Emrini tutmayan, tâat ve ibâdet etmeyen, peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sünnetine uymayan, günah ve fesad içinde yürüyen kullarına hidâyet ve
tevbe nasîb eyle!”
Yine şöyle
duâ ediyorlardı:
“İlâhî!
Belâ, sıkıntı ve türlü eziyetlerle mübtelâ olan kullarına acıyıp eziyetlerini
def et!”
Ve onların
duâları kabul olup yoldan sapmış olanlar doğru yolu buluyorlardı,
İşte ey
derviş! Bil ki, tüm peygamberler, velîler, yaşayan, ölmüş, gâib ve hâzır tüm
seçkin kullar duâ ile meşgul imişler. Bu konuda Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle haber verir:
“Sâlihler
olmasaydı, zâlimler helâk olurdu.”
Şeyh Şiblî
rahmetullahi aleyh der ki:
“Velînin,
velî olduğunu bilip bilemeyeceği konusunda şeyhler arasında fikir ayrılığı
vardır. Bazıları: Velî olduğunu bilebilir, der. Bazıları ise: Bilemez, der.
Zîrâ şu hadis buna delâlet eder: Kubbelerim altında öyle velîlerim vardır ki,
onları benden başkası bilemez.”
Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyurur:
“İhlâslılar
da büyük bir tehlike içindedirler,”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Alâmet
olunca (kendisinin) velî olduğunu bilebilir, dediler. Eğer alâmet üçten az
olursa o kişi velî olamaz. Birincisi, o kişide dünya sevgisi olmamalıdır.
İkincisi, açlık ve susuzlukla nefsini öldürmüş olması gerekir. Üçüncüsü
geceleri uyanık olması gerekir.”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ rahmetullahi aleyh der ki:
“Az yemek,
çok kanâat etmek, az uyumak, çok uykusuz kalmak, az konuşmak, çok zikretmek ve
diri (aktif) olmak gibi alâmetler bir kişide olsa, ümid edilir ki, o
velîlerdendir.”
Şeyh diye
adlandırılan ve tarikat yolunda yürüyoruz diye iddiâ edenler, (eğer) yetmiş
makamdan geçip, gönül âlemlerini açıp, gayb erenler, şeyhler ve ruhlardan
icâzet alırlar ve tarikatta iddiâları doğru olursa, şeyhlik makamına
oturmaları câiz olur. En iyisini bilen Allah’tır.
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol,”( Hud, 112)!
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Hakîkat
benim hâllerimdir.”
Şeyh Ahmed
Yesevî rahmetullahi aleyh dedi ki:
“Hakîkat,
gönülle amel etmektir. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol, âyetinden korkup, doğru yola yönelerek İbrâhim’in dinine uy,
(Nahl, 123)! âyeti ile yetmiş makamda âyet geldi Allah Teâlâ’nın kelâmı:
“Onlar için
yetmiş kez af dilesen de, Allah onları aslâ affetmeyecek,” (Tevbe, 80).
Bu âyet
yetmiş makama işâret eder. (Hak Teâlâ ) yetmiş bin hicâbı, yetmiş makam içine
koydu. Yetmiş makamı da yedi yakîn (kesin ve gerçek bilgi) içine koydu. Bunlar
isme’l-yakîn, resme’l-yakîn, ilme’l-yakîn, ayne’lyakîn, hakka’l-yakîn,
hakîkat-ı yakîn ve Allah-ı Hakka’l-yakîndir. Bu yedi yakîni de mücâhede (çaba
ve çile) içine koydu ki:
“Uğrumuzda
çaba sarfedenleri elbette yollarımıza ulaştıracağız,” (Ankebut, 69).
Mücahedeyi
de Hak Teâlâ’nın inayeti (lütfü ve yardımı) içine koydu. Allah Teâlâ’nın kelâmı:
Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz, (Fatiha, 5) diye ferman
gelince Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Mevlâ azze ve celle’den
inâyet dileyip mücâhede etti. Beden miracı da ondan haber verir. Allah
Teâlâ’nın kelâmı:
“Bir gece,
kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i
Harâm’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan
sıfatlardan münezzehtir,” (İsrâ, 1)
Bilesin ki,
Hz. Peygamber, mirâçta Rabbü’l-izzet’e varıncaya kadar elli mertebe aştı.
1. Akıl,
2. Onun
(Teâlâ ) varlığını bilmek,
3. Onun
kâinattan önce var olduğunu bilmek,
4. Onun bâkî
olduğunu ve yok olmayacağını bilmek,
5. Diri
olduğunu ve ölmeyeceğini bilmek,
6. Alîm
olduğunu bilmek,
7. Kâdir
olduğunu bilmek,
8. İşitici
olduğunu bilmek,
9. Gördüğünü
bilmek,
10.
Dilediğini bilmek,
11. Fâil (iş
yapan) olduğunu bilmek,
12. (Metinde
eksik),
13. Emredici
olduğunu bilmek
14.
Benzerinin olmadığını bilmek,
15.
Doğurmadığını ve doğurulmadığını bilmek,
16. Onun
yerine geçecek bir şeyin olmadığını bilmek,
17. Hikmet
sahibi olduğunu bilmek,
18. Doğru
sözlü (samîmî) olduğunu bilmek,
19. Hiç bir
şeye ihtiyacının olmadığını bilmek,
20.
Peygamberler gönderdiğini bilmek,
21. Kalbleri
ülfet ettirdiğini söyleyen olduğunu bilmek,
22. (Metinde
eksik)
23.
Kabirlerden diriltenin O olduğunu bilmek,
24. Onun,
iyilik yapanları fiillerinden dolayı sevdiğini bilmek,
25. Kulların
günâhlarını affettiğini bilmek,
26. dil
olduğunu bilmek
(metinde
eksiklik ve yanlış yazımlar var) sonra niyet, sonra sabır, sonra yakîn, havf,
recâ, hayâ, hilm, şerh (kalbin açılması), tasdîk, itikad, ihlâs, istiâne
(yardım isteme) temkîn, kabûl, tevekkül, tevfîz (işleri Allah’a havale edip
râzı olma), zâhid nasihat, şefkat, velâyet, ilim, kerâmet ve rahmet
(mertebeleridir).
(Hz.
Peygamber), bu mertebeleri aşınca niyetine ve maksadına ulaştı. Hak Teâlâ’dan
tüm ikramları gördü. Öyle ki gönül ve gönül sahibi (peygamber) için hiç bir
perde kalmadı. Lutuf ve şevk yakınlığı ile Hakk’a iki yay mesafesinden daha
yakın oldu. Bu, önceki ve sonraki mutasavvıfların (ortak) görüşüdür.”
Sûfî
Muhammed Dânişmend, Sultânü'l-ârifîn Hâce Ahmed Yesevî rahmetullahi aleyh’dan
nakleder ki:
“Mukarreb
olup Hakk'a yakınlık makamında duran kişi, Hak Ta'âlâ'nın cemâli ile müşerref
olur.” Nitekim
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem :
“Gönül
gözümle cemâli müşâhede ettim, dedi ve baş gözüyle görmedim,” dedi. Mevlâ Teâlâ şöyle haber
verir:
“Allah
Teâlâ’nın kelâmı: Fakat (o kul Allah'a yakın olanlardan ise, ona râhatlık,
güzel rızık ve naîm cenneti vardır,” (Vakıa,
88-89).
Ama inkârcı
ve münâfıklar şöyle dediler:
“Böyle mirâç
nasıl olur, yedi kat göğü bir saatte kat etmek, onun ilginçliklerini görmek,
cenneti seyredip ilginç yerlerinde dolaşmak, ayrıca arş, kürsî, levh ve kalemi
görmek, vasıtasız doksan bin kelâm konuşmak ve kurbet makâmında durup cemâl-i
İlâhîyi müşahede eylemek, bu işler imkânsızdır,” dediler.
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ radiyallâhü anh der ki:
“Bu yolda
sabır ile murada ulaşan kişi hakkında Allah kelâmı şöyle haber verir: Ancak
sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir,” (Zümer, 10).
Rasûlullah
sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyurur:
“Sabır,
Allahu Ta'âlâ'nın hâzinelerinden bir hazinedir. Onu ancak velî kuluna bahşeder.”
Şeyh
Necmeddin-i Kübrâ radiyallâhü anh şöyle dediler:
“Şeriatta
belâya sabretmek, tarikatta belâya şükretmek ve hakikatta belâdan tad almak
gerekir.”
HZ. HÂCE
AHMED YESEVÎ'DEN ÇOK ÖNCELERİ, ÂDEM ALEYHİSSELÂM’A ŞERÎAT VERİLDİ. SIRA İBRAHİM
ALEYHİSSELÂM’A GELİNCE TARİKAT VERİLDİ. MUHAMMED MUSTAFA SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE
SELLEM’E GELİNCE HAKİKAT VERİLDİ. O zaman Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem
münacatta bulundu.
“İlahî! Bu
hakikatla yürümek zordur. Ümmetlerim bu yolla amel edemez, âsî olurlar,” deyince, Allah Teâlâ fermân buyurdu:
“Senin
ümmetlerine şerîatı, tarikatı ve hakikati verdim. İsterlerse ikisinden
yürüsünler. Ama ey Muhammed! hakikati herkese söyleme, ârif ve âşık olanlara
açıl, söyle. Çünkü bu, anlatılmayacak sır ilmidir, dil ile anlatma” dedi.
HAKİKATLA
YÜRÜYORUM DEYİP İDDİA EDENLER VE HAKK'A YAKIN ŞEYH DİYE ADLANDIRILAN KİMSELER,
BU HAKİKAT KONUSUNDA ANLATILAN YETMİŞ MAKAMI GEÇİP, YETMİŞ PERDEYİ AŞIP
HAKİKATA GİRSE VE RESULULLAH'IN GÖRDÜKLERİNİ GÖRSELER, O ZAMAN MANEVÎ HALLERİ
DÜZGÜN VE İDDİÂLARI DOĞRU OLUR. HAKK'A YAKINLIK VE ŞEYHLİK ONLARA CAİZ OLUR.
AMA HAKİKAT KONUSUNDA ANLATILAN YETMİŞ MAKAMI GEÇMEDEN, YETMİŞ BİN PERDEYİ
AŞMADAN VE HZ. PEYGAMBER SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM İN GÖRDÜKLERİNİ GÖRMEDEN,
BİR KİMSE "BEN HAKK’A ULAŞIYORUM" DİYE İDDİÂDA BULUNSA, İDDİASI
YALAN, KENDİSİ YALANCI VE TANRI’YA DÜŞMAN OLUR. Nitekim buyurdular: Yalancı,
Allah’ın düşmanıdır.
Nebî
aleyhisselâm buyurdu:
“Her
iddiânın bir mânâsı (içeriği ve özü) vardır. Mânâsı olan kişi doğru, olmayan
ise yalancıdır, insanlara öyle bir zaman gelecek ki iddiâ çok ama mânâ (ve
mâneviyât) az olacak. Kim bir şeyi iddiâ eder ama karşılığını bulunduramazsa, o
yalancıdır.” Peygamber
doğru söyledi.
Kutbü'l-aktâb
Hâce Ahmed Yesevî ve Tabakât meşâyıhı (Tabakâtu’s-sûfiyye adlı eserdeki ilk
dönem sûfîleri) şöyle demişlerdir.
“Âhir
zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki; şeytan aleyhi’l-lâne
onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk
ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştıramayacaklar.
Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri
(bâtınları) harâb olacak. Küfür ile îmânı farklı görmeyecekler, âlimleri
sevmeyecek ve onlara iltifât etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemâati düşman görüp
ehl-i bid'at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp hak teâlâ’dan
iyilik umacak ve şeyhlik iddiâsında bulunacaklar. Ama şeyhlik işini de kötü
yapıp müridlerin kapısında (veya istekleri doğrultusunda) yürüyecekler. Bu
haldeki kişi, müride şeyhlik yapmamalı ve ondan bir şey almamalıdır. (ama)
mürid bir şey vermezse, o zorla alacak. Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan
kişiye ve yoksula vermeyip kendine ve âilesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi
olur. Eğer o taraftan alıp yese ve kıyâfet giyse, o giysi üzerinde (omuzunda)
olduğu sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah Teâlâ dergâhında makbul
olmaz ve yediği her lokma için cehennem’de üç bin yıl azap görür.”
Sultânü’l-ârifîn
şöyle derler:
“Bizden
sonra böyle bir bid’atçıya kim pîr deyip hizmet etse kâfir ve mel’ûn olur.
Böyle bir kimsenin yaptıklarını ilim yerine (bedeline) tutmak ve bid'atını
sünnet yerine tutup helâl görmek, tüm bunlar şeriatta küfür, tarikatta
reddedilmiş ve hakikatta usanılmış işlerdir.”
Ayrıca Hâce
Ahmed Yesevi rahmetullahi aleyh der ki:
“Vay o
kişilere ki böyle şeyhlere el uzatıp mürid olurlar.” “Kendilerini azâba
atarlar, şüphesiz azâbım şiddetlidir,” (İbrahim,
7).
EY DERVİŞ!
“Şeyhlik
dâvâsında bulunan kimsenin, kırk yıl bir mürşid-i kâmilin hizmetinde bulunmuş,
çile çekip ondan icâzet almış olması gerekir. (Aksi takdirde) onun mürid
edinmesi ve hediye alması haram ve bâtıldır. Şeriata aykırı iş yapan kişi
dinden çıkar, tarikata aykırı iş yapan da merdûd olur, reddedilir. Ve her kim
tevbe etmeden dünyadan göçerse cehennemde azap görür. Bundan Allah’a
sığınırız.”
Hikâye:
Günlerden
bir gün şeytan aleyhi’l-la’ne, Hızır aleyhisselâm a dedi ki:
"Bilesin
ki, ben mü’minlere günâhı kolaylaştırırım, namazı terketmek, dinen suç işlemek
ve dünyevî arzulara heves gibi konulara onları teşvik eder özendiririm.
Kalblerini bozarım ama onlar kendilerini başkalarına sâlih, zâhid ve Müslüman
olarak gösterirler. Hakikatta Mevlâ Teâlâ katında münâfık olurlar, benim arzum
da hâsıl olur".
Hızır
aleyhisselâm dedi ki:
“Bu sözleri
şeytan’dan işittim ve Resûlullah sallallâhü aleyhi ve selleme söyleyince
efendimiz çok ağladılar ve şöyle buyurdular:”
“EY HIZIR!
BUNUN ÇÂRESİ ŞUDUR: O MEL’ÛN KUL, MÜ’MİNİN GÖNLÜNE BOZUK DÜŞÜNCELERİ SALAR.
MÜ’MİN SÜNNET VE FARZ NAMAZ ARASINDA KELİME-İ TEMCÎDİ ÇOK OKUSUN. ARDINDAN ŞU
DUÂYI OKUSUN:
EY ALLAH’IM!
LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜ’R-RASÛLULLÂH KELÂMI HÜRMETİNE, ŞİRK, NİFAK
VE BEDBAHTLIĞIN SAÂDETE GÂLİP GELMESİ HÂLLERİNDEN SANA SIĞINIRIM. MÜŞRİKLER
BEĞENMESE DE (ALLAH TEÂLÂ, HZ. PEYGAMBER’İ) BÜTÜN DİNLERDEN ÜSTÜN KILMAK ÜZERE
HİDÂYET VE HAK DİN İLE GÖNDERDİ.”
Bunun
(vesvesenin) mânâsı şudur: şeytan, namaz içinde vesvese verse, namaz kılanın
gönlü istikrarsız olup birçok şeyi düşünür, rükû, secde, teşbihler ve namazın
tüm şartlarını yerine getiremez, riyâdan daha beter bir yola sapar ve tüm tâatı
geçersiz olur. İşte namaz kılan kişiyi böyle bir hâl kuşatırsa şu kelime-i
temcîdi çok okusun. Allah’ım! Bizi koru, utandırma, riyâdan ve hevâya uymaktan
koru, rızân ve rahmetinle hâlis olarak tâatına muvaffak eyle, ey
merhametlilerin en merhametlisi.
Eğer deseler
ki:
“Nûr kaç
kısımdır?”
Cevap olarak
de ki:
“Üç
kısımdır: Birincisi nûr-i zât, İkincisi nûr-i sıfât, üçüncüsü nûr-ı hâk (toprak
nûru), Nûr-i zât, Allah Teâlâ’nın nûrudur. Nûr-ı sıfât, Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem in nûrudur. Nûr-ı hâk, insanoğlunun bu dünyada
gördüğü mülk nûrudur.”
Eğer deseler
ki:
“Şeriat
imânı, tarikat imânı ve hakîkat imânı nasıl olur?”
Cevap olarak
de ki:
“Şeriat
imânı, kelime-i tayyibe (LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜ’R-RASÛLULLÂH) okumak; tarikat
imânı, Allah Teâlâ’dan korkmak ve hakîkat imânı, dürüstlük (ve samimiyet) ile
Hak Teâlâ’ya yönelmektir.”
[1] Bu rivayetin bir
benzeri Lemehât'ta şöyle geçer: "Dünya denizlerinin gemisi zühd, tâat ve
kanaattir. O geminin demiri sabırdır. Rüzgarı töhmet, gıybet ve iftiradır. Halk
deryasının gemisi, halktan ümidi kesmek ve onlardan tamamen uzak kalmaktır.
Gemiye rüzgar esince, rüzgarın şerrinden kurtulmak için demir atar. "
Bkz. Âlim Şeyh Muhammed Âlim Sıddıkî, (Lemehât min Nefahâti'l-Kuds, Neşr M.
Nezîr Rancha), İslamâbâd-Lahor 1986, s.74-5
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar