Dokuzyüz Katlı İnsan
Ruh ikidir. Birisi rûh-ı
hayâttır. İşte bu rûh, emr-i Rabbî olan ruhtur. [1]
Diğeri, rûh-ı revânîdir.
İşte bu ruh, âlem-i melekûta gider gelir. “Elestu bi-rabbi-kum” hitabında
“Belî!” diyen ruh budur. Bu ruh, cism-i latiftir; bu ruh, hakîkat-ı insandır,
yani ayn-ı sabite denilen, bu ruhtur. Bu rûh-ı revânî her insanın heykel ve
heyeti üzere yani Zeyd’in ve Amr’ın ve Hasan ve Hüseyin’in vb. bu zahirde olan
heykel ve heyeti nasıl ise, o rûh-ı revanı aynen öylecedir. Meselâ bir adam
litografya (Taşbaskı) vasıtasıyla resmini çıkarır, işte onun gibidir. O
resimde senin cümle heykel ve heyetin ve şemailin mevcuttur. Lâkin senin gibi,
o resimde bir yoğunluk ve bir ağırlık yoktur, cism-i latîf gibidir. İşte bu rûh-ı
revân da aynen öyledir.
Şimdi
nefis denilen şey bir cevher-i latîftir; ruh ile kalp arasında bir vasıtadır.
Ruhtan feyz-i rabbaniyi alıp kalbe döker. Bu nefis, hakikâtte uğursuz, kötü ve
Cenâb-ı Hakk’a asi değildir. Bu nefse sövmek ve lanet etmek caiz değildir. Bu
nefis, daima ruh tarafına meyleder. Ancak buna nefs-i emmârelik ve sair kötü
sıfâtlar insan tarafından gelir; onunla bu sıfatlar nefse arız olur. Nefis, daima
seni Hakk’a kavuşturmaya çalışır. Sen onun muhalifi olan şeyleri ona teklif etmekle
onu yoldan çıkarırsın. Bunun misali şöyledir ki, meselâ sahraya ya yaylaya
birtakım vahşi ve haşarı hayvanlar meselâ bir tay, sahrada gelen ve giden
adamları kapar, tapar, ısırır, lâkin o tayı güzelce terbiye eder isen ondan o
hâl defolur. Artık istediğin gibi, onu istihdam ve istimal edersin.
İşte bundan anlaşıldı ki, o hayvanın zatında
bir fenalık ve haşarılık yoktur. Onu sen öyle sahraya salıverip kendi hevâsına
terk ettiğinden ötürü asi oldu. “Men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu.”
[2]
İşte bu hadîs-i şerif yukarıda beyan olunan esrarı beyan ve izah eder. Şöyle
ki, yani ihvan olan, tekmîl-i sülûk edip son makâmda “Fe-kâne kâbe kavseyni ev ednâ”
[3]ya
vâsıl oldukta, kâbe-kavseyn demek okun yayıdır, bir ciheti yaratılmışlar imkân
âlemine ve bir ciheti âlem-i vücûda yani Allah Teâlâ’yadır. İşte buraya kadar
olan sülûke, sülûk-ı âfâkî tesmiye olunur. “Ev ednâ” [4]
makâm-ı kurb-i ilâhiye (Allah Teâlâ’ya yakınlık)dir. Bundan ileri olan sülûke,
sülûk-ı enfüsî tesmiye ederler. İşte buradan ileride Cenâb-ı Hakk’ın esma ve
sıfât-ı ilâhiyyesinde sülûk demektir. Burada nefis, mertebeleri tamamlayıp edip
Cenâb-ı Hakk’a ayna olur, yani bütün esma ve sıfât-ı ilâhiyye bu aynada açığa
çıkıp o vakit bu ayna olan nefste Hakk’ın cemalini müşahede ile ara yerde ayna
olan nefsi dahi sanki yok gibi olup Hakk’a vâsıl olmakla işte “Men
arefe nefsehu” [5]
bunu yani nefsini bildiğin gibi Hakk’ı o zaman bilirsin, bulursun demektir,
yani ayn-ı Hakk olup esma ve sıfât-ı ilâhiyye hepsi birden sende tecelli
etmekle Hakk’ı ne demek olduğunu bilir.][6]
A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam
değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın
yok mu? O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir,
yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider.
Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Allah
Teâlâ, doğrusunu daha iyi bilir. [7]
[1] Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîze göre ise, üç kısım ruh
vardır.
“Biri hayvani ruh ki, bu hem insanda hem
hayvanda bulunur. İkincisi ise, rûh-ı revandır ki, insanda bulunur ve uyku
hâlinde de bedenden ayrılıp birçok şeyler görür. Meselâ rüyada gezip konuşuyor,
oturuyor kalkıyorsun. Fakat vücudun hareket etmiyor. Bütün bunları yapan rûh-ı
revan, uyku hâlinde vücut ile büsbütün alâkasını da kesmiyor. Onun için rüyada
korktuğun veya muztarip olduğun vakit, bağırıyor, hatta ağlıyorsun. Böylece de
görülen şeyler az çok bedende tesir icra ediyor.”
“Bir de izafî ruh vardır ki, o ancak bir kâmil
insana vusul ile kazanılır. İşte cezbeyi kabul eden bu ruh, cân-ı cân-ı candır.
Yâni bir can vardır sonra bunun içinde bir can daha vardır ki, o da Hakîkat-i
Muhammediye’dir. Bir can daha vardır ki, Sırrullah’tır, Allah’tır. Yâni cân-ı
cân-ı can budur.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, s.146)
[2] “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l-hafâ,
c. 2, s. 262, no: 2532. İbn Teymiyye
mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.
[3] “(Muhammed ile arasındaki
mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı.” (Necm, 9)
[4] “Yahut daha az.” Necm, 9.
[5] “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l’hafâ,
c. 2, s. 262, no: 2532. İbn Teymiyye
mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.
[6]
[7]
Mesnevi, c.III, b:1302-1304
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar