TANRI TÖRESİNİ VE TÜRK’Ü KORUYACAKTIR
Ve Tanrı, İlâhî
düzeni (Töre’yi) korumak maksadıyla kendine inananlara Devlet vermekteydi.
Devletin
vazifesi Töre’yi korumak ve böylece insanlığı huzura, kavuşturmaktı.
Tanrı
Türkİer’e: "Kösleri yok olmasın, Töre’nin tebliğ ve hâkimiyeti
durmasın" diye Vatan, Devlet ve Hâkan vermekteydi.
Yeni
Toplum,
Sayı 1, Mayıs-Hazirân 1992
Sayı 1, Mayıs-Hazirân 1992
Sevgili
okuyucu!
Seri,
eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün müelliflerin adı
belirsiz, olgunlukta mütekâmil, müsamahası engin halden anlar, büyük kederlere
ve sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük
mütefekkir, kendi devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri
tarafından anlaşılmasalar dahî kaleme sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman
yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini alamazlar. Sen o
yazarın yakını veyâ çağdaşı olmak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca büyük
gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de târihin en kayda değer meçhul
kahramanısın.
İnsanda
bir yerlerde saklı, sâdece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar
bulunması pek tabiî görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir, icat, keşif birikimlerini deşifre edip
hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kudsî hal
arasındaki çelişki senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem
duygularını, meselelerini ortaya döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül
dağını ne görür ne de duyar... Ama ey aziz okuyucu! Senin karşında, bir fikrin
çilesini çeken insan, kuytu mabet köşelerinde en içten, en esrarlı niyazlarım
Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan
duygusunu yaşar.
Aslında
tek tek bildik sımalar değildir okuyucu. O kuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı
zamâria rehin edilmiştir. Yazı, ebediyyet demektir. Okuyucu bu ebediyyetin
sahibi sıfatıyle yazarın karşısına, halde ve bütün gelecek zamanlarda yaşayacak
insanlık ailesi nâmına çıkar.
***
Hz.
Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak Ölüme terk
ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ
daha sonra bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.
İnsanlar
sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar?
Aileyi
câzib kılan sâdece kan bağı mıdır?
Yoksa
o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhabbet en tabiî tezahürleriyle
yaşandığından mı yaz geçilmez ilk toplum örneğidir! Aile, anne babanın ivazsız
garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan feragatleri
sâyesinde şekillenen ilk sosyal birlik. Aile, ancak Özünde gönlünden sevgi
kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı ise manâlı toplum örneği
olabiliyor. Aksi takdirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî bu,
paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen o insanların berâberliklerini
sürdürmelerine yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma
şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada tutan en mühim güç sevgidir. Tarih
boyunca yaşanmış beraberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu veya bu mâhiyette
sevgiler üzerine bina edilegelmiştir.
Mutasavvıflarımız
sevginin mahluk olmadığını söylerler. Kendi edebleri içerisinde kâinatın :bu ezelî kudretini
tebcil ederler. Varlık âlemindeki her bir tezahürün mânâsı, aslında o şeyin
mazhar olduğu sevgi tecellîsiyle eşdeğer olmaktadır. Dolayısıyla sevgi
mefhûmuyla mânâ mefhûmu arasındaki organik birlik görülmeden madde ve ruh
ilişkisi çözülemezmiş gibi geliyor. Toplumlar, insanların gönüllü birlikte
yaşama irâdeleri tarafından şekilleniyor iseler, bu gönüllü hayâtın
yürekliliği, paylaşılmakta olan daha geniş çerçevelerdeki değerler sistemiyle
îzah edilebilir ancak. Bu hâle muhabbetin içtimâîleşmesi demek aşırı bir ifâde
sayılmamalıdır. Yoksa kan bağı gibi sâdece uzvî bir sebeple insanları, ilelebed
yan yana tutmak kabil değildir. Kaldı ki gönül akrabalıklarına dâir deyim ve
ata sözleri dilimizde hayli zengindir. Yâni kan bağı esâsına bağlı gibi görünse
bile insan beraberlikleri behemehal geri planda daha güçlü sevgilere dayanıyor.
Bu
sevgiler, alt seviyedeki insanlarda güç kudret elde etme hırsı, yaşama
sevgisi... gibi normal veya egoist türlere bürünürken, derece derece daha ileri
idraklerde mücerred değerlere doğru yükselmektedir. Bir toplum içinde
yaşamanın, bağlanılan sevgiyi teneffüs etme imkânı verdiği, vereceği hükmü,
insanları o toplum içinde tutan harç olmaktadır.
Dikkat edilirse 1789 Fransız İhtilâli’ne kadar ırk fikrine dayalı
millet tariflerine rastlanmaz. Eski zaman milletleri aslında birer ümmettirler.
Bir dünya görüşünün mensuplarına millet denmektedir.
Milleti
İbrahim, İsâ’nın Ümmeti, Mûsâ’nın Ümmeti, Ümmeti Muhammed tâbirlerini hepimiz
biliriz. Bu
toplulukların hepsi de zaman zaman bâzı bölünmelere uğramakla berâber ortak bir
İlâhî sevgi,, bir merkez şahsiyete duyulan aşkın muhabbet esâsına göre terekküb
etmişlerdir. Bu merkez şahsiyetler başta peygamberler, mezhep kurucuları, büyük
velîler... vs. dir. Mezheb ve tarikatler din kurucularının merkezî
fonksiyonlarını reddetmeyen, büyük dâire içinde yer. alan daha husûsî
dâirelerden ibarettirler. Ortadoks da Katolik ve Protestan da Hz. İsa’ya aynı
kıymeti verir, kendi sevgisinin daha saf olduğu iddiasını bırakmaz. Siyâsî
organizasyonların şekilleri, güçleri, İhata alanları, sayılan ne kadar çeşitli
olursa olsun, İhtilâl öncesi dünya insanlığı genel olarak îmanlarına göre
sınıflandırılabilecek bir ana karakter taşımaktaydı.
İman
ise sevginin dînî literatürdeki adıdır. Çünkü insanın bağlılık veyâ teslimiyeti
ancak sevgiyle mümkündür. Aklî bilgiler emin bilgiler değildir. Ne kadar
sübjektif de görünse, müminin îmânı, onun için her türlü aklî alternatifin
ötesinde bir kesin bilgi, derûnî tecrübedir. İspatlanması da gerekli ve şart
değildir.
***
Orhun
Kitâbelerî’nde, "Öd Tengri yaşar (veyâ "yasar")" şeklinde
geçen ifâde, eski kültürümüzdeki Tanrı, varlık ve zaman (öd, zaman demek)
idraklerinin mâhiyetlerini ortaya koyan çok kuvvetli bir inanışı aksettiriyor. Daha İslam’dan evvel Kağan’ın dilinden zamanda yaşayanın
yalnız Tanrı olduğu fikrinin taşa kazınarak ebedileştirilmesi, aynı taşlarda
Tanrı’dan gelip Tanrı’daki diriliğe dönüldüğünü aksettiren ifâdelerle
birleştirilirse, bugün bile söylemeye cesâret edemiyeceğimiz bir hayat
felsefesi ortaya çıkar. Bu hükümler, bize göre, küçük fânîler olan insanların
da Tanrı’ya mânâca iştirâki ve bir iştirak idrâki içerisinde yaşaması demektir.
Modern
zamanlardaki pozitivist anlayışlar, insan oğlunu kuşatan fizik ve metafizik
çerçeveleri meydana getiren unsurları, o kadar alelade materyallermiş gibi
gösterdi ki, insan, zaman,. insanın ruh. dünyası... ilk bakışta bütün
derinliğini kaybetmiş göründü.
Mâverâi
mesajlarını kaybederek sıradanlaşan sahalardan biri de tarih oldu. İnsanlık
tarihindeki büyük rolü, vücûda getirdiği muhtelif vatyantlı engin medeniyeti
ile Şark ve Garp medeniyet dâireleri yanında üçüncü büyük ekolü meydana getiren
Türklük ve medeniyeti de, bilinen bütün kaynaklarına rağmen bu sıradanlaşmadân
nasibini aldı.
Zamanı
yaşayan Tanrı’dır diyen
Bilge Kağan, kitabeler boyunca düşündüğü ve yaptığı her hareketi, ulaştığı
hedefleri ve kurduğu düzeni açıkça Tanrı’ya ve O’nun düzeni demek olan Töre’ye
bağlarken biz bu metinleri siyâsî ve harb tarihi dokümanları olarak görmekten
bir türlü vaz geçmedik.
Halbuki,
başka bir açıdan bakıldığı zaman, yâni Bilge Kağan’ın açısından bakıldığı
takdirde onca mâcerânın ve daha nicelerinin ancak ve sâdece Tanrı yolunda
gidildiği, Töre’ye hizmet vasfı taşıdığı zaman makbul tutulduğu görülecektir.
Asıl olan Töre gayretidir. "Üstten Tanrı basmadıkça, altta
yer parçalanmadıkça" bozulması muhal görülen Töre o kadar merkezî
fonksiyona sahiptir ki, "KÖK TÜRK" tâbiri de buna bağlanır. Sanıldığı gibi buradaki "TÜRK" kelimesi bir ırkı ifâde
etmez. Türk, Töre’ye uyan, Töre ise Tanrı’nın yaratış kânunları demektir. Kutadgu Bilig müellifi
bu konuda açıkça "Töre’nin gerçek koyucusu
Tanrı’dır" (3192.
b.) hükmünü vereli bin sene oluyor. Ama fark etmenin zamanı yeni geliyor
herhalde. Törütgen Tanrı’nın koyduğu ilâhı düzendir Töre ve Türk
de ona uyan kişi... Yâni Tanrı’ya yönelen insandır
Türk.
Bütün gayretini Töre’yi ihyâ prensibine bağlıyan İlterişler, Köl Tiginler,
Bilge Kağanlar onun için devletlerine "KÖK TÜRK" ismini koymuşlardır. Bu
tâbir, "Töre’ye gerçekten bağlı, onu hakîkî muhtevasıyla yaşayıp ihyâ eden
topluluk" mânâsına kullanılmıştır. Asla ırk ifâde etmez. Çünkü Kök Türk’ün
ne öncesi ne sonrası vardır. Maksat tamamıyle Tamı nizâmına sadâkati
göstermekten ibârettir. Asırlar sonra Kuzey Afrika’da kurulan bir İslam
devletinin "MUVAHHİDLER" ismini alması gibidir. Yâni Türklük bir
dünya görüşü mensuplarının sıfatıdır, bir ırkın adı değil! Antropolojik
bakımdan da Türklük dâiresindeki toplulukların hiç de aynı ırka mensup
olmadıkları görülür. Uygur’la Gagauz, Macar’la Osmanlı, Kazak’la Azeri
tiplerine aynı ırkin mensupları denilebilir mi? Fakat bunlar Türk’tür. Çünkü
asırlar boyu Töre mihverli bir devlet ve tevhid kültürü içinde yaşamışlar, kültürel
bütünlük kazanmışlardır.
Kültürün
ekseni Töre, Töre’nin tevhid anlayışı, Töre’nin hâkim karakteri mensuplarını
yâni Türkler’i devlet kurmaya zorlamasıdır. Çünkü Töre ancak devlet müessesesiyİe mer’î olabilen bir
sistem ihtivâ etmektedir. Neden devlete ihtiyaç duyuluyor? Çünkü Töre’deki tevhid
mesajına inanan insanların Öteki beşerî organizasyonlar karşısında ayakta
durabilmeleri lâzımdır. Tevhid fikri de bu birliği zarurî kılmaktadır. Töre’nin
devletinde kendi varlığında Tanrı’yı bulmuş, o külli kavrayışı beşerî plana
aksettirebilecek, yâni Tanrı’nın Kut’unu kazanmış insanlar yönetici
olabilirler. Böylece eşyânın hakikatine nüfuz etmiş "BİLGE"
idâreciler, madde mânâ muvâzenesini kurmuş olan Türk Medeniyeti’ni Şark’a ve
Garb’a rağmen asırlarca üstün ve hâkim kılabilmişlerdir.
Daha
önce belirttiğimiz gibi Fransız İhtilâli’yle ortaya, çıkan ırk fikri etrâfında
oluşmuş millet tarifi, İhtilal öncesi tarihte rastlanmamış bir anlayıştır. İstisnası Yahudiler’de görülür. Çünkü onların dîni millî karakterlidir ve
İhtilal’in önde gelen fikir adamlarının Yahudi asıllı veya mason olmaları bu
fikri gündeme, getirir.
Elbette
bilinen geçmişi bakımından bugünkü Türk topluluklarının soy problemleri yoktur. Dünya kavimleri arasında bilinen eri uzun geçmişlerden biri
bu topluluklara aittir. Ancak, başlangıçtan beri bir soy ve ırk gayreti Türk
tarihinin karakteristiği olmamıştır. Peki Töre’ye uyan
topluluklara Türk deniyorsa, Türkçe nereden çıktı? diye bir soru akla
gelebilir. Bizce Türkçe Töre’nin içinden doğduğu ilk topluluğun dili olmalıdır.
Bugün bu ilk topluluk hakkında fikir yürütmek için yeterince bilgimiz yok. Şu
kadarını düşünmeden de edemiyoruz:
Bilindiği
gibi Töre’de KARA renk HAKÎKAT’in sembolüdür. Kitabeler’de geçen "KARA
BODUN” hakîkî kavini mânâsına geliyor. Çünkü Kitabeler’e bakılırsa Kök Türk
devleti içinde onca kavim bulunmasına rağmen Töre’nin kaybına en fazla üzülen
zümre bunlardır. Ve kendilerini Bilge Kağan, TÜRK sıfatıyle birlikte anar.
Türkçe bunların dili olmalıdır. Diğer toplulukların bugün karşılaştığımız şîve
farklılıkları coğrafî ve kültürel muhitleri yanında, Töre öncesi hayatlarından
kalan dil yadigârları olmalıdır. Ancak bugün hiç kimse diğerine Türklüğünün
nisbetiyle öğünemez. TÖRE’Yİ BENİMSEYEN HERKES TÜRK’TÜR. Arnavut asıllı Mehmet
Âkif de, Çerkeş Ethem de, Tunuslu Hayreddin Paşa da, Gazî Giray Han da, Rum
Mehmet Paşa da, Saidi Kürdî de, Hırvat Sokullu, Acem Nizâmülmülk....
Türktürler.
Devşirmelik,
sâdece Osmanlı’ya mahsus bir sistem zannedilir. Halbuki yukarıdaki isimlere
bakılınca da görüleceği gibi bütün Türk tarihinde mer’iyette bulunan bir
müessesedir. Ayrıca başka topluluk insanlarına kendi
savunmasını
yaptırmak gayretinden ziyâde bir tür beyin göçü ve kalifiye eleman transferi
olduğu kadar, mevcut, tevhid müesseselerini en liyâkatle kim yürütürse ona
teslim etme büyüklüğüdür aynı zamanda.
İslam
öncesi Töre devletlerinde de, İslâm sonrası Töre devletlerinde de (devlete ana
özelliklerini yine Töre verdiği ve Töre’deki tevhidci nizam fikri İslâmiyet’le
tam bir uyum gösterdiği, İslâmî dönemde de Türk Töresi hayatiyetini sürdürdüğü
için) bu gönüllü transfer sistemi kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk’tan Sogd
kavmine, Nizâmülmülk âilesinden Sokullu’ya kadar Töre’ye intisab edip Türk olan
herkes en yüce makamlara kadar çıkabilmişler ve bu medeniyete unutulmaz
katkılarda bulunmuşlardır. Aynı durum Arnavut, Boşnak, Çerkeş,
Kürt... kavimleri için de söz konusudur. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’daki
Yakut, Çuvaş, Kazak Kırgız ve benzerleri gibi Türk olmuş topluluklardır artık.
***
Vaktiyle
sevgili Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisinde Tolstoy’un bir mektubu
yayınlanmıştı. Bir Gürcü kadının ona yazdığı
mektubunda oğullarının İslâmiyet’e geçerek Kafkas direnişine katıldıklarını
anlatıyor ve onlar adına duyduğu teessürü naklederek cehennem azabına mahkûm
olmalarından korktuğunu dile getiriyordu.
Şimdi Edebiyat dergisinin hangi sayısında neşredildiğini araştırma
gereğini duymadığım cevâbı mektubunda Tolstoy meâlen, her büyük dînin insanları
iyi, doğru ve güzele sevk ettiğini, onları sevgi ortamlarında mes’ud yaşatma
gâyesine yönelik olduğunu anlatıyor ve "itiraf etmeli kı hanımefendi,
İslamiyet Hrıstiyanlığa göre daha derli toplu bir dindir. Müsterih olunuz"
diyerek kadını rahatlatmaya çalışıyordu.
Büyük kafalı, büyük gönüllü insanların bu vasıflarının arkasında
teferruat çalılıklarına takılmadan, dikkatlerini dâima asıl olanda tutmaları
bulunsa gerektir. Tolstoy’un bu tavrı insan ve din konusunda aradığımız
müsâmahanın ip uçlarını veriyor.
"Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız" hükmü, dînin özüne dâir yapılacak tefekküre zemin veriyor.
Çünkü insan din için değil, din insan içindir. Halifetüllah sıfatını hâiz
insan, dinler vâsıtasıyle iç dünyasını (geçmiş tecrübeler ışığında) daha kolay
tasfiye edebiliyor. Temelinde İlâhî aşk bulunan İslam dîni de aslında yeni bir
din değildir. Allah indinde (baştan beri) tek din İslam’dır. Hz.
Âdem’den bu yana gelen bütün semâvî dinler İslam’dır. Nitekim Âmentü’de
Kitaplar’a ve Peygamberler’e îman şartı, insanlık tarihini bu noktadan birleyen
anlayışın en veciz bir hükmüdür. İslâm'ın büyük ölçüde eski gelenekleri dinleri
toparlayıcılığı gayet sarihtir. Neshettiği hükümler istisna edilirse ana
sistemde tevhid ana fikri dâimâ eksen teşkil etmiştir. O bakımdan özünde tek Tanrı inanışı ve tevhid mesajı bulunan Töre’nin
târihimizdeki devamlılığı yadırganacak bir durum yaratmaz.
Sh:188-196
**********
Binlerce
sene süren Türk târihinde ve devletlerinde TÖRE’nin ne kadar mühim yer tuttuğu
mâlûmdur. Bâzen bir devlet hukuku, bâzen de gelenek, görenek zannedilen TÖRE;
çeşitli spekülasyonlara konu olan eski Türk dîninin adıdır. Merkezinde hemen
hemen bütün zâtî ve subûtî sıfatları taşıyan Gök Tanrı inanışının bulunduğu bu
sistem tereddütsüz söyleyebiliriz ki Tevhidci özelliklere sahiptir.
Eski Türk cemiyeti bütünüyle TÖRE’nin şekillendirdiği bir İçtimaî yapı
arzetmiştir. Bu yapı, gene TÖRE’nin emriyle teşkil edilen ve Töre’yi korumak
maksadına yönelik olan TÜRK devletlerince yaşatılmıştır. 1982 Anayasamızm daha girişte Devlet’e küdsiyet izâfe
etmesi, ta başlangıçtan beri devletin beşerî planda Tanrı irâdesinin
müesseseleşmesi şeklinde anlaşılması geleneğinin, günümüze kadar uzanması
sebebiyledir.
Tanrı’nın
yaratıcı sıfatı, Törütgen kavramıyla îzah edilmiştir.
Töre’nin gerçek koruyucusu ise Yusuf Has Hâcib’in tabiriyle "Kadir-i
mutlak olan Törütgen Tanrıdır" Burada şunu söylememiz gerekir ki, Türk
kelimesi de aslında bir ırk adı değildir. Töre’ye mensup veyâ onu benimsemiş
olan muhtelif kavimlerin bir üst kimliğidir. Yâni Türk devleti
bir medeniyet anlayışının, bir kâinat görüşünün devletidir. Yoksa basit bir ırk
devleti değil. Zâten ırka dayalı devlet fikri Fransız İhtilâli’nden soıira moda
olmuştur.
Nasıl
İslâmiyet’ten evvel Kırgız, Kazak, Tatar vs. muhtelif boylar Töre'yi
benimsemekle Türk olmuşlarsa, belki de tarihte Devlet fikrinin kaynağı olan
TÖRE’ye göre vücut bulmuş Osmanlı Devleti’nde de aynı şekilde Arnavud’u,
Çerkez’i, Boşnağı, Kürd’ü vs. Türk olmuşlardır. Çünkü asıl olan Tevhidci dünyâ görüşünü benimsemektir. Yugoslavya’da İslâmiyet’i Osmanlı’dan öğrenen Boşnaklar’ın
Türk oldum demeleri, bir de bu noktadan değerlendirilmelidir.
Töre’nin
Vatan anlayışı da hayli orijinaldir. Töre’yi benimsemiş olan topluluklar, yâni
Türkler nezdinde Vatan mukaddestir. Üzerinde Töre’nin yaşanabileceği yer
Vatân’dır ve Tanrı’ya adanmıştır. Yahudiler’de görülen şeklin aksine. Vatanın Tanrı’ya
adanması fikri, (Kitabe ler’de «îduk yir-sub» şeklinde geçiyor) İslâm
sonrasında da devam etmiş, Osmanlılar’da Mîrî Arazi Sistemi şekliyle
gelişmiştir. Aynı espri bugün vakıflarla devam etmektedir. Çünki vakıf Tanrı’ya
adanmış mülktür.
Töre
konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki, eğer daha detaylandırmaya
kalkışırsak diğer mevzûlara yer kalmayacağı endişesiyle burada kesip, yeti
geldikçe temas edelim.
Sh:136-137
Yaptığımız
araştırmalara göre eski Türkler’deki Tanrı telâkkisi ve kâinat anlayışı,
vahdâniyetçi bir sistem içinde yer almıştır.. Yukarıda
naklettiğimiz cümlenin söylendiği târihlerde Türk kelimesi henüz bir ırkın adı
değildir. İlâhî nizam manâsına gelen "TÖRE"
(Törü)’yi ihdâs eden Törütgen (Hâlık) Tanrı’nın yolunda giden insanlar
mânâsında bir kelime idi.
İnsanlar Töre’yi
benimsemekle Türk olmaktaydılar. Türk milleti (Türk Bodunu) tâbiri
"Millet-i İbrâhim" terkibinde ifâde edilen cemaat manâsında bir tâbirdi.
Ve Tanrı, İlâhî düzeni (Töre’yi)
korumak maksadıyla kendine inananlara Devlet vermekteydi. Devletin vazifesi
Töre’yi korumak ve böylece insanlığı huzura, kavuşturmaktı. İl
(devlet) kelimesi onun için huzur mânâsına gelen bir kelimeydi. Kök itibariyle
ses, haber mânâlarına gelen "Kü" kelimesinden doğan Küs (Kös), Töre
hâkimiyetindeki devletin istiklâl sembolüydü.
Tanrı
Türkİer’e: "Kösleri yok olmasın, Töre’nin tebliğ ve hâkimiyeti
durmasın" diye
Vatan, Devlet ve Hâkan vermekteydi.
Sh:202
******************
Töre, İlâhi nizâmdır; eski Türk dininin de adıdır.
Töre (törü), "Törütgen Tengri" (Hâlık)nin koyduğu nizamdır.
Gerçek Töre koyucu Tanrı’dır.
Töre olmazsa kâinât yerinde duramaz.
Yâni Töre kâinat nizaminin da adıdır.
Töre hükümleri içindeki tavsiye, yasak ve emirler saf doğrulardır.
Töre, bütün insanlığı kucaklar.
Ey Bey
Tanrı kendi nizâmının yürütülmesi için sana beylik verdi.”
"Sen her vakit Töre’yi adaletle tatbik et; beylik Töre ile ayakta
durur"
"Ey âlim, devletin başında uzun müddet hüküm sürmek istersen Töre’yi
doğru (tüz-eşit) yürütmeli ve kavmi (bodunu) korumalısın",
"Töre ile devlet büyür ve dünya düzene girer; zorbalık (küç) ile
devlet küçülür ve dünyanın nizâmı bozulur"
"Beyler gönüllerini temiz tutar ve Töre’yi tatbik ederlerse beylik
bozulmaz ve uzun zaman pâyidâr kalır"
"Eğer dikkat edersen, görürsün ki, dünya beyleri arasında en iyileri
Türk beyleridir"
"Tanrı kime beylik verirse, ona işi ile mütenâsip akıl ve gönül de
verir- münâsip tavır ve hareket ile akıl ve kol kanat İhsan eder"
Töre, beşeriyete kut kazandıran, insanları kendi hakîkatlerine ulaştıran
prensipler yekûnudur; kut’da mutlak bir kudret, her türlü zenginlik ve nimet,
mutlak güzellik, dâimî tâzelenme, ebedî hayat ve kusurlardan münezzehliktir.
"Ey bey,
gücün yettiği kadar töreyi tatbik et ve kavminiıı hakkını vermeye
çalış" .
"Eğer'(Törenin tatbikinde) kusur edersen Tanrı’dan affını
dile..." .
"Tanrı kadirdir, âdildir; gerçek töreyi koyan, veren O’dur; yarattığı
bütün mahlûklara gücü yeter" .
"TÜRK
OLMAK" TANRI MİLLETİNDEN OLMAK DEMEKTİR.
"TANRI DÜŞMANI" HER ZAMAN YENİLMEYE MAHKUMDUR.
"TANRI DÜŞMANI" HER ZAMAN YENİLMEYE MAHKUMDUR.
Kaynak: Sait BAŞER, Kutadgu Bilig'de KUT VE
TÖRE DEN SEVGİ TOPLUMUNA, 1995, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar