Print Friendly and PDF

THE BERGMAN TRİLOGY (2004)

Bunlarada Bakarsınız

 



Trilogy: üçlü eser, üçlü, triloji.

Yönetmen: Marie Nyreröd 

Ülke: İsveç

Tür:Belgesel

Vizyon Tarihi:08 Nisan 2004 (İsveç)

Süre:174 dakika

Dil: İsveççe

Nam-ı Diğer: Bergman Island | Bergman och filmen, Bergman och teatern, Bergman och

 

Fårö, Gotlands län, SwedenFårö (İsveççe Koyun Adası) İsveç'in güneydoğusunda Gotland adasının hemen kuzeyinde küçük bir adadır. İsveç'in Gotland iline bağlı en büyük ikinci adadır. Küçük bir tarım alanı olan ada önde gelen İsveçli siyasetçiler arasında yazlık olarak oldukça popülerdir. Yüksek gayrimenkul fiyatlarıyla bilinir.

 

Tüm üç belgesel ağırlıklı Ingmar Bergman evinde vuruldu. Bu bir film yapımcısı Baltık Denizi'nde küçük bir ada Faro evinde Ingmar Bergman erişimi şimdiye kadar bu ilk kez. Bergman ve Sinema 1944 Frenzy ile başlar ve Bergman'ın özel arşivinden eşsiz arkası sahneleri malzeme içeren 2003 yılından itibaren saraband ile sona erer. Bergman ve Tiyatro Bergman'ın 125 tiyatro iskelenin bazıları hakkında ve bir evlilikten Sahneler gibi başarıları ile TV ortam ile onun zevk ilgili. Bergman ve Faro Adası kendisini şeklindeki çocukluk bahsediyor. Onun filmi Persona vurdu ve aşık nerede gösterir - ve onun kötü iblisleri listeler!

 

BERGMAN VE FÅRÖ : ÖZEL MÜLKİYET

Bergman'ın telesekreteri. Mesajınızı bırakın. Şeytanlar temiz havayı sevmez. Buz kesmiş ayaklarla yatakta tembellik yapmak en çok sevdikleri şeydir onların. Kahvaltıdan sonra hep yürüyüş yaparım. Genellikle yürüyüş 30-45 dakika kadar sürüyor. Sonra masamın başına geçerim, her zaman aynı saatte ve üç saat kadar yazarım. Sonra kendi hazırladığım öğle yemeğimi yerim ve bir süreliğine, saat 3'e kadar kitap okurum. Sonra da filmime giderim. Benim gibi düzensiz ve dağınık ve kendine bakmayı zar zor başarabilen biri için bu gibi sıkı kuralların olması hayati derecede önemlidir. Çünkü onların işine müdahale etmeye başlarsam hiçbir şey düzgün yapılmaz. Çok yalnız bir yaşamınız varmış gibi duruyor. - Fårö adasında mı?

 - Evet. - Asla yalnız kalmam. Kendimi hiçbir zaman yalnız olarak görmem. Hizmetçim öğleden sonra 3'te gelir evi temizler, yemek pişirir, öğle yemeğimi hazırlar ve sonra da gider. Bazen bir insan evladıyla günlerce konuşmadığım oluyor. "Bu görüşmeyi yapmalıyım." diyorum bazen ama sonra erteliyorum. Çünkü bazen konuşmamanın bile belli belirsiz bir zevki oluyor. Ama sonra konuşmayı seviyorum, yani her zaman böyle olmuyor. Ama bazen iyi oluyor  Burada oturup filozofluk taslamak gibi bir şey değil çünkü bu konuda hiç iyi sayılmam. Bunu bu kadar müthiş yapan şey sessizlikten başka bir şey değil.  ÖZEL MÜLKİYET DİKKAT KÖPEK VAR - Şömineniz çok ilginç. - Evet, öyle. Öyleydi. Büyük bir oda istediğime karar verdim. Büyük, ferah bir oda. İki şey vardı:

 Büyükannemin Barok dolabı ve şuradaki saat. Rus şöminesinin olduğu bir Rus filmi izlemiştim. İşte oturacağım yer burası diye karar verdim. Bu şömineyi bir mimara çizdirecektim. Neyse, ben de bir kadeh kırmızı şarap alıp buraya oturuyorum ve kar fırtınalarını ve denizi izlemeye koyuluyorum. Sönmesin diye ateşe odun atıp oturduğum yerden düşüncelere dalıyorum. Aynen filmde göründüğü gibi şömineyi tasarladım. Filmde yaşlı kadının uyuduğu yer burasıydı. Çünkü evin en sıcak köşesiydi. O halde burada hiç uyudunuz mu?

 Bazı geceler. Genelde uyuyamam. Bacaklarımı biraz rahatlatmak için 56 metre genişliğindeki bu evde döner dururum ve buraya uzanırım. Sonra da gün doğumunu izlerim. Buraya gelin  - Resmi çekebiliyor musunuz?

 - Evet. Bu, yaşlı bir çiftçinin yaptığı bir duvar resminin küçük bir parçası. Bunu bir antikacı dükkânında görmüş ve o an büyülenmiştim. Aslında bu Yunus'un balina karnındaki bir tasviri. Ama asıl neyi tasvir ettiğini görür görmez anladım. Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?

 Sanatçıyı, eleştirmeni ve seyirciyi tasvir ediyor. İşte seyirci burada, burada da sanatçı ve burada da eleştirmenler var. Seyirci sanatçıyı kurtarmak için hiçbir şey yapmıyor. Hatta onu balığın içine sokmaya çalışan biri bile var. Evin ne kadarı sizin kendi tasarımınız?

 Beni mi yoksa ikimizi de alıyor musunuz?

 Bence ikimizi de çekmeniz önemli! Şu muhteşem mimar Kjell Abrahamsson'un dediği şey gibi:

 "Sen istediğini yaz ve çiz, teknik konuları bana bırak." Böylece ben de istediğim her şeyi yazdım ve çizdim. Görüş ayrılığı yaşadığımız yer bu büyük oda oldu. Bu odanın bu kadar büyük olmasının sebebi bu şöminenin ortada olmasıydı. Bir bakalım  Çocukluğumdan beri evde bunun gibi kocaman bir ayaklı saatimiz vardı. Burada çok fazla sessizlik olduğundan geceleri burada oturmak harika bir şey ve saatin tik taklarını duyuyorsunuz. Filmlerimden de hatırlayacaksınız, ses çıkaran saatlere karşı her zaman bir zaafım olmuştur.  Bir Yaz Gecesi Tebessümleri (1955)  Çığlıklar ve Fısıltılar (1973)  Fanny ve Alexander (1982) Bu, babamın kiliseye kabul töreni saati. 100 yıllık bir şey. Babam ölürken yanı başındaydım. Yatağının yanındaki masada bu saat vardı. Çalışıyordu. Ben de aldım. Aynı zamanda bu yüzüğü de aldım. Babamın evlilik yüzüğüydü. "Karin" yazıyor. "13 Mart 1913". Çocukken annemin fotoğraflarını görmüştüm. Gerçekten çok güzel biriydi. Uzun, inanılmaz güzel saçları vardı. Saçları sırtına kadar iniyordu. Çocukken göz yaşlarımı hiç tutamaz hemen birine sarılma ihtiyacı hissederdim. Sevdiğim ve sarılmak istediğim tek kişi annemdi. Anneme sarılır, onu dokunurdum. Beni iterdi. Hatta beni bir çocuk doktoruna bile götürdü çünkü bu halimle bende bir problem olduğunu düşünmüş. O durumda çok ağladım okşanmak ve sevilmek istedim. Doktor tüm bunları çok ciddiye aldı ve çocuğun bu hareketlerden vazgeçmesi gerektiğini söyledi. Çünkü annemin benim bir kız olmadığımı ve bir çocuk gibi genç bir delikanlı gibi büyütülmem gerektiğini unutmaması lazımmış. Küçük bir kızları olduğunda sevinçten havalara uçmuşlardı. Ben 4, erkek kardeşim 8 yaşındaydı. Kendilerinden geçmişlerdi. Ve sonra birden babamın bu şişman, iğrenç, sürekli ağlayan küçük cadıyı her yerde gezdirdiğini gördük. Sürekli onun yanında oturup ona şarkı söylüyordu. Annem ve babam neşe saçıyorlardı. Kardeşimle birlikte onun ölmesi gerektiğine işte o zaman karar verdik. Benden dört yaş büyük olan kardeşime gerçekten hayranlık duydum ve onu öldürmenin onurlu bir iş sayılacağını düşündüm. Erkek kardeşim bir sandalyenin üzerinden beşiğe tırmanmamı ve kardeşimi boğazından yakalayıp sıkmamı tembihledi. Onu boğacaktım. Bunu yapacak olmakla çok büyük onur duyacaktım. Erkek kardeşim kapıda nöbet tutacak ve kimsenin gelmediğinden emin olacaktı. Pazar günüydü ve kilise kutlaması gibi bir şey vardı. Kilise çanlarının çaldığını anımsıyorum. Böylelikle tırmandım. Ama bana verdiği talimatları yanlış anlamış boğazı yerine göğsünü sıkmıştım. Birden uyandı ve yüzü kıpkırmızı kesilene dek çığlık atmaya başladı. Mutfaktan birileri onu duymuş olmalıydı. Korktum ve sandalyeden düştüm. Böylelikle kimse bunun öldürmeye teşebbüs bir plan olduğunu anlamadı. Bu durum kardeşimle aramda bir sorun oldu.  yapmak zorunda kalacaksın!" dedim. Babam yüksek seslere karşı son derece hassastı. Bu da bana ondan geçmiş. Dahası korkunç bir öfkeye kapılıyordu. Bazen öfkesini dizginleyemezdi ve bizi çok kötü döverdi.  Oğlumuz Ernst Ingmar. Akad Hastanesi. Uppsala, 14 Temmuz 1918. Anneniz ve babanızdan hangi kişilik özelliklerini aldınız?

 Yaşlı bir adam olarak şimdi düşünüyorum da annemden çok şey almışım. Annem aslında harika bir organizatör ve iş bitiriciydi. Tüm o özel günleri annem düzenlerdi. Babamın işe karıştığını hiç hatırlamıyorum. Sanırım annemden birkaç da kötü huy aldım. O çok  Çok azimli birisiydi ve sanırım etrafındakilere emir vermeyi seviyordu. Bunun başka bir adı var mı siz söyleyin. - Güç delisi olmak mı?

 - Evet. Sanırım annem için güç çok önemliydi. Bir insan olarak en büyük zaafım da ki bu ikisi bir aradaydı aşırı korumacı tavırlarım olması. Başkalarını düzene sokmak ve kontrol etmek gibi içimde korkunç bir ihtiyaç duyuyorum. Bir çeşit kendini beğenmişlik. Güce duyulan ihtiyaç. Stockholm'de büyüdünüz, büyük bir ormanın yanında büyük bir parkta Sophiahemmet Hastanesi'nin yanında bir papaz evinde. Nasıl bir şeydi?

 O parkın olması güzeldi. Parkta, gözden ırak bir mezarlık şapeli vardı. Morg. Zangoçlarla ve cenaze levazımatçılarıyla arkadaştım. Bir keresinde birisi beni morga kapatmanın eğlenceli olacağını düşündü. Bunu korkunç bir tecrübe olarak hatırlıyorum. Ne kadar çok korktuğumu hâlâ anımsarım. Orada yatan genç bir kadın vardı. Üzerinde bir örtü vardı ama yüzü açıktı. Etrafında yürüdüm ve ona baktım. Gözlerini tümüyle kapatmamışlardı ve birden beni izlediğini fark ettim. Orada çığlık atmaya ve kapıya vurmaya başladım. Nihayet sonunda birisi beni çıkardı ama bu hâlâ bazen rüyalarıma giriyor. Uppsala'ya gidiyorum ve biraz geziniyorum. Büyükannemin orada büyük bir dairesi ve yaşlı bir çalışanı vardı. Bayan Nilsson. Ama genellikle ona Lalla derdik. Sadece ikisi vardı. Büyükannemin o büyük, eski moda dairesine gitmeyi seviyordum  İçinde çok fazla sayıda sırlar barındırıyordu. Büyükannemin dairesi sanırım kısmi olarak Fanny ve Alexander'a dönüştü.  Alexander! Nasılsın?

  Yemekten önce biraz iskambil oynayalım mı?

 Büyükannem sinemadan çok hoşlandı. Sinemaya gitmeyi çok sevdi. Büyükannem her zaman galoş giyerdi ve aşk sahnelerini sevmezdi. Ayrıldığımız nokta burası oluyordu çünkü ben onları çok seviyordum. Galoşlarını her zaman birbirine sürterdi bu yüzden çok gıcırdardı. O zamanlar bir piyanist ve bir orkestra eşliğinde sessiz film izlerdik ve galoşların o gıcırdayan sesi sinemanın her yerinden duyulabiliyordu. Gerçekten çok utanç vericiydi ve o kadar istememe rağmen sevdiğim aşk filmlerinin tadını almama engel oluyordu. Bazen yatmadan önce büyükannemin dairesinde geziniyorum. Ve kesin olarak mobilyaların nerede olduklarını tabloların neye benzediğini, saatin nerede asılı olduğunu halıların neye benzediğini ve nasıl koktuğunu bir odadan bir diğerine nasıl geçtiğimi hatırlıyorum. Bir çeşit yatma vakti merasimiymiş gibi  Bunun olması bunun olması gerçekten çok güzeldi. Benim  Hâlâ erken çocukluk dönemimle doğrudan bağlantılarım var. Sanırım hâlâ oyun oynamayı sevmem bu yüzden. İşimi kastediyorum. Bir çeşit oyun. Fårö hakkındaki ilk izlenimlerinizden bahsedin. 1960 ya da 61 yılıydı. Tam olarak hatırlamıyorum. Ama arabadan inip etrafa baktığımda çok özel bir şey hissettiğimi anımsıyorum. Eve gelmişlik hissi gibi garip bir şey. Buradaki insanlar bana hep iyi davrandılar. Bir yabancı gibi hissetmeme gerek yok. Ve son derece düşünceliler ve yalnızlık ihtiyacıma büyük saygı duyuyorlar. İnsanlar gelip Ingmar Bergman nerede yaşıyor diye sorduklarında hiçbir fikirleri olmadıklarını söylüyorlar. Bizi şimdi nereye getirdiniz?

 Ta o zamanlarda bile büyülü dediğimiz bir yere. Benim için de hep öyle kaldı. Bir anda kendimizi burada bulduk ve Persona'yı burada, sadece burada çekmeye karar verdik. Sonra burada devam ettik. Denize yakınlığın vermiş olduğu bu muhteşemlik  Ses zaman zaman çok rahatsızlık veriyordu. Oyuncular ve benim için son derece hayranlık uyandıran bir şeydi. Ve bu, ada sakini olmadan önceydi. - Sanırım yıllardan  - 65, sanırım. 1964, 65  65'ti. Sanırım hayatımın geri kalanında Fårö'da yaşamaya karar vermiştim. Fotoğrafçı Sven Nykvist'e şunu söylediğimi hatırlıyorum:

 "Yaşayacağım yer burası." Ve o, "Bekle bir dakika." dedi. "Bir yer var buradan birkaç metre uzaklıkta. Gidip bakalım." Gittiğimiz o akşam  Devam edecek  Kızları burada görmek çok güzel. Çok gençler. Bu Bibi Andersson ve bu da Liv Ullmann. - Peki aralarında ne oluyor?

 - Bu gizli. Çok gizli. Üstelik çok heyecan verici. Birbirlerine çok benziyorlar. Bunu kullanıyor musunuz?

 Öyle gerçekten. Fikir onların fotoğraflarını yan yana gördüğümde aklıma geldi. "Bu son derece ilginç!" diye içimden geçirdim. Persona harika bir film ve bunu yaptığım için çok memnunum. Üçünüzü gördüğümde şunu düşünmeden edemiyorum. Birkaç yıl önce Bibi Andersson'la yaşadınız. Filmden sonra Liv'le yaşamaya başladınız. Bu durum tam olarak nedir?

 Film çekimi için bunun anlamı nedir?

 Bu  Mümkünse şuna cevap verir misiniz?

 Siz  Siz  Bu filmi yaptığımda hâlâ çok genç ve toy olduğumu söyleyemem. Pek çok kez evlendim ve bir sürü çocuğum oldu. - O zamanlar 47 yaşındaydınız. - Öyle miydim?

 Ama genellikle söylediğim şey 58 yaşında ergenlikten çıktım. Sanırım bir çeşit şeyin içindeydim  Üstelik başka bir şey daha vardı. Yıllar geçtikte öğrendiğiniz bir şey var ama benim bunu anlamam çok ağır oldu. Tiyatro ve film tartışmasız şekilde iki uzmanlık alanı ki bunlar erotik bir biçimde oldukça tahrik edici. Yönetmen kusursuz olmak ister. Bir birey olarak, bir sanatçı olarak her açıdan kusursuz olmak ister. Ayrıca aktörler ve aktrisler de kusursuz olmaya çalışırlar. Bu da kolayca hoş gerginliklerin çıkmasına sebebiyet verebilir.  Ingmar ve Liv yakında evleniyorlar  Blir Fleur Ingmar'ın yeni yıldızı mı oluyor?

 Beş kez evlendim, bunu inkâr edemem. Evliliklerimin pek çoğu beş yıl sürdü. Ingrid'le evliliğim 24 yıl sürdü. Çok sayıda kadınla evlendim ve birlikte yaşadım. O kadar çok değil. Ama harikulade, yetenekli insanlar. Onlarla gurur duyuyorum ve bana çok şey öğrettiler.  70. doğum günü, 14 Temmuz 1988. Kadınlar bir yana, peki tüm o çocuklar?

 Farklı evliliklerden olan terk ettiğiniz o dokuz çocuk?

 Onları terk ettiğiniz için vicdanınız sızlıyor mu?

 Vicdanım sızlıyordu. Daha sonra keşfettim ki çocuklarını terk etmek kadar ciddi bir şey için vicdan azabı duymak sırf yapmacık bir tavırdan ileri geliyor. Biraz acı duymanın bir yolu ki bu, sebep olduğunuz acıya bir saniye bile eş değer olamaz. Aile konusunda tembel biri olduğumu söyleyebilirsiniz. Bu kadar kolaydı benim için. Ailem için bir dirhem çaba harcamış değilim. Bunu hiç yapmadım. Son çalışmanızda kötü bir baba oğul ilişkisi var. - Kendinizi bunda görüyor musunuz?

 - Evet.  Baba?

 Tüm bu düşmanlık nereden geliyor?

  Kendi adına konuş evlat.  Yıllar önce. Sen 18 yaşındaydın. Yakınlaşmaya çalıştım.  Sen hastaydın ve annen bizden olayları konuşup halletmemizi istedi.  Ben de sana, "Kötü bir baba olduğumu biliyorum." dedim.  "Ama kendimi geliştirmek istiyorum."  Sen de bağırdın, evet bağırdın.  "Kötü bir baba mı?

 Benim için asla kötü bir baba olmadın!"  "Zoraki çabalar"ımı kabul etmeyi reddettin.  Buydu işte. İnsan hakiki öfkeye saygı duymalı.  Ben seninkine saygı duyuyorum. Ama aslında her iki şekilde de umurumda olmadı.  IŞIKLARI KAPATIN Burada bir bayan var! İyi miydi?

 - İyi miydi?

 - En azından yaşadığını biliyorum! "Orada ne kadar durabilirsiniz görelim!" diye düşündüm. Şimdi içeri gireceğiz. İçeri gelip bizi çekemez misiniz?

 Bu resim Anita Grede adında çok yetenekli bir dokumacı kız tarafından yapıldı. Büyülü Flüt'ün galasını burada bu odada yapmıştık. Oda o zamanlar bir sinema salonu değildi aslında bir film stüdyosuydu. Bir Evlilikten Manzaralar'ın büyük bir bölümünü burada çektik. Burası stüdyo olmadan önce bir ahırdı. Sonra Anita'nın aklına muhteşem bir fikir geldi. Bu, Fårö'daki Büyülü Flüt olacaktı. İşte deniz ve ay, burada da taş çitler var. Buradaki büyücü Sarastro. Herkes bana benzediğini düşünüyor. Ancak ben göremiyorum. Sinemayı Chaplin'in Sirk filmiyle açtığımı hatırlıyorum ve bunu her doğum günümde oynatıyorum. - 14 Temmuz. - Evet. Oda çoluk çocukla doldu. Hepimiz çocuk gibiyiz! Burada size göstermek istediğim bir şey var.  Özel İtiraflar (1996)  Tanrı'ya inanır mısın Jakob amca?

  Cennet'teki Babamız, Sevgi Tanrısı mı?

  Elleri ve yüreği olan ve bizi gözetleyen bir Tanrı'ya inanır mısın?

  "Tanrı" kelimesini kullanma. "Kutsallık" de.  Kutsallık herkeste vardır. İnsanın kutsallığı.  Bunun dışında her şey bir atıf, sahtelik bir gösteri ve kandırmacadır.  İnsanın kutsallığını asla anlayamaz ya da esir alamazsın.  Aynı zamanda sıkı sıkıya sarıldığın bir şey.  Ölüme dayanan somut bir şey.  Sonrasında olan bizim içimizde saklıdır. Sadece şairler, müzisyenler ve azizler farkına varabildiğimiz şeyi betimleyebilirler.  Tasavvur edilemez.  Bir bütün olarak değil parçalar halinde görmüşler bilmişler ve anlamışlar.  Benim için insanın kutsallığını düşünmek çok rahatlatıcı bir şey. Eserlerimin dini yönleri hakkında çok konuştuk. Gerçekten buna odaklanmaya çalışmam gerekiyor. Burada oturup bir açıklama yapmaya çalışmaktansa sanırım Piskopos bunu kısa ve öz bir şekilde dile getirmiş. Tam da hissettiğim şeyi söyler:

 Tanrı hakkında değil, konuşacaksak insanın içindeki kutsallıktan konuşalım. Müzisyenler, peygamberler ve azizler sayesinde başka dünyaların varlığı konusunda aydınlanıyoruz. Özellikle de müzik sayesinde tabii ki. "Müzik nereden geliyor?

" diye soruyoruz. Pek çok müzisyene, meşhur müzisyene daha az tanınanlara müziğin neden var olduğunu ve nereden geldiğini sordum. Ve gariptir ki kimse düzgün bir cevap veremedi. Evinizde bile sürekli etrafınızı kuşatan bir müzik var. Bu doğru. Müzik yıllardır hayatımın bir parçası olmuştur. Yazın yağmur yağdığında çok hoşuma gidiyor. Özellikle yağmur durmadan, sakin bir şekilde uzun süre ve çok yağdığında. Bundan tarifi mümkün olmayan bir sevinç duyuyorum. Hepsi içinde en çok sonbaharı seviyorum. Strindberg Fırtına'da şöyle yazar:

 "Güz benim mevsimimdir çocuklar!" Filmlerinizde aynı zamanda yazın bir imgesi olan bu parlak, beyaz ışığı çok tehditkâr buluyorum. Parlak ışığı hiç bir zaman dost canlısı bir şey olarak görmedim. Aksine onu hep tehditkâr bir şekilde algıladım. Hayaletlerim şeytanlarım, hortlaklarım, cinlerim hiçbir zaman gece ortaya çıkmıyor. Sık sık gün ortasında ortaya çıkıyorlar.  Yaban Çilekleri (1957)  Cuma gecesi sabahın ikisinde uyanıyorum. Çok derin bir uykudan.  Nerede olduğumu bilmiyorum. Birden istilaya uğradığımı hissediyorum. Acımasız bir heyecan.  Beni boğan dehşete karşı kendimi nasıl koruyacağım?

  Yüce Tanrım, aklıma mukayyet olmamı sağla.  Bunu başarmama yardım et! Güç ve neşe toplamama yardım et! Hayatımda ölümü düşünmediğim tek bir gün bile olmadı. Ya da ölümün bir şekilde bana dokunmadığı düşüncesini. Ölüm hakkında bir film yazdım. Yedinci Mühür'dü. Harikulade bir terapiydi. Bazen yaptığınız ya da yazdığınız şeyler size terapi gibi gelebilir. Ve bu  Ama merak uyandırıcı bir şey oldu. Başıma gelen şey  Bir apse nüksetmişti ve kanımı zehirliyordu ve şişliğin kesip alınması gerekiyordu. Sophiahemmet Hastanesi'nde yapılmıştı bu. Biraz aptal gibi hissettim ve sonra hayatımın sekiz saati tamamen silinmişti. Anesteziye aşırı duyarlıydım ve bana yüksek doz verdiler. Bu beni büyüledi, şöyle düşündüm:

 "Ölüm de böyle bir şey mi?

" Yanan bir ışıksın. Ve bir gün bakmışsın ki sönmüş. Hiçbir şey yok, bir alev bile kalmamış. Ölüm korkulacak bir şey değil. Fazlasıyla merhametli bir şey. Harikulade bir olay. Bunu anladıktan sonra mutlu bir hayat sürmeye başladım. Sonra ölüme dair günlük düşüncelerimi bir kenara bırakabileceğimi fark ettim. Her zaman şafak vaktinden önce özellikle afakanların bastığı saatte kendime onların bir hiç olduğunu söyleyerek başımdan savabiliyordum. Var olan bir şeyden aniden bir hiç oluyordum. Bu fikir hoşuma gitmişti. Ve asıl büyük problem sonra geldi. Beni mahveden problem. Ingrid'in öldüğü zamandı. Yaklaşık 8 yıl önceydi. Ve mantık çerçevesi içinde kendime şunu söyledim:

 "Ingrid'i bir daha asla göremeyeceğim." "Sonsuza dek gitti." Ama işin garip tarafı, çok güçlü bir şekilde burada özellikle Fårö'da Ingrid'in varlığını hissediyorum. Sonra şöyle düşünüyorum:

 "Var olmasa onun varlığını hissedemem, değil mi?

" Yani bu eylem kimyasal bir tepkimeydi. Gerçek bir ölüm değildi, yapay bir ölümdü. Gerçek ölümde belki Ingrid beni bekliyordur ve gerçekten vardır. Ve beni karşılamaya gelecek.  Bugünlerde ölümü çokça düşünüyorum.  Sanırım   Bir sabah ormandan nehre doğru yürüyordum.  Bir sonbahar günüydü. Puslu bir havaydı. Her şey sakin, sessizdi.  Sonra dış kapının yanında birini gördüm.  Bana doğru yürüdü.  Kot kumaş bir etek, mavi bir hırka giyiyordu.  Yalınayak. Saçlarını örmüş.  Ve bana doğru yürüyordu.  Anna dış kapının yanında bana doğru yürüyordu.  Öldüğümün farkına vardım.  Sonra çok garip bir şey oldu.  "Bu kadar basit mi yani?

" diye düşündüm.  Hayatımızı ölümü düşünmekle geçiriyoruz.  Sırada ne gelecek veya gelmeyecek   Ve gerçekten bu kadar basit. Ingrid'le buluşacağımı kabul ediyorum. Bir daha ona kavuşamayacağım kâbusunu zihnimden tümüyle sildim. Ingrid'e kavuşacağım gerçeğini kabul ediyorum. Ingrid'le 24 yıl evli kaldınız. Onunla bu kadar uzun bir süre birlikte olmanızın sırrı neydi?

 Sonunda, o kadar çok kadından sonra  Onda olup da başkalarında olmayan şey neydi?

 Ben farklı yönlere gidiyorum. Bazen gerçekliğim tümüyle bozuluyor. Zihnimde tamamıyla çılgınca bir resim inşa etmeyi başardım. Ingrid ayakları yere sağlam basan biriydi. O  Öyle ki gerçek dünyayla somut bir bağlantısı vardı ve ben de bundan istifade edebiliyordum. - Sanırım annenize benziyordu. - Haklı olabilirsiniz! Şeytanlarınız. Nedir onlar?

 Neye benziyorlar?

 Onlardan sayıca çok fazla var. Aslında bu soru için özel hazırladım. Bu yüzden bazılarını not ettim. En azından bazılarını. Bir liste oluşturdum. En kötüsü felaket şeytanı. İşin aslı felaketlere karşı hazırlık konusunda çok hassasım. Bunun anlamı, bir günde yapmayı hayal ettiğiniz bir şeyin o günden itibaren planladığınız her şeyin bir gün korkunç derecede kötüye gideceğidir. Bir şeytanım var. Bu çok gülünç bir şey ama hayatım boyumca hep benimleydi. Korku şeytanı bu. Aslında her şeyden çok korkuyorum. Sadece kediler, köpekler ya da böcekler değil aynı zamanda açık unuttuğum bir camdan içeri girecek kuşlar da  Çok farklı türden insanlardan korkuyorum. Geniş kalabalıklardan korkuyorum. Son derece korkak bir insan olduğumu söyleyebilirsiniz. Bir de baş edemediğim bir şeytan daha var. Ona bir isim koymak gerekirse bu öfke şeytanı olurdu. Bu neden var bilmiyorum ama bunu annem ve babamdan almış olmalıyım. Bunun anlamı kolay öfkelenen bir insanım. Çok çabuk kızıyorum. Şu şeytan ailesini de unutmamak gerek. Gösteriş şeytanı, dakiklik şeytanı düzen şeytanı  Hepsi birbiriyle alakalı. Özel hayatımı ve iş hayatımı paylaşan insanlar için bunlar bazen sıkıntı olabiliyor. İnsan duyguları gibi son derece mantıksız şeylerle uğraştığınız bu meslekte ama yine de bu iyi bir şey. Yersiz duygularla zaman öldüremezsiniz. Düzen, huzur ve uyum olmalıdır tabii bir de eğlence. Birinin anlatacak bir fıkrası olması çok güzel. Biraz olsun rahatlama hissi veriyor. Ama bir düzen içinde olmalı bu. Son saniyede gelen insanlardan nefret ediyorum. Çetin bir şeytan daha peyda oluyor. Neredeyse sona geldim bu şeytan da kin şeytanı. Fil hafızası vardır bende. Bir keresinde biri şöyle demişti:

 "Sen o kadar kin besleyen bir tip değilsin." "Ama olayları 30-40 yıl kadar hiç unutmuyorsun." - Şu tarafta çok kısa bir liste daha var. - Çok kısa bir liste. Bunlar da bana musallat olmayan şeytanlar. Bunlardan bir tanesi hiçlik şeytanı. Yaratıcılığım ve hayal gücüm beni terk ettiğinde ortaya çıkan şey bu oluyor. Bunun anlamı her şeyin sessizliğe gömülmesi mutlak bir boşluğa gömülmesidir. Ve geriye hiçbir şey kalmıyor. Ama bu başıma hiç gelmedi ve çokça minnettar olduğum şey de bu.  Ocak 2004'te Ingmar Bergman Stockholm'deki dairesini ve Dramatik Tiyatro'daki odasını boşalttı.  Fårö adasını bir daha terk etmeyi aklından hiç geçirmedi. Çeviri:

 neco_z@hotmail.com  BERGMAN VE SİNEMA  ÖZEL MÜLKİYET İyi Seyirler Çeviri:

 neco_z Bu  İlk makinem işte böyle bir şeye benziyordu. Sekiz yaşlarında falan olmalıyım. Stockholm'de Hamngatan'da bir fotoğrafçı vardı. Gerçek işi kameralardı Aynı zamanda oyuncak sinematograflar da vardı. Bu dükkânın önünden sık sık geçerdim. Camekânda bir tane sinematograf vardı. Hayalim bir tanesine sahip olmaktı. Noel her zamanki gibi geldi çattı. Noel'den birkaç gün önce her zaman olduğu gibi Bay Jansson çıkageldi. Halam Anna von Sydow'un servetinin sonu yoktu. Onun şoförüydü. Büyük bir paket taşıyordu. İçinde küçük paketlerin olduğun pekala anlaşılıyordu. Anna halam her zamanki gibi muhteşem hediyeler veriyordu. Sonunda bir kameram olduğunu hayal ettim. Sonra Noel arifesi geldi. Babam için yoğun bir zaman demekti. Noel duaları ve Noel günü erken vakit sunulan hizmetler  Noel günü çok sayıda insan büyük bir kahvaltıya geldi. Ama sonra, Noel günü akşamında hepimiz yemek odasına toplandık. Sırayla hediyeler verildi. Bu kutu kaldırıldı. Sonra babam kutunun kenarında yazılanları yüksek sesle okudu. "Dag'a, Anna halasından." Hayatımın sekiz yılında ya da hayatımın seksen yılında bu kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı nadir hatırlarım. Masanın altına daldım. Orada uzanıp ağlamaya başladım, dışarı çıkmayı reddediyordum. Erkek kardeşim Dag ve ben o günlerde aynı odayı paylaşıyorduk. Anna halam bana bir oyuncak ayı hediye etmişti. Oyuncak ayıdan daha aşağılayıcı bir şey hayal edebiliyor musunuz?

 Erkek kardeşimin sinematograflarla uzaktan yakından hiç ilgisi yoktu. Teneke askerlerle oynamayı severdi. Onlardan çok büyük bir ordusu vardı. O sinematograf odamızım ortasında masanın üzerinde öylece duruyordu. Esrarengiz bir şekilde parlıyordu. Yattığım yerden ona bakıyordum. Sonra düşündüm ki, "Ya şimdi ya hiçbir zaman." Ben de kardeşimi uyandırdım ve ona şöyle dedim:

 "Sana tüm ordumu satacağım." Yaklaşık 15 kadar teneke askerim vardı. "Sinematografı bana verirsen tüm ordumu sana satacağım." Kardeşim bunun harikulade bir fikir olduğunu düşündü. Hiç tereddüt etmeden kabul etti, makine benim olmuştu.  FİLM ŞEHRİ Şuradaki kantin benim zamanımdakiyle hâlâ aynı. Şu pencereyi görebiliyor musunuz?

 Zemin katta, hemen köşe başındaki pencere. İşte orada kendime ait küçük bir odam vardı. İçinde sadece bir sandalye ve sıranın sığabileceği kadar yer vardı. - Burası mı?

 - Evet.  Ingmar Bergman'ın 56 filminden çoğu Stockholm'deki film stüdyosunda çekilmiştir.  İlki Eziyet'ti. 1944'te Alf Sjöberg tarafından yönetildi.  Ingmar Bergman senaryo yazarı ve yardımcı yönetmendi. Hiçbir şey bilmiyordum. Sadece senaryoyu yazmıştım ama devamını getirme konusunda güven kazanmıştım. Aklıma bir numara geldi. Alf Sjöberg "kes" der demez aktöre koşup "Ellerini nasıl bağlayacağını unutma yahu!" dedim.  Eziyet (1944)  Ödevinle başlıyoruz.  Çabuk! Çabuk!  "Muharebe üç gün devam etti."  "Romalılar Anibal'ın birliklerini kaçırdılar pek çok esir ele geçirdiler ve onları konsülün huzuruna çıkardılar."  Bu da nedir?

 Kopya mı çekiyorsunuz?

  - Silmeyi unutmuşum. - "Silmeyi unutmuşum." demek.  Tabii ki  Silmeyi unuttunuz   Kopya çekmek bu! Kopya! Caligula'nın gerçekten bir karakterleri vardı. Ona "jokey" diyorlardı. Üzerimize öyle bir biniyordu ki sonunda kaybediyor ve başarısız oluyorduk. İngilizce öğretmenimizdi. Kurban olarak beni seçmişti ve bana terör estirdi. - Okulu hiç sevmez miydiniz?

 - Hayır. Son derece korkmuştum. Örnek bir öğrenciydim çünkü her zaman korkuyordum. Her zaman karnım ağrıyordu. İsveççenin eğlenceli olduğunu düşündüm. Çünkü deneme yazmakta oldukça iyi sayılırdım. Eziyet'i bir roman olarak yazmaya başladım. - Film pek çok tartışmayı alevlendirdi. - Gerçekten öyle de oldu. İşin aslı bir şeyleri değiştirdiğini düşünmüyorum. Aslında, öğrencilerin dayak yediği fiziksel şiddet korkusu yaşadığım bir duygu değildi. Aslında olayın psikolojik yönü vardı ki bu çok daha önemliydi.  1945'te, Eziyet'ten bir yıl sonra Bergman ilk kez yönetmen koltuğuna oturdu.  27 yaşındaydı, film ise Kriz'di. Burada ilk filmimi çektiğimde yaptığım tek şey bağrışıp kavga etmek oldu. Hiçbir şey bilmiyordum. İnanılmaz derecede endişeliydim. Aynı zamanda Victor Sjöström buraya çalışmaya gelmişti. Uzun bir süre İngiltere'de kalmıştı. Sanat yönetmeni olmuştu. Kendisine herkesin Bergman'dan şikâyetçi olduğu söylenmişti. "Sen artık sanat yönetmenisin." Hiç değilse sana saygısı olur. "Çocukla konuşamaz mısın?

 "Aklını kaçırmış. Herkes ondan şikâyet ediyor." Bir gün, öğle yemeği saatinde Victor burada bekliyordu. Tam olarak durduğu yer işte burasıydı. Victor burada durmuş beni bekliyordu. Ben de şöyle dedim:

 "Size iyi günler Bay Sjöström." Beni yaka paça tuttu. Önünden geçerken eğiliyordum ama o beni bu şekilde kavrayıverdi. Çok şey değildi  Sonra şöyle dedi:

 "Bana seninle anlaşamadıklarını söylüyorlar Bay Bergman." "Ama onlar kavgacı değiller, kavgacı biri varsa o da sensin!" "Sanırım biraz laflasak iyi olacak." Beni sarsarak, "Sanırım konuşmamız gerek." dedi. İnsanlar ağzımın payını alırken camlarda toplanmıştı. Sonrasında ileri geri bir saat yürümüş olmalıyız. Nasıl film çekilir konusunda bana ilk dersimi vermişti. Ve her şeyden önce aktörlere ve birlikte çalıştığım insanlara karşı nasıl davranmam gerektiğini de öğrenmiştim. Kriz tutulursa devam etmeme izin vereceklerdi. Ne var ki hem basın hem de kamuoyu bunu fiyasko olarak nitelendirdi. Patron şöyle dedi:

 Eğer o lanet olası Bergman burada bir film daha çekerse istifa edeceğim! Bu yüzden vazgeçmek zorunda kaldım. O sıra düşündüğüm şey  Üzgündüm çünkü film çekmeye devam etmek istiyordum. Sonra Lorens Marmstedt adlı bir yapımcıdan bir telefon aldım. Kriz'i izledim dedi. "Açık sözlü olmak gerekirse son derece dehşet vericiydi." "Anladığıma göre Film Şehri'nde seni yere göğe sığdıramıyorlar." "Ama bir yanlış anlama yüzünden orada artık film çekemeyeceksin." "Benim gibi mütevazi ve zavallı biri yapımcı sırasına girebilir mi?

" "Burada sana göre küçük bir filmim var." Çok alaycıydı. Lorens Marmstedt şeydi  Harikuladeydi. Bir kumarbazdı. Kumar içgüdüleri beni işe almak istemesinin altında yatan sebeplerden muhtemelen bir tanesiydi. Evet, gerçekten de  Lorens kendi senaryonuzu yazmanıza ve filminizi yönetmenize izin verdi, değil mi?

 Evet. Lorens'ten böyle bir teklif almak muhteşem bir şeydi. Kelimenin tam anlamıyla  Kelimenin tam anlamıyla sevinçten çıldırmıştım. Günlerce kendime gelememiştim.  Zindan (1949) Zindan hakkında konuşmak gerekirse birini bıçaklarsan "ah" şeklinde tepkide bulunur. Bu film, aşırı bir baskıya cevap olarak olağan dışı bir şekilde içten gelen bir "ah"tır. Yaşınız ilerledikçe bir süre sanatla uğraştıktan sonra sanatın içten gelen bir "ah" olmadığını keşfedersiniz. Benim görüşüme göre nesnelleştirilmiş ve sindirilmiş olan şey budur.  "Aşırı ustalık gerektiren bir şey" "Etkisi çok güçlü" Gerçekten film çekebileceğinizi ne zaman hissettiniz?

 Size o anı tam olarak anlatabilirim. Bu şeyi çektiğim zamanlardı   Yaz Oyunları (1951) Film müzik gibidir. Hem film hem de müzik zihni es geçerek doğrudan duygulara saldırır. Hem film hem de müzik ritimdir nefes almaktır  Öğrendiğim şey buydu.  Ingmar Bergman çok geçmeden insanın karanlık taraflarını ortaya çıkarmasıyla tanınmaya başlandı.  Ama aynı zamanda birkaç komedi de çekti. Seyircinin güldüğü o ilk anı hatırlıyorum. Çektiğim filmlerden bir tanesiydi. Adı, Kadınların Sırları'ydı. Kendi hayatımdan aldığım bir hikâye içeriyor. Ben ve eşim o sırada Kopenhang'ta arkadaşları ziyaret ediyorduk. Ellen ve ben o gece bir partiye gitmiştik. Bize anahtar vermişlerdi çünkü arkadaşlarımızla kalıyorduk. Sabah yaklaşık saat ikide eve döndük. Anahtarı kilide soktum ama anahtar kırıldı. Kapının önünde oturmaya mecbur kaldık. Zile basıp arkadaşlarımızı rahatsız etmek istemedik. Sabahın altısına ya da yedisine kadar ki o vakit zile basmak için makul bir saatti basamaklarda oturarak evliliğimizi tartıştık. Daha önce elimize böyle bir fırsat geçmemişti.  - Kajsa, düşünüyorum da  - Seni dinliyorum.  Kadınların Sırları (1952)  Madem yalnızız, bir kez olsun sırf eğlencesine birbirimize karşı dürüst olabiliriz.  - Yarın söylenenleri unutacağız. - Bunu düşününce irkildim!  - Sık sık merak ettiğim bir şey de  - Söyle hadi!  Bu çok saçma. Yanlış anlayabilirsin. Beni hiç aldattın mı?

  Elbette.  Sahi mi?

  - Kabul ediyor musun yani?

 - Şey, konuyu sen açtın. - Komedi çekmek daha mı eğlenceli?

 - Hayır. Daha zor. Daha yorucu. Daha zor ama özellikle havanızın yerinde olmasına gerek yok. Tam da şey gibi  Farklı bir tonlama olduğunu, farklı bir anahtar olduğunu bilirsiniz.  Ingmar Bergman'ın uluslararası başarısı 1956'da Cannes Film Festivali'nde Bir Yaz Gecesi Tebessümleri'yle Jüri Özel Ödülünü kazanmasıyla ortaya çıktı.  Bir Yaz Gecesi Tebessümleri (1955)  Öldüm sandım  Bir Yaz Gecesi Tebessümleri kariyerinde dönüm noktasıydı. Evet, çünkü Bir Yaz Gecesi Tebessümleri'ni çekmiştim. Her yerde başarıya kavuştu. İsveç Film Endüstrisi için büyük miktarda paralar kazandım. Olağanüstü  - Filmin Cannes'da gösterildiğini bilmiyordum. - Festivalde yani?

 Hiçbir fikrim yoktu   Ah, Henrik   Seni seviyorum. O sabah tuvalette Svenska Dagbladet'i okuduğumu hatırlıyorum. Aniden manşeti gördüm:

 "Cannes'da İsveç Başarısı." Aman ne komik diye aklımdan geçti. Sonra Bir Yaz Gecesi Tebessümleri olduğunu gördüm. Bana sormadan oraya göndermişlerdi. O yıllarda kimse size bir şey sormazdı. Bibi Andersson ve ben o günlerde birlikteydik. Tüm filmlerden yüklü miktarda para kazanıyordu. Böylelikle uçak bileti alabilmek için ondan borç para aldım ve Cannes'a uçtum. Yedinci Mühür'ü yazalı belli bir süre geçmişti ama geri çevrilmişti. Senaryoyu Cannes'a yanımda götürmekle akıllılık ettim. Onu daha önce reddeden Carl Anders Dymling'e elden teslim ettim ve "Carl Anders, ya şimdi ya hiçbir zaman!" dedim. Bir Yaz Gecesi Tebessümleri'nin başarısından beri kimse bir daha işime karışmadı. İstediğimi yapabilme olanağına kavuştum. Orada Lorens Marmstedt gibi birinin olmaması büyük bir talihsizlikti. Senaryolarımı tartışabileceğim kimse olmamıştı. İş bitiğinde bile çalışmalarımı tartışabileceğim bu işten anlayan birini bulmam lazımdı. Film tamamlandığında bile film hakkında ne düşündüğünü dürüstçe söyleyebilecek kimse yok. Gerisi sessizlik  Evet, işte Yedinci Mühür. Kesinlikle  İşte burada bir sahil kenarındayız. Şövalyeyle filmin başladığı yer burası. Olağanüstü bir manzara. - Fårö adasına benziyor. - Gerçekten de öyle. - İşte arabayla gidiyoruz. - Bu çok modern bir film stili! İşte Bibi. Ve Bergman, arka koltukta derin bir uykuya dalmış bir şekilde. Bu daha çok  Bir aile albümüne bakmak gibi bir şey. Yanınıza her zaman bir kamera alır mıydınız?

 Her zaman olmasa da genellikle alırdım. Eğlenceli olur diye düşünüyorum.  Yedinci Mühür (1957)  - Kimsin sen?

 - Ben ölüm!  - Benim için mi geldin?

 - Uzun zamandır senin yanındaydım.  Biliyorum.  - Hazır mısın?

 - Bedenim korkuyor, ben değil.  Bir dakika dur!  Hep öyle dersiniz. Ama ben süre tanımam.  - Satranç oynarsın, değil mi?

 - Nasıl bildin?

  Nasıl mı?

 Resimlerden ve dinlediğim şarkılardan.  Aslında usta bir satranç oyuncusuyum.  - Ama yine de benden iyi olamazsın. - Neden bana meydan okuyorsun?

  - Orası beni ilgilendirir. - Doğru   Sana karşı koyabildiğim sürece canımı almayacaksın.  Seni yenersem gitmeme izin vereceksin.  Sen siyahı al.  Bana da bu yakışır, değil mi?

 Babamla sık sık kiliseleri ziyaret ederdim. Uppland'da bir kilisede, mahzende bir yerde kilise ressamlarından Albertus Pictor'un bir tablosu var. Tablo ölümü tasvir ediyor:

 Ölüm bir şövalyeyle satranç oynuyor. Bu filmin ana teması mutlak ölüm korkusu. Kalıcı bir durum. Acıların en korkuncu, en dehşeti. Acı  Benim için bir işkenceydi. Ölümden son derece korkuyordum. Ölümle alakalı her şey korkunçtu. Felaket ve geri dönüş yolculuğu hakkındaki bu hikâye işte bu korkudan, atom bombası olayından ve o tarz şeylerden ortaya çıktı. Ve elbette işin içinde tümüyle dinsel bir mesele de vardı:

 Tanrı var mıdır?

 Yoksa Tanrı diye bir şey yok mu?

 Yedinci Mühür bu soruyu cevapsız bırakıyor.  Bu film galasıyla birlikte İsveç sinemasının 50'nci yılı kutlandı.  Öne çıkan film:

 Yedinci Mühür.  İsveç sinemasının tanınmış pek çok siması da oradaydı.  SF'nin Başkanı Carl Anders Dymling.  Gunnar Björnstrand, Nils Poppe gibi Yedinci Mühür'de başroldeki kişiler.  Eva Dahlbeck   SİNEMATOGRAF, ARŞİV, OFİS, KÜTÜPHANE Aile albümünüze baktığımda Yaban Çilekleri'ni anımsatan pek çok yer gördüm. Görmenizi bekliyordum. Her daim devasa bir nesne dükkânından sahne donatılarını eşyaları ve insanları çekip alıyorsunuz. Bunlar sık sık kendilerini gönüllü bir şekilde tanıtırlar ve rol almak istediklerini söylerler. Bu Yaban Çilekleri. Gunnar Fischer birlikte çalışabileceğiniz harika bir kameraman. İşte Victor. Ne kadar asık suratlı! Bu ikisi arasında geçen eşsiz bir sahne. Victor'la şakalaşıyor ve onunla flört ediyor. Şu yaşlı aslana bak! Onu çok çekici buluyor. Bu paha biçilemez bir şey! İkisi birlikte çok güzel görünmüyorlar mı?

 - İlk kez mi gülümsüyordu?

 - Evet. Şuna baksanıza! O kadar büyüleyici ki Bibi çekinmeden onunla flört ediyor.  Yaban Çilekleri (1957)  Belki biraz fazla duygusallaştım.  Belki biraz yoruldum ve biraz üzgün hissettim.  Çocukken oynadığım yerlerle ilgili, şunu bunu düşünmeye başlamam imkânsız bir şey değil.  Nasıl olduğunu bilmiyorum ama o günün tüm gerçekliği hafızamda çok daha berrak görüntüler haline geldi.  Gözlerimin önünde gerçek olaylar kadar güçlü bir şekilde canlandılar.  Sara  Günlük yaşamınızda farklı dünyalar arasında gidip geliyor musunuz?

 Evet. Bir gün orada arşivlerin arasında oturuyordunuz. Orada olduğunuzu bilmiyordum. Bir şey duydum ama siz olduğunu görmedim. Çok korkmuştum ama şaşırmamıştım çünkü böyle şeyler zaman zaman başıma gelir. Olayları yaşarım. Özellikle de burada Ay dolunayken ve her yer mutlak bir sessizliğe gömüldüğünde. Bu evde tek başıma yaşıyorum. 56 metre uzunluğunda. Uyumakta güçlük çekiyorum. Bu yüzden bir ileri bir geri yürüyorum. Ay'ın ışığı odamı dolduruyor. Sanki garip bir şekilde süzgeçten geçirilmiş gün ışığı gibi. İnanılmaz derecede yoğun ve her yere gölgeler düşüyor. Daha sonra başka gerçekliklerin de etrafımı sardığı yoğun bir duyguya kapılıyorum. Sanki bana bir şeyler söylemek isteyen varlıklar tarafından etrafım sarılıyor. Bilmiyorum  Batıl inanç değil bu. Gerçek bu. Aynen bu şekilde oluyor.  60'larda Bergman insanın Tanrı'dan yabancılaşması hakkında üç film çekti.  Aynadaki Gibi, Kış Işığı ve Sessizlik. 1960'larda çektiğiniz filmler genelde bir üçleme olarak görülüyor. - Bir şekilde birbirlerine aitler. - Bu kesinlikle doğru değil. O zamanlar üçlemeler yapmak çok moda bir şeydi. Zamanla bu modaya ayak uydurabildiniz mi?

 - Onları daha sonra bireysel ele alacağız. - Evet. O üç film için sıradan bir bağışçı bulamazdım. Kendi kişisel deneyimlerinizi kattığınız Aynadaki Gibi'yi yazdınız. Aynadaki Gibi'yi muhteşem yapan şey buraya gelmemiz oldu. Fårö Adası'na yaptığımız ilk yolculuğun resimleri var burada. İlk Fårö filmimizi yaptığımız yer burası:

 Aynadaki Gibi. Harikuladeydi. Hava yağışlıydı, soğuk ve çiğ bir nisan günüydü. Etrafa bakmak için biraz dolaşmaya çıktık. Ve sonunda buraya geldik. Bir anda olmamız gereken yerin burası olduğunu hissettim. Şuraya iki katlı bir ev inşa ettik. Filmin açılış sahnesini gözünüzde canlandırdığınızı söylediniz. Evet. Deniz kenarında olduğundan bu yer çok uygundu. Senaryoyu yazarken gözümde canlanan ilk görüntü buydu aynı zamanda ve hâlâ Orkney Adaları'nın hayalini kuruyordum. Deniz, dört insan, akşam karanlığı denizden çıkan dört insan. Aynadaki Gibi işte böyle oldu. Ortaya çıkıyorlar. Hava buz gibiydi! Bu sahneyi çektiğimizde mevsimlerden sonbahardı.  Aynadaki Gibi (1961)  İskeleye ilk ben vardım!  - Bu çok güzeldi! - Minus ve ben sütü getirebiliriz baba!  Bence, David ve Minus ağı atsın, ben de eşimle bir yürüyüşe çıkayım.  Minus ve Martin sütü getirebilir.  Hayır, getirmeyeceğim! Ne yapacağıma bir tek ben karar veririm.  - Hadi Minus! Yapalım şu işi! - Neden hep kadınlar karar veriyor ki?

  Bence Karin'in dediğini yapalım. Hem saygınlığımızı da kaybetmemiş oluruz.  Bunu daha önceden düşünmen gerekirdi baba.  Aynadaki Gibi (1962) hakkında İki yılda ikinci kez Ingmar Bergman en büyük sinema ödülünü kazandı:

 Oscar. - Bunu bekliyor muydunuz?

 - Doğruyu söylemek gerekirse beklemiyordum. Bunun yeterli olduğunu düşünmüştüm. Yaptığınız her filmin illaki başarılı olması gerektiğini hissettiğiniz oluyor mu?

 Bu şekilde hissettiğim oluyor ama tam olarak "işin iç yüzünü" kavradığınızda kalemi elinize aldığınızda ya da bir senaryo yazmaya başladığınızda ya da bir stüdyoda çalıştığınızda bu gereksiz detayları unutuyorsunuz. Düşünecek daha çok fazla şey var. Gelecek yıl Kış Işığı'yla kazanmayı umuyor musun?

 Hayır, sanırım bu şimdilik yeterli.  Kış Işığı (1962)  Zavallı Tomas! Sorun ne Tomas?

  - Bu seni ilgilendirmez. - Yine de söyle sen.  - Tanrı'nın sessizliği. - Tanrı'nın sessizliği mi?

  Tanrı'nın sessizliği   Jonas Persson ve eşi geldi.  Tanrı'dan uzaklaşmış bir şekilde boş boş gevezelik ettim.  Yine de bir şekilde her kelimenin önemli olduğunu hissettim. Ne yapacağım?

 Bu filmi çok seviyorum çünkü her zaman tam zıttını yansıtıyor. Her şey gayet açık. Kendi ayakları üzerinde duruyor. Tek bir an için bile şirin gözükmeye çalışmıyor. Bunu çektiğim için çok memnunum. Bu siz ve Sven'in gölgeler olmadan film yapmaya başladığınız zamandı  Evet, oturmuş Aynadaki Gibi'yi izliyorduk ve şöyle dedim:

 Bu gölgelerden, karartmalardan, budalaca dekorlardan bıkmadık mı?

 Bunu yapmaya çalışmanın bir şekilde iyi olacağını düşündük. Dalarna vilayetinde bir kiliseye gittik. Skattungbyn'da Orsa Finnmark'taydı. Sabahın çok erken saatlerinde gittik. Tüm gün kilisede kaldık. Işığın hareket ettiğini ve değiştiğini gördük. Bu gölgesiz ışığın verdiği heyecan üzerimizde çok büyük bir etki yarattı.  Sven Nykvist sinematograf Eskiden filmin görsel olarak güzel olması beklenirdi. Aslolan, görüntüler görüntüler içindi. Bundan uzaklaşmamız gerek. Şu şekilde ifade etmeme izin verin:

 Film çekmekte özlediğim bir şey varsa o da Sven'le birlikte çalışmak olurdu.  Persona  Ingmar Bergman'ın en olağan dışı ve deneysel filmi. Durum her zaman aynıydı. Dişiniz sızladığında diliniz sürekli oraya gider. Bir yaranın her zaman farkında olursunuz. Sanırım beni buna iten bir çeşit hayatta kalma mücadelesinden ibaret bir şeydi. Persona'nın temellerinde bir yerde bir çeşit yoğun öfkenin oluştuğunu düşünüyorum. Filmlerde zaman zaman böyle kızgınlıklar olur. Hatırlarsınız belki filmin ortasında bir noktada film yanar gider.  Persona (1966) Kendime övgüler yağdırmaksızın Persona ve Çığlıklar ve Fısıltılar'ın kendi başlarına iki bölüm olduklarını söyleyebilirim. Bu gidebileceğim son nokta. Sanırım bu durumda normal sınırların çok ötesine geçebilmeyi başardım. Aynı şey benim için de geçerli. Bu iki film muhtemelen başarımın zirvesiydi.  2002'nin güzünde Saraband çekildi.  Ingmar Bergman'ın televizyon için son filmi. Sarılmamızı istiyor musun?

 Seni lanet olası aptal  Seni lanet olası yaşlı aptal  - Sarılıyorsun ve sonra ona bakıyorsun. - Lanet olsun Johan! Rahimle ilgili bir repliğin yok muydu?

 - Bir ara olduğunu sanmıştım. - Hayır. Ben böyle bir şey söylemedim. En yaratıcı repliklerden biri olduğunu düşünmüştüm. - Ama sen bildiğini oku! Oyunun içine et! - Katiyen  Bir senaryo nasıl ortaya çıkıyor?

 Senaryo üzerinde nasıl çalışıyorsunuz?

 Benim durumumda genellikle genellikle olan şey bir imge görmem. Mesela Çığlıklar ve Fısıltılar'da uzunca bir zamandır ortada herhangi bir sebep bile yokken gördüğüm imge kırmızı bir odanın görüntüsüydü. O odada beyazlar içinde üç ya da dört kadın vardı. Ancak odanın uzak bir köşesinde duruyorlardı. Ne dediklerini duyamıyordum ama birbirleriyle konuşuyorlardı. Ben de sandım ki  Bu imge dönüp dolaşıp bana geliyordu. Çok inatçıydı. Bu bayanların beni endişelendirdiğini hissetmeye başladım. Ve sonra söyleyecek bir şeyleri vardı.  Çığlıklar ve Fısıltılar (1972)  Günaydın. Bir şey oldu mu?

  Hayır. Çok sakindi sanırım. Uykuya dalmışım. Çok garip gelecek ama Persona ve Çığlıklar ve Fısıltılar ile ilgili olarak zor durumlarda yaratıcılık yardımıma koştu. Persona ile ilgili olarak yaratıcılığın resmen hayatımı kurtardığını söyleyebilirim. Çığlıklar ve Fısıltılar'da bu daha rahatlatıcı ve teskin ediciydi.  Çığlıklar ve Fısıltılar (1973) hakkında Filminin altında yatan düşünce birkaç yıl önce ölen annem hakkında bir şeyler yazmaktı. Annemle olan ilişkim her zaman tutarsız olmuştur. Bu film annem hakkında. Dört farklı kadın tarafından temsil ediliyor. Medya için bu bir yalandı. Kendiliğinden dikkatsizce söylenmiş bir sözdü. Bana musallat olacaktı. O zamandan beri her zaman filmle bir bağlantısı olmuştu. İnsanın kurduğu bazı aptalca cümleler bir şekilde kendilerine hayat bulma eğilimine girer. Yalandı. Bir şeyler söyleyebilmek için bunu söyledim. Çığlıklar ve Fısıltılar hakkında bir şey söylemek çok zor. Söyledim işte. Hepsi bu. - Bu senin kararındı, benim değil! - Bu senin kararındı  İçindeki tüm öfkeyi çek çıkar:

 Bu senin kararındı, benim değil! Hangi aşamada aktörleri seçersiniz?

 Ta en başta. Şu an Saraband'ı düşünüyorum. Tek bir satır bile yazmadan önce aktörlere oynamak isteyip istemediklerini sordum. Defterlerime yazdığımda onları tam karşımda görebiliyordum. Katılımcılardı. Set sizin için önemli. Bunu ne zaman düşünmeye başlarsınız?

 Hem tiyatro hem de film için set çok önemli, zor bir iştir. Çünkü doğaçlama yapamıyorum. Evde oturup her şeyi en ince detayına kadar hazırlamalıyım. Birisi yerinden kalkıp repliğini söyleyerek kapıya yöneldiğinde bunun senaryoda belirtilmiş olası gerekiyor ki ben de aktörleri bilgilendireyim. Doğaçlama yapamıyorum, kafam karışıyor birden. Bunun da üstesinden geldik!  Paris 1985  Ingmar Bergman, sizi Onur Nişanı'na layık görüyorum. Onur Nişan'ı aldığım zamandı bu. Oldukça önemli bir şeydi bu. Ancak en komik kısım sonrasında olanlardı. Bir prova için Münih'e dönmek zorunda kaldım. Elysèe Sarayı'ndan çıktığımızda dışarıda bizi bekleyen devasa bir limuzin vardı. Motosikletli dört polis memuru sirenleri açtı. Yanıp sönen mavi ışıklarıyla son sürat Paris'te yol almaya başladık. Şöhretin tadını çıkardığım çok ender anlardan biriydi. "Bu inanılmaz!" dedim kendi kendime öyle ki gülmekten çığlık atıyordum. Ters şeritte, yanlış yolda, tek şeritli yollarda saatte 90 km hızla yol alan kocaman arabanın içinde yere düşene kadar güldüm. Havaalanına varmamız 20 dakika almıştı. Dışarı çıktığımızda dört polis memuru motosikletlerinin yanında dikilip selam verdiler. Onlara teşekkür ettim. Neşemiz yerindeydi. Ingrid ve ben eve vardığımızda şampanyamızı içmeye devam ettik. Sanırım hayatımda içkiden kendimi kaybettiğim tek an o zamandı. Akşamdan kalma gibi bir halim yoktu! Doğrusu provada sarhoştum.  1976-1982 yılları arasında Ingmar Bergman Almanya'da yaşadı ve çalıştı Yılanın Yumurtası ve Güz Sonat filmlerini yaptı.  Büyük kapanışı için İsveç'e döndü:

 Fanny ve Alexander. Pekâlâ! Şimdi yapacağız! Saf bir melodram dizisi adeta ama onu çekmek eğlenceliydi. Son derece iyi ve son derece kötü insanlar hakkında bir hikâye anlatmak eğlenceliydi. Alexander karakterinin ne kadarı Ingmar Bergman'ın çocukluğunu yansıtıyor?

 Çok büyük bir bölümü. Çocukluğumdan çok fazla izler var. - Gerçek olaylar da var mıydı?

 - Evet. Başlangıçta masanın altında oturuyorken  Birazdan ona bir göz atacağız. Bu yaşadığım bir şeyin kopyası.  Fanny ve Alexander (1982) Evimizin iki hali vardı:

 Bir taraftan inanılmaz bir neşe ve sevinç  Noel şenlik havasında geçiyordu.  Bir, iki, üç  Geber şeytan! Ve Piskopos Vergèrus tarafından temsil edilen karanlık bir taraf vardı. Bu da ailemizde olan bir şeydi. Her durumda çok baskın olan annemin bu alışagelmiş cezalandırmalar karşısında hiçbir müdahalede bulunmaması beni sık sık şaşırtmıştır. Her zaman durum şu şekilde olurdu:

 "Bunu seni sevdiğim için yaptığımı anlıyorsun." "Elimi öp ve bağışlanma dile." İnsanı bilinçaltına varana dek aşağılanması gerekirdi.  Seni sevdiğimden ötürü cezalandırdığımı anlamalısın.  Evet!  - Elimi öp Alexander. - Şimdi yatmaya gidebilir miyim?

 Sanırım bunda bir çeşit acımasız otobiyografik malzeme var. Bunu yapmaya mecburdum  Bunu yazmak yine de çok eğlenceliydi. Kendi filmlerimi öyle sık sık izlemem. Çok şey oluyorum  Aşırı heyecana kapılıyorum. Gözlerim doluyor, çaresizce lavabo ihtiyacı hissediyorum, perişan oluyorum. Sanırım kendi filmlerimi izlemek berbat bir şey. Çeviri:

 neco_z@hotmail.com  BERGMAN VE TİYATRO İyi Seyirler Çeviri:

 neco_z  ÖZEL MÜLKİYET Claire halam çok kibar bir bayandı. Harika parfümleri vardı. Bana sordu:

 "Biricik Ingmar'ım, ne olmak istiyorsun?

" Kararlı bir şekilde ona:

 "Yönetmen olacağım." dedim. Bu cevabıma kibarca, hata yaptığımı düşünerek "Demek mühendis olmak istiyorsun." dedi. Yönetmenin ne demek olduğunu bilmiyordu. Kukla tiyatrosuyla başladım. O sıralarda bir kukla tiyatrosu yapmak için baskılı levhalar vardı. Parçaları kesip onları kontrplâk üzerine yapıştırır ve onları kesip çıkarırdınız; sonra da kukla tiyatronuzu birleştirirdiniz. Alexander'ın Fanny ve Alexander'da yaptığı şey buydu. Sonra kendi oyunlarımı yazdım ve nihayet kendi dekorumu yaptım. Sonra kız kardeşim oyuna dahil oldu. Sonra arkadaşım Rolf da katıldı. Sonra kız kardeşimin en iyi arkadaşı Liliane. Kukla gösterilerini sahneleyen bizlerdik. Gösteriler üzerinde bir egemenlik kurduğumu hiç hatırlamıyorum ama sergileyeceğimiz oyunlara ben karar veriyordum. Seyirciler  Her zaman halalar ve amcalar, her türden akrabalar vardı. Bu gösterileri oturup sabırla izleyen beş ya da altı kişilik bir seyirci topluluğu vardı. Aslında bitirme sınavımı verene kadar bununla devam ettim. Sonra Rolf ve ben farklı yollardan gittik. Bu, tiyatronun ölümüydü. Ama gerçek bir başlangıçtı.  1938 ve 2002 yılları arasında Bergman 125 tiyatro prodüksiyonu yönetti.  Her şey Stockholm'de Kraliyet Dramatik Tiyatrosu'na bir ziyaretle başladı.  Üst balkonda oturdu. Orayı tam olarak hiç terk etmedim. Tiyatro boş ve sessiz olduğunda hâlâ oluyor. Yürüyorum, oturuyorum ve sahnenin atmosferini ve sessizliğini teneffüs ediyorum. Alf Sjöberg'in ilk yapımını burada gördüm. Bir çocuk oyunuydu, inanılmaz derecede uçarı ve son derece güzeldi. Af Geijerstam'ın Big Clas and Little Clas'ıydı. Eve gittim ve ateşim çıktı. Birkaç gün ateş devam etti çünkü gerçek bir tiyatroya ilk kez gitmiştim. Benim için Kraliyet Dramatik Tiyatrosu bir başlangıç ve sondu ve ikisi arasında kalan neredeyse her şeydi. İşin garip tarafı uluslararası arenada üne kavuşmamı sağlayan çalışmalarım filmlerim ve film çekimim oldu. Ama en önemli gördüğüm şey bu tiyatrodaki çalışmalarım, özellikle bu binada geçirdiğim zamandı. - Siz ikiniz hangi yıl tanıştınız?

 - 1939'da tanıştık. Hayır, 1938. Norra Latin'de altıncı sınıftaydı ve ben de küçük yönetmenlik işleri gibi her türden iş alıyordum. Birkaç çocuk oyununu yönetme fırsatı buldum. Evet  Öğrenci tiyatrosunda da çalıştım. - Nasıl biriydi?

 Dış görünüşü nasıldı?

 - Ingmar'ın mı?

 Zayıf, yakışıklı ve etkileyici bir kişilikti. Bazen başına bir bere takardı, bazen etkileyici jestler yaparak  Korkunç derecede zayıftım. Yemek yiyemiyordum. Benim henüz yapmadığım şeyler konusunda belirli bir bilgi ifşa etmişti. - Ne demek istiyorsun?

 - Kadınlar ve  hayranlık uyandırıyordu. Yakın bir semtin tiyatro bölümünde çalışmaya başlamıştım. Eski Şehir'de bir gençlik projesiydi. Uzak Limanlara adında bir oyunla başladık. Beni son derece heyecanlandırmıştı. Kendi sahnelediğim ilk prodüksiyondu. Bu konuda hiçbir bilgim yoktu. Hiçbir şekilde bir eğitim almamıştım. Şanslı-Per'in Seyahati benim oradaki ikinci prodüksiyonumdu. Büyük bir yapımdı. Ve onu bir kilisede oynadınız. Bir hayır kurumunun şapelinde. İşin komik tarafı podyumun solunda bir kürsü vardı. Uzak Limanlara'yı sahnelediğimizde onu kaldırmama izin vermediler. Ben de onu bar gibi yaptım. Bu pek çok insanı üzdü ama yapacak başka bir şey yoktu.  26 yaşında Ingmar Bergman Helsingborg Statsteater'da Avrupa'nın en genç tiyatro yönetmeni oldu.  Erland Josephson'ı yanında getirdi. Harika, saygın bir tiyatro  Ama büyük kahverengi pirelerin istilasına uğramıştı. Eski grup pireler tarafından ısırılmamıştı ama biz gençtik, taze kan  Bir keresinde hatırlıyorum da masama oturmuştum yönetmen senaryomun üzerinde bana bakan bir pire vardı. Sonra gözden kayboldu ama ne var ki ısırılmıştım. Pireler hepimizi ısırmıştı. Çok tahrik edici bir repertuar sergilemiştik. Leck Fischer'ın Bu Çocuk Benim ve Rune Moberg konusunda haklı olabilirsin. - Töreleri Çiğnemek ve benzerleri. - Bu gerçekten çok iyiydi. - Sonra Yeni Yıl Kabaresi'ni yaptık. - Kriss-Krass-filibom  - Without a Thread. Eğlenceliydi. - Onda dans ettin. - Bu imkânsız! O zamanki karım Ellen'la dans etmiştin. Türk dansı. Helsingburg'ü bu kadar özel yapan şey çok eğlenmemiz oldu. - Ama bunun farkına varamadık. - Hayır, o sırada değil. Ne zaman bundan söz etsek daha bir komik ve daha saçma oluyor. - Bir yönetmen olarak nasıl biriydi?

 - Yönetmen olarak Ingmar mı?

 Ne söylemem gerektiğini gerçekten bilmiyorum. Söylemek zorundayım çok girişkendi. Ama anlaşması o kadar zor biri olduğunu hiç anımsamıyorum. Öfke patlamalarınla ünlenmiştin. Pedegojik patlamalar yaşıyordun ve bizi yola getiriyordun.  Provadan Sanra'da Erland Josephson, Ingmar Bergman gibi yönetmenlik yaptı.  Doğru olan nedir nasıl biliyorsun?

 Asla bir oyuncu olmadın.  - Bunu hissederim. - Hata yapmaktan korkmaz mıydın?

  Gençken korkmam gerekirdi ama bu korkunun farkına varamadım.  Pek çok yönetmenin yolu katledilmiş oyuncularla doludur.  Kurbanlarını hiç saydın mı?

  Saydım. Doğrusu gerçek hayatta.  Beni inciten insanlar kadar ben de çok insan incitmişimdir.  - Tiyatroda mı?

 - Hayır, tiyatro dışında da.  Sana mutlak doğru olan bir şey söyleyeyim.  Oyuncuları severim. Onları nesneleri sevdiğim gibi severim.  Çalışmalarını seviyorum. Cesaretlerini ya da ölümü küçümsemeleri seviyorum.  Kaçamaklarını anladığım kadar sert, kaba, açık sözlülüğünü de anlıyorum.  Beni yönlendirmeye çalıştıklarında bu hoşuma gidiyor.  Göteborg Stadsteater'da bir aradan sonra Bergman 1952-1958 yılları arasında Malmö Stadsteater tarafından kiralandı.  6 yılda 10 film 22 tiyatro prodüksiyonu ve 24 radyo oyunu yönetti.  "Ağzını kapalı tut!" Bu Max. Kantinde. Muhtemelen bizimki Strindberg'in 14. Erik prodüksiyonu gibi duruyor. Ve bu da Bibi. Orada olağanüstü bir şatobriyan alabilirsiniz. - İşte yönetmen. - Yönetmenin bizzat kendisi, evet. Her ne kadar çok kısa olsa da. Ve işte Naima Wifstrand geliyor. İşim yoktu ama geçimini sağlamam gereken ailelerim ve çocuklarım vardı. Çok perişan bir durumdaydım. Sonra aniden Lars Levi Laestadius ortaya çıktı. Malmö Stadsteater'ın yönetmeniydi. Akşam yemeği için beni dışarı davet etti ve ikimiz de iyi sarhoş olduk. Malmö Stadsteater'ın yönetmeni olup olmak istemediğimi sordu bana. Resmin tamamına tarafsız bir şekilde bakarsanız sanırım tiyatro işinin yaşamımda, profesyonel yaşamımdaki en iyi zaman olduğunu söyleyebilirim. Çünkü istediğimi yapma konusunda tümüyle özgür bırakılmıştım. Filmlerimi yaz döneminde yapma şansım oldu. Malmö Stadsteater'daki oyunculara bu filmlerde bazı roller verdim. İşte bu yüzden birkaç sene sonra Dramatik Tiyatro'ya eş değer olmasa da İsveç'in en iyi tiyatro topluluğunu kurmuş olduk. Son derece  Muhteşem bir dönemdi. Çalışmalarınızın listesine bakacak olursak 5-6 tiyatro prodüksiyonu yapmışsınız. Bir de aynı yıl belki iki de film. Bunu nasıl başardınız?

 Hiç ara vermeden çalıştım. Çok zevkli bir şeydi. Oyunculara bakıp düşünmek eğlenceliydi:

 Senin bir rolün olmalı ve onun bir rolü olmalı  Senaryoyu sık sık aklımda belli başlı oyuncuları düşünerek yazmışımdır.  "Ur-Faust"tan birkaç sima var burada. Bergman'ın Londra'daki büyük başarısı.  Elçilik basın resepsiyonunda Max von Sydow ve Gunnel Lindblom'u görüyoruz. Toivo Pawlo ve eşi, set tasarımcısı ve yönetmen Ingmar Bergman da oradaydı.  Büyük bir başarı!  Burada da oyunun reklamını yapan etkileyici bir tabela görüyoruz.  1959'da Bergman Stockholm'de Kraliyet Dramatik Tiyatrosu'nda yönetmen olarak kiralandı.  1963'ten beri çalışma odası hiç değişmedi. Bu odaya çekilmek çok güzeldi. Yani 40 yıldır bu oda sizin miydi?

 Ve her zaman buraya mı döndünüz?

 Evet. Onlara artık taşındığımı, isterlerse buraya yerleşebileceklerini söyledim. "Bunu öylesine söylüyorsun. Dönersin sen." diyorlar bana. Eşyalarımı oradan hâlâ çıkarmadılar. Tebrikler Ingmar Bergman. Oranın yönetmeni olduğunuzda Kraliyet Dramatik Tiyatrosu için yeteri zamanınız olacak mı yoksa film yapmaya devam edecek misiniz?

 Hayır, zaman ayıracağım şey Kraliyet Dramatik Tiyatrosu olacak. 1963'te burada müdür oldum. Gerçekten çok harika bir duyguydu  Ne diyorlardı sahi?

 Diyanet İşler Bakanı Ragnar Edenman beni aradı. Filmstaden'da bir filmi düzenliyordum. Beni aradı ve şöyle söyledi:

 "Kraliyet Dramatik Tiyatrosu'nun yönetmeni olmak ister misin?

" Başım döndü adeta. O vakitler evliydim. Eve gittim ve bu meseleyi karımla konuştum. Bilmiş bir şekilde şöyle söyledi:

 "O halde bu da evliliğimizin sonu." - Bununla ne demek istemişti?

 - Haklıydı. Yönetmen olarak her sabah 7.45'te buraya geliyor ve temsiller bitene kadar tüm gün burada kalıyordum. Gece 11'den sonra evde oluyordum.  Pek çok yeni simayla Dramatik Tiyatro yeni dönemine başlıyor.  Bergman'ın ikinci dönemi.  Ayda iki prömiyer ve okul çocukları için kendi dillerinde sahne alacak yapımlar olacak. Yönetmen olduğunuz yıllarda hakkınızda çıkan gazete kupürlerinde çok radikal görünüyorsunuz. Bir oyuncu kurulunun repertuarınızı seçmenize izin verdiniz ve yapımlarınızı tüm ülkeye yaymak için turlar düzenlediniz. Radikal bir tiyatro yönetmeni miydiniz?

 Bir tiyatro yönetmeni olarak dini düşüncelerimle birlikte ilerleyen bir şey bu. Aslında benim için önemli bir şey de  Orada 724 koltuk var. Benim için önemli olan bir şey de insanların oraya gelmeleriydi. Bu ülkede kültürel manifestolara karşı hâlâ büyük bir kültürel miskinlik ve korkunç bir kayıtsızlık söz konusu. Kraliyet Dramatik Tiyatrosu'nun miskinliğe ve edilgenliğe karşı verilen bu savaşa girmesini istiyordum. O zaman çekilen fotoğraflarda bir ceket giyiyor ve kravat takıyordunuz. Bu yönetmenlik rolünüzle bağlantılı mıydı?

 Farklı görünüyordunuz. Sanırım bunun tümüyle yeni imajımla bir ilgisi vardı. Malmö'den taşındım ve sonra  Sonra evlendim ve tüm imajım değişti. Djursholm'da bir ev aldım. Tam bir burjuva havasına girmiştim. Bundan memnundum, kendi seçtiğim bir imajdı. Bohem yaşamımdan kurtulmak istiyordum. Böylece kravat taktım.  Bergman 3 yıl yönetici olarak görev yaptı ama filmlerini 40 yıl boyunca yönetmeyi sürdürdü.  Bergman'ın Ana Sahne için yeni fikirleri artık koltuklarda oturan halk tarafından tetkik edilebilir.  Başka bir yenilik insanların sahnede oturabilmeleri oldu.  İlk prova için insanlar o sabah çoktan sıraya dizilmişlerdi.  "Giriş biletiniz" ziyaretçi defterindeki imzanız. - Başla! - Acele edin yoksa kaçıracağız  Bir numara! Hayır, üzgünüm bu çok çabuk oldu.  INGMAR BERGMAN TANINMIŞ BİR ELEŞTİRMENİ YUMRUKLADI Woyzeck'in provasını yapıyorduk. Halk için açık provalarımız da vardı. Gördüğüm şey  Sağda terasa çıkan basamaklarda oturmuş, biraz uzakta Dagens Nyheter için çalışan Bengt Jahnsson adında bir eleştirmen vardı. Uzun bir süredir beni izliyordu. Yaptığım her şeyi acımasızca eleştiriyordu. Dışarı çıktım ve yönetmen masama oturdum. Bengt Jahnsson sahnede oturuyordu. Etrafa nasıl bakındığını, nasıl surat asmaya başladığını ne şekilde not aldığını gördüm. Çok sakin bir şekilde içimden şöyle geçirdim:

 "Şu perde bitince yerimden kalksam ve Bengt Jahnsson'ın burnunu dağıtsam nasıl olur?

" "Bundan sonra çalışmamı gözden geçirmesi son derece düşük bir ihtimal." - Bu yüzden tamamıyla  - Kasıtlı bir şiddetti. Hiç de kızgın değildim. Son derece taktiksel bir planlamaydı. Bundan sonra Bengt Jahnsson'dan kurtulmayı planlamıştım. - Ne yaptınız?

 - Biraz yürüdüm ve sonra da  Öğle arasıydı  tavan ışıklardan birinin altında karşılaştık. Onu yakaladım, nazikçe ama sıkı bir şekilde şuradan ceketinin yakasından çektim ve şöyle dedim:

 "Sana gününü göstereceğim piç kurusu!" Onu ittim. İnsanların görmesini istemedim. Bu yüzden onu ışıklara doğru ittim müzik standlarının olduğu yere oturdu. Öyle korkmuştu ki oturdu. Sonra onu bıraktım ve gittim.  KALABALIK 5,000 kronor ceza yemiştim. Kötü bir hafızam olduğundan hoşlanmadığım insanların adını yazdığım kara bir kitabım var. Kitabın arkasında, ters bir şekilde asla barışmayacağım kişilerin adları yazılı. Bengt Jahnsson'ın adı orada. Diğerlerinden bahsetmek istemiyorum. Ne yaparsanız yapın bir eleştirmene asla cevap vermeyin. Bir eleştirmenin yazdığı bir yazıyı asla tartışmayın. Bir eleştirmenle asla temasa geçmeyin. Sanatçı ile eleştirmen arasında "steril bir alan" olması gerek.  1957'de Bergman ilk tiyatro yapımını yönetti.  O sırada tüm tiyatro televizyonları canlı yayın yaptı. Televizyon tiyatrosu ile sıradan tiyatro arasında çok fark var mı?

 Muazzam bir farklılık. Televizyon tiyatrosunun başlı başına bir araç olduğunu söyleyebilirim. Ne tiyatroya ne de sinemaya benziyor. TV için deli divane oluyordum. İlk televizyon çıktığında Malmö'daydım. O sırada izleyebildiğimiz  Malmö'da, Danimarka TV'sini izliyorduk. TV henüz İsveç'e gelmemişti.  Venedikli (1958)  Çalışmaktansa hizmet etmek ve mutlu olmak daha iyi.  Bir sır biliyorum. Malmö'dan Stockholm'e gelmiştim. Ön çekimler vardı. Programlar tüm hatalarla birlikte canlı olarak yayınlanırdı. Tek bir şey vardı ki bir hata yapmışlardı. Stüdyoya provaya başlamak için vardığımızda Venedik caddesinde Ria Wägner'i görüyorduk. Küçük bir Lapon herifle orada dikilmiş domuz pirzolası pişiriyordu. Bir Lapon kostümü ve sıradan bir yün kep giyiyordu. Tüm stüdyo duman olmuştu. Üstelik canlı yayındı. Ev kadınları için bir şovdu ama harikulade organizatörlerim bir şeyi hesaba katmamışlardı. Domuz pirzolasının pişmesi gerekiyordu. Çok sinirlenmiştim ama bu bize prova için çok fazla zaman vermemişti. O akşam yapımımız yayına girdi. TV bende takıntı haline gelmişti. Bir televizyona aldığımızda eve gittim ve test diyasından gözlerimi ayıramadım. Çok şaşırtıcı olduğunu düşündüm. Gerçekten çok şaşırtıcıydı. - Bunu hâlâ kafaya takıyorsunuz, değil mi?

 - Evet, beni çok eğlendiriyor. Bir Evlilikten Manzaralar hakkında konuşacaktık.  Erken mi döndün?

 Yarın geleceksin sanıyordum.  Aç mısın?

 Erken gelmiş olman ne güzel! Kızlar uyuyorlar.  TV'de bir şey olmadığı için erkenden uyuduk. Yazdığım ilk sahne son derece kişisel ve zalimceydi. Bunu düşündükçe hâlâ acı çekiyorum. Şeydi Stockholm'daydım. Gun adında bir kıza âşık olmuştum. Bu o. Ona âşıktım. Ama Göteborg'da dört çocuğum ve bir karım vardı. Ve sonra Gun Paris'e gidecekti ve sonra ben  Gerçekten çok korkunç. Bir önceki gün  Paris'e gitmeden bir önceki gün Göteborg'a gittim. Beklenenden daha erken eve geldiğim için Ellen'in çok mutlu olduğunu hatırlıyorum. Ve sonra  Kabanımı bile çıkarmadım. Yatağa oturdum ve ona Gun ve kendimden bahsettim. Birlikte Paris'e gideceğimizi üç ay eve gelmeyeceğimi ve bunun gibi şeylerden konuştum.  Mutluluk ve güven saçarak Miriam ve David gibi olamaz mıyız?

  Sorun nedir?

  Mutsuz musun?

  Bir şey mi oldu?

  Ne var?

 Söyle bana.  Buraya bir konuda seninle konuşmaya geldim.  Âşık oldum, anlıyorsun ya.  Çok gülünç ve belki tümüyle yanlış. Muhtemelen de öyle. Sanırım bir çeşit şeydi  Göğsümden bir şeyleri çekip çıkarmak istedim. İlk kısmını ben yazmıştım. Bu üçüncü sahne. Bundan sonra hikâyenin geri kalan kısmı farklı yönlere yayılıyor. O üçüncü sahnede diğer herkese yetecek kadar tahrip edici bir güç olması gerekiyordu. Yani o noktada 20 yıldır içinizde taşıdığınız bir sahneydi bu o zaman. Evet, sanırım öyle. Üstelik hâlâ taşıyorum. Vicdan azabına dair ne varsa az çok kendimi bundan kurtarabildim. Kibir de diyebilirsiniz buna. Ama çok zalimce davranmış olduğumu düşündüğümde kendimi hâlâ çok berbat hissediyorum. Ama öyleydim. Bu diziyi dört milyon üzerinde insanın gördüğünü düşünüyorum. Bu bölgeye has bir şey, evet. Sinema salonları akşamları kapanırdı. Sokaklar boştu. Telefon numaralarını değiştirmek zorunda kaldım. Bir çeşit evlilik danışmanı oldum! Bazen bu meslek  Bu korkunç mesleğin bazen komik tarafları olabiliyor. İstediğiniz zaman inanılmaz derecede komik olabiliyor.  Sahneye dönüş Sonrasında bakalım  Siz ikinizin burada olması gerek. Şurada bekleyebilirsiniz. Sadece bakacağım. Hatırlıyorum da çok küçük olduğumdan henüz okula başlamamıştık. Erkek kardeşim benden dört yaş büyüktü. Bir odayı paylaşıyorduk, çocuk odasını. Hatırlıyorum da kahvaltı yaptıktan sonra erkek kardeşim okula gitmişti. Çocuk odasına yönelir ve oyuncaklarımızın olduğu büyük dolaba doğru yürürdüm. Ben de kapakları açar ve o gün neyle oynayacağıma karar verirdim. Gülünçtür ki ne zaman stüdyoya gitsem ya da sahneye çıksam ya da prova odasına girsem aynı duyguya hâlâ kapılıyorum. Çok tuhaf. Bu duyguyu tam olarak hatırlıyorum. Yani bu sizin için hâlâ bir oyun mu?

 - O kadar ciddi mi?

 - Sanırım öyle. Sanırım  Bunun hâlâ bir oyun olduğuna yürekten inanıyorum. Oyun sergilemek için çok fazla şeye ihtiyacınız yoktur. Ama sahip olmanız gereken üç şey var:

 bir oyun, seyirciler ve oyuncular.  Bir mucize yaratmak için ihtiyacın olan tek şey senaryo, oyuncular ve seyircilerdir.  Ben buna inanıyorum, içimden gelen inanç bu.  Ama buna sadık kalamıyorum.  Bu kokuşmuş, paslı ve kirli araca çok fazla bağlıyım. Evet, burası kesinlikle perili. Düşünsenize, 1908'li yıllarda insanlar bu sahneye, tanınmış şahsiyetler bu sahneye çıkıp duygularını açığa çıkardılar. Sessiz bir şekilde sahnede durduğunuzda muazzam bir gerilimin olduğunu hissedersiniz. Mesela, Strindberg'in eşi aktris Harriet Bosse'nin bu sahneye zaman zaman musallat olduğunu söylerler. Muhteşem bir aktristi, çok istisna bir aktristi. Orada yürüyordu, üst balkonda ve onu gördüm. Bir gece, yönetmenken buradaki odamda geç saatlere kadar kalmıştım. Sonra korkuluğun yanında durdum ve öylece aşağıya baktım. Mermer fuayeye bakmaktan zevk duyuyorum. Birinin varlığını hissettim. Tam karşımda dikilen canlı, oldukça somut bir varlık hissettim. Bir kadındı, çok şık giyinmişti. Üzerinde gri bir elbise vardı. Sonra yürümeye başladı ve sütunun arkasında gözden kayboldu. Ben de  Burada pek çok insan hayalet görmüş. Uzun zamandır burada olan Erland ve ben öldükten sonra burayı ziyaret edeceğimizi söylüyoruz. Kraliyet Dramatik Tiyatrosu'nda prova yapıyorduk. Büyük bir prova odasındaydık. Birisi bana geldi ve  "Polis aşağıda ve seninle konuşmak istiyor." dedi. Ben de, "Böyle bir şeyi hayal bile edemiyorum." dedim. Sonra, "Öğle arasına kadar bekleyemezler mi?

" diye sordum. "20 dakika kaldı zaten." Bunun üzerine adam, "Bu imkânsız. Bir yere gitmeyecekler." dedi. Böylece aşağıya indim, sekreterimin odasına. "Sizi polis karakoluna götürmemiz gerek." diyen bir polis memuru vardı. Polis karakoluna, değil mi?

 Evet, polis karakoluna. Ben de, "Neden?

" diye sordum. "Vergiler hakkında vergileriniz hakkında." dedi. "Tanrım, neler oluyor böyle?

" Kafam inanılmaz karışmıştı. Gizlice sıvışmayayım diye dışarda bir polis bekliyordu.  Bergman'ın İsveç'e vedası Birleşik Devletler'de büyük bir haber oldu.  Büyük televizyon şirketlerine verecekleri basın konferansına çiftin iştirak ettiğini görüyorsunuz.  Bergman'ın veda mektubu İsveç'e olumsuz bir etki yarattı. Sonrasında Los Angeles'ta yaşayacak bir yer aramakla epey uzun bir zaman geçirdik. Sonra Barbra Streisand aradı ve bizi bir havuz partisine davet etti. Ona teşekkür ettim ama gelemeyeceğimizi söyledim. Sonra Ingrid'e dedim ki  Yaz ortası arifesiydi. Ingrid'e şöyle dedim:

 "Şimdi eve gidiyoruz İsveç'e yaz için Fårö'ya." "Sonra Münih'e gideceğiz." Yaptığım da bu oldu.  Bergman vergi kaçırma suçlamalarının tümünden aklandı.  Münih'te Residenztheater'da 7 yıl kaldı. Münih'e vardığımda efsane olmuştum. Yapmak istediğim şey  Boş bulundum ve Rüya Oyun'unu yapmayı önerdim. Kırk iki rol vardı. Oradaki oyuncular harikaydı ama onları tanımıyordum. İlk provada oraya oturmuştuk, yani ilk toplantımız oluyordu. Tam bir felaketti. Strindberg'in ne demek istediğini bu kırk iki insana nasıl açıklayabilirdim?

 "Zavallıcıklar, size çok üzülüyorum." Almanca'da böyle bir şey yok. Onların söylediği, "Es ist schade um den Menschen." ki bu çok farklı bir şey. Almancayı sular seller gibi konuşabilmeme rağmen Almanca yönetmek çok zordu. Ama oyuncularla aranızda aynı zamanda sözlü olmayan bir içsel konuşma meydana geliyor ve nihayet Residenztheater'da iyi anlaşabileceğim bir tiyatro grubu buldum.  Şimdi kızlarım söyleyin bana.  Yönetimi ve ülkemi aranızda paylaştıracağıma göre içinizden hanginiz beni en çok sevecek?

 Kral Lear dönüşümde burada çektiğim ilk oyundu. Çok dokunaklıydı. Alkışlarla sahneye çağrıldığımda buna hiç iştirak etmedim. Bana göre bu oyuncular içindi. Ama buna da dahil oldum. Ve yanımda oturan Jarl Kulle'dan bir anda bir buket aldım. "Eve hoşgeldin!" dedi. Beni derinden sarsmıştı.  Bergman, İsveç'e Dramatik Tiyatro'ya 1984'te tekrar döndü ve TV oyunu yönetti. Aynı anda tiyatroya olan vasiyeti Provadan Sonra'yı yönetti.  Bu sandalye Baba'daydı ve bu kanepe de Hedda Gabler'de kullanıldı.  Bu sırayı Tartuffe ve bu sandalyeleri de Rüya Oyun'da kullandım.  Eski dostlar.  Onları eski birer dost gibi selamlıyorum.  Ama en çok prova sahnelerimi sevdim. Bana çocukluğumu hatırlatıyorlar.  İçi legoyla dolu büyük bir tahta kutum var.  İstediğim her şeyi temsil ediyorlardı. Benim için en iyisiydi.  Sandalye. Masa.  Ekran.  Sahne.  Işık çalışmaları.  Süslenmiş, püslenmiş oyuncular.  Hareketler.  Sesler.  Yüzler.  Sessizlik.  Büyü.  Her şey bir takdim. Hiçbir şey gerçek değil. Oyunlarınızı nasıl seçtiğinizi bize anlatır mısınız biraz?

 Her zaman  Sahnelemek istediğim birkaç oyun her zaman var. Her zaman bir listesi olur mu elinizde?

 Oyunla dolu bir "bavul." Sonra belirleyici etmen geliyor. Rollere uygun oyuncuları bulduğunuzu hissettiğiniz andır bu. Ibsen'in Bebek Evi'ni sahnelemeye son derece istekliydim mesela. Ama elimizde Nora karakteri olmadığını düşündüm. Sonra Rüya Oyun'u burada çektim. O sırada Pernilla August daha çok yeniydi, tiyatro okulundan daha yeni çıkmıştı. Kendi kendime düşündüm:

 Harika! Artık elimizde bir Nora var. Ve birkaç yıl sonra Bebek Evi'ni sahneledik. Onunla Hayaletler'i sahnelemek de harikaydı.  Hayaletler   Hayaletler!  Sevindirici haberlerim var. Annemin sayesinde Alphonse sonunda özgür. Marquis de Sade bir bakıma eşsizdi. Harika bir grubum vardı. Sık sık söylerim, hiçbir kısıtlamaları olmayan insanlardı. Geriye baktığınızda en çok değer verdiğiniz bir yapım var mı?

 Şunu söyleyebilirim ki en çok sevdiğim yapım Shakespeare'in Kış Masalı'dır. Ve bunun sebebini çok fazla düşündüğüm oldu. Sebebi belki de çok basit olabilir. Son derece huzurlu bir çalışma dönemiydi. Başrollerde Pernilla ve Börje olan ve onları kuşatan yetenekli oyunculardan oluşan harika bir grubum vardı.  Sonra şöyle buyurdun:

 "Sonsuza dek seninim."  Bu gerçek bir lütuf.  Maksadımı iki kez belirttim.  Biri sonsuza dek asil bir eş.  Diğeri ise bir süreliğine bir dost.  August Strindberg, daimi bir yoldaş.  Bergman, tiyatro, TV ve radyo için 30 yapıma imza attı. August Strindberg, sizi neden takip etti?

 - Tekrar "Ogust" demeye çalışın. - Tamam, doğru bir şekilde söyleyeceğim. Bir kez daha deneyin. Sessizlik! Şimdi başlayabilirsiniz. August Strindberg, yıllarca sizi neden takip etti?

 Şey  Oldukça erken başladı. Oda oyunlarını okudum. Bir şekilde onlarla tanıştım. Belki on dört yaşlarında falandım. Özellikle Pelikan beni derinden etkilemişti. Buna sebep olan şeyin ne olduğunu sık sık merak ettim durdum. Çok düşündüm  çok okudum. Ama özellikle Strindberg ve başta onun oda oyunları ki onları çok iyi anladığımı söyleyemem. Beni neden bu kadar çok etkilediler ki?

 Daha ılımlı bir şekilde söylemek gerekirse öfkeyle öyle dolup taşmıştım ki! Saldırganlık hissiyle dolmuştum. Oyunların ne hakkında olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Hayalet Sonat'ı düşünürseniz eğer on dört yaşındaki biri için ağır bu. Ama havayı anladım saldırıyı anladım, öfkeyi anladım. İnanılmaz zengin olan Anna von Sydow halamdan 65 kronor aldım. Birger Jarlsgatan'da kullanılmış kitaplar satan bir dükkâna gittim. Landquist'in elli beş cildin açıklamalı baskısını aldım. Sanırım elli beş cilt vardı. Onları evimdeki kitaplığa koydum yatağım üstüne serdim ve onlara baktım. O zamandan beri yıllarca oyunların üzerimde değişken etkileri oldu. Mesela Rüya Oyun'u bir kez yaptım.  Midemi bulandırsa da lahana yiyeceğim.  TV Tiyatrosu (1963)  Birbirimizi hasta edeceğiz. Zevkle. Aynı acıyı ben de yaşayacağım.  - Biz zavallılar, kendimize çok üzülüyorum. - Bunun farkına vardın mı?

  Kraliyet Dramatik Tiyatrosu (1970)  - Biz zavallılar, kendimize çok üzülüyorum. - Bunun farkına vardın mı?

  Münih (1976)  - Es ist schade um den Menschen. - Das siehst du ein?

  Kraliyet Dramatik Tiyatrosu (1986)  - Biz zavallılar, kendimize çok üzülüyorum. - Bunun farkına vardın mı?

 Hatta rüyama bile girdi bir gece rüyamda  Rüya Oyun yaptığım zamandı. Bir gece rüyamda Strindberg'in beni çağırdığını gördüm. Benimle tanışıp Karlavägen'de bir gezintiye çıkmak istemişti. Strindberg'in yaşadığı yerde yaşıyordum. Yani 10 Karlaplan 10 numara. Aynı adreste yaşamıştı. Son derece istekli olduğumu hatırlıyorum. Onunla tanışmaktan kaskatı kesilmiştim. Fingal'ın Mağarası'nın son bölümüyle çalışmalarımı tartışacağımızı fark ettim. Benim için en önemli şey isminin "Ogust" olduğunu hatırlamamdı. İnsanlar onu "Aaaugust" diye çağırdığında tepesi atmıştı. Onu müziği sevdiğim gibi seviyorum. İsveç diline olan hâkimiyetiyle kimse boy ölçüşemez.  Bergman üç opera yönetti.  Rake'in Gelişimi, Bacchantes ve Büyülü Flüt.  Ben gerçekte bir kuş avcısıyım, her zaman mutlu, neşe saçarım  Bu kuş avcısını ülkede yaşlılar ve gençler herkes tanır  Kapan nasıl kurulur ben bilirim, ıslığımla onları oraya getiren benim Bu yüzden ben çok mutlu ve neşeliyim çünkü kuşların hepsi benim Hoffman'ın Maceraları'nı sergileyemediğim için çok kızıyorum kendime. Bu opera  Onu yapmadığım için çok üzgünüm. Genel olarak memnunum ama. Mesela Rosmersholm gibi oyunlar da var. Bunu radyo için yapacağım ki bunu yapmaktan zevk duyuyorum. Bundan çok şey çıkarabilirsiniz. Ama bildiğiniz üzere sahnede   Hayaletler (2002)  Anne, bana güneşi ver. Anlaşılan Hayaletler son tiyatro çalışmanız olacak. Özellikle neden bu oyun?

 Daha fazla yapmamaya karar verdim. Yeterince yaptım zaten. Prensipte tiyatro, sinema ve TV'yle olan işimi artık tamamladım. Benden bu kadar. Bunu söylediğim zaman, insanlar başlarını sallıyorlar bana bilmiş bir bakış fırlatıp şöyle diyorlar:

 "Bunu daha önce de söylemiştin." Ki bu doğru. Fanny ve Alexander'ı düşününce bu doğru. O benim son filmimdi. Ama işin içine tiyatro girince bu çok daha zor oldu. Tiyatroya sinemadan çok daha güçlü bağlarla bağlıyım. Tiyatroya devam etmek için içimde muazzam bir istek var ama devam edebilir miyim bilmiyorum. Çeviri:

 neco_z@hotmail.com||

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar